You are on page 1of 34

-1-

Giriş
Bu yazı tecrübesiz rehberler için hazırlanmıştır. Daha çok Çinli misafirleri
gezdiren Uygur arkadaşlar düşünülerek yazılmıştır. Amacı arkeolojik terimleri,
ören yerlerini, kazılarda bulunan objeleri, tarih öncesi çağları ve benzeri
kavramları anlaşılabilir, dolayısıyla da anlatılabilir hale getirmektir. Müzeyi
gezer gibi yazılmış ve basit bir dil kullanılmaya çalışılmıştır. İtalik karakterlerle
yazılan bölümler genel bilgileri içerir ve gezilen dönemin karakteristik
özelliklerini anlatır. Daha sonra vitrinlerde görülen eserler üzerinden ayrıntılara
girilmiştir. Genel bilgiler bazen çok kısa tutulmuştur, çünkü bilgiye ulaşmak artık
çok kolaydır ve Hitit veya Frig tarihi gibi konularda çok kaynak vardır. Buradaki
amaç o bilgileri tekrarlamak değil, anlaşılır hale getirerek derlemektir. Bu
yazının hiçbir bilimsel değeri yoktur, yanlışları olabilir. Yine de meraklı genç
meslektaşlarıma faydalı olabilir diye umuyorum.

ANADOLU MEDENİYETLERİ MÜZESİ


Ankara kalesinin yamaçlarında yer alan Anadolu Medeniyetleri Müzesi,
Türkiye’nin en önemli müzelerinden biridir. Taş devrinden başlayarak
günümüze kadar gelen çeşitli Anadolu uygarlıklarının eserlerini sergilemektedir.
Eserler Antalya’dan Van’a kadar çok geniş bir alanda yapılan çeşitli arkeolojik
kazılarda bulunmuşlardır. Sergilenen eserlerin hemen hemen tamamı
orijinaldir. Müze orta salonda yer alan Hitit geç dönem kabartmaları nedeniyle
halk arasında Hitit müzesi olarak adlandırılsa da, aslında bütün Anadolu
uygarlıklarına yer vermektedir.
Müzenin kuruluşu 1921 yılına kadar gider. Ankara civarında bulunan arkeolojik
eserler bu tarihte Ankara Kalesi’nde sergilenmiştir. Cumhuriyet döneminde
arkeolojik kazılara önem verilmiş ve kazılarda çıkan çok sayıda buluntu
Ankara’ya getirilmiştir. 1930 lu yıllarda eserlerin çoğalması sebebiyle harap
durumdaki iki tarihi bina restore edilerek bugünkü müze oluşturulmuştur. Müze
binası 15. yüzyılda yapılmış Mahmut Paşa Bedesteni’dir (çarşı). Hemen
arkasında yer alan Kurşunlu Han da 15. yüzyılda yapılmıştır ve halen müzenin
deposu, laboratuvarı ve idari binası olarak kullanılmaktadır. Dolayısıyla sadece
eserler değil müzenin kendi binası da dikkat çekicidir.
-2-

TARİH, ARKEOLOJİ ve TARİH ÖNCESİ ÇAĞLARI


Müzedeki geziye başlamadan önce, tarih ve arkeoloji hakkında kısa bir açıklama
faydalı olacaktır. TARİH bilimi geçmişi inceler ve bunun için mutlaka yazılı
belgeler kullanır. Dolayısıyla tarih yazının bulunması ile başlar. Kısacası yazılı
belge olmadan tarih olmaz. Yakın çevremizde yazı ilk olarak MÖ 3000 de
kullanılmıştır. ARKEOLOJİ yazının bulunmasından önceki dönemleri de inceler.
Bunun için o dönemlerden günümüze kadar ulaşmış her kalıntıdan
yararlanabilir. Bunlar mimari kalıntılar, mezarlar, heykeller, çanak çömlek,
sikkeler (metal para), silahlar ve çeşitli eşyalar olabilir. Arkeologlar tabii ki
mevcut ise yazılı belgelerden de yararlanırlar, ama bir arkeolog için yazılı belge
olması şart değildir. Önemli olan araştırılan dönemden elimize ulaşmış
kalıntıların varlığıdır. Eski çağlardan günümüze ulaşan çeşitli malzeme
genellikle zaman içinde toprağın altında kalmıştır. Toprağın altındaki
malzemeye ulaşmak için kazı yapmak da bir arkeoloğun önemli işlerinden
biridir.
Arkeolojik buluntular 2 hatta 2,5 milyon yıl öncesine kadar gider. Bu kadar geniş
bir zaman dilimini incelemek ve daha iyi anlamak için, dönem özellikleri dikkate
alınarak değişik bölümler oluşturulmuştur. Bu bölümlere TARİH ÇAĞLARI denir.
Yazını bulunmasından önceki döneme “tarihöncesi dönem (prehistorya)” denir.
Yazı ile başlayan dönem de “tarih dönemi (historya)” dır. Tarihöncesi de kendi
içinde değişik bölümlerden oluşur. Bu bölümler o dönemde kullanılmış ve
günümüze ulaşabilmiş malzemeler ile incelenebilirler. Bu malzemeler de
döneme adını verirler. İlk tarih çağı taş devridir. Çünkü bu dönemden günümüze
sadece taş aletler kalmıştır. Tabii ki o dönemde taştan başka deri ve ahşap gibi
malzemeler de kullanılmıştır ama bunlar günümüze ulaşamamıştır. Ayrıca taş o
dönem kullanılan en önemli malzemedir. İnsan kültürleri zamanla gelişip, metal
aletler kullanmaya başlamışlar ve dolayısıyla bakır, tunç, demir çağı gibi
dönemler ortaya çıkmıştır. Değişik insan toplulukları genellikle birbirine benzer
gelişmeler gösterip benzer tarih çağlarını yaşamışlardır. Fakat bu gelişmeler
aynı zamanda olmamıştır. Örneğin MÖ 3000 de Mezopotamya ve Mısır’da yazı
bilinmesine rağmen, yazının Avrupa’ya geçişi çok daha sonradır. Bu sebeple her
bölgenin tarih çağları farklı zamanlara denk gelir. Anadolu’nun tarih çağları
aşağıdaki tabloda görülebilir. Değişik kaynaklarda farklı tarihleme ve alt
bölümler görülse de, ayrıntıya girmeden, basitleştirilmiş bir tablo kullanılmıştır.
Bu çağların özellikleri müze gezisi kısmında sırası geldikçe anlatılacaktır. Hemen
belirtmek lazım ki, Anadolu uygarlığın gelişmesinde dünyanın önde giden
bölgelerinden biridir.
-3-

Eski Taş D. 2.500.000 12.000 Paleolitikum Yontmataş


Taş Devri Orta Taş D. 12.000 9.500 Mezolitikum Yontmataş
Yeni Taş D. 9.500 5.500 Neolitikum Cilalıtaş
Bakırtaş Devri 5.500 3.000 Kalkolitikum
Erken Tunç D. 3.000 2.000
Tunç Devri Orta Tunç D. 2.000 1.500
Geç Tunç D. 1.500 1.200
Demir Devri 1.200 330
-4-
-5-

