You are on page 1of 468

EVEREST

2219
JAVIER CERCAS
1962'de lbahernando'da doğdu. Barselona Autônoma Üniversitesi'nde doktorasını
tamamladıktan sonra Illinois ve Girona üniversitelerinde İspanyol edebiyatı
profesörü olarak çalıştı. El Pais gazetesinde düzenli olarak köşe yazıları yazıyor.
Kitapları otuzdan fazla dile çevrildi. Dünya çapında bir milyondan fazla satan,
İspanya'da altı edebiyat ödülü kazanan ve sinemaya uyarlanan Salarnina Askerleri
ona uluslararası saygınlık kazandırdı (Turkçesi: Gökhan Aksay,Jaguar Kitap, 2012;
Turkçesi: Saliha Nilüfer, Everest Yayınları, 2022). 2010'da Bir Anın Anatomisi
ile İspanyol Kültür Bakanlığı Edebiyat Ödülü'nü kazandı. 2011'de eserlerinin
tümü için Torino Uluslararası Kitap Fuarı Ödülü'ne layık görüldü. Avrupa Kitap
Ödülü (Sahtektir, 2016) Andre Malraux Ödülü (Karanlık/arın Hükümdarı, 2018),
Gezegen Ödülü (2019, Terra Alta) gibi sayısız ulusal ve uluslararası ödül aldı.

Everest Yayınları'ndaki diğer kitapları


Sapiantı (1987), Türkçesi: Süleyman Doğru, 2016
Kiracı (1989), Turkçesi: Süleyman Doğru, 2016
Sa/amina Askerleri (2001), Turkçesi: Saliha Nilüfer, 2022
Işığın Hızı (2005), Turkçesi: Gökhan Aksay, 2020
Bir Anın Anatomisi (2009), Turkçesi: Gökhan Aksay, 2022
Sınırın Yasaları (2012), Turkçesi: Süleyman Doğru, 2015
Sahtekar (2014), Turkçesi: Gökhan Aksay, 2020
Karanlıkların Hükümdarı, (2017), Turkçesi: Gökhan Aksay, 2021

GÖKHANAKSAY
Mübadele sırasında, Drama'dan alınıp Ödemiş'e yerleştirilen bir ailenin çocuğu
olarak, 1956 yılında dünyaya geldi. Anadolu'nun çeşitli illerinde sürdürdüğü
eğitimini, 1979 yılında ODTÜ Ekonomi Bölümü'nü bitirerek noktaladı.
Çevirmenlik dışında, eğitmenlik, bağcılık ve şarap üretimi gibi farklı uğraşları
vardır. Aralarında Frederic Tuten'den Uzun YürüyüşteMao'nun Maceraları (Jaguar),
Michel Foucault'dan Marx'tan Sonra (Olvido), Miguel de Unamuno'dan Sis
(Olvido), Javier Cercas'tan Salarnina Askerleri (Jaguar), Sahtekar (Everest), Işığın
Hızı (Everest), Camilo Jose Cela'dan Arı Kovanı, }uan Marse'den Şangay Büyüsü
(Jaguar) ve }uan Jose Saer'den Yara İzleri'nin de olduğu birçok kitabı İngilizce ve
ispanyolcadan çevirerek dilimize kazandırmıştır.
JAVIER CERCAS

BİR ANlN ANATOMİSİ

Türkçesi: Gökhan Aksay

§
Yayın No 2219
Çağdaş Dünya Edebiyatı 307

Bir Anın Anatomisi


Javier Cercas

Kitabın Özgün Adı: Anatomia de un instante

Editör: Çiğdem İnal


ispanyolca Aslından Çeviren: Gökhan Aksay
Kapak Tasarımı: Kardelen Akçam
Sayfa Tasarımı: Gelengül Erkara
Düzeltmen: Beyza Ertem

© 2009,Javier Cercas
© 2017, Everest Yayınları
Kaynak belirterek yapılacak kısa alıntılar dışında
hiçbir yolla çoğaltılamaz.

1. Basım: Ağustos 2022

ISBN 978-605-185-841-8
Sertifıka No: 43949

Baskı ve Cilt: Melisa Matbaacılık


Matbaa Sertifıka No: 45099
Çiftehavuzlar Yolu Acar Sanayi Sitesi No: 8
Bayrampaşa/İstanbul
Tel: (0212) 674 97 23 Faks: (0212) 674 97 29

EVEREST YAYINIARI
Ticarethane Sokak No: 15 Cağaloğlu/İSTANBUL
Tel: (0212) 513 34 20-21 Faks: (0212) 512 33 76
e-posta: info@everestyayinlari.com
www.everestyayinlari.com

www. twitter.com/ everestkitap

www.facebook.com/ everestyayinlari

www.instagram.com/ everestyayinlari

Everest Yayınları, Alfa Yayın Grubu'nun tescilli markasıdır.


BİR ANlN ANATOMİSİ
]ose Gercas'ın anısına

Raül Gercas ve Merce Mas için


İçindekiler

Öndeyiş
Bir Romanın Sondeyişi 13

Birinci Bölüm
Darbenin Plasentası 29
İkinci Bölüm
Darbenin Karşısında Bir Darbeci 109

Üçüncü Bölüm
Darbenin Karşısında Bir Devrimci 1 8 7
Dördüncü Bölüm
Darbenin Bütün Darbeleri 265
Beşinci Bölüm
Yaşasın İtalya! 349

Sondeyiş
Bir Romanın Öndeyişi 438

Bibliyografya 461
Teşekkür 467
O ki... büyük reddiyeyi yaptı

DANT E, Cehennem, III, 60


Öndeyiş
Bir Romanın Sondeyişi

2008 yılının mart ayı ortalarında okumuştum; Britanya Kral­


lığı'nda yayımlanan bir ankete1 göre, İngilizlerin dörtte biri
Winston Churchill'in kurmaca bir karakter olduğunu sanıyormuş.
O dönemde, 23 Şubat darbesini konu alan romanıının taslağını
yeni bitirmiştim. Yazdığım şeylerle ilgili bir yığın kuşku vardı
içimde. Kaç İspanyol, Adolfo Smirez'in kurmaca bir karakter
olduğunu düşünüyordur acaba, diye sordum kendi kendime.
Kaçı General Gutierrez Mellado'nun, Santiago Carrillo'nun ve
Yarbay Tejero'nun kurmaca karakter olduklarını düşünüyordur?
Hala yersiz bir soru gibi gelmiyor bana. Winston Churchill öleli
kırk yıldan fazla oluyor. Gutierrez Mellado öleli daha on beş yıl
olmadı. Şu an, ben bu satırları yazarken, Adolfo Suarez, Santiago

1 Sözü edilen anket için, bkz. Umberto Eco, Erase una vez Churchi/1, El Mundo,
20.03.2008.

13
Carrillo ve YarbayTejero hala hayatta. Ayrıca, Winston Churchill,
tarihsel önem bakımmdan birinLi kategoriye gireu Lir kaıakteı;
Suarez de, en azından İspanya sınırları içerisinde, onunla aynı
kategoride. Gutierrez Mellado ve Santiago Carrillo için aynı
şeyi söyleyebileceğimiz kuşkulu; Yarbay Tejero'ya gelince, öyle
olmadığı zaten ortada. Üstelik Churchill zamanında, televizyon,
gezegende sanallığın yanı sıra gerçekliğin de en önemli üreticisi
değildi henüz; oysa 23 Şubat darbesinin tanımlayıcı nitelikle­
rinden biri, kaydedilip televizyon kanalıyla bütün gezegene gös­
terilmiş olmasıdır. Şimdi Yarbay Tejero'nun çoğu insan için bir
televizyon karakteri olmayacağını kim söyleyebilir? Hatta Adolfo
Suarez, General Gutierrez Mellado ve Santiago Carrillo da bir
ölçüde öyle olabilir; ama onunla aynı ölçüde değil elbette. Büyük
kanalların verdiği haberler ve dedikodu programlarının yayga­
rası üzerinden görüntüsünün ortalığa saçılıp durmasını bir yana
bırakırsak, darbeci Yarbay'ın kamusal hayatı, televizyonda her
yıl yeniden gösterilen, başında üç köşeli şapkası, elinde sallayıp
durduğu dokuz milimetrelik resmi tabancasıyla Temsilciler Mec­
lisi'nin toplandığı salona dalıp ateş ederek milletvekilierini taciz
ettiği birkaç saniyeye hapsedilmişti. O, gerçek bir karakter oldu­
ğunu bilmemize rağmen, gerçek dışı bir karakterdir; onun gerçek
bir görüntü olduğunu bilsek de, gerçek dışı, sanal bir görüntüdür:
Luis Garcia Berlanga'nını vasat bir taklitçisinin klişelerle zehir­
lenmiş beyninden çıkmış, basmakalıp İspanyol imajını yansıtan
bir sahne. Hiçbir gerçek karakter, televizyonda görünmekle, tele­
vizyon karakteri olmakla kurmaca bir karaktere dönüşmez. Ama
televizyonun dokunduğu şeyi sanallıkla kirletmesi; televizyonda
yayımlandığında, tarihsel bir olayın doğasının bir biçimde deği­
şikliğe uğraması kuvvetle muhtemeldir. Çünkü televizyon, -onun

1 Luis Garcfa Berlanga (1921-2010): Valensiyah film yönetmeni, senaryo yazan �n.

14
değerini azaltmasa, onu indirgemese de- bizim onu algılayış
biçimimizi bozar, saptırır, değiştirir. 23 Şubat darbesi, bu anomali
ile birlikte yaşamaktadır: Bildiğim kadarıyla, tarihte televizyon
tarafından çekilen ilk darbedir. Kaydedilmiş olması, aynı zamanda
onun hem gerçekliğinin hem de gerçek dışı oluşunun, sanallığının
teminatıdır; görüntülerin ürettiği yinelenen korkuyu, olayın tarih­
sel azametini ve hala tedirgin eden gerçek ya da farazi karanlık
hususları da dikkate aldığımızda, bu durumun, olayı çepeçevre
kuşatan, muazzam kurgu karışımlarıyla imal edilen temelsiz teo­
rileri, kasıntılı fikirleri, hayal gücüyle beslenen spekülasyonları,
uydurulmuş hatıraları açıklamakta olduğunu söyleyebiliriz.
Bu sonuncusuyla ilgili küçücük bir hususa değineyim; küçücük
ama -darbenin televizyon serüveniyle yakından ilişkili olduğu için­
önemsiz olmayan bir husus. 23 Şubat 1981 günü muhakeme gücü­
ne sahip olan hiçbir İspanyol, o gün öğleden sonra olanları unut­
mamıştır. Kendilerine iyi bir hafıza bahşedilmiş olanların çoğu ise,
televizyondan naklen izledikleri Yarbay Tejero ve jandarmalarının
Temsilciler Meclisi'ne girişini -saatin kaç olduğu, o sırada nerede
ve kimlerin yanında olduklarına varıncaya kadar- olanca ayrımısıy­
la hatırlar; öyle ki, hatırladıkları şeyin gerçek olduğu konusunda en
kutsal bildikleri şeyin üzerine yemin bile edebilirler. Öyle değildir
aslında: Darbe radyodan naklen yayımianmış olsa da; televizyon,
ancak müsadere edilen Temsilciler Meclisi'nin ayın 24'ünde, öğlen
on iki otuzu biraz geçe özgürlüğe kavuşmasından sonra yayım­
lamıştır görüntüleri. Kameramanlar sekteye uğratılan oturumu
kaydetmiş, akşam ve gece haberlerinde kullanılmak üzere yayıma
hazırlanması için kurum içerisinde ilgili birimlere aktarmışlardır;
görüntüleri yalnızca Television Espanola'nın bir avuç gazeteci
ve teknisyeni naklen seyretmiştir. Olan şey budur, ama hepimiz
-aidiyetimizin tutamacı kimliğimizin dayanağı olan- hatırladığı­
mız şeylerin bizden koparılmasına karşı koyma eğilimindeyiz ve

ıs
kimileri, hatırladıklarını olanların önüne geçirirler, böylece darbeyi
naklen izlediklerini sanırlar. Bu, özellikle gerçekle kurmacayı ayır­
manın çoğu zaman zor olduğu 23 Şubat darbesiyle ilgili olduğun­
da, -anlaşılır olsa da- nörotik bir tepkidir. 23 Şubat'ı kolektif bir
nevrozun ürünü gibi görmemiz için epeyce neden var. Ya da kolek­
tif bir paranoya. Hatta kolektif bir roman. Gösteri toplumunda, bir
gösteri daha oldu. Ama bu, 23 Şubat darbesinin kurmaca olduğu
anlamına gelmiyor. 23 Şubat darbesi gerçekten de vuku bulmuştur.
Ve o günden yirmi yedi yıl sonra, olayın önemli kahramanlarının
tarihsel karakter statüsünü büyük ölçüde yitirmeye ve kurmaca
alemine intikal etmeye başladıkları bir dönemde, 23 Şubat'ı kur­
macaya dönüştürmeye kalkıştığım romanın taslağını bitirmiştim.
Ve içimde bir yığın kuşku vardı.

23 Şubat üzerine bir kurmaca yazmak nereden aklıma geldi? Bir


nevrozu, bir paranoyayı, kolektif bir romanı konu alan bir roman
yazmak nereden aklıma geldi?
Büyüklenerek, romanı kendisinden gerçekliğin talep ettiği, ken­
disinin romanı değil, romanın kendisini bulduğu duygusuna bir kez
olsun kapılmamış romancı yoktur. Ben, 2006 yılının 23 Şubat günü
yaşadım bunu. O tarihten kısa bir süre önce, bir İtalyan gazetesi,
darbeyle ilgili anılarımı kaleme alarak bir makale yazmaını istemiş­
ti. Kabul etmiştim. İçerisinde üç şey anlattığım bir makale yazdım:
Anlattığım ilk şey, benim bir kahraman olduğumdu; ikincisi, kah­
raman olmadığımdı; üçüncüsü, hiç kimsenin kahraman olmadığıy­
dı.1 Ben kahraman olmuştum, çünkü o akşamüzeri, annemden, bir

Adı La tragedia y el tiempo olan makale, 23.02.2006'da La Repubblica'da yayımlan­


dı. Ayrıca bkz. La verdad de Agamenon, Barcelona, Tusquets, 2006, s. 39-42.

16
grup silahlı jandarmanın yeni başbakanın görevi devraldığı oturu­
mu bastığım öğrenince, pürtelaş sokağa fırlamış, on sekiz yaşıının
hayallenişiyle, silahlanmış bir şehirden -her köşe başında kurulmuş
barikatlarda darbeye karşı göstericilerin heyecanla haykırdığı- dev­
rimci sahneler tahayyül ederek üniversitenin yolunu tutmuştum;
kahraman falan olmamıştım, çünkü pürtelaş sokağa fırladığımda,
isyancı askerlere karşı cesurca demokrasi cephesini savunmak için
değil, şehvet uğruna, sırılsıklam aşık olduğum sınıf arkadaşımı bul­
mak, onu tavlamak için o romantik saatleri değerlendirmek üzere
tutmuştum üniversitenin yolunu; kimse kahraman olmamıştı,
çünkü o akşamüzeri üniversiteye ulaştığımda, biri çarpıldığım sınıf
arkadaşım olmak üzere, uysal, kendi halinde üç öğrenci dışında hiç
kimseyi bulamadım. Okuduğum üniversitede, kimse darbeye karşı
kılını kıpırdatmadı; ne benimkinde ne de başka herhangi birinde.
Yaşadığım şehirde, isyancı askerlerle yüzleşrnek için kimse ortaya
atılmadı; ne benimkinde ne de başka herhangi birinde. Sokağa
dökülen, demokrasiyi korumak için kelleyi koltuğa almaya hazır
bir avuç insan dışında, bütün bir ülke, darbenin başarısızlığa uğra­
masını ya da zafer kazanmasını beklemek üzere evine kapandı.
Kısaca bunu anlatmıştım yazdığım makalede. O makaleyi yaz­
mak, unutulmuş anıları hatıriarnama neden olduğu için, medyada
darbenin yirmi beşinci yılı dolayısıyla yayımlanan makale, mülakat
ve tartışmaları her zamankinden daha büyük bir ilgiyle izledim.
Donakaldım: O makale, mülakat ve tartışmaların çoğu, benim
demokrasinin eksiksiz bir çuvallaması olarak değerlendirdiğim 23
Şubat darbesini, demokrasinin eksiksiz bir zaferi olarak nitelendi­
riyordu. Bunu yapan yalnızca onlar değildi üstelik. O gün, şöyle bir
açıklama yaptı Temsilciler Meclisi: "Toplumsal desteğin herhangi
bir emaresinin görülmemesi, vatandaşların örnek davranışları,
siyasi partilerin ve sendikaların yanı sıra, medya ve demokratik
kurumların da sorumluluklarına sahip çıkmaları [... ], darbenin

17
başarısızlığa uğraması için yeterli olmuştur."1 Bu paragrafı oku­
duğumda, bu kadar az sözle bunca yanlış yapmak herkesin harcı
değildir, dedim kendi kendime: Bana göre, ne toplumsal destekten
yoksun olduğu doğruydu darbenin ne de vatandaşların davranışla­
rının örnek alınası bir tarafı olduğu; ne siyasi partiler ve sendikalar
sorumluluklarına sahip çıkmışlar ne de medya ve demokratik
kurumlar darbeyi başarısızlığa uğratmak için herhangi bir adım
atmışlardı. Ama benim ilgimi çeken -ve büyüklenerek gerçekliğin
benden roman istediğini hissetmeme yol açan- şey, 23 Şubat'la
ilgili benim kişisel hafızamla kolektif hafıza arasındaki muazzam
farklılık değildi. Muhtemelen bu farklılıkla ilişkili olsa da, çok daha
az şaşırtıcı, daha basit bir şeydi; darbeyle ilgili bütün televizyon
mülakatlarında yer alan bir görüntüydü: Yarbay Tejero'nun Tem­
silciler Meclisi'nin toplantı s.lı.:>nuna girmesinden birkaç saniye
sonra, jandarmaların kurşunları etrafında vızıldayıp dururken, ikisi
-General Gutierrez Mellado ile Santiago Carrillo- dışında bütün
temsilciler kurşunlardan korunmak için kendilerini yere atarken
sandalyesinde hiç kıpırdamadan oturan Adolfo Suarez. Defalarca
izlemiştim bu görüntüyü elbette; ama nedense, o gün sanki ilk kez
görüyormuş gibi izledim: bağırtılar, silah sesleri, salondaki dehşet
verici sessizlik ve bütün sandalyelerin boşaldığı ıssızlıkta, hayalet
misali, mavi başbakan sandalyesinin deri arkalığına yaslanmış, hiç
istifıni bozmadan heykel gibi durmakta olan adam. Ansızın, hip­
notize edici, ışıltılı, bütün ayrıntılarıyla karmaşık, anlam yüklü bir
görüntü gibi geldi bana. Gerçekten esrarengiz olmasının nedeni,
onu kimsenin görmemiş olması değil, defalarca görmüş olmamıza
rağmen, anlamını teslim etmeyi reddetmiş olmasıydı; esrarengiz
bir görüntü gibi geldi bana ansızın. Alarm işaretini veren, buydu.

Temsilciler Meclisi'nin yaptığı açıklama için, bkz. Amadeo Martinez Ingles, juan
Carlos I, el ıiltimo Borb6n, Barcelona, Styria, 2007, s. 264.

18
"Gidilecek yer, uzak ve karmaşık da olsa, tek bir anın, insanın kim
olduğunu kesinlikle bildiği anın gerçekliğinde belirginlik kazanır,"
diyor Borges.1 O ıssızlıkta, etrafında kurşunlar vızıldayıp durur­
ken sandalyesinde oturmakta olan Adolfo Smirez'i gördüğümde,
Suarez acaba kim olduğunu kesinlikle biliyor muydu o an, diye
sordum kendi kendime. O uzak görüntü nasıl bir anlam barındı­
rıyordu içerisinde, diye sordum; elbette içerisinde bir anlam barın­
dırdığını varsayarak Bu çifte soru, o dönemde peşimi bırakmadı
benim. Romanı yazmaya karar vermemin nedeni buydu: bu sorula­
rı yanıtlamaya kalkışmak, daha doğrusu iyice formülleştirebilmek.
İşe koyuldum hemen. Amacıının Suarez'i haklı çıkarmak, kara­
lamak ya da değerlendirmek değil, bir duruşun anlamını keşfetmek
olduğunu açıklamama gerek var mı, bilmiyorum. O dönemde
Smirez'e sempati duymakta olduğumu pek söyleyemem. Ben
gençtim o iktidardayken. Reverans yapa yapa omurgası bozulan,
bu yolla palazlanan, Frankoculuğun basamaklarında hızla yükse­
len, oportünist, gerici, din tüccarı, sığ ve dalkavuk bir siyasetçiydi;
hiçbir zaman bundan öte bir şey olmamıştı benim için. En fazla
nefret ettiğim tipin ülkernde cisimleşmiş hali, inatçı bir Suarezci
olan babamla özdeşleştirmekten çok korktuğum biriydi. Babamla
ilgili görüşüm, zamanla olumlu yönde değişmiş, ama Suarez'le ilgili
düşüncem değişmemişti. Daha doğrusu, onunla ilgili düşüncemin
değiştiği pek söylenemezdi. Şimdi, çeyrek yüzyıl sonra, temel vasfı
doğru zamanda doğru yerde bulunmaktan ibaret olan, onunla ya
da onsuz gerçekleşecek olan bir değişimin, diktatörlükten demok­
rasiye geçişin kazara kendisine bahşetmiş olduğu başrolü oynayan
gelgeç bir politikacı olmaktan öte bir anlam ifade etmiyordu benim
için; onun demokrasinin büyük devlet adamı olarak yüceltilme

1 Jorge Luis Borges, "Biografia de Tadeo lsidoro Cruz", El Aleph içinde. Obras
completas, vol. II, Barcelona, Circulo de Lectores, 1992, s. 155.

19
şenliklerini şaşkınlıktan çok istihzayla seyredişimin nedeni, onun
kazara yükselişiydi (o şenliklerde, bu gibi durumlarda alışılmış
olanın çok ötesine geçen bir riyakarlığın kokusunu alıyordum;
sanki kimse onlara inanmıyordu, kutlayıcılar Suarez'den çok ken­
dilerini kutluyorlardı sanki). Ama onun biyografısini ve darbeyi
araştırdıkça, ona atfettiğim sınırlı değer, karakterin ve duruşunun
karmaşıklığıyla, azalmak yerine artıyordu. Yaptığım ilk şey, Yarbay
Tejero'nun Temsilciler Meclisi'ne girişiyle ilgili kaydın eksiksiz
bir kopyasını elde etmeye çalışmak oldu. Bunun için gereken
işlemler tahmin ettiğimden çok daha zahmetliydi. Ama uğraş­
tığıma değdi; baskından sonra epeyce çalışmaya devam eden iki
kamerayla yapılmış olan kayıt göz kamaştırıcıydı. 23 Şubat'ın her
yıldönümünde izlediğimiz görüntülerin süresi beş, bilemedin on,
en çok on beş saniye olduğu halcle, kaydedilen görüntülerin toplam
süresi bundan kat kat fazla, otuz dört dakika yirmi dört saniyeydi.
24 Şubat günü görüntüler televizyonda yayımlandığında, yılın en
iyi filmi ödülünü hak ettiğini söylemişti felsefeci Julian Marias. 1
Bense, neredeyse otuz yıl sonra, bunun hayli yetersiz bir övgü
olduğunu düşündüm. Alabildiğine yoğun, görsel açıdan olağanüstü
başarılı, tarihsel öneme sahip, gerçek oluşuyla heyecaniandıran
görüntülerdi; defalarca izlediğim halde büyüsünü yitirmedi. Bu
arada, Suarez'in birçok biyografısinin yanı sıra, onun iktidar yılları
ve darbeyle ilgili birçok kitap okudum o ilk dönemde; dönemin
gazetelerini karıştırdım, kimi siyasetçi, asker ve gazetecilerle görüş­
tüm. En başta görüştüğüm kişilerden biri, Javier Pradera'ydı. O
dönemde El Pais'in başyazılarını yazıyordu; onun yazdığı açıkça
darbe karşıtı bir metni içeren özel bir baskı yapmıştı gazete. 23
Şubat günü demokrasi için kelleyi koltuğa almaya hazır olduğu­
nu gösteren pek az insandan biriydi Javier Pradera. Tasarladığım

1 Julian Marias, Una vida presente, Madrid, Paginas de Espuma, 2008, s. 740.

20
şeyden söz ettim Pradera'ya (kandırdım onu: 23 Şubat üzerine bir
roman yazmayı düşündüğümü söyledim; kandırdığım söylenemez
belki de: Başından beri, Adolfo Suarez'in duruşunun 23 Şubat'ın
şifresini içerdiğini tasavvur etmiştim muhtemelen). Heyecanlanmış
gibi görünüyordu Pradera; öyle kolayca aşka gelen biri olmadığı
için, hemen gardımı aldım: Neden o kadar heyecanlandığını sor­
dum. "Çok basit," diye yanıtladı. "Darbe, bir romandır. Bir polisiye
roman. Senaryo şöyledir: Cortina, darbeyi kurgulayıp sahneye
koyar; Cortina, darbeyi parçalarına ayırıp bozar. Kral'a sadakati
uğruna." Cortina dediği, Binbaşı Jose Luis Cortina'ydı; 23 Şubat'ta,
İspanya istihbarat teşkilatı CESID'e bağlı özel operasyonlar biri­
minin başındaydı. Askeri okulu Kral'la aynı dönemde bitirmişti;
onunla yakın ilişkisi olduğu söyleniyordu. 23 Şubat'tan sonra, darbe
teşebbüsüne katıldığı gerekçesiyle suçlanıp tutuklanmış; ilgili
davaya bakan askeri mahkeme tarafından sorgulandıktan sonra
heraat etmiş; ama bu durum, hakkındaki kuşkuları gidermemiş­
ti. "Cortina, darbeyi kurgulayıp sahneye koyar; Cortina, darbeyi
parçalarına ayırıp bozar." Alaycı bir edayla güldü Pradera; ben de
güldüm: Bir polisiye romandan çok, Üç Silahşörlerin -Cortina'nın
Dartanyan ile Senyör Treville karışımı bir role soyunduğu- karma­
şık bir versiyonu gibi gelmişti bana.
Hoşuma gitmişti bu yaklaşım. Pradera ile yaptığım bu görüş­
meden kısa bir süre sonra, El Pa is başyazarının kafasındaki kurguya
tıpatıp uyan bir kitap okudum. Ama kurmaca bir metin değildi
bu kitap, bir araştırmacı gazetecilik çalışmasıydı. Yazarı, gazeteci
Jesus Palacios'tu. 23 Şubat darbesinin, ilk bakışta göründüğü gibi,
sıkı Frankocu askerlerle monarşi yanlısı askerlerden oluşan kusurlu
bir birliğin hazırlıksızca çevirdiği bir iş değil, CESID -Binbaşı
Cortina ile onun üstü, o dönemde istihbarat teşkilatının etkili kişisi
Yarbay Calderon- tarafından en ince ayrıntısına kadar tasarlanmış
bir operasyon olduğunu; amacının demokrasiyi ortadan kaldırmak

21
değil, Adolfo Suarez'i alaşağı edip onun yerine bütün partilerin
temsilcilerinden oluşan kurtuluş hükümetine başkanlık edecek
bir askeri koyarak, demokrasiyi törpülemek ya da onun yönünü
değiştirmek olduğunu ileri sürüyordu. Palacios'a göre, Calder6n ve
Cortina, Suarez hükümetlerinin yaşadığı krizierin ülkeyi sürükle­
diği bunalımın derinleşmesinden endişe duyan Kral'ın örtük rıza­
sına ve içtepisine bel bağlamakla yetinmemiş; operasyonun başına
Kral'ın eski sekreteri General Arınada'yı getirmiş; operasyonu
yürütecek olan General Milans del Bosch ve Yarbay Tejero'yu teşvik
etmiş; asker, siyasetçi, işadamı, gazeteci ve diplomatların dağınık,
birbiriyle çelişen eğilimlerini ortak darbe amacı etrafında birleştiren
örümcek ağını inceden ineeye örmüşlerdi. Çok çekici bir hipotezdi
bu: 23 Şubat kaosu, ansızın elle tutulur bir somutluğa dönüşüyor;
her şey, tıpkı romanlarda olduğu gibi, ansızın uyumlu, simetrik, geo­
metrik bir hale geliyordu. Palacios'un kitabı, roman değildi elbette;
daha titiz uzmanların görüşleri bir :;·-ma, olayların seyri, Palacios'un
-hipotezini tekzip etmemesi için- gerçeklikten ruhsat almış olduğu
izlenimi uyandırıyordu. Ama ben tarihçi değilim, gazeteci de deği­
lim, yalnızca kurmaca metin yazarıyım; kendisinden gereksindiğim
her ruhsatı koparabilmek için, gerçeklik tarafından yetkitendirilmiş
bulunuyorum. Çünkü roman, gerçekliğe karşı herhangi bir sorum­
luluk taşımayan bir türdür; yalnızca kendisine karşı sorumludur.
Pradera ile Palacios'un bana Üç Silahşörler'in geliştirilmiş bir ver­
siyonunu sunduklarını düşünerek mutlandım: monarşiyi kurtarmak
için darbe marifetiyle Kral'ın başbakanını -o an gelip çattığında,
Temsilciler Meclisi'nin toplandığı salonda, kurşunlar etrafında
vızıldayıp dururken, darbecilerin iradesine boyun eğmeyi reddede­
rek sandalyesinde kalan neredeyse tek siyasetçiyi- devirmek üzere
devasa bir entrika çeviren gizli ajanın hikayesi.
2006'nın sonbaharında, artık darbe hakkında bu argümanı
v.ı·li�tirchilecek ölçüde bilgilendiğimi düşünerek romanı yazmaya

22
başladım; kışın, bambaşka nedenlerle yazmayı bıraktım. 2007 ilk­
baharının sonlarına doğru yeniden çalışmaya başladım; daha bir
yıl olmadan taslağı bitirdim: Üç Silahşörler'in -anlatıcısı ve kahra­
manı Binbaşı Cortina olan; olayların Avusturya Kraliçesi Ana'nın
Buckingham Dükü'ne verdiği elmas ayakkabı bağı kılavuzlarının
değil, 23 Şubat günü Temsilciler Meclisi'nin salonunda tek başına
oturan Adolfo Suarez'in görüntüsünün etrafında döndüğü- tuhaf
bir deneysel versiyonuydu; daha doğrusu, öyle olsun istemiştim.
Dört yüz sayfalık bir metindi. Kitabın daha embriyo aşamasın­
da olduğunu, belirsizliği ancak onun mekanizmasını aniayarak
giderebileceğimi düşünüp kuşkuları hertaraf ederek görülmedik,
neredeyse coşkun bir akıcılıkla yazmıştım. Umduğum gibi olma­
dı; ilk taslağı bitirir bitirmez, coşku sırra kadem bastı, kuşkularsa
hertaraf olmak şöyle dursun, katlandı. Aylarca hayalimde darbe­
nin ayrıntılarını kurcalayıp durduktan sonra, daha önce yalnızca
korkarak, gönülsüzce sezinler gibi olduğum şeyi artık ziyadesiyle
kavramış olduğuma kanaat getirdim: Palacios'un hipotezi, ki benim
romanıının tarihsel temelini oluşturuyordu, esasen yanlıştı. Sorun,
Palacios'un kitabının büsbütün hatalı ya da kötü olması değildi;
sorun, şuydu: Kitap öylesine güzeldi ki, 23 Şubat günü yaşananları
yakından bilmeyen biri, aslında düzensiz, rastlantısal ve kestirilemez
olan tarihin uyumlu, simetrik ve geometrik olduğunu düşünecekti.
Diğer bir deyişle, romanıının üzerine oturmakta olduğu hipotez,
bir kurmacaydı; her iyi kurmaca gibi, veriler, tarihler, çözümlemeler
ve romancı kurnazlığıyla seçilip -her şeyin birbiriyle bağlantısı sağ­
lanmak, gerçekliğe homojenlik kazandırmak üzere- düzenlenmiş
eksiksiz varsayımlar esas alınarak inşa edilmişti. Eğer Palacios'un
kitabı tam anlamıyla bir araştırmacı gazetecilik çalışması değil
de, o çalışmanın üzerine kurulmuş bir romansa, başka bir romanı
temel alan bir roman yazmak gereksiz bir çaba olmayacak mıydı?
Eğer roman, düzensizliğin ve rastlantısallığın olduğu yere simetriyi

23
ve geometriyi koyarak kurmaca aracılığıyla gerçekliği aydınlatmak
durumundaysa, romandan değil, gerçeklikten ayrılmak durumunda
değil miydi? Geometriye geometri, simetriye simetri eklemenin
alemi var mıydı? Eğer bir roman, onu kendisi kadar ikna edici bir
kurmacayla ikame etmek üzere yeniden yaratarak, gerçekliği boz­
mak durumundaysa, gerçekliği bozmak için önce gerçekliği bilmek
elzem değil miydi? Ttirün kimi ayrıcalıklarından feragat edip ken­
disinin yanı sıra gerçekliğe karşı da sorumluluk üstlenmeye çalış­
mak, 23 Şubat' ı konu alan bir romanın yükümlülüğü değil miydi?
Retorik sorulardı1 bunlar. 2008 ilkbaharında, 23 Şubat darbe­
siyle ilgili bir kurmaca inşa etmenin biricik yolunun olağanüstü
bir titizlikle 23 Şubat gerçekliğini öğrenmekten geçtiği sonucuna
vardım. O günü çepeçevre kuşatan teorik inşalar, hipotezler, belir­
sizlikler, söylenceler, sahtelikler ve uydurolmuş anılar bulamacına
dalışıının nedeni buydu. Aylarca bütün gün çalıştım: Sık sık Mad­
rid'e gidip -sanki darbenin şifresi onda gizliymiş gibi- defalarca
Temsilciler Meclisi'ne yapılan baskının kayıtlarına döndüm; 23
Şubat ve onu öneeleyen yıllara ilişkin bulduğum bütün kitapla­
rı okudum; dönemin gazete ve dergilerine başvurdum; davanın
iddianamesine gömüldüm; tanıklar ve olaya müdahil olan kişilerle
görüştüm. Siyasetçiler, askerler, jandarmalar, casuslar ve gazete­
cilerle, Frankoculuktan demokrasiye geçiş yıllarında siyasetin ön
saflarında yer alan, Adolfo Suarez, General Gutierrez Mellado
ve Santiago Carrillo'yu tanıyan kişilerle, 23 Şubat günü darbenin
akıbetinin belidendiği yerlerde -Zarzuela Sarayı'nda,2 dolayısıyla
kralın yanı başında, Temsilciler Meclisi'nde, karargahta, Brunete
Zırhlı Tümeni'nde, CESID'in ve CESID'e bağlı gizli bir teşki­
lat olan, Binbaşı Cortina tarafından yönetilen AOME'nin genel

1 Retorik soru: Yanıtlanması için değil, başka bir şey anlatmak için sorulan soru -çn.
2 Zarzuela Sarayı: İspanya kralı ve ailesinin Madrid dışındaki ikametgahı -çn.

24
merkezlerinde- olan insanlarla konuştum. Takınaklı ama hoşnut
olduğum aylardı. Ama yaptığım araştırma iledeyip darbeye ilişkin
görüşüm değiştikçe, birbiriyle asla uzlaştırılamayan hatıraların
parıltılı labirentine, neredeyse hiçbir kesinliğin, hiçbir belgenin
bulunmadığı, tarihçilerio sakınarak transit geçtikleri bir yere gir­
miş olduğumu anlamakla kalmadım; ayrıca 23 Şubat gerçekliğinin,
o devasa boyutuyla, en azından benim için, şimdilik alt edilemez
nitelikte olduğunu, dolayısıyla onu bir romanla bozguna uğrataca­
ğını düşünerek babayiğitlik taslamanın beyhudeliğini de kavradım.
Daha geç anladığım ama daha önemli başka bir şey daha vardı:
23 Şubat olayları, edebiyattan beklediğimiz dramatik sağlamlığı
ve simgesel potansiyeli olanca ağırlığıyla kendi içinde barındırı­
yordu; kurmaca metin yazan biri olsam da, bir kez daha, gerçeklik
kurmacadan daha önemli geliyordu bana. Daha doğrusu, alternatif
bir gerçeklikle ikame ederek yeniden yaratmayı isteyecek ölçüde
önemsiyordum onu. 23 Şubat hakkında hayal edebileeeğim hiçbir
şey, katıksız 23 Şubat gerçekliği kadar ilgilendiremez, heyecanlan­
dıramazdı beni; ondan daha karmaşık, daha inandırıcı olamazdı
benim için.

Bu kitabı yazmaya karar verişim böyle oldu. Her şeyden önce


bir hayal kırıklığının tutanağıdır bu kitap (daha başında farkına
varsaydım keşke bunun): 23 Şubat'ın gerçekliğini kurmaca bir
metinle aydınlatarak yeniden tasarlamakta aciz kalıp onun hak­
kında bildiklerimi anlatmaya razı oldum. Müteakip sayfaların
maksadı, bu hayal kırıklığına bir değer bahşetmekten ibarettir. Bu
ise, daha başından, olayların kendi içinde barındırdığı dramatik
sağlamlığın ve simgesel potansiyelin yanı sıra, arada karşımıza

25
çıkabilecek beklenmedik uyum, simetri ve geometriyi de yok etme­
meyi gözetmek anlamına gelmektedir. Aynı zamanda, kaotik doğa­
sını gizlemeden, bir nevrozun, bir paranoyanın ya da kolektif bir
romanın izlerini yok etmeden, olabildiğince berrak, olabildiğince
masumane, sanki daha önce hiç kimse anlatmamış, artık hiç kimse
hatırlamıyormuş gibi, sanki herkes için Adolfo Smirez, General
Gutierrez Mellado, Santiago Carrillo ve Yarbay Tejero'nun kurma­
ca ya da sanallılda bozulmuş karakterler, 23 Şubat darbesinin ise
uydurulmuş bir hatıra olduğu doğruymuş gibi, sanki antik çağların
ya da uzak geleceğin bir vakanüvisi anlatıyormuş gibi anlatarak
onları bir ölçüde anlaşılır kılmak anlamına gelmektedir. Nihayet,
23 Şubat darbesini, sanki küçücük bir ohymış ve bu küçücük olay
aynı zamanda İspanya tarihinin son yetmiş yılının belirleyici olay­
larından biriymiş gibi anlatmaya çalışmak anlamına gelmektedir.
Ama aynı zamanda, 23 Şubat'ı konu alan romanıının hayal kırık­
lığını başarıya dönüştürmeye çalışan kibirli bir girişimdir bu kitap
(daha başında, bunun da farkına varsaydım keşke); hiçbir şeyden
feragat etmeyecek ölçüde cüretlcir çünkü. Neredeyse hiçbir şeyden
desem, daha doğru olur: 23 Şubat'ın katıksız gerçekliğine olabildi­
ğince yaklaşmaktan feragat etmiyor. Bu kitap, bir tarih kitabı değil
elbette; kimse onun içerisinde yakın geçmişimizle ilgili yeni veriler
ve katkılar arama yanılgısına düşmemelidir. Böyle olmakla birlik­
te, bir tarih kitabı olarak okunınaktan büsbütün feragat etmiyor.1

Eğer bir tarih kitabı olmaya heveslenecekse, bunun için yaslanacağı şey, o birin­
cil belgesel kanıt olacaktır: Temsilciler Meclisi'ne yapılan baskının görüntü ka­
yıtları. Ama ikincil ve muhtemelen son kanıtı kullanamayacaktır: 23 Şubat gece­
si, Temsilciler Meclisi'ni işgal edenlerin dışarıyla yaptıkları telefon görüşmeleri.
Kayıt, Seguridad del Estado'nun (Devlet Güvenlik Komitesi) genel müdürü ve -o

gün Temsilciler Meclisi'nde müsadere edilen yönetimin yerini almak üzere kralın
direktifıyle devlet yönetiminin ikincil kademesindeki siyasetçilerle oluşturulan­
kriz yönetiminin başkanı Francisco Laina'nın talimatıyla yapıldı. Kralın ve Adolfo
Suarez'in başkanlık ettiği junta de Deftnsa Nacional (Milli Savunma Konseyi),
24 Şubat akşamı, Zarzuela Sarayı'nda, kaydı ya da kaydın bir bölümünü dinledi.

26
Gerçekliğe karşı sorumlu olmanın yanı sıra, kendisine karşı sorumlu
olmaktan da feragat etmiyor. Bir roman olmasa da, bir roman gibi
okunınaktan feragat etmiyor. Üç Silahşörler'in ziyadesiyle tuhaf,
deneysel bir versiyonu olmaktan da feragat etmiyor. Ve en önem­
lisi, ki pervasızlığın en kötüsü bu belki de, kurmaca marifetiyle
kavramaktan feragat ettiği şeyi gerçeklik marifetiyle anlamaktan
büsbütün feragat etmiyor. Esasen 23 Şubat'la değil, 23 Şubat günü
Adolfo Suarez'in görüntüsü ya da duruşu, bunun yanı sıra 23 Şubat
günü General Gutierrez Mellado'nun görüntüsü ya da duruşu ve
Santiago Carrillo'nun görüntüsü ya da duruşuyla ilgili görülmekten
de feragat etmiyor. O duruşu ya da o görüntüyü kavramaya kalkış­
mak, bir 23 Şubat günü, büyüktenerek gerçekliğin romanı benden
talep ettiğini hissettiğimde ortaya koyduğum soruyu yanıtlamaya
kalkışmaktır. Kurmacanın olanakları ve özgürlüğü olmaksızın onu
kavramaya çalışmak, bu kitabın meydan okuyuşudur.

(Bunun, darbenin lideri General Armada'run derhal tutuklanması emrinin veril­


mesinde belirleyici olduğu ortada.) O kaydı, adli izin alınmadan edinildiği için de­
lil olarak kullanılmasını reddeden 23 Şubat davasırun sorgu hakimi de dinlemiştir
muhtemelen. Sonra ortadan kayboluverdi kayıt; bugüne kadar, bu konuda güve­
nilir bir duyıım alınmadı. istihbarat teşkilannın arşivlerinde olduğu söylendi; ama
aslı astan yoktu bunun. imha edildiği söylendi. Eğer imha edilmediyse, olabileceği
tek yer İçişleri Bakanlığı'run arşivleridir, denildi. İçişleri Bakanlığının arşivlerin­
deydi, birkaç yıl sonra oradan kayboldu, diyen oldu. Adolfo Suarez'in, hükümetten
ayrılırken, kaydın bir bölümünün kopyasını yaruna alıp götürdüğü söylendi. Daha
birçok kesticim yapıldı. Bundan ötesini bilmiyorum.

27
Birinci Bölüm

DARBENİN PLASENTASI
23 Şubat 1 981 gününün on sekiz saat, yirmi üç dakikası. Tem­
silciler Meclisi'nin toplandığı sa/onda, ülkede diktatörlüğe son verilip
demokrasinin inşa edildiği beş yıl süresince hükümetin başında bulu­
nan, yirmi beş gün önce istifa eden Başbakan Adolfo Sudrez'den görevi
devralacak olan Leopoldo Ca/vo Sote/o'nun güvenoylaması yapılmak­
tadır. Sandalyelerinde oturmuş, oy vermek için sıra beklemekte olan
vekiller öğle sonrası mahmurluğuyla uyuk/amakta, çene çalmakta,
bir şeyler düşünmektedir. Salonda açık seçik duyulan tek ses, kürsü­
den milletvekillerinin isimlerini okuyan Temsilciler Meclisi Sekreteri
Victor Carrasca/'ın sesidir. Adını duyan milletvekili, sandalyesinden
kalkmakta, "Evet," ya da "Hayır, " diyerek Ca/vo Sote/o için kabul ya
da ret oyu kullanmakta ya da çekimser kalmaktadır. İkinci oy/ama
yapılmaktadır ve heyecandan eser kalmamıştır: Üç gün önce yapılan
ilk oylamada, salt çoğunluğun desteğini almayı başaramayan Ca/vo
Sote/o'nun, o an yapılmakta olan ikinci oylamada, katılanların çoğun­
luğunun desteğini alması yetecektir; halihazırda çoğunluğun desteğini
sağlamış gibi göründüğü için, beklenmedik bir şey olmadığı takdirde,
birkaç dakika sonra başbakan olacaktır.
Beklenmedik bir şey oluverir. Victor Carrasca/, ]osi Nasarre de
Letosa Conde'nin ismini okur; o, "Evet," der. Sonra Car/os Navarrete
Merino'nun ismini okur; o, "Hayır, " der. Nihayet Manuel Nıifıez

31
Encabo'nun ismini okuduğu sırada, tuhaf bir gürültü, salonun sağ
kapısından gelen bir haykırış işitilir. Oyunu kullanmaz Nıifıez Encabo
ya da sesi duyulmaz, kaybolur gider çıkan kargaşada. Vekillerin kimisi
gürültüyü önemseyip önemserneme konusunda tereddüt ederek bakış­
makta, kimisi -muhtemelen kaygıdan ziyade merakla- ne olup bitti­
ğini anlamak üzere doğrulmaktadır. Temsilciler Meclisi Sekreteri'nin
berrak ve şaşkın sesi duyulur: "Ne oluyor?" Kekeleyerek bir şey söyler,
sonra yeniden sorar: ''Ne oluyor?" Aynı anda, sağdaki kapıdan üni­
formalı bir görevli girer, salonun ortasında, stenograjların oturmaRta
olduğu yarım daire biçimindeki alanı hızlı adımlarla geçer, vekillerin
oturduğu bölüme çıkan merdiveneyönelir, merdivenden çıkmaya başlar,
yarı yolda durup vekilierden biriyle konuşur, döner, sonra üç basamak
daha çıkar, yeniden döner. O sırada salonun sol kapısından ne olduğu
belirsiz, ikinci bir haykırış işitilir, sonra yine anlaşılmaz, üçüncü bir
çığlık, vekillerin çoğu, stenograjlar ve üniformalı görevli sol kapıya
bakarlar.
Çekim planı değişir; ikinci kamera salonun soluna odaklanır: jan­
darma Yarbay Antonio Tejero, elinde tabancası, sükunet/e meclis baş­
kanlığının merdiveninden çıkmaktadır. Sekreterin arkasından geçer,
donakalmış kendisine bakmakta olan Başkan Landelina Lavilla'nın
yanında durur, "Kimse kıpırdamasın!" diye bağırır, sessizlik dışında
hiçbir şeyin olmadığı, herkesin afsunlanmış gibi kalakaldığı, her şeyin
ve herkesin öyle kalmaya devam edecek gibi göründüğü birkaç saniye
geçer. Çekim planı değişir; ama sessizlik değişmez: Yarbay ekrandan
silinir, çünkü birinci kamera salonun sağına odaklanmıştır, ayağa kalk­
mış olan bütün milletvekilleri yerlerine otururlar, ayakta kalan tek kişi,
Başbakan Yardımcısı General Manuel Gutiirrez Mellado'dur; onun
yanında, başbakan sandalyesinde, sanki ayağa kalkmak üzereymiş gibi
vücudu öne doğru eğilmiş, bir eli sandalyenin kolçağına yapışmış bir
halde, Adolfo Sudrez oturmaktadır. Farklı, birbirine yakın, dönüşü
olmayan dört bağırtı, büyüyü bozar: Biri, "Sessiz olun!" diye bağırır;

32
diğeri, ''Kimse kıpırdamasın!" diye haykırır; öteki, "Yere yatın!" diye
gürler; bir diğeri, ''Herkes yere yatsın!" diye haykırır. Temsilciler Mecli­
si'nin toplantı salonu, itaate teşnedir: Üniformalı görevli ve stenograf­
lar, masanın yanında diz çökerler; bazı milletvekilleri, korkudan sinip
sandalyelerinde büzüşürler. General Gutierrez Mellado, yerinden kal­
kıp isyancı yarbaya yönelir; Başbakan Sudrez, ceketinden tutarak dur­
durmaya çalışır onu, ama beceremez. Yarbay Tejero, yeniden ekranda
belirir, kürsünün merdiveninden inmektedir, ama merdivenin ortasına
geldiğinde durur, kendisine doğru yürüyerek kararlı el kol hareketleriyle
derhal salonu terk etmesini söyleyen General Gutierrez Mellado'nun
duruşu kafiısı nı karıştırm ış, gözünü korkutmuştur, derken üçjandarma,
salonun sağ girişinden içeri dalıp yaşlı ve sıska generalin üzerine çulla­
nırlar, onu iteklerler, ceketinden kavrayıp silkelerler, yere yatırmak üze­
redir/er. Başbakan Sudrez, yerinden kalkar, yardımcısına doğru gider;
Yarbay, kürsüye çıkan merdivenin ortasındadır, orada kalıp olan biteni
seyreder. O sırada, ilk silah sesi duyulur, sonra ikinci silah sesi, Başba­
kan Sudrez, kendisine el kol hareketleriyle ve bağırarak yere yatmasını
söyleyen jandarmanın karşısında korkusuzca dikilmekte olan General
Gutierrez Mellado'nun kolunu tutar; derken üçüncü silah sesi duyulur,
General Gutiirrez Mellado, meydan okuyan bakışlarını jandarma­
nın üzerinden çekmeksizin kolunu sert bir hareketle başbakanından
kurtarır, o esnada yaylım ateşi başlar. Kurşunların tavan sıvasından
kopardığı parçalar dökülürken, üniformalı görevli ve stenograjlar peş
peşe masanın altına saklanırlar; milletvekillerinin hepsi silinir görüş
alanından, iskem/eleri onları yutmuştur adeta; yaşlı General, kollarını
vücudu boyunca sarkıtmış, bakışlarını boyuna ateş eden jandarma/ara
dikmiş, yaylım ateşinin ortasında, ayakta durmaktadır. Başbakan
Sudrez 'e gelince, yavaş yavaş sandalyesine döner, oturur, arkaya yasla­
nır, hafıfte sağa kaykılır, tek başına, heyket gibi, boş sandalyeler çölünde
bir hayalet misali, öylece kalır.

33
ı

Görüntü, budur; duruş, budur: apaçık, gün gibi ortada, içerisin­


de birçok duruşu barındıran bir duruş.
Hans Magnus Enzensberger, Adolfo Suarez'in siyasi kariyerinin
sona ermekte olduğu 1989 yılının sonlarında yazdığı bir denemede, 1
yeni bir kahraman sınıfının doğuşunu duyuruyordu: ricat kahraman­
ları. Enzensberger'e göre, yirminci yüzyılın diktatörlükleri, zaferin ve
fethedişin kahramanı olan klasik kahramanın karşısına, feragatin,
yıkımın, sökülüşün kahramanı olan modern kahramanı çıkarmıştı.
Birincisi, açık seçik ve sabit ilkelere bağlı bir idealist; ikincisi, onarım
ve pazarlık sürecinin muğlak profesyonelidir. Birincisi, konurnlarını
zorla kabul ettirerek; ikincisi, onları terk ederek, kendi altını oya­
rak yükselir. O nedenle, ricat kahramanı, yalnızca siyasi değil, aynı
zamanda ahlaki bir kahramandır. Bu hayli yeni fıgürün üç örneğini
veriyordu Enzensberger: o tarihlerde Sovyetler Birliği'nin sökü­
müyle meşgul olan Mihail Gorbaçov; 1981'de Sovyetler Birliği'nin
Polonya'yı işgalini önleyen Wojciech Jaruzelski; Frankoculuğun

1 Hans Magnus Enzensberger, "Los heroes de la retirada", El Pafs, 25.12.1989.

34
sökümünü yapan Adolfo Suarez. Bir kahraman olarak Adolfo
Suarez, öyle mi? Hem de yalnızca siyasi değil, aynı zamanda ahlaki
bir kahraman! Sol için olduğu kadar sağ için de yenilir yutulur bir
tarafı yoktu bu tespitin: Sol, belirli bir andan itibaren ilerici bir siya­
setçi olmak istemiş ve bunu bir ölçüde başarmış olmakla birlikte,
yıllarca Frankoculuğun sadık işbirlikçisi ve Frankoculuğun kurumsal
yozlaşmasının yarattığı türedilerin mükemmel prototipi olduğunu
unutmuyordu onun (unutmamalıydı zaten); sağ, sağcı olmadığı
halde sağa yazılan, sağcı olduğunu ileri süren birçok siyasetçi var­
ken, Suarez'in sağ cenaha yazılmayı asla kabul etmediğini, yirminci
yüzyılın ikinci yarısında hiçbir İspanyol siyasetçinin sağ cenahı onun
kadar çileden çıkarmadığını unutmuyordu (unutmamalıydı zaten).
Öyleyse merkezin kahramanı mıydı Suarez? Hem sağdan hem
de soldan oy devşirmek için, bu siyasi hilkat garibesini kendisi mi
uydurmuştu? Bu imkansızdı; çünkü tıpkı büyücü sahneden çekildi­
ğinde büyünün yok oluvermesi gibi, Suarez siyaseti bırakır bırakınaz,
hatta daha da önce sırra kadem basmıştı bu hilkat garibesi. Şimdi,
Enzensberger'in bu fikri ortaya atışından yirmi yıl sonra, hastalığın
Suarez'i etkisizleştirdiği, herkesin ona methiye düzdüğü bir dönem­
de, egemen sınıfın mensupları arasında, demokrasinin kuruluşunda
ona -belki de artık kimseyi rahatsız edemediği için- hatırı sayılır
bir rol balışedilmesi konusunda mutabakat var. Ama demokrasinin
kuruluşunda rol oynamakla demokrasi kahramanı olmak farklı şey­
lerdir. Öyle miydi gerçekten? Enzensberger haklı mıydı? Bir an için
çağdaşlarının indinde kimsenin kahraman olmadığını unutsaydık
ve Enzensberger'in haklı olduğunu varsaysaydık, Suarez'in 23 Şubat
günü sergilediği duruş, demokrasinin temel duruşu payesini edin­
meyecek miydi? Bu durumda, Suarez'in duruşu, bir ricat kahramanı
olarak Suarez'in simgesine dönüşmeyecek miydi?
O duruşla ilgili olarak söylenınesi gereken ilk şey, o duruşun
yersiz olmadığıdır. Tam olarak ne olduğunu bilmesek de, anlamı

35
olan bir duruştur. Tıpkı yaylım ateşi sırasında istifıni bozmadan
oturmak yerine darbecilerin talimatıarına uyan, sandalyelerinin
altına saklanan -Gutierrez Mellado ve Santiago Carrillo dışın­
daki- bütün milletvekillerinin duruşunun bir anlamının olması,
yersiz olmaması gibi. Diğer vekillerin duruşunun zarif olduğu
söylenemez pek. Onlardan biri -Leopoldo Calvo Sotelo gibi
soğuk, hayli ihtiyatlı biri- boş iskeroleler çölünü parlamentonun
itiharsızlığına vermiş olsa da, ı hiçbiri -haklı olarak- bu konunun
üzerinde durmak istemedi. Suarez'in duruşunun barındırdığı en
bariz duruş, cesaret duruşudur. Hatırı sayılır bir cesaret. Temsilciler
Meclisi' nin yarım daire biçimindeki kapalı mekanında makineli
tüfekten saçılan panltıların yol açtığı kıyameti andıran kargaşayı,
ölüm korkusunun yarattığı paniği, -Suarez'in karşısında oturan,
sosyalistlerin iki numaralı adamı Alfonso Guerra'nın nitelemesiy­
le- o Armagedon'un2 kan dökülmeden sona ermeyeceği kanısının
kesinlik kazanışını, o anı yaşayan herkes hatırlıyor (oturumu Prado
del Rey Stüdyoları'ndan naklen izlemekte olan televizyon yöne­
ticilerini ve teknik elemanlarını bunaltan şey de aynı kesinliktir).
Üç yüz elli milletvekili vardır o gün salonda; onlardan bazıla­
rı -sözgelimi Simon Sanchez Montero ya da Gregorio Lopez
Raimundo- Franco döneminde sürdürdükleri gizli direnişle ve o
dönemin hapishanelerinde göstermişlerdi cesaretlerini. Daha fazla
serzenişte bulunmanın alemi var mı bilmiyorum: Nereden bakı­
lırsa bakılsın, çatışmanın ortasında öylece oturup kalmak, şehadet
arzusunun hemen yanı başında duran bir gözü pekliği işaret edi­
yor. Savaş zamanında, çatışmanın harareti içerisinde, olağanüstü
bir gözü peklik değildir bu; ama barış döneminde, alışılagelmiş,
ağırbaşlı meclis oturumunun bezdirici atmosferinde öyledir. Şunu

1 Lcopoldo Calvo Sotelo, Memoria viva de la transicion, s. 52.


2 Armagedon: Dini kaynaklarda, dünyanın sonu geldiğinde yapılacağı ileri sürülen
büyük kıyamet savaşı -çn.

36
da eklemeliyim: Görüntülere bakılırsa, içgüdüsel olarak değil,
akıl yürüterek ortaya konulan bir gözü pekliktir Suarez'inki: İlk
silah sesi duyulduğunda, ayaktadır Suarez; ikinci silah sesinde,
General Gutierrez Mellado'yu sandalyesine geri göndermeye
çalışır; üçüncü silah sesi duyulup yaylım ateşi başladığında, oturur,
sandalyesinde kaykılır, arkaya yaslanır, yaylım ateşinin bitmesini
ya da bir kurşunun kendisini öldürmesini bekler. Ağır, düşüneeli
birinin duruşudur; önceden provasının yapılmış olduğu, belki de
bir biçimde yaşandığı izlenimi vermektedir: O dönemde Suarez'le
sıkça görüşenler, onun uzundur -adeta hiç peşini bırakmayan müp­
hem bir önseziyle- kıran kırana bir fınale hazırlanmakta olduğunu
söylüyorlardı (aylardır cebinde küçük bir tabanca taşıyordu; önceki
sonbahar ve kış aylarında Moncloa'yı1 ziyaret eden birkaç kişi,
onun şu sözüne tanıklık etmişlerdi: "Ya seçimle alt ederek çıkarabi­
lirler beni buradan, ya da tabutta");2 olabilir, ama böylesi bir ölüme
hazırlanmak hiç de kolay bir şey değil, hele o an gelip çattığında
çözülmemeyi başarmak daha da zor.
Bir cesaret duruşu olduğu için, aynı zamanda bir zarafet duru­
şudur Suarez'inki; çünkü her cesaret duruşu, baskı altındaki zarafet

Moncloa: 1977 yılından beri İspanya başbakanının resmi konutu olarak kullanılan
Moncloa Sarayı -çn.
2 Moncloa'yı ziyaret ettiğinde Smirez'in bu ifadesine tanıklık edenlerle ilgili ola­
rak, bkz. Fernando Aıvarez de Miranda, Del "contubernio" al consenso, Barcelona,
Planeta, 1985, s. 145; Alfonso Guerra, Cuando el tiempo nos alcanza, s. 297; He­
mingway'in Dorothy Parker'a verdiği mülakat: "The Artist Reward", New Yorker,
30.11.1929, s. 20; Camus, L'homme revolte, Essais, Editörler: Roger Qıilliot ve
Louis Faucon, Paris, Gallimard, 1965, s. 423; Melia, La trama de los escribanos
del agua, s. 55-56. Melia'nın -o salonda ilk silah sesini işittiğinde, Su:irez'in dü­
şündüğü ilk şeyin ertesi günkü gazetelerin ilk sayfaları olduğu yolundaki- kestiri­
mini Su:irez'in kendisinin doğruladığı örnekler için, bkz. Luis Herrero, Los que le
llamdbamosAdolfo, s. 224-225;Jorge Trias Sagnicr, "La caceria de Su:irez y cl 23 de
febrero", ABC, 23.02.2009 (Sagnier, eski başhakanın en yakın mesai arkadaşların­
dan Eduardo Navarro'nun kişisel arşivinde bulunan, Su:irez'in anılarından oluşan
henüz yayımlanmamış bir çalışmadan söz ediyor).

37
duruşudur, Ernest Hemingway'e göre. Bu anlamda olumlu, başka bir
anlamda ise olumsuz bir duruştur; çünkü her cesaret duruşu, hayır
diyen insanın itaatsizlik duruşudur, Allıert Camus'ye göre. Her iki
durumda da, özgürlüğün yüce duruşu söz konusudur; ayrıca, böyle
olsa bile, teatral bir duruştan, rol yapan bir insanın duruşundan da
söz edilebilir. Dolaysızca 23 Şubat darbesini konu alan yalnızca iki
roman yayırolandı yanılmıyorsam. Öyle matah şeyler değil; ama bir
tanesi, Suarez'in en yakın mesai arkadaşlarından biri olmadan önce
ona sert eleştiriler yöneltmiş olan gazeteci Josep Melia tarafından
yazıldığı için ilginç. Anlatısının belli bir yerinde, bir romancı eda­
sıyla, o salonda ilk silah sesini işittiğinde, Suarez'in düşündüğü ilk
şeyin ne olduğunu sorar Melia; sonra yanıtlar: Ertesi gün çıkacak
olan The New York Times'ın ilk sayfası. Zararsız ya da kötü niyetli
gibi gözükse de, içtenlikle verilmiş bir yanıttır bu; en önemlisi, isa­
betli bir yanıttır bana göre. Her katıksız siyasetçi gibi, eksiksiz bir
aktördü Smirez: Genç, atletik, iki dirhem bir çekirdek, taşralı centil­
menleri andıran giyinişiyle (yaldızlı düğmeli kruvaze ceketler, fiime
pantolonlar, gök mavisi gömlekler, lacivert kravatlar) sağcı aileden
gelen yaşlı kadınları cezbeden, solcu gazetelerinse alay konusu olan
Suarez, Kennedyvari görüntüsünü özenle kullanıyor, siyaseti gösteri
olarak tasavvur ediyordu; Televisiôn Espaiiola'da çalıştığı o upuzun
dönemde, artık imajların gerçeklik tarafından değil, gerçekliğin
imajlar tarafından yaratıldığını öğrenmişti. 23 Şubat'tan birkaç
gün önce, siyasi hayatının en dramatik anında, partisinden küçük
bir gruba yaptığı konuşmada başbakanlıktan istifa edeceğini duyu­
rurken, iflah olmaz başkişi ağzıyla araya şu yorumu sıkıştırmaktan
kendini alamadı: "Farkında mısınız?" dedi onlara, "Benim istifamı,
dünyanın bütün gazeteleri ilk sayfada duyuracak."1 23 Şubat günü,
onun siyasi hayatının değil, sıfatsız hayatının en dramatik günüydü;

1 Leopoldo Calvo Sotelo, Memoria viva de la transiciôn, s. 26.

38
buna rağmen (ya da tamamen bu nedenle), Temsilciler Meclisi'nin
toplandığı salonda kurşunlar etrafında vızıldayıp dururken, siyaset
sahnesinde edinmiş olduğu bir önseziyle, o gözü pek kalkışma
sonunda ona nasıl bir rol biçmiş olursa olsun, bir daha asla kendi­
sini böylesine kaptırmış, böylesine büyük bir izleyici kitlesi önünde
sahne alma olanağı bulamayacağını ansızın, açıkça kestirmiş olma­
lıydı. Eğer böyle düşündüyse, yanılmadı: Ertesi gün, The New York
Times'ın yanı sıra dünyanın bütün gazetelerinin ilk sayfasını, dün­
yanın bütün televizyon kanallarını işgal etti. Dolayısıyla Suarez'in
duruşu, poz veren birinin duruşudur. Melia'nın tasavvur ettiği şey
budur. Ama onun kılı kırk yaran tasavvuru eksik gibi gözüküyor; 23
Şubat günü, yalnızca gazeteler ve televizyonlar için poz vermiyordu
belki de Suarez: Belki de -tıpkı o andan itibaren siyasi hayatında
yapacağı gibi; sanki o an, kim olduğunu kesinlikle bildiği anmış
gibi- ·arih için poz veriyordu.
Onun duruşunun barındırdığı diğer bir duruş, budur belki de:
deyim yerindeyse, ölüm sonrası için duruş. Çünkü önemli elebaş­
ları açısından, 23 Şubat darbesi, tam anlamıyla demokrasiye değil,
Adolfo Suarez'e karşı yapılan bir darbeydi; şöyle de söylenebilir:
Onlar açısından Adolfo Suarez'de cisimlenen demokrasiye karşı
yapılan bir darbeydi. Bunu saatlerce ya da günlerce sonra anlamıştı
elbette Suarez; ama daha başında, neredeyse beş yıllık demokrasi
döneminde, kimsenin darbecilerin nefretini onun kadar üzerine
çekmemiş olduğu ve o gün Temsilciler Meclisi'nde kan döküle­
cekse hedef tahtasındaki ilk kişinin o olduğu gün gibi ortadaydı.
Onun duruşu böyle açıklanabilir belki: İlk silah sesi duyuldu­
ğunda, artık ölümün kaçınılmaz olduğunu, öleceğini biliyordu
Suarez. Bunun, vurguyu zevksizce melodrama kaydıran sorunlu
bir açıklama olduğunu biliyorum; ama böyle olması, açıklamayı
yanlış kılınıyor. Çünkü Suarez'in duruşu, esasen yaradılışı komedi,
trajedi ve melodrama aynı ölçüde eğilimli bir insanın tipik özelliği

39
olan melodramatik vurgulu duruştur. Suarez reddederdi elbette
bu açıklamayı. Ne zaman o duruşunun nedeni sorulsa, aynı yanıta
sığındı: "Çünkü hala hükümetin başkanıydım o sırada; hükümetin
başkanı, kendisini yere atamaz."1 Sanırım içtenlikle söylüyor bunu;
bu öngörülebilir yanıt, Suarez'in çok önemli bir özelliğini ele
veriyor: Sofuca iktidar müptelalığı; elinde tuttuğu makama atfet­
tiği abartılı değer. Öte yandan, bu yanıt, övüngenlikle verilen bir
yanıt değildir: O sırada hala başbakanlık görevinde olmasa, diğer
vekiller gibi içgüdüsel bir ihtiyatlılıkla davranıp iskemiesinin altına
sığınarak kurşunlardan sakınma yoluna gidebileceği varsayımını
içermektedir. Ama en önemlisi, eksik bir yanıttır: Halk egemenli­
ğinin temsili çerçevesinde, -o gün başbakanlık görevini devralmak
üzere olan Leopoldo Calvo Sotelo, o görevi bir buçuk yıl sonra
devralacak Felipe Gonzales, başbakanlığa göz dikmiş olan Manuel
Fraga, Temsilciler Meclisi Başkanı Landelina Lavilla ve ordudan
sorumlu Savunma Bakanı Rodriguez Sahagıln'un da aralarında
bulunduğu- bütün diğer vekillerin onunla aynı hakka sahip olduk­
larını göz ardı etmektedir. Bunların hepsi bir yana, hiçbir kuşkuya
yer bırakmayan bir şeyden söz edebiliriz: Suarez'in duruşu, gücü­
nün doruğundayken ters bir durumla karşılaşan birinin kudretli
duruşu değil, aylardır siyasetçi takımının topluca kendisine karşı
komplo kurduğunu ve belki de şimdi isyancı jandarmaların Tem­
silciler Meclisi'nin salonuna uygunsuzca girişinin, çevrilen genel
entrikanın bir parçası olduğunu hisseden, siyaseten bitmiş, şahsen
yıpranmış birinin duruşudur.

Örneğin Victoria Prego'nun yaptığı röportajda ("Asalto a la democracia", El


camino de la lihertad, Barcelona, Planeta/De Agostini, 2008) kelimesi kelimesine
şöyle söylüyor: "Hükümetin başkanıyım ben, kendimi yere atmak istemiyorum,
basit bir nedeni var bunun, hükümetin başkanıyım ben, hükümetin başkanı bunu
yapmamalıdır. Diğerlerini [kendilerini yere atanları] çok iyi anlıyorum; hüküme­
tin başkanı olmasaydım, ben de öyle yapardım muhtemelen. Ama ben hükümetin
başkanıyım."

40
2

İlki hayli yerinde bir hissedişti; ikincisi ise, o kadar değil. Ege­
men sınıfın, 1 980 yılının sonbaharında ve kışında, çabasını Adolfo
Suarez'i iktidan lan indirmek için bir dizi tuhaf manevra yapmaya
hasrettiği doğrudur; ama Temsilciler Meclisi baskını ve askeri
darbenin bu genel entrikanın bir parçası olduğu hissedişi, kısmen
doğrudur. 23 Şubat darbesinde, birbiriyle bağlantılı iki farklı şey
vardır: biri, demokrasiye -daha doğrusu, esas itibariyle demokra­
siye- değil, Adolfo Suarez'e karşı yapılan bir dizi siyasi operasyon;
diğeri, hem Adolfo Suarez'e hem de demokrasiye karşı yapılan
askeri bir operasyon. Bu iki şey, ne birbirinden büsbütün bağımsız
ne de büsbütün dayanışıktır: Siyasi operasyonlar, askeri operasyona
elverişli ortamı yaratan bağlamdır; darbe değil, darbenin plasenta­
sıdır: Nüans, darbenin anlaşılması için çok önemlidir. O nedenle, o
gün Temsilciler Meclisi'nde vuku bulan şeyi önceden bildiklerini,
salondaki birçok kişinin -hatta herkesin- bunu bildiğini ileri süren
o dönemin siyasetçiterine aldırış etmemek gerekir;1 büyük bir

Örneğin PSOE milletvekili Pablo Castellano şöyle diyor: "Tejero, Temsilciler Mec­
lisi'ne daldığında, aramızdan pek az kişinin şaşırmış olduğunu hissettim; yalnızca,

41
olasılıkla, büyüklenmek ya da ilgi çekmek için söylenmiş, uydurma
şeyler bunlar. İşin aslı şudur: Siyasi operasyonlarla askeri operasyon
birbiriyle bağlantılı değildi ve Temsilciler Meclisi salonundaki hiç
kimse -daha doğrusu hemen hemen hiç kimse- vuku bulacak olan
şeyi önceden bilmiyordu; o salonun dışında da, bilen pek az kişi
vardı.
Ama o kış bütün ülkenin darbe atmosferine girdiğini herkes
biliyordu. Paris Match in Madrid muhabiri Ricardo Paseyro, 20
'

Şubat günü, darbeden üç gün önce şunları yazmıştı: "Ülkenin eko­


nomik durumu felakete sürüklenmekte; terör tırmanıyor; kurumla­
ra ve temsilcilerine duyulan güvensizlik, ülkenin ruhunu fena halde
hırpalıyor; devlet, feodalizmin ve ölçüsüz özerklik taleplerinin bas­
kısı altında dağılıp gitme noktasına geldi; İspanya'nın dış politikası
ise fiyasko veriyor." Paseyro, "Havada darbe, askeri isyan kokusu
var," diyerek noktalıyordu yazısını. Olabileceğini herkes biliyordu,
ama ne zaman, nasıl ve nerede olacağını neredeyse hiç kimse bilmi­
yordu; kimin yapacağına gelince, -darbe, ordunun içerisinde eksik­
liği hissedilen bir şey olsa da- bu konuda belirlenmiş adaylar yoktu .
Ama Yarbay Tejero Temsilciler Meclisi'nin salonuna dalar dalmaz,
bütün milletvekilleri onu hemen tanımış olmalı; çünkü Diario
16, 1 978 yılının kasım ayı ortalarında, darbe yapmayı, Moncloa
Sarayı'ndaki bakanlar kurulu toplantısını basıp iktidar boşluğun­
dan yararlanarak devletin kontrolünü ele geçirmeyi planladığı için
tutuklandığı haberini vereli beri, onun çehresi gazete sayfalarını
işgal etmekteydi . Tutuklandıktan sonra yargılanan, askeri mahke­
me tarafından komik bir ceza verilen Tejero, birkaç ay sonra özgür­
lüğüne kavuşmuş; kızağa çekildiği için mesleki uğraşına zorunlu
olarak ara vermiş, böylece -birinci girişiminin berbat olmasına

şu ya da bu partiden, entrikadan haberdar olmayanlarımızın." Yo si me acuerdo.


Apuntes e historias, Madrid, Temas de Hoy, 1994, s. 344. Ricardo Paseyro'dan
yapılan alıntı için, bkz. Juan Blanco, 23-F. Cronicafiel... , s. 131.

42
yol açan sızmalan önlemek için olabildiğince ihtiyatlı davranıp az
sayıda insanla muhatap olarak- ikinci kalkışmanın hazırlıklarını
organize edebileceği elverişli bir konuma sahip olmuştu. Böylece,
olağanüstü bir gizlilikle, işe çok az askeri dahil ederek, büyük ölçü­
de doğaçtan davranarak, darbeyi tezgahladı. Bu girişimin geçen
yazdan beri İspanyol demokrasisinin üzerinde uçuşup duran darbe
tehditlerinin arasından sıyrılıp ete kemiğe bürünmesini de açıklı­
yor bu durum.
İspanyol demokrasisine yönelik tehditler geçen yaz başlama­
mıştı. Bir gazeteci, iktidarı bırakmasından çok uzun bir süre sonra,
darbe olabileceğinden ne zaman kuşkulanmaya başladığını sordu
Suarez'e. "Başbakan olarak muhakeme yürütmeye başladığım
anda," diye yanıtladı Suarez.1 Yalan söylemiyordu. İspanya'da, tarih­
sel bir kazadan ziyade, geleneksel bir ayindir darbe: İspanya'daki
bütün demokratik deneyimler darbeyle sonuçlandı; son iki yüz
yılda, ellinin üzerinde darbe yapıldı. Sonuncusu, Cumhuriyet'in
kuruluşundan beş yıl sonra, ı 736'da yapılmıştı; ı 981'de ise, demok­
ratik süreç başlayalı beş yıl oluyordu. Bu rastlantı, ülkenin kötü
bir dönemden geçiyor olmasıyla birleşince, rakamsal bir hurafeye
dönüştü; bu rakamsal hurafe, egemen sınıfın darbe psikozuna gir­
mesine neden oldu. Ama yalnızca bir psikoz, yalnızca bir hurafe
değildi. Olayların, -başa geçtiğinde verdiği izlenirnin aksine- bir
şeyleri değiştiriyormuş gibi yaparak her şeyin aynen devam etmesi­
nin sağlanmasından, makyajlanmış haliyle Franco rejiminin teme­
linin korunmasından değil, Franco'nun kırk yıl önce orduyu ayak­
landırarak karşı çıktığı siyasi rejime benzer bir rejim kurmaktan
yana olduğunu gösterdiği andan itibaren, İspanyol demokrasisinin
diğer başbakanianna göre, darbeden korkmak için çok daha fazla
nedeni vardı aslında Suarez'in: Suarez iktidara geldiğinde, ordunun

1 Sol Alameda'ya verdiği mülakattan. Bkz. Santos Julia, Memoria de la transici6n.

43
yalnızca bir örnek Frankoculardan müteşekkil olması değil, aynı
zamanda Franco'nun vesayeti altında, Franco rejiminin muhafızlı­
ğını yapıyor olmasıydı sorun. "Her şey sağlama alındı, hem de iyice"
sözü, diktatörlükten demokrasiye geçiş sürecinin en ünlü sözüdür.
Geçiş döneminin kahramanlarından biri telaffuz etmedi bu sözü;
Franco telaffuz etti.1 Geçiş döneminin asıl başkişisinin ya da baş­
kişilerinden birinin Franco olduğunu gösteriyor belki de bu. Bu
sözün 30 Aralık 1969 günü, yıl sonu söylevinde telaffuz edildiğini
herkes hatırlar. Ve herkes anlamıştır kastedilen şeyi: diktatörün,
ölümünden sonra her şeyin tıpkı ölümünden önceki gibi devam
edeceğine dair müminlerine verdiği güvence; falanjist entelektüel
Jesus l<ueyo'nun söylediği gibi, "Franco'dan sonra, Kurumlar".2
Ama Franco'nun yedi yıl önce, Garabitas Tepesi'nde toplanan İç
Savaş gazilerine verdiği söylevde telaffuz ettiği neredeyse aynı sözü
herkes hatırlamaz: "Her şey sağlama alındı, güvenceye bağlandı."
Hemen arkasından, şunu eklemişti o konuşmada: "Ordumuzun
sadık, baş edilmez muhafızlığıyla."3 Bu, bir emirdi: Onun ölümün­
den sonra, ordunun misyonu, Franco rejimini muhafaza etmekti.
Ama ölümünden az önce ettiği vasiyette,4 askerlere başka bir emir
daha verdi: Kral'a, tıpkı kendisine itaat ettikleri sadakatle itaat
etmeliydiler. Bu iki emrin birbiriyle çelişkili hale gelebileceğini ne
Franco ne de askerler tahayyül edebildiler. Siyasi reformlarla ülke
demokrasiye yöneldiğinde, Kral Frankoculuğu terk ettiği için, bu iki
emir çelişkili hale geldi; askerlerin çoğu iki arada bir derede kaldı:

1 Discursosy mensajes deljeft del estado. 1968-1970, Madrid, Publicaciones Espafıolas,


1971, s. 108.
2 Bkz. Pueblo, 24. 1 1 .1966, aktaran Juan Pablo Fusi, Espafıa, de la dictadura a la
democracia, Barselona, Planeta, 1979, s. 236.
3 Discursosy mensajes deljeft del estado, 1960-1963, Madrid, Publicaciones Espafıolas,
1964, s. 397.
4 Franco'nun vasiyeti için bkz. Stanley G. Payne, El rtfgimen de Franco, Madrid,
Alianza Editorial, 1987, s. 649.

44
Şiddete başvurarak Franco'nun birinci emrine uymakla, -ilkiyle
çeliştiğini, onu geçersiz kıldığını kabul ederek- ikinci emre uymak,
dolayısıyla demokrasiyi kabullenmek arasında bir seçim yapmak
zorundaydılar. Bu kararsızlık, 23 Şubat'ın temel bileşenlerinden
biridir; ayrıca, ı 976 Temmuzu'nda başbakan olduğu günden beri,
Suarez'in etrafında darbe söylentilerinin dolaşıp durmasını da açık­
lamaktadır. ı 98ı yılının başlarında, ı 977 yılının ocak ya da nisan
aylarında olduğundan daha yoğun değildi söylentiler; ama siyasal
konjonktür, hiçbir zaman ı 98ı yılının başlarındaki kadar darbeye
elverişli olmamıştı.
ı 980 yazından itibaren, ülkedeki kriz gitgide derinleşiyordu.
Çoğu insan, Paris Match muhabirinin teşhisine katılıyordu: Eko­
nominin durumu kötüydü; rnerkezsizleşme devleti zayıflatıyor,
askerleri çileden çıkarıyor; partisi dağılmakta olan Suarez duruma
hakim olamıyor, muhalefet onun işini bitirmeye çalışıyor; demok­
rasinin çekiciliği birkaç yıl içerisinde sona ermiş gibi gözüküyordu.
Sokakta hissedilen şey, güvensizlik, kötümserlik ve korkuydu. 1
Jandarma ve orduyu hedef alan, özellikle ETNnın saçtığı terör, o
zamana kadar görülmemiş bir boyuta ulaşmıştı. Tablo korkunçtu;
olağanüstü hal uygulamasından dem vurulmaya başlamıştı. Yalnız­
ca öteden beri darbe yanlısı olanlar değil, -eski bir cumhuriyetçi ve
özerk Katalan hükümetinin eski başkanı olan, ı 979 yazından beri,

Büyünün bozulması, o dönemi iyi nitelendiren bir tespittir; bir gerçekliği yan­
sıtıyor çünkü: 1976 yılının ikinci yarısında, Suarez'in iktidara gelişinden kısa
bir süre sonra, İspanyolların yüzde 78'i, siyasi kararların halk tarafından seçilen
temsilciler tarafından alınmasını tercih ediyordu. Anayasanın kabul edildiği 1978
yılında, onların yüzde 77'si, kendini sıkı demokrat olarak tanımlıyordu. Ama
lnstituto Metroscopia'ya göre, diğer yönetim biçimleri yerine demokrasiyi tercih
eden İspanyolların oranı yüzde SO'yi zar wr buluyordu; diğerleri, diktatörlüğe dö­
nüşü desteklemeseler de, kararsız ya da kayıtsızdı. (Bu verilerin Mariano Torcal
Loriente'den aldığım ilk ikisi için bkz. "El origen y la evoluci6n del apoyo a la
democracia en Espafıa", Rt!'Vista espariola de ciencias politicas, 18 Nisan 1980, s. 50;
Joaquin Prieto'dan aldığım üçüncüsü için bkz. El Pafs, 28.10.2007.)

45
doğru yoldan sapan demokrasinin yönünü düzeltebilecek bir tarz
değişikliğinden söz edip duran, 1980 Temmuzu'nda "ülkeyi ayağa
kaldırmak için neşter vurulması"nı talep eden Josep Tarradellas
gibi- demokrasi yanlısı eski aktivistler de vardı bunların arasın­
da. ı Tarz değişikliği, neşter vurmak, yön vermek: 1980 yazından
beri, Temsilciler Meclisi'nin koridorlarındaki sohbetler, iktidarın
küçük Madrid'indeki öğle ve akşam yemekleri, siyasi toplantılar
ve gazetelerdeki makaleler bu ürkütücü terminolojinin hakimiyeti
altındaydı. Örtmeceli ifadelerdi bunlar; daha doğrusu, herkesin
kişisel ilgisi çerçevesinde uydurduğu yüzeysel düşüncelerdi. Hep­
sinin -darbeci yankılanıma yol açmanın dışında- tek ortak özel­
liği vardı: Demokratlar için olduğu kadar Frankocular için, Felipe
Gonzales'in sosyalistleri ve Santiago Carrillo'nun komünistlerinin
çoğu için olduğu kadar Blas Piiiar'ın2 ya da Giron de Velasco'nun3
aşırı sağcıları için, bunalımın tek sorumlusu Adolfo Suarez'di ve
bunalımı sona erdirmenin biricik yolu onu iktidardan indirmekti.
Mantıken haklı bir İstekti aslında bu; çünkü o yazın çok önce­
sinden beri, etkisiz bir siyasetçiydi Suarez; ama siyaset -özellikle
ordunun içinde ve dışında pek çok düşmanı olan, daha yeni devreye
girmiş, kuralları henüz oturmamış, son derece kırılgan bir demok­
rasideki siyaset- aynı zamanda bir biçim meselesidir ve burada
sorun içerikle değil, biçimle ilgilidir: Sorun, Suarez'in kapı dışarı
edilmesiyle değil, nasıl kapı dışarı edileceğiyle ilgilidir. Egemen

1 "Yön verme gereği"nden ilk kez 14 Haziran 1979'da söz etti Tarradellas; bkz. Juan
Blanco, 23-F. Cronicafiel.., s. 49; El Alcdzar, 04.07. 1980; ama eski Katalan baş­
kan, mayıs ayının ilk pazar günü El Pais e şu açıklamayı yapmıştı: "Yön vermek için
'

kuwetli ve hızlı bir müdahale yapılmazsa, neşter vurmak gerekecektir." Santiago


Segura ve Julio Merino tarafından yapılan alıntı için bkz. Las vfsperas del 23-F,
Barcelona, Plaza y Janes, 1984, s. 286.
2 Hlas Piöar (1918-2014): Franco rejimine sıkı sıkıya bağlı, aşırı sağcı siyasetçi -çn.
3 Giron de Velasco (1911-1995): Franco diktatörlüğü döneminde öne çıkan faşist
siyasetçi -çn.

46
sınıfın bu soruya vermesi gereken yanıt, 1981 İspanyası'nın hayli
zayıf demokrasisinde verilebilecek tek yanıttır: Seçim yoluyla; ama
onların bu soruya bir ağızdan verdikleri yanıt farklıdır: Ne paha­
sına olursa olsun. Gaddarca bir yanıttır bu; büyük ölçüde kendini
beğenmişliğin, gücü elinde bulundurmanın yarattığı açgözlülüğün,
Adolfo Suarez'in tahammül edilmez varlığına tolerans gösterme­
ye devam etmektense demokrasiyi baltalamak isteyenlere fırsat
yaratmayı tercih eden bir hamlığın ürünüdür. 1980 yazından beri,
siyasetçiler, işadamları, sendika yöneticileri, din adamları ve gaze­
tecilerin, her Allah'ın günü, -parlamento dışı kestirme yollar kur­
gulayarak, yeni anayasal düzeni kurşunu namluya sürmekle tehdit
ederek, darbeciliğin ideal yakıtı olan kargaşayı fıtilleyerek- anaya­
saya uygunluğu hayli kuşkulu, zaten sendelernekte olan hükümeti
tökezletecek çözümleri kurcalayabilmek için hezeyanla duru­
mun ciddiyetini abartmaları başka türlü açıklanamaz. Suarez'in
o dönemde "büyük Madrid lağımı" diye andığı iktidarın küçük
Madrid'inde, bu tür çözümler -tarz değişikliği, neşter vurmaK., yön
vermek- hiç kimse için bilinmedik bir şey değildi; basının bunların
herhangi birinden -genellikle özendirerek-dem vurmadığı günler
sayılıydı. Bir gün -Suarez'in ilk hükümetinde başbakan yardımcısı
olan, sağcı milletvekili- Alfonso Osorio'nun, ertesi gün -Kral'ın ilk
hükümetinde dış işleri bakanı olan, sağcı milletvekili- Jose Maria
de Areilza'nın başkanlık edeceği topadayıcı hükümetten söz edili­
yor; bir gün -Temsilciler Meclisi başkanı ve Suarez'in partisindeki
Hıristiyan demokratların lideri- Landelino Lavilla'yı koalisyon
hükümetinin başına getirmeyi hedefleyen Quirinal Operasyo­
nu'ndan, ertesi gün itibar sahibi bir askeri, Aıvaro Lacalle Leloup,
Jesus Gonzalez del Yerro ya da -kralın eski sekreteri, 23 Şubat'ın
lideri- Alfonso Arınada'yı birlik hükümetinin başına getirmeyi
hedefleyen De Gaulle Operasyonu'ndan dem vııruluyordu. Nere­
deyse her konuda birbiriyle çatışan tipierin güçlü bir hükümet

47
talebinde hemen birieşivermelerine tanık olmadan bir hafta geçir­
mek mümkün değildi; bunların çoğu, askerler tarafından yönetilen
ya da askerlerin gözetiminde olan, kraliyeti karışıklıktan koruyacak,
diktatörlükten demokrasiye geçiş sürecinde ortaya çıkan başıboşlu­
ğun yarattığı kaosu ıslah edecek, kimilerinin aşırılık olarak gördüğü
şeylere set çekecek, terörü önleyecek, ekonomiyi canlandıracak,
özerkleşmeyi rasyonelleştirecek, ülkede yeniden huzuru sağlayacak
bir hükümet olarak yorumluyordu güçlü hükümeti. Bu, her gün
önümüze sürülen öneriler, dedikodular, entrikalar çorbasıydı. Ve
aşırı sağcı El Aleazar'ın parlamento muhabiri Joaquin Aguirre
Bellver, 2 Aralık 1980 günü, Temsilciler Meclisi'nin siyasal atmos­
ferini şöyle tasvir ediyordu: "Alaturka darbe, idari yönetim, ıslahat
hükümeti . . . Pavia'nın atları1 yarışıyar [ . . . ] Şu an herhangi bir darbe
formülüne sahip olmayan tek kişi, Bay Hiç K.imse'dir. Bu arada,
kimsenin umursamadığı Suarez ise koridorlarda tek başına gezinip
durmaktadır."2 Karşısına çıkan darbecilik fırsatını değerlendiren
Aguirre Bellver, yaptığı sıralamada -kısa bir süre önce Ttirkiye'de
General Evren'in ve ondan neredeyse yüz yıl önce İspanya'da
Pavia'nın başrol oynadıkları- askeri darbelerle teorik olarak ana­
yasal olan siyasi operasyonları3 kasten karıştırıyordu. Sahtelcirca
yapılan, ölümcül bir karışımdı bu; 23 Şubat, bu karışırndan pey­
dahlandı: Siyasi operasyonlar, darbeyi besleyen plasentaydı; onun
argümanları nı ve mazeretlerini tedarik etti; egemen sınıf, hükümeti

1 Pavia'nın atları: 19. yüzyılın sonlarında Temsilciler Meclisi'ne atının sırtında


girdiği rivayet edilen darbeci General Manuel Pavia'ya ( 1 827-1895) gönderme
yapıyor -çn.
2 Joaquin Aguirre Bellver, "Al galope", ElAlctizar, 02.12.1980, El ejicito ca/la, Mad­
rid, Ediciones Santafe, 1981 içinde, s. 129-130.
3 Anılan farklı siyasi operasyonlar için bkz. Xavier Domingo, "Areilza aspira a
la Moncla", Cambio 16, no. 456, 3 1 .08.1980, s. 19-21; Miguel Angel Aguilar,
"Sectores fınancieros, militares y eclesiıisticos proponen un 'Gobiemo de gesti6n'
con Osorio", El Pafs, 27. 1 1.1980; Jose Oneto, "La otra operaci6n", Cambio 16, no.
470, 01. 12.1980, s. 21.

48
bir askere sunma ya da kargaşadan kurtulmak için askerlerden
yardım isteme olasılığını açıkça tartışarak, demokrasiyi ortadan
kaldırmak için siyasete müdahale etmeyi talep eden bir orduya
siyasetin kapısını araladı ve ordu, 23 Şubat günü, bu kapıdan paldır
küldür içeri daldı. Suarez'e gelince, Aguirre Beliver'in darbe kışında
yaptığı onunla ilgili tasvir tamamen doğruydu ve insan ister iste­
mez onun Temsilciler Meclisi'nin koridorlarındaki yalnızlığının 23
Şubat günü toplantı salonundaki yalnızlığını önceden işaret ettiği­
ni düşünüyordu: darbeden önceki aylar boyunca, bütün siyasilerin,
ülkenin egemen sınıfının kendisine karşı komplo kurduğunu hisse­
den kayıp bir adam, ömrünü tamamlamış bir siyasetçi. Ama bunu
hisseden, yalnızca kendisi değildi: "Hepimiz Komplo Kuruyoruz",
aralık ayının başlarında günlük ABC gazetesinde yayımlanan, Pilar
Urbano'nun yazdığı makalenin1 başlığıydı; makalede, başkentteki
bir salonda, akşam yemeğinde bir araya gelen gazeteciler, işadam­
ları, diplomatlar ve farklı partilere mensup siyasetçilerden oluşan
bir grubun Suarez'e karşı çevirdiği entrikalardan söz ediliyordu.
Bunu hisseden, yalnızca kendisi değildi: Büyük Madrid lağımında,
iktidarın küçük Madrid'inde, çoğu insan bütün gerçekliğin Adol­
fo Suarez'e karşı komplo kurduğunu hissediyordu. 1980 yılının
sonbaharında ve kışında, bilerek ya da bilmeden, büyük entrika
yığınının (ya da Suarez'in entrika olarak hissettiği şeyin) oluşu­
muna karınca kararınca katkıda bulunmamış tek bir egemen sınıf
mensubu kalmamıştı.

1 Pilar Urbano, ABC, 03.12.1980.

49
3

Suarez'e karşı gazeteciler entrika çevirirler (ya da Suarez,


onların kendisine karşı entrika çevirdiklerini hisseder). Bunlar,
aşırı sağın gazetecileridir elbette. Her gün saldırıdar Suarez'e ;
çünkü onu ortadan kaldırmanın demokrasiyi ortadan kaldır­
makla aynı şey olduğu kanısındadırlar. Sayıları çok değildir ama
önemlidirler, çünkü kışlalara yalnızca onların yazdığı gazete ve
dergiler -El A/cdzar, El Imparcial, Hera/do Espaiıol, Fuerza Nueva,
Reconquista- girmektedir. Durumun göründüğünden kötü olduğu;
eğer sorumsuz, bencil ve korkakça bir tutumla, İspanya'yı uçuru­
ma sürüklemekte olan haysiyetsiz politikacı takımının suç ortağı
olmak istemiyorlarsa tehlikede olan vatanı kurtarmak için vakit
geç olmadan müdahale etmeleri gerektiği konusunda askerleri ikna
etmektedirler. Darbeyi azmettirme çabaları demokrasi döneminin
başından beri kararlılıkla sürdürülmektedir, ama 1980 yazından iti­
baren apaçık sergilenmeye başlamıştır. Haftalık Heraldo Espanalun
7 Ağustos tarihli sayısının ön sayfasında şaha kalkmış devasa bir at
ve bütün sayfayı kaplayan bir manşet vardır: "Bu ata kim binecek?

50
Bir general aranıyor"; iç sayfalarda yer alan, Fernando Latorre
takma adıyla yazılmış bir makalede, şiddet yanlısı bir darbeden
kaçınılması, ılımlı bir darbe yapılarak milli birlik hükümetinin
başına bir generalin getirilmesi önerilmekte, aralarında General
Alfonso Arınada'nın da olduğu kimi isimler zikredilmekte, birini
acilen seçmesi için Kral'a iki darbe seçeneği sunulmaktadır: "Ya
Pavia, ya Prim 1: Hangisi seçilse olur."2 1980 yılının sonbahar ve
kış aylarında, hele 23 Şubat'tan önceki haftalarda, özellikle aşırı
sağın belki en kavgacı ama kesinlikle en etkili yayın organı olan El
Alctizar'da, bu tür vaazlar gündelik alışkanlığa dönüşmüştür. Orada,
aralık ayının sonlarıyla şubat ayının başları arasında, Almendros
adıyla imzalanmış üç makale yayımlanı� (bu takma ad, bir grup
emekli generali temsil eden, ihtiyat subayı General Manuel Cabeza
Calahorra'yı perdeliyordu muhtemelen). Bu makalelerde, ordunun
ve Kral'ın müdahale ederek demokrasiyi kesintiye uğrarmaları
talep edilir. Darbeden on beş gün önce de, Suarez'in beş yıl önceki
ilk hükümetinde başbakan yardımcısı olan, ihtiyat subayı General
Fernando de Santiago, "Situacion limite"4 başlıklı makalede dile
getirmiştir bu talebi.5 24 Ocak günü, gazetenin yöneticisi Antonio
Izquierdo şöyle yazar: "Her şeyden haberdar oldukları söylenen
kimliği gizli, ihtiyatlı kimi görevliler, basın ve finans aleminden
tanıdıklarına, darbenin eli kulağında olduğunu, iki aya kalmadan
her şeyin çözümleneceğini ifade ediyorlar. "6 Darbe onca gizlilikle

1 Prim: 1843'te ihtilal yaparak iktidan ele geçiren General Juan Prim (1814-1870) -çn.
2 Fernando Latorre, Merlin takma adıyla, Las Brujas, Heraldo Espanol, 07.8.1 980.
3 Almendros'un El Alcazarda yayımlanan üç makalesi: "Amilisis politico del
momento militar", 17.12.1980; "La hora de !aso tras instituciones", 22.01.1981;
"La decisi6n del ınando supremo", 01.02.1981.
4 Situaci6n limite: Olağanüstü hal -çn.
S Fernando de Santiago, "Situaci6n limite", El Alcazar, 08.02.198 1 .
6 Antonio hquierdo, Telemetro takma adıyla, "La guerra de las galaxias", EIAicdzar,
24.01. 1981.


tezgahlanmış olmasına rağmen, 23 Şubat'tan bir önceki gün, dik­
katli kimi okurlar, büyük günün ertesi gün olduğunu bilmektedir:

.,...._. -..... aıouıaoo

Todo

• En cualquier caso, la victoria dal seiior


IQI
Calvo Sotelo sera inestable ,..,
�- .,.""'""5"..... - ' ,.;

e ı :, ; ı ı , , ı , 'ıf'ı ı • , ı f' , ı ı:fi i ı , fti ı; iı fi , ,p ı ıa


52
22 Şubat Pazar sabahı, El Aleazar'ın kapak sayfasında, üç sütu­
nu kaplayan boş Temsilciler Meclisi salonu, fotoğrafın altında ise,
gazetenin zaman zaman kullandığı, kapak sayfasının gerekli bilgiyi
verdiği uyarısını yapan kırmızı daire işareti vardır. Gerekli bilgi, ucu
Temsilciler Meclisi salonunu işaret eden ve içerisinde "Pazartesi
günü yapılacak oturum için her şey hazır" yazan iri ok işaretiyle,
yöneticinin kaleme aldığı, fotoğrafın sağında yer alan metni düz bir
çizgiyle birleştirerek edinilmektedir. Metinde düz çizgiyi imleyen
ibare, ertesi gün Yarbay Tejero'nun Temsilciler Meclisi'ne gireceği
saati verir: "Pazartesi günü saat 1 8:30'dan önce." Muhtemelen 23
Şubat akşamı Temsilciler Meclisi'nde olan milletvekillerinin hiç­
biri önceden bilmiyordu vuku bulacak olan şeyi; ama El Aleazar ın
yöneticisi ve onun mesai arkadaşlarından biri biliyordu. Dört tane
soru var burada: Bu bilgiyi onlara kim vermişti? Bunu başka kimler
biliyordu? Kim durumdan vazife çıkarmıştı? Bu kapakla kimi uyar­
maya yeltenmişti gazete?1

Yerebileceğim kesin yanıtlar yok bu sorulara; ama yapabildiğim kestirimler var.


Gazete, ertesi gün Valensiya'da isyana kalkışacak olan General Milans del Bosch
ya da onunla birlikte çalışanların birinden, daha büyük bir olasılıkla da Franko­
cu Sindicato Vettical'in eski başkanı olan ve darbeden önceki aylarda Milans del
Bosch ile Tejero arasındaki ittibatı sağlayan Juan Garda Carres'ten almış olabilir
bu bilgiyi. Hem Milans del Bosch hem de Garcia Carres, ElAleazar'la yakın ilişki
içerisindeydi. Ayrıca aşırı sağcı kesimin lideri, Confederaci6n de Combatientes'in
başkanı, Garcia Carres'in yakın arkadaşı Jose Antonio Gir6n de Velasco da bili­
yordu muhtemelen. Cabeza Calahorra ve Fernando de Santiago ile bağlantıları
olan ihtiyat subayı kimi generalleri ve Gir6n de Velasco ile bağlantıları olan -aşırı
sağın meclisteki tek temsilcisi, Fuerza Nueva'nın lideri Blas Pifıar dışındaki-Fran­
kocu eski bakanları da hesaba katmak gerekir elbette. Bilen başkaları da vardı,
ama sayıları çok fazla değildi. Her halükarda, fanteziyle, -lafı uzatmadan söyleye­
lim- kuruntuyla beslenen bir alandayız: 5 Şubat' ta, sağcı parti lideri Manuel Fraga,
günlüğüne şu notu düşmüş: "Bunların hepsi tevatür [ ... ]. Bir kahin, darbe için ayın
24'ünden dem vuruyor" (En busca del tiempo servido, s. 232); ayın 13'ünde, polise
yapılan ve itibar edilmeyen bir ihbarda, ayın 23'ünde darbe olacağı söyleniyor (El
enigma del Elifantes, s. 233); ayın 18'inde piyasaya çıkan, boş zaman ve turizmle
ilgili aylık ticari havacılık dergisi Spic'te, yöneticinin yazdığı makalede şu satır­
lar seçiliyor: "23 Şubat günü darbe olacağına dair bir beklentimin olduğu doğru

53
Suarez'e -ve demokrasiye- karşı entrika çevirenler, yalnızca aşırı
sağcı gazeteciler değildir; ona karşı demokrat gazeteciler de entrika
çevirmektedir, ya da Suarez öyle olduğunu hissetmektedir. Köşeye
sıkıştırılmış bir insanın duygusudur bu; ama yersiz bir duygu olma­
yabilir. Frankoculuğun son, geçiş sürecininse ilk yılları, gazetecilikle
siyaset arasında tuhaf bir sembiyozun, siyasetçilerle gazeteciler
arasında ise dostluğun gelişmesi için elverişli bir ortam yaratmış;
bu durum, ikinci gruptakilerin kendilerini diktatörlükten demok­
rasiye geçiş döneminin önde gelen kahramanları olarak hissetme­
lerine yol açmıştı. Ancak 1 980'e gelindiğinde, bu suç ortaklığı, en
azından Suarez'le -iktidar tarafından önemsenmediğini düşünen,
bunu ülkenin kötü bir dönemden geçiyor olmasına yoran- basın
arasındaki suç ortaklığı bozulmuştu. O dönemde basının yaşadığı
kibir bunalımı, Suarez'in yaşamakta olduğu kibir bunalımının (ve
ülkenin yaşamakta olduğu kibir bunalımının) çevirisiydi; kimi
gazeteciler hükümete uygulayacağı siyaseti dikte etmeyi görev
edinmiş oldukları ve Suarez'i bir madrabaz, lanetli bir siyasetçi
olarak gördükleri için, medyanın büyük bir bölümünde, Suarez'e
acımasızca, hırçınca eleştiriler yöneltiliyordu. Medya, bu tutumuyla
darbedliğin özendirilmesine katkıda bulunuyor, olağanüstü hal
hordağını besleyerek, sayfalarını sürekli olarak siyasi operasyon,
şiddet yanlısı ya da ılımlı darbe olacağı söylentilerine açarak, muh­
temel bir darbeyi önlemek yerine ona zemin hazırlıyordu. Dört
buçuk yıllık iktidar dönemi -Özellikle Suarez için çok hareketli ve
yoğun geçen dört yıl-, birçok düşmanın türemesi için oldukça elve­
rişliydi: Önceleri dalkavukluk yaparken kısa bir süre sonra hakir

değil... bilmiyorum üstelik (ademas no se}" (Pilar Urbano, Con la venia . , s. 363);
..

kuruntunun sonu yok: "Ademas" sözcüğü 6, "no" sözcüğü 2, "se" sözcüğü 2 harften
oluşuyor; sonuç: 6:22, hemen hemen Yarbay Tejero'nun Tem�ilciler Meclisi'ne
daldığı an. Ayın S'inde, 13'ünde, hatta 18'inde, darbenin tarihinin ve saatinin he­
nüz belirlenmemiş olduğunu belirtmemiz gerek.

54
görmeye başlayan küskün gazeteciler vardı; eleştiren gazeteciyken
karnikaze gazeteciye dönüşenler vardı; Diario 16 ile dönernin en
önemli haftalık siyasi dergisi Cambio 1 6'yı çıkaran Grupo 1 6 gibi,
1980 yazında Suarez'e karşı kendi partisindeki belli başlı kişilerin
bile özendirdiği vahşi bir kampanya başlatan yayıncılık grupları
vardı; hiç kuşkusuz geç Frankoculuk döneminin en etkili gazetecisi
olan, Suarez tarafından Franco'nun biricik partisi Movirniento'nun
yayın organındaki ayrıcalıklı görevinden uzaklaştınldıktan sonra
başbakana karşı nihayetsiz kin duyan, darbeden birkaç gün önce,
ABCdeki sütununda, yön verrnek üzere neşter vurolduktan sonra
alaşağı edilecek Suarez'in yerine General Arınada'nın geçmesinden
dem vuran E milio Romero benzeri örnekler vardı. ı Demokrasi
döneminin hatırı sayılır gazetecisi Luis Maria Anson olayı, değişik
ve daha karmaşık bir örnek.
Monarşi davasının kıdemli harnilerinden biriydi Anson; Suarez,
'60'lı yıllarda, ABCde yayımlanan bir makalesinde Franco'ya haka­
ret ettiği için yargılanacağını düşünerek ona arka çıkmıştı. '70'li
yılların ortalarında ise Anson, Suarez'e arka çıktı: Blanco y Negro
dergisini yönetirken, müstakbel Kral'ın yönlendirmesiyle Suarez'in
siyasi kariyerini destekledi; hükümet başkanlığına aday olması için
teşvik etti ve atanrnasını, Gaceta 1/ustrada'da, reform yanlısı basında
alışılmadık bir coşkuyla kutladı. Son olarak yine Suarez, Anson'a
arka çıktı: Atanmasından yaklaşık iki ay sonra, gazeteci Anson'u
devlet haber ajansı EFE'nin başına getirdi. Anson 1982'ye kadar
ajansın başında kalmış olsa da, birkaç ay sonra, Suarez'in zayıf,
falanjist geçmişi yüzünden kornpleksli bir siyasetçi olduğunu, yeni
demokrasinin olanaklarını sola teslim ettiğini hissettiğinde, bu
karşılıklı kayırma faslı nihayete erdi; o andan itibaren, Suarez'in
arnansız muhalifine dönüştü Anson; amansız ve aleni: EFE'nin

1 Emilio Romero, "Las tertulias de Madrid", ABC, 3 1 .01.1981.

55
yemek salonunda siyasetçiler, gazeteciler, sermayeciler, din adam­
ları ve askerleri topluyor; o toplantılarda, en başından beri, eskiden
sponsorluğunu yaptığı başbakaola ilgili hoşnutsuzluğu körüklü­
yordu. Ayrıca, Francisco Medina'ya göre, 1977 sonbaharından iti­
baren, 1958 Nisanı'nda General De Gaulle'ün iktidara gelmesine
ve Beşinci Fransa Cumhuriyeti'ni kurmasına yol açan olaylardan
esinlenen bir tür demokrasiyi düzene sokma planını -aslında gizli
bir darbeyi- gündeme getirip durmuştu.1 Bu plana göre, ordu,
Suarez'in istifasını alması ve başına bir teknokratın getirileceği -
düzenin yeniden tesis edilmesi, terörün akıttığı kanın önünün alın­
ması ve ekonomik krizin üstesinden gelinmesi amacıyla anayasal
meşruiyeti belli bir dönem boyunca askıya alacak- siyaset dışı bir
milli birlik ya da kurtuluş hükümeti oluşturması için Kral'a ihtiyatlı
bir biçimde baskı yapacaktı. Hükümetin başına bir askerin getiril­
mesi, büyük ölçüde doğaçlama ve şaşkınlığa yaslanması, anayasal
düzenden doğrudan kopuşu içermesi hususlarını da eklerseniz,
23 Şubat akşamı darbecilerin uygulamak istedikleri plandır bu.
Anson'un -anılarında kendisinden "yıllarca" bağlantısını sürdürdü­
ğü "iyi bir arkadaş" olarak söz eden- General Armada2 ile ilişkisi,
onları bir araya getiren monarşiye derinden bağlı oluşları, kimi
tanıklıklara göre Anson'un Arınada'nın planiarına göre darbeden
sonra kurulacak hükümette bakan olarak gözükmesi, 23 Şubat'tan
sonra, EFE'nin, generalin isyanın lideri olduğunu kabul etme­
mekte direnmesi, Anson'un Suarez'le siyasi savaş halinde oluşu ve
ebedi entrikacı olarak yaptığı şöhret, üzerindeki kuşkuların zaman­
la büyümesine yol açtı.3 Bununla birlikte, Anson'un Arınada ile

Francisco Medina, 23-F, la verdad, Barcelona, Plaza y Janes, 2006, s. 89-117.


2 Al servicia de la Corona, s. 92.
3 Bkz. Jose Luis Gutierrez, "Arınada & Anson", Diario 16, 02.03. 1981. Arınada
hükümeti için, 320. sa}fadaki dipnota bakınız. Su:irez ile Anson arasındaki ilişki
için, bkz. Gregorio Moran, Adolfo Sudrez, s. 40-42, 189, 297-298, 305-306 ve Luis

56
ilişkisinin General'in iddia ettiği ölçüde yakın olmadığı da ortada­
dır: Gazeteci, Arınada'nın varsayılan hükümet listesinde, generalin
darbenin garantörleri olarak kendilerine biçrnek istediği rolden
bihaber bir yığın demokrat siyasetçiyle birlikte gözükmektedir;
EFE'nin, kralın eski sekreterinin askeri isyanın lideri olduğunu
kabul etmemekte direnmesi ise, 23 Şubat'ın hemen ertesinde hayli
yaygın olan kuşkuculuğun bir tezahürüdür. Darbe fikrine gelince,
onu tasarlayan ve büyük bir başarıyla yayan, büyük bir olasılıkla,
-De Gaulle'ün Fransa'da iktidara gelişinden hemen sonra Ecole de
Guerre'nin1 öğrencisi olarak Paris'e gelen ve bu olayın sonuçlarını
yakından gözlemleyen- General'in ta kendisiydi; darbe fikri, ı 980
yazından beri iktidarın küçük Madrid'inde yaygın bir biçimde
dillendirilip duruyordu ve Suarez'i iktidardan defetmenin olası
biçimlerinden biri olarak, bir askeri, kurulacak koalisyon, topar­
lanma ya da birlik hükümetinin başına geçirme hipotezini hesaba
katmayan tek bir siyasi parti yoktu. Kısacası, Arınada'nın üniter bir
hükümetin başına geçirilmesi fikrinin Anson'dan çıkmış olduğuna
dair ciddi bir ipucu bulunmamaktadır; öte yandan, Anson'un askeri
darbeyle ilişkili olduğuna dair en küçük bir işaret gözükmemek­
tedir. Ancak, ı 980 yılının sonbahar ve kış aylarında, herhangi bir
anda, bu ivedi çözümü makul bulmuş olması ihtimalini göz ardı
etmemek gerekir; çünkü aynen yönetici sınıfın neredeyse bütün
üyeleri gibi kraliyeti ve ülkeyi felakete sürüklemekte olduğunu
düşündüğü hükümet başkanını yerinden edecek her çabayı özen­
dirdiği ortadadır.

Maria Anson, Don]uan, Barcelona, Plaza y Janes, 1994, s. 403.


1 Ecole de Guerre: Harp Okulu --çn.

57
4

Suarez'e karşı sermayeciler, işadamları ve sermayecilerle işadam­


larının kışkırttığı sağcı parti Alianza Popular da entrika çevirir (ya
da Suarez, onların kendisine karşı entrika çevirdiğini hisseder). Bu,
her zaman böyle olmamıştır elbette. Sermayeciler ve işadamları,
sağcı partiyi her zaman kışkırtmamışlar ya da her zaman aynı şevk­
le yapmamışlardır bunu. Sermayeciler ve işadamları, muhtemelen
iktidara geldiği andan itibaren hakir görüyor olsalar da (ekonomi­
den anlamadığı kanısında olmaları bunun nedenlerinden sadece
bir tanesidir), önceleri açıkça desteklemişlerdi Suarez'i. Çünkü onu
desteklemenin monarşiyi desteklemek olduğunu idrak etmişlerdi.
Monarşi ise onları, ayakçılıkla başladığı Movimiento'nun binasın­
da bütün kademeleri silip süpürdükten sonra hareketi avucunun
içi gibi bilen sempatik ve delişmen Suarez'in, kırk yıl boyunca
azami ölçüde faydalandıkları ama şimdi onlara sadece ayak bağı
olan, onları Avrupalı meslektaşlarının önünde malıcup eden
demode yapının yıkılınası işini yönetecek ideal ustabaşı olduğu­
na ikna etmişti. Suarez başardı: Görevini başarıyla gerçekleştirdi;

58
gerçekleştirdiğine göre, gitmeliydi: Sermayedarların ve işadamları­
nın çoğunun düşüncesi buydu. Ama Suarez gitmedi; tam tersine,
ustabaşılığa yükselen ayakçı kendisini mimar sandı, diktatörlüğün
yıkılan binasının yerine demokrasinin parıltılı binasını yükselt­
meye başladı. Sorun bu noktada ortaya çıktı: kabul edilmek için
yıllarca didindikten sonra, defalarca seçilmiş olmanın verdiği
cesaretle, onları atlatmaya, tavsiyelerine ve sırtını sıvazlayışlarına
kulak asmamaya, onlardan sakınmaya, onları görmezden gelmeye,
küçümsemeye, onlara küçümsemek olarak yorumladıkları jestlerle
karşılık vermeye, nihayet onları Moncloa'ya kabul etmemeye, onu
aradıklarında telefona çıkmamaya ve kendisini yola getirmek için
yapılan uyarıları duymazdan gelmeye başladı Suarez. Böylece, belki
öteden beri içten içe kuşkulanmakta oldukları -ve faturasını ona
çıkaracakları- bir şeyi açıklığa kavuşturdular: Eski şirin ayakçının
ruhunda, başkentin en güçlüsüne meydan okuma hayalini kin
besleyerek kuluçkaya yatıran taşralı işgüzar vardı. işlerin gitgide
kötülediğini fark ettikçe, sürüncemede kalan devrim üzerinden
gençliğindeki falanjist eğitimden kurtulma konusundaki becerik­
sizliğine, genç ve parlak sosyalist lider Felipe Gonz:ilez'le rekabet
etme arzusuna, El Pais gazetesinin rızasıyla balışedilen demokratik
katkısızlık belgesini kazanma saplantısına bağladıkları, Suarez'i
hayli yoran, gecikmiş, hazırlıksız sosyal demokrat yönelimini de
açıklığa kavuşturdular. 1 980 yılında, Su:irez'in izlediği siyasetin
ekonomik krizi derinleştirmekten ve devleti bölmekten başka bir
sonucu olmadığına da böyle karar verdiler. Aynı şekilde, avaının
arasından gelen bu sıradan insanın düzmece bir başkanlık icra
etmekte olduğu hükmüne de vardılar; çünkü gücünü, kendisini
seçen ve dört yıl boyunca destekleyen sağdan alıyor ama solun
lehine çalışıyordu. Böylece, sonuca varmakta gecikmediler: Bu
hesapsız kitapsız, küstah zıpçıktının başkanlığı ne pahasına olursa
olsun sona ermeliydi. O nedenle, darbeden önceki sonbahar ve kış

59
aylarında, sermayeciler ve işadamları, felakete sürüklenmekte olan
ülkede kabusu körüklediler; sağın hazırladığı, Suarez hükümetine
karşı yapılan onca siyasi operasyona arka çıktılar; partiyi dağıtmak,
kopardıkları kişileri azınlıktaki Alianza Popular'da birleştirmek,
böylece bir siyasetçi, bağımsız bir teknokrat ya da itibar sahibi bir
askerin başkanlık edeceği yeni bir hükümet, bir koalisyon, topar­
lanma ya da birlik hükümeti, her halükarda parlamenter çoğunluğa
yaslanan güçlü bir hükümet oluşturmak için, partinin hükümeti
destekleyen daha tutucu kesimlerinin huzursuzluğunu pekiştirdiler.
Suarez tarafından ihlal edilen olağan düzeni yeniden tesis etmesi
öngörüldüğü için, bu çoğunluğa "olağan çoğunluk" diyorlardı; bu
olağan çoğunluğun olağan liderliğini yalnızca Alianza Popular' ın
lideri üstlenebileceği için, sermayeciler ve işadamları, Manuel
Fraga'yı1 olağan çoğunluğun lideri olarak benimsediler.
1 980 yılının sonbahar ve kış aylarında Fraga'nın Suarez'e karşı
entrika çevirmiş olması (ya da Suarez'in, Fraga'nın kendisine karşı
entrika çevirdiğini hissetmiş olması), kaçınılmaz denilebilecek,
mantığa uygun bir edimdir. Bu mantık, siyasal çerçeveyle sınırlı da
değildir: Su:irez'in bir gaspçı olduğunu düşünmek için, kimse Fraga
kadar sağlam gerekçelere sahip olamaz. Diktatörlüğün harika
çocuğudur Fraga. Yıllarca Franco'nun bakanlar kurulunda bulun­
muş, '70'lerin başlarında, liberal bir perdah çekildikten sonra, adeta
tarih tarafından Post-Frankoculuğun kılavuzu olarak atanmıştır.
Post-Frankoculuk, Frankoculuğun ıslah edilmiş, yapısı bozulmak­
sızın esnetilmiş halidir; Fraga'nın Frankoculuktan anladığı şeyin ta
kendisidir bu. Fraga'nın bu işi gerçekleştirecek entelektüel kapasi­
teye sahip olduğundan hiç kimsenin kuşkusu yoktur. O çok ünlü

1 Manuel Fraga (1922-2012): Franco rejiminin ideologlarından biri. İspanya'da de­


mokrasiye geçiş döneminde, 1976'da eski Frankocular tarafından bir seçim koa­
lisyonu olarak kurulan ve daha sonra partiye dönüşen Alianza Popular'ın kurucu
lideri -çn.

60
anekclotu hatıriamanın zamanıdır: Felipe Gonzalez, 1 980 yılının
mayıs ayında, Suarez için verdiği güvensizlik önergesi görüşülür­
ken, Temsilciler Meclisi kürsüsünden, Alianza Popular liderini
pohpohlamaya, Suarez'i küçük düşürmeye çalışarak, Fraga'nın dev­
leti kafasında taşıdığını söylemiştir. Doğru olsa da eksik bir meta­
fordur bu. Fraga'nın devleti kafasında taşıdığı doğruysa eğer, kafa­
sının devletten başka hiçbir şeyi almadığı kesinlikle doğrudur. Bu
anlamda, neredeyse bütün diğer anlamlarda olduğu gibi, Suarez'in
antitezidir Fraga. Seçkin bir öğrenci, zorlu bir muhalif, derya gibi
bir yazardır. Rejim değişikliği döneminde, her şeyi bilen, hiçbir
şeyi ya da anlaması gereken hiçbir şeyi, sözgelimi Frankoculuğun
yapısı bozulmadan esnetilemeyeceğini, çünkü ıslah edilemeyecek
bir sistem olduğunu ya da yalnızca, ıslahat tamamen onun yapısını
bozmaktan ibaretse ıslah edilebileceğini anlamayan biridir Fraga.
Bu dramatik entelektüel zafıyet, onun kalıtsal otoriter rejim yan­
lılığıyla, kurnaz olmayışıyla, '60'lı yılların sonlarından beri Franco
rejiminin muktedirlerinde yer etmiş olan sebepsiz güvensizlikle ve
Kral'la kişisel frekansının pek tutmuyor olmasıyla birleştiğinde,
Kral'ın rejim değişikliğini yönetmek üzere neden beklendiği gibi
Fraga'yı değil de kimsenin öngöremediği Suarez'i tercih etmiş
olduğu anlaşılıyor. Sonraki yıllarda, tehditkar mizacının, siyasi hoy­
ratlığının ve -o dönemde hiçbir şey bilmese de her şeyi, en azın­
dan anlaması gereken her şeyi anladığı izlenimi veren- Suarez'in
stratejik zekasının onun alanını -'70'li yılların teorik ve ilkeli
liberalini gericilerin köşesine sıkıştıracak ölçüde- daraltmış olması
da anlaşılıyor. Doyurulmamış tutkuların yarattığı hayal kırıklığını,
dinozor Frankocuların kuyruğuna takılıp ebeciiyen engebeli arazide
sürüklenerek avutmaya mahkum edilmiş olması da açıklık kaza­
nıyor. Ama darbeye birkaç ay kala, talih yüzüne güler Fraga'nın:
Suarez hiçbir şey anlamadan yok olup giderken Fraga mutluluktan
kabına sığamamakta, her şeyi bilen, her şeyi anlayan adam izlenimi

61
vermektedir. Son seçimlere -zorlama bir biçimde ılımlı olarak
nitelenen- bir koalisyonla katılıp bir avuç milletvekili çıkardığı için
Temsilciler Meclisi'ndeki gücü hala sınırlı olsa da, kamusal imajı
Franco rejiminin nostaljik biçaresinden farklıdır artık: Yıllarca
General Alfonso Arınada ile derin bir dosduk sürdürdüğü kraliyet
sarayında aranılan biri olur; ordu ve kiliseyle ilişkileri mükemmel­
dir; daha önce onu rafa kaldırmış olan işadamları ve sermayeciler
şimdi onu pohpohlamaktadırlar. Ve Suarez'in partisinin seçkin
simaları onu sıkıştırmakta, onu partinin gerçek lideri olarak gör­
mekte; onunla birlikte, hükümeti devirip yerine bir koalisyon,
toparlanma, vesayet ya da birlik hükümeti kurmanın en iyi yönte­
mini sorgulamakta, Suarez'in iktidarda kalmasını, ülkeyi mahvet­
mesini önleyecek herhangi bir şey tasarlamaktadırlar. Herhangi bir
şey, bir askerin başkanlığında kurulacak bir koalisyon, toparlanma,
vesayet ya da birlik hükümetidir; eğer o asker, arkadaşı Alfonso
Arınada ise, ne ala! Kendisinin darbeciliğe hevesli birçok asker için
siyasal nirengi noktası olduğunun farkındadır Fraga; dolayısıyla o
günlerde birçok insan gibi -belki de o günlerde herkesten daha
fazla- tartmıştır bu olasılığı: Günlükleri, siyasetçiler ve askerlerle
birlikte bunun tasarlandığı akşam yemeklerine ilişkin dipnottan
geçilmiyor;1 eski Madrid Belediye Başkanı Juan de Arespacochaga
gibi Alianza Popular'ın birçok seçkin üyesi, bu olasılığı açıkça
desteklemektedir; Arepacochaga'ya göre, parti yönetim kurulunun
birçok üyesi bu eğilimdedir.2 Suarez'in partisinin -parlamento söz­
cüsünün de aralarında olduğu- yöneticileriyle günaşırı toplanırken,

Bkz. Manuel Fraga, En busca del tiempo servido, s. 225-226 (22 Kasım: "General
Arınada'nın bir toparlanma hükümetine başkanlık etmeye hazır olduğuna ilişkin
kesin bilgi var elimde"); s. 231 (3 Şubat: Politik öğle yemeğinde, [Genelkurmay
ikinci başkanı olarak] Arınada'nın harekete geçmesinin öneminin altı çiziliyor; bir­
çok insanın 'çıkar yol' olarak gördüğü şeydir bu.")
2 Juan de Arespacochaga, Carta a unos capitanes (Birkaç Komutana Mektup), Madrid,
CYAN, 1994, s. 274-275.

62
tedirgindir Fraga. Ama dört yıl önce, Kral'ın hatası ya da uçarılığı
yüzünden kendisini başkanlık hedefinden alıkoyan madunun işinin
ne pahasına olursa olsun bitirilmesi gerektiği konusunda en küçük
bir tereddüdü yoktur. İlkbaharın sonlarında, yaptığı uyarıyla ülke­
yi tedirgin eder: "Eğer önlem almazlarsa, darbe kaçınılmaz hale
gelecektir"; 19 Şubat günü, darbeden dört gün önce, Temsilciler
Meclisi'nde yapar uyarısını: "Gerekliliği konusunda hepimizin
hemfikir olduğu bir tarz değişimi, bir yön değişikliği isteniyorsa
eğer, işbirliği yapmaya hazır olduğumuzu göreceklerdir. Yok isten­
miyorsa. . . Tekneyi tamir havuzuna indirmek, omurgasını ve maki­
nelerini inceden ineeye elden geçirmek gerekecek."1 Suarez'in geçiş
sürecindeki siyaseti yanlıştı; buna son verme ya da bunu düzeltme
zamanı gelip çatmıştı. 23 Şubat'ın hedefi tam olarak buydu. Tarz
değişikliği, neşter vurmak, yön vermek. Darbenin plasentasının
terminolojisi tam olarak buydu. Üstelik, 23 Şubat akşamı ve gecesi,
işadamları ve sermayeciler herkes gibi sessiz kaldılar, darbeyi ne
reddettiler ne de kabul ettiler. Ancak gece yarısından sonra, saat
ikiye doğru, Kral'ın televizyonda darbeye karşı olduğunu açıkla­
masıyla darbe teşebbüsünün başarısızlıkla sonuçlanması kesinleşir
gibi olduktan sonra, CEOE'nin2 başkanı, geçici yönetimin baş­
kanının zorlamasıyla, Temsilciler Meclisi'nin müsaderesine karşı
ve anayasaya saygılı olduğunu kamuoyuna duyurmaya karar verdi.
Aralarında Alianza Popolar'ın da olduğu siyasi partiler, sabahın
yedisine kadar bunu yapmaktan imtina ettiler.

1 ]uan Blanco, 23-F: Cronicafiel.., s. 135.


2 CEOE: İspanya İşverenler Konfederasyonu -çn.

63
5

Kilise de entrika çevirmekte midir, Suarez'e karşı? Kilisenin


kendisine karşı entrika çevirdiğini hissetmekte midir Suarez? Son
zamanlarda gazeteciler, sermayeciler ve işadamlarıyla, ülkedeki
siyasetçilerin neredeyse tümüyle bozuşmuş olduğu gibi, darbeden
kısa bir süre önce kiliseyle de arası açılmıştır Suarez'in; kiliseye
gelince, onu devirmek için elinden gelen her şeyi yapıp yapma­
dığı tartışmalı olsa da, kaderine terk ettiği ortadadır. Dindar, her
hafta ayine katılan, Katolik Hareketi'nin1 derneklerinde ve okul­
larında eğitilmiş, üstelik kilisenin İspanya'da olağanüstü gücünü
hala muhafaza ettiğinin ve onun desteğinin, son aylarda yaşadığı
geri dönüşsüz bozgunda elinde kalan pek az şeyden biri olduğu­
nun farkında olan Suarez için, kiliseyle arasının açılması müthiş
bir darbedir. Kilise -en azından kilisenin üst kademeleri ya da
üst kademelerinin önemli bir bölümü-, Franco'nun ölümünün
hemen öncesinde, diktatörlükten demokrasiye geçişi benimsemiş;

1 Katolik Hareketi: 19. yüzyılda, kilise dışındaki birçok grup tarafından Avrupa'da
oluşturulan, Katalikliğin yaygınlaştırılmasını amaçlayan hareket -çn.

64
1971'den beri İspanyol Kilisesi'nin meclis toplantılarına başkanlık
eden Kardinal Tarancon, iktidara gelişinden itibaren Suarez'le
bir suç ortaklığı kurmuş; Suarez, yıllar boyunca, kilisenin siyasal
dönüşümlere rağmen nihayetsiz ayrıcalıklı statüsünü koruma
kararlılığını tavsatınayı bir türlü başaramamıştır. 1980 sonbaha­
rında, Suarez ile Taraneonun araları açılır; buna yol açan şey, kilise
ve İspanyol sağının büyük bir bölümü için kabul edilemez bir
devrim olan boşanma yasasıdır. O dönemde iki yıldır görüşülmek­
tedir yasa; ama Hıristiyan demokrat bakanların denetimi altındaki
süreç, Suarez ile Tarancon arasındaki kişisel anlaşma çerçevesinde
kollanmakta, yasanın menzile ulaşması engellenmektedir. Ancak
o yılın eylül ayında, hükümeti sarsmakta olan periyodik krizler­
den birinin sonucu olarak, sürecin sorumluluğunu, başbakanın
partisindeki sosyal demokrat kanadın lideri üstlenir. Anılan kişi,
süreci hızlandım ve aralık ayının ortalarında, Temsilciler Meclisi
adalet komisyonunun, Suarez ile Taraneonun üzerinde anlaştıkları
metinden çok daha hoşgörülü bir boşanma yasası taslağını kabul
etmesini sağlar. Tepkisini derhal ortaya koyar Tarancon: Öfke­
ye kapılarak, aldatıldığını hissederek, Suarez'le bütün ilişkisini
keser. Başbakanın çalımıyla -ya da sözünde durmasını engelleyen
güçsüzlüğüyle- afallamış olan Tarancon'un kaderi, o andan iti­
baren, Manuel Fraga'nın yandaşları olan, aşırı muhafazalcir Papa
Wojtila'nın1 aşırı muhafazalcir büyükelçisi Monsenyör lnnocen­
ti'nin Madrid'e gelişiyle pozisyonlarının sağlarolaştığını hisseden
muhafazalcir piskoposların insafına kalır. Böylelikle Suarez kilise
çevresinde de korunaksız kalmıştır. Aslında korunaksız olmaktan
da öte bir şeydir bu: Kilisenin meclis üyelerinin yanı sıra, papalık
büyükelçiliğinin de Suarez'e karşı partisinin Hıristiyan demok­
ratları tarafından organize edilen operasyonlar yapılmasını teşvik

1 Papa II. Jean Paul --çn.

65
ettiği ortadadır. Papalık büyükelçiliğinin ve kimi piskoposların,
darbeden önceki günlerde, Kral'ın onayıyla demokrasinin kesintiye
uğramasının ya da ıslah edilmesinin eli kulağında olduğu konusun­
da bilgilendirilmiş olmaları da kuvvetle muhtemeldir.1 Kilisenin 23
Şubat günü takındığı tutumun bunlarla hiçbir ilgisinin olmadığını
düşünmek olanaksızdır. O gün öğleden sonra, Kilise Meclisi, Kar­
dinal Tarancon'un yerini alacak kişiyi seçmek üzere, Madrid'de,
Pinar de Chamartin İnzivagahı'nda tam kadro toplantı halindedir.
Temsilciler Meclisi'ne yapılan baskının haberi alınınca, demokrasi
lehine tek bir sözcük sarf edilmeksizin, özgürlüğe karşı yapılan
saldırıyı kınamak ya da protesto etmek için tek bir hareket yapıl­
maksızın toplantıya son verilir. Ne tek bir sözcük ne de herhangi
bir tavır. Hemen herkes gibi.

--- ----

1 }uan de Arespacochaga, "Papalık büyükelçiliğinin ve kimi piskoposlann bügilen­


dirümiş olduklartnı ileri sürmektedir. Carta a unos capitanes, s. 274. Ayrıca bkz.
Cernuda, Jauregui y Menendez, 23-F. La conjura de los necios, s. 191; Palacios, El
golpe del CESID, s. 385.

