You are on page 1of 15

Ünite 1

- Eskiçağ tarihi kavramı


- Eskiçağ tarihi coğrafyası
- Eskiçağ tarihi kaynakları
- Akdeniz’in prehistoryası
- Mezopotamya’daki gelişmeler

Eskiçağ’da Akdeniz Dünyası ve Uygarlıkları dersi insanlık tarihinin oldukça uzun bir
dönemini kapsamaktadır. İlk insanın yeryüzünde görünmesi ve faaliyetleri ile başlayan bu
süreç Roma İmparatorluğu’nun Akdeniz dünyasındaki siyasi birliğinin dağılmasına kadar
geçen zamanı ele almaktadır. Ancak bu haliyle bakıldığında ele alınması gereken süre
gerçekten çok uzundur. Bu sebeple ikinci üniteden itibaren Mısır tarihi dâhil MÖ ikinci
binyıldan başlayarak MS beşinci yüzyıla kadar geçen süre dersimizin ilgilendiği alanı ifade
edecektir. Bu ders ile birlikte öğrencilere geçmiş ile şimdi ve gelecek arasındaki bağlantı
aktarılmaya çalışılacaktır. Bu bağlamda tarih biliminin tanımını yaparak konuya başlamak
yerinde olacaktır.

Tarih, insan tarafından biçimlendirilmiş ya da insan üzerinde etkisini göstermiş, herhangi bir
yerde ve zamanda olmuş şeyleri, bunlara ilişkin sözlü, yazılı kaynakları ve maddi kültür
kalıntılarını analiz-sentez yöntemiyle eleştiri süzgecinden geçirerek, neden-sonuç ilişkileri
içinde kavrayıp, sistematik olarak açıklayan bilim dalıdır. 1 Tarih, geçmişte olmuş şeylerin
anlatımıdır. Ancak bu anlatımda esas belirleyici olan bu olmuş şeylerin “insanla” olan
ilişkisidir. Örneğin, köpek ve at gibi hayvanları inceleyen bilim dalı zoolojidir. Ancak bu
köpek ve atın insanla olan ortak geçmişi anlatılırken tarih bilimi devreye girer.

Geçmişte olmuş şeylerin aynı zamanda geçmişte yaşanmış olması gerekiyor. Tarih bilimi bu
yaşanmış şeylerin (olgular, olaylar, durumlar) günümüz dünyasını nasıl şekillendirdiği ile
ilgilenen bir bilim dalıdır. Anlatılan şey her ne kadar geçmişte kalsa da aynı zamanda süren
bir durumu, devam eden bir olguyu da ifade etmektedir. Örneğin, MÖ 6. ve 5. yüzyılların
Atinası’nda ve diğer bazı Yunan Polisleri’nin toplumsal örgütlenme ve yönetilme biçimi olan
demokrasi, bugün modern dünya uluslarının sahip oldukları ve bu uluslar tarafından

1
ayrıcalıkla korunan bir yönetim şekli haline dönüşmüştür. Bu açıdan bakıldığında kavram
olarak ve yönetim şekli olarak demokrasi anlatılırken başlangıç noktası antik Yunan Polisleri
olmak zorundadır. Anlatılan konu bugünün konusu olmasına rağmen çıkış noktası ve çıkış
noktasından bulunulan ana kadar geçen sürede meydana gelen değişiklikler tarih biliminin
konusudur. Eskiçağ tarihi de olayın ilk ortaya çıktığı zaman dilimini kapsadığı için özel
olarak ilgilenilen alanı ifade etmektedir. Bu perspektiften bakıldığında eskiçağ tarihinin
tanımını ve sınırlandırmasını yapmamız gerekmektedir.

Eskiçağ tarihi, insanlığın yazıyı bulmasından başlayarak Roma’nın Akdeniz’deki siyasal


mekân birliğinin çöktüğü tarihe kadar olan zamanı kapsayan ve çalışma alanını bu tarihler
arasında yoğunlaştıran bir bilim dalıdır. Zamansal olarak bu dönem MÖ 3200 ile MS 5. ve 6.
yüzyılları kapsamaktadır. Yazının bulunmasından önceki dönem prehistorya (tarihöncesi)
olarak adlandırılmaktadır ve esas olarak antropoloji ve arkeoloji biliminin çalışma alanına
girer. Danimarkalı arkeolog Thomson, tarihi insanların kullandığı malzemeye göre çağlara
bölmüştür. Taş Çağı, Bakır Çağı, Tunç Çağı, Demir Çağı vb adlandırmalar olayların
sınıflandırılmasında tarihçiye büyük yararlar sunar. Yazının icadından önceki dönemler tarih
biliminin çalışma alanına girmeli midir diye bir soru sorulduğunda buna verilecek cevap
“girmelidir” olmalıdır. Çünkü olayların ve olanların merkezinde insanın olması o olayı tarihin
konusu yapar. Tarih bilimi burada arkeoloji gibi, antropoloji gibi bilim dallarından aldığı
yardımla olayları analiz eder ve bir olay örgüsü oluşturur. Dolayısıyla tarih bilimi kendisine
yardımcı bilim dallarının verilerini kullanarak olayları açıklar. Eskiçağ tarihinin başlangıcı
yazının icadıdır. O halde sonu neresidir? Buna cevap verebilmek için öncelikle eskiçağ tarihi
araştırmalarına bakmamız gerekmektedir.

Eskiçağ tarihi araştırmalarının başlangıcı Avrupa’daki Rönesans dönemine kadar gitmektedir.


