You are on page 1of 6

İdeolojilerin Kök Hücresi ve Tarafgirliği

Ergin ATABEY
İdeoloji olgusu üzerine olumlu-olumsuz etkisine dair son iki yüz yıldır yoğun tartışmalar yürütülmüştür.
Genelde sosyal-bilimde özelde de siyaset bilimi sorunlarını tartışan hemen hemen herkes konuyla ilgili
bir şeyler söylemiştir. Elbette, ideoloji üzerine kopartılan fırtına boşuna değildir. Hem kendilerini ideoloji
dışı ilan edenler hem ideoloji eleştirisi yapanlar hem de benimseyenler açısından ideoloji daima hayati
önemde olmuştur. Bu nedenledir ki, son iki yüzyıllık sürece damgasını vuran, başlıca konulardan biri de
ideoloji olgusu olmuştur. Gerek ideolojilerin bir yanılsama veya ideolojisiz bir yaşamın mümkün
olduğunu iddia edenler, gerekse de ideolojinin tüm zihniyet-bilgi ve yaşam biçimlerinde (insan toplumu
için bu geçerlidir) içkin olduğunu, dolayısıyla onsuz olunamayacağını savunanlar açısından, ideoloji
olgusu bitmek, tükenmek bilmeyen bir tartışma alanı olmuştur. İdeoloji dışı olduklarını iddia edenler bile,
ideolojik alandaki bu mücadeleyi kazanmadan, kendilerini kazanmış sayamayacaklarının bilincindedirler.
Bundandır ki tam da “ideoloji tartışmaları bitti” derken, ideoloji tekrar tekrar baş göstermiştir. Esasında
son iki yüz yıl ideolojinin tekrar tekrar gündemleştiği tarihtir de. Kimileri buna “ideolojinin dönüşü”
demektedirler. Oysa ideoloji hiçbir zaman gitmedi ki dönüşü olsun! “İdeolojinin bitişi” veya “dönüşü” gibi
kavramlar, fazlasıyla ideolojik kavramlardır. İdeoloji olgu olarak hep toplumsal yapıtlarda vardır. Ancak
ya bastırılmıştır ya da görmezlikten gelinmiştir. Öte yandan bir toplumsal olgu olarak, ideoloji de diğer
toplumsal olgular gibi inatçıdır; ilk fırsatta, kendisini yaşam dışına itmeye, dışsallaştırmaya çalışanlara
karşı, kendisini en çarpıcı biçimde hatırlatmıştır.
İdeoloji olgusu en çok toplumsal sorunların yoğunlaştığı dönemlerde gündemleşir. İdeolojinin ikili
niteliğinden dolayı ya suçlanarak, reddedilerek, toplumsal sorunların asıl nedeni olarak, gösterilmiştir. Ya
da sorunların çözümündeki rolü nedeniyle olumlanarak, olumlu ideolojik kimlik geliştirilmiştir. Bu iki
tarafın kıyasıya mücadelesi ideoloji olgusunu gündemleştirdiği gibi kavramsal ve toplumsal açıdan
içeriğini de farklılaştırmıştır. Bu nedenledir ki, ideoloji olgusunun tek bir tanımı yoktur. Toplumsal
sınıflara göre ideolojik olgular vardır. Bu ideolojik olgular bir kesim için olumlu rol oynarken, diğer kesim
için olumsuz rol oynamaktadır. Ancak bu ideolojinin sonsuz derecede muğlak, göreceli veya ele avuca
sığmaz olduğu anlamına gelmez. Olsa olsa ahlaki ve politik toplum ölçülerine göre doğru veya yanlış,
ideolojik kimliklerin varlığını kanıtlar. En az mutlak doğru ve yanlış tekçi ideoloji tanımları kadar,
ideolojiyi muğlak ve sonsuz görecelilikle ele alan ve tanımlayan yaklaşım da ideoloji olgusunun doğru
anlaşılmasını engeller. Diğer tüm olgular gibi ideoloji olgusu da tek ve sabit bir içeriğe sahip olmadığı gibi
muğlak da değildir. Son iki yüz yıl içinde ideoloji olgusuna dair, farklı tanımlamalar yapılmış olduğu gibi
her tanımın dayandığı paradigmasal, sınıfsal köken de vardır. Herhangi bir ideolojiyi belirleyen de bu
kökenler ve faktörlerdir.
