You are on page 1of 7

5.

DERS

II. Meşrutiyet’in İlanı

1908 başlarında Makedonya meselesi yüzünden Balkanlarda siyasi hava iyice bozulmuş ve
gerginleşmişti. Avusturya, Rusya, İtalya Balkanlarda nüfuz sahası elde etmek ve üstünlük
kurmak için mücadele ederken Sırbistan, Bulgaristan, Yunanistan ve Arnavutlar arasında
kıyasıya menfaat kavgası ve rekabet vardı. Osmanlı Devletinin zayıflığı hem bu devletlerin
iştahını iyice kabartıyor hem de aralarındaki siyasi tansiyonu iyice yükseltiyordu

Rumeli’deki özellikle Makedonya’daki Türk varlığı için tehlike çanları çalmaya başlamıştı.
Bu vaziyet Türkleri, Jön Türk mensuplarını, İttihat ve Terakki’nin yönetici kadroları ve
üçüncü ordunun subaylarını endişelendiriyordu. Tam bu sırada 9-10 Haziran 1908’de İngiliz
Kralı Edward ve Rus çarı II. Nicola’nın Reval görüşmeleri gerçekleşti. Reval görüşmesinin
hemen arkasından Rusya ile İngiltere’nin Osmanlı Devletini paylaşma ve parçalama
konusunda anlaştıkları, dolayısıyla Rumeli’de Osmanlının sonunun geldiği şeklinde yorumlar
ortaya çıktı. 1907’de Rusya ve İngiltere’nin Çin, Tibet Afganistan, İran üzerinde nüfuz
bölgesi tespit etmiş olmaları Balkanlarla ilgili yorumların doğruluk payını artırıyordu. 1908
Reval buluşmasıyla İngiltere-Rusya rekabeti eksenine dayandırılan Abdülhamit’in dış
politikası başarısız olmuş oluyordu. Padişah’ın ve Babıâli’nin yapacak fazla bir şeyi
kalmamıştı. Bu durum, İttihat ve Terakki yöneticilerini ve Türk subaylarını harekete geçirdi.
Onlara göre en hızlı ve kestirme çözüm II. Abdülhamit rejimine son vermek, meşrutiyeti ilan
etmek ve Kanun-ı Esasi’yi uygulamaktı. Ancak bu çözüm şekli İngiltere’yi Rusya’yla iş
birliğinden vazgeçirebilir ve Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü korumayı yeniden sevk
edebilirdi. Ayrıca Avrupa kamuoyunu Osmanlı Devleti’nin lehine çevirebilirdi. İttihat ve
Terakki cemiyetinin sivil kanadı harekete geçerek 1908 Temmuz başında maksadını
Manastır’daki konsolosluğa yolladığı beyanname ile iç ve dış kamuoyunda duyurdu. Askeri
kanat adına Enver, Niyazi ve Eyüp Sabri Beyler dağa çıkarak isyan bayrağını açtılar ve
hürriyet meşaleleri yaktılar. II. Abdülhamit’in muhatabı üçüncü ordunun subaylarıydı
dolayısıyla fazla şansı da yoktu. Makedonya’daki bu olaylar gittikçe büyüyerek üçüncü
ordunun katıldığı genel bir isyan halini aldı. Bunun üzerine İttihat ve Terakki cemiyeti
Selanik merkezi harekete geçti. 23 Temmuz 1908’de padişaha bir telgraf çekerek Kanun-ı
Esasi’nin derhal yürürlüğe konulması ve meclisin açılmasını, bu yapılmadığı takdirde daha
vahim olayların meydana gelebileceğini bildirdi. Ferizovik’te toplanan halk da buna benzer
çektikleri telgrafla cevabını heyecanla bekliyordu. Padişahın cevabı gecikince İttihat ve
Terakki’nin Manastır şubesi merkez-i umumisinin bilgisi dahilinde askerlerle anlaşarak
hürriyeti ilan etmeye karar verdi. Bunun üzerine ilk defa Manastır’da istibdat devrinin sona
erdiği meşrutiyetin başladığı ilan edildi. II. Abdülhamit ise mütereddid idi. Arap İzzet Paşa
kuvvete kuvvetle karşılık vermek gerektiğini ve halkla birleşerek isyanın bastırılabileceğini
telkin ettiyse de II. Abdülhamit taraftar olmadığını söyleyerek öneriyi reddetti. 23 Temmuz
1908’de sadrazam yaptığı Said Paşa’nın da fikrini alarak “Kanun-ı Esasiyi ben tesis etmiştim
madem ki millete bu kanunun yine yürürlüğe girmesini arz ediyor ben de bu işte varım”
diyerek meşrutiyetin ilanına razı olmuştur. 24 Temmuz 1908’de bu husustaki irade çıkmış ve
II. Meşrutiyet ilan edilmişti. Sultan, Aynı gün mebus seçimleri için hazırlık yapmaları için
emirler yollamıştır. I. Meşrutiyet sonrası dönemde meşrutiyet yanlılarının temel amacı
yeniden meclisin açılmasıydı.

