Professional Documents
Culture Documents
Aiit2 - Ders Kitabi
Aiit2 - Ders Kitabi
ONUR AKDOĞAN
Yazar Notu
Hazırlayan
ÜNİTE 1 / YENİDEN YAPILANMA DÖNEMİ
Öğr. Gör. Onur AKDOĞAN
KONU BAŞLIKLARI
İSTANBUL’UN KURTULUŞU
NÜFUS
SAĞLIK
EĞİTİM
TARIM
ULAŞIM
EKONOMİ
MODERNLEŞME
İDARİ DÜZENLEMELER
YENİ TÜRKİYE
1 Nisan 1923'de seçimin yenilenmesine karar veren TBMM'si, Cumhuriyeti resmen ilan
etmemesine rağmen görevini büyük bir sorumlulukla yapan tarihi meclis olmuştur.
Birinci Büyük Millet Meclisi seçimin yenilenmesine karar vererek dağıldıktan sonra Mustafa
Kemal Paşa, yeni meclis toplanıncaya kadar yetiştirilmek üzere bir kısım uzman arkadaşlarını
yeni bir Anayasa tasarısı hazırlamakla görevlendirmiş ve zaman zaman toplantılara başkanlık
ederek bu yoldaki çalışmaları kendi düşünce ve direktifleri ile aydınlatmıştı. Özellikle
konuşmalarında, milli hükumetin mahiyetinin Cumhuriyet olduğu halde onu kesin olarak ifade
ve ilan etmemenin devlet idaresinde zaaf olduğunu, ilk fırsatta Cumhuriyeti ilan ederek bu zaafı
ortadan kaldırmanın gereğini belirtmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti’ni ilan etmenin yanında yeni devletin esaslarını belirleyecek köklü
düzenlemeleri yapacak olan ikinci Türkiye Büyük Millet Meclisi 11 Ağustos 1923 Cumartesi günü
çalışmalarına başlamıştır. Toplam üye sayısı 278 olan Mecliste 13 Ağustos’ta yapılan başkan
seçiminde mevcut 197 milletvekilinden 196 sının oyunu alan Gazi Mustafa Kemal meclis başkanı
olmuştur. Meclis hükûmeti esasına göre teşekkül eden kabine 14 Ağustos günü belirlenmiş,
mevcut 190 üyenin katılımı ile yapılan seçimde vekiller heyeti başkanlığına 183 oyla Fethi (Okyar)
Bey getirilmiştir. Bakanlar Kurulu üyelerinin hepsi de 180 oyun üzerinde alarak Meclis’in
itimadını kazanmışlardır. Yeni meclis ilk olarak eski meclisin çalışmalarını takdir etmiştir. 23
Ağustos’ta da Lozan Barış Antlaşması’nı onaylamıştır.
11 Ekim 1922’de imzalanan Mudanya Mütarekesi hükümleri gereğince İstanbul ve boğazlar Türk
yönetimine teslim edilecekti. Yine bu ateşkes anlaşmasına göre Trakya Yunan güçleri tarafından
terk edilecek ve Türk ordusu bölgeye yerleşecekti. Trakya’nın Türk ordusunca teslim alınması
için Refet Paşa görevlendirilmiştir. Ancak Refet Paşa’nın, Trakya’ya İstanbul üzerinden geçmesi
gerekmiştir. 19 Ekim 1922’de Refet Paşa İstanbul’a ulaşmış ve TBMM tarafından daha önce
görevlendirilen Hamdi Bey ile birlikte hareket etmiştir. Her iki kişi özellikle 1 Kasım 1922’de
saltanatın kaldırılmasından sonra TBMM yönetiminin İstanbul’da kurulması ve İtilaf güçleri ile
ilişkilerin sağlanması için daha çok çalışmışlardır.
9 Kasım 1922’de Lozan görüşmeleri için Hamit Bey’in İstanbul’dan ayrılması üzerine yerine
Aralık 1922’de Dr. Adnan Bey, işgal güçlerinin elçileriyle ilişkileri sağlayan İstanbul
Murahhaslığı’na görevlendirilmiştir. Böylece bir süre askeri ve siyasi görevleri üstlenen Refet
Başkentin Anadolu’ya taşınması konusu Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı sırasında da
gündeme gelmiş, ancak uygulanmamıştı. 27 Aralık 1919'da Milli Hareketi yöneten Temsil
Heyeti'nin Ankara'ya gelmesi ile birlikte bu şehir Millî Mücadele'nin karargâhı olmuştu. 23 Nisan
1920'de Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin Ankara'da açılmasıyla da Türkiye Cumhuriyeti
Devleti’nin temelleri yine burada atılmış oldu. Böylece Millî Mücadele’nin Ankara’dan
yönetilmesi bir anlamda şehri fiili başkent durumuna getirmişti.
11 Ağustos 1923’de II. TBMM’nin açılmasıyla birlikte başkent tartışmaları başlamıştır. Özellikle
basın bu hususa ayrı bir yer ayırmıştır. Ankara’da yeni bir meclis binası yapılacağına ve
Ankara’nın başkent olacağına dair yazılar basına yansımıştır. Mustafa Kemal Paşa’nın
Avusturya’nın Neue Freie Presse gazetesi muhabirine verdiği beyanat 24 Eylül 1923’de Türk
gazetelerinde yayınlanmıştır. Bu beyanatta Mustafa Kemal Paşa Türkiye’nin başkentinin Ankara
olacağını ifade etmiştir. 29-30 Eylül günlerinde Mecliste yapılan tartışmalar sırasında da başkent
konusunda kanuni bir adımın atılması yönünde bir eğilim oluşmuştur. Tarihi geçmişi ve önemli
bir kültür-ticaret merkezi olması dolayısıyla İstanbul’un başkent olarak kalmaya devam etmesi,
özellikle meclisteki kimi milletvekillerince savunulmaktaydı.
Mustafa Kemal Paşa’nın başkent konusundaki tavrının ortaya çıkmasının ardından 9 Ekim
1923’de toplanan Halk Fırkası meclis grubu, tartışmalardan sonra Ankara’nın başkent yapılması
yönünde karar almıştır. Bunun üzerine İsmet (İnönü) Paşa, 10 Ekim’de bir kanun teklifi
hazırlayarak Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı'na sunmuştur. "Türkiye Devleti'nin makarrı
idaresi hakkında" sunduğu kanun teklifi, 13 Ekim 1923’de TBMM genel kuruluna gelmiştir.
Meclisin tek muhalif milletvekili Zeki Bey, teklife karşı çıkmıştır. Daha sonra yapılan oylama
sonucu Ankara, yeni Türk devletinin başkenti olmuştur.
Mustafa Kemal Paşa, Milli Mücadele’nin ilk günlerinden itibaren siyasal rejimin Cumhuriyet
olmasını arzulamıştı. Ancak zamansız rejim tartışmaları içine girilmesini önlemek ve Milli
Mücadele’yi zayıflatmamak adına cumhuriyet kelimesini kullanmaktan kaçınmıştır. Milli
Mücadele’nin kazanılmasından sonra cumhuriyetin ilanının önündeki en büyük engel olarak
saltanat kalmıştı. 1 Kasım 1922'de saltanatın kaldırılmasıyla da bu engel aşılmış oldu. Aslında
Mudanya Mütarekesi’nin imzalanmasından itibaren yeni siyasal sistemin ve anayasal yapının
yerleşmesi ve belirginleşmesi için tartışmalar da başlamıştı. Bu tartışmalar Teşkilat-ı Esasiye
Kanunu ve düzenlemesi çerçevesinde II. TBMM’nin açılmasıyla birlikte hızlanmıştır.
Nitekim II. TBMM’de 13 Ağustos 1923’te Mustafa Kemal Paşa meclis başkanı, Ali Fuat (Cebesoy)
Paşa meclis ikinci başkanı olarak seçilmiştir. 14 Ağustos’ta Ali Fethi (Okyar) Bey Heyet-i Vekile
Reisi seçilmiş ve hükümeti güven oyu almıştır. Ancak Ekim 1923’de başkentin Ankara yapılması,
Türk devletinin Osmanlı Devleti’nin kurumlarından ve anlayışlarından uzaklaşmakta olduğunun
yeni bir işaretiydi. Bu gelişme, görünüşte homojen bir izlenim veren ve tamamına yakını
Müdafaa-ı Hukuk Birinci Grup üyelerinden oluşan II. TBMM’de muhalif anlayışların ortaya
çıkmasına neden olmuştur. Bununla birlikte, II. TBMM’de asıl muhalefet cumhuriyetin ilan
edilmesi ile birlikte kendini göstermeye başlayacaktır.
Mustafa Kemal Paşa’nın cumhuriyetin ilanı ile ilgili olarak önceden hazırlıklara giriştiğini
görmekteyiz. Teşkilat-ı Esasiye Kanunu düzenlemesi ile ilgili bir komisyon kurmuş ve yakın
çevresine cumhuriyetin ilan edileceğini hissettirmişti. Avusturyalı Neue Freie Presse gazetesinin
muhabiri ile 22 Eylül 1923’de yaptığı mülakatta yeni devletin rejiminin cumhuriyet olacağını
açıkça ilan etmesi, cumhuriyetin ilanını önceden gösteren emareler idi. Bazı siyasi gelişmeler ve
sistem tartışmaları Mustafa Kemal Paşa’nın bu amacı gerçekleştirmesine fırsat tanımıştır.
Nitekim bu sistemden kaynaklanan bunalım 25 Ekim 1923'te İcra Vekilleri Heyeti’nin istifasıyla
ortaya çıktı. İcra Vekilleri Heyeti-i Başkanı ve Dahiliye Vekili Ali Fethi Bey’in Dahiliye
Vekilliğinden ayrılması üzerine seçimlere gidilmişti. Meclis Dahiliye Vekilliğine Sabit Bey
seçmiştir. Ayrıca meclis ikinci başkanlığına da Rauf Bey seçilmiştir. Bu seçimlerin sonuçlarından
hoşlanmayan ve kendisi için bir güvensizlik olarak değerlendiren Mustafa Kemal Paşa, 25
Ekim’de Ali Fethi Bey hükümetini Çankaya’da toplayarak, bütün İcra Vekileri Heyetinin istifa
etmesini istemiştir. Ayrıca kurulacak yeni bir heyette bu hükümetten hiçbir kimsenin görev
almaması yönünde karar alınmıştır. Fethi Bey hükümetinin istifasının ardından muhalefete yeni
bir Heyet-i Vekile, hükümet kurulması imkânı bırakılmıştır. Ancak 28 Ekim’e kadar hükümet
kurulamaması ve sorunun çözülememesi üzerine bir bunalım ortaya çıkmıştır.
Bunun üzerine Mustafa Kemal Paşa, Çankaya’ya yakın arkadaşlarını davet etmiş ve kabine
bunalımından çıkmanın yolunu yarın cumhuriyet ilan edeceğiz diyerek göstermiştir. Mustafa
Kemal Paşa’yı ziyarete gelenler içerisinde sadece İsmet Paşa Çankaya’daki köşkte kalmış ve 1921
Teşkilat-ı Esasiye Kanunu üzerindeki değişikliklere dair önceden yapılan çalışmayı gözden
geçirmişlerdir. Buna göre, TEK’in birinci maddesine Türkiye Devletinin idare şekli Cumhuriyettir
ifadesi eklenmiştir. Ayrıca, bu anayasanın 3, 8, 9. maddeleri yeniden düzenlenmiştir. 29 Ekim
1923’deki Halk Fırkası Grubu’nda tekrar hükümet kurma çabası gösterilmiş ise de, başarısız
olunmuştur. Bunun üzerine, Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğine başvurulması yönünde bir
karar alınmıştır. Mustafa Kemal Paşa da hazırladığı TEK, anayasa değişikliklerine dair metni fırka
grubuna sunmuştur. Fırka Grubu tarafından kabul edilen bu metin, Anayasa Komisyonu
tarafından kısa bir görüşmeden sonra “müstacelen ve derakap müzakeresi” teklifi ile meclis
gündemine getirilmiştir. TEK’in 1, 2, 4, 10, 11, 12. maddelerinde değişiklik öngören bu kanun
teklifi fazlaca bir tartışmaya maruz kalmadan kabul edilmiştir. Yine, aynı gün yapılan ve oturuma
katılan 158 mebusun oyu ile Mustafa Kemal Paşa cumhurbaşkanı seçilmiştir. Ardından 30
Ekim’de İsmet Paşa Cumhuriyetin ilk hükümetini kurmuş ve Fethi Bey meclis başkanı olmuştur.
Cumhuriyetin ilan edilişi, aralarında Mustafa Kemal Paşa’nın en yakın arkadaşlarının ve İstanbul
gazetecilerin de bulunduğu bir kesim tarafından eleştirilmiştir. Bunlar arasında ileride kurulacak
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının kurucuları olan Ali Fuat (Cebesoy) Paşa, Rauf (Orbay) Bey,
Refet (Bele) Paşa, Kazım Karabekir Paşa bulunmaktadır. Özellikle bu kişilerin eleştiri noktası,
Türk milleti XIX. yüzyıl boyunca sürekli savaşmış, bir cepheden diğerine koşmuştur. Devletin
varlığını devam ettirme savaşları olan bu mücadelelerin (XX. yüzyıl başlarında da Balkan
Savaşları, I. Dünya Savaşı) büyük çoğunluğu mağlubiyetle sonuçlanmış ve ağır yaralar alınmıştır.
Bu savaşlar ülkenin hem maddî kaynaklarına hem de insan kaynağına epey zarar vermiştir.
Bunların neticesinde ülkenin zaten güçsüz olan ekonomisi iyice çökmüş, yer üstü ve yar altı
kaynakları talan edilmiş, halkı yorgun, yoksul, bitkin ve gelecekten umutsuz bırakılmıştır. İşte bu
durumu Mustafa Kemal Paşa, 1 Mart 1922 tarihinde TBMM‘de yaptığı kapsamlı konuşmasında
şu şekilde ifade etmektedir.
“Tanzimat’ın açtığı serbest ticaret devri, Avrupa rekabetine karşı kendisini koruyamayan ekonomimizi bir
de iktisadi kapitülasyon zincirleriyle bağladı. Kuruluş ve özel sektör yönünden ekonomik alanda bizden çok
kuvvetli olanlar, memleketimizde bir de ayrıca imtiyazlı durumda bulunuyorlardı Gelir vergisi
vermiyorlardı. Gümrüklerimizi ellerinde tutuyorlardı. İstedikleri zaman istedikleri eşyayı, istedikleri şartlar
altında ülkemize sokuyorlardı. Bütün ekonomimizin her bölümüne bu sayede kesin olarak hâkim olmuşlardı.
Efendiler, bize karşı yapılan rekabet gerçekten, çok gayri meşru, gerçekten çok yok edici idi. Rakiplerimizi
bu davranışlarıyla gelişmeye elverişli sanayimizi de öldürdüler. Tarımımıza da zarar verdiler. Ekonomi ve
maliyemizin gelişmesi ve olgunlaşmasını önlediler.”
Yeni Türk Devleti, Osmanlı Devleti’nden ekonomisi tarıma dayalı, sanayii tamamen mahvolmuş,
altyapı tesisleri çok fakir bir Anadolu devralmıştı. Diğer taraftan Osmanlı Devleti’nin ekonomik
iflasını ilan ettiği 1875 yılından bu yana alınan dış borçların yükü de yeni kurulan devletin sırtına
yükletilmiştir.
1.1.NÜFUS
Birbirini takip eden savaşlardan yeni çıkması nedeniyle sosyal ve ekonomik yönden yıpranan
Türkiye’nin Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki nüfus oranı oldukça azdır.
1.2.SAĞLIK
Millî Mücadele yıllarına gelindiğinde artık ülke adına hizmetlerin örgütlenmesi işiyle Ankara
Hükümeti ilgilenerek 2 Mayıs 1920 tarihinde Sağlık Bakanlığı’nın kuruluşu gerçekleşmiştir.
Ayrıca 1924 anayasasının 78. maddesinde yer alan bir hükümle de sağlık, hastalık, vs. durumlarda
halk sağlığını korumak üzere, bireyin yolculuk özgürlüğünün kayıt altına alınabileceği
belirtilmiştir. Ancak sağlık alanında esas yapılanma 1925 yılından sonra Dr. Refik Saydam’ın
ikinci defa Sağlık Bakanlığı görevine gelmesiyle gerçekleşmiştir. 1937 yılına kadar bu görevde
kalan Dr. Saydam, Türkiye’de sağlık alanının örgütlenmesinde birçok önemli çalışmaya öncülük
etmiştir.
1.3. EĞİTİM
Cumhuriyet idaresinin üzerinde en çok duracağı saha eğitim olmuştur. Mustafa Kemal’in
Cumhuriyeti emanet edeceği aklı hür, vicdanı hür nesillerin ancak eğitimle mümkün olacağı
düşüncesiyle daha millî mücadele devam ederken -TBMM ordularının başarısız olduğu-
Kütahya-Altıntaş savaşları sırasında 15-21 Temmuz 1921 tarihleri arasında Ankara’da I. Maarif
Kongresi toplanmıştır. Mustafa Kemal Paşa’nın açılışında konuştuğu kongrede ülke eğitimcileri
görüş ve önerilerini devlet yöneticileri ile
paylaşmışlardır. Kütahya, Afyon ve
Eskişehir’in Yunan işgaline düştüğü buhranlı
bir zamanda yapılan bu toplantı, geleceğe
olan inanç kadar geleceğin eğitimle
aydınlanacağına inanışın bir göstergesidir.
Mustafa Kemal burada mevcut durumun
değiştirilmesi için millî seciye ve millî tarihle
uyumlu bir kültürü hedefleyen eğitimin şart
olduğunun altını çizmiştir. Millî varlığına
bütün vasıtalarıyla saldıran yabancı
Yeni devlet, ortalama 70 öğrencili 5000 civarında ilkokulda 340.000 öğrenciye sahipti. Okullarda
ortalama iki öğretmen bulunuyordu. Cumhuriyetin ilk yetmiş yılında köy okullarında devam
eden şekliyle ilk üç sınıf bir arada ders görmekteydi. 4 ve 5. sınıflar ise çoğunlukla aynı sınıfta
ancak ayrı sıralarda ders yaparlardı. Türkiye Cumhuriyeti Devleti ilköğretimi, bütün vatandaşları
için Anayasa hükmü çerçevesinde zorunlu ve devlet okullarında parasız gerçekleştirmiştir. 1926
yılı itibarıyla da eğitimin her kademesi parasız hâle getirilmiştir.
Orta öğretimde ise ortalama 11 öğretmenli 72 ortaokul, 6000 civarında öğrenciyle faaliyet
hâlindeydi. Öğrenci başına düşen öğretmen sayısının daha iyi olduğu dönemin liselerinde ise
ortalama 55 öğrencili 23 okulda, 513 öğretmen görev yapmaktaydı.
1.4. TARIM
Cumhuriyet dönemine Osmanlıdan, yorgun, fakir, ağalık sistemi altında ezilmiş ve geri teknoloji
kullanan geçimlik üretim yapan çiftçi nüfusu ile büyük ekonomik ve siyasal krizler yaşayan bir
ülke devredilmiştir. Mültezimliğin yol açtığı yarı feaodal sistem topraksız ve küçük çiftçi ailesi
sayısını artırmıştır. Tüm alanlarda olduğu gibi tarım sektöründe de yeni oluşumlar beklenmiş ve
planlanmıştır.
Yeni devletin yöneticileri daha Cumhuriyeti ilan etmeden önce ekonomi konusunda yapılacakları
görüşmek ve bir politika belirlemek üzere 17 Şubat- 4 Mart 1923’te İzmir’de Türkiye İktisat
Kongresini toplamışlardır. İlk temel adımların ardından iç siyasi gelişmelerin durulmasından
hemen sonra, bu defa tarım konusu gündeme alınmış ve bir tarım sayımı gerçekleştirilmiştir.
O zaman Reji adlı yabancı şirket tarafından yönetilmekte olan tütün tekeli kaldırılacak,
tütün tarımı ve ticareti serbest olacaktır. İşlenmiş olan tütün ihraç edilecek ve tütün
“rüsumu” tüketiciden alınacaktı.
Aşar vergisi kaldırılacak.
Gümrük politikası, ticaret, tarım ve sanayi korunup desteklenecektir.
Tarımda makineleşmeye gidilmelidir. Tarım aletlerinin yapımı sağlanmalıdır.
Ayrıca ipekçiliğin ve hayvancılığın geliştirilmesi ile ilgili tedbirlerin alınması gibi kararlar
alınmıştır.
1930-31'e kadar Türkiye Cumhuriyeti'nin İktisadî politikasının esasını “İzmir İktisat Kongresi'nde”
alınan kararlar oluşturmuştur.
1.5. ULAŞIM
Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı Devleti’nden miktar bakımından çok yetersiz, kalite bakımından
da çok geri bir ulaşım sistemi devralınmıştır. Ülkenin eksik ve yetersiz olan ulaşım şebekesi, uzun
süren savaşların getirdiği yıpranmalar ile birlikte bozulmaya başlamıştır. Ayrıca, İmparatorluğun,
büyük fedakârlıklara katlanarak inşa ettirdiği demiryolları ve karayollarının büyük bir kısmı,
önce Balkan Savaşları sonra da Birinci Dünya Savaşı yenilgilerinde kaybedilen topraklarda
kalmıştır.
Türkiye Cumhuriyeti’ne Osmanlı Devleti’nden zengin bir ekonomik miras kalmamıştı. Tarım
ağırlıklı, ancak tarımsal üretimin daha çok insan ve hayvan gücüne dayalı olarak, son derece geri
yöntemlerle gerçekleştirilebildiği, azınlıkların egemenliğindeki ticari ve sınai faaliyetlerin de
yeterince geliştirilememiş olduğu Osmanlı ekonomik yapısı, ağır dış borçlar ve birbiri ardına
yaşanan Balkan, Birinci Dünya ve Kurtuluş Savaşlarının da etkisiyle neredeyse çökme noktasına
gelmiştir.
Cumhuriyet tarihimizin
Atatürk Dönemi (1923-
1938) olarak adlandırılan
ilk on beş yıllık zaman
dilimi, ulusal sermaye ve
teşebbüs gücünden yoksun
ve çökme halindeki bir
ekonomiyi yeniden yapılandırma çalışmaları ile geçirilmiş; çağdaş ulus devlet modelini tüm
kurum ve kurallarıyla, ekonominin her alanında yerleştirmek üzere ilk önemli adımlar atılmıştır.
Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş yıllarına denk gelen 1923-1938 döneminde uygulanan ekonomi
politikaları, belirleyici olarak karma ekonomik sistem özelliği taşıması, iç ve dış gelişmeler
doğrultusunda dönem içerisinde özel girişimi göz ardı etmeden artan oranda kamu
girişimciliğine ağırlık vermesi, dönem sonu itibarı ile başarılı sayılabilecek sonuçlara ulaşmıştır.
ERİS, ATİLLA. (2018). CUMHURİYETİN İLK YILLARINDA TÜRK TARIMI VE ALİ NUMAN
KIRAÇ.
1. SALTANATIN KALDIRILMASI
2. HİLAFETİN İLGASI
MENEMEN OLAYI
MİLLİ HAKİMİYET
İNKILAPLARA TEPKİLER
SİYASİ DÜZENLEMELER
11 Ekim 1922 tarihinde Mudanya Mütarekesinin imzalanmasıyla cephelerdeki savaş sona ermiş,
ancak nihaî barış henüz gerçekleşmemişti. Taraflar arasında savaşa son verecek bir barış
antlaşmasının imzalanabilmesi için, 28 Ekim 1922 tarihinde Lozan’da Barış Konferansının
toplanması kararlaştırılmıştı. Ancak bu sırada İtilâf Devletleri, kendileri açısından en uygun
ortamı hazırlamaya çalışıyorlardı. Onlar, bu maksatla konferansa, TBMM Hükümetinin yanında,
İstanbul Hükümetini de davet ederek (Londra Konferansı’nda olduğu gibi) ortaya çıkacak görüş
ayrılıklarından faydalanmayı planlamışlardı. İtilaf devletlerinin bu tutumu neticesinde,
Sadrazam Tevfik Paşa’nın barış görüşmelerine beraber gitme çağrısını içeren telgrafları
TBMM’ye göndermesiyle birlikte İstanbul yönetimi aleyhindeki tepkiler daha da şiddetlenmiştir.
TBMM Başkanı Mustafa Kemal Paşa’ya gönderilen 17 Ekim 1922 tarihli telgrafta Tevfik Paşa,
son başarılardan sonra İstanbul ile Ankara arasındaki anlaşmazlık ve ayrılığın giderildiğini, yakında
Avrupa’da toplanacak barış konferansına her iki tarafta çağrılacağından, milletin iyiliğine yönelik
konuları önceden görüşüp anlaşmak üzere güvendiği bir şahsı İstanbul’a göndermesi çağrısında
bulunmuştur. Bu telgrafa karşılık Mustafa Kemal Paşa da “Türkiye Devleti’nin yalnız ve ancak
Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti tarafından temsil olunacağını, hukuki ve meşru olmayan
heyetlerin devletin siyasetine karışmaları hâlinde mesul olacaklarını” bildirerek fiilî durumu İstanbul
Hükûmeti yöneticilerine bir kere daha hatırlatmıştır.
Bu süreçte gelişmeyi lehine çevirmek isteyen İstanbul Hükümeti, 29 Ekim 1922’de Ankara’da
TBMM Başkanlığına müracaat ederek, “Anlaşmazlık sebebiyle devlet ve milletin başına Allah saklasın
büyük bir zarar getirmek ve maddi yardımlarına manevi yakınlıklarına sahip olduğumuz İslam âlemini
elemler içine sokmaktan ise vatanın yüksek menfaatleri uğruna birliği temin etmek vacip ise bugün farz
olmuştur.” şeklinde görüşlerini bir kez daha ifade etmiştir.
Sonrasında ise 31 Ekim 1922 tarihinde Müdafaa-ı Hukuk Grubu’nun kendi grup toplantısında
saltanatın kaldırılmasına dair karar alınmıştır. Ardından Osmanlı Devleti’nin son bulduğuna ve
TBMM Hükümeti’nin kurulduğuna dair 30 Ekim tarihli teklifin bazı mebuslar tarafından
muğlak bulunan Hilafet makamı ilgili durumu dikkate alınarak yeniden düzenlenmiştir. Bu
yeni teklifte Hilafet makamı ilmen ve ahlaken eslah ve erşad olan (ilim ve ahlak açısından en yetenekli
ve en reşit) Osmanlı hanedanına mensup bir kişiye bırakılması kuralı benimsenmiştir. 1 Kasım
1922’de meclise getirilen yeni teklif, tekrar bir
tartışma ortamı oluşturmasına rağmen,
NOT: Mustafa Kemal Paşa’nın müdahalesiyle kabul
edilmiştir.
Saltanatın kaldırılmasının ardından 2 Kasım’da Saltanatın kaldırılması ile ilgili bu teklif bir
Sivas Mebusu Rauf Bey, Meclis’e bir önerge
kanun maddesi şeklinde değil, meclis kararıyla
vererek bu kararı ölümsüzleştirmek için 2
Kasım’ın “Hakimiyeti Milliye Bayramı” ilan onaylanmıştır. Bu kararda İstanbul’un İtilaf
edilmesini istedi. Bu önerge kabul edilmiş, bir yıl Güçleri tarafından işgal edildiği ve son
sonra da o gün millî bayram olarak kutlanmaya Osmanlı Meclis-i Mebusan’ın faaliyetlerini
başlanmış ve kutlamalar 1935’e kadar sürmüştür.
yapamaz hâle getirildiği tarih olan 16 Mart
Saltanatın kaldırılmasıyla birlikte; 1920’den itibaren Osmanlı Devleti’nin tarih
Altı asırdan fazla hüküm süren Osmanlı sahnesinden silindiği, yerine TBMM
Devleti resmen sona erdi. Hükümetinin var olduğu kabul edilmiştir.
Halifeliğin siyasal gücü ortadan kalkınca
Ayrıca TBMM tarafından belirlenmek kaydıyla
laiklik adına yeni bir süreç başladı.
Alınan bu kararla cumhuriyete giden yol Hilafet makamı Osmanlı hanedanı arasından
açılmış oldu. seçilecekti.
İstanbul-Ankara Hükümetleri arasında var
olan çekişmeler sona erdi. 1 Kasım 1922’de saltanatın kaldırılması kararı,
Lozan Konferansı’nda Ankara Hükümeti İstanbul’daki hükümetin ve padişahın
daha rahat hareket alanı buldu.
hukukiliğini tamamen ortadan kaldırmıştır.
Milli egemenlik yolunda en önemli adım
atılmış oldu. Saltanatın kaldırılmasından sonra 4 Kasım
1922’de İstanbul Hükümeti dağılmış ve 17
4 Kasım 1922’de de Tevfik Paşa Hükümeti istifa etmiş, TBMM İstanbul’un idaresine el koymuştu.
Böylece bu gelişmeler neticesinde çok tartışılan İstanbul Hükümeti’nin Lozan Konferansı’na
katılması meselesi kendiliğinden hallolmuş oldu.
2. HİLAFETİN İLGASI
1517 yılında Yavuz Sultan Selim’in Ridaniye Seferi sonrasında Kahire’deki son Halife
Mütevvekkil’den Hilafeti devralması ile başladığı iddia edilen Osmanlı Hilafeti, dış politik
sahada 1774 Küçük Kaynarca Anlaşması ile ilk defa ciddi bir şekilde kullanılmıştır. Ancak,
hilafetin en çok değer kazandığı ve kullanıldığı dönem II. Abdülhamit devridir. II. Abdülhamit
tarafından hilafet hem iç hem de dış siyasette mahirane bir şekilde kullanılmış ve Osmanlı Halifesi
kendisini çok güçlü bir şekilde İslam dünyasında hissettirmiştir. Hilafet, II. Meşrutiyet
döneminde de İttihatçılar tarafından özellikle dış politikada kullanılmaya çalışılmıştır. Millî
Mücadele’de ise, dinî vurgular ve Hilafet Ankara Hükümeti’nin tavırlarına meşruluk
kazandırmak ve mücadeleye şevk vermek için ön plana çıkarılmıştır. Millî Mücadele’nin
kazanılmasından sonra 1 Kasım 1922’de Osmanlı hükümdarlarının hilafet ile birlikte yürüttüğü
saltanat makamı kaldırılmıştı. Böylece ayrı bir kurum şeklini alan Hilafete, TBMM tarafından
Osmanlı hanedanından Abdülmecid Efendi getirilmiştir.
Diğer taraftan başta İngiltere olmak üzere Müslüman sömürgeleri olan devletlerin gelişmeleri
merakla izledikleri ve menfaatlerine uygun ortamda müdahale edebilme imkânı araştırdıkları
görülmekte idi. İlk hareket hilafetin nüfuzundan çok çekinmiş ve hâlâ çekinmekte olan
İngiltere’den gelmiştir. Londra'daki Seyit Emir Ali başkanlığındaki İslam Cemiyeti Sekreteri Sait
S. Muhammedi, Dahiliye Vekili Fethi Bey'e gönderdiği 2 Eylül 1923 tarihli mektubunda Hilafetin
korunması gerektiğini belirtmekteydi; bu mektup 8 Ekim'de basında da yayınlanmıştır. 5 Aralık'ta
bu kez de Ağa Han ile Londra'daki İslam Cemiyeti Başkanı Seyit Emir Ali'nin Başvekil İsmet
Paşa'ya yolladıkları mektup, daha İsmet Paşa'nın eline geçmeden, yine İstanbul basınında
yayımlandı. Mektupta özellikle Hilafet‘in Cumhuriyetin ilanından sonra aldığı hukuki duruma açıklık
kazandırılması isteniyor, İslam dünyasında Halife'nin dini başkan ve Müslümanlar arasında manevi bir
bağ olduğu belirtilerek, bu bağın korunmasının önem ve gereğinden söz ediliyordu. Mektubun basında
yer alması, Mustafa Kemal Paşa önderliğindeki Cumhuriyetçilerin kendilerine karşı oluşmuş ve
güçlenmekte olan muhalefete karşı harekete geçmelerine vesile olmuştur.
Mektubun basına yansımasını 1 Kasım 1922 kararlarına muhalefet olarak değerlendiren İcra
Vekilleri Heyeti Başkanı İsmet Paşa, Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nun işletilmesi ve İstiklâl
Mahkemesi’nin kurulması önerisini getirmiş ve bu öneri TBMM’de kabul edilmiştir. Millî
Mücadele yıllarında kurulan İstiklal Mahkemeleri, Cumhuriyetin ilanından bir ay sonra yeniden
faaliyete geçerek İstanbul bölgesinde faaliyet göstermek üzere kurulmuştur. Ardından da 9
Aralık'ta mektubu yayımlayan gazetelerin başyazarları (aralarında Hüseyin Cahit (Yalçın),
Ahmet Cevdet ile Velid Ebüzziya da bulunuyordu) ve sorumluları tutuklandılar; 15 Aralık'ta
başlayan mahkeme sonunda tüm gazeteciler 2 Ocak'ta beraat ettiler. Ancak İstanbul Barosu
Başkanı Lütfi Fikri Bey, Halife'ye hitaben yazdığı ve basında da yayınlanan açık mektubundan
dolayı 13 Aralık'ta tutuklandı ve 19 Aralık'ta başlayan mahkeme sonunda 5 yıl hapis cezasına
mahkûm oldu (Lütfi Fikri Bey, 13 Şubat 1924'de Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından af
edilecek ve altı ay sonra da yeniden İstanbul Barosu Yönetim Kurulu Başkanı olacaktır). Birkaç
önemsiz dava dışında İstanbul İstiklal Mahkemesi'nin görevi Türkiye Büyük Millet Meclisi kararı
ile 30 Ocak 1924 tarihinde son buldu. İstiklal Mahkemesi aracılığı ile hükümet muhalif basına
gözdağı vermiş oluyordu.
Hilafet makamının ve Halife'nin şahısları hakkında yanlış anlama ve yanlış yorumlamaların zemini, Halife'nin kendi tarz ve
tavır ve hareketinden kaynaklanmaktadır. Halife, dahili hayatı ve bilhassa harici hayatıyla ecdadı padişahların yolunu takip eder
görünmektedir. Cuma alayları, yabancı temsilcileri nezdine memurlar gönderilmesi suretiyle münasebetler, tantanalı gezintiler,
saray hayatı, sarayında ihtiyat subaylarına varıncaya kadar kabul ve onların şikayetlerini dinlemek ve onlarla beraber ağlamak
gibi hareketler bu türdendir. Halife, Türkiye Cumhuriyeti ve Türkiye halkı ile karşı karşıya vaziyetini değerlendirdiği zaman,
İngiltere Krallığı ile Hindistan İslam ahalisine veya Afgan Devleti ile Afgan halkına karşı hilafetin ve halifenin vaziyetini ölçü
olarak nazarı dikkatte tutmalıdır. Halife'nin ve bütün cihanın kati olarak bilmesi lazımdır ki, mevcut ve muhafaza edilmiş olan
halife ve halife makamının, hakikatte ne dinen ve ne de siyaseten mevcudiyetinin hiçbir manası ve hikmeti yoktur. Türkiye
Cumhuriyeti safsatalarla mevcudiyetini, bağımsızlığını tehlikeye maruz bırakamaz. Hilafet makamı, bizce en nihayet tarihi bir
hatıra olmaktan fazla bir ehemmiyete sahip olamaz. Türkiye Cumhuriyeti ricalinin veya resmi heyetlerin kendisiyle temasını
talep etmesi dahi cumhuriyetin bağımsızlığına açık tecavüzdür. Başmabeyincisini Ankara'ya göndermek veya güvenilir bir zatın
nezdine gönderilmesi suretiyle hükümete his ve temennilerin iletilmesi talebinde bulunması dahi Cumhuriyet hükümeti ile karşı
karşıya vaziyet alması demektir. Buna da salahiyettar değildir. Kendisiyle Cumhuriyet hükümeti arasında başkatibi
haberleşmeye aracı kılması da fazladır. Başkatip Bey'in böyle küstahlıktan kaçınması lüzumu kendisine ihtar olunmalıdır.
Halife'nin hayat ve geçiminin temini için Türkiye Reisicumhuru'nun tahsisatından mutlaka aşağı bir tahsisat kâfi gelir. Maksat,
debdebe ve gösteriş değil, insanca hayat ve geçim temininden ibarettir. Hilafet hazinesinden maksat ne olduğunu anlayamadım.
Hilafetin hazinesi yoktur ve olamaz. Böyle bir hazineyi ecdadından miras edinmişse resmen ve açıkça malumat edinilmesini ve
verilmesini rica ederim. Halife'nin aldığı tahsisatla temin edilemeyecek olan vazifeler neler imiş ve 15 Nisan 1923 tarihinde
hükümet ne gibi vaatlerde ve bildirimlerde bulunmuştur? Bunu da lütfen bildiriniz. Halife'nin ikametgahını açıkça belirtmek ve
tespit etmek, hükümetin şimdiye kadar yapmış olması lazım gelen bir vazife idi. İstanbul'da, milletin boğazından kesilmiş
paralarla yapılma birçok saraylar ve bu sarayların içindeki birçok kıymetli eşya ve levazımat, hükümetin vaziyeti tespit etmemesi
yüzünden mahv ve heder oluyor. Halife mensupları, sarayların en kıymetli levazımatını Beyoğlu'nda, şurada burada satıyorlar
diye rivayetler vardır. Hükümet bunlara bir an evvel el koymalıdır. Satılmak lazım ise hükümet satmalıdır. Hilafet kadrosunun
ciddi incelenmesi ve düzenlenmesi lazımdır ki, başmabeyinciler, başkatipler mevcudiyeti, Halife'yi hala saltanat hülyası içinde
uyutmasın! Fransızlar, kral, hanedan ve mensuplarını Fransa'ya sokmakta, bağımsızlık ve hâkimiyetleri için yüz sene sonra,
bugün dahi sakınca görüp dururken, her gün ufuktan saltanat güneşinin doğuşuna duacı bir hanedan ve mensupları hakkındaki
muamelemizde, Türkiye Cumhuriyeti'ni nezaket ve safsata kurbanı edemeyiz. Halife, kendinin ve makamının ne olduğunu açık
olarak bilmeli ve bununla yetinmelidir. Hükümetçe ciddi, esaslı tedbirler alınarak bildirilmesini rica ederim, Efendim.
Türkiye Reisicumhuru
Mustafa Kemal Paşa, Hilafet sorununu tamamen ortadan kaldırabilmek için 1924 yılı başlarında
bir dizi girişimde bulunmuştur. İstanbul basınının, Darülfünun’da görevli aydınların, Milli
Ardından TBMM’nin 2. devresinin ikinci çalışma döneminin açılısı dolayısıyla 1 Mart 1924 günü
Cumhurbaşkanı sıfatıyla Mustafa Kemal Paşa üç hususun özellikle altını çizme ihtiyacı
hissetmiştir.
"1. Millet, cumhuriyetin şimdi ve gelecekte bütün taarruzlardan katiyen ve ebediyen korunmuş
bulundurulmasını talep etmektedir. Milletin talebi, cumhuriyetin sınanmış ve ispatlanmış olan bütün
esaslara bir an evvel ve tamamen dayandırılması suretinde ifade olunabilir."
"2.Milletin kamuoyunda tespit olunan eğitim ve öğretimin birleştirilmesi umdesinin bir an kaybetmeksizin
tatbiki lüzumunu gözlemliyoruz."
"3 . ... İslam dinini, asırlardan beri olageldiği üzere bir siyaset vasıtası mevkiinden tenzih etmenin ve
yüceltmenin elzem olduğu hakikatini de gözlemliyoruz."
Mustafa Kemal Paşa’nın 1 Mart’taki konuşmasından sonra, 2 Mart’ta CHF grubunda dört ayrı
kanun teklifi üzerinde görüşmeler yapılmıştır. Bunların başında Urfa mebusu Saffet Efendi ve
kırk arkadaşı tarafından verilen hilafetin ilgasına dair teklif okunarak gündeme alınmıştır. Fırka
grubunda hilafetin ilgası hemen hemen tartışmasız kabul görürken, Hilafetin kaldırılması
durumunda, bu kurumun kime verileceği veya durumunun ne olacağı tartışma konusu olmuştur.
Bazı mebuslar, hilafetin Cumhurbaşkanı’na, TBMM’ye veya Cumhurbaşkanlığı’na verilmesini
önermişlerdir. Maraş Mebusu Mithat Bey ve arkadaşları ise Halifenin hal’ edildiği ve hükümet ve
Meclis’in halifeliğin kaldırılmasına karar verdiği gece, son halife Abdülmecid Efendi,
Dolmabahçe Sarayı’nda polis müdürü ile bazı memurlar tarafından sabah 5:00’te uyandırılmış ve
Halifeliğin kaldırılmasının yurt içinde ve yurt dışında çeşitli yansımaları olmuştur. Bu karardan
içeride özellikle Saltanat ve Hilafet yanlıları rahatsız olmuşlardır. Her ne pahasına olursa olsun
bu makamın devam ettirilmesi gerektiğini düşünen bu kişiler, Atatürk’e Halife olmasını bile teklif
etmişlerdir. Bu olayın yurt dışındaki yansımaları çok daha değişik gerçekleşmiştir, örneğin Batı
dünyası karardan dolayı şaşkınlık ve hayranlığını gizleyemezken, İslam alemi bu karardan
rahatsız olmuş ve olumsuz tepkiler ortaya koymuştur. Halifeliğin kaldırılmasının görünüşteki
siyasî gayesinden çok daha önemli kültürel ve tarihî manası vardır.
Millî mücadele yıllarında Anadolu’yu işgal eden güçlere karşı etkin bir mücadele yürüten ve
Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin merkez ve taşra örgütsel yapısı her ne kadar
savaş koşullarına özgü bir nitelik gösteriyor olsa da sonraki süreçte yeni kurulan Cumhuriyet
Halk Partisinin örgütsel yapısının temellerini oluşturmuştur.
23 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisi açıldıktan sonra Meclis’te farklı görüşlere sahip
milletvekilleri arasında gruplaşmalar ortaya çıkmış, Mustafa Kemal ve arkadaşları bu süreçte
Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin bir devamı olarak Büyük Millet Meclisi’nde
Müdafaa-i Hukuk Grubu’nu kurmuşlardır. Kurtuluş Savaşı’nda elde ettiği büyük başarı ile
toplumun büyük bir kesiminin desteğini arkasına alan Mustafa Kemal, gerçekleştirmeyi arzu
ettiği devrimler için uygun bir ortam yaratmak amacıyla 1 Nisan 1923’te Büyük Millet Meclisi’nde
seçimlerin yenilenmesi kararının alınmasını sağlamıştır. Mustafa Kemal Paşa, 1 Nisan seçim
kararından sonra 8 Nisan’da bir seçim bildirisi yayınlamıştı. Bu bildiriyi, “dokuz ilke ve partimizin
ilk programı” olarak değerlendiren Mustafa Kemal, bu konuyla ilgili olarak Nutuk’ta şu bilgileri
vermektedir: Gerek bazı kimselerden aldığım yazılı düşüncelerden ve gerek halk ile yaptığım görüşmelerden
çok yararlandım. Sonunda 8 Nisan 1923 tarihinde görüşlerimi dokuz ilke hâlinde tespit ettim. İkinci Büyük
Millet Meclisi’nin seçimi sırasında yayınlayarak ilan ettiğim bu program, partimizin kuruluşuna temel
olmuştur.
1927’de yapılan milletvekili seçimlerinin ardından, 15–23 Ekim 1927 tarihleri arasında, Sivas
Kongresi’ni Birinci Kongresi olarak kabul eden, Halk Fırkasının II. Büyük Kongresi olarak
toplanmıştır. CHF’nin 1927 Büyük Kongresi’ne, Mustafa Kemal Paşa’nın Nutuk’unu okuması
damgasını vurmuş, hatta CHF’nin kongresini gölgede bırakmıştır. Mustafa Kemal Paşa, kongreyi
açış konuşmasında, Sivas Kongresi’ni CHF’nin ilk kongresi olarak kabul ettiğini belirterek, bu
kongreyi CHF’nin ikinci kongresi olarak göstermiştir. Atatürk’ün Değişmez Genel Başkan olarak
belirlendiği 1927 kongresinde Cumhuriyetçilik, Halkçılık, Milliyetçilik, Laiklik Cumhuriyet Halk
Fırkasının temel ilkeleri olmuştur.
1931 Kongresi’nde parti tüzüğünün dışında parti programı ilan edilmiş, 1927 kongresinde kabul
edilen dört ilkenin yanına Devletçilik ve İnkılapçılık ilkeleri eklenmiştir. Böylece altı ilke / altı ok
tamamlanmıştır.
1935 Kongresinde hazırlanmış olan Nizamname, 1931 Nizamnamesi ile aynı özelliklere sahipken
CHF’nin 1938 Olağanüstü Kurultayı’nda ise Atatürk’ün ölümünden sonra TBMM tarafından
Cumhurbaşkanlığı makamına seçilen İsmet İnönü, yapılan nizamname değişikliği ile “Değişmez
Genel Başkan” olurken, Atatürk’te “Ebedi Başkan” olarak nitelendirilmiştir
Nizamnamenin Esaslar kısmında yer alan 2., 3., ve 4. maddelerinde bu durum şöyle düzenlemiştir:
“2. Partinin bânisi ve ebedî Başkanı Türkiye Cumhuriyeti’nin müessisi olan Kemâl Atatürk’tür.
A) Vefat
C) İstifa
Bu üç şekilden birisi dolayısıyla inhilâl vukuunda Parti Büyük Kurultayı derhal toplanarak Partiye mensup
mebuslardan bir zatı değişmez Genel Başkanlığa seçer.”
1939 Kongresi’nde ise CHP tüzüğündeki Millî Şeflik sistemi pekiştirilmiştir. Ayrıca tüzüğe
eklenen yeni maddelerle parti içinde denetim, muhalefet oluşturulmaya çalışılmıştır. Bu denetimi
Siyasal otoritenin tek merkezi olan Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde üyelerin hemen hemen
tamamı Halk Fırkası üyesi olsalar bile, bu durum Meclis'in ve partinin türdeş bir siyasal topluluk
olduğunu göstermiyordu. Tam aksine gerek Meclis'te ve gerekse partide önemli anlaşmazlıklar
vardı. Cumhuriyetin ilanı ve Hilafet‘in kaldırılmasında görülen muhalefet, 1924 Anayasası'nın
görüşülmesi ve kabulü sırasında da sürmüştü. Bu süreçte Mustafa Kemal’in daha radikal
taraftarlarıyla ılımlılar arasında yaşanan tartışmanın özünü, cumhurbaşkanına meclisi dağıtma
yetkisi veren 25. Madde olmuştur. Halk Fırkası içerisindeki bu parti içi muhalefet, özellikle 1924
Anayasası görüşmeleri sırasında daha da belirginleşmiştir.
1924 yılı sonbaharında uzun zamandır alttan alta süren siyasal çatışmalar su yüzüne çıktı. Yeni
kabul edilen Anayasaya göre milletvekilliği ile devlet memuriyetinin bir kişi üzerinde birleşmesi
mümkün değildi. Bu nedenle, bu durumda olan kişilerin bir tercihte bulunmaları gerekiyordu.
Mustafa Kemal Paşa özellikle ordu mensubu olan milletvekillerinin, vekillikten istifa ederek, asli
görevlerine dönmelerini istedi. 1. Ordu Müfettişi Kazım (Karabekir) Paşa, 2. Ordu Müfettişi Ali
Fuat Paşa ve 7. Kolordu Komutanı Cafer Tayyar (Eğilmez) Paşa bu görevlerinden ayrılarak,
milletvekili kalmayı tercih ettiklerini açıkladılar. Bunun dışında diğer ordu mensubu
milletvekilleri, milletvekilliğinden istifa ederek, ordudaki görevlerine döndüler. Dolayısıyla Millî
Mücadelenin önder kadrosu içinde meydana gelen bu siyasal anlaşmazlık, sonuçta ordu
komutanları arasındaki bir anlaşmazlık olarak belirginleşiyordu.
1924 yazının sonlarına doğru basına yansıyan mecliste farklı grupların oluştuğuna ve yeni bir
fırkanın doğacağına dair söylentiler ve meclisteki istifaların ardından Terakkiperver Cumhuriyet
Fırkası (TCF) 17 Kasım 1924'de kuruldu. Genel Başkan: Kazım Karabekir. Paşa, Genel Başkan
Yardımcıları (Reisi Sani) Dr. Adnan ve H. Rauf Bey, Genel Sekreter: Ali Fuat Paşa, Yönetim Kurulu (Genel
Merkez) üyeleri: Muhtar Bey, İsmail Canpolat, Halis Turgut, A. Şükrü Bey, Necati Bey, Faik Bey ve Rüştü
Paşa. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasına 29 milletvekili katıldı.
TCF'nın 58 maddelik bir programı ve 64 maddelik bir tüzüğü vardır. TCF’nin program ve
tüzüğüne bakılırsa, ilk maddelerin CHF’nin programında olduğu gibi laik, cumhuriyetçi,
milliyetçi bir parti olduğunu göstermektedir. Ayrıca liberal olduğunu ilan eden fırka CHF’ye
eleştiri getirerek, idarede merkeziyetçi ve otoriter eğilimlere tavır almıştır. Âdem-i merkeziyetçi
II. TBMM döneminde varlık gösteren ve yaklaşık altı buçuk ay kadar ömür süren TCF,
parlamentoda 1925 bütçe görüşmeleri, aşar vergisini kaldırılması ve İstiklal Mahkemelerinin
yetkileri ve alanı hususunda tartışmalara katılmış, kendi fikirlerini savunmuştur. Şeyh Sait İsyanı
ile birlikte oluşturulan İstiklâl Mahkemesi, TCF üyelerinin birçok yetkilisini yargılamış, ceza
vermiş ve fırka şubelerini kapatmıştır. Ardından Takrir-i Sukun Kanunu’nun 1. maddesi
gereğince 3 Haziran 1925 tarihinde TCF kapatılmıştır. Böylece Cumhuriyet tarihinin ilk çok partili
denemesi başarısızlıkla sonuçlanmıştır.
Türk siyasi hayatının ikinci muhalefet partisi olan Serbest Cumhuriyet Fırkası (SCF) 12 Ağustos
1930 tarihinde, bizzat Gazi Mustafa Kemal’in isteği, adını, kurucu ve yöneticilerini belirlemesiyle
kurulmuştur. Türkiye Cumhuriyeti savaş yorgunu bir halk, onarılması gereken bir ülke ve enkaz
hâlinde bir ekonomi devralmıştı. Sosyal, siyasi ve idari pek çok düzenleme gerçekleştirilse de
toplumun her kesiminin yapılanlardan eşit ve yeterli düzeyde faydalanmasının sağlandığı
söylenemezdi. Bunlara ek olarak 1929 yılı itibarıyla bütün dünyayı sarmış olan ekonomik krizin,
Türk ekonomisi üzerinde de olumsuz etkileri olmuştu.
Gazi’nin vermiş olduğu bu görev, karşılıklı mektuplaşmalarla daha da pekişir ve Fethi Bey, 12
Ağustos 1930’da İstanbul’da Serbest Cumhuriyet Fırkası’nı resmen kurar. Partinin kurucuları
arasında; Fethi Bey, Nuri (Conker), Mehmet Emin (Yurdakul), Ağaoğlu Ahmet, Tahsin (Uzer) Bey
gibi isimlerin yanı sıra Mustafa Kemal Paşa’nın bazı yakın arkadaşları ve kız kardeşi Makbule
Hanım da vardır. Diğer taraftan Cumhuriyet Halk Fırkasından istifa eden bazı milletvekillerinin
Serbest Cumhuriyet Fırkasına katılmalarıyla da fırka; Meclis’te temsil edilme hakkı kazanmıştır.
Fethi Bey de ara seçimlerde Gümüşhane Milletvekili seçilerek parlamentoya girmiştir.
Halkın, Serbest Fırka ’ya karşı gösterdiği büyük ilgi, Fethi Bey ve arkadaşlarının İzmir gezisinde
tüm açıklığı ile ortaya çıkmıştır. 4 Eylül 1930’da parti teşkilatını kurmak üzere İzmir’e giden Genel
Başkan Fethi Bey, eşi görülmemiş büyük bir halk kalabalığı tarafından karşılanmıştır. Serbest
Cumhuriyet Fırkasına gösterilen bu büyük ilgi, Cumhuriyet Halk Partilileri endişelendirmiştir.
Nitekim Fethi (Okyar) Bey’in yapacağı konuşmayı engellemek isteyen İzmir Valisi Kazım (Dirik)
Bey, Mustafa Kemal Paşa’nın devreye girmesiyle yumuşamış ve sorun çözülmüştür. Bununla
birlikte, tüm tedbirlere karşın, CHF’lilerle SCF’liler arasında olaylar çıkmış ve iki kişi ölmüş, on
beş kişi de yaralanmıştır. 7 Eylül 1930’da Alsancak Stadyumunda yapılan mitingde büyük bir
SCF’nin olaylı İzmir gezisinden sonra Belediye Seçimlerine katılması, tartışmaları daha da
alevlendirmiştir. Tek dereceli olan ve kadınların ilk kez katıldığı bu seçimlerde, SCF beklenenden
daha çok oy almıştır. Tüm yurtta yapılan seçimler genellikle olaylı geçmiş ve açıklanan sonuçlara
göre 502 belediyenin 22’sini yeni kurulan SCF kazanmıştır. Seçimlerin ardından Serbest
Cumhuriyet Fırkası, belediye seçimlerinde yolsuzluk yapıldığı gerekçesiyle İçişleri Bakanlığı
hakkında TBMM Başkanlığı’na bir gensoru önergesi vererek seçimin adil yapılmadığını ileri
sürmüştür. Görüşmeler çok sert bir ortamda yürütülmüştür. SCF, seçimlerde iktidarın baskıcı
yöntemlere başvurduğunu, kanunsuz işler yaptığını ileri sürerken, iktidarda muhalefeti irticayı
hortlatmakla suçlamıştır.
Şeyh Sait İsyanı, cumhuriyetin ilanı ve halifeliğin kaldırılması sonrası süreçte yeni Türkiye
Devleti’nin karşılaştığı ilk ciddi tehlikedir. Cumhuriyetin iki partili döneminde ve Fethi (Okyar)
Bey’in başbakanlığı sırasında Doğu Anadolu’da ortaya çıkmıştır. İngilizlerin teşvikiyle Kürtçülük
fikrini benimsemiş olan Şeyh Sait ve taraftarlarının isyanı, bir bölücülük hareketi idi. Özellikle din
elden gidiyor şeklindeki propaganda ile halk kandırılarak, cumhuriyet ve inkılâpların ortadan
kaldırılması planlanmıştır.
İsyanın kısa sürede yayılması üzerine hükûmet 25 Şubat’ta Diyarbakır, Elâzığ, Genç, Muş Ergani,
Dersim, Mardin, Urfa, Siverek, Siirt, Bitlis, Van, Hakkâri illeri ile Erzurum’un bazı ilçelerinde bir
ay süreyle sıkıyönetim ilan etmiştir. Bu arada Hıyaneti Vataniye Kanunu’na bir ilave yapılarak
dinî siyasete alet etmek suretiyle cemiyet kurmak yasaklanmış, bu cemiyetlere girenler, söz
konusu amaçlar doğrultusunda çalışanlar, devletin şeklini değiştirmek, iç güvenliğini sarsıp
bozmak gibi faaliyette bulunanlar vatan haini sayılmışlardır.
Elazığ’ı ele geçirip, Diyarbakır’ı kuşatacak kadar genişleyen isyan karşısında Ali Fethi Bey
Hükümeti’nin aldığı bölgeye asker kaydırma ve bütçeye ek ödenek koyma tedbirlerinin yeterli
olmadığı anlaşılınca daha sert tedbirler isteyen muhalefetin baskısına dayanamayan hükûmet
istifa etmek zorunda kalmış ve İsmet Paşa, yeniden Başbakanlığa atanmıştır.
Bu esnada isyancıların 7 Mart 1925’te Diyarbakır’a yaptıkları saldırının ordu birlikleri tarafından
püskürtülmesi isyanın boyutunu ortaya çıkarmıştır. 26 Mart’ta karşı harekete geçen 3.Ordu
birlikleri Hani, Lice, Silvan ve Genç bölgelerini isyancılardan temizlemişti. İsyanın elebaşı Şeyh
Sait ve yanındakilerin 15 Nisan’da ele geçirilmeleriyle isyan tamamen bastırılmıştır.
Şeyh Sait, 38 isyancı ile birlikte 6 Mayıs’ta Diyarbakır’a getirilmiş ve yargılanmaya başlanmıştır.
İlk soruşturma sırasında Savcı Süreyya Bey’e kendisinin şeriat yanlısı olduğunu, ancak
Kürtçülükle ilgisinin bulunmadığını, ayaklanmanın daha önce düşünülmediğini ve Piran’daki
çatışmanın kendi bilgisi dışında meydana geldiğini öne sürmüştür. Doğu İstiklâl Mahkemesi’nin
Şeyh Sait ve onunla yargılanan 81 kişi hakkında idam dahil muhtelif cezalar vermiştir.
Serbest Cumhuriyet Fırkasının kendisini fesih etmesiyle adeta boşlukta kalan, cumhuriyet, laiklik
ve inkılâp karşıtları, Türkiye’deki bu değişimi sona erdirecek bir arayış içine girmişlerdi. Onlara
göre, bir isyan çıkararak Türkiye’de eski günlere dönüşü sağlamak, başvurulabilecek yollardan
birisi olarak görülüyordu. Bu çerçevede, kendisinin “Mehdi” olduğunu iddia eden Derviş Mehmet
başta olmak üzere, silahlı ve esrarkeş altı kişi 23 Aralık 1930’da sabahın erken saatlerinde İzmir’in
Gelişmelerin duyulması üzerine ilk olarak Menemen’deki 43. Piyade Alayı kumandanlığında
görevli öğretmen yedek subay Mustafa Fehmi (Kubilay) isyancılara engel olmaya çalışmıştır.
Ancak yeterli askerî hazırlık yapmadan olay yerine gittiğinde yaptığı uyarıları dinlemeyen
asilerin kurbanı olmuştur. İçtikleri esrarın tesiriyle kendilerine kurşun işlemeyeceğini iddia eden
asilerin açtığı ateşle yaralanan ve yanındaki iki mahalle bekçisi ile birlikte öldürülen Kubilay,
Cumhuriyet inkılabının ilk şehidi olmuştur. Daha sonra üzerlerine gönderilen askerî birlikler
asilerin hepsini etkisiz hâle getirmişlerdir.
AKŞİN, S., TUNÇAY, M., & HASSAN, Ü. (1997). TÜRKİYE TARİHİ: 4. İSTANBUL: CEM
YAYINEVİ.
TURAN, R., SAFRAN, M., HAYTA, N., ÇAKMAK, M. A., DÖNMEZ, C., & ŞAHİN, M.
(2011). ATATÜRK İLKELERİ VE İNKILAP TARİHİ.
ERTAN, T. F., AYSAL, N., BAKACAK, A., DİNÇER, H., & UNAT, K. (2017). BAŞLANGICINDAN
GÜNÜMÜZE TÜRKİYE CUMHURİYETİ TARİHİ.
1. HUKUK İNKILABI
YENİ KANUNLAR
ÜNİVERSİTE REFORMU
HARF İNKILABI
SOYADI KANUNU
MODERNLEŞME
MEDENİ KANUN
KADIN HAKLARI
YENİ TÜRKİYE
EĞİTİM
BMM'i 1921 Anayasası'ndan önceki dönemde, kendisini Kanun-ı Esasi’ye bağlı saymış ama
"Selahiyet-i Fevkaladeye Haiz Bir Meclis" olarak Anayasa'da değişiklik yapma yetkisini de
kendisinde görmüştür. İlk toplantısından on ay sonra 20 Ocak 1921 tarihinde BMM'i
Anayasasını yapmıştır. Böylece kendisinin gerçek bir "Kurucu Meclis" olduğunu da göstermiştir.
20 Ocak 1921 tarihli ve 85 sayılı yasayla kabul edilen Teşkilat-ı Esasiye Kanunu 23 madde ve bir
de madde-i münferideden oluşan kısa bir çerçeve anayasa niteliğindedir. Gerçek bir anayasa
sistematiğinden yoksun bulunan Teşkilat-ı Esasiye Kanunu; kişi, hak ve özgürlükleri ile
yargılama ile temel anayasa konularını düzenlememiştir.
1924 Anayasası, özel olarak seçilmiş bir Kurucu Meclis tarafından değil, ulusu temsil eden
en üst organ olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından yapılmıştır.
“Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.” ilkesi aynı şekilde devam ettirilmiştir. Ayrıca
“Devletin biçimi Cumhuriyet‘tir.” esası bir kez daha teyit edilmiştir.
Seçme yaşı 18, seçilme yaşı 30 olarak ve seçimlerin dört yılda bir yapılacağı belirlenmiştir.
1924 Anayasası, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde 1945’e kadar yapılacak birçok yeniliğin de
hukukî zeminini oluşturmuştur. Hem devlet hem de millet hayatına dönük çalışmalar
yapıldıkça yapılan değişiklikler anayasada karşılığını bulmuştur. Bu değişiklikler:
10 Nisan 1928’de laikliğe aykırı kabul edilen “Türkiye Devleti’nin dini İslam’dır.” esası
çıkarılmıştır.
5 Şubat 1937’de CHP ilkeleri olarak bilinen esaslar anayasaya alınmıştır. Böylece
anayasanın ideolojisi olmuştur.
Osmanlı Devleti’nde 1839 Tanzimat Fermanı ile bazı konularda şer’i hükümler yetersiz kalmaya
başlamış ve bunun sonucu olarak, yarı teokratik, yarı laik bir yapıda olan Mecelle hazırlanarak
yürürlüğe konmuştu. Gerçi Mecelle; miras, aile, taşınır-taşınmaz mallardaki mülkiyet ilişkileri
gibi konularda Fıkıh yani İslam hukukuna dayanan ve köklerini ona bağlamış olan bir kanundu
ama bunun yanında kara ticareti, deniz ticareti gibi konularda ise Fransız kanunları örnek
alınarak hazırlandığından Fransız hukukuna dayanıyordu.
Mecelle, dini esaslara dayandığı için yeni ihtiyaçlara göre değişme esnekliği gösteremiyor ve
sadece Hanefî mezhebinden derlenen hükümler doğrultusunda hazırlanmış olduğundan zaman
zaman yetersiz kalabiliyordu. Bu sebeple, yeni Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Batı normlarına göre
hazırlanmış Batı standartlarında bir Medenî Kanunu, hukuk alanında gerçekleştirilecek
inkılâpların temeli olarak görmüştür.