GEZİ
Anadolu Medeniyetleri Müzesine girince, sağa dönülerek tura başlanır (A).
Sağda ve solda ilk vitrinlerde görülenler paleolitik dönemden kalan taş ve kemik
aletlerdir. Solda Göbeklitepe kabartmalarının bir kopyası vardır.
PALEOLİTİK DÖNEM
Paleolitik eski Yunanca’dan alınmış bir sözcüktür ve “eski taş” anlamına gelir. Bu
dönemde yaşayan ilk insanlar avcı ve toplayıcı idiler. Yani avladıkları hayvanlar
veya topladıkları meyve ve sebze ile beslenirlerdi. Dolayısıyla devamlı hareket
halinde idiler. Av hayvanlarının peşinden giderler veya mevsime bağlı meyve ve
sebze ararlardı. Bu yaşam biçiminde mağaralar veya basit sığınaklar barınma
ihtiyacını karşılamak için yeterli idiler. Kullandıkları aletler taş, kemik ve
ahşaptan yapılmış silahlar idi. Paleolitik dönemden günümüze kalan malzemeler
taş ve kemiktir. Kullanılan diğer malzemeler çürüyerek yok olmuşlardır. Sert
taşlardan ok ve mızrak uçları yapılarak, avcılıkta kullanılan silahlar üretilmiştir.
Kesici taş aletleri kullanarak kemik ya da hayvan boynuzunu şekillendirmişler,
yani alet yapan aletler kullanmışlardır. Hayvan kemiklerinden de silah ucu ve
iğne üretilmiştir. İğne deriyi dikmek için kullanılmıştır. Paleolitik dönem
Anadolu’da MÖ 2.500.000 – 12.000 yılları arasında yer alır.
İlk vitrinlerde paleolitik dönemin taş ve kemik aletlerini görürüz. Sergilenen
aletlerin büyük kısmı Karain mağarasında bulunmuştur. Karain mağarası
Antalya’nın 30 km kadar kuzeyinde, denizden yaklaşık 450 m yükseklikte yer
alır. Ziyarete açıktır. Anadolu’nun paleolitik dönemi çok fazla incelenmemiştir.
Fakat uzun süre yerleşim olduğu anlaşılan Karain mağarası sayesinde
Anadolu’nun paleolitik dönemde çok önemli bir merkez olduğu anlaşılır. Silah
yapımında en çok çakmaktaşı ve obsidyen kullanılmıştır. Bu vitrinde genellikle
çakmaktaşından yapılan silahlar yer alır. Gezimizin devamında obsidyen aletleri
de göreceğiz. Her iki taş cinsi de çok serttir. Bileşimlerinde silisyum oksit vardır.
Kireçtaşı, mermer gibi taş çeşitleri nispeten daha yumuşaktırlar, çünkü
bileşimlerinde kalsiyum karbonat vardır. Dolayısıyla çakmaktaşı ve obsidyen
yumuşak taşları ya da kemik, boynuz gibi sert cisimleri şekillendirmek için de
kullanılmışlardır. Vitrin dikkatlice incelenirse basit yontulmuş taşların zaman
içerisinde gelişerek belli bir formu olan son derece kaliteli ok ve mızrak uçlarına
dönüştükleri fark edilir.
İlerleme yönüne göre sol tarafta Göbeklitepe kabartmalarından bir kopya yer
almaktadır.
-6-

GÖBEKLİTEPE
Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde Göbeklitepe ile ilgili sadece bir kabartma
kopyası olsa da, bu konuda bilgi sahibi olmak gerekir. Göbeklitepe Güney Doğu
Anadolu’da, Urfa şehrinin 15 km kadar kuzeydoğusunda yer alır. Kazısı 1994
yılında Alman arkeolog Klaus Schmit tarafından başlatılmıştır. Yani nispeten çok
yeni bir kazıdır. Göbeklitepe kazısı bilim adamlarının taş devri hakkındaki bilgi
ve teorilerini tamamen değiştirerek, taş devrinin en önemli kazısı haline
gelmiştir. Kazılarda dört adet yuvarlak planlı, ortasında büyük dikili taşlar
bulunan anıt ortaya çıkartılmıştır. Bunların henüz kazılmayanlarla birlikte en az
20 adet olduğu tespit edilmiştir. Bu anıtların tapınak olduğu kabul edilmektedir.
İnternette Göbeklitepe hakkında çok sayıda kaynak vardır. Biz Göbeklitepe’nin
önemi üzerinde duralım. Modern yöntemlerle bu anıtların yaklaşık 12.000
yaşında olduğu ispatlanmıştır. Oysa neolitik dönemin en eski köylerinin yaklaşık
10.000 yaşında olduğunu biliyoruz. Yani tapınaklar köylerden 2.000 sene daha
eski. Bu durum taş devri hakkındaki bütün düşüncelerimizi değiştiriyor.
Göbeklitepe kazılmadan önce, neolitik dönemde tarımla birlikte ilk yerleşimlerin
oluştuğu ve tapınakların daha sonra yapıldığı düşünülürdü. Oysa görünen o ki,
insanlar köy kurmadan önce tapınak yapmışlar. Kazılar devam ettikçe yeni
teorilerin oluşmasının çok doğal olduğunu da ekleyelim. Ayrıca Göbeklitepe’nin
dünyada şu ana kadar bilinen en eski tapınak olduğunu vurgulamadan
geçmeyelim.
Göbeklitepe kabartmasını incelersek üzerinde değişik hayvan tasvirlerinin
olduğunu görürüz. Bu hayvanların hepsi o bölgede yaşamış hayvanlardır.
Arkeolojinin Göbeklitepe ile yeni tanışmış olması ve henüz birçok soruya cevap
verememesi, her türlü değişik fikrin ortaya çıkmasına sebep olmuştur.
Astronomik ve dini sembollerden jeolojik olaylara kadar geniş bir teori bolluğu
vardır.
İlk koridorun sonunda sağ köşede ise neolitik dönem Çatalhöyük evi
rekonstrüksiyonu (yeniden yapılmış hali) sergilenmektedir ve neolitik dönem
başlar (B).
-7-

NEOLİTİK DÖNEM
Taş devrinin son kısmı “yeni taş devri (neolitik)” olarak adlandırılır. Bu dönemde
insanlar yerleşik hayata geçmişlerdir. Daha sonra şehirlere dönüşecek ilk köyler
bu dönemde oluşmuşlardır. Bu dönemin üç önemli özelliği vardır:
-Tarım
-Hayvanların evcilleştirilmesi, hayvancılık
-Çanak çömlek üretimi
Görüldüğü gibi insanlar bu dönemde tarım ve hayvancılık yaparak kendi
besinlerini ve çanak çömlek yapımı ile bazı eşyalarını üretmişlerdir. İnsanların
tarımla tanışması “tarım devrimi” veya “neolitik devrim” olarak adlandırılır.
İnsan kültürünün gelişmesinde çok önemli bir yeri vardır. Paleolitik dönemde
yüzbinlerce yıl boyunca büyük bir değişim göstermeyen insan yaşantısı, neolitik
dönemde nispeten çok hızlı bir gelişim göstermiştir. Bilim dünyası “önce yerleşik
hayat mı yoksa tarım mı başladı?” sorusunu hep tartışmıştır. Bilimsel teoriler
rehber olarak bizi ilgilendirmez. En doğrusu her iki teoriyi de değinip, yorumu
misafirlere bırakmaktır. Fakat şunu bilmekte yarar vardır ki, son kazıların
sonucunda genel kanı insanların önce yerleşik hayata geçtiği, sonra tarımı
öğrendiği ve daha sonra hayvanları evcilleştirip hayvancılığa başladığı
şeklindedir. Çanak çömlek yapımı ise kesinlikle tarımdan sonra gelir. Hatta
neolitik dönemin başında “çanak çömleksiz neolitik (pre pottery neolitik, PPN)”
denen bir dönem vardır.
İnsan kültürleri neolitik devrimi dünyanın değişik bölgelerinde, değişik
zamanlarda birbirine benzer şekilde yaşamışlardır. Dolayısıyla yazının başındaki
zaman tablosu Güney Amerika veya Çin için geçerli olmayabilir, Anadolu ve
yakın çevresi için geçerlidir. Şimdi kendi bölgemiz Anadolu’ya gelelim.
Anadolu’nun güney doğusu bereketli hilal adı verilen bölgede yer alır. Mısır,
doğu Akdeniz ve Mezopotamya bereketli hilali oluştururlar. Mezopotamya Fırat
ve Dicle nehirlerinin arasında kalan bölgedir. Özellikle vurgulamak gerekir ki,
elimizdeki bulgulara göre dünya üzerinde neolitik devrimin ilk gerçekleştiği
bölge bereketli hilaldir. İlk yerleşimler bu bölgede MÖ 9500 lerde oluşmuşlardır.
Bu tarihler değişik kaynaklarda 500 – 1000 yıl oynasa da rehber için bu bir
tartışma konusu olmamalıdır. Yaklaşık MÖ 9000 – 10000 deyip geçebiliriz.
Bereketli hilalin tarım ürünü buğday ve arpadır. (İnternette yaptığım kısa bir
araştırmada Çin’in bereketli hilalin yaklaşık 1000 yıl gerisinden geldiğini ve
Çin’de ilk tarım ürününün pirinç olduğu sonucuna ulaştım, ama bu bilginin
doğruluğundan emin değilim, Çin kaynaklarına bakmakta yarar var).
-8-

Aklımıza takılan sorulardan biri de bu kadar eski buluntuların nasıl


tarihlendiğidir. Objeleri tarihlemek için çeşitli modern yöntemler vardır.
Arkeolojide en çok kullanılanlardan biri “radyokarbon” yöntemidir. Temel
prensibi karbon atomlarının radyoaktif özelliğinden yararlanmaktır. Karbonun
radyoaktivitesinin her 5730 yılda bir yarıya düştüğü ispatlanmıştır. Yöntemi
uygulamak için tek gereken kazıda karbon atomlarına sahip bir obje bulmaktır.
Kemik, bitki kalıntısı gibi içinde karbon atomu olan organik maddeler bu iş için
uygundur. Objenin radyoaktivitesindeki azalma ölçülerek yaşı çok kesin bir
doğrulukla tespit edilir.
İlk koridorun sağ köşesindeki ev rekonstrüksiyonu Çatalhöyük kazısında
bulunan orijinal objelerle oluşturulmuştur. Çatalhöyük neolitik dönemin
Anadolu’daki en önemli temsilcisidir. Çatalhöyük bereketli hilalin biraz
batısında, Anadolu’nun ortasında, Konya’nın yaklaşık 40 km güney doğusunda
yer alır. Yaklaşık MÖ 7000 den itibaren iskan edilmiştir.