Kanun-ı Esasi’de Yapılan Değişiklikler

1908 ihtilalinden sonra anayasa yürürlüğe girmiştir. Parlamentonun açılmasıyla ilgili çaba
gösterilmiştir. Yalnız burada ilginç bir husus vardır ki, Meşrutiyet’i ilan etmek isteyenlerin
asıl gayesi anasayalı, parlamentolu bir sistem ortaya koymaktı. Fakat ihtilalden sonra ortaya
çıkan durum mevcut padişahın yetkilerini çok güçlü kılan anayasayla devam etme süreci
getirmiştir. Yani 1876 anayasasındaki padişahı tek güçlü haline getiren anayasanın burada
uygulandığı görülmüştür. Burada özellikle İttihatçıların ihtilali gerçekleştirmelerinin ve biraz
daha geniş paydada tutulursa 1876 anayasasının var olduğu dönemde meşrutiyet ilkeleri,
ihtilal ilkeleri üzerinden kimi kurumların oluşumunun etkisi vardır. Ancak anayasanın
meşrutiyet teorisine aykırı olan husustan izole edilmesi şeklinde bir yöntem takip edildiği
görülmüştür.

1876 anayasasına göre, padişah sadece sadrazam ve şeyhülislam seçmez, bütün kabine
üyelerini belirler. Bu anayasa metni kabine oluşumunda padişahın tek yetkili olduğunu
göstermiştir. Burada padişahın kabineyi seçmiş olmasına ihtilali gerçekleştirenlerin karşı
geldiği görülmüştür. Karşı gelirken de gerekçeleri “sadece senin seçeceğin sadrazam olabilir
ondan sonra da sadrazamın kendi başına belirleyeceği bir kabine olabilir” şeklindedir çünkü
meşrutiyet teorisi bunu gerektirmiştir.

Bu süreç, geçiş süreci bir kavgalı süreçtir. Aslında II. Abdülhamit bu konuda geri adım
atmamıştır ta ki Said Paşanın istifa etmesiyle birlikte geri adım atıldığını, harbiye ve bahriye
nazırını kendisinin seçtiğini görüyoruz. Bu sürecin İttihat Terakkinin istediği şekilde
meşrutiyet teorisi çerçevesinde işlemesine ve yürümesine neden olduğunu görmekteyiz. 31
Mart Vak’ası dediğimiz olaydan sonra yeni bir anayasa yapım süreci için ortam oluşuyor ki
aslında anayasa yapım süreci 1908 sonundan itibaren başlamıştır, komisyon faaliyete
başlamıştır ama 31 Mart Vakası bunu hızlandırmıştır ve hızlı bir şekilde anayasa metninin
oluşturulduğunu görüyoruz. 40 küsur maddenin tartışıldığı bu yeni anayasa metnine 1909
değişiklikleri diyoruz ve anayasa kitaplarına baktığımız zaman 1909 değişiklikleri yeni bir
anayasal yapı olduğundan dolayı buna özel bir yer verildiğini görmekteyiz. Çünkü
hükümdarın yetkilerini oldukça sınırlandıran bir anayasal metindir.

Bu anayasal değişikliklerle padişahın geçmiş dönemdeki o hüküm verme döneminin


kapandığını söyleyebiliriz. Nitekim padişahın kanun maddelerinin oluşum sürecindeki
etkinliği çok zayıflamıştı. Yani parlamentoda gündeme gelen kanunlaşma sürecinin daha
güçlü noktaya geldiğini görüyoruz. Bir önceki dönemde padişahın yani 1876 anayasası
döneminde herhangi bir kanun maddesinin görüşülmesi, kendi görüşü olmadan meclise
gelmesine engel koyabilirdi. Dolayısıyla halk hâkimiyeti anlamında değişiklikleri 1909’da
görmekteyiz. Hakeza veto konusu, kanun maddelerinin veto konusu yine padişahın elinden
büyük oranda alındığı, en azından bir maddeyi tekrar meclise gönderdiği zaman 2/3 oranında
çıktığı zaman padişahın bunu onaylamaktan başka çıkar yolunun kalmadığını görüyoruz.
1909 değişiklikleriyle bu da millet hâkimiyeti açısından baktığımız husustan parlamentonun,
millete ait parlamentonun güçlendiğini görüyoruz.

