You are on page 1of 23

TurkishStudies

International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic
Volume 10/8 Spring 2015, p. 1445-1466
DOI Number: http://dx.doi.org/10.7827/TurkishStudies.8119
ISSN: 1308-2140, ANKARA-TURKEY

DİSTOPİK BİR ROMAN OLARAK GÖKDELEN’DE YAPI VE


İZLEK

Şeyma KARACA KÜÇÜK**

ÖZET
Tahsin Yücel’in 2006 yılından yayımlanan romanı Gökdelen
kötümser bir gelecek kurgusu üzerinden hareketle distopik türde
yazılmış bir eserdir. Modern çağın bir ürünü olarak görülen distopya,
ülkü değerlerle aydınlanmış ütopyanın aksine, karşıt güçlerin
hakimiyeti altında bulunan karanlık bir dünya tasarlar. Bu tasarı
aslında modern zihniyetin de bir ürünüdür denebilir. Nitekim bir değer
yitimine sahne olan modern dünya, tüm araçlarını aklın egemenliği
altına sokarak kuklalaşan ve duyarsızlaşan bireylerin artmasına sebep
olmuştur. Bu bağlamda distopya modern dönemin gölgesinin izini
sürerek oluşturulmuş bir geleceği resmetmesi bakımından toplumsal
eleştirinin örneğini sunar.
Tahsin Yücel’in Gökdelen adlı romanı da gökdelenlerin,
makinelerin, totaliter güçlerin ve kodamanların 2073 İstanbul’unun
üstüne adeta karabasan gibi çöktüğü bir atmosferi ele alır. Distopik
unsurları içinde barındıran bu romanın yapısal ve izleksel analizi
günümüzdeki çözülmenin boyutunun geleceğe nasıl taşındığı
göstermesi bakımından önemlidir. Bu yüzden çalışmamızda öncelikle
distopyanın çıkışında rol oynayan tarihi arka plan ele alınacak ve
distopyanın özellikleri belirlenmeye çalışılacaktır. Daha sonra distopik
bir çerçeveden bakılacak olan Yücel’in Gökdelen romanının yapısal ve
izleksel analizi yapılarak romanın üzerinde durduğu ana sorunsal alan
tespit edilmeye çalışılacaktır. Bu noktada görülecektir ki modern çağın
karanlık yüzüne tutulan bir ayna olarak Gökdelen romanı distopik
türün özelliklerini yansıtan ve romandaki yapı ve izleksel unsurların bu
türe bağlı bir biçimde geliştiğini gördüğümüz bir eserdir.
Gelecek zaman düzleminde oluşturulan ve mekansal olarak da
büyük değişimlerin yaşandığını gördüğümüz romanda İstanbul,
gökdelenlerin gölgesinde ne geçmişi ne de geleceği görebilecek kör bir
alan haline gelmiştir. Üstelik Özgürlük Anıtı’nda heykelin elinde tuttuğu
meşale de bu karanlığı aydınlatacak türden değildir çünkü özgürlük,
hak ve hukuk gibi temel kavramların çiğnendiği bir alanda var olamaz.
İşte Gökdelen romanı da yargının özelleşmesiyle adaletin
sağlanabileceği, gökdelenlerle şehrin mükemmel bir siluete


Bu makale Crosscheck sistemi tarafından taranmış ve bu sistem sonuçlarına göre orijinal bir makale olduğu
tespit edilmiştir.
**
Arş. Gör. Ardahan Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı, El-mek: skaraca06@hotmail.com
1446 Şeyma KARACA KÜÇÜK

bürünebileceği gibi düşüncelerin tutarsız ve çelişkilerle dolu macerasını


anlatarak olması muhtemel tehlikelerin ayak seslerini okuyucuya
duyurmaya çalışır. Dolayısıyla geleceğin, şimdi’de şekillendirilmiş hali
gerek mekanın gerekse de değerlerin ne boyutta bir çürümeye
uğratıldığını da ortaya koymaktadır.
Gelişmişlik adıyla ekolojik sistemin yerle bir edildiği, her türlü
haksızlığın vuku bulduğu 2073 İstanbul’unda kent ve doğa arasındaki
çatışma da gözler önüne serilmiştir. Nitekim, doğanın saf ve
dokunulmamış haline karşın gökdelenler tüm inatçılığıyla burunlarını
göğe doğru kaldırırken, mütevazi kendi halinde olan bahçeli bir ev adeta
canavar olarak görülerek, bir an önce ortadan kaldırılması gereken bir
mekan olarak nitelendirilir. Oysa bu mekana sinen insani vasıflar
aslında bir canavarı andıran gökdelenlere meydan okur. İnsanın özünü,
kendini hatırlatan ev, romanda yer alan Hikmet Bey’in evi olarak
karşımıza çıkar fakat modernizmle beraber ‘hikmeti’ kaybolmuş bir
zamanın gel(eceği)diğine işaret edilir.
İnsan kendine yabancılaşan, şeyleşen bir nesne olarak, bir büyü
bozumunun içinde kendini bulur. Üstelik yaşanan olumsuzluklara
karşı hiçbir tavır geliştiremeyişi ve duyarsızlaşması da distopik bir
mekan ve zamanda bireyin sistem içinde kayboluşunu ortaya koyar.
Sonuç olarak distopik bir roman olarak Gökdelen, zaman ve
mekanın sembolik olarak önem kazandığı, irdelediği kavramlar ve
değerler bakımından da modernizmle beraber bireyi kuşatan sorunları
ele alan ve bu sorunların büyük ölçekli olarak nasıl karşımıza
çıkabileceğini okumamızı sağlayan bir eserdir. Toplumsal düzenin
kusursuzluk maskesi altında gizlenen sorunları görmemizi sağlaması da
distopyanın kendine ait nasıl bir ütopya yarattığına işaret eder.
Böylelikle distopik bir eserin ideali olan; bireyin bastırılması,
makineleşme ve betonlaşma romanda ön plana çıkan önemli izlekler
halini alır ve bunların ütopik bir atmosfer yaratmak amacıyla
kullanılıyor olması da ayrıca romanın ironik bir özellik taşıdığını
gösterir. Zira distopyanın sosyal bir eleştiri aracı olarak kullanılması da
bu özelliğini destekler. Böylece romanda 2073 İstanbul’unun sosyal bir
panoraması çıkarılarak eleştiriye açılmasına da imkan sağlanmış
olmaktadır.
Anahtar Kelimeler: Gökdelen, distopya, roman, modern, gelecek

STRUCTURE AND THEME IN THE DYSTOPIC NOVEL


GÖKDELEN

STRUCTURED ABSTRACT
TahsinYücel’s Gökdelen is a dystopic novel which has a reference
to a nightmare future. As a product of modern age, in dystopia a dark
world is designed, which is under the rule of opponent forces in
contrast to the utopia that presents an enlightened version of the world.
This design is also the product of modern mind. As a matter of fact, the
modern world, which witnesses the lost of traditional values causes the
increase of individuals who are manipulated and desensitized like

Turkish Studies
International Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic
Volume 10/8 Spring 2015
Distopik Bir Roman Olarak Gökdelen’de Yapı ve İzlek 1447

puppets. In this context, dystopia is a social criticism as it follows the


traces of modern world portraying the nightmare future.
Tahsin Yücel’s novel Gökdelen evolves around the skyscrapers,
machines, totalitarian powers and rich people who create a night terror
in Istanbul, in 2073. The structural and thematic analysis of the novel
which harbours dystopic elements is important as it highlights how the
social disintegration today turns into a deep trouble in the future. For
this reason, this study aims firstly to discuss the role of history in the
development of dystopia as a genre, and the elements of dystopia will be
determined. Then, Yücel’s novel will be analysed in a structural and
thematic way in the framework of dystopia and main problematic of the
novel will be located.
Accordingly, it can be easily observed that Gökdelen as a novel
which mirrors the dark side of modernity reflects the characteristics of
the dystopia and the elements of structure and theme in the novel
evolve around that genre.
Istanbul, which witnesses the great changes in terms of both time
and place turns into a blind point and can not see neither past nor
future because of the shadow of the skyscrapers. Moreover, the torch in
the hand of the Statue of Liberty can not lighten the darkness because
the freedom can not exist in an atmosphere where the fairness and law
are ignored. In this context, the novel highlights the absurdity of the
idea of sustaining fairness via the privatization of jurisdiction, and
making the city more attractive via the skyscrapers. In this way, the
reader is warned in case of possible dangers waiting in the future. The
future is formed in present time and shows that how the values are
degenerated being symbolized through the space.
The conflict between city and nature is also asserted in the novel
which is located in 2073 Istanbul. The ecological system is destroyed
and injustice is all around the city. While the stubborn skyscrapers
direct their nose on the sky, a modest house, which is surrounded by a
garden, is considered as a monster which should be destroyed at once.
On the other hand, this place carries the features of human values and
challenges the monstrous skyscrapers. The house which harbours the
spirit of the man reminds that essence and appears in the image of
Hikmet(which means wisdom) Bey’s house in the novel but it also
indicates the past/future which is devoid of wisdom.
The man finds himself estranged, disintegrated and like an object
because of modernism. Morover, he can not adopt an attitude toward
the unfavourable conditions of his time and gets desensitized and this
case can be considered as the characteristic of dystopia, as well. The
man can not find himself within the constraint of the system.
In consequence, as a dystopic novel Gökdelen handles time and
space symbolically, and probes into the concepts and values of
modernism which suppresses the individual and creates a conflict. Also,
it is a noteworthy novel in terms of providing to see the scale of
problems in the present and how they can turn into great ones in the
future. Accordingly, the social panorama of Istanbul in 2073 is
demonstrated and provides the criticism of it.

Turkish Studies
International Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic
Volume 10/8 Spring 2015
1448 Şeyma KARACA KÜÇÜK

The social order which masks all of the problems and makes the
atmosphere look like perfect is also analysed in dystopia in which a so-
called utopia is created. Thus, it can be observed that the ideal of the
dystopia is the pressure of the individual, mechanisation, and
concretion and these are the themes of the novel. Moreover, having all
of these ideals to create a utopian atmosphere shows the ironic side of
the novel. Thus, the role of dystopia as a weapon of social criticism
affirms it.
Especially, putting forward the idea of privatization of the
jurisdiction is the evidence of to what an extent the irony is used in the
novel. This idea destroys the institution of justice. It is asserted that
when the judge is privatised, the current injustice will be overcome. The
idea is put forward by Can Tezcan who is a lawyer but it brings him to
grief. The governors of the country who represent the totalitarian power
take part in this idea but unfortunately this causes the feeling of
uneasiness for Can Tezcan. As a result, Can Tezcan starts to plan
leaving the country.
When the current system was observed, what seems to be strange
and dreadful but appears normal in the fictional world is articulated as
real in our world. But what is the problem is the change in the dystopic
world is perceived as something utopian in the novel and poses danger
and the nightmare reaches its highest level. The case of main character,
lawyer Tezcan demonstrates this nightmare. In his dream, he fights the
men wearing black suit and they create a sleep terror for him. In fact,
this illustrates the uneasiness of all men. But they are told lie in the
name of “fact” and are included in the system. Moreover, they can not
find the strength to arise from the sleep. The dystopia aims at
preventing this kind of ignorance and leaving an indelible impression in
the reader and awakening them. In this context, the nightmare in the
novel Gökdelen have an importance in terms of telling the nightmare
and awakening from a future sleep.
Key Words: Gökdelen, dystopia, novel, modern, future

1.Distopyanın Tarihsel Arka Planı


İnsanlar yüzyıllar boyunca çeşitli değişim ve dönüşüm süreçlerini tecrübe ederek dünya
üzerinde kendi varoluş serüvenlerini oluşturmuşlardır. Bu değişim ve dönüşüm süreçleri zamansal
olarak her ne kadar tarihin kendini geleceğe doğru açımlayarak ilerlemesiyle gerçekleşse de,
ardında bıraktığı izler her zaman olumlu olarak nitelendirilmemiştir.
Modern dönemin dünya üzerinde bıraktığı izler de mercek altına alındığında, iyileşmeyle
beraber dünyanın derin yaralar aldığını söylemek mümkündür. Nitekim Avrupa’da Aydınlanma
dönemi olarak bilinen süreç; düşünsel anlamda köklü değişimleri beraberinde getirmiş, sanayi
devrimi, teknolojik ve bilimsel gelişmeler eşliğinde toplumların algısında değişme olmuştur. Aklın
egemen olduğu bu algı biçimi özellikle Avrupa’da din ekseninde temellendirilen kurumların
geçerliliğini yitirmelerine yol açmış, benimsenen değerlere karşı şüphecilik hakim anlayış halini
almıştır. Berman’ın deyişle “katı olan her şey buharlaşmıştır.”
İşte özellikle insanların benimsedikleri değerlerin buharlaşmasına sebep olan bu süreç
bireyin kendini sorgulamasını zaruri hale getirir çünkü birey modernizmin içinde barındırdığı
paradokslar arasında kendini konumlandırma çabası içine düşer. Daha önce din ekseninde sürü