Çatalhöyük kazıları 1961 yılında İngiliz James Mellaart ile başlamıştır.


Çatalhöyük Anadolu’nun en ünlü neolitik yerleşimidir. Çatalhöyük’te evler
birbirine bitişik inşa edilmiştirler ve bir çeşit savunma duvarı oluştururlar. Bu
evlerin kapısı yoktur, eve giriş bir merdiven yardımıyla çatıdan yapılmış
olmalıdır. Yol veya cadde de yoktur. Çatı ahşap ve kil karışımıdır.
Rekonstrüksiyona da bu merdiven konmuştur. Ev kerpiç tuğlalardan
-9-

yapılmıştır.Kerpiç
Anadolu da hala
karşılaştığımız bir
malzemedir. Üretilmesi
en kolay inşaat
malzemesidir. İçine
saman konmuş killi
toprağın su katılarak
çamur haline
getirilmesiyle yapılır. Çamur sıkıştırılır, tuğla şekline getirilir ve güneşte
kurutulur. Güneşte kurutmak büyük bir avantajdır, çünkü fırın gerektirmez.
Kurutma sırasında büzüşen tuğlanın çatlamasını içine konan saman önler. Ömrü
uzun olmasa da çok kolay imal edilebilir. Evin duvarlarında asılı duran boğa
başları ve diğer eserler orijinaldir. Boğa Çatalhöyük’te çok rastlanılan bir
objedir. Tarımda kullanılan bir hayvan olması ve sağladığı et, boğayı önemli bir
hale getirmiş olmalıdır. Ayrıca boğanın erkek tanrıyı temsil ettiği fikri çok
yaygındır.
Çatalhöyük halkının ölü gömme şekli bilim dünyasında tartışılsa da kesin olan
evlerin içinde çok sayıda
iskelet bulunmuş
olmasıdır. Yani evlerin
aynı zamanda aile
büyüklerinin gömüldüğü
yerler olduğu açıktır.
Ölüler dizler karına doğru
çekilmiş biçimde, yani
anne karnında yatar gibi
(hoker pozisyonu)
yerleştirilmişlerdir. Gömülen ölünün üzerine yapılan sekiler (bank, divan)
rekonstrüksiyonda görülmektedir.
Ev rekonstrüksiyonunu gösterip sola dönünce 2. koridora gireriz. Burada
karşımıza neolitik dönem buluntularının sergilendiği vitrinler çıkar (B). Bu
bölümde sergilenen eserlerin büyük bölümü Çatalhöyük ve Hacılar’da
bulunmuşlardır. Hacılar Batı Anadolu’da Burdur Gölü’nün kıyısında kurulmuş bir
diğer neolitik yerleşimdir. Çatalhöyük ile birlikte aynı dönemde kazılmıştır. İki
şehir büyük benzerlikler gösterirler. Yine de Çatalhöyük’de bulunan objeler
daha etkileyicidirler.
- 10 -

Karşımıza çıkan ilk vitrinde ana tanrıça


Kibele’nin çeşitli heykelcikleri dikkatimizi
çeker. En bilinen figür bir taht üzerinde
oturur şekilde tasvir edilmiştir. Leopar
olduğu düşünülen iki hayvan tarafından
çevrelenmiştir, çünkü bütün evrenin
tanrıçasıdır. Eser orijinaldir, sadece
hayvanlardan birinin ve Kibele’nin başı
tamamlanmıştır. MÖ 7000 den biraz
sonraya tarihlenir, yani neredeyse 9000
yaşındadır. Kibele Çatalhöyüğün bereket
tanrıçasıdır. İri göğüsleri ve geniş kalçaları
ile doğurganlığı da sembolize eder.
Neolitik kültürlerin gelişmek için daha
fazla insana, yani iş gücüne ihtiyaç
duyduğunu düşünürsek, doğurganlık ve bereket ilişkisini daha iyi anlarız.
Arkeolojik çalışmalar sayesinde Anadolu’da Kibele’nin değişik isimlerle Roma
dönemine kadar yaşadığı anlaşılmıştır. Kibele aslında Frig’lerin kullandığı bir
isimdir. Çatalhöyük halkının nasıl bir isim verdiğini tabii ki bilemeyiz. Ama
Hitit’lerin Kibele’ye “Kubaba” dedikleri ispatlanmıştır.
Bu bölümde gezi yönünün sağ tarafındaki duvarda asılı neolitik resimler de
önemlidir. Hepsi orijinaldir ve Çatalhöyük evlerinin duvarlarından
çıkartılmışlardır. Boyalar Demir oksit minerali içeren kilin ıslatılmasıyla elde
edilmişlerdir ve “aşı boya” diye bilinirler. Resimler genellikle av sahnelerinden
oluşurlar. Tarım yapılsa da avlanmanın beslenmek için hala çok önemli olduğu
unutulmamalıdır. Geyik, boğa gibi av hayvanlarının avcılara göre çok daha
büyük resmedilmiş olması dikkat çekicidir.
- 11 -

Bazı resimlerdeki şekillere


bakarak, neredeyse Çatalhöyük’lü
sanatçıların geometri bilgisine
sahip olduğunu veya günümüz
kilimlerinde gördüğümüz
motifleri kullandıklarını
düşünebiliriz.

Bir resim üzerinde iç içe geçmiş dörtgenler ve şekiller belirgin hale getirilince,
bu resmin bir çeşit şehir planı olduğu ve aynı resim üzerinde belki de
Çatalhöyüğe hiç de uzak olmayan Hasan Dağının volkanik patlamasının
resmedildiği düşüncesi ortaya çıkar. 3253 m yüksekliğindeki Hasan Dağı’nı
Konya’dan Kapadokya’ya giderken Aksaray’a yaklaşınca yolun sağında görürüz.
Bildiğiniz gibi Erciyes (3917 m) ve Melendiz (2898 m) dağı ile birlikte Hasan
dağının volkanik patlamaları Kapadokya’daki tüf taşının oluşmasında rol
oynamıştır.
- 12 -

Diğer vitrinlerde başta Çatalhöyük ve Hacılar olmak üzere neolitik dönem


kazılarında bulunmuş objeler sergilenir. Bu objeler MÖ 7000 – 5500 arasına
tarihlenir.
Keramik eserler dikkat çekicidir. Daha önce de belirttiğimiz gibi çanak çömlek
yapımı neolitik dönemde başlamıştır. Çanak ve çömlek neolitik dönemin günlük
kullanım eşyasıdır. Bir teoriye göre tarım yapılması besinleri çeşitlendirmiş ve
sulu yemeklerin gelişmesi çanak ihtiyacını oluşturmuştur. Bazı çömleklerin boya
ile süslenmesi dikkat çekicidir. Avanos’ta hala kullanılan çömlekçi çarkının ilk
olarak Mezopotamya’da MÖ 3250 civarında kullanıldığı kabul edilir. Dolayısıyla
neolitik çömlekler çark olmaksızın elde şekillendirilmişlerdir.
Dikkat çekici bir diğer malzeme de obsidyendir. Obsidyen volkanik bir taştır.
Lavların
hızla
soğumasıyla
oluşur.
Volkan camı
olarak da
adlandırılır.
Çok serttir
ve silah,
bıçak gibi
aletlerin
yapımında

kullanılmıştır. Sergilenen
obsidyenler arasında işlenmemiş
büyük obsidyen parçaları dikkat
çekicidir. Boynuzun içine ince
obsidyen yerleştirilerek yapılan
oraklar dönemin tarım
aletleridirler.