66
6

Smirez'e karşı, ana muhalefet partisi PSOE1 de entrika çevir­


ınektedir elbette (ya da Swirez öyle olduğunu hissetmektedir). Ama
Fraga ve partisi, sermayedarlar, işadamları ve hatta gazetecilerden
farklı olarak, PSOE yöneticileri, iktidar deneyiminden büsbütün
yoksundurlar ve büyük Madrid lağımının dehlizlerine daha yeni gir­
mektedirler. Acemilere özgü safça beceriksizlikleri, darbeyi tezgah­
layanlar tarafından kolayca kullanılabilir hale getirmektedir onları.
Demokrasi döneminin sürprizidir sosyalistler. ı 974'ten beri,
Franco'ya karşı verilen mücadeleyle pek alakaları olmasa da, temiz
bir demokrasi siciline sahip, coşkulu, genç bir grup tarafından yöne­
tilmekte olan PSOE, Felipe Gonzales'in liderliği etrafında biçimle­
nen bir parti görünümündedir. ı 977'de, ilk demokratik seçimlerin
ardından, ülkenin ikinci, solun ise -Franco döneminde verilen illegal
mücadelenin biricik partisi olan Santiago Carrillo'nun Komünist
Parti'sini yerinden ederek- birinci partisi haline gelir. Sosyalistleri,

1 PSOE: Partido Socialista Obrero Espaiiol (İspanyol Sosyalist İşçi Partisi) -çn.

67
mutluluktan havaya uçtukları bir şaşkınlığa sürükler seçim zaferi.
İki yıl boyunca, tıpkı Fraga'nın sağcıları ve Carrillo'nun komünist­
leri gibi, Suarez'le uyumlu bir politika izlerler; bu süreç, anayasanın
kabulüyle sonuçlanır. Ama ilk anayasal seçimlerin yapılmak üzere
olduğu 1 979 başlarında, kendileri için vaktin geldiğini anlarlar.
Sağda ve solda mevzilenmiş olanların birçoğu gibi, Frankoculuk
yıkılıp anayasayla birlikte demokrasi yükseldiğine göre, Suarez'in,
Kral'ın kendisine tevdi ettiği görevi tamamlamış olduğunu düşü­
nürler. Demokrasinin kökleşmesini, başarıyla yönetilmesini ve
ülkenin Avrupa'yla bütünleşmesini yalnızca kendilerinin sağlaya­
bileceğinden kesinlikle emin olsalar da, türedi, alelacele ustabaşı
olarak atanmış bir ayakçı olduğu ve mimar geçindiği için Smirez'i
-şimdilik, alenen ve büsbütün- hakir görmezler. Ülkenin de ken­
dileri gibi düşündüğü kanısındadırlar. Pastane vitrininin önündeki
açgözlü çocukların asabiyetiyle, bu seçimleri kazanamaziarsa bir
daha asla kazamayacaklarını düşünürler; kazanacaklarını sanırlar.
Ama kazanamazlar; bu hüsran, ardı sıra gelen birkaç ay boyunca
aldıkları dört kararın temel müsebbibidir: Bunların ilki, beklen­
medik bozgunu Suarez'in seçim kampanyası sırasında yaptığı -ve
seçmenleri, tüzüğüne göre hala Marksist, ama söylediği ve yaptığı
şeyler itibarıyla sosyal demokrat bir parti olan PSOE'nin Mark­
sist radikalizmi konusunda uyararak korkuttuğu- son televizyon
konuşmasına atfetmeleridir; ikincisi, Suarez'in televizyon konuş­
masını kirli bir oyun olarak yorumlamaları ve kirli oyuna bulaşan
biriyle temiz bir oyun oynanamayacağını varsaymalarıdır; üçüncüsü,
iktidara yalnızca siyaseten ve şahsen Suarez'in işini bitirerek, ken­
dilerini üst üste iki seçimde alt eden liderin itibarını yerle yeksan
ederek gelebileceklerini kabul etmeleridir; dördüncüsü, bu üçünün
mantıksal sonucudur: Suarez'in üzerine çullanmak
Artık partinin tüzüğünden Marksizm sözcüğünün çıkarıldığı,
Felipe Gonzalez'in parti yönetimindeki gücünü pekiştirdiği 1979

68
sonbaharından itibaren, -Suarez'in ülkedeki kötüye gidişi durdur­
ma becerisi gösteremeyerek gitgide daha fazla omuz verdiği- acı­
masız bir saldırı başlatırlar: Sosyalistler, Başbakan'ın yönetimini
her gün bir kıyamet tablosu olarak resmederler; eski defterleri kur­
calayıp onun falanjist bir ayakçı, bir Movimiento türedisi olduğun­
dan dem vururlar; onu demokrasi projesini mahvetmekle, Monc­
loa'da kalmaya devam etmek için İspanya'yı satmaya hazır, cahil,
hilekıir, potansiyel bir darbeci olmakla suçlarlar. Bu arada, bitirici
darbeyi vurmak için, 1 980 yılının mayıs ayı ortalarında, Temsilciler
Meclisi'ne Suarez aleyhine güvensizlik önergesi verirler. Felipe
Gonzalez'i başbakan yapmayı hedefleyen bu manevra aritmetik­
sel olarak hüsranla sonuçlanır; sosyalist lider, Suarez'i yerinden
edebilecek oyu toplayamaz. Ama propaganda açısından başarılı
bir manevradır: Tartışınayı yayımiayan televizyon ekranları, genç,
ikna edici, kendisine başbakanlığın yakıştırıldığı bir Gonzales'in
karşısında yaşlanmış, yenik, hasmının atakları karşısında kendisini
savunmaktan aciz bir Suarez sergiler. Ama bu zafer, bir sınırın işa­
retidir: Sosyalistler, başbakanlığa taarruzun parlamenter mekaniz­
malarını kullanıp tüketmişlerdir. Yılgınlık, korku, toyluk ve iktidar
hırsının iteklemesiyle, daha hakim olmadan kurallarını sonuna
kadar zorlayarak, sahneye henüz çıkmış demokrasinin sınırlarını
keşfetmeye başlarlar; böylece darbeciler için kullanışlı araçlara
dönüşürler.
iktidarın küçük Madrid'inin salonlarına, sohbet toplantılarına
ve restoranlarına yeni katılanlar, yaz öncesinden beri, hükümet
darbesi, toparlanma hükümeti, geçici hükümet, kurtuluş hükümeti
ve De Gaulle operasyonlarından söz etmişler ve söz edildiğini
duymuşlardır. Buna karşı tutumları ikirciklidir: Bir yandan bu
söylentiler onları tedirgin etmekte, öte yandan -muhalefet etme­
nin yanı sıra iktidar olmayı da bildiklerini bir an önce sergilemek
istedikleri için- Suarez'in yerinden edilmesi sürecinin dışında

69
kalmak istememektedirler. Bir askerin başkanlık edeceği koalisyon,
toparlanma ya da milli birlik hükümeti kurulması fikrini onlar
da düşünmeye başlamışlardır. Ağustosun son haftasında, Katalan
Özerk Hükümeti'nin başkanı Jordi Pujol ile görüşerek desteklenip
desteklenmeyeceğini sorguladıkları bir öneridir bu. Sosyalistler,
sonbaharda, hiç kuşkusuz kafalarında bu fikri taşıyarak, ordunun
ruh halini ve hükümet darbesi söylentilerini araştırırlar. Ekim ayı
ortalarında, parti içinde yaptıkları, Felipe Gonzalez'in demokra­
sinin bütün ikaz lambalarının yakılıp yakılmadığını sorguladığı
ve partinin koalisyon hükümetine girme ihtimalinin tartışıldığı
toplantıdan sonra, PSOE'nin birçok yöneticisi, Kral'ın sekreteri
General Sabino Fernandez Campo ve onun selefi olan, aylardır adı
ısrarla muhtemel milli birlik hükümetinin başkanı olarak anılan
General Alfonso Arınada ile bir toplantı yaparlar. Felipe Gonzalez,
Fernandez Campo ile yapılan toplantıya katılır, Alfonso Arınada
ile yapılana katılmaz. Arınada ile toplantıyı, partinin üç numaralı
ismi, kısa bir süredir Temsilciler Meclisi Savunma Komisyonu'nun
başkanlığını yürüten Enrique Mugica yapar. Mugica'nın Arınada
ile yaptığı görüşme, 23 Şubat açısından bakıldığında önemli bir
anlam kazanmaktadır ve görüşmenin tarafları kamusal alanda bunu
birçok kez dile getirmişlerdir. Neredeyse dört saat süren görüşme,
22 Ekim günü Lerida Belediye Başkanı'nın evinde verilen öğle
yemeği üzerinden yapılır. Generalin yılbaşından beri askeri yönetici
olduğu vilayettir Lerida. Ev sahibinin yanı sıra, Katalan sosyalistle­
rin lideri Joan Ravent6s da katılır toplantıya. Mugica ile Armada,
kişisel olarak aniaşmış gibi gözükmektedirler; siyaseten de öyle,
en azından o can alıcı konuda: Ülkenin durumunun yürekler acısı
olduğu konusunda hemfikirdirler. Arınada'ya göre bu durum Kral'ı
ziyadesiyle endişelendirmekte, kraliyeti ise tehlikeye atmaktadır.
Ülkenin yürekler acısı halinin tek sorumlusunun Suarez olduğu ve
bu keşmekeşten kurtulmanın biricik yolunun Suarez'in iktidardan

70
uzaklaşmasından geçtiği konusunda hemfıkirdirler. Ancak Arına­
da'ya göre, hemen ardından önemli siyasi partilerin katılımıyla,
bağımsız birinin -eğer mümkünse bir askerin- başkanlık edeceği
bir toparlanma ya da milli birlik hükümeti kurulmazsa, sorun
tamamen çözümlenmiş olmayacaktır. Bu son telkine hayır demez
Mugica; o sırada Ravent6s girer söze, o hükümetin başına geçmeye
hazır olup olmadığını sorar General'e; Arınada da bu telkine hayır
demez. Herhangi bir söz verilmeksizin, herhangi bir taahhüde
girilmeksizin sona erer öğle yemeği. Ama Mugica, partinin Yürüt­
me Komitesi'ne sunmak üzere, toplantıyla ilgili bir rapor kaleme
alır. Bunu izleyen birkaç hafta boyunca, bu komitenin farklı üyeleri,
bir askerin başkanlık edeceği muhtemel koalisyon hükümetiyle
ilgili olarak, azınlık partileri yöneticilerinin kapısını çalarak nabız
yoklaması yaparlar. Sonbahar ve kış ayları boyunca, Madrid'de -
PSO E, Suarez'in partisinin bir bölümünün de destekleyeceği bir
güvensizlik önergesi verme hazırlığında; PSOE, Fraga'nın partisi
ve Suarez'in partisinden belli bir kesimle birlikte geçici milli birlik
hükümetine katılmayı planlıyor türünden- farklı söylentiler yayılır
durur. Söylentilerin ortak paydası, sosyalistlerin Suarez'i Monc­
loa'dan bir general marifetiyle uzaklaştırmak niyetinde oldukları
hususudur.
Hepsi bundan ibaret. Daha doğrusu, bütün bildiğimiz bundan
ibaret. Çünkü o dönemde, PSOE'nin yöneticileri, -onlara kalırsa
o dönemde ülkenin içerisinden geçmekte olduğu- olağanüstü
durumda ordunun oynayabileceği rolü sıkça tartışmışlardır; askeri
darbenin ineceği pistin sinyalizasyonunu döşemenin bir yoludur
bu. Her halükarda, Enrique Mugica ile General Arınada'nın Leri­
da'da yaptıkları uzun masa başı sohbeti ve onun yol açtığı hareket­
lenmeler ve söylentiler, Arınada'nın darbed eğilimlerine payanda
olur; Kral'ın eski sekreterini n, darbe öncesinde, aylarca, ötede
beride, sosyalistlerin kendisinin yöneteceği milli birlik kabinesinde

71
yer almaya gönüllü ve hazır olduklarını, hatta kendisini buna teşvik
ettiklerini ihsas etmesine ya da açıklamasına, 23 Şubat gecesi yeni­
den PSOE'nin muvafakat bayrağını dalgalandırarak bu hükümeti
zor yoluyla dayatmaya çalışmasına olanak sağlayan bir suçsuzluk
delili işlevi görür. Bütün bunlar, sosyalistlerin, 1 980 yılının sonba­
har ve kış ayları boyunca demokrasiye cephe alarak askeri darbeden
yana entrika çevirmiş oldukları anlamına gelmez elbette. Yalnızca,
iktidar hırsıyla kafaları karışıp sorumsuzca davranarak ülkenin
meşru başbakanının etrafının ürkütücü bir biçimde sarılmasına
omuz verdikleri, Suarez'e karşı iş çevirdiklerini düşünürken demok­
rasi düşmanları lehine iş çevirmiş oldukları anlamına gelir.1

1 Armada-Mugica görüşmesinin Arınada versiyonu için bkz. Al servicio dela Corona,


s. 224; Mugica versiyonu için bkz. El Socialista, 11-17 Mart 1981 ve El Pais,
13.03.1981. Bu görüşmeyle ilgili olarak, Arınada kendi mareşalini, onun mare­
şali Zarzuela'yı, Zarzuela ise Suarez'i haberdar ettiğini söylüyor: bkz. Prieto ve
Barberia, El enigma del Ele.fonte, s. 92. Mugica'nın daha sonra Leopoldo Calvo
Sotelo'ya anlattığına göre, Armada, Lerida toplantısında, toparlanma hükümeti
ile ilgili fikrini açıklamış, o hükümete kimin başkanlık edeceği sorusunu ortaya
attığında, Ravent6s, onun sözünü keserek, "Ne demek, kim başkanlık edecek?
Elbette sen," demiştir. Calvo Sotelo'nun Rosa Montero ile yaptığı görüşme için,
bkz. Santos Julia, Memoria dela transici6n, s. 522. Sosyalistlerin azınlık partilerinin
-PNV (Milliyetçi Bask Partisi), Convergencia y Uni6 (Yönetim ve Birlik)- lider­
leriyle sürdürdükleri temaslarla ilgili olarak, bkz. Prieto ve Barberia, El enigma del
Elejan te, s. 93-96; Antxon Sarasqueta, De Franco a Felipe, Barselona, Plaza y Janes,
1984, s. 137. Bir PSOE üyesinin Jordi Pujol ile yaptığı görüşme için, bkz. Andreu
Farras ve Pere Cullell, EI 23-F a Catalunya, Barselona, Planeta, 1998, s. 53-54;
PSOE'nin güvensizlik önergesi ve toparlanma hükümetine katılacağına ilişkin
söylentilerle ilgili olarak, bu bölümün onuncu kısmına ve 55 numaralı dipnota ba­
kınız. Bir örnek: Mugica, 9 Ocak günü, Club Siglo XXI'de, aralarında Alfonso
Osorio ve Miguel Herrero de Miö6n'un da bulunduğu, sağın ve merkezin başba­
kana karşı yapılan operasyonlara bulaşmış önde gelen siyasetçilerinin huzurunda
bir konuşma yapar; Miguel Angel Aguilar'ın El Pafs te yayımlanan makalesine
'

göre, sosyalist yönetici, orada, "meşru yollarla kurulmuş iktidarın, kişisel hakları
ve devletin güvenliğini korumak için orduyu göreve çağırmak wrunda kalması için
gereken koşulları tanımlamış"; ayrıca "anayasanın sıkıyönetim ilanını ve koşullarını
ele alan 1 16. maddesine değinmiştir."

72
7

Suarez'e karşı en fazla entrika çeviren (ya da Suarez'in öyle


olduğunu hissettiği) taraf, onun kendi partisidir: Union de Centro
Democratico.1 Parti, buraya uygun düşen bir sözcük değil; aslın­
da bir parti değil, -liberaller ve Hıristiyan demokratlardan sosyal
demokratlara ve Frankocu aygıtın bağrından kopup gelen, Suarez'in
dahil olduğu Maviler 'e kadar- birbiriyle alakasız ideolojik grupların
yorucu bir kokteyli, -başbakanlığı döneminde bir yıldan kısa bir
sürede Frankoculuğun kurumsal çatısını sökmeyi başaran ve ilk
demokratik seçimleri ilan eden, bu nedenle oybirliği ile kazana­
cağı öngörülen- Adolfo Suarez'in adını kullanarak kırk yıl sonra
yapılan ilk özgür seçimlere katılmak için 1977 baharında uydurul­
muş bir seçim markasıdır UCD. Sonunda oybirliğiyle öngörülen
şey gerçekleşir, seçimden zaferle çıkar Suarez. Bunu izleyen iki
yıl boyunca, iktidar olmanın yapıştırıcı etkisi, Suarez'in tartışıl­
maz liderliği ve özgürlükler sistemini kurmanın tarihsel aciliyeti

1 Union de Centro Democratico: Demokratik Merkez Partisi --çn.

73
sayesinde dağılmadan durur UCD. ı 979 baharı, Suarez'in yıldızının
parladığı, kendisinin ve partisinin hakimiyetinin zirvede olduğu
dönemdir. Aralıkta anayasa kabul edilir, martta ise girdiği ikinci
genel seçimleri kazanır. Nisanda, ülke içerisindeki öncelikli iş, yani
yeni devletin inşası, Katalonya ve Bask Ülkesi'nin özerklik işlemleri
ile tamamlanmış gibi gözükmektedir; işte tam bu zirve noktasında,
başbakanlığı bırakana kadar kurtulamayacağı bir ataletin içerisine
gömülür Suarez. Partisinde ise, kaçınılmaz bir dağılma süreci başlar.
Tuhaf olsa da, açıklanabilir bir şey bu; ancak bir değil birçok açık­
laması var. Ben, ikisini ileri süreceğim. Siyasi olanı şu: En zor olanı
becerebiimiş olan Suarez, en kolay olanı yapabilmekten acizdir;
diğeri kişisel: O döneme kadar çelik gibi bir politikacı olan Suarez,
psikolojik olarak çökmüştür. Hem siyasi hem de kişisel olan üçüncü
bir açıklama ekleyeyim: Partisinin bağrında filizlenen kıskançlık,
rekabet ve uyuşmazlıklar.
Ülkedeki kötüye gidişin artık gizlenemez bir noktaya geldiği,
hükümetin yaptırdığı kamuoyu yoklamalarındaki karamsarlığın
boğucu bir hal aldığı ı 980 yılının mart ayı sonlarında, seçim sandık­
larında uğranılan üç ağır bozgun (Bask Ülkesi, Katalonya, Endülüs),
o güne kadar göz kamaştırıcı seçim zaferiyle bastırılmış olan hoşnut­
suzluk eğilimlerini ve ideolojik ayrılıkları gün yüzüne çıkarır. Öyle
ki, önemli her mesele (ekonomi politikası, özerklik politikası, eğitim
politikası, boşanma yasası, NATO'ya giriş) -ve önemsiz bir yığın
mesele- dahili infılaka yol açmasından kaçınmak için ertdenegelen
uyuşmazlığı körüklemeye başlar; uyuşmazlığı alevlendirmek için
kolianan gün gelip çatmıştır. İşierden gitgide elini eteğini çeken,
gitgide daha fazla şaşkınlaşan, Moncloa labirentine her gün biraz
daha fazla gömülen Suarez ise iktidarının ilk yıllarında sahip oldu­
ğu enerjiyi tüketmiş, partisinin içerisine düştüğü isyankar kargaşayı
giderme yeteneğinden yoksun gözükmektedir. Belki de epeydir,
UCD'de kaynaşmış gibi görünen grupların liderlerinin, tıpkı korku

74
içerisindeki avının kokusunu alan hayvanlar gibi, kendisinin zayıflı­
ğından cesaret bularak, muhtemelen kafalarında hep taşıdıkları bir
şeyi yeniden düşünmeye başladıklarından şüphelenmektedir Suarez:
hırsın tükettiği taşralı küçük falanjist, cahil ufaklık, Frankoculuğun
kokuşmuş ortamında dalkavukluğu ve yüzsüzlüğü sayesinde serpi­
len ve kendisini ustaca hileleri ve işportacı çenesiyle Movimiento
düzenini yıkınakla görevlendiren Kral'ın sayesinde hala serpilmeye
devam eden el kitabı türedisi, yıllar önce hoşa gitmese de -Fran­
koculuğun lağımlarını herkesten iyi bildiğinden- istenilen sonuca
ulaşılması için gerekli görülen ama şimdi devlet katındaki gülünç
asalet iddiasıyla ülkeyi uçuruma sürüklemekte olan bir dalavereci.
Partisindeki liderlerin kendisini böyle gördüklerini düşünmeye
başlamıştır Suarez; yersiz değildir bu kuşkusu: UCD !iderleri, bu
kendini beğenmiş hukukçular, köklü ailelerden gelen itibar sahibi
profesyoneller, yüksek bürokrasi mensupları, kültürlü, dünya yurtta­
şı olan ya da öyle olduklarını sanan kişiler, yalnızca birkaç yıl içeri­
sinde, Suarez'e karizmatik lider payesi vererek dalkavukluk etmeyi
bırakıp, onun kişisel ve entelektüel sınırlarını, yönetim yeteneğin­
den yoksunluğunu, parlamentodaki beceriksizliklerini, demokratik
geleneklerden bihaber oluşunu -böylece başbakan olarak atandığı,
yalnızca Kral'a hesap verdiği dönemdeki gibi gelişigüzel yönetmeye
devam edeceğini sanma aymazlığını-, Temsilciler Meclisi'ni ve
partisinin Temsilciler Meclisi'ndeki vekilierini küçümseyişini, kar­
makarışık çalışma tarzını, sahte sol popülizmini, bir fırari gibi -ehli­
yetsiz ve uyumsuz bir yardımcı sürüsüyle münzevi hayatı sürdüğü­
Moncloa'da kendisini tecrit edişini, gitgide daha açık bir biçimde
ifade eder hale gelirler. 1 980 yılının nisan ayında, Suarez'in yalnızca
kuşkulanmakta olduğu bir gerçekliktir bu: Partisindeki bütün grup
liderlerinin yanı sıra yardımcısı konumundaki birçok kişi de onu
küçümsemekte, onun yerini almaları halinde ondan daha iyi bir iş
çıkaracaklarını hissetmektedirler.

75
UCD yöneticilerinin bu mahrem hissiyatı bir süre sonra genel
anlamda kabul görür; böylece Suarez'in kuşkulanmakta olduğu
şey kesinlik kazanır. Mayıs ayında sosyalistler tarafından verilen
güvensizlik önergesi ile ilgili tartışma sırasında Felipe Gonzales'in
yıkıcı hitabetiyle nakavt olan Suarez, münazaradan kaçınıp -sos­
yalistlerin iki numaralı ismi Alfonso Guerra, herkesin bildiği
sırrı başbakanın yüzüne haykırırken- hükümetin savunulmasını
kürsüye çıkan bakaniarına bırakarak partisinin vekillerini utan­
dırır. Temsilciler Meclisi'nde, "UCD'li vekillerin yarısı, Felipe
Gonzales'in sesini duyunca heyecanlanmaktadır," der Guerra,
"diğer yarısı ise, Manuel Fraga'nın sesini işittiğinde."ı Güvensizlik
önergesinden yakayı sıyırmayı becerir Suarez; ama Guerra'nın
cümlesinin yalnızca parlamenter dalaşma çerçevesinde yapılan
tumturaklı bir hamle olmadığının, siyasi itibarının sıfıra yakın bir
seviyeye indiğinin, partisinin dağılma sinyalleri verdiğinin, iktidar­
da kalmak ve UCD'nin kontrolünü yeniden ele geçirmek istiyorsa
derhal inisiyatifi ele alması gerektiğinin farkındadır. Böylece, hiç
vakit kaybetmeden, partideki grupların liderlerini, Madrid'e pek
uzak olmayan Manzanares el Real'de, Bayındırlık Bakanlığı'na ait
bir çiftlik evinde toplar. Üç gün süren bu kapalı oturum, o güne
kadar siyasi hayatı boyunca maruz kaldığı en büyük aşağılanmaya
sahne olur. Daha görüşmenin başında, arkadaşlarının, gözlerindeki
ifadeyle Suarez'e gerçeği haykırdıklarını; Suarez'in, onların gözle­
rinde, falanjist ufaklık, meraklı taze, türedi, yalaka, cahil, üçkağıtçı,
madrabaz, hergele, popülist, beceriksiz gibi kelimeleri okuduğunu
tahayyül etmek hiç de zor değil. Ama tahayyül etmeye ne hacet;
UCD'nin grup liderlerinin, aylardır Suarez'in arkasından söyleye­
geldikleri şeyleri o üç gün boyunca onun yüzüne haykırdıkları gün
gibi ortadadır. Ancak hiçbiri diğerlerinin desteğine güvenmemekte,

1 Alfonso Guerra'dan yapılan alıntı için bkz. Abella, Adolfo Sudrez, s. 421 .

76
parti tabanı ise başbakanı desteklemektedir; Suarez'in ipini çekme­
melerinin nedeni, ellerinin altında onun yerine koyacakları birinin
olmaması ve Suarez'in bunu lehine çevirmesidir: Üzerine hoca edi­
len bütün eleştirileri elinden geldiğince kabullendikten sonra, baş­
bakan olarak edinmiş olduğu kötü alışkanlıkları terk edeceğine söz
verir, dahası iktidarı onlarla paylaşacağı vaadinde bulunur. Öyle ki,
o andan itibaren, pratikte partinin ve hükümetin başkanı değil, bir
primus inter parestir1 artık. Toplantı biter bitmez sözünü ve vaadini
tutmak için çaba göstermeye başlar: Ağustos ayı sonlarında, ken­
disine bağlı birkaç kişiyle birlikte yeni bir strateji belirler; birkaç ay
içerisinde ikinci kez kabine değişikliği yaparak önemli bakanlıkları
UCD'nin grup liderlerine vermeyi planlar. Onun geleceğini tehdit
eden karşıt etkeniere bağışık değildir bu düzenleme; en kötüsü,
yıllardır yakın dostu olan, son dönemde sağ kolu olmasının yanı
sıra hamisi gibi davranan Başbakan Yardımcısı Abril Martorell'in
hükümetten ayrılışını hızlandırmış olmasıdır.2 Bu düzenlemeyle
huzursuzluğu yatıştıracağını, can çekişmekte olan başkanlığının
ömrünü uzatabileceğini ve kendisini eleştireniere yanıldıkları­
nı göstererek maruz kaldığı aşağılanmaları telafi edebileceğini
ummuştur Suarez. Ancak yanılan yine kendisidir; çünkü bir kez
yitirilen saygınlığın yeniden kazanılamayacağını ve partisindeki
başkaldırının önü alınabilir bir şey olmadığını bilmemekte ya da
anlayamamaktadır.
Arada derin uykusundan uyandığı izlenimi veren Suarez, yeni
kabineyi kurmasının hemen ardından, 1 7 Eylül günü, Temsilciler

1 Primus inter pares: Eşiderin birincisi. Aynı rütbe ve mevkiye sahip kişiler arasında
öne çıkanı belirtmek için kullanılan Latince terim -çn.
2 Gerçi Suarez'in Abril'le ilişkisi o sırada hayli bozulmuş durumdadır. Er geç ondan
vazgeçmeye hazırdır. Bkz. Abella, Adolfo Sutirez, s. 432-434; Luis Herrero, Los que
le 1/amdbamos Adolfo, s. 196; Julia Navarro, Nosotros, la transici6n, Madrid, Temas
de Hoy, 1995, s. 17. Miguel Herrero de Mifıon'un "Si, pero .. ." başlıklı makalesi,
El Pais, 18.09.1980, Memorias de estio içinde, s. 21 1-213.

77
Meclisi'nde wrlanmadan güvenoyu alır. Güvenoyu, izleyen birkaç
ay boyunca ülkeyi sorunsuzca yönetmesini sağlayacağı için, onun
kestirimlerindeki iyimserliği birkaç saatliğine doğrulamaktadır.
Ayaklanma, ertesi gün baş gösterir. Partinin Hristiyan Demokrat
kanadının liderlerinden Miguel Herrero de Mifıon, El Pais'te,
güven oylaması sonucunun mantıksal bir açıklamasını yaparmış
gibi görünerek başkanının siyaset yapma tarzına cepheden saldır­
dığı bir makale yayımlar. Birkaç gün sonra, UCD milletvekilleri,
partinin Temsilciler Meclisi sözcüsü olarak Herrero de Mifıon'u
seçerler. Mifıon'un Suarez'in yetkilerini kötüye kullanmasının ve
görevini savsaklamasının panzehiri olarak adaylığını ortaya koy­
muş olması ve Suarez'in desteklediği adayın yenilgiye uğramış
olması dikkate alındığında, bu sonuç başbakanın durumunun ne
denli kötüye gittiğini göstermektedir. Yazın vermiş olduğu sözlerin
ve ödünlerin, kendisine karşı yükselen itirazları gidermek şöyle
dursun daha da pekiştirdiğini ancak o zaman sezinler Suarez.
Doğru ama gecikmiş bir sezgidir bu: O sırada, UCD'nin güçlü
Hristiyan Demokrat kesimi, onu başbakanlıktan uzaklaştırmak
için düpedüz entrika çevirmektedir; Liberaller, Sosyal Demokratlar
ve Maviler de yapmaya başlamıştır bunu. Sonbahar sona erip kış
başladığında, başbakana en fazla sadakat gösterenler bile, bu kötü
alışkanlığı içten içe terk edip onsuz bir geleceğe uygun pozisyon
alırlar. Gazeteciler, işadamları, sermayedarlar, askerler ve din adam­
ları tarafından sıkıştırılan, duyguları okşanan birileri Fraga ile yeni
bir çoğunluk oluşturma arzusuna kapılır; hepsi ya da neredeyse
hepsi -Hristiyan Demokratlar, Liberaller, Sosyal Demokratlar ve
Maviler, daima Suarez karşıtı olanlarla, son anda Suarez karşıtı
olanlar- seçime gitmeden Suarez'in nasıl alaşağı edilebileceğini
ve onun yerine kimin konulacağını tartışmaya başlar. 1981'in ilk
günlerinde, UCD, ocak ayı sonunda Palma de Mallorca'da yapı­
lacak ikinci kongresine hazırlanırken, karışıklık bütün bünyeye

78
yayılmıştır; o günlerde, başbakanın muhalifleri tarafından kaleme
alınan, parti içerisinde daha fazla demokrasi talep eden bir metin,
beş yüzün üzerinde ılımlı delege tarafından imzalanır. Suarez'in
son dayanağı olan parti tabanı üzerinde hala sahip olduğu dene­
timin ciddi ölçüde saliantıda olduğunun göstergesidir bu. Tıpkı
Alianza Popular'da, PSOE'd e, iktidarın küçük Madrid'inin tama­
mında olduğu gibi, UCD'nin içerisinde de, koalisyon, toparlanma
ya da birlik hükümetinin başına geçecek bir askerin ya da saygın bir
siyasetçinin, Suarez'i iktidardan uzaklaştırıp krizin üstesinden gel­
menin en iyi yolu olduğu tartışılmaktadır. Parti içerisinde ağırlığı
olan kimi milletvekilleri -Özellikle askerlerle, en önemlisi Alfansa
Arınada ile yakın ilişki halinde olan Hristiyan Demokrat kesim­
bu eğilimin müptelası olmuştur. Şiddet yanlısı ya da ılımlı bir darbe
yapılacağına, başbakana karşı -UCD'lilerce hazırlanmamış olsa da,
bir kesim UCD'li tarafından desteklenecek ve muhtemelen PSOE
tarafından sunulacak olan- yeni bir güvensizlik önergesi verilmek
üzere olduğuna ilişkin yaz aylarından beri ortalıkta dolaşmakta
olan söylentiler, ocak ayının ortalarında yoğurılaşır.1 Hareketin

1 Örneğin Fernando Reinlein ve Abel Hern:indez'in sırasıyla Diario 16 ve Ya'da 24


Ocak günü yayımlanan makalelerine bakılabilir. Şöyle diyor Reinlein: "Demokra­
tik kurumlara yapılan aşırı sağcı saldırı, geriye doğru yönelişin yumuşak bir versi­
yonuna arka çıkabilir ( ... ) Birkaç gün önce siyasi çevrelerce Diario 16'ya yapılan
yorumlarda, biri 'ılımlı', diğeri 'şiddet yanlısı' iki gerici seçenek üzerinde durulmuş­
tu ( ... ) Bu kaynaklara göre, ikinci seçenek, pek uygulanabilir olmadığı ve gereksiz

görüldüğü için ıskartaya çıkarılmıştır, ama birinci seçenek çoğunun zihninde hala
varlığını sürdürüyor olabilir." Hernandez, "güvenilir kaynaklara göre", başına bir
askerin getirileceği ("Ve güvenilir kaynaklara göre, bunu üstlenmeye gönüllü birisi
vardır"), ılımlılardan ve sosyalistlerden oluşan toparlanma ya da kurtuluş hükü­
meti veya otoriter bir yönetim modelinin ciddi bir seçenek olarak değerlendiril­
diğini ileri sürerken, hiç kuşkusuz bu son seçeneği ima etmektedir; Hern:indez'e
göre, "Yüksek rütbeli askerlerin, önemli sosyalist !iderler, ılımlıların temsilcileri
ve diğer partilerin yöneticileriyle görüşmeler yapmış olduklarına ve yapmaya de­
vam ettiklerine kesin gözle bakılabilir." Gazetecinin tanımladığı biçimiyle ılımlı
bir darbe denilebilecek bir manevrayı hedefleyerek yapmaktadırlar bu görüşmeleri
askerler: "Başvurulan bütün kaynaklar, söz konusu olan şeyin, tam anlamıyla askeri

79
bir kesim UCD'li tarafından desteklenecek olmasının, başarısının
teminatı olacağından ve belki de -herkesin hakkında konuşmak­
ta olduğu, başına geçecek isim olarak General Arınada'nın öne
çıktığını başta Suarez olmak üzere herkesin bildiği- acil durum
hükümetinin kurulmasını sağlayacağından dem vurulmaktadır.
Aslında güvensizlik önergesine ilişkin söylentiler, söylenti olmanın
çok ötesine geçmiştir; parti içerisinde ciddi bir biçimde tartışıldığı
gün gibi ortadadır. UCD, 23 Şubat'ın bir ay öncesinde, artık ikti­
darı elinde bulunduran bir partiden ziyade dur durak bilmeksizin
başbakana komplo kuran bir siyasetçi güruhudur. Darbe, bu güru­
hun içerisinde serpilir: Bu güruh, darbenin plasentası değildir, ama
darbenin plasentasının önemli bir parçasıdır.

bir darbe değil, askeri bir darbeyi önleyecek düzeni kurmak için enine boyuna dü­
şünülerek planlanmış bir teşebbüs olduğu konusunda ısrarlıdırlar. Görüşmelerin
ön planında yer alan önemli siyasetçilere göre, 'operasyon' kaçınılmazdır ve nasıl
yapılacağı konusu çözüme bağlanmıştır" (Hemandez, bu makaleden beş gün son­
ra, bir kurtuluş hükümeti kurulması konusundaki baskılardan dem vurduğu yeni
bir yazı yayımlar: La Tregua, Ya, 29.01.1981). Sözgelimi UCD'de başbakanı en
fazla eleştİren Hristiyan demokrat liderlerden biri olan ve o günlerde onunla uzun
bir görüşme yapan Femando Aıvarez de Miranda, Suarez'in, General Annada'nın
operasyonun başında olduğunu bildiğini doğrular: "Son olarak, bence durumun
çok kötüleştiğini, bir süredir demokrasi için tehlike çanlannın çalmakta olduğu­
nu, parlamentoda çoğunluğa sahip olmadığını dikkate alarak muhalefet partisiyle
koalisyon kurmak için çaba göstermesi gerektiğini söyledim yine. Elernle baktı
bana, sonra şöyle dedi: 'Herkesin benim kelleınİ istediğini ve sosyalistlerin bile,
bir askerin, General Annada'nın başını çektiği bir koalisyon hükümetinden yana
olduklannı biliyorum. Moncloa'dan ölümün çıkması pahasına da olsa, bu baskıları
kabul etmeyeceğim'", Del "contubernio" al consenso, s. 145. Güvensizlik oylaması
söylentilerine gelince, görevden aynimasından onca yıl sonra, -yakın arkadaşı
olan, siyasi akıl hocası Femando Herrero Tejedor'un oğlu- Luis Herrero'ya şunla­
rı söylüyordu Suarez: "Parlamento grubunun içerisinde, PSOE'nin sunmak üzere
olduğu ikinci bir güvensizlik önergesiyle beni düşürmek için bir komplo tezgah­
landığını biliyorum. Birçok UCD milletvekili imzasını bastı o metne. Sağlam bir
kasada saklıyorlar"; Los que le 1/amtibamosAdo!fo, s. 213. Ayrıca, Miguel Herrero de
Mifıon, güvensizlik önergesi vermek için gerekli adımiann atıldığını kabul ediyor.
Bkz. Prieto y Barberia, El enigma delElefante, s. 1 16.

80
8

İ şte herkesin Adolfo Suarez'e karşı entrika çevirir gibi gözük­


tüğü (ya da Adolfo Suarez'in herkesin kendisine karşı entrika
çevirdiğini hissettiği) İ spanya'da vuku bulan şeyler bunlardır.
İ spanya'nın dışında ise, başbakan için durum bundan daha elverişli
değildir. Bunun nedenlerinden biri de, iktidara geleli beri, dünya­
nın yaptığının tersini yapmış olmasıdır Suarez'in: O umutsuzca
sola yönelmeye yeltendiğinde, dünya sakince sağa meyletmektedir.
Kral 1976 yılının temmuz ayında hükümetin başkanlığını
Suarez'e emanet ettiğinde, Avrupa ve Amerika -ilki kuşkuculu­
ğu, ikincisi ise güvensizliği elden bırakmaksızın- diktatörlükten
demokrasiye barışçıl geçişi sempatiyle karşılar. Amerika için, o
dönemde, -Sovyetler Birliği ile savaşa girilmesi halinde stratejik
anlamda kilit noktası olan- İ spanya'nın ideal yönetim biçimi, yasal
komünist partinin varlığını engelleyecek ve ülkenin NATO'ya giri­
şini sağlayacak uysal bir parlamenter monarşi, sınırlı bir demok­
rasidir. En başında, Amerika, Frankoculuğun genç asianı olarak
kategorize edilen Su:irez'in görevtendirilmiş olmasına Avrupa'dan

81
daha fazla sevinir, ama bu durum kısa sürede tersine dönecektir:
Suarez komünist partiyi yasallaştırır, ülkeyi eksiksiz bir demok­
rasiye yönlendirir ve kendisine -aralarında UCD'li dindaşlarının
da bulunduğu birçok çevre tarafından- yapılan bütün haskılara
rağmen Atlantik Paktı'na katılma başvurusunu mütemadiyen erte­
ler; üstelik bununla da yetinmez: İ spanya'nın, Amerika'nın başını
çektiği bloka fıgüran olarak yazılmak yerine soğuk savaşın dayattığı
kampiaşmanın dışında kalarak, uluslararası platformda daha etkili
ve daha görünür bir rol üstlenebileceğini düşünen Suarez, iktidarda
olduğu son yılın içerisinde, Filistin lideri Yaser Arafat'ı Moncloa'da
ağırlar ve Bağlantısız Ülkeler Konferansı'na gözlemci gönderir.
İ spanya'da sağı ve Başbakan'ın partisindeki bütün liderleri ürkü­
ten ama büyük ölçüde Amerika karşıtı olan kamuoyunu tedirgin
etmeyen bir yaklaşımdır bu. Dört sene önce olsa, Washington'da
şaşkınlıkla karışık hafif bir huzursuzluğa sebebiyet verecek olan bu
bağımsızlık yanlısı duruş, ülkede hüküm süren istikrarsızlığın da
etkisiyle, ı 980 sonbaharında açıkça alarm durumuna geçilmesine
yol açar. Çünkü radikal birçok değişiklik olmuştur bu dört yılda,
üstelik yalnızca Amerika'da değil: ı 978 yılının ekim ayında, Karol
Wojtyla, Katolik Kilisesi'nin papası olarak seçilir; ı 979 yılının
mayıs ayında, İ ngiltere'de başbakan olarak Margaret Thatcher
seçilir; ı 980 yılının kasım ayında ise, Ronald Reagan, Amerika
Birleşik Devletleri'nin başkarılığına getirilir. Muhafazakar devrim
Batı alemine yayılır; Sovyetler Birliği'ni eşmerkezli bir baskı çem­
beriyle sindirrnek için, silahianma yarışını yeniden başlatır ve soğuk
savaşı kızıştırır Reagan. Bu koşullar altında, Washington'un hiç
istemediği şey, Avrupa'nın güneyinde oyunbozarılık edilmesidir:
Eylül ayında Türkiye'deki askeri darbeyi desteklemiştir; şimdiyse,
sola yönelen, siyasal ve ekonomik krizin ve gitgide güçlenen sos­
yalist bir partinin köşeye sıkıştırdığı Suarez'in kırılgarılığının, tıpkı
ı 97 4'te Portekiz'de olduğu gibi, devrim için elverişli bir ortam

82
yaratmasından korkmaktadır. Öyle ki, 23 Şubat'ın birkaç ay önce­
sinde, Madrid'deki Amerikan Büyükelçiliği ve CIA merkezine,
İ spanyol demokrasisine neşter vurmak ya da yön vermek üzere
yapılacak darbenin eli kulağında olduğuna ilişkin haberler gel­
meye başladığında, Amerika, özellikle -Latin Amerika'd a görevli
olduğu dönemde Latin Amerika diktatörlüklerine büyük destek
veren, aşırı sağcı diplomat- Büyükelçi Terence Todman, bunu
olumlu bulmaktan öte, coşkuyla karşılar. Darbeden önce, Başkan
Reagan, Beyaz Saray'da yalnızca iki İ spanyol siyasetçiyi, uygun
zamanı kollayan iki önemli Frankocuyu -Gonzalo Fernandez de la
Mora ile Federico Silva Mufıoz'u- ağırlar; bunu sağlayan, Terence
Todman'dır. Todman, 13 Şubat günü, Logrofıo yakınlarındaki bir
çiftlik evinde General Arınada ile buluşmuştur.1 Bu toplantıda
neler konuşulduğunu bilmiyoruz; ama Amerikan yönetiminin dar­
benin yapılacağından haberdar olduğuna ilişkin, kuşkuya yer bırak­
mayan oluotular var: 20 Şubat'tan beri Torrejon, Rota, Moron ve
Zaragoza askeri üsleri teyakkuz halindedir ve VI. Filo'nun gemileri
Akdeniz kıyılarında konuşlandırılmıştır; Almanya'daki Ramstein
üssünde mevzilenmiş olan 86. Komünikasyon Hava Filosu'na ait
AWACS elektronik istihbarat uçağı, İ spanyol frekans bantlarını
kontrol etmek amacıyla, 23 Şubat günü ve gecesi boyunca yarıma­
da üzerinde uçmuştur. Bu ayrıntılar elbette günler, haftalar, belki
de aylar sonra öğrenilecektir. Ama 23 Şubat gecesi, Amerika'nın
Dışişleri Bakanı General Alexander Haig, Temsilciler Meclisi'nin
basılmasını kınamaksızın ve demokrasi lehine tek bir sözcük sarf
etmeksizin İ spanya'da vuku bulan şeyin ne olduğuna dair bir soru

23 F. La Conjura de los necios, s. ı 90-ı 9ı 'de, Cemuda, Jauregui ve Menendez,


Arınada ile Todman arasındaki görüşmenin aynntılannı veriyorlar. Onlara göre,
görüşme Doktor Ram6n Castroviejo'nun çiftlik evinde gerçekleşmiş. Todman,
Amerikan yönetimi ve onun Calder6n'daki darbeyle ilişkisi ve Ruiz Platero ile
ilgili güvenilir bir kaynak var: Algo mds que e/23 F, s. 203-209.

83
yönelttiğinde -onun için darbe teşebbüsü İ spanya'nın "dahili bir
meselesi" olmanın ötesinde bir anlam ifade etmemektedir- anlaşıl­
ması gereken biricik şeyi herkes anlamıştır: Amerika Birleşik Dev­
letleri darbeyi tasvip etmiştir; eğer darbe başarılı olursa, kutlayan
ilk taraf, Amerikan yönetimi olacaktır.

84
9

Böylece, ı 980 yılının son, ı 98 ı 'in ilk günlerinde, gerçeklik


topluca Adolfo Suarez'e karşı komplo çevirir gibi gözükmektedir
(ya da Adolfo Suarez, gerçekliğin topluca kendisine karşı komplo
çevirdiğini hissetmektedir): gazeteciler, işadamları, sermayedarlar,
sağcı, ılımlı ve solcu politikacılar, Roma ve Washington. Kamusal
alanda ya da özel oturumlarda bir askerin başını çekeceği toparlan­
ma hükümetinden yana ifadeler kullanan kimi komünist liderler
bile yapmaktadırlar bunu. Acilen önlem alınması gerekliliğinden,
olağanüstü halden, hükümet krizi yerine devlet krizinden söz eden
büyük sendikaların liderleri de dahildir buna.1 Suarez'den kurtul­
mak isteyen, mütemadiyen ona karşı birilerini kışkırtan Kral bile
katılmıştır kervana.

Bunu yapan komünist liderler -özellikle Ramon Tamames- için, bkz. Santiago
Carrillo, Memorias, s. 710; sendikacılar -özellikle Mareelina Camacho ile Nicohis
Redondo- için, bkz. Santiago Segura ve Julio Merino, Las visperas del 23-F, s.
266-267.

85
Darbe, bu malzemenin tümü kullanılarak üretilir: Adolfo
Suarez'e karşı yapılan siyasi manevralar, darbenin humusudur; dar­
benin plasentası, bütün bu malzemeyle üretilir. Entrika sözcüğü,
Adolfo Suarez'e karşı yürütülen siyasi taciz kampanyasını tanımla­
mak için yeterli değildir belki de. Diğer bir deyişle, hiç kuşkusuz,
darbeden önceki birkaç ay boyunca, bütün bir gerçekliğin kendisine
karşı entrika çevirdiğini hissetmekteydi Suarez; peki, siyaseten bit­
miş, şahsen yıpranmış bir insanın gerçekliğe yaslanmayan, temelsiz
hissiyatı olamaz mıydı bu? O dönem boyunca İ spanya'da vuku
bulan bütün bu olaylar, beceriksiz bir başbakanı iktidardan uzaklaş­
tırmayı hedefleyen siyasi strateji ve çıkarların, meşru hırsların basit
bir kesişınesi olarak nitelendirilemez mi? Nitelendirilebilir elbette;
ama siyasi entrikanın ta kendisidir bu: iktidarı elinde tutana karşı
olan kişilerin toplu ittifakı. 1980 yılının son, 198l'in ilk günlerinde
İ spanya'da vuku bulan şey, tam olarak budur. İ çeriği meşru olsa
da, biçimi meşru değildir bu entrikanın. Hele o dönemin İ spanyol
siyasetinde, kırk yıllık diktatörlüğün ardından, demokrasiye geçeli
daha dört yıl bile olmamışken, biçim muhtevadır: Demokrasinin
kırılgan biçimlerini sınır noktasına varana kadar çekleştirip dur­
mak, Suarez'in başbakanlığına son vermek amacıyla siyasal sistemi
tahrip etmek için ayartılmış askerlere müracaat ederek siyaset
sahnesinde tozu dumana katmak, demokrasi düşmanlarının eline
Suarez'in ve demokrasinin işini bitirecek enstrümanı teslim etmek
anlamına geliyordu. Bu tehlikeli dalavereye katılmayı reddeden pek
az insan vardı: Ö n sırada yer alıp da başbakanın muhasara altına
alınmasına iştirak etmeyen, böylece Adolfo Suarez'e karşı entrika
çevirme tutkusuyla bilinçli ya da bilinçsiz bir biçimde demokra­
siye karşı entrika çevİrıneye başlayan yönetici sınıfın hatasından
kaçınan az sayıda siyasetçiden ikisi, General Gutierrez Mellado ile
Santiago Carrillo'ydu. Suarez'e gelince, katıksız siyasetçiydi o; bun­
dan dolayı, siyaseten bitmiş, şahsen yıpranmış da olsa, o dönemde

86
iktidarda kalmak için mücadele etmeyi sürdürecekti; kendisi için
mücadele ediyordu, ama kendisi için ve iktidarda kalmak için
mücadele ederken aynı zamanda başbakanlık görevini sürdürdüğü
dönemde inşa ettiği yapıyı desteklemek için mücadele ediyordu.
Her ne kadar darbeci askerler başından beri Su:irez'i demokrasinin
cisimleşmiş hali gibi görseler de -ve bu nedenle nihayet darbeyi
yaptıklarında, onlar için bu hareket öncelikle demokrasiye değil,
Suarez'e karşı olsa da-, darbeden hemen önceki günlere kadar belki
de demokrasiyi gerçek anlamda hiç cisimleştirmemişti Suarez. Ve
o günlerde yaptığı hiçbir cisimleştirme, Temsilciler Meclisi'nin
toplandığı salonda başbakanlık sandalyesinde oturmakta olduğu
23 Şubat günü, kurşunlar etrafında vızıldayıp dururken yaptığı
ölçüde bütüncül değildi. Çünkü kendisi için ve iktidarda kalmak
için verdiği mücadele hiçbir zaman demokrasi için mücadeleyle o
an olduğu gibi bire bir örtüşmemişti.

87
10

Asıl entrikacıyı ortaya koymadım henüz: ordu. 23 Şubat


darbesi, Adolfo Suarez'e ve demokrasiye karşı yapılan askeri bir
darbeydi; öyleyse o sonbahar ve kış aylarında ordunun içerisinde
entrika çeviren kimdi? Amacı neydi? O dönemde orduya bağlı olan
istihbarat servisleri de entrika çeviriyarlar mıydı? i stihbarat örgüt­
lerinin çoğunu bünyesinde barındıran CESID de entrika çeviriyar
muydu? Eğer çeviriyorduysa, bunu Adolfo Suarez'i görevden uzak­
laştırmak için mi yapıyordu, yoksa darbeden yana olduğu için mi?
CESID, 23 Şubat darbesine katıldı mı? Bu sonuncusu, darbenin
üzerinde en fazla tartışılan, dolayısıyla en çok spekülasyona yol
açan hususlarından biridir. Bunu açıklığa kavuşturmak, darbeden
önceki birkaç ay boyunca ordunun içerisinde planlanan darbeci
manevraların açıklığa kavuşturulmasını sağlayacaktır.
23 Şubat davasında yalnızca iki CESID mensubu yargılandı:
AOME'nin (Merkezi Ö zel Operasyon Birliği) başında olan Bin­
başı Jose Luis Cortina ile Cortina'nın astı olan Yüzbaşı Vicente
Gomez Iglesias. Binbaşı heraat etti, yüzbaşı mahkUm oldu: Böylece,

88
23 Şubat'ın adli gerçekliği, CESID'in kurum olarak darbeye iştirak
etmediğini, yalnızca mensuplarından birinin bunu kendi inisiyati­
fiyle yaptığını ileri sürmektedir. Peki, adli gerçeklik, hakiki gerçek­
lik midir? i stihbarat örgütünün o dönemdeki sorumluları -başın­
daki Deniz Piyade Yarbayı Narciso Carreras ve onun yakın adamı
ve genel sekreteri Yarbay Javier Calderon-, CESID'in darbeye
iştirak ettiğini inlcir etmekle kalmadılar, darbenin tezgahlanmakta
olduğuna dair en küçük bir ipucuna tanık olmadıklarını öne sür­
düler. Bu, muazzam bir çuvallamanın kabullenilişi anlamına geli­
·
yordu; çünkü hükümetin istihbarat servisine yüklediği en önemli
sorumluluklardan biri -belki de onun en önemli görevi- muhtemel
bir darbeyi önceden haber vermekti. Carreras ve Calderon doğru
mu söylüyorlardı? 23 Şubat'ta gerçekten çuvallamış mıydı CESID?
Yoksa tam aksine, çuvallamamış, darbe hazırlıklarından haberdar
olmuş, ama darbeye bulaştığı için hükümeti uyarmamış mıydı?
Başından beri şüpheye yer bırakmayan iki olay var: Birincisi, darbe­
nin olanca ayrıntısını -kimin, ne zaman, nasıl ve nerede yapacağı­
nı- önceden bilmediği varsayılsa bile, Adolfo Suarez'e karşı çevrilen
entrikalardan ve şu ya da bu biçimde 23 Şubat'la sonuçlanan askeri
entrikalardan, güvenilir kaynaklar üzerinden haberdar olmuştu
CESID; ikincisi, hükümeti bundan haberdar etmişti. En azından,
öteden beri CESID'e atfedilen, Kasım 1980 tarihli, "Yürütülmekte
Olan Operasyonların Panoraması"1 başlıklı rapordan anlaşılıyor bu.
Yıllar sonra birçok kişi tarafından kabul görerek farklı kitaplarda
yayımlanmış bir sürümüne bakılırsa, Kral'a, Adolo Suarez'e , Gene­
ral Gutierrez Mellado'ya ve Savunma Bakanı Agustin Rodriguez
Sahagıin'a gönderilmişti bu rapor.

"Yürütülmekte Olan Operasyonların Panoraması"nı okumak için bkz. Prieto ve


Barberia, (El enigma del enfante, s. 280-293); Cernuda, Jauregui ve Menendez
(23-F. La conjura de los necios, s. 295-308); Pardo Zancada (23-F. La pieza que
fa/ta, s. 403-417).

89
Darbenin yakın geçmişini anlamak açısından, elimizde bulu­
nan en yararlı belgedir belki de bu rapor; çünkü dönemin siyasi
ve askeri entrikalarının eşzamanlı, ayrıntılı ve büyük ölçüde doğru
bir tasvirini yapmakta, 23 Şubat'ta ne olacağını hayli eksiksiz bir
biçimde ilan etmektedir. Önsöz ve üç bölümden oluşuyor rapor;
her bölümde farklı bir operasyon türü inceleniyor: Birinci bölüm
sivil operasyonlara, ikinci bölüm askeri operasyonlara, üçüncü
bölüm ise karma nitelikli kalkışmalara, askeri-sivil operasyonla­
ra ayrılmış. Önsöz bölümü, apaçık ortada olan bir olguyu ve bir
uyarıyı ortaya koymakla yetiniyor. Apaçık ortada olan olgu şudur:
Raporda sergilenecek olan operasyonların ortak özelliği, "anarşi
ortamını ve var olan sosyo-politik kaosu" sona erdirmek için Adolfo
Swirez'i devirme arzusudur. Uyarı ise, mevcut anarşi ve kargaşa
ortamı devam ettiği sürece, "yeni operasyonların yapılmayacağını
ileri sürmek için ortada hiçbir neden olmadığı", bilakis "bunların
sonsuza dek süreceği endişesinin taşınmakta olduğu"dur. Raporun
ilk bölümü dört sivil operasyonu tasvir eder; üçü başbakanın par­
tisinde, dördüncüsü Sosyalist Parti'de formüle edilen siyasi operas­
yonlardır bunlar. Rapor, bu operasyonların üçünün uygulanabilir­
liğini küçümser, ama organize edenlerin -Hıristiyan Demokratlar,
Liberaller ve UCD'li Maviler- her birinin askeri-sivil operasyonla
ilişkisini vurgular; sosyalist operasyona çok daha fazla önem atfeder.
Bu sonuncusu, PSOE'nin, 1981 yılının ocak ya da şubat ayında,
UCD içerisindeki büyük muhalif grupla anlaşmaya vardıktan sonra
güvensizlik önergesi vermesi yoluyla hayata geçirilecektir; böyle­
ce Suarez iktidardan uzaklaştırılacak, liberal eğilimli, Kraliyet'in
indinde itibar sahibi olan bir askerin liderliğinde milli birlik hükü­
meti kurulacaktır. Destekleyen tarafların güvendiği, Kral'ın onayını
almış, uygun ve hevesli bir askerin ordudaki darbed eğilimleri
etkisizleştireceği, projeye "neredeyse eksiksiz bir güvenilirlik kazan­
dmıcağı" varsayılmaktadır. Uygun ve hevesli asker profili, -raporun

90
yazarının Lericia'da sosyalist liderlerle toplantı yaptığından emin
olduğu- General Arınada'nın profılidir. Ya da yalnızca General
Arınada'ya atfedilen bir profıldir. Bu bölümde, PSOE'nin -raporun
sonunda sergilenen ve sosyalist operasyonun varyasyonundan ibaret
olan- askeri-sivil operasyonla ilişkisi hakkında da not düşülüyor.
Raporun ikinci bölümü, üç askeri operasyonu inceliyor: korge­
nerallerin, albayların ve "kendiliğinden kalkışanlar" diye nitelendir­
diği grubun operasyonu. Yazarın bu bölümde verdiği bilgi, zengin
ve güvenilir niteliktedir. Ona göre, birbiriyle büsbütün ilintisiz
olmasalar da, belli bir noktada birieşebilecek nitelikte de olsalar,
her biri bağımsızdır bu operasyonların; üstelik üçü de rahatça
uygulanabilir nitelikte ve tehlikelidir. Sivil referans noktası Manuel
Fraga olan korgenerallerin operasyonu, -ülkedeki bölgelerin yöne­
tim merkezleri olan- askeri garnizon komutanlıklarının yapacağı
ortak açıklamadan ibarettir; iki ay önce Türkiye'de vuku bulan şeye1
benzemektedir; böylelikle, darbeye kurumsal bir ton ya da çehre
kazandırılacaktır. Rapor, operasyona bulaşan korgenerallerin adını
geçiştirir (onların arasındaki en dikkat çekici kişi, Valensiya Garni­
zon Komutanı Jaime Milans del Bosch'tur), ama siyasal kötüleşme
devam ettiği takdirde darbenin yapılmasının muhtemel olduğu
kanısındadır. Albayların operasyonu, tıpkı ilki gibi, henüz tam
anlamıyla olgunlaşmış değildir. "Soğuk, rasyonel ve yöntem sahibi
kişiler" olan albayların operasyonu, ilkinden farklı olarak, özenle
planlanmıştır ve -organize edenlerin "insani ve profesyonel nite­
likleri" dolayısıyla- hayata geçirildiğinde "durdurulamayacaktır";
yine ilkinden farklı olarak, Kraliyet'i aşağısamaktadır: albayların
sosyal tasavvurları, "ilerici, asla Marksist olmayan, hayli milliyetçi
bir sosyalizme" yakındır; siyasi idealleri, monarşi değil, başkanlık

12 Eylül 1980'de Türkiye'de yapılan, Genelkurmay Başkanı Kenan Evren'in açık­


lamasıyla başlayan askeri darbeden söz ediliyor -çn.

91
sistemine dayalı bir cumhuriyettir. Rapor, Manuel Fraga'yı bu
operasyonla da ilişkilendirir; muhtemelen biri geç Frankoculuk
döneminin en önemli istihbarat servisinin şefi, dönemin Brunete
Zırhlı Tümen Kurmay Başkanı Albay Jose Ignacio San Martin
olan müsebbiplerin isimlerini de geçiştirir. " Kendiliğinden kalkı­
şanların operasyonu" diye anılan üçüncü operasyon, rapora bakılırsa
en tehlikeli olanıdır. Aralarında en şiddet yanlısı, en eli kulağında
olanı odur; ama yalnızca bunun için değil, aynı zamanda en küçük
bir monarşik eğilim taşımadığı için en tehlikeli olanıdır. Kendi­
liğinden kalkışanlara göre, orduyu darbe doğrultusunda harekete
geçirmenin biricik yolu, -"eğer direnişle karşılaşılır, karşı taraf
çekilmeyi reddederse seri infazlar yapmayı da hesaba katarak" -
ülkedeki kilit noktaya yıkıcı bir saldırı düzenlemektir: Raporda
Temsilciler Meclisi'nden söz edilmez, ama Moncloa Sarayı'ndan,
önemli bakanlıklardan ve iletişim merkezlerinden söz edilir; ken­
diliğinden kalkışanların öngörülerine göre, ani saldırı gerçekleşti­
rildiğinde, "Silahlı Kuwetler'in kalan bölümü harekete katılacak ya
da en azından hareketi önlemek için güç kullanmayacak" ve siyaset
cenahı topluca devre dışı bırakıldığında, operasyonun önderleri,
"askeri darbeye nihai şeklini verecek olan, önceden belirlenmiş
komutanların emrine girecekler"dir. Rapora göre, kendiliğinden
kalkışanların planı geçmişteki "ünlü Galaxia Operasyonu'nu" örnek
alıyordu; Tejero'nun iki yıl önce tasarladığı ama hayata geçirmeyi
başaramadığı darbeye basının verdiği isimdi bu; böylece yeni kal­
kışmanın kahramanı olarak yarbayı işaret ediyordu raporun yazarı.
Buraya kadar sözü edilenler, yürütülmekte olan askeri ve sivil
operasyonlardır; raporun devamında, karma nitelikli kalkışma­
lar, askeri-sivil operasyonlar ele alınmaktadır. Yukarıda anlatılan
şiddet yanlısı üç darbenin riskini hertaraf etmeye yönelik ılımlı
bir darbedir burada hedeflenen; girişimcileri, siyasi angajmanı
olmayan ama siyasette deneyim sahibi olan siviller ve "parlak

92
sicili ve liderlik kapasitesi olan" bazı generallerdir; "buradaki şekil,
darbeci olarak nitelendirilmekten kaçınmak için asgari seviyede
yasal bir görünüme bürünmenin ötesine geçmese de", uygulama
mekanizması şeklen anayasaldır: Yapılacak şey, farklı kaynaklardan
(siyasi partiler, iş ve sermaye çevreleri, din adamları, askerler, gaze­
teciler) yönehilecek kesintisiz bir dizi baskı yoluyla Suarez'i istifaya
zorlamaktan ibarettir; bu baskılar Kral'ınkiyle zirveye ulaşacak,
büyük partilerin desteğini alarak hemen harekete geçecek olan
Kral, "ordunun geri kalanının desteğini yedeğine alacak" bir gene­
rali başbakan olarak önerecek, o general en az yüzde eliisi bağımsız
ya da UCD, PSOE ve Alianza Popolar'ın önereceği sivillerden olu­
şan geçici bir kurtuluş hükümeti kuracaktır. Esas itibarıyla Temsil­
ciler Meclisi'ni kapatacak olan bu hükümet, terörizmin hakkından
gelip ekonomiyi canlandırmanın yanı sıra, anayasa reformu yapa­
cak, özerk yönetimleri ortadan kaldıracak, siyasi partilerin gücünü
kıracak, komünist ve milliyetçi partileri yasadışı ilan edecektir.
Esas itibarıyla demokrasiyi ortadan kaldırmayı amaçlamamak­
tadır: Demokrasinin budanması, sınırlandırılması, küçültülmesi,
yarı demokrasiye dönüştürülmesidir hedeflenen şey. Rapora göre,
bu karma operasyon yalnızca -bu operasyonun şiddet yanlısı bir
darbenin biricik alternatifi olduğuna ikna edilecek olan- UCD
ve PSO E liderlerinin desteğine bel bağlamamakta; aynı zamanda
-karma operasyon başarısızlığa uğrarsa onların önünün açılacağını
("vermiş oldukları ödünç desteğin bu kez onlara iade edileceğini")
telkin ederek- askeri operasyonların girişimcilerinin onayını da
almaya çalışmaktadır. Şunu ileri sürerek sona eriyordu rapor: "Bu
operasyonun uygulanabilme şansı hayli fazla"; üstelik tarih vermeye
de cüret ediyordu: "Ö ngörülemeyen şeyler olmadığı takdirde, 1981
baharından önce sonuçlandırılacağı tahmin edilmektedir."
Yürütülmekte Olan Operasyonların Panoraması raporunun
içeriği, özet olarak böyle. Sonunda öngörülemeyen şeyler oldu,

93
ama çok fazla değil: Esas itibarıyla raporun verdiği bilgiler doğruy­
du; öngörüleri de öyle: Sonuç olarak, 23 Şubat darbesi, dört sivil
operasyonun himayesi altında ve üç askeri operasyonun desteğiyle
askeri-sivil operasyonu hayata geçirme teşebbüsüydü; bütün isim­
leri etraflıca telaffuz ederek söyleyelim: Sivil komplocuları -UCD,
Alianza Popular ve PSO E'yi-acil çözümü kabule zorlamak için
askeri komplocuların -Milans del Bosch'un korgenerallerinin, San
Martin'in albaylarının ve kendiliğinden kalkışan Tejero'cuların­
gücünü kullanarak iktidarı General Arınada'ya teslim etme teşeb­
büsüydü. Eğer bu raporu CESID'in hazırladığı doğruysa, darbeyi
kimin, ne zaman, nasıl ve nerede yapacağı tam olarak bilinmiyor
olsa da, istihbarat teşkilatının, 1980 Kasımı'nda, darbeci entrikala­
ra dair -23 Şubat'ta vuku bulacak olan şeyi fazlaca yanılmaksızın
önceden kestirebilecek ölçüde- güvenilir bilgiye sahip olduğu gün
gibi ortadadır. Ne var ki, genellikle CESID'e atfedilen bu rapor,
CESID'in işi değildir; o dönemde Savunma Bakanlığı basın
bürosunun başında bulunan Yarbay Manuel Fernandez-Monz6n
Altolaguirre tarafından kaleme alınmıştır. istihbarat örgütünün
eski elemanı olan Manuel Fernandez, eski mesai arkadaşlarıyla
bağlantılarını sürdürmektedir. Madrid'li siyasetçi, sermayedar ve
işadamlarından mürekkep seçkin bir müşteri kitlesine yıllarca aske­
ri ve siyasi bilgi satmıştır. Ayrıca o dönemde, haber ajansı EFE'de
Luis Maria Anson'un danışmanlığını yapmaktadır. Onun savunma
bakanına gönderdiği, elbette Kral'a, Başbakan'a, onun yardımcısına
kadar ulaşan, hiç kuşkusuz sonbaharda ve 1980 kışında iktidarın
küçük Madrid'inde dolaşan rapor, 23 Şubat arifesinde çevrilen
entrikalar yığınının, özellikle askeri entrikaların yerinde özetidir.
Raporda yer alan bilgilerin kimisi kamusal alandan derlenmiş olsa
da, çoğu CESID kaynaklıdır. Bu ise, istihbarat servisinin yürü­
tülmekte olan operasyonların genel taslağını bildiğini göstermek­
tedir; ama askeri ayaklanma öncesindeki günlerde, bunu kimin,

94
ne zaman, nasıl ve nerede yapacağını bildiğini gösterınemektedir
elbette. Bilmekte midir yoksa? Hükümeti bilgilendirme ve uyar­
ma görevinin ifasında çuvallamış mıdır CESID? Çuvalladığın­
dan değil de, isyancıların tarafında olduğu için mi uyarınarnıştır
hükümeti? 23 Şubat'a dair en tartışmalı soru hala yanıtlanmamış
olarak ortada durmaktadır: Hükümet darbesine iştirak etmiş midir
CESID?

95
ll

23 Şubat

Günlerden pazartesiydi. Sabah hava güneşliydi Madrid'de;


öğleden sonra bir buçukta, güneş parıldamaz oldu, kış rüzgarı
sağanak halinde süpürmeye başladı şehir merkezinin sokaklarını;
saat altı buçuğa doğru, kararınıştı hava. O sırada -tam saat altıyı
yirmi üç geçe- on altı subay, yüz yetmiş astsubay ve Principe de
Vergara Caddesi'ndeki Jandarma Kuvvetleri Taşıt Deposu'ndan
toparianmış bir yığın askerin başında Temsilciler Meclisi'ne giri­
yordu Yarbay Tejero. Bu, darbenin başlangıcıydı. Temel tasarımı,
şiddet yanlısı bir darbeye değil, ılımlı bir darbeye; silahı -Kral'ın,
siyasetçi takımının ve yurttaşların boyun eğmesini sağlamak
üzere- yalnızca göz korkutmak için kullanması beklenen kan­
sız bir darbeye tekabül ediyordu: Temsilciler Meclisi alındıktan
sonra, Valensiya Garnizon Komutanı General Milans del Bosch
kendi bölgesinde ayaklanmayı başlatıp başkent Valensiya'yı ele
geçirecek; Albay San Martin ile Brunete Zırhlı Tümeni'nden

96
kimi subaylar kendi birliklerini harekete geçirip Madrid'i alacak;
General Arınada ise Zarzuela'ya gidip Kral'ı -kendisinin, Kraliyet
adına, rehin alınan vekilieri kurtarmak üzere Temsilciler Meclisi'ne
gitmesi, buna karşılık, büyük partilerle, kendisinin başkanlık ede­
ceği bir koalisyon, toparlanma ya da milli birlik hükümeti kurması
konusunda- ikna edecekti. Bu dört taktik hareketi, bir dereceye
kadar, kasım ayında Fernandez-Monzon'un raporunda söz edilen
dört askeri operasyona tekabül etmektedir: Temsilciler Meclisi'nin
alınması, yani en karmaşık (ve aynı zamanda tetikleyici) olanı,
kendillğinden kalkışanların operasyonuna tekabül ediyordu; en iyi
hazırlanılanı, yani Valensiya'nın alınması, korgenerallerin operas­
yonuna tekabül ediyordu; en hazırlıksızca tasarlanan hareket, yani
Madrid'in alınması, albayların operasyonuna tekabül ediyordu; en
basit ve en elzem olanı, yani Zarzuela'nın alınması ise, askeri-sivil
operasyona tekabül ediyordu. Yine de, Fernandez-Monzon'un
raporunda öngörülen darbeyle gerçekleşen darbe arasında çok
Önt:mli bir farklılık vardı: İ lkinde, askeri-sivil operasyon, üç askeri
operasyonu önlemek için kullanılan siyasal bir araç işlevi görürken,
ikincisinde, üç askeri operasyon, askeri-sivil operasyonu dayatma
aracı olarak işlev görüyordu. Ayrıca darbenin planı basit olabilirdi,
ama icrası ya da İcrasının kimi veçheleri için aynı şey söylenemez­
di; yine de, 23 Şubat sabahı, darbenin başarısından pek az darbeci
kuşku duyuyordu: Hepsi ya da neredeyse hepsi, yalnızca ordunun
değil, aynı zamanda Kral'ın, siyasetçi takımının ve yurttaşların
büyük bölümünün darbenin zaferini kabul etme eğiliminde olduk­
ları kanısındaydı; hepsi ya da neredeyse hepsi, bütün ülkenin, dar­
beyi tevekkül ederek değil, coşkuyla ya da ferahlama duygusuyla
karşılayacağını düşünüyordu. Tam bu noktada, bir bilgi vereyim:
Darbenin dört hareketinden ikisine müdahale ettiler CESID
ajanları; bir şey daha ekleyeyim: Bunların birinde, müdahale hiç de
eften püften değildi.

97
Şöyle gelişmiştir bu olay: O gün, öğleden sonra saat beşte,
CESID'de Binbaşı Cortina'nın astı olan Yüzbaşı Gômez Iglesias,
Jandarma Kuvvetleri Taşıt Deposu'nda, Temsilciler Meclisi'ne
yapılacak baskında Yarbay Tejero'ya eşlik edecek olan subayların
kuşkularını gidermeye çalışmaktadır. Gômez Iglesias, onunla yıl­
lar önce San Sebastian Jandarma Karargahı'nda karşılaşalı beri,
Yarbay Tejero'nun arkadaşıdır; muhtemelen, Binbaşı Cortina'nın
emriyle, aylardır Tejero'yu gözedemekte olan Yüzbaşı Iglesias,
arkadaşının yaptığı planı çok iyi bilmekte, son günlerde planını
gerçekleştirmesi için ona yardım etmektedir. O anda ve orada -
Temsilciler Meclisi'nin basılmasından bir buçuk saat önce, Taşıt
Deposu'nun kumandanı Albay Miguel Manchado'nun odasında­
ona verdiği desteğin hayati önemi vardır. Gômez Iglesias, Albay
Miguel Manchado'nun odasına ulaştığında, orada toplanmış olan
subayları, -Kral'ın emriyle, şu an Zarzuela'da olması gereken
General Arınada ve Valensiya'da olağanüstü hal ilan etmek üzere
olan General Milans del Bosch koroutasında yürütülen- kamu
düzeniyle ilgili milli önemi haiz bir operasyonu sonuçlandırmak
üzere (defalarca kullandığı bir formüldür bu) kendisiyle Temsil­
ciler Meclisi'ne gelmeleri konusunda ikna etmek için debelenip
durmaktadır Yarbay Tejero. Onu dinlemekte olan subayların hepsi,
isyankar sicilinden ve darbeci eğilimlerinden haberdardır. Çoğu,
günler ya da saatler öncesinden Yarbay'ın planının sırrına vakıf ve
durumu kabullenmiş olsa da, durumdan habersiz olanlar -özellikle
Yüzbaşı Abad- kuşkularını dile getirmektedir. Becerikli bir subay
olan Abad, Temsilciler Meclisi alındığında duruma hakim olmak
için gereksinilen, iyi eğitilmiş, uzmanlaşmış bir jandarma birliğine
komuta etmektedir. Odaya -o günlerde Taşıt Deposu'nda kursa
katılmakta olan- Gômez Iglesias'ın girişiyle her şey tamamen
değişir. Yüzbaşının bir CESID ajanı olarak sahip olduğu sorgula­
namaz otoritesiyle Tejero'nun söylediklerini onaylaması, Abad'ın

98
gönülsüzlüğünü ve kimi subayların kafasında beliren kuşkuları
giderir; orada toplanmış olan herkes hemen işe koyulur; Albay
Manchado'nun sağlamış olduğu altı otobüsü askerlerle doldurup
Temsilciler Meclisi'ne gitmek üzere yola çıkarlar. Yarlıayın planına
göre, aynı anda, Madrid'in öbür ucunda, Yüzbaşı Jesus Mufıecas'ın
Valdemoro Birinci Seyyar Jandarma Birliği'ne bağlı jandarmalada
doldurmakta olduğu otobüsle buluşacaklardır orada. Darbenin
ilk hareketi böyle başlar; onu yöneten kişiler, bunlardır. Ama 23
Şubat'ı analiz eden birçok araştırmacı, Yüzbaşı G6mez Iglesias'ın
yanı sıra başka birçok CESID ajanının da bu noktada darbeci Yar­
bay'la- işbirliği yaptığını ileri sürmektedir1; onlara göre, Tejero'nun
kanadı ile Mufıecas'ın kanadı, Binbaşı Cortina'nın adamlarının
-Çavuş Miguel Sales, Onbaşı Rafael Monge, Onbaşı Jose Moya­
kullandığı sahte plakalı, alçak frekanslı vericiler ve telsiz telefon­
lada donatılmış araçlar tarafından koordine edilmiştir. Bu, ancak
kısmen doğru olabilir bana göre: İ ki kanadın irtibatının CESID
tarafından sağlanmış olması, neredeyse imkansız bir şey. O dönem­
de CESID ajanlarının kullandığı vericilerin kapsama alanı ancak
bir kilometre, telsiz telefonların kapsama alanı ise beş yüz metreydi
(üstelik, eğer irtibat halinde olsalardı, Temsilciler Meclisi'ne aynı
anda ulaşırlardı; amaçları buydu, hiç kuşkusuz; oysa biri diğerin­
den çok sonra ulaştı); öte yandan, bazı CESID araçlarının -onları
Temsilciler Meclisi'ne götürmek için değil de (Madrid'de oturan
birinin oraya götürolmeye gereksinim duyması çok saçma olur­
du)- herhangi bir engelle karşılaşmaları durumunda yolu açmak
için onlara refakat etmiş olmaları muhtemeldir.2 Bu doğru olabilir

Bkz. Fermindez LOpez, Diecisiete horas y media, s. 214-218; Prieto ve Barberia, El


migma del Elifiınte, s. 223-232; Cemuda, Jauregui ve Menendez, 23-F. La conjura
de /os necios, s. 1 16- l l 9.
2 CESID ajanlarının yanı sıra, Albay Andres Cassinello'nun başında bulunduğu
Jandarma istihbarat Örgütü (SIGC) ajanlarının da Temsilciler Meclisi baskını­
na katıldığına dair belirtiler var. Bu örgütün bir elemanı tarafindan yazılan, 1991

99
de, olmayabilir de (daha sonra döneceğiz bu konuya); ama şunun
doğruluğundan eminiz: Binbaşı Cortina'ya bağlı en az bir CESID
ajanı, Temsilciler Meclisi baskınının başarılı olmasında belirleyici
öneme sahip bir destek vermiştir Yarbay Tejero'ya.
Darbenin ikinci hareketi de başarılıdır: Valensiya'nın işgali.
O gün öğleden sonra saat beş buçukta, garnizon komutanlığı
binasında, olağanüstü telaşlı bir sabahın ardından, emri altındaki
generalleri toplamış, bir saat sonra vuku bulacak şey hakkında
bilgi vermektedir Milans del Bosch. Temsilciler Meclisi'ne yapılan
baskından, Brunete Zırhlı Tümeni'nin Madrid'i alışından, Valen­
siya bölgesinde olağanüstü hal ilan edildiğini duyuran bildirinin
yayımlanışından, bütün bunların Zarzuela'da -operasyonun en
üst sorumlusu ve müstakbel başbakan- General Arınada'nın refa­
katinde olan Kral'ın rızasıyla yapıldığından, Kral'ın Arınada'yı
ordunun en üst makamı olan genelkurmay başkanlığına atayaca­
ğından söz eder. Yardımcısı Albay Ibariez lngles ve yaveri Yarbay
Mas Oliver tarafından desteklenen, İ spanyol ordusunun en itibarlı
subaylarından ve en ateşli Frankoculardan biri, açıkça monarşi
yanlısı olan General Milans, komplonun beyni ya da beyinlerin­
den biridir: Darbe Valensiya'da tasarlanmış, Tejero'nun darbecilik
eğilimi orada kışkırtılmış, Milans kendi planlarıyla Armada'nın­
kileri orada bağdaştırmış, İ spanyol askeri coğrafYasını aralarında
taksim eden on bir garnizon komutanlığından beşinin (merkezi
Sevilla'da olan İ kinci; merkezi Zaragoza'da olan Beşinci; merkezi
Valladolid'de olan Yedinci; merkezi La Corufia'da olan Sekizinci;
merkezi Balear Adaları'nda olan Onuncu Garnizon) desteğini ya

yılında gazetelerde yayımlanan rapora göre, SIGC Operasyon Grubu'na bağlı, bir
teğmenin komuta ettiği birçok subay ve yirmi jandarma, 23 Şubat günü öğleden
sonra saat beşte Temsilciler Meclisi ve çevresinde konuşlanmaya başlamış. Saat
beş buçukta, bölge tamamen kontrol altına alınmış; baskın anı geldiğinde, binanın
korunmasıyla görevli polisin Yarbay Tejero ve jandarmaların girişini engellemeye­
ceğinden eminlermiş artık. Şimdiye kadar hiç yalanianınadı bu bilgi.

100
da suçu görmezden gelen tarafsızlığını oradan kotarmış, Mad­
rid'deki Brunete Zırhlı Tümeni'nin ayaklanmasını bir gün önce
oradan ayarlamış, kendisini oradan isyancıların askeri lideri olarak
göstermiştir. Darbenin arifesinde, ayrıntılada ilgilenmeye özen
göstermiştir Milans: Günlerce önce, CESID'in Valensiya temsilci­
liğinden garnizon komutaniıkiarına -biri ETA'nın olası terör eyle­
mi, diğeri solcu sendika militanlarının muhtemel şiddet eylemleri
hakkında- iki gizli not gönderilmiştir;1 sahte bilgiye dayalı, pek
güvenilirliği olmayan bu notlar, birliklerin kışlaya hapsolması ve
kendisinin talebi üzerine 23 Şubat sabahı Albay Ibafıez Ingles'in
kaleme aldığı bildiri ile öngörülen olağanüstü halin uygulanması
için zemin hazırlama işlevi görmüş olmalı; darbe gününde de
ayrıntılada ilgilenmeye özen göstermiştir: CESID'in iki notu,
istihbarat servisinin bir elemanı tarafından hazırlanmıştır, ama bu
örgütü bir müttefik olarak değil, darbenin potansiyel düşmanı ola­
rak görmektedir Milans. Olağanüstü hal ilan ettikten sonra aldığı
ilk önlemlerden biri, CESID'in Valensiya temsilcisini tutuklamak
ve örgütün harekete geçmesini önlemek için şehirdeki bürolarına
bir binbaşı ve birçok askerden mürekkep bir müfreze göndermek
olmuştur. En azından kendi bölgesinde, darbe için gerekli bütün
unsurları kontrol altına almıştır ya da almış olduğu kanısındadır
Milans: O sabah, bölgedeki kumandanlara, yalnızca kendilerine
teleksle "Miguelete" parolası gönderildiğinde açılması talima­
tıyla, mumla mühürlenmiş zarf içerisinde bir emir göndermiştir.
Akşamüzeri saat altıda, karargaha çağırdığı generallerle yaptığı
toplantıyı bitirip onları operasyonları başlatmak üzere kendi görev
yerlerine gönderdiğinde, Valensiya'da darbenin başarısızlığına dela­
let edecek hiçbir şey gözükmemektedir.

1 Okumak için bkz. }uan Blanco, 23-F. Cr6nica fiel... , s. 527 ve 529; Milans del
Bosch'un yayımladığı bildiri için bkz. Urbano, Con la venia... , s. 360-364 ya da
Pardo Zancada, 23-F. La pieza quefalta, s. 416-417.

101
Ordunun en güçlü, en modern, en deneyimli, başkente en
yakın birliği olan Brunete Zırhlı Tümeni'nin genel karargahının
bulunduğu, Madrid'e birkaç kilometre uzaklıktaki El Pardo'da da
darbenin başarısızlığına delalet edebilecek herhangi bir şey gözük­
memektedİr. Akşamüzeri saat beşe doğru, aşağı yukarı Yarbay
Tejero'nun kendisine Temsilciler Meclisi'nde eşlik etmek üzere
toplanan subayların kaygılarını Yüzbaşı Vicente Gomez Iglesias'ın
yardımıyla giderdiği ve General Milans'ın astlarını eli kulağında
olan darbe hakkında bilgilendirdiği sırada, Tümen Komutanı
General Jose Juste'nin odasında olağan dışı bir toplantı yapılırken,
darbenin başarısızlığına delalet edebilecek hiçbir şey gözükme­
mektedİr. Birçok nederıle olağan dışıdır bu toplantı: Her şeyden
önce, bir binbaşı tarafından acilen talep edilen bir toplantı olduğu
için öyledir; bir gün önce, Milans'ın Brunete'yi ayaklandırıp Mad­
rid'i almakla görevlendirdiği Ricardo Pardo Zancada'dır bu binbaşı.
O dönemde itibarlı bir kurmay subaydır Pardo Zancada. Hükü­
mete karşı düzenlenen entrikaya karışmış, allıayların komplosuyla
ya da o gruba dahil olan subaylardan bazılarıyla, özellikle üstü ve
tümenin kurmay başkanı olan Albay San Martin'le yakın ilişki
içerisinde olmuştur; üstelik Milans'la ideolojik ve kişisel bağları,
generalin Brunete Tümeni'nin başında olduğu '70'li yılların ikinci
yarısından bu yana hayli sıkıdır. Bu sonuncusu, Milans'ın pazar
sabahı onu acilen çağırmasını; Pardo Zancada'nınsa, açıklama iste­
meksizin ve hiç tereddüt etmeden, Albay San Martin'e bu vakitsiz
telefon görüşmesi hakkında bilgi verdikten sonra arabaya atlayıp
Valensiya'nın yolunu tutmuş olmasını açıklamaktadır. Binbaşı dört
saatlik yolculuktan sonra şehre ulaştığında, Milans ertesi gün gene­
rallerine anlatacağı planı açıklayıp San Martin ve -darbenin hazır­
lık toplantılarına katılan, isyan hazırlığı kuşkusuyla görevinden
alınıp La Corufıa askeri yönetimine atanmadan önce Brunete'nin
başında olan- General Luis Torres Rojas'ın desteğiyle birliğini

102
ayaklandırma görevini verir ona; tümeni ayaklandırmak için onu
çevreleyen yenilmez savaşçı halesinin ve ordunun neredeyse bütün
birimlerinde olduğu gibi orada da solunmakta olan isyankar atmos­
ferin yeterli olacağını bilmekle birlikte, General Arınada ile yaptığı
telefon görüşmesini dinletir ona; telefon görüşmesinden, Kral'ın
darbeden haberdar olduğu sonucunu çıkarır Bin başı. Beş duyusunu
kullanarak olanca dikkatini verir Pardo Zancada; Milans'ın sözle­
rinin ve Milans'la Arınada arasındaki diyaloğun kendisini kesif bir
belirsizliğe gark etmiş olmasına ve yapılan planın zayıf, tutarsız ve
yeterince geliştirilmemiş olduğunu düşünmesine rağmen, görevi
şevkle kabul eder; gece yarısı Madrid'e dönüp San Martin'i bilgi­
lendirdiğinde kafasındaki soru işaretleri ortadan kalkmamış, ama
yine de şevki kırılmamıştır: İ kisi de yıllardır bu anı beklemektedir­
ler ve darbenin böylesine acemice ve doğaçtan hazırlanmış olma­
sının geri çekilmelerini gerektirmediği ve kesin gözüyle baktıkları
zaferi engellerneyeceği konusunda hemfıkirdirler.
Binbaşı Pardo Zancada'nın hayatındaki en çılgın gün başlar
ertesi sabah: Neredeyse yalnız başına, -La Corufıa'daki odasını
beyhude yere defalarca aradığı- Torres Rojas'ın ve -sabahın erken
saatlerinde GeneralJuste ile birlikte Zaragoza yakınlarında yapılan
tatbikatı denetlerneye gitmiş olan- San Martin'in desteği olmaksı­
zın, ne olduğunu hala bilmediği bir görev için Brunete'yi hazırlar,
birliklerinden her birinin yürüteceği operasyonların kabataslak
planını yapar: radyo ve televizyon istasyonlarının ele geçirilmesi,
Madrid'in stratejik bölgelerindeki -Campo del Moro, Retiro, C asa
de Campo, Parque del Oeste- ileri mevkilerin alınması, sonrasında
birliklerin bu bölgelere yayılması. Sonunda, öğlene doğru, Torres
Rojas'a telefonla ulaşmayı başarır; üzerinde muharebe üniforması,
kafasında tankçı beresi, subaylarının indinde gözü pek ve dürüst
bir kumandan olarak edindiği itibarı kullanarak eski birliğini
ayaklandırmaya hazır bir halde, tarifeli uçuşla aldacele Madrid'e

103
gider Torres Roj as. Öğleden sonra saat iki sularında Torres Roj as' ı
Barajas Havaalanı'ndan alır Pardo Zancada. Karargahın yemek
salonunda, eski komutanlarının beklenmedik ziyaretine şaşıran
diğer komutan ve subayların eşliğinde, birlikte yemek yerler; aynı
anda, Zaragoza'ya giderken, Santa Maria de la Huerta Oteli'nde
General Juste ile yemek yemekte olan Albay San Martin, Pardo
Zancada'dan beklediği -tümende darbeyle ilgili bütün hazırlık­
ların tamamlandığına dair- haberi alır. O anda tereddüt etmiş
olmalı San Martin: Juste'yle karargaha dönmesi, Brunete'nin
komutanının komployu engellemesi riskini göze almak anla­
mına gelecektir; dönmemesi ise, belki de zaferin dışında kalıp
galibiyetin getirilerinden mahrum kalmasıyla sonuçlanacaktır:
Bunların tadını çıkarma arzusu, Frankocu istihbarat servislerinin
her şeye kadir komutanı olmanın kibri ve asıl kumandanı olma­
dığı bir birliği harekete geçirmenin zorluklarını biliyor olmasıyla
birleşince, Juste'yi kontrol edebileceğine, görev yerine dönmesi
gerektiğine kanaat getirir; bu ise, sonuçta darbenin başarısızlığa
uğramasının nedenlerinden biri olacaktır. Böylece, öğleden sonra
saat dört buçukta, Juste ile San Martin, beklenmedik bir biçimde
karargahta peydahlanırlar ve beşe birkaç dakika kala, birliklerin
kışlaya kapatılmasının ardından, olağan dışı toplantıya kendisinin
çağırdığı, şimdi Juste'nin odasına doluşmuş olan farklı rütbeler­
deki komutan ve subaylara seslenmek üzere söze başlar Pardo
Zancada. Konuşması kısadır: Binbaşı, birkaç dakika içerisinde,
Madrid'de ziyadesiyle önemli bir olayın vuku bulacağını duyurur;
bu olayın ardından, General Milans'ın Valensiya'yı alacağını açık­
lar; Milans'ın, Brunete'nin Madrid'i işgal etmesine bel bağladığını
söyler; ayrıca operasyonun Zarzuela'dan, Kral'ın rızasıyla, General
Arınada tarafından yönetilmekte olduğunu ekler. Toplantıya katı­
lanların çoğunun tepkisi, bastırılmış sevinçle umutlu ciddiyet ara­
sında salınıp durmaktadır; komutan ve subaylar,Juste'nin yargısını

104
beklemektedirler; Torres Rojas ile San Martin, yatıştırıcı sözlerle,
Kral, Arınada ve Milans'ı zikrederek, Juste'yi darbe davasına
kazanmaya çalışırlar; San Martin, Juste'nin bağlı olduğu, hiçbir
şeyden haberi olmayan Madrid Garnizon Komutanı General
Quintana Lacaci'yi aramaması konusunda ikna etmeye çalışır onu.
Brunete Zırhlı Tümeni Komutanı General Juste, -kafasında 1936
ayaklanmasını ve eğer darbeye karşı gelirse subaylarının tümenin
kumandasını ele geçirerek kendisini derhal idam etmeleri ihtima­
lini tarttığı- birkaç dakika süren kederli bir tereddüdün ardından,
öğleden sonra saat beşi on geçe, teskin edici bir hareket yapar -
bunu, orada bulunanların bir bölümü bağa gözlük çerçevesini ya da
seyrek, kırçıl bıyığını düzeltmek için sarf edilen beyhude bir çaba,
bir bölümüyse muvafakat ya da feragat işareti olarak yorumlar-,
koltuğunu masaya yaklaştırır, darbenin zafere ulaşacağının son­
dan ikinci işaretiymiş gibi gözüken şu üç kelimeyi telaffuz eder:
"Pekala, devam ediniz!"1
Tam o sırada, Temsilciler Meclisi'ne ancak beş yüz metre
uzaklıkta olan Buenavista Sarayı'ndaki İ spanyol Ordusu. Genel
Karargahı'nda, son işaretin verilmesi için her şey hazır gözükmek­
tedir. General Alfonso Armada, Paraşüt Tugayı'nın kuruluşunu
anma şenliklerine katıldığı Aleala de Henares'ten henüz dönmüş,
tören üniformasım çıkarıp gündelik kıyafetini giymiş, Genelkur­
may Başkan Yardımcısı olarak yeni odasında, hiçbir sabırsızlık
belirtisi göstermeksizin, yeni başbakanın göreve getirilmesiyle
ilgili tartışmayı dinlemek üzere radyoyu açmaya bile gerek duy­
maksızın, bir astının telaşla içeri girerek Temsilciler Meclisi'nin
basıldığı haberini vermesini beklemektedir. Ama belki de İ spanyol
ordusunun en fazla monarşi yanlısı askeri, dört yıl öncesine kadar

General Juste'den yapılan alıntı için bkz. Pardo Zancada, 23-F. Lapieza quefo/ta, s.
81. Brunete Zırhlı Tümeni'nde yaşanan olayiann hikayesi için önemli bir kaynaktır.

105
Kral'ın sekreteri, birkaç aydır iktidarın küçük Madrid'inde çoğu
insan için koalisyon, toparlanma ya da milli birlik hükümetinin
başına getirilecek kişi olan Arınada'nın esas beklediği şey, Kral'ın
kendisini arayarak Zarzuela'ya gelmesini, Temsilciler Meclisi'nde
ne olup bittiğini açıklamasını istemesidir. Yeterince neden vardır,
Arınada'nın böylesi bir beklentiye girmesi için: Yalnızca -onun
en güvenilir adamı olduğu on beş yıllık sürenin ardından- Kral'ın
kendisine herkesten daha fazla güvendiğinden emin olduğu için
değil, aynı zamanda Zarzuela'dan sancılı ayrılışından sonra barış­
tıkları, son haftalarda Kral'ı darbe tehlikesi konusunda defalarca
uyardığı ve ona işin girdisi çıktısını bildiğini, eğer sonunda öyle
bir şey olursa kendisinin olayı kontrol edebileceğini ima ettiği için
böylesi bir beklenti içindedir. Zarzuela'ya gitmesi yeterli olacak,
eski günlerde olduğu gibi, meselenin sorumluluğunu üstlenecektir:
Kral'ı ve Kral'ın ordusunu arkasına alarak Temsilciler Meclisi'ne
gidecek; siyasi partileri, çoğunluğun -ordunun sokağa dökülmesin­
den çok önce- onayladığı bir çözüme ikna etmek için fazlaca çaba
harcaması gerekmeyecek, milletvekilierini serbest bırakacak, kendi
başkanlığında bir koalisyon, toparlanma ya da milli birlik hükümeti
kuracak, böylece orduda ve ülkede yeniden huzuru sağlayacaktır.
Arınada'nın vuku bulmasını beklediği şey budur; bu, darbecilerin
öngörülerine göre vuku bulması kaçınılmaz olan şeydir.
Böylece 23 Şubat günü, akşamüzeri saat altıda, darbenin temel
unsurları, darbeciler tarafından belirlenen yerlerde hazır durumda­
dır: Yarbay Tejero komutasındaki, jandarma dolu altı otobüs, Taşıt
Deposu'ndan (Yüzbaşı Mufıecas komutasındaki bir otobüs de
Valdemoro'dan) Temsilciler Meclisi'ne doğru yola çıkmak üzeredir;
Valensiya bölgesindeki komutanlar, Milans'ın talimatıyla mühürlü
zarfları açmış, birlikler yakıt ve mühimmat ikmalini yapmış, kış­
lalar kapılarını açmaya hazırlanmaktadır; Brunete'nin tugay ve
alay komutanları, Pardo Zancara tarafından kaleme alınıp Juste

106
tarafından onaylanan -öncelikli hedefler, yerleşim bölgeleri, işgal
ve gözedeme görevleri ile ilgili somut talimatlar içeren- operasyon
emirleri doğrultusunda görev yerlerine gitmek üzere karargahtan
çıkmışlardır; General Armada, olağan bir meseleyi görüşmek
üzere kendisini çağıran, üstü, Genelkurmay Başkanı General
Gabeiras'ın odasında, Zarzuela'dan gelecek çağrıyı beklemektedir.
Yarım saat sonra, Temsilciler Meclisi'ne dalarak darbeyi salıverir
Yarbay Tejero. Umulandan çok daha kolay katarılınıştır Temsilciler
Meclisi'nin alınması. Binayı korumakla görevli polisler ve mil­
letvekillerinin korumaları, saldırganlara en küçük bir mukavemet
göstermemiştir; Tejero, yarım daire biçimindeki salona girişinden
birkaç dakika sonra, Temsilciler Meclisi'nin girişinin yanı sıra, içi­
nin kontrolünü de ele geçirdiğinde ve adamlarının ruh hali zafer
sarhoşluğuna gark olduğunda, Valensiya'yı arayıp mutluluktan
havaya uçarak durumdan haberdar eder Milans'ı; kolayca sağlanan
bir başarıdır bu, ama eksiksiz bir başarı değildir. Ilımlı bir darbenin
girizgahı olduğu için, Temsilciler Meclisi işgalinin kansız ve ölçülü
olması talimatını vermiştir Tejero: Yeni başbakanın göreve getiril­
me oturumunun engellenmesi, milletvekillerinin alıkonulması ve
ayaklanan ordu nöbeti kendisinden ve jandarmalarından devralana
ve General Arınada müsadereden politik çıkış yolunu gösterene
kadar düzenin tesis edilmesinden ibarettir işgal; mucizevi olarak,
işgalin kanlı olmamasını sağlamış, ama ölçülü olmasını becere­
memiştir Tejero; darbecilerin karşılaştığı ilk sorun budur. Çünkü
Temsilciler Meclisi'ndeki kurşun yağmurunun radyodaki canlı
yayın üzerinden bütün ülkeye yayılması, ılımlı olması ya da ılımlı
olduğu izlenimi vermesi istenen darbeye şiddet yanlısı bir çehre
kazandırmış; bu ise, Kral, siyasetçi takımı ve yurttaşların darbeye
seve seve teslim olmasını zorlaştırmıştır. Çok daha kötüsü de olabi­
lirdi elbette; Temsilciler Meclisi'nin salonunda kurşun yağmuruna
maruz kalanlar şöyle dursun, en başında bunu radyodan dinleyenler

107
bile, baskının -ölçüsüzlüğünün yanı sıra- kan dökmesinin de kaçı­
nılmaz olduğu kanısındaydı; kan dökülmüş olsaydı, her şey çok
farklı olacaktı: Çünkü ölüler geri adım atmazlar; o zaman ılımlı
darbe, şiddet yanlısı darbeye dönüşecek, belki de ortalığın kan
gölüne dönmesi kaçınılmaz bir hal alacaktı. Ancak olaylar cereyan
ederken, operasyonun sahneye konuluşunda sergilenen şiddete
rağmen, darbenin geride kalan on dakikası içerisinde, darbecilerin
önüne önemli hiçbir engel çıkmamıştır: Sonuç olarak, sahneye
koyuş yalnızca sahneye koyuştur; Temsilciler Meclisi'nin toplantı
salonundaki kurşun yağmuru öngörülen planda bazı değişiklikler
yapılmasını zorunlu kılmış olsa da, hakikat ortadadır: Temsilciler
Meclisi ele geçirilmiş, Milans kendi bölgesinde sıkıyönetim ilan
edip Maestrazgo Üçüncü Mekanize Tümeni'nin kırk tankıyla bin
sekiz yüz askerini Valensiya caddelerine salmış, Brunete Zırhlı
Tümeni başkaldırmış ve tümenin AMX-30 tankları harekete hazır
hale getirilmiş ve Zarzuela'da, Kral, General Arınada'yla konuşmak
üzere Genelkurmay Başkanlığı'nı arama noktasına gelmiştir. Eğer
darbenin mukadderatının ilk dakikalarda belli olduğu doğruysa, 23
Şubat darbesi, başlangıcından on dakika sonra zafere ulaşmıştır.

108
İkinci Bölüm

DARBENİN KARŞlSlNDA
BİR DARBECİ
Dondurulmuş görüntü, Temsilciler Meclisi'nin toplandığı bomboş
salonunu gösteriyor. Ya da neredeyse bomboş: Görüntünün ortasında,
tek başına, hafıfte sağa eğilmiş bir heykel gibi, boşalmış sandalyelerin
ıssızlığında hayalet misali mavi başbakan sandalyesinde oturaduran
Adolfo Sudrez var. Onun solunda, General Gutiirrez Mellado, ortada­
ki yarım dairede, ayakta duruyor. Kollarını vücudu boyunca sarkıtmış,
sırtı kameraya dönük, sanki yarım daireye girmelerini engellemek
istiyormuş ya da başbakanını korumak için kendi vücudunu siper etmiş
gibi, sessizlikte silahlarını ateşleyen altı jandarmaya bakıyor. Yaşlı
generalin arkasında, yarım dairenin bize daha yakın bölümünde, iki
jandarma, makine/i tüfek ateşiyle toplantı salonunu delik deşik ediyor;
elinde tabancayla kürsüde durmakta olan Yarbay Tejero, telaş/ı el kol
hareketleri ve işitemediğimiz bağırtılarla, adamlarının kendisine veri­
len talimatları çiğneyen silah atışlarını kesmelerini istiyor. Başbakan
Sudrez'in üzerinde, sandalyelerin biteviye kırmızılığının içerisinden,
saklanan kimi milletvekillerinin elleri peydahlanıyor; başbakanın
önünde, üç stenograjla bir mübaşir, üzerinde açık kitaptarla bir gaz
lambası olan masanın altında ve çevresinde, frapan halının üzerine
saçılı bir halde büzüşüp kalmış/ar; daha beride, görüntünün alt bölü­
münde, yere kapanan kimi bakanların renk değiştirip hükümet üyele­
rine ait mavi sandalyelerle bütünleşmiş gibi görünen sırtları seçiliyor:

lll
bir sıra kaplumbağa kabuğu. Bütün bir sahne, bir havuzun içinden
geçtiği izieni mi veren nemli, cılız ve gerçek dışı bir ışıkla sarmalanmış;
salonu aydınlatan tek ışık, görüntünün sağ üst köşesinde, duvara asılı
barak ışık kürelerinden geliyor sanki; belki bu nedenle, bütün bir sahne,
dansı ya da kasvet/i bir aile tablosunu telkin ediyor ve ne onu oluşturan
unsurların ne de ona aldatıcı sükunetini veren sonsuzluk imgesinin
dolduramadığı bir mana boşluğu barındırıyor.
Ama görüntüyü hareket/endirdiğimizde, sükunet kayboluyor, ger­
çeklik yeniden kendi mecrasında akmaya koyuluyor. Silah seslerinin
arası açılırken, General Gutiirrez Me//ado yavaşça dönüyor, ellerini
beline koyuyor, sırtını jandarma/ara ve Yarbay Tejero'ya dönüyor,
savaş daha nihayete ermemişken hasarın görsel envanterini yapan titiz
bir subay gibi, kimsesiz salonu gözlemliyor; bu arada, Adolfo Sudrez,
hafıfte doğrularak sandalyesinde arkaya yas/anıyor; Yarbay, nihayet
jandarmaların emrine itaat etmelerini sağlıyor; toplantı salonunu, az
Önceki gürü/tünün etkisiyle büyüyen, bir depremin, bir uçak kazasının
sonrasındaki sükunet kadar kesif bir sessizlik kaplıyor. Tam o sırada,
çekim planı değişiyor; görüntü, önden, tabancasını yukarıya ka/dırmış,
kürsüye çıkan merdivenin basamaklarında diki/mekte olan Yarbay'ı
gösteriyor şimdi; onun solunda, Temsilciler Meclisi Sekreteri Victor
Carrasca/, az önce güvenoylaması sırasında monoton bir sesle okuduğu
milletvekili isimlerinin kayıtlı olduğu kağıtlar hd/ti kucağında, ken­
dini yere atmış, panik halinde, silahlarını -elleri belinde, kendilerine
bakmakta olan- General Gutiirrez Me//ado'ya doğrultmuş iki jan­
darmayı izliyor. O sırada, Yarbay, ansızın yaşlı General'in ha/d orada
meydan okurcasına dikildiğini fark edince, hızla basamakları iniyor,
arkadan üzerine çul/anıyor, boynunu kavrayıp iki jandarma ve Victor
Carrasca/'ın bakışları altında yere yatırmaya çalışıyor; o sırada, sanki
vuku bulacak olan şeyi görmeye cesareti yokmuş ya da onu engelleye­
mediği için muazzam bir utanç duyuyormuş gibi, yüzünü kollarının
arkasına saklıyor Victor Carrasca/.

1 12
Çekim planı yine değişiyor. Yarım daire biçimindeki salonu önden
görüyoruz yine, ama bu sefer daha geniş açıdan: Milletvekilleri, san­
dalyelerin altına yatıp büzüşmüşler, kimisi ortadaki yarım dairede ne
olup bittiğini görebilmek için ihtiyatla kafasını çıkarıyor; kürsünün
önünde, Yarbay, bakanların oturduğu sıranın siperliğini var gücüyle
kavramış olan General Gutiirrez Mellado'yu devirmeye çalışıyor hiıld.
Şimdi yarbay ve üç jandarma, silahlarını doğru/tarak onun etrafını
sarıyorlar; General'in ancak bir metre ötesinde olan Başbakan Sudrez,
sandalyesinde doğruluyor, siperliğe dayanarak ona yaklaşıyor: Bir an,
jandarmalar sanki ateş edeceklermiş gibi görünüyor; bir an, siperliğin
üzerinde, genç Başbakan'la yaşlı General'in elleri, mukadderata birlikte
karşı koymak istercesine, birbirini aranıyor. Ama mukadderat tecelli
etmiyor, en azından şimdilik, silah atılmıyor, artık dört değil sekiz
kişi olan jandarmaların kuşatma çemberi ni daraltma/arına, içlerinden
birinin Genera/'e hakaret ederek itaat etmesi ve yarım dairenin üze­
rindeki halıya yatması için bağırmasına rağmen, Yarbay arkasından
yaklaşıp çe/me !akıyor, onu yere yıkmayı başarmak üzereyken General
can simidine yapışır gibi siperliği kavrayarak yeniden direniyor. Ancak
o zaman yenilgiyi kabulleniyor Yarbay. O ve jandarma/arı, General'i
bırakıp uzak/aşıyor/ar; o sırada, Başbakan Sudrez'in eli yeniden onun
elini aranıyor, tutuyor bir an, bakışlarını saldırganların üzerinden
ayırmaksızın kızgınlıkla elini kurtarıyor General. Bir şeyler söyleyerek
onun öfkesini yalıştırmaya çalışıyor Başbakan, sandalyesine dönmesini,
sağduyulu davranmasını istiyor: çocuk gibi elinden tutuyor General'i,
kendisine doğru çekiyor, ayağa kalkarak ona yol veriyor; sonunda -
beyaz gömleğini, külrengi yeleğini ve koyu renk kravatını büsbütün ele
veren bir hareketle ceketinin düğmelerini açarak- sandalyesine oturu­
yor yaşlı General.

113
ı

Belki de ilki gibi içerisinde birçok duruşu barındıran ikinci bir


sarih duruş var burada. Darbeci askerlere öfkeyle karşı koyan Gene­
ral Gutierrez Mellado'nun duruşu, Temsilciler Meclisi'nin toplandığı
salonda kurşunlar etrafİnda vızıldayıp dururken hiç istifıni bozma­
dan sandalyesinde oturan Adalfa Suirez'in duruşu gibi, bir cesaret
duruşudur, bir zarafet duruşudur, bir itaatsizlik duruşudur, muazzam
bir özgürlük duruşudur. Bir bakıma, ölümden sonraki duruş, öleceği­
ni bilen ya da halihazırda ölmüş olan insanın duruşu olarak da nite­
lendirilebilir; çünkü, Adalfa Suirez'i bir tarafa bırakırsak, demokra­
sinin zuhur edişinden bu yana, kimse General Gutierrez Mellado
kadar askerlerin nefretine hedef olmamıştı. Belki de silah atışı başlar
başlamaz, neredeyse orada bulunan herkes gibi, olayın katliamla
sonuçlanacağını düşünmüş ve hayatta olduğunu fark eden darbeci­
lerin kendisini ortadan kaldırmakta gecikmeyeceklerini hissetmişti.
Öte yandan, bu duruşun teatral bir duruş olduğu kanısında değilim:
Beş yıldır siyaset yapıyor olsa da, aslında hiçbir zaman siyasetçi
olmamıştır General Gutierrez Mellado; o, daima asker olmuştur;

1 14
o nedenle, daima asker olduğundan, o günkü duruşu her şeyden
önce askerce bir duruştur, o nedenle bir anlamda doğal, zorunlu ve
ölümcül bir duruştur; Gutierrez Mellado, Temsilciler Meclisi salo­
nundaki tek askerdir; her asker gibi, disiplinin zorunluluğunu genle­
rinde taşımaktadır ve kimi askerlerin onu ihlal etmesine tahammül
edememiştir. Bu sonuncusunu, generalin değerini aşağısamak için
değil, yalnızca onun duruşunun anlamını belirlemeye çalıştığım için
söylüyorum. Öte yandan, itaat etmeyi reddederek darbecilere karşı
koyarken, bağırarak onların Temsilciler Meclisi'ni terk etmelerini
isterken, orada ateş ederek otoritesine meydan okuyan jandarmalar­
da kendisini görmüş olabileceğini tasavvur etmezsek belki de açıkça
belirleyemeyeceğimiz bir anlamdır bu; çünkü kırk beş yıl önce, gen­
lerinde taşıdığı disiplin zorunluluğuna itaatsizlik etmiş, demokratik
bir hükümette vücut bulan sivil iktidara karşı isyan etmiştir. Diğer
bir deyişle, General Gutierrez Mellado'nun öfkesi, belki de yalnızca
birkaç isyankar jandarmaya karşı takındığı görünür öfkeden ibaret
değildir; onda, belki kendisine duyduğu öfkenin de payı vardır; onun
darbecilere karşı koyma duruşunu, eski bir darbecinin pişmanlık
duruşu olarak yorumlamak büsbütün yersiz değildir belki de.
Bu yorumu kabul etmezdi muhtemelen General; en azından,
herkesin gözü önünde yapmazdı bunu: kırk beş yıl önce, temel
olarak şimdi hükümette yer alarak temsil ettiğinin aynısı olan
siyasal bir sisteme karşı yapılan askeri darbeyi destekleyen isyankar
bir subay olduğunu kabul etmezdi. Ama kimse biyografısinden
kaçamaz; generalin biyografısi onu tashih ederdi: 18 Temmuz
1936'da, Topçu Akademisi'ni yeni bitirmiş, Madrid'e birkaç kilo­
metre uzaklıktaki bir alaya atanmış, yirmi dört yaşında, Falanj üyesi
bir teğmenken, birliğinin meşru Cumhuriyet hükümetine karşı
yaptığı ayaklanmaya iştirak etmiş; ayın on dokuzunda, Madrid'de
isyan hastınlana kadar, bütün bir sabahı, kışlanın çatısında, Getafe
Havaalanı'ndan gelen, gün ağaralı beri isyancıları bombalayan

115
Breguet XIX uçaklarını mitralyözle tarayarak geçirmişti. Bunları
hiçbir zaman redderınedi General, ama 1936'daki demokrasiyle
1981'deki demokrasinin ve 1 8 Temmuz darbecileriyle 23 Şubat
darbecilerinin mukayese edilmesini reddederdi: 1 936'da isyan etmiş
olduğu için pişman olduğunu, herkesin gözü önünde asla söyleme­
di; gençliğinde isyan ettiği siyasi rejimin, yaşlılığında yaratılmasına
katkıda bulunduğu ve temsil ettiği rejimin temel olarak aynısı
olduğunu asla kabul etmezdi; her zaman, siyasi olayların birkaç
ay içerisinde üç yüz kişinin feci bir biçimde ölümüne yol açtığı,
rezike kusurlu olan 1936 demokrasisinin iler tutar yeri olmadığını,
o nedenle Franco'nun yaptığı darbenin elzem olduğunu savundu;1
ona göre, 1936 demokrasisi iktidarı sokağa bırakmış, onu sahiplen­
mekse orduya kalmıştı. General'in argümanı buydu ya da buna çok
benzer bir şeydi (İspanyol sağının Frankoculuğa tarihsel bağlılığını
hala sürdüren geniş bir kesimi benimsiyordu bu argümanı); oysa
bu yaklaşımın tutarsızlığı gün gibi ortadaydı: 1981 darbecilerinin
yaslandıkları gerekçeler, 1 936 darbecilerinin gerekçelerine benzer
nitelikte değil miydi? 1981 demokrasisinin rezike kusurlu olduğu­
nu ileri sürmediler mi? iktidarı sokağa bıraktığını söylemediler mi?
Birinin onu sahiplenmesine teşne oldukları doğru değil miydi? İleri
sürdüideri şey için yaslandıkları gerekçeler, 1 936 darbecilerinin yas­
landıkları gerekçelerden daha mı azdı? Demokratik bir rejimin bu
niteliğini yitirmesi, iler tutar yanının kalmaması ve askeri müdaha­
lenin elzem olması için ortaya kaç tane ölü koymak gerekiyordu? İki
yüz? İki yüz elli? Üç yüz? Dört yüz? Daha azı yeterli olmaz mıydı?
General Gutierrez Mellado'nun ilk Adolfo Smirez hükümetinde
dört aydır başbakan yardımcılığı yapmakta olduğu 1977 yılı ocak
ayının son haftasında, siyasal nedenlerle on kişi öldürüldü, on beş

Gutierrez Mellado'nun Franco'nun yaptığı askeri darbeye ilişkin görüşleri için


bkz. Al servicia de la Corona. Palabras de un militar, Madrid, Iberica Europea de
Ediciones, 1981, s. 254.

1 16
kişi ağır bir biçimde yaralandı, yüksek mevki sahibi iki kişi (Dev­
let Konseyi Başkanı Antonio Maria de Oriol y Urquijo ile Askeri
Adalet Konseyi Başkanı General Emilio Villaescusa) kaçınldı
İspanya'da; yalnızca 1980 yılında, dört yüz ellinin üzerinde terör sal­
dırısı oldu, yaralananların sayısı dört yüz otuzun, ölenlerin sayısı yüz
otuzun üzerindeydi. Ortalama günlük saldırı ve yaralı sayısı birin
üzerindeydi ve üç günde bir kişi ölmüştü. Bu, iler tutar yeri olan
bir pozisyona mı işaret ediyordu? Bu tabloya yol açan demokrasi
gerçek bir demokrasi miydi? 1977'de ya da 1981'de askeri müdahale
elzem miydi? Bu sorulara verilecek cevap ortadadır: Eğer, Gutierrez
Mellado'nun ömrünün sonuna kadar ileri sürdüğü gibi, 1936'daki
Cumhuriyet iler tutar yanı olmayan bir rejimse, 1981 Şubatı'ndaki
anayasal monarşi de öyleydi; bu durumda haklı olan General değil,
o akşamüzeri Temsilciler Meclisi'ni basan jandarmalardı.
Daha az mantıklı ama daha doğru ve daha karmaşık, başka bir
yanıtı daha var bu soruların. Teori başka bir şeydir, uygulama başka
bir şey: Teorik olarak, 1 8 Temmuz kalkışmasını hiçbir zaman red­
detınedi General. Sanırım, tıpkı kendi kuşağından diğer askerler
gibi, Francisco Franco'yu da reddetmedi. Buna karşılık, pratikte, en
azından Adolfo Smirez'in kendisini siyasete soktuğu ve hüküme­
tin askeri meselelerinin sorumluluğunu üstlendiği andan itibaren,
Francisco Franco'yu ve 1 8 Temmuz kalkışmasını reddetmenin
dışında bir şey yapmadı.
Meraınıını anlatayım. Bir tarihçi klişesi, İspanya'da diktatörlük­
ten demokrasiye geçişin, bir unutma anlaşması sayesinde mümkün
olabildiğini ileri sürer.1 Yanlıştır bu; ya da kısmen doğrudur, ancak

Son yıllarda derinlemesine tartışılan, "unutma anlaşması" diye anılan sorunla il­
gili olarak, Santos Julia'nın görmezden gelinmemesi gereken iki makalesine bak­
mak yeterlidir: "Echar al olvido, Memoria y amnistia en la transici6n", C/aves de
Raz6n Prdctica, No 129, Ocak-Şubat 2003, s. 14-24; "El franquismo: historia y
memoria", C/aves de Raz6n Prdctica, No 159, Ocak-Şubat 2005, s. 4-13.

117
ters bir Idişeyle tamamlanır gibi olur: İspanya'da diktatörlükten
demokrasiye geçiş, bir hatıriama anlaşması sayesinde mümkün
olmuştur. En genel anlamda söylersek, geçiş dönemi -demokra­
sinin, diktatörlüğün güçsüz düşmesinin mümkün kıldığı bir yığın
tesadüfun gönüllü ve hazırlıksız bir biçimde birbirine bağlanma­
sının ürünü değil de, Frankoculuğun kaçınılmaz sonucu olduğu
safsatasım ima eden bu yanıltıcı sözcükle andığımız tarihsel süreç­
İç Savaş'ın mağluplarıyla galipleri arasında yapılan bir anlaşmaydı:
Mağluplar, kırk üç yıllık savaş ve diktatörlük döneminde olanların
hesabını sormaktan vazgeçecekler, buna karşılık, kırk üç yıl boyun­
ca hesap sormuş olan galipler, her iki tarafı da benimseyen ve esas
itibarıyla savaşın yıktığının aynısı olan bir siyasi sistemi kabul
edeceklerdi. Bu anlaşma, geçmişin unutulmasını içermiyordu: Onu
rafa kaldırmayı, göz ardı etmeyi, bir kenara koymayı içeriyordu;
onu siyasi olarak kullanmayı reddetmeyi içeriyordu, ama unut­
mayı içermiyordu. Adalet açısından bakıldığında, bu anlaşma bir
yaniışı barındırıyordu, çünkü son çözümde savaşın sorumlularının
-demokratik rejime karşı darbe yaparak meydan okuyan- galip­
ler olduğu gerçeğini rafa kaldırmak, göz ardı etmek, bir kenara
koymak, kurbanların uğradığı zararı tam olarak tazmin etmeyi
ve -mağlupların imha edilmesi planını da ihtiva eden- rezike
hesap soruşun sorumlularını yargılamayı reddetmek anlamına
geliyordu. Ama siyaset -hatta siyaset etiği- açısından bakıldığında,
anlaşma akıllıca bir seçimdi, çünkü savaşta savundukları sistemi
şimdi yeniden tesis eden mağlupların siyasi zaferiyle sonuçlanmıştı
(biri cumhuriyet, diğeri monarşi olarak adlandırılsa da, sonuçta
ikisi de parlamenter demokrasiydi). Üstelik hesap sorma hatasını
yapmış olanlardan hesap sormaya kalkışmak, ahlaki bir yanlış,
rezilliğe rezillik katmak olurdu: En azından geçiş sürecini inşa
eden siyasetçilerio -sanki hepsi Max Weber'i okumuşlar; onun
gibi, yalnızca haklı olmayı gözeten yapay bir etiği, "gerçekten

118
siyasetçiye, geleceğe ve onun geleceğe karşı sorumluluğuna tekabül
eden şeyle ilgilenmek yerine geçmişteki suçluluğa dair siyaseten
steril ve çözümsüz soruların içerisinde kaybolan", böylece suçluluğu
kovalarken "bütün bir sorunun kaçınılmaz tahrifatını" (galiplerin
ve mağlupların, ötekinin suçunu itiraf etmesiyle sağlanacak manevi
ve maddi avantajları kollayan yırtıcı ilgisinin sonucu olan tahri­
fat) gözden kaçıran bir etiği uygulamaktan ahlaken daha bayağı
bir şey olmadığı kanısındaymışlar gibi- düşündükleri şey buydu. ı
Her halükirda, geçiş sürecinin siyasetçileri eğer bunu gözeterek,
siyasal mücadelede geçmişi kullanmayı reddederek bir anlaşma
yapabildilerse, geçmişi unutmuş oldukları için değil, çok iyi hatır­
ladıkları için becerdiler bunu. Haklılık iddiasıyla hesap sorarak
geleceği mahvetme, belki de ülkeyi yeni bir iç savaşın içerisinde
hoğma riskini göze almanın uygunsuz ve iğrenç bir şey olduğuna
kanaat getirdiler. Geçiş sürecinde, olanları unutan pek az insan
vardı İspanya'da; savaşın anısı, siyasetçi takımının ve vatandaşların
hafızasında her zamankinden daha canlıydı; 23 Şubat darbesine
neredeyse hiç kimsenin karşı koymamış olmasının nedenlerinden
biri budur: O dönemde herkes, ne pahasına olursa olsun, kırk yıl
önce ülkeyi kan gölüne çeviren o vahşi taşkınlığın yeniden ortaya
çıkmasından sakınmak istiyordu ve herkes kendi anlayışına tekabül
eden siyasetçi grubuna aktarmıştı bu arzuyu. Kahramanca, adalet
ya da din duygusundan kaynaklanan bir arzu değildi bu; orta sınıfın
cesurca ve makul bir biçimde ifade ettiği bir arzuydu; ve siyasetçi
kesimi, cesurca ve makul bir biçimde yerine getirdi bu arzuyu:
1980 yılının sonbahar ve kış aylarında, ülkeyi yeniden barbarlığın
sınırına kadar getiren bir sorumsuzluk sergilemiş olsa da, siyasetçi
kesiminin 1976 ile 1980 yılları arasındaki tutumu, son iki yüz yıllık

Max Weber, "La politica como vocaci6n", Elpolftico y el cientifico, Madrid, Alianza
Editorial, 1967, s. 160.

119
siciliyle karşılaştırıldığında, çok daha az beceriksizceydi. Savaşa
katılmış ve benzer bir şeyin yeniden vuku bulmaması için -örtük
bir anlaşmayla- birlikte davranmakta olan bir kuşak için, bunun
böyle olması anlaşılır bir şeydir. Hiç kuşkusuz, bunun böyle olması,
herkesin gözü önünde ne derse desin, en azından hükümette yer
alışından bu yana, daima haklı olmayı ya da haklı çıkmayı peşinen
reddeden biri gibi davranmış olan General Gutierrez Mellado için
de anlaşılır bir şeydir. Diğer bir ifadeyle, sanki gerçeği biliyormuş
gibi davrandı General: İnşa edilmesine katkıda bulunduğu demok­
rasi, esas itibarıyla, kırk yıl önce yıkılmasına katkıda bulunduğu
demokrasinin aynısıydı ve savaşın yarattığı felaketten kendisi de
sorumluydu. Bu açıdan bakıldığında, General, sanki kendisi de bir
ricat kahramanıymış -kendi altını oyarak konumlarını terk eden,
bir feragat ve yıkım ustasıymış- gibi, olanca siyasi çabasını, suçu­
nu tartışmaya ya da kabul etmeye değil, -yeni bir 18 Temmuz'u
engelleme sorumluluğunu üstlenerek, yeni bir darbenin önünü
almak için onu ortaya koyan orduyu, kendi ordusunu, Zafer Ordu­
su'nu, Francisco Franco'nun ordusunu etkisizleştirerek- suçundan
kurtulmaya hasretmiştir. Yine bu açıdan bakıldığında, onun Tem­
silciler Meclisi'nin toplandığı salonda isyankar jandarmalara karşı
koyan duruşu -o cesaret, zarafet ve itaatsizlik duruşu, aynı zaman­
da muazzam özgürlük duruşu, ölümden sonraki duruş, o askeri
duruş-, yalnızca gençliğinde işlediği suçların kesin bir biçimde
bağışlanmasının sağlanması olarak değil, aynı zamanda beş yıl önce
Adolfo Suarez kendisini başbakan yardımcısı olarak atayıp hükü­
metin savunma siyasetinin sorumluluğunu ona vereli beri amaç
edindiği iki şeyin özeti ya da simgesi olarak anlaşılmalıdır: askeri
otoriteyi sivil otoriteye bağlı kılmak ve Başbakan'ı silah arkadaşla­
rının gazabından korumak.

120
2

Genelkurmay başkanlığı yaptığı, Adolfo Smirez'in kendisini


ilk hükümetinin başbakan yardımcısı olarak siyasete sokmasının
an meselesi olduğu 1976 yılı eylül ayı başlarında, silah arkadaş­
ları tarafından en fazla saygı duyulan askerlerden biriydi General
Gutierrez Mellado; birkaç ay sonra ise, en nefret edileni oldu.
Kimileri, bu ani değişimi, Gutierrez Mellado'nun siyasetindeki
hatalara bağladı; hata yapılmış olması muhtemeldir, ama hata
yapılmamış olsaydı, hiç kuşkusuz sonuç değişmeyecekti: Ordu
için -ordunun, Frankoculuğun zihniyetine iyice bağlanmış olan
büyük bir bölümü için-, Gutierrez Mellado'nun asıl hatası, Adolfo
Suarez'in demokratik reformlarını koşulsuz destekiemiş ve başba­
kanın askeri garantörü ve paratoneri rolünü üstlenmiş olmasıydı.
İkisinin de bedeli ağır oldu onun için: Hayatının son yıllarını,
silah arkadaşlarının aşağısamasma maruz kalarak, onların kendi­
sini topluca terk edişini sindirmeye çalışarak, eski onurlu askerin
hayaline dönüşerek, dalkavuklukları kendisi için pek bir şey ifade
etmeyen insanların hayranlığını kazanarak ve şefkatini o kadar

121
aranıp durduğu insanlar tarafından reddedilerek geçirdi. Orduyu
tutkuyla seviyordu; ordu mensuplarının nefreti onu mahvetti. Kısa
siyasi hayatında geçirdiği köklü başkalaşımın nedeni de buydu:
'70'li yılların başlarında, General Manuel Diez Alegria'nın emriyle
genelkurmay başkanlığına atandığında (ki o andan itibaren, libe­
ral mizaçlı, münevverce dokunuşları olan Alegria'nın müridi gibi
hissedecektir kendini), ağırbaşlı, sevecen, soğukkanlı ve diyaloğa
açık bir adamdı Gutierrez Mellado; daha aradan on yıl geçmeden,
23 Şubat'tan sonra hükümeti terk ettiğinde, hırçın, sinirli, güven­
siz, öfkesi burnunda, itiraza ve eleştiriye tahammülsöz bir insana
dönüşmüştü. Siyaset öğütmüştü onu. ilişkide olduğu demokratik
ülkelerin askeri yetkilileri, ülkede vasi rolünü üstlenen İspanyol
ordusunun üçüncü dünyaya özgü anakronizminin olumsuzluğu ve
kendisinin ertelenmemesi gereken bir reformu gerçekleştirebilecek
kapasitede olduğu konusunda ikna etmişlerdi Gcneral'i; k.tsmen
bu nedenle, '70'li yıllarda siyasete hayli yatkınlık kazanmış olsa
da, siyaset yapmaya hazırlıklı değildi. Kabinedeyken yönlendirdiği
askeri reform, yaşlanmış, muhtaç, arkaik, aşırı ölçüde büyük ve
hantal bir ordunun modernizasyonunu hedeflediği halde, siyasi
reform, meslektaşlarının uyuşmazlıkları ve kendi hataları bunu
gizlemişti; asıl amacı orduyu siyasetten koparmak olsa da ("Ya
askerliği bırakıp siyaset yapacaksın ya da siyaset yapmayı bırakıp
asker olacaksın,"1 diyordu), ne -yedeğe alınmayı talep edip emekli
olarak önce kendisinin uyguladığı- bu kopuşu silah arkadaşlarına
benimsetmeyi başarabilmiş, ne de onlar tarafından siyaset yapar­
ken askerliği bırakmamış olmakla suçlanmanın önünü alabilmişti;
hayatını askerlerin arasında geçirmiş olsa da, kendi döneminden
askerlerin zihniyetini tanımıyor -belki de tanımak ya da tanıdığını

1 Bu düşüncesini farklı biçimlerde ifade etmiştir Gutierrez Mellado. Bkz. Puell de la


Villa, Manuel Gutiirrez Mellado, s. 160.

122
kabul etmek istemiyor- gibiydi: Ordunun büyük bir bölümünün
demokrasiyi kabullenmediği ya da gönülsüzce kabullendiği gerçe­
ğini hiçbir zaman kabul etmedi; ordunun büyük bir bölümünün,
hükümette cisimlenen sivil otoriteye itaat etmeyi reddettiği, doğ­
rudan Kral'a bağlı olarak, olabildiğince başına buyruk bir biçimde,
kendi ölçütleri çerçevesinde ülkenin seyrini yönlendirmeye ya da
kollamaya can attığı gerçeğini hiçbir zaman kabul etmedi; belki
de birliklerin başında pek az bulunduğu için, bir askerin üstleriyle
ilişkilerinde gerekçe, öneri ve fikir alışverişi değil emir istediğini,
orduda emir olmayan şeyin zayıflık belirtisi olarak yorumlanma
riski taşıdığını anlamıyor ya da hatırlamıyordu. Önünü alamadığı
ya da halledemediği -belki de yönetirnde olduğu dönemde önünü
almanın ya da halletmenin mümkün olmadığı- bu tür çelişkiler,
onu, geçiş sürecinin başından beri, Frankoculuğun devamının
garantörü olarak görülen ordunun güç kaybetmesine karşı koyanla­
rın eleştirilerinin hedefi haline getiriyordu. Onu alt ettiler sonunda;
öyle ki, artık bunları görmezden gelmeyi bıraktığında, kirli bir
siyasi hırs ve şöhret merakıyla orduya ihanet etmiş olduğu görüşü
silah arkadaşları arasında yaygınlık kazanmıştı ve bu görüşü tekzip
edebilecek itibar ve güçten yoksundu.
Büyük ıstırap, 21 Eylül 1976 gününün akşamüzeri, General
Gutierrez Mellado'nun, General Fernando de Santiago'nun yerine
başbakan yardımcılığı görevine getirilmesiyle başladı. O sabah,
De Santiago, eğer Çalışma Bakanı'nın duyurduğu gibi sol eğilimli
sendikalar yasallaştırılacak olursa görevinden istifa etmekle tehdit
etmişti Başbakan'ı. Santiago'yu selefinin kabinesinden devralmış
olan ve onun sıkı Frankoculuğunun reform planlarını sekteye
uğratacağını düşünen Smirez, bu fırsatı değerlendirerek istifayı
kabul etti (ya da dayattı) ve De Santiago odasından çıkar çıkmaz
Gutierrez Mellado'yu arayarak boşalan makamı teklif etmek üzere
çağırdı. Yalnızca birkaç kez konuşmuşluğu vardı onunla, ama

123
aradığı adamın o olduğundan emindi: Teknik becerisi, hoşgörü­
lü mizacı, orduya ilişkin modern düşünceleri ve sözleri herkesin
malumuydu ve Kral'dan Diez Alegria'ya kadar, Suarez'in üzerin­
de etkili olan birçok insan, orduyu yenilernek için gereksindiği
general olarak onu tavsiye etmişti. Üstelik Suarez'in ona yaptığı
ilk bakanlık teklifi değildi bu: O yılın temmuz ayında, ilk hükü­
metini kurarken, ona içişleri bakanlığını teklif etmiş; Mellado,
o görevi yürütebilecek donamma sahip olmadığını ileri sürerek
bu teklifi reddetmişti (onu önü alınmaz bir iktidar hırsıyla yanıp
tutuşmakla suçlayan hasımlarını tekzip eden bir tutumdu bu); ama
ikinci teklifi hiç tereddüt etmeden kabul etti. Teklif edilen makam,
savunma konusunda çok geniş yetkilere sahipti; General, bu alanda
ne yapması gerektiğini biliyordu ve buna hazırlıklıydı. Kendisinin
başbakan yardımcılığını üstleneceği hükümetin yürütmekte olduğu
siyasi projeye gelince, Gutierrez Mellado'nun, fazlaca siyasi görüşü
olmayan, esasen tutucu biri olduğu herkesçe bilinen bir şeydi; tam
o anda, büyük bir olasılıkla, hemen herkes -hatta muhtemelen
Suarez- gibi, hükümetin işlevinin, Frankoculuğun eski yapıla­
rını ülkenin yeni gerçekliğine uyarlamaktan öteye geçmeyeceği
kanısındaydı. Yine aynı nedenle, ancak gerçeklik kendi disiplinini
dayattığında ve Suarez gerçekliğin disiplinine teslim olduğunda,
inşa edilmesine katkıda bulunduğu siyasal sistemin yarım yüzyıl
önce yıkılmasına katkıda bulunduğu sistemden temel olarak farklı
olmadığını ve o sistemi inşa etmenin, Franco ordusunun tepesinde
demokratik bir ordu inşa etmek anlamına geldiğini anlayacaktı
sonunda Gutierrez Mellado. Belki de şaşkınlığa kapılmıştı bunu
anladığında; ama Suarez'e ve Suarez'in temsil ettiği şeye ziyadesiyle
bağlanmış olduğu için, artık geri dönemezdi.
Gutierrez Mellado'nun başbakan yardımcılığına atanması, Suarez
açısından mükemmel bir hamleydi: General'in henüz sarsılmamış
olan itibarı ve hükümetteki seçkin konumu, reformların ordunun

124
denetiminde olduğu güvencesini vererek askerleri ve aşırı sağcıları
yatıştırıyordu. Değişime açık bir asker olarak yaptığı ürıle reform­
ların ciddiyetini telkin ettiği için, liberal denilen çevreleri ve henüz
yasadışı olan demokratik muhalefeti de yatıştırıyordu. Reformların
düzenli bir biçimde, şiddet uygulamaksızın hayata geçirileceği
güvencesini vererek, savaşın ani şokların dehşetini zihirılerine kazı­
dığı çoğurıluğu da yatıştırıyordu. Öte yandan, Smirez'in verdiği
görevi kabul etmekle, askeri itibarında gedik açılmıştı Gutierrez
Mellado'nun; göreve gelir gelmez, o güne kadar kendisine hayran
olanlar�n, kendisini takdir ederılerio saldırmak için fırsat kollamaya
başladıklarını anlayacaktı. Hükümetin yanlış adımı ilk fırsatı balışet­
ti onlara ve gediğin büsbütün açılmasına yol açtı. General Santiago,
Gutierrez Mellado'nun atanmasından birkaç gün sonra silah arka­
daşlarına gönderdiği yazıda, Franco rejimi tarafından yasaklanmış
olan sol eğilimli sendikaların yasallaştırılmasına hükümetteki var­
lığıyla meşruiyet kazandırmayı askerlik onuroyla bağdaştıramadığı
için istifa ettiğini açıklıyordu. General Carlos Iniesta Cano, El
Alcdzarda yayımlanan makalesiyle bu açıklamayı selamladı ve boyut­
landırdı.1 General Santiago'nun terk ettiği görevi kabul etmenin bir
asker için onursuzca bir şey olduğunu söyleyerek yeni Başbakan
Yardımcısı'nı yalan beyanda bulunmakla suçluyordu General Cano.
Her türden askeri mukavemet belirtisini bastırma konusunda azirrıli
olan Smirez, iki askeri de derhal yedek listesine alarak cezalandır­
maya karar verdi. Haklı ve cesurca bir çıkıştı bu, ama aynı zamanda
yasaya aykırıydı. Hatasının farkına vardığında, hükümetin bunu geri
çekmekten başka çaresi kalmamıştı. Bu geri adım, aşırı sağcı basında
General'e karşı başlatılan -onun orduyu itibarsızlaştıracak yasalar
çıkarmaya hazırlanan hükümetin işbirlikçisi olduğunu ilan ederek
kışiaları zehirleyen- ilk kampanyanın önünü alamadı.

1 Carlos Iniesta Cano, "Una lecci6n de honradez", E/Aicdzar, 27.09.1976.

125
İlk kez o zaman hain demişlerdi ona. İkincisi, yedi ay sonra,
hükümet komünist partiyi yasallaştırdığında oldu. Ama o dönemde
General'e hakaret edenler artık azınlıkta değildi orduda. Bu olay,
tarihçiler için diktatörlükten demokrasiye geçişin köşe taşlarından,
23 Şubat'ı araştıranlar için darbeyi hazırlayan uzak etmenlerden
biriydi; General Gutierrez Mellado içinse bambaşka bir şeydi: kişi­
sel ve siyasal hayatında bir çizginin geri dönüşü olmaksızın geçil­
mesi. Komünist parti, kırk yıl boyunca, Franco rejiminin umacısı
olmuştu; askerlerin de. Komünistleri kırk yıl önce savaş alanında
bozguna uğrattıklarını düşünüyorlardı; siyasal hayata dönmelerine
izin vermeye zinhar niyetleri yoktu. 1976 Temmuzu'nda iktidara
geldiğinde, muhtemelen komünist partiyi yasallaştırmak gibi bir
niyeti yoktu Suarez'in. Ama bunun, yapacağı reformun mihenk
taşı olduğunu bilmiyor olamazdı. Çünkü Franco rejiminin asıl -ve
neredeyse biricik- muhalifi, komünistler olmuştu. Onlarsız demok­
rasi, güclük bir demokrasi olacak, uluslararası düzlemde kabul edi­
lebilir olsa da, ulusal düzlemde yetersiz kalacaktı. Her halükarda,
iktidarda olduğu ilk aylarda yavaş yavaş idrak etmişti bunu Suarez.
Kuşkularının üstesinden geldikten sonra, askerlerin muhalefetine
rağmen komünist partiyi yasallaştırma kararının alınması gerektiği
kanısına vardı. 9 Nisan 1977 günüydü; tarihsel bir sarsıntı oldu.
izleyen günlerde, ülkede kimse gözlerine inanamazken, ordu dar­
benin eşiğine gelmişti: Gutierrez Mellado dışındaki asker bakan­
lar, haberi basından öğrendiklerini söylediler; Denizcilik Bakanı
Amiral Pita Da Veiga görevinden ve ordudan istifa etti; General
Alvarez Arenas, Ordu Yüksek Konseyi'ni toplantıya çağırdı; o
toplantıda hükümete hakaretler edildi, orduyu sokağa dökme
tehdidi savruldu, ardından hükümetin kararını reddeden sert bir
bildiri yayımlandı; askerlerin bütün öfkesi Başbakan'a (ya da, onun
gıyabında, yardımcısına) yönelikti: Yalan beyan ve hainlik suçlama­
ları, dozu artırılarak tekrarlandı; onları aldatmış olduğu suçlaması

126
eklendi. Suçlamaların hiçbiri temelsiz değildi: Hiç şüphesiz, komü­
nist partiyi yasallaştırmakla, yemin ederek savunacağını söylediği
Movimiento ilkelerini ihlal ediyordu Smirez; üstelik orduyu açıkça
aldattığı da ortadaydı.
Yedi ay önce, 8 Eylül 1 976'da, tasarladığı siyasal değişikliklerin
niteliğini ve kapsamını kişisel olarak açıklamak amacıyla, yüksek
rütbeli subaylarla makam odasında bir toplantı yapmıştı Suarez.
Üç kuvvet komutanlığından -aralarında Gutierrez Mellado'nun
da bulunduğu- otuzun üzerinde yüksek rütbeli general ve amiral
katıimiştı toplantıya. Suarez, kesintisiz üç saatlik konuşmasında,
aylar önce Frankocu parlamentonun huzurunda söylediği gibi,
"sokakta basitçe olağan addedilen şeyi siyasal kategori olarak
olağan seviyesine çıkarınakla sınırlı" reformlardan korkmamaları
gerektiği konusunda onları ikna etmek için, olanca hitabet ve
ayartma yeteneğini kullanmıştı; Suarez'in hiçbir şey anlamama­
ları için elinden gelen her şeyi yaptığı dinleyiciler, Frankoculuğun
karmaşık bir tarzda yeniden formüle edilmesi ya da örtülü bir
biçimde temdidi olarak değerlendirmişlerdi reformları. Suarez'in
konuşmasının özü buydu. Ama buluşmanın can alıcı noktası
(ya da zamanın akışı içerisinde buluşmanın can alıcı noktasına
dönüşen an), Suarez konuşurken değil, onun konuşmayı bitirme­
sinden sonra küçük topluluk şakalaşır, kucaklaşır ve gülüşürken
çıkageldi. Birisi, Komünist Parti'nin durumunun ne olacağını
sordu ona. Dikkatli ama kesin bir yanıt verdi Başbakan: Mevcut
tüzüğünü koruduğu sürece yasallaşmayacaktı.1 Az sonra, general-

Su:irez'in tam olarak ne söylediğini bilmiyoruz. Ama Sol Alameda ile yapılan
mülakatta kendisinin telaffuz ettiği şey aşağı yukan böyle. Bkz. Santos Juli:i ve
diğerleri, Memoria de la transici6n, s. 452 ("Mevcut tüzüğünü koruduğıı sürece,
İspanya Komünist Partisi'nin yasallaşmasının mümkün olmadığını söyledim");
aynca Nativel Preciado'ya yaptığı, Nicohis Sartorius ile Alberto Sabio tarafından
alıntılanan açıklamalar, Elfina/ de la dictatura, s. 743. Su:irez, Alameda ile yaptı­
ğı mülakatta, İspanya Komünist Partisi'nin yasallaşmasından kendi inisiyatifi ile

127
lerin coşkulu tezahüratı eşliğinde dağıldı toplantı (General Matio
Prada Canillas, "Başkan, yaşasın seni doğuran ana!" diye bağırdı);
komünist partinin İspanya'da yasallaşmayacağına ve Adolfo Sua­
rez'in ülke için bir lütuf olduğuna kanaat getirerek ayrıldı oradan
generaller. Yedi ay sonra, gerçeklik yanıldıklarını gösterdi onlara.
Ancak Suarez'in o gün askerlere yalan kıvırdığı söylenemez: O
önemli soruya verilen yanıtın içerdiği mazeret ("mevcut tüzüğünü
koruduğu sürece") kendisini sağlama almak için ileri sürülmüştü;
Suarez, partiyi yasallaştırmadan önce, bu mazerete sığınma kur­
nazlığını ve ihtiyatlılığını göstermiş, İspanya Komünist Partisi'nin
tüzüğünde kimi değişiklikler yapmasını sağlamıştı. Öte yandan,
1976 Eylülü'nde, komünist partiyi yasallaştırıp yasallaştırmayaca­
ğını henüz bilmiyordu Suarez. Eylül ayında bilmediği gibi, ekim,
kasım, aralık hatta ocak ayında da bilmiyordu. Çünkü önceden
tasarlanmış bir süreç değildi geçiş dönemi; Suarez'i birkaç ay önce
ayak basacağını tasavvur edemediği bölgelere itekleyen doğaç­
Iama bir seyir izliyordu. Ama -sonuna neredeyse herkesi, hatta
komünistleri ve muhtemelen kendisini de kandıran bir mazeret
iliştirmiş olsa da- son ana kadar komünist partiyi yasallaştırma­
yacağına inanmalarına olanak tanıdığı için, askerleri kandırdığı
söylenebilir Suarez'in. Kimi askerler ve demokrat siyasetçiler, bu
davranış tarzından ötürü sıklıkla kınamışlardır Suarez'i: Onlara
göre, askerleri zamanında bilgilendirmiş olsaydı Suarez, gürültü
patırtı çıkarmadan, isyan tehditleri savurmadan onun kararına itaat
edecekler, dur durak bilmeden 23 Şubat'ı hazırlayan entrikaları

değil, birçok kez teyit edildiği gibi (sözgelimi o dönemdeki yardımcısı Alfonso
Osorio, Victoria Prego'da bunu ifade ediyor, Asi se hizo la transicion, s. 536-537),
generallerin sorusu üzerine söz ettiğini söylüyor. Bu önemli toplantıda vuku bulan
şeyin muhtemel bir versiyonu için bkz. Fermindez L6pez, Diecisiete horas y media,
s. 17-20. General Prada Canillas'tan yapılan alıntı oradadır. Suarez'in Frankocu
parlamentodaki konuşmasından yapılan alıntı için bkz. Prego, Asf se hizo la tran­
sicion, s. 477.

