You are on page 1of 4

ANTİK MADDÎ KÜLTÜR KALINTILARI VE KLÂSİK ARKEOLOJİ

Hellence arkhaiologia sözcüğü aslında ‘Eski’nin öğretisi’ anlamına gelmektedir. Örneğin Thukydides
eserinde Hellen tarihinin en eski zamanlarını içeren ilk bölümlere; Dionysios Roma tarihini Roma
kentinin kuruluşundan itibaren ele aldığı eserine ya da Flavius Iosephos Yahudi tarih ve kültürünü
“dünyanın yaratılışı”ndan itibaren kaleme aldığı yapıtına bu adı vermişlerdir.

Bununla birlikte, ‘klâsik arkeoloji’den bugün, – Eskidoğu, Bizans ve Ortaçağ arkeolojisinden ayrı olarak
– Hellen-Roma sanatını ve maddî kültür kalıntılarını araştıran Antikçağ temel bilimi anlaşılmaktadır.
Andreas Rumpf gibi bilimcilerin görüşüne göre, klâsik arkeolog yalnızca Antikçağ sanatı ile
ilgilenmemekte, – klâsik filolojinin incelediği edebî eserlerin dışında kalan – Antikçağ’a ait tüm kültür
kalıntılarını da araştırma alanı kapsamına almaktadır. Bu bakımdan nümismatik ve epigrafya da bu
görüşe göre klâsik arkeoloji çerçevesine girmektedir. Nümismatiğin klâsik arkeoloji ile olan ilişkisine
daha önce değinmiştik. Epigrafyanın da, yazıt taşıyıcısının biçimsel özellikleri bakımından klâsik
arkeoloji ile yakın ilgisi bulunmaktadır. Bu nedenle, klâsik arkeoloji konusundaki, Alman Arkeoloji
Enstitüsü’nün kataloğu gibi, bibliyografik kataloglar, – bu üç disiplin arasındaki yakınlığı dikkate alarak
– nümismatik ve epigrafya ile ilgili eserlere de yer verirler.

Bununla birlikte, gerek nümismatik, gerekse epigrafya kendilerine özgü problemleri nedeniyle
öncelikle, kanımızca klâsik arkeolojiden temelde ayrılması gereken, ‘Klâsik Antikçağ Tarihi’nin (Hellen-
Roma Tarihi biliminin) özel disiplinleridir.

Sanat tarihi ve sanat eserlerine karşı ilginin öteden beri var olduğu Avrupa’da, özellikle Rönesans
Devri’nden itibaren, zengin ya da soylu kişiler tarafından antik sanat eserlerinin amatör bir anlayışla
toplandığını ve Rönesans Devri’nde önce Roma ve İtalya’daki anıtların ve kalıntıların asıl ilgi alanını
oluşturduğunu görüyoruz.

Alman bilgin Johann Joachim Winckelmann (1717–1786) ise, 1764’te yayımladığı ünlü “Geschichte
der Kunst des Altertums” (“Antikçağ Sanatı Tarihi”) adlı eserinde Antikçağ sanatına ilişkin üslup
kavramlarını ve üslup dönemlerini ortaya koymuş; antik sanat eserlerini yorumlama ve bunları aynı
zamanda tarihsel bir çerçeveye yerleştirme konusunda gösterdiği beceri, onu haklı olarak modern
'Karşılaştırmalı Sanat Tarihi'nin ve 'Klâsik Arkeoloji' biliminin kurucusu yapmıştır.

18. yüzyılın ortalarında Roma, Londra, Paris, Mannheim, Dresden ve Kassel gibi merkezlerde önemli
antik sanat tarihi müzeleri kurulmuş ve Pompeii ve Herculanum’un keşfedilmesiyle bu yüzyılın
sonunda ilk arkeolojik kazılara da başlanmıştır. 1829 yılında Roma’da Alman Arkeoloji Enstitüsü’nün
kurulması, diğer ulusal arkeoloji enstitüleri için bir örnek olacaktır. 19. yüzyılın ikinci yarısında Troia,
Olympia, Pergamon, Samothrake, Ephesos gibi yerlerde kazılara başlanmasıyla da klâsik arkeoloji
araştırmalarında yeni bir dönem başlamış ve mimari araştırmalara ağırlık verilmiştir.

Günümüzde yapılan klâsik arkeoloji araştırmalarında Antikçağ maddî kültür kalıntılarının ve sanatının
anlaşılması için toplumsal, siyasal ve ekonomik nedenler üzerinde giderek daha çok durulmaktadır.
Bugün geleneksel kazı yöntemlerinin yanı sıra teknik araçlardan ve doğa bilimlerinden de
yararlanılmaktadır. İlk evrelerinde buluntuya yönelik olan klâsik arkeoloji araştırmaları, bugün
özellikle topografya ve bölgenin tüm tarihi ile ilgilenmekte ve bu nedenle eskiden yapılmış bazı kazı
sonuçlarının yeniden gözden geçirilmesi, hatta kazıların yenilenmesi gerekmektedir.