Turkish Studies
International Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic
Volume 10/8 Spring 2015
Distopik Bir Roman Olarak Gökdelen’de Yapı ve İzlek 1449

psikolojisiyle hareket eden topluluklar bu sefer bilginin geçerliliği ve gerçekliğini adeta bir silah
gibi kullanan kurumların etkisi altına girmiş ve modern dönemin kendine has yöntemleriyle
manipule edilmiştir. Lyotard Postmodern Durum adlı eserinde modern dönemde özellikle bilim
gibi bazı üst anlatıların oluşturulduğuna ve bilimsel verilerin mutlak gerçek olarak tanımlandığına
dikkat çekmiştir. Dönemin hakim anlayışı Hegel’in ortaya koyduğu felsefe olmuştur. Hegel
felsefesine göre mantıklı olan her şey gerçek, gerçek olan her şey de mantıklıdır. Bu anlayış
temelinde ‘eski’ olana karşı geliştirilen şüphecilik özellikle yaşanan savaşların da etkisiyle birey
üstünde tahribata yol açmış, önceden sahip olunan değerlere yabancılaşma ve parçalanmışlık
duygusu ortaya çıkmıştır. Bunun ortaya çıkışında ise yaşanan karşıtlıklar etkin rol oynamıştır.
Birey- toplum, özne-iktidar, akıl-sezgi arasında yaşanan karşıtlıklar modern dönemin
belirleyici unsurlarıdır. Nitekim toplumsal ağın içinde kimliği örülü olan birey politik ve ekonomik
anlamda yaşanan değişimler sonucunda kendine yeni bir kimlik inşası gayreti içindedir. Ortaya
çıkan burjuva sınıfı da bu durumu doğrular nitelikte olmakla birlikte sınıfsal çatışmaları da farklı
bir boyuta taşımıştır. Özellikle değişen ekonomik yapı sermayenin üretimine dayalı olan kapitalist
sistemi güçlendirmiş; üretimi gerçekleştiren işçi sınıfı üzerinde ise baskı oluşturmaya başlamıştır.
Üretmek işçi sınıfı için yoksullaşmakla doğru orantılı olmuştur. Marx da El Yazmaları adlı eserinde
bu konuya dikkat çekmekte ve “işçi canlı, öyleyse gereksinimleri olan ve çalışmadığı her an
faizlerini ve bunun sonucu olarak da varoluşunu yitiren bir sermaye olma mutsuzluğuna
uğramıştır” (Marx: 2005 154) demektedir. Git gide metalaşan bir dünya algısı insanı da meta haline
getirmekle kalmaz kendine yabancılaşmasına da neden olur. “ Kendi yarattığı şeyin bağımsız ve
gitgide düşman bir varlık kaldığını gören insan, ürünü ne kadar zenginleşirse o kadar yoksullaşır ve
kendine yabancılaşmış olarak, sonunda kendi yaratmış olduğu nesneler dünyasının tutsağı olur.”
(Bottigelli 2005: 43)
İşte tutsak olunan bu dünya içinden çıkma arzusu özellikle 20.yy’nin sosyal
huzursuzluğunun bir ürünü olarak değerlendirilen distopya türünde problem odaklı bir yaklaşımla
ele alınmıştır. Bu noktada edebi bir tür olarak distopyanın ne olduğunu incelemek yaşanan tarihi
süreçle ilişkisini ortaya koymak adına daha yararlı olacaktır.
2.Edebi Bir Tür Olarak Distopya
Mevcut düzen içinde yaşayan insanların muhayyilesi gerçek olgusunun sınırlarını zorlayan
bir güçtür. Bu bağlamda insanın içinde barındırdığı bu aşkın güç kendisini, sadece mevcut olanlar
çerçevesinden değil henüz gerçekleşmemiş şeyler üzerinden de gösterebilir: Olmayan yer, olmayan
zaman, olmayan insanlar ve olmayan düzen gibi.
Sanatçının olmayan üzerinden, hayali bir kurgu şeklinde ortaya koyduğu tasarılar
edebiyatta ütopya türünde karşımıza çıkmaktadır. Nitekim ütopya Latince utopia ya da outopia
olmayan yer anlamındaki kelimeden türemiştir. “Topos yer anlamına gelirken “u” ya da ou”
“olmayan”ı ,“bulunmayan”ı işaret eder. (Sargent 1994: 5)Örneğin, Plato’nun Devlet,
More’unUtopya adlı eseri insanların içinde yaşadıkları düzenin aksine ferah içinde yaşadıkları bir
atmosfer sunar. Bu hayali tasarılar önceden mükemmel ve tüm kusurlardan arındırılmış bir
toplumsal düzenin varlığını çizse de, modern dönemde ortaya çıkan tasarılar kaosun hakim olduğu
kötümser bir senaryoyu okuyucuya aktarır. Distopya olarak tanımladığımız bu tür ütopyanın anti
tezi olarak şu şekilde tanımlanmaktadır:
“Yazarın, günümüz okuyucusunun yaşadığı toplumdan çok daha kötü bir toplumu görmesi
açısından resmettiği…var olmayan toplum.” (Sargent 1994: 9)
Görüldüğü üzere distopya da ütopya gibi olmayan bir toplum düzeninden hareketle yazılır.
Bu noktada şunu da belirtmek gerekir ki “distopya her ne kadar ütopyanın karşısında yer alsa da
ütopya tarafından biçimlendirilir ve onun üzerinden beslenir.” (Kumar: 1987: 100) Nitekim

Turkish Studies
International Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic
Volume 10/8 Spring 2015
1450 Şeyma KARACA KÜÇÜK

oluşturulan kötümser senaryo ütopyanın bir eleştirisi gibi düşünülebilir ve hiç de memnun edici
olmayan durumlar üzerinde yoğunlaşır.
Distopyanın içinde bulunulan toplumsal şartları daha kötü haliyle sunması mevcut anla
ilişkisini de ortaya koymaktadır. Nitekim çoğu distopya türünde verilen eser, modern dönemin
ortaya çıkardığı problemleri ele alır. Yani iktidar güçlerin halk üzerinde baskısı, sınıfsal çatışmalar,
totaliter devlet yapılanması, gözetim mekanizmalarının arttırılışı, hızla gelişen teknoloji sonucu
makineleşme, betonlaşma, doğanın tahribatı gibi temalar distopik anlatıların merkezinde yer alır.
Distopik anlatılarda yer alan oluşum her ne kadar gelecek zamanda ortaya çıksa da aynen bir pergel
gibi ayağını mevcut ana sabitlemiştir. Fakat modern dönemin kaygan zemini geleceğe dair endişe
yarattığından problemin boyutu kurgusal olarak büyültülerek ve gelecek zamanda meydana geldiği
düşünülerek incelenir.
“20.yy anti-utopyasının kendine bu kadar yakın ve direk ilişkili bir dünyayı işaret etmesi
daha önce ön görülen ve incelenen günümüz şartlarının hazin bir biçimde doğrulanmış olmasından
kaynaklanır. Bu yüzden gereken tek şey bu analizi 20.yy’nin en belirgin ve ani gelişen olaylarına
uygulamaktır yani dünya savaşlarına, devrimlere ve totaliter diktatörlere.” (Kumar 1987: 111) Tüm
bu tanımlamalar distopyanın bir sosyal eleştiri aracı olarak kullanıldığına işaret etmekte ve aslında
farkındalığı arttırmaya yönelik bir misyon edindiğini de gözler önüne sermektedir. Fakat bu
farkındalık düzeyi distopik kurgu dünyasında bir hayli düşüktür. Okuyucuyu dehşete düşüren
olaylar, karakterler için nerdeyse hiçbir şey ifade etmez. Aslında bu durum bile mevcut sorunlara
duyarsız kalan okuyucuyu uyarma amacı taşır. Çünkü mevcut toplumsal düzen içinde insanlar
birtakım sorunlara duyarsız hale gelmiş ve iradi kararlar alamaz olmuştur. Bu durum da yine baskın
güçlerin kitleleri birtakım araçlarla kontrol etmelerinden kaynaklanır. Örneğin modern dönemin
ortaya çıkardığı bir ürün olarak TV, görsel ve yazılı medya bu kontrol mekanizmalarından bir
kaçıdır ve aslında totaliter yapılanmanın da göstergesidir. İktidarın istekleri doğrultusunda hareket
etmeye maruz bırakılan kitleler, modern kölelik sisteminin bir parçası haline gelir. “Bireylerin
davranışları totaliter güçlerin istekleriyle çelişmediği sürece özgürdür.” (Bernholz 1991: 427)Zaten
distopik anlatıların kökünde de sosyal kontrol ve bireyin istekleri arasındaki uyuşmazlık vardır ve
kurguyu bu çatışma ortamı yürütür. Çatışmanın sistem ve birey arasında olması problemin ne
derece büyük olduğuna da dikkat çeker. “Distopyaların genel özelliği olarak sistem kazanmış birey
kaybetmiştir.” (İslamoğlu 201: 709) Nitekim “distopik devlet kurgusunda sosyal kontrol genelde
üst sınıfın elindedir.”(Booker, Thomas 2009: 65) Dolayısıyla birey devletle olduğu kadar, toplumla
da çatışma halindedir. Distopik anlatılarda kurgu da bu çatışmayı yaşayan karakter etrafında
şekillenir. Sistemin kölesi olan karakter edindiği farkındalıkla karşıt güçlere savaş açar. Karakterin
edindiği ülkü değer sistemin yönünü değiştirmeye yöneliktir ve bu girişim olumlu olabileceği gibi
olumsuz da sonuçlanabilir.
Oluşturulan distopik dünyada karakterlerin bir diğer özelliği de değer yitimine uğramaları,
yalnızlık hissini derinden hissetmeleri, kendilerine ve çevrelerine yabancılaşmalarıdır çünkü ortak
ilkenin pragmatizm olduğu bir dünyada insani değerler kaybedilmiş, duygu ve hisler önemi yitirmiş
ve her şeyin değersizleşerek meta haline geldiği bir ortamda yabancılaşma baş göstermiştir.
Özellikle teknolojinin farklı bir dünya yarattığını gördüğümüz distopik dünyada makineleşme,
yabancılaşma duygusunu arttırmıştır. Neredeyse her şeyin kontrolünün makinelerin elinde olduğu
dünyada karakterler de adeta bir makineye dönüşmüş ve hislerini yitirmiştir. Bu durum daha önce
de belirttiğimiz gibi modern dönemle birlikte ortaya çıkan ekonomik ve sosyal yapılanma
arasındaki etkileşimi sorgulayan Marx’ın görüşleriyle uyuşmaktadır. Zira distopyalar tek amacın
sermaye birikimi olduğu kapitalist sistemin de eleştirisini sunar. Marx ve Engels de kapitalist
düzenin makineler aracılığıyla emeği hiçe saydığını belirtir ve işçinin salt bir makine parçası haline
geldiği görüşündedir. Kısacası kendini makinelerle kuşatılmış olarak bulan insanların makineden
farkı kalmamış, düşünce yetileri ellerinden alınmıştır. Böylelikle tek boyutlu ve birbirinden