128
çevirmeyeceklerdi.1 Yanıltıcı olmasa da, zayıfbir argüman gibi geli­
yor bana: Katı bir biçimde antikomünist olan bir orduyu komünist
partinin yasallaşması gerektiğine ikna etmek, yıllara mal olacak,
dolayısıyla Smirez'in reformları uygulama hızıyla bağdaşmayan bir
çabadır; o hızın, onun başarılı olmasının temel nedenlerinden biri
olduğu kuşkusuzdur. Orduyu, onunla birlikte hemen herkesi kan­
clırmanın gerekli olup olmadığı bir yana, generaller Smirez'in onla­
ra verdiği (ya da verdiğine kanaat getirdikleri) sözü unutarak ya
da görmezden gelerek ebedi düşmanlarını yasallaştırdığını öğrenir
öğrenmez, aylar önce onu alkışlarken gösterdikleri coşkulu tezahü­
rat, yerini -bir hainin kötülüklerine maruz kalanların hissedeceği
türden- erdemli bir öfkeye bırakmıştı.
Suarez'e bir daha hiç güvenmediler. Başbakanının kararına
uymasının yanı sıra, komünizm yasallaştırıldıktan sonra ilk demok­
ratik seçimlerin yapıldığı 1977 yılının haziran ayında Suarez hükü­
metinde kalan tek askeri bakan olan ve o andan itibaren aslında
kendisine değil de, Suarez'e yöneltilmiş olan saldırıların gözde

Bkz. Alfonso Osorio (Trayectoria de un minis/ro de la Corona, s. 277); Sabino


Fernandez Cam po (Javier Fernandez LOpez, Sabino Ferndndez Campo. Un bombre
de estado, Barselona, Planeta, 2000, s. 98-103). Suarez'in komünist partiyi yasal­
laştırmaya karar vermesindeki gecikmeye gelince, Başbakan, 1976 yılının aralık
ayında, o dönemde hala yasadışı olan Esquerra Democratica de Catalunya'nın li­
deri, Katalan milliyetçisi Ramon Trias Fargas'a "Bir komünistle pazarlık etmek
gibisinden bir ayrıntı uğruna demokratikleşmeyi tehlikeye atmayacağım," demişti
(Jordi Amat, El iaberint de la libertal Vida de Ramon Trias Fargas, Barselona, La
Magrana, 2009, s. 317); 1977 yılının ocak ayında, demokratik muhalefet partile­
rinden oluşan komisyon, siyasi partilerin yasallaştıolması sorununu ele almak üzere
Suarez'le bir araya geldiğinde, Başbakan İspanya Komünist Partisi'nin durumunu
ele almayı reddetmişti (Sartorius ve Sabio, Elfina/ de la dictadura, s. 765); ve şubat
ayının ortalannda, o dönemde Barselona Valisi, birkaç ay sonraysa başbakan danış­
manı olan Salvador Sanchez-Teran'a göre, "Gayriresmi tez İspanya Komünist Par­
tisi'nin yasallaştırılmasının Suarez hükümeti tarafından değil, ilk demokratik par­
lamento tarafından ele alınması yönündeydi; bu ise, İspanya Komünist Partisi'nin
genel seçimlere katılmayacağı anlamına geliyordu" (Sanchez-Teran, Memorias. De
Franco a la Generali/al, Barselona, Planeta, 1988, s. 248).

129
hedefi haline gelen Gutierrez Mellado'ya da güvenmediler. Basın
yoluyla günlük saldırılar, kişisel hakaretler, geçmişe dönük iftiralar
ve periyodik isyanlada zalimce ve ısrarlı bir biçimde yıllarca sürdü­
rülen bir kampanyaydı; görülmemiş bir kinle, ilişkisi mesafeli ya da
yakın olsun, onunla çalışan herkese saldırıyorlardı. Elinden geldi­
ğince hayata tutundu Gutierrez Mellado; ama bütün çalışma arka­
daşları aynı şansa ya da metanete sahip değildi: General Marcelo
Aramendi, kendisinden orduyu mahveden pislik, hain olarak söz
edilmesine daha fazla dayanamayarak karargahtaki odasında bir
kurşunla hayatına son verdi. Gutierrez .l'v1ellado'nun baş etmek
durumunda kaldığı tecavüzler, General Aramendi'nin direncini
kıran tacizlerden daha az kıyıcı değildi; üstelik çok daha düzenli ve
aleniydi. Onu korkaklık ve riyakarlıkla suçladılar; çünkü hiç cephe­
de savaşmamış, çünkü meslek hayatının büyük bir bölümünü istih­
barat servislerinde geçirmişti. Bu çifte suçlama, Franco'nunki gibi ­
içki masasında cesaretin erdemi alt ettiği ve istihbarat servislerinin
kötü şöhretinin Franco'ya atfedilen bir sözle pekiştirildiği- bir ordu
için öngörülebilir bir şeydir; Gutierrez Mellado'nun ilk elden bildi­
ği, Franco rejiminin itaat etmeye çalıştığı bir sözdür bu: Casuslara
ödeme yapılır, madalya takılmaz. Öngörülebilir ve aptalca olması­
nın yanı sıra, asılsız bir suçlamadır yaptıkları: Gutierrez Mellado,
askerlik hayatının başından itibaren casuslukla bağlantısı olsa da,
1 8 Temmuz ayaklanmasında mitralyözün başında çarpışmakla
kalmamış, daha sonra Madrid Beşinci Kol gruplarından birinin
liderliğini yapmış, cumhuriyetçilerio cephe gerisinde hayatını -
kendisini tek bir kurşun atmadan savaşı bitirmiş olmakla suçlayan
palavracıların çoğundan çok daha fazla- tehlikeye atmıştır. Franco
rejiminin son döneminde demokratik bir sistemin inşasını destek­
lemeye çalışan küçük, gizli bir askeri örgütün, UMD'nin1 lideri

1 UMD: Union Militar Democr:itica (Demokratik Askeri Birlik) -çn.

130
olmakla suçladılar onu; gerçeklik farklıydı oysa: İçerisinde yer alan
kimi subaylarla kişisel ve ideolojik yakınlığı olsa da, silahlı kuvvet­
lerin disiplinini ve bütünlüğünü bozduğunu düşündüğü için, hiç
tereddüt etmeden mücadele etmişti bu örgütle. Yargılanıp ordudan
ihraç edilen örgüt üyelerinin görevlerine iade edilmelerine de karşı
çıkmış; ama silah arkadaşlarının -Franco rejiminin sürdürülmesini
destekleyen, o dönemde orduda alabildiğine yayılmış olan Union
Militar Patriotica gibi gizli örgütlerin üyelerine dokunmazken­
onlara karşı uygulamaya başladıkları taeizi sona erdirmeleri için
araya girmekten kaçınmamıştı. Jandarma Kuvvetleri'ni dağıtmaya
teşebbüs etmekle suçladılar onu. Bu suçlama, basında köşe yazıları,
imza toplama etkinlikleri ve Yarbay Tejero'nun şevkle yer aldığı
halk şenlikleriyle desteklenen bir kampanyaya yol açtı. Oysa aske­
ri birlik statüsünü koruyarak, kamu düzeni ve güvenliğiyle ilgili
işlevleri itibarıyla İçişleri Bakanlığı'na bağlamak, böylece Jandar­
ma Kuvvetleri'nin etkinliğini artırmak istemişti sadece Gutiı�rrez
Mellado. 1 787'de Aranda Kontu tarafından ilan edildi beri ordu­
nun ahlaki değerlerini düzenleyen III. Carlos'un Kraliyet Ferma­
nı'yla ilgili reformuyla ordunun etik çerçevesini bozmaya, ortadan
kaldırmaya, karman çorman etmeye kalkışınakla da suçladılar onu;
oysa yalnızca Kraliyet'in aşırı muhafazakar etiğini -demokratik
toplumun laik ve liberal değerleriyle aşılayarak- yirminci yüzyıl
etiğine uyarlamaya çalışıyordu. Akıl edebildikleri her iftirayı atarak
suçladılar; ismini lekeleyebilecek her malzemeyi değerlendirmek
üzere, biyografısini didiklediler. Eski defterleri kurcaladılar; kırk yıl
önce vuku bulmuş bir olayı gündeme getirdiler: Savaşın sonunda
:Frankocuların masonlara karşı başlattıkları cadı avı sırasında, 1 939
Temmuzu'nda, bir gece, Franco'nun istihbarat teşkilatı SIMP'te
çalışan, bazı tanıklara göre, içinde mason olan kimi arkadaşla­
rıyla ilgili belgelerin bulunduğu çantayı taşırken üzerine kurşun
yağdırılan Binbaşı Isaac Gabaldon'un katiedilmesini planladığını

131
ya da azınettirdiğini ileri sürdüler. SIMP'in üyelerinden biriydi
Gutierrez Mellado; davaya bakan hakimin, Binbaşı'nın cumhu­
riyetçi partizanlarca öldürüldüğü hükmünü vermiş ve SIMP'in
-Gutierrez Mellado'nun da aralarında olduğu- suçlanan bütün
üyelerini heraat ettirmiş olmasına rağmen, onun askerliğinin ilk
dönemi üzerine gölge düşürmek, orduya bağlılığı ve dürüstlüğüyle
ilgili kuşku yaratmak için kullanıldı bu olay.
Dürüstlüğü ve orduya bağlılığı, bildiğimiz kadarıyla, Gutierrez
Mellado'nun su götürmez özellikleridir; yine bildiğimiz kada­
rıyla, iyi ahlaklı, yaradılışı kurnazlığa ve düzenbazlığa elverişli
olmayan bir insandır General. Bu yaradılış, -en azından sosyal
değişim dönemlerinde- siyaset yapmaya uygun değildir belki de.
Bu, ona yöneltilen bütün suçlamaların yersiz ya da haksız olduğu
anlamına gelmiyor elbette. General'in askeri siyasetinin büsbütün
doğru olduğu söylenemez; ama üstesinden gelmek zorunda olduğu
olağanüstü koşullar dikkate alındığında, yaptığı hataların çoğu,
sakınılması olanaksız olmasa da çok zor olan hatalardı. Sözgelimi
silahlı kuvvetleri kasvetli Frankocu bağlarından arındırmak için
hükümetin elindeki en iyi araç olan terfi politikasıyla ilgili tutu­
munda, neredeyse her meselede olduğu gibi, iki yakıcı seçenek
arasında mekik dokudu Gutierrez Mellado: Kimi zaman -orduda
dokunulmazlığı olan- hiyerarşiyi gözeterek yaşlı radikal askerle­
rin yüksek komuta kademesini ellerinde tutmalarına, dolayısıyla
demokrasinin akışının sekteye uğramasına olanak tanıyor, kimi
zaman da terfısi geciktirilen askerleri çıldırtarak, kalkışmadan
yana olanların eline koz vermek pahasına hiyerarşiyi çiğniyor,
güvenilir subayları yükseltiyordu. Bu çözümsüz ikilemle birçok
kez yüz yüze kaldı Gutierrez Mellado; bunların en fazla bilineni
ve aynı zamanda en açıklayıcı olanı, 1979 yılının mayıs ayında,
General De Liniers'in yedeğe alınmasından sonra yeni genelkur­
may başkanının atanması sırasında vuku buldu. Adaylar, o sırada

1 32
Valensiya Garnizon Komutanı olan General Milans del Bosch
ve o sırada Kanarya Adaları Garnizon Komutanı olan Gonzalez
del Yerro'ydu. Gutierrez Mellado, ikisine de güvenmiyordu. O
nedenle, silah arkadaşlarının indinde itibarı olmayan ama ken­
disinin olanca güvenini kazanan General Gaberias'ı atadı. Bunu
yaparken, olağan dışı ve aceleci bir tutumla onu yükseltmekle kal­
mamış, aynı zamanda, kayırmacılıkla ve askeri normları büsbütün
ihlal etmekle suçlanınaktan kaçınmak için hiyerarşik açıdan onun
üstünde olan generalleri de yükseltmişti. Ama tertip hiçbir yarar
sağlamadı; Milans ile Gonzalez del Yerro'nun öfkesi bir yana, kış­
lalarda muazzam bir gürültü koptu. Ordunun tepesindeki değişimi
fiırklı bir biçimde düzenleyerek bu iki şeyden kaçınahilmiş miydi?
H elki, ama nasıl olduğunu tahayyül edebilmek zor. Tahayyül etmesi
kolay olan şey şu: Milans, 23 Şubat günü, Valensiya gibi ikincil bir
askeri bölge yerine, Madrid'de genelkurmayın başında bulunsaydı
ne olurdu? (Aynı şey, 23 Şubat günü ürkütücü ölçüde muğlak bir
tutum benimseyen Gonzalez del Yerro için de düşünülebilir.) Hiç
kuşkusuz, darbenin başarısızlığa uğrama olasılığı hayli düşük olur­
du. Öte yandan, Gaberias, 23 Şubat günü, demokratik bir ordunun
darbeye karşı koymak için gereksindiği etkileyici başkumandan
olamadıysa da, en azından hükümete sadık bir asker olduğunu ser­
giledi. Onun atanması, her halülcirda, hükümetle silahlı kuvvetler
arasındaki ilişkiyi gerginleştiren ve aşırı sağın -Gutierrez Mella­
do'nun askeri politikasının, orduyu cezalandırma, demoralize etme,
ordunun eski itibarının bütün izlerini ortadan kaldırma niyetiyle
kalkıştığı zorbaca, keyfi uygulamalardan ibaret olduğunu yaya­
rak- kışlaları sürekli savaşa hazır bir halde tutmasına olanak veren
hirçok etmenden yalnızca biriydi.
Ama Gutierrez Mellado'yu çarmıha geren ve 23 Şubat olayiarına
yol açan askeri hoşnutsuzluk, yalnızca mesleki kusurlar, dayanak­
sız aşağılamalar ve siyasal uyuşmazlıklada beslenmedi; darbeciler

133
haklı değillerdi ama gerekçeleri vardı ve bazı gerekçeleri hayli
sağlamdı. 1 980 yılına doğru, siyasal, sosyal ve ekonomik durumun
bozulmasının, bayrakların ve milliyetçi taleplerin çoğalmasının ve
-'78 Anayasası ile ülkenin birliğini korumakla görevlendirilen, ama
bunu zaten DNA'larına kazınmış bir direktif gibi hisseden askerler
olarak vatanın kontrollü bir biçimde havaya uçurulmasını gizleyen
örtınceeden öte bir şey olmadığını düşündükleri- Özerklikler
Devleti'nin1 yol açtığı merkezsizleşmenin onlarda yarattığı hoş­
nutsuzluktan söz etmiyorum; darbenin dolaysız gerekçelerinden
biri olan, çok daha yakıcı bir meseleden söz ediyorum: terörizm,
özellikle onları hala Franco karşıtı mücadeleciliğin halesinden
arındırmamış olan solun hoşgörüsü eşliğinde orduya ve jandar­
maya huşunetle saldıran ETA militanlarının terörizmi. Solun bu
tutumunu anlamak için, ordunun, jandarmanın ve polisin, dikta­
törlüğün payandası olarak kırk yıl boyunca oynadığı meşum rolü
hatırlamak yeterlidir; onların uyguladığı vahşetin kabarık listesini
anınaya bile gerek yok. Solun bu tutumunu anlamak kolay olsa da,
haklı göstermek mümkün değildir: Eğer silahlı kuvvetler elindeki
bütün olanaklarla demokratik toplumu düşmanlarından korumak
zorundaysa, demokratik toplum da bütün olanaklarıyla silahlı kuv­
vetleri maruz kaldığı katliamdan korumalı, en azından üyeleriyle
dayanışmalıdır. Sol bunu yapmamıştır; bu hata, silahlı kuvvetlerin,
kendilerini demokratik toplumun hatırı sayılır bir kesimi tarafın­
dan terk edilmiş hissetmelerine ve silahlı kuvvetlerin önemli bir
kesiminde, katliama son vermenin yolunun demokratik toplumu
nihayete erdirmekten geçtiği çıkarımının yapılmasına yol açmıştır.
Gutierrez Mellado kadar bu sorunların farkında olan pek az
insan vardı. Bu sorunlara çözüm bulmak için pek az insan onun

1 Özerklikler Devleti'nin oluşturulması, 1978 Anayasası'nın yürürlüğe girmesinden


sonra başlayan, 1979 ile 1995 yılları arasında tamamlanan, farklı bölge ve milliyet­
lere özerklik verilmesi sürecidir -çn.

134
kadar çaba harcadı; kimse kişisel olarak onun kadar mağdur
olmadı. Aşırı sağın kışkırttığı askeri gazabın başından beri -silah
arkadaşlarının öldürülmesine ve toplumun bir kesimi tarafından
hor görülmesine izin verdiği gerekçesiyle- sorumlu tuttuğu kişi
oydu. Bu gazap, General'e karşı mütemadiyen -23 Şubat'ın işareti
ya da alameti denilebilecek- itaatsizlik ve toplu kalkışma eylemleri
düzenlenmesine yol açtı. Her zaman terörizm değildi bunların
nedeni ya da mazereti; sadece öldürülen asker, jandarma ya da
polislerin cenaze törenlerinde değil, yüksek komuta kademesi­
nin brifınglerinde, rutin kışla ziyaretlerinde, hatta resmi tören ve
resepsiyonlarda da vuku buluyordu. Ama en kalabalık ve en sert
eylemlerin nedeni ya da mazereti her zaman terörizmdi. 4 Ocak
1979 günü, Ordu Genel Karargahı'nda, bir önceki gün ETA sal­
Jırısında ölen Madrid Askeri Valisi Constantino Ortin'in cenaze
töreninde vuku bulan şey belki de bunların en vahim olanıydı. O
yıllarda vuku bulan askeri kargaşaların çoğu gibi, o anın duygu­
sal atmosferinde kendiliğinden gelişen bir kalkışma değil, darbe
yanlısı subaylarla aşırı sağcı grupların önceden anlaşarak hazırla­
dıkları bir eylemdi. Çeşitli vesilelerle, orada bulunan birçok tanık
tarafından defalarca anlatılan olay şöyle gerçekleşmişti:1 General
Ortin'in arkadaşı ve törene katılan tek hükümet üyesi olan Gutier­
rez Mellado, töreni yönetmektedir. Askerler kışianın tören alanını
tıka basa doldurmuştur. Kapalı kış göğünün altında, acının ve aynı
zamanda kışkırtılmış bir gerginliğin hakim olduğu bir atmosferde
başlar tören. Tam bando ilahiyi ve piyade marşını çalınayı bitirip
cenaze alayındakiler tabutu yüklendiklerinde, kumandan, subay
ve astsubayların protokol heyetinin önünde oluşturduğu sıralar
dağılırken, kalabalığın içinden hükümeti protesto eden bağırtılar,

Sözgelimi General Ortin'in cenaze törenine katılan Pardo Zancada'nın aniatısına


bakılabilir (23-F: La pieza quefo/ta, s. 71-73).

135
Başbakan Yardımcısı'na hakaretler yükselmeye başlar. Hemen
ardından, Gutierrez Mellado'nun yanında biten birçok subay onu
tartaklamaya koyulur. Nihayet onu tören alanının güney kapısında
sıkıştırıp hakaret ederler ve döverler. Bu olayın vuku bulduğu yerin
birkaç metre ötesinde, başka bir subay grubu, tabutu cenaze alayı
görevlilerinden gasp eder. Ateş ederek kapıyı açacaklarını söyle­
yerek alanın çıkışını tutan muhafızı tehdit ederler; tabut omuzla­
rında, soluğu Aleala Caddesi'nde alırlar. Orada hazır bulunan bir
güruh, "Ordu iktidara!" diye bağırarak yüzlerce isyankar kumandan
ve subayı vecde kapılmış bir halde selamlar; aralarına karışarak,
Madrid şehir merkezi üzerinden La Almudena Kabristanı'na
kadar, üç kilometre boyunca onlara eşlik eder. O sırada, yılgın v�
gözlüksüz Gutierrez Mellado, karargahın odalarından birinde, baş­
kentin caddelerine taşmış olan askeri kalkışmanın uzağında, ken­
disini linç edilmekten kurtaran bir avuç silah arkadaşının arasında,
aşağılanmanın etkisinden kurtulmaya çalışmaktadır.
Yaşanan olay budur. Kendi kişiliğine ve ordusuna beslediği
örselenmiş saygıyı koruyabilmek için, bu tecavüzün kazazedesi
olduğunu daima inkar etmiştir Gutierrez Mellado. Ama bundan iki
yıl sonra, inkar etme olanağından yoksundur artık; çünkü 23 Şubat
günü, az çok hafı.fletilmiş versiyonlarına kışlaların mahremiyeti içe­
risinde sıkça tanık olduğu bir aşağılamayı kaydetmiştir televizyon
kameraları. Bu anlamda, Temsilciler Meclisi'nin toplandığı salonda
darbecilerle yüzleşen duruşu, onun siyasi kariyerinin özeti ya da
simgesi gibidir; aynı zamanda, işini bitirip hurdaya çıkarılmaya hazır
bir halde terk eden arkadaşlarıyla tutuştuğu acımasız savaşın son
çarpışmasıdır: 23 Şubat günü, tıpkı Adolfo Suarez gibi, siyaseten
bitmiş, şahsen tükenmiş, moral çöküntüsü içerisinde, beş yıldır süre­
gelen gündelik çekişmelerle sinirleri bozulmuş bir adamdır Gutier­
rez Mellado. Ama 23 Şubat günü, aynı zamanda mutlu bir adam
olması da mümkündür General'in: O gün iktidarı terk etmektedir

136
Adolfo Smirez ve o iktidardan düştüğünde -belki de Adolfo Smirez
olmasa asla atılmayacağı- siyaseti bırakacağını söylemiştir.
Sözünde durdu Gutierrez Mellado: Onu sözünde durmaktan
ne -Suarez'den başbakanlığı devralan, General'e hükümetteki
görevine devam etmesini öneren- Leopoldo Calvo Sotelo ne de
-23 Şubat'tan sonra siyasete dönüş yaptığı partiye almak iste­
yen- Adolfo Suarez alıkoyabildi. Hayatının geri kalan bölümünü
bir emekli olarak, hayır kurumlarına başkanlık ederek, karısıyla
kağıt oynayarak ve Cadaques'de Katalan arkadaşlarıyla uzun yaz
tatilleri yaparak geçirmeye hazırlanmıştı. Beş yıllık siyaset hayatı
boyunca, birçok silah arkadaşı, beyhude yere Franco ordusunun
işini bitirmeye ve demokrasi ordusunun temellerini kurmaya
yeltendiği için ondan nefret etti; emekliye ayrılması, bu duygu­
nun tonunu hafı.fletmedi: Ordunun yüksek komuta kademesinin,
Gutierrez Mellado'nun hükümetten ayrılmasından sonra Savunma
Bakanı'ndan ilk talebi, General'in birliklerden uzak durmasıydı.
Gutierrez Mellado, başbakan yardımcılığı görevinden ayrılma­
sından bir süre sonra, kendisine karşı düzenlenen yeni bir basın
kampanyasını püskürtrnek için tasarlanan bir etkinlikten -bu pro­
jenin silahlı kuvvetleri böleceği korkusuyla- vazgeçmek zorunda
kalmıştı. Askerlik eğitimi aldığı Akademi'nin son anda kendisini
tazim etmek üzere ağıdadığı ve -en azından konferans salonunu
dolduran askeri okul öğrencilerinin beş dakika süren coşkulu teza­
lıüratını hiç gözyaşı dökmeksizin dinlerken- bakanlığı sırasındaki
bütün tatsızlıkların ihra edildiği yolunda kurmaca ve duygusal bir
kcsinliğe vardığı gün dışında, bir daha kışlaya adım atmadı. Bu
aldatıcı törenden kısa bir süre sonra, 15 Aralık 1 995'te, konferans
vermek üzere arabasıyla Barselona'ya giderken, buzlu zeminde
virajı alamadı, şarampole yuvarlanarak hayata veda etti. Onunla
birlikte, Adolfo Suarez'in yanındaki en vefalı siyasetçi, Temsil­
riler Meclisi'nde sandalyesi olan son İspanyol askeri, İspanya

137
tarihinin son yüksek rütbeli subayı kaybolup gitti. Son yıllarında
sıkça görüştüğü kişiler, alçakgönüllü, öne çıkmayan, sessiz, basınla
neredeyse hiç muhatap olmayan, siyasetten pek konuşmayan, 23
Şubat'ı hiç anmayan, ortalıkta pek gözükmeyen bir insan olarak
hatırlıyorlar onu. O günü hatırlamaktan hoşlanmıyordu, çünkü
darbeci jandarmaların karşısındaki duruşunun bir cesaret, bir zara­
fet, bir itaatsizlik duruşu, muazzam bir özgürlük ya da pişmanlık
duruşu ya da mesleğinin bir simgesi değil, basitçe hayatının en
büyük hayal kırıklığı olduğunu düşünüyordu; kendisine o günden
söz ettirebilmeyi başaran herkese aynı karşılığı veriyordu: "Bana
Akademi'de öğretilen şeyi yaptım. "ı Kendisine bunun öğretildiği
sırada Akademi'yi yöneten kişinin General Francisco Franco oldu­
ğunu ekleyip eklemediğini bilmiyorum.

1 Puell de la Villa, Manuel Gutiirrez Mellado, s. 202; Victoria Prego'nun röportajı,


"Asolto a la dernocracia", El camino de la libertad, Barselona, Planeta/De Agostini,
2008.

138
3

Kayıttaki goruntüye dönüyorum: Kollarını vücudu boyunca


sarkıtmış, Temsilciler Meclisi'nin toplantı salonunu kalbura çeviren
altı jandarmaya meydan okuyarak -isyancıların yarım daireye gir­
melerini engellemek, sivil iktidar adına askeri iktidara boyun eğdir­
mek istercesine- sanki arkasında, başbakan sandalyesinde yalnız
başına oturan Adolfo Suarez'i korumak için kendi vücudunu siper
etmiş gibi ayakta duruyor General Gutierrez Mellado. Başka bir
özet ya da simgedir bu görüntü: bu iki insanın arasındaki ilişkinin
simgesi ya da özeti.
Gutierrez Mellado'nun Adolfo Suarez'e bağlılığı, siyasi haya­
tının başından sonuna, koşulsuz bir bağlılıktı. Bu olgu, kısmen
Gutierrez Mellado'nun -kendisini ordunun Kral'dan sonra en
güçlü askeri, hükümetiuse ikinci adamı konumuna getiren- Adolfo
Suarez'e karşı hissettiği minnettarlık duygusuna ve ona biat edişine
atfedilebilir; hiç kuşkusuz, Suarez'in siyasi basiretine, cesaretine,
gençliğine ve içgüdüsüne sınırsız bir güven beslemiş olmasıyla
da ilintilidir. Ancak, onları bir arada tutan siyasi görev bir yana

139
bırakılırsa, neredeyse her bakımdan birbirine zıt iki insandır
Adolfo Suarez ile Gutierrez Mellado: İkisinin de katı Katalik
olduğu, ikisinin duruşunda da belirgin bir dandizm1 olduğu, ikisi­
nin de zayıf, tutumlu ve hiper aktif olduğu, ikisinin de futbolu ve
sinemayı sevdiği, iyi iskarnbil oyuncusu olduğu doğrudur; benzer­
likleri bundan ibarettir. İlki musta,2 ikincisi daha aristokratik bir
oyun olan briçte ustadır; ilki cumhuriyet yanlısı ve taşralı, ikincisi
monarşi yanlısı ve Madrid'li iyi bir aileden gelmektedir; ilki düzen­
siz, ikincisi seçkin bir öğrencidir; ilki bir iktidar profesyonelidir,
ikincisi profesyonel bir asker; ilki sahip olduğu politik zeka, kişisel
çekicilik, insan sarraflığı ve mahalle çetesi reisi pişkinliği sayesinde
sekmeyen bir ustalıkla ayartma sanatını icra ederken, ikincisinin
sosyal hayatı -teknik zekası ve yaradılışındaki ölçülülük nedeniy­
le- aile çevresi ve az sayıda arkadaşıyla sınırlıdır. İkisini birbirin­
den ayıran daha bariz, daha önemli bir şey daha vardır: Suarez,
Gutierrez Mellado'dan tam yirmi yaş küçüktür; baba oğul olacak
yaştadırlar. Aralarında tuhaf, dengelenmemiş bir baba-oğul ilişkisi
olduğu yorumuna karşı çıkmak neredeyse olanaksızdır: Baba, oğlu­
nu korumak için babalık yapmakta, ama aynı zamanda diğerinin
talimatlarını tartışmadığı, görüşlerinin geçerliğini sorgulamadığı
için onun oğlu gibi davranmaktadır.
Gutierrez Mellado'nun Adolfo Suarez'e siyasi bağlılığı, daha
ilk görüşmelerinde oluşmaya başlamıştır; ya da en azından Gene­
ral böyle hatırlamaktan hoşlanmaktadır. Suarez'in Televisi6n
Espafiola'yı yönettiği, televizyonun en çok izlendiği saatlerde
orduyla ilgili programlar yayımiayarak askerlere yağ çektiği, koca­
larını mesai saatleri dışında alıkoyduğu için özür dileyen teşekkür
notları iliştirerek eşierine gül buketleri gönderdiği '60'lı yılların

1 Dandizm: Sanayileşme döneminde ortaya çıkan, aslında aristokrat olmayan türedi


zenginlerin aristokrat ve soyluymuş gibi davranmalarını ifade eden tabir --çn.
2 Mus: Kırklık desteyle oynanan İspanyol iskarnbil oyunu --çn.

140
sonlarına doğru yolları çakışmıştır muhtemelen. Ama ilk kez 1 975
yılında baş başa birlikte olurlar. Franco, yeni ölmüş; Suarez ise
Movimiento'ya genel sekreter ve Kral'ın ilk kabinesine bakan
olarak atanmıştır o dönemde. Gutierrez Mellado'ya gelince, aylar
önce tümgeneral olmuş, hükümet delegesi olarak Ceuta'da görev
yapmaktadır. Başkente yaptığı ziyaretlerden birinde, şehirde inşa
edilecek spor merkezi hakkında görüşmek üzere yeni bakandan
randevu talep eder. Mellado'yu kabul eder Suarez; formalite gere­
ği yapılan toplantı saatlerce sürer. Aleala Caddesi'ndeki ofisten
çıkarken, genç bakanın dayanılmaz sempatikliği, kendine özgü
üslubu ve görüşlerinin berraklığıyla gözleri kamaşmış bir haldedir
Gutierrez Mellado. Temmuz ayının başlarında, Suarez'in kabineyi
kurmakla görevlendirilmesi ülkenin büyük bir bölümünü kederli
bir şaşkınlığa sürüklerken, Gutierrez Mellado şaşırmış ama üzül­
memiştir; çünkü daha o zaman yeni başbakanın benzersiz nitelikte
biri olduğu kanısındadır. Suarez, üç ay sonra, onu koruması ve sağ
kolu yapmak üzere yanına çağıracak, bir daha hiç ayrılmayacaklar­
dır. Birinci başbakan yardımcısı ve Suarez'in kurduğu altı hüküme­
tin değişmeyen tek bakanı olur Gutierrez Mellado. Ama Suarez ile
Gutierrez Mellado'nun dostlukları siyasetle sınırlı kalmaz. Kabine­
ye girmesinden kısa bir süre sonra, ailesiyle birlikte, Suarez'in ailesi­
nin oturmakta olduğu, Moncloa kompleksini oluşturan binalardan
birine taşınır Gutierrez Mellado; o andan itibaren, görüşmeden
geçirdikleri gün yok gibidir. Yan yana odalarda çalışırlar; zamanla,
çalışma saatlerinin yanı sıra boş vakitlerini de birlikte geçirmeye
başlarlar. Karşılıklı saygının gözetildiği, sırların yanı sıra teklifsiz
uzun suskunlukların da payiaşıldığı -gücü ve itibarı yerle yeksan
olan Suarez, günden güne siyasi müttefıklerini, birlikte çalıştığı
insanları ve yılların dostluklarını yitirdikçe kökleşen- bir samirni­
yetle bağlıdırlar birbirlerine. Suarez'in başbakanlığının ve kendi
siyasi hayatının son döneminde, siyaseten bitmiş, şahsen yıpranmış

141
bir adam olmanın yanı sıra, şaşkın bir haldedir Gutierrez Mellado:
Ülkenin, diktatörlüğü sona erdirip demokrasiyi inşa eden başba­
kana yaptığı nankörlüğü anlayamamaktadır. Hele yanı başlarında
demokrasi parçalanıp giderken aptalca iktidar kavgasına tutuşan
politikacı takımının -özellikle Başbakan'ın partisinden olanların
ve hükümet üyelerinin- sorumsuz uçarılıklarına hiçbir anlam
veremez. Kimseye fark ettirmeden UCD'nin içerisindeki başkaldı­
rıları yatıştırmaya çalışmasının nedeni budur. Bir bakanlar kurulu
toplantısında, Suarez'in yokluğundan yararlanıp haykırarak kabine
üyelerinin kendilerini göreve getiren insana bağlılık göstermelerini
istemesinin nedeni budur. O dönemle ilgili, her şeyi açıkça göste­
ren iki anekdot var. İlki, 29 Ocak 1981 günü, öğleden sonra saat
beşte, Moncloa'da, Suarez'in olağanüstü bakanlar kurulu toplan­
tısında istifasını açıklamasından sonra yaşanan bir olayla ilgilidir;
Gutierrez Mellado, o an sandalyesinden kalkarak doğaçtan yaptığı
kısa konuşmayı şöyle bitirir: "Sayın Başbakanım, Tanrı'dan sizin
ülkeye yaptığınız hizmetleri ödüllendirmesini niyaz ediyorum"; bu
ifade samimidir, aşikar değildir: Aşikar olan şey, bu konuşmanın
ardından toplantı sona erdiğinde, başka herhangi bir bakanın istifa
eden Başbakan'ı teselli eden ya da destekleyen tek bir sözcük sarf
etmemiş olmasıdır. İkinci anekclota konu olan olayın tarihi ve yeri
kesin olarak bilinmiyor; ama ilkinden iki hafta önce Mandaa'da
vuku bulmuş olması kuvvetle muhtemel; eğer öyleyse, Suarez'in o
dönemde kullanmaya başladığı, sarayın arka bölümündeki tadilatı
süren ofiste -o kış rüzgarını içeri sızdıran, geçici, kocaman pence­
releriyle, devasa görünümü, duvarlardan sarkan kabloları ve yıkık
dökük haliyle, bir dekoratörün, Adolfo Suarez'in iktidarının son
aylarındaki biçareliğinin metaforuna dönüştürdüğü izlenimi veren
mekanda- gerçekleşmiş olmalı. Söylediğim gibi, orada, o dönemde
gerçekleşmiş olabilir; olmayabilir de: Sonuçta dekoratif hiçbir şeye
ihtiyacı yoktur gerçekliğin. Her halükarda, o döneme, o mekana

142
uyan bir anekdot. General'in ölümünden sonra, son dönemdeki
sohbetlerinden birinde, aksiliklerin ve ricatin envanterini yaparken,
General'in kendisine şunu söylediğini hatırlatıyor Suarez: "Bana
gerçeği söyleyin Başbakan: Kral'ın, sizin ve benim dışımda, yanı­
mızda olan tek bir kişi var mı?"1

Jose Oneto, Las ıiltimos dias de un presidente. De la dimisitin al golpe de estado,


Barselona, Planeta, 1981, s. 152. Bu sahnenin daha farklı bir anlatımı için
bkz. Josep Melia, Asi cayti Ado!fo Sudrez, s. l l l . Aynca bkz. Radio Nacional de
Espana'nın belgeseli, Manuel Gutitrrez Mellado. La cara militar de la Transicitin,
Haziran 2006; Manuel de Ramôn, Los genera/es que salvaran la democracia, Madrid,
Espejo de Tinta, 2007, s. 62.

143
4

Hayır. Yanıt, hayırdır: Onların yanında olan tek bir kişi yoktur.
En azından Suarez'in o an kendine acıoarak verdiği, yıllar sonra
ölen arkadaşıyla ilgili anekclotu anlatırken kendini haklı çıkarmak
için vermeye devam ettiği yanıt budur. Kendine acıoarak ve kendini
haklı çıkarmak için verilmiş de olsa, yanlış değildir bu yanıt.
23 Şubat günü Temsilciler Meclisi'nin toplantı salonunda tek
başına oturan Adolfo Suarez görüntüsü, başka bir şeyin daha
simgesidir: darbe öncesinde, aylarca süren mutlak yalnızlığının
simgesi. Ne tuhaf, bu tarihten bir buçuk yıl önce, bir fotoğrafçı,
aynı yerde benzer bir görüntü yakalamış: Başbakan sandalyesinde
oturan, tıpkı 23 Şubat'taki gibi giyinmiş -koyu renk ceketli, koyu
renk kravatlı, beyaz gömlekli- Suarez; duruşu, 23 Şubat'taki yaylım
ateşi sırasında takındığından biraz farklı olsa da, sağında uzanan
boş sandalyelerin ıssızlığı aynı. Tıpkı 23 Şubat tarihli görüntüde
olduğu gibi, Suarez poz veriyor; 23 Şubat tarihli görüntüde olduğu
gibi, poz veriyormuş izlenimi vermiyor (daima alenen poz verirdi
Suarez: Bu, onun gücüydü; sıklıkla, gizlice poz verirdi: Buysa, onun

144
zayıflığıydı). Fotoğraf, 25 Eylül 1979 günü çekilmiş, ama renk
ve çerçeve farklılıklarını dikkate almazsak, 23 Şubat'ta çekilenle
karıştırabiliriz; Suarez'den ziyade geleceği çekmiş sanki fotoğrafçı.

Bu gerçeklik bir yıl daha gizli kalacak olsa da, 1 979 yılının
eylül ayında, gücünün ve itibarının doruğundayken, şahsen tüken­
miş bir siyasetçiydi Suarez. Bu ani çöküşün nedenlerinden birine
daha önce değinmiştim: En zor olanı -Frankoculuğun sökümünü,
demokrasinin inşasını- becerebiimiş olan Suarez, en kolay olanı
yapabilmekten acizdi: inşa ettiği demokrasiyi yönetmek. Şimdi
açıklayayım: En zor olan en kolay, en kolay olan en zordu Suarez
için. Yalnızca kelime oyunu yapmıyorum: Frankoculuğu kendisi
yaratmış olmasa da, onun içerisinde yetişip serpilmişti Suarez,
onun kurallarını çok iyi biliyor, ustalıkla kullanıyordu (kurallarını
değiştiriyormuş gibi yaparak defterini dürebilmesinin nedeni de
buydu); öte yandan, demokrasiyi kendisi yaratmış, kurallarını ken­
disi koymuş olmasına rağmen, onu yönetmeye çalışırken zorlanı­
yordu; çünkü alışkanlıkları, yatkınlıkları ve tabiatı, inşa ettiği değil,
kökünü kazıdığı şey tarafından biçimlendirilmişti. Bu onun hem
trajedisi hem de büyüklüğüydü: Enzensberger'in deyişiyle, bilinçli
olarak ya da bilinçsizce, konumunu güçlendirerek değil, altını oya­
rak yükselen insanın trajedisi ve büyüklüğü. Demokrasinin kuralla­
rıyla iş görmeyi bilmediği, yalnızca diktatörlüğün iktidarı yürütme
tarzını bildiği için parlamentoyu, bakanlarını ve partisini görmez­
den geliyordu. Yarattığı yeni oyunda, erdemleri hızla kusurlarına

145
-becerikliliği bilgisizliğe, cesareti küstahlığa, özgüveni aldırışsızlı­
ğa- dönüştü. İktidara geldiğinde -sanki kafasının içinde gerçekli­
ğin en önemsiz parçalarını bile çekip düzene koyan, böylece her an
her eylemin en ötedeki sonuçlarını, her sonucun en gizli nedenle­
rini öngörebildiği için kendisine korkusuzca iş görme olanağı veren
bir mıknatıs varmış gibi, zihnindeki her şeyin bütün diğer şeylerle
bağlantılı olduğu izlenimi verdiği o ilk dönemde- parlak, kararlı bir
siyasetçi olan Suarez, kısacık bir sürede beceriksiz, donuk, ikircikli,
anlamadığı bir gerçekliğin içerisinde yolunu kaybetmiş, kötü yöne­
timiyle derinleştirmekten öte bir şey yapamadığı krizi yönetmekten
aciz bir başbakana dönüştü. Bu kusurlar, yönetici sınıfın hasedi,
çekişmeleri ve iktidar hırsıyla birleşerek, 1 980 yazından itibaren
ona karşı çevrilen ve darbeye zemin hazırlayan yaygın entrikaları
tetikledi; bu kusurlar, başbakanlıkta geçirdiği dört zorlu yılın yol
açtığı tükenmişlik ve onu yüzeysel olarak tanıyanların sandığından
çok daha karmaşık ve kırılgan olan yaradılışıyla birleşerek, onun
kişisel çöküşünü de tetikledi.
1 980 yazından itibaren, Moncloa'da inzivaya çekilerek, ailesine
ve bir avuç çalışma arkadaşına sığınarak yaşadı Suarez. Tuhaf bir
felç geçiriyormuş ya da müphem bir korkuya kapılmış gibiydi, belki
de yüksekliğin yarattığı baş dönmesinden mustaripti; mazoşist bir
aydınlanma anında, sahtekardan öte bir şey olmadığını anlamış­
tı ve maskesinin düşeceği korkusuyla, ne pahasına olursa olsun
sosyal temastan kaçınıyordu sanki; karanlık, şiddetli bir feragat
arzusunun onu bu soytanlığa kendi eliyle son vermeye sevk ede­
ceğinden korkuyordu belki de. Saatlerce odasına kapanıp terörizm,
ordu, ekonomi ve dış siyasetle ilgili raporları okuyor, ama sonra bu
sorunlarla ilgili herhangi bir karar alma ya da karar alması gereken
bakanlada görüşmek üzere toplantı yapma hasiretini gösteremi­
yordu. Parlamentoya gitmiyor, mülakat vermiyor, toplum önüne
pek çıkmıyor, kabine toplantılarına başından sonuna başkanlık

146
etmek istemiyor, bunu yapamıyordu; ne partisinin ETA tarafından
öldürülen üç Basklı üyesinin ne de Bask Ülkesi'ndeki bir okulda
propan patlaması nedeniyle ölen kırk sekiz çocukla üç yetişkinin
cenazesine katılacak gücü bulabilmişti kendisinde. Fiziki sağlığı
kötü değildi, ama ruhsal sağlığı bozuktu. ı Hiç kuşkusuz, etrafında
yalnızca nankörlüklerin, ihanetierin ve aşağılamaların karanlığını
görüyor ve -belki de demokrasiye uyum sağlamakta zorlandığı
için- işine yapılan her saldırıyı kişiliğine yapılan bir saldırı olarak
yorumluyordu. Demokraside yapılan siyasette hiçbir şeyin kişisel
olmadığını -demokrasilerde siyasetin tiyatro olduğunu; tiyatroda
hiç kimsenin hissetınediği şeyi hissediyormuş gibi yapmaksızın
oynayamayacağını- hiçbir zaman tam olarak anlayamadı. O katık­
sız bir siyasetçiydi elbette, dolayısıyla mükemmel bir aktördü; onun
sorunu şuydu: Öylesine inanarak hissediyormuş gibi yapıyordu ki,
sonunda hissediyormuş gibi yaptığı şeyi hissetmeye başladı, böy­
lece gerçeklikle temsilini, eleştirinin siyasi olanıyla kişisel olanını
karıştırmaya başladı. Ona karşı 1980 yılı boyunca sürdürülen sürek
avında, yapılan eleştirilerin çoğunun siyasi değil kişisel olduğu
doğrudur; gerçi hükümeti yeni kurduğunda da kişisel eleştirilerin
hedefi haline gelmişti ama o dönemde otoriter bir sistemin başba­
kana sağladığı ayrıcalıklada korunuyor, işe yeni başlamanın verdiği
�evkin etkisiyle, eleştiriler onu kamçılıyor, ruhsal bakımdan güçlü
oluşu eleştirileri etkisizleştiriyor, onları ortaya atarıların zayıflığına
-değerlendirme hatalarına, hayal kırıklıklarına, tatmin olmamış

istifasından sonra, sağlık sorunlarıyla ilgili epeyce spekülasyon yapıldı. Su:irez'in


1980 yılının sonbahar ve kış aylanndaki kötürüınlüğünü kısmen sağlık soruruanna
yoranlar oldu. Bu spekülasyonlar asılsızdır: Önceki sonbaharda, iki ay boyunca daya­
nılmaz baş ağrısı çekmiş, beyin tümöründen değil, basit bir diş sorunundan mustarip
olduğu aniaşılana kadar her gün saatlerce doktor tedavisi görmüş olsa da, o dönemde
sağlık sorunu yoktu Su:irez'in. Sol Alameda'ya verdiği mülakatta kendisi anlatıyor
bunu; Santos Julia, Memoria de la transicion, s. 459. Ayrıca bkz. "La buena salud del
presidente Su:irez", Justino Sinova, Historia de la transici6n, Cilt II, s. 648-649.

147
kibirlerine, kin güdüşlerine- yoruyordu. Şimdiyse özgürlük ve
olağanüstü koşullarda neredeyse beş yıl boyunca kullandığı yüksek
faizli kredi onu savunmasız bırakıyor, ısrarlı taleplere maruz kalıyor,
kişisel eleştirileri gündelik işkencenin aygıtı olarak hissediyor, hiç
kuşkusuz iç aleminde bunları kendi kendine, savunmasız benliğine
tekrarlayıp duruyordu. Bunun yanı sıra, her katıksız siyasetçi gibi,
hayran olunmaya, sevilmeye muazzam bir gereksinim duyuyor­
du Suarez. iktidarın Frankocu küçük Madrid'indeki herkes gibi,
siyasi kariyerini büyük ölçüde dalkavuklukla, konuştuğu insanları
sempatikliği, doymak bilmez hoşnut etme arzusu ve dal budak sar­
mış anekdot repertuarıyla etkileyerek -onları yalnızca olağanüstü
biri olduğuna değil, aynı zamanda kendisinden daha olağanüstü
olduklarına ikna edene kadar uğraşıp böylece onları kendi güveni­
nin, teveccühünün ve şefkatinin nesnesi kılarak- biçimlendirmişti.
Katıksız dış görünüşten ibaret, kendi kişiliğine beslediği saygı
bütünüyle diğerlerinin onayına bağlı olan böylesi bir insan için,
gözbağı hilelerinin artık iş görmediğini, yönetici sınıfın kendisinin
notunu verdiğini, ayartıcılığının hiçbir hükmü kalmadığını, artık
kimsenin şakalarına gülmediğini, fikirleriyle büyülenmediğini,
kimsenin anlattığı hikayelerin büyüsüne kapılmadığını, onun eşlik
etmesiyle kendisini ayrıcalıklı hissetmediğini, verdiği sözlere ya
da sonsuza kadar dost kalma vaadine artık kimsenin kanmadığını,
eskiden kendisine hayranlık duyan, yaltaklanan insanların şimdi
kendisini aşağısadığını, siyasi kariyerini kendisine borçlu olan,
kendisine sadakat gösteren insanların şimdi kendisine ihanet etti­
ğini, artık emsallerinde uyanduabildiği en iyi duygunun bıkkınlıkla
güvensizliğin karışımı olduğunu, ı 980 yazından beri anketierin her
gün kendisine gösterdiği şeyi, bütün bir ülkenin kendisinden usan­
mış olduğunu fark etmek elbette tahripkar bir deneyimdi.
ı 980 yılının kasım ayına doğru, siyaseten yalnız ve tükenmiş,
şahsen kendine acınma, aşırılıktan bıkkınlık ve hayal kırıklığı

148
labirentinde kaybolmuş bir halde, istifa etmeyi düşünmeye başladı
Suarez. Kendisini bunu yapmaktan alıkoyan şey, atalet ya da iktidar
içgüdüsüydü; çünkü katıksız siyasetçiydi o. Katıksız siyasetçi ikti­
darı terk etmez, onu atarlar; ruhsal çöküntüsüne yer yer cesaret ve
gurur kırıntıları serpiştiren esrime anlarında, ileride yapacağı hiçbir
şey yapmış olduğu şeyin ötesine geçerneyecek olsa da, kendisinin
mahvettiği şeyi yalnızca kendisinin düzeltebileceğini düşünmüştür
belki de. O günlerde, İspanya demokrasisini inşa eden insan olarak
yurt<;lışında hala saygınlığını koruyor; ülke dışına yaptığı yolculuk­
lada ferahlayıp rahatlamaya çalışıyordu. Bu gezilerinden birinde,
Lima'da, Peru Başbakanı Belalınde Terry'nin görevi devralma töre­
nine katıldıktan sonra gazeteci Josefına Martinez'e başbakan olarak
son mülakatlarından birini verdi. Bu söyleşinin sonunda, nankör­
lükten, anlayışsızlıktan, kişisel saldırı ve hakaretlerden yakınan
alabildiğine kasvetli, buruk ve içten bir metin çıktı ortaya; öyle ki,
danışmanları o dönemde yayımlanmasını engellediler. "Kendimi,
tek bir yumruk bile atmak istemediğim bir boks maçının içerisinde
bulduğumu söylemeliyim," diyordu o gün gazeteciye. "Mücadeleyi
on beşinci rauntta karşı taraf yorgunluktan tükenince kazanmak
istiyorum ... Öylesine büyük bir tahammül gücüm olmalı."1 Tek bir
yumruk bile atmadığı doğru değil (biraz yumruk attı, sonra atmaya
devam edebilecek mecali kalmadı), ama muazzam bir tahammül
gücü olduğu doğru, özellikle 1980 yılının sonbaharında ve kışında
kendisini böyle gördüğü doğru: R.ingin ortasında sallanıp duruyor,
gözüne yürüyen kan, ter ve yumruktan şişen gözkapakları görüşünü
engelliyor, mecalsiz kalan kolları vücudu boyunca sarkmış, izleyici­
lerin kopardığı yaygaranın ortasında, projektörlerden yayılan ısının
altında güçlükle nefes alırken içten içe bitirici darbenin gelmesini
arzu ediyor.

1 Josefına Martinez, ABC, 27.09.2007.

149
5

Bitirici darbeyi Kral vurdu. Bunu yapabilecek tek kişi oydu belki
de: iktidarı Smirez'e Kral teslim etmişti, elinden sadece o alabilirdi.
Bunu yaptı: iktidarı onun elinden aldı ya da en azından Suarez'in
onu geri vermesi için çaba harcamaktan kaçınmadı. Bu, Kral'ın,
1 980 sonbaharında ve kışında, İspanya'daki siyasetçi kesiminin
büyük bir bölümü gibi, kendince Başbakan'a karşı entrika çevirdiği
anlamına geliyor; bu, Gutierrez Mellado'nun yanıldığı anlamına
geliyor: Kral da onların yanında değildi.
Kral, 1 969 yılının ocak ayında, içinde kişisel sekreterinin ve 23
Şubat'ın müstakbel lideri General Arınada'nın da bulunduğu bir
kortej eşliğinde Segovia'ya yaptığı tatil yolculuğu sırasında tanımış­
tı Suarez'i. O dönemde, Segovia Valisi'ydi Smirez; Kral ise, konumu
sallantıda olan bir prensti. Franco'nun halefi olarak Frankocu mec­
lisin huzurunda yemin etmesine birkaç ay vardı. Ama müstakbel
krallığının akıbeti, Franco'nun ölümünden sonra bozulabilecek
hassas dengelere bağlıydı, Franco'nun kendisi için bile meçhul­
dü. İkisi, daha başında yakınlaştılar birbirlerine; daha başında

ıso
birbirlerine gereksinimleri olduğunu hissettiler. Suarez, monarşist
değildi, ama hemen monarşizm yanlısı oldu. Çünkü kimi denge­
lere ilişkin belirsizlikler olmasına rağmen, İspanya'nın geleceğinin
büyük bir olasılıkla monarşi olduğunu biliyor, yeryüzündeki hiçbir
şey uğruna geleceği kaybetmek istemiyordu; başta Franco'nun
kendi ailesi olmak üzere Franco rejiminin en önemli kesimlerince
hiçe sayılıp taciz edilmekte olan Kral'a gelince, acilen müttefiklere
gereksinimi vardı ve kendisinden yalnızca altı yaş büyük olan bu
ölçülü, umut vaat eden, gayretli, yardımsever ve nüktedan genç,
daha iık bakışta iyi bir müttefik olduğu izlenimi veriyordu. İlk gün,
Segovia'daki bir restoranda kraliyet ailesiyle yemek yemekle yetindi
Suirez. Ama o günden sonra, birkaç ay boyunca, Segovia ilinde,
Guadarrama Dağı'ndaki çiftlik evinde birçok kez buluştular; orada
yapılan hafta sonu muhabbetleri, eğer hoşlanılma arzusunu, hırsını,
hızlı ve pratik kavrayışını kullanmayı becerebilirse, Suarez'in eğlen­
celi bir arkadaştan çok daha önemli bir konuma gelebileceğine
ikna etmiş olmalıydı müstakbel Kral'ı. Önceleri siyasetten fazlaca
konuştuklarını sanmıyorum, ama Kral'ın, Suarez'in Frankoculuğun
fosilleştirdiği bir zihniyete sahip olmadığını, yönetmeyi bildiğini
ve derin siyasi fikirlerden yoksun olduğunu kısa sürede kavradığına
eminim. Temel siyasi ilkesinin siyaseten palazianmak olduğunu, bu
nedenle monarşiye bağlılığının Kraliyet'in onun özlemlerini tatmin
etme kapasitesine bağlı olduğunu sezinlediğine de kuşkum yok.
Kral, o andan itibaren, Suarez'in siyasi kariyerinde ilerlemesi için
elinden gelen her şeyi yaptı. O yıl, kasım ayında, Amiral Carrero
Blanco'nun onu Televisi6n Espafıola'nın genel müdürlüğüne ata­
ması için aracılık etti. Hükümdarın kendisi üzerine oyuayarak
isabetli bir iş yaptığını göstermek için, görevi hemen kabul etti
Suirez. Prens'in o zamana kadar süreksiz ve belirsiz olan görüntü­
sünü her eve soktuğu imaj kampanyasını, ülkenin biricik televizyo­
nunu yönettiği dört yıl boyunca sürdürdü: Kaydedip göstermediği

ıs ı
tek bir gezisi, tek bir resmi etkinliği yoktu, ortaya çıktığı her anı
ekrana yansıtıyordu. Yeni peydahianan monarşizm tutkusu (ya da
dönme arzusu), -özellikle evlilikleri General'in yakın çevresinde
Franco ailesinin iktidarını ölümsüzleştirme hülyasını besleyen,
Franco'nun torunuyla Prens'in gözü tahtta kuzeni Alfonso de
Borbem'un düğününü canlı olarak birinci kanalda yayımlamayı red­
dettiğinde- bağlı olduğu devlet bakanını sık sık karşısına almasına
yol açmıştı. O dönemde, '70'li yılların başlarında, bakan adayı ola­
rak sivrilmeye başlamıştı Suarez; ama Franco'nun ölümüyle birlikte
monarşinin ilk hükümeti kurulana kadar bu göreve getirilmedi.
İstediği kişiyi başbakan olarak dayatma gücünden yoksun olan
Kral, -Franco rejiminin üzerindeki ipoteklerini kaldırmaktan aciz,
ikircikli bir mumya olan- Arias Navarro'ya empoze etti Suarez'i;
Arias Navarro, o dönemde Kral'ın baş siyasi danışmanı, -diktatör­
lükte iktidarın iki önemli tabyası olan- Meclis'in ve Kraliyet Kuru­
lu'nun başkanı Torcuato Fernandez tarafından ikna edilmesinin
ardından, Movimiento Genel Sekreteri olarak atadı Suarez'i. Kral,
Arias Navarro'dan kurtulup Adolfo Suarez'i hükümetin başına
geçirmeyi, hükümdara üç başbakan adayı sunmakla görevli kurum
olan Kraliyet Kurulu'nda Fernandez Miranda'nın çevirdiği bir dizi
entrikanın ardından, ancak altı ay sonra başarabildi.
O, mümkün olan biricik seçenek değildi. Çok daha fazla öne
çıkan, monarşinin güvenine daha fazla mazhar olmuş, entelektüel
donanıını ve siyasi deneyimi daha fazla birçok aday vardı; ama Kral
(ya da Fernandez Miranda'nın danışmanlığını yaptığı Kral), o sırada
bu tarz niteliklerin erdemden ziyade kusur olduğunu düşündü: Söz­
gelimi -kültürlü, dünya yurttaşı, öteden beri kraliyete bağlı, yasadışı
muhalefetle iyi ilişkiler içerisinde olan, birçok düzen reformcusunun
gözdesi konumundaki- Jose Maria de Areilza'nın ya da -Franco'nun
eski bakanı, sağın yeni lideri olan- Manuel Fraga'nın hükümeti,
Areilza ya da Fraga hükümeti olacaktı; çünkü Areilza ve Fraga,

152
kendi kişilikleriyle öne çıkan, kendi siyasi tasavvurları olan isimlerdi;
buna karşılık, Suarez hükümeti, bir Suarez hükümeti değil, bir Kral
hükümeti olacaktı; çünkü Suarez'in herhangi bir siyasi tasavvuru
yoktu ve Kral'ın kendisine tevdi ettiği görevi, onun öngördüğü
şekilde yürütecekti (ya da en azından Kral ve Femandez Miranda
öyle zannediyorlardı). Kral'ın tasavvuru demokrasiydi; daha eksiksiz
söylersek, monarşinin kökleşmesine olanak tanıyacak bir demokra­
siydi. Daha dört başı marnur bir açıklama yapayım: Frankoculuktan
iğrendiği ya da }ranco'dan tevarüs ettiği iktidarı bir an önce bırak­
ma yaİılısı olduğu veya bunu her derde deva, evrensel bir çözüm
olarak gördüğü için değil, monarşinin İspanya'da kökleşmesinin
biricik yolu olarak gördüğü için istiyordu demokrasiyi. Ancak yasa­
ları ihlal etmeksizin diktatörlüğü demokrasiye dönüştürmek, çok
karmaşık, muhtemelen hiç görülmemiş bir operasyondu; Kral, bu
süreci yakından denetlernek istiyor, dolayısıyla bu süreci yürütecek
-iktidar hırsıyla kendisine mutlak bir sadakat gösterip biat edecek,
yaşıtı olan, koruma ya da empoze etme gereği duymayacağı, rahat
bir ilişki sürdüreceği- birine gereksiniyordu. Suarez, bu koşullara
uyan biriydi; başka koşullara da uyuyordu. Franco rejiminin siyasetçi
takımını yakından tanıyor, sökümünü yapacağı sistemin dehlizlerini,
mezbelelerini ve dönemeçlerini avucunun içi gibi biliyordu; genç,
akıllı, hızlı, zinde, gerçekçi, esnek ve ehildi; muhalefeti her şeyin
değişeceğine, Frankocuları ise -her şey değişeceği halde- hiçbir
şeyin değişmeyeceğine ikna edebilecek ölçüde etkileyici ve yaltak­
çıydı. Nihayet, cahil cesaretinin ve kaybedecek hiçbir şeyi olmayan­
lara özgü korkusuzluğunun yanı sıra, -bocalamadan, zamanından
önce vazgeçmeden ve mahvolmadan, dört bir yandan gelecek öfkeli
saldırılara mukavemet ederek- tevdi edilecek görevi yürütmesini
sağlayacak ölçüde özgüvene ve kazanma arzusuna sahipti.
Sonunda mahvolup gitti. Ama mahvolup gittiğinde, Kral'ın
tevdi ettiği görevi yerine getirmiş, monarşinin kökleşmesine

153
elverişli -belki de başında kendisinin ve Kral'ın tasavvur ettiğin­
den daha eksiksiz ve derin- bir demokrasiyi yerleştirmişti. İşi ni iyi
yapmıştı. Ne var ki 1980'e gelindiğinde, onu mahvetmeye kararlı
gözüküyordu Kral; yönetici sınıfın neredeyse tamamı gibi, sorunun
şu olduğu kanısındaydı: Suarez, demokrasiyi inşa ettikten sonra,
onu yönetebilecek kapasitede olduğuna inanmış, ama iktidarda
kalması kendisinin yarattığı krizi derinleştirmekten başka bir işlev
görmemişti. Başka bir sorun daha vardı: Kral, bu sorunu çözmeye
niyetlenmiş, bunun için Suarez'i yerinden etmeyi hedefleyen ve 23
Şubat darbesinin plasentasını oluşturan manevralara omuz vermiş­
ti. Bunu yapmak zorunda hissetmişti kendisini muhtemelen. Kral,
tıpkı yönetici sınıfın tamamı gibi, Suarez gibi, demokrasinin kural­
larını ilk kez kullanıyordu ve etkin siyasi gücü olmayan kurumsal ya
da sembolik bir fıgür olarak yeni rolünü henüz özümseyememiş ya
da özümsemek istememişti. Sanki Franco'dan tevarüs eden ve '78
Anayasası'nı onaylayarak feragat etmiş olduğu başbakanları göre­
vinden alma ve atama yetkisini hala elinde bulunduruyormuş gibi,
parlamenter monarşinin son kurallarının dayattığı sınırları ihlal
ederek ülke siyasetine yeniden müdahale etmek istiyordu. Onun
hatası yalnızca deneyimsizliğin değil, aynı zamanda alışkanlığın
ve korkunun eseriydi. Suarez, iktidarının tozpembe ilk yıllarında,
atacağı her adımdan önce -yapmak istediği şeyi aldığı talimata
dönüştürmek üzere- Kral'a danışmayı alışkanlık haline getirmişti;
şimdiyse, başarılarıyla serpilmiş, artık hükümdarın arzusuna değil,
yurttaşların oylarına yaslanan bir başbakan olarak, itaatkar yöntem­
lerini ve hizmetkarca tutumunu terk etmiş, Kral'la görüş ayrılığına
düşmüş, ona aldırış etmeksizin, onun karşı olduğu kararlar almaya
başlamıştı (Kral, Amerika'nın baskısıyla acilen NATO'ya girmek,
ordunun baskısıyla Gutierrez Mellado'yu hükümetten uzaklaştır­
mak istemiş, Suarez bunlara karşı çıkmıştı; 23 Şubat'tan önceki
birkaç ay boyunca, aralarında 23 Şubat'ta belirleyici rol oynayan

154
kimi meselelere, sözgelimi -Kral'ın acil bir gereksinim, Suarez'in
ise tehlikeli bir hamle olarak nitelendirdiği- General Arınada'nın
genelkurmay başkan yardımcılığına atanmasına ilişkin sert tartış­
malar olmuştu); Kral, Suarez'in -kısmen ülkenin kötüye gidişinin
nedeni olarak gördüğü- itaatsizliğini ya da bağımsızlık arzusunu
kabullenemedi; ikisinin ilişkisi bozuldu böylece. Dört yıl önce, üç
yıl önce, iki yıl önce, Suarez çat kapı Zarzuela'ya geliyor, Kral ise
sadece arkadaşıyla viski içmek için ansızın Moncloa'nın kapısında
beliriyor, doğaçtan toplantılar yapıyorlar, tebliğler hazırlıyorlar,
ailece. yemek yiyip film izliyorlardı. Şimdiyse bu dostluk atmosferi
dağılıp gitmiş, yerini gitgide daha irkiltici hale gelen -görüş ayrı­
lıklarının yanı sıra Moncloa'da Kral'ın telefonlarının yanıtsız bıra­
kılınasını ya da gecikmeyle yanıtlanmasını, Suarez'in Zarzuela'da
bekletilerek küçük düşürülmesini de içeren- bir didişmeye bırak­
mıştı. Yeni demokrasinin babalık hakkı için ülke içinde ve dışında
çekişip dururken aralarında peydahianan kıskançlık da etkili olmuş
olabilir ilişkinin bozulmasında. Ama korkunun etkili olduğu kuş­
kusuz. Kral, sürgünde doğmuş, olağanüstü kavrayışı, şansı, becerisi
ve fedakarlığı sayesinde kendisi ve ailesi için tahtı yeniden elde
etmiş, şimdiyse yine kaybedeceği korkusuyla paniğe kapılmıştı.
Siyasi liderlerin yanı sıra -aralarında hanidir Başbakan'la arası
açık olan Kral'ın da bulunduğu- Zarzuela'daki saray mensupları,
Suarez'in saygınlığını yitirmesinin yalnızca demokrasiyi değil,
aynı zamanda -böylesi bir dönemde ondan ayrı düşünülemeyecek
olan- monarşiyi de kirlettiğini söyleyip duruyorlardı: Suarez artık
-onun tarafından seçildiği 1976 yılında olduğu gibi- Kral'ın değil,
kendisini iki kez seçen yurttaşların başbakanı olsa da, yurttaşların
çoğu Kral'ı Suarez'le özdeşleştirmeye devam ediyordu; öyle ki,
Suarez çökerken beraberinde monarşiyi de sürükleyip götürebilirdi.
Bu endişe verici, aldatıcı ve durmadan yinelenen argüman, Kral'ın
-yasal yükümlülüğü olan tarafsızlığını ihlal ederek- Suarez'in

155
düşüşünde rol almayı kendisi için bir sorumluluk ve hak addet­
mesine katkıda bulunmuş olabilir. ı 980 yılının sonbahar ve kış
aylarında Zarzuela'yı ziyaret eden birçok kişi, onun, Suarez'i
kastederek, "Benim için şu adamı defedebilecek misiniz bakalım?
Yoksa bizi felakete sürükleyecek,"1 deyişine tanık olmuştur. Kral,
otoritesini ortaya koyarak Suarez'in taciz edilmesini teşvik etmekle
yetinmedi; birçok kişiyle, onun yerine başkasını getirmeyi konuştu.
Ülkenin kasvetli atmosferinde, yönetici sınıfın büyük bölümü gibi,
demokrasinin aldacele getirildiğini, neşter vurup bütün çıbanların
kökünü temizleyip yaraları dikmenin uygun olacağını, gelinen
noktada basit bir hükümet değişikliğiyle sorunların çözümleneme­
yeceğini düşünmüş, en önemlisi, monarşi yanlısı bir askerin (dar­
beden önce haftalarca bu sorunu tartıştığı eski sekreteri Alfonso
Arınada'dan daha monarşist bir asker yoktu elbette) başını çektiği
koalisyon ya da milli birlik hükümeti önerisini değerlendirmiş -ya
da değerlendirdiği izieniminin uyanmasına olanak tanımış- olması
kuvvetle muhtemeldir; bunlar, siyasi partilerin onayının alınması,
dümene geçilerek felakete sürüklenen ülkenin rotasının yeniden
düzeltilmesi, böylece demokrasinin, beş yıl önce kraliyetİn ayakta
kalmasını sağlayan aygıtın şimdi onun yıkım aracına dönüşmesinin
engellenmesi çerçevesinde ele alınmıştır elbette.
Suarez bunu biliyordu. Kral'ın artık yanında olmadığını biliyor­
du. Daha doğrusu, biliyor ama bildiğini kabul etmek istemiyordu;
en azından kabul etmekten başka çaresi kalmayana kadar, kabul
etmek istemedi. Suarez, ı 980 yılının sonbaharında, Kral'ın ken­
disini krizin asıl sorumlusu olarak gördüğünü ve kendisinin onun
üstesinden gelemeyeceği kanısında olduğunu biliyordu ama Kral'ın
herhangi bir siyasetçi, asker ya da işadamıyla konuşurken her sefe­
rinde kendisine lanet okuduğunu bilmiyor ya da bildiğini kabul

1 El Principey el Rry,Jose Garcia Abad, El Siglo, no: 781, 3 1.03.2008.

156
etmek istemiyordu; Kral'la ilişkisinin kötü olduğunu da biliyordu
Suarez, ama Kral'ın kendisine artık güveomediğini ve kendisini
iktidardan uzaklaştırmaları için muhaliflerini kışkırttığını bilmiyor
ya da bildiğini kabul etmek istemiyordu. Sonunda 24 Aralık günü,
aslında aylardır bildiği şeyi bildiğini kabul etmekten başka çaresi
kalmadı. O gece, televizyonda Kral'ın Noel konuşması yayımlandı.
Her zaman dekoratif bir söylev çekerdi Kral, ama bu sefer öyle
olmadı (sanki bu sefer öyle olmadığını vurgulamak istermiş gibi,
kameralarıo önüne -o zamana kadar yaptığı gibi ailesiyle değil­
yalnız çıktı). O gece, "Siyaset, kendi içerisinde bir amaç değil, belli
bir amaca ulaşmak için kullanılan bir araç olarak görülmelidir,"
diyordu Kral. "Eğer dayanaksız kalma ya da aksesuar olanı dayanak
gibi kullanma riskini üstlenmek istemiyorsak, elzem olanı korumak
ve pekiştirrnek için mücadele etmeliyiz. Tutumumuzu gözden
geçirmeli, kendimizle gurur duymak için yapmamız gereken şeyi
yapıp yapmadığımızı sorgulamalıyız," diyordu. "Herkesin davra­
nışını gözden geçirmesi, suçlayacak birini bulma eğilimine kapıl­
maksızın üzerine düşen sorumluluğu yerine getirip getirmediğini
tartın ası, acil bir gereksinimdir," diyordu. Üstüne basa basa, "Ülke
yönetimini elinde bulunduranları düşünmeye davet etmek istiyo­
rum," diyordu. "Demokrasinin savunulmasını ve kamu yararını,
gelip geçici kişisel çıkarlarının, grup ya da parti çıkarlarının üze­
rinde tutmalıdırlar."ı Kral'ın konuşmasında yer verdiği cümlelerden
bazıları bunlardı. Suarez'in, bu sözlerin kendisine yönelik olduğunu
hissetmemiş olması mümkün değil, bu sözleri yanlış yorumlamış
olması da mümkün değil: Kendi içerisinde bir amaç olarak iktidara
yapışıp kalmakla, elzem olanın, yani monarşinin yerine aksesuar
olanı, yani kendisinin başbakanlığını dayanak almakla, sorumsuzca

]uan Carlos I, Discursos 1975-1995, Madrid, Departamento de Publicaciones del


Congreso de los Diputados y el Senado, 1996, s. 280-281.

157
davranarak kendi suçunu başkalarına yüklerneye kalkmak ve kişisel
çıkarlarını kamu yararının üzerinde tutmalda suçlanıyor, herkesin
önünde ve örtük bir biçimde istifa etmesi isteniyordu.
Suarez'in, Kral'ın konuşmasına verdiği ilk tepkinin ne oldu­
ğunu bilmiyorum. Ama Suarez'in iki şeyin farkında olduğunu
biliyorum: Birincisi, Kral'ın yasal olarak onun istifasını isteme
hakkı olmasa da, dört yıl önce onu kendisi başbakan yaptığı için,
ahlaki anlamda böyle bir hakkı vardı; ikincisi, -sokağın, par­
lamentonun, partisinin, Roma'nın ve Washington'un desteğini
kaybetmiş, kör bir halde, ringde, izleyicilerin kopardığı yaygaranın
ortasında, projektörlerden yayılan ısının altında güçlükle nefes
alarak sallanıp dururken- Kral'ın desteğini tamamen kaybetmek,
son dayanağını kaybetmekle, bitirici darbeyi almakla aynı anlama
geliyordu. Suarez, o gün istifa etmekten başka seçeneği olmadığını
anlamı ş olmalı. Kimi kaynaklara göre,1 4 Ocak günü Lerida'da, La
Pleta'daki kraliyet konutunda yapılan toplantıda, Kral, Suarez'e
istifa etmesi gerektiğini ihsas etmiş, Suarez ise bunu reddetmişti;
yukarıdaki saptamayla çelişmiyor bu gelişme. Can çekişmek, büyük
ıstıraptır; kimi ölüler, zaten ölmüş olduklarını bilseler bile, ölme­
ye direnirler. Suarez'in, hükümdarın Noel uyarısından üç hafta
sonra, en yakınındaki insanlara, başbakanlık görevini bırakacağını
söylediğini biliyoruz. Ayın 27'sinde ise, Zarzuela'daki odasında,
Kral'a söyledi bunu. Kral, numara yapmadı: istifasının nedenlerini
açıklamasını istemedi, protokol gereği reddetmeye ya da bu kararı
alırken enine boyuna düşünüp düşünmediğini sormaya falan kalk­
madı, Kraliyet'in korunmasına yardımcı olduğu için, Başbakana

1 Bkz. Charles Powell,juan Carlos, un reypara la democracia, Ariel/Planeta, Barselo­


na, 1995, s. 278-279. UCD1i bir yöneticinin sarf ettiği bir ifade, 4 Ocak günü La
Pleta'da Kral'la Suarez arasında geçen diyaloğun bu versiyonunu teyit ediyor: "25
Ocak Pazar günü kraliyerin yaptığı yorumu, işitmesini bilen herkes işitınişe benzi­
yor: 'Arias bir centilmendi: istifa etmesi gerektiğini ihsas ettiğimde bana istifasını
verdi'"; Emilio Attard, Vida y muerte de UCD, s. 189.

158
müteşekkir olduğunu belirten tek bir söz sarf etmedi; sekreteri
General Sabino Fermindez Campo'yu çağırdı, odaya girdiğinde
ona bakarak ve merhametsiz parmağıyla Swirez'i işaret ederek, "O
gidiyor," demekle yetindi.

159
6

29 Ocak 1981 günü, darbeden yirmi beş gün önce yaptığı,


televizyonda yayımlanan konuşmasıyla açıkladı istifasını Adolfo
Suarez. Tam bu noktada, şunu sormak gerekir: "Ya seçimle alt ede­
rek çıkarabilirler beni Moncloa'dan, ya da tabutta," diyen birisi orayı
nasıl gönüllü olarak terk edebilmektedir? Katıksız bir siyasetçi değil
midir Suarez? Katıksız siyasetçi, kovulmadıkça iktidarı terk etmeyen
siyasetçi değil midir? Yanıt ortadadır: Suarez, gönüllü olarak gitme­
miş, kovulmuştur: Onu sokak kovmuştur, parlamento kovmuştur,
Roma ile Washington kovmuştur, kendi partisi kovmuştur, kişisel
çöküşü kovmuştur, nihayet Kral kovmuştur. Aynı kapıya çıkan başka
bir yanıt daha var: Katıksız bir siyasetçi olarak, bu muhaliflerin bir­
leşip kendisini kovmalarına fırsat vermeden ülke indinde meşruiyet
kazanmak ve kendisine karşı oluşan ittifakı bozmak için, iktidara
dönüş hazırlığı yapmak üzere çekip gitmiştir Suarez.
23 Şubat darbesini bir yana bırakırsak, yakın dönem İspanya
tarihindeki hiçbir olay Adolfo Suarez'in istifası kadar spekülas­
yona yol açmamıştır; ama 23 Şubat'ın muammaları arasında en

160
az esrarengiz olanı Adalfa Smirez'in istifasıdır. Yapılan spekülas­
yonların hepsini inceden ineeye kurcalamak olanaksız; ama en
ürkütücü olanları, üzerinde en fazla durolanları ıskartaya çıkara­
biliriz. Askerler kendisini zorladığı için ya da darbeyi önlemek
amacıyla istifa etmedi Smirez: Başbakan olarak birçok kusurdan
mustaripti, ama onların arasında korkaklık yoktu; askerler göğsüne
silah dayamış olsalardı, ne kadar ezik bir halde olursa olsun, hiç
kuşkusuz, onlara derhal hazır ola geçmelerini emrederdi. Darbenin
tezgahlanmakta olduğunu haber almış olsaydı, yine hiç kuşkusuz,
durdurmak için harekete geçerdi. İstifa konuşmasının en fazla
hatırda kalan cümlesi, görünüşte bu son iddiayı tekzip ediyor:
"Tarihte sıklıkla vuku bulduğu üzere, bir işin sürekliliği, kadroların
değişimini gerektirir; barış içinde, birlikte yaşadığımız bir demok­
ratik sistemin bir kez daha İspanya tarihinde bir parantez olmasını
istemiyorum. "1 Failin, demokrasiyi kurtarmak için kendisini feda
ettiğini ima eden ve 23 Şubat günü geriye dönüp bakıldığında
hayli anlam kazanan bu feragat beyanı, Smirez'in televizyona
çıktığı günün arifesinde kraliyet sarayına gönderdiği taslakta yer
alınıyordu, konuşma metnine daha sonra eklemişti; üstelik Suarez
ekledikten sonra, metinlerini yazan ve düzelten ekipten birisi
konuşma metninden çıkarmış, son anda Suarez yeniden eklemişti.
Bu, onun kişiliğine özgü dramatik bir vurgu ve istifa stratejisinin
bir parçası olabilirdi, ama hilekarlık değildi. Ülkede demokrasiye
karşı bir darbe plasentasının gelişmekte olduğundan habersiz olsa
da, kendisine karşı çevrilen entrikaların demokrasi için de tehlikeli
olduğunu biliyordu; çünkü seçime gitmeksizin onu iktidardan
uzaklaştırmayı, sahneye yeni konulmuş bir oyunun düzeneklerini
bozmayı hedefliyordu; kendisini devirmek için bir güvensizlik oyu

istifa konuşmasının metni için bkz. Adolfo Suarez, Fue posible la concordia,
s. 262-266; Josep Melia, Asi cayo Adolfo Sudrez, s. 94-96; Fernandez L6pez,
Sabino Ferndndez Campo, s. 136.

161
hazırlığı yapıldığından haberdardı (ya da bundan kuşkulanıyordu);
partisinin bir bölümünün bu hazırlığa arka çıktığını, dolayısıyla bu
entrikanın hedefe ulaşabileceğini biliyordu (ya da bunu kestiriyor­
du); bu hazırlığın bir generalin başını çekeceği koalisyon, topar­
lanma ya da milli birlik hükümetiyle sonuçlanabileceğini biliyordu
(ya da bunu kestiriyordu); Kral'ın bu manevrayı onayladığından,
ciddi bir biçimde düşündüğünden ya da kimilerinin kendisinin
onayladığını ve ciddi bir biçimde düşündüğünü hissetmelerine
olanak tanıdığından haberdardı; kurulacak hükümetin başına geti­
rilecek generalin büyük bir olasılıkla Alfonso Arınada olduğun­
dan, Kral'ın, kendisinin karşı çıkmasına rağmen, eski sekreterini
Madrid'e Genelkurmay Başkan Yardımcısı olarak getirmek üzere
elinden gelen her şeyi yaptığından haberdardı. Bunların hepsini,
hiç kuşkusuz kendi geleceği açısından tehlikeli buluyordu Suarez;
ama -ordu, özgürlükler sistemini kabullenmek istemeyen, sabırları
taştığında ortadan kaldırmaya teşne olan kimi askerlere siyasetin
kapılarını açan bir operasyona bulaştırılarak demokrasi oyunu­
nun yepyeni mekanizmalarının sınanması tasavvur edildiği için­
demokrasinin geleceği açısından da tehlikeli buluyordu: Onun
ilkelerini biliyordu Smirez; iyi yönetemese de, oyunu o yaratmıştı
ya da oyunu kendisinin yarattığını düşünüyordu, kendisi yarattığı
için berbat edilmesine izin vermeye niyeti yoktu. Oyunun berbat
edilmesi tehlikesinden sakınmak için istifa etti.
Ama siyaseten bitmiş, şahsen yıpranmış olsa da, aynı zamanda
katıksız bir siyasetçi hangi nedenle istifa ederse, o da o nedenle
istifa etti: oyuna devam edebilmek, yani oyun masasından kovulup
geri dönme olanağı olmaksızın gazinoyu arka kapıdan terk etmek
zorunda kalmamak için. Aslında istifasını sunarken -partinin
kendisini Marksist olarak tanımlamakta ısrar etmesi üzerine 1979
Mayısı'nda PSOE yönetimini terk eden, dört ay sonra yerine birini
koymayı becererneyen ve tüzüğünden Marksist sözcüğünü çıkaran

162
partideki görevine döndüğünde büyük bir coşkuyla karşılanan­
Felipe Gonzalez'in hedefini bulan restini örnek almış olabilirdi
Suarez. ı Partisinde benzer bir tepkiyi kışkırtmaya çalışmış olması
muhtemeldir. Onun televizyonda istifasını açıkladığı 29 Ocak
günü, Palma de Mallorca'da UCD'nin ikinci kongresi toplanmak
üzereydi. Kongrenin ilk günü yaptığı beklenmedik istifa açıklama­
sının yol açacağı kargaşayı beklemek, partinin sıradan üyelerinin
grup liderlerine karşı ayaklanarak kendisinin hemen ya da birkaç
ay içerisinde yeniden partinin ve hükümetin başına geçmesini
sağlamalarına zemin hazırlamak gibi bir stratejisi vardı belki de.
Talihsizlik (belki partideki kimi muhaliflerinin şeytanlığının da
etkisiyle) planını bozdu: Tam Suarez istifa edeceğini bakanlara
ve partisinin grup liderlerine söylediği sırada, hava trafiği kontro­
lörlerinin greve gitmesi nedeniyle, parti kongresi birkaç gün erte­
lendi. Bu süre boyunca gizli kalamayacağını bildiği için, istifasını
öngördüğü andan önce açıklamak zorunda kaldı. Öyle ki, kongre
şubatın ilk haftasında toplandığında, aradaki süre, haberin yarattığı
infıali yatıştırmıştı. Hafıflemiş olan infıal, kaybettiği iktidara yeni­
den gelmesine değil, partinin yönetimini ele geçirmesine, en çok
oyu almasına elverecek, partililer kendisini uzun süre, coşkulu bir
biçimde ayakta alkışlayacaklardı.

Gonz:ilez'in restine kendi yordamıyla katkıda bulunmuşttır Smirez; bu katkısı, o sı­


rada demokrasiyi iktidardan daha fazla önemsediğini göstermektedir. Gonzalez is­
tifa ettiğinde, seçimlerde kolayca alt edebileceği Marksist grubun (Enrique Tierno
Galvan, Luis G6mez Llorente, Francisco Bustelo) PSOE yönetimine gelmesini
kolaylaştırabilirdi Suarez; öyle yapmadı. Bunun yerine Gonz:ilez'in dönüşünü ko­
laylaştırdı; çünkü, kendisi için çok daha hatırı sayılır bir rakip olmasına rağmen,
demokrasinin istikrarı için muhaliflerinden çok daha yararlı olduğunu düşünüyor­
du Gonz:ilez'in. Bu, Suarez'in yarattığı oyunun işlemesini her şeyin üstünde nıt­
nığunun kanıtıdır. (PSOE'nin 28. Kongresi'nde Gonz:ilez'e verdiği desteğin ge­
rekçelerini, Sol Alameda'ya verdiği mülakatta anlatıyor Suarez. Bkz. Santos Julia,
Memoria de la transicitfn, s. 460; Santos Julia, Los socialis/as en la politica espanola,
1879-1982, s. 535.)

163
Öncekilerin temelini oluşturduğu, onlara daha derin başka bir
anlam kattığı için, onlardan çok daha belirleyici başka bir nede­
ni daha olabilir Suarez'in istifasının: Başbakan olarak meşruiyet
kazanmak için başbakanlıktan istifa etti Su:irez. Bu bir paradokstur,
ama Suarez paradoksal bir şahsiyettir zaten; iktidarda kaldığı beş
yıl, onun için şundan öte bir şey değildir: başbakan olarak meş­
ruiyet kazanmak için verdiği sürekli, ıstırap dolu, beyhude müca­
dele. Kral, 1976 Temmuzu'nda onu siyasi reformu yönetmekle
görevlendirdiğinde, yasal hükümetin başbakanı olduğunu biliyor,
ama -atanmasından kısa bir süre sonra bir gazeteciye kendisinin
de ifade ettiği gibP reform hareketini yürütme görevi yurttaşların
oylarına dayanmadığı için meşru bir başbakan olmadığını görmez­
den gelmiyordu; 1976 Aralığı'nda, reformun yürütülmesinin yasal
dayanağı olan Siyasi Reform Yasası ile ilgili referandumu ezici bir
çoğunlukla kazandığında, bu zaferin diktatörlükten demokrasiye
ya da bir nevi demokrasiye geçiş sürecine meşruiyet kazandırdığını
biliyordu Suarez, ama başbakanlığı icra etme meşruiyetine sahip
olmadığını görmezden gelmiyordu; çünkü kendisi Kral tarafından
seçilmişti, oysa bir başbakan ancak özgür bir seçimde yurttaşlar
tarafından seçildiğinde meşruiyet kazanabilirdi; 1977 Haziranı'n­
da, ilk özgür seçimi kazandığında, yurttaşların oylarına dayanan
bir meşruiyete sahip olduğu için artık demokratik bir başbakan
olduğunu biliyor ama ülkeyi hala demokrasinin değil, Franco
rejiminin yasalarıyla yönettiği için yasal meşruiyetten yoksun oldu­
ğunu görmezden gelmiyordu; 1979 Martı'nda, anayasanın kabul
edilmesinden sonra yapılan ilk seçimleri kazandığında, hem seçim
sandığı hem de yasalar açısından eksiksiz bir meşruiyete sahip
olduğunu biliyordu Suarez, ama yönetici sınıf topluca onun üzerine

1 Bkz. Victoria Prego, Adolfo Sudrez. La apuesta del Rey (1976-1981}, Madrid,
Unidad Editorial, 2002, s. 28.

164
atılmış, hala Kral'ın küçük ayakçısı, taşralı falanjist ufaklık, Franco
rejiminin türedisi, hırsın tükettiği bir beceriksiz, hükümete baş­
kanlık edebilecek entelektüel donanımdan yoksun, siyaseti yalnızca
kişisel çıkarı için kullanan, ülke yanı başında parçalanıp giderken
aptalca iktidar arzusuyla başbakanlığa yapışıp kalan bir dalavere­
ciden öte bir şey olmadığını hatırlatıp durduğu için, belki bunu
kendi kendine de tekrarladığı ve kendisinden korunması mümkün
olmadığı için, ahlaki meşruiyete sahip olmadığını anladığı dönem
de aynı dönemdi. Böylece 1979 ilkbaharından itibaren, hüküme­
ti yönetmesi için gereken siyasi meşruiyete eksiksiz bir biçimde
sahip olduğunu biliyordu Suirez; ama bundan bir yıl sonra, ahlaki
meşruiyetten yoksun olduğunun ya da ahlaki meşruiyeti elinden
aldıklarının farkına varmıştı: Onu edinmek için bulabildiği tek yol,
istifa etmekti.
Televizyonda yaptığı veda konuşmasının anlamı buydu aslında:
Kral'ın Noel serzenişlerine verdiği kişisel bir yanıt ve özlemini
çektiği meşruiyeti kendisinden esirgeyen yönetici sınıfa toplu bir
serzeniş, ama en önemlisi, siyasi dürüstlüğünün teyidi (Suarez
gibi kişisel olanı siyasi olandan ayıramayan bir siyasetçi için, aynı
zamanda kişisel dürüstlüğün de teyidi). Gururla, nihayet dürüstçe,
kendi kararıyla ("bunu kimse benden istemeksizin") gittiğini ülke­
ye açıklıyordu Suarez; empoze edilen "makamına yapışan adam"
imajının yanlış olduğunu davranarak göstermek için ("çünkü söz
yetersiz görünüyor, değerli olan şey, ne olduğumuzu ve ne istediği­
mizi davranışımızia göstermektir") yapıyordu bunu. Suarez, dikta­
törlükten demokrasiye geçişteki rolünü hatırlatıyor ve başbakanlık
görevini, muhalifleri kendisini alt ettiği ya da onlarla mücadele
edecek gücü kalmadığı için değil (ki bu doğru olmayabilir ya da
tamamen doğru olmayabilir), iktidarda kalmasındansa, iktidarı
bırakmasının ülke için daha yararlı olabileceği (ki muhtemelen
doğrudur) sonucuna vardığı için bıraktığını söylüyordu: Görevden

165
çekilişinin, "düşüncesizlik'', "kişilerin durmaksızın kötülenmesi",
"akılsızca, sistematik saldırı" ve "yararsız, toptancı kötüleme"nin,
aylardır kendisine yöneitHdiğini hissettiği bu saldırıların, demokra­
sinin siyaset pratiğinden sonsuza dek silinmesini sağlayacak "ahlaki
bir ders" olmasını istiyordu. "Duruşumuzda, davranışımızda çok
önemli bir değişiklik yapmamız gerekiyor," diyordu. "Görevden
çekilerek, bu değişimin bir an önce olmasına katkıda bulunmak
istiyorum." Bunun yanı sıra, partisinin genel başkanlığını bırakıyor
olsa da, siyasetten çekildiğini söylemiyordu Suarez; tam tersine,
ülkesinin geleceğine ve UCD'nin ülkesine kılavuzluk etme yetene­
ğine ilişkin iyimserliğini vurguladıktan sonra, siyasetin "asıl yaşama
amacı" olmaya devam edeceğini belirtiyordu. "Fedalcirlığınız için,
benimle işbirliği yaptığınız için, bana beslediğiniz güveni defalarca
gösterdiğiniz için, hepinize müteşekkirim. Bunun karşılığını, ken­
dimi bütünüyle işime adayarak, size hasrederek, feragat göstererek,
cömert davranarak vermek istedim. Nerede olursam olayım, sizin
özlemierinizle özdeşleşeceğime söz veriyorum. Hep sizin yanınızda
olacağım. Gücüm elverdiği sürece bulunduğum çizgiyi ve sahip
olduğum çalışma ruhunu koruyacağım. Hepinize, her şey için
teşekkür ederim," diyerek bitiriyordu sözünü.
Yeniden söyleyeyim: Konuşma, iyi dilekleri ve duygusal içe­
riğiyle, siyasi olmasının yanı sıra ahlaki bir açıklamaydı. İçten­
liğinden kuşkulanmak için hiçbir neden yok: Başbakanlığı terk
ederek demokrasiye değer vermek, açıkça onu korumak istiyordu
Suarez; ama siyaset etiğiyle ilgili gerekçelere kişisel stratejiyle ilgili
gerekçeler ekleniyor: istifa ederek aynı zamanda kendisini koru­
makta, kendisine değer vermekte, iktidara dönüş hazırlığı yapmak
için kendi kişiliğine saygısını, özgüvenini yeniden kazanmaktaydı
Suarez. Daha önce başbakanlıktan istifa etmesinin başbakan olarak
meşruiyet kazanmak için gösterdiği son çaba olduğunu söyleme­
min nedeni budur. Yeri gelmişken düzelteyim: Son değil, sondan

166
bir önceki çabasıydı. Son çabasını 23 Şubat günü, Temsilciler
Meclisi'nin toplantı salonunda, etrafında vızıldayıp duran kurşun­
ların arasında, sandalyesinde otururken, artık sözcüklerin yetersiz
olduğu, kim olduğunu ve ne istediğini davranışıyla ortaya koyması
gerektiği an gösterdi Suarez: Siyasetçi takımına ve bütün bir ülke­
ye, büyük Madrid lağımının kirli bir demokrasi geçmişine sahip
taşralı falanjist ufaklığı, Franco rejiminin türedisi, donanımsız
bir dalavereci de olsam, demokrasi için hayatımı ortaya koymaya
hazırım, dedi.

167
7

Muallakta kalan bir soru var, ona döneyim: istihbarat servisleri,


ı 980 sonbaharında ve kışında, demokratik sisteme karşı entrika
çeviriyor muydu? CESID, darbeye katıldı mı? Edebi olarak çekici
olmasının yanı sıra, tarihsel olarak akla yakın bir varsayımdır bu; 23
Şubat'ın en tartışmalı konularından biri olmasının nedeni, kısmen
budur. Siyasal rejim değişikliği dönemlerinde -eski patrorılarının
denetiminden kurtulmuş ama henüz tam arılamıyla yeni patron­
larının denetimine girmemiş ya da eski patrorılarının eski rejimin
ortadan kalkmasına yardımcı olmasından hoşnutsuz- istihbarat ser­
vislerinin kendi başına iş görmeye başlaması, değişimi başarısızlığa
uğratmaya yönelik manevraları organize ederek ya da bu tür manev­
ralara katılarak değişime direnç gösteren mihraklara dönüşmesi, az
rasdanan bir durum değildir. Sözgelimi 1991'de, Mihail Gorbaçov
dönemindeki Sovyeder Birliği'nde vuku bulan şey budur. Aynı şey, on
yıl önce Adolfo Suarez döneminde İspanya'da da vuku bulmuş olabi­
lir mi? ı 98ı'de, değişime direnen bir mihrak mıdır CESID? CESID,
23 Şubat darbesini organize etmiş midir? Ona katılmış mıdır?

168
Gutierrez Mellado, sadakatsiz istihbarat servislerinin demok­
rasi için arz edeceği tehlikeyi İspanya'daki bütün siyasetçiterden
daha iyi biliyordu muhtemelen; çünkü meslek hayatının büyük bir
bölümünü oralarda geçirmişti, onların girdisini çıktısını ilk elden
biliyordu. Tersinden söylersek, yeni yönetime sadık istihbarat ser­
vislerinin demokrasiye yararını ondan daha iyi bilen pek az siyaset­
çi vardı muhtemelen. 1977 Haziranı'nda, Adalfa Suarez ilk özgür
seçimin ardından ilk demokratik hükümeti kurar kurmaz, devletin
içine modern, yetkin ve sadık istihbarat örgütleri yerleştirmek için
kolları· sıvadı Gutierrez Mellado. Bunu yapabilmek için, öncelikle
diktatörlüğün birçok istihbarat servisini tek bir örgütün, CESID'in
içerisinde eritmek istedi. Ama karşılaştığı sıkı direnç nedeniyle,
yalnızca iki temel istihbarat servisini birleştirebildi: SECED ve
Yüksek Genelkurmay'ın Üçüncü Birim'i. İkisi de askeri olmakla
birlikte, çok farklı örgütlerdi: Yüksek Genelkurmay'ın Üçüncü
Birim'i, ülke dışı casusluk faaliyetlerini yürüten, siyasi yönü değil,
teknik yönü baskın olan bir örgüttü; '60'lı yılların ortalarında,
o zaman binbaşı olan San Martin (23 Şubat'ta Brunete Zırhlı
Tümeni'ndeki darbeci Albay) tarafından bir tür siyasi polis birimi
olarak Frankocu Ortodoksiuğu gözetmesi için kurulan SECED
ise, tam tersine, ülke içi casusluk faaliyetlerini yürüten, teknik yönü
değil, siyasi yönü baskın olan bir örgüttü. Tıpkı istihbarat servis­
lerini birleştirme girişimi gibi, onları modernize etme çabası da
başarısızlıkla sonuçlandı Gutierrez Mellado'nun: CESID, 1981'de,
hala geleneksel yöntemlerle çalışan, yetersiz, ilkel bir örgüttü; gerek
kadrosu, gerekse yapısı itibarıyla çok zayıf bir istihbarat servisiydi:
Ancak yedi yüz çalışanı, ülkeye dağılmış on beş kadar temsilciliği
vardı, dört bölüm halinde organize olmuştu (Yurtiçi, Yurtdışı, Karşı
istihbarat, İletişim ve İstatistik); her bölümün başında bir yönetici
ve bir genel sekreter vardı; her bölümün içerisinde, yalnızca genel
sekreterin denedediği seçkin bir birim vardı: Binbaşı Cortina

169
tarafından yönetilen, özel operasyonlarla ilgilenen AOME. Olağan
dışı bir olay, Gutierrez Mellado'nun istihbarat servisinin karşılaş­
tığı sorunlar hakkında fikir vermektedir: General'in örgüte yükle­
diği temel görevlerden birinin darbecilerin çevirdiği entrikaların
denetimi olmasına ve Yurtiçi Bölümü'nde bunun için oluşturulmuş
bir birim (Geri Çekilme Birimi) bulunmasına rağmen, CESID
üyeleri, kışlalara girme, dolayısıyla olan biten ya da planlanan şeyler
konusunda bilgilenme yetkisine resmen sahip değillerdi (bu görev,
İkinci Tekrar denilen, istihbarat Tümeni'ne bağlı istihbarat ser­
visine verilmişti; İkinci Tekrar, bilgi akışını engelliyor, darbecileri
destekliyordu); CESID'in ordu hakkında bildikleri, resmi kanaldan
öğrendiği şeylerden ibaretti; merkezin 1978 Kasımı'nda Yarbay
Tejero'nun Galıncia Operasyonu denilen birinci darbe teşebbü­
sünü engellemesi, bir ihbar sayesinde olmuştu. İlkinden daha az
olağan dışı olmayan ikinci bir örnek, istihbarat servisinde hüküm
süren keşmekeş hakkında yeterince fikir vermektedir: 23 Şubat'ta,
kuruluşundan üç yıl sonra, hiçbiri casuslukta uzman olmayan üç
yöneticisi vardı CESID'in, hepsi neredeyse dayatma yoluyla bu
göreve getirilmiş, hepsi silah arkadaşlarını takip etmeyi neredeyse
onursuzca bir iş olarak değerlendirmişti. Kısacası, 1981 yılında,
yetersiz ve ilkel olmasının yanı sıra, keşmekeş içerisinde, şişirme iş
yapan bir istihbarat servisiydi CESID. Aynı zamanda güvenilmez
olduğu da söylenebilir miydi?
Diktatörlüğün iki temel casusluk örgütünün CESID'in
içerisinde eritilmesinden sonra, mirasıyla baskın olan örgüt -reji­
min siyasi polisi, İstihbaratın Frankoculuğa daha bağlı kanadı
olan- SE CED oldu. Ama Gutierrez Mellado, merkezin yönetimi­
ne kendisinin güvenini kazanan Yüksek Genelkurmay'ın Üçüncü
Birim'inden kişileri getirmeye çalıştı. 23 Şubat günü CESID'i etkin
bir biçimde yönetmekte olan kişi, örgütün başında bulunan Albay
Narciso Carreras değil, Genel Sekreter Yarbay Javier Calderon'du.

170
istisnai bir çizgisi vardı Calder6n'un; tıpkı Gutierrez Mellado gibi,
Franco rejimine ideolojik bağımlılıktan kurtulup siyasal değişime
uygun ortamı hazırlamaya çalışan ve minicik bir azınlık oluşturan
askerlerden biriydi: '40'lı yıllarda, toplumsal kaygılar güden bir
falanjizmi özendiren, bağrından ileride yasadışı UMD'yi kuracak
olan subayları çıkaran askeri hazırlık okulu Colegio Pinilla'da
yetişmişti; '70'lerin başlarında, Yüksek Genelkurmay'ın Üçüncü
Biriminin Karşı istihbarat bölümünde çalışmaya başladı; kısa bir
süre sqnra, UMD'nin sorumlularından biri olan Yüzbaşı Restituto
Valero'nun avukatlığını yaptı ve bir danışmanlar kurulu ya da
partileşme girişimi olarak yola çıkan, geç Frankoculuk döneminde
rejimin genişletilmesini benimseyen, reformun yöneticisi olarak
-Suarez tarafından alt edilene kadar- Manuel Fraga'yı destek­
leyen, daha sonra Alianza Popular'ın sulandırılmış Frankoculu­
ğuna evrilen GODSA'ya katıldı; 1977'de CESID oluşturulunca,
örgütün Karşı istihbarat bölümünde çalışmaya başladı, nihayet
1 979'da, Gutierrez Mellado, merkezin en güçlü adamı konumuna
�etirdi onu. 23 Şubat'ta kusursuz bir tavır takındı Calder6n: Onun
yönetimi altındaki CESID, -darbecilerin başarısızlığında belir­
leyici rol oynayan- Brunete Zırhlı Tümeni'nin Madrid'de sokağa
dökülmesini durdurma çabasıyla başından beri açıkça meşrui­
yetten yana olan sayılı askeri kurumdan biriydi; asıl şüpheli olan,
onun 23 Şubat'tan sonraki tutumudur: Darbeyi önceden ortaya
çıkarmayarak muazzam bir başarısızlık sergilemişti CESID; 23
Şubat'ı izleyen günlerde, merkezin bütün kredisini tüketmemek
için kimi elemanlarının ayaklanmaya katıldığı yolundaki söylenti­
leri duymazdan geldi Calder6n; ama sonunda soruşturma açılması
için talimat verdi ve darbecilerle işbirliği yaptıklarından kuşkula­
nılan, aralarında Binbaşı Cortina'nın da olduğu bazı elemanlarını
azletti. Ama Calder6n'un darbeden sonraki tartışmalı tutumu şu
gerçeği değiştirmiyor: 1981'de CESID'in en güçlü adamı, İspanyol

171
ordusunun sayılı demokrat askerinden biriydi; onun istihbarat ser­
visinde yaptığı iş, siyasi değişime direnen mihrakla ters düşmesine
neden oldu: Aşırı sağcı askerlerin CESID'i eleştirilerinin hedef
tahtasına oturtmalarının nedeni budur; düzenli olarak yayımla­
dıkları istenilmeyen silah arkadaşları listesinde Calderon'un daima
boy göstermesinin nedeni budur; Gutierrez Mellado'nun ona
sarsılmaz bir güven duymasının nedeni de budur (23 Şubat'tan
önceki yakın dostluk ilişkileri, 23 Şubat'tan sonra pekişmiştir;
1987 yılında, Calderon'un oğlu uyuşturucu kullanımı nedeniyle
öldüğünde, General, Uyuşturucu Bağımlılarına Yardım Vakfı'nı
kurmuş, vakfın yönetim kuruluna arkadaşını getirmiştir). Gutierrez
Mellado, güçlü, bütünlüğü olan, modern, etkin istihbarat servisleri
oluşturmayı becerememiştir; CESID'in 23 Şubat'ın nerede, ne
zaman, nasıl, kimin tarafından sahneye konulacağını öngörmedeki
başarısızlığı Gutierrez Mellado'nun bu başarısızlığına bağlanabi­
lir; ama güvenilir istihbarat servisleri oluşturmayı becerebilmiştir
Gutierrez Mellado: CESID, bir istihbarat servisi olarak, darbenin
başarısızlığa uğratılmasına katkıda bulundu; darbenin hazırlanması
ve uygulanmasıyla bağlantısı konusunda ise hiçbir kanıt yok. ı
ı Aslında Javier Calder6n'un, CESID'in başındaki kişi olarak darbeyi organize
ettiğine ilişkin asılsız söylenti ı 981 'de değil, on beş yıl sonra dolaşmaya başla­
dı. Hikayesi ilginçtir. ı996'da, on yıldan uzun bir süre kurumdan uzak kaldıktan
sonra, Genel Müdür olarak CESID'e döndü Calder6n; yeni bir organizasyona gi­
derek onlarca kişiyi işten attı. Onlardan biri, Diego Camacho L6pez-Escobar'dı.
Camacho, işteki yetersizliği, kişisel dengesizliği ya da yöneticilerinin kurumla ili­
şiğinin kesilmesi gerektiği kanısında olmalan yüzünden değil, 23 Şubat'tan sonra­
ki tutumu nedeniyle Calder6n tarafından cezalandırıldığı için kovulduğuna karar
verdi. AOME'de, Cortina'nın emrinde yüzbaşı olarak çalışırken, darbeye katıldığı
iddiasıyla doğrudan bağlı olduğu amirini Calder6n'a ihbar etmişti. On beş yıl sonra
onu CESID'den kovarak, astının yaptığı ihbarın, darbeden sonra servis elemanla­
nnı olaya kanştırarak yol açtığı sorunlann öcünü alıyor olmalıydı Calder6n. Pek
inanılası şeyler değil Camacho'nun anlattıklan: Calder6n'un, Cortina'nın yanı sıra,
isyancılardan yana tavır aldığından kuşkulandığı herkesi CESID'den attığını söy­
lemiştim daha önce; ama Camacho'yu ve örgütün içerisinde darbecileri ihbar eden
diğer ajanları atmamış, onlar yıllarca orada çalışmaya devam etmişlerdi (onlardan

1 72
Kimi elemanlarının darbeye katılmış olması dışında hiçbir
kanıt yok. Şu an için, birçok CESID ajanının -Yüzbaşı Gomez
lglesias, muhtemelen Çavuş Miguel Sales, Onbaşı Rafael Monge
ve Onbaşı Jose Moya'nın- darbe günü Yarbay Tejero ile işbirliği
yaptığını biliyoruz: ilki, Jandarma Kuvvetleri Taşıt Deposu'ndaki
kararsız subayları, Yarbay Tejero'nun Temsilciler Meclisi'ne yapa­
cağı baskına yardımcı olmaları için ikna ederek; diğerleri, hedefine
doğru yönelen Tejero'ya Madrid sokaklarında eşlik ederek. Bu dört
ajan, �inbaşı Cortina'nın seçkin birliği AOME'nin mensuplarıydı.
Başına buyruk mu davranıyorlardı? Yoksa Cortina'nın talimatiarına
göre mi? 23 Şubat darbesini destekleyen ya da organize eden ne
Calderon'du ne de CESID; öyleyse AOME mi destekiemiş ya da
organize etmişti? Cortina mı destekiemiş ya da organize etmişti?
Muallakta kalan soru budur.

biri daha, 1996'da Camacho'yla birlikte işten çıkanldı, onlann arasında, bunun
dışında CESID'den atılan olmadı); öte yandan, darbeden önce, Calder6n'un
Camacho'yu güvenilir bir subay olarak önce CESID'e, sonra AOME'ye takdim
etmesiyle başlayan dostluk ilişkilerini darbeden sonra on dört yıl daha sürdürdü
Camacho ile Calder6n; üstelik, Camacho, darbeden sonra Cortina'yı ihbar ettiyse
de, ne o dönemde ne de araya giren on dört yıl boyunca Calder6n'u ihbar et­
medi: Calder6n'un darbeye katıldığını ya da onu organize ettiğini hiçbir zaman
söylemedi. istihbarat servisinden atılmasından sonra, basma ettiği yemine aykın
açıklamalar yaptığı için kovuşturmaya uğrayıp tutuklandı, böylece askerlik hayatı
noktalandı. Calder6n ve CESID'in 23 Şubat darbesini tasarladıklannı ve yaptıkla­
nnı ileri sürmüş, bu suçlama, kısa bir süre sonra Jesus Palacios'un 23-F: Elgolpe del
CESID adlı kitabının ilham kaynağı olmuştu.

1 73
8

23 Şubat

Bir hükümet darbesinin başarılı ya da başarısız olacağının


daha ilk dakikalarda belli olduğu doğru mudur, bilmiyorum; o
akşamüzeri, saat yediye yirmi beş kala, başlamasından on dakika
sonra, darbe sonuca ulaşmıştı: Yarbay Tejero, Temsilciler Meclisi'ni
almıştı; Milans del Bosch'un tankları Valensiya sokaklarında kol
geziyordu; Brunete Zırhlı Tümeni'nin tankları, kışladan çıkmaya
hazırlanıyordu; General Armada, Ordu Karargahı'ndaki odasın­
da Kral'ın aramasını bekliyordu; o ana kadar her şey darbecilerin
öngördüğü biçimde seyretmişti; ama saat yediye yirmi kala, planları
aksadı ve darbe başarısızlığa uğradı. Oyunun o kritik beş dakikası,
Zarzuela'daki sarayda oynandı. O beş dakikada, sıra kendisine
gelen Kral oynadı.
23 Şubat gününden itibaren, 23 Şubat darbesini Kral'ın orga­
nize ettiği, Kral' ın bir biçimde darbeye bulaştığı, darbenin başarılı
olmasını istediği yolundaki suçlamaların ardı arkası kesilmedi.

1 74
Akılsızca bir suçlamaydı bu: Kral, 23 Şubat darbesini organize
etmiş, bir biçimde darbeye bulaşmış ve darbenin başarılı olması­
nı istiyor olsaydı, darbe kesinlikle başarılı olurdu. Gerçek, apaçık
ortada: Kral, darbeyi organize etmedi, engelledi; zaten darbeyi
engelieyebilecek tek kişi oydu. Bunu onaylamak, Kral'ın 23 Şubat
darbesiyle ilgili tutumunun kusursuz olduğunu onaylamak anla­
mına gelmiyor; siyasetçi kesiminin çoğu gibi, onun tutumu da
kusursuz değildi: Tıpkı siyasetçi kesimi gibi, onun için de genç­
lik, olgunlaşmamışlık, deneyimsizlik, korku ve benzeri birçok
hafıfletici neden ileri sürülebilir; ama 23 Şubat'ın öncesindeki
aylar boyunca, hiç yapmaması gereken şeyleri yapmış olduğu
ortadadır. Anayasal bir görev olan kurumlar arası hakem rolünü
aynarken kesin tarafsızlığı asla terk etmemeliydi. Suarez'in yerine
bir başkasının getirilmesini özendirmemeliydi. Suarez'e alternatif
çözümler bulmayı özendirmemeli, bu konuya kafa yormamalıydı.
Suarez hükümetinin düşürülmesi, yerine başını bir askerin çeke­
ceği koalisyon, toparlanma ya da milli birlik hükümeti kurulması
konusunda kimseyle konuşmamalı, bu konuda kimsenin kendisiyle
konuşmasına izin vermemeliydi. Hükümete General Arınada'nın
genelkurmay başkan yardımcısı yapılması için baskı yapmamalıydı,
böylece onun koalisyon, toparlanma ya da milli birlik hükümetine
başkan yapılmak üzere Madrid'e getirildiğini düşünmesine ve bunu
yaymasına zemin hazırlamamalıydı. Tutumu muğlak ve keskin
olmamalıydı: Hiçbir siyasetçinin, hiçbir işadamının, hiçbir gazete­
cinin, en önemlisi hiçbir askerin demokrasinin işini bitirmeye teşne
bir orduya kapı aralayarak rayına henüz oturtulmuş bir demokra­
siyi raydan çıkarmaya çalışan manevralara destek vermeyi tasavvur
etmesine izin vermemeliydi. Kral, 23 Şubat öncesinde, aylarca,
tıpkı siyasetçi kesiminin tamamına yakın bir bölümü gibi hasiret­
sizce davrandı; ama yalnızca devletin değil, ordunun da başkanı
ve Franco'nun varisi olduğu için, onun hasiretsizliği darbecilere

175
siyasetçi kesiminden çok daha fazla cesaret verdi. Ama 23 Şubat
günü onları engelleyen de Kral'dı.
Darbenin ilk on beş dakikasında Zarzuela'da yaşananları tasav­
vur etmek kolay değil; muazzam bir keşmekeşin hüküm sürdüğü
anlar: Yalnızca aktörlerin tanıklıkları sınırlı ve birbiriyle çelişkili
olduğu için değil, aynı zamanda aktörler kendileriyle bile çelişkili
olduğu için böyle. Özellikle çoğul kullanıyorum: Burada sahne
alan yalnızca Kral değil. İkinci! olsa da, hatırı sayılır bir rolü olan
sekreteri Sabino Fernandez Campo da var; kraliyet sarayının kağıt
üzerinde üçüncü,1 pratikte birinci yetkilisi. O dönemde, siyasi
deneyimi, hukuk bilgisi ve askeri çevrelerle sıkı ilişkileri olan bir
generaldi Fernandez Campo. Monarşist aristokrasiye mensup
olmayan Campo, dört yıl önce General Arınada'dan devralmıştı
görevi. Arınada ile önceleri çok iyiydi arası; daha sonra, darbeden
birkaç ay önce, muhtemelen Kral'a yeniden yakınlaşan Arınada'nın
gölgesinin Zarzuela'nın üzerinde yeniden dolaşmaya başlaması
nedeniyle açılmıştı. Fernandez Campo, 23 Şubat günü Temsilciler
Meclisi'ndeki yaylım ateşini radyodan duyunca, Kral'ı haberdar
etmişti; bir arkadaşıyla squash oynamakta olan Kral, tıpkı sekreteri
gibi, daha ilk anda anlamıştı darbe olduğunu. Sonrasında, gece
boyunca Zarzuela'da yaşanan şeyler birkaç metrekarenin içerisinde,
bir ara odayla birbirine bağlanan Kral'ın odasıyla Fernandez Cam­
po'nun odasında geçer. Kral, odasına varır varmaz, neredeyse aynı
anda, Temsilciler Meclisi'nin hasıldığını ve General Milans del
Bosch'un bir tebliğ yayımiayarak Valensiya'da olağanüstü hal ilan
ettiğini öğrenir. Bağlılığını defalarca kanıtlamış, katı bir monar­
şisttir Milans del Bosch; hemen ona telefon eder. Kral'ı yatıştırır

1 Birinci yetkili, Mondejar Markisi General Nicohis Cotoner y Cotoner, ikinci yet­
kili ise Karargah Komutanı General Joaquin de Valenzuela'ydı. Sarayın işleyişi ve
her yetkilinin görevi için bkz. Javier Cremades, La casa de S. M. El Rey, Madrid,
Civitas, 1998, s. 61-105.

1 76
ya da yatıştırmaya çalışır Milans del Bosch: Endişelenecek bir şey
yoktur, daima onun emrindedir, Temsilciler Meclisi'nin müsade­
resi çözümlenene kadar düzeni korumak için bölgedeki güçlerin
sorumluluğunu üstlenmiştir. Kral, Milans'la konuşurken, Kraliyet
Muhafız Alayı'ndan -sivil giyimli olarak yeni Başbakan'ın güve­
noylaması oturumuna katılan, bir telefon kulübesinden Kral'ın
sekreterini haberdar eden, bu arada ona bir telefon numarası
veren- birinin sayesinde, Tejero ile bağlantı kurmuştur Fernandez
Camro. Görünüşe bakılırsa, Temsilciler Meclisi'ne daldığı anda
Kral'ın adına sığındığı anlaşılan Tejero'yu Kral'ın adını anmaktan
men eder, onun Temsilciler Meclisi'ni derhal terk etmesini ister.
Daha konuşmasını bitirmeden, Tejero telefonu kapatmıştır elbette.
Fernandez Campo, bunun üzerine Brunete Zırhlı Tümen Komu­
tanı Juste'yi arar. Çünkü darbenin akıbetini ordunun en güçlü, en
modern, en deneyimli, başkente en yakın birliği olan Brunete'nin
belirleyeceğini bilmektedir; ayrıca Juste ile aralarında yıllara dayalı
bir dostluk ilişkisi vardır. Sahne tasarımı itibarıyla ılımlı bir görü­
nüm sergilernesi gereken darbeyi şiddet yanlısı bir çehreye bürün­
düren Temsilciler Meclisi'ndeki beklenmedik yaylım ateşinden
sonra, darbeciler için ikinci tersliği, darbenin sökümü için ilk adımı
oluşturur Juste ile Fernandez Campo arasındaki diyalog. Görüş­
menin başında, kısmen ikisi de karşısındaki müzakerecinin hangi
tarafta saf tuttuğunu bilmediği için, kimse açık yüreklilikle konuş­
maz; ama büyük ölçüde,Juste'ye odasında -Binbaşı Pardo Zancada
ile birlikte Brunete'deki ayaklanmanın başını çeken ve operasyonun
Kral'ın desteğini arkasına alan Milans'ın emriyle gerçekleştirildiği­
ni, Arınada tarafından Zarzuela'dan yönetildiğini söyleyerek ken­
disini birliklerini Madrid'e göndermeye ikna eden- General Torres
Rojas ile Albay San Martin eşlik ettiği için böyledir bu. General
Torres Rojas ile Albay San Martin, Juste'nin Fernandez Campo'ya
söylediği her sözcüğü dikkatle dinlemektedirler. Dolambaçlı,

177
mütereddit sözcükler zorlukla katetmektedir telefon hattını. Bru­
nete'nin komutanı nihayet Arınada'nın adını zikredince, her şey
yerine oturur: Fernandez Campo'ya Arınada'nın Zarzuela'da olup
olmadığını sorar Juste; "Burada değil," der Fernandez Campo.
Sonra, "Armada'nın Zarzuela'ya gelmesini bekliyor musunuz?" diye
sorar; yine "Hayır," der Fernandez Campo. Nihayet şunu söyler
Juste: "Ne?" Bu her şeyi değiştirir.
Böylece karşı darbe başlar. Juste ile Fernandez Campo ara­
sındaki görüşme birkaç dakika daha sürer; o birkaç dakikanın
sonunda, Torres Rojas, San Martin ve Pardo Zancada'nın ken­
disini kandırdıklarını, Kral'ın operasyonu desteklemediğini anlar
Brunete'nin komutanı. Juste, ahizeyi yerine koyar, sonra yeniden
kaldırır, bağlı olduğu üstünü, Madrid bölgesinin en yüksek rütbeli
subayı General Guillermo Qıintana Lacaci'yi arar. Juste kendisini
aramadan, Kral'la kısa bir görüşme yapmıştır Qıintana Lacaci.
Bütün mareşaller gibi, Qıintana Lacaci de tereddütsüz Franko­
cudur. 1 Ama darbe teşebbüsünün ardı sıra gelen saatler boyunca
diğer mareşillerin sergiledikleri tutumun aksine, hiç tereddütsüz
Kral'a biat etmiştir: Darbeyi durdur da dese, tankları çıkar da dese,
riayet edecektir. Kral, sadakati için ona teşekkür eder ve birlikleri
yerinden kıpırdatmamasını emreder. Öyle ki,Juste kendisini arayıp
Brunete'nin Milans'ın emriyle Madrid'i işgal etmeye hazır olduğu­
nu söylediğinde, Qıintana Lacaci küplere biner: Astı, bağlı olduğu
üstünü çiğneyip geçmiş, ona danışmadan muazzam sonuçlara yol

1 Qıintana Lacaci, 23 Şubat'ın başarısızlığa uğramasından birkaç gün sonra yapılan


ilk toplantıda, yeni Savunma Bakanı'na şöyle der: "Bakan oturmadan önce Franko­
cu olduğumu, General Franco'nun hatırasına saygı duyduğumu belirtmek zorun­
dayım. Sekiz yıl onun koruma subayı olarak görev yaptım. Şu taktığım madalyayı
Rusya'da kazandım. İç Savaş'ta çarpıştım. Düşünce tarzıının ne olduğunu tahmin
edebilirsiniz. Ama Franco, Kral'a itaat etmemi, Kral ise 23 Şubat darbesini dur­
durmaını emretti. Ben de durdurdum. Eğer Kral, Temsilciler Meclisi'ni basmaını
emretseydi, basardım." Bkz. Paul Preston,juan Carlos. El Rey de un pueblo, s. 533.

178
açabilecek bir emir vermiştir; emri iptal etmesini emreder: Tümen
kışlada kalmalı, sokağa çıkan ya da çıkmaya hazırlanan birlikler
derhal kışlaya çekümelidir. Juste, emre itaat eder; o andan itiba­
ren geri vitese takar, daha doğrusu öyle yapmaya yeltenir; fazlaca
inanmadan, yeterince enerjik olmaksızın, karargahı zapt eden isyan
ruhundan ve yanı başındaki Torres Rojas ile San Martin'in tehdit­
kar duruşlarından gözü korkmuş bir halde yeltenir buna. Öte yan­
dan, çılgınlığın yarattığı baş dönmesi ya da korkuyla paralize olan
Torre_s Rojas ile San Martin de birliğin kumandasını gasp edecek,
darbenin frenlenmesini engelleyecek enerji ve inancı bulamazlar
kendilerinde. Böylece Q.ıintana Lacaci, bağırıp çağırarak, tehdit
ve hakaretler savurarak, Brunete komutanlarını ordu disiplinine
itaat etmeye davet ettiği amansız telefon dalaşını başlatır. Daha
birkaç dakika önce büyük bir coşkuyla Madrid'in alınması emrine
itaat etmiş olan komutanlar, şimdi -askeri taşkınlığın iyice kabarıp
kışlayı aşacağı, önce başkenti, daha sonra bütün bir ülkeyi saracağı
beklentisiyle- karşı emre uymayı reddetmekte, mazeretler, baha­
neler ileri sürerek emre itaati ellerinden geldiğinde geciktirmeye
çalışmaktadırlar. Ama beklenen kabarma, 23 Şubat günü, bütün
bir akşamüzeri, bütün bir gece, sabaha kadar her an vuku bula­
bilecekmiş gibi gözükse de, bir türlü vuku bulmaz. Bunun vuku
bulmamasının nedeni yalnızca Temsilciler Meclisi'ne yapılan bas­
kından on beş dakika sonra Quintana Lacaci'nin Madrid'de karşı
darbe mekanizmasını harekete geçirmiş olması değil, ayrıca aynı
saatte darbecilerin bütün planını bozan çok daha önemli bir olayın
vuku bulmuş olmasıdır: Kral (ya da Fernandez Campo veya Kral
ile Fernandez Campo), General Arınada'nın Zarzuela'ya gelme
talebini reddetmiştir.
Kral'la Armada, Kral'ın Milans ve Quintana Lacaci ile konuş­
masından hemen sonra, telefonla görüşürler. Ama Armada, Kral'ı
aramamış, darbecilerin (ya da Armada'nın) öngördüğü gibi, Kral,

1 79
Arınada'yı aramıştır. Böyle yapması, tıpkı daha önce Milans ve
<ı!ıintana Lacaci'yi araması gibi, anlaşılır bir şeydir: Armada,
Buenavista Sarayı'ndaki Ordu Karargahı'ndadır; Kral, ordu üst
yönetimini denetim altında tutmak ve bilgi almak istediği için
orayı arar; ama belki de yalnızca bunun için, yalnızca iktidar ve
bilgi uğruna aramamıştır: Korktuğu için, bunun bir darbe oldu­
ğunu bildiği ama kendisinin yanında mı, karşısında mı olduğunu
bilmediği için, belki de yıllarca çaba harcayarak edindiği tahtı
korumaktan başka bir düşüncesi olmadığı için, paniğin ve belir­
sizliğin hüküm sürdüğü bir anda himaye edilmek istediği için
(özellikle bunun için) de aramış olabilir. Ona bu üç şeyi de temin
edebilecek biridir Arınada; en azından, Kral' ın, eski akıl hocası,
onca zaman sekreterliğini yapan, kendisinin onca vartayı atlatması
için yıllarını veren, monarşinin yeniden tesis edildiği zor günlerde
kendisinin yanında yer alan, Adolfo Suarez'in haskılarına boyun
eğerek kraliyet sarayındaki görevinden uzaklaştırdığı ama artık
Adolfo Suarez'den vazgeçtiği için yeniden dinlemeye başladığı, son
aylarda örgüdenişini bildiği ya da hissettiği, belki önünü alabileceği
darbe tehlikesiyle ilgili olarak kendisini defalarca uyaran, bu tehli­
keyi defetmek için kendisine defalarca ve şevkle dümene geçmeyi
teklif eden, Adolfo Suarez'in muhalefetine rağmen elinin altında
bulunsun -belki de milli birlik hükümetine başkanlık ederek
dümene geçsin, her halükarda kendisini bilgilendirsin, tavsiyelerde
bulunsun, endişelerini gidersin, nihayet böylesi bir durumda kendi­
sine yardımcı olsun- diye Madrid'e getirerek Genelkurmay Başkan
Yardımcısı yaptığı Arınada'nın kendisine bunları temin edebile­
ceğini düşünmesi mantıklıdır. Öyle ki, Kral, darbe başlayalı daha
on beş dakika olmadan, Ordu Karargahı'nı arar, Genelkurmay
Başkanı General Gabeiras'la konuştuktan sonra, telefonu yanında
oturan General Arınada'ya vermesini ister. Kral'la Armada'nın
diyaloğu kısa sürer. Armada, tıpkı birkaç dakika önce Milans' ın

1 80
yaptığı gibi, Kral'ı yatıştırmaya çalışır; durumun vahim ama umut­
suz olmadığını, her şeyi açıklayabileceğini söyler: "Odama çıkıp
bazı dokümanları alacağım yanıma, sonra Zarzuela'ya geleceğim,
Senyör." Daha Arınada sözünü bitirmeden (ya da Arınada sözü­
nü bitirdiğinde, bildiklerini kendisine anlatması için, ona "Evet,
buraya gel, Alfonso," demek üzereyken) Fernandez Campo içeri
girer ve sessizce Kral'ın kiminle konuştuğunu sorar. Ahizeyi eliyle
kapatarak, "Armada," der Kral. "Buraya gelmek istiyor." Juste ile
henü� konuşmuş, yaptığı görüşmeyi aktarmak üzere Kral'ın odası­
na gelmiş olan Fernandez Campo, o anda iki şeyi birden düşünmüş
olmalı: Birincisi, o olağan dışı durumda, Kral, ömür boyu sekre­
terliğini yapan insana güvenmeyi tercih ederek dört yıldır görevde
olan kendisini ikinci plana itebileceği için, eğer Zarzuela'ya girme­
sine izin verilirse, Arınada sarayı ele geçirebilecektir; ikincisi, eğer
darbeciler, Juste'nin az önce kendisine söylediği gibi, Arınada'nın
Kral'ın rızasıyla Zarzuela'da operasyonu yönettiğinden eminse, bu,
eski sekreterin darbe teşebbüsünün içerisinde olduğu, darbeyle bir
biçimde ilişkili olduğu ya da darbeden çıkar sağlamaya çalıştığı
anlamına gelmektedir. Böylece, Arınada'nın Zarzuela'ya gelişini
engellemesi gerektiği sonucuna varır Fernandez Campo, Kral'la
konuşur, telefonu kendisine vermesini ister. Arınada'ya Juste'nin
neden onun ismini telaffuz ettiğini, Brunete'deki darbecilerin
neden onu işaret ettiklerini sormaz; ama Armada, Kral'a söyledik­
lerini ona da tekrarlar, durumun vahim ama umutsuz olmadığını,
her şeyi açıklayabileceğini söyler: "Odama çıkıp bazı dokümanları
alacağım yanıma, sonra Zarzuela'ya geleceğim, Sabino." İşte o
anda, son sözü söyler Fernandez Campo: "Hayır, Alfonso. Orada
kal. Eğer ihtiyacımız olursa seni ararız."
Bundan öte bir şey olmadı: Armada, Kral'la şahsen görüşmesi
gerektiği konusunda ısrar ettiyse de, Fernandez Campo'nun bunu
yeniden reddetmesi üzerine Ordu Karargahı'nda beklemekten

181
başka çaresi kalmadı; eski sekreter hükümdara yaklaşamayınca,
darbenin temel taşı yerine oturmadı. Bunun tersi vuku bulsaydı,
ne olurdu? Bu taş yerine otursaydı, ne olurdu? Bir an için yerine
oturmuş olduğunu düşünelim. Bir an için her şeyin darbecilerin ya
da Arınada'nın planladığı -veya Arınada ve kimi darbecilerin muh­
temelen planladıkları- gibi yürümüş olduğunu düşünelim; o zaman
ne olurdu? Bir an için, herhangi bir nedenle, Juste'nin Fernandez
Campo ile görüşmesinde Arınada'nın adını zikretmemiş olduğunu
ya da zikretmiş olmasına rağmen Fernandez Campo'nun Arına­
da'dan şüphelenmemiş, onun kendisini ayrıcalıklı konumundan
mahrum edeceğinden korkmamış olduğunu ya da onun darbenin
içerisinde yer aldığını, darbeden çıkar sağlamaya çalıştığını düşün­
memiş olduğunu varsayalım; ya da Juste, Arınada'nın adını zik­
retmiş ve Fernandez Campo, Arınada'dan şüphelenmiş olmasına
rağmen, Kral'ın, yeni sekreterine değil, onca zaman sekreterliğini
yapan Arınada'ya güvenıneye karar vermiş ya da en azından eski
sekreterinin darbeye ilişkin bilgilerini ve darbeye karşı koymak
için önereceği şeyi öğrenmek istemiş olduğunu varsayalım. O
zaman Kral, telefonda Armada'ya, "Pelcila, Alfonso, buraya gel,"
diyecek; Armada, Zarzuela'ya gidecek, orada Kral'a, vuku bulan
şeyin aylardır öngördüğü, olmasından korktuğu ve ona söz edegel­
diği şey olduğunu, ama Temsilciler Meclisi'ndeki yaylım ateşine
rağmen isyancıların iyi niyetli ve monarşi yanlısı olduklarından
kuşku duyulmaması gerektiğini, bu askeri t:ı.şkınlığı kendisinin
ülke ve kraliyet menfaati doğrultusunda yönlendirebileceğini ("yön
değiştirmek" fiilini kullanmayı da tercih edebilir burada) söyleye­
cekti. Sonra belki Zarzuela'da küçük, sessiz, gözle pek görülemeyen
bir saray darbesine yol açacak, Fernandez Campo'nun otoritesi
ve nüfuzu, yerini Arınada'nın nüfuzuna ve otoritesine bırakacak,
bunu takiben Kral (ya da Arınada'nın akıl verdiği Kral), Genel­
kurmay Konseyi'ne, Temsilciler Meclisi'nin işgali sorununa çözüm

1 82
bulunması ve parlamenterlerin serbest bırakılması beklentisiyle,
hükümetin bütün yetkilerini üstlenmesini emredecek; belki de
bütün mareşallere, sokakta huzurun temin edilmesi ve demokra­
sinin korunması amacıyla, Milans del Bosch'un yolundan giderek
kendi askeri bölgelerinin denetimini ele geçirmeleri talimatını
verecek; Genelkurmay Konseyi ve mareşaller, bu emirlere -yalnızca
silahlı kuwetlerin ve devletin başkanı, Franco'nun varisi olan biri
tarafından verildiği için değil, Franco'nun v:irisi, devletin ve silahlı
kuwe tlerin başkanı kendilerine neredeyse hepsinin aylardır yapma­
_
yı arzu ettikleri şeyi buyurduğu için- bir an olsun tereddüt etmeden
itaat edeceklerdi. Böylece kurumlar kontrol altına alınıp sokakta
düzen tesis edildikten sonra, ya da bu ikisinin gerçekleşmesiyle
aynı anda, bir Brunete birliği Yarbay Tejero'nun jandarmalarından
görevi devralacak, işgal altındaki Temsilciler Meclisi usulca kordon
altına alınacak, çevredeki yollar açılacak, hükümet ve milletvekilleri
mümkün olduğunca gürültüsüzce, olabildiğince küçük düşürücü
davranışlardan kaçınılarak alıkonulacak, Kral'ın temsilcisinin gel­
mesi beklenecekti. Sonra Armada, Kral'ın temsilcisi olarak Tem­
silciler Meclisi'nde zuhur edecek ve ordunun tamamının desteğini
arkasına almış bir halde belli başlı siyasi liderlerle bir araya gelecek,
şiddete başvurmanın asla kabul edilerneyeceği konusunda onlarla
mutabık kalacak, işleri yoluna koymanın, tehdit altındaki demok­
rasiyi kurtarmanın biricik yolunun, kendisinin başkanlık edeceği
bir koalisyon, toparlanma ya da milli birlik hükümeti kurmaktan
-kısacası, herkesin aylardır üzerinde durduğu, milleti kıyısında sal­
lanıp durmakta olduğu uçurumdan uzaklaştıracak tek seçenekten­
geçtiğine onları ikna edecekti. Hükümet ve milletvekilleri, olağa­
nüstü koşullarda bunun en iyi ve yegane çözüm (Kral'ın uygun
bulduğu ya da Temsilciler Meclisi kabul ederse reddetmeyeceği
bir çözüm) olduğuna ikna edildikten sonra serbest bırakılacak, o
akşam ya da ertesi gün, askerler yeniden kışlalarına çekildiklerinde

1 83
ya da sokaklarda boy gösterirlerken, Yarbay Tejero tarafından dur­
durulan güvenoylaması oturumu yeniden başlayacak, ama seçilen
başbakan Leopoldo Calvo Sotelo değil, Alfonso Arınada olacaktı.
Armada, hiç gecikmeden güçlü, istikrarlı, İspanya'nın bütün büyük
sorunlarını -terörizmi, İspanya'nın dağılmasını, ekonomik krizi ve
itibar kaybını- yetkinlikle ele alacak, yalnızca askerleri, işadamla­
rını, sermayecileri, Roma'yı ve Washington'u değil, aynı zamanda
vatandaşların hepsini yatıştıracak geniş bir koalisyon, toparlanma
ya da milli birlik hükümeti kuracaktı. Kısa bir süre sonra, vatan­
daşlar bütün büyük şehirlerde sokaklara dökülüp darbenin mutlu
sonunu ve demokrasinin devam edişini kutlayacak, Kral'ın yeni
siyasi dönemin itici gücü olarak benimsediği akıllıca tutumu alkış­
layacak, ülkeyi kimi siyasetçilerio hataları ve müthiş sorumsuzluğu
nedeniyle gömüldüğü bataklıktan çıkaran vazgeçilmez bir kurum
olarak monarşiye duydukları güveni pekiştireceklerdi.
Armada, Zarzuela'ya girmiş, Kral'ı alt etmiş, darbenin son
taşı yerine oturmuş olsaydı, vuku bulacak olan şey aşağı yukarı
buydu. Daha doğrusu, ılımlı darbe projesi zafere ulaşmış olsaydı,
Arınada'nın vuku bulacağını tahayyül ettiği şey aşağı yukarı buydu.
Diğer darbeciler, diğer darbecilerin çoğu, -seçimlerin, siyasi par­
tilerin, özerk hükümetlerin ve demokrasinin yasaklandığı- şiddet
yanlısı bir darbe tahayyül ediyorlardı; ama darbenin siyasi eleba­
şının tahayyül ettiği şey, aşağı yukarı buydu. Belki saçma sapan
bir hayaldi. Belki saçma sapan bir plandı. Şu an, başarısızlıkla
sonuçlandığını bildiğimiz için, öyle olduğunu düşünmek kolay.
Sonuçları önceden kestirilemeyecek bir plan olduğu, gün gibi
ortada; bunun birçok nedeni var: birincisi, bir kez kışladan çıkan
askerin kolay kolay kışlaya geri dönmemesi evrensel bir kuraldır;
ikincisi, zafer kazanan ılımlı bir darbe, büyük bir olasılıkla, şiddet
yanlısı bir darbenin yalnızca prelüdü olacaktır. Ama saçma sapan
bir plan olduğundan pek emin değilim ben: Sonuçta, demokratik

1 84
parlamentonun askeri şantaja teslim olmasının ilk örneği olma­
yacaktı; üstelik Arınada'nın planının önemli bir üstünlüğü vardı:
Temsilciler Meclisi'nin müsaderesine müzakere yoluyla çözüm
getirmiş gibi görünüyor ve -aslında demokrasiye karşı yapılan bir
darbe olduğu halde- demokrasiyi kurtarma operasyonu kisvesine
bürünüyordu. İşi rast gitmedi, çünkü darbenin başarılı ya da başa­
rısız olacağının belidendiği ilk dakikalarda, öngörülemeyen iki olay
vuku buldu: Birincisi, Temsilciler Meclisi'nin alınması operasyonu,
kararlaştırılan ihtiyatlılık çerçevesinde gerçekleşmedi, yaylım ate­
şiyle sakatlandı; ılımlı darbe izlenimi verilmek istenirken, şiddet
yanlısı darbe estetiğiyle kirletildi, böylece Kral'ın desteğinin alın­
ması zorlaştı; bu denli cırlak, böylesine ölçüsüz bir girizgah, Kral'ı
bu siyasi manevrayla ilkesel olarak mutabık kalmaktan alıkoydu.
İkincisi, Arınada'nın adı, daha General, Kral'a darbenin niteliğini
açıklama ve onu yoluna koyma önerisini sunma fırsatı bulamadan
darbeciler tarafından telaffuz edildi, Arınada'nın isminin zikre­
dilmesinin Kral'da ve Fernandez Campo'da yarattığı güvensizlik
Fernandez Campo ile Arınada arasındaki çekişmeyle birleşince,
eski sekreterin Zarzuela'dan uzak tutulmasına karar verildi. Böyle­
ce, darbe başlangıcından on beş dakika sonra karaya oturdu.