İdeoloji kavramı 1789 Fransız Devrimi’nden sonra Antoine de Tracy tarafından geliştirilmiştir. 1797’de
Devrimci Konvansiyon Aydınlanma düşüncesini yaymak için “Institut de France”i kurar. De Tracy de
enstitünün içinde yer alır. “Doğuştan gelen düşünceler” kavramını reddeden De Tracy, diğer bütün
bilimlere zemin teşkil edecek “Yeni Düşünceler Bilimi” olarak, “ideology”i önerir. De Tracy’e göre
ideoloji, dinsel ve metafizik önyargılarından bağımsız olarak hem fikirlerin kökenini araştıracak hem de
“adil ve mutlu bir topluma giden” yolu gösterecekti. Düşünceler Bilimi olarak “ideology” den beklentisi
şuydu: Tüm düşüncelerin kökenindeki evrensel yasal çerçeveyi çizmek ve insan ihtiyaçları ve arzularını
ortaya çıkarmak ve bu temelde toplumu doğayla uyumlu hale getirip, arzuların tatminini sağlamaktır.
Tüm bunlar aydınlanmacı düşüncenin, evrensel yasaları temelinde olacaktı.
Kavram olarak ideolojinin ortaya çıkışı De Tracy ile başlatılsa da ideoloji olgusu insanlığın
toplumsallaşmasıyla birlikte gelişmiştir. Bağlantılı olarak ideoloji De Tracy’nin tanımladığı gibi salt
düşünceleri araştıran bir olgu değildir. Eliyê Uweyşê’ye göre, “ideoloji, insan toplumuna özgüdür. Görevi
esas olarak yaşama anlam verme ve düzenlemektir.” İdeolojiyi salt düşüncelerin kökenini araştıran bir
olgu olarak ele almak onu zihniyet ve yaşam içinden çekip, bilgi sosyolojisi sınırları ve ideoloji eleştirisine
hapsetmek, anlamına gelir. Elbette ideolojik mücadelede bilgi sosyolojisinin veya ideoloji eleştirisinin yeri
yadsınamaz. Özellikle egemenlerce oluşturulmuş olan ideolojik hegemonyanın, hakikati nasıl çarpıttığını,
toplumsal hakikatle özdeş olmayan kavramsallaşmaların, nasıl gerçekliğin yerine ikame edildiğini bilgi
sosyolojisi veya ideoloji eleştirisiyle açığa çıkarılabilinir. Ancak bunlar ideolojinin bir yönüdür. İdeolojiyi
esas tanımlayan “Yaşamı anlama ve düzenleme” tanımıdır.
Öte yandan ideoloji zorunlu olarak salt olumlu ya da olumsuz değildir. E.Uweyşê ideolojinin iki
yönüne dikkat çeker: “İdeoloji, hem hakikate yaklaştırmada hem de uzaklaştırmada, tarih boyunca
önemini sürdürmüştür, sürdürmektedir.” Bu yönüyle her paradigma ya olumlu, hakikate yaklaştıran ya
da olumsuz hakikatten uzaklaştıran bir ideolojiye sahiptir. İdeoloji paradigmalara içkindir. İdeoloji
tartışmaların en eksikli yönlerinden biri de bu içkinliğin ya görülememesi ya da görmezden gelinmesidir.
Paradigmalardan bağımsız her ideoloji tartışması doğal olarak eksik kalır ve yanlışlıklara yol açar. Sanki
ideoloji dıştan getirilip, düşünceye, zihniyete eklenmiştir. Dolayısıyla çok rahatlıkla bir kenara
bırakılabilinirmiş gibi yaklaşımlar söz konusudur. Oysa ideoloji zihniyetle paradigmaya içkindir.
Paradigma düzleminde var olur. Bakış açısını, ölçülerini, ilkelerini belirler. Nasıl ve niçin pratikleşeceğinin
çerçevesini çizer. Hangi amacın esas alındığını gösterir ve uygulatır. Bu nedenle bir ideolojiyi yanlış veya
doğru kılan evrene, doğaya, insana, topluma ve yaşama verdiği anlam, belirlediği yön ve yaşamı
düzenleme niteliğidir. Eğer tüm bu hususlarda ahlaki ve politik topluma göre anlam vermiş, yön
belirlemiş ve yaşamı düzenlemesi söz konusu ise; iyi, doğru ve güzel bir ideolojik kimliktir. Eğer ahlaki ve
politik toplum karşıtıysa kötü, yanlış ve çirkin ideolojik kimlik olur.
