Professional Documents
Culture Documents
Nehir Çari
20231203004
2024
1
İÇİNDEKİLER
Bilim 3-13
Felsefe 14-25
Siyaset 26-32
Ekonomi 33-34
Din Mitoloji ve Sosyal Yaşam 35-50
Mimari 51-72
Sanat
2
Bilim
Yunan bilimi nasıl başladı? 1
1
Prof. Dr. YILDIRIM Cemal, “100 Soruda Bilim Tarihi” s. 20,21
3
Matematik: 2
Eski Yunanistan, matematik alanında Mısır ve Babil'den aktardığı bilgilere önemli katkılarda
bulunmuş, öteki bilim alanlarından çok matematikte başarı göstermişti. Bu uygarlığın bilhassa
geometri alanındaki buluşları göze batar. lonia Okulu'nun ilk filozofu olarak kabul edilen
Thales, matematikçi, fizikçi ve astronomdu. Thales, geometri dalında bir üçgeni bir daire
içerisine oturtma kuramını bulmuş, cisimlerin yüksekliğini gölgeleri ile ölçmüş, ters açıların
eşitliğini açıklamış ve aynı eşkenar üçgenin tabanındaki açıların eşit olduklarını tanıtlamıştı.
M.Ö. V. yüzyılda yaşayan Enopides, geometri dalında bazı görüşler ileri sürdü. Dışındaki bir
noktadan sonsuz bir doğru üzerine yalnız bir dikey çizilebileceği görüşünü ortaya attı.Yine
M.Ö. V. yüzyılda yaşamış olan Philolaus, her şeyin ögesinin nokta olduğunu söyledi. Öyle ki,
çizgi iki nokta, yüzey üç nokta, hacim dört nokta ile ifade edilir. Nokta dışında kalan alanlarda
aralıklar bulunur. Matematiği bir bilim şekline sokan kişi Pythagoras oldu. O, evrendeki her
şeye sayıların biçim verdiğini ileri sürdü. Pythagoras'ın matematik dalında birçok buluşları
vardır: İlk on sayının birbiri ile çarpımının sonuçlarını veren cetvel, Pythagoras Cetveli olarak
bilinir. Bundan başka, bir dik üç- genin hipotenüsünün karesinin, o üçgenin kenarlarının
karelerinin toplamına eşit olduğunu ileri süren "hipotenüs teoremi", Pythagoras'a mal edilir.
Arkhytas (M.Ö. 430-360), birçok bilim dalları arasında mekanik, fizik, matematik ile de
ilgilendi ve geometri ile ilgili bazı terimleri ortaya attı. Söylentiye göre, geometride ivmeyi ilk
olarak o ileri sürdü. Eflatun'un kendi kurduğu Akademi Okulu'nun kapısına yazdırdığı,
"Geometrici olmayan buradan giremez" sözü, onun geometriye verdiği önemi gösterir.
Hellenizm Dönemi'nde, M.Ö. III. yüzyılda yaşayan Syrakouzaili Arkhimedes (Arşimet-M.Ö.
287-212), Antik Çağ'ın en önemli bilim adamı olarak bilinir. Arşimet, birçok yeni araştırma ve
buluşlar yaparak, bu çalışmaları ile ulaştığı bilgileri pratik alanda da uyguladı ve "mekanik
bilimi" nin kurucusu oldu. Mekanikte, özellikle "kaldıraç kuramı" nın temel ilkelerini de o
saptadı. Isı dalgalarının düz ve yuvarlak aynalarla yansıtılması kuramını da ortaya atan
Arşimet'tir. Philon (Bizanslı-M.Ö. III. yy.) ve Ktesibos, mekanik bilimini geliştiren kişilerdir.
Apollonios (M.Ö. III. yy.) teorik matematikte yer alan "konik kesimler teorisi" ni geliştirdi ve
konik kesitlerin odaklarının var olduğu görüşünü ileri sürdü. O, matematik biliminin
kurucularından olarak kabul edilir. Eukleides (Öklid) (M.Ö. III. yy.) geometri alanında
Elemanlar (Stoikheia) adlı kitabı yazdı. Bu yapıt, yüzyıllar boyunca konusunda en yetkin bir
kaynak kitabı olarak okutuldu. Ortaya attığı hipotezlerden birisi olan, "bir doğrunun dışındaki
bir noktadan, doğruya, aynı düzlem içinde bir paralel çizilebilir" önermesini kanıtlayamadı ise
de, önerme geniş yankılar yaptı ve Eukleides de dalında bir dahi olarak kabul edildi. Theodisos
(M.Ö. II. yy.) küre geometrisi konusunu işleyerek, "Küreler Üstüne" adlı kitabını yazdı.
2
BİLGİN Nahit “Antik Yunan Dünyası” s.124-126
4
Tales:3
Yunan bilimi, Küçük Asya’nın batı kıyısı İyonya’da
doğdu. Hakkında bilgi sahibi olduğumuz ilk bilgin
Tales'dir. M.Ö. 6’ncı yüzyılın başlarında hareketli bir
ticaret merkezi olan Milet’de yetişen Tales’le başlayan
düşünce geleneği bugün bile kaybolmuş değildir. Bu
gelenek, mitolojik düşünceden rasyonel düşünceye
geçişi temsil eder. Tales düşüncelerini öğrencileri
yoluyla yaydı; yazılı bir metin bırakmadı. Matematik,
astronomi ve doğa felsefesi ile uğraşan büyük bir bilge
idi. Kendi çağında eriştiği parlak ününü geniş bilgisine
borçluydu: M.Ö. 585’de meydana gelen güneş
tutulmasını daha önce haber verecek kadar astronomide
ilerlemişti. Matematiksel yoldan gemilerin kıyıdan
uzaklığını hesaplayabiliyordu. Mısır gezisinden
geometri ile döndüğü, birkaç teoremi (örneğin, bir
ikizkenar üçgenin taban açılarının birbirine eşit olduğu
teoremini) bulduğu söylenir. Daha önemlisi, bilimsel
nitelikte ilk görüşü, evrenin sudan meydana geldiği
hipotezini ortaya atmasıdır. Tales'in, bilgilerinin çoğunu
Mısır ve diğer ülkelere yaptığı gezilerden topladığı söylenebilir. Ancak evrenin sudan oluştuğu
görüşü bu türden değildir; kendi başlattığı düşünce geleneğine özgüdür. Ne Mısır’da, ne de
başka bir yerde, doğaya yepyeni bir yaklaşımı simgeleyen bu devrimsel nitelikteki görüşün
izine rastlanmıştır. Tales'e göre evreni anlamak, onun yapısal niteliği (physis)’ni anlamayı
gerektirir; bu ise maddeden başka bir şey değildir. Böylece Tales materyalist felsefeyi başlatmış
oluyordu. Evrenin yapısal niteliğini belirlemeğe çalışırken Tales ve onu izleyenler bu niteliğin
basit bir madde olduğunu, ancak bu basit maddenin değişik biçimlere dönüşmesiyle evrenin
karmaşık bir yapı niteliği kazandığını belirtmekten geri kalmıyorlardı. Daha baştan, doğa
felsefesinin temel sorunlarından biri «varoluş» ve «yokoluş» sorunuydu. Bu sorunda değişme,
meydana gelme, bozulma, yaşam, ölüm ve hareket gibi süreçlere ilişkin anlamlar yer alıyordu.
Bu sorunun ön plana alınmasına rağmen, çeşitli değişme türlerinin ayırdedilmemiş olması, daha
sonra bazı düşünme zorluklarına yol açtığı gibi, bilimsel gelişmeyi de aksatmıştır. Tales
geleneğinin, üzerinde yaşadığımız dünya ile gökyüzünde hareketlerini izlediğimiz cisimler
arasındaki ilişkiyi açıklama çabası, bir yanda uzay kavramının doğmasına, öte yanda daha önce
büyü ve astrolojiye konu olan astronomi düşüncesinin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Gerçi
Tales’in düşünceleri arasında bize çocukça görünenleri de yok değildir. Örneğin dünyayı bir
tahta parçası gibi suda yüzen düz bir tepsi sayıyordu. Ancak önemli olan söylediklerinin doğru
ya da yanlış olmasından çok, bu tür konular üzerinde durmasıydı. Evreni doğal sayması ve
doğada olup bitenlerin doğaüstü mitolojik kuvvetlere gitmeksizin anlaşılabilir olması
varsayımı, Tales’le başlayan geleneğin düşüncemize kazandırdığı en büyük katkıdır.
3
Prof. Dr. YILDIRIM Cemal, “100 Soruda Bilim Tarihi” s. 22,23
5
Talesi Kimler İzledi? 4
Tales'in iki yönde açtığı çığır ününün gerçek nedenini teşkil eder. Geometriye ispat fikrini
sokması; böylece matematik düşünce ampirik işlemlerin sınırlayıcı kayıtlarından kurtulmuştur.
Evrendeki tüm nesneleri bir tek maddeye indirgemesi; böylece evrende olup bitenleri evrensel
bir ilkeye bağlayarak açıklama yolunu açmıştır. Tales'in evrensel ilke olarak suyu seçmesinin
gerçek nedenini bilmemekle beraber, suyun yaşam için zorunlu olması, sıvı, katı ve gaz
biçimlerini alması akla yakın nedenler olarak gösterilebilir. Ancak Tales'in, suyun nasıl ve niçin
biçim değiştirdiği konusunda bir görüşü olup olmadığını bilmiyoruz. Bu konuda kendisini
izleyen Anaximander'in düşündüğü bilinmektedir. Anaximander’e göre evrenin temel maddesi
«sınırsız» veya «sonsuz» diye nitelediği, evrensel, bitmeyen, değişmeyen, görünmeyen pek
maddesel olmayan bir nesnedir; öyle ki, tüm nesneler bu ana nesneden değişik özellik ve
nitelikler seçerek oluşur. İlk kaynak olan «sonsuz» dan karşıt şeyler hareket yardımı ile
türemiştir: Önce soğuk ve sıcak, dışı ateş (sıcak), içi hava (soğuk), ve su ortasında arz olmak
üzere bir halka biçiminde ayrılmıştır. Arz başlangıçta ıslaktı, sonra sıcağın etkisi altında
kuruyarak dört halka meydana geldi: sıcak (ateş), soğuk (hava), ıslak (su), kuru (toprak). Bu
dört nesne ve onlara ait özellikler modem bilimin doğuşuna kadar geçen ikibin yıl boyunca
doğayı oluşturan asıl varlıklar olarak kabul edilmiştir. Anaximander, gök cisimlerinin kökeni
ile ilgili bir teori de ortaya atmıştır. Bu teoriye göre güneş, ay ve yıldızlar ateş halkasının daha
küçük halkalara ayrılmasıyla meydana gelmiştir. Güneş halkası arz halkasının yirmiyedi, ay
halkası ise ondokuz katı büyüktü. Şüphesiz bu rakamların kendiliğinden bir önem taşıdığı
söylenemez. Ne var ki, önemli olan Anaximander'in gök cisimlerini, tanrıların arabaları olarak
sayma geleneğini bir tarafa itip, mukayeseye elverişli, ölçülebilir fizik nesneler olarak
düşünmesidir. Bu tür düşünmeyi Tales'den 40, Anaximander'den 20 yaş kadar küçük olan
Anaximenes adlı bir bilgin daha da ileri götürdü. Anaximenes «sonsuz»u, somut veya
gözlenebilir niteliklerden yoksun bulduğu için reddetmiş, yerine hava veya buharı temel nesne
olarak önermiştir. Ona göre inceltilen veya seyrekleştirilen hava ısınır, böylece ateş olur;
sıklaştırılan hava ise soğur, böylece önce rüzgâra, sonra buluta, daha sonra suya, en sonunda da
toprak ve taşa dönüşür. Hava daima hareket halinde olduğundan, değişme sürekli bir olanaktır.
Hava aynı zamanda nefes niteliğindedir, o halde, hayatın da kaynağıdır. Anaximenes’in hava,
rüzgâr, bulut, yağış gibi meteorolojik oluşumlardan söz etmesi, doğa olaylarına karşı artan ilgiyi
gösterir. Bizi çevreleyen atmosferin, ruhlardan değil, fiziksel nesnelerden ibaret olduğu
düşüncesi kesinlikle belirmiştir. Anaximenes, evrenin, kendisini oluşturan maddesel nesnelerle
açıklanması gereği üzerinde ısrarla durmuş, böylece materyalist görüşü tam bir açıklıkla ortaya
koymuştur. Tales, dünyayı suda yüzen bir tahta parçası gibi tasavvur etmişti. Su dünyanın
dayanağı idi. Onu izleyenler böyle bir dayanağa gerek görmemekle, «ortak-duyu» ya karşı çok
büyük bir zafer kazandılar. Gerçekten arz gibi katı ve ağır bir cismin hiçbir şeye dayanmaksızın
durduğunu düşünebilmek bugün bile birçok kimseler için kolay değildir. İyonya bilginleri arzı,
etrafında dönen tüm evrene aynı uzaklıkta, hiçbir yöne doğrulma nedeni olmayan, kısa bir
silindir olarak tasavvur etmişler. Böylece arzın hareketsiz ve evrenin doğal merkezi olduğu
düşüncesi doğmuş oluyordu.
4
Prof. Dr. YILDIRIM Cemal, “100 Soruda Bilim Tarihi” s. 24,25
6
Pisagor:
Pisagor bilim adamının ilk örneğini teşkil ettiği gibi,
aynı zamanda dini bir liderdi. İyonyalı doğa
filozoflarının etkisiyle bilim ve felsefeye yönelmiş dini
ve mistik niteliklere sahip bir bilim topluluğu
kurmuştur. Pisagor Tarikatının üyeleri keşiş gibi
davranır, et yemez, alkol kullanmaz, yün gibi hayvan
ürünlerini giymekten kaçınır ve yalınayak dolaşırlardı.
Pisagorculara göre bilgi topluluk üyelerinden
saklanmamalı ama topluluk dışındakilere de
aktarılmamalıydı ; çünkü sıradan kişilerin bilim ve
felsefenin gizli sırlarına ulaşmaları doğru bir şey
değildi. Pisagorcuların bilimin gelişmesini ilgilendiren
çok önemli görüşleri vardı. Sayılara yüklemiş oldukları
güç nedeniyle bilim tarihçilerinin ilgisini çekmişlerdir.
Klasik Mısır ve Babil kahinlerinden 34 yıl eğitim alan
Pisagor onlardan esinlenerek, müzik ve sayılara büyük
önem vermiştir. 1'i tanrısal olarak yorumlarken 10
sayısının tanrısal olanla hiçliğin mükemmel birliği
ifade ettiğini savunmuştur. Sayıların notalarla olan
ilişkisini fark etmiş buna istinaden 12, 8 ve 6 sayılarının
"armonik dizi" teşkil ettiğini söylemiş ve bu fikri geometriye uygulamıştır. Sonuç olarak 6
yüzü, 8 köşesi ve 12 kenarı olduğu için küpün geometrik armoni içinde olduğunu iddia etmiştir.
Matematikte, en eski teoremlerden olan Pisagor Teoremi, bir dik üçgenin 3 kenarı için bir
bağıntıdır. Hepimiz onu 3,4,5 veya benzeri üçlü düzenlerde en büyük sayının karesinin diğer
iki sayının karelerinin toplamına eşit olduğu ifadesi ile hatırlıyoruz. Teorem sonradan Pisagor'a
atfen isimlendirilmiş ise de, Hindu, Yunan, Çinli ve Babil’li matematikçiler teoremin
unsurlarını, o yaşamadan önce bilmekteydiler. Bu yüzdende bu fikri Mısırlılar ve Babilliler’den
öğrenmiş olması çok kuvvetli ihtimaldir. Pisagor öğretisi evrende her şeyin Pisagor öğretisi
evrende her şeyin bir sayı ile (özellikle tam sayı) özleştiğini öne sürer. 5 rengin, 6 soğuğun, 7
sağlığın, 8 aşkın nedenidir. Düzgün geometrik şekiller de Pisagorculukta önemlidir.
Pisagorcuların güzelliğe ve simetriye olan sevgileri, sayılarla uğraşmaları onları evren
konusunda bazı önemli görüşlere ulaştırdı. Küre çok mükemmel bir geometriydi bu sebeple Yer
küre şeklinde olmalıydı. Bir kere hem simetrisi vardı hem
de bir tepsi veya yarım küreden çok daha zarifti. Zaman
içerisinde Pisagorcular sayılara inanmayı öyle abarttılar ki
“her şey sayılardan ibarettir” şeklinde bir sonuç çıkarıp
sayılara ilahi bir mevki verdiler. Pisagorcular için 10
kutsal sayı idi ve yeminlerini bu sayı üzerine ediyorlardı.
Pisagor, sabah yıldızı ile akşam yıldızının aynı yıldız
olduğunu ilk anlayan Yunanlıdır. Kendisinden sonra bu
yıldız uzun süre Afrodit olarak anıldı. Bugün bunun Venüs
gezegeni olduğunu biliyoruz. Pisagor, Dünya'nın Güneş
etrafında döndüğünü ileri sürdüğü zaman oldukça sert
tepkiyle karşılaşmıştır.
7
Yunan Atom Modelleri:
Materyalist ve rasyonalist görüşlerin karşılıklı eleştiri ve etkileşimi evren üzerinde daha belirgin
kavramların ortaya çıkmasına yol açmıştır. M.Ö. 450'den sonra ortaya atılan teorilerin, sayı,
gök cisimleri, canlı ve cansız varlıklar ile ilgili daha sağlam ve ayrıntılı bilgilere dayandığı
görülmektedir. Bu teorilerden ikisi önemlidir:
Empedokles:
Sicilyalı Empedokles (M.Ö. 484-424) tek madde
yerine “dört değişmez madde” ve “iki temel
kuvvet” fikrine ulaşmıştır. Toprak, su, hava, ateş ve
bu unsurları hareket ettiren güçler Sevgi ve
Nefrettir. Sevgi, maddeleri birleştirir, nefret ise
bunları birbirinden ayırır. Mesela bu dört elemanın
birbirine oranı tahtanın cinsini belirlemektedir.
Empedokles ilk kez deneye dayalı bazı araştırmalar
yapmıştır. Havanın maddi varlığını ispat etmek için
bir su saati kullandı ve havanın su altında
hapsedildiğinde baloncuklar oluşturduğunu fark
etti. “Boş gibi görünen yer vakum değildir fikrini
ileri sürdü.” Organik evrim üzerinde de oldukça
garip fikirleri vardı. Organlarımız ayrı ayrı birimler
halinde (örneğin göz, el, bacak, baş, kol gibi)
serbest dolaşmaktaydı. Sevginin çekiciliği altında rasgele birleşen bu birimler çeşitli
organizmaların meydana gelmesini sağlamıştır. Empedokles'in astronomi ile ilgili düşünceleri
de ilginçtir. Güneş tutulmasının Ay’ın Güneş ışığını engellemesi neticesinde olduğunu ilk o
fark etti. Ay’ın Güneş ışığını yansıttığı için parladığını ilk o anlamıştı. Su saatindeki suyun
hareketini dikkate alarak kanın da vücut için de gelgit hareketi yaptığını ileri sürmüştür. Bazı
rivayetlere göre Etna Yanardağı’na atlayarak intihar etmiştir.
8
Demokritos:
Varlıkların atom (bölünemeyen) adı verilen ve gözle
görülmeyecek kadar küçük olan parçacıklardan
oluştuğu görüşü, ilk önce Leukippos ile onun öğrencisi
Demokritos tarafından savunulmuştur. Demokritos’a
göre evren doluluk ve boşluktan oluşmuştur. Dolu
kısım bölünemez küçük parçacıklar, yani atomlar
tarafından doldurulmuştur. Varlıklar atomların bir
araya gelmesinde oluşmuşlardır ve bir arada durdukları
süresince vardırlar. Bu varlıkları oluşturan atomlar
herhangi bir nedenle dağılırlar ise yok olur giderler.
Evrende gözlemlenen değişim atomların birleşmesi ve
dağılmasından ibarettir. Demokritos Atomların sayısı
sonsuzdur ve sonsuz bir boşlukta yer alan atomlar
sürekli hareket halindedirler. Büyüklükleri, biçimleri,
hatta ağırlıkları değişik olan atomlar ezelden beri
vardırlar ve yok edilemezler. Katılar birbirine sıkıca
geçmiş, çengelli, Sıvılar birbiri üzerinden kayan, yuvarlak, Gazlar yine yuvarlak, hafif ve ince
atomların birleşmesidir. Ateş ve insan ruhu da atomlardan oluşmuştu. Her ikisi de çok hızlı
hareket eden ve birbirine bağlanamayan atomlardan oluşmuştu. Ölümle, ruhun atomları vücudu
terk etmekte fakat bu ayrılma çok yavaş olmaktaydı. Atomlar bedeni terk ettiklerinde ölüm
vuku bulmaktaysa o halde yaşam için gereken kuvvet yani yaşamın özü atomlardı.
Atomcularla Sokrates arasındaki kısa zamanda, ortalık sofistlere kalmıştı. Geçimlerini bilgi
öğretmekle sağlayan bu göçmen düşünürlere "Sofist’’ deniyordu. Sofistler gerçeği aramaktan
çok, tartışmada üstünlük kazanma (haklı çıkma) sanatı üzerinde duruyorlardı. Sofistlerin bu
tutumu karşısında rahatsızlık duyan Atina'lıların başında tüm yaşamını gerçeği aramaya
vermiş Sokrates geliyordu.
Sokrates:
9
• Yalnız bir iyi vardır: Bilgi, bir de kötü: Cehalet.
• Ben bir şey biliyorum, o da bir şey bilmediğimdir.
• Kadın erkekle bir kez eşit hale getirildi mi, artık ondan üstün olur.
• Eğitimin pahalı olduğunu düşünüyorsanız, cehaletin bedelini hesaplayın.
• İyimser bir insan ayakkabıları çalınınca ayaklarım var ya diyebilen insandır.
Platon (Eflatun):
Aristotales:
Aristoteles (M.Ö 384-322 ) Makedonyalıdır. Yunan
biliminin en önemli şahsiyetidir ve bilime katkılarıyla yeni
bir çağı başlattığı düşünülmektedir.18 yaşındayken Atina'ya
gelmiş, Platon'un ölümüne (M.Ö. 347) kadar Akademi'de
matematik ve felsefe öğrenimini sürdürmüştür. Aristoteles
Platon’un öğrencisidir ancak Platon onun için “Aristoteles
beni tayların kendilerini doğuran analarını tekmeledikleri
gibi tepti” demiştir. Aristoteles Platon'un ölümünden sonra
onun meşhur okulu Akademi’yi ve Atina’yı terk etmiştir.
Makedonyalı Büyük İskender'in üç sene hocalığını
yapmıştır. İskender tahta geçtikten sonra Atina’ya dönüp
insanlığın kültür tarihinde Akademi kadar önemli yer tutan
kendi okulu ünlü LYCEUM’u kurdu. Ona ait bugün
elimizde bulunan tüm yapıtlar, Lyceum'da verdiği derslerin
10
notlarından oluşmuştur. Aristoteles Platon'un aksine gözlem olmadan doğa aleminin
anlaşılabileceğine inanmıyordu.
11
Tıp:
Eski Mısır'da hekimliğe önem verilmekle beraber,
genel olarak hastalıklar, Tanrı vergisi olarak kabul
edilmiş ve hastaların tedavisi için doğaüstü güçlerin
yardımını elde etmek üzere, büyü ve sihir
yöntemlerine başvurulmuştu. Atina tıbbının mesleki
bilgi kaynağı Mısır oldu. Eski Yunanistan'da da tıp,
büyüsel-dinsel inançlardan ve kahinliklerden
gelişerek ortaya çıktı. Öyle ki orada, vücutlarında
yara bulunan hastalar, tapınakta yatar ve Tanrının
yılan biçiminde ortaya çıkıp yarayı yalayarak tedavi
etmesini beklerdi. Hastalıkları, Apollon'un iyi
edeceğine inanılırdı. Pythagoras tip alanında da
ilginç görüşler ortaya attı. 0, ölüm ve uyku
olaylarını, kanın damarlardan ve beyinden çekilmesi
ile açıkladı. Ona göre sağlık, birbirine zıt olan birtakım niteliklerin karışım ve denklenmesinin
sonucu olarak ortaya çıkar. Bu niteliklerin birisinin, ötekine oranla çok artarak dengeyi
bozmasından hastalıklar doğar. Pythagoras Okulu'na bağlı hekimler arasında Demokedes (M.Ö.
VI. yy.) ve Alkmeon'u (M.Ö. VI. yy.) sayabiliriz. Demokedes, Pers hükümdarının sarayına
giderek kraliçenin vücudundaki çıbanları iyileştirdi ve insanların ayak burkulmalarını tedavi
ederek ün kazandı. Ülkede ölülerin yakılmasının yaygın olması sebebi ile insan vücudu
üzerinde yeteri kadar çalışma yapılamadı. Hastalıklarda ilk kez bilimsel açıklama çabalarına
Ionia hekimliğinde rastlanır. Gerçekten bilimsel anlamda tıbbın kurucusu İstanköylü
Hippokrates (Hipokrat) oldu. Hastalıkların tedavi
edilebilmesi için önce teşhis yapılması gereğini ilk olarak
o ileri sürdü. Hippokrates, aynı zamanda tıbba klinik
gözlemi ilk getiren hekim oldu. O, tedavi yöntemlerini
anlatan önemli bir tıp öğretisi de meydana getirdi. Onun
kuramına göre, hastalıkların sebebi, insan
organizmasındaki değişik sıvılardan oluşan suyukların
yapısındaki savaştan başka bir şey değildir. Hiçbir
bilimsel dayanağı olmamakla beraber, onun bu teorisi
yüzyıllar boyunca tartışıldı. O, anjin ve bağırsak şeridi
hastalıklarını isabetle teşhis etti. Hippokrates zamanında
insan fizyolojisi ve anatomisi hakkında bir şey
bilinmiyordu. Çünkü din, ameliyat yapılmasını
yasaklamıştı. Hippokrates'in şarlatan doktorlarla
mücadele etmesi ve olguları gözlemeyi yöntem olarak
benimsemesi, böylece bilimi boş araştırmalardan kurtarması, tıp alanında önemli bir aşamadır.
