You are on page 1of 2526

Senin için yenilmez olacağım!

“Duydunuz mu? Hurda Tanrısının, hayalet diyarın bir numaralı iblisiyle


ilişkisi varmış!”

Bölüm 1: Cennetin Kutsaması

Cennetin tanrıları arasında üç diyarın maskarası olarak ünlenmiş birisi


vardı.

Efsaneler sekiz yüz yıl önce Merkez Ovalar’da Xian Le ulusu denilen antik
bir ülkeye kadar gidiyordu.

Antik ulus Xian Le’nin geniş bir bölgesi, engin kaynakları ve halinden
memnun bir halkı vardı.

Ülkenin dört hazinesi vardı: her yerdeki narin güzellikleri, harikulade


sanatsal & edebi eserleri, mücevherler & altınlarla dolu hazineleri ve
sonuncu ama en önemlisi Ekselansları, Veliaht Prensi.

Bu kişinin, Ekselansları Veliaht Prensin… tuhaf birisi olduğu söylenebilirdi.

İmparator ve İmparatoriçenin gözbebeğiydi. Sürekli üzerine titrer, sık sık


gururla duyururlardı: “Gelecekte, benim oğlum bilge bir hükümdar olacak,
nesiller boyunca ondan saygıyla bahsedilecek.”

Ancak soyluluk, zenginlik, güç ve onur konularının hiçbirisi Veliaht Prensin


ilgisini çekmiyordu.

İlgilendiği tek şey, sık sık kendi kendisine söylediği kelimelerden alıntı
yapmak gerekirse;

“Ben halkı kurtarmak istiyorum!” idi.


Genç prens içten bir şekilde çalışarak kendisini geliştirdi. O zamanlara ait
iki kısa hikaye ise ağızdan ağıza yayıldı…

İlk hikaye o on yedi yaşındayken meydana gelmişti.

O sene, Xian Le ulusu görkemli bir Tanrılara Adak Sunma töreni


gerçekleştiriyordu.

Her ne kadar bu gelenek sayısız ülke tarafından terk edilmiş olsa da, antik
yazılar ve halk hikayelerinden geriye kalanlar düşünüldüğünde, etkinliğin
ne kadar önemli olduğu tahmin edilebilir…

Tanrılara Adak Sunma günü, Savaş Tanrısı Ana Caddesi.

Ana Caddenin her iki tarafı da insanlarla dolup taşıyordu. Aristokratlar


yüksek binaların üzerine kurulmuş dost canlısı sohbetlerini sürdürürken
imparatorluk muhafızları şıngırdayan etkileyici zırhlarıyla çoktan yolu
temizlemişlerdi. Genç kızlar kar beyazı elleriyle çiçek yapraklarından
yağmurlar yağdırarak gökyüzünü göz alabildiğince doldururken zerafetle
dans ediyorlardı. Onları izleyenler ise çiçeklerin mi yoksa kadınların mı
daha güzel olduğuna karar veremiyordu. Melodik notalar altın arabalardan
çınlayarak tüm İmparatorluk Şehri’nde süzülüyordu. Onurlu muhafızların
arkasında altın dizginli on altı beyaz at, görkemli platformu sürüklerken yan
yana yürüyordu.

Yüksek, görkemli platformun üzeri herkesin ilgi odağıydı. Orada dövüş


sanatları ustası, tanrıları memnun edebilmek için bir gösteri sergiliyordu.

Kutsal geçit töreni festivali boyunca dövüş sanatları ustası altın bir
maskeyle süslenir, muhteşem giysiler kuşanır ve bir eliyle kılıcını
savururdu. Onun rolü, bin yıl içinde şeytani yaratıkları bastırmayı başaran
ilk savaş tanrısıydı – Savaş Tanrısı Semavi İmparator Jun Wu.

Böyle bir gösteride dövüş sanatları ustası olarak seçilmek en yüksek onura
eş değerdi, seçim kriterleri oldukça katı olurdu. O sene ise seçilen kişi
Ekselansları Veliaht Prens’ten başkası değildi. Tüm ulus onun, gelmiş
geçmiş en muhteşem performansı sergileyen dövüş ustası olacağından adı
gibi emindi.
Ancak o gün beklenmedik bir şey oldu.

Şeref kıtası şehrin duvarları etrafında üç tur atmış ve bir düzineden fazla
uzun şehir duvarının bulunduğu bir kenardan geçiyordu.

Tam o sırada görkemli sahnedeki Savaş Tanrısı, iblise ölümcül darbeyi


indirmek üzereydi.

Bu en heyecanlı sahneydi, bu yüzden de Ana Caddenin iki yanını sarmış


insanların her biri tutkuyla doluydu. Şehir duvarlarının tepesindekiler de
birbirlerini iterek ve mücadele ederek olanları görmeye çalışırken daha çok
gürültü çıkarmaya başlamışlardı.

Tam bu sırada, küçük bir çocuk şehir kulesinin tepesinden düştü.

Kulakları sağır eden çığlıklar göklere yükseldi. Tam herkes küçük çocuğun
Savaş Tanrısı Ana Sokağı’na kan sıçratacağını düşündüğü sırada Veliaht
Prens başını hafifçe kaldırdıktan sonra zıplayarak onu yakaladı.

İnsanlar Veliaht Prens küçük çocuğu güvenli bir şekilde yere bırakmadan
önce sadece bir an için kuş gibi, beyaz bir figürün gökyüzünden geçtiğini
görebilmişti. Altın maske de düşerek altında sakladığı genç ve yakışıklı
yüzü ortaya çıkartmıştı.

Bir an sonra ise kalabalık keyifle bağırıyordu.

Halk mest olmuştu ama İmparatorluk Ailesinin Taocu Rahiplerinin


başlarına ağrılar girmişti.

Bin sene düşünseler akıllarına böylesine büyük bir hatanın olacağı


gelmezdi.

Uğursuzdu, hem de çok uğursuz!

İmparatorluk Şehri’nin çevresinde atılan her bir tur, şehrin huzur ve refah
içerisinde geçireceği yıllar için ettikleri dualarını temsil ediyordu. Şimdi ise
duraksamıştı, bu bir felaketin habercisi değil miydi?!
Rahipler o kadar endişeliydi ki neredeyse bayılacaklardı. Gelecekte
olabilecek olaylar hakkında uzun uzadıya düşündükten sonra Veliaht Prensi
davet ederek, ona önerilerde bulundular: Ekselansları, bir ay boyunca
duvara diz çökerek tövbe edebilir misiniz? Gerçekten yapmanıza gerek yok,
niyetinizi göstermeniz yeterli olacaktır.

Veliaht Prens cevap vermeden önce sadece gülümsedi. “Gerek yok.”

Ardından kendi düşüncelerini açıkladı. “Bir insanın hayatını kurtarmak kötü


bir şey değil.

Cennet nasıl beni doğru şeyi yaptığım için suçlu bulsun?”

…Peki ya bir ihtimal Cennet sizi suçlu bulursa?

“O zaman hata Cennette olur. Neden haklı olan haksız olandan özür dilesin
ki?”

Rahiplerin dili tutulmuştu.

Ekselansları Veliaht Prens tam olarak böyle bir insandı.

Hiç üstesinden gelemediği bir şeyle mücadele etmemiş, hiç onu sevmeyen
birisiyle karşılaşmamıştı. Her zaman haklıydı ve o dünyanın kalbiydi.

Bu yüzden de rahipler kalplerindeki acıyla kendi kendilerine düşündüler.


“Sen ne halt bilirsin!?”

Ancak onların daha fazla konuşması uygun olmazdı ve başka bir şey
söylemeye de cüret edemezlerdi. Ekselansları zaten onları dinlemeyecekti.

İkinci hikaye de Veliaht Prens on yedi yaşındayken gerçekleşmişti.

Efsaneye göre, Sarı Nehir’in güney kısmındaki Yi Nian Köprüsü olarak


anılan yerde, herkesçe bilinen bir hayalet yıllarca dolaşmıştı.
Hayalet bütünüyle korkunçtu – cehennem ateşleri adımlarını takip ederken
mahvolmuş bir zırh giyer ve tüm bedeni sayısız kılıç ve okla delindiği için
kanlarla kaplıydı. Attığı her adımda arkasında kan ve alevlerin izini
bırakırdı. Birkaç yılda bir, gece bir anda belirerek köprüde dolaşır ve yoldan
geçenleri durdurarak üç soru sorardı: “Burası neresi?”, “Ben kimim?”,

“Şimdi ne yapacaksın?”

Eğer soruları doğru cevaplanmazsa karşısındakini tek lokmada yutardı.


Soruların doğru yanıtını bilen hiç kimse de olmadığından hayalet kısa bir
süre içinde sayısız kişiyi yutmuştu.

Veliaht Prens bir gün dolaşırken bu hikayeyi duyar ve Yi Nian Köprüsünü


bulduktan sonra bir gece hayaletle karşılaşana dek aralıksız bir şekilde
nöbet tutmaya başlar.

Hayalet en sonunda bir anda belirir, sahiden de hikayelerde anlatıldığı kadar


uğursuz ve korkunçtur. Ağzını açarak Veliaht Prense ilk soruyu sorar,
Veliaht Prens ise gülümseyerek yanıtlar. “Burası insan diyarı.”

Hayalet tekrar konuşur. “Burası cehennem.”

Şanssızlığına daha ilk sorudan yanlış cevabı vermiştir.

Veliaht Prens kendi kendine: “Nasıl olsa soruları yanlış cevaplayacağım,


neden hayaletin tüm soruları sormasını bekleyeyim?” diye düşünür ve bu
yüzden de silahını çıkartarak savaşmaya başlar.

Savaş gökyüzü alacakaranlığa bürünene ve hava kararana dek sürmüş.


Veliaht Prens yetenekli bir dövüş ustasıyken, hayalet de iğrenç ve dehşet
vericiydi. Bir adam ve bir hayalet, gökyüzündeki güneş ve ay yer
değiştirene dek savaşmaya devam etti, en sonunda ise yenilen hayaletti.

Hayalet kaybolduktan sonra Veliaht Prens köprünün ayağına çiçeklenen bir


ağaç ekti. O

sırada bir taocu yoldan geçiyordu ki onun becerikli bir biçimde bir avuç
altın toprağı hayalete diğer hayatında yardım etmesi için saçtığını gördü.
“Ne yapıyorsunuz?”

Veliaht Prens o zaman ünlü beş kelimesini söyledi. “Beden cehennemde


ama kalp cennette.”

Taocu bunu duyunca hafifçe gülümsedi ve beyaz bir zırh kuşanmış General
Tanrı görünümünü aldı. Büyülü bir buluta bindikten sonra güçlü bir rüzgar
çağırıp ardından güne doğru uçtu. Veliaht Prens ancak o zaman şeytani bir
yaratığı kontrol altına almak için insan diyarına inmiş olan, Savaş Tanrısı
Semavi İmparatorun kendisiyle şans eseri karşılaştığını anladı.

Tanrılara Adak Sunma töreninde havaya sıçradığından beri bütün tanrıların


gözleri bu inanılmaz, sıradışı savaşçının üzerindeydi. İmparator, Yi Nian
Köprüsünde onunla karşılaştıktan sonra ölümsüzler meraklanmıştı:
“Ekselansları Veliaht Prens hakkında ne düşünüyorsunuz?”

İmparator Jun da beş kelime kullanmıştı: “Çocuğun potansiyeli sınırsız,


ölçülmesi imkansız.”

Aynı akşam Kraliyet Sarayının gökyüzü doğal olmayan rüzgarlar ve


yağmurlarla karardı.

Ve düşen yıldırımlarla kükreyen fırtınanın arasında Ekselansları Veliaht


Prens bir tanrı olarak yükseldi.

Birisi yükseldiğinde Cennet her zaman bir kez sarsılırdı. Ekselansları


Veliaht Prens yükseldiğinde ise tüm Cennet tam üç kez sarsılmıştı.

Kişinin çaba ve sezileriyle ölümsüzlük kazanması oldukça zor bir şeydi.

Doğuştan gelen yetenekler, kendini geliştirmek ve iyi bir fırsat gerekliydi.

Saygıdeğer bir tanrı olarak tekrar doğmak neredeyse her zaman, sonsuz ve
ömür boyu süren bir yolculuktu.

Tanrılık mertebesine yükselen ve Cennette kibirli bir velede dönüşen


gençler duyulmamış bir şey değildi elbette ama aynı zamanda da tüm
hayatını kendini geliştirmeye çalışmakla tükettiği halde ölümsüz olmayı
başaramayan insanlar da çoktu. Cennetten bir fırsat verilse bile, eğer gelen
yükü taşıyamazlarsa ya ölür ya işe yaramaz tanrılar olurlardı. Cehaletleri
yüzünden doğru yolu bulamayıp, hayatını baştan sona sıradan bir şekilde
geçiren insanlar kumsaldaki birer kum tanesinden farksızlardı.

Ve bu yüzden de Ekselansları Veliaht Prens, şüphesiz ki Cennet’in


gözbebeğiydi. İsteyip elde edemeyeceği hiçbir şey yoktu. Yapmak isteyip
başaramayacağı hiçbir şey yoktu. Ve o tanrı olmak istediğinde, on yedi
yaşında tanrılık mertebesine yükselmişti.

Veliaht Prens zaten kendi halkı tarafından sevilen birisiydi. İmparator ve


İmparatoriçe’nin oğullarına duyduğu özlem de buna eklenince, ülkenin pek
çok yeri Veliaht Prens adına hızla inşa edilen tapınaklarla dolmuştu.
Heykeller dikilmiş ve herkes saygılarını sunmak için toplanmıştı. Ona
inananların sayısı arttıkça daha çok tapınak inşa ediliyor, bu sayede de daha
uzun bir yaşam kazanıyor ve daha güçlü oluyordu. Sonuç olarak sadece
birkaç yıl içerisinde Xian Le ülkesinin Veliaht Prensi zenginleşmiş ve
gücünün doruk noktasına ulaşmıştı.

Üç yıl sonra ise Xian Le kaosa sürüklendi.

Kaosun nedeni İmparator’un acımasız hükümdarlığı ve adalet için bir araya


gelen asi ordusuydu. İnsanların diyarı savaşın ateşiyle yanmaya başlasa bile
Cennetin tanrıları kendi isteklerine göre olaya müdahale edemezlerdi. Bir
iblis veya hortlak bölge sınırlarını aşmadığı

sürece olacak olanın olmasına izin verilmeliydi. Dünyanın her yerinde


anlaşmazlıklar çıkıyor ve herkes kendi hareketlerinin doğru olduğuna
inanıyordu. Eğer ilahlar olaya karışmaya kalksa – o gün kendi ülkelerine
yardım ve destek olur, ertesi gün ise intikam almak için karşı saldırıya
geçerlerdi. Ölümsüzlerin böylesine sık karşı karşıya gelmesi ise tüm hayatın
yok olmasına bile yol açabilirdi. Ekselansları Veliaht Prens’in ise özellikle
uzak durması gerekiyordu.
Ama kendisi, bunu umursamadan, İmparator Jun’la konuştu. “Ben halkı
kurtarmak istiyorum.”

Her ne kadar İmparator Jun binlerce yıldır ruhani tanrısal güçler biriktiriyor
olsa da, o bile bu sözleri bu kadar rahat bir şekilde yüksek sesle dile
getiremezdi. Veliaht Prensi duyduğunda ise ruh hali oldukça tahmin
edilebilirdi. Ancak İmparator Jun bir şey yapamaz ve sadece işe
yaramayacağını bile bile konuşabilirdi. “Herkesi kurtaramazsın.”

Veliaht Prens cevap verdi. “Kurtarabilirim.”

Bu nedenle ikinci kez düşünmeden insan diyarına indi.

Tüm Xian Le ülkesi doğal olarak kutlama yapıyordu. Ancak antik çağlardan
beri halk hikayeleri insanları doğrular konusunda bilgilendirmeyi
deniyordu. Yetkisiz bir ölümsüzün insan diyarına inmesinin sonu asla iyi
bitmezdi.

Böylece de savaşın ateşleri sönmek yerine daha da parlak bir şekilde


yanmaya başlamıştı.

Ekselansları Veliaht Prens elinden geleni yapmamış değildi ama eğer


elinden geleni yapmasaydı işler daha iyi gidebilirdi. O ne kadar çabalarsa,
savaş o kadar karmaşık bir hal alıyordu. Xian Le halkı güçten düşene dek
dövüşmüş, kanları akmış, korkunç kayıplar vermişlerdi. En sonunda bir
salgın İmparatorluk Şehri’ni süpürdüğünde, asi ordu saraya girmiş ve savaş
bitmişti.

Denir ki Xian Le ülkesi ölüm kapılarının eşiğine geldiğinde, onları boğan


kişi doğrudan Ekselansları Veliaht Prensin kendisiymiş.

Ülke silindikten sonra insanlar bir şey fark etmişti:

Demek ki onların Tanrı Veliaht Prensi düşündükleri kadar müthiş veya


mükemmel değildi.
Kaba bir tabir kullanmak gerekirse, hiçbir şeyi başaramayan işe yaramaz
birisi olması yetmiyormuş gibi elini attığı her şeyi de batırmıyor muydu?

Hem evlerini hem sevdiklerini kaybetmenin getirdiği acıyı içlerinden


atamayan yaralarla kaplı, kızgın insanlar Veliaht Prensin sarayına koşup
ilahi heykelini yıkıp tüm tapınaklarını yaktılar.

Sekiz bin tapınak yedi gün ve sekiz gece boyunca kül olup yok olana dek
yandı.

O günden sonra barış ve himaye tanrısı gitti, doğduğundan beri sadece


felaket getiren şeytani bir tanrı doğdu.

İnsanlar tanrı olduğunu söylerse, tanrısındır; b*k olduğunu söylerlerse


b*ksundur. İnsanlar ne derlerse o olursun. Bu hep böyle olmuştur.

Ama ne olursa olsun Ekselansları Veliaht Prens bunu kabul edemiyordu.


Daha da kabullenemediği şey ise ona verilen cezaydı: sürgün.

Her şeyi yok edilmiş ve insan diyarına atılmıştı.

Çocukluğundan beri sayısız şekilde şımartılmış, hiçbir zaman normal


insanların acılarını çekmemiş ve zorluklara göğüs germemişti. Bu yüzden
de bu ceza onu bulutların tepesinden çamura düşürmüştü. Ve bu çamurun
içinde hayatında ilk kez açlığı, yoksulluğu ve pis olmanın verdiği hissi
duymuştu. Aynı zamanda ilk kez hiç aklına gelmeyecek şeyler yapıyordu:
hırsızlık, gasp, berbat küfürler etmek ve kendini umutsuzluğun pençesine
bırakmak. Saygınlığı tamamen yok olmuş, özsaygısını bütünüyle yitirmiş,
istedikleri gibi çirkin birisine dönüşmüştü. En sadık refakatçileri bile onun
bu değişimini kabullenemeyerek gitmeyi seçmişti.

Beden cehennemde ama kalp cennette. Bu beş kelime Xian Le ülkesinin


neredeyse her tabletine her tablosuna kazınmıştı. Eğer hepsi savaş sırasında
tamamen küle dönmemiş
olsaydı ve Ekselansları Veliaht Prens onları görseydi, kendi elleriyle hepsini
yok ederdi.

Çünkü sözleri söyleyen kişi, kendi bedeni cehennemdeyken, kalbinin


cennette olmadığını çoktan kanıtlamıştı.

Hızla yükselmiş ve daha hızlı bir şekilde düşmüştü. Savaş Tanrısının sözleri
ve zarif bakışları, Yi Nian Köprüsünde hem iblisi hem tanrıyı görmüşü: tüm
bunlar daha sanki dün yaşanmıştı.

Cennet iç çekti, geçmişte yaşananlar geçmişte kaldı.

Yeniden yüksek bir ses Cenneti salladığında, olayların üzerinden yıllar


geçmişti. Ekselansları Veliaht Prens, ikinci kez tanrılığa yükselmişti.

Antik çağlardan beri sürülmüş olan tanrılara, bir hayalet veya iblise
dönüşene dek yenilgiyle çökecek gözüyle bakılırdı. Talihini tersine çevirip,
sürüldükten sonra geri dönebilenlerin sayısı bir elin parmaklarını geçmezdi.
İkinci kez yükselmek sadece en arsız ve güçlü kişilere hastı.

Daha da arsız olan, Veliaht Prens’in yükseldiği gibi Cennete koşarak önüne
çıkan herkesi dövmesi ve öldürmesiydi. Böylece de Veliaht Prens ancak bir
tütsünün yanacağı zaman kadar, beş dakika, yükselmiş ve ardından tekrar
kovulmuştu.

Beş dakika. Tarihteki en hızlı ve en vahşi, ancak kısa yükselmeydi.

Eğer ilk yükselişi övülecek bir şey idiyse, ikincisi sadece saçmalıktı.

Bu iki seferin ardından Cennetteki herkes Veliaht Prense sırtını döndü. Her
ne kadar onu terk ettiyseler de, hala biraz temkinliydiler. Sonuçta, ilk kez
düştüğünde müthiş bir ümitsizliğe sürüklenmişti. Şimdi ise ikinci kez
düşmüştü, bir iblise dönüşüp halka saldırarak intikam mı alacaktı?
Tekrar düştükten sonra bir iblise dönüşmeyerek sürgün hayatına tamamen
uyum sağlayacağı kimin aklına gelirdi ki? Hiçbir sorun yoktu, tek problem
çok ağırbaşlı olmasıydı.

Kimi zaman sokaklarda gösteri yapıyordu; usta bir şekilde şarkı söylüyor
veya hem telli hem üflemeli, pek çok farklı enstrümanı çalıyordu.
Göğsünde devasa bir taşı kırmak bile onun için hiçte zor değildi. Her ne
kadar Ekselansları Veliaht Prensin şarkı söyleyip dans edebilen, pek

çok konuda yetenekli birisi olduğu bilinse bile, yine de bu olanlar herkesin
kafasını karıştırıyordu. Bazen çalışkan ve içten bir şekilde çerçöpü bile
kabul ediyordu.

Tüm tanrılar afallamıştı.

Böyle bir şeyin olacağını hayal dahi etmemişlerdi. Öyle ki, o günlerde
birisine ‘Xian Le’nin Veliaht Prensi oğlun olsun’ demek, karşıdakinin tüm
soyunu lanetlemekten daha kötü niyetli bir ithamdı.

Her halükarda o bir zamanlar Cennetin bir üyesi olmuş, eşsiz güzellikteki
Ekselansları Veliaht Prens’ti. Bu seviyeye dek çamura batan başka hiç
kimse yoktu. Bu da tam olarak üç diyarın sözde maskarası olma nedeniydi.

Güldükten sonra duygusal olanlar muhtemelen iç çekerdi. Cennetin gururlu


ve kendi halindeki oğlu gerçekten de yitmişti.

İlahi heykelleri devrilmiş ve eski ülkesi yıkılmış, tek bir inananı dahi
kalmamıştı. Yavaşça dünyanın unuttuğu birisi olmuştu. Bu yüzden de kimse
nerelere gittiğini bilmiyordu.

Bir kez sürülmek inanılmaz büyük bir utanç ve aşağılanma getirirdi. İkinci
kez sürülünce ise bir daha kimse yükselemezdi.

Uzun yıllar daha geçti, aniden bir gün Cennet tekrar büyük bir gürültüyle
rahatsız edildi.

Öylesine şiddetli bir depremdi ki dağlar bile sallanmıştı.


Gece gündüz yanan sunak lambaları titrerken, alevleri vahşi bir dansa
başlamıştı. Uyanan tanrılar kendi saraylarından çıkarak sordular, yükselen
bu görgüsüz kimdi? Her yer sallanıyordu!

Cennetin tüm tanrılarının, ‘ne kadar muhteşem birisi’ diye iç çektikten


sonra, tek bir bakışla, sanki üzerlerine yıldırımlar düşmüş gibi çakılacakları
kimin aklına gelebilirdi?

Hala işin bitmedi mi?!

Ünlü tuhaf adam, üç diyarın maskarası, efsanelerdeki Ekselansları Veliaht


Prens, o, o, o –

tekrar tanrılık mertebesine yükselmişti!

Çevirmen: Nynaeve

Not: Hayatımda hiçbir şeyi çevirirken bu kadar zorlandığımı


hatırlamıyorum…

Birinci Kitap: Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuru

Bölüm 2: Hurda Toplayan Ölümsüzün Tanrılığa Üçüncü Yükselişi

“Tebrikler, Ekselansları Veliaht Prens.”

Bu sözleri duyunca Xie Lian başını kaldırdı ve konuşmadan önce


gülümsedi. “Teşekkür ederim. Fakat neden beni tebrik ettiğini sorabilir
miyim?”

Ling Wen ZhenJun konuşurken kollarını göğsünde kavuşturdu. “


‘Cennetten düşmesi ve ölümlü dünyaya kovulması en muhtemel kişi’
listesinde ilk sırada olduğun için.”

*ÇN: Zhen: Gerçek, Jun: Lord demekmiş. Yani isim değil bir unvan, ileride
de ‘ZhenJun’ veya ‘Jun’ olarak bahsedilecek karakterler olacakmış.
Xie Lian cevapladı. “Ne şekilde söylersen söyle ilk sıra ilk sıradır. Sonuçta
beni tebrik ediyorsan o zaman yine de mutlu olmama değecek bir pozisyon
olmalı?”

Lin Wen belirtti. “Evet, eğer birinciysen yüz tane merit alabilirsin.”

*ÇN: Merit bir para birimi (gibi). İleride açıklanıyor.

Xie Lian hemen cevap verdi. “Gelecek sefere yine böyle bir liste olursa
lütfen mutlaka beni de listeye kat.”

Ling Wen sordu. “İkinci sırada kimin olduğunu biliyor musun?”

Xie Lian cevaplamadan önce bir süre düşündü. “Bunu tahmin etmesi zor.
Sonuçta ihtimal açısından kıyaslarsak ben yalnız başıma ilk üç sırayı
alabilecek olmalıyım.”

Ling Wen cevapladı. “Aşağı yukarı öyle. İkinci bir sıra yok. Geldiğin anda
tozu dumana katarak en yakın rakibini bile ezip geçtin.”

Xie Lian söyledi. “Bu onuru kabul edemem. Daha önceki senelerin
kazananları kimlerdi?”

Ling Wen belirtti. “Kazanan yoktu çünkü bu liste bu yıl oluşturuldu. Daha
kesin konuşmak gerekirse bugün yapıldı.”

“Aa,” Xie Lian sormadan önce bir süre kalakaldı. “Sözlerinden yola çıkarak
bu listenin özellikle benim için oluşturulduğu sonucuna varıyorum?”

Ling Wen cevapladı. “Tesadüfen tam zamanında geldiğin için bunu şanslı
bir galibiyet olarak düşünebilirsin.”

Xie Lian’ın yüzüne kocaman bir gülümseme yerleşmişti. “Tamam, eğer o


şekilde düşünürsem birazcık daha mutlu olacağım.”

Ling Wen konuşmaya devam etti. “Neden ilk sırada olduğunu biliyor
musun?”

Xie Lian cevapladı. “Herkes böyle düşündüğü için.”


Ling Wen açıkladı. “Sana nedenini söyleyeyim. Lütfen, şu saate bak.”

Parmağını kaldırarak gösterdi ve Xie Lian o tarafa bakmak üzere döndü.


Manzara aşırı derecede güzeldi, uzaklarda beyaz yeşim taşından yapılma bir
saray, köşkler ve villalar, akan dereler ve uçan kuşlarla beraber kıvrılan
ölümsüz bulutlar görülebiliyordu.

Xie Lian sormadan önce uzun bir süre manzarayı izledi. “Yanlış yönü işaret
etmiş olabilir misin? Saat nerede?”

Ling Wen cevapladı. “Yanlış yönü işaret etmedim. Orada, görmüyor


musun?”

Xie Lian tekrar dikkatli bir şekilde baktı, ardından dürüst bir şekilde
konuştu. “Görmüyorum.”

Ling Wen yanıtladı. “Görmemen senin suçun değil. Normalde orada bir saat
vardı ancak sen yükseldiğinde kopup düştü.”

“…”

“O saat senden bile yaşlıydı. Yine de canlı ve hayat dolu bir kişiliğe sahipti.
Biri yükseldiğinde onları neşelendirmek için birkaç kere çalardı. Fakat
senin yükseldiğin gün delirmişçesine durdurulamaz bir şekilde çaldı. Ancak
saat kulesinden düştüğünde sakinleşebildi lakin düştüğünde oradan geçen
bir tanrıya çarptı.”

Xie Lian sordu. “Bu… O iyi mi?”

Ling Wen. “Hayır, hâlâ onarımda…”

Xie Lian. “Üzerine düştüğü kişiyi soruyordum.”

Ling Wen cevapladı. “Üzerine düştüğü kişi bir savaş tanrısıydı. Oracıkta
hemen elini çevirdi ve saati ikiye böldü. Ama şimdi, lütfen oradaki altın
saraya bak. Görüyor musun?”

Tekrar işaret etti ve Xie Lian bir kez daha onun parmağını takip etti. Altın
camdan yapılmış muhteşem bir sarayın çatısının tepesi görüş alanına
girmeden önce sis ve bulutlarla çevrili geniş bir alan gördü.

“Ah, bu sefer görüyorum.”

Ling Wen cevap verdi. “Eğer görüyorsan bu bir şeylerin yanlış olduğu
anlamına gelir. Normalde orada hiçbir şey yoktu.”

“…”

“Yükseldiğinde birçok tanrının altın sarayları, altından sütunları devrilecek


ve cam kaplı çatıları parçalanacak kadar sallandı. Bazı yerler kısa bir süre
içinde tamir edilemeyecek. Daha iyi bir seçenek olmadığından geçici olarak
yeni yerler inşa edildi.”

“Suçlusu ben miyim?”

“Sorumlusu sensin.”

“Şey…” Xie Lian doğrulamak için sordu. “Yukarı geldiğim anda çokça
tanrıyı gücendirmiş mi oldum?”

Ling Wen cevapladı. “Eğer telafi edersen belki gücenmezler.”

“Telafi etmek için ne yapabilirim?”

“Cevap basit. Sekiz milyon sekiz yüz seksen bin merit ödeyerek.”

Xie Lian tekrar gülümsedi.

Ling Wen devam etti. “Tabii ki de bunun onda birini bile veremeyeceğinin
farkındayım.”

Xie Lian dürüst ve samimi bir şekilde yanıtladı. “Nasıl söylesem? Verdiğim
rahatsızlıklar için çok üzgün olsam da bunun on binde birini bile
karşılayamam.”

Ölümlü diyardaki inançlıların ibadetleri tanrıların ruhani güçlerine


çevrilirdi. Adak olarak yaktıkları her bir tütsü de bir ‘merit’e eşti.
Gülümsemesi solarken Xie Lian ciddiyetle sordu. “Beni buradan bir
tekmeyle düşürüp ardından bana sekiz milyon sekiz yüz seksen merit
vermeye ne dersin?”

Ling Wen belirtti. “Ben bir literatür tanrısıyım. Eğer birinin seni
tekmelemesini istiyorsan bir savaş

tanrısı bulmalısın. Ne kadar sert tekmelenirsen o kadar çok merit


kazanırsın.”

Xie Lian derin bir iç çekti. “Ne yapacağımı düşünmeme izin ver.”

Ling Wen onun omzunu sıvazladı. “Sakin ol. Bir dağla karşılaşırsan, her
zaman geçmek için bir yol da bulursun.”

Xie Lian cevapladı. “Benim durumumda tekneler rıhtıma ulaştığında doğal


olarak batacaktır.”

Eğer sekiz yüz yıl önce, Xian Le ulusunun en zengin zamanında olsalardı
sekiz milyon sekiz yüz seksen bin tane merit büyük bir problem bile
olmazdı. Ekselansları Veliaht Prens elini sallar ve böyle bir kayba
üzülmeden meritleri verirdi. Ancak şimdiki zaman eski günlerden farklıydı.
Ölümlü diyardaki tapınaklarının her biri yakılmıştı. İnananları, tütsüleri,
tapınakları yoktu.

Başka bir şey söylemeye gerek yoktu. Hiçbir şeyi yoktu, hiçbir şeyi, tek bir
eşyası bile!

Ölümsüz Şehrin ana sokağında bir kişi uzun bir süredir baş ağrısı
çektiğinden kenara çökmüştü ve aniden bir şeyler hatırladı. Yükselmesinin
ardından neredeyse üç gün geçmişti ve Xie Lian hâlâ ruhani iletişim rününe
girmemişti. Öncesinde de Ling Wen’e şifreyi sormayı unutmuştu.

Yükselmiş tanrılar bir araya gelir ve ruhani iletişim rünü yaratırlardı. İlahi
güçlerini kullanıp hemen birbirleriyle iletişime geçmeleri bu ağla mümkün
oluyordu ve yükseldikten sonra yeni tanrıların oraya girmesi zorunluydu.
Ancak belirli bir ağı saptayabilmek için şifrenin bilinmesi gerekiyordu. Xie
Lian ruhani iletişim rününe en son girdiğinden beri sekiz yüz yıl geçmişti,
bu yüzden doğal olarak şifreyi hatırlamıyordu. Böylece etrafa bakınmak
için ilahi duyularını serbest bıraktıktan sonra aradığına benzeyen bir ağ
buldu. İçeri girdiği anda öylesine vahşi ve heyecanları güçlü seslerle
karşılaştı ki bir parça dengesini kaybetti.

“Bahislerinizi açıldı, geri dönüşü yok! Ekselansları Veliaht Prensimizin bir


kez daha düşmeden önce ne kadar dayanabilecek? Bahislerinizi yatırın!”

“Bir yıl diyorum!”

“Bir yıl çok uzun, geçen sefer bir tütsünün yanma zamanı kadar dayandı.
Belki bu sefer üç gün dayanır? Üç güne bahsimi koyuyorum, üç gün
diyorum!”

*ÇN: Bir tütsü yanma zamanı: Yaklaşık beş dakika

“Yapma, aptal! Üç gün çoktan geçti bile. Emin misin?”

… Xie Lian sessizce ağı terk etti.

Yanlış yer. Kesinlikle bu yer olamazdı.

Cennetteki tanrıların hepsi kendi bölgelerini denetleyen önemli kişilerdi ve


hepsinin ünü pek çokları tarafından biliniyordu. Hepsi yükselmek için ciddi
bir şekilde kendini geliştirdikleri için de, çoğu zaman ağırbaşlı ve
ihtiyatlıydılar. Genellikle konuşmaları ve tavırlarında kibir taşırlardı.
Sadece o ilk yükseldiğinde çok heyecanlandığı için her bir tanrıyı ruhani
iletişim rününde yakalayıp selamlamıştı.

Xie Lian kendini tanıttığında kıyaslanamaz biçimde dürüsttü ve verdiği


detaylı açıklamaların eşi benzeri yoktu.

Önceki ağdan çıktıktan sonra bir kere daha gelişigüzel bir şekilde aramaya
koyuldu. Sonunda başka bir ağa daha girdi. Bu sefer Xie Lian biraz
rahatladı. “Burası çok sessiz, muhtemelen doğru yer.”
Kısa bir süre sonra umursamaz bir tonla konuşan birisini duydu.
“Ekselansları Veliaht Prens tekrar mı yükseldi?”

İlk başta ses kulağa huzur verici geliyordu. Ses yumuşaktı ve tonu nazikti
ancak daha dikkatli dinlendiğinde aslında sesin oldukça soğuk ve konuşanın
tonunun ilgisiz olduğu fark ediliyordu.

Böylece nazikliği bazı kötü niyetleri barındırıyormuş gibi gelmeye


başlıyordu.

Normalde Xie Lian ağa ölçülü ve terbiyeli bir şekilde girmek istemişti.
Sessizce dinleyerek gizlenmek yeterince iyiydi ancak birisi şimdiden sohbet
etmek için ondan bahsediyorsa sağır ve dilsiz gibi davranamazdı. Ayrıca
cennetteki birinin onunla, yıkımı simgeleyen bir tanrıyla, konuşmak için ilk
hamleyi yapmaya istekli olması onu çok mutlu etmişti. Böylece hızla
cevapladı. “Bu doğru! Herkese merhaba! Tekrar yükseldim.”

Bu soru ve cevaptan sonra ruhani iletişim rünündeki tüm tanrıların kulak


kabartacaklarını nereden bilebilirdi ki?

O tanrı rahat bir şekilde konuşmaya devam etti. “Bu sefer, Ekselansları
Veliaht Prensin yükselişi gerçekten de büyük bir kargaşaya neden oldu.”

Cennette hükümdarlar ve her yerde gezinen kahramanların nehirlerde akan


su kadar yaygın olduğu söylenebilirdi.

Eğer birisi ölümsüz bir tanrı olmak istiyorsa öncelikle seçkin bir birey
olması gerekiyordu. Ölümlü diyarda pek çok şey başarmış olan veya çok
yetenekli kişilerin doğal olarak daha çok yükselme şansı vardı. Sonuç
olarak prenses, prens ve generallerin orada nadir görülmediğini söylemek
abartı olmazdı. Kim cennetin gururlu evladı değildi ki? Ancak yine de
herkes birbirlerine karşı oldukça saygılı ve nazikti, birbirlerini
“Majesteleri”, “Ekselansları” veya “General Efendi” olarak çağırıyorlardı.
Hangisi kulağa daha övgü dolu geliyorsa onu söylerlerdi fakat o tanrının,
sözlerindeki unvan artık kibar bir jest gibi gelmiyordu kulağa.

Xie Lian önceden Veliaht Prens olmasına ve diğerinin de onu bu şekilde


selamlamasına rağmen ses tonunda azıcık bile saygı yoktu. Daha çok birini
bıçaklamak için iğne kullanmaya çalışıyormuş gibi geliyordu. Ruhani
iletişim rününde gerçekten Veliaht Prens olan diğer tanrılar da vardı ve bu
selamlama onları baştan aşağı rahatsız hissettirirken tüylerini ürpertiyordu.
Xie Lian da sesteki kötü niyeti duymuştu ancak kargaşa çıkarmak
istemiyordu. Bundan sıyrılacağını düşünerek bir gülümsemeyle cevapladı.
“Fena değildi.”

Ancak tanrı onun sıyrılmasına fırsat vermedi. Soğuk veya sıcak olmayan bir
tonda konuştu. “Ha, Ekselansları Veliaht Prens iyi mi? Ben o kadar şanslı
değildim.”

Aniden Xie Lian, Ling Wen’nin fısıldadığını duydu.

Tek bir kelime söylemişti. “Saat.”

Xie Lian hemen anladı. Yani bu kişi o saatin altında kalan savaş tanrısıydı!

Eğer durum buysa o zaman tanrı ona sebepsiz yere kızmamıştı. Xie Lian
özür dilemekte oldukça iyiydi o yüzden hemen cevapladı. “Saatle olan
kazayı duydum. Çok üzgünüm, lütfen bağışlayın.”

Savaş tanrısı homurdandı, bununla ne ima etmeye çalıştığını anlamak


imkânsızdı.

Cennette bir sürü savaş tanrısı vardı ve onların arasından çok azı Xie Lian
düştükten sonra yükselenlerdendi. Bu yüzden sadece sesini dinleyerek
hangi tanrı olduğunu saptayamıyordu ancak kişi, diğerinin ismini bile
bilmeden özür dileyemezdi. Bu yüzden Xie Lian daha derine inerek sordu.

“Affedersiniz, size nasıl hitap etmem gerektiğini sorabilir miyim seçkin


kişi?”

Bu sözleri söylediği anda diğeri sessizleşti.

Sessizleşen sadece diğer tanrı değildi. Tüm ruhani iletişim rünü, durgun
hava dumanı herkesin suratına bir tokat atmış gibi sessizleşmişti.

Bir diğer yandan, Ling Wen ona bir kez daha fısıldadı. “Ekselansları, o
kadar uzun süredir konuşmanıza rağmen diğer kişiyi tanıyamamana
inanmasam da yine de hatırlatmak isterim. O kişi Xuan Zhen.”

Xie Lian sordu. “Xuan Zhen?”

Bir anda boğuluyor gibiydi, en sonunda tekrar konuşabildiğinde hala


şoktaydı. “O Mu Qing mi?”

Xuan ZhenJun Güneybatıyı koruyan bir savaş tanrısıydı. Yedi bin tapınağı
vardı ve ölümlü dünyada tanınmış biriydi.

Xuan ZhenJun’un kişisel ismi Mu Qing’du ve sekiz yüz yıl önce Xian Le
ülkesinin veliaht prensin sarayında yardımcı generaldi.

Ling Wen de çok şaşırmıştı. “Yoksa gerçekten onu tanımadın mı?”

Xie Lian cevapladı. “Gerçekten tanımadım. Eskiden benimle bu tavırla


konuşmazdı. Onu en son ne zaman gördüğümü bile hatırlamıyorum. Eğer
beş yüz yıl önce değilse o zaman altı yüz yıl önceydi.

Nasıl göründüğünü neredeyse tamamen unuttum, sesini hâlâ nasıl


tanıyabileyim ki?”

Ruhani iletişim rünü sessiz kaldı. Mu Qing tek bir ses bile çıkarmadı. Diğer
tanrılar ise dinlemiyormuş

gibi davranırken aslında birinin konuşmaya devam etmesini delice


bekliyorlardı.

Konu bu ikisine geldiğinde her şey çok garipti. Onca yıldan sonra birçok
dedikodu çıkmıştı, o yüzden herkes neredeyse her şeyi anlıyordu. Xie Lian,
Xian Le’nin değerli veliaht prensi olduğu günlerde Huang Ji tapınağında
kendini geliştiriyordu. Huang Ji tapınağı Xian Le ülkesinin imparatora ait
Taocu tapınağıydı. Tapınağa kabul edilme standartları aşırı derecede sıkıydı.
Mu Qing kötü bir geçmişe sahipti ve babası kellesi uçurulmuş bir
günahkârdı. Onun gibi birinin Huang Ji tapınağına öğrenci olarak girme
yeterliliği yoktu. Sonuç olarak ayak işlerini yapan biri olmaktan başka bir
seçeneği kalmamıştı. Tapınakta çoğunlukla Ekselansları Veliaht Prens için
yer silme veya ona su ve çay taşıma görevini yapardı ancak Xie Lian onun
çalışkan olduğunu görmüştü ve böylece Taocu papazlara bir istisna yapıp
onu öğrenci olarak alıp alamayacaklarını sormuştu. Ekselansları Veliaht
Prensin sözlerinin büyük bir ağırlığı olurdu. Sadece Veliaht Prensin isteği
sayesinde Mu Qing da tapınağa kabul edilebilmişti. Xie Lian yükseldikten
sonra onu kendi generali olarak atayıp Mu Qing’i de beraberinde Ölümsüz
Şehre almıştı.

Fakat Xian Le ülkesi silinip Xie Lian ölümlü dünyaya atıldığında Mu Qing
onun arkasından gelmemişti.

Yalnızca onun arkasında gelmemekle kalmayıp onun lehine tek bir söz bile
söylememişti. Veliaht Prens artık olmadığına göre o da serbestti. Kutsal bir
yer bulup itinayla ve delirmişçesine kendini geliştirmeye başlamıştı. Çok
geçmeden Cennet Musibetlerine karşı direnerek kendi başına yükselmişti.

Eskiden biri cenneteyken diğeri en dipteydi. Şimdi hâlâ biri cennette ve


diğeri en dipteydi ancak sadece ikisinin de durumları tamamen tersine
dönmüştü.

Diğer yandan Ling Wen konuştu. “Sahiden çok kızdı.”

Xie Lian cevapladı. “Ben de öyle tahmin etmiştim.”

Ling Wen devam etti. “Ortaya başka şeyler atacağım. Hızlıca fırsatı
değerlendirip ayrıl.”

Xie Lian. “Gerek yok. Eğer hiçbir şey olmamış gibi davranırsak her şey
yoluna girer.”

Ling Wen sordu. “Gerek yok mu? Sizi görmek bile kendimi tuhaf
hissetmeme neden oluyor.”

Xie Lian yanıtladı. “Ben hâlâ iyiyim ama!”

Xie Lian’a göre, ölmediği sürece her durum iyiydi. Fazla bir şeyi yoktu ama
kesinlikle kaybedecek çok fazla yüzü vardı. Çoktan bundan daha garip olan
bir sürü şey yapmıştı o yüzden rahatsız hissetmiyordu. Ancak bu kadar
erken konuşmaması gerektiğini nasıl bilebilirdi ki? Xie Lian ‘ben hâlâ
iyiyim’ sözlerini söyledikten hemen sonra kükreyen bir ses duydu. “Hangi
geberesice benim altın sarayımı parçaladı?! Çıksın ortaya!”

*ÇN: Defalarca utanabileceği anlamına geliyor, kendisine utanmaz diyor


kısaca.

Bu tek kükreyiş, ruhani iletişim rünündeki tanrıların kafaları patlayacakmış


gibi hissetmelerine neden olmuştu.

Herkes ürkmüş olmasına rağmen çok büyük bir dikkatle olanları dinlerken
nefeslerini tuttular. Xie Lian’ın bu kaba bir lanete nasıl cevap vereceğini
görmeyi beklerken çıt çıkarmadılar. Ancak kimse ilginç bir konuşma yerine
daha da heyecan verici bir şey duymayı beklemiyordu. Xie Lian konuşmaya
bile başlamadan önce Mu Qing ağzını açtı.

İki kere gülmüştü. “Haha.”

Yeni gelen kişi soğuk bir tavırla konuştu. “Yıkan sen miydin? Peki, bekle
sen.”

Mu Qing cevapladı. “Ben olduğumu söylemedim. İnsanlara gelişigüzel


çamur atma.”

Diğer kişi sordu. “O zaman neden gülüyorsun? Kafadan sakat mısın?”

Mu Qing yanıtladı. “Hayır. Söylediğin şey komikti ve hepsi bu. Altın


sarayını mahveden kişi şu anda ruhani iletişim rününde, ona kendin
sorabilirsin.”

Olayların bu raddeye gelmesiyle, Xie Lian ne olursa olsun o anda


kaçamayacak kadar mahcup hissediyordu.

Hafifçe öksürdü. “Bendim. Üzgünüm.”

Konuştuğu anda sonradan gelen kişi de sessizleşti.

Kulağının yanında, Ling Wen ona yeniden bir mesaj yolladı. “Ekselansları,
o kişi Nan Yang.”
Xie Lian cevapladı. “Bu sefer onu tanıdım ancak onun beni tanıdığını
düşünmüyorum.”

Ling Wen cevapladı. “Hayır. Sadece zamanının çoğunu ölümlü dünyada


geçiriyor ve Ölümsüz Şehre çok az geliyor. Bu yüzden tekrar yükselmiş
olduğunu bilmiyordu.”

Nan Yang ZhenJun güneydoğuyu koruyan savaş tanrısıydı. Popülerdi ve


sekiz bin tane tapınağı vardı, halk onu seviyor ve ona saygı duyuyordu.

Ek olarak, kişisel ismi Feng Xin’di. Sekiz yüz yıl önce, Xian Le Veliaht
Prensin sarayının ilk generaliydi.

Feng Xin fedakâr ve sadık biriydi. Xie Lian on dört yaşından beri onun
muhafızıydı. Feng Xin, Veliaht Prens’le büyümüş, onunla beraber cennete
yükselmiş, onunla beraber düşmüş ve onunla beraber kovulmuştu. Ne yazık
ki Xie Lian’la beraber sekiz yüz yıla katlanamamıştı. Sonunda kötü bir
şekilde yollarını ayırıp birbirlerini bir daha hiç görmemişlerdi.

Çevirmen: Nynaeve ve Kae

Bölüm 3: Hurda Toplayan Ölümsüzün Tanrılığa Üçüncü Yükselişi Eski


üstün amir, üç diyarın soytarısına dönüşmüştü; ne adına tütsüler
yakılıyordu, ne de tapınakları ve inananları vardı. Eskiden astı olan iki
generali de Cennet Musibetlerini geçmiş, yükselerek koca bir bölgeyi
gözetleyen güçlü savaş tanrıları olmuşlardı. Bu şartlar altında insanların
daha da meraklanmasına şaşmamalıydı. Xie Lian’ın Feng Xin ve Mu
Qing’den hangisinin kendisini daha huzursuz hissettirdiğini seçmesi
gerekse tek diyeceği şey, “Hiçbir sorun yok ya!” olurdu.

Ancak üçüncü kişilere Xie Lian’ın Feng Xin’le mi yoksa Mu Qing’le mi


dövüştüğünü görmek istedikleri sorulsa herkes kendi zevkine göre farklı bir
cevap verirdi. Sonuçta kavga etmek için farklı nedenleri vardı, bu yüzden
de hangi seçeneğin daha ilginç olacağını kestirmek güçtü.
Bu yüzden Feng Xin beklenmedik bir şekilde konuşmayı keserek anında
saklanınca dolayısıyla da uzun bir süre cevap gelmeyince herkes hayal
kırıklığına uğramıştı. Bu sırada Xie Lian kendisini toplamış ve bir süre
dövündükten sonra konuşmuştu. “Böyle bir kargaşaya sebep olacağımı hiç
düşünmemiştim.

Düşünmeden hareket ettim, hepinize rahatsızlık verdim.”

Mu Qing rahat bir tavırla cevapladı. “Ah, o zaman sahiden rastlantısal bir
olaydı demek.”

Rastlantısal mı? Xie Lian da fazlasıyla rastlantısal olduğunu düşünüyordu.


Saat nasıl tam Mu Qing’in üzerine düşer ve o yükselirken Feng Xin’in
sarayı yıkılırdı ki? Gören herkes onun intikam aldığından emindi. Ancak
Xie Lian öyle biriydi ki, eğer bin kadeh şaraptan sadece bir tanesi zehirli
olsa gider zehirli şarabı seçerdi. Ama Xie Lian diğer insanların
düşüncelerini değiştiremeyeceğinden bunu denemedi. “Herkesin altın
saraylarını ve diğer kayıplarını telafi etmeye çalışacağım. Aynı zamanda
bana zaman tanımanızı da umuyorum.”

Mu Qing’in ironik sözlerine devam etmeye can attığını anlamak için dahi
olmaya gerek yoktu. Ancak Mu Qing’in altın sarayı zarar görmemişti ve
üzerine düşen saati de ikiye bölmüştü, daha fazla küstahlık etmesi uygunsuz
olur, ona yakışmazdı. Bu nedenle Mu Qing kendisini tutup sessiz kaldı. Xie
Lian korkunç sorunların kendiliğinden gittiğini görünce hızla kaçmıştı.

Xie Lian ertesi gün hala o sekiz milyon sekiz yüz sekiz bin meriti nereden
bulacağına kafa yorarken Ling Wen onu kendi sarayına davet etti.

Ling Wen, Cennet çalışanlarından sorumlu olan tanrıydı. Ölümlüler


kariyerlerini ileri bir seviyeye taşımak istediklerinde ona dua ederlerdi.
Tüm sarayı yerden tavana kadar resmi evraklar ve parşömenlerle ağzına
kadar doluydu. Böyle bir görüntü çok sarsıcıydı, insanın korkudan
titremesine neden oluyordu. Xie Lian ilerlerken Ling Wen Sarayı’ndan
çıkan her tanrının peşinden oldukça uzun bir belge yığınının sürüklediğini
gördü. Yüzleri solgundu ve eğer her an yere yığılacakmış gibi görünüyor
olmasalar da, oldukça uyuşmuş bir halleri vardı. İkisi en sonunda Saray’a
girdiklerinde Ling Wen dönüp bir noktayı işaret etti. “Ekselansları,
İmparator’un yardımını istediği bir mesele var. Ona destek olmaya ve
yardım etmeye gönüllü müsün?”

Cennette pek çok kişinin ZhenJun ve YuanJun gibi unvanları vardı ancak
sadece tek bir kişiye İmparator denilirdi. Eğer o kişi bir şey yapmak isterse
asla başka insanların yardımına ihtiyaç duymazdı. Bu nedenle Xie Lian bir
süre boş boş baktıktan sonra cevap verdi. “Mesele nedir?”

Ling Wen açıklama yapmadan önce ona bir parşömen uzattı. “Geçenlerde
Kuzey’den çok sayıda hevesli tapınanın kutsanmayı dileyen duaları
yükseldi. Günlerinin huzur içinde geçmediğini tahmin etmek zor değil.”

Hevesli tapınanlar genel anlamda üç farklı insan tipini tanımlamak için


kullanılırdı. İlk olarak, zenginleri: tütsü yakmak için para öder ve tanrılar
için tapınaklar inşa ederlerdi. İkinci olarak, yoldan geçen insanlara vaaz
veren misyonerleri. Ve son olarakta bedeni ve zihni derinlemesine iman ve
inançla dolmuş insanlar hevesli tapınanları. Pek çoğu da ilk kategoriye
girerdi, sonuçta bu dünyada çok fazla zengin vardı. Üçüncü kategoride ise
çok az kişi olurdu çünkü insan sahiden o kadar inançlı

olursa, yeterlilikleri de oldukça fazla olurdu ve kendileri cennete


yükselmenin eşiğine gelirlerdi. Ling Wen’in bahsettiği kişiler birinci
kategoriye giriyor olmalıydı.

Ling Wen devam etti. “Şu anda İmparator Kuzey’le ilgilenemiyor. Eğer
onun yerine yolculuğa çıkmak istersen, zamanı geldiğinde o hevesli
tapınanların yapacağı bağışlar senin sunağına yönlendirilecek.

Ne dersin?”

Xie Lian parşömeni iki eliyle uzanarak kabul etti. “Çok teşekkürler.”

Jun Wu ona açıkça yardım ediyordu ancak bu şekilde göstermek yerine Xie
Lian’dan yardım istiyormuş gibi görünmesini sağlamıştı. Xie Lian bunu
nasıl anlayamazdı ki? Aklına o söylediği iki kelime dışında düşüncelerini
daha iyi ifade edebileceği hiçbir şey gelmiyordu. Ling Wen cevapladı.
“Benim tek görevim aracılık sağlamak. Eğer İmparatora kişisel olarak
teşekkür etmek istiyorsan dönmesini beklemen gerekecek. Ah sahi, büyülü
eşyalar ödünç almak için yardımıma ihtiyacın var mı?”

Xie Lian, “Gerekli değil. Bana büyülü eşyalar versen bile aşağıya indiğim
gibi hiçbir ruhani gücüm kalmayacak, o yüzden işe yaramaz hale
gelecekler.”

Xie Lian iki kez düştüğünden ruhani güçlerini kaybetmişti. Tüm


ölümsüzlerin toplandığı Cennette bu durumla başa çıkmak kolaydı. Sonuçta
ruhani güç orada boldu ve kaynak sonsuzdu, bu yüzden kullanmak için
rahatça alabiliyordu. Ancak ölümlü diyara gittiği anda güçsüz olacaktı. Eğer
Xie Lian büyü yoluyla savaşmak isterse tek yapabileceği birisinden ruhani
güç ödünç almaktı ki bu da oldukça külfetli bir şeydi.

Ling Wen bir süre kafa yordu. “O zaman en iyi sana eşlik ve yardım
etmeleri için birkaç savaş tanrısı bulmak.”

Şu anki savaş tanrıları ya onu tanımıyor ya da onu sevmiyorlardı. Xie Lian


bunu tamamen anlayışla karşılıyordu. “Aynı şekilde buna da gerek yok.
Kimse benimle gelmez.”

Ancak Ling Wen olayı enine boyuna değerlendirmiş gibiydi. Sadece “Bir
şansımı denerim.” dedi.

Denese de denemese de değişen bir şey olmayacaktı bu yüzden Xie Lian


onun sözlerine ne karşı çıktı ne de razı geldi ve Ling Wen’in denemesine
izin vermiş oldu. Sonuç olarak Ling Wen ruhani iletişim rününe girdikten
sonra neşeli bir sesle duyurmuştu. “İmparatorun Kuzey’de yapılması
gereken önemli bir görevi var ve acilen yardıma ihtiyaç duyuyor. Hangi
Yüce Savaş Tanrısı kendi sarayından yardım için iki savaş tanrısı
yönlendirebilir?”

Konuşması bittiği gibi Mu Qing’in hafif sesi duyuldu. “Duyduğuma göre


İmparator şu anda Kuzey’de değil, korkarım Ekselansları Veliaht Prens için
yardım istiyorsun, haksız mıyım?”
Xie Lian içinden geçirdi. ‘Bütün gün ruhani iletişim rününde mesken tutup
bunu mu bekledin?’

Ling Wen de onunla aynı fikirdeydi. Her ne kadar işini baltaladığı için Mu
Qing’i tokatlamak istese de yine de gülümseyerek konuştu. “Xuan Zhen,
son iki gündür neden seni sürekli burada buluyorum?

Sanırım boşa harcayacak çok fazla vaktin ve hep aylaksın. Tebrikler,


tebrikler.”

Mu Qing hafif bir sesle cevapladı. “Elim yaralandı, bu yüzden sağlığıma


geri kavuşmayı bekliyorum.”

Dinlemekte olan her bir tanrının kafasından aynı şey geçiyordu. ‘Eskiden
çıplak ellerinle dağları ikiye bölsen gıkın çıkmazdı. Aptal bir saati
parçalamak sana ne yapabilir ki?”

Aslında Ling Wen ayrıntıları açıklamadan önce çoktan iki kişiyi gelmeleri
için kandırmıştı. Ama Mu Qing o detayları tek tahminde tutturmakla
kalmamış bir de herkese söylemişti. Durum öyleyken kimseyi
bulamayacağı neredeyse kesindi. Sahiden de sorusunu uzunca bir süre
kimse yanıtlamadı. Xie Lian da kimsenin öne çıkmasını beklemiyordu.
“Sen de gördün, kimse gelmeyecek.”

Ling Wen cevapladı. “Xuan Zhen konuşmasaydı kesinlikle gelenler


olacaktı.”

Xie Lian gülümsedi. “Sözlerin, pipa çalarken yüzünün yarısını gizleyerek


bir noktaya kadar manzarayı güzel bir şekilde bulanıklaştırmaya
benziyordu. İnsanlar İmparator’a yardım ettiklerini düşünerek tabi ki
geleceklerdi. Ama geldiklerinde ve benimle çalışacaklarını fark ettiklerinde,
korkarım daha büyük bir problem çıkacaktı. Bu durumda nasıl beraber
çalışacaktık? Her şekilde ben yalnız kalmaya alışkınım ve kolum bacağım
kopukta değil, bu yüzden bu şekilde devam edelim derim. Uğraştığın için
teşekkürler, ben artık gideyim.”

Ling Wen’in de elinden gelen bir şey yoktu. Bu yüzden ellerini birleştirerek
selam verdi, ardından konuştu. “Pekala. Ekselansları, seyahatinin güzel
geçmesini temenni ederim, Cennetin Kutsaması üzerinde olsun.”

Xie Lian cevapladı. “Tüm yasaklar kalktı!” Elini salladı, kendinden emin ve
tasasız bir halde gitti.

*ÇN: Çin özlü sözü ‘Tüm yasaklar kalktı ve tüm kötülükler geri çekildi!’
Ling Wen’in sözlerine standart bir karşılık gibi duruyor.

Üç gün sonra, ölümlü diyarı, Kuzey

Ana yolun kenarında küçük bir çayevi vardı. Dükkanın önü büyük değildi
ve sahipleri sıradan insanlardı ama manzara güzel olduğu için çayları çok
pahalıydı. Dağlar ve nehirler gözüküyordu.

İnsanlar ve bir kasaba da vardı. Her şey oradaydı fakat fazlası değildi –
fazlası değildi, gerektiği kadarıydı. Eğer insan böyle bir manzaranın
ortasına yerleşmiş bir çayevine şans eseri denk gelirse sahiden de muhteşem
bir anısı olurdu. Çayevinin garsonu fazlasıyla boştu, o sırada tek bir müşteri
dahi yoktu. Bu yüzden küçük bir tabureyi dükkanın kapısına çekmiş;
dağları, suyu ve geçen insanları izliyordu. Neşeyle bakarken uzaklardan
gelen beyazlara bürünmüş bir Taocu gördü. Taocu tozla kaplanmıştı, uzun
zamandır yollardaymış gibi görünüyordu. Yaklaştığı zaman küçük
çayevinin önünden geçiyordu ki aniden adımları durdu ve yavaşça geriye
geldi. Taocu onu bambu şapkasıyla selamladıktan sonra başını kaldırdı.
Gülümseyerek konuşmaya başladığında dükkana sadece tek bir bakış
atmıştı. “‘Şanslı Tesadüf’ küçük dükkanı, ilgi çekici bir isim.”

Her ne kadar yorgun görünse de yüzü gülücüklerle doluydu. Ona bakan


insanlar da gülümsemekten kendilerini alamıyorlardı. Ardından Taocu
sordu. “Bağışlayın, Yu Jun Dağı yakınlarda mı acaba?”

Garson onun için dağın yönünü gösterdi. “Bu bölgede.”

Taocu nefes verdi ve bir kereliğine olsun o nefeste ruhu da bedenini terk
etmemişti. Aklından tek bir düşünce geçiyordu. ‘En sonunda geldim’.

Bu kişi Xie Lian’dı.


Ölümsüz Şehir’den ayrıldığı gün normalde inmeyi planladığı noktaya karar
vermişti; Xie Lian Yu Jun Dağı’na yakın bir yere düşecekti. Kimin aklına
tasasız bir şekilde ayrılıp tasasız bir şekilde atlayacağı zaman kol yeninin
kaygısız bir buluta takılacağı gelirdi ki? Evet bir buluta takılmıştı. Xie Lian
bile kolunun buluta takılabileceğini bilmiyordu. Sonuç olarak azametli,
yüce bir tavırla takla atarak düşmüştü. Yere indiğinde nerede olduğuna dair
hiçbir fikri yoktu. Yürüyerek geçen üç günün ardından en sonunda varmak
istediği yere gelmişti. Bu yüzden kısa bir süre için inanılmaz duygulanmıştı.

Çayevine giren Xie Lian pencere kenarında bir masa seçtikten sonra çay ve
yiyecek istedi. Yaşadığı zorlukların ardından en sonunda oturabilmişti, bu
sırada odanın dışarısından geşen sonsuz inlemeler ve çalan davul seslerini
işitti.

Xie Lian bakışlarını sokağa çevirdiğinde her yaştan insanlardan oluşan bir
grubun çayevinin önünden geçmekte olan kırmızı bir düğün arabasına eşlik
ettiğini gördü.

Tören alayı oldukça tuhaf bir ruh halindeydi. İlk bakışta geline eşlik eden
akrabalar gibi görünüyorlardı. Fakat yakından bakınca insanların yüzündeki
ciddi ifadeler netleşiyordu – keder, öfke, korku... Ancak hiçbirinin yüzünde
neşe yoktu, bir düğünün görüntüsüne benzemiyordu. Lakin bunun

tam tersine, herkes kırmızı çiçekler takmış ve nefesli çalgılarla davullar


çalıyorlardı. Durum gerçekten de tuhaftı. Garson elinde bakır bir
çaydanlıkla geldi ve yukarı kaldırarak ona çay doldurdu. O da sahneyi
görmüştü ama sadece dönmeden önce başını iki yana sallamakla yetindi.

Xie Lian gözleriyle ayrılmakta olan tuhaf düğün alayını takip ettikten sonra
kısa bir süre düşündü. Tam Ling Wen’in ona verdiği parşömene bir kez
daha bakmak üzereydi ki aniden büyüleyici bir şeyin uçuştuğunu hissetti.

Xie Lian başını kaldırdığında gözlerinin önünden gümüş bir kelebek geçti.

Gümüş kelebek parlak ve şeffaftı, saf ve duru görünüyordu. Havada


uçarken ardında parlak bir iz bırakmıştı. Xie Lian ona uzanmaktan kendini
alamadı. Bu kelebek oldukça zekiydi. Sadece korkmamakla kalmamış,
üstüne kısa bir an için parmak uçlarında durmuştu. Her iki kanadı da parlak
ve son derece güzeldi. Güneş ışığının altında bir hayal gibi gözüküyordu.
Bir an sonra ise uçup gitmişti.

Xie Lian ona veda edermişçesine el salladıktan sonra geri döndüğünde


masasında iki kişi daha oturuyordu.

Masanın dört kenarı vardı. Birisi sol diğeri ise sağ tarafına oturmuştu. Her
ikisi de on yedi, on sekiz yaşlarında görünen genç adamlardı. Sol taraftaki
daha uzun, yüz ifadesi oldukça düzgün olan yakışıklı bir gençti.
Bakışlarında ise kibirli ve inatçı bir ışık taşıyordu. Sağ taraftaki ise oldukça
solgun benizliydi.

Narin ve güzel, aynı zamanda da kibar görünüyordu. Ancak her nasılsa yüz
ifadesi aşırı soğuk ve kayıtsızdı, halinden çok memnun değilmiş gibi bir
hali vardı. Aslında her ikisinin de yüzündeki renk pek hoş görünmüyordu.

Xie Lian gözlerini kırpıştırdıktan sonra sordu. “Siz kimsiniz?”

Soldaki cevap verdi. “Nan Feng.”

Sağdaki de ekledi. “Fu Yao.”

Xie Lian içinden geçirdi. ‘Adınızı sormamıştım…’

Bu sırada Ling Wen’in sesi aniden ona geldi. “Ekselansları, Orta Cennetten
iki küçük savaş tanrısı yardım etmeyi kabul etti. Çoktan seni bulmak için
yola çıktılar, şimdilerde yanına varmış olmalılar.”

Orta Cennet denen yer doğal olarak Üst Cennetle bağlantılıydı. Cennetin
Kutsal Görevlileri basit ve kaba bir şekilde ikiye ayrılırdı: yükselmiş olanlar
ve yükselmemiş olanlar. Üst Cennetteki herkes kendi çabalarına istinaden
yükselmişti. Tüm Cennette sadece yüz kadar kişi böyleydi ve her biri
oldukça değerliydi. Ama Orta Cennetteki ilahlar ‘vekil olarak atanma’
yoluyla gelirlerdi. Harfiyen ifade etmek gerekirse tam isimleri ‘Kardeş
Tanrılar’ idi ancak onlara seslenilirken çoğu zaman ‘kardeş’ kelimesi es
geçilirdi.

Üst Cennet ve Orta Cennet olduğuna göre, Alt Cennette var mıydı?
Hayır yoktu.

Aslında Xie Lian ilk kez yükseldiğinde sahiden Alt Cennet diye bir yer
vardı. O zamanlarda Cennet Alt ve Üst olarak ayrılmıştı. Ama sonrasında
bir problem ortaya çıkmıştı. Kendilerini tanıttıkları zaman ağızlarını açıp
‘Ben Alt Cennettenim falan filan’ demeleri gerekiyordu ve bu kulağa
oldukça nahoş

geliyordu. İçinde ‘alt’ kelimesi geçtiği için kendilerini özellikle aşağı


kademe hissediyorlardı. Orta Cennet yetenekli kişiler açısından hiçbir
sıkıntı çekmiyordu. Ruh güçleri zengin ve kuvvetliydi, seçkin ve tanınmış
kişilerdi. Onlarla üst Cennetteki tanrılar arasındaki tek fark Cennet
Musibetlerini tecrübe etmemiş olmalarıydı. Ama bekledikleri Cennet
Musibetinin ne zaman geleceğini kim bilebilirdi ki? Bu sebeple birileri öne
çıkarak tek bir kelimeyi değiştirmeyi önermişti – bundan sonra kendilerini
tanıtırken ‘Ben Orta Cennettenim falan filan’ diyeceklerdi. Her ne kadar
aynı anlama gelseler de

böylesi kulağa çok daha hoş geliyordu. Kısaca değişimin ardından uzun bir
süre Xie Lian buna alışamamıştı.

Xie Lian iki küçük savaş tanrısına baktı. Birisinin yüzü diğerinden biraz
daha memnuniyetsizdi,

‘yardıma gelmeyi kabul etmiş’e benzemiyorlardı. Bu yüzden sormaktan


kendini alamadı, “Ling Wen, bana yardım etmek için gelmişe
benzemiyorlar ve daha çok benim kellemi alıp gidecek gibi bir halleri var.
Gelmeleri için onları kandırdın mı?”

Ne yazık ki sorusu iletilmişe benzemiyordu. Aynı şekilde Ling Wen’in


kulağındaki sesi de kaybolmuştu.

Muhtemelen Ölümsüz Şehir’den çok uzakta olduğu ve inmesinin ardından


uzun bir zaman geçtiği için ruhani güçleri tamamen tükenmişti. Xie Lian’ın
elinden başka bir şey gelmeyeceğinden her iki küçük savaş tanrısına dönüp
gülümsedikten sonra konuştu. “Nan Feng ve Fu Yao muydu? Bana yardım
etmeyi kabul ettiğiniz için teşekkür etmeme izin verin.”
İkisi de başlarını salladı, hareketleri biraz azametli görünüyordu. Görünüşe
göre altında çalıştıkları savaş tanrılarının itibarları yüksekti. Xie Lian
garsona iki bardak daha getirmesini işaret etti. Kendi bardağını alarak çay
yapraklarını çıkarttı, ardından sıradan bir şekilde sordu. “Hangi tanrının
sarayındansınız?”

Nan Feng cevapladı. “Nan Yang Sarayı.”

Fu Yao. “Xuan Zhen Sarayı.”

“…”

Korkunun iliklerine işlediğini hissedebiliyordu.

Xie Lian koca bir yudum çay içtikten sonra sordu. “Saray Generalleriniz
gelmenize izin verdi mi?”

Her ikisinin de cevabı aynıydı. “Benim Saray General’im geldiğimi


bilmiyor.”

Xie Lian bir an düşündükten sonra sordu. “O zaman, benim kim olduğumu
biliyor musunuz?”

Eğer bu iki küçük savaş tanrısı buraya aptal oldukları ve bu yüzden Ling
Wen tarafından kandırıldıkları için gelmişlerse, ona yardım ettikten sonra
Saray Generalleri tarafından sağlam şekilde azarlanacaklardı. Buna
kesinlikle değmezdi.

Nan Feng cevapladı. “Ekselansları Veliaht Prens.”

Fu Yao. “İnsan dünyasının doğru yolusunuz, evrenin kalbisiniz.”

Xie Lian boğulur gibi oldu, ardından Nan Feng’e kararsız bir şekilde sordu.
“Biraz önce gözlerini mi devirdi o?”

Nan Feng. “Evet, gönder onu gitsin.”

Nan Yang ile Xuan Zhen’in arası iyi değildi. Pek bir sır sayılmazdı. Xie
Lian ise bunu öğrendiğinde şaşırmamıştı. Çünkü zaten eskiden bile Feng
Xin ve Mu Qin’in ilişkisi çokta iyi değildi. Tek fark, o günlerde o ustaydı ve
ikisi onun hizmetindeydi. Veliaht Prens tartışmayın, iyi geçinin demişti, bu
yüzden birbirlerine tahammül etmiş ve düşmanca davranışlardan
kaçınmışlardı. Keyifleri fazlasıyla kaçtığında ise, en fazla, birbirlerine
saldırmak için sadece kelimeleri kullanırlardı. Bugüne dek dayanmışlardı
ancak artık samimiyetsiz nezaketlere gerek yoktu. Bu yüzden de Nan Yang
Sarayı ve Xuan Zhen Sarayı birbirlerinden karşılıklı nefret ederken,
Güneydoğu ve Güneybatının inanları bile birbirlerine iyi gözle bakmazdı.
Bu karşısındaki ikili durumun bir özetiydi. Fu Yao konuşmadan önce alayla
güldü. “Ling Wen ZhenJun sana gönüllü olarak gelebilirsin dedi. Neden
sıvışıp gidecek olan benmişim?”

‘Gönüllü’ kelimesi onun yüz ifadesiyle birleşince inandırıcılığını


kaybediyordu. Bu yüzden Xie Lian araya girdi. “Bir şeyi doğrulamama izin
verin. İkinizde buraya gönüllü olarak mı geldiniz? Eğer cevabınız hayırsa,
kendinizi kalmaya zorlamanıza gerek yok.”

Her ikisinin cevabı da aynıydı. “Kendi isteğimle gönüllü oldum.”

Xie Lian derin bir üzüntü taşıyan iki yüze bakarken, cümlelerini içinden
farklı bir şekilde tercüme ediyordu, ‘intihar etmek istedim’ demeye
çalışıyorlardı değil mi?

“Kısaca –“

Xie Lian tekrar başladı. “Önce gerçek işimizi tartışalım. Neden Kuzeye
geldiğimizi ikinizde biliyorsunuz, bu yüzden açıklamaya en başından
başlamıyorum…”

İkisinin tepkisi yine ortaktı. “Ben bilmiyorum.”

“…”

Xie Lian’ın elinden hiçbir şey gelmiyordu, sadece parşömeni çıkardı. “O


zaman en iyisi baştan başlamam olur.”

Uzun yıllar önce Yu Jun Dağı’nda bir damat ve bir gelin evlenmek
üzereymiş deniyordu.
Çift birbirini çok seviyormuş. Damat, gelini getiren düğün alayını
bekliyormuş ancak uzun bir süre beklediği halde gelin hala görünürde
yokmuş. Damat endişelenmeye başlamış ve bu yüzden gelinin ailesini
bulmaya çalışmış. Sonunda onları bulduğunda, kayınbabası ona gelinin
uzun zaman önce yola çıktığını söylemiş. Her iki aile de durumu hemen
yetkililere bildirmiş, ardından her yeri aramaya başlamışlar. Ancak ne kadar
ararlarsa arasınlar gelini bulamamışlar. Ama vahşi bir hayvan tarafından
yenmiş olsaydı bile geride bir kol, bacak veya herhangi bir şeyin kalmış
olması gerekirdi. Böyle sırra kadem basmasına ne sebep olabilirdi? Bu
yüzden de insanlar elbette, gelinin evlenmek istemediğini, bundan dolayı da
tören alayıyla birlikte bir tezgah hazırlayarak kaçtığından şüphelenmeye
başlamışlar. Ancak kimsenin aklına birkaç yıl sonra, bir başka çift
evlenirken aynı kabusun tekrar yaşanacağı gelmemişti.

Bir gelin daha kaybolmuştu. Ancak bu kez ardında bir iz bırakmıştı.


İnsanlar küçük bir patikada, bir şeyin henüz tam olarak yemeği bitiremedi
bir ayak bulmuşlardı.

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 4: Geceleyin Ju Yang Tapınağındaki Üç Aptal Arasındaki


Tartışma O zamandan beri durum daha da kötüleşmişti. Yüz yıl içinde Yu
Jun Dağı bölgesinde toplam on yedi gelin kaybolmuştu. Bazen onlarca yıl
boyunca huzur olurdu. Diğer zamanlarda ise bir aylık kısa bir süre
içerisinde iki gelin kaybolurdu. Çok geçmeden korkunç bir efsane etrafa
yayılmıştı: Yu Jun Dağında hayalet bir damat yaşıyordu. Eğer bir kadını
isterse, onu düğün gecesinde kaçırıp, yanında eşlik edenleri yalayıp
yutuyordu.

Normalde böyle durumlar cennete bildirilmezdi. On yedi tane kayıp gelin


olmasına rağmen, yüzlercesi hatta binlercesi düğün günlerini sapasağlam
geçirmişlerdi. Ne olursa olsun çoktan kaybolmuş olanları bulmak veya yeni
gelinleri korumak imkânsızdı, o yüzden insanların bu tür olayları
görmezden gelmekten başka şansları yoktu. Kızlarını büyük düğünlerle
evlendirmeye cesaret eden aileler biraz azalmıştı ve yeni evlenmişler
düğünlerini büyük bir olay gibi gösterme riskine girmiyorlardı ancak on
yedinci gelinin babası önemli bir yetkiliydi. Babası kızına çok düşkündü ve
bu efsaneyi duyduğu zaman özenle kırk cesur ve göze çarpan askeri
görevliyi kızına düğünde damada kadar eşlik etmeleri için seçmişti. Lakin
tüm bu hazırlıklara rağmen kızı yine de kaybolmuştu.

Bu sefer, hayalet damat gerçekten de arı kovanına çomak sokmuştu. Bu


yetkili kişi, insan dünyasında ona yardımcı olabilecek hiç kimseyi
bulamamıştı. Sonuç olarak kızgın bir şekilde kendi devlet yetkilisi
arkadaşlarıyla anlaşma yaparak delice bir ritüel düzenlemişti. Bu yetkili,
uzman birinin tavsiyesini dinleyip fakirlere yardım etmek için bir tahıl
ambarı da açmıştı. Onca yaptıklarından sonra bir tanrının ilgisini çekmeyi
başarmıştı. Yoksa bu ince ve ölümlü seslerin tanrının kulaklarına erişmesi
neredeyse imkânsızdı.

Xie Lian söyledi. “Aşağı yukarı böyle olmuş.”

İki savaş tanrısının yüz ifadeleri işbirliği yapmak istemiyorlarmış gibi


göründüğü için onu dinleyip dinlemediklerinden emin değildi. Eğer
dinlememişlerse Xie Lian’ın olanları tekrar açıklamaktan başka bir çaresi
yoktu ancak tahminin aksine, Nan Feng kafasını kaldırdı ve alnını
buruşturarak sordu.

“Kaybolan gelinlerin ortak noktaları var mı?”

Xie Lian cevapladı. “Bazıları zengin, bazıları fakir. Bazıları güzel, bazıları
çirkin, bazıları eş olarak evleniyordu ve bazılarıysa metresti. Kısacası
kaybolmalarının ortak bir yönü yok. Hayalet damadın tercihlerini kolayca
belirlemek zor.”

“Hm.” Nan Feng çay bardağını kaldırıp bir yudum almadan önce bir kez
homurdandı. Problemlerinin üzerinde düşünmeye başlamış gibi
gözüküyordu. Diğer yandan Fu Yao, Xie Lian’ın ona doğru ittiği çay
bardağına dokunma zahmetine bile girmemişti. Yavaşça ve durmadan
parmaklarını beyaz bir mendille sildikten sonra umursamaz bir şekilde
sordu. “Ekselansları Veliaht Prens, hayaletin bir damat olduğuna nasıl karar
verdin? Bu kesin olamaz, daha önce kimse onu görmedi. Nasıl bir kadın mı
erkek mi yoksa yaşlı mı genç mi olduğunu söyleyebiliyorsun? Çok basit
düşünmüyor musun?”
Xie Lian gülümsedi. “Bu parşömende yazılmış olan özet Ling Wen’in
sarayındaki tanrılar tarafından çıkarıldı. ‘Hayalet damat’ insanlar arasında
en çok kullanılan isim ancak senin söylediğin de gerçekten mantıklı.”

Konuşmalarından sonra Xie Lian bu iki savaş tanrısının oldukça dikkatli


düşündüklerini fark etmişti.

Yüz ifadeleri çok iyi görünmese de işlerinde umursamaz değillerdi en


azından. Bu Xie Lian’ı önemli ölçüde memnun etmeye yetiyordu.

Pencerenin dışındaki hava kararmaya başladığında üçü geçici olarak küçük


çayevini terk ettiler. Xie Lian bambu şapkasını taktıktan sonra yürümeye
başladı. Bir süre yürüdükten sonra aniden arkasındaki iki kişinin onu takip
etmediğini fark etti. Şaşırmış bir şekilde dönüp onlara baktığında diğer
ikisinin de şaşkınlıkla ona bakıyor olduğunu gördü. Nan Feng sordu.
“Nereye gidiyorsun?”

Xie Lian cevapladı. “Kalacak bir yer aramaya gidiyordum. Fu Yao, neden
tekrar gözlerini deviriyorsun?”

Nan Feng tekrar şaşkınlıkla sordu. “O zaman neden ıssız dağlara doğru
yürüyorsun?”

Xie Lian çoğunlukla sokaklarda yemek yemeye ve uymaya alışmıştı. Yere


serebileceği bir kıyafet bulduğu sürece gece boyunca orada yatabilirdi.
Doğal olarak her zaman yaptığı gibi bir mağara bulup ateş yakmaya
hazırlanıyordu ancak bu sorulardan sonra aklına Nan Feng ve Fu Yao kendi
generallerinin saraylarının altında çalışan savaş tanrıları olduğu gelmişti.
Eğer yakınlarda Nan Yang veya Xuan Zhen tapınakları varsa direkt olarak
oraya girebilirlerdi. Neden dışarda uyumaları gereksindi ki?

Kısa bir süre sonra üçü sıradan ve küçük bir köşede, yıpranmış ve hasarlı
bir yerel tapınak buldu.

Tütsüyü tutan tabak kırıktı ve tapınağın çok işlek olmadığı belliydi. Toprak
Tanrısının ismi küçük, yuvarlak bir taş plakanın üzerine kazınmıştı. Xie
Lian ona birkaç kez seslendi. Bu yerel Toprak Tanrısı’na bağışta bulunan
veya onu çağıran birinin gelmesinin üzerinden yıllar geçmişti. Toprak
Tanrısı aniden birinin onu çağırdığını duyunca gözleri kocaman açıldı ve
karşısında duran üç kişiyi gördü. Hatta bedenlerinin etrafındaki bölge
yoğun bir kutsal ışıkla doluydu, yüzlerini net bir şekilde seçmek
imkânsızdı. Toprak Tanrısı telaşla zıplarken titredi. “Siz üç tanrının bu aciz
ben için herhangi bir emri var mı?”

Xie Lian selamlamak için başını salladı. “Emirlerimiz yok. Sadece


buralarda General Nan Yang veya General Xuan Zhen tapınakları var mı
diye sormak istedik.”

Toprak Tanrısı onları hafife almayı göze alamadı, böylece cevapladı. “Bu,
bu, bu…” Devam etmeden önce parmaklarıyla hesapladı. “Buradan
yaklaşık iki bin beş yüz metre ileride bağış yapılan bir tapınak var…
General Nan Yang için.”

Xie Lian yanıtlamadan önce ellerini birleştirdi. “Çok teşekkürler.” Toprak


Tanrısı, Xie Lian’ın yanında duran iki parlayan öbek halindeki kutsal
ışıktan dolayı kör oluyormuş gibi hissettiğinden hızlıca tekrar kendini
gizledi. Aynı anda Xie Lian el yordamıyla etrafı arayıp Toprak Tanrısı’nın
tapınağına bağışta bulunmak için birkaç madeni para buldu. Ardından etrafa
dağılmış olan tütsü çubukları bulup düzeltti ve yaktı. Bunlar olurken Fu Yao
o kadar çok kez gözlerini devirmişti ki Xie Lian neredeyse ona gözlerinin
yorulup yorulmadığını soracaktı.

Hakikaten iki bin beş yüz metre ileride bir tapınak buldular. Yol kenarına
inşa edilmişti, uğrak ve ferah bir yer gibi gözüküyordu. Tapınak oldukça
küçük olmasına rağmen ihtiyaç duyulabilecek her şey vardı.

Gelip giden insanların alışılagelmedik heyecanlı sesleriyle doluydu. Üçü


tapınağa girmeden önce kendilerini gizlediler. Bekledikleri gibi zırh giymiş
Nan Yang Savaş Tanrısı’nın yay tutan ilahi heykeli bağış için olan sunağın
yanına yerleştirilmişti.

Xie Lian bu ilahi heykeli görünce içinden bir kez “Hı-hı…” diye geçirdi.

Kırsal bölgedeki küçük bir tapınak olduğu için ilahi heykelin kendisi ve
üzerindeki boya çok kabaca yapılmıştı. Heykel Xie Lian’a, Feng Xin’in
kendisinden tamamen farklı görünüyordu.
Çoğu tanrı ilahi heykellerinin nasıl yanlış bir şekilde tasvir edildiğine
alışmıştı. Kendi annelerinin bile onları tanımamasının yanı sıra kendi ilahi
heykellerini bile tanıyamayan tanrılar vardı. Sonuçta tanrıları kendi
gözleriyle görmemiş birçok usta vardı ve bu yüzden heykeller ya son
derecede güzel ya da aşırı derece çirkin olurdu. Hangi tanrının tasvir
edildiğini anlamak için heykelin kıyafetlerine, silahına ve kendine özgü
duruşuna bakılabilirdi.

Genel konuşmak gerekirse, heykelin yer aldığı bölge ne kadar zenginse


ilahi heykel de o kadar çok tanrının kendisine benzerdi. Bölge ne kadar
fakirse ustanın zevki daha kalitesiz olacağından ilahi heykel de feci bir
görüntü oluştururdu. Şimdiye kadar sadece General Xuan Zhen’in ilahi
heykelleri diğerlerine göre daha güzel olagelmişti. Neden mi? Çünkü çoğu
tanrı, ilahi heykellerinin çirkin olup

olmadığını gerçekten umursamıyordu ancak Xuan Zhen ne zaman


kendisinin çirkince işlenmiş bir ilahi heykelini görse sinsice onu ustanın
yeniden yapması için parçalardı. Bazen memnuniyetsizliğini belirtmek için
ustaya belli belirsiz bir rüya gösterirdi. Böylece bir sürenin ardından tüm
inananları onun heykellerinin iyi görünmesi gerektiğini anlamıştı!

Xuan Zhen Sarayı’nın üyelerinin generallerininkine benzeyen kişilikleri


vardı. Hepsi detaylara çok dikkat ederlerdi. Nan Yang Tapınağı’na girdikleri
iki saat içinde Fu Yao durmadan ilahi heykelin detaylarında hatalar
bulmuştu; ‘şekli bozuk’, ‘boya renkleri basit’, ‘ustanın kullandığı teknik
kalitesiz’.

Hatta ustanın zevkinin ne kadar garip olduğu hakkında da yorum yapmıştı.


Xie Lian, Nan Feng’in alnındaki damarların yavaş yavaş kabarmaya
başladığını görünce hemen dikkatlerini dağıtacak başka bir konu bulmayı
düşündü. Tesadüfen, tapınağa saygı göstermek için giren genç bir kız
görmüştü.

Kızın dindar bir şekilde dizlerinin üzerine çökmesiyle, samimi bir şekilde
konuşmaya başladı. “Nan Yang ZhenJun’un kendine ait bölgesi
güneydoğuda olduğu için Nan Yang için yakılan tütsülerin kuzeyde de bu
kadar yoğun olmasını beklememiştim.”
Ölümlüler tapınak inşa ettiklerinde aslında cennetteki sarayları taklit
etmeye çalışırlardı. Diğer yandan ilahi heykeller tanrının kendisinin
yansıması olmalıydı. Tapınakta toplanan inananlar ve yaktıkları tütsüler
tanrıların gücünün önemli bir kaynağıydı. Ayrıca coğrafi konum, tarih,
gelenekler, toplumsal sınıf ve birçok diğer nedenden ötürü farklı yerlerde
yaşayan insanlar normalde farklı tanrılara tapardı.

Her tanrının ruhani gücü kendi bölgesindeyken avantaj nedeniyle en güçlü


olurdu. Yalnızca Savaş

Tanrısı Samavi İmparator gibi bir ilahın gökyüzünün altındaki her kuytu ve
her köşede inananı olabilirdi. Her yerde inşa edilmiş tapınakları olduğu için
Jun Wu’nun ‘kendi bölgesinde’ olup olmamasının herhangi bir anlamı
yoktu. Nan Feng, generalinin kendi bölgesi olmayan bir yerde, tütsülerinin
çok kuvvetli bir şekilde yanıyor olması nedeniyle gurur duymalıydı ancak
suratındaki renge bakılırsa onun için iyi bir şey değilmiş gibi görünüyordu.
Fu Yao ise kenarda duruyordu ve konuşmadan önce zayıfça gülümsedi.
“Fena değil, fena değil. General Nan Yang’a olan saygı ve sevgi hiçte az
değil.”

Xie Lian konuştu. “Bir sorum var fakat emin değilim…”

Nan Feng onu kesti. “Eğer ‘Sormanın uygun olup olmadığından emin
değilim.’ diyeceksen hiç söyleme.”

Xie Lian içinden geçirdi. “Hayır, ‘Cevaplayabilecek birinin olup


olmadığından emin değilim.’ demek istemiştim.”

Ancak Xie Lian sorunun cevabının iyi bir şey olmayacağını sezdiğinden
sohbetlerinin konusunu tekrar değiştirmenin daha iyi olacağına karar verdi.
Fakat Fu Yao’nun konuyu devam ettirmek isteyeceği aklına gelmemişti.
“Ne sormak istediğini biliyorum. Buraya bugün gelen inanların neden
büyük bir kısmının kadın olduğunu, değil mi?”

Bu tam olarak da Xie Lian’ın sormak istediği şeydi.

Bir savaş tanrısının kadın inanları her zaman erkek inananlarından daha az
olurdu. Sadece Xie Lian sekiz yüz yıl önce bir istisna olmuştu ve bunu
açıklamak çok kolaydı. Neden sadece bir kelimeden oluşuyordu:
yakışıklıydı.

Xie Lian bu gerçeği tamamen anlıyordu. Erdemli ve prestijli biri veya sıra
dışı bir şekilde yetenekli olduğundan kaynaklanmıyordu, sadece ilahi
heykelleri ve tapınakları güzel göründüğü içindi.

Neredeyse tüm tapınakları İmparatorluk tarafından inşa edilmişti ve ilahi


heykelleri ülkedeki en iyi ustalar tarafından yapılmıştı. Heykelleri aynı
zamanda gerçek yüzüne göre dikkatlice oyulmuştu.

Dahası ‘beden cehennemde, ama kalp cennette’ sözünden dolayı ustalar


genelde ilahi heykellerine çiçekler eklemeyi severlerdi ve tapınaklarını
çiçekli ağaçlarla donatmaya düşkünlerdi. Sonuç olarak, eskiden, Xie
Lian’ın bir tane daha ismi vardı: ‘Çiçek Taçlı Savaş Tanrısı’. Kadınlar ilahi
heykellerinin

güzelliğini ve tapınaklarının çiçeklerle dolu olmasını severlerdi. Bu onların


tapınaklara uğraması için yeterliydi. Neyse ki aynı zamanda içeriye girip
saygılarını göstermeye de istekliydiler.

Lakin normal savaş tanrıları genellikle yoğun bir öldürme isteğiyle çevrili
olurlardı. Bundan dolayı çoğu zaman ilahi heykeller ciddi, sert veya
duygusuz görünürdü. Kadın inananlar ise bu heykellere öylece bakmaktansa
Merhamet Tanrıçası Guanyin’e tapmayı tercih ederlerdi ve Nan Yang’ın
ilahi heykeli öldürme isteği yayıyormuş gibi gözükmese de pekte iyi
görünüyor sayılmazdı. Yine de Nan Yang’a saygılarını göstermek için gelen
kadın inananlar erkeklerden daha fazlaydı. Ek olarak Nen Feng
beklenmedik bir şekilde bunun nedenini söylemek istememişti ve bu
yüzden Xie Lian bir tuhaflık olduğunu düşünmüştü. Bu sırada, genç kız
saygısını sunmayı bitirmiş ve tütsü yakmak için ayaklanıyordu.

Xie Lian kızın kalktığını görünce diğer ikisini hafifçe dürttü. Normalde,
ikisi de bakmamaya çalışmıyorlardı zaten. O şekilde dürtüldükten sonra
sıradan bir şekilde Xie Lian’ın bakışlarını takip ettiler ancak tek bakış bile
aniden ifadelerinin değişmesine neden olmuştu.

Fu Yao bağırdı. “Çok çirkin!”


Xie Lian konuşmayı başaramadan önce biraz öksürdü. “Fu Yao, bir kız
hakkında böyle konuşamazsın.”

Dürüst olmak gerekirse Fu Yao’nun dediği doğruydu. Genç kızın yüzü


kıyaslanamaz biçimde düzdü, sanki sertçe vurularak düzleştirilmiş gibiydi.
Ayrıca eğer birisi yüz hatlarının sıradan olduğunu söylerse o zaman
‘sıradan’ kelimesinin hakarete uğramış gibi hissetmesine neden olurdu.
Görünümünü betimlemek isterlerse kullanabilecekleri tek tabir ‘çarpık bir
burun ile eğik gözler’ olurdu.

Ancak Xie Lian kesinlikle kızın güzel mi çirkin mi olduğuna bakmıyordu.


O kızın eteğinin arkasındaki kocaman deliğe dikkat etmişti. Görmemiş gibi
davranmak gerçekten de imkânsızdı.

Fu Yao ilk başka şaşmıştı ancak hızla sakinleşti. Diğer yandan Nan Yang’in
alnında atan damarlar arkalarında iz bırakmadan kaybolmuşlardı.

Görünümlerinin değiştiğini görünce Xie Lian hızla söyledi.


“Endişelenmeyin, endişelenmeyin.”