Bu noktada ideolojilerin tarafgirliği karşımıza çıkmaktadır. Hiyerarşik sistem ve devletçi-iktidarcı
uygarlığın geliştirilmesiyle hakikatten uzaklaştıran, ideolojik kimlik ortaya çıkmıştır. Doğal toplumda ise,
hakikate yaklaştıran ideolojik kimlik vardır. Toplum ahlaki ve politik niteliklidir. Ahlaki ve politik topluma
karşıt zihniyet, sınıf, zümre oluşmamıştır. Yaşama anlam ve yaşamı düzenlemeye damgasını vuran, ahlaki
politik toplumun ilkeleri, ölçüleri ve zihniyetidir. Ta ki üçlü şaman+avcı+yaşlı erkek ittifakı ortaya çıkana
dek. Üçlü erkek ittifakı erkek egemenliğinin, iktidarcı-devletçi sınıfın temellerini hiyerarşik sistemle
attığından, hakikatten uzaklaştıran, ideolojik kimliği oluşturur. Sümer rahiplerinin kirli ittifakla geliştirdiği
iktidarcı-devletçi paradigmayla yanlış, kötü ve çirkin ideoloji bir üst seviyeye taşırılarak, günümüze değin
sürecek olan, tarihi başlatır. Sümer rahiplerinin geliştirdiği iktidarcı-devletçi paradigmayla evrene,
doğaya, insana, kadına, topluma ve bir bütün olarak yaşama bakış açısı ve yaşamı düzenleme değişmiştir.
Buna göre evren erkek tanrılar tarafından inşa edilmiştir. Her şeyi erkek tanrılar belirler. İnsan, tanrıların
dışkısından yaratılmıştır. İnsanın görevi tanrıya kulluk yapmaktır. Ana-kadın yerine rahipler, tanrıçalar
yerine erkek tanrılar; toplumsal kutsallık yerine iktidar-devlet kutsallığı; özgür insan yerine, köle ikame
edilmiştir. Yaşam tamamen buna göre düzenlenmiştir.
Gerek doğal toplumdaki toplumsal hakikate yaklaştıran doğru, iyi, güzel ideoloji gerekse de hiyerarşik
sistem ve iktidarcı-devletçi sınıfın geliştirilmesiyle birlikte geliştirilen saptırıcı, yabancılaştırıcı, yanlış, kötü
ve çirkin ideoloji Marx’ın salt yanlış-olumsuz ve “ideolojinin tarihi yoktur” tezinde somutlaşan tanımını
yanlışlamaktadır. Marx, De Tracy’den elli yıl sonra ideoloji olgusunu ve rolünü ele alırken pozitivist
paradigmanın etkisi altında tanımını geliştirmiştir. Bu yanlış tanımlama bumerang gibi dönüp Marx’ı
vurmuştur. İdeoloji olgusunun popülerlik kazanması Marx’la olmuştur. Ancak Marx’ın ideolojik olmayı
suçlaması Marxizme döndürülmüştür. Bu ironik bir durum olsa da kaçınılmaz bir sonuçtur. Çünkü her
yanlış tanımlama eninde sonunda sahibini vuracaktır.
Marx’a göre ideoloji maddi gerçeklikten kopuktur. Zihinde başlayıp zihinde bitmektedir. Bu nedenle
katıksız rüya, yanılsama hatta hiçliktir. Bu niteliğiyle tarih dışıdır; tarihi yoktur. O nasıl belirmişse olduğu
gibi yerinde durmaktadır. Çünkü yaşam dışıdır. Pozitif gerçekliğin, maddi, somut toplumsal tarihin içinde
değildir. Marx tüm dinsel, metafizik ve eyleyiş tarzını bu kategoride ele alır. Marx için olumlu olan
bilimdir (pozitivizm). Diyalektik ve tarihsel materyalizm bilimi esas aldığı (pozitivizmi) için nesneldir;
dolayısıyla bilimsel sosyalizm bir ideoloji değildir, bilimdir. Bu temelde Marx, bir bütün olarak ideoloji dışı
olarak tanımladığı bilimsel sosyalizmi, yanlış bilinç olarak tanımladığı ve toplumu aldatıp uyuttuğuna
inandığı ideolojinin karşısına yerleştirir.