Turkish Studies
International Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic
Volume 10/8 Spring 2015
Distopik Bir Roman Olarak Gökdelen’de Yapı ve İzlek 1451

farklılık göstermeyen insan tipi oluşturulmaya çalışılmıştır. Tek düzeliğin hakim olduğu modern
çağın mekan algısı da bu anlayış üzerine temellendirilmiştir. Bu bağlamda distopik anlatılar
modern çağda oluşturulan mekanları resmetmesi bakımından önem taşımaktadır.
Modern çağda mekan “mekanik, ölçülebilir ve geometrik bir anlayış”ın ürünüdür ve bu
durum perspektivizmin bir getirisidir denebilir. (Özçınar 2009: 91)Perspektivizm mimaride
tasarlanan, geometrik hatları ön plana çıkarılan binaların oluşmasına kaynaklık etmiş aynı zamanda
bireyin hakim bir bakış açısı kurmasına da öncelik vermiştir. Yani önceden her şeyin üstünde
olarak görülen Tanrının yerini rasyonel bir varlığa bürünen insan almıştır. Nitekim “teknik olarak
görüş hatlarının belirli bir noktada toplanması ona bakan kişinin bu hatları ‘hâkim’ bir bakışla
hayali bir uzamda kurmasını sağlamaktadır.” (Özçınar 2009: 91) Modern çağın aynı yükseklikte
tasarlanan, dikey boyutluluğu ön plana çıkarılan ve birbirine benzeyen yapıları da bu görüşü
doğrulamaktadır. Kırsal yaşamın tam karşısında artık şehirler vardır ve şehir rasyonel olanın,
ilerlemecilik anlayışının bir sembolü haline gelmiştir. Distopik anlatılarda kurgulanan mekan
karakterin dünya üzerinde kendini konumlandırma çabasını ve kapitalist sistemin her şeyi olduğu
gibi mimariyi de kar getirecek bir araç olarak nasıl örgütlediğini gösterir. Sonuç olarak kar amacı
güdülen mekan de distopik kurgularda bir meta halini alır ve nesneleştirilerek kendisiyle özdeşiklik
kurulan değerlerden soyutlanır.
Modern çağ mimarisi denetimin daha kolay biçimde sağlanmasına yönelik olarak inşa
edilen yapıları da içinde barındırır. Fiziksel olarak kapalılığı üst düzeyde tutulmuş olan binalar
dışarıdan gelebilecek herhangi bir tehlikeye karşı teyakkuz halindedir. Distopik anlatılarda
özellikle bireyin kendini güvende hissetmemesine karşılık olarak mekanın güvenlik güçleriyle
donatılması dikkat çeken bir noktadır. Mekanlar hem her türlü dış tehlikeden hem de kirlilikten
uzaktır. Son derece steril olarak gördüğümüz mekanlar kusursuzlaştırılmıştır. Zira modern dönemin
var etmeye çalıştığı toplumsal düzen kusursuzluğu hedefler ve kendi ütopyasını bu şekilde yaratır.
Distopik anlatılar ise mükemmelleştirilen bu dünyanın, içinde bulunduğu çelişkiyi gözler önüne
sererek bu mekândan çıkışın anahtarını okuyucuya sunar. Böylece gelecekte okuyucuyu bekleyen
dehşeti önlemenin yolları aranır. Bu durum distopyanın zamansal kurgusunun gelecekte
tasarlanmış olmasının bir sonucudur.
Distopyanın gelecek zamanda yer alan kurgusunun gerçeklik duygusunun zedelenmesine
imkan tanımayacak şekilde oluşturulması önem taşır çünkü sosyal eleştiri araçları olarak görülen
distopyalar şimdiki zamanla geleceğin arasını her ne kadar zamansal olarak açsa da eğildiği
problemler bu mesafeyi azaltır. Öte yandan sunulan dünya her ne kadar tanıdık gelse de
problemlerin ölçeği büyütüldüğünden dolayı yaratılan atmosfer okuyucu huzursuz eder. Böylelikle
bir uyarı niteliği taşıyan distopyalar sorgulama yetisini okuyucuya aşılayarak gerçekle yüzleşmeye
olanak tanımış olur.
Yücel’in bir sonraki bölümde yapısal ve izleksel olarak incelendiği Gökdelen adlı romanı
da modern çağın yıkıcı güçlerinin ortaya çıkardığı birtakım problemleri tekrar sorgulatması
bakımından önem taşımaktadır.
3.Gökdelen’de Olay Örgüsü ve Entrik Kurgu
Gökdelen romanında olay örgüsü ve entrik kurgu gerek romana verilen isimle gerekse de
içeriğiyle paralellik arz eden bir düzlemde ilerler. Olaylar adeta bir gökdelenin temelinin atılması
gibi yavaş yavaş birbiri üzerine yığılır. Bu yığılma aslında romanda işaret edilen problemlerin en
uç noktaya varmasına, dolayısıyla kurguda gerilimin oluşmasına da kaynaklık eder. Kurguda
gerilimi oluşturan problem ise 2073 Türkiye’sinde ortaya atılan yargının özelleştirilmesi fikridir.

Turkish Studies
International Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic
Volume 10/8 Spring 2015
1452 Şeyma KARACA KÜÇÜK

“Taslak anlatı şeması” (Bourneur, Quellet 1989: 31) olarak bilinen entrikanın romanda
şekillenişi bu problem ekseninde kuruludur. Toplam 14 bölümden oluşan romanın olay örgüsü şu
şekilde gelişir:
Birinci Bölüm: Bu bölüm ünlü bir avukat olan baş karakter Can Tezcan’ın kendini, hepsi
birbirine benzeyen siyah takımlı adamlar tarafından kuşatılmış olarak bulduğu kabusla başlar.
Romanın ilk bölümünde bu kabustan ötürü bir sorgulama gerçekleşir ve bu sorgulama
distopik bir dünya kurgusunun sinyallerini verir çünkü Can Tezcan’ın eşi Gül Tezcan’a uyandığı
vakit hangi tarihte olmalarını sorması üzerine Gül Tezcan’ın verdiği yanıt 17 Şubat 2073’tür.ilk
bölümdeki olaylar bu dünyayı tanımlayan birkaç ipucu verir. Örneğin Can Tezcan’ın avukatlığını
yaptığı ve eski bir arkadaşı olan Varol Korkmaz’ın herhangi bir suça karıştığına dair delil
olmamasına rağmen tutuklu kalması, üstelik çalıştığı kuruluşun hiçbir yabancı ortağı olmadığı için
şüphe uyandırması yargının işleyiş şeklini ortaya koyar.
Can Tezcan’ın arkadaşı Varol’un davasını kazanmaya kararlı olan tavrı yine eski bir
arkadaşı olan ve öldürülen tufan isimli kişiyi hatırlamasıyla artar. Yargının elinde arkadaşına ateş
eden kişinin fotoğrafı olmasına rağmen tek başına kanıt oluşturamayacağı yönünde karara varması,
Can Tezcan’ın yardımcısı Sabri Serin’le konuşması sırasında beyninde bir kıvılcım yakar ve
ironiyle şunu söyler: Her şeyi özelleştirdiklerine göre, yargıyı da özelleştirseler bari, bundan daha
iyi olur, daha kötü olmaz.”(Yücel 2012: 26) İşte bu kıvılcım romandaki sorunsalın oluşmasına,
başka problemlerin daha da gözle görülür hale gelmesine ve ülkedeki işleyişin ne halde olduğunu
açığa çıkarır. Birinci bölüm biterken Can Tezcan’ın kafasında yine aynı düşünce vardır: “Özel
yargı Mevlüt Doğan döneminin yargısından daha iyi olur, daha kötü olmaz, hem de kör olası
düzenleri tutarlılık kazanır…”.”(Yücel 2012: 29)
İkinci Bölüm: Can Tezcan’ın geçmişine dair bilgiler edindiğimiz bu bölüm onun kişiliği
hakkında fikir sahibi olmamızı da sağlar. Can Tezcan aslında eski bir Marksist olarak bilinmekte
öğrencilik hayatında anamalcılık karşıtı etkinliklere katılmaktadır. Bu durum iş hayatında ise farklı
bir durum almıştır. Can Tezcan meslek hayaının ilk yıllarında zengin kenter çocuklarının sol
eylemlere katılması sonucu yargılandıkları duruşmalara avukatlık yapmıştır. Can Tezcan mevcut
durumunu ise içlerinde Temel Diker gibi ünlü para babalarının olduğu iş adamlarına borçludur.
Can Tezcan’ın çelişkiler barındıran karakteri bu şekilde daha da belirginleşir. Bu durumun o da
farkında olmasına rağmen kendisine bu çelişkiyi hatırlatan eşi Gül Tezcan’a verdiği cevap da
bunun “siyasal tutum sorunu değil, uğraş sorunu” olduğu yönündedir. (Yücel 2012: 35) Can
Tezcan’ın uğraş alanlarından birini gördüğümüz bu bölüm yine yargının özelleşmesi fikrini
tetikleyecektir. O da İstanbul’u Newyork’a benzetme amacı güden ve her yere eşit yükseklikte
birbirine benzeyen gökdelenler diken Temel Diker adlı müteahhidin yaşadığı arsa sorunudur.
Tarihsel binaları dahi bu uğurda yıktırtma kararı çıkaran Temel Diker bahçeli küçük bir evi
sahibinden izin çıkmadığı için satın alamaz. Niyeti ise New York’takinden 3 kat daha büyük bir
Özgürlük Anıtı yaptırarak o arsanın üzerinde inşa ettireceği gökdeleninden Anıtı izleme keyfidir.
Can Tezcan’la New York’u temel arasında geçen diyalog hangi tür bir sebeple bu bahçeli evin
yıkılması yönünde karar çıkarılabileceğini göstermesi açısından öne taşır. Temel Diker’in gerekçesi
şöyledir:
“…Yaşam hakkı. Daha önce de kim bilir kaç kez anlatmışımdır sana: yer düzeyinde
pislikten, mikroptan, virüsten geçilmez oldu, bunlar çoğaldıkça nice kuşların, nice böceklerin, nice
bitkilerin soyu hızla tükeniyor, insan sayısı da hızla azalmakta. Öyleyse çözüm yeryüzü düzeyinden
elden geldiğince uzaklaşıp gökdelenlerin temiz ortamında yaşamak gerek.” (Yücel 2012: 43)
Özellikle anti-septik bir ortamın oluşturulmaya çalışıldığı distopik anlatılar çevrenin ve
soyun kısırlaştırıldığı bir tablo sunar. Bu da totaliter güçlerin hakimiyeti altında bulunan bir

Turkish Studies
International Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic
Volume 10/8 Spring 2015
Distopik Bir Roman Olarak Gökdelen’de Yapı ve İzlek 1453

dünyada üretim ve yaratıcılık gücünün aldığı darbeyi yansıtır. Doğal akış artık bozulmuş, onun
yerini yapay bir düzen almıştır. Steril bir çevrenin hakimiyetidistopik toplumların
mükemmelleştirilmiş düzeninin bir parçası olmuştur.
Bu düzen aynı zamanda her şeyin satılığa çkarıldığı bir tabloyu da gözler önüne serer.
2073’te tüm ülke özelleştirilmiştir. Bu durumu Can Tezcan, Temel Diker’in sahip olmak istediği
arsanın kamusallaştırılma kararı çıkartılması isteği üzerine şu şekilde ifade eder:
“Başımızdaki herifler bunca yıldır bu ulusun nesi varsa, hepsini özelleştirdiler, maden,
orman, ırmak, liman, fabrika, hastane, üniversite, ilkokul, her şeyi, her şeyi sattılar…” (Yücel
2012: 44)
Mübalağasız her şeyin satılmış olduğu bu ülkede Can Tezcan önerisini yineler. Ona göre
çözüm yargının özelleştirilmesidir. Hukuku Temel Diker’in parasal yardımlarıyla ele geçireceğini,
arkadaşı ve sorunlu arsa ile ilgili olan duruşmaları bu şekilde alabileceklerine ikna olan Can Tezcan
“tarihsel bir olayın başlangıç noktasında olduğunu” (Yücel 2012: 54) düşünür.
Üçüncü Bölüm: Bu bölümde Can Tezcan’ın aldığı kararı eyleme dökmek için başvurduğu
yolları görürüz. Şüphesiz medya bunun için biçilmez kaftandır. Can Tezcan’ın Cüneyt Ender adlı
gazeteci arkadaşının yargının özelleşmesine dair yazdığı köşe yazısı birkaç kişi tarafından son
derece olumlu bulunur.
Dördüncü Bölüm: Can Tezcan’ın yargının özelleştirilmesi fikrinin gerekçelerinin üzerinde
durulduğu bu bölüm insanların bu fikri hemen kanıksadıklarını da gösterir. Can Tezcan yargının
özelleştirilmesine dair gerekçesini devlet bürokratlarıyla da görüşür.
Beşinci bölüm: bu bölüme kadar göğe yaklaşık bir düzenin yaratıldığı ortamın görünmeyen
yüzü okuyucuya sunulur. Can Tezcan’ın hala komünist sistemin savunucusu olan eski arkadaşı
Rıza Koç’la yaptığı konuşma yılkı adamlar olarak nitelendirilen insanların varlığını ortaya çıkarır.
Can Tezcan’ın ve onun gibilerin bihaber olduğu bu insanlardan Rıza Koç şu şekilde bahseder:
“Bunda anlaşılmayacak bir şey yok,dostum… Siz meyveyi, sebzeyi, hatta ekmeklik
buğdayı bile seralarda yetiştirirken, ta mısır’dan kalkıp gelen leyleri makineli tüfeklerle
vurdurturken insanlarımızın büyük çoğunluğu dağda, bayırda, aç, çıplak dolaşmaya, ağaç kabuğu,
ot, solucan, çekirge ne bulursa yiyerek, içilebilecek ne bulursa içerek oradan oraya sürüklenip
duruyor.” (Yücel 2012: 110)
Yılkı adamların gökdelenlerden, mekik adı verilen uçaklarla evden işe işten eve
gidildiğinden dolayı görülemedikleri ise Can Tezcan’a inandırıcı gelmez.
Altıncı Bölüm: Can Tezcan’ın ülkenin başbakanı Mevlüt Doğan’la görüşmesi anlatılır.
Mevlüt Doğan böyle bir teklifin gündeme getirildiğinden dolayı gayet memnundur. Can Tezcan’a
bu teklifin gerçekleşebileceğini söyleyen Başbakan ve Can Tezcan arasında gizli bir anlaşma
gerçekleşir.Bu arada Başbakan yılkı adamların varlığını doğrulayarak, gizlenmelerinin sebebini ise
ulusal ve uluslar arası boyutta “sessiz bir anlaşma”ya dayandırır.
Yedinci Bölüm: Başbakanla yaptığı görüşme sonucunda Can Tezcan arkadaşı Varol
Korkmaz’ın da salık verilmesini sağlar. Fakat Varol Korkmaz kurtulduğu için mutlu olmanın
aksine acı içindedir ve kendisini evinin bir odasına kapatarak Can Tezcan’la görüşmeyi reddeder.
Sekizinci Bölüm: Yargı özelleştirilir ve kurumu Can Tezcan ve arkadaşlarının kurmak
üzere olduğu TTHO yani Türkiye Temel Hukuk Ortaklığı AŞ satın alır.
Dokuzuncu Bölüm: Bu bölüm Sabri Esenle Can Tezcan arasında geçen diyalog üzerine
kuruludur. Eski İstanbul ve yeni İstanbul arasındaki fark,şehrin gördüğü hasar, yılkı adamların
yaşam kavgaları, yargının özelleştirilmesinin ülkeye ne gibi felaketler getireceği tartışılmaktadır.
Turkish Studies
International Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic
Volume 10/8 Spring 2015
1454 Şeyma KARACA KÜÇÜK