1 85
Üçüncü Bölüm

DARBENİN KARŞlSlNDA
BİR DEVRİMCİ
Dondurulmuş görüntü, Temsilciler Meclisi'nin toplandığı bom­
boş salonu gösteriyor. Hayır, görüntü dondurulmuş, ama salon (daha
doğrusu, görüntünün bize gösterdiği, salonun sağ kanadı) bomboş
değil· Mavi başbakan sandalyesinde oturmakta olan Adolfo Sudrez
hala orada, hala heykel misali, hala hayalet gibi. Ama artık yalnız
değil· Yarbay Tejero'nun Temsilciler Meclisi'ne girişinden bu yana iki
dakika geçmiş ve Başbakan'ın yanında, sağında Gutiirrez Mellado
oturuyor; onun sağında ise, üç bakan, bu iki adamın izinden giderek
mavi sandalyelerine yeniden oturmuş/ar; onun solunda, giriş ho/ünde,
ortadaki yarım dairede, bir grup jandarma, silahlarıyla salonu tehdit
ediyor. Bütün bir sahne, bir havuzun ya da bir kabusun içinden geçtiği
izienim i veren nemli, cılız ve gerçek dışı bir ışıkla sarmalanmış; salonu
aydınlatan tek ışık, görüntünün sağ üst köşesinde, duvara asılı barok
ışık kürelerinden geliyor sanki.
Görüntünün buzu çözülüyor ansızın: Ben çözüyorum onun buzunu.
Şimdi, yarım daire biçimindeki salonun çatırdayan, ürkütücü sessiz­
liğinde, hala müsadere mekanizmasındaki yerlerini aranarak, giriş
ho/ünde, ortadaki yarım dairede, sıra/ara çıkan dört merdivenin üze­
rinde dolaşıp duruyorjandarmalar; Adolfo Sudrez'in ve onun yanında
oturan bir dizi bakanın üzerinde, boş sandalyelerin yarattığı ıssızlığın
ortasında, tecessüs ve korkuyla boğuşan bir, iki, üç, dört milletvekili

1 89
kafası yükseliyor. Sonra çekim planı değişiyor, ilk kez salonun sol kanadı
görüntü/eniyor; birkaç bakanın yanı sıra, Sosyalist Parti ve Komü­
nist Parti milletvekilleri var orada. Şimdi gördüğümüz şey, şimdiye
kadar gördüğümüz şeye hem tuhaf bir biçimde benziyor hem de tuhaf
bir biçimde ondan farklı; salonun sol kanadında vuku bulan şey, sağ
kanadında vuku bulan şeyin tersine çevrilmiş yansısı gibi. Burada, sol
kanatta, hükümet üyelerine ait mavi sandalyelerin hepsi boş; millet­
vekilierine ait kırmızı sandalyeler de öyle, biri dışında: Görüntünün
en üstünde, yedinci sıranın ilk sandalyesinde, zeminine parlamento
muhabirierinin yığılıp kaldığı basın Joeasının tam yanında, bir vekil
oturmuş, sigara içiyor. Vekil, altmış altı yaşında, duruşu ve tel çerçeve/i
gözlüğünün arkasındaki bakışı kaskatı, geniş alnı dazlak tepesinin
uzantısı gibi, koyu renk takım, koyu renk kravat, beyaz gömlek var
üzerinde. Komünist Parti Genel Sekreteri Santiago Carrillo: Tıpkı
Sudrez gibi, Gutiirrez Mellado gibi, ''Herkesyereyatsın!" emrine mey­
dan okuyor, kurşunlar salonu kalbura çevirir ve arkadaşları sandalye­
lerin altına sığınmaya çalışırken sandalyesinde oturmaya devam ediyor.
Az önce emre itaatsizlik etti, şimdi, yaylım ateşinden iki dakika sonra
yeniden itaatsizlik ediyor: Bir jandarma, ona hiçbir şey söylemeden,
kafasını bile çevirmeden yanından geçiyor, yüzünü göremediğimiz bir
zorba, arkadaşlarını örnek alarak yere yatmasını emrediyor; Carrillo,
emre itaat edermiş gibi yapıyor, ama etmiyor: Sandalyesinde azıcık
kıpırdıyor, yere seri/eceği ya da diz çökeceği izlenimi veriyor, ama yal­
nızca yana kaykılıyor, parmaklarının arasında sigarası, sanki bunu
yapmaya zorlanmış gibi tuhaf bir pozisyon alarak koluyla sandalyenin
kolçağına yük/eniyor, zorbanın karşısında, aslında onun emrine itaat
etmediği halde ediyormuş numarası yapıyor.
Çekim planı yeniden değişiyor: Görüntü yeniden Sudrez, Gutiirrez
Mellado, kimi bakanlar ve iktidar partisi milletvekillerinin bulun­
duğu salonun sağ kanadını gösteriyor. Boşalmış sandalyelerin ıssız­
lığında gitgide çoğalan kafaların dışında önemli bir değişiklik yok:

190
Sağ kanadın görüntüsüyle -merdivenlerinde müsadereye güvenoyla­
masında milletvekillerinin isimlerini okurken yakalandığı için oraya
sığınmak zorunda kalan Sekreter Victor Carrascal'ın hala uzanmakta
olduğu- Temsilciler Meclisi başkanlığının önden görüntüsü sürekli yer
değiştirirken, Sudrez ile yanında sıralanmış olan bakanlar sandalye­
lerinde oturmaya, jandarmalar ise merdivenlerden çıkıp inerek dolaş­
maya devam ediyorlar. Arada jandarmaların komutları ve seçilemeyen
konuşmaları işitiliyor. Tam onlardan birinin arkasında, görüntünün
sol alt bölümünde, sıraların arasında uzanan merdivenlerden birinin
dibinde, bir jandarmanın kolundan tuttuğu bir kadın beliriyor. İkisi
ortadaki yarım daireyi katediyorlar, yerdeki mübaşir ve stenograjların
vücutlarını aşarak, görüntünün sağ alt bölümünde, salonun çıkışına
doğru kayboluyorlar. Kadın, Barselona sosyalist milletvekili Anna
Balletb6, hamileliğinin son döneminde, saldırganlar onu serbest bıra­
kıyor/ar. O kaybolur kaybolmaz, salonda kırılan cam sesinin çıkardığı
gürültü işitiliyor; gürültüjandarmaları telaşlandırıyor, otomatik tüfek­
lerini salonun yukarı bölümüne doğrultuyorlar, milletvekilleri de hep
birden o yöne dönüyorlar, ama hemen arkasından, sıradan bir kaza,
baştaki yaylım ateşinin gecikmiş sonuçlarından biri olduğu anlaşıldığı
için, her şey yine eski haline dönüyor, sessizlik eski halini alıyor, çekim
planı yeniden değişiyor, görüntü yeniden boş sandalyelerin yarattığı
ıssızlığın ortasındaki yaşlı, isyankar, salonun sol kanadında yalnız
başına oturmuş sigara içen Santiago Carrillo'yu gösteriyor. Hemen
ardından, ilk sıradaki kimi bakanlar, birjandarmanın verdiği komuta
uyarak doğruluyor, suratları bir karış, kollarını aşağı/anmışlık/arını ele
veren bir edayla kolçağın üzerine koyup oturuyorlar: Bölgesel Yönetim
Bakanı Rodolfo Martin Vi/la, Ulaştırma Bakanı ]asi Luis Alvarez,
Kültür Bakanı fnigo Cavero, Sağlık Bakanı Alberto Oliart ve Yüksek
Eğitim ve Araştırma Bakanı Luis Gonzdlez Seara seçiliyor. Çekim
planı değişip kamera yeniden salonun sağ kanadını gösterdiğinde,
gözümüze o ana kadar dikkatten kaçan bir şey ilişiyor: Adolfo Sudrez'in

191
tam arkasında, sıra/ara çıkan yan merdivenin üzerinde, silah sesleri
duyula/ı beri yüzükoyun yatmakta olan bir milletvekili var; gözümüze
i/işmesinin nedeni, şimdi benzi atmış, saçı başı darmadağın bir halde
kıpırdıyor olması; Ado!fo Sudrez bir an dönüp -tıpkı bizim gibi- onun
UCD içerisindeki en sert muhalijlerinden, parlamento grup sözcüsü
Miguel Herrero de Mifı6n olduğunu fark ettiğinde, emek/eyerek döne­
niyor. Birkaç saniye sonra, giriş ho/ünde, elinde tabancasıyla savaşçı
eda/ı, küstah bir jandarma subayı peydahlanıyor: Trafik Şubesi'nden
Teğmen Manuel Boza. Salona girmek yerine, orada kalıyor, Sudrez'in
birkaç metre ötesinde Sudrez'i ve salonu gözetliyor; ileriye doğru bir
adım atıyor, sonra bir adım daha, Başbakan'a iyice yaklaşıyor, şiddet
içeren haşin bir edayla bir şeyler söylüyor, sanki onu kışkırlmak isti­
yormuş ya da yüzüne tükürüyormuş gibi bir ifade var yüzünde, muh­
temelen hakaret ediyor; Sudrez önce işitmiyor onu, ya da işitmemiş gibi
yapıyor, ama sonra ona doğru dönüyor, iki adam sessizce, kımıldama­
dan bakışıyorlar, sonra bakışlarını birbirlerinin üzerinden çekiyorlar,
teğmen yan merdivenin basamaklarını çıkıyor, salonun üst bölümünde
kayboluyor. Kısa bir süre sonra, belirgin (belirgin ama deşifre edileme­
yen) komut sesleri işitiliyor, sonra görüntüler, sanki olan bitenin pano­
ramik görünüşünü vermek istermiş gibi, salonun sağ ve sol kanatlarını
birbirinin ardı sıra gösterirken boğuk bir gürültü yükseliyor; çünkü o
ana kadar yere seri/ip kalmış olan iki yüzden fazla insan verilen emre
uyarak doğrulup sandalyelerine oturmaya başlıyor: Bunu sol kanatta
önce basın locasındaki gazeteciler, sonra komünistler, nihayet sosyalistler
yapıyor; öyle ki, birkaç saniye içerisinde bütün milletvekilleri yeniden
sandalyelerinde görünür hale geliyor. Santiago Carrillo da dahil olmak
üzere, hepsi. Ama Santiago Carrillo'nun diğerlerinden farkı, asla yere
serilmediği için doğrulmasına gerek kalmamış olması. Ve görüntü
donarken sigarasını tüttürmeye devam ediyor.

192
ı

Bu, üçüncü insan, üçüncü duruş; önceki ikisi gibi, apaçık bir
duruş, ama aynı zamanda çifte, mükerrer bir duruş: Carrillo, dar­
beciler güvenoylaması oturumunu durdurduklarında, herkesin yere
yatması için verilen emre itaat etmez, jandarmalar Temsilciler Mec­
lisi salonunu kurşun yağmuruna tuttuklarında yerinden kıpırdamaz,
iki dakika sonra saldırganlardan birinin kendisine verdiği emre de
itaat etmez, yere yatıyormuş gibi yaparak sandalyesinde kalır. Tıpkı
Suarez'in duruşu gibi, tıpkı Gutierrez Mellado'nun duruşu gibi,
ne rasgele ne de düşüncesizce bir duruştur Carrillo'nunki: Enine
boyuna düşünerek edinilmiş bir duruşla reddeder darbecilere
boyun eğmeyi. Careilio'nun duruşu, tıpkı Suarez'inki ve Gutierrez
Mellado'nunki gibi, içerisinde bırçok duruşu barındıran bir duruş­
tur. Bir cesaret duruşudur, bir zarafet duruşudur, bir itaatsizlik
duruşudur, muazzam bir özgürlük duruşudur. Bir bakıma, tıpkı
Suarez'inki ve Gutierrez Mellado'nunki gibi, ölümden sonraki
duruş, öleceğini bilen ya da halihazırda ölmüş olan insanın duru­
şu olarak da nitelendirilebilir; birçok vekil gibi, Yarbay Tejero'yu

193
gorur görmez, onun Temsilciler Meclisi salonuna gırışının bir
darbenin başlangıcı olduğunu anlar; silah seslerini duyar duymaz,
eğer yaylım ateşinden kurtulursa, darbecilerin kendisini ortadan
kaldıracaklarını hisseder. Çünkü şunun bilincindedir: Suarez'i ve
Guti<�rrez Mellado'yu bir yana bırakırsak, aşırı sağcı askerlerin en
fazla nefret ettikleri kişi kendisidir, onların gözünde komünist düş­
manın cisimleşmiş halidir. Ayrıca, onun duruşu, tıpkı Suarez'inki
gibi, teatral bir duruştur: Carrillo, tıpkı Suarez gibi, katıksız bir
siyasetçidir, dolayısıyla mükemmel bir aktördür, zarif, fotojenik bir
duruşla ayakta ölmeyi seçer; 23 Şubat günü, Suarez'in daima ileri
sürdüğü -aynı teatral, temsili ve kifayetsiz- nedenle sandalyesinin
altına sığınmadığını söylemiştir: O, Komünist Parti'nin Genel
Sekreteri'dir. Komünist Parti'nin Genel Sekreteri, kendisini yere
atamaz. ı Carrillo'nun duruşu, tıpkı Gutierrez Mellado'nun duru­
şu gibi, askeri bir duruştur, çünkü yarım yüzyıl önce, Komünist
Parti'ye bir düzene girer gibi katılmıştır ve bütün bir biyografisini
böylesi bir an için hazırlamıştır: Profesyonel devrimci bir ailede
yetişmiş, akıl yürütebildiği andan itibaren profesyonel bir devrimci
olmuş, gençliğinde birçok kez hapse girmiş, siyasi haydutlada karşı
karşıya gelmiş, ölüm cezasından kurtulmuş, çatışmanın dehşetiyle,
üç yıllık savaşın merhametsizliğiyle tanışmış ve insanı kökünden
koparan kırk yıllık sürgünle, gizli yaşamayla haşir neşir olmuştur.
Belki daha fazlası da vardır: Belki Carrillo'nun duruşuyla Gutierrez
Mellado'nun duruşu arasında başka bir benzerlik daha vardır, daha
az göze batan ama daha derin bir benzerlik.-
Carrillo, tıpkı Gutierrez Mellado gibi, savaşan kuşağın men­
subudur; savaş sırasında demokratik cumhuriyeti savunmuş olsa
da, tıpkı Gutierrez Mellado gibi, hayatının geç bir dönemine
kadar demokrasiye inanmamıştır; tıpkı Gutierrez Mellado gibi,

1 Bkz. Santiago Carrillo, Memorias, s. 712.

194
gençliğinde Cumhuriyet hükümetine karşı silahlı ayaklanmaya
katılmış,ı Asturias Ayaklanması'nda, daha on dokuz yaşındayken,
devrim komitesinde yer almıştır; tıpkı Gutierrez Mellado gibi,
meşru yönetime karşı isyan etmiş olduğu için pişman olduğunu,
herkesin gözü önünde asla söylememiştir; yine tıpkı Gutierrez
Mellado gibi, en azından '70'li yılların ortalarından itibaren, haya­
tının pratiği, o ayaklanmaya katılmış olduğu için duyduğu pişman­
lıktan ibarettir. Carrillo'nun 1934 Ekimi'nde katıldığı umutsuz
proletarya ayaklanmasıyla Gutierrez Mellado'nun 1936 Temmu­
zu'nda ·katıldığı muktedirlerin darbesini bir tutmaya kalkışmıyo­
rum; ziyadesiyle anlaşılır bir şey olsa da, şunu söylemeye çalışıyo­
rum: O ayaklanma bir hataydı; özellikle komünistterin belirleyici
bir rol aynadıkları geçiş sürecinin başladığı andan itibaren, Carrillo,
öyle olduğunu anlamış gibi davrandı, aynı hatanın yeniden yapıl­
masına yol açabilecek ideolojik ve siyasi mekanizmaları etkisiz­
leştirdi. Bir bakıma, Gutierrez Mellado'nun, hükümete girdikten
sonra, ordunun kırk yıl önce savaşa yol açan ideolojik ve siyasi
mekanizmalarını etkisizleştirmesine benzer bir şeydir bu. Yalnızca
bu da değil: Carrillo -ve onunla birlikte Komünist Parti'nin bütün
Ortodoksları-, sanki kırk yıl boyunca hesap sorma hatasını işlemiş
olanlardan hesap sormaya kalkışmanın rezilliğe rezillik eklemek
olacağını düşünmüşçesine ya da Max Weber'i okumuş,2 onun gibi,
yalnızca haklı olmayı gözeten, çabasını adil ve özgür bir geleceği
inşa etmeye hasretmektense ötekilerin suçlarını itiraf etmelerin­
den maddi ve manevi çıkar sağlamak uğruna adil olmayan, esaret
dolu bir geçmişin hatalarını tartışmakla iştigal etmeyi gözeten

1934'te, Asturias'ta, ülkenin faşizme gidişini durdurmak için maden işçilerinin


düzenlediği grevler, bir komün deneyiminin yaşanmasına yol açar. Binlerce ma­
denci, bölgede yönetimi ele geçirir. Anarşistler, sosyalistler ve komünistlerden olu­
şan komün, on dört gün sonra bastınlır. Ayaklanmayı bastırmakla görevlendirilen
Francisco Franco, bu olayla birlikte dikkatleri üzerine toplar -çn.
2 Max Weber, Elpolitico y el cientifico, s. 160.

195
bir etikten daha bayağı bir şey olmadığını hissetmişçesine, savaş,
zulüm ve sürgünün, yüz kızartıcı geçmişin hesabını sormaktan
vazgeçmişlerdir. Carrillo, Ortodoks komünistlerin lideri olarak,
demokrasiyi mümkün kılahilrnek için, geçiş sürecinde, savaşın
galipleri ve diktatörlüğün yöneticileriyle siyasi mücadelede geçmişi
kullanmama sözünü de içeren bir anlaşma imzaladı; ama savaşı
ve diktatörlüğü unutmuş olduğu için değil, çok iyi hatırladığı için
yaptı bunu; bunların yeniden yaşanmaması için -savaşın galipleri
ve diktatörlüğün yöneticileri bunlara son vermeyi, bunların yerine
galipleri ve mağlupları kabul eden, esasen bozguna uğrayanların
savaşta savunduklarının aynısı olan bir politik sistemi getirmeyi
kabul ettikleri müddetçe- her şeyi yapmaya hazırdı. Her şeyi, daha
doğrusu, hemen hemen her şeyi yapmaya hazırdı Carrillo: Dev­
rim mitinden, komünizmin eşitlikçi idealinden, bozguna uğrayan
Cumhuriyet nostaljisinden, tarihsel adalet fikrinden feragat etmeye
hazırdı. Franco'nun ölümüyle birlikte adaletin telkin ettiği şey, kırk
yıl önce darbeyle ve onu izleyen savaşla ihlal edilen Cumhuriyetçi
meşruiyetİn geri dönüşü, Franco rejiminin sorumlularının yargı­
lanması ve kurbanlarının zararlarının eksiksizce karşılanmasıydı;
bunların hepsinden feragat etti Carrillo. Yalnızca bunları sağlaya­
bilecek güçten yoksun olduğu için değil, aynı zamanda insanlığın
en yüce ideallerinin birbiriyle uyuşmaz nitelikte olduğunu ve o
dönemde İspanya'da adaletin mutlak zaferini dayatmanın özgürlü­
ğün mutlak çöküşünü kışkırtma, mutlak adaleti en kötü adaletsizli­
ğe dönüştürme riski taşıdığını anladığı için yaptı bunu. Fiat iustitia
et pereat mundus1 yanlısı birçok solcu, ihanet olarak nitelendirdik­
leri bu ödünler için Carrillo'yu şiddetle kınamış, onu asla bağış­
lamamıştır; birçok sağcının Suarez ve Gutierrez Mellado'ya karşı

1 Macaristan Kralı I. Ferdinand'ın (1503-1564) söylediği, "Dünya yıkılsa da, adalet


sağlansın" anlamına gelen Latince söz -çn.

196
takındığı tavrın aynısıdır bu. Carrillo, demokrasiyi ayağa kaldırmak
için, Ortodoks bir komünist olarak hayatının bütün ideallerinden
feragat etmiş, uyum ve özgürlüğü adalet ve devrime tercih etmiş,
böylece bir yıkım ve sökülüş profesyoneline dönüşmüş, tıpkı bir
ricat kahramanı gibi kendi altını oyarak yükselmiştir. Carrillo'yu
hakir görenler, tıpkı Suarez ve Gutierrez Mellado'yu hakir görenler
gibi, bu tavrın samimi bir kanaatten ziyade kişisel çıkar hesabından
ve siyaseten ayakta kalma kaygısından kaynaklandığını ileri sürdü­
ler; bilmiyorum: Bildiğim şey, maksatla ilgili bu yargının siyaseten
önemsiz olduğudur; çünkü kişisel güdüler, ne kadar rezike olursa
olsun, bir kararın yanlışlığını ya da doğruluğunu değiştirmez.
Önemli olan şey, siyaseten önemli olan şey şudur: Aldığı kararların
İspanya'nın tarihi boyunca gördüğü bütün sistemlerden daha adil,
daha özgür, üstelik savaşta yerle yeksan edilenle özdeş bir siyasi
sistemin yaratılmasına (biri cumhuriyet, diğeri monarşi olsa da,
ikisi de parlamenter demokrasiydi) zemin hazırladığı düşünülürse,
en azından bu noktada, tarih Carrillo'yu haklı çıkarmıştır. Böyle­
ce onun 23 Şubat günü darbecilerin karşısındaki cesaret, zarafet,
iizgürlük ve itaatsizlik duruşu farklı bir anlam kazanmaktadır:
Onunkisi, tıpkı Gutierrez Mellado'nun duruşu gibi, demokrasiye
karşı ölümüne mücadele ettikten sonra, gençliğinde yaptığı hatayı
affettirmek istercesine, kendi ideallerini yok ederek, kendisine ait
olan şeyleri, kendisini inkar ederek, kendisini onun içine yerleştire­
rek, kendi hayatını ortaya koyarak onu inşa etmeye yeltenen birinin
duruşudur.
Carrillo'da belirlediğim son duruş, gerçek bir duruş değil; tasav­
vur edilen, daha doğrusu benim -belki de uçarıca- tasavvur ettiğim
bir duruş, ama eğer tasavvurum doğruysa, Carrillo'nun duruşu bir
suç ortaklığı, bir imrenti de içeriyor demektir. Bu durumda, onun
hikayesi aşağıda aniatacağım gibi olacaktır. Temsilciler Mecli­
si'nin toplandığı salonun sol kanadında, yedinci sıranın birinci

197
sandalyesinde oturmaktadır Carrillo; tam karşıda, onun altında,
sağ kanattaki ilk sıranın birinci sandalyesinde ise Adolfo Suarez
oturmaktadır. Silahlar patlarlığında Carrillo'nun hissettiği ilk
dürtü, sağduyunun dayattığıdır: Yanında oturan, partiye kendisi
gibi, kendi nefsinden feragat eden asker misali, tehlikeyi göğüs­
leyerek giren, savaş, hapislik ve sürgünle tanışan, eğer yaylım ate­
şinden kurtulurlarsa ortadan kaldırılacaklarını hisseden Ortodoks
komünist arkadaşlarının yaptığı gibi, içgüdüsel olarak, bir an için
cesareti, zarafeti, özgürlüğü ve itaatsizliği, hatta aktörlük insiyakını
unutur, jandarmaların emrine uyup sandalyesinin altına sığınarak
kurşunlardan sakınmaya hazırlanır, ama tam bunu yapmak üze­
reyken, karşı taraftaki en alt sırada, başbakan sandalyesinde, yalnız
başına, heykel gibi, hayalet misali, boşalmış sandalyelerin ıssızlığın­
da oturmakta olduğunu fark eder Adolfo Suarez'in. İ şte o zaman,
taammüden, enine boyuna tartarak -sanki bir saniyede Suarez'in
duruşunun anlamını eksiksizce kavramış gibi- yere yatmamaya
karar verir.

198
2

Bu uçarıca tasavvur ettiğim şey, belki de gerçek değildir; gerçek­


liği kesin olan şeyse, ikisinin arasındaki bağın suç ortaklığından öte
bir şey olduğudur: 1981 Şubatı'nda, Santiago Carrillo ile Adolfo
Suarez arasında, dört yıldır süren siyasi -hatta siyasi olmanın da
ötesine geçen- ve ancak Adolfo Suarez'in hastalığı ve kayboluşuyla
sona eren bir ittifak vardı.
Tarih, tuhaf figürler üretiyor, sıklıkla duygusallığa teslim oluyor
ve sanki kendisine sahip olmadığı bir anlam yüklemek istermiş gibi,
kurmacanın oluşturduğu simetrileri hakir görmüyor. İ spanya'da,
diktatörlükten demokrasiye geçişi, demokratik partilerin değil, üç
yıl süren savaşta ve kırk yıllık savaş sonrası dönemde demokrasinin
ve birbirlerinin uzlaşmaz düşmanı olan falanjistlerle komünistlerin
\özgüleyeceğini kim öngörebilirdi? Sürgündeki Komünist Parti
Genel Sekreteri'nin, ülkenin yegane faşist partisi Movimiento'nun
Genel Sekreteri ile en sağlam siyasi ittifakı kuracağını kim kesti­
rebilirdi? Santiago Carrillo'nun sonunda Adolfo Suarez'in kayıtsız
şartsız koruyucusu, son arkadaşlarından ve sırdaşlarından biri

199
olacağını kim tahayyül edebilirdi? Kimse yapamadı bunu, ama
belki de olanaksız bir şey değildi: Çünkü Franco'nun uzlaşmaz
İspanya'sını yalnızca uzlaşmaz düşmanlar uzlaştırabilirdi; öte yan­
dan, görünüşteki benzerliklerine rağmen birbirinden büsbütün
farklı olan Gutierrez Mellado ile Adolfo Suarez'in aksine, görü­
nüşteki farklılıklarına rağmen birbirine büsbütün benziyorlardı
Santiago Carrillo ile Adolfo Suarez. İkisi de katıksız siyasetçiydi;
siyasetten ziyade iktidarın profesyoneliydiler, çünkü ikisi de ikti­
darsız bir siyaseti tasavvur edemezdi, çünkü ikisi için de, yerçeki­
minin yerle ilişkisi neyse siyasetin iktidarla ilişkisi oydu; ikisi de
totaliter ideolojilerden esinlenen, totaliter yöntemlerle yönetilen
siyasi örgütlerin katı hiyerarşisi içerisinde palazlanan bürokrattı;
ikisi de dönme, gecikmeli ve zoraki demokrattı; ikisi de öteden
beri emretmeye alışkındı: Suarez, ilk siyasi görevi 1 955'te, yirmi
üç yaşında üstlenmiş, doruğuna çıkana kadar, Movimiento'nun
basamaklarında adım adım yükselmiş, sonunda başbakan olmuştu;
Carrillo, otuz yılı aşkın bir süredir, gizli bir di nin başrahibinin sahip
olduğu otoriteyle Komünist Parti'de hüküm sürüyordu, bunun
öncesinde, daha yirmisini doldurmadan Juventudes Socialistas'ı1
yönetmiş, yirmi birini doldurmadan, savaşın en hararetli günlerin­
de Madrid Savunma Konseyi Halk Yönetimi'nin üyeliğini üstlen­
miş, yirmi üçünde İspanya Komünist Partisi'nin yönetim kuruluna
girmiş, o andan itibaren partide ve Komünist Enternasyonal'de
sorumlulukları gitgide kendi elinde toplayıp durmaktan hiç vaz­
geçmemişti. Aralarındaki benzerlikler burada bitmiyor: İkisi de
kişiselci, epik ve estetik bir siyaset görüşüne sahipti; gerçekliğin
direncini kırmaya yönelik ağır, ortaklaşa ve zahmetli bir uğraş
olmaktan ziyade dramatik olaylar ve cesur kararlarla bezeli, tek
başına yaşanan bir serüven gibiydi sanki onlar için siyaset. İkisi de

İspanya Sosyalist İşçi Partisi'ne (PSOE) bağlı gençlik örgütü -çn.

200
sokakta eğitilmişti, ikisinin de üniversite formasyonu yoktu, ikisi de
entelektüellere güvenmezdi; ikisi de öylesine dayanıklıydı ki, nere­
deyse her zaman yaptıkları işin acımasızlığına dirençli olduklarını
hissederlerdi, ikisi de yalın bir hevese, sınırsız bir özgüvene sahipti,
ikisinin de sakınması yoktu, ikisi de siyasi hakkabazlık ve yenilgiyi
zafere dönüştürme yeteneğiyle temayüz etmişti. Kısacası, esasen
ikiz siyasetçiydiler. Carrillo ve Suarez'in artık eskisi gibi olmadık­
ları, belli aralıklarla siyasi kariyerlerini onarmaya çalıştıkları 1 983
yılınd3:, otuz yıllık komünist militanlık döneminde Carrillo'nun en
yakın arkadaşlarından biri olan Fernando Claudin, ebedi Genel
Sekreter için şunları yazmıştı: "Siyaset hukuku ve anayasa hukuku
konularında zerre kadar bilgisi yoktu, edinmek için de hiçbir çaba
�östermedi. Parlamentodaki tartışmalarda bilinçli bir biçimde
�örüş belirtmesine elverecek düzeyde ekonomi ve sosyoloji bilgisi
de yoktu ( ... ) Uzmanlık kesp ettiği yegane konu, hiçbir konuda
derinleşmeden her konudan biraz konuşmak anlamına gelen 'genel
siyaset' ve elbette kimsenin onunla yeterliliği tartışamadığı parti
mekanizmasıydı. Hep olageldiği gibi, parti toplantıları, mülakatlar,
�izli kapaklı tartışmalar ve delegelik yapmak gibi etkinliklerden
başını kaldıramadığı için çalışacak zaman bulamadı. Partide ikti­
darını korumak ve ülkede iktidara yürümek için sarf ettiği muaz­
zam gayret, ne yazık ki üstlendiği görevleri daha iyi yürütmesini
sağlayacak bilgiyi edinmekten alıkoyuyordu onu. "ı İkiz siyasetçiler:
eğer Claudin'in doğru söylediğini, yukarıdaki alıntının Santiago
Carrillo'nun kimi zaaflarını tanımladığını kabul ediyorsak, Adolfo
Suarez'in kimi zaaflarını tanımlamak için, yukarıdaki "parti" sözcü­
ğünü "Movimiento" sözcüğüyle değiştirmek yeterli olacaktır.
Tanıştıklarında, 1977 yılının şubat ayında, bu benzeriikierin her
ikisi için de gün gibi ortada olması muhtemeldir; ama şurası kesin:

1 Femando Claudin, Santiago Carrillo, s. 303.

201
Siyaset dünyasında kök salahilrnek için birbirine gereksinim duy­
duklarını çok önce anlamış olmasalardı, onaylamış oldukları anlaş­
mayı ikisi de onaylamazdı; o dönemde, Suarez, Franco rejiminin
gücünü almıştı arkasına, Carrillo ise, Franco rejimine karşı olmanın
meşruiyetini; Carrillo güce gereksiniyordu, Suarez ise meşruiyete.
Kesin olan bir şey daha var: İki katıksız siyasetçi oldukları için,
ülkenin onların kişisel anlaşması olmaksızın yapabileceğine ama
kendilerinin temsil ettiği iki uyuşmaz ve birbirine gereksineo
İspanya'nın anlaşması olmaksızın yapamayacağına inanmasalardı,
o anlaşmayı onaylamazlardı. Yine de, diktatörlüğün Manici 1 klost­
rofobisiyle yetişmiş olan Suarez için, diktatörlüğün resmi kötücül
adamıyla sıkı fıkı bir yakınlık kurmuş olduğunu fark etmenin şaşır­
tıcı bir şey olduğu düşünülebilir; taşralı genç bir falanjistin kendisi­
ni birkaç ay içerisinde Frankoculuk sonrası için tasarladığı, yıllardır
sürdürülen stratejiyi ele almaya ve belirlediği güzergahı izlemeye
zorlayarak -savaş ve sürgündeki efsanevi mevcudiyeti, uluslararası
itibarı ve partideki mutlak gücüyle yarı Tanrı imajı edinen- dene­
yimli bir siyasetçinin ustalığıyla aşık atıyor olduğunu görmenin de
Carrillo için şaşırtıcı olduğu düşünülebilir.
Bu stratejinin ele alınışının ve sonuçlarının hikayesi, kısmen
diktatörlükten demokrasiye geçişin hikayesidir; Santiago Carrillo
ile Adolfo Suarez arasında yıllarca süren sarsılmaz bağlılık, onsuz
anlaşılamaz; 23 Şubat da onsuz anlaşılamaz; belki bu ikizlerin, 23
Şubat günü Temsilciler Meclisi'nin toplantı salonunda kurşunlar
etrafta vızıldayıp dururken takındıkları ikiz duruş da onsuz anla­
şılamaz. Hikaye, 1976 yılında başlıyor. Kral'ın herkesi şaşkınlığa

1 Manici: İ ranlı Mani'nin kurduğu Hristiyan-Zerdüşt karması düalist bir din olan
Manişeizm müridi. Manişeizm'in temeli, Zerdüştçülüğün iyilik ve kötülük ilkesine
dayanır. Evrende, siyah ve beyaz gibi, iki ilke -iyilik ve kötülük- egemendir. Ya­
şama dair gri tonlara sahip olmayan, siyah ve beyazlarda gezinen insanlar için de
"Manici" benzetmesi kullanılır -çn.

202
sürükleyerek Adolfo Smirez'i başbakanlığa atadığı 3 Temmuz
1976'da başlıyor diyelim. O sırada, otuz yedi yıllık sürgün döne­
minden sonra, altı aydır Madrid'de, El Viso'daki evierden birinde
saidamyordu Santiago Carrillo. Komünistlerin Frankoculuk sonrası
dönemde sayıca en büyük, en etkin ve en örgütlü muhalif güç olarak
dikkatleri üzerine çekmesi için, ülke gerçekliğinin nabzını yoklama,
partinin ülke içindeki örgütlenmesini kontrol altında tutma gerek­
sinimi duyuyordu. Carrillo, -İspanyol toplumunun önüne modern,
Stalinİst dogmalardan kurtulmuş bir parti çıkarmak amacıyla­
y
İspan a Komünist Partisi'nde söküm, kendi altını oyma ve ideolojik
yıkım sürecini başlatalı tam bir yıl olmuştu: 1975 Temmuzu'nda ­
İtalyan ve Fransız komünist !iderler- Enrico Berlinguer ve Georges
Marchais ile birlikte, komünizmin, Sovyetler Birliği'nden bağım­
sızlığını ilan eden, proletarya diktatörlüğünü reddeden, parlamenter
demokrasiye saygılı, çeşitli yorumlara açık, heterodoks bir versiyonu
olan Avrupa Komünizmi'nin temelini atmıştı. İspanya Komünist
Partisi milli uzlaşma çağrısı yapalı yirmi yıl oluyordu o sırada; bu
çağrı, partinin düzeni silahlı mücadele yoluyla yıkmaktan vazgeçtiği
anlamına geliyordu. Şiddete başvurmaksızın genel greve gidilecek,
ülkede hayat felce uğratılacak, böylece iktidarın demokratik muha­
lefeti oluşturan bütün partilerin birlikte kuracağı geçici hükümete
devredilmesi sağlanacak, geçici hükümetin temel görevi ise serbest
seçimlerin yapılmasını sağlamak olacaktı. Partinin resmi politika­
sıydı bu plan; ama Carrillo, Franco karşıtı örgütlerin, o dönemde
monarşide cisimleşmiş olan Frankoculuğun devamını önleyebilecek
güçten yoksun olduklarının bilincindeydi; şunun da bilincindeydi:
İspanya'da kan dökmeden demokrasiyi kurmaksa amaç, muhalefet
partileri, reform yanlısı düzen temsilcileriyle er ya da geç müzakere
etmek zorunda kalacaklardı; demokrasiyi dayatmak üzere Franko­
culuğu bitirmek mümkün olmadığına göre, yeterince makul olan ya
da Frankoculuğun yegane geleceğinin demokrasi olduğunu kabul

203
edecek ölçüde tevekkül sahibi olan Frankocularla Frankoculuktan
kopuşu müzakere etmek gerekiyordu. Genel Sekreter'in konuş­
masına terminolojik bir nüans yerleştirdiği, 'üzerinde mutabık
kahnmış kopuş'tan söz edebilmek için 'demokratik kopuş' demeyi
bıraktığı 1976'nın başlarına kadar İspanya Komünist Partisi'nin
resmi doktrininde göze çarpmayan bir strateji değişikliğiydi bu.
Carrillo, Suarez'in beklenmedik atanma haberini aldığında,
mutlak bir belirsizlik, apaçık bir yılgınlık halinin içerisindeydi;
kendi partisi güçlü görünmesine rağmen zayıf, Frankoculuk ise zayıf
görünmesine rağmen güçlüydü. Bu habere verdiği tepki, haberin
kendisi kadar şaşırtıcıydı; en azından, demokratik muhalefet, reform
yanlıları ve kamuoyunun büyük bir bölümü gibi, Movimiento'nun
son genel sekreterinin başbakan olarak atanmasını özgürleşme
beklentilerinin boşa çıkması ve düzen yanlısı gericilerin bir zaferi
olarak değerlendiren parti görevlileri ve üyeleri için şaşırtıcıydı. 7
Temmuz günü, Suarez'in atanmasından dört gün, Suarez'in, kura­
cağı hükümetin hedefinin demokratik normalleşmeyi sağlamak
olduğunu televizyonda açıklamasından birkaç saat sonra ("Bundan
sonraki hükümetlerin, İspanyolların özgür iradeleriyle seçilebilme­
si için", demişti),1 Carrillo, İspanya Komünist Partisi'nin yasaklı
haftalık yayın organı Mundo Obrero'da, yeni Başbakanı müşfık bir
kuşkuculukla karşılayan bir makale yayımladı: Suarez'in ne sözleri­
ni yerine getirebileceğine inanıyordu ne de samimi olduğuna; ama
onun dilinin ve üslubunun alışılagelmiş falanjist yönetici ağzından
farklı olduğunu teslim ediyor, iyi niyetinden ötürü, kendisine fırsat
tanınmayı hak ettiğini söylüyordu. Yazısını, "Suarez hükümeti,
üzerinde mutabık kalınmış kopuşu hazırlayacak görüşmelerin baş­
lamasını sağlayabilir," diyerek bitiriyordu.2

1 S:inchez Navarro, La transician espaiiola en sus documentos, s. 288.


2 "Tras la inevitable caida .. . ", Mundo Obrero, 07.07.1976.

204
Carrillo'nun kestirimi isabetliydi. Daha doğrusu isabetli olduğu
söylenebilirdi: Suarez, kopuşu sağlayan müzakereleri yürütmekle
kalmadı; aynı zamanda onu kimsenin beklemediği terimlerle for­
müle etti: Carrillo, demokratik muhalefet ve rejimin reform yanlı­
ları için, Frankoculuk sonrasının siyasi ikilemi, Frankoculuğun ıslah
edilmesi, yani temeline dokunmadan şeklinin değiştirilmesi ile
Frankoculuktan kopuş, yani temelini değiştirmek için şeklini değiş­
tirmek arasında seçim yapmaktan ibaretti; ikilemin yanlış olduğuna
karar �ermesi, yalnızca birkaç ayını aldı Suarez'in: Siyasette şeklin
temel olduğunu, dolayısıyla Frankoculuğu ıslah etmenin uygula­
mada Frankoculuktan kopuş olacağını fark etti. Bunu yavaş yavaş,
Frankoculuktan kopuşun zorunlu olduğunu anladıkça fark etti,
ama görevi üstlenip, yaptığı hükümet programı çerçevesinde bir
sonraki yılın 30 Haziranı'ndan önce özgür seçimlerin yapılacağını
ilan eder etmez, yasadışı muhalefet liderleriyle, onların niyetlerini
yoklamak ve kendi projesini açıklamak amacıyla, ihtiyatlı bir dizi
görüşme yaptı. Carrillo, bunun dışında kaldı; Swirez'in her şey
için acelesi vardı, ama Carrillo'yla görüşme konusunda hiç aceleci
davranmıyordu: Komünistleri içermeyen bir siyasi reformun inan­
dırıcılıktan yoksun olacağını hissediyor olsa da, özellikle Frankocu
zihniyetin ve demokrasiye ya da bir tür demokrasiye yönlendir­
meye çalıştığı bazı toplumsal kesimlerin kabul edebileceği bir şey
olmadığından emin olduğu için, o sırada Komünist Parti'yi yasal­
laştırmayı düşünmüyordu. Ama Carrillo'nun onunla görüşmek için
acelesi vardı: Suarez, başbakan olarak yaptığı ilk konuşmada, bütün
siyasi güçlerle görüşeceğini söylemiş, ama bu sözünü henüz yerine
getirmemişti; Carrillo, Suarez'in Frankoculuğu ortadan kaldırmaya
mı, yoksa yalnızca reform yapmaya mı niyedendiğini hala bilmese
de, ülkenin komünistler olmaksızın bir tür demokrasiye yönlendi­
rilmesi riskini üstlenmek istemiyordu, çünkü bu durum partinin
yasadışılığını sonsuza dek uzatabilir, onu toplum dışı kalmaya, belki

205
de yok olmaya mahkum edebilirdi. Böylece ağustos ayı ortalarında
inisiyatifi ele aldı, kısa bir süre sonra Europa Press haber ajansının
müdürü Jose Mario Armero üzerinden Suarez ile irtibat kurmayı
başardı. Carrillo ile Armero arasındaki ilk görüşme, ağustos sonla­
rında Cannes'da gerçekleşti; ikincisi ise, eylül başında, Paris'te. Bu
görüşmelerin ikisinden de somut bir sonuç alınamadı (Armero,
Suarez'in demokrasiye yöneldiği konusunda Carrillo'yu temin edi­
yor, onun sabırlı olmasını istiyordu: İspanya Komünist Partisi'nin
yasallaştırılması koşulları henüz olgunlaşmamıştı; Carrillo ise yeni
sistemin inşası sürecine katkıda bulunmak istediğini, partisinin
hemen yasallaştırılmasını talep etmediğini, eğer gerçek bir demok­
rasiye olanak verecekse monarşiyi reddetmeyeceğini belirtiyordu);
ama görüşmelerin hiçbiri hayal kırıklığıyla sonuçlanmadı. Tam ter­
sine: Eylül ayından itibaren, sonbahar ve '76' kışı boyunca, Carrillo
ile Suarez, Armero ve -Carrillo'nun parti yönetiminde sağ kolu
olan- Jaime Ballesteros üzerinden temas kurdular. Böylece arala­
rında, aracılar üzerinden tuhaf bir suç ortaklığı gelişmeye başladı:
Carrillo ile Suarez, birbirinin yüz hatlarına dokunarak çehresini
çıkarmaya çalışan iki kör gibi, aylarca birbirinin niyetini, sadakatini,
kavrayışını, kurnazlığını sınadılar, ortak çıkarlarını buldular, gizli
benzerliklerini keşfettiler ve anlaşmak zorunda olduklarını kabul
ettiler; ikisi de hayatta kalabilmek için demokrasiyi ve birbirlerini
gereksindiklerini anladılar; ikisi de tek başlarına demokrasinin
anahtarına sahip değillerdi, ancak ikisinin ayrı ayrı sahip oldukları
parçalar -Suarez'in sahip olduğu güçle Carrillo'nun sahip oldu­
ğu meşruiyet- birleşince bütünleniyordu demokrasinin anahtarı:
Onunla görüşmek için defalarca ısrar ederken, Suarez'in göğüs
germesi gereken güçlükleri, en önemlisi ülkenin muktedirlerinin
İspanya Komünist Partisi'nin yasallaşmasına gösterdikleri direnci
gitgide daha iyi anlıyordu Carrillo; demokratik bir düzen kurul­
ması için yapılan toplumsal baskı, günbegün Frankoculuğun ancak

206
ondan kopuş anlamına gelen bir reformla ıslah edilebileceğini
�ınlamasına yol açarken, rejimin iskeletinin sökümünü yapmaya
ve diğer muhalif siyasetçilerle diyaloğa girmeye başladığında -ki
onlara Komünist Parti'nin yasallaşması konusunu asla dayatmadı:
Onlar, söz verilen seçimlerin yapılmasının riske atılmaması gerekti­
ği kanısındaydılar-, komünistler olmadan inandırıcı bir demokrasi
kurulamayacağını, Carrillo'nun partiye bütünüyle hakim olduğunu
ve partisinin yeni siyasi sisteme dahil edilmesi için gereken bütün
iidünleri vereceğini her seferinde daha açık bir biçimde kavradı
Suare;. Böylece baştaki sakınım ve güvensizlik zamanla ortadan
kalktı. Suarez ile Carrillo'nun, ekim ayının sonlarında ya da kasım
ayının başında, partiyi yasallaştırmak için bir strateji -sözcüklerle
değil çıkarımlarla hazırlanan, sonunda Suarez için mutlak, seçim
şansı olmayan, Suarez'in önerdiği siyasi değişim biçiminin benim­
seneceğini düşünen Carrillo içinse nisbi bir başarı olarak değerlen­
dirilebilecek örtük bir strateji- belirlemiş olmaları muhtemeldir.
Strateji, iki bölümden oluşuyordu. Birinci bölümü şuydu: Sua­
rez, Komünist Parti'yi seçimlerden önce yasallaştırmak için elinden
gelen her şeyi yapacak; buna karşılık, Carrillo, komünistleri Fran­
koculuktan çatışarak kopma yaklaşımını terk etmeye, yasallaşma­
nın ve demokrasinin inşasının Frankocu kurumların hükümetçe
ıslah edilmesi aracılığıyla kotarılacağına, bu ıslahatın pratikte bir
kopuş olduğuna ikna edecekti; anlaşmanın bu bölümüyle ilgili
görevini hemen yerine getirdi Carrillo: İspanya Komünist Parti­
si İcra Komitesi'nin 21 Kasım'da yaptığı gizli toplantıda, Genel
Sekreter, artık demokratik kopuşun da, üzerinde mutabık kahnmış
kopuşun da hükmü kalmadığı, yalnızca Suarez'in ortaya koyduğu,
kopuşu içeren reformtın yürürlükte olduğu konusunda üyeleri ikna
ederek, partinin Frankoculuk döneminde izlediği taktiksel prog­
ramı ıskartaya çıkardı. Stratejinin ikinci bölümü daha karmaşık ve
daha tehlikeliydi; bu yönüyle belki de Carrillo ve Suarez'in siyaseti

207
serüven gibi görme eğilimlerini tatmin ediyordu. Suarez, İspanya
Komünist Partisi'ni yasallaştırabilmek için, Carrillo'nun partisinin,
hükümeti komünistlere karşı daha hoşgörülü olmaya -yurttaşların
büyük bölümünün, onların demokrasinin geleceği için tehlikeli
olmadıklarını, demokrasinin onlar olmadan inşa edilemeyeceğini
anlamaları için onları gitgide daha fazla görünür kılmaya, onlara
kabul belgesi vermeye- zorlamasına gereksinim duyuyordu. Bu
gitgide ilerleyen ve de jure1 yasallaşmayı kolaylaştırması bekle­
nen de facto yasallaşma, hükümetle komünistler arasında, ikisinin
de birbirinin işini bitirmek istemediği ve ikisinin de rakibini ne
zaman, nerede vuracağım önceden bildiği (en azından kestirdiği
ya da hissettiği) bir düelloya dönüştü: Bu sahte düellonun hamle­
leri, ülkede hayatı felce uğratmayan ama hükümeti zor durumda
bırakan bir genel grev, Madrid sokaklarında büyük çapta Mundo
Obrero satışları, topluca parti üyelik kartı dağıtılması, Fransız ve
İsveç televizyonlarının Carrillo'yu arabasıyla başkent sokaklarında
dolaşırken gösteren röportajları, İspanya Komünist Partisi Genel
Sekreteri'nin, Franco karşıtı mücadelenin eşsiz miti Dolores
lbarruri'nin yanında gözüktüğü gizli basın toplantısında uzlaşmacı
bir üslupla aylardır Madrid'de olduğunu ve Madrid'den ayrılmayı
düşünmediğini açıklaması türünden propaganda amaçlı hamleler­
di; sonunda polis Carrillo'yu tutuklayacak, hükümet, yasaya uygun
olmadığı için onu sınır dışı edemeyecek, ama ülke içinde ve dışında
tutuklanmasının yarattığı skandal yüzünden içeride de tutamaya­
cak, birkaç gün sonra serbest bırakacak, büriln haklarını tanıyarak
İspanyol yurttaşı yapacaktı.
Böylece İspanya Komünist Partisi'nin yasallaşmasında geriye
dönüşü olanaksız kılan bir adım atılmıştı: Genel Sekreter zoraki
yasallaştırılınca, partinin yasallaştırılması artık yalnızca zaman

1 Dejure kavramı, yasaya göre olması gerekeni, defacto kavramı ise olanı ifade eder -çn.

208
meselesiydi. Carrillo da, Suarez de biliyordu bunu; Suarez'in bek­
leyecek zamanı vardı, ama Carrillo'nun yoktu: Diğer partilerin
yasallaştırılması süreci ocak ayı başında başlamıştı ama Carrillo,
Suarez'in anlaşmadan doğan yükümlülüğünü yerine getirip getir­
meyeceğini, bunu seçim sonrasına ya da sonsuza dek erteleyip
ertelemeyeceğini hala bilmiyordu. Ocak ayının ortalarında, acilen
Suarez'in kuşkularını giderme gereksinimi duydu Carrillo; ama
onun kuşkularını gideren, gerçeklik oldu; çünkü tam o sırada,
ölümcül bir korku ve şiddet dalgası Madrid'i teslim aldı. Bütün
bir ülke patlamanın eşiğinde olduğu için, ikisi arasındaki sahte
düello da sona ermenin eşiğindeydi. 24 Ocak gecesi, saat on bire
çeyrek kala, Carrillo yasal olarak İspanya'da ikamet etmeye baş­
layalı daha bir ay olmadan, komünist bir hukuk bürosunun beş
üyesi, Atocha Caddesi 55 numaradaki ofiste, aşırı sağcı silahlı
haydutlar tarafından kurşunla delik deşik edildi. İki gün boyunca
ölümün yüceltildiği kırım hüküm sürdü. Önceki sabah, genel af
için yapılan bir gösteride, yine aşırı sağcı, silahlı bir haydut bir
öğrenciyi katletmişti. Ertesi gün, polisin bir önceki günkü ölümü
protesto eden grubun üzerine attığı gaz kapsülünün çarpması
sonucunda bir öğrenci öldü. Bundan birkaç saat önce, Ortodoks
Frankoculuğun en nüfuzlu, en varlıklı ve en etkili temsilcilerinden
biri olan Antonio Maria de Oriol y Urquijo'yu l l Aralık'tan beri
elinde tutmakta olan aşırı solcu terörist örgüt GRAPO, Yüksek
Askeri Adalet Konseyi Başkanı General Emilio Villaescusa'yı
kaçırdı. Dört gün sonra, G RAPO, iki polisle bir jandarmayı öldü­
recekti. Ama 24 Ocak gecesi, Madrid'de savaş öncesini andıran bir
atmosfer hüküm sürüyor, şehrin farklı noktalarından patlama ve
silah sesleri geliyor, aşırı sağcı gruplar sokaklarda terör saçıyordu.
O kanlı günlerin diğer olaylarına ilaveten Atocha'daki üyelerinin
katledilmesi, İspanya Komünist Partisi saflarında şiddet içeren bir
tepkiye yol açılması, ordunun buna şiddetli bir tepki göstermesinin

209
kışkırtılması, böylece daha başında demokratik reformların önünün
alınması için sergilenen ölümcül bir meydan okuyuştu; ama komü­
nistler karşılık vermediler: İcra Komitesi, gösterilerden ve sokak
çatışmalarından kaçınılması, soğukkanlılığın korunması talimatını
verdi; talimat harfiyen uygulandı. Küçücük bir kıvılcımın aşırı sağın
kolladığı yangına yol açmasından korkan hükümetle sürdürülen
zorlu müzakerelerden sonra, parti, avukatların cenaze töreninin
Salesas Meydanı'ndaki Adalet Sarayı'nda yapılması ve tabutların
Col6n Meydanı'na kadar yoldaşların omuzlarında götürülmesi
için izin almayı başardı. Çarşamba günü, öğleden sonra saat dört
sularında tören yapıldı; televizyon kameraları Madrid'in merkezini
büsbütün kaplayan manzarayı çekti; görüntüler defalarca yayım­
landı: kırmızı güller, sıkılmış yumruklar ve sessizlik dalga dalga
kabarıyor, militanlar, parti yönetiminin verdiği talimatı yeraltında
bilenmiş bir disiplinle uyguluyor, Salesas Meydanı'nı ve etrafındaki
caddeleri tıka basa dolduran on binlerce insan öldürülen yoldaş­
larını uğurluyor, bir militan duvarıyla korunmakta olan Santiago
Carrillo, kalabalığın ortasında yürürken görülüyordu. Hiçbir olay
olmaksızın, başladığı büyük sükılnetle sona eren eylem, hükümetin
İspanya Komünist Partisi'nin şiddet kullanmayı reddedişine ilişkin
kuşkularını gideren, parti üyeleriyle dayanışmayı dalga dalga bütün
ülkeye yayan bir uzlaşma bildirgesine dönüşüyordu.
O dönemdeki en yakın çalışma arkadaşlarına göre, büyük bir
olasılıkla, komünizmi yasallaştırmaya o gün içten içe karar ver­
mişti Smirez;1 bunu yapmadan önce komünistlerin liderini şahsen

1 Bkz. Alfonso Osorio, Trayectoria de un ministro de la Corona, s. 277; Rodolfo Martin


Villa, Al servicio del Estado, Barselona, Planeta, 1984, s. 62. Belki de Suarez'in çev­
resinin komünistlerin Atocha katliamı ile il�li tutumuna ilişkin görüşünü en iyi
özetleyen kişi Salvador Sanchez-Teran'dır: "Ispanya Komünist Partisi, birkaç saat
içerisinde -kendi üyelerinin kanı pahasına-, geçiş süreci boyunca dile getirdiği
özgürlük talepleriyle edinmiş olduğu saygınlıktan çok daha fazlasını kazandı"; La
Transiciôn. Sintesis y daves, Barselona, Planeta, 2008, s. 157-158.

210
tanıması gerektiğini de o gün düşünmüş olmalı. Ama bundan
neredeyse bir ay sonra, 27 Şubat günü, buluşmalarına aracılık eden
Jose Mario Armero'nun Madrid'in dış mahallelerinden birindeki
evinde görüşmüş olduklarını biliyoruz. Buluşma, muazzam bir
gizlilikle organize edilmişti: Carrillo için herhangi bir tehlike arz
etmiyordu bu görüşme, ama Suarez için çok riskliydi; danıştığı
üç kişiden ikisi -yardımcısı Alfonso Osorio ile son yıllarda akıl
hocalığını yapan, Temsilciler Meclisi ve Kraliyet Konseyi Başka­
nı Torcuato Fernandez Miranda-, eğer yasadışı komünist liderle
görüş.tüğü ortaya çıkarsa siyasi bir depremin kaçınılmaz olacağı
gerekçesini ileri sürerek buna hararetle karşı çıktılar. Ama Kral'ın
verdiği destek, Carrillo'nun ketumiyetine, kendi şansına ve ayart­
ma yeteneğine beslediği güvenle birleşince bu riski üstlenmeye
karar verdi Suarez. Yanılmadı. Carrillo ile Suarez, yıllar sonra bu
buluşmayı ilk görüşte aşk olarak tanımladılar: Bu yorum bir yana,
birbirine duydukları gereksinimin, buluşmalarından çok daha önce
onları birbirine bağlamış olduğu ortadaydı. Armero'nun eşliğinde,
oturolmayan kır evinin sessizliğinde üst üste sigara tüttürerek yüz
yüze oldukları yedi saat boyunca, ansızın görmeye başlayarak ikiz
kardeşini tanıyan iki kör adam ya da sahte düelloyu gerçek düelloya
dönüştüren, rakibinin büyüsünü bozmak için canını dişine takan
iki düellocu gibiydiler. Düellonun galibi, Suarez oldu: önce, el
sıkışma ve şakalaşma faslı biter bitmez Cumhuriyetçi dedesinden,
Cumhuriyetçi babasından, savaşın kaybedenlerinden olan ailesinin
verdiği kayıplardan söz ederek Carrillo'yu teslim aldı, sonra, gös­
terilerdeki ölçülülüğe, siyasi deneyimine ve devlet adamı nitelikle­
rine övgüler düzerek onun işini bitirdi; yenilen Carrillo, kavrayışlı,
gerçekçi ve ihtiyatlı bir üslupla, partisinin onun demokrasi projesi
için bir tehlike olmamakla kalmayacağı, zamanla onun başarısının
temel güvencesine dönüşeceği konusunda Suarez'i ikna etmeye
çalıştı. Görüşmenin kalan bölümü, her konuya biraz değinilerek,

211
birbirine arka çıkmak, önemli konularda alınan kararları danışmak
dışında hiçbir şeye odaklanılmadan geçti. Sabaha karşı ayrıldık­
larında, ikisinin içinde de en küçük bir kuşku kalmamıştı: İkisi
de artık birbirinin sadakatine güvenebilirdi; ikisi, ülkenin yegane
gerçek siyasetçileriydi; ikisi, İspanya Komünist Partisi yasallaştırıl­
dıktan sonra seçimler yapılıp demokrasi kurulduğunda, geleceğin
dizginlerini ellerinde tutacaklardı.1
Olaylar bu üçlü kesinliği aşındırmakta gecikrnedi; yine de,
Suarez'in iktidarda kaldığı dört yıl boyunca, Suarez ve Carrillo'nun
davranışlarını yönlendirmeye devam etti bu üçlü kesinlik ve başka
hiçbir şey, ona Komünist Parti'nin yasallaştırılma biçimi kadar
kıvam veremezdi. İki liderin yaptığı görüşmeden neredeyse bir ay
sonra, 9 Nisan Cumartesi günü, Paskalya'dan önceki Kutsal Haf­
ta'nın dağdağası sırasında gerçekleşti bu. Kamuoyunun, hızla kabul
ettirmek istediği yasa lehine değiştiğini bildiği halde, askerlerin ve
aşırı sağın öngörülebilir hiddetinden korunmak için Savcılar Kuru­
lu'nun yasallaştırmayı savunan adli raporunu kullanma yoluna gitti;
Carrillo da korudu onu, daha doğrusu korumak için elinden geleni
yaptı. Su:irez'in tavsiyesiyle tatilini geçirmek üzere Cannes'a git­
mişti; cumartesi sabahı, Jose Mario Armero'dan, yasallaştırmanın
eli kulağında olduğunu ve Suarez'in kendisinden iki istekte bulun­
duğunu öğrendi: İlki, orduyu ve aşırı sağı daha fazla kızdırmamak
için kutlamanın gürültü çıkarmadan yapılmasıydı; ikincisi, ordunun

1 Swirez ile Carrillo arasındaki görüşmenin kendilerinin de onayladıkları daha geniş


bir versiyonu için bkz. Joaqufn Bardavfo, Sdbado Santo rojo, Madrid, Ediciones
Uve, 1980, s. 155-171. Careilio'nun görüşmeyi uzun uzun anlattığı bir versiyon
için bkz. juez yparte. 15 retratos espanoles, Barselona, Plaza y Janes, 1995, s. 218-
223. Carrillo, görüşmeden kısa bir süre sonra, Manuel Azd.rate'ye, Su:irez'in gö­
rüşmedeki bir ifadesini aktarıyor: "Bu ülkede iki siyasetçi var: siz ve ben"; Manuel
Azc:irate, Grisis del eurocomunismo, Barselona, Argos- Vergara, 1982, s. 247. Kamu­
oyunda İspanya Komünist Partisi'nin yasallaşması lehine yaşanan değişime gelin­
ce, olağanüstü hızlı bir biçimde gerçekleşmişti. Bu konuyla ilgili anketler için bkz.
Tusell, La transiciôn a la democracia, s. 1 16.

212
ve aşırı sağın Suarez'i komünistlerle işbirliği yapmakla suçlamasın­
dan kaçınmak için, haber yayıldığında Carrillo'nun Suarez'i eleşti­
ren, en azından onunla kendisi arasına mesafe koyan bir açıklama
yapmasıydı. Onun isteklerini yerine getirdi Carrillo: Komünistler,
haberi ölçülü bir biçimde kutladılar ve Genel Sekreter, aynı gün,
Suarez'le üzerinde mutabık kaldıkları sözleri sarf etmek üzere
basının karşısına çıktı. "Başbakan Suarez'in, komünistlerin dostu
olduğu kanısında değilim," diyordu Carrillo. "Daha ziyade anti­
komü_nist olduğunu düşünüyorum. Ama fıkirlerin baskı ve yasakla
ortadan kaldırılamayacağını anlayan zeki bir antikomünist. Fikirle­
rimizin karşısına kendi fikirleriyle çıkmaya hazır gibi görünüyor."1
Bu yeterli olmadı. Komünizmin yasallaşmasını izleyen günlerde,
darbenin eli kulağında gibi gözüküyordu. Yine Carrillo'ya baş­
vurdu Suarez; Carrillo, yine onun isteğini yerine getirdi. 14 Nisan
günü, öğle saatlerinde, İspanya Komünist Partisi Merkez Komitesi,
Capitan Haya Santiago Caddesi'ndeki bir mekanda İç Savaş'tan bu
yana İspanya'daki ilk yasal toplantısını yaparken,Jose Mario Arına­
rio, komünistlerle irtibatını kuran Jaime Ballesteros'u yakındaki bir
otelin kafesine çağırmıştı. Ballesteros'a, "Şu an Suarez'in kellesi bir
sent bile etmiyor," demişti Armario. "Askerler başkaldırmak üze­
reler. Ya bize elinizi uzatacaksınız ya da hep birlikte cehennemin
dibini boylayacağız." Carrillo ile konuştu Ballesteros. Ertesi gün,
Merkez Komitesi toplantısının ikinci gününde, dramatik bir mesaj
vermek üzere oturumu kesti Genel Sekreter. Kesif bir sessizliğin
ortasında, "Savaştan bu yana yaptığımız en zor toplantıdayız şu an,"
dedi Carrillo. "Şu saatlerde, şu günlerde demiyorum, şu saatlerde
diyorum, demokrasiye doğru mu gidileceği yoksa yalnızca partiyi
ve bütün muhalif demokrasi güçlerini değil, aynı zamanda reform­
cuları ve yasal güçleri etkileyen muazzam bir gerilemenin içerisine

1 Prego, Asfse hizo la transici6n, s. 656.

213
mi gömülüneceği belirlenecek. Dramatize etmiyorum, şu an olan
şeyi söylüyorum."1 Hemen arkasından, kimsenin tepki vermesine
fırsat tanımaksızın, Arınario tarafından Ballesteros'a verilen, muh­
temelen Başbakan tarafından kaleme alınmış olan yazıyı, sanki
kendisi yazmış gibi okumaya başladı Carrillo. Yazı, partiyi başından
beri temsil eden kimi sembollerden koşulsuz feragati ve ordunun,
partinin yasallaşmasıyla birlikte tehdit altında olduğunu düşündü­
ğü kimi sembollerin kabulünü içermekteydi: kırmızı-sarı bayrak,
vatanın birliği ve monarşi. En tepedeki yöneticilerine yakınmaksı­
zın itaat etme alışkanlığında olan Merkez Komitesi üyeleri, şaşkın
ve dehşete kapılmış bir halde, Carrillo'nun dayattığı devrimi kabul
ettiler. Parti iyi haberi hemen duyurmak için alelacele bir basın
toplantısı düzenledi; toplantı başladığında, yönetici kadro, herkesi
hayrete düşüren, çarçabuk bir yerden bulunmuş devasa monarşi
bayrağının arkasında dizilmişti.
Darbe olmamış, ama 23 Şubat kurgulanmaya başlamıştır o
sırada; askerler, Swirez'in komünizmi yasallaştırmasını affetme­
miş, o andan itibaren dur durak bilmeden hain Başbakan'a karşı
entrika çevirmişlerdir. O sırada darbe olmamıştır ama İspanya
Komünist Partisi, darbe tehdidinin yol açtığı onca pragmatizmi
ve ödünü sindirmekte hayli zorlanmıştır. Carrillo'nun öngörüsüne
göre, son yılda sergilenen müzakereye dayalı ölçülülüğün ve yarım
yüzyıllık Franco karşıtı mücadele önderliğinin sonucunda, seçim­
lerde milyonlarca oy alınacak, böylece partisi, Suarez'in partisinin
ardından ikinci sıraya yükselecek, kendisi ve Suarez, demokrasinin
iki büyük kahramanına dönüşecekti; öyle olmadı, tıpkı mezardan
çıkarıldığında ufalanıp dağılan bir mumya gibi, 15 Haziran 1 977

Moran, Miseria y grandeza del partido comunista de Espafıa. 1 939-1985, s. 542.


Burada, Capitan Haya'da yapılan toplantıda vuku bulan şeylerin hilci.yesi anlatı­
lıyor. Carrillo'nun okuduğu lci.ğıdın Suarez tarafından kaleme alındığını söyleyen,
Moran'ın kendisidir. Ayrıca bkz. Prego, Asi se hizo la transiciôn, s. 663-667.

214
seçimlerinde, oylarıo ancak yüzde dokuzundan biraz fazlasını, bek­
lenen oyun yarısından azını ve PSOE'nin aldığı oyun üçte birinden
azını alabildi İspanya Komünist Partisi. Carrillo gibi sürgünden
dönen, seçmeniere korkulu savaş yıllarını çağrıştıran, içeriden gelen
gençlerin önünü keserek partinin yenilenmesine engel olan eski
tüfek komünist adayların karşısına genç ve modern bir imajla çıkan
PSO E, birçok komünist sempatizanın hayal kırıklığını ve sakınımlı
tutumunu kendisine yönlendirmeyi başardı, solun liderliğini ele
geçirerek sürpriz yaptı. Ama Carrillo asla yenilmiş gibi hissetınedi
kendi�ini. Suarez ise yine kazanmıştı: İspanya Komünist Partisi'nin
yasallaşması, Başbakan için apaçık bir başarıydı, çünkü içerisine
komünistleri katarak, demokrasinin inandırıcı olmasını sağlamış,
sandıklarda kendisi için en tehlikeli olan rakibi bloke etmiş, ayrıca
uzun ömürlü bir müttefik edinmişti. Carrillo ise ne hayal kırıklığı­
na uğramış, ne de umduğu gibi başarılı olabilmişti: İspanya Komü­
nist Partisi'nin yasallaşması, Suarez'in yaptığı reformun gerçekten
Frankoculuktan kopuş olduğunu ve kopuşun sonucunda gerçek bir
demokrasinin yeşereceğini teyit ediyor olsa da, bunun başarılması
için feragat etmeye zorlandıkları şeyler, sembollerin terk edilmesi,
örgütün geleneksel temel ilkelerinin sulandırılması, Komünist Par­
ti'yi solun hakim partisi yapma hayalinden uzaklaşılınasına neden
oluyordu. İspanya Komünist Partisi'nin seçim fiyaskosu karşısında
gösterdiği tepki, geçmişi Genel Sekreter'in dikte ettiklerinin onay­
lanmasıyla öne çıkan, geri çekilen bir ideolojinin sorgulanamaz
tarihsel misyonoyla aşılanmış bir örgütten beklenebilecek bir
tepkiydi: gerçekliğin ışığında, düzeltebilmek için hatalarını kabul
etmek yerine, kendi hatalarını gerçekliğe atfetmek. Hatalı olanın
kendileri değil, seçmenler olduğuna kanaat getirdiler; daha doğrusu,
Genel Sekreter, öyle olduğuna ikna etti onları: İki aylık bir yasallık
dönemi, kırk yıllık antikomünizmin etkisini gidermek için yeter­
siz kalmıştı; ama PSOE hamlığını ve yetersizliğini sergiternekte

215
gecikmeyecek, bir sonraki seçimlerde, PSOE'ye kaptırdıkları ana
muhalefet partisi sıfatını yeniden edineceklerdi; çünkü İspanya'da
Komünist Parti ve UCD dışında ciddi bir parti, Santiago Carrillo
ile Adolfo Suarez dışında ciddi bir siyasi lider yoktu.
İlk seçimlerden sonra, Carrillo'nun kestirimleri beklenmedik
bir biçimde doğru çıkmış gibi görünüyordu; bozgunun aslında
bir zafer ya da zafere hazırlanmanın en iyi yolu olduğu yanıl­
samasıyla, yoldaşlarının gözlerini bir süre kamaştırmayı başardı
Carrillo. 1977 Ekimi'nde, "İspanyol siyasi liderler arasında, son
aylarda en hızlı sivrilen ve en fazla itibar gören kişi, hiç kuşku­
suz Santiago Carrillo'dur," diyordu Le Monde gazetesi.1 Bu, şöyle
oldu: Carrillo, kısacık bir sürede, İspanya Komünist Partisi'ni,
yönetmeye muktedir güçlü bir parti haline getiren, sorumluluğunu
bilen, kötü seçim sonuçlarının işaret ettiğinden çok daha derin
bir ilgiyi hak eden bir siyasetçi olarak ülke çapında muazzam bir
saygınlık kazandı. Suarez ile mükemmel bir uyum içerisindeydi ve
o yıllarda, siyasi stratejisi, ikisinin inşa edecekleri (ya da ikisinin
inşa etmeleri gerektiğini düşündüğü) demokrasiyi kurumlaştır­
ınayı ve iyice pekiştirmeyi hedefleyen bir önerinin çevresinde
dönüp duruyordu: toparlanma hükümeti. Yönetici sınıfın büyük
bir bölümünün 23 Şubat'tan önceki birkaç ay boyunca tartıştığı
ve arka çıktığı formülle yalnızca ismen benzerliği vardı bunun:
Öngörülen şey, bir askerin değil, Suarez'in başkanlık edeceği, UCD
ile Komünist Parti'nin belkemiğini oluşturacağı, diğer partilerin
de katkıda bulunacağı bir hükümetti; Carrillo'ya göre, anayasa­
nın hazırlandığı, demokrasinin pekiştirildiği, darbe tehlikesinin
savuşturolmaya çalışıldığı bir dönemde, ülkede istikrarı yalnızca
böylesi bir hükümetin gücü sağlayabilirdi. Ona göre, dünya petrol
krizinden kaynaklanan milli ekonomik krizin üstesinden gelmek

1 Le Monde, 22.10.1977. Aktaran Femando Claudin, Santiago Carrillo, s. 279.

216
için tasarlanan ve bir dizi toplumsal ve ekonomik önlem içeren,
Carrillo ile Suarez arasında müzakere edilen, daha sonra belli
başlı siyasi partiler tarafından imzalanıp '77 Ekimi'nde Temsil­
ciler Meclisi'nde onaylanan Moncloa Anlaşmaları, bu koalisyon
hükümetinin belirtisiydi. Carrillo'nun defalarca önerdiği, Suarez'in
zaman zaman kabul etmeyi düşünüyormuş izlenimi verdiği topar­
lanma hükümeti, hiçbir zaman kurulma aşamasına gelmedi. Ülkeyi
Carrillo ile birlikte yönetmek, büyük bir olasılıkla hoşuna giderdi
Suarez'in. Ama askerlerin ve toplumun hatırı sayılır bir kesiminin
tepkisinden çekindiği için, bunu ciddi bir biçimde düşünmemiştir
muhtemelen. Buna rağmen, onu desteklemekle demokrasiyi des­
teklemenin aynı şey olduğunu düşündüğü için, Suarez'i destekle­
meye devam etti Carrillo. Böylece sistemin vazgeçilmez destekçisi
haline geldi; iktidarın nimetlerinden yararlanamasa da, ülke içinde
ve dışında itibarı arttı: Moncloa Anlaşmaları'nın imzalanmasından
sonra, Temsilciler Meclisi'nde UCD milletvekilleri coşkuyla ayakta
alkışladılar onu, ülkede düzenlenen en tutucu forumlara çağrılmaya
başlandı; o dönemde İngiltere ve Fransa'ya gitti, ABD'ye kabul
edilen ilk komünist parti genel sekreteri oldu, orada Time dergisi
tarafından "Avrupa Komünizmi'nin havarisi" olarak selamlandı.1
Suarez ile yaptığı ittifak, kısa dönemde, bir oksimoronu cisimleş­
tirmesine neden oldu: Demokratik komünizm; uzun dönemde ise
yıkımına yol açtı.
Tıpkı Suarez örneğinde olduğu gibi, Carrillo'nun siyasi kari­
yerinin inişe geçmesi, tam dorukta olduğu an başladı. 1977
yılının kasım ayında, Amerika'ya yaptığı zafer yolculuğu sırasın­
da, partisine danışmadan, İspanya Komünist Partisi'nin gelecek
kongrede Leninizmi terk edeceğini ilan etti. Aslında yıllar önce
başlayan, komünist ilkelerin sökümü, yıkımı ve altının oyulması

1 Fernando Claudin, Santiago Carrillo, s. 281.

217
sürecinin -Avrupa Komünizmi'nin ayırt edici niteliği olan demok­
ratik komünizm aksimoronunu gerçekleştirmeye yeltenmenin­
doğal sonucuydu bu. Ama aylar önce monarşiyi ve kırmızı-san
bayrağı kabullenmekte zorlanan komünistlerin partinin tarihi
boyunca değişmez ideolojik yörüngesi olan şeyin ansızın ortadan
kaldırılmasını sindirmesi beklenemezdi. Çünkü İspanya Komünist
Partisi'ni sosyalizmin (ya da sosyal demokrasinin) sınırlarına yer­
leştiren radikal bir yön değişimiydi bu; üstelik partinin dışarıyla iliş­
kisindeki demokratikleşmenin parti içinde karşılığının olmadığını
gösteriyordu: Genel Sekreter, hiçbir sınırlamaya bağlı olmaksızın
partinin politikasını dikte ediyor, partiyi, adına demokratik merke­
ziyetçilik denilen, demokrasiyle hiçbir ilişkisi olmayan, bütünüyle
merkeziyetçi, Stalinİst bir yöntemle, kendi sınırsız iktidarını temel
alan, kadroların koşulsuz itaatini talep eden ziyadesiyle hiyerarşik
bir örgütlenme zihniyetiyle yönetiyordu. Bu olayla birlikte parti­
nin birliği gözle görülür biçimde çatırdamaya başladı; şaşkınlıkla
otoritesinin sorgulanmakta olduğunu gördü Carrillo: Yenilikçiler
diye anılan grup, onun bireyciliğini ve otoriter yöntemlerini red­
dedip daha fazla parti içi demokrasi talep ederken, Sovyet yanlıları
denilen grup, onun ideolojik revizyonizmini ve Sovyetler Birli­
ği'yle ters düşmesini reddediyor, yeniden Ortodoks komünizmin
benimsenmesini talep ediyordu; her iki grup da, Adolfo Suarez
hükümetine verdiği sarsılmaz desteği ve Suarez'le ittifak kurma
tutkusunu eleştiriyordu. Ama zapturapta alınmış itaatkar insan­
ların Genel Sekreter'in buyruklarına itaat etme alışkanlığı hala
sürüyordu; ayrıca iktidar vaadi, siyasi partilerde yapıştırıcı bir işlev
görüyordu. Böylece fikir ayrılıkları, bir sonraki seçimlerin yapıldığı
ı 979 yılının mart ayına kadar önemli bir soruna yol açmadı: O
nedenle, Carrillo, ı 978 Nisanı'ndaki Dokuzuncu Kongre'de, par­
tinin Avrupa Komünizmi'ni kabul edip Leninizmi terk etmesini
sağlamayı başardı. Ama yeni seçim başarısızlığı (komünistler ı 979

218
yılının mart ayında yapılan seçimlerde oylarını biraz yükseltmiş
olsalar da, dolaysız rakipleri sosyalistlerin aldığı oyların üçte birine
zar zor ulaşabilmişlerdi) fikir ayrılıklarının kısa bir süre sonra fena
halde su yüzüne çıkmasına neden oldu. Artık komünistleri çöküşün
aslında zafer olduğuna, Suarez'e arka çıkmaya devam edilmesine ve
edindiği konumu ve seçmenleri kapmak için sosyalistlerle mücade­
le edilmesi gerektiğine ikna edebilecek durumda değildi Carrillo.
Bunu izleyen birkaç yıl boyunca, her seferinde daha da derinleşen,
ülke siyasetindeki etkinliğini yitirdikçe ağırlaşan bir dizi krizin
içerisine gömüldü İspanya Komünist Partisi. Seçimden sonra deği­
şen milletvekili dağılımı ve anayasanın kabul edilmesinden sonra
partiler arası uzlaşma siyasetinin terk edilmesi nedeniyle, Suarez,
hükümet edebilmek için Carrillo'ya gereksinim duymuyordu artık,
komünistlerin değil, sosyalistlerin desteğini almanın peşindeydi.
Böylece büyük sorunlar ele alınırken bile dikkate alınmayan, tecrit
edilmiş, önemsiz bir parti haline geldi İspanya Komünist Partisi;
Genel Sekreter, daha birkaç ay önce başının üzerinde dolanan dev­
let adamı halesini çarçur etmişti. Suarez'in başına gelen şey aynı
dönemde onun da başına gelmiş, parti siyasetinde uğradığı itibar
kaybı, ülke siyasetinde uğradığı itibar kaybına eşlik etmişti. Komü­
nist Parti liderine karşı yapılan protestolar yoğunluk kazanıyor,
Barselona ve Bask Ülkesi'nde kalkışma hazırlıkları yapılıyor, Mad­
rid'de İcra Komitesi'nin bazı üyeleri Genel Sekreter'e karşı geli­
yordu. 1980 yılının temmuz ayında -UCD'deki grup liderlerinin
Manzanares el Real'deki çiftlik evinde yapılan toplantıda Adolfo
Suarez'e karşı ayaklandıkları, onu iktidardan indirmeye hazırlan­
dıkları dönemde-, İspanya Komünist Partisi'nin son dönemde
sivrilen kimi üyeleri, Carrillo'yu, partideki kötüye gidişi, yapılan
hataları anlatmak ve liderliğini sorgulamak üzere, yenilikçi kana­
dın lideri Ram6n Tamames'in evine toplantıya çağırdılar. İspanyol
komünizminin tarihinde görülmemiş bir sahneydi bu, ama kasım

219
ayının başında, Merkez Komitesi'nde yeniden sergilendi: Tama­
mes, -tıpkı birkaç ay önce Marizanares el Real toplantısında UCD
grup liderlerinin Suarez'den iktidarı ve parti yönetimini kendile­
riyle paylaşmasını talep etmeleri gibi- genel sekreterliğin kolektif
bir organa dönüşmesini önerdi. Carrillo, Suarez'in aksine, teslim
olmadı; parti kaçınılmaz olarak yenilikçiler, Sovyet yanlıları ve
Carrillocular olarak üçe bölündü. Bu bölünme, 1981 yılının ocak
ayında, Katalonya Komünist Partisi'nin (PSUC) kopuşuyla sonuç­
landı. Bu olay, bir buçuk yıl boyunca partiyi parçalayacak, fiilen
ortadan kaldırana kadar dur durak bilmeden sürecek olan şiddetli
iç kavgaların belirtisiydi.
Böylece, 23 Şubat'ın arifesinde, Santiago Carrillo, Adolfo
Suarez'den çok farklı bir konumda değildi. Güçlerinin doruğunda
oldukları dönem sona ermişti: İkisi de siyaseten bezmiş, şahsen
yıpranmış, kamuoyunda itibar kaybetmiş, parti içinde öfke dolu
saldırılara uğramış, kendi arkadaşlarından gördükleri ya da gör­
düklerini hissettikleri nankörlük ve hıyanet nedeniyle burulmuş,
tükenmiş, şaşırıp kalmış, tepkisizleşmiş, birkaç yıl önce göze bat­
mayan ya da kusur gibi gözükmeyen kimi kusurlada -kişisel iktidar
kavrayışı, siyasi değişim becerisi, totaliter yapılardan tevarüs eden
müzmin bürokratik alışkanlıklar ve inşa ettikleri demokrasinin tea­
mülleriyle bağdaşmazlıkla- hareket yetenekleri gitgide kısıtlanmış
bir haldeydiler. İçerisinde yetiştikleri, pek az insanın sahip olduğu
bir maharetle yönettikleri sistemlerin, komünizmin ve Frankoculu­
ğun -yıkılana kadar- altını oyarken, eski saltanadarının molozları
arasında ayakta kalabilmek için mücadele etme noktasına gelmiş­
lerdi. İkisi de başaramamışlardı ayakta kalmayı, 23 Şubat'ın arife­
sinde ikisinin de başaramayacakları gün gibi ortadaydı. O dönemde
kişisel ilişkileri sınırlıydı, çünkü ikisi de provacıya dönüşmüşlerdi;
provacı prova yapmakla meşguldür. Kimi zaman göz ucuyla birbi­
rine bakıp uzak olmayan bir dönemde, birlikte, sahte düelloların

220
ışıltılı havai fışek gösterileriyle, yalandan yapılan karşılıklı hamle­
lerle, konuşmaksızın yapılan anlaşmalarla, gizli toplantılarla, devlet
katında yapılan büyük sözleşmelerle ülkenin kaderini belirledikleri
günleri hatırlıyorlardı muhtemelen. O günlerde şekillendirdikleri
sağlam ittifakın sürmekte olduğu ortadaydı: Sonbaharda ve 1 980
kışında, Suarez'e karşı çevrilen ve 23 Şubat'ı hazırlayan entrikalara
bulaşmayan sayılı siyasetçinin arasındaydı Carrillo. Neşter vurmak,
yön vermek gibi kavramları, bu terminolojinin ve orduyla cilve­
leşmenin darbedliğin ideal cephanesi olduğunu -parti dışında ve
parti içinde- anlatmak istediği durumlar dışında, asla zikretmedi.
O dönemde, İspanya Komünist Partisi içinde siyasi şok terapisinin
avukatlığını yapanlar vardı; ama Ramon Tamames, basının önüne
çıkıp bir askerin başkanlık edeceği koalisyon hükümetinden yana
olduğunu iki kez ilan edince, Suarez'i bir kez daha savunmak için
bu fırsatı değerlendirerek yaman bir teşhisle partideki esas rakibini
yere serdi Carrillo: "Ramon hezeyan ediyor." ı 23 Şubat'ın arife­
sinde, tıpkı bir kazazedenin başka bir kazazedeye sarılması gibi,
Suarez'e yapışmaya devam ediyordu Carrillo. Hala Suarez'i destek­
lemekle demokrasiyi desteklemenin aynı şey olduğunu düşünmeye,
darbe tehlikesiyle ilgili uyarılarda bulunmaya, Suarez'le birlikte
kuracağı toparlanma hükümetinin bu tehlikeyi ve dört yıl önce
birlikte inşa etmeye başladıkları şeyin çöküşünü önlemenin biricik
yolu olduğunu düşünmeye devam ediyordu. O dönemde Suarez'le
birlikte hükümet kurmaları, uygulanabilir bir şey değildi elbette.
Uygulanabilmesi, iki açıdan mümkün değildi: Birincisi, artık ikisi
de partilerini kontrol edemiyorlardı; ikincisi, dört yıl önce, onla­
rın kişisel ittifakı, Franco'nun iki uzlaşmaz İspanya'sının kolektif
ittifakı olduğu halde, 23 Şubat'a gelindiğinde, Suarez ve kendisi,
büyük bir olasılıkla, hemen hemen hiç kimseyi temsil etmiyorlar,

1 Carlos Abella, Adolfo Sudra., s. 455.

221
yalnızca kendilerini temsil ediyorlardı artık. Ama darbenin yapıl­
dığı gün, diğer milletvekilleri darbecilerin emrine boyun eğip yere
serildiklerinde, ikisi vızıldayan kurşunların ortasında, sandalyele­
rinde otururlarken, o anın daima inandığı şeyi, Suarez'in ve ken­
disinin ülkenin yegane gerçek siyasetçisi, en azından demokrasi
için hayatını ortaya koymaya hazır biricik siyasetçisi olduklarını
doğruladığını düşünerek intikamcı bir tatmin yaşamış olması
muhtemeldir Carrillo'nun. Şunu tahayyül etmekten alaınıyorum
kendimi: Eğer ikisinin de kişiselci, epik ve estetik bir siyaset görü­
şüne sahip oldukları, siyaseti dramatik olaylar ve cesur kararlarla
bezeli, tek başına yaşanan bir serüven gibi algıladıkları doğruysa,
o an, onların özdeş politika algılarını da özetliyor demektir; çünkü
ikisi de hayatları boyunca ne o yaylım ateşinden daha dramatik
bir olay yaşadılar ne de Temsilciler Meclisi'nin toplantı salonunda
kurşunlar etrafta vızıldayıp dururken sandalyelerinde oturmaktan
daha gözü pek bir karar aldılar.

222
3

Yalnızca kendilerini mi temsil ediyorlardı? Hemen hemen hiç


kimseyi temsil etmiyorlar mıydı artık?
Yarbay Tejero'nun Temsilciler Meclisi'nin toplantı salonuna
daldığını gördüklerinde, Adolfo Suarez ile General Gutierrez
Mellado'nun ağızlarından çıkan ilk sözcüklerin ne olduğunu
bilmiyorum; bunu bilmenin önemli olduğunu da sanmıyorum.
Ama kendisinin yanı sıra etrafında oturan arkadaşları da çeşitli
vesilelerle söz ettikleri için, Santiago Carrillo'nun ağzından çıkan
ilk sözcüklerin ne olduğunu biliyorum; bu da önemli değil elbette.
Carrillo'nun söylediği şuydu: "Pavia, beklenenden erken geldi."1 Bu,
bir klişeydi: Yüz yıldan daha uzun bir süredir, İspanya'da, Pavia adı,
ad aktarması yapılarak, darbe yerine kullanılıyordu; çünkü efsaneye
göre, 3 Ocak 1874'te, atının sırtında Temsilciler Meclisi'ne dalan
General Manuel Pavia'nın darbesi, 23 Şubat 198l'e kadar demok­
ratik kurumların başına gelen en ilginç kazaydı ve demokrasinin
başlangıcından bu yana -ve özellikle 1980 yazından beri, özellikle
1 Memorias, s. 712.

223
1 980 yazından bu yana darbe söylentileriyle çalkalanan iktidarın
küçük Madrid'inde- Pavia'nın adı zikredilmeden darbe yorumu
yapılması, pek rastlanan bir şey değildi.1 Carrillo'nun sözünün
basmakalıp, dolayısıyla önemsiz olması, ilginç olmadığı anlamına
gelmiyor. Çünkü gerçeklik, basmakalıp sözlerle iş görmek ya da
onların kendisini istila etmesine olanak tanımak gibi tuhaf bir
eğilimden mustarip; ayrıca, daha önce söylediğim gibi, kimi zaman
tuhaf figürler üretmekten hoşlanıyor, işte bu figürlerden bir tanesi,
General Pavia'nın darbesi, 23 Şubat günü olan ve oldurulmak iste­
nen şeyin önünü almış gibi görünüyor.
Tarih, tekerrür ediyor. Marx, büyük olayların ve karakterlerin
tarihte -biri trajedi, diğeri fars olarak- iki kez ortaya çıktığını göz­
lemlemiştir;2 büyük dönüşüm anlarında, sorumluluk üstlenmek­
ten ürken insanlar, geçmişin ruhlarını çağırıyor, onların adlarını,
duruşlarını, özlü sözlerini benimsiyorlar, yeni tarihsel sahneyi, sanki
ruh çağırma seansıymış gibi, o muteber kostümlerle, o yapay dille
temsil ediyorlar adeta. 23 Şubat örneğine bakıldığında, Marx'ın
sezgisi doğru ama eksik gözükmektedir. Efsane kısmen yanlıştır:
Temsilciler Meclisi'ne ada değil, beraberinde bir jandarma birliği
olmak üzere yayan dalmıştır General Pavia. Birinci Cumhuriyet'in
parlamenterlerini silah tehdidiyle kapı dışarı etmiş, muhafazakar
basının, ülkenin içerisine sürüklendiği kargaşadan kurtulmasının
yegane yolu olduğunu ileri sürerek aylarca savunduğu darbeyi

En fazla bilinen yorumlardan biri, Sosyalist Parti'nin iki numaralı adamı Alfonso
Guerra'ya aittir. "Eğer Pavia'nın atı Temsilciler Meclisi'ne girecekse," demiş­
ti Guerra, "süvarisi Smirez olacaktır." Doğru olduğu pek söylenemez bu yoru­
mun; ama o dönemde çoğu insanın Başbakan hakkındaki düşüncesini özetliyor.
Guerra'nın, 1979 yılı eylül ayında, PSOE'nin olağanüstü kurultayında sarf ettiği
bu söz için daha sonra anılarında pişmanlığını dile getirdiğini belirtmeliyim; bkz.
Cuando el tiempo nos alcanza, s. 274-275.
2 Karl Marx, El 18 Brumario de Luis Bonaparte, Madrid-Barselona, Ediciones
Europa-America, 1936, s. l l .

224
gerçekleştirmiştir. General Serrano başkanlığında, bir milli birlik
hükümeti kurulmuş; bu hükümet, General Martinez Campos
askeri ayaklanmayla işini bitirene kadar, Cumhuriyetçi tuhaf bir
diktatörlükle rejimin ölüm sancılarını aşağı yukarı bir yıl kadar
uzatmıştır. Doğru ancak eksik bir sezgi: Pavia'nın darbesi bir traje­
diydi, ama Tejero'nun darbesi bir fars değildi ya da tamamen öyle
değildi. Daha doğrusu, başarısızlıkla sonuçlanması bir trajedi olma­
sını engellediği için öyleydi. Şöyle de denilebilir: Şimdi öyle oldu­
ğunu düşünüyoruz, çünkü trajedi artı zaman, eşittir fars; Tejero'nun
darbesi aslında bir aksiseda, bir parodi, bir ruh çağırma seansıydı:
Tejero, Pavia olmak istiyordu; Arınada ise, Serrano; eğer darbe
başarılı olsaydı, Arınada'nın kuracağı koalisyon hükümeti, tuhaf
bir otoriter demokrasi ya da monarşik diktatörlükle, ağır yaralı bir
rejimin ölüm sancılarını uzatmaktan başka bir şey yapmayacaktı.
1874 ve 1981 darbeleri arasında, yani Pavia ile Tejero'nun
darbeleri arasında başka bir benzerlik daha var. Dönemin gravür­
leri, Birinci Cumhuriyet'in milletvekillerini, Temsilciler Meclisi'ne
giren isyankar jandarmaları protesto ederken, onlara karşı çıkarken
gösteriyor. Bu da bir efsanedir; ama kısmen değil, tamamen yanlış
bir efsane. 1874'teki vekillerin darbe karşısındaki duruşu, 1981'deki
vekillerin duruşuyla neredeyse tıpatıp aynıdır: 1874 vekilleri, tıpkı
ilk silah seslerini duyduklarında sandalyelerin altına saklanan 1981
vekilieri gibi, koridordan gelen ilk silah seslerini duyduklarında,
dehşete kapılarak Temsilciler Meclisi'ni terk etmişlerdir; jandar­
malar içeri girdiğinde, toplantı salonu bomboştur. Pavia'nın ayak­
lanmasından otuz yıl sonra, Temsilciler Meclisi'ndeki milletvekille­
rinden biri, Nicohis Estevanez şunları yazmış: "O utanç dolu günün
yaşanınasındaki sorumluluk payımı inkar edecek değilim. Hepimiz
ahlaksızca davrandık."1 Tejero ayaklanalı henüz otuz yıl olmadı;
Nicohi� Estevanez, Fragmentos de mis memorias, Madrid, Tipognifıco de los Hijos
de R. Alvarez, 1903, s. 460.

225
bildiğim kadarıyla, 23 Şubat günü Temsilciler Meclisi'nin toplantı
salonunda olan milletvekillerinden hiçbiri bugüne kadar buna ben­
zer bir şey yazmadı. İleride onlardan biri buna benzer bir şey yazar
mı, yazmaz mı, bilmiyorum; ama ben, onların ahlaksızca davranmış
olduklarından emin değilim. Yaylım ateşi başladığında sandalyenin
altına saklanmak, mükemmel bir davranış değil elbette; ama onları
ayıplamanın alemi yok bence. Salondaki parlamenterlerin çoğu­
nun, sandalyelerinde oturmaya devam etmedikleri için utanmış
olması mümkündür; hiç olmazsa bir bölümü bunu yapabilseydi,
demokrasi onlara minnettar kalırdı; ama etrafında kurşunlar vızıl­
dayıp dururken sığınacak yer arayan insanın ahlaksız olduğu kanı­
sında değilim. Üstelik en azından 1981'de -muhtemelen 1874'te
de-, milletvekillerinin tutumu, toplumun büyük bir bölümünün
sergilediği tutumun yansısıydı. Kral'ın sabaha karşı televizyona
çıkıp Temsilciler Meclisi'ne yapılan baskını kınamasıyla darbenin
başarısızlığı ortaya çıkana kadar, İspanya'da darbeye karşı en küçük
bir toplumsal reddiye sergilenmedi; 23 Şubat akşamı, Kral tara­
fından atanan geçici yönetimin başkanı Francisco Laina ile Özerk
Katalan Hükümeti Başkanı Jordi Pujol dışında, Tejero tarafından
müsadere edilmemiş olan neredeyse bütün siyasi sorumlular -parti
yöneticileri, senatörler, özerk yönetimlerin başkanları ve vekille­
ri, valiler, belediye başkanları, belediye meclisi üyeleri- olayların
sona ermesini beklemekle yetindiler, kimisi saklandı, kimisi kaçtı,
yurtdışına kaçmaya yeltenenler bile oldu; gece saat onda özel baskı
yapan El Pais ve saat on ikide özel baskı yapan Diario 16 dışında,
demokrasiyi savunan tek bir yayın organı çıkmadı; Polis Sendikası
(USP) ve Katalonya Komünist Partisi (PSUC) dışında, darbeyi
protesto eden tek bir siyasi ya da toplumsal örgüt olmadı; üyele­
rini harekete geçirme olasılığını tartışan bir sendika, herhangi bir
gösterinin yeni askeri kalkışmaları kışkırtabileceği düşüncesiyle,
bunu yapmaktan vazgeçirildi. O gün akşamüzeri, savaşın hatırası

226
insanları eve kapattı, ülkeyi paralize etti, sessizliğe gömdü. Kimse
en küçük bir direniş gösterıneyi önermedi. İnsanlar, Temsilciler
Meclisi'nin müsaderesini ve Valensiya'nın tanklada işgalini, deh­
şete kapılmakla sevinçten havaya uçmak arasında değişen ruh
halleriyle ama kayıtsızlıkla, aynı edilgenlikle karşıladılar. Darbeye
verilen popüler, gözde, yaygın cevap buydu: sessiz kalmak. Mükem­
mel olmamasının yanı sıra, korkarım ahlaksızca da değil bu cevap.
O sırada Zarzuela ve geçici yönetim tarafından telkin edilen şey,
soğukkanlılığın korunması ve hiçbir şey olmamış gibi davranılması
olsa chı, bir şeyin vuku bulmuş olduğu ve ilk andan itibaren hiç
kimsenin darbecilere bu gayri meşru hareketi toplumun benim­
semediğini söylememiş olduğu ortadadır. Bunu hiç kimse, hemen
hemen hiç kimse söylemedi onlara; öyleyse şu soruyu sorabiliriz:
Armada, Milans ve Tejero, ülkenin darbeye hazır bir hale gelmiş
olduğunu, eğer amaçlarına ulaşırlarsa, toplumun çoğunluğunun
darbeyi tevekkül ederek değil, coşkuyla ya da ferahlama duygu­
suyla karşıtayacağını düşünürken yanılıyorlar mıydı? Şu soruyu da
sorabiliriz: 23 Şubat günü sandalyelerinin altına saklanan millet­
vekilleri, halkın iradesini saklanmayan milletvekillerinden daha iyi
cisimleştirmiyorlar mıydı? Sözün özü: 1981 kışında Adalfa Suarez
ile Santiago Carrillo'nun hiç kimseyi temsil etmediklerini söyle­
mek abartılı bir ifade olabilir, ama 23 Şubat günü vuku bulan şey
üzerinden değerlendirecek olursak, pek fazla insanı temsil ettikle­
rini söyleyemeyiz.

227
4

Doğrudur: Tarih, tuhaf figürler üretiyor ve sanki bu biçimsel


tasarımla kendisine sahip olmadığı bir anlam yüklemek istermiş
gibi, kurmacanın oluşturduğu simetrileri reddetmiyor. 23 Şubat'ın
hikayesinde bunlar gırla gidiyor: Onları olaylar ve insanlar, yaşa­
yanlar ve ölüler, şimdi ve geçmiş üretiyor; o gece Temsilciler Mecli­
si'nin salonlarından birinde Santiago Carrillo ile General Gutierrez
Mellado'nun ürettikleri fıgür, bunların en az tuhaf olanı değildir.
O akşam, saat sekize çeyrek kala, bir jandarma yüzbaşısının,
konuşmacı kürsüsünden, darbenin kumandasını üsdenen askeri
bir yetkilinin Temsilciler Meclisi'ne geldiğini duyurmasından
aşağı yukarı bir saat sonra, oturduğu yerden,_ birkaç jandarmanın
Adolfo Suarez'i salondan çıkarmakta olduklarını gördü Santiago
Carrillo. İspanya Komünist Partisi Genel Sekreteri, diğer bütün
milletvekilleri gibi, Adolfo Swirez'i öldürmek üzere götürdüklerini
düşündü. Bunu yapmış olmalarında bir tuhaflık yoktu, ama yarım
saat sonra bu kez önce Gutierrez Mellado'yu, arkasından kendisini
değil de, Felipe Gonzalez'i çıkarmaları tuhaftı. Az sonra tuhaflık

228
�iderildi: Bir jandarma, ayağa kalkmasını emretti, elinde makineli
ıiifek, onu salonu terk etmeye zorladı; onunla birlikte, sosyalist­
lerin iki numaralı adamı Alfonso Guerra ve Savunma Bakanı
Agustin Rodriguez Sahagıln da çıktılar. Onları, saatli salon diye
hilenen mekana götürdüler. Gutierrez Mellado ile Felipe Gonzalez
oradaydılar, ama Adolfo Suarez yoktu, onu tek başına, toplantı
salonunun yakınındaki hizmetli odasına kapatmışlardı. Carrillo'ya
salonun ucundaki sandalyeyi gösterdiler; oturdu ve gözleri XIX.
yüzyılda İsviçreli saat ustası Alberto Billeter'in elinden çıkmış olan
büyük müzikli saate çakılı bir halde, neredeyse on beş saat boyunca
yerinden kıpırdamadı. Solunda, yanı başında General Gutierrez
Mellado vardı; karşısında, salonun ortasında, sırtı ona dönük bir
halde Rodriguez Sahagıln, daha ötedeyse, yüzleri duvara dönük bir
halde, Gonzalez ile Guerra oturuyorlardı; en azından, o geceden
söz ederken hatırladığı şey buydu. İsyancılar, kapıların her birine
elinde makineli tüfek olan bir muhafız yerleştirmişlerdi. Salonda
ısıtma sistemi yoktu ya da kapalıydı; beş adam, şubat soğuğunu
içeri veren tavandaki açık tepe penceresinin altında gece boyunca
titreyip durdular.
Kapatılmış olduğu saatli salonda geçirdiği ilk birkaç saat boyun­
ca, tıpkı diğerleri gibi, öleceğini düşündü Carrillo. Ölüme hazırlan­
ması gerektiğini düşündü. Aynı anda, ölüme hem hazır olduğunu
hem de hazır olmadığını düşündü. Acı çekmekten korkuyordu.
Katillerinin ona gülmelerinden korkuyordu. Son anda direncinin
kırılmasından korkuyordu. "Korkacak bir şey yok," diye düşündü,
cesaretini toplamaya çalışarak, "Bir anlık bir şey: Başıma silahı
dayayıp ateş edecekler, her şey bir anda bitecek." Belki de ölüm
değil, ölümün belirsizliğidir bize dayanılmaz gelen şey; onu yatış­
tıran son düşüncesi buydu. İki şey daha vardı onu yatıştıran: İlki,
Temsilciler Meclisi toplantı salonunda kurşunlar etrafında vızılda­
yıp dururken, sandalyesinde kalarak isyancıların emirlerine boyun

229
eğmemiş olmanın gururuydu; diğeri, ölümün, partili yoldaşlarının
yaptığı işkenceden onu kurtaracak olmasıydı. "Huzura ereceksin,"
diye düşündü, "artık bunca sorumsuz, sefil adamla uğraşmak,
onlara gülümsemek zorunda değilsin. Düşüncesi bile rahatlatıyor
insanı. "1 Belki de ölmeyeceğini düşünmeye başladığında, huzursuz­
luk yeniden peydahlandı. Bunun tam olarak ne zaman olduğunu
hatırlamıyordu (belki tepe penceresinden, Temsilciler Meclisi'nin
üzerinde uçan uçakların gürültüsünü işittiğinde; belki tuvaletren
dönen Alfonso Guerra'nın onlara moral vermek için gizlice yüzü­
nü gözünü oynattığı sırada; ama hiç kuşkusuz, zaman geçip de
darbecilerin söz ettikleri askeri yetkiliden haber çıkmayınca sökün
etmişti bu duygu); hatırladığı tek şey, ölmeme olasılığı belirince,
kafasında kestirimierin burgaç gibi dönenıneye başlamış olmasıydı.
Ne Temsilciler Meclisi toplantı salonunda olanları biliyordu ne de
dışarıda yaşananları. Tejero'nun yaptığı operasyon, daha geniş bir
operasyonun parçası mıydı? Yoksa bağlantısız bir eylem miydi?
Bunu da bilmiyordu. Ama bunun bir darbe olduğundan, başarı­
ya ulaşıp ulaşmamasının Kral'a bağlı olduğundan emindi: Eğer
Kral darbeyi benimserse başarılı, benimsemezse başarısız olacaktı.
Kral'ın ne yapacağını bilmiyordu; o sırada özgür olup olmadığını,
darbeciler tarafından tutuklanıp tutuklanmadığını da bilmiyordu.
Eğer askeri yetkili boy gösterirse, Temsilciler Meclisi'nin ona karşı
nasıl bir tutum takinacağını da bilmiyordu. Demokratik bir parla­
mentonun silaha boyun eğerek iktidarı bir askere devretmesinin ilk
örneği olmayacak, diye düşünüyordu. Yalnızca Pavia'yı düşünmü­
yordu; hayatının yarısı Fransa'da geçmişti, 1 940'ta, Fransa Millet
Meclisi'nin, iktidarı önce, savaşta uğranılan bozgundan sonra,
Alman ordusunun baskısıyla Mareşal Petain'e, daha sonra, 1958'de,
Cezayir'deki kendi ordusunun baskısıyla General De Gaulle'e

1 Santiago Carrillo, Memorias, s. 712-716.

230
teslim edişini hatırlıyordu. Şimdi aynısının ya da benzer bir şeyin
olabileceğini düşünüyordu; milletvekillerinin şantaja boyun eğmeyi
reddedeceklerinden emin değildi. Adolfo Suarez'den emindi, onun
partisindeki eski tüfekten emindi, kendisinden emindi; bunun
dışında, boyun eğmeyeceğinden emin olduğu tek bir kişi yoktu.
Darbecilerin kendisini oradakilerle birlikte tecrit etmiş olmaları­
na gelince, saatler geçip de darbenin sekteye uğramış olabileceği
umudunu beslerneye başladığında, bunu en etkili ya da tehlikeli
liderleri kontrol altında tutmak ya da zamanı geldiğinde onlarla
müzakere etmek için yapmış olabileceklerini düşünmeye başladı.
Ama neyi, kiminle müzakere etmek zorunda kalacaklarını ve ger­
çekten müzakere etme olasılığı olup olmadığını bilmiyor, burgaç
dönmeye devam ediyordu. ı
Geceyi, General Gutierrez Mellado'nun yanında oturarak
geçirdi. Tek kelime konuşmadılar, ama defalarca göz göze gelip
birbirine sigara ikram ettiler. Aşağı yukarı aynı yaştaydılar ve dört
yıldır Temsilciler Meclisi'nin koridorlarını arşınlıyorlardı; buna
rağmen pek az -ancak tesadüfen ya da protokol gereği karşılaştık­
larında- görüşüyorlardı; tek ortak yanları, Adolfo Suarez'le arka­
daşlıklarıydı. Bunun dışındaki her şey onları birbirinden ayırıyordu.
Özellikle tarih ayırıyordu. İkisi de biliyordu bunu: ama Gutierrez
Mellado -en azından herkesin önünde- hiç değinmezken, Carrillo
çeşitli vesilelerle defalarca dile getirmişti. İspanya Komünist Parti­
si'nin eski Genel Sekreteri, doksan yaşını doldurduğu gün verdiği
mülakatta,2 o tutsaklık saatlerinde, yaşlanmış ve çökmüş bir halde
sandalyesinde oturmakta olan Gutierrez Mellado'ya bakıp onun
bronşitten kaynaklanan öksürüklerini dirılerken, kaderin onla­
rı oluşturmaya zorladığı tuhaf ve ironik fıgürü düşündüğünü

1 Saatli salonda vuku bulan şeyler için bkz. Alfonso Guerra, Cuando el tiempo nos
alcanza, s. 297-301 .
2 Maria Antonia lglesias'a verdiği mülakat için bkz. El Pais semanal, 09.01.2005.

231
hatırlıyordu: "Bu General, Madrid Beşinci Kol'un liderlerinden
biriydi, bense Madrid Savunma Konseyi Halk Yönetimi'nin üyesiy­
dim ve görevim Beşinci Kol'la mücadele etmekti. O zaman ölesiye
düşmandık birbirimize, bu geceyse, burada, birlikteyiz ve yan yana
öleceğiz," demişti kendi kendine. Carrillo, sezer gibi olmuştu fı.gü­
rü, ama elindeki veriler yetersiz olduğu için, eksiksiz bir biçimde
görememişti. Veriler yeterli olsaydı, fı.gürün, düşündüğünden daha
tuhaf ve daha ironik olduğunu anlayacaktı.
Figürün ilk bölümü, onun biyografısinin can alıcı noktasından
oluşmaktadır: 6 Kasım 1 936'da, daha İç Savaş'ın başlarında, Franco
rejiminin kötü adamına, Franco karşıtı mücadelenin kahramanına
dönüşmeye başlamıştı Carrillo. Daha yirmi birini yeni doldurmuş­
tu ve tıpkı karşı siperin arkasında konurolanmış olan Gutierrez
Mellado gibi, en uzak olduğu vasıf, daha sonraki yıllarda edineceği
uzlaşma bayraktarlığıydı (1934'ün başlarında, El Socialista gazete­
sinde yayımlanan yazısında, "Uzlaşmak mı?" diyordu, "Hayır! Sınıf
savaşı! Vicdansız burjuvaziden ölümüne nefret ediyorum'')_l Aylar­
dır Sosyalist ve Komünist Gençler Birliği'ni (JSU) yönetiyordu;
gerek ideolojik radikalleşme sürecinin doğal bir sonucu olduğu,
gerekse bu yolla Frankocu ayaklanmaya karşı Cumhuriyeti daha iyi
savunabileceğini düşündüğü için, o gün Komünist Parti'ye katıl­
mıştı. Ama Cumhuriyetçiler bozguna uğrayacakrnış gibi görünü­
yordu. Madrid, günlerdir paniğe teslim olmuştu; Afrika'dan gelen
ordu birlikleri kapıya dayanmış, Franco'nun teröründen kaçan
binlerce sığınınacı sokakları doldurmuştu. Başkentin düşmesinin
kaçınılmaz olduğunu düşünen Cumhuriyet hükümeti Valensiya'ya
kaçmış, Madrid'in imlcinsız savunmasını General Miaja'ya bırak­
mıştı. General Miaja, gece saat onda, Savaş Bakanlığı'nda, Savun­
ma Konseyi'nin -kaçak hükümeti destekleyen bütün partilerin

1 Fernando Claudin, Santiago Carrillo, s. 19.

232
temsilcilerinden oluşacak yeni şehir yönetiminin- kurulması için
bir toplantı düzenlemiş, toplantı geç saatiere kadar sürmüş, sonun­
da Kamu Düzeni Konseyi'nin JSU liderine, Santiago Carrillo'ya
emanet edilmesine karar verilmişti. Bu genel toplantının ardından,
kendiliğinden gelişen, daha az kişinin katıldığı ikinci bir toplantı
yapılmış; bu toplantının akışı içerisinde, komünist ve anarşist yöne­
ticiler, birinci toplantıda ortaya atılan ikincil bir sorun için hızlı bir
düzenleme yapmışlardı. Elbette Madrid'in savunulmasının ölüm
kalım ı:ıeselesi olduğu noktada ikincil olan bir sorundu bu: Madrid
hapishanelerini -Modelo, San Anton, Porlier ve Ventas'ı- tıka basa
doldurmuş olan yaklaşık on bin tutuklu; onların çoğu, kendilerine
sunulan Cumhuriyet ordusuna katılma teklifini reddetmiş olan
faşistler ve isyancı subaylardı. O sırada Modelo'ya iki yüz metre
mesafede çatışmalar oluyordu; Franco, şehri her an alabilirdi. Bu
durumda, tutuklu askerler ve faşistler ayaklanan ordunun saflarına
katılacaklardı. Toplantının kaç saat sürdüğünü bilmiyoruz; toplan­
tıya katılanlar, sonunda tutukluları üç kategoriye ayırıp en tehli­
kelilerini, faşistlerle isyancı subayları ölüm cezasına çarptırmaya
karar verdiler. Sabaha karşı, Madrid'e otuz kilometre uzaklıktaki
Paracuellos del Jarama'da infazlar başladı. Üç hafta içerisinde, iki
bin Frankocu tutuklu, yargılanmadan öldürüldü.
Savaşta Cumhuriyetçilerio yaptığı en büyük katliamdı. Carrillo,
kendiliğinden gelişen, daha az insanın katıldığı toplantıda var
mıydı? Katliam kararını veren kendisi miydi? Ya da kararı alanla­
rın arasında o da var mıydı? Paracuellos infazlarını Cumhuriyetçi
barbarlığın simgesine dönüştüren Frankocu propaganda, hep öyle
olduğunu ileri sürdü: buna göre, katliamın sorumlusu Carrillo'ydu;
Kamu Düzeni Konseyi Başkanı'nın bilgisi olmaksızın onca insanın
hapishanelerden çıkarılması mümkün değildi. Carrillo'ya gelince,
daima suçsuz olduğunu söyledi: Kendisi yalnızca, Frankoculara
katılmalarının engellenmesi için, tutukluların hapishanelerden

233
tahliye edilmesini istemişti; kendisinin yargı yetkisi Madrid'le
sınırlıydı, şehir dışında yapılan infazların sorumluluğu, ancak
Madrid ve çevresinde hüküm süren savaş kargaşasında ortaya çıkan
denetimsiz gruplara yüklenebilirdi. Frankocu propagandacıların
ileri sürdüğü şey doğru muydu? Yoksa Carrillo mu haklıydı? Tarih­
çiler gına getirene kadar tartıştılar; kanımca, Ian Gibson, Jorge M.
Reverte ve Angel Viiias'ın araştırmaları1 bizi gerçeğe hayli yaklaş­
tırıyor. infazların komünistler ve anarşistler tarafından yapıldığı ve
denetimsiz grupların işi olamayacağı ortada. infazların komünistler
tarafından telkin edildiği, ama emri Carrillo'nun vermediği, -bel­
gelerden anlaşıldığı kadarıyla- Carrillo'nun bu işe doğrudan dahil
olmadığı da ortada. Viiias'a göre, infaz emri, İspanya'daki Sovyet
N KVD temsilcisi Alexander Orlov tarafından verilmiş,2 İspanya
Komünist Partisi'nin güçlü ismi Pcdro Checa tarafından iletilmiş,
Kamu Düzeni Konseyi temsilcisi, Komünist Parti'li Segundo
Serrano Ponccla tarafından uygulanmış olmalıydı. Bu, Carrillo'nun
yaşanan olaylarla ilgili hiçbir sorumluluğu olmadığı anlamına
gelmiyordu elbette: Savunma Konseyi'nin toplantısından sonra
daha az katılımcıyla yapılan, infazların planlandığı (infaz kara­
rının alındığı demiyorum, karar daha önce alınmıştı) toplantıya
katılmış olduğuna ilişkin yazılı bir kanıt yok, ama Serrano Poncela
ona bağlıydı, ilk günlerdeki infazlar onun bilgisi dışında yapılmış
olsa da, daha sonraki infazların onun kulağına gitmemiş olmasını
kabullenmek çok zor. Carrillo, infazları önlemek için müdahale

ı lan Gibson, Paracuellos: comofue, Madrid, Temas de Hoy, ı 983; Jorge M. Reverte,
La batalla de Madrid, Barselona, Critica, 2004, s. 673-679. Bu çalışmada, komü­
nistlerle anarşistlerin yaptığı ve Paracuellos infazlarının planlandığı toplannnın
tutanağı var; Angel Vifıas, El escudo de la Repıiblica. El oro de Espana, la apuesta
soviitica y los hechos de maya de 1 937, Barselona, Critica, 2007, s. 35-78.
2 Antonio Elorza, emrin Orlov tarafından verilmediğini, "yalnızca Komünist En­
tcrnasyoııal'in İspanya temsilcisi tarafından verilmiş olabileceğini" ileri sürüyor,
Victorio Codovilla; "Codovilla en Paracuellos", El Pafs, oı.ı1 .2008.

234
etmemiş olmakla, onları görmezden gelmekle suçlanabilir; infaz
emrini vermekle, infazı organize etmekle suçlanamaz. Böylesi bir
vahşeti önlemek için müdahale etmemek, mazur görülebilecek
bir şey değildir; ama onun ergenlikten yeni çıkmış, yeni girdiği
militarİst bir partide alınan kararları tartışabilecek, onlara karşı
çıkabilecek pozisyonda olmayan, yeni üstlendiği görevinde henüz
dizginleri ele alamamış (bunu becerdiğinde, Madrid'i istila etmiş
olan keyfi şiddeti büyük ölçüde önleyecektir) ve özellikle varoşla­
rında �ilislerin patır patır döküldüğü, -Franco'nun muhasarasına
şaşılacak bir biçimde iki buçuk yıl daha direnecek olan- halkın her
gün bombaların altında can verdiği umutsuz bir şehrin savunulması
uğraşının ve kaosun içerisinde boğulmuş bir genç olduğu düşü­
nülürse, anlaşılabilir. Şunu vurgulamalıyım: Bu tür şeyleri anlama
çabası göstermek, iki bin kişinin öldürülmesini mazur görmek
anlamına gelmiyor; yalnızca bir savaşın gerçek dehşetini eksiksiz­
ce kavrama çabasından vazgeçmemek anlamına geliyor. Carrillo,
bunu kavradı, o nedenle -1 980'lerde, İspanya'da onun ölümlerden
doğrudan sorumlu olmadığını söylemeye pek az insan cesaret ede­
biliyor olsa da- dolaylı sorumluluğunu hiçbir zaman inkar etmedi.
"Eğer benim sorumlu olduğum dönemde Paracuellos olayı vuku
bulduysa, büsbütün masum olduğumu asla söyleyemem, "1 demişti
1982 yılında.
Bu, fıgürün ilk bölümüdür; ikincisini şimdi anlatacağım.
Carrillo'nun Madrid Savunma Konseyi Kamu Düzeni Meclisi'ni
yönettiği aylarda, Komünist Parti Genel Sekreteri'nin yıllar sonra
sandığı gibi, başkentte Beşinci Kol'un liderlerinden biri değildi
Gutierrez Mellado. O konuma daha sonra gelecekti. Hayatı boyun­
ca Carrillo'nun peşini bırakmayacak olan karşıt mitlerin -Madrid
Savunması'nın kahramanı mitiyle Paracuellos infazlarının kötü

1 Gibson, Paracuellos, s. 229.

235
adamı mitinin- doğduğu 6 Kasım sabahında, San Anton Hapis­
hanesi'nin ilk katının ikinci koridorunda üç aydır tutukluydu
Gutiı�rrez Mellado. Çünkü temmuz ayında Madrid garnizonlarını
meşru Cumhuriyet hükümetine karşı ayaklandırmaya yeltenen,
sonra tutuklanan, daha sonra ilerleyen Frankoculara karşı başkentin
savunulması için Cumhuriyet ordusuna katılma teklifini reddeden
birçok subaydan biriydi müstakbel General. Bu, Gutierrez Mella­
do'nun, 7 Kasım günü, komünist ve anarşist yöneticilerin yaptıkları,
Madrid Savunma Konseyi'nin toplantısını izleyen ikinci toplantıdan
sonra onca arkadaşıyla birlikte hapishaneden çıkarılıp gün doğarken
Paracuellos'ta infaz edilecek subaylardan biri olduğu anlamına
geliyor. Gutierrez Mellado, operasyonun yürütülmesindeki karga­
şa nedeniyle o gün hapishaneden çıkarılıp infaz edilmemiş, daha
sonra 30 Kasım'a kadar San Anton Hapishanesi'ndeki tutuklulara
uygulanmış olan çeşitli infaziara da dahil edilmemiş, böylece mucize
eseri hayatta kalmıştı. İkisi yıllardır aynı siperde mücadele etmiş,
gençliklerinde savaş açtıkları uzlaşmanın bayraktariarına dönüş­
müşlerdi; o nedenle, 1 981'de, Gutierrez Mellado için Carrillo'nun
hala Paracuellos'un kötü adamı olması olanaksızdı. Ama 23 Şubat
gecesi, saatli salonun insanı hakir gören, buz gibi sessizliğinde defa­
larca göz göze gelip birbirlerine sigara ikram ederlerken, bir an gelip
kırk beş yıl önce kendisinin ölümüne hükmetmiş olan -kendisi de
savaşın gerçek dehşetini kavradığı için muhtemelen bunu yaptığına
inandığı- adamın yanında ölecek olmasındaki ironiyi eksiksizce
hissetmiş olması olanaksız değildir. Eğer bunu hissettiyse, onun
hatalı olduğunu bilmesini önemsemiş olmalıydı.

236
5

Santiago Carrillo'nun yıldızı, 23 Şubat darbesinden sonra hızla


söndü. Demokrasiyi inşa etmiş, 23 Şubat günü demokrasi için
hayatını ortaya koymuştu; ama ona ihtiyacı yoktu artık demokrasi­
nin, onunla yapacağı bir iş kalmamıştı; partisi için de öyleydi. Genel
Sekreter'in dört yıl önce Leninist ilkelerin terk edildiğini açıkla­
masından bu yana süregelen mücadele ve çatışma partiyi iyice hır­
palamıştı. Makamına ve otoriter iktidar kavrayışına sıkıca yapışan
Carrillo, tasfiye, yaptırım ve disiplin kovuşturması türünden önlem­
lerle komünistleri bir arada tutmaya çalıştı. Bu ruhsal arınma dene­
yiminin sonucu içler acısıydı: Kovuşturma, yaptırım ve tasfiye, daha
çok tasfiye, daha çok yaptırım ve daha çok kovuşturmaya neden
oldu. 1982 yazında, dağılma noktasına gelmişti İspanya Komünist
Partisi; beş yıl önceki üyelerinin yarıdan fazlasını yitirmiş, toplum­
sal mevcudiyeti gitgide zayıflamış, yenilikçiler, Sovyet yanlıları ve
Carrillocular olarak üçe bölünmüş, en güçlü muhalefet partisi oldu­
ğu geç Frankoculuk dönemine ve öyle olmaya aday olduğu erken
demokrasi dönemine göre tanınmaz bir hale gelmişti. Carrillo'nun

237
kendisi de tanınmaz bir haldeydi: Uluslararası saygınlığı olan lider,
yeni Avrupa Komünizmi'nin simgesi, yarı Tanrı otoritesiyle müceh­
hez Genel Sekreter, her bozgunu zafere dönüştüren strateji uzmanı,
muhaliflerinin bile güçlü, parlak, pragmatik, gereksinim duyulan
devlet adamı olarak gördüğü demokrasi kurucusu, şimdi herkesin
-hırsı ilkesel saflıkla, birikmiş öfkeyi değişim arzusuyla maskele­
yen- karmaşık ideolojik tartışma ve kavgalarla birbirine düştüğü,
çözülmektc olan bir partinin savunmaya çekilmiş, sinirli patronuna,
komünist dinozorluktan ve arkaik apparatchik1 söyleminden hitap
düşmüş, komplocu paranoyanın yaruyarnca labirentinde kaybolmuş
bir siyasetçiye dönüşmüştü. Şahsen işkence görerek, siyaseten can
çekişme hırıltısı çekerek geçirdiği o birkaç aylık dönemde, kendi­
sini partideki isyankarlardan korumak ya da onlara saldırmak için,
öfkeli bir çıkışla 23 Şubat'ı kullanmaktan geri durmuyordu: Bunu,
yoldaşlarının kendisini alaya aldıkları toplantılarda yapıyordu (12
Mart 1981 'de, Barselona'da düzenlenen bir etkinlikte, etraftakiler
bağırıp çağırırken, "Yarbay Tejero bile yere yatıramadı beni, siz
susturacağınızı mı sanıyorsunuz!"2 demişti); parti organlarının
toplantılarında, darbe gecesi örgütte sorumluluk üstlenmiş olan
yöneticileri, ahmakça ve korkakça davranarak ayaklanan orduya
karşı kitleleri harekete geçirmemiş oldukları için suçluyordu; komü­
nist ressam Jose Ortega'nın -Adolfo Suarez ve Gutierrez Mellado
dışındaki bütün milletvekilleri sandalyelerinin altında darbecilerin
kurşunlarından korunmaya çalışırken kendisinin dimdik oturuşunu
resmeden- tablosunu sahiplenirken de bunu yapıyordu belki (en
azından kendisini hakir görenler böyle düşünüyordu; tuvalin üze­
rindeki Suarez ve Mellado fıgürlerinin, panoramik Carrillo fıgürü­
nün yanında oldukça silik kaldığını da eklemeliyim).

1 Sovyet bürokratı -çn.


2 Diario 16, 16.03. 1981.

238
Hiçbiri işe yaramadı. 1982 yılının ekim ayında yapılan, darbe­
den sonraki ilk genel seçimler, Sosyalist Parti'ye meclisin mutlak
çoğunluğunu balışederek solun savaştan bu yana ilk kez iktidara
gelmesine yol açarken Santiago Carrillo'nun siyasi ölüm hükmü­
nü verdi: İspanya Komünist Partisi, oylarının yarısını kaybetti;
istifasını İcra Komitesi'ne sunmaktan başka çaresi kalmadı Genel
Sekreter'in. Görevi terk etti, iktidarı değil; katıksız bir siyasetçiydi
Carrillo, katıksız siyasetçi iktidarı terk etmez: Onu atarlar. Tıpkı
Suare�'in darbeden önceki geri çekilişi gibi, kesin değil, partiyi
uzaktan kontrol etmek ve geri dönüş için uygun zamanı kollamak
üzere düşünülen taktiksel bir geri çekilişti Carrillo'nunki. Genel
sekreterliğe sadık ve uysal (daha doğrusu önceleri sadık ve uysal
olduğunu düşündüğü) bir naip yerleştirmeyi başardı, İcra Komitesi
ve Merkez Komitesi üyeliği devam etti, partinin Temsilciler Mecli­
si sözcüsü oldu. Parti, dört milletvekiliyle girdiği Temsilciler Mec­
lisi'nde grup oluşturamadı, karma grup diye adlandırılan azınlık
partilerinin grubuna katıldı. Carrillo, orada, başbakanlıktan istifa
ettikten sonra yeni bir siyasi atılımla Demokratik Sosyal Mer­
kez Partisi'ni (CDS) kuran, seçimlerde Carrillo'nun ancak yarısı
kadar milletvekili çıkaran Adolfo Suarez'le yeniden bir araya geldi.
Siyaset illeti, yurttaşların oyları ve parlamenter mevzuat üzerinden
yaşadıkları son kamusal macerada birleşen muhkem ikizler yeniden
oradaydı işte; canla başla kurdukları siyasi sistem tarafından tenzil
edilmişler, sanki tarih onlardan yeni bir fıgür üretmek istemişti: beş
yıl önce diktatörlüğü demokrasiye dönüştürmüş, şimdiyse yalnızca
bütün ülkenin üstesinden gelmek için sabırsızlandığı bir dönemin
usandırıcı ikonları olarak göze çarpan iki milletvekili.
Sıfattan ibaret olan bir role, ikisi de boyun eğmediler. Carrillo,
daha üç yıl, elinden geldiğince Temsilciler Meclisi'nde ve partide
siyaset yapmaya devam etti; partinin kontrolünü elinde tutmak
ve ardılına vesayet etmek için sonuna kadar mücadele etti. Ancak

239
ardılıyla arasındaki anlaşmazlık, zuhur etmekte gecikmeyecek;
sonunda, 1985 yılının nisan ayında, bütün görevleri sona eren
Carrillo'nun konumu, basit bir parti üyeliğine tenzil olacaktı. Gizli
bir tasfıyeydi bu, kaldıramadı: Hemen partiden ayrıldı, kendisine
bağlı bir grupla birlikte İspanya İşçi Partisi'ni (PTE) kurdu; öngö­
rülebilir yetersizliği kısa sürede anlaşılan örgüt, 1991'de, kırk yıllık
Franco rejimi ve on beş yıllık demokrasi döneminde en büyük
rakibi olan Sosyalist Parti'yle birleşrnek için başvurdu. Çaresizlik­
ten kabullenmiş olduğu bu çıkışı, kendi devrinin kapanışı, kendi
biyografısiyle barışma olarak yorumladı Carrillo: Gençliğinde,
Madrid kahramanı ve Parcuellos'un kötü adamı mitlerinin doğdu­
ğu gün, Komünist Parti'ye katılmak için Sosyalist Parti'yi, ailesinin,
çocukluğunun ve ergenliğinin partisini terk etmişti; yaşlılığında,
aynı yolu tersine katediyordu: Sosyalist Parti'ye girmek için Komü­
nist Parti'yi terk ediyordu. Elbette kimse kabul etmedi bu yorumu;
oysa büyük bir olasılıkla sembolik bir duruştu onunkisi: demokra­
tik sosyalizmi (ya da sosyal demokrasiyi) kötülemeye hasrediimiş
bir hayatın ardından, yıllar önce başlatılan komünizmin ideolojik
sökümü, yıkımı ve altının oyulması sürecinin kaçınılmaz sonucu­
nun demokratik sosyalizm (ya da sosyal demokrasi) olduğunun
sembolik kabulü. Belki de, aynı zamanda bir itaatsizlik duruşu,
katıksız bir siyasetçinin son manevrasıydı: Yetmiş altı yaşında
olduğu bir dönemde artık belirleyici pozisyonlara talip olmasa da,
deneyimli lider olarak edinmiş olduğu stratejik noktadan gençleri
ve hükümetteki her şeye kadir sosyalistleri etkilerneyi düşünmek­
ten kendini alıkoyamamış olabilirdi. Ona kaynaklık eden şey ne
olursa olsun, sonunda büsbütün sonuçsuz kaldı bu duruş: PSOE,
PTE'nin diğer üyelerini kabul etti; Carrillo'ya gelince, tatlı dille,
kim bilir belki de içten içe onu aşağılama niyetiyle, siyasi geçmişi
dikkate alındığında, herkes için en hayırlısının, partiye katılma­
sının resmiyete dökülmemesi olduğu konusunda onu ikna ettiler.

240
Siyasi kariyerinin sevimsiz colophon'u 1 oldu bu. Daha sonra
olanlar, bunu tekzip etmedi. Aktif siyaseti terk edince gazetelerde
makaleler yazarak, ömür boyu elinden düşürmediği sigarası ve o hiç
nihayete ermeyen çatlak, tekdüze ve sakin sesiyle radyo söyleşileri
ve televizyon programlarında görüşlerini dile getirerek, hayatının
son yıllarında, vatanın saygıdeğer büyüklerinin oturtulduğu hey­
kel kaidelerinden birini kapmış gibi görünüyordu. Yalnızca öyle
görünüyordu. Medyanın ve kurumların gösterdiği o gelgeç ululayış
ve saygının arkasında, tersine akan, güçlü olduğu ölçüde inatçı da
olan bir akıntı vardı: Sağ, onun adını savaşın dehşetiyle birlik­
te anmaktan, geçmişine dair yeni günahlar uydurmaktan hiçbir
zaman vazgeçmedi; öyle ki, hayatının sonuna kadar, herhangi bir
etkinliğe katılıp da radikal çetelerin tacizine ve şiddetine maruz
kalmaması, görülmüş şey değildi; sola gelince, Carrillo'nun orada
maruz kaldığı kabullenilmeyiş daha az gürültülü, daha yumuşaktı,
ama özellikle eski yoldaşları, eski yoldaşlarının mirasçıları ve eski
yoldaşlarının mirasçılarının mirasçılarının reddiyesi daha az sancılı
değildi: Kilise cemaatinin onun sultasına boyun eğmiş eski üyeleri
olarak, ona karşı hissettikleri bitimsiz nefreti açıkça gösteriyorlardı;
aslında çoğu, Carrillo'nun başpapaz olarak tapınıldığı bir kiliseye
dahil oldukları için, içten içe kendilerinden de nefret ediyorlardı.
Eski yoldaşlarının mirasçıları, Felipe Gonzalez'in yaptığı bir kötü­
lüğü ona mal ederek, Franco'nun kırk yıllık diktatörlüğü boyunca
yapamadığı şeyi beş yıllık demokrasi döneminde becermiş olmakla
suçluyorlardı Carrillo'yu: Komünist Parti'yi yok etmek; eski yol­
daşlarının -cehaletin acımasızlaştırdığı, genç olmanınsa cezadan
muaf kılarak küstahlaştırdığı- mirasçılarının mirasçılarına gelince,
eski bir suçlamayı tekrarlayıp durarak onu kötülüyorlardı: Onlara

Colophon: Eskiden kitabın sonuna konulan, eserin ve yazannın adını, yayınevini


gösteren yazı -çn.

