You are on page 1of 26

FIKIH VİZE (İSLAM HUKUKU 2.

CİLT)
HAKİKİ ŞAHISLAR
Şahsiyetin Başlangıcı: İslam hukukçularının verdiği bilgilerden anlaşıldığına göre bir insanın
şahsiyeti, sağ doğmak şartıyla ana rahmine düştüğü andan itibaren başlamaktadır.
Sağ olarak doğum hakiki ve takdiri olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Hakiki olanı, çocuğun canlı
olarak doğmasıdır; canlı olarak yarısından fazlası dışarı çıkmış çocuk canlı doğmuş
sayılmaktadır. Takdiri canlı doğum ise ana rahminde canlı olan çocuğun korkutma, dövme,
itip düşürme gibi sebeplerle düşmesi halinde gerçekleşmektedir.
Çocuğun şahsiyetinin ana rahmine düşmesiyle başlaması hükmü, İslam hukukunun kabul
ettiği şu esas hükümlere dayanır:
1. Karısının rahminde çocuğu olan bir kimse vefat edince, mirası paylaştırılırken, doğacak
çocuk erkek kabul edilerek payı ayrılır ve bekletilir.
2. Çocuk ana rahminde iken onun lehine yapılan vakıf ve vasiyet muteberdir.
3. Ana rahminde bulunan çocuk için hak ikrarı muteberdir.
Şahsiyetin Sonu: İnsanın ana rahmine düşmesiyle başlayan şahsiyeti ölümü ile son
bulmaktadır. Ölüm hakiki veya tabii ölüm ve hükmi yahut takdiri ölüm olmak üzere iki
çeşittir.
Hakiki Ölüm: Tıbbi bakımdan bir insanın hayatının sona ermesiyle gerçekleşen hakiki ölüm
şahsiyeti sona erdirmekle beraber, ölümden önce şahsiyetin vücuda getirdiği hak ve borç
ehliyetinin tesirleri, tasfiyeye kadar bir müddet daha devam edebilir. Ölüye yapılan vasiyet ve
hibe muteber olmaz ve hukuki netice doğurmaz.
Ölünün terikesinden artan, terikeyi aşan borçları konusunda iki görüş öne sürülmüştür; Ebu
Hanife’ye göre bu borçlar sosyal bir nizam olarak hukuk bakımından düşmüştür; bu sebeple
ölünün bu nevi borçlarına kefil olmanın da hükmü yoktur. Ebu Yusuf, Muhammed ve diğer üç
mezhep imamına göre bu borçlar hukuki bakımdan da düşmez, ölünün zimmetini işgal eder
(ölü, hukuki bakımdan da borçlu olmakta devam eder); bundan dolayı mezkûr borca kefil
olunabilir. Nitekim borçlu ölenlerin namazını bizzat kıldırmayıp başkalarına havale eden
Resulullah (s.a.), Ebu Katade isimli sahabinin kefil olması üzerine böyle birinin namazını
kıldırmıştır.
Takdiri Ölüm: Kaybolmuş, hayatta olup olmadığı bilinmeyen şahsa “mefkud” denir. Diğer
şartların da bulunmasıyla mefkudun ölümüne hükmedilince hükmi veya takdiri ölüm
gerçekleşmiş ve şahsiyet sona ermiş olur.
Mefkud ile ilgili hükümler onun yaşadığı kadar ölmüş de olabileceği hükmüne
dayandırılmıştır:
a) Kaybolmadan önce elde ettiği hakların korunması bakımından mefkud sağ sayılır; bu
yüzden malı varislerine dağıtılmaz, eşi başkasıyla evlenemez.
b) Kazanılması hayatta olmaya bağlı bulunan haklar bakımından mefkud ölü sayılır; bundan
dolayı vefat eden yakınına varis ve kendisine vasiyet edilen şeye malik olamaz. Miras kalan ve
vasiyet edilen mal ayrılarak muhafaza edilir, bilahare ortaya çıkarsa bunlara sahip olur, hâkim
ölümüne hükmederse mezkûr mallar hak sahiplerine intikal eder.
Yaşadığı ya da öldüğü kesin olarak bilinmeyen mefkudun ölümüne hükmedebilmek için kesin
karinelere ihtiyaç vardır. Hanefilere göre bu karine, kaybolan kişinin yaşıtlarının ölmüş
olmasıdır. Eğer bunu tespit etmek mümkün olmasa mefkudun doksan yaşına ulaşmış
bulunması ölümüne hüküm için yeterli karinedir.
Mefkudun ölümüne hükmedilmedikçe kadının başkasıyla evlenme imkânı olmaması kadın
için güç durumlar ortaya çıkarmıştır. Bunu göz önünde bulundurarak Osmanlı kanun vazıı
Maliki içtihadını tercih etmiştir. Buna göre normal hallerde kaybolan kişinin hayat veya
ölümünden haber alma ümidi kesilince dört yıl beklenir, bu sürede haber alınamazsa kadının
talebi üzerine hâkim onu boşar. Hükümden sonra koca sağ olarak ortaya çıksa bile nikah
bozulmaz.