Bu sırada genç kız tütsüsünü alıp bir kez daha dizlerinin üzerine çöktü ve
saygılı bir şekilde konuşmaya başladı. “Bizi koru General Nan Yang. Sana
tapınan Minik Ying hayalet damadın olabildiğince çabuk bir şekilde
yakalanması için yalvarıyor. Masum insanlar onun kötü…”

İbadetini gerçekten de içtenlikle yapıyordu, eteğindeki delikten ise


kesinlikle habersizdi. Aynı zamanda ilahi heykelin ayağında çömelmiş olan
üç kişinin de farkında değildi. Xie Lian başının ağrıdığını hissetti. “Ne
yapmalıyız? Onu bu şekilde bırakamayız, değil mi? Eve giderken yolda
herkes görecek.”

Üstelik eteğindeki yırtık kasten keskin bir objeyle açılmış gibi


görünüyordu. Xie Lian sadece gelip izleyecek insanların yanı sıra
düşüncesizce onunla alay ederek olay çıkaracak kişilerin de olacağından
korkuyordu. Bunun gibi bir şey çok utanç verici olurdu.

Fu Yao tarafsızca yanıtladı. “Bana sorma. İbadet ettiği kişi benim


General’im Xuan Zhen değil. Sonuçta beni rahatsız eden bir şey yok, hiçbir
şey görmedim.”

Diğer yandan Nan Feng’in yakışıklı yüzü yeşil ve beyaz renkleri arasında
gidip geliyordu. Sadece elini sallayabiliyor fakat hiçbir şey
söyleyemiyordu. Düzgün ve gururlu bir efendi sessizleşmeye zorlanmıştı.

Daha fazla ona güvenemeyeceği belliydi. Böylece Xie Lian’ın kendisinin


bir şeyler yapmaktan başka çaresi kalmamıştı. Biraz düşündükten sonra dış
elbisesini çıkardı ve düşürdü. Bir esintiyle beraber elbise süzülerek kızın
eteğindeki yersiz deliği kapattı. Bununla beraber üçü de rahatlıkla nefes
aldılar.

Ancak esinti gerçekten de fark edilirdi. Genç kızı korkutup etrafına


bakmasına neden olmuştu.

Ardından o elbiseyi alıp bir süre tereddüt ettikten sonra heykelin olduğu
zemine yerleştirdi. Hâlâ kendi durumundan bihaberdi.

Kız tütsüsünün sönüşüyle ayrılmak için hazırlanmaya başladı. Eğer dışarı


çıkmasına izin verirlerse Xie Lian bu genç kızın utancından bir daha
insanlarla yüzleşemeyeceğinden korkuyordu. Yanındaki iki kişinin heykel
gibi durduğunu gördü. İkisi de işe yaramaz gözüküyordu, biraz iç çekti.
Nan Feng ve Fu Yao yanlarının boş kaldığını hissettikten sonra Xie Lian’ın
çoktan ölümlülerin görebileceği bir şekil alıp aşağıya zıpladığını fark ettiler.

Tapınak karanlık değildi ancak ışıklar bazı şeylerin belirsizleşmesine neden


oluyordu. Xie Lian’ın zıplayışı başka bir esinti daha getirdi ve mumlarının
alevlerinin titremesine neden oldu. Genç kızın, Minik Ying’in, görüş alanı
aniden karanlıkların içinden tam karşısında bir adam belirmeden önce bir an
parlamıştı. Adamın vücudunun üst kısmı çıplaktı ve o şekilde ona doğru bir
el uzattığında Minik Ying’in ruhu bedeninden ayrılıp korkuyla etrafa
dağıldı.

Beklenildiği gibi kız çığlık attı. Xie Lian konuşmak üzereyken refleks
olarak ona tokat atıp bağırdı. “Ah, tacizci!”

Pat! Tokat Xie Lian’ın yüzüne geldi.


Tokattın sesi keskin ve netti. İlahi heykelin yanında çömelmiş olan ikilinin
yüzü ses duyulduğu anda aynı şekilde seğirmeye başlamıştı.

Tokat yemiş olmasına rağmen Xie Lian ne sinirli ne de kızgındı. Hızlı ve


sakin bir tonda birkaç kelime söylemeden önce kararlılıkla dış elbisesini
uzattı. Onu duymasıyla kız şoka girdi. Eteğinin arkasına dokunduğunu anda
yüzü hemen kıpkırmızı oldu ve bir saniyeden kısa sürede gözlerine yaşlar
doldu.

Sinirlendiğinden mi yoksa utandığından mı gözlerinin yaşardığını kestirmek


zordu fakat Xie Lian’ın ona verdiği elbiseye sıkıca tutunduktan sonra
tapınaktan hızla ayrılmıştı. Xie Lian’ın kırılgan görünen figürü boş
tapınakta yalnız başına kalmıştı. Aniden soğuk bir rüzgar estiğinde birazcık
üşümüş hissetti.

Xie Lian arkasını dönmeden önce yüzünü ovdu. Yanağında kırmızı parmak
izleri vardı, diğer iki küçük tanrıyla konuşmaya başladı. “Tamamdır. Artık
her şey yolunda.”

Sözleri bittiği anda Nan Feng sormadan önce onu işaret etti. “Sen…
Yaralandın mı?”

Xie Lian aşağıya baktı. “Ah.”

Dış elbisesini çıkardıktan sonra ortaya çıkan şey beyaz yeşim taşı kadar
açık renkte olan güzel cildiydi ancak göğsünün tamamı tabaka tabaka ve
son derece sıkı bir şekilde sarılmış beyaz kumaşla kaplıydı.

Boynu ve her iki bileği bile sargılıydı, sayısızca küçük yaralar beyaz
kumaşın kenarlarından gözüküyordu. Kesinlikle şok edici bir görüntüydü.

Üzerinde biraz düşündükten sonra Xie Lian burkulan boynunun artık iyi
olduğuna karar kıldı ve sargılarını çıkarmaya başladı. Fu Yao sormadan
önce ona bir iki bakış attı. “Kimdi?”

Xie Lian cevapladı. “Ne?”

Fu Yao cümlesini açtı. “Seninle dövüşen kişi kimdi?”


Xie Lian, “Dövüşen? Ah, kimse…”

Nan Feng, “O zaman vücudundaki bu yaralar…”

Xie Lian hızla açıkladı. “Kendim düştüm.”

“…”

Yaralar cennetten aşağıya yuvarlandığında oluşmuşlardı. Eğer gerçekten


biriyle dövüşseydi muhtemelen bu kadar çok yaralanmazdı bile.

Fu Yao kendi kendine bir şeyler homurdandı. Xie Lian onun ne dediğini
anlamadı fakat kesinlikle güçlü olmayı denediği için söylenen bir övgü
olmadığından duymazdan geldi ve sadece boynunun etrafındaki kumaşı
çıkarmaya odaklandı. Ancak işini bitirdiği anda Nan Feng ve Fu Yao’nun
bakışları yoğunlaşmış bir hale gelmişti, neredeyse boynunu delip
geçecektiler.

Siyah bir kelepçe kar gibi bembeyaz olan boynunu çevreliyordu.

Çevirmen: Kae

Bölüm 5: Geceleyin Ju Yang Tapınağındaki Üç Aptal Arasındaki


Tartışma Diğerlerinin bakışlarını üzerinde hissedince Xie Lian hafifçe
gülümseyerek arkasını döndü. “Gerçek bir lanetli kelepçeyi ilk kez mi
görüyorsunuz?”

Lanetli kelepçe, adındaki gibi, zincir şeklindeki bir lanetti.

Rütbesi indirilmiş ve cennetten atılmış olan tanrıların günahları vücutlarına


damgalanırdı. Cennetin gazabının bir birikimi olarak düşünülebilirdi. Bu
damga zincir şeklindeydi ve tanrının ruhani gücünü engellerdi. Birinin
kendi başına kırabileceği veya yok edebileceği bir şey değildi. Yüzüne
dövme yaptırmak veya ellerini ve ayaklarını zincirlerle bağlamaktan farkı
yoktu. Bir tür ceza olduğu gibi aynı zamanda kişinin korku ve utanç
duymasını sağlayan bir tür uyarıydı.
Üç diyarın maskarası ve cennetten iki kere kovulmuş olan Xie Lian’ın da
doğal olarak vücudu bu tür lanetli kelepçelerle damgalanmıştı. İki küçük
savaş tanrısının bunu duymamış olmaları imkânsızdı fakat birinin
söylediğini duymakla kendi gözlerinle görmek arasında fark vardı. Bu
yüzden Xie Lian iki savaş tanrısının yüzlerindeki ifadenin nedenini
anlayabiliyordu.

Lanetli kelepçenin onları biraz korktuğunu ve rahatsız hissetmelerine neden


olduğunu düşünüyordu.

Sonuçta bu iyi bir şeyin işareti değildi.

Xie Lian normalde yeni bir kıyafete ihtiyacı olduğunu bahane ederek dışarı
çıkıp etrafta dolaşmak istemişti ancak Fu Yao gözlerini devirerek araya
girdiği için bunu yapamadı. “Dışarıya çıkıp etrafta bu şekilde dolaşman
hiçte münasip olmaz.” Sonunda Nan Feng gelişigüzel bir şekilde tapınaktan
Xie Lian için bir kıyafet alıp, onu ‘münasip olmayan’ planını uygulamaktan
alıkoymıştu. Ancak Xie Lian kendine çeki düzen verip tekrar oturduktan
sonra önceki olanlardan ötürü aralarındaki atmosferinde biraz garipleştiğini
hissedebilmişti.

Böylece Xie Lian, Ling Wen Sarayı’nın onun için hazırlamış olduğu
parşömeni çıkardı. “Buna tekrar bir göz atmak ister misiniz?”

Nan Feng ona bakış attıktan sonra cevapladı. “Ben çoktan gördüm. Bence
daha iyi bir şekilde bakması gereken o.”

Fu Yao setçe karşılık verdi. “Daha iyi bakması gereken o diyerek ne


demeye çalışıyorsun? Parşömende herhangi bir detay bile yok, tamamen
değersiz. Tekrar ve tekrar okunmayı hak ediyor mu ki?”

Fu Yao’nın parşömenin tamamen değersiz olduğunu söylemesiyle Xie Lian


kendini Ling Wen Sarayındaki literatür tanrıları için üzülmeden alamadı. O
tanrılar bir sürü parşömen yazmışlardı, yüzleri bile kül rengine dönmüştü…
Xie Lian, Fu Yao’nun konuşmaya devam ettiğini duydu. “Sahi, nerede
kalmıştık? Ah, evet, Nan Yang’ın çok fazla kadın inananı olmasının
arkasındaki sebepte, değil mi?”
Tamam o zaman. Xie Lian gözlerinin arasındaki titreyen noktayı ovduktan
sonra parşömeni kaldırdı. O

gece hiçbir şey okuyamayacağını biliyordu.

Hiçbir işi doğru düzgün bir şekilde bitiremeyeceklerse bile en azından bu


durum hakkındaki merakı giderilebilirdi. Görünüşe göre yüzyıllardır insan
diyarında ıvır zıvır toplayan Ekselansları Veliaht Prens haricindeki diğer
tüm tanrıların nedenini biliyordu. Nan Yang ZhenJun Feng Xin, yıllar
boyunca Ju Yang ZhenJun olarak çağılmıştı. Kendisi ise bu isimden nefret
ediyordu. Feng Xin’in bu olanlar konusundaki hisleri sadece üç kelimeyle
özetleyebilirdi: “Bu ne insafsızlık!”

*ÇN: Ju Yang ‘Muazzam Erkeklik’ demek.

Bunun nedeni, isminin doğru ve orijinal yazılışının, farklı bir Çince ‘Ju’
karakteriyle, Ju Yang olmasıydı.

İsmi yanlış anlaşılmış ve küçük bir aksilik olmuştu.

*ÇN: Buradaki anlamı ‘Tamamen Aydınlık’

Yıllar önce bir hükümdar onun tapınaklarını yenilemek istemişti.


Samimiyetini göstermek için her tapınak için kelimeleri plakalara kendisi
yazmış, fakat her nasıl olduysa ilk kelimede yanlış karakteri kullanmıştı.

Bu da tapınakların yenilenmesiyle görevli olan memurun ölesiye


endişelenmesine neden olmuştu.

Anlayamamıştı, Majesteleri bilerek mi ismi değiştiriyordu? Yoksa dikkatsiz


davranarak hata mı yapmıştı? Eğer bilinçliyse neden değiştirmek istediğini
belirtmemişti? Peki ya eğer bilmiyorsa? O

zaman nasıl olur da bu kadar basit bir hata yapabilirdi? Ancak gidip
“Majesteleri, hatalısınız.” da diyemezdi. Majestelerinin, dikkatsizliğiyle
dalga geçildiğini düşünüp düşünemeyeceğini kim bilebilirdi ki? Belki
Majesteleri bilgisinin yarım yamalak ve kalbinin samimiyetsiz olduğunu
söylemeye çalıştığı çıkarımını bile yapabilirdi! Ayrıca yazılar
Majestelerinin hazinesindeki mürekkepler kullanılarak yazılmıştı. Hepsi
boşa mı gidecekti?

Dünyada tahmin etmesi en zor şey bir İmparator’un niyetiydi. Memur kendi
içinde oldukça çelişmişti ancak üzerinde tekrar düşündükten sonra Ju Yang
ZhenJun’a dert çıkartmanın Majestelerinin mağdur hissetmesinden daha iyi
olduğuna karar kılmıştı.

Memura doğru seçimi yaptığı için hakkını vermek gerekirdi. Majesteleri,


Tamamen Aydınlık’ın Muazzam Erkeklik’e dönüşmüş olduğunu keşfedince
hiçbir şey söylemedi. Aksine eski kitapları iyice araştırıp bir sürü âlimi
davet etmişti ve onlar da ismin değiştirilmesini haklı gösteren sayısızca
küçük detayı bulduktan sonra bir sürü makale yazarak doğru yazılışın
Muazzam Erkeklik olduğunu, aslında Tamamen Aydınlık yazmanın yanlış
olduğunu kanıtlamak için ellerinden gelenin en iyisini yapmışlardı.

Kısacası, bu olaydan bir gece sonra, tüm ulustaki Ju Yang tapınakları


Muazzam Erkeklik tapınaklarına dönüştürülmüştü.

Feng Xin’in bu ani ilahi unvan değişiminden on yıl geçene kadar haberi
olmamıştı üstelik. Kendi tapınaklarının tabelalarına hiçbir zaman dikkatlice
bakmazdı. Bir gün ise aniden içini bir sıkıntı basmış.

Neden tapınaklarına ibadet etmeye gelen o kadar çok kadın vardı ki? Ayrıca
neden hepsi kıpkırmızı yüzleriyle dua ederken oldukça utangaç
görünüyorlardı? Tütsüyü yakarken ne tür şeyler için yalvarıyorlardı?

Olanları öğrendikten sonra Feng Xin bir gök kubbenin tepesine koştu,
yakan güneş ve uçsuz bucaksız gökyüzüne dönüp saatlerce küfretmişti.

Beklenildiği gibi olanları gören tüm tanrıları şaşırtmıştı.

Küfretmeyi bitirdikten sonra yapabileceği hiçbir şey yoktu. Eğer ona


tapmak istiyorlarsa o zaman sadece tapmalarına izin verebilirdi. Dindar ve
dua eden kadınlar için hayatı zorlaştıramazdı ya, bu yüzden kendini
hazırladıktan sonra yıllarca onların dualarını dinledi. Bu, yüce bir hükümdar
Muazzam Erkeklik unvanının rezillikten başka bir şey olmadığına karar
verip onu Nan Yang’a değiştirene kadar böylece devam etmişti. Ancak
insanlar, Nan Yang’ın savaş tanrısı olmasının yanı sıra aynı zamanda
bereket ve koruma da sunabilen bir tanrı olduğunu unutmadılar.
Söylenmesine gerek kalmadan o iki kelimeyi Nan Yang’a hitap etmek için
asla kullanmamaları gerektiğini anlamışlardı. Aynı zamanda diğer tanrılar
nasıl Nan Yang ZhenJun’u takdir etmeleri gerektiğini biliyorlardı. Sadece
bir kelimeye ihtiyaçları vardı: iyi!

Onun insanlara küfretmesini sağlamadığın sürece her şey harikaydı!

Nan Feng’ın yüzü o kadar siyahlaşmıştı ki eski bir tencereyle


kıyaslanabilirdi. Fakat diğer tarafta Fu Yao kültürlü bir şekilde konuşurken
çok heyecanlıydı. “Kadınların dostu, erkek çocuk için edilen duaların
gerçekleşmesinde en etki olan tanrı. İnsanların dallanıp budaklanmasının
gizli teşvik edicisi, Nan Yang, evlat bahşedici. Ah ha ha, ha ha ha, ah ha ha
ha ha ha…”

Xie Lian önlerindeki Nan Yang ilahi heykeline biraz onur bırakma
çabasıyla gülümsememeye çalıştı.

Aniden Nan Feng daha fazla kendini tutamadı. “Ucube gibi davranmayı
kes. Eğer çok aylak hissediyorsan panikleme, gidip yerleri silebilirsin.”

Bu kelimeler ağzından çıktığını anda Fu Yao’nun da yüzü tencere kadar


siyahtı.

Eğer Nan Yang Sarayı’ndakiler önceki unvanı duymaya dayanamıyorsa


Xuan Zhen sarayındakiler de yer silmeyi duymaya dayanamıyor gibi bir
şeydi. Bunun nedeni Mu Qing Huang Ji tapınağında ayak işleriyle
ilgilenirken, bütün gün yaptığı tek şeyin Ekselansları Veliaht Prens Xie
Lian’a çay götürmek, su vermek, yerleri silmek ve yatağını toplamak
olmasıydı. Bir gün Xie Lian onun yerleri silerken kendini geliştirmek için
nasıl ezberden dini şarkıları söylediğini görmüş ve Mu Qing’in tüm
sıkıntılara rağmen çalışma isteğinden çok etkilenmişti. Bu onun Taocu
papazlara, Mu Qing’i öğrencileri olarak almalarını sormasını sağlayan
şeydi.

Bu konu… Nasıl dile getirilebilirdi ki? Önemli veya önemsiz görülebilirdi.


Yaşayan kişi için utanç verici olabilir veya hiç umurunda bile olmayabilirdi.
O kişinin ne düşündüğüne gelmek gerekirse, besbelli bir şekilde bunun tüm
hayatı boyunca yaşadığı en küçük düşürücü şey olduğuna inanıyordu. Bu
yüzden Mu Qing ve sarayındaki tanrıların hepsi eğer biri o zamanları dile
getirirse o kişiyle bozuşurdu.

Beklenildiği gibi Fu Yao kenarda masumca durup elini sallayan Xie Lian’a
bakmadan önce biraz duraksadı. Ardından alaycı bir şekilde gülümsedi.
“Dediklerine bak, konuyu bilmeyenler Nan Yang Sarayı’ndaki siz tanrıların
Ekselansları Veliaht Prens’e yardımcı olduğunuzu düşünür.”

Nan Feng de alaycı bir gülümseme takındı. “Senin generalin gerçekten de


yemek yediği tasa pisleyenlerden, daha ne söyleyebilirsin ki?”

“E…” Xie Lian tartışmalarının arasına girmek istemişti ki Fu Yao


kıkırdayarak konuşmaya başladı. “Ah ha ha, senin generalin de sadece
tencere dibin kara, seninki benden kara diyenlerden. Bu sözleri söylemek
için ne gibi bir vasfın var?”

“…” Xie Lian daha fazla onu, generallerin arkalarına vurmak için büyük bir
sopaymış gibi kullanmalarını izlemeye dayanamadı. Araya girdi. “Bekleyin,
bekleyin! Durun, durun.”

Doğal olarak kimse ona dikkatini vermedi. Hatta dövüşmeye başladılar. Xie
Lian ilk kimin saldırdığını bilmiyordu ama ne olursa olsun bağışlar için
olan masa ikiye ayrılmıştı. Meyvelerle dolu olan kâse düşmüş ve o
meyveler her yere yuvarlanmıştı. Bunu görünce Xie Lian onların kavgasını
bölmenin muhtemelen imkânsız olduğunu fark etti. Böylece içinden “Ah,
ne kadar da tahlisiz.” diye geçirerek bir kenara oturdu. Onun olduğu tarafa
yuvarlanmış olan buğulanmış çöreği aldı ve yemeğe hazırlanmadan önce
kabuğunu ovup çıkardı.

Lakin bu Nan Feng’in gözüne çarpınca hemen avcuyla çöreğe vurdu.


“Yeme!”

Fu Yao şaşırmış ve küçümser bir tavırla konuşmaya başlamadan önce


durmuştu. “Küllerin üzerine düşmüştü. Hâlâ onu yiyecek miden var mı?”
Xie Lian bu şansı tekrar ellerini sallamak için kullandı. “Durun, durun,
durun. Söyleyecek bir şeyim var.”

İki savaş tanrısını ayırdıktan sonra Xie Lian arkadaşça bir tonda konuşmaya
başladı. “İlk olarak, bahsettiğiniz o Veliaht Prens benim. Bu prens tek bir
kelime bile söylemedi, o yüzden beni birbirinize saldırmak için silah olarak
kullanmayın.” Diğer bir cümle eklemeden önce durakladı. “Generalleriniz
asla böyle bir şey yapmayacağına inanıyorum. Siz bu şekilde uygunsuz
davranırsanız onların prestijleri nasıl ayakta kalır?”

Bu sözleri söylediği anda iki savaş tanrısının yüz ifadeleri biraz garipleşti.
Xie Lian devam etti. “İkinci olarak, buraya bana yardım etmeye geldiniz
değil mi? Ben mi sizi dinlemeliyim yoksa siz mi beni?”

Bir sürenin ardından ikisi de sonunda itiraf etti. “Biz seni dinlemeliyiz.”

Bunu söylemiş olmalarına rağmen yüzlerinde ‘bizim seni dinlediğimizi


anca rüyanda görürsün’

yazılıydı fakat cevapları Xie Lian’ı yeterince memnun etmişti. Böylece


ellerini birbirine kapattı.

“Pekâlâ. Son ve üçüncü olarak en önemli nokta, eğer bir şey atmanız illa ki
gerekliyse o zaman lütfen beni atın. Asla yiyecekleri atmayın.”

Aynı anda Nen Feng en sonunda Xie Lian’ın tekrar yerden alıp fırsat
bulduğunda yemeği planladığı, sıkıca tuttuğu buğulanmış çöreği ondan
alabilmişti. Sabrı tükenirken Nan Feng bağırdı. “Yere düşen yemekler
yenmez!”

Ertesi gün, Şanslı Tesadüf dükkanı.

Çaycı yine kapının yanında rahatça bacak bacak üzerine atarak oturuyordu.
Uzaktan üç figürün sallana sallana yaklaştığını gördü. Basit, beyaz
kıyafetler giymiş ve bambu şapkasını önünde taşıyan bir Taocu ve onu
arkasından takip eden iki uzun boylu, siyah kıyafetli genç.
Taocu kolları bağlı ve tembel bir şekilde vardığında tembelce konuştu,
çaycının kendisinden bile daha tembel biriymiş gibi gözüküyordu. “Bayım,
zahmet olmazsa üç bardak çay alabilir miyim?”

Çaycı gülümsemeyle cevapladı. “Geliyor!”

Ancak içinden geçirdikleri farklıydı: bu üç aptal adam yine geldi! Ne yazık.


Hepsi birbirlerinden saygın gözükmesine rağmen hepsinin beyinleri
birbirlerininkinden hasta! Hep bu tanrı, şu ölümsüz veya bu hayalet, şu
cennet hakkında konuşuyorlar. Bu insanlar akıl hastası. Bu halde olduktan
sonra o kadar asil görünmelerinin anlamı ne?

Xie Lian tekrar pencere kenarında bir masa seçmişti. Hepsi oturduktan
sonra Nan Feng konuştu.

“Neden konuşmak için buraya gelmek istedin? Diğerlerinin bizi


duymayacağından emin olsan, olmaz mı?”

Xie Lian sıcak bir tonla cevapladı. “Önemi yok. Diğerleri bizi duysalar bile
hiçbir şey yapamazlar.

Sadece kafadan sakat olduğumuzu düşüneceklerdir.”

“…”

Xie Lian konuşmaya devam etti. “Üçümüzün zamanını da boşa


harcamamak için direkt olarak konuya geçelim. Sakinleştikten sonra
herhangi bir plan düşündünüz mü?”

Fu Yao soğuk bir tonla cevaplarken gözleri parladı. “Öldürelim!”

Nan Feng burnundan soludu. “Yok artık!”

Xie Lian konuştu. “Bu kadar sert olmana gerek yok Nan Feng. Fu Yao
yanlış bir şey söylemedi. Bu problemi temelinden çözmenin tek yolu onu
öldürmek. Asıl sorun, nerede öldüreceğiz? Kimi öldürmeliyiz? Nasıl
öldüreceğiz? Bence…”
O anda davulların sesi ve giriş müziği tekrar sokaklarda yankılandı.
Bununla üçü de pencereden dışarıya bakmıştı.

Gelini vermiş olan akraba grubuydu. İnsanlar ve atların geçişi sırasında


müzik aletleri insanlar bağırırlarken çalınıyordu. Bağrışlarının içinde, sanki
diğerlerinin onları duyamamasından korkuyorlarmış gibi, kükreme izleri
bile vardı. Bu sahneyi görünce Nan Feng kaşlarını çattı. “Yu Jun Dağı
yakınlarında yaşayan yerli halkın evlenirken büyük bir tören veya gürültü
yapmaya asla cesaret etmedikleri söylenmiyor muydu?”

Bu geçittekilerin hepsi güçlü ve sağlam olan bronz tenli adamlardı. Surat


ifadeleri ve kasları, alınları soğuk terle kaplıyken bile gergin duruyordu.
Sanki taşıdıkları şey mutlulukla dolu büyük bir düğün arabası değil de
ruhlarını ele geçirip kafalarını kopartarak onları ölmeye zorlayacak olan bir
giyotindi.

Xie Lian düğün arabasında nasıl birinin oturduğunu merak etti.

Biraz düşündükten sonra Xie Lian gidip bir göz atacakken soğuk bir rüzgâr
estirdi. Arabanın kenarındaki perde, esintiyi izleyerek yukarı doğru
dalgalandı.

Perdenin arkasındaki kişi çarpık çurpuk bir şekilde arkasına yaslanırken çok
değişik bir biçimde duruyordu. Kafası da çarpıktı ve duvağının altından
gözüken dudakları kırmızıya boyanmıştı, gülümsemesi abartılı
gözüküyordu. Arabanın sarsılmasıyla duvağı kaydı, iki çift yuvarlak göz
ortaya çıktı. Gözleri kıpırdamadan onların olduğu tarafa doğru bakıyordu.

Bu açıkça boynunu kırmış ve onlara sessizce gülen bir kadın gibi


gözüküyordu.

Xie Lian arabayı taşıyan insanların ellerinden dolayı mı olup olmadığını


bilmiyordu ancak araba çok fazla titriyordu, dengeli durmuyordu. Kadının
kafası da aynı anda arabanın hareketlerini izleyerek salladı. Sallandı,
sallandı… Ta ki GÜM! Kafası yere düşüp sokakta yuvarlanana kadar.

Ve ardından o kafasız beden de öne doğru düştü. Büyük bir sesle kadının
tüm bedeni arabanın kapısından dışarıya uçtu.
Çevirmen: Kae

Not: Acaba kasabada neler dönüyor? :3

Bölüm 6: Düğünü Hayalet Hazırlıyor, Düğün Arabasına Veliaht Prens


Biniyor Arabayı taşıyanlardan biri yeterince dikkatli olmadığından kadının
kolunun tam üzerine bastı. Böylece ilk bağırmaya başlayan da o oldu.
Cevap olarak kadını teslim etmekle görevli olan kalabalık patladı.

Geçen birisi, neresinden çıktığı bilinmeyen parlak, beyaz ve eğri bir kılıcı
eline aldıktan sonra bağırdı.

“Ne oldu!? Geldi mi!?” Ardından olan şey ise, sokakların tamamen bir
kargaşa alanına dönmesiydi.

Xie Lian tekrar arabadan düşen şeye odaklandığında ayrılmış olan kafasının
aslında gerçek bir insana ait olmadığını fark etti. Tahta bir bebeğin
kafasıydı.

Fu Yao bir kere daha belirtti. “Çok çirkin!”

Bu sırada çaycı onlara bakır bir çaydanlıkla yaklaşmıştı. Xie Lian çay
garsonunun önceki günkü ifadesini hatırlayarak sordu. “Bayım, dün bu
insanların sokaklarda kargaşa çıkardıklarını gördüm ve bugün yine
buradalar. Ne yapıyorlar?”

Çaycı cevapladı. “Ölmeye çalışıyorlar.”

“Ha ha ha……”

Bu cevap Xie Lian’ı şaşırtmamıştı ve yeni bir soru daha sordu. “Hayalet
damadı ortaya çıkması için kandırmaya mı çalışıyorlar?”
Çaycı cevapladı. “Başka ne olacaktı ki? Kaybolan bir gelinin babası o
hayalet damadı yakalayıp kızını bulmaya yardım edenleri çok büyük
paralarla ödüllendireceğini söyledi. Bu yüzden bu kalabalık gün boyunca
rahatsız ve salakça bir ortam yaratıyor.”

Bu ödülü vereceğini söyleyen baba muhtemelen daha önce hakkında


konuştukları yetkiliydi. Xie Lian yerde yatan kabaca yapılmış kadının
kafasına bir bakış daha attı, insanlar tahta bebeği yeni bir gelin olarak
sunmaya çalışıyorlardı belli ki.

Ardından Fu Yao’nun itici bir şekilde konuştuğunu duydu. “Eğer ben


hayalet damat olsaydım ve biri bana böyle çirkin bir şey verseydi, tüm
kasabayı haritadan silerdim.”

Bunu duyunca Xie Lian onu azarladı. “Fu Yao, bunlar senin gibi bir
ölümsüzün ağzına yakışan sözler değil. Ayrıca göz devirme alışkınlığından
vazgeçebilir misin? Başta kendin için küçük hedefler belirlersen senin için
daha iyi olur, mesela günde sadece beş kere gözlerini devireceğin gibi.”

Nan Feng de konuştu. “Ona koyduğun hedef günde elli defadan fazla
gözlerini devirmemesi olsa bile yine de başaramaz!”

O anda bir delikanlı aniden dışarıdaki kalabalığın arasından belirdi.


Coşkuyla titriyordu, liderleri oymuş gibi görünüyordu. Delikanlı yüksek bir
sesle bağırmadan önce kollarını salladı. “Beni dinleyin, beni dinleyin! Bu
şekilde devam etmek nafile! Geçen birkaç günde kaç kere tören
düzenledik?

Hayalet damadı kandırmayı başarabildik mi?”

İri yapılı adamlar birbirleri ardına homurdanmaya ve ona katılmaya


başladılar. Bunu görünce delikanlı konuşmaya devam etti. “Bence, ne
olursa olsun başladığımız işi bitirmeliyiz. Direkt Yu Jun Dağı’na gitmek
daha iyi olacaktır. Herkes dağı ararsa o çirkin yaratığı yakalayıp öldürürüz.
Yolu ben göstereceğim, cesur olanlarınız beni takip etsin. O çirkin yaratığı
öldürdükten sonra ödülü paylaşabiliriz!”
Başta sadece birkaç kişi katılarak bağırdı. Ancak git gide herkes olumlu
cevaplar verene kadar katılanların sesleri çoğalmıştı. Beklenmedik bir
şekilde sesleri çok güçlüydü. Diğer yandan Xie Lian sordu. “Çirkin yaratık?
Bayım, konuştukları ‘çirkin yaratık’ da nedir?”

Çaycı cevapladı. “Söylentilere göre hayalet damat, Yu Jun Dağı’nda


yaşayan çirkin bir yaratıkmış. Çok çirkin doğmuş olduğu için hiçbir kadın
onu sevmemiş. Bu yüzden kin tutmaya başlamış ve yine bu yüzden çiftlerin
mutlu bir olay yaşamalarını engellemek için diğer adamların gelinlerini
kaçırırmış.”

Ling Wen Sarayı’ndan ona verilen parşömende böyle bir bilgi yoktu. Xie
Lian tekrar sordu. “Gerçekten insanlar bunu söylüyor mu? Yoksa sadece
tahmin mi?”

Çaycı cevapladı. “Kim bilir? Ama birçok kişinin daha önce hayalet damadı
gördüğü söyleniyor. Tüm yüzü, gözleri haricinde, bandajlarla sarılıymış ve
konuşamıyor, sadece bir canavar gibi kükrüyormuş.

Bu günlerde bu söylentiler her yerde dolaşıyor.”

Fu Yao sertçe cevapladı. “Yüzünü bandajlara sarması çirkin olduğu


anlamına gelmek zorunda değil.

Çok yakışıklı olduğundan da olabilir, o durumda da diğer insanların


kendisini görmesini istemez.”

Çaycının dili tutulmuştu. Bir sürenin ardından cevapladı. “Kim bilir? Ne


olursa olsun ben onu görmedim.”

O anda genç bir kızın sesi sokaklarda yankılandı. “Siz… Siz, onu
dinlemeyin. Gitmeyin, Yu Jun Dağı çok tehlikeli…”

Konuşan kız sokağın kenarında saklanıyordu. Bu kişi aynı zamanda önceki


gece Feng Xin’in tapınağında dua eden kızdı, Minik Ying.

Xie Lian onu gördüğü anda yüzü acımaya başladı. Fark etmeden elini
kaldırdı ve yanağını ovdu.
Delikanlının yüzü, kızı gördüğü anda biraz çirkinleşmişti. Konuşmadan
önce onu yoldan ittirdi. “Biz erkekler konuşuyoruz, senin gibi küçük bir kız
ne diye sınırlarını zorluyor?”

Minik Ying itildikten sonra küçülerek geri çekildi. Ancak yumuşakça tekrar
konuşmadan önce tüm cesaretini toplamış gibi duruyordu. “Onu
dinlemeyin. Sahte bir düğün yapmak olsun dağı aramak olsun, bunların
hepsi çok tehlikeli. Kendinizi ölümünüze yollamıyor musunuz?”

Delikanlı cevapladı. “Sen anca böyle boş konuşursun zaten. Hepimiz


burada işbirliği yapıyoruz ve hayatımızı insanların kötülüktne kurtulması
için tehlikeye atıyoruz. Ya sen? Sen sadece gelin kılığına girip düğün
arabasına oturmayı reddetmiş bencil bir kızsın! Herkese yardımı dokunacak
olmasına rağmen cesaretini bile toplayamıyorsun ve şimdi, bizi engellemek
için tekrar buraya geldin. Ne yapmaya çalışıyorsun?”

Genç her söylediği cümleyle kızı itti. Bunu görünce çay evindeki insanların
kaşları çatılmıştı. Xie Lian kafasını eğdi ve bileğindeki bandajları
çıkarmaya odaklandı. Bunu yaparken çaycı açıkladı. “O delikanlı lider, kızı
gelin kılığına girmesi için ikna etmeye çalışmıştı. O zaman o kadar tatlı
konuşmuştu ki ağzından bal damlıyordu. Ancak kız reddettikten sonra
gerçek yüzünü ortaya çıktı ve bu hale geldi.”

Sokaktaki bir grup yapılı adam da bağırdı. “Orada durup yolu kapatmayı
kes. Kenara çekil, kenara çekil!” Bunu duyunca Minik Ying’in düz
suratındaki gözlerinde yaşlar toplanmaya başlamıştı, tamamen kıpkırmızı
oldu. “Siz… Neden bu şekilde konuşuyorsunuz?”

O delikanlı lider tekrar konuştu. “Söylediğim her şey gerçek, değil mi?
Sana kendini gelin kılığına sokup sokamayacağını sordum ve ne olursa
olsun yapmadın.”

Minik Ying cevapladı. “Evet, cesaretim yok. Ancak sizin… Sizin elbisemi
yırtmanıza gerek yoktu…”

Bu konuyu dile getirdiği anda delikanlıyı zayıf noktasında vurmuştu.


Delikanlı hemen zıpladı ve reddetti. “Senin gibi çirkin biri gelişi güzel
insanlara çamur atıp onları suçlamamalı! Ben mi elbiseni yırttım? Salak
olduğumu mu düşünüyorsun? Kim bilir, belki sadece kendini diğer
insanlara göstermek istediğin için kendin kopardın? Yüzün bu kadar
çirkinken elbisen yırtık olsa bile belki kimse sana bakmak bile istemez!
Suçu benim üzerime yapıştırmaya kalkışma!”

Nan Feng daha fazla dinlemeye katlanamadı ve elindeki çay bardağı bir
‘çat’ sesiyle çatlayarak parçalara bölündü. Ancak tam ayaklanacakken
beyaz bir gölge önünden süzüldü ve kendini o kızdan çok yukarıda gören
delikanlı aniden çığlık attı. Delikanlı yüzünü avuçlarının arasında aldıktan
sonra poposunun üzerine düşmüştü, ardından parmaklarının arasından
kanlar süzülmeye başladı.

Kimsenin ne olduğunu kavrayacak kadar zamanı olmamıştı, çoktan yerde


oturuyordu bile. Bu yüzden insanlar onu yaralayanın Minik Ying’in
olduğunu düşündüler. Ancak bakışları tekrar Minik Ying’e kaydığında onu
artık göremiyorlardı. Önünde beyaz giysili bir Taocu rahip duruyordu.

Xie Lian’ın iki eli de elbisesinin kol yenleri içindeydi. Delikanlıya bakmak
için arkasını dönmedi bile ve Minik Ying’i bir gülümsemeyle izledi. Onunla
aynı göz hizasında olmak için birazcık eğilmişti. “Genç bayan, benimle bir
bardak çay içmek isteyip istemeyeceğinizi soracaktım.”

Yerde oturan delikanlı, burnu ve ağzının çok kötü acıdığını hissediyordu.


Aslında tüm yüzü çok fazla acıyordu, sanki çelik bir kırbaçla dövülmüştü.
Ancak önünde duran Taocunun hiçbir silahı olmadığı açıktı. Ayrıca
Taocunun ne zaman harekete geçtiğini veya nasıl hareket ettiğini de
görmemişti.

Bundan dolayı delikanlı tökezleyerek ayağa kalmayı başardı ve kılıcını ona


doğru yöneltti. “Bu kişi şeytani sanatları kullanıyor!”

Delikanlının arkasındaki grup ‘şeytani sanat’ sözlerini duydukları anda


kılıçlarını Xie Lian’a yöneltti.

Ancak kimse Xie Lian’ın arkasında duran Nan Feng’in aniden elini
savurmasını beklememişti. Tekrar bir ‘çat’ sesiyle yanlarındaki sütun
tamamen yıkıldı.
İlahi gücün gösterildiğini görünce yapılı adamlarının suratları aynı anda
değişti. O delikanlı da aynı zamanda kendi kendini sakinleştirmeye
çalışıyordu lakin hâlâ hatalı olduğunu kabul etmemekte ısrarcıydı. Aksine
onlara yüksek sesle bağırarak sordu. “Bugün burada yenildiğimi kabul
edeceğim.

Hangi Tao grubundansınız? İsminizi bırakın ve gelecekte bu konuyu


halletmek için tekrar görüşebiliriz…”

Nan Feng cevaplamaya tenezzül etmedi bile ancak yanında duran Fu Yao
söze girdi. “Sorun değil, sorun değil. Bu kişi Ju Y…”

Nan Feng bir kere daha yumruğunu Fu Yao’ya savurdu ve ikisi tekrar kavga
etmeye başladılar. Diğer yandan Xie Lian aslında kızı bir süreliğine
çayevinin içine davet edip ardından da birkaç meyve ve atıştırmalık sipariş
etmesine yardımda bulunmak istemişti. Fakat Minik Ying gözyaşlarını
sildikten sonra ayrılmıştı. Bu yüzden Xie Lian arkasını iç çekerek izledikten
sonra çayevine tek başına döndü.

İçeri girdiğinde çaycı ona hatırlattı. “Sütun için ödeme yapmayı unutma.”

Bu yüzden Xie Lian da tekrar oturduktan sonra Nan Feng’e döndü. “Sütun
için ödeme yapmayı unutma.”

Nan Feng. “…”

Xie Lian devam etti. “Ancak ondan önce işimizi düzgünce halletmeliyiz.
Biriniz bana biraz ruhani güç ödünç verebilir mi? Ruhani iletişim rününe
girip birkaç bilginin doğruluğunu teyit etmem gerek.”

Nan Feng elini kaldırdı ve avuçları birbirine değdi, oldukça hafif bir şekilde
temas etmişlerdi. Ancak bu sayede, Xie Lian tekrar ruhani iletişim rününe
girebilmişti.

Rüne girdiği anda Ling Wen’in konuştuğunu duydu. “Ekselansları sonunda


biraz ruhani güç ödünç almayı başarabildi mi? Kuzeyde her şey yolunda
gidiyor mu? İsteyerek yardım eli uzatan iki küçük savaş tanrısı nasıl?”
Xie Lian başını kaldırdı. İlgisiz bir şekilde gözlerini kapatmış meditasyon
yapan Fu Yao’ya baktıktan sonra Nan Feng yüzünden yıkılmış olan sütuna
bir bakış attı ve cevapladı. “İkisinin de kendilerine özgü yetenekleri var ve
ikisi de kabiliyetli kişiler.”

Ling Wen tekrar konuştuğunda sesinde gülümsemenin izleri vardı. “O


zaman gerçekten de General Nan Yang ve General Xuan Zhen’i tebrik
etmemiz gerekiyor. Ekselanslarının sözlerine bakılırsa o iki küçük savaş
tanrısının da yüksek bir potansiyeli olmalı. Yakın yükselebilirler bile!”

Ancak Ling Wen konuşmasını bitirdikten kısa bir süre sonra Mu Qing’in
soğuk sesi duyuldu. “Bana bu küçük macerası hakkında bilgi vermedi ve
öylece çekip gitti. Benim olaydan haberim yoktu.”

Bunu duyunca Xie Lian kendi kendine yorum yaptı, Gerçekten de ruhani
iletişim rününün tüm gün boyunca bekçiliğini yapıyor…

Mu Qing’i duymazdan gelen Ling Wen devam etti. “Ekselansları, şu an


neredesin? Kuzeyi gözleyen ilah General Pei ve tütsüleri oldukça refah
yanıyor. Eğer ekselanslarının ihtiyacı varsa geçici olarak Ming Guang
tapınaklarından birinde kalabilir.”

Xie Lian cevapladı. “Ona yük olmaya gerek yok. Yakınlarda herhangi bir
Ming Guang tapınağına rastlamadık ve bu yüzden bir Nan Yang tapınağına
gittik. Ancak kısa bir sorum olacak Ling Wen, hayalet damat hakkında. Bu
olayla ilgili daha fazla bir bilgin var mı?”

Ling Wen cevapladı. “Var. Kısa bir süre önce benim sarayım hayalet
damadın sınıfını ölçtü. ‘Gazap’

sınıfında olması gerekiyor.”

‘Gazap’!

Ölümlü diyarda yıkıma neden olan iblis ve hayaletleri Ling Wen Sarayı
yeteneklerine göre dört sınıfa ayırıyordu. Bu dört sınıf sırasıyla ‘Vahşet’,
‘Şiddet’, ‘Gazap’ ve ‘Yıkım’dı.
‘Vahşet’ sınıfında olan hayaletlerin tekil hedefleri öldürebilme yetenekleri
vardı. ‘Gazap’ sınıfındaki hayaletler tüm bir şehri katledebilirken, ‘Şiddet’
sınıfındaki canavar bir aileyi yok edebilirdi. Ancak içlerinde en korkunç
olan ‘Yıkım’ sınıfıydı. Bir tanesi doğduğu zaman, bir ülkeyi yok edip
insanların acı çekmesini sağlayarak ölümlü diyarı bir kargaşaya
sürükleyebilirdi.

Ju Yun dağında saklanan hayalet damat gerçekten de ‘Gazap’ sınıfındaydı,


korkunç ‘Yıkım’ sınıfının hemen ardından geliyordu. Hal böyle olunca da,
bir gazapla karşılaşan birisinin yara almadan kaçamayacağı aşikardı.

Xie Lian ruhani iletişim rününden çıktı ve diğer iki savaş tanrısına yeni
bilgileri aktardı. Nan Feng belirtti. “Eğer bu doğruysa o zaman çirkin
yaratık veya tamamen bandajlarla sarılmış adam hakkındaki bilgilerin hepsi
tamamen dedikodu. Ya öyle ya da bunları gördüğünü iddia edenler hayalet
damadı görmeyip başka bir şey gördüler.”

Xie Lian kendi teorisinden bahsetti. “Başka bir seçenek daha var. Belki de
hayalet damat bazı şartlar altında insanları incitmiyor veya incitemiyordur.”

Diğer yandan Fu Yao kendi fikirlerini eklemedi, aksine eleştirdi. “Ling Wen
Sarayı’nın yeterliliği gerçekten de çok düşük! Bize hayalet damadın sınıfını
söyleyebilmeleri bu kadar zaman aldı, şimdi söylemelerinin ne anlamı var
ki?”

Xie Lian cevapladı. “En azından düşmanımızın gücünü öğrenmiş olduk


fakat ‘Gazap’ sınıfından bir hayaletle uğraştığımıza göre bu hayalet
damadın ruhani gücü çok fazla olmalı. Onu sahte bir insanla yanıltmak
imkânsız olur. Onu dışarı çekmek istiyorsak, gelini sahte bir düğüne
götüren insanlar onu kandırmaya yetmeyecektir. Ayrıca herhangi bir silah
da tutamazlar. Fakat en önemlisi gelinin canlı biri olması gerektiği.”

Fu Yao konuştu. “Gidip sokaklardan bir kadın bulup onu yem olarak
kullanabiliriz.”

Lakin Nan Feng bu fikri hemen reddetti. “Bunu yapamayız.”


Fu Yao sordu. “Neden? Eğer isteksizse ona biraz para verebiliriz, o zaman
istekli olacaktır.”

Bunu duyunca Xie Lian tartışmalarını kesti. “Fu Yao, eğer bunu yapmaya
istekli bir kadın bulsan bile en iyisi bu planı kullanmamamız olur. Hayalet
damat ‘Gazap’ sınıfından. Elimize yüzümüze bulaştırsak bile bize bir şey
olmayacaktır ancak eğer gelini alırsa, o çelimsiz, ölümlü kız kaçamayacak
veya direnemeyecektir. Bu durumda da onu bekleyen tek şey ölümü olur.”

Fu Yao konuştu. “Eğer bir kadın bulamazsak o zaman sadece bir erkek
bulabiliriz.”

Nan Feng sorguladı. “Kadın kılığına girmeyi kabul edecek bir erkeği
nerede….…”

O daha sözlerini tamamlamadan, Fu Yao ve Nan Feng’in bakışları onun


üzerine kaymaya başlamıştı.

Xie Lian hala nazikçe gülümsüyordu. “???”

Akşam, Nan Yang tapınağında

Xie Lian tapınaktan tamamen dağılmış saçlarla çıktı.

Tapınağın kapısını gözetleyen iki küçük savaş tanrısı onu gördükleri anda,
Nan Feng hemen küfürler savurmaya başladı. “S*keyim” dedi ve dışarı
fırladı.

Xie Lian’ın dili tutulmuştu, ancak bir süre sonra konuşabildi. “Bu tepki
niyeydi?”

Onu gören herhangi birisi nazik ve yakışıklı bir yüze sahip genç bir erkek
olduğunu tek bakışla söyleyebilirdi.

Nan Feng’in tepkisi de tam olarak bu yüzdendi. Düzgün ve yakışıklı bir


erkeğin, kadın düğün giysileri giymesi çoğu insanın doğrudan
bakamayacağı bir görüntüydü. Nan Feng sadece onlardan birisiydi.

Muhtemelen kabullenemediğinden tepkisi de aşırıydı.


Fu Yao’nun ona karmaşık bir ifadeyle bakıyor, tepeden tırnağa süzüyordu
üstelik. Xie Lian sordu.

“Söylemek istediğin bir şey var mı?”

Fu Yao kafasını salladı. “Eğer ben hayalet damat olsaydım ve biri bana
böyle bir kadın vermek isteseydi…”

Xie Lian onun cümlesini tamamladı. “Tüm kasabayı haritadan silerdin?”

Fu Yao onu soğukça düzeltti. “Hayır, sadece kadını öldürürdüm.”

Xie Lian gülümsedi. “O zaman gerçekten kadın olmadığıma şükredelim.”

Fu Yao teklif etti. “Bence ruhani iletişim rününe girip orada beden
değiştirmeye yarayan bir büyüyü seninle paylaşmak isteyen bir tanrı var mı
diye baksan daha iyi olur. İşimizi baya kolaylaştırır.”

Gerçekten de cennete belirli gerekliliklerden ötürü vücutlarını değiştirme


büyülerinde becerikli olan tanrılar vardı. Ancak Xie Lian kalan zamanın,
yeni bir büyü öğrenmesine yetmeyeceğinden korkuyordu. Diğer yandan
Nan Feng yeşil bir suratla tapınağa geri döndü. Sövmeyi bitirdikten sonra
kayda değer bir şekilde sakinleşmişti, bu huyu altında çalıştığı generalle
neredeyse birebir aynıydı.

Xie Lian konuşmadan önce çoktan kararmış gökyüzüne bir bakış attı. “Boş
ver. Yüzümü duvakla örttükten sonra hiçbir anlamı kalmayacak zaten.”
Sözlerini bitirdiğinde, sahiden de duvağı takmaya başlamıştı.

Ancak Fu Yao elini kaldırarak onu durdurdu. “Bekle biraz. Hayalet


damadın insanları nasıl incittiğini bilmiyorsun. Eğer duvağını çıkarırsa ve
kandırıldığını fark ederse öfkeleneceğinden beklenmedik bir şey yapabilir.
Bu sadece daha fazla problem yaratmaz mı?”

Xie Lian onun sözlerini duyunca mantıklı olduklarını düşündü ancak öne
doğru bir adım attığında bir sökülme sesi kulaklarına geldi.

Fu Yao’nun Xie Lian için bulduğu kırmızı düğün elbisesi gerçekten de ona
olmuyordu.
Normalde bu elbiseyi giyecek olan kadının küçük bir figürü olacağı
düşünülmüştü. Xie Lian giydiğinde ise beklenmedik bir şekilde bel kısmı
oturmuş olsa da kollarını veya bacaklarını hareket ettirmeye çalıştığında
oldukça zorlanıyordu. Şimdi ise kollarını başının üzerine kaldırmaya
çalıştığından elbise yırtılmıştı. Xie Lian neyin sökülmüş olduğunu bulmak
için her yeri kontrol ederken bir ses tapınağın kapılarından içeriye süzüldü.
“Pardon, bir şey sorabilir miyim…”

Üçü de sesin geldiği yöne döndü. Minik Ying’in korkmuş bir halde onlara
bakıyor, elinde ise katlanmış

beyaz bir kıyafet tutuyordu.

Hemen açıklama yapmaya başladı. “Sizinle dün burada karşılaştığımı


hatırladım o yüzden gelip sizi tekrar bulup bulamayacağımı görmeye karar
verdim. Kıyafetleri yıkadım, buraya bırakacağım. Dün ve bugün için çok
teşekkür ederim.”

Xie Lian ona gülümsemek üzereyken o anda nasıl göründüğünü hatırladı ve


kızı korkutmamak için daha az konuşmaya karar verdi.

Minik Ying’in ondan korkmadığı, aksine öne çıkarak konuşacağı kimin


aklına gelirdi ki? “Bu… Eğer isterseniz size yardım edebilirim.”

“…” Xie Lian cevapladı. “Hayır, genç bayan, lütfen yanlış anlamayın.
Benim bu tür bir hobim yok.”

Minik Ying bir kez daha hızla açıkladı. “Biliyorum, biliyorum. Demeye
çalıştığım eğer bana aldırmazsanız size yardım edebileceğim. Siz… Siz
hayalet damadı yakalamak istiyorsunuz değil mi?”

“…”

Devam ettikçe ses tonu yükseldi ve başını biraz kaldırdı. “Dikiş yapmayı
bilirim, ayrıca yanımda hep iğne ve iplik taşırım. Uymayan yerleri
düzeltebilirim. Aynı zamanda makyaj yapmayı da biliyorum. Size yardımcı
olmama izin verin!”
“…”

İki tütsünün yanması kadar zaman geçtikten sonra Xie Lian başını eğerek
tapınaktan tekrar çıktı.

Bu sefer duvağı çoktan takmıştı. Nan Feng ve Fu Yao göz atmak


istiyorlarmış gibi görünüyorlardı fakat en sonunda gözlerini kanatmamanın
daha iyi olacağına karar verdiler. Buldukları araba tapınağın önündeydi ve
arabayı taşıması için dikkatlice seçtikleri insanlar çoktan hazır
bekliyorlardı. Ay ise karanlık gökyüzünde yükselmişti bile. Böylece,
Ekselansları Veliaht Prens büyük ve kırmızı araba koltuğuna bir gelinin
düğün elbisesini giymiş bir şekilde oturdu.

Çevirmen: Kae

Not: Nan Feng’in Xie Lian’ın görünce ki tepkisine çevirirken iki saat
sırıttım. Bir de daha altıncı bölümden Veliaht Prensimiz kadın kılığına girdi,
bakalım ne olacak :3

Bölüm 7: Düğünü Hayalet Hazırlıyor, Düğün Arabasına Veliaht Prens


Biniyor Tüm düğün arabası kızıl satenlerle kaplıydı. Güzel çiçekler, ay,
ejderler ve ankalar biraz daha açık renkli bir iple işlenmişti. Nan Feng ve Fu
Yao arabanın iki kenarında durmuş, kenara devrilmesini engelliyorlardı. Xie
Lian koltuğun ortasında otururken, taşıyanların yürüyüş ritmine göre
sallanıyordu.

Arabayı taşıyan sekiz kişi aslında her dövüş sanatları konusunda uzman,
oldukça seçkin ordu mensuplarıydı. Araba taşıyıcısı rolüne girebilen,
oldukça donanımlı savaşçılar bulmak için Nan Feng ve Fu Yao doğrudan o
yetkilinin kaldığı yere giderek planlarını açıklamışlardı. Açık açık Yu Jun
Dağı’nı araştırmak istediklerini söylemişlerdi. Bu yüzden de yetkili anında
onlar için uzun boylu ve güçlü dövüşçüler temin etmişti. Ancak Nan Feng
ve Fu Yao, güçlü savaşçıları yardım edebilecekleri umuduyla
istememişlerdi. Aslında kendilerini zar zor savunabilseler yeterdi ve hayalet
saldırılara karşılık verdiği zaman kaçabilmelerini diliyorlardı.

Aksine bu sekiz askeri görevli de onlar hakkında çok iyi şeyler


düşünmüyorlardı. Yönetimin içerisinde hepsi birinci sınıf uzmanlardı. Ne
zaman gösterinin yıldızı onlar olmamıştı ki? Buna rağmen iki güzel çocuk
geldiği zaman başlarını eğmeye ve araba taşıyıcısı olmaya zorlanmışlardı.
İnanılmaz mutsuz olduklarını söylemek yanlış olmazdı ancak efendilerinin
emirlerine uymak zorundaydılar ve bu yüzden tek yapabilecekleri şey
kalplerindeki küçümsemeyi dizginlemeye çalışmaktı. Lakin mutsuz
oldukları için içlerinde alevlenen öfkeyi bastırmakta zorlandıklarından
arada sırada kasten kayıyor ve arabanın sallanmasına yol açarak kötü
şekilde titremesine neden oluyorlardı. Dışarıdan izleyen insanlar bunu
göremezlerdi ve arabanın koltuğunda oturan kişi narin birisi olsaydı çoktan
kusmaktan ölmüştü.

Koltuk eğildi ve sallandı. Beklenildiği üzere Xie Lian’ın içeride sessizce iç


çektiği duyuldu. Askerlerden birkaçı gizli gizli mutlu olmuştu.

Dışarıda Fu Yao soğuk bir sesle sordu. “Genç hanım, sorun nedir? Bu kadar
geçkin bir yaşta evlenmenizin getirdiği mutlulukla gözyaşlarına mı
boğuldunuz?”

Sahiden gelinler evlendiğinde birçoğu düğün arabasının içinde gözyaşlarına


hakim olamazlardı. Xie Lian ise bunu duyduğunda gülse mi ağlasa mı
bilemiyordu ancak konuşmaya başladığında ses tonu nazik ve düzgündü.
Tuhaf bir şekilde sesinde bir parça bile rahatsızlık yoktu. “Ondan değil.
Düğün alayında çok önemli bir şeyin eksik olduğunu fark ettim sadece.”

Nan Feng. “Eksik olan ne? Gereken her şeyi çoktan hazırladık.”

Xie Lian gülümseyerek cevap verdi. “Evliliğe eşlik eden hizmetçi kadınlar.”

“…”
İki küçük savaş tanrısı aynı anda birbirine baktı. Her ikisi de korkunç
şekilde titrerken akıllarında canlanan sahneyi hayal etmek zor değildi. Fu
Yao konuştu. “Ailenin hizmetçi kadınlar alabilecek kadar zengin olmadığını
düşün. Bu yüzden de olanla yetiniyorsun.”

Xie Lian. “Peki.”

Askerler onların doğaçlama, abartılı skecini duyunca gülümsemekten


kendilerini alamadılar.

Kalplerindeki memnuniyetsizlik büyük oranda dağılmıştı ve bu yüzden


üçlüyle kendilerini bir parça daha yakın hissetmeye başlamışlardı. Sonuç
olarakta arabanın koltuğu çok daha stabil bir hal aldı.

Xie Lian bir kez daha yaslandı. Her ne kadar hala dimdik oturuyor sayılsa
da dinlenmek için gözlerini kapattı.

Kısa bir süre sonra bir çocuk kahkahasının kulağına çalınacağı hiç aklına
gelmezdi.

Geveze ve acımasız, komik ve neşeli.

Kahkahanın sesi dağlara ve ovalara yayılan bir dalga gibiydi. Kulağa


oldukça uhrevi ama aynı zamanda da tuhaf geliyordu. Fakat düğün arabası
durmamıştı ve önceki gibi ilerlemeye devam ediyordu. Nan Feng ve Fu Yao
bile bir şey söylemedi, sanki anormal herhangi bir şey olmamıştı.

Xie Lian gözlerini açtı ve kısık bir sesle konuştu. “Nan Feng, Fu Yao.”

Nan Feng arabanın sol tarafında yürüyordu, sordu. “Sorun ne?”

Xie Lian. “Bir şey geldi.”

Bu sırada ‘düğün alayları’ çoktan Yu Jun Dağı’nın derinliklerine gelmişti.

Tam bir sessizlik vardı. Ahşap koltuğun gıcırdayan sesi, ayaklarının


altındaki kuru yaprakların ve dalların çıtırtısı ve araba taşıyıcılarının nefes
sesleri bile bu sessizlikte kulağı rahatsız ediyordu.
Ayrıca çocuk kahkahası hâlâ kaybolmamıştı. Bazen sanki dağın içindeymiş
gibi uzaktan geliyordu.

Bazen ise oldukça yakındı, sanki arabanın hemen yanındaymış gibi.

Nan Feng’in konuşurken yüzü ciddiydi. “Ben bir şey duymuyorum.”

Fu Yao da soğuk bir sesle katıldı. “Ben de.”

Araba taşıyıcılarının duymuş olma ihtimali ise çok daha düşüktü.

Xie Lian karşılık verdi. “Eğer öyleyse, kasten sadece benim duymama izin
veriyor.”

Sekiz asker normalde dövüş sanatları konusundaki uzmanlıklarından ötürü


kendilerine fazlasıyla güveniyorlardı. İlaveten hayalet damat gelinleri
rastgele seçtiği için bugün hiçbir olay yaşanmadan evlerine geri
döneceklerini düşünmüşlerdi. Bu yüzden de hiç korkmamışlardı. Şimdi,
nedense, akıllarına birden düğün alayındayken kaybolan o kırk asker
gelmişti. Aniden araba taşıyıcılarının alnından soğuk terler akmaya başladı.

Xie Lian adımlarının yavaşladığını fark etti. “Durmayın. Hiçbir şey


olmamış gibi davranın.”

Nan Feng elini salladı, askerlere yürümeye devam etmelerini işaret


ediyordu. Xie Lian tekrar konuştu.

“Şarkı söylüyor.”

Fu Yao. “Ne söylüyor?”

Çocuğun sesini bir süre dikkatle dinledikten sonra Xie Lian sözleri kelime
kelime tekrar etmeye başladı. “Yeni gelin, yeni gelin, kırmızı düğün
arabasındaki yeni gelin...”

Sessiz gecenin ortasında Xie Lian’ın hafif miskin sesi kulağa oldukça zinde
gelmişti. Açıkça sadece kelimeleri tekrar ediyordu ancak sekiz asker,
çocuğun da onunla birlikte tuhaf şarkıya eşlik ettiğini duyar gibiydi. İnsanın
sahiden kanını donduruyordu.
Xie Lian konuşmaya devam etti. “Yaşlarla dolan gözler, dağın
tümseklerinden geçiyor, duvağın altında… Neşeyle gülümseme…. Hayalet
gelin…… Söyleyen hayalet damat mı? Yoksa başka bir şey mi?”

Bir an duraksadıktan sonra ekledi. “Artık anlayamıyorum. Şimdi tekrar


gülmeye başladı, o yüzden sözleri tam açık değil.”

Nan Feng somurttu. “Tüm bunların anlamı ne?”

Xie Lian yanıtladı. “Doğrudan anlamı. Düğün arabasındaki yeni geline


gülmemesi gerektiğini söylüyor, sadece ağlamalı.”

Nan Feng önceki sorusunu düzeltti. “Demek istediğim bu şey neden buraya
kadar gelip sana bunları hatırlatıyor?”

Diğer taraftan Fu Yao tamamen farklı düşünüyordu. “Sadece hatırlatmak


için gelmiş olmasına gerek yok. Kasten yanlış şeyi yapmaya itmek için
gelmişte olabilir. Belki de buradan zarar görmeden kurtulmanın tek yolu
gülümsemektir. Gelinleri kandırarak ağlatmaya çalışıyordur. Diğer
gelinlerin tuzağa düşüp düşmediğini kestirmek zor tabi.”

Xie Lian. “Fu Yao. Normal bir gelin yolun ortasında böyle bir ses duysa
korkudan ölürdü muhtemelen.

Nasıl gülümsesin? Ek olarak ağlasam da gülsem de en kötü ne olabilir?”

Fu Yao cevap verdi. “Kaçırılırsın.”

Xie Lian hatırlattı. “Bu akşamki gezimizin amacı da bu değil mi?”

Fu Yao homurdandı ama tartışmaya devam etmedi. Aksine Xie Lian tekrar
konuştu. “Ayrıca size söylemem gereken başka bir şey daha var.”

Nan Feng. “Nedir?”

Xie Lian. “Arabaya oturduğumdan beri hep gülümsüyordum.”

“…..”
Bunu söylediği anda düğün arabası aniden çöktü!

Sekiz asker anında başkaldırdığı için düğün arabasının tamamen durmasına


neden olmuşlardı. Nan Feng bağırdı. “Panik yapmayın!”

Xie Lian sorarken elini hafifçe kaldırdı. “Ne oldu?”

Fu Yao hafif bir sesle cevapladı. “Hiç. Sadece birkaç yaratık geldi.”

O sözlerini bitirdiği gibi Xie Lian gecenin sessizliğini delen bir dizi kederli
kurt uluması duydu.

Bir kurt sürüsü yollarını kapatıyordu!

Ne olursa olsun Xie Lian olanların normal olmadığını düşünüyordu. Bu


yüzden sordu. “Sormama izin verirseniz, Yu Jun Dağı’nda sık sık kurt
sürüleri dolaşır mı?”

Arabayı taşıyan askerlerden birisi cevap verdi. “Daha önce böyle bir şey
olduğunu hiç duymadım? Yu Jun Dağı’nda ne işleri olur?!”

Xie Lian kaşını kaldırdı. “Evet, o zaman doğru yere geldik.”

Dağda bir kurt sürüsüydü sadece. Nan Feng ve Fu Yao için baş edilmesi güç
bir şey sayılmazdı ve sürekli dolaşan, bir şeylerle savaşan askerler için de
korkutucu değillerdi. Ancak daha biraz önce duydukları hayalet damadın
ürkütücü şarkısını düşünüyorlardı. Gafil avlanıp korkmalarının tek nedeni
buydu.

Ormanın karanlığından, kurtlar onlara doğru yavaşça yürümeye başlarken


pek çok çift açık yeşil göz ışıldadı. Hızla etraflarını sardılar.

Ancak neşeyle yemeklerini avlayan bir yaratık sürüsüyle, duyulmayan ve


dokunulamayan bir şey kıyaslandığında elbette tuhaf şey daha
korkutucuydu. Bu yüzden birer birer herkes savaşmak için kollarını sıvadı,
yeteneklerini göstermeye ve bir sürü kurt katletmeye hazırlandılar.

Ne yazık ki, gösterinin en önemli kısmı henüz başlamamıştı. Sık adım


seslerinin hemen ardından, bir hışırtı yükseldi ve ardından ise ne bir insana
ne bir yaratığa ait tuhaf bir ses.

Bir asker panikle bağırdı. “Bu... Bu şey ne?! Bu şey de ne?!”

Nan Feng de küfretmeye başlamıştı. Xie Lian bir şeylerin aniden


değiştiğinin farkındaydı bu yüzden ayağa kalkmak istedi. “Neler oluyor?”

Ancak Nan Feng anında bağırdı. “Dışarı çıkma!”

Xie Lian elini kaldırdı, aniden düğün arabası sallanmaya başladı. Arabanın
kapısına bir şey yaslanıyordu sanki. Xie Lian kafasını daha önce hiç bu
kadar eğmemişti. Aşağıya doğru baktı, duvağının arasından bir şeyin
kafasının arkasını gördü.

Sahiden düğün arabasına tırmanmıştı!

Kafasını düğün arabasına sıkıştırmıştı, ama hemen dışarıdaki birisi


tarafından çıkartıldı. Nan Feng arabanın önünde durarak küfretti. “S*ktir,
bir alçak köle!”

Bir alçak köle olduğunu duyunca Xie Lian işlerin sıkıntılı bir hal alacağını
hemen anlamıştı.

Ling Wen Sarayı’nın hükmüne göre, bir alçak köle ‘Vahşet’ sınıfına dahi
giremeyecek bir varlıktı.

Aslında alçak kölelerin bir zamanlar insan olduğu söylenirdi. Ancak biri
onlara baktığında insan olsalar da deforme insanlar olduklarını
söyleyebilirdi. Bir başı ve bir yüzü vardı ama belirsiz ve müphemdi.

Kolları ve bacakları vardı ama yürümelerine izin vermeyecek kadar


zayıflardı. Bir ağzı ve dişleri vardı ama birisini öldürecek kadar ısırmaları
sonsuza dek sürerdi. Lakin seçim hakkı olsa insanlar ‘Vahşet’

veya ‘Şiddet’ sınıfı yaratıklarla karşılaşmayı, bir alçak köleyle karşılaşmaya


yeğlerlerdi.

Çünkü çoğu zaman bir alçak köle belirdiğinde diğer hayaletler ve


canavarlarla birlikte gelirlerdi. Avları başka şeylerle savaşırken onlar aniden
belirirdi. Sonra birbirine karışmış kolları ve bacaklarıyla avlarına
yapışırlardı. Aynı zamanda korkusuzca ilerleyen sayısız yandaşları vardı,
hepsi avın üzerinde zamklanmış gibi dururdu.

Her ne kadar dövüşte çok güçsüz olsalar da dirençli ve öldürülmesi zorlardı.


Üstüne üstük sıklıkla büyük gruplar halinde saldırırlardı. Onlardan
kurtulması zordu ve hızla öldürmesi ise daha da zor.

Eninde sonunda kişi onlarla dövüşürken çok fazla güç harcar veya bir yerde
tökezlerdi. Sonuç olarak anlık bir dikkatsizlik, kaçınılmaz olarak fırsat
kollayan düşmanı başarıya ulaştırırdı.

Av diğer hayaletler ve canavarlar tarafından öldürüldükten sonra alçak


köleler arta kalanları alırdı, kopmuş kol ve bacakları zevkle yerlerdi. Delik
deşik edene dek dişler ve kemirirlerdi.

Alçak köleler tamamen iğrenç varlıklardı. Üst Cennetten birisinin kutsal


ışıkla birlikte silahını çekmesi alçak köleleri korkutup kaçırmak için
yeterliydi ancak Orta Cennetten iki küçük savaş tanrısının bu şeylerle baş
etmesi güçtü.

Fu Yao’nun tiksinti dolu sesi uzaklardan gelir gibiydi. “En çok bu


şeylerden! Nefret! Ediyorum! Ling Wen Saray’ı bunlardan bahsetti mi?”

Xie Lian. “Hayır.”

Fu Yao çabucak cevapladı. “Bu herifler ne işe yarıyor?!”

Xie Lian onu duymazdan gelerek sordu. “Kaç taneler?”

Bu kez Nan Feng cevap verdi. “Yüz civarı, muhtemelen biraz daha fazla!
Dışarı çıkma!”

Alçak köle gibi yaratıklar sayıca ne kadar fazla olursa o kadar güçlü
olurlardı. On taneden fazla olduklarında baş edilmeleri oldukça güçtü.
Yüzden fazla olduklarında? Onları ölüme sürüklemeye yeterde artarlardı
bile. Alt köleler normalde çok sayıda insanın bulunduğu yerlerde yaşamayı
tercih ederlerdi. Bu yüzden de Yu Jun Dağı gibi ıssız bir yerde bu kadar
fazla alt köle olmasını Xie Lian hiç beklemezdi. Xie Lian bir an
düşündükten sonra hafifçe kolunu kaldırdı, yarı yarıya sarılmış bileği
göründü. “Git.”

Sözleri söylediği anda sargılar kendiliğinden kolundan kaydı. Sanki


canlıymış gibi arabanın perdeleri arasından dışarı süzüldü.

Xie Lian nazikçe emir vermeden önce koltuğunda dimdik oturdu. “Onları
ölümüne boğ.”

Aniden gecenin ortasında beyaz bir engerek süzülmeye başladı.

Xie Lian’ın bileğindeki beyaz, ince bir ipekken en fazla birkaç chi
uzunluğunda görünüyordu. Ancak şimşekler kadar hızla savaşa girdiğinde
son derece uzun olduğu belliydi. ‘Çat çat’, ‘çat çat’ sesleriyle, başarılı
kopma sesleri havada yankılandı. Göz açıp kapatıncaya dek düzinelerce
vahşi kurt ve alçak kölenin boyunları beyaz ipek tarafından kırılmıştı!

*Chi: 33,333…cm

Nan Feng’in uğraştığı altı alçak köle anında vahşi bir şekilde can vererek
yere düşmüştü. Avucuyla iterek son kurdu da uçarak uzaklara gönderdi.
Ancak her ne kadar Nan Feng tehlikeden uzaklaşmış

olsa da bir parça bile rahatlamamıştı. Onun yerine arabaya doğru atıldı ve
inanamayarak bağırdı. “O

şey neydi?! Ruhani gücün olmadığı için büyülü silahları kullanamıyor


olman gerekmiyor muydu senin?!”

Xie Lian cevapladı. “Her konuda kaçınılmaz olarak istisnalar vardır…”

Nan Feng çok öfkeliydi. Bir eliyle düğün arabasına vurdu ve kükredi. “Xie
Lian! Açık konuş, o şey ne?!

O……”

Darbesiyle neredeyse tüm araba paramparça olacaktı. Bu yüzden Xie


Lian’ın elini kaldırmaktan ve kapıdan destek almaktan başka bir şansı
yoktu. Ama bir kez olsun az biraz korkmuştu. Nan Feng o sözleri söylerken
ki tonu, ona Feng Xin’in geçmişte kızdığı zamanki halini hatırlatmıştı.

Nan Feng hala cevabını bekliyordu ki aniden, askerlerin uzak çığlıkları


yankılandı. Fu Yao soğuk bir sesle konuştu. “Eğer konuşmak istiyorsan
önce şu düşman dalgasını geri püskürt!”

Nan Feng’in geri dönüp savaşmaktan başka bir şansı yoktu. Ancak Xie Lian
çabucak sersemliğinden kurtuldu. “Nan Feng, Fu Yao, siz gidebilirsiniz.”

Nan Feng arkasına baktı. “Ne?”

Xie Lian açıklamaya başladı. “Sizler arabaya yakın durmaya devam ettikçe
daha fazla yaratık gelecek.

Savaş hiç bitmeyecek. Bu nedenle diğerlerini de alarak uzaklaşın. Ben


burada kalıp Hayalet Damatla tanışacağım.”

Nan Feng tekrar küfretmeye başladı, “Senin……….”

Ancak Fu Yao soğuk bir sesle araya girdi. “O ipek kumaşı kullanabildiğine
göre hiçbir şey olmaz.

Onunla tartışacak kadar vaktin bolsa, yardım etmek için gelen askerlerle sen
ilgilen. Ben gidiyorum.”

Fu Yao oldukça kendinden emin ve rahattı. Aynı zamanda da dürüst;


gideceğini söylediğinde hemen gitmişti, bir an bile oyalanmamıştı. Nan
Feng dişlerini sıktı, içten içe diğer savaş tanrısının haksız olmadığının
farkındaydı. Bu nedenle yüzünü kalan askerlere döndü. “Benimle gelin!”

Sahiden onlar arabadan uzaklaştıktan sonra, her ne kadar önceki alçak


köleler ve kurtlar gitmemiş

olsa da artık yenileri gelmiyordu. İki zayıf savaş tanrısı kalan dört askeri
korudu. Dövüşürlerken Fu Yao nefretle konuşuyordu. “Gülünç. Ben
olmasam…”
Konuşmayı kesti. İki tanrı bakıştılar, bakışları tamamıyla tuhaftı. Fu Yao
kalan sözlerini yutarak başını çevirdi. Şu anda bu konuyu bir kenara
bırakmış ve bir daha açmayacaklardı. Onun yerine aceleyle ilerlemeye
devam ettiler.

Düğün arabasının etrafı cesetlerle kaplanmıştı.

İpek RuoYe arabaya tırmanmaya çalışan kalan tüm alçak köleleri ve kurtları
çoktan boğmuştu. Geri dönüp kendiliğinden tekrar Xie Lian’ın bileğine
nazikçe sarıldı. Tam bir karanlık ve ağaç hışırtılarıyla sarılmış olan Xie Lian
sakin ve sessiz bir şekilde düğün arabasında oturmaya devam etti.

Aniden her şey tamamen sessizleşti.

Rüzgarın sesi, ağaçların hışırtıları, canavarların kükremeleri. Bir saniye


içerisinde sanki onları korkutan bir şey varmış gibi ölüm sessizliği
çökmüştü.

Ardından iki hafif gülüş duydu.

Ses genç bir adama ait gibiydi, aynı zamanda bir delikanlıya da ait
olabilirdi.

Xie Lian olduğu yerde kaldı, konuşmadı.

İpek RuoYe bileğine sarılmıştı ve her an saldırmaya hazırdı. Gelen kişide


bir parça öldürme niyeti varsa, anında telaşla ileri atılarak on katıyla ona
karşılık verecekti.

Tuhaf bir şekilde Xie Lian ani bir saldırı veya öldürme isteğinden oluşan bir
patlamayla karşılaşmadı, olaylar beklediğinden tamamen farklı gelişti.

Düğün arabasının perdeleri hafifçe kaldırıldı. Kırmızı duvağının arasından


bakan Xie Lian, gelen kişinin ona elini uzattığını gördü.

Parmakları ve eklemleri belirgindi. Üçüncü parmağına kırmızı bir ip


bağlanmıştı. İnce ve solgun beyaz elde, renkli ve parlak bir kader
düğümüne benziyordu.
Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 8: Düğünü Hayalet Hazırlıyor, Düğün Arabasına Veliaht Prens


Biniyor Uzanmalı mıydı uzanmamalı mı?

Xie Lian sakin ve kendinde kaldı. Sonuçta gelmeden önce her şeyi
düşünemezlerdi. Bir zorlukla karşılaştığı anda bile güçlü ve sarsılmaz
davranmaya devam mı etmeliydi? Yoksa saklanma çabasıyla ürkekçe geriye
kaçan korkudan ödü patlamış bir yeni gelin gibi mi davranmalıydı?

Elin sahibi oldukça sabırlı ve kibardı. Xie Lian kımıldamadı, o yüzden el de


hareket etmedi, sanki elin sahibi onun bir cevap vermesini bekler gibiydi.

Epey bir zaman sonra, Xie Lian bir iblis tarafından ele geçirilmiş gibi
gerçekten de elini uzattı.

Ayağa kalktı, kapıyı kapatan perdeleri inmek için kenara itmek üzereydi.
Ancak dışarıdaki kişi ondan önce davrandı ve kırmızı perdeyi kaldırdı. Xie
Lian’ın elini tutmaya gelen kişi yanlışlıkla onu incitmekten
korkuyormuşçasına elini çok sıkı kavramamıştı. Bu, o kişinin oldukça
dikkatli ve tedbirli birisi olduğu izlenimini veriyordu.

Xie Lian başını eğmişti. Yavaşça arabadan inerken gelen kişinin onu
yönlendirmesine izin verdi. Yere baktığından gözüne hemen ayağının
yanındaki, ipek RuoYe tarafından ölümüne boğulmuş gibi görünen bir yığın
kurt ve alçak köle cesetleri çarptı. Xie Lian’ın düşünceleri başka yöne
kayarken, hafifçe tökezledi. Şaşırmış bir şekilde nefesi kesilirken öne doğru
düşmeye başlamıştı.

Gelen kişi hemen desteklemek için elini Xie Lian’ın sırtına koydu, böylece
düşmeden önce onu yakalayabildi.

Xie Lian bu fırsatı diğer kişinin bileğini kavramak için kullandı. Ancak eli
sadece soğuk ve sert bir şeye temas etti. Görünüşe göre gelen kişi bir çift
gümüş kol zırhı takıyordu.
Kol zırhları göz kamaştırıcı ve ince bir güzelliğe sahipti. Eskiden kalma
desenlerle donatılmışlardı.

Akçaağaç yaprakları, kelebekler, uğursuz ve yırtıcı canavarlar da üzerlerine


işlenmişti. Oldukça gizemli görünüyor ve Merkez Ovalara aitmiş gibi
durmuyorlardı. Daha çok küçük egzotik bir kabileden kalma antikalar
gibiydiler. Bileklerini kusursuzca kaplıyor, nazik ve çevik görünmesini
sağlıyorlardı.

Buz gibi soğuk gümüş, ölüm kadar solgun eller... Hayattan yoksunmuş
fakat aynı zamanda ölüm saçan bir ruh ve kötü niyetler barındırıyormuş gibi
görünüyorlardı.

Xie Lian’ın düşüşü sahteydi, karşısındaki kişiyi incelemek için yapmıştı. O


anda bile RuoYe elbisenin geniş kollarının içinde gizliyken yavaşça
bileklerinde dönüyor, saldırmak için uygun zamanı bekliyordu. Ancak gelen
kişi bir kez daha elini tuttu ve onu ileri doğru götürmeye devam etti.

Xie Lian’ın başı hâlâ duvakla örtülü olduğu için net bir şekilde
göremiyordu. Aynı zamanda zaman kazanmakta istiyordu. Bu yüzden
kasıtlı olarak yavaş yürüdü. Fakat beklemediği bir şekilde diğer kişi de
onun hızına uydurdu ve inanılmaz yavaş bir şekilde yürümeye başladılar.
Elleri hala Xie Lian’ın düşeceğinden korkarmış gibi ona destek oluyor ve
yanında yürümesi için çekiyordu.

Xie Lian gardını indirmemiş ve son derece tetikte olsa da diğer kişinin ona
nasıl davrandığını görünce düşünmeden edemedi, Eğer bu kişi gerçekten de
hayalet damatsa, hakikatten de kibar ve son derece düşünceli
davranıyormuş.

O anda, Xie Lian aniden aşırı derecede net bir çınlama sesi duydu. İkisi her
adım attıklarında net ses bir kez çınlıyordu. Xie Lian bu sesin ne olabileceği
üzerine düşünürken aniden vahşi canavarların bastırılmış kükremeleri her
yönden gelmeye başladı.

Vahşi kurtlar!

Xie Lian, bileğindeki RuoYe aniden gerilirken hafifçe hareket etti.


O daha hiçbir şey yapamadan elini tutan kişinin onu rahatlatmak ve
endişelenmemesini söylemek istercesine iki kez elini okşayacağını kim
bilebilirdi ki? Bu iki okşama son derece kibar bir hareket sayılabilecek
kadar yumuşaktı. Xie Lian alçak sesli kükremelerin çoktan kaybolmaya
başladığını fark edince biraz şaşırmıştı. Tekrar dikkatle dinlemeye çalışınca
aniden kurtların kükremiyor veya hırlamıyor olduklarını anladı. Aksine
sızlanıyorlardı.

Bu sesler vahşi canavarların korkudan ödleri patlayınca çıkardıkları


seslerdi. Canavarların tek bir adım atamayacak haldeyken ki inlemeleri,
ölümden önceki son gayretlerinin hıçkırıklarıydı…

Xie Lian’ın yanındaki kişiye olan merakı daha da arttı. O anda, sadece
duvağını çıkarıp ona bakmak istiyordu ancak bu hareketin uygun
olmadığının farkındaydı. Bu yüzden Xie Lian sadece duvaktaki küçük
aralıktan göz atarak büyük resmi görememesine rağmen küçük parçaları
birleştirmeye çalıştı.

Bu bakışla Xie Lian kırmızı bir kıyafetin kenarını görebildi. Kırmızı


kıyafetin altında bir çift deri bot vardı. O anda telaş etmeden yürüyorlardı.

Bu kişinin hareketleri biraz dikkatsiz gibiydi, hafif ve canlı zıplayışlar


adımlarına karışıyordu. Bu, onun hareketli bir gençmiş gibi görünmesine
neden oluyordu. Ancak bir planı veya kesin bir hedefi varmış

gibi de yürüyordu, hiç kimse onu durduramaz gibiydi. Yoluna çıkmaya


cesaret edenlerden geriye sadece külleri kalırdı. Bütün bunlar Xie Lian’ın
onun hakkında çıkarım yapmasını zorlaştırıyordu.

Hâlâ içinden tahminlerde bulunurken beyaz ve korkunç bir şey aniden


görüş alanına girdi.

Bir kafatasıydı.

Xie Lian bir anlığına duraksadı.

Tek bir bakışla bu kafatasının pozisyonunda yanlış bir şeyler olduğunu


anlamıştı. Kesinlikle bir rünün kenarında duruyordu. Xie Lian eğer biri ona
dokunursa tüm ağın o anda saldırmaya başlayacağından korktu. Ancak genç
adam hiçbir şeyin farkında değilmiş gibi ilerlemeye devam ediyordu. Xie
Lian, genci uyarması mı uyarmaması mı gerektiğini düşünürken bir çıtırt
sesi duydu. Bu trajik ezilme sesiyle Xie Lian boş boş bakarak, genç adamın
ayağını kafatasına basıp onu tozla dumana çevirmesini izledi.

Ardından kafa tasını ayağının altında ezen bu kişi hiçbir şey hissetmemiş
veya fark etmemiş gibi yürümeye devam etti.

Xie Lian. “…”

Bu herif gerçekten de… Tek bir adımla… Tüm rünü… Boş bir toz yığınına
çevirmişti…

O anda genç adam aniden durdu. Xie Lian’in kalbi, genç adamın bir şey
yapmak üzere olduğu için durakladığını düşünerek hareketlendi. Ancak
genç onu ileri doğru yönlendirmeye devam etmeden önce sadece bir
saniyeliğine duraklamıştı. İki adım sonra yumuşak pat sesleri başlarının
üzerinde yankılandı, yağmur damlalarının bir şemsiyeye çarparken
çıkarttığı sese benziyordu. Görünüşe göre genç adam durduğu zaman bir
şemsiye açmıştı.

Her ne kadar böyle düşüncelerin zamanı olmasa da, Xie Lian genç adamı bu
kadar düşünceli olduğu için övmeden edemedi. Ancak bir gariplik varmış
gibi hissediyordu, Yağmur mu başladı?

Sessiz, karanlık dağlarda ve kalın otlarla kaplı ormanlarda dağın


derinliklerindeki bir grup vahşi kurdun aya karşı uludu duyuldu. Xie Lian
seslerin biraz önce çektikleri bir ziyafeti kutlamak için olup olmadığını
bilmiyordu, ancak soğuk havada, hafif bir kan kokusu yavaşça yayılmaya
başladı.

Bu durum ve manzaranın şeytani bir cazibesi vardı. Yine de genç adam, bir
yandan elini tutup onu yavaşça yönlendirirken bir yandan da şemsiyeyi
tutmaya devam etti. Nedensiz de olsa, tüm bunlar gezintilerini, sanki
birbirlerini içtenlikle seviyorlarmış ve asla ayrılamazlarmış gibi, romantik
ve işveli bir hâle getirmişti.
Garip yağmur tuhaf bir şekilde gelip tuhaf bir şekilde son bulmuştu.
Şemsiyeye çarpan yağmur damlalarının sesinin kaybolması uzun sürmedi
ve o genç adam da durmuştu. Şemsiyesini kaldırmış

gibiydi. Aynı anda Xie Lian’ın elini bırakmış ve ona bir adım daha
yaklaşmıştı.

Biraz önce elini tutarak onu buraya getiren el, nazikçe duvağına
dokunduktan sonra yavaş yavaş tülü kaldırmaya başladı.

Xie Lian tüm yürüyüşleri boyunca bu anı beklemişti. Sallanan kırmızı


perdenin, gözlerinin önünden yavaşça çekilmesini izlerken hiç hareket
etmedi...

İpek kumaş RuoYe harekete geçti!

Bunun nedeni gençten yayılmaya başlayan bir öldürme isteği değildi. Xie
Lian ilk hamleyi yapıp ilk saldıran kişi olmak istemişti. Diğer kişi hareket
edemez bir hale gelince güzel bir şekilde sohbet edebilirlerdi.

İpek kumaş RuoYe’nin uçtuktan sonra yanında sert bir esinti getireceği
kimin aklına gelirdi ki? Kırmızı duvak genç adamın elinden ayrıldı ve
uçuştuktan sonra tekrar düştü. Xie Lian, RuoYe geri dönmeden önce sadece
gencin kırmızı giydiğini görebilmişti.

Beklenmedik bir şekilde o genç aniden bin gümüş kelebeğe bölünmüştü.


Kelebekler gümüşi bir ışık patlamasıyla dağılırken, bir yıldız rüzgarı kadar
parlak ve sersemleticiydiler.

Her ne kadar ne yeri ne zamanı olsa da, Xie Lian sahnenin büyüsüne
kapılmaktan kendisini alamadı, ancak ondan sonra iki adım geri çekildi.
Manzara gerçekten de muhteşemdi, sanki sadece rüyalarda görülebilecek
fantastik bir sahneydi.

O anda bir gümüş kelebek tembelce önünde uçmaya başladı. Xie Lian daha
onu incelemeyi başaramadan kelebek onun etrafında iki tur atmıştı.
Ardından parlayan rüzgarla birleşip gökyüzünü dolduran gümüş renkli
ışığın bir parçası oldu. Kanatlarını çırpan kelebekler yukarı uçup gittiler.
Xie Lian ancak uzunca bir süre geçtikten sonra sersemliğinden çıkabilmişti.
İçinden, Sonuç olarak bu genç adam, hayalet damat mıydı yoksa değil
miydi?

İçten içe öyle olmadığını hissediyordu. Eğer hayalet damat olsaydı Yu Jun
Dağı’ndaki kurtların onun yardımcısı olması gerekirdi. Ama eğer durum
böyleyse neden o kurtlar onu gördüğünde o kadar çok korkmuşlardı? Ayrıca
yolda gelirken gördükleri rün de hayalet damat tarafından kurulmuş
olmalıydı.

Fakat, o genç gelişigüzel bir biçimde… Rünü ezip bir çöp yığınına
çevirmişti.

Diğer yandan eğer o genç hayalet damat değilse neden arabaya gelini
kaçırmak için gelmişti?

Xie Lian düşünmeye devam ettikçe durum daha da garip bir hal almaya
başlıyordu. Bir yandan düşünerek ipek kumaş RuoYe’yi omuzlarına attı,
Olanları unutalım. Tesadüf eseri geçen biri olması ihtimali de var. Şimdilik
onu bir kenara koyalım. Burada olma nedenim daha önemli.

Xie Lian etrafına baktığı anda şaşkın bir ses çıkarttı. Biraz uzakta bir bina
vardı. Orada dururken oldukça ağır ve çakılıp kalmış gibi görünüyordu.

Onu buraya genç adam getirdiği için ve o yapı büyük bir titizlikle bu kafa
karıştırıcı rünle gizlenmiş

olduğu için gidip kontrol etmesi Xie Lian için zorunlu bir hal aldı.

Aniden durmadan önce sadece birkaç adım atabilmişti ve bir süre


düşündükten sonra geri gidip yerde duran duvağı aldı. Üzerindeki tozu
silkeleyip elinde tutarak tekrar binaya doğru yürüdü.

Binanın kırmızı duvarları, bariz bir şekilde benekli olan tuğlarla beraber,
oldukça uzundu. Şehrin tanrısı için olan eski bir tapınağa benziyordu.
Ayrıca, Xie Lian’ın deneyimlerine göre, bu binanın yapısı bir savaş tanrısı
tapınağı olmasını olağan kılıyordu. Xie Lian kafasını kaldırınca giriş
kapısının üzerindeki metala işlenmiş üç büyük kelime gördü.
“Ming Guang Tapınağı”!

Kuzey’in savaş tanrısı, General Ming Guang. Tam olarak Ling Wen’in daha
önce ruhani iletişim rününde bahsettiği tanrıydı, tütsüleri kuzeyde refahla
yanan General Pei. Yakınlarda Ming Guang Tapınağı değil de Nan Yang
Tapınağı bulmalarına şaşmamalıydı. O bölgedeki Ming Guang Tapınağının
Yu Jun Dağı’nda olduğu ortaya çıkmıştı sonuçta, lakin bu tapınak kafa
karıştırıcı bir rünle mühürlenmişti. Yoksa… Hayalet damat ve General
Ming Guang arasında bir ilişki olabilir miydi?

Fakat bu General Ming Guang’ın kendi başarısıyla gurur duyan ve


güçleriyle kendini beğenmiş biri olduğu söylenebilirdi. Ek olarak kuzeydeki
pozisyonu sabitti. Xie Lian, kişisel olarak böyle bir savaş

tanrısının hayalet damat gibi kirli bir işe bulaşmaya gönüllü olacağına
ihtimal vermedi. Diğer yandan şanssız ve korkunç bir şeyin yerini işgal
ettiğinden habersiz olması da pek tuhaf sayılmazdı. En iyisi olanları biraz
daha inceledikten sonra sonuç çıkarmak, altta ne gerçekler yattığını
bulmaktı.

Xie Lian yürüdü. Tapınağın kapısı kapalı olmasına rağmen kilitlenmemişti.


Dolayısıyla tek bir itişle açıldı. Kapı açıldıktan sonra garip bir koku tüm
duyularına saldırmıştı.

Uzun bir süre kullanılmamanın verdiği toz kokusu değildi. Hayır, hafif bir
çürük kokusuydu.

Xie Lian içeri girip, tapınağa kimse girmemiş gibi göstermek için,
arkasından giriş kapısını kapattı. Ana salonun ortasındaki sunağa bağışlar
için bir ilahi heykel koyulmuştu. Doğal olarak bu ilahi heykel kuzeyin savaş
tanrısı General Ming Guang’ın tasviriydi.

Heykeller, kuklalar ve portreler gibi insana benzeyen objelerin çoğu


kolayca kötü etkilerle bozulabilirdi. Bu yüzden Xie Lian’ın ilk yaptığı şey
öne yürüyerek ilahi heykeli incelemek olmuştu.

Biraz baktıktan sonra sonuca vardı: bu ilahi heykel harikulade bir biçimde
yapılmıştı. Belinde yeşim taşından yapılma bir kemer vardı ve elinde çift
kenarlı bir kılıç tutuyordu. Ayrıca etkileyici ve görkemli gözüken yakışıklı
bir yüzü vardı. Bu ilahi heykelle alakalı bir problem yoktu. Dahası çürük
koku da bu heykelden gelmiyordu. Bu yüzden Xie Lian onu umursamayı
bırakıp döndü. Ana holün arka kısmına gidip bakmaya karar verdi.

Ancak Xie Lian arkasını döndüğü anda gözbebekleri küçülürken dona


kalmıştı.

Kıpkırmızı düğün elbisesi giyen ve duvaklarla kaplanmış bir grup kadın


kaskatı bir şekilde önünde duruyordu.