241
-Fiat iustitia et pereat mundus'dan yana olanlara- göre, Carrillo'nun
kişisel hırsı ve Adolfo Suarez'le yaptığı suç ortaklığı, onun ideolojik
revizyonizmi, oynak siyaseti ve strateji hatalarıyla birleşince, solu,
diktatörlükten demokrasiye geçiş için sağla dezavantajlı olduğu bir
anlaşma yapmaya zorlamış, Franco'nun savaştaki zaferiyle ortadan
kaldırılan Cumhuriyetçi meşruiyetİn yeniden kazanılmasını, Fran­
koculuğun kurbanlarının zararlarının eksiksizce karşılanmasını ve
kırk yıllık diktatörlüğün sorumlularının kovuşturulmasını engelle­
mişti. Hiçbiri haklı değildi, ama -Carrillo, 23 Şubat günü demok­
rasi için hayatını ortaya koyarken, onun yoldaşlarının, yoldaşlarının
mirasçılarının ve yoldaşlarının mirasçılarının mirasçılarının tam
olarak ne yapmakta olduklarını bilmesek de- hepsinin kısmen
haklı olduğunu, Carrillo'nun esasen başarısız biri olduğunu, Fran­
co'nun uzlaşmaz İspanya'sını demokrasiyle uzlaştırmak dışında
hayatı boyunca üstlenmiş olduğu bütün büyük projelerin başarı­
sızlıkla sonuçlandığını inkar etmek saçma olur: iktidarı cebren
ele geçirmek üzere devrim yapmaya yeltendi, başarısız oldu; haklı
bir savaşı kazanmaya yeltendi, başarısız oldu; haksız bir düzeni
devirmek istedi, başarısız oldu; seçim yoluyla iktidara gelmek için
komünizmi ıslah etmeye yeltendi, başarısız oldu. Son yıllarında
neredeyse herkesten gördüğü saygı sahteydi, ona gerçekten hürmet
eden pek az insan vardı. Pek çok şey oldu, ama asla dangalak ve
tabansız biri olmadı; etrafına baktığında muhtemelen harap olmuş
ideallerin, yıkılmış umutların kavruk peyzajını görüyordu.
O son dönemde, Adolfo Suarez'le arkadaşlığı hiç bozulmadı.
Aktif siyaseti ikisi de aynı zamanda, 1991 yılında bırakmışlar­
dı; bunu izleyen on yıl boyunca, daha fazla görüştüler, daha da
yakınlaştılar. Sık sık buluşur, gülüşür, beyhude bir çabayla siya­
setten konuşmamaya çalışırlardı. 2001 kışında, arkadaşının hasta
olduğundan kuşkulanmaya başladı Carrillo. Toplumun önünde
sahne alınaktan uzak duran Suarez, ertesi yılın haziran ayında,

242
demokrasinin yirmi beşinci yılını kutlamak üzere basının karşısına
çıktığında, o sırada Moncloa'da altıncı yılını sürmekte olan Jose
Maria Aznar'ın demokrasi döneminin en iyi başbakanı olduğunu
söyledi. Bu abartılı övgü, birçok yorumun yapılmasına yol açtı;
Carrillo'nun yorumu, kimi bilgiçler tarafından, toplumun sempati­
sini kazanmak uğruna arkadaşını hiçe sayan eski kurdun istihzası
olarak değerlendirildi: "Adolfo'nun durumu iyi değil, beyin hasa­
rından mustarip sanırım."1 Kısa bir süre sonra, Madrid'in dışında,
La Flc:;ırida sitesindeki evinde ziyaret etti Smirez'i. Onu her zaman­
ki gibi, daha doğrusu o dönemde nasıl karşılıyorsa öyle karşıladı
Suarez. Bir ara sitede yaptığı uzun yürüyüşlerden söz ederken,
onun sözünü kesti Carrillo. "Yalnız başına yürümemelisin," dedi
ona. "Her an önüne çıkabilirler." Gülümsedi Suarez. "Kim?" diye
sordu, "ETA mı?" Onun yanıtlamasına fırsat tanımadan devam
etti: "Götleri yiyorsa gelsinler." Hemen ardından adeta bir vestern
sahnesinin başrolünü yorumlayan Suarez'e bakakaldı Carrillo: Bir
gün tek başına evden çıktığında, yakındaki parkın önünden geçer­
ken üç silahlı terörist üzerine adamış, ama o, kendisini etkisiz hale
getirmelerine fırsat tanımadan etrafında dönüp silahını çekmiş,
üç atışta onların ellerindeki silahları düşürmüştü; bir daha bunu
yapmaya yeltenirlerse kurşunu öldürmek üzere sıkacağını, yasalara
ve yurttaşların demokratik iradesine saygılı olmaziarsa ellerini ve
ayaklarını bağlayıp onları adalete teslim edeceğini, hayatlarının
sonuna kadar hapishanede yatacaklarını söylemişti.
Bir daha görmedi Adolfo Suarez'i. 2007 ilkbaharında, bir sabah
onunla ilk ve son kez buluştuğumuzda, bana öyle söyledi. Öğlenle­
yin, onun evinde buluştuk. Nifio Jesus mahallesinde, Reyes Magos
Meydanı'nda, Retiro Parque'ye yakın bir binada, gösterişsiz bir
dairede oturuyordu. Artık doksanlı yaşlarını sürüyordu Carrillo,

1 Jose Garcia Abad, Adolfo Sudrez, s. 22.

243
ama altmışlı yaşlardaki görüntüsünü hala koruyordu. Olsa olsa
vücudu biraz daha küçülmüş, kemik çatısı biraz daha kırılganlaş­
mış, tepesi biraz daha açılmıştı; dudakları biraz çökük, burnu daha
ince, çift mercekli gözlüğünün arkasındaki bakışları daha az müs­
tehzi ve daha içtendi. Birlikte olduğumuz süre içerisinde bir paket
sigarayı bitirdi. Ne hınç vardı konuşmasında ne de kibir; yedeğine
kusursuz bir hafızayı almış, hata yapmamak için olağanüstü bir
özenle konuşuyordu. Siyasi değişim yılları, İspanya Komünist
Partisi'nin yasallaşması ve 23 Şubat'la ilgili her şeyi sordum ona;
özellikle Adolfo Suarez'den söz etti ("Üniversitede çalışırken bir
yığın kültürlü budala tanımışsınızdır, öyle değil mi?" diye iki kez
sordu bana. "İşte Suarez, onların tam tersiydi"). Onun çalışma
odasında, üç saatten uzun bir süre karşılıklı oturduk; küçücük,
bütün duvarları tavana kadar kitapla kaplı bir odaydı. Masasının
üzerinde bir yığın kitap, bir sürü kağıt ve izmaritle dolu bir küllük
vardı. Sokağa bakan aralık pencereden, oynayan çocukların sesleri
geliyordu. Carrillo'nun arkasındaki rafa konulmuş olan 23 Şubat
fotoğrafı, odaya hükmediyordu: The New York Times'ın ön sayfa­
sında yer alan fotoğrafta, Temsilciler Meclisi toplantı salonunda
General Gutierrez Mellado'yu tartaklayan jandarmaların üzerine
yürümek üzere sandalyesinden kalkan genç, cesur ve canı sıkkın
Adolfo Suarez seçiliyordu.

244
6

istihbarat servisleriyle ilgili soru, şimdi değişikliğe uğramış


olsa da, hala yanıtlanmamış bir halde ortada durmaktadır. Javier
Calder6n'un yönettiği CESID'in doğrudan darbeyi organize etme­
diğini, darbeye katılmadığını, bilakis darbeye karşı koyduğunu
biliyoruz; ama CESID'in Binbaşı Jose Luis Cortina tarafından
yönetilen seçkin bir birliğinin, AOME'nin çeşitli elemanlarının
Temsilciler Meclisi'nin müsaderesinde Yarbay Tejero'yla işbirliği
yaptığını da biliyoruz (hiç kuşkusuz, kararsız kimi subayları son
anda Tejero'ya yardımcı olmaya ikna eden Yüzbaşı G6mez Iglesias
ile Tejero'nun otobüslerine eşlik eden Çavuş Miguel Sales, Onbaşı
Rafael Monge ve Onbaşı Jose Moya yapınışiardı bu işbirliğini);
o nedenle, sorulması gereken soru şudur: AOME, 23 Şubat'ı
organize mi etmiştir, yoksa desteldemiş midir? Binbaşı Cortina,
23 Şubat'ı organize mi etmiştir, yoksa desteldemiş midir? Aslın­
da önce başka iki soruyu yanıtlamadan bu iki soruyu yanıtlamak
mümkün değildir: Binbaşı Cortina kimdir? AOME nedir?
Jose Luis Cortina'nın biyografısi, '70'li yıllarda arkadaş olduğu,
dostluk ilişkisini o güne kadar sürdürdüğü Javier Calder6n'unkiyle

245
gorunuşte birçok benzerlik gösteriyor. Ama yalnızca gorunuşte;
çünkü Cortina, CESID'in eski genel sekreterinden çok daha karma­
şık, çok daha müphem bir karakter. Onu çok iyi tanıyanlar, şaşılası
bir tutarlılıkla, gerçek bir eylem adamı ve aynı zamanda bir kamuflaj
virtüözü olarak tanımlıyorlar. Manuel Vazquez Montalbin, onun­
la yaptığı mülakattan sonra, 'her kılığa bürünebilen bir karakter'
olarak nitelendirmişti onu. Cortina, tıpkı Calderon gibi, Colegio
Pinilla'nın toplumsal kaygılar güden falanjizmiyle yetişti; ama siya­
sete duyduğu ilginin Calderon'unkinden çok daha derin olması,
'60'lı yıllarda, -Castro Kübası'na sempati besleyen, Marksist eğilimli
aşılamayla rejimin ağılım yenilerneye ve arıtmaya yeltenen Devrimci
Toplumsal Cephe gibi- Falanj'ın sol kanadındaki küçük radikal
gruplara katılmasına neden oldu. Dönemin politize gençlerinde
yaygın bir biçimde görülen bu ideolojik çorba, onun ordu istihbarat
servisi ve polisle fıkren çatışmasına, Franco rejiminin muhalifleriyle,
özellikle komünistlerle ilişki kurmasına zemin hazırladı. Ordu istih­
barat servisine, otuz yaşını doldurduğu ve iyi bir dereceyle, 14 sicil
numarasıyla (Kral'ınkiyle aynı) Harp Akademisi'nden mezun oldu­
ğu 1968 yılında katıldı; Yüksek Genelkurmay tarafından, istihbarat
servisinin ilk özel operasyon birimi olan SOME'yi organize etmekle
görevlendirildi; '70'li yılların ortalarına kadar orada çalıştı. imitas­
yon devrimcilik eğiliminin törpülendiği o dönemde, tıpkı Calderon
ve siyasi düşüncelerini, tasarılarını daima paylaştığı kardeşi Antonio
gibi, -Frankoculuktan kopmadan reform yapma aranışı çerçeve­
sinde- Manuel Fraga'yla bağlantı kuran (ve İnonarşinin, kopuşu
kollayan Suirez'in reformu üzerine oynadığı anlaşılır anlaşılmaz
ondan ayrılan) bir danışmanlar kurulu ya da partileşme girişimi
olan GODSA'ya katıldı.1 Cortina, tıpkı Calderon gibi, o dönemde

1 GO D SE, Antonio ile Jose Luis Cortina tarafından '60'lı yılların sonlarında kuru­
lan, Equipo XXI diye anılan bir araştırma grubunun doruk noktasıydı aslında. O
dönemin dergilerinde yayımlanan birçok makalede, iki kardeşin -aynı anda hem

246
Demokratik Askeri Birlik'in (UMD) Franco karşıtı subaylarından
birinin, Yüzbaşı Garcia Mirquez'in savunma avukatlığını üstlendi.
Nihayet 1977 sonbaharında, ilk demokratik seçimlerin ardından
CESID kurulduğunda, örgütün yöneticisi, onu merkeze bağlı bir
özel operasyon birimi olarak tasarlanan AOME'yi kurmakla görev­
lendirdi. 23 Şubat'tan bir hafta sonra darbeye katıldığı gerekçesiyle
yargılanana kadar AOME'yi yönetti. Cortina, siyasi açıdan bakıl­
dığında, 1980'lerin başlarında, monarşiye bağlı bir askerdi; dört
yıl önce gönülsüzce demokratik sistemi kabullenmiş olsa da, şimdi
(Gutierrez Mellado'ya sadakatle bağlı olan Calderondan farklı ola­
rak), Adolfo Suarez'in demokrasiyle kötü bir ilişki kurduğunu ya da
demokrasiyi bozduğunu, sistemin Kraliyet'i tehdit eden derin bir
krize girdiğini, bu krizden çıkmak için yapılacak en iyi şeyin Gene­
ral Arınada gibi bir askerin himayesinde kurulacak bir koalisyon,
toparlanma ya da milli birlik hükümeti olduğunu düşünüyordu.
Cortina, -General'le yakın dostluk ilişkisi olan ve siyasi kariyerini
Manuel Fraga'nın Alianza Popular'ında sürdüren- kardeşi Antonio
kanalıyla bağlantı kurduğu Arınada'yı çok iyi tanıyordu. Teknik
açıdan, onun casusluk faaliyeti açısından bakıldığında, hiçbir şey
AOME'nin kendi yapısı kadar iyi tanımlayamaz Cortina'yı.1
AOME, CESID'e bağlı olmakla birlikte, onun ne organizas­
yonel kaosundan ne de kaynak yetersizliğinden mustariptir; tam
tersine, İspanyol istihbarat servislerinin Batı'nın istihbarat ser­
visleriyle karşılaştırılabilecek nitelikteki sayılı biriminden biridir.
Bu, bütünüyle kurucusunun sayesindedir: Cortina, AOME'yi,

radikal hem de ehlileştirilmiş olan-" falanjizminden dem vuruluyor. Equipo XXI


ile ilgili olarak bkz. Jeroen Oskam, Interftrencias entre politica y literatura bajo el
franquismo, Amsterdam, Universiteit van Amsterdam, 1992, s. 215, 226 ve 234;
GODSA'yla ilgili olarak bkz. Cristina Palomares, Sobrevivir despuis de Franco,
Madrid, Alianza Editorial, 2006, s. 198-205.
M. Vazquez Montalban, "Jose Luis Cortina Prieto. Codico madrilefio nocturno",
Mis almuerzos con gente inquietante, Barselona, Planeta, 1984, s. 91. •

247
dört yıl boyunca, neredeyse eksiksiz bir özerkliğe sahip olarak
yönetti; CESID'le hiyerarşik tek bağlantısı Calderon'du. Calderon,
birliğe nezaret etmiyor, merkezin çeşitli birimlerinin istekleri
doğrultusunda, ondan bilgi talep ediyor; daha sonra Binbaşı, nasıl
edindiğine dair kimseye hesap vermeksizin, istenen bilgileri edi­
niyordu. AOME, bütün Batılı istihbarat servislerinde olduğu gibi,
gizli servisin içerisinde -belli bir noktaya kadar gizli servisten bile
gizli olan- gizli bir birimdi. Basit bir yapısı vardı. Üç operasyon
grubundan oluşuyordu; her operasyon grubunun iki alt grubu, her
alt grubun üç ekibi vardı. Her ekipte yedi sekiz kişi, üç dört araç
ve ekibin diğer üyeleriyle ve araçlardaki telsizlerle iletişim kurmak
için kullanılan kişisel vericiler vardı. Her ekibin bir görevi, her
ajanın -fotoğraf, iletişim, çilingirlik, patlayıcı gibi- bir uzmanlık
alanı vardı. Bu üç operasyon grubunun yanı sıra, öteden beri kendi
okulu vardı AOME'nin. Her yıl istihbarat teknikleri kursu düzen­
liyor, öğrencilere karmaşık istihbarat toplama ve üstlenilen göre­
ve -takip, dinleme, gizlice ev ve işyerlerine girme, adam kaçırma
gibi en tehlikeli CESID görevlerine- elverişli bilgiyi seçip ayırma
teknikleri öğretiliyordu. Bu faaliyetlerin niteliği, onları sürdüren­
Ierin neden CESID'in içerisinde bile yarı gizli bir hayat sürmekte
olduklarını açıklıyor. CESID'in üyeleri, AOME ajanlarının kim­
liklerini ve birliğin idare merkezlerinin, Paris, Berlin, Roma ve Jaca
diye anılan Madrid'in dış malıailelerindeki dört villanın yerini bil­
miyorlardı. Böylesine esrarengiz bir yapılanma ancak bir tür tarikat
ruhu sayesinde sürdürülebilirdi. O yıllarda onun emrinde olanların
ifadelerine göre, sayıları neredeyse iki yüzü bulan adarnma bu
ruhu telkin etmeyi, onların kendilerini şeflerine sadık, disiplinli
bir şövalye tarikatı mensubu olarak tasavvur etmelerini sağlamış,
AOME'yi seçkin bir gruba dönüştürmeyi becermişti Cortina.
Ordunun diğer birimlerinin de paylaştığı bir sloganı vardı onların:
"Eğer mümkünse, yapılmış; eğer imlcinsızsa, yapılacak demektir."

248
Binbaşı Jose Luis Cortina, ana hatlarıyla böyleydi; ana hatlarıy­
la, AOME buydu. Binbaşının kişisel özellikleri, yönettiği birimin
operasyonel ve örgütsel nitelikleri, daima yasallığın sınırında ya da
ötesinde yer alıyor, her zaman gizli saklı, dışarıdan denedenmeksi­
zin çalışıyor olması dikkate alındığında, Calderon'un CESID'inin
karşı çıktığı darbeye Cortina'nın AOME'sinin arka çıkmış olma­
sında şaşılacak bir şey yoktur. Cortina'nın AOME'ye sağladığı içsel
bağdaşma dikkate alındığında, üyelerinin Binbaşı'nın talimatı ve
bilgisi dışında davranmış olmaları çok zor görünüyor. imkansız
olduğunu söylemiyorum (birimin içsel bağdaşması o kadar da sağ­
lam değildi aslında; bazı AOME elemanları, 23 Şubat'tan sonra,
Cortina'nın ve arkadaşlarının darbeye katıldıklarını ihbar etmişler­
di; öte yandan, Yüzbaşı Gomez Iglesias, aylar önce Yarbay Tejero'yu
izlemek üzere Cortina tarafından görevlendirilmiş olsa da, eskiye
dayanan dostluğu ve fikir birliği nedeniyle Yarbay'la birlikte hare­
ket etmiş olabilirdi); çok zor diyorum. Vuku bulan şey bu mudur?
Binbaşı Cortina, 23 Şubat'ı organize etmiş ya da desteldemiş
midir? Eğer öyleyse, bunu neden yapmıştır? Zor kullanarak Arına­
da'nın hükümetine destek olmak için mi? Yoksa, eğer başanya ula­
şırsa kazanan tarafta olmasına yetecek ölçüde darbeyi desteklemiş,
eğer başarısızlığa uğrarsa kazanan tarafta olmasına yetecek ölçüde
onunla mücadele mi etmiştir? İki taraflı çalışan bir ajan olabilir
mi? Ya da içeriden kontrol edip başarısızlığa uğramasını sağlamak
üzere darbeye katılan bir ajan provokatör olmasın? Bunların hepsi,
zaman zaman ortaya atılan varsayımlardır. Ama daha önce başka
beş soruyu yanıtlamadan, bu beş sorunun yanıtlanması imkansız­
dır: Cortina, 23 Şubat'ı kimin, ne zaman, nasıl, nerede yapacağını
önceden biliyor muydu? Cortina, 23 Şubat' ın öncesinde Arınada
ve diğer darbecilerle irtibat halinde miydi? Cortina, 23 Şubat'ın
arifesinde tam olarak ne yaptı? Cortina, 23 Şubat günü tam olarak
ne yaptı? 23 Şubat günü, AOME'de tam olarak neler oldu?

249
7

23 Şubat

Akşam saat yediye yirmi kala, Temsilciler Meclisi'nin basılma­


sından on beş dakika sonra, Kral, General Arınada'nın Zarzuela'ya
girişini önlediğinde darbe engellendi. Bu, hükümet üyeleri ve
milletvekillerinin alıkonulduğu, Valensiya bölgesinin ayaklandığı,
Brunete Zırhlı Tümeni'nin Madrid'i tehdit ettiği o anda, darbenin
başarısızlığa uğramasının kaçınılmaz olduğu anlamına gelmiyor. O
anda, darbenin yanı sıra karşı darbenin de başlamış olduğunu ve o
andan itibaren, saat dokuza kadar, ordunun yeni birliklerinin ayak­
lanmaya katılması beklentisiyle askıya alındığını gösteriyor yalnızca.
Karşı darbenin komuta merkezi, Kral'ın odasıydı. Sekreteri
Sabino Fernandez Cam po, Kraliçe, o sırada on üç yaşında bir çocuk
olan oğlu Prens Felipe ve emir subayının eşliğinde, bütün bir gece
orada kaldı Kral. Kraliyet ailesinin yakırıları, dostları ve saray çalı­
şanları, yan salonları doldurmuş, teleforıla görüşüyor, olayla ilgili
yorumlar yapıyorlardı. Kral, anayasaya göre, başbakan ve savunma

250
bakanına bağlı olan ordunun yalnızca sembolik komutanı olsa da,
o olağanüstü durumda ordu başkomutanı gibi davranıyordu. Dar­
benin ilk anlarından itibaren, silah arkadaşlarına, yasalara saygılı
olmaları için talimat vermeye başlamıştı. Önce, müsadere edilen
hükümetin yerini alacak yönetimin belirlenmesiyle ilgili öneriyi
onayladı; buna göre, yürütmenin bütün yetkileri, ordu hiyerarşisi­
nin en üst organı olan Genelkurmay Yüksek Konseyi'ne geçiyordu.
Ama birisi, -belki Fern:indez Campo, belki de Kraliçe- bunun
askerler lehine sivil iktidarı kenarda bırakmak ve pratikte darbeyi
onaylamak anlamına geleceğini ihsas edince, onayını hemen geri
aldı. Gecikmeden geri dönülen bu yanlış adım, Zarzuela'da, sivil­
lerden mürekkep bir yedek kabine kurulması gerektiği sonucuna
vanlmasına neden oldu. Bu sorun, devlete bağlı sekreter ve sekre­
ter yardımcılarından oluşan bir grubun Devlet Güvenlik Müdürü
Francisco Laina başkanlığında toplanmasıyla, saat sekiz olmadan
halledildi. O sırada, Kral'ın en büyük endişesi ne Temsilciler
Meclisi'nin kontrolünü elinde tutan Yarbay Tejero ne Valensiya'yı
ayaklandırmış olan General Milans, ne -Ttimen Komutanı'nın ve
Madrid Mareşali'nin karşı emirlerine rağmen- darbeye katılmak­
tan vazgeçmeyen Brunete Zırhlı Tumeni'ndeki entrikalar ne de
darbecilerin -Tejero, Milans ve Brunete'deki entrikacıların- adını
her zikredişinde şüpheleri üzerine çeken General Armada'ydı;
Kral'ın en büyük endişesi, mareşallerdi.
Bunlar, ülkenin bölündüğü on bir askeri bölgede genel vali
olarak hüküm süren generallerdi. Hepsi Frankocuydu: Hepsi
Franco'nun yanında savaşmış, neredeyse hepsi Hitler'in birlikleriy­
le birlikte Mavi Ttimen'de1 çarpışmıştı, hepsi ideolojik olarak aşırı

Mavi Tümen: Franco'nun, kendisine İspanya İç Savaşı'nı kazanmasında yardırncı


olan Hitler ve Mussolini'nin ısrarıyla 1941'de kurduğu birlik. Bu tümen, gönüllü­
ler, maceraperesder ve hapishane devşirmderinden oluşan 18.000 kişilik bir güce
sahipti. 1942'de, Almanlada birlikte Sovyetlere karşı savaşınışiardı "i="·

25 1
sağa bağlıydı, aşırı sağla iyi ilişkiler içerisindeydi, hepsi zorunlu
olduğu için, gönülsüzce kabullenmişti demokrasiyi, o sırada çoğu,
ordunun politikaya müdahalesinin elzem ve uygun olduğu kanısın­
daydı. Üçüncü Garnizon Komutanı Milans, 23 Şubat'ın öncesinde
beş mareşalin (İkinci Garnizon Komutanı Merry Gordon; Beşin­
ci Garnizon Komutanı Elicequi; Yedinci Garnizon Komutanı
Campano; Sekizinci Garnizon Komutanı Fermindez Posse; Doku­
zuncu Garnizon Komutanı Delgado) açık ya da örtük desteğini
almayı başarmıştı; ama darbenin başlarında Kral ve Fermindez
Campo onları birer birer aramaya başladığında, saflarını belirle­
mek durumunda kalınca, hiçbiri açıkça Milans'ı desteklediğini
ifade etmedi. Kral'ın otoritesine hiç tereddütsüz saygı duyduklarını
da ifade etmediler elbette; Kral birliklerini sokağa çıkarmalarını
emretseydi, bunu yapacaklardı, ama Zarzuela'dan gelen emir bunun
tam tersi olunca, ikisi (Madrid'de Qyintana Lacaci, Burgos'da
Luis Polanco) dışında hepsi bütün bir akşamı ve geceyi kuşkuya
gark olarak geçirdiler; bir yandan Milans, telefonda şerefli olmaya,
vatanı kurtarmaya ve göreve bağlılığa davet ederek verdiği vaazlarla
onları sıkıştırıyor, öte yandan, Kral'a duydukları saygı ya da asta
özgü suskunluk ve ihtiyatlılık onların elini kolunu bağlıyordu; belki
de Franco'nun subayı olarak gençliklerinde yaşadıkları destansı
isyanı yeniden yaşayacak olmanın büyüsüne kapılarak, darbeye
arka çıkmalarının her şeyi -geri kalan bütün arkadaşlarının devreye
girerek nefret ettikleri siyasi rejimi ortadan kaldırması için Kral'a
baskı yapmaları konusunda kararlı olan- darbecilerin lehine çevi­
rebileceğini, ama aynı zamanda aynı arka çıkışın sicillerini bozup
emeklilik planlarını altüst edebileceğini ve hayatlarının kalan
bölümünü askeri hapishanede geçirebileceklerini düşünüyorlardı.
Kendilerine paye veriyordu bu generaller; 23 Şubat günü olan biten
şeylere bakıldığında, bir iki istisna dışında, konfor ve kibirle alçal­
mış, korkak ve onursuz bir avuç askerden öte bir şey olmadıkları

252
ortadaydı. Eğer onurlu askerler olsalardı, savunmak için yemin
ettikleri meşruiyeti korumak üzere Kral'ın emirlerine uymakta bir
an olsun tereddüt etmezlerdi; cesur olsalardı, ideallerinin peşi sıra
tankları sokaklara çıkarırlardı. Bir iki istisna dışında, bunlardan ne
birini yaptılar ne de diğerini. Yüz kızartıcılıkla gülünçlük arasında
gidip gelen bir tutumdu onlarınki: Sözgelimi İkinci Garnizon
Komutanı General Merry Gordon, Milans'ın yanında olacağı­
na söz verdiği halde, bütün bir geceyi ziyadesiyle cin içip yatağa
serilerek geçirmişti; Dokuzuncu Garnizon Komutanı General
Delgado, kışlada kalmak yerine Granada'nın varoşlarındaki bir
restorana kapağı atmış, oraya sığınarak darbenin belirsizlikle­
rinden korunmuş, sabaha karşı her şeyin belirginlik kazandığı
kanısına vardığı ana kadar darbenin lehinde ya da aleyhinde tek
sözcük sarf etmemiş, sonra kışladaki odasına dönmüştü; Yedinci
Garnizon Komutanı General Campano, hem darbeye katılmış
gibi görünüp hem de olası bir darbeci suçlamasından kurtulmak
için kurnazca hileler yapıp durmuştu; Kanarya Adaları Garniwn
Komutanı General Gonzalez del Yerro, sonunda kurulacak olan
hükümete Arınada'nın değil, kendisinin başkanlık etmesi koşu­
luyla darbecilerle işbirliği yapmaya hazır olduğunu ifade etmişti.
Daha birçok anekdot aktarılabilir, ama hepsi aynı kapıya çıkıyor:
Milans'ın dışında hiçbir mareşal darbeyi açıkça desteklemedi;
Qyintana Lacaci ve Palonco dışında hiçbir mareşal darbeye açıkça
karşı çıkmadı. Buna rağmen ve gece boyunca Zarzuela'ya gelen
ınareşallerle ilgili haberler her an değişmekle ve sıklıkla birbiriyle
çelişmekle -ya da çelişiyor gibi görünmekle- birlikte, Kral'ın, saat
dokuza doğru, son anda öngörülemeyen bir şey durumu tersyüz
etmedikçe, mareşallerin emirlerine karşı gelmeye cesaret edemeye­
ceklerine kesin gözüyle bakmış olması muhtemeldir.
Ama öngörülemeyen bir şey her an vuku bulabilir, durum her
an tersyüz olabilirdi: Ayaklanmanın bir bölümünü yatıştırmış ama

253
henüz ayaklanmayı bastırmamıştı Kral. Gece saat yediyle dokuz
arasındaki en yakıcı noktalar, Temsilciler Meclisi ile darbenin
başarısını belirleyecek olan Brunete Zırhlı Tümeni'ydi. Bu iki saat
içerisinde Brunete'de olup bitenler açıklanabilecek şeyler değil;
mareşalleri pençesine alan muazzam korkaklık ve kararsızlığın
Brunete'deki darbecileri de pençesine almış olduğu hesaba katıl­
madığında, açıklanabilmesi olanaksız. Darbeciler tarafından, dar­
benin Kral'ın onayıyla yapıldığına ikna edilen Brunete'nin kuman­
danı General Juste, darbenin başlamasından birkaç dakika önce,
bütün birliklerine Madrid'e yürüme emri vermiş, ama daha sonra
Zarzuela'yla konuşmuş, üstü General Qyintana Lacaci'den sert
emirler almış, saat yediden önce, verdiği emri iptal etmiş, birlikteki
çoğu komutan, bu emre itaat etmekte gönülsüz davranmıştı; silah
arkadaşlarının tereddütlerini gidermek ve darbeyi zafere ulaştırmak
için Madrid'in göbeğine bir tank yerleştirmenin yeterli olacağını
düşünen -Albay Valencia Rem6n, Albay Ortiz Call, Yarbay De
Meer gibi- daha ateşli komutanlar, birlikleri sokağa çıkarmak
için bahane bulmaya, cesaret toplamaya çalışıyorlardı. Ne bahane
bulabildiler ne de cesaretlerini toplayabildiler; ne tümendeki dar­
becilerin elebaşıları (entrikacıların planiarına göre Juste'nin yerine
geçecek olan General Torres Rojas, Kurmay Başkanı San Martin ve
Milans tarafından operasyonu yürütmekle görevlendirilen Binbaşı
Pardo Zancada) yapabildiler bunu ne de karargahta hüküm süren
kargaşanın içerisinde çalkalanıp durmakta olan diğer komutan ve
subaylar. Çoğu, darbeden önce, vatanseverlik gösterileriyle yıllarca
hükümeti tehdit etmiş, ama iş başa düşünce kumandayı zayıf ve
ikircikli Juste'nin elinden almayı becerememişlerdi. Her ne kadar
darbenin ilk saatlerinde, Torres Rojas ve San Martin, Juste'yi
yeniden çıkış emri vermeye ikna etmek için çaba göstermiş olsalar
da, bunu yeterince inanarak yapmamışlar, akşam saat sekiz sula­
rında, Brunete'nin kumandanına yaptıkları baskılar sona ermişti.

254
Torres Rojas, sonunda üstlerinin emirlerine uysalca riayet ederek
kışlayı terk etti, La Corufia'ya döndü.
Brunete'de darbe girişimi gemi azıya alırken, Temsilciler Mec­
lisi ve çevresinde, parlamenterlerin müsadere edilmesi nedeniyle
ortaya çıkan, darbenin başlangıcından sonraki iki saatin çılgınca
yaşanmasına yol açan muazzam kargaşa yavaş yavaş yatışmışa
benziyordu. Öğleden sonra, zaman ilerledikçe hayalet şehre dönüş­
ınüştü Madrid (açık ne bir bar vardı ne de bir restoran; taksiler
çalışmıyor, ortalıkta tek bir araba gözükmüyordu; insanlar gitgide
evlerine kapanıp -bir yüzbaşının kumanda ettiği, Brunete'den
gelen müfreze tarafından işgal edildiği için askeri marş ve klasik
müzikten başka yayın yapmayan- radyonun, televizyonun başına
geçerken, aşırı sağcı çeteler ıssız sokaklara yayılmış, bir ağızdan slo­
gan atıyor, vitrinieri parçalıyor, etrafta gördükleri az sayıda insanın
gözünü korkutuyorlardı); Temsilciler Meclisi'nin ön cephesinin
karşısında, Carrera de San Jer6nimo'nun öbür tarafında, her türden
silahla mücehhez, rütbeleri farklı askerler, gazeteciler, fotoğrafçılar,
radyo spikerleri, sarhoşlar ve eksantrik tipler, Hotel Palace'nin
salonlarını ve merdivenlerini doldurmuş, baskından az sonra Tem­
silciler Meclisi'nin yakınında konuşlanan Kral'a sadık iki askerin,
Jandarma Genel Komutanı General Aramburu Topete ile Milli
Polis Teşkilatı Başkanı Saenz de Santamaria'nın da içinde oldu­
ğu küçük bir kriz kabinesi otel yöneticisinin odasına yerleşmişti.
Müsaderenin ne kadar süreceğinin belirsiz olduğu anlaşılınca, j an­
darma ve polis, binayı izole etmek ve çevresinde ortaya çıkabilecek
olaylara hakim olabilmek için iki güvenlik kordonu oluşturdu; bu
iş saatlerce sürdü, yine de pek başarılı oldukları söylenemezdi: Dar­
hecilerin gürültücü, yaygaracı yandaşları gece boyunca Carrera de
San Jer6nimo'yu taciz ettiler; müsaderenin ilk dakikalarından son
anına kadar, resmi ya da sivil giyimli askerler, polisler ve jandarma­
lar, canlarının istediği gibi Temsilciler Meclisi'ne girdiler; içeriye

255
kimlerin hangi nedenle -Tejero ve adamlarına katılmak ya da onla­
rın niyetini anlamak için mi, onlarla dayanışmak üzere mi, onların
moralini bozmaya mı, dışarıdan haber sızdırmak ya da içeriden
bilgi toplayıp yetkililere iletmek için mi, onlarla görüşmek, işlerine
burun sokmak üzere mi- girdiklerini kimse kesin olarak bilmiyor­
du. Dahası, darbenin başladığı sırada Temsilciler Meclisi'nin yakı­
nına giden birçok insana göre, o hengamenin ortasında, Araroburu
ve Saenz de Santamaria'nın jandarma ve polislerinin saldırganları
kıstırmak için mi yoksa onların güvenliğini sağlamak için mi, dar­
becilerin yeni askeri ve sivil güçler tarafından takviye edilmesini
engellemek için mi yoksa takviye birliklerine girişi açmak için mi,
darbeyi püskürtrnek için mi yoksa yüreklendirmek için mi binayı
çembere almış oldukları da belirsizdi. Bu, yanlış bir izlenirndi aslın­
da. Daha doğrusu darbe açıklığa kavuştukça yanlış bir izlenime
dönüşüyordu. Araroburu ve Saenz de Santamaria, çevirmeyle mut­
lak bir hakimiyet sağlayamamış, Temsilciler Meclisi'ne giriş çıkışı
tamamen engelleyememiş olsalar da, akşam saat sekize doğru, en
azından isyancıları kuşatma ve müsadereye çabucak son verme
eğilimlerinin önünü almayı becermiş, böylece darbenin yandaşları
ve muhalifleri arasında çıkacak şiddetli çatışmaların, darbecilerin
hasretini çektikleri ordu müdahalesini kışkırtma olasılığını hertaraf
etmişlerdi.1 Bu eğilimlerden ikisi çok erken peydahlandı: İlki, Tem­
silciler Meclisi'nin basılmasından yarım saat sonraydı, başrolünde
Milli Polis Teşkilatı'ndan Albay Felix Alcala-Galiano oynuyordu;
ikincisi, beş dakika sonra vuku buldu, onun başrolünde General

Silahlı bir çatışmanın sonuçlarından korkulması, geçici yönetimin başkanı


Francisco Laina'yı, gece yarısına kadar ısrar ettiği projesini (işgal edilen Temsilciler
Meclisi'nin jandarma özel operasyon birimi tarafından zor kullanılarak kurtanlma­
sı) uygulamaktan vazgeçirmeye de yaradı. Arambunı ve Saenz de Santamaria, uzun
tartışmalardan sonra, Yarbay Tejero'nun yapılacak bir saldırıyı püskürtmeye hazır
olduğunu, böylesi bir girişimin katliamla sonuçlanacağını söyleyerek kendisini ikna
edince, bu projeyi ıskartaya çıkardı Laina.

256
Aramburu vardı. İkisinde vuku bulan şeylerle ilgili olarak, ortalıkta
farklı yorumlar dolaştı.
En inanılası yoruma göre, bu iki girişim şöyle gelişmiştir:1
Albay Alcala-Galiano, darbe başladıktan sonra Carrera de San
Jeronimo'ya gelen ilk yüksek rütbeli subaylardan biridir. Kendisine
Temsilciler Meclisi'ne girmesi, Yarbay Tejero'yu tutuklaması ya
da saf dışı etmesi emrini veren Genelkurmay Başkanı General
Gabeiras'la konuştuktan sonra gitmiştir oraya. Alcala-Galiano,
emre itaat eder, binaya girer, Tejero'yu bulur, onunla konuşurken,
yakalamak ya da öldürmek için fırsat kollar; ama tam o sırada,
Tejero, Milans'ın yardımcısı Albay Ibaiiez Ingles'le görüşmek
üzere telefona çağrılır. Ibaiiez Ingles, Alcala-Galiano'nun orada
olduğunu öğrenince, Tejero'ya hemen silahını alıp tutuklaması­
nı emreder, ama Yarbay buna yeltenme fırsatı bulamaz. Çünkü
Alcala-Galiano, tedbirli davranıp diğer telefondan iki darbeci ara­
sındaki görüşmeyi dinlemiş, sonra zorlama şakalar yaparak işi silah
arkadaşı muhabbetine dökmüş, Ibaiiez Ingles'in emri geri almasını,
Tejero'nunsa kendisini bırakmasını sağlamış, kapağı sokağa atmış­
tır. General Aramburu'nun girişimine gelince, onunkisi çok daha
akılsızca, çapraşık ve tehlikelidir: Aramburu, Alcala-Galiano'nun
Temsilciler Meclisi'ni terk edişinden kısa bir süre sonra, Carrera
de San Jeronimo'ya ulaşır ulaşmaz, iki yardımcısının eşliğinde
girişteki demir kapıya yönelir, isyancıların lideriyle konuşmak
istediğini söyler; birkaç saniye sonra, elinde silah, meydan okuyan
yüz ifadesi ve duruşuyla Yarbay Tejero kapıda belirir; General, hiç
girizgah yapmadan, derhal binayı boşaltıp teslim olması için kesin
emir verir Tejero'ya. Aramburu, Jandarma Genel Komutanı'dır,
dolayısıyla Yarbay'ın sınıfının en üst rütbeli kumandanıdır; ama
onu takmaz Tejero. Bir grup jandarma silahlarını Aramburu'ya

1 Fermindez Lopez, Di�cisiete horasy media, s. 133-134.

257
doğrulturken, elindeki tabaneayı sallayarak, "Generalim, teslim
olmadan önce, ilk kurşunu size, ikincisini kendime sıkacağım,"1
der. Aramburu, içgüdüsel bir tepkiyle, elini silahına atar; ama
yardımcılarından biri kolunu tutarak silahını çekmesini engeller,
böylece sürtüşmenin itaatsizliğin ötesine geçmesini önlemiş olur.
Aramburu, Tejero'nun kararlılığının uzun sürecek bir kuşatmanın
belirtisi olduğunu düşünerek, kızgın ve şaşkın bir halde Temsilciler
Meclisi'ni terk eder.
Akşam saat yediye doğru vuku bulur bu olay. O sırada saldır­
ganların bağırtıları ve yaylım ateşi, salonu dolduran parlamen­
terlerin, gazetecilerin ve davedilerin paniği ve şaşkınlığı geride
kalmıştır; sanki yeni başbakanın güvenoylaması farklı bir boyutta
devam ediyormuş, ufak tefek, korkutucu ve tuhaf ayrıntılar onu
başkalaştırmış, inceden gerçek dışına dönüştürmüş gibi, kıibus
dolu, gergin bir ortam vardır salonda.2 Parlamenterler, her zamanki
gibi, salonu çevreleyen geniş koridorda yürümekte, ama bu kez
süklüm püklüm, gururları kırılmış, korku çehrelerine yerleşmiş bir
halde, darbecilerin odalarda ve koridorlarda yankılanan buyrukla­
rını ve sevinç çığlıklarını işiterek, jandarmaların eşliğinde tuvalete
gitmektedirler. Bütün üyelerin katıldığı oturumların aralarında
olduğu gibi, tuvalederin hepsi doludur, ama bu kez pisuvarların
önünde kuyruk oluşturan siyasetçiler ve gazeteciler, her zamanki
gibi harcıalem yorumlar yapmak yerine, kimisi kuşku ve kederle
büzüşmüş bir halde, kimisi kara mizah yaparak fısıldaşmaktadırlar.

ı Manuel de Ramon, Los genera/es que salvaron la democracia, s. 99.


2 23 Şubat gecesi ve 24 Şubat sabahı parlamentoda yaşananlar, Meclis Başkanı'nın
talebi üzerine sekreterleri -Victor Carrascal, Leopoldo Torres, Soledad Becerril
ve Jose Bono- tarafından hazırlanıp sorgu hakimine gönderilen ıs Mart ı 98ı ta­
rihli, 35 sayfalık raporda anlatılmış; raporun eklerinde, saldırganların Temsilciler
Meclisi'nde yaptıkları şeylere, alkol tüketimine varıncaya kadar (sözgelimi dördü
Moet Chandon marka, on beş şişe şampanya içiimiş olması) olanca ayrıntısıyla
değinilmiştir. Benim anlattığım hikaye, bu kaynağı temel alıyor.

258
O dönemde eski yapının ana girişine yerleştirilmiş olan bar, tıpkı
bütün üyelerin katıldığı oturumların aralarında olduğu gibi, yine
tıka basa doludur, garsonlar her zamanki gibi içki servisi ve tahsilat
yapmakta, bahşiş almaktadırlar, ama bu kez müşterileri, siyasetçiler
ve gazeteciler değil, bar tezgahının önünde gülüşen, küfreden, kes­
kin çıkışlada vatanperver taşkınlıklar yapan subaylar, astsubaylar,
Cetme marka piyade tüfeği, Star marka otomatik tüfek taşıyan
jandarmalardır; carajillo, 1 viski, konyak, cin, cin-tonik ve bira her
zamankinden çok daha fazla tüketilmektedir. Temsilciler Meclisi
toplantı salonuna gelince, orada, darbecilerin yaptığı baskının
ardından, arada parlamenterlerin öksürükleriyle ve darbecilerin
buyruklarıyla kesilen meşum bir sessizlik hüküm sürmektedir.
Sessizlik, bir yüzbaşı kürsüye çıkıp darbeye kumanda etmeyi üst­
lenen askeri yetkilinin gelişini duyuronca donar, az sonra Adolfo
Suarez sandalyesinden kalkıp Yarbay Tejero'yla konuşmak istedi­
ğini söyleyince paramparça olur. Yeni bir yaylım ateşini başlata­
cakmış gibi gözüken uğultulu bir kargaşaya yol açmıştır Suarez'in
çıkışı; jandarmalar, bağırıp çağırarak, tehditler savurarak Başbakan'ı
yerine oturtınayı başarınca, uğultu kesilir. Birkaç dakika sonra, hiç
kuşkusuz adamlarının moralini yükseltmek, müsadere edilenleri
çökertmek için, Milans'ın Valensiya'da genel seferberlik ilan etti­
ğini duyurur Tejero. Gece boyunca isyancıların basın locasından
yaptıkları tek duyuru değildir bu: Bir seferinde, bir subay, Milans'ın
Valensiya'da olağanüstü hal ilan ettiğini duyurur parlamenterlere;
başka bir sefer, bir jandarma, ajanslar tarafından geçilen darbeciler
lehine haberleri okur onlara; gece yarısı olmak üzereyken, Tejero,
İkinci, Üçüncü, Dördüncü ve Beşinci Garnizon'un Milans'ı yeni
başbakan olarak kabul ettiğini duyurur. Müsaderenin ilk saatle­
rinde, parlamenterlerin dışarıda olup biten şeylere ilişkin edindiği

1 Anasonlu kahve -çn.

259
haberler bundan ibarettir. Neredeyse bundan ibarettir; çünkü eski
Başbakan Yardımcısı Fernando Abril Martorell'in transİstorlu rad­
yosundan gizlice dinlediği ve arkadaşlarının moralini düzeltmek
için makyajladığı haberler de parça parça ve karışık bir biçimde
dalanmaktadır ortalıkta. ı Özellikle salonda vuku bulan -ilan edi­
len askeri yetkilinin gelmemesi ve milletvekili olmayanların dışarı
çıkmalarına izin verilmesi de dahil- hiçbir olayın parlamenterlerin
endişelerini giderecek nitelikte olmadığı ilk saatlerde, kimsenin
moralini düzeltememiştir elbette. Uzun bir süre, felaketin kaçı­
nılmaz olduğu duygusu varlığını sürdürür; jandarmaların siniri,
öfkesi ve zalimce tutumu hiç yumuşamaz; saat yedi buçuğa doğru,
salondaki ışıkların mütemadiyen kırpışması, kendilerini zor kulla­
narak dışarı çıkarmak için elektriği kesebileceklerini düşündürerek
korkutur müsaderecileri; Tejero, salona bağlanan koridorlardaki
gözcü sayısını iki katına çıkarır ve adamlarına, yüksek sesle, eğer
elektrik kesilirse, olağan dışı en küçük bir temas ya da kıpırtı his­
setmeleri durumunda ateş etmeleri emrini verir; hemen ardından,
bazı sandalyelerin parçalanmasını, eğer elektrik kesilirse yakıp salo­
nu aydınlatmak üzere basın locasının önüne yığılmasını emreder;
bu emir, ortada yakılacak bir ateşin, kalın halılar ve ahşapla kaplı
mekanda kolayca yangına dönüşeceğini düşünen milletvekillerinin
ürpermelerine neden olur. Bu ürperti, akşam saat sekize yirmi
kala, jandarmalar, önce Adolfo Suarez'i, sonra sırasıyla General
Gutierrez Mellado, Felipe Gonzalez, Santiago Carrillo, Alfonso
Guerra ve Agustin Rodriguez Sahagıln'u dışarı çıkardığında salo­
nu kaplayan ürpertinin öncüsüdür. Altı kişi, kimisinin suratı kireç
gibi, hepsi metanetini korumaya çalışarak ya da koruyormuş gibi

El Pais'e göre (25.02.1981), UCD milletvekili Enrique Sanchez de Uon'a ait


başka bir transİstorlu radyo daha vardı; Jose Oneto'ya göre (La noche de Tejero,
Barselona, Planeta, 1981, s. 123), Abril Martorell'in dinlediği radyo, UCD millet­
vekili Julen Guimon'a aitti.

260
görünerek, delışetİn yarattığı sessizliğin ortasında salonu terk eder;
salondakilerin çoğu, onların infaz edilmek üzere götürüldüklerini,
kendilerini de aynı akıbetin beklediğini sezinler. Bu sezgi, gecenin
büyük bir bölümünde onların ruhunda varlığını sürdürür; çünkü
ortalığın kan gölüne döneceği korkusunun kaybolup, liderlerinin
-hiç görmeyecekleri- askeri yetkiliyle -hiç müzakere etmeyecek­
leri- darbenin çözümünü müzakere etmek üzere tecrit edildiği
umudunu beslerneye başlamaları hayli zaman alacaktır.
23 Şubat gecesi saat sekiz buçuk ya da dokuz sularında durum
böyledir: Temsilciler Meclisi müsadere edilmiş, Valensiya Garnizo­
nu ayaklanmış, Brunete Tumeni ve mareşaller hala ikircikli, bütün
bir ülke korkulu, kaderine razı bir halde edilgenliğin içerisine
gömülmüş, isyancıların darbesi Zarzuela'nın karşı darbesiyle bloke
edilmiş haldeyken, birinin, darbecilerin ya da Zarzuela'nın, darbeye
konulan blokajı kaldırması, ilkinin kısmi başarısızlığı ile ikincinin
kısmi başarısının açtığı parantezin dışına çıkılınası beklenmek­
tedir. Tam o sırada, birbirine zıt ve belirleyici -biri, Buenavista
Sarayı'ndaki İspanyol Ordusu Genel Karargahı'nda, diğeri Zar­
zuela'da; biri darbeden, diğeri karşı darbeden yana- iki hareket
başlar. Akşam saat yedi buçuk sekize doğru, Kral'la Fermindez
Campo'nun hala mareşalleri yokladıkları, onlardan birliklerini kış­
lada tutmalarını istedikleri sırada, Zarzuela'da, Kral'ın, televizyonda
görünerek Temsilciler Meclisi'ne yapılan saldırıyı benimsemediği­
ni belirtınesi ve o ana kadar Milans ve diğer mareşallere telefon ve
teleks yoluyla ilettiği meşruiyetİn savunulması emrini tekrarlayarak
yanlış anlaşılınanın önünü alması tartışılmaktadır. Tartışmada,
bunun acilen yapılması gerektiği sonucuna varılır. Ama bunun
nasıl yapılacağı planlanmadan önce, başka bir sorunun ele alınması
gerekmektedir: O anda Kral'ın konuşmasının kaydedilip yayımlan­
ması olanaksızdır; çünkü Prado del Rey'deki radyo ve televizyon
stüdyoları Brunete'den gelen süvari müfrezesinin işgali altındadır.

261
Bunu izleyen dakikalarda, Zarzuela, darbecileri oradan uzaklaştır­
mak için harekete geçer. İşgalci müfrezenin Albay Valencia Rem6n
yönetimindeki Villaviciosa 14. Süvari Alayı'na bağlı olduğu anlaşı­
lınca, Kraliyet Kumandanı olan Süvari Generali Mondejar Markisi,
silah arkadaşını adamlarını oradan çekmeye ikna eder; bundan kısa
bir süre sonra, Zarzuela, özgürlüğüne henüz kavuşmuş olan tele­
vizyon stüdyosunu arayarak Kral'ın mesajını kaydetmek üzere bir
ekip gönderilmesini ister.
Birbirine zıt iki hareketten ilki, darbeye karşı olanı böyle başla­
mıştır. İkincisi, darbeden yana olan hareket, darbenin elebaşılarının
zihninde, Kral'ın, Arınada'nın Zarzuela'ya girişini engellemesinden
kısa bir süre sonra belirmiş, Kral'ın prensip olarak darbeyi benim­
semediğini, mareşallerinse bunu yapmaya hazır olmadıklarını anla­
dıklarındaysa kökleşmiş olmalıdır. Bu hareket, esasen orijinal dar­
benin zorunlu bir varyantından öte bir şey değildir. Orijinal planda,
Armada, Kral'ın ve bütün ordunun açık desteğini arkasına alarak
Zarzuela'dan işgal edilmiş olan Temsilciler Meclisi'ne gidecek, mil­
letvekillerinin serbest bırakılması ve ordunun kışlaya geri dönmesi
karşılığında, kendi başkanlığında bir koalisyon, toparlanma ya da
milli birlik hükümeti kuracaktır; zorunlu varyantta ise, Armada,
Temsilciler Meclisi'ne, aynı amaçla, ama Zarzuela'dan değil, Ordu
Karargahı'ndan, Genelkurmay Başkan Yardımcılığı makamından,
elde etmeyi becerebildiği açık ya da gizli bütün destekleri yedeğine
alarak gidecektir. Darbeciler için, orijinal plandan daha zorlu, daha
güvenilmez bir plandır bu, çünkü Arınada'nın bu koşullarda ne
ölçüde destekleneceği belirsizdir. Ama Kral'ın beklenmedik bir
tepki vererek darbeyi benimsememiş olması dikkate alındığında,
Milans ve Arınada için zorunlu bir harekettir. Milans, birliklerini
sokağa çıkararak ve geri çekmeyi reddederek tavrını açıkça ortaya
koymuştur, koşullar kötüleşmiş olsa da, ilerlemekten, öngörülen
planı sonuna kadar uygulaması için Arınada'yı iteklemekten başka

262
seçeneği yoktur; hareketsiz kalmış, darbeye bulaşmış olduğunu ele
verecek bir hareket yapmamaya çalışarak adeta Ordu Karargahı'n­
da pusuya yatmış olan Arınada'ya gelince, hareket onun için ilave
riskierin yanı sıra bazı avantajlar da içermektedir: Eğer hareket
başanya ulaşırsa, Arınada sonunda -ilk planda öngörüldüğü gibi­
başbakan olacaktır; hareket başarısız olursa, Temsilciler Meclisi'nin
özgürlüğü için didinen özverili müzakereci olarak başından beri
kendi üzerinde toplanan kuşkuları giderecektir. Gece saat doku­
za doğru, Milans ve Armada, her biri kendi adına, bu hareketin
gerekli olduğunu düşünmüş olmalılar. Velhasıl Milans, yarım saat
sonra, Buenavista Sarayı'nı arayıp -General Gaberias, Genel­
kurmay Yüksek Konseyi'nin Vitruvio Caddesi'ndeki merkezinde
toplantıda olduğu için, o an Ordu Karargahı'nın en kıdemli subayı
olan- Arınada ile görüşmek istediğini söyler. O uzun ve zorlu
konuşma, iki darbeci generalin o gece yaptıkları ilk görüşmedir;
o görüşmeden hemen haberdar olanların çoğu, darbeye konulan
blokajın o andan itibaren kalkmaya başladığı kanısındadırlar; ger­
çeklik farklıdır ama: Yalnızca başka bir evreye girmiştir.

263
Dördüncü Bölüm

DARBENİN BÜTÜN DARBELERİ


Dondurulmuş görüntü, Temsilciler Meclisi'nin toplandığı salonun
sol kanadını gösteriyor: Sağda, parlamenterlerin tamamen doldurdu­
ğu sandalyeler var; ortada, gazetecilerin tıka basa doldurduğu basın
locası; solda, Temsilciler Meclisi masası, ön planda da kürsü görünüyor.
Görüntü, demokrasinin ilk yıllarında, Temsilciler Meclisi'nde bütün
üyelerin katıldığı oturumların alışılmış görüntüsüdür; iki ayrıntı
dışında: ilki, bütün bakanların ve vekillerin ellerinin, sandalyelerinin
önünde, kolçakların üzerinde görünüyor olması; ikincisi, Temsilciler
Meclisi salonunda birjandarmanın mevcudiyeti: Yüzünü milletvekil­
Ierine çevirmiş, parmağı taarruz tüfeğinin tetiğinde, ortadaki yarım
daire biçimindeki alanın sol köşesinde duruyor. Bu iki ayrıntı, herhangi
bir normallik yanılsamasını yerle yeksan ediyor. 23 Şubat Pazartesi
akşamı, saat altı otuz iki; Yarbay Tejero Temsilciler Meclisi toplantı
salonuna dalıp darbeyi başlatalı tam dokuz dakika oluyor.
Akmasını sağladığımızda, görüntüde önemli hiçbir değişiklik olmu­
yor: Otomatik tüfeklijandarma, yarım daire biçimindeki alanın halısı
üzerinde küçük, yumuşak adımlar atarak sağı solu gözetliyor; parla­
menterler, sandalyelerinde donakalmışlar; salonda yalnızca öksürük
hışırtısıyla bölünen bir sessizlik hüküm sürüyor. Şimdi çekim planı
değişiyor, görüntü ortadaki yarım daireyi ve salonun sağ kanadını
içine alıyor; ortadaki yarım dairede, son dakikaları halının üzerine

267
seri/erek geçirmiş olan üç stenograjla bir mübaşir doğruluyor/ar; dar­
beye, yeni başbakan olarak Ado!fo Sudrez'in yerine talip olan Calvo
Sotelo'nun güvenoy/amasını yönetirken yakalanan Victor Carrascal,
kürsünün altında, ayakta, kaskatı kesilmiş, sigara içiyor; salonun sağ
kanadına gelince, bütün bakanlar ve vekiller, sandalyelerine oturmuş,
çoğunun eli kolçağın üzerinde, çoğu hareketsiz, hala orada/ar. Adolfo
Sudrez, bu çoğunluğa girmiyor, yalnızca elleri görünmediği için değil,
aynı zamanda sandalyesinde mütemadiyen hareket ettiği için girmi­
yor; aslında yaylım ateşi bittiğinden bu yana, jandarma/ara meydan
okuyan General Gutiirrez Mellado gelip yanına oturalı beri mütema­
diyen hareket ediyor; huzursuz, soluna dönüyor, sağına dönüyor, arkaya
dönüyor, peş peşe sigara yakıyor, bacak bacak üstüne atıyor, bacaklarını
çözüyor; şimdi ortadaki yarım daireye sırtını dönmüş, sanki birini,
belki Yarbay Tejero'yu ararmış gibi, girişi kontrol eden jandarma/ara
bakıyor. Eğer aradığı oysa, onu bulamıyor, dönüp yine karşıya baktı­
ğında, Victor Carrascal'ın, bir jandarmanın işareti üzerine başkanlık
masasının altındaki yerini mübaşire terk ederek, bir elinde sigara,
diğerinde milletvekili listesi, Temsilciler Meclisi masasının merdi­
venini tırmandığını fark ediyor; Victor Carrascal, kürsüye yerleşiyor,
ansızın manasız hale gelen kağıtları bırakıyor, başını kaldırıyor, sanki
oraya tırmanması kendisine ansızın saçma ya da tehlikeli gelmiş, sanki
saklanacak bir yer kolluyormuş gibi ya da beklenti içerisindeki arkadaş­
larının gözlerinden, darbecilerin kendisini oraya bir şey okumaya ya da
kesintiye uğrayan oylamayı devam ettirmek üzere gönderdiği hissine
kapıldıklarını sezmiş, yanılgıyı gidermek istiyormuş gibi çökkün, yarı
ya/varan bir ifadeyle sağa sola bakıyor.
Ama yanılgı kendiliğinden gideriliyor. Victor Carrascal'ın kürsüye
çıkmasından bir dakika sonra, bir yüzbaşı, salondakilere bir şeyler söy­
lemek üzere onun yerini alıyor. Yüzbaşının adı, ]esıis Mufıecas; darbe
öncesindeki saatlerde Yarbay Tejero'ya en büyük desteği veren, o gece Yar­
bay'ın en fazla güvendiği subay. Tejero, kendisinden milletvekilierini

268
sakinleştirmesini istemiş; tıpkı söylev vereceği yerin koşullarını ince­
leyen ihtiyatlı bir hatip gibi, antreden salonu şöyle bir gözlem/edikten
sonra, bir elinde otomatik tüfeği, diğerinde üç köşeli şapkası, kürsüye
çıkıyor. Ama konuşmaya başlar başlamaz, birisi kasten ya dayanlışlıkla
onu bize gösteren kamerayı kapatıyor; yüzbaşının göz açıp kapayana
kadar kaybolan gergin görüntülerini verdikten sonra, kararıyor ekran.
Neyse ki, salonun sol kanadına konulmuş, hala çalışmakta olan başka
bir kamera daha var. Yüzbaşı konuşmasını bitirmeden, onun zar zor
seçilen, bulanık, üniformalı profilini görüntünün sağ kenarında bize
yeniden gösteriyor. Apaçık algılanabilen bir şey var ama; onun salon­
daki mutlak sessizlikte yankılanan sözleri: "İyi akşam/ar. Endişefenecek
bir şey yok. Askeri, ehliyetli yetkilinin gelmesini bekliyoruz... Ne yapıl­
ması gerekiyorsa... Bize kendisi söyleyecek... Sakin olun. Bilmiyorum,
belki on beş yirmi dakika, belki de yarım saat... Daha uzun süreceğini
sanmıyorum. Yetkili, ehliyetli kişi, bir asker elbette... Ne olacağına o
karar verecek. Endişe/enmenizi gerektirecek bir şey yok. Sakin olun. "
Söyledikleri bundan ibaret. Açık seçik, hükmetmeye alışkın bir sesle
konuşuyor. Duraksayarak ve ardışık 'yetkili' ve 'asker' sözcüklerini
ikişer kez, daha belirgin söyleyerek, konuşmasının yansız tonuna cebri
bir vurguyla ihanet ediyor. Hepsi bundan ibaret: Yüzbaşı, kürsünün
merdivenlerinden iniyor, antrede kendisini dinleyen jandarmaların
arasına karışırken, görüntü yeniden donuyor.

269
ı

Ehliyetli yetkili kimdi? Müsadere edilen parlamenterlerin 23


Şubat gecesi boyunca boşuna gelmesini bekledikleri asker kimdi?
Yapıldığı günden bu yana, darbenin resmi muammalarından
biridir bu; aynı zamanda, darbenin çevresinde üretilen bitmez
tükenmez fantezinin en fazla kullandığı konulardan biridir. Döne­
min siyasetçileri arasında, askerin kimliğine ilişkin henüz kendi
hipotezini ortaya koymamış olan biri yoktur;1 23 Şubat üzerine
yazılan kitaplar arasında da, kendininkini ortaya koymamış olanı­
na rastlayamazsınız: Kimisine göre, General Juste'den Brunete'nin
kumandasını gasp edip Madrid'in kontrolünü sağladıktan sonra
Temsilciler Meclisi'ne giderek Yarbay Tejero'dan görevi devralacak
olan General Torres Rojas'tır askeri yetkili; kimisi, onun, Kral ve
ayaklanan mareşaller adına Valensiya'dan Madrid'e gelecek olan
General Milans olduğunu ileri sürmektedir; bazıları, Gutierrez
Mellado'dan önce başbakan yardımcılığı görevini yürüten, uzun

1 Fernandez L6pez, Temsilciler Meclisi'ne gelmesi beklenen askeri yetkiliyle ilgili


bazı hipotezleri Diecisiete horas y media'da (s. 218-223) özetliyor.

270
zamandır darbe lehine entrika çeviren yedeğe alınmış generaller­
den biri olan Fernando de Santiago olduğu kanısındadır; kimisi
de, onun Kral'ın ta kendisi olduğunu ileri sürmektedir, devletin
ve silahlı kuvvetlerin başkanı olarak Temsilciler Meclisi'ne gelip
milletvekilierini yönlendirecektir. Adaylar bu dört isimle bitmiyor;
bu karmaşayı, listeye yeni bir aday eklemek yerine eklenmiş olan
adayları silerek büyütenler de var: 1 988'de, Adolfo Suarez, askerin
kimliğini yalnızca iki kişinin bildiğini, bunlardan birinin de kendisi
olduğunu söylemişti. ı Muammayı beslemekle en fazla ilgilenenler,
darbecilerin kendileriydi elbette. Bu konuda başı çeken kişi, Yarbay
Tejero'ydu; 23 Şubat'la ilgili duruşmada, darbeden önce yapılan
toplantılardan birinde, Binbaşı Cortina'nın, Temsilciler Mecli­
si'ne gelecek askeri yetkiliyi kod adıyla andığını söyledi: Elefante
Blanco;2 Tejero'nun ifadesinin, birinci eelsenin karmaşasına kar­
maşa katmak üzere ortaya atılmış bir fantezi olması muhtemeldir;
ama bir gazeteci, bunu makalelerinde başköşeye oturtarak, orijinal
ismin ortada olmayışının yarattığı boşluğu bir simgenin enerjisiyle
doldurdu, böylece muammanın ömrünü uzattı. Bir muamma yoktu
aslında; gerçek, gün gibi ortadaydı: İlan edilen asker, darbecilerin
planına uygun olarak, Kral'ın verdiği yetki ve ayaklanan ordunun
desteğiyle Zarzuela'dan Temsilciler Meclisi'ne gelecek, kendisinin
başkanlığında bir koalisyon, toparlanma ya da milli birlik hükümeti
kurulmasının kabul edilmesi karşılığında parlamenterleri özgürleş­
tirecek olan General Arınada'dan başkası olamazdı.

1 Adolfo Suarez'in Agencia EFE'ye yaptığı açıklama için bkz. Juan Blanco, 23-F.
Cronicafiel... , s. 42.
2 Beyaz Fil -çn.

271
2

Armada, Elefante Blanco'ydu. Temsilciler Meclisi'ne geleceği


söylenen asker ve operasyonun lideri oydu. Ama operasyonu yürü­
tenler, General Milans ve Yarbay Tejero'ydu. Darbe entrikasını
üçü tezgahladılar. Bu entrikanın arkasında başka bir entrika var
mıydı? Darbenin yapıldığı günden itibaren, askeri entrikanın arka­
sına gizlenmiş, Franco'nun eski bakanları, kodamanlar ve radikal
gazetecilerden oluşan bir grubun tezgahladığı sivil bir entrikanın
varlığından söz edilmeye başlandı; bu grup, arka planda kalarak
askerleri organize etmiş, yönlendirmiş, finanse etmişti. 23 Şubat'la
ilgili davada yalnızca bir sivilin yargılanmış olması, bu gizli entri­
kayı darbenin resmi muammalarından birine dönüştürdü.
Spekülasyon, temelsiz değildi, ama esasen yanlıştı. Genellikle
uygulanan bir kural vardır: Darbe yapmaya hazırlandığında, ordu
içine kapanır; çünkü askerler, zor zamanda yalnızca askerlere
güvenirler. Bu olayda, bu kural bozulmadı. Sivil entrika diye bir
muamma da yoktu aslında: Davanın tek sivil sanığı olan, darbe­
den önceki birkaç ay boyunca Tejero ile General Milans arasında

272
ulaldık yaptığı için yargılanan, Frankocu Actividades Diversas
sendikasının başkanı, Tejero'nun yakın arkadaşı Juan Garcia
Carres'in devreye girişini saymazsak, ayaklanan askerlerin arka­
sında herhangi bir sivil entrika yoktu: Ne eski bakanlar, liderler
ve Jose Antonio Giron ya da Gonzalo Fermindez de la Mora gibi
Frankocu grupların önde gelen isimleri, ne Oriol y Urquijo ailesi
gibi bankerler, ne El Aleazar'ın yöneticisi Antonio Izquierdo gibi
gazeteciler, ne de sıklıkla darbeyi telkin ettiklerinden, doğrudan
yönettiklerinden söz edilen aşırı sağcıların herhangi biri vardı arka­
larında; çünkü Armada, Milans ve Tejero'nun, herhangi bir sivilin
askeri bir operasyonu telkin etmesine ihtiyaçları yoktu, herhangi
bir sivilin -anekdot seviyesinin ötesinde- planiarına bumunu sak­
masına asla izin vermediler (darbe toplantısına Garcia Carres'in
katılmasına bile izin vermediler; katılmak üzere geldiğinde, hiçbir
sivilin katılımını istemediği için geri gönderdi Milans); finanse
edilme konusuna gelince, 23 Şubat darbesine ödeme, orduyu
finanse eden demokratik devletin fonlarıyla yapıldı.1 Aşırı sağın
-yukarıda verdiğim isimlerden bazılarının da aralarında olduğu­
seçkin simalarının darbecilerle derin ilişkileri olduğu doğrudur
(darbeyi kimin, nerede, nasıl ve ne zaman yapacağını önceden
biliyorlardı belki de); onları yıllardır darbe yapmaya özendirdikleri
de doğrudur; onları birbirinden ayıran, sıklıkla uzlaşmaz bir hal
alan farklılıklara rağmen, eğer darbenin daha sert bir versiyonu
zafere ulaşmış olsaydı, askerler tarafından göreve çağrılabilirler, bu
daveti coşkuyla karşılarlardı. Bunların hepsi doğrudur, ama bunlar,

1 Bu noktada belirtınem gereken bir husus var: Tejero'nun Temsilciler Meclisi bas­
kınında kullanmak üzere, altı tane ikinci el otobüs, -son anın telaşıyla hiç kul­
lanılmayan- birkaç düzine yağmurluk ve parka almak için kullandığı iki buçuk
milyon Peseta. Bu paranın kesin kaynağı bilinmiyor; en makul varsayıma göre,
]uan Garcia Carres'in kişisel servetinden ya da yedeğe alınmış olan General Carlos
lniesta Cano'nun hempalarının yaptığı katkılardan sağlanmış olmalıydı. Bu ko­
nuyla ilgili olarak, bkz. Fern:indez Lopez, Diecisiete horas y media, s. 218-223.

273
sivillerin darbenin hazırlığına katılmış olduklarını göstermek için
yeterli değildir; ı askeri niteliği sıkı tutulan operasyon, amacına
ulaştığı anda, yalnızca aşırı sağın dar çevresinin değil, toplumun
geniş bir kesiminin kendisini alkışlayacağını düşünüyordu, dar­
beye verilen toplumsal ve kurumsal tepki ve bu tür şeylerin nasıl
olageldiği göz önüne alındığında, yanılmış oldukları söylenemez.
1932 Ağustosu'nda darbe teşebbüsünden yargılanan Jose Sanjurjo,
kendisine kalkışınayı kimin desteklediğini soran askeri mahkeme
başkanına şu yanıtı verir: "Eğer zafere ulaşsaydı, herkes. Başta
zatıaliniz. "2 Kendimizi kandırmanın hiçbir yararı yok: 23 Şubat
başarısızlığa uğradığında darbeyi lanetleyen yurttaşların, siyaset­
çilerin, kurumların ve toplumsal katmanların büyük bir bölümü,
eğer zafere ulaşmış olsaydı büyük bir olasılıkla onu alkışlayacaktı.
Yıllar sonra, Leopoldo Calvo Sotelo şunu söyledi: "Eğer Tejero
zafere ulaşmış, Arınada'nın darbesi semeresini vermiş olsaydı, onu
desteklemek için yapılacak gösteriye, 27 Şubat'ta demokrasiyi des­
teklemek için yapılan gösteride olduğu gibi bir milyon kişi gelme­
yecekti belki de; sadece sekiz yüz bin kişi gelip bir ağızdan, 'Yaşasın
Armada!' diye bağıracaktı."3 Darbecilerin beklentisi buydu, üstelik
temelsiz bir beklenti değildi. Ama toplumsal kabule güveniyor
olmaları, siviller tarafından yönlendirildikleri anlamına gelmiyor:

1 Varsayılan sivil entrika, Ricardo Cid Cafıaveral ve diğer gazeteciler tarafından ale­
lacele ihbar edildi (Todos al s�lo: la conspiracion y d go/pt, Madrid, Punto Critico,
1981). Bunun üzerine, orada suçlananlara karşı dava açıldı_. Daha sonra, bu gazete­
cilerden bir bölümü, suçlamalannı geri aldı. Bkz. Cemuda, Jauregui ve Menendez,
23-F. La conjura de los necios, s. 225-228; Juan Pla, La trama civil delgolpt, Barse­
lona, Planeta, 1982.
2 Pardo Zancada, 23-F. La pieza quefo/ta, s. 160.
3 Victoria Prego, "Dos barajas para un golpe", El Mundo, 04.07.2008. Darbeden
kısa bir süre sonra, darbecilere ziyadesiyle yakın olan gazeteci Emilio Romero, bir
kitaba (Rosa Villacastin ve Maria Beneyto, La noche dt /os transistores, Madrid, San
Martin, 1981, s. 7) yazdığı önsözde (De la radio a la prensa), yıllar sonra Calvo
Sotelo'nun dile getirdiği görüşü paylaşıyor.

274
Aşırı sağ, darbe için yaygara koparmış olsa da, 23 Şubat'taki askeri
kumpasın arkasında sivil bir kumpas yoktu. Eğer olsaydı, yalnızca
aşırı sağ tarafından değil, diktatörlüğün sona ermesiyle beslenen
umudarın ardından demokrasinin ya da demokrasinin işleyişinin
hayal kırıklığına uğrattığı bir toplumun kayıtsızlığının ortasında,
darbe için uygun koşulları yaratmış olan toy, pervasız ve şaşkın
egemen sınıf tarafından tezgahlanırdı. Ama bu sivil kumpas, askeri
kumpasın arkasında değildi: Askeri kumpasın arkasında, önünde
ve çe�esindeydi. Bu sivil kumpas, darbenin sivil kumpası değildi,
darbenin plasentasıydı.

275
3

Armada, Milans ve Tejero. Darbenin başrolünde onlar vardı;


üçü birlikte tezgahtadılar darbeyi: Armada, siyasi liderdi; Milans,
askeri liderdi; Tejero ise, darbenin tetikleyici düzeneğinin, Tem­
silciler Meclisi baskınının operasyon lideriydi. Benzerliklerine
rağmen, üç farklı kişiydiler, farklı siyasi ve kişisel güdülenmelerle
atıldılar bu işe; sonrakiler, öncekilerden daha az önemli olmayabi­
lir: Tarih kişisel güdülenmelerle yönetilmese de, her tarihsel olayın
arkasında daima kişisel güdülenmeler vardır. Armada, Milans ve
Tejero arasındaki benzerlikler darbeyi açıklamıyor; onların ara­
sındaki farklılıklar da açıklaınıyar darbeyi. Ama benzerliklerini
anlamadan darbeyi neden organize ettiklerini anlamak olanaksız;
farklılıklarını anlamadan darbenin neden başarısızlığa uğradığını
anlamak da olanaksız.
İçlerinde en karmaşık olan, Armada'dır; belki asker olmasından
çok daha önce saraylı olduğu için böyledir. Eski saray terbiyesiyle
yetişmiş bir saraylı olduğunu, bir Ortaçağ monarşisinin maiye­
tine mensup biri olarak, portresinin romantik bir dramaturgun

276
geleneksel anakronizmiyle çizildiğini de eklemeliyim: entrikacı,
kaypak, kibirli, hırslı, gösterişçi, görünüşte liberal ama esasen aşırı
muhafazakar, saray hayatının protokollerinde, simülasyonlarında
ve hilelerinde uzman, yüksek rütbeli bir rahibin dalkavukça yön­
temleri ve hüzünlü bir palyaçonun çehresiyle mücehhez. Dönemi­
nin yüksek rütbeli askerlerinin çoğundan farklı olarak, monarşiyi
damarlarında taşıyordu Armada. Çünkü her bakımdan monarşist
aristokrat bir aileye mensuptu (kendisi gibi asker olan babası,
XIII. Alfonso ile birlikte büyümüştü ve XIII. Alfonso'nun oğlu,
Kral'ın babası olan Don Juan de Borhan'un öğretmeniydi); XIII.
Alfonso'nun annesi Kraliçe Maria Cristina'nın evlatlığıydı, Santa
Cruz de Rivadulla Markisi unvanına sahipti. Dönemin bütün yük­
sek rütbeli askerleri gibi, sapma kadar Frankocuydu: Üç yıl boyun­
ca Franco'nun yanında savaşmış, Mavi Tümen'le Rusya seferine
katılmış, askeri kariyerini Franco'nun ordusunda yapmış, Franco
ile Don Juan de Borbon arasındaki anlaşma sayesinde, 1955'te,
Prens Juan Carlos'un öğretmeni olmuştu. O andan itibaren, müs­
takbel Kral'la ilişkisi gitgide yakınlaştı: 1964'te, Prens ailesinin
yaveri oldu; 1965'te, Prens ailesinin, 1976'da Kraliyet'in sekreteri
oldu. Delikanlılıktan yetişkinliğe, prenslikten krallığa geçtiği bu
uzun dönemde, Juan Carlos'un üzerinde Arınada'nın muazzam
bir etkisi olmuştu: Fiilen Kral'ın çevresindeki birinci otorite olarak
(kağıt üzerinde birinci otorite, Kraliyet Komutanı olan Mondejar
Markisi'ydi), gündemini takip ediyor, strateji belirliyor, söylevlerini
kaleme alıyor, ziyaretleri süzgeçten geçiriyor, gezileri planlıyor,
kampanyaları tasariayıp yönetiyor, Juan Carlos'un siyasi ve kişi­
sel hayatını yönlendirmeye çalışıyordu. Bunda başarılı olduğu,
Kral'ın ona karşı hatırı sayılır bir bağlılık gösterdiği, muhabbet
beslediği ortada. Kraliyete yakın oluşu ve sarayda yıllarca otorite­
sini sürdürmüş olması, yaradılıştan gelen asilzade kibriyle ve kırk
yıllık belirsizliğin ardından monarşinin ilan edilmesi başarısıyla

277
birleşince, kendi kaderinin Kral'ınkiyle kesiştiğine ve Kraliyetİn
ancak kendisinin vesayet etmesi halinde İspanya'da bir geleceğinin
olabileceğine hükmetti.
Bu hükmün ilk yarısı, 1977 yazında, ilk demokratik seçimlerden
biraz sonra kaybolup gitti. Görevini bırakması gerektiğini söyle­
mişti ona Kral. Görevden uzaklaştırma, sonbalıara kadar yürür­
lüğe girmedi. Kendisini tanıyanların ifadelerine göre, General,
bu gelişmeyi sürgüne gönderilme olarak değerlendirmiş, gözden
düşmesini, Adolfo Suarez'in Kraliyet üzerinde gitgide büyüyen
etkisine bağlamıştı. Yerinde bir bağlantıydı bu: Kral, Arias Navar­
'
ro yu başbakanlıkta tutmaktan ya da onun yerine Manuel Fraga'yı
getirmekten, her halükarda Frankocu bir monarşiden, gücün büyük
ölçüde Kraliyet'in elinde olduğu sınırlı bir demokrasiden yana olan
Arınada'nın görüşüne rağmen, Adolfo Suarez'i başbakan olarak
atamıştı; bu atamanın yapıldığı andan itibaren, Arınada ile Suarez
sürekli görüşüyorlardı. Aralannda keskin görüş ayrılıklan vardı:
Devlet Konseyi Başkanı Antonio Maria de Oriol y Urquijo ile
Askeri Adalet Konseyi Başkanı General Emilio Villaescusa'nın
kaçınlmasının aşırı sağın işi olduğu kanısındaydı Suarez, Arınada
ise aşırı solun işi olduğunu düşünüyordu; Arınada'nın orduya iha­
net ve örtük bir darbe olarak değerlendirdiği İspanya Komünist
Partisi'nin yasallaştınlması olsun, Arınada tarafından Kraliyet
amblemiyle gönderilen mektuplarla 1977 seçimlerinde Manuel
Fraga'ya oy verilmesinin istenmesi ya da boşanma yasasıyla ilgili
tasarı olsun, her konuda çatışıyorlardı. Kendisinin aldığı kararlan
tartışabilecek bir meşruiyete sahip olmadığını ve siyasi reforma
köstek olduğunu düşündüğü Kral'ın sekreterinin müdahalelerine
katlanmak istemedi Suarez. Otoritesini pekiştirme gereksinimi
duyarak, yapılan ilk demokratik seçimlerde zafer kazanmasının
ardından, ısrarla Kral'ın sekreterini değiştirmesini istedi. Eski
öğretmeninden kurtulmak için bu fırsatı değerlendiren Kral,

278
General'e yol verdi. Armada, Suarez'i affetmedi. Ona hiçbir zaman
azıcık olsun itibar etmemiş, kendisinin rakibine ve celladına
dönüşeceğini hiç tasavvur etmemişti. Suarez'in Radiotelevisi6n
Espafıola'yı yönettiği günlerde, onunla sıkça irtibat kurar, Prens'in
zayıf ve belirsiz kamusal imajını pekiştİrmesi için ondan medet
umardı. Müstakbel başbakaola ilgili görüşü, '70'lerin başlarında,
onun ayaktakımından, meraklı, azimli ve pervasız biri olduğunu,
yalnızca kişisel hırsı sayesinde monarşinin gözdesi haline geldiğini
düşünen onca insanın görüşünden farklı olmasa gerekti. O türedi­
nin kendisini Kral'dan uzaklaştıran kişi olması, ona karşı beslediği
husumeti daha da pekiştirdi. Bunu daima reddetmiştir Armada.
Ama Başbakan'a adım başı yaptığı zehirli dokundurmaları görmek
için, darbeden iki yıl sonra yayımlanan anılarına şöyle bir göz
atmak yeterlidir. Sözgelimi Suarez'in selefi Arias Navarro'dan şöyle
söz ediyor: "0, ne daha sonraki sorunlar nedeniyle ne de tarihin
ve geleneğin bize İspanya'nın ruhu olduğunu söylediği değerlerin
kaybedilmesinden ötürü suçlanabilir. Bunun için uygun ortamı
yaratanlar, diğer/eridir" (italik vurguyu kendisi yapmış); Suarez'in
yerine atanmasını istediği Manuel Fraga'dan söz ederken de şöyle
diyor: "Hayat böyle, ne yazık ki. Birçok kez yapıyor bunu, ne fikri
ne de pervası olan edepsiz insanların yolunu açmak, sorumluluk
makamlarını onlara balışetmek için daha iyileri kurban ediyor."1
İspanya'nın ruhunun kaybedilmesi için uygun ortamı yaratan, ne
fikri ne de pervası olan edepsiz insanların kim olduğunu kestirrnek
için çok büyük bir çıkarsama yeteneğine sahip olmak gerekmiyor.
Zarzuela'dan sürgün edilmesini tevekkülle karşılamadı Armada.
Abartılı bir şevkle askeri mesleğine döndü; önce Ordu Yüksek
Okulu'nda taktik öğretmeni, arkasından Karargah Genel Hizmet
Yöneticisi olarak görev yaptı. O üç yıllık dönemi, Adolfo Suarez'e

1 Alfonso Armada, Al servicia de la Corona, s. 149 ve 146.

279
karşı hıncını ve Kral'ın yanındaki görevine dönme saplantısını
besleyerek geçirdi. Sekreterlik görevine, kendisinin saraya -belki
de Kraliyet Komutanı olarak- geri dönüşünü kolaylaştıracağını
umduğu, arkadaşı Sabino Fernandez Campo getirilmişti. Campo
ve hala sarayda olan diğer arkadaşları üzerinden Zarzuela ile irti­
batını sürdürmek için elinden gelen her şeyi yaptı: Kral'a rapor­
lar, mesajlar gönderdi; Kraliyet ailesi mensuplarının her birinin
Noel, Azizler Günü ve yaş gününü kutladı; onun huzuruna kabul
edilmeyi, verdiği resepsiyonlara katılmayı kolladı. Kral'ın er geç
hatasını anlayacağına, Kraliyet'in geleceği için elzem olan ilişkiyi
kurmak üzere onu yeniden yanına çağıracağına inanıyordu. 1 980
yılının başlarında, askeri vali ve Dördüncü Montaö.a Urgell Tümeni
Kumandanı olarak Lerida'ya atandı. Protokol görevi çerçevesinde,
kışın bölgeye kayak yapmaya gelen Kraliyet ailesine refakat etmesi
gerekiyordu; bu durum, Kral'la ilişkisinin yeniden başlamasına
neden oldu. Şubat ayında bir kez görüştüler, baharda birkaç kez
birlikte akşam yemeği yediler. Bu uzlaşma, eski günlerde duyulan
güvenin yeniden belirmesi, Kral'ın Suarez'e inancını kaybettiği,
Suarez'in çöküşünün ve ülkenin krize sürüklenmesinin Arına­
da'nın öngörülerini doğrular gibi göründüğü döneme denk geldi.
Eski sekreterin, siyasi hırsı ve saraylı zihniyetiyle, bu uzlaşmayı
intikam saatinin geldiğine dair bir belirti olarak yorumlamış olma­
sı muhtemeldir: Suarez vaktiyle onu iktidardan indirmişti; şimdi
Suarez'in düşüşü, onun yeniden iktidara çıkışı anlamına gelebilirdi.
1980 yılında, hele Kral'ın, sanki onlar sarayın kendisine yaran­
mak için çekişen iki gözdesiymiş, onlardan birini diğerinin yerine
koymanın yolunu arıyormuş gibi, gitgide Suarez'den uzaklaşıp
Arınada'ya yakınlaştığı -onunla sık sık özel görüşme yaptığı, siyasi
ve askeri sorunları, Başbakan'ın halini tartıştığı, onu Madrid'de
seçkin bir makama getirmeyi başardığı- darbeden önceki birkaç ay
boyunca, bu yorumu tekzip edecek hiçbir şey olmadı. Arınada'nın

280
23 Şubat arifesinde düşündüğü şey muhtemelen buydu. O neden­
le, darbe onun için yalnızca başından beri siyasi ideali olan kısıtlı
demokrasiyi, Frankocu monarşiyi geri getirmenin yolu değil, aynı
zamanda Adolfo Suarez'in işini bitirmenin, Kral'ın teveccühüne
bütünüyle erişerek, Suarez'in kendisinden koparıp aldığı iktidarı
katbekat geri almanın yoluydu.
Milans için 23 Şubat darbesi, çok daha farklı bir şeydi; kişisel
güdülenmeyle hareket etmediği için değil, esasen Arınada'dan çok
daha farklı biri olduğu için öyleydi. Yüzeysel bir farklılık değildi
bu: Tıpkı Arınada gibi, aristokratik gelenekle yetişmiş bir askerdi;
tıpkı Arınada gibi, hem Frankoculuğa hem de monarşiye bağlıydı.
Ama, Arınada'dan farklı olarak, Frankoculuğu monarşistliğinden
öndeydi; en önemlisi, Arınada'dan çok daha fazla askerdi. Önemli
darbeci askerlerin oğlu, torunu, torununun oğlu, torununun toru­
nuydu Milans (babası, büyükbabasının babası, büyükbabasının
büyükbabası, korgeneral rütbesine ulaşmış; büyükbabası, XIII.
Alfonso'nun Katalanya mareşali ve Askeri Meclis Kumandanı
olmuştu); ı 98ı'de, eski savaşçı profıli ve askeri geçmişiyle, -artık
Franco ordusunu olmasa da- Zafer Ordusu'nu kimse ondan daha
iyi temsil edemezdi. ı 936'da, Piyade Okulu'nda eğitim gören
bir genç olarak, Cumhuriyetçi kuşatmanın sürdüğü iki buçuk ay
boyunca Aleazar de Toledo'yu savunduktan sonra, Frankocu kahra­
manların azizler takvimine1 girdi. Savaşta, ilk kez orada yaralandı.
Altı yıl boyunca, dört kez daha yaralandı; bunların üçü, VII. Mad­
rid Lejyonu Sancağı'yla Ebro ve Teruel'de, sonuncusu ise Mavi
Tümen'le Rusya'da savaşırken oldu. İspanya'ya yüzbaşı rütbesiyle
ve göğsü madalyayla dolu olarak döndü; onların arasında, orduda
en gıpta edilenleri şunlardı: bir San Fernando Laureada Haçı, bir

Erken Hristiyanlık döneminde ortaya çıkan azizler takvimi, şehitlerin doğum,


ölüm ve cennete doğuş gibi günlerde anılması geleneğinden türemiştir -çn.

281
bireysel madalya, iki kolektif madalya, beş muharip haçı, üç kızıl
askeri şeref haçı, bir de Demir N azi haçı. Onun kuşağında, onun
savaş siciliyle boy ölçüşebilecek hiç kimse yoktu. Silahlı kuvvetlerde
üç sınıfın diplamasına sahip tek asker olmasına rağmen, Franco
öldüğünde, hiç kimse onunla şu bakımdan aşık atabilecek durum­
da değildi: Frankoculuğun idealize ettiği, her zorluğun üstesinden
gelen, fikri kıt, çalışma masasına ve kitaplara alerjisi olan, toksözlü,
eline çabuk, düşünmeden iş gören, ikiyüzlü olmayan asker proto­
tipinin ete kemiğe bürünmüş haliydi. Bu bakımdan, Arınada'nın
saray entrikalarından fazla uzak duramazdı Milans; Gutierre
Mellado'nun komut verişindeki hantallık ya da yufka yüreklilikten,
tekniğe yatkın zihniyetinden, entelektüel merakından, düşüneeli ve
hoşgörülü yaklaşımından da uzak duramazdı. Tesadüfen anmadım
onun adını: Arınada'nın Adolfo Suarez'e beslediği kini anlamadan
23 Şubat günündeki davranışını anlayamayız; Milans'ın o günkü
tutumunu anlamak içinse Gutierrez Mellado'ya bağladığı garazı
anlamamız gerekir. ı
Milans ile Gutierrez Mellado çok uzun zamandır tanışıyar
olmalarına rağmen, Milans'ın ona duyduğu nefret eskiye dayan­
mıyordu; Gutierrez Mellado, Suarez'in ilk hükümetine katılmaya
karar verdiğinde doğdu, gitgide Başbakan'ın en güvenilir müttefıki
olurken ve orduyu diktatörlük tarafından balışedilen iktidar ayrı­
calıklarından mahrum edip demokrasinin bir aygıtına dönüştürme
planını pratiğe geçirirken gelişti. Gutierrez Mellado, Milans' ı üst
komuta kademesinden uzak tutmak, onun darbeci eğilimlerini
etkisiz hale getirmek için elinden gelen her şeyi yapmıştı; onun

1 Milans'ın Gutierrez Mellado'ya beslediği nefret, darbeden sonra El Aleazarda


(28.08.1981) yayımlanan bir mektupta açıkça görülmektedir. Orada, eski Başba­
kan Yardımcısı'na en uygun sıfatın "aşağılık" olduğunu ifade ettikten sonra ve onu
"korkak" ve "hain" olarak nitelemeden önce, "Kimse senden askeri ahlak dersi ala­
maz, bilmiyorsun çünkü. Senin deli olduğunu farz etmek istiyorum, senin histerik
onca reaksiyonunu mazur gösterecek tek şey bu olabilir," diyor.

282
uyguladığı terfi politikasıyla önünün kesildiğini biliyor, gururunun
kırıldığını hissediyordu Milans. Dahası, aşırı muhafazakarlığı ve
Franco'ya sofuca bağlılığıyla, Gutierrez Mellado'nun, Franco'nun
kurduğu aşırı muhafazakar devletin tek yasal dayanağı ve yeni bir
savaşın önünü alabilecek tek kurum olan Zafer Ordusu'nu dağıt­
maya yeltenmesini, kendisine yapılmış bir hakaret gibi hissediyordu
(tıpkı aşırı sağ gibi, tıpkı aşırı sol gibi, onun da uzlaşma sözcüğüne
alerjisi vardı, ona göre ihanet sözcüğünün örtmecesiydi uzlaşma;
ailesinin birçok üyesi çatışmalarda öldürülmüştü; onurlu bir gele­
ceğin geçmişin unutulmasıyla değil, ancak geçmişin mütemadiyen
hatırlanmasıyla, onun için uygarlığın barbarlığa karşı zaferi kadar
değerli olan Frankoculuğun Cumhuriyet'e karşı elde ettiği zaferin
sürdürülmesiyle inşa edilebileceği kanısındaydı). Milans, bu iki
gücenişten, Gutierrez Mellado'yu, kirli siyasi hırslarını tatmin
etmek için Franco'ya bağlılık yeminini bozmaya hazır bir zıpçıktı
olarak mahkum etmeye yetecek ölçüde malzeme derlemişti. Bu,
El Aleazar'ın kurucu heyet başkanına varana kadar ulaşabildiği
her aracı kullanarak, Gutierrez Mellado'nun kişisel, siyasi ve askeri
hayatını -silah arkadaşlarını, orduda haince temizlik harekatına
kalkışan adamda ahlaki ve mesleki faziletten eser olmadığına ikna
edebilmek için- rezalet bulmak üzere en ücra noktasına kadar
kurcalayan vahşi bir basın kampanyasını körüklemiş olmasını açık­
lıyor; bu, Gutierrez Mellado hükümete katılır katılmaz, Milans'ın,
ordunun Gutierrez Mellado'nun askeri reformlarına ve onlara
zemin hazırlayan siyasi reformlara direncinin sembolü haline gel­
mesini de açıklıyor: ı 976'nın sonlarıyla ı 98ı'in başları arasında,
orduda Milans' ın bulaşmadığı ya da adının karışmadığı hükümet
karşıtı hiçbir protesto, ciddi hiçbir disiplin vakası ve hiçbir komplo
yoktur. Asla hiç kimseyi aldatmamış, hiçbir zaman niyetinin ne
olduğunu gizlememiş olmakla övünürdü; o dönem boyunca -Önce
Brunete Zırhlı Tümen Komutanı, daha sonra Valensiya mareşali

283
olarak- darbe tehdidini sıklıkla kullandı. Bunu şakaya vurarak yap­
maktan hoşlanırdı; Kral'ın Brunete'yi ziyaretinden sonra içki içer­
lerken, ona, "Majesteleri," demişti, "bir kadeh daha içerse m, tankları
sokağa çıkaracağım." Bunu ciddi olarak ilk kez, 12 Nisan 1977'de,
Adolfo Suarez'in, askerlerin kendilerine verdiğini düşündüğü sözü
çiğneyerek, Gutierrez Mellado'nun desteğiyle İspanya Komünist
Partisi'ni yasallaştırmasından üç gün sonra, Ordu Yüksek Konse­
yi'nin gürültülü toplantısında yapmıştı. O gün, silah arkadaşları­
nın önünde, "Başbakan, Komünist Parti'yi yasallaştırmayacağına
dair şeref sözü verdi," demişti, "İspanya'nın şerefsiz bir başbakanı
olamaz: Tankları sokağa çıkarmak zorundayız." Valensiya mare­
şali olduğu üç yıl boyunca, aynı sözler sık sık döküldü ağzından.
Resepsiyonlarda, kendisini tehlikede olan vatanı kurtarmaya özen­
direrek dalkavukluk yapan bayanlara sıkça şu sözleri söylediğine
tanık olunmuştur: "Endişe etmeyiniz, Senyora! Tankları sokağa
çıkarmadan emekli olmam ben."1 Tam zamanında tuttu sözünü:
23 Şubat günü, yedeklere katılmasına dört ay kalmıştı; üstelik
darbeci ve monarşist genlerine uygun davrandı, sadık bir Frankocu
olmasına rağmen, monarşiye karşı değil, monarşiden yana bir darbe
tasarladı. Tıpkı Kral'ın eski sekreteri olmasından kaynaklanan oto­
ritesiyle o gün Zarzuela'ya hakim olabileceğini düşünen Arınada
gibi, 23 Şubat'ta kibrinin kurbanı oldu: Kendisinin, ordunun en
itibarlı subayı olduğu kanısındaydı, kendisine verdiği alt edilmez
general payesinin diğer mareşalleri belirsiz bir maceraya sürükle­
mek ve önceden hazırlık yapmaksızın Brunete'yi ayaklandırmak
için yeterli olacağını sandı. Ne birini ne de diğerini başarabildi; 23
Şubat darbesinin kendisinin öngördüğü gibi sonuçlanmamasının
-kendisini ve orduyu aşağılayışını Gutierrez Mellado'nun yanına
bırakmamayı başaramamasının, devletin Franco tarafından atılan

Gabriel Cardona, Los Milans del Bosch, Barselona, Edhasa, 2005, s. 340-341.

284
temellerine Kral'ın kumandası altında yeniden sahip çıkarak zafer
ordusunun Gutierrez Mellado'nun elinden söküp aldığı güce yeni­
den kavuşmasını sağlayamamasının- nedenlerinden biri buydu.
Darbenin başrolünde oynayan üçüncü kişi, Yarbay Tejero'dur.
Tejero, darbenin ikonudur; sağlam yapılı vücudu, palabıyığı, yakıcı
bakışları, genizden konuşması ve Endülüs aksanıyla, Lorca'nın şii­
rinden ya da Berlanga'nın filminden fırlamış olduğu izlenimi veren
geleneksel jandarma fı.gürüne uygun görünümüyle, darbenin ikonu
olmayı hak ettiği ortadadır. Ama Tejero'nun -darbeye hiç karşı
koymadığı için huzursuz olan kolektif vicdan, sanki Temsilciler
Meclisi'ne yalnızca bir zırdelinin silahlı baskın yapabileceğini, daha
başında başarısızlığa uğramaya mahkum saçma sapan bir darbeye
direnmenin anlamsız olduğunu göstererek avunma ihtiyacındaymış
gibi- 23 Şubat'tan sonra bütün ülkenin inşa etmekte ısrar ettiği
23 Şubat klişelerindeki o düşüncesiz, alelade adam olmadığı da
ortadadır. Kesinlikle panayır yerinin delisi değildir Tejero; çok daha
tehlikeli bir şeydir: İdeallerini gerçekliğe dönüştürmeye, kendisine
ait olduğunu düşündüğü şeyleri ne pahasına olursa olsun koru­
maya, zor kullanarak iyiyi dayatmaya, kötüyü ortadan kaldırmaya
hazır bir idealisttir; 23 Şubat günü, başka birçok şey daha olduğunu
gösterdi Tejero ama diğerleri, her şeyden önce idealist olmasının
tezahürüydü. Tejero'nun ideallerinin bize kötücül ve anakronik
gelmesi, onun niyetinin iyi ya da kötü olduğunu göstermez, çünkü
kötünün iyiyle, iyininse kötüyle imal edilmesi sıkça rastlanan bir
şeydir. Onun kötü davranışını pitoresk bir çılgınlığa yormaksa
büsbütün yanlış olur: Eğer akli dengesi yerinde olmayan biri olsay­
dı, Temsilciler Meclisi'nin alınması gibi karmaşık ve tehlikeli bir
operasyonun hazırlığını aylarca sürdüremez, onu sonuca götüre­
mezdi, müsaderenin sürdüğü on yedi buçuk saat boyunca kontrolü
elinde bulundurmayı başaramazdı, elini doğru oynayamaz, amacına
ulaşmak için öylesine soğukkanlı bir akılcılıkla davranamazdı; akıl

285
sağlığı yerinde olmasaydı, çılgınlığı sonuna kadar sürdürseydi,
Temsilciler Meclisi baskınını, darbenin başarısızlığa uğradığına
kanaat getirince yaptığı gibi müzakere ederek değil, katliamla
sonuçlandırırdı. Tejero'nun, San Sebastian Jandarma Birliği komu­
tanlığı gibi büyük sorumluluk gerektiren makamların emanet
edildiği, yetenekli bir subay olduğu ortadadır. Onun coşkulu ve
duygusal idealizmi üstlerinin ve arkadaşlarının kaygılanmasına yol
açarken, astlarının ona bağhlığını pekiştiriyordu. Kafayı vatanse­
verlik zırvalarıyla bozmuş, erdemliliğe takmış anlayışsız bir ahlak­
çı, ilgi odağı olmak için yanıp tutuşan bir megalarnan olduğunu
eklemek gereksiz. Yaradılış ve zihniyet bakımından Arınada'nın
hayli uzağındaydı, ama Milans'ın uzağında olduğu söylenemez.
Tıpkı Milans gibi, kendisinin eylem adamı olduğu kanısındaydı;
öyleydi nitekim. Ama Milans bunu gençliğinde, sere serpe bir
savaşta ortaya koyarken, Tejero, yetişkinliğinde, sinsi bir savaşta,
Bask Ülkesi'nde sergilemişti. Tejero, Milans gibi, kışlaya benze­
yen bir İspanya -Tanrı'nın nur saçan hakimiyeti altında, munta­
zam dokunuşlada düzene sokulan, intizam, kardeşlik ve uyurnun
hüküm sürdüğü ışıltılı bir yer- hayal ediyordu; ama bu ütopyaya,
Milans kademeli bir fetihle, Tejero ise hemen devrim yapılarak
ulaşılmasını istiyordu. Tejero, tıpkı Milans gibi, her şeyden önce
Frankocuydu; ama Milans'tan sonraki kuşağa mensup olan Tejero,
ne savaşı tanımıştı ne de Franco İspanyası'ndan başka bir İspan­
ya'yı, o nedenle -eğer böyle bir şey mümkünse- Milans'tan daha
fazla Frankocuydu: Franco'ya tapıyordu, hayatını ilk harfi büyük
Tanrı, Vatan, Askerlik üçlüsü yönlendiriyordu, Marksizme -daha
doğrusu komünizme, Karşı-İspanya'ya, kışla gibi İspanya ütopya­
sının vatanı zehirlerneden kökünün kurutulması gereken hasımla­
rına- ölümüne düşmandı. Bu sonuncusu, '70'li yıllarda aşırı sağın
ağdalı kutsal kitabının önemli bir parçasını oluşturuyordu elbette;
ama Tejero'nun mecazla ilişkisi olmayan duyguculuğu için, aynı

286
zamanda gerçekliğin eksiksiz bir tanımı ve ahlaki bir fermandı:
Tejero'da, vatansevedilde dinin kusursuz bir alaşımına dönüşmüş­
tü bu; Sanchez Ferlosio'nun söylediği gibi, "Ortada Tanrı varsa,
her şey mubahtır; haklılıkla mücehhez adalet dağıtıcısından daha
hunharca davranan, daha tehlikeli hiç kimse yoktur" .1 Böylece
Tejero da aşırı sağın diğer mensuplarının akıbetine uğramaktan
kurtulamadı: Arınada için Adolfo Suarez, Milans için Gutierrez
Mellado neyi temsil ediyorsa, Tejero için Santiago Carrillo onu
temsil etmektedir: histerik benmerkezciliği vatanın cisimleşmesi­
ni hissetmesine elverdiği ölçüde, vatanın bütün talihsizliklerinin
ve kendi bütün talihsizliklerinin cisimleşmiş hali. Vatansevedilde
dinin alaşımı, hasmını insani özelliklerinden arındırıp şeytana
dönüştürdüğü için, Karşı-İspanya'dan İspanya'ya geri dönüş ışığını
sezinler gibi olur olmaz, alıretsel fanatizmi onu Karşı-İspanya'nın
işini bitirmeye zorlayacak, o andan itibaren askeri tarihçesi yerini
isyankarlık tarihçesine terk edecekti.
Bu isyan silsilesinin ateşleyicisi, Tejero'ya göre Karşı-İspanya'nın
içyüzünü gösteren terörizmdir. 23 Şubat'ın duruşmasında, avukatı,
Guipuzcoa Karakolu'nda, kendi emrinde çalışan bir jandarmanın
ETA tarafından öldürülmesinden sonra vuku bulan olayı hatırlatır;
olaydan ziyade bir görüntüdür, dehşet verici ama sahte olmayan bir
görüntü: bir patlamada parçalanmış olan cesedin üzerine eğilen,
sonra astının dudakları ve kana bulanmış üniformasıyla doğrulan
Yarbay'ın görüntüsü.2 Tejero'nun terörizmle ilgili algısı, sinsice
yapılan vahşi bir saldırıdan ibarettir ve bunun ötesine geçmeyi
bilmiyor, istemiyor ya da beceremiyordur muhtemelen; onu kronik
bir isyancıya dönüştüren şeyin terörizm olduğu, devlet terörizmi

1 Rafael S:inchez Ferlosio, God & gun. Apuntes de polemologia, Barselona, Destino,
2008, s. 273.
2 Bu anekdotu, duruşmayla ilgili yazılarından birinde, Jose Luis Martin Prieto anla­
tıyor; bkz. Tecnica de un golpe de estado, s. 269.

287
önleyemedikçe ve toplum silah arkadaşlarını kaybetmesine kayıt­
sız kaldıkça kendisini daha fazla haklı gördüğü de su götürmez.
Yarbay Tejero, ı 977 yılının ocak ayında, adamlarından birinin
öldürülmesinden kısa bir süre sonra, -olaydan her söz edişinde
tekrarladığı üzere- San Sebastian şehri yakılan İspanyol bayrağın­
dan geçilmezken, Bask bayrağını yasallaştıran İçişleri Bakanı'nı
alaya alan bir telgraf gönderdiği için, Guipuzcoa'daki görevinden
el çektirilip bir ay hapse mahkum edildi; aynı yılın ekim ayında,
ETA'nın iki jandarmayı öldürdüğü, bütün İspanya'nın yas tutması
gerektiği argümanıyla, izin verilen bir gösteriyi elinde silahla engel­
lediği için, bu kez Malaga'daki görevinden el çektiriterek yine bir
ay hapse mahkum edildi; ı 978 yılının ağustos ayında, siyasi parti­
ler anayasa tasarısını tartışırlarken, El Imparcial'de Kral'a hitaben
yazdığı -devletin ve silahlı kuvvetlerin başkanı olarak, "uğrunda
hayatımızı tehlikeye atabileceğimiz değerleri" ihtiva etmeyen bir
metnin kabul edilmesini engellemesini, terörizmin kan dökmesini
önleyecek nitelikte bir yasa çıkarmasını ve "parlamenter de olsalar,
kendilerini bu vatanın büyükleri gibi de hissetseler, bu kanlı farsın
savunucularının" işini bitirmesini istediği- açık mektubu1 yayımla­
dığı için on dört gün süreyle tutuklandı; ı 978 yılının kasım ayında,
23 Şubat darbesinin erken habercisi olan ve Galaxia Operasyonu
diye anılan, hükümeti Moncloa Sarayı'nda müsadere edip ordu­
nun desteğini alarak Kral'ın bir milli birlik hükümeti kurmasını
sağlamayı hedefleyen darbeyi planladığı gerekçesiyle tutuklanıp
yargılandı. Ama daha bir yıl dolmadan, tutuksuz yargılanmak üzere
salındı; ı 980 yılının ortalarında, mahkemece, içeride geçirdiği
sürenin karşıladığı önemsiz bir cezaya çarptırıldı. Böylece, yalnızca
kısa bir süre, rahat koşullarda hapis yatmak pahasına bu işe yeni­
den yeltenebileceği kanaatine vardı; ordunun ve aşırı sağın yankı

1 El lmparcial, 3 1 .08.1978.

288
uyandıran kahramanına dönüştü. Şöhret ihtirasına o dönemde
kapıldı; darbenin saplantıya dönüşmesi, darbeye kafayı takması
o dönemde oldu; 23 Şubat'ı hazırlamaya da o dönemde başladı.
Fikir onundu: O doğurdu, o baktı, o büyüttü; Milans ve Arınada
evlat edinmek, kendi amaçlarına alet etmek istediler, ama o sırada
onun maliki gibi hissediyordu kendini Tejero. 23 Şubat gecesi, iki
generalin, kendisinin dünyaya getirdiğinden farklı bir darbenin
zaferi peşinde olduklarını anladı. Kendisinin olmayan bir darbenin
başarısızlığa uğramasını başarılı olmasına tercih etti Tejero. Çünkü
Milans .ve Arınada'nın darbesinin, kışla gibi İspanya ütopyasının
hemen gerçekleştirilmesini ve kimsenin Santiago Carrillo'dan
daha iyi cisimleştiremeyeceği Karşı-İspanya'nın tasfiye edilmesini
garanti etmediğini düşündü. Tejero için, her şeyden önce, Santi­
ago Carrillo'nun ve onun cisimleştirdiği şeyin işinin bitirilmesi,
Santiago Carrilo'nun ve onun cisimleştirdiği şeyin demokrasiye
ulaşmak için kendisinden koparıp aldığı İspanya' nın, Tanrı'nın nur
saçan hakimiyeti altında, muntazam dokunuşlarla düzene sokulan,
intizam, kardeşlik ve uyurnun hüküm sürdüğü ışıltılı yerin yeniden
kazanılması demekti darbe.
Tejero, bunu çok iyi anladı: Yalnızca üç başrol oyuncusunun
büsbütün farklı olmaları, farklı siyasi ve kişisel güdülenmelerle
hareket ediyor olmaları değildi mesele; her biri farklı bir darbenin
peşindeydi ve 23 Şubat gecesi, iki general, kendilerininkini dayat­
mak için Yarbay'ın hayat verdiği darbeyi kullanıyorlardı. Demokra­
siye de, monarşiye de karşıydı Tejero. O, esasen Cumhuriyet'i orta­
dan kaldıran, savaş çıkaran, sonra Franco rejimini yerleştiren 1936
darbesine tıpatıp benzeyen bir darbe yapmak istiyordu. Milans,
demokrasiye karşıydı ama monarşiye karşı değildi; onun darbesi,
hem şekli hem de muhtevası itibarıyla, parlamenter monarşiyi
ortadan kaldıran, Primo de Rivera'nın monarşik diktatörlüğünü
kuran 1923 darbesine benziyordu; anayasayı onaylayarak feragat

289
ettiği iktidarı Kral'a geri vermeyi, bir geçiş sürecinin ardından,
Kraliyet'i desteklemek üzere askeri cuntayı oluşturmayı hedefleyen
askeri bir isyandı. Arınada'ya gelince, -en azından cepheden ve
açıkça- monarşiye de, demokrasiye de karşı değildi; yalnızca 1981
demokrasisine, Adolfo Suarez'in demokrasisine karşıydı; şeklen
1958'de De Gaulle'ü başkanlığa taşıyan darbeye benzer, muhtevası
bakımından, eskisinden daha büyük bir yetkiyle Kral'ın sağ kolu,
koalisyon, toparlanma ya da milli birlik hükümetininse -demokra­
siyi yarı demokrasi ya da sözde demokrasi kertesine indirene kadar
törpüleme misyonunu üstlenen- başbakanı olacağı bir saray darbe­
sinden yanaydı. Aynı anda hem tek hem de üç farklı darbe olduğu
için, eşi benzeri olmayan bir darbeydi 23 Şubat: 23 Şubat'ın önce­
sinde, Armada, Milans ve Tejero, aynı darbe olduğunu düşündüler;
bu kanı olanak tanıdı darbeye; 23 Şubat günü, Armada, Milans ve
Tejero, yapmaya yeltendikleri şeyin aslında üç farklı darbe olduğu­
nu keşfettiler; bu keşif, darbenin başarısızlığa uğramasına neden
oldu. Siyasi açıdan vuku bulan şey budur; kişisel açıdan vuku bulan
şeyse, daha da benzersizdir: Milans, Arınada ve Tejero, tek bir dar­
bede, üç farklı adama ya da onlara göre üç farklı adamın cisimleştir­
miş olduğu şeye karşı üç farklı darbe yaptılar; bu üç adam -Suarez,
Gutierrez Mellado ve Carrillo: geçiş sürecinin yükünü sırtlamış,
kendilerini demokrasiye en fazla yerleştirmiş, demokrasinin yok
olmasından en fazla zarar görecek olan üç adam- Temsilciler Mec­
lisi'nde, darbecilerin karşısında hayatlarını ortaya koymaya hazır
olduklarını gösteren yegane siyasetçilerdi. Bu üçlü simetri de tuhaf
bir fıgür oluşturuyor, belki de 23 Şubat'ın bütün tuhaf figürlerinin
en tuhaf, en mükemmel olanını oluşturuyor; onun biçimi, kavraya­
madığımız, ama onsuz 23 Şubat'ın anlamını kavramanın olanaksız
olduğu bir anlam ihtiva ediyor sanki.

290
4

Onlar, üç haindiler; aile ilişkileri, toplumsal sınıf, inanç, görüş,


meslek hayatı, yaşanılan olaylar, ortak ilgi alanları, gönül borcu
üzerinden bağlanmış oldukları onca insan için, Adolfo Suarez,
Gutierrez Mellado ve Santiago Carrillo, üç haindiler. Yalnızca onlar
için değil, daha birçokları için, bir anlamda nesnel olarak öyleydiler:
Santiago Carrillo, devrimci ideolojisini temelinden söküp demok­
ratik sosyalizmin eşiğine yerleştirerek, komünist ideallere ihanet
etti; adaletsiz Franco rejiminin sorumlularından ve suç ortakların­
dan hesap sormayı reddederek, partisini pragmatizminin ve Adolfo
Suarez'le yaptığı ebedi anlaşmanın dayattığı somut, sembolik ve
duygusal ödünleri hayata geçirmeye zorlayarak kırk yıllık Franco
karşıtı mücadeleye ihanet etti; Gutierrez Mellado, Franco'ya ihanet
etti, Franco'nun ordusuna ihanet etti, Zafer Ordusu'na ihanet etti,
Tanrı'nın nur saçan hakimiyeti altında, muntazam dokunuşlada
düzene sokulan, intizam, kardeşlik ve uyurnun hüküm sürdüğü
ışıltılı yer ütopyasına ihanet etti; Suarez'e gelince, o en kötüleriydi,
büsbütün haindi, çünkü diğerlerinin ihanetini mümkün kılan, onun

291
ihanetiydi: İçinde büyüyüp serpildiği, her şeyini borçlu olduğu biri­
cik faşist partiye ihanet etti, savunmak için yemin ettiği siyasi ilke­
lere ihanet etti, kendisinden Franco rejiminin ömrünü uzatmasını
bekleyen Frankocu şefiere ve kodamanlara ihanet etti, Karşı-İspan­
ya'nın önünü alacağına dair boş vaatlerde bulunarak orduya ihanet
etti. Armada, Milans ve Tejero, kendilerini klasik kahramanlar,
zafer ve fetih ideallerinin şampiyonları, açık seçik ve katı ilkelere
bağlı, doruğa kendi pozisyonlarını dayatarak erişmeyi hayal eden
gezgin şövalyeler olarak tahayyül etmiş olabilirler. Adolfo Suarez,
Gutierrez Mellado ve Santiago Carrillo, geri çekilme, yıkım ve
söküm sürecini başlattıkları anda bundan feragat ettiler ve doruğa
kendi konumlarını terk ederek, bilmeden kendi altlarını oyarak
erişmeye yeltendiler. Üçü, hayatları boyunca siyasi ve kişisel hatalar
yaptılar; ama onları niteleyen şey, bu cesur ricattır. Dönemin bütün
aşırı sağcıları ve aşırı sokulan gibi, Milans da haklıydı aslında: '70'li
yılların İspanyası'nda, uzlaşma sözcüğü, ihanet sözcüğünün örtme­
cesiydi. ihanet olmaksızın, en azından birileri ihanet etmeksizin
uzlaşma olmuyordu çünkü. Adolfo Suarez, Gutierrez Mellado ve
Santiago Carrillo, herkesten çok yaptılar bunu, o nedenle ken­
dilerine hain denilmesine defalarca tanık oldular. Bir anlamda,
yaptılar bunu: Doğru olana bağlılıklarını inşa etmek için, yanlış
olana bağlılıklarına ihanet ettiler; kendilerine ihanet etmemek için,
kendilerine ait olan şeylere ihanet ettiler; bugüne ihanet etmemek
için geçmişe ihanet ettiler. Kimi zaman yalnızca geçmişe ihanet
edilerek bugüne sadık kalınabilir. Kimi zaman ihanet, sadakatten
daha zordur. Kimi zaman bağlılık cesarettir, kimi zamansa kor­
kaklık. Kimi zaman bağlılık ihanettir, ihanetse bağlılık. Belki de
tam olarak ne bağlılığın ne olduğunu biliyoruz ne de ihanetin. Bir
sadakat etiğine sahibiz, ama ihanet etiğinden yoksunuz. Bir ihanet
etiğine ihtiyacımız var. Ricat kahramanı, ihanetin kahramanıdır.

292
5

Özetleyeyim: 23 Şubat, General Arınada'nın başını çektiği,


General Armada, General Milans ve Yarbay Tejero tarafından tez­
gahlanan, Frankocu aşırı sağ tarafından özendirilen, egemen sınıfın
büyük bir bölümünün Başbakan Adolfo Suarez'in işini bitirmek
için çevirdiği entrikaların kolaylaştırdığı, münhasıran askeri bir
darbedir. Şimdi sormak gerekir: Her şey ne zaman başladı? Her
şey nerede başladı? Her şeyi kim başlattı? Her şey nasıl başladı?
Darbede rol oynayan, darbeye tanık olan, darbeyi araştıran kişiler
arasında bu sorulara yanıt vermeyen yoktur; ama verilenlerio ara­
sında, birbirini tutan iki yanıt bulamazsınız. Çelişkili olsalar da,
çoğu geçerlidir; daha doğrusu, geçerli olabilir: Tarihi bölümlere
ayırmak, ihtiyari bir alıştırmadır; dümdüz söylersek, tarihsel bir
olayın kökenini tam olarak belirlemek olanaksızdır, sonunu tam
olarak belirlemek de öyledir: Her olayın kökeni, daha önceki başka
bir olaydadır, daha öncekinin kökeniyse ondan da önceki başka bir
olayda, bu sonsuza kadar böyle gider, çünkü tarih madde gibidir,
onun içerisindeki hiçbir şey yaratılamaz ve yok edilemez: Onlar

293
sadece dönüşür. General Gutierrez Mellado, 23 Şubat darbesinin
1 975 Kasımı'nda -hükümdarın, Frankocu Temsilciler Meclisi'nin
huzurunda Kral ilan edilmesinden sonra, bütün İspanyolların
kralı olacağını, yani üstü kapalı biçimde Frankoculuğu sürdüren
uzlaşmaz iki İspanya'ya son vereceğini açıkladığı an- doğduğunu
defalarca söylemiştir.1 Birçok insanın kabul ettiği bir yaklaşıma
göre, darbe -ordunun, Suarez'in Komünist Parti'yi yasallaştırarak
kendisini aldattığını, Karşı-İspanya'dan olanlara vatandaşlığa kabul
belgesi vererek İspanya'ya ihanet ettiğini düşündüğü- 9 Nisan
1977'de başlamıştır. Tezgahın başlangıcını Zarzuela'ya, birkaç ay
sonrasına, Arınada'nın Kraliyet sekreterliğinden ayrılması gerek­
tiğini öğrendiği güne, hatta bundan birkaç yıl sonrasına, Kral'ın
Adolfo Suarez'e karşı çevrilen entrikalara sözleri ya da sükutuyla
arka çıkmaya başladığı, Suarez'in liderliğini yaptığı hükümetin
yerine bir askerin başını çektiği koalisyon, toparlanma ya da milli
birlik hükümetinin getirilmesi olasılığını düşündüğü ya da öyle
düşündüğü izlenimi verdiği döneme yerleştirenler de oldu. Belki
en basiti ve en az yanlış olanı, biraz daha geriye, 1978 yazının
sonlarına, bütün gazetelerin, ilk sayfalarında, Yarbay Tejero'ya
aylardır üzerinde düşünüp durduğu ve daha sonraki aylarda bey­
ninde bir tenya gibi geliştireceği darbe formülünü sunduktan güne
gitmektir: O yılın 22 Ağustos günü, Sandinista gerillalarının lideri
Eden Pastora, Managua'daki Palacio Nacional'i basmış, diktatör
Anastasio Somoza ile bağlantısı olan binden fazla siyasetçiyi gün­
lerce rehin aldıktan sonra, Sandinista Ulusal Kurtuluş Cephesi'ne
bağlı bir grup siyasi tutukluyu özgürlüğüne kavuşturmayı başar­
mıştı. Nikaragualı gerillanın cesareti Yarbay'ın gözlerini kamaştır­
mıştı; bu olay, silah zoruyla Birinci Cumhuriyet'in parlamentosunu
dağıtan General Pavia'nın jandarmalarına dair XIX. yüzyıl anısına

1 Un soldado de Espana, s. 32.

294
eklenince, onun darbe saplantısına katalizör olmuş, birkaç hafta
sonra, başarısız Galaxia Operasyonu'nu, daha sonra da 23 Şubat'ı
hayata geçirmesinde ilham perisi işlevi görmüştü. Hayli bulanık,
hayli muğlak olan birincisi dışında, darbenin kökenine ilişkin kes­
tirimlerden herhangi biri kabul edilebilir; ya da en azından açıkla­
manın başlangıç noktası olarak seçilebilir. Bense, daha az ihtiyari
değilse de, aşağıda yapmaya yeltendiğim şey için daha elverişli olan
başka bir yolu seçmeye cüret ediyorum: darbenin olay örgüsünü,
dolaylı. tanıklıklar üzerinden yeniden inşa etmek durumunda kal­
dığım özel görüşmelerin, sırların ve kanıların -muhtemel olana
dokunana kadar mümkün olanın sınırlarını zorlayarak ve akla
yatkın bir modelle hakikatin şeklini çizmeye çalışarak- neredeyse
eksiz bir örgüsünü tanımlamak. Aşağıda aniatacağım her şeyin
kesinlikle doğru olduğunu söyleyemem elbette; ama gerçekle
yoğrulduğunu, gerçekliğe ya da onu olduğu gibi tahayyül etmeye
elimden geldiğince yaklaştığıını söyleyebilirim.
Madrid, 1 980 Temmuzu. Ayın başında, başkentte, eşzamanlı
-ya da hemen hemen eşzamanlı- olduğunu farz edebileceğimiz
iki oluntu vuku bulur: İlki, Yarbay Tejero'nun, General Milans'ın
özel görevlisiyle öğle yemeği yemesi; ikincisi, General Arınada'nın
gönderdiği bir raporun Zarzuela'ya ulaşması. İçerisinde oluştuk­
ları bağlaını biliyoruz: O yılın yazında ETA boyuna öldürüyor,
ikinci petrol krizi İspanya ekonomisini fena halde sarsıyor, böl­
gesel seçimlerde aldığı yenilgiler ve sosyalistlerin küçük düşürücü
güvensizlik önergeleriyle hırpalanan Adolfo Suarez, hızla parla­
mentonun, partisinin, Kral'ın ve ülkenin güvenini kaybederken
iktidarda kalmaktan umudunu kesmiş gibi görünüyor, ülkeyse hızla
demokrasiye ve demokrasinin işleyişine güvenini kaybediyordu.
Darbecilerin şehir merkezindeki eski bir restoranda düzenledikleri
öğle yemeğine, Tejero'nun yanı sıra Milans'ın yaveri Yarbay Mas
Oliver, Tejero'nun arkadaşı ve Milans'la irtibatını sağlayan Juan

295
Garcia Carres ve muhtemelen yedeğe alınmış olan General Carlos
Iniesta Cano katıldılar. Aracı üzerinden de olsa, Milans'ın Tejero'y­
la ilk temasıydı bu; bu görüşmede siyasetten, özellikle Tejero'nun
tasarladığı Temsilciler Meclisi baskınından konuşuldu. Birkaç gün
ya da birkaç hafta sonra, yine benzer bir öğle yemeğinde, Tejero'ya,
yine yaveri aracılığıyla, tasarısı üzerinde çalışması ve gelişmelerden
kendisini haberdar etmesi görevini verdi Milans; o sırada Askeri
Mahkeme'nin, Galaxia Operasyonu'na bulaşmış olduğu için mayıs
ayında verdiği cezanın Askeri Adalet Konseyi tarafından onaylan­
ması bekleniyordu; gözetlenmekte olduğundan kuşkulanmasına
rağmen, hemen darbenin hazırlıklarına başladı Tejero. Aylar­
ca hazırlandı; Temsilciler Meclisi binasının fotoğraflarını çekti,
güvenlik önlemlerini araştırdı; darbenin yapılacağı gün kamufle
olmak ve adamlarını Temsilciler Meclisi'ne götürmek için satın
aldığı altı otobüsü ve giysileri Fuenlabrada'da kiraladığı depoda
sakladı; Milans'la, Mas Oliver üzerinden, sürekli irtibat halindeydi.
Böylece Milans'ın yönettiği komplo, 23 Şubat'ta hayata geçi­
rilene kadar gizli kalan askeri operasyon başladı. Öte yandan, o
sırada Zarzuela'ya ulaşan, Kral'ın eski sekreterinin yazdığı rapor,
az çok herkesin bildiği bir dizi faaliyete işaret ediyordu; daha sonra
Operaci6n Armada1 (Armada Operasyonu) diye anılacak olan ve
General Arınada'yı hükümetin başkanlığına getirmeyi hedefleyen
bu siyasi operasyon, prensip olarak ilkinden ayrı olmakla birlikte,
uzun dönemde onunla çakışıyor, böylece Arınada'yı her iki operas­
yonun lideri konumuna getiriyordu: Askeri operasyon, siyasi operas­
yonun koçbaşı işlevini görüyor; siyasi operasyon ise, askeri operas­
yonun -suç işlendiğinde olay mahallinde olunmadığını kanıtlayan­
suçsuzluk deliline dönüşüyordu. Saraya sunulan, General Arınada

1 Adı geçen generalin soyadı olan Armada, İspanyolcada 'silahlı' anlamına gelmek­
tedir. Operasyona Operaci6n Armada adı yakıştırılarak kelime oyunu yapılmıştır
-çn.

296
tarafından Kral'ın sekreteri Sabino Fernandez Campo'ya teslim
edilen rapor, kim olduğunu bilmediğimiz bir hukuk profesörü
tarafından kaleme alınmıştı.1 Birkaç sayfadan ibaretti rapor; yazar,
ülkedeki kötüye gidişi anlattıktan sonra, siyasi kaostan kurtulmanın
çaresi olarak, PSOE, Manuel Fraga'nın çevresindeki sağcılar ve
UCD'deki muhalif gruplar tarafından desteklenecek bir güvensizlik
önergesi ile Adolfo Suirez'in iktidardan uzaklaştırılınasını öneri­
yordu; bu manevra, bağımsız birinin, tercihen bir askerin başkanlı­
ğını üstleneceği bir milli birlik hükümetiyle nihayete erdirilecekti.
Raporun muhtevası buydu. Kral'ın raporu okuyup okuroaclığını
bilmiyoruz; ama Fernandez Campo'nun okuduğunu ve o sırada
Zarzuela'dan herhangi birinin bu konuda Arınada ile görüşme­
diğini, buna karşılık PSOE'nin Adolfo Suarez'e karşı güvensizlik
önergesi vermeye hazırlandığı söylentisinin ortalıkta dolaştığını,
raporun ofıslerde, gazete bürolarında, haber ajanslarında elden
ele gezdiğini ve kısa bir süre içerisinde, bir askerin başını çektiği
milli birlik hükümetinin batmakta olan ülkenin can simidi olduğu
varsayımının iktidarın küçük Madrid'inin her köşesine ulaştığını
biliyoruz. Suarez, temmuz ayında, basma şu açıklamayı yaptı:
"PSOE'nin, bir askerin hükümetin başına getirilmesi ihtimalini
kurcaladığını biliyorum. Bu, çılgınlık gibi geliyor bana."2 Ama çoğu
insan, bunun çılgınlık olduğu kanısında değildi; dahası, temmuz,
ağustos ve aylarında İspanya'nın siyasi hayatında herkesin ınırıl­
dandığı bu fikir, makul bir tercihe dönüşecekti. Bir general aranı­
yordu; aranan generalin, itibar gören, liberal, siyasi deneyim sahibi,
Kral'la iyi ilişkiler içerisinde olan, sağ, sol ve merkez partilerin

1 Femandez Lopez, raporun yazarının anayasa hukuku profesörü Laureano Lopez


Rod6 olduğunu ileri sürüyor. Bkz. Diecisiete horas y media, s.7l-73; Sabino
Ferndndez Campo, s. 131-132. Emilio Romero, Tragicomedia de Espana da (Barse­
'

lona, Planeta, 1985, s. 275) raporun Zarzuela'dan çıkarılıp iktidann küçük Mad­
rid'inde dolaştırıldığını söylüyor.
2 Abella, Adolfo Sudrez, s. 437.

