Professional Documents
Culture Documents
Hafta
Kapsam ve Alanı
1
anlayışta görünen ve görünmeyen tüm âlem özde tektir, tekten var
olmuştur.
Güzel işler yapan, Allah’a ibadet eden ve onu sık sık zikreden
kişinin gönlünde bir süre sonra İlahi esintiler ortaya çıkar. Sufi
kendisinin sandığı vücudu Allah’ın birliğinde yok ederek Allah’a
ulaşmayı gaye edinir. Bu, İlahi aşk ile varılacak en yüce makamdır.
İlahi aşk, varlık sevincinin, yokluk üzüntüsünün, cennet arzusunun,
cehennem korkusunun, dünya ve ahiretle ilgili her şeyin dışındadır.
İşte bütün bu duyuş, düşünüş ve hallerin hepsi tasavvuf edebiyatının
konusu içerisinde yer alır.
Sevilen Tanrı’ya İlahiler söylemek, yakarışta bulunmak, savaş
kahramanlıkları için destanlar koşup dizmek, faziletleri şiirle
ebedileştirmek İslamiyetten önce mistik görev üstlenen ozanların asıl
işleri olduğu bilinmektedir. Ayrıca şairler bu esas görevlerinin dışında
tanrılara kurban sunmak; cinlerden gelecek hastalıklara mani olmak;
hastaları iyi etmek gibi görevler de üstlenmişlerdir.
11. yüzyılda yazılan Kutadgu Bilig’deki dört sembolik
şahsiyetten birisi olan ve kanaat/âkıbet’i temsil eden Odgurmış bir
sufiyi temsil eder. Eserin son bölümünde Türk tasavvufunun derin
bilgi, inanış ve düşünüş ögelerinin dile getirilmiş olması son derece
önemlidir.
Ozan, baksı geleneğinden etkilense de aslında bölgede yetişen
zahit sufilerin düşüncelerinin bir yansıması olan Türk tasavvuf
edebiyatının ilk örnekleri Ahmet Yesevî (ö. 1166)’nin hikmetleri ile
ortaya çıkmıştır.
Orta Asya’da Ahmed Yesevî ile başlayan bu edebiyat 13-14.
yüzyıllarda Anadolu’da şiir, ilâhi, türkü ve destanlarla halkın
maneviyatının güçlenmesinde büyük bir rol oynadı. Moğol akınında
Batı’ya göçen büyük ve kudretli şeyhlerin tasavvufu yaymakta büyük
bir etkisi oldu.
Rum Abdalları, Kalenderî, Camî, Haydarî, Vefâî gibi çok
değişik tasavvuf grupları Anadolu’ya gelmişler ve Selçuklular
döneminde henüz kurumsallaşmasa da çok güçlü bir tasavvuf
kültürünün oluşmasına zemin hazırlamışlardır. Bu dönemde Kırşehir
ve dolaylarında Hacı Bektaş-ı Velî, Orta Anadolu’da Yunus Emre
gibi ünlü sufîler bulunmaktadır.
İçeriği ve Amacı
2
Sufi şairler “varlık birliği” anlayışı doğrultusunda görüş ve
düşüncelerini eserlerinde anlatmışlardır. Yaratılış, Allah’ın birliği,
peygamberler, tarikat ilkeleri, tasavvuf büyükleri, tasavvufî aşk, vect,
insanın değeri, insan-ı kâmil, dünyanın faniliği, nefis terbiyesi, güzel
ahlak, yaratılış, velilik, keramet, zikir, sohbet, halvet bu edebiyatın
başlıca konuları olmuştur.
Bu edebiyatın aslî unsuru olan tasavvufun hem divan hem halk
edebiyatı üzerinde derin etkisi olduğu da bilinmektedir. Tekke şairleri
sanat endişesinden çok, bulunulan hâlin ve zevkin dile getirilmesini
amaçlamışlardır.
Bu edebiyatın ana konusu olan İlahi aşkı, beşerî aşktan ayırt
edebilmek için birçok terim, mecaz ve alegori kullanılmıştır. Tanrı’ya
kavuşmanın coşkusu ve O’ndan ayrı olmanın ıstırabıyla söylenen bu
şiirler yüzyıllarca dillerde dolaşmıştır.