Romalıların insan eğitimi konusundaki idealini oluşturan Hümanitas’tan2 beslenen ve
Rönesans çağında Hümanizma akımı içerisinde eskinin tarihinin, sanatının, felsefesinin,
tıbbının ve diğer bilimlerinin tekrar öğrenilmesi isteği eskiçağ araştırmalarının önem
kazanmasına neden olmuştur. Latin ve Yunan elyazmalarının çözülmesi ve tekrar okunması
Avrupa’da eskiçağ araştırmalarının sistematik hale gelmesine yol açmıştır. Petrarca, Erasmus,
Scaliger gibi isimler antik Roma ve Yunandan kalan edebi eserlerin ilk çeviri edisyonlarını
oluşturarak neredeyse tamamen unutulmuş olan eski yazarlara ve eserlere yeniden hayat
vermiştir.3

Rönesans çağında başlayan bu araştırmalar Avrupa’da eskiçağ tarihi ve coğrafyasına dair bir
kalıbın ortaya çıkmasına da neden olmuştur. Onlara göre; antik Yunan ve Roma çağı, eskiçağ
2
tarihinin zamansal sınırını oluşturmaktadır. Coğrafi sınırını ise Roma İmparatorluğu’nun
Britanya’dan başlamak üzere İspanya, Kuzey Afrika, Doğu Akdeniz, Anadolu, Yunanistan ve
Makedonya, İtalya ve kuzeyde Romalılarla ilişkileri çerçevesinde Germenler’in coğrafyası ve
tarihi eskiçağ tarihinin zamansal ve mekânsal alanı olarak belirlenmiştir. Zaman olarak MÖ
ikinci binde Girit’teki Minos Uygarlığı ile başlayan süreç MS beşinci yüzyılda son
bulmaktadır. Bu sınırlandırmanın esas gerekçesi epigrafik ve filolojiktir. Yani Antik Latince
ve Yunanca konuşulmayan bir dünya Avrupalı araştırmacıların eskiçağ tanımının dışında
kalmıştır. Antik Yunanca ve Latince bilgisinin artması daha fazla eserin ortaya konulmasına
neden olmuştur. Machiavelli, Montesquieu gibi aydınlar Roma tarihi ile alakalı yazdıkları
eserler ile Avrupa’nın çehresini değiştirmişlerdir.

Eskiçağ araştırmalarının ikinci ayağını Napoleon Bonaparte’ın Mısır seferi için götürdüğü
mühendisler ve bilim adamlarının Mısır’da keşfettikleri eski eserler oluşturmaktadır. 1798
yılında bulunan Rosetta taşının (Reşit Taşı) üzerindeki Antik Mısır hiyeroglif yazısının
1822’de Jean-François Champollion tarafından çözülmesi Avrupa’da Yunan ve Roma’dan
önce de medeniyetlerin olduğu ve bunların araştırılması gerektiği düşüncesini doğurmuştur.
Batılı ülkelerin Osmanlı Devleti’nin Ortadoğu’da kalan topraklarına diplomat olarak
gönderdiği kişiler burada gördükleri eski kalıntıları araştırmaya başlayarak adeta amatör bir
arkeolog haline gelmişlerdir.4 İngilizler adına Sir H.C. Rawlinson ve Cladius James Rich
burada buldukları eserleri British Museum’a göndererek Avrupa’da merakın daha da
artmasına neden olmuşlardır. Fransızlar adına Louvre Müzesi’ne eski eser toplamak için
görevlendirilen Paul Emile Botta Ninive (Koyuncuk) ve Dur Şarrukin’de (Horsabad) kazılar
yapmıştır. Alman bilim adamı G.F. Grotefend, İran’da Kirmanşah yakınlarında bulunan üç
dilde yazılmış (Eski Persçe, Elamca, Babilce) Bisutun yazıtının çözülmesi yolunda önemli
başarılara imza atmıştır. İngiliz Rawlinson’da Bisutun metnini yeniden kopya ederek metnin
eski Persçe ile yazılanını okumayı başarmıştır. Daha sonra diğer iki dilin çözümü
Mezopotamya’da kurulmuş medeniyetlerin gün yüzüne çıkmasına neden olmuştur.

Aynı zamanda çivi yazısının çözülmesi eskiçağ araştırmalarının zaman ve mekân olarak
genişlemesine yol açmıştır. 1850’lerden itibaren çivi yazılı eserlerin okunmaya başlanması
eskiçağ araştırmacılarının ve arkeologların yüzünü doğuya dönmelerine neden olmuştur.
1900’lü yılların başında Anadolu’da başlayan kazılarla birlikte Hititler hakkında da bilgi
sahibi olunmuştur. Avrupa’da kabul gören “Evrensel Eskiçağ” terimi ile eskiçağ
araştırmalarına Ortadoğu’daki medeniyetler de eklenmiştir. Böylelikle Sümerlerin MÖ
3200’lerde yazıyı icat etmelerini başlangıç olarak alan eskiçağ tarihi çalışmaları kültürel

3
anlamda Hıristiyanlığın tüm Avrupa’da yayılması ve buna paralel eskiçağın devlet ve toplum
düzeninin tamamen değişmesini de eskiçağın sonu olarak belirlenmesiyle noktalanacaktır.
Genel olarak bu tarih MS altıncı yüzyıldır. Özel olarak ise Roma İmparatorluğu’nun
Akdeniz’deki siyasi birliğinin yıkıldığı 476 tarihi kabul edilebilir. Eskiçağın bitimi için
kullanılan bu tarih kesinlik içermez. Bazı bilim adamları bizim Bizans olarak adlandırdığımız
Doğu Roma İmparatoru Justinianus (MS 527-565) dönemini eskiçağın sonu olarak
almaktadırlar. Çünkü Justinianus ile birlikte artık paganizm hiç görülmemek üzere ortadan
kalkmıştır. Onun Atina’daki Akademi’yi paganizmi ortadan kaldırmak için kapatması eski
dünyanın sonunu da ilan etmiştir.

