You are on page 1of 3

Hakikatten sonra şempanzelerden önce

Cansu Çamlıbel

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın tek sesli medya korosunun orkestra şefi Fahrettin Altun,
dün sabah televizyondaydı. Evet, yine! Ama bu kez farklı bir kuşakta, farklı sunucuların
yanında arz-ı endam etti. Demirören Medyası’nın Kanal D’sinde hafta içi her gün sabah
kuşağında yayınlanan “Neler Oluyor Hayatta” programında Altun’u gören programın sadık
izleyicileri eminim bizden daha fazla şaşırmış, hatta muhabbetten sıkılmışlardır. Alıştıkları
akış ve performans bu değil zira. Biraz yeme içme, biraz yeni sağlık trendleri ve çokça
magazin eşliğinde ev işi kotarmaya çalışan kadıncağızlar “siyasette dezenformasyon”
polemiğine maruz bırakılmış.

Gerçi programın iki sunucusundan biri olan Hakan Ural zaman zaman Erdoğan neferi olarak
“ben devletimin yalakasıyım” gibi tiratlarla süslese de genelde zerde kıvamında seyreden
programa bir anda Cumhurbaşkanlığı makamından adeta bir ‘siyaset arenası’ muamelesi
yapılması bir tür panik emaresi olarak da algılanabilir.

14 Mayıs’taki seçimlerin ilk turundan önce Erdoğan’ın İstanbul mitinginde PKK


yöneticilerinden Murat Karayılan’ı Millet İttifakı’nın bir üyesiymiş gibi göstermek için
montajlanan bir videoyu kendisini dinlemeye gelen kalabalıklara gerçekmiş gibi sunmasına
yönelik tepkideki kartopu efekti sarayı harekete geçirmiş belli ki.

Kadrolu korodan Abdülkadir Selvi’nin tarihe geçecek bir görev kazasıyla montajı Erdoğan’a
teyit ettirmesinden sonra İbrahim Kalın gibi sulu sepken açıklamalardan uzak durmasıyla
tanınan bir kurmay bile çamurlu sahaya çıkmak zorunda kaldı. Kemal Kılıçdaroğlu’nun
çıkışlarının ikinci tur öncesinde kamuoyundaki tartışma zeminini domine etmesi, üzerine
Zafer Partisi desteğinin eklenmesi ikinci turu yine yarış havasına soktu.

Saray reisçilikten henüz vazgeçmemiş ama her an dümen kırmaya hazır hedef kitleyi
belirlemiş, televizyon alışkanlıkları üzerinden nokta atışı yapıyor.

Beştepe’nin birdenbire sabah kuşağındaki kadın programlarına gösterdiği üst düzey ilgiyi salt
‘kıvrak zekalı’ paralı askerlerine yaptırdıkları montajı perdeleme çabası olarak göremeyiz
elbette. Kadınların yüreğini ağzına götüren söylemleriyle gündeme gelen HÜDA-PAR’lı
adamları meclise taşımış olmanın yükü de var üzerlerinde artık. O dört adamı meclise
soktukları için özür dilemek bir yana dursun “boşverin onu da şimdi asıl korkacağınız yer
burası” demek için ekranda Fahrettin Altun. Hakan Ural’dan da aldığı gazla diyor ki:

“Oxford Üniversitesi’nin bir araştırması var, ben çok sık referans veriyorum ona. Türkiye
sosyal medya üzerinden en fazla dezenformasyona maruz kalan ülke. Bizim ülkemiz neden
bu denli yoğun bir dezenformasyonla karşı karşıya kalan ülke? Eğer Türkiye son 20 yılda
bu denli büyümeseydi, iddialı bir ülke olmasaydı, kendisine çizilen reçetelerle, yol
haritalarıyla yetinseydi belki bu denli yoğun bir dezenformasyona maruz kalmayacaktı."