Onuncu bölüm: Temel Diker bahçeli bir evin sahibi olan Hikmet Beyle görüşmek için onun
evine gider. Fakat netice olumsuzdur. Hikmet Bey birçok anısını barındıran evini satmamakta
kararlıdır. Bunun üzerine polisler eve girer ve Hikmet Bey kimyasal silahlarla öldürülür.
Onbirinci Bölüm: Başbakan Mevlüt Doğan’ın üç ilin mahkeme yetkisini kendi elinde
bulundurmak ister ve Can Tezcan’ın bunu kabul etmemesi üzerine Başbakanla Can Tezcan
arasında bir gerilim yaşanır. Hükümetin yargıdan elini çekeceği görüşünde olan Can Tezcan
gidişatın düşündüğü gibi olmadığını görür.
Onikinci Bölüm: Bu bölümde yayımlamakta olduğu kitabın yasa dışı olduğu gerekçesiyle
Rıza Koç Can Tezcan’ın evine baskın yapılarak yakalanır. Tezcan’ın hükümetle uzlaşmaya
gitmemesi bu sonucu doğurmuştur.
Onüçüncü Bölüm: Can Tezcan Mevlüt Doğan’ın Özgürlük Anıtı’nın açılışının yapılacağı
gün kendisinin tutuklanacağını öğrenir. Temel Diker’in yardımıyla yurt dışına kaçmaya karar
verilir.
Ondördüncü Bölüm: Büyük Özgürlük Anıtı’nın açılışı Mevlüt Doğan’ın konuşmasıyla
gerçekleştirilir. Fakat bu sırada dev bir topluluğun Anıt’a yaklaşmakta olduğu Can Tezcan’ın
bulunduğu mekikten görülür. Bunlar yılkı adamlardır. Can Tezcan bunu görmesi üzerine dönmeye
karar verir.
4.Bakış Açısı ve Anlatıcı
Distopik anlatıların toplumsal bir eleştiri aracı olduğunu daha önce belirtmiştik.
Dolayısıyla bu türde yazılan eserlerin hangi bakış açısıyla sunulduğu sosyal katmanları görmek
açısından önem taşımaktadır. Bu katmanları derinden analiz edebilmek ise çoğunlukla hakim bir
bakış açısının kullanılmasını gerektirir. Nitekim “Herhangi bir roman değerlendirirken hikayecinin
bakış açısını kavramamız, romanın değerler sistemini ve romandaki karmaşık davranışları
anlamamızı büyük ölçüde tayin eder. Hatta romanın değeri hakkında vereceğimiz hükmü
oluşturmamız bile, romandaki bakış açısını yakalamamıza dayanır, denebilir.” (Stevick 2004: 84)
Gökdelen romanında da toplumun geçirdiği yozlaşmayı net bir şekilde görmek açısından
tarafsızlığın ön plana çıktığı ve değerlerin derinlemesine sorgulanabildiği bir bakış açısına ihtiyaç
duyulur ki bu da tanrısal bakış açısı tekniğidir. Bu bakış açısının romandaki değerler sistemini
ortaya çıkaran hakim duruşu şu cümlelerden çıkarılabilir:
“…Tüm İstanbul yeni biçimini ve yeni kimliğini üstlenmek için Hikmet babanın öldürülüp
evinin yerle bir edilmesini bekliyormuş gibi, en gözdeleri başta olmak üzere, hiçbir semt, hiçbir
cadde, hiçbir sokak, hiçbir yapı Niyorklu’nun dört bir yana yayılarak ortalığı toza ve gürültüye
boğan dev makineleri karşısında direnemez oldu.” (Yücel 2012: 35)
Tanrısal bakışının görme yetkinliği sadece olaylar üzerinde değil aynı zamanda romanda
karakterlerin iç dünyasına nüfuz edebilme şeklinde de görülür. Örneğin Can Tezcan’ın evinin
penceresinden baktığı vakit insanları görme biçimi Tanrısal bakış açısı ile şekillendirilir:
“Kalktı, pencereye gitti; yukarıda nerdeyse her dakikada sinekler gibi vızıldayan şu mekik
dedikleri küçücük uçaklar birbirini izliyor, aşağıda da arabalar sinekler gibi küçücük görünüyordu;
arada sırada bir iki insanın da belirdiği oluyordu; onlar sinekten de küçüktü. Gerçekte de
böyleymişler ve hep böyle olmuşlar gibi bir duyguya kapıldı…” (Yücel 2012: 35)
Tanrısal bakış açısının karakterin iç edimlerini yansıtabilme gücü eserdeki gerçeklik
duygusunun oluşmasına hizmet etmesinin yanı sıra romanın distopik unsurlar barındırması
sebebiyle gerçekle olan ilişkisini güçlendirmek adına da bir işlev yüklenir. Bu sebeple gerek
distopik dünyanın gerek karakterlerin iç dünyası tanrısal bakış açısıyla yansıtılır.

Turkish Studies
International Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic
Volume 10/8 Spring 2015
Distopik Bir Roman Olarak Gökdelen’de Yapı ve İzlek 1455

Bu bakış açısının bir diğer özelliği de yazarın kendi izlenimlerini esere zaman zaman dahil
edebilmesidir ki bu onun “yorumcu hikayeci” olma özelliğinden kaynaklanır. (Stevick 2004:
111)Romanda bunun örneğine yazarın düştüğü bir dipnotta rastlamak mümkündür.
“Bu kuruluşlar bugün de etkinliklerini sürdürmekte olduklarından ve arkamızda herhangi
bir mafya bulunmadığından, adlarını veremiyoruz.” (Yücel 2012: 257) Yazarın romanın sayfaları
arasına eklediği bu dipnot onun olaylara karşı edindiği ironik üslubunu da gösterir. Bu da yazarın
tarafsız konumda olmasına karşın olaylara karşı tavrını okuyucuya sezdirmekten kendini
alıkoymadığını gösterir.
5.Zaman
Bir edebi eserde üç farklı zaman boyutu vardır. Bunlar
1- Maceranın kendi zamanı
2-Yazıya geçirme zamanı
3- Okuma zamanı’dır. (Korkmaz 1991: 137)
Romanda vak’a zincirlerinin meydana gelmesi macera zamanı ile ilgilidir ve eserdeki
olayların nasıl bir zeminde kurulduğunu anlamamıza yardımcı olur. Gökdelen romanında
maceranın zamanı 2073’tür. Yani fictive alem gelecek zaman odaklıdır. Romanın başında 2073
yılında olunduğu okuyucuya doğrudan değil kurgunun içerisine yerleştirilerek sunulur. Can
Tezcan’ın rüyasında gördüğü siyah giysili adamlar tarafından sürekli içinde bulunduğu zaman
diliminin sorulması ve Can Tezcan’ın uyandığından bu sorunun cevabını hala arıyor olması
kurgusal zamanın ön plana çıkarılmak istendiği etkisini uyandırır.
Romandaki zamansal çizelge 17 Şubat 2073’ten 17 Ekim 2073’e doğru kronolojik
düzlemde ilerler. Yargının özelleşmesi için atılan adımlar karşılığını bulur. 17 Ekim’e gelindiğinde
New York’takinin bir benzeri olan devasa büyüklükteki Özgürlük Anıtı’nın açılışıyla romanda
sona gelinir.
Romandaki zamansal devinim yıkım ve yapım üzerinden gerçekleşir. Problematik bir
noktaya temas eden zaman, eskinin yerle bir edilip yıkılması ve yerine yenisinin konulması
şeklinde kendini açığa çıkarır. Bu da romanın distopik doğasından kaynaklanmaktadır. Örneğin
zaman içerisinde geçmişte inşa edilen farklı yükseklikteki evlerin yıkılıp yerine gökdelenlerin
dikilmesiyle mekan ve zaman arasında bir parallelik kurulduğunu söylemek mümkündür. Romanda
zamanın işleyişi modernitenin kararan yüzünün ortaya çıkmasına ve yeni bir mekansal zeminin de
oluşmasına hizmet etmektedir.
6.Mekan
Olayların zuhuru ve gelişmesine sahne olan mekanın tasviri kurgusal bir eserde vaka
zincirini, zamanı ve karakterleri anlamak bakımından önem taşır. Eserde sadece fiziksel ortamın
tek başına görüntüsü sunulabileceği gibi mekanın derinliği insanın taşıdığı ruh dünyasıyla
ilişkilendiği vakit artar. Bu durumda kurgusal bir metinde mekanı çevresel ve algısal mekan olarak
ayırmak mümkündür.
6.1.Çevresel Mekan
Çevresel mekan “olay merkezli anlatılarda kullanılan ve üzerinden geçilen bir yerdir. Kişi-
yer özdeşikliği henüz sağlanamamıştır.” (Korkmaz 2007: 402)Dolayısıyla karakterlerin iç dünyası
mekanla iletişim içinde olmadığından mekan bir anlam taşıyıcı olarak karşımıza çıkmaz. Gökdelen
romanında mekan ve insan birbirinden bağımsız değil kesişen iki unsurdur. Bu yüzden romanda
algısal mekanlar psikolojik çözümlemeler yapmamıza olanak tanır.

Turkish Studies
International Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic
Volume 10/8 Spring 2015
1456 Şeyma KARACA KÜÇÜK