297
onaylayacağı, bu partileri, düzenin istikrarını sağlamaya, ekonomik
krizi çözümlemeye, ETA'nın işini bitirmeye ve darbe tehlikesini
önlemeye muktedir, iyimserlik saçan bir hükümette birleştirebile­
cek bir asker olması konusunda oybirliğiyle mutabakata varılmıştı.
Bahis kuponları dolduruldu: Kurtarıcı generalin robot resmi görü­
nüşte siyasi ve kişisel fızyonomisine uyduğu için, bütün balıisierde
Alfonso Arınada adı öne çıkıyordu. AOME Başkanı'nın kardeşi
ve Manuel Fraga'nın Alianza Popular'ının önde gelen üyelerinden
Antonio Cortina gibi kendisine yakın isirolerin onun adaylığını
reklam etmiş olmaları muhtemeldir; ama bunu kimse Arınada'nın
kendisi kadar yapmamıştır. Lerida'dan sıkça ailesinin yaşadığı
Madrid'e gidiyordu; bu ziyaretleri ve özellikle yaz tatilini değerlen­
direrek, siyasetçiler, işadamları, sermayedarlar ve askerlerle yapılan
öğle ve akşam yemeklerine katıldı. Zarzuela'dan ayrılalı beri Kral'la
buluşmaları hayli seyrekleşmiş olmasına rağmen, bu toplantılarda
kraliyet sekreterliğinden gelen eski otoritesine yaslanarak, kendisini
Kral'ın yalnızca düşüncelerinin değil, aynı zamanda arzularının da
tercümanı olarak gösteriyordu. Yılların saray kurnazlığıyla edindiği
maharetle, çift anlamlı, kinayeli ve kaçarnaklı sözcüklerin arasında
öylesine güzel geziniyordu ki, Arınada'yla konuşan herkese, onunla
konuşurken Kral'ın kendisiyle konuşuyormuş, Arınada ne söylese
Kral söylüyormuş gibi geliyordu. Yanlıştı elbette, ama her iyi yalan
gibi kısmen gerçeği ihtiva ediyordu; çünkü Arınada'nın söylediği
-ve herkesin, Arınada'nın ağzından Kral'ın söylediğini düşündüğü
şey-, Kral'ın söylediği şeyle Arınada'nın Kralrın söylemesini arzu
ettiği şeyin akıllıca dengelenmiş bir kombinasyonuydu: Armada,
Kral'ın çok huzursuz olduğunu, ülkenin kötü durumunun onu çok
endişelendirdiğini, ordudaki müzmin rahatsızlığın onu ziyadesiyle
kaygılandırdığını, Suarez'le ilişkisinin kötü olduğunu, Suarez'in
onu umursamadığını, Başbakan'ın hımbıllığının, kayıtsızlığının,
sorumsuzluğunun ve budalaca iktidara yapışmasının ülkeyi ve

298
Kraliyet'i tehlikeye attığını, Kral'ın başbakanın değiştirilmesine
sıcak baktığını (bunu ifade ederken mükemmelce tercüme ettiği
şey, Kral'ın o günlerdeki düşüncesiydi) söylüyordu; ayrıca olağan
dışı çözümler gerektiren olağan dışı bir durumun söz konusu oldu­
ğunu, belli başlı partilerin liderlerinden oluşan, bir askerin başını
çekeceği bir milli birlik hükümetinin iyi bir çözüm olduğunu da
söylüyor (ve herkes bunları Arınada'nın ağzından Kral'ın söyle­
diğini düşünüyor), sonra bu işin başını çekecek en uygun adayın
kendisi olduğunun düşünülmesi için susuyordu (bunları ifade
ederken mükemmelce tercüme ettiği şey, Kral' ın düşünmesini iste­
diği, belki Arınada'nın etkisiyle kısmen düşünme noktasına geldiği
şeydi, ama o anda düşündüğü şey değildi). Eylül ayının ortalarına
ya da sonlarına doğru, Kral'ın eski sekreteri, Lerİda'daki görevine
döndüğü için Madrid'de daha az görünmeye başladığında ve tatilin
ardından siyaset sezonu açıldığında, başkentin dedikodu merkez­
lerinde -olaysız yaz günlerinin rehaveti içerisinde aylaklara hoşça
vakit geçirtip işlevini yerine getirmiş gibi görünen- Arınada Ope­
rasyonu'na rağbet azalmıştı; ama aslında durum farklıydı: Arınada
Operasyonu, hükümetin ve Suarez'in partisinin çözülmesinin ve
Başbakan'a karşı yapılan, çığ gibi büyüyen ve darbenin plasentasını
oluşturmaya başlayan operasyonların etkisiyle başkentin dedikodu
merkezlerinde canlılığını yitirmiş olsa da, kahramanının ve -onun,
ülkenin o kadar gereksindiği neşteri vurmanın en uygun yolu oldu­
ğunu düşünen- çevresindeki kişilerin zihninde olanca canlılığını
koruyordu. Armada, hükümetin, hükümeti ayakta tutan partinin
ve sağın siyasetçileriyle -ve sağın lideri Manuel Fraga'yla-kur­
duğu iyi ilişkileri sürdürüyordu; yaz buluşmalarında, onun kendi
reklamını yaptığı dolaylı anlatımlarını, hepsi -onu, vakti geldi­
ğinde Suarez'in yerine geçmesinin kabul edileceğine inandıracak
ölçüde- büyük bir ilgiyle karşılamıştı. Buna karşılık, operasyonu
için onaylarına gereksinim duyduğu sosyalistlerin yöneticilerini

299
tanımıyordu Armada; sonbaharın ilk haftalarında onlarla görüşme
fırsatı doğdu. Felipe Gonzalez'le görüşemedi (hedeflediği isim
buydu muhtemelen), ama PSOE'nin üçüncü ismi ve askeri sorun­
lardan sorumlu yöneticisi olan Enrique Mugica ile görüşmeyi
başardı. Daha önce anlattım bu görüşmeyi; 22 Ekim'de Lericia'da
yapılan görüşmeden, tatmin olarak ayrıldı Armada: Sosyalistler,
bir askerin başını çekeceği milli birlik hükümeti fikrinin yanı sıra,
o askerin Arınada olmasını da onaylamaktaydı. Tıpkı temmuz
ayında Zarzuela'ya gönderilen anayasa hukukçusunun raporu ve
yazın iktidarın küçük Madrid'inin salonlarında sürdürdüğü pro­
paganda kampanyası gibi, PSOE ile yaptığı görüşme de, merkezi
operasyonun, Kral'ı Arınada Operasyonu'na kazandırmanın basit
bir hazırlık manevrasıydı.
Kral'la Armada, 12 Kasım günü, La Pleta'daki Aran Vadisi'nde,
kraliyet ailesinin kayak yapmak için kullandığı dağ evinde buluş­
tular. Buluşma, Lerida askeri valisinin protokol yükümlülükleri
çerçevesinde gelişti; ama Kral ve eski sekreteri, uzun bir süredir
-muhtemelen önceki ilkbahardan bu yana- görüşmedikleri için,
sohbetleri protokol sınırlarının ötesine geçti. İkisi, siyasetten
konuştular: Kral, büyük bir olasılıkla, o dönemde birçok insa­
nın yaptığı gibi, Suarez hakkında atıp tutmuş, ülkenin kötüye
gidişinden dehşete kapıldığını söylemiş olmalıydı; artık sokakta
bile konuşulan, çeşitli kanallardan Zarzuela'ya ulaşan bir faraziye
olduğu için, bir askerin başını çekeceği milli b�rlik hükümetinden
de dem vurmuş olabilirler; Armada, bu tarz bir çözümden yana
olduğunu kesinlikle belirtmiştir; ama her ikisi de kendi adayı­
nın kim olduğunu söylememiştir; askerlerin -Kral'ın korktuğu,
Armada'nınsa abarttığı- huzursuzluğundan söz etmişlerdir mut­
laka; Arınada'nın bu konuyu araştırıp kendisini bilgilendirmesini
istemiştir Kral. Arınada'nın müteakip hareketinin nedeni ya da
bahanesi olmuştur bu talep. Bundan yaklaşık beş gün sonra, Kral'ın

300
eski sekreteri, ordudaki en huzursuz askerin o olduğunu ve darbeci
her entrikanın ondan doğup ona döküleceğini ya da ona komşu
olduğunu bildiği için, Milans'la görüşmek üzere Valensiya'ya gider.
İki general, birlikte Mavi Tümen'le Rusya'da savaşmaya gittikleri
1940 yılından beri birbirlerini tanımaktadırlar. Hiçbir zaman yakın
bir dostluklan olmamıştır; ama onları diğer silah arkadaşlarından
ayıran şey, monarşizme derinden bağlı oluşları, aralannda farklı bir
bağ oluşmasına yol açmıştır. Bu bağ, onlara, akşamüzeri -karargah­
ta eşle�i, Milans'ın yaveri Yarbay Mas Oliver ve yardımcısı Albay
Ibafıez Ingles'in refakatinde yedikleri öğle yemeğinden sonra- baş
başa kalarak projelerini sere serpe birbirine açma olanağı sağlamış­
tır; belki de yalnızca Milans yapmıştır bunu. Ülkedeki feci duruma
-aşırı sağa sempatisi olmayan medya, siyasi partiler ve toplumsal
kurumlar tarafından da paylaşılan- aynı tanıyı koymuşlardır; ordu­
nun bu konuya el atmasının uygun olduğu konusunda da uyuşmuş
ama bunun nasıl yapılacağı meselesine gelince ayrı düşmüş olmalı­
lar: Milans, her zamanki açık sözlülüğüyle, monarşist bir darbenin
başını çekmeye hazır olduğunu belirtip generallerin epeyce önce
Javita ya da Javea'da, yakınlarda Madrid ve Valensiya'da yaptık­
ları toplantılardan söz etmiştir. Bu ilk karşılaşmada, Tejero'nun
tasarladığı, yaveri sayesinde yakından takip ettiği operasyona da
değinmiştir muhtemelen. Arınada'ya gelince, Kral'la yaptığı soh­
beti anlatmış, Kral'la birçok sohbet yaptığını kıvırmış, artık yerinde
yeller esen ya da eskisi gibi olmayan kraliyete yakınlığından dem
vurmuş -Kral'ın kaygılandığını, Suarez'den usandığını, bir şeyler
yapılması gerektiği konusundaki kararlılığını söylemiş- olmalıdır.
Sonra yazın ve sonbaharda yaptığı nabız yoklamalarından, kendisi­
nin başkanlığında kurulacak milli birlik hükümctinden, Milans'ın
Genelkurmay Yüksek Konseyi Başkanı olacağından söz etmiştir.
Kral'ın acilen alınması gereken bu önlemi uygun gördüğünü belirt­
miş, projelerinin birbirini tamamlayıcı niteliktc olduğunu, kendi

301
siyasi projesinin askeri itişe gereksinim duyduğunu, her halükarda
ortak bir gaye güttüklerini, İspanya'nın ve Kraliyet'in esenliği için
birlikte davranmaları, sürekli temas halinde olmaları gerektiğini
söylemiştir.
Arınada'nın Kral adına konuştuğuna ikna olan, buna inanma
eğiliminde olan Milans anlaşmayı kabul etmiş, böylece Arınada
Operasyonu askeri koçbaşıyla mücehhez hale gelmiştir. Böylece
Kral' ın eski sekreteri, Milans üzerinden darbeci subayları kendisine
tabi kılıyor, gerektiğinde hedefine ulaşmak için -fiilen ya da göz­
dağı vermek üzere- kullanacağı kaba gücü yedeğine alıyordu. Yeni
bir evreye geçilmişti. O ana kadar yalnızca siyasi olan, sadece siyasi
araçları kullanmayı hedefleyen bir operasyondu Arınada Operasyo­
nu; o andan itibaren, siyasi araçların yeterli olmaması durumunda
kullanmak üzere yedeğine askeri darbeyi aldığı için, siyasi olmanın
ötesine geçmişti. Apaçık ortada olan farklılığı, Arınada o an algı­
lamak istememiş olabilir; aklından, o sırada Kral'ın verdiği bilgi­
lendirme görevini ifa etmek üzere orada bulunduğunu, bu arada
mareşalin darbeci hararetini düşürdüğünü geçirerek kandırmıştır
kendisini muhtemelen. Kasım ve aralık ayları, sanki onun gönüllü
körlüğüne katkıda bulunmak istiyormuş gibi, belki de onun ılımlı
siyasi operasyonun zaferi olarak okuduğu olaylarla doluydu: Ordu­
nun huzursuzluğu yeni skandallada sergilenedursun (sözgelimi 5
Aralık'ta, hükümetin bir kararını protesto etmek için, Genelkur­
may Akademi'sindeki bir töreni boykot etm�şlerdi), Madrid bir
grup mareşalin Adolfo Suarez'in başbakanlıktan ayrılması talebiyle
Kral'a müracaat ettikleri1 ve Başbakana karşı yeni bir güvensizlik
önergesi hazırlandığı söylentileriyle çalkalanırken, kimi siyasi parti
!iderleri, ülkenin durumunun gitgide kötülüyor olmasından deh­
şete kapıldıklarını ve Suarez hükümetinin dayanılmaz ataletine

1 Bkz. Pardo Zancada, 23-F La pieza quefo/ta, s. 185.

302
son verecek güçlü bir hükümete duyulan gereksinimi ifade etmek
üzere Zarzuela'ya gidiyorlardı. ı Kendisi için hayra yorulabilecek
bu gelişmelerin ardından, Kral, yılın sona ermesine birkaç gün
kala, televizyona çıkarak verdiği Noel mesajında,l anlamak isteyen
herkese -ki bunu ilk aniayacak kişi Smirez'di- Başbakan'a verdiği
desteği geri çektiğini söyleyince, Kraliyet'in açık onayının alındığı
sonucuna vardı Armada.
Arınada'nın saraydan çıktığı günden beri beklediği bir jestti
bu muhtemelen: Hasını gözden düşmüş, sarayın güveninden ve
himayesinden yoksun kalmıştı; Arınada'nın saraylı kibri ve zihni­
yeti için, -Smirez'in gasp etmek için elinden gelen her şeyi yaptı­
ğı- Kral'ın gözündeki en seçkin yeri yeniden edinip genişletmenin,
Kraliyet'in o zor döneminde hükümetin başına geçmenin tam
zamanıydı. Noel tatilinde, Kral'la -biri Zarzuela'da, diğeri Krali­
yet ailesinin ocak ayının ilk günlerini geçirdiği La Pleta'da olmak
üzere- en az iki kez buluştu Armada. Yine uzun uzun konuştular;
neredeyse beş yıldır hasretini çekmekte olduğu teveccühü Kral'ın
yeniden göstermeye başladığına ilişkin birçok gözlernde bulunma
olanağı oldu eski Kraliyet sekreterinin. Saymaca gözlemler değildi
bunlar: Kral'ın, monarşinin geleceğinden kaygılı, anayasanın ken­
disine biçtiği -sahici bir iktidara sahip olmayan- kurumsal hakem
rolünden hoşnutsuz bir halde krizi savuşturmanın çaresini ararken,
gençliğinde birçok sorunun üstesinden gelmesine yardımcı olan
adamın önereceği ya da önereceğini düşündüğü şeyleri reddet­
mesini beklemek saçma olur. Bu gizli toplantılada ilgili bilgimiz
Arınada'nın tanıklığıyla sınırlı olmakla birlikte, büyük bir olasılıkla

1 Bkz. Manuel Fraga, En busca del tiempo servido, s. 223; Felipe Gonz:ilez'in aralık
ayı başında Zarzuela'ya yaptığı ziyaret için, bkz. Antonio Navalon ve Francisco
Guerrero, Objetivo Adolfo Sudrez, Madrid, Espase Calpe, 1987, s. 183.
2 Kral'ın, verdiği söylevin taslağını, 18 Aralık günü Zarzuela'da kendisine gösterdi­
ğini ileri sürüyor Armada. Bkz. Al servicia de la Corona, s. 225.

303
doğru olan bazı kestirimler yapabiliriz:1 İkisinin Suarez ve siyasi
duruma ilişkin karamsar tablo üzerinde mutabık kalmalarının
ardından, Armada'nın, Suarez'e karşı verilecek güvensizlik önergesi
ve milli birlik hükümetiyle ilgili söylentilerden söz etmiş, böylesi
bir çözümden yana olduğunu göstermiş, az çok yuvarlak ifadelerle,
o hükümetin başını çekmeye aday olduğunun altını çizmiş, monar­
şist ve liberal profıliyle medya, toplumsal kurumlar, siyasi partiler
ve böylesi bir çözümü onaylayan birçok insan tarafından üretilen
başbakan profiline uyduğunu sezdirmiş olması kuvvetle muhte­
meldir; Kral ise, kesinlikle ya da büyük bir olasılıkla, Arınada'yı
hiç müdahale etmeden dinlemiş, ona karşı çıkmamış, Temsilciler
Meclisi'nin onayını ve anayasal çerçeveyi benimseyen bir askerin
(Armada ya da bir başkası) başkanlık edeceği milli birlik hükü­
meti önerisini, eğer bunu daha önce yapmadıysa, ciddi bir biçimde
düşünmeye başlamıştır; ikisinin karamsar bir askeri tablo üzerinde
mutabık kalmalarının ardından, Arınada kesinlikle küplere binmiş,
Milans'a yaptığı ziyaretten söz etmiş, onun projeleri ve tehditleriy­
le ilgili bilgilerin dozunu kurnazca belirleyerek (sözgelimi Tejero
ve onun Milans'la ilişkisine hiç değinmeyerek), yakıcı ayrıntılara
girmeksizin, Valensiya mareşalinin ateşli müdahaleciliğini yatış­
tırdığından dem vurmuştur; Kral, Arınada'nın gelişmelerden,
kışlada dönen dolaplardan kendisini haberdar etmeye devam
etmesini istemiş, onu Madrid'de görevlendireceğine söz vermiştir
mutlaka. Yalnızca tek bir nedeni olmamalı bu söz verişin: Arına­
da'nın Madrid'den uzakta olması, Kral'ın ordıiyla ilgili ayrıntılı ve
doğru bilgilere ulaşmasını zorlaştırmaktadır; hiç kuşkusuz, onun
ordu hiyerarşisinin merkezi bir yerine yerleştirilmesinin, darbenin
önünü almaya yardımcı olacağını düşünmektedir; bir koalisyon,

1 Bkz. Palacios, Elgolpe de CESID, s. 282-286; Fermindez Lopez, Diecisiete horas y


media, s. 75, 92-93, 288-289.

304
toparlanma ya da milli birlik hükümetine başkanlık edecek birinin
aranması da dahil, beklenmedik bir durumla karşılaştığında ona
müracaat edebilmek için, yakınında olmasını istemektedir. Belki
başka nedenleri de vardır. Eski kraliyet sekreterinin entrikaların­
dan her zamankinden daha fazla rahatsız olan Suarez'in şiddetli
muhalefetine rağmen, verdiği sözü bir an önce yerine getirmeye
çalışır. Savunma Bakanı kanalıyla, Arınada'ya Genelkurmay başkan
yardımcılığı görevini ayarlar. Kraliyet ailesinin Lerida'd aki tatili
biter bitmez, bu müstakbel atama, Kral'la yakınlaşması ve somut
bir öneriyle mücehhez bir halde, eşiyle yeniden Valensiya'ya gider,
yine Milans'la görüşür Armada.
10 Ocak'ta görüşür. 23 Şubat'ın iki liderinin darbeden önce
yaptıkları son görüşmedir bu. Armada, Kral'ın siyasi duruma ilişkin
görüşlerini paylaştığını, yakın bir gelecekte Genelkurmay başkan
yardımcısı olarak Madrid'e döneceğini, bunun Kral tarafından
-Adolfo Suarez'e karşı verilecek güvensizlik önergesinin sonuç­
lanmasına bağlı olarak birkaç hafta içerisinde kurulması kuvvetle
muhtemel- milli birlik hükümetinin başkanlığına atanması için
sıçrama tahtası işlevi göreceğini söyler Milans'a. O nedenle, iler­
lemekte olan askeri operasyonun durdurulup siyasi operasyona
tabi kılınması gerektiği kanısındadır Armada: Darbe çerçevesinde
yürütülen bütün entrikaları, siyasi operasyon zafere ulaşır ulaşmaz
etkisizleştirebilmek, siyasi operasyon başarısızlığa uğrarsa yeniden
canlandırabilmek için, tek bir kumanda ve tek bir proje altında
toplamak gerekmektedir. Arınada'nın ortaya attığı ve Milans'ın
benimsediği bu öneri, sekiz gün sonra Valensiya mareşalinin yave­
rinin Madrid'de, General Cabrera Caddesi'ndeki evinde yapılan
toplantıda öne çıkar. Toplantıya, Milans'ın davetiyle, -lniesta
Cano'nun da aralarında olduğu- yedeğe alınmış generaller, -Torres
Rojas'ın da aralarında olduğu- aktif görevlerini sürdüren generaller
ve -Tejero'nun da aralarında olduğu- birçok yarbay katılır. Arınada

305
ise, yanında birden fazla kişi olduğunda darbeden söz etmeme
ilkesine bağlı kalarak, ayrıca potansiyel anlamda tehlikeli olabile­
cek etkinliklerde suç işlendiğinde olay mahallinde bulunmadığını
öne sürebilme olanağını gözeterek, son anda bir mazeret uydurup
toplantıya katılmaz (Milans'la hep yalnız görüşmüş, Valensiya'ya
daima eşiyle birlikte, özel sorunları halletme bahanesiyle gitmiştir).
Darbecilerin en geniş katılımla yaptıkları, askeri operasyon açı­
sından çok önemli bir toplantı olduğu için, neler konuşulduğu iyi
bilinmektedir. Toplantıya katılanların, 23 Şubat duruşmasında ver­
dikleri ifadelerde toplantıyla ilgili olarak söyledikleri şeyler benzer
niteliktedir; toplantıya katıldıkları halde o dönemde yargılanmak­
tan kurtulanların yıllar sonra yaptıkları açıklamalar da öyledir. Top­
lantıya kumanda eden kişi Milans'tır. Valensiya mareşali, toplantıya
katılanların bir şekilde bulaştıkları, çeşitli gelişim aşamalarında
olan darbe projelerinin yönetim sorumluluğunu üstlenir, Arına­
da'nın planını, tıpkı Arınada'nın kendisine anlattığı gibi açıklar, her
şeyin Kral'ın desteğiyle yapılmakta olduğunu vurgular; Tejero'nun
yapacağı operasyonun teknik ayrıntılarını anlatmasının ardından,
zamanı gelip düğmeye basıldığında harekete geçecek olan temel
mekanizmayı açıklar: Tejero, Temsilciler Meclisi'ni; kendisi, Valen­
siya bölgesini; Torres Rojas, Brunete Zırhlı Tümeni'yle Madrid'i
alacak, operasyona iştirakleri önceden sağlanmış olan diğer mare­
şiller kendi bölgelerini alıp onlara katılırken, Arınada Zarzuela'ya,
Kral'ın yanına gidecek, böylece darbe tamamlanacaktır. Bunun tek
bir proje olduğunu, eğer kendisinin de umduğu üzere, Arınada'nın
siyasi projesi makul bir süre içerisinde sonuç verirse hayata geçiril­
mesine gerek kalmayacağını birkaç kez tekrarlar Milans; makul bir
süreden ne anladığını da söyler: otuz gün.
Ama daha on beş gün geçmeden darbecilerin planları suya düş­
müş gibi görünmektedir. 29 Ocak günü, televizyona çıkarak baş­
bakanlıktan istifa ettiğini açıkladı Suarez. Egemen sınıfın aylardır

306
avazı çıktığı kadar bağırarak istediği şey olmasına rağmen, herkesi
şaşırtır bu istifa; Armada, ilk elde, yerinde bir değerlendirmeyle,
Smirez'in kendisine karşı çevrilen Arınada Operasyonu gibi siyasi
entrikaları boşa çıkarmak için istifa ettiğini düşünmüştür elbette.
Ama bunun ardından, Suarez'in istifasının, nasıl sonuçlanacağı
belirsiz güvensizlik önergesi hareketini gereksiz hale getirip onun
siyasi geleceğini -anayasanın, parlamentodaki lideriere danıştıktan
sonra yeni başbakanı önerme yetkisi verdiği- Kral'a emanet ettiği
için, işi basitleştirdiğine inandırmıştır kendisini. Armada, Kral'a
başbakanlığa talip olduğunu açıklayıp onun onayını almak için ola­
bildiğince baskı yapmayı o anda düşünmüştür. Armada, Suarez'in
istifasından bir hafta sonra, Kral'la baş başa akşam yemeği yerken
gerçekleştirir bu düşüncesini. O sırada her şeyin kendi lehine geliş­
tiğini hissetmektedir Armada; böyle olduğu, Milans' ın General
Cabrera'd a adamlarını toplayıp yeni bir duyuroya kadar darbenin
askıya alındığını, başbakanın düşüşünün ve Arınada'nın Madrid'e
intikalinin askeri operasyonu gereksiz kıldığını, Arınada Ope­
rasyonu'nun devreye girdiğini açıklamasından bellidir. Suarez'in
istifasının ertesi günü, gazetelerde herkes koalisyon, toparlanma ya
da milli birlik hükümetinden dem vurmakta, 1 siyasi partilerin bu
hükümette yer alması ya da onu desteklemesi önerilmekte, kendi
çevresi tarafından reklamı yapılan Arınada'nın adı iktidarın küçük
Madrid'inde ağızdan ağıza dolaşmaktadır. Sözgelimi gazeteci
Emilio Romero, 3 1 Ocak günü, ABCdeki sütununda, yeni başba­
kan olarak Arınada'yı önermiştir. Üç gün sonra, Kral, Arınada'yı
telefonla arayarak az önce Genelkurmay başkan yardımcılığına
atanması ile ilgili kararnarneyi İmzaladığım, valizini hazırlama
vaktinin geldiğini, Madrid'e döneceğini söyler. Kendisine yeniden

ı Jesus Palacios, 23-F: Elgolpe del CESID, s. 323; Fernando Reinlein'in 02.02. ı 98ı
tarihli Diario ı6'da yayımlanan makalesi.

307
Kral'ın huzurunda durum muhakemesi yapma fırsatı veren akşam
yemeği, o ideal zamanda gerçekleşir. Yemekte, darbe tehlikesini
uzaklaştıracak olan neşterin vurulması gerektiğinden, bir askerin
başkanlık edeceği milli birlik hükümetinin aciliyetinden, böy­
lesi bir çözümün anayasaya uygunluğundan söz ettikten sonra
kendisinin başbakanlığı üstlenmesinin önerildiğini, belli başlı
siyasi partilerin buna arka çıktıklarını söyler ya da ihsas eder.
Kral'ın Arınada'nın sözlerine nasıl bir tepki verdiğini bilmiyorum;
ama mütereddit olduğu düşünülebilir.1 Onun mütereddit olduğu,
UCD'nin, Adolfo Suarez'in yerine Leopoldo Calvo Sotelo'yu
önermiş olmasına rağmen, Kral'ın kendi adayını Temsilciler Mecli­
si'nin onayına sunmakta on bir gün gecikmesinden bellidir. Kral'ın
kendi adayını sunmadan önce siyasi parti liderlerine danışmak
üzere yaptığı zorunlu görüşmelerde Arınada'nın adının telaffuz
edilmemiş olması imlcinsız; koalisyon, toparlanma ya da milli
birlik hükümetinden de söz edilmiştir hiç kuşkusuz. Gecikmenin
yanı sıra, Kral'ın mütereddit olduğunu düşündüren başka bir neden
daha var: Birçok kişi, uzun bir süredir, -anayasayı lciğıt üzerinde
ihlal etmeksizin aşan- olağan dışı çözümü savunuyordu; üstelik
kendisinin Arınada'ya sınırsız bir güveni vardı, General'in başını
çektiği, bütün siyasi partilerin desteklediği bir hükümet orduyu
yatıştırabilir, ülkenin krizin üstesinden gelmesine yardımcı olabilir,

ı O sırada, Manuel Fraga da Kral'ın mütereddit olduğu kanısında; 30 Ocak Cuma


günü, Suarez'in istifasından birkaç gün sonra, günlüğüne şiı notu düşmüştü: "Kral,
anayasanın işaret ettiği danışma turlarına başladı hemen; acele etmediği, kafasında
belli bir adayın olmadığı, görüşmelerin bu kez formalite çerçevesinde yapılmadığı
izlenimi uyandı bende." Daha ileride, şunu ekliyordu: "Kral, ayın 3ı'inde, isabetli
bir değerlendirme yaparak, UCD'nin krizi sonuçlanana kadar aday önermemeye ve
siyasi grupların temas kurmalarına fırsat tanımaya karar verdi", En busca del tiempo
servido, s. 230-23 1. Ayrıca Kral'ın, ı Şubat günü, ABD'ye yapacağı geziyi iptal
ettiğini ekliyor Fraga. Siyasi krize çözüm bulmak amacıyla bir koalisyon hükümeti
kurulması konusu, siyasi partiler tarafından açıkça tartışılmış, bu tartışmalar gaze­
telerde yer almıştı.

308
Kraliyet'i pekiştirebilirdi. Ama 10 Şubat günü -belki de anayasayı
zorlamanın anayasayı tehlikeye atmak, anayasayı tehlikeye atmanın
demokrasiyi tehlikeye atmak, demokrasiyi tehlikeye atmanınsa
Kraliyet'i tehlikeye atmak anlamına geldiğini kavradığı için- ana­
yasaya harfiyen uymaya, dolayısıyla Leopoldo Calvo Sotelo'nun
adaylığını Temsilciler Meclisi'ne sunmaya karar verdi.
Arınada Operasyonu, yalnızca siyasi olan operasyon böylece
sona ermiş oldu; o andan itibaren, eski sekreterin parlamento
kanalı_yla bir koalisyon, toparlanma ya da milli birlik hükümetinin
başbakanı olmasının yolu kapanmıştı. Bu durumda, Arınada'nın
önünde iki seçenek vardı. İlki, tutkularıyla vedalaşıp Milans'ı
askeri operasyondan vazgeçmesi için ikna etmesiydi; Milans ise
Tejero'yu ve diğer darbecileri buna ikna edecekti. İkincisi, yalnızca
siyasi araçlarla empoze edilemeyen siyasi reçeteyi zor kullanarak
dayatmak üzere, askıya alınmış olan askeri operasyonun, bir koç­
başı gibi yeniden devreye sokulmasıydı. İlk seçeneği kimse aklın­
dan geçirmemişti; ne Arınada ne de diğer darbeciler. Ve hiçbiri,
hiçbir zaman ikinci seçenekten vazgeçmemişti. Böylece, kazanan
askeri seçenek oldu. O sırada geçerli olan koşulların zafere ulaş­
malarını zorlaştıracak nitelikte olmadığı da ortadaydı aslında. 23
Şubat'tan önceki üç hafta boyunca, gerçekliğin acilen darbeyi talep
ettiği duygusuna kapılmış olmalıydı darbeciler; onları vatanın
yok olmasının yalnızca ordunun isyanıyla önlenebileceğine ikna
etmek için elinden gelen her şeyi yapıyordu adeta: Conferencia
Episcopal'in1 boşanma yasasına karşı çok sert bir bildiri yayım­
ladığı 4 Şubat günü, ETA yanlısı parlamenterler, Kral'ın Bask
parlamentosunda yaptığı ilk konuşmayı bağırıp çağırarak ve
vatanperver ilahiler söyleyerek engellediler; ayın altısında, ETA

Conferencia Episcopal: Belirli bir bölgedeki Katolik Kilisesi piskoposlarının resmi


meclisi -çn.

309
tarafından kaçırılan Lemaniz nükleer santrali mühendisinin cesedi
bulundu; ayın on üçünde, ETA militanı Joseba Arregui, Caraban­
chel Cezaevi hastanesinde öldürüldü; daha sonraki günlerde, siyasi
gerilim alabildiğine tırmandı. Hayli sert geçen bir parlamento
oturumunda, muhalefet, hükümeti işkenceye hoşgörü göstermekle
suçladı; İçişleri Bakanı'yla Adalet Bakanı alenen çatıştılar; kimi
devlet memurları görevden azledildi; hemen arkasından, sonun­
da bütün yönetim kademesinin işten ayrılmasına neden olan bir
polis eylemi gerçekleşti; nihayet 2 1 Şubat günü, ETA, Pamplo­
na'da Uruguay konsolosunu, Bilbao'da Avusturya ve El Salvador
konsoloslarını kaçırdı. Armada, o sancılı günlerde, Zarzuela'da
iki kez gördü Kral'ı; biri ayın on birinde, diğeri on üçünde. İlki,
Kral'ın kayınvalidesi, Yunanistan Kraliçesi Frederica'nın cenaze
törenindeydi, pek konuşmadılar; ikincisi Genelkurmay Başkan
Yardımcısı olarak yaptığı zorunlu ziyaretle ilgiliydi, yaklaşık bir
saat konuştular. Görüşmede sinirli ve kızgın görünüyordu Armada.
Kendisini başbakanlığa aday göstermediği için Kral'a serzenişte
bulunmaya cesaret edemedi; ama Calvo Sotelo'yu aday göstererek
çok büyük bir hata işlediğini söylemeye cüret etti. Armada, Kral'ı,
aralarında M ilan s'ın da bulunduğu birçok mareşalin katıldığı
askeri bir hareketin eli kulağında olduğundan haberdar ettiğini
ileri sürüyor; ifadesine bakılırsa, o sabah Zarzuela'dan çıktıktan
sonra protokol ziyareti çerçevesinde uğradığı Gutierrez Mellado'ya
da söylemiş bunu.1 En azından bu son söylediği, imlcinsız gibi
geliyor bana; Gutierrez Mellado, hakimin önünde reddetti bunu.2

1 Jesıis Palacios, El camino de la libertad (1978-2(}{}8), Madrid, Unidad Etitorial,


2008, s. 10; Cuenca Toribio, 23-F. Conversaciones con Alfonso Armada, s. 99.
2 Gutierrez Mellado, sorgu hakimine, Arınada ile yaptığı görüşme konusunda şun­
lan söyledi: "Ordunun birliğinin bende takmak haline gelen bir şey olduğunu söy­
lediğimde, ne anlama geldiğini daha sonra anladığım ironik bir cevap verdi bana
General Armada. Endişelenmememi, ordunun birliğinin ziyadesiyle sağlanmış
olduğunu söyledi." Pilar Urbano, Con la venia. . . , s. 37.

310
Ama Arınada'nın bundan üç gün sonra darbenin bent kapaklarını
açtığı, gün gibi ortada: Ayın 16'sında, Ordu Karargahı'ndaki yeni
odasında, Milans' ın yardımcısı olan, öteden beri ikisinin irtibatını
sağlayan Albay lbafıez lngles'le görüştü, ona siyasi operasyonun
başarısızlığa uğradığını söyledi. Belki de daha fazla bir şey söyle­
medi, buna gerek yoktu zaten: Her şeyin beyhude olduğunu düşün­
me noktasına gelmedikçe, askeri operasyonu başlatması gerektiğini
anlaması için bu kadarı yeterliydi Milans' ın.
Geri dönülemeyecek bir noktaya gelmişti artık darbe. Arınada
ile lbiifıez lngles arasındaki görüşmeden kırk sekiz saat sonra,
Temsilciler Meclisi'nde Calvo Sotelo'nun başbakanlık görevine
getirilmesiyle ilgili tartışmanın başladığı gün, Ibafıez lngles'e tele­
fon etti Tejero. Milans'ın Arınada Operasyonu'nun zafere ulaşması
için tanıdığı sürenin sona erdiğini, bütün hükümet üyelerinin ve
milletvekillerinin Temsilciler Meclisi'nde olduğu -yeni başbakanın
güvenoyuyla ilgili- oturumların, üzerinde mutabık kaldıkları şeyin
gerçekleştirilmesi için iyi bir fırsat sunduğunu, bu fırsat kaçırılırsa
epeyce zaman kaybedileceğini, bir grup yüzbaşının kendisini des­
teklemeye hazır olduğunu, son olayların -Bask parlamentosunda
Kral'ın taciz edilmesi, ETA'nın elindeki mühendisin öldürülmesi
ve ETA militanı Arregui'nin ölümünün yarattığı sonuçların- onla­
rı öfkelendirdiğini, artık daha fazla tahammül edemeyeceklerini,
Temsilciler Meclisi'nin -Milans'la ya da Milans'sız- alınması
gerektiğini söyledi. Tejero'nun uyarısı, Valensiya mareşalinin hala
taşımakta olduğu bazı şüpheleri giderdi: Yarbay'ı durduramazdı;
Arınada'nın siyasi başarısızlığı onu seçeneksiz bırakıyordu; son
anda geri çekilemeyecek ölçüde bulaşmıştı bu işe. Böylece, yola
devam etmesi için Tejero'ya onay verdi Milans; aynı gün, ayın
1 8'inde, güvendiği, uzun bir süredir fazlaca ayrıntıya girmeksi­
zin darbeden söz ettiği birçok yüzbaşıyı akşam yemeğinde bir
araya getirdi Tejero (lbafıez lngles'e yalan söylemişti; daha fazla

311
tahammül ederneyecek durumda olan, yüzbaşılar değil, kendisiydi).
O gece her şeyi somutlaştırdı: Onlara projesini anlattı, onlardan
kendisinin işi yürütmesine yardımcı olacaklarına dair söz almayı
başardı, onlarla iki gün sonra, güvenoylaması sırasında Temsilciler
Meclisi'nin basılmasını tartıştı, baskın tarihinin belirlenınesini
ertesi güne bıraktı. Ertesi gün, ı 9 Şubat'tı. Sabah, ani baskın
hazırlığının yirmi dört saatten biraz daha fazla zaman alacağını, o
nedenle cuma günü yapılamayacağını düşündü; ama birisi -belki
yüzbaşılardan biri, belki de Milans'ın yardımcısı- Calvo Sotelo'nun
parlamentodaki desteğinin ilk turda güvenoyu alması için yeterli
olmadığını, Temsilciler Meclisi Başkanı'nın her halülcirda pazarte­
si gününden önce yapılması mümkün olmayan ikinci bir oylamaya
gideceğini, bu durumun hazırlık için kendilerine en az dört günlük
süre tanıyacağını söyledi; darbenin günü, Temsilciler Meclisi Baş­
kanı'nın seçtiği gün olacaktı: ikinci güvenoylamasının yapılacağı
gün.
Böylece darbe mevzilenmiş oldu; bu noktada, benim anlatımım
iki kola ayrılıyor. Şimdiye kadar, vuku bulan ya da benim vuku
bulmuş olduğu izlenimi cdindiğim olaylara değindim. Aşağıda
aniatacağım şeylerde CESID üyeleri devreye giriyor; şimdiye kadar
deriediğim istihbarat servisi ile ilgili veriler bağlamında, olayların
birbiriyle çatıştığı iki versiyon arasında seçim yapabilme olanağım
yok. Seçimi daha sonraya bırakarak ikisini de ortaya koyma yoluna
gideceğim.
İlki, resmi olan versiyon, yani adli versiyon; aynı zamanda en
az sorunlu olanı. Ayın ı 9'undan itibaren, Tejero ile Milans -biri
Madrid'de, diğeri Valensiya'da- darbenin hazırlıklarıyla uğraşırlar;
ama Temsilciler Meclisi Başkanı'nın ikinci güvenoylamasının tari­
hini ve saatini belirlediği, böylece darbecilere bilmeden darbenin
tarihini ve saatini (23 Şubat Pazartesi günü, öğleden sonra saat
altı) verdiği 20 Şubat gününden itibaren hazırlıklar hızlanır. Tejero,

312
yaptığı planın ayrıntılarını gözden geçirir, uygulanması için gerekli
kaynakları sağlar, defalarca Milans' ın yardımcılarıyla ( Yarbay Mas
Oliver ve Albay lbafıez Ingles) telefon görüşmesi yapar, birçok jan­
darma subayıyla, özellikle yüzbaşılarla görüşür: Mufıecas Aguilar,
Gomez Iglesias, Sanchez Valiente ve Bobis Gonzalez. İlk ikisi
Tejero'nun yakın arkadaşlarıdır; onları çok iyi tanıyoruz: Mufıecas,
23 Şubat akşamı rehin alınan parlamenterleri yönlendiren, basın
locas ından bir askeri yetkilinin geleceğini duyuran yüzbaşıdır;
Gomez Iglesias, CESID'in özel operasyon birimi AOME'ye bağlı­
dır, muhtemelen Binbaşı Cortina tarafından Tejero'yu gözetlernek­
le görevlendirilmiş, ilk versiyona göre, 23 Şubat günü komutanının
arkasından iş çevirmiş, Cortina'nın bilgisi olmaksızın, baskına eşlik
etmekte ayak sürüyen gönülsüz subayları ikna ederek Yarbay'a yar­
dımcı olmuş, belki ona AOME'den eleman ve malzeme takviyesi
yaparak, Temsilciler Meclisi'ne kadar otobüslerine eşlik etmiştir.
Milans'a gelince, bu dört gün boyunca, iki yardımcısıyla birlikte
Valensiya ayaklanmasını organize eder, diğer mareşallerden destek
ya da yansızlık sözü alır, Binbaşı Pardo Zancada üzerinden Brunete
Zırhlı Tümeni'ndeki isyanın hazırlıklarını sürdürür (Zancada,
darbenin arifesinde bilgi vermek üzere Valensiya'ya gider), en az
üç kez Arınada'yla telefon görüşmesi yapar. Son görüşmenin tarihi
22 Şubat'tır; görüşme lbafıez lngles'in oğlunun odasından yapılır.
Milans, Arınada ile konuşurken, yanında Ibafıez lngles, Yarbay
Mas Oliver ve Binbaşı Pardo Zancada vardır. Sanki Arınada'ya tam
olarak güvenmiyarmuş ya da astiarının ona tam olarak güvenme­
sini istiyormuş gibi, Arınada'nın sözlerini, yanındakilerin duyması
için, yüksek sesle tekrarlamaktadır. İki general, planı gözden geçi­
rirler. Tejero Temsilciler Meclisi'ni, Milans Valensiya'yı, Arınada
Zarzuela'yı alacaktır; esasen her şey Kral'ın talimatı doğrultusunda
yapılacaktır. Milans ahizeyi bıraktığında, saat akşamüzeri beş otuz­
dur. Yirmi beş dakika sonra, darbe zincirinden kurtulur.

313
Bu, birinci versiyondur; ikinci versiyon onunla çelişmiyor, yal­
nızca bir noktada ondan ayrılıyor: Binbaşı Cortina sahne alıyor.
Darbecilerin, daha doğrusu Tejero'nun versiyonu olduğu için,
sorunlu. Tejero, 23 Şubat davasında sanıkların yaptıkları savunma­
nın genel çizgisine bağlı kalır ve Cortina, Arınada ve Kral arasın­
daki suç ortaklığını temel alır; bu çerçevede, Cortina'yı (Cortina
ile birlikte istihbarat servislerini), Cortina üzerinden Arınada'yı
(Armada ile birlikte ordu üst yönetimini), Cortina ve Arınada üze­
rinden Kral'ı (Kral'la birlikte merkezi devlet kurumunu) suçlayarak
kendisini aklamaya çalışır; bu, Tejero'nun tanıklığını otomatik
olarak asılsız kılmaz elbette. Aslında, ilk celsede, onun versiyonuna
itibar kazandıran çok değerli ayrıntılar vermiştir Tejero. Ama gerek
diğer ifadelerinde hata yapmış olduğu, gerekse Cortina, kendisine
yöneltilen her suçlamada, suç işlendiğinde olay mahallinde bulun­
madığını kusursuzca ortaya koyduğu için (bu durum, üzerindeki
şüpheleri ortadan kaldırmasa da, onu aklamak zorunda kalmalarına
yol açar), mahkeme heyeti Tejero'ya inanmaz. Suç işlendiğinde
olay mahallinde olmadığını kanıtlama uzmanıdır Cortina.ı Bütün
duruşmaları izlemiş olan bir gazetecinin2 yazdığı gibi, masum bir
insanın elinde hiçbir zaman suçsuzluk delili olmadığını bilmek için
polisiye roman okuru olmaya gerek yoktur; masum olan insan, bir
gün suçsuzluk deliline ihtiyaç duyacağını tasavvur bile etmez. İki
ayrı versiyonun verileri arasında seçim yapma zorluğunun başladığı
noktadayız. Aşağıda anlatacaklarım, ikinci ver�iyona giriyor.
Milans ile Tejero'nun darbeyi ateşleme kararı aldıkları 1 8 Şubat
akşamı ya da on dokuzu sabahı, aylardır Cortina'nın talimatıyla
Yarbay'ı izlemekte olan Yüzbaşı Gomez lglesias, haberi AOME'de­
ki üstüne iletir. Cortina, üstlerini bilgilendirmez, darbecileri ele

1 Martin Prieto, Tecnica de un golpe de estado, s. 335; Ttjero. 25 aiios despues, s. 163.
2 Agatha Christie'nin gözlemini aktaran bu gazeteci, Pilar Urbano'dur. Bkz. Con la
venia... , s. 108.

314
vermez; bunun yerine, -Tejero'nun Gomez Iglesias'a söylediğine
göre ya darbenin lideri, ya liderlerinden biri ya da darbeye bulaşmış
olan, Kral'ın emriyle davranan- Arınada'yla irtibat kurar. Armada,
uzun zamandır tanımaktadır Cortina'yı; ya onu kullanmak için ya
da başka bir seçeneği olmadığından, bildiği her şeyi ona anlatır.
Cortina, Arınada'nın emri altına girer. Sonra belki Arınada'yla
mutabık kalarak, belki de Arınada'nın emriyle, Gomez Iglesias'tan
kendisini Tejero'yla görüştürmesini ister: Yarbay'ın planlarını ilk
elden öğrenmek, ona darbenin hedeflerini hatırlatmak, darbecilerin
komuta zincirini pekiştirrnek istemektedir. Tejero, Gomez Iglesias'a
güvenmekte, AOME'den Temsilciler Meclisi baskını için eleman
ve malzeme takviyesi almanın iyi bir fikir olduğunu düşünmekte­
dir. Böylece, görüşmeyi kabul eder. On dokuzu akşamı, iki subay,
Cortina'nın annesi ve babasıyla birlikte yaşadığı, Las Avenidas Par­
kı'na yakın olan Biarritz Caddesi'ndeki evde buluşurlar. Cortina,
Arınada'nın sağ kolu ve sözcüsü gibi gösterir kendisini Yarbay'a;
ona bilgi verir: Operasyonun Kral'ın emriyle, monarşiyi kurtarmak
için yapıldığını vurgular; askeri lideri Milans olsa da, siyasi lideri­
nin Arınada olduğu konusuna açıklık kazandırır; darbenin genel
planını ve öngörülen sonucu açıklar (Armada'nın başkanlık edeceği
hükümetten söz eder, ama koalisyon, toparlanma ya da milli birlik
hükümeti ifadesini kullanmaz); teknik olarak kendi planını nasıl
hayata geçireceğini sorar; AOME'nin eleman ve malzeme tedariki­
ne hazır olduğunu söyler; ısrarla baskının kansız ve ihtiyatlı olması
gerektiğini, bir ordu birliği kendisinden nöbeti devraldığında ve
Arınada işgal edilen Temsilciler Meclisi'nin sorumluluğunu üst­
lendiğinde misyonunun biteceğini belirtir. İki subay, sabaha karşı
üçte vedalaşırlar, 23 Şubat'a kadar, Gomez Iglesias üzerinden irti­
batı sürdürürler. Ama görüşmenin ertesi günü, Tejero, Cortina'nın
darbe organizasyonunun içerisinde olup olmadığını belirlemek
üzere Valensiya'yı arar. Milans ile Arınada arasında yapılan telefon

315
görüşmesinden sonra, Cortina'ya güvenmesi, onun taliroadarına
uyması söylenir Tejero'ya. Bu arada, o cuma günü ya da cumartesi
sabahı, Armada, Cortina'nın Tejero'yla bir araya gelmesi tavsiyesine
kulak verir; Cortina, General'in Yarbay'la tanışması, ona operasyo­
nun niteliğini açıklaması ve son talimatları vermesi amacıyla, yine
Gomez Iglesias üzerinden, 2 1 Şubat Cumartesi gecesine bir ran­
devu ayarlar. Buluşurlar; Armada, iki gün önce Cortina'nın verdiği
talimatların aynısını verir Tejero'ya: Operasyon kansız ve ihtiyatlı
olmalıdır; Yarbay, Temsilciler Meclisi'ne Kral ve demokrasi adına
girmelidir; her şeyin sorumluluğunu üstlenecek olan askeri yetkili
gelir gelmez oradan çıkmalıdır (o askeri yetkilinin kendisi oldu­
ğunu açıklama gereğini hissetmez Armada, ama onun "Ahumada
Dükü" parolasıyla anılacağını söyler); her şey Kral'ın talimatıyla,
onun başkanlık edeceği -ama kompozisyonuna değinilmeyen- bir
hükümetle monarşiyi ve demokrasiyi kurtarmak için yapılacaktır.
Tejero'nun mahkemedeki ifadesine göre, monarşi ve demokrasi
sözcüklerinin tekrarlanması kendisinde güvensizlik yaratmıştır
(buna karşılık, Arınada'nın hükümete başkanlık edecek olması onu
rahatsız etmemiştir; bunu uzun zamandır bilmektedir, askeri bir
hükümet olduğu için kabullenmiştir); ama ne açıklanmasını ister
ne de karşı çıkar Tejero. Arınada bir general, kendisi ise bir yar­
baydır; onun indinde, hayranlık duyduğu, sadakatle bağlı olduğu
komutanı Milans, darbenin gerçek lideridir; ama Valensiya mare­
şali, Arınada'ya siyasi liderliği vermiş, Tejero da bunu kabullenmiş­
tir; dahası, o monarşist değildir, sadece momirşiye razı gelmiştir;
Arınada'nın ağzından dökülen demokrasinin içi boş bir kelime,
kaskatı darbe gerçekliğinin arkasına gizlendiği bir paravan oldu­
ğundan emindir. Görüşme, arada AOME'nin başkanının kullandı­
ğı, AOME'nin Pintor Juan Gris Caddesi'ndeki gizli bir dairesinde
yapılır; Cortina, yakındaki Hotel Cuzco'da buluştuktan sonra oraya
götürmüştür Tejero'yu. Arınada ile Tejero baş başa görüşmüşler,

316
Cortina dairenin antresinde beklemiştir onları. Görüşme sona
erince, Yarbay'a Hotel Cuzco'nun girişine kadar eşlik etmiştir Bin­
başı. Orada vedalaşmışlardır. Cortina ile Armada, bu vakayı asla
kabul etmemişler, Tejero ise duruşmada bunu kanıtlayamamıştır.
Suç işlendiğinde olay mahallinde bulunmamanın ustasıdır Cortina;
bu vakayla ilgili olarak, Arınada da aynı avantaja sahiptir. Tejero'ya
göre, gece saat sekiz buçukla dokuz arasında yapılan görüşme kısa,
en fazla otuz dakika sürmüştür. Aşağı yukarı kırk sekiz saat sonra,
darbe başlayacaktır.

317
6

Bunlar, 23 Şubat'ın yakın geçmişinin iki versiyonudur. Şimdi,


ikinci versiyonun doğru olduğunu, Tejero'nun yalan söylemediğini,
Cortina'nın, G6mez Iglesias kanalıyla, dört ya da beş gün önce­
sinden, darbenin vuku bulacağını, Arınada'nın darbenin elebaşı ya
da elebaşılarından biri olduğunu öğrendiğini, Arınada'nın emrine
girerek operasyona katıldığını varsayalım. Eğer böyleyse, bunu
neden yaptığını sormakta yarar var.
Hayli rağbet gören bir yaklaşıma göre, 1 Cortina, karşı tarafın
ajanı olarak karışmıştır darbeye; darbenin başarılı olmasını değil,
başarısızlığa uğramasını, demokrasiyi ortadan kaldırmayı değil,
korumayı gözetmiştir. Bu yaklaşımı savunanlara göre, darbenin
yapılacağını fark ettiğinde, onu etkisiz hale getirmek için geç kal­
mıştır Cortina; doğaçtan yeltenilen, kötü organize edilmiş bir ope­
rasyon olduğunu anlayınca, darbecilerin hazırlıklarını tamamla­
malarına fırsat tanımamak, darbenin başarısızlıkla sonuçlanmasını

1 Sözgelimi Pilar Urbano bunu savunmaktadır. Bkz. Con la venia .. , s. 306.


.

318
sağlamak üzere işe karışmıştır; ayın 1 9'unda yaptıkları görüşmede,
Temsilciler Meclisi baskınının tarihini belirleyerek Tejero'yu dar­
beye iteklemesinin nedeni budur. Güzel bir kurgu, ama yanlış.
Birincisi, ne darbe yapmak için kimsenin kendisini iteklemesine,
ne de birinin çıkıp darbe yapacağı tarihi belirlemesine ihtiyacı vardı
Tejero'nun; darbenin tarihini, Calvo Sotelo'nun güvenoylaması
süreci belidemişti zaten. İkincisi, yapılmasına birkaç gün kala fark
etmiş olsa da, darbeyi etkisiz hale getirchilirdi Cortina: Bildiklerini
üstlerine iletebilir, tıpkı 23 Şubat'tan önceki Galaxia Operasyo­
nu'nda ya da 23 Şubat'ın ertesinde yaptıkları gibi, darbecileri bir­
kaç saat içerisinde tutuklayabilirlerdi.
Benim yaklaşımım, daha anlaşılır, daha sıradan ve daha yamalı.
Öncelikle Cortina ile Arınada arasında sıkı bir ilişki olduğunu
hatırlatayım. 1975'te tanışmışlar; o dönemde, Zarzuela'yı sıklık­
la ziyaret ediyor Cortina. Onun kardeşi, aynı zamanda en yakın
arkadaşı olan Antonio, dostu Arınada'nın milli birlik hükümetine
başkan olması için uğraşıyor. Cortina'nın kendisi de milli birlik
hükümeti fikrini -ve muhtemelen Arınada'nın adaylığını- benim­
siyor. Benim yaklaşımım şöyle: Eğer darbeye karıştıysa, bunu
darbenin başarısızlığa uğraması için değil, zafer kazanması için
yaptı Cortina; çünkü ülkedeki koşulların darbeye uygun olduğunu,
başka türlü dayatılamayan siyasi çözümün zor kullanarak dayatıl­
ması riskini üstlenmek gerektiğini düşünüyordu; ayrıca girişimin
içerisinde yer alarak darbeyi etkileyebileceği, daha uygun bir hedefe
yönlendirebileceği kanısındaydı; öte yandan, suçsuzluk delillerini
kendisine kalkan yapacağı için kişisel olarak büyük bir risk üstlen­
meyeceğini düşünüyordu; eğer akıllıca davranırsa her iki sonuçtan
da yararlanabilir, darbe başarılı olursa zaferin, başarısızlığa uğrarsa
hezimetin mimarı olarak gösterebilirdi kendisini. Kral'la ilişkisi,
darbecilerin darbeden sonra yüksek sesle belirttikleri ölçüde -ya
da dostluk ilişkileri çerçevesinde düzenlenen yemeklerde birlikte

319
olduğu dönem arkadaşları kadar- yakın olmasa da, ziyadesiyle
monarşist bir askerdi Cortina ve Arınada'nın ılımlı darbesinin, ister
başarılı olsun, isterse başarısız, haddinden fazla gerginleşen siyasi
ve askeri ortamı yatıştıracağını, yarattığı zelzeleyle kötü atmosferi
havalandıracağını, gitgide belirginleşen, monarşi karşıtı, durdum­
lamayacak kadar iyi planlanmış şiddet yanlısı bir darbe olasılığını
savuşturacağını, bir dekompresör işlevi göreceğini düşündü. Darbe
ister başarılı olsun, ister başarısız, monarşinin de kendisi gibi
bu işten kazançlı çıkacağına inanıyordu; Machiavelli'yi okumuş,
onun şu tavsiyesine kulak vermiş olmalıydı: "Bir prens, eğer fırsat
bulabilirse, onu alt ettiğinde zaferi ihtişamlı olsun diye, muhalefeti
kızıştırmayı bilmelidir. "ı
Cortina, 23 Şubat arifesinde, tıpkı diğer komplocular gibi,
darbenin üç kanaldan başarısızlığa uğrayabileceğini düşünüyordu:
ilki, halkın tepkisi; ikincisi, ordunun tepkisi; üçüncüsü, Kral'ın
tepkisi. Yine tıpkı diğer komplocular gibi, ilkinin çok uzak bir
olasılık olduğunu kestirebilirdi (öyle olduğunu 23 Şubat deneyi­
mi ziyadesiyle kanıtladı): ı 936'da Franco'nun yaptığı darbe, halk
eline silah alıp sokaklara döküldüğü, Cumhuriyet'i savunduğu için
başarısızlığa uğramış ve savaşa yol açmıştı; Temsilciler Meclisi'nin
basıldığı, milletvekillerinin rehin alındığı ı 98ı'de ise, savaşın hatı­
rasıyla dehşete kapılmış, demokrasiden ya da demokrasinin işle­
yişinden hoşnutsuz, silahsız ve köşeye çekilmiş olan halk, darbeyi
alkışlamaktan, ona boyun eğmekten, olsa olsa ıninicik bir azınlıkla
cılız bir tepki vermekten öte bir şey yapamazdı. Cortina, yine tıpkı
diğer komplocular gibi, ikinci olasılığın hayli uzak olduğunu da
kestirebilirdi (23 Şubat deneyimi, bunun böyle olduğunu da ziya­
clesiyle kanıtlamıştı): ı 936'da Franco'nun yaptığı darbe, ordunun

ı Niccolo Machiavelli, De principatibus, Ed. Giorgio lnglese, Roma, lstituto Storico


ltaliano per il Medio Evo, ı 994, s. 286.

320
bir bölümü hükümetin emrinde kalıp Cumhuriyet'i savunan halka
katıldığı için başarısızlığa uğramış ve savaşa yol açmıştı; buna
karşılık, 1 981'de, ordu tepeden tırnağa Frankocuydu. Ordunun
üst kademesinde darbeye karşı konulması hayli ayrıksı bir durum
olurdu; Kral'ın arka çıkacağı bir darbede ise istisnanın bile yeri
yoktu. Geriye üçüncü kanal kalıyordu: Kral'ın tepkisi. Cortina'nın
ve diğer komplocuların uzak olmadığını kestirebilecekleri tek
olasılık buydu. Gerçi darbe, Kral'ın karşısında değil, yanındaydı;
şiddet yanlısı değil, ılımlıydı; kağıt üzerinde demokrasiyi orta­
dan kildırmak için değil, ıslah etmek için yapılıyordu; darbeye
yanaşmazsa, isyancılar ve ordunun büyük bölümü onun üzerinde
muazzam bir baskı kuracaklardı; kurulacak hükümet meclis ona­
yına yaslanacak ve Arınada tarafından darbenin zaferi gibi değil,
çözümü gibi gösterilecekti. Ama bütün bunlara rağmen, darbeyi
desteklerneme yoluna gidebilir, Franco'nun varisi ve silahlı kuvvet­
lerin sembolik komutanı olması dolayısıyla ve -iktidarda kalmak
için ordunun yardımını kabul eden, daha on yıl olmadan iktidardan
uzaklaştırılan- dedesi XIII. Alfonso ve kayınbiraderi, Yunanistan
Kralı Konstantin örneklerini hatıriayarak darbeyi önleme kararı
alabilirdi. ı Eğer Kral darbeye karşı çıkarsa ne olacaktı? Elbette hiç
kimse öngöremezdi bunu. Darbenin düğmesine basıldığı andan
itibaren her şey olabilirdi. Kral'ın yanında olan, en monarşist iki
generalin liderliğinde yapılan darbe, Kral'a karşı olan, monarşinin
maziye karışmasına yol açan bir darbeye bile dönüşebilirdi; ama
Kral'ın darbeye karşı çıkması halinde, en yakın olasılık, darbenin
başarısızlıkta sonuçlanmasıydı. Çünkü monarşi yanlısı bir darbenin

Monarşist darbecilerin, XIII. Alfonso ve Konstantin'in Kraliyer için caydırıcı ör­


nelder olduğunu düşünmemiş olmalan olasıdır. Onların yürüttüğü akıl, Kral'ın
23 Şubat'taki muhakemesinin tam tersi de olabilir: Onlara göre, Kral'ın dedesi
ve kayınbiraderi, tahtta kalışlarını birkaç yıl daha uzatabilmeyi ordunun desteğine
borçluydular; eğer akıllıca yönetmeyi becerebilselerdi, İ spanya ve Yunanistan'da
monarşinin yıkılmasını önleyebilirlerdi.

321
monarşi karşıtı bir darbeye dönüşmesi neredeyse olanaksızdı. Öte
yandan, darbe eğer Kral'ın müdahalesiyle başarısızlığa uğrarsa,
Kral demokrasinin kurtarıcısına dönüşecek, bu ise monarşinin güç­
lenmesi anlamına gelecekti. Yeniden söyleyeyim: Eğer Kral karşı
koyarsa, monarşi için darbenin yegane sonucunun bu olacağını ileri
sürmüyorum. Cortina'nın, tıpkı diğer komplocular gibi, darbeye
bulaşmadan önce, monarşi için darbenin barındırdığı riskierin yol
açabileceği kazanımlardan çok daha az olduğu ve darbenin -ister
başanya ulaşsın, isterse başarısızlığa uğrasın, zaferle sonuçlanacağı
için- iyi bir darbe olduğu sonucuna varmış olabileceğini söylüyo­
rum. Darbenin zaferi, Kraliyet'in elini güçlendirecekti (en azından
Milans'la Arınada'nın ve muhtemelen Cortina'nın düşündüğü
şey buydu); başarısızlığa uğraması da aynı sonuca yol açacaktı.
Machiavelli'yi okumuş olsun ya da olmasın, onun tavsiyesine kulak
vermiş olsun ya da olmasın, böyle akıl yürütmüş olabilirdi Corti­
na. Öyle olduğunu varsayarsak, 23 Şubat bu konuda da onu haklı
çıkarmıştır, hem de ziyadesiyle.

322
7

Yalnızca kestirimleri ortaya koyduk; Cortina'yla, istihbarat ser­


vislerinin 23 Şubat'taki rolüyle ilgili soru hala yanıdanmış değil;
o nedenle, şimdiye kadar deriediğim verilerle, darbenin yakın
geçmişine ilişkin iki versiyondan herhangi birinde karar kılahilmiş
değiliz. Javier Calderôn'un CESID'inin darbeye katılmadığından
eminiz; ama Cortina'nın AOME'sinin katıldığından emin deği­
liz. Bir AOME üyesinin, Yüzbaşı Gômez Iglesias'ın, darbenin
hazırlığında ve hayata geçirilmesinde Tejero'yla işbirliği yaptığını
biliyoruz; ama bunu Cortina'nın emriyle mi, yoksa Yarbay'la arka­
daşlığı ve dayanışması çerçevesinde kendi inisiyatifiyle mi yaptığını
bilmiyoruz. Diğer AOME üyelerinin -Çavuş Miguel Sales, Onbaşı
Rafael Monge ve Onbaşı Jose Moya'nın- Tejero'nun baskına giden
otobüslerine eşlik ederek darbeye katılmış olup olmadıklarını, eğer
katılınışiarsa bunu -adamları üzerindeki sıkı denetimine rağmen
Cortina'nın arkasından iş çeviren- Gômez Iglesias'ın emriyle mi
yoksa -ister başarılı, isterse başarısız olsun, bunun iyi bir darbe oldu­
ğunu düşünerek birimiyle ya da biriminin bir bölümüyle darbeye

323
katılmış olan- Cortina'nın emriyle mi yaptıklarını da bilmiyoruz.
Bu temel noktada, kestirimlerden, gerçekleşmesi mümkün olan
şeylerden söz edebiliriz; ama kesinlikten, hatta olasılıktan bile söz
edemeyiz. Hala sürüncemede olan iki soruyu yanıdamaya çalışırsak,
belki onlara yaklaşabiliriz: Cortina, 23 Şubat günü tam olarak ne
yaptı? 23 Şubat günü AOME'de tam olarak ne vuku buldu?
AOME'nin sımsıkı kapalı bir yapı olmasına rağmen, birim­
de o gece vuku bulan şeylere ilişkin ilk elden sayısız tanıklık var
elimizde. 1 Genellikle birbiriyle çelişen -kimi zaman şiddetle
çatışan- tanıklıklar bunlar; ama bazı gerçeklerin kurgulanmasına
olanak tanıyor. Birincisi, AOME Başkanı'nın tutumu görünüşte
kusursuzdur; ikincisi, kimi AOME üyelerinin davranışlarının ışı­
ğında, bu görünüşte çatlaklar ortaya çıkıyor (ve bu ışığın AOME
Başkanı'nın davranışının belli bölgelerine saçtığı ışıkta). Cortina,
Temsilciler Meclisi baskınının yapıldığı anda, Miguel Aracil
Caddesi'ndeki villada, AOME'nin okulundadır. Radyodan yaylım
ateşini duyar ve hemen birliğin Cardenal Herrera Bulvan'ndaki
gizli merkezine gider. Kendisinin komuta yeri Plana Mayor ora­
dadır. AOME Başkan Yardımcısı Yüzbaşı Garcia-Almenta'nın
yardımıyla, talimat vermeye koyulur. Temsilciler Meclisi baskınının
bir darbenin prelüdü olduğunu ve birliğin içerisinde gerilimi yük­
seltebileceğini bildiği ya da varsaydığı için, bütün astlarının görev
başında kalmalarını emreder ve darbenin lehine ya da aleyhine
herhangi bir yorum yapılmasını yasaklar. Sonra sokaklarda faaliyet
gösteren bütün ekiplerin yerinin belirlenınesini emreder, adamları­
nın bilgi toplamak için şehre dağılmasını organize eder ve birliğin

1 Çavuş Rando Parra ve Yüzbaşı Rubio Luengo'nun ifadeleri için, bkz. Juan Blanco,
23-F. Cr6nicafiel , s. 487-494. Farklı AOME elemanlarının darbeye iştirakiyle
...

ilgili ifadeler için, bkz. Cernuda, Jauregui ve Menendez, 23-F. La conjura de los
necios, s. 309-327; Pcrote, 23-F. Ni Milans ni Tejero, s. 253-270;Javier Calder6n ve
Florentino Ruiz Platero, bu ifadeleri, Algo mas que e/23-Fde (s. 165-188) ayrıntılı
bir biçimde tartışıyorlar.

324
bütün merkezlerinde özel güvenlik önlemleri alınması için talimat
verir. Nihayet saat yedi buçuk sularında, Paseo de la Castellana'nın
7 numaralı binasındaki CESID Genel Merkezi'ne gitmek üzere
oradan ayrılır. Sabahın erken saatlerinde darbenin başarısızlıkla
sonuçlandığı aniaşılana kadar CESID Genel Merkezi'nde, Javier
Calderonun emrinde ve birliğinin komuta merkezi Plana Mayor
ile sürekli irtibat halinde kalır, oradan gelen ve sonunda darbenin
kesin olarak önünün alındığını gösteren bilgileri komutanlarına
iletir. Cortina'nın buraya -yineliyorum, sabahın erken saatleri­
ne- kadar takındığı tutum, darbeye karışmadığı izlenimi veriyor
ama bu olasılığı tamamen ortadan kaldırmıyor (aslında, karşı
darbeyle işbirliği yapmak, geceleyin zaman iledeyip de darbenin
zafere ulaşma olasılığı azaldıkça, darbenin başarısızlığı karşısında
korunmanın en iyi yoludur, çünkü onu destekiemiş olma suçlama­
sından korunmanın en iyi yoludur); zaten kimi astlarının -özellikle
onlardan birinin, Onbaşı Rafael Monge'nin- takındığı tutuma dair
bilgimiz buna asla izin vermiyor. Cortina'nın gizli birliğinin içeri­
sinde en güvendiği adamlarından oluşturduğu, temel görevi Bask
Ülkesi'ndeki ETA sempatizanlarının arasına sızacak ajanları yetiş­
tirmek olan gizli bir birliğin, SEA'nın başkanıydı Monge; Çavuş
Miguel Sales ile Onbaşı Jose Mayo da bu özel birliğe dahildi.1
Monge, 23 Şubat akşamı, saat yedi sularında AOME'nin Miguel
Aracil'deki okuluna ulaştıktan sonra, Yüzbaşı Rubio Luengo ile
birlikte, Plana Mayor'un olduğu villaya gider. Rubio Luengo'ya,
heyecanlı ve keyifli bir edayla, Tejero'nun otobüslerine Temsilciler

1 AOME'nin özelliklerinden biri, askeri bir birlik olmasına rağmen, rütbenin görece
bir anlam ifade etmesiydi: Bir teğmen bir yüzbaşıya, bir çavuş bir teğmene, bir
onbaşı bir çavuşa kumanda edebilirdi; AOME'de esas olan şey, rütbe değil, aja­
nın yeteneğiydi (ya da Cortina'nın her ajana atfettiği değerdi); bu durum, SEA'da
Çavuş Sales'in Onbaşı Monge'nin astı olmasını açıklıyor. Bu anormal uygulama,
ajanlar arasında kıskançlık, gücenme ve rekabete yol açıyordu. Darbeden sonra
birliğin içerisinde yaşanan karşılıklı suçlamalar bundan kaynaklanmış olmalı.

325
Meclisi'ne kadar eşlik ettiğini, bunu diğer AOME elemanlarıyla
birlikte ve Garda-Almenta'nın emriyle yaptığını söyler (Rubio
Luengo, Monge'nin üçlü itirafıyla Garda-Almenta'nın o sabah
akademide verdiği talimat arasında bağlantı kurar hemen: Monge,
Sales ve Moya'ya, üç sahte plakalı araç, AOME'deki diğer ele­
manların bile belirleyemeyeceği alçak frekanslı vericiler ve telsiz
telefonları verilmesini istemiştir Garcia-Almenta). O akşam, dar­
beye bulaşmış olduğunu yalnızca bir kez anlatmaz Monge; birkaç
dakika sonra, Plana Mayor'da Garcia-Almenta ile konuşmasının
ardından, Çavuş Rando Parra'ya, birliğin bir arabasını alması için
kendisini Temsilciler Meclisi'nin yakınına götürmesi talimatı ver­
miştir; Rubio Luengo'ya söylediği şeylerin aşağı yukarı aynısını,
yolda Rando Parra'ya da söyler (Baskında Tejero'ya eşlik etmiş,
bunu yalnız başına yapmamış, Garcia-Almenta'nın emrini yerine
getirmiştir), arkasından görevi tamamladıktan sonra arabayı orada
bıraktığım, Temsilciler Meclisi'nin yakınındaki Fernanflor Cadde­
si'nden alacaklarını ekler.
O gece, başka birçok şey vuku bulur AOME'de. Birliğin bütün
merkezlerinde çılgınca bir hareketlilik vardır; Madrid'e ve çevre­
sine dağılan ekiplerin topladığı bilgiler sürekli akmaktadır; çoğu
darbeyi sevinçle karşıladığını göstermekte, pek azı ise üzüntülü
bir biçimde susmaktadır; en az iki kişi Temsilciler Meclisi'nde
sabahlamış, oradan yeni haberlerle çıkmıştır (haberlerden biri, dar­
benin gerçek liderinin Arınada olduğudur); ama Monge'nin Rubio
Luengo ile Rando Parra'ya yaptığı itiraf kesindir. Bütünüyle doğru
mudur söyledikleri? 23 Şubat'tan sonra, itirafını inkar etmiştir
elbette Monge; söylediklerinin havaya girip arkadaşlarının önün­
de böbürlenmek için doğaçtan uydurduğu bir fantezi olduğunu
söylemiştir. İnandırıcı olmayan bir açıklama değildir Monge'ninki
(üstlerinin ve arkadaşlarının ifadesine göre, maceracı, caka satınayı
seven biridir; darbeci ya da karşı darbeci edasına bürünüp caka

326
satmak için, ideal bir gündür 23 Şubat); ama onun açıklamasının
inandırıcılığını azaltan şey, itirafının bir değil, en az iki kez -yal­
nızca darbenin başındaki heyecanlı anlarda değil, daha sonra, o
heyecan yatıştığında, birliğin yönetim merkezine geçip üstleriyle,
en azından Garcia-Almenta ile konuştuğunda- yapılmış olması­
dır; açıklamasının inandırıcılığını büsbütün ortadan kaldıran şeyse,
Temsilciler Meclisi'nin yakınında darbeye bulaşmasının delilini
bırakmış olmasıdır.1 Monge'nin güdüsel olarak yaptığı açıklamanın
doğru olduğunu kabul edersek (onu nasıl reddedebileceğimi bil­
miyorum zaten), AOME'nin ve Cortina'nın 23 Şubat günündeki
tutumu açıklık kazanmış oluyor: Birliğin üç elemanı -SEA'nın üç

ı Dönemin istihbarat servisi yetkilileri arasında hala Monge'nin hikayesinin uy­


durma olduğunu ya da Onbaşı'nın darbeye katılmasının önemsiz, planlanmamış,
büsbütün bireysel bir girişim olduğunu ileri sürenler var. Sözgelimi Cortina da
bunu söylüyor. Onun söylediğine göre, 23 Şubat günü, İspanya'da CIA'nın Başkan
Yardımcısı olan -CESID'in edindiği İstihbarata göre, Carlos III Caddesi'ndeki
evine yerleştirdiği güçlü aygıtlarla Kral'ın Orient Palace'de düzenlediği resepsiyon­
ları dinleyen- Vincent Shiclds'i izlemek için CESID'in düzenlediği, AOME'nin
yürüttüğü Mister Operasyonu'nda görevliymiş Monge (operasyonun -müttefik
istihbarat örgütünün elemanı dinlendiği için- yüksek risk taşıması nedeniyle alçak
frekanslı vericiler gibi her zamankinden farklı araçlar kullanılıyormuş). Monge,
saat altı sularında izleme görevini tamamladığında, AOME'nin merkezine dön­
meye hazırlanırken, Beata Maria Ana de Jesus Meydanı'nda tesadüfen Tejero'nun
otobüslerini görmüş, o an verdiği kararla onlara katılmış. İnsan kendini wrlasa
bile inanamaz bu hikayeye. Bir jandarma otobüsünün içinde olan birilerinin, Mad­
rid'in ortasında, Monge gibi bir yabancıya Temsilciler Binası'nı basmaya ve darbe
yapmaya hazırlandıklarını söylemeleri insanın aklının alacağı bir şey değil. Burada,
Luis Garcia Berlanga'nın değil, Paco Martinez Soria ya da Monty Python'un çek­
tiği --çılgın değil, imkansız- bir sahneyle karşı karşıyayız. Bu, Cortina'nın aklamak
üzere inşa ettiği versiyonun kısmen doğru olmadığı anlamına gelmiyor elbette.
Mister Operasyonu'nun yapıldığı, SEA'nın belli bir süre boyunca Shields'in evini
izlediği doğruydu. Ama bu, o dönemde SEA'nın üstlendiği tek görev değildi, hatta
temel görev de değildi. Ayrıca, o gün kullandıkları olağan dışı araçları, o operas­
yonda hiç kullanmamışlardı. Sözün özü şu: Mister Operasyonu'nun, 23 Şubat'tan
sonra, AOME'nin darbeye iştirakinin gizlenmesi, suç işlendiğinde olay mahallinde
olunmadığının kanıtlanması için kullanılmış olması akla yatkındır. (Mister Ope­
rasyonu için, bkz. Prieto ve Barberia, El enigma del elifante, s. 223-232; Cemuda,
J:iuregui ve Menendez, 23-F. La conjura de los necios, s. ı 76-ı86.)

327
elemanı: Monge, Sales ve Moya- Temsilciler Meclisi baskınına
gerçekten katıldılar, ama bunu hiçbir organik bağlarının olmadığı
G6mez Iglesias'ın emriyle, Cortina'nın arkasından iş çevirerek
yapmadılar (G6mez Iglesias, Tejero'nun otobüslerinin hareket
ettiği kışlada sürücü kursuna katıldığı için izinliydi o günlerde),
Garcia-Almenta'nın emriyle yaptılar. G6mez Iglesias'ın, Corti­
na'nın emrine yasianmaksızın adam toplayıp darbeden yana iş
yapması tasavvur edilebilir bir şeydir; ama bunu Tejero'yla hiçbir
kişisel bağlantısı olamayan, darbe yapılacağını Cortina'dan duy­
muş olan Garcia-Almenta'nın yapması tasavvur edilemez. AOME
Başkanı'nın, 23 Şubat günü, birliğinin kimi elemaniarına -en
azından G6mez Iglesias, Garcia-Almenta ve diğer üç SEA ela­
manına- darbenin desteklenmesi emrini vermiş olması kuvvetle
muhtemeldir. ı Böylece, Cortina'nın, darbe girişiminin başarısız­
lığa uğrayacağının kesinleşmesinin ardından CESID'in yönetim
merkezinden AOME'nin yönetim merkezine döndüğü 24 Şubat
sabahı, iki suç ortağı G6mez Iglesias ve Garcia-Almenta ile kapalı
kapılar ardında bir dizi uzun toplantı yapmış olmasının nedeni
anlaşılıyor; suç işlendiğinde olay mahallinde olmadıklarını gösteren
delilleri gözden geçirip, kendilerinden şüphelenilmesi durumunda
nasıl korunacaklarını konuşmuş olmalılar. Ayrıca, Cortina'nın,
24 Şubat günü, bütün AOME merkezlerinde, birliğin içerisinde
dolaşan -Monge'nin ifşaatından kaynaklanan- söylentileri hertaraf
etmek, -sanki vuku bulacak olan şeylere onlar� hazırlamak istermiş

1 23 Şubat'tan sonra darbeci arkadaşlarını ele veren bir AOME elemanına göre,
Cortina, SEA'yı aylar önce darbeyi hazırlamak amacıyla yaratmıştır. Ama Cortina,
aylar önce değil, ancak birkaç gün önce haberdar olabilirdi darbeden; o nedenle, bu
iddia akla yatkın değil. Buna karşılık, Cortina'nın, darbeyi desteklemeye karar ver­
dikten sonra, Temsilciler Meclisi baskınına, AOME'nin içerisinde tecrit edilmiş,
elindeki en güvenilir adamlardan oluşturduğu SEA birimiyle katılması akla yatkın
görünüyor. Yukarıda anılan AOME elemanı, Yüzbaşı Diego Camacho'dur; Jesıis
Palacios, bu tezi 23-F. Elgolpe del CESID'de (s. 230-231) geliştiriyor.

328
gibi- birliğin içerisinde bir gün önce yaşanan şeylerin resmi ve
kusursuz hikayesini kurmak, darbe öncesinde adamlarının huzu­
runda övgüler düzdüğü General Arınada'yı darbeyle ilgili herhangi
bir sorumluluktan muaf tutmak üzere bir dizi toplantı yapmış
olması da açıklığa kavuşuyor. Üstelik, Cortina'nın çok büyük bir
olasılıkla darbede yer almış olması, bize geriye geçerli olan başka
olasılıklar da sunuyor, bizi darbenin yakın geçmişine ilişkin iki ver­
siyondan birine meyletmeye zorluyor, bize Cortina'yla ve istihbarat
servislerinin 23 Şubat'taki rolüyle ilgili temel soruyu yanıtlama
olanağı sunuyor: Cortina'nın, Gomez Iglesias kanalıyla, Tejero'nun
Arınada liderliğindeki darbeyi başlataeağını öğrendiğinde, Gene­
ral'le irtibata geçmiş olması kuvvetle muhtemeldir (eğer daha önce
irtibat kurmamışsa elbette; her halükarda, o hafta içerisinde -söy­
lediğine göre, Genelkurmay Başkan Yardımcısı olması nedeniyle
kutlamak üzere- bir gün Arınada'yla görüştüğünü kabul etmekte­
dir Cortina); Cortina'nın, Arınada'nın emri altına girdikten sonra,
Tejero'ya -şahsen ya da Gomez Iglesias kanalıyla- darbenin niteli­
ğini, hedeflerini ve hiyerarşisini açıklamış, Temsilciler Meclisi bas­
kınında adamlarını devreye sokarak yardım edeceğine söz vermiş
olması kuvvetle muhtemeldir; Arınada ile Tejero'nun görüşmesini
düzenlemiş olsun olmasın, o görüşme yapılmış olsun olmasın,
Arınada'nın Tejero'ya operasyonla ilgili son talimatları vermesini
sağlamış olması da kuvvetle muhtemeldir Cortina'nın; kısacası,
Cortina'nın, darbe öncesindeki birkaç gün boyunca, Arınada'nın
yardımcısı, darbenin liderinin genelkurmay başkanı gibi çalışmış
olması kuvvetle muhtemeldir.1 Vuku bulan şeyin bu olması, kuvvet­
le muhtemeldir. Benim vuku bulduğunu düşündüğüm şey budur.

1 Kimi yazarlar, Cortina'nın, Amerika Büyükelçisi'ni ve Papalık Büyükelçisi'ni


darbenin eli kulağında olduğu konusunda şahsen bilgilendirdiğini ileri sürüyor­
lar. Bkz. Cernuda, Jauregui ve Menendez, 23-F. La conjura dt los necios, s. 191;
Palacios, 23-F. Elgolpe del CESID, s. 344-347.

329
8

23 Şubat

Gece saat dokuza doğru -Temsilciler Meclisi müsadere edilmiş,


Valensiya Garnizonu ayaklanmış, Brunete Zırhlı Tümeni ve mare­
şaller hala ikircikli, bütün bir ülke korkulu, kaderine razı bir halde
edilgenliğin içerisine gömülmüş haldeyken-, Arınada ve Milans'ın
darbesi, Kral'ın karşı darbesiyle bloke edilmiş gibi gözükmekte,
mutlak bir belirsizlik hüküm sürmektedir: Bir yanda, isyancılar,
Kral'ın düzmece himayesine sığınarak, ordunun Frankocu ruhunun
ve birikmiş öfkesinin yolunu gözlemekte; öte yanda, Kral, -radyo­
dan yayımlanan Temsilciler Meclisi'ndeki yaylım ateşi, uzlaşma
olasılığı barındıran ılımlı darbe girizgahını reddetme zorurıluluğu
doğuran şiddet yanlısı darbe girizgahına çevirdiğinde- şeytana
uyarak isyancılara ayak uydurma eğiliminden sıyrılmış, ordunun
disiplinini, Franco'nun varisine ve silahlı kuvvetlerin komutanına
sadakatini kollamaktadır. Birliklerin herhangi bir hareketi, siviller­
le karşı karşıya gelinmesi, herhangi bir olay, dengeyi darbecilerin

330
lehine çevirebilecektir; ama o sırada, darbenin zaferini ya da yenil­
gisini belirlemek için en güçlü ele sahip olanlar, Kral, Arınada ve
Milans'tır.
Üçü, bunu biliyormuş gibi davranırlar. Kral, darbecileri dur­
durmak, onların kışlaya dönmesini sağlamak, Temsilciler Meclisi
baskınını kınadığını, anayasal düzeni korumaktan yana olduğunu
topluma açıkça duyurmak için, saat ona doğru, o ana kadar darbe­
cilerin elinde olan televizyon stüdyosunu arayarak orduya ve yurt­
taşlara hitaben yapacağı konuşmayı kaydedip yayımlamak üzere bir
ekip gönderilmesini ister. Milans, aşağı yukarı aynı saatte, darbenin
-başında planlanandan farklı bir biçimde de olsa- zafere ulaşma­
sını sağlamak için, Ordu Karargahı'ndaki Arınada'yı arar. Yapılan
görüşme önemlidir. İki generalin darbe başlayalı beri yaptıkları ilk
görüşmedir, ama özel, daha doğrusu tamamen özel bir görüşme
değildir. Milans, etrafında subaylar olduğu halde, Valensiya'daki
makamından konuşmaktadır; Arınada ise, Buenavista Sarayı'n­
da, etrafı Genelkurmay subaylarıyla çevrili bir halde, -General
Gaberias, Madrid'in başka bir yerinde, Genelkurmay Yüksek Kon­
seyi'nin toplantısında olduğu için- üstünün odasındadır. Milans,
Armada'ya, birçok mareşalin benimsediğini söylediği bir çıkış yolu
önerir. Muhtemelen Arınada'nın için için düşündüğü, darbeciler
için kaçınılmaz bir çözümdür belki de; orijinal planın bir varyas­
yonudur: Orijinal plan başarısızlığa uğramış, Kral darbeye karşı
çıkmış, Arınada Zarzuela'ya gidip müsadere edilen milletvekille­
riyle müzakere etme yetkisini alarak oradan çıkmayı başaramamış
olduğuna göre, bu sorunu çözümlemenin yegane yolu denenecek,
-davranışıyla kuşku uyandırmaya başlayan ama kimsenin darbeyle
ilişkisini henüz tam olarak fark edemediği- Armada, Ordu Karar­
gahı'ndan işgal edilen Temsilciler Meclisi'ne gidecek, milletvekil­
leriyle görüşerek, Tejero'nun onları serbest bırakmasına karşılık,
öngörülen -kendisinin başkanlık edeceği- milli birlik hükümetini

331
oluşturacak, Milans ise olağanüstü hali yürürlükten kaldıracak,
ülke olağan düzene geri dönecektir. Orijinaline göre daha yorucu,
daha az güvenli olsa da, Arınada için kayda değer avantajları vardır
Milans'ın ortaya attığı planın: Kral'ın eski sekreteri, eğer hedefine
ulaşıp başbakan olarak atanırsa, darbenin zaferini darbenin başarı­
sızlığı, kuracağı hükümeti ise darbenin yol açtığı sorunun makul,
üzerinde mutabık kalınmış çözümü, Temsilciler Meclisi baskınıyla
ihlal edilen anayasal düzene geri dönüşün -geçici, belki yetersiz
ama katedilmesi gereken- engebeli yolu olarak gösterebilecektir.
Eğer hedefine ulaşamazsa, kimse onu darbecilerle görüşerek mil­
letvekilierini kurtarmaya çalışmak dışında bir şeyle suçlayamayacak,
bu ise, darbe başlayalı beri üzerine çektiği kuşkuların dağılmasını
sağlayacaktır. Böylece Milans'ın önerisini kabul eder Armada. Ama
kışlada Milans' ın etrafını sarmış olan generallerin önünde onunla
suç ortaklığını açık etmemek için, önce öneriyi kabul etmez, sanki
başbakan olmak hiç aklından geçmemiş, bunu Milans'la hiç konuş­
mamış, duyunca şaşırmış gibi, onun bazı cümlelerini tekrar ederek,
abartılı bir tepkiyle, el kol hareketleri yaparak, keskin bir tuturula
kuşkularını ve itirazlarını sergileyerek geri çevirir. Sonra Milans'ın
baskısına teslim olmuş, onun ileri sürdüğü argümanlarla ikna olmuş
gibi yaparak yavaşça yelkenleri suya indirir, Milans ve mareşillerin
kabul edebileceği başka bir çıkış yolu olmadığını anlamış gibi yapar,
sonunda Kral ve İspanya için, o kritik anda kendisinden talep edi­
len fedalcirlığı yapmaya hazır olduğunu açı!4ar. Arınada telefonu
kapattığında, onları dirılemiş olan generallerin hepsi (Mendivil,
Lluch, Castro San Martin, Esquivias, Saenz Larumbe, Rodriguez
Ventosa, Arrazola, Perez fnigo) Milans'ın önerisini bilmekte ya
da tasavvur edebilmektedir; buna rağmen yineler Armada. Hepsi
öneriyi uygun bulur. Hepsi, Armada'nın, Kral'ın rızasıyla Temsilci­
ler Meclisi'ne gitmesinden yanadır. Aralarından biri, bu formülün
anayasaya uygun olup olmadığını sorduğunda, Armada, bir anayasa

332
kitapçığı getirtip beş fıkradan oluşan doksan dokuzuncu maddeyi
astlarına yüksek sesle okur, parlamenterlerin basit çoğunluğunun
desteğini alması durumunda, Kral'ın, kendisinin başbakanlığa
atanmasını anayasayı ihlal etmeksizin onaylayabileceğini söyler.
Bunun üzerine, darbenin başlamasından on beş dakika sonra,
telefona uzanıp Kral'ın Fermindez Campo kanalıyla kendisinin
saraya girmesini engellemesinden bu yana ilk kez Zarzuela'yı arar.
General, önce Kral'la konuşur; tıpkı Milans'la yaptığı görüşme
gibi, tamamen özel bir görüşme değildir. Zarzuela'da, birçok kişi
Kral'ın söylediği şeyleri dinlemektedir; Ordu Karargahı'nda, bir­
çok kişi Arınada'nın söylediklerini dinlemektedir. Kral'a, durumun
düşündüğünden daha vahim olduğunu, Temsilciler Meclisi'nde
her an kötü şeyler olabileceğini, Milans'ın birliklerini geri çekmeyi
düşünmediğini, birçok mareşalin ayaklandığını, ordunun bölünme
tehlikesiyle yüz yüze olduğunu, ciddi bir silahlı çatışma, belki de iç
savaş çıkabileceğini söyler. Milans'ın ve birçok mareşalin, kendisinin
bu soruna çözüm getirebilecek tek kişi olduğunu düşündüklerini,
kendisine bütün mareşallerin ve Buenavista'da, şu an yanında olan
bütün generallerin benimsediği bir öneride bulunulduğunu ekler.
"Ne önerisi?" diye sorar Kral. Kral'a olduğu kadar kendisini dinle­
yen generaliere de odaklanarak, soruyu yanıtlamak yerine, kendisini
feda eden hizmetkar rolü oynamaya devam eder Armada: Bu fikir
kendisine biraz tuhaf, sanki uygunsuzmuş gibi görünse de, Milans,
diğer mareşaller ve ordunun geri kalanı başka bir çözüm olmadığı
kanısında olduğu için, Kraliyet'in ve İspanya'nın iyiliği uğruna ken­
dini feda etmeye, bu sorumluluğu üstlenerek kişisel bedel ödemeye
hazır olduğunu söyler. "Ne önerisi?" diye yineler Kral. Armada,
öneriyi açıklar; Arınada sözünü bitirdiğinde, eski sekreterinin
darbenin lideri olduğunu hala bilmemektedir Kral; hatta muhte­
melen bundan şüphelenmemektedir. Ama onun, darbesiz başa­
ramadığı şeyi darbeyle başarmaya yeltendiğini bilmektedir. Belki

333
Arınada'nın hala devam eden üzerindeki etkisinden korktuğu için,
belki başbakanlığa getirilmesi konusunu tartıştıkları görüşmeleri
kendisine hatırlatmak istemediğinden, belki de şimdiki sekrete­
rinin bu meseleyi daha iyi yöneteceğini bildiği için, Arınada'ya
bir dakika beklemesini söyleyerek ahizeyi Fernandez Campo'ya
uzatır. İki arkadaş, yeniden konuşurlar; ama bu sefer, rekabetleri
dostluklarının önündedir ve ikisi de şunu bilmektedir: Fernandez
Campo, Arınada'nın darbe girişiminin içerisinde olduğundan şüp­
helenmektedir; Armada, Fernandez Campo'nun, kendisinin Kral
üzerindeki etkisinden korktuğunun, birkaç saat önce Zarzuela'ya
girmesini onun engellediğinin farkındadır, o nedenle gerçekçi tek
çıkış yolunun kendisinin başkanlık edeceği hükümet olduğunu
söyleyince nasıl bir tepki göstereceğini sezinlemektedir. Arına­
da'nın sezgisi doğrulanır: Yeniden yüz yüze kalınan tehlikelerden,
kişisel fedakarlıklardan, Kraliyet'in ve İspanya'nın iyiliğinden dem
vurduktan sonra, Milans'ın önerisini açıklar Fernandez Campo'ya;
Kral'ın sekreteri, onun sözünü keser, "Saçmalık bu," der. "Ben
de seninle aynı kanıdayım," diyerek yalan söyler Armada. "Eğer
başka çare kalmadıysa, ben ... " Yeniden sözünü keser Fernandez
Campo, yine "Saçmalık bu," der. "Milletvekillerinin silah zoruyla
sana oy vereceklerini nasıl düşünebiliyorsun?" diye sorar. "Kral'ın
zor kullanarak seçilmiş bir başbakanı kabul edeceğini nasıl düşü­
nebiliyorsun?" Armada, "Başka bir çözüm yolu yok," diye yanıtlar.
"Bana silah zoruyla oy vermeyecekler. Tejero, Milans'a itaat edecek.
Temsilciler Meclisi'ne ulaştığımda Milans'ın fikrini aniatacağım
ona, adamlarını uzaklaştırıp benim parti liderleriyle görüşmeme,
onlara öneriyi iletınerne olanak tanıyacak. Kabul ederler ya da
etmezler, kimse onları herhangi bir şey yapmaya zorlamayacak,
ama kabul edeceklerinden eminim, Sabino, sosyalistler bile kabul
edecek, onlarla konuştum. Her şey anayasaya tastamam uyuyor.
Öyle olmasa bile, şu an önemli olan şey, milletvekilierini oradan

334
çıkarmak, bir an önce sorunu çözümlernek Hukuki ayrıntılar daha
sonra ele alınabilir. Şu an anayasaya aykırı olan, Temsilciler Mec­
lisi'nde vukua gelen şeydir." Fernandez Campo, sözünü kesmeden
dinler Armada'yı. Onun sözü bitince, önerdiği şeyin çılgınlık oldu­
ğunu söyler. Arınada ise, ısrarla bunun çılgınlıkla ilgisi olmadığını
yineler. Fernandez Campo, Arınada'nın Kral adına Temsilciler
Meclisi'ne gitmesini onaylamayı reddederek sonlandırır tartışmayı.
Birkaç dakika sonra, tartışma yeniden başlar. Bu arada, Ordu
Karargahı'na, Tejero'nun Arınada'yla konuşmak istediği ya da
konuşmayı kabul ettiği yolunda haberler gelmiş; Zarzuela'da ise,
eski Kraliyet sekreterine izin verilmesi gerektiğine dair sesler yük­
selmeye başlamıştır: Eğer başarısızlığa uğrarsa, bu başarısızlık ona
mal edilecek; eğer başarılı olursa, en azından ortalığın kan gölüne
dönmesi önlenmiş olacaktır. Ama Arınada'nın Zarzuela ile yeni­
den görüşmesine yol açan gelişme, Genelkurmay Başkanı General
Gabeiras'ın Buenavista'ya dönmüş olmasıdır. Armada, Milans'ın
planını bağlı olduğu komutana açıklamıştır. Bunun iyi bir fikir
olduğu, Arınada'nın böylesi bir girişimde bulunmasıyla kaybe­
dilecek bir şey olmadığı kanısına varan Gabeiras, astından daha
inandırıcı olabileceği umuduyla telefona sarılıp Zarzuela'yı arar.
Kral'la ve Fernandez Campo'yla konuşur, Arınada'nın gerekçelerini
ikisine de anlatır. Ama ama ikisi, yine reddederler. Sonra Arınada
alır telefonu, Fernandez Campo'yla konuşur; önerdiği şeyin çılgın­
lık olduğunu söyler yine Campo. Sonra Kral'la konuşur; yalnızca
"Sen çıldırdın mı?" diyerek yanıt verir Kral. Tartışma devam eder,
Ordu Karargahı ile Zarzuela arasındaki telefon trafiği kesilmez,
Arınada ısrar eder, Gabeiras ısrar eder, Zarzuela'da yükselen sesler
itiraz eder, elbette Milans, mareşaller, Buenavista'da Arınada ve
Gabeiras'ı destekleyen generaller de ısrar ederler, nihayet -tam
televizyon ekibinin Kral'ın mesajını kaydetmek üzere Zarzuela'ya
ulaştığı sırada- Kral'la Fernandez Campo teslim olurlar. Fernandez

335
Cam po, kim bilir kaçıncı kez, "Çılgınlık bu," der Armada'ya, "ama
senin Temsilciler Meclisi'ne gitmeni engelleyemem. Eğer bunu
yapmak istiyorsan, yap. Ama şunu unutma, oraya gidersen yalnızca
kendi adına gideceksin ve yalnızca hükümeti ve milletvekilierini
kurtarmak için gideceksin. Kral'ın adını anma. Ne söyleyeceksen
kendi adına söyle. Kral'ın bu işle hiçbir ilgisi yok. Anlaşıldı mı?"
Arınada'nın istediği şey budur. Gece yarısına yirmi dakika
kala, yanına yalnızca yardımcısı Binbaşı Bonell'i alır, Buenavista
Sarayı'ndan çıkarak Temsilciler Meclisi'nin yolunu tutar. Gabeiras
da dahil, birçok general kendisine eşlik etmeyi teklif etmiş, ama
Arınada tek başına gitmek istemiştir. Onun ikili oyunu, tanık
istememektedir. Tejero'ya, milletvekilierini serbest bırakması kar­
şılığında, Portekiz'e gitmesi için bir uçak ve geçici sürgünde geçi­
nebilmesi için bir miktar para temin edeceğine dair söz vermek
üzere izin almıştır Gabeiras'tan. Oyuna devam ederek, Milans'ın,
kendisinin Temsilciler Meclisi'ne girebilmesi için, Tejero'dan bir
parola almasını istemiş; Milans, muhtemelen Arınada'nın iki gün
önce Tejero'ya verdiği parolayı, Tejero adına Arınada'ya vermiştir:
Ahumada Dükü. Karargahtaki generallerle, elindeki anayasa kitap­
çığını saliayarak vedalaşmış; generallerse, onu başbakan olarak geri
döneceği beklentisiyle uğurlamışlardır. Karargah, Carrera de San
Jer6nimo'ya sadece birkaç yüz metre uzaklıktadır; resmi aralıayla
yola çıkışından birkaç dakika sonra Temsilciler Meclisi'nin önüne
ulaşır Armada. Hotel Palace'ye girer, Tejero'nun kordon altına
alınmasını organize eden, aralarında General Araroburu Topete,
General Saenz de Santamaria ve Madrid Valisi Mariano Nicolas'ın
da bulunduğu yetkililerle görüşür. Üstlendiği misyonla ilgili karışık
açıklamalarda bulunur, ama kurumsal değil, kişisel bir yüklenimle
oraya geldiğini açıkça ifade eder, vereceği haberlerin hiç iç açıcı
olmadığını, dört mareşalin Milans'ı desteklediğini belirtir; ken­
disini dinleyenlerin indinde hayli itibar sahibidir; hepsi, kendisini

336
beklemekte olan Tejero'yla bir an önce görüşmesi için, onu içeri
girmeye zorlar. Gece yarısı saat yarımda, onun müsadereyi sona
erdirecek anlaşmayı yapmak üzere olduğuna dair haberler, otelin
etrafını saran, subaylar, gazeteciler ve meraklılardan oluşan kala­
balığın arasında dolaşırken, yanına yalnızca Binbaşı Bonell'i alarak
Temsilciler Meclisi'nin kapısına ulaşır Armada.
Sonrasında vuku bulan şey, 23 Şubat'ın en önemli, en sorunlu
ve en tartışmalı olaylarından biridir. Temsilciler Meclisi'nin giriş
kapısındaki jandarmalara parolayı söyler Armada: "Ahumada
Dükü". Gereksiz bir önlemdir bu; çünkü akşamüzeri ve gece
boyunca, neredeyse hiçbir sorguya tabi tutulmadan, birçok asker ve
sivil girip çıkmıştır o kapıdan. Ama kendilerine parola söylenince,
jandarmalar Yüzbaşı Abad'a, Yüzbaşı Abad ise Yarbay Tejero'ya
haber verir. Tejero, hemen gelir, General'in önünde hazır ola geçer.
Beklenen askeri yetkilinin, darbenin liderinin gelişiyle rahatlamış­
tır elbette. Sonra, ikisi, arkalarında Yüzbaşı Abad ve Binaşı Bonell,
eski Temsilciler Meclisi binasının, içinde milletvekillerinin bekleş­
mekte oldukları toplantı salonuna açılan kapısına doğru yürürler.
Tejero'nun aktardığına göre, Armada, geciktiği için özür dilemiş,
bazı sorunların ortaya çıktığını, neyse ki daha sonra çözümlendiği­
ni, cumartesi gecesi konuştukları gibi, bu noktada onun görevinin
sona erdiğini söylemiştir: Şimdi sorumluluğu kendisi üstlenecek,
milletvekilleriyle görüşecek, kendisini başbakan olarak önerme­
lerini sağlayacaktır. Bunun üzerine, Milans'ın hükümette hangi
bakanlığı üstleneceğini sorar Tejero. Armada, o noktada hayatının
hatasını yapar, yalan söylemek, soruyu savuşturmak yerine, ken­
disini yaradılışından gelen kibre ve kumanda etme içgüdüsüne
kaptırarak yanıtlar: "Hiçbirini. Milans, Genelkurmay Yüksek Kon­
seyi Başkanı olacak." Bunun üzerine, Tejero, tam eski binanın giriş
kapısından geçmek üzereyken, durur, Arınada'nın kolunu tutar,
"Bir dakika, generalim," der. "Bunu konuşmamız gerekiyor." Tejero

337
ile Armada, birkaç dakika boyunca, Temsilciler Meclisi'nin yeni
binasını eski binasından ayıran avluda kalıp ne olup bittiğini anla­
mayan Binbaşı Bonell ve Yüzbaşı Abad'ın birkaç metre ötesinde
konuşurlar; elini Arınada'nın kolundan hiç çekmez Tejero. Bonell
ile Abad, ikisinin, eski binaya girmek üzereyken vazgeçerek aviuyu
katetmelerinin, yeni binaya girmelerinin ve ilk kattaki bir odanın
büyük pencereleri arkasında belirmelerinin nedenini de anlamazlar.
İki adam, kapandıkları odada neredeyse bir saat boyunca tartışırlar;
Bonell ve Abad (ve onların yanında, avludan salıneyi izlemekte
olan subaylar ve jandarmalar), sanki sessiz bir film seyrediyorlarmış
gibi, el kol hareketlerine bakarak ne söylediklerini çıkarmaya çalı­
şırlar. Kimse yüzlerindeki ifadeyi ayırt edemez, ama önce normal,
sonra vurgulayarak konuştuklarını, konuşmanın gitgide hararetlen­
diğini, el kol hareketleri yaptıklarını, odada volta artıklarını, bir ara
Arınada'nın ceketinden okuma gözlüğünü çıkardığını, sonra tele­
fonu eline alıp birkaç dakika konuştuktan sonra ahizeyi Tejero'ya
verdiğini, Tejero'nun da birkaç dakika konuştuğunu, sonra ahizeyi
tekrar Arınada'ya verdiğini görürler; izleyicilerden biri, sona doğru
ikisinin birbirinden birkaç metre uzakta, hiç kıpırdamadan, ses­
sizce ayakta durduklarını, sanki ansızın izlendiiderinin farkına
vararak pencereden baktıklarını hatırlamaktadır; oysa bakışlarını
iç alemlerine çevirmiş, susuz bir akvaryumun içerisinde nefes
almaya çalışan iki balık gibi, kendi öfkelerinden ve tereddütlerin­
den öte hiçbir şey görmemektedirler. Avludan Tejero ile Arınada
arasındaki tartışmayı izleyen Binbaşı Bonell, Yüzbaşı Abad, onca
subay ve jandarma, onların ağzından çıkan tek bir sözcüğü ne
yakalayabilirler ne de kestirebilirler. Ama hepsi, iki adamın yeniden
avluda peydahlanmasından ve askerce selamlaşmaksızın, birbirine
bakmaksızın ayrılmalarından çok önce, müzakerenin başarısızlıkla
sonuçlandığını anlamışlardır. Carrera de San Jerônimo ve Hotel
Palace'ye doğru yönelir Armada; yanlarından geçerken, uzun süre

338
unutamayacakları bir söz dökülür dudaklarından: "Bu adam büs­
bütün çıldırmış."
Çıldırmamıştır. Temsilciler Meclisi'nin yeni binasında, Arınada
ile Tejero arasında yaşanan şeyleri neredeyse kusursuz bir biçimde
yeniden inşa edebiliriz; çünkü iki başrol oyuncusunun doğrudan ve
çatışan ifadelerinin yanı sıra, sayısız dolaylı ifadeye yaslanıyoruz.
Vuku bulan şeyi, yeniden inşa ettiğim ya da tahayyül ettiğim haliy­
le, aşağıda anlatıyorum.1
Armada, odaya girer girmez, avluda açıkladığı şeyi yeniden
açıklar Yarbay'a: Onun görevi sona ermiştir, şimdi milletvekilleriyle
görüşmesine izin vermelidir; onlara, kendi başkanlığında bir milli
birlik hükümeti oluşturulması koşuluyla serbest bırakılacaklarını
söyleyecektir. Olayların öngörüldüğü gibi gelişmediğini, Temsil­
ciler Meclisi baskınında uygulanan şiddetin, çıkarılan gürültünün
Zarzuela'da olumsuz bir tepkiye yol açtığını, milletvekilleri koşul­
larını kabul eder etmez, kendisinin ve adamlarının, Getafe uçuş
pistinde beklemekte olan uçakla Portekiz'e gitmelerinin, ortalık
yarışınca ülkeye dönmelerinin uygun olacağını, orada geçinmeleri
için gereken paranın temin edileceğini ekler. Yarbay, dikkatle dinler
onu. Para teklifi ve sürgünün üzerinde durmaz, ama birlik hükü­
meti meselesine takılır. Darbeden önceki toplantılarda, darbenin
bir milli birlik hükümeti kurulmasıyla sonuçlanacağı söylenmiştir
gerçi; ama bunun kendisinin kışla gibi İspanya ütopyasına uygun,
askeri bir hükümet olmasını, başından beri vazgeçilmez bir koşul
olarak görmüştür. Milli birlik hükümetinden ne anladığını sorar

1 Görüşmenin Tejero'nun anlattığı versiyonu için, bkz. Merino, Tejero. 25 aiios des­
pues, s. 232-236. Arınada'nın anlattığı versiyonu için, bkz. Al servicio de la Corona,
s. 242-243. Daha ayrıntılı bilgi için, bkz. Cuenca Toribio, Conversaciones con
Alfonso Armada, s. 84-90; Fern:indez LOpez, Diecisiete horas y media, s. 161-165;
Prieto ve Barberia, El enigma del Elefante, s. 182-187; Pardo Zancada, 23-F. La
pieza quefo/ta, s. 296-300; Cernuda, J:iuregui ve Menendez, 23-F. La conjura de los
necios, s. 152-159; Palacios, 23-F.· Elgolpe del CESID, s. 410-415.

339
Armada'ya. Armada, ne anladığını açıklar: bağımsız kişilerden,
askerler, işadamları ve gazetecilerden, ama öncelikle bütün siyasi
partilerin temsilcilerinden mürekkep oluşan bir hükümet. Bunun
üzerine, şaşkın bir ifadeyle, bu hükümete hangi siyasetçilerin gire­
ceğini sorar Tejero. Armada, tehlikenin kokusunu alır, konudan
uzaklaşmaya, yanıt verınemeye çalışır, ama sonunda hükümetinin
yalnızca sağcı ve orta yolcu siyasetçileri değil, aynı zamanda sosya­
listleri ve komünistleri de ihtiva edeceğini itiraf eder. Armada'nın,
parti liderleriyle yapacağı pazarlıkta kullanmak üzere hazırladığı
listeyi yanında taşıdığını ileri sürenler vardır; Tejero kendisini
köşeye sıkıştırınca, listeyi okumayı kabul eder. ı Bu noktada, Yarbay

1 Bu listenin mevcudiyeti kesin değil. Darbeden on yıl sonra, iki gazeteci Ooaquin
Prieto vc Jose Luis Barberia) tarafından ortaya çıkarıldı. Onların kaynağı, Temsil­
ciler Meclisi başkan yardımcılanndan birinin ekibinde çalışan, UCD üyesi Carmen
Echave'ydi. Doktor olarak milletvekillerinin sağlık sorunlarıyla ilgilenmesi için, o
gece hareket serbestisi tanınmıştı kendisine. Bu sayede, Tejero'nun subaylarından
birini, Arınada'nın listesini ezbere okurken duymuştu. Mevcudiyetinin kesin olup
olmadığı, Arınada tarafından Tejero'ya okunup okunmadığı bir tarafa, esas itiba­
rıyla inandırıcı bir liste olduğu ortada. Manuel Fraga ve Luis Maria Anson gibi
Arınada'ya yakın siyasi liderler ve gazeteciler, General Manuel Saavedra Palmeiro
ve General Jose Antonio Saenz de Santamaria gibi demokratik kimliğiyle tanınan
askerler, Carlos Ferrer Salat gibi açıkça milli birlik hükümetini savunan işadamları,
darbe öncesinde Arınada'nın ittibat halinde olduğu ya da ortaya attığı çözümü
benimseme eğiliminde olduklarını ya da benimseyeceklerini düşündüğü sağcı, orta
yolcu ve solcu birçok siyasetçi listede yan yana durmaktadır. 23 Şubat öncesin­
de Arınada'nın hükümet planlarından haberdar oldukları ileri sürülmüş olsa da,
listede yer alanların çoğu, 23 Şubat öncesinde bundan tamamen habersizdi. Lis­
te, şöyleydi: Başbakan: Alfonso Armada. Siyasetten sorumlu Başbakan Yardım­
cısı: Felipe Gonz:ilez (PSOE Genel Sekreteri). Ekonomiden sorumlu Başbakan
Yardımcısı: Jose Maria LOpez de Letona (Banco de Espana'nın eski yöneticisi).
Dışişleri Bakanı: Jose Maria de Areilza (Demokratik Koalisyon milletvekili). Sa­
vunma Bakanı: Manuel Fraga (Alianza Popular'ın lideri, Demokratik Koalisyon
milletvekili). Adalet Bakanı: Gregorio Peces Barba (PSOE milletvekili). Hazine
Bakanı: Pio Cabanillas (UCD milletvekili). İçişleri Bakanı: General Manuel Saa­
vedra Palmeiro. Sosyal İşler Bakanı: Jose Luis Alvarez (Ulaşım ve İletişim Bakanı,
UCD milletvekili). Eğitim ve Bilim Bakanı: Miguel Herrero de Miiion (UCD
milletvekili ve parlamento grup sözcüsü). Çalışma Bakanı: Jordi Sole Tura (İspan­
ya Komünist Partisi milletvekili). Endüstri Bakanı: Agustin Rodriguez Sahaglın

340
patlar: Temsilciler Meclisi'ni, hükümeti sosyalistlere ve komünist­
lere teslim etmek için basmamış, darbeyi İspanya'yı karşı İspanya
yönetsin diye yapmamıştır. Onun aleyhine bu aşağılık entrika
çevrilirken, bir kaçak gibi uçağa atlayıp ülkeyi terk etmeyecektir.
Onun kabul edebileceği tek şey, Milans'ın başkanlık edeceği askeri
bir cuntadır. Darbe içinde darbe tehdidiyle karşı karşıya kalan
Armada, Yarbay'ı sağduyulu olmaya davet eder: Askeri cunta, bir
kuruntudur, bir hatadır; milli birlik hükümeti, darbenin en iyi,
hatta yegane çıkış yoludur; Milans da böyle düşünmektedir ve
başka bir çözümü kabul etmeyecektir; başka bir çözümü ne Kral,
ne ordu, ne de ülke kabul edecektir; koşullar, neyse odur; Tejero,
ılımlı bir darbenin başarısının şiddet yanlısı bir darbenin başarısız­
lığından bin kat iyi olduğunu anlamak zorundadır, çünkü biçim­
leri farklı olsa da, şiddet yanlısı darbeyle ılımlı darbenin hedefleri
aynıdır; şiddet yanlısı darbenin ne yaslanabileceği bir güç ne de
en küçük bir başarı şansı olduğunu anlamak zorundadır; yabancı
ülkede kısa süre lüks bir sürgün hayatı sürmek, demokrasi suçlusu
olarak hapishanede sürünrnekten çok daha iyidir. Sürgün, milli
birlik hükümeti ve ılımlı darbe laflarını işitmek bile istemediğini
söyleyerek karşılık verir Tejero. Buraya kadar bunun için gelmedim,
der. Tam o sırada (belki biraz daha önce, belki biraz daha sonra
da olabilir, tam anını kestirrnek olanaksız) Arınada da patlar. İki
adam, birbirine bağırıp çağırmaya başlarlar, azarlar, suçlamalar

(Savunma Bakanı, UCD milletvekili). Ticaret Bakanı: Carlos Ferrer Salat (CEOE
Başkanı, işadamı). Ekonomi Bakanı: Ramon Tamames (İspanya Komünist Partisi
milletvekili). Ulaşım ve İletişim Bakanı: Javier Solana (PSOE milletvekili). Özerk
Bölgeler Bakanı: General Jose Antonio Saenz de Santamaria. Sağlık Bakanı: En­
rique Mugica Herzog (PSOE milletvekili). istihbarat Bakanı: Luis Maria Anson
(EFE Haber Ajansı Başkanı). Bkz. Prieto ve Barberia, El enigma del Elifiınte, s.
185-186. Dr. Echave'nin tanıklığı için, bkz. Pıiblico, 23 Şubat 2009. Darbeden
önce Arınada'nın hükümetinden haberdar olduğunu söyleyenlerden biri, Juan de
Arespacochaga'dır. Bkz. Carta a unos capitanes, s. 274-275.

341
havada uçuşur, nihayet Arınada çaresizlikten onu üstüne say­
gılı olmaya davet edene kadar bu böyle sürer. Yalnızca General
Milans'ın emirlerine itaat ederim ben, diye yanıtlar Tejero. Bunun
üzerine, Armada, Milans'a müracaat eder. Temsilciler Meclisi'nin
bütün telefonları gibi saatlerdir polis tarafından dinlenmektc olan
odadaki telefonu kullanarak Milans'la konuşur Armada, olanları
ona anlatır, planının iyi olduğuna ikna etmesini ister Tejero'yu,
sonra ahizeyi Yarbay'a uzatır; Milans, Arınada'nın argümanlarını
Tejero'ya anlatır: Hepsinin iyiliği için yegane çözüm milli birlik
hükümetidir; Tejero ve adamları içinse, geçici bir sürgün. Tejero
ise, Milans'a kendi argümanlarını açıklar: Sürgün, onursuz bir
çıkış yoludur, sosyalistlerle komünistlerin katıldığı bir hükümetse
çözüm olarak kabul edilemez, kendi generalinin başkanlık edeceği
askeri bir cunta dışında hiçbir çözüme yanaşmayacaktır. Askeri bir
cuntadan söz eden oldu mu şimdiye kadar, diye sorar Milans. Ne
ben siyasetçiyim ne de siz, der. Bundan sonrası, Majesteleri'nin
bileceği iştir, ne yapılacağına o ve Arınada karar vereceklerdir.
Karar verilmiştir nitekim, görev burada sona ermiştir, Arınada'ya
itaat ediniz, onun bütün sorumluluğu üstlenmesine izin veriniz.
Size emrediyorum. Bu emre itaat edemem, generalim, diye yanıtlar
Tejero. Siz beni bilirsiniz. Yapamayacağım şeyi benden istemeyiniz.
İkisi arasındaki görüşme birkaç dakika daha sürer. Ama darbenin
komuta zinciri kopmuştur, Milans, Tejero'nun emre itaat etmesini
sağlayamaz. Milans başarısızlığa uğrayınca, beyhude yere son bir
teşebbüste bulunur Armada. Özel operasyon bi�iminin Temsilciler
Meclisi'ne baskın yapmaya hazırlandığı uyarısı bile kıramaz Teje­
ro'nun inadını. Arınada kalkıp adayı terk etmeden önce, müsadere­
ye zor kullanarak karşılık vermeye kalkarlarsa katHarnın kaçınılmaz
olacağı tehdidini savurur Tejero.
Tejero ile Arınada arasındaki görüşme, böyle sona erer; daha
doğrusu, ben böyle sona erdiğini tahayyül ediyorum. Temsilciler

342
Meclisi'nden saat tam biri yirmi beş geçe çıkar Armada. Kral'ın
Zarzuela'dan verdiği mesaj, beş dakika önce televizyonda yayım­
lanmıştır. Kral, farklı basın yayın organlarında saatlerdir yayım­
lanmakta olan mesajında, anayasanın ve demokrasinin yanında
olduğunu duyurmuştur. Darbenin sonucunda, bu iki olay belirleyici
olmuş, ama ikincisi, ülkenin büyük bir bölümünde, darbenin yenil­
gisinin kesin işareti olarak algılanmıştır. Bu doğru değildir; Arına­
da'nın Temsilciler Meclisi'nde hayal kırıklığına uğraması ve Kral'ın
mesajının televizyondan yayımlanmasıyla, darbe ilk tasarlandığı
biçimiyle başarısızlığa uğramıştır, doğru olan budur. Darbe, Arına­
da ile Milans'ın darbesi değildir artık, Tejero'nun darbesidir (artık
Arınada ile Milans'ın, Tejero'nun darbesine iştirak edip etmemeleri
söz konusudur); darbe, ılımlı bir darbe olamayacaktır artık: Şiddete
dayalı bir darbe olmak zorundadır; darbe, Kral'ın yanında olama­
yacak, Kral'ı düzmece bir suçsuzluk delili olarak kullanamayacaktır
artık: Kral'a karşı olmak zorundadır. Bu ise, onu çok tehlikeli bir
hale getirmektedir elbette; orduyu, biri Kral'a bağlı, diğeri isyankar,
birbiriyle çatışan iki parçaya bölebilecektir. Bu durum, darbeyi
çok tehlikeli bir hale getirse de, büsbütün imkansız olduğu bir
noktaya getirmemektedir; Kral' ın kendileriyle birlikte olmadığını
gören, Frankoculukları ağır basan ve ziyadesiyle öfkelenmiş olan
askerlerin, Tejero örneğini izlemeleri, bir kez daha karşılarına
çıkıp çıkmayacağı belirsiz bu fırsatı değerlendirmeleri, suçsuzluk
delili toplamayı bırakıp yıllardır hayal ettikleri darbenin etrafın­
da toplanmaları büsbütün imkansız bir şey değildir. Arınada ile
Milans'ın darbesi, Temsilciler Meclisi'nin yeni binasındaki odada,
Arınada'nın sandığı (ya da yalandan söylediği) gibi, Tejero büsbü­
tün çıldırmış olduğu için değil, Temsilciler Meclisi'nin büyük zafer
ya da yenilgi kapısından (ama yalnızca büyük kapısından) çıkmaya
hazır, ego, şöhret, idealizm ve iktidar sarhoşu Yarbay, hayli zayıf
komuta zincirini kopardığı, kendi darbesini Arınada ile Milans'a

343
dayatmaya kalktığı için yenilgiye uğramıştır. Milli birlik hüküme­
tiyle değil, askeri cuntayla sonuçlanacak olan, monarşiden yana,
demokrasiye karşı değil, hem monarşiye hem de demokrasiye karşı
bir darbedir onunkisi. Arınada ile Milans'ın darbesi, Tejero, Tem­
silciler Meclisi'nde Arınada ile görüşürken, ya hep ya hiç seçimini
yaptığı, kendisinin olmayan bir darbenin yenilgisini zaferine tercih
ettiği için başarısızlığa uğramıştır; ama saat bir buçukta, Tejero'nun
meydan okuyuşunu kabullenecek kaç askerin olduğu, kaçının onun
darbe fikrini ve kışla gibi İspanya ütopyasını paylaştığı, onu ger­
çekleştirmek için her şeyi göze almaya, Kral'ı sonuçlarına razı olma
ya da tahttan feragat etme ikilemiyle yüz yüze bırakacak şiddete
dayalı bir darbe yapmaya hazır olduğu bilinmemektedir.
O nedenle, Kral'ın televizyonda görünmesi ve Arınada'nın
Temsilciler Meclisi'nde hayal kırıklığına uğraması, darbenin sona
erdiğine değil, farklı bir evrenin, son evrenin başladığına işaret
etmektedir. İkisi, neredeyse aynı anda olmuş; bu senkronizasyon,
ister istemez kestirimleri tetiklemiştir. Bunların en fazla tutunanı,
23 Şubat'tan yargılanacak darbecilerin üretip yaydığı kestirimdir;
buna göre, Zarzuela, Arınada'nın Tejero ile görüşmesinin sonucunu
öğrenene kadar mesajı alıkoymuş, General'in başarısızlığa uğradı­
ğını öğrenince, televizyonda yayımianmasına izin vermişti;1 eğer
Arınada başarısızlığa uğramamış, Tejero onun milletvekilleriyle
pazarlık etmesine olanak tanımış, onlar darbeye çözüm bulmak
üzere Arınada'yla milli birlik hükümeti kurmaya rıza göstermiş
olsaydı, Kral anlaşmayı kabul edecek, mesajı tdevizyonda yayım­
lanmayacak, darbe onun onayıyla zafere ulaşmış olacaktı; böylece,
Kral, Arınada'nın başını çektiği, Temsilciler Meclisi'nin deste­
ğine yaslanan milli birlik hükümetinin kurulmasıyla, Arınada'yı

Bkz. Pedro de Silva, Lasfumuıs del cambio, Barselona, Prensa Iberica, 1996, s. 204;
Amadeo Martinez Ingles, 23-F. Elgolpe que nunca existio, Madrid, Foca, 2001, s.
145-148; Ricardo de la Cieıva, E/23-F sin mtiscaras, Madrid, Fenix, 1999, s. 226.

344
darbeyle görevlendirirken güttüğü amaca ulaşacaktı. Düzenbazca
bir kesticimdir bu; 23 Şubat davasında, Kral'ı suçlamak, darbecileri
aklamak için servis edilen bir yığın kestirimden biridir. Çünkü
darbeyi Kral'ın erneettiğini ileri sürerek, düzmece bir şeyden yola
çıkmakta, doğrulanabilir olanla doğrulanamayanı karıştırmaktadır;
ama saçma sapan bir kesticim olduğu söylenemez. Doğrulanabilir
olan kısmı yanlıştır: Kral'ın, mesajının televizyonda yayımlanması­
na izin vermek için Arınada'nın alacağı sonucu beklediğine ilişkin
iddianın doğru olmadığı kanıtlanmıştır. Televizyon yöneticilerinin
ve teknik elemanlarının, mesajı ellerine geçer geçmez ekrana yan­
sıtmış olduklarına dair birbirini tutan tanıklıkları bir yana, Arına­
da, Kral'ın mesajının televizyonda yayımlanmasından beş dakika
sonra çıkmıştı Temsilciler Meclisi'nden. Oradan irtibat kurarak
yenilgisinden haberdar edemezdi Zarzuela'yı; bunu yapmış olsaydı
Tejero'nun yanında yapmış olacaktı; Tejero, bunu zevkle kullanır,
duruşmada ayrıntılarıyla ele alırdı. Armada, Hotel Palace'ye gel­
diğinde, Temsilciler Meclisi'ni kordon altına alan sorumlulardan,
Kral'ın mesajının az önce televizyondan yayırolanmış olduğunu
öğrendi; o anda takındığı eda, şaşkınlığını ve hoşnutsuzluğunu ele
veriyordu. Bunun kağıt üzerindeki nedeni, hükümdarıo müdaha­
lesinin orduyu bölebileceği, silahlı bir çatışmaya yol açabileceği
endişesiydi; asıl nedeniyse, yenilgiyi tevekkülle karşılamamış olma­
sıydı (yanlış hesap yaptığını, Tejero'yla pazarlık yaparken çok ileri
gittiğini hissetmeye başlamıştı Armada, kendi üzerine çekmeye
başladığı kuşkular gitgide yoğunlaşıyordu; eğer darbeciler yenilgi­
ye uğrarsa, darbedeki gerçek rolünü rehin alınan milletvekilierini
kurtarmaya çalışan beyhude müzakereci görüntüsünün arkasına
saklamak, başında düşündüğü kadar kolay olmayacaktı). Bütün
bunlar, doğrulanabilir şeyler; sonra, doğrulanamayanlar geliyor:
Armada, milletvekilleriyle milli birlik hükümetini müzakere ede­
biimiş olsaydı, ne olacaktı? Bunu kabul edecekler miydi? Kral kabul

345
edecek miydi? Arınada'nın planı olmayacak bir şey gibi görünebilir,
belki gerçekten de öyledir, ama tarih olmayacak şeylerle doludur.
Santiago Carrillo'nun, o gece Temsilciler Meclisi'nin saatli salonu­
na kapatıldığında hatırladığı gibi, demokratik bir parlamentonun
kendi ordusunun şantajına boyun eğmesinin, bu bozgunu bir zafer
gibi, olağanüstü bir durumda, müzakere yoluyla sağlanan mantıklı
-geçici, belki yetersiz ama zorunlu- bir çözüm gibi göstermesinin
ilk örneği olmayacaktı bu. Armada, yirmi yıl önce, tam harp okulu
öğrencisi olarak Paris'e gitmek üzereyken, De Gaulle'ün benzer bir
yolla Fransa Cumhurbaşkanı olmasını hiç unutmamış, De Gaulle
modelinin, gizli bir darbe yapmak amacıyla İspanya'ya uyarlana­
bileceğini düşünmüştü. Ya Kral? O, halk egemenliğinin temsil­
cileri olan milletvekillerince yapılmış bir anlaşmayı onaylamayı
reddedecek miydi? Bunu yapabilecek miydi? Bu soruya ne yanıt
verilirse verilsin, gün gibi ortada olan bir şey var: Milletvekillerinin,
Arınada'nın koşullarını kabul etmiş olmaları durumunda, Kral'ın
mesajı, o anlaşmanın uygulanmasına engel teşkil etmeyecekti.
Arınada'nın başını çektiği hükümetin, Temsilciler Meclisi baskı­
nıyla ihlal edilen anayasal düzene geri dönüş aracına dönüşmesini
reddeden tek bir söz yoktu onun konuşmasında. Kral'ın sözlerinin
kapsama alanı, gerektiğinde Arınada'nın çözümünü kucaklayabile­
cek kadar genişti.1 O gece saat on buçukta mareşallere teleksle gön­
derilen metnin yeniden biçimlendirilmiş hali olan mesaj, kelimesi
kelimesine şöyleydi: "Bütün İspanyol halkına sesleniyorum, kısaca
ve öz olarak, şu an içerisinde bulunduğumuz olağanüstü koşullar­
da, hepinizin soğukkanlılığınızı ve güveninizi koruroanızı ve kara,
deniz ve hava garnizonlardaki bütün mareşallere aşağıdaki mesajı
göndermiş olduğumu bilmenizi istiyorum: 'Temsilciler Meclisi'nde
yaşanan olaylar muvacehesinde ve herhangi bir yanlış anlaşılınanın

1 Kral'ın mesajı için, bkz. Fernandez Lopez, Diecisiete horas y media, s. 166.

346
önüne geçmek için, sivil yetkililere ve Genelkurmay Yüksek Kon­
seyi'ne, yürürlükteki meşruiyet çerçevesinde, anayasal düzenin
korunması için gereken bütün önlemlerin alınması talimatını
verdiğimi teyit ediyorum. Gerekli görülen her askeri önlem, Genel­
kurmay Yüksek Konseyi'nin onayıyla alınacaktır.' Vatanın devamlı­
lığının ve birliğinin sembolü olan Kraliyet, İspanyol halkının kabul
ettiği anayasanın, günü geldiğinde referandum yoluyla belirlediği
demokratik süreci zor kullanarak sekteye uğratmaya yeltenen kişi­
lerin eylemlerine ve davranışiarına hiçbir surette müsamaha etme­
yecektir." Mareşal üniformasma bürünmüş bir hükümdar tarafın­
dan, kırk üç yıllık hayatının en zor anlarının şekillendirdiği bir
çehreyle telaffuz edilen bu sözler, anayasaya bağlılığın, demokrasiyi
savunmanın ve Temsilciler Meclisi baskınına karşı çıkmanın apaçık
ifadesidir; gerek Kral tarafından telaffuz edildiğinde ve gerekse o
günden bu yana, böyle yorumlanmıştır. Bana da doğru gibi geliyor
bu yorum; ama asıl önemli olan şey, sözlerin kime yöneltilmiş
olduğudur. Armada, darbecilerin öngördüğü hükümetin kurulması
için siyasi liderlerle anlaşmaya varmış, aslında darbenin zaferi olan
şeyi darbeye getirilen çözüm olarak gösterıneyi başarmış olsaydı, bu
sözler yine Temsilciler Meclisi'ni basanların kınanınası anlamına
gelecekti; ama milletvekillerinin serbest bırakılmasını, böylece ihlal
edilen meşruiyetİn ve anayasal düzenin yeniden tesisini sağlayan
Arınada ve onun hükümetinin parçası olmayı kabul eden siyasi
liderlerin tanınması, takdir edilmesi anlamına da gelecekti. Kısa­
cası, Kral'ın söylevi, Arınada'nın Temsilciler Meclisi'nden zaferle
çıkacağını öngörerek ya da arzu ederek kaleme alınmamıştı; onun
sözleri, Arınada'nın darbesini değil, Tejero'nun darbesini kınıyordu.
Armada, Temsilciler Meclisi'nden zaferle çıkmış olsaydı, Kral,
şantaj yoluyla kurulmuş milli birlik hükümetini onaylamayı kabul
etmeyip Arınada'nın zaferini reddeder miydi? Bunun yanıtını
bilmiyoruz; ama Arınada'nın başarısızlığa uğramasının, mesajın

347
kapsama alanını, darbecilere Zarzuela'nın bütün kapılarını kapata­
cak ölçüde daralttığını ve Kral'ı kamusal alanda ve geri dönüşsüz
bir biçimde Tejero'nun darbesinin karşısına, Milans'ın darbesinin
karşısına, Arınada'nın darbesinin karşısına, darbenin bütün dar­
belerinin karşısına yerleştirdiğini biliyoruz. Yeniden söyleyeyim,
o gece saat biri yirmi beş geçe darbenin başarısızlığa uğramış
olduğu anlamına gelmiyor bu; Arınada ve Milans'ın ılımlı darbe­
siydi başarısızlığa uğrayan, Tejero'nun şiddet yanlısı darbesi değil.
Yarbay, Temsilciler Meclisi'nin işgalini sürdürüyordu; Milans,
Valensiya'nın işgalini sürdürüyordu; ordunun bir bölümü, Kral'ın
mesajına kayıtsız ya da kızgın, huzursuz bir halde, kuşkuları dağı­
tacak küçücük bir hareketlenmede Frankocu ruhunda biriktirdiği
öfkeyi darbecilerin zaferine kanalize etmek üzere, hala tetik üstün­
de bekliyordu. İşte onca insanın kaç saattir beklemekte olduğu
vesile, isyan çığının habercisi olabilecek küçücük hareket, tam o
sırada belirdi. Sabaha karşı, saat ikiye yirmi beş kala, eski saray sek­
reterinin bozguna uğramasından on dakika sonra, Brunete Zırhlı
Tümeni'nden bir binbaşının komuta ettiği, on dört araç ve yüzün
üzerinde askerden oluşan birlik, Temsilciler Meclisi'ndeki işgali
sürdüren yüzlerce jandarmaya katılarak darbenin dengesini bozma­
ya yeltendi. Böylece, darbe son evresine girmiş oldu.

348
Beşinci Bölüm

YAŞASlN İTALYA!
Dondurulmuş görüntü, 23 Şubat akşamı, Temsilciler Meclisi top­
lantı salonunun sağ kanadını gösteriyor. Yüzbaşı ]esıis Mufıecas kürsü­
den darbeye kumanda etmeyi üstlenen askeri yetkilinin gelişini duyuralı
neredeyse on beş dakika olmuş. Tam o anda, kamera -ha/d çalışmakta
olan tek kamera-, toplantı salonunun o bölümünü önden gösteriyor.
Sanki sa/onda, başrolünü Başbakan'ın oynadığı tarihsel bir dram ser­
gileniyormuş, seyircinin ilgisinin ona odaklanması isteniyormuş gibi,
görüntünün tam ortasında Adolfo Sudrez var.
Görüntünün buzu çözüldüğünde, hiçbir şey bu teşbihi tekzip etmi­
yor; kaydın sonuna kadar, hiçbir şey onu tekzip etmeyecek. Yüzbaşı
Mufıecas'ın konuşmasından sonra, ortalık yatışıyor, milletvekilleri bir­
birine sigara ikram ediyor, ateş uzatıyor, donuk donuk bakıyorlar. Adolfo
Sudrez, mübaşirden işaret/e sigara istiyor, sandalyesinden kalkıp müba­
şire doğru yürüyor, onun uzattığı sigarayı alıyor, yeniden yerine otu­
ruyor. Islah olmaz bir tütün müptelasıdır Sudrez. Her zaman sigarası
olur cebinde, o akşam da var (müsaderenin başından beri epeyce sigara
içti), bu yolla saldırganların nabzını yokluyor, onların rehin alınanlara
müsamahasını !artıyor, ne olup bitfiğine dair bilgi almaya çalışıyor,
derken bilgi kendiliğinden geliyor, daha sigarasının yarısını içmeden,
salonun sağ kapısından sivil giyimli bir adam giriyor; onun arkasında
Yarbay Tejero peydahlanıyor, gelen adamı Başbakan'ın yanına, sıra/ara

351
çıkan yan merdivenin üzerine oturtmaları için adamlarına işaret edi­
yor. Adam {sıska, uzun boylu, esmer, koyu renk ceketinin cebinden beyaz
bir mendil sarkıyor), gösterilen yere oturuyor, Sudrez'le birkaç dakika
süren bir diyaloğa giriyor; diyalog sözcüğü fazla kaçıyor burada: Yeni
gelen adamın sözlerini dinlemekle yetiniyor Sudrez, yalnızca arada
yorum yapıyor, soru soruyorya da öyle yapıyormuş gibi görünüyor. Kim­
dir yeni gelen adam ? Temsilciler Meclisi'nin toplantı salonuna girme­
sine neden izin verilmiştir? Sudrez'le ne konuşmuş/ur? Süvari subayı,
Binbaşı ]osi Luis Gor6stegui'dir yeni gelen adam, General Guitirrez
Me//ado'nun yardımcısıdır. Muhtemelen baskına binanın çevresinde
ya da içerisindeyken yakalanmış, asker, dahası Yüzbaşı Mufiecas'ın
arkadaşı ya da tanıdığı olduğundan, Başbakan'ın yanına oturup ona
bildiklerini anlatması için izin almayı becermiştir. Sudrez'in çevresini
saran bakan ve milletvekillerinin ilgisinin hemen dağılıvermesine
bakılırsa, Gor6stegui'nin aklarabiieceği haberler az ve oldukça önem­
sizdir; Sudrez'in olanca dikkatiyle onu dinlemekte oluşuna bakılırsa,
aktarmakla olduğu haberler hayli fazla, ziyadesiyle önemlidir. Büyük
bir olasılıkla, bu dört niteliğin hepsi geçerlidir. Gor6stegui'nin Sudrez'le
konuşmasına, büyük bir olasılıkla, Başbakan'ın, Temsilciler Meclisi'nin
kontrol altında olduğunu, darbenin zaftre ulaştığını öğrenerek moral
çöküntüsüne uğraması için izin vermiştir Tejero. Böyle sürüp giden bir­
birinin benzeri birkaç dakikanın sonunda, ustura gibi bir ses, salonda
hüküm süren öksürük vefısı/tıyla bezeli ölüm sessizfiğini bö/er. ''Doktor
Petinto, lütfen buraya gelin, " der. "Bu beyefendi, hafıfie yara/anmışa
benziyor. " Darbecilerden birinin, bir subayın ja da bir astsubayın
sesidir, üzerine yaylım ateşinin tavandan kopardığı parçalardan biri
düşmüş olan UPC milletvekili Fernando Sagaseta ile ilgilenmesi için
Temsilciler Meclisi doktorunu çağırmaktadır. Bütün mi//etveki//eri,
aynı anda, salonun arkasına, sesin geldiği yöne dönüyor, sonra eski
pozisyonlarını alıyorlar. Aynı şeyi Sudrez de yapıyor, hemen ardından,
Binbaşı Gor6stegui ile konuşmaya devam ediyor. Bir an geliyor, ikisi

352
de susuyorlar, bakışları salonun solundaki girişe çakılıp kalıyor. Birkaç
saniye sonra, orada, görüntünün sağ alt köşesinde, Yarbay Tejero'nun
zar zor seçilen görüntüsü beliriyor, önce sırtı seçiliyor, sonra sanki hiçbir
sorun olmadığından emin olmak istermiş gibi, kendi etrafında dönerek
bakışlarıyla salonu !arıyor. Yarbay, ortadan kayboluyor, kısa bir süre
sonra yeniden beliriyor, sonra yeniden kayboluyor, onun geliş gidişi,
görüntüyü canlandıran başka bir geliş gidişin sureti gibi: Sosyalist
doktor Donato Fuejo, Fernando Sagaseta'nın sandalyesine yöneliyor,
iki mübaşir, stenograjlara su götürüyor, sonunda stenograjları salondan
çıkarıyorlar, süveterinin önündeki yaka kartı hemen seçilen bir gazeteci,
peşinde bir jandarma, yan merdivenden yukarı çıkıyor. Bu hareketli­
lik, Adolfo Sudrez ile Binbaşı Gordstegui'nin kestirim ve yorumlarını
kesintiye uğratmıyor. Baskın haberini radyodan duyan, salona girip
arkadaşlarının yazgısını paylaşmak için saldırganlardan izin kapar­
mayı başaran UCD üyesi, Devlet Konseyi Başkanı Antonio jimenez
Efaneo'nun Gordstegui'nin arkasına oturmasının hemen ardından,
Sudrez, sandalyesinden kalkıyor, salonun girişinde gözcü/ük yapan iki
jandarmaya yöne/erek, "Birliğin komutanıyla görüşmek istiyorum, "
diyor, sonra merdivenden inip jandarma/ara doğru bir iki adım atıyor,
sonrasında olanları kamera kaydetmiyor, çünkü bir jandarma kazara
vizöre çarpıyor, ilk planda basın Joeasının seçildiği bulanık bir görüntü
beliriyor ekranda, ama salonun sesinin algılanışındafarklılık yok, tıpkı
sadme öncesindeki gibi. Sudrez'in sesi işitiliyor, bağırtıların arasında,
ne dediği seçilemiyor, askerlerin sükimeti dayatan sert sesleri duyuluyor,
(biri, "Sakin olun, bay/ar!" diyor; diğeri, "Bir daha ellerini hareket ettir­
meye kalkan olursa, bunu yer suratına, anlaşıldı mı?" diyor; bir diğeri,
"Ellerinizi oynatmayın. Bunlar, biz yokken yapabileceğiniz şeyler,
şimdi değil, " diyor}; hepsinden daha sert, daha güçlü, daha aşağılayıcı
bir ses, "Senyör Sudrez, sandalyeden kalkmayın!" diye gürlüyor, bunun
üzerine sesini yükseltip o müthiş gürültünün içinde işitilmeyi beceriyor
Sudrez: "Ben, başbakan sıfatıyla sahip olduğum yetkiye dayanarak � ...

353
bir bağırtı, hakaret ve tehdit sağanağıyla bağuyarlar sesini, sağanak
salonu yatıştırmış gibi görünüyor, yarım saatliğine, her şey yeniden
normale dönmüş gibi yapılıyor. O andan itibaren, salonda yine ölüm
sessizliği hüküm sürmeye başlıyor, kaderine terk edilmiş olan kamerada
hala basın locasının durağan görüntüsü var. Bir an geliyor, o kamerada,
birbiriyle bağlantısız bölümler karmaşasının ışık gölge oyunu başlıyor:
göz/üklü bir kadının belirdiği gibi kaybolan çehresi, üzerlerinde gaze­
tecilerin seçilemeyen yaka kartları olan ceket/er, ucuz tükenmez kalemi
çevirişiyle, sigarayı titrek tutuşuyla sinirliliği, korkuyu belli eden gergin
eller, merdivenefir!atılmış, Temsilciler Meclisi antet/i bir tomar kağıt,
dövme demir merdiven korku/uğu, bakiava desenli kravatlar, beyaz
gömlekler ve manşet/er, menekşe rengi elbise/er, pilili etek/er, süveterler,
gri pantolon/ar, tıka basa dolu dosyaları ve evrak çantalarını tutan
eller. Nihayet, başladıktan neredeyse otuz beş dakika sonra, karfirtına­
sıyla sona eriyor kayıt.