Fahrettin Bey’in içinden işine gelen bölümü cımbızladığı araştırma hakikaten de önemlidir.
Oxford Üniversitesi Reuters Enstitüsü’nün 2018’de yayımladığı o araştırmanın Fahrettin
Bey’in bahsetmediği bölümünde ise Türkiye’nin yüzde 65 ile internette siyasi görüş
açıklamaktan en çok endişe duyan topluma sahip ülke olduğu kayda geçirilmiştir. Aradan
geçen beş yıl içinde başına iş açılır diye siyasi görüş açıklamaktan imtina edenlerin
Türkiye’deki oranının yüzde 65’ten çok daha yukarı taşınmış olabileceğini tahmin etmek güç
değil. Başkanlık sistemine geçildiğinden beri Erdoğan’a hakaret suçlamasıyla tam 16 bin 753
kişi ceza mahkemelerinde hâkim karşısına çıkarıldı.

Erdoğan’a hakaret dosyalarını hazırlamaya dönük sosyal medya jurnalciliğini ise Fahrettin
Bey’in uhdesindeki ‘kıvrak zekalı’ çocukların yaptığı da dünyanın bildiği sırlardan.

Biz yine dezenformasyon mevzusuna dönelim. Orası biraz daha kurcalanmayı hak ediyor.
Fahrettin Bey’in “Türkiye o kadar başarılı o kadar başarılı ki yedi düvel bizi çekemediğinden
dezenformasyonla saldırıp dize getirmeye çalışıyor” temalı sabah kuşağı konuşması aslında
bize insanlık tarihinin muhtemelen en şeytani propagandisti olan Goebbels’in 1941’de
kaleme aldığı şu meşhur pasajı hatırlatıyor:

“Yeterince büyük bir yalan söyler ve bunu tekrarlamaya devam ederseniz, insanlar
sonunda buna inanır. Yalan, ancak devlet halkı yalanın siyasi, ekonomik ve/veya askeri
sonuçlarından koruyabildiği sürece sürdürülebilir. Bu nedenle, devletin tüm güçlerini
muhalefeti bastırmak için kullanması hayati önem kazanıyor, çünkü gerçek, yalanın can
düşmanıdır ve dolayısıyla, gerçek, devletin en büyük düşmanıdır.”

Dezenformasyonu yapan siyasi iktidarın elindeki medya gücünü kullanarak sanki


dezenformasyonu muhalefetteki rakipleri yapıyormuş gibi bir yansıtma taktiği kullanması da
yine otoriter/totaliter rejimlerin bir klasiğidir. Ancak tüm bu taktiklerin kökeninde otoriter ve
totaliter liderlerin kitle psikolojisine dair çalışmalardan aldıkları ilham var.

Fransız Antropolog, tıp doktoru ve sosyolog Gustave Le Bon “Kitle: Popüler zihin üzerine bir
çalışma” eserini herhangi bir modern iletişim yönteminin icadından çok önce, 1895 yılında
yazmıştı. Kalabalık bir grubun zihninin öznel olanı nesnelden ayırt edemeyeceğini düşünen
Le Bon, kitlelerin yalnızca canlı görüntüler ve basit ama aşırı fikirlerle düşünebildiğine
inanıyordu. Le Bon’a göre kitleleri kontrol etmek için bir telkini aralıksız olarak kanıt
içermeyen basit cümlelerle tekrarlamak o telkini eninde sonunda kitlelerin zihninde gerçek
haline getirir. Bu hipnotik telkin sonucunda ise otoritenin mesajı halk arasında bir virüs gibi
yayılmaya başlar.

Modern reklamcılığın babası olarak kabul edilen Edward Bernays, propaganda ve kitle
manipülasyonu üzerine fikirlerini formüle ederken tam bir muhafazakâr olan Le Bon'un
çalışmalarından yararlandı. Le Bon’dan ilham aldığı düşünülen 20. Yüzyıl karakterlerinden
bazılarını hatırlatayım; Benito Mussolini, Sigmund Freud, Adolf Hitler, Vladimir Lenin,
Theodore Roosevelt.