Un öğütmek için gereken değirmen taşları veya büyük havanlar genellikle


bazalttan yapılmışlardır. Bazalt da sert bir volkanik taştır. İri taneli bir taş
- 13 -

olması, kırılan tanelerin un


ile karıştığı ve insan dişleri
için sorun oluşturduğu
düşünülebilir. Taş dönemi
insanlarının en önemli sağlık
sorunlarından biri mutlaka
diş sorunudur. Ortalama
yaşam günümüzle
kıyaslandığında çok
düşüktür. Oraklar ve
değirmen taşları tarımın ne
kadar yaygın olduğunun bir göstergesidir. Ayrıca obsidyen ve bazalt gibi
Çatalhöyük yakınlarında bulunmayan taşların volkanik bölgelerden getirilmiş
olması ticaret faaliyetlerinin bir göstergesidir.
Vitrinlerde son dönemlerde yapılan kazılarda bulunan mühürler de yer alır.
Yumuşak çamurun üstüne bastırılarak iz bırakmak suretiyle kullanılmışlardır. Bir
çeşit imza gibi kullanılmışlardır. Bu da bize günümüzden 8000 – 9000 sene önce
“mülkiyet” fikrinin (sahip olma) oluştuğunu gösterir. Silindir şeklinde olan
mühürler yuvarlanarak kullanılmışlardır.

Değişik taşlardan ve hayvan kabuklarından süs eşyalarının da değişik vitrinlerde


yer aldığını belirtelim. Süslenme fikri taş devrinden beri vardır. Kazılarda
bulunan küçük taş ve kabukların bir iple birleştirilerek kolye, bilezik gibi
kullanıldığı kesindir. Süslenen kişi aynaya ihtiyaç duyar. Taş devrinde geniş bir
kaba su koyarak bir çeşit ayna oluşturulmuştur. Ama en gelişmiş aynalar
obsidyenden yapılmıştır. Yüzeyi iyi işlenmiş obsidyen ışığı çok iyi yansıtır ve
ayna olarak kullanılabilir. Son olarak tek bir örneği sergilenen tekstil
parçasından söz edelim. Günümüze kadar korunagelmiş bir tekstil parçası
yaklaşık 7500 yaşındadır. Bu bize dokuma ya da örme işinin de çok eski
olduğunu gösterir. Ne yazık ki bu malzemeler günümüze kadar gelememişlerdir.
Koridorun ortasına yaklaşınca neolitik dönem biter, kalkolitik dönem başlar (C).
- 14 -

KALKOLİTİK
Kalkolitik “bakır taş devri” anlamına gelir. Bu dönemde karşımıza çıkan yenilik
“bakır” dır. İnsanlar bu dönemde bakırı bulmuşlar, ama eritmeyi
becerememişler ve bakırı taş işler gibi işlemişlerdir. Bu sebeple bakırtaş devri
tabiri kullanılır. Yerleşimler bu dönemde büyümüşlerdir. Anadolu’da kalkolitik
yaklaşık MÖ 5500 – 3000 yılları arasındadır.
Bu bölümdeki eserler çok göz alıcı değillerdir. Çok önemli bir yenilik gözlenmez.
Sanki neolitik dönemin bir devamı gibidir. Çanak ve çömleklerin boyutlarının
büyüdüğü ve parlak kırmızı renkle bezendikleri fark edilir.

Bu bölümdeki eserlerin hepsi orijinaldir. Hacılar, Beycesultan, Canhasan,


Kuruçay, Alişar, Aslantepe gibi çeşitli kazılarda bulunmuşlardır. Sergilenen çok
az sayıdaki bakır obje dönemin özelliğini gösterir. Bakırın bu dönemde taş gibi
dövülerek işlendiği ve bakırı eritip işlemeyi öğrenmenin 2500 yıl sürmüş olması
ilginç bir bilgidir. Son yüzyıldaki gelişmelerin müthiş hızını düşünürsek,
teknolojik gelişmelerde sürekli bir ivme (hızlanma) olduğunu çok net görürüz.
Kalkolitik vitrinleri geçtiğimizde 2. koridorun yaklaşık ortasına gelmiş oluruz.
Hemen sağımızda maden işleyenleri gösteren bir model görürüz. Burada eski
tunç devri başlar (D).
- 15 -

TUNÇ DEVRİ
Bu dönemin yeniliği bakır, kalay, altın ve gümüş metallerinin eritilerek
işlenmesidir. Bronz da denilen tunç, bakır ile kalay karıştırılarak elde edilen bir
alaşımdır. Tunç üretimi bu dönemde hızla yayılmıştır ve bu döneme adını
vermiştir. Altın gümüş ile karıştırılarak elektron veya elektrum adı verilen alaşım
elde edilmiştir. Ayrıca kazılarda çok sayıda saf altın ve gümüş objeler de
bulunmuştur. Anadolu’da tunç devri yaklaşık MÖ 3000 – 1200 yılları
arasındadır. Bu devrin Anadolu’sunu gezimizi sürdürürken özetleyeceğiz.
ERKEN TUNÇ (3. BİNYIL)
MÖ 3. binyılda Anadolu’da çeşitli halklar yaşamıştır. Orta Anadolu’da Hattiler,
Güneydoğu Anadolu’da Hurriler, son yıllarda yapılan araştırmalarla tespit edilen
Mitanniler ve Luviler ilk akla gelenlerdir. Bu dönemde Anadolu’da yazı
bilinmiyordu. Biz bu isimleri Mezopotamya kaynaklarından öreniriz, çünkü yazı
Mezopotamya’da MÖ 3000 de Sümerler tarafından kullanılmıştır. MÖ 3.
binyılda Anadolu da yazı olmasa da, Mezopotamya’da elimize geçen yazılı
belgeler Anadolu’dan da bahsederler. Anadolu halkı yazıyı bilmese de,
komşuları Anadolu’yu anlatan belgeler bırakmışlardır. Bu döneme bazı
kaynaklarda “protohistorik” dönem de denir. Tarih çağlarından hemen önce bir
geçiş dönemidir.
Müzenin 2. koridorunun sonunda (D) yer alan eserler 3. binyıldandır. Büyük bir
kısmı Orta Anadolu’da Hatti yerleşimlerinde yapılan kazılarda bulunmuştur ve
hep tekrarladığımız gibi hepsi orijinaldir, yani depoda korunan bir eserin
kopyası değillerdir. Güneş kursu adı verilen eserler dikkat çekicidir. Malzemeleri
tunçtur. Dini amaçla yapıldıkları kabul edilmektedir. Muhtemelen bir direk
üzerine monte edilerek törenlerde din
adamları tarafından dini sembol olarak
taşınmışlardır. En bilineni bir kurs
tarafından çevrelenen geyik ve boğalardan
oluşur ki, bu güneş kursu Ankara’nın da
sembolü olarak kabul edilmiştir.
- 16 -

Bir diğer güneş kursunun etrafındaki 12 sembolik figür dikkat çekicidir. Yaygın
kanı bu figürlerin tanrıçalar olduğu
şeklindedir. Ayrıca 12 sayısına başka
yerlerde de rastlamamız ilginçtir:
Olimpos’lu 12 Yunan tanrısı, İsa’nın
12 havarisi ve Alevilikteki 12 imam.
Güneş kursunun üzerine asılı üç
halka törenlerde ses çıkarmak veya
müziğe eşlik etmek için kullanılmış
olabilir. Bu güneş kursuda Ankara
Üniversitesi’nin sembolü olmuştur.