11 Eylül 1924’te, yirmi altı hukukçudan kurulu bir komisyon, İsviçre Medeni: Kanunu'nun Türk
gereksinimlerine göre uygulanması amacı ile işe başlamıştır. Komisyonun üyeleri İsviçre
Üniversitesi’nde öğretim görmüşlerdi ve başlarında Adalet Bakanı Mahmut Esat Bey
bulunuyordu. Komisyon, Fransız Kanunu eskidiğinden, Almanlarınki de eksik ve karışık
görüldüğünden, İsviçre'nin Medeni Kanunu'nu incelemiş ve Ankara Hükümeti de İsviçre Medeni
Kanunu'nun uygulanması yolunda karar almıştır. Söz konusu kanun Türk toplumuna
uyarlanarak, 22 Nisan 1926’da TBMM’de kabul edilmiş ve 937 maddelik kanun 4 Ekim 1926’da
yürürlüğe girmiştir. Bu kanun yeni Türk Medeni Kanunu’nun 1 Ocak 2002’de yürürlüğe
girmesine kadar 75 yıl yürürlükte kalmıştır.
Medenî Kanun’un getirdiği düzenlemeler arasında evlenme, boşanma, miras, fiil ve hak ehliyeti,
velâyet gibi konularda mutlak bir kadın erkek eşitliği, tek eşlilik, medenî nikâh usulüyle kurulan
bir aile tipi, yeni bir gayrimenkul anlayışı, mülkiyet hakkının tanzimi, haksız fiilde yeni prensipler
sayılabilir. Dolayısıyla Medenî Kanun, Türk kadınına getirdiği haklar bakımından apayrı bir
öneme sahiptir. Türk kadınının hak ve özgürlükleri bundan böyle artık güvence altına alınmıştır.
Tüm bu yeniliklerin yanı sıra, 1926 yılında Medeni Kanun’u hazırlayan komisyon bu sefer de
İsviçre Borçlar Kanunu’na dayanarak bir taslak metin hazırlandı. Kanun usul dairesinde TBMM
gündemine taşındı ve görüşmelerin sonunda 22 Nisan 1926’da 916 sayılı Borçlar Kanunu kabul
edilerek, Türk Medeni Kanunu ile aynı tarihte uygulamaya konuldu.
Ceza Hukuku alanında çağının en iyi Ceza Kanunu olarak kabul edilen 1889 tarihli İtalya Ceza
Kanunu çevrilip Türk toplumuna uyarlanarak 1 Mart 1926’da TBMM’de kabul edilmiş ve 1
Temmuz 1926’da da yürürlüğe girmiştir. Ayrıca 4 Nisan 1929’da Alman Ceza Muhakemeleri
Usulü Kanunu ve Ceza Yargılamaları Usulü Kanunu da aynı yolla hazırlanarak uygulamaya
konulmuştur.
Bunların dışında 29 Mayıs 1926’da Ticaret Hukuku, 13 Mayıs 1929’da Deniz Ticaret Hukuku, 18
Haziran 1926’da İsviçre Hukuk Mahkemeleri Usulü Kanunu, 24 Nisan 1929’da İcra ve İflas
Kanunu, 3 Mart 1926’da Hâkimler Kanunu gibi ihtiyaç duyulan kanunların hazırlanması
gerçekleşmiştir. Ayrıca Türkiye Cumhuriyeti’nin ihtiyacı olan yargıç ve savcıların eğitimi için ilk
kez 5 Kasım 1925’te Ankara’da bir Adliye Hukuk Mektebi açılarak eğitime başlandı. Bu okul aynı
zamanda Cumhuriyet’in ilk yükseköğretim kurumudur.
Tevhid-i Tedrisat Kanunu eğitimde kadın erkek eşitsizliğinin giderilmesinde önemli bir adım
olmuştur. Diğer taraftan Medenî Kanun’la da Türk ailesinde kadın erkek eşitliği sağlanmıştır.
Bundan böyle sıra, kadın hakları açısından son derece önemli olan siyasal hakların verilmesine
gelmiştir. Ancak toplumsal yapı ve doğal olarak onun uzantısı niteliğindeki meclisin bileşenlerine
bakıldığında bunun hiç de kolay olmayacağı açıktır. Örneğin TBMM’nin 3 Nisan 1923 tarihli
oturumunda “Seçim Yasası” görüşmelerinde Tunalı Hilmi Bey’in “…bir nahiye dâhilinde bulunan
nüfus-u zükurdan (erkeklerden) her iki yüz kişi için bir müntehibisani (ikinci seçmen) intihab olunur
(seçilir). Arkadaşlar, mübarek cihadımızın bu millete bıraktığı analar, bugün erkekten fazladır” sözleri,
“Hilmi Bey! Milletvekillerimizin hissiyatı ile oynama” cümleleriyle kesilmiştir. Bu nedenle kadınlara
siyasal hakların verilmesi konusundaki çalışmalar toplumu ve bireyleri hazırlayıp, yapıldığı anda
kesin sonuca ulaşacak şekilde öngörülmüş ve bu nedenle üç aşamada gerçekleştirilmiştir.
Üniversite, her alanda ileri gitmek düşüncesi taşıyan genç Türkiye Cumhuriyeti için en önemli
kuramlardan birisidir. Çünkü üniversite, hem inkılâptan anlayacak ve onları koruyacak hem de
dönemin dinamik yapısına itici bir güç olarak katkıda bulunacak insanların yetiştirilmesini
sağlayacak bir kuram olacaktır. Dolayısıyla üniversite, genç Cumhuriyetin ideallerine
ulaşabilmesi noktasında kendisinden önemli hizmetler elde edilebilecek bir kurum
durumundadır.
Bu sebeple Türkiye’de yeni bir üniversitenin açılması için çalışılmalara başlanmış ve bu çerçevede,
dönemin Millî Eğitim Bakanı Reşit Galip Bey tarafından, üniversite konusunda bir araştırma
yapmak üzere, İsviçre’den Prof. Dr. Albert Malche Türkiye’ye davet edilmiştir. Prof. Malche,
çalışmaları sonunda, içinde bir üniversitenin açılması için neler yapılması gerektiğine dair bazı
önerilerin yer aldığı bir rapor hazırlayarak Atatürk’e sunmuştur.
Daha sonra Almanya’dan getirilen 15 profesörün de bu çalışmaların içine katılmasıyla birlikte bir
Üniversite Reform tasarısı hazırlanmıştır. Bu tasarının 31 Mayıs 1933 tarihinde kabul edilmesiyle
de İstanbul Darülfünunu kapatılmış ve yerine 1 Nisan 1934’te eğitim ve öğretime başlamış olan
İstanbul Üniversitesi kurulmuştur.
Orta Asya’da iken, yani Müslüman olmadan önce, Göktürk ve Uygur alfabelerini kullanmış olan
Türkler, İslamiyet’in kabulünden sonra, Arap alfabesini kullanmaya başlamışlardı. Bu çerçevede,
diğer Müslüman Türk devletleri gibi, Osmanlı Devleti’nde de Arap alfabesi kullanılıyordu. Ancak,
Türk inkılâbının dayandığı millîleşmek ve çağdaş uygarlık düzeyine çıkmak düşüncesinin ürünü
olan ve Cumhuriyet’in en köklü atılımlarından olan dil meselesinin çözümü amacıyla atılan ilk
adım Dil Encümeni’nin kurulması olmuştur. Bu heyet yeni Türk alfabesinin hazırlanması ile ilgili
çalışmalar yapacaktı. Özellikle Latin harflerinin Türkçe’nin yapısına uygun olup olmadığını
araştırmak amacı ile birçok alfabeyi inceleyecekti. Çünkü Latin harfleri dünyada en yaygın olarak
kullanılan harflerdi. Diğer taraftan da değişiklik için 1927 yılından itibaren doktorlar reçetelerini
Latin harfleriyle yazmaya başlamışlardı. Yaklaşık iki yıl süreyle alfabe konusunda çalışmalar
yapan Dil Encümeni, 26 Haziran 1928 tarihinde Ankara’da yapmış olduğu toplantıda şimdiye
kadar yapmış olduğu çalışmaları değerlendirerek, “Elifba Raporu” adıyla bir rapor hazırladı. Daha
sonra bu konudaki çalışmaları baştan beri takip eden Mustafa Kemal, kendisine sunulan Elifba
Raporu’nun da sonuçlarını göz önünde bulundurarak 9 Ağustos 1928 akşamı İstanbul’da
Sarayburnu Parkı’nda düzenlenen bir şenlik sırasında yaptığı konuşmada “Arkadaşlar, güzel
dilimizi ifade etmek için yeni Türk harflerini kabul ediyoruz. Bizim ahenktar zengin lisanımız yeni Türk
harfleriyle kendini gösterecektir… Bu yeni harflerle behemehâl pek çabuk bir zamanda mükemmel bir surette
anlaşacağız. Milletimiz, yazısıyla, kafasıyla bütün âlem-i medeniyetin yanında olduğunu gösterecektir.
Vatandaşlar, yeni Türk harflerini çabuk öğreniniz. Bütün millete, kadına, erkeğe, köylüye, çobana, hamala,
sandalcıya öğretiniz.” diyerek Harf İnkılabının yapılacağı müjdesini halka vermiştir. Bu tarihten
itibaren bütün yurtta yeni Türk alfabesi ile ilgili çalışmalar hızlandırılmıştır.
Atatürk, yeni Türk harflerinin kabulüyle ilgili olarak Meclis’te yaptığı konuşmada, “Hiçbir zaferle
kıyaslanamayacak büyük bir başarının heyecanı içindeyiz. Vatandaşlarımızı cehaletten kurtaracak bir sade
öğretmenliğin verdiği vicdan hazzı varlığımızı kaplamıştır” sözleriyle duygularını ifade ediyordu. O,
bu heyecan içinde gittiği her yerde halkına yeni Türk harflerini öğretmeye çalışmıştır. Bu sebeple
Türk milleti Gazi unvanından sonra, ona “Başöğretmen” unvanını da vermiştir.
Atatürk’ün düşüncelerini tatbikata koyma yolunda ilk resmî kurum olarak Türkiyat Enstitüsü, 12
Kasım 1924 günü İstanbul Darülfünununa bağlı olarak, tarihçi Ord. Prof. Dr. M. Fuat Köprülü
tarafından kurulmuştur. Enstitünün kuruluş amacı, Türk tarihini, dilini, edebiyatını, coğrafyasını
ve etnografyasını araştırmak, bunlar hakkında neşriyatta bulunmak, yurt dışındaki benzer ilmi
müesseselerle temas halinde bulunmak kısacası uluslararası bir ilim merkezi vazifesi görmek
olarak belirlenmiştir. Enstitünün en önemli faaliyeti ise çıkardığı Türkiyat Mecmuası isimli
dergisidir. Ağustos 1925 tarihinde Fuat Köprülü idaresinde çıkmaya başlayan mecmuada, yerli
ve yabancı çok sayıda ilim adamının çalışmaları, makaleleri, Türkoloji çalışmalarından haberler
ve Türkoloji ile ilgili kitapların tanıtımına yer verilmiştir. Fuat Köprülü’nün gayretleri ile kurulan
ve bir de dergi çıkaran Enstitü, gerçekten de Türk tarihi, Türk dili, Türk kültürü hakkında çok
önemli çalışmalara imza atmış ve pek çok eseri ilim dünyasına kazandırmıştır.
Yeni Türkiye Devleti kuruluş sürecini tamamlarken çağı yakalamak için devlet ve toplum
yaşamında büyük dönüşümler yaparak dünya devletleri arasında saygın bir yer kazanırken; H.G.
Wells'in Cihan Tarihinin Ana Hatları (Umumi Hatları) adlı Fransızca yazılan bir ders kitabında
Türklerin sarı ırktan ikinci sınıf (secondaire) bir millet olarak gösterilmesi tarih çalışmalarının
fitilini ateşlemiştir. Çalışmalar önce Türk Ocağı çatısı altında sürdürülmüştür. 23 Nisan 1930’da
toplanan Türk Ocakları 6. Kurultayda Afet (İnan) Hanım, Türk tarihinin eskiliğinden ve onların
kurduğu uygarlıklardan bahsederek, kırk imzalı bir önerge (Türklerin Medeni Vasfı) verir. Bu
önerge ile, Türk tarih ve medeniyetini ilmi bir surette tetkik etmek için, hususi ve daimî bir heyetin
oluşturulması kararlaştırılmıştır. Önergenin kabul edilmesiyle Türk Tarih Heyeti kurulmuş ve bu
heyetin çabalarıyla Türk Tarihinin Ana Hatları adlı bir eser hazırlanmıştır.
10 Nisan 1931’de Türk Ocağı kapatılınca Atatürk’ün koruyucu başkanlığı altında devletten
bağımsız tarih araştırmaları yapmak amacıyla Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti kurulmuştur (15 Nisan
1931). Daha sonra bu kuruluş 1935’te Türk Tarih Kurumu adını almıştır. Bu kurumun çalışmaları
Türk Tarih Tezi'nin oluşturulması süreci 1928 yılında, Atatürk'ün isteğiyle H.G. Wells'in Cihan
Tarihinin Ana Hatları (Umumi Hatları) adlı kitabının Türkçeye çevrilmesiyle başlar. Yukarıda da
bahsi geçen Fransızca kitaplardaki ifadelerden rahatsızlık duyan Atatürk'ün istekleri
doğrultusunda, ilk önce Türk Ocakları bünyesinde “Türk Ocağı Türk Tarih Heyeti” kuruldu ve 1930
yılının sonlarına doğru yaklaşık 600 sayfalık Türk Tarihi'nin Ana Hatları isimli kitap ortaya
koyuldu. Sadece yüz adet basılan bu kitap, Türk Tarih Tezi'nin derlenmiş bir şekilde sunulduğu
ilk yapıttır. Türk Ocakları'nın 1930 yılında kapatılması ile tezle ilgili çalışmalar 1931'de kurulan
Türk Tarih Tetkik Cemiyeti çatısı altında sürdürülür. Kitabın başında Afet İnan “Bu Kitap Niçin
Yazıldı?” sorusuna şu şekilde cevap vermektedir: “Bu kitap, muayyen bir maksat gözetilerek
yazılmıştır. Şimdiye kadar memleketimizde neşrolunan tarih kitaplarının çoğunda ve onlara mehaz olan
fransızca tarih kitaplarında Türklerin dünya tarihindeki rolleri şuurlu veya şuursuz olarak küçültülmüştür.
Türklerin, ecdat hakkında böyle yanlış malûmat alması, Türklüğün kendini tanımasında, benliğini inkişaf
ettirmesinde zararlı olmuştur. Bu kitapla istihdaf olunan asıl gaye, bugün bütün dünyada tabiî mevkiini
istirdat eden ve bu şuurla yaşayan milliyetimiz için zararlı olan bu hataların tashihine çalışmaktır, aynı
zamanda bu, son büyük hadiselerle ruhunda benlik ve birlik duygusu uyanan Türk milleti için millî bir
tarih yazmak ihtiyacı önünde atılmış ilk adımdır.”
Türk Tarih Tezi’nin ardındaki dinamik güçlerden biri, Tezi Türklerin Batı uluslarıyla eşit
olduğunu tespit etmek için vasıta olarak gören Atatürk’tü. Onun aşağıdaki soruları Türk Tarih
Tezi’ni şekillendirmiştir:
Bu soruların yanıtlanması için yapılan çalışmalar daha sonraları birçok tartışmaya neden olan
Türk Tarih Tezini doğurmuştur. Bu tezi tartışmak üzere Türkiye’nin her köşesinde tarih
profesörleriyle öğretmenleri ve dünyadan da belli başlı tarih bilginlerinin katılımı ile 2 Temmuz
Yapılan çalışmalarda Türklerin sarı ırktan değil beyaz ırktan olduğu, Türk tarihinin sadece
Osmanlılarla sınırlı olmadığı, Osmanlı öncelerine kadar uzandığı, Türklerin uygarlık yıkıcıları
değil uygarlık taşıyıcıları olduğu, gittikleri yerlere kendi uygarlıklarını da götürdükleri, dünya
uygarlığına katkıda bulundukları, başta Anadolu ve Irak olmak üzere birçok bölgede uygarlık
kuran ilk milletlerin Türkler olduğu, Anadolu’da yaşayan Türklerin Orta Asya’dan geldikleri ve
eski kültür yaratıcılarıyla aynı özellikleri taşıdıkları görüşü kabul edilmiştir.
Atatürk’ün tarih tezi, Batı’nın haksız iftira ve iddiaları karşısında özünde bir savunma tarihi
niteliğinde kabul edilebilir. Anadolu’nun Türklüğü, Sümerler ve Hititlerin Turanî, dolayısıyla
Türk kökeninden geldiği iddiasıyla sağlamlaştırılmak istenmişti. Atatürk de insanların
kaynağının Orta Asya’dan dünyaya dağıldığını ve medeniyetin oradan çıktığını ileri sürmüştü.
Türk Tarih Tezi’nin hazırlanmasında iki temel esas takip edilmişti: Bunlardan birincisi; Yeni
Cumhuriyet’in kültürel ve tarihsel bağlarını İslam öncesi tarih ve eski Anadolu tarihiyle
ilişkilendirmek. İkincisi ise Eski Anadolu ve Mezopotamya’da uygarlık kurmuş milletlerin Turanî
kökenli olduğunu ispata çalışarak, Türklerin hem bu toprakların yerli halkı olduğunu hem de
dünyaya uygarlığı yayan Turanî eski halkların bugünkü mirasçısı olduğunu öncelikle ırki ve dil
bakımından ispat etmekti. Bu iddialar ciddi tenkitler almıştır. Tartışmalara katılanlar arasında
inkılâp heyecanı ile tezi gönülden inanıp savunanlar olduğu gibi, görüşleri çürütmeye çalışıp
Asya’daki kültürün kesinlikle Türkler tarafından oluşturulmadığını ispatlamaya çalışanlar da
olmuştur.
Atatürk’ün çalışmalarına verdiği büyük önemin belki de en önemli sebebi Türk vatanının
bütünlüğüne karşı girişilen asılsız iddiaları ilmi kanıtlarla etkisiz kılmak, Türk Milleti’nin dünya
medeniyetine yaptığı hizmetleri gözler önüne sererek Türk Milleti’ne karşı yöneltilen iftiraları
ilmi sahada cevaplandırmaktı.
Bu gelişmeler ile birlikte 14 Haziran 1935 tarihinde de Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi kurulmuş
ve açılan bu kurumlar vasıtasıyla Türk tarihinin, İlmî yönden bütün gerçekleriyle ortaya
çıkarılması sağlanmaya çalışılmıştır.
Yeni Türk Harfleri ile başlayan okuma-yazma çalışmaları eşsiz bir hız ve istekle gelişiyordu. Fakat
Yeni Türk Harfleri ile okuyup yazma başlayınca, o günkü dilin yabancı katkılardan kurtarılması
“Ünlü Efendiler! Türkçemizde Söz Kitabı bizim çok yüzlükten beri sezdiğimiz bir eksiktir. En nihayet bu
eksik de tamamlanmak için cumhuriyet yaşayışına kavuşmayı beklemiştir. Acı ile anmalıyız ki şimdiye
kadar dilimiz, sınırları açık bir yurt kalmıştır. Bu yurdun içine girmek suçsuz bir dalış idi. Daha fena ve
acıklı olan, vatan çocuklarının bu dalmayı kendilerinin arayıp özlemesidir. Bir dilin sınırı Söz Kitabı ile
çevrilip çerçevelenir. Yüce toplanmanız dilimizin sınırını çizmek, onu zorlanmaktan korumak için
kurulmuştur…” İsmet Paşa yepyeni bir ulusal dil yaratma çabalarının önderliğini sonraki günler
ve aylarda da aşırılıkla sürdürmüştür.
Dildeki bu devrim çabaları 12 Temmuz 1932 tarihinde Türk Dili Tetkik Cemiyeti’nin kurulmasıyla
daha kurumsal bir yapıda devam etmiştir. Bu cemiyetin çalışmalarıyla Türkçeyi baskı altına alan
Arapça ve Farsça sözcükler dilden temizlenmeye başlanmıştır. Onların yerine Türkçe yeni
sözcükler konmuştur. Böylece Türk aydını ile halk
arasındaki uçurum kapatılmaya, yönetenler ile
NOT:
yönetilenlerin birbirlerini daha iyi anlamaları
sağlanmaya çalışılmıştır. Halk arasında konuşulan
Dildeki yabancı kelimelere savaş açmak sözcükler derlenerek Türkçenin zenginliği ortaya
ve dili onlardan kurtarmak gibi çabaların çıkarılmış, Türkçenin bilim ve sanat dili olması için
dünyada da örnekleri çoktur. Örneğin çabalar yoğunlaştırılmıştır. Bu amaçla kongreler
XVI. yüzyıla kadar Latince ve Fransızca
düzenlenmiştir. Türk dilinin diğer dillere kaynaklık
egemenliğinde olan Almanca sonradan
özleştirilmiştir. Yine XVI. yüzyılda İtalya, ettiğini savunan ve Güneş-Dil Teorisi adı verilen bir
XVII. yüzyılda Fransa, XVIII. yüzyılda teori ortaya atılmış ise de daha sonra bundan
Macaristan’da özellikle Latinceye karşı bir vazgeçilmiştir. Zaman zaman aşırıya gidilmiş olsa bile
savaş açılmış ve dilin özleştirilmesi için
Türk Dili Tetkik Cemiyeti’nin (1936’dan sonra Türk Dil
çaba harcanmıştır. Asıl ilginci ise
Türkiye’de 1930’larda başlayan bu Kurumu’nun) çabalarıyla dilimiz öz benliğine,
çalışmalara paralel olarak İtalya’da güzelliğine ve üretkenliğine kavuşma yolunda
yapılan dilde tasfiye çabalarıdır. Öyle ki, ilerlemektedir. Mustafa Kemal Atatürk, İş Bankasında
1932 yılında Mussolini de İtalyancayı
bulunan parasından elde edilecek payın bir kısmını
yabancı kelimelerden temizlemeye
çalışmıştır. Türk Dil Kurumu’na verilmesini vasiyet ederek bu
konuya ne kadar önem verdiğini göstermiştir.
1 Eylül 1924’te ilk Musiki Muallim Mektebi açıldı. Okulun müdürlüğüne İstiklal Marşının
bestekârı viyolonist Osman Zeki Üngör atandı. 1928-1933 yılları arasında bu mektepte öğretmen,
orkestra elemanı ve de askerî bando elemanı yetiştirmeye çalışıldı.
İstanbul Belediye Konservatuarı’nda geleneksel Türk Sanat Müziği eserlerinin saptanması için
Tesbit ve Tasnif Heyeti kuruldu. 12 Aralık 1924’te İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne
bağlı olarak Türkiyat Enstitüsü, 1 Kasım 1927’de Ankara’da Anadolu Halk bilgisi derneği, 18
Temmuz 1930’da Ankara Etnografya Müzesi ve 19 Şubat 1932’de Halkevleri açıldı.
1934 yılında “Millî Musiki ve Temsil Akademisi Kanunu” çıkarıldı. Müzik alanında reformlar
gerçekleştirilirken bu konuda yerli ve yabancı birçok müzisyen ile görüşüldü. Bu amaçla,
dönemin Millî Eğitim bakanı Abidin Özmen 1934-35 yılları arasında Türk müzikçilerinden oluşan
bir kongre topladı. Kongre sonunda “Türkiye Devlet Musiki ve Tiyatro Akademisinin Ana Çizgileri”
adlı bir rapor hazırlandı. 1934’te “Devlet Konservatuarı Kanunu” çıkartılarak, ilerde yurdun
birçok yerinde açılacak olan konservatuarlara zemin hazırlandı.
Opera
Türkiye ulusal operasının yaratılmasında çok önemli bir adım Türk müzik tarihinde Türk Beşleri
olarak anılan bestecilerden birisi olan Ahmet Adnan Saygun’un bestelediği Özsoy operasıdır.
Opera, Atatürk‘ün yönergeleri ve denetimi ile Türkiye’yi ziyaret edecek olan İran Şahı Rıza Şah
Pehlevi onuruna sahnelenmek üzere yazıldı. Türklerin İranlılarla aynı soydan geldiği temasını
işleyen “Özsoy” ilk kez 19 Haziran 1934’te, Mustafa Kemal’in ve onun resmî konuğu İran şahı
Rıza Pehlevi’nin huzurunda sahnelendi. Bu ilk operayı, Ahmet Adnan Saygun’nun “Taşbebek”
ve Necil Kazım Akses’in “Bayönder” adlı yapıtları izledi. 1930 yılında İstanbul’da “Opera
Cemiyeti” kuruldu, 1934 yılında ise “Büyük Opera Heyeti” tarafından Verdi’nin “La Traviata”
operası sahnelendi.
Tiyatro
Türk oyuncuların eğitimi için bir konservatuar ve yerel yönetimce parasal açıdan desteklenen bir
uygulama sahnesi oluşturulması yolunda ilk adım ise 1914’te Darülbedayi’nin kurulmasıyla atıldı;
ilk Türk-Müslüman kadın sanatçı olan Afife Jale de sahneye ilk kez 1920’de Darülbedayi’de çıktı.
Tiyatroyu Türkiye’de çağdaş bir sanat alanına dönüştürme yolunda ilk büyük katkı ünlü tiyatro
Resim
1883’te Sanayi-i Nefise Mektebi’nin açılması, 1910’da Avrupa sınavlarının başlatılması, 1914’te
“Çallı Kuşağı” olarak da anılan Empresyonist üslûpla çalışan kuşağın ardından “Osmanlı Ressamlar
Cemiyeti” olarak 1908’de kurulan, 1921’de “Türk Ressamlar Cemiyeti”, 1926’da “Türk Sanayi-i
Nefise Birliği” ve “Güzel Sanatlar Birliği” adını alan grup, modern sanat akımların temel taşları
olarak sanat tarihindeki yerlerini alırlar. 1926’da açılan Gazi Eğitim Enstitüsü’nde bir resim
bölümü faaliyete geçmişti. Aynı yıl Avrupa’ya gönderilen Türk öğrenciler burada kübizm ve
dışavurumculuk gibi akımlarla tanışmış ve yurda döndükten sonra Müstakiller adlı bir öbek
oluşturmuşlardır. 1927 yılında Güzel Sanatlar Enstitüsü’ne dönüştürülen Sanayi-i Nefise Mektebi
bugün Mimar Sinan Üniversitesi bünyesinde Güzel Sanatlar Fakültesi olarak mevcudiyetini
sürdürmektedir.
Heykel
Cumhuriyetin ilk yıllarında heykel sanatı genellikle yabancılar tarafından icra edilmiştir. 1926’da
Heinrich Krippel, 1927’de Pietro Canonica yurdumuza gelerek, heykel sanatını
yönlendirmişlerdir. 1929 yılına gelindiğinde, Cumhuriyetin ilk sanatçı topluluğu olan Müstakil
Ressam ve Heykeltıraşlar Birliği kurulmuştur. Birliğin kurucuları arasında; Refik Fazıl Epikman,
Cevat Hamit Dereli, Şeref Kâmil Akdik, Mahmut Celalettin Cuda, Nurullah Cemal Berk, Hale
Asaf ve Ali Avni Çelebi gösterilebilir. Ayrıca bu birlik kurulmadan bir yıl önce ilk sergisini de
Ankara Etnografya Müzesi ve İstanbul Cağaloğlu’ndaki Türk Ocağı’nda açmıştır.
1926-1938 yılları arasında Türkiye’de Krippel başta olmak üzere, yabancılar tarafından yapılan
heykel ve anıtlar şunlardır: “3 Ekim 1926 İstanbul Sarayburnu Atatürk Heykeli (yapılan ilk heykel)”,
“1926 Konya Atatürk Heykeli”, “1927 Ankara Ulus Meydanı Atatürk Anıtı”, “1931 Samsun atlı Atatürk
Anıtı”, “1936 Afyon Zafer Anıtı”, “1938 Ankara Sümerbank önündeki Atatürk Anıtı”, “1927 Ankara
Etnografya Müzesi önündeki atlı Atatürk Heykeli”, “1928 İstanbul Taksim Cumhuriyet Anıtı”, “1931
İzmir Atlı Atatürk Heykeli” ve “1935 Ankara Güven Anıtı”.
Heykel alanındaki yabancı etkisi Türk ressam, heykeltıraş ve sanat camiasını rahatsız etmiş ve bu
alanda, 1931’den sonra artık Türk heykeltıraşlar da eser vermeye başlamışlardır. Cumhuriyet
Osmanlı Devleti döneminde toplumda bir giyim-kuşam birliği yoktu ve toplum, giyim-kuşam
yönünden toplumsal ve dinsel farklılıkları belirleyici gruplara ayrılmıştı. II. Mahmut Dönemi’ne
gelinceye kadar devlet, kılık kıyafet birliği konusunda ciddi bir düzenlemeye gitmemiştir.
Islahatçı Padişah II. Mahmut, devlet örgütünü modern esaslara göre yeniden düzenlemeye karar
verdiğinde, asker ve memurların kıyafetlerindeki karışıklığa son vermek ve onları belli bir
saygınlığa kavuşturmak amacıyla o zamana kadar giydikleri cübbe, kürk, sarık gibi kıyafetleri
yasaklamış, setre-pantolon ve potin giyme mecburiyeti getirmiştir. Başlarına ise Kuzey Afrika’da
Tunusluların, Ege adalarında da Yunanlıların kullandıkları fes giymeleri zorunlu tutulmuştur.
Birinci Dünya Savaşı sırasında “Enveriye” veya “Kabalak” adlı başlık askere giydirilmiş, Millî
Mücadele döneminde “Kalpak” millî hareketin sembolü hâline gelmiştir.
Gazi Mustafa Kemal 24 Ağustos 1925’te Kastamonu’da halkın karşısına şapka ile çıkmış ve
Kastamonu ile İnebolu yöresini kapsayan bu gezisi esnasında gerçekleştirdiği konuşmalarda
toplumsal alanda yapılması gerekenler üzerinde durmuştur. TBMM 25 Kasım 1925’te “Şapka
Kanununu kabul etmiştir. Söz konusu kanunda TBMM üyeleri, memurlar ve hizmetlilerden şapka
giymeleri istenirken, kadın giyimine ilişkin hiçbir hüküm yer almamıştır. Kanun erkek giyiminde
de yalnızca şapkayı kapsamına almıştır.
3 Aralık 1934’te “Bazı Kisvelerin Giyilemeyeceğine Dair Kanun” çıkarılmıştır. Bu kanun gereği hangi
din ve mezhepten olursa olsun din adamlarının, yalnızca ibadet sırasında ve törenlerde özel
kıyafet taşımalarına izin verilmiştir. Esasen bu şekilde, kılık kıyafet yoluyla toplum üzerinde
nüfuz kurulması önlenmek istenmiştir.
Genç Türkiye Cumhuriyeti’nde, her alanda Batı medeniyetine ve uluslararası normlara göre bir
sistem kurmak düşüncesi mevcut idi. Bu sebeple. Batı ülkeleri ile ilişkilerde problem teşkil edecek
olan unsurlardan kaçınılıyordu. Dolayısıyla, Osmanlı Devleti’nden kalan takvim, saat, ölçü ve
rakamların, ilişkilerde sebep olacağı yanlış anlama ve çelişkilerin önüne geçebilmek için, Batılı
örneklere göre değiştirilmesi fikri önem kazanmıştı.
Bu çerçevede, Batı medeniyeti ile olan bu farklılığı ortadan kaldırmak maksadıyla, 26 Aralık 1925
tarihinde kabul edilen bir kanun ile Osmanlı Devleti zamanından beri kullanılmakta olan Hicrî
ve Rumî takvim kaldırılarak yerine Miladi takvim kabul edilmiş ve yine aynı tarihte milletlerarası
saat uygulaması da benimsenmiştir.
Bu alanda, adı geçen tarihte gerçekleştirilen bu değişikliklerin yanında, aynı yıl alınan bir kararla,
Arap rakamları da bırakılarak, yerine milletlerarası rakamlar denilen Avrupa rakamları kabul
edilmiştir.
Daha sonraki dönemde, bu konularla ilgili olarak yapılan çalışmaların sonucu olarak, 26 Mart
1931 tarihinde kabul edilen bir kanunla, arşın, endaze, okka, çeki gibi bölgelere göre farklılık
gösteren ağırlık ve uzunluk ölçüleri kaldırılmış ve yerlerine, dünyanın yaygın olarak kullandığı,
metre ve kilogram gibi ölçüler kabul edilmiştir.
Kültür inkılâbı ve Türk millî kimliğinin inşasındaki son aşama ise ailelerin öz Türkçe
sözcüklerden seçilmiş “Soyadı” almalarının zorunlu hale getirilmesiydi. 21 Haziran 1934’te kabul
edilen kanuna değin Arapça ekler kullanılmaktaydı. Arapça “ondan doğma”, “ondan gelme”
anlamlarına gelen “ibn”, “bin”, “zâde” gibi ekler ve aile ismini anımsatacak unvan, lakap ve sanlar
kullanılmaktaydı. Zirâ öne çıkan bu unvan, lakap ve sanlar, toplumun bütün bireylerini
kapsayacak şekilde kullanıldığı için alım-satım, vergi ve askerlik gibi devletin resmî kayıtlarında
birtakım karışıklıklara yol açmaktaydı. Bu da çoğu zaman devlet veya birey aleyhinde telafisi
mümkün olmayan zararlara yol açmaktaydı. Bu nedenle, batılı toplumlarda olduğu gibi aile
reisinin alacağı ve ondan sonra gelen aile bireylerinin de kullanabileceği öz Türkçe bir soyadının
belirlenmesi amaçlanmış ve konu Hükûmetin hazırladığı bir kanun tasarısıyla TBMM’ye
getirilmişti.
11 Mart 1933 tarihinde, TBMM'ye arz edilen Soyadı Kanunu tasarısı da sadece devletin bireyleri
ya da bireylerin birbirlerini daha açık kimliklerle ayırt etmeleri için gündeme gelmiş hukuksal bir
düzenleme olmayıp, toplumun geçmişini Orta Asya’da konumlandırmaya çalışan Cumhuriyet
yönetiminin, kendini yerel ve dini kodlarla tanımlayan yığınları, batılı metotlarla uluslaştırırken
kullandığı enstrümanlardan da biri olmuştur. Nitekim hükümetin Soyadı Kanunu tasarısıyla
birleştirilen Muğla Mebusu Nuri Bey'in Soyadı Kanunu teklifinin gerekçesinde belirtildiği gibi,
soyadları onları taşıyan bireylerin milliyetini de ifade edecektir. Adliye encümeninin yapmış
olduğu değişiklikten sonra meclise arz edilen kanun tasarısının ilk üç maddesi şöyledir:
MADDE 3- Rütbe ve memuriyet, aşiret ve yabancı ırk ve millet isimleriyle umumi edeplere uygun olmayan
veya iğrenç ve gülünç olan soy adları kullanılamaz. "
21 Haziran 1934 tarihinde kabul edilen kanunla, fertlerin öz adları ile birlikte soylarını gösteren
adlar da taşımaları gerekli görülmüştür. Rütbe ve memuriyet, yabancı ırk ve millet isimleriyle
genel ahlaka uymayan ve gülünç olan isimler soyadı olarak kullanılamayacaktı. Söz konusu
kanundan kısa bir süre sonra 24 Kasım 1934’te TBMM, Gazi Mustafa Kemal Paşa’ya “Atatürk”
KİNROSS, P. B. B., SANDER, N., & KİNROSS, L. (1973). ATATÜRK: BİR MİLLETİN YENİDEN
DOĞUŞU. SANDER YAYINLARI.
AKŞİN, S., TUNÇAY, M., & HASSAN, Ü. (1997). TÜRKİYE TARİHİ: 4. İSTANBUL: CEM
YAYINEVİ.
TURAN, R., SAFRAN, M., HAYTA, N., ÇAKMAK, M. A., DÖNMEZ, C., & ŞAHİN, M.
(2011). ATATÜRK İLKELERİ VE İNKILAP TARİHİ.
İNAN, A., & İNAN, A. (2009). ATATÜRK HAKKINDA HATIRALAR VE BELGELER. TÜRKİYE İŞ
BANKASI KÜLTÜR YAYINLARI.
VARLIK VERGİSİ
LİBERAL EKONOMİ
DEVLETÇİ MODEL
SAVAŞ DÖNEMİ
Osmanlı Devleti’nin tarım ve hayvancılığa dayalı olan ekonomisi 19. yüzyılın sonunda ve 20.
yüzyılın başında katılmış olduğu savaşlar neticesinde güçsüz bir konuma gelmiştir. Girmiş
olduğu savaşların finansmanında iç kaynakları yetersiz kalmış ve yüksek oranda borçlanmaya
gidilmiştir. Yıllarca süren bu savaşlar sonrası; ülkede birçok iş sahası kapanmış, üretken erkek
nüfusu azalmış, göçler nedeniyle de işsizlik büyük boyutlara ulaşmıştır. Var olan kaynakların
büyük ölçüde ordunun hizmetine sunulması, bu kaynakların tükenmesine neden olmuş ve bu
dönemde Osmanlı Devleti ekonomik anlamda kendi kendine yetebilmekten uzak kalmıştır.
Kurtuluş savaşı sonunda Anadolu tam anlamıyla bir ekonomik ve toplumsal çöküntü halindeydi.
Trablusgarp, Balkan, I. Dünya ve Kurtuluş savaşlarını yapan toplum yorgundu. İstanbul'daki bir
avuç tüccarın dışında sermaye birikimine sahip kimseyi bulmak mümkün değildi. Sanayi yok
denecek düzeydeydi. Küçük ve orta boyuttaki toprak sahipleri fakr-ü zaruret içindelerdi. Ülkede
yetişmiş iş gücü, deneyimli girişimci, sermaye ve altyapı olmadığı gibi yol gösterecek düzenli
çalışan kamu kurum ve kuruluşları da yoktu. Ayrıca buna bir de Osmanlı Devleti’nden miras
alınan birçok problemler de eklenmektedir. Bu bağlamda Cumhuriyetimiz 1929 yılına kadar
kapitülâsyonların devam etmesine izin vermek mecburiyetiyle karşı karşıyadır. Aynı şekilde
Cumhuriyetimiz Osmanlı İmparatorluğunun kalan borçları da ödemekle yükümlü olmuştur.
Türkiye Cumhuriyeti iktisat politikalarının temelleri Cumhuriyet’in kuruluşu ile atılmış ve önder
Mustafa Kemal Atatürk’ün şekillendirmesiyle uygulanmıştır. İktisadi bağımsızlığı siyasi
bağımsızlıktan ayrı görmeyen Atatürk, bu doğrultuda ülke politikasını yönlendirmiştir.
Bu dönemin birinci evresinde özel sektör ağırlıklı; ikinci evresinde ise devletçi girişim ağırlıklı
iktisat politikalarının izlendiğini; ancak, temelde liberal piyasa ekonomisinin esas alındığı karma
ekonomik modelin uygulandığını görüyoruz. Söz konusu dönemde 15 yıl boyunca gayri safi milli
hasılanın yılda ortalama %7,4, sanayinin %9,6 ve tarımın %7,6 oranlarında büyüdüğü; fiyatlar
genel düzeyinin her yıl ortalama %1,87 oranında gerilediği görülmektedir. Ayrıca bu dönemde
TL’sının ABD Doları karşısında %1,8 oranında değer kazandığı müşahede edilmektedir.
Genel hatlarıyla başarılı olan bu dönemi temel nitelikleri itibariyle pratikte liberalizmin daha ağır
bastığı birinci evre ile devletçiliğin daha ağır bastığı ikinci evre halinde ayrı ayrı ele alabiliriz.
1923 yılında kazanılan askerî başarının ardından ekonomik alanda da bağımsızlık sağlanması
hedeflenmiş ve ekonomik kalkınma bir ideal olarak benimsenmiştir. Mustafa Kemal Atatürk,
Birinci Dünya Savaşı’ndan beş yıl sonra, Cumhuriyet’in kuruluşundan sekiz ay kadar önce
ekonomi seferberliğine, Şubat 1923 İzmir’de düzenlediği İktisat Kongresi ile başlamıştır.
1923’ten 1929’a kadar geçen sürede siyasi, hukuki ve sosyal alanlarda ortaya çıkan önemli
gelişmeler, ekonomi politikalarının acil önlemler içerecek biçimde şekillendirilmesini gerekli
kılmıştır. Bu anlamda İzmir İktisat Kongresi’nin Cumhuriyetin ilk yıllarındaki politikaların
belirlenmesinde özel bir önemi vardır.
Kurtuluş Savaşı’nın başında, Erzurum ve Sivas Kongrelerinde, “ekonomik bağımsızlık” özlemi dile
getirilmiş, Mustafa Kemal yaptığı konuşmalarda aynı konuyu işlemişti. Kurtuluş Savaşı’ndan
sonra ekonominin alacağı biçim ve yön, Lozan Barış görüşmelerinin kesintiye uğradığı bir
dönemde, Şubat 1923’te İzmir’de Türkiye İktisat Kongresi’nde temel nitelikleriyle belirlenmiştir.
Mustafa Kemal Atatürk ise açılış konuşmasında kongrenin önemine şu sözlerle dikkat çekiyordu:
“Efendiler, Heyet-i Aliye’nizin bugün akdetmiş olduğu Türkiye İktisat Kongresi çok mühimdir. Çok
tarihidir. Nasıl ki Erzurum Kongresi felaket noktasına gelmiş olan bu milleti kurtarmak hususunda Misak-
ı Millinin ve Teşkilat- ı Esasiye Kanunun ilk temel taşlarını tedarik hususunda amil olmuş, müessir olmuş,
müteşebbis olmuş ve bundan dolayı tarihimizde, tarihi milletimizde en kıymetli ve en yüksek hatırayı ihraz
etmiş ise, Kongreniz dahi milletin ve memleketin hayat ve halas-ı hakikisini temine medar olacak düsturun
temel taşlarını ve esaslarını ihraz edip ortaya koymak suretiyle tarihte en büyük namı ve çok kıymetli bir
hatırayı ihraz edecektir.”
İzmir’de toplanan Türkiye İktisat Kongresi’nin toplanma amacı, savaştan yorgun çıkmış olan
iktisadi faktörlerin ve birimlerin birbirlerini tanımalarını sağlamak, onların ihtiyaçlarını tespit
etmek, iktisadi konular üzerine dikkatleri çekmek ve iktisat politikalarını da bu sonuçlara göre
belirleme isteğidir. Ülkedeki ekonomik yapılanmanın, uygulanacak iktisat politikasının yönünü
Bütün Türkiye’nin Ziraat, Sanayi, Ticaret ve İşçi zümrelerinden müntehab bin yüz otuz beş
murahhasın iştirakiyle İzmir’de in’ikad eden ilk Türkiye İktisat Kongresi’nin müttefikan tesbite
kabul ettiği (Misak-ı İktisadî) esaslarıdır:
Madde-1: Türkiye, milli hudutları dahilinde, lekesiz bir istiklal ile, dünyanın sulh ve terakki
unsurlarından biridir.
Madde-2: Türkiye halkı hakimiyetine, kanı ve canı pahasına elde ettiğinden, hiçbir şeye feda
etmez ve milli hakimiyete müstenit olan meclis ve hükümetine daima zahirdir.
Madde-3: Türkiye halkı, tahribat yapmaz; imar eder. Bütün mesai iktisaden memleketi
yükseltmek gayesine matuftur.
Madde-4: Türkiye halkı, sarf ettiği eşyayı mümkün mertebe kendi yetiştirir. Çok çalışır, vakitte,
servette ve ithalatta israftan kaçar. Milli istihsali temin için icabında geceli gündüzlü çalışmak
şiardır.
Madde-5: Türkiye halkı, servet itibarı ile bir altın hazinesi üzerinde oturduğuna vakıftır.
Ormanlarını evladı gibi sever, bunun için ağaç bayramları yapar; yeniden orman yetiştirir.
Madenleri kendi milli, istihsali için işletir ve servetlerini herkesten fazla tanımaya çalışır.
Madde-7: Türkler, irfan ve marifet aşığıdır. Türk, her yerde hayatını kazanabilecek şekilde yetişir;
fakat her şeyden evvel memleketinin malıdır. Maarife verdiği kutsiyet dolayısıyla (Mevlûdu şerif)
Kandil günü, aynı zamanda bir kitap bayramı olarak tes'id eder.
Madde-8: Birçok harpler ve zaruretten dolayı eksilen nüfusumuzun fazlalaşması ile beraber
sıhhatlerimizin, hayatlarımızın korunması en birinci emelimizdir. Türk mikroptan, pis havadan,
salgından ve pislikten çekinir, bol ve saf hava, bol güneş ve temizliği sever. Ecdat mirası olan
Madde-10: Türk, açık alın ile serbestçe çalışmayı sever; işlerde inhisar istemez.
Çiftçiler:
Rejinin kaldırılması;
Tütün ekim ve ticaretinin serbest bırakılması;
Köylülere tarım yöntemlerinin öğretilmesini ve uygulamalı tarım derslerinin okul
programlarına alınması, yükseköğretim görenlerin bir süre köylerde hizmet etmeleri;
Asayiş sorunlarının çözülmesi;
Zirai kredi işlerinin düzene sokulması;
Yol vergisi gelirinin şose yapımına harcanması, yol makineleri alınması ve yapım personeli
yetiştirilmesi;
Orman köylerinin durumuna ilgi gösterilmesi;
Damızlık ihtiyacının karşılanması, hayvan hastalıkları ile savaşılması, göllerde balık
üretilmesi;
Gezeğen aşiretlerin yerleştirilmesi;
Tarım aletlerinin ve makinelerinin standartlaştırılması ve bu alet ile makineler için tamir
atölyelerinin kurulmasını istemişlerdir.
Tüccarlar ise;
İşçi temsilcileri;
Sonuç olarak, İktisat Kongresi’nde özel girişimciliğin canlandırılması ve bunun için, kredi
olanaklarının ve eğitim, ulaştırma, haberleşme gibi altyapı ve teknik hizmetlerin hükümetçe
sağlanması; gerekli yasal düzenlemelerin yapılması öngörülüyordu. Bütün bu istemleri her grup
kendi çıkarları açısından dile getirmişti. Kısaca İktisat Kongresi’nde, Osmanlı’dan devir alınan
Uzun ve çetin bir pazarlık sürecinin sonunda imzalanan Lozan Antlaşması ile Türkiye sadece
siyasi olarak değil ekonomik olarak da etkilenmiştir. Lozan Antlaşması ile ülkede ağır iktisadi
etkileri bulunan kapitülasyonlar kaldırılmıştır. Kapitülasyonların kaldırılması büyük bir başarı
olarak görünmesine rağmen bu antlaşma ile Osmanlı borçlarının büyük bir bölümü Türkiye
Cumhuriyeti tarafından devralınmıştır. Lozan’ın öngördüğü sınırlar dikkate alınarak Osmanlı
borcu, Türkiye Cumhuriyeti ile imparatorluğun topraklarını paylaşan diğer devletler arasında
dağıtılmıştır. Ancak borç paylaşımı konusunda devletler arasında çıkan anlaşmazlıklar yüzünden
Türkiye ile alacaklılar arasındaki antlaşma 13 Haziran 1928’de imzalanmıştır. 1928 anlaşmasına
göre Türkiye Cumhuriyeti hükümeti, Osmanlı genel borçlarından 1912 öncesi kısmının %62’sini,
bu tarihten sonraki kısmının da %76’sını ödemeyi kabul etti. Böylece Osmanlı Devleti’nin 1854-
1914 arasında yaptığı kırk iki dış borç anlaşmasından doğan 161.303.833 liralık borcun 107.528.461
liralık kısmını ödemeyi taahhüt etmiş oldu. Anlaşma gereğince bu borç doksan dokuz yılda
ödenecekti.
Osmanlı borçları zaten yetersiz olan yatırım kaynaklarını emerken diğer yandan da gümrük
vergileri ile ilgili madde bağımsız bir dış ticareti imkânsız kılıyordu. Lozan Antlaşması’na ek
olarak imzalanan Ticaret Sözleşmesi ise beş yıl süre ile Türkiye’nin uygulayacağı iktisat
politikalarını dondurmakta ve bazı istisnalar dışında ithalat ve ihracat yasaklarının kaldırılmasını
ve yerine yenilerinin konmamasını, gümrük tarifelerinin ise beş yıl süre ile değişmemesini
öngörmekteydi. Antlaşmaya göre Türkiye; İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Yunanistan,
Yugoslavya ve Romanya’dan ithal edilecek mallardaki gümrük tarifelerini 1916 Osmanlı tarifeleri
düzeyinde tutmaya mecbur ediliyordu. Lozan’da saptanan gümrük tarifesi milli ekonomiye
yaklaşık yüzde 13’lük bir koruma derecesi sağlamıştır.
Bu dönem “açık ekonomik koşullarda yeniden inşa” dönemi olarak nitelendirilmektedir. Liberal
ekonomi politikalarının izleneceğine dair İzmir İktisat Kongresi’nde işaretler veren yeni
hükümetin, kongrede alınan kararlar doğrultusunda faaliyetlerine başlamıştır.
19 Nisan 1925 tarihinde kurulan Türkiye Sanayi ve Maden Bankası, eski devlet girişimlerini geçici
olarak yönetmek ve yenilerini kurmakla yükümlü kılınmıştı. 3 Temmuz 1932’de Sanayi ve Maden
Bankası elindeki fabrikaları Devlet Sanayi Ofisine devretmiştir.
Osmanlı’dan devralınan vergilerin içinde bulunan temettü ve harp vergisi 1926 yılında
kaldırılmıştır. Yine Cumhuriyete devreden ve gelir üzerinden alınan vergilerin en önemlilerinden
biri olan Aşar vergisi de 1925 yılında yürürlükten kaldırılmıştır.
1925’te eski Reji idaresi satın alındı. Tütün İdare-i Muvakkatesi kuruldu. 1926’da İspirto ve alkollü
içkiler tekeli, 1926’da İstatistik Genel Müdürlüğü kuruldu. Ziraat Bankası, 1924 yılında her türlü
banka işlemleri yapmaya yetkili kılındı. 1926’da Emlak ve Eytam Bankası kuruldu. İlk bütçe
1924’de, 120.000.000 dolaylarında, uygulamaya kondu. 1929’da Gümrük Tarife Kanunu
yürürlüğe kondu. Aynı yıl yabancı hisse senedi ve tahvil işlemlerini Maliye Bakanlığı iznine
bağlayan, ilk kez döviz kontrolü getiren Menkul Kıymetler ve Kambiyo Borsaları Kanunu
çıkarıldı. 1930’da Türk Parasını Koruma Kanunu çıkarıldı.
Türkiye’nin iktisadi açıdan kalkınabilmesi için sanayileşmesi gerekliydi. Bu amaçla 1927 yılında
sanayi kuruluşlarının teşviki ve korunması için 1913 yılında çıkarılan Teşvik-i Sanayi Kanunu
gözden geçirilerek kapsamı genişletilmiştir. Bu kanunda yerli sanayi sektörüne ucuz devlet
arazisi tahsisi, çeşitli vergi muafiyetleri, taşıma indirimleri gibi teşvikler ve muafiyetler getirilerek
Para piyasasını düzenlemek, hazine işlemlerini görmek, hükümetle birlikte çalışarak para
istikrarını sağlayacak önlemlerin alınmasına yönelik, Lozan Üniversitesinden Prof. Leon Morf’un
katkılarıyla Merkez Bankası yasa tasarısı hazırlanmış ve Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası
kurulmuştur. Tasarı, Türkiye Büyük Millet Meclisinde 11 Haziran 1930 tarihinde kabul edilerek
“1715 sayılı Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası Kanunu” adı ile 30 Haziran 1930 tarihinde Resmî
Gazete’de yayımlanmıştır. Merkez Bankası, farklı kurum ve kuruluşlarca yürütülen işlevlerin tek
elde toplanmasını takiben 3 Ekim 1931 tarihinde faaliyetlerine başlamıştır.
Bu dönemde özel girişimin yeterli sonuç vermemesi nedeni ile devletin önayak olduğu bir
ekonomi politikasının izlendiği görülmektedir. Buna göre 1930’lu yıllarda Türkiye’de izlenen
1923-1929 yıları arasında izlenen liberal ekonomi politikalarından arzulanan sonuç elde
edilememesi,
1929 Büyük Dünya Bunalımının dünya ölçeğinde tüm ekonomileri olumsuz etkilemesi,
SSCB’de uygulanmakta olan planlı ekonomi politikalarının ilk sonuçlarının başarılı olması,
Klasik ekonomi politikalarının 1929 bunalımına çözüm üretememesi üzerine devletin
ekonomiye müdahalesini savunan görüşlerin popülerlik kazanması.
1930’lu yıllarda tarım ve ticarette yaşanan zorluklar karşısında bazı önlemler almak zorunda
kalınmıştır. Sümerbank, Belediyeler Bankası, Etibank, Denizbank, Halk Bankası ve Halk
Sandıkları kurulmuştur. 1936 yılında 2999 Sayılı “Bankalar Kanunu” yürürlüğe girmiştir. Bu
dönemde ticaret üzerinde korumacı ve kambiyo alanını daha fazla denetleyen bir politika anlayışı
benimsenmiştir. 1932 yılında tarım ürünlerinin fiyatlarının desteklenmesi ile devletçi politikalar
uygulamaya konmuştur. Bu politikalar dâhilinde desteklenmeye başlanan ilk ürün buğday
olmuştur. Ardından diğer tahıllar ve sanayi bitkileri desteklenmiştir. Önceleri Ziraat Bankası
aracılığıyla daha sonra ise, bu amaç için kurulan Toprak Mahsulleri Ofisi (TMO) ile doğrudan
köylülerden ürün alımı gerçekleşmiştir. Ancak alımlar sadece yıllık toplam ürünün %3’ü ile sınırlı
kalmıştır. Bu yıllarda yaşanan fiyat düşüşlerine rağmen üretimde artış meydana gelmiştir. 1920’li
yıllarda tahıl ithalatçısı olan ülke, 1930’lu yıllarda tahıl ihraç eder duruma gelmiştir.
Aşarın kaldırılması, çiftçilik yapan ailelerde refah artışı yaratmıştır. Gerçekleşen refah artışı ise
yeni arazilerin üretime açılmasını sağlamıştır. Ancak, devlet gelirlerinin yaklaşık %25’ini
oluşturan bu verginin kaldırılması, devleti önemli bir gelir kaybına uğratmıştır. 1929-1935
döneminde tarımda meydana gelen yılda ortalama %1,3’lük gerileme ise, Büyük Dünya
Bunalımının ve bu durumun bir uzantısı olan yurt içindeki gelişmelerin olumsuz etkisinden
kaynaklanmaktadır. 1935-1939 yıllarında ise, tarımın gelişme hızı yılda ortalama %15,6’ya çıkarak,
bahsedilen dönemdeki en yüksek seviyeye ulaşmıştır. Demiryolu ağının giderek genişlemesi
üreticilerin pazara erişimini kolaylaştırmıştır. Ayrıca, nüfusta meydana gelen büyüme tarım
sektöründe istihdamın artmasına neden olmuştur. Emek yoğun üretimde bulunan tarım
işletmelerini artan istihdam olumlu etkilemiştir.
Dünya bunalımı sırasında Türkiye ekonomisinin değişik yönlerini inceleyen çalışmalar yapılmış,
sorunların çözümüne yönelik öneriler geliştirilmiştir. Ancak bu çözüm önerilerinin bir kalkınma
Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı’nın ana hedefleri açık bir biçimde belirlenmişti. Bunlar:
Ana hammaddeleri ülkede yetişen veya kısa zamanda temini mümkün görülen sanayi
dallarını ele alması,
Kurulacak bu fabrikalar büyük sermaye ve teknik güce ihtiyaç gösteren fabrikalar
oldukları için kuruluşlarının devlete veya milli kuruluşlara bırakılması,
Kurulması düşünülen fabrikaların üretim kapasitelerinin ihtiyaç ve tüketim ile doğru
orantılı olmasıdır.
Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı ile kurulması öngörülen ve büyük ölçüde gerçekleştirilen sanayi
beş ana grupta toplanmaktaydı. Bunlar sırasıyla
Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı’nın tamamıyla uygulanması 1934-1948 yılları arasına yayılır. Bu
uygulama sonucunda önemli bir deneyim kazanmanın yanında, geleceğin sanayi altyapısına
kuvvetli bir temel hazırlanmış ve gelecekte önemli görevlerde faydalanılacak uzman kadrolar
yetişmiştir.
Başarıyla yürütülen planın en önemli özelliği, kurulması kararlaştırılan fabrikaların temel atma
tarihleriyle işletmeye açılış tarihleri arasında sürelerinin öngörülenden kısa olmasıdır. Birinci Beş
Yıllık Sanayi Planı’nın uygulaması sürerken 1936 yılında İkinci Beş Yıllık Sanayi Planı’nın
hazırlıklarına başlanır ve planın taslağı hazırlanır. Ancak, İkinci Dünya Savaşı’nın ilk işaretleriyle
birlikte 1938 yılında taslak üzerinde değişiklikler yapılır. 1939 yılında ise plan İktisadi Savunma
Planı’na dönüştürülür. Planın uygulanması Sümerbank eliyle gerçekleştirilir. Bir özel banka
yapısında olan İş Bankası ve sonradan kurulan Etibank ve Maden Tetkik ve Arama Enstitüsü de
bu uygulamada rol ve yer alırlar. 44 milyon liraya gerçekleştirilmesi öngörülen tesisler 100 milyon
lira harcanarak tamamlanabilir. İkinci Dünya Savaşı’nın etkisiyle bazı yatırımların
gerçekleştirilmesinde maliyet artışları ve gecikmeler yaşanır. Ancak 1938 yılına gelindiğinde,
planda ön görülen 23 fabrikadan sadece 4’ünün temelinin atılmadığı görülür.
İkinci dünya Savaşı yılları, Türkiye savaşa girmemesine rağmen, Türkiye ekonomisini olumsuz
yönde etkilemiş ve savaş ekonomisi koşullarını bütün ağırlığıyla hissetmiştir. Büyük Buhran
sonrası ekonomi politikaları ile önemli oranda daralmış olan ithalat, Savaş başladığında yarı
yarıya azalmış, savaş yıllarında da dış ticaret dengesi fazla vermeye devam etmiştir. Üretime
Aşağıda verilen tablodan da görülebileceği gibi ekonomi yüksek enflasyon ile küçülme yani
“stagflasyon” süreci içinde kalmıştı.
Avrupa’da savaş başlayınca Türk hükûmeti bir milyon genç insanı silahaltına almıştır. Sanayi ve
hizmetler sektöründe yetişmiş iş gücü kıtlığı üretim ve verimliliğin düşmesine yol açmıştır.
Toplam talep hızla artarken toplam arz yetersiz kalınca fiyatlardaki artış denetimden çıkmıştır.
1929 Büyük Bunalımının tersine bu kez tarım ürünlerinin fiyatları sürekli yükselmiştir. Örneğin
buğdayın fiyatı 13.5 kuruştan 100 kuruşa, zeytinyağının fiyatı 85 kuruştan 350 kuruşa çıkmıştır.
Savaş yıllarında yaygın hâle gelen mal kıtlıkları çok sayıda üretici ve aracının karaborsa yoluyla
hızla zengin olmasına fırsat yarattı. 26 Ocak 1940’ta hükûmete olağanüstü koşullar karşısında
ulusal ekonomiyi ve savunmayı ilgilendiren konularda geniş yetkiler veren Millî Koruma
Kanunu yürürlüğe kondu. Bu Kanuna göre hükümet ve belediyeler tarafından belirlenen fiyatlara
uymayanlara ve stoklama yaptıkları tespit edilen tüccarlara ağır cezalar getirildi. Hükümete özel
mallara el koyma yetkisi verildi.
Şehirlerde Fiyat Denetleme Encümenleri kuruldu ve narh sisteminin alanı genişletildi. Savaş
yıllarında özellikle şehirlerin yiyecek ihtiyaçlarının karşılanmasında zorluk çekilmekteydi. Bu
temel ihtiyacın karşılanabilmesi adına Ticaret Ofisleri, İaşe Müdürlükleri kuruldu. Bunlar da
yeterli olmayınca seçili malların karne ile dağıtımına başlandı. 1941 yılının son dönemlerinde un
Savaşın yansıyan ağır şartlarının, halkın çoğunun üzerinde kurduğu yoksulluk ve sefalet baskısı
ile toplum üzerinde oluşturan ağır yük ve hırsızlıklara karşı artan önlemler; yükselen tarım
malları fiyatlarından aşırı kâr kazanan büyük toprak sahiplerine ve ithal mal sağlayarak yine aynı
şekilde yüksek kâr elde eden tüccarlara karşı halkta olumsuz duyguların gelişmesine neden oldu.
Bununla beraber devletin gelir arttırıcı önlemler de alması gerekmekteydi. 1942 yılının sonunda
devlet gelirini arttırmak için olağanüstü bir vergi yasası olan Varlık Vergisini yürürlüğe koydu.
Kanun’da “Servet ve kazanç sahiplerinin servetleri ve fevkalâde kazançları üzerinden alınmak ve bir defaya
mahsus olmak üzere (Varlık Vergisi) adiyle bir mükellefiyet tesis edilmiştir.” denilmektedir.
İkinci Dünya Savaşının etkilerini üzerinde hisseden Türk Hükümetinin savaş ekonomisi
koşullarından yaralanarak karaborsacılık, ihtikar ve vurgunculuk yaparak fevkalade kazanç
sağlayanları bir nevi cezalandırmak amacıyla 1942 Kasım’ında çıkartılan ve on altı ay yürürlükte
kalan ve bir defaya mahsus olmak üzere alınan bu vergi, birçok eleştirilere neden olmuştur.
Uygulamada vatandaşlar arasında ayrımcılık yapılarak gayrimüslim vatandaşlara yüklenilmesi,
vergi veremeyenlerin mallarına el konulması, borcu olup bu borcunu ödeyemeyenlerin Aşkale’ye
sürülmesi hafızalarda olumsuz izler bırakmıştır.
Varlık Vergisi uygulamaları içte ve dışta büyük yankılar uyandırınca Hükümet bu yoldan
vazgeçmek mecburiyetinde kaldı. 15 Mart 1944’de 4350 sayılı kanunla Varlık Vergisi
uygulamalarından vazgeçildi. Ancak vergi süreci iyi götürülemediği gibi istenilen vergide
tahminlerin çok altında kalındı ve başarısız bir uygulama olarak tarihe geçti.
ÖZÇELİK, Ö., & TUNCER, G. (2007). ATATÜRK DÖNEMİ EKONOMİ POLİTİKALARİ. AFYON
KOCATEPE ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ, 9(1), 253-266.
AKŞİN, S., TUNÇAY, M., & HASSAN, Ü. (1997). TÜRKİYE TARİHİ: 4. İSTANBUL: CEM
YAYINEVİ.
TURAN, R., SAFRAN, M., HAYTA, N., ÇAKMAK, M. A., DÖNMEZ, C., & ŞAHİN, M.
(2011). ATATÜRK İLKELERİ VE İNKILAP TARİHİ.