Toprak altındaki kalıntının kazılıp çıkarılması eylemi demek olan arkeolojik kazı; büyük deneyim,
beceri, özen ve dikkat gerektirmektedir. Özellikle uygun eğitim almamış bir kişinin bir arkeolojik kazıyı
örgütlemesi ve yönlendirmesi olanaksızdır. Bu nedenle yabancı ülkelerde ve Türkiye’de arkeoloji
öğrencilerine yönelik eğitim kazıları düzenlenmekte; Türkiye’de bu anlayış giderek daha da
yaygınlaşmakta ve kalite artmaktadır. Kazı raporlarının uygun bir süreyi aşmadan yayımlanması da,
üzerinde önemle durulması gereken bir başka noktadır. Kazıların yanı sıra, 20. yüzyılda gelişmiş bir dal
olan ‘Sualtı Arkeolojisi’ alanında da faaliyetlerde bulunulmakta; ayrıca, arkeolojik yerleşimlerin
bulunması, belgelenmesi ve kazı yapılmadan bilimsel yöntemlerle incelenmesi amacıyla yüzey
araştırmaları da sürdürülmektedir.

Antikçağ’ın tarihsel gelişimini değişik yönleriyle aydınlatma ve analiz etmede yazılı kaynaklar Antikçağ
tarihçisi için en önemli aracı teşkil etmekle birlikte; tarihçi, araştırmalarında Antikçağ insanının geriye
bıraktığı tüm maddî kültür mirasını da dikkate almak, bu mirası da çok önemli bir kaynak türü olarak
değerlendirmek zorundadır. Antikçağ’dan günümüze gelen maddî kültür kalıntıları; tapınaklar,
tiyatrolar, diğer kamusal yapılar, evlere ve kentlerin alt yapısına ilişkin kalıntılar, plâstik eserler,
seramik eşya ve günlük yaşamda kulanılan diğer araçlardır.

Bu kültür mirasını gün ışığına çıkarmak, incelemek ve açıklamak ise klâsik arkeoloğun görevidir. Fakat
arkeolojinin incelemeye aldığı her nesne tarihçi için aynı kaynak değerini taşımamaktadır. Arkeolojik
nesnelerin farklı biçim problemleri ve üslup özelliklerine ilişkin sorunları, çok daha sonraki bir evrede
ve çok özel bir çerçevede tarih araştırmaları bakımdan önemli olabilmektedir.

Geçmişte de klâsik arkeologların tarihçilerle ortak çalışma girişimleri fazla yararlı ve elverişli olmamış;
klâsik arkeoloji, esas itibariyle, Hellas ve Roma’ nın sanat değeri yüksek eserleri ile ilgilenmiş ve bu
eserleri örnek olarak sunmuştur. Bu sanat eserlerini üreten toplumsal ‘background’dan ise pek söz
edilmemiştir. Bu ‘tarihsel olmayan’ bakış açısı ve sınırlılık, klâsik arkeolog-tarihçi işbirliği ile bugünkü
uygulamada giderek aşılmaya çalışılmaktadır.

Arkeolojik kaynaklardan hangi tarihsel bilgiler elde edilebilir? Arkeolojinin tarih araştırmaları
bakımından büyük önem taşıdığını genel olarak ifade etmek kolay olsa da; bu önemi, yani tarihin
arkeolojik kaynaklara gereksinim duyduğu alanları somut ve esaslı bir biçimde ortaya koymak oldukça
zordur. Kabaca ifade etmek gerekirse, arkeolojinin tarih araştırmalarında yardımcı olduğu alanlar esas
itibariyle şunlar olmaktadır: Kültürel bağlantıların ve tarihsel olayların anlaşılması; öncelikle sosyal ve
dinsel açıdan olmak üzere antik yaşam koşullarının araştırılması; antik mekânların ortaya konulması
ve analizi. Bunun ötesinde arkeolojik kaynakların tümü, tarihi önemli ölçüde canlı bir hale de
getirmektedir. Özellikle tarih araştırmacılığına yeni başlamış birisinin, yazılı kaynaklardan yansıyan
tarihsel bilgilere dayanarak siyasal ve ekonomik sorunları bir ‘vakum’ içine yerleştirme tehlikesiyle
karşı karşıya kalması çok kolaydır. Bu nedenle tarihsel analizlerde arkeolojik belgelerin daima dikkate
alınması gerekir.