Geyik ve boğa heykelciklerinin de güneş kursları gibi dini semboller oldukları


düşünülür. Bazı heykelciklerin üzerindeki geometrik bezemeler elektrondan
yapılmıştır. Müzeyi gezenler bu eserlerin ne olduğunu merak ederler. Tek cümle
ile açıklamak istersek bunlar, dini amaçla yapılmıştır ve sembolik anlamları
vardır. Ama yaklaşık 4500 yaşındaki bu eserlerin ne olduklarının yanı sıra,
sanatsal değerleri de unutulmamalıdır. Son derece zariftirler. Çok düzgün
orantıları vardır ve etkileyicidirler.
- 17 -

Dönemin özelliklerini çok net gösteren bir heykelciğini de


vurgulamak lazım. Ankara’nın 35 km kadar kuzeydoğusunda,
Hasanoğlan köyünde rastlantı sonucu bir temel kazısında
bulunmuştur. Gövdesi elektron, başı altındandır. Elektron,
günümüzde kuyum mağazalarında satılan beyaz altından başka
bir şey değildir. Gövdesindeki kemerler ve ayak bileklerindeki
bilezikler (halhal) altındandır. Bir kadın heykelciği olduğu açıktır.
Özellikle vurgulanan cinsel organı ve duruşu ana tanrıça olduğu
konusunda şüphe bırakmaz.
Artık biraz tekrar gibi olsa da keramikler hakkında da birkaç şey söylenebilir.
Çömlekçi çarkı kullanılmaya başlamıştır. Kalite çok artmıştır. Boyama gelişmiştir.
Kazınarak bezeme ile süslenmiş keramikler vardır. Bu keramikler günlük hayatta
ve dini amaçlarla kullanılmışlardır. Müzenin depolarında duran sayısız eser
arasından sadece çok azı sergilenmektedir.
Alacahöyük buluntuları da bu bölümde yer alır. Alacahöyük Ankara’nın 230 km
kadar doğusunda Çorum ilindedir. 1935 yılından itibaren, Atatürk’ün isteğiyle
ve kendi parasıyla finanse etmesiyle Remzi Oğuz Arık tarafından kazılmıştır.
Kazıda Hatti’lerden kalma 13 ayrı mezarda yaklaşık 4500 yıllık eserler
bulunmuştur. Her bir mezarda bulunan eserler 13 ayrı vitrinde
sergilenmektedir. Eserlerin niteliği bu mezarların muhtemelen kral veya
prenslere ait olduğunu gösterir. Vitrinlerde anlatılacak şeyler aynıdır. Bu
nedenle belki en doğrusu uygun bir vitrin bulup, eserleri anlatmak ve diğer
vitrinleri incelemek için 3 -5 dakika zaman vermek olabilir. Buluşma yeri de
koridorun sonunda yer alan Asur kil tabletlerinin bulunduğu vitrin olabilir. Her
bir vitrinde birbirinden etkileyici eserler olduğu için mutlaka izlenmesi tavsiye
edilmelidir. Ya da birkaç vitrin grupla birlikte gezilmelidir.
Vitrindeki eserleri anlamak için, ölüm ve mezarlarla ilgili birkaç şey söylemekte
yarar var. İnsanlar eskiden beri ölümü kabullenememişlerdir. Ölümün başka bir
dünyaya yolculuk olduğunu düşünmüşler veya istemişlerdir. Semavi dinlerde de
cennet ve cehennem kavramı vardır. Bu nedenle başka bir dünyaya göçen ölü
ile birlikte ihtiyaç duyacağı eşyaları gömmek eski bir gelenektir. Belki bazı
eşyalar ölüye bir armağandır. Her ne sebeple olursa olsun zengin bir kadının
mezarında çok sayıda süs eşyası veya bir askerin mezarında silah bulmak çok
doğaldır. Zaten içindeki zengin eşyalardan dolayı mezarlar antik çağda bile
yağmalanmıştır. Bir arkeoloğu en sevindirecek şeylerden biri daha evvel
yağmalanmamış bir mezar bulmaktır, çünkü içinde mutlaka çok sayıda mezar
armağanı vardır.
- 18 -

Alacahöyük kazısını yapanlar çok şanslı idi, çünkü bulunan mezarlar hiç
yağmalanmamıştı. Alacahöyük mezarlarında bulunan eserler için önce süs
eşyalarından başlayalım. Çeşitli kolyeler, bilezikler, yüzükler ve taçlar
bulunmuştur. Değerli doğal taşların yanı sıra en dikkat çekici malzeme saf
altındır. İşçiliğin kalitesi, altının yüzyıllardan beri işlendiğinin açık kanıtıdır. Yani
altın işçiliği Anadolu’da en az 5000 yıldan beri vardır. Altın Anadolu’da hala
çıkartılan bir madendir. (Konuyu dağıtsak da aynı dönemden kalma altından
yapılmış benzer buluntuların Anadolu’da değişik kazılarda bulunduğunu
ekleyelim. Bu buluntulardan en ünlüsü Alman Heinrich Schliemann tarafından
1870 li yıllarda Troya’da bulunmuş ve Berlin’e kaçırılmıştır. 2. Dünya savaşından
sonra Moskova’ya götürülmüştür ve Puşkin Müzesi’nde sergilenmektedir.
“Priamos’un hazinesi” diye adlandırılır.) Vitrinlerdeki keramik veya altından
yapılmış kaseler, vazolar ve benzeri kullanım eşyaları da buluntular arasında yer

alır. Ayrıca tunçtan üretilmiş silahlar, mızrak ve ok uçları da dikkat çekicidir. Bir
vitrinde duran demirden yapılmış hançer özellikle ilginçtir. Demir çağı yaklaşık
1000 yıl sonra başlayacak ama demek ki insanlar artık demiri tanıyor. Çok
önemli bir prensin mezarı olmalıdır bu mezar. Küre şeklindeki buluntular
kralların asalarına taktıkları topuzlardır. Anlaşılması en zor buluntular “lituus”
denilen kıvrık bir ucu olan, ucu kapalı ince boru şeklindedirler. Bunlar kralların
beline taktığı asalardır ve Hitit kral kabartmalarında da görülürler. Ayrıca güneş
kursları, boğa ve geyik heykelcikleri ve ölünün özel eşyaları da mezar
buluntuları arasında yer alırlar.
Alacahöyük buluntularından sonra Asur ticaret kolonilerinde yapılan kazılara
geçelim (E).
- 19 -

ASUR TİCARET KOLONİLERİ


MÖ 2200 yıllarında Anadolu ile Mezopotamya arasında çok geniş bir ticaret ağı
oluşmuştur. Asurlu tüccarlar eşeklerden oluşan kervanlarla Anadolu’ya satmak
için kalay, kumaş, dokuma, süs eşyası ve kokular gibi eşyalar getirmişler,
karşılığında da altın ve gümüş almışlardır. Vergi alan yöneticiler ticareti
desteklemişler ve şehirlerin yanında “karum” adı verilen ticaret kolonileri
kurulmuştur. Böylece ciddi bir kültür etkileşimi oluşmuştur. Bu etkileşimin en
önemli sonucu Anadolu’ya yazının girmesidir.
Asur ticaret kolonileri döneminden kalan en önemli eserler kil tabletlerdir. 1. ve
2. koridorun birleştiği köşede (E) bir vitrin bu eserlere ayrılmıştır. Önceleri kaçak
kazılarla ortaya çıkan kil tabletler, daha sonra arkeologlar tarafından başta
Kültepe olmak üzere değişik kazılarda bulunmuşlardır. Kültepe Kayserinin 25 km
kadar doğusundadır. Kültepe’de 1948 yılında Tahsin Özgüç ile başlayan kazılar
halen devam etmektedir. Kültepe’nin eski adının Kaniş olduğu tespit edilmiştir.
Kaniş’in hemen yanında yer alan karumda 30.000 den fazla kil tablet
bulunmuştur. Kil tablet tabirini öğrenciyken ilk duyduğumda aklıma devasa
anıtlar gelirdi. Oysa vitrin incelendiğinde, kil tabletlerin günümüzün akıllı
telefonu veya tableti büyüklüğünde oldukları görülür. Tabletlerin üzerindeki
yazıya çivi yazısı denmiştir. Gerçekten de karakterler çiviye benzer. Bu yazı kil
fırınlanmadan önce yumuşakken üzerine batırılan sert cisimlerle yazılmıştır. Bu
yazı tercüme edilmiştir. Tabletler çoğunlukla ticari amaçlıdır. Yani fatura, sipariş
gibi belgelerdirler. Aralarında güncel hayatla ilgili yazılar da vardır. Boşanma
sözleşmesi veya aşk mektubu gibi örneklere de rastlanmıştır. Vitrinde
görüldüğü gibi, tabletlerin içine konduğu koruyucu kutular yani zarflarlar da
vardır. Zarfa koyulan
yazılı belge üzeri
mühürlenerek
kapatılmıştır. Taş
devrinden beri
kullanılan mühürler,
müzenin çeşitli
vitrinlerinde karşımıza
çıkar. Vitrinin hemen
yanındaki duvarda
bulunan ekranda Asur
ticaret kolonileri
dönemi izlenebilir.
- 20 -

Bulunduğumuz 3. koridorun ilk yarısı (E) bu dönemin eserlerine ayrılmıştır. Çok


sayıda keramik eser sergilenmiştir. Dikkatimizi çekecek yenilik gaga ağızlı
vazolardır. Çok zarif örnekler sergilenmektedir. Keramiklerin kabartma
bezemelerle de süslendiği görülmektedir.