İZMİR (TURKEY), & İZMİR İKTİSAT KONGRESİ. (2004). İZMİR İKTİSAT KONGRESİ, 17
ŞUBAT-4 MART 1923. İZMİR: İZMİR BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ.
SAĞLANMASI
ULUSAL EĞİTİM
YAZI DEVRİMİ
BİLİMSEL EĞİTİM
ÇAĞDAŞ EĞİTİM
LAİK EĞİTİM
MİLLET MEKTEPLERİ
OKUMA ODALARI
HALKEVLERİ
KÖYE EĞİTİM
KÖY ENSTİTÜLERİ
İLKÖĞRETİM
ORTAÖĞRETİM
YÜKSEKÖĞRETİM
MODERN EĞİTİM
TEVHİD-İ TEDRİSAT
EĞİTİMİN YAYGINLAŞTIRILMASI
KÖY ENSTİTÜLERİ
MİSAK-I MAARİF
Osmanlı Devleti, kuruluşundan itibaren farklı eğitim modelleri uygulamıştır. 1299-1773 yılları
arasında en yaygın ve güçlü eğitim kurumları, medreseler olmuştur. Medreseler, 1924 yılına
kadar varlıklarını sürdürmüşler, ancak gelişen dünya şartlarına göre kendilerini
yenileyememişlerdir. Bunlardan başka azınlık çocuklarının üst seviyede bürokrat olarak
yetişmelerini sağlayan Enderun Mektebi dikkat çekmektedir. İlköğretim, 19. yüzyıl sonuna kadar
basit bir seviyede kalmıştır. İlkokuldan sonraki eğitim kademelerinde sadece erkek nüfusun
eğitim aldığı görülmektedir. Bu dönemde eğitimin temel amacı dinîdir, nakilci ve ezberci bir
eğitim modeli uygulanmıştır.
Osmanlı Devleti’nin eğitim sisteminde ilk modernleşme hareketleri askerî alanda başlamıştır.
Rusların, 1770’te Osmanlı donanmasını yakması üzerine yeni bir donanma yapımına ve tersane
kurulmasına karar verilmiş, bu nedenle de coğrafya bilgisine sahip, hendese ve gemi yapımını
bilen nitelikli insan gücü yetiştirmek amacıyla 1773’te Hendesehane ya da Mühendishane-i Bahrî-
i Hümayun ve 1794’te Mühendishane-i Berrî-i Hümayûn kurulmuştur. Bu okullarda Fransızca,
İngilizce gibi batı dilleri de okutulmuş, yurt dışına öğrenci gönderilmeye başlanmıştır. 1825’ten
sonra da Mansure Mühendisi adıyla kurmay subay işlevi görecek kişilerin askeri mühendislik
okullarında eğitilmeleri sağlanmıştır. 1834’te Mansure Mühendisi’nin bu işlevi farklılaştırılarak
Mekteb-i Ulûm-u Harbiye ve Muzıka-i Hümayun kurulmuştur. Bundan sonra II. Mahmut
Dönemi’nde Tıphane-i Âmire ve Mekteb-i Ulûm-ı Harbiye gibi teknik nitelikli yüksek okullar
kurulmuş, yeni bir mülkiye bürokrasisi için asgari temel eğitime sahip memurlara duyulan
ihtiyaç nedeniyle 1838’de Mekteb-i Maârif-i Adliye ve Mekteb-i Ulûm-i Edebiye diye bilinen
okullar açılmıştır.
1839’da Tanzimat Fermanı’nın ilanı, yeni bir dönemi başlatmıştır. Tanzimat Dönemi her alanda
yeniliklere sebep olduğu gibi eğitim alanında da birtakım yeni uygulamalar getirmiştir. Bu
döneme kadar olan eğitim sistemlerine bu kez farklı kurumlar da eklenmiştir. Şer’iyye ve Evkaf
Nezareti’ne bağlı okulların yanında bir de Maarif Nezareti’ne bağlı okullar kurulmuştur. Maarif
Nezareti’ne bağlı okullar; İptidai, Rüştiye, İdadi, Sultani, Darülmuallimin, Darülmuallimat,
Baytar Mektebi, Konservatuvar, Dişçi Mektebi, Kondüktör Mektebi, Ticaret Mektebi, Mülkiye
Mektebi, Sanayi-i Nefise, Orman Mektebi, Ziraat Mektebi gibi Tanzimat döneminden sonra
kurulan Tanzimat okullarıdır.
Fermanın ilanı modernleşme yolunda oldukça önemli bir adım olmuş ve düzenin devamlılığının
sağlanması adına kapsamlı bir yeniden yapılanma süreci başlatılmıştır. Tanzimat döneminde
1869 yılında yapılan Maarif-i Umûmiye Nizamnamesi ile her köy ve mahallede dört yıllık sıbyan
mekteplerinin açılması, hane sayısı 500’den fazla olan kasabalarda sıbyan mektebi mezunları için
dört yıllık rüştiyelerin açılması, ortaöğretimin idadilerde olması, illerde iki devreli idadilerin yani
sultanilerin açılması karara bağlanıyordu. Ayrıca bu kanunla sıbyan mekteplerine devam
mecburiyeti getiriliyordu.
İkinci Meşrutiyet dönemi Türk eğitim sisteminde önemli atılımların gerçekleştiği bir dönem
olmuştur. Bu dönem içerisinde Türkçülük politikasının hâkim olduğu eğitim yapısını
şekillendiren yasa 1913 tarihli Geçici İlköğretim Kanunu (Tedrisat-ı İptidaiye Kanun-ı
Muvakkati)’dur. Bu kanunla rüştiyeler iptidaiyelerle birleştirilmiş, ilkokulun parasız ve zorunlu
olduğu hükme bağlanmıştır. İlkokula bağlı ana sınıflarının açılması da bu yasa ile getirilmiştir.
Eğitim dilinin Türkçe olması esası kabul edilmiştir.
Bunlardan başka son dönemde sayıları bir hayli çoğalan azınlıkların, yabancı devletlerin ve
misyonerlerin açtığı okullar; farklı dil, din ve kültüre dayalı müfredat programları ile değişik
amaç ve hedefler güdüyorlar, farklı zihniyette insanlar yetiştiriyorlardı. Unutulmamalı ki bu
okullar, Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde ortaya çıkan isyan ve bağımsızlık hareketlerinde
çok etkili olmuşlardır. Mesela Robert Koleji’nden mezun bazı Bulgar öğrenciler Bulgaristan’ın
bağımsızlığı için çok önemli roller üstlenmişlerdir. Ancak I. Dünya Savaşı şartları içerisinde savaş
hâlinde olunan ülkelerin okulları kapatılırken, yabancı destekli azınlık okulları da kendiliğinden
kapanmış olmasına rağmen bu problemlerin çoğu ancak Cumhuriyet Dönemi’nde kesin bir
çözüme kavuşturulmuştur.
Eğitim alanında gerçekleştirilen faaliyetler, Osmanlı Devleti’nin yıkılışına engel olamadığı gibi,
çağın şartlarına da ayak uyduramamıştır. Çok sayıdaki eğitim almış kişilerin yanında, eğitimin
halka ulaşması ve yaygınlaşması mümkün olamamış; okur yazar oranları çok küçük rakamlarda
kalmıştır.
Millî Eğitim Şûralarının temelini oluşturan Maarif Kongresi, Sakarya Savaşı’ndan önce 16-21
Temmuz 1921 tarihleri arasında toplanmıştır. Bilindiği üzere bu dönemde Büyük Millet Meclisi,
askerî, siyasi ve ekonomik alanda pek çok sorunla baş etmeye çalışmaktadır. Ordular, Yunan
taarruzu neticesinde Sakarya nehrine doğru geri çekilmek durumunda kalmıştır. Yunan
kuvvetlerinin gücünü topladıktan sonra yeniden saldırıya geçmesi kaçınılmaz görünmektedir.
Kongrenin böyle bir durum içinde toplanıyor olması, eğitim konusundaki hassasiyeti
göstermektedir.
Kongre zor şartlar altında toplanabilmiştir. Dönemin Maarif Vekili Hamdullah Suphi (Tanrıöver)
10 Kasım 1921’de Meclis’te yaptığı konuşmada, kongreye katılacak delegelere iki bin lira bütçe
kullanıldığı bilgisini vermektedir. Üç dört delegenin birlikte seyahat etmesi durumunda yol
giderleri karşılanmıştır. Onun haricinde konaklama giderlerine karışılmadığı gibi, yemekler
karavana usulüne göre verilerek tasarruf edilmeye çalışılmıştır. Türk aydınları, ülkenin geleceği
için bir kez daha inisiyatif alarak, pek çok zorluğun üstesinden gelmiş ve Ankara’da toplanmıştır.
250’den fazla Erkek ve kadın öğretmenlerin katılımı ile gerçekleşen kongre, ilk ve ortaöğretim ile
ilgili çalışmalar yapmış ve gelecekte uygulanacak yeni eğitim sisteminin temellerini oluşturmaya
çalışmıştır. Kısıtlı imkânlarla toplanmış olan kongrenin on beş gün çalışması planlanmıştır. Fakat
Yunan taarruzunun Ankara’yı tehdit eder boyuta ulaşması üzerine kongre, 21 Temmuz’da
çalışmalarını bitirmek durumunda kalmıştır.
Savaş dönemi sona erdikten sonra, eğitim sisteminin yeniden ele alınması için çalışmalar
başlatılmıştır. 8 Mart 1923 tarihinde Maarif Vekili İsmail Safa (Özler), “Misak-ı Maarif” adıyla
devletin eğitimin amaçlarını bir genelge hâlinde düzenlemiş ve bu genelgeyi tüm okullara
göndermiştir. Buna göre, gençleri pratik bilgiler ile donatıp hayata hazırlamak maarifin en temel
amacı olarak düşünülmüştür. Bu suretle eğitim, bağımsızlık ve ekonomik gelişme ile
birleştirilerek eğitimde bir bütünlük oluşturması hedeflenmiştir. Genelgede şu görüşler ileri
sürülmüştür:
Harici düşmanlar çoktur. Memleket dâhilinde kuvvetli bir millî his oluşturmalıyız. Gençler
millî varlıklarına muhalif olmayan her oluşuma hürmetkâr davranmalıdır. Bu sebeple,
cahilliği ortadan kaldırarak millî ve asrî eğitimi, yurdumuzun en uzak köşelerine kadar
götürmek durumundayız.
Yeni nesilleri geleceğin ihtiyaçlarına göre hazırlamalıyız.
Gençleri fikren çok kuvvetli, bilim ve ahlâk bakımından sarsılmaz bir karakter ile
donatmalıyız.
İktisadî inkılaplar pek yakındır. Bunun için biz de ülkeyi ekonomik kölelikten kurtaracak
dimağları hazırlamak, bunun için gençliği çalışmak fikri ve üretim etrafında sürekli motive
etmek zorundayız.
Manen yorgun bir medeniyetin karşısındayız. Her yıkılan enkazın altından yeni
mefkûrelerin doğacağını gençlik artık daha kati bir surette bilecektir. Bu enkazdan çıkmak
için yeni nesle okumuş, yazmış olmanın önemi vurgulanmalıdır. Yarının mektepleri millî,
medenî, insanî mefkûrelerle donatılacaktır.
Orta dereceli okullar orta insanlar yetiştiren birer gerçek hayat okulu olduğundan,
buradan çıkanların hayata güvenle bakabilmeleri sağlanmalıdır.
20 Ekim 1923 tarihinde Maarif Vekili İsmail Safa Bey tarafından yabancılar idaresindeki okullara
dair ayrıca bir genelge hazırlanarak Vilayet ve Müstakil mutasarrıflıklara, İptidaiye Dairesi’ne
gönderilmiştir. Yayınlanan bu genelge şu esasları içermektedir:
SAĞLANMASI
Madde 1 -Türkiye dahilindeki bütün müessesatı ilmiye ve tedrisiye Maarif Vekaletine merbuttur.
Madde 2 -Şer'iye ve Evkaf Vekaleti veyahut hususi vakıflar tarafından idare olunan bilcümle medrese ve
mektepler Maarif Vekaletine devir ve raptedilmiştir.
Madde 3 -Şer'iye ve Evkaf Vekaleti bütçesinde mekatip ve medarise tahsis olunan mebaliğ maarif bütçesine
nakledilecektir.
Madde 4 -Maarif Vekâleti yüksek diniyet mütehassısları yetiştirmek üzere darülfünunda bir ilahiyat
fakültesi tesis ve imamet ve hitabet gibi hidematı diniyenin ifası vazifesile mükellef memurların yetişmesi
için de ayrı mektepler küşat edecektir.
Bu kanunun uygulanmasıyla ilk, orta ve yüksek öğretimde ortak bir amaç birliği sağlamaya
çalışıldı. Milli kültürün geliştirilmesi nesillerin farklı akım, görüş ve maksatlı yetiştirme ve
şartlandırılmalardan kurtarılması, Cumhuriyetin hedeflerinin gerçekleştirilmesi planlandı.
Ayrıca eski eğitim kurumlarının tasfiyesi ve yabancı okulların denetlenmesi bu kanunla başarıldı.
Bu açıdan bu kanun son derece radikal bir reformdur.
Yasanın uygulanmasından sorumlu olan Maârif Vekili Vasıf Bey ise bir süre sonra adı geçen
kanunda olmamasına rağmen medreselerin kapatılmasını sağlamıştır. Böylece eğitim ve öğretim
birliği gerçek manada sağlanırken, eğitimdeki ikilik de ortadan kalkmıştır. Artık millî bir karakter
alan Türk millî eğitiminde, yabancı okulların işleyişi de düzenlemiştir. MEB’e bağlanan bu
okullara gönderilen genelge ile Türkçe, Tarih ve Coğrafya derslerinin Türkçe okutulması istenmiş
ve din propagandası yasaklanmıştır. 2 Mart 1926’da Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun uygulanması
için “Maarif Teşkilatı Hakkında Kanun” kabul edilmiştir. Bu kanun ile ilkokul parasız ve zorunlu
hâle getirilirken, bir Dil Heyeti, Maarif Eminlikleri ve Millî Talim ve Terbiye Dairesi kurulmuştur.
Atatürk, her başarısının altında kendisinin değil, ulusun olduğunu özellikle vurgulamıştır.
Teknik yanı ağır basan askeri zaferleri bile doğrudan doğruya ulusa mal etmiştir. Ayrıca Atatürk,
en umutsuz, en zor zamanlarda bile sürekli olarak, verdiği söylevlerde ve özel konuşmalarında
hep tek dayanağının Türk ulusu olduğunu vurgulamıştır.
Atatürk’ün ulusçuluğu, yeni Türk Devleti’nin her aşamasında duyumsanıyordu. Dış politikada,
ekonomide, kültürde ve eğilimde hep ulusal kaygı ön plandadır. Atatürk, yoruma gerek
“Bugün, Ankara, Milli Türkiye’nin Milli Eğitimi’ni kuracak olan Türkiye Öğretmenler Kurultayı’nın
toplanmasına da sahne olmak mutluluğu ile övünmektedir (...) Onun için bir Milli Eğitim Programı’ndan
söz ederken, geçmişin boş inançlarından ve yaratılışımızın nitelikleriyle hiç de ilgisi olmayan yabancı
düşüncelerden, Doğu’dan ve Batı’dan gelen tüm etkilerden büsbütün uzak, ulusal yaratılış ve tarihimize
uygun bir kültür düşünüyorum “
3 Mart 1924 yasalarının kabul edilişi ile birlikte önemi defalarca vurgulanan, eğitimin milliliği
gerçekleşmiştir. Ders kitaplarında, ders programlarında ulus, yurt, yurttaş bilinci büyük ölçüde
verilmeye çalışılmıştır.
Türk milletinin, utanmak için değil övünmek için yaratılmış, tarihini övünecek şeylerle
doldurmuş olduğunu belirten Mustafa Kemal, okuma-yazma bilmeyenler oranının yüksek
olmasının kabahatinin, Türkün seciyesini anlamayarak, zincirlerle onun kafasını saranlarda
olduğunu açıklamıştır. Geçmişin hatalarını kökten temizleyeceklerini, düzelteceklerini açıklayan
ve bunun için bütün yurttaşların çalışmalarını isteyen Mustafa Kemal, konuşmasını şöyle
bitirmiştir:
“En nihayet bir sene, iki sene içinde bütün Türk heyet-i içtimaiyesi yeni harfleri öğreneceklerdir. Milletimiz,
yazısıyla ve kafasıyla bütün âlem-i medeniyetin yanında olduğunu gösterecektir.”
Harf İnkılabının gerekçesi, halkın eline kolay öğrenilir, kolay kullanılır, basit ve sade bir bilgi aracı
vermek; okuryazarlığı yayarak halk arasındaki yaygın bilgisizliği kısa sürede gidermekti.
Konuyu Meclise getirmeden önce milletle paylaşan Mustafa Kemal Atatürk, 9 Ağustos 1928
tarihinde Sarayburnu’nda Türk Harf İnkılabı ile ilgili olarak hakkında yaptığı konuşma sırasında,
elinde tuttuğu küçük not kâğıtlarını orada bulunan bir gence vererek, şöyle demişti:
Arkadaşlar bizim ahenktar, zengin lisanımız yeni Türk harfleri ile kendini gösterecektir.
Asırlardan beri kafalarımızı demir çerçeve içinde bulunduran, anlaşılmayan ve anlamadığımız
işaretlerden kendimizi kurtarmak ve bu lüzumu anlamak mecburiyetindeyiz. Bundaki
“Bayanlar, Baylar, (...) Bir ulusun yıkımla karşı karşıya olması demek, o ulusun hasta, hastalıklı olması
demektir. Bundan ötürü kurtuluş, toplumdaki hastalığı ortaya çıkarmak ve iyileştirmekle elde edilebilir.
Hastalığın iyileştirilmesi bilim ve tekniğin gösterdiği yolla olursa hasta kurtulur, yoksa tersine, hastalık
kökleşir, onulmaz duruma gelir. (…) Bayanlar, Baylar, Yurdumuzun en bakımlı, en şirin, en güzel yerlerini
üç buçuk yıl kirli ayaklarıyla çiğneyen düşmanı dize getiren başarının sırrı nerededir, bilir misiniz?
Orduların yönetilmesinde bilim ve teknik ilkelerini önder edinmededir. Ulusumuzu yetiştirmek için kaynak
olan okullarımızın ve üniversitelerimizin kuruluşunda da gene bu yolu tutacağız. “
Atatürk, bilim ve tekniğe o kadar önem verir ki onun, yaşamın her alanında egemen olmasını
ister. “Baylar, Dünyada her şey için, madde ile ilgili işler için, fizikötesi işler için, yaşam için, başarı için
en gerçek önder, bilimdir, tekniktir. Bilim ve tekniğin dışında önder aramak, çevresinde olup bitenleri
öğrenmemektir, bilgisizliktir, doğru yoldan sapmadır.”
Osmanlılarda kadının statüsü oldukça düşüktür. Toplumsal yaşamda, özellikle kentlerde yok
sayılırlar. Kadınlar, ilk eğitimin dışında yaygın olarak eğitimden yararlanamazlar. Son
zamanlarda açılan okullara girebilmişlerse de sayıları çok fazla değildir. Ekonomik güçleri yoktur.
Hukuksal güvenceden yoksundurlar. Mirastan 1/4 pay alırlar. Mahkemede iki kadın bir erkeğe
eşittir. Örtünme zorunludur.
Atatürk yeni Türkiye’yi kurmaya çalışırken, ülkedeki kadının durumu budur. O, bu durumu tüm
gerçekliğiyle görür ve kadınların toplumsal yaşama bir an önce damgalarını vurmalarını ister. Bu
amacını gerçekleştirmek için de kadınların erkeklerle birlikte eğitilerek aydınlatılmalarını ister.
30.08.1925’te Kastamonu’da yaptığı bir konuşmada şöyle der:
“(...) Bir sosyal topluluk, bir millet erkek ve kadın denilen iki tür insandan oluşur. Kabil midir ki bir kitlenin
bir parçasını geliştirelim, diğerini müsamaha edelim de kitlenin bütünü ilerletilebilmiş olsun? Mümkün
müdür ki bir camianın yarısı topraklara zincirlerle bağlı kaldıkça diğer kısmı semalara yükselebilsin? Şüphe
yok, terakki adımları, dediğim gibi iki cins tarafından beraber, arkadaşça atılmalı ve gelişmeyendik alanında
birlikte kesin bir tavır almak gereklidir. Böyle olursa devrim başarılı olur”.
Karma eğitim, fırsat eşitliğinin bir gereği olarak kız çocuklarının da erkek çocuklarının eğitim
alanında yararlandığı her türlü haklardan yararlanması anlamını taşımaktaydı. Bu doğrultuda
karma eğitim gerçekleşerek, şehir ve köylerde kızlar, erkeklerle birlikte eğitim haklarını
kullanmaya başlamışlardı.
Atatürk’ün laiklik konusundaki politikası, başlangıçtan itibaren din işleriyle toplum düzenini
birbirinden kesinlikle ayırmaya dayanır. Dinsel inançlara karşı çıkan bir baskı da yapmamıştır.
Onun laiklik politikası, dinin toplum işlerinden, toplumsal görevlerinden sıyrılıp vicdanlara
itilmesi, kişilerin iç dünyalarından dışarıya taşmayan bir inançlar bütünü durumuna getirilmesi
amacını güder.
Eğitimde laik sözcüğü ilk kez Mustafa Necati’nin bakanlığı döneminde bir genelgede geçmiştir.
1926’da Bakanlığın yayınladığı genelgede;
“Türkiye’de herkesin millî ve dünyevi, modern ve demokratik bir terbiye alması esastır. Eğitimin millî
olmasından maksat gençleri, yaşayan bütün kurumları düşünce ve idealleriyle millî topluma
uydurmaktır… Dünyevi kelimesinden hedeflenen anlam, eğitimin laik olması, düşünceyi daraltan ve
vicdan özgürlüğünü kıran her türlü dinî etkiden uzak bulunmaktır. Modern deyimiyle, eğitimin, yöntemler
ve teknikler bakımından en yeni bilimsel kurallara göre sürdürülmesi, demokratik olarak da eğitim ve
öğretimin bütün olanaklarından kadın-erkek tüm ulus bireylerinin eşit derecede yararlanması, serveti,
toplumdaki yeri ne olursa olsun her gencin yeteneği ve zekâsı derecesinde öğrenim görebilmesine hiçbir
engelin konmaması düşünülmüştür…” Eğitim tamamen akla ve bilime dayandırılmıştır.
1 Ocak 1929’dan itibaren devlet yazışmalarının yeni harflerle yapılması sağlanmıştır. Ayrıca 1
Ocak 1929 tarihinde Millet Mektepleri açılmıştır. Halka önce okuma-yazma öğretme amacı güden
bu mektepler ilerleyen dönemlerde yaşamak için lazım gelen diğer bilgileri de öğretme amacı
gütmüştür. Yeni harflerin kabulünden sonra bu harfleri öğretmek için açılan Millet Mekteplerinde
1928’den 1937 yılı sonuna kadar dokuz senede 1.451.759 öğrenci mezun olmuştur. Bu
öğrencilerin %73,15’i erkek, %26,85’i kadındır. Millet Mekteplerine devam eden ve bu mektepleri
bitiren öğrencilerin özellikle 1928-1932 arasında en yüksek sayı ve oran arz ettiği aşağıdaki
tabloda görülmektedir.
1928 talimatnamesine göre Millet Mektepleri teşkilatı A ve B dershaneleri olarak iki sınıftan
oluşacaktı ve bu dershaneler sabit ve seyyar şekillerde eğitim imkânı sunacaktı.
A Dershaneleri; Öğrenim çağını geçirmiş olup ne eski Arap ve ne de Türk harflerini bilen
vatandaşların okuma yazma öğrenmelerini sağlamak üzere açılan 4 aylık Millet Mektepleri.
B Dershaneleri; Arap harfleriyle okuyup yazan, ancak Türk harflerini bilmeyen vatandaşların
Türk harfleriyle okuma yazma öğrenmelerini sağlamak için açılan 2 aylık Millet Mektepleri.
Millet Mekteplerinde öğrenci yaşı 16 ile 45 yaş arasında değişmekteydi. Hafta tatili cuma günü
haricinde, her gün birer saat ders yapılması hükme bağlanmıştır. Bunun iki saati okuma ve yazma
derslerine, iki saati hesap dersine, birer saati de sağlık ve yurt bilgisi derslerine ayrılmıştır. Yurt
bilgisi derslerinde millî tarih ve coğrafya derslerine özellikle önem verilmesi şart koşulmuştur.
Millet Mekteplerinin A veya B dershanelerine devam eden ve açılan sınav ile dönemini başarılı
olarak tamamlayanlara iki tür belge verilmekteydi. Birincisi Millet Mektepleri Dershanesi
Mezuniyet Varakası, diğeri Millet Mektebi Şahadetnamesi idi. Her dershanenin en başarılı bir
kadın ve bir erkek öğrencisine ödül olarak Mustafa Kemal Atatürk tarafından imzalanan bir
Teşkilatı Esasiye Kanunu veriliyordu. Bu ödül, aynı zamanda dönem içerisinde yurttaşlık
eğitimine ne kadar önem verildiğinin de bir göstergesiydi.
Gündüzleri ticaret hayatıyla geçirenlere, akşamları müsait zamanlarında kendilerine lâzım gelen
bilgileri verecek ve onları işlerinde daha kuvvetli bir hale getirecek kurslar açılmıştır. 1928 yılı
itibarıyla bu kurslar 12 yerde açılmış ve 493 öğrenciye hizmet vermiştir.
Millet mektepleri Türk harflerinin kabulünden sonra büyük bir hamle ile başlamış ancak zaman
içinde hızını kaybetmiştir. Modern kültürün halk tabakaları arasında yayılmasında okuma
odaları ve kütüphanelerin rolü çok büyüktür. 1930 yılında açılmasına başlanan bu odaların amacı;
okuma-yazmayı öğrenmiş olan vatandaşlara okuma-yazmayı sevdirmek, yetişkinlerin
ilgilendikleri konularda bilgi sahibi yapılmaları idi. Bu odalardan 1933 yılına kadar 119’u
kentlerde, 659’u da köylerde olmak üzere, toplam 778 adet açılmıştır. Buralara 5885’i kadın,
51294’ü de erkek olmak üzere, 57179 kişi devam etmiştir. Bu odalar Millet Mekteplerinin bir yan
kuruluşu olarak kabul edilebilir.
Okuma yazma öğretmenin yeterli olmadığı, aynı zamanda elde edilen birikimlerin de
korunmasına yönelik modern bir anlayışta kurulan okuma odaları da halkı kahvehane ve
kıraathanelerden kurtararak modernliğe yöneltme araçlarından biri olarak düşünülmüştür.
4.4. HALKEVLERİ
Atatürk, Türk milletinin kadın-erkek, zengin fakir ayırt etmeden bir bütün halinde eğitim imkânı
veren bir kültür ve eğitim merkezini gerekli görmüş, Türk Ocakları ve Öğretmen birliklerini de
içinde toplayan halkevlerini 19 Şubat 1932'de 14 il merkezinde kurdurmuştur.
Halkevleri, halkçılık politikasının somut bir denemesi olarak ortaya çıkmış ve aynı tarihte Halk
Partisi Genel Sekreteri Recep (Peker) Bey, açılış töreni münasebetiyle şöyle bir konuşma yapmıştır:
“Arkadaşlar, biz halkevlerinin samimi ve bütün Türk vatandaşlarını müsavi şeref mevkiinde gören
zihniyetle kurulmuş çatılar altında bütün vatandaşları toplamaya ve itinalı bir kültür çalışması içinde milli
birliğe yükseltmeye azmetmiş bulunuyoruz...”
Atatürk döneminde açılmaya başlayan bu kurumlar, İnönü döneminde sayısal olarak daha da
çoğalmış ve etkinliğini sürdürmüştür. Halkevleri, Cumhuriyet yönetiminin dünya görüşünü
aydınlar ve mahallî önderler aracılığıyla halka götürme, yaygınlaştırma, tanıtma ve toplumun
kültür yapısını canlandırma denemesidir.
Köy eğitimine dair düşünceler Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde ortaya çıkmıştır. Tartışılan
eğitim sorunlarının arasında, köyde eğitimin nasıl olacağı da yer almış ve çeşitli fikirler öne
sürülmüştür.
Bu öne sürülen fikirlerden bir örnek vermek gerekirse; 14 Temmuz 1914 tarihinde Osmanlı
Meclis-i Mebusanı’nda konuşan Kastamonu Milletvekili İsmail Mahir Efendi köy eğitimi ile ilgili
şu önerileri ileri sürmektedir:
“Türkiye bölge olarak 70’e ayrılmalı. Eşit olarak, yatılı, bir kız, bir erkek öğrenci alınacak şekilde, her köye
birer okul yapılmalı. Ülkenin ekonomik sıkıntıları sebebiyle, okullarını öğrenciler ellerinden geldiğince
katkıda bulunarak kendileri yapmalı. “
İsmail Mahir Efendi ve onun bu fikrini savunanların karşılaştıkları bir sorun, açılacak bu köy
okullarında yaşanacak öğretmen sıkıntısı olmuştur. Yine dönemin eğitimcilerinin yazılarından
gördüğümüz üzere, örneğin İsmail Hakkı Baltacıoğlu’nun yazılarında şehirde yetişen, şehir
kültürüyle büyüyen öğretmenlerin köylerde öğretmenlik yapmak istememelerinden
bahsedilmektedir. Buna karşılık olarak da şu düşünce gelişecektir. O hâlde köyde öğretmenlik
yapacak kişi köyde yetişmelidir. Bu sebepledir ki; 1921’e gelindiğinde eğitimci Fuat Gündüzalp
“Köy Öğretmen Okulu” açılmasını önermiştir.
Mustafa Kemal Atatürk 1 Mart 1922’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni Açış Konuşmasında
konuyla ilgili şöyle demiştir:
“Eğitim siyasetimizin temeli evvela mevcut cehli ortadan kaldırmaktır… Bütün köylüye okumak, yazmak
ve vatanını, milletini, dinini, dünyasını tanıtacak kadar tarihi, coğrafi ve ahlaki bilgileri vermek ve aritmetik
Yine 1920’lerde Amerika ve Almanya’dan Türkiye’ye davet edilen eğitim uzmanları köy eğitimi
ile ilgili görüşlerini sunmuşlardır.
Bu uzmanlardan, Amerikalı eğitimci John Dewey, köy eğitimi hakkındaki görüşlerini içeren
raporunda şunları söylemiştir: “Türkiye’de el ile kafayı birleştiren, yeteneğin; ulusal refahın
gelişmesi, tarım çalışmalarının düzeltilmesi ile sıkı bir biçimde ilişkilidir. Bu bakımdan Türkiye
eğitimi için en baş sorun ders konularının eğitim dizgesine dönüştürülen köy yaşamına iyice bağlı
olacak bir tür okullar kurulması koşulu ile sınırlıdır”.
1925’te Türkiye’ye gelen Almanya Ticaret ve Sanayi Bakanlığı Müşaviri Dr. Alfred Künhe ise,
Dewey’den farklı olarak köy eğitimi için ayrıca bir okul açılmasını değil sadece mevcut okullarda
gerektiğinde, köye dair ziraat eğitimine daha fazla önem vermenin yeterli olacağını
söylemektedir. Ayrıca bu ziraat eğitiminin sadece teoride değil, her okulda yapılacak tecrübe
bahçelerinde (işlik) uygulamalı olarak yapılmasını savunmaktadır.
1925’te Millî Eğitim Bakanı Mustafa Necati ise konuyla ilgili şu cümleleri söylemektedir:
“Ulusal eğitim örgütümüzün iyileştirilmesi için ilk düşünülecek sorun öğretmen yetiştirme sorunudur.
Her yıl üç bin öğretmen gereksinimimiz var. Köy çocuklarına ayrı bir öğretim vermek lâzımdır. Doğu
illerinde özellikle yatılı okullar gereklidir. Köy çocuklarını köyden alıp şehirde okutmak hatalıdır.”
1926’da ilköğretimde “4.770 okul”, “9.062 öğretmen”, 1928’de “21 lise”, “71 ortaokul”, “5.603
öğretmen” vardır. 1935’e gelindiğinde, Türkiye Cumhuriyeti’nin “40.000 köyünün, 35.000’ninde
okul yoktu”, okul olsa da öğretmen yoktu. Türkiye nüfusunda en fazla olan köy kesimi eğitimden
yoksundu. Köylerde bilim ve fen, yerini hurafelere bırakmıştı.
1935 yılına gelindiğinde ülke nüfusunun yüzde sekseninin yaşadığı köylerde okul sayısı yok
denilecek kadar azdır. Bu okullara kentlerden bulunup gönderilen az sayıda öğretmen de
köylerde tutunamamakta ve başarılı olamamaktadır. Köy insanının eğitim gereksinmesi sadece
okuryazarlıkla sınırlı değildir; bulaşıcı hastalıklarla savaşamamakta, üretimini ilkel yöntemlerle
yapmaktadır.
Ulusal Bağımsızlık Savaşı'nın ağır yükünü çeken köylüler, henüz demokrasiyi yaşatacak
cumhuriyet yurttaşı niteliğine kavuşamamıştır. Asıl önemlisi, 1930-1940 yılları arasında köye
hizmet götürmek çok zordur. Cumhuriyetle birlikte girişilen köye hizmet çabaları ya köylünün
beklentilerine uymadığı ya da becerilemediği için yarım kalmıştır. Başarı için köylünün dilinden
anlayan yeni bir aydın tipine gereksinme vardır.
Bu da köylünün kendi içinden çıkabilecektir. İşin bu püf noktasını iyi yakalayan ve kendisi de bir
köylü çocuğu olan büyük eğitimci İsmail Hakkı Tonguç Bey, Köy Enstitüsü sisteminin hem fikir
babası hem de kurucusu olacaktır. Onu Atatürk'ün eski kurmaylarından Milli Eğitim Bakanı
Saffet Arıkan göreve getirmiş, sonraki Bakan Hasan Ali Yücel de onun bu girişimlerine sahip
çıkmıştır.
İsmail Hakkı Tonguç Bey'in, köy sorununa ve köylünün kurtuluşuna bakış açısını şöyle
özetlemek mümkündür.
"Köy meselesi bazılarının zannettikleri gibi mihaniki surette köy kalkınması değil, manalı ve şuurlu bir
şekilde köyün içten canlandırılmasıdır. Köy insanı öylesine canlandırılmalı ve şuurlandırılmalı ki, onu
hiçbir kuvvet yalnız kendi hesabına ve insafsızca istismar etmesin. Ona esir ve uşak muamelesi yapamasın.
Köylüler şuursuz ve bedava çalışan birer iş hayvanı haline gelmesinler. Onlarda her vatandaş gibi, her
zaman haklarına kavuşabilsinler. Köy meselesi, köyde eğitim problemleri de içinde olmak üzere bu demektir...
“
"Köylüyü, köyden başlayarak ta Kamutay'a [TBMM] varıncaya kadar, devletin bütün şubelerinin idaresine,
onda bugünkü vasıflardan başka bir şart aramaksızın iştirak ettirmek, bu suretle devlet işlerini, realiteden
kuvvet alan elemanlarla besleyerek memleketin hakiki bünyesine uygun bir şekle getirmek... köylü
vatandaşlarda... Cumhuriyet vatandaşlığı şuurunu, aksiyon haline gelebilecek şekilde uyandırmak...
lâzımdır..”
Bir eğitmen, bir sınıfı alıp üç yıl okutur, bitiminde tekrar birinci sınıfa başlardı. Ayrıca köyde
kadınları eğitmek için kadın eğitmenlere de ihtiyaç duyularak, daha sonraki yıllarda eğitmen
kurslarında kadın eğitmenler de yetiştirilmiştir. Ancak kadın eğitmenlere sadece 1937-1938 ders
yılında rastlanmaktadır.
1936’da Eskişehir Çifteler Devlet Çiftliği’nde 84 adayla ilk eğitmen kursu açılmıştır. 11 Haziran
1937 tarihinde 8 maddelik 3298 sayılı Köy Eğitmenleri Yasası çıkarılarak, bu proje yasaya
bağlanmıştır.
Köy ihtiyaçlarına cevap vermek üzere Köy Muallim Mektepleri, Köy Eğitmen Kursları ve Köy
Öğretmen Okulları kurulmuştu. Ancak kırsalda verilecek eğitimde köylüye sadece okuma-yazma
öğreten bir öğretmen yeterli olmayacaktı. Diğer taraftan köy öğretmeni yetiştirecek kurumların
çok yönlü eleman yetiştirmesi gerekmekteydi. Bu yönde alınan kararlar yeni açılacak kurumlara
“Köy Enstitüsü" adının verilmesinin daha uygun olacağını gerekli kıldı. Bu doğrultuda Köy
Enstitüleri Kanunu 17 Nisan 1940’ta TBMM’de görüşülerek kabul edildi. Böylece Köy Öğretmen
Okulları, Köy Enstitülerine dönüştürüldü. Bu kanunla hem öğrenci kaynağının köyler olduğunu
saptamış, hem de 20 yıl köyde çalışma yükümlülüğü getirilerek çocukların eğitim aldıktan sonra
köyde tutulmasının yolu bulunmuştur. Enstitülerde öğretim kadrosu ise öğretmen ve usta
öğreticilerden oluşturulmuştur.
1943 yılında Eğitim Bakanlığı’nca Köy Enstitüleri Öğretim Programı hazırlanarak uygulamaya
geçirilmiştir. Programda enstitülerde okutulacak dersler Kültür, Ziraat ve Teknik olmak üzere üç
başlıkta toplanmış, haftalık çalışma saati 44 olarak belirlenmişti. 44 saatin 22’si kültür dersleri, 11’i
tarım, 11’i teknik çalışmalara verilmekteydi.
Köy Enstitüleri hem kuruldukları bölgenin ekonomik ve kültürel yaşamını etkilemişler, hem de
mezunları aracılığı ile bu etkilerini geniş alana yaymışlardır. Ülkedeki tüm köylere ulaşabilmek
Köy Enstitüleri ilk mezunlarını 1942’de vermiştir. 1951–52 öğretim yılı son öğretim yılıdır. Köy
Enstitüleri on yıl içinde ilköğretime 17.341 öğretmen, 8675 eğitmen kazandırmıştır. Türk millî
eğitim tarihinde bu kadar hızlı ilerleyiş ilk kez görülmektedir. İlköğretimde okullaşma oranı
1940’ta %37,1 iken bu oran 1950’de %65,5’e çıkmıştır. Ayrıca enstitülerde köyler için sağlık
personeli de yetiştirilerek köy sağlığının iyileştirilmesine katkıda bulunulmuştur. Köy
Enstitüleri’nde 1946–1950 yılları arasında 1248 köy sağlık memuru yetiştirmiştir.
Köy Enstitüleri, Anadolu’nun kırsal kesimlerinin koşullarını taşıyan bir çevre içinde
kurulmuşlardır. Başlangıçta, dersliği, işliği, yatakhanesi, mutfağı yemekhanesi, kısaca her şeyi ile
içinde yaşayanlarca kurulacak olan Köy Enstitüsünün, yaşayabileceği koşullarını kendinin
oluşturması yoluyla köylüye bu yönde örnek teşkil edilmesi amaçlanmıştı. İkinci olarak, Köy
Enstitüleri, mezun edecekleri öğrencilerini yapay koşullar içinde yetiştirmek yerine, çalışacakları
ortamı, yetişmeleri sırasında oluşturarak, doğal koşullar altında yetiştirmeyi yeğlemişlerdir.
Hayatla okulu bir arada yürütmek bakımından bu fikir, Köy Enstitülerinin ekonomik kalkınmada
çok önemli etkisi olabilecek bir yönünü teşkil etmektedir. Enstitüler merkezlerden uzak
bölgelerde kurulmuştur. Daha başında kendi yağları ile kavrulmayı benimsemişlerdir. Yalnız
zirai üretim bakımından değil, fakat aynı zamanda sanayi üretimi bakımından da günlük
ihtiyaçlarının çoğunu kendileri sağlamak zorundaydılar. Örnek olarak, kendi değirmen ve
fırınlarını kuran, üretim kooperatifleri oluşturan, yol yapan, elektrik santralleri kuran Köy
Enstitüleri gösterilebilir. Esasen Köy Enstitüleri'nde takip edilen eğitim, işliklerde sanat
çalışmaları, teorik bilgiler de tek kitaba bağlı kalmayıp çeşitli kaynaklardan faydalanma, serbest
tartışma, çevreyi inceleyip, çevre ihtiyaçlarına yönelme amacı böyle bir ihtisaslaşmayı ve
öğrencilerin kabiliyetlerine göre işe yönelmelerini kolaylaştırıyordu.
1940 yılında dünyanın büyük bir bölümü savaşa tutuşmuşken, Türkiye’de eğitim yoluyla geriliğe
karşı açılacak bir savaş için ilköğretim seferberliğinin hazırlıkları yapılıyordu. Tonguç 1937
Açılış sürecinde oldukça olumlu karşılanan bu kurumlar özellikle Türkiye’nin çok partili döneme
geçiş sürecine girmesiyle beraber politika malzemesi yapılmış ve yıpratılmıştır. 1946’da Köy
Enstitülerinin kurucuları olan Millî Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel ve İlk Öğretim Genel Müdürü
İsmail Hakkı Tonguç görevlerinden alınmıştır.
1947’de enstitülerin programlarında değişiklik yapılarak üretim ilkesi kavramları bir yana
atılmıştır. Programdan psikoloji ve sosyoloji gibi dersler kaldırılmış, yabancı dil eğitim seçmeli
hâle getirilmiş, birçok dersin saati azaltılmıştır. 1953’te program tekrar değiştirilerek yeni
programa “Öğretmen Okulları ve Köy Enstitüleri Programı” adı verilmiştir. Bu programda teknik
çalışmalardan demircilik, marangozluk, dokuma gibi faaliyetler kaldırılmıştır. Programda sadece
yaygın ve klasik bir iş dersine yer verilmiştir. Tarım ders ve çalışmalarının saatleri de eski
programlara göre azaltılmıştır. Üst üste gelen bu darbeler Köy Enstitüleri’nin özgün özelliklerini
ortadan kaldırmıştır. 1954’te Köy Enstitüleri ile ilk öğretmen okulları ‘İlk öğretmen okulları’ adı
altında birleştirilmiş, böylece 1947’den itibaren içi boşaltılan Köy Enstitüleri resmen kapatılmıştır.
Okul öncesi eğitim resmî olarak 1913 tarihli Tedrisât-ı İptidaiye Kanun-ı Muvakkatı’nda kabul
edildiği üzere, ilköğretimin içinde yer alan ana mektepleri ile başlatılabilir. Osmanlı Devleti’nde
ana mektepleri ilk önce özel okullar olarak kurulmuştu. Örneğin Selanik’te 1893’te Terakki
okulunun açtığı “Valide Mektebi”, 1896’da Ermenilerin Adapazarı’nda açtıkları “Ana Mektebi”
kurulan özel ana mektepleri arasında zikredilebilir. Ana mektebi terimi yanında “Valide
Mektebi”, “Çocuk Bahçesi”, “Çocuk Yuvası” gibi tabirler de kullanılmıştır. Özel okul olarak 1909
yılında İstanbul’da bir Ana Okulu açılmıştır.
1915’te yayınlanan nizamname ile belli bir programa kavuşan anaokulları, 1919 yılında Ana
Öğretmen Okulları’nın kapatılmasıyla sona ermişti. Millî Mücadele döneminde varlıklarını
kısmen sürdüren anaokulları daha çok özel okullar olarak Cumhuriyet’in kurulduğu yıllarda da
mevcudiyetini devam ettirmiştir. Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte yeniden şekillenen Türk
devletinde anaokulları da yerini almıştır.
Cumhuriyet’ten önce sıbyan mektepleri ve ibtidai mekteplerde yapılan ilköğretim, halkın okuma-
yazma oranında çok önemli ilerleme sağlayamamıştır. Bu sebeple 1923’ten itibaren ilköğretim,
üzerinde en çok durulan alan olmuştur. Bu çabalar daha sonraki yıllarda artarak devam etmiştir.
Eğitimde fırsat eşitliğinin oluşturulması, okulun herkese açık ve parasız olması, ilköğretimin
yaygınlaştırılması ve toplumun çağdaşlaşması amacıyla yapılan çalışmalar sonucunda 1923-1938
arasında gözle görülür sayısal artışlar yaşanmıştır. Böylece 1923-1924 ders yılında 4.894 olan
ilkokul sayısı, 10.238 olan ilkokul öğretmeni ve 341.941 olan ilkokul öğrenci sayısı 1937-1938 ders
yılına kadar sırasıyla, %137, %154 ve %224’lük artışlar göstermiştir.
Neticede 1937-1938 ders yılına gelindiğinde ilkokullar 6.700, ilkokul öğretmeni 15.775, öğrenciler
ise 764.691 rakamını bulmuştur. Ancak ilköğretim alanındaki bu sayısal gelişmeler tek başına
yeterli görülmemiş, Birinci ve İkinci Heyet-i İlmiye toplantılarında ilk ve ortaokul programlarında
Cumhuriyet rejiminin gereklerine göre düzenlemeler yapılmıştır. Böylece ilköğretimde çağdaş ve
yaygın eğitimin oluşması temin edilmeye çalışılmıştır.
5.3. ORTAÖĞRETİM
Osmanlı Devleti’nde son dönem yenilik hareketlerinin ana noktasını ortaöğretim kurumları
oluşturmuş, bu durum Cumhuriyet döneminde de devam ettirilmek istenmiştir. 1923’teki Birinci
1938–1939 öğretim yılında ortaokul sayısı 228, lise sayısı 75’e ulaşmıştır. Ortaöğretimi yurt sathına
yayma yönündeki faaliyetler, artan bir hızla devam etmiştir. Ancak bununla beraber okul ve
öğrenci sayılarının ve öğretim durumlarının ülke ihtiyaçları yönünde tespit ve yönlendirilmesi
problemi oldukça büyümüştür. Bu dönemde okul sayılarında artış olmuş fakat İkinci Dünya
Savaşı’nın yol açtığı ekonomik nedenlerle öğrenci sayısı düşmüştür. 1942–1948 yılları arasında
özellikle ortaokullardaki öğrenci sayısı oldukça azalmıştır. 1940–1941 öğretim yılında 95.332 olan
ortaokul öğrenci sayısı 1947–1948 öğretim yılında 59.093’e düşmüş, buna rağmen okul yapımına
devam edilmiş ve aynı dönemde ortaokul sayısı 238’den 267’ye çıkartılmıştır. Bu dönemde
ortaöğretimde özellikle okul programı ile ilgili olumlu gelişmelerin yaşandığını söylenebilir.
1949’da yürürlüğü konulan Ortaokul Müfredat programı, şimdiye kadar yapılanlar arasında en
kapsamlı olandır. 1949 programında okulun bir eğitim süreci olduğu gerçeğinden hareketle
programın ve dersin genel, özel amaçları, hedefleri, öğretim stratejisi belirlenmiştir.
İkinci aşamada ise ders kitabı yazarlarının bu programın amaç ve hedeflerine uygun eserler
yazmaları öğretmenlerin de derslerini aynı amaçlar doğrultusunda işleyebilmeleriydi. Ancak bu
ikinci aşamadaki başarısızlık her zaman sürdüğünden, doğru yaklaşımlı programlar hedeflerine
ulaşamamıştır.
1923-1924 senesinden 1937-1938 ders yılına gelindiğinde 23 olan lise sayısı %196’lık bir artış ile
68’e, 513 olan lise öğretmenleri sayısı %227’lik bir artış ile 1.164’e ve 1.241 olan lise öğrencisi
sayısı %1.692’lik bir artış ile 21.000’e yükselmiştir.
Mesleki ve Teknik Okulların sayısı 1923-1924 ders yılında 44 iken 1936- 1937 ders yılında bu sayı
40’a düşmüştür. Fakat bu okulların gerek öğretmen gerekse öğrenci sayısı 1936-1937 ders yılına
gelindiğinde sırasıyla %245 ve %162 oranında bir artış kaydetmiştir.
1923-1924 ders yılından 1936-1937 ders yılına kadar geçen süre içinde öğretmen okullarının ve
burada görev yapan öğretmenlerin sayısında önemli bir düşüş yaşanmıştır. Okul ve öğretmen
sayısındaki düşmeye rağmen bu okulların öğrenci sayıları 1923-1924 ders yılında 2.528 iken 1936-
1937 ders yılında 2.949’a yükselmiştir. Bu durum öğretmen istihdamı sağlayacak yeni eğitim
politikaların düşünülmesine yol açmıştır. Köy Öğretmen Okulları ve Köy Enstitüleri bu duruma
özel bir uygulama olmuştur.
5.5. YÜKSEKÖĞRETİM
Bu arada sadece uzmanlar Türkiye’ye çağrılmakla kalmadı, Türkiye’den de yurt dışına birçok
öğrenci çeşitli alanlarda uzmanlaşmak için yükseköğretim yapmak üzere gönderildiler. Amaç
Türkiye’deki üniversiteleri geliştirmek ve reformları ayakta tutacak gençler yetiştirmekti.
1939–1950 yılları arasında yükseköğretimde öğrenci, öğretim üyesi ve okul sayıları bakımından,
gözle görülür bir gelişme sağlanmıştır. 1939 yılında 19 olan okul ve fakülte sayısı 34’e, 837 olan
öğretim üyesi sayısı 1852’ye, 9384 olan öğrenci sayısı 25.091’e yükselmiştir. Ancak bu artışlar
okullaşan nüfus oranı içinde yine de oldukça düşük kalmıştır.
SUNGU, İHSAN (1938), TEVHİD-İ TEDRİSAT, BELLETEN, CİLT. II, SAYI. 7-8, SS. 421- 422
Hazırlayan
6.ÜNİTE / ATATÜRK DÖNEMİ TÜRK DIŞ POLİTİKASI
TÜRK-SOVYET İLİŞKİLERİ
TÜRK-FRANSIZ İLİŞKİLERİ
TÜRK-İTALYAN İLİŞKİLERİ
BALKAN ANTANTI
SADABAT PAKTI
TÜRK-İNGİLİZ İLİŞKİLERİ
TÜRK-ALMAN İLİŞKİLERİ
TÜRK-SOVYET İLİŞKİLERİ
TÜRK-İTALYAN İLİŞKİLERİ
MİLLETLER CEMİYETİ
HATAY MESELESİ
ORTA DOĞU
BALKANLAR
Mustafa Kemal, Lozan Antlaşmasından sonra Türkiye’nin dış politikasına fikirleriyle yön
verirken, aynı zamanda Türkiye’nin bu dönemde millî bir dış politika izlemesini sağlamıştır. O,
milletin güçlü ve mutlu yaşayabilmesi için devletin tamamen millî bir iç ve dış siyaset takip etmesi
gerekliğini savunmuş ve millî siyaseti de “Her şeyden evvel millî hudutlarımız içinde ve sonrada
dışarıda millet ve memleketin hakiki saadetine çalışmaktır." şeklinde açıklamıştır.
Atatürk dönemi Türk dış politikasını, mevcut olaylar ve gelişmeler ile gerçekleştirilen işler ve dış
politikayı meşgul eden konuları göz önünde bulundurarak, iki dönem halinde incelemek
mümkündür.
1932 yılına kadar uluslararası gelişmelerle ilgilenilmekle birlikte, esas olarak Lozan’dan kalan
bazı sorunların çözümüyle uğraşıldı. Bu sorunlar; İngiltere ile Musul, Fransa ile borçlar meselesi
ve Suriye sınırı, Yunanistan ile ahali mübadelesi meselesi ve kapitülasyonlara ilişkin bazı
hususlardı. Türkiye, 1932 yılına kadar iç ve dış meselelerini büyük ölçüde çözüme kavuşturmuş,
uluslararası alanda daha aktif bir döneme girebilecek hale gelmişti.
Bu dönemde Atatürk’ün barışçı dış politikası dışarıda zaman zaman bazı engellerle karşılaşmıştı.
Osmanlı Devleti zamanında kapitülasyon rejimine alışmış olan büyük devletler bunu devam
ettirmek istemişler ve her alanda içişlerimize müdahale etmek teşebbüsünde bulunmuşlardı. Bu
kapsamda; başkentin İstanbul’dan Ankara’ya taşınmasına İngiltere muhalefet etmiştir. Fakat
Ankara’nın kararlı tutumu sayesinde direnmekten vazgeçmişti. Fransızlar Türkiye’deki
okullarında eski statülerini devam ettirmek için gayret sarf etmişler ancak bunda başarılı
olamamışlardı.
Lozan Antlaşmasından arta kalan meseleler arasında halli en zor olanı Türkiye’yi, İngiltere'yi ve
bu devletin mandası altındaki Irak’ı ilgilendiren Musul meselesi olmuştur. Musul meselesi Millî
Musul meselesi ile ilgili olarak Lozan Barış Konferansı’nda yapılan tartışmalarda Musul, Türkiye
için asgari vatan sınırlarını ifade eden, Misak-ı Millî’nin vazgeçilmez bir parçası olarak
görülmüştür. Buna mukabil İngiltere için zengin petrol yatakları, İngiliz sömürgesi olan
Hindistan’a giden yolun güvenliği ve Orta Doğudaki çıkarları açısından stratejik ve ekonomik bir
bölge idi. Musul ile ilgili olarak Lozan’daki Türk heyetinin başkanı İsmet Paşa, Türk tezini siyasi,
tarihî, etnografik, coğrafî, ekonomik ve askerî açılardan geniş bir şekilde açıklamıştır. Türk tezi,
Musul ve Süleymaniye bölgeleri halkının büyük çoğunluğunun Türk olduğunu ve bu nedenle
Türkiye sınırları içerisinde kalması gerektiği yönündeydi. İsmet Paşa’nın bu anlayışla bölgede
halk oylaması yapılması yönündeki teklifi de Lord Curzon tarafından, “Bölge halkının rey verme
alışkanlığı olmadığı ve plebisitin amacını anlayamayacakları” gerekçesiyle kabul görmemiştir. Bunun
üzerine Musul meselesi konferansın çalışmalarına tehlikeye düşürecek bir mahiyet almaya
başlayınca taraflar bu meselenin hallinin konferanstan sonraya bırakılmasını kabul etmişlerdi.
Bunun üzerinde, Lozan Antlaşmasının 3’uncu maddesinin 2’nci fıkrasına şöyle bir hüküm
konmuştur:
Türkiye ile Irak arasındaki hudut dokuz ay zarfında Türkiye ile Büyük Britanya arasında sureti
muslihanede tayin edilecektir.
Tayin olunan müddet zarfında iki hükümet arasında itilaf husule gelemediği takdirde, ihtilaf
Cemiyeti Akvam Meclisine arzolunacaktır.
Hattı hudut hakkında ittihaz olunacak karara intizaren Türkiye ve Britanya hükümetleri
mukadderatı kat'iyesi bu karara muallak olan arazinin halihazırında herhangi bir tebeddül ikaına
bais olacak mahiyette hiçbir hareketi askeriye veya sairede bulunmamaya mütekabilen taahhüt
ederler.
İngiltere’nin nüfuzu altındaki cemiyetten tarafsız bir karar çıkması imkânsızdı. Nitekim 19 Mayıs-
5 Haziran 1924 tarihleri arasında yapılan Haliç Konferansına Türkiye Ali Fethi Okyar, İngiltere
Sir Percy Cox başkanlığında katılan taraflar iddialarını tekrarlamış ancak sonuç alamamışlardı.
Milletler cemiyetindeki görüşmelerde de görüşlerini tekrarlayan taraflar sonunda sözde tarafsız
bir komisyonun raporunu beklemek durumunda kalmışlardır. Macar diplomat Teleki
başkanlığındaki komisyonun İngiliz isteklerini karşılayan, raporu Türkiye’nin bütün gayretine
rağmen 16 Aralık 1925’de kabul edilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti yönetiminin gerek etnik gerek
siyasi meselelerle de uğraşmak zorunda kaldığı bu süreçte 5 Haziran 1926 tarihinde Türkiye,
5 Haziran 1926’da Ankara’da Türkiye, İngiltere ve Irak Hükümetleri arasında, Sınır ve İyi
Komşuluk Antlaşması İmzalanmıştır. Antlaşmanın başlıca hükümleri özetle şöyledir:
Türkiye ile Irak arasındaki sınır, Milletler Cemiyetinin 29 Ekim 1924’de saptadığı “Brüksel
hattı” olacaktır. Bununla birlikte, “Brüksel hattı”, Tşuta ve Alamun’un güneyinde, bu iki
yeri birbirine bağlayan yolun Irak topraklarından geçen kısmını Türkiye’ye bırakmak
üzere değiştirilmiştir (Madde 1).
Taraflar, bu sınırı kesin ve saldırıdan uzak olmak üzere kabul edip, bunu değiştirmeğe
yönelik her türlü girişimden kaçınmağı taahhüt ederler
(Madde 5).
Taraflar, sınır bölgesinde birbirleri aleyhinde hiçbir propaganda örgütüne ve toplantıya
izin vermeyeceklerdir (Madde 12).
Irak Hükümeti, Antlaşma’nın yürürlüğe girmesinden başlayarak 25 yıl süreyle, 14 Mart
1925’de Turkish Petroleum Şirketi’yle yaptığı petrol ayrıcalığı sözleşmesinin 10.
maddesine göre, bu şirketten 6. maddesine göre (Irak’tan) petrol ihraç edebilecek olan
şirketlerden veya kişilerden ve
33.maddesine göre kurulacak yardımcı şirketlerden elde edeceği gelirin %10’unu Türkiye
Hükümeti’ne ödeyecektir (Madde 14).
Irak Hükümeti, kendi topraklarında oturan kişilerden, bu antlaşmanın imzalanmasına
kadar Türkiye lehinde siyasal eylemlerde bulunmuş olanları, bundan dolayı cezalandırma
yoluna gitmeyecek ve ayrıca bir genel af çıkaracaktır (Madde 15).
Bu anlaşmaya göre Türkiye 25 yıl boyunca Irak’ın belli bölgelerindeki petrol gelirlerinden %10
pay alacaktı. Türkiye bu hakkından bir defalık aldığı 500.000 Sterling karşılığında vazgeçmiştir.
Böylece Musul meselesinin çözümü Lozan Antlaşması gereğince Milletler Cemiyeti’ne havale
edilmişti. Cemiyet, 20 Eylül 1924’te Musul meselesi ile ilgili olarak önce hazırlanan raporları
görüşmek üzere toplandı. Cemiyet, Musul meselesi konusunda esas alınacak bir raporun
hazırlanması için bir komisyon oluşturdu. Bu komisyonca hazırlanan raporda; Musul’un Irak’ta
kalması ve Kürtlere birtakım hakların verilmesi gerektiği ifade edilmiştir. Milletler Cemiyeti,
komisyonun bu raporunu olduğu gibi kabul etti.
Türkiye bu karara büyük tepki göstermesine rağmen fazla ileri gidemedi. Çünkü o sıralarda Şeyh
Sait İsyanı ile meşguldü. Ayrıca çözüm bekleyen bir sürü sosyo-ekonomik ve siyasi meselenin
Yunanlılar, 1798 tarihinden itibaren Megalo İdea peşinde koşmaktadırlar. Özellikle 1830 yılında
bağımsızlıklarına kavuştuktan sonra. Osmanlı Devleti'nin zayıf anlarını kollayıp, bundan
faydalanmak suretiyle bu amaca ulaşmaya çalışmışlardır. Yunanlıların gerek bu çerçevede
sürdürdükleri faaliyetleri ve gerekse I. Dünya Savaşından sonra Anadolu’yu işgal etmeleri, bu
yıllarda Türk- Yunan ilişkilerinin sürekli gergin olmasına sebep olmuştur.
İki Ülke arasındaki ilişkilerin sürekli bu atmosferde yaşandığı dönemde daha Lozan görüşmeleri
yapılırken, 30 Ocak 1923’te Türkiye ile Yunanistan arasında, “Türkiye’de kalan Rumlarla,
Yunanistan'da kalan Türklerin karşılıklı mübadelesi" konusunda bir antlaşma imzalanmıştı. Buna
göre; 30 Ekim 1918 tarihli Mondros Mütarekesinden önce İstanbul Belediyesi sınırları içerisine
yerleşmiş bulunan Rumlarla (Etabli), Batı Trakya’da yaşayan Türkler hariç, diğer yerlerde
yaşayan Türk ve Rumlar karşılıklı olarak değiştirileceklerdi. Bu değişimi gerçekleştirmek üzere
de uluslararası bir komisyon kurulacaktı. Ancak, Yunanistan İstanbul'da daha fazla Rum
bırakmak maksadıyla hareket edince, Etabli kavramının yorumunda anlaşmazlık çıktı.
Milletler Cemiyeti üzerinden Uluslararası Daimî Adalet Divanından alınan “istişâri mütalaa”da
problemi çözmeye yardımcı olamadı. Yunanistan’ın Batı Trakya’daki Müslümanların mallarına
el koyarak Türkiye’den gelenlere vermesi, Türkiye’nin İstanbul Rumlarının mallarına el
koymasıyla karşılık buldu. 1 Aralık 1926 tarihinde varılan anlaşmada değişim meselelerinin bir
kısmı halledilirken ilişkilerin gerginleşmesi engellenemedi. Gerginliğin tırmanması üzerine işin
görüşmeler yoluyla çözümlenmesi, iki taraf için de uygun olduğundan 1 Aralık 1926’da bir
antlaşma imzalandı. Fakat bu antlaşmanın uygulanması da kolay olmadı. Birçok gerginlikler
ortaya çıktı. Savaş havası esmeye başladı. Fakat, Venizelos bir savaşın Yunanistan’a getireceği
sıkıntıları düşünerek tutumunu yumuşattı ve Ankara’nın da buna karşılık vermesi üzerine 10
Haziran 1930’da Ahali anlaşmazlığını çözümleyen yeni bir antlaşma imzalandı. Bu antlaşma ile
doğum yerleri ve tarihleri ne olursa olsun İstanbul Rumları ile Batı Trakya Türklerinin hepsi
“etabli” deyiminin kapsamı içine alındı. Bu suretle Lozan’dan beri devam etmekte olan
anlaşmazlık da sona ermiş oldu.
Bu şekilde başlayan gelişmeler Venizelos’un Ekim 1930 sonunda Türkiye ziyaretiyle ivme
kazandı. 30 Ekim 1930 ‘da ilişkilerin uzun süre yolunda gitmesini sağlayacak üç anlaşma
Böylelikle bahar devrini yaşamaya başlayan Türk- Yunan ilişkileri, Kıbrıs meselesinin ortaya
çıkışına kadar bu atmosferde devam etmiştir.