Görüldüğü üzere eskiçağ tarihi araştırmalarında sonuca ulaşılabilmesi için birçok bilim
dalından faydalanmak gerekmektedir. Bu bilim dallarını kısaca şöyledir:

KRONOLOJİ: Antik Yunanca’da zaman anlamına gelen kronos, tarih bilimi için en ayırt
edici ve en önemli bilim olarak karşımıza çıkar. Bir olayın olmuş olması önemli bir bilgidir
ancak onun ne zaman olduğunun bilinmesi daha da önemlidir. Olayın ne zaman olduğu aynı
zamanda o olayın neden sonuç ilişkisini de bize verir. Takdir edilmelidir ki toplumlar
arasındaki ilişkilerin sebepleri ve sonuçları vardır. Bu sonuçlar bazen dostluğa, barışa
dönüşürken, bazen de düşmanlığa, savaşa dönüşmesi olasıdır. Tarihçi, sebep ve sonuç ilişkisi
çerçevesinde incelediği olayı zamansal bir zemine oturttuğu takdirde olayın gerçek örgüsü
ortaya konabilir. Örneğin; Antik Yunan’da Sparta ve Atina’yı savaşa sürükleyen ve aralarında
27 sene devam Pelaponnesos Savaşı’nın nedeni Sparta ve Atina arasındaki hegemonya
kavgasıdır. Onun öncesinde Atina’nın Delos Deniz Birliği’ni kendi adına bir imparatorluğa
dönüştürmesi vardır. Delos Deniz Birliği’nin oluşmasına neden olan olay ise özelde
Atina’nın, genelde ise Yunan dünyasının Perslere karşı kazanmış oldukları zaferin getirdiği
birlik duygusudur. Ancak onun da öncesinde Perslerin Yunan dünyasına savaş açması vardır.
Yani burada Perslerin Yunanlılara savaş açmasını en öne koyamadığımız takdirde MÖ 500 ile
MÖ 400 arasının tarihini ortaya koyamayacağımızı görürüz. Görüldüğü gibi 100 yıllık zaman
diliminde pek çok olay var ancak hangi olayın önce, hangi olayın sonra olduğunun bilinmesi
olayların doğru ve bir bütün olarak görülmesine neden olmaktadır. 5

Bu durumda şöyle bir soru sorulabilir. Ortaya çıkan tarih ne kadar doğru? Bunun
sağlamasının yapılması mümkün müdür? Tarihçi bu tarihleri neyi esas alarak ortaya
koymaktadır? Prehistorya için, yani yazının bulunmadığı dönemler için bu yöntem
dendrokronoloji denilen ağaç halkalarının yaşlarının hesaplanması ve Radyokarbon
tarihlemesi ile bulunan nesnelerin yaklaşık yaşları hesaplanmaktadır.6 Yazının kullanıldığı ve
4
düzenli devlet geleneklerinin görüldüğü dönemde ise tarihlendirme Assurlardan itibaren
yıllara bir kişinin adının verilmesi geleneği olayların tarihlemesi için baş etken olmuştur.
Yunanlılar da yılları bir kişinin adıyla anma geleneğini Assurlulardan almışlar ve onu
geliştirmişlerdir. Örneğin Atina’da yıla adını veren en yüksek memur olan Arkhon Eponymos
listeleri olayların zamanlarının tespit edilmesinde son derece önemlidir. Bunun dışında MÖ
776’da başlayan ve her dört yılda bir tekrar edilen olimpiyat oyunlarında başarılı sporcuların
isimlerinin listelere geçirilmiş olması da tarih tespit ederken başvurulan kaynaklardandır. 7

COĞRAFYA: Bir olayın ne zaman olduğunun yanında onun nerede olduğunu bilmek de son
derece önemlidir. Bunun için tarihçi iyi bir coğrafya bilgisine sahip olmalıdır. Örneğin Büyük
İskender’in Perslere karşı başlatmış olduğu doğu seferinde 334 Granikos Savaşı çok önemli
bir olaydır. Daha Eskiçağda İskender’in tarihini yazanlar bu savaşın ayrıntılarını verirler.
Ancak bundan sonra İskender’in uğradığı bazı kentlerin isimlerini sayarlar. İşte tarihçi
Granikos’tan (Çanakkale/Biga Çayı) başlamak üzere 333’teki İssos Muharebesine kadar
İskender’in kat ettiği yolu ve gidiş güzergâhını, nereden geçtiğini, nerede konakladığını
coğrafya bilgisi sayesinde çıkarır. Ayrıca uygarlığın gelişmesinde oynadığı rol bakımından da
coğrafya önemli bir yer tutar. Dağlar, denizler, nehirler, yollar, toprağın verimi ve buna
paralel olarak gelişen ticaret vb gibi olgular coğrafya bilimi ile açıklanabilir.

ANTROPOLOJİ: Konusu insanı araştırmak olan antropoloji bilimi tarihe yardımcı bilim
dallarından biridir. Nasıl ki yer ve zaman bilinmeden, söylenmeden gerçeği ortaya
çıkaramıyorsak insan olmadan da tarih bilimini yapamayız. Antropoloji ilk insandan beri
insanoğlunun fiziksel ve ırksal gelişimini araştırır. İnsanın avının peşinden sürüklenerek yer
değiştirmesi veya yerleşik düzene geçmesi ve bulunduğu ortamlarda diğer halklarla karışması
veya ayrışması gibi konuları araştırır. Ortaya koyduğu veriler olayların sebep-sonuç ilişkisini
saptamamıza yardımcı olur.

ARKEOLOJİ: Antik Yunanca’da eskinin öğretisi anlamına gelen arkeoloji, eskiçağ tarihi
araştırmaları için oldukça önemli bir yere sahiptir. 20. yüzyılın başından itibaren bilimsel
temellere oturan arkeoloji bilimi insan faaliyetlerin olduğu yerleri bilimsel metotlar
kullanarak kazmaya başlamış ve burada ele geçen eserleri tasnif ederek ve yorumlayarak
tarihçi için muazzam zenginlikte malzemeyi ortaya koymuştur. Kazılardan ele geçen epigrafik
malzeme (kitabe vs.) ve nümismatik malzeme (sikke) olayların oluş sırasının tam tespit
edilmesi açısından önemlidir.

5
NÜMİZMATİK: Antik Yunanca sikke anlamına gelen nomisma kelimesinden gelen
nümizmatik, eskiçağın Yunan ve Roma dünyasında ekonominin durumu, insanların geçim
durumları ve bu çerçevede toplumsal yaşantıyı tespit etmemize yarayan bilimdir. Para, ödeme
ve tedavül aracı olarak hizmet veren ve ağırlığı ve ayarı devlet tarafından üzerinde yazı veya
resim ile teminat alına alınmış kullanışlı bir metal parçasıdır.