Kabartma süslemeli vazolar içinde en ünlüsü İnandık’ta yapılan kazılarda


bulunan İnandık vazosudur. Koridorun
ortasında yer alır. Sağ taraftaki duvara
asılmış ekranda vazo üzerindeki
kabartmaların açıklaması izlenebilir.
Vazonun üzerinde “Hieros Gamos” adı
verilen kutsal evlilik töreni
resmedilmiştir. Kutsal evlilik ana tanrı ve
tanrıçanın evlenme töreni, düğünüdür.
Bu törende görev alan müzisyenler,
dansçılar, kurbanları getiren köleler
vazoyu çevreleyen dört bantın üzerine
kabartma olarak yerleştirilmişlerdir. En
üstteki bantın ortasında tanrı ve
tanrıçanın cinsel birleşmesi yer
almaktadır.
- 21 -

Söz etmemiz gereken bir diğer eser grubu da “riton”lardır (rhyton). Ritonlara
sadece bu bölümde değil, müzenin değişik vitrinlerinde de rastlarız. Riton
hayvan şeklinde bir sıvı kabıdır. Dini amaçlı üretilmiştir. “Libation” adı verilen
dini törenlerde kullanılmıştır. Tören sırasında ölünün ruhunu kutsamak için
ritonun içindeki sunu sıvısının döküldüğü kabul edilir. Ayrıca tanrının onuruna
sıvı sunulduğu da görülür. Bazılarında sırt tarafında sunu sıvısını doldurmak için
mevcut delikten başka ağız tarafında sıvıyı boşaltmak için ayrı bir delik bulunur.

Koridorun ortasına geldiğimizde solda Hitit savaş tanrısının kabartmasını


görürüz ve Hitit eserlerinin sergilendiği bölüme gireriz (F).
- 22 -

HİTİTLER
MÖ 2. binyılda Orta Anadolu’da Hitit’leri görürüz. Hatti şehirlerini kontrol altına
alan Hititler MÖ 1650 – 1200 yılları arasında Anadolu’nun en önemli
devletlerinden birini kurmuşlardır. Başkentleri Ankara’nın 200 km kadar
doğusunda, Çorum yakınlarındaki Hattuşaş’dır (Boğazkale). MÖ 1450 yıllarında
Hitit imparatorluk çağı başlamıştır ve MÖ 1200 de Deniz Kavimleri son verene
kadar Hititler en parlak dönemlerini yaşamışlardır.
Amacım dönemi sadece anlaşılır bir şablona oturtmak olduğu için, geç tunç
devrini çok kısa özetledim. Zaten başta Hititler ve Asur ticaret kolonileri olmak
üzere yukarda adı geçen uygarlıklar hakkında her yerde çok kaynak var.
3. koridorun ortasında (F) gezi yönüne göre solda yer alan Hitit savaş tanrısı,
başkent Hattuşaş kazılırken giriş kapılarından
birinde bulunmuştur. Bir kopyası orada bırakılıp,
orijinali müzeye getirilmiştir. Kabartmanın önce
bir kral olduğu zannedilmiş ve bulunduğu şehir
kapısına “Kral Kapısı” adı verilmiştir.
Araştırmaların ilerlemesiyle bu kabartmanın kral
değil savaş tanrısı olduğu anlaşılmıştır. Taş
eserler salonunda (TES) kral ve tanrı
karşılaştırmasını yapacağız. Ama yeri gelmişken
burada tanrının nasıl resmedildiğini anlatalım.
Sivri, külah şeklinde bir şapkası vardır. Vücudu
önden resmedilmiştir, yani iki omuzu da görülür.
Kısa bir pantolon ya da etek giyer, yani bacakları
görülür. Elinde veya belinde balta veya bir silah
vardır. Burada görülmese de tanrılar genellikle dağ veya boğa gibi hayvanların
üzerinde dururken resmedilmişlerdir.

Hitit eserleri müzeyi başından beri dikkatle gezen misafirlere artık sıkıcı
gelebilir. Vazolar, çanak çömlek, mühürler, ritonlar, silahlar ve benzeri eserler
bir tekrar gibi görünebilir. Açık söylemek gerekirse, bizim de rehber olarak
anlatacaklarımız biraz tekrar haline dönüşür. Ayrıca tembellik etmeden yukarda
anlatılanları, kısaltarak da olsa anlatıp ve gösterip gezerek buraya kadar
gelmişsek en az 30 dakika, muhtemelen bir saat geçmiştir ve herkes
yorulmuştur. En iyi çözüm, hikayesi olan veya etkileyici birkaç eseri gösterip
devam etmektir.
- 23 -

İlgi çekici eserlerden biri halka biçimli vazolardır. Bunlar dini törenlerde
kullanılmışlardır. Bu vazoları
Avanos’ta çömlek atölyelerinden
satın almak mümkündür. Ticari
amaçlarla da olsa vazoların 4000
sene sonra, aynı bölgede, aynı
yöntemlerle üretilmesi ilginçtir.

Gezi yönüne göre sağ tarafta yer alan bir vitrinde bronz bir tablet görülür. 1986
yılında Hattuşaş’ta Yer Kapı adlı kapının yakınlarında toprak altında
bulunmuştur. Muhtemelen asıldığı yerden düşmüş ve toprağın altında kalmıştır.
Rastlantı sonucu bulunduğu gün bir turist grubuyla orada idim ve Alman
arkeologların sevinci görülmeye değerdi. Çünkü bu tablet Kadeş barış
antlaşması olabilirdi. Tercüme edildikten sonra bu tabletin Kadeş antlaşması
olmadığı, Anadolu’nun güneyinde yerleşmiş Tarhuntaşa adlı bir prenslik ile
yapılmış başka bir antlaşma olduğu ortaya çıktı.
- 24 -

(Adı geçince, Anadolu Medeniyetleri Müzesi ile ilgisi olmasa da Kadeş barış
antlaşmasından da söz etmek lazım. MÖ 13. yüzyılın başlarında Hititler ile
Mısırlılar arsında yapılan Kadeş savaşının kesin bir galibi yoktur ve her iki ordu
da geri çekilmiştir. Savaştan sonra iki devlet arasında MÖ 1280 civarında yazılı
olarak yapılan antlaşma Kadeş antlaşması olarak bilinir ve tarihte yapılan ilk
antlaşma olarak literatüre girmiştir. Çivi yazısı ile Akad dilinde yazılan
antlaşmanın gümüş orijinali henüz bulunamamış olsa da, pişmiş toprak bir
kopyası 1906 yılında Hattuşaş kazılarında bulunmuştur. Halen İstanbul’da Eski
Şark eserleri müzesinde sergilenmektedir. Bu tabletin bir kopyası New York’ta
Birleşmiş Milletler Binasında asılıdır. Ayrıca antlaşmanın bir kopyası da Mısır’da
Karnak tapınağının duvarlarına Mısır hieroglifleri ile yazılmıştır.)

İki büyük boğa da bu bölümün dikkat çekici eserleri arasında yer alırlar. İkisi de
birbirinin aynısıdır, sadece kuyrukları farklıdır. Hattuşaş’ta Büyük Tapınakta
bulunmuşlardır. Törenlerde kullanılan ritonlar oldukları hemen anlaşılır.
Muhtemelen fırtına tanrısı Teşup’un boğaları Hurri ve Şerri’dirler.
- 25 -

DEMİR DEVRİ (MÖ 1200 – 30)


Demir devri adından anlaşılacağı gibi demirin yaygın olarak kullanıldığı devirdir.
Son araştırmalar demirin MÖ 1200 lerden çok önce kullanıldığını
göstermektedir ve Demir devri artık yaygın kullanılan bir tabir değildir. Ayrıca
artık yazı Anadolu’nun her yerinde kullanılmaktadır ve tarih devri başlamıştır.
MÖ 1200 yılları Anadolu ve yakın çevresi için bir kırılma anıdır. Ege göçleri ile
batıdan gelen savaşçı halklar bütün Anadolu devletlerini yıkmışlardır. Anadolu
birkaç yüzyıllık bir suskunluk yaşamıştır. Mısır kaynaklarına dayanarak bu
göçleri yapanlara “Deniz Kavimleri” de denir. Anadolu Deniz Kavimleri’nin
göçlerinden büyük darbe almıştır ve bu dönemle ilgili yazılı belge dahi
bırakamamıştır. Anadolu uygarlıkları ancak MÖ 1. binyılın başlarında tekrar
tarih sahnesine çıkmışlardır. Bu uygarlıkar arasından üçünün eserleri Anadolu
Medeniyetleri Müzesi’nde sergilenmektedir:
- Frigler
- Urartular
- Lidyalılar
Bu devletler yeri geldikçe birkaç cümle ile anlatılmıştır. Bu devletler hakkında
internette çok kaynak vardır ve daha fazla bilgi sahibi olmakta her zaman yarar
vardır!