Lozan’dan sonra Türk-Sovyet ilişkileri üzerinde üç konu etkili olmuştu. Ticari münasebetler,
komünizm ideolojisi ve Türkiye’nin Batı ile ilişkileri. Sovyetler Birliği ile ekonomik ilişkilerin
gelişmesi, Sovyetlerin bu ilişkileri nüfuzunun ve komünizmin yayılmasının aracı olarak
kullanması Türkiye’yi Batıya yöneltiyordu. Ancak Musul sorunu nedeniyle Batılı ülkelerle
ilişkilerin olumsuz yönde gelişmesi ve İngiltere ile yaşanan gerilim Türkiye’yi Sovyetler Birliği ile
ilişkilerini geliştirmeye zorluyordu. I. Dünya Savaşı’nın galiplerinin Almanya’yı da yanlarına
alarak 1925’de Locarno sistemini kurmaları Sovyetler Birliğini rahatsız etti.
Kendini yalnız kalmış hisseden Sovyetler Birliği, Türkiye’ye yaklaştı ve iki devlet 17 Aralık
1925’te Paris’te bir Tarafsızlık ve Saldırmazlık Antlaşması imzaladı. Bu anlaşma iki ülke
arasındaki ekonomik ilişkilerden daha çok siyasi ilişkilerin gelişmesini sağladı. Bu nedenle
ekonomik ilişkilerin geliştirilmesi maksadıyla iki ülke arasında 11 Mart 1927’de Ankara’da bir
Ticaret ve Seyr-i Sefain Anlaşması imzalandı.
Ancak, zaman içerisinde Türkiye, Batı ülkeleriyle olan meselelerini çözüme kavuşturarak, bu
ülkelerle ilişkilerini geliştirmeye başlayınca, Sovyetler bundan rahatsız olmuştur. Bu durum, iki
taraf arasındaki ilişkilere de yansımış ve ilişkilerde bir soğukluğa sebep olmuştur. İki ülke
arasında, 17 Aralık 1928 tarihinde, 1925 tarihli Dostluk Antlaşmasını iki yıl daha uzatan bir
antlaşma imzalanmış olmasına rağmen, bu yıllarda, iki devlet bazı konularda karşı karşıya
gelmeye başlamışlardır. Özellikle Türkiye, 1930’lardan sonra Batılı büyük devletlerle normal
ilişkiler kurmaya başlayınca, Sovyetlerle olan ilişkileri gittikçe zayıflamıştır.
Fransa, daha Millî Mücadelenin devam ettiği günlerde, kendi kamuoyunun da baskısı sonucu 20
Ekim 1921 tarihinde Türkiye ile Ankara Antlaşmasını imzalayarak, TBMM Hükümetini tanıyan
ilk itilaf devleti olmuştu. Bu durum daha bu dönemde iki ülke ilişkilerinin olumlu bir havaya
Bu sebeple, bu dönemde Türk- Fransız ilişkileri, adı geçen meselelerin halledilmesi ekseninde
gelişmiştir. Bu çerçevede, ilk olarak ele alınan konu, Türkiye- Suriye sınırının çizilmesi meselesi
olmuştur. 1921 yılında imzalanmış olan Ankara Antlaşmasında, barış antlaşmasının
imzalanmasından bir ay sonra, Türkiye ve Suriye arasında sının çizmek için karma bir komisyon
kurulması öngörülmüştü. Ancak, adı geçen komisyon 1925 Eylül ayında kurulabildi ve
çalışmaları sırasında sınırın çizilmesi konusunda anlaşmazlık çıktı. Bu anlaşmazlık ilk etapta
Türkiye ile Fransa arasındaki ilişkilerde bir gerginliğe sebep olmuştu. Fakat daha sonra, iki tarafın
da olumlu tutumları sonucu, iki ülke arasında 30 Mayıs 1926 tarihinde imzalanan Dostluk
Antlaşması çerçevesinde sınır tespit edilmiş ve taraflar arasında temel konularda bir uzlaşma
sağlanmıştır.
İki ülke arasında Türkiye- Suriye sınırıyla ilgili meselenin halledilmesinden sonra ele alınan diğer
bir konu ise, Türkiye’deki Fransız Misyoner Okullarının durumu olmuştur. Ancak, bu konu
Türkiye açısından oldukça kolay çözümlenmiştir. Çünkü Türkiye, 1926 yılında çıkardığı Yabancı
Okullar Yönetmeliğine göre, bu konuyu kendi iç meselesi sayarak istediği gibi halletme kararı
almıştır. Türkiye’nin konuyu istediği gibi halletmesi demek, şüphesiz bu tür okulları kapatması
demektir. Fransa başlangıçta bu karara karşı çıkmışsa da daha sonra kabul etmek zorunda
kalmıştır.
Bu dönemde, Türk- Fransız ilişkilerini olumsuz yönde etkileyen bir başka konu da Bozkurt adlı
bir Türk gemisiyle Lotus adlı bir Fransız gemisinin 2 Ağustos 1926’da Midilli yakınlarında
çarpışmasıyla ortaya çıkan durum üzerine başlayan Bozkurt- Lotus davası olmuştur. Ancak, bu
davanın 1927’de Milletlerarası Adalet Divanında Türkiye lehine sonuçlanmasıyla, iki Ülke
ilişkilerinde gerginlik yaratan bir konu daha çözüme kavuşmuştur.
Türk- Fransız ilişkilerinde problem olan diğer bir konu da Osmanlı borçlarının ödenmesi meselesi
olmuştur. Bu konu ikili ilişkilerde zaman zaman gerginliklere sebep olmuştur. En sonunda
borçlar, 13 Haziran 1928 günü imzalanan Paris Antlaşmasıyla belirli bir ödeme sistemine
bağlanınca, iki ülke arasındaki bu mesele o gün için çözüme kavuşmuştur. Fakat, 1929 yılında
çıkan dünya ekonomik krizi Türkiye’yi de etkileyerek ödeme güçlüğü içine sokmuştur. Bunun
üzerine, iki ülke arasında yeniden görüşmelere başlanmış ve görüşmeler sonunda, 1933 yılında
Paris’te yeni bir Borç Antlaşması imzalanmıştır. Böylelikle bu mesele de kesin olarak
Ancak, bu dönemde iki ülke arasındaki yaşanan sıkıntılar bu kadarla da sınırlı kalmamıştır. Bu
yıllarda Fransızlar tarafından işletilen Adana- Mersin demiryolunun 1929'da Türkiye tarafından
satın alınmak istenmesi üzerine, ilişkilerde yine bir gerginlik yaşanmıştır. Başlangıçta Fransa bu
karara karşı çıkmış olmasına rağmen, kısa bir süre sonra bu tutumundan vazgeçmiştir.
Türkiye’nin ısrarı karşısında fazla direnmeyip Haziran 1929’da hattı Türkiye’ye teslim ettiler. İki
taraf arasında. Haziran 1929’da yapılan antlaşma ile de Fransa, demiryolunu Türkiye’ye satmıştır.
Böylece, Türkiye ile Fransa arasındaki ilişkileri olumsuz yönde etkileyen problemler birer birer
ortadan kaldırılmış ve iki ülke ilişkilerinin olumlu bir havada gelişmesi sağlanmıştır.
Birinci Dünya Savaşı’ndan galip çıkan devletlerarasında yer almasına ve 1915’te Londra’da ve St.
Jean de Maurienne’de kendisine Anadolu ve Kuzey Afrika’da toprak sözü verilmesine karşın
bunların gerçekleşmemesi ve İngiltere’nin Anadolu’yu paylaşım hesaplarında İtalya yerine
Yunanistan’ı tercih etmesi İtalya’nın, Ankara Hükümeti’ne karşı İngilizlerden çok farklı bir
siyaset izlemesine yol açmıştır. Bundan dolayı İtalya, Millî Mücadele hareketine bir bakıma destek
veren, Lozan Barış Antlaşması’nı ilk tasdik eden ülke olmuştur.
Bununla birlikte İtalya gerek bölgedeki ekonomik çıkarlarını koruma endişesinden ve gerekse
kendi iç sorunlarından dolayı Anadolu’da bir askeri maceraya atılmaya cesaret edememiş ve
askerlerini Anadolu’dan çekmiştir. Gerçekte bu hareketiyle İtalya, Ankara hükümetiyle iyi
ilişkiler kurarak, ileride kurulabilecek Türk Devletinden azami ölçüde yararlanmayı amaçlamıştır.
İtalya, Yunanistan’ın Anadolu’yu işgaline sıcak bakmadığından bu durum Ankara ile İtalya
hükümetleri arasında sıcak ilişkiler kurulmasına zemin hazırlamakla birlikte, bu yakınlaşma
uzun süreli olmamıştır. Bunun temel nedeni Mussolini’nin 1922’de iktidara gelmesiyle birlikte
İtalya’nın giderek yayılmacı emellerini ön plana çıkarması ve İtalya’nın Akdeniz’de ciddi bir
tehdit oluşturması ve bu gelişmeler karşısında Türkiye’nin bu bölgede ciddi bir güvenlik endişesi
duymasından kaynaklanmıştır.
İtalya’nın bu tutumu karşısında Türkiye, takip ettiği dış politika ilkeleri çerçevesinde
sömürgeciliğe şiddetle karşı olduğunu ve buna karşı koyacağını açıkça ifade ederek, gerekli
Bunun sonucu, gerek Türkiye’nin Batılı devletlerle ilişkilerini geliştirme düşüncesi, gerekse
İtalya’nın Doğu Akdeniz'de bir ittifak arayışı içinde olması iki ülke arasında 30 Mayıs 1928
tarihinde bir Tarafsızlık ve Dostluk Antlaşmasının imzalanmasına sebep olmuştur. Ancak, bu
anlaşmaya rağmen, iki taraf arasında büyük bir yakınlaşma olmamıştır. Özellikle 1936’dan
itibaren Türk- İngiliz ilişkilerinde sağlanan gelişme, Türk- İtalyan ilişkilerinin zayıflaması
sonucunu doğurmuştur.
Bu istek doğrultusunda, ilk önce Afganistan ile yakın ilişkiler kurulmuş ve 1 Mart 1921 tarihinde
Türk- Afgan Dostluk Antlaşması imzalanmıştır. Bu antlaşma ile iki ülke arasında ciddi bir dostluk
sağlanmıştır. Kurtuluş Savaşı döneminde, iki ülke arasında başlayan dostluk ilişkisi, savaş
sonrasında da devam etmiş ve 25 Mayıs 1928 tarihinde Ankara’da 1921 antlaşmasını teyit eder
nitelikte yeni bir Türk- Afgan Dostluk Antlaşması daha imzalanmıştır. Böylelikle taraflar
arasındaki dostluk ilişkileri devam etmiştir.
Bu dönemde, Türkiye’nin kısmen aktif olarak ilişkiler içinde bulunduğu bir başka İslam ülkesi ise
İran olmuştur. Çünkü İran ile özellikle sınır meseleleri yüzünden, bazı sıkıntılar mevcut idi. Bu
sıkıntıları ortadan kaldırmak maksadıyla iki ülke arasında, 22 Nisan 1926 tarihinde bir Güvenlik
ve Dostluk Antlaşması imzalanmış ise de bu antlaşma problemleri çözmek için yeterli olmamıştır.
Bunun üzerine, 1928’de bir ek protokol imzalanarak 1926 antlaşması daha etkin hale getirilmiştir.
Nihayet, 23 Ocak 1932’de, iki taraf arasında bir Dostluk Antlaşması imzalanarak hem sınır
meselelerinin çözülmesi sağlanmış hem de dostluk ilişkileri gelişmeye başlamıştır.
Zaten, Türkiye’nin bu dönemde yürüttüğü dış politikada, genel olarak İslam ülkeleriyle bir
menfaat çatışmasına girmesi söz konusu değildi. Ancak, Türkiye’de yapılan bazı inkılâplar ve
Ancak, bu dönemde mevcut olan bu tür olumsuz durumlara rağmen, Türkiye’nin İslam
ülkeleriyle ilişkileri zaman içerisinde gelişmeye devam etmiştir, özellikle bu ülkelerde
bağımsızlık mücadelelerinin başlaması sırasında, bu mücadeleyi veren aydınlar için Atatürk ve
Türk Millî Mücadele hareketinin örnek teşkil etmesi, taraflar arasında bir yakınlaşma sağlamıştır.
Böylelikle Türkiye’nin Lozan Antlaşmasından sonra tıpkı Batı ülkeleriyle olduğu gibi, İslam
ülkeleriyle de ilişkilerini dostluk atmosferi içerisinde sürdürdüğü görülmektedir.
Türkiye, 1932 yılına kadar yurt içinde reformları büyük ölçüde gerçekleştirmiş, dahili teşkilatını
tesis ederek güçlendirmiş, Lozan’dan kalan sorunların önemli bir kısmını çözümlemiş ve
komşularıyla ilişkilerini olumlu bir şekilde geliştirmeye başlamıştı. Bütün bunlar Türkiye’yi
uluslararası ilişkilerde güçlü konuma taşımış, ona bağımsız ve eşit bir statü kazandırmıştı. Artık
bölgesel ve küresel gelişmelerde rol alabilir, istikrar ve barışa katkı sağlayabilirdi.
Milletler Cemiyeti, I. Dünya Savaşı sonunda galip devletler tarafından, dünya barışının
korunması ve uluslararası iş birliğinin arttırılması amacıyla kurulmuştur. Ancak, bu teşkilat
başlangıçta bir müddet İngiltere’nin kontrolünde faaliyet göstermiştir. Bu sebeple Türkiye,
İngiltere ile olan problemleri yüzünden pek sıcak bakmamıştır. Ancak, takip ettiği Yurtla Sulh
Cihanda Sulh felsefesi doğrultusundaki dış politika ilkesinin bir gereği olarak, 1928’den itibaren
dünyadaki silahsızlanma faaliyetlerine katılmış ve 1929’da da Briand-Kellog Paktını imzalayarak,
uluslararası ilişkilerde savaşı reddettiğini açıkça ortaya koymuştu. Bu durum, Türk dış
politikasına yeni bir boyut kazandırmış ve 1930’lardan itibaren Milletler cemiyeti ile ilgilenmesine
sebep olmuştu.
Türkiye ile Milletler Cemiyeti arasında, aynı amaca hizmet etmek noktasında bir yakınlaşmanın
yaşandığı bu dönemde, Türkiye, Nisan 1932’de yapılan Cenevre Silahsızlanma Konferansında,
Milletler Cemiyeti ile iş birliğine hazır olduğunu bildirdi. Bunun üzerine, İspanya ve Yunanistan
Bu konuda ilk önemli adım Milletlerarası Barış Bürosunun 6-10 Ekim 1929'da Atina'da
düzenlediği 27. Evrensel Barış Kongresinde Yunanistan'ın eski başbakanlarından
Papanastasiu'nun, Balkan devletleri arasında ortak sorunları ve çıkarları ele alacak bir Balkan
Birliği Enstitüsü kurulmasını teklif etmesiyle atıldı. Teklif, günün koşulları içinde olumlu
karşılandı ve katılan Balkan devletleri kendi aralarında gayrı resmi bir dizi konferans yapılması
kararını aldılar. Bu konferansların ardından Balkan Birliği’ni hayata geçirebilmek için çalışmalara
hız verilmiştir. Ancak dünya siyasetinde var olmaya başlayan revizyonist-antirevizyonist
Türkiye Balkan Paktı’nı, Balkan Devletlerine dışarıdan gelebilecek tehlikelere karşı bir engel
olarak görüyordu. Bu sebeple Atatürk, Paktın saldırmazlık niteliğinde kalmayarak aynı zamanda
bir savunma paktına dönüşmesi için ortak bir askeri komitenin kurulmasını istemişti.
Akdeniz’deki İtalyan tehdidi bunu gerekli kılmıştı. Ancak Pakt Türkiye’nin istediği şekilde güçlü
değildi. Nitekim başlangıçta sağlam temellere oturtulmayan Pakt 1936’dan itibaren büyük
devletlerin siyasi ve ekonomik girişimleri karşısında çözülmekten kurtulamadı. 1936’da
Almanya’nın güçlenmesi, Romanya, Bulgaristan ve Macaristan’ı endişeye düşürdü. Yugoslavya,
Berlin-Roma mihveri karşısında İtalya ve Bulgaristan’la anlaşma yoluna gitti. Bu olaydan sonra
dağılma tehlikesi gösteren Balkan Antantı’nı kurtarmak için en çok gayret sarf eden ülke Türkiye
oldu. Fakat 1939’daki gelişmeler ve İkinci Dünya Savaşı paktın dağılmasına sebep oldu.
Lozan Anlaşması ile Türkiye’nin egemenliği ve güvenliği açısından eksik kalan en önemli unsur
Boğazların Türkiye’nin denetiminde olmayışıydı. İstanbul ve Çanakkale boğazlarının her iki
kıyıları ve Marmara Denizindeki adalar silahsızlandırılmıştı. Türkiye’nin adeta boğazı
ölçüsündeki yerlerin güvenliği ise Milletler Cemiyeti’ne bırakılmıştı. Oysa Cemiyet, Japonya’nın
Mançurya’ya saldırısı, İtalya’nın Habeşistan’ı işgali, Almanya’nın Versay kayıtlarını hiçe sayarak
Türkiye’nin iyi niyetli çabaları sonuç vermiş ve başta İngiltere olmak üzere Fransa ve Sovyet
Rusya gibi devletler de kendi politikaları açısından Türkiye’nin kazanılması yönünde Türkiye’yi
tezlerinde desteklemişlerdir.
Montreux de toplanan konferansta bu tezler ele alınmış ve 1936 tarihli Boğazlar Sözleşmesi
Türkiye’nin tezleri doğrultusunda kabul edilmiştir. 20 Temmuz 1936’da konferansa katılan
Türkiye, Avusturya, Bulgaristan, Romanya, Yugoslavya, Sovyet Rusya, Fransa, Yunanistan,
Avustralya ve Japonya’nın da kabul etmesiyle Montreux Boğazlar Sözleşmesi imzalanmış oldu.
Sözleşmenin 20 yıllık olduğu ve beş yılda bir gözden geçirileceği kabul edilmiştir.
Yüksek Âkit taraftar boğazlarda denizden geçiş ve ulaşım serbestliği ilkesini kabul ve
teyit ederler. Bu serbestinin kullanımı bundan böyle işbu sözleşme hükümleri ile
düzenlenir.
Barış zamanında, ticaret gemileri, bayrak ve yük ne olursa olsun, gündüz ve gece
aşağıdaki 3. maddenin hükümleri saklı kalmak üzere hiçbir merasime bağlı olmadan
Boğazlardan geçiş ve ulaşımda tam serbestlikten yararlanacaklardır.
Ege Denizi’nden veya Karadeniz’den Boğazlara girecek her gemi uluslararası sağlık
kuralları çerçevesinde Türk nizamlarıyla konulmuş olan sağlık denetiminden geçmek için
Boğazlar girişine yakın bir sağlık merkezinde duracaktır.
Savaş zamanında Türkiye muharip (savaşan) olmadığı takdirde ticaret gemileri, bayrak
ve yük ne olursa olsun, 2. ve 3. maddelerde öngörülen şartlar altında Boğazlarda geçiş ve
ulaşım serbestliğinden yararlanacaklardır. Kılavuzluk ve romorkaj isteğe bağlıdır.
Savaş zamanında Türkiye savaşan olduğu takdirde Türkiye ile savaş eden bir ülkeye
mensup olmayan ticaret gemileri, düşmana hiçbir biçimde yardım etmemek koşuluyla,
Boğazlarda geçiş ve ulaşım serbestliğinden yararlanacaklardır.
Türkiye kendini pek yakın savaş tehlikesi tehdidi karşısında görürse, yine 2. madde
hükümlerinin uygulanması sürdürülecektir.
Savaş gemilerinin Boğazlardan geçmesi için Türkiye Hükümeti’ne diplomatik yoldan
önceden ihbarda bulunulmuş olmak gerektir.
Sivil hava gemilerinin Akdeniz ile Karadeniz arasında geçişini sağlamak için, Türkiye
Hükümeti Boğazların yasak bölgeleri dışında bu geçişe ayrılmış hava yollarını
gösterecektir, sivil hava gemileri, Türkiye Hükümeti’ne, arızi uçuşlar için üç gün önceden
bir önihbarla ve düzenli hizmet uçuşları için geçiş tarihlerini belirten genel bir önihbarda
bulunarak bu yolları kullanabileceklerdir.
Boğazlar rejimine ilişkin 24 Temmuz 1923 tarihli Mukavelename gereğince kurulmuş
olan Uluslararası Komisyonun yetkileri Türkiye Hükümeti’ne devredilmiştir.
Türkiye Hükümeti, bu sözleşmenin savaş gemilerinin Boğazlardan geçişine ilişkin her
hükmünün yerine getirilişine nezaret edecektir.
Ayrıca bu sözleşme ile Boğazlardan geçiş ve seyr-i sefer işi, Türkiye’nin ve Karadeniz’de kıyısı
olan devletlerin güvenliği sağlanacak şekilde düzenlenmiştir. Karadeniz’e kıyısı olmayan
devletlerin Karadeniz’e geçebilecek gemilerinin büyüklüğü, cinsi ve tonajı sınırlandırılırken.
Karadeniz devletlerinin savaş gemilerinin, geçişi için oldukça geniş serbestlik tanınmıştır.
Türkiye, dünya devletlerinin yeni bir dünya savaşına sürüklenmekte olduğunu erken bir
zamanda görebilmişti. Bunun için de ülkenin sınır güvenliğinin bir an evvel gerçekleştirilmesi
için uğraş vermekteydi. İlk adım 1934’te Balkan Antantı’yla atılmıştı. Türkiye bu gibi çabalarını
Orta Doğu devletleriyle de sürdürmek niyetindeydi.
Bu süreç 1937’ye kadar sürüncemede kaldı. Ancak Türkiye bu işten vazgeçmek niyetinde değildi.
Bütün samimiyetiyle bölge ülkeleriyle bir dizi antlaşmalar imzalandığı gibi İran-Irak sınır
Bu gelişme üzerine taraflar; Türkiye, İran, Afganistan ve Irak arasındaki dörtlü pakt 8 Temmuz
1937’de Tahran’da Sadabat Sarayı’nda imzalandı. Pakt’ta tarafların birbirlerinin içişlerine
karışmamaları, ortak sınırların dokunulmazlığına saygı göstermeleri, tarafların uluslararası
nitelikteki her türlü uyuşmazlıklarda birbirlerine danışmaları, birbirlerine karşı saldırı
hareketinde bulunmamaları, taraflardan birinin üçüncü bir devlete karşı saldırıya geçmesi
hâlinde, Pakt’a dahil diğer devletlerin bir ön bildirimde bulunmaksızın Pakt’ı saldıran tarafla ilgili
olarak son vermeleri, tarafların birbirlerine karşı kışkırtma nitelikli ve gizli örgüt kurmamaları,
Briand-Kellogg Paktı’na uymaları gibi hükümler vardı. Ayrıca Pakt’ın beş yıl süreli olması ve
imzacı devletlerin biri tarafından bu sürenin sona ermesinden altı ay önce Pakt’ın feshi ihbarında
bulunulmaması hâlinde antlaşmanın beş yıl daha uzatılmış sayılacağı hususu taraflarca kabul
edilmiştir.
Böylece, 1934 Yılında imzalanan Balkan Antantından sonra, 1937 yılında da Sadabat Paktının
imzalanmasıyla Türkiye hem batıda hem de doğuda bir güvenlik sistemi kurarak, kendisi için
oldukça önemli gördüğü Balkanlar ve Ortadoğu'daki barış politikasını kuvvetlendirmiştir. Pakt
yürürlüğe girdikten kısa bir süre sonra II. Dünya Savaşı başladı. Savaşla birlikte paktın yürürlüğü
askıya alındı. Son bakanlar konseyi 1939’da yapıldı. Genel sekreterlik kurumunun, konsey
başkanına bağlı olarak her yıl değişmesi düşünüldüğünden ve bir merkezle müstakil personeli
bulunmadığından fiilen yürürlüğü durmuş oldu. Sadabat Paktı’nın II. Dünya Savaşı’nın ardından
tekrar yürürlüğe girmesi düşünüldüyse de yalnız hukukî varlığı 1979’da İran’daki yeni rejim
tarafından feshedildiği ima edilinceye kadar devam etti. II. Dünya Savaşı’ndan sonra yine Batılı
ülkelerin teşvik ve desteğiyle Bağdat Paktı imzalandı (1955) ve bu defa Afganistan’ın yerini
Pakistan aldı.
Türkiye, Musul sorunun çözümü ile Lozan’dan artakalan önemli bir problemi bu durum kendi
aleyhine de olsa çözümlemiştir. Bunun sonucunda İngiliz basını kademeli olarak Türkiye ile ilgili
görüşlerinde değişiklikler yapmıştır. İngiliz basını Türkiye’yi dost gördüklerini, Türkiye’nin
saldırgan bir tavır ve emperyalist bir emel beslemediğini, Türkiye’nin barıştan yana bir devlet
olduğunu ifade etmiş ve Atatürk’ten gösterdiği ılımlı tavır nedeniyle övgüyle söz etmişlerdir.
Özellikle bu dönemde İtalya’nın 1935 yılında Habeşistan’a saldırması, Türk- İngiliz ilişkilerinin
hızlı bir biçimde gelişmesini sağlamıştır. Hem bu gelişmenin bir sonucu olarak, hem de İtalya'nın
Doğu Akdeniz'deki tehdidi sebebiyle, Ocak 1936’da Türkiye, İngiltere, Yunanistan ve Yugoslavya
arasında Akdeniz Paktı adıyla bir antlaşma da imzalanmıştır. Yine bu yakınlaşmaya bağlı olarak,
Türkiye aynı yıl İngiltere’ye, Akdeniz’deki tehlikeli durumun devamı karşısında uzun vadeli bir
İttifak Antlaşması önermiştir. Ayrıca İngiltere'nin yine bu yılda yapılan Montrö Boğazlar
Konferansında Türkiye'yi desteklemesi ve bunun sonucunda konferansta yeni bir sözleşme
imzalanması Türk- İngiliz yakınlaşmasında bir dönüm noktası olmuştur.
Bu dönemde İki ülke arasında sağlanan bu yakınlaşmaya bağlı olarak 1936 yılında İngiltere Kralı
VIII. Edward İstanbul’u ziyaret etmiş ve Atatürk ile bir görüşme yapmıştır.
1932 – 1938 döneminde, iki ülke arasında siyasî alanda yaşanan bu yakın ilişkiler, 1937 yılından
itibaren ekonomik alanda da kendisini göstermeye başlamıştır. Bu çerçevede, aynı yıl İngilizlerin
yardımıyla Karabük Demir- Çelik Fabrikası kurulurken, 27 Mayıs 1938 tarihinde de iki ülke
arasında, İngiltere tarafından Türkiye’ye kredi açılmasını öngören bir antlaşma imzalanmıştır.
Ayrıca, Türkiye yine bu dönemde İngiltere ile olan yakın ilişkilerine yeni bir halka daha eklemiş
ve 1937’de Akdeniz’de güvenliğin sağlanması ve denizde ticaret gemilerinin korunması amacıyla
Nyon’da Eylül 1937’de düzenlenen konferansta İngiltere’yle birlikte hareket etmiştir. Bu yakın
ilişkiler sonucunda da yeni bir gelişme olmuş ve Türkiye, İngiltere ve Fransa arasında 19 Ekim
1939 tarihinde Karşılıklı Yardım Antlaşması imzalanmıştır, özellikle bu olay artık Türkiye'nin
yolunu kesin olarak çizmiş ve Türkiye, uluslararası meselelerde barışı korumak için İngiltere ve
Fransa gibi Batı Avrupa devletlerinin yanında yer almıştır.
Almanya I. Dünya Savaşında yenildiği için, savaş sonunda imzaladığı Versay Antlaşması
yüzünden uluslararası diplomatik ilişkilerden uzak kalmış ve dünya siyasetinde aktif bir rol
oynayamamıştı. Bu sebeple, bu savaşta Türklerin müttefiki olmasına rağmen 1932 yılına kadar
Türk- Alman ilişkileri çok düşük bir seviyede gerçekleşmiştir. Ancak Hitler’in 1933 yılında
iktidara gelmesiyle birlikte Almanya’nın iç ve dış politikasında ciddi değişikliklerin yaşanmasına
Almanya, ekonomik alanda oldukça iyi ilişkilerin yaşandığı bu dönemde, iki ülke arasındaki bu
ilişkilere bağlı olarak daha da gelişen dostluk havası içerisinde, özellikle 1934 yılından itibaren
Türkiye üzerindeki ekonomik nüfuzunu, diğer devletler aleyhinde kullanmaya çalışmıştır.
Bunun sebebi ise: özellikle Türk- Sovyet ve Türk- İngiliz ilişkilerinde gerginlik yaratmak suretiyle,
Türkiye’yi Revisyonist gruba çekebilmek düşüncesidir.
Bu dönemde Almanya, Türkiye açısından oldukça önemli gelişme olarak değerlendirilen 1936
Montrö Boğazlar Konferansına katılamamıştır. Bu sebeple, imzalanan sözleşmeyi de tasvip
etmediğini açıklayarak, Türkiye ile ters düşmüştür. Ancak, Almanya’nın bu tutumuna rağmen
Türkiye, Almanya’nın I. Dünya Savaşı sonunda imzaladığı Versay Antlaşmasını değiştirme
mücadelesini, kendisinin Sevr’i kabul etmeme mücadelesine benzettiğinden, her zaman anlayışla
karşılamıştır.
İkinci Dünya Savaşı’ndan hemen önce Almanya, Türkiye’yi kendi safına çekmek için bir hamlede
daha bulundu. Alman Dışişleri Bakanı Joachim von Rib-bentrop, 1938 yılının temmuz ayı
başlarında Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreteri Numan Menemencioğlu ile görüşerek Türkiye’yi
revizyonist devletler grubuna davet etti. Ayrıca bir de tarafsızlık antlaşması yapmayı önerdi.
Fakat Numan Menemencioğlu, Türkiye’nin bu nitelikteki antlaşmayı komşularıyla yaptığını dile
getirerek öneriyi geri çevirdi. Fakat Almanya’nın aleyhine bir sorumluluk altına girilmeyeceği
yönünde sözlü güvence verdi. Almanya II. Dünya Savaşı’na yaklaşılırken Türkiye’nin İngiltere
ile birlikte olmaması için yoğun çaba gösterdi. Bu ülke 1939 yılının bahar aylarında Türk- İngiliz
Türk-Sovyet ilişkileri, Kurtuluş Savaşı yıllarından başlayarak iş birliği ve dostluk eksenli devam
ederek, 1930’lu yıllarda da aynı hızla sürdürülmüş ve Türk Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Bey,
Eylül 1930’da Moskova’yı ziyaret etmiştir. Bu gezinin tamamlanmasından kısa bir süre sonra, iki
ülke arasında 17 Mart 1931 de “Karadeniz ve O’na Bitişik Denizlerde Deniz Kuvvetlerinin
Sınırlandırılmasına İlişkin Protokol” ve 1925 Dostluk ve Tarafsızlık Antlaşması’nın beş yıl
uzatılmasına yönelik bir başka protokol yapılmış ve ardından Sovyetler Birliği Dışişleri Bakanı
Maksim Litvinov’un 30 Ekim 1931’de Türkiye’yi ziyareti sırasında da bu protokoller
onaylanmıştır.
Başbakan İsmet İnönü’nün 25 Nisan- 10 Mayıs 1932 tarihleri arasında bu ülkeye yaptığı resmî
ziyaret, iki ülke ilişkilerinin her alanda geliştirilmesine zemin hazırladı. İsmet İnönü, Sovyet lideri
Stalin’de başta olmak üzere birçok yetkiliyle görüştü. Bu görüşmelerde; kültürel iş birliğinin
geliştirilmesi, Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne üyeliğinin Sovyetler tarafından desteklenmesi,
iki ülke rejimlerinin dostane ilişkilerin gelişimine engel olmamasının kabul edilmesi ve
Sovyetlerin Türkiye’nin ekonomik kalkınması için para, teknoloji ve uzman yardımında
bulunması konuları ele alındı. Nitekim 21 Ocak 1934’te Ankara’da, Sovyetler Birliği’nin 8 milyon
dolarlık faizsiz ve 20 yıl içerisinde tarım ürünleriyle geri ödemeli bir kredi vermesi, teknoloji ve
uzman yardımında bulunmasını içeren bir antlaşma imzalandı. 1934’te Kayseri’de, 1935’te de
Nazilli’de dokuma fabrikalarının açılması bu yardım çerçevesinde gerçekleştirildi. Buna ek olarak,
Türkiye’nin sanayileşmesinin temelini oluşturan ve ekonomik kalkınmasında büyük bir paya
sahip olan “Birinci Beş Yıllık Plan” Sovyet uzmanlarının yardımıyla hazırlandı.
1930’lu yılların ikinci yarısından itibaren Türk-Sovyet ilişkilerinde tarafların birbirlerine karşı
mesafeli ve soğuk davranmaya başladıkları görülmektedir. Bunun temel nedeni Türk
diplomatlarının revizyonist devletlerin (özellikle İtalya’nın) tehdidine karşı İngiltere ve Fransa ile
ilişkilerin geliştirilmesini istemeleri ve Lozan’da belirlenen Boğazlar’ın statüsünün gözden
geçirilmesini savunmaya başlamalarıdır.
Türkiye, 11 Nisan 1936’da Boğazlar konusunda taraf devletlere bir nota vererek, onları toplantıya
çağırdı. Türkiye’nin çağrısı olumlu karşılandı ve düzenlenen konferansın sonucunda 22 Temmuz
1936’da Boğazlar rejimini değiştiren sözleşme imzalandı. Sovyetler Birliği, konferansta tezlerini
1939 yılından itibaren Sovyetler Birliği’nin Türkiye’ye yönelik politikalarında hızlı bir değişim
yaşandı. Boğazların ortak savunulması ve Doğu Anadolu’dan toprak talepleri iki devleti zaman
zaman karşı karşıya getirdi. Yaşanan bu gelişmelerden sonra da Türk- Sovyet ilişkileri bir türlü
eskisi gibi dostluk havası içerisinde olamamıştır. Özellikle 1945 yılından itibaren Sovyetler
yayılmacı politikaları çerçevesinde Türk topraklarına göz dikmiş ve bunu açıkça ifade etmeye
başlamıştır.
1930’lu yıllarda iki ülke ilişkileri Hatay sorunu etrafında şekillenmiştir. İskenderun Sancağı
(burası daha sonra Hatay adıyla anılacaktır)’nda Türkler nüfusun çoğunluğunu teşkil ettikleri için
bu bölge Misak-ı Millî hudutları içinde idi. Ancak, 20 Ekim 1921’de Fransa ile yapılan Ankara
İtilâfnamesi ile İskenderun Sancağı Türklerine özerklik kazandırılmıştı. Fransa’ya bırakılan
Suriye, Lübnan ve Sancak’taki manda yönetimi Milletler Cemiyeti tarafından 29 Eylül 1923’te
tasdik edilmiştir. Böylece bölgede oluşturulan bu Fransız “mandat” yönetimi birtakım
düzenlemelerle 1936 yılına kadar devam etti. 1936 Nisanı’nda Fransa’da yapılan seçimleri
kazanan Halk Cephesi Hükûmeti, aynı zamanda o sıralarda Avrupa’da çıkmış bulunan
buhranların da etkisiyle Suriye ve Lübnan ile olan ilişkilerini düzenleme yoluna gitti. Bu
çerçevede Fransız hükûmetinin girişimleriyle 9 Eylül 1936’da Fransa ile Suriye arasında bir
Dostluk ve İttifak Antlaşması parafe edildi. 25 yıllık bir süre için yapılan bu antlaşmaya göre
Suriye üç yıl sonra bağımsızlığına kavuşacak ve Milletler Cemiyeti üyeliğine aday olacaktı.
Sandler, hazırladığı raporda Sancak meselesinin çözümü için bir Komisyon kurulmasını teklif etti
ve bu teklif kabul edildi. Böylelikle Sancak’ı, ayrı varlık olarak kabul eden Sandler Raporu adıyla
anılacak olan rapor, 27 Ocak’ta Konseyde oy birliği ile kabul edildi. Bu raporda şu maddeler
vardır:
Böylece Sancak, ayrı bir siyasi varlık olarak yeniden yapılandırılacaktı. Gelinen nokta Türk
diplomasisi için büyük bir başarıydı. Öte yandan Suriyeli Arap milliyetçiler ise büyük tepki
gösterdi, Fransa’yı ihanetle suçladı.
Sonuç olarak 1 Ağustos 1938’de tamamlanan hazırlıklar ve yapılan seçimlerin ardından 358 Türk,
113 Alevi, 55 Ermeni, 18 Sünni Arap, 20 Rum Ortodoks ikinci derece seçmen seçildi. Bunların
katılımıyla 24 Ağustos’ta yapılan ikinci seçimlerde 40 sandalyeli mecliste Türkler 22, Aleviler 9,
Ermeniler 5, Rum Ortodoks 2, Sünni Araplar da 2 milletvekili çıkardı.
2 Eylül 1938 tarihinde toplanan Meclis, Tayfur Sökmen’i Cumhurbaşkanı seçti ve devletin adını
da “Hatay” olarak değiştirdi. Fransa en başından beri Hatay’ın Türkiye’ye katılmasına karşıydı.
Ancak uluslararası koşullar, Almanya ve İtalya faktörü bu ülkenin Türkiye’ye olan ihtiyacını
arttırmıştı. Dolayısıyla yumuşamak zorunda kaldı. Aynı doğrultuda Hatay’ın da Türkiye’ye
yakınlığı gittikçe artmıştı. 7 Nisan 1939 tarihinde İtalya’nın Arnavutluk’u işgal etmesi, İngiltere
gibi Fransa’nın da Türkiye ile ittifak yapmasını bir bakıma zorunlu kılmıştı. Türkiye ve İngiltere
arasında başlayan İttifak görüşmelerine Fransa’nın da katılması, bu ülkenin Hatay’ın Türkiye’ye
bağlanmasına rıza göstermesine olanak sağladı. Fransa 23 Haziran 1939’da Hatay’ın Türkiye’ye
katılmasını kabul etti. Hatay Meclisi de aynı tarihte Türkiye’ye katılma kararı aldı. TBMM ise 7
Temmuz 1939’da Hatay’ın Türkiye’ye katılmasını onayladı. Fransız askerleri de 23 Temmuz’da
Bu dönem Türk- İtalyan ilişkilerinin gelişiminde, Türkiye ile İtalya arasında 1928 yılında
imzalanan antlaşmanın tesiri olmuştur. Gerçi bu antlaşmanın Türkiye ile İtalya arasında büyük
bir yakınlaşma sağladığı söylenemez, ama yine de bir müddet ilişkilerin iyi gitmesinde rolü
olduğu muhakkaktır. Ancak, İtalya’nın 1934 yılında Yakındoğu’ya yayılma emellerinin ortaya
çıkması bir anda Türk- İtalyan ilişkilerini de olumsuz etkilemiş ve bu olaydan ilişkiler büyük zarar
görmüştür, İtalya'nın 1935’te Habeşistan’a saldırması Türkiye’yi büsbütün kaygılandırmıştır.
Türkiye, İtalya ile ilgili böyle bir tutum içinde bulunduğu sırada. Milletler Cemiyeti tarafından,
İtalya’yı bu saldırgan politikasından vazgeçirmek maksadıyla, alman zorlama tedbirlere de
katılmıştır, İtalya bu tedbirlere katılan ülkeleri tehdit edince de Türk-İtalyan ilişkileri tamamen
bozulmuştur, özellikle İtalya’nın 1936 yılında on iki adayı kuşatması, Türkiye’yi huzursuz etmiş
ve ilişkileri daha da gerginleştirmiştir. Ayrıca İtalya bu yıl yapılan Montrö Boğazlar Konferansına
da katılmayarak, Türkiye’nin Boğazların durumu ile ilgili isteğinin karşısında yer almıştır.
Bu dönemde iki ülke arasında devam eden bu gerginlik, İtalya’nın yine 1936 yılı içerisinde 1928
antlaşmasına bağlı olduğunu bildirmesiyle kısmen yumuşama devresine girmiştir. Yine bu sırada,
İtalya ile İngiltere arasında sağlanan yakınlaşmaya paralel olarak, iki ülkenin 2 Ocak 1937
tarihinde Akdeniz konusunda bir antlaşma imzalamaları, Türk- İtalyan ilişkilerinin iyileşmesine
yardımcı olmuştur.
İki ülke arasında sağlanan bu yumuşama çerçevesinde, Türk Dışişleri Bakanı, Şubat 1937’de
İtalya’yı ziyaret etmiştir. Bu ziyaret sırasında, iki ülke dışişleri bakanları arasında Milano’da
gerçekleştirilen görüşmeden sonra, iki ülkeyi birbirinden ayıran herhangi bir mesele olmadığına
dair bir bildiri yayınlanması, ilişkilerde yeni bir iş birliği ortamı doğurmuştur. Ancak, bu yeni
dönemde, İtalya’nın Türkiye'yi, Almanya- İtalya grubunun yanına çekmeye çalışması, bu iş birliği
döneminin uzun süreli olmasını engellemiştir.
Bu dönemde, oldukça zik zaklı bir seyir takip eden Türk- İtalyan ilişkileri, aynı zamanda
Türkiye’nin yavaş yavaş statükocu devletlerin tarafına geçmesinde de etkili olmuştur.
4- 1932-1938 yılları arası Türk dış politikasında meydana gelen gelişmeleri açıklayınız
ERDOĞĞAN, M., YAKUT K., BAĞCI, H., TÜRK DIŞ POLİTİKASI I. (2012). ANADOLU
ÜNİVERSİTESİ.
TURAN, R., SAFRAN, M., HAYTA, N., ÇAKMAK, M. A., DÖNMEZ, C., & ŞAHİN, M.
(2011). ATATÜRK İLKELERİ VE İNKILAP TARİHİ.
GÖNLÜBOL, M., & SAR, C. (2013). ATATÜRK VE TÜRKİYENİN DIŞ POLİTİKASI (1919-1938).
ANKARA: ATATÜRK KÜLTÜR, DİL VE TARİH YÜKSEK KURUMU, ATATÜRK ARAŞTIRMA
MERKEZİ.
Hazırlayan
7.ÜNİTE / ATATÜRK İLKELERİ VE BÜTÜNLEYİCİ İLKELER
1. ATATÜRK İLKELERİ
CUMHURİYETÇİLİK
MİLLİYETÇİLİK
HALKÇILIK
DEVLETÇİLİK
İNKILAPÇILIK
LAİKLİK
2. BÜTÜNLEYİCİ İLKELER
MİLLİ EGEMENLİK
MİLLİ BAĞIMSIZLIK
BİLİMSELLİK VE AKILCILIK
İLKELER
BAĞIMSIZLIK
BİLİMSELLİK
LAİKLİK
Türk inkılâbının fikri, gücü ve dayandığı esaslara Atatürk ilkeleri denir. Bu ilkeler şunlardır:
Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık, Laiklik, Devletçilik, İnkılâpçılık. Önce 1931 yılında
Cumhuriyet Halk Fırkasının tüzüğüne sonra da 5 Şubat 1937’de Türkiye Cumhuriyeti’nin temel
özellikleri olarak Anayasaya girmiştir. Günümüzde de çağdaş ve modern Türkiye Cumhuriyeti
Devleti’nin güvencesi olarak Anayasa’daki yerini korumaktadır.
1.1.CUMHURİYETÇİLİK
Batı dillerinde cumhuriyet, republic şeklinde yazılarak ‘kamuya ait olan’ manasında
kullanılmaktadır. Cumhuriyet; Arapça, halk, ahali, büyük kalabalık anlamına gelen cumhur
kelimesinden gelmektedir. Cumhuriyet rejimlerinde egemenliğin kaynağı halktır. Cumhuriyet
kavramı dar anlamda devlet başkanının belirli bir süre için, doğrudan veya dolaylı olarak halk
tarafından seçilmesi esasına dayanmaktadır. Geniş anlamda ise cumhuriyet, halk idaresi demek
olan demokrasiyle eş anlamlı olarak kullanılmaktadır.
Fransız ihtilâlinden sonra ortaya çıkan cumhuriyet kavramı, J. J. Rousseau ve Montesquieu gibi
aydınların fikirlerinden büyük oranda etkilenmiştir. Her iki düşünürün de altını çizdiği hususun
kuvvetler ayrılığı olması, halkın yöneticilerin tahakkümüne maruz kalmasının önüne geçmek
amacına yönelikti.
Yakın tarihimize bakacak olursak; 1808’deki Sened-i İttifak, 1839 Tanzimat Fermanı, 1856 Islahat
Fermanı, 1876 Kanun-ı Esasi ve Meşrutiyet monarşiyi sınırlandıran, halkın yönetime katılımını
artıran, demokrasi alanında önemli gelişmelerdir. Fakat bu gelişmelerin hiç birisi cumhuriyeti
amaçlamamıştır.
Cumhuriyeti amaçlayan ciddi yaklaşımlar Millî Mücadele yıllarında ortaya çıkmıştır. Nitekim
Amasya Tamiminde “Milletin istiklâlini yine milletin azim ve kararının kurtaracağı” ifade edilmiş;
Erzurum Kongresi’nde “millî iradeyi hâkim kılmak esastır” kararı alınmış; millî iradenin gerekliliği
üzerinde “milletlerin kendi geleceklerini bizzat tayin ettiği bu tarihî devirde, merkezî hükûmetimizin de
Millî iradeye tâbi olması zaruridir...” vurgusu yapılarak millet egemenliği esas kabul edilmiştir.
Nitekim Sivas Kongresi’nde de benzeri kararlar alınmıştır. Ayrıca bu kongrenin çıkardığı
gazetenin adı önce ”İrade-i Milliye” daha sonra “Hâkimiyet-i Milliye” olmuştur.
23 Nisan 1920’de TBMM’nin açılması millî egemenlik ve cumhuriyet yönünde önemli bir adım
olmuştur. Ardından 20 Ocak 1921 tarihli Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun ilk maddesinde yer alan
29 Ekim 1923’te “Türkiye Devleti’nin hükûmet şekli cumhuriyettir” ifadesi anayasada yerini almıştır.
Böylece Atatürk’ün “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” düşüncesinden hareketle saltanat
yönetimi terk edilerek milletin yönetime katılacağı bir rejim kurulmuştur. Bu özellik 1924, 1961
ve 1982 anayasalarında “Türkiye Devleti bir cumhuriyettir” şeklinde değiştirilerek cumhuriyet
kavramına bir devlet şekli anlamı verilmiştir.
Türkiye’de Cumhuriyet; ırk, din, dil ve cinsiyet farkı gözetmeksizin bütün vatandaşların
paylaştıkları ve yararlandıkları siyasî rejimin adı olmuştur. Eşitlik ilkesi herkesin kanun önünde
eşitliğini ve Türkiye Cumhuriyeti’nin bir özelliğini teşkil etmiştir. Nüfusun yarısını teşkil eden
kadınlarımıza toplum hayatında eşit haklar sağlama, seçme ve seçilme hakkını eşit şartlarla
kullanma şekli Türkiye Cumhuriyeti’nin bir başka özelliğidir.
Atatürk, cumhuriyetin çoğulcu bir sistem olduğuna inanıyordu. Bu nedenle döneminde iki defa
çok partili hayata geçiş denemesi yapıldı. Ancak cumhuriyetin ilk dönemlerinde çoğulcu sistemin
yaşatılması mümkün olmadı. Bu noktada demokrasinin öğrenilmesi, refahın arttırılması,
özgürlüklerin genişletilmesi, uluslaşma sürecinin tamamlanması ve eğitim seviyesinin
yükseltilmesi için gerekli hazırlıklar yapıldı. Bu sebeplerle Türkiye Cumhuriyeti’nde çok partili
hayata geçiş İkinci Dünya Savaşından sonra mümkün olabilmiştir.
1.2.MİLLİYETÇİLİK
Çoğunlukla aynı coğrafyada yaşayıp aralarında dil, his, menfaat ve düşünce birliği olan, ortak bir
geçmişe ve geleceğe dair ideallere sahip insan topluluğuna millet adı verilmektedir. Millet
kelimesi çağımızda Fransızca “nation” kelimesi karşılığı olarak kullanılmıştır. Anlamı aynı kökten
aynı soydan gelme demektir. Dilimizde millet kelimesi Arapça ”mille” kelimesinden gelmektedir.
Topluluk anlamında kullanılır. Millet kavramı 1789 Fransız İhtilali’nden sonra dil ve soy birliği
ifade eden topluluk olarak anlam kazanmıştır. Buna bağlı olarak da homojen olmayan
imparatorlukların büyük bir kısmında dil ve soy birliğine dayanan topluluklar ayrı birer devlet
kurma amacıyla çıkarmış oldukları isyanlar ve savaşlarla imparatorlukların büyük bir kısmının
yıkılmasına sebep olmuştur. 19. ve 20. asırlar adeta bir milliyetler asrı hâlinde imparatorlukların
sonu ve millî devletlerin dünya siyasetine yön verdiği zamanlar olmuştur.
19. asır Osmanlı Devleti’nin de milliyetçilik akımının sonuçlarına maruz kaldığı bir dönem
olmuştur. Bağlı unsurlar birer birer milliyetçilik düşüncesinin ve bölgenin stratejik özelliğinin de
tesiriyle uluslararası güçlerin faaliyet alanı hâline gelirken, Osmanlı mevcut birliği en geniş
sınırlar ve en kalabalık nüfusla devam ettirmeyi amaçlamaktaydı. Ancak Balkan isyanları,
Trablusgarp ve Balkan Savaşları’nın yıkıcı sonuçları, farklı unsurların bir arada yaşama ülküsüne
ağır darbeler vurunca Türk unsuru, Osmanlılık ve İslamcılık düşüncesinden Türk milliyetçiliği
düşüncesine yönelmişlerdir. Bu minvalde Sosyolog Ziya Gökalp, Türk milliyetçiliğinin esaslarını
ve ideolojisini ortaya koyarak, bir milletin oluşması için ırk, dil ve dinin yeterli olmadığını kültür,
Atatürk milliyetçiliği şöyle ifade etmektedir. “Biz doğrudan doğruya milliyetperveriz ve Türk
milliyetçiyiz. Cumhuriyetimizin dayanağı Türk camiasıdır. Bu camianın fertleri ne kadar Türk kültürüyle
dolu olursa o camiaya dayanan cumhuriyet de o kadar kuvvetli olur. Millî Mücadele’nin ideolojisi Türk
Milliyetçiliği olmuştur”. Milliyetçilik, Türk İnkılabının temel prensibi olduğu kadar, fertleri Türk
milletine bağlayan manevî bir köprü, milleti huzur ve refaha yönelten en güçlü bağ olmuştur.
Türk Milliyetçiliğinin diğer bir önemli özelliği de yabancı ideolojilerden kendini soyutlamasıdır.
Atatürk milliyetçiliği, hürriyete ve insan şahsiyetine değer verir ve eşitlik fikrine dayanır.
Bölücülüğü ve ayırımcılığı reddederek, toplayıcı, birleştirici ve bütünleştirici bir nitelik taşır.
Ayrıca, milliyetçiliği reddeden akımlar ile sınıf kavgasına karşı ve laik, insancı, barışçı olmak gibi
özeliklere sahiptir.
Atatürk milliyetçiliği ilericidir. Çağın gerçeklerine uygun olarak, akıl ve bilimin doğrularına
dayanır. Bu çerçevede, Türk Milletinin dünya medeniyetine bilimsel açıdan hizmetini öngörür.
Bütün bunların yanında Atatürk milliyetçiliği; pratik olarak, akılcı, yapıcı, yaratıcı ve idealist bir
yapı içerisinde, insan hak ve hürriyetlerine dayalı bir biçimde, kültürel değerlere kıymet veren
bir sistem olarak, Türk Milletini sevmeyi ve onun menfaatleri için çalışmayı öngörür.
1.3. HALKÇILIK
Lügat manası: Arapça yaratma, yaratış, manasına gelen Halk, “bir ırka, millete veya cemaate ait
bütün insanlar, belli bir coğrafyada belirli bir milliyet altında yaşayan insanlar, bir ülkenin oy kullanma
hakkına sahip vatandaşları, toplumda özel bir statüsü veya pozisyonu olmayan insanlar” manalarında
kullanılmaktadır.
Türk halkı; Türkiye sınırlan içinde yaşayan ve ortak özelliklere sahip, ortak menfaat ve değer
sistemleri bulunan, insan topluluğu olarak tarif edilmektedir. Görüldüğü gibi, burada halk
kavramından kastedilen anlam aslında Türk Milletidir.
Türk halkı, Türk devletinin de önemli unsuru olan beşerî unsurunu oluşturur. Zaten Türk devlet
geleneğine göre, devlet, halk için vardır. Bu sebeple halka hizmet, devletin varlık sebeplerinden
birisidir. Türk halkı, şehirlisi, köylüsü ile din ve ırk farkı gözetilmeksizin vatandaşların
bütünlüğünü yani Türk Milletini ifade eder. Zaten millet; halk denilen insan topluluğunun belirli
hedeflere yönelerek bilinçlenmesi sonucu ortaya çıkmış bir kavramdır.
Halkçılık, halkın halk tarafından halk için idaresidir. Halkçılıkta asıl önemli olan halkın kendi
kendini demokratik esaslara uygun olarak yönetmesidir. Halkçılıkta devletin siyasî rejimi, halk
tarafından ve halkın menfaati esas alınarak kullanılır. Cumhuriyet de esasen bir halk hükümetidir
ve her şeyin halk tarafından ve halkın menfaatleri için kullanılmasını ön görür. Bu bakımdan
Halkçılık, gerçek demokrasinin gerçekleşmesi ve yerleşmesi amacına yöneliktir. Fransız İhtilali
sonrasında bir akım olarak yayılan Halkçılık; eşitlik, özgürlük ve adalet ilkeleri çerçevesinde
gelişmiştir. Halkçılığın üç önemli unsuru vardır. Birincisi, halk yönetimi (siyasî demokrasi);
ikincisi, eşitlik; üçüncüsü ise sınıf mücadelesini kabul etmemektir.
Milliyetçilik ve Cumhuriyetçilik ilkesinin tabii bir sonucu olan Halkçılık ilkesi, Atatürk tarafından
daha Milli Mücadele’nin ilk yıllarından itibaren üzerinde önemle durduğu bir ilke olmuştur.
Atatürk’e göre halk ile millet kavramları aynı anlama gelmektedir. Türk inkılabında ve Atatürkçü
Düşünce Sistemi’nde bu terimler eşdeğer ifadeler olarak kabul edilmiştir. Halkçılık ilkesiyle
imtiyazsız ve sınıfsız bir millet hedeflenmiştir. Bu anlamda bireyler arasında hiçbir fark
gözetmeden halk adı verilen tek ve eşit bir toplum oluşturmayı amaç edinmiştir.
Atatürk, Osmanlı Devleti’nin yıkılması üzerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde Türk milletini
çağdaş medeniyet seviyesine çıkaracak en doğru yolu halkçılık olarak görmüştür. Halkçılık, Millî
Mücadele’yi yapan Türk milletinin zaferden sonra yönetime ortak edilmesi ve birlikte kalkınma
çabasıdır. Halkçılık, siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel alanlarda halka dayanmak anlamına
gelir. Halkçılık anlayışında halk ayrı ayrı sınıflardan oluşmaz. Halk bir bütündür. Halk arasında
yalnızca mesleklere dayanan iş bölümü vardır. Halk arasında sınıf çatışması ve ayrışma söz
konusu değildir. Halkın yönetimi eşitliğe ve hukuka dayanır. Halk kendi geleceğini kendisi
belirler, bireylerin veya zümrelerin ayrıcalıkları yoktur.
Halkçılık anlayışı 1923 nizamnamesinde yer alan ve esasları belirlenen ilk ilkelerden birisi
olmuştur. Halk Fırkasına göre halk kavramı, herhangi bir sınıfa ait değildir. Hiçbir imtiyaz
iddiasında bulunmayan ve umumiyetle kanun nazarında mutlak bir eşitliği kabul eden bütün
fertler halktandır. Halkçılar hiçbir ailenin, hiçbir sınıfın, hiçbir cemaatin, hiçbir ferdin
imtiyazlarını kabul etmeyen ve kanunları koymakta mutlak hürriyet ve istiklâli tanıyan fertlerdir.
Atatürk’ün halkçılık anlayışının temelinde çalışmak vardır. Millet ancak çalışarak, üreterek var olma
iddiasını ortaya koymalıdır. Toplumda her fert yerini çalışmasıyla orantılı olarak elde edecektir. Millî hedefi
bu şekilde ortaya koyduktan sonra ona ulaşmak için gereken yolları bulmakta yalnız bir tek şeye çok
ihtiyacımız vardır; Çalışkan olmak”. Sosyal hastalıkların en önemlisi olan tembelliği gidermek ve
milleti çalışkan yapmak ilk hedef olmalıdır. Zira “servet ve onun tabii neticesi olan refah ve saadet
yalnız ve ancak çalışkanların hakkıdır”.
Atatürk’ün halkçılık anlayışı millîdir. Millete hedef gösterdiği muasır medeniyet seviyesine
ulaşmak için dünyanın bütün ilminden, buluşlarından istifade etmenin yanında asıl temeli kendi
içimizden çıkarmak mecburiyetini unutmamalıyız” diyerek her sistemin her ülke ve toplumda aynı
sonucu vermeyeceğine, bir millet için saadet olan bir şeyin diğer biri için felaket olabileceğine
dikkat çekmektedir.
Atatürk’e göre halkçılık, kuvvetin, kudretin, hakimiyet ve idarenin doğrudan doğruya halka
verilmesi ve yönetimin, ekonominin, politikanın, devlet ve toplum düzenlemelerinin halka dönük
olmasıdır. Onun halkçılık anlayışında; kanunlar önünde mutlak eşitlik söz konusu olup, hiçbir
fert, aile ve sınıfa ayrıcalık tanımamak ve Türkiye’de sınıf, kavgası ve imtiyaz kabul etmemek
temel prensip olarak yer almışlardır.
Halkçılık; hürriyeti ve toplumsal düzenin sağlanmasını amaçlar. Ancak, halkçılık ile hiçbir zaman
sonsuz bir hürriyet söz konusu olmamıştır. Bu kavram, kanunların çizdiği sınırlar çerçevesinde
insanların özgürlüklerini kullanmalarını ve demokrat olmalarını öngörmüştür. Bu anlamda,
fertlerin belli bir düzen ve disiplin içerisinde ve eşil şartlarda yaşamalarını ifade eder.
1.4. LAİKLİK
Laik (latince laikos) sözlük manası olarak “din adamları sınıfına mensup olmayan, dinî sıfat ve
yetkisi olmayan kişi” anlamına gelmektedir. Siyasal sistemde din işleri ile devlet işlerinin
birbirlerinden ayrı olmaları esasını savunmaktır. Fertlere akıl ve vicdani tercihleri noktasında hür
olduklarından hareketle bir dokunulmazlık alanı varsayar. Laiklik vatandaş için din ve vicdan
hürriyetinin sağlanmasıdır. Laik olmayan yani teokratik devlette din ve vicdan hürriyetinden söz
etmek güçtür. Laik anlayışta egemenlik ve hukukun kaynağı millettir. Laiklik din karşıtlığı
Laiklik, batıda Katolik Kilise’nin merkezî ve baskıcı yapısına karşı ortaya çıkmıştır. Avrupa’da,
Reform ve Rönesans’la birlikte başlayan Aydınlanma Çağı, dinî dogmaların bilim, siyaset, sanat
ve felsefe üzerindeki baskısına karşı çıkılmasına yol açmıştır. Bu bağlamda Laiklik, Fransız
İhtilali’yle Avrupa’ya yayılmıştır. Akılcılık, siyasî liberalizm gibi düşünce akımları Batı
dünyasının değişmesini sağlamıştır. Bu düşünce kaynaklarından beslenen laikliğin dinî baskıdan
kurtulma amacının yanı sıra, sınıfsal bir anlamı ve işlevi de olmuştur. İlahî egemenlik anlayışına
dayalı mutlak monarşilere başkaldıran ve serbest piyasa ekonomisinin yaygınlaşmasını isteyen
orta sınıflar, egemenliğin kaynağının ve kullanılışının dünyevileştirilmesi, toplumsal kurum ve
ilişkilerin dinî temellerinden uzaklaştırılarak laikleştirilmesi sürecini de başlatmıştır. Devlet ile
din arasındaki ilişkiler üç şekilde görülür. a-Dine bağlı devlet sistemi, b-Devlete bağlı din sistemi,
c- Laik sistem.
Türkiye Cumhuriyeti’nde laikliği önemli bir esas olarak ortaya koyan Mustafa Kemal Atatürk’ün
ilham kaynağı da büyük ölçüde Fransız deneyimidir. Bununla birlikte Türkiye’deki uygulama
ülke, millet ve yakın tarihte yaşananlardan yapılan çıkarımlar etrafında şekillenmiştir. Büyük
Millet Meclisi’nin 23 Nisan 1920’de Ankara’da toplanmasıyla birlikte dinî ve mistik hâkimiyet
görüşü yerine, laik ve millî egemenliğe dayalı bir yönetime doğru ilerleme kaydedilmiştir.
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Ankara’da açılışının ertesi günü, 24 Nisan 1920 tarihinde,
Atatürk, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin üstünde hiçbir kuvvetin bulunmadığını belirtmiştir.
Böylece siyasi hâkimiyetin kaynağı noktasında bir değişim de başlamış olmaktadır.
Atatürk’ün İslam dinine bakışı son derece rasyonel ve akılcıdır: “Bizim dinimiz en makul, en tabii
bir dindir. Ancak bundan dolayıdır ki son din olmuştur. Bir dinin tabi olması için akla, fenne, ilme ve
mantığa uyması lazımdır. Bizim dinimiz bunlara tamamen uygundur. …Bizde ruhbanlık yoktur, hepimiz
eşitiz ve dinimizin hükümlerini eşit olarak öğrenmeye mecburuz. Her fert dinini din duygusunu, imanı
öğrenmek için bir yere muhtaçtır orası da mekteptir.”
Tekke, Zaviye ve Türbelerin kapatılması (30 Kasım 1925), Medeni Kanun’un kabulü (17 Şubat
1926), Allah adına yemin edilmesinden vazgeçilmesi ile devletin dinî hükmünün anayasadan
kaldırılması (10 Nisan 1928) ve nihayet 5 Şubat 1937’de anayasanın birinci maddesine “Türkiye
devletinin laik olduğu” ibaresinin eklenmesiyle kanunlar açısından tamamlanmıştır. Oluşturulan
sistem din hürriyetini, ayin ve ibadet haklarını tanır.
Atatürk'ün gerçekleştirdiği inkılâpların temelini teşkil eden laiklik, Türk Milletinin maddî,
manevî ve fikri yapısını modernleştirmeyi amaçlar. Bu dönemde, toplum hayatından hurafelerin
atılması, din adına yapılan şahsî istismarların önüne geçilmesi vs. alanlarında yapılan çalışmalar,
milleti modernleştirme amacına yöneliktir. Bu çerçevede, yapılan düzenlemeler zaman içerisinde
sosyal ve kültürel hayatımızı yeniden şekillendirmiştir.