Onun diğer bir önemli buluşu da organizmanın kendi kendini savunmasının farkına varmasıdır.
Hiçbir hastalığın, hatta kutsal bir hastalık olarak bilinen saranın Tanrısal bir yanı
bulunmadığını, insanların cahillikleri sebebi ile böyle yorumlar yaptığını ilk kez ileri süren
hekim Hippokrates oldu. Onun hastalıkların tedavisinde kullandığı yöntem, "deney" ve "akıl
yürütme" idi. Yüzyıllardan beri, doktorların meslek hayatlarına başlarken, onun ortaya attığı
yemini yapmaları, Hippokrates'in öngördüğü doktorluk ahlakının hala önemini ve değerini
yitirmediğini gösterir. Hippokrates Okulu'na bağlı hekimler, Asklepios (Hekimlik Tanrısı)
12
loncalarında buluşur ve insan sağlığı konusunu tartışırlardı. Hellenizm Dönemi'nde (M.Ö. 330-
30) bilginler cesetler üzerinde ameliyat yapmaya başladı. Herophilos (M.Ö. IV-III yy.), Antik
Çağ'ın anatomi bilgini olarak otopsiyi ilk kez gerçekleştirdi. Akciğer toplar damarlarının ve on
iki parmak bağırsağının isim babası olarak bilinir. Kalbin nabızla birlikte attığını da söyleyen
odur. Herophilos, bunlardan başka bitkilerde bazı özellikler bularak, bunlardan yeni ilaçlar
yapma olanağını sağladı. Böylece farmakolojinin ilerlemesinde etkin oldu. Khrysippos (M.Ö.
IV. yy.), bitkilerin yararları konusunda araştırmalar yaptı. Eski Yunanistan'da tıp alanında ele
alınan konulardan birisi de, ızdırap çeken insanların öldürülüp öldürülemeyeceği oldu. İyi ölüm
anlamına gelen ötanazi (euthanasia)'nin isim babası olan Eflatun'a göre, acı çeken insanların
öldürülmesi insani bir davranıştı. Ünlü hekim Nikandros (M.Ö. II. yy.), yılanların ve zehirli
böceklerin sokmaları halinde, hangi ilaçların ve panzehirlerin kullanılacağını yazdı. Galenos'un
(M.S. 131-201) Eski Yunan hekimliğindeki yeri, tıp anlayışında büyük ölçüde etkilendiği
Hippokrates'ten hemen sonra gelir. Gözlem ve deney, onun anatomi anlayışına temel teşkil
eder. O zamanki inancın tersine olarak, iradeli hareketlerin merkezinin beyinde olduğunu
saptaması buna bir örnektir. Galenos, hayvanlar üzerinde yaptığı teşrih uygulamaları sonunda,
bazı buluşlar elde etmeyi başardı. Bu buluşlar içerisinde özellikle sinir ve kalbe ait olanlar
kayda değer. Ruhbilim: Ruhbilim M.Ö. V. yüzyılda Empedokles ile başladı denebilir. Onun
evreni oluşturduğunu söylediği ateş- su-hava ve toprağı birbirine kaynaştıran etkenin sevgi,
ayıranın da nefret olduğunu söylemesi ve böylece evrenin varlığını ruhsal bir etkene bağlaması,
ruhbilimin ilk adımı olarak nitelenir. Demokritos tarafından M.Ö. V. yüzyılda özdeksel nitelikte
bir ruhbilim ortaya atıldı. Çünkü ona göre insanın ruhsal yanını oluşturan şey, bedenin dört bir
yanında bulunan yuvarlak atomlardı. Eflatun, M.Ö. IV. yüzyılda insanın ruhsal yapısına farklı
bir açıdan yaklaştı. Ona göre bilme denilen olay, aslında anımsamaktan başka bir şey değildi.
Çünkü dünyaya gelmeden önce Tanrı insana "ideaları" göstererek her şeyi öğretmişti. İnsan ise
bunları kendi çabası ile öğrendiğini sanır. Aristo M.Ö. IV. yüzyılda insan psikolojisine
metafizik açıdan yaklaştı ve onun biyoloji ile ilişkili olduğunu ileri sürdü. Ona göre ruhsal hayat
biyolojinin ayrılmaz bir parçasıdır ve beden ruhun sayesinde yaşar. 5
5
BİLGİN Nahit “Antik Yunan Dünyası” s.126-129
13
YUNAN FELSEFESİ
Mitostan Logosa
"Başlangıçtan beri merak, insanlığı felsefe yapmaya itmiştir, hâlâ da itmektedir." Platon'a kadar
uzanan, Aristoteles'in bu sözü bugün hâlâ geçerli. Aristoteles "felsefi merak" deyişini
anlamlandıramadığımız olaylar karşısında şaşkınlığımızı anlatmak için kullanır. Bu şaşkınlık
nedenler hakkında soru sormayı sağlamakla birlikte felsefenin doğuşu ve başlangıcıyla ilgili
sorunlara da işaret eder. Felsefi bilgi yalnızca akademik, profesyonel felsefede saklı değildir;
mitler de merak etmenin, açıklamalar bulmak adına soru sormanın bir sonucudur. Aslında mit,
felsefe öncesi dönem ve felsefe arasındaki sınır; felsefe tarihinin bölüm başlıklarından yola
çıkarak yargıda bulunulabilecek kadar belirgin değildir. Ele aldıkları materyal; diğer bir deyişle
evrenin başlangıcı ve doğal olayların açıklaması, sosyal kurallar ve kurumlar, felsefe ve mitin
ortak noktasıdır. Yine de konulara yaklaşımlarıyla birbirlerinden farklılaşırlar ya da bu konuları
dile getirme yöntemlerinde daha net bir yaklaşım sergilerler. Mitten logosa geçişin en çok
yinelenen noktası bir tarafta tanrıların ve kahramanların öykülerinde kullanılan dil arasındaki
fark, diğer tarafta da katı tartışmadır. İnsanoğlu tanrıları dünyayı açıklamak için kullanmak
yerine, bunu kabullenmenin her geçen gün daha rasyonalist bir yolunu aradı. Aristoteles bu
ayrımı şu şekilde açıklar: "Mitoloji uzmanları yalnızca anlayabildikleri şekilde düşündüler; bize
pek de önem vermediler. Tanrıları yöneten konumuna getirdiklerinde, her şeyi tanrıların
yarattığını ve tanrıların içkisi ya da ölümsüzlük veren yemekleriyle beslenmeyen herkesin
ölümlü olduğunu savunduklarında bu nedenlerin etkileri konusunda söyledikleri her şey onlar
için makuldür ama bizim için anlamsızdır. Ancak mitlere özgü bu anlayış biçimini ciddiye
almamıza gerek yok. Aksine kanıtlarla tartışanlardan bilgi almamız gerekir." Daha dar bir
anlamda felsefenin doğuşu, tartışmanın keşfedilmesiyle gerçekleşmiştir. Yunan felsefesi Yunan
anakarasında değil (Atina'ya MÖ 5. yüzyılın ikinci yarısında ulaştı, Sparta'da hiçbir zaman
gerçek anlamda kendine yer edinemedi); Miletos'un Yunan kolonilerinde ve Güney İtalya'da
(örneğin Crotone ve Elea) doğdu. Çünkü bu yerlerde düşünceye ilişkin yeni sorular ve
problemlerle yüzleşme, teorik tartışmaya anakaradan çok daha müsaitti. Taşımacılık ve
özellikle de şehir devletinin sınırları dışına ticaret yapma ihtiyaçları, tartışma ve iletişimin yeni,
güvenilir ve anlaşılır dilsel biçimlerini gerektirdi. Yunan felsefesinin ana konuları fizik (doğa
teorisi), etik ve mantık olmak üzere üç alanı kapsar. Fizik; yıldızlar ve Dünya, doğal olaylar,
zaman, uzay ve hareketin yanı sıra doğanın gözlemlenmesine dayalı tanrı bilimi olarak görülen
teolojiyi de kapsar. Antikçağ tarihçileri bu üç alanı tarihi dönemlere ayırırlar; böylelikle
Sokrates-öncesi düşünürler fiziğin yaratıcıları, Sokrates ve Platon etiğin kurucuları, Aristoteles
de mantığın mucidi olarak kabul edilir. 6
66
DELİUS Christoph, GATZMEIER Matthias, SERTCAN Deniz, WÜNSCHER Kathleen, “Antik Çağlardan Günümüze
Felsefenin Öyküsü” s. 6,7
14
Felsefeciler Grubu Roma
mozaiği, MS 1. yüzyıl, Museo
Nazionale Archeologico,
7
DELİUS Christoph, GATZMEIER Matthias, SERTCAN Deniz, WÜNSCHER Kathleen, “Antik Çağlardan Günümüze
Felsefenin Öyküsü” s.8
15
de pratikte kendilerini çoğunlukla etik ve politik problemlere adadılar, böylelikle de daha
sonraları önce sofistler, ardından da Sokrates ve Platon tarafından yeniden ele alınan felsefi
bir odak yarattılar. Sokrates-öncesi düşünürler arasındaki yalnız figür olan Herakleitos'a göre,
her- kavrayışın temeli şeylerin çeşitliliğinin ampirik incelemesiydi, bu da düşünürün tüm
dünyanın karşıtlıklardan oluştuğu kanısına varmasına neden olmuştu. Her şeyin atası savaştı;
yani karşıtlıklardı. Fakat bunlar en nihayetinde dünyanın sonsuz usundaki (logos) her şeyi
kapsayan "birlik"te toplanıyorlardı. "Hepsi Bir olacak, Bir de hepsi olacak." Örf ve
gelenekleri, özellikle tanrılara ilişkin antropomorfik kavramları, radikal biçimde
eleştirenlerden biri, epistemolojik kuşkuculuğun kurucusu Ksenophanes'ti. Birlik,
hareketsizlik ve evrenin sonsuzluğu teziyle Eleacılık düşüncesinin öncüsü olarak görülebilir.
Eleacılığın kurucusu (sırtını eleştirel bir tavırla Herakleitos'a dönen) Eleali Parmenides, son
derece mantıklı ve dilsel bir tartışma üzerine kurulu olan statik, ontolojik monizmi (varlık
teorisi) geliştirmişti. Düşünmek ve var olmanın aynı olduğunu savunan temel ontoloji
prensibine göre, bir şeyin hayal edilmesi imkânsızsa, o zaman, o şey var olamaz. Değişim
hakkındaki ifadeler her zaman önceki ya da sonrakinin var olmadığına vurgu yaptığı için
değişim olamaz, çünkü var olmama ne tahayyül edilebilir ne de anlamlı bir şekilde ifade
edilebilir. Demek ki varlık yalnızca başlamamış ve sona ermeyecek olan, değişmez bir bütün
olarak düşünülebilir (Monizm). Bu bir paradoksu doğurur çünkü günlük yaşantımızda şeyler
her zaman değişir. Parmenides bu paradoksu algıyı düşüncenin aksine görünüm, kanma ve
yalnızca fikir (doxa) olarak ele alarak çözer. Böylelikle düşünce ve ampirik deneyim keskin
bir şekilde birbirinden ayrılır. Empedokles'in elementler teorisi, Herakleitos ve Parmenides
arasında bir uzlaşmayı temsil eder. Varlık bir bütün değildir, niteliksel anlamda farklı olan
toprak, ateş, hava ve sudan oluşur. Ampirik nesnelerin çeşitliliği bu elementlerin farklı
oranlardaki karışımlarından kaynaklanır. Empedokles açık bir şekilde gözlemlenebilen
değişim olgusunu, elementlerin ayrılması ya da duruma göre birleşmesi, şeklinde
yorumlayarak kurtarır. Bu ayrılma ya da birleşme mekanik kurallarına göre ya da şans eseri
meydana gelmez, evreni yöneten iki kuvvet olan sevgi ve nefret ile gerçekleşir. Anaksagoras
ise dört değil, karışım ve etkileşimleri tüm evreni kontrol eden zihin-us (nous) tarafından
yönlendirilen sonsuz şekilde çok sayıda, değişmez ve görünmeyen temel madde olduğunu
iddia eder. Atomculardan Leukippos ve Demokritos da Herakleitos ve Parmenides'in
benimsediği tavırdaki çelişkinin üstesinden gelme girişiminde bulundular, ancak evrene yön
veren akılsal ya da metafizik prensiplere başvurmadılar. Şekil ve düzen olarak farklılık
gösteren küçük, bölünmez temel parçaları, atomları önkoşul olarak kabul ettiler. Dünyada
gördüğümüz değişikliklere neden olanların bu düzenlerde salt mekanik sebeplerle veya şans
eseri oluşan farklılıklardır. Sofistler, Yunan felsefesinde yeni bir çağ açtılar. İlgi odağı doğal
felsefi, kozmolojik ve ontolojik meselelerden etik ve sosyal sorulara kaydı. Özellikle son
derece geniş etkileriyle, başlangıçta sofistlerin bilgi felsefesi ve etik şüphecilikleriyle harekete
geçirilen Sokratik-Platonik ve Aristotelesçi felsefe olarak bildiğimiz karşı hareketi ateşleyerek
felsefeyi Atina'ya getiren kişiler onlardı. Sofistler, algı ve yargının göreceli ve nesnel olduğu
pragmatik tecrübeden, bilgi için herhangi bir güvenli esasın mümkün olmadığı genel tavra
ulaştılar. Mantıksal bir sonuç olarak felsefedeki doğruya ilişkin tezi bırakarak tartışma yoluyla
ikna etmekten vazgeçip retorik yeteneklerle ikna etmeyi tercih ettiler. İletişim felsefesinin
gelişip ilerlemesi retoriğe verilen bu öncelik sayesinde oldu. Sofistler Yunan şehirlerinde
dolaşarak politik açıdan hırslı genç nesli özellikle topluma hitap etme konusunda, hukuk
davasında ya da siyasi tartışmalarda daha zayıf konumdakini daha güçlü konumuna
getirebilecekleri vaadiyle eğiten öğretmenlerdi. (Sokrates ve Platon'un şiddetle eleştirdiği bu
hizmetler için bazı durumlarda muazzam ücretler alıyorlardı.) Şeylerin göreceliliğine özel bir
16
önem veren Protagoras en bilinen sofistler arasındadır. Sokrates ve Öğrencileri,
Ona göre bir ifade bir durumda doğruyken, başka bir Pinelli'nin bir resminden
durumda yanlış olabilir. Bu düşünce insan öznelliğinin ilhamla yapılmış gravür
tüm bilginin temeli olduğunu öne sürdüğü ünlü deyişini
ortaya çıkarmıştır: "İnsan tüm şeylerin ölçüsüdür; var olan
şeylerin var olduğunun, var olmayanlarınsa var
olmadığının ölçüsüdür." Sofistlik, klasik Yunan
felsefesinin sonraki döneminde büyük bir etki yarattı.
(Sokrates, Platon, Aristoteles).
Sokrates
Sokrates büstü (Louvre Müzesi, Paris)
18
etkileriyle başlar (örneğin güzel nesneler ya da insanlar), nihayetinde güzelliğin hepsini
kucaklayan ve bütünsel bir ideanın bizzat kendisi ortaya çıkana kadar bu şekilde devam eder.
Platon epistemolojik yolu birbirini takip eden beş aşama ile tasvir eder: 1) adlandırma; 2)
tanımlama 3) imge; 4) kavrayış ve bilim; 5) ideanın aniden belirmesi. Son aşama, ideaların
görülmesi, ancak kişi diğer tüm aşamalardan geçtiğinde gerçekleşebilir ve yalnızca başkalarıyla
birlikte uzun bir süre felsefi yaşam sürdürenlere açıkça görünür. Bir bütün olarak varlığı ele
alan ontoloji doğrudan idealar teorisinden türer. Varoluş hiyerarşisinin zirvesinde idealar
bulunur. Kelimenin gerçek anlamıyla yalnızca onlar vardır. Duyular dünyasının orijinal yapıları
olarak işlev görürler. Aksine, ampirik dünya, duyuların fiziksel, algılanabilir, geçici şeylerini
Platon bağımsız bir varoluşları olmayanlar olarak ele alır, bunlar yalnızca kopyaları ya da
görüntüleri olan idealara "katılım"ları sayesinde var olabilirler. Varoluşun alanlara ayrılması,
yansımasını, bilgi elde etme kapasitesinin akıl ve algı ayrımında bulur. Ancak Platon geç
dönemindeki eseri Timaios'ta bu farklı varoluş ve bilgi alanları arasındaki kesin ayrımı
bulanıklaştırır. Bunu kısmen, tanımsız mekân ve özelliği olmayan materyal ya da (Pythagoras
geleneğinden türetilen) ideal sayıları, idealar ve duyular dünyası arasındaki bağdaştırıcı
örnekler olarak kullanarak bir yandan akıl ve idealarla tahsis edilen hakikat ile diğer yandan
ampirik dünyayı işaret eden saf fikrin arasında yatan doğru ve gerçek fikir kavramını ileri
sürerek yapar.
Platon'un Etiği ve Siyaset Felsefesi
Bireysel ve sosyal tüm eylemlerin, aynı zamanda her teorik çabanın yol göstericisi, idealar
evreninin zirvesinde bulunan ya da başka bir deyişle diğer tüm idealardan üstün olan İyi
ideasıdır. Bu arada Platon'un herhangi bir yerde İyi kavramına ilişkin bir tanım vermediğine de
dikkat edilmelidir. En önemli idea olarak diğer ideaların, dolayısıyla tüm dünyanın varlığını
sağlamlaştırmak; bilim ve eylemlerde ideaların kullanışlılığını güvence altına almak, bilgi ve
yeteneklerin yanlış kullanılmasını engellemek ve somut örneklerle amaçlar ve araçlar
arasındaki düzgün ilişkiyi belirlemekten sorumludur. Toplumsal erdemlere ilişkin (cesaret,
adalet vs.) erken dönem diyaloglarda geliştirdiği analiz, Platon'a göre tamamen yozlaşmış olan
gerçek toplumsal pratiğe tezatla idealize edilmiş bir resim ortaya koyar. Bu resim aynı zamanda
önyargılara ve genel geçer değerlere, özellikle sofistlerin ve siyasetçilerin düşüncelerine, bir
eleştiridir de. Menon (yeniden anımsama üzerine) diyaloğunda öne sürülen, erdemin
öğretilebilirliği tezi, erdemin bir bilgi biçimi olduğunu ve kimsenin daha iyi bir bilginin aksine
hareket edemeyeceği varsayımı üzerine kuruludur. Benzer bir argüman Platon'un etik ve siyasi
teorisinin bütününün de temelidir. Akıllı bir varlık olarak kendinin farkında, yeterli kavrayışa
sahip olan bir kişi rasyonalist ya da akıldışı bir hayat sürme seçeneğiyle karşı karşıya kaldığında
muhtemelen ikinci seçeneği tercih eder. Bu nedenle yetiştirme ve eğitimin en önemli hedefi,
insanlarda kendilerine dair farkındalık yaratmaktır. Platon geniş kapsamlı eseri Devlet'te,
kapsamlı eğitim, sosyal ve yasal teoriyi irdeler. Devleti üç sınıfa ya da katmana ayırır. 1)
Yönetici sınıf (Yöneticiler), devleti yönetmekle görevlidir. Bilginin her alanında yüksek seviye
eğitilmiş olmalıdırlar. Platon yöneticilerin jimnastik ve müzik (daha geniş anlamda şiir ve ritim
de dahildir) eğitiminin yanı sıra kendisinin hacim ölçümünü de eklediği dört Pythagoras bilimi
hakkında aldıkları eğitimi detaylı bir şekilde anlatır. Yönetime hazırlık amacı taşıyan bu eğitim,
kişi kırk dokuz yaşına gelene kadar devam eder. 2) Askerler, polis ve ordunun
kombinasyonudur. İç ve dış güvenliği sağlamaktan sorumludurlar. 3) Genel nüfus; yemek,
ticaret ve zanaattan sorumludur. Bu katmanların her biri için uygun olan erdemler sırasıyla
anlayış, cesaret ve özdenetimdir. Dördüncü ana erdem olan adalet diğer hepsini içine alır;
erdemlerin ve sosyal sınıfların birliğini ve karşılıklı ilişkisini düzenleyerek tüm katmanları
19
kapsar. İlk iki katman için Platon eşya, kadın ve çocukları ortak meta olarak varsayar. Diğer bir
deyişle, devlet için en kötü olan şeylerin -yani açgözlülük ve sonuçta ortaya çıkan çekişmeler-
yalnızca özel mülkiyet ve diğer özel isteklerden feragat edilmesiyle önüne geçilebilir. Yalnızca
bilgiyi uygulamak değil, aynı zamanda Platon idealarına da ulaşmalarını sağlayan çok yönlü
eğitimlerinin erdemi sayesinde yöneticiler, topluma filozof kral olarak hizmet etme hakkı ve
görevine sahip olurlar, ki Platon bu görevin kesinlikle kadınlara da açık olduğunu ifade eder.
Eğitim teorisinin tartışılması bağlamında Platon, şairlerin sert bir eleştirisini yapar. Devletinde
şairleri kesinlikle men eder çünkü şairler 1) yalan söylerler, diğer bir deyişle ne hakikati bilirler
ne de onu yayarlar; 2) çocukları ve gençleri yanlış düşüncelerle doğru yoldan saptırır ve onları
bilgiden uzak tutarlar ve 3) ideaları, hatta ideaların imgelerini değil, imgelerin imgelerini
kopyalayıp yayarlar (örneğin insan yapımı eşyalar).
Platon'un Doğa Felsefesi
Nedenler kuramı ve dünyanın başlangıcının açıklaması Platon'un doğa felsefesinin temel
konularını oluşturur. Dünyada meydana gelen olayların tam açıklaması için gerekli nedenleri
şu şekilde sıralar: 1) bir şeyin meydana geldiği madde; 2) sonucu meydana getiren fiziksel
neden; 3) bir olayın ya da sürecin hizmet edeceği amaç; 4) idealar, -ki nihayetinde- dünyadaki
her olay onlara uygun olarak ortaya çıkar. Gerçek anlamda neden, Platon için en iyi ideadır,
diğer bir değişle İyi formudur. Dünyanın başlangıcını mitsel bir tavırla anlatır. Dünyanın
mimarı (demiurgos) başlangıçtaki kaosu kozmosa dönüştürür; diğer bir deyişle tek bir bütün
haline getirir ve böylesi bir yolla ideaları sürekli görünür kılarken, önceden beri var olan
maddeden oluşturulabilmesi mümkün tüm dünyaların en iyilerini bir araya getirir. Bu düşünce
daha sonraları Leibniz tarafından benimsendi. Burada bahsedilen yokluktan var etmek (creatio
ex nihilo) değildir; tüm Yunan filozoflar böyle bir düşünceye yabancıdır, çünkü demiurgos var
olan biçimler ve maddelerle çalışmalıdır. Platon, dünyanın yapısını açıklamak için
Empedokles'in dört unsur teorisine başvurur. İlk aşama olarak maddi olmayan geometrik
biçimleri, daha açık belirtmek gerekirse beş düzgün katı cisim (daha sonraları Platon katı
cisimleri olarak anılacak dörtyüzlü, sekizyüzlü, yirmiyüzlü, küp ve onikiyüzlü cisim) ele alır,
bunları da iki temel üçgene indirger. Bunlardan önce sayılar, sayılardan önce de dünyayı
belirleyen idealar gelir, böylelikle evrendeki ontolojik hiyerarşi şöyle şekillenir: idealar, sayılar,
geometrik cisimler, elementler ve somut cisimler.
Platon'un "mağara eğretilemesi"
Devlet diyaloğunda yer alır. Ömür boyu bir mağarada zincirlenmiş olan insanlar sürekli
göremedikleri şeylerin gölgelerini ateşin ışığında görür ve gölgeleri şeylerin kendisi olarak
kabul ederler. Oysa şeylerin kendisi, mağaranın dışında, parlayan güneşin gösterdiği ideal
varlıkların salt imgeleridir. Platon bu benzetmeyi ideaların kavranmasına giden yolu anlatmak
için kullanır. İdealar, gerçek orijinalleri gibi, maddi dünyadan, onların kopyası görülebilir
şeylerden daha yüksek bir konumdadır.
20
Aristoteles
heykeltıraş Lysippos tarafından bronzdan
geniş ve farklı konulardan oluşur. Felsefe tarihinde ilk defa içsel bir
mermerden yapılmış, kopyası
21
yalnızca hareket yeteneği değil, aynı zamanda tüm değişim biçimleri dahildir.) Parmenides bu
"hareket"in kavranamaz olduğunu öne sürmüştü. Aristoteles, varoluşun olumsuzlanması ve
hükmün olumsuzlanmasının birbirinden farkını göstererek bu fikri çürüttü. Aristoteles'in bu
ayrımı; hareketle ilgili ifadelerde olumsuzlananın varoluş değil, sadece hükmün özelliği olması
ihtimalini doğurur. Bu yöntemle hareketin şu analizini elde eder: 1) Sürekli olan bir şey vardır,
bu tüm hareket sürecinden çok daha kalıcıdır: madde ayrıca biçimin iki tanımı vardır; birincisi
sürecin başlangıcı, diğeri sonu içindir. Aristoteles tüm doğal değişimlerin teleolojik olduğuna
(yani bir amacı olduğuna) inandığından, başlangıç durumu henüz olmamış, son tanımlamadan
yoksun ve mahrumdur; son aşama ise aksine, bir hedefe (duruma göre orta düzeyli bir hedefe)
ulaşmayı işaret eder. Başka bir deyişle, başlangıç mümkün olma hali (dynamis, olasılık); sonuç
ise gerçeklik (energeia, hakikat) ya da tamamlama (entelekheia) aşamasıdır. Aristoteles bunu
tüm formülasyonun bahsi geçen unsurları ortaya koyduğu "Eğitim gören bir insan" cümlesine
referans vererek açıklar. Eğitimsiz (biçimin mahrumiyet olarak tanımı; potansiyel) insan
(madde) eğitimli (biçimin hedef olarak tanımı; gerçeklik) bir insan (madde) haline gelir.