16. yüzyıl tezkire yazarlarından Latifî, sufilerin şiirleri için
şunları söyler: “Velî olan bu şairler şiirlerinde halk beğensin diye
sanat ve hayallere başvurmazlar. Öğünmek ve ün kazanmak için söz
söylemezler. Allah için her türlü kötü niyet ve maksattan yüz
çevirirler. Bilindiği gibi bir iş Allah rızası için olursa ancak o zaman
her türlü kötü niyet ve maksatlardan arınmış olur. Onların sözleri
bütünüyle Cenab-ı Hak’tan gelen ilham ve feyizle söylenmiştir. Allah
onlara nasıl ilham edip feyz vermişse hiç değiştirip bozmadan öylece
yazıp tespit ederler. Tekke şairlerine göre de şiir bir mana denizi olup
şair bu denizden nazım incilerini çıkartan kimsedir. Şiir Allah’a şükür
ve hamd etmeye, Hz. Peygamber’in sıfatlarını dile getirmeye
yaramalıdır.”
Tekke edebiyatı, daha çok Anadolu coğrafyasında olmak üzere
13. yüzyıldan günümüze gelinceye kadar çeşitli tarikatlere, meşrep ve
zümrelere mensup sufî şairlerin manzum, mensur veya manzum-
mensur karışık, ana temasını tasavvuftan alan eserlerin oluşturduğunu
belirtmemiz gerekir. Ancak bu uzun süreçte Yunus Emre, Hacı
Bayram Veli (ö. 1430), Eşrefoğlu Rumî, Aziz Mahmut Hüdayî (ö.
1625), Elmalılı Ümmi Sinan, Bursalı İsmail Hakkı, Erzurumlu
İbrahim Hakkı gibi Kuran ve Sünnet çizgisinden pek ayrılmayan tekke
şairleri bu edebiyatın ana kolunu oluşturur. Bunun yanında iki
zümreden daha söz etmemiz gerekir onlar da Alevi-Bektaşî ve
Melami-Hamzavî meşrep mutasavvıf şair ve yazarlardır.
3
Hurufilik, Kızılbaşlık, Kalenderîlik ve Hayderilik gibi
zümrelerin inanç ve görüşlerinin bir halitası olan Alevî-Bektaşî
çizgiyi temsil eden tekke şairlerinin önde gelenleri arasında Kaygusuz
Abdal, Hataî, Pir Sultan Abdal, Kul Himmet, Edip Harabî (ö. 1916)
gibi isimler bulunmaktadır. Vahdet-i vücut anlayışı biraz geri planda
kalan Alevî-Bektaşî edebiyatında Hz. Ali, Ehl-i beyt ve on iki imam
sevgisi ön plandadır.
İlk temsilcisi Hacı Bayram Veli kabul edilen Melamî-Hamzavî
zümreye mensup şairlerin başlıca temsilcileri ise şunlardır: Hamza
Balî, İdris-i Muhtefi, Bosnalı Abdullah, Olanlar Şeyhi İbrahim Efendi,
Sunullah Gaybî.
Dil ve anlatım.
Mutasavvıf şairler şiiri İlahi bir tecellî olarak görmüşler ve
kendilerine özgü sembolik bir dil geliştirmişlerdir.
Türk tasavvuf edebiyatı şairleri şiirlerinde çeşitli edebî sanatları
kullanmışlar, ancak bunu yaparken hiçbir zaman yapmacıklığa
düşmemişlerdir.
Yunus Emre
4
Eski kaynaklardan itibaren Yunus Emre adıyla tanınan şairin adı
şiirlerinde tek başına “Yunus” şeklinde geçtiği gibi bu isminin başına
Âşık, Bîçâre, Koca, Tapduk, Miskin, Derviş gibi sıfatlar getirildiği de
olur.
Yunus şiirleriyle Anadolu’da 13. yüzyıldan itibaren Oğuz
Türkçesi yazı dilinin doğmasında ve gelişmesinde önemli bir rol
oynamıştır. Onun yaşadığı dönemde sanat ve edebiyat dili Türkçe
değildi. Yunus Emre’nin Risâletü’n-nushiyye adında bir mesnevisi ve
şiirlerini topladığı Divan’ı bulunmaktadır.