Sikkeler birinci elden kaynaklardandır. Çünkü bir kez basıldıktan sonra tedavülde olduğu
müddetçe değişmeden kullanılmıştır. Eskiçağın paralarında nerede basıldığına ve dönemine
göre değişmekle birlikte genelde ön yüzünde bir yazı ve arka yüzünde basıldığı kenti
simgeleyen figür bulunmaktadır. Bu figürler bazen önemli bir olayı anlattığı gibi bazen de
dini bir simgeyi anlatabilir. Roma imparatorluğunda paranın ön yüzünde propaganda aracı
olarak imparatorun resmi bulunmaktadır.

EPİGRAFİ: Antik Yunanca epigraphein (epi=üzerine) yazmak, kaydetmek kelimesinden


gelen epigraphe yazıt anlamına gelir ve Türkçe’de yazıt bilimi diye adlandırılan bilim dalıdır.
Yazıtlar yazıldığı dönemin sosyo-ekonomik, sosyo-kültürel dünyasına ışık tutarlar ve taşın
üzerine bir kez yazıldıktan sonra bir daha değiştirilemezler. Bu sebeple epigrafik eserler
birincil elden kaynaklardır. Epigrafik malzeme bazen sadece bir mezar taşıyken bazen de
İmparator Augustus’un icraatlarını anlattığı Res Gestae (yapılan işler) gibi bir öz savunma
veya icraat bildirimi olabilmektedir.

FİLOLOJİ: Dil bilimi demektir. Dilleri araştıran, bu dillerin birbirleriyle olan


münasebetlerini tespit eden filoloji eskiçağ dünyasını anlamamıza doğrudan katkı sağladığı
için oldukça önemlidir. Epigrafik malzeme taş, mermer gibi sert zeminlerin üzerine
yazılmasına rağmen filolojik malzeme daha çabuk zarar görebilen deri parçaları gibi nesneler
üzerine yazılmıştır. Edebiyat, destan, tarih, coğrafya, felsefe, matematik, din gibi konularda
yazılan bu eserler yazıldıktan sonra sürekli çoğaltılmışlardır. Bu çoğaltma işlemi sırasında
özgün metne ne kadar sadık kalınmıştır? İşte Filoloji bilimi burada devreye girer. Filolog
metni okur, onu yorumlar, varsa bu metni diğer kopyalarıyla karşılaştırır. Veya bu metnin
orijinalinden alıntı yapılmış bir eser varsa onunla karşılaştırır. Filoloğun ortaya koyduğu
veriler ışığında siyasi, sosyal, kültürel ve daha birçok alanda bilgi sahibi olunur ve tarihçi bu
bilgiler ışığında tezini ortaya koyar.

PAPİROLOJİ: Papirüs, Mısır’da Nil nehrinin kıyılarında ve kuzeyde Delta bölgesi


bataklıklarında yetişen saz türü bir bitkidir. MÖ 18 yy’dan itibaren Mısırlılar bu bitkinin
gövdesini ince ince keserek kalıplara dizmişler ve onu sıkıştırarak kâğıt haline getirmişlerdir.

6
Daha sonra bu kâğıtların üzerlerine yazılar yazarak onları rulolar haline getirmişler ve kitap
kavramının ortaya çıkmasına neden olmuşlardır. Papirüs kağıtları uzun bir süre Akdeniz
bölgesine Mısır tarafından ihraç edilmişlerdir. Pek çok mektup, kitap vs bu papirüslere
yazılmıştır. Papirüs için söylenebilecek olumsuz şey onun dayanıksız olmasıdır. Bugün ele
geçen papirolojik malzemeler genelde iklimi kuru olan Mısır’da ele geçmiştir. Yunanistan’da,
Roma’da, Anadolu’da bu malzeme ne yazık ki iklim yüzünden fazla yaşayamamış ve yok
olmuştur. Haliyle bu malzemeyle pek çok değerli bilgi de yok olmuştur.

Bunların dışında eskiçağ tarihine yardımcı başka bilimler de vardır: Etnoloji (Halk Bilimi),
Sosyoloji (Toplum Bilimi), Diplomatik (Siyaset Bilimi), Heraldique (Mühür, Arma vs Bilimi)
bilimi gibi bilim dalları da tarihe yardımcı bilim dallarındandır.

Akdeniz’in Tarihöncesi
Tarih öncesi dönemleri kabaca taş devri olarak nitelendirmek mümkündür. Bu devirlerde
kullanılan alet edevat çeşitliliğine göre kendi içinde gruplara ayrılmaktadır. Paleolitik dönem
denen eski taş devri bundan yaklaşık 10.000 yıl önce sona ermiş ve yaklaşık 2 milyon yıl
sürmüştür. Akdeniz çevresi daha paleolitik dönemden itibaren yerleşim görmeye başlamıştır.
İspanya’da Cebelitarık, Fransa’da Marsilya yakınlarında Cosquer Mağarası, İtalya ve Sicilya
ile Yunanistan’daki Frankthi Mağarası bize insanoğlunun 40.000 yıl önce bu bölgelere
geldiğini göstermektedir. Anadolu’da, İstanbul yakınlarında Yarımburgaz, Antalya yöresinde
Karain, Beldibi, Belbaşı, Öküzini ve Çarkini mağaralarında paleolitik dönem insan izlerine
rastlanmıştır. Akdeniz’in doğusunda, Levatta, paleolitik döneme ait kanıtlar çok daha fazladır.
Bunun nedeni insanın karnını doyurabileceği malzemenin daha kolay ve daha çok bulunması
olmalıdır. Paleolitik dönemin en büyük özelliği insanoğlu kendini savunmak, yemek yemek,
yiyeceği yemeği pişirmek gibi işlerinde taşı kullanmış olmasıdır. Kullandığı taşı balta gibi
kesici, parçalayıcı alet haline getirerek kullanıyordu. Keza yediği yemeği pişirmek için de taşı
oyarak çömlek haline getirmeyi öğrenmişti. Bu kesicilerin başında bir tür volkanik cam olan
obsidyen ilk sırada gelmektedir. Obsidyen, her yerde bulunmayan, sadece volkanik bölgelerde
bulunan bir malzemedir. Örneğin bu taş Anadolu’da Hasan Dağı’nda, Nemrut Dağı’nda, Ağrı
Dağı ve Kars çevrelerinde oldukça çok bulunmaktaydı.