EHLİYET
Şahıs, haklardan istifade eder, hakları kullanır ve borç altına girer. İşte şahısların sahip
bulundukları bu imkanlara “ehliyet” adı verilmektedir. Şahsiyet terimine gelince buna iki mana
verildiğini görüyoruz: Dar manada şahsiyet “medeni haklardan istifade ehliyetidir”. Geniş
manada ise hak sahibinin bütün hukuki hal ve şartlarını, onun şahıs olması itibariyle sahip
bulunduğu hak ve selahiyetlerin tamamını ifade etmektedir.
İslam hukukçuları ehliyet için çeşitli tarifler vermişlerdir. Bunlardan birine göre ehliyet, “Şari’in
şahısta var saydığı, onu hukukun muhatabı olmaya müsait kılan bir vasıftır”. Başka bir ifade ile
ehliyet, “insanın, hukuki hükümlerle ilişkili bir durumda olmasıdır”.
Şari’in insanlarla ilgili olarak vazettiği kaidelere ve talimata “şer’i hükümler” denir. Şer’i
hükümler bütünüyle hukuku için aldığı gibi iman ve ibadet esaslarını da ihtiva etmektedir.
Ehliyetin Çeşitleri: Vücub ve eda diye iki kısıma ayrılmıştır. Vücub ehliyetinin “medeni
haklardan istifade ehliyetine”, eda ehliyetinin ise “medeni hakları kullanma ehliyetine” denk
düştüğünü söyleyebiliriz.
1. Vücub Ehliyeti: Vücub ehliyeti kişiyi lehinde ve aleyhinde hak sübutuna ehil kılan vasıftır.
Lehinde hak sübutu ise “alacaklı ve hak sahibi olmayı”, aleyhinde hak sübutu ise “borçlu ve
yükümlü olmayı” ifade etmektedir.
*Vücub ehliyeti insan olarak hayatta olmaya bağlıdır ve sağ doğmak şartıyla ana rahminde
başlar.
Bu ehliyetin alacaklı ve borçlu olabilme unsurlarından ikisi de mevcutsa “tam ehliyet”ten,
yalnız alacaklı ve hak sahibi olma unsuru mevcutsa “nakıs ehliyet”ten bahsedilir. Mesela ana
rahmindeki çocuk hak sahibi olabilir, ancak borçlu ve yükümlü olmaz.
 Zimmet: Söz vermek, ahdetmek gibi manalara gelir. Borçlanma ehliyetinin kişide
zaruri kıldığı, bu sebeple hukukun var saydığı bir yer, adeta bir kaptır. Kişi borçlu ise
zimmeti meşgul, borçsuz ise boştur.
2. Eda Ehliyeti: Hak ve borç doğuran, borcu ortadan kaldıran tasarrufları kişinin bizzat
yerine getirebilmesi için gerekli vasıf ve kabiliyete eda ehliyeti denir.
*Eda ehliyetinin dayanağı akıldır.
Kişinin, zararlı olsun faydalı olsun bütün tasarruflara karşı ehliyeti varsa “tam eda ehliyeti”,
bunların ancak bir kısmına ehliyeti varsa “eksik eda ehliyeti” vardır.
Ehliyet Çağları: Ceninlik, Çocukluk, Temyiz, Büluğ, Rüşd
1. Ceninlik Çağı: Çocuğun ana rahmine düşmesinden doğumuna kadar devam eden çağı
“cenin” olduğu çağdır. Bu çağda kişi eksik vücub ehliyetine sahiptir. Ancak şu haklara sahiptir:
a) Soy bağı (neseb); ceninin babası, annesi, amcası… vardır.
b) Miras hakkı; ceninin varis olabileceği bir şahıs ölünce mirasından erkek hissesi ayrılır ve
doğuma kadar muhafaza edilir.
c) Vasiyet ve vakıf hakkı; cenin lehine yapılan vasiyet ve vakıflar geçerlidir; bu tasarruflar
sonunda cenin hak sahibi olur.
2. Çocukluk Çağı: Çocuğun doğması ile başlayan ve temyiz çağı ile sona eren devredir. Daha
önce mevcut olan hak sahibi ve alacaklı olma yanına borçlu ve yükümlü olma unsurunun da
katılması tabiidir. Bu borçları gruplara ayırırsak:
a) Mal veya menfaate malik olmanın doğurduğu bedeller ile itlaf ve zarar vermeden doğan
tazminat. Mesela çocuk namına velisi tarafından alınan yahut kiralanan bir malın bedeli
çocuğun borcu olur ve mal varlığından ödenir.
b) Mal ve servet sebebiyle konan vergiler; öşür, haraç, bina, gelir, gümrük vb. vergileri.
c) Kanundan (ilgili ayet ve hadislerden) doğan sosyal mali yükümlülükler. Bu çeşitin en
belirgin örneği mali durumu iyi olan kimsenin, belli yakınlıktaki karşı borçlu bulunduğu nafaka
mükellefiyetidir.
*Hanefiler ibadet yönüne ağırlık verdikleri için çocuğu zekât mükellefi saymamışlardır; çünkü
ibadet bizzat eda ehliyeti ister. Diğer müctehidlerin çoğu ise zekâtın mali ve ictimai bir vergi
olma yönünü hâkim kılarak çocuğu zekât mükellefi saymışlardır, velisi onu malından öder
demişlerdir.
3. Temyiz Çağı: Kişinin doğruyu ve faydalıyı yanlış ve zararlıdan ayırması, bunlara aklı ermesi
demektir. Temyiz kişide belli bir zamanda ve bir anda başlamaz. Temyiz kabiliyeti kazanmış
çocuğa “mümeyyiz çocuk (sağir-i mümeyyiz)” denir.
*Temyizin başlangıcı çocuktan çocuğa değişir olmakla beraber İslam hukukçuları,
uygulamada kolaylık ve istikrar olsun diye tamamlanmış yedi yaşı, temyizin başlangıcı olarak
kabul etmişlerdir.
*Mümeyyiz çocukta temyiz kabiliyeti tamamlanmış bulunmadığından, buna bağlı olan eda
ehliyeti de eksik olarak meydana gelmektedir. Eksik eda ehliyetine sahip bulunan mümeyyiz
çocuğun tasarruflarını sıhhat yönünden üç grupta toplamak mümkündür:
a) Küçüğün zararına olan ve hiçbir faydası bulunmayan tasarruflar; hibe, sadaka, vakıf, ariyet
verme, borca kefil olma ve boşanma şeklindeki tasarruflar bu grubun örnekleridir. Bunlar
çocuğun tamamen zararına olduğu için ister kendisi yapsın ister kanuni temsilcisi tarafından
yapılmış olsun muteber değildir.
b) Tamamen küçüğün menfaatine olan tasarruflar; hibe ve sadakayı kabul gibi.
c) Kendi adına alım, satım, kiralama, rehin verme ve alma, ortaklık gibi hem kâra hem de
zarara açık bulunan tasarruflar. Mümeyyiz çocuğun bu neviden tasarrufları ancak kanuni
temsilcinin izni ve rızası ile muteber olmaktadır.
Bu gruplarda sayılan tasarruflar mali ve hukuki tasarruflardır. Namaz, oruç, hac gibi
ibadetlere gelince, çocuk bunlarla yükümlü değildir; ancak mezkûr ibadetleri yapması halinde
ibadetler muteber olmakta ve sevap kazanmasını sağlamaktadır.
4. Ergenlik Çağı: Ergenlik (bülûğ) çağı genel olarak aklın ve temyiz kabiliyetinin, sorumluluk
için yeterli seviyede gelişmiş olduğu çağdır. Kişinin ergenlik çağına gelmesinin birisi biyolojik,
diğeri yaşa bağlı iki ölçüsü vardır. Ergenliğin biyolojik ölçüsü erkeklerin ihtilâm olmaya
başlamaları, kızların ise ay hali görmesi yahut hamile kalmasıdır. Ancak ihtilâm ve ay halinin
ergenlik çağına giriş sayılabilmesi için erkeğin on iki, kızın ise dokuz yaşını doldurmuş olması
şarttır. Bu yaşlardan önce belirti olsa dahi ergenlik çağına girilmiş olmaz. Asgari yaşlara
gelindiği halde belirtiler görülmezse ikinci ölçü kullanılır. Buna göre on beş yaşını dolduran kız
ve erkek ergenliğe girmiş sayılır.
*İmam Ebu Hanife’ye göre ergenlik çağına girmenin azami yaşı kızlar için on yedi, erkekler
için on sekiz yaşı doldurmaktır. Buradaki yaş yılları Kameri takvime göre hesaplanır.
*Henüz ergenlik çağına gelmemiş bulunan kıza “mürahıka”, erkeğe “mürahık” denir.
*Ergenlik çağına gelmiş bulunan şahıs iman ve ibadetle mükelleftir, her nevi hukuki
tasarrufları muteberdir ve hukuki sonuç ve sorumluluk doğurur.
5. Rüşd Çağı: Rüşd kelimesinin lügat manası doğru yolu bulmak, doğru ve mâkul
davranmaktır. Rüşd vasfına sahip olan kimseye reşid denir. Hukuki bir terim olarak reşid
“malına sahip olan, onu boş yere ve ölçüsüz harcamadan uzak duran kimsedir”. Reşidin zıttı
sefihtir, sefih ise malını boşa harcayan, saçıp savuran kimsedir. Rüşd, irade ile ilgilidir ve mali
tasarruflara aittir.
Ergenlik çağına geldiği halde reşid olmayan şahıs konusunda fikir ayrılıkları vardır. Ebu
Hanife’ye göre bu şahısta ehliyete tesir eden başka bir arıza bulunmadığı takdirde üzerindeki
velayet ve vesayet kalkar, ehliyetleri tamamlanmış olur. Sefih veya müsrif olması hukuki
tasarrufların kısıtlanmasını gerektirmez. Önemli zararlarını önlemek önlemeküzere -bir tedbir
olarak- malı yirmi beş yaşına gelinceye yahut bu arada reşid oluncaya kadar kendisine teslim
edilmez. Yirmi beş yaşına gelince reşid olmasa dahi malı kendisine teslim edilir.
İmam Ebu Yusuf ve Muhammed’e göre ergenlik çağına geldiği halde reşid olmayan kişi
kısıtlıdır, kaç yaşına gelirse gelsin rüşdünü ispat etmedikçe malı kendisine teslim edilmez.
Mecelle ikinci görüşü tercih etmiştir. Osmanlılar’da ve diğer İslam ülkelerinde çıkarılan bazı
kanunname ve kanunlarda rüşd yaşının yirmi ve on sekiz olarak kabul edildiği görülmektedir.
Ehliyet Arızaları: İslam hukukunda ehliyet arızaları teriminden kasdedilen mana “ehliyeti
daraltan veya ortadan kaldıran sebeplerdir”. Burada daralan veya ortadan kalkan ehliyet eda
ehliyetidir.
*Vücub ehliyeti, insanın insan olarak mevcut olmasına bağlı bağlı bulunduğu için, yaşayan
insandan bunun kalkması veya daralması söz konusu değildir.
*Eda ehliyeti ise akla bağlıdır. İnsanın ruh ve akıl sağlığını etkileyen, doğru düşünmesini ve
serbest karar vermesini engelleyen hastalık ve hadiseler eda ehliyetini daraltır ya da
tamamen ortadan kaldırır. Bu arızaların bir kısmı kişinin irade ve isteği dışında meydana
gelmekte ve “semavi arızalar” diye ifade edilmektedir. Akıl hastalığı, bunama, bayılma, uyku,
ölümle sonuçlanan hastalık, kölelik, küçüklük, unutma, ölüm ve kadına mahsus haller (ay hali,
lohusalık) başlıca semavi arızalardır.
*Şahsın irade ve isteği ile meydana getirdiği, olmasına kasten sebebiyet verdiği arızalar ise
“müktesep arızalar”dır. Sarhoşluk, sefahet, yolculuk, bilmek, yanılmak, şaka da müktesep
arızalar içerisinde zikredilmiştir.
1. Çocukluk (sığar): Çocukluk insanın normal bir hayat devresi olup, sonradan hasıl olmamış
ve mevcut bir ehliyete tesir etmemiştir.
2. Unutma (nisyan): Aşırı olmayan unutma hali insan için tabiîdir; bir hastalık ve anormallik
değildir. Bazı hallerde ibadetlerin ihmalinde mazeret teşkil etmekle beraber ehliyet arızası
sayılamaz.
3. Ayhali (hayz) ve lohusalık (nifas): Bunlar kadınlar için normal haller olup ehliyetlere tesir
etmez; ancak bazı ibadetler için engel kabul edilir.
4. Yolculuk (sefer): İbadet hayatında bazı ruhsat ve kolaylıklara teşkil eder.
5. Bazı hallerde bilmemek, bilgi sahibi olmamak yalnıza mazeret olur, ehliyete tesir etmez.
6. Hata ve şaka (hezl) bazı hallerde hukuki neticeye tesir etmekle beraber ehliyete zarar
vermez.
7. Ölüm (mevt): Ölüm ehliyeti değil, bunun mesnedi olan şahsı ve şahsiyeti ortadan kaldıran
bir hadisedir.
Bu sekiz hal ve hadise dışarıda bırakılırsa geriye kalan ve aşağıda sırasıyla açıklanacak olan
arızaların bir kısmı ehliyeti ortadan kaldırarak şahsı çocukluk çağına indirir, diğer kısmı ise
ehliyeti daraltmak ve sınırlamak suretiyle şahsı temyiz sahibi çocuk haline getirir.
1.Akıl Hastalığı (Cünûn): Eda ehliyetini tamamen ortadan kaldıran ve şahsı çocukluk çağına
indiren bir arızadır. Burada akıl ve ruh hastalığından maksat, muhakeme ve temyize
etkileyen, bunları yok eden hastalıktır. Gelip geçici olan hastalıklarda ehliyeti ortadan
kaldıran hal, nöbet halleridir; aradaki sağlıklı devreler ehliyete tesir etmez. Akıl hastalarının
şahıs ve mallarını kanuni temsilcileri idare eder. Kendilerinin cezai ehliyetleri yoktur,
başkalarının malına zarar vermeleri halinde mali sorumlulukları vardır; zarar, mallarından
tazmin olunur. Bu arıza yirmi dört saati geçince namaz, Ramazan ayı boyunca devam edince
oruç ve bir yılı geçince hac ibadeti düşer.
2.Bunama (Ateh): Genellikle yaşlılıkta bazen de daha genç yaşlarda meydana gelen bu arıza
kişiyi temyiz çağındaki çocuk seviyesine getirmektedir.
3.Sarhoşluk (Sekr): Ebû Yûsuf, Züfer, Müzenî, Kerhî, Tahavî, İbni Kayyim gibi müctehidlere
göre sarhoşluk ne ile ve nasıl meydana gelirse gelsin eda ehliyetini ortadan kaldırır. Sarhoşun
söz ve fiil ile vücuda gelen bütün tasarrufları hükümsüzdür. Buna karşı diğer müctehidler,
sarhoşluğun haram olan bir şey ile ve isteyerek meydana gelmiş olması halinde müeyyide
olarak onun bütün tasarruflarını muteber saymışlardır.
4.Uyku (Nevm): Uyku halinde insan akıl ve iradesini kullanamayacağı için bu arıza eda
ehliyetini ortadan kaldırır, uykuda vâki tasarruflar muteber olmaz.
5.Bayılma (İğmâ): Uykudan daha ağır bir arıza olup tesiri uyku gibidir.
6.Sefahet (Sefeh): Ebû Hanife insan şahsiyet ve hürriyetine ağırlık vererek sefahet yüzünden
kısıtlamayı caiz görmezken Ebû Yusuf ve Muhammed amme menfaatine ağırlık vermiş ve
sefîhin hacrini gerekli görmüşlerdir.
7.Borçluluk: Borcu mal varlığını aşmış bulunan kimse hibe ve vakıf gibi tasarruflarda
bulunamaz. Böyle bir tasarrufta bulunması halinde ancak alacaklıların rızası ile geçerli olur.
Buna göre borçluluk bazı hallerde eda ehliyetini sınırlayan bir arıza olmaktadır.
8.Ölümle Sonuçlanan Hastalık (Maradu’l-mevt): Ağır bir hastalığa yakalanan ve araya sıhhat
hali girmeden bu hastalık sebebiyle ölen kimsenin hastalığına ölüm hastalığı denilmiştir.
Böylesi bir hastalığa yakalanan şahsın varisler ve alacaklılar aleyhine bazı mali tasarruflarda
bulunması ve bu sebeple onların zarar görmeleri mümkündür. Bunu engellemek maksadıyla
bazı kaideler konmuştur.
a) Borcu malvarlığına denk olan hasta, her nevi teberru ve vakıf konusunda mahcurdur
(kısıtlı). Bu tasarrufları alacaklılar razı olmadıkça geçerli olmaz.
b) Borcundan fazla olan malından yaptığı teberrular ise malın üçte birini geçmedikçe
muteberdir. Bu nispeti geçen teberruların sıhhati, varislerin rızasına bağlıdır.