Aynı şekilde bir örnek daha vermek gerekirse II. Abdülhamit daha önce parlamentoyu
oldukça rahat bir şekilde feshederken 1909 değişiklikleriyle parlamentonun feshedilmesinin
bir şekilde zorlaştırıldığını görüyoruz. Adeta padişahın parlamentoyu feshedemeyeceği
noktaya geldiğini görüyoruz. Yine parlamentonun açılması kapanmasıyla ilgili seçimlerin
yürümesiyle ilgili bütünüyle 1876 anayasası padişaha, II. Abdülhamit’e yetki verirken burada
ise standartlar oluşturulmuştur. Parlamento şu tarihte açılır kapanır, seçim kararı alındıktan
sonra 3 ayki süreçte seçimlerin gerçekleşeceği derken anayasal süreç güvence altına
alınmıştır. Kendi görüş ve istekleri ve siyasi görüşleri terk edilmiş bu anlamda 1909
değişiklikleri millet hâkimiyetinin gerçekleşmesi anlamında anayasal sürecin içerisinde en
önemli değişiklikler olarak nitelendirilebilir.

II. Meşrutiyet ve Meclis

1908 yılında II. Meşrutiyetin ilan edilmesi bir dönüm noktasıdır. Aslında her ne kadar bu bir
devrim olarak nitelendirilse de o derecede bir mahiyetinin olmadığını bilmek gerekir. Ama
netice itibariyle bir iktidar değişikliğine yol açmıştır ve bir süre sonra da gelişmeler, dönemin
padişahı II. Abdülhamit’in tahttan indirilmesiyle sonuçlanmıştır. II. Meşrutiyet aslında 1876
anayasasına göre meclisin tekrardan seçime çağrılmasıdır, anlam olarak bunu ifade eder.
Çünkü 1876 anayasasının 73. Maddesi meclisin feshedilmesi durumunda 6 ay içinde yeni
seçimlere gidilmesini öngörüyordu. Nitekim II. Abdülhamid 1878’de dönemin meclisini
kapatırken padişahlık yetkisine dayanarak meclisi feshetmiştir. Bilahare seçimlerin
yapılmasına izin vermemiştir. Dolayısıyla aslında 23 Temmuz 1908’de gerçekleşen olay
seçimlerin yapılması ve meclisin açılmasına karar verilmesidir ve nitekim bunlar
gerçekleşmiştir. Aynı zamanda bu olaya şu açıdan da bakmak lazım çünkü seçim söz konusu
olduktan sonra buraya adayların seçilmesi durumu da vardır. Burada İttihat ve Terakki
cemiyeti, meşrutiyet’i ilan ettiren güç olarak son derece kuvvetli bir şekilde seçime gidilmişti.
Şunu da belirtmek gerekir ki Jön Türkler arasında yer alan meşrutiyet taraftarı olan Prens
Sabahattin ve onun çerçevesi de seçimlere girmişti. Bunlar Ahrar fırkası adı altında
örgütlenmişti. Bu anlamda baktığımızda 1908 yılında gerçekleşen seçimleri Türk siyasi
tarihinin ilk çok partili seçimi olarak nitelendirebiliriz. Neticede seçimleri İttihat Terakki
adayları çoğunlukla kazandılar ve de meclis çalışmaları başladı. Öteden beri gördüklerini
Avrupa’dan dizayn eden Ahmet Rıza Bey meclis başkanı seçildi ve ilk planda tabiî ki o
ortamın getirdiği coşku havasıyla hürriyet ilan edildi. İnsanların yaşadığı coşku her kafadan
bir ses çıkması, toplantılar, gösteriler, nümayişler o dönemde yaşandı. Bu dönemde, bir
taraftan basından sansürün kalkması, müthiş bir gazete patlaması olmuş, yeni çok sayıda
gazete yayınlanmıştır. Ancak bu gidişat giderek bu kaosa dönüşecektir. Bu, aslında her
kafadan bir ses çıkmasının getirdiği bir kaos olmuştur. Bu da 31 Mart olayının zeminini
hazırlamıştır.