Ayrıca, hafif çürük kokusu o kadınların bedenlerinden yayılıyordu.

Xie Lian kadınları saymaya başlamadan önce hızla sakinleşti. Bir, iki, üç,
dört… Tam on yediye kadar saydı.

Gerçekten de Yu Jun Dağı bölgesinde kaybolan on yedi gelindiler!

Bazılarının üzerindeki elbisenin kırmızısı biraz solmuş görünüyordu,


kıyafetlerin kendileri ise yırtık pırtık ve eskiydi. Bu gelinler ilk kaybolanlar
olmalıydı. Diğer yandan bazılarının düğün elbisesi oldukça yeniydi.
Elbiselerin stilleri de günü modasına uygundu. Ayrıca o cesetlerden gelen
çürüme kokusu oldukça azdı. Bunlar da daha yeni kaybolan gelinler
olmalıydılar. Xie Lian, gelinlerden birinin duvağını kaldırmadan önce biraz
düşündü. Ancak yine de bir göz atmaya karar verdi.

Kırmızı duvağın altındaki yüz son derece solgundu. Cildinin tonu çok
beyazdı, aslında biraz yeşil gözüküyordu. Sönük ay ışığında oldukça
korkutucu bir görünüme bürünmüştü fakat onun hakkındaki en korkutucu
olan şey öldükten sonra kasları kasılı kalmış olmasına rağmen, bükük
yüzünde hâlâ kaskatı bir gülümseme olmasıydı.

Xie Lian onun yanındaki kızın duvağını çıkardı. Yine kızın dudakları aynı
gülümsemeyle kıvrılmıştı.

Hakikatten, odadaki düğün kıyafetleri giyen cansız insanların hepsi ölümde


bile gülümsüyorlardı.
Kulağının yanında Xie Lian o garip şarkıyı söyleyen çocuğun sesini
duymaya başladı. “Yeni gelin, yeni gelin, kırmızı düğün arabasındaki yeni
gelin… Yaşlarla dolan gözler, dağın tümseklerinden geçiyor, duvağın
altında neşeyle gülümseme…”

Aniden tapınağın dışından gelen tuhaf bir ses duydu.

Gerçekten de tuhaf bir sesti. O kadar tuhaftı ki neye benzediğini tarif etmek
oldukça zordu. Aslında, iki kalın kumaşa sarılmış sopanın yere vurulması
gibiydi ses. Aynı zamanda ağır bir objenin hareket eden başka bir objeye
yapışarak zorla yerde sürünme sesine de benziyordu. Bu ses ilk başta
uzaktan geliyordu ancak son derece hızlıydı. Hemencecik tapınağın giriş
kapısında gelmişti. Uzun bir gıcıııır ile tapınağın kapısı tamamen açıldı.

Gelen bir insan veya başka bir şey olsa da muhtemelen hayalet damattı. Ve
şimdi, evine geri dönmüştü!

Ana holün sonunda çıkış yoktu, yani Xie Lian’ın saklanabileceği hiçbir yer
yoktu. Yanındaki gelinler gözüne çarpmadan önce kısa bir süre düşündü.
Sessiz ve hareketsiz bir hâle gelip gelin grubunun yanında durmaya başladı
ve hemen duvağıyla tekrar yüzünü örttü.

Eğer sadece üç beş beden olsaydı, o zaman tabii ki bir şeylerin yanlış
olduğunu tek bakışta anlamak kolay olurdu. Lakin o anda orada toplamda
on yedi ceset vardı. Xie Lian’ın yaptığı gibi tek tek sayılmazsa, birinin
orada saklanıyor olduğunu kestirmek kolay değildi.

Birinin ayaklarını vura vura odaya geldiğini duyduğunda daha yeni kendini
gelinlerin arasında yerleştirmişti.

Xie Lian orada hareketsizce dururken sesin ne olduğu hakkında düşünmeye


başladı. O tam olarak neydi? Her ses arasındaki duraklamalar bir kişinin
ayak seslerini andırıyordu lakin nasıl bir şeyin bu tür ayak sesleri olabilirdi
ki? Bu kesinlikle beni buraya getiren genç değil. O acelesiz ve keyifli bir
şekilde yürüyor, çınlama sesleri de adımlarını takip ediyordu.

Aniden Xie Lian’ın aklına bir şey geldi. Anında kalbi sıkıştı. Bu kötüydü!
Boyu yanlıştı!
Sonuçta tüm cesetler kadındı fakat o bir erkekti. Doğal olarak cesetlerden
daha uzundu. Kimse ilk bakışta orada fazladan birinin olduğunu
söyleyemese de, diğerlerinden özellikle daha uzun birini fark etmek hiçte
zor olmazdı.

Ancak biraz daha kafa yorduktan sonra Xie Lian hemen sakinleşti.
Gerçekten de oldukça uzundu fakat o genç kız Minik Ying, saçına sadece
basitçe şekil vermişti. Fazla bir şey yapmamıştı.

Diğer yandan tüm gelinler giyinip kuşanmışlardı. Saçlarına o kadar yüksek


bir saç stili yapılmıştı ki saç telleri neredeyse gökyüzüne yükseliyordu. Ek
olarak Anka Taçları sayesinde boyları epeyce daha uzamıştı. Hepsi hesaba
katıldığında, bazı gelinler muhtemelen ondan çokta kısa değildi. Yani uzun
boylu olsa da çok göze batmazdı.

Xie Lian bunu düşünürken bir kez daha önceki vuruş sesini duydu. Bu sefer
sadece altı, yedi metre ötedeymiş gibi geliyordu.

Bir süre sonra vuruş sesi tekrar duyuldu. Bu sefer daha da yakındı.

Xie Lian sonunda hayalet damadın ne yapıyor olduğunu fark etti.

Her gelinin duvağını kaldırıp cesetlerin yüzlerini teker teker kontrol


ediyordu!

Pat!

Eğer şimdi harekete geçmezse daha iyi bir zaman bulabilir miydi? İpek
kumaş RuoYe uçup hayalet damada hızla çarptı.

Ardından siyah bir sis odayı doldurmadan önce yüksek bir ses duydu. Xie
Lian bu sisin zehirli olup olmadığını bilmiyordu ve vücudunun koruyan hiç
ruhani gücü olmadığı için hemen eliyle burnunu ve ağzını kapatarak nefes
almayı kesti. Aynı anda sisi hızlıca dağıtmak için RuoYe’nin dans edip
rüzgar oluşturmasını sağladı.

Aniden vuruş sesleri tekrar duyuldu. Xie Lian gözlerini kıstı, tapınağın giriş
kapısından geçen küçük ve kısa bir gölge vardı. Tapınağın kapısının
tamamen açık olması nedeniyle siyah sis bulutu dışarı çıkıp ormana doğru
gitmeye başlamıştı.

Xie Lian hızla karar verdikten sonra hemen arkasından gitti. Beklenmedik
bir şekilde daha çok fazla adım atamamıştı ki ormanın içindeki ateş
pırıltıları gökyüzüne yükseldi. Uzaktan öldürme isteğiyle dolu olan sesler
oraya yakınlaştı. “Hadi gidelim!”

Bir delikanlının sesi özellikle yankılanıyordu. “Çirkin yaratığı yakalayın ve


insanlarımızın kötüden kurtulmasına yardım edin! Çirkin yaratığı yakalayın
ve insanlarımızın kötüden kurtulmasına yardım edin! Ödüle gelince, eşit
olarak aramızda bölüşebiliriz!”

Bu tam olarak önceki delikanlı liderdi. Xie Lian içinden şikâyet etmeye
başladı. Bir grup insan önceden dağı arayacaklarını söylemişti. Gerçekten
de ansızın gelivermişlerdi! Normalde kafa karıştıran bir rün her şeyi
kapattığı için burayı bulamamaları gerekiyordu ancak o rün çoktan genç
adam tarafından yok edilmişti! Bu kör kediler gerçekten de ölü fareyle
karşılaşmış, hayalet damadı bulabilmişlerdi.

*ÇN: Kör kedinin ölü fareyle karşılaşması, kötü şans anlamına gelir.

Xie Lian tekrar baktı. O insanların olduğu yön… Tesadüfen hayalet


damadın kaçtığı yön gibi gözüküyordu!

Xie Lian ipek kumaş RuoYe’ı kapıp bağırırken o tarafa doğru aceleyle
koştu. “Orada durun ve hareket etmeyin!”

Herkes şaşkınlıktan kalakaldı. Xie Lian konuşmaya devam etmek


istediğinde delikanlı hevesli bir şekilde sordu. “Genç bayan, hayalet damat
tarafından yakalanıp zorla Yu Jun Dağı’na getirildiniz, değil mi? Adınız ne?
Buraya sizi kurtarmaya geldik, artık rahat edebilirsiniz!”

Xie Lian bu saçma sapan sözlere bir an şaşırmıştı. Ardından, sonunda bir
kızın düğün elbisesi içinde olduğu aklına geldi. Nan Yang Tapınağında ayna
yoktu o yüzden o anda nasıl göründüğünü bilmiyordu. Lakin, verdikleri
tepkilere bakılırsa o genç bayan Minik Ying yaptığı işte oldukça iyiydi.
Sonuçta bu insanlar başta şaşırmış, sonra ona gerçek bir gelinmiş gibi
davranmışlardı. Dahası, bu delikanlı muhtemelen onun on yedinci gelin
olmasını umuyordu, o şekilde ödülü alması onun için daha kolay olurdu.

Ne olursa olsun bu şartlar altında o köylülerin her yerde koşuşturmasına


izin veremezdi. Ancak hayalet damadın hâlâ kaçıyor olduğunun da garantisi
yoktu. Şanslıydı ki iki siyah kıyafetli genç sonunda gelmeyi
başarabilmişlerdi. Xie Lian hemen bağırdı. “Nan Feng, Fu Yao, hemen
gelip bana yardım edin!”

O iki küçük savaş tanrısı sesiyle beraber habersizce döndüklerinde ikisi de


ona boş boş bakmaya başladılar. Ardından aynı anda iki adım gerilediler.
Onların tepki verebilmesi için, Xie Lian’ın birkaç kez daha seslenmesi
gerekmişti.

Xie Lian sordu. “Siz oradan geldiniz değil mi? Yolda herhangi bir şeye
rastladınız mı?”

Nan Feng cevapladı. “Rastlamadık!”

Bunu duyunca Xie Lian ekledi. “Güzel. Fu Yao, hızlıca bu patikadan gidip
araştırma yap. Her yere bak ve hayalet damadın kaçmadığından emin ol.”

Fu Yao bunu duyduktan sonra anında arkasını dönüp ayrıldı. Xie Lian
konuşmaya devam etti. “Nan Feng, bu yeri koru ve tek bir kişinin bile
ayrılmadığından emin ol. Eğer Fu Yao hayalet damadı dağlarda bulamazsa
o zaman hayalet damat bu grup insanın içine karışmış olmalı!”

Bunu duyduklarında iri yarı olan adamların hepsi kalakalmıştı. O delikanlı


çoktan kadın olmadığını fark ettiğinden ilk atlayan olmuştu. “Kimse
buradan ayrılamaz mı? Neden seni dinlemeliyiz ki?! Kimse onları
dinlemesin…”

Nan Feng yumruk attığında, delikanlı ayakta duramadı bile. Aniden kalın
gövdeli uzun bir ağaç ortasından bölünerek yere düşmüştü. Oradaki herkes,
bu gencin tüm cümlenin bitmesini bile beklemeden yumruk sallamaya
başladığını hatırladı. Eğer daha önceki kırdığı sütun gibi ikiye bölünecek
olsalar, onlara para ödenmesi bile anlamını kaybederdi. Böylece herkes
çenesini kapattı.

O delikanlı tekrar konuştu. “Hayalet damadın bu grubun içinde olduğunu


söylüyorsun, yani bu grubun içinde olmak zorunda mı? Buradaki herkesin
adı soyadı var! Eğer bana inanmıyorsan buraya gel ve ateşi yüzlerimizi
aydınlatmak için kullan! Herkesi tek tek kontrol et!”

Xie Lian konuştu. “Nan Feng.”

Nan Feng, delikanlının meşalesini aldı ve herkesi tek tek kontrol etmeye
başladı. Herkesin alınları terden boncuk boncuk olmuştu. Bazıları gergin,
bazıları ne yapacağını bilemiyormuş gibi görünüyordu. Bazıları
heyecanlandı ve bazıları oldukça canlıydı. Xie Lian nedenini
anlamadıklarını düşündüğünden grubun önüne yürüyüp konuştu. “Önceki
kabalığımı affedin. Hayalet damadı yaraladım ancak elimden kaçtı.
Kesinlikle çok uzağa gitmiş olamaz. Benim bu iki genç arkadaşım buraya
gelirken yolda onunla karşılaşmamışlar o yüzden sizin içinize kendisini
saklamış

olabileceğinden korkuyorum. Hepinizin birbirinize daha dikkatli bir şekilde


bakmanızı istiyorum.

Dikkatlice herkesin yüzünü kontrol edip tanımadığınız birinin olmadığından


emin olun.”

Hayalet damadın muhtemelen içlerinde olduğunu duyunca herkesin tüyleri


diken diken olmuştu.

Birbirlerine dehşetle bakarken dikkatsiz olmayı göze alamadılar. Ardından


‘Sen bana bakıyorsun, ben sana bakıyorum’ oyununu oynamaya başladılar.
Birbirleriyle uzun bir süre bakıştıktan sonra aniden içlerinden birisi değişik
bir tonla bağırdı. “Neden buradasın?”

Xie Lian oraya doğru gidip sorarken şaşırmıştı. “O kim?

Delikanlı köşeyi aydınlatmadan önce birinin meşalesini kapıp bağırdı. “Bu


çirkin kız!”
Gösterdiği kişi aslında… Minik Ying’di. Işığın altında Minik Ying’in çarpık
bir burun ve eğimli gözlere sahip yüzü, biraz yamuk görünüyordu. Bu kadar
bariz bir şekilde ortaya çıkmaya dayanamıyormuş

gibi, diğerlerinin bakışlarından korunmak için elini kaldırıp yüzünü örttü.


“Ben… Ben sadece rahat edemedim o yüzden gelip bir bakmaya karar
verdim…”

Korkuyla nasıl sarsıldığını görünce Xie Lian delikanlının elinden meşaleyi


aldı, ardından kalabalığa sordu. “Sonuç ne?”

Herkes kafalarını sallamaya başladı. “Tanımadığımız kimse yok.”

“Buradaki herkesi daha önce gördük.”

Nan Feng sordu. “Kendini birinin vücuduna bağlamış olabilir mi?”

Xie Lian cevap vermeden önce bir süre düşündü. “Bu pek mümkün değil. O
şey katıydı.”

Nan Feng ona hatırlattı. “Ancak o şey zaten ‘Gazap’ sınıfı. Formunu
değiştirip değiştiremediğini kestirmek güç.”

İkisinin kararsız kaldığını görünce delikanlı bağırmaya başladı. “Hayalet


damat bizden biri değil! Siz de açıkça gördünüz değil mi?! Eğer
gördüyseniz gitmemize izin verin!”

Aralıklarla kelimeleri yankılandı. Xie Lian konuşmadan önce bakışlarını


üzerlerinde gezdirdi. “Millet, lütfen Ming Guang tapınağının önünde durun,
ayrılmayın.”

Herkes yakınmak istedi fakat Nan Feng’in kasvetli ve katı ifadesini görünce
kimse cesaret edemedi.

Aynı anda Fu Yao dönmüştü, bildirdi. “Yakınlarda değil.”

Bunu duyunca Xie Lian, Ming Guang Tapınağının önündeki gergin


kalabalığa baktı. Ardından yavaşça beyan etti. “O halde hayalet damat bu
kalabalığın içinde olmalı.”
Çevirmen: Kae

Not: İşler kızışıyor…

Bölüm 9: Dağa Kilitlenen Antik Tapınak, Cesetler Asılmış Orman Fu


Yao kalabalığın arasında saklanmakta olan Minik Ying’i fark etti. Kaşlarını
çattı. “Neden burada bir kadın var?”

He ne kadar sesi saldırgan olmasa da, iyi niyetli de sayılmazdı. Bu yüzden


Minik Ying onu duyduğunda başını eğdi. Onun yerine Xie Lian cevap
verdi. “Bir aksilik yaşayacağımızdan korkmuş, bu yüzden kontrol etmek
için geldi.”

Fu Yao izleyenlere dönerek başka bir soru sordu. “Siz onunla mı geldiniz?”

İlk başta kalabalık cevap vermeden önce tereddüt etti.

“Hatırlamıyorum.”

“Söylemesi güç.”

“Hayır. Gelirken o yanımızda değildi, değil mi?”

“Neyse ne, ben onu görmedim.”

“Ben de.”

Minik Ying aceleyle konuştu. “Çünkü sizi gizlice takip ettim.”

Delikanlı anında sorguladı. “Neden bizi takip ettin? Suçluluk mu


duyuyorsun? Belki de hayalet damat sensindir?”

Sözlerini bitirdiği gibi Minik Ying’in etrafındaki insanlar ansızın dağılmıştı,


geniş ve boş bir çemberde kız tek başına kalmıştı. Minik Ying telaşla
ellerini salladı. “Hayır…… Hayır ben Minik Ying! Ben sahiden oyum!”
Ardından Xie Lian’a doğru döndü. “Genç beyim, daha yeni karşılaştık!
Makyaj yapmanıza, giyinmenize ve hazırlanmanıza yardım ettim…”

Xie Lian. “…..”

Minik Ying’in sözlerini duyunca herkes bir anda gözlerini Xie Lian’a
çevirmişti. Kendi aralarında fısıldaşmaya başlayanlar bile vardı. Xie Lian
bölüp pörçük ‘dönme’, ‘anormal’, ‘inanamıyorum’ gibi birkaç kelime
yakaladı.

Xie Lian birkaç kez öksürdükten sonra açıklama yaptı. “Bunlar... Görev için
gerekliydi. Görev gerektiriyordu. Nan Feng, Fu Yao, siz……”

Ancak Xie Lian başını çevirip onlara baktığında Nan Feng ve Fu Yao’nun
ona tuhaf tuhaf baktığını fark etti. Ek olarak ondan ihtiyatlı bir şekilde
uzaklaşmaya başlamışlardı.

Bu bakışların hedefi olmak Xie Lian’ın tüylerini diken diken etmişti. “……
Söylemek istediğiniz bir şey var mı?”

Xie Lian’ın aklına bir kızın makyajla efsanevi ve esrarengiz sonuçlar


yaratacağı nereden gelirdi ki?

Minik Ying ona sadece şık bir şekilde çizerek kaşlarını nasıl düzelteceğini,
yüzüne nasıl beyaz pudra süreceğini ve dudaklarını koyu kırmızı boyayla
nasıl boyayacağını öğretmişti. Ancak eğer Xie Lian konuşmasa narin, nazik
ve güzel bir genç hanımdan ayırt edilemezdi.

Bu yüzden de aniden ona bakan ikili, kalplerinin hızla titrediğini


hissetmişti. Görüntüyü inanılmaz buluyorlardı; öyle ki hayatın kendisini
sorgularken baştan aşağıya tedirgin hissetmişlerdi. Xie Lian’ın yüzü hala
kendi yüzüne benziyordu ama Fu Yao ve Nan Feng onun şu anki
görüntüsüne bakınca sanki konuştukları kişiyi tanımıyormuş gibiydiler.

Fu Yao, Nan Feng’e sordu. “Söylemek istediğin bir şey var mı?”

Nan Feng anında başını iki yana salladı. “Söylemek istediğim hiçbir şey
yok.”
“……” Xie Lian tekrar konuştu. “Bir şeyler söyleseniz belki daha iyi
olurdu.”

O sırada kalabalıktaki insanlar konuşmaya başladı.

“Ne? Ming Guang Tapınağı mı bu?”

Diğerleri de onu izledi, herkes önlerindeki tuhaf görüntüye bakıyordu.


Ancak Xie Lian aniden konuştu.

“Evet, bu bir Ming Guang Tapınağı.”

Nan Feng ses tonundaki tuhaflığı fark etmişti. “Sorun ne?”

Xie Lian. “Kuzey açıkça General Ming Guang’ın bölgesidir. Ne adına


yanan tütsüler az ne de güçsüz bir tanrı. Ancak Yu Jun Dağı’nın altında
neden sadece bir Nan Yang tapınağı var?”

Bir tanrının Savaş Tanrısı Semavi İmparator’a neden dualarını gönderdiğini


anlamak kolaydı. Sonuçta geçen milenyumdaki bir numaralı Savaş
Tanrısıydı ve mevkisi General Ming Guang’ı aşardı. Doğal olarak ne kadar
üst ve daha itibarlı bir yere gelirsen, o kadar garantide ve güvende olurdun.

Ancak General Ming Guang’ın konumu General Nan Yang’a denkti ve ikisi
arasında neredeyse hiçbir fark yoktu. İkisi arasında ayrım yapılacak olursa
General Ming Guang’ın dokuz bin tapınağı varken General Nan Yang’ın
sekiz bin tane daha vardı. Xie Lian sahiden neden General Ming Guang’ın
yakındaki bir yerdeki tapınaklarından vazgeçerek uzaklardakilere ulaşmaya
çalıştığını anlamamıştı.

Konuşmaya devam etti. “Normalde eğer Yu Jun Dağı’ndaki Ming Guang


Tapınağı hayalet damat tarafından alınmış olsaydı ve insanlar ulaşamasaydı
bile, bir başka yere Ming Guang Tapınağı inşa ederlerdi. Ancak nedense
buraya bir başka Savaş Tanrısının tapınağı inşa edilmiş.”

Fu Yao hemen anlamıştı. “Başka bir sebebi olmalı.”

Xie Lian. “Evet, Yu Jun Dağı bölgesine insanların Ming Guang Tapınakları
inşa etmeyi bırakmasının başka bir nedeni olmalı. Lütfen bana bir kez daha
ruhani güçlerinizden ödünç verin. Korkarım gidip sormam gerek...”

O sırada bir bağırma duyuldu. “Çok fazla gelin var, ah!”

Sesin tapınağın içinden geldiğini fark edince, Xie Lian anında oraya döndü.
İnsanlara tapınağın dışındaki açık alanda durmalarını söylemişti ama
görünüşe göre onu duymazlıktan gelerek içeri koşmuşlardı!

Nan Feng bağırdı. “Tehlikeli bir durumdayız, koşturup durmayın!”

Ancak delikanlı konuştu. “Onları dinlemeyin! Bize dokunmaya cüret


edemezler! Biz iyi insanlarız, bizi öldürebilirler mi sahiden? Herkes
kalksın! Kalkın, kalkın!”

Bu delikanlı, üçünün ciddi bir şekilde yakalarına yapışıp onları


dövemeyeceklerini fark etmişti. Bu yüzden de tamamen pervasız
davranıyordu.

Bunu görünce Nan Feng yumruklarını sıktı, kendisini tutmaya çalışıyor


gibiydi. Ancak Nan Yang Sarayı altındaki bir savaş tanrısı olarak, istese bile
sıradan bir insana zarar veremezdi. Eğer denetleyen bir tanrı bunu öğrenirse
onu şikayet eder ve sonrasında yaşanacak olan şeyler hiçte keyifli olmazdı.

Delikanlı sinsi sinsi güldükten sonra alayla konuştu. “Ne yapmaya


çalıştığınızı anlamadım mı sanıyorsunuz? Bizi kandırarak burada
tutacaksınız, böylece siz kendi başınıza gizemi çözerek tüm ödüle
konacaksınız!”

Kışkırtıcı sözleri insanların neredeyse yarısını tedirgin etmişti. Bu yüzden


delikanlıyı takip ederek tapınağa koşmaya başladılar. Fu Yao ilgisizce kol
yenlerini düzeltti. “Bırak ne isterlerse yapsınlar.

Aşağılık ve sıradan insan grubu.”

Ses tonu tiksinti doluydu, artık onların hiçbirisi umurunda değilmiş gibiydi.

Ardından Ming Guang Tapınağından bir başka çığlık yükseldi. “Bunların


hepsi ölmüş aah!”
Delikanlı da sorarken şoktaydı. “Ölmüşler mi?!”

“Hepsi ölmüş!”

“Ne kötü ayinler! Bazı gelinler onlarca yıl önce ölmüş, derileri nasıl
çürümemiş??”

Fakat delikanlının şoku atlatması çok uzun sürmemişti. “Ölmüşlerse de


sorun değil. Gelinlerin cesetlerini dağdan indirelim. Sonuçta aileleri her
şekilde onları geri satın almak isteyecektir.”

Xie Lian bu sözleri duyunca bakışları çöktü. İnsanlar delikanlının sözlerini


düşününce mantıklı olduğuna karar verdiler. Bazılar iç çekti, bazıları bıyık
altından bir şeyler mırıldandı ve bazıları daha da neşelendi.

Xie Lian tapınağın eşiğine yakın bir yerde durdu. “İlk olarak dışarı
çıkmanız daha iyi olur. Bu tapınak yıllardır havalandırılmamış bu yüzden
ölüm enerjisi yerleşmiş. Sıradan insanların soluması iyi olmaz.”

Sözleri çok mantıklıydı, herkes onun sözünü dinleseler mi dinlemeseler mi


diye düşünüyordu.

Ardından Minik Ying sessizce konuştu. “Böyle davranmayı bırakın. Burası


tehlikeli bir yer, genç beyi dinleseniz daha iyi olmaz mı? Dışarı gelin,
oturalım.”

Ancak kalabalık Xie Lian ve ekibini duymuyordu bile, onu neden


dinleyeceklerdi ki? Kimse kızın söylediklerine kulak asmadı. Ama Minik
Ying’in cesareti kırılmamıştı ve sözlerini birkaç kez daha tekrarladı.

Onu duymazdan gelerek delikanlı kalabalığı yönlendirmeye başladı.


“Beyler, en taze cesetleri seçmemiş gerek. Eğer ceset çok yaşlı olursa ailesi
de ölmüş olabilir. Böylece cesetleri aşağıya taşırken gücümüzü boşuna
harcamamış oluruz.”

Beklenmedik bir şekilde delikanlıyı zeki ve yetenekli olduğu için övenler


çıktı. Bunları duyunca Xie Lian gülse mi ağlasa mı bilemedi.
Bu sırada göz ucuyla bir şeyin hareket ettiğini gördü, hemen uyardı.
“Duvaklarını açmayın! Duvaklar ölüm enerjisi ve yang enerjisini
engelleyebilir. Vücutlarınızdaki yang enerjisi çok güçlü. Eğer cesetler onu
sömürürse sizi koruyabileceğimizi garanti edemem.”

Ancak insanlar taze cesetleri seçmekle meşgul oldukları için çoktan


duvakların büyük bir kısmını açmışlardı. Xie Lian kapıdan girmekte olan
Nan Feng’le bakıştı, ardından başını iki yana salladı.

İnsanları durduramayacağını biliyordu. Sonuçta onları kan kusana ve


hareket edemeyecek hale gelene dek dövemezdi.

Sahiden onları hareket edemeyecek hale getirirlerse ve sonrasında bir olay


yaşanırsa insanların kaçamamasına neden olurlardı. Xie Lian kendisini aciz
hissediyordu.

O anda meraklı bir adam gelinlerden birinin duvağını kaldırdı ve bağırdı.


“Vay anasını! Bu genç kız cennete yükselecek kadar güzel!”

Herkes etrafına toplanarak kızı tartışmaya başladı.

“Muhtemelen daha kocasının eşiğinden adım atmamıştı değil mi? Öylece


ölmesi çok yazık olmuş.”

“Kıyafetleri biraz yırtılmış ama bu kız sahiden en güzeli!”

Gelin muhtemelen daha yeni ölmüştü, çünkü cildi hala oldukça esnek
görünüyordu. Birisi galeyana getirmek için sordu. “Yüzüne dokunmaya
cesaret edebilecek var mı?”

Delikanlı anında cevapladı. “Neden korkacakmışız?”

Sözlerini bitirdiği gibi cesedin yüzünü iki kez çimdikledi. Delikanlı elinin
altındaki cildin insanın kalbini acıtacak kadar yumuşak olduğunu
hissetmişti. Kızı birkaç kez daha elledi.

Xie Lian daha fazla izlemeye dayanamayacaktı, tam oraya giderek


delikanlıyı durdurmak üzereyken Minik Ying koşarak geldi. “Yapma
böyle!”
Delikanlı onu bir kenara ittirdi. “Biz büyüklerine engel olma!”

Ancak Minik Ying tekrar ayağa kalkmıştı. “Bu yaptığınız şeylerle


Cennet’in gazabını üstünüze çekiyorsunuz!”

Bu kez delikanlı da sinirlenmişti. “S*ktir git! Çirkin! Çirkin olduğun


yetmezmiş gibi bir de baş

belasısın!”

Küfrederken, bir yandan da kızı tekmelemeye başlamıştı. Xie Lian uzanarak


Minik Ying’i yakasından yakaladı ve kaldırarak delikanlıdan uzaklaştırdı.
Ancak hemen bunun ardından bir ‘bam’ sesi duyuldu, delikanlı bağırmaya
başlamıştı. “Kim bana vurdu?!”

Xie Lian tekrar ona döndü. Delikanlının başı ciddi şekilde yaralanmıştı,
üstelik delinmişti de. Kanla kaplanmış bir taş yere düşmüştü. Minik Ying
bir an boş boş baktıktan sonra aceleyle konuştu. “Özür dilerim, özür
dilerim. Ben…. Ben korkmuştum ve yanlışlıkla taşı fırlattım……”

Ancak Minik Ying suçu kabullenmek için ileri çıkmış olsa da ona kimse
inanmamıştı. Çünkü taşın geldiği yönle tamamen zıt bir yerde duruyordu.
Taş delikanlının arkasındaki pencere tarafından gelmişti.

Bu yüzden delikanlı acıyla haykırdığı anda herkesin gözleri pencereye


dönmüştü. Tam zamanında bakıp pencerenin önünden geçmekte olan bir
insanın gölgesini görmüşlerdi.

Delikanlı tuhaf bir halde bağırdı. “Oydu! Yüzü bandajlı çirkin yaratıktı!”

Xie Lian, Minik Ying’i Nan Feng’in ellerine teslim ettikten sonra oraya
doğru yaklaştı. Ardından sağ

eliyle pervazdan destek alarak atladı ve yaratığı ormana doğru takip etmeye
başladı. Ödüle ortak olmak isteyen birkaç cesur adamda onu takip ederek
pencereden atladı.

Ancak Xie Lian ormanın sınırına geldiğinde aniden kanın pis kokusunu
aldı. Tamamen tetikte bir halde, bir tuhaflık olduğunu hissetmişti ve anında
durdu. “İçeri girmeyin!”

Xie Lian onları uyarmak istemişti ancak insanlar Xie Lian’ın duraksamasını
öne geçmek için bir fırsat olarak görmüşlerdi. Durmadılar ve doğrudan
ormana koştular. Tapınaktaki diğer insanlar da dışarı fırlamıştı. Xie Lian’ı
ormanın sınırında dikilirken görünce, cesareti olmayanlar izlemek için
yanına toplanmaya başladılar.

İnsanın kanını donduran çığlıklar duyulana dek çok beklemeleri


gerekmemişti. Birkaç karanlık gölge ormanda ormandan dışarı çıktı. Önden
koşarak ormana giren kişilerdi. Tökezleyen siyah figürler ayışığının
parlayarak onları aydınlattığı bir alana gelene dek sallandılar. Ve insanlar
onları açık bir şekilde görebildikleri anda korkudan yerlerine mıhlandılar.

İnsanlar ormana girdiklerinde hala hayattaydılar. O zaman neden dışarı


çıkarken kanla kaplanmışlardı?

Yüzlerinden kıyafetlerine, kan lekeleriyle baştan aşağı kaplanmışlardı.


Sanki vücutlarının her yerinden kan fışkırıyordu. Sıradan bir insanın bu
kadar kan kaybettikten sonra yaşayabilmesi imkansızdı.

Ancak karşılarındakiler adım adım onlara doğru ilerliyordu. Herkes o kadar


çok korkmuştu ki aynı anda Xie Lian’ın arkasına saklanmak için gerilediler.

Xie Lian elini kaldırdı. “Sakin olun. Kan onlara ait değil.”

Ormandan çıkanlar da konuştu. “Sahi, ah! Kan bize ait değil, bu... Bu…”

Kanla kaplanmış yüzleri, korkmuş ifadelerini gizlemekte başarılı


olamıyordu. Onların bakışlarını takip eden insanlar da gözlerini ormana
çevirdiler. Oldukça karanlıktı, ormanda tam olarak ne olduğunu kestirmek
güçtü. Xie Lian bir meşale aldı ve ormanı aydınlatmak için elinde
meşaleyle birkaç adım attı.

Ormandan meşalesine bir şey damladı ve bir cıs sesiyle yok oldu. Xie Lian
meşalesine bir bakış
attıktan sonra başını yukarı kaldırdı. Bir an düşündükten sonra elini kaldırdı
ve meşaleyi fırlattı.

Her ne kadar meşale sadece bir anlığına gökyüzünü aydınlatmış olsa da,
herkes açıkça ağaçların üzerinde ne olduğunu görmüştü.

Oldukça uzun siyah saçlar, ölüm kadar solgun yüzler, paramparça asker
cübbeleri ve havada bir ileri bir geri sallanan bir kollar…

Farklı boylardaki kırktan fazla erkek cesedi ağaçlara asılmış, havada


sallanıyorlardı. Xie Lian taze kanın ne zamandır aktığını bilmiyordu ama
hala kurumamıştı.

Pıt, pat. Pıt, pat. Yukarıdan kanları süzülen cesetlerle dolu orman korkutucu
görünüyordu.

Yanlarındaki insanların hepsi güçlü ve kuvvetli erkeklerdi. Ancak daha


önce bu kadar tüyler ürpertici bir şeyi nasıl görmüş olabilirlerdi? Her biri o
kadar korkmuştu ki boş gözlerle bakarken hiçbirinin ağzını bıçak
açmıyordu. Ve Nan Feng ile Fu Yao geldiğinde ikisinin de bakışları ormana
odaklanmıştı.

Bir an sonra Nan Feng konuştu. “Yeşil hayalet.”

Fu Yao cevapladı. “Doğru, bu onun en sevdiği numara.”

Nan Feng, Xie Lian’a döndü. “Oraya gitme. Eğer sahiden oysa işler
oldukça zor bir hal alır.”

Xie Lian da ona döndü. “Siz neden bahsediyorsunuz?”

Nan Feng cevapladı. “Yıkım’a yakın.”

Kafası karışan Xie Lian sordu. “Yıkım’a yakın ne demek? Neredeyse


Yıkım Sınıfına ulaşmış bir yaratık mı?”

Fu Yao cevap verdi. “Az çok. ‘Yıkıma Yakın’ Yeşil Hayalet. Ling Wen
Sarayı’nda değerlendirilmiş bir
‘Gazap’, ancak ‘Yıkım’ sınıfına fazlasıyla yakın olduğunu belirttiler.
Cesetleri ağaçlara asmayı çok seviyor ve ceset ormanları oluşturuyor, bunun
gibi. Ünlü olmasının bir nedeni de bu.”

Fu Yao’nun açıklamasını duyunca Xie Lian kendi kendine yorum yaptı,


isim tamamen gereksizdi. Eğer

‘Yıkım’ seviyesindeyse ‘Yıkım’ seviyesindeydi. Değilse değildi. Tıpkı


‘yükselmiş’ ve ‘henüz yükselmemiş’ olarak ifade edilmesi gibi.
‘Yükselmeye yakın’ ya da ‘yükselmeye yaklaşan’ gibi bir şey yoktu
sonuçta. ‘Yakın’ kelimesinin eklenmesi insanı tuhaf hissettiriyordu.

Xie Lian’ın aklına aniden onu arabadan çıkartan ve elini tutarak onu buraya
getiren genç adam geldi.

O sırada genç adamın açtığı şemsiyeye çarpan yağmur damlaları duymuştu.


Genç adam şemsiyeyi kan yağmurundan ıslanmalarını engellemek için mi
açmıştı?

Xie Lian kısık bir sesle “Ah.” dedi. Yanındaki iki savaş tanrısı hemen sordu.
“Sorun ne?”

Xie Lian kısaca onlara arabada karşılaştığı genç adamdan ve onu nasıl
buraya getirdiğinden bahsetti.

Sözlerini bitirdiğinde Fu Yao şüpheci bir tavırla konuştu. “Buraya


geldiğimizde tuhaf bir rün olduğunu hissetmiştim. Oldukça tehlikeliydi. O
adam çaba dahi harcamadan rünü yok etti mi diyorsun?”

Xie Lian içinden geçirdi, Çaba harcamadan demek doğru olmaz, üstüne
basıverdi sadece! Umurunda dahi olmadı.

Ancak Xie Lian bunları dile getirmedi. “Evet öyle. Bu yüzden ‘Yıkıma
Yakın’ Yeşil Hayalet o muydu sizce?”

Nan Feng bir an düşündükten sonra cevapladı. “Daha önce Yeşil Hayaleti
hiç görmedim, o yüzden yorum yapması zor. Bu genç adamın ayırt edici bir
özelliği var mıydı?”
Xie Lian. “Gümüş kelebekler.”

Biraz önce ceset ormanını gördüklerinde Nan Feng ve Fu Yao’nun ifadeleri


tamamen sakin kabul edilebilirdi. Ancak kelimeler Xie Lian’ın ağzından
çıktığı anda anında yüzleri değişti.

Fu Yao kuşkulu bir sesle sordu. “Ne dedin? Gümüş kelebekler mi? Ne tür
gümüş kelebekler?”

Xie Lian çok önemli bir şey söylediğini hissediyordu. Cevap verdi,
“Gümüştüler, ama aynı zamanda kristalden yapılmış gibi de görünüyorlardı.
İnanılmaz güzel oldukları halde canlı değillerdi.”

Ardından Nan Feng ve Fu Yao’nun bakıştığını fark etti. Her ikisinin de


benzi ölü beyazına dönene dek solmuş, inanılmaz çirkin bir hal almıştı.

Bir süre sonra Fu Yao derin bir sesle konuştu. “Gidelim. Hemen buradan
gidelim.”

Xie Lian. “Daha hayalet damat meselesi çözülmedi, nasıl gideriz?”

Fu Yao. “Çözülmedi mi?”

Fu Yao arkasını döndü ve acı bir şekilde gülümsedi, “Sahiden ölümlülerin


diyarında çok uzun süre yaşamışsın. Hayalet damat ‘Gazap’tan fazlası
değil. Ormana cesetleri asan Yeşil Hayalet bile sadece

‘Yıkıma Yakın’ ve ancak bizim başımızı ağrıtır.”

Duraksadıktan sonra Fu Yao devam etti, sesi beklenmedik şekilde katıydı.


“Ancak, o gümüş

kelebeklerin efendisinin kim olduğunu musun?”

Xie Lian dürüst bir şekilde cevapladı. “Hayır, bilmiyorum.”

“……” Fu Yao sertçe konuştu. “Bilmiyorsan bile şu anda sana açıklamaya


vaktim yok. Karşına alabileceğin birisi değil sadece. Aceleyle Cennete
gidip buraya kalabalık bir kurtarma ekibi göndermek gerek.”
Xie Lian. “O zaman, siz önden gidebilirsiniz.”

“Sen………”

Xie Lian açıkladı. “O gümüş kelebeklerin efendisinden gelen bir kötülük


hissetmedim. Kötü emellerini gizliyor olsa ve söylediğiniz kadar korkunç
birisi olsa bile, korkarım Yu Jun Dağı sınırlarından kaçmamız oldukça zor
olacaktır. Böyle bir durumda birisinin geride kalarak burayı koruması
mantıklı olur. Bu yüzden sizin önden gitmeniz ve bana bir kurtarma ekibi
göndermeyi denemeniz daha iyi olur.”

Fu Yao’nun orada kalarak tüm bu sıkıntılı işlerle ilgilenmek istemediği çok


belliydi. Kalmak istemediği için Xie Lian da onu orada kalmaya
zorlamayacaktı.

Fu Yao gerçekten de dosdoğru bir adamdı. Tek kelime etmeden omuz silkti
ve sahiden gitti.

Xie Lian, Nan Feng’e döndü. Konuşmak ve savaş tanrısını genç adam
hakkında sorgulamak üzereydi ancak aniden kalabalıktaki insanlar
bağırmaya başladı. Birisi seslendi. “Yakaladık, yakaladık onu!”

Böylece Xie Lian’ın Nan Feng’e soru soracak vakti kalmamıştı. Hemen
onlara döndü. “Ne yakaladınız?”

İki kanlı figür ormandan dışarı çıktı. Birisi güçlü ve kaslı bir adamdı.
Ormana koşmak için önden giden kişilerdendi. Şaşırtıcı şekilde cesetlerin
kan yağmurundan korkarak geri çekilmemişti. Cüretkar ve gözü pek
birisiydi demek ki sahiden.

Diğer kişi ise güçlü adamın şaşmaz kavrayışıyla sürüklenen küçük bir
oğlandı. Çocuğun başı ve yüzüne dağınık bir biçimde bandajlar sarılmıştı.

Xie Lian hala Şanslı Tesadüf Dükkanı ndaki çaycının sözlerini unutmamıştı:
“Söylentilere göre hayalet damat, Yu Jun Dağı’nda yaşayan çirkin bir
yaratıkmış. Çok çirkin doğmuş olduğu için hiçbir kadın onu sevmezmiş. Bu
yüzden kin tutmaya başlamış ve yine bu yüzden çiftlerin mutlu bir olay
yaşamalarını engellemek için diğer adamların gelinlerini kaçırmış.”
O sırada Xie Lian ve diğerleri bunların sadece söylenti olduğunu
düşünmüşlerdi. Şaşırtıcı şekilde sahiden böyle birisi vardı.

Ama varsa, vardı. Hayalet damat olup olmadığı tamamen başka bir
meseleydi. Xie Lian tam dikkatli bir şekilde çocuğun üzerindeki sargıları
çıkartacaktı ki Minik Ying aceleyle koşarak bağırdı.

“Yanılıyorsunuz! O hayalet damat değil, değil!”

Delikanlı sert bir şekilde onu yalanladı. “Onu suçüstü yakaladık ve sen
gelmiş o değil mi diyorsun?

Ben…”

Bir anda sanki bir şeylerin farkına varmış gibi durdu. “Ah, neden bu kadar
tuhaf davrandığını sorup duruyordum, sense sürekli ‘öyle değil’ deyip
duruyorsun. Hayalet damatla birlikte çalışıyorsun sen de!”

Minik Ying suçlama nedeniyle irkildi ve ellerini defalarca inkar ederek


salladı. “Hayır, hayır. Benim bir alakam yok, onun da. O sahiden hiçbir şey
yapmadı. O sadece sıradan… Sıradan…”

Delikanlı agresif bir şekilde üsteledi. “Sıradan ne? Sıradan çirkin bir yaratık
mı?”

Umursamadan çocuğun başındaki sargıları çekiştirdi. “O zaman başka


erkeklerin karılarını çalmaya bayılan bu sıradan hayalet damat nasıl
görünüyormuş bir bakalım.”

Hareketi çocuğun başındaki sargıların gevşemesine neden oldu. Bunun


üzerine oğlan başına sarılarak çığlık attı. Sesi korku doluydu, hem kederli
hem de oldukça acınası bir haldeydi. Xie Lian delikanlının kolunu yakaladı.
“Yeter.”

Çocuğun zavallı çığlıklarını duyduğu gibi Minik Ying’in gözlerinden yaşlar


akmaya başlamıştı. Ancak Xie Lian’ın olaya müdahil olduğunu gördüğünde
sanki bir umut ışığı görmüş gibiydi. Anında koluna sarıldı ve yalvardı.
“Genç… Genç beyim, yardım edin. Ona yardım edin.”
Xie Lian ona baktı. Minik Ying anında utanmış bir halde kolunu bıraktı.
Kız sanki ona dokunduğu için artık Xie Lian’ın ondan hoşlanmayacağından
ve bu yüzden de yardım etmekten vazgeçeceğinden korkar gibiydi.

Xie Lian onu rahatlattı. “Sorun değil.”

Ardından kanlı bandajlarla sarılmış çocuğa bir kez daha döndü. Aniden
çocuğun ona kan çanağına dönmüş gözlerle baktığını fark etti. Hatta
kolundan sarkmakta olan sargıların arasındaki boşluktan onu izliyordu. Bir
an baktıktan sonra hemen başını eğdi ve sargısını tekrar düzeltti.

Her ne kadar yüzünü göstermemiş olsa da ortaya çıkan o küçük deri parçası
oldukça korkutucuydu.

Yüzü vahşi alevlerle yanmış gibiydi. O sargıların altında nasıl dehşet verici
bir yüzü olduğunu tahmin

etmek çok zor değildi. Gören herkesin nefesi kesilmişti, tepkileri ise
çocuğun daha da küçülmesine yol açmıştı.

Xie Lian hem Minik Ying’in hem çocuğun sanki tüm bir yıl boyunca hiç
güneşi görmemiş ve insanlarla karşılaşmaya korkarlarmış gibi aynı tavırla
sindiklerini fark etti. Xie Lian iç çekti, yanındaki delikanlı hemen alarma
geçmişti. “Ne yapmak istiyorsun? Hayalet damadı biz yakaladık!”

Xie Lian onu bıraktı ve açıklamaya başladı. “Korkarım mesele bu kadar


basit değil. Biraz önce arkadaşım onu bu bölgede aradı ve bulamadı. Bu
oğlan muhtemelen sonradan geldi. Gerçek hayalet damat hala bir yerlerde
saklanıyor.”

Minik Ying cesaretini topladı. “Ödülü istiyorsunuz... Ama rastgele insanları


tutup suçlu olduklarını söyleyemezsiniz!”

Delikanlı bunu duyduğunda tekrar bir harekette bulunmak ister gibiydi.


Olaylar başladığından beri bu delikanlı Xie Lian’a dert çıkartmaktan başka
hiçbir şey yapmamıştı. Sabrı tükenen Xie Lian elini salladı.
İpek RuoYe ansızın atılarak delikanlıya çarpıp takla atmasına neden oldu.
Görünüşe göre Nan Feng de bıkmıştı, hızla bir tekme de o savurdu. En
sonunda delikanlı yere çarptı ve bir daha kalkmadı.

Delikanlı, kalabalığı kışkırtmakta uzmandı. O hareket etmeyi bırakınca


kalabalığın takip edebileceği kimse kalmamıştı. Bu yüzden oldukça
uslandılar. Hatta bir iki bağırış dışında, ağızlarını bile açmadılar.

Xie Lian kendi kendine söylendi, En sonunda şu işi çözmeye


başlayabilirim.

Yerdeki çocuğu bir an ölçüp biçtikten sonra Xie Lian sordu. “Pencereden
taş atan sen miydin?”

Her ne kadar sesi nazik olsa da oğlan hala sarsılmış bir haldeydi. Tekrar
gizlice Xie Lian’a baktıktan sonra başını salladı. Minik Ying onun yerine
cevap verdi. “Kimseyi incitmek istemiyor. O delikanlının bana vuracak gibi
göründüğünü fark etti sadece, bu yüzden bana yardım etmek istedi…”

Xie Lian tekrar sordu. “Ağaçlara asılan cesetler, o ormanda neler


döndüğünü biliyor musun?”

Minik Ying cevap verdi. “Ben bilmiyorum ama cesetleri onun


asmadığından eminim...”

Oğlan titremeye devam etti ancak en sonunda başını sallamaya başlamıştı.


Arkasından olayları izlemekte olan Nan Feng aniden konuşmaya katıldı.
“Yeşil Hayalet Qi Rong kim biliyor musun?”

İsmi duyunca Xie Lian irkildi. Diğer taraftan oğlanın ismi tanımadığı
aşikardı. İsme hiç tepki vermemiş

ve Nan Feng’e cevap vermeye de cesaret edemiyordu. Minik Ying konuştu.


“O… O sadece korkuyor ve o yüzden konuşmak istemiyor…”

Tüm gücüyle oğlanı korumaya devam ediyordu. Bu yüzden Xie Lian sıcak
bir sesle ona döndü. “Genç hanım Minik Ying, bu çocuğun nesi var?
Bildiğin her şeyi benimle paylaş lütfen.”
Xie Lian’ı görünce Minik Ying bir yerden cesaret bulmuş gibiydi. Ateşin
ışıkları yüzünü aydınlattığında bile saklanmadı.

Onun yerine konuşurken ellerini birbirine kenetlemişti. “Sahiden hiçbir


kötülük yapmadı. Bu çocuk Yu Jun Dağı’nda yaşıyor. Acıktığı zaman
dağdan inerek yemek için bir şeyler çalar. Bir keresinde benim evime
geldi… Nasıl konuşması gerektiğini bilmediğini ve dahası yüzünde yaralar
olduğunu fark ettim.

Bu yüzden yüzünü sarması için ona sargılar buldum ve bazen ona yiyecek
götürdüm…”

İlk başta Xie Lian onların bir çift olabileceğini düşünmüştü. Ancak şimdi
Minik Ying’in oğlanı nasıl koruduğuna şahit olunca küçük kardeşini
koruyan bir abla, öğrencilerini koruyan bir öğretmen gibi göründüğünü fark
etmişti.

Minik Ying konuşmaya devam etti. “Sonra bir sürü kişi onun hayalet damat
olduğuna inandı. Elimden gelen bir şey yoktu ve tek yapabileceğim hızla
gerçek kötünün yakalanmasını ummaktı… Genç Bey, siz ve arkadaşlarınız
hem güçlüydünüz hem de hayalet damadı yakalamak için gelin kılığına bile
girdiniz,

ben de bu yüzden sizin asla yanlış kişiyi yakalamayacağınızı düşündüm.


Çünkü o kesinlikle gelip sizi düğün arabanızdan kaçırmadı. Ancak giderken
delikanlının ve diğerlerinin dağa çıkarak arama yapmak niyetinde
olduklarını duydum. Çok endişelendim, bu yüzden onları kontrol etmek için
gizlice takip ettim.”

Oğlanı korumak için önüne geçti, birisinin çıkıp tekrar vurmasından


korkuyor gibiydi. Ardından yeniden konuşmaya başladı. “O sahiden hayalet
damat değil. Ona bir bakın, birkaç kişi bile onu böylesine hırpalayabiliyor.
Gelin arabalarına eşlik eden onca askerin üstesinden tek başına nasıl gelmiş
olabilir...?”

Xie Lian, Nan Feng’le bakıştı, her ikisinin de başı ağrıyordu.


Eğer Minik Ying’in söyledikleri doğruysa, bu oğlanın onların şu anki
görevleriyle hiçbir alakası yoktu.

Sargılı oğlan, ‘Gazap’ hayalet damat, ‘Yıkıma Yakın’ Yeşil Hayalet... Ah ve


tabi konuşmada bahsi geçince dahi tanrıların yüz ifadesini tümden
değiştiren gümüş kelebeklerin güçlü efendisini de unutmamak lazımdı.

Küçük Yu Jun Dağı’nın sahiden çok fazla ziyaretçisi vardı. İnsanı başa
çıkılması oldukça güç bir duruma sokuyordu. Kim kimdi? Kimin kiminle
ilişkisi vardı? Xie Lian düşüncelerin kafasında uçtuğunu hissediyordu.

Xie Lian kaşlarının arasını ovdu. Şu anlık Minik Ying’in sözlerinin içten mi
yalan mı olduğuna kafa yormamaya karar verdi. Onun yerine aniden aklına
sormak istediği bir soru gelmişti. “Genç Hanım Minik Ying, her zaman Yu
Jun Dağı bölgesinde mi yaşıyordun?”

Minik Ying cevapladı. “Evet. Hep burada yaşıyordum, o yüzden onun


hiçbir kötülük yapmadığına kefil olabilirim.”

Xie Lian sorusunu değiştirdi. “Hayır kastettiğim farklı bir şeydi. Yu Jun
Dağı bölgesinde, buradaki tapınak dışında başka bir Ming Guang Tapınağı
var mıydı?”

Minik Ying bir süre boş gözlerle baktı. “Bu...”

Bir süre düşündükten sonra devam etti. “Evet, vardı.”

Cevabını duyunca Xie Lian aniden oldukça önemli bir noktaya parmak
bastığını hissetti.

“O zaman neden dağın altında sadece Nan Yang Tapınakları var ve neden
Ming Guang Tapınakları yok?”

Minik Ying başını kaşıyarak cevap verdi. “Önceden vardı. Ancak


duyduğuma göre insanlar ne zaman Ming Guang Tapınağı inşa etmek istese
tapınak ya yanıyormuş ya da başka bir sebeple tamamlanamıyormuş. Birisi
çıkıp General Ming Guang’ın bu bölgeyi koruyamamak için bir nedeni
olduğunu korkarak söylemiş. Bu yüzden de Nan Yang Tapınakları inşa
edilmeye başlanmış…”

Nan Feng, Xie Lian’ın bakışlarının odaklandığını fark etti, “Sorun ne?”

Xie Lian aniden her şeyin çok basit olduğunu fark etmişti.

Gülümseyemeyen gelinler, nedensiz yere alev alan tapınaklar, tuhaf bir


rünle kilitlenmiş Ming Guang Tapınağı, General Pei’nin etkileyici görünen
İlahi heykeli ve ipek RuoYe değdikten sonra kaybolan hayalet damat ––––

Çok basitti!

Ancak her zaman görüş alanını kapatan bir şey olduğu için Xie Lian bu
basit gerçeği en başından fark edememişti!

Aniden Nan Feng’i yakalayarak haykırdı. “Bana ruhani gücünden ödünç


ver!”

Bir anda yakalanınca Nan Feng boş gözlerle baktı, ardından aceleyle
avucunu Xie Lian’ın eline bastırıp sordu. “Neler oluyor?”

Xie Lian koşmaya başlarken onu da yanında sürükledi. “Daha sonra


açıklarım! Şimdilik on sekiz gelinin hizaya getirmek için bir yol düşün!”

Nan Feng. “Neyin var? Sadece on yedi gelin var ancak seni eklersek on
sekiz ediyor!”

Xie Lian cevap verdi. “Hayır, hayır, hayır! Önceden on yedi ceset vardı ama
şu anda on sekiz tane var!

On sekiz cesedin içinde birisi sahte ––– hayalet damat aralarına karıştı!”

Çevirmen: Nynaeve
Bölüm 10: Dağa Kilitlenen Antik Tapınak, Cesetler Asılmış Orman
İkisi koşarak Ming Guang Tapınağı’na gittiler. Ancak vardıklarında ana
salon tamamen boştu.

Gelinlerden geriye kalan tek şey korkunç bir kırmızı duvak yığınıydı.

Bunu görünce Xie Lian kendi kendine düşündü, Çok kötü, çok kötü.
Ölecekler, tamamen ölecekler!

Aceleyle yerdeki duvakları toplamaya başladı. Hepsini topladığı anda


tapınağın dışında endişeli haykırışlar duyuluyordu. Nan Feng ve Xie Lian
pencereden baktıklarında, kızıl düğün giysileri içindeki yaklaşık bir düzine
kadının köylülerin çevresini sardığını gördüler. Yavaş yavaş onlara
yaklaşıyorlardı.

Kadınların ölüm kadar solgun yüzleri, birer gülümsemeyle süslenmişti.


Elleri vücutlarına dik bir şekilde önlerine uzanmıştı. Bunlar kesinlikle
tapınaktaki gelinlerdi!

Çaresiz bir şekilde gelinlerin yaklaşmasını izleyen köylülerin hiçbirisi


sakinliğini koruyamıyordu. Artık kimsenin sargılı çocukla ilgilenecek vakti
yoktu ve hemen kaçmaya başlamışlardı. Minik Ying anında çocuğa destek
olmak için yanına gitti, Xie Lian ise aciz bir şekilde bağırdı. “Kaçmayın!”

Bu gece kim bilir kaç kez bu sözleri söylemişti. Ne zaman bir şey olsa Xie
Lian’a en az otuz, kırk kez aynı şeyi söyletiyorlardı fakat insanlar her
seferinde onun uyarılarına kulak tıkıyordu. Sahiden çok güçsüz
hissediyordu.

Xie Lian elini salladı ve ipek RuoYe gökyüzünde uçmaya başladı. O alışkın
olduğu birkaç işareti yaptıktan sonra ipek RuoYe havada kendiliğinden
süzülmeye başladı. Hareketleri kutsal bir kadının dansına benziyordu,
oldukça göz alıcı bir görüntüydü.

Ve gelinlerin çok büyük bir kısmı, neşeli bir havayla dönmekte olan ve
arada sırada geçerken onlara kuyruğuyla dokunan canlı şeyi gördüklerinde,
ipek RuoYe’nin cazibesine kapılmıştı.
Ancak ormanın derinliklerinden gelen ağır kan kokusuna tutulmuş yedi
gelin daha vardı. Bu sırada o tarafa doğru yavaşça ilerlemekteydiler. Xie
Lian hemen konuştu. “Nan Feng, yakala onları. Dağdan inmelerine izin
verme!”

Başka bir şey söylemesine gerek yoktu, Nan Feng alelacele onların peşine
düşmüştü. Diğer taraftan iki gelin Xie Lian’a saldırmaya başladı. Yaklaşan
on parmağın tırnakları kan kırmızısı ve inanılmaz keskindi.

Xie Lian karşılık olarak yerden topladığı duvaklardan ikisini çıkardı ve


aniden onların üzerine attı.

Duvaklar havada uçup düzgün bir şekilde iki gelinin başına takıldı.
Gelinlerin hareketler anında durağanlaşmıştı.

Duvak başlarına takıldığında, burunları ve gözleri kalın bir kumaş


tabakasıyla kaplanmıştı. Gelinler artık insanları ne görebiliyor ne
yaşayanların kokularını alabiliyorlardı. Ayrıca bedenleri hala cesetlere ait
katılığa sahip olduğu için, kollarını bükmeleri ve duvakları çıkartmaları
mümkün değildi. Tek yapabilecekleri ellerini uzatıp her yere rastgele pençe
atmaktı, sanki saklambaç oynuyormuş gibi görünüyorlardı.

Sahne son derece korkutucu olmakla birlikte aynı zamanda da komikti. Xie
Lian iki gelinin önünde durup denemek için ellerini yüzlerinin önünde
salladı. Onun varlığından tamamen habersiz olduklarını ve ellerini tamamen
ters yönlere doğru uzattıklarını görünce Xie Lian düşünmeye başladı. Bir an
sonra en sonunda dayanamadı. “Beni affedin.”

Xie Lian gelinlerin birer elini tutarak birbirlerinin boyunlarına koydu.


Aniden bir şeye dokunan gelinlerin ikisi de şaşkındı. Hiçbir şey
göremedikleri için de vahşi bir şekilde birbirlerini yok etmeye başladılar.
Xie Lian hemen oradan kaçtı ve eliyle bir işaret yaptı. İpek RuoYe onu
solgun bir gökkuşağı ışığıyla takip edip sessizce yere düştü, kocaman beyaz
bir çember oluşturmuştu. Xie Lian hala dört bir yana kaçmakta olan
köylülere seslendi. “Herkes çemberin içine girsin!”

Kaçmakta olan insanlar tereddüt etti ama Minik Ying çoktan sargılı çocuğu
da getirerek çemberin içine girmişti. Bir an düşündükten sonra Minik Ying
tekrar koştu, bayılmış ve hala yerde yatmakta olan delikanlıyı da
sürükleyerek çemberin içine getirdi.

Bu sırada başka bir gelin beyaz çemberin kenarına atlamıştı. Onları


tırmalamak için ellerini uzatıyordu ama sanki çemberin içiyle arasında
görünmez bir duvar varmış gibi görünüyordu. Minik Ying gelinlerin
çemberin içine ne yaparlarsa yapsınlar giremeyeceklerini fark edince hemen
haykırdı. “Çabuk buraya gelin! Beyaz çemberin içine giremiyorlar!”

Olanları görünce tüm köylüler kovana doluşan arılar gibi onlara doğru
hücum etti. Xie Lian neyse ki RuoYe’nin normal boyutundan çok daha uzun
bir halde çemberi oluşturmasını sağlamıştı. Yoksa insanların içine sığıp
sığamayacağı hakkında endişelenmesi gerekirdi.

Gelinler çembere giremiyor ve içindeki hiçbir şeye dokunmayacaklarını


biliyorlardı. Aynı anda dönüp Xie Lian’a keskin bir şekilde gülümseyerek
ona doğru gitmeye başladılar.

Zaten Xie Lian da onların gelmesini bekliyordu. Kol yenlerinden duvakları


çıkartarak dört beş kadar kırmızı kumaşı ellerinde döndürmeye başladı.
Ayakları durmadan hareket ederken elleri hiç yorulmuyordu. Gelinler
üzerine geldikleri anda onlara duvaklarını takıyordu. Gelinler duvak
takıldıktan sonra körlemesine ve durağan bir halde etrafı yoklamaya
başlıyordu. Havada uçuşmaya başlayan duvaklar insanların gözlerini
kamaştırıyordu. Xie Lian kırmızı kumaşları maharetli ve kolayca fırlatıyor,
duvaklar ise kızıl birer gölge gibi gökyüzünde süzülüyorlardı.

Beyaz çemberin içindekiler yüksek sesle tezahürat yapmaktan ve


alkışlamaktan kendilerini alamadılar.

“Harika!”

“Muhteşem, muhteşem, sahiden muhteşem!”

“Bu beceriye daha önce çalışmıştır, değil mi?”

Xie Lian övgüleri duyunca, alışkanlık gereği konuşuverdi. “Fena değil, ha.
Parası olanlar lütfen bahşiş
bıraksınlar, olmayanlar, lütfen beni dikkatle izleyin ve övgülerinizle
destekleyin…. Ee???”

Ancak sözler ağzından çıktıktan sonra sorunu fark etmişti. Gösteri yaparken
izleyicilerine söylediği sözleri ağzından kaçırmış olduğundan Xie Lian
aniden durmuştu.

O konuşurken birkaç gelin daha yaklaşmaya başlamıştı. Her sıçramaları iki


metre yüksekliğindeydi ve on metre mesafe kat ettiriyordu. Göz açıp
kapayıncaya çürümüşlük kokusuyla beraber Xie Lian’ın önünde
belirmişlerdi.

Xie Lian da bacaklarını kıvırdı ve kendisini gökyüzüne doğru fırlattı.


Havadayken hızla hareket ederek üç kez ruhani iletişim rününün şifresini
söyledikten sonra konuştu, “Ling Wen, Ling Wen, her şeyi bilen! Bir sorum
var. Kuzeyin savaş tanrısı General Ming Guang’ın hiç yakın bir kadın
arkadaşını tanıyor musun?”

Ling Wen’in sesi kulaklarında çınladı. “Ekselansları, bunu neden


soruyorsun?”

Xie Lian. “Şu anda kritik bir durumdayım. Gerçeği söylemek gerekirse on
belki daha fazla ölü tarafından kovalanıyorum şu anda.”

Ling Wen. “Ne? Çok kötü???”

Xie Lian. “O kadar da kötü değil. Her neyse, var mıydı öyle birisi? Sorunun
oldukça kişisel ve cevaplanması zor olduğunun farkındayım bu yüzden
herkesin olduğu bir yerde sormak istemedim.

Ancak görevim için gerekli bir bilgi ve kesinlikle kimseye


söylemeyeceğim.”

Ling Wen cevapladı. “Ekselansları, yanlış anladın. Sorunun cevaplanması


bu nedenle zor değil. Hayır, nedeni Yaşlı Pei’de bu kadınlardan çok fazla
olması. Aniden böyle bir soru sorduğunda, tam olarak

hangisini kast ettiğini düşünmek için bir süre duraksamam gerekti.”


*ÇN: Yaşlı Pei, General Pei için kullanılan bir lakap. General Pei= Ming
Guang Bunu duyunca Xie Lian neredeyse bileğini burkuyordu. “Pekala. O
zaman General Pei’nin yakın kadın arkadaşları arasında, özellikle
sahiplenen, tümüyle kıskanç ve vücudunda bir özrü olan bir tane var
mıydı?”

Ling Wen. “Şimdi sen söyleyince, sahiden de öyle birisi geldi aklıma.”

Xie Lian iki duvak daha atarak tekrar övgülere boğuldu. Döndü, ellerini
birleştirip selamladıktan sonra tekrar konuştu. “Lütfen açıkla!”

Ling Wen. “Yaşlı Pei yükselmeden önce de bir generaldi. Savaş


meydanında düşman ülkenin kadın bir generaliyle karşılaşmış. Kadın çok
güzel ve çekiciymiş, mizacı ise kahramanlara yaraşır ve vahşi. Adı Xuan
Ji.”

Xie Lian tekrarladı. “Ah, Xuan Ji mi?”

Ling Wen devam etti. “General Pei, bu herif…… Ne zaman güzel bir kadın
görse, boğazına bıçak bile dayamış olsa flört etmeden duramaz. Bu kadın,
ordusuyla birlikte ona kılıç çekmiş ama en sonunda yenilmişler.”

Xuan Ji esir alınmış ve düşman kampına gönderilmiş. Refakat eden


askerleri gafil avlayarak, oracıkta intihar etmeyi planlamış. Ancak intihar
teşebbüsü işe yaramamış. Bir general onun uzun kılıcını, kendi kılıcıyla tek
hamlede ikiye bölerek hayatını kurtarmış. Zarif ve ince olan düşman
General Pei, sonradan yükselmiş ve General Ming Guang olmuş.

İlk olarak bu General Pei’nin her daim karşı cinse karşı nazik ve koruyucu
hisleri vardı. İkinci olarak ise savaşın sonucu çoktan belli olmuştu. İki ülke
bir ileri bir geri savaşmaya devam etse bile, düşman ülkenin tekrar öne
geçmesi imkansızdı. Bu yüzden de Xuan Ji’yi serbest bırakmıştı. Belli bir
süre geçtikten sonra, aralarında bir şeyler yeşermeye başlamıştı. Ve hal
böyle olunca sonrasında olanları tahmin etmek zor değildi.

Bu kez bir gelin Xie Lian’ın sağ bacağını yakaladı. Beş parmağı da
neredeyse cildine gömülecek kadar sıkı tutuyordu. Xie Lian tam onu
tekmelemek üzereydi ki aniden açıyı fark etti, yüzünü tekmelemekten başka
çaresi yoktu. Xie Lian’ın kalbinden bir kızın yüzünü tekmelemenin doğru
olmadığı geçiyordu. Bu yüzden pozisyonunu değiştirdi ve gelinin omzunu
tekmeledi, ardından bir duvak daha fırlattı. Sonra cevap verdi. “Oldukça
güzel ve hayranlık verici bir hikayeye benziyor.”

Ling Wen. “Aslında güzel bir hikayeydi. Ancak Xuan Ji’nin ömürlerinin
sonuna dek General Pei’nin tek aşığı olma isteği işleri bozdu.”

Xie Lian iki adımda zıpladı ve çatıya tırmandı. Aşağıda hala ona doğru
yaklaşmakta olan beş, altı geline bakarken alnındaki teri sildi. “İlk olarak
bir kadının bir erkekten ömürlerinin sonuna dek, sadece onu sevmesini
istemesinde yanlış bir şey yok.”

Ling Wen cevapladı. “Sahiden de yok. Ancak iki ülke hala savaştaydı.
Savaş alanında herkes acımasızdır. En başında Xuan Ji ve General Pei kısa
süreli bir ilişki de karar kılmışlardı. Romantik bir şekilde veya savaştan
konuşacakları sabahlar olmayacağı ve sadece anı yaşayacakları konusunda
anlaşmışlardı. Dahası, Yaşlı Pei için, açık konuşmam gerekirse…. Eğer
başka bir kadınla birlikte seninle yatmıyorsa, işler çokta kötü gitmiyor
demektir.”

“………”

“Ancak, Xuan Ji iyi bir aileden gelen soylu bir kadındı. Vahşi bir kişiliği
vardı. Sahiden istediği şeyleri elde etmek için öldürürdü bile.”

“Dur biraz, dur biraz!” Xie Lian aceleyle Ling Wen’in sözünü kesti. “İlk
olarak, Xuan Ji’nin bir özrü var mıydı yok muydu? Neresindeydi?”

“Onun…..” Ling Wen’in sözleri aniden duraksadı.

Sahiden çok sinir bozucuydu. Xie Lian ne zaman çok önemli bir şey
duyacak olsa, ödünç aldığı küçük ruh güçleri tamamen tükenmiş oluyordu.
Gelecek sefer esas bilgiyi duymak için hemen sorması gerekecekti.

Xie Lian zıplayışının ortasında hızla düşüncelerini tekrar topladı. Sargılı


oğlan hayalet damat değildi ve her bir köylü de hayalet gelinin kendi
içlerine karışmadığını onaylamıştı, o zaman geriye kalan tek saklanma yeri
gelin yığınının ortası oluyordu!

Kendisi gelinlerin arasında saklanırken, hayalet damat bir tuhaflık olduğunu


fark etmemişti.

Karşılığında, hayalet damatta kendini cesetlerin arasında kamufle ederken


Xie Lian da fazladan bir kişi olduğunu görememişti.

Dikkatle düşündüğünde, ipek RuoYe hayalet damadı yaraladığında sadece


ormana doğru süzülen siyah bir sis bulutu görmüştü. Birisinin o siyah siste
saklandığının garantisi yoktu. Hatta, Xie Lian ormana doğru fırladığında
hayalet gelinin karanlık siste kaldığından ve yanından geçerek tapınağa geri
gittiğinden korkuyordu. Ormanın yapraklarında saklanarak kendisini
cesetlerin arasına saklamıştı.

Bu durumda, ‘hayalet damat’ damat değildi, onun yerine ‘gelindi’ – aslında


düğün elbiseleri içinde bir kadındı!

Kadın olduğu içinde pek çok gizem çözüme kavuşuyordu. Örneğin neden
Yu Jun Dağı’nda başka Ming Guang Tapınakları yoktu. İnsanlar inşa etmek
istemedikleri için değildi. Aslında inşa edemedikleri içindi. Minik Ying
demişti ki, “İnsanlar ne zaman Ming Guang Tapınağı inşa etmek istese
tapınak ya yanıyormuş ya da başka bir sebeple tamamlanamıyormuş.”

Kulağa pekte rastlantısal bir durum gibi gelmiyordu, bu yüzden de tek


açıklaması birisinin bilerek tapınakları yaktığıydı. Üstelik birisi neden
inşaat halindeki tapınakları yakardı ki? Normal şartlarda cevap nefret
olurdu.

Ancak Yu Jun Dağı’nda, dış dünyadan kafa karıştırıcı bir rünle kopartılmış
olan bir Ming Guang Tapınağı vardı. İçeriye hiç kimse giremiyordu ama
içindeki İlahi Heykelin işçiliği enfesti. Ek olarak heykel çokta iyi
korunmuştu. Bu nedendi?

Hayalet damadın kendisi de bir gelinlik giyiyordu ama Yu Jun Dağı


çevresindeki gülümseyen gelinleri görmeye dayanamıyordu. Tekrar, neden?
Tüm ipuçlarını birleştirdikten sonra, birisine tek başına sahip olmak ve uç
bir kıskançlık dışında, Xie Lian’ın başka bir cevabı yoktu.

Ve ince bir kumaşa sarılmış ahşap bir çubukla yerde sürüklenen ağır bir
şeye aitmiş gibi duyulan tuhaf sese gelince, eğer sahiden onlar ayak
sesleriydiyse… Xie Lian’a göre sadece tek bir ihtimal vardı!

Onu kovalayan tüm gelinleri çoktan duvaklarla örtmüştü. Bu yüzden Xie


Lian en sonunda tekrar yere inerek yumuşak bir şekilde nefes verdi.
Ardından tüm dikkatini gelinleri saymaya verdi.

Bir, iki, üç, dört…. On.

Ormana doğru giden yedi gelin vardı ve Nan Feng peşlerindeydi. Başına
duvak örttüğü on gelinin tamamı buradaydı. Bu durumda, hala ortaya
çıkmamış olan bir gelin daha kalıyordu.

Tam bu sırada Xie Lian tekrar arkasından gelen tanıdık ve tuhaf gürültüyü
duydu.

Yavaşça döndü, görüş alanında oldukça kısa ve küçük birisi vardı.

Hafifçe nefes aldı ve içinden ‘Sahiden öyleymiş.’ diye geçirdi.

Karşısındaki kısa ve küçük kadın kırmızılara bürünmüştü. Hiçte mutluymuş


gibi görünmüyordu, daha çok yas tutar gibiydi.

Ancak, kısa ve küçük olmasının nedeni minyon olması değildi. Nedeni


kadının yerde diz çöküyor oluşuydu.

Her iki bacağı da kırıktı ancak kesilmemişlerdi. Dizlerine basarak


yürüyordu.

Aslında Xie Lian’ın duyduğu tuhaf seslerin nedeni gelinin bacaklarının


kırık olması ve hareket ederken dizlerini kullanıyor olmasıydı.

Çevirmen: Nynaeve
Not: Eee, Ling Wen’in bu kadar ayrıntıya girmesine gerek yoktu bence :D
:D

Bölüm 11: Dağa Kilitlenen Antik Tapınak, Cesetler Asılmış Orman


Hayalet kadının yuvarlak bir yüzü ve kavisli kaşları vardı. Sahiden de çok
güzeldi. Güzelliği, eskiden her ne kadar kahramanlık izlerini taşımış olsa
da, şimdi sadece ışığın uğramadığı bir yerde yoğunlaşmış

gibi görünen nefretini açıkça kusuyordu. Yerde diz çökerken, gelinliğinin


dizden aşağısı parçalanmış ve yırtılmış gibi görünüyordu. Söylentiler de
buradan gelmiş olmalıydı.

İkisi bir süre bakıştıktan sonra Xie Lian ilk konuşan oldu. “Xuan Ji?”

Kendi ismini duymayalı uzun yıllar geçmiş gibiydi. Kadının yüzünden


yansıyan nefretin hafifçe dağılması biraz zaman aldı, onun yerine gözlerine
bir ışık gelmişti.

Hayalet kadın sordu. “…Seni beni bulman için yolladı değil mi?”

Yollayan kişiyle, Xie Lian’ın tahminine göre, General Pei’yi kastediyordu.

Xuan Ji sormaya devam etti. “Ona ne oldu? Neden beni görmeye kendisi
gelmedi?”

Konuştuğu zaman Xuan Ji’nin yüzündeki ateşli, umutlu ve beklenti dolu


ifade, Xie Lian’a “Hayır o göndermedi.” dememesinin daha iyi olacağını
düşündürdü. Xie Lian’ın sessiz kaldığını görünce, Xuan Ji aniden yıkıldı ve
yere oturdu.

Kırmızı gelin kıyafeti yere büyük bir kan lekeli çiçek gibi yayılırken,
yakışıklı ve uzun Savaş Tanrısı heykeline yaslandı. Saçları karışmıştı, sanki
büyük bir işkence çekiyormuşçasına yüzü acıyla buruştu.

Xuan Ji sordu. “…Neden beni görmeye gelmiyor?”

Xie Lian cevap veremezdi, bu yüzden sessiz kaldı. Xuan Ji başını kaldırdı
ve İlahi Heykele baktı, ardından kederle ağladı. “Pei Lan… Pei Lang’ım.
Senin için krallığıma ihanet ettim, her şeyimi bıraktım ve bu hale geldim…
Beni görmeye gelmeyecek misin?”

Xuan Ji iki eliyle birden kendi saçlarını çekti ve sormaya devam etti. “Pei
Lang, kalbin taştan mı?”

Xie Lian sessizce onu izledi. Onun sözlerini dinlerken içten içe
dövünüyordu. Xuan Ji General Pei için krallığına ihanet ettiğini söyledi…
General Pei samimiyetlerinden faydalanarak, Xuan Ji’nin krallığının
savaşta yenilmesine neden olacak gizli askeri bilgiler paylaşması için mi
kandırdı?

Bir de General Pei nedeniyle bu hale geldiğini söylemişti. ‘Bu hal’den kastı
sadece kırılmış bacaklı acınası hali olabilirdi. Xuan Ji kadın bir generaldi,
sakat bir halde savaş meydanında olabilmesine imkan yoktu, bu yüzden de
bacakları sonradan kırılmış olmalıydı. Bu da mı General Pei’yle
bağlantılıydı? Yoksa General Pei ondan sıkılıp bir kenara attığı için mi ona
karşı bu kadar derin bir öfke duyuyordu?

Xie Lian her ne kadar bunların tatsız düşünceler olduğunu bilse de, Xuan
Ji’nin öfkesinin masum canlara zarar verecek kadar derin olması…
düşünceleri belki kabaydı ama şu anda başka şekilde düşünmeye de
kendisini zorlayamıyordu.

Aniden tapınağın dışından bir kadın çığlığı işitti. “İmdat! İmdat!”

Xie Lian ve Xuan Ji aynı anda pencereden baktılar. RuoYe’nin beyaz


çemberinin içinde, bir adamın sargılı çocuğu dışarıya sürüklediğini
gördüler. Minik Ying tüm gücüyle o adamın bacağına yapışmıştı, adamsa
ona durmadan küfrediyordu. Sorun çıkaran delikanlıdan başkası değildi
elbette. “Çek git! Seni geri zekalı, çığlıkların hayalet kadını buraya çekerse
ne yapacaksın?”

Minik Ying bağırmaya devam etti. “Gelirse gelsin! Sen hayaletten çok daha
kötüsün! Ben… Ben seninle yüzleşeceğime hayalet kadınla yüzleşirim daha
iyi!”
Görünüşe göre Xie Lian’ın ipeğiyle bayılttığı genç uyanmıştı. Etrafının her
yere uzanan ölmüş gelinlerle çevrildiğini görünce ilk başta korkmuştu
ancak kısa bir süre sonra olan bitenin farkına varmıştı. Cesur

ve beyinsiz bir kas yığını olduğu için diğerlerinin korkudan donduğunu


düşünmüştü, sargılı çocuğu tek başına dağdan indirebilir ve ödülü sadece
kendisine alabilirdi.

Sargılı çocuğun hayalet damat olup olmadığı onu ilgilendirmiyordu. Dağın


altındaki herkes o olduğunu düşünüyorsa, o oydu. Minik Ying’in kendisini
üzerine atıp bağırmaya ve çığlık atmaya başlayacağı aklına gelmemişti,
etraftaki tüm gelinlerle birlikte Ming Guang Tapınağı’ndaki Xuan Ji’yi de
şaşırtmıştı.

Xie Lian olanları görünce ve yine aynı genç olduğunu fark edince,
öncesinde daha acımasız davranmadığına pişman olmuştu. Daha cani
davranmalı ve onu üç gün, üç gece uyuyacak kadar bayıltmalıydı.

Xie Lian bağırdı. “Çabuk çembere geri dön!”

Genç ona doğru uçan siyah bir duman gördüğünde çılgınca geri çekildi.
Ama sargılı çocuğu taşıyordu ve Minik Ying bacağına tutunmuştu. Bu
yüzden biraz yavaş hareket etti ve anında siyah sis tarafından yutularak
Xuan Ji’nin avucuna düştü.

Bakmak için dönerken aklından, bu karman çorman saçlı, kasvetli kadının


biraz önce içerideki ölü gelinlerle birlikte olup olmadığı geçiyordu.
Dokunduğu ve ellediği güzel ceset o değil miydi?

Anlaşılan genç en sonunda korkması gerektiğini anlayıp çığlık atmaya


başlamıştı. Xuan Ji beş

parmağını büktü, delen parmaklar bir anda kafa derisini başından yırtıp
ayırmıştı.

Soyulan başı nabız gibi atarken hala şaşkınlıkla çığlık atmaktaydı.


“AHHHHHHHHH–!!!”
Koruyucu beyaz çemberin içinde korkuyla izlemekte olanlar neredeyse
kendi derilerinin de soyulduğunu hissedebiliyorlardı, onlar da çığlık atmaya
başladı. “AHHHH–!!!”

Minik Ying de dehşete kapılmıştı, sargılı çocuğu çembere tekrar


sürüklerken o da bağırıyordu. Xuan Ji tekrar beş parmağıyla onlara uzandı,
ama bu kez, Xie Lian onu engellemek için önüne geçti. “General, ölümlere
bir son verin.”

Ona ‘General’ diye hitap etmişti, amacı ona bir zamanlar savaşın ön
cephesinde krallığını korumak ve savunmak için savaşan bir kahraman
olduğunu hatırlatmaktı. Öyle olsa bile Xuan Ji hala çığlık atmakta olan
kafayı elleriyle paramparça etti; güzel yüzü bir anlığına oldukça biçimsiz
görünmüştü.

Küçümseyerek güldü. “Beni görmekten korkuyor mu?”

Xie Lian şaşkındı. Kendi kendine ilk olarak General Pei tarafından
gönderilmiş bir kişi gibi davranabileceğini söyledi… ancak Xuan Ji
cevabını beklemedi. Birkaç kez kahkaha attı, ardından dönerek İlahi
Heykeli işaret etti. “Tapınaklarını yaktım ve bölgende sorunlar çıkarttım!
Hepsi de gelip bana bir kez bakacağın dileğiyleydi! Seni yıllar boyunca
bekledim!”

Uzunca bir süre sersem bir halde İlahi Heykele bakmaya devam etti, sonra
aniden sıçradı, boğazına yapıştı ve çığlık atarken vahşi bir şekilde
sallamaya başladı. “AMA YİNE DE BENİ GÖRMEYİ

REDDEDİYORSUN, SUÇLULUK DUYDUĞUN İÇİN Mİ?!


BACAKLARIMA BAK!!! ŞU HALİME BAK! HEPSİ

SENİN İÇİNDİ, SENİN İÇİN!!! KALBİN TAŞTAN MI?!”

Olaya dahil olmayan birisi olarak Xie Lian yorum yapmayı doğru
bulmuyordu. Ancak kendi duyguları nedeniyle iç geçirmekten kendini
alamadı, Eğer onu görmek istediysen bunu normal bir şekilde yapsan olmaz
mıydı? Eğer senin yöntemlerini kullanarak beni görmek isteyen birisi olsa
ben de gelmeyi hiç istemezdim.
Diğer tarafta Minik Ying ve sargılı çocuk çembere geri dönmüş, ona doğru
bakıyorlardı. Minik Ying endişeyle fısıldadı, “Genç Bey……”

Onu duyunca Xie Lian gülümseyerek endişelenmesine gerek olmadığını


gösterdi. Ama aklına Xuan Ji’nin gülümsemeyi görünce aniden yüzünün
buruşturacağı hiç gelmişti. Aniden İlahi Heykelden atladı

ve üzerine geldi. “Bana bakmak yerine gülmeyi seven başka kadınlara


bakıyorsun demek, hevesini yavaş yavaş alacaksın!”

Her ne kadar Xie Lian’ı boğmaya başlamış olsa da sözleri elbette ki


General Pei’ye yönelikti. Xie Lian aslında Xuan Ji’nin sevdiği adamla
evlenemediği için, o düğün arabalarındaki mutlu mesut gülümseyen
kadınları gördüğünde kalbinin kıskançlıkla dolduğunu düşünmüştü.

Ama aklına hiç General Pei’nin gülümsemeyi seven kadınlardan hoşlandığı


gelmezdi. Xuan Ji dengesiz ruh haliyle, gülümseyen gelinleri kendi sevdiği
adamla evlenmeleri için kaçırıyordu.

Dağın dışındaki tüm Ming Guang Tapınaklarını yakmasına şaşmamalıydı.


Onunla aynı heykele sahip General Pei’nin tüm tapınaklarına içeri gelip
giden onca kadını görmeye dayanamadığı için olmalıydı.

Bu hayalet ‘Gazap’ seviyesine layıktı.

Kırık bacaklarına rağmen hareketleri şeytani derecede seriydi. RuoYe’den


bir darbe aldıktan sonra bile hala çok güçlüydü. Xie Lian’ı boğarken ikisi
kördüğüm olmuşlardı. Xie Lian tam RuoYe’yi çağıracaktı ki aniden yüksek
bir ses duydu. “Ahhhhhhhhhhhh—“

Genç kız Minik Ying hayaletle girdiği çıkmazı görünce hızla yerden bir dal
parçası kapmış ve onlara doğru koşmuştu. Koşarken de bağırmaya
başlamıştı, sanki kendisine devam etmesi için cesaret veriyor gibiydi.

Xuan Ji’nin Minik Ying’e karşı bir hamlede bulunmasına gerek bile yoktu.
Sadece dönerek ona baktı ve Minik Ying anında daha yaklaşamadan geriye
fırlatılmıştı. Başı aşağıda, bedeni yukarıda bir halde birkaç metre geriye
uçtu ve ardından yere çakıldı.
Sargılı çocuk boğuk bir sesle ağlayarak ona doğru koştu. Xie Lian da
yerinden sıçramıştı. Ancak aniden başının arkasından bir ürperti hissetti.

Xuan Ji’nin beş parmağı çoktan başına sarılmıştı, onun kafa derisini de
biraz önce gence yaptığı gibi yüzmek istiyordu. Xie Lian çaresizlik içinde
bileğini yakaladı ve bağırdı. “Bağlan!”

Beyaz ipek şerit anında belirirken sadece bir hışırtı duyulmuştu. RuoYe
kendisini Xuan Ji’nin gövdesine sararak ellerini arkasında bağladı. Xuan
Ji’nin bacakları zaten kırılmış olduğu için artık karşılık veremezdi.

Dizlerinin üzerine bir pat sesiyle sert bir şekilde düştü, ardından yerde
yuvarlanarak beyaz ipekten kurtulmaya çalıştı. Hareketleri ise RuoYe’nin
ona daha da sıkı sarılmasına neden olmuştu. Bir felaketten ucu ucuna
kurtulan Xie Lian daha nefesini toplamaya fırsat bulamadan hemen ayağa
fırlayıp Minik Ying’in düştüğü yere koştu.

RuoYe, Xie Lian tarafından çağrılınca hala kendi kafasına göre hareket
etmeyecek kadar dikkatli olanlar vardı. Ama aynı zamanda etrafta dolanan
gelinlere alışacak kadar cüretkar olanlar da, onlar gelip Xie Lian ve Minik
Ying’in etrafını sardılar.

Sargılı çocuk Minik Ying’in yanında diz çökmüş, ne yapacağını bilmez bir
haldeydi. Sıcak taşların üzerindeki küçük bir yaratık kadar endişeliydi.
Herkes onun önemli bir yerinin kırıldığından korktuğu için kimse taşımaya
cesaret edemiyordu. Eğer şimdi onu hareket ettirmeye kalkarlarsa belki
durumu daha da kötüleşirdi.

Xie Lian içten içe ne kadar dikkat ederlerse etsinler işe yaramayacağını
bildiği halde durumunu kontrol etti. Öyle bir düşüşün ardından
yaşamayacağı kesindi. Her ne kadar bu kız, Minik Ying’le çok sohbet
etmemiş ve birlikte geçirdikleri zaman kısa olsa da, onun iyi kalpli birisi
olduğunu biliyordu.

Böyle bir şekilde hayatının son bulması insanın canını acıtıyordu.

Diğer tarafta Xuan Ji kısa bir süre sonra RuoYe’den kurtulacakmış gibi
görünüyordu. Xie Lian içinden, Ne olursa olsun, bu durumda ölmesine izin
veremeyiz, diye geçirdi. Bu yüzden dikkatli bir şekilde yüzünü onlara
çevirdi.

Minik Ying’in suratı kanla kaplıydı, gören herkes iç çekmişti. Ancak hala
son nefesini vermemişti, bu yüzden sessizce mırıldandı, “… …Genç Bey,
yardım etmekten çok engel oldum, değil mi… …”

Her ne kadar engel olmasa da yardım etmiş de sayılmazdı. O anda Xie Lian
çoktan RuoYe’yi çağırmak üzereydi, bu yüzden yardıma ihtiyacı yoktu.
Ayrıca elindeki dal parçası, Xuan Ji’ye vurabilecek bir şey olsa bile hiç
zarar veremezdi. Dahası ilk olarak hayalete yaklaşabilmesi bile imkansızdı.
Yani gerçeği söylemek gerekirse hayatını boşuna feda etmişti.

Xie Lian cevapladı. “Hiçte değil. Bana çok yardım ettin. Bak, sen gelip
hayaletin dikkatini dağıttıktan sonra ben onu bastırabildim. Hepsi senin
sayendeydi. Ancak bir dahaki sefere böyle davranma. Eğer yardım etmek
istiyorsan ilk olarak bana söyle. Yoksa zamanında hareket edemem,
talihsizlikler olabilir.”

Minik Ying gülümsedi ve iç çekti. “Genç Bey, beni övmene gerek yok. Hiç
yardımım dokunmadığının farkındayım, gelecek seferin olmadığının da.”

O kan kusmaya devam ederken sözleri boğuk çıkmıştı. Kırmızı damlaların


arasında kopmuş olan birkaç dişte vardı. Sargılı çocuk o kadar korkuyordu
ki titremeye başlamıştı ve tek yapabildiği şey ağlamaktı, aklına
söylenebilecek hiçbir şey gelmiyordu.

Minik Ying onunla konuştu. “Gelecekte bir daha yemek çalmak için dağdan
inme. Eğer seni bulurlarsa ölümüne döverler, işin biter.”

Xie Lian. “Eğer acıkırsa, yemek istemek için bana gelebilir.”

Bu sözleri duyunca Minik Ying’in gözleri anında parlamıştı. “…Sahi mi? O


zaman, çok teşekkür ederim… …”

Gülümserken küçük gözlerinden yaşlar süzüldü.


Yumuşak bir sesle devam etti. “Sanki bütün yaşamım boyunca mutlu
olduğum günlerin sayısı çok azdı.”

Xie Lian da ne demesi gerektiğini bilmiyordu, nazikçe onun eline dokundu.


Minik Ying iç çekti. “Eh ne yapalım, boş ver. Ben sadece… şanssız doğdum
sanırım.”

Sözleri bir parça gülünçtü. Dahası tıkanmış burnu ve yamuk gözleriyle


suratı çirkindi, bu yüzden de biraz matraktı. Yanaklarından süzülen kan ve
gözyaşlarıyla da komik görünüyordu.

Gözyaşları süzülürken Minik Ying tekrar konuştu. “Ama yine de, öyle de
olsa, ben hala… hala… …”

Bunları söylerken genç kız son nefesini verdi ve göçüp gitti. Sargılı çocuk
onun öldüğünü görünce, kızın ölü bedenine sarılıp sessizce ağlamaya
başladı. Tek desteğini kaybetmiş ve bir daha asla kaldırmayacakmış gibi
başıyla kızın karnına gömülmüştü.

Xie Lian kıza uzandı ve gözlerini kapattı, ardından kalbinin derinliklerinden


onunla sessizce konuştu.

“Benden çok daha güçlüsün.”

Tam bu sırada bir saatten tuhaf bir ses duyuldu.

“Dong! Dong! Dong!” üç kez yüksek sesle yankılandı. Xie Lian anında
sersemliğinden sıyrıldı ve sordu.

“Neler oluyor?”

Etrafını incelediğinde gelinlerin hepsinin yerde yattığını gördü. Sadece


kolları hala havadaydı, gökyüzünü işaret ediyorlardı. Köylüler de yere
düşmüş ve kalkamıyorlardı. Sanki hepsi kulakları sağır eden saat sesinin
darbesiyle aniden bilinçlerini kaybetmişti.

Xie Lian’ın da biraz başı dönüyordu. Bir eli alnındayken çabalayarak ayağa
kalktı ancak bacakları çok zayıftı ve yarı yarıya dizlerinin üzerine çöktü.
Şansına birisi ona destek olmuştu. Başını kaldırıp baktığında bu kişinin Nan
Feng olduğunu gördü.

Görünüşe göre yedi gelin ormana girdikten sonra, her biri farklı yönlere
dağılmışlardı. Nan Feng her birini tek tek bulmak için tüm dağı
aşındırmıştı. Onun halini görünce Xie Lian hemen sordu. “Bu ses ne?”

Nan Feng cevapladı. “Merak etme, onlar destek güçleri.”

Onun bakışlarını takip edince Xie Lian aniden Ming Guang Tapınağı’nın
önünde bir dizi askerin belirdiğini fark etti.

Askerlerin üzerinde zırhlar vardı, üzerlerinden ışıyan güçlü haleyle kutsal


bir güçle parlıyorlardı. En ön sırada ise uzun ve yakışıklı bir genç general
vardı. Sıradan birisi olmadığı kesindi. General ellerini arkasında birleştirmiş
bir halde yürüdü. Xie Lian’ın önüne geldiğinde hafifçe eğildikten sonra
konuştu.

“Ekselansları Veliaht Prens.”

Daha Xie Lian sorgulamak için ağzını açamadan Nan Feng fısıldamıştı. “Bu
General Pei.”

Xie Lian anında yerde yatmakta olan Xuan Ji’ye bir bakış attı ve tekrarladı.
“General Pei?”