HUKUKÎ TEMSİL
(Velâyet ve Vesâyet)
A)VELÂYET: Kelimenin lügat manası “yardım, otorite, selahiyet ve bir işi üzerine alıp
yürütmek”tir. Hukuki bir terim olarak velayet, hukuki tasarrufta bir başkasının yerini almak
manasındaki hukuki temsilin bir çeşididir.
*Hukuki temsil, temsil olunan şahsın isteği ile oluyorsa “vekalet”, bir arızadan dolayı onun
isteğine bakılmadan yapılıyorsa “velayet ve vesayet” bahis konusu olmaktadır.
B)VESÂYET: Vesayet, “iysa” kelimesinden yapılmış bir isimdir. İysa kelimesinin lügat manası
“bir kimsenin diğerinden, gıyabında bir şeyi yapmasını istemesidir”. Hukukta iysâ, reşid bir
kimseyi, mali işlerde, kasırın hukuki temsilcisi kılmaktadır. Buna vesayet, temsilciye de vesi
denir.
*Vesinin veliden farkı, selahiyetinin daha sınırlı olmasıdır.
*Veli temsil ettiği şahsın, evlenme boşanma, terbiye, tahsil gibi şahsi işlerini de yürüttüğü
halde vasinin temsil selahiyeti yalnızca mali-hukuki işlere ait bulunmaktadır.
C)VELÂYET VE VESÂYET HAKKI
1. Ehliyeti tam olmayan şahsın babası yahut babadan dedesi hayatta ise şahsi ve mali bütün
tasarruf hakkı bunlara aittir. Eğer baba yahut dede yoksa velayet ile vesayet birbirinden
ayrılır. Bu durumda velayet hakkı “bi nefsihi asabe” denilen akrabaya aittir. Erkek akraba
yoksa velayet anaya intikal eder.
2. Baba ve dedenin bulunmaması halinde vesayet hakkı önce babanın -hayatta iken- tayin
ettiği şahsa, bu yoksa ikinci olarak dedenin tayin ettiği şahsa intikal eder. Bu ikisinin daha
önceden belirlediği bir vasinin bulunmaması halinde bunu tayin selahiyeti hakime aittir ve
hakimin tayin ettiği temsilciye “vasıyyu’l-kadî” denmektedir.

ŞAHSIN SOYU (Neseb)


1. Neseb Kavramı ve Önemi: Soy manasına gelen “neseb”ten burada kastedilen mana
şahsı, doğumu ve kan sebebiyle diğer şahıslara (akraba) bağlayan bağdır.
2. Nesebin Sübutu: Her şahsın bir nesebi; yani babası vasıtasıyla bağlı bulunduğu hısımlık
ilişkisi vardır. Şahsın nesebi sabit olunca, başka bir ifade ile babası bilinince, tarafların irade
ve rızalarına bakmaksızın, alakalı şahıslarda hısımlık bağı teşekkül eder, bunu kimsenin
reddetmesi mümkün değildir.
Şahsın kimin çocuğu ve hısımı olduğu konusunda objektif ölçü mülkiyet ve nikahtır.
*Koca çocuğun başkasından olduğunu iddia ederse mülâ’ane usulü ile mahkemede çocuğun
nesebini reddetme ve anasına bağlatma imkanına sahiptir.
*İslam hukukunda evlat edinme yoktur; bu sebeple mezkur yoldan neseb hukuken
imkansızdır.

ŞAHSIN YER İLE İLİŞKİSİ


1. Kişinin Meskeni:
a) Boşanmış veya eşi vefat etmiş bulunan kadın, iddetini kocasının evinde bekler.
b) Koca karısına muaccel mehrini ödeyince kadın kocasının meskenine gitmeye mecburdur.
Koca ev açıp eşini çağırdığı halde kadın gitmez yahut gittikten sonra kocasının izin ve rızası
olmadan evi terk ederse nafaka hakkını kaybeder.
2. Kişinin Oturduğu Yerleşim Merkezi:
a) Hanefi mezhebinin kadim içtihadına göre peşin mehri ödenmiş bulunan kadın, kocası
hangi yerleşim merkezine giderse onunla beraber gitmek mecburiyetindedir.
b) Boşanmış kadın, terbiye için kendine verilmiş bulunan çocuğunu, çocuğun babası ve
kendisinin eski kocası izin vermedikçe başka bir yerleşim merkezine götüremez.

HÜKMİ ŞAHISLAR
Genellikle hükmi şahıslar önce içtimai hayatta fiilen ortaya çıkmış, teamül halini almış, sonra
da hukuklar bunu düzenleyerek hukuki şeklini vermişlerdir. Kaynaklar iki şekilde hükmi şahıs
müessesesine yer vermişlerdir:
a) Fertler ve bunlara mahsus haklar ile birçok ferdin meydana getirdiği topluluklar ve bunlara
ait hakları birbirinden ayırmak.
b) Bugün bilinen hükmi şahsiyete sahip müesseselere bünyesinde yer vermek ve bunlarla
ilgili kaideler vazetmek.
1.FERDİ (HAKİKİ ŞAHSI) VE TOPLULUKLARI BİRBİRİNDEN AYIRMA PRENSİBİ
A- DEVLET ADINA AMAN VERME HAKKI
Bir hadiste Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: “Müslümanların kanları (hayat hakları)
birbirine eşittir. Onların en aşağıda olanı dahi diğerleri (devlet) adına aman verebilir. Onlar
başkalarına karşı el gibidirler.” Bu hadise göre herhangi bir müslüman, aman dileyen
düşmana can ve mal güvenliği verebilmekte ve bu güvenlik bütün müslümanları
bağlamaktadır. Yani bütün müslümanlar bir şahıstır ve her bir ferdin bu şahsı temsil
selahiyeti vardır.
B- AMME DAVASI AÇMA HAKKI
Yol üzerinde halka zarar veren şeylerin kaldırılması, iğfal ve aldatmanın önlenmesi,
evlenmeleri veya evli kalmaları caiz olmayan çiftlerin ayrılması gibi amme, davası konularında
her müslümanın taraf olma ve dava açma hakkı vardır. Bunun için dava açanın bizzat zarar
görmesi şart değildir.
2.HÜKMİ ŞAHSİYETİ HAİZ İSLAMİ MÜESSESELER
A- DEVLET: Devlet başkanı, idareciler ve halk ile ilgili hüküm ve kaideler şahıs ve şahsiyet
mefhumu bakımından incelendiği zaman zaruri olarak varılacak netice, İslam’da devletin,
hükmi şahsiyeti olan bir müessese olduğudur. Devleti, hak, menfaat ve tasarruflarında
yetkililerin temsil ettiği bir hükmi şahıs olarak kabul etmedikçe şu hüküm ve kaideler izah
edilemez:
1. Harici siyaset sahasında
Devlet başkanı veya yetkili komutanın düşmanla akdeylediği sulh ve antlaşmalar bağlayıcıdır;
şartları gerçekleşmedikçe hiçbir kimse bunları bozamaz ve değiştiremez. Devletlerarası
ilişkilerde, bu ilişkileri belli şahıslar kurmuş ve yürütmüş olsalar dahi taraflar devletlerdir ve
devlet burada bir hükmi şahıs olarak devrededir.
2. Dahili siyaset sahasında
Devlet başkanının yetkilerine dayanarak yaptığı tayin, nakil ve aziller ile mukavele ve benzeri
tasarrufları -ölüm veya azil halinde- arkasından gelecek olan diğer başkanlar için de
muteberdir ve bağlayıcıdır. Başkan bu tasarruflarda bulunurken, kendi adına değil, temsil
ettiği bir başka varlık adına hareket ediyor demektir ve bu varlık hükmi şahsiyet olan
devlettir.
3. Maliye ve mali mesuliyet sahasında
Mal devlete intikal edince bütün millete ait olur. Maliye alacaklı, borçlu, davacı ve davalı
olabilir. Devlet adına hareket eden, devletin menfaati için yetki sahasında bir tasarrufta
bulunan devlet memuru kasıtsız olarak bir zarara sebep olursa zararı devlet tazmin eder.
B- BEYTÜ’L-MAL: Birinci halife Ebu Bekir zamanında tesis edilen beytülmal, önceleri devlet
ve millete ait menkul malların konduğu, muhafaza edildiği ve sarfın yapıldığı yer olarak
anlaşılmış, daha sonra devletin hazinesi olarak gelip yerine oturmuştur.
*İslam, devlet başkanının şahsi servetini beytülmalden ayırma prensibini getirmiştir.
Beytülmal müstakil bir hukuki varlıktır; alacaklı, borçlu ve mülk sahibi olur, varisi bulunmayan
terikelerin varisi, kendisi ile ilgili davalara da taraf olur. Şafiî içtihadına göre beytülmalin varis
olması, müslümanları birbirine bağlayan İslam bağına dayanır, bu bağ ile birbirine bağlı
bulunan müslümanlar bir aile gibidir ve daha yakın akraba bulunmadığı zaman müslümanları
temsilen beytülmal varis olmaktadır.
Fukahanın tespitine göre beytülmalın bölümleri de kendi aralarında müstakil birer varlığa
sahiptirler:
1. Cizye ve haraç,
2. Zekât ve öşür,
3. Ganimet, maden vb.den alınan beşte birler,
4. Bulunmuş eşya ve varisi olmayan terikeleri ihtiva eden bu dört beytülmal ayrı ayrı gelir ve
giderleri olan müesseselerdir.
Beytülmal hükmi şahsiyeti olan bir müessesedir.
C- ŞİRKET: Anonim, komandit, limited gibi kanuni şirketlerin hükmi şahsiyeti haizdir.
D- VAKIF: Yalnızca hükmi şahsiyet yönüyle değil bütün yönleriyle vakıf müessesesini ele
alalım.
1. Vakıfla İlgili Naslar ve Kısa Tarihçe
Hz. Ömer’in (r.a.) payına Hayber’den bir toprak parçası düşmüştü. Hz. Ömer, Resulullah’a
başvurarak çok kıymetli olan bu toprak hakkında tavsiyesini almak istedi. Resul-i Ekrem
“İstersen aslını kendine bırakır, menfaatini tasadduk edersin” buyurdu. Bunun üzerine Hz.
Ömer “satılmamak, hibe edilmek, mirasçılara intikal etmemek üzere fakirler, akraba, köleler,
misafirler ve yolda kalmışlar için tasadduk etti. Onu idare edenin, mülkiyetine bir şey
geçirmeksizin, normal ölçüler içinde vakıf gelirinden yemesi ve yedirmesi serbesttir.
Böylece daha Hz. Peygamber zamanında başlayan vakıf faaliyeti gelişerek devam etmiş,
müesseseleşmiş, çeşitlenmiş ve kanuni düzenlemelere konu olmuştur.
2. Tarifi ve Unsurları
“İhtibas, tahbis ve tesbil” diye de ifade edilen vakıf için çeşitli tarifler verilmiştir. Genellikle
benimsenen bir tarife göre vakıf, bir mülkün aynını (kökünü) Allah’ın mülkü haline getirip
başkasının mülkiyetine geçmesini engellemek ve menfaatini halka bırakmaktır.
İmam Ebu Hanife vakfın mülkiyeti ve bağlayıcılığı konusunda farklı bir içtihadı benimsemiş
olduğundan vakfı şöyle tarif etmiştir: “Bir mülkün kökü sahibinin mülkiyetinde kalmak üzere
menfaatini bir cihete tasadduk etmesidir”.
*Vakfı tesis edene “vakıf”, vakfedilen şeye “vakıf ve mevkuf”, vakıftan istifade edecek yer ve
şahsa “mevkuf aleyh, meşrutleh, mesarifu’l-vakf” denilmektedir.
*Prensip olarak mevkuf akardır; yani gelir getiren gayr-i menkullerdir. Ancak cihadda
kullanılan menkul eşyanın vakfı ilgili naslar sebebiyle, diğer menkul eşyanın vakfı ise örf ve
adete dayanılarak caiz görülmüştür.
3. Vakfın Bağlayıcılığı (Lüzumu)
Ebu Hanife’ye göre vakıf bağlayıcı değildir. Malını ariyet veren veya menfaatini tasadduk
eden, nasıl istediği zaman bunları geri alabilirse, vakfeden de bundan vazgeçebilir, malından
kendisi ve varisleri -yeniden- istifade etmeye başlayabilir. Vakfı bağlayıcı hale getiren
vakfetmek değil vakfı hâkimin hükmü tescil ettirmek yahut ölümden sonra geçerli olmak
üzere vakfetmek yahut da vakfedilen mescit olup içinde en az bir kere namaz kılınmış
olmaktır.
Ebu Yusuf’a ve diğer mezhep müçtehitlerine göre vakfetme tasarrufu gerçekleşince
vakfedilen şey sahibinin mülkiyetinden çıkar ve Allah’ın mülkü haline gelir, menfaati ise
zikredilen cihete ait olur, artık bundan dönülmez.
İmam Muhammed’e göre ise vakıf teslim edilince bağlayıcı hale gelir ve artık rücu imkanı
ortadan kalkar.
4. Vakfiye Şartları ve Vakıfların Korunması (kendiniz okuyun lütfen)
5. Mevkuf Arazi, Akar ve Nakitlerle İlgili Hükümler (kendiniz okuyun lütfen)
6. Mütevelli (bu önemli)
Bazı yerlerde “kayyim” diye de anılan mütevelli, vakfın şartlarına ve umumi vakıf
hükümlerine göre vakfı idare eden şahıstır. Mütevellileri kontrol etmek üzere “nazır” ve
“müşrif” adı verilen şahıslar görev almışlardır. Mütevelliler vakfın gelirini vakfın şartlarına
aykırı kullanamazlar.