Laiklik; devlet idaresinin dinin etkilerinden uzak tutulmasını öngörmüş ve aklı ve bilimin
doğrularını esas alarak, devlet yönetiminin bu esaslar çerçevesinde gerçekleştirilmesini
amaçlamıştır.
Laiklik ile, aynı zamanda hür düşünce güvence altına alınarak, toplum hayatına din hürriyeti
getirilmiş ve kişiler de dini inançlarında serbest bırakılmışlardır. Bu anlamda laiklik, kesinlikle
din düşmanlığı ya da dinsizlik değildir.
1.5. DEVLETÇİLİK
Devletçilik, dar ve geniş olmak üzere iki anlamda kullanılır. Geniş anlamda devletçilik;
Türkiye’de uygulanan ekonomik, sosyal ve kültürel kalkınmanın özelliklerini ortaya koyan bir
politik uygulamadır. Dar anlamda ise; özel teşebbüse yer veren ekonomik prensiplere sahip,
iktisadî alandaki uygulamalardır. Türkiye’de devletçiliğin asıl uygulamaları, ekonomide
görüldüğünden, devletçilik, ekonomik bir mana ifade etmektedir.
Bu ilkenin uygulanmasındaki en önemli etkenlerin başında, özel sektörü teşvik edici tedbirler
alınmış olmasına rağmen, istenilen düzeyde bir gelişme elde edilememiş olması gelmektedir.
Yeterli yerli sermaye birikiminin olmayışı kadar girişimci sınıfın yetersizliği, teknik bilgisizlik,
yabancı sermayenin olumsuz tutumu ve Teşvik-i Sanayi Kanunu’nun bütün desteklerine rağmen
yatırımların yeterli olmaması Atatürk’ün devletçilik ilkesine yönelmesini ve uygulamaların
esaslarını netleştirmesini sağlamıştır. Bunun yanında 1929’da ortaya çıkan dünya ekonomik
bunalımı, zaten zayıf olan Türkiye ekonomisini daha da zor duruma sokmuştur. Bütün bu
sebepler yeni kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti’nin devletçiliğe yönelmesinde önemli rol
oynamıştır. Atatürk’e göre siyasî bağımsızlığın yolu ekonomik kalkınmadan geçer. Buna
“Türkiye Devleti temellerini süngü ile değil, süngünün dahi istinat ettiği (dayandığı) iktisadiyatla
kuracaktır. Yeni Türkiye Devleti cihangir bir devlet olmayacaktır. Fakat yeni Türkiye Devleti bir iktisadi
devlet olacaktır” diyerek dikkat çekmiştir.
Atatürk, devlet ile özel teşebbüs arasındaki ilişkiyi şöyle özetlemektedir: “Kişilerin özel
teşebbüslerini ve şahsi menfaatlerini esas tutmak fakat büyük bir milletin ihtiyaçlarını ve çok şeylerin
yapılmadığını göz önünde tutarak, memleket ekonomisini devletin eline almak. Prensip olarak devlet ferdin
yerine geçmemelidir. Fakat ferdin gelişmesi için genel şartları göz önünde bulundurmalıdır. Kesin zaruret
olmadıkça piyasalara karışılmaz; bununla beraber piyasa da başıboş değildir”. Bu sözlerden de anlaşıldığı
gibi özel girişim önceliklidir, ön plandadır, devlet bireyin yerini almamalıdır. Birey yeterince
güçlü değilse, devlet bireyin güçlenmesi için çalışmalıdır. Bireyler güçlenene kadar devletçiliğe
başvurulabilir. Cumhuriyetin ilk dönemlerinde bireysel teşebbüsün zayıflığı devletin ekonomiye
müdahalesini zaruri kılmıştır. Aslında devletin görevleri güvenlik, adalet, savunma ve özgürlüğü
Atatürk, Afet İnan’a hazırlattığı Medeni Bilgiler kitabında Türkiye şartlarında takip edilmesi
gereken ekonomik politikayı ve kendisinin mutedil (ılımlı) devletçilik anlayışını şöyle ifade
etmektedir: “Türkiye Cumhuriyeti’ni idare edenlerin, demokrasi esasından ayrılmamakla beraber mutedil
(ılımlı) devletçilik prensibine uygun yürümeleri, bugün içinde bulunduğumuz hâllere, şartlara ve
mecburiyetlere uygun olur. Bizim takibini muvafık gördüğümüz mutedil devletçilik prensibi; bütün
istihsal(üretim) ve tevzi (dağıtım) vasıtalarını fertlerden alarak, milleti büsbütün başka esaslar dâhilinde
tanzim etmek gayesini takip eden sosyalizm prensibine müstenit (dayanan) kolektivizm yahut komünizm
gibi hususî ve ferdî iktisadî teşebbüs ve faaliyete meydan bırakmayan bir sistem değildir”.
Devlet çıkardığı kanunlarla özel girişimciyi korumuş, kişileri üretim ve ticaret gibi işlere
özendirmiştir. Buna göre devlet; bir yandan sanayiyi kurup geliştirirken diğer yandan özel
teşebbüse yer vermiştir.
Devletçiliğin ekonomik sahada olanın yanında bir de siyasi anlamda devletçilik fikrine işaret
etmeliyiz. Kadim Türk düşüncesinden bu yana devleti ilelebet yaşatmak esasına dayanır. Fert ve
cemiyetten önce devletin varlığını muhafaza etmek, devamlılığını ve otoritesini sağlamak ilk
hedeftir. Devletin gerektiğinde şevketini, ihtiyaç olduğunda şefkatini göstermesi gerektiğine
inanılmaktadır. Bu çerçevede devlet kavramının bağımsızlık düşüncesiyle eşdeğer kabul
edildiğini söyleyebiliriz. Günümüzün liberal demokrasi düşüncesine aykırı gibi görülse de halkın
temel değerlerinin korunması ve devam ettirilmesinin, refah, mutluluk ve huzurunun ancak
devlet sayesinde sağlanabileceği düşüncesinden temellenir.
1.6. İNKILAPÇILIK
İnkılap kelimesi, bir durumdan başka bir duruma, bir hâlden başka bir hale dönüşmek yani
değişmek olarak tanımlanmaktadır. İnkılap kelimesi Türkçede, Fransızca revolution kelimesinin
eş anlamlısı olarak kullanılmaktadır. Bir toplumda siyasal, ekonomik ve sosyal değişiklikler
meydana getirilmesi İnkılap olarak kabul edilmektedir. İnkılap gelişmek, ilerlemek ve değişmek
anlamını ifade eder.
Atatürk ilkelerinden İnkılapçılık, Türk inkılabının korunması, aklın ve bilimin yol göstericiliğinde
çağın gerçeklerine göre sürekli olarak geliştirilmesi ve yenilenmesi ilkesidir. Geçmişten ziyade
geleceğe dönük bir ideoloji olan Atatürkçülüğün dinamik idealini oluşturur. Yapılan yenilikleri
koruma, yaşatma ve geliştirme istek ve inancı Atatürkçü düşüncede İnkılapçılık ilkesinin
görevidir.
Atatürk’e göre; Türk inkılâbı, Türk Milletini son asırlarda geri bırakmış olan müesseseleri yıkarak,
yerlerine milletin en yüksek medenî icaplara göre ilerlemesini temin edecek yeni müesseseleri
koymuş olmaktır. Aslında onun inkılâpçılık anlayışı; Türk Milletinin ilerlemesini sağlayacak
müesseseleri benimseyerek korumak ve savunmaktır.
İnkılapçılık, Atatürk ilkelerinin dinamik idealini oluşturmaktadır. Daima çağın gereklerine göre
değişme ve gelişmeyi esas olarak Türk toplumunu çağdaşlaşmasını ve varlığını bu şekilde
Atatürk, Türk Milletinin ilerlemesinin devam etmesi ve bunu sağlayan ilke ve inkılâpların
güvence altına alınması amacıyla inkılâpçılık ilkesini Türkiye Cumhuriyeti’nin temel
prensiplerinden birisi olarak kabul etmiş ve bu ilkeyi de Anayasaya koydurmuştur.
Atatürk, “Medeniyet yolunda başarı yenileşmeye bağlıdır. Sosyal hayatta, ekonomik hayatta, ilim ve fen
sahasında başarılı olmak için tek gelişme ve ilerleme yolu budur. Hayat ve geçime egemen olan kuralların
zaman ile değişme, gelişme ve yenilenmesi zorunludur” sözleriyle inkılâpların kaçınılmaz bir
zorunluluk olduğunu vurgulamıştır. O, “yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılâpların gayesi,
Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen çağdaş ve bütün anlam ve görünüşü ile medenî bir toplum
hâline ulaştırmaktır. İnkılâplarımızın ana ilkesi budur” sözleriyle de inkılâpların amacını
belirlerken, inkılâpçılık ilkesinin dinamik karakterine de işaret etmektedir.
Bu yönüyle inkılâpçılık, donmuş, kalıplaşmış modellerin ilkesi, prensipler zinciri değil, geçen
zaman içinde sürekli ilerlemeyi, çağı yakalamayı ve çağın üzerine çıkmayı hedefleyen dinamik
bir yapıya sahiptir. Aklın, bilimin, teknolojinin gösterdiği yolda sürekli gelişmek, ilerlemektir.
2. BÜTÜNLEYİCİ İLKELER
Bütünleyici ilkeler olarak tabir edilen ilkeler; temel ilkeleri (Atatürk ilkeleri) çeşitli yönleriyle
destekleyen ve tamamlayan ilkelerdir. Bunlar aynı zamanda, Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve
Türk Milletinin dikkat etmesi gereken bazı prensipleri de ortaya koyarlar. Bunlar Millî Egemenlik,
Millî Bağımsızlık, Millî Birlik ve Beraberlik, Yurtta Barış Dünyada Barış, Milli Kültür ve
Çağdaşlaşma, Bilimsellik ve Akılcılık, İnsan ve İnsanlık Sevgisidir. Bu ilkelerin de temelinde Türk
milletinin korunması, gelişmesi vardır.
Millî egemenlik ise; bir milletin kendi kaderine hâkim olarak, kendi geleceğini tayin etme gücünü
elinde bulundurması demektir. Yani bir milletin kendini idare etmesi, kendine hükümet edecek
heyeti seçmesi anlamına gelir. İç görünüşü itibarıyla demokratik rejimi, yani egemenliğin kayıtsız
şartsız millete ait olduğunu ortaya koyarken, dış görünüşü ile de milletin özgür ve bağımsız
yaşamasını, yani dışa karşı millet birliğini ve bütünlüğünü ifade eder.
Atatürk Samsun’a çıktığı günlerde İstanbul’da Sadaret Makamına gönderdiği 22 Mayıs 1919
tarihli raporda şöyle demiştir: “Millet yekvücut olup hâkimiyet esasını, Türklük duygusunu hedef ittihaz
etmiştir.” Buradaki hâkimiyetten kasıt milletin egemenliğidir. 22 Haziran 1919 tarihli Amasya
Tamiminde şu temel görüşe yer vermiştir: “Milletin istiklâlini yine milletin azim ve kararı
kurtaracaktır.” 23 Temmuz 1919’da toplanan Erzurum Kongresinde “Kuva-yı Milliyeyi âmil ve irade-
i milliyeyi hâkim kılmak esastır” kararı alınmıştır. Sivas Kongresinde de benzer bir karar vardır.
Bunların hepsi Atatürk’ün daha yolun başında iken Milli Egemenlik fikrine dayanacağının işareti
olmuştur. Aynı şekilde Sivas’ta “İrade-i Milliye”, Ankara’da “Hâkimiyet-i Milliye” adlı gazetelerin
çıkarılması tesadüf değildir. Atatürk hayatının her döneminde yaptığı her mücadelede irâde-i
milliyeye istinat ederek milletin ve vatanın muhtaç olduğu gayelere yürümüştür.
Türkiye’de millî egemenlik konusunda atılmış önemli adımlardan birisi de Son Osmanlı Mebusan
Meclisinde 28 Ocak 1920 tarihinde kabul edilen Misâk-ı Millî kararlarıdır. Bu kararların
benimsenmesiyle düşman baskısı ve işgalleri kabul edilmeyerek, yeni bir vatanın sınırları
çizilirken, aynı zamanda millet, vatanını kurtarmak için büyük bir yemin etmiş bulunuyordu.
Misak-ı Millînin kabulünden sonra İngilizler 16 Mart 1920’de İstanbul'u işgal ederek, son Osmanlı
Mebusân Meclisini de dağıtmışlardır. Bu tarih itibarıyla, başkenti bile işgal yaşayan Osmanlı
Devleti’nin, tamamen etkisiz kaldığını ve devletin, milletin içinde bulunduğu kötü duruma bir
çare bulmasının mümkün olmadığını gören Atatürk, milletin kurtuluşunu yine milletin
kendisinin sağlayacağı görüşüne daha da işlerlik kazandırmanın zamanı geldiğini düşünmeye
başladı. Bu düşüncesi doğrultusunda Heyet-i Temsiliye Başkanı sıfatıyla hemen harekete geçti ve
millî egemenlik prensibinin tam anlamıyla gerçekleştirilmesini sağlamak maksadıyla, 19 Mart
1920 tarihinde, bütün valiliklere, mutasarrıflıklara ve komutanlıklara bir genelge göndererek,
yeni bir meclisin açılması için seçimler yapılmasını istedi.
Büyük Millet Meclisinin açılmasıyla, Türkiye’de millî egemenlik prensibi resmen ve de fiilen
gerçekleştirilmiştir. Böylece millet kendi geleceğini kendisi belirleme imkanına kavuşmuştur.
Bunda en büyük pay, hiç şüphe yok ki Atatürk’e aittir.
Atatürk, Büyük Millet Meclisini açarak en büyük ideallerinden birisi olan, Türkiye'de millî
egemenlik prensibini devletin temel unsurlarından birisi haline getirirken, “Hakimiyet Kayıtsız
Şartsız Milletindir.” ifadesiyle de hükümranlık hakkını ve otoritesini sadece Türkiye Büyük Millet
Meclisine, vermiştir. O, böylece bu konuda milleti tam yetkili kılarken, aynı zamanda diktatörlüğe
karşı da bütün kapıları kapatmıştır.
Türkiye’de, Türkiye Büyük Millet Meclisinin çalışmalarına başlamasıyla fiilen gerçekleşmiş olan
millî egemenlik prensibi, hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir ifadesinin Anayasada yer
almasıyla da hukukî anlamda güvence altına alınmıştır.
Atatürk’e göre, Yeni Türkiye Devletinin yapısının ruhu milli egemenliktir. Milletin kayıtsız şartsız
egemenliğidir. Bu ilke devletin kaderinde milletin söz sahibi olmasını sağlamıştır. Millet kendi
geleceğini kendi belirleme hakkına ve imkânına kavuşmuştur.
Böylece milli egemenlik kavramı Türk devlet yapısına ilk defa Atatürk sayesinde girmiş ve
yerleşmiştir. Atatürk’e göre, millete efendilik yoktur, hadimlik vardır. Bu millete hizmet eden
onun efendisi olur.
Türkiye’de millî egemenlik ilkesinin özel bir değeri vardır. Çünkü Millî Mücadele’nin felsefesi
millî egemenliğe dayanmaktadır. Bu felsefeyle başarıya ulaşmıştır. Millî egemenlik ilkesi aynı
zamanda ülkede millî birlik ve beraberliği sağlayan bir ideal olarak gelecek kuşaklar içinde bir
güç oluşturmuştur.
Millî Egemenlik ilkesi devlet yönetiminde en yüksek gücün millete ait olduğunu göstermesi
sebebiyle Cumhuriyetçilik ilkesini tamamlar.
Bağımsızlık; bir devletin, bir başka devlete veya uluslararası bir kuruluşa tabi olmaması ya da
bağlı bulunmaması demektir. Millî bağımsızlık ise; bağımsızlığın milletçe benimsenmesi ve amaç
edinilmesidir.
Türk Milleti, karakteri itibarıyla, tarihin her devresinde tam bağımsız yaşamaya büyük önem
vermiş ve bu uğurda canını feda etmekten kaçınmamıştır. Bu çerçevede. Millî Mücadele
döneminde de her türlü zorluğa rağmen büyük bir mücadeleye girişerek, tam bağımsız bir Türk
devleti kurmayı başarmıştır. Dolayısıyla bağımsızlığın, Türk Milletinin en hassas davrandığı
konulardan birisi olduğu ortadadır. Aslında bunu Millî Mücadelenin en önemli hedeflerinden
birisi olan “Ya İstiklâl Ya ölüm" parolası açıkça ortaya koymaktadır.
Zaten, Atatürk’ün bağımsızlık anlayışı da kayıtsız ve şartsız tam bağımsızlık fikrine dayanır.
Nitekim Onun, Millî Mücadele yıllarından beri takip ettiği siyaset ve izlediği dış politikanın
esasını, hep bu ilke oluşturmuştur. Atatürk’e göre tam bağımsızlık; siyasî, ekonomik, askeri,
kültürel ve her hususla olmalıdır. Eğer bunlardan herhangi birisinde istiklâlden mahrumiyet
olursa, millet ve memleket hakiki manada tam bağımsızlıktan mahrum demektir.
Türk Milletinin temel özelliklerinden olan tam bağımsız yaşama arzusu millî bağımsızlık ilkesini
gerekli kılmıştır. Ayrıca Türk Milleti, kendi karakterine uygun olan ve tam bağımsızlığı öngören
bu ilkeyi her zaman benimseyip destekleyerek ona millîlik vasfı da kazandırmıştır. Türkiye
Cumhuriyeti Devleti de bu anlayışa uygun olarak, izlediği iç ve dış politikada tam ve millî
bağımsızlık ilkesini esas almıştır.
Milli birlik ve beraberlik, Türk milletinin bir bütün olması, içinde hiçbir bölücü, ayırıcı unsura yer
vermemesi demektir. Atatürk böyle bir toplum düşünmüş ve Türk gençlerinin bu duygularla
eğitilmesini arzu etmiştir. Atatürk milliyetçiliğinin gereği olan milli birlik ve beraberlik ve ülke
bütünlüğü aynı zamanda din ve mezhep ayrılıklarını dikkate almayan laiklik ilkesiyle de uyum
sağlamıştır.
Atatürk, milletin çağdaşlaşmasında hep milli birlik ve beraberliği esas almıştır. Bunu zedeleyecek
hiçbir davranıştan yana olmamıştır. Milli birlik ve beraberlik duygusu milleti birbirine sıkıca
bağlamıştır. Türk milletini oluşturan insanların doğum yerleri, eğitim düzeyleri, meslekleri,
mezhepleri, siyasi görüşleri ayrı olabilir ama ay yıldızlı al bayrak birdir. Vatan, millet ve devlet
Atatürk’ün milliyetçilik anlayışı toplumun bütün kesimlerini kucaklayan bir anlayıştır. Zaten
Atatürkçülük deyince, ilk olarak akla millî birlik ve beraberliği getirmek gerekir. Türk vatanının
bölünmez bir bütün olarak varlığını devam ettirebilmesi ancak bu birlik ve beraberlik sayesinde
mümkün olabilir. Türk milletini birtakım ayrı unsurlardan meydana gelmiş bir toplum olarak
görmenin Atatürkçülük anlayışında yeri yoktur. Tarihi gerçekler Türk milletinin bir bütün
olduğunu bize açıkça göstermektedir.
Atatürk, vatandaşlar arasında siyasî ve hukukî bakımdan ayrıcalıkları ret eder. Millî birlik
açısından dinin siyasete alet edilmemesi konusuna büyük hassasiyet göstermiş ve çeşitli
konuşmalarında bu konuya dikkat çekmiştir. Bir konuşmasında “Din ve mezhep herkesin vicdanına
kalmış bir iştir.” demiştir.
Millî birlik ilkesi Anayasa’da da yerini almıştır. 1982 Anayasası’nın 3. maddesi “Türkiye devleti
ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür.”; yine 10. maddesinde ise “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet,
siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayrım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.”
maddeleriyle halkın birliği ve bütünlüğü teminat altına alınmıştır.
Bu ilke, Türk milletinin karşılıklı sevgi ve saygı duygusuyla birbirine bağlanmasını ve ortak
amaçlara yönelik olarak varlığını devam ettirmesini sağlamıştır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin
ülkesi ve milletiyle bölünmez olduğu düşüncesinden hareket eden bu ilke, milliyetçilik ilkesini
bütünler.
Yurtla sulh cihanda sulh ilkesi; bir taraftan yurt içinde huzur ve sükûnu sağlayarak güven içinde
yaşamayı amaçlarken, diğer taraftan da uluslararası barış ve güvenliği hedef alır.
Millî Mücadele döneminden itibaren izlenen dış politikanın temelini teşkil eden yurtta sulh
cihanda sulh ilkesi, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra da aynı şekilde üzerinde
durulan bir dış politika prensibi olmaya devam etmiştir. Atatürk tarafından; yapıcı, tutarlı ve
akılcı bir dünya düzenin var olmasını sağlanmak maksadıyla ortaya konulmuş olan bu ilke, aynı
zamanda Türkiye Cumhuriyeti’nin barış içinde kalkınabileceği düşüncesinin bir gereğidir.
Çünkü savaş hem Türkiye hem de bütün dünya için bir felakettir. Her şeyden önce, içerdeki
Atatürk, Türk Milletinin İnsanî değerlerin hüküm sürdüğü bir atmosferde yaşamasını istiyordu.
Bu ise, ancak bütün dünyada barışın hâkim olmasıyla mümkün olabilirdi. Bu sebeple Atatürk,
barışın sağlanarak, Türk Milletinin rahat yaşamasını temin etmek maksadıyla, böyle bir ilkeyi
koymayı uygun görmüştür.
Atatürk, her zaman Türk Milletinin insanca yaşamayı bilmesi gerektiğini savunmuştur. O,
insanca yaşamanın da barış içinde Türk ve dünya insanlarını mutlu kılmak demek olduğuna
işaret ederek, barışın bütün insanlık için önemini açıkça ortaya koymuştur.
Ayrıca, Atatürk bu ilke ile, bütün dünyada sınıf mücadelelerinin olmadığı, herkesin demokrasi
içinde eşit haklara sahip olduğu ve sosyal dayanışmanın sağlandığı toplumların oluşmasını da
gerçekleştirmeyi hedeflemiştir.
Yurtta sulh cihanda sulh, insanlığın en büyük ihtiyaçlarında birisi olan barış nizamını, bütün
dünyaya getirebilecek bir ilkedir. Bu noktada, bütün insanlığın özlemini gerçekleştirmeyi amaçlar.
Bilimsellik, devlet ve toplum hayatında bilime yer vermek ve bilimi değerlendirmek demektir.
Bilimsellik; olaylara bilimsel gözle bakmayı, gerçeği bilimsel gözle araştırmayı, hurafelere,
dogmalara, peşin yargılara sapmadan aklı hâkim kılmayı gerekli kılar.
Akılcılık (Rasyonalizm) ise, insanın aklı ile gerçekleri anlama yeteneğine denir. Akılcılık bir felsefî
akım olarak, Türk inkılabının felsefî tabanını teşkil eden unsurlardan biridir. Bilimsellik ile bir
arada olması bilim ve tekniğin hızla gerçekleşmesini sağlar. Bu akıma göre, akıl her şeyin üstünde
ve her şeye hâkimdir.
Türk milletinin geri kalmasının sebeplerine bakıldığı zaman, Cumhuriyet Dönemi’ne kadar
gerçek manada bilim ve teknolojiyi izleyen bir dönemin yaşanmamış olmasını söyleyebiliriz.
Atatürk, Türk milletini her yönüyle çağdaş medeniyet seviyesine ulaştırmaya amaçlıyordu.
Bunun her şeyden önce çağdaş bilimi yakalamakla mümkün olabileceğini düşünüyor ve bilimi
devlet ve toplum hayatında hâkim kılmaya gayret ediyordu.
Akıl ve bilim, Atatürk’ün temel hayat felsefesini oluşturmuştur. Atatürk’ün inkılapçılığı, akılcılık
ilkesinin topluma uygulanması şeklinde düşünülmelidir.
Atatürk her zaman aklın rehberinin de bilgi ve bilim olduğunu savunarak, devlet hayatında, bilim
ve bilimsel doğruların hiçbir şekilde göz ardı edilmemesi gerektiği üzerinde durmuştur. Bu
noktadan hareketle her zaman, Türk milletinin de bunu göz ardı etmemesi gerektiğini düşünmüş
ve bu sebeple, bilimsellik ve akılcılık ilkesini Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin prensiplerinden
birisi olarak ortaya koymuştur. “Türk milletinin yürümekte olduğu gelişme ve medeniyet yolunda elinde
ve kafasında tuttuğu meşale müspet ilimdir.” diyerek, devlet ve millet hayatında bilimin önemini
belirtmiştir.
Yine bu konuda Atatürk’ün, ”Dünyada her şey için, medeniyet için, hayat için, muvaffakiyet için en
hakiki mürşit ilimdir, fendir. İlim ve fennin haricinde mürşit aramak gaflettir, cehalettir, dalalettir.” sözleri
onun bilimsel düşünceye vermiş olduğu önemi göstermektedir.
Milli kültür, Türk milletinin sahip olduğu geliştirdiği kültürdür. Bu kültürü yaşatmak ve gelecek
nesillere aktarmak en önemli vazifedir. Atatürk, kültürü Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli olarak
görmüştür.
Atatürk’ün çağdaşlaşma anlayışının temelinde devlet olarak tam bağımsızlık, millet olarak
egemenlik, birey olarak hak ve hürriyetler yer almıştır. Çağdaşlaşma bu ortam ve bu nitelikte
gerçekleştiği için değer kazanmıştır.
Atatürk ilkelerinin temel niteliklerinden biri de sevgi, insanlık sevgisi ve insanların birbirini
sevmesidir. Ona göre, Türk milletini çağdaş uygarlık düzeyine ulaştırmanın yolu sevgiden geçer.
Bu ancak insanları birbirine sevdirmekle olur. Atatürk, tüm insanların mutluluğu ve dünya barışı
için de sevgiyi temel kabul etmiştir. O ayrıca çocuk sevgisi, toplum sevgisi, ağaç ve doğa sevgisine
de önem vermiştir. Vatan sevgisi ise onda zirve yapmıştır.
Atatürk’ün bütün çabası insan içindir, insana yöneliktir. Onun düşüncesinde en güçlü unsur
insanlık sevgisidir. O, insanlık idealinin âşık ve seçkin simasıdır. Onun için asıl olan insanlığın
mutluluğudur.
İnsan; devlet, millet ve diğer bütün değerlerin temelini oluşturur. İnsanın düşünülmediği bir
sistemde, hiçbir şeyin kıymeti yoktur. Bu sebeple, Türk inkılabının en büyük özelliklerinden birisi
de insana insanlık sevgisine verdiği değerde görülür. Atatürk “Biz kimsenin düşmanı değiliz, yalnız
insanlığın düşmanı olanların düşmanıyız.” sözüyle bunu açıkça ortaya koymuştur.
Türk inkılabının en önemli özelliklerinden biri de insana ve insanlık sevgisine verdiği değerlerde
görülür. Toplumun temel yapısını oluşturan insan, gerçek değerlerin sahibidir. Türk inkılabı
hümanist bir karakter taşır.
Türk inkılabında varılmak istenen amaç, insanın refahıdır. Onun için Türk inkılabı insanın
ihtiyaçlarını, hukukunu ve refahını sağlamayı hep ön planda tutmuştur. Ferdi açıdan da Atatürk,
kişi hak ve özgürlüklerine büyük değer vermiştir. “Hürriyet olmayan bir ülkede ölüm, çöküş vardır.
Her gelişmenin ve kurtuluşun anası hürriyettir.” sözleri kişi özgürlüğüne ne kadar önem verdiğini
göstermektedir.
Milliyetçilik anlayışında şovenizm değil, milletler arası iyi ilişkiler ve sevgi vardır.
Cumhuriyetçilik ilkesi ise demokrasi ve insan haklarına dayanır. Devletçilik de kalkınma sadece
devlet eliyle değil, devlet yardımı ile sosyal adaleti temin etme hedefi vardır. Halkçılık, eşitlik ve
demokrasiyi hedeflemektedir. Laiklik, bütün insanların din ve vicdan hürriyetine saygıyı esas alır.
Atatürk’e göre milletlerarası iyi ilişkilerde sevgi ve saygı esas olmalıdır. O, her türlü meseleleri
barış havası içinde çözmeyi amaçlamış ve barış için hoşgörü, karşılıklı güven ve sevginin olması
gerektiğine inanmıştır. Atatürk başka milletlerin de bize ve bağımsızlığımıza saygı duymasını
istemiş ve bu çerçevede her şeyin çözüleceğini düşünerek, Türk inkılabına bütün insanlığa kucak
açan, sevgi ve barışı arzulayan bir karakter kazandırmıştır
“Bu memleketin toprakları üstünde kanlarını döken kahramanlar! Burada bir dost vatanın toprağındasınız.
Huzur ve sükûn içinde uyuyunuz. Sizler Mehmetçiklerle yan yana, koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan
evlatlarını harbe gönderen analar! Gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız, bizim bağrımızdadır. Huzur
içindedirler ve rahat rahat uyuyacaklardır. Onlar, bu toprakta canlarını verdikten sonra, artık bizim
evlatlarımız olmuşlardır.”
Sonuç olarak insan ve insanlık sevgisi bütün unsurlarıyla Atatürkçü Düşünce Sistemi’ndeki
varlığı inkâr edilemez.
TURAN, R., SAFRAN, M., HAYTA, N., ÇAKMAK, M. A., DÖNMEZ, C., & ŞAHİN, M.
(2011). ATATÜRK İLKELERİ VE İNKILAP TARİHİ.
Hazırlayan
8.ÜNİTE / ÇOK PARTİLİ HAYATA GEÇİŞ VE DEMOKRAT PARTİ DÖNEMİ
HALKEVLERİNİN KAPATILMASI
MİLLİ ŞEF
DEMOKRAT PARTİ
MUHALEFET
1960 DARBESİ
Mustafa Kemal çocukluk çağlarında sıtma hastalığının dışında bilinen herhangi bir çocuk
hastalığı geçirmemiştir. Mustafa Kemal, bu yaşlarda fizikî bakımdan sağlam yapılı, irade
bakımından da güçlü bir durumdaydı. Mustafa Kemal'in Trablusgarp Savaşı sırasında geçirmiş
olduğu göz hastalığı iyi bir tedavi görmesine karşılık, gözünde hafif bir şaşılık bırakmıştır. 1916
yılında Çanakkale Muharebeleri sırasında bir akciğer iltihabı nedeniyle hastalanmış, bu da
ateşinin yükselmesine sebep olmuştur. Tedavi amacıyla görevini Fevzi Paşa'ya (Çakmak)
bırakarak, İstanbul'a dönmüştür. Mustafa Kemal Doğu Anadolu'da II. Ordu Komutanı olarak,
görev yaptığı sırada çetin ve yorucu çalışmalardan dolayı hastalanmış, ateşi yükselmiştir. Bu
yıllarda Mustafa Kemal'i en fazla rahatsız eden durum böbreklerinin rahatsızlığıdır. Bunun
üzerine 1918 yılında hekimlerin tavsiyesi ile Viyana'da tedavi görmüş, Karlsbad kaplıcalarında
dinlenmiştir. Kurtuluş Savaşı sürerken İstanbul'da Şile'de evinde bulunduğu sırada bir süre
kulağından da rahatsızlık çekmiştir. Mustafa Kemal 1919 yılında Samsun'a ulaştıktan sonra
böbreklerinden yeniden rahatsızlanmış, Havza'ya geçerek orada kaldığı süre içerisinde kaplıca
kürlerinden büyük ölçüde yarar sağlamıştır. Ayrıca Mustafa Kemal bu tür rahatsızlıklarından
başka, Sakarya meydan muharebesi sırasında üç kaburga kemiğinin kırılması üzerine kısa bir
süre tedavi görmüş ve Alagöz köyündeki ordu karargahından Sakarya Muharebesi'ni yönetmiş,
muharebenin zaferle sonuçlanmasını sağlamıştır.
Cumhuriyetin ilanından sonra Mustafa Kemal'in ilk ciddi rahatsızlığı, Kasım 1923 yılında ortaya
çıkmıştır. Aşırı çalışma ve yorgunluktan kalp krizi geçirmiştir. 13 Kasım 1923 günü Prof. Dr. Nejat
Ömer İrdelp tarafından yapılan muayene sonrasında alkol, tütün ve kahveyi azaltması istenmiştir.
Bu tarihten sonra Mustafa Kemal, tekrar 1927 yılında bir kalp rahatsızlığı daha geçirmiş hatta bu
rahatsızlık yerli ve yabancı gazeteler tarafından büyütülmüş, siyasi olaylarda çıkar sağlama
yoluna gidilmiştir. 1927’teki sağlık sorunu Avrupa basınında Gazi’nin ölümcül bir hastalığın
pençesinde olduğu yönünde iyi niyetli olmayan yayınların yapılmasına neden olmuştur. Bu tür
haberler Türk makamlarınca yalanlanmasına rağmen 1928 Martına kadar devam etmiştir. 1936
yılında ise hastalığına kan toplanması, kan uyuşması denilen “İhtikan” teşhisi konmuştur. Bu
hastalığın zatürreeye dönüşebileceği ikazı üzerine Atatürk ilk defa doktorların tavsiyelerine
harfiyen uymuştur.
Buna rağmen önem verdiği iç ve dış sorunları yakından izlemeyi sürdürmüştü. Şubat başında
Bursa Merinos Fabrikası’nın açılışında Sarı Zeybek oynamış, Hatay sorununu
sonuçlandırabilmek için de hasta görünmemeye çalışmıştı. 19 Mayıs törenlerinden sonra trenle
gittiği Mersin ve Adana’da Fransızlara bir gözdağı vermek için düzenlenen geçit törenlerini
ayakta izlemişti. Beş gün süren bu yolculukta hayli yorgun düşmüş, yine de yanındakileri,
“Ölümü istemek bir cesaret değildir, ama ölümden korkmak da bir ahmaklıktır diye cesaretlendirmek
istemişti. Ankara’ya döndükten sonra 26 Mayıs’ta İstanbul’a hareket etmişti. Haziran başında
deniz havasının iyi geleceği düşüncesiyle satın alınan Savarona yatına geçmişti. Hastalığının ilk
krizi temmuzda ortaya çıkmış, bu defa Dolmabahçe Sarayı’na nakledilmişti. Çağrılan yabancı
uzmanlar durumun kötüye gittiğini belirtmişlerdi. Kendisi de bunun farkında olduğu için 5 Eylül
1938’de el yazısıyla vasiyetini yazarak Beyoğlu noterine teslim etmişti. Aslında 1937’den
başlayarak sahip olduğu taşınmazları ve hisseleri hazineye ya da yerel belediyelere bağışlamaya
yönelmişti. Öyle ki hayatta bulunan kız kardeşinin medenî yasa gereğince hakkı olan paylar
üzerinde hak iddia etmemesi için 1933’te özel bir yasa çıkartmıştı. İlk bağışını 2 Şubat 1937’de
Bursa Belediyesi’ne yaptı. Yeni açılan Çelik Palas Oteli’ndeki payı ile otel bahçesindeki köşkü
(bugün müze) belediyeye bıraktı. 11 Haziran 1937’de Trabzon’dan başbakanlığa gönderdiği bir
yazı ile de Ankara’daki Gazi Orman Çiftliği ile Yalova, Silifke, Dörtyol ve Tarsus’ta bulunan çiftlik
ve bahçelerle bunların üzerindeki her türlü tesisi, eşyayı ve malları devlet hazinesine bağışladığını
bildirdi. Söz konusu çiftliklerin yüzölçümü o dönemde 154.729 dönüm olarak hesaplanmıştı.
Çiftliklerde altı fabrika ile çok sayıda canlı hayvan, demirbaş eşya, binek ve yük arabaları ile beş
satış mağazası da bulunuyordu. Bu taşınmazlar dışında yöre halkları ya da çeşitli kuruluşlarca
kendisine armağan edilen evler ve onun adına oluşturulan müzeler de hazineye veya yerel
yönetimlere geçti. Bu sebeple düzenlediği vasiyetnamede yalnızca Çankaya’daki küçük köşkte
hayatta olduğu sürece kız kardeşi Makbule’nin oturmasını öngörmüştü. İş Bankası’ndaki payının
yıllık gelirlerinin, kız kardeşiyle manevi kızları Afet İnan, Sabiha Gökçen, Rukiye, Nebile ve
Ülkü’ye ödenecek aylık miktarlar dışında kalan büyük kısmının, kurucusu olduğu Türk Tarih
Kurumu ile Türk Dil Kurumu arasında bölüştürülmesini vasiyet etti. Bunların dışında İsmet
İnönü’nün çocuklarına yüksek öğrenimlerini tamamlamaları için yetecek paranın verilmesini
istemesi, İnönü ailesine yıllardır yapmakta olduğu yardımın bir başka şekilde sürmesini gerekli
bulmasından kaynaklanmış görünmektedir.
İsmet İnönü, Kurtuluş Savaşı yıllarında Atatürk'ün en yakın silah arkadaşlarından biriydi.
Savaştan sonra Atatürk'ün arkadaşlarının bir kısmıyla yolları ayrılsa da İsmet Paşa’yla daha
uzunca bir süre birliktelikleri devam etti. İsmet Paşa 1925’ten 1937'ye kadar Başvekillik görevini
aralıksız sürdürdü. Cumhuriyetin ilk yıllarında Türkiye’de gerçekleştirilen bütün önemli siyasi
ve iktisadi kararların alınmasında ve uygulanmasında önemli rolü oldu. Ancak 1937 yılının Eylül
ayında İnönü ile Atatürk’ün anlaşmazlığı gün yüzüne çıktı. Hükümetin devletçi uygulamalarını
ve ekonomik siyasetini başarısız bulan Atatürk’ün yönetim tarzı ve hükümet tasarruflarına
müdahaleleri gerginliği arttırdı. Hükümet, bütün devlet imkânlarına rağmen ekonomik yapıda
bir hamle geliştiremeyince İnönü’den görevden çekilmesi istendi. 20 Eylül 1937’de İnönü izin
alarak görevinden ayrıldı, ardından resmen istifa ettiğini bildirdi ve Başvekillik görevi Celal
Bayar'a verildi. Cumhuriyet Halk Partisi başkan vekilliğinden de alınan İnönü Malatya
milletvekili olarak görevini sürdürdü.
Mustafa Kemal Atatürk'ün 10 Kasım 1938'de İstanbul'da (Dolmabahçe Sarayı'nda) ölmesi üzerine,
Cumhurbaşkanı Vekili ve TBMM Reisi A. Renda bir çağrı yayınlayarak 11 Kasım günü TBMM’ni,
yeni Cumhurbaşkanı seçimi için toplantıya çağırdı ve yapılan seçimlerde parti grubu ve millet
meclisinin büyük desteğiyle birlikte İsmet İnönü Türkiye Cumhuriyeti’nin ikinci Cumhurbaşkanı
seçildi.
26 Aralık’ta yapılan olağanüstü Kurultayda ise Genel Başkan seçilen İnönü’ye Milli Şef unvanı
verilmiştir. Parti tüzüğünün 3. Maddesinde yapılan değişiklik ile Atatürk “Ebedi Şef”, İnönü ise
“Milli Şef ve değişmez genel başkan” olarak ilan edilmiştir. Buna göre Milli Şef görevden ancak ölüm,
görev yapamayacak kadar ağır hastalık veya istifa halinde ayrılacaktır. Devlet başkanının dört
yılda bir yapılan seçimle belirlenmesinin onun otoritesine zarar vereceği düşüncesiyle yapılan bu
değişiklik, makamı sorumsuz ve denetim dışı bir konuma getirdiği için eleştirilmiştir.
İnönü döneminin ilk kısmı, Atatürk’ün vefatından önce gelişini öngördüğü II. Dünya Savaşı
ortamında geçmiştir. Türkiye, İngiltere ve Fransa arasındaki ittifak görüşmelerinin devam ettiği
sırada Alman ordularının Polonya sınırını geçmeleri üzerine İngiltere ve Fransa, Almanya’ya
savaş ilan ettiler. Böylece II. Dünya Savaşı da başlamış oldu.
4-7 Aralık 1943 tarihleri arasında Cumhurbaşkanı İ. İnönü, İngiltere Başbakanı W. Churchill ve
ABD Başkanı F. Roosevelt arasında Kahire’de yapılan görüşmelerde, Türkiye’nin savaşa katılma
konusu masaya yatırıldı. Israrlar karşısında İ. İnönü, Türkiye’nin savaşa girmesini prensipte
kabul etti. Bununla birlikte, Türk ordusunun eksikliklerinin giderilmesi isteğini yineledi ve
eksiklikler giderilmeden savaşa giremeyeceğini kararlı bir şekilde vurguladı.
Savaşın sonunun yaklaştığı bir dönemde Türkiye, 23 Şubat 1945’te, Almanya ve Japonya’ya savaş
ilan ederek II. Dünya Savaşı’na müttefikler yanında dâhil oldu. Bu şekilde, savaş sonrası Yeni
Dünya Düzenini kuracak olan San Francisco Konferansı’na katılabilme hakkını elde etti. Birleşmiş
Milletler Teşkilatının kurucu üyesi olmak üzere San Francisco Konferansı’na katılma hakkı
kazanılması zikre değer diplomasi hamleleri olarak değerlendirilebilir.
Devlet gelişmelerin yönüne göre her an ortaya çıkabilecek bir savaşa girme ihtimaline karşı
yaklaşık bir milyon genci silah altına almak zorunda kalmıştı. Nüfusun en dinamik kesiminden
önemli bir kısmının üretim sahasından çekilip tüketici konumuna getirilmesinin ortaya çıkardığı
olumsuz ekonomik etkiler ise toplumun her kesiminin şikâyetine sebep olmuştur. Ülke savaş
döneminin ağır ekonomik şartlarından büyük oranda etkilenirken Cumhurbaşkanı İsmet İnönü,
“kadınları dul, çocukları öksüz bırakmadığı” savunusu yapmasına karşın “bir kilo şekeri beş liraya
yedirdiği” ithamından kurtulamamıştır.
Devletin II. Dünya Savaşı’na girme ihtimaline karşı bir milyondan fazla insanı askere almasının
yarattığı sıkıntıları gidermek ve ekonomik yapıyı savaşın olağanüstü şartlarına göre düzenlemek
için hükümete çok geniş yetkiler veren Milli Korunma Kanunu 18 Ocak 1940 tarihinde kabul edildi.
Hükümet, savaş gereksinimleri ile doğrudan alakalı olan sanayi ve maden sektöründe hangi
ürünün ne miktar üretileceğine karar vermenin yanı sıra hedeflerin gerçekleşmesi için birtakım
zorlamaları da yaptırabilecekti. Tarımda hangi ürünün nerede, ne miktarda üretileceğini
belirleyebilecek, ekilmeyen büyük arazilerin bedelini ödeyerek işletmeye açabilecekti. Hükümet
dış ticareti ve dolayısıyla fiyatları da kontrol etme yetkisine sahip olarak karaborsayı önlemeyi
hedefliyordu. Ücretli çalışma mecburiyeti, hafta tatilinin iptali, tarım alanında, başka işletmelerde
de ücretle çalıştırma gibi yaptırımlar hükümetin yetkisi dâhilinde olan hususlardan bazılarıydı.
Tarım sahasında Toprak Mahsulleri Vergisi getirilmiştir. “Karşılanması lazım gelen külfetli
savunma harcamalarının bütün millet arasında ahenkli bir dağılımı düşünüldüğü için maliyet
fiyatlarının birkaç katı artan toprak mahsullerinden de vergi alınmasında zaruret” görülmüştür.
Hükümetin belli fiyattan aldığı ürünlerde %8, diğer ürünlerden %12 oranında aldığı vergiler 1944
yılında genel olarak %10’da eşitlenince bunun “ne kadar saklanırsa saklansın eski aşar vergisi”
olduğu TBMM’de milletvekillerince de kabul edilmiştir.
Dönemin tartışmaları ve etkileri bakımından zikre değer bir diğer düzenlemesi Çiftçiyi
Topraklandırma Kanunu’dur. Nüfusunun %75’i köylerde oturmasına mukabil tarım yapılabilen
toprakların çok sınırlı olduğu Türkiye’de toprakta çalışanların çoğunluğunu ortakçı, yarıcı ve
tarım işçileri oluşturmaktaydı.
Kanun, arazisi olmayan veya yetmeyen çiftçiler kadar çiftçilik yapmak isteyenleri de işgüçlerini
değerlendirecek araziye sahip kılmayı amaçlıyordu. Arazisi olup ta üretim vasıtaları olmayanlara
sermaye ve canlı-cansız demirbaş verilecek, ülke topraklarının sürekli olarak işletilmesi
sağlanacaktı. Büyük topraklar elli dönüme kadar kamulaştırılabilecekti. Kanunun çıktığı tarihte
toprağı fiilen işleyen ortakçı, yarıcı veya tarım işçisinin işlediği toprağı sahiplenmesini mümkün
kılan madde Meclisteki muhalefet dolayısıyla metne sokulmamıştır. Kanunun hedeflerinden
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde 1930’lardan İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesine kadar geçen
sürede tek partili sistem ve uygulamaları, en fazla CHP ve onun lideri İsmet İnönü’yü yıpratmıştı.
Gerek inkılâplar gerekse sosyo-ekonomik problemler, halkın önemli bir kesiminde sisteme olan
güveni de olumsuz etkilemişti.
Sistemin unsurları olan asker, bürokrat, kentli ve büyük toprak sahipleri ülkenin nimetlerinden
azami ölçüde faydalanırken, halkın %80’ini oluşturan köylü kesiminin sosyo-ekonomik durumu
hiç de iç açıcı görünmüyordu. Mesela modernleşmenin en önemli göstergelerinden sayılabilecek
elektrik kullanma oranı %3 civarındaydı. Tek Parti Dönemi’nde; vergi tahsildarları, jandarmanın
uygulamaları ve katı laiklik faaliyetleri halk arasındaki var olan samimi duyguları iyice sarsmıştı.
Halkın önemli bir kesimi tek partili yönetime karşı mesafeli olmaya başlamış, daha önceki iyi
niyetli yaklaşımlar dağılmış, yerini tahammülsüzlüğe bırakmıştı. Trabzon Milletvekili Raif
Karadeniz’in; “Bölge halkı açlıktan ot yemek zorunda kalmıştır.” sözleri büyük yankılar uyandırmıştı.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu ise bu gerçeği ve ülke yönetiminin geldiği aşamayı şu sözleriyle dile
getirmiştir: “Bu gibiler de hani parmakla sayılamayacak kadar çoğalmıştı. Zeytinyağı piyasasını inhisarı
altına alan bakan mı istersiniz; karaborsacıları koruyan vali, umum müdür ve saire mi istersiniz, o devirde
bunların her köşe başında size sırıttıklarını görebilirdiniz. Bu yüzden memleket öylesine bir ekonomik
buhran içine düşmüştü ki, bir lokma has ekmekten, bir avuç şekerden tutun da bir kilo çiviye kadar bütün
zaruri havayiç altın pahasına elde edilebilir lüks maddeler sırasına girmiş ve geçim sıkıntısı harp hâlinde
bulunan memleketlerde bile görülmeyen bir vahamet arz etmeye başlamıştı.” Halk arasında ortaya çıkan
bu tarz hoşnutsuzlukların faturası doğal olarak devlete olduğu kadar CHP’ye de kesilmekteydi.
Savaş ekonomisi koşullarında, mali ve iktisadi bir darboğaza sürüklenen siyasal iktidar, emekçi
toplumsal kesimlerin savaş ekonomisinin bütün ağırlığını sırtlamalarına karşılık, ticaret ve tarım
burjuvazisini hızla zenginleştiren spekülatif kazançlarının, toplumsal formasyonun bütünlüğünü
tehdit etmeye başlamasıyla sürece müdahale etmeye çalışmış, savaşın maliyetini tüm toplumsal
kesimlere yayma ve bu eksende özellikle savaşın rantını toplayan ticaret ve tarım burjuvazisinin
bu spekülatif kazançlarını vergilendirmeye amacıyla, bir dizi iktisadi politikayı hayata geçirmiştir.
Bu eksende Milli Korunma Kanunu, Toprak Mahsülleri Vergisi ve Varlık Vergisi’ni yürürlüğe
sokmuştur. Fakat uygulamada bu politikalar, her ne kadar bütçe açıklarını gidermek ve bozulan
gelir dağılımı yeniden düzenlemek adına çıkarılsa da uygulamada amacından sapan sonuçlara
Araştırmacılar, çok partili hayata geçiş kararı alınmasını hızlandıran etmeni, Sovyetler Birliği’nin
tehdidine karşı, Batılı devletlerin desteğini kazanmak şeklinde ortaya çıkan, dış politika kaygısı
olarak görmektedirler. Türkiye, Birleşmiş Milletlerin kuruluş kararının verildiği San Francisco
Konferansı’na gönderdiği temsilcisi vasıtasıyla çok partili hayata geçiş kararında olduğunu
muhtemel müttefiklerine duyurmuştur.
İsmet İnönü, savaşın ardından oluşan siyasi ortamın etkisiyle 19 Mayıs 1945’te yaptığı konuşmada
rejimi daha demokratik hale getirmek için yeni kararlar almaya söz verdi.
Halkın büyük bir kesiminin tarımla uğraştığı esas alınarak mecliste 14 Mayıs 1945‘te toprağı
olmayanlara toprak verilmesini öngören bir yasa ele alındı. Bu uygulamada daha çok kamu
arazilerinin kullanılır hale getirilerek dağıtılması esas alındı. Lâkin yasa ile özel kişilere ait belli
bir sınırın üstündeki toprakların da kamulaştırılarak dağıtılması kararlaştırılmıştı. Kanunun
hazırlık aşamasından itibaren özellikle TBMM içindeki toprak sahibi milletvekilleri meseleye
şiddetle karşı çıkmışlardır.
Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu üzerinde bu tartışmalar sürerken mecliste 1945 yılı bütçesi
görüşülmeye başlandı. Hükümetin ekonomi politikalarını şiddetle eleştiren Adnan Menderes,
Refik Koraltan, Emin Sazak’la birlikte oylamaya geçildiğinde Celal Bayar ve Fuat Köprülü de
bütçeye ret oyu verdiler. Bunlara Recep Peker ve Hikmet Bayur da katıldılar. Ardından CHP
meclis grubuna “Anayasaya uygun olarak çoğulcu demokratik bir sisteme geçilmesini öneren” bir önerge
vermişlerdir. Bu önergede, milli egemenlik ilkesinin uygulanması, parti işleyişinin demokrasinin
temel ilkelerine göre yürütülmesi istenmiştir. 7 Haziran 1945’de verilen Türk Demokrasi tarihine,
“Dörtlü Takrir” olarak geçen bu önerge meclis grubu tarafından, önerinin grubun yetkisi dışında
olduğu gerekçesiyle reddedilmiştir.
İlk şubesini, Mustafa Kemal’in 19 Mayıs’ta Millî Mücadele’yi başlattığı Samsun’da emekli bir
asker olan Şefik Avni Özüdoğru’nun başkanlığında açtı. Bu çalışmalarını Aydın, Ankara, Burdur,
Manisa, İzmir ve İstanbul gibi vilayetler takip etti. Bu çabalara paralel olarak halkın yeni partiye
olan teveccühü artarken, CHP’den de önemli istifalar geldi. CHP’nin ünlü ve etkili isimlerinden;
Yusuf Kemal Tengirşek, Refik Şevket İnce, Cemal Tunca, Osman Bölükbaşı, Emin Sazak
Demokrat Parti’ye katıldı. Ve partinin örgütlenme çabaları kısa sürede bütün ülkeyi kapsamına
alacak şekilde devam etti.
CHP yönetimi, Demokrat Parti’nin bu hızlı yükselişi karşısında bazı adımlar atma gereği
duymuştur. 10 Mayıs 1946’da olağanüstü kurultaya giden CHP, siyasi yapısını çok partili hayata
uyarlamak ihtiyacı duyarak Cumhurbaşkanı İnönü’nün istekleri doğrultusunda “Değişmez Genel
Bu bildiriden sonra 9 Eylül 1947’de sağlık nedenlerini ileri süren Başbakan Recep Peker,
hükümetten ayrıldı. Yerine ise Hasan Saka Hükümeti kurulmuştur. Saka Hükümeti nispeten
daha liberal bir politika izlemişti. Bu dönemde hükümetin din karşısındaki tutumunda
yumuşamaya gidilmiş, okullarda din dersleri konulmuş, Ankara’da İlahiyat Fakültesi açılmıştı.
II. Dünya Savaşı döneminden beri süren sıkıyönetim, Aralık 1947’de kaldırılmıştı. Daha sonraki
dönemde hükümeti kuran, Şemsettin Günaltay da liberal politikaları sürdürmüştü. 16 Şubat 1950
tarihinde, gizli oy, açık sayım ve yargı güvencesi getiren yeni bir seçim kanunu çıkarılmıştı.
Gerçekleştirilen bu değişiklikler çok partili düzenin kurumsallaşmasını hızlandırmıştı. Gizli oy,
açık sayım ilkesini CHP’nin, muhalefet partisinin seçimi boykot etme tehdidi karşısında kabul
ettiği de vurgulanması gereken bir husustur.
Bu seçim kanununa göre, 14 Mayıs 1950 tarihinde gerçekleştirilen seçimler genelde olaysız
geçerken, iktidar sonuç ne olursa olsun milletin iradesinin saygıyla karşılanacağını, muhalefet ise
geçmişte yaşanan kötü olayların unutulacağını belirtiyorlardı. Katılma oranının %88,88 olduğu
seçimlerde Demokrat Parti oyların %53,59’ unu, Halk Partisi ise %39,98’ini aldı. Millet Partisi
oyların %3’ünü alırken Bağımsız milletvekilleri ise %3,4 oy aldılar. Milletvekili sayısı oy oranları
ile doğru orantılı olmadı. Çoğunluk sistemi gereği Demokratlar 408 milletvekilliği (%83), Halk
Partililer, 69 milletvekilliği (%14), Millet Partisi 1, Bağımsızlar 9 milletvekilliği kazandılar. Her
türlü anlayış, sistem ve kadro sıkıntılarına rağmen Türkiye’de iktidarın halkın oyu ile el
değiştirmesi demokrasi kültürünün gelişmesi bakımından büyük bir başarı oldu.
Demokrat Parti’nin, CHP’ye rağmen 1950 genel seçimlerinden ezici üstünlükle çıkması bütün
ülkede taraftarlarını sevince gark etti. Bölgelerinden seçilen milletvekilleri coşkuyla Ankara’ya
gönderildi. Bu arada seçimlerin sonucundan rahatsız olan bazı komutanların İsmet İnönü’yü
ziyaret etmeleri ve İsmet İnönü’nün bu konuda taraf olmayacağını söylemesi de sonuçların
CHP’de kabullenildiğinin işareti olarak görüldü.
DP ilk grup toplantısını 20 Mayıs 1950’de yaptı. Bu toplantıda Celal Bayar Cumhurbaşkanlığı’na,
Refik Koraltan’ın da TBMM Başkanlığı’na aday gösterilmesi kararı alındı. 22 Mayıs’ta TBMM,
Celal Bayar’ı Cumhurbaşkanlığı’na, Refik Koraltan’ı TBMM Başkanlığı’na, Sıtkı Yırcalı, Hulusi
Demokrat Parti’nin iktidara geldiği 1950 yılı ile bir sonraki genel seçimlerin yapıldığı 1954 yılı
arasındaki dönem, Menderes’in ve Menderes Hükümeti’nin Türk siyasetindeki birinci dönemidir.
Bu dönemde bayındırlıktan belediyeciliğe, ekonomiden tarıma, eğitimden sağlığa ve hukuktan
diplomasiye kadar birçok alanda köklü değişimler yaşanmıştır. Ancak bu gelişme ve değişimlerin
en dikkat çekici olanları, üst düzey askeri erkânın tasfiyesi, Arapça ezan yasağının kaldırılması,
ağustos ayında yapılan yerel seçimler, Kore’ye asker gönderilmesi, Halkevlerinin kapatılması ve
Anıtkabir’in inşasına başlanması hadiseleridir.
Adnan Menderes Hükümeti, 2 Haziran’da güvenoyu aldı. Birkaç gün sonra da askerin hükümete
karşı darbe yapacağı ihbarı üzerine harekete geçen yeni hükümet, bir durum değerlendirmesi
yaptı. İhbarın doğruluğu tartışılsa da Demokrat Parti 6 Haziran’da orduya yönelik bir
düzenlemeye gitmiştir. Buna göre; Genelkurmay Başkanı Abdurrahman Nafiz Gürman görevden
alınarak yerine Nuri Yamut atanmıştır. Genel Kurmay İkinci Başkanlığı’na Şahap Gürler
getirilmiş; Orgeneral Salih Omurtak, Orgeneral Kazım Orbay ve Orgeneral Hakkı Akoğuz
emekliye sevk edilmiştir. Birinci Ordu Müfettişi Orgeneral Asım Tınaztepe Askeri Şura üyeliğine,
Milli Savunma Yüksek Kurulu Genel Sekreteri Orgeneral Kurtcebe Noyan Kara Kuvvetleri
Komutanlığı’na, Üçüncü Ordu Müfettişi Orgeneral Mahmut Berköz Milli Savunma Yüksek
Kurulu Genel Sekreterliği’ne getirilmiştir. Görevlerinden alınan Birinci, İkinci ve Üçüncü Ordu
komutanları Askeri Şura’ya atanmışlardır. İkinci Ordu Müfettişi Orgeneral Muzaffer Tuğsavul,
Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Mehmet Ali Ülgen ve Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral
Zeki Doğan’ın yerleri değiştirilerek bu isimler merkeze alınmışlardır. Bunun haricinde 15 general
ve 150 albay kısa süre içinde emekli edilmişlerdir.
Bu görev değişiklikleri, kamuoyunda bunun bir tasfiye mi, yoksa gereken bir görev değişimi mi
olduğu tartışmalarını başlatmıştır. Bu adımlara yönelik eleştirilere ise yasanın hükümete verdiği
yetki kullanılmıştır, şeklinde cevap verilmiştir.
Demokrat Parti’nin ordu ve bürokrasi tasfiyesi sonrası ilk icraatına baktığımızda 16 Haziran
1950’de Arapça ezan yasağının kaldırılmış olduğunu görürüz. 13 Haziran’da DP Meclis
Grubu’nda konuşan Menderes, konuyla ilgili Arapça ezan yasağının “faydasız ve laikliğe aykırı”
olduğunu ifade etmiştir. Demokratların hepsi aslında Adnan Menderes gibi düşünmekteydi.
Nitekim Grup toplantısında hiçbir partili aleyhte konuşma yapmamıştır. Bilakis Arapça ezanın
laiklikle örtüştüğünü ve Atatürk döneminde Türkçeleştirilmesinin o dönemin taassup
zihniyetiyle ilgili olduğunu, artık bu durumun ortadan kalktığını savunmuşlardır. Burada açıklık
getirilmesi gereken bir husus vardır. Ezanın Arapça okunması, 18 Temmuz 1932’de Diyanet İşleri
Başkanlığı’nın tamimiyle yasaklanmasına rağmen, kanunla desteklenmediği için fazla dikkate
alınmamış, yasağa uymayanların cezaları da hep affedilmiştir. Bu yasağın kanunlaşması ise
Atatürk zamanında değil, İnönü zamanında, 2 Haziran 1941’de gerçekleşmiştir. 1950’de ise
ezanın Arapça okunmasının önünde engel olan maddelerin kaldırılmasına karar verilmiştir.
Bunun yanında okullarda din dersi uygulamasına geçilmiş ve ayrıca dinin siyasete alet edilmesini
önlemek için Vicdan ve Toplanma Hürriyetinin Korunması Kanunu 1953 yılında kabul edilmiştir.
Atatürk konusu iki parti arasında tartışma konusu haline gelirken Başbakan Menderes, Türk
toplumunun görevinin “Atatürk’ün başarılarını orijinal haliyle korumak değil, başarıları ortaya
çıkaran amaca uygun bir şekilde geliştirmek” olduğunun altını çizmiş, muhalefetin kendilerinden
başka kimseyi Atatürkçü tanımama yanlışından vazgeçmesini istemiştir. Hükümetin sosyal
politikalar hususundaki en kapsamlı adımı 14 Temmuz 1950 tarihinde kabul edilen Af Kanunu
oldu. Nazım Hikmet’in de yararlandığı bu kanun toplumda genel bir iyimserlik yaratmış olmakla
birlikte hükümlülerin sosyal hayata intibakları konusunda gereken hazırlıklar yapılamadığı için
beklenen fayda sağlanamamıştır.
19 Şubat 1932 tarihinde kurulan ve 1950 yılına gelindiğinde yurt genelindeki sayısı 478'e yükselen
Halkevleri, kurulduğu dönemde ülkenin sosyal ve kültürel kalkınması, Cumhuriyetin getirdiği
değerlerin ve reformların geniş halk katmanlarına ulaştırılması ve benimsetilmesinde önemli
işlevler görmüştü. DP, iktidara geldikten sonra Halkevleri için CHP’nin yan kuruluşları ve bir
nevi parti teşkilatları gibi çalıştığı ve de CHP ile organik ilişkiler içinde oldukları yönünde
ithamda bulundu. Dolayısıyla Halkevleri, Demokrat Parti’ye göre ülkenin sosyal ve kültürel
yönden kalkınması için değil CHP’nin propagandası için faaliyet yürütüyordu. Halkevleri ayrıca,
CHP’nin kurultay faaliyetleri ve parti toplantıları yaptığı; seçim çalışmaları için kullandığı
mekânlardandı. DP, ilk kongresini yapmak için Ankara’da bina ararken, CHP istediği Halkevinde
kurultayını düzenleyebilmekteydi. Bu durum, DP’yi fevkalade rahatsız ediyordu. Bu gibi
sebeplerle Halkevleri kapatılmak istendi. Nihayetinde 8 Ağustos 1951 tarih ve 5830 sayılı kanunla
Halkevlerinin bütün etkinlikleri durduruldu. Başta Ankara Halkevi olmak üzere yurt genelindeki
Halkevleri, CHP ve seçmen kitlesi tarafından önemsenmekte ve benimsenmekte olup; DP öncesi
dönemde Ankara yerel siyasetinin belirleyici bir unsuru olarak öne çıkmaktaydı. DP, Halkevlerini
kapatmakla CHP’nin yerel siyasette etkin olmasını ve konumunu güçlendirmesini engellemek
istemiştir.