Aristoteles'in Metafiziği
Aristoteles, Platon'un ideaları gibi transandantal varlıkları kabul etmedi. İdea ve gerçek nesne
arasındaki Platonik düalizm, Aristoteles'in üstesinden gelmek istediği bir şeydi. Ona göre,
şeylerin özü kendi içlerindedir; bu nedenle öz yalnızca onların içinde bulunabilir. Öz, gerçekliği
belirli bir biçim vasıtasıyla elde eder; diğer bir deyişle madde ve biçim nesnedeki birliği
yaratmak üzere birleşir. Hareketli ve hareketsiz olanı, farklı varoluş biçimleri olarak birbirinden
ayırır; dahası, hareketli olanı ruhun farklı yetilerine göre, bitkiler (besleme ve büyüme yetisi),
hayvanlar (ek olarak, hareket kabiliyeti ve algılama yetisi) ve insanlar (ek olarak düşünme
yetisi) şeklinde ayrıştırır. Metafizik, bilgeliğin genel teorisi ya da "ilk felsefe", varlığın ve
düşünmenin ilk neden ve prensiplerinin temel teorisidir. Varlık açısından Aristoteles
(Platon'dan bildiğimiz) dört neden teorisini ve var olan şeylerin birlik, özdeşlik, özdeklik,
olabilirlik, gerçeklik, maddilik ve biçimsel neden gibi genel özelliklerini tartışır, bu temel
tanımlar aynı zamanda şeylerin karakteristiği, düşüncenin prensipleridir. Dünyada meydana
gelen olayların nedenler zincirinin daha ileriye doğru takibini yapmak, metodolojik olarak
kabul edilemeyecek bir durum olan sonsuz gerilemeye düşme riskine yol açabilir. Bunun önüne
geçmek için Aristoteles varlığın varoluşunu diğer tüm şeylerin nedeni olarak kabul ederken,
bizatihi kendisinin nedeni olmadığını ifade eder: hareketsiz hareket ettirici. Bu varlık sonsuz,
değişmez, hareketsizdir; mücadele nesnesidir (dolayısıyla harekete neden olur), saf gerçekliktir
(olasılık olmadan), tinseldir, akıldır. Bu, dünyayı açıklamak için temel felsefi prensiptir. Ancak
Aristoteles'in "Tanrı" dediği bu varlık ne dünyayı yaratmıştır ne de şu anda dünyaya önderlik
etmekte ya da bir görev almaktadır.
Etik ve Siyaset Felsefesi
Aristoteles'in etiği, mutluluk ve erdem etiğidir. Tüm hareketlerin (teorik, pratik ya da siyasi
olabilir) yol gösterici prensip olarak sonraki aktiviteleri belirlediği olgusundan hareketle, İyi'yi
(Platon gibi aşkın bir konsept olarak değil) hareketin hedefi olarak tanımlar. Genel iyinin
hareketin tüm amaçlarını kapsayıp kapsamadığı sorusu, hareketleri, daha ileriki hedefler için
giriştiğimiz ve kendi için yapılan hareketler olarak ayırmasına neden olmuştur. Yalnızca
ikincisi hareketin genel amacı olarak işlev görür ve ancak mutluluk ve neşe başka bir amaca
yönelik olmayan yüksek bir hedefin şartlarını yerine getirir. Aristoteles mutluluğun maddi
tanımına hareketleri ve insanlara özgü yetileri sorguladıktan sonra ulaşır. Bu yetiler, insanları
22
hayvanların bir kademe üzerine taşıyan ruh durumlarına bağlıdır. Böylelikle mutluluğun şu
tanımına ulaşırız: İnsan ruhunun kendine özgü yetisi, yani aklı ile gerçekleştirdiği bir
aktivitedir. Bu süreçte Aristoteles mutluluğun harici özelliklerinin minimumunun (örneğin
mülkiyet ya da sağlık) mükemmel mutluluğa ulaşmak için gerekli olduğunu söylemeden
geçmez. Aklın faaliyeti pratik hareket alanıyla ya da erdemlerin etik ve düşünsel olarak
ayrılmasına ilişkin teoriyle ilişkilendirilebilir. Etik erdemler (dört ana erdemle birlikte
Aristoteles davranışın gerçekte daha pratik biçimlerini de analiz eder) iki uç arasındaki orta
yolu elde etmeye çalışmaya bağlıdır: cesaret, örneğin, korkaklık ve gözü karalık arasındaki orta
yoldur. Düşünsel ya da entelektüel erdemlerle kastettiği bilimsel aktivitenin beş çeşididir, bu
nedenle bunları Nikomakhos'a Etik'te tartışır. Bir orta yol olarak değil, elde edilebilir ideal
olarak tanımlanırlar. Aristoteles'in, Platon'un ütopyasının aksine, malların ve kadınların ortak
mal olarak kabul edilmesini kesinlikle reddettiği siyasal teorisi düşünsel anlamda pragmatiktir.
Yetiştirme problemlerini, özellikle müzik eğitimini, fazlasıyla detaylı bir biçimde tartışır, ancak
Politika'nın büyük bir bölümünü ekonomi, vatandaşlık hakları ve hizmetlerin ayrımı gibi
sorulara ayırmıştır. Modern bir kavram olan güçler ayrılığını öngörerek devlet gücünün yasama,
yürütme ve yargı unsurlarını birbirinden ayırır. Devleti etik hedef açısından, mümkün olan en
iyi hayatın elde edilmesini amaçlayan, yani vatandaşların mutluluğunu sağlamaya çalışan,
kendi kendine yeten özerk bir topluluk olarak tanımlar. Ona göre devlet ya da anayasanın en
iyi biçimi, diğer bir deyişle bencilce amaçlar için kullanılma tehlikesinin en az olduğu,
insanların çoğunluğu için en faydalı biçimi -pragmatik olarak ve orta yol prensibini uygulaması
açısından-demokrasi ve oligarşinin karışımıdır. Bu sistemde aşırı yoksulluk ve aşırı zenginliğin
önüne geçilir; hakların çoğu orta Sınıf vatandaşlara tahsis edilir.
Helenistik Çağ Felsefesi
Platon'un kurduğu Akademia ve Aristoteles tarafından kurulan peripatetik okul dışında
Epikurosçu okul ve Porch ya da Stoa, klasik felsefenin en önemli okullarıydı. Bunlara ek olarak
birkaç okul daha vardı. Sokrates'in öğrencisi Antisthenes ya da Pythagoras veya Diodoros'a
atfedilen Kynikler bunlardan biridir. Ancak Sinoplu Diogenes (takma adı "köpek gibi"
anlamına gelen kynikos'tur) ile birlikte okulun kendisi kurulabilmiş, okul MS 5. yüzyıla kadar
devam etmiştir. Felsefi Kynizmin karakteristik özelliği, kendi fikirlerine uygun olarak, sosyal
kısıtlamalar olmadan özel alanına çekilerek yaşayabileceği bir alanla birlikte geleneklerin,
kurumların ve dini düşüncelerin alaycı, Kynik bir eleştirisi olmasıydı. Hayattaki en yüksek gaye
mutluluktu, bu da aksiliklerden kaçınarak ve kendini gerçekleştirme ile mümkün olabilirdi. Bu,
"doğaya geri dönme" prensiplerine uygun olarak sürdürülen ve onur, zenginlik ve sağlık gibi
yaygın harici ölçütlerle sağlanan mutluluğun aksine, kendine yeten bir hayat olarak kabul
ediliyordu. Bu davranış muhtemelen akıl melekesini eğitmekle, ihtiyaçları azaltmakla (sofuluk)
ve cehalet, lükse düşkünlük, düşüncesizce arzuların peşinden gitmek gibi talihsizliğin ana
nedenlerinin önüne geçmekle mümkündü.
dönemde yapılmış ve günümüzde
23
Fıçının İçindeki Diyojen
Büyük İskender'i Kabul
Ediyor, Roma rölyefinden
ilhamla yapılan gravür taslağı
24
için Khrysippos, stoacılığın ikinci kurucusu olarak görülür. İlgisinin odağında diyalektik
bulunur. Diyalektik mantık ve tartışmanın temek bilimi olarak algılanır; genel mantıkla birlikte
kapsamlı dilbilim, semantik, epistemoloji ve retorik de yer alır. Ünlü stoacı mantık büyük
oranda onun eseridir. Epistemolojide ampirizm ve rasyonalizmi bir araya getiren oydu.
(Yanılabilme potansiyeli taşıyan) Duyuların etkisi -ruhun akılla donatılmış olan bölümü
buradan ideaları (phantasia)- üretir, hakikat ve bilgiyi meydana getirir, ancak bu ideanın kendisi
akıl süzgecinden geçmeden gerçekleşmez. Hafızanın yardımı, karşılaştırma ve soyutlama yetisi
sayesinde, sınanmış ideayı tecrübeye dönüştürürüz, bu da bizi tanımlamalara ve kavramlara
götürür. Khrysippos, stoacıların doğayla uyum içinde bir yaşam sürdürme şeklindeki temel
ilkesini doğrudan insanın rasyonalist doğasıyla ilişkilendirir. İnsanlar prensipte tümüyle
belirleyici dünya-logos'a tabi olsalar da özgür iradeleriyle hareket ederek yine de kendilerine
yetip kendi kendilerini idare etme olasılığını sürdürebilirler.
Orta dönem stoacılığının kurucusu olan Panaitios'la birlikte Yunan felsefesi kendini Roma
imparatorluk düşüncesine yöneltmişti. Panaitios, atalarının ilgisinin merkezinde yer alan
diyalektik ve fizikten ziyade etiğin pragmatik ve siyasi yönleriyle ilgiliydi. Erken dönem
Stoacılığın katı bir şekilde çileci etiğini ve doğal dürtülerin bastırılmasını reddetti; haz ve
dışarıdaki mallara sahip olma konusuna pozitif bir yargı getirdi. O zamana dek hâkim olan
ruhani Stoacı bilgeliğin yerine, politik görev idealine ilişkin uygulanabilir bir doktrin yarattı,
bu da Roma'nın siyasi ve entelektüel elit tabakasına (Cicero, Sci-pio) son derece uygundu.
25
Siyaset
Ege ve Dor Göçleri 8
Akha (Myken) uygarlığı, Ege Göçleri çerçevesinde Yunanistan'ın kuzeyinden güneye inen
Dorlar tarafından İ.Ö. 1 200/ 1 150 yılları civarında yıkılmıştı. Dorlar, bir süre Yunanistan'ın
kuzeyindeki Doris bölgesinde oturduktan sonra Peloponnesos, Girit, Anadolu'nun güneybatı
kıyıları ve bu kıyıların önündeki adalara yerleştiler. Dorlar da, Akhalar gibi Yunanca
konuşuyorlardı; fakat Akhalar Aiol ve Ion lehçesini, Dorlar ise Dor lehçesini kullanıyorlardı.
Aynı şekilde, diğer boylardan Ionlar, Attika, Euboia, Ege adaları ve Anadolu'nun batı
kıyılarının orta kesimine; Aioller ise, Lesbos Adası ve Anadolu'nun kuzeybatısına (Çandarlı
Körfezi çevresine) yerleşmişlerdi.
Karanlık Çağ / Yunan Ortaçağı 9
Akha krallık ve beyliklerinin Dorlar tarafından ortadan kaldırılmasından sonra, Ege dünyasında
'Karanlık Çağ' adı verilen bir suskunluk dönemi yaşanmıştır. Kabaca M.Ö. 12. ile 9. yüzyıl
arasını kapsayan bu döneme ilişkin bilgilerimiz ne yazık ki çok azdır. Bildiklerimiz daha çok
Homeros'un destanlarına dayanmaktadır. Önceleri basileus denen kralların yönetiminde olan
Yunan topluluklarında giderek zengin bir sınıfın (aristokratların) oluştuğunu görüyoruz.
Homeros'un Odysseia destanında Phaiaklar Kralı Alkinoos'un yanında 12 aristokrat vardır.
Yani, önceleri krallar tek başlarına hüküm sürerken, zamanla yanlarına aristokratları da
almışlardır. Kent devletlerinin kurulmaya başlaması ile gelişen ve değişen yönetim
mekanizmasında krallar sistemin dışında kalmaya başlamışlar ve yerlerini aristokratlara terk
etmişlerdir. Ege dünyasında pek çok yerde krallar M.Ö. 9.-8. yüzyıldan itibaren ortadan
kalkmaya başlamıştır. Krallığın sürdüğü tek yer Sparta idi. Burada önceleri bir kral hüküm
sürerken, daha sonra iki kral yönetime ortak olmuşlardır. Yunanistan'ın Karanlık Çağı'nda
dikkati çeken bir konu da nüfusun azalmış olmasıdır. Yazı da kaybolmuştur; ancak 8. yüzyılda
tekrar ortaya çıkacaktır. Aynı şekilde atlı arabalar da görülmez. Vazo sanatı süslemelerinde
geometrik motiflerin egemen olduğunu görüyoruz. Nitekim Karanlık Çağ'ın keramiğe göre
adlandırılan dönemi (M.Ö. c. 1050-900) "Protogeometrik" Dönem'dir. Geç evresi ise (M.Ö. c.
900-700) "Geometrik" Dönem olarak adlandırılır. Yunanistan'ın Karanlık Çağ'dan çıktığı
dönem (M.Ö. 9. yüzyılın ikinci yarısı), Yakın Doğu'da önemli değişikliklerin olduğu bir
dönemdir. Asur İmparatorluğu güçlenmekte, Fenike kent-devletlerinin ticari amaçlı yayılımı
başlamaktadır. Fenikeliler, Kuzey Afrika, Sicilya, Sardinya, İspanya ve Kıbrıs'ın güneyinde
koloniler kurmuşlardır.
Kent-Devletleri'nin Kuruluşu 10
Eski Yunan siyasal ve sosyal yaşamının en karakteristik örgütleniş biçimi polis ( çoğulu, poleis)
adı verilen kent-devletidir. 'Politika' sözcüğü de polis'ten türetilmiştir. Dorların baskısı sonucu,
Ege denizini aşarak Yunanistan'dan güneye inen ve Eski Yunanca'nın değişik lehçelerini
konuşan bazı topluluklar, Batı Anadolu' da, özellikle lonia bölgesinde kent-devletleri
kurmuşlardır. Bu ilk zamanlardaki kent-devletleri boş bir arazide, birdenbire kurulmamış; zaten
var olan merkezlerin yeniden iskanı şeklinde oluşmuştur, Daha sonra Batı Anadolu'nun diğer
bölgelerinde ve Yunanistan' da da çok sayıda kent devleti kurulmuştur. Batı Anadolu' daki
8
TEKİN Oğuz, “Eski Yunan Tarihi” s.39
9
TEKİN Oğuz, “Eski Yunan Tarihi” s.40
10
TEKİN Oğuz, “Eski Yunan Tarihi” s.42
26
Smyma'yı (Eski İzmir) en erken kurulan kent devletlerinden biri olarak kabul etmek yanlış
olmayacaktır. Kent-devletini (polis) genelde tek bir kent oluşturmakla birlikte, bazen birkaç
kent ya da daha ufak yerleşim biriminin bir araya gelerek bir kent-devletini meydana getirdiğini
görüyoruz (synoikismos). Fakat kent devletleri hiçbir zaman bir araya gelip tek bir devlet çatısı
altında toplanmamışlardn. Ege bölgesindeki kent-devletlerinin ne zaman kurulmaya başladığı
sorusu tam olarak yanıtlanabilmiş değildir. Bazı tarihçiler, ilk kentin oluşumunu Minos dönemi
Girit'ine kadar götürmektedir. Bazı bilim adamları ise kral ya da tyran (tyrannos) gibi tek bir
kişinin egemenliğindeki yerleşimiere kent adı verilemeyeceğini; dolayısıyla ancak İ.Ö. 6.
yüzyıl sonlarına doğru demokratik rejimin kurulması ile gerçek anlamda kentin kurulması
arasında bir paralellik söz konusu olabileceğini söylemektedirler. Buna karşılık, bir topluluğun,
nasıl olursa olsun (oligarşik ya da demokratik), kendisine iktidar şeklini seçmesinin kentin
kurulması için yeterli olabileceğini söyleyenler de vardır. Bu durumda başlarında kralların
bulunduğu kentlerin kurulması M.Ö. 9 . yüzyılın başlarına değin gitmektedir. Eski Yunanlıların
kent-devleti bazındaki bir siyasal organizasyonunda en önemli iki unsur, halk (ethnos / demos)
ve kent (polis) idi. Kentteki topluluğun iktidarı ve bağımsızlığı söz konusu olduğundan, bir
27
kent, bugünkü anlamda bir 'devlet' demekti. Fakat şurası da unutulmamalıdır ki, eski Yunan
anlayışında kent-devletlerinin adlarından (Atina, Korinthas gibi) çok, o kent-devletini oluşturan
halkın adı (Atina}ilar, Korintliler gibi) ön plandaydı. İ.Ö. 5. yüzyılda Atina'nın nüfusu,
170.000'i yurttaş, 30.000'i yabancı uyruklu ve lOO.OOO'i de köle olmak üzere toplam 300.000
kişi olarak tahmin edilmektedir. Yapısal olarak bir kent devleti, dinsel, politik ve yönetim
birimlerinin yer aldığı bir merkezi kısım (asıl kent alanı) ile bunun çevresindeki, ekonomi alanı
durumunda bulunan, belirli genişlikte bir arazi parçasından oluşmakta olup, çoğu kez coğrafi
sınırlara sahipti. Kentin merkezi, genellikle, 'akropolis' adı verilen yüksekçe bir tepe üzerindeki,
etrafı bir surla çevrili alandı. Akropolis'te, konsey vb. yönetim binaları ile, bazı önemli kamu
binaları ve tapınak gibi dinsel yapılar bulunurdu. Akropolis'in dışında ise diğer kamu binaları
ile yurttaşların evleri yer alıyordu. İktidar sahipleri kuşkusuz akropolis'te ikamet ediyorlardı.
Önceleri monarşik bir yapısı olan kent-devletleri zamanla aristokratik ( oligarşik) ya da
demokratik bir yapıya sahip olmuşlardır. En önemli siyasal kurumlarını 'danışma meclisi' (bule)
ve 'halk meclisi'nin (demos) oluşturduğu bir kent devletinin sahip olduğu ya da olmak istediği
en önemli üç özellik, özgürlük (eleutheria), bağımsızlık (autonomia) ve kendine yeterlilik/
ekonomik bağımsızlık ( autarkeia) idi. Sosyo-ekonomik-ve siyasal yapısı itibariyle her kent-
devletinin, yurttaşlarının sağlıklı koşullarda ve eşit haklara sahip olarak yaşamalarını sağlamak
için bir anayasası vardı. Demokrasinin (demos = halk; kratia = egemenlik ve buradan
demokratia =halkın egemenliği) temeli, işte bu kent-devletlerinde atılmıştır.
Yönetim Biçimleri 11
Monarşi : Tek kişinin yönetimi. Genellikle babadan oğula geçen bir iktidar söz konusudur;
yasal dayanağı vardır.
Tyranlık : Bir tyran'ın yönetimi. Yasal olmayan yoldan iktidara gelirler.
Aristokrasi : En iyilerin yönetimi. Genellikle soylu ailelere mensupturlar. Doğuştan soyluluk
esastır.
Oligarşi : Bir grubun (azınlığın) yönetimi. Genellikle zengin olmalarına rağmen, doğuştan
soyluluk esas değildir.
Timokrasi : Varlıklı kişilerin iktidarda önemli pozisyonlara gelebilmesi.
Demokrasi : Demos'un, yani halkın .egemenliği. Halk Meclisi'nin önemli bir rolü vardır.
Kolonizasyon Dönemi ve Koloniler 12
Bir kavmin ya da bir kent halkının tarımsal veya ticari faaliyetlerde bulunmak için kendi sınırlan
dışında elverişli topraklarda üsler kurup, orayı yurt edinme sürecine 'kolonizasyon' denir. Eski
Yunan kolonileri, genellikle ana kentlerden uzak, denizaşırı yerlerde kurulmuşlardır. Daha önce
gördüğümüz gibi, Dor istilası nedeniyle Ege Denizi'ni aşarak güneye inen Yunanca konuşan
kimi topluluklar buralarda elverişli buldukları topraklara yerleşmişlerdi. Her ne kadar ilk
denizaşırı iskan faaliyetleri bir kolanizasyon hareketi olarak kabul edilebilirse de gerçek
kolonizasyon, Eskiçağ tarihi literatürüne 'Büyük Kolanizasyon Dönemi' olarak geçen; Ege,
11
TEKİN Oğuz, “Eski Yunan Tarihi” s.48
12
TEKİN Oğuz, “Eski Yunan Tarihi” s.48
28
Marmara, Akdeniz ve Karadeniz kıyılarında çok sayıda koloninin kurulduğu, M.Ö. 75.0-550
yılları arasına ilişkin 200 yıllık bir süreçtir.
TİRANLAR DEVRİ
Barışı getirmek için insanlar bazen bir kişinin tek başına yönetmesine razı oluyorlardı. Bu
liderlere tiran deniliyordu. MÖ 621'de Atina halkı kendilerini yönetmesi için Drakon adlı bir
kişiyi atadılar. Drakon bir dizi çok katı yasayı yürürlüğe koydu. Yiyecek çalmak gibi ufak suçlar
bile ölümle cezalandırılıyordu.
REFORMCU SOLON
MÖ 594 yılında Solon adlı bir aristokrat iktidara geçerek bazı halkçı
reformlar gerçekleştirdi. Fakirler için yiyecek sağladı, kişinin borçlarından
Solon büstü
13
TEKİN Oğuz, “Eski Yunan Tarihi” s. 75,76
29
Perikles 14
Pers Savaşları'nın sonlarında, siyaset sahnesinde sivrilmeye başlayan
Atinalı devlet adamı Perikles (İ.Ö. 490-429), Yunan tarihinin en
Perikles (J. - J. Maffre, Le
14
TEKİN Oğuz, “Eski Yunan Tarihi”
15
TEKİN Oğuz, “Eski Yunan Tarihi”
16
Prof. Dr. Oğuz Tekin, “M.Ö. 5. Yüzyıl Savaşları”
30
Thebai'ın Yükselişi 17
M.Ö. 386 yılında imzalanan Antialkidas Barışı'ndan sonra Spartalılar, Boiotia'nın diğer
kentlerini Thebai'dan ayırdılar ve birkaç yıl sonra da kentin kalesinde bir garnizon kurdular.
M.Ö. 378'de Thebaililer kaleyi tekrar ele geçirdiler ve İ.Ö. 37 l 'de ünlü Leuktra Savaşı'nda
topraklarını istila eden Spartalllara karşı büyük bir zafer kazandılar ve onları orta Yunanistan'
dan attılar. Thebai ordusunun başında Pelopidas ve Epaminondas adlı komutanlar vardı.
Epaminondas gerçekten deneyimli ve akıllı bir kişiydi. O zamana kadar uygulanan savaş
taktiklerinde karşılıklı dizilmiş ordular birbirine saldırıyordu. Epaminondas'ın taktiğinde ordu,
iki kanat şeklinde savaş düzenini alıyordu. Böylece, düşman arada bıraktırılarak kanatlardan
abluka içine alınıyordu. Leuktra yenilgisinden sonra Peloponnesos Birliği üyelerinin Sparta'ya
güveni kalmadı. Bu zaferden sonra büyük bir prestij kazanan Thebailılar ise komutanları
Epaminondas'ın önderliğindt Peloponnesos'a akınlar yapıp, Sparta'yı kendi topraklarında
zayıflatular. Fakat M.Ö. 362'deki Mantineia Savaşı'nda Thebai ordusu galip gelmesine karşın,
Epaminondas aldığı yaralar sonucu hayatını kaybetti. Böylece, önemli bir gücünü yitiren
Thebai, yaklaşık yirmi beş yıl süren parlak dönemini bir daha yakalayamadı; sıradan bir kent
devleti olarakvarlığını sürdürdü.
II. Philippos 18
II. Philip Heykeli, MS 350-400.
17
TEKİN Oğuz, “Eski Yunan Tarihi” s. 91,92
18
Tekin, Oğuz (Mart 2014). Helen ve Roma Tarihi s. 57,58
31
Büyük İskender
Büyük İskender Makedon ve M.Ö. MÖ 356’da Yunanistan’ın Pella kentinde
dünyaya geldi. 18 yaşında, Chaerone Savaşı’nda babasının emriyle
askerlere öncülük etmiştir. Süvarilere öncülük etmesinin ardından 4 yıl
sonra Hindistan’ın hükümdarını yendi. Birçok zafere katılan İskender,
M.Ö. 323 yılında vefat etmiştir. Büyük İskender bir savaşçı olduğu için
hayatının büyük bir kısmı savaşlarda geçmiştir. M.Ö. 334’te emrindeki
34 bin kişiden oluşan bir kalabalıkla İran’a bir sefer düzenledi. İran’ı
Kocaçay’da yenen Büyük İskender, Asya’nın kapılarını açtı. Filistin’i de
alan İskender, geri çevirmeden Mısır’a doğru yola çıktı. Zalim Pers
egemenliğinden yıpranan Mısır halkı, İskender’i hemen kabul etti. Burada
bozulmamış bir yerleşim düzeni kuran İskender, bu yerleşime İskenderiye adını vermiştir.
Mısır’dan sonra gelişimini durdurdu ve İran’a geri döndü ve kendisine karşı savaşmak için
asker topladı. İran’da Persleri deneyimleyen İskender, onları son derece kısa bir zaman
diliminde ikinci kez yendi. Dünya tarihinin belki de en iyi deneyimi olan bu mücadele, Arbela
Savaşı olarak biliniyordu. İskender İran’ı temizledikten sonra Hindistan Seferi için
düzenlemelere başladı. MÖ 329’da Buhara’yı aldı. Buhara’nın zaferi ile Hindistan’ın bereketli
topraklarına içte ve dışta girdi. Bu pasajla birlikte 13 yılda dünyanın büyük bir kısmına hakim
olacak ana hükümdara dönüştü. Yüksek makamlara yükseldiğinde 20 yaşında olan İskender bir
süre dünyayı kontrol etti. Büyük İskender 33 yaşında öldü. Ölümüne neden olan durumun
nörolojik bir rahatsızlıktan kaynaklandığı düşünülmektedir. Fakat kaynaklara göre İskender’in
ölümünün gizlenmek istendiği ortaya sürülen iddialar arasındadır. Halkı tarafından tanrı olarak
kabul edilmesinin nedeni ise ölümünden sonraki uzun yıllar boyunca cesedinin bozulmamış
olmasıdır. Ölümüne kadar dünyanın büyük bir kısmına sahip oldu ve Büyük İskender
İmparatorluğu onun tarafından kuruldu.