AİLE HUKUKU
Aile Kavramı: Bugün Araplar aile yerine “üsra” kelimesini kullanmaktadırlar. İslami
kaynaklarda aile için “âl, ehl, ehlü’l-beyt” gibi tabirler de kullanılmaktadır. Fıkıh kitaplarında
aile hukuku “zevac, nikah, münakehat-müfarakat” başlıkları altında incelenmiş, son asırda
bunların yerine “el-ahvalu’ş-şahsıyye” terkibi alınmıştır.
*İslam’da aile bağı “neseb”dir. Nesebin ölçüsü ise meşru evliliktir.
*Evlilik manileri ile miras ilişkisini de göz önüne alırsak aileyi, “doğum, evlilik ve süt bağı ile
birbirine bağlı bulunan fertlerin meydana getirdiği sosyal kurum” olarak tarif edebiliriz.
Aile Hukukunun Tedvini: Aile hukuku, hicretin birinci asrında hadislerin toplanıp
kitaplaştırılması çalışmalarında yerini almış ve ikinci asrın birinci yarısında başlayan hukuk
(fıkıh) çalışmalarında ise ibadetlerden hemen sonra, muamelat denilen hukuk bölümünün
başına konmuştur.
*İmam Ebu Yusuf’un başkadı olduğu zamandan itibaren mezhepler teşekkül etmeye
başlamıştır.
*Mecellenin kanunlaşması ile medeni hukukun önemli bir kısmı mevzuata kavuşmuştur.
Ancak mezkûr kanun mecmuası aile, miras, vasiyet gibi bölümleri ihtiva etmediğinden aile
hukuku dalında 1917 yılına kadar kanun olarak yine fıkıh ve fetva kitaplarına başvurulmuştur.
Çeşitli fıkıh mezheplerinin içtihatlarına başvurularak hazırlanan ve bu tarihte kabul edilen
“Hukuk-ı aile kararnamesi” ilk İslam aile kanunudur. 157 maddeden meydana gelmektedir.
Bu kanun bizde iki yıl yürürlükte kalmış; ancak Suriye, Irak, Lübnan gibi bölgelerde uzun
müddet kanun olarak yaşama hakkı bulmuştur.
*Suriye’de 1953 yılında kanunlaşan el-Ahvalü’ş-Şahsiyye kanunu şekil bakımından modern
kanunlara benzemekte, ruh ve muhteva olarak tamamen İslami nas ve içtihatlara
dayanmaktadır. Bu vasıflarıyla İslam dünyasında daha sonra çıkarılan kanunlara da örnek
olmuştur.

EVLİLİK NETİCELERİ
1.GENEL OLARAK EVLİLİK
A- EVLİLİK ANLAYIŞI
1. Evliliğin gayesi aileye mutluluk, topluma da iyi bir nesil sağlamaktır.
“O’nun (varlık ve kudret) alametlerinden biri de size, hem cinsinizden, kendileriyle huzura
erdiğiniz eşler yaratmasıdır. Birbirinize karşı sevgi ve şefkat de yaratmıştır.” (er-Rûm: 30/21)
“Onlar (karılarınız) sizin için elbisedir, siz de onlar için elbisesini.” (el-Bakara: 2/187)
Bu benzetmede eşlerin karşılıklı koruyuculuk, sıcaklık ve tamamlayıcılık vasıfları sergilemiştir.

2. Cinsi tatmin gaye değil, vasıtadır.


“Doğuran siyah kadın, doğurmayan güzel kadından daha iyidir.”
Eğer maksat cinsî tatmin olsaydı buna uygun olanı (güzeli) tercih edilirdi.
“Evlenin ve çoğalın; çünkü ben, diğer ümmetlere karşı sizinle iftihar edeceğim.”
“Kadın dört şey sebebiyle nikahlanır: Malı, asaleti, güzelliği ve dindarlığı; eli bereketlenesi esi,
dindarını seç!”
Bu iki hadis evlenmenin çocuk yetiştirme gayesine işaret etmekle kalmıyor, yetişecek
çocuğun iyi bir insan olabilmesi için yetiştirici annenin dindar olmasını da istiyor.

3. Evlilik şenlikler ilan edilir.


“Haram ile helal ilişkiyi birbirinden ayıran tef ve sestir” mealindeki hadis evliliğin duyurulması
gerektiğine işaret etmektedir. “Şu nikahı ilan edin, onu mescidlerde yapın, nikah sebebiyle
tefler çalın.”
Şüphesiz bütün bunlar şart değildir; ancak İslam toplumunun evlilik anlayışını ve evliliğe
bakışını temsil ettiği için teşvik edilmiştir.
4. Evlilik karşılıklı haklar ve vazifeler getirir.
Aile reisliği dışında haklar ve menfaatler eşitlik esasına göre dengelenmiştir.
“... Onların (kadınların) normal ölçüler içinde vazifeleri kadar hakları da vardır; erkeklerin ise
onların üstünde bir dereceleri vardır.” (el-Bakara: 2/228)
5. İyi geçinme hedef, boşanma son çaredir.
6. Prensip olarak tek kadınla evlenilir.

7. Evlilik dışı ilişki kesin olarak yasaktır.


8. Aile fertlerinin karşılıklı hak ve yükümlülükleri vardır.

B- EVLİLİĞİN TARİFİ VE DİNİ TARAFI


Evlilik akdinin sıhhatine din adamının veya devletin müdahalesinin şart koşulup koşulmaması
bakımından tarih boyunca üç nevi evlilik görülmüştür.
1. Hususi evlilik,

2. Dini evlilik,
3. Medeni evlilik.
Hususi evlilik nev’inde ne din adamı ne de devlet görevlisi akde iştirak eder. Bilhassa
Hıristiyanlıkta evlenme akdinin sıhhati kilisede rahibin akdi takdis etmesine bağlı bulunduğu
için bu nevi evliliğe de dinî evlilik denilmiştir. Medeni evlilik nev’inde dinin evlilik akdi ile
alakası yoktur, bu akit, kaidelerini devletin koyduğu hukuk sahasına girmekte ve hukukun
düzenlediği şekilde -genellikle selahiyetli bir devlet temsilcisinin katılması ile- yapılmaktadır.
Burada medeni, “din dışı, dinin müdahale etmediği, devlete bırakılmış” manasında değil,
“ibadet dışı, dünya ve toplum hayatı ile ilgili” manasında kullandığımız bir terimdir.

AKİT ÖNCESİ
A- GÖRÜŞME: Evlenmeden önce tarafların birbirini görüp tanıması konusunda İslam’ın
getirdiği uygulama hem aşırılıktan uzak hem de maksadı gerçekleştirmektedir. Buna göre
taraflar yanlarında bir üçüncü şahıs bulunma kaydıyla bir araya gelir, birbirlerini görür ve
konuşurlar. (Bildiğimiz detaylar var isterseniz okuyun 72.syf)

B- NİŞANLANMAK: Hadislerde “hıtbe” kelimesi ile ifade edilen nişanlanma, bir kız veya
kadınla evlenmeye talip olmadan başlayarak nikah safhasına kadar süren ilişkiyi temsil
etmektedir.

*Hıtbenin (nişanın) manileri genel hatlarıyla evlilik manileri gibidir. Ancak evlenme
manilerine ek olarak, bir başkası tarafından istenmiş, söz kesilmiş, nişan yapılmış olan kız ve
kadınların istenmeyeceği esası getirilmiştir. Birinci talibe red cevabı verilmiş yahut birinci
talip ikincinin istemesine izin vermiş olursa bu mani ortadan kalkmaktadır.
*Nişan bozulunca evlenme akdinin gerçekleşmeyeceği ortaya çıkmış olur; şu halde kız
tarafının mehre mahsuben aldığı şeyleri iade etmesi gerekecektir.
*Hanefi içtihadına göre nişanı hangi taraf bozarsa bozsun hediyeler, karşılıklı olarak ve
olduğu gibi iade edilir. Malikiler nişanı bozan tarafın hediyeyi geri alamayacağı içtihadını
savunmuşlardır.
*Muasır İslam hukukçularından bazıları, nişanın bozulması taraflardan birine maddi veya
manevi bir zarar verirse zarara uğrayanın dava hakkını kullanabileceğini ileri sürmüştür.