1950-1954 arası dönemdeki ekonomik rahatlama sandığa da yansıdığı için Demokrat Parti 1954
seçimlerinde oy oranını arttırarak (%57) meclisin tek hâkimi hâline geldi. Ancak bu durum
hükûmetin basın, üniversite ve muhalefeti dikkate almama eğilimini güçlendirdi. Bu manzara
muhalefet kadar tarafsız kesimleri de endişeye sevk edecek bir noktaya yöneldi. Yargı ve
üniversitede 25 yılını dolduranları geçici olarak görevden alma ve bir dönem sonra emekli etme
yetkisinin yanına devlet memurlarının da geçici olarak işten el çektirme yetkisinin hükûmette
toplanması bu endişeleri güçlendirdi. Yapılanları yargı ve bürokrasiyi hükûmet denetimine
almak olarak niteleyen muhalefet acil bir güç birliği arayışına yönelirken Demokrat Parti içindeki
muhalefeti de güçlendirmekteydi. Nitekim parti içi demokrasi ve basın politikaları konusundaki
kaygılarını cumhurbaşkanı ile paylaşmaları da netice getirmeyince, parti içi muhalifler Hürriyet
Partisini kurarak siyasete yeni bir çatı altında devam kararı almışlardır.
Demokrat Parti dönemine damga vuran gelişmelerden biri hiç kuşku yok ki 6-7 Eylül Olayları idi.
6 Eylül günü başlayıp 7 Eylül sabahında sona eren gösteriler iktidarı süresince DP’yi en fazla
zedeleyen ve çok zorda bırakan hadise olarak kayıtlara geçmiştir. Kıbrıs meselesinin Londra’da
görüşüldüğü günlerde Türk kamuoyunda Kıbrıs konusunda ciddi bir hassasiyet oluşmuş;
gösteriler düzenlenmişti. 6 Eylül günü normal seyrinde devam eden gösteriler, akşam saatlerinde
Atatürk’ün Selanik’teki evine ve Türk konsolosluğuna bomba atıldığı şeklindeki haberin
yayılmasıyla bambaşka bir hale bürünmüştür.
6-7 Eylül Olayları, DP iktidarı ve kurucuları açısından son derece önemli sonuçları beraberinde
getirmiştir. Türkiye’nin dış politikası açısından ciddi anlamda prestij kaybına yol açmış; binlerce
Rum, Ermeni ve Yahudi kökenli vatandaşın İstanbul’dan göç etmelerine sebebiyet vermiştir.
Olayların siyasi sonuçları, Menderes Hükümeti’nin istifası şeklinde vuku bulmuştur. Hukuki
olarak da 27 Mayıs Askeri Darbesi’nin ardından kurulan Yassıada Mahkemelerinde DP ileri
gelenlerine yöneltilen temel suçlamalardan biri olmuştur.
27 Ekim 1957 tarihinde yapılan Genel Seçimleri DP önde tamamlamıştır. Seçim günü saat 14.30
dan itibaren henüz oy verme işlemi tamamlanmadan, hükümetin kontrolünde bulunan radyo
seçim sonuçlarını vermeye başlamıştır. Bu yayına İnönü’nün itirazı üzerine Yüksek Seçim Kurulu
bunun suç olduğunu ilan ettiyse de radyonun yayınlarına engel olunamamış, Radyo 14.30 dan
itibaren DP’nin kazanmakta olduğunu ilan etmiştir. Seçim sonuçları, 30 Ekim 1957 tarihinde
Adalet Bakanlığı’nca resmen açıklanmıştır. Buna göre DP 424, CHP 178, CMP ve HP’nin 4’er
milletvekilliği kazandığı anlaşılmıştır.
1957 seçimleri sonrasında iktidar ile muhalefet arasında iyice gerilen siyasal ortam, partileri yeni
arayışlara itmiştir. Muhalefet partilerinden Türkiye Köylü Partisi (KP) ile CMP birleşerek
Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (CKMP) adını almış; Hürriyet Partisi ise 24 Kasım 1958
tarihindeki olağanüstü kongre ile CHP’ye katılmıştır. Muhalefet partilerinin birleşerek Milli
Muhalefet Cephesi’ni oluşturmaları karşısında Adnan Menderes de karşı hamle olarak Vatan
Cephesi Ocakları’nı kurdu. Yurdun genelinde il ve ilçelerde örgütlenmeye başlayan Vatan
Cephesi, radyoyu bir propaganda aracı olarak kullanıyordu. Öyle ki, ajans saatleri öncesinde
Vatan Cephesi’ne katılan vatandaşların isimleri ve memleketleri okunmaktaydı.
İktidar ile muhalefet arasındaki gerilim Milli Muhalefet ve Vatan cephelerinin kurulması ile
meclis dışına taşmış ve TBMM, işlevini yerine getiremez hale gelmiştir. İktidar ve muhalefet
arasındaki kutuplaşma İnönü’nün yurt genelindeki ziyaretleri sırasında kendini göstermiş ve
istenmeyen olaylar yaşanmıştır. Bunlardan ilki İnönü’nün 30 Nisan 1959’da çıktığı Uşak
ziyaretinde gelişen olaylardı. İnönü için tezahüratta bulunan vatandaşlar arasında arbede
yaşanmış, DP Uşak il başkanının elindeki çay bardağını İnönü’ye fırlatması, zaten gergin olan
vaziyetin çatışma ortamına sürüklenmesine yol açmıştır. İnönü Uşak ziyareti sonrası kentten
ayrılırken kendisine atılan taşla başından yaralanmıştır. Uşak’tan Manisa’ya, Manisa’dan İzmir’e
hareket eden İnönü burada da DP’lilerin sert tepkisi ile karşılaşmış; ziyaretinin son durağı olan
İstanbul’da ise Topkapı olayları vukua gelmiştir. Şehre yeni gelmiş olan İnönü, Topkapı’dan
geçmekte iken arabası taşlanmış, saldırganlar arabanın üzerine çıkarak ve arabanın kapısını
açmaya çalışarak tecavüzlerini devam ettirmişlerdir. Kendisine yönelen bu saldırının ardından 7
Mayıs 1959’da Ankara’ya geri dönen İnönü, büyük bir partili kitle tarafından karşılandı.
Yurt genelinde iktidar ve muhalefet blokları arasında yaşanan müessif ve müessir olaylar
nedeniyle ve son yaşanan Yeşilhisar/Kayseri olayının ardından 1960 yılının 12 Nisan’ında
toplanan DP grubu, meclise bir önerge vererek Tahkikat Komisyonu kurulmasını talep etti.
Önergede, CHP’nin halkı kanunlara uymamaya teşvik ettiği; hükûmete ve adli-idari makamlara
karşı fiili saldırılar için halkı tahrik ettiği, orduyu siyasete karıştırdığı, güvenlik güçlerinin
görevini yapmasına engel olduğu gibi gerekçeler ileri sürülmüştür. Tahkikat Komisyonu’nu geniş
yetkilerle donatan 2247 sayılı yasa, 19 Nisan 1960 tarihinde yürürlüğe girmiş, 27 Nisan’da ise
mecliste oylamaya sunularak kabul edilmiştir. Muhalefet vekillerinin meclisi terk ederek
oylamaya katılmadığı birleşimde İnönü, Tahkikat Komisyonu’nu kurmak isteyen iktidarı çok sert
ifadelerle eleştirmiştir. Hükümetin bu gibi tedbirlerine karşı Meclis kürsüsünden İnönü; “Bu yolda
devam ederseniz sizi ben bile kurtaramam.” diye bilinen o ünlü sözünü söylemiştir.
Hükümetin bu tarz uygulamaları ve aldığı tedbirler ülkede asayişsizliği etkilediği gibi öğrenci
olaylarının da artmasına ortam hazırladı. DP’nin bu politikaları sivil-asker iş birliğini etkilemiş
olmalı ki emeklilik için izne çıkan Kara Kuvvetleri Komutanı Cemal Gürsel, Millî Savunma Bakanı
Ethem Menderes’e bir mektup yazarak hükümeti uyarmayı bir vazife addetmiştir. Ve ardından
da 21 Mayıs’ta Harp Okulu öğrencilerinin yürüyüşleri darbe yolunda kuvvetli bir algıyı meydana
getirmişti.
Askerî Darbe sonucunda otuz sekiz kişiden oluşan Millî Birlik Komitesi (MBK), ülkede kontrolü
ele geçirerek başta Cumhurbaşkanı Celal Bayar olmak üzere DP’lileri tutuklayarak Yassıada’da
hapsettiler. MBK Başkanlığı’na ise Cemal Gürsel getirildi. Yassıada yargılamaları neticesinde;
Başbakan Menderes, Maliye Bakanı Hasan Polatkan ve Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’nun
idamı MBK tarafından onaylanarak infaz edildiler. Diğerleri ise muhtelif cezalara çarptırıldı.
AKINCI, A., & SEFA, U. S. T. A. (2016). TÜRKİYE’DE ÇOK PARTİLİ HAYATA GEÇİŞTE ETKİLİ
OLAN DIŞ FAKTÖRLERİN DEĞERLENDİRİLMESİ. SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ
İKTİSADİ VE İDARİ BİLİMLER FAKÜLTESİ DERGİSİ, 21(1), 275-288.
AKŞİN, S., TUNÇAY, M., & HASSAN, Ü. (1997). TÜRKİYE TARİHİ: 4. İSTANBUL: CEM
YAYINEVİ.
AVŞAR, B. Z., & KAYA, E. E. (2012). ÇOK PARTİLİ HAYATA GEÇİŞ SONRASINDA İLK
MUHALEFET PARTİSİ: MİLLİ KALKINMA PARTİSİ.
TURAN, R., SAFRAN, M., HAYTA, N., ÇAKMAK, M. A., DÖNMEZ, C., & ŞAHİN, M.
(2011). ATATÜRK İLKELERİ VE İNKILAP TARİHİ.
TRUMAN DOKTRİNİ
MARSHALL PLANI
ANTLAŞMALAR
FİLİSTİN MESELESİ
BAĞDAT PAKTI
SURİYE BUNALIMI
POLİTİKASI
BALKAN PAKTI
ORTA DOĞU
SOĞUK SAVAŞ
NATO
KORE SAVAŞI
Sovyetler Birliği Hükümeti bilindiği gibi, daha İkinci Dünya Savaşı'nın başında (25 Eylül 1939'da)
Moskova'ya giden Türk Dışişleri Bakanı Şükrü Saraçoğlu'ndan Boğazlar statüsünde değişiklik
yapılmasını ve diğer bazı isteklerde bulunarak, Boğazların ortak savunulmasına dair bir
antlaşmanın imzalanmasını istemişti. Ancak bu ve diğer öneriler Türkiye tarafından
reddedilmişti. Sovyetler Birliği Hükümeti'nin bu istekleri ise, Rusya'nın yayılma politikasının
yeniden canlandığının belirtileriydi.
Türkiye, bu nedenle İkinci Dünya Savaşı'nda Batı Avrupa devletlerinin yanında göründü. Ancak,
Batılıların müttefiki olan Sovyet Rusya, daha savaşın sonlarında, Türkiye'nin karşısına yeniden
bazı isteklerle çıkacağını açıkça belli etti ve nitekim, Müttefikler arasında yapılan konferanslarda,
birçok defa Boğazlar statüsünün kendi lehine değiştirilmesi önerisinde bulundu. Yalta
Konferansından birkaç hafta sonra 19 Mart 1945 tarihinde Sovyet Dışişleri Bakanı Molotov; izinle
ülkesine dönmekte olan Türkiye Büyükelçisi Selim Sarper'e, Sovyet Hükümeti'nin, günün
koşullarına ve savaşın getirdiği değişikliklere uymadığı ve birçok hükmünün "esaslı değişiklikleri"
gerektirdiği gerekçesiyle, 17 Aralık 1925 tarihli Türk-Sovyet Dostluk ve Saldırmazlık
Antlaşması’nı feshettiğini bildirdi. Ayrıca Molotov, Boğazların savunmasına SSCB’nin de ortak
olabilmesi amacıyla SSCB’ne Boğazlarda deniz ve kara üslerinin verilmesini, ikili bir antlaşma ile
Montreux Boğazlar Sözleşmesi doğrultusunda belirlenen Boğazlar rejiminin değiştirilmesini
önermişti. Büyükelçi Ankara’ya danışma gereği dahi duymadan bu teklifleri reddetti
reddetmesine ama bu kez de SSCB’nin yarı resmi basın yayın organları Türkiye’den toprak ve
Boğazlardan üs taleplerini gündeme taşıyarak huzursuzluğa neden oldular.
Güçlü komşusu ile karşı karşıya kalan Türkiye hemen uluslararası destek arayışına başladı.
Montreux Antlaşması imzalandığı sırada dünyanın en güçlü devlet olan İngiltere, Türkiye’nin ilk
Bu şekilde Türk Hükümeti'nin Sovyet isteklerini reddetmesi üzerine, Sovyetler Birliği, 1945
yılının ortalarından itibaren Türkiye üzerinde ağır bir siyasi baskıya girişti. Bu arada Kars ve
Ardahan'ı istemeye başladı. Bir yandan da 17 Temmuz- 2 Ağustos 1945'te toplanan Potsdam
Konferansı'na, Boğazlar konusunu getirerek, Montreux Sözleşmesi'nin Sovyet ticaret ve savaş
gemilerinin Boğazlardan her zaman şerbetçe geçmesini sağlayacak şekilde değiştirilmesini istedi.
ABD’nde görev başında vefat eden Türkiye Büyükelçisi Münir Ertegün’ün cenazesini 5 Nisan
1946 tarihinde İstanbul’a getiren ve ABD’nin en büyük savaş gemilerinden Missouri zırhlısının
ziyareti Türk-ABD ilişkileri açısından yeni bir başlangıç olarak kabul edilirken SSCB’ne, ABD’nin
Türkiye’nin yanında olduğuna dair bir mesaj verilmişti.
ABD ile Türkiye’nin yakınlaşmasından rahatsız olan SSCB, 8 Ağustos 1946 tarihinde, Türkiye’ye
bir nota vererek savaş sırasında Alman savaş gemilerinin Boğazlardan geçişini gerekçe göstererek
Boğazlar rejiminde değişiklik talep etti. Bu talepler Boğazların, Karadeniz’e kıyısı olan devletlerin
savaş gemilerine açık, Karadeniz’e sahili olmayan devletlerin savaş gemilerine kapalı tutulmasını,
Bunun üzerine Sovyetler Birliği, 24 Eylül 1946'da Türkiye'ye ikinci bir nota vererek isteklerini
tekrarladı. Buna karşılık Türkiye de 18 Ekim 1946'da Sovyetlere verdiği notada eski görüşlerini
yeniden belirtti. Bu arada Amerika ve İngiltere de 9 Ekim'de Sovyetlere bir nota vererek,
Boğazların savunulmasında tek sorumlu olarak Türkiye'nin kalması gerektiği hakkındaki
görüşlerini bir defa daha bildirdiler.
Böylece, İkinci Dünya Savaşı'nın başından beri, savaşın dışında kalmayı amaç edinen ve bunda
başarı sağlayan Türkiye, savaşın sonlarında ve savaşı izleyen ilk iki yılda Sovyetler Birliği'nin
girişim ve istekleri sonucunda büyük bir baskı ve bunalımla karşı karşıya kaldı. Türk-Sovyet
ilişkilerindeki bu gerginlik genel hatlarıyla da 1953'e kadar sürdü.
Türkiye, bu durum karşısında dengeyi sağlayabilmek üzere, savaş sonrasının en güçlü iki
devletinden diğeri olan Amerika Birleşik Devletleri’ne yaklaşmaya başladı.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra uluslararası arenada yeni güç dengesinin hâkim olmasıyla
birlikte ABD ve SSCB bu dönemde iki süper güç olarak ortaya çıkmışlardır. ABD, SSCB ve
İngiltere arasında eşgüdümü sağlamak ve dünyanın geleceğini planlamak için 4-12 Şubat 1945
tarihleri arasında Kırım’ın Yalta kentinde düzenlenen Yalta Konferansı’nda tartışılan konuların
çoğu çözümlenememiştir. Ancak bu konferans, iki bloğun oluşturulmasını resmileştirmiştir. İki
süper güç SSCB ve ABD, Yalta’dan sonra kendi bloklarını güçlendirme politikasına başlamışlardır.
İngiltere ve Fransa gibi başlıca Avrupa güçleri ise İkinci Dünya Savaşı neticesinde oluşan
Yukarıda belirtildiği üzere, 1945-1946 yıllarında Sovyetlerin Doğu Anadolu'dan resmen toprak ve
Boğazlara yerleşmek istemesi, Türkiye'yi zor duruma sokmuştu. Halbuki, Türkiye Cumhuriyeti
kurulduktan sonra, Türkiye- Sovyetler Birliği ilişkileri karşılıklı güven esasına göre düzenlenmişti.
Fakat 1939'dan itibaren Rusya'nın yayılma politikasının yeniden canlanması, bu defa Türkiye'yi
dengeyi sağlamak üzere yine İngiltere-Fransa ittifakına götürmüştü. Ancak, İkinci Dünya
Savaşı'nda bu devletlerin uğradığı yıpranma, bu dengeyi sağlama niteliklerini de büyük ölçüde
kaybetmelerine neden olmuştu. Bundan dolayı Türkiye, Sovyet tehdit ve tehlikesine karşı, bu defa
Amerika Birleşik Devletleri'nin desteğini aramaya yönelmişti. Nitekim, savaşın son yıllarından
itibaren Türk dış politikası da bu yönde gelişmeye başlamıştı.
Avrupa, İkinci Dünya Savaşı’nın yıkıcı etkilerinden kurtulmak için mücadele ederken, SSCB de
ideolojisini yaymaya yönelik çalışmalara girişmiştir. Buna karşın ABD bu çabaları önlemek için
Sovyetlere karşı büyük bir mücadeleye başlamıştır. SSCB ile ABD arasında dünya çapında
üstünlük kurmaya yönelik başlayan Soğuk Savaş rekabeti dünya ülkelerini etkileyerek, süper
güçlerin birinin veya diğerinin müttefiki olarak bölgesel savaşın içerisine sürüklemiştir.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra SSCB, İran üzerinden Orta Doğu petrollerine ve Basra ile Hint
Okyanusu’na; Türkiye üzerinden Boğazlar, Ege Denizi ve Doğu Akdeniz’e; Yunanistan üzerinden
de Doğu Akdeniz istikametinde yayılma girişimine başlamıştır. Bu üç bölge, İngiltere’nin
SSCB’ye karşı en hassas noktalarından biri olmuştur. Fakat İkinci Dünya Savaşı, İngiltere
üzerinde öyle tahribat yapmıştır ki artık İngiltere’nin bu bölgeleri savunacak ve SSCB’nin
karşısına çıkabilecek gücü kalmamıştır. Bu durumdan dolayı, 24 Şubat 1947 Pazartesi günü sabah
saat 09.00’da İngiltere Büyükelçisi Lord Inverchapel ABD Hükümetine biri Türkiye ve diğeri de
Yunanistan hakkında olmak üzere iki memorandum vermiştir. Bu memorandumlarda İngilizler,
Yunanistan’ı ve Türkiye’yi Sovyet etkisine karşı korumanın önemini kabul etmiş ve ayrıca
Yunanistan’a hızlı ve ekonomik yardım yapılmadığı takdirde Yunanistan Hükümetinin derhal
düşebileceği belirtilmiştir. Bahsedilen yardımları İngiltere ekonomisinin karşılayacak durumda
olmadığı ve bu konuda ABD’den yardımların sağlanması hususunda büyük sorumluluk
üstlenmesi talep edilmiştir.
Truman Doktrini çerçevesinde Türkiye’ye yapılacak yardımın ana hatlarını oluşturan antlaşma,
12 Temmuz 1947 tarihinde ABD ile Türkiye arasında imzalanmıştır. Bu antlaşmaya göre ABD,
Türkiye’ye silah, askeri malzeme ve cephane ile askeri kurumların inşası için mali ve teknik
yardımda bulunacaktı. Ancak bu antlaşmada altı çizilen en önemli husus, Türkiye’ye verilen silah,
cephane ve askeri malzemelerin amacı dışında kesinlikle kullanılmaması gerektiğine yönelik
olmuştur. Truman yardımının başlamasıyla birlikte bu yardımın 300 milyonluk kısmı
Yunanistan’a, 100 milyonu ise Türkiye’ye gönderilmiştir. Türkiye, ABD’den aldığı 100 milyon
dolarlık yardım ile askeri harcamalara ayrılan payı azaltmayı hedeflemiştir. Ancak ABD’den
yardım kapsamında alınan malzemelerin bakım ve yedek parçalarının yine ABD’den temin
edilmesi, Türkiye için ek bir masrafa neden olmuş ve düşünülenin aksine askeri harcamalara
ayrılan pay azaltılamamıştır.
Truman Doktrini, esas itibariyle Sovyetlerin doğrudan doğruya baskısı ve tehdidi altında
bulunan Yunanistan ve Türkiye’ye yardım yapılmasını öngörmüştü. Diğer taraftan Avrupa ise
İkinci Dünya Savaşı’nda bütün kaynaklarını tüketmiş ve ekonomik anlamda ağır bir tahribat
almıştı. İşte bu durumu fırsat bilen SSCB, komünist partilerin kuvvetli olduğu Fransa ve İtalya’da
bu partileri kışkırtarak grevlerin yapılmasını sağlamış ve böylelikle ülkelerin ekonomisini alt-üst
etmeyi başarmıştır. ABD ise Batı Avrupa’nın yaşamış olduğu ekonomik sıkıntıların düzelmesi
için bu dönemde ciddi yardım girişimlerinde bulunmuştur. Ancak ABD’nin yapmış olduğu bu
yardımlar, sıkıntıların tamamen giderilmesini sağlamaya yeterli olmamıştır. Bu sebeple ABD,
Avrupa’ya yardım yapılması için farklı yollar aramış ve çözüm ise Amerikan Dışişleri Bakanı
George Marshall’ın 5 Haziran 1947’de Harvard Üniversitesi’nde gerçekleştirdiği konuşmasında
Avrupa Ekonomik Kalkınma Programı’nın hazırlanması üzerine ABD, 3 Nisan 1948’de Dış
Yardım Kanunu’nu çıkarmıştır. Bunun üzerine, Marshall Planı kapsamında yardım alan on altı
ülke (İngiltere, Fransa, Belçika, İtalya, Portekiz, İrlanda, Yunanistan, Hollanda, Lüksemburg,
İsviçre, İzlanda, Avusturya, Norveç, Danimarka, İsveç ve Türkiye) aralarındaki iş birliğini
ilerletmek ve ekonomik bütünleşmeyi teşvik etmek amacıyla, Fransız ekonomist ve politikacı
Robert Marjolin başkanlığında 16 Nisan 1948 tarihinde Paris merkezli Avrupa Ekonomik İşbirliği
Örgütü’nü (OEEC) oluşturmuştur. Bu yardımlarla birlikte Batı Avrupa ülkeleri de neredeyse
savaş öncesi seviyelerine ulaşmaya başlamıştır.
İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Batı Avrupa devletlerinin, Sovyetler Birliği'nin artan tehdit ve
tehlikesine karşı, aynı zamanda uluslararası alanda kaybettikleri eski önemlerini kazanabilmek
için aralarında siyasi birleşme yolları aradıkları ve bu arada; Brüksel Anlaşması'nı yapan beş
devlet, yani İngiltere, Fransa, Belçika, Hollanda ve Lüksemburg ile Danimarka, İrlanda, İtalya,
Norveç ve İsveç'in, 5 Mayıs 1949'da Londra'da bir antlaşma imzalayarak, Avrupa Konseyi'ni
kurdukları belirtilmişti.
Sadece Avrupa devletleri arasında kurulan ve askeri bir niteliği bulunmayan bu örgüte,
başlangıçta, Türkiye'nin alınmaması, Avrupa devletleri ile sıkı ilişkiler kurmak isteyen Türkiye'de
tepkilere yol açmıştır.
Ancak bu durum uzun sürmemiş, Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi'nin 8 Ağustos 1949'da
Konsey'in sürekli merkezi olan Strasburg'da yaptığı toplantıda, Türkiye'nin ve aynı zamanda
Yunanistan ile İzlanda'nın Örgüt'e davet edilmesine karar verilmiştir. Bu davet de Türkiye'de
memnunluk yaratmıştır.
Görüldüğü gibi, Türk yöneticileri, bu dönemde Türkiye'nin dış siyasetinde Batı ile siyasi ve
ekonomik ilişkiler içinde bulunmayı esas kabul etmişler, izledikleri bu siyasette, Avrupa
Konseyi'nde bir "Avrupa devleti" olarak yer almayı da Batı ile bütünleşmede önemli bir sonuç
saymışlardır. Böylece Türkiye, İkinci Dünya Savaşı'nı izleyen ve dünya güçler dengesinin yeniden
oluştuğu, kendisinin de Sovyetler Birliği'nin tehdidi altında bulunduğu dönemde, Batı ile
ilişkilerini daha geliştirmiş ve Batı Bloku içerisinde yerini almıştır. Özellikle bundan böyle,
25 Haziran 1950'de Kuzey Kore kuvvetlerinin, Güney Kore'ye saldırması üzerine Kore Savaşı
başlamış, aynı gün Amerika Birleşik Devletleri'nin girişimi ile Birleşmiş Milletler Güvenlik
Konseyi toplanarak, Kuzey Kore'nin barışı bozduğunu belirtmiş ve bu devletin saldırıya son verip
kuvvetlerini geri çekmesini istemiştir. Kuzey Kore'nin bu karara uymaması üzerine de Güvenlik
Konseyi, 27 Haziran 1950'de ikinci bir kararla, barışın yeniden sağlanması için, askeri önlemler
alınmasına karar vermiş ve Birleşmiş Milletler Üyelerini, silahlı saldırıyı püskürtmek ve bölgede
barış ve güvenliğin kurulması amacıyla, Güney Kore'ye gerekli yardımı yapmaya çağırmıştır.
Bundan sonra da 7 Temmuz 1950'de Konsey, aldığı yeni bir kararla, Birleşmiş Milletler Birleşik
Komutanlığı'nı kurmuştur.
Ankara’yı Kore konusunda harekete geçmeye iten bir başka unsur ise 1945'ten itibaren
Türkiye’den çeşitli taleplerde bulunan Sovyetler Birliği'nin Kore örneğini başka bölgelerde
tekrarlamasının önüne geçmekti. Menderes’e göre Kore örneği yeni ihlallere kapı açabilecek bir
öneme sahipti ve bu açıdan Kore’de sessiz kalma, Moskova yönetimine yeşil ışık yakmak
anlamına gelecekti. Bu düşünce Yalova'da yapılan tartışmalar sırasında dönemin Washington
Büyükelçisi Feridun Cemal Erkin'in "bugün bu saldırıya ilgisiz kalırsak yarın Kuzey komşumuz bize
saldırdığında kimse yardımımıza koşmaz" ifadelerinde karşılığını bulmuştur.
Sonuç olarak Batı kampına dahil olma ve Sovyet tehdidi gibi iki temel nedenden dolayı Birleşmiş
Milletler Haziran 1950’de uluslararası bir güç göndererek Kore'de kuzeyden gelen komünist işgali
durdurmak yönünde bir karara varınca Menderes hükümeti hemen harekete geçerek 25 Temmuz
1950'de yaklaşık 5 bin kişilik bir askeri birliğin Kore'ye gönderileceğini açıklamıştır.
Kore Savaşı gerek dönemin hükümeti gerekse muhalefet partileri tarafından NATO'ya kabul
edilme noktasında kaçırılmayacak bir fırsat olarak değerlendirilmiştir. Örneğin Millet Partisi
Genel Başkanı Hikmet Bayur Türkiye'nin Sovyetler Birliği karşısında güvenliğinin sadece
NATO'ya girmeyle sağlanabileceğini belirttikten sonra Kore’de bir fedakarlıkta bulunmanın
NATO üyeliğinin temel koşulu olduğunu belirtmiştir.
Kore Savaşı sırasında Türkiye’den gelen birliklerin gösterdiği başarı ve 700'ün üzerinde kayıp
verilmesi Amerikan kamuoyunda Sovyetler Birliği ile girilen mücadelede Türkiye'nin sadık bir
müttefik olacağı düşüncesini güçlendirmiştir. Dolayısıyla, Kore Savaşı Menderes hükümetine
istediği olanağı sağlamış ve Türkiye'nin NATO ülkeleri arasında sadık bir müttefik olduğu
yönünde Kore’de sağlamlaşan imajı, üyeliğine karşı çıkan ülkeleri ikna etmeye yeterli olmuştur.
Bunun üzerine Washington yönetimi 15 Mayıs 1951’de Türkiye'nin Yunanistan ile birlikte
NATO'ya alınmasını önermiş ve İngiltere'yi bu karara katılması konusunda ikna etmiştir. 18
Şubat 1952 tarihinde TBMM’nin, Washington’da 4 Nisan 1949 tarihinde imza edilen Kuzey
Atlantik Antlaşması ile buna ek 17 Ekim 1951 tarihli Londra Protokolü kabul etmeleriyle birlikte
Türkiye, NATO’ya resmen üye olmuştur.
Türkiye ve Yunanistan’ın NATO’ya kabul edilmeleri hususuna bakacak olursak, ABD iki devletin
kabul edilmesini bizzat müttefiklerinden talep etmiştir. ABD’yi bu karara yönelten faktörler
arasında Türkiye’nin tarafsızlık ilan edebileceği riski önemli rol oynamıştır. Ayrıca diğer taraftan
Türkiye’nin askeri hava alanlarını ve üslerini müttefiklerine açacak olması da NATO’ya kabul
İKİLİ ANTLAŞMALAR
1945 yılından itibaren Türkiye ile ABD arasında sayısı bugün tam olarak bilinmeyen çok sayıda
ikili antlaşma imzalandı. Bu antlaşmaların bir kısmı TBMM gizli oturumlarında onaylandığı, bir
kısmı ise TBMM onayına sunulmaksızın doğrudan hükümet tarafından kabul edildiği için
yapılan antlaşmaların sayısı hakkında tam anlamıyla malumat yoktur. 1970’li yıllarda Süleyman
Demirel 1952-60 yılları arasında 54 ikili antlaşma yapıldığını ifade etmişse de bu bilgi resmen teyit
edilebilmiş değildir. Söz konusu antlaşmalardan bazıları ise kamuoyuna açıklanmış olup ikili
antlaşmaların genel karakteri hakkında öngörülerde bulunma imkânı sağlamaktadır.
Türkiye ile ABD arasındaki ikili antlaşmaların ilki 23 Şubat 1945 tarihinde imzalanan, borç alma
ve kiralamaya ilişkin Karşılıklı Yardım Antlaşması idi. Bu antlaşmaya göre Türkiye, “sağlamakla
görevli olduğu hizmetleri, kolaylıkları ya da bilgileri ABD’ye teslim etmekle” mükellef kılınmıştı.
Bu antlaşma ile Atatürk döneminde izlenen dış politikanın eşitlik ve mütekabiliyet esaslarından
taviz veriliyor ve tek taraflı, üstelik sınırları belirsiz ağır bir yükümlülük altına giriliyordu.
1946 yılında Türkiye ile ABD arasında imzalanan kredi antlaşmasıyla ABD’nin elinde kalan ve
nakli masraflı olan, “savaş artığı” malzemeleri satın alması koşuluyla Türkiye’ye kredi vermesi
kararlaştırıldı.
1952 yılında imzalanan ve 1954 yılında onaylanan Ortak Güvenlik Antlaşması ile Türkiye, ABD
tarafından yürütülecek askeri girişimleri destekleme ve gerektiği takdirde bunlara yardım etme
taahhüdünde bulundu. Aynı tarihlerde imzalanan ve onaylanan NATO Kuvvetleri Sözleşmesi ile
ABD, Türkiye’de askeri üs ve tesisler kurarak askeri personel bulundurma hakkı elde etti. Bu
personelin resmi görevleri sırasında suç işlemeleri halinde; işledikleri suç Türkiye yasalarına
aykırı ise Türk mahkemeleri, ABD yasalarına aykırı ise ABD mahkemeleri davaya bakacaktı.
Resmi görev dışında işlenen suçlarla ilgili davalarla doğrudan Türk mahkemeleri ilgilenecekti.
Suçun görev süresi içinde mi dışında mı işlendiğine ise Amerikan Askeri Yardım Kurulu karar
verecekti. Bu şekilde yargı erkinin sınırlandırılması, Türk hukuki bağımsızlığını zedeleyen bir
husus olması hasebiyle son derece dikkat çekecek ve bundan sonra Türkiye’de görevli ABD’li
personelin karıştıkları suçlar tartışma konusu haline gelecektir.
1954 yılında imzalanan ve yine TBMM onayına sunulmaksızın kabul edilen Vergi Muafiyetleri
Antlaşması ile ABD kuvvetlerinin ortak savunma maksadıyla yapacakları masraflardan vergi
alınmamasına karar verildi.
1955 yılında imzalanan ve 1956 yılında TBMM tarafından onaylanan Atom Enerjisi Antlaşması ile
ABD tarafından verilecek bilimsel destekle Türkiye’nin nükleer araştırma merkezleri kurması
kararlaştırıldı.
1950’li yılların ortalarından itibaren Türkiye’de yaşanan ekonomik sıkıntılar nedeniyle Hükümet
yeni antlaşmalarla borç arayışına girecek, ihtiyacın farkında olan ABD ve IMF Türk ekonomisinin,
kendi istekleri doğrultusunda yapılandırılması kaydı ve koşuluyla borç verebileceklerini
açıklayacaktı. Bu da Türk ekonomisinin dışarıdan müdahalelere açık hale gelmesine neden
olacaktı.
1959 yılında imzalanan ve 27 Mayıs 1960 askeri darbesinden yaklaşık 3 hafta önce TBMM
tarafından onaylanan Türk-Amerikan Güvenlik ve İşbirliği Antlaşması’na göre Türkiye’yi hedef
alan bir saldırı durumunda Türk Hükümeti’nin talebi halinde ABD, silahlı güç kullanmak dâhil
olmak üzere her türlü yardım ve işbirliğine hazır olacak, askeri ve ekonomik yardımlara devam
edecekti. 1957 yılında kabul edilen Eisenhower Doktrini çerçevesinde yürürlüğe konulan bu
antlaşmada söz konusu saldırının özelliği ile ilgili bir izahatta bulunulmaması, içeriden
gelebilecek tehlikelere karşı da ABD’ye müdahale hakkı verildiği şeklinde değerlendirmelere
neden olacak ve ağır tenkitlere uğrayacaktır.
Truman doktrini ile birlikte askeri ve iktisadi manada ABD’ye bağımlı hale gelmeye başlayan
Türkiye uluslararası ilişkilerde de ABD eksenli bir dış politika izledi. Öyle ki 1955 yılında ABD ve
SSCB’nin yayılmacı emellerine karşı genellikle bağımsızlığını yeni kazanan Asya ve Afrika
ülkelerinin; tarafsız kalarak mevcudiyetlerini devam ettirebilmek, Doğu ve Batı blokları dışında
ara bir formül bulabilmek amacıyla düzenledikleri Bandung Konferansı’nda Türkiye Dışişleri
Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, tarafsızlığın yarardan çok zarar getireceğini vurgulamış, SSCB ve
komünizmin yayılmasına karşı Batı bloku ile birlikte hareket etmekten başka seçenek olmadığını
1947 yılında Filistin meselesi BM gündemine geldiğinde Türkiye, Arap ülkelerinin yanında yer
alarak Filistin’in bölünmesine karşı çıkmıştı. Türkiye’nin Arap ülkeleriyle birlikte Taksim
Kararına karşı çıkışındaki en büyük etken, birincisi Yahudi devletinin kurulmasının bölgede
gerginliği artırabileceği düşüncesi, ikinci etken ise kurulan devletin Sovyet yanlısı olabileceği
endişesi olmuştur. Sonrasında Türkiye’nin bu endişe hali, İsrail’in bağımsızlığını ilan etmesi ve
Sovyet Birliği’nin İsrail’i tanımasıyla birlikte daha da artmıştır. İsrail’in kurulması Orta Doğu’daki
sorunların çözümünden ziyade, bölgedeki problemleri çözümsüzlüğe sürükleyen bir gelişme
olarak görülmüştür.
Taksim kararının alınmasından sonra bölgede başlayan çatışmalar, İsrail devletinin kuruluşunu
ilan etmesiyle birlikte yerini büyük bir savaşa bırakmıştır. İsrail devleti kurulur kurulmaz ertesi
gün Mısır, Ürdün, Suriye, Lübnan ve Irak kuvvetlerinin İsrail’in üzerine yürümeye başlamasıyla
birlikte Araplar ile Yahudiler arasında Arap-İsrail Savaşı başlamıştır. Arap devletleri ve İsrail
arasında savaşın başlaması üzerine BM, savaşı sonlandırmak ve barışı tesis etmek için acilen
toplantı tertip etmişlerdir. Yapılan toplantı neticesinde BM her iki tarafa, 29 Mayıs’ta ateşkes
çağrısında bulunması üzerine 11 Haziran 1948 tarihinde ateşkes yürürlüğe girmiştir.
Arap-İsrail savaşı devam ettiği sırada BM Genel Kurulu 12 Aralık 1948 tarihinde ABD, Fransa ve
Türkiye temsilcilerinden oluşan Filistin Uzlaştırma Komisyonu’nun kurulmasına karar vermiştir.
Türkiye, -Truman doktrininin hayata geçirilmesi ile birlikte- bu komisyondaki görüşmelerde
düşünülenin aksine tersi bir politika izleyerek tarafsız bir tutum sergilemiş ve ayrıca görüşmelerin
devam ettiği sırada 28 Mart 1949 tarihinde İsrail’i resmen tanıdığını açıklamıştır. Bu ve benzeri
politikalar Türk-Arap ilişkilerini derinden sarstı.
1949 yılında toplanan Asya Devletleri Kongresi’ne Batılı bir devlet olduğu gerekçesiyle
katılmayan Türkiye artık tamamen Batı eksenli politikalar takip edeceğini gösterdi.
İngiltere’nin bölgedeki etkisinin giderek zayıfladığını ve Orta Doğu savunmasında bir boşluk
oluştuğunu düşünen ABD, 1953’de Dwight David Eisenhower’ın başkan seçilmesiyle birlikte,
Orta Doğu politikasını gözden geçirmeye başlamıştır. Bu konudaki en önemli hareketlerden birisi
John Foster Dulles’in Orta Doğu gezisine çıkması olmuştur. Orta Doğu’ya yapılan bu gezi,
ABD’nin bölgeye yönelik politikasını yeniden gözden geçirmesi açısından oldukça önemli bir
girişimdir. Dulles’in düzenlemiş olduğu Orta Doğu gezisi, ABD ile İngiltere’nin Orta Doğu’ya
ilişkin münasebetleri açısından önemli bir dönüm noktası teşkil etmiştir. Bundan sonra ABD,
bölgede daha bağımsız bir politika izleyerek kuzey kuşağına dayalı yeni bir bölgesel savunma
örgütünün oluşturulabilmesi için bölgedeki ülkeleri teşvik etmeye yönelik farklı bir siyaset
izlemeye başlamıştır.
ABD Dışişleri Bakanı Dulles’in sözünü ettiği Kuzey Kuşağı Savunma Projesinin ilk adımı 28
Aralık 1953’de ABD ile Pakistan arasında teknik ve ekonomik yardım antlaşmasının imzalanması
ile atılmıştır. Bu antlaşmayla Pakistan, kendisini Batı güvencesine aldıktan sonra 18 Şubat 1954’te
Türkiye ile ortak bir demeç yayınlayarak aralarında savunma antlaşması imzalayacaklarını
açıklamışlardır. Dulles’in telkinleriyle 2 Nisan 1954’te Türkiye ve Pakistan arasında Dostluk ve
İşbirliği Antlaşması imzalanmıştır.
Bağdat Paktı Türkiye'nin Irak dışındaki Arap ülkeleri ve Sovyetler Birliği ile ilişkilerini olumsuz
etkiledi. Mısır ve Suriye gibi Arap devletlerini Sovyetler Birliğine yaklaştırdı. 14 Temmuz 1958’de
Irak’ta Krallık rejimi bir askeri darbe ile yıkıldı. Bu olay Bağdat Paktı'nı zayıflattı. 1959'da Irak
Pakt’tan ayrılınca merkez Ankara’ya taşındı ve adı CENTO (Merkezi Antlaşma Teşkilatı) olarak
değiştirildi. 1979 yılında sırayla Pakistan, İran ve Türkiye’nin ayrılması ile bu teşkilat ortadan
kalkmıştır.
Bağdat Paktı’nın kurulması Arap devletlerini bölmesinin yanı sıra SSCB’nin de Orta Doğu
bölgesine sızmasını kolaylaştırmıştır. Yaşanan bu gelişmeler, Mısır’ın Doğu Blok’una
yakınlaşmasına neden olmasıyla birlikte, Eylül 1955’te Çekoslovakya ile bir silah alım sözleşmesi
imzalanmış ve Mayıs 1956’da Çin Halk Cumhuriyeti tanınmıştır. Ayrıca Nasır, Sovyetlerle olan
ilişkileri daha da ilerletmek için Moskova’ya ziyarette bulunacağını da açıklamıştır. Bu olaylar
Batı’yı oldukça rahatsız etmiş ve Mısır ile ilgili planlarında değişikliğe gitmelerine neden
olmuştur.
1956 Süveyş Krizi’nin ortaya çıkmasına neden olan olayların başında, Mısır’ın Nil Nehri üzerinde
kurmayı planladığı Aswan Barajı gelmektedir. Mısır ekonomisi için oldukça büyük bir önem arz
eden bu baraj için Mısır, ABD’den 55 milyon dolar, İngiltere’den 15 milyon dolar ve Dünya
Bankası’ndan da 200 milyon dolar yardım sözü almıştır. Ancak Mısır’ın izlediği politika
nedeniyle önce ABD, sonrada diğerleri yardımda bulunma sözünden geri dönmüştür. Bu
gelişmeler üzerine Nasır’ın tepkisi oldukça sert olmuş ve 26 Temmuz 1956’da Süveyş Kanalı
Mısır ve SSCB’nin bu öneriyi reddetmesi üzerine İngiltere, Fransa ve İsrail; Mısır’a savaş açtı. Kısa
süre içerisinde Mısır yenilgiye uğratıldı ve toprakları işgal altına alındı. Durumu derhal protesto
eden SSCB, işgal kuvvetlerinin Mısır’dan çekilmelerini talep etti. Bu vesile ile sosyalizmin
Ortadoğu’da hızla taraftar toplayacağını düşünen ABD ise hem bölgede tepki çekmemek hem de
Ortadoğu’daki İngiliz varlığını ortadan kaldırabilmek maksadıyla SSCB ile birlikte hareket
etmeye karar verdi. Neticede SSCB ve ABD’nin baskıları altında kalan işgal kuvvetleri Mısır
topraklarından çekilmişlerdir.
Yaşanan bu gelişmeler üzerine ABD yönetimi, Fransa ve İngiltere’ye ağır baskılar uygulamaya
başlamıştır. Alışık olmadıkları bu baskı karşısında İngiltere ve Fransa ateşkes çağrılarına uymak
zorunda kalmışlar ve 22 Aralık 1956 tarihinde Mısır topraklarından ayrılmışlardır. Süveyş Kanalı
da bütün batıklardan temizlendikten sonra dünya trafiğine 10 Nisan 1957 tarihinde açılmıştır.
Gelişen olaylar neticesinde Nasır’ı devirmeyi hedefleyen güçlerin başarısız olması, bölgede
Sovyetlerin ve Nasır’ın daha da güçlenmesine olanak sağlanmıştır. Mısır’ın Süveyş Kanalı’na
sahip çıkıp, mücadelede bulunması Nasır’ı Arap dünyasında milli bir kahraman konumuna
getirmiştir. Bununla birlikte Süveyş Savaş sonunda, İngiltere’nin iki önemli müttefiki Irak ve
Ürdün, Mısır’ın yanında yer almış ve ayrıca Afrika ülkeleri de Mısır’a yaklaşmaya başlamışlardır.
Bu durum Nasır’ın prestijini her geçen gün daha da artırmıştır.
Türkiye ise bu konuda maalesef tutarsız bir dış politika izledi. Bunalımın başında Süveyş
Kanalı’nın millileştirilmesine itiraz eden Türkiye kanalın uluslararası denetim altına alınmasına
yönelik öneriyi desteklemişti. Mısır’a savaş açılmasını ve topraklarının işgalini uluslararası
hukukun ihlali olarak nitelendiren Türkiye, savaşın ve bunalımın sorumlusunun Mısır olduğunu
ileri sürerek çelişkiye düşmüş, bununla da kalmamış işgalci devletlerden İsrail’i kınamış, bu
ülkedeki büyükelçisini geri çekmiş fakat bu ülke ile dostluğunu ve ticari ilişkilerini devam
ettireceğini açıklamıştı. Ayrıca Türkiye işgalcilerden İngiltere ve Fransa’yı kınama ihtiyacı
duymamış, krizi çözmek amacıyla BM nezdinde teşebbüslerde bulunan ABD’ni takdir ettiğini
açıklamış ancak SSCB’ni bunalımı derinleştirmekle suçlamıştı. Birbiriyle çelişen tutarsız bu
politika ile Türkiye bölge ülkelerinin tepkisini üzerine çekmişti.
Süveyş krizinin doğurduğu silahlı çatışmalar ve sonrasında gelişen olaylar ile birlikte Sovyetler
ve Nasır’ın bölgedeki nüfuzunun artması karşısında ABD, Orta Doğu politikasını yeniden gözden
geçirmeye karar vermiştir. Bu doğrultuda ABD ilk olarak Kasım 1956’da yayınladığı bildiriyle
Bağdat Paktı üyelerinin toprak bütünlüğüne ve bağımsızlıklarına karşı girişilecek bir saldırının,
ABD tarafından vahim bir hareket olarak kabul edileceğini belirtmiştir. Bildirinin ardından da
Başkan Eisenhower, Süveyş krizi nedeniyle ortaya çıkan güç boşluğunun Sovyetler tarafından
doldurulmasını engellemek için harekete geçerek bir öneri sunmuştur. 5 Ocak 1957 tarihinde
Eisenhower tarafından 4 maddeden oluşan öneride;
2. Bölgedeki bir ülkenin veya ülkelerin isteği üzerine askeri yardım programlarının
hazırlanması,
3. Bölgedeki bir ülke ya da ülkeler grubunun komünist kontrolü altındaki bir ülkenin
4. 1958-1959 yılları için, 200 milyon dolarlık tahsilatın onaylanarak Başkan’ın emrine
sunulması
Eisenhower Doktrini olarak anılan bu öneride özellikle Orta Doğu’da ABD askerlerinin
kullanılması kısmı, ABD kongresinde şiddetli tartışmalara neden olmuştur. Buna rağmen oy
çoğunluğu ile Senato da Eisenhower Doktrini kabul edilmiş ve Başkana istediği yetkiler verilmiştir.
Doktrinin kabul edilmesinden kısa bir zaman sonra ABD hükümeti, James P. Richard
başkanlığındaki bir heyeti Doktrini açıklaması için Orta Doğu ülkelerine göndermiştir. Richard
bu gezisi sırasında Libya, Türkiye, Lübnan, İran, Pakistan, Afganistan, Irak, Suudi Arabistan,
Yemen, Habeşistan, Sudan, Yunanistan, İsrail, Tunus ve Fas’a uğramıştır. Eisenhower Doktrini’ni
Eisenhower Doktrinine karşı ilk tepki Mısır’dan gelmiş ve arkasından Suriye, Ürdün ve Suudi
Arabistan da tepki göstermiştir. Ancak birkaç hafta sonra Suudi Arabistan kararını değiştirerek
doktrinin iyi ve olumlu olduğunu açıklamıştır. Ürdün de Nasır’ın monarşiyi devirmeye yönelik
girişimi nedeniyle tutumunu değiştirmiş ve Mısır-Suriye cephesinden uzaklaşmıştır.
Sovyetler, Mısır ve Suriye tarafından Orta Doğu ülkelerinin iç işlerine müdahale ve Arap
milliyetçiliğine karşı bir plan olarak görülen Eisenhower Doktrininin en önemli sonucu Soğuk
Savaş’ın yeniden hızlanmasını sağlamak olmuştur. Bu gelişmenin yanı sıra ABD, bu plan
dahilinde İngiltere ve Fransa’dan ayrı olarak tek başına hareket etme imkânı bulmuştur.
Batılı devletlerin Orta Doğu’daki Sovyet tehlikesini engellemek için kurduklarını belirttiği Bağdat
Paktı’na Mısır ve Suudi Arabistan’ın yanında Suriye’de tepki göstermiş ve bu oluşuma karşı
cephe almıştır. Suriye hükümeti Mısır’ın hemen arkasından SSCB ile yakın ilişkiler kurmuş ve
Çin Halk Cumhuriyeti’ni tanımıştır. Suriye’nin bu politikası SSCB memnun etmiş ve 1956
yılından itibaren SSCB, Suriye’ye askeri ve ekonomik yardım yapmaya başlamıştır. Taraflar
arasındaki iyi ilişkiler, Suriye’nin Eisenhower Doktrini’ni reddetmesi ve ardından temmuz
ayında Suriye Savunma Bakanı Halid el-Azm’in Moskova ziyaretiyle daha da ileri boyuta
geçmiştir. Bu ziyarette Sovyetler ile 500 milyon dolarlık bir yardım antlaşması imzalanmıştır.
Suriye krizinin başlangıcını teşkil eden bu antlaşmanın ardından, Suriye Genelkurmay
Başkanlığı’na komünist tandansa mensup Albay Afif el-Bızri’nin getirilmesi ise işlerin daha da
çıkmaza girmesine neden olmuştur. Bu en son gelişmeyle birlikte Türkiye, Irak, Lübnan ve
Ürdün’ü oldukça tedirgin olmuş ve Türkiye, Suriye sınırına asker yığmaya başlamıştır. Bu durum
iki taraf arasındaki ilişkilerin gerginleşmesine yol açmıştır.
Gelişen olaylar neticesinde Suriye durumu, Orta Doğu’da yeni bir krizin doğmasına neden olmuş
ve bir tarafta Türkiye ile ABD, diğer tarafta ise, Suriye ile SSCB’nin bulunduğu bir ihtilaf ortamına
dönüşmüştür. Bu ortamda ilk olarak SSCB Başbakanı Bulgan, 10 Eylül 1957 tarihinde Türkiye’ye
bir nota vererek, Türkiye’yi Suriye’ye karşı saldırı düşüncesi içerisinde olmakla suçlamıştır.
Notaya karşı 30 Eylül 1957 tarihinde Başbakan Menderes’in cevabı ise, Türkiye’nin Suriye’den bir
İki taraf arasındaki gergin ortam her geçen gün artarak devam ederken, 1957 Ekim ayında iki taraf
arasında sınır sorunları patlak vermiştir. Bu durum üzerine Suriye, Türkiye’ye bir protesto notası
göndererek Türk hükümetini hudutta sorun çıkartmak, Suriye’nin hava sahasına saldırıda
bulunmak ve sınıra asker yığmakla suçlamıştır. Türk hükümeti ise notaya verdiği cevapta, isnat
edilen bütün suçlamaları reddetmiştir. Taraflar arasında karşılıklı notalar ile artan gergin ortamda
ABD, Türkiye’yi destekleyen açıklamalarda bulunmuş ve SSCB’nin destek verdiği Suriye’yi Orta
Doğu barışının sağlanmasında bir tehdit unsuru olarak değerlendirmiştir.
Orta Doğu’daki bu kriz ortamının uluslararası bir sorun haline gelmesi üzerine Suudi Arabistan
Kralı Suud, arabuluculuk girişiminde bulunmuştur. Öncelikle Suud, krizin ilk tarafları olan
Suriye ve Ürdün’ün arasındaki sorunu düzeltmeye çalışmış ve bu girişiminde önemli ölçüde
başarılı olmuştur. Ardından ise Türkiye ile Suriye arasındaki meseleyi çözebilmek için harekete
geçen Suud, iki tarafa da arabuluculuk teklifinde bulunmuş ve teklif kabul edilmiştir. Ancak daha
sonra Suriye kararını değiştirerek Kral Suud’un arabuluculuk teklifini geri almasını talep etmiştir.
Suriye’nin bu karar değişikliğine ilişkin ise, Suud’un ABD tarafından kullanıldığı ve ayrıca
meseleyi arabuluculuk şeklinde değil de BM nezdinde çözülmesi yönündeki fikir değişimi etkili
olmuştur. Suriye’nin ısrarı üzerine Suudi Arabistan arabuluculuktan çekilmiştir.
Türkiye’nin On iki Adalar’a ilişkin bu kaygısı İkinci Dünya Savaşı sırasında Ankara hükümetini
savaşa çekmek için gerek Almanya gerekse İngiltere tarafından sıklıkla kullanılmış ve söz konusu
adalar, taraflar arasındaki pazarlığın en önemli konusu haline gelmiştir. İlk olarak Almanya
henüz savaş başlamadan önce Nisan 1939’da Ankara hükümetine yönelik bir iyi niyet göstergesi
olarak İtalya'nın Türkiye karasularına yakın bulunan askeri yönden önemsiz bir kısım adaları
Türkiye'ye bırakması konusunu gündeme getirmiştir. Öneri bu tarihte İtalya'ya iletilmemiş olsa
da On iki Adalar'ın Türkiye'yi ikna etmede önemli bir pazarlık unsuru olarak kullanılabileceğini
gündeme getirmesi açısından önemlidir.
Nisan 1941 'de Almanya'nın Ege'deki bazı adaları işgal etmesinin ardından bu kez adalar İngiltere
için bir pazarlık konusu olmuş ve Türkiye ile Almanya arasındaki saldırmazlık paktı
görüşmelerini engellemek isteyen İngiltere, bazı Ege adalarının Yunanistan'ın da onayının
alınması şartıyla Türkiye'ye bırakılmasını Ankara hükümetine önermiştir. İngiltere'nin önerisini
kabul etmesi halinde Hitler'i karşısına alacağını düşünen Türkiye ise 30 Nisan’da bu adaları işgal
etme önerisini Almanya'ya götürmüş; fakat 11 Mayıs'ta Alman birlikleri adaları işgal edince bu
öneriden vazgeçilmiştir.
Kısa süre sonra Almanya Sovyetler Birliği'ne karşı saldırıya geçince On iki Adalar'ı pazarlık
unsuru olarak kullanan aktör değişmiş ve bu kez Moskova yönetimi Türkiye'yi savaşa
sokabilmek için Aralık 1941’de İngiltere'ye Bulgaristan'ın güneyi ve Suriye'nin kuzeyinde bir
kısım toprağın yanı sıra On iki Adalar'ın Türkiye'ye verilebileceğini söylemiştir. Fakat Sovyetler
Birliği Almanları püskürtüp savaşta avantajlı konuma geçince Moskova yönetimi On iki Adalar'a
Savaş sona erdiğinde ise İngiliz hükümeti, On iki Adalar'ın savaş boyunca İtalya ve Almanya'nın
işgaline maruz kalan Yunanistan'a verilmesi gerektiğini savunmaktaydı. Türkiye Mayıs 1945'te
İngiltere'yi adaların Türkiye karasularında bulunduğu, Türkiye'nin güvenliği için hayati önemde
oldukları ve bunların bir kısmında Türk nüfus bulunduğu gerekçeleri ile ikna etmeye çalışmış ve
adaların geleceğinin Türkiye, İngiltere ve Yunanistan arasında yapılacak üçlü görüşmede
belirlenmesini önermiştir. Fakat bu sırada artan Sovyetler Birliği tehdidi ve bu tehdit karşısında
İngiltere desteğine olan ihtiyaç, Türkiye'yi geri adım atmaya zorlamış ve Ankara yönetimi, 1
Temmuz 1946'da adaların Yunanistan'a verilmesine itiraz etmeyeceğini açıklamıştır. Bunun
üzerine adalar 10 Şubat 1947’de imzalanan Paris Barış Antlaşması ile Yunanistan'a verilmiş ve
adaların askerden arındırılmış bir statüde bırakılacağı karara bağlanmıştır.
Soğuk Savaş koşullarında adalara ilişkin tartışmalar bir süre gündemin dışında kalsa da 1974
Kıbrıs müdahalesinden sonra adalar ve bunlarla ilişkili olarak karasuları ve kıta sahanlığı
sorunları Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkileri uzun süre etkileyecektir.
Gerek Türkiye’nin gerekse Yunanistan’ın SSCB tehdidini doğrudan hissetmeleri bu iki devletin
Batılılarla birlikte hareket etmelerini ve birbirleriyle yakınlaşmalarını gerekli kılıyordu. 1947
yılında ilan edilen Truman doktrini kapsamında ABD’nin yardım programından yararlanmasıyla
Türkiye ve Yunanistan arasında askeri, kültürel ve ticari alanlarda görüşmeler yapıldı. Bu
görüşmeler 1948 yılında bir ticaret sözleşmesi ile somutlaştırıldı. İki ülke NATO’ya eş zamanlı
olarak müracaat ettikleri gibi Kore’ye asker gönderdiler ve NATO’ya üye olarak Batılılarla birlikte
hareket ettiler. Ege’de karasularından ortak yararlanma konusunda uzlaşmaya varan ve hatta
karşılıklı olarak vizeleri kaldıran Türkiye ve Yunanistan’ı yavaş yavaş ortaya çıkan Kıbrıs
meselesi dahi ilk etapta karşı karşıya getirmedi. Taraflar Kıbrıs meselesini adeta görmezden
gelerek Balkan Paktı için yapılan görüşmelere katıldılar.
II. Dünya Savaşı sonrasında Balkanlarda, Türkiye ve Yunanistan dışındaki devletler SSCB ile
birlikte hareket ediyorlardı. Ancak Tito önderliğindeki Yugoslavya’nın bağımsız politikalar
geliştirerek SSCB ile karşı karşıya gelmesi ve 1948 yılında Kominform’dan çıkarılması ABD’ni
harekete geçirdi. Yugoslavya’yı askeri ve ekonomik anlamda destekleyen ABD, Balkanlarda bu
ülke ile birlikte Yunanistan ve Türkiye’nin katıldıkları bir güvenlik sistemi kurarak SSCB’ye karşı
tedbir almayı düşünüyordu. Bu sayede NATO’nun doğu kanadında Yugoslavya’dan
Türkiye, 1878 yılında İngiltere tarafından geçici olarak 1914 yılından itibaren de kalıcı olarak işgal
edilen Kıbrıs üzerindeki haklarından Lozan Antlaşması ile vazgeçmek zorunda kalmıştı. II.
Dünya Savaşı’ndan itibaren İngiltere’nin bütün dünyada olduğu gibi Doğu Akdeniz’deki
etkisinin azalması Kıbrıs’ın geleceği ile ilgili tartışmaları da beraberinde getirdi.
II. Dünya Savaşı ve sonrasında Kıbrıs’ta örgütlenen Rumlar, farklı siyasi fikirlere sahip olsalar da
Enosis (Yunanistan’la birleşme) fikrini tartışmaya açtılar. Makarios’un Kıbrıs’ta patrik seçilmesi
ile bu talepler daha da arttı. Ne var ki, ilk dönemlerde Türkiye ve Yunanistan her ne kadar Kıbrıs
ile ilgilenseler de II. Dünya Savaşı sonrası konjonktürde birlikte hareket etmek durumunda
kaldıkları ve Batılı devletlerle bir sorun yaşamamak için bu meseleyi görmezden geliyorlardı.
Öte yandan Mısır’dan çekilmek zorunda kalacağı için Doğu Akdeniz’deki varlığı sarsılacak olan
İngiltere ise Kıbrıs üzerindeki egemenliğinden vazgeçmek istemiyordu. Bunun üzerine
Yunanistan, 1954 yılında Kıbrıs halkına geleceğini belirlemek üzere self determinasyon
(halkoylaması) yapma hakkının verilmesi fikrini BM gündemine taşıdı. İngiltere ve Türkiye ise
Lozan Antlaşması ile ilhakı kabul edilen Kıbrıs’ta bu tür bir uygulamaya gidilmesini doğru
bulmadıklarını açıkladılar. Neticede İngiltere ve Türkiye’nin görüşü İzlanda dışında NATO
tarafından, Yunanistan’ın görüşü ise Doğu Bloku ülkeleri ile birlikte Latin Amerika ve yeni
bağımsız olmuş devletleri tarafından desteklendiği için bu konu BM Genel Kurulu gündemine
alınmadı. Diplomatik teşebbüslerinin başarılı olmaması üzerine Rumlar Kıbrıs’ta silahlı
mücadeleye karar verdiler.
AKŞİN, S., TUNÇAY, M., & HASSAN, Ü. (1997). TÜRKİYE TARİHİ: 4. İSTANBUL: CEM
YAYINEVİ.
ERHAN, Ç. (2001). “ABD VE NATO İLE İLİŞKİLER”, BASKIN ORAN (ED.); TÜRK DIŞ
POLİTİKASI 1919-1980, İLETİŞİM YAYINLARI: İSTANBUL, SS.522-576.
SEVER, A. (1997). SOĞUK SAVAŞ KUŞATMASINDA TÜRKİYE, BATI VE ORTA DOĞU 1945-1958,
BOYUT YAYINCILIK: İSTANBUL.
TURAN, R., SAFRAN, M., HAYTA, N., ÇAKMAK, M. A., DÖNMEZ, C., & ŞAHİN, M.
(2011). ATATÜRK İLKELERİ VE İNKILAP TARİHİ.
ÜLMAN, A. H. (1958). ORTA DOĞU BUHRANI. ANKARA ÜNİVERSİTESİ SBF DERGİSİ, 13(04),
232-261.
Hazırlayan
10.ÜNİTE / TÜRK SİYASAL HAYATI (1960-1980)
HAREKETLERİ
MUHTIRA
EKONOMİ
KIBRIS
DARBE
TASFİYELER
On yıllık dönemde yapılan üç ayrı seçimde çoğunluğu elde ederek hükûmetler kuran Demokrat
Partinin bu başarısının getirdiği kendine aşırı güven ve muhalefeti yok sayma anlayışı siyaseti ve
toplumu adım adım toplumsal kamplaşma ve çatışmaya doğru götürmüştür.
27 Mayıs 1960 darbesi öncesinde hem yurt içinde hem de yurt dışında gelişen olaylar neticesinde
Ankara’da siyaset son derece gergin bir hal almıştı. Muhalefetin tüm uyarılarına karşı hükümetin
gerekli adımlar atamaması, öğrenci olaylarının daha da şiddetlenmesine neden olmuş, olaylar
siyaset üzerinde büyük bir baskı unsuru haline gelmiştir.