Günümüzde kanıtlanmayan aşırıcı ve kötücül argümanlarla yaşadıkları toplumdaki kitleleri


korumacı reflekslere yönlendirmek için hiç çekinmeden yalan ve kara propagandaya
başvuran tek siyasi ekol Adalet ve Kalkınma Partisi’nin bugünkü liderliği değil. ABD’nin 45.
Başkanı Donald Trump bu alanın en iddialı ismi olmaya devam ediyor. Hakikat-sonrası (post-
truth) teriminin Trump’ın başkan seçildiği 2016 yılında Oxford’un İngilizce Sözlüğü tarafından
yılın kelimesi olarak ilan edilmesi tesadüf değil.

Trump'ın doğrulanabilir gerçekliğe karşı uzun kampanyası, 2020 başkanlık seçimlerinin


gerçek galibi olduğu yalanıyla doruğa ulaştı. Trump’ın kışkırttığı Capitol ayaklanması,
Amerika’daki sağ siyasi tabanın çoğunun gerçeklikten ne kadar kopuk hale geldiğini veya
aslında hep öyle olduğunu göstermiş oldu.

Washington Post gazetesinin Trump’ın yalanları için görevlendirdiği ekibin raporlamasına


göre Trump başkanlık dönemini 30 bin 573 gerçek dışı bilgi ya da yalanı dolaşıma sokmuş
olarak tamamladı. Sosyal medyanın etkisiyle virüs gibi yayılıp toplumun damarlarında
gezmeye devam eden 30 bin 573 yalan. Gün başına 21 yalan!

Trump’ın yanında Erdoğan hafif sıklet kaldı diye sevinelim mi, bu iş daha nereye kadar
gidecek diye kederlenmeye devam mı edelim bilemiyorum. Erdoğan nicelikte belki geride
ama içerikte fena değil:

“Biz gelmeden önce MR mı vardı, biz gelmeden önce tomografi mi vardı?

Ambulansları köpekler çekiyordu.

15 sene önce evlerde fırın mı vardı?

Biz gelmeden önce, Türkiye'de 15 sene önce, acaba evlerde buzdolabı mı bulunuyordu?

Bizden önce cenaze yıkayacak imam yoktu, apartmanların bodrum katlarında namaz
kılıyorduk, cami yoktu.

Bay Kemal sizin hayatınızda sadece mum vardı mum, gaz lambası vardı. Türkiye'nin
enerjisini çıkaran iktidar biziz.”

Son dönemin küresel düzeyde çok dikkat çeken yazarlarından Yuval Noah Harari’ye göre bir
tür olarak insanlar daima gücü gerçeğe tercih edegeldi. Hakikat-sonrası kavramına da
katılmıyor, insanlığın hiçbir zaman bir hakikat çağında yaşamadığını savunuyor.

“Gerçeğin hüküm sürdüğü ve mitlerin göz ardı edildiği bir toplum hayal ediyorsanız, Homo
Sapiens'ten pek bir şey bekleyemezsiniz. Şempanzelerle şansınızı denemek daha iyi,” diyor
Harari.

Ben Harari kadar karamsar değilim.

Türkiye’de 2023 seçimlerinde sandığa insan aklına ve vicdanına güvenmekten umudu


kesmeden sandığa gitmekte ısrar edenler olarak hiç de kötü bir sınav vermediğimizi
düşünüyorum. İki gün sonra kazansa da kazanmasa da “kalp atan” Kemal Bey’i “parmak
sallayıp tehditler yağdıran” diğer adaya tercih edenlerin sahnedeki konfigürasyona çok
bayılmasalar da burada durmaktan vazgeçmemesi çok değerli.
Burada bir damar var, o da biliyor…

You might also like