32
Ekonomi
Yunanistan’da başlangıçta çiftçilik temel geçim kaynağıydı. Dağlık arazi şartları nedeniyle
tarımsal üretim potansiyelinin sınırlı olması, insanları ek bir geçim kaynağı olarak mükemmel
doğal limanların ve sayısız adaların ortaya çıkardığı imkânlardan yararlanmak üzere denize
yöneltti.
Yunanistan’da siyasi hayatın önemli bir özelliği, polis adı verilen şehir devletleri arasındaki
bitmek tükenmek bilmeyen mücadeleydi. Şehir devletlerinin askerî temellerini güçlendirme
çabaları, daha geniş kesimlerin siyasal haklar elde etmesine neden olarak siyasi yapının
demokratik bir nitelik kazanmasını sağladı.
Yunan şehir devletlerinin doğduğu yüzyıllarda nüfus, muhtemelen oldukça hızlı büyümüştü.
Bu durum, zamanla toprak kıtlığına yol açtı. Toprak açlığı; çevre bölgelerin kolonizasyonu,
zirai tekniklerde gelişme ve ek bir geçim kaynağı olarak ticaret ve sanayiye yönelme ile
giderilmeye çalışıldı. Kolonizasyon faaliyeti, nüfus baskısını azaltırken ekonomik açıdan başka
yararlar da sağladı. Verimli tarım alanlarında yeni şehirler kuruldu ve bu bölgeler bir yandan
anayurdun tarım ürünü ihtiyaçlarının karşılanmasına yardımcı olurken öte yandan da Yunan
mamul malları için bir ihraç pazarı imkânı yarattı.
Yunan tarımında başlangıçta çiftçilik ve hayvancılık, toprak kullanımının ana şekilleriydi.
Toprak kıt bir faktör hâline geldikçe verimli otlaklar da ekilmeye başlandı ve yalnız dağlık
araziler otlak olarak kaldı. Ancak elverişli bütün topraklarda ekim yapıldığı hâlde, pek çok şehir
sakinlerine yeterli hububat arzını gerçekleştiremiyordu. Bazı şehirler, bu problemi ihtisaslaşma
yoluyla çözümlediler: Toprakların büyük bir bölümünü birim alandan tahıl tarımına göre daha
yüksek verim alabilecekleri bağcılık ile zeytinciliğe ayırdılar ve böylece tahıl fazlası olan
bölgelerle zeytinyağı ve şarap ticareti yaparak daha fazla yiyecek elde edebildiler. Daha sonraki
yüzyıllarda zeytincilik ve bağcılık tipi tarım, Akdeniz dünyasının büyük bir bölümüne yayıldı.
Pazar için zeytinyağı ve şarap üreten bölgelerle tahıl fazlası bulunan bölgeler arasındaki
değişim, klasik dünyanın ekonomik temelini teşkil etti. İhtisaslaşmanın büyük önem kazandığı
bu ekonomi tipi, hiç şüphesiz şehirlilerin yiyecekleri için kendi çevrelerindeki topraklardan
yararlandıkları Doğu medeniyetlerinin ekonomik yapısından önemli bir farklılık gösteriyordu.
Yunan ticareti ve uygarlığı, MÖ 8. yüzyıl başlarında canlandı. Ekonomik açıdan son derece
önemli olan madenî paranın ortaya çıkışı, ticari ve mali gelişmeleri kolaylaştırdı. Madenî
paranın mucitlerinin kimler olduğu bilinmemektedir. Madenî paradan önce değer ölçüsü ve
değişim aracı olarak pek çok mal kullanıldı.
Anadolu’da yapılan kazılarda bulunan ilk para örnekleri, MÖ 7. yüzyıla aittir. Efsanelere göre
bu ilk paralar, Frikya ya da Lidya kralı tarafından bastırılmıştı. Ancak ilk madenî paralar, büyük
bir ihtimalle Yunan kıyı şehirlerinde bazı müteşebbis tüccar veya bankerler tarafından bir
reklam aracı olarak bastırılmıştı. Kazanç ve prestij açısından taşıdığı potansiyelin farkına varan
yönetimler, para basımını kısa süre sonra bir devlet tekeli hâline dönüştürmekte gecikmediler.
Paranın üstüne basılan bir kral resmi ya da bir şehir sembolü, yalnızca paranın saflığının değil
aynı zamanda parayı basanın ihtişamının da bir göstergesiydi.
İlk paralar, altın ve gümüş karışımından yapılmıştı. İki metalin karışım oranındaki farklılıkların
yarattığı problemler nedeniyle zaman içinde tek madenden yapılan paralar tercih edilmeye
başlandı. Altın paralar da basılmakla birlikte, gümüş hem daha boldu hem de gümüş paralar
ticaret açısından daha pratikti. Beşinci yüzyıldan itibaren ticarete Atinalıların hükmetmesi
33
gümüşün egemenliğinin bir diğer nedeniydi. Atina’nın devlete ait zengin gümüş madenleri,
Perslere karşı kazanılan zaferin temel aracı olan savaş gemilerinin inşası için gerekli kaynağı
sağlıyordu. Ayrıca gümüş, Atinalıların gemi taşımacılığından ve mali hizmetlerden elde
ettikleri gelirlere rağmen sürekli açık veren dış ticaretinin finanse edilmesine yardımcı oluyor
ve böylece dolaylı yolla da olsa büyük kamu binalarının ve anıtların inşası için kaynak
yaratıyordu. Atina’nın altın çağını mümkün kılan onun zengin gümüş yataklarıydı.
MÖ 800-500 yılları arasında ihtisaslaşma ve iş bölümü arttı. Hem iç hem de uluslararası ticaret
gelişti, bunu da para ekonomisinin yaygınlaşması izledi. MÖ 5. yüzyılda Atinalıların Persleri
yenmeleri ile Atina’nın altın çağı başladı. Atina tüm Yunan dünyasına hükmeder hâle geldi.
Ekonomik olarak da giderek büyüyen iç ticarete ve uluslararası ticarete dayanan bir refah
dönemi başladı. Atina parası, ayarı ve ağırlığıyla uluslararası bir ödeme aracı oldu. Atina,
barbar devletlerle ve Karadeniz bölgesindeki Yunan şehirleri ile yürütülen çok kârlı bir ticarette
tekel durumuna geldi.
Yunan şehirlerinin ekonomik refahının en önemli nedeni, üretim faktörleri üzerinde etkin bir
mülkiyet hakları sistemi kurmayı ve buna uygun bir hukuki çerçeve meydana getirmeyi
başarmasıydı. Atina, bir yandan modern iktisadi sistemin temelinde yatan fiyat tayin edici
pazarların, öte yandan da uluslararası ticaretin gelişmesinin ilk örneğini vermiş oldu. Daha
sonraki dönemlerde ortaya çıkan bankacılık, sigorta, anonim şirketler ve diğer pek çok
ekonomik kurum çekirdek hâlinde de olsa ilk olarak klasik Yunanistan’da filizlenmişti. Başta
Atina olmak üzere bazı şehirlerin ticari ve mali fonksiyonları oldukça gelişmişti.
MÖ 334’te Makedonyalılar, İskender’in önderliğinde, Türkistan, Mısır ve Hindistan’a kadar
fetihlere giriştiler; bütün Yakın Doğu’yu ve Orta Doğu’yu ellerine geçirdiler. İskender’in
ölümünden Roma dönemine kadar geçen ve Helenizm dönemi adı verilen bu üç yüzyıllık
sürede, Yunan ve Doğu medeniyetlerinin karışmasından oluşan yeni bir medeniyet anlayışı
doğdu. İskender’in ölümünden sonra imparatorluğu dağılsa da kültürel ve ekonomik bütünlük
devam etti. Helenistik Çağ’da ekonominin en göze çarpan özelliği, üretim ve bölüşüm üzerinde
Doğu’ya özgü devlet kontrolü uygulamasının benimsenmesiydi. Öte yandan İskender’in
fetihleri ile gerçekleşen coğrafi yayılma, Helen dünyasının Hindistan ile doğrudan ticaret
ilişkileri kurmasını sağlarken Çin ile ticaret de önem kazandı. Roma’dan önce muhtemelen
500.000 nüfusuyla dünyanın en büyük şehri olan İskenderiye, aynı zamanda en önemli ticaret
merkeziydi.
Tipik Yunan ticaret şekli olan zeytinyağı, şarap ve mamul mal ihracına karşılık buğday ve ham
madde ithali Helen şehirlerinde de devam etti. Ancak Helen şehirlerinin çoğu, zengin tahıl
yetiştiricisi bölgelerde olduğundan yiyecek ihtiyaçlarını karşılamak için uzak mesafeli ticarete
fazla bir bağımlılıkları yoktu. Bu şehirlerde mamul mal değişimi, önceki yüzyıllarda
olduğundan daha da önemli hâle geldi. Bazı şehirler, sınai ihtisaslaşmaya bile yöneldi. Helen
Çağı, eski dünyada başarılmış bölgesel ekonomik bağımlılık ve ihtisaslaşmanın en yüksek
düzeyine ulaştı. 19
34
Din, Mitoloji ve Sosyal Yaşam
Din Mitoloji
Eski Yunan dininin kökeni Girit Adası'nın Minos Dönemi'ne, yani Tunç Çağı'na değin
uzanmaktadır. Fakat Girit dininin de biçimlenmesinde Anadolu ve diğer Eski Yakındoğu
kültlerinin rolü yadsınamaz. Girit Adası'nda ibadet mağaralarda ya da ev ve sarayların
içlerinde, bu iş için ayrılmış kutsal bölümlerde yapılırdı; henüz tapınaklar yoktu. En önemli
kutsal semboller arasında çifte balta görülmektedir. En önemli tanrıça, genel olarak Neolitik Çağ'dan itibaren
Ege dünyasında tapınıldığı bilinen ve Tunç Çağı'nda Rhea olarak karşımıza çıkan Doğa
Tanrıçası ya da Ana Tanrıça idi. Dağ Tanrıçası kültü de Girit'te saygı görüyordu. Knossos'ta
bulunan, iki elinde yılan tutan kadın figürü, olasılıkla bir tanrıçayı ve bir kültü simgeliyordu.
Tarımın bereketini sağlayan, hayvanları koruyan ve onların hâkimi olan tanrıçalar da vardı.
Olasılıkla, bütün bu ikinci derecede tanrı ve tanrıçalar, esas olarak Doğa Tanrıçası kültünün
varyasyonları idiler. İşte Girit'in bu dinsel inançları, biraz değişerek ve gelişerek Yunanistan'a,
yani Akhalara geçmiş, onlar aracılığıyla da Yunanlıların dinsel inançlarını etkilemiştir. Eski
Yunan dini çok tanrılı (polytheist) bir dindir. Yunanlılar tanrıları insan biçiminde
(anthropomorphik) düşünmüşler ve onları o şekilde betimlemişlerdir. Toplumun diğer üyeleri
gibi tanrılar da çeşitli olaylara karışmakta, savaş gibi bazı olağanüstü olaylarda belirleyici rol
oynamaktadırlar. Tanrıların insanlardan tek farkı ölümsüz
K1.1 Zeus w/ Lightning Attic
35
tanrılar arasında alay konusu olur. Zeus ve Hera'nın oğlu
olan demirci tanrı Hephaistos, genellikle dizinde kalkan
TRIPTOLEMUS ca. 480
20
TEKİN Oğuz, “Eski Yunan Tarihi” s. 117-120
37
ilişki”] adıyla bilinen festivalde, aşiretler bir araya gelir, yeni doğan bebekler kütüğe
kaydedilir ve 16 yaşına ulaşmış oğlanlar tanıtılırdı. Bu, Rite de passage kutlamasına benzer
bir festivaldi. Dionysos ve Thesmophoria festivallerinde, sarhoşluk, cinsel taşkınlık ya da
kadınların bağımlı rollerinin tersyüz olması biçiminde, geleneklerin altüst olduğu görülür.
Belli sınırlar içinde onaylanan kısa süreli bir isyana benzese bile kargaşaya izin verilirdi,
çünkü bu durum katılanların yılın kalan kısmında daha kolay kontrol edilmelerini sağlardı.
Atina’daki festivaller içinde en görkemli olanlardan biri, yılda bir kez yapılan, savaşta
ölenlerin gömülme töreniydi. Boş bir tabut ülke dışında kaybolanların hatırasını yad ederken,
cesetlerin bir araya getirilmiş kemikleri vakur bir şekilde caddeler boyunca taşınırdı.
Muhtemelen IO 439 yılında Samos’ta savaşarak ölenlerin adına yaptığı bir konuşmada
Perikles, genç bir yaşamın kaybını, ‘bir yıldan çıkarılan bahara’ benzetmiştir. Atina’dan
günümüze kalan Cenaze Söylevleri bu bayram gününün, kentin başarılarının ve Yunanistan’ın
lider kenti olmasından dolayı duyduğu gururun pekiştiği bir gün olduğu izlenimini veriyor.
Daha önce ileri sürüldüğü gibi, Yunan yaşantısının her alanına yayılmış bir kutsallığı yeniden
yaratmak olanaksızdır, fakat Yunanlıların, dini, hayatın belirsizliklerini makul kılmak için
kullanabilecekleri incelikli bir yöntem olarak gördükleri bellidir. İnançlarıyla, toplumlarının
uyumunu sürdürdüler, bir ahlak sistemini hayata geçirdiler ve bilinmeyenle yüz yüze gelen
bütün insanların korkularına hitap edebildiler. Hiçbir zaman tanrıların insanlarla ilgili
meselelerde daima yardımsever ve her şeye kadir olduklarını düşünmediler; böylece kötü
talih, varoluşun doğal bir öğesi olarak anlamlandırıldı. Önemli olan, alınyazısına ya da
tanrıların sözlerine karşın asaletin ve özsaygının korunmasıydı. 21
Gündelik Yaşam
Toprak 22
Pers Savaşları’nda yaşanan çarpıcı olaylar, Yunanlıların etkili askerler ve denizciler olduklarına
dair şöhretlerini pekiştirdi. Yunanlılar nüfuslarının büyük çoğunluğunun çiftçilik yaptığı
gerçeğini gizleme eğilimindeydiler. Gerçekte bu kitapta ele alınan bütün sanayi öncesi
ekonomilerde olduğu gibi, Antik Yunan’da da nüfusun yüzde doksanı toprağı işliyordu ve
kentin varlığını sürdürebilmesinin başka yolu yoktu. Klaros, yani babadan oğula kalan küçük
toprak parçası, Antik Yunan’da arazi sahipliğinin en yaygın biçimiydi. Tarlanın tek çalışanı
arazi sahibi ve ailesi olabilirdi. (Kaynaklarda, tarlalarda köle olarak çalıştırılanlara dair fazla
bir şey yok, fakat Mike Jameson gibi bazı araştırmacılar yoksul çiftçilerin bile bir ya da iki tane
köle istihdam edebildiğini savunuyor.) İklim; 1960’larda Kavala’daki (Kuzey Ege’deki eski
Neapolis) yıllık yağış miktarı 252 milimetre ile 897 milimetre arasında değişiyordu ve
araştırmalara göre, iklimin klasik dönemlerde de bundan çok farklı olmadığı düşünülüyor. İyi
ürün alabilmek, toprağın nemi iyi tutması için sık sürülmesine ve yabani otların temizlenmesine
bağlıydı; ancak kullanılan aletler ilkeldi ve onlarla çalışmak çok yorucuydu. Daima ağaçtan
yapılan ve muhtemelen demirden bir ucu olan karasaban, toprağı çevirmeden, sadece yararak
ilerlerdi ve sürülen toprağın tersyüz edilmesi ayrıca yapılması gereken bir işti. Toprağın
çevrilmesinde öküzler kullanılırdı fakat, buğday, üzüm ve zeytin gibi çeşitli ürünlerin
budanmasından hasadına kadar pek çok işin insan eliyle yapılması gerekiyordu. Tipik bir kent-
devlette, ovalardan ve teraslama yöntemiyle işlenen dağ eteklerinden faydalandırdı; ekim
yapılamayan yerler de otlak olarak kullanılırdı. Dağlar ise tamamen kıraçtı. Her kentin, bu farklı
21
FREEMAN Charles, “Mısır, Yunan ve Roma” Dost Yayınları 2003 s. 229-131
22
FREEMAN Charles, “Mısır, Yunan ve Roma” Dost Yayınları 2003 s. 200,201
38
türlerden farklı miktarlarda toprağı vardı ve kentin varlığını sürdürebilmesi buna göre plan
yapılmasına bağlıydı. Arsaların nasıl pay edildiği birçok bilimsel tartışmanın konusudur. Bir
görüşe göre, çiftçiler farklı durumlarda makul miktarda ürün alabilmek için farklı türlerde arazi
edinmeye çalışmışlardır. Kalori bakımından en önemli ürün tahıldı. Arpa, buğdayın sadece
yarısı kadar yağış gerektirdiğinden en gözde üründü. (Bu durum buğday ekmeğini aristokrat
symposia’nın masasında bulunabilecek başlıca lüks haline getirmiştir.) En yaygın ürün
zeytindi. Derin kökleri ve dar yapraklarıyla kurak iklim için çok uygundu. Yağı yemeklerde,
aydınlatmada, hatta bir çeşit sabun olarak kullanılabiliyor, ayrıca Kınm ve Mısır gibi zeytinin
yetişmediği bölgelere satılabiliyordu. Üstelik Yunan ekonomisinin başlıca ürünlerinden bir
diğeri olan asmanın yanında yetişebiliyordu. Mahsulün azalması gündelik hayat için sürekli bir
endişe kaynağıydı. İdeal olarak Yunan çiftçisi, elbette bir dereceye kadar tutumlu davranarak,
az miktarda tahıl depolayabilirdi, fakat aynı zamanda kızlarına çeyiz hazırlaması, bayramlarda
bağışta bulunması ve çömlek, tuz, balık ve metal alabilmek için de tahılı kullanması
gerekiyordu. Fakat beşinci yüzyıldan itibaren tarlaların birleştirildiği yolundaki kanıtlar
doğruysa, bu üretim fazlası, üretilenin satılması yoluyla sağlanmış olabilir. Ne var ki, Atina
demos’ları dışında ticaret yapıldığına dair çok az sağlam kanıt var, örneğin arkeologlar Atina’da
geç beşinci yüzyıldan öncesine ait hiç pazar yapısına rastlamadılar (yine de bu durum malların
nakledilmesi için başka geçici tedbirlerin alınmasını engellemez). Yunan çiftçilik yılında
faaliyetlerin yoğun olduğu iki dönem vardı. Eylül ayından Kasım ayına kadar zeytin ve üzüm
toplanır, bir yandan da gelecek yıl için toprak sürülür ve ekilirdi. Mayıs ya da Haziran ayı hasat
zamanıydı. Baharın ilk aylarıyla, hasadın yapıldığı Temmuz ve Eylül arası durgun geçerdi.
Yunan dünyasının büyük oyunları bu dönemlerde yapılırdı. Isthmos Oyunları baharda, diğerleri
ise sonbaharda düzenlenirdi. Savaşlar da bu dönemde olurdu. Pers Savaşları bilindiği gibi
sonbaharda yapılmıştı. 480’deki Pers güçleri, Yunanistan’a, bol bol yiyecek
yağmalayabilecekleri mevsimde girmişti. Hayvanlar aynı zamanda tarımsal ekonominin temel
taşlarıydı. Koyunlar ve keçiler yüksek yerlerde ya da kent devletlerinin sınır boylarında
otlatılıyordu. Arazi mülkiyeti gerekmediği için sürüler geniş alanlara yayılabiliyordu. Bu
hayvanlar kurban edildiklerinde, nüfusun ihtiyacı olan proteinin çoğu karşılanıyor, yünden
deriye kadar giyim kuşam için gerekli hammaddeler elde ediliyordu. Tepelerde sadece dokuma,
deri eşyalar ve peynir yapan yerleşmeler vardı. 23
Sanayi, Zanaat ve Ticaret
Tarımsal olmayan en yaygın uğraş madenlerdi. Bölgesel olarak demir cevheri Yunanistan’da
bulunabiliyor, araç gereç ve silah yapmak için ergitilebiliyordu. Altın ve gümüş gibi değerli
metaller devlet tarafından ücretli askerlerin maaşlarının ödenmesi gibi geniş çaplı girişimlerde
ve özellikle geç altıncı yüzyıldan itibaren, sikkeden yağ üretimine kadar gündelik hayatta
ihtiyaç duyulan bütün ticari işlerde kullanılıyordu. Attika’daki gümüş madenleri, Atina’nın bir
deniz ve siyasi güç olmasındaki başarının altında yatan unsur olmasıyla tanınır. Dördüncü
yüzyıla ait kayıtlar iki yüz Atinalının imtiyaz sahibi olduğunu gösteriyor. Büyük miktarlarda
borç para alabilir (her seferinde yüzde 12 faizle) ve iş gücü sağlamak için bir köle sahibiyle
kontrat yapabilirlerdi. Tarihçi Ksenophon, kiralayabileceği bin köleye sahip bir kişiden
bahseder, fakat kiralanan köleler sahipleri tarafından öyle hor kullanılırlardı ki, hayattan hiçbir
beklentileri kalmazdı. Yunan dünyasında imalat yaygındı. Yün, demir cevheri ve kil gibi
kullanılan, anında işlenerek satışa hazır hale getirilen hammaddelerin çoğu yöreseldi. Her şey
küçük ölçekte yapılıyor, teknoloji hemen hemen hiç bilinmiyordu. Yunanlılarda bilimsel
23
FREEMAN Charles, “Mısır, Yunan ve Roma” Dost Yayınları 2003 s.201,202
39
kavrayışı, daha verimli üretim yöntemleri yaratmak için kullanma geleneği yoktu. Sikkeler bile
basit aygıtlarla, her biri teker teker damgalanarak üretiliyordu. Atina’nın kaydedilen en büyük
atölyesinde 120 kişi kalkan yapıyordu. Atölyelerden ikisi hatip Demosthenes’in babasına aitti
ve birinde bıçak yapan otuz köle, diğerinde ise yatak yapan yirmi marangoz çalışıyordu. Atinalı
çömlekçiler mahallesi Keramikos’ta, muhtemelen bir defada 200 işçiden fazla çalışan yoktu. 24
Kölelik
İnşaatçılık, madencilik ve imalat gibi birçok teşebbüste ve toprak işinde, işgücünün çoğunu
köleler oluşturuyordu. Homeros’un savaş esirleri ve aileleri olarak açıkça belirttiği kölelik,
antik dünyada büyük ölçüde yaygındı. Bununla birlikte, doğu uygarlıklarının lüks tüketim
mallarına karşılık Yunanistan’dan alabileceği birkaç malın arasında insanoğlu da vardı ve
böylece köle ticareti başladı. İlk zamanlarda Trakya, daha sonra da Küçük Asya’nın iç bölgeleri
köle sağlayan en önemli kaynaktı. Yunanlıların köleleri kendileri için alıkoymaları giderek
yaygınlaştı ve nihayet birçok kentte köleler, nüfusun yaklaşık yüzde 30’unu oluşturur oldular.