Arkeolojik belgelerin tarih araştırmaları için sunduğu geniş olanakları burada tek tek anlatmak
mümkün olmamakla birlikte, tarihçinin bilmesi ve dikkat etmesi gereken bir nokta vardır: O da,
yalnızca arkeolojik belgelere dayanan tarihsel sonuçların belirli bir şüphe faktörü taşımasının
kaçınılmaz olduğudur. Roma’nın bulunduğu yerin iskân edilmesi ve kentleşmesine ilişkin, özellikle
seramik ve mezar buluntuları yoluyla sağlanmış kronolojik bilgiler, buna verilebilecek en iyi
örneklerdendir. Aynı şekilde sosyal ve ekonomik konularda arkeolojik belgelerin verdikleri bilgiler de,
ancak diğer kaynakların bu konulardaki haberleriyle birleştirildikleri zaman sağlam bir zemine
oturtulabilmektedirler. Örneğin Roma kentinin nüfusunu yalnızca arkeolojik malzemenin yardımıyla
hesaplama, yani evlerin büyüklüğü ve sayısından kent nüfusunu çıkarma girişimi, sağlıklı bir sonuç
vermemiştir. Arkeolojik belgelerin tarihsel sorunları çözmede ne ölçüde yararlı olabileceği konusu
genel bir metodik açıklığa kavuşmuş değildir. Bu konuyu metodik olarak kesin çizgilerle açıklığa
kavuşturmak da belki mümkün değildir. Çünkü arkeolojik belgelere yöneltilen sorular ve araştırma
girişimleri birbirlerinden çok büyük farklılıklar göstermektedirler. Kaynakları sağlıklı tarihsel bilgilere
dönüştürmede duyulan genel zorluklar, özellikle arkeolojik malzemenin değerlendirilmesinde
karşımıza çıkar.

Tapınaklardan seramik parçalarına kadar arkeolojik buluntuların tümü, özellikle yazılı kaynakların
bulunmadığı ya da yetersiz olduğu durumlarda tarih araştırmaları bakımdan önem kazanmaktadır:
Örneğin arkeolojik eserlerin taşıdığı belirli bir süs ya da özel bir form, konuya ilişkin yazılı kaynaklar
olmasa ya da yetersiz de olsalar, farklı bölgeler arasındaki kültür alışverişinin kanıtı olabilmektedir.
Etruria bölgesinin Roma üzerindeki ya da Roma kültür ve uygarlığının Gallia, Hispania ve
Britannia’daki etkileri; mimarî, plâstik eserler ve günlük yaşamda kullanılan nesneler gibi arkeolojik
belgelerle yorumlanabilmektedir. Bununla birlikte, bu yönde verilebilecek örnekler, arkeolojik
buluntuları tarihsel bir durumu açıklıkla ortaya koyacak şekilde yorumlamanın ne kadar zor olduğunu
da göstermektedir. Çoğunlukla, çok kesin olmayan, yalnızca biçimsel ölçütlerle malzemenin kronolojik
bir tasnife tabi tutulduğu görülmektedir; bu durumda kültürel ilişkiler dışında varılabilecek sonuçlar
genellikle sağlam temeller üzerine oturmamakta ve varsayımdan öteye gidememektedir.

Belirli bir tarihsel kişiliğin ya da olayın arkeolojik olarak tasvir edildiği durumlar ise şüphesiz çok daha
açıktır. ‘Tiran Öldüren’ Harmodios ve Aristogeiton’u tasvir eden heykel grubunu buna örnek
verebiliriz: Antikçağ’ın önde gelen plâstik eserlerinden sayılan “Tiran Öldürenler”, M.Ö. 6. yüzyılın
sonunda Atina’nın tiranlık boyunduruğundan kurtulmasının bir ifadesi ve yeniden kazanılan
özgürlüğün bir simgesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu heykel grubunun ne zaman ve hangi amaçla
ilk kez dikildiğini araştırmak ise özellikle tarihçinin görevi olmaktadır.

Roma Çağı’nda yapılmış anıtların da siyasal koşullarla çok yakından ilgili oldukları görülür. Örneğin
Augustus’un M.S. 14 yılında yapılmış ve 1863’te Roma yakınındaki Primaporta’da bulunmuş ünlü
heykeli; Traianus’un M.S. 113’te, Marcus Aurelius’un M.S. 193’te Roma’da dikilen zafer sütunları;
Titus’un M.S. 81’de, Septimius Severus’un M.S. 203’te ve Constantinus’un da M.S. 315’te Roma’da
inşa edilen zafer takları belirli tarihsel durum ya da olaylardan kaynaklanmışlardır. Bu şekilde
hükümdarların yaptıkları işler, düşmanlarına karşı kazandıkları zaferler, halka yaptıkları iyilikler
arkeolojik olarak belgelendirilmiş olmaktadır.