1. Risâletü’n-nushiyye: Adı “Öğütler kitapçığı” anlamına gelen
bu eser 562 beyitten oluşmaktadır. Bu eserde kişinin kendini tanıması,
yaradılışına uygun amel ve davranışlar yapması istenmektedir. 2.
Divan: Yunus Emre’nin şiirlerini topladığı ve esas şairlik kudretini
sergilediği eseridir. Şiirlerinde gönül kırmamayı, yaratılanı
Yaratan’dan ötürü sevmeyi ilke edinmiştir.
Yunus Emre’nin şiirlerinde en çok işlenen konular ilâhî aşk,
Allah ve Hz. Peygamber sevgisi, ölüm, gurbet, tabiat, dinî ve ahlâkî
öğütlerdir. Yunus’a göre her şeyin özü aşktır, her şey aşkın eseridir.
Varlığın oluşuna sebep olan, Tanrı’yı bildiren ve bulduran aşktır.
Ölüm ise bu dünyanın geçiciliğini hatırlatmak, ebedî olan ahirete
hazırlıklı olmak gerektiğini vurgulamak için sıklıkla işlenir.
Şiir 1
5
geçtiğini söyler. Yani benim canımın önemi yok diyor. İkinci dizedeki
assı, kâr demektir. İnsanoğlu dünyada ne için çabalar? Kazanmak için.
Bir anlamda insanın dünyaya gelmesinde görünüş olarak bize
yansıyan amaç, vahdete ermemiş insanlar için budur. Ama Yunus,
vuslata erdikten sonra, kârdan zarardan geçtiğini söylüyor. Dünyayı
dükkâna benzetiyor. Dünyayı bir kenara bıraktığını, dükkânını
dağıttığını söylüyor.
6
Şüphenin yerini ikilik almış. İkisi de birbirine yakın
şeylerdir. İkilik kelimesi, vahdet-i vücud kavramını çağrıştırıyor.
İkilikten usandığını ve birlik sofrasında, yani Tanrı’ya kavuşma,
vuslat sofrasında kandığını, ikilikten uzaklaştığını söylüyor. İlahi
aşkı sofraya benzetmiş. İlahi aşkı elde ettikten sonra, o aşkla gönlü
dolmuş, kanmış oluyor. Burada kanmak, zerrelerine kadar inanmak
ve onu varlığında bütünleştirmektir. İkinci dizede, daha sonra
Fuzulî’de de göreceğimiz aşk şarabını içtiğini, aslında dert gibi
görünen aşk şarabının derman olduğunu söylemiş. Gerçek âşık
olmak zordur. Bu aşk şarabını içtikten sonra, benim dermana
ihtiyacım yok diyor. Aslında dert gibi görünen İlahi aşk, bu hale
gelince kendisi için derman olmuştur.
4. Varlık çün sefer kıldı dost anda bize geldi
Vîrân gönül nûr toldı cihânum yağma olsun
7
cefasından usandım bıktım. Bahçeler, gülistanlar buldum; bu
dünyadaki bostanım yağmalansın. Bu bulduklarımın yanında
dünya nimetlerinin sözü bile edilmez.
Bitmez tükenmez kuruntulardan, isteklerden,
düşüncelerden kurtulduğunu söylüyor. Önceden bu şüphelerle
karşılaşmış. Yaz ve kış ikiliği anlatıyor. Halka daha iyi
anlatabilmek için bir yaz bir kış diye değişikliklerle karşılaştığını
söylüyor. Yaz ve kıştan bahsedince, ikinci mısrada da bağdan
bahçeden bahsetmiş. O zaman Orta Anadolu’da yaşamış olan
hitap ettiği kesim, bağla bahçeyle, yazla kışla iç içe olan
kesimdir. Burada doğrudan halka hitap eden varlıklardan yola
çıkmış. Bütün varlıkları veren, ortaya çıkaran Tanrı’yı buldum,
bostanla işim yok diyor. Birinci planda ne kadar ürün alacağım,
kar yağacak mı vs. gibi düşünceler taşıyan köylüye, bunlardan
arınıp Tanrı aşkına kavuşmak gerektiğini söylüyor.