354
ı

Kayıt, böyle sona eriyor: 23 Şubat'ın temel belgesi, sanki müsa­


derenin ilk dakikalarında çalıştığı fark edilmeyen bir kameranın
rastlantısal ürünü değil de, işini darbenin inandırıcı bir metaforuyla
soniandırmak isteyen yapımcının üretken zihninin eseriymiş gibi,
anlamsız, muazzam bir kargaşayla bitiyor; aynı zamanda, Adolfo
Smirez'in başbakan olarak kendini ortaya koymasıyla sona eriyor.
iktidarda olduğu son iki yılda, İspanya'da demokrasinin istikrar
kazanmaya başladığı dönemde, iyi bir başbakan değildi Suarez,
ama başbakan olarak darbeye en iyi karşı koyabilecek kişi oydu
muhtemelen. Çünkü o dönemin siyasetçileri arasında, olağanüstü
koşulları yönetmeyi ondan daha iyi bilen biri yoktu; onun dram
duygusuna, ideoloji değiştirmesinden gelen demokrasiye bağlılı­
ğına, mitleştirilmiş başbakanlık onuruna, orduya ilişkin bilgisine,
isyancı askerlere karşı koyma cesaretine sahip olan biri de yoktu.
1982 Haziranı'nda, 23 Şubat sanıkiarına ceza verilirken gösterilen
hoşgörüyü protesto etmek üzere kaleme aldığı makalede, "İspan­
ya'da sivil bir iktidarın ve askeri bir iktidarın mevcut olmadığının

355
açıklığa kavuşturulması çok önemlidir," diyordu. "İktidar, sadece
sivildir."1 Hükümetin başında olduğu beş yıl boyunca, onun takı­
naklarından biriydi bu: O, ülkenin başbakanıydı, askerlerin yega­
ne yükümlülüğü, onun talimatıarına uymaktı. iktidarda olduğu
son ana kadar, talimatlarına riayet etmelerini sağladı, iktidarda
olduğu son ana kadar onlara boyun eğdirdiğine inandı, ama tam
iktidarının sona ereceği anda, 23 Şubat'ta sarsıldı bu inanç; belki
o anda becerisini ortaya koyamadı, belki de olanaksızdı onlara
boyun eğdirebilmek. Becerisini ortaya koyahilirdi aslında Su:irez;
ama askerlerle ilişkisinde bunu her zaman kullanmak istemiyor­
du; başbakanlık görevini üstlenip yerini sağlarulaştırdığı andan
itibaren, sürekli talimatlar ve ters cevaplar vererek onlara sorum­
luluklarını hatırlatır olmuştu. Kapısının önünde bekleterek onlara
haddini bildirmekten hoşlanıyor, otoritesini sorgulayan, kendisine
saygı göstermeyen askerlerle çatışmaktan, yeri geldiğinde onları
tehdit etmekten kaçınmıyordu: Söz gelimi 1976 Eylülü'nde, isti­
fasını kabul ettiği başbakan yardımcısıyla odasında kıran kırana
tartışırken, kendisine, "Sana hatırlatırım, Başbakan, bu ülkede
yalnızca bir kez değil, birçok kez darbe olmuştur," diyen General
De Santiago'ya şu yanıtı vermişti: "Ben de sana şunu hatırlata­
yım, general: Bu ülkede hala ölüm cezası veriliyor."2 Ordunun
olurunu almaksızın, dahası askerlerin oybirliğiyle sahip olduğu
fıkre karşı çıkarak, komünist partinin yasallaştırılması gibi hayati
kararları alabilecek cesareti vardı. O nedenle, 23 Şubat'ın anekdot
dağarcığı, onun askerlerin tehditlerine pabuç bırakmayan, başba­
kanlık otoritesinden bir gıdım ödün vermeyen duruşuyla yaptığı
keskin reddiyeden geçilmez. Bunların bazılarını, Su:irez'in hayat
hikayesini yazanlar uydurmuştur; ama iki tanesinin doğru olduğu

1 Adolfo Suarez, "Yo disiento", El Pafs, 04.06.1982.


2 Victoria Prego, Diccionario de la transicion, s. 557.

356
apaçık ortadadır. Birincisi, 23 Şubat günü, sabaha karşı, Suarez'in
darbecilerle konuşmaya yeltenmesinden sonra kapatıldığı, toplantı
salonuna yakın bir odada vuku bulan olayla ilgilidir. Onu gözetim
altında tutan jandarmaların ifadesine göre, bir ara Yarbay Tejero
dalar odaya, hiçbir şey söylemeden tabancasını kılıfından çıkarır,
namlusunu Suarez'in göğsüne dayar; Suarez, oturduğu sandalyeden
kalkar, gürleyerek iki kez aynı emri verir ona: "Hazır ol!"1 İkinci
anekclota konu olan olay, ayın 24'ünde, darbe başarısızlığa uğradık­
tan sonra, Zarzuela'da, Kral'ın başkanlığında yapılan Milli Savun­
ma Konseyi'nin toplantısında vuku bulur. Arınada'nın darbenin asıl
elebaşı olduğunu o zaman öğrenmiştir Suarez. Kral'ın eski sekre­
terinin suçlu olduğunu gösteren, aralarında Temsilciler Meclisi'ni
işgal edenlerin yaptıkları telefon görüşmelerinin kayıtları da olan
delilleri dinledikten sonra, Gabeiras'a, General Arınada'yı derhal
tutuklamasını emreder. Gabeiras, mütereddit bir edaya bürünür;
Ordu Karargahı'nda, Arınada'nın üstüdür Gabeiras, gece boyunca
onun yanından ayrılmamıştır, Suarez'in verdiği emrin aceleci ve
yakışıksız olduğu kanısındadır, Suarez'in emrini onaylaması ya da
tekzip etmesi beklentisiyle Kral'a bakar; ordunun gerçek komu­
tanının kim olduğunu çok iyi bilen Suarez, öfkeli iki cümleyle
General'i yere serer: " Kral'a bakma! Bana bak!"2
Esasen budur Adolfo Suarez; öyle olduğunu tahayyül etmek­
ten hoşlanır: Hükümetin tepesine kadar yükselmiş, başbakanlık
rolüne büsbütün odaklanmış, yaman taşralı. iktidarda olduğu
beş yıl boyunca ve 23 Şubat günü, öyle davranmaya çalışmıştır.
Sandalyesinden kalkıp darbecilerle konuşmaya yeltendiğindeki
duruşu, Tejero'ya ya da Gabeiras'a diklendiğindeki duruşundan
farklı değildir. Üçü de, kendisini başbakan olarak ortaya koyma

ı Urbano, Con la venia... , s. 183; Charles Powell, Adolfo Sudrez, s. ı80; Jose Oneto,
La noche de Tejero, s. ı 95.
2 Charles Powell, Adolfo Sudrez, s. ı81.

357
teşebbüsüdür; Temsilciler Meclisi'nin salonunda, etrafında kurşun­
lar vızıldayıp dururken takındığı duruş da bundan farklı değildir:
Bir cesaret, bir zarafet, bir itaatsizlik duruşudur, teatral bir duruştur,
eksiksiz özgürlüğün duruşudur, ölümden sonraki duruştur, siyaseti
serüven gibi gören, ıstırap içinde kendisini meşru kılmaya çalışan,
bir an için demokrasiyi cisimleştirmiş gibi görünen tükenmiş bir
insanın duruşudur, ama aynı zamanda bir otorite duruşudur. Kısa­
cası, şiddetin duruşudur, katıksız bir siyasetçi duruşudur.

358
2

Katıksız siyasetçi nedir? Katıksız siyasetçi, büyük siyasetçiyle


ya da olağanüstü siyasetçiyle aynı şey midir? Olağanüstü siyasetçi,
olağanüstü insanla, etik anlamda kusursuz olan insanla aynı şey
midir? Basitçe, iyi ahlaklı insan mıdır? Büyük bir olasılıkla, iyi
ahlaklı bir insandır Adolfo Smirez, ama etik anlamda kusursuz bir
insan değildir, olağanüstü bir insan da değildir ya da olağanüstü bir
insan denirken genellikle kastedilen özelliklere sahip biri değildir.
Neresinden bakarsak bakalım, geride kalan yüzyılın en etkileyici,
en kararlı İspanyol siyasetçisidir Suarez.
1927 yılında, Ortega y Gasset, 1 olağanüstü siyasetçiyi tanım­
lamaya yeltendi, sonunda katıksız siyasetçiyi tanımladı. Ortega'ya
göre, etik anlamda kusursuz olan değildir katıksız siyasetçi; öyle
olması için bir neden de yoktur (Ortega, siyasetçiyi etik anlam­
da değerlendirmenin yetersiz ve basit olduğu kanısındadır; onun

1 Jose Ortega y Gasset (1883-1955): İnsan söz konusu olduğunda, varoluşun özden
önce geldiğini, insanın içinde bulunduğu her koşulda varoluşunu yeniden yarat­
mak, özünü belirlemek durumunda olduğunu ileri süren İspanyalı felsefeci -çn.

359
siyaseten değerlendirilmesi gerektiğini düşünür); onun doğasında,
kuramsal olarak erdem olduğu düşünülen niteliklerle kuramsal
olarak kusur olduğu düşünülen nitelikler bir arada yaşar, ama biri
diğerinden daha önemli ya da daha zaruri değildir. Bazı erdemleri­
ni sayayım: doğal kavrayış yeteneği, cesaret, serinkanlılık, mücadele
ruhu, dirayet, dayanıklılık, içgüdülerinin kuvvetli oluşu, uzlaşılmaz
olanla uzlaşma yeteneği. Bazı kusurlarını sayayım: fevrilik, süreğen
huzursuzluk, ölçüsüzlük, kandırma yeteneği, kabalık, düşünce ve
davranışta incelikten yoksun olmak; bunun yanı sıra, onu bukale­
mun gibi bir oyuncuya, gizlisi saklısı olmayan saydam bir varlığa
dönüştüren özellikler: iç aleminin büsbütün açık olması ya da
belirgin bir kişiliğinin olmaması. Katıksız siyasetçi, ideoloğun tam
karşıtıdır, ama yalnızca bir eylem adamı değildir; entelektüelin tam
tersi de değildir: Entelektüelin bilgiye düşkünlüğü onda da vardır,
ama edindiği bilginin tamamını, yaşıyormuş gibi görünendeki
ölüyü bulup çıkarmaya, mesleğinin temel bileşeni, en önemli erde­
mi olan tarihsel sezgiyi kusursuzlaştırmaya harcar. Ortega, tarihsel
sezgi diye adlandırıyordu bunu; Isaiah Berlin, 1 başka türlü adlan­
dırıyor, gerçeklik duygusu diyor: Ne üniversitede ne de kitaplardan
öğrenilebilen, gerçekliğe bir ölçüde aşina olmaktan kaynaklanan,
kimi siyasetçilerin belirli anlarda, "neyin neyle uyumlu olduğunu,
var olan koşullarda neyin yapılıp neyin yapılamayacağını, hangi
durumda hangi araçların ne kadar süreyle iş göreceğini bilmeleri­
ne -bunu nasıl bildiklerini, hatta ne bildiklerini açıklayamasalar da
bilmelerine- olanak tanıyan" süreksiz bir yetenek.2 Katıksız siya­
setçinin Ortegacı el kitabı, doğruluğu tartışılmaz bir kaynak değil

1 lsaiab Berlin (1909-1997): ingiltereli ahlak ve siyaset felsefecisi. Değerlerin top­


lumsal koşullarca belirlendiğini savunan Marksist görüşe, determinist öğretilere
karşı çıkmış, ahlaki değerlerin, insanın sorumluluğunu ve özgürlüğünü korumanın
önemini vurgulamıştır -çn.
2 Isaiab Berlin, El sentido de la realidad, Madrid, Taurus, 1998, s. 67-68.

360
elbette; onu, öyle olduğu için değil, müstakbel Adolfo Suarez'in
kusursuz bir portresini çizdiği için özededim burada. Katıksız siya­
setçinin, zamanında Suarez'e yüklenilirken ona en çok yakıştırılan
özelliğine, Ortega sadece geçerken değinmiştir: hırs. Ortega'nın
böyle yapmasının nedeni, hırsın, bir siyasetçi için, tıpkı bir sanatçı
ya da bilim insanı için olduğu gibi, bir özellik -bir erdem ya da bir
kusur- değil, bir öncül olduğunu bilmesi dir. 1
Bu öncüle ziyadesiyle sahipti Suarez. İktidara gelene kadar
onu en iyi tanımlayan nitelik, gözünü iktidar hırsı bürümüş olma­
sıydı. On dokuzuncu yüzyıl romanlarının, başkenti fethetmek
üzere taşradan çıkan vahşi genç adamlarından biri, Stendhal'in
Julien Sorel'i, Balzac'ın Lucien Rubempre'si, Flaubert'in Frederic
Moreau'su gibi, hırsın cisimleşmiş haliydi Suarez ve bundan hiç
utanç duymadı; çünkü hiçbir zaman iktidar hırsının ayıplanası bir
şey olduğunu düşünmedi; tam tersine, iktidar yoksa siyaset de yok,
diye düşünüyordu, siyasetsiz bir hayatın ise onun için hiçbir anlamı
yoktu. Katıksız bir siyasetçi oldu, çünkü başka bir şey olmayı hiç
düşünmedi, hiçbir zaman başka bir şey olmayı hayal etmedi. ikti­
darın zahitiydi o; onu elde etmek için her şeyi feda etmeye hazırdı;
şeytanla, olduğu şeyi alıp karşılığında olacağı şeyi vermek üzere hiç
tereddüt etmeden anlaşmıştı. Başbakan olarak atanmasından birkaç
gün sonra, Paris Match'ten bir gazeteci, "Sizin için iktidar nedir?"
diye sorduğunda, kazananlara özgü göz kamaştırıcı bir gülümse­
yişle, hiçbir şey açıklamadan her şeyi ortaya koyan birkaç sözcükle
karşılık vermişti: "İktidar mı? Bayılırım. "2 Bu arsız zafer sarhoşluğu,
zirvede olduğu dönemde, onun gözlerinde giderilmez bir açgözlü­
lük gören, buna direnebilecek yetenekte olmayan, kendi kesesin­
den onu beslerneye devam eden rakipleri karşısında erişilmez bir

Jose Ortega y Gasset, Mirabeau o elpolitico, Obras completas içinde, Madrid, Taurus,
2005, s. 195-223.
2 Paris Match, 28.08.1976; Garcia Abad, Adolfo Sudrez, s. 354.

361
üstünlük sağladı ona. Önceleri onun için her şeyden ayrı, muazzam
bir tutku olan siyasi iktidar, kişisel gelişim aracına dönüştü; idea­
lize edilmiş, mitleştirilmiş bir başbakan onuru tasavvuruna sahipti,
çünkü başbakanlık onun için iktidarın en üst ifadesiydi ve hayatı
boyunca başbakan olmaktan başka bir şey arzu etmemişti.
Eğitimsiz bir hergele, taşralı falanjist ufaklık, Franco rejiminin
türedisi, Kral'ın ayakçı çocuğu olduğu doğrudur; onu hakir gören­
ler haklıdırlar, ama onun hayat hikayesi, bu haklılığın fazlaca bir
şey ifade etmediğini gösteriyor. Bir aktörün aldatma yeteneğine
sahipti, ama Santiago Carrillo'yu ilk kez gördüğünde, onu aldat­
madı. Ailesi, bozguna uğrayail Cumhuriyetçilerio saflarındaydı,
çoğu Franco'nun hapishaneleriyle tanışmıştı savaşta; ama evinde
hiç kimse siyasi inancını aşılamaya kalkınadı ona; savaştan yalnızca
büyük bir felaket olarak söz etmişlerdi muhtemelen. Yenilgi, tıpkı
ailesinin yaşadığı felaket gibi hırpalıyordu onu. 1932 yılında, Avila
eyaletinin bağcılık ve şarap üretimiyle iştigal eden bir kasabasında,
Cebreros'ta doğdu. Küçük bir işletmecinin kızı olan annesi, güçlü,
dindar ve dik başlı bir kadındı; babası, mübaşirin oğluydu, sem­
patik, çalımlı, havalı, fırıldakçı, zampara ve kumarbazdı. Hiçbir
zaman babasıyla iyi geçinernemiş olsa da, kişiliği temel olarak tıpkı
babasına benziyordu, belki de bu nedenle geçinememişlerdi; onun
babasından ayrı düştüğü nokta, eğilimlerinin ve kişilik özellikleri­
nin, yegane arzusunun hizmetinde olmasıydı. Berbat bir öğrenciy­
di, okuldan okula sürünüp durdu, üniversiteye yalnızca anlamadan
ezberlediği derslerden sınava girmek için uğradı. Hiçbir zaman
oturup kitap okumak gibi bir alışkanlığı olmadı; başında kendisi­
nin üretilmesine katkıda bulunduğu bir söylence hayatının sonuna
kadar peşini bırakmadı: Hiçbir zaman bir kitabı başından sonuna
kadar okuyabilecek sabrı olmamıştı. Onu başka şeyler ilgilendiri­
yordu: kızlar, dans, futbol, tenis, sinema ve iskarnbil kağıtları. Yerin­
de duramayan, hayat dolu biriydi, insanları zorlayan bir girginliği

362
vardı, doğal cana yakınlığıyla mahalle çetesinin elebaşıydı, kadın­
larla ilişkisinde tartışılmaz bir başarısı vardı, ama çabucak keyifli
bir ruh halinden depresifbir ruh haline geçebiliyordu; muhtemelen
hiç gitmemiş olsa da, yakın arkadaşları tam anlamıyla psikiyatrist­
lik olduğu kanısındaydılar. Psikolojik kırılganlığından korunmak
için sıkı bir dindar olmuş, bu ise onu Accion Catolica'nın1 koliarına
fırlatmış, gençliğinden itibaren zararsız siyasi yönelimleri olan din­
dar dernekler kurup başkanlık etmesine zemin hazırlayarak onun
başrol yeteneğine kanal açmıştı. '40'lı yılların sonlarında, 'SO'li
yılların başlarında, Avila gibi bir şehirde, İspanyol Katalikliğinin
taşraya özgü sahte sofuluğuyla mücehhez biri olarak, diktatörlüğün
ideal genç tanımının mükemmel bir canlı örneğiydi Adolfo Suarez:
siyasi tutkuları, sosyal ve ekonomik tutkularıyla rabıtalı, itaat zihni­
yeti ve kutsallık atfettiği değerleriyle, rejimin temellerinin ve meka­
nizmalarının sorgulanabileceğini tahayyül bile etmeyen, yalnızca
onlardan yararlanılabileceğini düşünen, düzene bağlı, Katolik, zarif,
neşeli, sportmen, gözü pek, girgin bir delikanlı.
Her şey parlak bir geleceğe işaret ediyor gibiydi, ama ansızın her
şey tepetaklak oldu. 23 yaşını yeni doldurduğu 1955'in başlarında,
hukuku zar zor bitirip yerel bir hayır kurumu olan Benefıcencia
de Avila'da ücretli ilk işine başladığında, bir iş skandalına karışan
babası, ailesini terk ederek şehirden kaçtı. Bu fırar, bir felaketti
Suarez için: Babasının kaçışıyla, duygusal yıkımın yanı sıra, toplu­
mun aşağılamasıyla yüz yüze kalmış, sosyal konumuyla uyuşmayan
bir geçim sıkıntısına düşmüştü kalabalık ailesi. Muhtemelen kapıl­
dığı melankolinin etkisiyle ve stajyer maaşıyla annesinin ve dört
küçük kardeşinin geçimini sağlayamadığı için, bir kaçış yolu olarak
ciddi ciddi papaz okuluna girmeyi bile düşündü. Derken talih kuşu

1 Acci6n Cat6lica: Katolik Eylem. Toplum üzerinde Katolik etkiyi teşvik etmeye
çalışan birçok Katolik grubun yarattığı hareket. Tarihsel olarak Katolik ülkelerde,
özellikle 19. yüzyılda aktifti -çn.

363
onu sıkıntılarından kurtardı. Ağustos ayında, falanjist, Opus Dei
üyesi, genç bir savcı olan Fernando Herrero Tejedor'la tanıştı. Kısa
bir süre önce Avila'ya Movimiento başkanı ve vali olarak atanmış
olan Tejedor, özel öğretmenlerinden birinin tavsiyesi sayesinde,
kendisine valilikte iş vermişti. Böylece ek gelir sağlamanın yanı
sıra, ülkedeki yegane partinin bünyesine nüfuz etme, iyi ilişkileri
olan bir muktedirle dostluk kurma olanağı edinmişti (ileride onun
siyasi danışmanı olacaktı T!jedor). Ama sevinci uzun sürmedi;
1 956'da, Logroiio'ya atandı Herrero Tejedor; Suarez, işini kaybetti,
ertesi yıl, geleceğinin o şehirde olmadığını düşünerek, Madrid'de
şansını denemeye karar verdi. Orada, babasıyla yeniden bir araya
geldi. Onunla birlikte, bir yasal danışmanlık bürosu açtı (babası,
Avila'da usulsüz bir biçimde yapıyordu bu işi). Hermanos Miral­
les Caddesi'ndeki bir dairede, babası, annesi ve bazı kardeşleriyle
yeniden aynı çatı altında yaşamaya başladı. Ama birkaç ay sonra, iş
sarpa sardı yine: Babası aileyi yeniden karanlık işlere bulaştınnca,
onunla ilişkisini kopardı Suarez, büroyu terk etti, bir pansiyonda
yaşamaya başladı. O dönemde dibe vurmuş olmalı; bu konuda
kesin bilgiye sahip değiliz. Madrid'de kimseyi tanımadığı, annesini
nadiren gördüğü, arada bulduğu işlerle, Prfncipe Pio İstasyonu'da
valiz taşıyarak, kapı kapı dolaşıp elektrikli ev aletleri satarak geçi­
mini sağladığı söyleniyor. Büyük sıkıntı çektiği, aç kaldığı, aylak
aylak sokaklarda dolaştığı da söyleniyor. Suarez'i sofuca savunan
kimi insanlar, sefaleti bilen, Franco rejimi siy3:setçilerinin içerisin­
de serpildiği ayrıcalıklara sırt çeviren, kendi başına ayakta duran
adam portresi çizebilmek için, o günlerin gerçek sıkıntıianna
yaslanırlar. ı Çizilen portre yanlış değildir elbette; ama o dönemin
çok kısa sürdüğü, zor zamanda tökezleyen taşralı gencin, o kısacık
dönemde, Madrid sürgününde, tutkusunun peşine düşmek için

1 Josep Melia, La trama de los escribanos del agua, s. 49-56.

364
uygun bir fırsat kollamakta olduğu unutulmamalıdır. Bu fırsatı ona
sağlayan, o sırada Movimiento Genel Sekreterliği'nin milli delege­
liğini yürüten Herrero Tejedor olur yine; Smirez'in bir arkadaşının
babası, onun içerisinde bulunduğu durumu anlatıp bir iş bulmasını
isteyince, çabucak kendi sekreteri yapar onu. 1 958 yılının sonba­
harında olur bu. Bu tarihten, Herrero Tejedor'un öldüğü 1 975'e
kadar, onun vesayetini terk etmemiştir Suarez. Bu tarihten, Franco
rejimini kendi elleriyle ortadan kaldırdığı tarihe kadarsa, Frankocu
iktidarı terk etmemiştir. Çünkü Herrero Tejedor'un sekreterliği,
Movimiento hiyerarşisinde adım adım yükselişinin gösterişsiz baş­
langıcıdır. Ama bu yükseliş daha başlamadan, başka bir şey vuku
bulmuş, Avila'da, genç, güzel, zengin ve zarif bir kadınla, Amparo
lllana'yla tanışmış, ona hemen aşık olmuştur. Onunla evlenmesi,
dört yılı bulacaktır. O sırada, Madrid'e gitmek üzeredir, cebinde
metelik yoktur; müstakbel eşinin evini ilk ziyaretinde, hakim albay
ve Madrid Basın Birliği hazinedan olan babası, geçimini nasıl sağ­
ladığını sorgular. Katıksız Avila'lının ukala bayağılığıyla, "Duru­
mum berbat," diye yanıtlar, "ama merak etmeyin, otuzumdan önce
vali, kırkımdan önce müsteşar, ellimden önce bakan ve başbakan
olacağım."1
Onun gençliğine ilişkin asılsız söylencelerden biri olabilir bu
anekdot; öyle de olsa, bu programı harfiyen uyguladığı ortada Sua­
rez'in. Frankoculuğun -kulluğun siyasi yükselmenin vazgeçilmez
aracı olduğu- kapalı, piramitsel iktidar düzeninde bunu başarmak
için, her şeyden önce olanca cana yakınlığını, bütün dalkavukluk
yeteneğini ortaya koymuştu. Herrero Tejedor'un sekreteri olarak
yaptığı iş, yazışmayı halletmek, randevuları düzenlemek, -çoğun­
luğunu parti liderleriyle Madrid'e uğrayan valilerin oluşturduğu­
ziyaretçilerle ilgilenmekten ibaretti; onların hiçbiri, kendilerini

1 Josep Melia, La trama de los escribanos del agua, s. 49.

365
kolunu kaldırarak verdiği faşist selamıyla karşılayan (Emrinize
amadeyim, şefım!), hazır ola geçip topuklarını birbirine vurarak
uğurlayan (Başka bir emriniz var mı?) sevimli, hamarat ve hevesli
falanjisti hiçbir zaman unutmayacaktı. Böylece, falanjist ufaklık ola­
rak şöhret yapmaya, rejimin iki stratejik bölgesinde -Movimiento
Genel Sekreterliği ve Devlc t Bakanlığı'nda- hiyerarşinin basamak­
larını tırmanmaya, Herrero Tejedor'a sadakatsizlik etmeksizin, dik­
tatörün -'60'lı yılların ortalarında İspanya'da iktidarı büyük ölçüde
ellerinde tutan, geleceğin Franco'suz Frankoculuğunu temsil eden­
iki yardımcısının, Devlet Bakanı Amiral Luis Carrero Blanco
ile Kalkınma Planı Bakanı Laureano Lopez Roda'nun güvenini
kazanmaya başladı. Daha o zamandan, iktidar dehlizlerinin pek az
insanın nüfuz edebildiği en ücra köşelerini biliyordu Suirez. ikti­
darı destekleyen hassas katmanlarda ortaya çıkabilecek en küçük
bir titreşimi hissedebilmek için altıncı bir duyu geliştirmiş, baş
ederneyeceği düşmanlar yaratmaksızın, falanjistinden Opus Dei
üyesine kadar herkesin onu kendinden bilmesini sağlayarak, reji­
min çatışan aileleri arasında dolaşabilme konusunda, o ziyadesiyle
rafine bilim dalında bütün şeref payelerine nail olarak uzman­
lık kesp etmişti. Onun için iktidarın küçük Madrid'inin büyük
Madrid lağımına dönüşeceği günler uzaktaydı henüz: Aynı şehir,
seçkin bir mücevherin olağanüstü parıltısıyla onu büyülemekteydi.
Suirez'in en az hoşgörülü biyografı yazarı Gregorio Monin, onun
Madrid'i fethetmek için kullandığı ihtiraslı str�tejilcri ayrıntılı bir
biçimde anlatıyor} Monin'a göre, Suarez, ilgisini, gönlünü çelrnek
istediği kişilere yöneltiyor, onların evlerini ya da işyerierini ziyaret
etmek için her fırsatı değerlendiriyor, yakınlığını kazanmak için
elinden gelen her şeyi yapıyor, iktidarın girdisine çıktısına ilişkin
ilk elden derlediği bilgileri, iktidarı uygulayanların suistimalierini

1 Gregorio Mor:in, Adolfo Sudrez, s. 105.

366
ve zaaflarını kullanıyor, mütemadiyen haber, dedikodu ve söylenti
getirip götürüyor, böylece değerli bir muhbire dönüşüyor, ikbal
basamaklarında tırmanıyordu. Yöntemlerin üzerinde durmuyor,
kaynakları kısmıyordu. 1965'te, Radiotelevision Espafıola'ya prog­
ram yöneticisi olarak atandı. Oradaki amiri,Juan Jose Roson, onun
yeteneğine aldırış etmeyen, ölçülü bir Galiçyalıydı; samimi bir
ilişki kurarnadı onunla: Bu sorunu halletmek için, ailesiyle birlikte
onun oturduğu binadaki bir daireye taşındı. O sırada, vali olma­
yı kestirmişti gözüne. Onun için çok cazip bir görevdi; çünkü o
yıllarda, valiler eyaletlerde büyük bir güce sahiptiler. Bu hedefine
ulaşabilmek için, Alicante'nin yeni gelişen bir mahallesinde, üst
üste üç yaz, Franco'nun yakın arkadaşı, vali atamalarından sorumlu
İçişleri Bakanı Camilo Alonso Vega'nın bitişiğindeki daireyi kira­
ladı. Her gün, sabah ayiniyle başlayıp gece yarısından sonra içilen
son kadehle biten kesintisiz bir kuşatma uyguladı ona. Bir bakanlık
kapma umutlarının yeşerdiği 1973 yılında, dahiyane bir planı haya­
ta geçirdi: Segovia'da, -bahçesinde, her yıl, Franco'nun kendisinin
ve bütün kodamanlarının katıldığı, gün boyu süren bir törenle
İç Savaş'ın patlamasının yıldönümünün kutlandığı- La Granja
Palace'nin dibinde yazlık bir villa tuttu. Smirez, o bitmek tükenmek
bilmeyen resepsiyondan, iç bayıcı öğle yemeğinden ve istihbarat
ve Turizm Bakanlığı'nın katılanları hayatından bezdiren gösteri­
sinden önce ve sonra, özenle seçtiği kişileri villasına davet ediyor,
1 8 Temmuz'un merhametsiz sıcağında bunalan kodamanlara Yilla­
sında rahatlayıp gevşeme olanağı sunuyordu; kendilerini sıcaktan
vücutlarına yapışan kostümleri ve smokinleriyle La Granja Palace
ile Madrid arasındaki seksen kilometreyi katetme işkencesinden
kurtaran, olanca cana yakınlığı ve konukseverliğiyle ağıdayan ev
sahibine karşı sonsuz minnettarlık duyuyorlardı.
Camilo Alonso Vega'yla yakınlaşarak 1968'de Segovia'ya vali
olarak atandı; Roson'la yakınlaşarak -ya da onun kendisine karşı

367
güvensizliğini gidererek- 1 969'da Radiotelevision Espaiiola Genel
Müdürü oldu; Franco rejiminin birçok kodamanıyla yakınlaşarak
1 975'te bakan oldu. Karşı konulması olanaksız biriydi; ama bu
katıksız dalavereci serüvenleri, onun kötü şöhretinin bir parçasını
oluşturmakla kalmıyor, aynı zamanda Frankocu iktidarın pespaye
endogamisine pek az siyasetçinin onun kadar hakim olabileceğini,
ondan yararlanmak için, pek azının onun kadar öteye gidebilece­
ğini de gösteriyordu. O nedenle, o dönemde Suarez'i bir açıdan en
iyi tasvir eden kişi, kendisi yarattığı için Frankocu iktidarı herkes­
ten daha iyi bilen Francisco Franco'dur. İkisi, hayatları boyunca,
yalnızca protokol gereği bir araya geldiler. Bunlardan birinde, genç
siyasetçi, falsolu bir açıklamasıyla Franco'nun dikkatini çekti; belki
bu nedenle, belki de gasp ettiği devlet reisliğini kırk yıl boyunca
elinde tutarken kullandığı psikologluk yeteneği sayesinde, Smi­
rez'de hainlik eğiliminin tomurcuklanmakta olduğunu düşündü
Franco. Suarez'in Radiotelevision Espaiiola Genel Müdürü olduğu
sırada, ikisi El Pardo Sarayı'nda bir süre sohbet etmişler, sonrasında
diktatör, özel doktoruna şu yorumu yapmıştı: "Tehlikeli bir hırsı
var bu adamın. Hiç sakınması yok. "1

Suarez, Franco'nun Noel mesajını kaydetmek üzere gitmişti o gün El Pardo'ya.


O gün ne konuştuklannı bilmiyoruz. Ama aynı dönemde verilen resmi bir resep­
siyonda, Suarez'in, Franco'ya, kendisinin ölümünden sonra ülkede demokratik
bir geleceğin kaçınılmaz olduğundan söz ettiğini biliyoruz (yukanda falsolu bir
açıklama derken kastettiğim şey budur}. Herhangi birimiz için, yalnızca şu anla­
ma geliyor bu yüzsüzlük: Suarez, kusursuz Frankocu özge·çmişinden ve Franco'ya
sadakatinden öylesine emin bir Frankocudur ki, kurucusunun gazabına uğramak­
tan korkmaksızın rejimin sürekliliğini sorgulayabilmektedir. Franco için de aynı
anlama geliyor olabilir bu yüzsüzlük; ama yine bu nedenle, çok sinsice, çok haince
bir yorum olduğunu düşünmüş, hiç unutmamış olmalı (Franco'dan yapılan alın­
tı için, bkz. Luis Herrero, El ocaso del rigimen, Madrid, Temas de Hoy, 1995.
Herrero, Franco'nun değerlendirmesinin, Suarez'in -rejimin diğer genç siyasetçi­
leri gibi- Zarzuela'ya sunduğu, yakınlaşan siyasi geçiş sürecine ilişkin görüşlerini
dile getirdiği notlannın kısa bir süre önce istihbarat servisi tarafından El Pardo'ya
ulaştınlmasıyla ilgili olabileceğini ileri sürüyor}.

368
Franco haklıydı: Suarez'in hırsı, Frankoculuk için ölümcül oldu
sonunda; sakınmasızlığı da öyle. Ama onun '60'lı ve '70'li yıllardaki
şaşırtıcı yükselişini açıklamak için, bu ikisi yeterli değil. Sürekli
çalışıyordu Suarez; siyasi yeteneği ise apaçık ortadaydı: Meraklıydı,
konuştuğundan daha fazla dinliyor, hızla öğreniyordu, sorunları
çok basit, çok dolaysız bir yolla çözürnlüyordu, kendisine tevarüs
eden siyasetçi takımını hiç tereddüt etmeden yeniliyordu, çatışan
tarafları bir araya getirmeyi, uzlaşmaz olanı uzlaştırmayı, hayat­
taymış gibi görünende ölüyü ortaya çıkarmayı biliyordu; ayrıca
meziyetini gösterebileceği hiçbir fırsatı kaçırmıyordu: Gerçekten
şeytanla bir anlaşma imzalamış gibi, başka herhangi bir siyaset­
çinin kariyerini mahvetmek için her fırsatı değerlendiriyordu: 15
Haziran 1 969'da, daha Segovia valisiyken, Los Angeles de San
Rafael'in yeni bir yerleşim merkezinde, elli sekiz kişi, çöken bir res­
toranın enkazı altında kalarak ölmüştü. Trajedi, restoran sahibinin
açgözlülüğünün ürünüydü; ama normal koşullarda böyle bir olay
-özellikle rejimin içerisinde falanjistlerle Opus Dei'ciler arasındaki
mücadelenin ulaştığı kritik noktada- siyaseten zor duruma sokardı
Suarez'i. Bu felaketten güçlenerek çıkmayı başardı Suarez: Gaze­
teler, -binanın çökmesinden az sonra olay yerine ulaşan, durumdan
vazife çıkarıp enkazın altından kendi elleriyle yaralıları kurtaran,
kısa bir süre sonra hükümet tarafından Gran Cross liyakat nişanıy­
la taltif edilen- Vali'nin soğukkanlılığına ve cesaretine haftalarca
övgüler düzdü.
Los Angeles de San Rafael felaketinden aylar önce, müstakbel
başbakanın hayatını değiştiren bir şey oldu: Müstakbel Kral'la
tanıştı. Suarez, o sırada, Prens Juan Carlos'un eli kulağında olan
Frankoculuk sonrası yarışının kazanan atı olacağını düşünüyordu;
böyle düşünmesinde Herrero Tejedor, Amiral Carrero ve L6pez
Rod6'nun payı vardı, ama daha ziyade akıl yürüterek ve siyasi
içgüdüsüyle (onun için ikisi aynı şeydi zaten) varmıştı bu sonuca;

369
böylece bütün sermayesini ortaya koyarak Prens'in üzerine oynadı.
Kendisinde Franco'nun varisi olabilecek kapasiteyi görmeyen eski,
katı Frankoculara karşı kendi saflarında çarpışmaya hazır genç
siyasetçilerio sadakatine gereksinim duyan Prens ise Suarez'in üze­
rine oynadı. Suarez, altı yıl boyunca, neredeyse bütün çabasını bu
işe hasretti; çünkü Prens'i Kral yapmak için çarpışmanın, iktidar
için çarpışmak olduğunu biliyordu; çünkü tıpkı hayattaymış gibi
görünende ölüyü ortaya çıkarmayı bildiği gibi, ölüymüş gibi görü­
nende de havarta olanı ortaya çıkarmayı biliyordu. Kral'a gelince,
başından beri Suarez'e karşı muazzam bir sempati duymuş, ama
bu konuda kendisini kandırmamıştı: "Adolfo, ne Opus yanlısıdır
ne de falanjist," demişti bir seferinde, "Adolfo, Adolfocudur. "1
Prens'le tanışmasından kısa bir süre sonra -biraz da onun ısrarıy­
la- Radiotelevisi6n Espaiiola'nın genel müdürü oldu. Bu görevde
kaldığı dört yıl boyunca, savaşımcı bir sadakatle monarşi davasına
hizmet etti. Ayrıca siyasi hayatında önemli bir aşamaydı bu dönem:
Yepyeni bir şeyi, televizyonun gerçekliği biçimlendirme gücünü
o dönemde keşfetti; iktidarın yakında olduğunu, iktidarın gerçek
soluğunu o dönemde hissetmeye başladı. Sık sık Zarzuela'yı ziyaret
ediyor, prense ana kanalın haber bülteninde düzenli bir biçimde
yayımlanan gezilerinin ve katıldığı törerılerin kayıtlarını veriyordu.
Başbakanlığın Castellana Caddesi'ndeki merkezinde, her hafta
Amiral Carrero ile buluşuyor, orada muhabbetle karşılanıyor, ona
ideolojik yönelim kazandırılıyor, talimatlar veriliyor, o ise talimatla­
rı hiç tereddüt etmeden yerine getiriyordu. o, askerleri pohpohlu­
yor; askerlerse, ordudan gelen her teklifi cömertçe kabul ettiği için
ona övgüler düzüyorlardı. istihbarat servislerini de pohpohluyordu;
istihbarat servisinin başında olan, müstakbel darbeci, Albay Jose

1 1972 Temmuzu'nda sarf edilen bu söze Jose Luis Navas tanıklık etmiştir; bkz.
Garcia Abad, Adolfo Sudrez, s. 70.

370
Ignacio San Martin'le arkadaş olmuştu. Yine Radiotelevisi6n'un
başında olduğu dönemin sonlarında, altıncı duyusu, iktidarın
merkezindeki -kısa bir süre sonra belirleyici olacak- gizli kayma­
yı kayda geçirdi: Carrero Blanco, Franco'nun ölümünden sonra
Frankoculuğun devam edeceğinin teminatı olmaya devam etse de,
L6pez Rod6 güç kaybetmeye başlamış, o dönemde Movimiento
Genel Sekreteri ve Devlet Bakanı olan Torcuato Fernandez Miranda,
rejimin yeni gözdesi olarak sivrilmişti; o soğuk, kültürlü, tilki gibi
kurnaz ve sessiz anayasa hukuku profesörünün kimseyi takınayan
çalımlı duruşu rejimin bütün ailelerinin kuşkularını üzerine çeker­
ken Prens'in beğenisini kazanmış, Prens'in ilk siyasi danışmanı
olarak seçilmişti. Suarez, bu değişimi not etti: L6pez Roda'yla sıkça
görüşmeyi bırakıp Fernandez Miranda ile sıkça görüşmeye başladı;
şöhrete susamış genç falanjisti içten içe küçümsese de, onu rahatça
yönlendirebileceğinden emin olduğu için, herkesin önünde, onun
tarafından dost edinilmesine ses etmedi Miranda.
Suarez'in altıncı duyusu yanılmadı: ı 973'te, Carrero, devlet baş­
kanlığını hala elinde tutan Franco tarafından başbakanlığa atandı;
Fernandez Miranda ise, Movimiento liderliğine başbakan yardım­
cılığını da ekledi. Ama Suarez, hak ettiği kanısında olduğu bakan­
lığı alamadı. Fernandez Miranda'yı kendisini Movimiento genel
sekreter yardımcılığına getirerek avutmaya ikna etmeyi de bece­
remedi. Muazzam bir hayal kırıklığı yaşadı: Radiotelevisi6n'daki
görevinden istifa etti, bir devlet şirketinin ve Hristiyan gençlik
örgütü YMCA'nın başkanlığına sığındı.
İki buçuk yıl boyunca, iktidardan uzak kaldı Suarez. Siyasi
kariyeri donmuş, hatta bir ara nihayete ermiş gibiydi. İki feci olay,
bu gelgeç görünüme katkıda bulundu: ı 973'te, Amiral Carrero,
ETA tarafından öldürüldü; ı975 Haziranı'nda, Herrero Tejedor,
trafik kazasında öldü. Carrero'nun ölümü, Tanrı'nın bir lütfuydu
İspanya'ya; çünkü Frankoculuğu sürdürmekle yükümlü başbakanın

371
ortadan kalkması, diktatörlükten demokrasiye geçiş sürecini kolay­
laştırdı; ama her şeye kadir hamisini kaybeden Suarez için feci bir
şey olabilirdi; Herrero Tejedor'un ölümü daha da feci bir şeydi:
Bütün siyasi kariyerini gölgesine sığınarak geliştirdiği, ölümünden
üç ay önce kendisini Movimiento Genel Sekreter Yardımcısı yapan
adamı kaybeden Suarez'in büsbütün açıkta kaldığı söylenebilirdi.
Ama bu çifte aksiliğin üstesinden gelecekti Suarez. O sırada, artık
kendisine ve Prens'e, bu talihsizliklere teslim olmayacak ölçüde
güveniyordu. Kişisel servet edinmeksizin Frankoculukta siyaseten
başarılı olunamayacağını bildiği için (bir seferinde, "Bakan değilim,
çünkü ne Puerta de Hierro'da yaşıyorum ne de El Pilar'da öğrenim
gördüm," demişti), ı bu parantezi birtakım karanlık işler çevirip
para kazanarak değerlendirdi; ayrıca, o dönemde, çabasını Fernan­
dez Miranda'yla ilişkisini geliştirmeye, onun üzerinden, Prens'le
birlikte -Amiral Carrero'nun yerine Carlos Arias Navarro'nun
gelmesiyle oluşan hafif serbesti ortamında- kurduğu, Franco'nun
eski bakanlarının ve rejimin genç siyasetçilerinin katıldığı siyasi
derneğe, Union del Pueblo Espaiiol'a hasretti. Bunun yanı sıra, kırk
yıllık mutlak hakimiyetin ardından Franco'nun ölmesinin, ansızın
eli kulağında, muhteşem bir olay olarak gündeme geldiği, seksenlik
diktatörün her sağlık sorununda ülkenin belirsizlik duygusuyla
titremeye başladığı bir dönemde, ülke yönünü nereye çevirirse
çevirsin geleceğini sağlama alacağı ikili oyunu ustaca kurdu Suarez:
Bir yandan, Franco'ya ve onun rejimine sadakatini ilan etmek için
eline geçen her fırsatı değerlendiriyor, sözgeli�ü, birçok ETA ve
FRAP üyesini idam etme kararı aldığı için uluslararası camianın
kuşatmasına maruz kalan Franco'yu desteklemek üzere, 1 Ekim
1975'te, diğer UDPE üyeleriyle birlikte Oriente Meydanı'nda
düzenlenen gösteriye katılıyor; öte yandan, topluluk önünde ya da

1 Monin, Adolfo Sudra., s. 261.

372
özel görüşmelerinde, siyaset oyununu başlatmaktan yana olduğunu,
toplumda mevcut olan farklı eğilimlerin kendilerini ifade edebile­
cekleri kanalların, bütün siyasi yaklaşımların var olabildiği ortaklaşa
alanların açılması gerektiğini söylüyor; bütün bunları, Frankocular
zararsız patavatsızlık ya da aldatmaca, Frankoculuğun işini bitir­
me yanlısı olanlar ise İspanya'nın demokratik geleceğine duyulan
arzunun tezahürü olarak görüyordu. Muhtemelen her ikisinde
de -ne sıkı Frankocu görünürken ne çiçeği burnunda demokratlık
yaparken- gerçeği söylemiyordu Suarez. Ama şurası kesin: Gizlisi
saklısı olmayan şeffaf bir yaratık ya da rolünü icra eden usta bir
aktör gibi, her şeyi inanarak söylüyordu; o nedenle, dinleyen herkes
ona inanıyordu.
Franco'nun ölümü, -gözyaşına boğulan binlerce Frankocuyla
birlikte saatlerce kuyrukta bekledikten sonra UDPE'li kodamanlar
eşliğinde cenazesine giden- Suarez'in siyasi yükselişini yeniden
başlattı. Juan Carlos, kral ilan edildikten sonra, Frankocuların en
bağnaz grubunun haskılarına boyun eğerek, Arias Navarro gibi
bağnaz bir Frankocuyu başbakan olarak atamak zorunda kalmış,
ama Fernandez Miranda'yı -iktidarın iki önemli organı olan­
Temsilciler Meclisi ve Kraliyet Konseyi'nin başkanlığına getirmeyi
becermişti; Arias, Fernandez Miranda'nın sayesinde, Suarez'i
Movimiento Genel Sekreteri ve Devlet Bakanı yaptı. Yıllardır ulaş­
maya can attığı, en hırslı insanı tatmin edebilecek bir makamdı bu.
Ama Suirez, en hırslı insandan daha hırslıydı, bununla yetinmedi.
Frankoculuk sonrası döneme rehberlik edecek olan hükümette,
kağıt üzerinde dekoratif bir görevi vardı (önemli bakanlıkları,
Manuel Fraga,Jose Maria de Areilza gibi daha yaşlı, daha kellifelli,
daha fazla itibar sahibi, siyasi deneyimi daha fazla olan şahsiyet­
ler işgal ediyordu): Oraya Kral'ın oda hizmetçisi, ayakçısı olarak
yerleştirildiğini biliyordu; kendisine sunulan fırsatı havada yaka­
ladı, özellikle Arias başbakanlıktaki beceriksizliğini, ikircikliliğini,

373
Frankoculuğun üzerindeki muazzam ipoteğinden kurtulamayışını
sergiledikçe, toplumsal çelişkilerin, siyasi hareketlenmelerin yarat­
tığı dalgayla baş edemeyen hükümetin yetersizliğinden ve dağınık­
lığından yararlanarak kabine üyesi arkadaşlarından rol çaldı: 1976
yılının mart ayında, İçişleri Bakanı Manuel Fraga'nın yokluğunda,
polisin Victoria'da üç işçiyi öldürmesinden kaynaklanan krizi, Baş­
bakan Arias'ın -hükümetin devrimci bir patlamaya dönüşeceğin­
den endişe ettiği kalkışınayı bastırmak amacıyla- olağanüstü hal
ilan etmesini önleyerek, maharetle yönetti; aynı yılın haziran ayın­
da, Temsilciler Meclisi'nde konuştu: İspanyolların uzlaşmasını sağ­
lamanın yolunun siyasi çoğulculuktan geçtiğini söyleyerek parlak
bir çıkış yaptı. Hükümetin önayak olduğu utangaç bir reform girişi­
miydi bu. Girişim başarısızlıkla sonuçlandı; ama bu girişimin başa­
rısızlığı, kraliyet ailesinin Lerida'daki tatili biter bitmez, Suarez'in
çok daha büyük bir başanya ulaşmasını sağlayacaktı. Bir tutarsızlık
yok bu ifadede: O sırada, monarşinin ilan edilmesinden altı ay
sonra, Kral ve siyasi danışmanı Fernandez Miranda, Kraliyet'in,
tahtı korumak için, Frankocu monarşiyi parlamenter monarşiye
dönüştürerek kendisine Franco'dan tevarüs eden iktidardan büyük
ölçüde feragat etmesi gerektiğini anlamışlardı. Ayrıca, hükümetin
arka çıktığından daha kapsamlı bir reform projesi tasarlamışlardı;
Arias Navarro'nun bu projeyi yürütmek istemediğini, istese de
yürütecek kapasitede olmadığını biliyorlardı; Suarez'in Temsilciler
Meclisi'nde yaptığı konuşma, bu işi yapacak yetkinlikte olduğuna
inandırmıştı onları. Daha doğrusu, Kral'ı inandırmıştı; Fernandez
Miranda buna hanidir inanıyordu zaten; ama Kral, o yardımsever,
hırslı, meraklı yeniyetmenin, oda hizmetçisi ve ayakçı olarak çok
yararlı olan o cana yakın, kültürsüz, madrabaz, falanjist ufaklığın,
felakete yol açmadan Frankoculuğun sökümünü yaparak onun
üzerine monarşinin geleceğini sağlama alacak bir demokrasiyi inşa
etmek gibi incelikli bir iş için uygun kişi olduğu kanısına, Suarez'in

374
konuşmasından sonra varmıştı. Fernandez Miranda, Machiavelli
okuru retoriği ve onun üzerindeki entelektüel etkisiyle, o dönem­
de hedeflediği şeyler açısından, Smirez'in kişisel özelliklerinin
kusur değil, erdem olduğuna ikna etti Kral'ı: O yardımsever, hırslı,
meraklı tazeye gereksinimleri vardı, çünkü onun yardımsevediği
ve hırsı, mutlak sadakatinin teminatıydı; aidiyetinin ve belirli bir
siyasi projesinin ya da fikrinin olmaması, onların dikte ettikleri
şeyleri rotayı şaşırmadan uygulayacağının teminatıydı; misyonunu
tamamladıktan sonra, vermiş olduğu hizmetlere teşekkür ederek
ondan kurtulurlardı. Yaradılışıyla birlikte gereksiniyorlardı falanjist
ufaklığa; çünkü ancak genç, sağlam, hızlı, esnek, kararlı ve kösele
gibi sert falanjist ufaklık göğüs gerebilirdi falanjistlerin ve askerle­
rin vahşi saldırılarına; onları ancak o falanjist ufaklık kendilerinden
uzak tutabilirdi; dünyanın yarısını ayartınası için cana yakın bir
tipe, diğer yarısını kandırması için dalavereci bir tipe gereksini­
yorlardı; kültürden yoksun oluşuna gelince, Fernandez Miranda,
siyasetin kitaplardan öğrenilmediğini, kültürün böylesi bir iş için
yalnızca ayak bağı olduğunu bilecek kadar kültürlü, Suarez'in kendi
kuşağındaki bütün siyasetçilerden farklı olarak, bu kalımsız yete­
neğe, şu an neyin ölü, neyin yaşamakta olduğuna dair kusursuz ve
açıklanamaz kavrayışa, Ortega'nın tarihsel sezgi, Berlin'in gerçeklik
duygusu dediği şeye sahip olduğunu, önemli olaylara -neyin uyup
neyin uymadığına; neyin yapılıp neyin yapılamayacağına; nasıl,
kiminle, ne pahasına yapılabileceğine- aşinalık kesp ettiğini fark
edecek kadar akıllıydı.
Suarez'i reformu uygulayacak başbakan olarak atamaya kararlı
olan Kral, ı Temmuz ı 976 günü, Arias Navarro'nun istifa etmesini
sağladı. Onun yerine koyacağı ismi kendi başına belirleyemezdi:
Frankocu mevzuata göre, Ortodoks Frankoculuğun en seçkin
simalarını barındıran danışma organının, Kraliyet Konseyi'nin
kendisine önereceği üç aday arasından seçmesi gerekiyordu. Ama

375
Konsey'e başkanlık eden ve aylardır bu konu üzerinde çalışmakta
olan Fernandez Miranda'nın kurnazlığı ve becerikliliği sayesin­
de, seçilmiş ismi de içeren liste, 3 Temmuz günü Kral'a sunuldu.
Suarez, bunu biliyordu; daha doğrusu, listede olduğunu biliyor
ama seçilmiş olduğunu bilmiyordu; daha doğrusu, seçilmiş oldu­
ğunu bilmiyor ama hissediyordu ve o cumartesi akşamı Puerta de
Hierro'daki evinde (nihayet Puerta de Hierro'da yaşıyordu, o yüz­
den bakandı ve başbakan olabilirdi), Kral'ın kendisini çağırmasını
beklerken, kuşkular içini kemiriyordu. Her şeyin berraklık kazan­
dığı o son yıllarında, bu salıneyi herkesin önünde, kim bilir kaç kez
hatırlaınıştı Suarez; sözgelimi bir seferinde, televizyona çıktığında,
o yaşlı hali, külrengi saçları, yüzünde -hayatının sonuna gelen Julien
Sorel, Lucien Rubempre ya da Frederic Moreau'nun, zirveye çıktığı
anı hatırlayışındaki ya da ruhunu şeytana satan adamın çehresin­
de, yıllar sonra şeytan kendi payını tahsil ettiğinde uğradığı hayal
kırıklığıyla beliren- o ironik gülümsemeyle hatırlaınıştı o sahneyi.
Kral'la Fernandez Miranda'nın çevirdiği dolapları, Fernandez
Miranda'nın kesinlemelerini, Kral'ın kuşkularını biliyordu Suarez.
Kral'ın, kendisinin sadakatine, kişisel cazibesine ve hükümetteki
etkin tutumuna değer verdiğini biliyordu ama son anda ihtiyat­
lılık, korku ya da konformizmin ona kendisi gibi kamusal alanda
tanınmayan, ikinci sınıf bir siyasetçiyi seçme cüretini gösterme­
meyi, onun yerine yıllardır hizmet eden, listedeki diğer adaylar­
dan, Federico Silva Mufıoz ve Gregorio Lopez Bravo'dan birini
seçmeyi telkin edebileceğinden korkuyordu. HiÇbir zaman başka
bir şey olmayı istememiş, hiçbir zaman başka bir şey olmayı hayal
etmemiş, daima iktidarın zahidi olmuştu. Şimdi her şey somut bir
gerçeklik olarak açlığını gidermesini sağlayacak gibi görünüyor,
eğer şimdi başaramazsa bir daha asla başaramayacağını hissediyor­
du. Telefonun yanı başında, sabırsızlıkla bekliyordu. Akşamüzeri,
bir an geldi, telefon çaldı. Kral'dı arayan; ne yapıyorsun, diye sordu.

376
Hiç, dedi. Öteheriyi toparlıyorum. Aa, öyle mi, dedi Kral, sonra
ailesini sordu. Yaz tatilindeler, dedi. lbiza'dalar. Ben Mariam'la baş
başayım. Onun bildiğini Kral' ın bildiğini biliyordu. Ama başka bir
şey söylemedi. Hiç bitmeyecekmiş gibi gelen kısacık bir sükutun
ardından, bir isteğiniz var mı, diye sormaya karar verdi Kral'a. Yok,
dedi Kral. Yalnızca, ne alemdesin, diye sormak istedim. Sonra Kral
vedalaştı Smirez'le; Smirez, Kral'ın cesaretini kırmak için aradığını,
Silva'yı ya da Lopez Brava'yu seçtiğini, sonucu kendisine bildirme­
ye gerek bile duymadığını düşünerek ahizeyi yerine bıraktı. Kısa bir
süre sonra, telefon yine çaldı. Yine Kral'dı arayan. Baksana, Adolfo,
dedi. Neden buraya gelmiyorsun? Seninle konuşmak istediğim bir
şey var. Heyecanını dizginlemeye çalıştı, giyinirken, eşinin Seat
127'sini alırken, yaz hafta sonunun bomboş yollarında arabayı
kullanırken, baş ederneyeceği bir yenilgi aldığında hayal kırıklığına
uğramamak için, Kral' ın, kararını açıklamak, kendisini seçmediği
için özür dilemek, kendisine güvendiğini, dostluklarının ve muhab­
betlerinin süreceğini söylemek üzere çağırdığını tekrarlayıp durdu
kendi kendine. Zarzuela'da, Kral' ın yaveri karşıladı, birkaç dakika
beklemesini söyledi, sonra Kral'ın odasına aldı Suarez'i. Girdi,
kimseyi göremedi içeride, o anda, sanki yıllardır bilmeden yorum­
lamakta olduğu teatral bir gösteriyi ansızın bitirme noktasına gel­
miş gibi keskin bir gerçek dışılık duygusuna kapıldı. Bozguna uğra­
dığı, paniğe kapıldığı o anda, arkasında bir kahkaha koptu; döndü:
Kral, oda kapısının arkasına saklanmıştı. Dobra dobra, "Senden
bana bir iyilik yapmanı istiyorum, Adolfo," dedi. "Başbakan olmanı
istiyorum." Sevinç çığlığı falan atmadı. Ağzından çıkarıp birbirine
eklerneyi başarabildiği sözcüklerle, "Lanet olası Majesteleri, bunu
benden hiçbir zaman istemeyeceğini düşünüyordum," dedi.1

1 Su:irez'in hikayesi için, bkz. Victoria Prego, Ado!fo Sudrez, s. 26-27; Luis Herrero,
Los que le llamdbamos Ado!fo, s. 135-138.

377
3

1 8 Şubat 1981 'de, darbeden beş gün önce, El Pa is'te yayımlanan


başyazıda, Adolfo Suarez, General Della Rovere'yle karşılaştırılı­
yordu. Bu da başka bir klişeydi: '80'li yıllarda, iktidarın küçük Mad­
rid'inde -bu Madrid'in bazı sol çevrelerinde- Suarez'i, Roberto
Rossellini'nin eski bir filminin başkarakteriyle, direniş kahrama­
nına dönüşen Nazi işbirlikçisiyle karşılaştırmak, ne zaman darbe
tehlikesinden söz edilse General Pavia'nın adının anılması kadar
beylik bir yaklaşımdı. Suarez'in üç hafta önce başbakanlık göre­
vinden istifa etmiş olması, demokrasinin yaratıcısının hatalarını
unutup başarılarını hatırlamayı özendiriyordu; ama gazete, bu kar­
şılaştırmayı, Suarez'i yüceltmek için değil, kötüleinek için yapmıştı.
Ziyadesiyle sert bir yazıydı. "Elveda, Suarez, elveda" başlığı atılmış­
tı. Başbakanlıktaki edilgen tutumuna amansızca saldırılıyor, yöne­
tim tarzı bütünüyle reddediliyordu. Ona bahşettikleri tek değer,
"tıpkı inançlı General Della Rovere'nin rolünü başkalaştırması
gibi" demokratik bir başbakan olmanın onuroyla yıllarca Franko­
culuğun artıklarını dizginlemiş olmasıydı. Ama hemen ardından,

378
bu teselli payesini tekzip ediyor, onu, istifa ederek sağın şantajına
boyun eğmekle suçluyordu gazete. "General Della Rovere, kurşuna
dizilerek öldü," diye bitiriyordu, "Suarez ise, üzüntüye gark olarak,
zerre kadar cesaret göstererneden alelacele kaçıp gitti."
Rossellini'nin filmini biliyor muydu acaba Suarez? El Pais'in
başyazısını okumuş muydu? Sinemayı çok severdi Suarez: Genç­
liğinde, üst üste iki filmin gösterildiği seansların müdavimiydi;
başbakanlığı sırasında, başhizmetiisi Pepe Higueras'ın Television
Espaiiola'dan temin edip Moncloa'nın bir salonunda oynattığı
ı6 milimetrelik filmlerden en az bir tane izlemediği hafta sonları
sayılıydı (kimi zaman ailesiyle ya da misafirleriyle izlediği olu­
yordu, ama genellikle tek başına, sabaha karşı izliyordu: Suarez,
çok az uyuyor, kötü besleniyor, şekersiz kahve, sigara ve omlete
yükleniyordu); sofıstike bir sinema zevki yoktu, macera filmle­
rinden ve Amerikan komedilerinden hoşlanıyordu; Rossellini'nin
filmini, ı 960'ta İspanya'da gösterime girdiğinde izlemediyse eğer,
büyük Madrid lağımının kendisiyle karşılaştırdığı karakteri merak
ettiği için, yıllar sonra Moncloa'da izlemiş olabilirdi. El Pais'in
başyazısına gelince, onu okumuştu muhtemelen; darbeden önceki
siyasi kuşatma ve kişisel çöküntü döneminde, ailesini kendisine
karşı yöneltilen gündelik borda atışından korumak için, gazetele­
rin konuta ayıklanmadan girmesine izin vermiyor olsa da, kendisi
onları -en azından El Pais'i- okumaya devam ediyordu: El Pais,
başbakanlığa atanmasından istifa ettiği güne kadar, hayli sert bir
biçimde eleştirmişti onu; ama eski falanjistliğinden gelen gide­
rilmemiş vicdan rahatsızlığıyla gıpta ettiği ve yıllardır kendisinin
temsil etmeyi hayal ettiği entelektüel, modern ve demokratik solu
temsil ettiği için, onu dikkate almaktan, gizlice onun onayını kolla­
maktan bir an olsun vazgeçmemişti; partisinin içinden ve dışından
onca insanın, kendisini, ülkeyi gözünü El Pais'in sayfalarından ayır­
madan yönetmekle suçlamasının nedeni buydu. El Pais'in ı 8 Şubat

379
tarihli başyazısını okuyup okumadığını bilmiyorum Smirez'in; eğer
okuduysa, kendisinin fena halde aşağılandığını hissetmiş olmalı;
çünkü eski falanjist ufaklığı kimse korkaklıkla suçlayamazdı; hiçbir
şey, beş gün sonra, onları, kendisini suçladıklarına suçlayacaklarına
pişman etmekten daha fazla tatmin edemezdi Suarez'i. Başbakan­
lığı sırasında, Rossellini'nin, kahramanıyla o kadar özdeşleştirildiği
filmini izleyip izlemediğini de bilmiyorum; eğer izlediyse, kendi­
mize dışarıdan bakınca içimizde taşıdığımız şeyi gördüğümüzde
hissettiğimiz o derin duyguyu duyumsamış olmalı; eğer onu 23
Şubat'tan sonra hatırladıysa, gerçek olanın o tuhaf eğilimi, -fosil­
leştirilmiş olsa da, gerçek ya da gerçeğin belirtisi olmaya devam
ettiğini göstermek için- klişelerle istismar edilmeye olanak tanıyışı
üzerine düşünmüş olmalı.
General Della Rovere'nin anlattığı hikaye, Naziler tarafından
işgal edilmiş yıkık dökük bir İtalyan şehrinde geçer. Kahramanı
Emmanuele Bardone, her şeye bumunu sokan, sevimli, cana yakın,
yalancı, düzenbaz, kadınlara düşkün, kumarbaz bir adamdır, hiç
sakınması olmayan bir hergeledir; yakınlarını içeride rahat ettirece­
ği yalanını kıvırarak antifaşist tutukluların ailelerinden para sızdır­
maktadır. Aynı zamanda bir bukalemundur Bardone: Almanların
önünde ateşli bir Reich yandaşı, İtalyanların önündeyse gizli bir
Reich muhalifıdir. İki tarafın önünde de olanca ayartma yeteneğini
sergiler; her iki tarafı da hayatta kendilerinden daha önemli hiçbir
şey olmadığına, onların davası için her şeyi yapmaya hazır olduğu­
na ikna eder. Alınanların, rutin bir çevirmede, iŞgale karşı direniş
hareketini örgütlernek üzere ülkesine dönen kahraman İtalyan
aristokratı General Della Rovere'yi öldürdüğü gün, Bardone'nin
yazgısı değişmeye başlar. Şehirdeki işgal güçlerinin komutanı
Albay Müller için, kötü bir haberdir bu; tutuklanmış olsa, onun
işine yarayacaktır Della Rovere, ama ölü olarak ona hiçbir fayda­
sı yoktur. Bunun üzerine, Della Rovere'nin tutuklanmış olduğu

380
haberini yaymaya karar verir. Albay, sahne yeteneğini kısa bir süre
önce öğrenmiş olduğu Bardone'yi, rüşvetçi bir subayla çevirdiği
dolapları ortaya çıkararak tutuklar, ona bu oyundan yararlanmayı
teklif eder: Bardone, General Della Rovere'nin yerine geçmesi
karşılığında idam mangasının elinden kurtulacak ve para alacaktır;
Müller ise onun hapishanedeki varlığından yararlanacaktır.
Bardone, anlaşmayı kabul eder, antifaşist tutuklularla dolu bir
hapishaneye nakledilir. Sakınması olmayan hergele, ilk andan
itibaren, solcu aristokratı özgüvenle oynar, içeride gördüğü ya da
deneyimiediği her şey bilincini sarsarak onun yorumuna yardımcı
olmaktadır: Oraya tıkıldığı ilk gün, kurşuna dizilen partizanların,
ölümlerinden sonra hücrenin duvarlarına yazılan mesajlarını okur.
Tutuklular, onu lider sayar, saygı gösterirler; onların gözünde özgür
İtalya umudunun cisimleşmiş halidir. Onun koroutası altındaki
birliklerde mücadele eden arkadaşlarını, yakınlarını sorarlar, kötü
yazgılarıyla ilgili şakalar yaparlar, söze dökmeksizin kendilerine
cesaret aşılamasını isterler. Siyasi tutuklulara işkence yapılmakta­
dır; ona sığınan tutuklulardan biri, işkenceye dayanarnayıp muhbire
dönüşmektense intihar etmeyi tercih eder; Almanların daha sonra,
Della Rovere rolünün inandırıcı olması için, Bardone'ye de işkence
yapması, Bardone'nin hapishane arkadaşlarının ayaklanmasına yol
açar. Daha sonra, Bardone, Kontes Della Rovere'den bir mektup
alır; Kontes, mektubunda, çocuklarının ve kendisinin iyi olduğunu
söyleyerek General'i rahatlatmaya çalışmakta, onun cesareti ve
vatanseverliğiyle gurur duyduklarını belirtmektedir. Bu bir dizi
izlenim, Bardone'de, içten içe, neredeyse görünmez bir başkalaşıma
yol açar ve bir gece, beklenmedik bir şey vuku bulur: Müttefiklerin
bombardımanı hapishanede paniğe yol açmıştır; Bardone, hücre­
den çıkmak ister, korkudan titremektedir, ama bir an gelir, sanki
General'in kişiliği onun ruhunu ele geçirmiş gibi, siyasi tutuklu­
ların bulunduğu bölümün koridorunda dikilir, Della Rovere'nin

381
büyüklüğüyle aşılanmış bir halde, savaş uğultusunun ortasında sesi­
ni yükselterek arkadaşlarını yatıştırır: "Arkadaşlar, General Della
Rovere size sesleniyor," der. "Sakin olun, onuru ve kontrolü elden
bırakmayın! Sağlam durun! İnsan olduğunuzu unutmayın! Ölüm­
den korkmadığınızı gösterin bu pisliklere! Korkudan titrernesi
gereken, onlardır. Düşen her bomba, onların sonunun, bizimse
özgüdüğümüzün habercisidir."
Bu olaydan kısa bir süre sonra, kader, beklediği fırsatı sunar
Albay Müller'e. Bir baskında ele geçirilen dokuz partizan gön­
derilmiştir hapishaneye. Onlardan biri, direnişin lideri Fabrizi­
o'dur, ama Almanlar hangisinin Fabrizio olduğunu bilmemektedir.
Müller, hangisinin Fabrizio olduğunu belideyip ele vermesini
ister Bardone'den. Bardone, sanki iç aleminde Bardone'yle Della
Rovere mücadele ediyormuş gibi, bir an tereddüt eder; Müller,
söz verdiği parayı ve özgürlüğü hatırlatır ona; rüşvete, İsviçre'ye
kaçması için serbest geçiş belgesini de ekler, sonunda Bardone'yi
alt eder. Direnişçiler yüksek rütbeli bir faşisti öldürdüklerinde,
henüz Fabrizio'yu belirleyememiştir Bardone; misilierne olarak
on partizam kurşuna dizrnek isteyen Müller, Bardone'nin işini
kolaylaştıracağını düşünür. infazdan önceki gece, yirmi tutukluyu
bir hücreye koyar; kurşuna dizilecek olan on kişi, onların arasın­
dadır. Ölüm kapıya dayandığında Fabrizio'nun kendisini Della
Rovere'ye ifşa edeceğinden emin olan Müller, Bardone ile baskında
yakalanan dokuz tutukluyu onların arasına katmıştır. Müller, yanıl­
mamıştır: Tutukluların sahte General Della Rovere'nin cesaretine
sığınıp teselli aradıkları infazdan önceki uzun gecede, Fabrizio
kendisini açığa vurur. Şafak sökerken, bazı tutukluları hücreden
çıkarırlar; çıkarılanların arasında Bardone de vardır, ama Fabrizio
yoktur. Hapishanenin avlusundaki idam mangasının önüne gitmek
üzere yürürlerken, Müller, Bardone'yi durdurur, sıradan çıkarır,
Fabrizio'yu belirleyebildin mi, diye sorar. Bardone, Müller'e bakar,

382
ama hiçbir şey söylemez, özgürlüğüne kavuşması, yeterince parayla
kumara ve kadınlarla ilişkisine kaldığı yerden devam edebilmesi
için tek bir sözcük yeterlidir, ama hiçbir şey söylemez. Şaşırıp
kalan Müller, ısrar eder: Hangisinin Fabrizio olduğunu bildiğin­
den emindir Bardone'nin, öyle bir gecede Fabrizio'nun kendisini
açığa vurmuş olduğundan emindir; Bardone, bakışlarını Müller'in
üzerinden çekmez, "Ya siz, siz ne biliyorsunuz?" der sonunda, "Hiç
böyle bir gece geçirdiniz mi hayatınızda?" "Bana cevap verin!"
diye öfkeyle bağırır Müller, "Biliyor musunuz, hangisi olduğu­
nu?" Kağıda kalem isteyerek karşılık verir ona Bardone, verilen
kağıda birkaç satır karalar, kağıda kalemi ona geri verir; Müller,
yazılanların arasında Fabrizio'nun gerçek isminin olup olmadığına
bakarken, o notu Kontes Della Rovere'ye vermelerini ister Bardone
ve gardiyana avluya çıkan kapıyı açmasını söyler; o sırada kağıt­
taki yazıyı okumuştur Müller: "Sizi düşünerek gidiyorum ölüme.
Yaşasın İtalya!" Avlu karla örtülüdür. Direğe bağlanmış, gözleri
kapatılmış on adam, ölümü beklemektedir. Bardone, sanki Della
Rovere hep onun içindeymiş gibi artık Della Rovere olan Bardone,
yoldaşlarının yanında yerini alır, idam mangasının kurşunlarıyla
yığılıp kalmak üzereyken, "Beyler," der onlara, "şu son anlarımız­
da, ailelerimizi, vatanı ve haşmetli Kral'ı düşünelim." Sonra ekler:
"Yaşasın İtalya!"

383
4

Adolfo Suarez'in, içinde bir şekilde var olan, o eski taşralı


falanjistle, eski Franco rejimi türedisiyle alakası olmayan insana
dönüşümü, muhtemelen Kral tarafından başbakan olarak atandığı
gün başlamıştı; ama bu başkalaşımın aylar sonra göze çarprnaya
başladığı ortada. Kamuoyu, bu atamaya ortalığı kasıp kavurarak
yanıt verdi. Forges'in bir karikatürü, çok güzel özetliyordu bunu:
Franco'nun, yeraltı sığınağına kapanmış iki müridi, haberi yorum­
luyorlardı; biri, ''Adı Adolfo, ne muhteşem bir şey, değil mi?" diyor,
diğeri, " Kesinlikle öyle," diye karşılık veriyordu.1 Durum böyleydi;
bir iki istisnayı saymazsak, Suarez'in başbakanlığa yükselişini, yal­
nızca -genç, itaatkar ve disiplinli falanjistin, ·eski harnarnda yeni
görünümlü eski tası temsil ettiğine, onun seçilmesinin, 1 8 Temmuz
ideallerinin yaşamaya devam etmekte olduğunun göstergesi, Fran­
koculuğun, koşulların dayattığı makyajlara rağmen Franco'nun
ölümüyle ölmeyeceğinin teminatı olduğuna inanan- aşırı sağ, yani

1 Cambio 16, 12-18 Temmuz 1976, s. 18.

384
eski tüfek falanjistler, Opus Dei'nin teknokratları ve Guerrilleros
de Cristo Rey1 kutlamıştı. Aşırı sağın dışındaki kesimlerde, yalnız­
ca kötümserlik ve korku hakimdi. Suirez, demokratik muhalefetin
ve düzen reformcularının büyük bir çoğunluğu için, Le Figaro'nun
yazdığı gibi, "her yola başvurarak demokrasiyi torpillemeye kararlı
aşırı sağın adi manevralarının icraatçısı'',2 El Pais'in dokundurduğu
gibi, "ülkenin değişime direnen yeraltı sığınağına dönüşen", "o en
karanlık, en öfkeli söylenceyle İspanyol olmanın geleneksel biçim­
lerini cisimleştiren makinenin, ekonomik ve siyasi iktidarın dinsel
radikalizmle ittifak kurmasıyla oluşan mükemmel sembiyozun"
mızrak ucuydu.3
Bu durum, Suarez'in cesaretini kırmadı. Beklemediği bir karşı­
lama değildi bu (izlediği yörünge ortadayken, başka bir şey bekle­
yemezdi zaten); aynı zamanda onun için en uygun olanıydı. Kral'ın
verdiği görev, Frankoculuğun sökümünü yapıp onun üyeleriyle
parlamenter monarşiyi kurmak, hala yaşıyor gibi görünen ölüyü
tasfiye etmek, ölü gibi görünen şeyi yaşatmaksa eğer, yaslanması
gereken ilk şey, Ortodoks Frankocularla suç ortaklığıydı (ya da
en azından onların güveni, olmazsa edilgenlikleriydi); yaslanması
gereken ikinci şey, yasadışı muhalefetin anlayışıydı (ya da en azın­
dan hoşgörüsü, olmazsa tahammülüydü). Böylece apriori olanaksız
bu iki fetih için daha başında kolları sıvadı Suirez. Machiavelli,
siyasetçiye, bendelerinin zihnini askıda bırakmayı, onları şaşırtma­
yı, -rakiplerinin içten içe kendisine karşı dolap çevirmelerine fırsat
tanımamak için- onların hareket alanını kısıtlamayı tavsiye ediyor.4
Machiavelli'yi okuyup okuroaclığını bilmiyorum Suirez'in; ama

Guerrilleros de Cristo Rey: İ spanya'da özellikle '70'li yıllarda etkinlik gösteren aşırı
sağcı, paramiliter, terörist örgüt -çn.
2 Sanchez Navarro, La transici6n espaiiola en sus documentos, s. 287.
3 El Pais, 6 Temmuz 1976, "Nombres para una crisis".
4 De principatibus, s. 289.

385
onun tavsiyesine harfiyen uyduğu ortada. Başbakanlığa atanır atan­
maz, öylesine özgüvenle dolu, öylesine hızlı ve etkili bir sprint attı
ki, kimsenin onu durduracak gerekçeyi, aracı ve cesareti bulmasına
fırsat tanımadı. Görevi devralışının ertesi günü televizyona çıktı,
dili, üslubu ve siyaset tarzı bakımından Frankoculuğun pejmür­
de kalıplarıyla hiç uyuşmayan bir konuşma yaptı: Hükümetlerin
"İspanyolların çoğunluğunun iradesiyle şekilleneceği" bir demok­
rasi üzerinden uyum ve uzlaşmanın sağlanması vaadinde bulu­
nuyordu.ı Ertesi gün, Başbakan Yardımcısı Alfonso Osorio'nun
yardımıyla, demokratik muhalefet ve ekonomi çevreleriyle iyi iliş­
kiler içerisindeki falanjist ve Hıristiyan demokratlardan oluşan çok
genç bir kabine kurdu. Bir gün, "egemenliğin İspanyol halkına geri
verileceği" taahhüdünde bulunan, ertesi yılın 30 Temmuzo'ndan
önce genel seçimlerin yapılacağını duyuran, dolayısıyla Franco
rejiminden kopuşu ifade eden hükümet programını açıklıyor; ertesi
gün, kararname çıkararak siyasi partilerin yasallaşmasını engelleyen
Ceza Kanunu'nu ıslah ediyor; bir sonraki gün, siyasi suçlar için
genel af çıkarıyordu. Bir gün, o güne kadar yasaklı olan Katalan
diline eşit resmi statü tanıyor; ertesi gün, Bask bayrağının yasa­
ğını kaldırıyor; bir sonraki gün, Franco rejiminin temel yasalarını
fesheden yasa tasarısını açıklıyor, ardından Frankocu Temsilciler
Meclisi'nin bunu kabul etmesini sağlıyor, hemen arkasından bunu
referanduma sunuyor, sonra referandumu kazanıyordu. Bir gün,
Movimiento Nacional'i kararnameyle lağvediyor; ertesi gece, gizli­
ce, Movimiento'nun bütün binalarının cephesini kaplayan falanjist
sembolleri kaldırıyor; daha sonra, ansızın Komünist Parti'yi yasal­
laştırıyor; hemen ardından, kırk yıl aradan sonra ilk özgür genel
seçimleri ilan ediyordu. On bir aylık ilk hükümet dönemindeki

1 Sanchez Navarro, La transici6n espaiiola en sus documentos, s. 288; Adolfo Suarez,


Fue posible la concordia, s. 26.

386
iş görme tarzı buydu onun: Yadırganan bir karar alıyor, ülke onu
sindirmeye çalışırken daha fazla yadırganan başka bir karar alıyor­
du, sonra, daha o sindirilmeden bir yenisi, derken bir yenisi daha
geliyordu. Mütemadiyen doğaçlama yapıyordu; olayları sürüklüyor,
kendisini de olaylarla birlikte sürüklenmeye bırakıyordu. Hiçbir
şeye fırsat vermiyordu; ne tepki gösterilmesine ne kendisine karşı
dolap çevrilmesine ne de söylediğiyle yaptığı arasındaki ayrımın
fark edilmesine. Şaşıp kahnmasına bile fırsat tanımıyordu; fırsat
tanıdığı tek şey, kendisine teslim olunmasıydı. Rakiplerinin yapa­
bildiği tek şey, askıda kalmak, onun yaptığı şeyi anlamaya, mevcut
pozisyonunu kaybetmemeye çalışmaktan ibaretti.
Göreve geldiğinde, asıl hedefi, Frankocuları ve demokratik
muhalefeti, yapacağı reformun onların çatışan amaçlarını ger­
çekleştirebilmelerinin yegane yolu olduğuna ikna etmekti. Fran­
kocuları, Frankoculuğu sürdürebilmek için Frankoculuğun bazı
unsurlarından feragat etmeleri gerektiği; demokratik muhalefeti
ise, Frankoculuktan kopuşu sağlayabilmek için Frankoculuktan
kopuşun bazı unsurlarından feragat etmeleri gerektiği konusunda
ikna etmeye çalışıyordu. Herkesi şaşırtarak, hepsini ikna etti. Önce
Frankocuları ikna etti, onları ikna edince muhalefeti de ikna etti:
Frankocuların hepsini kandırdı, ama muhalefetin hepsini kan­
dıramadı ya da muhalefeti büsbütün kandıramadı, daha doğrusu
kendisini kandırdığı ölçüde kandıramadı, ama onları dilediği gibi
yönlendirdi, kendi belirlediği alanda, kendi seçtiği ya da tasarladığı
kurallarla oynamaya zorladı, maçı kazanınca onları kendi hizme­
tinde çalıştırmaya başladı. Bunu, Emmanuele Bardone'nin hem
İtalyanları hem de Almanları, hayatta kendilerinden daha önemli
hiçbir şey olmadığına, onların davası için her şeyi yapmaya hazır
olduğuna inandırırken kullandığı teatral ayartma yöntemleriyle,
Almanları ateşli bir Reich yandaşı, İtalyanları ise gizli bir Reich
muhalifi olduğuna inandırırken kullandığı bukalemun yeteneğiyle

387
başarmıştı. Televizyonda hiçbir zaman alt edilememesi, bulunduğu
ortama her siyasetçiden daha fazla hakim olmasıyla ilintiliydi;
hele yüz yüzeyken, her şeye büsbütün hakimdi: Bir falanjistle,
bir Opus teknokratıyla ya da bir Cristo Rey gerillasıyla baş başa
oturduğunda, o falanjist, o Opus teknokratı ya da o Cristo Rey
gerillası, onunla vedalaşırken onun kesinlikle bir falanjist, bir Opus
teknokratı ya da bir Cristo Rey geriliası olduğuna kanaat getirmiş
oluyordu. Bir askerle oturduğunda, yedek subaylık yaptığı günleri
hatırlar, "Hiçbir endişen olmasın, ruhen hala askerim ben," derdi.
Bir monarşistle oturduğunda, "Her şeyden önce bir monarşistim
ben," derdi. Bir Hıristiyan demokratla oturur, "Aslına bakarsan,
daima bir Hıristiyan demokrat olmuşurudur ben," derdi. Bir sosyal
demokratla oturduğunda, "Ne olduğumu söyleyeyim, bir sosyal
demokratım ben," derdi. Bir sosyalist ya da komünistle oturdu­
ğunda ise şöyle derdi: "Hayır, komünist (ya da sosyalist) değilim
ben, ama sizlerin yanındayım, çünkü ailem Cumhuriyetçidir,
Cumhuriyetçiliği hiçbir zaman bırakmadım." Frankoculara, "Meş­
ruiyet kazanmak ve iktidarı korumak için iktidardan feragat etmek
gerek"; demokratik muhalefete ise, "Bende iktidar, sizde meşruiyet
var, anlaşmak zorundayız," derdi.
Herkes ondan duymak istediği şeyi duyar, onun kalenderliği,
alçakgönüllülüğü, sorumluluk duygusu, kavrayışı, yüce amaçları ve
onları gerçekleştirme arzusuna hayran kalarak ayrılırdı; kendisine
gelince, henüz demokratik bir hükümetin başkanı değildi, ama
tıpkı hapishaneye girdiği andan itibaren General Della Rovere'nin
nasıl davranacağını düşünüyorsa öyle davranan Bardone gibi, baş­
bakan olarak atandığı andan itibaren, demokratik bir hükümetin
başkanının nasıl davranacağını düşünüyorsa öyle davranıyordu.
Tıpkı Bardone'ye olduğu gibi, gördüğü ve deneyimiediği her şey,
yorumunu kusursuzlaştırmasına yardımcı oluyordu; tıpkı Bardo­
ne gibi, kısa bir süre içerisinde, siyaseten ve ahlaken, demokratik

388
partilerin davasının içerisinde buldu kendini; öylesine içtenlikle
kandırıyordu ki, kandırdığını kendisi bile bilmiyordu.
Suarez, başbakanlığının bir yıldan kısa süren ilk döneminde,
diktatörlüğün malzemelerini kullanarak, görülmemiş operasyorıları
başarıyla gerçekleştirerek demokrasinin temelini attı; o operas­
yonların en görülmemişi -belki de en önemlisi-, Frankoculuğu,
Frankoculara kendi elleriyle tasfiye ettirmesiydi. Fikir Fernandez
Miranda'dan çıkmış olmalı, ama Suarez'in işlevi, bu fikrin basit­
çe icra edilmesinin çok ötesindeydi: Bu fikri çalıştı, hazırladı ve
hayata geçirdi. Olmayacak duaya amin demek gibiydi; yaşıyormuş
gibi görünen ölüyü saf dışı etmek için uzlaşmayanı uzlaştırmaya
çalışmaktı; şu akıl yürütmeye dayanan hukuki bir hileydi: Franco
İspanyası, diktatörün kendisini bile bezdiren Temel Yasalar yığınıyla
yönetiliyordu; her olasılık için mükemmel çözümler sunan mükem­
mel yasalardı burılar. Ama şimdi mükemmelliklerini yitirmemeleri
için tadil edilmeleri gerekiyordu; eğer öyle yapılmazsa, her olasılığa
yanıt verme niteliğini yitirecekleri için, artık mükemmel olmayacak­
lardı. Fernandez Miranda tarafından tasarlanıp Suarez tarafından
mevzilendirilen plan, diğerlerinin yanına eklemek üzere, adı Siyasi
Reform Yasası olan yeni bir yasa çıkarmaktan ibaretti: diğer yasaları
görünüşte tadil eden ama esasen fesheden -feshetme yetkisi veren-,
diktatörlük rejiminin demokratik rejime dönüştürülmesine olanak
tanıyan, demokratik rejimin süreçlerine değer veren bir yasa.
Zekice kurgulanmış bir yanıltmacaydı, ama Frankocu Temsilci­
ler Meclisi'nde eşi benzeri görülmemiş kolektif bir kurban kesme
etkinliğiyle onaylanması gerekiyordu; hayata geçirilme süreci
baş döndürücüydü: 1 976 Ağustosu'nun sonlarında, yasa taslağı
hazırdı; eylül başlarında, televizyona çıkıp ilan etti, bunu izleyen
iki ay boyunca, Frankoculara kendi intiharlarını kabul ettirmek
için bütün cephelerde çarpışmaya başladı Suarez. Bunu başarmak
için tasarladığı strateji, bir kusursuzluk ve sahtecilik abidesiydi.

389
Fernandez Miranda, Temsilciler Meclisi başkanlığından yasaya
muhalefet edenlerin tekerine çomak sokarken, yasanın sunumu ve
savunulması görevi, falanjın kurucusunun yeğeni, Kraliyet Konseyi
üyesi Miguel Primo de Rivera'ya veriliyor; yeğen, yasayı savu­
nurken, "Franco'nun hatırası lehine" oy kullanılmasını istiyordu.1
Oturumdan önceki birkaç hafta boyunca, Suarez, bakanları ve
hükümetin üst düzey bürokratları, muhalif ve çekimser milletvekil­
Ierini bölüştükten sonra, onlarla kahvaltı ettiler, aperitif aldılar, öğle
ve akşam yemeği yediler, bol keseden vaatlerde bulunarak onların
gönlünü aldılar, enayice tuzağa düşürdüler. Yalnızca birkaç kez
açıkça gözdağı vermek durumunda kaldılar; ama sendikalı, muhalif
bir grubu ikna etmek için cebelleştiklerinde, onları bir gemiye bin­
dirip Karayip Denizi üzerinden Panama'ya göndermekten başka
çare bulamadılar. Yasa tasarısı, üç gün üst üste tartışıldı Temsilciler
Meclisi'nde; birçok kez suya düşer gibi oldu; nihayet 18 Kasım
günü oylandı; hiçbir tartışmaya mahal vermeyen bir sonuç çıktı
ortaya: 425 kabu1 oyu, 59 ret oyu, 13 çekimser oy. Reform kabul
edilmişti. Televizyon kameraları o anı belirledi, defalarca ekranlara
yansıttı. Frankocu muhalifler, ayakta alkışlıyorlar; Suarez, ayağa
kalkıyor, Frankocu muhalifleri alkışlıyor. Duygulanmış gibi görü­
nüyor, ağladı ağlayacak, görünüşte rol yaptığını düşündürecek bir
şey yok, eğer kusursuz bir aktör olarak rol yapıyorsa, hissediyormuş
gibi yaptığı şeyi hissetmiyordur. Ama iç aleminde, az önce kendi
ölüm fermanını imzaladığı büyük Franco panayınnda kucaklaş­
makta, birbirini kutlamakta olan ahmaklar topluluğuna gülrnekten
kırıldığına hiç kuşku yok.
Muhteşem bir hokkabazlıktı yaptığı; aynı zamanda, hayatının
en büyük başarısıydı. İspanya'da, demokratik muhalefet gözlerine

1 Sanchez Navarro, La transici6n espaiiola en sus documentos, s. 355. Primo de


Rivera'nın yanı sıra, Fernando Suarez, Noel Zapico, Belen Landabury ve Lorenw
Olarte de Siyasi Reform Yasası'nı savunmuşlardı Temsilciler Meclisi'nde.

390
inanamıyordu. İspanya dışında, büsbütün şaşkınlık vardı: The New
York Times, ''Adolfo Suarez'in şaşırtıcı zaferi"; Le Monde, "Diktatö­
rün atadığı Temsilciler Meclisi, Frankoculuğu toprağa verdi" diye
manşet atıyordu.1 Bir an olsun mala vermiyordu; birkaç gün sonra,
rakiplerinin şaşkınlıktan sıyrılmalarına fırsat vermeden, kabul
edilen yasa için referandum yapılacağını duyurdu. 15 Aralık'ta
yapıldı referandum; katılım oranı yüzde 80, yasa lehine kullanılan
oy oranı yüzde 95'ti. Ret oyu kullanılmasını ya da çekimser kalın­
masını savunan Frankoculara ve demokratik muhalefete, elinin
tersiyle çarpmıştı referandum, ama ilk grup daha sıkı bir tokat
yemişti: O andan itibaren Frankocuların yapabilecekleri tek şey,
şiddete yönelmekti; aşırı sağcı grupların savaş öncesi atmosferin­
de dokuz kişiyi öldürdüğü, Suarez'in birilerinin darbe yapmaya
kalktığından emin olduğu 23 Ocak ile 28 Ocak arasındaki gün­
lerde, bu yönelişin ilk sinyalini verdiler. Demokratik muhalefete
gelince, Frankoculuktan radikal kopuş kuruntusunda üstelerneyi
bir tarafa bırakıp, beklenmedik, dubaracı reformuyla Suarez'in
dayattığı kopuşu kabullenmek, bölünmüş, dağılmış ve zayıflamış
olarak, onunla -onun belirlediği, ona uygun koşullarda- kopuşun
pazarlığını yapmak zorunda hissettiler kendilerini. Üstelik, o sıra­
da, 1 977 yılının şubat ayında, herkes, Suarez'in Kral ve Fernandez
Miranda tarafından tevdi edilen görevi olağanüstü kısa bir sürede
tamamlamış olduğunun farkındaydı. Aslında yasanın kabulüy­
le Siyasi Reform yolunda bütün gemiler yakılmış, Suarez için,
Frankoculuğun yasal ve kurumsal iskeletinin sökümünü tamam­
layıp siyasi partilerle yasallaşma ve seçimlere katılma koşullarında
anlaşmaya vardıktan sonra özgür seçimleri ilan etmekten başka
yapacak bir şey kalmamıştı. Böylece, kağıt üzerinde, işi bitiyordu;
kağıt üzerinde, gösterinin sonuydu bu. Ama o sırada özgüvenini

1 Abella, Adolfo Sudm:, s. 149.

391
pekiştirmişti Suarez, mutluydu, başarılarının yarattığı tsunaminin
devasa dalgaları üzerinde seyrediyordu, hiçbir şey daima hayal
ettiği görevi terk etmekten daha saçma gelemezdi ona; ne var
ki, baştan çıkarma, yarı gerçekler ve aldatma üzerine kurulu bu
dramda kendisine başrol verirken, Kral'la Fernandez Miranda'nın
hedefledikleri şey bu olabilirdi; meraklı, sevimli yaltakçının sahne­
de tükenip gideceğinden emindiler belki de; salıneyi kazasız belasız
atlatsa da, olağan koşullarda, hele demokratik seçimlerden sonra,
devletin karmaşıklıklarının üstesinden gelemeyeceğini düşünüyor
olabilirlerdi: Seçimler ilan edilip onun görevi sona erdikten sonra,
Suarez, projektörlerin cazibesinden gerçek bir devlet adamı -belki
Fernandez Miranda'nın kendisi, belki ebedi başbakan adayı Fraga,
belki Başbakan Yardımcısı Alfonso Osorio, belki de kültürlü, zarif
aristokrat Jose Maria de Areilza- lehine feragat ederek, alkışlar
ve minnet belirten tezahürat eşliğinde perdenin arkasına çekil­
meliydi. Bu durumda, elbette Kral'ın niyetini görmezden gelip işi
çabuklaştırır, onun rızasını almadan seçimlere girchilirdi Smirez.
Ama o, Kral tarafından atanmış bir başbakandı; önce Kral' ın adayı,
sonra Kral'ın seçilen adayı olmak isterdi. Fernandez Miranda'nın
vesayetinden yavaş yavaş sıyrıldığı ve Osorio'yu gitgide daha az
kaale aldığı o ışıltılı aylarda, Kral'a gereksindiği başbakanın kendisi
olduğunu, çünkü tıpkı Frankoculuğun sökümünü yaparken olduğu
gibi, demokrasiyi kurarak monarşiyi yerleştirirken de başvurabile­
ceği yegane siyasetçi olduğunu göstermek için büyük bir çaba sarf
etti; öte yandan, Fernandez Miranda'nın yaşlı, tabansız ve nazari
bir hukukçu, Fraga'nın fark gözetmeyen bir buldozer, Osorio'nun
ahmaklığı kadar kibriyle de temayüz etmiş bir siyasetçi, Areilza'nın
ise hiçbir işe yaramayan bir züppe olduğunu göstermek için de
ziyadesiyle çaba harcadı.
Nisan ayı başlarında, bütün bunlar Kral'ın kafasında açıklık
kazandığında, siyasi kariyerinin en cüretkar atılımını yapıyor,

392
bu kez tuzak kurmadan yeni bir siyasi perende atıyordu Suarez:
Komünist Parti'yi yasallaştırmaya kalkmıştı. Askerler için, reform
teşebbüsüyle adım atılmaması gereken yasak bölgeydi burası;
Suarez bunu kabul etmiş gibi görünüyor, daha doğrusu onlara
kabul etmiş olduğu izlenimi veriyordu. Başında gerçekten kabul
etmişti belki de; ama şimdi kendisini demokrasisi olmayan ülkenin
demokrat başbakanı gibi hissetmeye başlamıştı; halk hareketiyle
sokaktan kendisini dürten muhalefetin sorunları düşüncesini işgal
etmeye başladığında, reform çabasını daha önce öngördüğün­
den daha öteye taşıması gerektiği, Komünist Parti'nin kendisine
gereksindiği ölçüde kendisinin de Komünist Parti'ye gereksindiği
kanısına vardı. Şubat ayının sonuna doğru bir karar aldı, Franko­
cu Temsilciler Meclisi'nin intihar etmesini sağlayan ip cambazı
hakkabazlığının bir benzerini tasarladı, ama bu kez yalnız başına
ve gizlice gerçekleştirecekti. Fernandez Miranda ve Osorio ile
ihtilafa düşerek, ama Kral'la mutabakata vararak, gizlice Santi­
ago Carrillo ile görüştü, onunla sıkı bir anlaşmaya vardı; sonra
Yüksek Mahkeme'nin yasallaşmayı destekleyen adli raporuyla
arkasını sağlama almak istedi; talebi reddedilince, istediği raporu
Savcılık Kurulu'ndan koparınayı başardı. Sonra asker bakanların
nabzını yokladı, kafalarını karıştırmak için, General Gutierrez
Mellado'nun onlara İspanya Komünist Partisi'nin yasallaştırıla­
bileceğini söylemesini istedi; Gutierrez Mellado, hukuki sürecin
beklenmekte olduğunu, eğer bilgilenrnek isterlerse Başbakan'ın
konuyu kendileriyle paylaşmaya hazır olduğunu belirtti onlara,
ama bunun ne zaman, nasıl gerçekleşeceğinden söz etmedi. Asker
bakanların, haberdar edilmedikleri için kendisini suçlamasından
sakınmak ve karar açıklanmadan tepkilerini ortaya koymalarını
sağlamak üzere yaptığı, hokkabazlık içinde hokkabazlıktı Suarez'in
bu girişimi. Sonra Paskalya'dan önceki Kutsal Hafta tatilini bekledi.
Kraliyet ailesini Fransa gezisine, Carrillo'yu Cannes'a, bakanlarını

393
tatile gönderdi, büyük şehirlerin sokakları, kışlalar, gazete, radyo
ve televizyon büroları boşaldığında, Madrid'de tek başına kaldı,
General Gutierrez Mellado ile iskarnbil oynadı. Sonunda, yine
Kral'ın desteği, Osorio'nun muhalefetiyle, Fernandez Miranda'ya
danışma ihtiyacı bile duymadan, Paskalya günü, ıssız günlerin en
ıssızında, İspanya Komünist Partisi'ni yasallaştırdı. Bir bombaydı
bu; elinde patlamak üzereydi. Bu çılgın kararı almasının nedeni,
üst üste zafer kazanarak mutlak bir özgüven kazanmış olmasıydı.
Bunun orduda muazzam bir sarsıntı yaratacağım, protestoların,
tehditierin gırla gideceğini, belki ayaklanma belirtileri görüleceğini
biliyordu; ama onun en kötümser öngörülerinin bile ötesine geçti
gerçeklik. Paskalya gününü izleyen dört çılgın gün boyunca, bir­
çok kez kendi gücünü abarttığını, darbenin kaçınılmaz olduğunu
düşündü Suarez; ama beşinci gün, eli kulağında gibi gözüken fela­
keti yine kendi kazancına çevirmeyi becerdi: Carrillo'ya var gücüyle
bastırarak, partinin bazı sembollerinden açıkça feragat etmesini,
ordunun, partinin yasallaşmasıyla birlikte tehdit altında olduğunu
düşündüğü kimi sembolleri -kırmızı-sarı bayrak, vatanın birliği ve
monarşiyi- benimsemesini sağladı. Bu, sorunu çözümledi. Asker­
ler kışlada kaldı, bütün bir ülke nefesini tutmayı bıraktı ve Suarez
kendi hanesine çift taraflı bir zafer kaydetti: Bir yandan, askerleri
sindiremeyecekleri ama kendisi (ve demokrasi) için elzem olan bir
kararı sindirmeye zorlayarak, -en azından o an için- ehlileştir­
meyi başardı; öte yandan, kayıtsız koşulsuz p�rlamenter monarşi
projesine katılmasını sağlayarak, o ebedi muhalifi, sistemin temel
bir dayanağına dönüştürmeyi becererek, Komünist Parti'yi -ve
kısa bir süre sonra, onunla birlikte bütün demokratik muhalefeti­
ehlileştirdi. Karambolü1 tamamlamak için, Fernandez Miranda ile
Osorio'yu, bir çırpıda, emekliliğe hazırlanan iki battal siyasetçiye

1 Karambol: Bilardoda istekayla vunılan topun diğer iki topa da dokunması -çn.

394
çevirdi. Kırk yıl aradan sonra, ilk demokratik seçimleri ilan etmek
için her şey hazırdı artık; reformlarının başarısını sermayeye çevi­
rerek, seçimi kazanacaktı.
İlan etti ve kazandı seçimleri; bu arada, Fraga ve Areilza'yı, son
iki rakibini de hertaraf etti. İlkini, bozguna uğrayan Frankocula­
rın eski ihtişamlı günleri yad ettiği Nuh Nebi'den kalma partiye
sıkıştırdı; ikincisine hiç acımadı. Seçimlere gireceği kendi partisi
yoktu Suarez'in; aylarca erketeye yattı, uzaktan dolap çevirdi, aday
bile olmayacağı söylentisini yayarak blöf yaptı, böylece merkez
partilerin Areilza'nın başkanı olduğu partinin etrafında toplanarak
koalisyon oluşturmasını bekledi; koalisyon oluşunca, bodoslama
daldı. Reformun doğum hekimi olması dolayısıyla edindiği itibar
sayesinde, başını çekeceği listenin, seçimlerin mutlak galibi olacağı
yolunda yaygın bir kanı vardı; buna yaslanarak, yeni oluşumun
yöneticilerini iki şıktan birini seçmeye zorladı: ya Areilza ya ben.
Yaptıkları seçimi belirtmelerine gerek yoktu; Areilza, çekilmek
zorunda kaldı. Kendi ölçülerine göre yeniden düzenledi koalisyonu.
UCD'nin kurulduğu 3 Mayıs 1 977 günü, kendi adaylığını açıkladı.
Daha bir buçuk ay geçmeden, kazandı seçimleri. UCD'nin değil,
kendisinin kazandığını düşündü haklı olarak. Kendisi olmasaydı,
UCD, şimdiki UCD olmazdı, diye düşündü. Belki başka şeyler de
düşündü; kendisi olmasaydı, yalnızca UCD değil, belki diğer parti­
ler de olmayacaktı; kendisi olmasaydı, yalnızca diğer partiler değil,
belki demokrasi de olmayacaktı. Belki partisinin de, hükümetin de,
demokrasinin de kendisi olduğunu düşündü; çünkü on bir ayda,
barışçıl bir biçimde, tarihte görülmemiş bir operasyonla diktatör­
lüğün işini bitiren karizmatik liderdi o. Belki de daha onlarca yıl
hükümet edeceğini düşündü. Belki de o nedenle, yalnızca sağı ve
merkezi değil (onlar zaten kendisinindi, onları kendisinin oylarıyla
iktidara taşımıştı), aynı zamanda solu da gözeterek hükümet etme­
si gerektiğini düşündü; sonuçta gerçek yönetici, belli bir zümreyi

395
değil, herkesi gözeterek yöneten kişidir, diye düşünüyordu; sonuçta
yönetebilmek için sola ihtiyacım var, diye düşündü; ne de olsa sos­
yal demokratım, sosyalist olduğum bile söylenebilir, diye düşündü;
ne de olsa, artık falanjist değilim diye düşündü, ama eskiden öyley­
dim, sonuçta falanjizmle sol aynı antikapitalist retoriği, aynı top­
lumsal kaygıları paylaşıyor, ikisi de kodamanları hor görüyordu; her
şey olabilirim ama kodaman olamam, diye düşündü, hem siyasetin,
hem hayatın alaylısıydı o, sokakta olmanın çaresizliğini, sefil pansi­
yonları, üç kuruş parayla sürünmeyi bilirdi, kendisinin sağcı olarak
sınıflandırılmasını kabul edemezdi, merkez ve sağdan oy almış olsa
da, merkez soldaydı o, gitgide sola yaklaşıp merkezden uzaklaşı­
yordu, Fraga ve onun nasır bağlamış Frankocularıyla arasında kim
bilir kaç ışık yılı mesafe vardı, sağcı olmak, vücudunla, ruhunla
yaşlanmak demekti, tarihe ve ezilenlere karşı olmak demekti,
Frankoculuğun kırk yıllık suçunu ve utancını üstlenmek demekti,
en adil, en çağdaş, en cesurca olanı, ilerici olmaktı, her zaman -Avi­
la'da, mahalle çetesinin elebaşı olduğu, diktatörlüğün gözündeki
ideal genci temsil ettiği günlerden bu yana- en adil, en modern,
en cesur, kendisi olmuştu, Frankocu geçmişi aynı anda hem çok
uzakta, hem de hayli yakındaydı, yakınlığıyla onu küçük düşürüyor,
utandırıyordu, bir zamanlar olduğu şey değildi artık, demokrasi­
nin yalnızca yaratıcısı değil, aynı zamanda şampiyonu, en önemli
tabyasıydı, onu kendi elleriyle inşa etmişti, askerler, teröristler, aşırı
sağcılar, aşırı solcular, bankerler, işadamları, siyasetçiler, gazeteciler
ve maceracılardan, Roma'dan ve Washington'dan korumalıydı onu.
Yıllar geçtikçe, hissettiği buydu belki de Adolfo Suarez'in; ilk
demokratik seçimle başbakan olduğu andan itibaren, buna benzer
bir duygu içini yavaş yavaş kaplamış, onda radikal bir başkalaşım
sürecini ateşlemiş olmalı: Eski taşralı falanjist, eski Frankocu türe­
di, altmışlı yılların Julien Sorel'i, Lucien Rubempn!'si ya da Frede­
ric Moreau'su, demokrasi kahramanı olmanın onuroyla mücehhez

396
bir hale gelmiş, Emmanuele Bardone, General Della Rovere oldu­
ğuna inanmış, ayaktakımından gelen faşist, solcu bir aristokrata
dönüşmüştü. Tıpkı Bardone gibi, kibirle yapmamıştı bunu, çünkü
yaradılışında kibirlilik yoktu; kendisini aşan, tarihin ona biçtiği
-ya da kendisinin biçtiğini hissettiği- rolü sadakatle oynamaya
zorlayan estetik ve siyasi bir içgüdüyle yapmıştı. Y ıliardır söyleye­
geldiğim bir şey var: Tıpkı Bardone'ninki gibi, Suarez'in mutasyo­
nu da ansızın hidayete ermesiyle değil, çok yavaş, zikzak yaparak
ilerleyen, neredeyse herkesten gizli, en önemlisi, belki kendisinden
bile gizli bir sürecin sonunda gerçekleşti. Bunun başlangıcını,
Kral'ın onu başbakan olarak atadığı, o görevle yüceltildiği, sanki
yurttaşların seçtiği bir başbakanmış gibi davranmaya niyetlendiği,
demokratik muhalefetin siyasi ve ahlaki haklılığıyla temas etmeye
başladığı güne kadar ötelemek mantıklı görünse de, onun yeni
kişiliğinin, seçimlerden az önce, kendisini sağdan koparmak için,
UCD'nin içinde, koalisyonun küçük bir sosyal demokrat partisine
orantısız ağırlıkta yer verişine ve seçimlerden az sonra, -kendisinin
parlamento grubunda, milletvekillerinin Temsilciler Meclisi top­
lantı salonunun sembolik olarak sol partilere ayrılan sol kanadında
oturmaları olasılığı tartışılırken-ı eski başbakan yardımcısına ken­
disinin sosyal demokrat olduğunu söyleyineeye ve merkez sol bir
hükümetin kurulacağını duyuruncaya kadar hayat belirtisi göster­
ınediği ortadadır.2 Bu tutum, Suarez'in başbakanlığını sürdüreceği
dört yıl boyunca deneyimiediği sapmanın ön habercisiydi. Geri­
leme yıllarıydı. İlk on bir aylık iktidar dönemindeki kadar güçlü,
etkileyici bir siyasetçi olamadı bir daha; ama ikinci genel seçimleri
kazandığı 1979 Martı'na kadar azimli ve yetenekli bir siyasetçiydi;
o tarihten 198l'e kadar, vasat, kimi zaman kötü bir siyasetçiydi. İlk

1 Bkz. Martin Villa, Al servicia del Estado, s. 82; Herrero de Minon, Memorias de
estio, s. 208.
2 Bkz. Alfonso Osorio, Trayectoria de un ministro de la Corona, s. 327-328.

397
dönem, bütünüyle üç projeye hasredilmişti; Smirez'in kılavuzluk
ettiği, ama belli başlı partilerin yer aldığı üç kolektif proje: Monc­
loa Anlaşmaları, anayasının hazırlanması, Özerklikler Devleti diye
anılan şeyin tasarlanması. Başbakanlığının ilk yılında onun hayal
gücünü ateşleyen, yeteneğini geliştiren destansı işler, hukuki hileler
gerektiren faaliyetler, eşi benzeri görülmemiş sihirli hamleler, sahte
düşmanlada yapılan sahte düellolar, gizli kapaklı görüşmeler, ölüm
kalım meselesi olan kararlar, tehlikeyle burun buruna gelen gezgin
şövalyeyle silahtarının rol aldığı sahneler değildi bunlar; bu tür işler
değildi, ama tarihsel önemi olan meselelerdi; eskisi gibi muazzam
bir şevkle atılmadı bu işlere, ama -içindeki General Della Rovere,
Emmanuele Bardone'nin yerini alırken- büyük zaferlerinin ve seç­
menlerden aldığı yetkinin verdiği inançla çalıştı. Moncloa Anlaş­
maları, Frankoculuğun can çekişmeye başlamasından bu yana
savaşa hazır olan, ilk petrol krizinin yıkıcı sonuçlarıyla sarsılan
toplumsal hayatı yatıştırmayı büyük ölçüde başarmıştı. Ama bu
anlaşmalar özellikle hükümetle solun arasında imzalanmıştı; belli
başlı partiler tarafından imzalanmış olmasına rağmen, işadamları,
sağ ve UCD'nin belirli kesimleri başbakana sert eleştiriler yönelt­
miş, onu sendikalara ve komünistlere teslim olmakla suçlamışlardı.
Anayasanın hazırlanması da, demokrasiye kalıcı bir yasal çerçeve
kazandıran başarılı bir girişim olmuştu. Ama Suarez, büyük bir
olasılıkla, anayasayı hazırlamayı, solun taleplerinin baskısı altında
kabul etmişti; başında kelimesi kelimesine solun_ gereksinimlerine
uyması için elinden gelen her şeyi yapmış olsa da, bunun yararsız
ve tehlikeli olduğunu anladığında, onun bütün partilerin muta­
bakatıyla sonuçlandırtlması ve daha önceki bütün anayasalar gibi
uyuşmazlığa katalizör, demokrasiye yük olmaması için herkesten
daha fazla gayret sarf etmişti; bunu başarmak içinse doğal olarak
sağla değil solla bağlaşmanın yolunu aramış, bu ise partisinde epey­
ce sıkıntıya yol açmıştı. İlki 1977 yılının ekim ayında Temsilciler

398
Meclisi'nde, ikincisi 1978 yılının aralık ayında referandumla kabul
edilen bu iki büyük proje, Suarez için (ve demokrasi için) başarıdır;
tıpkı bu iki proje gibi, üçüncüsünde de, General Della Rovere'nin
Emmanuele Bardone'nin yerini almak için çarpıştığını tahayyül
etmemek olanaksız: Bunun farkı, projenin Suarez'in denetiminden
çıkması, onun iktidarı terk etmesine ve 23 Şubat darbesine yol açan
temel nedenlerden birine dönüşmesidir.
Böyle olmaması gerekirdi; çünkü Özerklikler Devleti düşüncesi,
en azından Moncloa Anlaşmaları gibi yerinde bir yaklaşım, nere­
deyse anayasanın hazırlanması kadar gerekli bir girişimdi. Kendi­
sini mütemadiyen hakir görenler, tek kelime tarih bilmediğini ileri
sürüyariardı Suarez'in; oysa Bask Ülkesi, Katalanya ve Galiçya'nın
istekleri yerine getirilmedikçe, tarihsel ve dilsel benzersizlikleri
tanınarak, onlara belli bir özerklik statüsü verilmedikçe İspanya'da
demokrasinin işlemeyeceğini çok iyi biliyordu. Devletin bölgesel
organizasyonunun tanımlandığı anayasanın VIII. başlığında, bu
eski taleplere karşılık vermeye yeltenilmiş, yazılması, tahmin edi­
lebileceği gibi, partiler arası savaşın patlamasına yol açmış, bunun
sonucunda, her şeye açık kapı bırakan melez, karışık ve muğlak hir
metin çıkmıştı ortaya. Bu metnin hemen başarıyla uygulanabilme­
si, kurnazlık, hilebazlık, uzlaşmaz olanı uzlaştırma yeteneği, tarihsel
sezgi ya da gerçeklik duygusu gerektiriyordu; bunlar, 1979'un baş­
larına doğru Suarez'in hızla kaybettiği özelliklerdi .
Her şey anayasanın kabulünden çok önce başlamıştı; üstelik
-en azından Katalanya'da yeni bir sihirbazlık gösterisi sergileyen
Suarez için- iyi başlamıştı: Orada genel seçimleri kazanan solun
özerk hükümet kurması tehlikesini savuşturmak için, -Katalan
hükümetinin sürgündeki son başbakanı, pragmatik eski bir siya­
setçi olan, aynı anda hem bütün Katalan partilerinin desteğini hem
de Kraliyet'e, orduya ve İspanya'nın birliğine saygı duyulmasını
sağlayan, 1 977 Ekimi'ndeki dönüşü, Cumhuriyetçi bir kurumun

399
kırk yıl sonra yeniden tesisinin parlamenter monarşiye meşruiyet
kazandıran bir aygıta ve Madrid hükümetinin zaferine dönüşmesi
anlamına gelen- Josep Tarradellas'ı kolundan çıkarmıştı Suarez.
Ama Galiçya'da ve Bask Ülkesi'nde, işler iyi gitmiyordu. Bu üç böl­
genin özerkliğinin ilanı, birçok asker için İspanya'nın parçalanması
anlamına geliyordu; ama asıl sorunlar daha sonra ortaya çıktı; Sua­
rez'in içindeki, Emmanuele Bardone'yi bir an önce uzaklaştırmak
isteyen General Della Rovere yüzünden ortaya çıktı: O dönemin
İspanya'sında, akla ve sağduyuya aykırı bir biçimde, milliyetçiliğin
solla ve solun devletin merkezsizleştirilmesiyle özdeşleştirilmiş
olduğunu dikkate alarak, sola yaklaşmak, ayrım gözetmekle suçlan­
mamak ve en adil, en çağdaş, en cesur olmaya devam etmek için,
bütün bölgelere, hatta benzersizlik gibi bir takıntıları olmadığı için
bunu hiçbir zaman talep etmemiş olan bölgelere bile bir an önce
özerklik vermeye kalktı Suarez; dile dayalı özerkçiliğin ve bölgeler
arasında kıskançlık ve karşılaştırmalı haksızlık savaşının pıtrak gibi
bittiği bir dönemde, daha anayasa referandumu yapılmadan, nere­
deyse bir gün içerisinde, özerkleşme eşiğindeki on dört hükümetin
peydahlanmasının, kabulü onlarca referandum ve bölgesel seçim
gerektiren on dört özerklik statüsünün tartışılmaya başlamasının
mantıksal sonucuydu bu elbette. Birkaç ay içerisinde yaşanan şey­
ler, geleneksel olarak merkeziyetçi olan bir devletin dağılıp gitme
telaşına kapılmaksızın taşıyabileceği yükten çok fazlaydı; sonuçla­
rının ne olacağını kimsenin öngöremediği bu belirsizlik karşısında
en ateşli merkezsizleşme yanlıları bile dehşete kapılmaya başladı.
1 979'un sonlarına doğru, Suarez'in kendisi de doludizgin giden bu
keşmekeşin demokrasi ve devlet için tehdit oluşturduğunun farkına
vararak geri adım atmaya, süreci yavaşlatıp akla uygun hale getir­
meye çalıştı. Ama güçlükleri kolayca alt eden o cerbezeli siyasetçi
değildi artık. Frene basma çabası, yalnızca hükümetin ve partisinin
bölünmesine, yığınların desteğini geri çekmesine yol açtı; ertesi

400
yılın başlarında, üst üste, dramatik kayıplar verdi: Endülüs'teki
referandumu, Bask Ülkesi ve Katalanya'daki seçimleri kaybetti. Bu
sıkıntılı durumdan kurtulması için, kimse ona yardımcı olmadı:
1980 baharında ve yazında, herkes onun aleyhine çalışıyordu; siya­
si partiler, iktidarının ilk yıllarında olduğu gibi onu desteklemek
yerine, ona tebelleş oldular, ne pahasına olursa olsun onu devirmeye
çalıştılar; onu ne pahasına olursa olsun devirmeye çalışarak demok­
rasinin devrilmesine katkıda bulunduklarını anlamadılar. Ama tek
sorun bu takınak değildi; bölgelerin eklemlenmesiyle anlamlı bir
bütün oluşturmak, o dönemin en can alıcı sorunuydu; siyasetçi
takımının sefılliğini, pervasız havailiğini çırılçıplak ortaya koydu
bu sorun: ı 980 yılı boyunca, gözleri dönmüşçesine dalaşıp durdu­
lar, hiçbir şeyden sakınmayarak uygun pozisyon kovaladılar, ülke
çapında kaos havası yarattılar, hızla muazzam bir itibar kaybına
uğradılar, ikinci petrol krizi, Moncloa Anlaşmaları'nın özendirdiği
olumlu havayı dağıtıp ekonominin boğazını sıkarken, işçilerin
yarısı işini kaybederken, ETA, tarihinin en gaddar terör kampan­
yasıyla askerleri öldürerek darbe aranırken, ülkeyi gitgide daha
da kararan kasvetli bir ruh haline soktular. İçerisinde 23 Şubat'ın
doğup serpildiği hepçil toprak buydu; Suarez'in Özerklikler Dev­
leti'nin taşkınlığını yönetme becerisi gösterememesi, o hepçil
toprağın açgözlülüğünü -o dönemdeki diğer beceriksizliklerinden
daha fazla- kamçıladı. Şimdi geriye dönüp bakıldığında, o günler­
de durumun çok feci olduğunu, ülkenin denetimsiz bir biçimde
parçalanmaya doğru gittiğini söylemek abartılı olur; ama darbenin
arifesinde herkes öyle düşünüyordu; yalnızca darbeciler değil: Daha
ilk andan itibaren demokrasiyi savunma cesaretini gösteren pek az
insan da dahil olmak üzere, herkes öyle düşünüyordu. ı 980 yılının
sondan bir önceki günü, El Pais'in çizdiği dünyanın sonu tablo­
sunda, bölgesel kaosa şiddete dayalı bir son biçiliyordu; istisnasız
bütün siyasi partileri sorumsuzlukla ve Özerklikler Devleti'nin

401
geldiği noktayı umursamamakla suçladıktan sonra, şu sonuca varı­
yordu başyazı: "Şimdiki kadar vahim olmayan bir siyasi çürüme,
Companys'i\ 6 Ekim 1 934'te, sağ partilerin koalisyonuyla kurulan
merkezi hükümete karşı ayaklanmaya, sosyalist bir fraksiyonu
ise Asturias'taki umutsuz kalkışınayı teşvik etmeye yöneltmişti."2
Bunun, İspanyol solunu en iyi temsil eden gazetenin kıyamet önce­
sindeki teşhisi olması, insanın zihninde ister istemez, demokratik
toplumun büyük bir bölümünün -olağan dışı koşulların hüküm
sürdüğü ülkede olağan dışı çözümlere gitmenin aciliyetinden dem
vuran- darbecilere gündelik bahane servis etmekle mi iştigal etmiş
olduğu sorusunu uyandırıyor. Aynı soruyu, daha rahatsız edici bir
biçimde de sorabiliriz: Demokratik toplumun büyük bir bölümü,
kendisine rağmen, demokrasi düşmanlarının işini istemeden kolay­
laştıran entrikalar mı çevirmişti?
O günlerin Swirez'i, edilgenlikle, beceriksizlikle suçlanabi­
lir, siyaseten zayıf olmakla da suçlanabilir, ama sorumsuzlukla,
havailikle, hiç sakınması olmamakla, oportünistlikle suçlanamaz:
Su:irez, hala Su:irez'dir, ama artık bir Julien Sorel, bir Lucien
Rubempre, bir Frederic Moreau ya da General Della Rovere'ye
dönüşrnek üzere olan Bardone değildir. Bardone'yi son kez 1 979
yılının mart ayında, tam ikinci kez başbakan seçilmek üzereyken
yorumladı belki de; PSOE'nin seçim zaferi korkusuyla, taşralı
hergelenin son sihirbazlık numarasını, son büyük üçkağıtçılığını
sergiledi: Seçimlerin arifesinde televizyona çıktı, yaygara kopara­
rak, seçimlerde devrimci solun kazanmasının yanitaeağı tehlikeler­
den, ailenin ve devletin ortadan kaldırılacağından dem vurdu; yaşlı

1 Lluis Companys (1882-1940): 6 Ekim 1934'te merkezi hükümete karşı ayaklanan


Katalan Özerk Hükümeti'nin Başkanı. İç Savaş sırasında da bu görevi sürdürmüş,
savaşın sonunda sürgüne gitmiş, Gestapo tarafından yakalanarak Franco'ya teslim
edilmiş, 1940'ta Franco rejimi tarafından kurşuna dizilerek öldürülmüştü -çn.
2 "Desorden autonomico, desorden partidario", El Pais, 30 Aralık 1980.

402
hanımefendileri korkutmaktan öte bir anlamı olmadığını biliyordu
elbette bu lakırdıların; ama seçimleri ancak demagojik bir muziplik
yapma riskini alarak kazanabileceğini düşünmüştü muhtemelen;
hiç tereddüt etmeden üstlendi bu riski. Dalavere, iş gördü; seçimle­
ri kazandı, kazandıktan sonra şimdiye kadar hiç sahip olmadığı bir
güce kavuştu. Ve kısa bir süre sonra, serbest düşüşe geçti; sonrasını
biliyoruz hikayenin: 1 979, onun için kötü bir yıl oldu; 1980, daha
da kötüydü. Buna rağmen -başbakanlıktan feragat etmenin ve dar­
benin eşiğinde olduğu, kendisini ringin ortasında, gözleri hiçbir şey
görmeden sallanıp dururken, izleyicilerin kopardığı yaygarada, pro­
jektörlerden yayılan ısının altında güçlükle nefes alırken, siyaseten
bitmiş, şahsen tükenmiş olarak hissettiği- o felaketler döneminde,
aristokratik ilerici devlet adamı rolüne her zamankinden daha
çok inanmıştır muhtemelen Suarez; demokrasinin bütün tabyalan
çökerken, kendisinin demokrasinin son tabyası olduğuna, kendi­
sine karşı yürütülen onca manevranın, demokrasi düşmanlarına
demokrasinin kapılarını araladığına gitgide daha fazla inanmış,
demokrasinin başbakanı olmanın onurunu, demokrasinin yaratıcısı
olma sorumluluğunu gitgide daha fazla hissetmiştir; gerçek çehre­
sini örtrnekten ziyade ele veren bir maskenin arkasına saklanarak
tarih önünde kendisini haklı çıkaracak salıneyi yorumlamak üzere
olan bir aktör gibi, gerçek Suarez'e eklenerek onu aşan bu karakteri
-gerçek Suarez'den daha gerçek olan, yaratılmış bir Suarez olarak­
kendi bünyesine gitgide daha fazla kattığını hissetmiştir; artık
ebediyen General Della Rovere'ye dönüşmüş olan, 23 Şubat akşa­
mı, hakikat anında, Temsilciler Meclisi'nin salonunda kurşunlar
etrafında vızıldayıp dururken, milletvekilleri sandalyelerinin altına
sığınma telaşına düştüklerinde, o savaş hengamesinin ortasında
hiç istifıni bozmadan sandalyesinde kalan, arkadaşlarının korku­
sunu yatıştırmak, onların talihsizliğe göğüs germelerine yardımcı
olmak için, "Arkadaşlar, başbakanınız sesleniyor! Sakin olun, onuru

403
ve kontrolü elden bırakmayın! Sağlam durun! İnsan olduğunuzu
unutmayın!" diyen Emmanuele Bardone'dir o. Sonra, "Ölümden
korkmadığınızı gösterin bu pisliklere! Korkudan titrernesi gereken,
onlardır," diyecektir. Daha sonra, "Beyler," diyecektir onlara, "şu
son anlarımızda, ailelerimizi, vatanı ve haşmetli Kral'ı düşünelim."
Nihayet şunu ekleyecektir: "Yaşasın İtalya!"

404
5

Rossellini'nin General De/la Rovere ile gurur duyduğu söyle­


nemez pek;1 ama her zaman kendi eserinin en iyi yargıcı değildir
sanatçı. Bence yanılıyordu. Biçimsel olarak geleneksel, yer yer klasi­
ğe kaçan bir film, ama anlattığı Emmanuele Bardone'nin yazgısına
ilişkin söylencenin -faşizmin işbirlikçisinin antifaşist İtalya'nın
kahramanına dönüşmesinin- olağanüstü bir zenginliği ve karma­
şıklığı var; Adolfo Suarez'in yazgısına ilişkin söylence -Franco
rejiminin işbirlikçisinin demokratik İspanya'nın kahramanına
dönüşmesi- ise, belki daha da zengin, daha da karmaşık; çünkü
Suarez bir siyasetçidir, Suarez'in serüveni, siyasetçide kişisel kusur­
ların kamusal erdemler olabileceğini, siyasette kötü üzerinden iyiye
ulaşılabileceğini, bir siyasetçiyi etik olarak değerlendirmenin yeterli
olmadığını, onu önce siyaseten değerlendirmek gerektiğini, etikle
siyasetin bağdaşmaz şeyler, siyasi etik kavramının ise bir oksimoron
olduğunu, kusurlarla erdemierin soyut değil, deneyimlendikleri

1 Angel Qııintana, Roberto Rossellini, Madrid, C:itedra, 1995, s. 187.

405
koşullarla bağlantılı bir mevcudiyeti olduğunu gösteriyor. Etik
anlamda kusursuz bir insan değildi Suirez; ama ne kültürü ne de
siyasi görüşü olan bir türedi, falanjist bir yeniyetme, ayakta kalmaya
çalışan bir hergele, bir yalaka, bir düzenbaz olmasaydı, yıllarca yap­
tığı şeyleri asla yapamazdı. Suarez'in yapabildiği şeyi, tıpkı onun
gibi, Franco öldüğünde Frankoculuğun geleceğinin olmayacağını,
onu esnetmenin ya da dönüştürmenin prim yapacağını sezinleyen
genç Frankocu siyasetçilerden herhangi birisinin de yapabileceği
kestiriminde bulunmak akla yatkın görünüyor; akla yatkın görünse
de, gerçekçi değil; çünkü neredeyse hepsi onun özel kusurlarına
sahip olsalar da, aralarında onun cesaretine, atılganlığına, gücü­
ne, benzersiz siyasi ve teatral yeteneğine, sorumluluk duygusuna,
büyüleyiciliğine, alçakgönüllülüğüne, doğal kavrayışına, uzlaşmaz
olanı uzlaştırma becerisine, en önemlisi, -kendisini gerçekliğe
dayatmaktansa onun tarafından biçimlenmeye izin vermesi gerek­
tiğini, Frankoculuğu esnetmenin ya da dönüştürmenin yalnızca
bahtsızlığa yol açacağını, yapılacak yegane şeyin, geleceğe ihanet
etmemek için geçmişe ihanet ederek, onun işini tek seferde tama­
men bitirmek olduğunu (demokratik muhalefetin itişiyle) hayli
erken anlamasına olanak tanıyan- gerçeklik duygusuna ve tarihsel
sezgisine bir arada sahip olan hiç kimse yoktu.1 Bardone ile Suarez
arasındaki başka paralelliklerden de söz edebiliriz: Ahlaken sefil
biriydi Bardone, acımasız bir dönemde acımasızca günah işledi;
Suarez ise, temel olarak dürüst biriydi: Başbakanlık dönemindeki
günahları çok büyük değildi ya da yalnızca iktidarı ri uygulanmasıyla

O genç siyasetçileeden biri, Alfonso Osorio, 2006'da kabul ediyordu bunu: "Siya­
si geçiş sürecinin gerçekleştirilebilmesi için [ ] yeterli kavrayışa, bilgiye, diyalog
...

kapasitesine, sınırsız tahammül gücüne, kusursuz yöntemlere, karşı konulmaz bir


cana yakınlığa sahip olan birine ihtiyaç vardı. 1976'da, bu niteliklerin hepsine sahip
olan biri yoktu aramızda [ ...] Küstahlık, kibir, seçkincilik ve önyargılılık, Adolfo
Su:irez'in sahip olmadığı her şey vardı bizde." Manuel Ortiz, Adolfo Sudrez y el
bienio prodigioso, Barselona, Planeta, 2006, s. 20.

406
ilişkili günahları öyleydi; başbakanlıktan önce işledikleri ise, çürü­
müş bir dönemin kolektif günahlarıydı. İnsanların onca yıl ken­
disine hayran olmasında, ona oy vermekten vazgeçmemesinde,
siyasi başarılarının yanı sıra, belki bu son söylediğim şey de etkili
olmuştur; şunu söylemek istiyorum: İnsanların, kendi kusurları ve
sınırlılıkları üzerinden Suarez tarafından aidatıldıkları için ona oy
vermiş oldukları iddiası doğru değildir: Kısmen kendilerinin olmak
istediği gibi olduğu için, büyük ölçüde de, erdemlerinden ziyade
kusurlarıyla tıpkı onlar gibi olduğu için ona oy verdiler. '70'li yıllar­
da aşağı yukarı böyle bir yerdi İspanya: bayağı, kültürsüz, düzenbaz,
kumarbaz, kadın düşkünü, hiç sakınması olmayan, Franco rejimi­
nin kanatları altında keyif süren Katolik Hareketi ve falanjın tezga­
hından geçmiş, kazazede taşralı ahlakıyla malul, işbirlikçi olduğunu
asla kabul etmeyen ama her fırsatta işbirlikçiliğiyle sinsice çıkar
sağlayan, -en adil, en çağdaş, en cesur kişi olmayı istese de (ya da
zaten öyle olmak istediğinden) daima tıpkı kendisi gibi olduğunu,
kendisini gitmek istemediği yere götürmeyeceğini bildiği için­
Suarez'e güvenen adamlarla dolu bir ülke. Suarez, onları aldatmadı:
Onlar için bir gelecek inşa etti, geçmişini temizleyerek, temizle­
rneye çalışarak yaptı bunu. Eğer yakından bakarsanız, bu noktada,
Suarez'in tuhaf yazgısının da Bardone'ye benzediğini göreceksiniz:
Karlı bir şafakta, idam mangasının önünde "Yaşasın İtalya!" diye
bağırırken, yalnızca kendisini değil, hep birlikte faşizmle işbirliği
yapan ülkesini de günahtan arındırıyordu Bardone; 23 Şubat akşa­
mı, o salonda, kurşunlar etrafında vızıldayıp dururken sandalyesin­
de kalarak, yalnızca kendisini değil, hep birlikte Franco rejimiyle
işbirliği yapan ülkesini de günahtan arındırıyordu Suirez. Kim
bilir, belki de bu nedenle -ayrıca bu nedenle de- kendini yere atıp
sİnınemiştir Suarez.

407
6

Bir siyasetçinin özel kusurları, kamusal erdemler midir? Kötü


üzerinden iyiye ulaşmak mümkün müdür? Bir siyasetçiyi ahlaken
değerlendirmekle yetinilmemeli midir? Onun yalnızca siyaseten mi
değerlendirilmesi gerekir? Etikle siyaset bağdaşmaz şeyler midir?
Siyaset etiği kavramı bir oksimoron mudur? Felsefe, en azından
Platon'dan bu yana, araçlarla amaçlar arasındaki gerilimi tartışagel­
miştir. İyi amaçlara ulaşılması için kuşkulu, tehlikeli ya da basitçe
kötü araçların kullanılmasının meşruiyetini sorgulamayan ciddi
hiçbir etik yaklaşım olmamıştır. Machiavelli'nin, kötü üzerinden
iyiye ulaşılabileceği konusunda hiçbir kuşkusu yoktu; onun çağ­
claşı sayılabilecek Michel de Montaigne ise, onurila aynı yöndeki
görüşünü daha açık bir biçimde ortaya koydu: "Kamusal iyi, ihanet
etmeyi, yalan söylemeyi, cinayet işlerneyi gerektirir"; ı o nedenle, her
ikisi de, siyasetin "ülkenin kurtuluşu için onurunu ve vicdanını feda
eden, en güçlü, en az korkak yurttaşların" eline bırakılması gerektiği

Michel de Montaigne, "Lo util y lo honesto", Ensayos, Ed. J. Bayod Brau, Barse­
lona, El Acantilado, 2007, s. 1181.

408
kanısındadır. Bu sorunu, Max Weber de benzer kavramlarla ortaya
koyar. Weber, etikle siyasetin tam anlamıyla bağdaşmaz olduğu
kanısında değildir; ama siyaset etiğinin, ölümcül ikincil sonuçları
olan özgül bir etik olduğu kanısındadır: Siyasetçi, Weber'in "inanç
etiği" olarak adlandırdığı, sonuçlarına bakmaksızın eylemlerin iyi­
liğini gözeten mutlak etiği (Fiat iustitia et pereat mundus) 1 değil,
Weber'in "sorumluluk etiği" dediği, eylemlerin iyiliği yerine sonuç­
larının iyiliğini gözeten göreli etiği uygular. Weber'in düşündüğü
gibi, siyasetin temel aracı şiddetse eğer, siyaset uğraşı, sorumluluk
etiğini kılavuz edinerek, hayırlı sonuçlar elde etmek için şeytani
araçlar kullanmaktan ibarettir: Öyleyse, Weber için siyasetçi, kendi
ruhunun selametini gözetemeyen kayıp bir insandır, çünkü iktidar
güçleriyle anlaşma imzaladığında şeytarıla anlaşma imzalamıştır,
dolayısıyla bu iğrenç anlaşmanın sonuçlarına katlanmak zorunda­
dır. Şunu da eklemeliyiz: Geride yalnızca enkaz bırakan devasa bir
zımpara taşı gibidir iktidar; iktidar biriktikçe, enkaz büyür; öyley­
se her katıksız siyasetçi, eninde sonunda, ülkenin kurtuluşu için
onurunu ve vicdanını feda ettiğini düşünme noktasına gelecektir,
çünkü er geç ruhunu satmış olduğunu, artık kurtulamayacağını
anlayacaktır.2
Bunu hemen anlamadı Suarez. Darbenin ardından iktidarı terk
ettikten sonra, on yıl daha siyasetle ilgilendi, ama o dönemde farklı
bir siyasetçiye dönüştü; artık eskisi gibi fazlaca pratiğe dökmese
de, yine katıksız bir siyasetçiydi, ama -sanki bu son dakika deği­
şikliğiyle şeytanın kendi payını tahsil etmesini önleyebilecekmiş
gibi- eskisine göre daha az sorumluluğu, daha fazla inancı vardı.
Başbakanlıktan istifasını sunduğu dönemde, Kral, ülkeye vermiş
olduğu hizmetlerin karşılığında onu dük unvanıyla taltif edeceğini

Adalet yerini bulsun ki dünya yıkılmasın -çn.