Öğrenci olayları ve DP’nin kendi içerisinde baş gösteren güçlü muhalefet karşısında Adnan
Menderes çıkış yolları aramıştı. Bu havadan uzaklaşmak ve daha on gün önce İzmir’deki gibi
meydanlarda moral bulmak için 25 Mayıs tarihinde ani bir kararla Eskişehir’e gitmişti. Adnan
Menderes Eskişehir’e vardığında il heyeti tarafından düzenlenen karşılama töreninde subayların
Adnan Menderes’e sırtlarını dönmeleri, Menderes yönetimine o güne kadar verilmiş en güçlü
sinyallerden biri olmuştur. Oysa Adnan Menderes Eskişehir’de çok önemli açıklamalarda
bulunmuştu. DP içerisinde de büyük eleştirilere neden olan Tahkikat Komisyonu’nun
kaldırıldığını açıklamıştı. Adnan Menderes son konuşmasında seçimlerin mümkün olan en kısa
sürede yapılacağını açıklamıştı. Ne var ki, mikrofonun bozulması neticesinde Adnan Menderes
halka çıplak sesle hitap etmek zorunda kalmış ve herkes tarafından beklenen açıklama
duyulmamış ve etkili olamamıştı. Adnan Menderes Eskişehir’de konuşmasını yaparken, cunta
başbakanı devirmek için harekete geçmişti. Bir başka seçim açıklamasını hükümetin önemli ismi
Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu yapmıştır. Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, Fransız
Gazetelerine verdiği demeçte en kısa zamanda seçimlere gidileceğini belirtmişti. Bu ifade de
Adnan Menderes’in mikrofonsuz konuşması gibi duyulmamıştı.
1950’de seçimle iktidara gelen Demokrat Parti’nin (DP) on yıllık iktidar dönemi 27 Mayıs 1960
askeri darbesi ile sona ermiştir.27 Mayıs sabahında Eskişehir’den hareket eden Başbakan Adnan
Menderes Kütahya’da, Cumhurbaşkanı ise ikna edilememesi üzerine Çankaya’da gözaltına
alınmasıyla ülke yönetimi artık cuntanın olmuştu. 27 Mayıs sabahı Alparslan Türkeş’in okuduğu
bildiri ile darbe halka duyurulmuştu.
Bildiride Türk Silahlı Kuvvetlerinin (TSK) “demokrasinin içine düştüğü buhran” ve “üzüntü
verici olaylar” nedeniyle “kardeş kavgasına meydan vermemek” için siyasete müdahale ettiği
“Müttefiklerimize, komşularımıza ve bütün dünyaya hitap ediyoruz. Gayemiz Birleşmiş Milletler (BM)
Anayasası’na ve insan hakları prensiplerine tamamen riayettir. Büyük Atatürk’ün ‘yurtta sulh, cihanda
sulh’ prensibi bayrağımızdır. Bütün ittifaklarımıza ve taahhütlerimize sadığız. NATO’ya ve CENTO’ya
inanıyoruz ve bağlıyız.”
27 Mayıs 1960'tan, seçimlerin yapılarak normal siyasi hayata geçildiği 15 Ekim 1961 tarihine kadar
geçen süre, askerin Milli Birlik Komitesi (MBK) eliyle defacto (fiili) iktidarda olduğu dönemdir.
Bu dönemde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin anayasal bütün hak ve yetkileri artık, başlangıçta
kimlerden kurulu olduğu gizli tutulan 38 subaydan oluşan MBK’nin eline geçmiştir. MBK ülkeyi
ilk zamanlar yayımladıkları tebliğlerle idare etti.
MBK’nin ilk bildirisi sokağa çıkma yasağı ilanı ve vatandaşları ona uymaya davetti. Diğer
tebliğler ile her türlü siyasi parti neşriyat ve faaliyetleri, gösteri yürüyüşleri ve her türlü toplantı
yasaklanmış, telsiz ve telefon görüşmeleri kısıtlanmıştır.
27 Mayıs darbesi sonrasında Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Başbakan Adnan Menderes, hükümet
üyeleri ve bazı milletvekilleri tutuklanarak Yassıada'da yargı önüne çıkarıldılar.
Adlî, askeri ve idari kesimdeki yargıçlardan hükümetin önerisi ile askeri komite tarafından
görevlendirilen özel bir mahkemede yargılanan siyasîler, vatana ihanet, kamu fonlarının kötüye
kullanımı ve anayasaya karşı gelmek ile suçlandılar. 14 Ekim 1960’ta başlayan yargılamalar 15
Eylül 1961’de sona erdi ve 15 sanık idama, 31 sanık müebbet hapse ve 418 sanık da çeşitli hapis
cezalarına çarptırıldılar. 123 kişinin de beraat ettiği bu yargılamalar sonucunda verilen idam
kararlarından üçü MBK tarafından onaylanmıştır. Bu onay gereği DP döneminin Dışişleri Bakanı
Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Haşan Polatkan'ın cezalan 16 Eylül 1961’de, Başbakan Adnan
Menderes’in cezası 17 Eylül 1961 ’de infaz edilmiştir. Bayar’a verilen idam cezası ise yaşından
dolayı hapis cezasına çevrilmiştir.
Ordu ve üniversite yakınlığına gölge düşürecek gelişme MBK’nın üniversitelerden sorumlu üyesi
İrfan Yılmazer ve Prof. Cihat Abaoğlu’nun hazırladıkları listede 147 öğretim üyesinin görevine
son verilmesidir. Üniversitelerden tasfiye kararı öğrenilir öğrenilmez ard arda istifalar yaşanmıştı.
Darbe sonrasında en büyük destekçilerinden olan İstanbul Üniversitesi rektörü bile istifa kararı
almıştı. Ortak tavır takınan üniversiteler o yıl açılış yapmayacaklarını duyurmuşlardı.
MBK böylece darbe sonrasındaki en büyük destekçisini bir anda kaybetme noktasına gelmişti.
Onca subayı emekli ederken bile böyle bir tepki ile karşılaşmamış olan MBK’da, bu tepki
şaşkınlığa neden olmuştu. Bu şaşkınlık kısa sürede yerini şüphe ve korkuya bırakmıştı. Eğer
üniversiteler de MBK karşıtı bir hareketlenme meydana gelirse her şey tersine dönebilirdi. Bunun
üzerine Orhan Erkanlı ve Sami Küçük yaptıkları açıklamada ortamı yumuşatmaya ve tepkileri
azaltmaya çalışmışlardı. 106 MBK içinde üniversitelerdeki tasfiyelere karşı farklı tepkiler oluşmuş,
Öğrencilerin MBK aleyhine miting yapacakları söylentisi telaşa neden olmuştur. MBK böyle bir
mitingin DP yanlılarının uzun süredir beklediği bir kıvılcım olacağını düşündüğünden MBK
içinde endişeyi artırmıştı. Orhan Erkanlı, İrfan Solmazer ve Numan Esin derhal İstanbul’a gitmişti.
Üniversite ve yurtlarını ziyaret ederek böyle bir hareketliliğin olup olmadığını bizzat görmek
istemişlerdir. Burada bir araya geldikleri öğrencilerle kimi yerde sert kimi yerde telkin edici
konuşmalar yapmışlardır. Üniversiteler sonrasında basınla da görüşen Orhan Erkanlı, basından
durumu yumuşatmak için yardım istemiştir.
Tepkilerin hızla artması üzerine MBK bir inceleme heyeti oluşturarak tasfiyenin tekrar gözden
geçirilmesine karar vermek zorunda kalmıştı. Kurul MBK üyeleri, profesörler ve talebelerden
meydana gelip durumları tekrar gözden geçirilmişti. Bunun üzerine ortam biraz olsa
yumuşamıştı. Eski rektörlerin yeniden seçilerek görevlerine dönmüşlerdi.
13 Kasım 1960 günü askeri yönetimin sürdürülmesi eğiliminde olan subaylardan 14'ünü iç-darbe
ile tasfiye ederek yurt dışına göndermeyi başaran Orgeneral Cemal Gürsel'in de aralarında yer
aldığı MBK'nin ılımlı üyeleri için çok daha zor günler başlıyordu. Otoriter askeri yönetim yanlısı
14'lerin Türkiye'den uzaklaştırılmaları ile sorun ortadan kalkmamıştı. Silahlı kuvvetlerin çeşitli
kademelerinde benzer görüşlere sahip başka subay grupları vardı. Bunlar iktidarın sivillere
devrine kesinlikle karşı çıkıyorlar, seçimlerin yapılmasından sonra toplanacak parlamentoyu
engellemek için protokoller yaparak yemin ediyorlardı.
Öte yanda, ordu üzerindeki etkisi tartışmasız süren CHP lideri İnönü ve diğer sivil güçler,
MBK'nin hemen seçimlere giderek iktidarı kazanacak partiye bırakmasını istiyorlardı. CHP'nin
seçimleri kazanma umudu yüksekti. 1957 seçimlerinde hem oy oranını (yüzde 41), hem
milletvekili sayısını (178) arttırmıştı. (Oysa, 1960 Darbesi'nden sonra yapılan ne ilk ne de sonraki
seçimlerde (1970'lere kadar) sonuçlar CHP'nin istediği şekilde olmamıştır.)
MBK, 14’lerin tasfiyesi sonrasında 13 Aralık 1960 tarih ve 157 sayılı Kanun ile Kurucu Meclis
oluşturulmuştu. Kurucu Meclis, Milli Birlik Komitesi ve Temsilciler Meclisinden oluşmuştur.
Temsilciler Meclisinin nasıl oluşturulacağını belirten aynı tarihli 158 sayılı kanun ile temsilci
gönderecek makamlar belirtilmişti. Buna göre: Devlet Başkanı 10, Milli Birlik Komitesi 18, İller 75,
CHP 49, CKMP 25, Barolar 6, Basın 12, Eski Muhripler Birliği 2, Esnaf Kuruluşları 6, Gençlik 1,
İşçi Sendikaları 6, Odalar 10, Öğretmen Kuruluşları 6, Tarım Kuruluşları 6, Üniversiteler 12, Yargı
Organları 12 temsilci seçmişlerdir.
Temsilciler Meclisi 6 Ocak 1961 tarihinde toplanmış ve çalışmalarına başlamıştı. 9 Ocak 1961
tarihinde oluşturulan 20 kişilik Anayasa Komisyonu ile yeni anayasa çalışmalarına başlanmıştı.
27 Mayıs 1960 darbesinin hemen ertesinde getirilen profesörler derhal yeni anayasa çalışmalarına
başlamıştı.
Bu süreçte iki taslak hazırlanmıştı. İlk olarak İstanbul Ön Taslağı, 27 Mayıs 1960 darbesinin hemen
sonrasında davet edilen İstanbul Hukuk Fakültesinden bir grup öğretim üyesi (Sıddık Sami Onar,
Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Hüseyin Nail Kubalı, Ragıp Sarıca, Naci Şensoy, Tarık Zafer Tunaya
ve İsmet Giritli) ve daha sonra Ankara Üniversitesi’nden üç öğretim üyesi (İlhan Arsel, Bahri
Savcı ve Muammer Aksoy) katılmıştı. Komisyon hazırladığı taslağı 18 Ekim 1960 tarihinde
MBK’ya sunmuştu. Taslak detaylarıyla hazırlanmıştı. En dikkat çeken özellikleri ise devlet
iktidarını çeşitli kurumlar arasında bölmüştü. Bunun yanı sıra birçok özerk kurul ve kurum
ortaya çıkarmıştı. Böylece yürütme organının gücü zayıflatılmaya çalışılmıştı. İstanbul
Komisyonunun çalışmalarını tamamlamadan ikinci taslak Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler
Fakültesi İdari Bilimler Enstitüsü “Gerekçeli Anayasa Tasarısı ve Seçim Sistemi Hakkında Görüş”
başlığıyla bir taslak hazırlamıştı. Bu taslağın İstanbul Ön Tasarısından farkı genel oya ve siyasal
partilere şüpheli bir bakış açısıyla yürütme organı gücü korunmuştu. İstanbul Ön Tasarısı ve
Ankara Ön Tasarısı olarak adlandırılan bu taslaklar, Temsilciler Meclisi tarafından oluşturulan
Anayasa Komisyonu tarafından ele alınmıştı. Anayasa Komisyonu tarafından ele alınan
taslaklardan 9 Mart 1961 tarihine Temsilciler Meclisi başkanlığına sunulmak üzere yeni anayasa
taslağı hazırlanmıştı. Ankara Ön Tasarısına yakın olan taslak, MBK komitesinde 17 madde
üzerindeki itilafın sağlanması üzerine 27 Mayıs 1961 tarihinde yapılan Kurucu Meclis birleşik
Kurucu Meclis, tasarıyı kabul ettikten sonra 9 Temmuz 1961 tarihinde referanduma gitmiştir. 27
Mayıs sonrasında halkın kendini ifade etmesi için ilk fırsat anayasa referandumunda sağlanmıştı.
Seçim sonuçları 27 Mayıs’ın toplum tarafından rahatsızlıkla karşılandığını göstermiştir. Bu
nedenle %61,7 evet oyuna karşı olarak %38,3 hayır oyu çıkmıştır.
1961 Anayasasının getirdiği açılımları ise şöyle sıralamak mümkündür. 1961 Anayasası ile
kuvvetler ayrılığı ilkesi rejimin esası olarak tanımlanmıştır. Anayasa, yasama ve yürütme
faaliyetlerini, birini meclise, diğerini de hükûmete ve cumhurbaşkanına vererek birbirinden
ayırmıştır. Yargı güçlendirilmiş ve yasama ile yürütme, yargıya tasarrufları açısından hesap
verebilir konuma getirilmiştir. Anayasa mahkemesi başta olmak üzere yüksek yargı kurumları,
anayasal çerçeve içinde düzenlenmiş ve yüksek yargı mensuplarının nasıl seçileceği yine
anayasada belirtilmiştir. Anayasanın 56. maddesi ile siyasi partiler demokrasinin asli unsurları
olarak tanımlanmış ve parti kurma hakkı herkese tanınmıştır. İdarenin bütün eylemleri ve
işlemleri de yargı denetimine açılmıştır.
Temel hak ve özgürlükler, 1961 Anayasasının başına yerleştirilmiştir. Özel hayatın gizliliği,
yurttaşların ülkeye girip çıkma özgürlüğü, yerleşme özgürlüğü, düşünce ve basın özgürlüğü,
kitap ve dergi yayımlama hakları, düzeltme ve cevap hakkı, toplantı ve gösteri yürüyüşü
düzenleme hakkı gibi konular anayasada ayrıca düzenlenmiştir. Çalışanlara ve işverenlere
sendika kurma hakkı tanınmıştır. Daha önce uzun bir süre mücadele verilen toplu sözleşme hakkı
da 1961 Anayasası ile anayasal haklar arasına alınmıştır. Kamu hizmetine girmek her yurttaşın
hakkıdır ibaresi de 1961 Anayasası içinde yer almıştır. Belirli kurumlara da “kamu kurumu”
niteliği kazandırılmıştır. Bunlar arasında Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği, Türkiye Mühendis
ve Mimar Odaları Birliği ve Türk Tabipler Birliği vardır.
1961 Anayasası ile yüksek öğretim kurumları, yargıçlar ve radyo-televizyon kurumu anayasal
güvenceye kavuşmuştur. Üniversitelere idari ve akademik özerkliğin tanınması akademik
özgürlüklerin geliştirilmesi çerçevesinde çok önemlidir. Radyo ve televizyon idaresinin özerk bir
konuma getirilmesi ise özellikle basın ve ifade özgürlüğü açısından dikkate değer bir gelişmedir.
1961 Anayasası ile hâkim bağımsızlığı da güvence altına alınmak istenmiştir. Adalet
Bakanlığı’ndan bağımsız bir biçimde oluşturulan Yüksek Hakimler Kurulu, yargıçların özlük
hakları, atanma ve meslekten atılma işleri ile ilgilenmek üzere yetkilendirilmiştir.
Daha önce 1961 Anayasasının özgürlükleri genişletmekle birlikte vesayet kurumlarını da inşa
ettiğini ifade etmiştik. Bu çerçevede Milli Güvenlik Kurulu (MGK) dikkate değer bir örnektir.
MGK, başkanlığını cumhurbaşkanının yaptığı bir kurum olarak düzenlenmiştir. Genelkurmay
Başkanı, Kuvvet Komutanları, Başbakan, Milli Savunma Bakanı, İçişleri Bakanı ve Dışişleri Bakanı
kurulun üyesidir. 1961 Anayasasına göre MGK’nın görevi “milli güvenliği” ilgilendiren
konularda karar alınmasında yardımcı olmak ve hükûmete görüş bildirmektir. MGK’nın görev
ve yetkileri, her askeri müdahale sonrasında artacak ve 12 Eylül askeri darbesi ile zirveye
ulaşacaktır. Genelkurmay Başkanlığı ise doğrudan Başbakanlığa bağlanmıştır. Genelkurmay’ın
bu şekilde Başbakanlığa bağlanması ordunun özerkliğini arttırıcı bir hamledir. Yine 1961
Anayasası ile askeri yargı oluşturulmuştur. Bu durum askerlere ait bir hukuk alanının anayasa
marifeti ile yaratılması demektir. Oluşturulan askeri yargı mekanizması, askerlerin işlediği askeri
suçları ve kendi aralarında işledikleri her türlü suça bakmakla vazifelendirilmiş ve bu işleyiş
anayasal güvence altına alınmıştır. Anayasanın 141. maddesiyle ise askeri mahkemelerin verdiği
kararların son inceleme mercii olarak Askeri Yargıtay kurulmuştur.
1961 Anayasası Türkiye’nin tanıştığı diğer iki organ ise Anayasa Mahkemesi ve Senato’dur. Yeni
Anayasa hazırlanırken Demokrat Parti (DP) deneyiminin benzerinin yaşanmaması gibi bir saikle
yola çıkıldığını ifade etmiştik. Anayasa Mahkemesi bu eksende oluşturulmuş kurumlardan
biridir. Temel görevi, parlamentonun yetkilerinin “kötüye kullanılmasına” engel olmak ve
denetleyici bir organ olarak çalışmaktır. 1960-1980 arasına bakıldığında Anayasa Mahkemesinin
daha çok rejimin ideolojik esaslarının korunmasına yönelik mesai harcadığı ileri sürülebilir.
1961 Anayasası ile parlamentoda iki meclisli bir yapı oluşturulmuştur. Bu ikili yapının bir parçası
olan Senato, üniversite öğretimi görmüş ve kırk yaşını aşmış kimselerden oluşturulmuştur.
Kanun yapım sürecinde söz sahibi ancak bütçe konusunda yetkisizdir. Senato’nun en önemli
özelliği ise Anayasa değişikliği konusunda tam yetkili olmasıdır. Senato bu özelliği ile Anayasa
değişiklikleri önünde “emniyet sübabı” olmakla vazifelendirilmiştir. Senato seçimleri ile millet
27 Mayıs 1960 askeri darbesinden sonra ilk seçimler, nisbi seçim sistemine göre 15 Ekim 1961
tarihinde yapılmıştır. Seçim sonuçlarına göre Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) oyların %36,74’ünü,
Adalet Partisi (AP) ise %34,79’unu almıştır. DP’nin mirasçısı konumunda olan AP’nin ve Yeni
Türkiye Partisi’nin (YTP) toplam oyları CHP’yi geçmiştir. Bu durum tahmin edilebileceği üzere
hem CHP’lileri hem de 27 Mayıs darbesini gerçekleştirenleri şaşırtmıştır.
Bu arada Ordu içinde MBK kadar etkili olmaya başlayan Silahlı Kuvvetler Birliği (SKB),
seçimlerin millî iradeyi tam olarak yansıtmadığı ve yeni bir darbenin gerektiğini savunmuştur.
21 Ekim'de MBK'nın İstanbul kanadına bağlı 10 general ve 18 albay toplanmış ve en geç 25 Ekim'e
kadar yönetime el konulmasını kararlaştıran “21 Ekim Protokolü’’nü imzalamışlardır. 22 Ekim'de
MBK'nın Ankara kanadı aynı içerikteki “Mürted Protokolü”nü imzalamıştır. Fakat SKB onursal
başkanı durumunda bulunan Cevdet Sunay’ın müdahalesiyle protokoller askıya alınmış ve siyasi
Hükümet kurulduktan kısa bir süre sonra Mayıs 1962’de meclise gelen hapisteki DP’lilerin
cezasını azaltan bir kanun teklifini AP yetersiz bularak hükümetten çekildi. Bunun üzerine İnönü
sağ kesimde yer alan diğer iki partiyle yani CKMP ve YTP ile koalisyon kurdu.
Kısa süreli bu koalisyonda kısmi genel af konusunda anlaşılırken birçok konuda problem yaşandı.
Kasım 1963’te yapılan yerel seçimler sonucunda AP’nin zafer kazanması üzerine DP’nin mirasına
sahip çıktığı iddiasında olan diğer iki sağ parti koalisyondan ayrılmak istemiştir. Nitekim sağ
partilerin hükümette bulunan bakanlarını çekmesi üzerine İnönü 2 Aralık’ta istifa etmiştir.
Yaklaşık bir sene üç ay sonra 21 Mayıs’ta ikinci kez darbe girişimi gerçekleşti. Ankara, İstanbul
ve İzmir’de sıkıyönetim ilan edildi. Aydemir ve arkadaşları kısa süre içerisinde yakalanarak
tutuklandı. Yapılan yargılama sonucunda Talat Aydemir ve ona bağlı Muhafız Alayı Süvari Bölük
Komutanı Fethi Gürcan idam cezasına çarpıtılırken darbeye karışan diğer subaylara da çeşitli
cezalar verildi.
Adalet Partisi’nin başında bulunan Ragıp Gümüşpala 1964 senesinde öldü. Partinin başına
geçmek üzere iki isim ön plana çıkmıştı. Bunlar partinin örgütlenmesi konusunda önemli
sorumluluklar üstlenen Dr. Sadettin Bilgiç ve Süleyman Demirel’di. Yapılan genel başkanlık
seçimlerini Süleyman Demirel kazandı ve Türkiye’nin en büyük siyasi partisinin başına geçti.
27 Mayıs’tan sonra gerçekleşen ikinci genel seçimde (Ekim 1965), AP beklenmedik şekilde yüksek
bir oy oranıyla (%52,9) mecliste çoğunluğu sağladı. CHP’nin oyu ise %28,7 ile büyük bir hayal
kırıklığına sebep oldu. Diğer partilerin oy oranı %7’i geçmedi. Oy oranlarından AP’nin DP’lilerin
oylarını önemli oranda partide topladığı bariz bir şekilde ortaya çıktı. Bunda Demirel’in köylü
geçmişi ve mesleki olarak yükselişi gibi birçok konuda toplumla özdeşleştirilmesi etkili olmuştu.
Demirel, TBMM’de çoğunluğu sağladığı için kabinesi güvenoyu almak konusunda bir problemle
karşılaşmadı. Beş yıl süresince Türk siyasetinde etkili oldu. 1965-1970 arası dönem Türkiye
1961 Anayasası’nda yer alan kontrol ve denge mekanizmaları Demirel’in hareket alanını
sınırlamaktaydı. Ayrıca özerk bir nitelikte olan Devlet Radyo ve Televizyonu (TRT) da sık sık
hükümeti eleştiriyor; üniversitelerin özerkliği nedeniyle polis üniversite yönetiminden izin
almadan kampüse giremiyordu. Hükümet, üçte iki çoğunluğu sağlayamadığı için anayasayı da
değiştiremiyordu. Bu ortamda Demirel, 1969 seçimlerinde az bir oy kaybıyla da olsa mecliste
çoğunluğu sağladı.
Demirel, sanayileşmeyi sağlamak amacıyla yeni vergiler konulmasını teklif etti. Ancak parti
içerisinde yer alan özellikle toprak sahipleri, küçük tüccar ve esnaf tarafından kabul görmedi.
1970’e gelindiğinde AP’nin içinde Demirel’e karşı olan bir kanat, muhalefetle birlikte hareket
ederek kendisini istifaya zorlamışsa da Demirel, mart ayında yine hükümeti kurmayı başardı.
Haziran ayında Demirel muhalifi kanat, partiden ayrılma düşüncesini sesli olarak gündeme
getirdi. Demirel de karşı hamle olarak bir kısmını partiden uzaklaştırırken kimisi ise istifa etti.
Aralık 1970’de partiden ayrılan 41 milletvekili ve senatör, Ferruh Bozbeyli başkanlığında
Demokrat Parti’yi kurdu. Adalet Partisi’nin yükselişi 14 Ekim 1973'de durdu. Oy oranı %29,76’ya,
milletvekili sayısı 149’a, Senatör sayısı da 22’ye indi. Bunun sebebi Cumhuriyet Halk Partisi'nin
yükselişi kadar, Adalet Partisi'nden kopan Demokrat Parti ve Milli Nizam Partisi idi.
1960’lı yıllarda Türkiye’deki ideolojik billurlaşmanın önemli bir tarafı solun güçlenmesidir.
Türkiye’de sol, 1960’larda hem Türkiye İşçi Partisi (TİP) ile hem de sendika, dernek ve dergi
çevrelerinde örgütlenerek etkinliğini arttırmıştır. 1961 Anayasasın örgütlenme hürriyetine dair
özgürlükçü maddeler içermesi solun ve sosyalist fikirlerin kitleselleşmesinde etkili olan
TİP’in 13 Şubat 1961’de bir grup sendikacı tarafından kurulmasını takip eden süreçte Mehmet Ali
Aybar’ın partinin başına gelmesiyle TİP hızlı bir biçimde yükselişe geçmiştir. Mehmet Ali
Aybar’ın kişisel donanımı ve yeni kurulan partinin soldaki boşluğu doldurmaya talip oluşu,
entelektüellerin ve üniversite öğrencilerinin önemli bir kısmının TİP’i desteklemesine yol açmıştır.
Mehmet Ali Aybar’ın partide giriştiği ilk iş yeni bir tüzük hazırlanması için gerekli çalışmaları
başlatmak olmuştur. Aybar’ın doğrudan katkı verdiği tüzük çalışmaları 1962 baharında
tamamlanmıştır. Buna göre parti, işçi sınıfı ve onun öncülüğünde toplanmış emekçi sınıfların
iktidara yürüyen legal siyasi örgütlenmesi olarak tarif edilmiştir.
Başlangıçta Marksist-Leninist bir parti modelini esas almayan TİP, sosyal demokrat partilerin
sınıf uzlaşmasına dayanan reformist çizgisine de karşı durmuştur. TİP aynı zamanda Türkiye
Komünist Partisi (TKP) geleneğine eleştirel yaklaşmıştır. Kitlelerle bağ kurmada sorun yaşayan
TKP çizgisi yerine kitlelerle buluşmayı amaçlayan bir parti görünümünde siyaset yapmıştır. 1963
yerel seçimlerinde TİP 9 il ve bu illere bağlı 31 ilçede seçime katılabilmiştir. Toplamda aldığı oy
ise otuz beş bini geçmiştir. Toplantıları ve lokalleri
NOT:
basılan, üyeleri tehdit edilen TİP 1965 genel
seçimlerine katılmayı başarmıştır. Seçim
propagandasında düşünce ve ifade özgürlüğü,
gerçek bir toprak reformu, banka ve sigortaların
Atatürk’ün kurduğu parti olarak bilinen
CHP de, yükselen sol değerlere karşı
devletleştirilmesi ve yabancı üslerin kapatılması
kayıtsız kalmadı. Bunda, parti içerisinde başlıklarını öne çıkarmıştır.
çeşitli grupların ortaya çıkardığı problemler
yanı sıra parti dışında da sağ grupların 1965 genel seçimlerinde TİP’in önemli bir seçim
davranışları etkili oldu. İsmet İnönü’ye 1965 başarısı kazanarak mecliste 15 milletvekiliyle temsil
seçimlerine girmeden önce ortanın solunda
edilmesi ise 1960’ların solu için dönüm noktalarından
olduğunu söyleten koşullar da oluştu. Bu
çizgi, ilerleyen dönemde demokratik sol bir biridir. Alınan sonuçlar Mehmet Ali Aybar başta
durum alacak ve “Ortanın Solu” programda olmak üzere TİP’lilerde ve TİP’i destekleyen sol
somutlaşacaktı. çevrelerde seçimle iktidara gelinebileceğine dair
iyimser ve fakat yanıltıcı bir hava yaratmıştır. Daha
Başlangıçta yetersiz eğitim sistemine tepki olarak gelişen öğrenci hareketleri, iç ve dış siyasi
gelişmelerin etkisiyle 1968’den itibaren üniversite ve eğitim alanı dışında Türkiye'nin
bağımsızlığı ve kalkınma modeli gibi mücadele alanlarına kaymaya başladı. Seçim sistemindeki
değişikliklerle sosyalist adaylara parlamento yolunun kapatılması, partiyi (TİP) daha en başından
beri parlamentoculuk yapmakla eleştiren ve sosyalist kanatta farklı çizgileri benimseyen
grupların öne çıkarak, parlamento-dışı muhalefet düşüncesini savunmalarına yol açmıştır.
Öğrenciler parlamento-dışı muhalefet düşüncesinden geniş ölçüde etkilenmişlerdir. 1970'e
gelindiğinde genelde öğrenci hareketinin, özelde sosyalist eylemin ideolojik ve fiilî önderliği,
devrim için silahlı eylem birlikleri şeklinde örgütlenmek isteyen ve silahlı mücadeleyi savunan
Marksist-Leninist grupların denetimine geçecektir.
1970 yılında öğrenci hareketleri ve işçi olayları, siyasi hareketler hızlanmıştı. Sokakta işçi ve
öğrenci hareketleri de yoğunlaşmış, ülke ciddi bir kaosa doğru sürüklenmeye başlamıştır.
Özellikle 1968 yılında Fransa’da başlayan öğrenci hareketlerinin Türkiye’yi de etkilemesiyle
ortaya çıkan öğrenci örgütlenmeleri içinde başlayan radikalleşme eğilimleri, soğuk savaş
yıllarının bloklar arası propaganda mücadelesine sahne olan Türkiye’yi kritik bir noktaya
taşımıştır. Ocak 1971’de Türkiye'nin bir kaos durumunda olduğu görülüyordu. Üniversiteler
işlevlerini kaybetmişlerdi. Latin Amerikan şehir gerillalarını taklit eden öğrenciler, banka soyuyor.
ABD görevlilerini kaçırıyor ve Amerikan hedeflerine saldırıyorlardı. Ekonomik ve toplumsal
27 Mart 1971’de Nihat Erim Başbakanlığında, AP’den 5, CHP’den 3, Güneş Partisi (GP)’nden 1 ve
TBMM dışından 14 bakandan oluşturulan bir hükümet kuruldu. Yeni hükümet, büyük ölçüde
siyaset dışından gelen teknokratlardan oluşuyordu. Hükümet ilk icraatını kamu düzenini ve
sosyo-ekonomik reformu sağlamak olarak açıkladı. Bu bağlamda Dünya Bankası’nda çalışmış
Türk ekonomist ve aynı zamanda Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı olan Atilla
Karaosmanoğlu’na reform programı hazırlatıldı. Programın içeriği; toprak reformu, tarım vergisi,
ülkede bulunan madenlerin millileştirilmesi ve yabancılarla yapılan yatırımlarda Türklerin
payının en az %51 olması gibi esasları içeriyordu. Başbakan da yaptığı açıklamalarda sosyo-
ekonomik reformların önemine değiniyor; ülkede yaşanan yüksek enflasyonun temel nedeninin
askeri müdahalelerden kaynaklandığını ifade ediyordu. Başbakan Erim, toprak reformu, tarımsal
servetin vergilendirmesi ve eğitim alanlarında reformlar yapılması gerektiğini söylüyordu.
Bir süredir kesilen terör olayları da Nisan ayı geldiğinde tekrar başladı. 27 Nisan’da 11 ilde
olağanüstü hâl ilan edildi. Sıkıyönetim kararıyla meclis dışındaki siyasi faaliyetler büyük oranda
durduruldu. Siyasi alanda faaliyet gösteren gençlik örgütleri kapatıldı. Sendika toplantıları ve
seminerler yasaklandı. Basın-yayın organları da durumdan etkilendi. Aynı zamanda kısa süre de
olsa gazeteler kapatıldı. Bazı dergilere de yayın yasağı getirildi. Bu durum karşısında yasadışı
oluşumlar için uygun bir ortam oluştu. İşte bu sırada Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi
(THKP-C) üyelerinin İsrail’in İstanbul Başkonsolosu Efraim Elrom’u kaçırarak öldürmesi devletin
itibarını sarstı. Bu durum sola karşı baskıya sebep oldu. Aralarında birçok akademisyen, yazar,
gazeteci, sendikacı ve TİP üyesi kişiler tutuklandı. Anayasa konusunda tartışmalar yaşandı.
Başbakan Erim, yaptığı açıklamada 1961 Anayasası’nın Türkiye için lüks olduğunu, 12 Mart
öncesine dönülmeyeceğini söyledi. Anayasayla ilgili tartışmaların devam ettiği ortamda 20
Temmuz 1971’de TİP kapatıldı. Eylül ayında ise, özgürlükleri kısıtlayan değişiklikler Senato ve
TBMM’den geçerek kanunlaştı. Birinci Erim hükümeti 3 Aralık 1971’te sona erdikten bir hafta
sonra Nihat Erim ikinci kabinesini kurdu. Ancak bu kabine de istenen başarıyı elde edemedi. 17
Nisan 1972’te Erim’in istifasıyla sona erdi.
Erim’in istifasından sonra, aynı kabinede yer alan ve Güven Partisi’nin sözcüsü de olan Ferit
Melen geçici olarak başbakanlığa getirildi. 29 Nisan’da ise Suat Hayri Ürgüplü’den yeni kabineyi
kurması istendi. Ürgüplü’nün kuracağı, bir nevi seçim hükümetiydi. Ancak 13 Mayıs’ta Bakanlar
Kurulu listesini sunduğunda beklemediği bir tavırla karşılandı ve Cumhurbaşkanı tarafından
hiçbir gerekçe gösterilmeden reddedilmesi üzerine istifa etti. Geçici Başbakan konumunda
bulunan Melen, asil olarak başbakan oldu.
1972’de CHP açısından önemli değişikler yaşandı. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda Gazi
Mustafa Kemal Atatürk’ten sonra ikinci adam rolüne sahip olan İsmet İnönü, parti başkanlığını
eski genel sekreteri Bülent Ecevit’e bırakmak zorunda kaldı. Ecevit’in yükselişi 1966’da parti genel
sekreterliğine seçilmesiyle başladı. Bunda İnönü’nün 1965’te “Ortanın Solu” fikrini desteklemesi
etkili oldu. Fakat partinin eski karakterini korumakta kararlı olan İnönü ve yakın çevresi Ecevit’in
gerçekleştirmek istediklerine engel teşkil ediyordu. Bu bağlamda 14 Mayıs 1972’deki V.
Olağanüstü Genel Kurultay’da Bülent Ecevit, genel başkan seçildi.
1973’de Türkiye gündemini meşgul eden diğer bir konu da cumhurbaşkanlığı seçimi oldu. Seçim,
TSK ile politikacılar arasındaki ilişkiler açısından önemli bir yere sahipti. Cumhurbaşkanı seçimi
için ordu Genelkurmay Başkanı Faruk Gürler’i aday gösterirken iki siyasi parti kendi adaylarını
seçtirmek istemişse de ortak bir aday belirleyemedi ve asker ve sivil arasındaki tartışma, Emekli
Amiral Fahri Korutürk’ün Türkiye Cumhuriyeti’nin 6. cumhurbaşkanı seçilmesine kadar devam
etti.
Korutürk’ün cumhurbaşkanı seçildikten sonra ilk icraatı, Merkez Bankası eski başkanı Naim
Talu’yu yeni hükümeti kurmakla görevlendirmek oldu. Adalet ve Cumhuriyetçi Güven
partilerinden oluşan yeni koalisyon hükümeti 6 ay süreyle seçimlere kadar görev yaptı. Yeni
kurulan hükümet bir seçim hükümeti olmasına karşın siyasi reformları gündeme getiriyordu. Bu
bağlamda ilk olarak üniversitelerde özerkliği sınırlamak istiyordu. Bu reformun sebebini de
üniversitelerde “öğrenci olaylarının patlak vermesini önlemek” olarak açıklıyordu. Bunun
yanında ülkede yaşanan anarşinin sorumlusu olarak üniversiteleri ve öğretim üyelerini
gösteriyordu. Bu meyanda, Anayasa’da değişiklik yapıldı, Devlet Güvenlik Mahkemeleri
kurularak üniversiteler ve sendikaların etkisi azaltıldı.
14 Ekim 1973 tarihinde yapılan Milletvekili Genel Seçimi CHP, %33,3 ile seçimin galibi olmuştur.
AP ise %29,8 ile ikinci sırada yer almıştı. AP’nin içinden çıkan Demokratik Parti %11,8 ile üçüncü
olurken asıl sürprizi Necmettin Erbakan yönetiminde ki MSP %11,8 oy oranıyla yapmıştır.293
CHP- MSP koalisyonu göreve başladıktan kısa bir süre sonra iki parti arasında siyasal
sürtüşmeler yaşanmaya başlamıştır. Erbakan’ın Adalet ve İçişleri Bakanlarının MSP’li olmasını
sağlaması ve sonrasında bu iki kilit bakanlıkta MSP’nin kadrolaştığı iddiaları CHP’lileri oldukça
rahatsız etmiştir. Yine Erbakan’ın “ağır sanayi hamlesi” olarak tarif ettiği projelerin gerçekleşme
olasılığının düşüklüğü ve ekonomide ortak tutum belirleme konusundaki başarısızlık
koalisyonun çok uzun olamayacağının ilk sinyalleridir. İki parti arasındaki en büyük
gerilimlerden biri ise genel af konusunda ortaya çıkmıştır. Cumhuriyetin ilânının 50. yılı
nedeniyle bir genel af çıkartılması fikri yeniden gündeme geldiğinde MSP, genel affın sol
siyasetten mahkûm edilmişlerin dışarı çıkmasına zemin hazırlayacak şekilde genişletilmesine
karşı çıkmıştır. AP ile MSP bu konuda işbirliği yaparak daha çok soldan isimlerin mahkûm
edildiği Türk Ceza Kanunu’nun 141, 142 ve 149. maddelerinin af kapsamı dışında tutulmasını
sağlamıştır. CHP bu şartlar altında, Anayasa Mahkemesi’ne başvurmuş ve Anayasa Mahkemesi,
Kıbrıs’ta yaşanan çatışma ortamını sona erdirmek amacıyla 1959’da Zürih ve Londra
Antlaşmaları imzalanmış 16 Ağustos 1960’ta da Kıbrıs Cumhuriyeti ilan edilmişti. Her iki
antlaşma da daha sonraki süreçte Türkiye’nin elini güçlendirdi. Kıbrıs Cumhuriyeti, Rumların
hayata geçirmek istedikleri Enosis (adanın Yunanistan’a ilhakı) önünde bir engele dönüştü. 1963
senesine gelindiğinde adadaki Türklere karşı baskı ve şiddet giderek arttı. 1964 Noel’inde (21-24
Ocak) ise en üst seviyeye ulaştı. 1964’te Kıbrıs Cumhurbaşkanı Başpiskopos Makarios, adada
yaşayan Türklerin özerkliğini sınırlamak üzere Anayasa’da değişiklik yapılması için girişimde
bulundu. Ancak Türkiye ve Kıbrıslı Türkler bu duruma rıza göstermedi. Adada yaşanan şiddet
olaylarına karşı Türkiye, Hava Kuvvetlerine ada üzerinde gösteri uçuşu yaptırarak Makarios geri
adım atmadığı takdirde adaya asker çıkaracağını duyurdu.
Bütün bunlara karşın Rumların Türklere karşı uyguladıkları şiddetin devam etmesi ve Türk
kamuoyunun tepkisi askeri seçeneği adeta zorunlu hale getirdi. Harekât için 7 Haziran tarihi
belirlendi. Fakat 5 Haziran’da ABD Başkanı Johnson’un Başbakan İnönü’ye yolladığı mektup
sonucunda müdahaleden vazgeçildi. Mektupta, adaya gerçekleşecek bir Türk işgalinin Sovyetler
Birliği ile bir çatışmaya sebep olacağı ve bu durum karşısında NATO üyelerinin Türkiye’nin
yanında yer almayacağı tehdidinde bulunuluyordu. Mektubun devamındaki bir diğer tehdit,
ABD’nin Türkiye’ye hibe ettiği silahların burada kullanılamayacağıydı. Bir süre sonra mektubun
basına yansıması, Türk toplumunda ABD karşıtlığının temel taşlarından birisini teşkil edecektir.
1967’de Yunanistan’da kurulmuş olan Albaylar Cuntası, Kıbrıs Rumlarını Enosis kışkırtmasıyla
cesaretlendirdi. Bu durum karşısında Türkiye’nin, adaya müdahale etme ihtimalinin baş
göstermesi üzerine Cunta geri adım atmak durumunda kaldı. Ancak 1974’te Yunan cuntası,
Makarios’a karşı bir darbe yaparak Enosis’i ilan etti. Bunun üzerine Başbakan Ecevit, adadaki
durumu görüşmek üzere Londra’yı ziyaret etti ve ardından da Amerikalıların Türkiye ve
Yunanistan’ı ziyaretleri gerçekleşti. Ancak görüşmelerden bir sonuç çıkmaması üzerine Türkiye,
garantörlük antlaşmasının verdiği yetkiyle 20 Temmuz 1974’te Kıbrıs’a müdahale etti. Müdahale
iki gün sürdü. 22 Temmuz’da ateşkes sağlandı ve görüşmeler başladı. Ancak müzakerelerden bir
sonuç elde edilememesi ve adada bulunan Türk askerinin risk altında bulunması nedeniyle 14
Ağustos’ta Türk askeri tekrar harekâta başlayarak adanın %38’ini kontrol altına aldı.
Kıbrıs askerî harekâtı, iki parti koalisyonunun da sonunu getirdi. Harekât, kamuoyunda büyük
bir başarı olarak algılandı. Bu başarının siyasi kazancının paylaşımı iktidar ortakları arasında bir
türlü gerçekleştirilemedi. Sonuçta gidilecek bir erken seçimin partisi bakımından tam zamanı
olduğu hesabını yapan Başbakan Bülent Ecevit, istifasını verdi.
Siyasi teamüle göre; istifa eden hükümet, yenisi kuruluncaya kadar görevini devam ettirirdi.
Fakat Ecevit buna uymak istemediğini yeni hükümeti makul süre bekleyeceğini, kurulmadığı
takdirde başbakanlığı boşaltacağını açıkladı. Esasında bununla amaçladığı, mecliste bulunan
partileri erken seçime götürmekti. Ancak bu amacına ulaşamadı. Bundan sonraki süreçte doğal
olarak birbirine yakın partilerin birlikteliği gündeme geldi. Bu da toplumda cepheleşmeye ortam
hazırladı. Siyasi alanda karşıtlık milliyetçi cephe (MC) hükümetleri, bunun karşısında da CHP
hükümetleri şeklinde ortaya çıktı.
Gelişen olaylar karşısında, Bülent Ecevit’in istifası üzerine AP lideri Demirel, MHP ve MSP’nin
dışarıdan desteklediği bir azınlık hükümeti kurdu. Hükümet, 24 Ocak kararları dediğimiz radikal
ekonomik önlemler alarak ülkeyi içinde bulunduğu durumdan çıkarmak istedi. Fakat artan anarşi
ve terörü engelleyemedi. Ekonomik alanda yapılan reformları siyasi ve sosyal alana taşıyamadı.
24 Ocak kararları, ekonomik kararlar olmakla birlikte sosyal alanı da etkiledi. Çünkü bu kararlarla
kapalı ekonomiden dışa açık serbest piyasa ekonomisine geçiş hedeflendi. Bu hükümetin
iktidarda bulunduğu dönem, 12 Kasım 1979-12 Eylül 1980’dir.
1978’den itibaren Türkiye’de çok sayıda isim katledilmiştir. 16 Mart 1978’de Beyazıt’ta üniversite
öğrencilerinin üzerine bomba atılmıştır. 16 Mart katliamında yedi öğrenci hayatını kaybetmiştir.
Yine aynı yıl içinde Bahçelievler’de TİP’li öğrenciler katledilmiştir. 1978’le beraber üniversitedeki
12 Eylül askeri darbesi öncesinde en büyük işçi eylemi TARİŞ’te gerçekleşmiştir. Milliyetçi Cephe
hükûmetleri zamanında yapılan kadrolaşmalara karşı çıkan işçilerin işten çıkarılması ile büyüyen
eylemler neredeyse tüm İzmir’e yayılmıştır. İşten çıkarmalara karşı direniş jandarma ve polis
güçleri tarafından bastırılmak istenmiş; çok sayıda işçi gözaltına alınmış ve aralarında
yaralananlar olmuştur. Etraftaki mahallelerin de destek verdiği direnişe karşı TARİŞ Genel
Müdürlüğü üç bin kadar işçinin atılmasına karar vermiş ancak işçiler fabrikalardan çıkmayarak
üretimi sürdürmüşlerdir. Kolluk güçlerinin müdahalesi sonrasında binlerce işçiyi gözaltına
almıştır. Direnişi destek veren mahallelere yönelen polislerle halk arasındaki çatışmada ölen ve
yaralananlar olmuştur.
12 Eylül 1980 askeri darbesine giden süreçte siyasal ve toplumsal şiddetin zirveye çıktığı ifade
edilebilir. Suikastlar, siyasi cinayetler, linç saldırıları bu dönemde demokratik uzlaşma ve sorun
çözme olanaklarını yıkacak denli belirleyicidir. Maraş katliamı, siyasal ve toplumsal şiddetin ne
boyutlara geldiği konusunda çok çarpıcı bir olaydır. 16 Aralık 1978’de milliyetçi ve propagandist
bir film olan Güneş Ne Zaman Doğacak, Ülkücü Gençlik Derneği tarafından gösterime
sokulmuştur. Anti-komünizmi merkeze alan filmin oynatıldığı salona düşük tesirli bir bomba
atılmıştır. Bu olay üzerine ülkücü gruplar, CHP binasına doğru yürüyüşe geçmiştir. Aynı gün
içinde sağ görüşlülerin uğrak yeri olan bir kahvehaneye patlayıcı madde atılmıştır. Gerginliğin
arttığı şehirde 21 Aralık 1978’de sol görüşlü olduğu bilinen iki öğretmen öldürülmüştür. Şehri
kana bulayacak olaylar ise öğretmenlerin cenaze töreni sırasında gerçekleşmiştir. Komünistlerin
cenaze namazı kılınmaz diyen sağ görüşlüler ile cenazeye katılan sol görüşlü vatandaşlar
arasında kavga çıkmıştır. 21 Aralık gecesi olaylardan iyiye iyiye büyümüş; Alevilerin ve sol
görüşlülerin yoğun olarak yaşadığı mahallelerde saldırılar olmuştur. Dört gün süren olaylar
sırasında çok sayıda kişi yaralanmıştır. Sağcı milislerin Maraş’ın büyük bir bölümünü ele
geçirmesi sonrasında infazlar başlamıştır. Maraş olaylarında durumu incelemek için şehre gelen
Bakanlar da linç edilmekten zar zor kurtulmuştur. Dönemin İçişleri Bakanı İrfan Özaydınlı MHP
lideri Alparslan Türkeş’e giderek yardımını istemiş; Türkeş ise ülkücülerin güvenlik güçlerine
yardımcı olduğunu söylemiştir. Maraş olaylarının bilançosu çok ağırdır. Resmi rakamlara
bakılırsa büyük bir kısmı Alevi olan 111 kişi öldürülmüştür. Kundaklama olayları dahil olmak
üzere toplamda 552 ev ve 289 iş yeri tahrip edilmiştir. Maraş olayları askeri birliklerin
1978 Aralık’ındaki Maraş katliamı sonrasında 1980’de bu sefer Çorum’da büyük bir trajedi
yaşanmıştır. Çorum olayları, içinde taşıdığı dinamiklerin korkutuculuğuyla birlikte 12 Eylül
öncesinin en acılı vakalarından biridir. 28 Mayıs 1980 günü Gün Sazak’ın öldürülmesini protesto
eden Ülkücülerin Çorum’da sol görüşlü olduğu düşünülen kişilerin dükkânını tahrip etmesiyle
başlayan olaylar kısa sürede çığ gibi büyümüştür. Çorum gazetesini ve bir kitapevini yıkan sağ
görüşlü eylemciler Alevilerin yoğun olarak yaşadığı mahallelere yönelmiş ve neticede 1 kişi
ölmüş 12 kişi ağır bir biçimde yaralanmıştır. Olaylar sonrasında Vali sokağa çıkma yasağı koymuş
ancak o sırada mahalledeki barikatlardan biri silahlı militanlarca aşılmış ve yaralanmalar
yaşanmıştır. Askeri birliklerin müdahalesi sonrasında gerginlik daha da yükselmiştir. Hükûmet
Valiyi, Emniyet Müdürünü ve İl Jandarma Alay Komutanını görevden almıştır. 1 Haziran 1980’de
tekrar başlayan saldırılar neticesinde 4 kişi hayatını kaybetmiş ve çok sayıda Çorumlu
yaralanmıştır. Çorum olayları, politik atmosferin mezhep gerginliklerini içine alacak şekilde
zehirlendiğinin göstergesidir. Olaylar neticesinde Alevilerin büyük bir kısmı Çorum’u terk etmek
zorunda kalmıştır. Maraş ve Çorum katliamları, Alevi yurttaşların kolektif hafızasında derin
yaralar açmıştır. Aynı zamanda politik kamplaşmanın mezhepsel bir çatışma ile çakıştırılması
çabalarının da bir yansıması olmuş ve olaylar sadece katliamların yaşandığı şehirlerde değil diğer
bölgelerde de yankılanmıştır.
12 Eylül öncesinde iki büyük siyasi cinayet işlendiği ve bu cinayetlerin darbeye giden süreci
hızlandırdığı not edilmelidir. 20 Temmuz 1980 günü, 12 Mart sonrası teknokrat hükûmetinin
başkanlığını yapan Nihat Erim Dev-Sol militanları tarafından öldürülmüştür. Erim cinayetinden
sadece iki gün sonra bir başka suikast daha gerçekleşmiştir. Bu sefer öldürülen Devrimci İşçi
Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) kurucularından Kemal Türker’dir.
Çorum olayları ile Nihat Erim ve Kemal Türkler suikastları kamuoyunda büyük yankı
uyandırmıştır. Aynı zaman diliminde ülkenin doğusunda da şiddet yükselmiştir. 1970’li yılların
ikinci yarısında daha önce bahsettiğimiz gibi Kürt sorununa Türkiye solu dışında çözüm bulma
amacında olan silahlı gruplar ortaya çıkmıştır. Bu silahlı örgütlenmelerin içerisinde en radikali
Abdullah Öcalan’ın başını çektiği oluşumdur. 1976’dan itibaren parti kurma hazırlıkları yapan
1978’in sonlarında örgütlenmiş biçimde silahlı mücadeleye başlayan “Apocular”, PKK adıyla
diğer silahlı Kürt grupları tasfiye etmeye başlamıştır. 1980 öncesinde PKK, bir yandan Kawa,
Kimi kaynaklara göre 1978, kimisine göre ise 1979 senesinin ortalarından itibaren bir askeri darbe
için hazırlıklar başlamıştı. Ancak siyasiler bu durumu o zaman için yeteri kadar dikkate almadı.
12 Eylül’e doğru şiddet giderek artmış TBMM de hiç toplanmadı. İşte bu ortamda 12 Eylül 1980
sabahı 4.30’da okunan bildiriyle, Genelkurmay Başkanı Kenan Evren başkanlığında, Kara, Deniz,
Hava ve Jandarma Genel Komutanlarından oluşan “Milli Güvenlik Konseyi” yönetime el koymuştu.
Konsey yayınladığı bildiride; devletin temel organlarının işlemez bir hal aldığını, anayasal
kuruluşların görevini yapamadığını iddia etmiş siyasileri kısır çekişmeler içerisinde olmakla ve
ülkeyi içine düştüğü durumdan kurtaracak tedbirleri almamakla suçlamıştı. Yıkıcı ve bölücü
faaliyetlerin arttığı, Atatürkçülük yerine irtica ve sapkın ideolojilerin birçok eğitim kurumunda
hakim olduğu, ülkenin kardeş kavgasına geldiği bir ortamda siyasilerin ülke sorunlarını
çözmekte yetersiz kalması gibi sebeplerle, TSK’nın iç hizmet kanununun verdiği yetkiye
dayanarak yönetime el koyduğu söyleniyordu. Komite, meclis ve hükümeti feshederek
milletvekillerinin dokunulmazlığını kaldırmış ve yurtdışına çıkışları da yasaklamıştır.
Genelkurmay Başkam Orgeneral Kenan Evren, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Nurettin
Ersin. Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Tahsin Şahinkaya. Deniz Kuvvetleri Komutanı
Oramiral Nejat Tümer ve Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Sedat Çelasun’dan oluşan Milli
Güvenlik Konseyi (MGK) idareyi ele aldı. Konsey başkanı Orgeneral Kenan Evren aynı zamanda
Devlet Başkanı olmuştu. Konsey kararıyla tüm siyasi partiler kapatılmış, liderleri gözaltına
alınmışlar ve siyasetten uzaklaşılmışlardır. Siyasilerle birlikte binlerce kişi göz altına alındı. Sıkı
yönetim mahkemelerinde yargılanan sanıklardan bazıları idama varan cezalar aldılar.
Bu dönemde 1961 Anayasası askıya alındı. Seçimle işbaşına gelen milletvekilleri ve senatörlerin
parlamenterliklerine son verildi ve TBMM kapatıldı. Bunun yerine bir Danışma Meclisi
oluşturuldu. Milli Güvenlik Konseyi ve Danışma Meclisinden de bir Kurucu Meclis oluşturuldu.
Bu meclis yeni bir anayasa hazırlayacaktı.
AKŞİN, S., TUNÇAY, M., & HASSAN, Ü. (1997). TÜRKİYE TARİHİ: 4. İSTANBUL: CEM
YAYINEVİ.
ÜNİVERSİTESİ.
KAYSERİ 2018.
TURAN, R., SAFRAN, M., HAYTA, N., ÇAKMAK, M. A., DÖNMEZ, C., & ŞAHİN, M.
2020.
Hazırlayan
11.ÜNİTE / 1960 – 1980 YILLARI ARASI TÜRK DIŞ POLİTİKASI
KÜBA KRİZİ
AFYON KRİZİ
KIBRIS SORUNU
EGE SORUNU
KIBRIS MESELESİ
KÜBA KRİZİ
AFYON KRİZİ
ORTA DOĞU
1960-1980 yılları arası dönem hem uluslararası sistemde hem de Türk Dış Politikası’nda önemli
değişiklere sahne olmuştur. Bahsi geçen dönemde uluslararası sistemin iki süper gücü Amerika
Birleşik Devleti (ABD) ve Sovyetler Birliği arasındaki Soğuk Savaş’ta yaşanan yumuşama (détente)
sonucu, bu iki süper gücün etrafındaki görece küçük devletlerin dış politikalarındaki hareket
alanları genişlemiştir. Türkiye de Soğuk Savaş döneminde ABD’nin liderliğindeki Batı bloğunun
bir üyesi olarak yumuşama nedeniyle görülen hareket serbestliğinden yararlanmıştır.
1960-1980 arası dönem, Türkiye’nin içeride ve dışarıda ciddi sorunlarla karşı karşıya kaldığı
seneler olmuştu. İçeride, 27 Mayıs 1960 darbesi, 12 Mart 1971 muhtırası ve 12 Eylül 1980 darbesi
olmak üzere üç kez askeri müdahaleyle karşı karşıya kalmıştı. Bu dönemde 21 farklı hükümet
iktidara gelmiş ve 14 dışişleri bakanı değişmişti.
Türkiye-ABD ilişkileri 1945-1960 arası sorunsuz geçmesine karşın, 1960-1980 arası dönemde ciddi
problemlerle karşı karşıya kaldı. 60’lı yıllarda ABD’nin güvenirliği sorusu sık sık Türkiye’nin
gündemine geldi. Özellikle Küba füze krizi bağlamında yaşanan gelişmeler; 5 Haziran 1964
Johnson Mektubu, Afyon sorunu ve 1975-1978 yılları arasında ABD’nin uyguladığı silah
ambargosu gibi konular iki ülke arasındaki ilişkileri derinden sarstı.
ABD’nin SSCB’yi çevreleme politikası bağlamında Türkiye’ye uzun menzilli nükleer başlıklı
Jüpiter füzelerini yerleştirmesi üzerine SSCB de ABD’nin hemen yakınında bulunan Küba’ya
nükleer başlıklı füze yerleştirmeye yönelmiş, bunun sonucunda iki süper güç arasında gerilim
tırmanarak nükleer savaş eşiğine gelmiştir. Nükleer dehşet dengesi olarak da tanımlanan bu son
aşamada, her iki süper güç de birbirlerini yok etme noktasına yaklaşmış, bu da dünya
kamuoyunda tepkiyle karşılanmıştır. İki süper güç bu tür nükleer savaş eşiğini kontrol altında
tutmak için tedbirler almaya koyulurken, Fransa ve AT bu tarihten sonra ABD'den bağımsız
olarak kendi nükleer programını oluşturmaya başlamış, her iki blokta da merkezkaç hareketler
yoğunlaşmıştır. Dünyada bu tarihe kadar yaşanan Soğuk Savaş’ın çok katı olan etkileri bu kriz
sonrasında süper güçler arasında artan diyalogla yumuşama sürecine girerken, Türkiye kendisini
doğrudan nükleer savaş krizinin tam merkezinde bulmuştur. Çünkü olası bir savaşta SSCB
Türkiye’deki ABD askeri üslerini hedef alacaktı. Türkiye’yi doğrudan nükleer savaş alanına
çevirmesi bakımından Küba füzeler krizi Türkiye-ABD ilişkileri açısından da dönüm noktası
olmuştur.
Olaylar sonucunda tarafların nükleer savaş eşiğine gelmesi üzerine ABD ve Sovyet liderleri
arasında bir mektup teatisi başlamıştır. Nitekim Kruşçev, 27 Ekim 1962'de Kennedy'e gönderdiği
mektubunda, ABD'nin Türkiye'deki füzeleri sökmesi halinde SSCB'nin de Küba'dakileri
sökeceğini, Türkiye'nin toprak bütünlüğüne ve bağımsızlığına saygı göstereceğini, içişlerine
karışmayacağını ve işgal etmeyeceğini ifade etmekteydi. Ancak kendisinin Küba'daki füzeleri
sökmesi halinde karşılık olarak Başkan Kennedy’nin de aynı güvenceleri Küba için de vermesini
istiyordu.
Bu arada SSCB ile ABD liderleri arasında yanlış anlaşılmalardan oluşabilecek krizlerin önüne
geçilebilmesi için "kırmızı telefon hattı" kurulmuştur. Kruşçev, füze parçalarını taşıyan gemilerin
geri dönmesi emrini vermiştir. ABD de Küba'ya uyguladığı ablukayı 28 Ekim 1962'de kaldırmış
ve kriz sona ermiştir. Nisan 1963’de Türkiye’deki Jüpiterler eskidikleri gerekçesiyle sökülüp,
Polarislerle değiştirildi.
Küba Krizi hem ABD hem de Sovyet liderliğine yönelik blok içi eleştirileri tetikledi. Nükleer bir
savaşın eşiğine gelindiği bir noktada bile, ABD, kendisini destekleyen NATO müttefiklerini
önemsememişti. SSCB’de ise kriz Kruşçev’in siyasi hayatını sonlandırmıştı. Bu dönemde Doğu
Bloku içinde Çin-Sovyet anlaşmazlığı açığa çıkmıştır. Çin, Moskova’nın bu krizde çok ileri
giderek krizi daha da tırmandırarak mantıksız bir şekilde risk aldığını düşünmekte ve devrimci
anlayıştaki ortak ideallerine bağlı kalmamakla suçlamıştı. Fransa da kendi nükleer faaliyetlerini
başlatmış, ABD ve SSCB arasındaki ilişkileri dengeye oturtacak girişimlerde bulunmuş, bu
girişimlerin en önemlisi de “Batı Avrupa Koalisyonu” girişimi olmuştur ve bu tarihten sonra da
ABD ile ilişkileri gevşetmeye başlamıştır. ABD ve SSCB tarafından 5 Temmuz 1963’te Moskova’da
“Nükleer Silah Denemelerinin Kısmi Yasaklanması Anlaşması” imzalanmıştır. Bu anlaşmaya
göre; atmosferde, uzayda ve denizaltında nükleer denemeler yasaklanmakta ancak toprak
altındaki nükleer denemelere izin verilmekteydi.
İki süper güç arasındaki olası nükleer savaşta halkı adeta rehin alınan Türkiye, ABD ile olan yakın
ilişkilerinin kendisine zarar verebileceğinin farkına varmıştır. Bu arada Türkiye tarafından
ABD’nin SSCB ile yaptığı Jüpiter füzeleri ile ilgili pazarlık öğrenilmiş, ABD’ye olan güven
Türkiye-ABD ilişkilerinde sıkıntıya sebep olan bir diğer konu da Afyon Sorunu olarak
adlandırılan Türkiye’deki haşhaş ekimi yasağıdır. ABD’de 1960 sonrası dönemde uyuşturucu
madde kullanımında önemli artış yaşanması, yönetimin tedbir alma arayışını hızlandırmıştı.
Hatta başkanlık seçimlerinde uyuşturucu önemli bir mesele olarak gündeme gelmişti. Bu
bağlamda Richard Nixon’un 1968 seçimlerinde üzerinde durduğu konulardan birisi de
uyuşturucuyla mücadele olmuştu. Nixon yönetimi, uyuşturucu sorununun ana kaynağı olarak
Türkiye’yi görmüştü. ABD yönetimi uyuşturucu ile yoğun bir mücadeleye girişti imajı
verebilmek için müttefiki konumunda bulunan Türkiye’yi hedef göstermişti. Haşhaş ekiminin
yasaklanması için Türkiye’yi baskı altına alarak askeri ve ekonomik yardımları kesmekle tehdit
etti. Bu durum karşında zor durumda kalan Türk Hükümeti, Ekim 1970’te Haşhaş ekimine
sınırlamalar getirmişti. Ancak ABD yönetimi bunu yeterli bulmadı. Kongrede, Türkiye’ye yardım,
temel tartışma konularından birisi haline getirilmişti.
12 Mart 1971 askeri müdahalesi ve sonrasında kurulan Nihat Erim hükümeti döneminde
Türkiye’nin direnci kırıldı. Haziran 1971’de haşhaş ekimi tamamen yasaklandı. Bu yasağa karşı
Türk üreticilerin zararını karşılamak üzere ABD, otuz milyon lira vermeyi vaat ettiyse de bu
miktarın ancak üçte birini verdi. 1973’te kurulan CHP-MSP koalisyon hükümeti, 1 Temmuz
1974’te haşhaş yasağını kaldırdı. Yasağın kalkması ABD tarafından tepkiyle karşılandı. ABD
kongresi temmuz ayında ekonomik ve askeri yardımları askıya alan bir karar aldı. Aynı tarihte,
Kıbrıs’ta, Nikos Samson tarafından askeri darbe yapıldı. Akabinde de Türkiye’nin adaya
müdahalesi geldi. Bütün bu yaşananlar afyon krizini unutturdu.