Kadın ya da erkek bir köle, Yunanlı efendisi için çalışmaya başlamadan önce sarsıcı deneyimler
yaşardı. Köle aileler genellikle parçalanır ve yerli kültürden koparılırdı. Satın alınmış bir insan
olarak Yunan dünyasına girişin kültürel şoku çok şiddetli olmalı. Üstüne üstlük, bir köle olarak
günlük yaşamak zorunda olmanın sarsıntılarını ölçmek çok zordur. Evin içinde, kölelere
koruma sağlayan bazı anlaşmalar ve ritüeller olurdu. Köle, yeni evinde törenle karşılanırdı (ve
yeni hayata başlangıcın işareti olan yeni isimle). Köleyi haksız yere dövmenin, hubris, yani
kibirlilik olduğu düşünülürdü. Bu gibi âdetler ve doğal özgecilik yaşamı dayanılır kılmak için
birleştirilebilirdi, fakat kişi fazla iyimser olamazdı. Aristophanes’in komedyalan keyfi biçimde
uygulanan vahşetin yaygın olduğunu akla getiriyor. Erkeklerin kadın köleleriyle cinsel ilişkiye
girmeleri doğal karşılanırdı ve eğer bu bir davada kanıt olarak öne sürülecek olursa, kadının
kocasına sadakatsizliğinin deliliyle karşılaştırılamayacak kadar değersiz görülürdü. Kölelik
çeşitli biçimlerde olabilirdi. Kölenin doğrudan sahipliği anlamına gelen menkul kölelik en
yaygın olandı, fakat Sparta’daki gibi eski konumlarından aşağı düzeye indirilmiş [yarı-köle
durumundaki] heilot’lar da vardı. Onlarla ilgili bir ifadeye Thukydides’te rastlanır. Sparta Kralı
Brasidas’la birlikte sefere çıkan 700 heilot azat edilerek ödüllendirilmiş ve istedikleri yerde
yaşamalarına izin verilmişti. Bu durum, onların genelde toprağa bağlı olarak yaşadıklarını ve
tek bir kişinin değil, ülkenin hizmetkârları olarak görüldüklerine işaret eder. Heliot’lar menkul
kölelerden farklıydı, öncelikle Yunanlıydılar, kendi toplumlarında, geleneksel olarak
kendilerine ait olan topraklarda yaşar ve hiç olmazsa ürettiklerinin bir miktarını ellerinde
tutabilirlerdi. (geri kalanı devlete verilirdi). Öte yandan yaşamları berbattı. Her yeni ephoros
seçimi ertesi heilot’lara savaş ilan edilmesi bir ritüele dönüşmüştü ve aralarında lider olarak
ortaya çıkabilecek kişiler sistematik olarak öldürülüyordu. Ergenlik çağındaki Spartalılara
verilen savaş eğitiminin bir parçası da, heilot’ları kırlık alanlara götürmek ve savaşçı
adaylarının rastladıklan heilot’lan öldürebilmesi için onları araziye bırakmaktı. Kölelerin büyük
çoğunluğu evlerde hizmetçi olarak kullanılıyordu. Bu evlerde köleler becerilerinden ya da genel
yararlılıklarından dolayı kimlik kazanabilirlerdi. Fakat, kendilerini büyük gruplar halinde
tarlalarda, atölyelerde ya da hepsinden kötüsü madenlerde bulanlar çok daha az
emniyetteydiler. Buralarda kişisel bir kimliğin korunma ihtimali pek yoktu ve kaba muamele
görürlerdi. Madenlerde çalışan köleler, kentin en çok aranan zenginlik kaynağının elde
24
FREEMAN Charles, “Mısır, Yunan ve Roma” Dost Yayınları 2003 s. 203, 204
40
edilmesinde harcanabilen araçlardan farklı görülmezlerdi. Fahişelerin çoğunluğunu da köleler
oluşturuyordu. 25
Vatandaşlar ve Ötekiler
Yunan vatandaşlarının dünyası, hem özgür ve köle olarak kendisinin yarattığı barbarlar gibi
yabancılar yoluyla, hem de vatandaş gruplarının kimliklerini güçlendirmek için kent içindeki
kadınlar ve vatandaş olmayanları kullanması yoluyla incelenebilir. Atina’da erkek vatandaşlar
arasındaki uyum, çeşitli cemiyetler ve akrabalık gruplarıyla kuvvetlendiriliyordu. Atina’daki
geleneksel akraba gruplan, özünde aristokrat bir klana bağlı olan aşiretlerdi. Altıncı yüzyılla
birlikte aşiretler, aristokrat niteliklerini korumakla birlikte, vatandaşlığı kontrol eden siyasi
gruplaşmalara dönüştü. (Tarihçi Ksenophon Sparta ordusunun tamamen bronz ve kırmızıdan
oluşmuş gibi göründüğüne işaret etmiştir.) Sayıları hep iyi saklanan bir sırdı. Diğer devletler
bu mağrur imajı azaltmanın ne kadar önemli olduğunu kavradılar. Spartalılar nihayet
Leuktra’da (IO 371) yenildikleri zaman, Thebaililer kimsenin yenilmez olmadığını herkesin
görmesi için Spartalı askerlerin cesetlerini teşhir etmişlerdir. Sparta’da vatandaşlık, toprak
sahipliği ve bölük üyelerinin desteği üzerinden tanımlanırdı. Atina’da toprak sahibi olmak
zorunlu değildi fakat beşinci yüzyılın ortalarında, vatandaşlık sadece anne-babası vatandaş
olanlara verilmeye başlandı. Bu yüzden vatandaşlık özenle korunan bir ayrıcalıktı. Beraberinde
bazı sorumluluklar getirmesine rağmen, ekonomik ve sosyal avantajları da vardı. Atina’da
sadece vatandaşlar yönetimde görev alabilir, arazi sahibi olabilir ve pek çok cemiyete
katılabilirdi. Bununla birlikte, yabancılar, yani metik’ler sosyal hayattan dışlanmazlardı.
Atina’da serbestçe entelektüel elitin arasına ve dinsel törenlere katılabilirlerdi. Mahkemede
savunma yapmak gibi bazı yasal ayrıcalıkları; toprak sahibi olamamalarına rağmen,
muhtemelen imalat ve ticarette sahip oldukları üstünlükleri vardı.
Yunan Dünyasında Kadınlar
Atinalı erkeklerce yazılan birçok kaynak, Atinalı kadınların tamamının evlerinde inzivaya
çekildiklerini ileri sürer, fakat bunun gerçekleri tam olarak yansıttığı söylenemez.
Komedyalarda, kadınlar evin dışında (ve böylece erotik maceralar için hazır) tasvir edilir, fakat
örneğin, su getirmek için dışarıya çıkmak zorunda olan kadınlarla, üst sınıftan olup da aynı işler
için kölelerini kullanan, fakat yine de, özellikle evin dışındaki kadınlarla farklı ilişkilerden
hoşlanan kadınlar arasında bir ayrım yapmak gerekir. (Bir kadının ten rengi farklılığının
göstergesiydi. Çiftliklerde işleri paylaşan kadınlar, çalışmak için evden çıkmak ve kendileri için
su getirmek zorunda kalan kadınların alt sınıftan oldukları, güneş yanığı tenlerinden anlaşılırdı.)
Yaşamlarının gerçekleri ne olursa olsun, kadınlar yaşadıkları hayatla ilgili çok az kayıt
bırakmışlardır. Trajik dramada bile olsa, konuştukları zaman erkeklerin sesiyle konuşurlardı.
Kadınların Atina kentinin tipik ve muhtemelen pis kokulu ve sıkıntı veren evlerinde hep birlikte
oturduklarında neler hissettiklerini bilemiyoruz. Vatandaş olmaktan ya da vatandaş olacak
birinin annesi olmaktan memnun olabilirler. Diğer taraftan hetairai, yani zenginlerle
symposirt’da düşüp kalkan bir fahişe olmanın ve bazen de genç aristokratlarla kalıcı ilişkiler
kurmanın özgürlüğü onlara mutluluk vermiş olabilir. (Ne var ki, kısa vadede her şey mükemmel
olsa da, hetaira’nın görünüşüne ve çekiciliğine bağlıdır. Hamilelikle (ki çocuk hiçbir zaman
vatandaş olarak kabul edilmemiştir) ve hastalıkla incinebilir, üstelik âşığı evlendiği zaman kapı
dışarı edilir.) Bir kadının hayatındaki en önemli geçiş anı evliliktir. Bu deneyim, çok genç yaşta,
ergenlikten hemen sonra alınıp kendinden muhtemelen 10 ila 15 yaş büyük bir erkekle, yabancı
25
FREEMAN Charles, “Mısır, Yunan ve Roma” Dost Yayınları 2003 s. 204, 205
41
bir evde yaşamaya başlamasından ibaretti. Sophokles’in oyunlarından bir parça bu deneyimi
şöyle anlatır:
“Bana soracak olursanız, çocuk saflıkları her zaman güven ve mutluluk içinde korunduğu için,
evlenmemiş kızlar babalarının evinde ölümlülerin tadabileceği en tatlı yıllarını geçirirler.
Fakat ergenliğe eriştiğimizde, ailelerimizden zorla alınıp çok uzaklara satıldığımızı anlarız.
Bazılarımız ilk defa gördüğümüz erkeklerin evlerine, bazılarımız yabancı erkeklere, bazılarımız
neşesiz evlere ve bazılarımız da düşmanlığa gideriz. Ve ilk geceyle kocalarımızın boyunduruğu
altına girdiğimiz zaman, övgüye ve her şeyin güzel olduğunu söylemeye zorlanırız”
Kadınlar hakkında hemen hemen söylenmiş her şey gibi bu örnek de bir erkek tarafından
yazılmış olsa da, kadınların evlendikten sonra, erkeklerden farklı olarak bir çeşit sürgün hayatı
yaşadıklarına işaret ediyor. Solon erkeklere, kuvvetlerinin zirvesini geçtikleri ve haklı olarak
daha çok ailelerinin geleceklerini düşünmeleri gereken bir zamanda, 28 ila 35 yaşlan arasında
evlenmelerini tavsiye etmişti. Kızlar 10-15 yaş daha genç olabilirlerdi. Bu ayrım belki de
bilerek, evlenme yaşı gelmiş, deneyimli ve sosyal yaşama alışmış erkeklerin, bir kaynağa göre,
‘mümkün olduğunca az şey görmüş, mümkün olduğunca az şey duymuş ve mümkün olduğunca
az şey öğrenmiş kadınlar sıkı bir biçimde denetlemelerini’ sağlamak için düşünülmüştü.
Hamileliğin genç kadınlarda daha güvenli olduğuna dair bazı tıbbi teoriler de vardı (tam tersine
erkek spermi yaşlandıkça daha etkili olurdu) ve cinsel ilişki ergenlik çağındaki kızların
duygusal karmaşaları için en iyi çözümdü. Geleneksel birçok toplumda olduğu gibi, aşk, eş
seçiminde çok az rol oynardı. Evlenecek çiftler genellikle, birbirini tanıyan ve nispeten küçük
bir topluluk içindeki ailelerden seçilirdi. Gelinin ailesi çeyiz hazırlamak zorundaydı; bu çeyizin
tamamen damadın kontrolüne geçmesiyle, anlaşma resmileştirilmiş olurdu. Malın ailede
kalmasını sağlamak diğer bir önemli konuydu. Genelde mal sadece erkekler yoluyla geçerdi,
fakat erkek kardeşi olmayan bir kadına, malıyla (kleros) birlikte gelin gittiği için epikleros
denen farklı bir konum atfedilirdi. Eğer kız en yakın erkek akrabalarının biriyle evlenebilirse,
böylece aile de kıza miras kalan malı kaybetmemiş olurdu. (Amca her zaman öncelikliydi).
Kadın evli olsa bile, çocuksuz olduğu sürece mirasın ailede kalmasını sağlamak üzere yeni bir
evlilik yapabilirdi. Yunan hayatının kaçınılmaz değişimiyle birlikte, evlilik de bazı törensel
unsurlar kazandı. Gelin resmi bir şekilde damat ve en yakın arkadaşı tarafından at arabasıyla
alınıp damadın evine götürülmeden önce yıkanırdı. Gelin, damadın annesi tarafından karşılanır,
yeni evine gelişiyle ilgili bazı formaliteler yerine getirilir ve ardından çift gerdek için odasına
çekilirdi. Erkek çocuk doğurmak kadının yeni evindeki değerini artırırdı. Atina’daki bir davada
bir kıza talip olan erkeğin ‘Çocuğumuz olduğunda ona güvenmeye başladım ve aramızda yakın
bir bağ kurulduğuna inanarak her şeyimin yönetimini ona verdim,’ dediği kaydedilmişti.
Çocuksuz evlilikler dağılabilirdi; kocalarının davranışlarını utanç verici bulan, kadınlar da
boşanma hakkına sahiplerdi. Tipik olarak bütün evler dış dünyaya kapalıydı ve nispeten çok az
pencereleri vardı. Erkeklere özel oda olan andron, giriş kapısının hemen yanında bulunurdu,
böylece ziyaretçiler, kadınlara ayrılmış mahrem mekânlara girmeden ağırlanabilirlerdi. Daha
geniş evlerde, sıcak günlerde kadınların dikiş dikip dokuma yapabilecekleri iç avlular vardı,
ayrıca bu avluların bir bölümünde, yağ, şarap ve tahıl depolanırdı. Zengin evlerdeki konuk
odalarının döşemeleri mozaiklerle kaplanmış olabilirdi, fakat genelde aşırıya kaçıldığına dair
izlere pek rastlanmaz. Demokratik Atina’da, gösteriş yapmak hem sosyal hem de siyasi açıdan
kabul görmezdi. Helenistik dönemden önce, daha konforlu ve zengin olan kentsoylu evleri
yaygınlaşmamıştı. Her Atinalı kadın evlenene kadar, ya kyrios denen bir erkek akrabasının ya
da kocasının koruması altındaydı. Zorunlu olarak sahip olduğu giysileri ve takıları dışında,
‘kadının’ malı erkek korumanın gözetimindeydi ve kadın kendi yararına sadece en mütevazı
42
işleri üstlenebilirdi. Bununla birlikte, Atinalıların sırf zayıf cins oldukları için kadınların
korunması gerektiğine inandıkları söylenemez. Aslına bakılırsa tam tersi daha doğru
görünüyor. Kadınların güçlü ve korkutucu duygulara sahip oldukları ve erkeklerin duygusal
açıdan yıkıma uğramak korkusuyla kadınların bu güdülerini bastırmaları gerektiği ve bunun
haklılığı iddia edilmiştir. Adli bir örnek konuyu daha iyi açıklar. Bir kadına vahşice tecavüz
etmiş bir adama, bir kadını baştan çıkaran erkekten çok daha az ceza verilmiştir. Bunun nedeni,
tecavüzden farklı olarak baştan çıkarmanın, kendi arzularının peşinden gidebilecek bir birey
yaratmasından duyulan endişedir. (Gel gelelim, baştan çıkarmanın ya da tecavüzün aynı
zamanda kadının kocasının ya da ailesinin gururuna (hubris) karşı işlediği bir suç olduğu
gerçeği, durumu daha da karmaşıklaştırır.) Kadınların cinsel isteklerinin güçlü olduğu kabul
edilmiştir (erkekler tarafından). Aristophanes Lysistrata adlı oyununda, kadın karakterlerden
birinin cinsel grev önerisi karşısında diğer kadınların şaşkınlıklarını betimler. Başka
kaynaklarda, erkeklerin, kadının evden dışarı çıkmasına izin verilirse, sonunda onun cinsel
maceralara yöneleceğine inandıklarını ileri sürülür. Ayrıca, yabancı bir erkekten gebe kalacak
kadının aile mirasını tehlikeye atacağı korkusu da vardı. Kadın, mirasın meşru yoldan gelecek
kuşaklara aktarılmasını sağlayan tek araçtı. Kadınların kendi hakkıyla katılılabildiği, genellikle
dinsel festivaller olan olaylar vardı. Yunan festivalleri içinde en yaygın kutlanan
Thesmophoria’ya sadece kadınlar katılırdı. Uç gün süren Atina’daki ayinlerde, kadınlar
erkeklerin göremeyecekleri bir mabede çekilirlerdi. Domuz yavruları kurban edilirdi. Bunun
yanında [çam kozalağı ya da hamurdan yapılmış] fallusların toprağa atıldığı ve daha önceki
yıllara ait kurbanlardan arta kalanların topraktan toplandığı ritüeller de vardı. Bayramdan belli
bir süre önceden başlayarak katılımcılardan cinsel ilişkiden uzak durmaları istense de, bu
ritüeller bereket kültünün bazı unsurlarını akla getiriyor. Ritüellere erkek müstehcenliğinin kötü
ve zararlı yönlerinin açığa vurulduğu hikâyeler ile törenlerin huzurunu kaçırmaya yeltenen
erkeklerin hadım edilmesiyle ilgili efsaneler eşlik ederdi. Yunan erkeklerinin kadınlarla ilgili
fantezileri ve korkulan dramalarda da açığa çıkar. Bu oyunlarda Yunanlıların kadınları güçlü
duygulara sahip gördüklerinin en açık kanıtı, oyun yazarlarının insan davranışının sınırlarını
keşfetmek için duygulan yönlendirmeleridir. Yunan tragedyası güçlü kadınlarla doludur. Belki
de kültürel nedenlerden dolayı erkek karakterlere atfetmenin zor olduğu şehvet, meydan okuma
ve intikam duyguları, Medeia, Phaidra, Antigone ve Elektra’da en yoğun biçimiyle görülebilir.
Bununla birlikte, Euripides’in Medeia ya yaptırdığı ünlü konuşmada olduğu gibi, oyun yazarları
bazen kadınların durumlarını anlayabilecek empatiye sahip de olabiliyorlardı:
“Bütün yaşayan ve bir yargıda bulunabilecekler içinde
biz kadınlar en zavallı yaratıklarız.
Aşırı bir görgüsüzlükle isteniyor bizden, en başta
bir koca satın almamız ve bedenlerimiz için bir efendi;
hiç almamak çünkü, çok daha kötü.
Ve şimdi soru ciddi, iyisini mi yoksa kötüsünü mü
aldığımız; çünkü kolay bir kaçış yok kadın için,
ne de hayır diyebilir evliliğe.
Yeni davranış biçimleri ve tavırlarıyla varır,
43
ve eğer evinde, yatağını paylaşacağı adamla nasıl baş edeceği öğretilmemişse, kehanet gücüne
ihtiyaç duyacaktır.
Ve eğer bizler bu işi dikkatlice ve özenle halledersek,
kocamız bizimle yaşar ve kendi esaretine neşeyle katlanırsa,
o vakit gıpta edilecek bir hayatımız olur. Aksi halde ölmeyi yeğlerim.
Bir erkek, evindeki beraberlikten yorulduğunda,
çeker gider ve can sıkıntısı biter
ya arkadaşa ya da yaşıtı bir eşe döner.
Ama bizler, tek bir adama bakmaya mecburuz.
Bizim hakkımızda söyledikleri, onlar cephede savaşırlarken
bizim güven içinde evimizde oturduğumuz.
Ne kadar yanılıyorlar. Bir çocuk doğurmaktansa
üç kez savaşın önünde dikilmeyi yeğlerdim.
(Son iki dizenin doğruluk payı yüksek olabilir. Yunanlı iskeletler üzerinde yapılan bir çalışma,
ortalama ömrün yetişkin kadınlarda 36, erkeklerde ise 45 yıl olduğunu ileri sürüyor (ne var ki,
daha kapsamlı bir inceleme bu rakamları yükseltebilir). Çocuk doğurmaktan dolayı erken ölüm
en olası açıklama gibi görünüyor. Ölüm oranının kız bebeklerde erkek bebeklere kıyasla fazla
olduğu yönünde kanıtlar da var). Spartalı kadınlar Atinalı kadınlara göre çok daha özgür bir
yaşamın tadını çıkarıyorlardı (ya da dışardan bakınca öyle görünüyordu). Kocaları askeri
eğitimle meşguldü ve çoğunlukla savaştıktan için dışarıdaydılar; bu durum kadınların gündelik
hayatlarında daha fazla söz sahibi olmalarını sağlamış olabilir. 26
Aristokrat beka
Megaralı bir aristokrat olan şair Theognis, kendilerini kuşatma altında hisseden bir sınıfın
görüşlerini anlatır. Onlar için soy, statüyü belirleyici bir faktördü. İyi bir soydan gelenler
agathoi olarak tanımlanırdı, zayıf bir çeviriyle ‘iyi olanlar’, fakat yan anlamlarıyla birlikte,
fiziksel kusursuzluğa ve savaş becerisine sahip olanlar. Geriye kalanlar kakoi, yani değersiz
olanlardı. Agathoi nin konumunu sürdürebilmesinin tek yolu zengin olmaktı. Fakat kakoi için
zenginlik potansiyel yolsuzluk olarak görülürdü (kakos’a nasıl rüşvet yendiği öğretilmemişti ve
bir agathos olabilmek için asla yolsuzluk yapamazdı). Theognis’e göre farklı soylar arasında
yapılan evlilikler lanetlenirdi. Aigathoi sınıfı saf kalmalıydı. Benzer tutumlar, 19. yüzyıl
Avrupa’sının ticaret sayesinde ortaya çıkan ‘yeni* zenginlerine de yabancı değildir. Mademki
eski Homerosçu savaşçı çekişmeler artık yoktu, aristokratların da kendilerini agones denen
yarışmalarda kanıtlamaları gerekiyordu. Erken altıncı yüzyıl, oyunların Yunan dünyasında
yayılmaya başladığı dönemdi. Dört yılda bir yapılan Olimpiyat Oyunları resmi olarak 200 yıl
önce başlamıştı, fakat muhtemelen daha da eskiye aitti. Oyunlar ilk olarak tanrı Zeus onuruna
düzenlenen bir festival olarak başlamıştı ve Büyük Zeus Tapınağı’nın etrafını çeviren duvarın
içinde, yani stadyumda araba yarışları için pistler, atletizm salonu ve güreş ringi yer alırdı.
26
FREEMAN Charles, “Mısır, Yunan ve Roma” Dost Yayınları 2003 s. 209-214
44
Stadyumun yanında, müsabakaların tam ortasında yüz öküzün tanrı Zeus’a kurban edildiği
antik bir sunak vardı. Küller hiçbir zaman süpürülüp atılmaz, çömlek çamuruyla karıştırılırdı
ve sonuçta her yıl sunak çok daha heybetli olurdu. Oyunların heyecanından sonra aristokratlar
evlerine, içki partilerinin resmi ve törensel bir havada yürütüldüğü symposia'nın özel dünyasına
çekilirlerdi. Symposıum’un kökeni savaşçı kabile reislerinin salon ziyafetlerine dayanırdı, fakat
daha sonraları ayinler ve saygın kutlamalarla geliştirilmiştir. Erkekler yemek salonunun
duvarları boyunca dizilmiş sedirlerde uzanırlardı. Her birine genellikle iki kişinin uzandığı
sedirler en az 7 en çok 15 olmak üzere, her zaman tek sayıdaydı. Bir kişi olup bitenlere
başkanlık eder, kraterin içindeki şarabı karıştırır ve karışımın konuklara sunulmasına nezaret
ederdi. Symposia zevkli pek çok meşgale sunardı- yeme içme, güzel muhabbetler ve seks.
Hetairai, yani dans ve müzik yeteneği olan kızlar vardı. Acil cinsel gereksinimler için ziyaret
edilen fahişelerden çok, arkadaşlık edebilen kızlardı bunlar. Genç erkekler için bir
symposıum’a girip çıkmak, aristokrat topluma kabulün ilk aşaması olarak görülürdü. Statüleri
gereği sedirlerde yatmadan oturmalarına izin verilir ve karıştırılmış şarabı servis yapmaları
beklenirdi. Oyunların aristokrat yaşamın ayrılmaz bir parçası haline geldiği bu dönemde,
erişkin bekâr erkeklerin oğlanların ilgisini çekmeye çalıştığı bir rekabet biçimi daha ortaya
çıkmıştır. Bu durum birçok vazo resminde tüm çıplaklığıyla yansıtılmıştır. Antropologlar,
çoğunlukla oğlanların savaşçı topluluğa geçiş töreniyle ilişkili olarak, oğlancılığın birçok
geleneksel toplumun bir özelliği olduğunu keşfetmişlerdir. Bazı durumlarda, toplumun
direncinin bir nesilden diğerine korunabilmesinin, erişkin erkeğin menisinin oğlana geçmesine
bağlı olduğu düşünülürdü. Genelde genç erkek pasif eşti. Ne var ki, Atina’daki oğlancı
ilişkilerin esasını anlamak pek de kolay değil. İlişkilerin belirlenmiş kesin sınırlan vardı.
Erastes’in, yani talip olanın, eromenos’a, yani sevilen kişiye kur yapması, belli ritüeller
çerçevesinde gerçekleşirdi. Oğlandan iffetli davranması, herhangi maddi bir mükâfat kabul
etmemesi ve âşığının ilgisine kolayca teslim olmaması beklenirdi. (Bu, Platonun Symposium
unda ileri sürülen bir idealdir.) Birlikteliğin cinsel öğesinin sınırlandırıldığı görülür ve belki de
eromenos ’la gerçek anlamda bir ilişki söz konusu olmayabilir. ‘Lmo, social control, and
homosexuality (Hukuk, sosyal kontrol ve homoseksüellik)’ adlı makalesinde David Cohen,
Atina’daki cinselliğin kontrolünden bahseder. Cohen, tam anlamıyla toplumun erkek üyesi
olmayan bir delikanlının, henüz evlenme yaşına gelmemiş yetişkin erkekler tarafından
kadınların yerine kullanılabilmiş olabileceklerini ve oğlanlarla kadınlara kur yapma âdetlerinin
birbirine çok benzediğini ileri sürüyor. Delikanlının mantıksız cinsel taleplerden korunma hakkı
vardı ve oğlanın ailesi, oğullarının âşığı tarafından istismar edilmemesi için tedbirli davranırdı.
Yukarıda betimlenen oğlancılık ile homoseksüellik arasında bir ayrım yapılmalı. Bir Yunan
erkeği için homoseksüel ilişkide itaatkâr bir rol benimsemek ya da bu rolü para karşılığında
üstlenmek çok onur kinci bir davranış olarak kabul edilirdi, ki bu, en azından Atina’da
vatandaşlık haklarının yitirilmesine yol açardı. Eurymedon Savaşı’nda (IO 460’ın başları)
Yunanlıların Perslere karşı kazandığı zaferi anlatan bir vazo resminin akla getirdiği gibi,
savaşın galibinin sahip olduğu haklardan biri de, mağlup olanı cinsel yoldan aşağılamaktı. 27
27
FREEMAN Charles, “Mısır, Yunan ve Roma” Dost Yayınları 2003 s. 214-218
45
Gündelik Yaşam 28
Atinalılar geceleyin odalarına yağ lambası ile aydınlatırlardı. (Resim 10) Sabahleyin uyanınca
ilk önce şaraba batırılmış ekmek yerlerdi. Traş olmayı ise erkekler İskender Döneminde
öğrendiler. Berber dükkanları aynı zamanda günlük dedikoduların öğrenildi yerlerdi, aynı
günümüzde olduğu gibi. Alışveriş sabahleyin yapılırdı ve günlük ev ihtiyaçları eve köle
tarafından taşınırdı. Öğle yemeği genellikle evden alınmış hafif yiyeceklerle geçiştirilir idi ve
evde öğleden sonrada uyuma alışkanlığı yaygındı. Akşama doğru ise gymnasiona gidilir ve spor
yapılırdı, (Resim 12) spor sonrası da sırayı banyo izlerdi. Sabun o dönem olmadığından vücut
temizliği için özel bir yağ kullanılır ve bu işi köleler vücudu strigil ile kazıyarak yapardı.