FRİGLER
Muhtemelen Ege göçleri ile MÖ 1200 lerde Anadolu’ya girmiş bir halktır.
Eskişehir ile Ankara arasına yerleşerek MÖ 750 de önemli bir devlet olarak
ortaya çıkmışlardır. Başkentleri Polatlı yakınlarındaki Gordiyon’dur. Kralları
Midas döneminde yaşadıkları parlak bir devirden sonra Kimmerler tarafından
MÖ 650 lerde yok edilmişlerdir. Frig alfabesi tam olarak çözülememiştir.
Müzenin 4. koridorunda Frig eserleri ile karşılaşırız (G). Frigler sergilenen
eserlerden de anlayabileceğimiz gibi özellikle ahşap ve maden işçiliğinde çok
ileri gitmişlerdi. Eserlerin önemli bir bölümü başkent Gordiyon’da yapılan
kazılarda bulunmuştur. Kazıyı yapan Amerikalı arkeologlar 1950 lerde Gordiyon
yakınlarındaki “Midas tümülüsü” nün mezar odasına ulaşmayı başarmışlardır.
Bir mezar odasının üstüne toprak dökerek oluşturulan suni tepelere tümülüs
denir. Gordiyon’daki tümülüs yaklaşık 53 m yüksekliğinde ve 300 m çapında dev
bir tepedir. Mezar odasında kral Midas’ın mezarının yanısıra çok sayıda özel
- 26 -

eşyası bulunmuştur. Ahşap masalar ve mobilya parçaları çok iyi korunarak


günümüze kadar ulaşmıştır. Masalar çivi kullanılmadan içi içe geçen parçalardan
oluşur ve muhteşem bir işçiliğe sahiptir.

Çok sayıda metal eser Friglerin kaliteli metal işçiliğini gösterir. Metal kaseler
arasında ortasında yukarı doğru göbeği olanlar, bugün Türk hamamlarında
kullanılan taslarının aynısıdır. Bu göbek tasın elden kaymaması için yapılmıştır.
Büyük kazanlar ve süslü kulpları da kaliteli metal işçiliğinin kanıtıdır.

Sergilenen fibulalar yine friglerin metal işçiliğine işaret eder. Fibulalar iki giysi
parçasını birbirine tutturmak için kullanılmışlardır. Estetik amaçla kullanıldığı da
- 27 -

büyüklüğünden ve zerafetinden anlaşılır.


Çok basitleştirilmiş fibulalar günümüzde
çengelli iğne adı altında hala
kullanılmaktadır.

Son olarak Friglerden kalan süs eşyalarını, fildişi eserleri, oyuncakları hatırlatıp,
Hattuşaş’da bulunan Frig Kibelesi’ne göz atalım. Bereketi simgeleyen ana
tanrıça, Çatalhöyük’te gördüğümüz heykelciğin bir devamıdır. Hattuşaş’ta
bulunmuştur ve MÖ 6. yüzyıla tarihlenir. Aradan geçen yaklaşık 6000 sene de
sadece daha zarif bir hal almıştır. Elinde muhtemelen bir bereket sembolü taşır.
Leoparlar yerine iki müzisyen çocuk arasına yerleştirilmiştir ve artık ayakta
durmaktadır.
- 28 -

URARTULAR
Urartular MÖ 9. yüzyıda Doğu Anadolu’da tarih sahnesine girerler. Başkentleri
Tuşpa’dır (Van). Tarım, hayvancılık ve maden işçilikleri ile bilinirler. Doğu
Anadolu’nun zengin gümüş, bakır ve demir yatakları Urartular’ın en önemli
avantajı olmuştur. Çivi yazısı ve hiyeroglif kullanan Urartular’ın dilleri
çözülmüştür. Kaleleri ve tarım için yaptıkları su kanalları günümüze kadar
ulaşmıştır. Urartu Devleti M.Ö. 600 lerde Medler tarafından yıkılmıştır.
4. koridorun ortasına doğru Urartu eserlerini görürüz (H). Eserler fildişi, metal
ve keramik gibi şimdiye kadar gördüğümüz malzemelerden oluşur. Birçoğunun
kullanım şekli anlatılmış olduğu için tekrarlama gereği duymadım.

LİDYALILAR
Lidyalılar MÖ 8. yüzyıldan itibaren Batı Anadolu’nun iç kısımlarında
yaşamışlardır. Kimmerler’in Frig Devleti’ni ortadan kaldırmasından sonra
başkentleri Sardes (Salihli) çevresinde güçlü bir devlet kurmuşlardır. Sardes
MÖ 546 da Persler tarafından fethedilmiş ve Lidya krallığı son kral Kroisos
zamanında en parlak devrinde beklenmedik bir şekilde tarih sahnesinden
çekilmiştir. Lidyalılar tarihe ilk para basan halk olarak geçmişlerdir. Paradan
kasıt, sikke adı verilen metal paralardır. Altın, gümüş ve ikisinin karışımı olan
elektron bu sikkelerin hammaddesidir. Lidyalıların zenginliğinin ve gücünün en
önemli sebebi başkentlerinin yanındaki Paktolos nehrinin (Sart çayı) altın tozu
taşıması idi.
Müzenin 4. Koridorundaki Lidya eserleri diğerlerinin gölgesinde kalır (I). Altın ve
gümüş gibi madenlerden yapılan süs eşyaları yine de dikkat çekicidir. Karun
hazinesi gibi birçok Lidya eseri, başta Uşak Müzesi olmak üzere diğer
müzelerimizdedir.
- 29 -

TAŞ ESERLER SALONU


Müzenin ortasındaki salonda Hititler’den kalan orthostatlar, yani büyük taş
kabartmalar yer alır. Alacahöyük, Karkamış (Suriye sınırında) ve Aslantepe
(Malatya) başta olmak üzere değişik yerlerde yapılan kazılarda bulunup,
Ankara’ya getirilmişlerdir. Alacahöyük orthastatları MÖ 14. yüzyıla yani Hitit
imparatorluk devrine tarihlenirler. Diğerleri MÖ 9. ve 7. yüzyıl arasına tarihlenir.
Hitit imparatorluğunun MÖ 12. yüzyılda yıkıldığını daha evvel belirtmiştik.
Bunun devamında Hitit halkı güneye Adana, Gaziantep civarına ve kuzey
Suriye’ye göçerek, varlığını sürdürmüştür. Güçlü bir devlet oluşturamamış, daha
çok şehir devletleri kurmuşlardır. Şehir devleti sözcüğünden, bir şehir ve onun
yakın çevresinden (hinterland) oluşan, bağımsız, kendi kanunlarını yapan ve
kendi kendine yeten küçük krallıkları anlarız. Şehir devletlerinin giriş kapıları,
surları, saraylarının dış duvarları bu salonda sergilenen orthostatlar ile
çevrelenmişti. Orthostatlar genellikle kireçtaşından ve bazalttandır. Volkanik bir
taş olan bazalt, koyu rengi sayesinde kireçtaşından kolayca ayırt edilebilir.
Gezimize salonun ana giriş tarafından başlarsak (J), kabartmalarda rastladığımız
önemli sahneler hakkında bilgi verebiliriz. Bu bölümde Aslantepe’den getirilen
eserler vardır. Kral Mutallu dev heykeli ile hemen dikkat çeker. Hemen yanında
şehri düşmanlara karşı koruyan bir aslan heykeli vardır.