8
sürgünde iken yazdığı otobiyografik eserlerinde kendi hayatının
yanı sıra ailesi ve çocukları hakkında da bilgi verir ve Niyâzî-i
Mısrî’nin Hatıraları ve Mevâidü’l-irfân’da kendi ağzından hayat
hikâyesini anlatır. Ayrıca bazı tezkirelerde de Niyazî-i Mısrî
hakkında bilgi bulunmaktadır.
Niyazî-i Mısrî 1617 yılında Malatya’da doğdu. Asıl adı
Mehmet’tir. 1638 yılında medrese eğitimini tamamladı ve
Halvetî şeyhi Malatyalı Hüseyin Efendi’ye bağlanarak tasavvuf
yoluna girdi. 25-26 yaşlarındayken Arap yarımadasını gezen
Niyazî-i Mısrî, Mısır’da bir Kadirî şeyhinin yanında hem
tasavvufi ilimleri öğrendi hem de Ezher Camisi’nde vaazlar
verdi. Dört yıl sonra gördüğü bir rüya üzerine, şeyhi tarafından
Mısır’dan ayrılmasına izin verilen Niyazî-i Mısrî, bu tarihten
sonra Elmalı’da Halvetî şeyhi Ümmî Sinan’a bağlandı ve ondan
bu tarikatın halifeliğini alarak irşada başladı.
Sadrazam Köprülü Fazıl Ahmed Paşa’nın daveti üzerine
Edirne’ye gelen Niyazî-i Mısrî, vaazlarında söylediği hoşa
gitmeyen bazı sözler yüzünden Rodos’a sürgüne gönderilir
(1672). Bir yıl sonra bağışlanarak Bursa’ya döndü.
1677’de yanındaki dervişleriyle beraber Rusya seferi için
Edirne’ye geldi. Fakat Selimiye Camii’nde verdiği vaaz
yüzünden sürgüne gönderildi. 15 yıl kadar Limni’de sürgünde
kaldı, sonra bağışlanarak Bursa’ya gönderildi. 1693’te
Avusturya seferine katılmak istedi ve etrafına iki yüz kadar
derviş topladı. Bazı kaynaklar bu sefere katılması için Osmanlı
Devleti’nden davet geldiğini, fakat etrafındaki dervişlerle sefere
gideceğinin duyulması üzerine, isyan çıkarabilir endişesiyle III.
Ahmed’in ona sefere katılmaması için mektup gönderdiğini
yazar. Fakat Niyazî-i Mısrî, padişahın mektubuna olumsuz cevap
vererek, dervişleriyle beraber Tekirdağ’a kadar gelmiştir.
Padişah, onun dervişlerine para gönderip onları Tekirdağı’nda
karşılattırır. Fakat çevresindekilerin de telkiniyle Niyazî-i
Mısrî’yi Edirne’den Limni’ye sürgüne gönderir. Niyazî-i Mısrî,
1694’te sürgünde olduğu Limni’de vefat eder. Mezarı
Limni’dedir.
9
Eserleri
Niyazî-i Mısrî Arapça ve Türkçe birçok eser kaleme
almıştır. Onun Türkçe eserlerinden bazıları şunlardır:
1. Divan-ı İlahiyyat. 2. Mecmualar: Biri günlük biri de
antoloji mahiyetinde iki mecmuası vardır. 3. Tâbirâtü’l-vâkıât:
Bir rüya yorumları kitabıdır. 4. Risâle-i Vahdet-i Vücud: Vahdet-
i vücud felsefesini anlatılır.
İlahi
Hâr: diken
Gülistân: Gül bahçesi
Bu beyit bir önceki beytin devamı niteliğindedir. Bu dünyada
nefsini öldüremeyen kişi, tüm eşyada dikeni görür ancak gülü
göremez. Ama nefsini öldürebilen kişilerce görünen diken değil gül
bahçesidir. “Andolsun sen, bundan gaflette idin; derhal biz senin
10
perdeni kaldırdık. Bugün artık gözün keskindir.(Kaf Suresi, 50/22)”
ayetinde geçtiği üzere Hakk’ın birliğini ve güzelliğini görebilmek için
gönül gözündeki perdenin kaldırılması gerekmektedir. Perde kalktığı
takdirde âlemdeki gül bahçesi görülebilecektir. O perde kalkmadan
gözümüzün görebileceği tek şey dikenden ibarettir.