(Resim13)
12 12
13
Antik Yunan’da banyolar nasıldı;29
Antik Yunan’da birçok evde banyo yoktu. Neler vardı; halka açık hamamlar vardı ama yine de
çoğu insanın küçük bir kova ya da yakınındaki akarsuda yıkandıklarını da biliyoruz. Sadece
zengin kadınlar köle yardımı ile su taşıttırıyorlardı ve evlerinde banyoda keyif yaparlardı. Daha
sonrada ciltlerini yumuşatmak için parfüm yağıyla oluşturuyorlardı. (Resim 3). Peki zengin
kesim için ne biliyoruz? Yoksul insanların evlerine karşın zengin Yunanlılar çeşitli birçok
odalarla büyük evlerde yaşadılar. Evlerini genellikle bir avlu etrafında ki aynı sıradan insanların
evlerini çevrelediği gibi, düzenlemişlerdi ve genellikle bir üst kat daha vardı. Alt katta mutfak
28
HELLENİSTİK DÖNEMDE GÜNLÜK YAŞAM Doç. Pınar Özlem AYTAÇLAR s. 4, 5
29
HELLENİSTİK DÖNEMDE GÜNLÜK YAŞAM Doç. Pınar Özlem AYTAÇLAR s. 3
46
ve yemek odası, andron da denir (Resim 6), ve oturma odası vardı. Üst katta ise yatak odası ve
kadınlar için gynaecium denilen bir oda daha vardı.
(Resim 3) (Resim 6)
Atina’da Genel Kültür
Atina’da erkek çocuklar için özel öğretmen tutulurdu. Grammatike ile okumanın esaslarını
yazmayı ve aritmetiği öğrettiler. Ayrıca musiki ve atletizmi de öğretmişlerdir fakat Atina’da
her babanın parasal gücü bu üç dersi birden verdirmeye yetmediği için çoğu sadece Gramatike
dersi aldırırdı. Varlıklı aileler ise genç oğullarına felsefenin farklı bölümlerinde daha yüksek
eğitim gördürdü. Örneğin bu derslerden birisi gencin muhakeme ve tartışma kabiliyetini artıran
ve onu politikacı olmaya yönelten retorik idi. Bazı öğretmenler geometri ve ahlak felsefesi ile
şiir okumayı da ön plana çıkarıldı. Okuma, konser verme, resim ve lir çalma konularında
yarışmalar düzenlenirdi. Fakir aileler oğulları on dört yaşına geldiğinde onları artık okutmak
yerine kendi iş ve mesleklerinde çalıştırırlardı. Atina’da kızların zihinsel eğitimine erkeklerinki
gibi önem verilmezdi. Orada kızlar anneleri gibi sosyal hayattan dışlanmış olarak yaşıyorlardı.
Kendine resmi bir eğitim verilmek istenirse bile bu evde büyük olasılıkla evdeki köle tarafından
yapılırdı. 30
Antik Yunan’da Müzik
Antik çağ Yunan müziği Yunanlılar için ruhunun eğitilmesi ve arınmasında büyük bir etkendir.
Antik çağ Yunan müziği hakkında bildiklerimiz neredeyse bilinen tüm diğer her şey dışında
bilgimizin en sınırlı olduğu alanlardan biridir ama bu konuda bilgilerimizi çoğunlukla
Homeros’un eserlerinden alırız ve günümüze kadar ulaşmış vazo ve duvar resimleri lahitler
mühürler sikkeler ve heykeller antik Yunan’da insan hayatını her türlü yapı mimari üzerindeki
her tasvir de müzik kültürü ve müzikal Hellenistik Dönemde Günlük Yaşam çalgılar hakkında
bilgi edinmeye çalışırız. Bu görmüş olduğumuz sahne (Resim 22) ise ressam Nicias’a ait bir
attika kırmızı figür çan kraterinde görülen Symposium sahnesidir. (MÖ 420) Müziği biz aynı
zamanda mitolojiden de daha önce gördük. Örneğin müziğin kökeni Yunan mitolojisine göre
Zeus’un kızları Müzler ya da bildiğimiz diğer adıyla Musalardır. Bu görselde de (Resim 23) bir
alçak kabartma üzerinde Apollon ve Musaları görüyoruz. Kısaca mit şöyleydi; Musalar bu
dokuz kardeş tanrıça genellikle “ilham perisi” olarak tanımlanırlar. Efsaneye göre Zeus,
Mnemosyne ile tam dokuz gece geçirmiş ve her gece içinde bir Müz doğmuştur. Bu görselde
ise (Resim 24) MS. 2. yüzyıla tarihlenen bir roma lahdi üzerine tasvir edilmiş dokuz Musa
30
HELLENİSTİK DÖNEMDE GÜNLÜK YAŞAM Doç. Pınar Özlem AYTAÇLAR s. 7
47
sırasıyla; Kalliope, Kleio, Euterpe, Erato, Melpomene, Polymnia, Terpsikhore, Thalia ve
Urania. Müziğin gerçek anlamda ortaya çıkışında bu mitolojik temel dışında yine dinsel ve
ritüelistik başka temeller de bulunur. Tapınma etkinlikleri sırasında ortaya çıkan mırıldanmalar
tekrarlanan ezgilere dönüşmeye başlar. Çalgı en başta insan sesi olmuştur ve bunu sonra boru
ve düdüklerle vurmalı çalgılar izler. Çalgının yanı sıra aynı bugün bile sağlık alanında ruhsal
tedavi yöntemlerinde müziğin de kullanıldığını görüyoruz. Bu yöntem aynı şekilde, görseldeki
gibi Yunanlılar da ezginin yinelenmesiyle tedavi yapılabildiği inancı vardır. Hastalıkların
tanrılar tarafından gönderildiğine inanıldığından tedavi genellikle yardım istenen tanrı’ya şarkı
söyleme yoluyla gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Müziğin başka inanışları da vardır; örenğin
savaşları kazandırabilecek etkin rol oynadığı da düşünülmüştür. 31
(Resim 22)
(Resim 23)
31
HELLENİSTİK DÖNEMDE GÜNLÜK YAŞAM Doç. Pınar Özlem AYTAÇLAR s. 7, 8
48
(Resim 24)
Antik Yunan’da İnsanlar Ne Yerdi?
Antik Yunanistan’da erkekler ve kadınlar genellikle ayrı ayrı yemek yediler. Zengin insanlar
her zaman evde yediler sadece köleler ve fakir insanlar halka açık yerlerde yemek yerlerdi ve
insanların parmakları ile yemek yediklerini biliyoruz. O dönem aile içinde eğer evin beyi sabah
alışverişinde aldıklarını eve getirmemişse öğle yemeği yenmez idi. Günün esas günü dostlarla
paylaşılan akşam yemeğidir. Bunun yanı sıra Yunanistan sıcağı ve öğleden sonra Palaestra’da
yapılan beden eğitimi göz önüne alındığında da ağır bir öğle yemeğinin sağlıksız olacağı
düşünülmektedir. Sıradan Yunanlılar bir ekmekle, ki bu arpadan ya da buğdaydan yapılmıştır,
ve ekmeğin yanında keçi peyniri gibi besleyici proteinle besleniyorlardı. Et lükse kaçıyordu
ama balıkçılık yaptıklarından bahsetmiştik, sebze ve balık bol zenginlik kaynakları idi
beslenmeleri açısından. Başka neler vardı; bakliyat, soğan, sarımsak, zeytin ve bunların yanı
sıra kuru üzüm, kayısı, incir, elma ve nar yemişlerdi. Zenginlerin menülerine göz gezdirirsek,
tabii ki yoksul insanların beslenme tarzlarından daha farklı bir menü ile karşılaşıyoruz zenginler
için. Örneğin kavrulmuş tavşan, tavus kuşu yumurtası, geyik gibi… Yoksul insanlar genellikle
su içtiler ama eğer güçleri yetiyorduysa tatlandırmak için bal eklediler. Aynı zamanda şarap da
popüler bir içecekti ve genellikle şarap su ile seyreltiliyordu. Yemekten sonra meyve, tatlı ve
şarap gibi içki ikram edilirdi. İçkiden sonra dans gösterileri yapılır, konuklar el ele tutuşarak
şarkılar söylerdi. Zeytin ağacı biliyoruz ki Ege’de ve Yunanistan’da çok değerli bir ağaçtır.
İnsanlar hem meyvesini yediler aynı zamanda zeytinyağı yapmak için zeytini ezdiler ve hatta
yemek pişirmede, kandillerde ve kozmetikte de kullandılar. Ailenin daha küçük üyeleri için
yemek demek oyuna ara verilmesi demektir. Örneğin nedir bu oynadıkları oyuncaklar; hayvan
biçiminde çıngıraklar, minyatür figürler, binicileri olan atlardır. Tanınmış bebek resimlerinden
biri, oturağında oturan bebeğin çıngırağını salladığıdır. Bir başka çıngırak örneği ise elde
tutulması pek kolay görülmeyen, büyük ihtimalle itilerek veya yuvarlanarak oynanan neşeli ve
tombul bir domuzcuktur. Birçok oyuncağın temel malzemesi pişmiş topraktır ve bir kısmı da
ahşaptan yapılmaydı. Bu görselde (Resim25) aynı zamanda kol ve bacakları çivilerle
tutturulmuş bebek, binicisi olan at, aşağıda neşeli tombul çıngırak domuzcuk ve sağ aşağıda
biberon vardır. 32
32
HELLENİSTİK DÖNEMDE GÜNLÜK YAŞAM Doç. Pınar Özlem AYTAÇLAR s.9
49
(Resim25)
50
Mimari
Miken uygarlığının Yunanistan'ın güneyi üzerindeki egemenliğinin zayıflamasının ardından,
karanlıkların içinden altın Klasik Yunan Çağı doğdu. Yunan yarım adasının nüfusunun
artmasıyla, insanlar kolonileştirilebilecekleri tarıma uygun araziler aramaya başladılar. Bu da
Yunan yarımadasının her yerinde ardı ardına yeni şehirler kurulması son ucunu doğurdu. Yeni
yerleşimler genellikle uzun dikdörtgen bloklar halinde intizamlı bir şekilde oluşturuluyordu.
Her bloğu n ortasında, dinlence ve eğlenceye yönelik kamusal alanlarla birlikte pazaryeri
bulunuyordu. Tüm koloninin etrafını tahkimat duvarları çevreliyordu. Bu şehirlerin merkezinde
ayrıca diğer önemli binalarla birlikte tanrılara adanmış tapınaklar yer alıyordu. Yunanlılar ilk
tapınakları için insanların günlük yaşamlarını sürdürdükleri basit evleri model almışlardı. Bu
tapınaklar, Arkaik dönemde (MÖ 800-480) yaşamış Yunan mimarların ortaya koyduğu en
önemli mimari yaratımlardı. 33
Antik Tapınakların Kökenleri
Antik mimarinin gerçek başlangıcı, Antik kent devletlerinin ilk kayda değer gelişmelerini
izlemeye başlayabildiğimiz M.O. geç sekizinci yüzyıl ve yedinci yüzyıllara dayanır. Olymıpia
Dağı tanrılarına olan inanç bundan önce de varolmuş ve bu tanrılara ibadet edilmiş de
olunmalıdır fakat bunun için gerçek bir mimari kanıt, kesinlikle tapınak olarak tanımlanabilecek
bir yapı yoktur. VIII. yüzyıl sularında, her ne kadar biçim ve inşai olarak hala geleneksel tarzda
olsa da kesinlikle dini bir külte adanmış yapılar bulmaya başlarız. Örneğin, Eretria ve
Perachora'daki küçük atnalı biçimli yapılar ve hatta daha ilginci bu yapıların, Hera'nın
Perachora'daki ibadet yerine sunulduğu belli olan pişmiş topraktan makederi gibi. Bu sıralarda
Antik Yunanlılar'ın neden dikkate değer dini ibadet yerleri geliştirmeye başlamış oldukları
karanlıktır ve nedenler konusunda sadece spekülasyonlar yapabiliriz. Fakat, ilk tapınaklar,
Karanlık Çağ'ın geleneksel konut biçimlerini izlemiş gibi gözükmektedir: Diğer bir deyişle
yapılanlar, tanrı için basit bir özel evdi. Bu sıralarda, Lefkandi'deki büyük mezar yapısı uzun
zamandan beri toprağa gömülmüş ve unutulmuştu; dolayısıyla, tapınakların biçimlerini
etkileyemezdi. Ayrıca, çevresindeki ahşap direklerden oluşmuş sütun dizisiyle, tamamen
sütunlarla çevrelenmiş Antik bir tapınak gibi esrarengiz bir görüntüye sahipti. Lefkandi'deki
mezarın zenginliği, buranın, kral ve kraliçe olarak adlandırabileceğimiz kişilere ait olduğunu
göstermektedir. Öldükten sonra yerleştirildikleri yapının, yaşarken ikamet ettiklerine
benzemesi buna delildir. Önemli mevkilerdeki güçlü insanların, özellikle çevresine ahşap
direklerden sütunlar eklenmesiyle belirginleştirilmiş muhteşem evleri vardı. Maalesef bu tür
konutlara ilişkin henüz bir kanıt bulunamamıştır.
Gerçekte, Antik Yunan tapınaklarının basit bir kökeni yoktur. Bu noktada bir uyarıya ihtiyaç
vardır. Bir ucundaki svitunlu girişle birlikte gelişkin bir Yunan tapınağının temel mekânının,
plan düzleminde, modern zaman uzmanlarının Homer'den alınma megaron terimiyle
adlandırdıkları Miken saraylarının ana mekânıyla güçlü bir benzerliği vardır. Dolayısıyla, Antik
tapınakların, Miken saraylarının megaronundan türediği iddia edilmiştir. Gerçekte bu, son
derece olasılık dışıdır. Miken saraylarının tümü, M.Ö. XII. yüzyılda yıkılmıştı ve ilk tapınak
inşaatlarıyla arasında, herhangi bir doğrudan ilişki sorununu geçersiz kılacak en azından dört
yüz yıllık bir zaman aralığı vardı. Ayrıca, Miken megaronu ile ilk tapınakların aynı işleve sahip
33
BRİDGE Nicole, “Mimarlık 101 Mimari Üsluplar, Önemli Yapılar Ve Ünlü Mimarlar Hakkında Bilmeniz Gereken
Her Şey” s. 38
51
olduğu konusunda hiçbir gerçek kanıt da yoktur. Daha çok, her ikisi de geleneksel kulübe
biçiminin mukayese edilebilir türevleri gibi gözükmektedir. 34
Tapınak Biçimi Ortaya Çıkıyor
M.Ö. VII. yüzyılın ortalarından itibaren en azından Yunanistan'ın, denizaşırı yerlerle özellikle
de Yakın Doğu ile daha yakın ilişkilere sahip gelişmeye açık kentlerinde, saygın bir tapınak
biçimiyle ilgili açık bir düşünce ortaya çıkıyordu. Boyut belirleyici bir unsurdu: Tapınak, "yüz
ayak", hekatompedon uzunluğunda olmalıydı. Planda, at nalı biçimi yerine artık dikdörtgendi.
Sütunlu girişiyle birlikte bir kutsal odası vardı (sella) fakat, Lefkandi'deki yapı gibi oranlarında
hala dar olmaya yakındı. Daha önemlisi, çevresi, dış görünüşünü zenginleştiren dikdörtgen
sütun dizisiyle çevrelenmişti. Daha iyi malzemelerle, daha gelişkin inşaat yöntemleri
kullanılıyordu ve her ne kadar doğrudan kanıtlar yetersizse de özellikle dış cephesi süsleme
işleminden geçiriliyordu. Bu evrim süreci sırasındadır ki, Antik Yunan mimari düzenleri olan
Dor ve İon gelişti. Günümüze ulaşabilmiş örnekler anlamında, Dor ve İon M.Ö. VI. yüzyılın
ilk yılları yahut önceki on yıl veya bu sıralara kadar tanımlanabilir değildir. Fakat bu tarihten
sonra, herhangi bir iddia sahibi Antik Yunan yapısının bu ya da öteki düzende olması olağan
hale gelmiştir. Artık sütunlar taştandır dolayısıyla saçaklık elemanları da farklılaşmıştır.
Duvarlar da artık taş bloklardan yapılmaktadır ve her ne kadar çatı iskeletinde ahşap kullanılma
muhafaza edilmişse de, çatının kendisi de arük sazla kaplanmıyor fakat, genellikle pişmiş
topraktan kiremitle örtülmektedir.
Dor Düzeni
Henüz süsleme biçimleri ve saçaklıktaki farklı elemanlar, taş inşaası anlamında açıklanabilir
değildir ve aslen ağaç oymacılığında ulaşılan kavramları temsil ettiği yönünde genel bir fikir
birliği vardır. Bu durum, Dor düzeni saçaklığı için özellikle dikkate değerdir. Standart gelişkin
biçiminde Dor Düzeni saçaklığı üç eleman içerir: doğrudan sütun tarafından taşınan ana haül
ya da baştaban, bunun üzerinde bir friz ve nihayet frizin üzerinde öne doğru çıkan bir korniş,
yani geison. Geison'un işlevi, çatıya düşen yağmur suyunu altındaki dikey yapıdan uzağa
akıtmaktı (birkaç Dor düzeni yapıda kornişin üzerinde yağmur olukları -sima- vardı ve oluk
yapıldığında da, yağmur suyunun korniş seviyesinden uzağa akmasını sağlamak için belirli
aralıklarla genellikle aslan başı şekli verilmiş oluk ağızları yerleştirilmişti). Her üç mimari
unsur da Çizim 13 ve 14'de görüldüğü gibi süslenmişti. Baştabanda öne doğru çıkan ve üst
kısmı boyunca uzanan bir bant, tainia vardı ve altındaki ilave dikdörtgen blokların (regulae) alt
yüzeyi boyunca ileri doğru uzanan "damlalar" yani Guttae yardımıyla düzenli aralıklarla
vurgulanmıştı. Friz de diğer iki elemanın bir seçeneği olarak süslenmiş, düz kare dilimler ya da
metoplar, triglif adı verilen dikey dikdörtgen elemanlarla ayrılmış ve araya giren oluklarla üç
dikey şeride bölünmüştü. Baştaban üzerindeki regulae de doğrudan triglifin altına gelecek
şekilde yerleştirilmişti. Geisonun eğimli alt yüzeyi de guttae sıralarını taşıyan ve mütül (mutule)
adı verilen dikdörtgen bloklarla bezenmişti. Bütün bunlar, triglif ve yine araya giren metopların
üzerine yerleştirilmişti. Tüm bu süsleme unsurları normal olarak, aynı taş blok üzerine sırayla
yerleştirilmiş her üç bölüme oyulmuşlardı. Mamafih, daha önemli yapıların bazılarında
metoplar, bitişiğindeki trigliflerin öne çıkan kenarları arasına yerleştirilmiş ayrı taş
dilimlerinden yapılmıştı (bu durum, metopların kabartama heykellerle bezendiği Parthenon gibi
yapılar için özellikle geçerliydi). Bunlar aslen, farklı ahşap elemanların dikkatli bir şekilde bir
araya getirilmesini temsil ediyordu. Dolayısıyla baştaban, muhtemelen üzerinde ileriye doğru
34
R. A. Tomlinson, “Yunan Mimarlığı” s.23, 24
52
çıkan, kesintisiz bir kalas (tainia) bulunan ahşap kirişlerden oluşmuş olmalıydı. Bunun üzerinde
yer alan triglifler de tainia adı verilen kalas vasıtasıyla yukarıya, baştaban kirişlerine doğru
yönlendirilerek, buraya ahşap zıvana çivileri ile sabitlenmiş ahşap bloklar olmalıydı. Buna göre,
taş guttae, işte bu ahşap zıvana çivilerini temsil ediyor olmalıdır. Benzer şekilde, mütüller de
kendi zıvana çivileri- guttae ile çatının kirişlerini yukarıdan sarkan kornişe sabitlemeye
yarıyordu. Belirsizlik, frizin özgün biçim ve işlevinde ve özellikle triglifin son derece merak
uyandıran biçiminde ortaya çıkmaktadır. Beğenilen bir açıklama, baştaban üzerinde uzanan ve
çatıyı taşıyan yatay kirişlerin uçlarını temsil ettikleri şeklindedir. Metoplar ise, sadece aradaki
boşlukları doldurmak için kullanılıyor olmalıydı. Fakat, burada da dikkate değer bazı sorunlar
vardır. Trigliflere (üçlü oluk) adını veren kendine has oluklu biçimi açıklamamadadır. Her ne
kadar Antik mimariden geriye hiç ahşap kiriş kalmamışsa da, bunların, dikdörtgen değil, her
daim kare profilli olduklarını gösterecek kadar, biçimleri konusunda yeterince kanıt vardır (taş
üzerinde yerleştirildikleri çukurlar gibi). Triglifler ise, değişmez biçimde dikdörtgendi.
Nihayet, triglif ve metop frizlerinin köşelerde dik açılarla birleştiği çevresi sütunlu Dor
yapılarında, her frizin bir triglif ile sonlanması gerektiği şeklinde katı bir kural vardı. Bu da,
trigliflerin birbirlerine dik açılarla bitişik olması gerektiği ancak, bu şekilde kirişleri dik açılarla
yerleştirmek mümkün olamayacağından muhtemelen kiriş uçlarını temsil edemeyecekleri
anlamına gelmekteydi. Çözüm daha karmaşık olmalıdır. Şüphesiz, özgün biçimler ahşap
üzerinde elde edilmiş olsalar da daha çok basit strüktürel gereksinimlerden çok süsleme
uygulamalarının sonuçlarıdır. Dolayısıyla, kökeninde dekoratif bir model olarak triglif ve
metopların sırası görüntüyü zenginleştirmek amacıyla tasarımlanmalardı ve bunların ilk
uygulandığı yapılar -bir kere kesinlikle tapınaklar- bilinçli ve düşünce ürünü mimari tasarımın
ilk örnekleriydi. Bunu ispat etmek için, özgün kanıtların günümüze ulaşmadığını da bilerek,
frizin dekoratif niteliğini ortaya koymak gerekmektedir. Kesin bir tarih tayin edememekle
birlikte, frizler ilk kez M.Ö. VIII. yüzyılın ortalarında, bu süsleme biçiminin uygulamasının
strüktürel açıdan imkânsız olduğu Perachora ve Eretria'daki tapınaklar zamanında yapılmış
olmalıdır. Bunun için en eski malzeme kanıtı, M.Ö. 625 civarında Thermon'daki Apollon
Tapınağı'nı süslemek için, çamur biçiminin ve üstündeki süslerin de gösterdiği gibi Korent'de
Çizim 6: M.Ö. VI. yüzyıla ait bir Kıbrıs vazosundan 'triglif ve metop' deseni (Antik Yunan yapılarında rastlanan diğer
desenlerle birlikte).
53
yapılmış olan pişmiş topraktan metop dilimleridir. Kare ve dikdörtgen sıralarının oluşturduğu
süsleme motifi ki, dikdörtgenler normal olarak üç dikey banta bölünmüştü, gerçekte bu sıralarda
ortak bir modeldi. M.Ö. VIII. yüzyılda Atina'da yapılmış olan geometrik üslûplu Yunan
vazolarında olduğu kadar diğer yerlerde özellikle Kıbrıs'daki eş zamanlı ya da biraz daha geç
tarihli vazolarda da kullanılıyordu. Aynı zamanda Suriye/Fenike kentlerinde yapılmış sanat
eserlerinde de -örneğin fildişi eserlerde- dekoratif motif olarak görülüyordu. Aynı motifin
tapınak yapılarının üst kısımlarının çevresi boyunca dekoratif unsur olarak kullanılması, ileriye
doğru fakat aynı zamanda ciddi bir gelişmeydi. 35
Çizim:14 Olympia’ daki Zeus Tapınağı ile Parthenon’un dorik düzeninin karşılaştırılmalı çizimi.
Entasis
35
R. A. Tomlinson, “Yunan Mimarlığı” s.25- 28
54
Sütun çapındaki değişime entasis adı verilir ve bu göz yanılsamasıyla baş etmenin bir yoludur.
Sütunlar sıra halinde dizildiklerinde, sanki eğikmiş gibi bir izlenim yaratırlar. Entasis, düz
görünmeleri için sütunlara eklenmiş belli belirsiz bir dışbükeyliktir. 36
Entasis örneği.
İon Düzeni 37
İon Düzeni biçimleri benzer şekilde strüktür ve süslemenin bir karışımıdır. Ayrıntılarda daha
az uyuma sahiptir ve Hellenistik döneme kadar da gerçek bir bütünlük sağlanamamıştır. Antik
dönemde Dor Düzeni'ne nazaran sütunlar daha inceydi. Dor Düzeni'nde sütunlar doğrudan
kaide üzerine yerleştirilirken, İon Düzeni'nde sütunların, yerel tercihlere bağlı olarak farklı
şekillerde süslendiği görülen kendi tabanları vardır. Dor Düzeni'nde olduğu gibi, sütun gövdesi
bir dizi dikey oluklarla süslenmişti fakat bunlar, sütun boyuna nazaran, Dor düzeninde
olduğundan daha dar bir orana sahipti. Daha kalın olan Dor sütunları normal olarak yirmi oluğa
sahipken, daha ince olan İon sütunlarının yirmi dört oluğu vardı ve Dor sütunlarında oluk
aralarında sadece keskin bir kenar bulunurken, İon sütunlarında oluklar, düzleştirilmiş şeritlerle
birbirlerinden ayrılmıştı. Bunun etkisi, sütunun daha ince olduğu izlenimini arttırmasındaydı.