6.2.Algısal mekan
Çevreyi tanımlamaktan ziyade kurgusal alemdeki karakterlerin zihin haritalarını
çıkarmamızı sağlayan algısal mekanın işlevinin distopik anlatılarda ön plana çıktığını
söyleyebiliriz. Nitekim distopik dünya sorunsal bir alanı temsil etmekte ve adeta bir neşterin
kendisine vurulup zehrin akıtılmasını beklemektedir. Modernizmle gelen sorunları bir mercek
altına alıp büyüterek daha iyi görünmesini sağlayan distopik anlatılarda mekan bu doğrultuda
deşifre edilmeyi bekleyen problemler sunar.
Geleceğin dünyasının kurgulandığı Gökdelen romanında mekan yatay düzlemiyle değil
dikey boyutuyla ön plana çıkar. Aynı boyda sıralanan gökdelenler insanların evi olmuştur. Bu
gökdelenlerden birinde oturan Can Tezcan’ın eşi Gül Tezcan’ın (gözünden)penceresinden kent şu
şekilde yansır:
“Gül Tezcan İstanbul’un o güne dek yapılmış en yüksek yüz elli üç gökdeleninden birinin
sondan üç önceki katından, yani şöyle böyle beş yüz otuz beş metre yukarıdan bir şeyler
seçebilirmiş gibi pencerereye koştu, küçücük bir oyuncak adamın kendisi gibi kara bir oyuncak
arabanın kapısını açtığını, hızla yaklaşan bir başka oyuncak adamın oyuncak arabanın arka koltuğa
yerleşmesini bekleyip kapıyı kapattıktan sonra, koşarak arkadan dolaşıp ön kapıdan oyuncak
arabaya girdiğini, iki saniye sonra da oyuncak arabanın hızla uzaklaştığını gördü…”(Yücel 2012:
18)
Gittikçe metalaşan dünyada insanların da nesne durumuna düştüklerinin net olarak
görüldüğü romanda sık sık “oyuncak” kelimesinin kullanılması bir kontrol mekanizmasına tabi
olan insanlara ve içlerinin insani değerlerden nasıl boşaltıldığına işaret eder. Gül Tezcan’ın aşağıya
baktığı vakit izlediği nesneler ve nesneleşen insanlarla olan mesafesini ise sadece fiziksel anlamda
yorumlamamak gerekir. Bu mesafe özünden kopan insanların metalaşarak kendilerine uzaklaşması
anlamına da gelir. Gökdelenler işte bu mesafeyi oluşturan yapılar olarak karşımıza çıkar.
Gökdelenlerle doldurulan kentin insanın bir parçası olduğu doğa ile de hiçbir bağlantısı
kalmamıştır. Kent çöp yığınlarının oluştuğu bir mekan halini almıştır. Doğadaki canlı türünün
sayısı azalmış hatta kedilerin bile soyu kurutulmuştur. Bu kuru ve verimsiz ortam Can Tezcan’ın
Sabri Esen’le diyaloğunda da ortaya çıkar.
“Doğa çok fazla kurudu efendim; üzerinde fazla kalın bir çöp tabakası oluştu, yeniden
canlandırılmasının çok zor olduğunda herkes birleşiyor.” (Yücel 2012: 202)
Endüstri ve sanayi atıklarının ülkeyi bir çöp yığını haline getirdiği ülke nefes alıp
verebilmenin koşulu olan doğadan kendini soyutlamış ve yerine yapay bir mekan üretmiştir. Hiçbir
ağacın, çiçeğin, böceğin kalmadığı mekan adeta kısırlaştırılmıştır. Labirentleşen, Kapalı ya da dar
mekan olarak değerlendirebileceğimiz kent, insanların yaşamında da bir kısır döngü yaratmış;
topraktan uzaklaşan insan özgürlüğü göğün sonsuz genişliğinde aramaya koyulmuştur. Oysa göğe
yükselen yapılar insanları esaret altına alarak yabancılaşma duygusunu arttırmıştır.
“…tüm kenterler gökdelenlere yerleşiyor, yerleştikleri katların yüksekliği oranında
aşağıları ve aşağıdakileri küçük görüyor, yollarda oraya buraya seğirten insanları birer karınca
olarak niteleyecekleri geliyordu; ancak, günler geçtikçe, aşağılara indikleri ve dünyaya herkesle
aynı düzeyden baktıkları zamanlarda da benzerlerini gene karınca gibi görmeye başlıyor…
kendileri de küçülmüş, birer karıncaya dönüşmüş gibi bir duyguya kapılıyor, bir an önce yukarılara,
gökdelenlerine dönmek istiyorlardı. Aynı biçimde, yukarıda ya da aşağıda, hiçbir engelle
karşılaşmadan, hızla ilerledikleri bir sırada, bir yandan artık yolların çok geniş ve çok açık
olduğunu, uzun süre aynı noktada beklemelerin çok gerilerde kaldığını düşünerek şöyle derin bir oh
çekmek üzereyken, tüm varlıklarının buz gibi bir yalnızlıkla kuşatıldığını duyarak ürperiyor,

Turkish Studies
International Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic
Volume 10/8 Spring 2015
Distopik Bir Roman Olarak Gökdelen’de Yapı ve İzlek 1457

ortamlarını oluşturan yükseklik ve genişlik bunalımdan sıyrılmanın olanaksızlığını somutlaştırır


gibi oluyordu.” (Yücel 2012: 246)
İnsanların çevresel anlamda açık mekanlarda bulunmalarına karşın hissettikleri boğulma
hissi mekanın aslında dar ve kapalı olduğunun bir göstergesidir. Her ne kadar gökdelenler göğe,
sonsuzluğa açılıyor gibi dursa da insanlar bu genişlik ve yükseklikten ürperti duymaktadır. Nitekim
insan doğası itibariyle toprağın çocuğudur ve toprağa temayüllüdür. İnsanda huzursuzluk,
tekinsizlik ve güvensizlik duygusunun baş göstermesi de ait olduğu yerden kopmasının bir
sonucudur. Üstelik tatminsiz ve daimi olarak daha yüksek daha geniş evlerde oturmak arzusu
insanları ele geçirmiştir. Özellikle Temel Diker’in diktiği gökdelenler insanların bu tavrını ortaya
koymaktadır.
…üç ay gibi kısa bir süre içinde İstanbul uçsuz bucaksız bir inşaat alanına dönüşürken,
herhangi bir köşesinde onun tek örnekçesi dışında bir yapı dikme olanağı kalmadı. Yüklenicileri
önce kentin, sonra tüm ülkenin yüksek gelirli insanları izledi.Bu kişiler, sayıları her ay, hatta her
hafta biraz daha artan, kamu kuruluşlarının elinde bulunan kimi yapılar dışında, kendilerine
benzemeyen her yapıyı ezip geçerek hızla kendi sokaklarına doğru ilerleyen dev yapıların yanında
kendi konutlarını her geçen gün biraz daha küçük, biraz daha zavallı, biraz daha çirkin görmeye
başladılar.İnsanlar… evlerinden “kümes” ya da kulübe diye söz etmeye başlamışlar[dı].” (Yücel
2012: 246)
İçtenlik değerlerini barındıran evin dikey boyutlu bir beton yığını haline dönüşmesi de
onun toprakla kurduğu ilişkinin sona erdiğini gösterir. “Evin kökü yoktur. Gökdelenlerin mahzeni
yoktur:ev üstüne düş kuran biri için, hayal edilebilir bir şey değildir bu. Odalar kaldırımdan çatıya
kadar üst üste yığılır; ufuksuz bir gökyüzü, çadır bezi gibi örter tüm kenti. Kentteki yapıların
yalnızca dış yüksekliği vardır… Evim denen yer de, basit bir yataylıktan başka bir şey değildir.
Dolayısıyla bir kata sıkışmış konutun farklı odaları, içsellik değerlerini ayırt edebilecek ve
sınıflandıracak temel ilkelerin birinden yoksundur.” (Bachelard 2013: 58)Romanda ise
gökdelenlerde yaşayan insanlar bu yoksunluğu her ne kadar hissetseler de çareyi yine gökdelenlerin
betonlaşan ruhunda ararlar. Betonlaşan şehirde içtenlik değerlerinin muhafaza edildiği,
yoğunlaştığı ve kişiyi kucaklayan tek yer ise Hikmet Bey’in evidir. Dolayısıyla bu ev açık meka n
olma özelliği göstermektedir.
Temel Diker’in yerine gökdelenlerini ve Özgürlük Anıtı dikmek istediği arsa Hikmet
Bey’in evinin olduğu yerdir. Dolayısıyla bu ev Temel Diker için bir tehdit unsuru olmakla birlikte
isteklerini gerçekleştirmek için de acilen imha edilmesi gereken bir mekandır. Hikmet Bey’in evi
betonlaşan şehrin görüntüsünde anılaştırılmış tek mekan olarak karşımıza çıkar. Evde duvara asılan
sararmış fotoğraflar, eski kitaplar ve eşyalar içtenlik değerlerinin cisimleşmiş halidir. Bahçeli olan
bu ev açık mekan işlevi görerek de kişiye esenlik duygusunu tattırır. Bu huzur Hikmet Bey’i evini
satması için ikna etmeye gelen Temel Diker’i bile kaplar:
“Bu evin bahçe kapısından girdi gireli, gerçek dünyadan kopmuştu sanki. Daha sonra,
Hikmet Bey’in önerisi üzerine çıktıkları bahçede önündeki sehpanın üstünde yeşil ve kırmızı
nakışlı plastik tepsi, tepsinin üstünde iki su bardağıyla küçük bir sürahi, karşısında yaşlı hemşerisi,
öyle otururken, yalnızca kedileri ve taşıyabilecekleri korkunç hastalıkları değil, buraya neden
geldiğini de unutmuştu sanki, yüksek duvarların dibinde renk renk açmış hercaimenekşelere,
gölgesinde oturduğu çam ağacına, en çok da onun tam karşısına düşen fındık ağacıyla onun
solundaki nar ağacına bakıyor, tüm varlığını benzersiz bir esenlik havasının sardığını ve bundan hiç
mi hiç rahatsız olmadığını duyuyordu.” (Yücel 2012: 220)
Hikmet Bey’in evi kenti esir alan betonlaşmış yığınların ruhsuz ve soğuk görüntüsüne inat
doğanın sıcaklığını ve kendiliğini yansıtır. Gökdelenler sermayenin mekanları haline gelirken

Turkish Studies
International Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic
Volume 10/8 Spring 2015
1458 Şeyma KARACA KÜÇÜK

hikmet Bey’in evi metalaşan değerler sistemine karşı ayakta kalmaya başarmış, tüketimin çıkmaz
sokaklarında değil doğanın tüm üretkenliğinin sonsuza açıldığı kapıda konumlanmıştır. Bu karşı
karşıya geliş romanda çatışan unsurları göstermek için de önem taşımaktadır. Nitekim doğaya
dönüşü temsil eden Hikmet Bey’in evi ile gökdelenlerin savaşı romandaki dramatik aksiyonu
sağlayan değerler arasındadır. Bu değerler aynı zamanda üretim ve tüketim arasındaki çatışmayı da
göstermektedir.
Evin bahçesindeki nar ağacı ve cıvıltılar eşliğinde birleşen iki kuş bu üretkenliğin simgesi
durumundayken kent, devasa yapılarıyla adeta bir tiran gibi her şeyi yutarak tüketen ve bu şekilde
büyümeye giden bir mekan algısı uyandırır. Böylece kent her ne kadar çevresel anlamda sürekli
genişlemiş ve büyümüş olsa da karakterler üzerinde yarattığı algı bakımından dar mekan olma
özelliği gösterirken buna muhalif olarak ortaya çıkan Hikmet Bey’in evi ise esenlik kaynağı olarak
görülmesi dolayısıyla açık mekan olarak değerlendirilebilir.
7.Kişiler Dünyası
Romanda yer alan şahıs kadrosu, vakayı değerlendirebilmek, aksiyonun başlatıcı
unsurlarını saptayabilmek, çatışan unsurları görmek açsından belirleyici bir rol oynar. Karakterlere
benimsetilen roller romandaki değerler dünyasını anlamamıza da kapı aralar. Bu bağlamda
romanda yer alan karakterleri edindikleri misyon bağlamında roman başkişisi, norm karakter, kart
karakter ve fon karakter olarak incelemek mümkündür.
7.1.Roman başkişisi
Romanda olayların akışına yön veren karakter olarak karşımıza çıkan roman baş kişisi
Gökdelen’de Can Tezcan’dir. Can Tezcan yaşadığı çatışmalar ve değişimlerle iç dünyasını ayrıntılı
bir şekilde görebilme imkanı bulabildiğimiz bir karakterdir aynı zamanda. Eski bir Marksist olarak
kapitalizmin pençesine düşen ve yargının özelleşmesi fikrini ortaya atıp bu konuda aktif rol
oynayan Can Tezcan’in içsel çatışmaları, çelişkileri romanda oldukça belirgindir. Öyle ki kendisi
gençlik yıllarında “gün gelecek bu herifler yargıyı da özelleştirecek” (Yücel 2012: 44) dediği halde
kendisi bizzat bu durumun başlatıcısı olmuştur. Yargının özelleşmesiyle hükümetin tekelinde
bulunan adalet kurumunu düzelteceğini uman Can Tezcan’ın arzu ettiği, yöneldiği şey onu hayal
kırıklığına uğratacaktır. Bu arzu nesnesine yönelimi ise onun baş karakter olma özelliğinden
kaynaklanır. Nitekim “Başkahramana bağlı aksiyon, arzuya, ihtiyaca ya da aksine korkuya bağlı
olarak ortaya çıkar.” (Bourneur, Quellet 1989: 31)Can Tezcan’ın aksiyonun oluşmasına hizmet
eden arzu nesnesine yönelimi onun zaman zaman kendisiyle yüzleşmesine sebep olacaktır. Yargı
özelleştirildikten sonra özellikle Hikmet Bey’in evinin yıkılmasına dair çıkarılan karar ve bunun
sonucunda Hikmet Bey’in öldürülmesi Can Tezcan’ın yaşadığı çelişkinin farkına varmasını sağlar:
“Şimdi Hikmet babadan çok kendime üzülüyorum belki de,” dedi. “Hep yapmak
istediklerimin tersi oluyor şu son günlerde. Her şeyi yönlendirebileceğimi, kendi istediğime
getireceğimi sanmıştım, ama hep tersi oluyor. Yargının başına geçip en sonunda bu ülkede hukuku
egemen kılacağımı sanmıştım, ama elime geçirmek üzereyken, geldiği yere geri dönecek gibi
görünüyor. Bir şeyler hep ters gidiyor hep, edimlerimin öznesi olamıyorum.” (Yücel 2012: 283)
Özellikle Can Tezcan’ın komünist olan arkadaşı Rıza Koç ile arasında geçen diyalogda
söylediği son cümle kendisinin durumunu ortaya koyduğu gibi çağın atmosferini de belirgin kılar.
Nitekim modern dönem iktidar ve özne arasındaki çatışmanın yoğunlaşmış görüntüsünü çizer. Kişi
yaptıklarının eyleyeni değil, bir şekilde kontrol mekanizmasına tabi tutularak edilgeni olarak
karşımıza çıkar. Dolayısıyla roman başkişisi olan Can Tezcan’ın sürekli olarak kendini çelişki
içinde bulması hatta tutarlılık uğruna kentin çarpık görüntüsündense aynı tip gökdelenlerle
doldurulmasını istemesi romanın son sayfalarına kadar bir olgunlaşma sürecine giremediğini de
gösterir. O sadece yaşadığı çelişkinin farkına varabilmiştir fakat bu uğurda gerçek bir irade örneği