31 Mart Vakası, İttihat ve Terakki İdaresi

İttihat ve Terakki iktidarını sağlamlaştırmaya çalışmış ve bu anlamda da muhalefetin sesini


biraz kesme çabası içine girmiştir. Her kafadan bir ses çıkması, muhaliflerin İttihat Terakki’ye
eleştirileri giderek rahatsızlık yaratmıştır ve bunun sonucunda serbesti gazetesi muhabiri
Hasan Fehmi Bey’in suikast neticesi öldürülmesiyle sonuçlanmıştır. Burada gelişen hadiseler,
Rumi takvimde 31 Mart, miladi takvimde 13 Nisan 1909’da bir isyan patlak vermesine yol
açtı. Bunun çeşitli sebepleri vardı fakat netice itibari ile meşrutiyeti korumak amaçlı olarak
gelmiş olan avcı taburları taş kışlada isyan etmişlerdir. Bu isyan neticesinde İstanbul birkaç
gün ateş içinde kaldı. İsyancılar daha çok Sultanahmet meydanında toplanarak isteklerini elde
etme çabası içinde oldular. Bu arada bir otorite boşluğu meydana geldi çünkü sadrazam
Hüseyin Hilmi Paşa hemen o gün istifa edince ortaya çıkan otorite boşluğu da aslında isyanın
bastırılmasını engelleyici bir faktör oldu. Tevfik Paşa sadrazam yapıldı ama o da gelişmelere
tam olarak hâkim olamadı. Bu İttihat ve Terakkinin istediği bir zemindir. Netice itibari ile
hareket ordusu hazırlanmış Selanik ve Edirne’den gelerek önce Yeşilköy’de kamp kurmuş
hatta burada Sultan Abdülhamit’in tahttan indirilmesi ile ilgili olarak meclis-i umuminin
toplanması ve kararı burada ele alınmıştır. Hareket ordusu İstanbul’a girerek isyancı askerleri
cezalandırmış ve İstanbul’daki kontrolü eline almıştır. Bu aslında İttihat ve Terakki’nin
iktidarını yeniden sağlamlaştırması anlamını taşıyan bir gelişmedir. Bundan sonra daha güçlü
olarak ve de isteklerini daha iyi yerine getirecek bir padişah olan Sultan Reşat’ı tahta
geçirdikleri için doğrudan iktidara sahip olarak hareket edebileceklerdir. O güne kadar
doğrudan bir İttihatçı lideri sadrazam yapamasalar bile en azından hükümetin aldığı kararları
etkilemişlerdir. Bu sebeple bundan sonraki döneme İttihat ve Terakki dönemi olarak bakmak
gerekir.

Trablusgarp Savaşı

II. Meşrutiyet döneminin en önemli siyasi olayları Trablusgarp savaşı, 12 adanın işgali ve
Balkan savaşlarıdır. Trablusgarp savaşını sömürgecilik bağlamında değerlendirmek gerekir.
Özellikle 1870 yılı Sedan savaşı vardır. Paris antlaşmasından itibaren Alsas-Loren bölgesi
sorununun iyice ortaya çıkmasıyla özellikle sömürgeci devletler olan İngiltere ve Fransa’ya
karşı birliğini geç tamamlayan Almanya’nın da yeni sömürgeler elde etme yarışı içerisine
girdiği görülmüştür. Afrika’nın kuzeyinde ve Orta Afrika’da, Hindistan ve Uzakdoğu’da
belirli noktalarda İngiltere ve Fransa’nın sömürgeci yapısına karşı birliğini geç tamamlayan
Almanya ve İtalya da artık yeni sömürgeler elde etme anlayışı içerisine girdiler. Bizimle ilgili
olan tarafı ise artık Osmanlı Devleti iyice zayıflamıştır. Bu durumda da Osmanlı Devleti’nin
kalan topraklarına, özellikle İngiltere ve Fransa’nın onayı alınmak şartıyla Trablusgarp’a
İtalya’nın girmesine müsaade edilmiştir.