Sütun başlığı da bütünüyle farklıydı: Dor sütunu, dikdörtgen bir taşıma yüzeyini (abaküs)
kaldıran dairesel biçimli ve çevresine doğru genişleyen (sütun başlığı çanağı- echinus) bir
elemana sahipken, İon sütunu, göze çarpan biçimde çifte sarmallarla süslenmişti. İon saçaklığı
da tıpkı Dor Düzeni'nde olduğu gibi üç bölümden oluşuyordu ancak biçimleri farklıydı. İon
baştabanı, normal olarak, her biri alttakinden biraz daha öne çıkan saçak bordıırüyle (fasciae)
süslenmişken, Dor Düzeni'ndeki tornanın yerini şekil verilmiş kesintisiz bir silme almıştı. Bunu
36
BRİDGE Nicole, “Mimarlık 101 Mimari Üsluplar, Önemli Yapılar ve Ünlü Mimarlar Hakkında Bilmeniz Gereken
Her Şey” s. 41
37
R. A. Tomlinson, “Yunan Mimarlığı” s.29, 30
55
üzerinde friz bulunuyordu doğu Yunan örneklerinde bu, küçük kirişlerin ucu gibi görünen öne
doğru çıkmış bir dizi küçük bloklar (dentils) şeklindeydi. Atina'da ise bu, yerini genellikle
heykellerle süslenmiş sürekli bir şerite bırakmıştı. Bunun üzerindeki korniş ya da geisonda, Dor
Düzeni'ndeki mütüller yer almıyordu ve bir parça farklı bir kesite sahipti. Dolayısıyla, İon
Düzeni de Dor Düzeni'yle aynı yapısal amaçları taşımasına karşın, süsleme etkilerini farklı
kaynaklardan almışlardı. Esas etki oldukça açıktır. Sarmal ya da "zambak" biçimli sütun
başlıkları Yakın Doğu mimarisinde ortak bir motifi oluşturmaktadır ve M.Ö. VIII. yüzyıldan
ve Yıınanlılar'ın bu bölgeyle ilişkilerinin gelişmesinden önce halihazırda bol miktarda
bulunuyordu. Bundan dolayı, doğrudan ödünç alınmışlardır. Bazı Yunan sütun başlıkları,
merkezi bir üçgenden çıkan birbirinden ayrı sarmallarıyla esasen Yakın Doğu örnekleriyle
aynıdır. Bunlara, Kuzey Doğu Ege'de, "Aiol" bölgesinde rastlanmıştır ve İon Düzeni'nden ayırt
etmek için bu adla anılmaktadırlar. Bu tür, M.Ö. V. yüzyıl başlarında ortadan kalkmıştır.
Gerçek İon sütun başlığı, doğulu biçimi, çift sarmalı bezemeli bir sütun başlığı çanağının
(echinus) üzerinden birbirine bağlayarak yeniden biçimlendirmiştir. 38
Erehteyon Tapınağı, MÖ.5.yüzyıl, Atina
Julien David LeRoy'un 1758 tarihli Les ruines plus beaux des
monuments de la Grèce adlı eserinde yer alan İyon
düzenindeki sütun başları.
38
R. A. Tomlinson, “Yunan Mimarlığı” s.
56
57
Taş Tapınaklar39
Taş inşa etmeye doğru olan değişim Antik Yunan yapılarında da bir dizi yeni teknik ortaya
çıkarmıştı. Bu tekniklerin gelişimi, önemli bir olay olan ve Mısır'ın, Yunanlılar'a, mimarinin
ahşap sütunlar yerine taş kullanımına daha bağımlı olan Yakın Doğu topluluklarındakinden
daha kütlesel bir biçimini gösteren Yunan tüccarları, paralı askerleri ve yerleşimcilerine
açılmasıyla eş zamanlılık göstermektedir. Hiç şüphesiz, taş yapı mimarlığının temel teknikleri
Mısır'daki Yunanlılar tarafından öğrenilmişti. Bu tekniklerin uygulaması taş ocaklarında
başlamaktadır. Taş ocağından yapı bloklarının elde edilmesinde Yunanistan'ın kireçtaşı ve
mermer bölgeleri özel bir zorluk göstermezler ve Istmia'daki tapınak bu yapı biçiminin
oldukça erken başladığını göstermektedir. Saçaklık için geniş taş bloklara ihtiyaç olduğundan,
Olympia'daki Hera Tapınağı'nda bu, ahşap olarak bırakılmıştı zira, yerel taş daha düşük
kalitedeydi. Mamafih, yaklaşık aynı zamanlarda Korftı Adası'ndaki Arternis Tapınağı için
geniş taş bloklar çıkarılmıştı. Sütunların durumu daha karmaşıktı. Sonraki Yunan
tapınaklarında her boyuttan sütunlar, bir arada yuvarlatılmış tamburlardan yapılmıştı oysa, ilk
tapınaklarda sütun gövdeleri yekpare bloklardan tek tek yapılıyordu. M.Ö. V. Yüzyıl
başlarında inşa edilmiş olan Eğin Adası'ndaki Aphaia Tapmağı, yekpare sütun gövdeli
yaklaşık 5 metre boyunda- son belli başlı tapınaktır. Ocaklardan büyük taş blokların
çıkarılması Mısır'da yaygın bir uygulamaydı. Yunanistan'da ise, aynı tekniğe, heykellerin
yapıldığı devasa taş blokların elde edilmesi için ihtiyaç duyul muştu ve taş heykellerdeki
gelişme ile tapınaklarda yapı malzemesi olarak taş kullanımının gelişmesindeki eş zamanlılık
dikkate değerdir.
Hera Tapınağı
39
R. A. Tomlinson, “Yunan Mimarlığı” s.31
58
Taş İşçiliği Teknikleri 40
Taş blokların ocaktan inşaat sahasına taşınması da eşdeğer oranda emek yoğun bir işlemdi.
İmkan olan yerlerde bu deniz yoluyla yapılıyordu (Paros ve Naksos adalarındaki mermer
ocakları denize yakın olmaları nedeniyle avantajlıydılar) fakat bazı inşaat sahaları denizden
uzaktaydı ve taşımanın öküz arabalarıyla yapılması gerekiyordu. Açıkçası, yapıda kullanılan
taş bloklar (Naksos ve Paros mermerleri dahil) İtea Körfezi' ndeki iskelelerden içeriye doğru,
Delphi'de, tepelerin üstündeki kutsal alana taşınmış olduklarından, M.Ö. VI. yüzyıldaki
Yunan teknolojisi, bu sorunlarla baş edebilecek durumdaydı. Hasar riskini önlemek için,
bloklar taş ocağında kabaca kullanım boyutuna yakın kesiliyor ve yüzeyleri çekiçle gerçek
ölçülerde düzeltiliyor olmalıydı. Nihai ürün inşaat sahasına taşınıyordu.
Korint düzeni
Sütunun üst kısmı (sütun başlığı) çiçek ve yaprak
motifleriyle süslüdür ve dışarıya doğru genişlemesi
dolayısıyla bir yükseklik hissi doğurur. Gövde
yivlidir. Nispeten daha ince olduğundan genellikle üst
katlar için kullanılırdı. 41 Sütun başlarının akantus
yapraklarıyla süslendiği ve sütunların bir kaide
üzerine oturtulduğu, klasik mimarideki üç düzenden
biridir. Dor ve İyon düzenlerinden daha sonra
muhtemelen MÖ 5. yüzyılda Atina'da ortaya
çıkmıştır. İyon düzeninden daha karmaşık bir biçimi
olan Korint düzenin şekli, Yunan Mitolojisine göre
içinde akantus yapraklarının bulunduğu bir sepetten
esinlenilerek geliştirilmiştir. Klasik mimarlıktaki diğer
iki düzenden daha sonra ortaya çıkmıştır ve adını
Antik Yunan şehri Korint'ten alır. Taban çapıyla
yüksekliği arasında İyon düzeninde de olduğu gibi 1/9
oranı bulunmaktadır. Ancak Dor düzenine
bakıldığında bu oranın 1/6 olduğu görülmektedir yani
40
R. A. Tomlinson, “Yunan Mimarlığı” s.32
41
BRİDGE Nicole, “Mimarlık 101 Mimari Üsluplar, Önemli Yapılar ve Ünlü Mimarlar Hakkında Bilmeniz
Gereken Her Şey” s.39
59
Dor sütunları İyon ve Korint usulü sütunlara göre daha kısa bir biçime sahiptir. 42
42
https://www.arkeolojikhaber.com/haber-korinth-duzeni-4985/
60
61
Tapınak Modelleri
Yapı Malzemeleri
Yunan tapınakları mermer ve kireçtaşı gibi yörede bulunabilen malzemelerden inşa
ediliyordu. Mimarlar bazen mermeri öğüterek, kireçtaşının üzerine koruyucu bir kaplama
olarak sürülebilecek bir alçı elde ediyorlardı. Mermer doğa şartlarına karşı daha sağlam ve
dayanıklı olduğundan onun için bir koruma gerekmiyordu. Bu binaların şekil ve ebatları
üzerinde en etkili unsur malzemelerin ağırlığıydı. Kiriş çok uzak bir mesafeye doğru
yayılamazdı yoksa ortadan çatlardı. Sütunların da kiremit çatıyı destekleyebilmeleri için
belirli bir çapta olmaları gerekiyordu. Hera Tapınağı'ndaki sütunlar kaide kısmına doğru
şişkinken sütun başlığına doğru çapları küçülür. 43
43
BRİDGE Nicole, “Mimarlık 101 Mimari Üsluplar, Önemli Yapılar ve Ünlü Mimarlar Hakkında Bilmeniz Gereken
Her Şey” s.41
62
Klasik Dönem Tapınakları
Aphaia Tapınağı 44
Eğin Adası'nın kuzey-doğu ucundaki Aphaia Tapınağı -Artemis'in yerel bir eşdeğeri- Arkaik
dönemden M.Ö. V. Yüzyılın bütünüyle Klasik üslubuna geçişi temsil etmektedir. Oldukça
ağır bir şekilde restore edilmiş olan mevcut yapı, M.Ö. V. yüzyıl başlarında yapılıp M.Ö. 500
civarlarında bir yangınla tahrip olmuş daha küçük bir tapınağın yerine inşa edilmişti. Daha
önceki yapının sadece ön sütunlu girişinde sütunlar bulunurken, yeni tapınak daha büyük ve
etkileyiciydi ve sütunlarla çevrelenmişti. Her ne kadar kesin inşa tarihi belirsizse de son
kazılarda inşaat zamanından kalma taş parçalarıyla birlikte M.Ö. V. yüzyılın ilk on yıllarına
ait çanak çömlek de bulunmuştur. Tapınağın bitmiş halinde merak uyandıran özelliklerinden
birisi olan üçgen alınlıklarındaki her biri aynı konuyu, Truvalılar'a karşı Yunanlılar'ı tasvir
eden bir dizi heykel üslûp olarak farklılıklar göstermektedir: Batı cephesindekiler M.Ö. VI.
yüzyılın Arkaik üslubuyla ilintili iken, daha önem arzeden doğu alınlığındakiler yaklaşık Pers
İmparatoru Kserkses'in Yunanistan'ı istila ettiği döneme ait erken Klasik üslüpa yakın
durmaktadırlar. Belirgin şekilde tapınaktan çıkarılmış ve kutsal alanda ayrı bir düzende
yerleştirilmiş Arkaik üslûplu başka bir
alınlık heykeli parçaları (baş kısımları)
dizisinin bulunması işi daha da karmaşık
hale getirmiştir. Tüm bu kronolojik delilleri
uzlaştırmak oldukça zordur. Mamafih,
tapınaktaki çalışmaların (tasarımının
tarihlendirilmesini kesinleştiren), inşaat
tamamlanmadan önce Pers Savaşları'na
doğru bazı kesintilere uğramış olmasına
rağmen önceki yapının, tahribinden hemen
sonra başladığı anlaşılmaktadır. Çizim 11: Aphaia Tapınağı'nın planı, Eğin.
44
R. A. Tomlinson, “Yunan Mimarlığı” s.40, 41
63
Olympia'daki Zeus Tapınağı 45
Olympia'daki Zeus Tapınağı her türlü değerlendirmeyle belli başlı Antik Yunan tapınaklarından biridir.
Bu yapı hakkında sadece hatırı sayılır miktarda kalıntıya sahip olmakla kalmayıp, -yapı, tümüyle
harabe halinde bile hala etkileyicidir- Antik Yunanlı seyyah ve coğrafyacı Pausanias tarafından
yapılmış ayrıntılı bir betimlemesine de sahibiz. Pausanias, Olympia'yı, tapınağın halihazırda yaklaşık
altı yüz yaşında olduğu ve şüphesiz bu süre zarfında geniş çaplı onarımlar geçirdiği M.S. II. yüzyılda
ziyaret eder. Bize mimarının Elisli Libon olduğundan sözeder. Mimar hakkında bunun dışında başkaca
da bir bilgi yoktur. Tapınağın inşa gerekçesi, M.Ö. 470'lerin sonlarına doğru, önceleri Pisa adlı küçük,
bağımsız bir şehirin parçası olan Olympia bölgesini de içine alarak genişleyen birleşik Elis şehir
devletinin kurulması ve genişlemesiydi. Tapınak, Elis'in Pisa'yı yağmalaması sonucu elde edilen
ganimetle inşa edilmiş ve muhtemelen Tanagra'da Atinalıların yenilgisini kutlamak amacıyla
Spartalılar'ın tapınağa altın bir kalkan taktıkları M.Ö. 458-457 yıllarında tamamlanmıştı. Pausanias'ın
anlattıkları -ki, birçok açıdan hatalı olabilir- muhtemelen ziyareti sırasında Olympia'da öğrendiği ve
vatansever Elisliler tarafından çarpıtılmış bilgilere dayanmaktadır. Tapınağın büyük önem taşıdığı
görülmektedir ve heykel süslemelerin anlamı tümüyle yerel bir politik olaydan fazlasına işaret
etmektedir. Nihayet, Olympia, Yunanistan anakarasındaki tüm Antik Yunan kentleri, -özellikle de
emekleri ile yaptıkları tapınağın kutsal odasının girişlerindeki her iki oylumun dörtgen panoları
üzerine resmedilmiş olan Herakles'in soyundan gelenlerce bir zamanlar yönetilmiş olan (Sparta'nın
ise, hala bu soydan gelenlerce yönetildiği) Dor Peloponnesi* ile batıdaki kolonileri – için anlama sahip
en önemli iki kutsal yerden biriydi- diğeri de Delphi. Doğu cephesindeki üçgen alınlıkta canlandırılan
ve Olimpiyat oyunlarının efsanevi öncülü olan Pelops ile Oinomaos arasındaki savaş arabası yarışı
Peloponnes'e ilişkin bir bağlama sahipti. Batı cephesindeki üçgen alınlıkta ise, Theseus'un yardım
ettiği Lepitler ile Kentaurlar" arasındaki savaş resmedilmişti ki, bu olayın da Atina ile belirgin bir
bağlantısı vardı. Bu sahnenin, Cimon'un, Theseus'un kalıntıları olduğuna inandığı kemikleri yeniden
gömdürdüğü sıralarda Atina Agorası'ndaki kutsal yerin duvarlarına da resmedilmiş olması dikkat
çekicidir. Sembolik olarak, Yunanlılar ile çirkin Kentaurlar arasındaki savaş, Yunan kentleriyle Persli
barbarlar arasındaki mücadeleyi anlatıyordu. Pausanias her neye inanırsa inansın, böylesine büyük bir
tapınak, böylesine bir yerde ve böylesine bir zamanda Sparta ve müttefiklerinin, Persler'den
kurtardığı için Zeus'a bir minnet ve şükran armağanı olmalıdır.
45
R. A. Tomlinson, “Yunan Mimarlığı” s.46, 47
64
Parthenon Tapınağı 46
Atina'da yer alan Parthenon, Yunan mimarisinin klasik dönemi boyunca inşa edilmiş en
büyük yapıdır (MÖ 510-323). Bugün gördüğümüz Parthenon aslında Perslerin MÖ 480'de
Atina'yı yağmaladıkları sırada tamamen yanıp kül olan orijinal yapının yerine inşa edilmiş bir
yapıdır. Orijinal yapı Pentelicus Dağı'ndan getiri- len, üstün kalitede mermerlerle inşa
edilmişti. Günümüze kalmış olan yapı, sekiz sütun genişliğinde ve 5 metre derinliğinde bir
Dor tapınağıdır. Bu yapıda sütunlar, sella duvarının dış kısmını dönen, kesintisiz bir frizi
destekliyordu. Attik Delos Birliği'nin hazinesi, tapınağın arka odasında saklanıyordu. Attik
Delos Birliği, Yunan şehir devletleri liderlerinin kurduğu bir ittifaktır. Birliğin hazine odası,
çatıyı destekleyen İyon düzenindeki dört adet sütun da dahil olmak üzere, İyon simgeleriyle
tasarlanmıştır. Parthenon'daki Dor sütunları neredeyse İyon düzeninde denilebilecek kadar
incelene dek uzatılmıştır. Son sütunlar ortadakilere göre birbirlerine hafifçe daha yakındır.
Sütunların yerleştiriliş şekillerindeki ufak tefek varyasyonlar binanın kompozisyonuna
canlılık katar. Sütunlardaki hafif şişkinlikler çok düz görünmelerini sağlar. Dıştaki sütunlar da
sanki dışa doğru düşmek üzerelermiş gibi görünmelerine neden olan göz yanılgısının
kırılabilmesi için altı santimetre içe yatık şekilde inşa edilmiştir. Bu sütunların yerleştirilme
aralıkları ve boyutlamaları inanılmaz bir estetik yenilikti. Bizler bu tapınağı eski zamanlardan
çıkagelmiş bir canavarın beyazlaşmış kemikleri gibi bembeyaz görmeye alışmış olsak da,
orijinal tapınak altın, kırmızı ve maviye boyalıydı. Açık Akdeniz semasında çok etkileyici
görünüyor olmalı. Parthenon'nun iç ve dış kısımları da yine boyanmış ve Athena'nın
doğumunu, Atina üzerinde kontrolü ele alabilmek için Athena ve Poseidon'un arasında geçen
yarışmayı tasvir eden heykellerle doluydu. Triglifler Dor stilindeki friz üzerinde görülen,
diklemesine dizili, yivli tabletlerdir. Metoplar ise triglifler arasında görülen kare boşluklardır.
Parthenon'daki metoplarda Yuna nlılar ve Amazonlar, Troyalılar, tanrılar ve devler arasında
geçen mücadeleleri anlatan rölyefler bulunur. Sella duvarının etrafını dönen kesintisiz friz sıra
sütunların içindedir ve Athena'ya, onuruna düzenlenen bir şenlik olan Panathenaia'da
hediyeler taşıyan Atina' lıların geçidini tasvir eder. 1687 yılında, binanın içine saklanmış olan
Türk cephaneliği bir Venedik topuyla vurulduğunda bu güçlü frizin büyük bir kısmı yok
olmuştur.
46
BRİDGE Nicole, “Mimarlık 101 Mimari Üsluplar, Önemli Yapılar ve Ünlü Mimarlar Hakkında Bilmeniz Gereken
Her Şey” s.42
65
Parthenon Tapınağı çizimleri
66
Apollon
Tapınağı’nın
günümüze ulaşan
kalıntıları
Apollon’un kehanet merkezi olarak kabul edilen Delphi Antik Kenti, Fokida bölgesindeki
Parnassus Dağı’nın dik alt yamacında, Korint Körfezi’nden yaklaşık 10 km uzaklıkta
bulunuyordu. MÖ 6. yüzyılda Yunan dünyasının dini merkezi ve birliğinin sembolüydü.
Delphi, antik Yunanlar tarafından dünyanın merkezi olarak kabul ediliyordu. Bunun en temel
sebeplerinden biri ise tanrı Zeus tarafından kente, “Gaia’nın – yani yeryüzünün – göbeği adı
verildiğine dair inanıştı. Bir efsaneye göre Zeus tarafından, dünyanın merkezini bulmaları için
biri doğu yönüne biri de batı yönüne olmak üzere iki kartal uçurulmuş ve dünyayı boydan
boya geçip merkezinde buluşmaları görevi verilmişti. Görevi yerine getiren kartallar
Delphi’nin olduğu yerde buluşmuştu. Zeus da burayı omphalos yani göbek taşı ile
işaretlemişti. Bir diğer efsaneye göre ise, tüm tanrıların soyunu başlatan, yaşamın ata-anası,
yeryüzü tanrıçası Gaia’ya ait olan bu topraklar, Gaia’nın oğlu dev yılan Python tarafından
korunuyordu. Kehanet tanrısı olarak da bilinen Apollon tarafından öldürülen Python, yerde
açılan bir yarıktan içeri düşmüştü ve bedeni çürüdükçe gökyüzüne doğru bir sis bulutu
yükseliyordu. Tam bu alanın üzerinde duran herkes, ani ve genellikle de şiddetli bir transa
geçiyordu. Bu noktada, Apollon’un bu kişinin bedenini ele geçirdiğine ve onları kutsal bir
mevcudiyetle doldurduğuna inanılıyordu. Bu söylenceler, Miken döneminde Apollon’a
tapınan yerleşimcileri derinden etkilemişti. Yavaş fakat kararlı adımlarla, ilk etapta ilkel
kutsal bir alan olan bu yer, önce bir mabede, ardından da MÖ 7. yüzyılda bir tapınağa
dönüşmüştü. Tapınak, bu dünya ile öteki dünya arasında bir köprü görevi görmek için seçilen
tek bir kişiyi barındırmaya hizmet ediyordu. Adını dev yılandan alan bu seçilmiş kişiye
“Pythia”, yani kâhin deniliyordu. Delphi Kutsal Alanı, baş kahin Pythia’nın, dünyanın dört bir
yanından bir kehanet aramak için seyahat eden insanlara, tanrı Apollon’un ilahi tavsiyesini
söylediği yerdi. Kahin, Yunanların yanı sıra, Apollon’un önemli devlet meseleleriyle ilgili
iradesini öğrenmek isteyen yabancı liderler ve ileri gelenler tarafından da ziyaret ediliyordu.
Bir kehanet merkezi olmasının getirdiği güçle Yunan siyasi tarihinin odak noktalarından biri
olan Delphi, aynı zamanda Pythian Oyunlarına da ev sahipliği yapıyordu. MÖ 591 ile 585
yılları arasında başlayan Phytian Oyunları, başlangıçta her sekiz yılda bir yapılıyordu. Tek
etkinlik, kithara eşliğinde performans sergilenen bir müzik yarışmasıydı. Daha sonra
programa daha fazla müzik yarışması ve atletik etkinlik eklenerek oyunlar her dört yılda bir
yapılmaya başlandı. Oyunların galiplerine verilen başlıca ödül, defne yapraklarından yapılmış
67
bir taçtı. MÖ 2. yüzyılın başlarında Romalılar
Hazine odası
Atina kutsal alanının bir parçası olan Dor sütunlu Tholos yapısı
47
https://arkeofili.com/delphi-antik-kenti-apollonun-kehanet-merkezi/
68
Akropolis 48
Akropolis terimi bir tepeye veya yükseltilmiş herhangi bir alana inşa edilmiş şehir
yerleşimlerini ifade eden bir terimdir. Atina'daki Parthenon, daha birçok muhteşem klasik
anita ev sahipliği yapan, kireçtaşı bir plato üzerinde durmaktadır. Başlangıçta bir kale olarak
inşa edilmiş olsa da, sonradan tamamen dinsel amaçlara hizmet etmiştir. Güçlü bir Yunan
devlet adamı olan Perikles (yak. MÖ 495-429) sanat ve edebiyatı büyük oranda destekleyerek
şeh- rin altın çağını yaşamasına önayak olmuştur. Akropolis'teki birçok yapının inşa
edilmesini sağlayan esasen onun imara yönelik girişimleridir. Bu girişimler, insanlara çalışma
olanakları sağlamış, şehrin güzelleştirilmesine yönelik bir hareket başlatmıştır.
48
BRİDGE Nicole, “Mimarlık 101 Mimari Üsluplar, Önemli Yapılar ve Ünlü Mimarlar Hakkında Bilmeniz Gereken
Her Şey” s.43
69
Stoalar 49
Agora mimari açıdan tam olarak geliştiğinde bile bir açık mekân olarak agora kavramı olduğu
gibi kalmıştır. Bundan dolayı yapılar çevresinde toplanmış ve agora gerçekte bir avluya
dönüşmüştür. Buna ulaşabilmek amacıyla kendine özgü bir şekilde stoalar ortaya çıkmıştır.
Agoranın kenarı boyunca dikilen sütun dizileri mekânın tanımlanmasına yardımcı olurken ona
bir bütünlük duygusu da kazandırmıştır. Stoa'ya aynı zamanda bir dizi farklı amaçlara
uyarlanabildiğinden tanımlanmış bir işleve sahip belirli bir yapı yerine genel bir tür olarak
bakılmalıdır. Stoa biçiminin tüm çeşitlemelerini kısaca sınıflandırmak mümkün değildir.
Bunun yerine stoa, değişik düzenlemelere imkan veren farklı ortamların ihtiyaçlarını
karşılamak üzere uyarlanabilir bir yapı olarak görülmelidir. Stoa'nın en basit şekli doğrusal bir
sütun dizisidir; gerektiğince uzatılabilen yahut kullanılabilir alanı dolduran. Fakat, sütun
dizileri köşeleri de dönebilir dolayısıyla iki ya da üç kenarlı olabilir hatta dikdörtgenin tüm
kenarlarını dolanarak tamamiyle kapalı bir portik oluşturmak üzere birleşebilir. Bir iç sütun
dizisi ilave ederek üstü örtülü alanı iki katına çıkarmak çoğunlukla ekonomik bir yoldur. Üçlü
sütun dizileri bilinmez değilse de çok nadirdir ve çoklu sistemlerin örnekleri de
bulunmaktadır. Stoalar kendi işlevsel karakterleri olan oda ya da oda dizilerinin giriş cephesi
de olabilirler: Bu odalar dükkan, yemek odası, mahkeme salonu, belgelik, idari bürolar
olabilir. Her bir örneğin kendi bağlamı içinde yorumlanması gerekir.
Meclis Yapıları 50
Agorayla ilişkili başka
kamusal yapı türleri de
Fotoğraf 24: Toplantı (Meclis) yapısı,
bulunmaktadır. Geç
dönemlerde Kleisthenes
Meclisi' ve diğer kentlerdeki
benzer meclisler kapalı
yapılarda toplanıyorlardı.
Bunlar, yüksek duvarları olan
ve pencereleri içerisinin
rahatça görülebileceği
Priene
seviyeden yükseğe
yerleştirilmiş dikdörtgen
veya kare şeklinde yapılardı.
İçinde oturma sıraları üç duvar boyunca ya da yarım daire şeklinde düzenlenmişti
(muhtemelen M.Ö. 470'lere tarihlenen Atina'daki ilk meclis yapısı ilk türdendi ve M.Ö. V.
yüzyıl sonlarında yerine ikinci türden yeni bir yapı inşa edilmişti). Eğer meclis yapısı kare ise,
merkezi bir noktaya doğru yükselen piramit biçimli bir çatısı olabiliyordu. Ya değilse,
geleneksel mahya ve açıt tepelikli çatı tipi uygulanıyordu. Buradaki mimari sorun 500 kişilik
bir meclisi barındırabilecek (Atina'da olduğu gibi) yeterli büyüklükteki bir mekânın görüşü
engelleyici iç destekler olmaksızın üstünü örtebilmekti. Bundan dolayı meclis yapıları
çoğunlukla herhangi bir büyük Yunan tapınağında olanlar kadar büyük çatı kirişlerine sahipti.