Eliyê Uweyşê, Marx’ın her yanılgısının nedenini belirtirken “Marx’ın bizzat kendisinin ekonomik altyapıyı
tüm hukuki, siyasi ve ideolojik formların izahının kaynağına yerleştirmesi, belki de uğruna çok büyük
savaşlar verilen sosyalizmin, başarılı olamayışının temel nedenlerinin başında gelmektedir. Şu hususu iyi
bilmek gerekir ki, hiçbir insan topluluğu, zihniyet formunu uzun süre tanımadan, denemeden, maddi
hayat (ekonomik yaşam) tarzını inşa edip sistemleştiremez. Zihniyet gelişimini karanlıkta bırakarak,
yapılan sistem analizleri, bizzat bu sistemlerin hegemonyasına hizmet etmekten kurtulamaz”
demektedir.
Marx’ın ideolojiyi yaşamın dışına itmesi ve mutlak olarak tanımlaması Marxist toplumsal yaşam ve
sistem analizinde ciddi boşluklar yaratmıştır. İdeoloji tarihi insanlık tarihiyle başlar. Toplumsal yapı ve
sistemler, zihniyet, paradigma dolayısıyla ideolojiyle oluşur. İdeolojinin yoğunlaşması sonucu yapısallık
oluşur.
Marxizmdeki ideoloji tanımı Lenin ile belli bir değişime uğrasa da, altyapı önceliği ve belirleyiciliği
değişmediği için esaslı bir değişim olduğu söylenemez. Fakat yine de Lenin doğru ve yanlış ideoloji
ayrımına gitmiştir. Lenin’e göre Marxist ideoloji bilimseldir. Çünkü nesnel, maddi gerçeklikten hareket
etmektedir. Marxist ideolojinin işçi sınıfı içinde yaygınlaşması, işçi sınıfı/proletarya bilinci dışındaki tüm
bilinç biçimlerinden kurtarması gerekiyor. Ancak reel sosyalizmde olduğu gibi, Lenin’e göre ideoloji
belirleyen materyalizmdir.
Lenin’in izinde gitmekle birlikte Gramsci ideolojinin rolünü daha iyi çözümlemiştir. Gramsci
“hegemonya” tanımıyla egemenlerin toplumu sömürmede ve egemenliklerini geliştirmede ideolojiyi
nasıl kullandıklarının iç yüzünü gösterir. Gramsci’ye göre hegemonya iktidar-devletten ziyade rıza
üretimiyle kurulur, yeniden yeniden üretilir, sürdürülür. Egemen sınıf veya yönetici kesim, ideolojiyle
hegemonyayı ailede, okulda, kilisede, medyada, kültür ve sanatta geliştirir. Hegemonyanın kuruluşu bu
temelde “sivil toplumu” sisteme rıza gösterecek düzeye getirerek, gerçekleştirir. İdeoloji örtük bir şekilde
ekonomiden hukuka, sanattan kültüre ve tüm bireysel ve toplumsal yaşamda ve etkinliklerde var olan
güçtür. Bu yönüyle Gramsci işçi sınıfı içinde karşı bir hegemonya inşasını önerir. Esasında Gramsci
tarihsel ve toplumsal olarak, ideolojinin rolünü iyi çözümlemiştir. Her ne kadar iktidarcı-devletçi
gelenekten kopuşu gerçekleştirememiş olsa da ideolojinin rolünü çözümlemesi bir kenara atılamaz ve
küçümsenemez. Çünkü Gramsci sistem analizinde çok önemli bir noktayı yakalamıştır. Sistem eleştirisini
ideoloji üzerinde geliştirmesi oldukça önemlidir. Çünkü tarihte “ilkin ideolojik kölelik inşa edilir”
(E.Uweyşê). Sümer rahipleri salt zor gücüyle insanları köleleştirmedi. Kaldı ki zor gücüyle köleleştirilen
insan, ilk fırsatta kurtuluşa koşar. Hep kurtuluş fırsatını arar. Egemenler için öncelikli olan rıza üretimiyle,
meşruiyet araçlarıyla yaratılmış olan gönüllü köleliktir. Sistemleri ayakta tutan zora dayalı kölelik değil,
gönüllü köleliktir. Sümer zigguratlarında gerçekleşen ve günümüze değin varlığını koruyan budur.