General Pei hiçte hayal ettiği gibi birisi değildi, ilahi heykeline de hiç
benzemiyordu. O ilahi heykelden kahramanlık fışkırırken çehresinden kibir
akıyordu. Saldırgan ve güçlü bir tür yakışıklılığı vardı. Ancak karşısındaki
bu genç general her ne kadar oldukça yakışıklı olsa da görünüşü narindi,
çehresi ise soğuk bir yeşim kadar huzurluydu. Herhangi bir ölümcül
ifadeden yoksun ve tam bir bozulmamış sükunet abidesiydi. General olduğu
söylenebilirdi ancak birisi onun strateji uzmanı olduğunu söylese de insana
tuhaf gelmezdi.

General Pei yerdeki Xuan Ji’yi gördü. “Ling Wen Sarayı, Yu Jun
Dağı’ndaki meselenin Ming Guang Sarayı ile yakından ilişkili olduğunu
söyledi, bu yüzden bu emir kulu aceleyle geldi. Ancak sahiden bizimle bu
kadar derinden ilişkili olabileceğini tahmin etmezdim. Çektiğiniz zahmetler
için minnettarım Ekselansları Veliaht Prens.”

Xie Lian içinden Ling Wen’e teşekkür etti. Ling Wen Sarayı’nın etkinliği
nasıl düşmüştü?? “Ben de zahmet edip geldiğiniz için teşekkür ederim
General Pei.”

Ama hala çabalamakta olan Xuan Ji ‘General Pei’ kelimelerini güç bela
yakaladığında aniden başını kaldırdı ve hevesli bir şekilde bağırmaya
başladı. “Pei Lang, Pei Lang! Sen misin, geldin mi? En sonunda geldin
mi?”

RuoYe ile bağlanmış olduğu için ne kadar keyifle dolsa da tek yapabileceği
dizleri üzerinde doğrulmaktı. Ancak General’e bir bakış atmasıyla yüzünün
solması bir oldu. “Sen kimsin?!”

Xie Lian bu sırada Nan Feng’e hayalet damat meselesi hakkında bir özet
geçmekteydi. Kadının sorusunu duyduğunda meraklandı. “O General Pei
değil mi? Bunca sene bekledikten sonra artık onu tanıyamıyor mu?”

Nan Feng cevapladı. “O General Pei. Ama beklediği değil.”

Xie Lian cevabı tuhaf bulmuştu. “Sakın bana iki General Pei var deme?”

Nan Feng. “Evet, sahiden iki General Pei var!”

Görünüşe göre kadın hayalet Xuan Ji’nin beklediği General Pei, Ming
Guang Tapınağı’ndaki ana tanrıydı, karşısındaki ise vekiliydi. General
Pei’nin neslinden geliyordu o da. İkisini ayırt etmek için ona herkes ‘Küçük
General Pei’ diyordu. Uygun bir Ming Guang Tapınağında her ikisini de ay
taşlarıyla onurlandırmak gerekirdi.

General Pei tapınağın ana tanrısıydı, bu yüzden de onun kutsal yüzü tapınak
kapılarına işlenmişti.

Küçük General Pei’nin ilahi heykelleri ise arkada yer alıyordu. Ancak biri
üst nesilden diğeri ise çok sonraki bir kuşaktan geldiği halde kardeş kadar
benziyorlardı. Ama aynı aileden iki kişinin Cennete yükselmesi yine de
insanın zihnini meşgul eden ilginç bir hikayeydi.

Xuan Ji etrafına baktığı halde aradığı kişiyi askerlerin arasında bulamayınca


sevimsiz bir şekilde sordu.

“Pei Ming nerede? Neden gelmedi? Neden beni görmeye gelmedi?”

Küçük General Pei hafifçe başını iki yana sallayarak cevapladı. “General
Pei önemli bir mesele nedeniyle müsait değil.”

Xuan Ji mırıldandı. “Önemli bir mesele?”

Uzun saçları altında gözyaşları süzülürken devam etti. “Onu yüzyıllar


boyunca bekledim, ne kadar önemli bir işi olabilir? Eskiden beni
görebilmek için tek gecede sınırın yarısını geçerdi, şimdi bu önemli
meselesi ne olabilir? Beni bir kez olsun görmeye gelemeyeceği kadar mı
önemli? Önemli bir mesele mi? Aslında öyle bir şey yok değil mi?”

Küçük General Pei. “General Xuan Ji lütfen işimizi zorlaştırmayın.”

Ming Guang Tapınağının iki askeri düzenlerinden ayrılarak ona doğru


ilerlediler. RuoYe hızla Xuan Ji’yi bırakarak şefkatle Xie Lian’ın bileğine
sarıldı. Xie Lian onu rahatlatmak için hafifçe okşadı.

Xuan Ji sersemlemiş bir halde olduğu yerde dururken iki asker onu
kollarından tuttu. Ancak hemen mücadele etmeye başladı, lanetlerken
gökyüzüne bakıyordu. “Pei Ming! Seni lanetliyorum!”

Ağlayışı keskindi. Xie Lian bir süre boş bir ifadeyle ona baktı, içinden, Bu
halefin önünde selefi lanetlemek oluyor değil mi? diye geçiriyordu.

Ama Küçük General Pei yüzünü ifadesiz tutarak konuştu. “Lütfen buna bir
son verin.”

Xuan Ji sesi kısılana dek bağırmaya devam etti. “Seni lanetliyorum, bir
daha asla aşık olma. Yoksa o gün geldiğinde benim gibi ol, sonsuza dek ve
sonsuzluk boyunca aşkın ateşiyle kavrul! O alevlerin tüm bedenini ve
varlığını tüketişini izle!”
Bu kez Küçük General Pei, Xie Lian ve diğerlerine hitaben konuştu.
“Lütfen kabalığımı bağışlayın ve bir dakika bekleyin.” İki parmağını
kaldırdı ve hafifçe şakaklarına bastırdı. Bu hareket ruhani iletişim rününü
kullanmak için yapılırdı, demek ki birisiyle görüşmek istiyordu. Bir an
sonra ‘hmmm’ladı ve ellerini indirerek tekrar sırtında birleştirdi. Xuan Ji’ye
döndü. “General Pei bir mesaj iletmemi istedi –

‘Bu imkansız.’”

Xuan Ji tiz bir sesle bağırdı. “Seni lanetliyorum – !!!”

Küçük General Pei hafifçe elini kaldırdı ve emretti. “Götürün.”


İki asker deli gibi kıvranan Xuan Ji’yi aldı ve götürdü. Xie Lian sordu.
“Küçük General Pei, Xuan Ji’ye neler olacağını öğrenebilir miyim?”

Küçük General Pei cevapladı. “Dağın altına kapatılacak.”

Onu baskılayabilecek bir dağ bulmak, cennet sahiden sık sık hayaletler ve
iblislere karşı bu yöntemi kullanırdı. Xie Lian bir süre kendi kendine
homurdandı ancak yine de konuştu. “General Xuan Ji’nin öfkesi oldukça
güçlü. Sürekli olarak General Pei yüzünden kendi krallığına ihanet
etmesinin

bacaklarının kırılışının getirdiği nefreti düşünüyor, korkarım onu


baskılasanız bile uzun sürmeyecektir.”

Küçük General Pei başını kaldırdı. “General Pei için ihanet ettiğini ve
bacaklarının kırıldığını mı söyledi?”

Xie Lian cevapladı. “Sahiden de öyle söyledi, şu anki durumunun General


Pei yüzünden olduğunu söyledi. Ancak gerçeğin ne olduğunu bilmiyorum.”

Küçük General Pei. “Eğer öyle söylediyse öyledir. General Pei için ihanet
ettiği doğru. Ama detaylar insanların bildiğinden farklı. General Pei’yle
yolları ayrıldıktan sonra, General Xuan Ji onun kalmasını sağlamak için
askeri bilgiler sunmayı önermekte gecikmedi. Ancak General Pei bu haksız
avantajı kabul etmekte gönülsüzdü bu yüzden teklifi reddetti.”

…Xie Lian onun ‘Krallığıma senin için ihanet ettim’ sözlerinin hiç bu
anlama geleceğini düşünmemişti.

“O zaman General Pei yüzünden bacaklarının kırıldığını söylediğinde..?”

Küçük General Pei. “Bacaklarını kendisi kırdı.”

…Kendisi mi kırdı?

Küçük General Pei düz ve tereddütsüz bir şekilde cevap veriyordu.


“General Pei iradeli kadınlardan hoşlanmaz ve Xuan Ji’nin doğal eğilimi
inatçı olmak yönünde. Bu yüzden birliktelikleri uzun sürmedi.
General Xuan Ji vazgeçmek istemediğinden General Pei’ye fedakarlık
yapmaya ve kendisini değiştirmeye hazır olduğunu söyleyip kendi isteğiyle
dövüş ustalıklarından feragat ederek bacaklarını kırdı. Bu kanatlarını
kırmaya eşdeğerdi ve kendisini General Pei’ye bağlamıştı. Tüm bunlara
rağmen General Pei onu terk etmedi. Onu yanına aldı ve ilgilendi, ancak
hala karısı yapmamıştı. General Xuan Ji’nin en büyük dileği
gerçekleşmeyeceği için nefretle kendisini öldürdü. Bunu sadece General
Pei’yi üzmek ve incitmek için yapmıştı. Ama açık konuştuğum için beni
affedersen –“

Küçük General Pei’nin konuşması baştan sona kibar ve nazikti. Aşırı sakin
bir ifadeyle devam etti.

“Öyle olmadı.”

Xie Lian alnını sildi. Yüksek sesle söylemese de içinden ‘Bunlar nasıl
insanlar’ diye geçiriyordu.

Küçük General Pei devam etti. “Kimin haklı kimin haksız olduğunu
sorarsan bilmiyorum. Tek bildiğim şey General Xuan Ji onu bıraksaydı işler
bu noktaya gelmezdi. Ekselansları Veliaht Prens, bu emir kulu artık
gidiyor.”

Xie Lian yumruğunu ve avucunu birleştirerek selamlayıp onları geçirdi.


Nan Feng kendi değerlendirmesini yaptı. “Ucubeler.”

Xie Lian içinden kendisinin de üç diyarın maskarası olan ünlü bir ucube
olduğunu geçiriyordu, insanları yargılamak ona düşmezdi. General Pei ve
Xuan Ji arasında yaşananlara gelinirse, olayı kendi gözleriyle görmeyen
kişilerin kimin haklı kimin haksız olduğunu konusunda yorum yapması
doğru olmazdı. Sadece on yedi masum geline üzülüyordu ve onlara eşlik
eden askerlerle araba taşıyıcılarına.

Sahiden beklenmedik bir felaketti.

Gelinler aklına gelince anında dönüp baktı, on yedi ölü gelinin bedeni de
değişimin farklı bir evresindeydi. Bazıları beyaz kemiklere dönmüş, bazıları
çürümüş ve güçlü, pis bir koku yayıyorlardı.
Koku yerdeki herkesi uyandırmıştı. Köylüler yavaşça kendilerine gelir ve
durumu kavramaya çalışırken bir başka korku ve dehşet silsilesi başlamıştı.

Xie Lian bu fırsatı üstlerine yürümek ve iyi-kötü karma cezaları üzerine


öğretiler vermek için kullandı.

Hepsine dağdan indikten sonra tüm ölen gelinler için dua etmelerini
tembihledi. Ek olarak gelinlerin ailelerine ulaşmak ve cesetlerin
sahiplenilmesi için bir yol düşüneceklerdi. Cesetleri satmak veya başka
utanmaz hareketler yapmak gibi karanlık düşünceleri akıllarından bile
geçirmeyeceklerdi.

Böylesine insanı içten sarsan bir gecenin ardından ve başlarında sorun


çıkartacak bir lider olmadan nasıl onun söylediklerinden farklı
davranabilirlerdi? Biri ardından diğeri korkuyla titrerken ona söz verdi.
Hepsine yaşadıkları bir kabusmuş gibi geliyordu. Ancak o zaman tüm gece
boyunca sanki bedenleri ele geçirilmiş gibi davrandıklarını fark ettiler.
Bunca ölü insanın etrafından nasıl sadece parayı düşünebilmişlerdi?

Olanları düşününce hepsi kendilerinden korkmuşlardı. Dün gece herkes


aynı şeyi yapmış ve sayılarının kalabalık olduğuna güvenmişlerdi,
başlarında onları yöneten birisi bile vardı. Bu yüzden mankafalılar olarak
galeyana gelmişlerdi. Şimdi kalplerinde korku asılıyken en iyisi tövbe
etmek ve kutsanmak için dua etmekti.

Şafak sökmek üzereydi. Dağda hala sorun çıkarmak için bekleyen kurt
sürüleri vardı. Nan Feng bütün dağı daha yeni gezmiş olmasına rağmen
ondan hemen kalabalık bir grubu dağdan indirmesi istenmişti. Buna rağmen
şikayet etmedi ve daha sonra Xie Lian’la cesetler asılmış ormanla diğer
meseleleri beraber tartışmak için sözleşti.

Sargılı çocuk uyandıktan sonra bir kez daha Minik Ying’in cesedinin yanına
oturmuş ve ona sarılmaya başlamıştı. Xie Lian da hiçbir şey söylemeden
giderek yanına oturdu. Bir süre düşünüp taşındıktan sonra tam rahatlatacak
bir şeyler söyleyecekti ki aniden sargılı çocuğun başının kanadığını fark
etti.
Eğer ormandaki cesetlerin kanı olsaydı çoktan kurumuş olurdu. Ama bu kan
durmaksızın akıyordu, çocuk yaralanmış olmalıydı. Xie Lian hemen onunla
konuştu. “Başın yaralanmış, sargılarını çıkarıp bir bakmama izin ver.”

Çocuk başını ağır ağır kaldırdı, kan çanağına dönmüş gözü ona ürkerek
bakıyordu. Xie Lian zayıfça gülümsedi. “Korkma. Eğer yaralandıysan
ilgilenmek gerek. Görünüşünden korkmayacağıma söz veriyorum.”

Çocuk bir an tereddüt etti, ardından döndü ve yavaşça sargılarını açmaya


başladı. Hareketleri çok yavaştı, Xie Lian onu sabırla bekledi. Bu sırada
aklından sonrasında neler yapacağı geçiyordu, Bu çocuk kesinlikle Yu Jun
Dağı’nda kalamaz, ama nereye gidecek? Benimle cennete gelemez sonuçta.

Ben bile bir sonraki yemeği ne zaman yiyeceğimi bilmiyorum, bu yüzden


daha uygun bir yere yerleştirmek için güvenilir bir plan yapmam gerek.
Dahası Yeşil Hayalet, Qi Rong var…

O sırada çocuk sargılarını açmış ve ona dönmüştü.

Ve o yüzü açık bir şekilde gördüğü anda Xie Lian’ın vücudundaki tüm kan
çekildi.

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 12: Kırmızılar İçindeki Bir Hayalet Ordu ve Tapınakları Ateşe


Veriyor Tahmin ettiği gibi çocuğun yüzünde ciddi bir yanık izi vardı. Lakin
kan kırmızısı geniş lekenin altından belli belirsiz üç dört tane insan yüzü
görülebiliyordu. İnsan yüzlerinin hepsi bir bebek avucu büyüklüğündeydi,
çarpık çurpuk bir şekilde yanaklarına ve alnına dağılıyorlardı. Daha önce
yanmış

olduklarından her yüz ciddi bir biçimde kırışmıştı ve acıyla ciyaklıyorlarmış


gibi görünüyorlardı. Bu tuhaf ve ciyaklayan minyatür insan yüzleri, normal
bir insan yüzüne sıkıştırılmıştı. Gerçekten de herhangi bir hayaletten daha
korkunçtu!
Bir anda o yüzleri görünce Xie Lian bir kabusun içine atılmış gibi hissetti.

Büyük bir korku, ayağa kalktığını fark etmemesine neden olacak kadar, tüm
benliğini uyuşturmuştu.

Aynı zamanda yüzünde nasıl bir ifadenin olduğunun da farkında değildi


ancak çok korkunç görünüyor olmalıydı.

Genç adam yavaşça ve kararsız bir şekilde bandajlarını çıkartırken zaten


huzursuzdu, onun tepkisini görünce o da iki adım geri attı. Anlaşılan Xie
Lian’ın böyle bir yüzü kabul edemeyeceğinin farkındaydı.

Kendisini korumak içinmiş gibi aniden o korkunç suratını kapattı ve yerden


kalktıktan sonra çığlık atarak ormanın derinliklerine doğru koştu.

Xie Lian onu kovalayıp arkasından bağırdı. “Bekle! Geri gel!”

Fakat işin sonunda tepki veremeden önce kaskatı bir şekilde kalakaldığı ve
çocuk saklanmak, karanlıkta kaçmak için kullandığı dağ yollarına aşina
olduğu için arkasında iz bırakmadan kaybolmuştu. Xie Lian her ne kadar
arkasından bağırsa da ortaya çıkmadı. Ona yardım edecek kimse veya
ruhani iletişim rününü kullanacak ruh güçleri olmadığından dağa doğru
hızla koştu ve bir saat boyunca genci aradı ancak hepsi boşaydı.

Soğuk bir rüzgarın esmesiyle Xie Lian bir parça toparlandı ve kafasız bir
karasinek gibi gelişi güzel etrafı aramakla hiçbir sonuca varmayacağını
anladı. Kendisini toplayıp düşündü, Belki Minik Ying’in cesedi için geri
gelir.

Ming Guang Tapınağına aynı yönden geri döndüğünde… Kalakalmıştı.

Tapınağın arkasında toplanmış, siyah kıyafetler giyen bir insan topluluğuyla


karşılaşmıştı. Katı yüzlerle sarkan kırk kadar cesedi dikkatlice yukarıdan
indirmişlerdi. Ormanın önünde kolları bağlı uzun bir figür duruyor, o anda
oradaki insanları gözetip denetliyordu. Boynu döndüğünde zarif ancak
soğuk ve genç bir adama ait olan yüzü ortaya çıktı. Fu Yao’ydu. Görünüşe
göre Cennete gitmiş ve Xuan Zhen Sarayından bir grup tanrıyı yardıma
getirmişti.
Xie Lian arkasından ayak seslerinin geldiğini duyduğundan tam konuşmak
üzereydi. Gelen kişi, köylüleri göndermeyi bitirip geri dönmüş olan Nan
Feng’di. Olayı gördüğünde Fu Yao’ya bir bakış attı.

“Sen tek başına kaçmamış mıydın?”

Dile getirişi oldukça kabaydı, Fu Yao’nun bir kaşını kaldırarak


memnuniyetsizliğini göstermesine neden olmuştu. Xie Lian onların böyle
önemli bir anda tartışmaya başlamalarını istemediğinden araya girdi. “Onun
yardım getirmesini söyleyen bendim.”

Nan Feng küçümseyerek güldü. “O zaman takviyemiz nerede? En azından


generalinin kendisinin gelmesini sağlardın diye düşünmüştüm.”

Fu Yao ilgisiz bir tavırla cevapladı. “Döndüğümde Küçük General Pei’in


çoktan buraya gelmiş olduğunu duydum. Bu yüzden kendi generalimi
aramak için zaman harcamadım. Üstelik onu bulmaya çalışsaydım bile
meşgul biri olduğundan gelmeye zamanı olmayabilirdi.”

Dürüst olmak gerekirse, Xie Lian’in Mu Qing’i tanıdığı kadarıyla, generalin


zamanı olsa bile hâlâ kendisi gelmezdi. Lakin Xie Lian’ın o anda bu konu
hakkında düşünmeye vakti yoktu ve bitkin bir halde konuştu. “Siz şimdi
tartışmamalısınız, ilk önce bana sargılı genci bulmam için yardım edin.”

Nan Feng kaşlarını çattı. “Daha az önce seninle değil miydi, o kızın
cesedinin nöbetini tutmuyor muydu?”

Xie Lian cevapladı. “Bandajlarını çıkarmasını sağladım ve onu korkuttum.”

Fu Yao’nun dudakları büküldü. “Bu olası değil, karşı cinsin kıyafetlerini


giyme olayın hala dehşet verici bir seviyeye ulaşmadı.”

Xie Lian iç çekti. “Fazlasıyla tedirgin olduğum için zamanında tepki


veremedim. Minik Ying daha yeni öldü, zaten üzgündü. Sonrasında da
yüzünden korktuğumu düşündü. Belki böyle bir şeye daha fazla
katlanamayacağından kaçmıştır.”

Fu Yao burnunu buruşturdu. “Gerçekten de o kadar çirkin miydi?”


Xie Lian yanıtladı. “Çirkin olup olmaması sorun değil. O… onda insan
yüzü salgını vardı.”

Bu üç kelimeyi duymalarıyla Nan Feng ve Fu Yao’nun hareketleri ve


suratları anında kaskatı oldu.

Sonunda Xie Lian’ın neden bu kadar şaşırmış olduğunu anlamışlardı.

Sekiz yüz yıl önce Xian Le Antik Krallığı’nın İmparatorluk Şehri salgın bir
hastalık tarafından haritadan silinmişti. En sonunda tüm krallık yok
olmuştu.

İnsanlar o salgına kapıldığından ilk önce vücutlarında küçük şişkinlikler


oluşurdu. Şişkinlikler gitgide artarak büyür, sertleşir ve acıtmaya başlardı.
Çok geçmeden şişkinliğin inişli çıkışlı olmaya başladığını fark ederlerdi. Üç
çökük yer ve bir tümsek… Gözler, ağız ve bir burunu andırırdı.

Ardından en sonunda insan yüzüne benzeyen bir şeye dönüşene dek hatları
daha da belirginleşmeye başlardı. Üstelik görmezden gelindiği zaman
vücutlarındaki insan yüzleri daha da büyürdü.

Söylentilere göre bazı yüzler o kadar çok gelişmişlerdi ki kendi kişilikleri


oluşmaya başlamıştı ve hatta ağızlarını açıp konuşabiliyor veya
bağırabiliyorlardı.

Ve bu yüzden ismi insan yüzü salgınıydı!

Fu Yao’nun yüzü, kollarını bağlarken çeşitli değişikliklerden geçmişti. “Bu


nasıl mümkün olabilir!

Yüzyıllar önce çoktan kökü kurutulmuştu. Tekrar ortaya çıkması imkansız.”

Cevap olarak Xie Lian sadece iki kelime söyledi. “Ne gördüğümü
biliyorum.”

Nang Feng ve Fu Yao kendilerini onu reddedemeyecek bir durumda


buldular. Xie Lian’ın dediğinin aksini kimse ispatlayamazdı.
Xie Lian ekledi. “Yüzünde daha önce yakıldığına dair izler vardı, yüzleri
yok etmeye çalıştığı içindi yüksek ihtimalle.”

İnsan yüzü salgınına yakalanan çoğu kişinin ilk tepkisi ya bir bıçak alıp o
korkunç şeyleri kesmeye çalışmak ya da onları yakmak olurdu. Ondan
kurtulmak için bir uzuv kaybetmeyi ya da kemiklerini kırmayı tereddüt
etmeden kabul ederlerdi.

Nan Feng mırıldanarak konuştu. “O zaman muhtemelen normal bir insan


değil. Bu dünyada birkaç yüzyıl boyunca yaşamış bile olabilir. Ancak asıl
önemli olan, salgının bulaşıcı olup olmadığı.”

Bu hastalık büyük bir baş ağrısı nedeni olsa da Nan Feng’in bahsettiği
problem Xie Lian’ın sakince üzerinde düşünmüş olduğu bir şeydi. Tereddüt
etmeden cevapladı. “Hayır, insan yüzü salgını son derece bulaşıcıdır.
Çocuğun çok uzun bir zamandır Ju Yun Dağında gizlendiğini düşünürsek,
eğer

çocuktaki de bulaşıcı olsaydı, buradaki herkes salgından etkilenmiş olurdu.


Çoktan… İyileşmiş olmalı.

Sadece geride kalmış olan izlerden kurtulamıyor.”

Üçü dikkatsiz olmayı göze alamazdı. Fu Yao, Xuan Zhen Sarayında yüksek
bir pozisyondaymış gibi görünüyordu, yanında getirdiği tanrıların Yu Jun
dağının her köşesini aramasını istedi. Bu rağmen o genç adamın izini
sürmeyi başaramamışlardı. Ne yazık ki çoktan dağlardan kaçıp kalabalığa
karışmış

olmalıydı.

Şimdilik daha fazla bilgi için sadece Cennet Diyarına dönüp Ling Wen
Sarayının yardım etmesini isteyebilirlerdi. Gencin vücudundaki şey bulaşıcı
değildi, en azından bu cevabı bilinen bir gerçekti.

Fakat Xie Lian’ın aklına onun korkunç görünümü geldiğinde, dağları terk
ettikten sonra eğer başkaları tarafından görülecek olursa, onu canavar diye
çağrılıp küfürler yağdırmalarından, dövmelerinden ve hatta
öldürmelerinden korkmaya başlamıştı. En iyisi onu olabildiğince çabuk
bulmaları olurdu.

Daha fazla uzatmadan Minik Ying’in cesedini alıp dağdan indi. Çok dalgın
olduğu için ancak çaycı ona bağırdığında elinde bir cesetle, neredeyse
Şanslı Tesadüf dükkanına giriyor olduğunu fark etti.

Durmaksızın özür diledikten sonra tekrar oraya dönmeden önce cesedi


gömmeye yardım edecek birilerini bulmaya gitti. Her şeyi bitirdikten sonra
oturdu ve sessizce iç çekti.

Bir mesela henüz kapanmamıştı; yükselişinden sonraki bu birkaç gün, insan


diyarında hurda toplayarak geçirdiği bir seneden çok daha yorucu geçmişti.
Yukarı tırmanıp aşağıya inmek, çatıların üzerine sıçramak, duvarlara
atlamak, yuvarlanmak, bağırmak ve hatta kılık değiştirip karşı cinsin
kıyafetini giymek. Vücudundaki tüm kemikler çöküp dağılacakmış gibi
hissediyordu ve hala çözülmemiş olan, halledilmesi gereken olaylar vardı.
Gerçekten de sırtına ‘Hurda toplamak yükselmekten iyidir’ diye bir yazı
asıp ölümlü dünyada reklam yapmak istiyordu.

Fu Yao elbisesinin kollarını kıvırıp Xie Lian’ın elinin yanına oturdu. Daha
fazla tutamayarak gözlerini devirdi. “Neden hala bu kıyafetleri giyiyorsun?”

Göz devirmesini görünce Xie Lian açıklayamadığı bir aşinalık hissetti.


Ancak o söyleyince bunca zamandır giyiyor olduğu düğün elbisesini
sonunda çıkarmıştı. Rujunu ve yüz pudrasını silerken biraz ümitsiz ve
perişan hissetti. “Küçük General Pei ile bu şekilde konuştuğum anlamına
gelmiyor mu bu?

Nan Feng, ah, keşke bana hatırlatsaydın.”

Fu Yao cevapladı. “Belki bunu giyerken çok mutlu göründüğün için


söylememiştir.”

Nan Feng tüm gün boyunca etrafta koşuşturmuştu ve en sonunda oturup


dinlenmek için bir fırsat bulmuştu. “Hatırlatmama gerek yoktu. Küçük
General Pei ne giydiğini umursamaz. Normal giydiklerinden on kat daha
garip giyinsen bile geri döndüğünde tek bir kelime söylemeyecektir.”
Xie Lian o gece o küçük tanrıyı çok çalıştırmış olduğunu hissetti ve ona bir
bardak çay doldurdu. Küçük General Pei’in buz gibi soğuk ifadesini
düşünüp onu Xuan Ji’nin deli hareketleriyle karşılaştırdıktan sonra konuştu.
“Bu Küçük General Pei gerçekten de sakin ve aklı başında biri. Çok
ölçülü.”

Nan Feng doldurduğu çaydan içip ona karşı çıktı. “Onun ince davranıyor
oluşuna ve saygılı görünüşüne göre yargılama. Atası gibi o da uğraşması
zor biri.”

Bu kadarını Xie Lian da biliyordu, Fu Yao bile bu konuda ona katılıyordu.


“Pei Su daha iki yüz önce yükselmiş bir sonradan görme. Ancak aşırı güçlü
ve ilk sıralara çok kolay tırmandı. General Pei tarafından atandığında daha
yeni reşit olmuştu. O zaman ne yaptığını biliyor musun?”

Xie Lian sordu. “Ne?”

Fu Yao soğuk bir tavırla tek bir cümle yapıştırdı. “Esir alınmış bir şehirdeki
herkesi katletti.”

Xie Lian bunu duyunca düşüncelere daldı fakat şaşırmış değildi. Üst
cennette, imparatorlar, krallar ve generaller her yerdeydi. ‘Bir ordunun
savaş kazanması on bin çürümüş kemiğe bedel olur’ sözü bir

krallığı savunmayı veya fethetmeyi tasvir etmek için kullanılırdı. Eğer bir
ölümsüz olmak istiyorsan ilk önce tanınmış bir kişi olmalıydın ve bu kanlı
bir yoldan geçiyordu. Fu Yao özetledi “Üst Cennette anlaşılması kolay olan
çok az kişi var ve hiç kimse güvenilir değil.”

Xie Lian dinlerken onun ses tonunun deneyimli birisinin bir gence öğüt
verirmiş gibi olduğunu fark etti ve gülmek istedi. Bu konuda böyle
konuşacak kadar derin hisleri varsa belki Fu Yao’nun Üst Cennetten çok
çekmiş olabileceğini düşündü. Lakin aynı zamanda üç kere yükselmesi bir
kenara bırakıldığında, cennette geçirdiği zamanın, gece açan bir kaktüsün
yaşam süresi kadar, kısa ve akıcı olduğunun farkındaydı; göz açıp
kapayıncaya kadar geçmişti. Eğer söz konusu etrafındaki ölümsüzleri
anlamaksa, gerçekten o iki küçük tanrıyla bir tutulamazdı.
Nan Feng, Fu Yao’ya katılmıyormuş gibi görünüyordu. “Panik yaratma.
Nasıl her yerde iyi ve kötü varsa, Üst cennette de hala birkaç güvenilir tanrı
var.”

Fu Yao cevapladı. “Haha, güvenilir tanrı, kendi generalinden mi


bahsediyorsun?”

Nan Feng yanıtladı. “Benim generalim olsa da olmasa da... Senin


generalinden bahsetmediğim kesin.”

Böyle bir durumla karşılaşmaya Xie Lian çoktan alışmıştı, artık normal
kabul ediyordu. Ayrıca hala aklında olan bir şey vardı, o yüzden konuyu
değiştirmeye çalışacak enerjisi bile yoktu.

Kuzeyin sakinleşmesiyle cennete geri döndü. İlk yaptığı şey, Ling Wen
Sarayına gidip sargılı genci aramaları için durumu anlatmak olmuştu. Bu
yeni haberleri duyunca Ling Wen’in suratı ciddileşmiş ve isteğini kabul
etmişti. “Ling Wen Sarayı elinden gelen her şeyi yapacak. Ancak kim
kuzeyi ziyaret etmenin beraberinde bu kadar çok şey getirmesini beklerdi
ki? Sana gerçekten de yük olduk Ekselansları.”

Xie Lian cevapladı. “Yardım etmeye istekli olan iki küçük tanrıya ve Ming
Guang Sarayından Küçük General Pei’ine teşekkür etmem gerek. Ancak
gerçekten nasıl teşekkür edeceğimi bilmiyorum.”

Lin Wen konuştu. “Yaşlı Pei’nin uğursuz bir ilişkisi yüzünden problem
çıktığı için, doğal olarak Küçük Pei sadece gerekeni yapmış oldu. Arka
toplamaya zaten alışkın, ona teşekkür etmene gerek yok. Eğer
Ekselanslarının döndüğünde yapacak işi yoksa, ruhani iletişim rününü
konrol edebilir mi? Hala herkesin toplanıp bu konu hakkında konuşması
gerek.”

Xie Lian’ın da hala cevaplanmamış birçok sorusu vardı. Ling Wen


Sarayından ayrıldıktan sonra amaçsızca etrafta dolaştı ve dolaştı, sonunda
kendini küçük taş bir köprünün üzerinde buldu.

Taş köprü akan bir nehrin üzerindeydi. Nehir oldukça temizdi, aşağıdaki
bulutların hareketleri bile yansıyordu. Akan nehir ve bulutlar dışında,
aşağıdaki inişli yokuşlu dağlar ve genişçe yayılan kare şekilli kasabalar bile
seçiliyordu. Kendi kedine düşündü, Burası güzel bir yer, ve böylece
köprübaşına oturup içinden şifreyi tekrarladıktan sonra iletişim rününe
katıldı.

Girdiği anda ruhani iletişim rününün nadiren heyecanla hareketlenen bir


zamanına denk gelmişti.

Sayısızca ses birbiri ardına konuşuyordu, her yerde kaos vardı. İlk duyduğu
şey Feng Xin’in küfürleriydi. “S*keyim! Hala onu hangi dağın altına
kapatacağınıza karar vermediniz mi? O kadın hayalet Xuan Ji bir deli, ne
kadar sorgularsak sorgulayalım sadece bize Yeşil Hayalet Qi Rong’un
yerini söylemeyi reddedip General Pei görmek için yaygara çıkarmaktan
başka bir şey yapmıyor!”

Küçük General Pei konuştu. “General Xyan Ji her zaman inatçı ve öfkeli
biriydi.”

Feng Xin’in sesi daha da sinirli bir hale gelmişti. “Küçük General Pei, sizin
General Pei’iniz hâlâ dönmedi mi? Acele etsin de, hayaletin onu görmesine
izin verip Yeşil Hayalet Qi Rong’un yerini öğren ki o kadından daha çabuk
kurtulabilelim!”

Feng Xin kadınlarla uğraşmaya alışkın değildi. Hayaleti sorgularken onunla


uğraşmak zorunda kaldığı içinn Xie Lian, Feng Xin’e karşı sempati
duymadan edemedi.

Küçük General Pei cevapladı. “Onu görse de bir faydası olmaz. Aksine
daha da delirecektir.”

Başka bir ses araya girdi. “Yine cesetler asılan orman… Qi Rong’un zevki
hep alt sınıf ve tatsız.”

“Kendi Hayalet Diyarları bile ondan iğrenç bir zevki olduğu için nefret
ediyor, herkes bu gerçeğin farkında.”

Tanrıların hepsi arkadaşça fikirlerini paylaştı. Birbirlerini iyi tanıyor


oldukları belliydi. Sekiz yüz yıl önce yeni yükselmiş olsa Xie Lian orada
sessizce bir şey demeden dururdu ancak bir süre daha dinledikten sonra
araya girmeden yapamadı. “Pardon, Yu Jun Dağı’ndaki cesetler asılan
ormanda mı Yeşil Hayalet Qi Rong’un bölgesi?”

Ruhani iletişim rününde çok sık konuşmadığı için sesi pek çoklarına
yabancıydı. Tanrılar cevaplasalar mı yoksa cevaplamasalar mı diye
düşünürken beklenmedik bir şekilde ilk konuşan Feng Xin olmuştu.

“Yu Jun Dağı, Yeşil Hayalet Qi Rong’un bölgesi değil. Ceset ormanını
kadın hayalet Xuan Ji yaptı. Bu Yeşil Hayaletin isteği ve teklifiydi.”

Xie Lian sormaya devam etti. “Xuan Ji, Yeşil Hayalet’in astı mı?”

Bu sefer Küçük General Pei cevaplamıştı. “Öyle. General Xuan Ji birkaç


yüzyıl önce öldü. Biraz kin besliyor olsa bile konu ortalığı altüst etmeye
gelince her zaman güçsüzdü. Ama bu sadece bir iki yüzyıl kadar sürdü.
Yeşil Hayalet Qi Rong onu zevkine uygun buldu ve fazlaca takdir etti. Onu
alıp astlarından biri haline getirdi, böylece kadın önemli derecede
güçlenmiş oldu.”

Sözleri özetle, General Pei kadın hayalet Xuan Ji’nin karmaşa yaratmasıyla
suçlanamazdı, çünkü normalde kadının öyle bir yeteneği yoktu, anlamına
geliyordu. Eğer illa birisi suçlanacaksa bu kişi, onu alıp, insanları
incitebilme yeteneği veren Yeşli Hayalet Qi Rong’dan başkası olamazdı.
Normalde tanrıların hepsi, bu felaketin General Pei’nin daha önceki
yaptıklarından dolayı gerçekleştiğini düşünüyorlardı. Sadece düşüncelerini
dile getirmiyorlardı, buna rağmen Küçük General Pei anlamıştı.

Kibar veya kaba olmayan onlara yöneltilmiş olan bu hatırlatmayla hepsi


hemen bu düşüncelerini akıllarından çıkarttılar. Xie Lian bir kez daha
sordu. “O zaman Yu Jun Dağı baştan sonra kadar arandı?

Bir çocuk ruhu bulmuş olmalısınız.”

Bu sefer Mu Qing’in sesi yükseldi, ne soğuk ne de sıcaktı. “Çocuk ruhu?


Ne çocuk ruhu?”
Xie Lian kendi kendine Fu Yao’nun muhtemelen ona detayları
söylemediğini düşündü. Belki gelip ona yardım ediyor oluşu bile gizliydi, o
yüzden ona daha fazla iş çıkarmamak için Fu Yao’dan bahsetmedi.

“Araba koltuğundayken uyarmak için ninni söyleyen bir çocuğun


kahkahalarını duydum. Aynı zamanda yanımda iki küçük tanrı vardı fakat
onlar duymadılar. Yani bu çocuk ruhunun ruhani gücü oldukça istisnai
olmalı.”

Mu Qing cevapladı. “Yu Jun Dağı’nı ararken hiçbir çocuk ruh bulunmadı.”

Xie Lian bunu oldukça garip buldu, o çocuk özellikle onu uyarmaya gelmiş
olamazdı. Bunu düşündüğünde aklına aniden başka bir şey daha geldi ve
sordu. “Hazır konu açılmışken, aynı zaman Ju Yun Dağı çevresinde gümüş
kelebekleri kullanan bir gençle tanıştım. Kim olduğunu bilen var mı?”

Bu sözler ağzından çıktıktan sonra canlı ve enerjik olan ruhani iletişim rünü
anında sessizliğe gömüldü.

Böyle bir tepkinin geleceğini Xie Lian çoktan tahmin etmişti, bu yüzden
sabırla bekledi. Bir sürenin ardından en sonunda Ling Wen sordu.
“Ekselansları Veliaht Prens, biraz önce ne dedin?”

Mu Qing onun için soğuk bir tavırla cevapladı. “Hua Cheng’le karşılaştığını
söyledi.”

Sonunda o kırmızı kıyafetli gencin ismini öğrenince Xie Lian anlamsız bir
şekilde mutlu oldu.

Gülümsedi. “Yani adı Hua Cheng mi? Hm, bu isim ona yakışıyor.”

Ses tonunu ve kelimelerini duymalarıyla orada olan tanrıların hepsi


konuşma kabiliyetlerini kaybetmişlerdi. Kısa bir aranın ardından Ling Wen
hafifçe öksürdü. “Bu… Ekselansları Veliaht Prens, hiç Dört Büyük
Musibeti hiç duydunuz mu?”

Xie Lian kendi kendine düşündü, Çok yazık, yalnızca Dört Meşhur Masal’ı
biliyorum.
Sözü edilen Dört Meşhur Masal dört tanrının Üst Cennete yükselmeden
önceki çok övülen kısa öykülerdi: Şarap Dolduran Genç Lord, Tanrıyı
Memnun Eden Veliaht Prens, Kılıcını Kırmış Olan General, Boynunu
Kesmiş Olan Prenses. Bu dört masaldan Tanrıyı Memnun Eden Veliaht
Prens aslında dövüş performansı sırasında Xian Le’nın Veliath Prens’inin
ani ortaya çıkışını kastediyordu.

Dört masalın bu şekilde anılmasının nedeni, en güçlü tanrılardan bahsettiği


için değildi. En çok hangi masal, masallar anlatarak eğlenen ölümlüler
arasında büyük bir alana yayılmışsa onlar alınmıştı.

Ölümlü diyarın dışında gelişen olaylar, Xie Lian’ın takip etmekte zorlandığı
bir şeydi. Yeterli bilgiye sahip olmadığını ve bunu umursamadığını
söylemek son derece yerinde olurdu. Dört Meşhur Masal’ı biliyor olmasının
nedeni, sadece o masallardan birisinde kendisinden bahsedildiği içindi.
“Dört Büyük Musibet” de muhtemelen bu dört masalın sonrasında çıkan
yeni, popüler bir terimdi ancak Xie Lian hiç duymamıştı. Yine de ‘Musibet’
kelimesini içerdiği için iyi bir şey olamazdı.

“Bunu söylediğim için üzgünüm ama daha önce hiç duymadım. Dört Büyük
Musibetin ne olduğunu sorabilir miyim?”

Mu Qing soğukça cevapladı. “Ekselansları Veliaht Prens ölümlü diyarda


yıllar boyunca eğitim gördü ve buna rağmen habersiz. İnsana bunca
zamandır aşağıda ne yaptığını merak ettiriyor.”

Doğal olarak yemek yiyor, uyuyor, yetenek satıyor ve hurda topluyordu.


Xie Lian güldü. “Normal bir insanı meşgul edip telaşa sokabilecek pek çok
şey var. Bir tanrı olmaktan aşağı kalır yanı yok.”

Ling Wen cevapladı. “Dört Büyük Musibet, lütfen not al Ekselansları, onlar
‘Gemileri Batıran Kara Su’,

‘Geceleri Gezen Yeşil Işık’, ‘Beyazlara Bürünmüş Musibet’ ve ‘Çiçeğe


Uzanan Kan Yağmuru’. Bunlar Üst Cennete büyük sıkıntılar veren hayalet
diyarının dört İblis Kralı.”
Ölümlüler, doğru yolda yürüdüğünde tanrı; yanlış yolda yürüdüğünde ise
hayalet olurdu.

Ölümsüz tanrılar Cenneti ev olarak kullanırlardı, kendilerini ölümlü


diyardan ayırıp yukarılarda yaşayarak ölümlü dünyaya ve orada yaşayan her
canlıya kötü gözle bakarlardı. Hayalet diyarı ise hala ölümlü diyardan
ayrılmamıştı. İblisler ve hayaletler insanlarla aynı diyarı paylaşıyorlardı.
Bazıları gölgelerde saklanırken diğerleri insan şekline girip kabalalıklara
karışarak aralarında geziyorlardı.

Ling Wen devam etti. “Gemileri Batıran Kara Su güçlü bir su iblisi. Yıkım
sınıfında olması bir tarafa, nadiren huzursuzluk vermek için ortaya çıkıyor
ve gözlerden uzak duruyor. Onu daha önce gören çok az kişi olduğundan
dolayı da pek kaygı yaratmıyor.”

“Geceleri Gezen Yeşil Işık; açıkça düşük sınıf zevklere sahip olan ve kanlı
cesetleri tepe taklak ormanlara asmaya bayılan Yeşil Hayalet Qi Rong. Gel
gör ki dört musibetten tek Yıkım sınıfına ulaşmamış olan o. Peki neden dört
musibetin içinde? Tüm bir sene boyunca büyük bir baş belası olarak sorun
çıkarma aşkından dolayı olabilir veya onunla beraber dört musibet
yaptığından, dört hatırlanması daha kolay bir sayı sonuçta. O yüzden kimse
sorgulamakla uğraşmıyor.”

“Konu Beyazlara Bürünmüş Musibet’e gelince Ekselansları onu daha iyi


tanıyor olabilir. Adı Bai WuXiang.”

*ÇN: Bai, Beyaz. WuXiang, Yüzü Olmayan.

Köprübaşına tünemiş bir şekilde otururken bu ismi duymasıyla Xie Lian


aniden kalbinden uzuvlarına doğru yayılan keskin bir acı hissetti. Refleks
olarak ellerini sıkmadan önce hafifçe titremişlerdi.

Doğal olarak tanıyordu.

Dünyada bir ‘Yıkım’ sınıfı doğduğunda, krallıkları yıkıp dünyayı kaosa


sürüklediği söylenirdi. Bai WuXiang var olduğunda ilk yaptığı şey Xian Le
Krallığını silmek olmuştu.
Ling Wen devam ederken Xie Lian sessiz kaldı. “Her şeye rağmen Bai
WuXiang çoktan ortadan kaldırıldı. Hala bu dünyada varlığı sürüyor olsa
bile onun hakkında tekrar konuşmayacağız, artık ilgi odağı o değil.”

“Ekselansları Veliaht Prens, Yu Jun Dağı’nda gördüğünüz gümüş


kelebeklere aynı zamanda Ölümcül Ruh Kelebekleri de deniyor. Efendileri
dört musibetin son üyesi ve Üst Cennetin en az kışkırtmak isteyeceği kişi,
‘Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuru, Hua Cheng.’”

Cennet Diyarında ‘şöhrete’ sahip olma unvanını sırtlayabilme yeteneği,


sadece Savaş Tanrısı Semavi İmparator ve Xian Le’nin Veliaht Prensi’nde
vardı. İkisinin öneminin birbirinin tersi olduğu söylenebilse de ünleri
kısmen aynı seviyedeydi. Hayalet Diyarında bu iki tanrıya eşit şöhreti olan
kişinin ise Hua Cheng’den başkası olmadığı barizdi. Onun dışında başka
kimse yoktu.

Eğer bir kişi, bir tanrı hakkında bilgi edinmek istiyorsa tek yapması gereken
bir yürüyüşe çıkıp bir tapınak bularak tanrının heykelini incelemek, nasıl
giyindiğine ve nasıl büyülü silahlar taşıdığına bakmaktı. Bununla belli bir
boyuta kadar tanrıyı anlayabilirlerdi. Eğer daha da fazla anlamak
istiyorlarsa kişiden kişiye aktarılmış olan efsaneleri dinlemeleri ve destanlar
hakkındaki tiyatro oyunlarını izlemeleri gerekiyordu. Yükselmeden önce
nasıl bir insan oldukları, geçmişte neler yaptıkları… Tüm bu bilgiler,
ilgilenenlerin kolayca ortaya çıkarabileceği şeylerdi. Lakin konu iblis ve
hayaletlere geldiğinde her şey tamamen değişiyordu. Öncesinde nasıl bir
insan oldukları ve artık nasıl gözüktükleri gibi bilgiler gizemlerle örtülüydü.

Hua Cheng’in isminin de görünümünün de sahte olduğu düşünülüyordu.


Söylentilerde bazen huysuz ve anlaşılmaz bir genç; bazen kibar, nazik ve
yakışıklı bir adam; bazen de zehirli bir kalbe sahip olan göz alıcı bir kadın
oluyordu. Onun hakkında söylenenlerin bir sonu yoktu. Gerçek görünüşü
hakkında kesin olan tek şey ise tamamen kırmızılara büründüğü, çoğunlukla
kan yağmuru ve kötü rüzgarlarda gümüş kelebekler yakası ve kollarını takip
ederken ortaya çıkıyor oluşuydu.

Doğumuna gelince ise, bir sürü hikaye vardı. Bazıları sağ gözü olmadan
doğmuş olan sakat bir bebek olduğunu, çocukluğu boyunca zorbalığa ve
aşağılanmaya maruz kaldığı için de dünyadan nefret ettiğini söylüyordu.
Bazıları genç bir asker olarak eski krallığı için savaşırken öldüğünü ve
ruhunun böyle bir kadere boyun eğmediğini konuşuyordu. Sevgilisinin
ölümünün acısını çeken duygusal bir aptal olduğunu söyleyenler bile vardı,
bununla birlikte bir canavar olduğunu da söylerlerdi.

En garip versiyonu ise, gerçekten de sadece bir dedikodu olduğu


söyleniyordu, Hua Cheng’in aslında bir zamanlar, yükselmiş olan bir tanrı
olduğuydu. Fakat yükseldikten sonra kendi isteğiyle geri atlayıp düşerek
hayalet olmuştu. Ama bu sadece etrafta çok konuşulmayan bir efsaneydi,
yani gerçek olup olmadığı bilinmiyordu ve sadece çok az kişi buna
inanıyordu.

Gerçekten doğru olsa da yanlış olması gerekliydi. Çünkü bu dünyada tanrı


olmaktan vazgeçip hayalet olmak için atlamayı tercih eden birinin olması
Cennet için bir utanç kaynağıydı. Kısacası, insanlar ne kadar çok bu konu
hakkında konuşursa, her şey o kadar şaşırtıcı, kafa karıştırıcı ve daha da
gizemli bir hal alıyordu.

Tanrıların, Hua Cheng’den korkmasının da birçok nedeni vardı. Mesela


huyunun iyi mi kötü mü olduğunu kimse bilmiyordu. Bazen acımasızca
öldürmeyi seviyordu, bazen de garip bir şekilde merhametli olup çıkıyordu.
Diğer bir neden ise güçlerinin çok ve ölümlü diyarda bir sürü inananı
olmasıydı.

Evet bir sürü inananı vardı, insanlar tanrılara iblis ve hayaletlerin


saldırısında uzak durmak, kutsanma ve korunma için dua ederdi. Bu yüzden
tanrıların bir sürü inananı vardı.

Hua Cheng’in ise, bir hayalet olmasına rağmen çok fazla destekçisi vardı.
Gücü, neredeyse tek bir eliyle gökyüzünü kapatabilecek derecedeydi.

Hua Cheng ilk ortaya çıktığında inanılmaz uç bir şey yapmıştı.

Açık bir şekilde otuz beş tanrıyı düelloya davet etmişti. Bu davetin içeriği
savaş tanrılarıyla dövüş

sanatlarında ve edebiyat tanrılarıyla münazarada karşılaşacağıydı.


Bu otuz beş tanrıdan otuz üçü bunun saçma sapan olduğunu düşünmüş
ancak kışkırtmasına karşı koyamayarak ve sinirden kudurarak teklifini
kabul etmişlerdi. Güçlerini birleştirip hayalete bir ders vermeye
hazırlanmışlardı.

Onunla ilk yarışanlar savaş tanrılarıydı.

Yarışan savaş tanrıları Cennetin en güçlü tanrılarıydı, hepsinin bolca


inananları vardı ve ruhani güçleri üst düzeydeydi. Önemsiz ve acemi bir
hayaletle savaşacakları için galibiyete kesin gözüyle bakıyorlardı. Ancak
kim tek bir savaşta tamamen silinip yok olacaklarını tahmin edebilirdi ki?
İlahi silahları bile Hua Cheng’in ilginç bir şekilde kıvrılmış olan kılıcı
tarafından tamamen toza çevrilmişti.

Ancak savaştan sonra Hua Cheng’ın Tong Lu Dağı’ndan geldiğini fark


etmişlerdi.

Tong Lu Dağı bir volkandı ancak bu önemsiz bir detaydı. Önemli olan
nokta orada Gu Şehri adından bir kent olmasıydı. Gu Şehri nasıl bir yerdi?
Herkesin Gu yetiştirdiği bir yer değildi, şehrin kendisi Gu zehriyle doluydu.

*ÇN: Gu bir tür zehir.

Her yüzyılda bir on bin tane hayalet toplanıp tek bir tanesi kalana kadar
birbirlerini öldürürlerdi. Bu Gu’yu tamamlardı. Gerçi çoğunlukla tek bir
hayalet bile sağ çıkamazdı ancak eğer bir tanesi kurtulursa o zaman o
kurtulan kişi şeytanın vücut bulmuş hali olurdu. Geçen birkaç yüzyılda Gu
Şehri’nde savaşın sonunda sağ çıkan yalnızca iki hayalet olmuştu. İkisinden
de beklendiği gibi Hayalet Krallarına dönüşmüş ve ölümlü diyarda herkes
tarafından tanınır hale gelmişlerdi.

O iki iblisten biri Hua Cheng’dı.

Savaş tanrıları tamamen yenilmişti, o zaman artık edebiyat tanrılarının


sırasıydı.

Eğer onu dövüşte yenememişlerse o zaman en azından münazarada


yenmeleri gerekiyordu, değil mi?
Onlar için çok üzücüydü ancak bu mücadeleyi de kazanamamışlardı. Hua
Cheng cennetin ve dünyanın bir yanından girip öbür ucundan çıkmış,
geçmiş hakkında yorumlar yapmış ve güncel konular hakkında
tartışabilmişti. Bazen onları eğitmiş; bazen hain, bazen inatçı, bazen kurnaz,
bazen sofistçe davranmış ve bazen de tuzaklar kurmuştu. Gerçekten de göz
açtırmayan, zekice ve anlamlı bir münazara olmuştu. Kanıtlardan destek
almış, insanları yalanlarla yanıltmış ve istediği gibi saldırmıştı.

Bazı edebiyat tanrılarına geçmişten bugüne kadar olanlar hakkında gökten


yerlere kadar ders vermişti. Sinirden gök kubbenin bulutlarına kan kusacak
kadar sinirlenmişlerdi.

Hua Cheng tek bir savaşla ünlü olmuştu.

Ancak onu korkutucu yapan şey bu savaş değildi. Esas nedeni, ezici
kabiliyetten sonra otuz üç tanrıdan sözlerini tutmalarını istemesiydi.

Düellodan önce iki tarafta anlaşma yapmıştı: Hua Cheng kaybederse


küllerini onlara verecekti.

Tanrılar kaybederse kendi iradeleriyle Cennetten atlayarak normal bir insan


yaşamı sürmeye başlayacaklardı. Eğer Hua Cheng o kadar kendini
beğenmiş davranmasaydı, o kadar büyük bir bahis koymasaydı ve otuz üç
tanrının yenilme ihtimallerini o kadar göz ardı etmeselerdi, düello ve
münazarayı asla kabul etmezlerdi.

Lakin sözünü yerine getiren tek bir tanrı bile yoktu. Sözünden geri dönmek
küçük düşürücü olsa bile düşününce otuz üç tane kaybeden vardı. Eğer
sadece bir tanesi kaybetseydi, doğal olarak bu çok utanç verici olurdu ancak
hepsi beraber kaybettiklerinde hiç de utanç verici bir hale dönüşmüyordu.

Birbirleriyle bunun hakkında dalga bile geçebilirlerdi. Hal böyle olunca da


açıkça söylenmemiş bir anlaşmaya vardılar: herkes bunlar hiç yaşanmamış
gibi davranacaktı. İnsanlar unutkandı, elli yıl sonrasında belki kimse
hatırlamazdı.

Bunu çok iyi hesaplamışlardı lakin hesaplarına katmadıkları şey Hua


Cheng’in baş etmesi güç birisi olduğuydu.
Sözlerini tutmayacaklar mıydı? Tamam, o zaman onlara yardım edecekti.

Böylece o otuz üç tanrının insan diyarındaki tüm tapınaklarını yakmıştı.

Bu şu anda ölümsüz tanrıların soluk bir yüzle konuştukları bir kabustu –


Kırmızlar içindeki bir hayalet ordu ve tapınakları ateşe veriyordu.

Tapınak ve inananlar bir tanrının en büyük ruhani güç kaynağıydı.


Tapınakları olmayınca inanları nerede tanrılarına dua edecekti? Ve tütsüleri
nereden gelecekti? Böylesi büyük bir darbenin ardından tapınakları tekrar
inşa edebilecek kadar iyileşmeleri için en az birkaç yüzyıla ihtiyaçları vardı
ve o zaman bile şu anki güçlerine kavuşamayabilirlerdi. Tanrılar için bu tam
bir faciaydı, hatta bir cennet musibetinden bile daha korkutucuydu.

Bu otuz üç tanrıdan en güçlülerinin birkaç bin tapınağı vardı, en zayıflarının


da birkaç yüz. Eğer hepsi toplanırsa on binden daha fazla tapınak ederdi.
Fakat Hua Cheng gerçekten de hepsini tek bir gecede yakmıştı. Kimse nasıl
yaptığını bilmiyordu ama başarmıştı.

Delilikti bu.

Tanrılar gözyaşları içinde Jun Wu’dan yardım istemişlerdi ancak onun da


elinden de bir şey gelmezdi, yapabileceği hiçbir şey yoktu. Hua Cheng’in
davetini tanrılar kendileri kabul edip o sözleri kendileri vermişlerdi. Hua
Cheng de aynı zamanda oldukça kurnazdı, tapınakları mahvetmiş olmasına
rağmen kimseye zarar vermemişti. Yani bu onun bir kuyu kazıp tanrıların
zıplamayıp zıplamayacaklarını sorması gibiydi. Ardından tanrılar atlamadan
önce kuyuyu kendileri daha da derinleştirmeyi seçmişlerdi. Eh, iş bu hale
geldikten sonra o ne yapılabilirdi ki? Normalde o otuz üç tanrı, küçük ve
kendini beğenmiş bir hayaleti tüm dünyanın gözü önünde yenmek istemişti.
Bu yüzden dövüş ve münazara yarışmalarını ölümlü diyardaki birçok soylu
ve efendinin rüyalarında düzenlemişlerdi.

Amaçları kendi inananlarının gözleri önünde ilahi güçlerini göstermekti.


Kim soylulara ve efendilere tam bir bozgun göstereceklerini tahmin
edebilirdi ki? O rüyanın ardından birçok efendi tanrılara dua etmeyi bırakıp
hayaletlere inanmaya başlamıştı. Bu otuz üç tanrı inananlarını ve
tapınaklarını kaybetmiş, yavaş yavaş arkalarında tek bir iz bile bırakmadan
yok olmuşlardı. Açılan sayısızca boşluk ancak yeni bir jenerasyon tanrı
grubu yükseldiğinde dolmuştu.

Bu olaydan sonra ölümlü diyarda ne zaman ‘Hua Cheng’ ismi geçse birçok
tanrı korkudan titremeye başlardı. Sadece kırmızı elbiseler ve gümüş
kelebekleri duymak bile tüylerinin diken diken olmasına yeterdi. Bazıları
onun siniri bozup onu mutsuz edeceğinden korkardı çünkü o zaman onlara
meydan okuyup tapınaklarını yakabilirdi. Bazıları elinde onlara karşı bir
koz bulunuyor olmasından korkar, bu yüzden de asla onunla karşılaşmak
istemezlerdi. Bazıları ise Hua Cheng’in tek bir eliyle ölümlü diyarın
gökyüzünü kaplayabilecek kadar gücünün olmasından korkarlardı, bu
yüzden bazen, bir cennet mensubunun o bölgede bir işi olduğunda ona gidip
izin istemekten başka şansı kalmazdı. Bu şekilde geçen belli bir sürenin
ardından, cennet mensuplarının bir kısmı da tuhaf bir şekilde onun inanı
olmuşlardı.

Yani Cennetin bu kişiye karşı aynı anda hem nefret, hem korku ve hem de
saygı duyuyordu.

Ve o otuz beş tanrı arasında meydan okumayı kabul etmeyen iki savaş
tanrısı Xuan Zhen’in Generali Mu Qing ve Nan Yang’in Generali Feng
Xin’di.

Meydan okumasını kabul etmemelerinin nedeni Hua Cheng’den


korktuklarından değildi. Sadece onu umursamamış ve zamanlarını boşa
harcamanın gereksiz olduğunu düşünmüşlerdi. Bu yüzden de savaşmayı
kabul etmemişlerdi. Kim bunun yadsınamaz bir şekilde akıllıca ve şanslı bir
tercih olacağını tahmin edebilirdi ki?

Lakin sırf savaşmayı kabul etmemeleri Hua Cheng’in onları unutacağı


anlamına gelmiyordu. Hayalet Festivalinde denetleme yaptıkları
zamanlarda birçok kez Hua Cheng’le karşılaşmış ve birçok kez
savaşmışlardı. Bu yüzden o gümüş kelebeklerin ümitsiz yıkımı nedeniyle
Feng Xin ve Mu Qing’in kalplerinde bir gölge vardı.

Tüm bunları dinlemesine rağmen Xie Lian’ın aklına hala o parlak, şeffaf
gümüş kelebeklerin sevimli ve neşeli bir şekilde onun etrafında nasıl
uçuştukları geliyordu. Üzerinde ne kadar düşünürse düşünsün gördüğü
şeylerle söylentiler arasında bağlantı kuramadığı için de kendini
düşünmekten alamadı, O

minik g ümüş kelebekler o kadar korkutucu mu? O kadar kötü değiller ki…
Oldukça şirinler.

Çevirmen: Kae

Not: Xie Lian, asıl şirin olan sensin!!! D’:

Bölüm 13: Akçaağaçtan Daha Kızıl Kıyafet, Kar Kadar Beyaz Bir Ten
Tabi ki bunu asla sesli olarak dile getirmeyecekti. Nan Feng ve Fu Yao’nun
ifadesinin gümüş

kelebeklerden bahsettiği anda değişmesine şaşmamalıydı. Onların da


hizmet ettikleri iki General’le birlikte gümüş kelebeklerin efendisinin
elinden çok çektikleri tahmin edilebilirdi.

Bir tanrı sordu. “Ekselansları Veliaht Prens, Hua Cheng ile karşılaştınız. O,
o, o…. Size ne yaptı?”

Sen tonuna bakılırsa aslında sormak istediği şey ‘kolunuzu mu yoksa


bacağınızı mı kopardı’ olabilirdi.

Xie Lian cevapladı. “Hiçbir şey yapmadı, sadece…”

Bunları söyledikten sonra nasılsa olanları ifade edecek söz bulamıyordu.


Xie Lian kafa yormaya başladı. Sadece ne? Gidip de, ‘Sadece arabamı
soydu ve sonra elimi tuttu ve yol boyunca benimle yürüdü.’ Diyemezdi ya?

Bir süre sessiz kaldıktan sonra tek diyebildiğini söyledi. “Sadece hayalet
Xuan Ji’nin Yu Jun Dağına kurduğu tuhaf rünü yok etti ve sonra beni
içeriye götürdü.”

Tanrıların pek çoğu onun sözlerini düşünüyordu kimisi kendi kendine


mırıldanırken bazıları sessiz kalmıştı. Ancak bir süre sonra bir başkası
sordu. “Herkes ne düşünüyor?”
Sadece seslerini duymak bile Xie Lian’ın tüm tanrıların durmaksızın
başlarını ve ellerini iki yana salladıklarını hayal edebilmesi için yeterliydi.

“Hiçbir fikrim yok, bu konuda tamamıyla fikrim yok!”

“Amacı neydi bilmiyorum, muhtemelen korkunç bir şeydi.”

“Her zamanki gibi Hua Cheng’in yapmak istediklerinden kimse bir anlam
çıkartamıyor…”

Her ne kadar daha biraz önce Xie Lian’a, Hua Cheng’in vücut bulmuş bir
şeytan olarak itibarının özeti geçilmiş olsa da Xie Lian onu hiçbir şekilde
korkutucu birisi olarak düşünemiyordu. Eğer bir şey söylemesi gerekse,
Hua Cheng’in ona yardım ettiğini düşündüğünü söylerdi. Kısacası
yükseldikten ve Cennete geri döndükten sonraki ilk şükran duası bu şekilde
kabul olmuştu.

Çoktan Yu Jun Dağı olayından gelecek tüm meritlerin Xie Lian’ın


sayılacağı konusunda anlaşmışlardı.

Her ne kadar o yetkili, kızı öldüğü için bir süre geçtikten sonra sözünü
hatırlamış olsa da, üzgün haliyle sözüne sadık kalmıştı. Buna rağmen çok
daha az ödemişti. Ancak oradan buradan topladıktan ve biraz serbest
kaldıktan sonra sekiz milyon, sekiz yüz sekiz bin merit az çok ödenmiş
sayılıyordu.

Borç gidince Xie Lian’ın bedeni hafif ve özgür hissetmeye başlamıştı, kalbi
temiz ve engin bir gökyüzüydü. Sevinçli, endişelerden tamamen uzak ve
çok mutluydu. Xie Lian iyi bir tanrı olmaya karar verdi ve diğer tanrıların
en az yarısıyla arkadaş olsa çok daha iyi olurdu.

Her ne kadar çoğu zaman Cennet’in ruhani iletişim rünü sakin olsa da,
meşgul zamanlarda bağırışlar hiç durmadan günler boyunca devam
edebilirdi. Ayrıca tanrılar, keyifleri yerindeyken ve ilginç bir şey
gördüklerinde de buradan paylaşırlardı. O an geldiğinde kısa bir süre de
olsa sessiz gülüşmeler duyulurdu.
Xie Lian her ne kadar konuşan sesleri tanımasa da, bir süre sessizce onları
dinledi. Ancak sonsuza dek sessiz kalamazdı. Bu yüzden de belli aralıklarla
sıcak bir tonla: ‘Çok ilginç’, ‘Çok güzel bir kısa şiire denk geldim, sizinle
paylaşayım’, ‘Bel ve bacak ağrısıyla baş etmek için küçük bir taktik
biliyorum, sizlerle paylaşayım’ gibi sözler söylüyordu.

Ancak ne yazık ki, bu dikkatle seçilmiş bedene ve zihne iyi gelen şeyleri
her söylediğin tüm ruhani iletişim rünü sessizliğe bürünüyordu. Bir süre
sonra Ling Wen daha fazla dayanamayarak onunla özel

bir şekilde konuştu. “Ekselansları, ee, ruhani iletişim rününde paylaştığın


bilgiler son derece faydalı ancak korkarım ki senden birkaç yüz yaş daha
büyük olanlar bile böyle şeylerden bahsetmez.”

Xie Lian’ın morali bozulmaya başlamıştı. Aslında en yaşlı olan tabi ki o


değildi. Ama diğer tanrılarla sohbet ederken gençlere ayak uyduramayan
yaşlı bir adam gibi mi davranıyordu?

Muhtemelen Cennetten çok uzun bir süre ayrı kalmıştı. Ayrıca hiçbir zaman
dış dünyada yaşananları önemsemediğinden de bu konularda cahil ve
eksikti.

Durumu düzeltmek için elinden gelen bir şey olmadığı için de yapabileceği
tek şey unutmaktı. Xie Lian konuyu boş verdi ve sonuç alarak üzerindeki
kasvette ortadan kalktı.

Ancak hala bir sorunu vardı: bunca zaman geçmesine rağmen hala ölümlü
diyarından hiç kimse onun için bir tapınak inşa etmemişti. Hayır, belki de
tapınakları vardı, ancak Cennet araştırırken hiçbirine rastlamamıştı ve bu
yüzden kayıt altında değillerdi.

Yerel bir toprak tanrısının bile bir tür mabedi varken oldukça resmi bir
şekilde Tanrılık mertebesine, üstelik üç kez, yükselen Xie Lian’ın tek bir
tapınağı ve ona tütsüler adayan tek bir inananı yoktu. Bu bütünüyle tuhaf
bir durumdu.

Hoş, olayı bu şekilde gören sadece diğer Tanrılardı. Xie Lian’ın kendisi ise
hala işlerin yolunda olduğu kanaatindeydi. Ancak bir gün aniden ilhamla
dolmuştu ve hevese kapılmıştı. “Eğer kimse bana adakta bulunmazsa, ben
kendime adakta bulunabilirim değil mi?”

Diğer Tanrılar ona ne cevap vereceklerini bilmiyorlardı.

Tanrının kendisine adakta bulunduğu nerede duyulmuştu?!

Bir tanrı olarak bu derece acınası bir haldeyken, geriye ne kalırdı?!

Xie Lian ise çoktan o konuştuktan sonra gelen tuhaf sessizliklere alışmıştı.
Ona göre kendisini eğlendiren ve güldüren her şey ilgi çekici sayılabilirdi.
Bu yüzden de kararını verdikten sonra bir kez daha ölümlü diyarına atladı.

Bu kez yere ulaştığında Puji Köyü isimli küçük bir dağ köyündeydi.

*ÇN: Puji: Su kestanesi

He ne kadar sözde bir dağ köyü olsa da, aslında sadece topraktan küçük bir
bayır vardı. Xie Lian bölgenin yeşil tepeleri, temiz suları ve ufuk çizgisine
uzanan çeltik tarlalarının zarif manzarasını izledi.

İçinden, Bu kez sahiden çok güzel bir yere geldim, diye geçiriyordu.

Xie Lian etrafına baktı ve küçük bir tepenin üzerindeki eğri, yıkılmış bir
kulübe gördü. İnsanlara sorduğunda bütün köylülerin cevabı aynıydı: “O
yıkık kulübe terk edildi, sahibi yok. Arada sırada yoldan geçmekte olanlar
uyumak için kullanır sadece. Eğer istiyorsan orada yaşayabilirsin.”

Xie Lian’ın istediği de tam olarak bu değil miydi? Hemen yola koyuldu.

Yaklaştıkça kulübenin sadece uzaktan harap görünmediğini, aslında çok


daha viran bir halde olduğunu fark etti. Köşelerindeki dört kolonundan ikisi
çoktan çürümüş ve ufalanıyordu. Rüzgar estiği anda tüm kulübeden gıcırtı
sesleri yükseliyor, insanın bu kez yıkılıp yıkılmayacağını sorgulamasına
neden oluyordu.

Ancak bu ‘hırpalanmışlık’ derecesi Xie Lian’ın kabul sınırları dahilindeydi.


Kulübeye girip bakındıktan sonra etrafı temizlemeye başladı.
Onu gören köylülerin hepsi çok şaşkındı. Birisi sahiden orada yaşayacak
mıydı? Bu yüzden hepsi toplanarak onun koşuşturmasını keyifle izlemeye
başladı.

Beklenenin aksine köylülerin hepsi oldukça hevesliydi. Ona sadece süpürge


hediye etmekle kalmadılar, temizlikten sonraki pis halini görünce bir de ona
yeni toplanmış su kestaneleri hediye ettiler. Su kestanelerin kabukları
çoktan soyulmuştu, bu yüzden de beyaz ve yumuşak, tatlı ve suluydular.

Xie Lian kulübenin önüne çömelip su kestanelerinin tadı çıkarttı. Neşeyle


ellerini birleştirdi, o anda kalbinden buraya Puji Manastırı demek geldi.

Puji Manastırında küçük bir masa vardı. Birkaç kez sildikten sonra sunak
masası olarak kullanılabilirdi.

Xie Lian koşuşturmaya devam ederken onu izlemek için toplanmış olan
köylüler bu genç adamın bir Taocu manastır kurmak istediğini fark ettiler.

Bunu daha da sıradışı ve tuhaf bulmuşlardı, bu yüzden biri ardından diğeri


gelerek sormaya başladılar.

“Bu tapınağı kime adıyorsun?”

Xie Lian cevap vermeden önce hafifçe öksürdü. “Ah, bu manastır Xian Le
Veliaht Prensi için.”

Herkes şaşkındı. “O kim?”

Xie Lian. “Ben… Ben de bilmiyorum. Sanırım bir Veliaht Prens.”

“Aa, ne yapıyor peki?”

“Muhtemelen barışı koruyan birisi.” Ve bir yandan da çer çöp toplayan.

Hevesle sormaya devam etti. “O zaman bu Ekselansları Veliaht Prens


zenginlik ve refahta sunuyor mu?”

Xie Lian içinden borçlu olmamanın yeterince iyi bir şey olduğunu geçirdi.
Ardından sıcak bir sesle. “Ne yazık ki bu mümkün görünmüyor.”
İnsanlar birer birer ona öneride bulunmaya başladılar. “Su Ustasına ada
onun yerine, o zenginliği de getirir! Buradaki tütsüler kesinlikle refahla
yanar.”

“Ling Wen ZhenJun’a da adayabilirsin! Kim bilir, belki de köyümüzden


birisi İmparatorluk seçmelerinde en yüksek puanı alır!”

Bir kadın utangaç ve çekingen bir halde konuştu. “Şey… …onu… …


düşündün mü……”

Xie Lian gülümsemesini korudu. “Onu?”

“General Ju Yang.”

*ÇN: Muazzam Erkeklik olarak söylüyor.

“…”

Eğer buraya sahiden bir Muazzam Erkeklik tapınağı açarsa, Feng Xin’in
Cennetten onu çarpmak için saniyesinde bir ok atmasından korkuyordu!

Puji Manastırını az çok temizledikten sonra, hala tütsüler ve diğer pek çok
şey eksikti. Ancak Xie Lian en önemli şeyi tamamen unutmuştu – İlahi
heykel. Bambu şapkasını aldı ve kapıdan dışarı çıktı, ah sahi, kapı da yoktu.
Xie Lian bir süre düşündükten sonra bu kulübenin kesinlikle yeniden inşa
edilmesinin gerektiğine karar verdi. Bu yüzden bir tabela yazdı ve kapının
önüne koydu. Üzerinde: “Bu manastır viran haldedir. Yenileyebilmek için
cömert insanların bağış yapacaklarını içtenlikle umarız.

Merit ve erdem topluyoruz.” yazıyordu.

Kulübeden ayrılıp dört kilometre kadar yürüdükten sonra bir kasabaya


geldi. Kasabada ne işi vardı?

İşleri halledebilmek ve yiyecek bir şeyler bulmak istiyordu elbette. Bu


yüzden, bir kez daha eski mesleğine geri dönmüştü.

Efsanelerde ve folklorda ölümsüzlerin yemek yemesine gerek olmadığı


söylenirdi. Gerçekte ise ifade etmesi zordu. Her ne kadar gerçekten güçlü
olan kişiler gerekli olan ruhani gücü güneş ışığından veya yağmurdan ve
çiyden elde edebilseler de, bir problem vardı – evet bu yapılabilirdi, ama
sahiden gerekli değilse neden yapacaklardı ki? Neden böyle bir şey yapmak
isteyeceklerdi?

Ama bazı Tanrılar beş zang organının temiz ve saf olmasını ister bu
yüzden de Budizm öğretilerine çalışırlardı. Bu kişiler sahiden de
ölümlülerin yağlı etlerine ve balıklarına tahammül edemezdi. Eğer bu
yiyeceklerle kirlenirlerse bir ölümlünün çiğ, pişmemiş zehirli böcekler veya
çamur yemesi gibi kusmaya başlar ve ishal olurlardı. Hal böyle olunca da
yemek yerlerdi ancak sadece temiz ve saf yerlerde yetişmiş, uzun bir yaşam
sağlayacak yiyecekleri tercih ederlerdi. Bunlar da ruhani gücün etkinliğini
artıran ölümsüz meyveler ve ruhani hayvanlardı.

*ÇN: Beş Zang organı: Kalp, Karaciğer, Dalak, Akciğerler ve Böbrekler-


Mesane [Yin]

Altı Fu organı: İnce Bağırsak, Safrakesesi, Mide, Kalın Bağırsak, Perikard


(kalbi saran kese) ve damarları [Yang]

Ancak Xie Lian’ın böyle bir sorunu yoktu. Üzerindeki lanetli kelepçeler
nedeniyle ölümlerden hiçbir farkı yoktu bu yüzden de her şeyi yiyebilirdi.
Ve yüzlerce savaşın deneyimli emektarı olduğu için de ne yerse yesin
ölmezdi. İster bir aydır duran bir buğulanmış çörek olsun, ister çoktan
üzerinde yeşil yosunlar çıkmış börekler… Bunları yedikten sonra bile
rahatsız hissetmezdi. Cennet küçümsese de, böyle bir bünyesi olduğu için
hurda topladığı dönemlerde rahat edebiliyordu. Bir manastır açmak para
kaybettirirdi, hurda toplamak ise para kazanmak demekti. Bu yüzden hurda
toplamak yükselmekten sahiden daha iyiydi.

Bir ölümsüz edası olduğundan ve Çin yeşimi kadar zarif göründüğünden


hurda toplarken çok büyük bir avantaja sahipti. Koca bir çantayı doldurması
hiçte uzun sürmüyordu.

Geri dönüş yolunda, üzerinde tepelemesine yığılmış çeltik samanlarının


bulunduğu bir el arabasını çeken yaşlı bir öküz gördü. Xie Lian bu arabayı
daha önce Puji Köyünde gördüğünü hatırlar gibiydi, bu yüzden aynı yöne
gidiyor olmalıydılar. Onu da götürüp götürmeyeceğini sorduğunda arabanın
sahibi çenesini yukarı kaldırarak ona tırmanmasını işaret etti.

Böylece Xie Lian, koca bir çanta dolusu hurdasıyla arabaya bindi. Ancak
yukarı tırmandıktan sonra yüksek saman tepelerinin ardında birinin
yatmakta olduğunu gördü.

Vücudunun üst yarısı saman yığınlarıyla gizlenmişti. Sol bacağı dizinden


kıvrılmış, sağ bacağına destek oluyordu ve dinlenmek için yastık olarakta
kollarını kullanıyordu. Oldukça sakin ve halinden memnun görünüyordu.
Bu memnun görüntü ise Xie Lian’ın imrendiği bir şeydi. Bir çift siyah
çizme, uzun ve düzgün alt bacaklarına sıkı ve uygun bir şekilde sarılmış,
göze oldukça hoş görünüyorlardı.

Xie Lian, Yu Jun Dağı’ndaki gecede duvağının arasından gördüklerini


hatırlayınca o çizmelere birkaç kez daha bakmaktan kendini alamadı.
Botlardan sarkan kim bilir hangi hayvanın kürkünden yapılmış

gümüş zincirler olmadığına kanaat getirince, kendi kendine düşündü, Bu


kişi eğlenmek için kaçmış bir Genç Efendi’dir muhtemelen değil mi?

Araba yol boyunca tembel bir halde sallanmaya devam etti. Sırtında bambu
şapkasını taşımakta olan Xie Lian bir parşömen çıkarttı ve okumaya
hazırlandı. Geçmişte dış dünyada konuşulan haberlerle hiç ilgilenmezdi.
Ancak sebep olduğu pek çok tuhaf durumun ardından biraz araştırma
yapmasının daha iyi olacağına karar vermişti.

Kağnı arabası uzunca bir süre daha sallandıktan sonra bir ormandan geçti.
Xie Lian başını kaldırarak etrafına baktı; göz alabildiğine yeşil alanlar ve
alevi andıran muhteşem akçaağaçlar, bakir doğanın içinde, dağların
arasındaki boşluklardan görünerek göz alıcı bir manzara yaratıyordu. Böyle
bir manzara sarhoş ediciydi, insanın kalbine taze bir hava girmesine neden
oluyordu. Xie Lian bir süre öylece izlemekten kendini alamadı.

Gençken bir dağa kurulmuş olan Huang Ji Tapınağında çalışıyordu. Oradaki


dağlar ve ovalar akçaağaç ormanlarıyla kaplıydı, altın kadar parlak, ateş
kadar yoğun görünürlerdi. Bu durum ve manzaranın Xie
Lian’a geçmişi anımsatmaması çok zordu. Bir süre uzaklara daldı, ardından
başını indirerek parşömeni okumaya başladı.

Parşömeni açtıktan sonra gözleri ilk bakışta bir dizi kelimeye takıldı:

‘Xian Le’nin üç kez yükselen Veliaht Prensi. Bir savaş tanrısı, yıkımı
simgeleyen şeytan, bir hurda tanrısı.’

“….”

Xie Lian. “Pekala, dikkatle düşünülürse bir savaş tanrısı ve bir hurda tanrısı
arasında aslında çokta bir fark yoktur. Tüm tanrılar eşittir, tüm canlılar
eşittir.”

Bu sırada arkasından hafif bir kahkaha işitti. “Öyle mi?”

Genç adam tembel bir sesle devam etti. “İnsanlar sürekli tüm tanrılar eşittir,
tüm canlılar eşittir der.

Ama eğer gerçekten öyle olsaydı, onca farklı ölümsüz ve tanrı var
olmazdı.”

Ses arabadaki saman yığınının arkasından geliyordu. Xie Lian bakmak için
arkasını döndü ve genç adamın hala gevşek bir halde yatmakta olduğunu
gördü. Kalkmak istermiş gibi bir hali yoktu, muhtemelen çok fazla
düşünmeden bu cümleyi söylemişti. Xie Lian da haliyle gülümseyerek
cevapladı. “Senin söylediğin de oldukça mantıklı.”

Tekrar döndü ve parşömene bakmaya devam etti:

‘Pek çok kişi yıkımı simgeleyen bir şeytan olan Xian Le’nin Veliaht
Prensinin kendi el yazısı ve portrelerinin insanları lanetleyebildiğine inanır.
Eğer bu eşyalar kişinin sırtına veya hanesinin ana giriş

kapısına yapıştırılırsa, söz konusu kişiye veya aileye şanssızlık getirir.’

“……”
Bu tabiri okuyunca insan bir tanrıdan mı yoksa bir hayaletten mi
bahsedildiğini anlayamıyordu.

Xie Lian başını iki yana salladı ve kendisiyle ilgili olan yorumları okumaya
daha fazla güç bulamadı. İlk olarak şu anda cennette mevcut olan tanrılar
hakkındaki yazıları okumaya karar verdi. Böylece de terbiyesizlik sayılan,
kimin kim olduğu konusundaki kafa karışıklığını ortadan kaldırabilirdi.
Köylülerin Su Ustasından bahsettiği aklına geldi ve böylece parşömeni
karıştırarak Su Ustası hakkındaki kısmı aradı:

‘Su Ustası Wu Du. Su gibi zenginliği de kullanır. Dolayısıyla pek çok


tüccarın dükkanında ve evinde, zenginliklerini ve servetlerini koruyabilmek
için Su Ustasının heykelleri bulunur.’

Xie Lian şaşırıp kalmıştı. “Zaten bir su tanrısı, neden aynı zamanda
zenginlik ve servetin gücünü de kullanıyor?”

Samanların arkasında yatmakta olan genç tekrar konuştu. “Malları taşırken


ilk olarak su yoluyla yollamak gerekir. Bu yüzden ne zaman yola çıkmaya
karar verilse, Su Ustasının tapınağına gidilir ve büyük bir tütsülü mum
yakılır. İyi bir yolculuk dilerler ve geri döndüklerinde de adakta
bulunacaklarına söz verirler. Uzun zamandır da bu şekilde süregeldiği için
Su Ustası aynı zamanda zenginlik ve servet üzerinde de güç kazanmaya
başladı.”

Genç adam özellikle onun kafa karışıklığını ortadan kaldırmak için


konuşuyordu. Xie Lian ona döndü.

“Öyle mi? İlginç. Muhtemelen bu Su Ustası korkunç güçlü, büyük bir


tanrı.”

Genç adam dudak büktü. “Evet, Göklere Zulmeden Su.”

Ses tonu bu Tanrı’yla pek ilgilenmediğini söylüyordu, aynı zamanda da iyi


bir şey söylememiş gibi görünmesine neden oluyordu. Xie Lian sordu.
“‘Göklere Zulmeden Su’ nedir?”
Genç adam sakin bir şekilde konuştu. “Bir tekne büyük bir nehirde
ilerlerken, geçip geçemeyeceği onun tek lafına bağlıdır. Eğer kişi ona
adakta bulunmazsa teknesi alabora olur, oldukça zalimdir. Bu yüzden de
‘Göklere Zulmeden Su’ lakabı takılmıştır. ‘Muazzam Erkeklik’ Generali ve
‘Yer Silen’

Generalle aşağı yukarı aynı mantık.”

Bilinen unvanları olan meşhur tanrıların, çoğu zaman ölümlü diyarda ve


cennette başka lakapları da olurdu. Xie Lian’ın Üç Diyarın Maskarası, Ünlü
Tuhaf Adam, Kötü Şansın Taşıyıcısı, Sokak Köpeği ve daha diğer pek çok
lakabı olmasıyla aynı şeydi. Normalde bir tanrıdan lakabıyla bahsetmek
büyük bir saygısızlık sayılırdı. Örneğin Mu Qing’in yüzüne ‘Yer Silen
General’ denirse, inanılmaz sinirlenirdi. Xie Lian yeni öğrendiği lakabı
kullanmaması gerektiğini kafasına not ettikten sonra konuştu. “Dostum, çok
gençsin ama görünüşe göre pek çok şey biliyorsun.”

Genç Adam. “Hiçte değil. Sadece aylağım. Boş vaktim oldukça bir şeylere
bakarım hepsi bu.”

Ölümlü diyarda her yerde mitolojiyle ilgili oldukça fazla sayıda yazı
bulunabilirdi, hepsi de tanrılar ve hayaletlerin hikayelerinden bahsederdi.
Bu hikayeler çokça nezaket ve karşıtlıklarla ilgiliyken küçük bir kısmı da
işe yaramaz şeylerden bahsederdi. Hikayelerin bazıları sahte, bazıları
gerçekti. Bu yüzden bu gencin bu kadar bilgili olması çok tuhaf sayılmazdı.
Xie Lian parşömenini indirdi. “Tanrılar hakkında pek çok şey biliyorsun.
Peki hayaletler hakkında bilgili misin?”

Genç adam sordu. “Hangi hayalet?”

Xie Lian. “Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuru, Hua Cheng.”

Onun sözlerini duyunca genç adam iki kez hafifçe kıkırdadıktan sonra
doğruldu. Yüzünü döndüğünde Xie Lian’ın bakışları aniden aydınlandı.

On altı, on yedi yaşlarında olduğunu gördü. Kıyafetinin kırmızı rengi


akçaağaçları bastırıyordu ve teni kar kadar beyazdı. Ona göz ucuyla
bakarken gözleri yıldızlar gibi parlıyor ve bir gülümseme taşıyordu.
Bu genç adam olağanüstü yakışıklıydı ancak ifadesi tarifsiz bir haşarılığın
ipucunu veriyordu. Siyah saçları gevşekçe toplanmış, hafifçe eğri
duruyordu. Fazlasıyla gündelikti, canı ne isterse onu yapan birisi gibiydi.

İkisi o esnada kıpkırmızı ve muhteşem renkli akçaağaç ormanından


geçiyorlardı. Akçaağaç yaprakları birer birer dökülürken dans ediyorlardı
ve bir tanesi de genç adamın omzuna kondu. Genç adam hafifçe üfleyerek
yaprağı uzaklaştırdı, ardından başını kaldırarak ona baktı. Gülümsemeye
pek benzemeyen bir gülümsemeyle sordu. “Ne bilmek istersin? Sormaktan
çekinme.”

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 14: Akçaağaçtan Daha Kızıl Kıyafet, Kar Kadar Beyaz Bir Ten
Yüzünde eğlendiğini belli eden bir ifade vardı, yine de duruşu anlaşılmazdı,
her şeyi bilen biri gibiydi.

Bir gencin sesine sahip olsa da tonu yaşındaki diğer erkeklere göre daha
kalındı, kulağa son derece hoş geliyordu. Xie Lian kağnı arabasında dik
oturdu, ciddi bir şekilde konsantre olmuştu. Konuşmadan önce bir süre
düşündü. “Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuru, görülmeye değer bir sahne olsa
gerek. Dostum, bu ifade nereden geliyor biliyor musun?”

Saygı göstermek için Xie Lian ‘dostum’ kelimesinin önüne ‘genç’


eklememenin daha iyi olacağına karar vermişti. O genç sıradan bir şekilde
oturuyor, kolu bükmüş olduğu dizine dayanıyordu. Kol yenlerini
düzelttikten sonra ilgisiz bir şekilde konuştu. “O kadar etkileyici bir
hikayesi yok. Öyle çağrılmasının nedeni sadece Hua Cheng başka bir
hayaletin yuvasının kökünü tamamen kuruttuğunda dağın her tarafına kan
yapmaya başlaması. Ayrılırken yolun kenarında kan yağmurundan ezilmiş
olan zavallı bir çiçek görmüş ve şemsiyesini açıp bir süre onun ıslanmasını
önlemiş.”

Xie Lian sahneyi hayal ettiğinde kan yağmuru ve rüzgarın ortasında


durmakta olan bir zarafet ve derin bir hassasiyet hissetmişti sadece. Aklına
tekrar kırmızılara bürünmüş hayaletin otuz üç tanrının tapınaklarını ateşe
verdiği efsanesi geldi ve konuşmadan önce güldü. “Hua Cheng gittiği her
yerde sık sık kavga çıkartır mı?”

Genç cevapladı. “Sık sık denemez, sanırım ruh haline bağlı.”

Xie Lian sordu. “Ölmeden önce nasıl biriydi?”

Genç adam cevapladı. “İyi biri olmadığı kesin.”

Xie Lian devam etti. “Nasıl görünüyor?”

Bu soruyu sorduğu anda genç gözlerini kaldırıp ona dikkatle baktı. Başını
önce bir yana, sonra diğerine yatırdıktan sonra kalkıp Xie Lian’a doğru
yürüdü ve onun yanına oturdu. Genç sorusunu başka bir soruyla
yanıtlamıştı. “Sence? Sence nasıl görünmeli?”

Xie Lian ona bu kadar yakından bakarken gencin ona gitgide daha da
yaklaştığını seziyordu. Ayrıca hafif bir saldırıya uğramış gibi hissettirecek
kadar yakışıklıydı, kınından çıkmış keskin bir kılıç gibiydi. O

kadar sersemletici görünüyordu ki insan ona doğrudan bakamazdı,


gözlerine bakmaya cesaret edemezdi.

Bakışları daha yeni buluşmuştu ama Xie Lian daha fazla dayanamayacaktı.
Kafasını hafifçe diğer tarafa çevirdi. “Bu kadar tanınmış bir İblis Lord’u
olduğuna göre çok fazla şekil değiştiriyor olduğu farz edilebilir. Birçok
görünüşü olmalı.”

Kafasını nasıl çevirdiğini görünce genç bir kaşını kaldırdı. “Bu doğru. Ama
bazen yine de gerçek görünüşünü kullanıyor. Kendi orijinal halinden
bahsediyorum.”

Xie Lian çok emin değildi fakat ikisi arasındaki mesafenin tekrar arttığını
hissetmişti. Bu sayede bir kere daha başını ona çevirdi. “O zaman orijinal
halinin kesinlikle senin gibi bir genç olacağını düşünüyorum.”

Bunu duyunca gencin dudakları yukarıya doğru kıvrıldı. “Neden?”


Xie Lian. “‘Neden’ değil, sen nasıl her istediğini söyleyebiliyorsan ben de
her istediğimi düşünebilirim.

Her şey istediğimiz gibi olabilir.”

Genç hafifçe kıkırdadı. “Belki… Ancak bir gözü kör.”

Sağ gözünün altına dokundu. “Bu taraf.”

Duyulmadık bir şey değildi. Öncesinde Xie Lian’ın kulağına bile çalınmıştı.
Efsanelerin bazı versiyonlarında Hua Cheng sağ gözünün üzerine kaybettiği
gözü saklamak için siyah bir göz bandı takıyordu. Xie Lian sordu. “Peki
gözüne ne olduğunu biliyor musun?”

Genç cevapladı. “Nhn, bu sorunun cevabını öğrenmek isteyen pek çok kişi
var.”

Diğer kişiler Hua Cheng’in gözünü nasıl kaybettiğini sorduğunda aslında


sadece onun zayıf yönünün ne olduğunu öğrenmek isterlerdi. Ancak Xie
Lian’ın sormasının tek nedeni merak etmesiydi. Ancak Xie Lian sözlerini
ekleyemeden genç konuştu. “Kendisi oydu.”

Xie Lian şaşırmıştı. “Neden?”

Genç yanıtladı. “Çıldırdı.”

…Delirdikten sonra kendi gözünü bile oyabiliyordu. Xie Lian’ın bu Çiçeğe


Uzanan Kan Yağmuruna, kırmızılara bürünmüş Hayalet Kral’a karşı olan
merakı gittikçe artmaya devam ediyordu. Gerçek cevabın çıldırmak kadar
kolay bir şey olmadığını tahmin ediyordu fakat genç adam o şekilde
söylediği için muhtemelen daha detaylı bir açıklama alamayacaktı. Xie Lian
sormaya devam etti. “O zaman Hua Cheng’in zayıf bir noktası var mı?”

Xie Lian gençten bir cevap beklemiyordu ancak yine de sormuştu. Eğer
Hua Cheng’in zayıf noktası o kadar kolay öğrenilebilecek bir şey olsaydı, o
zaman konuştukları kişi Hua Cheng olmazdı. Ancak gencin tereddüt
etmeden cevaplayacağını kim bilirdi ki. “Külleri.”
Eğer kişi, bir hayaletin küllerine sahipse o zaman hayalete
hükmedebilirlerdi. Eğer hayalet verdiği emirleri dinlemezse o zaman
küllerini yok ederler ve bu da hayaletin ortadan kalması ve ruhunun tuzla
buz olup dağılması anlamına gelirdi. Bu herkesin bildiği bir şeydi. Lakin
konu Hua Cheng olunca bu bilinen gerçeğin de pek bir önemi kalmıyordu.
Xie Lian güldü. “Korkarım ki kimse küllerine ulaşamaz. Bu da hiç zayıf
noktası olmaması anlamına geliyor.”

Ve yine de genç cevapladı. “Tam olarak değil. Hayaletlerin küllerini verme


inisiyatifini kullanacağı bir durum var.”

Xie Lian sordu. “O otuz üç tanrıya meydan okuduğu zaman kendi küllerini
ortaya koyduğu gibi mi?”

Genç dalga geçerek söyledi. “İmkansız.”