Paleolitik dönemde insan avcı toplayıcıdır. Henüz tarımı keşfetmemiş, bulduğunu yiyen,
avının peşinden giden bir görüntü sergilemektedir. Barınma ihtiyacı başlangıçta kaya dipleri,
ağaç kovukları ve mağaralardır. Bu dönemde (yani yaklaşık MÖ 12.000-10.000) iklim
ılımanlaşmaya başlamış ve buzullar kuzeye doğru çekilmiştir.8 İklimin ılımanlaşması doğada

7
yetişen ürünlerde çeşitliliğin artmasına neden olmuştur. Bu çeşitlilik, insanı daha uzağa
gitmekten alıkoymuş, ihtiyacı olanı hemen yanı başında çok ve çeşitli bulması onun
beslenmesinin değişmesine neden olmuştur. Örneğin köpek: Muhtemelen insanoğlunun ilk
yediklerinin arasında köpek de bulunmaktaydı. Ancak MÖ 11.000’lerde insanoğlu onu
evcilleştirmeyi başararak ondan daha farklı yararlanmaya başladı. Köpek artık insanın en
yakın dostu ve onu yabani hayvan saldırılarından koruyan bir koruyucu oldu.9

Paleolitik dönemin sonlarına doğru insanlar kendilerine yaşamak için yeni yerler bulmaya
başlamıştır. Bu yerlerin en büyük özelliği suya yakın ve yiyeceğin bol bulunmasıdır.
Buzulların kuzeye çekilmesi ve iklimin yumuşaması, insanların ve hayvanların aynı yerleri
paylaşmasına neden olmuştur. Su kaynaklarının birlikte kullanılması hayvanların
evcilleştirilmesi sürecini hızlandırmıştır.

MÖ 8000’lere gelindiğinde yepyeni bir taş çağı başlamıştır. Bu çağ, farklı bölgelerde farklı
tarihlere denk gelmekle birlikte MÖ 9000 – MÖ 8000 Neolitik çağın başlangıcı olarak kabul
edilir. Yeni Taş Çağı ya da Cilalı Taş Devri olarak da bilinen Neolitik dönem, insanın tarımı
keşfettiği, hangi yiyeceğin daha uzun ömürlü ve dayanıklı olduğu, hangi etin lezzetli ve
besleyici ve aynı zamanda doyurucu, hangisinin lezzetsiz ve değersiz olduğu bilgisine
kavuştuğu bir dönem olmuştur. Bu dönmede yakın doğuda MÖ 8500-7000 arasında keçi,
koyun, domuz ve sığır evcilleştirilerek ikincil üretim başlamıştır.

Birincil üretim insanın doğada bulduğu besleyici, doyurucu yabani ürünü ayırt edip onu
ekmesiyle başlar. Bu ürünler buğday, arpa, darı gibi hububat ile mercimek, nohut, bezelye
gibi baklagillerden oluşmaktaydı. İklim koşulları uygun bitkilerin yetişmesi için ideal ortamı
sunmuştur. Akdeniz’in doğusunda Karmel Dağı eteklerinde, Ürdün’ün güneyi ve Eriha
(Jeriho) insanoğlunun ilk tarımsal üretim yaptığı yerler olarak karşımıza çıkar. Buğdayın atası
olan yabani emmer buğdayı ile arpanın atası olan çift sıralı kabuklu arpa ile bezelye ve
mercimek ilk kez bu bölgede tarıma alınmıştır. Daha sonra kuzeye Suriye ve Anadolu
topraklarına yayılan tarım MÖ 4000’lerde Balkanlara ve Güney Avrupa’ya ulaşmıştır. MÖ
2500’lere gelindiğinde Avrupa’nın kuzeyi tarımı bilen insanlarla tanışmıştır. MÖ 5000’li
yıllarda Mısır bölgesi ile 4000’li yıllarda Afrika’nın kuzeyi tarım ile tanışmıştır.

İkincil üretim, evcilleştirmeyi başardığı hayvanların etlerinden, sütlerinden ve yünlerinden


yararlanarak insanın kendine yarayan ürünü üretmesidir. Bu süreç muhtemelen binlerce yıl
sürmüştür ancak sütün hayvandan sağılması ve onun peynir ve türevleri haline getirilmesi
insanın yerleşik hayata geçmesi sürecinde oldukça önemli bir basamak taşıdır. İnsan, su

8
kenarında, tarım yapılabilen arazilere yakın yerlere yerleşerek kendine kulübe tarzı barınma
yerleri yapmış, bu da ilk köylerin doğmasına neden olmuştur. İlk köyler bugünkü Filistin ve
Ürdün’ün güneyinde ortaya çıkmışlardır. Natuf, Kebara, Ayn Mallaha gibi yerlerde 200-300
kişilik gruplar halinde insanlar ilk çiftçi yerleşik hayata geçmişlerdir. Bu küçük yerleşmeler
zamanla muhtemelen yiyeceğin azalması ile terk edilmiştir. Bu dönemden başlamak üzere
Ürdün vadisinde öne çıkan şehir Eriha olacaktır. Eriha çok uzun bir süre yerleşim görmüş,
tahminler çeşitli olmakla birlikte (tahminler 400 ile 3000 kişi arasındadır) yaklaşık 1500
kişinin yaşadığı, etrafını taş duvarların çevirdiği bir kenttir.