1911 Eylül’ünde başlayan Trablusgarp savaşının gerçek sebeplerini anlayabilmek için önce
19. Yüzyıl Avrupa devletlerinin ve 1861’de birliğini tamamlayıp büyük devletler arasına
girmeye çabalayan İtalya’nın Kuzey Afrika politikalarını da bilmek gerekir. Avrupa’yı 19.
yüzyılda sömürgeciliğe iten faktör tamamen ekonomiktir. Endüstrinin gelişmesi ortaya bir
takım problemler çıkarmıştır. Endüstri geliştikçe üretim artmış, ülkeler bu üretim fazlasını
kendi sınırları içerisinde tüketemez olmuşlardır. Bu üretim fazlasını dağıtacak yeni pazarlar
aramaya başlamışlardır. Diğer yandan endüstrinin hammadde ihtiyacına Avrupa’nın sınırlı
kaynakları cevap vermekten çok uzaktır. Nitekim Endüstrileşen Avrupa devletleri, kendilerine
hammadde sağlayacak topraklar elde etmek zorundaydı.

1890’da Afrika topraklarının hemen hemen tamamı Avrupalı devletlerin sömürgesi haline
gelmişti. İngiltere’nin Mısır’a ve Fransa’nın Tunus’a yerleşmesi üzerine İtalya Akdeniz’deki
mühim üssü İngiltere ve Fransa’ya kaptırdığını, kendisinin de emperyalist bir siyaset takip
etmesi gerektiğini, kendisini saran çemberin daha fazla daralmasını istemediğini ve kendisine
de Bab-ı Âli tarafından bir vilayet olarak idare edilen Trablusgarp ve Bingazi’den başka bir
yer kalmadığını düşünmekteydi. İtalya’nın Avrupa diplomasisinde ikinci derecede bir devlet
olmaktan kurtulması ve söz sahibi olabilmesi için kendisinin sömürgeler elde etmesi
gerektiğine inancı tamdı. İtalya bu düşüncelerini gerçekleştirmek amacıyla bütün dikkatini
Mısır ve Tunus arasındaki Trablusgarp ve Bingazi topraklarına çevirmişti. İtalya kendi
ülkesinin güneyine isabet eden ve ilerisi için stratejik bir köprü vazifesi görebilecek olan bu
yere mutlaka sahip olmak istiyordu. İtalya emeline ulaşmak için ilk etapta büyük Avrupa
devletleriyle kendisine burada hareket serbestliği tanıyan gizli antlaşmalar yaptı. İtalya
1887’de İngiltere ve Avusturya, 1891’de Almanya, 1900 ve 1902’de Fransa ve Avusturya,
1909’da da Rusya ile gizli antlaşmalar yaptı ve böylece Trablusgarp üzerindeki emellerini bu
devletlere kabul ettirmiş oldu.

Trablusgarp savaşı öncesinde Osmanlı Devleti çok büyük iç ve dış karışıklar içindeydi. 23
Temmuz 1908’de Meşrutiyet ikinci defa ilan edilmiş ve II. Abdülhamit 24 Temmuz 1908’de
anayasayı yeniden yürürlüğe koymuştu. 5 Ekim 1908’de Avusturya Bosna-Hersek’i işgal
etmiş aynı gün Bulgaristan Prensi de İstanbul’a telgraf çekerek bağımsızlığını ve krallığını
ilan etmişti. Avusturya, Sırplara karşı Bulgarları destekliyordu ve Bulgaristan’la Avusturya eş
zamanlı darbeler için anlaşmaya varmışlardı.