Turkish Studies
International Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic
Volume 10/8 Spring 2015
Distopik Bir Roman Olarak Gökdelen’de Yapı ve İzlek 1459

gösteremez. Bu durum Rıza Koç’a göre de yaşadıkları devrin bir sonucudur. Bu konuda Rıza Koç
arkadaşına şunları söyler:
“Yaşadığımız dönemin getirdiği bir şey bu, senin hiçbir suçun yok: hiçbirimiz özne değiliz
gerçekte, hiç kimse özne değil, bu yüzden de edimlerimiz amaçladığımız sonuçlara götürmüyor
kolay kolay…” (Yücel 2012: 283)
Rıza Koç’un söyledikleri bir bakıma roman baş kişisi olan Can Tezcan’ın aksiyonu
başlatan arzu nesnesine yönelişinin tutarsızlığını ortaya koymaktadır. Gerek yargıya adaleti
getirmek uğruna yargının özelleşmesini sağlama düşüncesi gerekse de kentin gökdelenlerle
doldurulma fikri tutarsızlıklarla dolu bir dünyada kaosu gidermeye yönelik olarak atılmış tutarsız
adımlardan başka bir şey değildir. Dolayısıyla roman kahramanının arzusunu gerçekleştirmek için
attığı adım kaos ortamının yoğunlaşmasına neden olur. Romanın sonunda ise kahramanın mevcut
düşüncesinden sıyrıldığı açık bir biçimde ifade edilmese de okuyucuya sezdirilir. Özgürlük
Anıtı’nın açıldığı gün yılkı adamların kente doğru akın akın gelişlerini gören Can Tezcan’in
kaçmak üzereyken bu fikrinden vazgeçip ülkesine geri dönmesi, mevcut düzene karşı direnmek
için mücadele edileceğinin sinyalini veren yılkı adamların temsil ettiği ülkü değerlere zihni bir
dönüş yaptığının da işaretini taşır. Fakat bu noktadan sonra Can Tezcan’ın edindiği tutuma dair
bilgi verilmiyor oluşu, başkarakterin geçirdiği dönüşümü net olarak sunmaması bakımından bir
eksiklik olarak düşünülebilir.
7.2.Norm Karakter
Kahramana yol gösterici olarak sahneye çıkan norm karakter aynı zamanda eser boyunca,
bir bakıma vakayı idare eden hakem hüviyeti ile de karşımıza çıkar. Gökdelen’de bu vazifeyi
yüklenen karakter Rıza Koç’tur.
Özellikle yılkı adamlar diye bilinen bir grubun varlığını ilk olarak ortaya atan Rıza Koç,
Can Tezcan’ın nasıl bir dünyada yaşadığını kavramasını sağlar. Zira distopik kurgulu roman
dünyasında karakterlerin şuurları tamamen kapanmıştır ve bu da distopik romanlarda sıkça
karşımıza çıkan totaliter anlayışın bir sonucudur. Bu tarz toplum yapılanmasında gerçek ve gerçek
dışı olan birbirinden ayrılamaz hale gelmiştir. HannahArendt’in TheOrigins of Totalitarianism adlı
eserinde de belirttiği üzere “totaliter yönetim için ideal vatandaşlar gerçekle kurmacayı ayırt
edemeyen kişilerdir.” (Arendt 1973: 474)İşte Rıza Koç da norm karakter olma özelliği taşıması
bakımından Can Tezcan’ın farkındalık düzeyinin artmasına yardımcı olarak gerçekle kurmaca
arasındaki tezatlığı görmesini de sağlar.
Rıza Koç romanda bir aydın olarak karşımıza çıkar ve sürekli kitaplar yayımlayarak ülkede
neler olup bittiğine dikkat çeker. Bu yüzden de polis tarafından aranmakta ve sık sık arkadaşı Can
Tezcan’dan yardım istemektedir. Can Tezcan da arkadaşının kitap yayımlamasına maddi destek
sağlayarak ona karşı vefa borcunu ödediğini düşünmektedir. Rıza Koç’un yine Can Tezcan’dan
yardım istemeye geldiği bir gün yılkı adamlar adlı bir grup insandan bahsedişi Can Tezcan
üzerinde sarsıcı bir etki yapar. Rıza Koç yılkı adamlarla ilgili bahse “diyeceğim söylediğim gerçek”
diyerek başlar ve devam eder:
“İnsanlar gözlerden uzak yerlere, dağlara, tepelere çekilmek zorunda kalıyor nicedir, yaşlı,
genç, kadın, erkek, çocuk, sürülerle, evet sürülerle,yalınayak, yarı çıplak, pislik içinde, tarih
öncesinden kalma hayaletler gibi dolaşıp duruyorlar öyle, solucan, kurbağa, sıçan, çekirge, ot,
kabuk, yosun, daha ne bileyim,ne bulurlarsa yiyor,bir karga ölüsü için birbirlerine saldırıyorlar”
(Yücel 2012: 113)
Gökdelenlerin yükseldiği, insanların uçaklarıyla ulaşım sağladıkları bir zamanda ilkel
toplumların yaşam tarzlarından hiçbir farkı olmayan yılkı adamların varlığı Can Tezcan’a o kadar

Turkish Studies
International Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic
Volume 10/8 Spring 2015
1460 Şeyma KARACA KÜÇÜK

gerçek dışı gelir ki kendisinin bir karabasanın etkisi altında bulunduğunu düşünür. Rıza Koç Can
Tezcan’ın gözlerini açmak için bir hayli çaba sarf eder. Çünkü gerçek korkutucu olandır ve dünya
algıların yönlendirildiği bir illüzyonu gerçek olarak sunmaktadır. Gerçek ve kurmacayı birbirinden
ayırt edemeyen Can Tezcan bu “kabustan” uyanmak ister ve Rıza Koç’un söylediklerini bunca
şeyden haberinin olmamasının imkansız olduğunu söyleyerek reddeder. Dünyanın gerçek yüzünün
Can Tezcan gibilere örtülü olmasının sebebi ise çoğu insanın yaya dolaşmayıp gökte hareket
halinde olmasından dolayı yerde olup bitenleri ve dağlara sığınan bu adamları görememesidir.
Yılkı adamlar aynı yılkı atları gibi işe yaramadığı, işsiz kaldığı vakit doğaya atılmaktadır. Kentin
kurmaca görüntüsüne zarar vermemek için de bu adamlar şehirden uzak tutulur ve asla
yanaştırılmaz. Can Tezcan tüm bunları dinlemesine rağmen ise eski devrimci günlerinin romantize
edilmiş gölgesinde yaşamayı yeğler. “Gerçekleri unutmak için. Yılkı adamlarının varlığından
haber[leri] yokmuş gibi” (Yücel 2012: 119) yaşayarak hayatına devam etmeyi sürdürür. Öte
yandan Can Tezcan’ın aklından Rıza Koç’un söyledikleri de bir türlü gitmez fakat Can Tezcan
ancak romanın sonunda gerçekler bir “yığın” halinde yılkı adamların kente inişi görüntüsünde
tecessüm ettiği vakit gerçekle kurmacayı ayırt edebilecek ve bunun için bir hamle yapabilecektir.
7.3.Kart Karakter
Kart karakterler bir romanda dinamik bir yapı sergilemekten uzak “tek bir karakteristik
özelliğin vücut bulmuş şekli” (Stevick 2004: 175)olarak karşımıza çıkar. Romanda bu karakter
tipine örnek olarak gösterebileceğimiz isim Mevlüt Doğan ve ’Temel Diker’dir. Mevlüt Doğan’ın
romanda Can Tezcan tarafından sık sık Karamazov Kardeşler romanındaki Simerdiakof’a
benzetilmesi, her ortaya çıkışında Can Tezcan’ın hayalinde bu karakterin canlanıyor olması Mevlüt
Doğan’ın değişmeyen, sürpriz unsuruna kapalı bir karakter olma özelliğini taşımasından
kaynaklanır. Mevlüt Doğan’ın Simerdiakof etkisi yaratışı şu şekilde açıklanır:
…sonra,birden ,adamın tam da cumhurbaşkanıyla giriştiği kim bilir kaçıncı tartışmayı
anlattığı sırada, “Yumruğumu masaya vurdum ve dedim ki sayın cumhurbaşkanım, benim adım
Mevlüt Doğan dedim!..dediği anda , “Smerdiakof!” Evet tamam, Smerdiakof!” diye haykırmamak
için zor tuttu kendini…”(Yücel 2012: 127)
Mevlüt Doğan’ın Smerdiakof’la özdeşleştirilmesi onun roman boyunca kötü niyetli ve
haince planlar kuran bir karakter olma özelliğinden dolayıdır. Sahneye çıktığı anda bir şeylerin
yolunda ters gideceği görüntüsünü sunuyor olması da onun değişmeyen karakteristik yapısına işaret
ederken kendisiyle özdeşleştirilen duyguların uyanışını da sağlamaktadır.
Bir diğer kart karakter romanda Temel Diker’dir. Temel Diker gözünü para bürüyen,
hırslı,yerinde duramayan Karadenizli bir müteahhit olarak gökdelenleriyle övünen bir karakterdir.
Onun New York’takine benzer bir Özgürlük Anıtı dikme gayesi,kendisinden övgüyle bahsedişi
zaman zaman mizahi bir görüntü çizmesine neden olur.
7.4.Fon Karakter
Romanın dokusuna nufuz edebilmemizi sağlayan fakat arka planda kalarak aktif bir rol
üstlenmeyen fon karakterler psikolojik derinlikten uzaktır ve aksiyona herhangi bir katkıları yoktur.
Romanda mekik denilen uçaklarıyla seyahat eden kişiler ya da Özgürlük Anıtı’nın açılışından
toplanan insanlar fon karakterlere örnek olarak verilebilir:
“Görünüşe bakılırsa herkes mutluydu o gün, herkes olağandışı bir gün yaşadığının
ayrımındaydı. Nerdeyse tüm İstanbullular, hatta adı kendisinden önce ünlenen söylensel heykelin
tarihsel açılışında bulunmak umuduyla ülkenin öteki kentlerinden kalkıp gelmiş varlıklı yurttaşlar
her yanı doldurmuşlardı…”(Yücel 2012: 328)

Turkish Studies
International Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic
Volume 10/8 Spring 2015
Distopik Bir Roman Olarak Gökdelen’de Yapı ve İzlek 1461