MÖ 7000’lere kadar nasıl ki insanların taşları kullanması ve kullanım tiplerine göre ona şekil
vermesi devirlerin adı olmuşsa, bu dönemde üretilen çanak çömlek ve bu çanak çömleğin
üretildiği yer ve tipik özellikleri de o döneme ismini verecektir. Fırat ve Dicle Nehirleri
arasında kalan ve Mezopotamya olarak adlandırılan coğrafi bölgede bu kültürlerin ve
dönemlerin adı Hassuna, Samarra, Halaf ve Obeyd dönemleridir. Bu dönemler
Mezopotamya’da köylerin ve daha geç dönemde kentlerin ortaya çıkmasını da temsil
ederler.10

Yerleşik yaşama geçiş ve bunu takip eden çiftçilik, Levant’tan kuzeye Anadolu’ya, oradan
Balkanlara ve nihayet Avrupa’ya doğru bir yayılım göstermiştir. Bu durum bu bölgeler için
erken neolitik dönem anlamına gelmektedir. Anadolu’da Çatalhöyük, Girit’te Knossos ve
Yunanistan’da Teselya’nın doğusunda ilk neolitik yerleşmelere rastlanmaktadır. Balkanlara
doğru çıkıldıkça ilk çiftçilerin ortaya çıkması MÖ 5500’leri bulmaktadır. Kültürel olarak
ilerleme Dalmaçya kıyılarından kuzeye, Trieste’ye doğru bir rota takip etmiştir. 11 İtalya’nın
Tiren Denizine bakan orta bölgesi yaklaşık bu zamanlarda Neolitik döneme girmiştir.
Çiftçilik, İtalya üzerinden Fransa ve Portekiz’in Atlantik sahiline kadar birkaç yüzyıl
içerisinde ulaşmıştır. İklimsel yumuşama MÖ 8000-4000 arasında deniz seviyesinin
yükselmesine sebep olmuştur. Akdeniz MÖ 4000’e kadar yükselmiş ve bazı yerleşimler deniz
altında kalmıştır.

Akdeniz çevresinde MÖ 5. binde Levant’tan kuzeyde Anadolu’ya, Mısır’ın kuzeyinden


Akdeniz adalarına kadar neredeyse tüm yapı neolitik kültür çevresine girmiştir. Tunus,
Cezayir ve MÖ 5000’lere gelindiğinde Fas artık avcı toplayıcılıktan çıkmış, Akdeniz tipi
buğdayı ekmeyi bilen insanlarla donanmıştır. Belki de bu kültürel durum, Atlantik boyunca
güneye, belki bugün İspanya toprağı olan Kanarya adalarına kadar bu tarihte taşınmıştır.

9
MÖ 5500’lerde Mezopotamya’dan başlamak üzere alet edevat yapımında bakırın görülmesi
yepyeni bir çağın da habercisi olacaktır. Bu çağ Kalkolitik olarak adlandırılan ve MÖ
5500’den MÖ 3000’e kadar olan zamanı anlatmak için kullanılmıştır. Burada tekrar
hatırlatmakta fayda vardır ki bu tarihlendirmeler bölgelere göre farklılıklar göstermektedir.
Yukarıda da görüldüğü gibi Suriye-Filistin bölgesinde Neolitik yani Yenitaş Çağı MÖ
8000’lerde başlarken bu gelişmeler daha batıda MÖ 5500’lerde ilk defa görülmeye
başlanacaktır. Kalkolitik dönemin en büyük özelliği bakırın işlenmesi öğrenilmiş ve alet
yapımında kullanılmaya başlanmıştır. Su kenarlarında başlayan yerleşik hayat Fırat, Dicle ve
Nil gibi büyük nehirlerin kenarlarında büyüyerek devam etmiştir. Bu yerleşimler artık
yüzlerle değil, binler hatta on binlerle ifade edilen insan kalabalığına dönüşmüştür.
Mezopotamya’da yerleşik hayata geçmede yaşanan yoğunluk kent devletlerinin ortaya
çıkmasına ve bürokrasinin oluşmasına neden olmuştur. Bu devletlerdeki bürokratik işleyişin
getirdiği düzen (veya düzensizlik) bir süre sonra insanlığın en büyük icadı olan yazının icat
edilmesiyle neticelenecektir. Sümerler tarafından bulunan yazı kısa sürede diğer topluluklar
tarafından da benimsenmiş ve kısa sürede tüm yakın doğuda kullanılmaya başlanmıştır. Bu
bağlamda devletlerin ortaya çıkması ve yazının icat edilmesi Mezopotamya’ya özgüdür ancak
kısa sürede tüm dünyayı etkilemeyi başaracaktır.

Akdeniz çevresinde neolitik dönemden kalkolitik döneme geçişte göze çarpan en önemli
olgulardan biri, artan tarım üretimine paralel olarak yeni açılan tarım toprakları yüzünden
yeşil rengin belirgin bir şekilde seyrekleşmesi ve yer yer çöl rengine dönmesidir. 12 Denize
yakın alçak kesimlerde yaprak döken ağaçların yerini daha yükseklerde iğne yapraklı veya
yabani zeytin gibi yaprak dökmeyen bitkiler ve maki türü sık çalılıklar almıştır. Akdeniz’e
özgü bitkilerde muhtemelen bu dönemde fark edilmiştir. Bu bitkiler bugün Akdeniz tarzı
beslenmenin ana maddeleridir. Levant ve Mısır iklim ve flora değişiminin en belirgin olarak
görüldüğü yerlerdir. İklimde görülen değişim, aynı zamanda Mısırlı dediğimiz bir halkın
oluşmasına da zemin hazırlayacaktır. Çölün, insana hayatta kalmak için yeterince imkân
sunamaması, çöldeki insanları Nil çevresine göçe zorlayacaktır.