Tamamını söylememiş olsa da Xie Lian sözlerinin arkasındaki anlamı


duyabilmişti. Muhtemelen ‘Hua Cheng nasıl kaybedebilir ki?’ manasını
taşıyorlardı. Genç ekledi. “Hayalet diyarında bir gelenek var. Bir hayalet
eşini seçtiğinde, küllerini o kişiye emanet eder.”

Bu, hayatını başka birinin ellerine bırakmakla aynı şeydi. Böyle bir bağlılık
hikayesi nasıl olurda birinin hayal gücünü ele geçirecek kadar etkileyici
olmazdı? Xie Lian kendini konuya kaptırmıştı. “Yani hayalet diyarında
böyle duygusal gelenekler var.”

Genç devam etti. “Var. Ama uygulamaya cesaret eden hayaletlerin sayısı
oldukça az.”

Xie Lian da durumun öyle olduğunu düşünmüştü. Eğer bu dünyada dolap


çeviren ve insanları tatlı dille kötü yolla sürükleyen iblisler varsa o zaman
iblisleri kandırabilen insanlar da olurdu. Çok fazla istismar ve ihanet vardı.
“Eğer gerçekten aşık olunduğu zaman veriliyorsa ve sonucunda kırılmış

kemikler ve saçılmış küllerle karşılaşılırsa, küllerini veren kişinin kalbinin


ne derece kırılacağını tahmin etmek hiçte zor değil.”
Genç adam konuşmadan önce gülmüştü. “Korkacak ne var ki? Ben olsam
küllerimi verdikten sonra o kişinin kemik mi kırmak istediği, külleri
dağıtmak mı istediği veya eğlence için etrafa mı fırlatmak istediğini
umursamazdım.”

Xie Lian aniden o kadar çok sohbet etmiş olmalarına rağmen hala gencin
ismini öğrenmemiş

olduğunu hatırlayarak gülümsedi. “Dostum, sana nasıl hitap etmeliyim?”

Genç bir elini kaldırıp gözlerini kırmızı şarap rengindeki batan güneşin
kızıllığından korumak için kaşlarının üzerine yerleştirdi. Gözlerini
kıstığında güneş ışığını pek sevmiyormuş gibi görünmüştü.

“Bana mı? Ailemde üçüncü sıradayım. Herkes beni San Lang diye
çağırıyor.”

*ÇN: San (üç), San Lang doğrudan üçüncü çocuk olarak çevrilebiliyormuş
ancak Lang çok eskiden kadınların kocalarına hitap şekliymiş aynı
zamanda.

Gerçek ismini söylememişti, Xie Lian da daha fazlasını sormadı. “Aile


adım Xie ve verilmiş adım tek karakter olan Lian. Bu yöne doğru gittiğine
göre sen de mi Puji Kasabasına gidiyorsun?”

San Lang bir yığın samanın üzerine sırtını dayadı. İki elini de yastık olarak
başının altına kıvırdı ve konuşmaya başlamadan önce bacak bacak üstüne
attı. “Bilmiyorum. Öylesine bu yönü seçtim.”

Sözlerinin altında başka bir hikaye yatıyor gibiydi, Xie Lian sordu. “Sorun
nedir?”

San Lang uzunca bir iç çekti, ardından gelişigüzel bir şekilde konuştu.
“Evde kavga vardı, dışarı atıldım.

Bir süre yürüdüm ama gidecek bir yerim yoktu. Bugün açlıktan neredeyse
ana caddenin sonunda bayılacak hale gelince tesadüfen yatabileceğim bir
yer buldum.”
Gencin kıyafetleri oldukça gündelik gözüküyordu ama kullanılan
materyalin kalitesi oldukça iyiydi.

Ayrıca Xie Lian, düzeyli konuşma şeklini ve onu bunu okuyacak kadar boş
vakti olmasını, her şeyi bilmesini göz önünde bulundurunca onun çok
zengin bir ailenin dışarıda gezmeye çıkan bir genç efendisi olduğundan
şüphelenmişti. Şımartılmış bir genç efendi olarak dışarıda tek başına çok
uzun süre gezince de kaçınılmaz olarak karşısına birçok zorluk çıkmış
olmalıydı. Bu Xie Lian’ın oldukça içten bir şekilde bağlantı kurabileceği bir
durumdu. Aç olduğunu duyunca çantasının içinin altını üstüne getirmeye
başladı fakat sadece tek bir buğulanmış çörek bulabilmişti. Çöreğinin hala
yumuşak olduğunu fark edince içten bir şekilde gence sordu. “Yemek ister
misin?”

Genç başını salladı, Xie Lian da ona buğulanmış çöreği verdi. San Lang ona
bakarak sordu. “Senin için başka yok mu?”

Xie Lian cevapladı. “Sorun değil, o kadar aç değilim.”

San Lang buğulanmış çöreği ona geri ittirdi. “Benim için de sorun değil.”

Bunu görünce Xie Lian buğulanmış çöreği alıp iki yarıma ayırdı. Ardından
gence bir yarısını verdi. “O

zaman yarısını sen al ve yarısını ben.”

Genç ancak o zaman buğulanmış çöreği alıp yan yana otururlarken


kemirmeye başlamıştı. Xie Lian onun, yanında nasıl oturduğunu ve çöreği
ısırırken ne kadar uslu göründüğünü fark edince, bir yerde ona ayıp edip
etmediğini merak etmekten kendini alamadı.

Kağnı arabası engebeli dağ yolunda güneş yavaş yavaş batıdan batarken bir
inip bir çıkarak ilerliyor ve onları yavaşça sürüklüyordu. İkisi arabada
oturup hiç durmadan sohbet ettiler. Daha çok konuştukça Xie Lian gencin
daha da özel olduğunu hissetmeye başlıyordu. Gencin yaşına rağmen her
kelimesi ve hareketinin kendine has bir havası vardı. Her zaman rahattı,
sanki cennetin ve dünyanın enginliğinde bilmediği veya onu şaşırtabilecek
hiçbir şey yoktu. Bu hali Xie Lian’ın, onun iyi eğitimli ve genç olmasına
rağmen çok olgun olduğunu düşünmesini sağlamıştı. Buna rağmen arada
gençlere özgü hevesi de görülebiliyordu. Xie Lian, Pu Qi Manastırı’nın
onun olduğunu söylediğinde genç. “Puji Manastırı mı? Kulağa orada çok
fazla su kestanesi varmış gibi geliyor. Hoşuma gitti. Bu Manastır kime
adanmış?”

Bu baş ağrısı tetikleyici sorunun bir kez daha sorulmasıyla Xie Lian hafifçe
öksürdü. “Xian Le’nin Veliaht Prensine. Muhtemelen onu bilmiyorsun.”

Uyuşuk bir gülümseme gencin yüzünde belirdi fakat cevaplayamadan önce


kağnı arabası aniden sarsılmıştı.

İkisi bir aşağı bir yukarı gidip geldi. Xie Lian gencin düşebileceğinden
endişelendiği için hemen uzanıp onu tuttu. Ancak San Lang’a dokunduğu
anda, gencin sıcak bir şeyle yanmış gibi davranarak zorla elini çekeceğini
kim bilebilirdi ki?

Yüz ifadesi çok az değişmiş olmasına rağmen Xie Lian yine de fark etmişti.
Kendi kendine belki de gencin ondan nefret ettiğini düşündü. Ancak
arabada oldukları zaman boyunca kesinlikle keyifli bir şekilde sohbet
etmişlerdi. Ama o sırada bu konu üzerinde daha fazla düşünecek vakti
yoktu. Ayağa kalkarak sordu. “Ne oldu?”

Kağnı arabasını süren yaşlı adam cevapladı. “Ne olduğunu bende


bilmiyorum! Yaşlı Huang, neden durdun? Hadi, hareket et!”

Bu sırada güneş çoktan batmıştı ve alacakaranlık yaklaşıyordu. Kağnı


arabası ise hala dağın kasvetli ve karanlık ormanlarındaydı. Yaşlı öküz
inatla hakaret etmeyi reddederek ve huysuz davranarak olduğu yerde
duruyordu. Yaşlı adamın tüm ısrarları boşa çıktı, öküz kendi kafasını yere
gömmek istiyormuş

gibi davranıyordu. Bıkmadan möölemeye devam ederken kuyruğu


kuvvetlice etrafta bir kırbaç gibi sallanıyordu. Xie Lian bir tuhaflık
olduğunu hissetmişti ve tam arabadan atlayacaktı ki aniden o yaşlı adam bir
şeyi işaret ederek bağırmaya başladı.
Xie Lian döndü ve dağ yolunun önünde, batı ve doğuda sönük bir şekilde
yanan küme halinde birçok yeşil alev gördü. Beyaz giyinmiş bir grup insan
onlara doğru yavaşça yürürken kafalarını tutuyorlardı.

Xie Lian hemen bağırdı. “Koru!”

RuoYe bileğinden ayrıldıktan sonra kağnı arabasının etrafını bir kerede


sardı, havanın ortasında üçünü ve hayvanı koruyan bir daire yaratmıştı. Xie
Lian başını döndürüp sordu. “Bugün günlerden ne?”

Yaşlı adam cevap veremeden arkasındaki genç araya girdi. “Hayalet


Festivali.”

Yedinci ayın ortasında Hayalet Kapısı açılırdı. Ayrılırken tarihe bakmamıştı


ancak o gün tam olarak da Hayalet Festivaline denk gelmişti!

Xie Lian sesini alçaltıp konuştu. “Bu konudan sanki önemsiz bir şeymiş
gibi bahsedilmez. Bugün yolumuza kötülük çıktı. Eğer yanlış yoldan
gidersek bir daha geri dönemeyiz.”

Çevirmen: Kae

Not: İlginç gerçek; Xie Lian’ın doğum günüyle Hayalet Festivali aynı gün.
(Ama kitapta bahsetmiyor, belki yazar sonradan böyle karar vermiştir…)

Bölüm 15: Akçaağaçtan Daha Kızıl Kıyafet, Kar Kadar Beyaz Bir Ten
Beyaz kıyafetler giyen kalabalığın boyunlarının üzerlerinde kafaları yoktu,
her biri birer kafatası taşıyor ve yalnızca hapishane kıyafetleri giyiyorlardı.
Bükülmüş kollarındaki kafaları durmaksızın gıcırdarken yavaşça kağnı
arabasına doğru gelen grup, başı kopmuş mahkumlardan oluşuyor gibiydi.

Xie Lian sesini alçaltıp diğer ikisine hitaben. “Yanımıza yakınlaştıklarında


hiç ses çıkartmayın.”
San Lang kafasını yana yatırıp sordu. “Gege, görünüşe göre olağanüstü
yeteneklisin ve tuhaf şeylerde ustasın.

*ÇN: Gege, abi kullanılan sevimli bir hitap, kan bağı olmasına gerek yok.

Kafası biraz karışık göründüğü için Xie Lian cevapladı. “Olağanüstü


yeteneklere sahip ve tuhaf şeylerin ustası demezdim ben olsam. Sadece bir-
iki şey biliyorum. Şu anda bizi göremezler ancak az sonra yakına
geldiklerinde neler olacağını kestirmek zor.”

Beyaz ipeğin kendi kendine havaya uçtuğunu görünce kağnı arabasını süren
yaşlı adamın dili tutulmuştu. Üstüne kafasız insanlar da görüş alanına
girmişti, korkudan neredeyse dizlerinin bağı çözülecekti. Büyük bir panikle
kafasını salladı. “Hayır, hayır, hayır, yapamam! Sessiz kalmayı başaramam
Daozhang, ne yapmalıyım?!”

*ÇN: Tao Rahibi

“…” Xie Lian cevapladı. “Pekala, aslında başka bir yol daha var. Beni
affet.” Bunu söyledikten sonra hiç zaman kaybetmeden hafifçe adamın
arkasına vurdu. Yaşlı adam koltuğunda devrilerek hemen bayıldı.

Xie Lian nazikçe onu yakalayıp uyma pozisyonuna yerleştirdikten sonra


sürücü koltuğuna kendisi geçti.

Aniden arkasında bir hareket hissetti. Xie Lian bakmak için kafasını
çevirdiğinde, genç adamın onu takip edip arkasına oturmuş olduğunu gördü.
“İyi misin?”

San Lang bir eliyle çenesini destekledi. “Tabii ki de hayır. Korkuyorum.”

Sesinde bir parça bile korku olmasa da Xie Lian yine de onu yatıştırdı.
“Korkacak bir şey yok. Eğer arkamda durursan hiçbir şey seni incitemez.”

Genç gülümseyerek sessiz kaldı. Xie Lian aniden gencin ona bakıyor
olduğunu fark etti. Bakışları özellikle boynundaki lanetli kelepçeye
kilitlenmişti.
Lanetli kelepçe boynunun çevresinde siyah bir kolye gibi duruyordu.
Saklaması neredeyse imkansızdı ve diğerleri görünce kolayca kötü
çıkarımlar yapabiliyorlardı. Xie Lian nazikçe, hiçbir şeyi saklayamayacak
olmasına rağmen yakasını çekiştirdi.

Hava kararmış olduğu için genç adamın yüz ifadesini artık göremiyordu.
Xie Lian dizginleri tuttu ve sakince öküzü ilerletmeye çalıştı. Mahkum
kıyafetleri giyen kalabalık hayalet grubu yaklaşmıştı, geçmek istiyorlardı
ancak yolun ortasında, yollarını kapatan bir şey olduğunu fark ettiler.

“Tuhaf! Neden geçemiyoruz?”

“Cidden mi?! Kapalı mı? Ne oluyor be? Bu hayaletlerin işi mi?!”

“S*keyim, biz kendimiz hayaletler değil miyiz? Bu nasıl olur ki?”

Xie Lian en sonunda öküzü hareket ettirmeyi başarmış ve o kafasız hayalet


mahkumları daha yeni geçmişti. Kafalarını tutarken bir yandan atışmalarını
oldukça komik bulmuştu. Bu hayalet grubunun şikayet edecek pek çok şeyi
vardı.

“Hey, hata yapmadın değil mi? Neden senin kafanı tutan benim bedenimmiş
gibi hissediyorum?”

“Senin bedenin yanlış kafayı almıştır!”

“Arkadaşlar, acele edip değiştirin…”

“Neden kafandaki kesik yarası bu kadar tırtıklı?”

Hayalet iç çekerek konuştu. “Hah~ Benim celladım daha yeniydi. Kafamı


anca beş ya da altı kerede kesebildi. Hatta bilerek yaptığını düşünmeye
başlamıştım.”

“Ailen onlara para teklif etmedi değil mi? Bir sonraki sefer hızlı ve temiz
bir kesik için önceden rüşvet vermeyi unutma.”

“Sonraki sefermiş, g*tüm!”


Yedinci ayın on beşinci günü olan Hayalet Festivali, hayalet diyarının en
büyük ve en çok kutlanan tatiliydi. O gün, hayalet diyarının kapıları açılır,
genelde gölgelerde gezinen hayaletlerinin özgürce dolaşıp kontrolsüzce
kutlama yapmalarına olanak sağlardı. Yaşayanlar özellikle bu gecede geri
çekilmeliydi ve kapılarını sıkıcı kilitleyip evden çıkmamak yapabilecekleri
en iyi şey olurdu. Eğer birisi dışarıya çıkarsa hoş olmayan bir şeyle
karşılaşma ihtimali son derece yüksekti.

*ÇN: Ay takvimine göre 7. Ayın 15. Günü, miladi takvime göre ağustos
veya eylül gibi bir zamana denk geliyor.

Talihsizlik tarafından her daim takip edilen Xie Lian, Tao cübbesi giyerken
bile hayaletlerle karşılaşabiliyordu; başına bu bile gelmişti. Etrafları uçuşan
yeşil hayalet ateşleriyle doluydu. Bir sürü ölmüş ruh da dalgalanan alevlere
eşlik ediyordu. Kefen giymiş olan bazıları ifadesizce kendi kendilerine
fısıldaşıyor, hepsi onlar için yakılan külçe altınlar ve gümüşler ile kağıt
paraları alabilmek için uzanırken bir dairenin önünde diz çökmüşlerdi.

*ÇN: Tao cübbesine bürünmüş bir Daozhang’ın hayaletlerle karşılaşma


ihtimali oldukça düşüktür. Ancak Xie Lian’ın şanssızlığıyla elbette her şey
mümkün.

Bu sahne ölünün gürültülü bir eğlencesi olarak betimlenebilirdi. Xie Lian


bundan sonra geziye çıkmadan önce takvimi kontrol etmeyi hatırlaması
gerektiğindi düşünürken ortaya doğru el salladı.

Aniden ölen bir tavuğunkine benzeyen tiz bir bağırış duyuldu.

“Bu kötü! Bu kötü! Hayaletler öldürülüyor!”

Uyarı hayalet kalabalığını kudurttu. “Nerede? Nerede? Katil nerede?”

İlk başta bağıran hayalet cevapladı. “Beni ölümüne korkuttu! Bir sürü
parçalanmış hayalet ateşini bulduğumda oradaydım, hepsi vahşice
dilimlenmiş! Çok acımasızca!”

“Hepsi dilimlenmiş? Parçalanmış mı! Kesinlikle zalimce!”


“Kim yaptı? Yoksa… Aramızda saklanan büyü ustaları veya keşişler mi
var?”

Kafasız mahkumların hepsi bağırıyordu. “Ah! Şimdi söyledin de, daha önce
yolda yolumuzu kapatan bir şey vardı, o yüzden geçemedik. Belki…”

“Nerede, nerede?”

“Hemen orada!”

Xie Lian içinden haykırdı, Bu hiçte iyi olmadı. Göz açıp kapatıncaya dek
bir sürü hayalet ve hortlak kağnı arabasını çevreledi, hepsi kızgın ve kötü
niyetlerle dolu yüzlerini gösteriyorlardı. “Sıcak yang enerjisinin kokularını
alıyorum…”

*ÇN: Yang; Pozitif, erkek, güneş. Yin; Negatif, kadın, karanlık.

Daha fazla saklanamazlardı!

Hayalet festivali sırasında bir ölümlünün ölüye rastlaması ölümlünün suçu


sayılırdı. Xie Lian, tüm o hayaletlerle bir kavga başlatma niyetinde değildi.
O yüzden tek yapabileceği kağnı arabasını hızlandırmaktı. “Yürü!”

Öküz zaten son derece korkmuştu. Huzursuzca yerinde duramazken


toynağıyla toprağı eşeliyordu. Bu emiri duyunca sabırsızca koşmaya
başladı. Xie Lian arkasındaki genci tutmayı unutmadı. “Tutun!”

RuoYe rahatlıkla onlara bir çıkış yolu oluşturduktan sonra hayalet ateşiyle
aydınlatılmış çemberin orasından hızla çıktılar. Bir kolu ve bir bacağı
olmayan hayalet kızgınlıkla haykırdı. “Gerçekten de bir Daoshi vardı
demek!!! Bu lanet olasıca Daoshi ölmeyi bekleyemiyor olmalı!!!”

*ÇN: Daoshi: Daozhang’ın kaba versiyonu.

“Yaşayan, bizim Hayalet Festivalimizde rahatsızlık vermeye cüret ettiğine


göre başına gelecek hiçbir şey için bizi suçlayamazsın!”

“Takip edin!”
Xie Lian dizginleri bir eliyle tuttu ve diğer elini bir sürü tılsım çıkartmak
için kullandı. Tılsımları yere atarken bağırdı. “Engelle!”

Kaçışlarında onlara yardım eden Engel Tılsımı ydı. Birbirini izleyene


patlama sesleri duyuldu. Her biri hayaletlere zorluk çıkartıyor, hareketlerini
kısa bir süre için engelliyordu. Yine de kısa bir süre için olmasına rağmen, o
kadar çok tılsımın kullanılmasıyla hayaletlerin onlara yetişmesi yaklaşık
yarım tütsünün yakılma süresi kadar zaman alırdı. G*tünü yakan bir ateş
varmış gibi Xie Lian arabayı sürdü ve dağ yolunun o kısmından kaçtıktan
sonra aniden konuştu. “Dur – !”

Yaşlı öküz arabayı çatallanan bir yola götürmüştü ve karşısında iki karanlık
dağ yolunun olduğunu görünce Xie Lian hemen dizginleri çekti.

Bu fazlasıyla dikkatli olmaları gereken bir konuydu!

Hayalet Festivalinde ölümlüler bazen yürürlerken daha önce orada olmayan


bir yolla karşılaşırlardı.

Bu tür bir patika ölümlüler için değildi. Yanlış yolu seçip hayalet diyarına
girdiklerinde karşılarına çok fazla zorluk çıkardı ve geri dönmeyi isteseler
de bu pek mümkün olmazdı.

Xie Lian oralarda yeni olduğu için hangi patikayı seçmesi gerektiğinde
kararsızdı. Aniden kasabadan aldıklarını hatırladı. Koca bir çanta toplanmış
hurda ve aldığı çeşitli maddelerin haricinde fal çubuklarının içinde olduğu
silindir bir kutu vardı. Çubukları yolu seçmek için çekmeye karar verip
kutuyu çıkardı. Elinde tuttu ve dua ederken salladı. “Tanrılar kutsamanızı
bağışlayın! Beni doğru yola götürün! İlk çubuk sol için, ikinci çubuk sağ
için! Şanlı yolu seçeceğim!” Bunu söyledikten sonra iki çubuk elinde
çatırdadı. Sonuçlara bakınca Xie Lian’ın söyleyebileceği hiçbir kelimesi
yoktu.

Talihsiz semboller; büyük bir şanssızlık!

İki çubuk da talihsizdi, iki yol da şanssızdı. Bu, hangi yolu seçerlerse
seçsinler onları ölüme götüreceği anlamına gelmiyor muydu?
Çaresiz hisseden Xie Lian kutuyu iki eliyle aldı ve kuvvetlice salladı. “Kutu
ah kutu, bugün daha yeni tanıştık, bu kadar kalpsiz olma! Tekrar
deneyeceğim, lütfen bu kez yüzüme gül.” Bunu söylemeyi bitirdikten sonra
iki çubuğun daha çatırdama sesi geldi. Yine, ikisi de kötü şanstı!

Bu sefer yanında oturuyor olan San Lang aniden seslendi. “Bir de ben
deneyeyim?”

Onunkinden daha kötü bir sonuç gelemeyeceği için Xie Lian kutuyu verdi.
San Lang tek eliyle aldı ve sıradan bir şekilde salladı. İki çubuk düştü.
Sonuçlara bile bakmasan ikisini de alıp uzattı. Xie Lian onları aldığında
ikisinin de iyi şans çubukları olduğunu gördü, şaşırmaktan kendini
alamamıştı.

Genelde kendisinin aşırı kötü şansı yüzünden etrafındaki insanların


şanslarını da negatif yönde etkilerdi. Aslında bunun gerçek olup
olmadığından emin değildi ancak yeteri kadar sıklıkla duyduğu şikayetler
öyle olduğunu gösteriyordu. Yine de bu genç adam hiç etkilenmemiş ve iki
tane iyi şans çubuğu alabilmişti!

İki sembol de şans olduğu için gelişi güzel bir tanesini seçti. Araba sarsılıp
sallanırken Xie Lian hayranlıkla belirtti. “Dostum, senin şansın hiçte fena
değil.”

San Lang fal kutusunu arkaya attı ve gülümsemeyle cevapladı. “Gerçekten


mi? Ben de şansımın hiçte fena olmadığını düşünüyorum. Hep böyleydi.”

“Hep böyleydi.” dediğini duyunca, Xie Lian ikisi arasındaki farkın cennet
ve dünya kadar olduğunu fark etti.

Bir anda yeniden hayaletlerin inleyişlerini duydular. “Onları bulduk!


Buradalar!”

“Millet! O lanet olasıca Daoshi burada!!!”

Hayaletlerin kafaları bir bir ortaya çıkarken Xie Lian yorum yaptı. “Ah,
yine de yanlış yolu seçmişiz gibi görünüyor.”
Engel Tılsımı nın etkileri çoktan geçmişti, bir kere daha çevrelenmişlerdi!

Toplanmış olan hayalet ve hortlakların sayısı en az yüz olmalıydı. Onların


etrafında barikat kurdular ve barikat oldukça kalındı, sayıları git gide
artıyordu. Orada neden bu kadar çok insan olmayan yaratığın toplandığını
bilmiyordu fakat bunu düşünecek zamanı da yoktu. Xie Lian kibarca
söyledi.

“Hareketlerimle gücendirmiş olduklarım, alçakgönüllülükle cömert


davranarak affetmenizi istiyorum.”

Kafasız bir hayalet bağırdı. “Ha! Kokuşmuş Daoshi, ilk önce sen cömert
olmalıydın! Oradayken hayalet ateşlerini parçalayanlar siz değil miydiniz?”

Xie Lian masumca cevapladı. “Gerçeği söylemek gerekirse biz değildik.


Ben sadece hurda topluyorum.”

“Yalan söylemeyi bırak! Nasıl sadece hurda topluyorsun? Apaçık bir


Daoshi’sin! Ayrıca senin dışında etrafta böyle bir şeyi yapacak başka bir
Daoshi var mı?!”

“Hayalet ateşlerini parçalayabilenler yalnızca Daoshi’lar değil.” Xie Lian


cevap verdi.

“O zaman başka ne olabilir? Bir hayalet mi?”

Xie Lian sessizce elini kıyafetinin koluna soktu. “İmkansız değil.”

“Hahahahahahaha, lanet olasıca Daoshi! Sen…… Sen….. Sen…”

Cenneti bile sallayabilecek kadar yüksek sesle gülmeye başlayan hayalet


aniden kekelemeye başlamıştı, cümlesine devam edemiyordu. Xie Lian
hızla cevap verdi. “Ne olmuş bana…?”

Sorduğu anda tüm hayalet konuşma yeteneğini kaybetmişti, kekelemeler


bile durmuştu. Xie Lian’a boş boş baktılar. Bazılarının çeneleri düşmüştü,
bazılarının dudakları ise sımsıkı kapalıydı, sanki son derece korkutucu bir
şey görmüşlerdi. Kafasız mahkum hayaletlerinin çoğu kafalarını düşürecek
kadar korkmuşlardı.
Xie Lian meraklı bir şekilde sordu. “Sizler…?”

Beklenmedik bir şekilde sorusunu bile bitiremeden hayalet kalabalığı telaşlı


kuşlar gibi dört bir yana dağılmıştı, sanki bir kasırga parçalı bulutların
arasından fırlamıştı.

“Yok artık???” Xie Lian afallamıştı.

Kıyafetinin kollarında sakladığı bir dolu tılsımı daha çıkarmamıştı bile.


Tılsımların olduğunu anlamış

olabilirler miydi? O kadar zekiler miydi? Ayrıca tılsımlar o kadar da güçlü


değildi. Xie Lian’ın kafası tamamen karışmıştı. Neyden korkmuşlardı?
Korktukları gerçekten o muydu?

Yoksa arkasındaki bir şey miydi?

Bu aklına gelince arkasında ne olduğunu görmek için döndü.

Yalnızca bayılmış olan araba sahibi ve kırmızılar içindeki bir eliyle çenesini
desteklerken hala rahatça oturan genç vardı.

Onun o tarafa baktığını görünce San Lang tekrar hafifçe gülümsedi. Elini
indirip söyledi. “Daozhang çok cesur ve müthiş, tüm o hayaletler senden
korkup kaçtı.”

“…….”

Xie Lian da gülümsedi. “Öyle mi? Bu kadar müthiş olabildiğimi hiç fark
etmemiştim.”

Bunun ardından dizginleri birkaç kez çekti ve arabanın tekerleri bir kez
daha dönmeye başladı. Yolun geri kalanı epeyi sakin geçmişti. Bir saatten
kısa bir sürede kağnı arabası yavaşça ormandan çıkmış, tepedeki geniş ve
düzgün bir patikaya girmişti. Puji Kasabası yokuşun eteklerindeydi, sıcaktı
ve parlıyordu.

Gerçekten de bir ‘iyi şans’ yoluydu, sürprizler vardı fakat tehlike yoktu.
Xie Lian tekrar arkasına bakarken gece rüzgarı esti. San Lang’ın keyfi
özellikle yerinde görünüyordu.

Ayı incelerken uzanmış, bir şekilde kollarını minder olarak kullanarak


kafasını iki elinin üzerine koymuştu. Yumuşak ay ışığının altında genç
adam neredeyse gerçek dışı görünüyordu.

Bir süre kararsız kaldıktan sonra Xie Lian gülümseyerek ona seslendi.
“Dostum.”

“Ne oldu?” San Lang sordu.

“Daha önce hiç fal baktırdın mı?”

San Lang kafasını çevirdi. “Hayır, baktırmadım.”

“O zaman,” Xie Lian sordu. “Seninkine bakmamı ister misin?”

Ona bakarken San Lang gülümsedi. “Benim falıma mı bakmak istiyorsun?”

“Evet… Biraz.” diye itiraf etti.

San Lang hafifçe kafasını salladı. “Pekala.”

Oturup bedenini birazcık Xie Lian’a doğru eğdi. “Nasıl bakacaksın?”

Xie Lian cevapladı. “Avuç okuma. Olur mu?”

Cevabını duyunca San Lang’ın dudakları yukarı kıvrıldı, ne anlama geldiği


anlaşılmıyordu. “Olur.” diye ona katılıp sol elini uzattı.

Sol elindeki parmaklar uzun ve inceydi, eklemleri belirgindi. Göze oldukça


hoş görünüyordu. Narin bir anlamdaki güzellik değildi bu, fakat gizli bir
güç saklanıyormuş gibi bir çekiciliği vardı. Kimse bu ellerin onları öldürene
kadar boğmasını istemezdi. Xie Lian, San Lang’ın onun daha önceki
dokunuşuna nasıl tepki verdiğini hatırladı ve aklından bu kişiye doğrudan
dokunmaması gerektiğinin notunu aldı.

Böylece elinde dokunmadan sadece incelemek için avcuna baktı.


Beyaz ay ışığı ne çok sönük ne de çok parlaktı. Xie Lian eli bir süre
boyunca inceledi. Kağnı arabası yavaşça tekerlekleri ve tahtaları
gıcırdarken dağ yolunda gidiyordu. San Lang sordu. “Nasıl?”

Kısa bir aranın ardından Xie Lian yavaşça cevapladı. “Çok iyi bir hayatın
var.”

San Lang. “Aa? Hangi yönden iyi?”

Xie Lian yumuşakça söylerken kafasını kaldırdı. “Hayal kırıklıklarıyla acı


karşılaşmalar ve alt üst olmuş

umutlarına rağmen oldukça inatçı ve adanmış birisin. Kalbinin sesini


dinliyorsun. Çoğu zaman şanssızlıkların kutsamaya, belalar refaha
dönüşecek. İyi bir şansa sahip olmaya devam edeceksin, geleceğin parlak
ve göz alıcı bir biçimde açacak.”

Dediği her şeyi o anda uydurmuştu, hepsi tamamen saçmalıktı. Xie Lian
nasıl avuç okunması gerektiğini bilmiyordu. Düşmüş olduğu zamanlarda
saraydaki papazlardan el falı ve fizyonomi öğrenmediği için sıkça
pişmanlık duyduğu olmuştu. Eğer öğrenmiş olsaydı, ölümlü dünyada
hayatta kalmak için çıplak göğüslerinde kayaları parçalayan diğer sokak
eğlendiricileriyle rekabet etmesine gerek kalmazdı.

San Lang’ın avcunu görmek istemesinin nedeni kaderini söylemek değildi,


daha çok avuç çizgileri ve parmak izleri olup olmadığını kontrol etmek
istemiş oluşuydu.

Sıradan hayaletler insanınki gibi etten vücut yaratabilirdi fakat insan


vücudundaki avuç çizgileri, parmak izleri ve kıl kökleri gibi ince detayları
oluşturamazlardı. Buna rağmen genç adamın vücudunda hiçbir büyü izi
yoktu, daha fazla saptanabilecek belirti yoktu. Ayrıca avuç çizgileri de
oldukça belirgindi.

Eğer kendini saklayan bir hayalet veya hortlak olsaydı böyle mükemmel
detayları yaratabilmek için en az ‘Yıkım’ sınıfı olması gerekirdi. Ancak
eğer o kapasiteye sahip bir hayalet kral olsaydı o zaman neden zaman
öldürmek için küçük bir kasabada onunla bir kağnı arabasını sürmeyi
seçeydi ki? Cennetteki tanrıların birçok önemli işlerle meşgul olmaları ve
günlerce ayakları yere hiç değmeden yorularak çalışıyor olmaları gibi
Hayalet Kralların da o kadar meşgul olmaları gerekirdi!

Xie Lian yalanlarından emin ve dediklerine güveniyormuş gibi davranarak


kendini daha fazla saçmalayamayana kadar devam etmeye zorladı.
Konuşmasının tamamı boyunca San Lang onu dikkatle izledi ve sessizce
gülerken tüm zırvalıklarını dinledi. Gülüşü insanın meraklanmasına yol
açıyordu.

“Başka bir şey? Hm?” San Lang sordu.

Saçmalamaya devam etmek zorunda olduğu düşüncesi Xie Lian’ı ölümüne


korkutmuştu. “Söylememi istediğin başka bir şey var mı?”

San Lang cevapladı. “Sonuçta fal baktığın için, bana ruh eşim hakkımda bir
şeyler de söylemen gerekmiyor mu?”

Xie Lian hafifçe öksürdü ve ciddiyetle konuştu. “Bilgim sınırlı, nasıl ruh eşi
hakkında fal bakıldığını bilmiyorum. Ama bence endişelenmene gerek
yok.”

San Lang bir kaşını kaldırdı. “Neden endişelenmeme gerek olmadığını


düşünüyorsun?”

Xie Lian gülümsedi. “Kesinlikle senden hoşlanan birçok kız olmalı.”

San Lang cevapladı. “O zaman, neden benden hoşlanan birçok kız olması
gerektiğini düşünüyorsun?”

Xie Lian sohbetin akışına göre bir cevap vermek üzereydi ki aniden fark
etti. Bu çocuk, Xie Lian’ın onu övmesi için plan yapıyordu. Xie Lian
oldukça çaresiz hissetti, lakin bayağı komik de bulmuştu. Ne söylemesi
gerektiğini bilmeyerek yüzünü çimdikledikten sonra yenilmiş bir ses
tonuyla konuştu. “San Lang...”

Xie Lian’ın ona ilk defa San Lang ismiyle seslenmişti. Genç adam bunu
duyduğunda güldü ve ona sataşmayı bıraktı. Tam o anda nefes nefese
kalmış olan öküz kasabaya ulaşmıştı. Xie Lian döndü ve kendini
destekleyerek hızlıca arabadan atladı. San Lang da zıplamıştı. Xie Lian
kafasını kaldırdığında öncesinde San Lang’ın tüm yol boyunca tembelce
uzanıyor olduğunu fark etti. Ancak şimdi onun

yanında dururken genç adamın aslında ondan çok daha uzun olduğunu
görüyordu ve bakış açıları yakın bile değildi. San Lang arabasının önünde
gerinerek durdu.

Xie Lian sordu. “San Lang, hangi tarafa gidiyorsun?”

San Lang iç çekti. “Bilmiyorum. Muhtemelen sokaklarda uyacağım veya


dağda mağara bulup onunla yetineceğim.”

Xie Lian cevapladı. “Olmaz.”

San Lang kollarını gerdi. “Yapabileceğim başka bir şey ve gidebileceğim


başka bir yer yok.” Ona baktı ve tekrar güldü. “Geleceğimi söylediğin için
teşekkürler. Bana söylediğin kutsamaları alçak gönüllükle kabul ediyorum.
Umarım tekrar karşılaşırız.”

Baktığı fal hakkında konuştuğunu görünce Xie Lian’ın yüzü utançla


kıpkırmızı oldu. San Lang ayrılmak için döndüğünde Xie Lian hızla
konuştu. “Bekle, eğer uygunsa, manastırımda gelip kalmak ister misin?”

San Lang’ın vücudunun yarısı dönerken adımları durdu. “Kalabilir miyim?”

Xie Lian. “İlk olarak o ev aslında benim değildi. Öncesinde yolcuların gece
kalmak için bir sığınak olarak kullandıklarını duymuştum. Sadece, durumu
hayal edebileceğinden daha kötü olabilir, o yüzden katlanamayabilirsin.”

Eğer bu genç gerçekten de evden kaçmış zengin bir genç efendiyse onu
başıboş bırakamazdı. Xie Lian, o genç tüm gün boyunca sadece yarım çörek
yemiş olduğu için oldukça kuşkulu hissediyordu. Eğer gençler sağlıkları iyi
olduğundan dolayı böyle davranırlarsa eninde sonunda kesinlikle yollarda
bayılırlardı. Onun konuşmasını dinledikten sonra San Lang cevap vermeden
döndü ve tam karşısına geldikten sonra öne doğru eğildi. Xie Lian hala ne
istiyor olduğunu anlayamamıştı, sadece ikisinin arasındaki mesafenin
gittikçe azaldığını hissediyordu. Biraz şaşkına dönmüştü, onu engellemek
için elinden hiçbir şey elinden gelmiyordu.

Ardından genç, yalnızca Xie Lian bunca zamandır arkasında taşıyor olduğu
büyük hurda çantasını almış olduğunu göstererek birkaç adım geri gitti.

“İyi o halde, hadi gidelim.” dedi.

Çevirmen: Kae

Not: Hayaletlerin arasındaki muhabbeti komik bulan tek ben miyim? :D Bir
de Xie Lian’ın saçmalamalarını….

Bölüm 16: Akçaağaçtan Daha Kızıl Kıyafet, Kar Kadar Beyaz Bir Ten
Xie Lian genç adamın her ne kadar ince ve zayıf görünse de, onun koca
hurda çantasını sakin ve rahatça taşıdığını görünce şaşırdı. İçindeki suçluluk
duygusuna engel olamıyordu. San Lang yürümeye başlamış, çoktan ondan
birkaç adım öndeydi. Xie Lian onun takip etmeye karar vermişti ancak
aniden aklına yaşlı sürücünün hala bilinçsiz bir şekilde arabada yatmakta
olduğu geldi. Geri döndü ve onu tekrar uyandırdı, ardından defalarca bu
gece olanları kimseye anlatmaması konusunda uyardı. Onun yeteneklerini
kendi gözleriyle görmüş olan bu yaşlı adam ona nasıl karşı çıkardı ki? Hızla
başını salladı, asla anlatmayacağını söyledi. Ardından Yaşlı Huang’ın
dizginlerine asıldı ve hızla evinin yolunu tuttu.

Arabadan kalan sarılmış bambu hasır, şimdi Xie Lian’ın sırtındaydı. Tekrar
arkasına baktığında San Lang’ın tek başına, omzunda taşıdığı hurda
çantasıyla, çoktan yavaş yavaş tepeye tırmandığını gördü.

Vardıklarında yıkık Puji Manastırının önünde durdular. San Lang sanki


komik bir şey görmüşte gülüyormuş gibi başını eğdi. Xie Lian yaklaştığında
onun ‘virane bina, lütfen bağış yapın’ tabelasına baktığını fark etti. Hafifçe
öksürdü. “Gördün mü? Bu yüzden alışkın olmayabileceğini söylemiştim
zaten.”
San Lang. “Hiç sorun değil.”

Normalde insanlara sürekli ‘sorun değil, sıkıntı yok’ diyen Xie Lian’dı.
Bugün ilk kez bu sözlerin kendisine söylendiğini duyuyordu, içi tarif
edilemez bir hisle dolmuştu. Puji Manastırının kapısı çürümüştü, bu yüzden
Xie Lian kapıyı çıkartmış ve yerine bir perde asmıştı. Perdeyi kaldırarak
içeri adım attı ardından gence döndü. “İçeri gel.”

San Lang hemen arkasından içeriye girdi.

Bu küçük ahşap evin içindeki eşyaların tümü tek bakışta görülebiliyordu.


Sadece uzun, dikdörtgen bir sunak masası, iki küçük ahşap tabure, bir tane
dua hasırı ve bir de bağış kutusu vardı. Xie Lian, San Lang’ın taşıdığı
eşyaları alarak satın aldıklarını çıkartmaya başladı: fal kutusu, bir tütsü
kabı, hat fırçası, kağıt ve diğer muhtelif eşyalar. Hepsini sunak masasında
uygun yerlere koydu. Hurda toplarken birisinin ona attığı kırmızı bir mumu
yaktığında oda anında ışıkla aydınlanmıştı. San Lang gelişigüzel bir şekilde
fal kabını aldı ve salladıktan sonra tekrar yerine koydu. “Peki yatak var
mı?”

Xie Lian ona döndü. Sırtındaki hasırı yere koyduktan sonra ona gösterdi.

San Lang tek kaşını kaldırdı. “Sadece bir tane mi var?”

Xie Lian genç adamla kasabadan dönerken karşılaşmıştı, bu yüzden doğal


olarak sadece bir tane hasır almıştı. “Bu gecelik benimle tek hasıra
sıkışmayı dert etmezsen, birlikte yatabiliriz?” diye önerdi.

San Lang. “Olur.”

Xie Lian süpürgeyi aldı ve tekrar yerleri süpürmeye başladı, bu sırada San
Lang da manastırda dolaşıyordu. “Daozhang Gege, tapınağında büyük bir
eksiklik yok mu sence de?”

Xie Lian süpürmeyi bitirmiş ve hasırı sermek için yere çömeliyordu. Hasırı
sererken cevapladı. “Bence inananlar dışında eksik bir şey yok.”
San Lang da çömeldi, bir elini çenesinin altına yaslamıştı. “Peki ya tanrının
tasviri?”

Şimdi o söyleyince Xie Lian’da aslında en önemli şeyi unuttuğunu fark


etmişti – tanrı resmini!

İçinde tanrısının tasviri bulunmayan bir manastıra manastır denmezdi.


Buradaki tanrı kendisi de olsa, her gün sunak masasında oturacak hali yoktu
sonuçta.

Bir süre kafa yorduktan sonra bir çözüm buldu. “Gelirken hat fırçası ve
kağıt almıştım. Yarın asmak için bir portre çizerim.”

Kendi portresinin, kendisi tarafından çizilip, kendisi tarafından, kendi


tapınağına asılması… Eğer bu hikaye Cennetin kulağına giderse,
muhtemelen gelecek birkaç on yıl boyunca onunla dalga geçeceklerini
tahmin ediyordu. Ama düzgün bir heykel yapmak değerli kaynaklarını ve
zamanını tüketirdi. Bu yüzden aralarında bir seçim yapması gerekiyorsa,
Xie Lian elbette on yıllar boyunca alay konusu olmayı seçecekti.

Beklenmedik bir şekilde San Lang konuştu. “Resim mi? Yardım ister
misin?”

İrkilen Xie Lian güldü. “İlk olarak teşekkür ederim. Ama korkarım Xian
Le’nin Veliaht Prensini nasıl çizeceğini bilmiyorsundur? Sonuçta neredeyse
tüm heykelleri ve portreleri sekiz yüz yıl önce yakıldı.

Hala kalan birkaç tane olsa bile, gören çok kişi yok.”

Ancak San Lang’ın cevabı tahmininden farklıydı. “Tabi ki biliyorum. Biraz


önce arabada otururken Ekselansları Veliaht Prens’ten bahsetmemiş
miydik?”

Xie Lian hatırladı. Sahiden yoldayken ‘Muhtemelen onu hiç


duymamışsındır’ demişti, ama San Lang cevap vermemişti. Şimdi böyle
söylemesi insanı şaşırtıyordu. Bu sırada Xie Lian hasırı sermişti, doğruldu.
“Yoksa sahiden onun kim olduğunu biliyor musun San Lang?”
San Lang hasıra oturdu. “Biliyorum.”

Bu genç adamın hem görünüşü hem konuşurken ki tonu oldukça ilginçti.


Sık sık gülümsüyordu ama o gülümsemelerin içten miydi yoksa
karşısındakinin entelektüel zaaflarıyla mı dalga geçiyordu, anlamak güçtü.
Yolculukları boyunca Xie Lian güneşin altında onun anlattığı her şeyi
dinlemişti, bu yüzden de onun görüşlerini merak ediyordu. Genç adamın
karşısına oturdu ve sordu. “Xian Le’nin Veliaht Prensi hakkında ne
düşünüyorsun San Lang?”

İkisi kırmızı mumun titreyen ışığı altında karşı karşıya oturmuştu. San
Lang’ın sırtı ışığa dönüktü, siyah gözlerine gölgeler yansıyor, yüz
ifadesinin anlaşılmaz olmasına neden oluyordu. Kısa bir süre sonra cevap
verdi. “Bence Jun Wu onu sahiden hiç sevmiyordu.”

Xie Lian böyle bir cevap beklememişti. Biraz gerileyerek sorguladı. “Neden
böyle düşünüyorsun?”

San Lang. “Yoksa neden iki kez cennetten kovulsun?”

Bunu duyunca Xie Lian hafifçe gülümsedi, içinden, Gençlere has bir
düşünce, diye geçiriyordu.

Başını eğdi, yavaş yavaş belindeki kuşağı çözmeye başlarken konuştu. “Bu
olayla birisini sevip sevmemenin hiç alakası yok. Bu dünyada pek çok
mesele ‘sevmek’ veya ‘sevmemekle’ basitçe açıklanamaz.”

San Lang. “Ah.”

Xie Lian döndü, beyaz botlarını çıkarttıktan sonra tekrar konuştu. “Ayrıca,
eğer birisi yanlış bir şey yaparsa cezasını çekmelidir; Semavi İmparator her
iki seferinde de sadece görevini yerine getiriyordu.”

San Lang tarafsız bir şekilde konuştu. “Belki de.”

Xie Lian dış cübbesini çıkarttı ve düzgünce katlanmış kıyafetlerini sunak


masasına yerleştirmek için hareketlendi. Aslında bu konuda konuşmaya
devam etmek istiyordu, başını tekrar çevirdiğinde ise San Lang’ın
gözlerinin ayağına kilitlenmiş olduğunu fark etti.

Bakışları tuhaftı. Buz kadar soğuk denilebilirdi ama aynı zamanda da


yakacak kadar deliciydi. Hem ateşle yandığı hem de soğuk bir niyet taşıdığı
söylenebilirdi. Xie Lian başını aşağıya eğdiğinde hemen olanları anlamıştı.
Genç adam onun sağ ayak bileğine sarılmış olan siyah, lanetli kelepçeye
bakıyordu.

İlk lanetli kelepçe boynuna sarılmıştı, ikinci ise el bileğine. Her iki
kelepçede oldukça uygunsuz yerlerdeydi, saklamaya imkan yoktu.
Geçmişte insanlar sorduğunda Xie Lian bir cevap uydurmuştu,

sanatını icra edebilmesi için bunların gerekli olduğunu söylerdi. Ama eğer
soran kişi San Lang olursa, bunlara kolay kolay kanmazdı.

Ancak San Lang sadece bir an daha ayak bileğine baktı ama hiç yorum
yapmadı. Xie Lian da bu konudan bahsetmek istemiyordu zaten, hasıra
uzandı. Genç adam da yanına uzanmıştı, onun kıyafetleri hala üzerindeydi.
Xie Lian onun muhtemelen yerde iç giysileriyle yatmaya alışkın olmadığını
tahmin etti, sahiden bir yatak alması gerekiyordu. “Hadi uyuyalım.” dedi.
Hafif bir esintiyle kırmızı mumun ışığı sönmüştü.

Ertesi sabah Xie Lian gözlerini açtığında San Lang’ın yanında olmadığını
fark etti. Başını kaldırarak etrafa baktığında kalbi ansızın durmuştu.

Sunak masasının üzerinde bir resim asılıydı.

Resimde görkemli kıyafetlere bürünmüş ve altın maskeli bir adam, bir


elinde kılıç diğer elinde çiçek tutuyordu. Her bir fırça darbesindeki canlılık
mükemmeldi ve seçilen renkler zarifti. Bu ‘Tanrıyı Memnun Eden Xian
Le’nin Veliaht Prensi’nin portresiydi.

Xie Lian bu resmi en son çok uzun yıllar önce görmüştü, bir süre hareket
etmeden izledikten sonra ayağa kalktı. Giyindikten sonra perdeyi açtı. San
Lang manastırın dışında oturmuş bir gölgede dinleniyordu. Gökyüzünü
izlerken eğlenmek için süpürgenin sapını elleriyle döndürüyor, son derece
sıkılmış görünüyordu.
Genç adam güneş ışığını çok sevmiyor gibiydi. Gökyüzüne bakışı göz
önünde bulundurulursa sanki güneşi nasıl yere çekeceğini ve üzerinde
zıplayıp pelte haline getireceğini planlar gibiydi. Kapının önünde düzgün
bir şekilde süpürülüp bir yığın haline getirilmiş yapraklar vardı. Xie Lian
dışarı çıktı ve sordu. “Dün gece iyi uyuyabildin mi?”

Hala duvara yaslanmakta olan San Lang başını ona çevirdi. “Fena değildi.”

Xie Lian yanına geldi ve elindeki süpürgeyi aldı. “San Lang, tapınaktaki
portreyi sen mi çizdin?”

“Hı hı.”

“Çok güzel çizmişsin.”

Her ne kadar konuşmasa da San Lang’ın dudakları yukarı kıvrıldı. Dün


gece uyuduğu yerden mi kaynaklıydı bilinmez ancak saçları bugün daha da
eğri ve dağınık görünüyordu, her yerde tokadan kurtulmuş saç telleriyle tam
bir karmaşaydı. Ama aslında hala oldukça hoş görünüyordu. Umursamaz
bir dağınıklıktı ama bakımsız görünmüyordu, kendine ait bir cazibesi vardı.
Xie Lian kendi saçını işaret etti. “Yardım ister misin?”

San Lang başını salladı ve Xie Lian’la birlikte tapınağa girdi. Oturduğunda,
Xie Lian onun saçlarını çözdü ve ellerine alarak sakin ve dikkatli bir şekilde
incelemeye başladı.

Avuç çizgileri ve parmak izleri mükemmel bir şekilde yeniden yaratılabilse


bile hayaletler ve hortlaklar her zaman bir noktada hata yaparlardı. Yaşayan
bir insanın sayısız saç teli vardır ve her biri güzel ve belirgindir. Pek çok
hayalet ve hortlağın sahte derilerinde siyah bir buluta benzeyen saçları
olurdu veya her tel kumaş parçalarıyla birbirine yapıştırılırdı. Veya
doğrudan feragat edip… kel bir görünüm almayı tercih ederlerdi.

Dün gece Xie Lian, San Lang’ın parmak izlerinin ve avuç çizgilerinin
olduğunu doğrulamış olduğundan rahatlamıştı. Ancak bu sabahki portreyi
görünce tekrar şüphelenmekten kendini alamamıştı.

Sıradan bir insan bu portreyi nasıl çizeceğini nereden bilirdi?


Ama parmakları nazikçe San Lang’ın saçlarını okşadığında, genç adamın
siyah saçlarının herhangi bir anormallik barındırmadan yumuşak ve upuzun
olduğunu fark etti. Bir süre sonra muhtemelen

hareketleri nedeniyle gıdıklandığı için San Lang güldü. Hafifçe başını


kaldırdı ve göz ucuyla ona baktı.

“Gege, saçımı mı topluyorsun yoksa aklında başka bir şey mi var?”

Uzun saçlarının dağınık ve açık olması San Lang’ın güzelliğine gölge


düşürmüyordu, aksine ona şeytani bir hava katıyordu. Sorusu kulağa
sataşma gibi gelmişti. Xie Lian gülümsedi. “Tamam, tamam.”

Ardından hızla saçlarını topladı.

San Lang saçı toplandıktan sonra yansımasını görmek için yakındaki su


kabına gitmiş ardından da dönüp, tek kaşını kaldırarak Xie Lian’a bakmıştı.
Onun tepkisini görünce Xie Lian tekrar nazikçe öksürdü.

Önceden saçı yamuktu. Tekrar toplandıktan sonra ise hala eğriydi.

Her ne kadar San Lang hiçbir şey söylemeyip sadece ona bakmış olsa da,
Xie Lian en azından birkaç yüz yıldır hiç bu kadar utanmamıştı. Ellerini
indirdi, tam San Lang’a ‘Gel, tekrar deneyeyim’ diyecekti ki aniden
dışarıda bir gürültü koptu. Arada bir duyulan ‘Asil Ölümsüz!’ bağırışlarına
her yönden gelen ayak sesleri eşlik ediyordu.

Xie Lian sesleri duyunca irkildi ve hemen dışarı fırladı, manastırın ana
girişi insanlarla dolmuştu. Her birinin yüzü heyecandan kıpkırmızıydı.
Köyün başkanı ileri çıktı ve elini tuttu. “Asil Ölümsüz, köyümüzde yaşayan
bir tanrıyı misafir etmek sahiden büyük bir onur!”

Xie Lian. “???”

Diğer köylüler de çoktan etrafını sarmıştı. “Asil Ölümsüz, Puji Köyümüze


hoş geldiniz ve ne iyi ettiniz de yerleştiniz!”

“Asil Ölümsüz! Beni ve karımı kutsar mısınız?!”


“Asil Ölümsüz! Ailemden birisini hemen bir çocuk doğurması için kutsar
mısınız!”

“Asil Ölümsüz! Taze su kestanelerim var! Yemek ister misiniz?! Yerken de


beni bu sene iyi bir hasatla kutsar mısınız?!”

Köylülerin hepsi çok coşkuluydu. Xie Lian’ı dört bir yanından sarmış,
istemsizce gerilemesine neden oluyorlardı. İçten içe kan ağlıyordu. Dün
geceki yaşlı adamın ağzında bakla ıslanmıyordu. Tek bir kelime dahi
etmemesi gerekirken, şafak vaktinde tüm köy olanları öğrenmişti!

Köylüler en başta manastırın hangi tanrıya ithafen yapıldığını bile


bilmiyorlardı ama şimdi hepsi tütsü yakmak için yarışıyordu. Sonuçta hangi
tanrı olursa olsun, tanrı tanrıydı ve dua etmekten zarar gelmezdi. Xie Lian
aslında kapısına gelen bir avuç insan dahi olmayacağını, manastırın koca bir
sene boyunca boş kalacağını, içeriye tek bir ruhun dahi girmeyeceğini
düşünmüştü. Bu yüzden de en iyi ihtimali düşünerek sadece küçük bir
tomar tütsü almıştı. Tüm stokunun bir anda biteceği nereden aklına gelirdi
ki? Küçük tütsü kabı her tarafına sıkı sıkı dizilmiş tütsülerle ağzına kadar
dolmuştu. Her yere tütsü kokusu sinmişti ve Xie Lian uzun zamandır böyle
bir koku duymadığı için birkaç kez öksürmek durumda kalmıştı.

Bir öksürüğün ardından konuştu. “Öhö, yurttaşlarım, sahiden sizi


zenginlikle ve hazinelerle kutsayamam, gerçekten. Öhöö, lütfen, burada
zenginlik için dua etmeyin! Beklenmedik sonuçlar doğurabilir… Özür
dilerim evlilikle dilemeyin lütfen… Hayır, hayır, sizi gebe kalmanız ve
çocuk doğurmanız için de kutsayamam…”

San Lang da dağınık bir şekilde toplanmış saçını boş vermiş ve bağış
kutusunun yanına oturarak bir elini çenesine yaslamış, tembel tembel
ağzına su kestanesi atıyordu. Köydeki pek çok kadının dikkatini çekmişti,
kıpkırmızı yüzleriyle Xie Lian’a soruyorlardı, “Ee…. O, siz….”

Her ne kadar ne soracaklarını anlamamış olsa da Xie Lian tahmin ederek


onları anında durdu. “Hayır.”

Müthiş bir zorlukla kalabalık en sonunda dağılmıştı, sunak masası şimdi


meyveler, sebzelerle ve hatta pirinç, erişte ve diğer pek çok şeyle doluydu.
Öyle ya da böyle, en azından bir sürü adak almıştı. Xie Lian köylülerin
dışarıda bıraktıkları çöpleri süpürdü. San Lang da peşinden geldi. “Tütsüler
oldukça güzel.”

Xie Lian süpürürken başını iki yana sallıyordu. “Normal şartlar altında on
belki on beş gün boyunca kutsanmak için gelen tek bir kişi bile olmazdı.”

San Lang. “Neden?”

Xie Lian ona baktı ve gülümsedi. “Aklıma geldi de, belki de senin şansın
benim şanssızlığımı bir parça törpüledi.”

Bunları söylerken kapıdaki perdeyi değiştirmek istediği aklına gelmişti. Bu


yüzden de kol yeninden yeni bir perde çıkarttı ve kapıya astı. Görebilmek
için iki adım geriledi, bu sırada San Lang’ın aniden durduğunu fark etti. Xie
Lian başını çevirdi. “Sorun ne?”

San Lang yüzünde düşünceli bir ifadeyle perdeye odaklanmıştı. Onun


bakışlarını takip edince Xie Lian onun perdedeki büyülere baktığını fark
etti.

Bu tılsımı uzun zaman önce çizmişti ve birbiri üzerine yerleşmiş, üst üste
büyüler işlenmişti. Oldukça güçlü bir savunma sağlıyordu. Amacı ise
kötülüğü uzak tutmak ve dışarıdaki kötü varlıkları geri püskürtmekti, içeri
girmelerine engel oluyordu.

Ancak Xie Lian’ın kendisi tarafından yapıldığı için aynı zamanda


talihsizlikte mi çekecekti? Sadece bekleyip görebilirdi. Sonuçta manastırın
bir kapısı olmadığı için büyüler işlenmiş bir perdeyle bir parça güvende
olurdu.

Genç adamın hareketsiz bir şekilde perdeye baktığını görünce, Xie Lian’ın
içinde bir şeyler harekete geçti. “San Lang?”

Peki ya bu tılsım, genç adamın eşikten geçmesini ve içeri girmesini


engelliyorsa?
Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 17: Puji Manastırında, Ban Yue Geçidinin Tuhaf Öyküleri San
Lang ona baktı, konuşurken kıkırdıyordu. “Birazdan geleceğim.”

Sıradan bir şekilde bu sözleri söyledikten sonra topukları üzerinde döndü ve


gitti. Mantıklı olan, Xie Lian’ın peşinden gidip üstelemesiydi ama genç
adam sadece kısa bir süreliğine gideceğini söylemişti, çok uzun sürmezdi.
Kesinlikle geri gelecekti. Bu yüzden Xie Lian da tekrar manastırın içine
girdi.

Xie Lian dün gece şehrin sokaklarında dolaşırken topladığı şeyleri


karıştırdı; sol eline metal bir çaydanlık, sağ eline ise bir bıçak geldi. Sunak
masasındaki meyvelere ve sebzelere bir bakış attıktan sonra ayağa kalktı.

Bir tütsü yanıp bittikten sonra, Puji Manastırının dışından ayak sesleri
duyuldu. Sesler ne yumuşak ne aceleciydi, duyan herkes gündelik bir
şekilde yürüyen genç bir adama ait olduğunu çıkartabilirdi.

Bu sırada Xie Lian çoktan elindekileri iki tabağa bölmüştü. Bir sağına bir
soluna dönerek tabaktakilere baktı, ardından derin bir iç çekti. Daha fazla
bakmak istemeyerek dışarı çıktı ve tahmin ettiği gibi San Lang tekrar
karşısındaydı.

Genç adam manastırın dışında duruyordu. Muhtemelen yakıcı güneş


nedeniyle, üzerindeki kırmızı dış

gömleği çıkartmış ve beline bağlamıştı. Üzerinde sadece kolları kıvrılmış


ince, beyaz bir iç giysi vardı, temiz ve maharetli görünüyordu. Sağ ayağıyla
dikdörtgen şeklindeki bir ahşaba bastı ve sol eliyle bir budama bıçağını
döndürdü.

Bıçağı muhtemelen köylülerin birisinden ödünç almıştı, körelmiş ve ağır


görünüyordu. Ancak onun ellerinde inanılmaz hafif ve keskindi. San Lang
sık sık ahşap tablanın kenarlarını inceltiyor, kabuklarını soyuyor gibi
görünüyordu.
Gözlerini kaldırıp Xie Lian’ın dışarı çıktığını görünce konuştu. “Bir şey
yapıyorum.”

Xie Lian yanına gelip baktığında onun bir kapı yaptığını fark etti. Ölçüleri
tam olarak uygundu. Harika bir işçilikle, kapının güzel bir zarifliği ve
pürüzsüz bir cilası vardı. Bu genç adamın zengin bir aileden geldiğini
düşünen Xie Lian onun fiziksel işler yapamayacağını, hatta pirinci
buğdaydan ayırt edemeyeceğini düşünmüştü. Bu kadar marifetli olacağı
kimin aklına gelirdi?

“Seni uğraştırdım San Lang.”

San Lang gülümsedi, başka bir yorum yapmadı. Bıçağı hemen bir kenara
atıp kapıyı takmaya başladı.

Ardından birkaç kez vurup denedikten sonra ona döndü. “Tılsım çizmek
istiyorsan neden kapıya çizmiyorsun? Daha iyi olmaz mı?”

Bunları söyledikten sonra sanki hiçbir şey olmamış gibi perdeyi kaldırdı ve
içeri girdi.

Görünüşe göre perdeye işlenmiş tılsımlar onu caydırmaya yetmiyordu hatta


San Lang’ın hiç umurunda değildi.

Xie Lian yeni yapılmış kapıyı kapattı ancak hemen sonra gelen tekrar açma
isteğine engel olamadı, ardından tekrar kapattı, açtı, sonra yeniden kapattı.
Kapının işçiliğine hayran olurken, aniden gerileyerek ne kadar anlamsız
davrandığını fark etti. Diğer tarafta San Lang çoktan eve yerleşmiş

oturuyordu. Xie Lian en sonunda kapıyı rahat bıraktı ve sabah köylülerin


getirmiş olduğu yalın, buğulanmış bir çörek tabağı aldı, ardından sunak
masasına yerleştirdi.

San Lang çöreklere bir bakış attı. Hiçbir şey söylemedi ama sanki bir şey
fark etmiş gibi tekrar sessizce gülmeye başladı. Xie Lian hiçbir şey
olmamış gibi davrandı ve iki kase daha su koydu. Tam oturmak üzereydi ki
San Lang’ın kıvrılmış kolları gözüne ilişti. Ön kolu sıra sıra küçük
dövmelerle doluydu ve karakterler oldukça ilginçti. San Lang onun
bakışlarını fark edince kollarını indirip gülerek konuştu.

“Gençken yaptırmıştım.”

Kollarını kapattığına göre, bu konuda konuşmak istemiyordu. Xie Lian


anlayışla karşıladı. Oturduktan sonra başını kaldırarak tekrar portreye baktı.
“San Lang, çok güzel çiziyorsun, evinde seni bu konuda eğiten birisi var
mıydı?”

San Lang yemek çubuklarıyla birkaç çöreği dürttü. “Kimse öğretmedi.


Sadece eğlenmek için çiziyorum.”

Xie Lian tekrar sordu. “‘Tanrıları Memnun Eden Veliaht Prens’i çizmeyi
nereden biliyorsun?”

San Lang güldü ve cevap verdi. “Her şeyi bildiğimi söylememiş miydim?
Tabi ki onu nasıl çizeceğimi de biliyorum.”

Her ne kadar arsız bir cevap vermiş olsa da, tavrı Xie Lian’ı
şüphelendirmekten veya bu konuda daha fazla soru sorulmasından hiçte
korkmuyormuş gibi değildi. Xie Lian gülümsedi ve konuyu kapattı. Tam bu
sırada da dışarıda bir yaygara koptu. İkisi aynı anda başlarını kaldırıp
birbirlerine baktılar.

Birisi sertçe kapıya vuruyor ve bağırıyordu. “Asil Ölümsüz! Tanrım,


korkunç! Asil Ölümsüz kurtar bizi!”

Xie Lian kapıyı açtığında dışarıda durmuş, girişi çevreleyen bir insan
kalabalığıyla karşılaştı. Onun kapıyı açtığını görünce köyün başkanı
sevinçle seslendi. “Asil Ölümsüz! Burada ölmek üzere olan bir adam var!
Lütfen onu kurtarın!”

Birisinin ölmek üzere olduğunu duyunca Xie Lian aceleyle baktı, köylülerin
etrafında durduğu adam bir Taocuydu. Saçları dağılmış ve yüzü kirliydi.
Giysileri ve ayakkabıları parçalanmış, sanki günlerdir koşuyormuş gibi lime
limeydi. Sanki daha yeni düşmüş ve bayıldıktan sonra buraya getirilmiş gibi
görünüyordu. Xie Lian. “Sakin olun. Ölmemiş.”
Durumunu kontrol etmek için yere eğildi. İncelerken bu kişinin üzerinde
her biri büyülü güçlere sahip olan, sekizli triagramlar ve bir demir kılıç gibi
eşyalar bulunduğunu fark etti. Bu kişi sıradan bir Tao rahibi değildi. Xie
Lian durumu fark edince istemsizce üzüldü.
Kısa bir süre sonra Taocu uyanarak boğuk bir sesle sordu. “…neredeyim
ben?”

Köyün başkanı cevapladı. “Burası Puji Köyü!”

Adam mırıldandı. “……çıktım. Çıktım. En sonunda kaçtım…”

Etrafına baktı. Aniden gözleri dehşetle irileşerek korkuyla konuştu “Y-


yardım edin, yardım edin!

Lütfen!”

Xie Lian onun böyle davranmasını zaten beklemişti. “Değerli Taocu


kardeşim, sorun nedir? Sana kim yardım etmeli? Sorun ne? Acele etme ve
güzelce açıkla bana.”

Köylüler de ekledi. “Evet, korkmana gerek yok. Burada asil bir


ölümsüzümüz var, tüm sorunlarını o çözer!”

Xie Lian. “???”

Aslında bu köylülerin hiçbirisi onun tanrısal bir harekette bulunduğunu


görmemişti ancak yine de hepsi ciddi ciddi onun yaşayan bir tanrı olduğuna
inanıyorlardı. Xie Lian ne söyleyeceğini bilmiyordu, içinden ise, tüm
sorunları çözmek asla tutulamayacak bir söz, diye geçiriyordu.

Birisi sordu. “Nereden geldin?”

Taocu tutkun bir şekilde cevap verdi. “Ben… Ben Ban Yue Geçidinden
geldim.”

Bunu duyunca köylüler birbirlerine baktılar. “Ban Yue Geçidi neresi?”

“Hiç duymadım!”

Xie Lian. “Ban Yue Geçidi Kuzeybatı bölgesinde. Gerçekten çok uzakta.
Buraya nasıl geldin?”
Adam. “Ben… Buraya kaçabilmek için çok büyük zorlukların üstesinden
geldim.”

Tutarsız konuşuyordu ve duygu durumu bir hayli değişkendi. Böyle bir


durumda etraftaki insan sayısı ne kadar fazla olursa bilgi almak da o kadar
zor olurdu. Herkes hep bir ağızdan konuşurken ne düzgünce konuşulabilir
ne de duyulabilirdi. Xie Lian. “İçeride konuşalım.” Dedi.

Nazikçe adamın içeri girmesine yardım etti ardından köylülere döndü.


“Lütfen herkes evine gitsin ve daha fazla izlemesin.”

Köylüler ise hala oldukça heyecanlıydı, sordular:

“Asil Ölümsüz, kimden kaçmış?”

“Evet neler olmuş?”

“Eğer herhangi bir sıkıntı olursa biz yardıma geliriz!”

Ne yazık ki ne kadar heyecanlı olurlarsa o kadar az yardımları dokunurdu.


Çaresiz hisseden Xie Lian kısık bir sesle ciddi bir şekilde konuştu. “Onun…
bedeni ele geçirilmiş olabilir.”

Köylüler onun sözlerini duyunca dehşete düşmüştü. Ele geçirilmek dalga


geçilecek bir konu değildi.

Kalıp izlemeye dahi korkmuşlardı bu yüzden hızla dağıldılar. Xie Lian


gülse mi ağlasa mı bilemiyordu, sadece kapıyı kapatmakla yetindi. San
Lang adak masasına yerleşmiş, eğlenmek için ellerinde yemek çubuklarını
döndürüyor bir yandan da özellikle dikkatli, kısık gözleriyle adamı
izliyordu. Xie Lian ona hitap etti. “Sorun yok. Sen yemeğine devam
edebilirsin.”

Adamın oturmasını sağladı ancak kendisi ayakta kaldı. “Taocu dostum, ben
bu manastırın efendisiyim.

Endişelenme, olanları rahatça anlatabilirsin. Ve eğer yardım edebileceğim


bir şey varsa sahip olduğum az miktardaki güçle sana destek olurum. Biraz
önce bahsettiğin konuya dönersek, Ban Yue’de neler oldu?”
Adam nefes aldı. Görünüşe göre kalabalıktan uzaklaşınca ve Xie Lian’ın
sakinleştirici sözlerini duyunca en sonunda rahatlamıştı. “Orayı daha önce
duymuş muydun?”

Xie Lian cevapladı. “Duydum. Ban Yue Geçidi Gobi Çölünün içindeki bir
vahaymış. Ban Yue’nin gece manzarası inanılmaz güzelmiş ve neredeyse
baş döndürücü olarak tarif edilebilirmiş. İsmi de buradan geliyormuş.”

Adam. “Vaha mı? Manzara mı? Bunlar iki yüz sene önceki hali. Şimdi ise
Ban Ming Geçidi demek daha uygun olur!”

*ÇN: Ban yue yarım ay, Ban ming ise yarım ömür (Half-life :D) demek.

Xie Lian’ın kafası karışmıştı. “Ne demek istiyorsun?”

Adamın rengi korkutucu bir biçimde soldu. “Çünkü nereden gelirse


gelsinler, oraya giren yolcuların yarısı ardında iz dahi bırakmadan kaybolur.
Ban Ming Geçidi ismi daha uygun değil mi?”

Xie Lian hiç böyle bir şey duymamıştı. “Bunu kimden duydun?”

“Kimseden duymadım. Kendi gözlerimle gördüm!” doğrulan adam devam


etti. “Oraya gitmek isteyen tüccarlar vardı. Tehlikeli olduğunu bildikleri
için tüm birliğimi onlara eşlik etmemiz için tuttular.

Sonuçta…”

Sesi kederle dolmuştu. “Sonuçta, geride sadece ben kaldım.”

Xie Lian elini kaldırdı ve ona oturmasını, ani hareketlerden kaçınmasını


işaret etti. “Ekibin kaç kişiden oluşuyordu?”

“Tüm sektim, ek olarak tüccarlar, neredeyse altmış kişiydik!”

Neredeyse altmış kişi. Ling Wen Sarayı’nın hesaplarına göre kadın hayalet
Xuan Ji yüzyıllar boyunca yarattığı karmaşayla, toplamda öldürdüğü insan
sayısı iki yüzü geçmiyordu. Eğer tek bir seferde altmış
kadar kişi kaybolduysa, totalde yiten insan sayısı hiçte azımsanacak gibi
olmamalıydı. Xie Lian sordu.

“Ban Yue Geçidi, ilk kez ne zaman Ban Ming Geçidi oldu?”

“Her şey yaklaşık yüz on beş yıl kadar önce başladı; o zaman iblislerin evi
oldu.”

Xie Lian ekibinin ölümü ve ‘iblislerin evi’ hakkında ona daha fazla soru
sormak istiyordu. Ancak adamla karşılaştığı andan beri bir şeylerin yanlış
olduğunu hissediyordu. Tam bu noktada Xie Lian içindeki şüpheyi daha
fazla bastıramadı. Bu yüzden konuyu kapattı ve hafifçe kaşlarını çattı.

Bu sırada aniden San Lang konuştu. “Ban Yue Geçidinden buraya kadar
kaçtın mı?”

Adam. “Evet! Argh, ucu ucuna hem de!”

San Lang anlayışa ‘ah’ dedi, ardından başka bir şey söylemedi. Ancak bu
tek sorusu Xie Lian’ın da yanlışlığın ne olduğunu anlamasını sağlamıştı.

Dönerek sıcak bir sesle konuştu. “O zaman, çok uzun bir yoldan
geliyorsunuz, susamış olmalısınız.”

Adam irkildi ancak Xie Lian çoktan önüne bir kase su bırakmıştı. “İşte
suyun Taocu dostum. İçmek ister misin?”

Suyla yüzleşirken adamın tüm yüzü tedirgin bir ifadeye bürünmüştü. Xie
Lian kenarda durdu, her iki eli de kol yenlerinde gizli, sessizce bekliyordu.

Eğer bu Taocu sahiden Kuzeybatıdan aceleyle kaçarak geldiyse susuzluktan


kavrulmuş ve açlıktan ölüyor olmalıydı, dış görünüşüne bakarak da yemek
yiyecek veya su içecek kadar vakti de olmuşa benzemiyordu.

Ancak uyandığından beri tüm bu zaman boyunca sürekli konuştuğu halde


hiç su veya yiyecek talep etmemişti. Manastıra girdikten sonra önündeki
adak masası da su ve içeceklerle dolu olduğu halde, istediğini veya
ilgilendiğini gösteren en ufak bir şey de göstermemişti. Masaya tek bir
bakış dahi atmamıştı.
Yaşayan bir insan bu şekilde davranmazdı.

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 18: Puji Manastırında, Ban Yue Geçidinin Tuhaf Öyküleri


Odadaki diğer iki kişinin bakışları altında, Taocu adam su kabını aldı.
Kamburunu çıkartarak yavaşça içmeye başladı. Beden diline bakılırsa uzun
bir kuraklığın ardından yağmura susayan bir adamdan çok, tereddütlü ve
tetikte birisine benziyordu.

O suyu içerken Xie Lian da net bir şekilde sanki boş bir kaba su boşalırmış
gibi lık, lık, lık seslerini duyabiliyordu.

Hemen bir şey fark etti. Adamın bileğini tuttu. “İçme.”

Taocunun elleri titrerken ona şaşkınlıkla baktı. Xie Lian gülümsedi. “İçsen
de boşa gider. Değil mi?”

Onun sözlerinin üzerine Taocunun rengi aniden değişti. Bir eliyle belindeki
demir kılıcı çekerek Xie Lian’a saldırmaya çalıştı. Xie Lian olduğu yerde
hareketsiz bir şekilde duruyordu, ardından elini kaldırarak ona engel oldu.
Bir çınlama sesiyle kılıcın açısını çabucak değiştirmişti.

Taocu elinin ne kadar sıkı bir şekilde tuttuğunu fark edince dişlerini sıktı ve
geriye çekildi. Xie Lian tuttuğu kolun sanki hava kaçıran bir balon gibi,
aniden boşaldığını fark etti, onun tutuşundan kurtulana dek sönmüştü.

Adam serbest kaldığı gibi kapıya doğru koştu. Xie Lian her ne kadar onu
dışarıda kısıtlayabilecek hiçbir şey olmasa da endişelenmiyordu, adam
dışarı çıkmayı başarsa bile RuoYe onu geri sürüklerdi.

Ancak o bileğini kaldırdığı anda yanından keskin bir ıslık sesi geçti.

Ses tıpkı keskin bir okun yayından çıkmasına benziyordu. Hemen adamın
karnını delerek onu kapıya çiviledi. Xie Lian bakışlarını nesneye çevirirken
onun aslında sadece bir yemek çubuğu olduğunu fark etti.
Arkasını döndüğünde San Lang’ın masadan kalkmış olduğunu gördü,
oldukça sakin ve telaşsızdı. Onun yanından geçen San Lang bambu çubuğu
çekip çıkarttı, elinde iki kez hızla salladıktan sonra konuştu.

“Kirlendi. Daha sonra atarım.”

Taocu adama gelinecek olursa, ağır bir şekilde yaraladığı halde tek bir acı
dolu haykırış dahi duyulmamıştı. Onun yerine sessizce kapıya yaslanmış ve
yavaş yavaş yere kayıyordu. Açılan midesinden dışarı akmakta olan şey ise
kan değil, suydu.

Az önce içtiği su.

İkisi Taocu adamın önünde diz çöktüler. Xie Lian yarasına birkaç kez
bastırdı ve yaranın da hava kaçıran bir balona eklenmiş yeni bir delik gibi
olduğunu fark etti. Ek olarak Taocunun ‘cesedi’ de değişmeye başlamıştı.
Önceki görünüşü dinç bir adama aitti. Şimdi ise çökmüş, bedenindeki tüm
yağ

tabakası kaybolmuş birine benziyordu. Yüzü ve uzuvları da küçülmüştü,


artık yaşlı bir adamın dış

görünüşüne sahipti.

Xie Lian. “Boş bir kabukmuş.”

Bazı iblisler ve hayaletler mükemmel bir insan formuna bürünemezlerdi.


Bu yüzden de başka bir yöntem kullanırlardı: Boş kabuklar yaratmak.

Sahte bir insan cildini özenle yaratırken oldukça gerçekçi materyaller


kullanırlardı. Sık sık bu ‘ciltler’

gerçek insanlar referans alınarak oluşturulurdu. Bazen doğrudan gerçek


insan derisi bile kullanılırdı.

Bu durumda avuç çizgileri, parmak izleri ve saçları da doğal olarak


kusursuz görünürdü.
Ek olarak böyle bir boş kabuk kullanıldığında, kendi derilerini taşımadıkları
sürece kabukları da hayalet halesi taşımazdı, bu yüzden de kötülükleri
kovan tılsımlar konusunda endişelenmeleri gerekmezdi. Kapıya çizdiği
tılsım da bu yüzden adamı içeri girmekten alıkoymamıştı.

Ancak böyle boş kabuklar kolayca fark edilebilirdi, sonuçta sadece oyulmuş
kuklalardı. Eğer içinde bedeni giyecek bir ruh bulunmazsa, o zaman sadece
aldıkları emirlere göre hareket ederlerdi.

Ayrıca bu emirler karmaşık da olamazdı, tekrarlayan hareketler veya


önceden çalışılmış şeyler gibi oldukça basit olmalıydılar. Bu yüzden de bu
tür kabuklar yaşayan bir insanın aksine çoğu zaman donuk ve cansız
görünürlerdi.

Mesela sadece bir iki cümleyi tekrarlar, tekrar tekrar aynı şeyi yapar, sadece
kendi sorularını cevaplar veya kaçamak cevaplar verirlerdi. İnsanlarla
sohbet etmeleri gerektiğinde kendilerini hemen ele verirlerdi.

Ancak tüm bu ayırt etme yöntemlerine rağmen, Xie Lian’ın çok daha kolay
bir yolu vardı. Su içmesini veya yemek yemesini söylemek. Sonuçta
kabuklar boştu, bu yüzden de iç organları yoktu. Bir şey yemek, içmek
istediklerinde boş bir kaba bir şey bırakıldığı veya bir şey döküldüğü gibi
bir ses çıkardı.

Yemek yerken veya bir şeyler içerken gerçek bir insandan tamamen farklı
olarak net bir yankı duyulurdu.

Taocunun bedeni tamamen sönmüştü. Şimdiye kadar az çok deri


birikintisine dönüşmüştü. San Lang çubuğu kullanarak birkaç kez yüzünü
dürttü, ardından çubukları bir kenara atıp konuştu. “Bu kabuk biraz ilginç.”

Xie Lian genç adamın ne demek istediğini biliyordu. İkisi de Taocunun


ifadelerini ve tavırlarını incelemiş, hafızalarına not etmişlerdi. Adam sadece
canlı gibi davranmakla kalmamıştı, tam olarak yaşayan bir insan gibiydi.
Onunla konuşurken hızla ve akıcı bir şekilde sorularına cevap vermişti.

Bundan yola çıkarak kabuğu kontrol eden kişinin parmak ısırtacak kadar
fazla ruh gücü olduğu söylenebilirdi. Xie Lian, San Lang’a bir bakış atarak
konuştu. “San Lang, görünüşe göre bu konuda da bilgin var.”

San Lang gülümsedi. “Fazla değil.”

Bu boş kabuk onu Ban Yue Geçidi hakkında bilgilendirmek için özel olarak
kapısına dek gelmişti.

Bilgi sahte de olsa gerçekte, amaç onu Ban Yue Geçidine çekmekti.

Güvende olabilmek için ruhani iletişim rününe girmesi ve doğrulaması


gerekiyordu. Xie Lian parmaklarını sıkarak birkaç kez daha kullanabilecek
kadar ruh gücü kalıp kalmadığını kontrol etti.

Ardından gizli yöntemi kullanarak ruhani iletişim rününe girdi.

Rüne katıldığında, oldukça nadir görülen heyecanla dolu telaşlı bir


kalabalıkla karşılaştı. Dahası bu meşgul kişilerin işleriyle ilgili konuşurken
olan canlılığa benzemiyordu, daha çok sanki oyun oynayan, hep birlikte
neşeyle gülen bir halleri vardı. Xie Lian sahiden hayretler içindeydi ki Ling
Wen’in konuştuğunu duydu. “Ekselansları mı geldi? Ölümlü diyarındaki
günlerin nasıl geçiyor?”

Xie Lian. “Fena değil, fena değil. Siz ne yapıyorsunuz? Herkes pek neşeli.”

Ling Wen. “Rüzgar Ustası geri döndü ve merit dağıtıyor. Ekselansları da


gelip katılacak mı?”

Bu sırada Xie Lian ruhani iletişim rünündeki sayısız Tanrı’nın sesleri


kısılacak kadar bağırdığını duydu.

“Yüz merit! Ben kaptım!”

“Neden ben sadece bir tane alabildim…”

“Bin! Bin! Ah! Teşekkürler Rüzgar Ustası! Hahahaha…!”

Xie Lian içinden, Gökten sikkelerin yağıyor ve herkeste mücadele ederek


toplamaya mı çalışıyor, diye geçiriyordu.
Bir taraftan, her ne kadar kendi merit sandığı tam takır olsa da, Xie Lian
nasıl gidip o meritlerden toplayacağını bilmiyordu. Diğer taraftan da tüm
Tanrılar birbirlerini yakinen tanıyorlardı. Şakalaşırken birbirlerine
eğlencesine merit atmaları duyulmamış bir şey değildi. Ancak o aniden bu
olaya dahil olursa tuhaf görünürdü.

Sonuç olarak bu konuyu bir kenara bıraktı ve görev bilinciyle sordu. “‘Ban
Yue Geçidi hakkında bir şeyler bilen var mı?”

Sözler ağzından çıktığı anda hala meritler için yarışan bahsi geçen mutlu ve
heyecanlı ruhani iletişim rünü sessizliğe büründü.

Xie Lian’ın morali bir kez daha bozuldu.

Öncesinde küçük şiirler okur, gizli tarifler verirken diğer Tanrıların


paylaştığı şeylerden hoşlanmadıkları için cevap vermemeleri sorun değildi.
O sıralarda Xie Lian tam bir alakaya maydanozdu.

Ancak ruhani iletişim rününde sık sık resmi işlere dair sorular sorulurdu.
Örneğin, ‘Bu hayaleti duyan var mı? Baş edilmesi kolay bir hedef midir?’
veya ‘Yardım edebilecek kimse var mı?’ gibi.

Böyle zamanlarda herkes yorum yapardı. Fikri olanlar fikrini söyler,


olmayanlar ise fırsat bulduklarında soruşturacaklarını söylerdi.

Bu yüzden de Xie Lian’ın Ban Yue Geçidi hakkındaki sorusu resmi bir iş
sayılıyordu. O ağzını açtığı anda öncesindeki gibi herkesin ölüm
sessizliğine bürünmesi için hiçbir neden yoktu.

Bir süre sonra birisi aniden bağırdı. “Rüzgar Ustası yüz bin merit daha
attı!!!”

Ruhani iletişim rünü bir anda tekrar canlanmıştı. Birer birer tüm tanrılar
tekrar meritler için savaşmaya başladı, bunun anlamı da biraz önce sorduğu
soruyla kimsenin ilgilenmediğiydi. Xie Lian gündemdeki konunun kolay
aşılacak bir mesele olmadığını biliyordu, bu yüzden muhtemelen ısrar
edemeyecekti.
İçten içe yüz bin merit hiçte küçük bir meblağ olmadığı için, Rüzgar
Ustasının çok cömert olduğunu düşünüyordu. Xie Lian tam ründen çıkmak
üzereydi ki aniden Ling Wen’den özel rününe bir mesaj geldi.
“Ekselansları, neden aniden Ban Yue Geçidini sordun?”

Xie Lian da boş kabuğun nasıl kapısına kadar geldiğini anlattı ve devam
etti. “Kabuk Ban Yue Geçidinden kaçmış bir kazazede gibi davranıyordu,
bu yüzden de bir amacı olduğu kesin. Bana anlattıkları doğru muydu yalan
mıydı bilmiyorum o yüzden sormak istemiştim. Ban Yue Geçidinde neler
oldu?”

Ling Wen bir süre kafa yorduktan sonra cevap verdi. “Ekselansları, bu
meseleye dahil olmamanı tavsiye ederim.”

Xie Lian böyle bir şey söyleneceğini az çok tahmin etmişti. Yoksa kimse
meseleyi çözmeden bu şekilde yüz on beş sene devam edemezdi. Ayrıca
soruyu sorduğu anda herkes sus pus olmuştu. “Yolcular her Geçitten
geçtiğinde, yarısından çoğu kaybolurmuş. Bu doğru mu?”

Ling Wen duraksayarak cevap verdi. “Bu konudan daha fazla bahsetmek
zor.”

Xie Lian, Ling Wen’in ses tonunun tedbirle örtüldüğünü duyabiliyordu.


Emin olduğu tek bir şey varsa o da Ling Wen’in zor bir durumda
olduğuydu. Bu yüzden de ısrar etmedi. “Tamam. Anlıyorum. Eğer
konuşman uygun olmayacaksa ben de daha fazla sormayacağım. Ayrıca
aramızdaki bu konuşma hiç yaşanmadı.”

Xie Lian kendisini toparladıktan sonra ruhani iletişim rününden çıkıp ayağa
kalktı. Süpürgesiyle yerdeki sahte deri havuzunu süpürmeye başladığında
kendi kendine mırıldanıyordu. Ardından başını kaldırdı ve konuştu. “San
Lang, korkarım uzak bir yere gitmem gerekecek.”

Ling Wen’in tavrını göz önünde bulundurarak meselenin hiçte kolay bir şey
olmadığını anlayabiliyordu. Bu boş kabuk kendi ayağıyla kapısına kadar
geldiğine göre onun aklını çelmek istemiş
olmalıydı, bundan dolayı da gideceği yerin hoş olmadığı kesindi. Ancak
San Lang’ın cevabı hiçte beklediği gibi olmadı. “Peki Gege. Eğer sorun
olmayacaksa ben de seninle gelebilir miyim?”

Xie Lian bunu tuhaf bulmuştu. “Toprak taşıyan rüzgarlarla dolu zor ve uzun
bir yolculuk olacak, sen neden eşlik etmek istiyorsun?”

San Lang güldü. “Ban Yue Geçidinde neler olduğunu mu öğrenmek


istiyorsun?”

Xie Lian duraksadı. “Bunu da mı biliyorsun?”

San Lang kollarını bağladı ve sakin bir sesle konuştu. “Ban Yue Dağ
Geçidinin aslında farklı bir adı vardı. İki yüz yıl önce, kadim ülke Ban
Yue’nin yerleşim yeriydi.”

Hafifçe daha dik oturmaya başladı, gözleri yıldızlar kadar parlaktı. “Ban
Yue’nin şeytani…”

Xie Lian süpürgeyi duvara yasladı ve tam dinlemek için oturacaktı ki bu


sırada kapı çaldı.

Çoktan akşam olmuştu. Tüm köylüler korkuyla evlerine gitmişlerdi ve Xie


Lian’ın adam hakkındaki ‘ele geçirilmiş’ sözleri üzerine tekrar çıkmaya
korkuyorlardı. Gecenin bu saatinde kapıyı kim çalıyor olabilirdi?

Xie Lian kapıda durdu ve bir anlığına nefesini tuttu ancak kapıya çizdiği
tılsımda olağandışı bir hareket olmamıştı. Ardından kapı iki kez daha çaldı.
İki kişi aynı anda vuruyor gibiydi.

Bir süre orada durup düşündü, en sonunda kapıyı açtı. Siyahlara bürünmüş
iki genç adam tam karşısında duruyordu. Birisi aydın ve yakışıklıyken,
diğeri şık ve kibardı. Nan Feng ve Fu Yao’ydular.

Xie Lian başladı. “Siz ikiniz…”

Fu Yao doğrudan gözlerini devirdi. Nan Feng ise hemen sordu. “Ban Yue
Geçidine mi gidiyorsun?”
Xie Lian. “Siz nereden duydunuz?”

Nan Feng. “Birkaç Tanrı yolda yürürken bahsediyorlardı. Bugün Ban Yue
Geçidi hakkında ruhani iletişim rününde bir şeyler sorduğunu duydum.”

Xie Lian hemen anlamıştı. İki eli de kol yenleriyle kapatılmış bir halde
cevapladı. “Anladım.

‘Gönüllüyüm’, yine değil mi?”

Her ikisi de sanki korkunç bir diş ağrısıyla boğuşuyorlarmış gibi yüzlerini
buruşturdular. “…Evet.”

Xie Lian gülmekten kendini alamadı. “Anladım, anladım. Ama ilk olarak
bir konuda anlaşalım, eğer üstesinden gelemeyeceğimiz bir şeyle
karşılaşırsak hemen kaçmakta özgürsünüz.”

Ardından hafifçe kenara çekildi ve onları detayları tartışmak üzere içeriye


davet etti. Ancak arkasında gevşek bir halde dikilmekte olan genç adamı
gördüklerinde, normalde kararmış olan yüzlerinin anında küle döneceği
kimin aklına gelirdi ki?

Nan Feng hemen içeri koştu, Xie Lian’ı arkasına alarak bağırdı. “Geri
çekil!”

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 19: Puji Manastırında, Ban Yue Geçidinin Tuhaf Öyküleri

“Ne oldu?” diye sordu Xie Lian.

San Lang da oturduğu yerden kollarını açarak soruyu tekrarladı. “Ne oldu?”

Fu Yao kaşlarını çattı. “Sen kimsin?”

Xie Lian cevapladı. “Bir arkadaşım. Siz onu tanıyor musunuz?”


Tamamen masum bir yüzle San Lang konuştu. “Gege, bu iki kişi kim?”

Xie Lian’ı Gege diye çağırdığını duyunca Nan Feng’in dudağının kenarı
kasılırken Fu Yao’nun kaşları seğirdi. Xie Lian, San Lang’a bir elini salladı.
“Yok bir şey, endişelenme.”

Nan Feng onu bağırarak durdurdu. “Onunla konuşma!”

“Ne, siz onu tanıyor musunuz?” Xie Lian sordu.

“……”

Fu Yao soğuk bir şekilde cevapladı. “Hayır, tanımıyoruz.”

“Eğer tanımıyorsunuz neden ikiniz bu kadar…” Xie Lian cümlesini


bitiremeden aniden iki taraftan da gelen parlayan bir şeyler hissetti. Geri
baktığında ikisinin de aynı anda sağ ellerinde beyaz ışık topları biriktiriyor
olduklarını gördü. Xie Lian’ın içine işlerin kötüleşeceğinin doğmasıyla
hızla onların arasına girdi. “Durun, durun! Bu kadar aceleci olmayın!”

İnce havadan oluşan iki beyaz ışık topu kıvılcım saçarken oldukça tehlikeli
gözüküyordu. Kesinlikle normal insanların yapabileceği bir şey değildi. San
Lang nezakettenmişçesine alkışladı. “Harika, harika.” Bu övgü sözlerinde
hiçbir samimiyet yoktu.

Büyük bir zorlukla Xie Lian sonunda ikisinin kollarını da zapt etti. Nan
Feng döndü ve ona kızgınlıkla sordu. “Bu kişiyle nerede tanıştın? Soyadı
ne? Ailesi nerede yaşıyor? Nereden geldi? Neden seninle beraber?”

Xie Lian cevapladı. “Yolda tanıştık, ismi San Lang ve gerisini bilmiyorum.
Gidecek bir yeri olmadığı için yanımda getirdim. Şimdi o kadar düşüncesiz
olmayalım, tamam mı?”

“Sen…” Nan Feng nefesini tuttu, onu azarlamak istiyormuş gibi


görünüyordu ancak kendini zorla sakinleştirdi. “Onun hakkında hiçbir şey
bilmiyorsun ama yine de onu içeri mi aldın?! Peki ya kötü niyetliyse?!”

Xie Lian, neden Nan Feng’in ses tonunun, onun babasıymış gibi çıktığını
merak etti. Başka bir tanrıyla, hatta başka bir kişiyle yer değiştirmiş olsaydı,
kendinden küçük birinin onunla bu şekilde konuşmasından dolayı
mutsuzluk hissederdi. Fakat Xie Lian çoktan yüzüne vurulan alaylardan ve
azarlamalardan etkilenmeyecek bir noktaya ulaşmıştı. Ayrıca ikisinin de
niyetinin iyi olduğunu biliyordu, o yüzden aldırış etmedi. Tam bu sırada
San Lang sordu. “Gege, onlar senin hizmetçilerin mi?”