EVLENME EHLİYETİ
A- KÜÇÜKLER: Fukahanın çoğuna göre küçüklerin velileri tarafından evlendirilmeleri caiz ve
muteberdir. Buna karşı İbn Şübrüme ve Osman el-Betti gibi müçtehitler küçüklerin bizzat
evlenmelerinin de velileri tarafından evlendirilmelerinin de caiz ve muteber olmadığı
görüşündedirler.
1917 tarihli kanun ikinci içtihadı kanunlaştırılmış ve küçüklerin evlendirilmelerinin cevazı
hükmünü yürürlükten kaldırmıştır.

B- AKIL HASTALARI: Akıl hastalarının kendi irade beyanlarıyla yaptıkları evlilik akdi muteber
değildir. Hâkimin izni ile velilerin evlendirmesi ise hasta için zaruri olan hallerde caiz
görülmüş, bu evlilik muteber sayılmıştır.

C- EVLENME RÜŞDÜ: Kişilerin bizzat evlenme akdini yapmalarının muteber olduğu çağ
evlenme rüşdüne erdikleri çağdır. Temyiz çağına gelmemiş bulunan çocuk, evlenme ehliyeti
bakımından reşid değildir ve bunun evlenme akdi de muteber olmaz.
*Temyiz çağındaki çocuğun akdi mevkuftur yani velisinin izin ve kabulüne bağlıdır.
*Bülûğ çağına gelmiş kişinin evlilik akdi muteberdir.
*A.K., Ebu Hanife’nin içtihadını tercih ederek büluğ çağına girişin üst sınırını erkeklerde 18,
kızlarda 17 yaş olarak kabul etmiştir. Bu yaşları tamamlayanlar evlenme ehliyetini kazanmış
olurlar.
*Erkek 12, kız da 9 yaşını tamamlamış olarak hâkime başvurur ve biyolojik olarak büluğa
erdiklerini iddia ederlerse hakim durumu inceleyerek evlenmelerine izin verebilir.

D- EVLENMEDE VELİNİN ROLÜ:


1. Velinin Cebir Hakkı: Fukahanın çocuğuna göre dul kadın da rızası alınmadan veya
istemediği halde velisi tarafından evlendirilemez. İmam Şafi’ye göre dul kadın büluğ çağına
gelmemiş olsa da durum aynıdır.
*İmam Şafiî ve Malik, ergenlik çağındaki kızın babasına cebren evlendirme selahiyeti
tanımışlardır.
*Ebu Hanife’ye göre büluğ çağına gelmiş bir kızı hiç kimse zorla evlendiremez. Kızın rızası
olmadan yapılan evlendirmeler hükümsüzdür.
*Kızın ya da dul kadının rızası nasıl anlaşılır sorusuna Peygamber efendimiz (s.a.) sükûtu ile
yanıtını vermiştir.
2. Velinin İzni ve Kendisi Olmadan Evlenme: Ebu Hanife ve Ebu Yusuf’a göre büluğ çağındaki
bir kız, velisinden izin almadan ve bizzat irade beyanı ile evlenebilir.
İmam Malik ve Şafiî’ye göre büluğ çağına gelmiş de olsa kız ve kadınlar, velilerinin izni
olmadan ve bizzat irade beyanlarıyla evlenemezler.
*A.K. ve S.A.K. Hanefi içtihadını kanunlaştırmıştır.

E- VELAYET HAKKI: Eksik ehliyetli kişileri hukuk yönünden temsil hakkı öncelikle kişinin
hısımlarına, bunlardan uygun birisi bulunmadığı takdirde topluma (amme, ümmet) aittir.
1. Hısımların Velayeti: Baba ve dedenin (babanın babasının) küçük çocukları evlendirme
selahiyetleri, küçüklerin velileri tarafından evlendirilmelerini caiz gören müçtehitler
tarafından ittifakla kabul edilmiştir.
*Küçükler üzerinde cebri velayet dışındaki evlendirme velayetlerinde veli en yakın asabedir.
Asabe sınıfı, kişiye erkek vasıtasıyla bağlanan erkek akrabadır; baba, babanın babası, oğul,
oğlun oğlu gibi. Bu sınıfa giren akrabanın birden fazla olmasu durumunda Hanefilere göre
velayet hakkı varis olma sırasına göre elde edilir.
*Ebu Yusuf, Muhammed ve daha birçok müçtehide göre asabe derecesinde yakın
bulunmazsa velayet hakkı ammeye intikal eder. Çünkü soyun şeref ve haysiyetini diğer
akrabalar asabe kadar koruyamazlar.
*Ebu Hanife’nin meseleye yaklaşımı farklıdır. Ona göre burada önemli olan soyun şerefinin
korunması değil, evlenecek şahsın korunmasıdır; bu ise şahsa yönelik alaka ve şefkatle
ilgilidir. Asabe sınıfına girmediği halde sırayla anne, kız, oğlun kızı, kızın kızı, kız kardeşler vb.
akrabanın, evlenecek şahsı korumayacakları iddia edilemez.

2. Amme Velayeti: Burada velayet hakkı topluma intikal etmiştir. Bu hakkı da başkan temsil
edecektir. Ancak uygulamada başkanlar evlenme velayetini, adalet tevziî konusunda
kendilerini temsil eden kadılara vermişlerdir. Hakkın kötüye kullanılmasını önlemek üzere
hâkimin velisi bulunduğu kadını kendisine, usûl ve fürû derecesinde akrabasına nikahlaması
menedilmiştir.
*Müslümanlarla gayr-i müslimler arasında velayet cari olmaz.

TARAFLAR ARASINDA DENKLİK (Kefâet)


A- DENKLİK KAVRAMI VE DAYANAĞI
İslam’ın temel kaynakları olan Kur’ân-ı Kerim’de ve Sünnette evleneceklerin herhangi bir
ölçüye göre birbirlerine denk olmaları gerektiğini ifade eden bir nas yoktur. Müçtehitler
yaşadıkları devirlerde hakim olan örf ve adetler ile sosyal değer hükümlerine bakarak evlilikte
denkliğin yerini tespite çalışmışlardır.
B- DOKTRİNDE DENKLİK
1. Müçtehitlerin Denklik Hakkındaki Görüşleri: Sevrî ve Kerhî gibi müçtehitlere göre
evleneceklerin birbirine denk olmaları evliliğin şartlarından değildir. İnsanların birbirine eşit
olduklarını, üstünlüğün ancak takvada söz konusu olabileceğini ifade eden naslar birbiri ile
evlenmeleri haram olanlar dışında her insanın diğerine denk olduğunu ifade etmektedir.

*Fukahanın çoğuna göre erkeğin kadına denk olması şarttır. Erkek kendisine denk olmayan
bir kadınla evlenebilir fakat kadın kendisine denk olmayan bir erkekle evlenemez.
*Ebu Hanife’ye göre evlenecek çiftin şu hususlarda birbirine denk olmaları şarttır:
a) Soy ve milliyet b) Ailenin İslam’a giriş tarihi c) Ailenin hürriyete kavuşma tarihi
d) Servet e) Dindarlık f) Meslek ve iş
Ebu Hanife’ye göre denklik sıhhat şartı değil lüzum (bağlayıcılık, devamlılık) şartıdır. Mesela
büluğ çağına gelmiş bir kız dengi olmayan bir erkekle evlenirse nikah akdi kızın velisi
tarafından feshedilebilir. A.K. bu içtihadı kanunlaştırmıştır.
*Denkliği akdin sıhhat (muteberlik) şartı sayan müçtehitlere göre önceden velinin rızası
alınmadan yapılan böyle bir evlilik hükümsüzdür, sonradan velinin rızasını almak suretiyle
muteber hale getirilemez.
2. Denklik Şartının Düşmesi: Denklik arama hakkı hem kadının hem de velisinin hakkıdır.
Bunlardan birinin hakkından vazgeçmesi, denklik şartına riayet etmemesi diğerinin hakkını
düşürmez.
Evlendikten sonra meydana gelen denksizlik evliliğe zarar vermez, akde tesir etmez.

EVLENME MANİLERİ
A- MANASI, DAYANAĞI VE HİKMETİ
Sahih bir evlilik akdi için gerekli şartların bulunmaması, mesela şahitlerin hazır olmaması
yahut bulunması gereken hallerde velinin bulunmaması sıhhatli bir evlenmenin vücut
bulmasına manidir. Ancak burada söz konusu olan mâni, “evliliğin sıhhatini engelleyen”
hususlar olmayıp, evliliğe teşebbüsü önleyen, akit yapmaya kalkışmayı gayri meşru kılan
durum ve ilişkilerdir.
Evlenme manilerinin birinci derecede dayanağı naslardır. İslam’da evlenmeye mâni bütün
haller ve ilişkiler ayet ve hadislerle ifade edilmiş, bu konuda içtihada çok az yer bırakılmıştır.
*İman etmedikçe müşrik bir kadın ile nikahlanmayın, müşrik erkeklere de kızlarınızı
nikahlamayın. (Bakara)
*Geçmişte olan hariç babalarınızın evlendiği kadınlarla evlenmeyin. Size analarınız, kızlarınız,
kız kardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, erkek kardeşlerinizin kızları, kız kardeşinizin kızları,
sizi emziren süt analarınız, sütten kız kardeşleriniz, karılarınızın anaları, evlendiğiniz kadından
olma ve sizin himayenizdeki üvey kızlarınız, öz oğullarınızın zevceleri ve iki kız kardeşi birden
almanız haram kılınmıştır. (Nisa) (ayetleri tamamen yazmadım işimize yarayacak kısmı yazdım)
“Kan hısımlığından haram olanlar, süt hısımlığından da haram olurlar.” Yani süt kardeş ile
evlilik haramdır.
 Evlenme manilerinin dini, sıhhi, ahlaki olmak üzere birçok sebebi vardır. Dini sebepler
yukarıda meallerini saydığımız naslardır.
 Yakın akraba arasındaki evliliklerin sıhhi sakıncalar doğurduğu, ailede mevcut irsî
hastalıkların güçlenmesine ve nesillere intikaline sebebiyet verdiği tespit edilmiştir.
Daha uzun olan akraba, mesela dayı kızı, amca kızı derecesinde veya daha uzak
hısımlar ile evlenmeyi ise yasaklamamakla beraber tavsiye de etmemiş, aksine hısım
olmayanların birbiri ile evlenmelerini tavsiye etmiştir.
 Ahlaki, sosyal ve psikolojik hikmet çerçevesinde şunları kaydetmek mümkündür:

Bir kimsenin aynı kanı taşıyan yakın akrabası ile arasında sevgi, şefkat ve hürmete dayanan
bir bağ meydana gelmiştir. Bu duygular karı-koca ilişkisindeki duygulardan farklıdır.
İki kız kardeş ile teyze-yeğen gibi iki akraba kadını birden nikahlamak, onların akrabalık
duygularını zedelemekte, akraba arasına soğukluk ve anlaşmazlık sokmaktadır.