Ziggurat, rıza üretim merkezidir. Öylesine güçlü bir ideolojik hegemonya inşa etmiştir ki, insanlar gönüllü
bir şekilde rahipler için oraya bağlı çalışmıştır. En çarpıcı olanı ise, babaların kızlarını bizzat götürüp
tapınak genelevlerine teslim etmeleridir. Hangi güç bunu gerçekleştirmiştir? İnsana kölece yaşamın,
çalışmanın ve fahişeliğin, kutsal olduğunu belleten hangi “ilahi” güçtür? Bu yönüyle ideolojik hegemonya
geliştirilmiş en öldürücü, düşürücü ve etkili silahtır. İktidar-devlet, savaşlar, işgaller, tecavüz, talan onunla
normalleştirilir. Tarihteki tüm kaleler, surlar, geçitler onunla inşa edilmiştir. İktidarcı-devletçi sınıfın,
bitmez tükenmez tarih anlatımı, korkunç mezarlar, saraylar, tapınaklar, devasa kentler onun ürünüdür.
Günümüzde “Dünya Harikaları”ndan biri olarak sunulan, firavun mezarlığı piramitlerin arkası ve
önündeki güç, salt kamçı olabilir mi? Halen daha fazla kar elde etmek için milyonlarca insan hem
çalıştırılmakta hem de silah altına alınıp savaştırılmaktadır. İnsanların akın akın sömürü merkezlerine iş
için gitmesi ve savaşmak için çıldırması hangi zor gücüyle izah edilebilir? Sömürge merkezlerinde
çalışmak, savaşlarda ölmek ve öldürmek, kutsallaştırılmıştır. Eliyê Uweyşê’nin belirttiği gibi, bir maaş, ev
ve araba vb. için gönüllü köleliğe koşmayan insan, yok gibidir. Eliyê Uweyşê, “Bunla benzer sayısız öykü,
dehşetengiz talan ve çalıştırılmayı fiziki hakimiyet kadar, (…) etkili olduğunu çok iyi bilmek gerekir.” der.
İdeolojik hegemonya ile yaratılan, çarpık zihni inşa ile insan, toplum, otomata bağlanmıştır. Artık neyin
nerde, nasıl yapılması gerektiğine dair zor bir gücün, başta olmasına gerek yoktur. İdeolojik
hegemonyanın düşünüş, bakış ve düzenleme tarzı söz konusu rolü oynamaktadır. Bundandır ki
E.Uweyşê, “İdeolojik silahlar, askeri silahlardan daha fazla yasaklayıcı rol oynar.” diyor.
Günümüz açısından da ideolojinin rolü öneminden hiçbir şey kaybetmemişken, “ideoloji çağının bitişi” ve
“tarihin, ideolojinin sonu” ilan edilmektedir. Öncelikle belirtmek gerekir ki, bu tür tezler ve argümanlar
ideolojiktir ve ideolojik hegemonyanın ürünüdür. Çünkü gerçeklikte ideolojiden çıkış mümkün değildir.
Ancak mümkünmüş gibi gösterilmektedir. İdeolojik egemenlik esasında bir kavram inşasıdır. Belli
amaçlar doğrultusunda inşa edilen kavramlarla hakikat çarpıtılmak istenmektedir. Bu nedenle inşa edilen
ideolojik egemenlikli kavramlarla gerçeklik arasında bir özdeşlik bulunmamaktadır. Bu yönüyle en
ideoloji dışında tutulan söylem de aslında tam da ideolojinin merkezinde bulunmaktadır. Marx da
ideolojiyi yadsıyıp yanlışlarken esasında ideolojikti. Günümüzde sağ ve sol liberalizm, postmodernizm ve
dincilik adına konuşanlar, özellikle halk özgürlük eğilimini veya devrimcileri ideolojik olmakla suçlayıp,
kendilerini ısrarla ideoloji dışı ilan ederler. İdeolojik olmak, suçlanılacak bir konuma düşürülmüştür.