Xie Lian sıcak bir şekilde cevapladı. “‘Hizmetçi’ terimi son derece yanlış,
doğrusu ‘yardımcılar’.”

San Lang güldü. “Gerçekten mi?”

Ayağa kalktı. Rahatça bir şeyi aldı ve Fu Yao’ya fırlattı. “O zaman neden
biraz yardımcı olmuyorsunuz?”

Fu Yao bakmadan yakaladı. Ellerinde tutarken kafasını eğdi ve aniden


etrafından karanlık bir hale fışkırmaya başladı.

O genç ona bir süpürge fırlatmıştı!!!

Hemen oracıkta genci ve süpürgeyi toza çevirmeye hazırmış gibi


görünüyordu. Xie Lian acele ederek hızla süpürgeyi aldı. “Sakin ol, sakin
ol. Yalnızca bir tane süpürgem var.” Bunu söylemesiyle Fu Yao’nun
avcunda beyaz, yuvarlak ışık oluşturacağını kim bilebilirdi ki? Bağırdı.
“Hemen gerçek şeklini göster!”

San Lang kaçmak için bir gayret harcamadı. Kolları birbirine bağlı bir
şekilde oturur pozisyonda dururken yalnızca hafifçe kenara eğilmişti. Parlak
beyaz ışık bağış masasının bir bacağına çarptı.

Masanın devrilmesiyle sofra takımı kayarak yere düşüp kırıldı. Xie Lian
bunun daha fazla devam edemeyeceğini düşünürken bir elini alnına
yerleştirdi. Elini sallamasıyla RuoYe aniden uçtu ve Nan Feng’le Fu
Yao’nun kollarını bağladı. Ondan kurtulmaya çalıştılar fakat başarısız
oldular. Nan Feng öfkelenmişti. “Ne yapıyorsun!”

Xie Lian mola hareketi yaptı. “Dışarıda konuşalım. Dışarıda.”


Elini tekrar sallamasıyla RuoYe ikisini dışarı sürüklemeye başladı. Xie Lian
dönüp San Lang’a baktı.

“Hemen döneceğim.”

Kapıyı arkasından kapattı ve manastırın önünce durdu. Ardından RuoYe’yı


serbest bırakarak kapının önündeki levhayı aldıktan sonra ikisinin önüne
yerleştirdi. “Lütfen okuyun ve bana ne yazdığını söyleyin.”

Fu Yao, levhaya bakarak okudu. “Bu manastır viran haldedir.


Yenileyebilmek için cömert insanların bağış yapacaklarını içtenlikle umarız.
Merit ve erdem topluyoruz.”

Kafasını kaldırdı. “Harap olmuş bir ev bağış arıyor? Sen mi yazdın bunu??
Ne olursa olsun hala yükselmiş olan bir tanrısın. Nasıl böyle bir şey
yazabilirsin? İtibarın nerede?”

Xie Lian kafasını salladı. “Bu doğru. Bunu ben yazdım. Eğer siz içeride
kavga etmeye devam ederseniz, yenileme yerine yeniden inşa etmek için
yalvarmam gerekir. O zaman gerçekten de hiç itibarım kalmaz.”

Nan Feng Puji Manastırını işaret ederek konuştu. “O genç adamın garip
olduğunu düşünmüyor musun??”

Xie Lian cevapladı. “Tabii ki de düşünüyorum.”

“Açıkça tehlikeli olduğunu biliyorsun o zaman neden hala onu yanında


tutmaya kalkıyorsun?” Xie Lian merit yardımında bulunmaya niyetli
olmadıklarını gördü ve levhayı geri yerine koyup konuştu. “Nan Feng,
söylediklerin tam olarak doğru değil. Dünyada bir insanın sayısız tavrı ve
ilginç tepkileri vardır.

‘Garip’ mutlaka ‘tehlikeli’ ile aynı anlama gelmek zorunda değil.


Başkalarına göre benim de garip gözüktüğümü biliyorsunuz. Ama ikinizden
biri benim tehlikeli olduğumu hissediyor mu?”

“…”
Bunun aksi gerçekten de söylenemezdi. Bu kişinin açıkça bir ölümsüze ait
iyi kemik yapısı ve canlandırıcı görünüşü vardı ancak buna karşılık tüm gün
çöp topluyordu. Kesinlikle garipti!

Fu Yao konuştu. “Sana karşı entrika çeviriyor olabileceğinden korkmuyor


musun?”

Xie Lian sordu. “Entrika çevrilmeye değer bir şeyim olduğunu düşünüyor
musun?”

Bunu söylediği anda Nan Feng ve Fu Yao’nun ikisi de dillerini yutmuştu.


Bu soru aslında oldukça mantıklıydı. Eğer bir kişi entrikanın hedefi olursa
bu çoğunlukla zenginliklerinden dolayı olurdu. Ancak üzücü olan,
gerçekten düşünüldüğünde, şu anda Xie Lian entrika çevrilmeye değecek
hiçbir değerli eşyaya sahip değildi. Eğer biri para isterse, hiç parası yoktu.
Eğer biri servet istese, hiç serveti yoktu.

Tabii eğer her gün topladığı hurdalara gözünü dikmemişse?

Xie Lian ekledi. “Ayrıca, onu kontrol etmedim değil.”

İkisi dikkatlerini ona verdi.

“Nasıl kontrol ettin?”

“Sonuç neydi?”

Xie Lian onu kontrol etmiş olduğu birkaç seferi anlattı. “Hiçbir sonuç
yoktu. Çoktan kapsamlı bir şekilde inceledim. Eğer normal bir insan değilse
o zaman sadece tek bir seçenek kalıyor.”

Bir Yıkım sınıfı!

Fu Yao dudak büktü. “Ya eğer gerçekten de bir Yıkımsa?”

Xie Lian yanıtladı. “Büyük bir Musibet hayaletinin bizim kadar boş
olacağını düşünüyor musun? Bir kasabaya benimle çöp toplamaya
geleceğini.”
“Biz hiçte boş değiliz!”

“Evet, evet, evet…”

Puji Manastırının dışındaki küçük bir tepenin üzerinde üçünün kulaklarına


etrafta yürüyen o genç adamın acelesiz ayak sesleri ulaşıyordu. Mutlu ve
dünya umurunda değilmiş gibi duyuluyorlardı. Nan Feng sesini alçaltarak
konuştu. “Böyle olmaz. Hala gerçekten bir Musibet mi değil mi onu
anlamamız gerek.”

Xie Lian kaşlarının arasındaki boşluğu ovdu. “O zaman onu sınayın.


Yalnızca abartmayın. Ya sadece evden kaçmış şımarık bir çocuksa? Bu
çocukla oldukça iyi anlaşıyorum. İyi olun, ona zorbalık etmeyin.”

‘Ona zorbalık etmeyin’ cümlesini duyunca Nan Feng’in ifadesi sadece


birkaç kelimeyle açıklanması zor olan bir hale geldi ve Fu Yao gözlerini
neredeyse kafasının arkasına kadar yuvarlandı. Xie Lian kapıyı açmadan
önce onları tekrar uyarmıştı. San Lang’ın kafası alçalmıştı, sanki bağış
masasının bacağını inceliyordu. Xie Lian yumuşak bir şekilde seslendi.
“Yaralanmadın, değil mi?”

San Lang güldü. “Ben iyiyim. Sadece bu masanın düzeltilebilir olup


olmadığını kontrol ediyorum.”

Xie Lian sıcak bir şekilde konuştu. “Daha önce olanlar sadece bir yanlış
anlaşılmaydı, lütfen gücenme.”

San Lang gülerek söyledi. “Sen böyle söyleyince nasıl gücenebilirim ki?
Belki tanıdıkları birine benzetmişlerdir.”

Fu Yao donmuş bir ses tonuyla konuştu. “Kesinlikle. Birazcık tanıdık.


Öncesinde muhtemelen hata yaptım.”

San Lang cevaplamadan önce parlak bir şekilde gülümsedi. “Oh. Ne


tesadüf. Ben de sizin birazcık tanıdık göründüğünüzü düşündüm.”

“…….”
İkisi hala tetikte olmalarına rağmen daha fazla zorlayıcı hareketlerde
bulunamazlardı. Nan Feng konuştu. “‘Bin Mili Küçültme’ rünü çizmem için
biraz yer boşaltın.”

‘Bin Mili Küçültme’ bir ışınlama rünüydü. İsminden de anlaşıldığı gibi bin
mili, dağları ve ırmakları tek bir adım öteye getirebilirdi. Her kullanımın
çok büyük ruhani güç harcamasının yanı sıra başka bir şey bu kadar
kullanışlı olamazdı. Xie Lian yerden bambu hasırı aldı ve söyledi. “Buraya
çiz.”

Öncesinde Fu Yao içeri girdiğinde içerideki eşyaları inceleme şansı


olmamıştı. Şimdi bu çarpık çurpuk ve dökük evde bir süredir olduğu için
her şeyi görebiliyordu. Tepeden tırnağa tüm bedeni rahatsız hissediyordu.
“Böyle bir yerde mi yaşıyorsun?”

Xie Lian ona bir sandalye uzatırken cevapladı. “Ben hep böyle yerlerde
yaşadım.”

Bunu duyunca Nan Feng’in hareketleri bir saniyeliğine bocaladı ve


ardından tekrar rünü çizmeye devam etti. Fu Yao oturmadı, onun ifadesi de
bir saniyeliğine sertleşmişti. Yüzündeki ifadenin ne olduğunu söylemek
zordu. Dokuz parçası şok ve bir parçası başkalarının mutsuzluğun alınan
keyif gibiydi.

Ancak hemen bu akıl ermez ifadeyi saklayarak konuştu. “Yatak?”

Xie Lian hasıra sarıldı. “Burada.”

Nan Feng kafasını kaldırdı, hasıra bir bakış attı ve tekrar kafasını eğdi. Fu
Yao, kenardaki San Lang’a bakıp konuştu. “Onunla beraber mi uyudun?”

Xie Lian sordu. “Bir problem mi var?”

Uzun bir süre ikisi de tek bir söz söylemedi, böylece Xie Lian başka bir
sorunun olmadığı kanaatini getirdi. Ardından kafasını San Lang’a doğru
döndürüp sordu. “San Lang. Daha önce kesilmeden önce yarısını
açıklayabilmiştin. Ban Yue şeytani geliştiriciye ne oldu? Lütfen devam et?”
San Lang onlara düşünceli bir şekilde bakıyordu, bakışları karanlıktı. Xie
Lian’ın ona seslendiğini duyunca dalgınlığından çıkıp hafifçe gülümsedi.
“Pekala.”

Düşüncelerini topladıktan sonra konuştu. “Ban Yue’nin şeytani geliştiricisi


aslında eski Ban Yue Krallığının büyük öğretmenlerinden biri. Şöyle ki, iki
şeytani geliştiriciden biri.”

“Eğer iki tane şeytani geliştirici varsa o zaman açık olarak iki kişiyi
kapsıyor. Diğeri kim?”

San Lang tüm soruları cevaplamıştı. “Ban Yue Krallığından olmayan biri.
Merkez Ovalardan bir şeytani usta, ismi Büyük Öğretmen Fang Xin.”

Xie Lian’ın gözleri, dinlemeye devam ederken yavaş yavaş büyüdü. Ortaya
çıkan, Ban Yue’nin insanlarının olağanüstü derecede güçlü ve savaş ile
şiddet yanlısı olmasıydı. Merkez Ovaların batı bölgesinde önemli bir
denetleme noktasını ele geçirmiş, iki ulusun sıkça birbirlerinin sınırlarına
izinsiz girmeleriyle çıkan ve bitmeyen çatışmalara neden olmuşlardı. Büyük
ve küçük savaşlar sık sık ortaya çıkıyordu. Büyük Öğretmenleri büyüde
yetenekliydi ve birliklerinin ona tam inancı vardı, onu ölüme bile takip
ederlerdi.

Lakin iki yüz yıl önce, Merkez Ovaların kralı sonunda saldırması için bir
ordu topladı ve Ban Yue Krallığını tamamen ezdi.

Ban Yue Krallığı yok olmuş olmasına rağmen Büyük Öğretmenin ve


birliklerin kiniyle nefreti kaybolmadı. Orada insanları avlamak için kaldılar.
Ban Yue Krallığı’nda eskiden yeşillik alan boldu fakat Ban Yue Geçidine
dönüştükten sonra bir zamanlar yemyeşil olan manzara kötü enerji
tarafından çürütülmüş bir hal alıp yavaşça Gobi Çölünün çevresi tarafından
yok edilmişti. Geceleri insanların hala Ban Yue askerlerinin, bir gürz tutan
gururlu siluetlerinin Gobi’de uzaktan avlarını ararken gezindiklerini
görebildikleri söylenirdi.

Normalde orada on binlerce yaşayan vardı. Ancak hepsi git gide hayatta
kalamaz bir hale gelip göç etmiş ve orayı terk etmişlerdi. Aynı anda ‘biri
her bu Geçit’ten geçtiğinde yarısından fazlası kaybolur’
efsanesi yayılmaya başlamıştı. Oradan geçenler Merkez Ovalar’ın insanları
oldukları sürece usulsüz

‘oyuncak’larının yarısını arkada bırakmak zorundaydı – insan hayatlarını!

Fu Yao sahte bir gülümseme takındı. “Bu genç usta kesinlikle çok fazla
biliyor.”

San Lang gülümseyerek konuştu. “Hiçte bile, hiçte bile. Sadece senin
bildiklerin çok az.”

“……”

Xie Lian bu çocuğun keskin bir dilinin olduğunu düşünürken


gülümsemesini tutamadı. Ardından San Lang’ın tembelce devam ettiğini
duydu. “Yine de bunlar sadece resmi olmayan bir hikaye, birkaç eski masal
ve söylenti. Gerçekten de böyle bir Büyük Öğretmen’in olup olmadığını
kim bilebilir? Ya da Ban Yue Krallığının gerçekten var olup olmadığını?”

Çevirmen: Kae

Not: Nan Feng’in Xie Lian’a karşı tam bir baba gibi davranması… Ve San
Lang’ın laf sokmaları xD

Neyse buradan sonra yeni bir kısım başlıyor artık :3

Bölüm 20: Bir Adımda Binlerce Kilometre, Kum Fırtınasında Yitmek


Ancak Xie Lian. “Her ne kadar gayrı resmi tarihten ve söylentilerden
bahsediyor olsak da, Ban Yue Krallığı sahiden var.”

San Lang. “Öyle mi?”

Bu sırada Nan Feng en sonunda yere çizdiği karmaşık rünü bitirmişti.


Doğrulup konuştu. “Bitti. Ne zaman gidiyoruz?”

Xie Lian hızla küçük bir çanta hazırladıktan sonra ön kapıya yürüdü.
“Şimdi gidelim.”
Elini kapıya koydu. “Cennetin Kutsaması üzerimizde olsun, tüm yasaklar
kalktı!” Ardından hafifçe itti.

*ÇN: Yine Çin özlü sözünden ‘Tüm yasaklar kalktı ve tüm kötülükler geri
çekildi!’

Kapı açıldığı anda küçük tepeler ve köy gözden kaybolmuştu, karşılarına


çıkan tek şey boş bir caddeydi.

Her ne kadar oldukça geniş bir yol olsa da etrafta çok az sayıda insan vardı.
Saatlerce beklerlerse bile en fazla üç dört kişi oradan geçerdi. Bunun nedeni
havanın kararmış olması değildi. Kuzeybatı zaten düşük nüfusa sahip bir
bölgeydi ve Gobi Çölü de oraya yakın olduğu için gündüz bile yoldan
geçen insan sayısı az olurdu.

Xie Lian bir binadan çıktı ve kapıyı kapatmak için döndüğünde meraklandı,
Puji Manastırından nasıl yeni çıkmış olabilirdi? Arkasından küçük bir han
vardı.

Tek bir adımla, binlerce kilometre aşılmıştı. Mesafe Kısaltan Tekniğinin


gizemli yanı da buydu işte.

Önlerinden tedbirli bakışlarıyla onları izleyen birkaç yolcu kendi aralarında


mırıldanarak geçti. O

sırada San Lang’ın konuştuğunu duydular. “Antik yazıtlara göre, ay


gökyüzünden alçaldığında Kuzey Yıldızını takip edersen Ban Yue
Krallığını görürmüşsün. Gege bak.” Gökyüzünü işaret etti. “Büyükayı.”

Xie Lian görmek için başını kaldırdı, gülümsedi. “Büyükayı ne kadar


parlak.”

San Lang yanına geldi ve omuz omuza durdular. O da başını kaldırıp


gülümsemeden önce Xie Lian’a baktı. “Evet. Bilinmeyen bir nedenden
ötürü Kuzeybatıdaki gökyüzü, Merkez Ovalara göre her daim daha parlak
ve net olmuştur.”
Xie Lian sözlerine katıldığını ifadesiyle belirtti. San Lang’la karanlık gök
ve yıldızlar hakkında derin bir sohbete dalmışken, yanlarındaki iki genç
savaş tanrısı ikisinin tavırlarını tuhaf bulmuşlardı. Nan Feng sordu. “O
neden geldi?!”

San Lang masum bir şekilde yanıtladı. “Ah, antik kehanet geleneklerini
oldukça gizemli buluyorum, bu yüzden sizi takip ederek burayı ziyaret
etmek istedim.”

Nan Feng sinirle konuştu. “Ziyaret mi? Buraya gezmeye mi geldik


sanıyorsun?!”

Xie Lian kaşlarının arasına masaj yaptı. “Boş verin. Eğer bizimle geldiyse
gelmiştir işte. Sizin erzaklarınızdan yemeyecek ya; ben yanımda yeterince
yiyecek getirdim. San Lang, yanımdan ayrılma.

Kendi başına uzaklaşma.”

San Lang oldukça itaatkar bir şekilde cevapladı. “Tamam.”

“Sorunun gerçekten kimin kimin yemeğini yediği olduğunu mu


sanıyorsun?”

Xie Lian iç çekti. “Nan Feng, şu an gecenin bir yarısı ve herkes uyuyor.
Kendi işimize bakalım olur mu?

Başka şeyleri bu kadar dert etme. Hadi gidelim, hadi.”

Büyükayı’nın rehberliğinde, doğrudan kuzeye giden patikayı takip ettiler.


Gece yolculuklarında, kasabalar ve yeşillik alanlar yavaşça azalmaya
başlarken, yoldaki kum ve taşlar gitgide arttı.

Ayaklarının altındaki toprak son bulduğunda Gobi Çölüne resmi olarak


adım atmışlardı.

Mesafe Kısaltan Rünü tekrar kullanmak onlara zaman kazandırabilirdi


ancak gidilmek istenen mesafe ne kadar fazla olursa o kadar çok ruh gücü
gerekirdi. Nan Feng zaten rünü bir kez çizmişti, bir kez daha çizebilmesi
için saatler geçmeliydi.
Ayrıca Nan Feng zaten çok fazla güç harcamış olduğu için yolda
karşılaşabilecekleri beklenmedik olaylar ve olası savaş ihtimallerini göz
önünde bulundurarak Xie Lian, Fu Yao’dan da bu tekniği kullanmasını
isteyemezdi. İçlerinden en azından birisinin ruhani güçlerini tam verimle
kullanabiliyor olması gerekiyordu.

Çöldeki gece ve gündüz arasındaki sıcaklık farkı oldukça fazlaydı. Geceleri


dondurucu soğuk insanın kemiklerine işliyor olmasına rağmen
katlanılabilirdi. Fakat gündüzleri bambaşkaydı. Gökyüzü açıktı ve beyaz
bulutların çizgileriyle engindi ancak kızgın güneş de bir o kadar
kavurucuydu.

Yürümeye devam ettikçe muazzam bir buhar sepetine girdiklerini


hissediyorlardı. Zeminden sızan sıcak hava, gün boyu yürüyen bir insanı
canlı canlı pişirebilirmiş gibi geliyordu.

Xie Lian hangi tarafa gideceklerine rüzgarın yönüne ve taşların altındaki


bitki örtüsüne göre karar veriyordu. Yanındakilerin ona ayak
uyduramayacağından korktuğu için de sık sık arkasına bakıyordu.

Nan Feng ve Fu Yao sıradan insanlar değillerdi, bu yüzden onların nasıl


idare ettiğinden bahsetmeye gerek yoktu. San Lang’ın görüntüsü ise onu
güldürmüştü.

Yukarıdaki yakıcı güneşi engellemek için genç adam dış cübbesini


çıkartarak tembelce üzerine örtmüştü. Gevşek ifadesi bir parça yorgunluğu
da ele veriyordu. Beyaz teni, simsiyah saçları ve başına sardığı kırmızı
cübbesiyle yüzü daha da çarpıcı görünüyordu.

Xie Lian hasır şapkasını çıkarttı ve San Lang’ın başına sıkıca yerleştirmek
için elini kaldırdı. “Sana ödünç veriyorum.”

San Lang bir an donakalmıştı, ardından gülümsedi. “Gerek yok.”

Hasır şapkayı geri verdi. Xie Lian konuyu uzatmak istemiyordu, San Lang
gerek yok dediyse ısrar etmeyecekti. “Almak istersen sorman yeterli.”
diyerek şapkasını aldı ve yürümeye devam etti.
Bir süre ilerledikten sonra ilerideki sarı kumların üzerinde küçük, gri bir
bina gördüler. Yakından bakmak için yaklaştıklarında yıllardır
kullanılmamış gibi görünen bir hanla karşılaştılar. Xie Lian gökyüzünü
incelemek için başını kaldırdı, çoktan öğlen olmuştu. Günün en sıcak ve en
zorlayıcı saatleri öğleden sonra olduğundan ve tüm gece boyunca yürümüş
olduklarından kısa bir mola vermenin zamanı gelmişti, bu yüzden hana
doğru ilerledi.

Hanın içerisinde kare şeklinde bir masa vardı. Etrafına oturduklarında Xie
Lian sırtındaki basit seyahat çantasından bir su şişesi çıkarıp San Lang’a
uzattı. “İster misin?”

San Lang başını salladı. Şişeyi kabul ederek bir ağız dolusu su içti. Xie Lian
ondan sonra kendisi içmek için şişeyi geri aldı.

Xie Lian başını geriye attı ve adem elması bir aşağı bir yukarı hareket
ederken birkaç yudum aldı.

Soğuk sıvı boğazından süzülürken inanılmaz tazeleyiciydi. Bu sırada San


Lang ise çenesini eline yaslamış, onu izlermiş gibi görünüyordu. Bir süre
geçtikten sonra aniden sordu. “Su kaldı mı?”

Xie Lian kenarında su kalmış olduğu için ağzını sildi. Dudakları hala
hafifçe ıslaktı. Başını sallayarak şişeyi tekrar San Lang’a uzattı. San Lang
tam almak üzereydi ki, bir el Xie Lian’ın şişeyi uzatmasına engel oldu.

Fu Yao araya girdi. “Dur biraz.”

Herkesin bakışları üzerindeydi, Fu Yao yavaşa kol yeninden bir su şişesi


çıkarttı ve masaya bırakarak San Lang’a doğru itti. “Benim de yanımda su
var. Buyur.”

Xie Lian anında onun bir şeylerin peşinde olduğunu anlamıştı.

Fu Yao gibi birisi başkasıyla suyunu paylaşmayı nasıl isterdi ki? Xie Lian o
ikisinin geçen gün de San Lang’ı daha yakından incelemek istediğini
unutmamıştı. Bu yüzden de şişedeki su normal bir su olamazdı, Suret Açığa
Çıkartan Su olduğu neredeyse kesindi.
Bu gizli, şifalı su normal bir insan içtiğinde hiçbir etki göstermezdi. Ancak
insan olmayan birisi içerse, o zaman şifalı etkisinin altında gerçek
suretlerini göstermeye zorlanırlardı. Zaten iki savaş tanrısı da bu genç
adamın Yıkım seviyesi veya üstünde olup olmadığını öğrenmek istiyorlardı,
Suret Açığa Çıkartan Su güçlü olduğundan bu iş için oldukça uygundu.

Ancak San Lang sadece gülmüştü. “Gege ve ben bu şişeyi paylaşacağız.”

Nan Feng ve Fu Yao aynı anda kenarda oturmakta olan Xie Lian’a baktılar.
Xie Lian içinden geçirdi, Ne diye bana bakıyorsunuz? Fu Yao sakin bir
sesle konuştu. “Onun şişesi neredeyse boşaldı, resmi davranmana gerek
yok.”

*ÇN: Adama bir ‘indirect-kiss’i /dolaylı öpücüğü çok gördün be ayıp ama :
(

San Lang. “Sahi mi? O zaman ilk sen iç.”

“…”

Bir süre olan sessizliğin ardından ilk konuşan Fu Yao’ydu. “Sen misafirsin,
ilk sen iç.”

Her ne kadar kibar ve terbiyeli bir halde konuşsa da Xie Lian sözlerin zorla
dişlerinin arasından çıktığını duyar gibiydi. San Lang eliyle ‘önden buyur’
diye işaret ederek karşılık verdi. “Savaşçılarımız sizlersiniz. Önce sen iç,
yoksa kötü hissederim.”

Xie Lian onların birbirlerine caka satmasını izledi. Ancak böyle durumlarda
iş bir yerden sonra fiziksel bir boyuta varırdı. Aralarında sadece masa olan
üçlü, su şişesini bir ileri bir geri itmeye devam ettiler.

Xie Lian elinin altındaki masanın hafifçe titrediğini hissedebiliyordu.


Zavallı masanın son günlerinin geldiğini düşünürken başını pişmanlıkla iki
yana salladı. Yoldaşları ise sessiz savaşlarına bir süre daha devam ettiler.

En sonunda Fu Yao daha fazla dayanamayarak alayla güldü. “Suyu bu


kadar içmek istemediğine göre gizlemeye çalıştığın bir şeyler var demek.”
San Lang güldü. “İkinizde düşmanca davranıp suyu ilk olarak içmeyi kabul
etmiyorsunuz. Kim bir şeyler gizlemeye çalışıyor sence bu durumda? Suya
zehir katmış olabilir misin acaba?”

Fu Yao. “Hemen yanında oturan kişiye suyun zehirli olup olmadığını


sorabilirsin.”

Bunu dediğinde San Lang, Xie Lian’a döndü. “Gege, bu su zehirli mi?”

Fu Yao kurnaz davranmıştı. Doğal olarak Suret Açığa Çıkartan Su zehirli


değildi. Sıradan bir insan içtiğinde, normal sudan hiçbir farkı olmazdı. Xie
Lian verebileceği tek cevabı verdi. “Zehirli değil ama…”

Ama o daha cümlesini bitiremeden Nan Feng ve Fu Yao ters ters bakmaya
başladılar. San Lang ise anında ellerini gevşetti. “Peki.”

Su şişesini eline alarak birkaç kez salladı. “Gege zehirsiz diyorsa, içmemin
bir mahsuru yok demektir.”

Genç adam gülümsedi ve tüm şişeyi içti.

Xie Lian onun bu kadar çabuk davranmasını beklemediği için ani


hareketiyle epey şaşırmıştı. Nan Feng ve Fu Yao oldukları yere çakılmış
olmalarına rağmen yine de tetikteydiler. San Lang, Suret Açığa Çıkartan
Suyu sonuna kadar içti, bitirdikten sonra şişeyi birkaç kez daha salladı.
“Tadı çokta matah değil.”

Ardından hızla şişeyi bir kenara attı, şişe ise bir çınlama sesiyle yere
çarparak parçalanmıştı.

San Lang’ın Suret Açığa Çıkartan Suyu içtikten sonra herhangi bir
anormallik göstermeden tamamen kendi halinde oturduğunu görünce Fu
Yao’nun yüzü hayretle doldu. Yine de hemen soğuk bir sesle cevap
vermesini bildi. “Sadece su işte. Hepsinin tadı aynı değil mi? Ne farkı
olacaktı ki?”

San Lang, Xie Lian’ın dirseğinin yanındaki su şişesini aldı. “Tabi ki farkı
olur. Bu suyun tadı çok daha güzel.”
Bunu duyunca Xie Lian gülümsemekten kendini alamadı. Bu testin sonucu
onun hiç umurunda olmamıştı. Sonuç ne çıkarsa çıksın San Lang’ın kim
olduğu veya niyeti hiçbir şeyi değiştirmeyecekti. Bu nedenle önünde patlak
veren kaos ona sadece komik gelmişti, başka bir anlamı yoktu.

Xie Lian tam işlerin artık yoluna gireceğini düşünürken, yüksek bir çınlama
sesiyle Nan Feng masaya bir kılıç bıraktı.

Böylesi etkileyici bir hareket, orada bulunan herkesi öldüreceğini düşünmek


için yeterliydi. Xie Lian kendini toparlamadan önce söyleyecek hiçbir söz
bulamamıştı. “Ne yapıyorsun?”

Nan Feng belirsiz bir şekilde homurdandı. “Yolumuz tehlikelerle dolu. Bu


yüzden genç kardeşimize kendisini savunabilmesi için bir kılıç veriyorum.”

Xie Lian yakından inceleyebilmek için başını eğdi. Kını basit ve sadeydi,
kılıcın kendisi ise yıllarca bilenmişti.

Sıradan bir eşya değildi. İçi titredi. Xie Lian kaşlarını kaldırarak döndü, Bu
sahiden de Kırmızı Ayna.

Kılıcın adı ‘Hong Jing’, kırmızı aynaydı ve oldukça bir kılıçtı. Her ne kadar
kötü ruhları kovamasa veya iblisleri öldüremese de, hiçbir iblis ya da
hayalet onun büyülü aynasından kaçamazdı. Kılıcı kınından çeken kişi bir
insan değilse, kılıç sanki kanla dolmuş gibi kırmızıya dönerdi. Dahası kan
kırmızısı kılıç, onun kınından çeken kişinin gerçek görünüşünü yansıtırdı.
İster Şiddet ister Yıkım sınıfından olsun, kimse ondan kaçamazdı!

Genç insanların gözleri her daim değerli kılıçlar ve bineklerin üzerinde olur,
onlara özel bir ilgiyle yaklaşırlardı. San Lang ‘Aa?’ derken oldukça kendini
kaptırmış görünüyordu. “Bir bakayım.”

Bir eliyle kını, diğer eliyle kabzasını tuttu, ardından yavaşça kılıcı çekti.
Hem Nan Feng’in hem Fu Yao’nun gözleri yoğun bir şekilde onun
hareketlerini izliyordu. Kınından birkaç santim sıyrılmış olan kar beyazı
kılıç büyüleyiciydi. Bir an sonra San Lang kıkırdadı. “Gege, bu iki
hizmetçin benimle dalga mı geçiyor?”
Xie Lian hafifçe öksürdü ve ona döndü. “San Lang, daha önce de söyledim.
Onlar benim hizmetçim değiller.” Ardından tekrar önüne döndü.

Nan Feng ondan beklenmedik, soğuk bir sesle konuştu. “Kim seninle dalga
geçiyormuş?”

San Lang güldü. “Kırık bir kılıçla mı kendimi savunacağım?”

Sözleriyle birlikte kılıcı tekrar kınına soktu ve masaya attı. Nan Feng’in
kaşları ise şaşkınlıkla kalkmıştı, aniden kılıcı alarak metalik bir çınlamayla
kınından çekti. Elinde, fazladan bir keskin kenarı olan… kırık bir kılıç
vardı.

Kırmızı Ayna kabzasının birkaç santim altından kırılmıştı!

Nan Feng’in ifadesi hafifçe değişti, ardından kını aldı ve kalan kısmı
çınlama sesleriyle içeri soktu.

Kının içinde sayılamayacak kadar küçük parçalara bölünmüş kılıçtan geriye


kalanlar duruyordu.

Kırmızı Ayna her tür iblisi veya hayaleti ayırt edebilirdi, bu kadarı
doğruydu. Onun gözlerinden daha kaçabilen bir şey hiç olmamıştı ancak
aynı zamanda onu kınının içinde sayısız parçaya ayırabilen birisi de hiç
görülmemişti!

Nan Feng ve Fu Yao aynı anda San Lang’ı işaret ettiler. “Sen…”

San Lang bir kahkaha attı ve geriye yaslanarak siyah çizmelerini masaya
yasladı. Kırmızı Aynanın kopan bir parçasını alarak elinde havaya atıp
tutmaya başladı. Eğleniyordu. “Bana bilerek kırık bir kılıç sunmadığınızı
farz ediyorum. Yolda kırılmıştır herhalde. Ama merak etmeyin, kendimi
kılıcım olmadan da savunabilirim. Kılıç ya da daha artık neyiniz varsa,
onları kendiniz için saklayabilirsiniz.”

Xie Lian kılıca doğrudan bakabilme yetisini kaybetmişti. O kılıç, o değerli


kılıç, Kırmızı Ayna Jun Wu’nun koleksiyonundandı. Xie Lian kılıcı ilk kez
yükselişinin ardından Savaş Tanrılarının Salonuna gittiğinde görmüştü.
Kılıç her ne kadar kullanıma çok elverişli olmasa da kendine göre bir
çekiciliği vardı. O böyle düşününce Jun Wu da kılıcı ona hediye etmişti.

Düşüşünün ardından çok büyük zorluklar çektiği günler olmuştu. Çaresiz


kaldığı günlerden birinde Feng Xin’e kılıcı rehin vermesini söylemişti.

Evet, rehin vermişti!

Aldıkları paranın getirisiyle ikisi güzel birkaç yemek yemiş ve… eh, başka
da bir şey yapamamışlardı. O

günlerde Xie Lian pek çok şeyi rehin bırakmıştı, bu yüzden de bir gün
aklına gelir de içi kan ağlar diye hepsini unutmasının en iyisi olduğuna
karar vermişti.

Feng Xin muhtemelen tekrar yükseldikten sonra o günleri düşününce,


kılıcın varlığını hatırlamış ve böylesine ender bir eşyanın ölümlü diyarda
başı boş kalmasına dayanamamıştı. Bu yüzden arayıp bulmuş ve geri almış
olmalıydı. Tekrar bilemiş, cilalamış ve Nan Yang Sarayı’na yerleştirmişti.

Ardından ise Nan Feng tarafından alınarak tekrar buraya indirilmişti.

Neticede Xie Lian bu kılıcı gördüğünde, sadece donuk bir acı hissederek
bakışlarını çevirebilmişti.

Diğerlerinin tekrar dövüşmek üzere olduğunu hissettiğinde ise başını iki


yana sallayarak dışarıdaki havayı incelemeye başladı. Kendi kendine,
Hareketliliğe bakılırsa yakın zamanda bir kum fırtınası olacak. Eğer bugün
tekrar yola koyulursak, fırtınadan kaçarken sığınacak bir yer bulup
bulamayacağımız malum, diye düşünüyordu.

Tam bu sırada binanın dışında, parlak altın kumların arasından aniden iki
insanın sureti görüldü.

Xie Lian hemen ayağa kalktı.

Birisi beyazlara ve diğeri siyahlara bürünmüştü. O kadar telaşsız hareket


ediyorlardı ki insan tembel olduklarını düşünebilirdi. Ancak ayaklarının
altında toplanan bulutlar hızlarını ele veriyordu. Siyahlı kişi uzun ve eğik
duruyordu, beyazlı ise sırtında uzun bir kılıç ve kolunda at saçından bir
fırça olan bir kadındı. Siyahlı olan arkasını dönmedi ancak beyazlı kadın
binanın önünden geçerken dönüp onlara gülümsedi. Gülümseme de
siluetleri kadar hızlı geçmişti. Nedensiz yere, içleri tuhaf bir his ve
güvensizlikle doldu.

Xie Lian bakışlarını pencereye sabitlemiş olduğundan olanları rahatlıkla


görmüştü. Küçük binanın içindeki diğer üç kişi ise sadece onlara bir an için
bakabilmişti çünkü o anda başka hiçbir şeyle ilgilenebilecek durumda
değillerdi. Nan Feng aniden ayaklandı. “Onlar kim?”

Xie Lian da ayağa kalkmıştı. “Bilmiyorum ama sıradan kişiler değiller.” Bir
süre kendi kendine mırıldandıktan sonra cevap verdi. “Üçünüz artık
oyalanmayı bırakın, rüzgar gittikçe güçleniyor gibi.

Acele edelim ve tekrar yola koyulalım. Yolumuzun ne kadar kısaltırsak o


kadar iyi.”

Şansına bu insanlar her ne kadar bazen kaçışan tavuklar kadar şaşkın ya da


zıplayan köpekler kadar korkmuş davransalar da konu ciddi bir meseleye
gelince hemen kendilerini toparlayıp işe koyulmayı biliyorlardı. Derhal
birbirlerine sataşmayı bıraktılar, Hong Jing’in parçalarını topladılar ve
küçük binadan çıktılar.

Yaklaşık dört saat kadar bir süreyle rüzgara karşı yol aldılar. Ancak bu dört
saatte aldıkları yol, önceki dört saatteki mesafeyle kıyaslanamazdı. Kum
fırtınası bir öncekinden çok daha şiddetliydi. Kumla karışmış rüzgarlar
yüzlerindeki ve kollarındaki kıyafetlerle örtülmemiş tenlerini boğuk bir
acıyla kaplayarak üzerlerine bardaktan boşalırcasına yağıyordu. Yürüdükçe
daha da meşakkatli geliyordu.

Kulaklarına çarpan rüzgarın sesi ve her yerde her daim var olan sarı kumlar
görüşlerini bulandırırken Xie Lian hasır şapkasını eğdi. “Bu kum fırtınası
bir oldukça tuhaf.”

Bir süre geçtikten sonra hala hiç kimse yorum yapmayınca Xie Lian onların
geride kalıp kalmadıklarını merak etti. Başını arkaya çevirdiğinde ise
üçünün de hala yakinen onu takip etmekte olduğunu gördü.
Muhtemelen onun konuştuğunu duymamışlardı. Görünüşe göre kum
fırtınası sahiden de çok güçlüydü. İçlerinden birisi ağzını açtığı anda ses
hemen siliniyordu. Doğal olarak Nan Feng ve Fu Yao’yla ilgilenmesine
gerek yoktu. Girdaba karşı sağlam adımlarla ve kati ifadeleriyle
ilerliyorlardı.

Ama San Lang her zaman beş adım kadar arkasından geliyordu, adımları ne
çok yakın ne çok yavaştı.

Sarı, kumla dolu gökyüzünün arasında genç adamın yüz ifadesi rahat
kalmaya devam etti, ellerini arkasından çaprazlamış yürürken bir kez bile
herhangi bir duyguyla çalkalanmadı. Baştan aşağıya kırmızılarla sarılmış,
saçları eğik ve dağınık bir dansa tutulmuşken, kum fırtınasının saldırıları
ona hiç etki etmiyormuş gibi görünüyordu. Hiç istifini bozmuyordu.
Dahası, gözlerini bir kez bile kırpmamıştı.

Xie Lian ise fırtınanın darbeleri yüzünden çoktan yüzünün acıdığını


hissedebiliyordu. San Lang’ı böyle, kendisini hiç kollamaz bir halde
görünce gerçekten çok endişelendi. “Kumların gözlerine ve kıyafetlerine
girmemesi için dikkat et.”

Tekrar düşündüğünde kendisinin bile bu söylediklerinden ne anlam


çıkartacağını bilmediğini fark etti.

Xie Lian doğrudan San Lang’ın yanına giderek kıyafetlerini ve yakasını


toplamasına yardım etti. Onu sıkıca sararak rüzgarın ve kumun içeri
girmesini önlemek istiyordu. San Lang şaşırmıştı. Bu sırada diğer ikisi de
onlara yetişmişti. Dördü birbirlerine artık daha yakın olduğu için en
sonunda seslerini duyurabiliyorlardı. İlk olarak Xie Lian konuştu. “Herkes
dikkat etsin. Kum fırtınası çok ani başladı, bu işte bir tuhaflık var gibi
geliyor. Kötülük eli değmesinden korkuyorum.”

Fu Yao. “Rüzgar ve kumlar normalden daha güçlü. Başka ne sebebi olacak


ki?”

Xie Lian başını iki yana salladı. “Rüzgar ve kumlarda bir sıkıntı yok. Ben
kumlara bir şey eklenmiş
olmasından korkuyorum.”

Tam bu sırada ani bir rüzgar Xie Lian’ın hasır şapkasını uçurdu. Hasır
şapka havaya yükselince sonsuz sarı kum taneleri arasında tamamen
kaybolmak üzereyken San Lang çabucak tepki vermişti. Hızla elini yukarı
kaldırdı ve uzanarak gökyüzüne uçmak üzere olan hasır şapkayı yakaladı ve
yeniden Xie Lian’a uzattı. Xie Lian ona teşekkür edip şapkasını sırtına daha
sağlam bir şekilde bağladı. “Fırtınadan kaçınabileceğimiz bir yer bulsak çok
iyi olur.”

Ancak Fu Yao hemfikir değildi. “Eğer sahiden kum fırtınasında bir tuhaflık
varsa, o zaman tek amacı bizi yolumuzdan alıkoymak olabilir. Bu durumda
da devam etmek için bir nedenimiz daha oluyor.”

Xie Lian daha tek bir kelime söyleyemeden San Lang yüksek sesle gülmeye
başladı. Fu Yao başını kaldırdı ve soğuk bir sesle sordu. “Neye gülüyorsun
sen?”

San Lang kollarını bağladı ve kıs kıs güldü. “Kasten insanlara karşı gelmek,
seni bu kadar mı tatmin ediyor?”

Xie Lian, daha önceleri bile bu genç adam her ne kadar sürekli güler yüzlü
olsa da gülümsemesinin içten mi olduğunun yoksa iltifatlarla maskelenmiş
bir alay mı taşıdığının hiçbir zaman ayırt

edilemeyeceğini düşünüyordu. Ancak bu kez herkes gülümsemesinde bir


parça bile iyi niyet olmadığını tek bakışta söyleyebilirdi. Fu Yao’nun ifadesi
ansızın soğurken Xie Lian elini kaldırdı.

“Şimdilik konuyu kapatın. Eğer söylemek istediğiniz bir şeyler varsa


sonraya saklayın. Rüzgar güçlendiği zaman korkutucu bir halde alabilir.”

Fu Yao. “İnsanları havaya kaldırabilir bir hal mi?”

Xie Lian cevapladı. “Nn, söylediğin şey oldukça mümkün…”

O sözlerini tamamlayamadan önündekiler aniden gözden kaybolmuştu.


Fakat gerçekte kaybolan onlar değildi, kendisiydi – bu kum fırtınası sahiden
onu sararak havaya kaldırmıştı.

Hortum çıkmıştı!

Xie Lian havada şiddetli bir şekilde dönerken elini salladı ve konuştu.
“RuoYe! Sağlam ve güvenilir bir şeyi kavra!”

Bir ıslık sesiyle RuoYe uçtu. Bir an sonra Xie Lian beyaz ipeğin bir ucunun
bir şey yakalamış ve ona sarılmış gibi alçaldığını hissetti. Xie Lian sıkıca
onu tutarak en sonunda kendisini havada çok zor da olsa sabitlemeyi
başarmıştı. Bakmak için başını eğdiğinde ise yerden en az otuz metre
yükseğe sürüklenmiş olduğunu fark etti.

O anda yere bağlanmış bir ipin ucunda sürüklenen bir uçurtma gibiydi. Sarı
kumların saldırısı altında Xie Lian RuoYe’yi tutmuş, yakaladığı şeyin ne
olduğunu anlayabilmek için geriyordu. Defalarca baktı, en sonunda ise
kırmızı bir gölge çıkartabildi. RuoYe’nin diğer ucu görünüşe göre
kırmızılara bürünmüş

genç adamın bileğine sarılmıştı.

RuoYe’ye sağlam ve güvenilir bir şeye tutunmasını söylemişti, ama RuoYe


gidip San Lang’a tutunmuştu!

Çevirmen: Nynaeve

Not: Demek San Lang oldukça sağlam ve güvenilirmiş, hmmmm…

Bölüm 21: Bir Adımda Binlerce Kilometre, Kum Fırtınasında Yitmek


Xie Lian gülse mi yoksa ağlasa mı bilmiyordu. RuoYe’yi tekrar yollayıp
başka bir şeye tutunmasını isteyecekti ki aniden beyaz ipeğin bileğinin
etrafında gevşediğini fark etti. Hemen hissettiği korkuyla başa çıkmak
zorunda kalmıştı.

Bu ani duygu RuoYe diğer uçtaki tutuşunu gevşettiğinden değildi, çok daha
kötü bir şey olmuştu.
Tahminini doğrulayarak kırmızı siluet aniden ona yakınlaştı ve çok
geçmeden ulaşabileceği bir noktaya geldi.

San Lang da kum fırtınasına kapılmıştı!

Xie Lian ona doğru bağırdı. “Panikleme!”

Ancak dudaklarını açtığı anda ağzına bir dolu kum girdi. Ama bu noktada
Xie Lian zaten çoktan kum yemeye alışmıştı.

San Lang’a paniklememesi gerektiğini söylemeye çalışmıştı ancak aslında


gencin hiçte panik yapacağını düşünmüyordu. RuoYe, Xie Lian’a doğru
yuvarlanmaya devam etti, onun ve daha biraz önce havaya uçan gencin
arasındaki mesafeyi kısaltıyordu.

Xie Lian, San Lang’a iyice baktı. Gerçekten de San Lang hiç endişeli
gözükmüyordu, oracıkta kitap açıp sakince okuyabilecekmiş gibiydi. Xie
Lian, San Lang’ın kasıtlı olarak sürüklenip sürüklemediğini merak etti.

RuoYe, ikisini bağlamak için kendini onların bileklerinin etrafına sardı.


Ardından Xie Lian, San Lang’a sarılarak emir verdi. “Git ve tekrar dene,
fakat bu sefer bir insana tutunma!”

İpek kumaş yeniden fırladı ancak bu sefer tutunduğu şey… Nan Feng ve Fu
Yao’ydu!

Xie Lian çöktüğünü hissetti. “RuoYe,” dedi yorgun bir şekilde. “Bir insana
tutunma demiştim ama bu kadar kelimesi kelimesine kastetmemiştim…
Pekala.”

Xie Lian ardından yere doğru döndü ve bağırdı. “Nan Feng, Fu Yao! Sıkı
tutunun! Ne olursa olsun bizi desteklemelisiniz!”

Yerdeki Nan Feng ve Fu Yao doğal olarak onları desteklemek istiyordu.


İkisi de oldukları yerde durdu ancak faydası yoktu. Kum fırtınası çok vahşi
ve sertti. Çok uzun süre geçmeden, tahmin edileceği üzere bir şekilde iki
gölge daha kasırgaya kapılmıştı.
Kasırga koyu sarı gökyüzü ve koyu yeşil yer arasında, cenneti destekleyen
çarpık bir kum sütunu gibiydi. Artık dördü beraber RuoYe tarafından
bağlanmış bir şekilde bu kasırganın içinde durmadan dönüyorlardı.
Döndükçe de bir o kadar hızlanıyor ve yukarı çıkıyorlardı. Bir yandan deli
gibi kum yutan Xie Lian diğer yandan da bağırıyordu. “Nasıl olur da
hepiniz buraya gelirsiniz?”

Kum dışında gördükleri şey yine kumdu. Rüzgar dışında duydukları ise
yine rüzgardı. Başka bir seçenek olmadığından ciğerleri çıkana kadar
birbirlerine bağırmak zorundaydılar. Fu Yao da bağırdı, karşılığında bir dolu
kum yemişti. “O salak beyaz ipek kumaşına sor! Sorunu ne?!”

Xie Lian ‘salak RuoYe’sini iki eliyle tuttu ve çaresizce konuştu. “Benim
sevgili RuoYe’m, dördümüz de şimdi sana güveniyoruz. Lütfen tekrar
yanlış şeye tutuma. Şimdi git!”

Xie Lian RuoYe’yi tekrar sefil bir halde serbest bıraktı.

“O oyuncağa güvenmeyi bırak! Başka bir şey düşün!” Nan Feng bağırdı.
Ancak tam o sırada Xie Lian ipek kumaşın diğer uçunundan gelen bir
gerilme hissedip mutlulukla konuşmuştu. “Bekle! Ona bir şans daha ver!
Bir şey yakaladı!”

“Geçen bir yaya olmasa iyi! Zavallıyı bırak gitsin!” Fu Yao da bağırdı.

Xie Lian da aynı şeyden korkuyordu. RuoYe’yi çekti fakat sağlam ve gergin
kalmıştı. Böylece rahatlıkla nefesini verdi. “Katı bir şey, oldukça sabit!”
ardından RuoYe’ye söyledi. “Çek!”

Deliye dönmüş şekilde dönerlerken RuoYe hızla kısaldı ve dördünü kum


fırtınasından çıkardı. Xie Lian git gide büyük, siyah, yarısı yuvarlak olan
küçük bir tapınak görebiliyordu. Sonunda yere indiklerinde o yuvarlak
yapının aslında dev bir kaya parçası olduğunu fark etti.

Kum fırtınasının ortasında bu büyük kaya parçası kale gibi duruyordu,


mükemmel bir sığınaktı. Lakin daha önce yoldalarken hiçbiri öyle bir
kayayı görmemişti. Fırtınanın onları ne kadar uzağa götürdüğünü
bilmiyorlardı. Yere indiklerinde hemen kayanın arkasına rüzgardan
korunmak için geçtiler. Ve ne çıkarsa beğenirsin, orada bir delik duruyordu.
“Bu gerçekten de cennetten bir kutsama.” Xie Lian neşelenmişti.

Delik iki kapı kadar genişti fakat uzunluğu sadece yarım bir insan kadardı.
Biraz kısa olsa da hala girilmesi mümkündü. Kenarları tırtıklı olmasına
rağmen doğal oluşmuştan çok insan eliyle yapılmışa benziyordu. Xie Lian
içeri girdiğinde içerisinin aslında oldukça geniş bir şekilde oyulmuş
olduğunu fark etti. Daha ilerisi karanlık olduğundan etrafa daha fazla
bakmadan ışığın olduğu yere yerleşti ve RuoYe’nin üzerindeki tozu silkip
tekrar onu koluna sardı.

Nan Feng ve Fu Yao içeriye kum saçarak girdiler. Baştan aşağıya tüm
açıklıkları ve kıyafetleri kumla kaplanmıştı. Dış elbiselerini çıkarıp onları
salladılar ve küçük kum parçaları yere döküldü. Dördünün içinde yalnızca
San Lang durgun gözüküyordu, tembelce kendini silkti ve tekrar düzgün bir
hale gelmişti. Orantısız atkuyruğu dışında kaygısız görünümü
etkilenmemişti. Saçı öncesinde Xie Lian tarafından bağlanmış olduğundan
zaten eğriydi. O yüzden küçük bir rüzgar hiçbir ayırt edilebilir farklılık
yaratmamıştı.

Nan Feng yüzünü silerken küfretmeye başlamıştı. Xie Lian ise bambu
şapkasındaki tozu silkelerken iç çekti. “Siz ikinizin de fırtınaya
kapılacağınızı düşünmemiştim. Neden Bin Kilogram Ağırlık büyüsünü
kullanmadınız?”

“Kullandık! İşe yaramadı!” Nan Feng kızgınca söyledi.

Kenarda duran Fu Yao hala dış elbisesindeki kumu silkiyordu ve iğrenmiş


bir şekilde konuştu. “Nerede olduğumuzu düşünüyorsun? Burası
kuzeybatıdaki bir çöl, benim generalimin ana bölgesi değil.”

Nan Feng devam etti. “Kuzey, iki Pei generalinin bölgesi ve batı da Quan
YiZhen’a ait. Burada yüzlerce kilometre içinde tek bir Xuan Zhen tapınağı
bulamazsın.”

Güçlü bir ejderhanın yılanları kendi bölgelerinde yenemeyeceğine dair bir


söz vardı; Nan Feng ve Fu Yao güneybatı ve güneydoğunun generallerini
simgeliyorlardı, yani güçleri kendi bölgelerinin dışında kısıtlıydı.
“Bu sizin için gerçekten zor.” Xie Lian onların sinir olmuş yüzlerini izledi
ve bunun kasırga ile yuvarlanmaya maruz kaldıkları ilk sefer olabileceğini
düşünerek sempati duydu.

San Lang, Xie Lian’ın yanına yere oturmuştu. Eli yanağına yaslanmış bir
şekilde konuştu. “Burada durup dışarıdaki kasırganın geçmesini
bekleyelim.”

Xie Lian ona doğru dönüp cevapladı. “Şimdilik tek seçeneğimiz bu gibi
görünüyor. Kasırga ne kadar güçlü olursa olsun bunun gibi koca bir kayayı
havaya kaldırması imkansız.”

“Bilemezsin. Daha önce söylediğin gibi bu kum fırtınası oldukça garip.”

Xie Lian’ın aklına aniden bir şey geldi. “San Lang, bir şey sorabilir
miyim?”

“Sor.” San Lang cevapladı.

“BanYue Cadısı kesinlikle kadın değil mi?”

“Öyle.”

Xie Lian ‘beklenildiği gibi’ diye düşünerek devam etti. “Daha önceki terk
edilmiş handa dinlenirken iki figürün geçtiğini görmedik mi? Adımları zarif
fakat garipti. Kesinlikle ölümlü olamazdılar. Ayrıca beyaz kıyafetli olan bir
kadındı.”

Fu Yao şüpheci görünüyordu. “Sadece elbiselerine bakarak kadın mı erkek


mi olduğunu ayırt etmek zor. Boyları da normal bir kadına göre daha
uzundu. Doğru gördüğüne emin misin?”

“Eminim,” Xie Lian cevapladı. “O yüzden BanYue’nin Baş Rahibesi


olabileceğini düşünüyordum.”

Nan Feng fikri düşündü ve konuştu. “Mümkün. Ama o zaman yanındaki


siyah giyinmiş figür kime aitti?”
Xie Lian cevapladı. “Söylemesi zor. Ama o kişi daha hızla yürüyordu ve
kesinlikle aynı derecede güçlüydü. Bir av değildi. Bir lider, arkadaş, ast;
üçünden biri.”

“Diğer İki Şeytani Usta’dan biri, Uğursuz Baş Rahip Fang Xin olabilir mi?”
Fu Yao merak etti.

“Um, sanırım ‘İki Şeytani Usta’ diye çağrılmalarının tek nedeni tarihte
yaptıklarının benzer olması ve çift rakamların daha kolay akılda kalması.
Aynı Hayalet Diyarının ‘Dört Musibeti’ gibi. Gerçekte dört kişi olmasalar
da insanlar yine de onları dört tane yapmanın bir yolunu bulmuş.”

Bunu duyunca San Lang sesli güldü. Xie Lian ona baktığında konuştu. “Bir
şey yok, sadece söylediğinin çok mantıklı olduğunu düşündüm. Sonuçta
Dört Musibetten biri gerçekten de sayıyı tamamlamak için orada.”

Böylece Xie Lian konuşmaya devam etti. “İki ustanın birbirleriyle bir
bağlantısı olmamalı. Uğursuz Baş

Rahip Fang Xin’i duymuşluğum oldu. Yong An Krallığı’nın asil


öğretmeniydi, BanYue’nin Baş

Rahibesinden en az birkaç yüzyıl önce doğmuştu.”

“Hayalet diyarının Dört Musibetini bilmiyorsun ama ölümlü dünyadaki


Yong An’ın Usta Fang Xin’ini duydun?” Fu Yao inanamaz bir şekilde
sordu.

“Ölümlü diyarda hurda toplarken duyduğum bazı şeyler oluyordu. Hayalet


diyarında hiç hurda toplamadım sonuçta, onlar hakkındaki şeyleri
bilmiyorum.” Xie Lian açıkladı.

Dışarıdaki rüzgar hafiflemiş gibiydi ve Nan Feng çıkışa doğru yürüdü.


Oraya buraya hafifçe vurarak taşın yapısını hissetti. “Neden bir çölün
ortasında bunun gibi içi boş bir taş olsun ki?” Büyük kayanın oldukça şüphe
uyandırdığını düşünüyordu. Fakat Xie Lian ona katılmadı.
“Ender olan bir şey değil. Eskiden BanYue’nin insanları kum fırtınalarından
kaçınmak veya hatta besi hayvanı ararken geceleri geçirmek için bunun gibi
sığınaklar inşa ederlerdi. Bazı delikler oyularak değil patlatılarak yapılma.”
Dedi Xie Lian.

“Çölde nasıl besi hayvanı olur ki?” Nan Feng sordu, kafası karışmıştı.

Xie Lian gülümsedi. “İki yüz yıl önce tamamı çöl değildi, bir vaha vardı.”

“Gege,” San Lang o anda ona seslenmişti.

“Evet?” Xie Lian cevapladı.

San Lang elini kaldırıp işaret etti. “Üzerinde oturduğun kayada bir şeyler
yazıyor gibi görünüyor.”

“Ne?” Xie Lian kafasını eğdi, ardından ayağa kalktı ve üstüne oturduğu
kayanın aslında taş tahta olduğunu fark etti. Üzerindeki tozu sildikten sonra
gerçekten de ortaya bazı yazılar çıktı. Karakterler

hafifçe düşey biçimde oyulmuştu. Kayanının yarısının kuma gömülü


olmasıyla kelimeler fark edilmiyorlardı ve karanlıkta kaybolmuşlardı.

Yazılmış bir şeyler olduğuna göre incelemeleri gerekiyordu! “Çok fazla


gücüm kalmadı, biri bana avuç meşalesi tutabilir mi? Teşekkürler!” diye
sordu Xie Lian.

Nan Feng parmağını şaklattı ve küçük patlayan alevler avcunda oluştu. Xie
Lian, San Lang’a baktığında şaşırmamış olduğunu gördü. Mesafe Kısaltıcı
Rünü gördükten sonra çok fazla şaşırılacak bir şeyin olmadığını düşündü.
Nan Feng avcunu, Xie Lian’ın gösterdiği yere getirdi ve taş tahtadaki
yazıları aydınlattı. Karakterler garipti, sanki bir çocuk tarafından
çizilmişlerdi, eğri ve sertlerdi. Nan Feng sordu. “Burada ne yazıyor?”

San Lang cevapladı. “Doğal olarak Ban Yue Krallığının karakterleri.”

“Korkarım ki Nan Feng’in kelimelerin anlamını soruyor,” Xie Lian


cevapladı. “Bir bakayım.”
Xie Lian taş tahtadan daha fazla toz ve kumu temizleyerek en büyük
karakterlerin olduğu ilk sütunu ortaya çıkardı. Başlık olmalıydı. Aynı
karakterler de yazının çeşitli kısımlarında tekrar ediyorlardı. Fu Yao da bir
avuç meşalesi yaratıp yaklaştı. “BanYue dilini okumayı nereden
biliyorsun?”

“Doğrusunu söylemek gerekirse, daha önce BanYue’de hurda toplamıştım.”


Xie Lian cevapladı.

“…”

Sessizliğin ağırlığını hissederek Xie Lian yukarı baktı. “Ne oldu?”

“Hiç,” Fu Yao ofladı. “Sadece nerede hurda toplamamış olmadığını merak


ediyorum?”

Xie Lian gülümsedi ve karakterlere bakmaya döndü. “General.”

“Ne?” Nan Feng ve Fu Yao aynı anda cevaplamışlardı.

Xie Lian onlara baktı ve açıkladı. “Bu taş tahtadaki ilk kelime ‘General’”
Bir süre durakladı. “Ancak ardından gelen anlamından emin olmadığım bir
karakter daha var.”

Nan Feng rahatlayarak nefesini verdi. “Sadece bakıp düşünmeye devam et.”

Xie Lian kafasını salladı ve Nan Feng diğer kelimeleri de aydınlatmak için
avcunu oynattı. Aniden Xie Lian bir şeylerin yanlış olduğunu hissetti.
Gözüne bir şey çarpmış gibiydi, iki eliyle kayaya bastırdı ve kafasını
kaldırdı.

Titreyen alevler taş kayanın üzerindeki sert bir insan suratını


aydınlatıyordu. Bu yüz pörtlemiş

gözleriyle direkt olarak ona bakıyordu.

“AAAAAAHHHHHHHHHHHHHHH!!!!!!”

Çığlık atan Xie Lian veya Nan Feng değildi, o sert yüzdü.
Nan Feng hemen diğer elini de ateşlendirdi. İki elini bir araya koyduğundan
alevler tüm mağarayı aydınlatabilecek kadar büyümüştü.

Yüzü ışıkla aydınlanan kişi bunca zamandır gölgelerde saklanan biriydi ve


alevler büyüdükçe Xie Lian mağaranın iç duvarlarında yedi sekiz kişinin
korkuyla bir araya toplanıp titremekte olduklarını fark etti.

“Siz kimsiniz?!” Nan Feng bağırdı.

Nan Feng’in kızgın bağrışı tüm mağarada yankılandı. Xie Lian’ın kulakları
zaten önceki çığlıktan dolayı çınlıyordu, böylece onları elleriyle kapattı.
Kum fırtınasının sesi dördünün de kulaklarını sağır etmişti ve mağaraya
girdiklerinden beri BanYue Cadısıyla taş tahta üzerindeki yazıları
tartışıyorlardı. Bundan

dolayı kimse aynı sığınakta saklanan başka insanlar olduğunu fark


etmemişti. Titreyen yedi sekiz kişinin arasındaki ellili yaşlarında olan bir
adam konuşmaya başlamadı. “Biz bu bölgeden geçen tüccar kafilesiyiz.
Normal tüccarlar. Benim adım Zheng. Kum fırtınası çok şiddetliydi, o
yüzden şimdilik burada saklanıyoruz.”

Konuşan adam kafilenin lideri ve en kendi halinde olanmış gibi


gözüküyordu. Nan Feng sordu. “Eğer normal tüccarlarsanız neden gizlice
saklanıyorsunuz?”

Zheng cevap vermek üzereyken on yedi yaşlarındaki bir genç bağırdı.


“Gizlice saklanmayı planlamıyorduk! Ama siz aniden içeri girdiniz, kim iyi
mi kötü mü olduğunuzu bilebilir ki? Ardından da sizin BanYue Cadısı ve
hayalet diyarı hakkında konuşup durduğunuzu duyduk, ayrıca avuçlarınızda
ateş oluşturdunuz; gezintiye çıkmış et avlayan BanYue askerleri
olduğunuzu düşündük! Ses çıkarabilmemizin imkanı yoktu!”

“Konuşmayı bırak Tian Shen.” Yaşlı adam çocuğu susturdu, karşısındakileri


öfkelendirebileceğinden korkuyordu.

Gencin kalın kaşları ve büyük gözleri vardı, bir kaplanın suratını


andırıyordu. Fakat yaşlı konuştuğu anda çenesini kapatmıştı. Xie Lian
ellerini aşağıya indirdi, kulakları artık çınlamıyordu. Atmosferi
yumuşatmak için parlak bir şekilde gülümsedi. “Hepsi bir yanlış anlaşılma.
Rahatlayıp sakin olalım.”

Açıklamaya devam etti. “Biz BanYue askerleri değiliz. Ben mütevazı,


küçük bir manastırın ustasıyım.

Bunlar da… Benim… Manastırımın insanları. Sadece küçük numaralar


biliyoruz, aşırı şeyler değil. Siz normal tüccarlarsınız ve biz de kötü niyete
sahip olmayan normal ustalarız. Sadece aynı kum fırtınasından saklanmak
için aynı sığınağa girmişiz gibi görünüyor.”

Xie Lian’ın sesi yumuşak ve kibardı. Her kelimesi herkesin sinirlerini


yatıştırmak için yavaşça söylenmişti. Onca açıklama ve rahatlatmadan sonra
sonunda herkes sakinleşmişti.

Aniden San Lang güldü. “Bence çok alçakgönüllü davranıyorlar. O


tüccarlar söyledikleri kadar basit değiller.”

Kimse ne demeye çalıştığını anlamadı ve ona kafaları karışmış bir şekilde


baktılar. “BanYue Geçidinden geçen gezginlerin yarısından fazlası
kaybolmuyor mu? Bu söylentiler etraftayken buradan geçmek için
kesinlikle olağan üstü derecede cesur olmalısınız. Sizin hakkınızdaki hiçbir
şey normal değil.”

“Bu doğru değil genç adam.” Yaşlı adam Zheng cevapladı. “Bazı kafileler
zarar görmeden geçmeyi başardı.”

“Oh, gerçekten mi?” dedi San Lang.

“BanYue bölgesinden geçmek için doğru rehberi bulduğun sürece her şey
yolunda gidecektir. O

yüzden bu sefer bize yol göstermesi için özellikle bir yerliyi bulduk.” dedi
yaşlı adam Zheng.

“Evet!” O genç, Tian Shen konuştu. “Her şey rehbere bağlı! Biz her şeyi A-
Zhao’ya borçluyuz! Eğer o olmasaydı tüm bu bataklık kumlarından nasıl
sakınacağımızı bilemezdik. Kum fırtınası başladığında bizi tam olarak
nereye saklayacağını biliyordu! O olmasaydı gidici olurduk!”

Xie Lian bu rehberi inceledi; A-Zhao oldukça genç görünüyordu,


yirmilerinde olmalıydı. Temiz ve saygın surata sahipti. Diğer ikisi
tarafından övüldüğünde bunun şovunu yapmadı, yalnızca kaşlarını çattı.
“Bu hiçbir şey. Sadece görevimi yapıyorum. Umarım rüzgar kesildiğinde
hiçbir deve veya mal zarar görmemiş olur.”

“Tabii ki de iyi olacaklar!”

Tüccarların hepsi iyimserdi fakat Xie Lian olanların düşündükleri kadar


basit olmadığını hissediyordu.

Eğer tüm sorunlar basitçe BanYue bölgesinden geçmeyerek önlenebiliyorsa


o zaman önceki gezginler söylentilere inanmadıkları için mi hayatlarını
kaybetmişlerdi? Bir ya da iki grup için elden bir şey gelmezdi ancak tarihsel
örnekler varken sonrasında insanlar nasıl aynı hatalara düşebilirlerdi ki?

Xie Lian biraz bunun hakkında düşündükten sonra kısık sesle Nan Feng ve
Fu Yao’yla konuştu. “Bu çok ani oldu. Fırtına geçtiğinde bu insanları
BanYue kalıntılarını güvenli bir şekilde geçtiklerinden emin olmalıyız.”

İki küçük tanrının reddetmediğini görünce Xie Lian taş tahtanın üzerindeki
BanYue yazılarını çözmeye döndü. Daha önce ‘General’ kelimesini
anlamıştı fakat bu, o kelimenin çok yaygın kullanılıyor oluşundaydı. En son
BanYue Krallığını ziyaret ettiğinden beri iki yüz yıl geçmişti. O zaman
akıcı bir şekilde konuşabiliyor olsa bile o günden beri bir daha dili
kullanmamıştı. Aniden çevirmeye çalışmak için gerçekten de zamana ve
sabırlı olmaya ihtiyacı vardı. Tam o anda San Lang konuştu. “General’in
Mezarı.”

Xie Lian hatırlamıştı. Son karakter ‘Mezar’, ‘Mezarlık’, ‘Gömülme’ ve


diğer eş anlamlıları içindi. Gence baktı. “San Lang, BanYue dilini de mi
biliyorsun?”

San Lang gülümsedi. “Çok değil, sadece ilginç oldukları için birkaç kelime
biliyorum.”
Xie Lian onun bunu söylemesine alışmıştı. ‘Mezar’ için olan kelime çok sık
kullanılmıyordu, eğer San Lang gerçekten de ‘biraz’ biliyorsa o zaman nasıl
bu karakterin anlamını bilebilirdi ki? Onun ‘biraz’ı

‘istediğini sorabilirsin’ anlamına geliyordu ve Xie Lian bu şansı kullandı.


“Harika! Belki de tanıdığın karakterler benim bilmediklerimdir. Yaklaş ve
beraber inceleyelim.”

Xie Lian, San Lang’a yakınlaşması için el salladı ve gençte ona uydu. Nan
Feng ve Fu Yao onların yanlarında mezarı okumaları için avuç
meşaleleriyle aydınlatarak durdular. Xie Lian kelimelere hafifçe
parmaklarıyla dokundu. Yumuşakça karakterleri okuyarak yazıyı kısık sesle
San Lang’la tartıştı. Ne kadar okudukça o kadar etkilenmiş bir hale geldiler,
yavaş yavaş hüzne bürünüyorlardı. O tüccar çocuk Tian Shen gençti ve
gençler daha da meraklı olurlardı. Daha önceki anlaşmazlıktan sonra
birbirlerine daha da yakınlaşmış olduklarını hissettiği için seslendi. “Gege,
o taşta ne yazıyor?”

Xie Lian cevapladı. “Bu taş tahta bir anıt, bir generalin hayat hikayesini
anlatıyor.”

“Bir BanYue Generalinin mi?” Tian Shen sordu.

“Hayır, bir Merkez Ovalar Generali.” San Lang cevapladı.

“Bir Merkez Ovalar Generali mi?” Nan Feng sordu. “Neden BanYue
insanları bir Merkez Ovalar Generali için anıt diksinler ki? İki krallığın
sürekli olarak birbirleriyle savaştığını sanıyordum?”

“Bu general özel biri,” San Lang yanıtladı. “Anıtta general olarak geçse de
aslında daha çok bir yüzbaşı gibiymiş. Gerçi başta yüzlerce birliğe öncülük
yapsa da sonra yetmiş birliğe düşmüş. Ardından da elliye.”

“…”

“Kısaca, sürekli rütbesi düşürülmüş yani.”


Xie Lian’ın rütbesinin indirilmesinden daha tanıdık olduğu bir his yoktu ve
tüm gözlerin üzerinde olduğunu hissedebiliyordu. Fark etmemiş gibi
yaparak BanYue yazısını incelemeye devam etti. Tian Shen anlayamamıştı
ve sordu. “Nasıl bir generalin rütbesi git gide düşürülür? Büyük hatalar
yapmadığı sürece yükseltmesinde gecikme olmaması lazım, düşmesinde
değil. Kaç kere başarısız olması gerekiyor?”

“…”

Xie Lian sağ elini yumruk yaptı ve dudaklarına götürdü. Hafifçe boğazını
temizledikten sonra ciddi bir tonda cevapladı. “Dostum, tekrarlanmış bir
şekilde rütbenin indirilmesi düşündüğün kadar seyrek olan bir şey değil.”

“Ha?”

San Lang güldü. “Doğru. Oldukça sık oluyor.” Devam etmeden önce
durakladı. “Bu yüzbaşının rütbesi yeteneksiz veya kabiliyetsiz biri olduğu
için düşürülmemiş, iki krallık arasındaki ilişkiler gerçekten çok kötü olduğu
içinmiş. Ancak bu general savaş meydanındayken başarı elde edememekle
kalmıyor bir de yollarına çıkıyormuş.”

“‘Yollarına çıkıyormuş’ derken?” Nan Feng sordu.

“Düşmanlarını Merkez Ovaların insanlarını öldürmekten alı koyuyor ve


kendi ordusunun da BanYue insanlarını öldürmesini engelliyormuş. Bunu
her yaptığında da rütbesi indirilmiş.”

San Lang neşeli bir şekilde konuşuyordu ve o yedi sekiz tüccar masal
zamanıymış gibi yaklaştılar. Çok geçmeden yorum yapmaya da
başlamışlardı.

“Yüzbaşının kötü bir şey yaptığını düşünmüyorum!” dedi Tian Shen.


“Askerlerin birbirlerini öldürmesine izin verirsen bir sorun olmamalı, peki
ya siviller?”

“Bir asker için çok yumuşak kalpli fakat görünen o ki hiçbir suç
işlememiş?”
“Evet, hayat kurtarmış, insanları katletmemiş!”

Xie Lian tüm yorumlara gülümsedi.

Tüccarların hiç sınır savaşı görmemişlerdi ve iki yüz yıl önceki insanlarla
aynı değillerdi. BanYue Krallığı çoktan kaybolmuştu. Onlar için onu
söyleyip bunu eleştirip şunu övmek kolaydı. Lakin o yüzbaşının yaptıkları
çok kolay affedilmemişti, sadece ‘çok yumuşak kalpli’ diyerek geçilecek bir
mesele değildi.

A-Zhao, tüccar grubundaki yerli, daha iyi anlıyordu. “Şimdi şimdidir, iki
yüz yıl önce iki yüz yıl önceydi.

O zamanlar iki krallık arasındaki nefret hayal edilemeyecek kadar derin ve


ağırdı. Sadece rütbesinin düşürülmesi bile bir mucize.”

Ancak Fu Yao dilini şaklattı. “Gülünç”

Xie Lian ne demek üzere olduğunu tahmin edebiliyordu ve alnını ovdu.


Düşündüğü gibi Fu Yao dans eden alevlerin ışığında oldukça sıkıntılı
gözüküyordu. “Biri pozisyonunun ona getirdiği görevleri yerine
getirmelidir. Eğer bir asker olmuşsa ülkesini savunmalı ve ön cephelerde
düşmanları öldürmeli.

Savaşta kayıplar kaçınılmazdır. Böyle bir yumuşak kalpliliğin savaşta yeri


olmaz ve sadece yoldaş

askerlerini aşağıya sürükler. Düşmanları da aynı zamanda aptal olduğunu


düşünecek ve sonunda kimse ona teşekkür etmeyecektir.”

Fu Yao’nun sözlerinin karşı çıkılamayacak bir mantığı vardı ve ardından


sessizlik mağarayı kaplamıştı.

Düz bir şekilde devam etti. “Onun gibi insanları sadece tek bir sonuç bekler
– ölüm. Ya savaşta ya da kendi insanlarının elinde öleceklerdir.”

Kısa bir sessizliğin ardından Xie Lian sessizliği bozdu. “Oldukça haklısın,
savaşta ölmüş.”
“Nasıl öldü?” Tian Shen sordu.

Xie Lian kendi kelimeleri çiğnerken yavaşça cevapladı. “Taşta, son


savaşında bir dikkatsizlik anında botlarının ipleri çözülüp ve takılıp
düştüğü…”

Herkes ölümünün trajik ama kahramanca olacağını düşünmüştü, o yüzden


bir kez daha sessizliğe bürünüp şok olmuşlardı. Ardından aniden daha fazla
kendilerini tutamadılar ve çok yüksek bir sesle gülmeye başladılar.
“HAHAHAHAHAHAHAHAHAH”

“…ve böylece iki tarafın da askerleri tarafından düşman mı dost mu olduğu


ayırt edilemeden katledildi.”

“HAHAHAHAHAHAHAHA…”

“O kadar komik mi?” San Lang kaşlarını kaldırdı.

Xie Lian öksürdü. “Evet, daha çok trajik. Sempati duyup bu kadar fazla
gülmeyelim. Sonuçta onun mezarındayız, biraz saygılı olalım.”

“Herhangi bir kötü niyetim yok!” Tian Shen hemen açıkladı. “Fakat ölümü
sadece… çok…

ahahahahaha…”

Xie Lian’ın yapabileceği bir şey yoktu. Mezar yazıtını o kadar okuduktan
sonra o bile gülmek istemişti.

Bu yüzden yorum yapmadan çevirmeye devam etti. “Bu durumda bu


yüzbaşının orduda iyi bir itibarı kalmamış olsa bile sınırda yaşayan
vatandaşlar yaptıklarından çok minnettar olarak ona ‘General’ diye
seslenerek, anısına bu lahiti yapmışlar.”

“Ve koyunlarını boş zamanlarında burada otlatarak, ona taze samanlar


sundular.” San Lang çeviriyi tamamladı.

Xie Lian ona kafası karışmış bir şekilde baktı. “Ne-? Neden taze saman? O
bir kuzu değil!”
San Lang güldü. “Bunu ben uydurdum.”

Xie Lian mezar anıtına tekrar baktığında gerçekten de daha fazla kelime
olmadığını gördü. Güldü.

“Çok haylazca.”

San Lang dilini çıkardı ve ikisi arkadaşça gülüşmeye başladılar.

Tam o anda biri çığlık attı. “BU NE???”

Çığlık mağarada yankılanmıştı, keskince duvarlara çarparak herkesin


tüylerinin diken diken olmasına neden oldu. Xie Lian anında çığlığın
geldiği yöne dönüp sordu. “Ne oldu?”

Tüccarların bir zamanlar oturduğu yerde herkes koşuşturarak göz açıp


kapayıncaya kadar korku ve aceleyle kaçmışlardı.

“YILAN!”

Nan Feng ve Fu Yao avuçlarını kargaşaya doğru götürüp o yönü


aydınlattılar. Kumlu zeminde uzun, parlak renkli bir yılan kıvrılıyordu!

“Neden burada bir yılan var?!” Kalabalık git gide endişelenmeye başladı.

“Neden… Neden bu yılan süründüğünde hiç ses çıkarmadı?”

Alevler yılanı aydınlattığında hemen tetiğe geçerek kendini saldırma


pozisyonuna kaldırmıştı. Nan Feng onu yakmak üzereydi ki biri gelişi güzel
bir şekilde gelerek kolayca yılanı sol eliyle yakalayıp kalbini sıkmıştı.
İncelemek için daha yakına getirerek konuştu. “Çölde yılan olması normal
mi?”

Bu kadar vicdansız ve sert olan kişi tabii ki de San Lang’dı. Bir yılanla
savaşmak için kalbinin olduğu yeri tutup yeterince sıkarsan ne kadar zehirli
olursa olsun dişlerinin bir işe yaramayacağı söylenirdi.

Yılan güçsüzce kuyruğunu San Lang’ın sol koluna sardı. Daha yakın
olduğu için Xie Lian yılanın ince bir derisi olduğunu görebiliyordu.
İçindeki canlı kırmızı renk gözle görünebilen siyah liflerle karışmıştı, iç
organlarını andırıyordu ve oldukça iğrenç gözüküyordu. Kuyruğu et
rengindeydi, sert kabuk katmanlarına bölünmüştü. Bir yılan gibi değil de bir
akrep gibiydi.

Bunu görünce Xie Lian’ın yüzü değişti ve bağırdı. “Kuyruğuna dikkat et!”

Xie Lian cümlesini bitiremeden San Lang’ın sol koluna sarılmış olan
yılanın uzun bedeni aniden kolu bıraktı. Kuyruğu geriye doğru dönmüş olan
kafasıyla aynı hizaya geldi ve acımasızca San Lang’ı sokmaya çalıştı.

Kuyruğu ne kadar zehirliyse San Lang’ın sağ eli ondan bir o kadar daha
hızlıydı ve kolayca yakalamıştı.

Artık hem kafasını hem de kuyruğunu tutuyordu. San Lang, Xie Lian’a
yılanı ilginç bir oyuncakmış gibi gösterirken gülümsedi. “Bu kuyruk çok
havalı.”

Kuyruğunun sonunda uzun kıpkırmızı bir iğne vardı. Xie Lian rahatlıkla
nefes verdi. “Kandırılmamış

olduğun için seviniyorum. Bu bir akrep yılanı gibi gözüküyor.”

Nan Feng ve Fu Yao da yılanı incelemek için yaklaştılar. “Akrep yılanı?”

“Evet.” Xie Lian cevapladı. “Sadece BanYue’de bulunan zehirli bir hayvan,
sayıları az. Daha önce hiç görmedim ama duymuşluğum var. Yılanın
vücuduna akrebin kuyruğuna sahip, ısırınca veya sokunca iki kat daha güçlü
olan zehrini sala...”

Xie Lian sesi San Lang’ın yılanı döndürmesi, bir havlu gibi çekip büzmesi
ve küçük bir fiyonk olarak bağlamasını izlerken git gide alçaldı. Bir
anlığına dili tutulmuştu. “San Lang, zavallı şeyle oynamayı bırak, çok
tehlikeli.”

San Lang güldü. “Endişelenme Gege, bu bir hiç. Akrep yılanı BanYue’nin
Baş Rahibesinin bir sembolü, bu şansı incelemek için kullanmalıyım!”

“BanYue’nin Baş Rahibesinin sembolü mü?” Xie Lian şaşırarak sordu.


“Öyle.” San Lang cevapladı. “Görünüşe göre Baş Rahibe bu akrep yılanları
kontrol edebildiği için BanYue’nin insanları onun güçlerine inanıp ona
taptılar.”

‘Kontrol’ kelimesini duyunca Xie Lian telaşa düştü. Bir şeyleri kontrol
etmeye gelince ne olursa olsunlar genelde sayıca çok belirirlerdi. “Herkes,
bu oyuğu terk edin! Saha fazla akrep yılanı olabilir…”

“Aahh!!” Xie Lian cümlesini bitiremeden biri çığlık atmıştı.

“YILAN!” diğerleri de bağırmaya başladılar. “Çok fazla yılan!!!”

“Burada da!”

Gölgelerin içinde yedi sekiz tane akrep yılanı sessizce mağarada süründü.
Bilinmeyen yarıklardan çok aniden gelmişlerdi ancak kimseye
saldırmamışlardı. Sadece yargılar bir şekilde izliyorlardı.

Hareketlerinden ve saldırılarından ses yoktu, tıslamıyorlardı bile. Nan Feng


ve Fu Yao onlara iki tane ateş topu fırlattı. Ateş topları patlayarak
mağaranın içini alevlerle doldurmuştu.

“Çıkın!” Xie Lian bağırdı.

Tekrarlamasına gerek yoktu, herkes hızla dışarıya koştu. Şanslılardı ki hava


hala aydınlıktı, kasırga çoktan geçmiş ve kum fırtınası dinmişti. İçlerinden
bir grup kaçarak koşmaya devam etti. Xie Lian tam bu şanssızlıkların
durmadan geldiğini düşünürken Tian Shen’ın desteklediği yaşlı adam düştü.

Xie Lian hemen oraya gitti. “İyi misiniz?”

Yaşlı adam Zheng’in yüzü acıyla dolmuştu, titreyen elini uzattı. Xie Lian
onun elini tuttuğundan avcundan aşağıya doğru hızla yayılan ve büyüyen
şişkinlikleri fark ederek kaşlarını çattı. Kırmızılık ve morlukların arasında
iki küçük diş izi vardı. Bunun gibi küçük bir yaranın çok geç olmadan fark
edilmesi zordu.

“Herkes vücudunuzda hiç yara var mı yok mu kontrol edin!” Xie Lian
hemen bağırdı. “Eğer varsa bağlamak için ip kullanın!”
Xie Lian daha fazla incelemek için eli döndürdüğünde kırmızı ve mor
şişkinliklerin kolundaki damarlara doğru tırmandığını gördü. RuoYe’yi
ortaya çıkarmak üzereydi ki yanında duran A-Zhao kendi kıyafetlerinden
bir kumaş parçasını kopararak zehrin ilerlemesini engellemek için tez bir
şekilde yaşlı adamın kol kaslarına kumaşı sıkıca bağladı. Hızı Xie Lian’ı
etkilemişti. Yukarı baktı ve Nan Feng konuşmadan bir ilaç şişesi çıkararak
içinden yaşlı adamın yutması için bir hap aldı.

“Amca! İyi misin?” Tian Shen bağırdı. “A-Zhao-ge, amca ölmeyecek değil
mi?”

A-Zhao kafasını salladı. “Akrep yılanıyla ısırılan biri kesinlikle dört saat
içinde ölür.”

Tian Shen sarsılmıştı. “O zaman… Ne yapabiliriz??”

Yaşlı adam Zheng kafilenin başıydı ve diğer tüccarlar da telaşlanmışlardı.


“Buradaki ahbap biraz önce ona bir hap verdi, değil mi?”

“Bir panzehir değil,” Nan Feng cevapladı. “Geçici olarak yaşam süresi
uzatıcısı. Ona en fazla yirmi dört saat verebilir.”

Kalabalık daha da üzüntülü bir hale büründü. “Sadece yirmi dört saat mi?”

“Bunun anlamı tek yapabileceğimizin burada oturup ölümün gelmesini


beklemek olduğu mu?”

“Yaşlı adamı kurtarmanın bir yolu yok mu?”

San Lang öne çıktı. “Bir yol var.”

Herkes ona bakmak için döndü. “A-Zhao-ge, eğer bir yolu varsa neden
söylemiyorsun?” Tian Shen neşeli bir şekilde sordu. Fakat A-Zhao sessizce
kafasını sallamıştı.

“Tabii ki de onun için söylemesi kolay değil,” San Lang konuştu. “Isırılmış
olanın, diğer herkesin hayatı karşılığında kurtulabileceğini nasıl söyleyebilir
ki?”
“San Lang, ne demek istiyorsun?” Xie Lian sordu.

“Gege, akrep yılanının arkasındaki hikayeyi biliyor musun?”

Efsanelere göre, birçok yüzyıl önce BanYue’nin bir kralı vardı. Bu kral bir
gün avlanırken dikkatsizlik sonucu zehirli yaratıklardan doğmuş iki ruh
yakalamıştı – biri yılan ve biri akrepti.

İki zehirli hayvan dağların derinliklerinde, dünyadan habersiz ve kimseye


zorluk çıkarmadan yaşıyorlardı. Yine de kral doğaları gereği eninde
sonunda kötülüğe neden olacaklarını düşünerek onları idam ettirmeye karar
vermişti. Onlar ise hayatlarının bağışlanması için yalvardılar ve yalvardılar,
buna rağmen kral acımasızdı. İki yaratığı, düzenlediği birçok şenlikten bir
tanesinde sarhoş

izleyenlerin önünde çiftleşmeye zorladı ve şenliğin ardından onları her şeye


rağmen idam ettirdi.

O iki yaratığa sempati beslemiş ve onlara acımış olan bir kraliçe vardı.
Kralın isteğine karşı çıkamadığı için tek yapabildiği onların cesetlerini bir
nane yaprağıyla kapatmak olmuştu.

Yılan ve akrep kin tutan ruhlara dönüştüler ve çiftleşmelerinden doğan


nesilleri sonsuza dek BanYue’de kalıp insanlarını yok etmeleri için
lanetlediler. O zamandan beri akrep yılanları sadece BanYue bölgesinde
ortaya çıkardı ve eğer birini ısırır veya sokarlarsa zehirleri o kişinin
vücudunda kontrol edilemeyen bir yangın gibi dağılır, sefil bir şekilde
ölürlerdi.

Fakat kraliçenin nezaketi sayesinde eskiden cesetlerinin üzerine örtülmüş


olan nane yaprakları panzehir olarak kullanılabilirdi.

“Bitkinin adı ShanYue ve sadece BanYue’nin duvarlarının içinde büyüyor.”


San Lang noktayı koydu.

“Bu… Bu efsane doğru mu?” Tüccarlar endişeyle sordular. “Bu yaşam ve


ölümü kapsıyor, maskaralık etme!”
San Lang gülümsedi fakat cevaplamadı, Xie Lian’a hikayeyi anlattıktan
sonra daha fazla konuşmayı reddetmişti. Tian Shen, A-Zhao’ya doğru
döndü. “A-Zhao-ge, o kırmızı kıyafetli Gege’nin dedikleri doğru mu?”

A-Zhao sonunda alçak bir sesle konuştu. “Efsanenin doğru olup olmadığını
bilmiyorum. Ama ShanYue bitkisi BanYue duvarlarının içinde yetişiyor ve
gerçekten de akrep yılanı zehrine panzehir.”

“Yani ısırıldıktan sonra yaşamanın tek yolu BanYue Krallığına girmeyi göze
almak?” Xie Lian yavaşça söyledi.

Onca kafilenin ölümcül söylentileri bilmelerine rağmen BanYue


bölgesinden geçmelerine şaşmamalıydı. Salakça bir şekilde cesur veya cahil
olduklarından dolayı değildi; başka bir seçenekleri yoktu. Bu kadar çok
akrep yılanının etrafta gezinmesiyle ısırılmamak zordu ve bir kere
ısırıldığında BanYue’ye panzehir için gitmeliydin.

Akrep yılanı BanYue Cadısının bir sembolüydü ve aynı zamanda onun


tarafından kontrol ediliyordu.

Bu yılanların ortaya çıkısı sadece bir tesadüf değildi. Xie Lian dört
kişilerken tüm bir tüccar grubunu korumalarının ve daha ne kadar fazla
yılanın ortaya çıkabileceğini bilmemelerinin imkanı olmadığını düşündü.
İki parmağını kaldırdı ve şakaklarına bastırdı, ruhani iletişim rününe girip
vurdumduymazlığıyla daha fazla küçük tanrının insanları korumakta
yardımcı olmaları için gelip gelemeyeceklerini görmek istiyordu. Ne yazık
ki rüne girememişti.

Xie Lian merak ederken ellerini indirdi. “Tüm güçlerimi kullanmadım değil
mi? Bu sabah hesapladığımda hala küçük bir kısım kalmıştı.” Ardından
Nan Feng ve Fu Yao’ya döndü. “İkinizden biri iletişim rününe girmeyi
deneyebilir mi? Ben ulaşamıyorum.”

Bir sürenin ardından ikisi de ümitsiz gözüktü.

“Ben de giremiyorum.” dedi Nan Feng.


O kum fırtınası bağlantılarını kesmiş olamazdı değil mi? Çok fazla kötü
halenin olduğu bölgelerde bağlantının kötüleştiği durumlar vardı. Birçok
tanrının güçleri azalırdı ve olan buymuş gibi gözüküyordu.

Xie Lian yuvarlak çizerken sesli düşünmeye başladı. “BanYue Krallığına


çok yakın olduğumuz için olabilir…” Tam o anda göz ucuyla kırmızı bir
parıltı gördü.

Nan Feng ve Fu Yao ruhani iletişim rününe girmeye çalışmakla meşgullerdi


ve diğer herkes de vücutlarında yaraların olup olmadığını kontrol ediyordu.
Tian Shen endişeli bir şekilde yaşlı adam Zheng’e sıkıca tutunuyordu.
Sessizce omurgasına tırmanmış ve boynunun kenarında ağzını açmış olan
kıvrılan akrep yılanını fark etmemişti. Ancak dişleri Tian Shen’in boynunu
değil yanında duran San Lang’ın kolunu hedef almıştı!

Yılan öne doğru eğildi ve saldırıya geçti!

Bir saniye içinde, yılan dişlerini San Lang’a geçirme şansı bulamadan Xie
Lian onu tam bir keskinlikle kalbinden kavradı.

Xie Lian gücüyle isterse yılanın iç organlarını parçalayarak ve dağıtarak


kalbini ezebilirdi. Ancak yılanın etinin de zehirli olup olmadığını bilmeden
daha fazla bastırmaya cesaret edemedi. Diğer elini kuyruğunu yakalamak
için kaldırdı fakat yılan kaygan ve kurnazdı, yakalamasını zorlaştırıyordu.
Xie Lian onu sıkıştırdı ancak yılan parmaklarının arasında kaymıştı. Bir
yumuşaklık ve soğukluk hissettikten hemen sonra keskin bir iğnenin acısı
elinin arkasında alevlendi.

Çevirmen: Kae

Not: Bu bölümden sonrasını başka biri çevirmiş ingilizceye; terimleri falan


değişik çevirmiş onların öncekilerini ara bul, aynı kişiden mi bahsediyor
anla derken bayağı zaman aldı. Bir de bölümün kendisi upuzun zaten…
Bölüm 22: Bir Adımda Binlerce Kilometre, Kum Fırtınasında Yitmek
Akrep kuyruğu!

Ancak soktuğu için Xie Lian kuyruğunu yakalayıp düzgün bir biçimde
yılanı tutabilmişti. Bilincini kaybedene kadar onu sıktı. Sokulduktan sonra
bile Xie Lian’ın yüzü hiç değişmemişti, yılanı ilgisizce yere attı. “Herkes
dikkatli olsun, etrafta daha fazla yılan olabilir…”

Sözlerini bitiremeden bileğinin kavrandığını hissetti, baktığında onu tutanın


San Lang olduğunu gördü.

“San Lang?” Xie Lian gence kafası karışmış bir şekilde baktı.

San Lang’ın ifadesi oldukça cansızdı. Tanımlanamayacak bir şekilde


soğuktu, hatta korkutucuydu.

Gözleri Xie Lian’ın elinin arkasındaki, zehir yüzünden balon gibi şişmiş
olan yaraya odaklanmıştı.

Küçük ısırık izi şişlik yüzünden gözle görülebilir bir biçimde bıçak kesiği
kadar büyümüştü.

Bir şey söylemeden ve kaşları çatık bir şekilde San Lang, RuoYe’yı Xie
Lian’ın kolundan aldı ve hemen sıkıca bileğine bağlayarak zehrin
yayılmasını önledi. Birbirleriyle tanıştıklarından beri Xie Lian hiç San
Lang’ı bu şekilde görmemişti. Konuşmak için ağzını açmıştı ki San Lang
dönüp tüccarların birinin belinden bir hançeri çekip aldı. Nan Feng bunu
gördüğü anda San Lang’ın ne yapmak üzere olduğunu anlayıp bir tane avuç
meşalesi oluşturdu. Ona bakmadan San Lang hançeri ucunu dezenfekte
etmek için ısıttıktan sonra Xie Lian’a dönüp o ısırık yarasının ağzını kesti.