B- ÇEŞİTLERİ
1. Devamlı Maniler: Kan hısımlığı, evlenmeden doğan hısımlık ve sütten doğan ilişki devamlı
evlenme manileridir.

a) Kan hısımlığı: Dört derecede evlenmeye manidir:


Usûl: Ana, anneanne, baba, dede.
Fürû: Oğul, kız ve bunların aşağıya doğru çocukları.
Usûlün fürûu ve bunların çocukları: Kardeşler, kardeş çocukları, yeğenler.
Dede ve ninelerin fürûu: Amcalar, halalar, dayılar, teyzeler. Bundan önceki derecelerde mani
nesiller boyu devam ederken burada mani nesillere tesir etmez.
b) Evlenme sebebiyle hısımlık manii (hurmetu’l musahere):
Usûlün eşleri: İslam’da birden fazla kadınla evlenmek mümkün olduğundan usulün eşi, kişinin
kendi anası ve ninesi olmayabilir fakat yine de onunla evlenemez.

Fürûun eşleri: Kişi çocuğunun veya torununun eşleri ile evlenemez.


Zevcenin usûlü: Kişi karısının anası ile ve bunun ana ve nineleri ile evlenemez.
*Buraya kadar sayılan evlenme manilerinde yalnızca nikah yeteri olup birleşme şart değildir;
mesela bir kız ile nikahlanıp zifafa girmeden boşanan kimse onun anası ile evlenemez.
Zevcenin fürûu: Bir kadınla nikahlanıp zifafa da giren kişi onun fürûu (çocukları, torunları) ile
evlenemez. Zifafa girmemişse evlenebilir.
c) Emzirmeden doğan hısımlık manii: Fukaha, hadislere ve uygulamaya bakarak süt
emmeden doğan hısımlık ilişkisinin, yukarıda sayılan sekiz sınıf akrabada evlenme manii teşkil
ettiğini tespit etmişlerdir.
Fukahanın çoğu, doğumun ve sütün oluşmasında rol sahibi olduğu için kocanın da süt babası
olduğunu ve bunun hısımlarının da haram sınırına girdiği içtihadını benimsemişlerdir.
Fukahanın çoğuna göre iki yaşından sonra emilen süt hısımlık bağı meydana getirmez. Ebu
Hanife emilen sütün azını da çoğunu da evlenmeye mani sayarken Şafii her biri doyurucu
olan beş kere emmeyi şart koşmuş, daha azının süt hısımlığı doğurmayacağı içtihadında
bulunmuştur.
2. Geçici Maniler
a) Din farkı
b) Üç kere boşanma

c) Dört kadınla evli olma


d) Kadının nikahlı olması
e) Zevcinin hısmı olma
3. Diğer Maniler: Evlat edinme, İslam’da meşru olmadığı için, evlenme manii de değildir.
Geçici ağır hastalıklar ile iktidarsızlık gibi durumlar ise İslam hukukunda evlenme manii değil,
fesih sebebi olarak ele alınmıştır.

EVLENME AKDİ
Akitlerin vücuda gelebilmesi, var olabilmesi için gerekli olan hususlara “rükünler” (unsurlar);
sağlıklı, geçerli ve bağlayıcı olabilmesi için gereken hususlara da şartlar denilmiştir.

A- EVLENME AKDİNİN UNSURLARI


1. Taraflar: İslam’ın geldiği ve yayıldığı çevrelerin şartları gerekli kıldığı için -diğer akitlerde
olduğu gibi- evlenme akdinde de hukuki temsil (vekalet) caiz görülmüştür. Her iki taraf yahut
taraflardan biri, vekil vasıtasıyla evlenme akdinde taraf olabilmektedir. Doktrinde tartışılmış
olmakla birlikte, bir şahsın her iki tarafı da temsil etmesi caiz görülmüştür. (sayfa 90 okuyun lütfen)
2. İrade Beyanı: İnsanların karşılıklı rızalarını ifade için kullandıkları vasıtalara “irade beyanı”
denir. Fukaha karşılıklı iki irade beyanının birincisine “icap”, ikincisine “kabul” demişlerdir.
İcap ve kabul şifahi olabileceği gibi gerektiğinde yazılı da olabilmektedir.
Fukaha evlenme akdinin yapıldığını kesin ve açık bir şekilde ifade etmeyen ifade şekillerini
muteber irade beyanı olarak kabul etmemiştir. Müçtehitlerin çoğu ise irade beyanında
kullanılan ifade şekillerinin bir örf ve adet meselesi olduğunu göz önüne almışlar ve buna
göre evlenme iradesini ifade eden her söz ve şekli muteber saymışlardır.
3. Akdin Mevzûu: Evlenme akdinin mevzûu, evlilik çerçevesinde karşılıklı istifade (mülkü’l-
mut’a) şeklinde ifade edilmektedir. Evlenme ehliyeti taşıyan ve evlenme manileri de
bulunmayan şahıslar akdin mevzûunu gerçekleştirmektedirler.

B- EVLENME AKDİNİN ŞARTLARI


1. İn’ikad Şartları: Akdin unsurlarının olmasıdır. İn’ikad kelimesi “akdin gerçekleşmesi,
vücuda gelmesi” demektir. Akdin unsurlarının tam ve maksadı gerçekleştirecek şekilde
bulunmasıdır.
2. Sıhhat Şartları: Akdin sahih (muteber) olarak vücuda gelmesi için üç şarttan
bahsedilmiştir:
a) Evlenme manilerinin bulunmaması.
b) Velinin bulunması
c) Şahitler veya ilan.
Evliliği zinadan ayıran objektif ölçü açıklıktır.
*İmam Malik’e göre evlenme akdi yapılırken şahitlerin bulunması şart değildir; ancak zifaftan
önce evliliğin ilan edilmesi, çevreye duyurulması şarttır.
Müçtehitler vasıf ve sayı konusunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir:
a) Bütün müçtehitlere göre şahitlerin akıl ve ruh sağlığına sahip, ergenlik çağına gelmiş
bulunması gerekir.
b) Ebu Hanife’ye göre nikah, iki erkek şahitle olabileceği gibi bir erkek, iki kadın şahitle
de olabilir.
c) Ahmed b. Hanbel’e göre köle de şahitlik yapabilir.
d) İmam Şafii’ye göre şahidin adil, yani iyi ahlak sahibi olması gerekir. Ebu Hanife’ye göre
böyle bir şart yoktur.
e) Tarafların müslüman olmaları halinde şahitler de müslüman olacaktır. İki taraf yahut
yalnız kadın ehl-i kitab olunca şahitlerin de ehl-i kitap olabileceğini Ebu Hanife kabul
etmiş, İmam Şafii kabul etmemiştir.
f) Görmezlik ve hısımlık şahitliğe mâni değildir.
3. Geçerlilik (nefaz) Şartları: Akdin gerçekleşmesi için rızası alınması gereken şahsın rızası
alınmamış olursa yapılan akit “mevkuf”tur. Sonradan ilgilinin rızası alınınca geçerli (nafiz)
hale gelir.
4. Devamlılık (lüzum) Şartları: Burada söz konusu olan gayr-i lazım akit tamam olan fakat
taraflardan birinin, veli yahut vasinin şartları gerçekleşince feshedebileceği akittir.
5. Şekil ve Merasim Şartı (sayfa 93 okuyun)
C- ŞARTA BAĞLI EVLİLİK
Evlenme akdi içre edilirken ileri sürülen şartlar iki nevidir. Birincisi akdin gerçekleşmesinin
kendisine bağlandığı şartlardır. Bunlara “ta’liki şartlar” denir. İkincisi ise normal bir evlenme
akdinin getirdiği hak, vazife ve menfaatlere ek getiren şartlardır, bunlara da “takyidi şartlar”
denir.

1. Ta’liki Şartlar: Evlenme akdi, irade beyanlarının yapıldığı anda gerçekleşmesi gereken ve
bundan hemen sonra da hükümleri işlerlik kazanan bir akittir. Bu sebeple akdin yapıldığı
zaman henüz gerçekleşmemiş bir olayı şart koşarak mesela askerliği bitirmiş isen yahut
bitirince seninle evleniyorum demek bu akdin tabiatına aykırıdır ve böyle bir şart akdin
gerçekleşmemesi neticesini doğurur. Ancak ta’liki şart, akitten önce gerçekleşmiş bir olay ise
mesela karşı taraf daha önce askerliğini bitirdiyse akde zarar vermemekte, bu şartla birlikte
akit gerçekleşmektedir.
2. Takyidi Şartlar: Tam taraf teşkil ettikleri için Hanefiler ile Hanbelilerin görüşleri
özetlenecektir.
*Hanefilere göre taraflara fayda sağlayan, fakat akdin gereği olmadığı gibi ona uygun da
düşmeyen, hakkında nas bulunmayan ve örf adet haline de gelmiş olmayan şartlar fasid
şartlardır. Akitlerde ileri sürülemez, sürülürse akit muteber, şart fasid ve hükümsü olur.
a) Evlilik düzenine ve evlenme akdinin getirdiği neticelere aykırı olan şartlar fasiddir ve
bu gibi şartlara riayet etmek caiz değildir. Kocanın nafaka yükümlüsü olmaması
şartıyla yahut birleşmemek şartıyla yapılan evlenmeler bu gruba örnektir.
b) İslam’ın ruhuna uygun olup, riayet etmemek için bir sebep bulunmayan şartlar.
Kadının üzerine evlenmemek ve onu evlendiği yerleşim merkezinden başka bir yere
götürmemek şartıyla yapılan evlilik buna örnektir ve bu şartlara riayet edilir.

Kadının da boşanma hakkına sahip olması şartıyla yapılan evlilik, ilk başta birinci gruba
girmesi gereken bir şart gibi gözüküyorsa da Hanefiler bunu erkeğin kendisine ait bir haktan
feragati ve kadına sonradan da verebileceği bir hakkı önceden vermesi şeklinde anlamış ve
caiz görmüşlerdir.
c) Birinci gruba girmemekle beraber yerine getirilmesi hoş karşılanmamış olan şartlar.
Bir kadının izdivacına talip olan erkeğe, nikahı altındaki eşini boşamasını şart koşması
buraya örnektir ve Hz. Peygamber tarafından menedilmiştir.
*Hanbeli mezhebi müçtehitleri riayet bakımından şartları üç gruba ayırmışlardır:

a) Evliliğin getirdiği hak ve neticelere aykırı şartlar muteber değildir, bu şartların


koşulması halinde evlilik yine muteberdir fakat şartlara riayet edilemez; mehir ve
nafaka yükümlülüğünü ortadan kaldıran şartlar gibi.
b) Geçici bir zaman için evlenmek, evlenmenin gerçekleşmesini henüz gerçekleşmemiş
bir şarta bağlamak gibi evlenme akdinin yapısına aykırı olan şartlar ile bu şartları
ihtiva eden evlenme akidleri muteber değildir.
c) Taraflara menfaat ve ek yükümlülükler sağlamakla beraber yukarıdaki iki gruba
girmeyen şartlar muteberdir ve bunlara uyulacaktır.
MUTEBERLİK BAKIMINDAN AKDİN ÇEŞİTLERİ VE NETİCELERİ
Şartların bulunup bulunmaması bakımından evlenme akdi “sahih, fasid, batıl, mevkuf ve gayri
lazım” kısımlarına ayrılmaktadır.