Ancak bunun boşuna olmadığını bilmek gerekir. Çünkü bu tür bir ideolojik saldırıyla toplum en önemli
özgürlük ediminden, yoksun bırakılmak istenmektedir. Toplum nasıl ki ahlaki ve politik niteliği olmadan
toplumsallaşamıyor, varlığını koruyamıyor ve özgürleşemiyorsa, ideolojisiz de toplumsallığını koruyup
özgürleşemez. İdeoloji ahlak ve politikayla iç içedir. Yine toplumun maddi ve manevi kültür değerlerine
içkindir. İdeolojisiz bırakılmış veya ideolojisi bastırılmış, ideolojikleştirilmesine izin verilmemiş toplum,
köle toplumdur. Nitekim kölelik, öncelikle ideolojik hegemonya ile başlatılmıştır. Özgür, eşit ve
demokratik yaşam da demokratik, ekolojik ve kadın özgürlükçü toplum paradigmasıyla mümkündür. Bu
temelde ideolojikleşmek, ahlaki ve politik niteliği en üst düzeyde gerçekleştirmektir. Yine red ve kabul
ölçülerini netleştirip irade ve özgüç sahibi olmaktır. Bu bağlamda ideolojikleşen insanı, toplumu hiçbir
güç ne sömürebilir ne de köleleştirebilir, ne de egemenliği altına alabilir.
Her ne kadar “post ideoloji” (ideoloji sonrası) akımı 20.yüzyıl sonlarına doğru popülerleşmiş ise de,
ideolojiyi ilk olumsuzlayıp, “karanlık metafizik” olarak tanımlayan, Napolyon’dur. Napolyon “Înstîtut
France” ın kuruluşunda önemli rol oynamış olmakla beraber, enstitünün üyesidir de. Napolyon’u
ideolojiyi dışlamaya yönelten iki neden olmuştur. Birincisi; Napolyon, Aydınlanma sürecinin aksine,
kendi iktidarını imparatorluğa yönelttikçe aydınlanmacı liberal ve cumhuriyetçi ideologların hedefi olur.
İkinci ise; Napolyon, Moskova seferinde yaşadığı yenilginin sorumluluğunu üzerinden atmak, toplum
nezdinde kendini sorumlu olmaktan kurtarmak için yenilginin nedeni olarak, ideologları ve ideolojiyi
gösterip, ideolojiyi yanlış ve reddedilmesi gereken bir olgu olarak, ilan eder. Napolyon ideolojiyi “karanlık
metafizik” olarak ilan ederken, şöyle der; “Yasaların kaynağını insan kalbinin bilgisinde ve tarihin
derslerinde aramak yerine, halkların hukukunu ısrarla araştırdığı, ilkesel nedenlere dayanarak, yazmaya
çalışan ideoloji, yani karanlık metafizik, güzel Fransa’mızın, bütün talihsizliklerinin sorumlusudur.”
Napolyon, monarşik bir ideoloji ile aydınlanmacı liberal ve cumhuriyetçi ideologlara karşı mücadele
etmesine rağmen, karşı tarafı ideolojik olmakla suçlayıp, toptan bir ideoloji yanlışlamasına gitmiştir.
K. Mannheim, Weimar Cumhuriyetinin siyasi karmaşası ortamında kaleme aldığı “ideoloji ve ütopya”
(1929) adlı kitabında ideolojiyi din ile özdeşleştirerek, kendi dönemine denk düşen, döneminin
talepleriyle uyuşmayan bir inançlar sistemi olarak tanımlar. Mannheim’in bahsettiği çağ, kapitalist
modernite çağıdır. Bu yönüyle Marx’ın izinde giderken adı konulmamış bir “ideoloji çağının sonu”nu ilan
eder. Ona göre ideoloji hakikatten kopuktur; çağı geçmiş normların, ideallerin olgusudur. Maddi bir
varlığa sahip değildir; maddi bir varlık kazanmamıştır. Mannheim, ideolojisiyle birlikte ütopyayı da
reddeder. Bunda şaşılacak bir yan yoktur. Kendi mantığı içinde tutarlıdır. Çünkü ütopya ideolojisiz olmaz.
Mannheim’e göre ütopya zamanının ilerisindeki fikirdir. Varolması toplumsal gerçekliğe tekabül etmez.
Gerçekliği çarpıtmak taleplerini çağın ötesine iter. Ancak “unutmamak gerekir ki, büyük ütopyalar
olmadan, büyük yaşam pratikleri gerçekleştirilemez.”