MÖ 4000’lere gelindiğinde Mezopotamya’da Uruk ve Cemdet Nasr kültürleri belirgin olarak


ortaya çıkmıştır. Yaklaşık MÖ 3000’lere kadar sürecek olan bu dönem aynı zamanda
insanoğlunun bilinçli ve planlı şehirleşme hayatının başlangıcıdır. Merkezinde büyük bir
tapınağın bulunduğu ve etrafının surlarla çevrildiği kentler, siyasi örgütlenmenin ilk
görüldüğü yerler olacaktır. Kuzey Mezopotamya’dan başlamak üzere nüfus güneye doğru
kayacak ve bu insanlar tarihin ilk kent devletlerini meydana getireceklerdir. Uruk döneminde

10
tarımda da bir takım yenilikler görülmektedir. Mart-Nisan aylarında taşan Dicle ve Fırat
Nehirleri bütün güney Mezopotamya’yı sular altında bırakıyordu. Bu bölgede ilkbahar ayları
ekinin başağa durduğu dönemdir ve yaşanan bu taşkınlar ürünlerin yok olmasına neden
olmaktaydı. İnsanoğlu bu dönemde bu iki nehrin kenarlarını yükselterek ve bu nehir
yataklarını düzenleyerek taşkın yaşanmasını önledi. Ayrıca kanallar kazılmak suretiyle suyu
daha uzak noktalara taşıyarak tarım ürünü artışını sağladı. Bu artış aynı zamanda servet
birikimini de beraberinde getirdi. Bu birikim kültür olarak karşımıza çıkmaktadır.

Mezopotamya’daki siyasi gelişmeler tüm dünya tarihini etkilediği için burada onlardan
bahsetmeden konumuz tam anlaşılmış olmayacaktır.

Sümerler: MÖ 2900-2350

Doğrudan Akdeniz’le ilgili olmasa da dünya tarihinde Sümerlerin önemli bir yeri vardır. Bu
bağlamda Sümerlerden ve Mezopotamya’da kurulan bazı devletlerden söz etmeden konumuz
tam manasıyla açıklığa kavuşamaz.

Sümerler, Mezopotamya’nın yerli haklarından değildir. MÖ 4000 binden itibaren bölgeye


gelmişler ve kültürel üstünlük kurarak burada kent devletleri kurmuşlardır. Sümerlerin
nereden geldiği bugün hala bilim insanları tarafından tartışılıyor ancak bazı bilim insanları
dillerindeki benzerlikten dolayı onların Asya’dan bölgeye geldiklerini ileri sürmektedirler.
MÖ 2900’lerden MÖ 2350’lere kadar Mezopotamya’nın baskın kültürü Sümer kültürü
olmuştur. Bahsedilen bu dönem aynı zamanda yazının yoğun olarak kullanıldığı dönemdir.
Yazı başlangıçta tapınaklara getirilen ürünlerin ve tapınaktan yapılan dağıtımların kaydını
tutmak için icat edilmiştir. Eylemleri anlatmak için kullanılabilir değildi. Zamanla icat edilen
işaretlerin gelişmesi ve çoğalmasıyla eylemler de bu işaretlerle anlatılmaya başlanmıştır.
Örneğin bir adamı göstermek için bir baş piktogramının yanına suyu temsil eden su
piktogramı eklenmiş ve bu içmek eylemi olarak adlandırılmıştır.

Yukarıda da bahsedildiği gibi güney Mezopotamya’da artan nüfus kentlerde bir yönetici
sınıfın doğmasına neden oldu. Bu sınıf kentin her türlü organizasyonunu planlayan kişiler
oldular. Artan nüfus belirli iş kollarının doğmasına neden oldu. Çömlekçilik bunlardan biridir
ve insanoğlunun ilk sanayi inkılâbı çömlekçi çarkını keşfetmesiyle meydana gelmiştir: daha
kısa sürede daha çok üretim, ucuz ve hızlı üretim. Tekstil sektörü de bu dönemde bir ticari
faaliyet halini almıştır. On binlerle ifade edilen nüfusun giydirilmesi Sümerlerin bu alanda
uzmanlaşmasını sağlamıştır. Artan nüfusun barınması için inşaat işçiliği ve inşaat ustalığı gibi
meslek dalları oluşmuştur. Maden işleme teknolojisindeki gelişmeler Sümer toplumunu

11
kültürel anlamda diğer halkların üzerine taşımıştır. Kentin her anlamda merkezi olan
Zigguratlar sayesinde rahipler toplumda oldukça saygın bir sınıfı oluşturdular.

Önemli Sümer kentleri Eridu, Kiş, Uruk, Ur, Nippur, İsin, Adab, Zabalam, Şuruppak gibi
kentler olup sonraki dönemlerde bu kentlere daha onlarcası ilave olmuştur. Sümer döneminde
Mezopotamya’da 35’e yakın kent devleti var oldu. Bu kentler sırasıyla En (bey), Ensi (Vali),
Lugal (Kral) tarafından yönetildi. Bazı kentlerde Unken (Meclis) işlerin yürütülmesi için
görev yapmıştır. Sümerler dünyaya yazıyı, sabanı, çömlekçi çarkını, tekerleği ve kent
devletindeki bürokrasiyi öğrettiler. İlk yazılı kanunlar da Sümerler tarafından yazıldı. Bu
kanunlar Urukagina ve Ur Namnu yasalarıdır. Sonraki yüzyıllarda başka halklar ve devletler
tarafından yaklaşık 9 yasa kodeksi daha yazılmıştır. Bunlardan en ünlüsü kısasa kısas
yöntemini uygulayan Hammurabi Yasaları’dır.

Akkadlar: MÖ 2350-2150

Akkadlar Sümerler gibi Asianik bir halk değildi. Onlar bugünkü Arap yarımadasından kuzeye
göç etmiş ve belki de birkaç yüzyılda Mezopotamya’da nüfus üstünlüğünü ele geçirmişlerdi.
Sargon isimli biri Kiş kentinde kralı devirerek kendi krallığını ilan etti. Kendisine Agade
ismiyle yeni bir başkent kurdu ve kral ismini Şarrukin (Şarrukin=Kral meşrudur demek)
olarak değiştirdi. MÖ yaklaşık 2350’lerde meydana gelen bu olay dünya tarihinde ilk
imparatorluğun doğmasına sebep oldu. Bundan önce gördüğümüz Sümer devletleri birer kent
devletiydi ve sınırları diğer kentin sınırlarının başladığı yerde bitmekteydi. Sargon her bir
kenti fethederek bunları kendi idaresi altında birleştirdi ve sınırlarını batıda Akdeniz’den
güneyde Basra Körfezine ve kuzeyde Anadolu’dan doğuda Elam’a kadar genişletti. Tarihte
ilk defa ücretli orduyu Sargon kurdu. O, her gün 5000 kişinin huzurunda yemek yemekle
övündü. Bu 5000 kişi Sargon tarafından oluşturulan ordudaki asker sayısı olmalıdır.