Romanda kalabalık bir sahne oluşturmak için karakterlerin sayısının yüksek tutulması fon
karakterlerin varlığını da görünür kılmış olur.
8.İzleksel Kurgu
Roman bir değerler sistemini kendi içinde sunuyor olması itibariyle benimsenen değerler
ve buna karşıt gelişen güçlerin çatışması ekseninde gelişir. Bu da birtakım izleklerin ortaya çıkışını
sağlar. Bu izlekleri KORA şeması içinde tespit etmek romanın hüviyetini daha belirgin kılarak
içinde barındırdığı anlam katmanlarına ulaşmamızı da olanaklı kılacaktır.
Gökdelen romanında dramatik aksiyonu sağlayan unsurları şu şekilde göstermek
mümkündür:
Ülkü değer (tematik değer) Karşıt Değerler
Kişiler Can Tezcan, Rıza Koç, Sabri Esen, Mevlüt Doğan, Temel Diker, Cahit
Düzeyinde Hikmet Bey Güven,
Kavramlar Adalet,Hak,Hukuk,Özgürlük,Doğayı Yabancılaşma,
Düzeyinde muhafaza etme,üretim Betonlaşma,Tahribat,Makineleşme,
Tüketim,Özelleştirme
Simgeler Bahçeli ev, nar, kuş Gökdelenler, Özgürlük Anıtı,
Düzeyinde Mekik,Şehir
8.1.Yabancılaşma
Modernitenin dünya üzerinde açmış olduğu derin yarık bireyin, kendiyle arasına mesafe
koymasına ve kendilik değerlerini unutmasına sebep olmuştur. Bu derin yarık insanın öz bilincine
ait birtakım değerlerin de üstünü örtmüş ve özünden koparılan insan nesneleşen dünya da bir obje
gibi algılanmaya başlamıştır. Bu durum aynı zamanda distopyanın bir özelliğine de işaret etmekte
“insanın özünü yitirişini temel bir mesele” (Çetindaş 2013: 999)olarak ele almayı gerektirir. Bu
algıyla beraber yabancılaşma kavramının da sorgulanması gerekir.
Örneğin Heidegger yabancılaşma kavramını ele alırken insanın kalabalıklar içinde kendi
kararlarını alamadığını ve varoluşuna dair sorular soramamasından ötürü kendine yabancılaştığını
iddia etmektedir. (Altuntaş 2013: 2) Bu durumun oluşmasının sebeplerinden biri endüstrileşen
toplumda metanın merkeze alındığı, insan ve insana dair olan her şeyin kapital düzenin kendine has
işleyen çarkında kendine yer bulamamasıdır. Özellikle de oluşturulmak istenen bütünlük içinde
insanın dünyayla adeta bir makine gibi uyumlu çalışmasına zemin hazırlayan bu modern atmosfer
içinde kişi ‘şey’leşerek yapay bir görüntünün parçası haline getirilir.
Kişi bu yabancılaşmadan ötürü gerek ontolojik olarak kendinden koparılmakta gerekse de
sınıfsal bir sistemin içinde Marx’ın bahsettiği iş bölümüne tabi tutularak bu yabancılaşmayı
hissetmektedir. Nitekim işçi hem ürettiği ürünle arasına mesafeler koyularak hem de yerini
makinelerin almasından ötürü yabancılaşır.
Romanda da gerek ontolojik bağlamda bireyin insana özgü niteliklerini kaybedişi gerekse
de sınıfsal çatışmanın doğurduğu yabancılaşma söz konusudur.
Sanayi toplumlarının teknolojiden dolayısıyla da makinelerden ayrı tutulamayan görüntüsü
Gökdelen romanına o kadar hâkimdir ki insanlar bu görüntünün içinde ya “karıncalar” gibi ufalır ya
da nesneleşerek bir “oyuncak” halini alır. Özellikle Gül Tezcan’ın penceresinden insanları oyuncak
gibi görmesi yabancılaşmanın boyutlarını sergiler. Duygularını kaybeden ve manipulasyona açık
olan bu “oyuncaklar”a bakıldığında her ne kadar dünyayla olan uyumları göze çarpsa da içsel
anlamda yaşanan uyumsuzluk modernitenin bir sonucudur. Yabancılaşma, duyguların
akışkanlığının kaybedildiği bir ortamda uzamsal olarak da kalıpların hâkimiyet sürdüğü keskin
çizgili yapılarla artar ki bunun temsilcisi gökdelenlerdir. Betonların göğe doğru yığıldığı bir alanda

Turkish Studies
International Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic
Volume 10/8 Spring 2015
1462 Şeyma KARACA KÜÇÜK

evrensel uyum da zedelenmiş olur. Yeryüzüyle bağlarını koparan insan kendinden de kopmuştur.
Bu durumu Charles Taylor şu şekilde ifade eder:
Atalarımızda varolan, yeryüzüyle ve onun ritmiyle aramızdaki ilişkiyi biz kaybettik ve bizi
hem içimizdeki hem de çevremizdeki doğayla aralıksız savaşa mahkum eden bir tahakküm buyruğu
yönlendiriyor.Modern akılla insanoğlunun üç açıdan –kendi içinde,kendi aralarında ve doğal
çevreden bölünmüş, ayrılmış olduğuna ilişkin duyguyla “dünyanın büyüsünün çözülmesi” ne
karşın bu yakınma Romantik dönemden bu yana tekrar tekrar dile getirildi.” (Taylor 1995: 79)
İşte bu çözülmenin sınırlara dayandığı distopik romanda da kişiler kendi içlerinde
olmasının yanı sıra kendi aralarında bir ayrışmaya tabi tutularak yabancılaşmaya maruz
kalmışlardır. Bunun romandaki örneği ise Yılkı adamlardır. Yılkı adamlar uluslar arası bir devlet
politikası yürütülerek gizli tutulan ve işsizlerden oluşan insan topluluğudur. İlkel bir hayat tarzı
sürdüren, açlığın eşiğindeki bu adamlar toplumun diğer kesiminden soyutlanmıştır. Bu insanların
vahşi doğanın içine bırakılmaları da kentin görüntüsünde doğaya dair olan her şeyin dışlanması ve
yerini yapaylığın hüküm sürdüğü bir tablonun oluşturulmasıyla aynıdır. Bu yapaylık içinde insanlar
da metalaşmış ve hissiz birer nesne haline dönüştürülmüştür. Romanda bunun bir diğer göstergesi
konumundaki kişi Can Tezcan’ın sekreteri İnci’dir. Can Tezcan’ın İnci’ye karşı olan şu davranışı
İnci’nin gerçekten sadece bir nesne, bir makine olduğunu sezdirir:
Kafasında gençlik günlerinin anılarıyla odasına döndü. Bu anıların etkisiyle olacak nicedir
yapmadığı bir şey yaptı: İnci’nin yanaklarını öptü. Sonra, sağ elinin işaret parmağının ucunu
İnci’nin sol göğsünün dışarıdan da belli olan ucuna bastırdı.“Bana Temel Diker’i bul.” dedi. (Yücel
2012: 214)
İncinin makine haline büründüğü bu sahne, İnci gerçek bir makine olsun ya da olmasın
‘şey’leşen dünyada insana atfedilen değerlerin yıkımını ve kendi seçimleriyle bütünlüğünü
sağlayacak olan kişinin hür bir iradeye sahip olamadığını göstererek sarsıcı bir etki yaratmaktadır.
8.2.Betonlaşma
Romanda ele alınan ve en büyük sorunsallar arasında olan betonlaşma kentleşmenin bir
sonucu olarak adeta beyaz hayaletler gibi şehrin üstüne çöken ve doğanın büyüleyici gücünün şehre
sızmasına engel olan blok yığınları meydana getirir. Bu da aslında kentleşmenin bir sonucudur. Bu
konuda John Zerzan şöyle demektedir “Bu günlerde tüm uzam, kentsel uzama
dönüş[mektedir];artık yeryüzünde kente dönüşmeyen bir nokta bulmak nerdeyse imkansız[dır]…
Sanki bir nesneymiş gibi uzamı kalıba sokmak üzere eğitildik ve donatıldık… (Zerzan 2013: 62)
İşte uzamla insan arasında böylesine kalıpsal bir ilişkinin geliştirildiği modern dönemde
özellikle gökdelenler kente hakim bir görüntü çizmektedir. Gökdelenlerin donuk ve içtenliği
defeden görüntüsü içinde kenti kuşatan beton yığınları insanları küçülten ve değersizleştiren bir
yapı arz eder. Çoklu katlar ve birbiri üzerine istiflenmiş odaların geleneksel dünyanın bir zamanlar
içinde barındırdığı evlerle hiçbir benzerliği yoktur.
İstanbul’un eski mimarisi göz önüne alındığında da romanda büründüğü yapıyla hiçbir
benzerliği bulunmaz. Modern dönemin henüz İstanbul’un mimari yapısına nüfuz edemediği
zamanlarda “evler genel bir uyum içerisinde izin verilen farklılıkları cephelerinde taşıyan hem
kendi kişiliğini ortaya koyan hem de toplumsal ve ortak zevki yansıtan birer küçük ve mütevazı
anıt niteliğindeydi.” (Ökten 2012: 18)Bu açıdan mimarinin kültür ve değerlerle olan ilişkisi göz
önüne alındığında inşa edilen yapıların toplumun bir aynası olduğunu söylemek mümkündür.
Romanda 2073 yılında inşa edilen ve birbiriyle aynı yükseklikte bulunan gökdelenler
standartlaşmanın, kimliksizleşmenin ve gelenekle olan bağların kopuşunun bir göstergesidir. Rıza

Turkish Studies
International Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic
Volume 10/8 Spring 2015
Distopik Bir Roman Olarak Gökdelen’de Yapı ve İzlek 1463

Koç’un tüm amacı İstanbul’u gökdelenlerle doldurmak olan Temel Diker’den bahsediş şekli de
bunu doğrulamaktadır:
Adam İstanbul’un altını üstüne getiriyor, taş üstünde taş bırakmıyor nerdeyse,yıkıyor da
yıkıyor, önüne ne çıkarsa yıkıyor. Kentin çevresinde kendinden de yüksek moloz dağları oluşuyor
böylece,eskiyapılar,eski eşyalar, eski kaldırımlar moloza dönüşüyor ve her şey kuruyor…Adamın
elinden gelse, Ayasofya’yı da, Topkapı’yı da, Süleymaniye’yi de yıkacak. Bir gökdelendir
tutturmuş, gökdelen de gökdelen, ama yalnız göğü değil,yeri de, tarihi de, geleceği de deliyor.”
(Yücel 2012: 145)
Gökdelenler tarih ve gelecek için tehdit oluştururken yeryüzüyle temasın kaybolmasına ve
insanlar arasındaki etkileşimin de azalmasına neden olur. Birbirinden kopuk ve göğe doğru
açımlanan gökdelenler içinde insanlar duyusal bir uyuşukluk içine girerek yalnızlaşır. Betonların
çoğalması insanların birbirinden yalıtılmışlığının da artması demektir. Üstelik beton yığınları
sadece ev düzleminde değil kentlerdeki devasa anıtlarla da çoğaltılır. “Bireyin cüceleşmesi ve
erksizleşmesiyle birlikte, ilk anıtsallık günümüzün kentlerinde de hala mevcut ve önemle
vurgulanmaktadır.” (Zerzan 2013: 69)Romanda da anıtsal yapılar bir hayli dikkat çeker. Özellikle
Temel Diker’in New York’takinden çok daha büyük olan bir Özgürlük Anıtı dikme arzusu
modernitenin getirdiği merkezileşme isteğiyle açıklanabilir. Merkezi bir otorite kurma çabası
anıtlarla pekiştirilir. Nitekim “anıt özü itibariyle baskıcıdır. Belli bir kurumun (kilise, devlet,
üniversite)merkezidir. Eğer etrafında bir mekan örgütlüyorsa, bunu o mekanı sömürgeleştirmek ve
baskı altına almak için yapıyordur." (Lefebvre 2014: 25)
İlginçtir ki romanda da adalet kurumunun sembolü niteliğindeki Özgürlük Anıtı Temel
Diker tarafından hukuka riayet etmeyen bir kişi tarafından İstanbul’da inşa edilmek istenir. Üstelik
romanın yargının özelleşmesi gibi tutarsız bir iddia etrafında gelişiyor olması da Özgürlük
Anıtı’nın gerçeği ört bas eden bir beton yığını olma özelliğini göstermektedir. Bu bağlamda
merkezi bir kuvvet oluşturulmak istenen modern toplumlarda sembollerin dahi beton kalıplar
arasında sıkışıp kaldığını söylemek mümkündür.
8.3.Doğayı Tahribat
Sanayileşmeyle birlikte modern çağın ortaya çıkardığı sıkıntılardan bir diğeri de
rasyonalitenin ayrıştırıcı ve parçalayıcı gücünün doğa üzerindeki yansımasıdır. Modern çağla
birlikte aklın öncelendiği bir dünya tasarısı zaman ve mekan üzerinde de tesirlerini göstermiştir.
Zamansal erek hızlı erişimi ön görürken mekansal gaye de özgünlükten yoksun standartlaşan
yapıları ortaya çıkarmıştır. Değişim ve dönüşümün hızlandırıldığı modern dönem doğanın kendine
has ilerleyişine de zamansal ve mekansal anlamda müdahaleyi uygun görmüştür. Bu da modern
dönemle birlikte ortaya çıkan sanayi toplumlarının teknolojik araç ve gereçlerle doğaya karşı hakim
bir bakış açısına sahip olduğunu düşünmesinden kaynaklanır.
“Bu dönem kendisini üretici ve yaratıcı, doğaya hakim olan ve maddenin determinizminin
yerine üretim özgürlüğünü geçiren bir dönem olarak görür. Gerçekte ve hakikatte ise, radikal
derecede çelişkili ve çatışmalı olmuştur. Doğaya hakim olduğunu düşünürken, onu tepeden tırnağa
tahrip etmiştir.” (Lefebvre 2014: 25)
Gökdelen romanında doğa baskın güçler tarafından tahribata uğratılarak kısırlaştırılır.
Üretim için bitmez tükenmez kaynaklar sunan doğaya ait unsurlar ortadan kaldırılmaya çalışılır.
Buna dair en önemli örnekleri Temel Diker’in Hikmet Bey’in evini satın almak için gittiği bölümde
bulmak mümkündür. Hikmet Bey’in henüz doğadan kopmamış olan evi ağaçların gölgesinde
konumlanmıştır. Burası Hikmet Bey için bir huzur kaynağıyken Temel Diker için tehdit edici bir
alandır. Örneğin Hikmet Bey Temel Diker’e nar ağacını gösterdiği vakit Temel Diker ürker ve
böyle bir şeyi asla yiyemeyeceğini düşünür. Bereketin, üretkenliğin sembolü olan nar ağacına karşı