Kralın karşısında bir libation sahnesi yer alır. Kral tanrıya içki sunmaktadır. Bu
sahne ve benzerleri çok yerde karşımıza çıkar. Bu nedenle ayrıntılı bir şekilde
anlatmakta yarar vardır. Sağ tarafta yer alan kral Sulumeli önündeki fırtına
- 30 -

tanrısına içki sunmaktadır. Kral ve tanrı kolaylıkla tanınabilirler. Her türlü


kabartmada benzer şekilde tasvir edilmişlerdir. Daha önce de belirttiğim gibi

tanrının külah şeklinde sivri bir şapkası vardır. Bu kabartmada külahın iki
yanından yukarı doğru uzanan küçük boynuzlar da görülmektedir. Kısa bir
pantolon veya etek giymiştir ve bacakları açıktır. Beline bir balta takmıştır. Sağ
elinde orak benzeri bir alet taşımaktadır. Önden resmedilmiştir, yani iki omuzu
da görülür. Buna karşılık kral takkeye benzer bir şapka giyer. Kaftana benzer
uzun bir elbise giymiştir, bacakları görülmez. Silah taşımaz. Elinde ucu kıvrık
asası vardır. Alacahöyük prens mezarlarında bu asaların kılıfını görmüştük. Kral
profilden resmedilmiştir, yani sadece tek omuzu görülür. Aklımızda kalması için
bir model düşünürsek kralı Osmanlı padişahlarına benzetebiliriz. Tanrı da
Karagöz veya Hacivat’a benzer. Bu sahnede kraliçe yoktur. Ama kraliçenin
olduğu sahneler de vardır. Kraliçeyi silindir şeklinde başlığı ve yerlere kadar inen
pileli eteği ile kolayca tanıyabiliriz. Pileli etek çapraz inen paralel çizgilerle
belirtilir. Kraliçe de profilden resmedilir.
Sağ üst köşedeki kabartmalarda kralın adı yazılıdır. Sol tarafta ise tanrının
kimliğini görebiliriz. Dolayısıyla birçok sahnede kimlikleri tespit etmek mümkün
olmuştur. Kral Sulumeli’nin arkasında kuban edilecek hayvan ve onu getiren
görevli yer alır. Kral ve tanrıya göre küçük oldukları farkedilir.

(K) bölümünde Karkamış’tan getirilen orthostatlar bulundukları yerde


durdukları gibi dizilmişlerdir. Burada bir tören resmedilmiştir. Yukardaki
bilgilerin yardımıyla kral, kraliçe, çocukları ve tanrı kolayca tespit edilebilirler.
Kurban getirenler, politikacılar ve silahlı askerler kralın arkasında dizilmişlerdir.
Orthostatlar hem bazalt hem de kireçtaşından yapılmışlardır.
- 31 -

(L) bölümünde Alacahöyükten getirilmiş orthostatlar yer alır. Benzer sahnelerle


karşılaşırız. Bu orthostatların tek
farkı daha eski olmalarıdır (MÖ
14. yüzyıl) . Kral ve pileli eteğiyle
arkasında yer alan kraliçe hemen
tanınabilir. Yanda resmi olmasa
da tanrı daha önce tarif edilenler
gibi resmedilmiştir.

Sola doğru ilerleyince kurbanlık


hayvanları getiren görevliyi
görürüz.

Bu bölümdeki orthastatlarda
müzisyenler ve dans edenleri de
görürüz. Müzik aletlerinin saz ve
zurnaya benzemesi, sazın sapına
asılmış süs, dans figürleri bize hiç
yabancı değildir. Anadolu’da hala
karşılaşabileceğimiz bir sahne
gibidir.
- 32 -

Bu sahnelerin arasında yer


alan yer alan hokkabazlar
dikkat çekicidir. Kılıç yutan
adam ve merdivene tırmanan
akrobat kolayca görülür.

İlginç bir kabartma hemen


dikkat çeker. Bu kabartmada
da müzisyenlerin olduğu
kolayca anlaşılır. İlginç olan
bu kabartmanın kısmen
yapılıp, bitirilememiş
olmasıdır.

Diğer bölümlerde değişik sahneler vardır. Tanrılar, güncel hayattan sahneler,


mitolojik figürler ve
benzerlerini görmek
mümkündür. En bilinen iki
tanesiyle turumuzu bitirelim.
Bazalt bir kabartmada
mitolojik bir karışık yaratık
görülür: İnsan başlı, kanatlı,
kuyruğu yılan olan bir aslan.
Yunanlı’ların mitolojik
canavarı Kimera’yı hatırlatır.
- 33 -

Bir diğer kabartmada Hitit


savaş arabası vardır. O
dönemin tankı demek çok
yanlış olmaz herhalde. Kadeş
savaşında bu savaş arabaları
Mısırlılar’a büyük darbe
indirmiştir. Bir asker arabayı,
kullanırken diğeri de ok
atmaktadır. Araba tek akslı
olduğu için manevra kabiliyeti
yüksektir. Atın koşumları ve
başındaki süs çok güzel
resmedilmiştir ve biniciliğin ne kadar gelişmiş olduğunu gösterir. Öldürülmüş
düşman da unutulmamış ve resmedilmiştir.

ALT SALON
Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde alt katta da sergi salonları vardır. Alt kata 2.
koridorun ortasındaki merdivenden inilir (AS). Alt salonda Roma ve Bizans
eserleri sergilenir. Ayrıca Ankara’dan çeşitli eserler bulunur. Şu sıralar restore
edilmektedir. Fakat yukarda sergilenen eserlerin gölgesinde kalır ve ilgi görmez.

SON SÖZ
Son olarak yukarda söz edilen eserlerin hepsinin anlatıldığı düzgün yapılmış bir
turun 1,5 hatta 2 saati geçeceğini söylemek isterim. Daha kısa bir tur yapmak
için, her bölümün en önemli veya size anlatması kolay gelen veya misafirleri
daha çok ilgilendirdiğini düşündüğünüz vitrinlerini gösterip bazılarını
atlayabilirsiniz. Keramik eserlerde olduğu gibi bazı tekrarlardan kaçınabilirsiniz.
Mutlaka gösterilmesi gereken eserler bence şunlardır: Çatalhöyük evi,
Çatalhöyük duvar resimleri, Kibele, eski tunç devrinin güneş kursları ve geyik
heykelleri, Alacahöyük prens mezarları, Asur kil tabletleri, İnandık vazosu, Hitit
boğaları, Frig mobilyaları ve birkaç orthostat.
Bir devri anlatırken misafirlerin kendi ülkesinden iyi tanıdığı çağdaş bir
uygarlıkla kıyaslamak çok faydalıdır, grubun her zaman ilgisini çeker. Mesela
Asurlular yazıyı Anadolu’ya getirdiğinde sizin oralarda da “x” kültürü veya “x”
- 34 -

sülalesi vardı diyebilmek çok etkileyicidir. Ben orta Avrupalı gezdirdiğim için bu
şansım pek olmadı. Çünkü Çatalhöyük veya Alacahöyüğün Avrupa’da pek emsali
yok. Ancak Hititleri ve sonrasını Girit ve Miken uygarlıklarıyla karşılaştırmak
mümkündür.
Bu kadar bilgi bana yetmez diyen varsa, ki bu beni sadece sevindirir, tavsiyem
şudur: Buradan öğrenebildiklerinizi anlatarak ilk turlarınızı yapın, bir sonraki
turunuzda da hiç anlatmadığınız bir vitrinin önünde durup, turistler toplanana
kadar vitrindeki açıklamaları okuyup bilgi hazinenizi büyütün. Objenin ne zaman
yapıldığı, nerde bulunduğu ve malzemesi zaten artık vitrinlerdeki açıklamalarda
var. Ben bu yazdıklarımla gördüğünüz bir objeyi tanıyacak, ne olduğunu, nasıl
yapıldığını ve kullanıldığını anlayacak ve onu tarif edecek bilgileri vermeye
çalıştım, umarım faydalı olur.
Yukarda bazı kültür ve devletler çok kısa anlatıldı. Çünkü artık internet
sayesinde bilgiye ulaşmak çok kolay. Bence eserleri sergilenen bir kültürü
konuyu hiç bilmeyen bir turiste birkaç cümle ile anlatmak yeterli olabilir.
Ammaaa, bir kültürü birkaç cümle ile anlatabilmek için konu hakkında 20, 30
belki de 100 cümlelik bilgiye sahip olmak gerekir. Her bildiğimizi anlatmak
zorunda değiliz, fakat bir buzdağı gibi olmalıyız, yani anlattıklarımızdan fazlasını
bilmeliyiz. İşte o zaman aniden gelen sorulara da düzgün cevaplar verebiliriz. Ve
bu sayede yeri geldiğinde bilmiyorum diyebilme özgüvenine kavuşuruz.
Kolay gelsin.
Süha Alıncak
Aralık 2018, İstanbul

Müzenin kendi sayfasının ve çok resime ulaşabileceğiniz bir sitenin adresleri de


aşağıda. Eminim ki internette bilgiye ulaşmak konusunda benden çok daha
iyisinizdir.
http://www.anadolumedeniyetlerimuzesi.gov.tr/
http://arkeofili.com/?s=anadolu+medeniyetleri+müzesi

You might also like