A- SAHİH EVLENME AKDİ


Akdin muteber bir şekilde vücuda gelmesi için gerekli bulunan şartları taşıyan evlenme akdi
“sahih evlenme akdi”dir.
Sahih evlenme akdinin doğurduğu hukuki sonuçlar:
1. Kocanın karısına karşı borçları

a) Mehir.
b) Nafaka.
c) Eşi birden fazla ise aralarında adaleti gözetmek.
d) Makul davranmak ve iyi geçinmek.
2. Kadının kocasına karşı borçları

a) İstediği mehri almış ise kocasının açtığı eve gitmek ve mesken değiştikçe de kocasıyla
beraber olmak.
b) Dinin caiz gördüğü durumlar dışında kocasının izni olmadan evden ayrılmamak.
c) Dinin kurallarına aykırı düşmediği müddetçe kocasının isteklerini yerine getirmek
d) Bütün gerekleriyle kocasının aile reisliğini kabullenmek.
3. Her iki tarafı ilgilendiren sonuçlar
a) Doğacak çocukların kendilerine ait olması (nesebin sübutu).
b) Hayatta kalanın vefat edene varis olması.
c) Karşılıklı evlenme manilerinin vücuda gelmesi.
d) Dinin izin verdiği ölçüler içinde karşılıklı istifadenin, karı-koca hayatı yaşamanın helal
hale gelmesi.
e) İslam’ın istediği bir aile yuvası kurmak, bunu korumak ve yaşatmak için elden gelen
fedakârlık ve gayretin sarf edilmesi.

1. MEHİR
Evlenirken erkeğin zevcesine verdiği para veya maldır. Mehir, erkeğin kadına verdiği değerin,
ona rağbet etmesinin bir sembolüdür.

Mehir, sahih evlenmenin şartlarından olmayıp onun doğurduğu haklardan biri olduğu için,
akit esnasında zikredilmese dahi kadın lehine bir alacak olarak doğmaktadır.
a) Miktarı: Hz. Peygamber’in (s.a.), değersiz madenden yapılmış bir yüzükten tutun da bazı
Kur’an surelerini öğretmeye kadar pek çok şeyi mehir olarak kabul ettiğini biliyoruz. Bu
hadisleri ve ilk asır uygulamalarını göz önüne alan fukaha çoğunluğu, maddi değeri olan her
şeyin mehir olabileceği içtihadını benimsemişlerdir.
*Hanefiler mehrin alt sınırını on dirhem (o çağda yaklaşık iki koyun bedeli) olarak tespit
etmişlerdir. Mehrin üst sınırı konmamıştır. Hz. Ömer’in üst sınırı dört yüz dirhem yapma
teşebbüsü bir kadının “…kadınlara yığınlarla altın vermiş olsanız da…” (Nisa) ayeti ile itiraz
etmesi üzerine gerçekleşmemiştir.
b) Mehrin Sahibi ve Ödeme Zamanı: Mehir evlenen kızın ve kadının hakkıdır. Bunu başka biri
alamayacağı gibi çeyiz vb. harcaması da istenmez.
Mehir tamamen ve kısmen peşin (muaccel) ve veresiye (müeccel) olabilir. Veresi olan mehir
için bir zaman konulmamış ise kadının boşanması yahut kocanın vefatı halinde derhal
ödenmesi gerekir.
c) Emsal Mehir (Mehru’l-misl): Evlenme akdi yapılırken mehir konulmaz yahut usulüne
uygun olmazsa emsal mehirden bahsedilir. Bundan maksat, evlenen kadının emsaline verilen
mehirdir. Emsal tespit edilirken kadının benzer vasıflarını taşıyan akrabasından hareket edilir,
böyle bir akraba bulunmazsa yabancılara bakılır ve gerektiğinde hakim de takdir hakkını
kullanır.
Mehrin Sübutu ve Düşmesi: Şu durumlarda kadın mehrin tamamını hak eder:
1. Birleşme yapılınca
2. Birleşmeden önce koca vefat edince
3. İleride gelecek olan “sahih halvet” gerçekleşince
*Sahih evlenme akdi ile evlenmiş olan kadın birleşmeden ve sahih halvet meydana gelmeden
boşanırsa, koşulan mehrin yarısına hak kazanmış olur.
*Boşanma veya evliliğin feshinden sonra kadın koca evinden ayrılırken gönlünü almak için
kocasının ona verdiği elbise vb. hediyelere “müt’a” denilmiş ve bu davranışa teşvik edilmiştir.

2. NAFAKA
Kadının içtimai seviyesine göre normal bir hayat sürdürebilmesi için ihtiyaç duyduğu ve
kocanın da temin ile yükümlü bulunduğu şeylerin tümü nafaka kavramı içinde yer almaktadır.
a) Nafakanın Çerçevesi: Klasik fıkıh kitaplarına göre aşağıdaki nesneler nafaka çerçevesine
dahildir:
aa) Yiyecek ve içecek
bb) Giyecek (bu ikisinde ölçü, kocanın ekonomik gücü ve sosyal mevkiine bağlıdır)
cc) Mesken
Mülkiyeti kocaya ait ya da kiralanmış olan ev nafakaya dahildir. Bu ev karı, koca ve
çocuklarına aittir. Karısı razı olmadıkça koca bu evde başka kadından olma ve temyiz çağına
girmiş çocukları ile diğer yakınlarını oturtamaz.
ad) Tedavi ve ilaçlar
ae) Kadının ihtiyacı olmak ve emsali kadınlarda bulunmak şartıyla hizmetçi: Kocanın bunu
yapabilecek güçte olması gerekir.
b) Nafakanın Şartları ve Düşmesi: Kocanın nafaka borçlusu olmasının şartı, sahih evlilik
içinde kadının kocasına karşı yükümlülüklerini yerine getirmesidir. Kadın vazifelerini yapmaya
hazır ise fiilen bunlar gerçekleşmese dahi nafaka hakkı devam eder. Mesela kocanın izni ile
babasının evinde oturan kadının nafaka hakkı devam eder.
*Boşanan yahut hâkim tarafından evliliğine son verilen kadın, iddetinin sonuna kadar
nafakadan istifade eder.
*Piyasa şartlarına göre nafakanın miktarı değişir.

B- FASİD EVLİLİK
Akdin unsurları ve bu unsurlarla ilgili şartlar mevcut olduğu halde sıhhat şartları bulunmazsa
fasid akitten bahsedilir. Mesela şahitlerin bulunmaması, gerektiği yer ve zamanda velinin
bulunmaması halinde evlenme akdi fasiddir.
Fasid evlenme akdi evliliğin devamı için yeterli olmamakla birlikte devam ettiği müddetçe
birtakım hukuki neticeler doğurmaktadır.
1. Bu akitle evlenen kişilerin evlilik hayatına devamları caiz değildir, kendileri
ayrılmadıkları takdirde hâkim re’sen ayırır ve evlilik hayatına son verir.
2. Fasid akitle evlenen kişiler arasında birleşme meydana gelmemiş ise bu akit hiçbir
netice doğurmaz.
3. Cinsi birleşme olmuşsa fasid akdin doğurduğu neticeleri şöyle sıralamak mümkündür:

a) Konuşulan mehir ile emsal mehir karşılaştırılır, bunların az olanı kadının hakkıdır.
b) Evlenme tarihinden itibaren en az altı ay, ayrılmaya takiben en fazla bir yıl içinde doğan
çocuğun nesebi sahih ve sabit olur. *İmam Muhammed evlenme tarihi yerine birleşme
tarihini esas almaktadır.
c) Her bir tarafın belli derecelerdeki yakınlarıyla karşı taraf arasında evlenme manii
(hürmetu’l müsahara) ortaya çıkar.
d) Ayrılmaları veya hakimce ayırılmalarından itibaren kadının iddet beklemesi ve bu esnada
kocanın nafakayı temin etmesi gerekir.

C- BÂTIL EVLİLİK
Evlenme akdinin unsurları ile bunlara ait şartlardaki eksiklik akdin batıl olması (butlan)
neticesini doğurur. Batıl akid, ün akid değildir. Yok hükmündedir.

*Mesela bir müslüman erkeğin putperest bir kadınla, bir müslüman kadının gayr-i müslim bir
erkekle evlenmeleri halinde eksiklik ve bozukluk, akdin unsurlarından olan taraflarda
bulunduğu için akid batıldır.

*Batıl evlilik hiçbir hukuki netice doğurmaz, evlilerin derhal ayrılmaları gerekir, zina şartları
oluşmadığı için had yerine tazir cezası uygulanır.
D- BAĞLI (MEVKUF) EVLİLİK VE BAĞLAYICI OLMAYAN (GAYRİ LAZIM) EVLİLİK
Sıhhat ve geçerlilik kazanması tarafların ya da velinin rızasına bağlı (mevkuf) bulunan
evlenme akitleri ilgilinin rızası ile geriye dönük olarak sahih ve geçerli hale gelir.
*Rıza ve kabulün gerçekleşmesinden önce bağlı nikah, fasid nikah hükmündedir.
Taraflardan birine veya velilerine fesih hakkı veren evlenme akitleri (bağlayıcı olmayan)
akitlerdir. Böyle bir akitle evlenmiş olan çift cinsi birleşme yapmadan fesih hakkı kullanılmış
olursa evlenme hiçbir hukuki netice doğurmaz.
*Fesih hakkı birleşmeden sonra kullanılmış olursa miras, nafaka ve evlenme manii neticeleri
gerçekleşmiş olur. Kadının hamile kalmasından sonra fesih hakkı kullanılmaz.

E- SAHİH HALVET
“Halvet” yalnızlık, sahih halvet ise bazı hukuki neticeler doğuran yalnızlıktır, baş başa
kalmadır. İslam hukukunda bir terim olarak sahih halvet, evli çiftin, kimsenin görmediği ve
ansızın gelemeyeceği bir yerde yalnız, baş başa kalmalarıdır.
Sahih halvetin gerçekleşebilmesi için çiftin birleşmesini engelleyecek “tabii, hissi ve dini” bir
durumun bulunmaması gerekir.
Tabii engel, normal insanların yanında birleşemeyecekleri üçüncü bir şahıstır. Bu üçüncü
şahsın uykuda yahut âmâ olması durumu değiştirmez.
Hissi engel, iktidarsızlık, hastalık gibi sıhhi ve bedeni engeldir.
Dini engel, kadının hayızlı veya lohusa olmasıdır. Oruçlu ya da ihramlı olmak da din engeller
arasında sayılır.
Halvetin Tesiri
Ebu Hanife, bazı deliller yanında sahabe icmaına da dayanarak sahih halveti birleşmeye eş
tutmuş, mehir vb. konularda ikisini aynı hükme tabii kılmıştır.
İmam Şafii ise sahih halvetin böyle bir netice doğurmayacağı ve birleşme ile aynı hükümde
olmadığı görüşünü benimsemiştir.