Mannheim, ideolojiyi antikalaşmış, çağ dışı bir olgu olarak ilan ederken, “ideoloji çağının sonu” nu ilan
etmek ise, Amerika siyaset bilimine hakim olan davranışçılığa ve İngiltere’de hakim olan analitik ve
dilbilimsel akımlara düşecekti. İkinci dünya savaşından sonra Nazizmi ve Stalinizmi, dolayısıyla sosyalizmi
ideolojik olarak suçlayıp, ilan ederken, Nazizmin ve Stalinizmin yarattığı ve yaşattığı felaketleri ideolojiye
mal ettiler. Bundan hareketle ideoloji kavramını irrasyonel ve totalitarizmle ilişkilendirerek, “ideoloji çağı
kapandı” denildi. Bu teze göre Nazizm ve Sosyalizm, sanayileşme evresi ve sonrasına denk düşmüyordu.
Bu nedenle geçerliliklerini yitirmişlerdir. Bu tezle iki şey hedeflenmiştir. Birincisi; liberalizme içkin olan
faşizm, kapitalizm dışı ilan edilerek, sistem temize çıkarılmak istenmiştir. İkincisi ise; reel sosyalizmin
kötülükleri üzerinden bir bütün olarak, sosyalizm kötülenerek, toplum nezdinde itibarsızlaştırılmak
istenmiştir. İlginç olan ise, her iki akım “ideoloji çağı kapandı” derken, aslında son derece ideolojik
olmalarıdır.
“İdeoloji çağının sonu” tezinin “post ideoloji” akımıyla yoğunca işlenmesi tam da kapitalist modernitenin
ideolojik hegemonyasının, stratejik bir tercihi ve hamlesi olmuştur. Bir taraftan Nazizmin yarattığı dehşet
ve soykırım, öte yandan da reel sosyalizmin yarattığı hayal kırıklığı toplumda bir şok etkisi yaratmıştır.
Fakat öte yandan bu durum aynı zamanda yeni bir çıkışın ve arayışın da zemini olmuştur. Esasında hem
reel sosyalizm sol liberalizm olarak hem de Nazizm sağ liberalizm-faşizm olarak, kapitalist modernitenin
birer mezhebidirler. Mezheplerin yarattığı hayal kırıklığı (reel sosyalizm) ve dehşet, soykırımın (Nazizmin)
kaynaklandıkları “merkezi” tartışılır hale getirmiştir. Yeni bir çıkışın gerçekleşmemesi için “postideoloji”
ve “ideoloji çağının sonu” adı altında ideolojik bir saldırı başlatılmıştır. Bu temelde toplum manipüle
edilerek, liberalizm, ideoloji dışına çıkarılarak, kurtuluş meleği ve mesih olarak sunulmuştur.
Aslında liberal ideolojik saldırının başlattığı bu dalga belli yönleriyle tutmuştur da. Sanki mümkünmüş
gibi Seymour Martin Lipset, sınıf mücadelesinin, demokratik temelde devam edeceğini ama bunun
ideolojisiz olacağını söylerken; Daniel Bell, geçmişte eyleyişin, yol göstericiliğini yapan ideolojinin tam bir
çıkmaz sokak olduğunu belirtmiştir. Bu konuda vurucu darbeyi ise Hannah Arendt gerçekleştirmiştir.
Arendt, totalitarizmin kaynaklarını dolaysız olarak, ideolojiye yükler. Arendt’e göre; ideoloji
kendiliğinden totalitarizmi salgılar. Bunun tarihsel olguları somut olgularda değil de bütünsel açılar dile
getirerek, gerçekleştirir. Öte yandan ideoloji hakikatin ancak kendisinin açığa çıkarabileceğinde ısrar
eder. Son olarak da ideolojik düşünüş, tamamen mantıksal varsayım, öncül ve gerçekte olmayan bir
tutarlılığa göre hareket eder. “Postideoloji” tartışmalarının en popüler kişiliği olma ünvanı ise; Francis
Fukuyama’ya nasip olmuştur. 1989’da basılan, “Tarihin Sonu ve İnsan” adlı kitabıyla Fukuyama siyasal ve
ekonomik olarak, liberalizmin zafer kazandığını iddia ederken, reel sosyalizmin yıkılışıyla ideolojinin de
sonunun geldiğini söyler. Fukuyama’ya göre; soğuk savaşın sonu, sadece tarihin belli bir döneminin sonu
değildir; bilinen anlamıyla tarihin sonudur. İnsanın ideolojik evriminin sonudur da. Bu temelde tarihin
sonuyla kanıtlanan liberalizmin zaferinin evrenselleşmesidir. Bu da insan doğasındaki evrimin sonucudur.