11
Şair ve şiir örnekleri: 3
12
Hüdâyî, İstanbul’un en büyük camilerinde halka dinî öğütler verirken
dergâhında her kesimden insana manevi olgunluğun, ahlak ve faziletin
yollarını göstermiş, kılavuzluk vazifesi görmüştür. Dergâhında
fakirlerle zenginlerin, eşit görüldüğü, belki fakirlere daha çok iltifat
edildiği, kaynaklarda yer almaktadır. "Bahtî" mahlasıyla şiirler de
yazan Sultan I. Ahmed de bu dergâha zaman zaman gelenler
arasındaydı.
Hüdayî 2 Ekim 1628 tarihinde vefat etti. Hüdâyî’nin şöhreti
devrinde olduğu gibi ölümünden sonra da devam etmiştir.
Yunus Emre, Kaygusuz Abdal, Hacı Bayram Veli gibi büyük
Türk sufilerinin bir takım şiirler, ilahiler yazarak halkı etkilemeleri
sufi şairlerinin o zamandan günümüze kadar bu tarz şiir ve ilahiler
yazmalarına yol açmıştır. Ayrıca bu ilahiler içten gelen bir coşkunun,
samimi bir yakarışın sade, basit, fakat kuvvetli bir ifadesi olarak da
kabul edilmelidir.
Hüdâyî’nin Divan’ında 250’den fazla şiir/ilahi bulunmaktadır.
Divanı dışında başlıca Türkçe eserleri ise şunlardır:
l)Mektubât: Çoğu Türkçe olan bu mektuplar çeşitli padişahlara
yazılmıştır. 2)Nesâyih ve Mevâiz: Hüdâyî’nin bazı vaaz ve nasihatleri
derlenmiştir.
İlahi
13
Aşka düşen kişinin gecesi gündüzü yoktur. Çünkü âşık yaşadığı
her an sevdiğini düşünmekte ve uyku yüzü görmemektedir. Nitekim
dervişler de gece gündüz ibadet ve zikir ile Allah’ı anmakta, ve O’na
kavuşma arzusu ile yanıp tutuşmaktadır.
14
Neyleyeyin gönül seni
Sevgili’nin yüzüne âşık olan kişi, âşık olduğu günden beri derde
düşmüştür ve avare bir şekilde ayrılık acısıyla yanmaktadır. Kişinin
İlahi aşka mazhar olması, Bezm-i Elest’te gerçekleşmiştir. Nitekim
Allah’ın ruhları yarattığında “Elestü birabbiküm?” sorusuna karşılık,
bütün ruhlar “Belâ” diyerek O’na olan kulluğunu ilan etmiş ve orada
Allah ile birlikte olmanın güzelliğinin hazzını, bu dünyada aramakta
yeniden o güzelliğe kavuşabilmeyi arzu etmektedir.
Bir gün Allah, âşık olan kuluna lütufta bulunur ve her zor iş
kolaylaşır. Çünkü her derdin dermanı Allah’tır ve aşk derdinin
dermanı da yine O’dur. Bütün bunları idrak eden şair, bu düşüncelerle
Hakiki Sevgili olan Allah’a ulaşmayı gaye edinmiştir.
15
Sevgili’den kement erince ve o, bu kement ile âşıkları
bağlayınca dertli Hüdâyî daha ne yapabilir ki? Hüdâyî, öyle bir aşka
giriftar olmuştur ki ona Sevgili’den başka hiçbir şey derman
olmayacaktır. O, bunun farkındadır ve bu aşk ateşine yanmaktan başka
elinden bir şey gelmemektedir. Nitekim âşık olan kişi daima dertlidir
ve derdinin dermanının sevgiliden başkası olmadığını da çok iyi
bilmektedir.
Kaynakça:
1. Erman Artun, Dinî-Tasavvufî Halk Edebiyatı, Ankara 2002.
16