Trablusgarp savaşı öncesinde Balkanların vaziyeti de son derece karışıktı. 1911 Mart’ında
Katolik Arnavutlar İşkodra’da ayaklanmıştı. İtalya’yı 1911’de Trablusgarp’a karşı harekete
geçiren en önemli olay Fas meselesinin yeniden alevlenmiş olmasıydı. İtalya’nın daha önce
1907’de Fransa ile yaptığı gizli antlaşmaya göre Fransa Fas’ta yeni bir menfaat elde ederse,
İtalya da Trablusgarp’ta harekete geçecekti. Bu antlaşma ile Trablusgarp İtalya’ya vaat
edilmiş oluyordu. 24 Nisan 1911’de Fransız ordusu Fas’a girdi. Almanya İngiltere’nin
engellemesi üzerine aşırı isteklerinden vazgeçti. Bunun üzerine Almanya ve Fransa Fas
konusunda anlaşmaya vardılar. İtalya’yı 1911 Eylülünde Trablusgarp’a karşı harekete geçiren
olayın Fas meselesi olduğu Osmanlı kamuoyunca da biliniyordu. Alman savaş gemilerinin
Agadir Limanından çekilmesinden iki gün sonra yani 25 Eylül 1911’de İsmail Hakkı
Babanzade, Tanin gazetesindeki makalesinde İtalya’yı harekete geçiren olayın Fas meselesi
olduğunu açıkça yazmıştı. İtalya, Osmanlı Devletine 18 Eylül 1911’de bir nota verdi. Bu
notada özetle şöyle diyordu: “Osmanlı Devletinin Trablusgarp ve Bingazi’nin ilerlemesi için
hiçbir şey yapmadığı, bu bölgenin İtalya kıyılarına yakınlığı dolayısıyla kendileri için hayati
önem taşıdığı bölgeye, medeniyet götürülmesinin zorunlu olduğu fakat bu konudaki İtalyan
görüş ve fikirlerinin Osmanlı Devleti tarafından tasvip edilmediği ve İtalya’nın buradaki
teşebbüslerinin inatla engellendiği, şimdi Osmanlı Devleti’nin İtalya ile kendi menfaatlerine
ters düşmeyecek bütün iktisadi imkânları vermeye hazır olduğu ancak İtalya hükümetinin
geçmişte yapılanları göz önünde bulundurarak buna güvenmediği” belirtiliyordu. Ayrıca
İtalya’nın Trablusgarp ve Bingazi’ye askeri işgale karar verdiği bundan başka çarelerinin
kalmadığı ve buradaki Osmanlı memurlarının işgale muhalefet etmemeleri isteniyordu.

Savaş başladıktan sonra Osmanlı Devletinin Almanya ve İngiltere’ye yaptığı başvurulardan


bir sonuç çıkmamıştı. Almanya ve İtalya aynı ittifakın üyesiydi. İngiltere ise İtalyanları
Trablusgarp’tan alıkoymak için hiçbir sebep görmüyordu. Fransa da İtalya’nın hareketini
tasvip ediyordu. Osmanlı genç subayları savaşın başladığı günlerde birer ikişer Mısır ve
Tunus yolundan Trablusgarp’a sızmaya başladılar. Sahte isim, kimlik ve pasaport aldılar.
Mustafa Kemal’in takma adı gazeteci Mustafa Şerif idi. Tehlikeli, maceralı ve çok güç
yolculuklardan sonra Trablusgarp’a geldiler. Mısır halkı Türklere büyük destek veriyordu.
Tunus ve Mısır yoluyla erzak gönderiyordu. Fakat İtalyanlar Rodos ve 12 adayı ele geçirerek
Türklerin Trablusgarp ve Bingazi’den çekilmeleri için pazarlık konusu yapmayı
planlıyorlardı. Yani “siz Trablus ve Bingazi’yi bize terk edin, biz de Rodos ve 12 adadan
çekilelim” diyorlardı. Rodos ve 12 adanın işgali İtalyanlara gerçekten pazarlık imkânı
vermişti. İtalya, Avrupa devletlerine adaları geçici olarak işgal ettiğini ilan etmişti. Fakat
adaları tahliye etmeye pek niyetli görünmüyordu. İtalya’nın gerçek niyeti ise savaştan sonra
bu adalara yerleşmekti.

Nihayet 1 yıl 16 gün süren Trablusgarp savaşı Osmanlı Devletinin Trablusgarp vilayeti ile
Bingazi müstakil sancağını İtalya’ya terk etmesiyle sonuçlandı. Savaştan sonra yapılan Uşi
Antlaşması ile Trablusgarp ve Bingazi tam bir İtalyan sömürgesi haline geldi. Osmanlı
Devleti Trablusgarp ve Bingazi’deki askerlerini çekecek buna karşılık İtalya da Rodos ve 12
adayı tahliye edecekti. Fakat İtalya, Trablus ve Bingazi’de Osmanlı askerlerinin tam olarak
çekilmediğini iddia ederek Rodos ve 12 adayı iade etmedi. Bu arada Balkan savaşı çıktı. Bu
durumda Rodos ve 12 adanın Yunan işgaline uğramaması için savaş bitene kadar İtalya’nın
elinde kalmasına karar verildi. Fakat İtalya bunu fırsat bilerek savaş bittikten sonra da buraları
iade etmedi. Yani Osmanlı Devleti Uşi Antlaşmasıyla sadece Trablusgarp ve Bingazi’yi değil
Rodos ve 12 adayı da fiilen kaybetmiş oluyordu.

You might also like