İnsan doğasında bireysellik, bireysel olarak, kabul görme mücadelesi vardır. Tarih bu mücadelenin
ürünüdür ve nihayetinde liberalizmle bu bireysel olarak, kabul görme mücadelesi doyuma ulaşmıştır.
Liberal demokrasi, hukuk ve yurttaşlığı bunun nihai ilkelerini vermiştir.
Tekrardan şu soruyu sormak önemlidir: Tüm bu “postideoloji” veya “ideolojinin sonu” tartışmaları
gerçekten de ideoloji dışı mıdır? E.Uweyşê, “Üzerinde yemek yediğimiz masa da, içtiğimiz su da
ideolojik” diyor. İdeolojisiz birey veya topluluk yoktur. Sadece farklı farklı ideolojiler vardır. Bu anlamıyla
ne “ideolojinin sonu” gelmiştir ne de “postideoloji” bir dönem söz konusudur. Napolyon’dan
Mannheim’e, Marx’tan Arendt’e, Amerika davranışçılığından İngiltere analitik ve dilbilimine ve
Fukuyama’ya dek tüm “postideolojiler” en sıkı anlamıyla ideolojiktirler. İdeoloji reddedilirken, gerçekte
ideolojinin dışına çıkılmamaktadır. “İdeolojinin dışına geçtiği sanılan şeyler, gerçekte ideolojinin içinden
geçerler. Demek oluyor ki, gerçekte ideolojinin içinde yer alan kişiler, kendilerini tanım gereği ideolojinin
dışında sanırlar. İdeoloji aracılığıyla ideolojinin ideolojik karakterinin fiili yadsıması ideoloji
etkilerindendir.” (Slovaj Zizek).
Tek bir ideoloji veya salt doğru ya da yanlış ideoloji yoktur. Çoklu ideolojiler vardır. Her bireyin veya
toplumsal, sınıfsal kesimini düşünüşü ve eyleyişi mutlaka bir ideolojinin ürünüdür. İdeoloji dışında,
ideoloji dışılık yoktur. Olduğunu varsaymak veya savunmak da ideolojik bir iddiadır. İdeolojinin insanlıkla
var olduğu ve insanlık sürdükçe de var olacağı temel toplumsal hakikatlerdendir. İnsanlık tarihinin ilk
aşamasında insanın toplumsallaşmasında, maddi ve manevi değerlerinde, iyilik-kötülük, doğruluk-
güzellik-sanatsal-politik-ekonomik ve özsavunma ölçülerinde evrene, doğaya ve yaşama anlam verilişin
de, yorumlanışın da ve inşasın da ideoloji vardır. Bu insan zihniyeti ve yaşamının temel niteliğidir. “İnsan
zihniyetini tanımadan, yöntem ve hakikat iddiaları havada kalır.” İnsan zihniyetinin en önemli
yönlerinden biri de ideolojik olmasıdır. İnsan zihniyetle anlam verip, yaşamını düzenliyor, yorumluyor ve
inşa ediyor. İdeoloji salt zihniyetle olup bitmiyor. Yaşamda da somutlaşıyor. Her ideoloji yaşamda
kendisini inşa etmek ister. Bu nedenledir ki ideoloji dışında olduklarını iddia edenler de bu inşa amacını
güderler. Fukuyama salt teorik tespit olsun diye tarihin sonunu ilan etmedi. Bunun bir düşünüş, bakış
açısı ve yaşam biçimi olması için geliştirdi. Küçük ya da büyük farketmez, her eyleyişin arkasında ve
önünde ideoloji vardır.
E.Uweyşê; “Manevi kültür gücü olarak ideolojisiz kültür olmaz. İdeoloji zihniyetle bağlantılı olmakla
birlikte (…) insan toplumuna ölçüdür. Görevi esas olarak yaşamı anlamlandırmak ve düzenlemedir. Bu
anlam ve düzenlemeler olmadan toplum ayakta kalamaz, dehşete düşer. İdeoloji bu nedenle hayli ilginç
bir sorundur.” der.
Üçlü erkek ittifakı ve sümer rahiplerinden beri yaşam ideolojik mücadele alanıdır. Özgür yaşam
ideolojisiz olmaz. Bu aynı zamanda köleleştiren iktidarcı-devletçi ideolojik kimliklerden kopuşu gerektirir.
Zihniyette ve yaşamda ideolojik çizgi mücadelesi başarıldığı oranda özgür yaşam inşa edilir ve yaşanılır.

You might also like