Akkad krallığının en dikkat çekici krallarından biri de Sargon’un torunu Naramsin’dir. O,


Sargon’dan sonra başlayan karışıklıkları ve isyanları bastırmıştır. Devletin sınırlarını daha da
genişleten Naramsin kendini tanrı-kral ilan etmiştir. Bundan önce Sümer kent devletlerinde
Rahip-Krallar görülmüştü. Naramsin bunu biraz daha ileri götürmüştür. Birkaç başarısız
kraldan sonra Akkad krallığı yıkılmıştır.

Yeni Sümer Devletleri: MÖ 2150-1960

Akkadların yıkılmasından sonra Mezopotamya’nın güneyinde yönetici ailelerin Sümer olduğu


yeni kent devletleri ortaya çıkmıştır. Ur-Nammu isimli biri Ur kentinde krallığını ilan etmiştir.

12
Ur-Nammu ve Şulgi imar faaliyetlerine büyük önem vermişlerdir. Bugün bizim büyük
hayranlıkla incelediğimiz Sümer eserleri bu dönemden kalmadır. Batıdan gelenler
anlamındaki Amurru’lar tarafından bu Sümer kent devletleri yıkılmış ve Mezopotamya bir
süre daha Sami etkisine girmiştir.

Assur ve Babil Krallıkları:

Assur. Kuzey Mezopotamya’da ticaret yollarının üstünde önemli bir kenttir ve adını tanrı
Assur’dan almıştır. Amurru göçleri sırasında yoğun olarak yerleşim görmüş ve yaklaşık MÖ
1800’lerde Şamsi Adad isimli Amurru kökenli bir kral tarafından siyasi olarak örgütlenmiştir.
Şamsi Adad’tan sonra kent kültürel olarak önemini yitirmeye başlamıştır.

Babil kenti de Sami ve Amurru göçleri sırasında kurulmuştur. Kenti yöneten krallar sadece
Babil kentini yönetmekteydiler. Hammurabi (MÖ 1792-1750) bu durumu değiştirerek
genişlemeye ve Babil topraklarını büyütmeye başlamıştır. Larsa, Mari ve Eşnunna (ki bu
kentler aynı zamanda o tarihlerde en büyük kent devletleriydi) gibi kentleri ele geçirmek
Hammurabi’yi eskiçağın en büyük krallarından biri yapmıştır. Hammurabi’nin bir önemli
özelliği de eskiçağdan günümüze kalmış en iyi korunmuş kanun maddelerini yapmasıdır.
Hammurabi yaklaşık 2 metrelik silindirik bir taş üzerine 282 maddeden oluşan kanunlarını
Akad dilinde yazdırmıştır. Hammurabi taş stelin üst kısmında bu kanunları güneş tanrısı
Şamaş’tan aldığını gösteren bir sahne de çizdirmiştir. Hammurabi’den sonra Babil eski
önemini kaybetmiştir. Tarihçiler bu döneme eski Babil krallığı veya Eski Babil Dönemi
demektedirler.

Assur ve Babil MÖ I. Binde tekrar kurulacak ve Mezopotamya ve Suriye-Filistin bölgesine


hükmedecektir. Geç dönem Babil devleti sınırlarını bugünkü Filistin’in güneyine kadar
genişletmişti. Bu anlamda Akdeniz’in doğusu Babil Devleti tarafından idare edilmişti. Babil
uygarlığının en belirgin özelliği astronomi ve gök bilimleri üzerine başarılı çalışmalar yapmış
olmalarıdır. Yeni Assur devleti ise Mısır’ın kuzeyini işgal etmiş ve orada bir hanedan
kurmuştur. Assur devleti Babil ve Medler tarafından yıkılmış, Babil devleti ise Pers Kralı
Kyros tarafından yıkılmıştır.

13
İlk yerleşmeler

14
DİPNOTLAR ve KAYNAKÇA

1
Bülent İplikçioğlu, Eskibatı Tarihi I, Giriş, Kaynaklar, Bibliyografya, s.6
2
İplikçioğlu, age, s.28
3
İplikçioğlu, age, s.29
4
Kemalettin Köroğlu, Eski Mezopotamya Tarihi, İletişim Yayınları, İstanbul, 2010, s. 24
5
Nispi Kronoloji: İki ya da daha çok olayın birbirine karşı zamansal durumlarının belirlenmesine denir.
Mutlak Kronoloji: Bir olayın, olayı inceleyen kişinin bakış noktasına uzaklığına denir.
6
Karbon 14 İzotopunun yarı ömrü 5730 yıldır. Yani ölü bir nesne her 5730 yılda bir karbon 14 atomlarının
yarısını yitirir. Günümüzde yaşayan bir organizmada 1 gr karbonda karbon 14 bozulması dakikada 15.3’tür.
7
İplikçioğlu, s. 19
8
Uzmanlar Paleolitik ile Neolitik dönem arasında iklimin yumuşamaya başladığı ve aynı zamanda tarımının ilk
örneklerinin görüldüğü bu döneme Mezolitik dönem demişlerdir.
9
Michael Roaf, İletişim Atlaslı Büyük Uygarlıklar, Mezopotamya ve Eski Yakındoğu, İletişim Yayınları,
İstanbul, 1996, s.36
10
Köroğlu, age, s. 42
11
Cyprian Broodbank, Orta Deniz’in Yapımı, Koç Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2016, s. 191
12
Broodbank, age, s. 262 vd.

15

You might also like