Tam kafasını eline indirmek üzereyken Xie Lian alelacele konuştu. “Sorun
değil! Zehir güçlü, emmek fazla bir işe yaramaz. Senin de zehirlenmeni
istemiyorum…”
San Lang onu duymazdan geldi, Xie Lian’ın elini daha da sıkı tutarak
dudaklarını üzerine yerleştirdi. Eli hafifçe titremişti, Xie Lian nedenini
açıklayamıyordu.

Yanlarında duran Fu Yao küçümseyerek konuştu. “Gidip sokulduğuna


inanamıyorum. Onu ısıracağı kesin bile değildi, neden gidip yılanı
yakalıyorsun? Sadece gereksiz iş çıkardın.”

Sözleri muhtemelen doğruydu. Xie Lian, San Lang’ın mağaradayken


yılanla oynadığı çevik halini hatırladı. Büyük ihtimalle saldırılarını
umursamaz ve ısırılmazdı bile. Ama olurda… Olurda San Lang yılanı fark
etmeyip ısırılsaydı, o zaman çok geç olurdu.

Xie Lian iyi olan elini salladı. “Aldırış etme. Acımıyor ve bundan dolayı
ölmem.”

“Gerçekten acımıyor mu?” Fu Yao sordu.

“Gerçekten. Artık acıyı hissetmiyorum.” Xie Lian gerçekleri söyleyerek


cevapladı.

Xie Lian’ın en kötü şansı olduğundan dolayı ne zaman dağların


derinliklerine gitse on seferden sekizi engerek yılanına basar ya da zehirli
böceklerle karşılaşır, ardında da ısırılır, sokulur, ucu keskin bir şeyle
dürtülür veya bin bir farklı şekilde zehirlenirdi. Muhtemelen tanrısal
durumu yüzünden ölemiyor olduğundan en fazla ateşi çıkardı. Üç gün üç
gece süren ateşinin ardından uyandığında sapasağlam olurdu, sonrasında
hiçbir şey olmamış gibi hayatına devam ederdi. Git gide acıya karşı daha az
duyarlı olmuş ve onunla yaşamaya başlamıştı.

Sözlerini bitirir bitirmez San Lang sonunda yukarıya bakmıştı. Xie Lian’ın
elinin arkasındaki kırmızı şişlik inmişti, San Lang’ın dudaklarında kan
kırmızısı leke kalmıştı. Gözleri son derece soğuktu, bakışları yerde yatan
bilinçsiz yılanın üzerine kaydı. BOM! Yılan aniden patlayarak bir et ve kan
gölüne dönüştü.

Ani patlama herkesi şaşırtmıştı fakat kimse kimin yaptığını bilmiyordu.


Kan kimsenin üzerine sıçramamış olsa da tedirgin olmuşlardı. Xie Lian’ın
sokulduğunu hatırlayan Tian Shen endişeli bir şekilde sordu. “Gege, sen de
sokuldun! Ne yapacaksın?”

Xie Lian bileğindeki bandajı hissetti ve gülümsedi. “Endişelenme ufaklık.


Hala BanYue kalıntılarına gidip ShanYue otunu aramayı planlıyoruz.”

Başka bir tüccar sordu. “Siz gidecek misiniz? Peki ya biz? Sizinle gitmesi
için birini yollamalı mıyız?”

“Siz burada kalabilirsiniz. BanYue bölgesi tehlikeli bir yer, ne kadar çok
kişi giderse o kadar çok talihsizlik olma şansı artar. Biz otu bulup yirmi dört
saat içinde size geri getireceğiz.” dedi Xie Lian.

“Ger… Gerçekten mi? Çok teşekkür ederiz!”

“Biz nasıl bunu…”

Bir kısım tüccar teşekkürlerini iletmeye başladılar ancak Xie Lian’ın


konuşmaya devam etmesiyle yüzleri değişti. “BanYue’ye en kısa zamanda
varabilmek için geçici olarak rehberinizi ödünç almak istiyorum, eğer
uygunsa.”

Doğal olarak Xie Lian A-Zhao’yu kastediyordu. Tüccarların rahatlama ve


minnettarlık hisleri tereddüde dönüşmüştü. Xie Lian bu ani tereddüdün
nedenini biliyordu. Xie Lian’ın SanYue otlarını bulduktan sonra
rehberleriyle kaçacağından korkuyorlardı ve A-Zhao kaçmasa bile
zamanlama geç olurdu. Yine de kimse o ‘en az yarısı kayboluyor’ olan kötü
yere gitmek istemiyordu. Endişeleri tamamen anlaşılabilirdi, o yüzden Xie
Lian ekledi. “Ve ne olur ne olmaz, size bir şeyler saldırmaya kalkarsa diye
karşılığında Fu Yao biz dönene kadar burada kalacak.”

Adama karşılık adam, artık Xie Lian’ın geri döneceğinin garantisi vardı.
Tüccarlar sonunda ona katılıp kafalarını salladılar. “Pekala. Tabii eğer A-
Zhao isterse.”

Xie Lian, A-Zhao’ya döndü. “Bize yardım eli uzatmaya açık mısın,
dostum? Değilsen sorun değil.”
A-Zhao başını salladı. “Olur. Ama BanYue kalıntılarına ulaşmak aslında zor
değil, sadece bu tarafa doğru yürümeniz gerek.”

Tüccarlarla vedalaştıktan sonra A-Zhao yolu göstermeye başladı. Xie Lian,


San Lang ve Nan Feng onu tam arkasından takip ediyorlardı. Bir süre sonra
Xie Lian sordu. “A-Zhao akrep yılanları bu bölgede çok sık ortaya çıkıyor
mu?”

“Çok sık değil. Bu da benim onları ilk kez görüşüm.” A-Zhao cevapladı.

Xie Lian kafasını salladı, daha fazla sorusu yoktu. Doğrusunu söylemek
gerekirse BanYue bölgesinde birkaç yıl yaşamış olmasına rağmen onun da
ilk kez bir akrep yılanı görüşüydü. A-Zhao’nun cevabı yersiz değildi. Nan
Feng, Xie Lian’ın niyetini fark ederek kısık bir sesle sordu. “A-Zhao’dan
şüphe mi ediyorsun?”

Xie Lian fısıldayarak cevapladı. “Şimdilik bizimle olduğuna göre bir


gözünü onda tut.”

Eskiden normalde onunla ilk konuşan San Lang olurdu fakat o kaza
yaşandığından beri genç yakınlaşılabilirmiş gibi gözükmüyordu. Sabırlı ve
sessiz bir şekilde yürüyordu. Xie Lian ne olduğunu anlayamamıştı ve
onunla nasıl konuşacağını da bilmiyordu, o yüzden o da yürümeye devam
etti.

Dördü Gobi çölünü geçmek için yürümeye devam ettiler. Fırtına çoktan
geçmişti ve hiçbir zorlukla karşılaşmadan hızla ilerlemişlerdi. Çok geçeden
kum ve kayaların arasında büyüyen düzensiz otları görebilmişlerdi. Güneş
batarken sonunda Xie Lian’ın görüş açısına ufuktaki hisar girdi.

Hisarı görmek kumun renginden dolayı zordu. Sarıyla kamufle olup çölle
birleşmişti. Hisar duvarlarının bir kısmı çökmüş ve gömülmüştü.
Yaklaştıkça duvarların aslında ne kadar yüksek olduğunu fark ettiler, otuz
metreden daha uzundu. Eski mükemmelliğini ve büyüklüğünü hayal etmek
zor değildi.

Barbakandan geçtiklerinde dördü resmen BanYue Krallığına girmiş oldu.


Kapıları geçince boş ve geniş şehir sokakları onları karşılamıştı.
Kenarlardaki yıkık evlerin çürümüş

kirişleri ve kırılmış tuğlaları dağılmıştı. Alışkanlık olarak A-Zhao diğer


üçünü, hatırlatmaya ihtiyaçları olamamasına rağmen, uyardı. “Lütfen
dikkatli olun ve tek başınıza gruptan ayrılmayın.”

Gerçek BanYue hisarı muhtemelen hayal ettiklerinden daha farklıydı. Nan


Feng merak etti. “Burası mı BanYue Krallığı? Bir başkentten bile daha
küçük!”

“Bir çöl ülkesi sadece üzerine inşa edildiği vaha kadar büyüktür.” Xie Lian
açıkladı. “En güçlü döneminde bile nüfus sadece on bin kadardı. Bunun gibi
küçük bir hisar için aslında oldukça canlı.”

Nan Feng etrafı incelemeye devam etti. “Muhtemelen bu büyüklükteki bir


ülkeyi kuşatmak sadece birkaç gün sürerdi.”

Xie Lian kafasını salladı. “Öyle olması gerekmiyor. BanYue’nin insanlarını


hafife alma Nan Feng. Nüfus on binden fazla olmasa da ortalama asker
sayısı dört bindi. Kadınlardan çok erkekleri vardı. Hasta, yaşlı ve çiftçilerin
dışındaki çoğu erkek orduya katıldı. Ayrıca o askerlerin çoğu üç metreden
uzun, hepsi bir diğerinde daha güçlüydü. Ellerindeki gürzlerle göğüslerini
kılıç delse bile dövüşmeye devam ederlerdi. Onlarla savaşmak oldukça
zor.”

A-Zhao şaşırmış bir şekilde Xie Lian’a baktı. “Çok fazla şey biliyorsun.”

Xie Lian gülümsemeye devam etti ve cevaplayacaktı ki Nan Feng uzaktaki


bir binayı işaret etti. “Bu duvar da neyin nesi?”

Bina olarak betimlemek doğru olmazdı çünkü dört büyük renkli duvardan
oluşmuş devasa bir kutuydu. Ne kapıları ne de çatısı vardı. Her bir duvar
otuz metrenin üzerindeydi ve en tepede ise bir direk duruyordu. Direğe
tutturulmuş bir şey rüzgarla beraber sallanıyordu. Ürpertici bir görüntüydü.

Xie Lian ona baktı ve basitçe cevapladı. “O Günahkarın Çukuru.”


İsmi kesinlikle kulağa güzel gelmiyordu. “Günahkarın Çukuru?” Nan Feng
kaşlarını çattı.

“Bir hapis olarak düşünebilirsin. Suçluları cezalandırmak için özellikle


yapılmış bir şey.” Xie Lian ciddi bir biçimde açıkladı.

“Kapı yoksa nasıl hapsedilecekler? Yukarıdan atılarak mı?” Nan Feng


sordu.

Xie Lian cevaplamakta tereddüt etti ve o anda San Lang aniden konuştu.
“İçeri atıyorlar. Ve çukur zehirli yılanlarla açlıktan ölmek üzere olan
canavarlarla dolu.”

Sonunda konuşmuş olduğunu duyunca Xie Lian rahatlamış hissetti. Ancak


San Lang’a baktığında bakışlarının buluşmasıyla genç bakışlarını
çevirmişti. Nen Feng küfretti. “Bu lanet olasıca bir hapishane değil?! Bu
bildiğin işkence! Ne gaddarlık! O BanYue’nin insanları ya kafadan
sakatlardı ya da psikopatlardı!”
Xie Lian alnını ovdu. “Hepsi değil. Bazıları oldukça sevecendi…” Aniden
durakladı. “Bekle.”

Diğer üçü durdular ve Xie Lian yukarıya doğru işaret etti. “Duvarların
üzerindeki direkte asılı olan bir insan mı?”

Kararmış hava ve batan güneşle o kadar uzakta olan bir direkte tam olarak
ne asılı olduğunu görmek zordu. Fakat yakınlaştıkça ve şeklini inceledikçe
cılız ve küçük biri olduğu belli olmuştu. Siyah kıyafetleri darmadağınıktı,
rüzgarla bir bez bebekmişçesine sallanıyordu.

“Bir insan,” San Lang onayladı. “Ve bir kadın.”

A-Zhao’nun yüzü asılmış kişiyi görünce çarşaf kadar beyazlamıştı. Bu


uğursuz ve ürkütücü bir gösteriydi, onun gibi sakin olan biri bile görmeye
dayanamayabilirdi. Tam o anda San Lang hafifçe kafasını çevirip kısık bir
sesle konuştu. “Burada birisi var.”

Tek fark eden o değildi. Xie Lian’da tüy gibi hafif olan ayak seslerinin
yaklaştığını duymuştu. Dördü hemen yol kenarındaki çürük evlere
saklandılar. Xie Lian ve San Lang bir eve, Nan Feng ve A-Zhao ise başka
bir eve girmişti. Çok geçmeden, dökük sokağın sonunda beyazlar içindeki
bir kadın geliştirici ortaya çıktı.

Kadın parlak beyaz elbise giyiyordu ve elinde bir fırça vardı. Yolda
dolaşırken orayı burayı inceliyordu.

Parlayan gözleri dikkatliydi, sanki BanYue kalıntılarında değil de kendi


arka bahçesinde dolaşıyordu.

Hemen arkasından siyahlara bürünmüş başka bir kadın daha ortaya çıktı,
elleri arkasındaydı.

Siyah giyinmiş olan kadın güzel ama soğuktu. Gözleri deliciydi, kuzguni
siyah saçları uzun ve serbestti, sanki ürperti saçıyorlardı. Siyahlı kadın
diğerinin arkasından yürüyor olmasına rağmen kimse onu astı zannetmezdi.

Öğle vakti terk edilmiş handayken dışarıda gördükleriyle aynı kadınlardı.


O zaman çok hızlı geçmiş olduklarından Xie Lian siyahlar içindekini
detaylı inceleyememişti ancak şimdi gerçekten de kadın olduğunu
görebiliyordu. Eğer beyaz giyen BanYue’nin Cadısıysa o zaman siyahlı
olan kimdi?

Cadı fırçasını gelişi güzel sallarken konuştu. “Şimdi, tüm o insanlar nereye
gitti? Bir dakikalığına dikkatsiz davrandık ve hepsi kayboldular. İllaki tek
tek çıkarıp öldürmem mi gerekiyor?”

Xie Lian’ın düşündüğü gibi hisara adımlarını attıkları andan beri


izleniyorlardı.

Siyahlı kadın yaklaştı ve sabırla konuştu. “Arkadaşlarını çağırıp sana onları


öldürmende yardım etmelerini isteyebilirsin.”

O ‘arkadaşlar’ BanYue askerleri olmalıydılar. Cadı güldü. “Diğer insanları


çağırmayı sevmiyorum. Seni çağırmayı seviyorum. Mutlu değil misin?”

Siyahlı kadın onu tamamen önemsemeyerek soğuk bir şekilde konuştu.


“Senin gibiler tarafından böyle bir şey için çağrılmada hiç hoş bir şey yok.
Yürü sadece.”

Cadı kaşlarını kaldırdı fakat yine de hızını arttırmıştı. Onları dinleyince


yakın oldukları anlaşılıyordu.

Normal halktan değillerdi, o yüzden siyahlı kadın bilinen birisi olmalıydı.


BanYue Cadısına yakın olan biri? Gizemli bir usta? Yoksa bilmedikleri bir
kraliçe veya general mi vardı?

Xie Lian zihninde hızlıca noktaları birleştirmeye çalışıyordu. Nefesini


tutmuştu, şimdi bulunmanın zamanı değildi. Cadının tuhaf bir kişiliği
varmış gibi gözüküyordu; eğer onları bulup heyecanla efsanevi üç metrelik
gürz kullanan BanYue askerlerini çağırırsa o zaman onlarla savaşarak daha
çok zaman harcamak zorunda kalırlardı. Yirmi dört saat. Boşa harcanan bir
saat daha derin tehlikeye batacakları başka bir saat demekti. Ancak kötü
şansı hakkında yapabileceği bir şey yoktu; olmamasını istediği her şey hep
olacaktı.
Siyahlı kadın Xie Lian’ın saklanmış olduğu evin önünden geçiyordu ancak
adımlarının yarısında durdu.

Keskin bakışı çürümüş barınağa düştü.

Cadı çoktan uzaklaşmıştı ancak onun durduğunu fark ederek geri döndü.
“Hey, geliyor musun?”

Siyahlı kadın ona bakmadı. “Sen. Geri çekil.”

“Pekala.” Cadı sözünü dinleyerek gerçekten de geri çekildi. Siyahlı kadın


elini kaldırmak üzereydi ki aniden sokağın karşısından bir gürültü koptu!

Nan Feng ve A-Zhao’nun saklanmış olduğu ev yıkılmıştı! Bir evin yıkılışı


tüm sıranın çöküşüne neden olmuştu. Toz ve kum havaya kalktı ve tüm
sokak bulutlandı. İçinden siyah bir gölge fırladı, cadıya doğru akan alevler
yollamıştı. Fakat siyahlı kadın acele edip sağ avcunu döndürdü ve geri
yollamadan önce tüm alevleri çekerek cadının yaralanmamasını sağladı.
Siyah gölge kaçarken saldırıyı savuşturdu

ve çok geçmeden kayboldu. Cadı hemen arkasından gitti fakat siyahlı kadın
onu takip etmeden önce eve süzerek bir kez daha bakmıştı.

“Sana şükürler olsun Nan Feng.” Xie Lian ona içinden teşekkür etti. Her
şey çok hızlı olmuştu ancak şüphesiz ki Nan Feng belanın geldiğini
hissederek düşmanları yanlış yola götürmüştü. Tek çıkan o olduğu için A-
Zhao hala çökmüş olan evin içinde olmalıydı. Cadının ve siyahlı kadının
gitmiş

olduğundan emin olduktan sonra Xie Lian, San Lang’ı saklandıkları yerden
çıkararak seslendi. “A-Zhao, hala hayatta mısın? Bir yerinden incindin mi?”

Bir sürenin ardından huysuz bir ses yıkıntının altından geldi. “…Ben
iyiyim.”

Xie Lian rahatlamıştı. “Çok şükür.”

Xie Lian, Nan Feng’in yıkılmayı kontrol edebilme yeteneğine güvense ve


A-Zhao’nun güvende kalacağı yeterli alan bıraktığından şüphe duymasa
bile kendi gözleriyle görmek daha rahatlatıcıydı. Küçük kirişlerden bir
tanesi tek eliyle kaldırdı ve bir süre sonra A-Zhao altından çıktı, tepeden
tırnağa tozla kaplanmıştı. Kendini biraz silkeleyip sabırlı ifadesini tekrar
takındı.

“Şimdi sadece üçümüz kaldık.” Xie Lian konuştu. “Nan Feng onları
yanıltmak için koşuyor o yüzden daha hızlı davranmalıyız. Nerede ShanYue
otunu bulabileceğimizi biliyor musun, A-Zhao?”

Genç adam kafasını salladı. “Üzgünüm. Sadece hisarın nerede olduğunu


biliyordum ancak daha önce hiç buraya gelmedim. Otun nerede
bulunduğunu bilmiyorum.”

San Lang konuştu. “ShanYue otunun gölgeleri sevdiği söyleniyor. Küçük,


kökleri ince ama yaprakları geniş, kalp şeklinde bir şeftali gibi. Neden
büyük bir yapının etrafını aramıyoruz?”

“Büyük bir yapı?” Xie Lian dikkatle düşündü.

Eğer büyükten bahsediyorlarsa saraydan daha büyük bir yer yoktu.


Efsanede şenliklerin ardından kraliçe ShanYue yaprağını almıştı, yani
sarayın topraklarında büyüyor olma ihtimali vardı.

Üçü uzaklara baktılar ve hisarın ortasında gerçekten de tuğlalardan örünmüş


bir saray olduğunu gördüler.

Uzaktan sarayın görkemli bir havası vardı ancak yaklaşınca sokaklardaki


harap olmuş evlerden daha iyi olmadığını fark ettiler. Saray kapılarından
geçince karşılarına koca bir bahçe çıktı. Belki eskiden bir bahçe değildi,
saray meydanıydı fakat yıllarca bakılmamanın getirdiği etkiyle otlar çıkmış
ve her yere dağılmışlardı.

Gerçekten de ayaklarının altındaki kum değil çamurdu. Muhtemelen bir


zamanlar olan vahanın son izleriydi. ShanYue de oradaki bitkilerin arasında
büyüyor olabilirdi.

“Vaktimizi harcamayalım.” dedi Xie Lian. “Sadece yirmi dört saatimiz var,
akrep yılanlarına dikkat edin.”
A-Zhao ve San Lang onaylayarak mırıldandılar ve kafalarını eğerek
bitkilerin arasını aramaya başladılar. Didik didik ararlarken aniden Xie Lian
BanYue Cadısının akrep yılanlarını kontrol edebildiğini hatırladı. Onun
bölgesinde onlardan daha fazla olmalıydı lakin hisara girdiklerinden beri
tek bir yılanla bile karşılaşmamışlardı.

Kendini dikleştirdi ve tam konuşacaktı ki elleri uzun bir objeye dokundu.

Tekrar yere baktığında bunun bir insan bacağı olduğunu gördü.

Çevirmen: Kae

Not:

Xie Lian; Artık acıyı hissetmiyorum Ben; …. :’)

Bölüm 23: Bir Adımda Binlerce Kilometre, Kum Fırtınasında Yitmek

“AAAHHHHHHHHHH!!!”

Xie Lian elini geri çektiğinde söyleyecek sözü yoktu.

Ürpertici karanlıkla ne zaman bir şey görse veya bir şeye dokunsa hep o
sessiz kalırken karşı taraf ilk çığlık atan oluyordu.

Bahçedeki bitkiler uzun ve kalınlardı; Xie Lian orada saklanıp otların


arasında sürünen birinin bacağına dokunmuştu. Bacağa dokunup geri
çekildiği anda önündeki otlar hareketlendi ve biri seslendi.

“Vurma bana! Vurma bana! Gege, benim!”

Xie Lian yabani otları inceledi, ‘Vurma bana’ diye bağıranın kalın kaşlı ve
büyük gözlü olan Tian Shen olduğunu gördü. Genç oğlan, Xie Lian’ın onu
tanıdığını anlayınca rahatlıkla nefesini verdi. Diğer yandan Xie Lian
rahatlamamıştı, hatta daha da alarma geçmişti, iyi olan kolunu savunma
pozisyonuna kaldırdı. Bunun gibi durumlar altında kötü bir şey tarafından
yaratılmış olan illüzyon olma ihtimali oldukça yüksekti.

“Diğerleriyle çölde değil miydin? Neden buradasın? Gerçekten Tian Shen


misin?”

Tian Shen hızla açıkladı. “Benim! Ben gerçekten oyum! Tek gelen ben
değilim; diğer üç amca da geldi.

İçerideler. İnanmıyorsan bak!” Sarayın içine işaret etti. Beklenildiği gibi üç


adam koşarak geldiler.

Gerçekten de kafiledeki kişilerdi. Xie Lian’ı gördüklerinde adımları dondu


ve garip gözüktüler. Xie Lian yavaşça ayağa kalktı ve silkindi. “Neler
oluyor?”

Tüccarlar birbirlerine baktılar ancak hiçbiri seslerini çıkarmadı. Tian Shen


garip sessizlikten sonra konuşandı. “…Gege, siz ayrıldıktan sonra Zheng
amcanın acısı arttı ve çok perişan gözüküyordu. Sizin ne kadar sürede
döneceğinizi bilmiyorduk ve kaybolmuş olabileceğinizden korktuk. A-
Zhao-ge direkt BanYue Krallığına gideceğinizi söylemişti, o yüzden daha
fazla yardım elinin gelmesinin daha iyi olacağını düşündük…”

Yani sözlerinin arkasındaki gerçek anlam tüccarların onların gitmesine izin


verdikten sonra pişmanlık duyduklarıydı. Xie Lian’ın ShanYue otunu
kendisi için saklayarak rehberlerini çalacağından korkuyorlardı. Böylece
arkalarından gitmeleri için insan yollamışlardı. Xie Lian, Fu Yao’nun onları
tutmadığını düşündü, muhtemelen üşenmişti. Yu Jun Dağı’nda olanlardan
sonra Fu Yao’nun nedenleri dinlemeyen inatçı insanlar hakkında daha az
endişelenemeyeceği belliydi. Xie Lian neden geldiklerini anlayabiliyordu
yine de oldukça çaresiz hissediyordu. Alnını ovarak konuştu. “Hepiniz çok
düşüncesizsiniz. Bunun gibi bir hisarda ne olacağını kim bilir ve buna
rağmen geldiniz?”

Tian Shen, Xie Lian’a güvenmediklerini çok belli ettiklerinin farkındaydı,


kötü hissediyordu. Bu yüzden öncesinde otların arasında saklanırken garip
bir şekilde ses çıkarmamıştı. “Üzgünüm, Zheng amca için endişelendik ve
öylece oturamazdık…”
Ne olursa olsun bu yaşam ve ölüm konusuydu ve tetikte olmak kesinlikle
normaldi. Bir panzehir için o kadar ileri gitmeleri yoldaş olmaya
değdiklerini gösteriyordu. Xie Lian onları bunun için azarlamadan iç çekti.
“Eğer bölgeye girerken garip bir şeyle karşılaşmadıysanız bu şanslı
olduğunuzdan. Fakat ShanYue’yi aramak için saraya gelmeniz gerektiğini
nereden biliyordunuz?”

Tian Shen kafasını kaşıdı. “Nereden başlayacağımızı bilmiyorduk ama


kırmızı kıyafetli Gege’nin söylediği hikayede yaprakları toplayan kraliçeydi
değil mi? Kraliçe kesinlikle sarayı terk edemezdi, o yüzden buraya gelip
şansımızı denemeyi düşündük.”

Xie Lian onların da aynı şeyi düşünmüş olduklarını düşünerek gülümsedi.


Tam o sırada San Lang konuştu. “Buldum.”

Xie Lian döndüğünde San Lang’ın kıvrak bacaklarıyla uzun adımlar atarak
yanına geldiğini gördü.

Ellinde birkaç turkuaz yaprak vardı, kökleri hala saplarına tutuluydu.

Yaprakların boyutu bir bebeğin avcu kadardı. Şeftali şeklindeydiler, sona


doğru sivriliyorlardı ve minik, ince köklere sahiptiler. A-Zhao’nun
onaylamasına gerek kalmadan Xie Lian onların kesinlikle ShanYue otları
olduğunu anlamıştı. Xie Lian’ın ağzını açmasına izin vermeden San Lang
onun yaralanmış olan elini alıp kaldırdı.

Yılanın soktuğu eli normalde korkunç derecede şişmişti ancak San Lang
yaradan zehri emdikten sonra şişlik tamamen zehirden arınmamış olmasına
rağmen önemli ölçüde inmişti. Xie Lian’ın eli bir elinde ve ShanYue otları
diğer elindeyken San Lang bitkileri avcunda sıkıştırdı. Elini tekrar açtığında
otlar hiçbir çaba sarf etmesi gerekmeden toza dönüşmüştü.

San Lang nazikçe ve sabırlı bir şekilde tozu Xie Lian’ın eline ovarak sürdü.
Tenindeki serinliği ve rahatlamayı hissedebiliyordu. “Teşekkürler, San
Lang.” dedi Xie Lian.

San Lang cevaplamadı, tozu sürdükten sonra Xie Lian’ın elini bıraktı. Xie
Lian onun davranışlarının ve aralarındaki atmosferin garip olduğunu
düşünmeden edemedi. Bir şeyler kesinlikle eksikti ancak garip gözükmeden
nasıl sorabileceğini bilmiyordu. Bu başka birinin fark edip anlayabileceği
bir şey de değildi.

“Gege, ot işe yaradı mı? Doğru bitki mi?” Tian Shen endişeyle sordu.

Xie Lian cevapladı. “Çok daha iyi, doğru bitki olmalı.”

Bunu duyunca herkes heyecanlandı. “Acele edin! Daha fazla bulalım!” Çok
geçmeden A-Zhao da bir el dolusu otu kaldırıp haykırdı. “Burada daha
fazlası var.”

A-Zhao’nun elindeki yapraklar daha önce San Lang’ın kullandığı küçük


acınacak halde olanlardan daha büyük ve genişlerdi. Fakat şeklilerinin ve
izlerinin hepsi doğruydu, o yüzden herkes oraya toplanıp sevinçle haykırdı:

“Burada dolu bir alan var!”

“Çok fazla!”

“Çok fazla toplayın! Bir sürü toplayalım! Bunları satabileceğimizi


düşünüyor musunuz?”

Tüccarlar otları gürültü yaparak toplamakla çok meşguldüler ve Xie Lian


durduğu yerden onları izlerdi, bir adım bile oynamadı. Elini inceleyerek bir
süre düşündükten sonra San Lang’a döndü. “Sen de daha önce aynı alanı
aradın değil mi? O zaman hiç rastlamadın mı?”

Xie Lian’ın ortaya konuşacak konu atmaya çalıştığı çok belliydi, soruyu
sorduktan sonra kendisini oldukça acınası hissetti. Fakat San Lang kafasını
salladı. “Oradaki otları kullanmamalısın.”

“Neden?” Xie Lian meraklıydı.

San Lang cevaplayamadan önce birinin bağırdığını duydular. “GİDİN!”

Herkes durdu. “Kim bunu dedi? Kim bağırıyor?”

“Ben değildim?”
“Ben de değildim…”

Ardından çığlık atan sesi yeniden duydular. “Gidin! Üzerime


basıyorsunuz…”

Ses ayaklarının altından geliyordu!

Göz açıp kapayıncaya kadar kalabalık otların olduğu küçük bölgeden


uzaklaşmıştı. Bunu görünce Xie Lian oraya gitti. Bu tür şeylere gelince ilk
öne çıkan olmaya alışmıştı. Çığlığın geldiği çalılık alana yaklaştı ve kalın
otları söktü. Herkesin nefesi kesilmişti.

Otların altında, çamurun içinde bir adam yüzü duruyordu.

Bunun gibi bir çamura yaşayan bir insan sadece suratı yüzeyde gözükecek
şekilde gömülmüştü!

Kabus gibi bir sahneydi, birkaç tüccar birbirlerine sarıldılar ve bağırmaya


başladılar. Xie Lian onları deneyim kazanılmış ve yetenekli bir şekilde
avuttu. “Sakin olun. Herkes sakin olsun. Sadece bir insan yüzü, olağan dışı
bir şey değil. Hepimizin yüzleri var, değil mi?”

Surat kıkırdadı. “Oh, seni korkuttum mu? Ah, kendimi de çok sık
korkutuyorum.”

Diğerlerini sakinleştirdikten sonra Xie Lian diz çöküp çamurun içindeki


suratı inceledi.

Şüphesiz ki bir adam yüzüydü; gülümsemediğinde oldukça düzdü fakat


gülümsediğinde kırışıklıklarla doluydu. Xie Lian genç mi yaşlı mı olduğunu
söyleyemiyordu. Surattan çok fazlasını çıkaramadı, bu yüzden direkt olarak
sordu. “Sen kimsin?”

Çamurun içindeki yüz geri sordu. “Sen kimsin?”

“Biz buradan geçen tüccarlarız.” Xie Lian cevapladı.

Çamur surat uzun bir nefes verdi. “Geçen tüccarlar. Ben de eskiden bir
kafilenin parçasıydım ama bu elli altmış yıl önceydi.”
Durum daha da delice bir hal almıştı.

Eski bir hisarın zemininde elli altmış yıldır gömülü olan bir adam hala insan
mıydı?

Tüccarlardan biri titreyerek sordu. “O zaman… O zaman… Nasıl senin gibi


kıdemli kimse… buraya…

geldi?”

Çamur surat boğazını temizledi ve yüzünü buruşturdu. “Ben… Ben BanYue


askerleri tarafından yakalanmıştım. Yanlışlıkla şehre girdim ve beni
yakalayıp buraya gömdüler. Beni ShanYue otları için gübre yaptılar.”

Ellerindeki otların büyük ve geniş olmasına şaşmamalıydı! Canlı insanla


beslenmişlerdi!

Tüccarlar hemen ellerindekileri cesetlere dokunuyorlarmış gibi attılar. Xie


Lian da kendini eline bakmaktan alamadı fakat San Lang’ın konuştuğu
duydu. “O etkilenmemişti.”

Xie Lian aydınlandı. Bu yüzden San Lang öncesinde bu kısma bakmış


olmasına rağmen bunları bırakıp başka bir yerden küçük, neredeyse solmuş
olan otu bulmuştu. Muhtemelen çoktan toprakta ne olduğunu görmüş
olmasına rağmen suratı tamamen görmezden gelmişti. Xie Lian’ın eline
sürdüğü bitki uzak ama bozulmamış olan bir bölgeden alınmıştı.

“Teşekkür ederim.”

San Lang kafasını salladı ancak yüzü hala kasvetliydi.

Xie Lian o akrep yılan tarafından sokulduğundan beri San Lang bu şekilde
davranıyordu. Oysaki birkaç gün önce hep gege bu, gege şuydu. Ancak
artık onu neredeyse hiç gege diye çağırmıyordu. San Lang ilk
tanıştıklarında temasından kaçmıştı ve Xie Lian’ın dokunması onu
bunaltıyormuş gibiydi. Şimdi de zehri emmesinin ve otu sürmesinin
haricinde San Lang yeniden onunla temasa geçmekten kaçıyordu.
Bu Xie Lian’ın garip hissetmesine neden oluyordu, aralarında mesafe
olmasına alışkın değildi.

Çamur surat yeniden konuşmaya başladı. “Yıllardır gerçek insan görmedim.


Bana… Bana yakınlaşıp düzgünce görmemi sağlar mısınız?”

Tüccarlar birbirlerine baktılar, herkes çamur suratın dediğini yapmamanın


en iyisi olduğunu düşünüyordu. Bir sürenin ardından kimsenin
yakınlaşmadığını görünce çamur surat konuştu. “Ne?

Ne. İstemiyor musunuz? Ah… Ne yazık…”

“Neden yazık?” Xie Lian sordu.

“Siz geldiğinizden beri beni rahatsız eden bir şey var.” Çamur surat
konuştu. “O yüzden iki gözümle görerek onaylamak istedim. Hepinizi
düzgünce görüp emin olmak istiyorum.”

“Neyden emin olmak?” Xie Lian ısrar etti.

Çamur surat cevapladı. “Aranızda daha önce görmüş olduğum biri var…
elli altmış yıl önce.”

Herkes sırtlarındaki ürpertiyi hissedebiliyordu, hepsinin tüyleri diken diken


olmuştu.

Orada olan hiçbir ölümlü elli yaşının üzerinde olmamalıydı. Bunun anlamı
o kişi her kimse insan olmamasıydı.

Xie Lian A-Zhao’dan Tian Shen’a oradaki herkesi süzdü. Bazıları şaşkınlık
bazıları korku içindeydi.

Bazılar endişeyle titriyordu ve bazılarının kafaları karışmışken dilleri


tutulmuştu. Herkesin tepkileri normaldi. Eğer birinin garip tepki vereni
göstermesi istense San Lang’ı gösterirdi. Fakat onun için de tepki
vermemek normal bir tepkiydi.

Xie Lian, San Lang’ın ifadesiz yüzüne tekrar baktı ve çamur surata döndü.
“Bahsettiğin kişi kim?”
Çamur surat cevapladı. “Sen… Yaklaş ve sana söyleyeceğim.”

Çamur surat ilk sorduğunda Xie Lian ona yüzde seksen inanmıştı fakat
ikinci sefer de Xie Lian’ın tüm inancı kaybolmaktan beter olmuştu. Bu
canavarın onları kötü işler çevirmek için yanına gelmelerini söyleyerek
kandırıp kandırmadığını kim bilebilirdi ki? Xie Lian’ın onun gibilere
dikkatini vermesinin olanağı yoktu.

Xie Lian kendini yerden kaldırdı ve ayrılmak üzereydi ki çamur surat sesini
yükseltti. “Gerçekten kim olduğunu bilmek istemiyor musunuz? O hepinizi
öldürecek.”

Çevirmen: Kae

Not: Xie Lian’ın San Lang artık onunla konuşmuyor diye endişelenmesi…
ah… :’D

Bölüm 24: Oyalanan HuaLian, Günahkarın Çukurunda Akşam Vakti


Çamur surat onları kandırmaya çalıştıkça Xie Lian daha da tedirgin
olmuştu.

“Herkes geri çekilsin, ona yaklaşmayın ve dediği hiçbir kelimeyi


dinlemeyin.”

Kalabalık dağıldı ve hızla geri çekildiler. Çamur surat kıkırdamaya devam


etti. “Bu kadar kaba olmana gerek yok. Ben de bir insanım, sizi
incitmeyeceğim.”

Tam o anda tüccarlardan biri aniden gizlice otlağa girdi, belki de hala
yaralılar için biraz ot toplayabileceğini düşünüyordu. Daha önce korkuyla
düşürdüğü bir dolu otu eğilerek geri aldı fakat çamur surat onu görmüştü,
dönen gözleri parıldadı.
Xie Lian adama doğru koşarken ‘eyvah’ diye düşündü. “Onu toplama! Geri
gel!” Ancak çok geçti.

Çamur surat ağzını açtı ve uzun, kan kırmızı bir şey sürünerek dışarı fırladı.

Bu uzun bir dildi!

Xie Lian tüccarı yakasından tutup geri çekti fakat o dil mantıkdışı bir
biçimdeki uzunluğuyla uçarak tüccarın kulağına dalmıştı!

“HAHAHAHAHAHA!! ÇOK GÜZEL ÇOK GÜZEL ÇOK LEZZETLİ


ÇOK LEZZETLİ ÇOK LEZZETLİ!! ÇOK

ACIKMIŞTIM, ÇOK AÇTIM!”

Sesi keskin ve tizdi. İki gözü de kan çanağına dönmüş, korkunç ve iğrençti.

Kötülük dolu bir krallığın topraklarında elli yılın üzerinde gömülü kalmış
olan bu adam çoktan toprakla bütünleşmiş ve insan dışı bir şeye
dönüşmüştü. Xie Lian çoktan ölmüş olan tüccarı bıraktı, tüm kolu
titriyordu. İğrenç yaratığa saldırmak üzereydi ki çamur surat yeniden
bağırdı. “GENERAL! GENERAL!

BURADALAR! BURADALAR!”

Canavarlarınkinden daha vahşi olan sağır edici bir çığlık uzaklardan geldi.

Karanlık bir gölge gökyüzünden düşerek ağır bir şekilde Xie Lian’ın önüne
inmişti. Tüm saray toprakları onun inmesiyle sarsılmıştı. Yavaşça ayağa
kalktığında kalabalık kocaman bir gölge tarafından hapsedilmişti.

Bu ‘adam’ devasaydı.

Yüzü bir çelik kadar sertti. İfadesi yırtıcı ve fırtınalıydı, bir canavarın suratı
gibiydi. İnce bir zırh tabakası omuzlarına asılmıştı ve en az üç metre
aşağıya sarkıyordu. Bir adamdan daha çok yürüyen bir kurda benzediği
söylenebilirdi. Arkasında ona benzeyen daha çok şekiller belirmeye başladı.
Bir, iki, üç… on taneden fazla ‘adam’ sarayın çatıların zıplayarak onları
çevrelediler.
Bu ‘adam’ların her biri geniş atlar gibiydi. Canavarları andıran vücut
yapıları vardı ve omuzlarında keskin dişlerle dolu gürzler taşıyorlardı. Kurt
adamlar gibi de olabilirlerdi. Bahçeye giren davetsiz misafirleri
çevrelediklerinde sanki büyük çelik bir kafes üzerlerine düşmüş gibiydi.

BanYue’nin askerleriydiler!

Bu askerlerden siyah bir hale yayılıyordu, kesinlikle yaşamıyorlardı. Xie


Lian gergindi ve kolundaki RuoYe saldırıya geçmeye hazırdı.

Lakin BanYue askerleri onları gördüklerinde onları öldürmek için acele


etmemişlerdi. Aksine kafalarını kaldırarak delirmiş bir biçimde kahkaha
atmaya başlamışlardı. Ardından yabancı bir dilde bağırdılar.

Kelimelerinin duyuluşu korkunçtu. Gırtlaktan geliyordu ve dillerinin


yuvarlanması ağırdı. Bu BanYue diliydi.

İki yüz yıl geçtikten sonra Xie Lian hemen hemen dili unutmuş olmasına
rağmen General’in Mezarını San Lang’la gözden geçirmişlerdi. Ayrıca bu
askerler tarafından söylenen kelimler yüksek, basit ve kabaydı. Anlaşılması
çok zor değildi.

Askerlerin, ilk atlayan adamı ‘general’ diye çağırdıklarını duydu,


konuşmaları genelde ‘onları götür’ ve

‘şimdilik öldürmeyeceğiz’ üzerine dönüyordu. Böylece Xie Lian kendisini


rahatlamaya zorlamak için derin bir nefes aldı ve kısık bir sesle konuştu.
“Millet, sakin olun. Bu BanYue askerleri şimdilik bizi öldürmeyecekler.
Bizi başka bir yere götürmek istiyorlar gibi görünüyor. Acele etmeyin,
onlarla savaşabileceğimin garantisini veremem. Giderken ne yapacağımızı
çözeceğiz.”

O askerlerle savaşmanın zor olacağı kesindi, hepsi bir öncekinden daha


kalındı. Elinde RuoYe varken bile bir tanesi boğmak muhtemelen çok fazla
zaman alırdı, on tanesinden hiç bahsetmiyordu bile.

Yanında ölümlüler varken Xie Lian cesur davranamazdı ve sadece tetikte


kalarak onları korumak için elinden gelenin en iyisini yapabilirdi.
San Lang bir şey dememişti ve diğerleri çoktan tüm soğukkanlılıklarını
kaybetmişlerdi. Aceleyle hareket etmek isteseler bile ne yapabileceklerini
bilmediklerinden sadece gözyaşlarıyla kafalarını bir aşağı bir yukarı
sallayabilirlerdi. Yanlarındaki çamur surat yeniden bağırdı. “General!
General! Lütfen beni çıkar! Senin düşmanlarını burada tuttum, eve gitmeme
izin ver! Eve gitmek istiyorum!”

BanYue askerlerini görünce çamur surat çılgın bir hal almıştı. Bağırıyor,
ağlıyor ve saçmalıklar geveliyordu. Kelimelerinin arasından orada onca
yıldır gömülüyken öğrendiği BanYue dili de seçiliyordu. ‘General’ diye
seslendikleri devasa, üç metre olan adam kıvranan çamur suratı oldukça
iğrenç bulmuş olmalıydı ki gürzünü ona doğru sallayıp yüzünü bir kan
gölüne çevirdi. Gürzün dişleri beynine girmişti. Tekrar gürzü çıkardığında
tüm bedeni de onunla beraber çıkarak ‘beni çıkar’ isteğini yerine getirmişti.
Ayrıca toprağın altında kalmış olan bedeni artık bir insan vücudu değil,
iskeletti.

Tüccarlar korkuyla çığlık attılar. Çamur surat kanlı bir şekilde gürz
tarafından yukarıya kaldırılınca kendi bedenini gördükten sonra donmuş
gibi gözüküyordu. “Bu ne? BU NE?”

“Senin vücudun.” Xie Lian çamur suratın inanmayan bir şekilde uyuşup
kalmış olduğunu görünce ona hatırlattı. Bu adam çölde elli altmış yıldır
gömülüydü: bedeni ShanYue otlarına gübre olmuş ve sadece kemiklerini
bırakacak şekilde etlerinden ayrılmıştı.

“Bu nasıl olabilir?” Çamur surat çığlık attı. “Vücudum böyle değildi! BU
BENİM VÜCUDUM DEĞİL!!!”

Çığlıkları ürperticiydi fakat Xie Lian sadece trajik ve korkunç olduğunu


düşünüyordu. Kafasını sallayarak döndü. Yanında olan San Lang dalga
geçer bir tavırla gülüyordu. “Sadece şimdi mi bedenini değişik buluyorsun?
Daha önce ağızından çıkan şey neydi? Onun garip olduğunu düşünmedin
mi?”

Çamur surat hemen karşılık verdi. “Garip değildi! Sadece… normalden


birazcık saha uzun olan bir dildi.”
“Evet. Tabii. Sadece birazcık uzun, belki.” San Lang’ın sesi aşağılamayla
doluydu. O canavarla daha fazla sohbet etmeyi umursamıyordu.

“Bu doğru!” Çamur surat bağırdı. “Sadece birazcık uzun! Nedeni burada on
yıllarca yaşamak için dilimi uzatarak böcek yemeye çalışmam. Böyle
olmasının nedeni bu olmalı!”

Belki ilk gömüldüğünde gerçekten de bir insandı ve diliyle böcekleri


yakalayarak yaşamak için elinden geleni yapmıştı ancak zamanla daha da
az insanlaşmış, dili daha da çok uzamıştı. Böcekten daha berbat şeyler
yemeye başlamıştı. Ancak bu kadar uzun süredir gömülü olduktan sonra
gerçek şeklini görüp artık insan olmadığını kabullenemiyordu. Çamur surat
onu dinlemeyen dinleyicilerini ikna etmeye çalışmaktan vazgeçmemişti.
“Dili uzun olan başka insanlar da var, tek ben değilim!”

San Lang tekrar güldü. Xie Lian onun gülüşünü dinleyince ürperdiğini
hissedebiliyordu. Bazen bu gencin gülüşünün ve gülümseyişinin altında
deriyi yüzebilecek bir soğukluğun saklı olduğunu düşünüyordu.

“Hala insan olduğunu mu düşünüyorsun?” San Lang sordu.

Soruyu duyunca çamur surat yeniden sinir olmuştu. “Tabii ki de ben bir
inşanım! Ben bir insanım!”

Çamur surat bağırarak beyaz kemikten uzuvlarını hareket ettirmeye çalıştı,


sanki sürünüyordu.

Sonunda topraktan çıkmıştı ve hazla delirmişti, kıkırdıyordu. “Eve


gidiyorum! Eve gidiyorum!

Hahahahaha!”

Çat.

BanYue ‘general’i sonunda bu canavarın cırlamalarını yeterince dinlemiş


gibiydi. Onun kemiklerini bir adımlar ezerek ‘ben bir insanım’ çığlıklarını
öldürdü.
Çamur suratı ezdikten sonra ‘general’ diğerlerine kükredi. Ardından
BanYue askerleri gürzlerini kaldırarak Xie Lian’ın grubuna hırıldadılar ve
onları sarayın dışarısına sürü halinde çıkarmaya başladılar.

Xie Lian onu arkasından yakın bir mesafeden takip eden San Lang ile en
önden yürüdü. Acımasız BanYue askerleri tarafından götürülmelerine
rağmen gencin adımları hala hafif ve gündelikti, sanki gezintiye çıkmıştı.
Xie Lian onunla konuşabileceği fırsatları kolluyordu. BanYue askerleri
kendi aralarından sohbet etmeye tekrar başladıklarında kısık bir sesle
konuştu. “Bu BanYue askerleri liderlerine ‘general’ diye sesleniyor. Kim
acaba.”

Beklenildiği gibi San Lang’ın tüm sorularına cevabı vardı. “Krallıklarının


düştüğü zamanın generali. Adı, Hanzi’de, Ke Mo.”

*ÇN: Çin alfabesi.

“Ke Mo?” Xie Lian ismin garip olmasıyla meraklandı.

“Evet.” San Lang cevapladı. “Belli ki gençken çok zayıfmış ve sıkça


zorbalığa maruz kalmış. Yeniden toparlanarak geniş taş harç plakalarıyla
çalışmış ve güçlenmiş, ismi de oradan geliyor.”

Xie Lian alnını ovarken düşündü. “Yani hantal biri…”

San Lang devam etti. “Efsanelere göre Ke Mo, BanYue tarihindeki en güçlü
savaşçı, üç metre ve son derece kuvvetli. Baş Rahibenin sadık destekçisi.”

“Onu düşmana hisarın kapılarını açmasına rağmen desteklemeye devam etti


mi?” Xie Lian sordu.

“Söylemesi güç.” San Lang cevapladı.

Eğer Ke Mo hala Baş Rahibenin emirlerini ölümüne dinliyorsa o zaman


büyük ihtimalle onun olduğu yere götürülüyorlardı. Eğer orada daha fazla
BanYue askerleri varsa nasıl kaçabilirlerdi? Yirmi dört saat içinde nasıl
ShanYue otlarını götürebilirlerdi?
Yapabilecekleri tek şey karşılarını çıkan durumda akışına göre gitmekti. Xie
Lian yürürken kafa patlattı ve General Ke Mo’nun onları hisarın sonundaki
uzak bir yere götürdüğünü fark etti. Durduklarında Xie Lian yukarı baktı.
Muazzam büyüklükte bir duvar dev gibi önlerinde duruyordu.

Vardıkları yer Günahkarın Çukuruydu!

Xie Lian BanYue bölgesinde bir süre boyunca yaşamış olsa da çok az
kasabaya girdiği oluyordu ve hiç Günahkarın Çukurunun yanına
yaklaşmamıştı. Bu kadar yakından görünce Xie Lian’ın kalbi hızla atmaya
başladı.

Çamurdan sarı duvarların dışında bir takım merdiven vardı. Yukarı


tırmanırken Xie Lian sonunda kalbinin neden hızla attığını anlayana kadar
çukuru inceledi ve derinliklerini görmeye çalıştı. İşkence ve zulüm
olduğundan veya herkesin oraya atılmasından endişelendiğinden değildi.
Çalışmakta olan çok güçlü bir rünü hissettiğinden çarpıyordu.

Tüm Günahkarın Çukurunun etrafında çok güçlü bir rün vardı ve bu rünün
sadece bir tek amacı olabilirdi – düşenin yukarı çıkmasını engellemek!

Bu çukura bir ip veya merdiven sarkıtılsa bile, kim yukarı tırmanmaya


çalışırsa yarı yolda kesilip tekrar çukurun en dibine düşeceği anlamına
geliyordu. Xie Lian sakin bir şekilde merdivenlerden çıkarken duvardan
destek aldı ancak bunu duvarın neyden yapıldığını hissetmek için yapmıştı.
Çamur veya betondan yapılmış gibi gözüküyor olmasına rağmen aslında
muhtemelen bir tabaka büyüyle güçlendirilmiş çok daha kuvvetli bir taştan
olduğunu fark etti.

Merdivenlerin sonuna ulaşıp çukurun başına geldiklerinde duvarın


çıkıntısında dururken manzarayı tek bir kelime betimleye bilirdi. ‘Dehşet’.

Günahkarın Çukuru dört devasa duvardan oluşuyordu. Genişlik olarak


yaklaşık on metre ve uzunluk olarak yaklaşık yedi metreydi. Kalınlığı ise
bir metreden fazlaydı. Tüm duvarların en tepesinde hiçbir şey yoktu, ne
geniş balkonlar ne de korkuluklar. Dibi gözükmeyen bir cehennem oyuğu
ve büyüyen geceyle beraber sadece karanlık ve aşağıdaki havanın yukarı
sürüklediği ürpertici kan kokusu vardı.
Yerden metrelerce yukarıda olan korkuluksuz kenarlardan yürürlerken
kimse aşağıya bakmaya cesaret edemedi. Bir süre sonra ortada duran direk
görüş açılarına girdi. Direğin üzerinde bir ceset asılıydı. Daha önce
gördüklerinin aynısıydı. Ceset parçalanmış siyah kıyafetler giyen küçük bir
kıza aitti, başı eğikti.

Xie Lian bu direğe özellikle utanç ve aşağılanmayı hak eden suçluların


asıldığını biliyordu. Hapishane muhafızları genellikle suçluları soyup çıplak
bir şekilde vücutlarını asarlardı. Suçlular ya açlıktan ya da susuzluktan
ölürlerdi. Öldükten sonra cesetlerin rüzgarda sağa sola sallanıp güneş altına
yanarak yağmurla çürümesi için bırakılırdı. Ceset tamamen çürüdüğünde
ise çukura kendiliğinden düşerdi. O

kızın cesedi çürümüş gözükmüyordu, yani ölümünün üzerinde uzun zaman


geçmemiş olmalıydı. Belki de askerlerin yakaladığı yerli bir kızdı. Öylesine
genç bir kıza böylesine aşağılık bir şey yaptıkları için Xie Lian tamamen
tiksinmiş hissetti. A-Zhao, Tian Shen ve diğerleri manzarayı gördüklerinde
yüzleri beyaza dönmüştü. Durakladılar, daha fazla ilerlemekten
korkuyorlardı. Ke Mo da onları daha fazla iteklemeye uğraşmadı ancak
çukura dönerek bağırdı.

‘Neden bağırıyor?’ Xie Lian merak etmişti fakat sorusu çok geçmeden
cevaplandı.

Karanlık çukurun dibinden bağırışa cevap olarak bir sıra homurdanış geldi.
Canavarların kükreyişi, tsunamilerin feryadı, yaratıkların inleyişleri ve
yüzlerce, hatta binlerce çığlığın havada patlaması gibiydi. Duvarlar sesle
titredi ve kenarda duranların dengelerini kaybetmesini sağladı. Xie Lian
rahat bir şekilde düşen taş ve molozların sesini duyabiliyordu. ‘Sadece
suçlular Günahkarın Çukuruna girebilir’ Xie Lian düşündü ‘Ke Mo’ya
cevap veren bu sesler ölülerin ruhlarına mı ait?’

Ke Mo tekrar bağırdı ve Xie Lian daha fazla dikkatini verdi. Bu sefer


anlamsız sesler çıkartmıyor veya küfretmiyordu. Aksine bir
cesaretlendirmeydi. Xie Lian ‘kardeşlerim’ kelimesini duyduğundan
emindi.
Bağırdıktan sonra Ke Mo, Xie Lian ve diğerlerini izleyen askerlere dönerek
bir emir kükredi. Xie Lian anlamıştı. “Sadece iki tanesini atın ve gerisini
gözaltında tutun.” demişti.

Diğerleri ne söylendiğini anlamamış olabilirlerdi ancak o askerlerin


hareketlerinden çıkarım yapmak zor değildi. Herkes soluk hayaletler gibi
gözüküyordu. Xie Lian bir çiftin daha fazla dik duramıyor olduğunu fark
etti, korkudan sallanıyorlardı. Böylece öne doğru adım atarak kısık sesle
konuştu.

“Merak etme. Eğer bir şey olursa ilk ben aşağıya gideceğim.”

Xie Lian herkes eninde sonunda düşecekse ilk gidip orayı kontrol etmesinin
iyi olacağını düşünüyordu.

Zehirli yılanlar ve canavarlar veya tehdit eden hayaletler ve iblislerden daha


kötü bir şey olamazdı.

Düşüşten ölemezdi, zehirden ölemezdi, ısırılmaktan ölemezdi ve


vurulmaktan da ölemezdi. Eritici sudan oluşmuş bir ceset gölü olmadığı
sürede vücudu çok kötü bir şekilde zarar görmemeliydi. Ayrıca yanında
RuoYe vardı. Ründen kaçamıyor olsa bile onun ardından düşenleri hala
yakalayabilirdi. Zaten Ke Mo ‘gerisini gözaltında tutun’ demişti, yani
diğerleri geçici olarak güvende olmalılardı. Sonuçta Gobi Çölünde
avlanmak kolay değildi, herkesi tek bir seferde yemek yerine tadını
çıkarmalılardı. Xie Lian düşüncelerini topladı fakat yanında olan başka biri
daha fazla nefesini tutamıyormuş gibi gözüküyordu.

Günahkarın Çukurunun tepesine ulaştıklarından beri, garip bir şey olmamış


gibi duran San Lang haricindeki herkes korkuyla titriyordu. Özellikle de A-
Zhao. Eğer ölecekse savaşarak ölmeli olduğunu düşünmüş olmalıydı ki
yumruklarını sıkarak Ke Mo’ya doğru koştu.

Bu hareketi A-Zhao’nun Ke Mo’yu onunla beraber çukura götürmeye


hazırmış gibi görünmesini sağlamıştı. Ke Mo ondan daha büyüktü ve çelik
bir kule gibi sağlamdı. Buna rağmen A-Zhao’nun çaresizliğiyle üç adım
geri itilmişti. Kızgınlıkla kükredi ve hemen genç adamı karanlık boşluğa
fırlattı.
Herkes çığlık atmaya başladı ve Xie Lian de onun arkasından bağırdı. “A-
Zhao!”

Tam o anda derin yarıktan neşeyle kükremeler geldi. Etin vahşi de


parçalanma sesleri de buna eşlik ediyordu. Sanki açlıktan ölmek üzere olan
canavarlar tek yemekleri için savaşıyorlardı. Sesleri duyanın, genç adam A-
Zhao’nun kurtulmayacağını anlaması kolaydı.

Xie Lian böyle bir gelişme beklememiş ve oldukça şaşırmıştı. A-Zhao’nun


BanYue Baş Rahibesinin astı olduğundan ve gezginleri bilerek yoldan
çıkarıp kalıntılara getirdiğinden şüpheleniyordu. Aynı zamanda orada elli
almış yıl önce olanın da o olabileceğini düşünüyordu ancak genç adam ilk
ölen olmuştu.

Öldüğünü sahte bir şekilde mi gösteriyordu? İmkansız değildi. Ancak şimdi


hepsi BanYue askerlerinin emirleri altında köleleştirilmişlerdi. Eğer A-Zhao
Baş Rahibenin astıysa o zaman daha üstün sayılıyordu ve ekstraya kaçıp
sahte bir şekilde ölmeden görkemle gerçek kimliğini açığa çıkarabilirdi.

Fakat neden A-Zhao, Ke Mo’ya doğru koşarak anlamsız bir şekilde ölmeyi
tercih etmişti ki?

Xie Lian’ın düşünceleri yeniden çıkmaza gelmişti. Bu arada BanYue


askerleri yeni kurbanlarını aramaya başlamışlardı. Ke Mo onları ölçüp
biçtikten sonra Tian Shen’a işaret etti. Ardından başka bir asker hareket
ederek avcunu açtı, onu itmeye hazırdı. Korkmuş olan Tian Shen dizlerinin
üzerinde yere düşerek bağırdı. “Beni kurtarın!”

Düşünmeye zamanı olmadığından Xie Lian önce çıktı ve BanYue dilinde


konuştu. “Bekleyin, General.”

Ke Mo bu sözleri Xie Lian’ın ağzından duyduğunda şok olmuştu. Ellini


sallayarak askerleri durdurdu.

“Bizim dilimizi konuşmayı biliyorsun? Nereden geldin?”

“Merkez Ovalar’dan geldim.” Xie Lian cevapladı. Gerçi bir BanYue


vatandaşı olduğu yalanını söylemeyi de umursamazdı ancak akıcılığının ne
kadar körelmiş olduğuna bakılırsa çok fazla konuşurlarsa kendini kesinlikle
ele verirdi. Ayrıca görüntüsünden Merkez Ovalı olduğu da belliydi. Ke
Mo’nun sorusu sadece küçük bir kafa karışıklığındandı. BanYue’nin
insanları en çok yalan söyleyenlerden nefret ederlerdi. Eğer Xie Lian’ın
yalanı ortaya çıkarsa en kötüsü olurdu.

Ancak aynı zamanda doğruyu söylemenin getirdiği birçok sorun da vardı.


BanYue Krallığı Merkez Ovalıların ellerine düşmüştü; Xie Lian’ın bir
Merkez Ovalı olduğunu duyunca Ke Mo’nun kararmış yüzü hemen
kızgınlıkla parladı. Ve birçok BanYue askeri de homurdanmaya
başlamışlardı, ona kabaca küfürler savuruyorlardı.

“Adi Merkez Ovalı!” ve “Onu aşağıya atın.”dan daha fazlası değildi ve Xie
Lian daha az bunu umursayamazdı. Fakat aynı zamanda “Kaltak”ı duyup
duraksadı. Ondan önce ne dendiğini

yakalayamamıştı ama yine de biraz kasvetli hissetmesine neden olmuştu.


‘İlk başta söylediklerini anlayabilirim ama sonuncusu çok ani değil miydi?
Bir şeyi yanlış anlamadıklarına eminler mi?’ Xie Lian karamsar bir şekilde
düşündü.

General Ke Mo ajite olmamıştı. “Bizim Krallığımız iki yüz yıldan fazla


süredir Gobi’de kayboldu. Bizim insanlarımızdan değilsin, neden dilimizi
biliyorsun? Sen kimsin?”

Eğer yalancılık oynayacaksa saçmalamanın zamanı gelmişti. Xie Lian


arkasındaki sakin gence bakmaktan kendini alamadı. Eğer yalanları
sonrasında fark edilmeye başlarsa utanmazca San Lang’dan onu
kurtarmasını isteyebileceğini umuyordu. Boğazını temizledi ve
saçmalıklarına başlamaya hazırdı ki aşağıdan bir seri daha kızgın
homurdanmalar geldi.

Çukurdaki her neyse A-Zhao’yu parçalamayı bitirmiş ve hala daha fazlasını


istiyormuş gibi görünüyordu. Çığlıklarını taze kan için açlığını iletmek için
kullanıyordu. Ke Mo elini tekrar salladı, Tian Shen’ı atmaya hazırdı. Bu
yüzden Xie Lian konuştu. “General, lütfen ilk önce beni atın.”
Ke Mo daha önce kimsenin ilk gitmeyi istediğini duymamıştı. Gözleri
çanlar gibi pörtledi.

İnanamayarak sordu. “İlk önce seni atalım? Neden??”

Xie Lian ona gerçeği veya korkuyor olduğu için olduğunu söyleyemezdi.
Bir saniye düşündükten sonra mantıklı bir cevap aklına geldi. “General,
onlar masum tüccarlar. Yanlarında bir çocuk bile var!”

Ke Mo alayla güldü. “Ordun benim krallığımı yok ettiğinde de masum


tüccarlar ve çocukları düşündüler mi?”

BanYue Krallığının düşüşü iki yüz yıldan önceydi ve Merkez Ovalar’ın


hanedanı çoktan değişmişti.

Lakin nefret ve kin hanedanın değişmesiyle kaybolmuyordu. Ke Mo devam


etti. “Çok şüphelisin, seni sorgulamam gerekecek. Aşağıya gitmiyorsun.
Başka birini atın!”

Yapabileceği hiçbir şey yoktu. Xie Lian söyleyecekleri bir işe yaramazsa
atlamaya zaten hazırdı ancak arkasındaki San Lang’ın öne adım attığını
duydu.

Xie Lian’ın kalbi aniden çarpmaya başladı, arkasını döndü.

Kolları birbirine bağlıyken genç soğukkanlılıkla karanlık ve sonsuz çukura


dalgalı bir oyun çeviriyormuş

gibi bir havayla bakıyordu. Bu iyiye işaret değildi, Xie Lian seslendi. “San
Lang?”

Sesini duyunca San Lang ona baktı ve yumuşakça gülümsedi.


“Endişelenme.”

San Lang bir adım daha attı, kenarda tehlikeli bir şekilde sallanıyordu. Xie
Lian’ın kalbi de kafası da dalgalanmaya başlamıştı, tekrar seslendi. “Bekle,
San Lang, hareket etme!”
O kadar yüksek bir kenardayken genç adamın kırmızı kıyafetleri gece
esintisinde dans ediyordu. San Lang tekrar ona gülümseyerek baktı.
“Korkma.”

“Buraya geri gel. Buraya geri gel ve korkmuyor olacağım.” dedi Xie Lian.

“Endişelenme, sadece kısa bir süre için ayrılıyorum.” dedi San Lang.

“Dur…”

Cümlesini bitiremeden genç kolları hala birbirine bağlı bir şekildeyken


atlayarak boşlukta kayboldu.

Atladığı anda RuoYe, Xie Lian’ın bileğinden fırlamıştı. Beyaz bir ışıltı
şeklinde akarak genci tutmaya çalıştı. Ancak düşüşü çok hızlıydı ve RuoYe
kıyafetinin kolunun kenarını bile tutamadan geri dönmüştü. Xie Lian
duvarın kenarında dizlerinin üzerine düştü ve bağırdı. “SAN LANG!!!”

Cevap yoktu. Ses yoktu. Genç adam atladıktan sonra tek bir ses bile
gelmemişti!

Aksine yanındaki BanYue askerlerinin birçoğu bağırmaya başladı, hepsi


şaşkına dönmüş ve hayrete düşmüşlerdi. Bugün ne oluyordu? Eskiden
avlarını yakalayıp düşmeden önce kendilerinin atmaları gerekiyordu ancak
bu gece kendileri aşağıya atlamak için savaşıyorlardı ve geri tutulduklarında
yine de atlıyorlardı?? General Ke Mo, askerleri kontrol altına almak için
bağırdı. Xie Lian ise RuoYe’nin San Lang’ı yakalamadan döndüğü görünce
düşünmeye zaman harcamadan kendini duvarın üzerinden aşağıya atmıştı.
Fakat vücudu havadayken yakası sıkılaşmıştı, havada durmaya devam
etmişti.

General Ke Mo onunda atladığını görünce hemen kolunu uzatarak Xie


Lian’ı yakasından yakalamış ve düşmesini engellemişti. ‘Eğer bana
katılmak istiyorsan o da olur!’ Xie Lian düşündü ve bir yılan gibi RuoYe bir
kere daha fırlayarak kendini Ke Mo’nun koluna sarıp tüm vücudunu
bağladı. Ke Mo beyaz ipek kumaşın tahmin edilemez bir şekilde ölümcül ve
ruhsal olduğunu gördü. Buruşturduğu yüzünde damarları belirginleşti ve
kasları büyüdü. Kumaşı parçalayarak ondan kurtulmaya çalışıyordu. Xie
Lian, Ke Mo’yla durmaktaydı ki gözüne tüyler ürpertici bir şey çarptı.

Direkte asılı olan ceset hareket etmiş ve hafifçe kafasını kaldırmıştı.

BanYue askerleri grubu da cesedin hareket ettiğini görmüşlerdi ve


bağırmaya başlamışlardı. Ona saldırmak için gürzlerini sallıyorlardı. Fakat
siyah kıyafetli kız bir şekilde kendini çözerek direkten atlamış ve onlara
doğru hızla yaklaşmıştı.

Saçaklardan esen siyah rüzgarlar gibiydi, hızlı ve şeytaniydi. Askerler


dengelerini koruyamamışlardı ve çok geçmeden Günahkarın Çukuruna
teker teker çığlık atarlarken düşmüşlerdi. Ke Mo sinirlenmiş bir şekilde ona
her türlü aşağılamaları bağırdı, birçoğu Xie Lian’ın çok iyi anlayamadığı
sokak ağızıydı fakat ilk kelimeleri seçebilmişti. “Yine o kaltak!”

Küfürleri bir sonraki an kesilmişti çünkü Xie Lian aniden çekip Ke Mo’nun
da onunla beraber çukura düşmesini sağlamıştı.

Kaçılamaz olan Günahkarın Çukuruna!

Düşerken Ke Mo şiddetle bağırmıştı, Xie Lian’ın kulak zarlarını


patlatıyordu. RuoYe’yi geri çağırıp Ke Mo’ya, kulaklarını korumak için
vurup kendinden uzaklaştırması gerekmişti. Ardından RuoYe’nin tekrar
yukarı uçmasını sağlamıştı. Bir şeylere tutunup daha fazla düşmesini
engellemeliydi veya en azından düşüşünün çok acı verici olmaması için bir
şeylere tutunmalıydı. Ancak Günahkarın Çukuru kurtuluş için inşa
edilmemişti. Ayrıca o kadar güçlü olan bir rün çalışırken Xie Lian’ın
tutunmak için bulabileceği hiçbir şey yoktu. Yere çakılıp bir kek gibi
düzleşeceğini bir çok kez düşünmüştü ki aniden, karanlıkta gümüş ışıltısı
gördü.

Bir çift el onu hafifçe yakalamıştı.

Onu mükemmel bir şekilde yakalayan kişi sanki onu yakalamak için
yaratılmış gibiydi. Bir eli sırtını geçerek omuzlarını kavramıştı, diğer eli ise
dizlerinin altında ağırlığını destekliyordu. Korkunç yerçekimine karşı
düşüşü bir hiçle sonuçlanmıştı. Hala o kadar yüksekten düşmenin verdiği
etkisiyle sersem ve kafası karışık olan Xie Lian farkında olmadan o kişinin
omuzlarını sıkıca tutunup seslendi.

“San Lang?”

Çukur kapkaranlıktı, hiçbir şey görünemiyordu, o kişi de dahil. Ancak Xie


Lian yine de o ismi seslenmişti. Diğeri cevaplamayınca Xie Lian emin
olmak için o kişinin göğsünü ve omuzlarını sıvazlayarak sıktı. “San Lang,
sen misin?”

Belki de çukurun dibindeki kan kokusu ağır ve kafa karıştırıcı olduğundan


Xie Lian sersemce onu tutan kişiyi hissetmeye devam etti, ta ki güçlü ve
sert ademelmasına ulaşana kadar. Şaşkınlıkla hemen kendini azarlayarak
ellerini geri çekti. Ne yapıyordu böyle?? “San Lang sen misin? İyi misin?

Yaralandın mı?”

Genç adamın alçak sesini çok yanından duyması için bir süre geçmesi
gerekmişti. “İyiyim.”

Xie Lian nedenini bilmiyordu ancak bu ses öncekinden garip bir biçimde
daha farklıydı.

Çevirmen: Kae

Not: Xie Lian kıyamam, adamın her yerini elledi :’D

Bölüm 25: Oyalanan HuaLian, Günahkarın Çukurunda Akşam Vakti

“San Lang, iyi misin? Beni yere bırak.”

“Olmaz.”

Onun cevabı karşısında Xie Lian’ın kafası karışmıştı, Neler oluyor? Yerde
bir şey mi var?
Kollar hala onu bırakmaya dair en ufak bir emare göstermeden sıkıca
tutuyordu. Xie Lian tam elini kaldırıp nazikçe kendisini uzağa itmek
üzereydi ki, elini San Lang’ın göğsüne koyduğu anda aniden aklına biraz
önce onu ademelmasına kadar ellediği aklına geldi ve sessizce tekrar geri
çekildi. Xie Lian

‘utanç’ kelimesinin anlamını en son merak edeli yüz yıllar geçmişti ama şu
anda içinden bir ses ona hareketsiz ve düzgünce durmasının daha iyi
olacağını söylüyordu.

Tam bu sırada öfkeli, acıyla dolu bir ağıt çukurun diğer tarafından gürledi,
ağlıyordu. “SİZE NE

OLDU?!”

Söylenen kelimeler BanYue dilindeydi, Xie Lian sesin General Ke Mo’ya


ait olduğunu çıkartmıştı, demek ki o da çukura çekilmişti. Zaten çoktan ölü
olduğu için düşüş onu öldüremezdi, sadece düştüğü yerde insan çeklinde bir
çukur oluşmasına neden olmuştu. Çukurdan tırmandığı gibi ise çığlık
atmaya başlamıştı. “Neler oluyor? Kardeşlerim, SİZE NE OLDU?!”

Duvarın üzerindeyken çukura doğru gürlediğinde, sanki içerisi kızgın,


tehditkar hayaletlerle doluymuş

gibi onun çağrısını yüz binlerce ses cevaplamıştı. Ama şu anda Ke Mo’nun
ağlamaları dışında Xie Lian’ın tek duyabildiği şey ölüm sessizliğiydi.
Hemen yanındaki San Lang’ın nefes aldığını veya kalp atışlarını bile
duymuyordu.

Evet. Her ne kadar Xie Lian San Lang’a sıkıca yapışmış olsa da, onun ne
nefes aldığını ne kalbinin attığını duyabiliyordu!

Ke Mo kükredi. “SİZİ KİM ÖLDÜRDÜ? KİM HEPİNİZİ ÖLDÜRDÜ!!!”

İlk A-Zhao düştüğünde, parçalanan bedenin korkunç sesi hala


duyulabiliyordu, ama San Lang atladıktan sonra bir daha ses gelmemişti.
Başka kim olabilirdi ki?
Ke Mo’nun kendisi de bunu en sonunda fark etmiş gibiydi ve onlara doğru
bağırdı. “Orta diyarlılar, siz öldünüz! Sizi geberticem!”

Xie Lian her ne kadar göremese de hala hızla yaklaşmakta olan tehlikeyi
hissedebiliyordu, bedeni sarsıldı. “San Lang dikkatli ol!”

San Lang. “Onun yüzünden endişelenme” derken hala onu sıkıca tutuyordu.
Yana doğru küçük bir adım attı ve döndü.

Karanlıkta Xie Lian kırılmadan doğan çatırtı seslerini bir orada bir burada,
net ve yoğun bir şekilde duyabiliyordu. Ke Mo onları yakalamak için ileri
atılmıştı ancak ilk saldırısını ıskalamıştı, tekrar saldırmak için döndü ancak
San Lang tekrar kolayca yana çekilerek ondan kaçındı. Xie Lian’ın kolları
istemsizce San Lang’ın göğsüne tırmandı ve sıkıca omuzlarına tutundu,
farkında olmadan kıyafetlerini kavramıştı.

Ama onu taşıyan kollar sağlamdı, yana adım atar ve saldırıları


savuştururken bile onu hala güçlü ve güvenli bir şekilde tutuyordu. Xie
Lian o kolların arasında sık sık ona çarpan soğuk ve sert bir şey hissetti,
biraz şaşırmıştı.

Sonsuz karanlıkta, gümüşi parıltı izleri her yeri sardı ve Ke Mo’nun öfkeli
kükremelerine yaralayan keskin metalik sesler eklendi. Banyue’nin
General’inin saldırılar altında ağır şekilde yaralandığı kesindi, ancak onun
kadar zorlu birisi yenilgisini kabullenmeyi reddediyor ve saldırmaya devam
ediyordu. Xie Lian daha fazla müdahale etmeden duramayacağını hissetti
ve seslendi. “RuoYe!”

İpek kumaş çağrısına yanıt verdi ve büyük bir şaklama sesi havada
yankılandı, Ke Mo RuoYe’nin darbesiyle en sonunda yere düşmüştü. Ke
Mo bağırmaya devam etti. “Siz! Siz ikiniz! İkiye karşı bir!

Adil değil!”

Xie Lian içinden, ‘Bizi öldürecektin, ikiye karşı birmiş, adilmiş veya
değilmiş, kimin umurunda? İlk ben seni öldüreceğim’ diye geçirdi.
Diğer yandan San Lang ise sadece alayla güldü. “Bire birde bile
kazanamazsın. Savaşmana gerek yok.”

Son cümlesi Xie Lian’a yönelikti ve kelimelerde bir parça bile alay yoktu.

“Pekala.” Diye yanıtladı Xie Lian, ama aynı zamanda çabucak ekledi. “San
Lang, neden beni yere bırakmıyorsun? Böyle sana engel oluyorum.”

San Lang. “Hiç engel olmuyorsun. Yere inmemen daha iyi.”

Xie Lian merakla sordu. “Neden ki?” Bu adam birisini taşırken


dövüşmekten keyif alıyor olamazdı ya?

San Lang sadece tek bir kelimeyle yanıt verdi. “Kirli.”

“…”

Xie Lian böyle bir cevabı hiç beklememişti, öylesine ciddi bir tonu da. Her
ne kadar biraz komik olsa da cevap biraz tuhaf hissetmesine neden olmuştu,
tarifi güçtü, sadece kalbinin ısındığını hissedebiliyordu. “Beni böyle sürekli
taşıyamazsın ya?”

San Lang. “Taşıyabilirim.”

Xie Lian sadece şaka yapmıştı, ama San Lang’ın sözlerinde bir parça bile
isteksizlik yoktu, bu yüzden de Xie Lian aniden kendisini ne diyeceğini
bilemez bir halde bulmuştu. Onlar konuşurken Ke Mo saldırılarına bir an
bile ara vermemişti. San Lang her iki koluyla onu sıkıca tutuyordu, Ke
Mo’yu sıkıştıran ve yenen başka biriydi sanki. Yavaşça geriye çekilirken
bağırdı. “O kaltak ikinizi…”

Sözlerini bitiremeden yüksek bir gümbürtü duyuldu, iri yarı adam en


sonunda yere düşmüş ve kalkamıyordu. Xie Lian aceleyle. “San Lang onu
öldürme! Buradan nasıl çıkacağımızı öğrenmek için hala onu sorgulamamız
gerekiyor.”

San Lang sözlerine uydu ve durdu. “Onu öldürmeyi planlamıyordum zaten,


yoksa bu zamana kadar yaşamazdı.”
Ani ölüm sessizliği tekrar Günahkarın Çukurunu doldurdu.

Bir an sonra Xie Lian sordu. “San Lang bunların hepsini sen mi yaptın”

Her ne kadar karanlıkta görülebilen hiçbir şey olmasa da, böylesine


bunaltıcı bir kan kokusu ve kana susamışlık çukuru sararken, ek olarak bir
de Ke Mo’nun deliliğiyle, bir şeyler olduğu kesindi. Xie Lian, San Lang’ın
cevabını duyduğunda sadece bir anlık bir sessizlik olmuştu.

“Evet.” Dedi.

Tahmin ettiği bir cevaptı. Xie Lian iç çekti. “Nasıl söylesem…”

Xie Lian sözlerini yuttu ve tekrar ciddi bir sesle konuşmaya başlamadan
önce düşüncelerini toparladı.

“San Lang bir dahakine böyle bir çukur gördüğünde, gelişigüzel bir şekilde
atlayıverme. Seni durduramadım bile. Sahiden ne yapacağımı bilemedim.”

San Lang ise böyle bir karşılık beklememiş gibiydi ve şaşkın bir ‘Ne?’
sesinin ardında tekrar konuştuğunda sesi kulağa biraz tuhaf geliyordu.
“Bana sormak istediğin başka bir şey yok mu?”

Xie Lian. “Başka ne sormamı istiyorsun?”

San Lang. “Örneğin insan olup olmadığımı.”

Xie Lian alnını ovdu. “Hmm. Bence gerekli değil.”

“Değil mi?”

Xie Lian. “Gerekli mi? İnsan olup olmadığın hiç önemli değil.”

“Ah?”

Xie Lian kollarını bağladı. “İlişkiler tesadüflere ve aynı frekansta olup


olmamaya bağlıdır, sosyal statüye değil. Eğer seni seviyorsam, bir dilenci
olsan da severim. Eğer seni sevmiyorsam, istersen imparator ol yine de
sevemem. Zaten böyle olması gerekmez mi? Basit mantık. Bu yüzden de
insan olup olmamanın konumuzla alakası yok.”

San Lang yüksek sesle bir kahkaha attı. “Evet. Haklısın.”

“Dimi?” Xie Lian da onunla birlikte güldü. Ama güldükçe bir şeylerin
yanlış olduğunu hissediyordu, aniden aklına geldi.

Hala San Lang’ın onu taşımasına izin veriyordu ve en kötüsü de farkında


olmadan bu şekilde durmalarına alışmıştı!

Nasıl bir durumdaydılar böyle?! Xie Lian sessizce boğazını temizledi. “Ee,
San Lang. Daha sonra bunları konuşuruz. Önce beni yere bıraksan nasıl
olur?”

San Lang hafifçe gülmüş gibiydi. “Bekle biraz.”

Xie Lian’ı taşırken kısa bir süre yürüdü ardından onu yere bıraktı. Xie Lian
bastığı yerin sert ve düz bir zemin olduğunu hissedebiliyordu.
“Teşekkürler!”

San Lang karşılık olarak bir harekette bulunmadı, Xie Lian da ona teşekkür
ettikten sonra gökyüzüne baktı.

Yukarıda koyu mavi bir gökyüzünde asılı parlak ve güzel bir hilal şeklinde
ay vardı. Manzarayı kare şeklinde bir pencereden izlemek kendisini kuyuda
hapsolmuş bir kurbağa gibi hissetmesine neden olmuştu.

Xie Lian RuoYe’ye yukarıya ulaşmayı denemesini emretti, ama tahmin


ettiği gibi yarı yola geldiğinde görünmez bir duvara çarpmış gibi duruyor ve
daha fazla ilerleyemiyordu.

San Lang. “Günahkarın Çukurunun etrafına çizilmiş bir rün var.”

Xie Lian. “Biliyorum ama yine de denemek istedim. Denemeden pes


edemezdim işte. Yukarıdakiler ne yaptı acaba? Siyahlı kız onları da aşağıya
atar mı?”
Direkte asılan kızın aniden nasıl canlandığını ve San Lang’ın ardından
BanYue askerlerini nasıl aşağıya attığını anlattı, konuşurken ise aniden bir
şeye bastığı için Xie Lian neredeyse düşecekti, bir kola

basmıştı. Hemen dengesini tekrar sağladı ama San Lang yine de ona destek
olmak için uzanmıştı, azarlayarak. “Dikkatli ol.” Dedi.

Ardından sakin bir şekilde ekledi. “Sana yerin kirli olduğunu söylemiştim.”

Xie Lian şimdi ‘kirli’yle ne kastettiğini anlamıştı. “Merak etme. Bir el


meşalesi yakarak burada neler olduğunu ve gideceğim yeri görmek
istiyorum.”

San Lang hiçbir şey söylemedi. Bu sırada uzaklardan Ke Mo’nun soğuk


sesi tekrar inledi. “Siz ikiniz o kaltağın işini yapıyorsunuz, bu krallığın
binlerce ölü ruhu sizi lanetleyecek. LANET OLSUN SİZE!”

Xie Lian Ke Mo’ya doğru döndü ve BanYue dilinde sordu. “General Ke


Mo, o kim… bahsettiğin kişi kim?”

Ke Mo nefretle cevapladı. “Neden soruyorsun? O hain cadı işte!”

“Şehrin sokaklarında gezen kadından mı bahsediyorsun?”

Ke Mo sinirle yere tükürdü ve Xie Lian bunu evet olarak aldı. Sorgulamaya
devam etti. “BanYue Baş

Rahibesinin sadık bir destekçisi değil miydin?”

Ke Mo bunu duyduğundan sinirden köpürerek bağırmaya başladı. “BEN,


KE MO, BİR DAHA ASLA ONA SADIK OLMAYACAĞIM! O
KALTAĞI ASLA AFFETMEYECEĞİM!!!” Ardından kızgın ve histerik
küfür daha savurdu, kelimeleri o kadar hızlı ve anlaşılmazdı ki Xie Lian
takip edemiyordu. San Lang’a baktı ve hafifçe seslendi. “San Lang, San
Lang.”

San Lang çevirdi. “Küfrediyor. O kadının ülkesine ihanet ettiğini, kalenin


kapılarını açtığını ve merkez ovalar ordusunun şehri katletmesine izin
verdiğini söylüyor. Elinde kendi insanlarının ve çukura ittiği kardeşlerinin
kanı olduğu söylüyor. Onun ölüsünü binlerce kez asacakmış. Binlerce kez.”

Bunu duyunca Xie Lian bir yerlerde yanlışlık olması gerektiğini hissetti.

Biraz önce ‘sokaklarda dolaşan kadın’dan bahsettiğinde beyazlı kadını


kastetmişti. Ama Ke Mo şu anda durmadan BanYue’nin Baş Rahibesine
‘kaltak’ diyor ve kardeşlerini Günahkarın Çukuruna attığını söylüyordu.
Biraz önce ise siyahlı kız askerleri çukura atmıştı, Ke Mo ise küfrederek.
“Yine mi bu kaltak.” Demişti. Son sözü ise ‘ölüsünü binlerce kez asmak’tı –
Xie Lian aynı kişiden bahsetmediklerini fark etti.

Xie Lian Ke Mo’nun küfürlerinin arasına girerek sordu. “General,


bahsettiğin BanYue’nin Baş Rahibesi Günahkarın Çukurunun üzerindeki
direğe asılmış olan siyahlı kız mıydı?”

Ke Mo kükredi. “BAŞKA KİM OLACAK YA?”

“…”

Siyahlar içindeki cılız, ceset gibi küçük kız BanYue’nin gerçek Baş
Rahibesiydi! Ama eğer öyleyse sokaklarda onları öldürmek için dolaşan
beyazlı kadın ve siyah giysili eşlikçisi kimdi?

Siyahlı kızın belli ki ölçülemez güçleri vardı ve oldukça kolay bir şekilde
saldırgan BanYue askerlerini duvardan atabiliyordu, peki o zaman neden
Günahkarın Çukuruna asılmıştı?

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 26: Oyalanan HuaLian, Günahkarın Çukurunda Akşam Vakti


Hikaye gittikçe daha karmaşık ve dolambaçlı bir hal alıyordu. Xie Lian
tekrar sordu. “General, BanYue Baş Rahibesi neden kalenin kapılarını
düşmanlara açtı?”

Ke Mo ise cevap vermek yerine. “Kardeşlerimi öldürdün, sana cevap


vermeyeceğim! Onun yerine seninle dövüşürüm!”
San Lang. “Onları ben öldürdüm. O hiçbir şey yapmadı. Onun sorularına
cevap verirken benimle dövüşebilirsin.”

“…”

Xie Lian içinden, İnkar edilemez bir mantık, diye geçirdi. Ke Mo öfkeyle
bağırdı. “İkinizde o kaltaktan emir alıyorsunuz, hiçbir farkınız yok!”

Xie Lian hemen araya girdi. “General Ke Mo, sanırım bir yanlış anlaşılma
var. Biz Gobi Çölünden BanYue’nin Baş Rahibesinden kurtulmak için
geçtik, nasıl onun emrinde olalım?”

Xie Lian’ın aslında Baş Rahibeyi yok etmek için geldiğini duyunca Ke Mo
sessizleşti. Ardından sordu.

“Eğer ona yardım etmiyorsanız neden kardeşlerimi öldürdünüz? Ancak o


böyle bir şey yapar!”

Xie Lian mantıklı bir şekilde açıkladı. “Bizi çukura atmaya başladığınız için
sadece kendimizi savunduğumuzdan olmasın?”

Ke Mo sinirle bağırdı. “Saçmalık! Ben hiçbirinizi atmadım! Seni tutmaya


bile çalıştım! Kendi kendinize atladınız!”

“…”

Şimdi Xie Lian nasıl düştüklerini bir kez daha gözden geçirince gerçekten
konuşmaya nasıl devam edeceğini bilmiyordu. Bu yüzden de şöyle söyledi.
“Ee, ehem, biz atılmamış bile olsak, diğerlerini atacaktınız bu yüzden
sadece oturup bekleyecek halimiz yoktu. İnsan yiyorsunuz Cennet Aşkına!”

Bu konuyu açmak Ke Mo’nun nefretini alevlendirmiş gibiydi. “İnsan


yememizin suçlusu da o kaltak!”

Nefreti iliklerine kadar işlemişti görünüşe göre. Xie Lian. “General, şu anda
hepimiz çukurda kapana kısılmış durumdayız. Küfretmeyi bırak ve çıkmak
için bir yol bulalım. BanYue’nin Baş Rahibesinin gerçek hikayesi nedir?”
Ke Mo soğuk bir sesle. “İkiniz hem sinsi hem adaletsizsiniz, benimle ikiye
bir dövüştünüz. Dövüşü kazanamam ama sorularınızı da daha fazla
cevaplamayacağım.”

Xie Lian usanmıştı, alnını ovuşturdu. “Sana sadece bir kez vurdum. Tek bir
kez.”

Sinsi ya da adaletsiz olarak görünmek umurunda değildi. Eğer öyle


gerekiyorsa, ikiye bir şöyle dursun tek kişiye yüz kişiyle bile saldırırdı, bire
bir kimin umurundaydı ki? Ama öncesinde San Lang bir yandan onu
taşırken bir yandan da dövüşte kazanan taraftı ve Xie Lian’ın katılmasına
gerek bile yoktu.

Ke Mo ise karşısında San Lang olsa dövüşü kazanabileceğini düşünür


gibiydi, Xie Lian ona acıyordu.

San Lang ise hiçte kötü hissetmiyordu, mutlu bir şekilde konuştu. “Evet,
seni döven bendim. Bi’ sıkıntı mı var?”

Hala kabadayı imajını korumayan çalışan Ke Mo hemen cevap verdi. “Önce


bana karşı ikiniz dövüştünüz, şimdi de ikiye bir laf dalaşına giriyorsunuz.
Bu ne kurnazlık! Hiçbir şeye yanıt vermeyeceğim!”

Ke Mo iş birliğine bir parça dahi yaklaşmıyordu ama Xie Lian


endişelenmemişti. Ke Mo ağzından baklayı kolay çıkartacak birine
benziyordu ve bol bol vakitleri vardı, sıkıntı yoktu. San Lang ise onun
kadar sabırlı değildi, tembel bir halde konuştu. “Kardeşlerini düşünüyorsan,
onun sorduğu sorulara cevap versen iyi olur.”

“Onları öldürdün zaten.” Ke Mo korkmamıştı. “Onları kullanarak beni


tehdit edebileceğini mi sanıyorsun!”

“Öldüler ama cesetleri hala yerde yatıyor.” Diye cevapladı San Lang.

Ke Mo endişelenmeye başlamıştı. “Ne yapacaksın?”

San Lang sırıttı. “Senin ne yapacağına bağlı.”


Sadece sesinden bile Xie Lian, San Lang’ın bakışlarını dikkatle
odakladığını hayal edebiliyordu.

“Gelecek hayatlarının şansa bağlı olmasını mı yoksa bir kan havuzu olarak
yeniden doğmalarını mı tercih edersin?”

Ke Mo duraksadı, ancak kısa bir süre sonra San Lang’ın ne demek


istediğini anlayınca patladı. “SEN?!”

BanYue insanları ölümü ve cenazeleri çok ciddiye alırlardı. Ölü ne şekilde


gömülürse, o halde tekrar dirileceğine inanıyorlardı. Örneğin ölen kişinin
bir kolu kopmuşsa, bir sonraki hayatında sakat olarak doğacaktı. Eğer
çukurdaki cesetler parçalanırsa ne şekilde doğarlardı?

Tavrı ve davranışlarından dolayı, General Ke Mo’nun safkan bir BanYue


vatandaşı olduğu ve bu inançlara gönülden bağlı olduğu çok açıktı. Değerli
‘kardeşleri’ni onu tehdit etmek için kullanmak hiçte fena bir fikir değildi.
Beklenildiği gibi de karanlık çukurun diğer tarafında Ke Mo öfkeyle
nefesini tuttu, en sonunda ise çaresiz bir şekilde pes etti. “Kardeşlerimin
cesetlerine dokunma. Hepsi iyi ve cesur askerlerdi. Bunca yıldır çukura
hapsolmaları zaten yetince kötüydü. Onları öldürmüş olman belki de bir
lütuftu bilmiyorum, ama cesetlerinin bozulmayacak.”

Duraksadı, ardından devam etti. “Buraya sahiden o kaltağı öldürmeye mi


geldiniz?”

Xie Lian sıcak bir sesle cevapladı. “Yalan söylemedim. Onun hakkında ne
kadar çok şey bilirsek, savaşı kazanmamız da o kadar kolay olur. Dış dünya
BanYue’nin Baş Rahibesi hakkında pek bir şey bilmiyor, onunla nasıl
savaşacağımız hakkında hiçbir fikrimiz yok. Ama sen geçmişte onun
altında çalışıyordun, belki de bizi bazı konularda aydınlatabilirsin?”

Belki de ortak bir düşmanları – BanYue’nin Baş Rahibesi – olduğu için


aralarında ılımlı bir bağ

kurulmuştu veya belki de kendi askerlerinin ölü bedenleriyle birlikte


kaçınılmaz bir dar boğaza sıkışmış olduğu için Ke Mo’nun cesareti
kırılmıştı, ama sebebi ne olursa olsun general onlara saldırma isteğini
kaybetmişti. “Kapıları neden açtığını bilmiyor musunuz? Çünkü o
düşmanımız! Bizden nefret ediyor! BanYue krallığından nefret ediyor!”

Xie Lian sordu. “BanYue’nin Baş Rahibesi nasıl…”

Ke Mo düzeltti. “Kötü kalpli cadı!”

Siyahlı kızı artık Baş Rahibe olarak tanımıyormuş gibi görünüyordu, Xie
Lian da bozmadı. “Pekala, kötü kalpli cadı. Bizden nefret ediyordu derken
ne kastettin? O zaman nasıl Baş Rahibe oldu?”

Sonsuz küfürlerin arasından kelimeleri seçmeye çalışan Xie Lian en


sonunda Ke Mo tarafından anlatılan hikayenin ana hatlarını anlamıştı.

BanYue’nin Baş Rahibesi, BanYue’li bir kadın ve Merkez Ovalı bir erkeğin
kızıydı. Babası sınırda, sonsuz bir nefret ve mücadeleyle hiçte kolay günler
geçirmemiş en sonunda yeterince katlandığına karar verdiğinde ise sınırdan
taşınmış ve Merkez Ovalara geri dönmüştü. Her ne kadar eşiyle dostça
ayrılmış olsalar da BanYue’li kadın kısa bir süre sonra ıstırabı nedeniyle
vefat etmişti.