Arkeolojik kaynaklar yalnızca önemli siyasal olayları belgelendirmekle kalmazlar. Bu kaynaklar örneğin
bir Roma vatandaşını ya da bir Roma askerini günlük çevresi içinde de gösterebilirler: Bir Hellen ya da
bir Romalı nasıl giyiniyordu? Farklı toplumsal sınıflar arasında giyim bakımından da farklılılar var
mıydı? Soylular, sade vatandaşlar ya da köleler nasıl yaşıyorlardı? Arkeolojik araştırmaların bu tür
sorunlara yönelmesi sayesinde deskriptif bir kültür tarihinin çerçevesi aşılarak sosyal durumlara
önemli ölçüde açıklık getirilebilmektedir. Bu yalnızca özel çevrelerle de sınırlı değildir: Kamu yapıları,
tiyatrolar, hamamlar, mahkeme salonları ve diğer kent tesisleri de antik toplum konusunda önemli
arkeolojik kaynaklar olarak karşımıza çıkarlar. Ostia ve Herculanum’da ünlü örneklerine rastladığımız,
arkeolojik kazılarda sürekli olarak elde edilen küçük buluntuları, yani süs eşyasını ve günlük yaşamda
kullanılan araçları da bu çerçevede değerlendirmek mümkündür. Örneğin bir Roma evindeki işler ya
da bir küçük esnafın atölyesi, çalışma biçimi, teknik olanakları hakkında ipuçları veren bu buluntular,
tarihçilerin önemli sosyolojik bilgilere ulaşmasını da sağlamaktadırlar.

Antik dinlerin araştırılması da önemli ölçüde arkeolojik buluntular sayesinde mümkün olmaktadır.
Bunların başında tapınaklar ve tanrı-tanrıça heykelleri gelir. Antikçağ’daki değişik dinleri özgün ve
başka dinlerle ilgili yönleriyle gözler önüne seren tapınak ve heykellerin yanı sıra; mozaik tasvirleri,
evlerin duvarlarına yapılan resimler gibi başka arkeolojik belgeler de bize Antikçağ din duygularını
yansıtmaktadırlar. Dinsel toplantı yerleri de tarih araştırmaları bakımından önem taşımaktadır. Roma
kentinin limanı durumunda olan Ostia’da ve Roma eyaletlerindeki askerî garnizon ve kentlerde
bulunan, İran kökenli Mithras dinine ait kutsal yerler, bu antik kültün geniş yayılım alanları hakkında
araştırmacıya yol göstermektedirler. Genellikle yeraltında bulunan bu kutsal yerlerin bölümleri ve
düzenleri, Mithras dininin uygulama şeklinin açıklanmasına yardımcı olmakta; kült tasvirleri ve diğer
arkeolojik buluntular başka ipuçları vermektedirler.

Basit bir kulübeden bir kentin kuruluşuna kadar antik mekân düzenlerini tasvir ve analiz etmek de
ancak arkeolojik belgeler sayesinde mümkündür. Bir antik kent hangi bölümlere ayrılmıştı? Oturma
alanları ile kamu yapıları ve cadde ve sokaklar arasında ilişkiler nasıl kurulmuştu? Kentin suları nasıl
sağlanıyordu? Atık sular sorunu nasıl çözülmüştü? Bu tür soruları arkeoloji çerçevesinde topografya,
mevcut kalıntıları değerlendirerek yanıtlamaya çalışmaktadır.

Antik kentlerin altyapılarının araştırılması ilgi alanlarından yalnızca birini oluşturmaktadır. M.Ö. 8.–6.
yüzyıllardaki ‘Büyük Hellen Kolonizasyonu’ ve M.Ö. 4. yüzyıldan Roma İmparatorluk Çağı’na kadar
kurulan Roma kolonileri gibi büyük iskân hareketleri, antik yol yapımı ve güzergâhları, askerî tesisler,
ordugâhlar ve sınır tahkimatları gibi topografik konular da arkeolojik malzemenin yardımıyla
araştırılmaktadır. Antikçağ ahalisi konusundaki araştırmalar, bu ahalinin yaşadığı somut koşulları
mutlaka dikkate almak zorunda olduğu için, tarihçi bu durumlarda büyük ölçüde arkeoloji ve
topografyanın vardığı sonuçlara bağlı kalmaktadır. Sınır tahkimatları, koloniler ve yollar öncelikle
siyasal ve ekonomik düzenin korunmasına yönelik oldukları için, bunlar siyasal tarihin iç
dinamiklerinin ortaya konulması bakımından da önemli ipuçları olmaktadırlar. Sözgelimi Roma’nın
İtalya’da ve daha sonra eyaletlerde nasıl egemen olduğu büyük ölçüde arkeolojik belgeler sayesinde
anlaşılabilmektedir. Bu bakımdan Roma eyaletler tarihi özellikle arkeolojik buluntulara ve onların
bilimsel açıdan değerlendirilmesine bağlıdır.

You might also like