2 Max Weber, "La politica como vocacion", Elpolitico y el cienti.fıco, s. 164.

409
söyledi. Zarzuela'da, Kral'a karşı geldiği, Kraliyet'i tehlikeye attığı
düşünülen bu türediye soyluluk unvanı bahşedilmesinden yana
olan pek az insan vardı, o nedenle ayrıcalığın balışedilmesi ertelen­
di; ama Suarez, taciz etmekten kaçınan, -hala meşruiyet kazanmak
ve geçmişin kefaretini ödemek için çırpınan ayaktakımına mensup
taşralı türediyi ele veren- dokunaklı bir edayla taahhüt edilen şeyin
verilmesini talep edince, Kral, 23 Şubat'tan iki gün sonra, bir süre
siyasetten uzak kalması koşuluyla, ona dük unvanını verdi. Göm­
leklerine dükalık tacı işlemek, soyluluk unvanını kullanmak için,
bu küçük düşürücü tertibi hemen kabullendi Suarez. Ne zamandır
olmak istediği, bir biçimde olmayı başardığı karakteri, tıpkı Gene­
ral Della Rovere gibi ilerici bir aristokratı yorumlamasını taçlan­
dıran sembollerdi bunlar. Siyasi geleceğinden, tarihsel fıgüründe
son rötuşları yapmanın dışında bir beklentisi yoktu muhtemelen;
siyasi hayatının kalan bölümünde, inanç etiğini sorumluluk eti­
ğiyle birleştirmek gibisinden beyhude bir amaç gözeterek, kısmen
gerçek dışı olan bir imaja bağlı kalmaya çalıştı: iktidar tutkusuna
kapılmaksızın, olanca çabasını, o dönemde "etiği siyasete taşımak"1
olarak adlandırdığı şeye, demokrasiyi korumaya, uyumluluğu
özendirmeye, özgürlükleri genişletmeye, eşitsizlik ve adaletsizlikle
savaşmaya hasretmek Kimi zaman basiretsizlik, kimi zaman yeis
yüzünden, ama genellikle içindeki katıksız siyasetçiyi dizginleye­
mediğinden, her zaman amacını gerçekleştiremedi. Darbeden üç
gün sonra, eşi ve bir grup arkadaşıyla birlikte Amerika ve Karayip­
ler'e giderek uzun bir tatil yaptı. Mütemadiyen taciz edilmiş, dağıl­
mış bir insanın anlaşılır kaçışıydı bu elbette; ama aynı zamanda,
uygunsuz bir terk edişti: Ne yetki devri yapmış ne herhangi bir şey
önermiş ne de herhangi bir tavsiyede bulunmuş, yüzüstü bırak­
mıştı halefıni. Leopoldo Calvo Sotelo'nun, Moncloa'daki odasında

1 Adolfo Smirez, Fue posible la concordia, s. 331.

410
bulduğu tek şey, yöneticinin sırlarını barındıran çelik kasaydı; çilin­
gir marifetiyle açılan kasadan yalnızca Suarez'in -sanki halefıne
şaka yapmak ya da iktidarın gerçek özüyle ilgili bir ders vermek
istermiş gibi, sanki kendi içsel hayatı, belirli bir kişiliği olmayan
bukalemun gibi bir sahne sanatçısı, hiçbir sır taşımayan saydam bir
varlık olduğunu göstermek istermiş gibi- kendi el yazısıyla kasanın
şifresini üzerine kaydetmiş olduğu dörde katlanmış bir kağıt çıktı. 1
Yalnızca halefıni değil, partisini de terk etti. Tatil dönüşünde,
kabinesinden güvendiği birkaç kişiyle birlikte, bir hukuk müşavir­
liği bürosu açtı, bir süre siyasetten uzak kalmaya çalıştı; iktidarın
küçük Madrid'i, onun bu çabasını kolaylaştırdı: İktidarının son
aylarında yaşadığı felaket, istifa ve 23 Şubat travması, onu orada
istenmeyen adam haline getirmişti; herhangi bir hırsı olanların
hepsi, olmayanlarınsa tamamına yakını ondan uzak durmaya
çalışıyordu. Ama meslek aşkı batkınlık psikolojisine baskın çıktı,
Kral'a verdiği söze rağmen, siyaset yapmadığı, iktidara görece uzak
kaldığı dönem kısa sürdü. Kendisine yakın kimi siyasetçiler kana­
lıyla UCD üzerindeki kontrolünü hala koruyor, ama bu kontrol
ne partiyi altüst olmaktan ne de kendisini olanları öfkeyle karışık
bir hoşnutsuzlukla izleyerek o altüst oluşa katkıda bulunmaktan
alıkoyuyordu. Bu durum, onca dindaşının epeydir vaaz edegel­
diğinin aksine, partideki bütün kötülüklerin onun önderliğinden
kaynaklanmadığını göstermişti. Calvo Sotelo, başbakan olur olmaz,
Suarez'in politikalarının kökünü kazımaya koyulmuş; Suarez, bunu
tahammül edilmez bir sağa kayış olarak yorumlamıştı. Böylece,
çekilişinden birkaç ay sonra, siyasete dönüş hazırlığına başladı
Suarez. O dönemde, Calvo Sotelo, Suarezcileri parti yönetiminden
uzaklaştırmıştı. Haklı olarak düşüşünden sorumlu tuttuğu partiyle
ilgili hoşnutsuzluğu gitgide artıyordu. Yönetimi ele alarak UCD'yi

1 Leopoldo Calvo Sotelo, Memoria viva de la transici6n, s. 187-188.

411
parçalanmaktan kurtarması tekliflerini reddetti Suarez, 1982 Tem­
muzu'nun sonlarında, seçimlere yalnızca üç ay kala, yeni partinin
kuruluşunu ilan etti: Demokratik Sosyal Merkez Partisi (CDS).
Son siyasi serüveniydi bu. İki amaç kılavuzluk ediyordu ona:
birincisi, örgütsel ve ideolojik olarak uyumlu, UCD gibi olmayan,
gerçek bir parti yaratmak; ikincisi, ilerici, uzlaştırıcı bir devlet
adamı, solcu ya da merkez solcu bir aristokrat olarak yeni ilkelerini,
yeni siyaset etiğini duyurmak. Elinin altında doğru dürüst hiçbir
kaynak, hiçbir insan olmadan, hiç kimseye, özellikle kendisini
iktidardan uzaklaştırmak için elinden gelen her şeyi yapan, onun
siyasete dönme ihtimali karşısında dehşete kapılan güç odaklarına
yasianmadan kurdu partiyi. Bu feragat, cesaretini kırmak şöyle dur­
sun, heyecanlandırıyordu onu; siyasete geri dönüş, iktidarda olduğu
ilk aylardan bu yana hissetmediği, neredeyse unutmuş olduğu
destansı ve estetik bir soluklanmaydı onun için; kendisini muk­
tedirierin -adaletsizliğe ve talihsizliğe karşı tek başına mücadele
veren- kurbanı ya da yeni partinin tanıtım etkinliğinde gazetecilere
söylediği gibi, yola düşmüş, onca tehlikenin ortasında haksızlıkları
düzeltmek için mızrağını yuvasından çıkaran Don Qyijote olarak
sunma olanağı veriyordu ona.1 O tarihlerde, birçok insanın düzme­
ce olduğunu düşündüğü bir hikaye dolaşıyordu ortalıkta. Söylendi­
ğine göre, Suarez, seçimlerden az önce, kendisine katkıda bulunan
arkadaşlarından birinin seçim kampanyası için Amerikalı bir danış­
manla sözleşme imzalaması önerisini kabul etmişti. Suarez kendi­
siyle masaya oturduğunda, "Seçimleri kazanmak istiyor musunuz?"
diye açıkça sormuş danışman. "Elbette," demiş doğal olarak Suarez.
"Öyleyse darbenin kaydını kullanmama izin verin," demiş danış­
man. "İnsanlara bomboş Temsilciler Meclisi salonunu ve yerinde
oturan zatıalinizi gösterdim, mutlak çoğunluğu kazanın." Gülmeye

1 Adolfo Suarez, Fue posible la concordia, s. 293.

412
başlamış Suarez, teşekkür etmiş danışmana ve hemen başından
savmış. Demokrasinin en üzücü görüntülerini seçim kampanyasına
alet etmenin demokrasiye hiçbir yararı olmadığını, o büyük insanın
seçimleri kaybetmek pahasına da olsa, oyunu dürüstçe oynamaktan
yana olduğunu ima eden bu anekdot, Suarez'in biyografı yazar­
larından birinin yaratıcı kaleminden çıkmış gibi görünüyor; öyle
olup olmadığını kesin olarak bilmiyorum, ama eğer bir danışman
Suarez'e benzer bir öneride bulunduysa eğer, onun tepkisinin aynen
böyle olduğuna bahse girerim: Birincisi, danışmanın yanıldığının
farkındadır, 23 Şubat akşamının görüntüleriyle birkaç bin oy daha
alacağını, ama seçimleri kazanamayacağını bilmektedir; ikincisi, o
görüntülerin seçimlere alet edilmesi, seçimleri kazandıracak olsa
bile, geçmişini başından savmak ve tarihteki yerini belirlemek için
yorumlamak zorunda olduğu rolü berbat edecektir. Diğer bir ifa­
deyle, Emmanuele Bardone, danışmanın önerisini kabul ederdi, ama
General Della Rovere, asla; ve Suarez, ne zamandır Emmanuele
Bardone ile ilgili hiçbir şey duymak istemiyordu.
O seçimlerde iki sandalye kazandı; Temsilciler Meclisi'nde grup
bile oluşturamadı. Karma gruba ayrılan sırada, o dönemde İspanya
Komünist Partisi cephesinde ölüm sancıları çekmekte olan -ve
toplumun, ikisine, 23 Şubat akşamı o arbedede hiç istiflerini boz­
mamış olmalarının karşılığını verdiğini bıkıp usanmadan yineleyip
duran- ebedi suç ortağı Santiago Carrillo'nun yanı başında yerini
aldı. Ama aynı zamanda, solcu ya da merkez solcu aristokrat, uyum
yanlısı devlet adamı misyonunu ifa etmesi için yeterli bir sonuçtu
bu. Böylece, karşısına çıkan ilk fırsatı değerlendirdi: Yeni başbaka­
nın güvenoylamasında, oyunu hükümet başkanı olduğu dönemde
en öfkeli rakibi olan Felipe Gonzalez lehine kullandı; mutlak
çoğunluğu sağlamış olan PSOE'nin onun yardımına gereksinimi
yoktu; Gonzalez, Suarez'e teşekkür bile etmedi. "Hayal kırıklığı
yaşanmasına katkıda bulunmamalıyız," diyordu o gün kürsüden.

413
"Hükümetin muhtemel yanlışları bizi sevindirmeyecek Meclis­
te ve dışarıda, hükümeti işlemez hale getirmek için düzenlenen
operasyonların içerisinde olmayacağız. İspanya'yı yönetmek gibi
onurlu bir görevi üstlenenlerin sıkıntılarından çıkar sağlamaya
çalışanların, bu tehlikeli ve sorumsuz oyunların karşısında olaca­
ğız."1 Neredeyse bomboş Temsilciler Meclisi toplantı salonunda
muazzam bir kayıtsızlıkla, küçümseyici bir sessizlikle karşılanan bu
sözler, Suarez'in dört yıl boyunca bıkmadan usanmadan açıklaya­
cağı ilkesel bir manifesto, bir siyaset etiği dersiydi. istifasına ve 23
Şubat'a yol açan devlet krizini kışkırtarak, diğerlerinin kendisine
yaptığını, o diğerlerine yapmayacaktı. Geçmişe işleyen bir savunma
tarzıydı bu. Kimse kendisine siyasi etik dersi verme yetkisini tanı­
mamış olsa da, yeni İncil'ini büyük bir azimle vaaz etmeyi sürdürdü
Suarez. Ve telkin ettiği siyaset etiğine büsbütün bağlı kaldığı gün
gibi ortadadır. Partisinin parlamentodaki önemsiz konumunun
buna olanak tanıdığı söylenebilir elbette; ama hepsinden önemlisi,
yeni karakterine sadık kalmayı arzu ettiği için yaptı bunu. Böy­
lece, yeniden dirilişini şekillendirmeye başladı Suarez: İnsanlar,
yavaş yavaş, iktidarının son yıllarındaki yönünü kaybetmiş siya­
setçiyi toprağa gömüp, demokrasinin coşkulu yaratıcısını toprağın
altından çıkarmaya başladılar. İnsanlar, özellikle Sosyalist Parti'ye
besledikleri umut boşa çıktıkça, yavaş yavaş onun duruşunu, devlet
adamı retoriğini, yeni etiğini, her zaman mensubu olmak istediği
büyük şehirlerin entelektüel soluyla cilveleşmesine olanak veren
şaşırtıcı ilerici söylemini fark etmeye başladılar; öte yandan, zaten
mensubu olduğu taşranın geleneksel sağının bir bölümünü yeniden
cezbetmeyi de başardı.
Temsilciler Meclisi'nde sıradan bir milletvekili olarak yaptığı
konuşmadan dört yıl sonra, genel seçimlerin kendisine yeniden

1 Adolfo Suarez, Fue posible la concordia, s. 293.

414
hükümet yolunu açabileceğini hissetti. 1986 Haziranı'nda yapılan
genel seçimlerde, cebinde beş kuruş parası, arkasında medya des­
teği olmaksızın, verdiği radikal mesajla rakiplerinin altını oydu,
neredeyse iki milyon oy aldı, on dokuz milletvekili çıkardı. Bu
beklenmedik büyük zafer, sağı ıstıraba gark etti (kısa bir süre sonra
partisinin liderliğini bırakacak olan Fraga şöyle buyurdu: "Eğer bu
ülke Suarez'e on dokuz sandalye veriyorsa, durumu çok umutsuz
demektir"1); solun ise paniklemesine neden oldu: Suarez'in yükseli­
şini ciddiye aldılar ve o andan itibaren, kendi seçmenlerini çalmak­
tan vazgeçip sağdaki eski yerine ve söylemine çekilmesini dileyip
durdular. Eğer tek amacı başbakanlığı yeniden ele geçirmek olsaydı,
bunu rahatlıkla yapabilirdi: Fraga saf dışı kalmış, güç odakları deni­
len ucube onun siyasete dönüşüne teslim olmuştu; Suarez, herkes
için merkez sağın doğal lideriydi; o nedenle, Fraga'nın halefı, defa­
larca büyük bir koalisyon oluşturarak seçim karteli kurmayı, böyle­
likle sosyalistleri bozguna uğratmayı önerdi ona. Bunu yapabilirdi,
ama yapmadı: Gençliğindeki o vahşi katıksız siyasetçi değildi artık;
ideallerini çiğneyerek hükümete geri dönemezdi; o iktidarın pira­
nası değil, inançlarına bağlı bir siyasetçiydi; açgözlülükle çıkarını
gözeten hasis sağa değil, mağdurları, yoksulları gözeten cömert
sola yakın hissediyordu kendisini; kısacası, sonuna kadar bağlan­
dığı karakteri yorumlamakta kararlıydı. Üstelik, siyasal sıkıntılarla
dolu beş yıllık dönemin ardından gelen başarı onu öylesine mutlu
ediyordu ki, kimi zaman Moncloa'nın son aylarındaki büyük
ıstırabmm acısını çıkardığını hissediyordu. Değerleri öne çıkaran
idealizmi ve gerçek başarılada dolu siciliyle, sosyalistlerin pragma­
tizmi ve geleceği olmayan sağın mecalsizliği karşısında, sanki eski
karizmasını, uzlaşmaz olanı uzlaştırma becerisini ve tarihsel sezgi­
sini hiç yitirmemişçesine, o birkaç ay boyunca, eski destekçilerinin

1 Ricardo de la Cierva, La derecha sin remedio, Barselona, Plaza y Janes, 1987, s. 391 .

415
çoğunun gözlerini yeniden kamaştırdı, sol ve merkez sol çevreler­
deki siyasetçileri, uzmanları, entelektüelleri büyüledi ve çok kısa
bir sürede, liderinin direngenliğinden ve sicilinden başka hiçbir
güvencesi olmayan bir parti oluşturdu; birileri, Suarez'in bütün
İspanya coğrafyasında kök salan partisinin, sosyalist iktidarın ciddi
alternatifi olarak sivrildiğini düşünmüş olmalıydı.
Bu küçük ve sükseli geri dönüşün kimi sembolik zaferleri, içten
içe, büyük seçim zaferlerinden daha fazla tatmin etmiş olmalı onu.
1989 Ekimi'nde, Internacional Liberale 1 başkan olarak seçildi; onun
ısrarıyla, bu örgütün adı Internacional Liberal y Progresista (Liberal
ve ilerici Enternasyonal) olarak değiştirildi: Bu, Franco'nun yegane
partisinin genel sekreteri olan Avila'lı falanjistin, uluslararası ile­
riciliğin referans alınan siyasetçisine dönüşmüş olduğunun teyidi,
bütün dünya için, Emmanuele Bardone'nin artık General Della
Rovere olduğunun kesin belgesiydi. Bundan iki yıl önce Temsilciler
Meclisi'nde vuku bulan daha küçük bir oluotu olay, onu daha fazla
mutlu etmiş olmalı. Bir tartışma sırasında, Suarez'in destek talep­
lerini defalarca reddettiği, sağın yeni lideri Antonio Hernandez
Mancha, tartışma konusu yaptığı duruma gönderme yapmak için,
alaycı ve kibirli bir başsavcı edasıyla, Avila'lı Teresa'ya atfettiği
dizeleri değiştirerek okudu: "Ben ne yaptım ki, Adolfo, kendine
düşman etmek için didiniyorsun/ Neden, Adolfo'm, acı çekiyorsun/
Şu karanlık kış gecelerinde/ Öyle kapıının önünde, üzerin çiyle
örtülmüş." Rakibinin konuşması biter bitmez sandalyesinden fırla­
yıp söz istedi Suarez. Hernandez Mancha'nın, dörtlüğün her dize­
sini yanlış okuduğunu söyledi, sonra dörtlüğü özgün haliyle okudu,
yazarının Avila'lı Teresa değil, Lope de Vega olduğunu söyleyerek
sözünü bitirdi, başka hiçbir yorum yapmadan dönüp sandalyesine

1 lnternacional Liberal: 194 7 yılında kurulan Liberal Enternasyonal, liberal siyasi


partilerin bir araya geldikleri uluslararası bir forumdur -çn.

416
oturdu.1 Taşralı her yeniyetmenin hayalini kurabileceği türden bir
rövanşı alma sahnesiydi bu: Her zaman çekingen, sıradan bir parla­
menter olmuştu Suarez; ama şimdi, tamamen dolu olan Temsilciler
Meclisi'nde, televizyon kameralarının önünde, yıllardır kendisinin
herkesin işine bumunu sokan, eğitimsiz, onlar kadar okumamış
bir türedi olduğunu düşünenlere, bu ülke için onların yapamadığı
şeyleri yapacak kadar okuduğunu, Hernandez Mancha'nın, siyasi
kariyerini aldığı takdirnamelerle yapan, her şeyi bildiği halde hiçbir
şeyi anlayamayan onca lüzumsuz adamdan biri olduğunu göstere­
rek, en dolaysız rakibini yerin dibine sokuyordu.
Hepsi kuruntuydu, kaybolup giden bir yıldızın söndükten sonra
bıraktığı parıltıydı, tahttan indirilen imparatorun yüz gün süren
hazzıydı. Suarez'in bunu görmezden gelmiş olduğu konusunda
ısrarlıyım; siyasete dönerken iktidara döndüğünü görmezden
gelmiş olduğunu düşünüyorum: Nereden baksanız, siyaseti bırak­
madıkça, etiği siyasete taşımanın olanaksız olduğunu onun kadar
bilen pek az insan vardı, çünkü karanlık, tehlikeli, kötülük saçan
araçları kullanmadan -tarihte onurlu bir yer edinmek için oyunu
dürüstçe oynayarak- iktidara gelinemeyeceğini onun kadar bilen
pek az insan vardı. Daha fazlasını da görmezden gelmiş olabilir
mi diye soruyorum kendi kendime; kahramanlara hayran olabi­
liyoruz, hareketlerindeki çarpıcı anomaliyle bizi rahatsız etmiyor
onlar, küçük düşürmüyorlar, ama ricat kahramanlarına tam anla­
mıyla hayran olamıyoruz, o nedenle görevi bıraktıktan sonra bizi
yeniden yönetmelerini istemiyoruz: Çünkü iktidarda onurlarını ve
vicdanlarını feda etmiş olabileceklerini düşünüyoruz; çünkü bir
sadakat etiğimiz var, ama bir ihanet etiğimiz yok; bunu sezinleme­
miş olabilir mi? Her neyse, kuruntu birkaç yıl daha sürdü. Üçüncü

1 Jose Diaz Herrera ve Isabel Duran, Aznar. La vida deseonodda de un presidente,


Barselona, Planeta, 1999, s. 373-374.

417
yıl, Temsilciler Meclisi ve kamuoyu, Suarez'in devlet siyaseti diye
adlandırdığı şeyin aslında muğlak, düzenbaz, popülist bir siyaset
olduğunu, Madrid'de solun, Avila'da sağın oylarını kolladığını,
böylece Temsilciler Meclisi'nde solla, belediyelerde sağla işbirliği
yapma olanağına kavuşmak istediğini düşünmeye başladı; dördün­
cü yıl, genel seçimlerde ve Avrupa seçimlerinde hüsrana uğraması­
nın ardından, partinin içinde sorunlar baş gösterdi, hizipler ortaya
çıktı, ele avuca sığmayan üyeler ihraç edildi, sağ ve sol, hanidir
bekledikleri, ortak düşmanlarının işini bitirme fırsatını yakalayıp,
sağ ve sol seçmenierin oylarını gözeterek aynı anda onun üzerine
atıldılar; beşinci yıl, çöküş ansızın gerçekleşti: 26 Mayıs 1991'deki
özerk bölge seçimlerinde, CDS, oylarının yarısını kaybederek
bütün bölgesel parlamentoların dışında kaldı; o gece, partisinin
başkanlığından ve milletvekilliğinden istifa ettiğini açıkladı Suarez.
Finaidi bu, hiçbir yüceliği, hiçbir ışıltısı olmayan, sıradan bir fınal.
Verecek hiçbir şeyi kalmamıştı: Tükenmiş, hayal kırıklığına uğra­
mıştı, partisinin içinde ve dışında yeniden savaşa tutuşacak mecali
yoktu. Çekilmemişti, onu geri çekmişlerdi. Arkasında hiçbir şey
kalmayacaktı: UCD, yıllar önce yok olmuştu; CDS de yok olmakta
gecikmeyecekti. Siyaset, bir mezbahaydı: Ferahlayarak iç çekenler
oldu, ama onun ricati karşısında sızlanan, üzülen hiç kimse olmadı.
Ertesi yıl, siyasetten erken emekli olmuş işsiz İspanyol büyüğü,
iş görüşmelerinin arabulucusu, lüks Latin Amerika konferansçısı,
uzun golf partileri oyuncusu rolünü üstleneceği müstakbel hayatı­
na alışmaya başladı. Uzun, sakin, biraz sıkıcı bir gelecekti bu, belli
bir ölçüde beklenmedik bir sevinç de içeriyor olabilirdi. iktidarı
ilk terk edişinde, istifasının ve darbenin ardından, hiç kuşkusuz,
eroinsiz bir eminmanın titreyişini hissetmişti Suarez; ama şimdi
daha farklı bir şey, taşıdığının farkında olmadığı köstekten kurtu­
lan insanın şaşkın mutluluğunu hissediyordu muhtemelen. Siyaseti
unuttu; siyaset de onu unuttu. Hala sıkı bir dindardı. Max Weber'i

418
okumuş olduğunu sanmıyorum, o nedenle kurtulmuş olduğundan
kuşkulanması için bir neden yoktu, iktidar devasa bir zımpara
taşı gibi olsa da, onunla bir anlaşma imzalamış da olsa, şeytanın
hakkını istemeye geleceğini düşünmüyordu; zorlantılı iyirusediği
hala devam ediyordu, o nedenle, demokrasinin fethine yaptığı
katkı nedeniyle ülkenin kendisine duyduğu minnettarlığı ifade
etmesini bekleyerek kendisini sükünetle zamanın akışına bırak­
ması gerektiğini düşünmüş olmalıydı. Siyaseti terk etmesinden
kısa bir süre önce ondan söz ederken şöyle demişti Hans Magnus
Enzensberger: "Ricat kahramanının kesinlikle emin olduğu tek
şey, ülkesinin nankörlüğüdür."1 Görünüşe bakılırsa, Enzensberger
yanılıyordu ya da kısmen yanılıyordu, ama Suarez tamamen yanı­
lıyordu: Bir süre sonra, sanki XIX . yüzyıl Fransız romanının genç
türedisi ve yeni gerçekçi İtalyan filminin kahraman aristokrata
dönüşen yetişkin hergelesinden sonra Rus romanının mahvolmuş,
acınası prensini yorumlamak istiyormuş gibi, onun bünyesinde yeni
bir başkalaşım gerçekleşmeye başladı.
Kendisini huzurlu bir emekliliğin beklemediğini, ilk kez, siya­
seti bıraktıktan bir buçuk yıl sonra, 1 992 yılının kasım ayında,
kızı Mariam'ın göğüs kanseri olduğunu, üç aydan az ömrü kaldı­
ğını öğrendiği gün anladı Suarez. Sersemletti onu bu haber, ama
felce uğratmadı, hiç zaman kaybetmeden bütün çabasını kızının
hastalığını dizginlemeye hasretti. İki yıl sonra, başardığını hisset­
tiği sırada, bu kez Ampora'ya, eşine aynı tanıyı koydular. İlkinin
üzerine eklendiği için, yediği darbe daha büyük oldu, bir daha iyi­
leşemedi. Belki de, yılların ve talihsizliklerin zayıf düşürdüğü sıkı
bir Katalik olarak onu sonunda çökerten şey, iki ölümcül hastalık
değil, suçluluk duygusuydu. 2000 yılında, daha eşi ve kızı sağken,
kızının, hastalığı üzerine yazdığı kitap için kaleme aldığı önsözde,

1 Hans Magnus Enzensberger, "Los heroes de la retirada", El Pais, 25.12.1989.

419
"Neden onların başına geldi? Neden bizim başımıza geldi?" diye
hayıflanıyordu. "Onlar ne yaptılar? Biz ne yaptık?"1 Bu tür soruların
anlamsız, "insanın kendisine duyduğu içgüdüsel hayranlığın doğal
tezahürü" olduğunu biliyordu Suarez; buna rağmen bu soruları
defalarca ortaya atmış, Max Weber'i okumamış olmasına rağmen,
defalarca, şeytanın kendi payını tahsil etmeye geldiği, etrafını saran
enkazın, her zaman hayal ettiği şeye ulaşmasını sağlayan kendisine
duyduğu içgüdüsel hayranlığın sonucu olduğu duygusuyla hezeya­
na kapılarak vicdan azabıyla büzüşmüştü. İşte tam o sırada vuku
buldu. Onca zamandır beklenen, ülkesi için onurunu ve vicdanını
feda ettiği için herkesin minnettarlığını ifade edeceği, ulusal cadı­
lar kurulunun aşağılayıcı merhametini sergileyeceği takdir anı, o
sırada, hayatının belki de en karanlık döneminde çıkageldi: Talih­
sizliğin yere serdiği, artık kimseyi rahatsız edemeyecek, kimseye
gölge edemeyecek, bir daha asla siyasete dönemeyecek olan büyük
adamdı o, birileri tarafından kullanılabilir, uyurnun gezgin şöval­
yesine, yenilgi yüzü görmemiş uzlaşma şampiyonuna, demokratik
değişimin lekesiz yaratıcısına, -arkasına saklanılmaya, vicdanları
aklamaya, saliantıdaki kurumların altına takoz olarak yerleştirilme­
ye, hiç utanmadan ülkenin yakın geçmişiyle övünülürken sergilen­
meye, düşkün lidere minnettarlığını ifade eden Wagnerci sahneler
organize etmeye uygun- bir canlı heykele dönüştürülebilirdi; saygı
nişanı, ödül ve şeref payesi yağdırmaya başladılar üzerine, Kral'ın
dostluğunu, başbakanlıktaki halefierinin güvenini, halkın teveccü­
hünü yeniden kazandı, biraz sahte, zorlama, aceleye getirilmiş ve en
önemlisi gecikmiş de olsa, arzu ettiği, öngördüğü her şeye kavuştu.
Çok geç kavuşmuştu, çünkü artık gidici gibiydi, belki de çoktan
gitmişti, sanki ruhu, kendisine beslediği hayranlığın tezahürleri

Mariam Su:irez, Diagn6stico: cdncer, Barselona, Debolsillo/Galaxia Gutemberg,


2005, s. 13.

420
üzerine, ıstırap çekerek tefekküre daldığı, pişmanlıkla kendisine
acınıp durduğu labirentte kaybolmuş gibi, sanki Dostoyevski roma­
nındaki yaşlı, pişmanlık getiren günahkar prense dönüşmüş gibi,
son yıkılışının, önüne çıkan herkese eşinin ve kızının sağlığına dua
etmesi için yalvardığının farkında bile değildi.
2001 yılının mayıs ayında, eşi öldü; üç yıl sonra da kızı. O
dönemde, aklı onu terk eder gibi olmuştu; kendisinden uzaklaş­
mıştı, başka bir yerdeydi artık. Hastalığı çok önceleri belirmeye
başlamıştı, hafızası arada gidip geliyordu, ama 2003 yılına doğru,
hafıza kaybı iyice belirginleşti. Son siyasi demeci o döneme rastlar.
Pek siyasi demece benzemez gerçi o konuşması. Bir bölümü tele­
vizyonda yayımlanmıştı. Sağcı parti, oğlu Adolfo'ya Castilla-La
Mancha özerk toplumunun başkanlığına aday olmasını teklif
etmiş; bu teklifin soyadının itibarından nemalanmak için yapıldı­
ğını bildiğinden, oğluna teklifi reddetmesini salık vermişti Smirez.
Ama babasına gıpta edişi siyasete ilgisizliğine baskın gelince,
teklifi kabul etti Suarez'in oğlu; babası da, oğluna arka çıkma ihti­
yacı hissetti. 3 Mayıs günü, ikisi Albecete'de bir miting düzenledi.
O gün, kalabalığın karşısında, koyu renk takım elbisesi, beyaz
gömleği ve puanlı kravatıyla, kürsüde dikiliyordu Suarez; yetmiş
yaşındaydı, vücudu tenis ve açık hava dansındaki becerisinin izle­
rini hala taşıyor olsa da, saçları kırlaşmış, yer yer dökülerek geriye
doğru çekilmiş, cildi yaşianma lekeleriyle bezenmişti. Siyasetten
söz etmedi, oğlundan, onun Harvard'da öğrenim gördüğünden
söz etti, sonra ansızın sustu. Hafifçe gülümseyerek ve elindeki
kağıtları kurcalayarak, "Aman Tanrım," dedi, "sanırım başıma
çok büyük bir dert açtım." Kalabalık, alkışladı, devam etmesi için
cesaretlendirdi onu, gözlerini kağıttan kaldırdı, hafifçe edalı bir
ifadeyle alt dudağını ısırdı, uzunca bir süre gülümsedi; onu öte­
den beri bilenlerin kolayca tanıdıkları bir gülümseyişti bu: Kendi
çekiciliğinden emin başrol oyuncusunun, başka bir zamanda, bir

421
falanjisti, bir Opus teknokratını, bir Cristo Rey gerillasını, aslında
bir gerilla, bir falanjist ya da Opus hayranı olduğuna ikna ederken
yüzüne iliştirdiği gülümsemeydi; "Hayır, komünist (ya da sosyalist)
değilim ben, ama sizlerin yanındayım, çünkü ailem Cumhuriyet­
çidir, Cumhuriyetçiliği hiçbir zaman bırakmadım ben," derken
yüzünde beliren gülümsemeydi; "Bende iktidar, sizde meşruiyet var,
anlaşmak zorundayız," derken, yine o gülümseme vardı yüzünde.
Aynı gülümsemeydi, daha az doğal, biraz daha solgun da olsa, aynı
gülümsemeydi. Yeniden önündeki kağıtlara baktı, yine oğlunun
Harvard'da eğitim gördüğünü söyledi, yine ansızın sustu sonra.
"Bunu daha önce söyledim mi, bilmiyorum," dedi. Kalabalığın coş­
kulu alkışı imdadına yetişti. "Bu kağıtlarla başıma büyük bir dert
açtım," dedi yine. Müzik başladı, kalabalık onun dilinin dolaşma­
sını örtrnek için ayağa kalkıp alkışlamaya koyuldu, kağıtları falan
unuttu, doğaçtan veda etmeye yeltendi, o gürültünün ortasında
ağzından dökülen tek cümle işitildi: "Oğlum sizi aldatmayacak "1
Herkesin önünde telaffuz ettiği son sözcüklerdi bunlar. Orada
her şey bitti. Sonra yıllarca ortada görünmedi, sanki ölmüş gibi,
La Florida'daki evine kapandı. Herkes ondan sanki ölmüş gibi söz
etmeye başladı. Ben de sanki o ölmüş gibi yazdım bu kitabı. Bir
gün, yeniden ortaya çıktı: 1 8 Temmuz 2008 günüydü. O sabah,
bütün İspanyol gazetelerinin ilk sayfasında fotoğrafı vardı. Bir gün
önce, oğlu Adolfo çekmişti. Fotoğrafta, La Florida'daki evinin bah­
çesinde, yanındaki Kral'la birlikte görünüyordu Smirez. İkisi, sırt­
ları kameraya dönük, güneşin altında, sık ağaçlı bir koruya doğru
yürüyorlardı. Kral'ın üzerinde külrengi bir elbise vardı. Dostane,
koruyucu bir edayla, Suarez'in sağ omzunun üzerine koymuştu sağ
elini. Suarez'in üzerinde, kolları katlanmış mavi bir gömlek, bej
bir pantolon, sarıya çalan kahverengi bir ayakkabı vardı. Fotoğraf,

1 Luis Herrero, Los que le 1/amdbamos Adolfo, s. 297-298.

422
Kral'ın, İspanya Kraliyeti'nin balışettiği en büyük ayrıcalık olan
Orden del Toisôn de Üro madalyonunu vermek üzere Suarez'e
yaptığı ziyareti tespit ediyordu. Gazetelere göre, İspanya'nın
yakın geçmişinin önemli başka şahsiyetlerine de bahşedilmişti bu
madalyon; onların arasında, Lüksemburg Büyük Dükü I. Juan,
Hallandalı I. Beatriz ve Danimarkalı II. Margarita da vardı. Tah­
tını korumasına herkesten daha fazla yardım eden o yeniyetmeyi
madalyonla taltif etmeye, bir yıldan daha uzun bir süre önce karar
vermiş, ama o güne kadar bunu gerçekleştirme fırsatı bulamamıştı
Kral. Ülkenin minnettarlığı.

423
7

23 Şubat'tan önce ve 23 Şubat sırasında istihbarat servislerin­


de yaşanan şeyleri biliyoruz. 23 Şubat'tan sonra neler yaşanmıştı
orada? Darbe sonrasının kuşkuya yer bırakmayan gelişmelerine
kısaca değinelim.
Darbeyi izleyen günlerde, büyük bir gerginlik vardı CESID'de.
Örgütün merkezlerinde, Binbaşı Cortina'nın birliğine bağlı ele­
manların darbeye katıldıklarına dair söylentiler dolaşıyordu; bun­
ların çoğu, SEA'nın üç elemanını -Çavuş Sales, Onbaşı Monge ve
Onbaşı Moya'yı-, Yüzbaşı G6mez Iglesias'ı, Binbaşı Cortina'nın
yardımcısı, Yüzbaşı Garcia-Almenta'yı ve Cortina'nın kendisini
işaret etmekteydi; neredeyse hepsinin kaynağı aynıydı: Darbe akşa­
mı, Monge'nin, Moya ve Sales'in yardımıyla, Garcia-Almenta'nın
-dolayısıyla, çıkarımsal olarak Cortina'nın- emriyle Tejero'nun
otobüslerine Temsilciler Meclisi'ne kadar nasıl eşlik ettiğini anlat­
tığı Yüzbaşı Rubio Luengo ve Çavuş Rando Parra. Binbaşı,
AOME'nin başında bulunduğu beş yılda, seçkin, ketum, şeflerine
sadık, şövalye tarikatı gibi disiplinli bir örgüt yaratmış olduğundan

424
emindi muhtemelen; ama bazı astlarının o dönemde kendisiyle
görülecek hesapları vardı, bu fırsatı değerlendirme yoluna gitti­
ler. Cortina'yı ve birliğin diğer darbecilerini ihbar etmek üzere
istihbarat servisinin güçlü adamı Calderon'a gidenler, onlardı.
CESID'in 23 Şubat'ta yaşanan olaylara bulaşmış olması ihtimalin­
den haklı olarak dehşete kapılan -ihmal ve basiretsizlik nedeniyle
zaten fazlasıyla suçlanmakta olan- Calderon, Cortina ile konuştu,
AOME'nin darbeye bulaşmadığına kanaat getirdi, Cortina'dan
adamlarıyla konuşarak söylentileri önlemesini istedi. Cortina,
Rubio Luengo ve Rando Parra'yla görüştü: Cortina'ya göre, onla­
ra yönelttikleri suçlamaların yanlış olduğunu göstermeye çalıştı;
Rubio Luengo ve Rando Parra'ya göre, susmaları için şantaj yaptı,
rüşvet vermeye kalktı, onları dolaylı bir biçimde tehdit etti (Rando
Parra'ya göre, ele verilen bazı elemanlar, açıkça hakaret etmiş, ölüm
tehditleri savurmuş, motosikletini parçalamışlardı). Mart ayının
ortalarında, AOME bünyesindeki bir subay, Temsilciler Mecli­
si Savunma Komisyonu Başkanı'na, istihbarat örgütünün kimi
elamanlarının darbeye karışmış olduklarını, CESID yönetiminin
bunu gizlerneye yeltendiğini söyledi. Dışarıdan ve içeriden müte­
madiyen sıkıştırılan Calderon, ay sonunda, İçişleri Bölümü'nün
başında olan Albay Juan Jaudenes'i soruşturmayla görevlendirdi.
Albay, suçlananları ve suçlayanları haftalarca sorguladı, öngörüle­
bileceği gibi, genel olarak CESID'in, özel olarak Binbaşı Cortina
ve astıarının darbeye herhangi bir biçimde bulaşmamış olduklarına
ilişkin raporu teslim etti.
Örtbas etme gayretleri sonuçsuz kaldı. Mayıs ayı haşlarııı­
da, CESID'in yeni yöneticisinin görevi devralmasından ve 2:l
Şubat davasına bakması için hükümet tarafından atanan h;i kiııw
Jaudenes'in raporunu göndermesinden birkaç gün sonra, Biııha�ı
Cortina yargılandı. Raporda yer alan kimi bilgilerin, hakimi, dar
bede Cortina'nın parmağı olduğu konusunda işkillendirmiş olması

425
muhtemeldir; ama Cortina, rapor nedeniyle yargılanmadı, Yarbay
Tejero yüzünden yargılandı.1 Hakim önünde verdiği ilk iki ifadede,
ne Cortina'nın ne de arkadaşı G6mez Iglesias'ın adını zikretmişti
Tejero; çünkü Tejero'ya göre, ikisi de, avukatı kanalıyla aynı mesajı
iletmişlerdi ona: Onları ele vermeye kalkarsa, en fazla ihtiyaç duy­
duğu anda, onların ve CESID'in korumasından yoksun kalacaktı.
Buna karşılık, nisan ayı başında, Ferrol'deki La Palma şatosunda
verdiği üçüncü ifadede, darbenin gerçek körükleyicisinin Cortina
olduğunu ileri sürdü Tejero. Nedenlerini not ettim bu değişimin:
23 Şubat'ı izleyen iki ay boyunca, yargılananların avukatları, aşırı
sağcı basının kızıştırdığı ortak bir stratejiyi izlemişlerdi: Müvekkil­
leri, darbe yapmaya teşebbüs etmekle suçlanamazdı, çünkü onların
yaptığı şey, üstlerinin, Milans ile Arınada'nın emirlerine itaat
etmekten ibaretti, onlarsa Kral'ın emrine itaat etmişlerdi; yargılan­
ma öncesinde ve yargılanma sırasında ileri sürdükleri temel argü­
man buydu. Cortina'yı işe bulaştırmak, yalnızca devletin önemli bir
örgütünü darbeye bulaştırmakla kalmıyor, en önemlisi, -Binbaşı,
Arınada'yla ve Kral'la ilişkilendirileceği için- bir biçimde ordu
üst yönetimini ve Kral' ı darbeye bulaştırıyordu. Böylece, hakimin
önünde verdiği üçüncü ifadede, CESID'in korumasından sarfına­
zar etmeye karar verdi Tejero, Cortina'yla iki buluşmasını anlattı
ya da uydurdu, Cortina'yı kendisini darbeye teşvik etmekle ve
Arınada ile bağlantısını kurmalda suçladı, sorgu yargıcının yaptığı
incelemeden sonra, 21 Mayıs'ta, darbeye katılma suçuyla içeri atıl­
dı Cortina. 13 Haziran'da da, Yüzbaşı G6mez Iglesias yargılandı.
AOME'nin başka hiçbir elemanı onlarla aynı kaderi paylaşmadı.

1 Algo mds que e/23-F, s. 166-171; Elgolpe del CESID, s. 31-58.

426
8

23 Şubat

Bir bakıma, gecenin en tehlikeli anıydı. Saat bir buçuktu,


Kral'ın televizyona çıkıp darbeyi kınamasının, anayasaya saygılı
olunmasını istemesinin ardından, o ana kadar bütün bir ülkede,
radyo ve televizyona yapışmış, diken üstünde oturmakta olan bir­
çok insan, Kral'ın ortaya çıkmasının darbenin sonuna, en azından
sonunun başlangıcına işaret ettiğini hissederek, radyo ve televizyo­
nun başından çekildi, uyumaya gitti. Yalnızca kısmen doğruydu bu
hissediş. Arınada'nın Temsilciler Meclisi'nde hüsrana uğramasıyla,
monarşiyi bitirmek pahasına demokrasiyi soniandırmaya yeltenen
Tejero'nun şiddet yanlısı darbesi değil, Arınada ile Milans'ın ılımlı
darbesi başarısızlığa uğramıştı. Temsilciler Meclisi hala Yarbay'ın
işgali altındaydı, Milans hala Valensiya sokaklarındaydı, mare­
şaller hala diken üstünde bekliyorlardı, birçok general, komutan
ve subay, davranmaya hazır bir haldeydi; Tejero'nun sert darbesi,
bütün ordunun zincirleme reaksiyonunu başlatacak olan küçük

427
hareketienmeyi bekliyordu. Kral, geri dönüşsüz bir biçimde darbe­
cileri karşısına almıştı; bu duruş, Kraliyet'e bağlı güçlerle Kraliyet'e
başkaldıran güçler arasında silahlı bir çatışmaya yol açabilirdi;
darbenin başından beri vardı böyle bir olasılık, ama şimdi gerçek­
leşmesi an meselesiydi. Kral'ın talimatları darbecilerin moralini
bir ölçüde bozmuş olsa da, orduda darbenin başarılı olamayacağı
kanısı henüz kesinleşmemişti.
O saatte, Kral'ın televizyonda görünmesinden on beş,
Arınada'nın parlamenterlere milli birlik hükümetini önermek
üzere gittiği Temsilciler Meclisi'nden eli boş dönmesinden on
dakika sonra, darbecilerin yolunu gözlemekte olduğu küçük hare­
ket çıkageldi: On dört Land Rover'a doluşmuş, bir binbaşı, dört
yüzbaşı, iki teğmen, beş astsubay ve yüz dokuz erden oluşan birlik,
Madrid'in merkezinde peydahlandı, Carrera de San Jeronimo'ya
ulaştı, jandarma ve polisin kurduğu, Temsilciler Meclisi'ni tecrit
eden iki emniyet kordonunu yardı, Hotel Palace'nin çevresinde
kaynaşmakta olan kalabalık, onların darbecileri tahliye etmeye mi,
yoksa desteklemeye mi geldiklerini anlamaya çalışırken, Temsilciler
Meclisi'ne girerek Yarbay Tejero komutasındaki güçlere katıldı.
Madrid'in yakınlarındaki Brunete Zırhlı Tümeni'ninden gelen
askerlerin başında, Milans'ın, General Torres Rojas ve Albay San
Martin'in yardımıyla birliğini ayaklandırmakla görevlendirdiği
Binbaşı Pardo Zancada vardır. Pardo Zancada, gece boyunca, şaş­
kın, öfkeli ve çaresiz bir halde, General Juste'nin Temsilciler Mec­
lisi baskınından birkaç dakika önce verdiği bütün alayların kışladan
çıkması talimatını sonradan iptal etmesiyle Brunete'te isyanın
hüsrana uğrayışını izlemişti; saat sekizden önce, görevini tamam­
lamadan La Corufıa'ya dönen Torres Rojas'ın kaçışı, darbeyi o
kadar hararetle savunan San Martin ve diğer komutanların çakılıp
kalması canını sıkmış, saat bire doğru, karargahta giydiği ünifor­
mayı çıkararak muharebe üniformasım giymiş, genç yüzbaşıların

428
yardımıyla karargahtaki iki bölüğü çabucak hazırlamış, arkadaşla­
rına yönelik davetkar bir meydan okuyuşla, çıkış kapısında on beş
dakika beklemiş, kimsenin kendisine katılmadığını belirledikten
sonra emrine itaat etmeyen askerin kafasına kurşunu sıkacağını
söyleyerek Temsilciler Meclisi'ne gitmek üzere yola koyulmuştu.
Donkişotça bir hareket değildi. Çoğu insan, Pardo Zancada'nın
Tejero'ya katıldığı sırada darbenin fiilen etkisizleştirilmiş olduğu
kanısındaydı; o nedenle, birçok kişi, onunkisinin donkişotça bir
tutum, kaybedilen davaya bağlı kalışın soylu duruşu olduğunu
düşünüyordu. Öyle değildi: Birçok arkadaşının aksine, korkak
olmadığını göstermiş olduğu doğrudur Pardo Zancada'nın; Fran­
kocu hamasetin şan şeref hırdavatıyla ziyadesiyle beslendiği, aşırı
sağın ideolojik terkibine son anda gözünün korkmasına elver­
meyecek ölçüde batmış ateşli bir idealist olduğu da doğrudur,
ama tutumunun donkişotça olduğu doğru değildir. Onunkisi, bir
savaş eylemiydi: Aslına bakarsanız, Tejero Temsilciler Meclisi'ni,
Milans Valensiya'yı işgal edeli beri yapılan yegane savaş eylemiydi;
askerleri gayretlendirmek, vecde kapılmış bir halde saatlerdir kış­
laları dolduruşa getirmeye çalışan darbecilerin üzerindeki baskıyı
kaldırmak için gereken dürtme hareketiydi, Brunete barut fıçısını
ve onunla birlikte bütün bir orduyu tutuşturacak kıvılcımdı. O
nedenle, Pardo Zancada'nın eylemi çok tehlikeliydi; başka bir
nedenle de öyleydi. 23 Şubat darbesi, Milans'ın koroutası altında
yürütülüyor olsa da, Pardo Zancada'nın San Martin'le bağlantılı ya
da San Martin'in koroutası altındaki -Manuel Fernandez-Monzon
Altolaguirre imzalı, Yürütülmekte Olan Operasyonların Panora­
ması başlıklı rapora göre, başkanlık sistemine dayalı bir cumhuriyet
ya da askeri bir yönetim kurma amacıyla aylardır darbe hazırlığı
yapan- bir grup albayla ilişki kurmuş olması muhtemeldi; San
Martin ve Pardo Zancada, Arınada ile Milans'ın monarşist dar­
besine son anda katılmışlardı, şimdi onların teşebbüsü hüsranla

429
sonuçlandığına göre, hüküm süren gerginliğin, belirsizliğin ve
kaosun ortasında, allıayların darbesi tek seçenek gibi görülüyor
olabilirdi. Pardo Zancada'nın eylemi, operasyonu etkili bir hale
getiremese de, örgütleyicilerini, suç ortaklarını, örgütleyicilerinin
sempatizanlarını etkileyip darbe teşebbüsünün içerisine çekecek,
Milans'ı ve diğer mareşalleri, artık Kral'ın yanında değil, karşısında
olan darbeye katılmaya zorlayacaktı.
Sabaha karşı saat bir buçukta, bu doğaçtan dürtüşün darbecileri
zafere ulaştıracak ölçüde güçlü olduğunu düşünen pek az insan
olsa da, Pardo Zancada'nın Temsilciler Meclisi'ndeki ilk anları,
bu karamsar kestirimi teyit eder nitelikteydi. Tejero ile Arınada
arasındaki pazarlık fıyaskoyla sonuçlanmış, müsadere istenilen
sonuca ulaşamamıştı; geçen her dakika, ordunun yardımiarına
koşma ihtimalini azaltıyordu; birliğin gelişi, bütün bunların yılgın­
lığa sürüklemiş olduğu darbeci jandarmaların moralini yükseltti.
Onlara Brunete'nin nihayet darbeye katıldığını ve bu müfrezenin
yalnızca beklenen genel hareketin köprübaşı olduğunu düşün­
dürerek moral aşılamasının yanı sıra, Tejero'nun emrine girer
girmez diğer birliklerin ayaklanmasını organize etmeye koyul­
du Pardo Zancada: Elinde karargahtan aldığı telefon rehberi,
görüşmesi dışarıdan ikide bir kesildiği için telefonların arasında
mekik dokuyarak, -yeni binanın alt katındaki bir odadan, telefon
santralından, basın locasından- Brunete'de biriikiere kumanda
eden bir yığın subayla konuştu; karargahtan aradığı San Martin'e
rapor verdikten sonra II. Mekanize Tugay'dan Aıbay Centeno
Estevez, Uçaksavar Topçu Birliği'nden Yarbay Fernando Pardo de
Santayana, XII. Zırhlı Tugay'dan Albay Pontijas ve 14. Villaviciosa
Süvari Alayı'ndan Yarbay Santa Pau Corzan'ı aradı. Hepsiyle aşağı
yukarı aynı şeyleri konuştu: Önce ne yaptığını anlatıyor, sonra
onları kendisinin yolunu izlemeye zorluyor, birçok kişinin kendisi
gibi yapmak üzere hazırlanmakta olduğunu, yapmaları gereken

430
tek şeyin, darbenin önünün alınamaması için bir tankı Carrera
de San Jer6nimo'ya yerleştirmekten ibaret olduğunu söylüyordu.
Onun ateşli konuşmasına verilen tepkiler, Pardo de Santayana'nın
yenilgiye boyun eğişiyle Santa Pau Corzan'ın coşkusu ("Merak
etme, Ricardo! Senin göt üstü oturmana izin vermeyeceğiz! Sizin
yanınızdayız!")ı arasında salınıyordu. Milans, sabaha karşı saat üç
buçukta Temsilciler Meclisi'ni arayıp başkaldıran Villaviciosa ve
Pavia süvari alaylarının Carrera de San Jer6nimo'ya doğru gitmekte
olduklarını söylediğinde, Pardo Zancada'nın çabaları semeresini
vermiş gibi görünüyordu. Doğru değildi bu, ama Yarbay De Meer
ve Albay Valencia Rem6n'un sabahın erken saatlerinde tankları
kışladan çıkarmalarına ramak kalmıştı; Brunete'deki birkaç birliğin
Pardo Zancada'nın yolunu izlemesine de ramak kalmıştı. Onların
hareketsiz kalmaları, Pardo Zancada'nın darbecilerin gerekçelerini
özetleyen manifestonun yayımlanması girişiminin hüsranla sonuç­
lanmasıyla bağlantılıydı: El Alcdzar, o manifestonun sayfalarında
yer alması talebini reddetti; La voz de Madrid radyosu, yayımla­
mamak için teknik nedenleri bahane etti; böylece, ülke çapında
silah arkadaşlarının kararsızlığını alt etmek için kullanabileceği en
önemli propaganda aracından yoksun kaldı Pardo Zancada.
Bu çifte aksilikten az sonra, Valensiya'yı arayıp Milans'la konuş­
tu. O gece yaptıkları son konuşmaydı; Binbaşı'nın bundan haberi
olmasa da, darbenin kaçınılmaz sona yaklaştığını kaç saat önceden
biliyordu Milans. Kral'ın televizyonda görünüp mesajını vermesin­
den ve Tejero'nun Temsilciler Meclisi'nin yeni binasındaki odadan
ona itaat etmeyi reddederek ılımlı darbenin hüsranını tescil etme­
sinden birkaç dakika sonra, Zarzuela'dan, dramatik bir biçimde
isyanı sona erdirmeye zorlayan bir teleks mesajı almıştı Milans. O
mesajda, anayasal düzeni koruma kararlılığını yindedikten sonra,

1 Pardo Zancada, 23-F. La pieza quefo/ta, s. 324.

431
"Hiçbir darbe Kral'a sığınamaz, her darbe Kral'a karşıdır. Harekete
geçirmiş olduğun bütün birlikleri geri çekmeni emrediyorum,"
diyordu Kral. Sonra, "Tejero'ya eylemine derhal son vermesini
söylemeni emrediyorum," diye ekliyordu. Nihayet, "Yemin ederim
ki, ne tahttan feragat edeceğim, ne de İspanya'yı terk edeceğim.
Ayaklanan herkes, yeni bir iç savaşı kışkırtmaya hazır demektir ve
bunun sorumluluğunu üstlenmiş olacaktır," diye bitiriyordu. Bu
ültimatom Milans'ın direncini kırmış gibi görünüyordu; mesajı
alır almaz, hareketlenmiş olan bütün birliklerine kışlaya dönme
talimatı verdi; ama Valensiya Garnizonu'ndaki gerginlik daha saat­
lerce sürecekti; bunun bir nedeni, Ordu Karargahı'ndaki General
Gabeiras'ın Garnizon Komutanı'nın tutuklanması yolundaki başa­
rısız girişimleri olsa da, daha önemli başka bir nedeni daha vardı:
Sanki gecikmiş bir desteğin darbecileri zafere ulaştırmasını bek­
liyormuş ya da Temsilciler Meclisi'ne kendisinin tıkıştırdığı onca
insanı kaderine terk etmekten utanıyormuş gibi, kuşkular içinde
kıvranıyordu Milans. Başka hiç kimse destek vermedi, kimse Kral'a
itaatsizlik etmeye cesaret edemedi, San Martine bağlı ya da San
Martin'le bağlantılı albaylar, daha uygun bir fırsat kollamak üzere
pusmaya karar verdiler, Tejero ve Pardo Zancada için hiçbir şey
yapamayacağı (ya da onlar için yapabileceği en iyi şeyin, müsade­
reye son verip teslim olmalarını sağlamak üzere onları terk etmek
olduğu) kanısına varan Milans, yenilgiyi kabul etti. O gece yaptık­
ları son telefon görüşmesinde, sonunda hiçbir garnizonun darbeyi
desteklemediğini, birlikleri kışlalarına geri çektiğini, olağanüstü
hal ilan eden tebliği yürürlükten kaldırdığını söyledi Pardo Zanca­
da'ya; sonra, Tejero'yu, Arınada'nın ona yaptığı, onunsa birkaç saat
önce reddettiği teklifi kabul etmesi için ikna etmesi gerektiğini
ekledi. O an için, beyhude olmasının yanı sıra, saçma bir İstekti bu;
ikisi de, beyhude ve saçma olduğunu biliyordu. "Generalim," dedi
Pardo Zancada. "Doğrudan kendiniz konuşmak istemez misiniz

432
Yarbay'la?" "Hayır," diye yanıtladı Milans. "Onunla sen konuş."
"Emredersiniz, Generalim!" dedi Pardo Zancada. "Benden iste­
diğiniz başka bir şey var mı?" diye sordu sonra. "Yok, Pardo," dedi
Milans. "Sevgiyle kuc aklıyorum seni."
24 Şubat günü, sabahın dört buçuğuydu, darbe hala sona
ermemiş, ama niteliği kesin bir biçimde değişmişti: O ana kadar,
siyasi ve askeri bir sorundu; ama Arınada ile Milans'ın ılımlı dar­
besinin ve Tejero'_nun şiddet yanlısı darbesinin yönünü değiştirme
girişiminin hüsranla sonuçlandığı o andan itibaren, yalnızca genel
asayiş sorunuydu: Hükümetin ve milletvekillerinin müsarederesine,
şiddete başvurulmaksızın son verilmesini sağlamanın bir yolunun
bulunması gerekiyordu. Sabahın o erken saatinde -Kral'ın televiz­
yonda görünmesiyle darbecilerin hüsrana uğradığını sezinleyene
kadar sessizliğe gömülmüş olan siyasi kurumlar, sendikalar, meslek
odaları, özerk yönetimler, belediyeler, elçilikler, basın kuruluşları ve
bütün bir ülkeden gelen kınama mesajları sular seller gibi akınaya
koyulunca- Temsilciler Meclisi'nin içinde, teslim olma eğilimi
olgunlaşmaya başlamıştı; en azından binayı kordon altına alanların
düşüncesi bu yöndeydi; katliam olabileceği endişesiyle özel ope­
rasyon biriminin binaya girmesi fikrinden vazgeçmişler, dışarıdan
destek gelmedikçe işgalcilerin direncinin kırılacağını düşünerek
beklerneye koyulmuşlardı. Temsilciler Meclisi'nin odalarında tecrit
edilmiş olan parti liderleri dışındaki milletvekilleri, geceyi, toplantı
salonunda, orada yalnız bırakıldıkları için moral çöküntüsüne uğra­
yan, müsaderenin başındaki aşağılayıcı hakaretlerini unutmaları
için onlara gitgide daha fazla ilgi gösteren yorgun, rehavete kapıl­
mış, bu uzun ve zahmetli işe bulaştırıldığı, bulaştırılmasına izin
verdiği için gitgide daha fazla pişmanlık duyan, kendilerini bekle­
yen akıbetten gitgide daha fazla korkan, her şeyin bir an önce sona
ermesi için gitgide daha fazla sabırsızianan jandarmaların gözetimi
altında sigara içerek, uyuklayarak, birbiriyle çelişen haberleri değiş

433
tokuş ederek, zaman ilerledikçe darbenin hüsrana uğrayacağına
kesin gözle bakarak geçirmişlerdi.
Şafak sökerken, isyancıların teslim olma koşullarını müzakere
etme girişimleri belirmeye başladı. İlki, Madrid Garnizonu'ndan
(belki de Zarzuela'dan) geliyordu, sonuçlandırmakla görevlendirilen
kişi, Albay San Martin'di; ikincisi, Ordu Karargahı'ndan geliyordu,
sonuçlandırmakla görevlendirilen kişi, Yarbay Eduardo Fuentes
Gomez de Salazar'dı. İki girişim de, Pardo Zançada'yı Temsilciler
Meclisi'nden çıkarmanın peşindeydi (Pardo Zancada oradan çıkar­
sa, Tejero'nun onu izlemekte gecikrneyeceği düşünülüyordu); San
Martin, onun arkadaşı ve üstü olduğu için, bunu en iyi başarabile­
cek kişi gibi gözükse de, belki de -birçok insanın düşündüğü gibi­
darbeye bulaşmış olduğu için, ilk girişim başarısızlıkla sonuçlandı;
ikinci girişim öyle olmadı. Yarbay Fuentes, Ordu Karargahı Dış
istihbarat Tümeni'nde görevliydi ve Pardo Zancada'nın eski arka­
daşıydı. İkisi de, Amiral Carrero Blanco'nun istihbarat servisinde,
San Martin'in emrinde çalışıyorlardı; ikisi de, askeri Reconquista
dergisinin yazı kurulunda yer alıyor, aynı radikal görüşü paylaşıyor­
lardı; o gece, birçok kez telefon görüşmesi yapmış, karşılıklı vaaz
vermişlerdi; Fuentes, sabah saat sekize doğru, arkadaşının Temsil­
ciler Meclisi'nde kalışının mantıksız bir şey olduğunu düşünerek,
görüşüp onu kararından vazgeçirmek için üstlerinden izin almaya
yeltenmiş, Ordu Karargahında onun yaklaşımı benimsenince ken­
disine izin verilmişti. Hotel Palace'deki kordonun kumanda mer­
kezine geldiğinde, General Araruhuru Topete ve General Saenz de
Santamaria ile görüştü; yalnızca aklına yatan teslim olma koşulları­
nı kabul etmesini istediler ondan. Saat dokuz sularında, Temsilciler
Meclisi'nin demir kapısının önünde bekleyen jandarmaların yanına
gitti, Pardo Zancada ile görüşmek istediğini söyledi.
Böylece darbenin son bölümünün açılışı yapıldı. Ülke birkaç
saat önce uyandığında, kendisini gecikmiş darbe karşıtı coşku

434
selinin ortasında bulmuştu: İlk sayfalarında çarpıcı manşederle
Kral'a ve anayasaya hayranlıklarını belirtip darbecileri lanedeyen
gazetelerin özel baskıları yok satıyordu. Zarzuela ve geçici yöne­
tim tarafından yapılan normalleşme çağrılarının ardından bütün
şehirlerin sokaklarında olağan bir kış sabahı koşuşturması başla­
mıştı; ama Madrid'de gece boyunca aşırı sağcı çeteler tarafından
taciz edilen dört binden fazla insan, Carrera de San Jer6nimo'ya
üşüşmüş, demokrasi ve özgürlük sloganları atıyordu. O sırada,
Temsilciler Meclisi'ndeki duruma zar zor hakim olabiliyordu
isyancılar; milletvekilleri, saat sekize doğru kendilerine teklif edilen
-süt, peynir ve jambondan ibaret- kahvaltıyı, yüksek sesle protes­
to ederek reddetmişlerdi; jandarmalar, saat dokuza doğru, başını
Manuel Fraga'nın çektiği, onun arkadaşlarının katıldığı ayaklanma
girişimini silah tehdidiyle bastırmışlardı; Tejero'nun milletvekille­
rinin çıkışına izin vermesine ve onlarca jandarmanın yeni binadaki
basın odasının penceresinden Carrera de San Jer6nimo'ya adayarak
teslim olmasına daha bir saat vardı. Bu bozgun sinyalleri, Yarbay
Fuentes'in, birkaç saat önce girişimde bulunan San Martin'in
aksine, karşısında teslim olmaya meyyal bir Pardo Zancada buldu­
ğunu gösteriyordu. Ama uzun ve yorucu bir müzakere oldu. Pardo
Zancada, Temsilciler Meclisi'nden Tejero ile aynı zamanda, birliği­
nin başında çıkmayı, Brunete karargahında teslim olmayı, kendisi
dışında, birliğinden hiç kimsenin olanlardan sorumlu tutulmama­
sını, dışarı çıkış anında hiçbir fotoğrafçı ve televizyon kamerasının
olmamasını talep etti. Bir tanesi dışında, bütün koşulların makul
olduğunu düşündü Fuentes: Yüzbaşılar serbest bırakılamazdı,
bunu reddetti. "Anlaştık," diye yanıdadı Pardo. "Öyleyse teğmen­
ler ve asdarı serbest kalacak." Fuentes, Hotel Palace'ye gitmek
üzere oradan ayrıldı; oteldekiler, onun uygun gördüğü koşulları
hemen kabul ettiler, Ordu Karargahı'ndaki Gabeiras da kabul etti.
Fuentes, bu kez Tejero'yu ikna etmek üzere Temsilciler Meclisi'ne

435
döndü. Subayları ve erieriyle görüştükten sonra, Pardo Zancada'nın
ileri sürdüğü koşulların kendisi için de uygun olduğunu söyledi
Tejero; ama bazı koşullarda değişiklik yaptı, bazı yeni koşullar
ekledi; ekiediği koşullardan biri, anlaşmayı General Arınada'nın
bizzat teyit etmesiydi. Fuentes, hepsini bir kağıda not etti, yeniden
Hotel Palace'ye gitmek üzere dışarı çıktığında, General Araroburu
Topete ile -müzakereyi takviye etmesi için oraya çağrılan- Gene­
ral Arınada'nın birkaç metre ötede beklemekte olduklarını gördü.
Gizli görüşmeler yapıldı, Temsilciler Meclisi ile Hotel Palace ara­
sında mekik dokundu, sonunda saat on bir buçuğa doğru, teslim
olma formaliteleri tamamlandı: Yeni binayı eski binadan ayıran
avluda, Pardo Zancada'nın Land-Rover'larından birinin üzerinde,
Pardo Zancada, Tejero, Fuentes, Araroburu Topete ve General
Arınada'nın hazır bulunduğu görüşmede, Fuentes'in üzerine not
aldığı kağıdı imzalayarak anlaşma koşullarına uyulacağının garan­
tisini verdi Armada. ı Yarım saat sonra, Temsilciler Meclisi'nin tah­
liyesi başladı. Tahliye, düzenli bir biçimde gerçekleştirildi: Meclis
başkanı, yönetmeliğe uygun bir biçimde, oturumu erteledi; millet­
vekilleri, sıra oldular; avluya çıktıklarında, son kez aşağılandılar:
Hotel Palace'nin kapısında bekleyen kalabalığın bakışları altında
Carrera de San Jeronimo caddesine çıkıp özgürlüğe adım atmadan
önce, Pardo Zancada'nın üçerli sıralar halinde dizdiği askerlerinin
önünden geçmek zorunda kaldılar.
Çıkan ilk parlamenterlerden biri, Adolfo Suarez'di. Tek başı­
na, avluda diziimiş olan askerlere aldırış etmeksizin hızlıca çıktı,
ama demir kapıyı geçip makam arabasına yöneldiğinde, General
Arınada'nın mevcudiyetini fark etti. Kapatıldığı hizmetli odasında
o uzun saatlerio geçmesini beklerken, bir ara, Kral'ın eski sekrete­
rinin müsadereye son vermek üzere görüşme yaptığını duymuştu;

1 Pardo Zancada, 23-F. La pieza quefo/ta, s. 425.

436
ona doğru yöneldi Suarez, coşkuyla selamladı onu, kucaklar gibi
yaptı, daima potansiyel darbeci olarak gördüğü, son dönemde
hükümete karşı yürütülen hileli siyasi operasyonların teşvikçisi
olduğuna kanaat getirdiği adamın sonunda kendisini özgürlüğe
kavuşturduğunu, darbeyi hüsrana uğrattığını düşündü. Diğer mil­
letvekilleri de Suarez'i izlediler; onların arasında General Guiterrez
Mellado da vardı; daha sonra, neredeyse hepsi, onların coşkusuyla
baş etmeye çalışan General Arınada'nın kanı büsbütün çekilmiş
suratını hatırlayacaktı. Salı sabahıydı, dondurucu bir soğuk vardı,
puslu bir gündü, saat tam on ikiydi. İspanya tarihinin son yarım
yüzyılının en bulanık, en belirleyici on yedi buçuk saati geçmiş, 23
Şubat darbesi sona ermişti.

437
Sondeyiş
Bir Romanın Öndeyişi

23 Şubat darbesinin s anıkları, ı 982 yılının ı 9 Şubat ile 3


Haziran tarihleri arasında, Madrid yakınlarında askeri bir yerleşim
bölgesi olan Campamento'daki Ordu CoğrafYa Servisi'nin kağıt
deposunda, sıkı güvenlik önlemleri alınarak, tutuklu yakınları,
avukatlar, gazeteciler, askeri komisyon yetkilileri, davetliler ve göz­
lemcilerle dolu bir salonda bütün gün süren oturumlada yargılan­
dılar. Mahkeme heyeti, askeri yargının en üst makamı olan Yüksek
Askeri Adalet Mahkemesi'ne bağlı otuz üç subaydan oluşuyordu;
yargılananlar da -biri sivil, diğerleri asker- otuz üç kişiydi. Dar­
beye bulaşanların sayısı dikkate alındığında, gülünç geliyordu bu
rakam. Aradaki farkın nedeni ortadaydı: Darbe girişiminden üç
gün sonra, özel bir yargıç bu olayı soruşturmalda görevlendiril­
miş, Leopoldo Calvo Sotelo kabinesi, hazırlık soruşturmasının
yürütüldüğü dört ay boyunca, sanık sayısını mümkün olduğunca

438
azahabilrnek için elinden gelen her şeyi yapmıştı; çünkü darbe
sonrasında sendeleyen demokrasinin, yüzlerce üst rütbeli subayın
mahkeme salonlarında yapacağı resmi geçide, onlarla suç ortaklığı
yapan sivillerin -egemen sınıfın, bilerek ya da bilmeden darbenin
plasentasının hazırlanmasına katkıda bulunmuş birçok üyesini
devreye sokabilecek- hassas bir kovuşturmaya tabi tutulmasına
mukavemet ederneyeceği ni düşünüyorlardı. Darbeyle duruşma­
nın birinci eelsesi arasındaki dönemde, kışlalarda ve aşırı sağcı
gazetelerde, darbecileri aklamak için tertiplenen Kral'ı suçlama
kampanyası gitgide yoğunluk kazanmış, bazı sanıklar, duruşma­
nın yapılmayacağı umudunu beslerneye başlamışlardı; Başbakan,
duruşmanın görülmeye başlamasından kısa bir süre önce, belli başlı
gazetelerin yöneticileriyle bir toplantı yapmış, onlardan askerleri
ineitici haber yayımlanmamasını, gazete sayfalarının istemeden
darbecilerin propaganda aracına dönüştürülmemesini, duruşma
salonunda olan bitenlerin mümkün olduğunca alçak bir tonda,
fazlaca dikkat çekmeksizin rapor edilmesini istemişti. Duruşma
yapıldı, sanıkların beklentileri boşa çıktı; gazeteler, hükümetin
istediği otosansürü reddettiler. Halka açık sorgulamanın sürdü­
rüldüğü üç ayı aşkın süre boyunca, İspanyollar, her gün darbeyle
ilgili ayrıntılı bilgiler edindiler, darbecilerin söylediği her şeyi dalga
dalga yayan bir amplifıkatör işlevi gördüler; ama hükümetin kork­
tuğu şey gerçekleşmedi, kayıtsız koşulsuz destekleyicileri indinde
itibar kazansalar da, çoğunluğun indinde büyük bir itibar kaybına
uğradı darbeciler.
İspanya tarihinin en uzun yargılamasıydı. Çünkü hakimler ve
sanıklar askerdi ve ordu, endogamiyi titizlikle gözeten bir kurum­
du, dolayısıyla neredeyse imkansız bir duruşmaydı: Yargılayanlada
yargılananlar, aynı amaçları, aynı yaşam alanını paylaşıyorlardı;
eşleri arkadaştı, aynı kantinden alışveriş ediyorlardı; çocukla­
rı arkadaştı, aynı okullarda okuyorlardı; yargılayanların kimisi

439
yargılananların, yargılananların kimisi de yargılayanların yerinde
olabilirdi. Darbeciler, avukatları ve yakınları, ilk andan itibaren,
duruşma salonunu ve çevresini iğrenç bir karnaval alanına çevir­
ıneye kalktılar ve büyük ölçüde başarılı oldular: Toplu protesto,
bağırtı, alkış, hakaret, tehdit, dışarı atma, müdahale ve provokas­
yon, her oturumda tanık olunan şeylerdi; sanıklar ve avukatları,
gün geçtikçe daha da küstahlaşıyor, gitgide daha fazla diklenerek
mahkeme heyetini sindiriyorlardı; öyle ki, maruz kaldığı ağır
baskıya katlanmaya, darbecilerin kabadayılığını kontrol altında
tutmaya çalışırken zayıf düşen mahkeme heyeti başkanı, karar
öncesindeki mütalaa aşamasında değiştirildi. İlk andan itibaren
apaçık ortada olan bir şey daha vardı: Savunma stratejisi, sanık­
ları iki karşıt gruba bölmüştü. Bunlardan ilkini, General Armada,
Binbaşı Cortina ve Cortina'nın AOME'deki astı Yüzbaşı Gomez
Iglesias; ikincisini ise, başta General Milans ve Yarbay Tejero
olmak üzere, diğerleri oluşturuyordu. İlk gruptakiler, kendilerine
isnat edilen askeri ayaklanma suçuyla Hintili bir savunma yapmak­
la yetinip kendilerini darbeden ve diğer sanıklardan ayrı tutmaya
çalıştılar; buna karşılık ikinci gruptakiler -hiçbir şey gizlemeksizin
bütün sorumluluğu üstlenen Pardo Zancada hariç-, kendilerini ilk
gruptakilerle -ve onların üzerinden Kral'la- ilişkilendirerek, askeri
davayı siyasi bir duruşmaya dönüştürmeyi, kendilerini Kral' ın
talimatları doğrultusunda hareket eden Arınada'nın emrinde,
çürümüş bir siyasi rejimin ve siyasetçi takımının yozlaştırdığı
ülkeyi kurtarmak amacıyla faaliyet gösteren onurlu insanlar olarak
sunmayı hedeflediler; emre itaat ettikleri için askeri düzlemde,
olağanüstü koşullar nedeniyle de siyasi düzlemde aklanacaklardı
böylece. Bu savunma, hukuki açıdan mantıklı gibi görünüyordu:
Kumpas kurdukları toplantılarda, Armada, Milans'a doğruyu söy­
lediyse eğer, darbe Kral' ın istediği bir operasyonsa, yaptıkları şey
Arınada ve Milans üzerinden Kral'a itaat etmekten ibaret olduğu

440
için, sanıklar suçlu olmayacaklardı; yok eğer Armada, Milans'a
yalan söylediyse, Kral darbe yapılmasını istemediyse, yegane suçlu
Arınada olacaktı. Hukuki açıdan mantıklı gibi görünse de, aslında
çelişkili ve saçma sapan bir savunmaydı: Çelişkiliydi, çünkü emre
itaat ettikleri için askeri düzlemde aklanma, olağanüstü koşullar
nedeniyle siyasi düzlemde aklanmayı hükümsüz kılıyordu; dar­
beciler eğer ülkenin durumunu bildikleri için darbenin gerekli ve
kaçınılmaz olduğunu düşündülerse, Kral'ın emirlerine safça, körü
körüne itaat etmiş olamazlardı. Öte yandan, saçma sapandı, çünkü
Temsilciler Meclisi'ni basmak, Valensiya'yı tanklada işgal etmek
gibi düpedüz yasaya aykırı eylemleri emre itaat zorunluluğu çer­
çevesinde değerlendiriyordu. Böylece dava, ileri sürülen çelişik ve
saçma sapan argümanlarla, yalan dolan festivaline dönüştü. Pardo
Zancada dışında, hiçbiri söylemesi gereken şeyi söylemedi: Yapmış
oldukları şeyi, yapmaları gerektiğine inandıkları için yapmışlardı;
Milans'ın, Armada'nın, Kral'ın buyruklarına bağlamaya çalışarak
sorumluluğunu savuşturmaya çalıştıkları şey, yapmak zorunda
oldukları, er geç yapacakları, silah arkadaşlarının ne zamandır
yapılmasını arzu ettikleri şeydi.
İlk celsede, darbenin asıl kahramanları, nasılsalar öyle davran­
dılar: Tejero, vicdanen rahat, vahşi bir hödük; Milans, üniformalı,
küstah bir korsan; Arınada, milyoner, riyakar bir saraylıydı: Kral'ı
ele vermesini ya da yalan söylediğini kabul etmesini isteyen sanık
sandalyesindeki silah arkadaşları tarafından tecrit ediliyor, aşağıla­
nıyordu; bir taraftan Kral'ın bu işe bulaşmış olduğunu reddediyor,
öte yandan Kral'a sadakatini ilan edişiyle ve sessizliğiyle, Kral'ı
koruduğunu ihsas ediyordu. Binbaşı Cortina'ya gelince, sanıkların
en zekisi olduğunu göstermişti: Kendisine yöneltilen bütün suçla­
maları boşa çıkardı; savcının ve savunma avukatlarının önüne ser­
diği hiçbir tuzağa düşmedi; El Pais'in duruşmayı izlemekle görevli
muhabiri Martin Prieto'nun ifadesiyle, kendisini sorgulayanları,

441
"insanoğlunun taşıyabileceği en büyük ıstıraba" gark etmişti. ı Son
günler, Armada, Cortina ve Gômez Iglesias için hayli sıkıntılı geçti.
Aylarca çok önemli bir soruna yol açmadan birlikte kalmışlardı
Coğrafya Servisi'nin misafırhanesinde; ama karar günü yaklaşıp
neredeyse hepsinin hüküm giyeceği anlaşılınca, iki grup arasındaki
ilişkilerin iler tutar yeri kalmadı; Tejero'nun, sabah oturumunun
sonunda Cortina'ya saldırdığı gün, mahkeme heyeti, üç geçimsizi,
korumak için misafirhanenin tecrit edilmiş bir bölümüne kapattı.
Nihayet 3 Haziran günü karar açıklandı: Tejero ve Milans otuz yıl
hapis cezasına mahkum edildiler; verebilecekleri en yüksek cezaydı
bu. Arınada'ya ise, tıpkı Torres Rojas ve Pardo Zancada gibi, yal­
nızca altı yıl verdiler; diğer komutanlar ve subaylar, bir ile beş yıl
arasında hapis cezası aldılar. Brunete'li bir yüzbaşı ile Temsilciler
Meclisi'ne kadar Tejero'ya eşlik eden bir yüzbaşı ve dokuz teğme­
nin yanı sıra, Cortina da heraat etti. Müsamahakar bir yargılama
değildi, yeni bir darbeye davetiye çıkaran bir yargılamaydı; hükü­
met, kararı Yargıtay'a götürdü. Daha bir yıl dolmadan, son karar
mercii, cezaları kesinleştirdi; sanıkların çoğunun cezası, en az ikiye
katlandı: Arınada'nın cezası altı yıldan otuz yıla, Torres Rojas ve
Pardo Zancada'nın cezaları altı yıldan on iki yıla, Ibarıez Ingles'inki
beş yıldan on yıla, San Martin'inki üç yıldan on yıla çıkarıldı; ilk
duruşmada heraat eden, Temsilciler Meclisi baskınına katılan teğ­
menler de ceza aldılar. Hükümet, Cortina ile diğer iki yüzbaşının
heraat kararları için başvuruda bulunmamıştı; Milans ve Tejero'nun
otuz yıllık hapis cezaları ise onaylandı.2
Belki bu haliyle bile hafı.fti cezalar, ama artık başvurulacak
başka bir yer kalmamıştı; cezaların Yargıtay'ca kesinleştirilmesin­
den kısa bir süre sonra, darbedler cezaevinden çıkmaya başladılar.

1 Martin Prieto, Tecnica de un golpe de estado, s. 387.


2 Fernandez LOpez, Diecisiete horas y media, s. 195-198.

442
Kimisi ordudan uzaklaştırıldı, ama orduda kalabilecek durumda
olanların neredeyse hepsi görevlerine döndüler; Temsilciler Mec­
lisi'ni tarayan, General Gutierrez Mellado'yu tartaklayan jandarma
ve astsubayları ise yargılama yoluna bile gitmediler. Darbeden
sonra kariyerinde ilerleyen subaylar oldu: Kayıtta Adolfo Suarez'in
karşısında -muhtemelen onu azarlarken ya da aşağılarken-gördü­
ğümüz Teğmen Manuel Boza, on iki ay cezaevinde yattıktan sonra
görevine döndü; daha sonraki yıllarda, olağanüstü gayreti ve örnek
davranışları nedeniyle şu madalyalada taltif edildi: Cruz al Merito
de la Guardia Civil, Real Orden de San Hermenegildo ve Enco­
mienda de San Hermenegildo; 23 Şubat akşamı, darbe aşkı kendi­
sini uyumak için birkaç saatliğine eve gitmekten alıkoymayan, daha
sonra yokluğunu hissettirmeden geri dönüp ortların arasına karışan
Yüzbaşı Juan Perez de la Lastra da cezasını tamamladıktan sonra
jandarma birliğine geri döndü, ı 996'da albay rütbesiyle emekli
oldu, darbeden sonra aldığı şeref madalyaları yanına lcir kaldı:
Cruz de San Hermenegildo, Encomienda de San Hermenegildo
ve Placa de San Hermenegildo. Ülkenin minnettarlığı.
23 Şubat'ın asıl sorumluları daha geç çıktılar cezaevinden;
kimisi öldü. Özgürlüğüne en son kavuşan, Yarbay Tejero'ydu. Dar­
beden bir yıl sonra, beyhude bir çabayla, adı Solidaridad Espafıola
olan kısa ömürlü bir partiyle seçimlere katılmaya yeltendi. Parti­
nin seçim kampanyası sloganı şöyleydi: "Vereceğin oyla Tejero'yu
Temsilciler Meclisi'ne sok." Arkadaşlarının çoğu gibi, tutukluluk
döneminde, bazı cezaevi yöneticileri tarafından ağırlanarak rahat
bir hayat sürdü, aşırı sağın ikonuna dönüştü. Ama ı 996'da cezae­
vinden çıktığında, artık yalnızca bir pop ikonuydu. O andan itiba­
ren, bilinen faaliyetleri, kimsenin satın almadığı resimler yapmak,
gazete yöneticilerine kimsenin okumadığı mektuplar yazmak ve
her yıl şubat ayında kahramanlığını kutlamaktan ibaretti. Milans,
ı997 Temmuzu'nda, Madrid'de öldü, Frankocu savaş kahramanı

443
geçmişinin beşiği olan Aleazar de Toledo'da toprağa verildi; tıpkı
Tejero gibi, 23 Şubat'ı organize etmiş olmaktan hiçbir zaman piş­
manlık duymadı, ama monarşizmi ebediyen terk etti. Cezaevinde
geçirdiği yıllar boyunca, -2 Haziran 1985'te, askeri bir törende ordu
üst yönetimini, Başbakan'ı ve Kraliyet ailesini öldürmeyi planlayan
hareket de dahil olmak üzere- her yeni darbe girişimini teşvik
etti ve kutsadı. Buna karşılık, Armada, monarşistliği bırakmadı,
en azından öyle söyledi, yaptığı sayısız açıklamada ve riyakirca
kaleme alınmış iç bayıcı anılarında, Kral'ın darbedeki rolüne ilişkin
ikircikliliğini beslerneye devam etti. Sosyalist hükümet, 1988'in
sonlarında cezasını bağışladı. O andan itibaren, hayatını Mad­
rid'deki eviyle La Corufıa'ya bağlı Santa Cruz de Rivadulla'daki
aristokratik, barak malilcine arasında geçirdi; o malilcinenin çiçek
bahçesinde, bizzat kendisi ilgilenerek, binlerce kamelya yetiştirdi.
Cortina'ya gelince, onun darbeden sonraki hayatı daha ayrıntılı bir
açıklamayı hak ediyor.
14 Haziran 1982 sabahı, Askeri Adalet Mahkemesi'nin istihba­
ratçı Binbaşı'yı heraat ettiren kararı açıklamasından yaklaşık bir ay
sonra, AOME'nin dört gizli merkezi, dört güçlü patlayıcı dolguyla
havaya uçuruldu. Bombaların aynı anda patiatıldığı bu eşzamarılı
operasyonda ölen olmadı. Ertesi gün, medya, patlamaları ETA'nın
yeni bir terör saldırısı olarak değerlendirdi. Bu, doğru değildi: ETA,
eylemi üstlenmemişti; ayrıca, böyle bir eylem yalnızca AOME
üyelerinin sızdırdığı bilgiye dayanarak gerçekleştirilebilirdi. Kimi­
leri, çok sayıda askerin yargılanmasının, ordunun itibarlı subayla­
rının cezalandırılmasının yarattığı muazzam gerginliğin etkisinde
kalarak, yeni bir darbe girişiminin işareti olarak değerlendirdiler
bu dörtlü saldırıyı; onlara göre, bu kez darbeyi organize edenlere
bulaşmaması için uyarılıyordu CESID. Ama büyük bir olasılıkla
daha kişisel bir uyarıydı: Birçok asker ve jandarma, 23 Şubat günü
darbenin yanında yer almadığı, elinden gelen her şeyi yaparak onu

444
durdurmaya çalıştığı için çok öfkeliydiler CESID'e; ama darbeci­
leri maceraya sürükleyen, onları yarı yolda terk eden, buna rağmen
davadan ceza almadan sıyrılan Cortina'ya çok daha fazla öfkeliy­
diler. Bu meşum olay ve kimi tarihlerle yerlerin çakışıyor olması,
bir yıl sonra, 27 Temmuz ı 983'te vuku bulan bir olayın doğurduğu
kuşkuları açıklıyordu. O gün, Yargıtay'ın, 23 Şubat'tan yargılanan
sanıkların çoğunun cezasını ikiye katiayarak kesinleştirmesinden
birkaç ay sonra, Cortina'nın babası, evinde çıkan bir yangında
kavrularak öldü; yangının çıktığı koşullar -sözgelimi akşamüzeri
saat dörtte, Cortina'nın babası uyurken çıkması- bir yana, o evin,
Tejero'nun darbe öncesinde Binbaşı'yla buluşup görüştüğü mekan
olması, intikam varsayımını pekiştiriyordu. Cortina ve müfettişler,
olayı elektriğin kısa devre yapmış olmasına bağladılar. Buna kimseyi
inandıramadılar; ama her zaman inandırıcı değildir zaten gerçeklik.
Duruşmadan sonra orduya döndü Cortina, ama bir daha istihbarat
servislerinde görevlendirilmedi. Geri dönüşünden itibaren yalnızca
lojistik hizmetlerde çalıştı. Üzerindeki kuşkuları gidermeyi hiçbir
zaman başaramadı; kötü şöhreti hiçbir yerde peşini bırakmadı.
Orduda, son yıllarda onun isminin bir şekilde devreye girmediği
hiçbir skandal yoktu. Albaylığa yükseldiği ı 99ı yılında, askeri
operasyonların gizli planlarının basma sızdırılmasını kolaylaştırdığı
gerekçesiyle görevden alındı; isnat edilen görevi ihmal etme suçun­
dan aklandığında, yedeğe alınmasını talep eden dilekçeyi vermişti.
Sonra, bir süre, Başbakan Jose Maria Aznar'ın yardımcılarından
birinin danışmanlığını yaptı. Şimdilerde adı ı2V olan bir lojistik
fırmasının sahibi. Ayrıca aileye ait bir güvenlik şirketinin işleriyle
uğraşıyor. Ben bu kitabı bitirmek üzereyken, seyrelmiş beyaz saçları,
açılmış tepesindeki yaşlılık lekeleri, çerçevesi yaldızlı gözlüğü ve
boksör burnuyla, cana yakın, alaycı, mütemadiyen tebessüm eden,
atletik yapılı bir yaşlıydı. Odasında Kral'ın imzalı bir portresi vardı
ve 23 Şubat'la ilgili tek bir sözcük duymak istemiyordu.

445
2

Darbenin başarısızlığa uğramasından sonra, bazı demokrat


siyasetçi ve gazeteciler, birkaç ay boyunca, darbenin başarısızlığa
uğramadığını, en azından büsbütün hüsranla sonuçlanmadığını
yineleyip durdular. İnsanları, 23 Şubat'tan sonra demokrasinin
büzüşüp küçülmesi tehlikesine karşı uyanık olmaya davet eden
değişmeedi bir sözdü bu. Darbe başarılı olamamıştı, kısmen başa­
rılı da olamamıştı; ama kısa dönemde, darbeciler bazı siyasi amaç­
larına ulaşmış gibi görünüyorlardı.
Kağıt üzerinde, en önemli siyasi amacı neydi darbecilerin?
Arınada ve Cortina için, Arınada ve Cortina gibi düşünenler için
darbenin en önemli siyasi amacı, onlara göre monarşi için tehli­
ke oluşturan demokrasiyi ıslah ederek, kırparak ya da daraltarak
monarşiyi korumak, onun İspanya'da kökleşmesini sağlamaktı (bu,
Milans ve Tejero için, Milans ve Tejero gibi düşünenler için, yani
darbecilerin çoğu için geçerli değildi elbette). Bu önemli amacı
gerçekleştirebiirnek için, başka önemli bir amacı gerçekleştirme­
leri gerekiyordu: Süregelen durumun başsorumlusu olan Adolfo
Smirez'in siyasi kariyerine son vermek. Sonra süregelen durumu
ortadan kaldırmaları gerekiyordu: Şiddet yanlısı, monarşi karşıtı
darbe tehlikesini önlemeleri, terörizmin önünü almaları, Özerklik­
ler Devleti'nin işini bitirmeleri ya da bu konuyu paranteze almaları,
onların iradesine boyun eğdirmeleri, milliyetçi duyguları pekiştir­
meleri, ekonomik krizi sona erdirmeleri, Amerika'yı rahatsız eden,
İspanya'yı Batı dünyasından uzaklaştıran dış siyasete son vermeleri
gerekiyordu; her alanda hoşgörü sınırlarını daraltmalı, siyasetçi
takımına bir ders vermeli, ülkeye kaybetmiş olduğu güveni yeniden
kazandırmalıydılar. 23 Şubat'ın kağıt üzerindeki amaçları buydu.
Darbeyi izleyen dönemde -ülke, korkudan ziyade kuşkuyla darbe­
cilerin yargılanmasını bekleyip yaşananları sindirmeye çalışırken;

446
hükümet ve muhalefet askerleri yatıştırma siyaseti izlerken; birçok
siyasetçi ve gazeteci, askerlerin mukayyet olduğu bir demokrasi
gerçekliğini açığa vururken- bunların bir kısmı hemen gerçek­
leşti. Adolfo Smirez'in siyasi kariyeri, 23 Şubat'taki son gerçek
siyasi eylemiyle, Temsilciler Meclisi toplantı salonunda kurşunlar
etrafında vızıldayıp dururken yerinde kalışıyla sona erdi. Darbe
olmadığında bir biçimde yeniden iktidara gelme olasılığı vardı
Suarez'in; darbe olduğunda, böyle bir olasılık yoktu. Kahramanlara
hayranlık duyabiliyoruz, ricat kahramanıarına da hayranlık duya­
biliyoruz, ama onların bizi yönetmesini istemiyoruz, o nedenle, 23
Şubat'tan sonra, kendisinden arta kalan bir kazazededen, yazarı
öldükten sonra yayımlanan siyasi eserden öte bir şey değildi Suarez.
Darbeden sonra, bütün resmi daireler, bütün belediyelerin balkan­
ları, bütün parti merkezleri, bütün özerk yönetim merkezleri, ulusal
bayrakla bezenmiş; bütün cezaevleri, suç işlerneyi alışkanlık haline
getirenlerle dolmuştu. Darbe, sıklıkla söylendiği gibi, başka bir dar­
beden korunınayı sağlayan etkili bir aşı olmuştu. Leopoldo Calvo
Sotelo kabinesi, silahlı kuvvetleri modernize etmek için büyük
bir yatırım yaptı ve kapsamlı bir temizliğe girişti: Genelkurmay
Konseyi'ni topluca değiştirdi, Frankoculuğuyla göze batan gene­
ralleri yedeğe aldı, yönetim kademesini gençleştirdi, terfileri sıkı
bir biçimde denetlerneye başladı ve istihbarat servislerini yeniden
organize etti. ı 98 ı 'den sonra da görüldü askeri ayaklanma girişim­
leri; ama bunlar, gitgide daha da soyutlanan, daha ayrıksı hale gelen
küçücük bir azınlığın başının altından çıkıyordu; çünkü 23 Şubat,
darbecileri yalnızca toplum indinde değil, kendi silah arkadaşları
indinde de itibar kaybına uğratmış, böylece yüzlerce yıllık askeri
darbe geleneğinin sona erme sürecini hızlandırmıştı. Hükümetin,
23 Şubat'tan üç ay sonra, Suarez'in yıllarca imzalamayı reddettiği
NATO'ya katılma anlaşmasını onaylaması Amerika'yı yatıştırmış,
ordunun demokratik ordulada temasta bulunarak uygarlaşmasına

447
katkıda bulunmuş, ülkeyi yeniden Batı dünyasına dahil etmişti.
Daha sonra, haziran ayı başında, hükümet, iş çevreleri ve sendi­
kalar, diğer partilerin desteğiyle, Moncloa Anlaşmaları'na zemin
hazırlayan eğilime benzer bir yaklaşımla, işsizliğin çığ gibi büyü­
mesini dizginleyen, '80'lerin ortasındaki ekonomik iyileşmenin
habercisi bir dizi değişimi başlatan Ulusal İstihdam Anlaşması'nı
imzaladılar. Bir buçuk ay sonra, hükümet, muhalefetin desteğiyle,
milliyetçilerio büyük protestoları eşliğinde, özerk yönetim yaklaşı­
mını rasyonalize ederek devletin merkezsizleşmesini dizginlemeyi
hedefleyen, LOAPA diye anılan kurucu yasayı çıkardı. Teröristler
cinayet işlemeye son vermediler elbette; ama darbeden sonra, ülke­
nin onlara karşı yaklaşımı değişti: Sol, onlara suçsuzluk delili servisi
yapmaktan vazgeçmek için elinden geleni yaptı; silahlı kuvvetler,
sivil toplumun dayanışmasını hissetmeye başladı; hükümetler, Sua­
rez'in kullanmaya cesaret edemediği araçlara başvurarak, ETA'yla
mücadele etmeye koyuldu. Calvo Sotelo, 1981 Martı'nda, terö­
rizme karşı mücadelede, orduya sınırlarda müdahale etme yetkisi
verdi; iki yıl sonra, iktidara gelen sosyalistler, GAL diye anılan,
paralı askerlerden oluşan bir grup kurdular; bu grup, Fransa'nın
güneyinde, terörist kaçırıp öldürmekle iştigal ediyordu. Terörizmle
mücadele, kapsamlı bir toplumsal değişimin tezahürlerinden biriy­
di. Temsilciler Meclisi toplantı salonunda çektikleri on yedi buçuk
saatlik eziyet, siyasetçi takımının güdülenmesi için yeterli olmuş,
ansızın zorunlu bir olgunlaşma geçirip bir an için hiddetli parti içi
kavgalardan, darbenin plasentasını hazırlamaya katkıda bulunan
azgın iktidar hırsından uzaklaşmış, muğlak anayasa mühendisliği
operasyonlarının spekülasyonunu yapmayı, askerlerin de bulaş­
tınldığı toparlanma, koalisyon, milli birlik hükümetinden dem
vurmayı bırakmışlardı. Darbe girişimi, olanca edilgenliğiyle Franco
rejimini kabullenen, demokrasiye geçiş süreciyle önce umutlanıp
sonra hayal kırıklığına uğrayan toplumun büyük bir bölümünün

448
güdülenmesi için de yeterli olmuştu: Düş kırıklığı ansızın tebahhur
etmişti sanki; özgürlüğün güzelliğini yeniden keşfetmişlerdi. Belki
de bunun en büyük kanıtı, darbeden bir buçuk yıl sonra, İspan­
yolların çoğunluğunun, savaşta kaybedenierin mirasçıları yeniden
iktidara gelmedikçe gerçek bir uzlaşmanın kotarılamayacağına
karar vererek, demokrasiyi monarşiye iliştirme çabasına son veren
bir iktidar değişimini gerçekleştirmesiydi. 23 Şubat'ın ikincil teza­
hürlerinden biri olarak değerlendirilebilir bu: 1 98l'in başlarında,
Sosyalist Parti'nin İspanya'yı yöneteceğini tahayyül etmek çok
zordu; ama ertesi yılın ekim ayında, on milyon oy alarak iktidara
geldi, üstelik monarşi, ordu, işadamları, sermayeciler, gazeteciler,
Roma ve Washington tarafından tebrik edilerek.
Doğrudur: Bunların hiçbiri darbe sayesinde gerçekleşme­
di, darbeye rağmen gerçekleşti; darbe başarılı olduğu için değil,
başarısızlığa uğradığı için, onun başarısızlığı ülkeyi şiddetli bir
biçimde sarstığı, onu köklü bir değişime zorladığı için gerçekleşti.
Ama darbe olmasaydı, ne bu sarsılma ne de bu değişim olacaktı;
ya da bu değişim ne böyle ne de bu hızla olacaktı. En önemlisi,
Kraliyet, darbeden önce hayal bile ederneyeceği bir güç ve meşru­
iyetle mücehhez hale gelmemiş olacaktı. Kral'ın gücü, Franco'dan
geliyordu; meşruiyeti ise, Franco'nun gücünden kısmen halkın
egemenliği lehine feragat ederek anayasal hükümdara dönüşmüş
olmasından kaynaklanıyordu. Ama güvenilmez, kararsız, Kral'ın
fiili gücünü azaltan ve onu kendisinden önce birçok hükümdarı
tahttan uzaklaştırmış olan tarihin gelgiderine maruz bırakan bir
meşruiyetti bu. Darbe, kurşun geçirmez bir zırhla kapladı Krali­
yet'i; anayasaya aldırış etmeksizin, iktidarsız bir kralın -Franco'nun
varisi ve ordunun sembolik komutanı olarak sahip olduğu- ikti­
darının son silahını kullanarak, darbeyi durdurdu Kral; böylece
demokrasinin kurtarıcısına dönüştü. Bu, Kraliyet'e sınırsız bir
meşruiyet sağladı; onu ülkenin en sağlam, en itibarlı, en gözde,

449
eleştiriye en dayanıklı, en güçlü kurumuna dönüştürdü. Hala geçer­
li olan bu tabloyu, Kral'ın ecdadı mezarlarından gözlerini oğuştu­
rarak, kıtadaki diğer monarşilerse gıptayla izlemektedirler. 1 Diğer
bir ifadeyle, eğer 23 Şubat'tan önce darbeciler bir kar zarar hesabı
yapıp parlamenter monarşi için darbe yapmanın ya da darbe yapıl­
masına izin vermenin daha az tehlikeli olduğu sonucuna varmış
ya da darbeyi demokrasiyi yok etmek için değil de, bir süreliğine
daraltmak, böylece monarşiyi koruyup ülkeye yerleşmesini sağla­
mak üzere tasadamış olsalardı, o zaman 23 Şubat darbesinin zafere
ulaşmasını, en azından büsbütün hüsrana uğrarnamasını sağlamaya
çalışmanın bir anlamı olacaktı. Belki de şöyle ifade etmek daha
doğru: Darbe büsbütün başarısızlıkla sonuçlandı; parlamenter
monarşi biçimindeki demokratik sistemi İspanya'nın olası yegane
yönetim biçimine çeviren şey, darbenin büsbütün başarısızlıkla
sonuçlanmasıydı. Bu nedenle, şu da söylenebilir: Sanki şiddetin
tarihin esası, onun üretiminde kullanılan hammadde olduğunu,
bir savaş hareketini yalnızca başka bir savaş hareketinin hüküm­
süz kılabileceğini ihsas etmek istiyormuş gibi, -sanki bir darbeyi
yalnızca başka bir darbenin hükümsüz kılabileceğini, 1 8 Temmuz
1936'da savaşa ve savaşın başka araçlarla, Franco rejimiyle uza­
masma yol açan darbeyi yalnızca başka bir darbenin hükümsüz
kılahildiğini ihsas etmek istiyormuş gibi- 23 Şubat, yalnızca geçiş
sürecine ve savaş sonrasının Franco rejimine son vermekle kalmadı:
23 Şubat, savaşa son verdi.2

1 Santos Julia, "El poder del Rey", El Pais, 17. 1 1.2007.


2 Geçiş sürecinin bitiş tarihi, tartışmalı bir konudur. Genel eğilim, demokrasinin
1982 Ekimi'nde, sosyalistlerin iktidara gelişiyle pekiştiği yönündedir. Ama de­
mokrasinin "kasabadaki tek oyun"a dönüştüğü zaman kökleşeceği tezinden yola
çıkan Linz ve Stepan, asıl önemli tarihin 23 Şubat, özellikle General Milans ile
Yarbay Tejero' nun hapsedildikleri -ordu da ve sivil toplumda onlara hoşgörü gös­
teren hiçbir önemli hareketin olmadığı- an olduğu kanısındadırlar. Problems of
democratic transition and consolidation, s. 108-110.

45 0
3

Borges haklı mıydı? Gidilecek yerin, uzak ve karmaşık da olsa,


tek bir anın, insanın kim olduğunu kesinlikle bildiği anın gerçek­
liğinde belirginlik kazandığı doğru muydu? Sanki yüzlerce kez
görmemişim gibi, yine Adolfo Suarez'in 23 Şubat akşamındaki
görüntüsüne bakıyorum, yine hipnotize edici, ışıltılı, aynı anda hem
gerçek, hem gerçek dışı, bütün ayrıntılarıyla karmaşık, anlam yüklü
bir görüntü gibi geliyor bana: salona kurşun yağdıran jandarmalar,
ayakta, onun yanında duran General Guiterrez Mellado, salonun
ortasındaki terk edilmiş masa, yerde yatan stenograflar ve müba­
şirler, yere serilmiş parlamenterler, kurşunlar etrafında vızıldayıp
dururken, tek başına, hafifçe sağa eğilmiş bir heykel gibi, boşalmış
sandalyelerin ıssızlığında hayalet misali, hiç istifıni bozmadan mavi
başbakan sandalyesinin arkalığına yaslanmış Adolfo Suarez.
İnsanın elinden kaçıveren, anlamını hemen ele vermeyen bir
görüntü. Eğer yanılmıyorsam, Guiterrez Mellado ile Santiago
Carrillo'nun paralel duruşlarında, onlar sanki tarihin, savaşın
eski düşmanları olarak çatışan iki biyografınin programladığı iki
kaçınılmaz duruşmuş gibi, -kavrayıştan ziyade içgüdüyle- hemen
hissedilen bir anlam var. Suarez'in duruşu, neredeyse onlarınkiyle
özdeş, ama aynı zamanda -eksiksiz anlamının elimden kaçıver­
diğini hissettiğim için- onlarınkinden farklı ve daha karmaşık.
Onun bir cesaret duruşu, bir zarafet duruşu, bir itaatsizlik duruşu,
muazzam bir özgürlük duruşu, teatral bir duruş, siyaseti serüven
gibi gören, tükenmiş, ölüm döşeğinde meşruiyet kazanmaya çalı­
şan, bir an için olanca zenginliğiyle demokrasiyi cisimleştirdiği
izlenimi veren insanın duruşu, bir otorite duruşu, bireysel -belki
de kolektif- bir günahtan arınma duruşu, katıksız bir siyasetçinin
son katıksız siyasi duruşu, öyle olduğu için de en yaman duru­
şu olduğu doğrudur; ama bütün bunlar doğru olsa da, bu tanım

45 1
envanteri, sanki Suarez'in duruşu, tüketilemez, açıklanamaz, absürt
bir duruşmuş ya da içinde sınırsız sayıda duruşu barındırıyormuş
gibi, ne duyguyu ne içgüdüyü ne de aklı tatmin ediyor. Sözgelimi
birkaç gün önce, Suarez'in duruşunun aslında bir cesaret duruşu
değil, bir korku duruşu olduğunu düşündüm: Bir boğa güreşçisini
hatırlamıştım; yalnızca boğayla mücadele ederken ağlayacak kadar
duygulanabildiğini söylemişti; o işi iyi yaptığı için değil, korkuyu
korkuyla yendiği için.1 Aynı anda, bir şairin boğa güreşçisiyle ilgili
sözlerini hatırladım; onun alana korkudan ölerek çıktığını, alana
çıktığında ölü gibi olduğunu, o nedenle artık boğadan korkma­
dığını, koronealı olduğunu söylüyordu.2 Bu ikisini hatırlayınca,
Suarez'in o anda ağlayacak kadar duygulanmış, iç aleminde göz­
yaşlarına boğulmuş, korkudan ölmüş olduğu için sandalyesinde
öylesine sakin oturduğunu düşündüm. Önceki gece, onun duru­
şunun, bir nevrozlunun, talihi yaver gittiğinde dağılan, aksilik
olduğunda toparlanıp ayağa kalkan bir insanın duruşu olduğunu
düşündüm. Şunu da düşündüm: Suarez üzerine sayfalarca yazdım,
ama patavatsız bir yeniyetme olmadığını, sözlerinin ve davranış­
larının arkasında duran ciddi biri olduğunu, demokrasiyi yaratan
ya da yarattığını hisseden, 23 Şubat akşamı demokrasinin kendi
sorumluluğunda olduğunu kavrayan, kurşunlar etrafında vızıldayıp
dururken -gemi suya gömülürken kaptan köprüsünde hareketsiz
duran bir kaptan gibi- kıpırdamaksızın sandalyesinde kalan biri
olduğunu söylemedim hala. Bu bölümün başındaki Borges'le ilgili
cümleyi yazdıktan sonra, Suarez'in duruşunun Borgesvari bir duruş
olduğunu, bu sahnenin Borgesvari bir sahne olduğunu düşün­
düm; çünkü Alan Pauls'un Borges üzerine yazdığı bir denemede

1 Boğa güreşçisi, Rafael de Paula'dır. Miguel Mora'nın yaptığı röportaj için bkz. El
Pais, 31 .03.2006.
2 Şair,Jose Bergamin'dir. Gonzalo Suarez'in yaptığı röportaj için bkz. La sue/a de mis
zapatos, Barselona, Seix Barral, 2006, s. 207.

452
ileri sürdüğü şeyi hatırlamıştım: Düellonun Borges hikayelerinin
DNA'sı, onların parmak izi olduğunu söylüyordu.1 Bir seferinde
Adolfo Suarez'le Santiago Carrillo'nun uydurdukları sahte düel­
lonun aksine, bu sahnenin silahlı ve silahsız insanlar arasındaki
gerçek bir düello, bir vecde geliş, baş döndürücü bir trans hali, bir
sanrı, zamanın akışından sökülüp alınmış bir an, Pauls'un dediği
gibi "dünyanın askıya alınışı", "hayatın bağlarnından koparılmış bir
parçası", bütün açıklamaları geri püskürten, belki içinde -sanki o
sonsuz anda 23 Şubat'ın gerçek şifresini görmek için bakmayı bil­
mek yeterli olacakmış gibi, sanki o sınırsız anda, gizemli bir biçim­
de, yalnızca Suarez değil, bütün bir ülke kim olduğunu kesinlikle
öğrenecekmiş gibi- hepsini barındıran minicik, göz kamaştırıcı bir
delik olduğunu düşündüm.
Bilmiyorum: Belki bu kitabı sonsuza dek uzatabilir, Suarez'in
duruşundan -onun gerçek anlamını tüketemeden, hatta belki ona
dokunamadan, onu sezinleyemeden- birbirinden farklı sonsuz
sayıda anlam çıkarabilirdim. Bilmiyorum. Kimi zaman bütün
bunların yanlış olduğunu, 23 Şubat'ı çevreleyen sayısız faoteziye
eklenen bir fantezi, sonuncu ve en entrikacı fantezi olduğunu
düşünüyorum: Gerçekten gizemli olan şey, kimsenin görmediği
değil, herkesin gördüğü ama kimsenin tam olarak anlayamadığı şey
olsa da, Suarez'in duruşu herhangi bir giz, gerçek bir anlam ya da
herhangi bir duruşun ihtiva ettiğinden öte bir giz ve anlam ihtiva
etmiyor olabilir; belki de duruşların hepsi, içinde sınırsız duruşu
barındırıyordur, açıklanamaz ya da absürttür, farklı yönlere fırla­
tılmış sonsuz sayıda ok gibidir. Ama çoğu zaman öyle olmadığını
düşünüyorum: Gutierrez Mellado ve Santiago Carrillo'nun duruş­
ları, saydam, tüketilebilir, açıklanabilir, kavranabilir duruşlardır, ya
da bize öyle gelmektedir; Suarez'in duruşu öyle değil: Ne anlama

1 Elfoctor Borges, Barselona, Anagrama, 2004, s. 42.

453
geldiğini sorgulamazsanız, ne anlama geldiğini anlarsınız; ama ne
anlama geldiğini sorgularsanız, ne anlama geldiğini anlamazsınız.
O nedenle, Smirez'in duruşu, saydam değil, geçirgen bir duruştur:
Kendi içinde hiçbir anlamı olmadığı için anlamlı olan bir duruştur,
pencerenin camı gibi, ona bakarak onun üzerinden her şeyi -Adol­
fo Suarez'i, 23 Şubat'ı, İspanya'nın yakın tarihini, belki de bizim
gerçek çehremiz olan bir çehreyi- görebileceğimiz bir duruştur,
hiçbir giz taşımıyor olması en büyük gizi olduğu için, ziyadesiy­
le yıkıcı bir duruştur. Meğerki bütün bunlar, doğru ya da yanlış
olmaktan ziyade bir yanlış anlama olmaya, meğerki Suarez'in duru­
şunun anlamını sorgulamak, doğru ya da yanlış veya yanıtı olmayan
bir soru formüle etmek yerine, gerçek yanıtı sorunun kendisi olan,
esasen ironik bir soru formüle etmek anlamına gelmeye. Meğerki
bu kitabı yazmaya kalkarak, bilmediğim ve kurmaca kanalıyla
yanıtlamak istemediğim şeyi gerçeklik aracılığıyla yanıtlamaya çalı­
şarak ortaya koyduğum meydan okuyuş, peşinen kaybedilmiş bir
meydan okuyuş olmaya, meğerki bu sorunun yanıtı -bu sorunun
mümkün olan yegane yanıtı- bir roman olmaya.

Sosyolog Juan J. Linz, 1996'da, "Geçiş süreci artık tarih oldu,"


diye yazmıştı. "Günümüzde tartışma ya da siyasi mücadele konusu
olacak bir şey değildir."ı Aynı şeyi on yıl sonra söyleyemezdi Linz;
bir süredir yalnızca tartışma konusu değil, aynı zamanda -kimi
zaman örtük, kimi zaman açık bir biçimde- siyasi mücadele konu­
sudur geçiş süreci. Bu değişim, iki olgunun sonucu gibi geliyor
bana: Birincisi, diktatörlükten demokrasiye geçiş sürecine aktif

Juan J. Linz, "La transician espafıola en perspectiva comparada", J. Tusell ve


Aıvaro Soto, ed., Historia de la transici6n, s. 2 1 .

454
olarak katılmayan, bu değişimin kötü yapıldığını ya da çok daha
iyi bir biçimde yapılabileceğini düşünen solcu bir kuşağın, benim
kuşağımın, siyasi, ekonomik ve entelektüel iktidara gelmiş olması­
dır; ikincisi, geçiş sürecinin, iktidarı ne pahasına olursa olsun koru­
mak isteyen, başını Adolfo Suarez'in çektiği Frankocularla, başını
Santiago Carrillo'nun çektiği, ilkelerinden sapan solcular arasında
akdedilen bir sahtekarlık olduğunu, bu sahtekarlığın Frankoculuk­
tan gerçek bir kopuş olmadığını, gerçek iktidarın hala onu dikta­
törlük döneminde gasp edenlerin elinde olduğunu, kör, yetersiz ve
kusurlu bir demokrasinin şekillendirildiğini ileri süren, eski aşırı
sol söylemin entelektüel güç merkezlerindeki yeni eğilimlerdir.1
Kısmen 23 Şubat darbecilerininki kadar net ve keskin bir imtisalin,
otoriteryanizme nostaljik bağımlılığın sonucu olarak, kimi zaman
da yakın tarihin bilinmemesi nedeniyle, bu iki olgu -narsist bir
gençlikle dağların ötesinde yaşayan tutucuların kokteyline teslim
olan solun, sorunlu bir mirastan kurtulmak istercesine sıyrıldığı­
geçiş sürecinin tekelini sağa teslim etme riski içeriyor.
Bunun yanlış olduğu kanısındayım. Bir korku rejiminin bir anda
yıkılıvermesinin sevinci yaşanmamış da olsa, Franco rejiminden
kopuş, gerçek bir kopuştur. Sol, bunu başarmak için birçok ödün
verdi elbette; ama zaten siyaset yapmak, ödün vermek demektir, asıl
önemli olanı feda etmemek için aksesuarı feda etmektir. Solcular
aksesuarı, Frankocular asıl önemli olanı feda ettiler, çünkü Franco

1 Bir felsefeci, bu ikisine, koşullarla daha az ilintili, daha temel üçüncü bir etken
ekleyebilir: insanoğlunun gitgide artan tatminsizlik kapasitesi, Batı toplumları­
nın gitgide artan gereksinimlerimizi tatmin etme kapasitesinin paradoksal ürünü.
"Kültürel gelişmeler gerçekten başarılı olup kötüyü saf dışı ettiğinde, nadiren he­
yecan uyandırıyor," diye yazmıştı Odo Marquard. "Bu doğal kabul ediliyor, ilgi
hala varlığını sürdüren kötüye odaklanıyor. Böylece arta kalana artan ilgi yasası
işliyor: Gerçeklikten daha fazla kötülük eksildikçe, tam da kötülüklerin azalma­
sı nedeniyle, kalan kötülükler daha fazla rahatsız etmeye başlıyor." Filoso.fta d( la
compensaci6n: estudios sobre antropologfafilos6.ftca, Barselona, Paidos, 2001, s. 41.

455
rejimi yok olup gitti, neredeyse yarım yüzyıldır haksız yere işgal
ettiği mutlak iktidarı terk etmek zorunda kaldı. Adaletin eksiksizce
uygulanmadığı, Franco rejiminin ihlal ettiği Cumhuriyetçi meş­
ruiyetİn yeniden tesis edilmemiş olduğu doğrudur; diktatörlüğün
sorumluları yargılanmamış, kurbarılarının uğradığı zararlar telafi
edilmemiştir; ama bunun karşılığında demokrasinin inşa edilmiş
olduğu da doğrudur; öncelikli hedef geleceği kurmak değil, geçmi­
şi onarmak -Fiat iustitia et pereat mundus- olsaydı, demokrasinin
inşa edilmesi mümkün olmayacaktı. Dört yıllık demokratik yöne­
timin ardından özgürlükler sisteminin artık tehlikede değilmiş
gibi göründüğü 23 Şubat 1981 günü, ordu, başanya ulaşmasına
ramak kalan bir darbe yaptı; eğer dört yıl önce, yönetim "dünya
yıkılsa da adaletin sağlanması"na karar vermiş olsaydı, demokrasi
daha yerleşerneden yok olur giderdi. Siyasi ve ekonomik iktidarın
bugünden yarına el değiştirmemiş olduğu da doğrudur -ki Franco
rejiminden kopuş, üzerinde mutabık kalınarak değil de, radikal bir
biçimde gerçekleştirilmeye kalkılsaydı, iktidarın el değiştirmesi de
mümkün olmayacaktı-, ama iktidarın, yeni rejimin dayattığı, beş yıl
sonra yönetimi solun devralmasına ve bunun çok daha öncesinde
ekonomik iktidarın yeniden organize edilmeye başlamasına yol
açan sınırlamalar çerçevesinde işlediği ortadadır. Ayrıca, o yıllarda
zuhur eden siyasi sistemin kusursuz bir demokrasi olmadığını ileri
sürmek, malumu ilam etmektir. Kusursuz bir diktatörlük olabilir
belki -diktatörlüklerin hepsi öyle olmaya taliptir, bir biçimde,
hepsi öyle olduklarını hissederler-, ama kusursuz bir demokrasi
olamaz, çünkü demokrasiyi tanımlayan asıl şey, onun esnek, açık
karakteridir, dövülgen, çekice gelir olmasıdır, yani mütemadiyen
iyileştirilebilir olmasıdır; kusursuz tek demokrasi, sonsuza kadar
kusurları giderilebilen demokrasidir. İspanyol demokrasisi öyle
değildir, ama bazılarından kötü, çoğundan iyi, General Franco'nun
zor kullanarak devirdiği kırılgan demokrasiden daha sağlam, daha

456
derinlikli, gerçek bir demokrasidir. Çok büyük ölçüde, Frankocuları
Franco rejiminin topyekun imha edilmekten başka bir geleceği
olmadığını anlamak zorunda bırakan Franco rejimi karşıtlarının,
demokratik muhalefetin, solun zaferidir bu. Suarez bunu hiç gecik­
meden anlamış, buna uygun davranmış, kolları sıvayıp işe dört elle
sarılmıştır; bütün bunları ona borçluyuz; bütün bunların yanı sıra,
şunu da ona borçlu olduğumuz gün gibi ortadadır: İspanya'nın
bütün tarihi boyunca keyfini sürdüğü en uzun özgürlük dönemi.
Son otuz yılın ifade ettiği şey budur. Bunu inkar etmek, gerçekliği
inkar etmektir, demokrasiyi boyuna rahatsız eden solun belli bir
kesiminin ve -görüşlerle deneyimin ilişkilendirilmesini engelleyen
soyutlama tarzından ve kesinlernelerden kurtulma zorluğu çeken­
kimi entelektüellerin müzmin kötü alışkanlığıdır. Sonuç olarak,
Franco rejimi kötü bir hikayedir, ama sonu kötü bitmemiştir. Öyle
de olabilirdi: '70'li yılların ortalarında, hatırı sayılır birçok yabancı
analizci, Franco rejiminden çıkışın büyük bir felaket eşliğinde ola­
cağını öngörüyordu; 23 Şubat, öyle düşünmelerinin yersiz olmadı­
ğını göstermiştir. Öyle de olabilirdi, ama olmadı; bizim gibi, yaşı
dolayısıyla bu hikayede yer almamış olanların bunu kutlamaması
için ortada bir neden göremiyorum; eğer yaşımız elverip de bu
hikayede yerimizi almış olsaydık, babalarımızdan daha az hata
işlemiş olurduk, diye düşünmemek için de bir neden göremiyorum.

17 Temmuz 2008 günü, bir süredir herkesin kendisinden sanki


ölmüş gibi söz ettiği Adolfo Suarez'in gazetelerde son kez görün­
düğü, La Florida'daki evinin bahçesinde Kral'la birlikte görüntü­
lendiği günün arifesinde, babamı toprağa verdim. Yetmiş dokuz
yaşındaydı, üç yaş büyüktü Suarez'den, bir gün önce, evinde, her

457
zamanki koltuğunda otururken, sessizce, acı çekmeden, muhteme­
len ölmekte olduğunu fark etmeden ölmüştü. Suarez gibi, sıradan
bir insandı: Bilinmeyen çok eski bir tarihte Extramadura'nın bir
kasabasına yerleşmiş, durumu sonradan kötüleyen zengin bir aile­
den geliyordu. Cordoba'da öğrenim görmüş, '60'lı yıllarda Katalan­
ya'ya göç etmişti. İçki içmezdi, vaktiyle müptelası olduğu tütünü
bırakmıştı. Katolik Hareketi'ne mensuptu, falanja üye olmuştu;
gençliğinde şık, cana yakın, mağrur, kadınlara düşkün ve kumar­
bazdı, iyi bir açık hava dansçısıydı, ama hiç de işgüzar biri olmadı­
ğına yemin edebilirim. Veterinedikte uzmanlaşmıştı, istese para pul
tutahilirdi sanırım, ama ailesini geçindirip beş çocuğundan üçünü
okutabilecek kadar kazanmakla yetindi. Pek az arkadaşı vardı, özel
merakları yoktu, fazlaca gezmezdi, son on beş yılında emekli maa­
şıyla geçindi. Suarez gibi esmer, zayıf, sevimli, sade, gizlisi saklısı
olmayan biriydi. Suarez'den farklı olarak, göze batınamaya çalışırdı;
sanırım başardı bunu. O düzenbaz dönemde hiçbir dalavere çevir­
memiş olduğunu ileri sürme gafletine düşmeyeceğim, ama kendi­
sine dürüst bir insan muamelesi yapmayan birine hiç rastlamadım.
Geçimsizliğin kaçınılmaz olduğu ergenlik dönemini saymazsak,
her zaman iyi geçindik onunla. Sanırım ondan daha iyi olduğumu
ya da olacağıını düşündüğüm için, onun oğlu olmaktan biraz uta­
nıyordum o dönemde. Çok tartışmıyorduk, ama ne zaman tartışsak
konu siyaset oluyordu. Tuhafbir şeydi bu, çünkü ne onu ne de beni
ilgilendiren bir şeydi siyaset. Bundan şu sonucu çıkardım: İletişim
kurabileceğimiz fazlaca bir şeyin olmadığı ya da iletişim kurmanın
kolay olmadığı bir dönemde, bizim iletişim kurma biçimimizdi
bu. Kitabın başında söylediğim gibi, o zamanlar, tıpkı annem gibi,
babam da Suarezciydi; bense, Franco rejiminin işbirlikçisi, şansı
ve girginliği sayesinde serpilen cahil, yüzeysel bir türedi olduğunu
düşündüğüm için, onu aşağılıyordum; muhtemelen babam hakkın­
da da buna benzer bir şey düşünüyor, o yüzden onun oğlu olduğum

458
için biraz utanıyordum. Her tartışmamız ya kapı çarparak bitiyordu
ya da bağıra çağıra (sözgelimi ETA'nın işlediği cinayetler babamı
öfkelendiriyor, çıldırtıyordu; benimse ETA'dan yana çıktığım söy­
lenemezdi pek, ama bütün suçu Suarez'e yüklüyor, onun ETA'ya
öldürmekten başka bir seçenek bırakmadığını savunuyordum);
ergenlik dönemi bitince, tartışmalar geride kaldı. Ama artık bizi
ilgilendirmeyen şey sanki hala ilgilendiriyormuş gibi yapmak için,
siyasetten konuşmaya devam ettik. Suarez çekildiğinde, babam
Suarezci olmaya, sağa oy vermeye devam etti, bir seferinde de sola
oy verdi. Görüşlerimiz hala farklı olsa da, anlaşamamanın anlaş­
maktan daha iyi bir şey olduğunu fark ettik: Çünkü daha fazla
sohbet ediyorduk. Aslına bakarsanız, siyaset en önemli, neredeyse
yegane sohbet konumuz olmaktan çıkmıştı. Onun işinden ya da
benim kitaplanından öyle uzun uzadıya söz ettiğimizi hatırlamı­
yorum. Roman okuyan birisi değildi babam; benim kitaplarımı
okuduğunu, yazarlığımla gurur duyduğunu, gazetelerde çıkan
benimle ilgili haberleri kesip arşivlediğini biliyordum; ama her­
hangi bir kitabım üzerine herhangi bir yorum yaptığına tanık
olmamıştım. Yavaş yavaş, siyaset de dahil, her şeye ilgisi azalmış,
ama benim kitaplarımla daha fazla ilgilenmeye başlamıştı son yıl­
larda; bu kitabı yazmaya başladığımda, konusundan söz ettim ona
(onu kandırmadım: 23 Şubat'la değil, Adolfo Suarez'in duruşuyla
ilgili olduğunu, çünkü başından beri, onun duruşunun 23 Şubat'ın
şifresini içerdiğini tahayyül ettiğimi söyledim); bana baktı: Bir an
yorum yapacağını ya da ağlamaya veya kahkaha atarak gülmeye
başiayacağını düşündüm, ama yalnızca dalgın bir ifadeyle yüzünü
buruşturdu. Sonra, hastalığının -bir deri bir kemik kaldığı, hare­
ket etmekte ve konuşmakta zorlandığı- son dönemlerinde, bu
kitaptan söz etmeyi sürdürdüm ona; siyasi değişim döneminden,
23 Şubat'tan, yıllar önce bıkıp usanana kadar tartıştığımız olaylar­
dan ve kişilerden söz ettim. Beni dirılerken dalıp uzaklara gidiyor,

459
bense, belki gerçekten dinliyordur diye, arada ona yardımcı olmak
için, genellikle yanıtlamadığı sorular soruyordum. Bir akşamüzeri,
kendisinin ve annemin Su:irez'e neden güvendiklerini sordum.
Yaşam işlevlerinin zayıfladığı o derin uyku halinden sıyrılmaya yel­
tendi ansızın, beyhude yere koltuğunda arkaya doğru kaykılmaya
çalıştı, evinden uğramış gözleriyle bana baktı, iskeleti andıran elle­
rini sinirlilikle, neredeyse öfkeyle salladı; ansızın çıkagelen hiddet,
adeta onu aile reisliğine, beni yeniyetmeliğe savurmuş, hayatımızı
hasrettiğimiz anlamsız tartışmanın karara bağlanma anı nihayet
gelmiş gibiydi. "Çünkü o, bizim gibi," dedi kalan sesiyle. Ona
bununla ne kastettiğini sormak üzereyken ekledi: "Halktan biriydi,
falanja üye olmuştu, Katolik Hareketi'ne katılmıştı, kötü bir şey
yapamazdı o, anlıyor musun?"
Anladım. Sanırım bu kez anladım. O nedenle, birkaç ay sonra,
onun ölümü ve Su:irez'in gazetelerde dirilmesi, son bir sirnetri, bu
hilciyenin son fıgürünü oluşturdu, acaba bu kitabı, Adolfo Su:irez'i,
Adolfo Su:irez'in duruşunu değil de, babamı anlamaya yeltendiğim
için mi yazmaya başladığımı, babamla konuşmaya devam edebil­
mek için mi yazmaya devam ettiğimi, babam okusun, sonunda
anlaşılmış olduğunu öğrensin, benim o kadar haklı, onunsa o kadar
haksız olmadığını, benim ondan daha iyi olmadığımı, hiçbir zaman
ondan daha iyi olmayacağıını anlamış olduğumu öğrensin diye mi
bitirmek istediğimi sorgulamaktan kendimi alamadım.

460
Bibliyografya

Bu kitabı yazarken kullandığım bilgilerin önemli bir bölümü­


nü, üç yıl boyunca, darbenin ve siyasi geçiş sürecinin tanıkları ve
kahramanlarıyla yaptığım görüşmelerden derledim. Yazılı kay­
naklara gelince, Yargıtay, sanıkların ölümünün üzerinden yirmi
beş, darbenin üzerinden elli yıl geçene kadar, 23 Şubat davasının
iddianamesinin kullanılmasına izin vermiyor; bununla birlikte,
duruşmaya katılmış olan birçok hukukçuda, tanık ve sanık ifade­
lerinin kopyalan var; ayrıca bu belgenin önemli bölümleri, birçok
kitapta yayımlandı. Juan Blanco, 23-R Cr6nica fiel de un golpe
anunciado, Madrid, Fuerza Nueva, 1995; Julio Merino, Tejero. 25
afıos despuis, Madrid, Espejo de Tinta, 2006; Juan Alberto Perote,
23-R Ni Milans ni Tejero. El informe que se ocult6, Madrid, Foca,
2001; Manuel Rubio, 23-R El proceso: del sumario a la sentencia,
Barselona, Libros Ceres, 1 982; Santiago Segura ve Julio Merino,
]aque al Rey, Barselona, Planeta, 1983, bunlardan bazılarıdır. Ayrı­
ca, mahkemenin 23 Şubat davasına ilişkin kararı, şu kitaplarda yer
almaktadır: Jose Luis Martin Prieto, Techica de un golpe de estado,

461
Barselona, Planeta, 1 982, s. 335-385; Jose Oneto, La verdad sobre
el caso Tejero, Barselona, Planeta, 1 982, s. 381-406; Manuel Rubio,
23-F. Elproceso, s. 631-704.
Kitabı yazarken yararlandığım metinlerin temel konularına
göre bölümlere ayrılmış listesi aşağıdadır.

Genel Çalışmalar

Agüero, Felipe, Militares, civiles y democracia, Madrid, Alianza,


1995.
Alonso-Castrillo, Silvia, La apuesta del centro: historia de la UCD,
Madrid, Alianza, 1 996.
Attard, Emilio, Vida y muerte de UCD, Barselona, Planeta, 1983,
s. 189.
Calvo Sotelo, Leopoldo, Memoria viva de la transician, Barselona,
Plaza y Janes, 1990.
Colomer Josep Maria, La transician a la demacracia: el modelo
espafıol, Barselona, Anagrama, 1998.
Fernandez Miranda, Pilar ve Alfonso, Lo que el Rey me ha pedido.
Torcuato Ferndndez Miranda y la reforma politica, Barselona,
Plaza y Janes, 1 995.
Fraga, Manuel, En busca del tiempo servido, Barselona, Planeta,
1981.
Herrero y Rodriguez de Mifi6n, Miguel, Memorias de estio, Madrid,
Temas de Hoy, 1 993.
La transician democrdtica en Espafıa, Bilbao, Fundaci6n BBVA­
Fundaçao Mario Soares, 1 999.
Guerra, Alfonso, Cuando el tiempo nos alcanza. Memorias, Madrid,
Espasa Calpe, 2004.
Julia Santos, Javier Pradera y Joaquin Prieto, Memoria de la
transician, Madrid, Taurus, 1 996.

462
Los socialistas en la polftica espafıola, 1879-1982, Madrid, Taurus,
1987.
Linz, Juan J., Alfred Stepan, Problems of Democratic Transition and
Consolidation. Southern Europe, SouthAmerica, and Post Communist
Europe, Baltimore, Johns Hopkins University Press, 1996.
Osorio, Alfonso, Trayectoria de un ministro de la corona, Barselona,
Planeta, 1980.
Prego, Victoria, Asise hizo la transician, Barselona, Plaza y Janes, 1995.
Diccionario de la transician, Barselona, Debolsillo, 2003.
Sanchez Navarro, Angel J., La transician espaizola en sus documentos,
Madrid, Centro de Estudios Politicos y Constitucionales, 1988.
Sartorius, Nicolas, Alberto Sabio, El fina/ de la dictadura. La
conquista de la democracia en Espana (noviembre de 1975-junio de
1977), Madrid, Temas de Hoy, 2007.
Serra, Nards, La transician militar, Barselona, Debate, 2008.
Sinova, Justino, ed., Historia de la transician, Madrid, Diario 16,
1984.
Tusell, Javier, Aıvaro Soto, Historia de la transician, 1975-1986,
Madrid, Alianza, 1996.
La transician a la democracia (Espafıa, 1975-1982), Madrid, Espasa
Calpe, 2007.
VV.AA., Tiempo de transician, Madrid, Fundacion Pablo Iglesias,
2007.

23 Şubat'la İlgili Çalışmalar

Aguilar, Miguel Angel, Julio Busquets ve Ignacio Puche, El golpe.


Anatomia y claves del asa/to al Congreso, Barselona, Ariel, 1981.
Armada, Alfonso, Al servicio de la Corona, Barselona, Planeta, 1983.
Blanco Juan, 23-F. Cranicafiel de un golpe anunciado, Madrid, Fuer­
za Nueva, 1995.

463
Calderon, Javier, ve Florentino Ruiz Platero, Algo mds que el 23-F,
Madrid, La Esfera de los Libros, 2004.
Cernuda, Pilar, Fernando Jauregui y Miguel Angel Menendez,
23-F. La conjura de los necios, Madrid, Foca, 2001.
Colectivo Democracia, Los ejircitos mds al/d del golpe, Barselona,
Planeta, ı981.
Cuenca Toribio, Jose Manuel, Conversaciones con A!fonso Armada,
Madrid, Actas, 2001.
Fernandez Lopez, Javier, El Rey y otros militares. Los militares en
el cambio de rigimen politico en Espana {1 969-1982}, Madrid,
Trotta, ı 998.
Diecisiete horas y media. El enigma del 23-F, Madrid, Taurus, 2000.
Fuentes Gomez de Salazar, Eduardo, El pacto del cap6, Madrid,
Temas de Hoy, ı994.
Garcia Escudero, Jose Maria, Mis siete vidas. De fas brigadas
anarquistas ajuez de/ 23-F, Barselona, Planeta, 2005.
Martin Prieto, Jose Luis, Ticnica de un golpe de estado, Barselona,
Planeta, ı 982.
Palacios, Jesus, 23-F: El golpe de CESID, Barselona, Planeta, 2001.
Pardo Zancada, Ricardo, 23-F: La pieza quefa/ta, Barselona, Plaza
y Janes, ı998.
Prieto, Joaquin, ve Jose Luis Barberia, El enigma del Elefante. La
conspiraci6n de/ 23-F, Madrid, Aguilar, ı 991.
Urbano, Pilar, Con la venia... yo indagui el 23-F, Madrid, Argos
Vergara, ı 982.

Adolfo Suarez İle İlgili Çalışmalar

Abella, Carlos , Ado!fo Sudrez, Madrid, Espasa Calpe, ı997.


Garcia Abad, Jose, Ado!fo Sudrez. Una tragedia griega, Madrid, La
Esfera de los Libros, 2005.

464
Herrero, Luis, Los que le llamdbamos Adolfo, Madrid, La Esfera de
los Libros, 2007.
Melia, Josep, Asi cay6Adolfo Sudrez, Barselona, Planeta, ı98 1 .
La trama de los escribanos del agua, Barselona, Planeta, ı 983.
Moran, Gregorio,Ado!fo Sudrez. Historia de una ambici6n, Barselona,
Planeta, ı 979.
Powell, Charles, ve Pere Bonnin, Ado!fo Sudrez, Barselona,
Ediciones B, 2004.
Suarez, Adolfo, Fue posible la concordia, ed. Abel Hernandez,
Madrid, Espasa Calpe, ı 996.

Manuel Gutierrez Mellado İle İlgili Çalışmalar

Gutierrez Mellado, Manuel, Un soldado de Espana, Jesus Picatoste


ile söyleşiler, Barselona, Argos Vergara, ı 983.
Puell de la Villa, Fernando, Manuel Gutiirrez Mellado. Un militar
del siglo XX (1 912-1995), Madrid, Bibliloteca Nueva, ı997.

Santiago Carrillo İle İlgili Çalışmalar

Carrillo, Santiago, El afzo de la peluca, Barselona, Ediciones B, ı 987.


Memorias, Barselona, Planeta, ı 993.
Claudin, Fernando, Santiago Carrillo. Cr6nica de un secretario
general, Barselona, Planeta, ı983.
Moran, Gregorio, Miseria y grandeza del partido comunista de
Espana. 1939-1985, Barselona, Planeta, ı 986.

Kral İle İlgili Çalışmalar

Powell, Charles T., El piloto del cambio. El Rey, la monarquia y la


transici6n a la democracia, Barselona, Planeta, ı 991.

465
Preston, Paul, ]uan Carios. El Rey de un pueblo, Barselona, Circulo
de Lectores, 2006.
Villalonga, Jose Luis de, El Rey, Barselona, Plaza y Janes, 1993.

istihbarat Servisleri İle İlgili Çalışmalar

Cernuda, Pilar, Joaqufn Bardavio ve Fernando Jauregui, Servicios


secretos, Barselona, Plaza y Janes, 2000.
Dfaz Fernandez, Antonio M., Los servicios de inteligencia espanoles:
desde la guerra civil hasta el 11-M. Historia de una transici6n,
Madrid, Alianza, 2005.
Perote, Juan Alberto, 23-F. Ni Milans ni Tejero. El informe que se
ocult6, Madrid, Foca, 2001.

466
Teşekkür

Bu kitabı, burada hepsini anamayacağım çok sayıda insana


borçluyum. Ama Miguel Angel Aguilar, Öscar Alzaga, Luis Alegre,
Jordi Amat, Luis Maria Anson, Jacinto Anton, Jose Luis Barberia,
Josep Anton Bofıll, Javier Calderon, Antoni Candela, Jaime
Castillo, Diego Camacho, Santiago Carrillo, Jordi Corominas,
Carme Chacon, Javier Fernandez Lopez, Manuel Fernandez­
Monzon Altolaguirre, Felipe Gonzalez, Jordi Gracia, Manuel
Lopez, Lidia Martinez (ve ayrıca Gernma Caballer ve Pavello de la
Republica'nın diğer kütüphanecileri), Carles Monguilod, Joaquim
Nadal, Alberto Oliart, Angel Qyintana, Ricardo Pardo Zancada,
Javier Pradera, Joaquin Prieto, Francisco Rico, Nards Serra, Carlos
Sobrino, Luis Miguel Sobrino, Mariano Torcal, David Trueba,
Miguel Angel Valiadares ve Enrique Zapata'ya teşekkür etmeden
bitirmek istemiyorum.

467

You might also like