Genel olarak halveti birleşme gibi kabul edenler de aralarında bazı farkların bulunduğunu
ifade etmişlerdir:

a) Halvet eşleri muhsan (evlilik içinde birleşmiş) kılmaz; bu durum ceza hukuku
bakımından önemli olmaktadır.
b) Ana ile nikahlanıp birleşme onun kızını haram kıldığı halde, yalnızca halvet bu sonucu
doğurmaz.
c) Kocası tarafından üç defa boşanmış bir kadın, bir başkasıyla evlenmedikçe -ve ikinci
kocası da onu boşamadıkça yahut vefat etmedikçe- üç kere boşayan ilk kocası ile
yeniden evlenemez. Kadını ilk kocasına helal kılan bu ikinci evlilikte, yalnızca sahih
halvet yeterli olmayıp birleşme şarttır.
“EVLİLİĞİN SONA ERMESİ
1.BOŞAMA
A- TARİFİ
1. Kullanılan Kelimeler ve Niyet
İslam hukukunda evlilik hayatını sona erdiren dört sebep vardır: Boşama, muhâla’a, hakimin
ayırması ve ölüm.
“Talak” kelimesi boşama anlamına gelir. Bir fıkıh terimi olarak talâk, belli sözlerle evlilik
bağını çözmek, evlilik ilişkisini sona erdirmektir.
Boşama sözlü bir tasarruftur. Bu tasarrufa vücut veren sözler açık (sarih) ve kapalı (kinai)
olmak üzere ikiye ayrılır. Talak kelimesiyle diğer dillerde bunu karşılayan kelimeler açık
boşama sözleridir.
“Firak ve serah” kelimeleri Kur’an’da boşama manasında kullanıldığı için Şafii bunları da sarih
kabul etmiştir. Bunlar dışında kalıp boşama maksadıyla kullanılan diğer sözler ise kinayedir.
Boşama açık sözlerle yapılmış olursa müçtehitlerin çoğuna göre niyete bakılmaz, hâkim
boşamaya hükmeder. Boşama manasında kullanılması örf ve âdet haline gelmiş kapalı sözler
de sarih gibidir. Diğer kapalı sözler söylendiği takdirde hâkim söyleyenin maksadını sorar,
maksat boşama değilse boşamaya hükmedemez.
Ahmed b. Hanbel, dil sürçmesiyle boşama sözü kullanıldığında, mesela zevceye “sen hoşsun”
denilecek yerde “sen boşsun” denildiğinde -kasıt bulunmadığı için- hâkim, karineleri de göz
önüne alarak boşamaya hükmetmeyebilir demiştir.
2. Talâk ile Fesih Arasındaki Farklar
Fesih, karı ve koca dışında birisi tarafından evliliğin bitirilmesidir. Eşler arasında evlenme
maniinin bulunduğunun anlaşılması, dengi olmayan biri ile evlenen kadının velisinin fesih
hakkını kullanması, “evlenme sırasında mevcut eksiklik ve bozukluk” sebeplerine dayalıdır.
Eşlerden birinin dinden dönmesi, evlenme manii meydana getirecek bir fiil ve davranışta
bulunması da sonradan meydana gelen fesih sebebine örnektir.
*Boşama koca ile bunun selahiyet (vekalet vb.) verdiği şahıslar tarafından yapılabilir; fesih ise
sebeplerine bağlı olarak hâkim yahut da fesih hakkına sahip eş tarafından yapılmaktadır.
*Boşama hakkı sınırlıdır, bir erkek eşini üç defa boşayıp tekrar alabilmektedir. Üçüncü
boşamadan sonra ise -yalnızca nikah akdi ile- alma imkânı ortadan kalkmaktadır. Fesih ise
talak demek olmadığından mesela eşi irtidat ettiği için evlilikleri feshedilenler, ihtida ile mâni
ortadan kalkınca tekrar evlenseler talak hakları kullanmış olmazlar.
B- DİNDEKİ YERİ
Boşamayı kesin olarak yasaklayan yahut hâkimin kararına bağlayan sistemler de vardır. İslam
hukuku bu konuda orta bir yol tutmuş, gerektiğinde boşamaya, evlilik hayatını sona
erdirmeye cevaz vermiş, bu tasarrufu erkeklerin bizzat kadınların ise hâkim aracılığıyla yerine
getirmesine imkân tanımış, ayrıca boşamayı dini ve ahlaki yönden değerlendirmiştir. Buna
göre;
1. İleride, boşama nevileri içinde göreceğimiz bid’i talak, “erkeğin karısını, kitap ve
sünnette gösterilen yol ve usule aykırı olarak boşamasıdır.” Ve bu çeşit boşama
haramdır.
2. Usulüne uygun da olsa kusuru olmayan bir eşi boşamak mekruhtur, din bunu hoş
görmez.
3. Geçimsiz olan yahut iffetli ve dindar olmayan bir eşi boşamak mendubdur; dinin
teşvik ettiği davranıştır.
4. Ailede geçimsizlik ve problemlerin büyümesi üzerine tarafların talebi ile çözüm
arayan hakemlerin boşamayı gerekli görmeleri halinde boşamak farzdır, dinin kesin
talebilir.
5. Sevilmeyen eşin boşanması konusu müçtehitler tarafından tartışılmış, çoğunluk
tarafından caiz görülmüştür.
C- HİKMETİ (sayfa 109 okuyun)
D- BOŞAMA SELAHİYETİ
Boşama yoluyla evliliği sona erdirme selahiyeti prensip olarak kocaya aittir. Kadının mezkur
selahiyeti ise evlenme akdi yapılırken yahut daha sonra kocasının boşama selahiyetini
kendisine vermesine bağlıdır. Boşama selahiyetinin esas olarak kocaya verilmesinin gerekçesi
şudur:
1. Selahiyet iki tarafa da verilirse yuvanın dağılması imkân ve ihtimali iki misline
çıkacaktır.
2. Boşama selahiyeti hâkime verilirse aile sırları açığa çıkacak, haklı haksız karşılıklı
ithamlar yapılacak, taraf ailelerin arası daha ziyade açılacak, boşananların yeniden eş
bulmaları ve yuva kurmaları güçleşecektir.
3. Boşadığı eşin belli bir müddet nafakasını koca temin edeceği gibi, yeniden evlenme
için gerekli masrafı da yine erkek yapacaktır. Bu durum kocayı maddi zora
sokmaktadır.
Kocanın boşama selahiyetine iki yönden itiraz edilebilir:
1. Hakkın kötüye kullanılması, bunun da ailenin güven ve istikrarına zarar vermesi.
2. Evlilikten zarar görenin kadın olması halinde bunun boşama selahiyeti olmadığı için
mağdur olması.
E- BOŞAMA EHLİYETİ
1. Zorla ve Tehdit Altında Boşama: Hanefiler tehdidin ehliyeti ortadan kaldırmadığını,
tehdit altında boşayan şahsın rızası bulunmamakla beraber iradesinin bulunduğunu ve
boşanmayı onun tercih ettiğini ileri sürmüş ve boşanmanın bu durumda muteber olduğu
görüşünü benimsemişlerdir.
2. Sarhoş İken Boşama: Hz. Osman, Ömer b. Abdilaziz, Ebu Sevr, Tahavi, Müzeni gibi
müçtehitlere göre sarhoşun boşaması hükümsüzdür çünkü sarhoşluk ehliyetin dayanağı olan
akıl ve iradeyi ortadan kaldırır.
Ebu Hanife, Malilk ve Şafii gibi müçtehitler ise sarhoşun boşamasını muteber saymışlardır.
3. Asabi Kriz Halinde Boşama: Hiddetten, öfkeden ne dediğini bilmez hale gelen kimseye
fıkıhta “medhuş” denilmektedir. Bazı Hanefi müçtehitlerin de dahil bulunduğu birçok
müçtehit gazab halinde boşamayı muteber saymamışlardır.
4. Temyiz Çağından Önce Boşama: Velisi tarafından evlendirilmiş olan küçük, bizzat
boşama ehliyetine sahip değildir.
5. Hastalıkta Boşama: Bu hastalıktan maksat, “maradu’l-mevt” denilen ve ölüm ile
sonuçlanan hastalıktır.
İmam Şafi bu durumda boşamayı muteber saymış, boşanan zevcenin varis olamayacağını
söylemiştir. Buna karşı Ebu Hanife, ölüm kadının iddeti içinde vuku bulmak şartıyla, Ahmed b.
Hanbel, kadın başka biriyle evlenmemiş olmak kaydıyla, Malik ise durum ne olursa olsun varis
olacağını ifade etmişlerdir. Bu müçtehitlerin dayanağı “sedd-i zeri’a”dır, hakkın kötüye
kullanılmasını önleme tedbiridir.
6. Ciddi Olmayan Boşama: Oyun gereği veya şakadan bir şahıs eşine karşı boşama ifade
eden bir söz söyleyince, Ebu Hanife ve Şafii’ye göre eşini boşamış olur.
*“Üç şeyin şakası da ciddidir, ciddisi de! Nikah, talak ve boşamadan sonra evliliğe tekrar
evliliğe dönüş” diyen hadis bu içtihadın dayanağıdır.
İmam Malik ve Ahmed b. Hanbel’e göre boşama niyeti bulunmazsa bu durumda boşama
hukuki netice doğurmaz.
F- BOŞANMA EHLİYETİ
1. Kocalarının nikahı altında bulunan kadınlar ile boşanmış fakat henüz iddetlerini
doldurmamış bulunan kadınların boşanabilir olduklarında ittifak vardır. Ancak iddet
bekleyen kadının, üçüncü boşamanın iddetini bekler olmaması gerekir; çünkü üçüncü
boşamadan sonra boşayan koca ile hiçbir alakası kalmadığı için tekrar boşanması
hükümsüzdür.
2. Bir şahsın henüz evlenmediği kadın yahut bir veya iki talak ile boşayıp gerekli iddeti
beklemesi sebebiyle yabancısı haline gelen kadını boşaması halinde hukuki netice
tartışılmıştır. Hanefiler “bu boşama bir nevi şartlı boşamadır, evlenirsem boş olsun
demektir” anlayışından hareket etmiş ve boşamayı muteber saymışlardır. Diğer
müçtehitlerin çoğu bu nevi boşanmaları hükümsüz saymışlardır. Bu içtihadın delilleri
daha sağlamdır.
G- BOŞAMANIN ÇEŞİTLERİ
1. Yeni bir evlenme akdi yapmadan tekrar evliliğe dönmenin mümkün olup olmaması
bakımından.
2. Normal boşama usulüne uygun olup olmaması bakımından
Birinci bakımdan boşama “ric’i” ve “bain” kısımlarına, ikinci bakımdan da “sünni” ve “bıd’i”
kısımlarına ayrılmıştır.

You might also like