Turkish Studies
International Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic
Volume 10/8 Spring 2015
1464 Şeyma KARACA KÜÇÜK

Temel Diker’in geliştirdiği bu tavır çiftleşen iki kuşu gördüğü zaman da, bahçedeki kediyi gördüğü
zaman da aynıdır. Nitekim doğa hastalık saçan bir mekan olarak görülür. Yerden yüksek yapılar da
doğanın saçtığı bu hastalıktan kurtulmak için tek çözümdür. Yapay bir mekan örgütlenmesiyle
doğaya adeta savaş açılır ve antiseptik malzemeler geliştirilme yoluna gidilir.
Bu aslında modern çağın ve romanın bütününe hakim olan tutarsızlığın bir başka
görünümüdür. Krizi ortadan kaldırmaya çalıştıkça derinleştiren bu anlayış doğanın kurumasına da
sebep olmuştur. Bu durum Rıza Koç’un Can Tezcan’a gösterdiği bir fotoğrafa da yansır.
“Şunu al da iyice bak,”dedi: “Güzel Bergama’nın yakınlarında bir ormanın fotoğrafı, iki
ay önce çekilmiş, ağaçların yüzde doksan beşi kuru, yapraksız, içinden çürümüş, yedi yaşında bir
çocuk tekmeyi vurdu mu yıkılıveriyor hepsi, yıkılmıyor bile, bir tuhaf toza dönüşüyor… (Yücel
2012: 115)
Doğanın üzerinde gerçekleşen bu tahribat için Berman “İşte, gelişmenin trajedisi böyle
işler” der. (Harvey 2012: 30) Bu trajedi kenti yaratırken doğayı yıkan bir anlayışın çağ üzerinde
kurduğu baskıdır. Ekolojik yıkımın insan üzerindeki tesiri de aynı şekildedir. İnsanın doğayla olan
bağı koparıldıkça birey duyumsal bir çıkmaza girmiştir. Zamansal ve mekansal ufkun genişlediği
doğanın romanda da belirtildiği üzere katman katman çöp yığınlarıyla örülü görüntüsü içinde insan
dikey boyutlu gökdelenlerin dar açısında sıkışıp kalmıştır. Doğanın ritmi kesilen ağaçlar ve çöp
yığınlarından duyulmaz olmuş bu da insanla doğa arasındaki ruhsal enerji alış verişinin
tıkanmasına sebep olmuştur. Yani doğa üzerinde gerçekleşen tahribat doğanın kurumasına neden
olurken bir diğer yandan insanın içsel bütünlüğü üzerinde de parçalayıcı bir etki yaratmıştır.
Sonuç
Modern çağın karanlık yüzüne tutulan bir ayna olarak Gökdelen romanı distopik türün
özelliklerini yansıtan ve romandaki yapı ve izleksel unsurların bu türe bağlı bir biçimde geliştiğini
gördüğümüz bir eserdir.
Gelecek zaman düzleminde oluşturulan ve mekansal olarak da büyük değişimlerin
yaşandığını gördüğümüz romanda İstanbul, gökdelenlerin gölgesinde ne geçmişi ne de geleceği
görebilecek kör bir alan haline gelmiştir. Üstelik Özgürlük Anıtı’nda heykelin elinde tuttuğu
meşale de bu karanlığı aydınlatacak türden değildir çünkü özgürlük, hak ve hukuk gibi temel
kavramların çiğnendiği bir alanda var olamaz.
İşte Gökdelen romanı da yargının özelleşmesiyle adaletin sağlanabileceği, gökdelenlerle
şehrin mükemmel bir siluete bürünebileceği gibi düşüncelerin tutarsız ve çelişkilerle dolu
macerasını anlatarak olması muhtemel tehlikelerin ayak seslerini okuyucuya duyurmaya çalışır.
Dolayısıyla geleceğin, şimdi’de şekillendirilmiş hali gerek mekanın gerekse de değerlerin ne
boyutta bir çürümeye uğratıldığını da ortaya koymaktadır.
Gelişmişlik adıyla ekolojik sistemin yerle bir edildiği, her türlü haksızlığın vuku bulduğu
2073 İstanbul’unda kent ve doğa arasındaki çatışma da gözler önüne serilmiştir. Nitekim, doğanın
saf ve dokunulmamış haline inat gökdelenler tüm inatçılığıyla burunlarını göğe doğru kaldırırken,
mütevazi kendi halinde olan bahçeli bir ev adeta canavar olarak görülerek, bir an önce ortadan
kaldırılması gereken bir mekan olarak nitelendirilir. Oysa bu mekana sinen insani vasıflar aslında
bir canavarı andıran gökdelenlere meydan okur. İnsanın özünü, kendini hatırlatan ev, romanda yer
alan Hikmet Bey’in evi olarak karşımıza çıkar fakat modernizmle beraber ‘hikmeti’ kaybolmuş bir
zamanın gel(eceği)diğine işaret edilir.
İnsan kendine yabancılaşan, şeyleşen bir nesne olarak, bir büyü bozumunun içinde kendini
bulur. Üstelik yaşanan olumsuzluklara karşı hiçbir tavır geliştiremeyişi ve duyarsızlaşması da
distopik bir mekan ve zamanda bireyin sistem içinde kayboluşunu ortaya koyar.

Turkish Studies
International Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic
Volume 10/8 Spring 2015
Distopik Bir Roman Olarak Gökdelen’de Yapı ve İzlek 1465

Sonuç olarak distopik bir roman olarak Gökdelen, zaman ve mekanın sembolik olarak
önem kazandığı, irdelediği kavramlar ve değerler bakımından da modernizmle beraber bireyi
kuşatan sorunları ele alan ve bu sorunların büyük ölçekli olarak nasıl karşımıza çıkabileceğini
okumamızı sağlayan bir eserdir. Özellikle yargının özelleştirilmesi gibi adalet kurumunu yerle bir
edecek fikrin adeta tüm olumsuzluklardan kurtuluş için tek büyük çare olarak görülmesi romandaki
ironinin ne derece büyük olduğunu göstermeye yeter. Yargı özelleştirilecek ve böylece mevcut
adaletsizliğin üstesinden gelinecektir. Can Tezcan’ın bu buluşu ise onu bulunduğu durumdan daha
aşağıya çekerek işlerin daha kötü bir hal almasına sebep olacaktır. Totaliter gücü sergileyen ülke
yöneticilerinin bu fikre ortak olmasıyla Can Tezcan’ın kendi içinde yaşadığı huzursuzluk artacak
ve sonunda kaçış planı kurmaya onu sevk edecektir.
Mevcut sisteme bakıldığında insana yabancı gelen ve onu ürküten fakat kurgusal dünyada
yer aldığında oldukça sıradanlaştırılmış olarak okuyucuya sunulan değişimlerin gerçek dünyada
telaffuz edilmediğini söylemek yanlış olur. Fakat bu değişimin distopik türde bir ütopya olarak
algılanması ve uygulamaya konularak son derece tehlikeli hale gelmesiyle kâbuslar artar.
Başkarakter avukat Tezcan’ın uykusunda karabasanlarla boğuşması, üstüne siyah elbiseli adamların
çökmesi de bilinçaltındaki huzursuzluğun bir yansıması olarak aslında tüm insanların korku içinde
olduğunu da resmeder. Fakat insanlar gerçek adı altında birtakım sözlerle uyutularak sisteme dahil
edilir ve bu uykudan uyanmak için de kendilerinde gereken gücü bulamaz.
Öte yandan distopyanın amacı da işte bu duyarsızlığı gözler önüne sererek okuyucu da
güçlü bir etki bırakmak ve okuyucunun uyanmasını sağlamaktır.
Bu bakımdan Gökdelen’de anlatılan kâbus geleceğe yatılmış bir uykudan uyanışın hikayesi
olması bakımından önem taşır.

KAYNAKÇA
ARENDT, Hannah (1973).The Origins of Totalitarianism, London, A Harvest Book.
BACHELARD, Gaston (2013).Mekanın Poetikası,çev.AlpTümertekin,İstanbul,İthaki Yayınları.
BERMAN,Marshall (2005).Katı Olan Her şey Buharlaşıyor,çev.Ümit Altuğ-Bülent
Peker,İstanbul,İletişim Yayınları.
BERNHOLZ, Peter (1991). “TheConstitution of Totalitarianism” Journal of
InstitutionalandTheoreticalEconomics147.3.
BOOKER, M. Keith, THOMAS, Anne-Marie. 2009. The Science Fiction Handbook. United
Kingdom,Wiley-Blackwell,
BOURNEUR,R-QUELLET,R (1989).Roman Dünyası ve İncelemesi,Ankara,Kültür Bakanlığı
Yayınları.
ÇETİNDAŞ, Dilek. “İsmail Gaspıralı’nın Roman ve Hikayelerinde kadın Kahramanlar ve İdeal
Kadın Önerisi” TurkishStudies- International PeriodicalForTheLanguages,
LiteratureandHistory of TurkishorTurkic Volume 8/9 Summer 2013, p. 989-1008, ISSN:
1308-2140, www.turkishstudies.net, DOI Number:
http://dx.doi.org/10.7827/TurkishStudies.8020, ANKARA-TURKEY
HARVEY,David (2012).Postmodernliğin Durumu, İstanbul,Metis Yayınları.
İSLAMOĞLU, Feyza “George Orwell’in “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört” Adlı Romanı ile Cengiz
Aytmatov’un Gün Olur Asra Bedel” Adlı Romanının ‘DüşünceSuçu’ Bağlamında
Karşılaştırılması, TurkishStudies-
Turkish Studies
International Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic
Volume 10/8 Spring 2015
1466 Şeyma KARACA KÜÇÜK

ınternationalPeriodicalforLanguages,LiteratureandHistory of TurkishorTurkic Volume 8/8


Summer 2013. p.701-719 ISSN: 1308-2140, www.turkishstudies.net, DOI Number:
http://dx.doi.org/10.7827/TurkishStudies.8020, ANKARA-TURKEY
KUMAR,Krishan (1987).Utopia&Anti-Utopia in Modern Times,UK,BasilBlackwell,
KORKMAZ, Ramazan(1991). Sabahattin Ali İnsan ve Eser, Yayınlanmış Doktora Tezi, Elazığ.
KORKMAZ, Ramazan (2007). “Romanda MekanınPoetiği”,Edebiyat ve Dil Yazıları-Mustafa
İsen’e Armağan, Ankara, Grafiker Yayınları,
LEFEBVRE,Henri (2014). Kentsel Devrim,İstanbul,Sel Yayınları.
MARX, Karl (2005). 1844 Elyazmaları, Çev.KenanSomer,İstanbul,Sol Yayınları,
ÖKTEN, Saadettin (2012). Yahya Kemal’in İstanbul’u ve Devamı,İstanbul, Ötüken Yayınları.
ÖZÇINAR, Meral. (2009)“Toplumsal Kültürel Zaman Mekan Algısının Anlatı İnşasındaki Yeri ve
Örnek Film İncelemeleri”,İstanbul,İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Dergisi.
SARGENT, LymanTower (1994). “ The Three Faces of UtopianismRevisited.” UtopianStudies5.1,
STEVICK, Philip (2004).Roman Teorisi, İstanbul, Akçağ Yayınları,
YÜCEL, Tahsin (2012).Gökdelen, İstanbul,Can Yayınları,
ZERZAN,John (2013). Makinelerin Alacakaranlığı,çev. Rahmi G. Öğdül, İstanbul, Kaos
Yayınları.

Citation Information/KaynakçaBilgisi
KARACA KÜÇÜK, Ş., DistopikBir Roman OlarakGökdelen’deYapıveİzlek, Turkish Studies -
International Periodical for the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic
Volume 10/8 Spring 2015, p. 1445-1466, ISSN: 1308-2140, www.turkishstudies.net, DOI
Number: http://dx.doi.org/10.7827/TurkishStudies.8119, ANKARA-TURKEY

Turkish Studies
International Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic
Volume 10/8 Spring 2015
Copyright of Electronic Turkish Studies is the property of Electronic Turkish Studies and its
content may not be copied or emailed to multiple sites or posted to a listserv without the
copyright holder's express written permission. However, users may print, download, or email
articles for individual use.

You might also like