Kıbrıs’ta 1960’ta yürürlüğe giren anayasa, çoğunluğu “Enosis” düşüncesinde olan Kıbrıslı
Rumların adada yaşayan Türklerin haklarına saygı göstermemesinden dolayı bir süre sonra
uygulanamaz hale geldi. Nitekim Başkan Makarios, Kasım 1963’te, Kıbrıslı Türklerin haklarını
kısıtlayan on üç maddeden oluşan bir anayasa değişikliği teklifinde bulundu. Teklif karşısında
hükümette yer alan Türkler çekildi. Akabinde adada çatışmalar yaşanmaya başladı.
Çatışmalardan en çok etkilenen de yine adadaki Türkler oldu. Kıbrıslı Türklerin üçte biri
evlerinden çıkartılarak bir nevi kendi vatanlarında mülteci konumuna düştüler.
Esasında Türkiye, niyetini ABD’ye daha önce bildirmişti. Ayrıca Türk ordusu müdahale için hazır
da değildi. İnönü, açıklamasından sonra ABD’nin Kıbrıs Rum Kesimi ve Yunanistan’a baskı
yapacağını düşünüyordu. Fakat olaylar beklediği gibi gerçekleşmedi. 5 Haziran 1964’te ABD
Başkanı Lyndon Johnson, İnönü’ye, tarihe “Johnson Mektubu” olarak geçen ve diplomatik
nezaket kurallarına aykırı, tehdit içeren bir mektup yolladı.
Mektubunda ABD başkanı Johnson kesin bir dille Türkiye’nin Kıbrıs adasına yönelik herhangi
bir askeri müdahalesine karşı olduğunu, böyle bir müdahalenin Türk-Yunan savaşına neden
olabileceği ve bunun NATO ittifakına zarar vereceğini belirtmiştir. Başkan Johnson mektubunda
ayrıca Türkiye’nin Amerikan’ın hibe ettiği silahları Kıbrıs’a karşı kullanamayacağını ve
Türkiye’nin olası bir müdahalesi sonucu Sovyetler Birliği’nin Türkiye’ye karşı atabileceği adımlar
karşısında NATO ittifakının Türkiye’yi koruma zorunluluğu olmadığının altını çizmiştir.
Mektupta yer alan ifadeler, ABD ve NATO ile Türkiye arasındaki ittifakın güvenilirliği sorusunu
beraberinde getirdi ve ilişkilerin kırılganlığı ve Türkiye açısından güvenilmezliğini de ortaya
çıkardı. Neticede ABD başkanının yolladığı bu mektup, ilişkiler açısından bir nevi dönüm noktası
oldu.
Başbakan İnönü’nün mektuba verdiği kapsamlı cevabın giriş cümlesi yaşanan hayal kırıklığını
açıkça göstermektedir: “… Mesajınız gerek yazılış tarzı gerek içeriği bakımından Amerika ile ittifak
ilişkilerine her zaman ciddi bir dikkat göstermiş bulunan Türkiye gibi bir müttefikinize karşı hayal kırıcı
olmuş(tur) …”. Mektubun devamında ise; Türkiye’nin yaşanan krizin başından itibaren ABD ile
danışma halinde olduğu, Kıbrıs Rum yönetiminin açıkça silahlandığı, Türklere karşı şiddetin
giderek arttığı ve Kıbrıslı Rumların da Yunanistan tarafından desteklendiği ifade edilmişti. Ayrıca
Türkiye’nin bütün uyarılarına rağmen ABD’nin şimdiye kadar sessiz kaldığı dile getirilmişti.
Yaşanan bu gelişmeler Türk dış politikasında ABD eksenindeki tek yönlü politikadan çok
yönlülüğe geçişe ortam hazırladı.
1967 yılında Yunanistan’da iktidarı ele geçiren Albaylar Cuntasına bağlı olarak 1974 yılında adayı
oldubittiye getirip Yunanistan’a bağlamak üzere Cumhurbaşkanı Makarios’a karşı darbe
düzenlenmiştir. Bu darbenin ardından, 15 Temmuz 1974’te Nikos Sampson iktidara gelmiştir.
Adanın Yunanistan’a bağlanması demek olan bu durum karşısında Türkiye, Kıbrıs
Cumhuriyeti’ni kuran anlaşmalara dayanarak ve garantörlük hakkının bir gereği olarak, 20
Temmuz 1974’te adaya müdahalede bulunmuştur. Türk birlikleri 22 Temmuz’da Girne’yi ele
geçirmiş, ancak aynı akşam BM Güvenlik Konseyi’nin 353 sayılı ateşkes kararı üzerine, adada
ilerleyişini durdurmuştur. Bu süre içinde Girne-Lefkoşa hattı birleştirilmiştir. Bu müdahalenin
ardından, Yunan cuntası ve Sampson yönetimi sona ermiş, yerine Klerides geçmiştir. Adada Türk
halkına karşı acımasız bir kıyım söz konusu olduğu için, Türkiye’nin adaya müdahalesi tamamen
savunma ve barış için gerçekleştirilmiştir.
25-30 Temmuz tarihleri arasında yapılan, Türkiye, İngiltere ve Yunanistan Dışişleri Bakanlarının
katıldığı 1. Cenevre Konferansı’nda, Türkiye’nin müdahalesinin Antlaşmalardan kaynaklandığı
kabul edilmiştir. Bu konferansta, Kıbrıs’ta kurulan Özel Türk Yönetimi tanınmış ve Türk Silahlı
Kuvvetlerinin Kıbrıs’ta varlığı kabul edilmiştir. 30 Temmuz 1974 akşamı sona eren konferans,
Türkiye’nin isteklerinin büyük bir kısmının kabul edilmesi ve bir protokol imzalanmasıyla
sonuçlanmıştır. Üç ülkenin imzaladığı bu Protokolde, Londra ve Zürih Antlaşmalarının hala
yürürlükte bulunduğu konusunda anlaşmaya varılmıştır. Ayrıca, Kıbrıs Rumları ve Türk
birlikleri arasında bir güvenlik bölgesi oluşturulmasına, Rumların işgal ettikleri bölgelerden
çekilmesine, karma köylerin güvenliğinin BM Barış Gücü tarafından korunmasına karar verildi.
Cenevre Protokolünün en önemli hükümlerinden biri, Kıbrıs Cumhuriyeti’nde fiilen Türk ve
Rum olmak üzere iki idarenin mevcut bulunduğunun taraflarca kabul edilmesidir. Böylece
Kıbrıs’ta Türk Yönetiminin varlığı uluslararası bir belgeyle resmen tescil edilmiştir. Ancak, Birinci
Cenevre konferansında öngörülen şartlar Rumlar ve Yunanlılar tarafından yerine getirilmemiştir.
Rum ve Yunan askerleri Türk bölgelerinde kuşatmayı kaldırmamışlar, binlerce Türk’ü esir
kamplarında tutmuşlar ve yer yer Türklere karşı toplu cinayetlerde bulunmuşlardır. Bu durum,
Rumların ve Yunanlıların oyalama taktiği içinde olduklarını göstermekteydi.
İkinci Barış Harekatı’nın hemen ardından 25-26 Ağustos 1974 tarihinde BM Genel Sekreteri
Kıbrıs'a gelerek toplumlar arasında ikili görüşmelerin başlatılmasını istedi. İkili görüşmelerde
varılan mutabakat gereği nüfus mübadelesi yapılmış ve Rumlar güneye Türkler ise kuzeye
geçmişti. Böylece iki bölgeli ve iki toplumlu bir federal yapı için uygun ortam sağlanmış oldu. 13
Şubat 1975 günü Kıbrıs Türk Federe Devleti'nin ilanı Doktor Fazıl Küçük tarafından açıklanarak
gerçekleşti. Amaç federal bir Kıbrıs Devleti tesis etmekti. Ancak bu gerçekleşmediğinden 8 yıl
sonra Türkler yol ayrımına giderek kendi cumhuriyetlerini kurmak yoluna girdiler. Bu
gelişmelere paralel olarak 15 Kasım 1983 tarihinde KKTC'nin ilanı gerçekleşti. Böylece Kuzey
Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) kurulmuştur. KKTC’nin kurulmasıyla adadaki fiili durum
hukukileşmiş oldu.
KKTC’nin kurulmasına ilk ve tek olumlu tepki Türkiye’den geldi ve Türkiye derhal KKTC’yi
tanıdığını ilan etti. Buna karşılık bu durum, Yunanistan’la Kıbrıslı Rumlar tarafından yasa dışı ve
kabul edilemez olarak nitelendirildi ve Yunanistan 16 Kasım 1983’te Türkiye’ye protesto notası
verdi. Bu arada İngiltere de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin kuruluşunu BM Güvenlik
Konseyi’ne taşımıştır. Güvenlik konseyi 18 Kasım 1983 tarihli 541 sayılı kararında; Kuzey Kıbrıs
Türk Cumhuriyeti’nin ilanını hukuken geçersiz sayarak, bütün devletlerden bu yeni cumhuriyeti
tanımamalarını istemiştir.
1974 senesi Türk-ABD ilişkileri açısından oldukça kötü geçti. Bu dönemde özellikle Rumların
Türkiye aleyhtarı yürüttükleri lobicilik faaliyetleri sonucunda ABD kongresince Türkiye’ye askeri
silah yardımı durduruldu ve silah satışı da yasaklandı. Her ne kadar ABD Başkanı G. Ford ve
Dışişleri Bakanı Henry Kissinger, kongrede Türkiye’ye karşı ambargo kararı alınmasını
engellemeye çalıştıysa da başarılı olamadılar.
Muhalefet de ambargo kararı karşısında birleşerek hükümete baskı kurdu. Kısa süre önce kurulan
Demirel hükümeti de 25 Temmuz 1975’te aldığı bir bakanlar kurulu kararıyla Ortak Savunma ve
İşbirliği Antlaşması’nı (OSİA) tek taraflı olarak feshetti. ABD’nin Türkiye’de bulunan üslerinin
faaliyetlerini durdurdu. Alınan bu karar, 5.000 Amerikalı personeli barındıran başta İncirlik
olmak üzere 21 Amerikan tesisini kapsadı.
Türk Hükümetinin aldığı karar, Amerikan basınına da yansıdı. ABD’nin Türkiye’ye uyguladığı
ambargo şiddetle eleştirildi. Bütün bu tepkiler, ABD’nin ambargoyu kaldırmak amacıyla
çalışmalar yapmasını sağladı. Nitekim Amerikan yönetimi, 6 Ekim 1975 tarihinde Türkiye’ye
uyguladığı ticaret yasağını kaldırdı. Ancak askeri alandaki yasak devam etti. ABD, Türkiye’ye
karşı uyguladığı silah ambargosunu kaldırmadan önce feshedilen antlaşmanın yerini alacak
başka bir antlaşma yaparak askeri üslerini güvence altına almak istiyordu. Bu bağlamda, 26 Mart
1976’da, Washington’da iki ülke dışişleri bakanları tarafından Savunma ve Ekonomik İşbirliği
Antlaşması (SEİA) imzalandı. Ancak imzalanan antlaşma, kongre tarafından onaylanmadı.
Ambargo, ABD yönetiminin kongre üzerindeki etkisini artması ve dünyada yaşanan gelişmeler
yani yumuşamanın yerini tekrar Soğuk Savaş’a bırakmaya başlamasının da etkisiyle 12 Eylül
1978’de tamamen kaldırıldı. Bunun üzerine yürürlüğe girmeyen SEİA’nın yerini alması planlanan
bir antlaşmanın yapılması için görüşmelere başlandı. Ancak Ekim 1979’da hükümetin istifa
etmesi üzerine süreç uzadı. Yeni kurulan Demirel hükümeti, antlaşma için istekli olsa da çıkan
sorunlar nedeniyle imzalanması ancak Mart 1980’de gerçekleşti. Antlaşmanın yürürlüğe girmesi
ise 12 Eylül 1980 darbesinden dolayı gecikti. İmzalanan Savunma ve Ekonomik İşbirliği
Antlaşması (SEİA), 18 Kasım 1980’de Bakanlar Kurulu tarafından onaylanarak 1 Şubat 1981
tarihinde yürürlüğe girdi. ABD ile Türkiye arasında imzalanan en kapsamlı antlaşmadır.
Ege sorunu, Türkiye ile Yunanistan arasında, Kıbrıs ile birlikte ilişkilerdeki en büyük iki temel
sorundan biri olmuş ve hâlâ kesin bir çözüme kavuşturulamamıştır. Ege’deki haklar ve sınırlar
konusunun Türk-Yunan ilişkilerinin temel çerçevesini belirleyen Lozan’da yeterince açık bir
biçimde tanımlanmaması nedeni ile 1930’lu yıllardan itibaren krizler yaşanmaya başlanmıştır.
Konunun ciddi bir krize dönüşmesi ise Kıbrıs sorununa da paralel olarak 60’lı ve 70’li yıllarda
gerçekleşmiştir. 1936 yılına kadar Ege’de 3 mil olarak kabul edilen kara suları sınırı o yıl
Yunanistan tarafından tek taraflı olarak 6 mile çıkarılmıştır. Ancak Yunanistan’ın bu tasarrufunun
Türkiye tarafından o dönem Yunanistan ile ikili ilişkilerdeki yakınlık ve İtalya’nın yayılmacı
politikalarına karşı birlikte yürüttükleri iş birliği sebebiyle itirazla karşılanmamış, karşı girişimde
de bulunulmamıştır. Türkiye’nin, 15 Mayıs 1964 tarihinde kendisinin de Ege’deki karasuları
sınırını 6 mile çıkardığını açıklaması, Kıbrıs sorununun yarattığı gerginlik çerçevesinde olmuştur.
Yunanistan’ın buna karşılığı ise 1964 ve sonrasında silahtan arındırılmış olması gereken Ege’deki
adalarını silahlandırmak şeklinde olmuştur. Türkiye bu politikayı şiddetle reddetmiş ve
Yunanistan’a notalar vermiş olmasına rağmen, Yunanistan Boğazlar Anlaşması’nın kendisine bu
hakkı verdiği gerekçesiyle adaları silahlandırmaya devam etmiş, bu da ilişkilerin sürekli bir
gerilim içinde olmasına yol açmıştır.
Gönlübol’un da ifade ettiği gibi, Ege sorunu üç temel sebebe dayanmaktadır. Bunlar, “kıta
sahalığı”, “FIR hattı” ve Ege adalarının silahlandırılmasıdır. Türkiye ile Yunanistan arasındaki
kıta sahanlığı sorunu 1973 tarihinde Türkiye’nin, Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı’nı (TPAO)
görevlendirerek, Ege Denizi’nin bazı bölgelerinde petrol arama faaliyetlerinde bulunmasıyla ikili
ilişkilerde üzerinde en çok durulan konulardan birisi olmuştur. Yunanistan bunun 1958 tarihli
Cenevre Sözleşmesine aykırı olduğunu belirterek bu eyleme itiraz etmiştir. Yunanistan, ana kara
ve adaların siyasal bir bütün oluşturduğunu ve burada “yabancı unsurların” yer alamayacağını,
adaların kendi kıta sahanlıkları olması gerektiğini savunmuştur. Türkiye ise yarı kapalı bir deniz
olarak Ege’nin özel bir konumu olduğunu, temel ölçütün doğal uzantı olması gerektiğini ve
Anadolu kıyılarından başlayıp Ege Denizi altından devam eden doğal uzantının Türkiye’ye ait
olduğunu iddia etmiştir.
Türkiye ve Yunanistan arasında Ege’nin daha büyük bir soruna dönüştüğü dönem 1974
tarihindeki Kıbrıs krizinin yaşandığı dönemdir. Yunanistan bu dönem Ege adalarındaki
silahlandırmayı artırmakta ve kıta sahanlığını 6 milden 12 mile çıkaracağına dair açıklamalar
yapmaktadır. Ege’nin coğrafi yapısı ve adaların çok önemli bölümünün Yunanistan’a ait olması
nedeni ile kıta sahanlığının 12 mile çıkarılması Türkiye için Ege’de neredeyse hiçbir hareket
Kıta sahanlığı ve kara suları konusundaki ihtilaf, 1976’da Türkiye’nin araştırma gemisi Sismik I’in
Ege Denizi’nde çalışmalara başlaması ile yeniden alevlenmiş-tir. Bunu kıta sahanlığının ihlali
olarak gören Yunanistan, durumu BM Güvenlik Konseyi’ne ve Adalet Divanı’na taşımaya
çalışmıştır. BM Güvenlik Konseyi, durumun diplomatik yollarla doğrudan tarafların görüşmesi
şeklinde çözülmesi gerektiğini belirtmiştir. Bunun üzerine taraflar tekrar bir araya gelmiş ve
problem çözüme kavuşturulana kadar iki tarafta Ege kıta sahalığına ilişkin tek taraflı bir eylemde
bulunmayacağına dair 11 Kasım 1976 tarihinde Bern Anlaşması’nı imzalayarak taahhütte
bulunmuşlardır. Bu süreçte kurulan komisyon 1981 yılına kadar faaliyetlerini sürdürmüştür.
Türkiye, 1990’lı yıllarda yaşanan bazı gerginlikler sonrasında da kara sularındaki tutumunu daha
da sertleştirmiş ve 8 Haziran 1995’te aldığı bir kararla Yunanistan’ın kara sularını fiili olarak 12
mile çıkarması karşısında bunu bir casus belli (savaş nedeni) sayacağını açıklamıştır.
Yunanistan ile Türkiye arasında FIR hattı konusunda da sorunlar yaşanmaktadır. Uluslararası
Sivil Havacılık Teşkilatı (ICAO) 1952 tarihinde yaptığı toplantıda Ege’deki uçuşlarda uçuş
bilgilerinin Atina’ya bildirilmesi, Türk kara sularına girerken de İstanbul’a bildirilmesi gerektiği
kararını almış ve bu taraflarca kabul edilmişti. Ancak 1974 sonrasında Türkiye kendine yönelik
Yunanistan tarafından havadan gelebilecek tehdide karşı kendini korunma ihtiyacı ile 4 Ağustos
1974 tarihinde NOTAM 714’ü yayımlayarak Ege hava sahasını kuzey ve güney olarak ikiye
ayırmış, Ege hattında sınırı geçen her uçuş planının Türkiye’ye bildirilmesini istemiştir.
Yunanistan buna karşılık 14 Ağustos 1974 tarihinde NOTAM 1157’yi yayımlamış, ardından da
Ege hava sahasını tehlikeli olarak nitelemiş ve Ege hava sahasındaki tüm uçuşları durdurduğunu
açıklamıştır. Bu durum 22 Şubat 1980 tarihine kadar devam etmiştir.
Ege sorununda 1970’li yılların ikinci yarısı önemli gelişmelerin yaşandığı bir dönemdir.
Türkiye’nin 1974’teki Kıbrıs Müdahalesi sonrasında Yunanistan’da Albaylar Cuntası yıkılmış,
ülke hızla demokrasiye geçiş süreci yaşamıştır. Ancak Yunanistan burada önemli bir hamle daha
yaparak Türkiye’nin Kıbrıs müdahalesindeki tavrını eleştirerek NATO’dan çekildiğini
açıklamıştır. Bu durum Soğuk Savaş dengeleri bakımından en çok ABD’yi tedirgin etmiş ve ABD
Bir süre sonra ise, iki ülke arasındaki ilişkilerin gelişmesine olumlu katkı yapan bir dizi antlaşma
imzalandı. Bunlardan ilki 27 Nisan’da imzalanan iki ülke arasında doğrudan demiryolu ulaşımını
sağlayan sözleşmedir. Ardından Türkiye’yi Bulgaristan ve Romanya ile Sovyetler Birliği’ne
Bütün bunlara rağmen 1963 sonuna gelindiğinde Kıbrıs meselesinin ortaya çıkmasıyla birlikte
ilişkiler gerildi. Başlangıçta Rum yanlısı bir tutum sergileyen Sovyetler Birliği, Türkiye’yi
bağımsız bir ülkenin içişlerine karışmakla suçlamıştı. Ağustos 1964’te Türk uçaklarının ada
üzerinde uçması üzerine Rusya askerî harekâtın durdurulmasını istedi. Türkiye’nin ise buna
cevabı, Sovyetler Birliği’nin Kıbrıs Rum liderleri nezdinde nüfuzunu kullanmasını istemesi oldu.
İki ülke arasında yaşanan gerilimi azaltmak üzere Dışişleri Bakanı Feridun Cemal Erkin, 30 Ekim-
6 Kasım 1964 tarihlerinde, Sovyetler Birliği’ne resmi ziyaret gerçekleştirdi. Ziyarette, Türkiye-
SSCB Ortak Bilimsel İşbirliği Antlaşması imzalandı. Gezinin Türk dış politikasına etkisi, Kıbrıs
sorununda Sovyetler Birliği’nin desteğinin alınmasının yanında sonraki süreç içinde üst düzey
ziyaretlerin önünün açılması olmuştur.
Nitekim 4-13 Ocak 1965 tarihleri arasında Yüksek Sovyet Prezidyumu üyesi Podgorni
başkanlığında bir heyet Türkiye’ye gelmiştir. Karşılıklı ziyaretlerin akabinde Başbakan Ürgüplü,
9-16 Ağustos 1965 tarihleri arasında SSCB’yi ziyaret etmiştir. Ziyarette kültürel işbirliği
antlaşması imzalanmış ayrıca ticari ilişkileri gerçekleştirmeye yönelik ortak bir bildiri de
hazırlanmıştır. Bu bildiriyle ekonomik antlaşmanın esasları da ortaya çıkmıştır. Bu ortamda, 20-
27 Aralık 1965 tarihlerinde Sovyet Başbakanı Aleksey Kosigin tarafından bir iade-i ziyarette
bulunulmuştur. Ziyarette Türk-Rus Ekonomik İşbirliği Antlaşması imzalanmıştır. 19-29 Eylül
1967 tarihlerinde Başbakan Süleyman Demirel, Sovyetler Birliği’ni ziyaret etmişti. Sovyetler
Birliği’ne en üst düzeyde ziyaret ise Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay tarafından 12-21 Kasım 1969
tarihlerinde gerçekleştirilmiştir.
1972 yılında Yüksek Sovyet Prezidyumu Başkanı Podgorni’nin Türkiye yaptığı ziyarette 8
maddelik “İyi Komşuluk İlkeleri Bildirisi” imzalamıştır. 1974’te Kıbrıs’ta yaşanan gelişmeler, iki
ülke arasındaki ilişkileri kısmen etkilemiş olsa da belirleyici olmamıştır. ABD’nin Türkiye’ye karşı
silah ambargosu uyguladığı dönemde, 9 Eylül 1975’te, Cumhurbaşkanı Korutürk, Sovyet
büyükelçiyi kabul ederek iki ülke arasındaki iyi ilişkilerin önemini dile getirmiştir. Bunu Sovyet
Başbakanı Kosigin’in ziyareti takip etmiştir. Söz konusu ziyarette, iki ülke arasında işbirliğinin
arttırılması üzerinde durulmuştur. 1976 senesinde ilişkiler ilk defa askeri bir boyut kazanmıştır.
Nitekim 25 Ocak-6 Şubat 1976 tarihlerinde Kafkas isimli tatbikata Türk askeri yetkililer de davet
edilmiştir.
İki ülke arasındaki ilişkilerde yaşanan başlıca sorun, Türkiye’nin SSCB’ye yönelik içerdeki sol
eylemleri kışkırtma eleştirisi olmuştur. Ülkede sağ-sol çatışmaları arttıkça Türkiye’de sol ve SSCB
karşıtlığı artmıştır. 12 Eylül 1980 darbesiyle Türkiye’de SSCB yanlısı veya ABD-karşıtı sol örgütler
bertaraf edilmiş ve Türkiye yeniden ABD ve Batı eksenli dış politikasına geri döndürülmüştür.
1960’lı yıllarda Türkiye’nin Arap ülkeleriyle ilişkileri açısından önemli gelişmeler yaşanmıştı. Bu
dönemde özellikle 1950’lerde Arap ülkelerinin Türkiye hakkındaki olumsuz algısını düzeltmek
için yoğun bir çaba içerisine girilmişti. Türkiye’nin dış politikasında değişikliğe gidilmesinin önde
gelen sebepleri arasında, 27 Mayıs iktidarının DP tüm politikalarını eleştirmesi gelmektedir. İkinci
sebep ise Soğuk Savaş’ın yerini detant (yumuşama)’a bırakmasıdır.
27 Mayıs rejiminin Ortadoğu’ya yönelik politikalarda Demokrat Parti’den farklı bir yol izleyeceği
açıktı. Bu konudaki ilk girişimi de Cezayir sorununa ilişkin tutumu oldu. Türkiye, Cezayir’in
bağımsızlık mücadelesini desteklediğini ifade etti. Ancak bu destek sözlü olarak kaldı çünkü
Türkiye NATO’da Fransa ile müttefikti. Bununla birlikte 20 Aralık 1961’de Birleşmiş Milletlerde
Cezayir’e yönelik self determinasyon hakkının tanınmasına ilişkin öneriyi de destekledi.
1963-1964 senelerinde yaşanan Kıbrıs buhranı, sadece ABD ve SSCB ile ilişkilerde değil aynı
zamanda Ortadoğu’yla ilişkilerde de dönüm noktası oldu. Ekim 1964’deki İkinci Bağlantısızlar
Konferansı’nda ve Aralık 1965’teki Birleşmiş Milletler dönem toplantısında Kıbrıs meselesi
görüşülürken Arap ülkeleri Türkiye’nin yerine Makarios başkanlığındaki Kıbrıs Hükümeti’nin
yanında yer aldı. Bu durum Arap ülkeleriyle ilişkilerin ne kadar zayıf olduğunu ortaya koydu.
Türkiye, yeni Ortadoğu politikasını uygulama imkânını ancak 1967 Arap-İsrail Savaşı’nda (Altı
Gün Savaşı) yürürlüğe koyma fırsatı buldu. Bu meyanda Türkiye’de bulunan Amerikan üslerinin
İsrail’e yardım için kullanılamayacağını açıkladı. Bunun akabinde de Türkiye, İsrail’le savaş
halinde olan Mısır, Suriye ve Ürdün’e giyecek ve yiyecek yardımda bulundu.
Ayrıca, BM’de Arap- İsrail Savaşı’yla ilgili görüşülen tasarıda Türkiye, Arap ülkeleri lehine bir
tutum takındı. İsrail’in işgal ettiği topraklardan çekilmesini istedi. Genel Kurulda bir konuşma
yapan Türk Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil, Türkiye’nin Arap halkına karşı duyduğu
dostluk hislerini ve silah zoruyla toprak kazanımını kabul etmeyeceğini açıkladı. Ayrıca BM’de
ABD ve batılı devletlerden ayrılarak İsrail’in 5 Haziran’dan önceki sınırlara çekilmesini isteyen
tasarıyı destekledi.
Türkiye Arap ülkelerine yönelik politikasını 1967 Arap-İsrail Savaşı’ndan sonra da devam ettirdi.
Araplarla İsrail arasında çıkan her çatışmada İsrail protesto edildi. Türkiye’nin İslam dünyasına
yakınlaşmasına olumlu etki yapan bir olay da Kudüs’te 21 Ağustos 1969 tarihinde meydana gelen
Mescid-i Aksa yangınıdır. Türkiye, yangına tepkisini açıkça gösterirken Başbakan Demirel, İslam
dünyasının yanında olunduğunu ilan etti.
Ayrıca 22-25 Eylül tarihlerinde Fas’ın başkenti Rabat’ta yapılan İslam Konferansına Dışişleri
Bakanı Çağlayangil katıldı. Türkiye’nin konferansa katılması, dış politikasında İslam dünyasıyla
yeni bir bağ kurmasında olumlu etki yaptı. Türkiye’nin Arap dünyasına olan yakınlaşma
politikası çok geçmeden semeresini gösterdi. Toplantıda Arap ülkeleri, Makarios’un kararlarını
kabul etmezken Kıbrıs Türk halkının haklarının korunması gerektiğini söylediler.
12 Mart 1971 muhtırası sürecinde, Türk-Arap ilişkilerine kısa bir süre de olsa mesafe koymak
durumunda kalındı. Nitekim Mart 1972’de Cidde’de İslam Konferansı Örgütü (İKÖ) yasasını
Türkiye imzalamadı. Ancak toplantılarına fiili olarak katıldı. 70’li yıllar süresince Türk-Arap
ilişkilerinin gelişimine paralel olarak İKÖ ile ilgili ilişkilerde de önemli ilerlemeler kaydedildi.
1975’te Cidde’de düzenlenen konferansa Türkiye ilk kez Dışişleri Bakanı seviyesinde katıldı.
1973 senesinde çıkan Arap-İsrail Savaşı karşısında Türkiye tavrında değişikliğe gitmedi. Yani
1965 senesinden beri devam ettirdiği politikayı burada da sürdürdü. Türkiye, 1967’de olduğu gibi
Amerikan üslerinin kullanılmasına izin vermedi ve Araplara yardım götüren Sovyet uçaklarına
hava sahasını açık tuttu. Türkiye bu tutumunun karşılığını 20 Kasım 1973’te aldı. Nitekim Petrol
İhraç Eden Ülkeler Örgütü (OPEC), Türkiye’ye petrol ihracatı konusunda bir kısıtlamaya
gitmeyeceğini açıkladı. Bunun yanında, Ağustos 1973’te Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattının
inşası konusunda bir antlaşma da imzalandı. Bu hattın 3 Ocak 1977’de açılması ilişkilerin
gelişmesine önemli katkı sağladı.
1960’lı yıllardan beri Filistin Kurtuluş Örgütü’ne (FKÖ) karşı mesafeli duran Türkiye, 1973 Arap-
İsrail Savaşıyla birlikte bu politikasında da değişikliğe gitti. Bu döneme kadar “Filistin halkının
meşru hakları” kavramına vurgu yapmakla yetinildi. Ancak 1973’ten itibaren Filistinlilerin devlet
kurma hakları Türkiye tarafından açıkça kabul edildi. Türkiye, FKÖ’yü Ocak 1975’te tanıdı ve
Kahire’deki Türk Büyükelçiliği vasıtasıyla ilk ilişkiler kuruldu. 1976 senesinde İslam Dışişleri
Bakanları konferansında FKÖ’nün Ankara’da büro açmasına izin verildi. FKÖ’nün Ankara’daki
temsilciliği, 5 Ekim 1979 tarihinde Yaser Arafat tarafından açıldı.
Türkiye’nin Arap ülkelerine yönelik politikasında yaşanan bütün gelişmelere rağmen Türk
politikası ana eksenini değiştirmemiştir. Bu dönemde Batı ve NATO’yla ilişkilerini devam
ettirmiş; İsrail’le kesilmeyen ikili ilişkiler, Amerika ile ilişkilerin bir parçası olarak kabul edilmiştir.
Bu süreçte, İsrail’le ilişkiler özellikle 1967 Arap-İsrail Savaşı ve 1969 Mescid-i Aksa yangını
sebebiyle kötü bir seyir takip etmiştir. 1973 Arap-İsrail Savaşı ve Türkiye’nin FKÖ’yü tanıması da
iki ülke ilişkilerine olumsuz yansımıştır.
İran ile yaşanan ilişkiler ise dalgalı bir seyir izlemiştir. 1960’lı yıllardan beri İran bölgede lider rol
üstlenmek için rakip gördüğü Irak ile mücadele hâlindeydi. Hatta İran Şahı, Irak’ı zor durumda
bırakmak için Kuzey Irak’taki Kürtleri desteklemekteydi. Ancak bu, Irak kadar Türkiye’yi de
rahatsız etmekteydi. Bu sorun ancak 1975 yılındaki İran-Irak arasındaki Cezayir Anlaşmasıyla
biraz olsun giderilmiş, ülkeler arasında geçici de olsa bir rahatlama sağlanmıştır. İran’da yaşanan
devrim sonrası, Humeyni’nin başa gelmesiyle Türkiye-İran ilişkileri yeni bir şekil almıştır. İlk
önemli gelişme 1979 Mart ayında İran’ın CENTO’dan çekilmesi sonrasında Pakistan ve
Türkiye’nin CENTO’yu lağv etmesi olmuştur. Kasım 1979’da Tahran’daki ABD elçiliği basılıp 66
ABD vatandaşı rehin alındığında ABD, İran ile tüm ilişkilerini kesmiş ve müttefiklerinden bu
Sonuç olarak, Türkiye’nin özellikle 1970’lerde Orta Doğu ile artan ilişkilerinde ekonomik olarak
önemli bir ilerleme sağlanmış, Türkiye’nin bölgeye ihracatı %40 civarında artmıştır. 1977 yılında
hizmete açılan Kerkük-Yumurtalık Petrol Boru Hattı ile ülkeye döviz girişi sağlanmış, petrol
konusunda stratejik bir kazanç elde edilmiştir. Yaşanan yakın ilişkiler Petrol Krizi sırasında Arap
ülkelerinden nispeten ucuz petrol satın alınmasını da sağlamıştır. Ancak Türkiye, Kıbrıs
konusunda Arap dünyasından istediği desteği hiçbir zaman bulamamıştır. Burada Kıbrıs’ın
temsilcisi olarak görülen Rum tarafının da Bağlantısız ülkelerden biri olmasının ve Türkiye’nin
Arap Dünyası ile ilişkilerinde sıkça gündeme gelen değişimlerin yarattığı güvensizliklerin önemli
bir etkisi vardır.
Afrika ile ilişkiler 1960’larda ülkelerin bağımsızlıklarını kazanıp Birleşmiş Milletlerde yerlerini
almalarıyla başlamıştır. Özellikle 1970’li yıllarda Kıbrıs sorunuyla birlikte Bağlantısız Afrika
ülkelerinin BM’de Rum tarafını desteklemesi Türkiye’de açısından olumsuz etki yaratmıştır.
Asya ile ilişkiler ise ağırlıklı olarak Soğuk Savaş ile şekillenen ilişkiler olmuştur. NATO üyesi
olarak Türkiye genelde Bağlantısız ülkelerle karşı karşıya gelmiştir. Sovyetler ve Bağlantısızların
ise daha çok birlikte hareket ettikleri görülmektedir. Pakistan bile CENTO üyesi olmasına rağmen
özellikle Hindistan’a bir denge un-suru oluşturmak için, örneğin Çin Halk Cumhuriyeti ile iyi
ilişkiler geliştirmeye çalışmıştır.
LİBERAL POLİTİKALAR
KRİZLER
24 OCAK KARARLARI
ENFLASYON
İSTİKRARSIZLIK
Türkiye, II. Dünya Savaşı’nın bitimiyle Demokrat Parti’nin iktidara geleceği 1950 yılına kadar
sürecek bir toparlanma ve yaraları sarma dönemine girdi. ABD ve Sovyetler Birliği liderliğindeki
iki kutuplu dünyanın başladığı bu yıllarda, savaş yıllarından itibaren Sovyetler Birliği’nin
Türkiye’ye yönelik baskısı, savaş sonrasında da devam etti. Bu ise savunma harcamalarına büyük
ağırlık verilmesine, dolayısıyla ciddi malî kayıplara sebep oldu. Türkiye, bu dönemde, ABD ile
yakınlaşarak Sovyet tehdidine karşı kendini konumlayacağı yeri seçmiş oldu. Bu çerçevede 19
Şubat 1947’de Dünya Bankası ve IMF’ye üye oldu. Böylece Truman Doktrini olarak bilinen
Amerikan yardım programına dâhil oldu ve 1947’de Türkiye’ye 100 milyon dolar yardım yapıldı.
Amerikan yönetimi, bu yardımın sanayileşme ya da kalkınma programlarında kullanılmasına
izin vermedi. Buna gerekçe olarak da bazı ülkelere zararları telafi edici yardımlar yapılacak
olmasını gösterdi. Bu yardımın adı, Marshall yardımıydı ve 1945-46 yılları arasında tam 15 milyar
dolarlık bir bütçeyi kapsıyordu. Bu yardımın özelliği, düşük faizli, ortalama olarak 15 yıl
ödemesiz ve sonrasında 44 yıl vadeli kredi sağlamasıydı. Türkiye de bu yardımdan yararlanmak
için müracaat etti. Bu kapsamda Türkiye’ye 1948’de 59 milyon dolarlık ve 1949’da 59 milyon
dolarlık yardımda bulunuldu; bu yardımlar “yol yapımı, tarımda makineleşme, doğal kaynakları
işleyecek teçhizat edinme, modern askerî teçhizat temini gibi alanlarda” harcandı. Bunun
karşılığında ise Türkiye’den liberal politikalara geçmesi istendi.
Marshall yardımıyla başlayan süreç, aynı zamanda 1930’lu yıllardan itibaren uygulanan ve İkinci
Dünya Savaşı boyunca sıkı bir şekilde uygulanan devletçilikten vazgeçilip liberal bir anlayışın
kabulü anlamına geliyordu. Bu sadece ekonomi politikalar için geçerli değildi; aynı zamanda
siyasal sistem de bundan kendine düşen payını alacak ve çok partili hayata geçiş başlayacaktı. Bu
ise daha liberal politikalar benimseyen, özgürlüklerin savunucusu Demokrat Parti’nin
yükselişine zemin hazırlayacaktı.
Diğer taraftan ABD etkisi ve baskısı, dış ticarette liberalleşmeyi zorunlu kılmış; bunun sonucunda
ithalatta oluşan öngörülmeyen artışlar, önemli oranda dış ticaret açığına yol açmıştı. Öyle ki 5 yıl
içinde ithalat 1945’te 300 milyon liradan 1950’de 980 milyona çıkmıştı. İhracattaki artış ise daha
sınırlı düzeyde olmuş, 1945’te 300 milyon iken 1950’de 700 milyonda kalmıştı.
Bunun yanı sıra, tarım sektöründe Marshall Planı’nı dâhilinde traktör ve gübre kullanımı hızla
artmaya devam etmiştir. 1948’te 1.756 olan traktör sayısı 1950’de 16.858’e, 1960’ta 42.136’ya
çıkmıştır. ABD dış yardımının yarısı, tarımda gerçekleşmesi planlanan makineleşmeye ayrılmıştır.
Bunun sonucunda da ekime açılan arazi sayısı ile tarımsal üretimde -elverişli iklim şartlarının da
Başbakan Adnan Menderes Hükûmetinin göreve başlamasından bir ay sonra, 25 Haziran 1950’de
Kore Savaşı başlamıştır. Savaşla birlikte uluslararası piyasalarda ham madde ve tarım ürünleri
fiyatları hızla yükselmiştir. Bu beklenmedik koşullar Menderes Hükûmetinin tarım sektöründe
üretimi artırmaya yönelik önlemleri hızla yürürlüğe koymasına olanak vermişti. Ardından
hükûmet üç temel iktisadî hedefini de şöyle açıklamıştı:
Menderes Hükûmeti partisinin iktidara gelmesinde büyük payı olan köylü kesimini memnun
etmek için, ilk yıllarda başlıca şu önlemleri yürürlüğe koymuştu:
Bu üç temel politika yanında ucuz kredi, düşük vergi, uygun iklim koşulları ve elverişli ihraç
fiyatlarıyla hükûmet, çiftçinin refahını 1953 yılının sonuna dek artırmayı başarmıştı. Ancak, 1954
yılından itibaren elverişsiz hava koşulları, tarımsal üretimin azalmasına ve ekonominin tarıma
dayalı iç ve dış dengelerinin bozulmasına neden olmuştu. Ülke ihraç ettiği bazı tarım ürünlerini
ithal eder hâle gelmişti. Bu gelişmenin etkisiyle dış ticaret açığı giderek büyümüştü. Bu şekilde
Devletçilik döneminde kurulan sınaî tesisler, 1950’li yıllara gelinceye dek bir ‘uygulamalı okul’
görevini yerine getirdiler ve her düzeyde sanayici yetişmesine katkıda bulundular. Tarımdan ve
ticaretten zengin olan ailelerin bir kısmı banka kurmakla yetinirken bir kısmı da sanayiye girmişti.
Örneğin 1950-1960 yılları arasında 20 özel banka kurulmuştu. Nasıl ki ‘devletçilik’ döneminin
temel kurumu Sümerbank’tı, “Neo-liberal” dönemin temel finansal kurumu da Türkiye Sınai
Kalkınma Bankası’dır. 1950’de kurulan bu banka, özel kesime orta ve uzun vadeli sanayi yatırım
kredisi vermek üzere, büyük ticaret bankalarınca örgütlenmişti. Banka onayladığı projelerin ithal
girdileri için, döviz sağladığı gibi yatırımcıya teknik yardım da veriyordu. Dünya Bankasının
teknik ve mali yardımlarından yararlanan banka, 1960 yılına dek “ithal ikamesi” stratejisine
uygun olarak kurulan ve daha çok tüketim malı üreten sınai işletmelere destek vermiştir.
1954 yılından itibaren baş gösteren döviz darboğazını aşmak için, Hükûmet, ithalatta liberalizme
son verdi. İthal ikamesi yoluna gidilmesi için KİT’lere yeniden yatırım yapma yetkisi verildi.
Öncellikle kıtlığı çekilen iki temel malın, şeker ve çimentonun üretimi ele alındı. Devlet yeniden
Türkiye’de fabrika kurmaya ve işletmeye başladı. Artık sanayi sektöründe kamu ve özel kesim
işbirliği içindeydiler.
Türkiye Sınaî Kalkınma Bankası’nın faaliyete geçmesiyle özellikle ABD çıkışlı sermaye Türkiye’ye
gelmeye ve özel kuruluşlarla iş birliği yapmaya başlamıştı. Böylece Türkiye ‘Dolar Bölgesi’ne
katılmış oluyordu. Menderes Hükûmeti, OEEC (Organization for European Economic
Cooperation) ve ABD’nin ekonomik ve teknik yardımları olmadan ülkenin kalkınamayacağı
görüşündeydi. Bu nedenle ve Batılı devletlerin telkinlerine uyarak dış ekonomik ilişkilerde
liberalleşme süreci başlatılmıştı. Dönemin başında Kore Savaşı’nın yarattığı hava, izlenen dışa
açılma politikalarının olumlu sonuçlar vermesini sağlamıştı. Koşullar tersine dönünce ve
ekonominin iç ve dış dengeleri bozulunca hükûmet dış ekonomik ilişkileri denetim altına almak
zorunda kalmıştı.
Menderes Hükûmeti döviz darboğazını aşmak için ithalatta liberasyona (dış ticaret serbestliği)
son verdikten sonra şu önlemleri yürürlüğe koymuştu: Gümrük vergisinde değer esasına
geçilmesi, gümrük tarifelerinin yükseltilmesi, ithal malları fiyat kontrol dairesinin kurulması ve
Dış açıklar, bir süre dış krediler ve bağışlarla kapatılmaya çalışılmış; ancak, bu borçlar da
ödenememiştir (1958 yılına gelindiğinde OECD konsorsiyumuna takside bağlanmıştır). Hızlı
ekonomik büyüme adına körüklenen iç talep büyüyen dış ticaret açıklarına sebebiyet vermiştir.
1954’te başlayan ve 1956’dan sonra ciddi boyutlara ulaşan ekonomik istikrarsızlık ve döviz
darboğazı dış ticarette tıkanıklığa yol açmıştır. Sanayi sektörü olumsuz etkilenmiş ve ithalatta
döviz darboğazı nedeniyle sorunlar yaşanması sonucunda ara ve yatırım malları sıkıntısı
yaşanmıştır. Enflasyonist baskıların artması ise, yatırımların dağılımında üretken sektörlerin
lehine olmayan bir değişime neden olmuştur. Sonuçta, ithal ikamesine dayalı sanayileşme
stratejisi ekonomiyi dışa bağımlılıktan kurtarmada yetersiz kalmıştır. 1950’li yılların ikinci
yarısında ithalatın yaklaşık %90’ının yatırım malları ve hammadde ithalatında oluştuğu göz
önünde bulundurulursa döviz darboğazının yarattığı problem daha iyi anlaşılabilecektir. 1950’li
yılların ikinci yarısına kadar sürdürülen “dışa açılma ve ihracatı teşvik” modelinin yarattığı
olumsuz sonuçlar üzerine bu modelin uygulanması sonlandırılmış ve “içe dönük ikame” modeli
1958 ile tekrar yaşama geçirilmiştir. 1930’larda uygulanan ithal ikamesinden farklı olarak bu sefer
yükü özel kesim yüklenmiş ve kurulan sanayilerde yabancı sermayeden istifade edilmiştir. Aynı
zamanda devlet, öncekinde olduğu gibi tüketim mallarını değil, ara mallarını ikame yoluna
gitmiştir.
Dönem sonuna göre ülkenin toplam 1 milyar dolar dış borcu vardı. Bu borçların %43’ü
devlet %39’u da konsolide (vadesi uzatılmış) ticari borçlardı. Hükûmet dış borç bulamadığı için
toplam borç sınırlı kalmıştı.
Bu dönem, Batı dünyasında planlamanın yayıldığı, iktisatçıların yeni planlama teknikleri (girdi-
çıktı tekniği, doğrusal programlama gibi) geliştirdikleri dönemdir. Ülkelerin ekonomik başarısı
ya da başarısızlığı büyüme hızı, sanayileşme oranı ve gelir dağılımındaki adalet/adaletsizlik ile
ölçülmektedir. Serbest piyasa ekonomisinden uzaklaşılmıştır.
Planlı kalkınma fikrini realize edebilmek ve yapılacak sınai yatırımlarını plan ve programlar
çerçevesinde gerçekleştirebilmek için 1960 yılında Başbakanlığa bağlı Devlet Planlama Teşkilatı
(DPT) kurulmuş ve bu kuruluş 1961 Anayasası içerisinde de yer almıştır.
Türkiye ekonomisi için de bu dönem, planlı ekonominin hâkim olduğu yıllardır. Birinci Beş Yıllık
Kalkınma Planı (BYKP) 1963-1967 seneleri arasında uygulanmaya çalışılmıştır. Ardından İkinci
BYKP 1968-1972, Üçüncü BYKP 1973-1977 yılları arasında yürürlükte kalmıştır.
Şöyle ki, dönemin üretime ithal ikamesi katkısı %35 olmuş, ancak ihracatta beklenen artış
sağlanamadığından ekonomi iç talebe yönelmiştir. 1968-73 döneminde üretim artışına ithal
ikamesi katkısı negatif olup, ihracat artışının sınai üretime katkısı, %10’a ulaşmıştır.
Dönemin dış ticaret politikası, esas olarak tarımı ve imalat sanayiini geliştirme hedeflerine göre
düzenlenmiştir. Bu dönemde; iç pazarın, yerli üretime açık tutulması adına, üretim düzeyi yeterli
miktara varan malların ithalatı yasaklanmaktadır. Bununla beraber, denetimli kambiyo rejimi ile
mal ve hizmet ithalat/ihracat hareketleri gözaltında tutulurken katlı-kur sistemiyle de serbest
piyasa fiyatlarının etkinliği sınırlandırılmaktadır. Uluslararası piyasadan yansıyan faiz, döviz
kuru, mal-hizmet fiyatları, bahsedilen “ithal-ikamesi” politikası sayesinde, iç piyasadaki kaynak
dağılımı üzerinde etkili değildir. Bu durumu, ihracatın GSMH’ye oranının %4-5 arasında,
ithalatın GSMH’ye oranının ise, %6 seviyelerinde kalması göstermektedir.
Dönemin hükümetleri, düşük faizli kredileri yoğun bir biçimde kullanmıştır. Bu borçlar; bir
yandan tüketim ve ithalat artışını desteklerken, bir yandan da sabit yatırımları ve buna bağlı
ithalatı arttırmıştır. 1970 yılında 1,8 milyar dolar olan dış borç miktarı, 1977 yılında 10 milyar
dolara çıkmıştır. 1978 yılında kısa vadeli borçların toplam borç içindeki payı %52'ye ulaşmıştır ve
sonucunda kriz ortaya çıkmıştır. Bunun yanı sıra, OPEC üyeleri petrol fiyatını 1979 ve 1980'de
ikinci kez %150 oranında arttırmıştır. Bu şok, Türkiye'yi yoğun bir ekonomik kriz yaşarken
yakalamıştır. Bunun sonucunda, işsizlik oranı %20'lere yaklaşmış ve enflasyon %63,9'a
yükselmiştir. 1979-1980 Petrol Krizi, halkı 1974 petrol krizinden daha fazla etkilemiştir. Pek çok
temel tüketim maddesi karaborsaya düşmüştür ve yanı sıra benzin, tüp, ampul gibi önemli
tüketim maddeleri bulunamamaktadır. Hükümet enflasyonu kontrol altına almak, dış kaynak
açığını kapatmak ve ekonomiyi yeniden işler hale getirmek için ünlü "24 Ocak Kararları"nı
yürürlüğe koymuştur. 24 Ocak kararlarıyla birlikte Türk Lirası %48,6 oranında devalüe edilmiştir.
24 Ocak 1980, Türkiye ekonomisi için serbestleşme adına bir nirengi noktasıdır. 1970’lerin
sonunda giderek derinleşen ve ödemeler dengesi krizi şeklinde patlak veren ekonomik ve sosyal
kriz sonrası, politika uygulayıcıları bazı radikal tedbirler almak zorunda kalmışlardır. Türkiye
ekonomisi, 24 Ocak kararları ile “kalkınma stratejisini değiştirmeyi” hedeflemiştir. Bunun
sonucunda da içe dönük kalkınma stratejisinin yerine “dışa dönük” ve “piyasa güçlerinin rolünü
arttıran” bir modele geçilmiştir. Kambiyo politikalarında daha esnek bir tutum benimsenmiştir.
İthalatta miktar kısıtlamalarından, serbestliğe gidilmiş ve “ihracat teşvik politikaları”
uygulanmaya başlanmıştır.
Dördüncü Plan döneminde 24 Ocak 1980’de yürürlüğe konan ‘İstikrar Programı’nın mimarları
Başbakan Süleyman Demirel ile müsteşarı Turgut Özal idi. Bugün ‘24 Ocak Kararları’ diye anılan
bu istikrar programının kısa vadede öngördüğü hedefler şöyleydi: Mal darlıklarını gidermek,
kuyrukları kaldırmak, enflasyonu aşağıya çekmek, ihracatı artırarak dış ticaret açığını küçültmek,
büyüme hızını pozitif yapmak ve yükseltmek, piyasa ekonomisine işlerlik kazandırmak...
MEMİŞ, Ş. (2020). 20. YÜZYIL TÜRKİYE EKONOMİSİ ÜZERİNE KISA BİR ANALİZ (1923-
2000). DUMLUPINAR ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ, (66), 263-284.
SİNEMA VE TELEVİZYON
MÜZİK
OPERA VE BALE
KÜLTÜR
SANAT
HÜMANİZM
TİYATRO
TRT
SİNEMA
Atatürk’ün ölümünden sonra 11 Kasım 1938 günü toplanan TBMM’ye 387 milletvekilinden 348’i
katılmış ve oybirliği ile İsmet İnönü Cumhurbaşkanı seçilmiştir. İnönü’nün Cumhurbaşkanı
seçilmesinden sonra 26 Aralık 1938 günü toplanan CHP Olağanüstü Kurultayı’nda yapılan Tüzük
değişikliği ile Atatürk “ebedi şef” olarak İsmet İnönü de “milli şef” olarak kabul edilmiştir.
Böylece Türkiye’de “ebedi şef”in ölümü ile başlayan yeni dönem “milli şef dönemi” olarak
adlandırılmaya başlanmıştır.
Bu amaçlar ve beklentiler İnönü döneminde yapılan Tarih Kongrelerinde dile getirilmiştir. 1943
yılında yapılan III. Tarih Kongresi’nde sunulan tebliğlerde, kısmen Atatürk dönemi tarih anlayışı
savunulurken, Türklerin Avrupa ırkına benzerliğine vurgu yapılmıştır. 1948 yılında düzenlenen
Tarih alanında İnönü döneminde yapılan en önemli çalışmalardan birisi, ilk İnkılâp Tarihi
Enstitüsünün kurulması olmuştur. İlk İnkılâp Tarihi dersleri 1933 yılında verilmeye başlamış ve
bu dersin ileriki zamanlarda daha düzenli hale getirilmesi kararlaştırılmıştır. TBMM’de yapılan
görüşmeler sonucu Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü’nün kurulması 15 Nisan 1942’de kabul
edilmiştir.
İnönü döneminde, okur-yazar oranını arttırmak, köyden kente göçü engellemek ve toplumsal
kalkınmayı sağlamak için 17 Nisan 1940’da TBMM’de Köy Enstitüsü Yasası kabul edildi. Köy
enstitülerinin kurulmasında Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel
ve İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç’un büyük katkısı oldu. Bu okullarda yapılan
eğitim ve öğretim faaliyetlerini üç başlık altında toplayabiliriz: Zirai bilgiler, kültür dersleri ve
köy hayatıyla ilgili mesleki bilgiler. Buralardan mezun olarak görev yapacak öğretmenlerin temel
amacı; köylüye doğru zirai bilgiyi vererek üretimi artırmak, kültür seviyesini yükseltmek ve
yaşam koşullarını iyileştirmekti. Dönemine özgü bir kurum olan köy enstitüleri gerek
kuruluşunda gerekse kapanışından sonra -bugün dahi- tartışılan kurumlardan biri olmuştur.
Bunun sebepleri arasında; dönemin ve eğitim yaptığı çevrenin şartlarının dikkate alınmaması,
iktidar partisi olan CHP’ye yakınlığı ile eğitmenlerin ideolojik tercihlerini yansıtması gibi sebepler
dikkat çekmektedir. Köy enstitüleri, çok partili hayata geçilmesi ve Hasan Âli Yücel’in görevinden
ayrılmasından sonra sahipsiz kalmış; yeni Milli Eğitim Bakanı Reşat Şemsettin Sirer de köy
enstitülerini, köy öğretmen okullarına dönüştürmüştür.
İnönü dönemi, tarih anlayış ve uygulamalarını anlayabilmek için ders programları, tarih
kongreleri ve bu kongrelerde sunulan tebliğ ve bildiriler önemlidir. Nitekim 15-20 Kasım 1943
tarihleri arasında Ankara’da III. Tarih Kongresi düzenlendi. Burada ağırlıklı olarak Yunan
1950 seçim sonuçları gerek basında gerekse de geniş bir kesimde tek parti yönetiminin sona
ermesi ile demokrasiye kavuşulduğu şeklinde yorumlanıştır. Özellikle II. Dünya Savaşı
döneminde yaşanan sıkıntılar ve uygulanan sert politikalardan dolayı İnönü’nün döneminin
bitmesi de sevinçle karşılanmıştır. Ayrıca bazı kesimlerde DP İktidarı ile tüm devrim
uygulamalarına son verileceği beklentisine dahi girmişlerdir. Özellikle Atatürk döneminden
başlayarak, 1950 yılına kadar yapılan inkılâba yönelik eleştirel bir bakış sergileyen gelenekçi
kesim ile farklı sebeplerle CHP’nin ve yönetimin içerisinde yer almayan kişi ve grupların
desteğini alan DP, tüm alanlarda daha önceki dönemden farklı uygulamalar yoluna gitmiştir.
7 Temmuz’da, Ankara ve İstanbul radyolarında her pazartesi, çarşamba ve cuma günleri tanınmış
hafızlar tarafından Kur’an okunmasına başlanmıştır. Aynı zamanda İlkokulların 3, 4 ve 5. sınıflara
din dersi konulması, dinî eğitim veren okulların açılmasına karar verilmiştir. Aynı şekilde, 14
Temmuz 1950’de Fatih Sultan Mehmet’in Türbesi ziyarete açılmıştır, Ağustos 1950’de, Deniz
Müzesi olarak kullanılmakta olan Dolmabahçe Camii’nin halka açılmasına karar verilmiş ve 1
Eylül’de de Eyüp Sultan türbesi ziyarete açılmıştır.
Türkiye’de toplum hayatında önemli bir rol işgal edecek bir kurum olan Türkiye Radyo
Televizyon Kurumu (TRT), 1 Mayıs 1964’te kurulmuştur. 1970’lere gelindiğinde ise toplum
yaşamında etkin bir unsur olarak ortaya çıkacaktır. Bu dönemde devlet tekelinde olan televizyon,
devletin kültür ve sanat politikasında kitlelere ulaşması bakımdan önemli bir araç olmuştur.
1960’ların kültürel alanda dikkat çekici gelişmelerinden birisi de 1946 senesinde inşaat
çalışmalarının başladığı kültür sarayının açılmasıdır. Dünyada dördüncü Avrupa’da ise ikinci
büyük kültür sarayının açılışı çeşitli sebeplerden dolayı ancak 1969 yılında bir opera ve bale
gösterisiyle gerçekleşmiştir. Yaklaşık 23 senede tamamlanabilen kültür merkezi kısa bir süre
sonra çıkan bir yangınla (27 Mayıs 1970) kullanılamaz hale gelmiştir. Yangından sonra onarımı
yaklaşık 8 sene süren yapı, 1978’de Atatürk Kültür Merkezi adıyla yeniden hizmete girmiştir.
1960-1980 arasındaki dönemde bir önemli gelişme de müzecilik alanında yaşanmıştır. Yerli ve
yabancı arkeologlar Türkiye’nin değişik yerlerinde (İznik, Uşak, Konya vb.) kazı çalışmaları
gerçekleştirmiştir. Ankara’daki arkeoloji müzesinde eser sayısındaki artışa paralel olarak
müzenin adı Anadolu Medeniyetler Müzesi (1967) olarak değiştirilmiştir. İstanbul’da bulunan
Deniz Müzesi bugün de hizmet verdiği Beşiktaş’taki yeni binasına taşınmıştır.
Sinema ve Televizyon
Türkiye’de ilk televizyon yayıncılığı, İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) Elektrik Fakültesi Yüksek
Frekans Tekniği Kürsüsünün girişimiyle 1952 senesinde başladı. Bu bağlamda İTÜ, deneme
yayınlarını sürdürürken önemli bir gelişme daha yaşandı. 24 Aralık 1963 tarihinde çıkarılan
Türkiye Radyo Televizyon Yasasıyla birlikte Türkiye Radyo Televizyon Kurumu (TRT) 1 Mayıs
1964’te kuruldu. Bu yasayla, ilk kez Türk Telsiz Telefon AŞ’ye bağlı olan radyo yayınları TRT
çatısı altına dahil oldu. Kısıtlı imkânlarla sürdürülen yayın devam ederken 1968’de önemli bir
gelişme daha yaşandı. 30 km çapında bir alanda televizyon yayınına başladı. Yayınlar, salı,
perşembe ve cuma günleri devam etti. Yaklaşık bir sene sonra da yayınları dört güne çıkarıldı.
Türkiye’de birçok ilkler ve önemli olaylar televizyona yansıdı. Örneğin, 1969’da astronotların
Ay’a ayak basması, 1973’te Türkiye Cumhuriyeti Eski Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün cenaze
töreni, 1974’teki Kıbrıs Barış Harekâtı gibi.
1974’te Türkiye’de televizyon yayınları haftanın her günü izleyicisiyle buluşurken ülke
nüfusunun %55’i tarafından izlenmesi mümkün bir duruma da geldi. Giderek artan yayın saatine
paralel olarak 31 Aralık 1981’den itibaren renkli yayınlar başladı; 1984’te ise tamamen renkli
yayına geçildi.
Müzik
1960’lara kadar Türk müziği, alaturka ve alafranga diye ayrılırken bu tarihten sonra iki müzik
türündeki ayrışma artarak klasik müzikle popüler müzik olarak kendini göstermiştir.
Bu yıllarda yerli beste ve düzenlemelerin yanında meşhur yabancı şarkılara Türkçe sözler
yazılarak yine aslı gibi çalınır ve bu tarz parçalara arajman adı verilirdi. Üretilen şarkıların en
dikkat çekeni; İstanbul Radyosu diskjokeylerinden Ferci Ebcioğlu’nun C’est écrit dans le ciel
isimli şarkısının Bak Bir Varmış Bir Yokmuş adıyla İlham Gencer tarafından seslendirilmesidir.
1960’ların başında müzik alanında dikkat çeken bir diğer sanatçı da Erol Büyükburç’tur.
Büyükburç, Türkiye’de turneye çıkan ilk pop şarkıcısıdır. 1960’larda bir diğer dikkat çekici müzik
türü de arabeskti.
1960’lı yıllar orkestralar açısından önemlidir. Bu dönemde İstanbul dışında Anadolu’nun değişik
şehirlerinde müzik grupları ortaya çıkmıştır. Bunun en önemli sebebi, müzik sendikasının
Bu yıllarda batı müziğini teşvik amacıyla dikkat çeken iki organizasyon vardır. 1963 senesinde
düzenlenen Boğaziçi Müzik Festivali ile 1965 senesinde Hürriyet gazetesi tarafından düzenlenen
Altın Mikrofon yarışmasıdır. Söz konusu yarışmalarda ileriki senelerde Türk pop müziğinin
sevilen isimleri olacak olan Cem Karaca ve Erkin Koray dikkati çekmişti. 1968’de dünyada etkisini
gösteren kitle hareketleri, Türkiye’yi sosyal, ekonomik ve politik alanlarda etkilediği gibi müzikte
de etkisini göstermişti.
1970’li yıllar Türk Pop müziğinin oldukça popüler olduğu bir dönemdir. Bu bağlamda “Anadolu
Pop” oldukça yaygın bir hal almıştı. Plak ve kasetlerin yanı sıra henüz yeni olan televizyon da
müzik sektörünü etkilemişti. 1975 senesinde Türkiye, ilk kez Eurovision Şarkı Yarışması’na
Semiha Yankı’nın seslendirdiği “Seninle Bir Dakika” şarkısıyla katılmıştı. Türk müziği açısından
1970’lerde bir diğer önemli unsur da gazinolardır. Gazinolar özellikle orta sınıfa yönelik imkânlar
sağladığı için tercih gören eğlence mekânları olmuştu. Bu dönemde yaşanan bir önemli olay da
Devlet Konservatuarı’nın kurulmasıdır. Konservatuar, 1976 yılında eğitim ve öğretime başlamış;
1982’de YÖK kapsamında İstanbul Teknik Üniversitesi bünyesine dâhil edilmişti.
Opera ve Bale
1960-1964 yılları arasında Türk balesinde İngiliz etkisi oldukça fazladır. Başta Ninette de Valois,
Nadia Nerina, Margot Fonteyn gibi İngiliz sanatçıları Türkiye’ye gelerek eğitim ve koreografi
çalışmalarına katkıda bulunmuşlardır. 1965-66 döneminde iki Türk bale eseri de gösterime
girmiştir.
Devlet Tiyatroları içerisinde yer alan Devlet Opera ve Balesi, 14 Temmuz 1970 tarihinde yapılan
bir düzenleme ile Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı bir kuruluş olarak kabul edilerek Devlet
Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü adını almıştır. 1960 senesinden beri faaliyette bulunan İstanbul
Opera ve Bale Topluluğu da merkezi idareye bağlanarak İstanbul Devlet Opera ve Balesi
Müdürlüğü adı altında bir şube haline getirilmişti.
2- Atatürk ve İnönü dönemi arasında kültür politikaları açısından farkı kısaca açıklayınız?