500 ya da daha büyük sayılardaki kişileri barındıracak meclis yapılarının taşıyıcı sistemleri
Antik Yunan mimari tekniklerinin zayıf noktalarını vurgular. Antik Yunanistan'da büyük
49
R. A. Tomlinson, “Yunan Mimarlığı” s.67, 68
50
R. A. Tomlinson, “Yunan Mimarlığı” s.70
70
sayıdaki insanların bir araya gelmesi sıradışı bir durum değildi: Demokratik meclislerin
toplantılarına katılanlar tıpkı drama festivallerindeki dinleyiciler ya da atletizm yarışmalarının
seyircileri gibi binlere ulaşıyordu. Bu tür toplantılar nadiren kapalı yapılarda, bir çatı altında
gerçekleşiyordu.
Tiyatrolar 51
Gizliliğin bir gereklilik olmadığı
51
R. A. Tomlinson, “Yunan Mimarlığı” s.71, 72
71
Tiyatrosu'ndaki gibi bir tiyatronun pek olamayacağı şekilde sıradışı özel toplantılar için de
kullanılabiliyordu.
Stadyumlar 52
Atletizm yarışmaları için stadyumlar da aynı şekilde bir gelişim göstermişlerdir. Başlangıçta
bunlar muhtemelen seyircilerin kenar yamaçlarına oturdukları derin olmayan vadilerdeki
bütünüyle doğal koşu parkurlarıydı. Sonunda tanıdık, uzun, ince biçimlerini alana kadar teras
ve oturma sıralarıyla donatılmışlardı. Stadyumların uç noktalarındaki eğri yarım daire biçimi
en azından M.Ö. 325 sıralarında Nemea oyunları için inşa edilen stadyumda olduğu gibi erken
bir tarihte ortaya çıkmıştı. Ancak erken Yunan stadyumlarının uçları çoğunlukla dik açıyla
sona eriyordu.
52
R. A. Tomlinson, “Yunan Mimarlığı” s.73
72
SANAT
Edebiyat
Eski Yunan edebiyatının ilk dönemi olan Epik Çağ'da, ilk önce şiiri buluyoruz. "Hymnos"
denen dinsel nitelikli şiirleri yaratan ve şarkı gibi okuyanlar "aoidos" adını taşıyan rahiplerdi.
Aoidoslardan sonra, "rhapsodosları" görüyoruz. Rhapsodoslar ellerinde tuttukları bir
değnekle, kentten kente dolaşarak kahramanlık türküleri okuyorlardı. "Epos" adını taşıyan
kahramanlık destanı Batı Anadolu'da gelişmiştir. Bu türün en iyi bilinen temsilcisi, kör bir
ozan (rhapsodos) olduğu söylenen Homeros'tur. Homeros'un yaşamı hakkında fazla bir şey
bilinmemesine karşın, onun İ.Ö. 750 yılları civarında yaşadığı kabul edilmektedir. Eski
çağ'da, Homeros'un yurdu olduğunu iddia eden yedi kent vardı. Fakat bugüne değin en fazla
benimsenen görüş, ozanın lonia bölgesinde yaşadığı ve Smyrnalı (Eski İzmir) olduğudur. Ilias
ve Odysseia adlı iki kahramanlık destanının yaratıcısı olarak Homeros gösterilmektedir.
Homeros'a mal edilen destanlar ağızdan ağıza, kulaktan kulağa dolaşarak, sonunda Tyran
Peisistratos zamanında (M.Ö. 6. yüzyıl) yazılı hale getirilmiştir. Sonradan (İskenderiye
Dönemi'nde) kendi içinde 24 kitaba bölünen llias ve Odysseia destanları, Aiol ve lon
lehçelerinin karışımı niteliğindeki bir Eski yunanca ile ve heksametron vezninde
yazılmışlardır. Ilias destanında bir Aiol kahramanı olan Teselyalı Akhilleus'un öfkesi ile
gelişen olaylar anlatılır; fakat destanın ana konusu Troia Savaşı'dır. Destanın ilk dizeleri
şöyledir:
"Söyle,tanrıça, Peleusoğlu Akhilleus'un öfkesini söyle.
Acı üstüne acıyı Akhalara o kahreden öfke getirdi,
ulu canlarını Hades'e attı nice yiğitlerin,
gövdelerini yem yaptı kurda kuşa.
Buyruğu yerine geliyordu Zeus'un,
ilk açıldığı günden beri araları
erlerin başbuğu Atreusoğluyla tanrısal Akhilleus’un."
Odysseia'da, ünlü kahraman Odysseus'un Troia Savaşı'ndan sonra yurdu Ithaka'ya dönüşü ve
bu sırada başından geçen olaylar anlatılmaktadır. Bu destanın da ilk dizeleri konu hakkında
bilgi vermektedir:
''Anlat bana, tanrıça, binbir düzenli yaman adamı,
kutsal Troya’yı yerle bir etmişti hani,
sonra sürünmüş durmuştu oradan oraya,
ne çok yerler görmüş, ne çok insan tanımıştı,
ne de çok acı çekmişti denizlerde yüreği,
kurtarayım derken kendi canını,
yoldaşlarına dönüş yolunu açayım derken..."
73
Eski Yunan edebiyatının erken dönem azanlarının en önemlilerinden biri de, M.Ö yak. 8.
yüzyıl sonları ile 7. yüzyıl başlarında (700 yılları civarı) yaşadığı kabul edilen Hesiodos'tur.
Hesiodos, "didaktik epos"un kurucusudur. İki ünlü eseri vardır:
1 ) Theogonia ( Tanrıların Doğuşu)
2) Erga kai Hememi (İşler ve Günler)
Theogonia'da evrenin ve tanrılar dünyasının oluşumu ele alınır. Khaos (boşluk), Gaia
(toprak), Ouranos (gök) ve Pontos'un (deniz) oluşumundan başlayıp, tanrısal yaratıkların
meydana gelişleri ve Zeus'un Titanlarla mücadelesi sonunda tanrılar dünyasının egemenliğini
ele geçirmesine kadarki süreç anlatılır. İlk dizeler Musa'lara sesleniş ile başlar. Daha sonra
yer, gök ve tanrıların yaratılışı anlatılır (Theogonia, 120):
"Khaos'tu hepsinden önce var olan,
Sonra geniş göğüstü Gaia, Ana Toprak,
Sürekli, sağlam tabanı bütün ölümsüzlerin, Onlar ki tepelerinde otururlar karlı Olympos'un
Ve yol yol toprağın dibindeki karanlık Tartaros'ta,
Ve sonra Eros, en güzeli ölümsüz tanrıları,
O Eros ki elini ayağını çözer canlıların
Ve insanların da tanrıların da ellerinden alır
Yüreklerin, akıl ve istem güçlerini.
Khaos'tan Erebos ve kara Gece doğdu
Erebos'la sevişip birleşmesinden. "
Erga kai Hememi'da (İşler ve Günler) işlerin nasıl yapılması gerektiği (çiftçilik, bağcılık,
ticaret, ev yönetimi, gemicilik) anlatılmaktadır; yer yer mitolojik öykülere (Prometheus'un
ateşi çalması, Pandora'nın kutusu gibi) yer verilmiştir. Pandora söylencesini küçük bir alıntı
ile anımsayalım (İşler ve Günler, 90-95):
"Eskiden insanoğulları bu dünyada
Dertlerden, kaygılardan uzak yaşarlardı,
Bilmezlerdi ölüm getiren hastalıkları.
Pandora açınca kutunun kapağını,
Dağıttı insanlara acıları dertleri.
Bir tek Umut kaldı dışarı çıkmadık
Kapağı açılan dert kutusundan."
M.Ö. 7. ve 6. yüzyıllar arası, Eski Yunan edebiyatının Lyrik Çağı'dır. Bu dönemde şiirler artık
müzik ve dans eşliğinde okunmaya başlamıştır. Dönemin önemli ozanları arasında Kallinos,
Tyrtaios, Mimnermos, Solon, Hipponaks, Alkaios, Sappho (kadın şair), Arion, Bakkhylides
ve Pindaros'u sayabiliriz.
74
Edebiyatta şiir türünden düz yazıya (nesir) geçiş, M.Ö. 6. yüzyılda olmuştur. İlk örnekler
"Yedi Bilgeler" adını taşıyan düşünürlerin eserlerinde karşımıza çıkar. Yedi Bilgeler'den
Miletoslu Thales diyor ki:
"Kefaletin yoldaşı felaket. Kötü yoldan zengin olma. Babadan kötü şeyi kapma. Ana babana
ne gibi yardımlarda bulunmuşsan ihtiyarlığında kendin de öylelerini bekle. İşsiz güçsüzlük
üzücü bir şeydir. Kendine hâkim olamama zararlı bir şeydir. Acınmaktan çok kıskanıl. Ölçülü
ol."
Keza, ilk filozofların eserlerinde de düz yazı mevcuttur. Ayrıca, M.Ö. 6. yüzyılda yaşamış
olan Aisopos'un hayvan masalları da eski Yunan dünyasının en güzel ve en eski düz yazı
örnekleridir. Edebiyatın önemli bir türünü oluşturan ve "keçi şarkısı" anlamına gelen
tragedyayı da M.Ö. 6. yüzyılda görüyoruz. Tragedya'nın Dionysos için yapılan şenliklerden
doğduğu kabul edilmektedir. Önceleri tragedya'da teke postuyla satyr (satir) kılığına girmiş
khoro şarkıcıları yer alıyordu. Fakat zamanla Dionysios ile ilgili unsurlar azalmıştır. En ünlü
tragedya temsilcileri arasında Aiskhylos, Sophokles ve Euripides başta gelmektedir.
Aiskhylos (İ.Ö. 525-456) soylu bir aileye mensuptur; Pers Savaşları'na katılmıştır.
Tragedya'ya ikinci oyuncuyu eklemiştir. En önemli eserleri arasında, Hiketides (Yalvarıcılar),
Persai (Persler) ve Agamemnon gösterilebilir. Sophokles, bir silah imalatçısının oğluydu.
Tragedya'ya üçüncü oyuncuyu eklemiştir. Yapıtlarından bazıları, Aias, Antigone, Elektra,
Kral Oidipustur. Euripides (İ.Ö. c. 485-406), iyi eğitim görmüş biriydi. Erken sayılabilecek
yaşta eserler vermeye başlamıştır. Tragedyalarında insan yaşamını en gerçekçi biçimiyle
yansıtmıştır. Yapıtlarından bazıları, Alkestis, Medeia, Hippolytos, Hekabe, Andromakhe ve
Helene'dir. Tragedya'da giderek azalan Dionysos ile ilgili unsurlara yeniden yer açmak için,
oyuna "satirik drama'' eklenmiştir. İ.Ö. 5. yüzyıla ilişkin satirik drama örnekleri günümüze
kalmıştır. Satirik drama, tragedya ile komedya arasında bir türdür. M.Ö. 6. yüzyılda ortaya
çıkan önemli bir oyun türü de komedia'dır. Kökeni yine Dionysos şenliklerine dayanmaktadır.
En ünlü komedia yazarları arasında başta, Aristophanes ve Menandros'u sayabiliriz.
Aristophanes (İ.Ö. 450-385) Atinalıdır. Yaklaşık 40 eserinde 11'i günümüze gelmiştir.
Yapıtlarından bazıları, Nephelai (Bulutlar), Sjıhekes (Yaban Arıları), Eirene (Barış), Ornithes
(Kuşlar), Batrakkoi (Kurbağalar) ve Lysistrata'dır. Menandros (İ.Ö. 342-292) da Atinalıdır.
Zengin bir ailenin çocuğu olan Menandros, (Euripides gibi) erken sayılacak bir yaşta eser
vermeye başlamıştır. Eserlerinelen bazıları, Epitrepontes (Hakeme Başvuranlar),
Perikeiromene (Kısa Saçlı Kız) ve Samia (Samoslu Kız)'dır. M.Ö. 5. yüzyıl sonlarında
hitabet türünün gelişmeye başladığını görüyoruz. En önemli ustaları ise İ.Ö. 4. yüzyılda
karşımıza çıkmaktadır. Adını bildiğimiz hatipler arasında Antiphon (M.Ö. 480-411), Lysias
(M.Ö. 455-380), Isokrates (M.Ö. 436-338) ve Lykurgos (M.Ö. 390- 324) vardır. Fakat en
ünlüleri hiç kuşkusuz, Atinalı Demosthenes (M.Ö. 384-322) idi. Demosthenes, ülkesini çok
seven biri olarak ömrünü Atina'nın bağımsızlığına adamıştır. Ancak, aşırı milliyetçi duyguları
yüzünden "Hellen Birliği" nin kurulmasının gecikmesine neden olmuştur. Yunanlıların,
dönemin en güçlü askeri ve politik kişisi olan Makedonya Kralı İkinci Philippos'un
önderliğinde birleşmesine karşı çıkmıştır. Fakat sonuçta, Yunanistan Makedonya'nın
egemenliğini ve önderliğini kabul etmek zorunda kalmıştır.
75
Hellenistik Çağ’da Yunanistan askeri ve siyasal alanda olduğu gibi, kültürel alanda da
önemini yitirmişti. Yunanistan'daki kentlerin yerini, Hellenistik Çağ'ın ünlü merkezleri
almıştır; Ephesos, Pergamon (Bergama), Aleksandreia (İskenderiye), Antiokheia (Antakya)
gibi. Dolayısıyla, edebiyat da Yunanistan'da gerilemiş; Hellenistik merkezlerde ise parlak bir
dönem içine girmiştir. 53
Sophokles (MÖ 495-406):
Yunan tragedyasının en önemli yazarları arasında adı ilkönce
hatırlanan Sophokles, konuları işleyişi ve oyundaki karakterleri
canlandırmakta ustalığıyla ayrı bir yere sahiptir. Tiyatro tekniğini
Sophokles büstü
53
TEKİN Oğuz, “Eski Yunan Tarihi” s. 121-125
54
Türkiye iş Bankası “Sophokles Biyografisi”
76
direniş oyununu yazdı. Antigone'nin yanında İsmene ve Kreon karakterleri de belirgin olarak
gösterildi. Trakhisli Kadınlar'ın temelini oluşturan mitos Herakles'in mitosudur. Kral Oidipus
Sophokles'in başyapıtı olarak görülür. Aristoteles'in Poetika adlı eserinde tragedya hakkında
bilgi verirken özellikle Kral Oidipus üzerinde durmuştur.
Aristoteles ideal tragedyanın birincil etkisi olarak belirlediği birlikte acı çekme ve dehşete
uğramanın ilk kez Sofokles ile tam anlamıyla biçimlendiği görülür. Kral Oidipus MÖ 430'lu
yıllarda, Yunan aydınlanma hareketinin sofizm akımına doğru eriştiği dönemde ortaya
gelmiştir. Elektra, Filoktetes ve Oidipus Kolonos'ta adlı oyunlarda ana karakterler baştan sona
oyunu tek başına belirler. Aias, Antigone ve Deianeira intihar etmiş; Herakles öldürülmüş;
Kreon ile Oidipus acı bir sonla tükenirken, Elektra, Filoktetes ve Oidipus yüceltilmiştir.
Elektra mitosunu daha önce Aiskhylos da işlemiştir. Aiskhylos'ta olayların akışı doğrusaldır.
Sofokles'te ise olay akışı daha karmaşık bir haldedir. Filoktetes Sofokles'in sanatsal olarak en
olgun oyunu ve dönemindeki akılcılık ve bilgicilikle olan kesin bir hesaplaşmadır. Bu oyunda
ahlakı vurgulayarak kanıtlamıştır. Oidipus Kolonos'ta adlı eserinde insan aklını, kendini her
değerin üstünde ve kendini sınırsız ve güçlü gören yapısıyla hesaplaşmadır. Sofokles'in asıl
dile getirmek istediği akıl üstü değerlerin geçerliliğini kanıtlamak için kendi üstün aklını
ortaya koymasıdır. 55
Müzik56
Müzik (ya da mousike) Antik Yunan dünyasında yaşamın vazgeçilmez parçasıydı ve müzik
terimi sadece müziği değil, aynı zamanda dansı ve şiir gösterilerini de kapsıyordu. Dini
törenler, festivaller, özel içki partileri (symposia), düğünler, cenazeler, atletizm ve askeri
faaliyetler gibi çeşitli etkinliklerde müziği icra etmek için çok sayıda enstrüman
kullanılmıştır. Müzik ayrıca tiyatrolarda düzenlenen oyunlar, resitaller ve yarışmalar gibi
Yunan drama gösterilerinin ve eğitiminin önemli bir unsuruydu.
Müzikal Kökenler
Antik Yunanlar için müzik, kelimenin tam anlamıyla tanrıların armağanı olarak görülüyordu.
Bazı enstrümanların icadı tanrılara atfedilmişti: Lir, Hermes’e; sirinks (pan kavalı), Pan’a;
aulos (flüt) Athena’ya. Yunan mitolojisinde Müzler (sanat tanrıçaları), müziğin çeşitli
unsurlarını kişileştirdiler ve tanrıları Olimpos Dağı’nda ilahilerle, danslarla ve şarkılarla
eğlendirdiler. Müzikle güçlü bir ilişkisi olan diğer mitolojik figürler; şarap tanrısı Dionysos ve
takipçileri Satirler ile Maenadlar’dır. Amphion ve Thamyres, kithara (gitar) çalma
yetenekleriyle ünlüyken Orpheus muhteşem bir şarkıcı ve lirci olarak biliniyordu.
Günümüze ulaşan en eski Yunan müzik aletleri, Neolitik Çağ'dan (MÖ 7000-4000) kalan ve
Batı Makedonya, Teselya ve Mikonos'ta bulunan kemik flüt auloi'lerdir. Ege'de Tunç Çağı'nın
üç büyük uygarlığı (MÖ 3000- 1000), Kiklad, Minos ve Miken Uygarlığı, müziğin kendi
kültürlerindeki önemine dair somut kanıtlar sunmaktadır. Kiklad Adaları'ndaki mermer
heykeller hem aulos hem de arp çalgıcılarını temsil eder. Girit hiyeroglif yazısında üç sembol
müzik aletlerini temsil eder: iki tür arp ve bir sistrum (aslen Mısır'dan gelen çıngırak). Kuğu
kafalarıyla süslenmiş kaymak taşlı bir lir, Knossos'tan günümüze ulaşmıştır ve Thera adasının
55
https://tiyatrolar.com.tr/sofokles
56
https://www.worldhistory.org/trans/tr/1-11681/antik-yunanda-muzik/
77
Akrotiri şehrindeki bir fresk, küçük bir üçgen lir çalan mavi bir maymunu tasvir etmektedir.
Minos Uygarlığı zamanında Girit Adası’ndaki Aya Triada’da bulunan 'Biçerdöver Vazosu'
(MÖ 1500-1450) bir sistrum çalgıcısını tasvir eder ve enstrümanın kil versiyonu Girit'teki
mezarlarda bulunmuştur. Aya Triada’daki bir duvarda bulunan ‘Minos Lineer A’ metni,
müziğin Tunç Çağı kadar erken bir tarihte yapılmış olma ihtimalini doğurmaktadır.
Kelimelerin ve müziğin, melodik ve sayısal sistemlerin, aulos ve lir gibi popüler müzik
aletlerinin birçoğunun birleştirilmesi muhtemelen Yakın Doğu'da olmuştur. Bununla birlikte
Yunanlar, liri özellikle bir 'Yunan' enstrümanı olarak görürken aulos mitolojide genellikle
Doğu kökenli ikinci sınıf bir rakip olarak temsil edilir. Hatta lirin ustası olduğuna inanılan
büyük Yunan tanrısı Apollon, Frigyalı Satir Marsias'ı ve aulos'unu Müzlerin jüri olduğu bir
müzik yarışmasında yendi. Lir, her şeyden önce, Platon’un Devlet’inde de söylendiği gibi,
genç Yunanların okulda öğrenmeleri gereken bir müzik aletiydi.
Müzik Aletleri
Yunan müzik aletleri yaylı, üflemeli ve
vurmalıydı. Şimdiye kadar bahsettiklerimiz en
popülerleri olan lir, aulos (çift vuruşlu) ve
78
rolünün olduğunu düşünmüşlerdir. Bu nedenle Platon, yozlaşmış olduğunu düşünerek, her
türlü müzik aletini yasakladı. Benzer şekilde, karmaşık ritimli ve hızlı tempoya sahip müzik
de büyük filozofun ideal cumhuriyetinde ahlaki açıdan tehlikeli olarak kabul edildi. Yazılı
müziğe baktığımızda, Yunan müziğinden 52 eser, parçalara ayrılmış da olsa günümüze
ulaşmıştır. Euripedes'in Orestes oyunundan bir müzikal alıntı ile Delfi'deki Atina
Hazinesi'nden bir müzik yazıtı bunlardan bazılarıdır. Yunan müziğinden günümüze ulaşan en
eksiksiz eser, Efes yakınlarındaki Tralleis'te bir mezar taşında bulunan MÖ 2. yüzyıldan
kalma Seikilos'un şarkısıdır.
Müzisyenler
Yunan müzisyenler genellikle icra ettikleri müziğin bestecisi ve söz yazarıydı. 'Şarkı
yapımcıları' veya melopoioi olarak bilinen müzisyenler kelime, ezgi ve ritmin bileşimi olan
melos’u yarattılar. Müzisyenlerin, özel kıyafetleri ve kraliyet hane halkı listelerinde
bulunmalarından anladığımız üzere toplumda yüksek bir statüye sahip olduklarını
söyleyebiliriz. Hatta Girit hiyeroglif yazısında ve sonraki Linear B yazısında müzisyenler için
özel bir sembol bile vardı. Sempozyumlarda sahne alan fahişeler (hetairai) istisna olsa da
profesyonel müzisyenler erkekti. Ancak yine de Palekastro'da lir çalan kadın müzisyenlerin
tasvirleri vardır. Diğer profesyonel müzisyenler arasında, triremelerdeki kürekçiler için ritmi
belirleyen trierauleler , trompetçiler ve yürüyen askerlere eşlik eden koro şarkıcıları vardı.
Müzik ve Din
Müzik ve dans, çeşitli Yunan şehirlerinde özel dini günlerde alaylara eşlik etti. Atina’daki
Panathenaia ve Büyük Dionysia festivalleri en ünlü festivaller arasındaydı. Kurbanlar ve
tanrıların şerefine toprağa dökülen şaraplar gibi bazı dini seremoniler müzikle yapılırdı.
İlahiler (parabomia) ve dualar (kateuches) da cenaze alaylarında ve sunaklarda okunurdu.
Bunları okuyanlar, genellikle Atina'daki paeanistler ve Epidaurus'taki Asklepios tapınağındaki
aoidoi ve epispondorchestai gibi belirli tapınaklara bağlı profesyonel müzisyenlerden oluşan
koro gruplarıydı (özellikle de aulos müzisyenleri). Müzik, dans, şiir ve drama resitalleri de
Isthmia, Delphi ve Nemea'da düzenlenen panhellenik festivaller gibi rekabetçi yarışmalardı.
Bununla birlikte, tıpkı atletizm yarışmaları gibi müzik yarışmaları da tanrılar onurlandırıldığı
için dini bir nitelik taşıyordu. Böyle iki tür müzik yarışması vardı: Ödül olarak kutsal bir
sembolik çelenk verilen stephanites ve para ya da değerli mallar gibi daha somut ödüller
verilen chrematites (veya thematikoi). Sparta, Argos ve Paros, MÖ 7. yüzyıldan itibaren bu
tür eski yarışmaları düzenledi. Helenistik zamanlarda, müzik festivalleri ve yarışmaları o
kadar yaygın hale geldi ki müzisyenler ve sahne sanatçıları kendilerini lonca (ya da Koina)
olarak tanıtmaya başladılar.
Müzik ve Eğitim
Platon, müzik eğitimi verilen okulların ilk kez Giritliler tarafından kurulduğunu söyler.
Bununla birlikte sınıflarda en çok müzik yapılan dönem, Atina'da 13 ila 16 yaşları arasındaki
öğrencilere lir ve kithara çalmayı ve aulos'taki öğretmenler eşliğinde şarkı söylemeyi öğreten
müzik okullarının kurulduğu MÖ 6. ve 5. yüzyıllardı. Müzik, disiplini ve düzeni öğretti.
Aydın insanlar, müzik gösterilerini takdir etti. Yunan eğitiminin bir başka önemli unsuru olan
atletizm ve diğer spor faaliyetleri, özellikle senkronizasyonu artırmak için müzik eşliğinde
yapıldı.
79
Zevk için Müzik
Müzik, sempozyumun (sadece erkeklerden oluşan içki
partisi) temel öğesiydi. Yemekten sonra erkekler, aulos, lir
veya barbiton ile şarkı (skolia) söylerdi. Genellikle de
eğlenceli hiciv şarkıları (silloi) söylerlerdi. Akşamın
sonunda, grup bir komos (zevk ve sefa grubu) olarak
sokaklara çıkar ve kasabada şarkı söyleyip dans ederdi.
Kadınlar da evlerin içinde müziğin tadını çıkarıyorlardı.
Genellikle kadınlar telli çalgılar çalar ve müziğin üzerine
şiir okurlardı. Ayrıca örgü ve yemek pişirme gibi ev işleri
de müzikle yapılırdı. Çocuklar da tıpkı bugün şarkıcıların
yaptığı gibi küçük harçlıklar ve şekerler almak için
insanların kapısında şarkılar (agermos) söylerdi. Tiyatroda
oynanan Yunan trajedisi, komedi ve dramaların tamamına
müzik eşlik ederdi ve MÖ 5. yüzyılın Yunan tiyatro Euripides’in Orestes’inden bir parça.
oyunlarında 24 şarkıcıdan oluşan belirli bir koro şarkı söylerdi.
Heykel
80