Geride ise altı, yedi yaşlarında bir çocuk kalmıştı; çocuk onu koruyan
kimsesi olmadan aç ve sefil bir halde sokaklarda dolaşmıştı. Zaten çift en
başından beri gittikleri hiçbir yerde istenmemişlerdi, şimdi ise kızları da
nereye gitse hor görülüyordu. BanYue halkı uzun ve iriydi, güzelliği güç ve
zindelikte bulurlardı. Ama bu kız melezdi bu yüzden de diğer BanYue
çocuklarına kıyasla göre küçük ve cılızdı.

Zorbalığa maruz kalarak büyümüş ve gittikçe daha somurtkan birisi olup


çıkmıştı. BanYue çocukları da onunla oynamamıştı, ama bazı Merkez Ovalı
çocuklar onunla ilgilenmişti.

Kız on iki yaşına geldiğinde iki ordu arasında bir savaş çıkmış, savaşın
ardında ise kız ortadan kaybolmuştu. BanYue’de ne dostları ne de bir ailesi
vardı, bu yüzden kimse onun kaybolduğunu fark etmemiş, umursamamıştı.
Geri dönüşü ise bambaşka bir hikayeydi.
Kaybolduğu birkaç yıl içerisinde, binlerce kilometre yürümüş ve Gobi
Çölünü geçerek Merkez Ovalar’a ulaşmıştı. Kimse orada neler olduğunu
bilmiyordu ancak geri döndüğünde kara büyü öğrenmiş ve BanYue’de en
çok korkulan zehirli yaratığı, akrep yılanları, kontrol edebiliyormuş.

Dönüşünün ardından hem ondan etkilenmiş hem de pek çok kişi korkmaya
başlamıştı. Bunun bir nedeni kızın kişiliğinin hiç değişmemiş olmasıymış,
hala karamsar ve içine kapanıkmış. Diğer bir nedeni ise çocukken
neredeyse herkes ona zulmetmişti; eğer saraya girer ve yüksek rütbeli bir
kişi olurda, bir gün onlardan intikam almak isterse ne yaparlardı? Bu
yüzden de onu hükümdarlarına kötü, akrep yılanları kontrol ederek
krallıklarının sonunu getirecek olan, bu nedenle de asılması gereken birisi
olarak bildirmişlerdi.

Bu sıralarda Ke Mo çoktan seçkin, vahşi bir savaşçıydı. Birkaç kez birlikte


çalıştıktan sonra Ke Mo onu makul, yetenekli, istikrarlı ve krallığına zarar
vermek gibi kötü emelleri olmayan, yasalara saygılı bir yurttaş olarak
görmeye başlamıştı. Ke Mo ona kefil olmuş ve söylentileri dindirmesine
yardım etmişti.

Dahası Ke Mo’nun kendisi de çocukluğunda zorbalığa maruz kalmıştı, bu


yüzden onun mücadelesini anlayabiliyordu, doğal olarakta onunla fazlasıyla
ilgileniyordu. Onunla ilgilendikçe de kızın ne kadar güçlü olduğunun
farkına varıyor, hal böyle olunca da onu pozisyona uygun gördüğü için Baş
Rahibe olmasındaki en büyük destekçisi olmuştu. Sonrasında ise Baş
Rahibenin en sadık destekçisi olarak anılmıştı.

Ama hiçbirisinin aklına Baş Rahibenin garezinin kalbinin derinliklerine dek


işlediği ve yeteneklerini gerçek niyetini saklamak için kullandığı
gelmemişti. BanYue Krallığından her şeyiyle nefret ediyordu, kara büyüyü
sadece ülkesinden intikam almak için öğrenmiş ve bu yüzden de en büyük
savaşta kale kapılarını düşmana açmıştı.

Düşmanla var gücüyle savaşmakta olan Ke Mo ise Baş Rahibenin kapıları


açtığını duyunca öfkeden deliye dönmüştü.

Ne kadar güçlü olursa olsun onca kişiye karşı tek başına savaşamazdı. Ama
eğer kaderinde savaş
meydanında ölmek varsa, o kadını da yanında götürecekti!

Bu yüzden de küçük bir askeri birliği yanına alarak kuleye koşmuş ve Baş
Rahibeyi tutuklayarak Günahkarın Çukuruna getirmişti, ardından da
asmıştı.

Düşman askerleri içeri girdikten sonra BanYue Krallığı, bir ölüm krallığı
olmuştu. Savaşta ölen Baş

Rahibe ve General ise kapana kısılmış ve birbirlerinin ‘Gazabına’


dönüşmüşlerdi.

Hiçbiri harabelerden ayrılamıyordu, ama her ikisi de birbirlerinden nefret


ediyorlardı. Ke Mo ve askerleri Baş Rahibeyi sonsuza dek avlamakla
lanetlenmişti ve onu her yakaladıklarında bir kez daha Günahkarın
Çukuruna ‘ölmesi’ için asıyorlardı. Karşılık olarak o da çukurun çevresine
bir rün çizerek kaçılması imkansız bir yere dönüştürmüş ve askerleri oraya
atıyordu. Ondan nefret eden askerler kinlerini sadece taze et yiyerek
azaltabiliyorlardı, yoksa geceleri açlıklarını bastıramadıkları için uluyarak
geçiriyorlardı.

Bir zamanların cesur askerlerinin bu hale geldiğini görünce Ke Mo’nun


kalbi şiddetli bir ıstırapla dolmuştu. Neyse ki Baş Rahibenin akrep yılanları
saldırgandı ve sık sık avlanmak üzere harabelere geliyorlardı. Akrep
yılanlar tarafından yaralanan yolcular ise ShanYue otu aramak için sık sık
düşmüş

kaleye giriyor ve Ke Mo tarafından yakalanarak, kapana kısılmış askerlerini


rahatlatmak için Günahkarın Çukuruna atılıyorlardı.

Xie Lian sürüp giden hikayeyle mest olmuştu ve ancak Ke Mo uzunca bir
süre duraksayınca kendine gelmişti, sordu. “Saraydaki ShanYue otu
bahçesini sen mi yetiştirdin? Çamur yüzü sen mi gömdün?”

“Evet öyle. Çamura gömülen adam kraliyet hazineleri çalmak için gelmiş
bir hırsızdı. Ama krallığımız iki yüz yıl önce çoktan temizlendi, o yüzden
de eline tek geçen gübre olmak oldu.”
Bunu duyunca Xie Lian sessizleşti.

Ke Mo’nun yalan söylediğini düşünüyordu.

Ya da en azından bir şeyler gizlediğini.

Bu BanYue askerlerinin ShanYue otu yetiştirecek hatta yaşayan insanları


gübre olarak kullanacak kadar düşünebiliyorlardı, demek ki kendileri artık
insan olmasalar bile akrep yılanlara olan korkuları bir parça bile
azalmamıştı. Yaşarken sahiden çok korkuyor olmalıydılar.

O zaman madem Baş Rahibe en çok korktukları şeyi, akrep yılanları,


kontrol edebiliyordu, onu nasıl kolayca yakalayıp kuleden sürükleyerek
Günahkarın Çukurunun üzerine asabilmişlerdi? Ke Mo’ya göre geçen iki
yüz senede Baş Rahibeyi tekrar tekrar yakalamış ve defalarca asmışlardı.

Ve kaleden avlanmak için ayrılan yılanlar da ayrı bir konuydu. Rastlantı


mıydı? Böylesi şanslı bir rastlantı olabilir miydi? Yoksa Baş Rahibe onları
bilerek mi gönderiyordu? Eğer öyleyse, Ke Mo’nun canlı insanlar
yakalayarak askerlerine yem etmesine yardım etmiş olmuyor muydu? Buna
‘karşılıklı nefret’ demek uygun olmazdı.

Günahkarın Çukuru etrafındaki rün Baş Rahibe tarafından çizilmişti; eğer o


çizdiyse, nasıl yok edeceğini de biliyor olmalıydı. Bunun anlamı da
askerleri çukura attığı gibi çıkartabileceğiydi. Ama o zaman neden bıkıp
usanmadan dövüşüyor ve düşmanmış gibi davranıyorlardı?

Ve tüm bu karmaşanın içinde bir de gizemli beyazlı kadın ve eşlikçisi vardı.

Xie Lian bir süre düşündükten sonra daha fazla soru sorarak Ke Mo’nun
sözlerinin ne kadar güvenilir olduğunu kestirmeye çalışmaya karar verdi.

“General Ke Mo, kaleye ilk girdiğimizde iki kadın gördük, birisi beyaz
giysili diğeri ise siyah…”

Aniden San Lang fısıldayarak onu susturdu. “Şişt.”

Xie Lian neler olduğunu bilmiyordu ama hemen konuşmayı kesti. Tuhaf bir
önseziyle başını kaldırdı.
Hala koyu mavi gökyüzü üzerindeki hilal görünüyordu. Ama ayın hemen
yanında birisi vardı; küçük, siyahlara bütünmüş bir figür kenarda durmuş
aşağıya bakmaktaydı.

Bir süre daha izledikten sonra küçük siluet birden büyüdü – aşağıya
atlamıştı.

O düşerken Xie Lian açıkça uzun, dağınık saçları ve cılız bedeni gördü.
Direğe asılmış olan Baş

Rahibe’ydi.

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 27: Oyalanan HuaLian, Günahkarın Çukurunda Akşam Vakti


Baş Rahibe yere indiği gibi söze girdi. “Ke Mo neler oluyor?”

O konuştuğu anda Xie Lian sesinin hayal ettiğinden oldukça farklı


olduğunu düşündü. Her ne kadar soğuk olsa da inceydi, surat asmış bir
çocuğun şikayet etmesi gibiydi, kulağa hiçte etkileyici ve güçlüymüş gibi
gelmiyordu. Eğer kulakları bu kadar keskin olmasaydı ne dediğini
duyamayabilirdi bile.

Ke Mo kükredi. “Ne mi oluyor?? Hepsi öldü!!!”

Baş Rahibe sordu. “Hepsi nasıl ölür?”

“Sen onları ittin ve bu terkedilmiş cehenneme onları mahkum ettin diye


oldu hepsi!”

Baş Rahibe. “O kim? Burada başka birisi daha var.”

Çukurun dibinde aslında ‘iki’ kişi daha vardı ancak San Lang ne nefes
alıyordu ne kalbi atıyordu, bu yüzden Baş Rahibe onun varlığını fark
etmemişti. Ayrıca duvarın üstünde tam bir kaos yaşanmıştı, kimin çukura
düştüğünü, kimin kaçtığını takip etmek imkansızdı, bu yüzden de Baş
Rahibe sadece Xie Lian olduğunu sanıyordu.
“Askerlerimi onlar öldürdü, mutlu oldun mu şimdi? Ölmesini istediğin
herkes en sonunda öldü!”

Baş Rahibe sessiz kaldı. Aniden ince bir ışık yandı ve elinde bir avuç
meşalesi tutan küçük, siyahlı kızı aydınlattı.

Kız on beş, belki on altı yaşlarında görünüyordu. Gözlerinin altı kararmış,


çirkin değil ama mutsuzdu, alnı ve yanaklarındaki yaralar ışığın altında açık
ve net görünüyordu. Avuç meşalesini tutan eli titriyor, alevlerin
çırpınmasına neden oluyordu. Eğer biraz önce kesinleşmiş olmasa, kimse
bu solgun küçük kızın BanYue’nin Baş Rahibesi olduğunu düşünmezdi.

Elindeki alevler onu ve çevresini aydınlatıyordu. Ayağının hemen yanındaki


BanYue askerlerinin zırhlı cesetlerinden bir yığın vardı.

Xie Lian gizlice yanına bakmaktan kendini alamadı.

Baş Rahibenin avuç meşalesi çok küçüktü, bütün bir çukuru


aydınlatmıyordu bu yüzden hala karanlıktaydılar. Ama minik ışığı
kullanarak Xie Lian yanındaki kişinin kırmızılara bürünmüş olduğunu hayal
meyal görebiliyordu. Net değildi ve o da emin değildi ama yine de bir parça
yanındakini ayırt edebiliyordu. San Lang zaten ondan uzundu, ama şimdi,
öncesinden daha uzun görünüyordu.

Xie Lian gözlerini kaldırdı, boynuna geldiğinde bir an duraksadıktan sonra


yukarıya doğru devam etti ve zarif çeneye geldiğinde durdu.

San Lang’ın yüzünün üst kısmı hala gölgelerle saklanmıştı, ama Xie Lian
alt yarısının öncekinden açıkça farklı olduğunu düşündü. Hala yakışıklıydı
ama çizgileri çok daha belirgindi.

İzlendiğini hisseden San Lang başını eğdi ve dudakları hafifçe yukarı doğru
kıvrıldı.

Bu küçük değişim tuhaf bir şekilde büyüleyiciydi. İkisi zaten yan yana
duruyorlardı, ama eğer Xie Lian San Lang’ın tüm yüzünü iyice görebilmek
istiyorsa daha da yaklaşmalıydı ve farkında bile olmadan bir adım daha
atmıştı ki uzaktan Ke Mo’nun inlemeleri duyuldu, önündeki kanlı sahneyi
görünce şok olmuş gibiydi. Xie Lian başını onlara doğru çevirdi ve
generalin ağıtına rağmen Baş Rahibenin ifadesinin katı kaldığını fark etti,
kız sadece. “İyi. En sonunda özgürler.” Dedi.

Ke Mo mateminin ortasında bu sözleri duyunca tekrar öfkelenmişti. “İyi


mi? Ne iyi?? Ne diyorsun sen?!”

Öfkesi hiçte sahte görünmüyordu, Baş Rahibeden sahiden nefret ediyor


olmalıydı. Baş Rahibe. “Azat edildiler.” Ardından hala karanlıkla örtülmüş
olan Xie Lian’a döndü. “Onları öldüren sen misin?”

sözleri mükemmel bir Han lehçesiyle söylemişti ve sesinde bir parça bile
saygısızlık yoktu.

*ÇN: Han Lehçesi: Merkez Ovalar’da kullanılan lehçe.

Xie Lian. “Olanlar… bir kazaydı.”

Baş Rahibe tekrar sordu. “Sen kimsin?”

“Ben bir Cennet Mensubuyum. Yanımdaki ise arkadaşım.”

Ke Mo onların ne konuştuğunu bilmese de dövüşmediklerini


anlayabiliyordu. “Siz ne konuşuyorsunuz?”

Baş Rahibe Xie Lian’a baktı, ardından San Lang’a hızlıca bir bakış attıktan
sonra gözlerini çevirdi.

“Daha önce hiçbir Cennet Mensubu bizi ziyarete gelmemişti. Bu yeri


çoktan terk ettiğinizi düşünüyordum.”

Xie Lian Baş Rahibeyle savaşmaları gerekeceğini düşünmüştü, ama onu


böylesine ümitsiz ve dövüşme isteğinden yoksun bulacağı hiç aklına
gelmemişti. Kız tekrar konuştu. “Gitmek istiyor musunuz?”

Tuhaf bir konuşmaydı, ama Xie Lian yine de barışçıl bir halde cevapladı.
“İstiyoruz, ama çukurun çevresinde bir rün olduğu için dışarı çıkamıyoruz.”
Bunu duyunca Baş Rahibe duvarlardan birine yürüdü ve elini kaldırarak bir
şey çizdi, ardından tekrar döndü. “Oldu. Serbestsiniz.”

“…”

Fazla kolay olmuştu.

Xie Lian söyleyecek hiçbir şey bulamıyordu. Tam bu sırada yukarıdan bir
ses duyuldu, “AŞAĞIDA KİMSE VAR MI?”

Fu Yao’nun sesiydi.

Xie Lian, San Lang’ın hemen yanından ‘hıh’ladığını duydu ve hemen başını
kaldırdı. Çukura bakan bir adamın gölgesini görebiliyordu, Xie Lian da
bağırdı. “FU YAO! AŞAĞIDAYIM!”

Xie Lian el salladı ve Fu Yao karşılık olarak tekrar bağırdı. “Sahiden orada
mısın? Çukurun dibinde?”

“Ee… bir sürü şey oldu. Neden aşağıya gelip kendin görmüyorsun?”

Fu Yao da muhtemelen aşağı yukarı aynı şeyi düşünüyordu. Çukurun içine


devasa bir ateş topu üfledi.

Bir anda Günahkar’ın Çukuru gün kadar aydınlık olmuştu ve Xie Lian en
sonunda ne tür bir yerde bulunduğunu açık bir şekilde görebilmişti.

Etrafındaki her yer yığılmış kanlı ceset dağlarıyla doluydu; kararmış yüzleri
ve uzuvlarıyla akan siyah kanları parlak zırhlarını kirleten sayısız BanYue
askerinin cesedi üst üste dizilmiş. Xie Lian’ın durduğu köşe, tüm
Günahkar’ın Çukurundaki ölü beden olmayan tek yerdi.

Bunların hepsi bir anda, çukura atladıktan sonra San Lang tarafından
yapılmıştı.

Xie Lian dönerek yanındaki genç adama tekrar baktı.

Önceden yarı karanlıkta baktığında San Lang’ın daha uzun ve belirgin bir
biçimde farklı olduğunu düşünmüştü, ama şimdi, ateşin parlak ışığı altında
yanında durmakta olan tanıdığı, yakışıklı genç adamdı. Xie Lian’ın ona
baktığını fark edince sırıttı. Xie Lian başını eğerek botlarını ve bileğini
kontrol etti ama onlar da öncesiyle aynıydı, uygun olmayan hiçbir şey
yoktu, ama yine de anlamıştı. Fu Yao’nun gelmesiyle en iyisi
saklanmasıydı, yoksa daha büyük sorunları olacaktı. O tam bunları
düşünürken Fu Yao da atlamış ve çukurun dibine ulaşmıştı.

Xie Lian. “Siz tüccarlarla ilgilenmiyor muydunuz?”

Daha çukura yeni inmiş olan Fu Yao, henüz kanının pis kokusuna
alışamamıştı. Elini yüzüne doğru sallarken ifadesiz bir şekilde cevap verdi.
“Sizi altı saat bekledik, yine de gelmeyince bir şeyler olduğunu anladık.
Beklemeleri için bir çember çizdim ve kontrol etmeye geldim.”

‘Çember’le kastettiği koruyucu bir rün olmalıydı, ama yine de Xie Lian
kaşlarını çattı. “Çember uzun süre dayanmaz. Sen uzaklaşınca, onları
arkada bıraktığını düşünerek çemberden çıkarlarsa ne olacak?”

Fu Yao omuz silkti. “Eceline susamış bir adamı sekiz at bile durduramaz;
inatçı insanları ben de durduramam, yani hiçbir şey olmaz. Oradaki ikisi
kim?”

Fu Yao gergindi, bilinmeyen ikiliye karşı onları savunmaya her an hazırdı,


ancak kısa bir süre sonra hayretler içerisinde Ke Mo’nun çoktan yerden
kalkamayacak kadar ağır bir şekilde yaralanmış

olduğunu ve BanYue’nin Baş Rahibesinin başını eğmiş, sessiz bir halde


durduğunu fark etti.

“BanYue’nin Generali, diğeri ise BanYue’nin Baş Rahibesi, onlar…”

Ke Mo aniden havaya sıçradığı için Xie Lian cümlesini tamamlayamadı.

Gücünü toplamak için tüm bu zaman boyunca yerde yatmış ve en sonunda


bir kükremeyle doğrularak yumruğunu Baş Rahibeye savurmuştu.

Xie Lian eskiden olsa iri, kuvvetli savaşçının küçük bir kıza saldırması gibi
bir şeyin gözlerinin önünde yaşanmasına asla müsaade etmezdi. Ama Ke
Mo’nun Baş Rahibeden nefret etmek için her türlü sebebi vardı ve kız da
kendini pekala savunabilirdi, ancak savunmamıştı. Bu yüzden de onların
kişisel meselelerine dahil olmak Xie Lian’ın haddine değildi.

Ke Mo Baş Rahibeye kükredi. “Akrep yılanların nerde? Hadi! Çağır da beni


ölümüne ısırsınlar! Ben de azat edileyim!”

Bez bebek gibi oradan oraya savrulan Baş Rahibe hüzünlü bir şekilde cevap
verdi. “Ke Mo, yılanlarım artık beni dinlemiyor.”

“O zaman neden seni öldürmüyorlar?!”

Baş Rahibe fısıldadı. “Özür dilerim Ke Mo.”

“Bizden bu kadar mı nefret ediyorsun?”

Baş Rahibe başını iki yana salladı, Ke Mo daha da sinirlenmişti. “O zaman


neden nefret ettiklerinden intikam almıyorsun? Sen Baş Rahibeydin, eğer
birisini öldürmek istediğini söyleseydin, biz senin yerine gider öldürürdük!
Neden bize ihanet ettin?!”

Ke Mo konuştukça nefretin derinliklerine gömülüyordu, kızın saçlarını


kavradı. Fu Yao onun daha da sert bir şekilde saldırmasını ve tamamen tek
taraflı olan dövüşü izlerken kaşlarını çattı. “Neden bahsediyor bunlar?
Onları durdurmamız gerekmez mi?”

Xie Lian da daha fazla izlemeye dayanamayacaktı, Ke Mo’yu durdurmak


için ileri fırladı. “General, bence ikinizin arasında yanlış anlaşılmış pek çok
mesele var, lütfen sakinleş!”

Ke Mo. “Başka konuşulacak ne var? Her şey ortada!”

Xie Lian da ona neyin yanlış geldiğini söyleyemiyordu, sadece çok önemli
bir parçanın hala eksik olduğunu biliyordu. Aniden Baş Rahibe bileğini
yakaladı.

Tutuşu o kadar sıkı ve beklenmedikti ki Xie Lian’ın kalbi sıkıştı, kızın


üzerine atlayacağını düşünüyordu.
Ama başını eğip ona baktığında Baş Rahibenin yerde yatmış, kaldırdığı
başıyla dikkatli bir şekilde onu izlediğini gördü. Koyu gözleri yoğundu,
ağzının kenarındaki küçük bir yarayla dudakları titriyordu.

Ağzından tek bir kelime çıkmadı, ama bakışları söyleyecek milyonlarca


şeyi olduğunu anlatıyordu. Bu hali uzaklardaki bir anıyla iç içe geçti.

Bir an duraksadıktan sonra Xie Lian konuşuverdi. “Sen..?”

Baş Rahibenin de sesi titredi. “…General Hua?”

Bu konuşma çukurdaki herkesi yerine mıhlamıştı.

Fu Yao aceleyle ileri çıktı ve Ke Mo’yu tek yumrukta bayılttı. “Siz


birbirinizi tanıyor musunuz?”

Xie Lian ona cevap vermedi. Onun yerine diz çöktü ve Baş Rahibenin
omuzlarından tutarak yüzünü inceledi.

Biraz önce çok uzakta olduğu için açık bir şekilde görememişti. Ayrıca iki
yüz yıldan fazla zaman geçtiği için kız bu sürede olgunlaşmıştı ve daha pek
çok nedenden dolayı onu ilk başta tanıyamamıştı. Ama şimdi incelediğinde
anılarındaki yüzün aynısıydı.

Xie Lian inanamadı, uzun bir süre konuşmadı. Ardından iç çekti. “Ban
Yue?”

Baş Rahibe kol yenlerini kavradı, kasvetli yüzü bir anda canlanmış ve
heyecanla dolmuştu. “Benim.

General Hua, be-beni hala hatırlıyor musun?”

“Elbette hatırlıyorum. Ama…” Xie Lian bir süre ona baktı ardından tekrar
iç çekti. “Ama kendine ne yaptın böyle?”

Kızın gözleri aniden yaşlarla doldu ve mırıldandı. “Özür dilerim,


Yüzbaşım.” Hemen ardından önünde diz çöktü ve alnı yere değecek kadar
yere eğildi, kalkmayı reddediyordu.
Xie Lian onu kaldırmaya çalıştı ama başaramadı bu yüzden de kalbinde iç
içe geçmiş pek çok duyguyla en sonunda pes ederek elini alnına götürdü,
zihninin çalkalandığını hissediyordu ve bu yüzden konuşmak istemiyordu.
Ama aralarında geçen kısa diyalogda ‘General’ ve ‘Yüzbaşı’ kelimelerinin
geçmesi pek çok şey aydınlanmıştı.

Fu Yao şok olmuştu. “Yüzbaşı? General? SEN Mİ?! Bu nasıl oldu?”

Xie Lian. “…Bunu ben de bilmek isterdim.”

Xie Lian doğrudan cevap vermemişti ama San Lang kenarda ciddi bir
şekilde duruyor, ısrar etmiyordu.

Fu Yao ise üsteledi. “O zaman Generalin Mezarı?”

Xie Lian cevapladı. “Benim mezarım.”

“İki yüz yıl önce burada sadece çerçöp topladım dememiş miydin?!?”

Xie Lian tekrar iç çekti, gözleri yere kapanmış olan kızın üzerindeydi.
“Bu… uzun bir hikaye.”

Yaklaşık iki yüz yıl kadar önce, Xie Lian bir gün Qing tepesini aşarak bir
süreliğine güneyde yaşamaya karar vermişti, bu yüzden de pusulasını almış
ve güney yönüne doğru ilerlemeye başlamıştı. Ama yürüdükçe karşısındaki
manzara tamamen yanlış olduğu için bir hata yaptığını fark etmişti!
Karşısında bol bol ağaç ve yeşillikler, şehirler ve insanlar olması
gerekirken, neden yürüdüğü patika böylesine ıssızdı? Ama şüphelerini bir
kenara kaldıran Xie Lian inatla yürümeye devam etmiş ve kısa bir süre
sonra Gobi Çölüne varmıştı. Xie Lian ancak rüzgarın getirdiği bir avuç
kumu yuttuktan sonra pusulasının bozulduğunu ve tam ters istikamete
yürüdüğünü fark etmişti!

Elinden gelen bir şey olmadığı için de bu fırsatı kullanarak çöl manzarası
görmek niyetiyle yoluna devam etmişti. Sadece rotasını hafifçe değiştirerek
kuzeybatıya yönelmişti ve sınıra ulaştığında BanYue Krallığının yakınlarına
yerleşmişti.
Xie Lian yavaş yavaş konuştu. “İlk başta sadece hurda topluyordum. Ama
sınır karışıktı ve pek çok çatışma yaşanıyordu, sık sık askerler firar ettiği
için de ordu genişleyebilmek için önüne gelen herkesi silah altına alıyordu.”

Bu kez San Lang sormuştu. “Sen de orduya mı alındın?”

“Evet.” Diye cevapladı Xie Lian. “Ama aşağı yukarı hala aynı şeyi
yapıyordum bu yüzden de umursamadım. Ama birkaç kez haydut
kovaladıktan sonra bir şekilde Yüzbaşılığa terfi edildim.

İnsanlar beni takdir ediyorlardı bu yüzden General diye hitap etmeye


başladılar.”

Fu Yao sorguladı. “O zaman sana neden General Hua dedi?”

Xie Lian ellerini salladı ve ilgisizce. “Hiç. O zamanlar sahte bir isim
kullanıyordum. Sanırım ‘Hua Xie’ydi.”

*ÇN: Hua, Hua Cheng’deki Hua’yla aynı. Çiçek demek.

İsmi duyunca San Lang’ın ifadesi hafifçe değişti, dudakları titremişti ama
hala anlaşılmazdı. Xie Lian buna kafa yormamaya karar vererek devam etti.
“Savaşla yıpranmış bir sınırda her zaman öksüzler olur. Boş vakitlerimde
bazen onlarla ilgilenirdim. İçlerinden birinin… adı Ban Yue’ydi.”

Xie Lian başını iki yana salladı. “Baş Rahibe derken kullanılan
‘BanYue’nin ülkenin isminden geldiğini sanmıştım, Baş Rahibenin gerçek
ismi olduğu ise hiç aklıma gelmemişti.”

Anılarındaki küçük kız Ban Yue her zaman karamsardı, bedeni ve yüzü yara
bere doldu, başını kaldırmış ona bakarken çok ufak görünürdü. Han
lehçesini akıcı konuşur ve kendi yaşlarındaki merkez ovalı çocuklarla
oynardı. Xie Lian onun nereli olduğunu bilmiyordu, ama sonuçta
kimsesizdi, bu yüzden onu yanına almıştı. Boş vakitlerinde bazen onlara
şarkılar bazen güreşmeyi öğretir, bazen ise sokak gösterilerinde kullandığı
‘Göğüste Taş Kırma’ hareketini gösterirdi. Bu çocuk diğerlerinden daha
ufak tefek olduğu içinde onunla ayrıca ilgilenir ve fırsat buldukça ona
fazladan yiyecek verirdi, bu yüzden de araları çok iyiydi.
Fu Yao. “Ya sonra?”

“Sonra… anıtta yazanlarla aşağı yukarı aynı şeyler oldu.”

San Lang bir an sessiz kaldıktan sonra dahil oldu. “Anıtta öldüğün
yazıyordu.”

Konu anıtta yazanlara geldiğinde Xie Lian’ın cesareti oldukça kırılıyordu.

Anıtlar normalde merhumları övmek ve yaptıkları iyilikleri abartmak için


yapılmaz mıydı? Tüm kademe düşüşlerinden bahsetmesinin yanı sıra, bir de
neden utanç verici bir biçimde öldüğünü

dosdoğru bir şekilde yazmaları gerekiyordu ki? Kum fırtınasından saklanır


ve yazıtı çevirirken ölümünün anlatıldığı kısma geldiğinde o kadar
hoşnutsuz olmuştu ki eğer yanında San Lang da aynı şeyi okuyor olmasa o
kısım yokmuş gibi davranacaktı. Öyle bir şeyi okuyunca diğer insanlar bir
yana, kendisi bile gülmek istemişti. Sığınmaya gelmiş insanlardan yorum
yapmamalarını ve gülmemelerini istemeye cüret edebiliyor olması bile Xie
Lian’ın berbat hissetmesine neden oluyordu.

Xie Lian’ın alnı ovalanmaktan kıpkırmızı olmuştu. “Ah, şey. Ee. Elbette
ölmedim. Rol yaptım sadece.”

San Lang hiçbir şey söylemedi ve Fu Yao’nun yüzü kuşkuyla doluydu.

“Ben ölmüş gibi yaptıktan sonra ‘cesedimi’ bir kenara attılar. Merkez
Ovalara geri döndüm ve beş, altı yıl içinde iyileştim.”

Gerçeği söylemek gerekirse Xie Lian tam olarak nasıl ‘öldüğünü’


hatırlamıyordu, savaşın ilk olarak nasıl çıktığını da, sadece önemsiz bir
mesele yüzünden olduğu aklında kalmıştı. Sahiden dövüşmek istememişti;
zafer de bozgun da anlamsız olacaktı. Ama o zamana dek rütbesi çoktan en
alt seviyeye inmişti ve kimse onu dinlemiyordu. Savaşın ortasında herkesin
gözü kararırdı, bu yüzden ileri çıktığında kılıçlar ve bıçaklar dört bir
yanından saldırarak onu delik deşik ediyordu. Ölmüyor olsa da, böyle bir
katle dayanamamıştı. Xie Lian içinden ağlayarak ‘olamaz!’ diye geçirirken,
sahte ölümünü sunmak için kendisini yere bırakmıştı, ama ‘ölümde’ bile
bilincini kaybedene dek ayaklar altında çiğnenmişti. Onu uyandıran şey,
cesedi savaştan sonra nehre atıldığı için yuttuğu sulardı. Xie Lian nehrin
akıntısıyla ilerlemiş ve bir çöp yığını gibi merkez ovalarda kıyıya vurmuştu.
İyileşmesinin ardından en sonunda ilk başta planladığı gibi güneye gitmeye
karar vermiş ve BanYue Krallığında yaşananları bir daha düşünmemişti.

Çevirmen: Nynaeve

Not: :’((((

Bölüm 28: Oyalanan HuaLian, Günahkarın Çukurunda Akşam Vakti


Fu Yao kaşlarını çattı. “Neden senden özür dileyip duruyor? Bir şey mi
oldu?”

San Lang da bir soru sordu, onun ki çok daha spesifikti. “Ke Mo, Baş
Rahibe iki ordu çarpıştıktan sonra Merkez Ovalara gitti demişti. Bu olayla
bir ilgin var mı?”

Anıttaki yazıları okuduktan ve olaylar hatırlatıldıktan sonra Xie Lian parça


parça bir şeyler anımsamaya başlamıştı, ama hala çoğu şey yitikti. “Ee…”

“Beni kurtarmak içindi.” Cevabı hala yere kapanmış olan Ban Yue vermişti.

Herkes ona döndüğünde mırıldanmaya devam etti. “General Hua dövüşe


beni kurtarmak için katıldı ve dümdüz edildi.”

“…”

Onun ‘dümdüz edildi’ dediğini duyunca anılar Xie Lian’ın zihnine doluştu
ve binlerce kişi tarafından çiğnenmenin acısı bir kez daha aklına geldi,
aceleyle düşüncelerini kovmaya çalışarak. “Dümdüz olmadım. Çok bir şey
değildi.”

Fu Yao artık o kadar da kendinden emin görünmüyordu, beceriksiz bir


şekilde konuştu. “Tam bir azizsin ha.”
Xie Lian hemen ellerini salladı. “Ah hayır, hayır, hayır. Hiçte öyle bir şey
değildi!” şakaklarını ovduktan sonra devam etti. “Tam olarak
hatırlamıyorum ama sanırım oyun oynayan çocuklar vardı ve ben onları alıp
kaçacaktım. Ama yeterince hızlı değildik ve iki ordunun arasında sıkıştık.”

Fu Yao. “Eğer durum buysa, böyle bir şeyi nasıl unutursun?”

Xie Lian ona ciddiyetle baktı. “Kaç yüz yaşında olduğumu bilmiyor
musun? Sadece on yılda bile neler yaşanıyor, her bir detayı hatırlamama
imkan yok. Ayrıca bazı şeylerin unutulması gerekir. Yüzlerce yıl önce nasıl
katledildiğimi ve çiğnendiğimi hatırlamak yerine, dün yediğim lezzetli
çöreği hatırlamayı tercih ederim.”

Ban Yue tekrar konuştu. “Özür dilerim, hepsi benim suçum.”

Xie Lian tekrar ona döndü ve uzun bir nefes verdi. “Canım Ban Yue.”

Onunla konuşurken nasıl bir ses tonu kullanması gerektiğinden emin


değildi, bir süre dikkatle düşündü ardından nazik bir sesle devam etti.
“Yaşananlar için özür dilemek istiyorsan, bu hiç gerekli değil. Seni
kurtarmak benim seçimimdi bu yüzden suçlusu sen olmazsın. Eğer illaki
özür dilemen gerekiyorsa, özrünü başkalarından dilemen gerek.”

Ban Yue sessizleşti.

“Kalenin kapılarını açarak neden düşmanın katletmek için içeriye girmesine


izin verdiğini bilmiyorum, akrep yılanları insanlara saldırmaları için neden
serbest bıraktığını da, ama…” Xie Lian bir an duraksadı. “Ama belki de
senin hakkındaki iki yüz sene önceki görüşlerim nedeniyle böyle şeyler
yapacak bir insan olduğuna inanmıyorum. Bu yüzden, bana gerçekte neler
olduğunu anlatır mısın?”

Sözlerini duyunca Ban Yue onun önünde birkaç kez daha eğildi, ardından
en sonunda tekrar doğrulmuştu.

Gözyaşı incileri yanaklarından süzülüyordu. “Kapıları açmak benim


suçumdu General Hua, ama yılanları bilerek serbest bırakmadım.”
Xie Lian şaşırmıştı. “Ne?”

“Güçlerim zayıfladı. Yılanlar artık beni dinlemiyor.”

Bunu duyunca Fu Yao sabırsızlandı ve gözlerini devirdi. “Defalarca böyle


saçmalıkları dinledim. Neden yakalandıkları anda böyle şeyler söylemeye
başlarlar ki? Kasten yapmadığını söylemenin sana hiçbir faydası
olmayacak.”

Ban Yue hızla yüzünü silerek gözyaşlarını kuruttu. “Yalan söylemiyorum


General Hua. Sözlerim gerçek.

Ama Geçitten geçenler sahiden de akrep yılanların saldırısına maruz


kaldılar bu yüzden de suçlusu benim. Beni cezalandırabilirsiniz.”

Bir an tereddüt etmeden iki kolunu önüne uzatarak teslim olduğunu ifade
etti. Fu Yao hemen bir İlahi Bağlam kementi çıkarttı ve hem Ban Yue’yi
hem Ke Mo’yu yakaladı. “Pekala. Böylece seyahatimiz amacına ulaşmış
oluyor. Artık her şey bitti.”

Ama Xie Lian henüz bittiğini düşünmüyordu, başını eğerek derin


düşüncelere daldı. Hemen yanından, San Lang söze girdi. “Yalan söylemesi
için bir neden yok.”

Xie Lian başını salladı, ona katılıyordu, Ban Yue’ye baktı. “Yılanlarının
hiçbirini mi kontrol edemiyorsun?”

Ban Yue başını iki yana salladı. “Kontrol edebiliyorum, çoğu zaman bana
itaat ediyorlar. Ama bazıları beni dinlemiyor. Neden bilmiyorum.”

Xie Lian bir süre düşündükten sonra tekrar sordu. “Neden buraya çağırıp
bize göstermiyorsun.”

Ban Yue doğruldu ve başını salladı. Kısa bir süre sonra şarap kırmızısı bir
akrep yılan cesetlerin altından sürünerek geldi ve başını kaldırarak kendisini
ölü bedenlerin üzerinde eğdi. Dili dişlerinin arasından sessizce dışarı
çıkmıştı.
Xie Lian tam yılana yakından bakmak için yaklaşacaktı ki Ban Yue’nin
genişlemiş gözlerini ve tuhaf yüz ifadesini fark etti. Xie Lian’ın kalbi kötü
bir hisle sarıldı, içinden ‘olamaz’ diye geçirdi.

Tahmin ettiği gibi yılan dilini dışarı çıkarttıktan sonra ağzını açmış ve
saldırmak için ona doğru saldırıya geçmişti.

Saldırı aniydi, ancak Xie Lian da hazırlıklıydı tam yılanı yakalamak için
hamle yapmıştı ki bum! sesiyle hemen önünde bir şey patladı. Gözlerini
tekrar açtığında yılanın organları çoktan yere saçılmış, paramparça olmuştu.
Üstelik hesaplanmış bir patlamaydı; zehri bir parça bile sıçramamıştı. Xie
Lian’ın aklına hemen BanYue harabelerine girmeden önce benzer şekilde
ölen yılan geldi, ancak bu noktada kimin yaptığını söylemesi anlamsızdı. O
daha San Lang’a bakmaya fırsat bulamadan kırmızı bir kol yeni önüne
atılmış, Ban Yue’yle arasına girmişti.

Diğer tarafta Fu Yao da soğuk bir sesle konuştu. “Yalan söylediğini


biliyordum.”

Yılanı görünce Ban Yue’nin yüzü solmuştu, çaresizce ağladı. “Ben


yapmadım! Bazıları bana itaat etmiyor demiştim, o da onlardan biriydi!”

Fu Yao tek kelimesine inanmamıştı. “Emirlerine itaat ediyorlar mı


etmiyorlar mı?”

Ban Yue. “Çağırdığım yılan o bile değildi.”

Xie Lian tam konuşmak üzereydi ki iki şarap rengi akrep yılanı daha başka
cesetlerinde altından süzülerek, dışarıda dilleriyle onları dikkatli bir şekilde
izlemeye başladı. Ardından bir üçüncüsü,

dördüncüsü, beşincisi… ölü bedenlerin oluşturduğu dağlardan ve çukurun


her bir köşesinden sayılamayacak kadar çok akrep yılanı fırlamıştı!

Herkesin bakışları bir ceset tepesinin üzerinde diz çökmüş olan Ban
Yue’nin üzerindeydi. Fu Yao’nun elinde ruh gücünden bir top belirdi, ona
bağırıyordu. “Gönder onları! Hepsi itaatsizlik edemez!”
Ban Yue gözlerini kapattı ve onları uzaklaştırmaya çalışıyormuş gibi
mırıldanmaya başladı. Ama akrep yılanlarının her geçen saniye bir yenisi
beliriyordu, kıvranıyor, sürünüyor, durmadan yaklaşıyorlardı.

Bir iki ısırık onları öldürmezdi, ama söz konusu yüzlercesi, binlercesi
olunca kestirmek zordu.

Ölmeseler bile hoş bir durum olmazdı.

Xie Lian bileğini kaldırdı, RuoYe’yi çağırmak üzereydi ama tam bu sırada
yılanların belli bir mesafede kaldığını, duraksayarak ve tereddüt ederek, o
ve San Lang’ın etrafında tuhaf bir çember oluşturduklarını gördü. Xie Lian
yanında durmakta olan genç adama baktı. Yılanlara yoğun bir aşağılamayla
izliyordu. Akrep yılanlar ise sanki onun gözlerindeki ifadeyi
anlayabiliyormuş gibi yaklaşmaya cesaret edemiyorlardı. Milim milim
gerilemeye başladılar, başları da eğilmiş ve sanki yaltaklanırlarmış gibi yere
değiyordu. Ama sanki onları kontrol eden başka bir güç varmışçasına tam
olarak geri çekilemiyor, gidemiyorlardı. Bu yüzden yılanların pek çoğu geri
döndü ve Fu Yao’ya doğru sürünmeye başladı.

Fu Yao elini savurdu ve kolundan alevler fışkırdı, bir dizi yılanı hemen
öldürmüştü. Uzun süre böyle devam edemezdi, ama Xie Lian’ın aklında
başka bir fikir vardı. “Yukarı çıkalım ve buradan gidelim!”

Bir ıslık sesiyle RuoYe Xie Lian’ın kolundan fırladı ve yukarı tırmandı.
Ama kısa bir süre sonra bir başka ıslık sesiyle tekrar ona geri döndü. Xie
Lian duraksadı ve bileğini kaldırarak ipek kumaşı azarladı. “Ne diye geri
dönüyorsun? Rün serbest bırakıldı, çabuk git hemen!”

Ama RuoYe sanki yukarıda korkunç bir şeyle karşılaşmış gibi titreyerek
bileğine sarılı kalmaya devam etti. Xie Lian azarlamaya devam ediyordu ki
aniden uzun bir şey düştü. Fu Yao’nun omzuna çarpmıştı.

Fu Yao hemen uzanarak yakaladı ve elindekinin ne olduğunu anlayınca


yüzü aniden renk attı –

gökyüzünden bir akrep yılanı düşmüştü!


Bu olay Fu Yao’yu hazırlık yakaladığı için de ısırılmasının ardından yılanı
Ban Yue’ye fırlatmıştı. O ise elleri bağlı olsa bile farkında olmadan yılanı
yakalamaya çalıştı ve yakaladı da. Koyu kırmızı yılan kendisini onun
koluna doladı ve saldırmadı. Hemen ardından ise bir pat sesiyle ikinci bir
akrep yılanı yere düştü.

Xie Lian artık RuoYe’nin neden yukarı gitmeyi reddettiğini biliyordu.

Xie Lian başını kaldırdı ve soluk ayışığını kullanarak göz ucuyla görebildi:
yüzlerce küçük şarap kırmızı noktacık Günahkarın Çukuruna hızla
yağıyordu.

Bir yılan tufanı gibiydi!

Kırmızı noktalar yaklaşmaya başlarken Xie Lian bağırdı. “Fu Yao! Ateş!
Yukarıya ateş fırlat, onları yolda durdurman gerek!”

Fu Yao derisini delmek için elini ısırdı ardından savurdu, kan damlaları
havada süzülürken bir ateş

perdesine dönüştü ve hızla çukurdan yukarıya fırladı. Süpüren alevler


yerden metrelerce yükseldi ve havada asılı kaldı, değen her akrep yılanı
yakıp küle çevirerek saldırıları dağıtıyordu.

Geçici olarak güvende olduklarını görünce Xie Lian rahat bir nefes aldı.
“Çok iyiydin Fu Yao! İyi ki varsın!”

Ancak bu büyü muazzam bir enerji gerektiriyordu ve bir kez yapmasının


ardından Fu Yao’nun yüzü solmuştu. Geri döndü ve bir ateş çemberi
yaratarak yerdeki yılanları kendisinden uzaklaştırdı, ardından Ban Yue’ye
bağırdı. “Ve bana itaat etmiyorlar demiştin? Madem onları kontrol eden sen
değilsin, neden sana saldırmıyorlar?”

San Lang güldü. “Belki de uğursuz olan sensindir? Bize de saldırmıyorlar.”

Fu Yao dönüp ona baktı, bakışları ikisini de kapsarken gözleri kısılmıştı.

Xie Lian tehlikeyi sezdi. Henüz sindirmeye vakit bulamadığı onca ipucu
varken, bu ikisinin tekrar tartışmaya başlamasını hiç istemiyordu. “Önce
yılanlara ne olduğunu çözelim.”

Fu Yao alayla güldü. “Ne mi oluyor? Ya BanYue’nin Baş Rahibesi yalan


söylüyor ya da o yanındaki bir şeyler peydahlıyor.”

Xie Lian önce Ban Yue’ye ardından San Lang’a baktı. “Bence ikisi de
değil.”

Ses tonu nazik ama katıydı. Uzun süre düşündükten sonra vardığı bir
cevaptı bu. Ancak Fu Yao onları bilerek koruduğunu düşünmüş olmalıydı ki
yüzü kaba alevlerle aydınlandı, Xie Lian onun kızdığını mı yoksa
güldüğünü mü bilmiyordu.

Fu Yao. “Ekselansları. Bilmiyormuş gibi davranmana gerek yok.


Yanındakinin nasıl bir pislik olduğunu uzun zaman önce anlamışsındır.
Farkında değilim desen de sana inanmam zaten!”

Çevirmen: Nynaeve

Not: Fu Yao, canına mı susadın annem?

Bölüm 29: Beyazlar İçindeki Rüzgar Ustası, Hiçlikten Feryat Eden


Kum Fırtınaları

Fu Yao’nun sözleri fazlasıyla kabaydı ve Xie Lian farkında olmadan bir


adım öne çıkarak San Lang’ın önünde durdu. Bunu görünce Fu Yao’nun
yüzü daha da sert bir hale büründü. “Veliaht Prens, kim olduğunu unuttun
mu?!”

Xie Lian yavaşça cevapladı. “Kim olduğumun tamamen farkındayım.”

Fu Yao bağırmaya başladı. “O zaman ne cüretle onun yanında durursun?!”

Xie Lian içtendi. “Çünkü… Onun yanında durduğumda yılanlar


yaklaşmıyor.”

“…”
Onun cevabını duyunca San Lang ‘pfft’ladı ve yüksek sesle bir kahkaha
attı.

Fu Yao’nun yüzü zalimdi. “SEN—“

Gittikçe koyulaşan yüzü en sonunda kapkaranlık olmuştu ve sadece onun


yüzü değil, Xie Lian’ın görüş

alanındaki her şey karanlığa bürünmüştü.

Fu Yao’nun yarattığı ateş perdesi ve çember tamamen sönmüştü!

Xie Lian yanında San Lang’ın kıs kıs güldüğünü ve “İşe yaramaz!” dediğini
duydu, ardından ise onu omuzlarından tutarak kendisine doğru çekti. Bir an
sonra ise Xie Lian ani bir sağanağın onları yıkadığını duydu, sanki bir
fırtına şemsiyeye çarpıyordu.

Koruyucu çember ortadan kalktıktan sonra yılanların bir çığ gibi üzerlerine
atladığını söylemeye gerek dahi yoktu. Açılan şemsiye Xie Lian’ı
sağanaktan koruyor ve Xie Lian yoğun kan kokusunu iliklerine kadar
hissedebiliyordu. Tam savaşa dahil olacaktı ki San Lang onu durdurdu.
“Hareket etme. Aşağı yaratıklar yaklaşmaya cüret edemez.”

Sesi kendinden emindi; ilk cümlesi yumuşak ve sakin, ikincisi ise hafif bir
parça kibirle işlenmişti. Xie Lian endişelenmiyordu ama Fu Yao’nun sanki
yılanlarla kaplanmış gibi diğer taraftan öfkeyle kükrediğini duyunca
seslendi. “San Lang!”

San Lang hemen cevapladı. “Olmaz.”

Xie Lian gülse mi ağlasa mı bilmiyordu. “Ne söyleyeceğimi nereden


bildin?”

“Bu kadar endişelenme, ölemez sonuçta.”

Bu sırada çukurun başka bir tarafından bir diğer öfkeli kükreme duyuldu.
“Bu ne adilik! Eğer ölmemi istiyorsan, söyle ısırsınlar ve tek seferde
öleyim! Bu ne böyle?!”
Ban Yue haykırdı. “Ben değilim!” Görünüşe göre Ke Mo uyanmış ve bir
anda kendisini sayısız yılanla kaplanmış bir halde bulunca da Ban Yue’nin
işi olduğuna karar vermişti.

Xie Lian bağırdı. “Fu Yao, bir ateş daha yakabilir misin? Tekrar yap!”

Fu Yao sıkılmış dişlerinin arasından. “Yanındaki pislik güçlerimi kısıtlıyor,


hiçbir şey yakamam!”

Xie Lian korktuğunu hissetti, San Lang söze girdi. “Ben yapmıyorum.”

Xie Lian. “Biliyorum. Ama yanlış olan da bu ya. Ban Yue ve Ke Mo İlahı
Bağlam Kementiyle bağlandı; güçlerini kullanamazlar. Bense tamamen
güçsüz bir durumdayım ve sen kimseyi kısıtlamıyorsun, o zaman bu
çukurda altıncı bir kişi daha mı var?!”

Fu Yao kükredi. “Ne altıncısı? Benden sonra buraya kimse inmedi! Bence
kandırıyor –”

Ban Yue aniden. “Kim var orada?”

Xie Lian. “Ban Yue neler oluyor? Orada birisi mi var?”

“Birisi –” Ban Yue’nin sesi soldu; ya bayılmıştı ya da birisi ağzını zorla


kapatmıştı. Xie Lian tekrar seslendi. “Ban Yue iyi misin?”

Fu Yao hala yılanlarla boğuşmak ve her yere ruhani güçlerini saçarak bir
anlığına etrafı aydınlatmakla meşguldü. “Dikkatli ol! Seni kandırıyor
olabilir!”

Bu şartlar altında Xie Lian da bir hainlikten şüpheleniyordu ama tüm


BanYue Geçidi konusu Cennet Mensupları arasında bir sır olduğu için,
üzerine bir de Ling Wen’in tekrarlanan uyarıları eklenince işlerin hiçte basit
olmadığından emindi. İşler şimdi çözülmeliydi, eğer bu çukurda fazladan
bir kişi daha varsa, Xie Lian onları susturmak için geldiğinden korkuyordu.

“Öyle olması gerekmez. Önce onu kurtaracağım!”


Xie Lian yılanların arasına girmek üzereydi ki San Lang’ın sesi kulağına
fısıldadı. “Pekala.”

Xie Lian omzundaki elin daha sıkı tutmaya başladığını hissetti ve bir anda
ilerlemeye başlamışlardı. Xie Lian huşu içinde genç adamın bir eliyle
şemsiyeyi, diğer eliyle onu tutarken ileri atıldığını ve saldırdığını fark etti.
Karanlıkta gümüş parıltılar bir kez daha belirdi, çınlayarak dolaşıyorlardı ki
aniden birbirine çarpan iki kılıcın çıkardığı sert ses herkesin kulaklarında
yankılandı.

“Aa?” San Lang oldukça sakindi. “Demek sahiden altıncı bir kişi var.
İlginç.”

San Lang’ın silahı nasıl kontrol ettiği veya ne tür bir silah olduğu hakkında
Xie Lian’ın hiçbir fikri yoktu, ama ne olursa olsun kesin olan bir şey varsa
o da birisiyle çarpıştığıydı!

Diğer kişi sessiz kaldı, savaş şiddetini artırırken Xie Lian’ın tek duyabildiği
şey metalin metale çarparken çıkardığı sesti. Arada sırada karanlıkta birkaç
parıltı beliriyordu ama her seferinde o kadar kısa sürüyordu ki karşıdakinin
yüzünü görmek imkansızdı. Savaşı dinleyen Xie Lian RuoYe’nin
kavrayışının gittikçe sıkılaştığını hissedebiliyordu en sonunda rahatlatmak
için mırıldandı. “Korkma, sakin ol. Sakin ol.” RouYe gevşedi ve Xie Lian
tekrar seslendi. “Ban Yue, kendinde misin? Konuşabiliyor musun?”

Cevap Fu Yao’dan gelmişti. “Belki de şu anda dövüşen kişi odur.”

Xie Lian. “Hayır o değil!”

San Lang karanlıkta Ke Mo’yla dövüşürken çevik ve dalga geçer bir


haldeydi, onunla oynuyordu. Bu savaşta karanlıktaydı ama Xie Lian, San
Lang’ın daha ciddiye aldığını görebiliyordu. Karşılarındaki kişi dövüş
sanatları ve silahlar konusunda oldukça yetenekliydi; Ban Yue küçük ve
zayıftı, sırf kollarına bakmak bile fiziksel güç ve kol kuvvetinin onun
uzmanlık alanı olmadığını söylemek için yeterliydi, bu yüzden San Lang’ın
şu anda dövüştüğü kişinin o olması imkansızdı.
Fu Yao cıkladı. “Kendi ülkesine ihanet eden birisinin Xuan Ji’den hiçbir
farkı yok, neden hala ona inanıyorsun?”

Xie Lian. “Fu Yao bu gıcık olmasan olmaz mı? Sen… bekle. Ne dedin
sen?”

Fu Yao bir yumruk daha savurdu ve bir sürü yılanı uzağa fırlattı. “Dedim ki
neden yanındaki pisliğe güvendiğin gibi ona da güveniyorsun!”

“Hayır, o değil – Xuan Ji demiştin. Xuan Ji adını kullandın!”

Aptal, aptal, aptal!

Xie Lian parçaları birleştirmesinin bu kadar uzun zaman aldığına


inanamıyordu!

Seslendi. “Dövüşmeyi bırakın. Artık saklanmana gerek yok. Kim olduğunu


biliyorum!”

Sözleri üzerine kılıçlar bir an için durdu ama tekrar devam ettiler. Xie Lian
sabırla konuştu. “Blöf yaptığımı mı sanıyorsun, Küçük General Pei?”

Fu Yao inanamadı. “Sen kiminle konuşuyorsun? Küçük Pei’yle mi?


Delirdin mi? O kim sanıyorsun?

Eğer cennetten inseydi herkes bilirdi!”

Xie Lian ise sadece. “Haklısın. Peki ya inen kişi gerçek benliği değilse?”

Karanlıkta çarpışan kılıçlar durdu.

Xie Lian derin bir nefes aldı ve emin bir şekilde devam etti. “Fark etmem
çok uzun sürdü. En başından anlamam gerekirdi aslında.”

Neredeyse iki yüz yıldır süregelen bir yıkım olduğu halde hiçbir cennet
mensubunun konuyu önemsemediğini ve dahası hiçbirinin konuşmaya
cesaret edemediğini biliyordu, bu da ancak bir veya birkaç kişinin bir utancı
örtmeye çalışmasıyla mümkün olabilirdi. Ama pek çok kişiyi hiç
tanımıyordu, bu yüzden de küstah davranarak kimseye parmağını
doğrultmak istememişti.

Biraz önce Fu Yao, Xuan Ji’den bahsedince ise her şey yerine oturmuştu.
Söz konusu Xuan Ji olunca aklına iki General Pei’nin gelmesi de
kaçınılmaz olmuştu, kuzey de onların bölgesiydi zaten. Fu Yao bir
keresinde laf arasında Küçük General Pei’nin yükselmesine yakın bir
zamanda bir şehri katlettiğinden bahsetmişti.

Hangi şehirdi?

Pekala BanYue olabilirdi!

Cennet böyle konularda gözünü bile kırpmazdı; muhteşem şeyler


başarabilmek için herkesin bir yerde kan dökmesi gerekmişti. Ama bir şehri
katletmek pekte görkemli bir olay sayılmazdı ve eğer hikaye geniş bir
kitleye yayılırsa yeni inananlarının sayısını etkileyebilirdi, bu yüzden de
yükseldikten sonra olayları örtbas etmesi gerekmiş olabilirdi. Bu yüzden de
herkes böyle bir şeyin yaşandığını bilse de, muhtemelen detaylara hakim
değillerdi veya öğrenmeye cesaret edemiyorlardı. Ayrıca eğer derinlerde bir
kin yatmasa kimin geçmişini deşecek ve arkasındaki desteği kıracak vakti
vardı ki?

Xie Lian tane tane konuştu. “Çamur surat içimizden birisinin kaleyi elli
veya altmış yıl kadar önce ziyaret ettiğini söylemişti. İlk başta yaklaşmamız
için bizi kandırmaya çalıştığını düşünmüştüm, ama sözleri pekala gerçekte
olabilir.

“İçimizde en çok şüphe uyandıran kişi bendim. Tüccarlar seni takip


ediyordu ve onları istediğin yere çekebilirdin. Yıllardır BanYue etrafında
dolaşan tek bir akrep yılan bile görülmemişti ve kum fırtınasının içinde
bulabildiğin ilk yere sığınmaya çalışırken sana mı gelmişlerdi? Senden
bizimle birlikte ShanYue otu aramak için gelmeni istedim ve ama tam
gidecekken onlara olur da beklemeye tahammül edemezlerse bizi takip
edebilmeleri için yolu tarif ettin. Öncesinde duvarın üstündeyken

de, ben çoktan bir şey olursa ilk gideceğimi söylediğim halde; her zaman
sakin olan sen, aniden atladın ve boş yere ölüme koştun.”
Xie Lian duraksadıktan sonra devam etti. “Davranışların tuhaf ve
mantıksızdı, kim olduğunu fark etmemse uzun zaman aldı. Haksız mıyım
Küçük General Pei? Yoksa A-Zhao mu demeliyim!”

Soğuk bir ses konuşmadan önce uzun bir ölüm sessizliği olmuştu. “Çamur
suratın yanında duran kırmızı kıyafetli çocuktan bahsetmiş olacağından hiç
mi şüphelenmedin?”

Akan alevler aniden Günahkarın Çukurunu aydınlattı.

Işığın altında iki kanlı siluet belirmişti. Birisi kırmızı giyinmiş olan San
Lang’dı, dosdoğru bir biçimde duruyor, silahı ise çoktan gözden
kaybolmuştu. Diğeri ise basit bir şekilde giyinmiş, kılıcını elinde sıkıca
tutan genç bir adamdı, hala savaşa hazırdı.

Basit giysili genç adam kanla kaplandığı için o da kırmızılara bürünmüş


gibi görünüyordu. Yüz ifadesi hem soğuk hem kontrollüydü, A-Zhao’ydu,
omzunda ise birisini taşıyordu.

Açıkçası ister Küçük General Pei’nin gerçek görünümü olsun ister A-Zhao
hali, o kendinde, sakin ve sükunet içerisindeki hali asla değişmiyordu; Xie
Lian sadece daha önce akıl edemediği için bu ikisini bir araya
getirememişti.

Sırtında taşımakta olduğu kişi ise Ban Yue’ydi. Kaos sırasında onu
kaçırmak için yılanları kullanmıştı muhtemelen. Şimdi kim olduğu ortaya
çıkınca ise, daha fazla karmaşa yaratmasına gerek kalmamış bu yüzden de
yılanların saldırısına bir son vermişti. Kılıcını kaldırdı ve Ban Yue’yi
nazikçe yere indirdi.

Diğer taraftan Ke Mo yerine mıhlanmıştı. “Sen kimsin? Düşünce ölmedin


mi?!”

A-Zhao ona bakmaya tenezzül bile etmedi, onun yerine tedbirli bakışları
San Lang’ın üzerindeydi, sözleri ise BanYue lisanındaydı. “Ke Mo,
yüzlerce yıl geçtiği halde hala hiç değişmedin.”
Belki de bu delirtici derecede sakin ses fazlasıyla tanıdıktı, çünkü Ke
Mo’nun yüzü hemen öfkeyle bulanmıştı. “…SENSİN!!! PEİ SU!!! O SİNSİ
MERKEZ OVALI!”

Eğer onu sıkıca tutan İlahi Bağlam Kementi olmasa Ke Mo savaşmak için
çoktan üzerine atmıştı.

BanYue askerlerinin küfürlerine ‘kaltak’ta karışmasına şaşmamalıydı.


Sözleri Xie Lian’a değil, bir merkez ovalı olmasına yönelikti ve onlara Pei
Su’yu hatırlatmış o da akıllarına Ban Yue’yi getirdiği için, ona da
küfretmeye başlamışlardı.

Xie Lian. “Sana akrep yılanları kontrol etmeyi Ban Yue mi öğretti?”

Eğer yoldan geçenlere saldıran yılanları kontrol eden kişi sahiden Ban Yue
değilse ve artık itaat etmemelerinin altında gerçek bir neden bulunmuyorsa,
o zaman bir başkasının onları kontrol ettiğinden şüphelenmişti.

Basit bir mantıkla eğer aynı yılanları kontrol etmeye çalışan iki kişi varsa
da, elbette yarısı artık Ban Yue’nin emirlerini dinlemeyecekti.

Pei Su cevapladı. “O öğretmedi. Ama nasıl yaptığını izleyerek kendi


kendime öğrenebildim.”

Xie Lian başını salladı. “Küçük General Pei fazlasıyla zeki. Eğer
yanılmıyorsam ikiniz uzun zamandır tanışıyorsunuz değil mi?”

Ban Yue çocukken diğer BanYue çocukları tarafından dışlanmış ve


zorbalığa maruz kalmıştı, onunla sadece merkez ovalı çocuklar oynuyordu.
Her ne kadar Xie Lian hepsini ayrı ayrı hatırlamasa da, pek çoğunun asker
çocukları olduğunu ve aynı zamanda da yaşları büyüdükçe orduya
katıldıklarını

biliyordu. Belki de Pei Su o çocuklardan birisiydi. Yoksa Ban Yue kadar


karamsar ve içe dönük bir çocuğun düşman General’le nasıl arkadaş olduğu
ve işbirliği yaptığını açıklamak güç olurdu. Onunki sadece bir tahmindi ama
Pei Su’nun tepkisini görünce doğrulamış olmuştu.
“Ban Yue sana istihbarat veriyordu ve gizlice anlaştığınız için kalenin
kapılarını mı açtı?”

Pei Su cevapladı. “Evet.”

Diğer taraftan Ke Mo tekrar bağırdı. “Seni sinsi. Şu ipi çözün ve bırakın


onunla ölümüne dövüşeyim!”

Pei Su soğuk bir sesle. “İlk olarak iki yüz yıl önce zaten ölümüne
dövüşmüştük ve sen kaybetmiştin; ikincisi neden sinsiymişim?”

Ke Mo kükredi. “EĞER İKİNİZ DOLAPLAR ÇEVİRMESEYDİNİZ


NASIL KAYBEDERDİK?!”

“Ke Mo, inkar etmeye çalışma. O sırada yanımda sadece iki bin kişilik bir
ordu vardı ama o iki bin kişi senin dört bin askerine bedeldi. Kapılar
açılmasaydı bile yenilgiye mahkumdunuz.”

Xie Lian kendini ona bir anlığına yakın hissetti, Koca krallığı fethetmek için
sadece iki bin askeri mi vardı? Küçük General Pei ordudayken benden
beter zorbalıklara maruz kalmış…

Pei Su’nun yalan söylediğini düşünmüyordu ama yine de tuhaftı. “Madem


galibiyet kesindi, neden Ban Yue dahil oldu?”

Pei Su, Ke Mo’yu boş verdi ve Han lehçesinde konuşmaya döndü.


“Krallığını katletmeme izin vermek için.”

Ke Mo dışında herkes buz kesmişti.

Xie Lian olay sırasının tümden yanlış olduğunu düşünüyordu ama yine de
sakince sorgulamaya devam etti. “Ne demek istiyorsun? Neden zafer elinde
olduğu halde krallığı katletmen gerekiyordu ki?”

“Zafer elimizde olduğu için şehri katletmemiz gerekiyordu zaten. Çünkü


istiladan bir gece önce büyük BanYue aileleri arasında gizli bir buluşma
gerçekleşmiş ve bir komplo kurulmuştu.”
Cevap ne olursa olsun hem şok edici hem de rahatsız edici olacağı kesindi,
ama Xie Lian yine de kaşlarını çatarak sordu. “Ne komplosu?”

Pei Su yavaşça anlatmaya devam etti. “BanYue insanlarının vahşi bir


benliği vardı ve Merkez Ovalardan köklerine dek nefret ederler. İtiraf
etmeseler de yenileceklerini onlar da biliyorlardı. Bu yüzden de krallıktaki
herkes, genç-yaşlı, kadın-erkek demeden bir araya geldi.”

“Neden?” Xie Lian’ın bir tahmini vardı ama emin değildi ve Pei Su’nun
ağzından çıkan o tek kelime şüphelerini doğrulamıştı. “Patlayıcılar.”

Pei Su her kelimenin üzerine basıyordu. “Eğer krallıkları düşecek olursa,


tüm vatandaşlarının vücutlarında patlayıcılar taşıyarak Merkez Ovalara
kaçmasına ve kalabalık bölgelere geldiklerinde intihar ederek patlatmasına
karar verdiler. Eğer ölmeleri gerekiyorsa o zaman yanlarında
götürebildikleri kadar Merkez Ovalıyı da götüreceklerdi. Eğer krallıkları
düşecekse, onları yıkıma götüren ülkeye dehşet saçacaklardı!”

Xie Lian hemen Ke Mo’ya döndü, hafızasındaki BanYue diline ait


kelimeleri hızla gözden geçirerek sordu. “Bu doğru mu?”

Ke Mo gözü pek görünüyordu ve muhtemelen herhangi bir yanlışlık


görmediği için de başını dik bir şekilde cevap verdi. “Doğru!”

San Lang kaşlarını kaldırdı. “Alçak.”

Sözlerini muhtemelen kasıtlı olarak BanYue dilinde söylemişti. Ke Mo


sinirle cevapladı. “Alçak mı?

Bize alçak demeye senin hakkın var mı ki? Eğer sizin saldırılarınız olmasa
böyle bir hamle yapmaya mecbur kalmazdık. Bizi yok ettiniz biz de sadece
intikam aradık. Bunun nesi yanlış?!”

Pei Su soğuk bir sesle karşılık verdi. “Öyle mi? O zaman bütün kartlarımızı
açalım istersen?”

Başını kaldırdı ve devam etti. “BanYue sınır bölgelerinde kaç kez isyan
başlattı? Merkez Ovalardan batıya giden kaç karavan, kaç yolcu BanYue
tarafından pusuya düşürüldü? Merkez Ovaları yakıp yıkan haydutları
bilerek korumadınız mı ve onların kökünü kazımak için giden askerlerimizi
sınır ihlali adı altında katletmediniz mi? Bunun nesi alçaklık değil?”

Pei Su acele etmeden konuşuyordu ve ses tonu sakindi ama her bir kelimesi
bıçak kadar keskindi. Ke Mo karşı çıktı. “Size ne demeli? En başından zorla
topraklarımıza siz el koymadınız mı?”

“Sınırlar hiçbir zaman keskin değildi, nasıl zorla topraklarınıza el


koyduğumuzu söylersin?”

“Çizgi çekilmişti! İhlal eden sizdiniz!”

“Çizgiyi çeken ise BanYue’ydi, Merkez Ovalar ise bu karara hiçbir zaman
dahil edilmedi. Ve sizin sınırlarınız tüm vahayı kapsarken bize sadece çöl
bırakıyordu, böyle saçmalık mı olur?”

Ke Mo’nun yüzü kızardı. “Vaha bizimdi! Her zaman bize aitti!”

Her ikisi de kendince haklıydı, tartışmalarını dinlemek bile Xie Lian’ın


başını ağrıtmıştı. Bu düşmanlık ona nasıl iki tarafın ortasında kalarak nasıl
linç edildiğini hatırlatıyordu ve acının neredeyse yeniden onu sardığını
hissedebiliyordu. Pei Su, Ke Mo’yla yeterince tartıştığına kanaat etmiş
gibiydi ve ona bir yumruk savurarak bir kez daha bayılmasına neden oldu.
Ardından Xie Lian’a döndü. “Görüyorsun.”

Pei Su derin bir nefes aldı. “Bu dünyada kolayca tanımlanamayacak ve


karar verilemeyecek pek çok şey var. Bazen tek yapabileceğin şey
savaşmak.”

Xie Lian iç çekti. “İlk cümlene katılıyorum.”

San Lang ise. “Hm. Ben de ikinci cümlene.”

Xie Lian hala yerde yatmakta olan Ban Yue’yi izledi. “Kimin haklı kimin
haksız olduğunu söyleyemem, o yüzden yorum da yapmayacağım. Ban
Yue’nin kapıları açma nedeni ne olursa olsun, sonuçta açtı ve bu yüzden
sorumluluğunu da üstlenmek zorunda. Demek bu yüzden askerler
tarafından Günahkarın Çukuruna asılıyormuş… Artık hepsi öldüğü için
mesele kapandı.”

Pei Su sakin ifadesine tekrar kavuşmuştu. “Evet.”

Xie Lian ifadesiz bir sesle belirtti. “Yaşarken borcu olan yaşarken ödemeli.
Ancak ölümün ardından bile kaos sürüyorsa bu tamamen farklı bir mesele
haline gelir.”

Pei Su sessizce. “Ban Yue’nin suçu değildi.”

“Küçük General Pei, bu sözlerin BanYue Geçidindeki harabelere yolcuları


çektiğini kabul ettiğin anlamına mı geliyor?”

Pei Su bir an için konuşmadı, ardından kısık bir sesle kabullendi. “Evet.”

“Neden?”

Bu kez Pei Su cevap vermedi. Xie Lian ısrar etti. “Neredeyse iki yüz sene
geçti. Buraya çektiğin insanlar adına düzgün bir cevap vermen gerekiyor.”

Pei Su sessiz ve ifadesiz kalmaya devam etti. Öncesinde Xie Lian’ın


sorduğu her soruya yanıt verdiği halde şimdi fikrini değiştirmiş ve
konuşmuyordu bile. Xie Lian onu sorgulamaya devam etmek istiyordu ama
aniden tuhaf bir ses duydu.

Tam başlarının üzerinden gelmişti, delirmiş rüzgarların feryadına


benziyordu; uluyor ve inliyordu. Ses yaklaştıkça Xie Lian emin olmuştu –
sahiden delirmiş rüzgarlar feryat ediyordu!

Bora çok ani, çok güçlü başlamıştı ve Xie Lian daha neler olduğunu
anlayamadan tüm bedeni eğilmiş

ve havada yükselmeye başlamıştı!

Tuhaf fırtına yukarıdan Günahkarın Çukuruna inmiş, yerdeki herkesi


süpürerek havaya savurmuştu!
Xie Lian hemen en yakınında olan San Lang’ı kavradı ve bağırdı. “Dikkat
et!”

San Lang da onu tuttu, yüzü ifadesi hiç değişmemişti. Hava döndüler,
bedenleri hızla yükseliyordu ve çukurdan çıktıkları anda bir an için
durdular, ardından ise düşmeye başladılar. Xie Lian RuoYe’ye döndü ve
tüm bu kaosa rağmen ikna etmeye çalıştı. “Tamam, tamam artık hepsi geçti.
Çabuk benim akıllı RuoYe’m, fırla ve bize yardım et!”

Birkaç kez okşadıktan sonra RouYe en sonunda tepki verdi. Ancak yerdeki
devasa Günahkarın Çukuru dışında havada yakalayabileceği hiçbir şey
olmadığı için bir kez uçtuktan sonra hemen geri çekilmişti.

Çaresiz hisseden Xie Lian’ın tek yapabileceği şey yere çarpmaya kendini
hazırlamaya çalışmaktı. Başı önde yerde devasa bir delik açmak üzereydi
ki, San Lang bir kez daha onu yakaladı ve çekti, zemine yumuşak bir
şekilde ayaklarıyla basmıştı! Botları yere değdiğinde bir an için
inanamamıştı bile. Ama siyah giysili bir figür görüş alanına girdiğinde bu
his hızla kayboldu.

Xie Lian karşısındakinin kim olduğunu görünce neşeyle seslendi. “Nan


Feng!”

Bu sahiden Nan Feng’di, ama dağınık bir Nan Feng. Toz toprağın içinde on
kez yuvarlandıktan sonra geceyi geçirmek için sürekli tepinen yaratıklarla
dolu bir ine atılmış gibi görünüyordu. Giysileri parçalanmış ve son derece
pis bir haldeydi; Xie Lian’ın seslendiğini duyunca sadece elini salladı ve
sessizce yüzünü sildi, konuşmamıştı.

Xie Lian onu ayağa kaldırdı, “Ne oldu? O iki hanım çok mu zorluk
çıkarttı?”

Tam bu sırada iki kişi Nan Feng’in arkasında belirdi ve onlara doğru
geldiler. Birisi kolunda fırça taşıyan kadındı ve Xie Lian’ı neşeyle
selamladı. “Nasıl gidiyor, Ekselansları?”

Xie Lian her ne kadar onu tanımıyor olsa da, görgü kurallarına uyması
gerekliydi; ama ona nasıl hitap edeceğini bilmiyordu, bu yüzden sadece
gülümsedi ve el salladı. “Selam, dostlar.”

Siyahlı kadın Xie Lian’a soğuk bir bakış atmıştı ama onu çok önemsemiyor
gibiydi. Gözleri San Lang’ın üzerine geldiğinde ise, durdu, sanki
güvenilmemesi gereken birisiymiş gibi onu izledi.

Biraz önceki rüzgar çukurdaki herkesi dışarı çekmişti ve iki kadın Xie
Lian’ın yanından geçerek doğrudan Pei Su’ya doğru ilerlediler. Onların
yaklaştığını görünce Pei Su şaşırmışa benzemiyordu; sonuçta A-Zhao
rolünü oynarken onları kasabadan geçerken görmüştü. Olduğu yerde diz
çöktü ve beyaz cübbeli kadının karşısında başını eğerek sessizce selamladı.
“Rüzgar Ustası.”

Xie Lian onun sözleriyle olduğu yere mıhlanmıştı.

Ve o da durmuş bu kadının yüksek seviyeli bir iblis veya canavar olduğunu


düşünüyordu, bir cennet mensubu olduğunu nereden aklına gelirdi? Ve bir
de Rüzgar Ustasıydı, buraya gelmeden önce ruhani iletişim rününde on bin
merit saçan kişi!

Ama şimdi detayları gözden geçirdiğinde aslında olayları farklı


yorumladığını fark ediyordu. Bağırdığı zaman ‘Hepsi nereye kayboldu?
Hepsini tek tek kazıp çıkartmam ve öldürmem mi gerekiyor?’ dediği için
Xie Lian onların peşinde olduğunu sanmıştı. Ama aslında ‘hepsi’yle
kastettiği BanYue askerleri de olabilirdi. Xie Lian bu olayı tek başına
araştırdığını düşündüğü için kadınların tuhaf ve kötü kimseler olduğuna
karar vermişti.

Kolayca on bin merit dağıtan bir kişi olduğu da eklenince, Xie Lian ona
karşı isimsiz bir saygı duymaktan kendini alamadı. Nan Feng’i dirsekledi.
“Neden Rüzgar Ustası olduğunu önceden söylemedin? Ben de onun bir tür
yılan veya akrep ruhu olduğunu düşünüyordum. Yerin dibine girdim!”

Nan Feng’in ifadesi karardı. “Ben de Rüzgar Ustası olduğunu bilmiyordum.


Daha önce onu hiç bu surette görmemiştim. Zaten Rüzgar Ustası da her
zaman… boş ver.”
Görünüşe göre Rüzgar Ustası cennetteyken bu görünümünü kullanmıyordu,
Xie Lian anlamıştı.

“Rüzgar Ustası neden BanYue Geçidine geldi?”

Nan Feng. “Yardım etmek için. Onları sokakta dolaşırken gördüğümüzde


aslında BanYue askerlerini arıyorlarmış.”

Xie Lian ruhani iletişim rününde BanYue Geçidi hakkında bilgi istediği
zaman, tuhaf bir sessizliğin ardından Rüzgar Ustasının aniden on bin merit
saçarak herkesin dikkatini dağıttığını hatırladı. Rüzgar Ustası muhtemelen o
anda onun niyetini anlamıştı.

Xie Lian düşünürken Rüzgar Ustası da Pei Su’nun önünde diz çöktü.
“Küçük General Pei, bu kez çizgiyi aşmış olabilirsin.”

Bir Cennet Mensubunun bir kopyasını yaratarak iki yüz yıl boyunca
BanYue Geçidinde olay çıkartması ve yolcuları yanlış patikalardan geçerek
harabelere ilerlemeleri için kandırması, neresinden tutulursa tutulsun hiçte
az bir şey değildi. Pei Su tartışmadı, sadece başını eğdi. “Bu genç biliyor.”

*ÇN: ‘Ben biliyorum’ demek yerine kendisinden üçüncü şahıs ve ‘genç’


olarak bahsetmiş.

Rüzgar Ustası fırçasını savurdu. “Anladığın sürece sorun yok. Yaptıklarını


düşün ve ders çıkart.

Cennete gittiğimizde konuşacağız.”

Pei Su sessizce cevapladı. “Anlıyorum.”

Pei Su’yla olan konuşmasını sonlandıran Rüzgar Ustası fırçasını sırtına atı
ve doğrulduktan sonra Xie Lian’a gülümsedi. “Ekselansları Veliaht Prens.
Hakkınızda pek çok şey duydum.”

Xie Lian’a göre hakkında pek çok şey duyulması demek hiçte iyi bir
anlama gelmiyordu ama yine de her zaman söylenen boş sözlerden biriydi
işte. “Önemli şeyler değildir elbet. Ben de sizin hakkınızda pek çok şey
duydum, Rüzgar Ustası.”
Rüzgar Ustası. “Öncesinde olanlar için özür dilerim bu arada.”

Xie Lian duraksadı. “Öncesinde mi? Ne olmuştu ki?”

“Çölden geçerken fırtınaya yakalanmadınız mı?”

Xie Lian kum tadını hala unutmamıştı. “Evet?”

“Fırtınayı ben başlatmıştım.”

“…”

Rüzgar Ustası gündelik bir halde devam etti. “Fırtına sizi BanYue
Krallığına yaklaşmaktan alıkoymak içindi, ama engel olamadı ve yine de
BanYue’ye geldiniz.”

Bu işte bir terslik var gibiydi.

Rüzgar Ustası onların BanYue Geçidine gidişini durdurmak için bir fırtına
başlatmıştı ama tam ortasında aniden tekrar belirmişti. Bunun anlamı
neydi? Ama Xie Lian cevap vermedi onun yerine konuşmasına devam
etmesini bekledi. Bir an duraksadıktan sonra Rüzgar Ustası da öyle yaptı.
“Ama tüm bu çetin sınav konusunda, ekselanslarına tek önerim, önünüze
bakın ve ellerinizi size ait olmayan yerlerden uzak tutmaya gayret edin.”

Xie Lian yerde kıvrılmış, berbat bir halde görünen Ban Yue’ye bir bakış
attı.

Şimdiden bu skandalın cennete ulaşmasından korkmaya başlamıştı, belli


kişiler gerçeği çarpıtarak olamayan hikayeler ekleyip Ban Yue’ye tüm suçu
yükleyebilir ve böylece Küçük Pei’nin hiçbir yaptırıma maruz kalmadan
özgür olmaya devam edebilirdi. Rüzgar Ustasının aniden dahil olması ve
ona kendi işine bakmasını söylemesi de Küçük Pei’nin korumasını
güçlendirmek için değil miydi?

Xie Lian ifadesini hiç değiştirmeden öne doğru bir adım atarak Ban Yue’nin
önüne geçti ve onu arkasına sakladı. Ardından sıcak bir tonla konuştu.
“Ama çoktan bu meseleye dahil oldum, şu anda bırakamam. Ayrıca Küçük
General Pei’nin henüz açıklamadığı pek çok şey var.”
Rüzgar Ustası onun hareketini fark etti ve gülümsedi. “Endişelenme. Eğer
istersen BanYue’nin Baş

Rahibesini yanında götürebilirsin.”

Bunu hiç beklemeyen Xie Lian olduğu yere çakıldı, Rüzgar Ustası ise
devam etti. “Çukurda konuştuğunuz her şeyi yukarıdan dinledik. Her ne
kadar Baş Rahibe bir ‘Gazap’a dönüşmüş olsa da şehri dolaşırken BanYue
askerlerinin dışarı çıkmasını engellemek için bir rün çizdiğini ve yakalanan
ölümlüleri de serbest bıraktığını gördüm. Kimseye zarar vermedi, üstelik
insanları kurtardı bile.

Sadece Küçük General Pei ve Ke Mo’yu alıyorum, kimseye suç


atmayacağıma da güvenebilirsin.”

Karşısındaki bu kadar açık sözlü bir şekilde konuşunca Xie Lian da


endişelenmeyi bıraktı ve bir özür mırıldandı, ancak Rüzgar Ustası onu
durdurdu. “Yoo, endişelenmen gayet normal.”

Siyahlı kadın daha fazla dayanamayacakmış gibi görünüyordu ve araya


girdi. “Bitirdiniz mi? Bittiyse artık gidelim.”

Rüzgar Ustası karşı çıktı. “Cık! Ne acelen var? Sen acele ettirdikçe benim
konuşasım geliyor!” yine de başını çevirdi ve gülümsedi, kolundaki
yelpazeye çıkarttı. “Ekselansları, başka bir şey yoksa, cennette görüşmek
üzere?”

Xie Lian başını salladı ve Rüzgar Ustası yelpazesini açtı. Yelpazesindeki


rüzgar için kullanılan karakter

‘Feng’di, tıpkı sırtındaki rüzgarı andıran üç çizgi gibi eğik yazılmıştı. Bu


Rüzgar Ustasının ruhani eşyası olmalıydı. Üç kez ileri doğru salladı
ardından da üç kez geriye doğru. Aniden yerden bir rüzgar yükseldi.

Rüzgar beraberinde toz ve kumu da taşımış ve Xie Lian’ın yüzünü


kapatmak için kollarını kaldırmasına neden olmuştu. Rüzgar en sonunda
dindiğinde iki kadın, Pei Su ve Ke Mo çoktan gözden kaybolmuştu, geride
sadece Xie Lian, San Lang, Nan Feng ve derin bir uykudaki Ban Yue
kalmıştı.

Xie Lian kollarını indirdi, hala biraz sersemlemiş haldeydi. “Biraz önce ne
oldu?”

San Lang rahat bir şekilde yanına geldi. “Oldukça iyi bir şey.”

Xie Lian ona baktı. “Öyle mi?”

“Evet. Rüzgar Ustası uzak durmanı söylerken sana iyilik yapmaya


çalışıyordu.

Nan Feng de yanlarına geldi. “Evet. Bu meseleyi zaten çoktan fazla


eşeledin. Yapmadığın bir tek resmi bir şikayette bulunmak kaldı. Bu olaya
daha fazla müdahale etme.”

Xie Lian çoktan anlamıştı. “General Pei yüzünden mi?”

Nan Feng. “Aynen öyle. Onu fazlasıyla gücendirdin.”

Xie Lian güldü. “Eninde sonunda birisini gücendireceğimin farkındaydım,


sanırım kim olduğu çokta fark etmiyor.”

Nan Feng kaşlarını çattı. “Şaka yapmıyorum. Ming Guang en güçlü savaş
tanrısı ve o, General Pei, Küçük Pei’yi oldukça takdir eder ve Quan Yi
Zheng’in ayağını kaydırmak için elinden geleni yapar. Bela aramak için
üzerine elbet gelecek.”

Xie Lian doğrulamak için. “Quan Yi Zheng batıya hükmeden savaş tanrısı
değil mi?”

Nan Feng. “Evet o. Quan Yi Zheng de yeni yükselmiş bir tanrı. Pei Su’yla
hemen hemen aynı zamanda yükseldi. Çok genç ve küçük. Ama oldukça da
güçlü. General Pei batıyı Pei Su’nun almasını istiyor ve bunun için özellikle
de geçtiğimiz yıllarda oldukça çaba harcadı. Şimdi sen bu skandalı gün
yüzüne çıkartmaya çalışınca işler Pei Su için hiçte iyi bir hal almadı, belki
kovulabilir bile. Eğer kovulursa da işler senin için de hoş bir hal
almayacaktır.”
Xie Lian alnını ovdu, bundan sonra yemek yerken, içerken, yürürken, her
anında hareketlerine dikkat etmesi gerektiğini zihnine yazdı. San Lang ise
meseleyi önemsemiş gibi görünmüyordu. “Merak etme.

Pei Ming fazla gururludur. İşlerini karanlıktan yönetmez.”

Nan Feng ona bir bakış attı. “Evet. General Pei sahiden kanunsuz hiçbir şey
yapmaz, ama yine de…

kendini kolla.”

Xie Lian sordu. “Peki ya Rüzgar Ustası? Bana olaya müdahale etmememi
söyledi, o zaman o mu şikayette bulunacak? Bu durumda General Pei’yi
gücendiren o mu olacak? Buna izin veremem. Onu geri çağıralım. Nan
Feng, onun kişisel iletişim rününün şifresini biliyor musun?”

Nan Feng. “Rüzgar Ustası için endişelenmene gerek yok. General Pei sana
zarar verebilir ama ona asla dokunmaz. Senden genç olsa bile yine de çok
daha başarılı.”

“...”

Xie Lian şaşırdığı için sessiz kalmamıştı, aslında düşünüyordu, Cennette


benim kadar başarısız olan kim var ki? Bence hiç kimse…

San Lang güldü. “Arkası o kadar sağlamken tabi başarılı olur.”

Xie Lian sordu. “Yanındaki siyahlı kadından mı bahsediyorsun?”

San Lang. “Hayır. Ama muhtemelen o da beş element ustasından biridir,


‘Rüzgar, Su, Yağmur, Toprak, Fırtına’. Muhtemelen onu da gücendirmesen
iyi olur.”

Rüzgar Ustası hiçlikten bir hortum var etmişti, elbette ki güçlüydü. Ama
siyahlı kadın ondan daha güçlüydü. Xie Lian onun San Lang’ı sanki bir şey
fark etmiş gibi nasıl izlediğini hatırlayınca biraz endişelenmişti.
“Katılıyorum.”
Ama yine de Xie Lian’ın yutamayacağı bazı kelimeler vardı. Aklından, ‘
Sırtını sağlam bir duvara yaslasan bile başarını garantileyemezsin. Eskiden
Xian Le’nin Prensinin arkasında binlerce yıldır üç diyarı yönetmekte olan
Yüce Tarı vardı. Ama yine de başarısız olmuştu’, sözleri geçiyordu.

Xie Lian düşen hasır şapkasını yerden aldı, silkeledi ve düzleşmediğini


görünce rahatlayarak bir nefes verdi. Tekrar boynuna bağladı ve Nan
Feng’e döndü. “Yol boyunca iki hanımla mı dövüştün?”

Nan Feng karanlık bir yüzle cevapladı. “Evet. Tüm yol boyunca.”

Xie Lian omzuna dostane bir şekilde vurdu. “Çabaların için minnettarım.”
Aniden aklına en az onun kadar çabalayan bir başkası gelmişti, etrafına
baktı. “Fu Yao nerede?”

Nan Feng. “Yaralılarla o ilgilenmiyor muydu?”

Xie Lian Günahkarın Çukurundan uçmalarının ardından bir daha Fu Yao’yu


görmemişti. Aslında A-Zhao ifşa olduktan sonra bir daha hiç sesini
çıkartmamıştı, eğer o anda gitmediyse o zaman rüzgarda savrulurken
ayrılmıştı.

Fu Yao kendi başının çaresine pekala bakabilirdi bu yüzden Xie Lian


endişelenmemişti ama Nan Feng’in ‘yaralılar’ dediğini duyunca şok içinde
feryat etti. “ShanYue otu!”

San Lang. “Hava yeni yeni aydınlanıyor, acele etmeye gerek yok.”

Söz konusu hayat kurtarmak olunca ‘acele etme’ gibi sözlere yer yoktu. Her
ne kadar yirmi dört saatlik sürenin dolmasına daha çok vakitleri olsa da,
onlar ulaşana dek neler olacağını kim bilebilirdi?

Xie Lian’ın Fu Yao’yu düşünecek vakti yoktu. Aceleyle Ban Yue’yi sırtına
attı ve saraya doğru koşmaya başladı.

Xie Lian saraya vardığında Ban Yue’yi yere bıraktı ve hemen koca bir yığın
ShanYue topladı. Çamur surat hala yerdeydi, beyaz kemiklerin arasında
yüzü kandan bir karmaşaydı. Eskiden olsa Xie Lian onu gömerdi, ama ilk
olarak kurtarması gereken insanlar vardı, ikinci olaraksa adam zaten elli
belki altmış

yıldır toprağın altındaydı, geri dönmek istemiyor olduğu kesindi. Ama ölü
tüccarın cesedi hala görünürde yoktu, Xie Lian da merakla duraksadı. Bu
sırada ise San Lang saraydan elinde küçük bir çömlekle çıkmıştı.

Xie Lian onu görünce gülümsedi. “Cennet seni kutsasın, San Lang.”

İnsan olmayan varlıklar kilden çömleklerin içinde tutulabilirlerdi. Ban Yue


zayıftı ve uyanmıyordu, bu yüzden Xie Lian onu büzerek çömleğin içine
yerleştirdi. Yeterince topladıklarından emin olduktan sonra aceleyle geri
döndüler. Onlar ayrılalı neredeyse sekiz saat geçmişti.

Fu Yao’nun koruyucu çember çizdiği alana ulaştıklarında hala çoğu dışarı


çıkmaya korkar bir halde yerinde duruyordu. Nan Feng’in ilaç verdiği yaşlı
adamın durumu iyiydi ve yarasına bitki sürüldükten sonra kısa bir süre
istirahat etmiş, ardından ise ayağa kalkıp, yürüyebilecek kadar iyi olmuştu.
Xie Lian ise onları bitkinin yetiştiği yer hakkında bilgilendirmesinin
gerekmediğine karar vermişti.

Bir süre sonra tüccarlar sakinleşmiş, Tian Shen ve ekibinin nereye gittiğini
ve neden hala dönmediklerini merak etmeye başlamışlardı. Xie Lian
öncesinde bitkileri toplarken bir hayli meşguldü, bu yüzden de Tian Shen ve
diğerleri hakkında düşünmeye fırsat bulamamıştı. Tam harabelere geri
dönüp onları arayacaktı ki arkasından ‘Gege’ diye seslenen genç bir ses
duydu. Xie Lian başını

çevirdiğinde karşısındakinin sahiden Tian Shen olduğunu gördü. Çocuğun


kolları ShanYue otuyla doluydu ve arkasındaki diğer iki tüccar oflayıp
pufluyordu.

Onlar Günahkarın Çukurunun kenarındayken Ban Yue askerleri aşağı


süpürmüş ve Tian Shen’le tüccarları yakalamıştı. Hepsi çok korkmuşlardı
ancak Ban Yue onları sadece çukurdan indirmiş ve onları serbest
bırakmadan önce yolu tarif etmişti. Kaçmış, bitkileri toplamış, ölü tüccarın
cesedini gömmüş ve geri dönmüşlerdi, ancak nasılsa Xie Lian’dan yine de
daha geç gelmişlerdi.
Xie Lian onlara Gobi Çölünden geçerken eşlik etti ve yolculuğun tadını
çıkarttı.

Vedalaşma zamanı geldiğinde ise Tian Shen diğerlerinden sıyrılarak yanına


geldi ve gizemli bir şekilde fısıldadı. “Gege, bir sorum var.”

Xie Lian. “Sor öyleyse.”

“Sen bir tanrısın değil mi?”

“…”

Xie Lian afallamıştı.

Geçmişte haykırarak, ‘Ben bir tanrıyım! Ben ekselansları, veliaht prens!’


diye ilan ettiği bir dönem olmuştu ve kimse ona inanmamıştı. Bu kez ise o
ağzını bile açmadığı halde birisi gelip ona tanrı olup olmadığını sorduğu
için oldukça şaşkındı.

Tian Shen hemen ekledi. “Büyü yaptığını gördüm! Merak etme, kimseye
söylemem.”

Xie Lian içinden, Nasıl söyleyeceksin ki. Kimse sana inanmaz…

Tian Shen devam etti. “Eğer sen olmasan, o çirkin iblis askerler bizi çukura
itecekti. Eve döndüğümde senin adına bir tapınak kuracak ve sana ibadet
edeceğim.”

Xie Lian onun göğsüne sertçe vuruşunu ve ‘büyük, baya büyük’ diye eliyle
işaret edişini izlerken kahkaha atmaktan ve gülümsemekten kendini
alamadı. “Öyleyse, çok teşekkür ederim.”

Her ne kadar çocuk bir tapınak inşa etmek için ne kadar çok çaba
harcanması gerektiğini bilmese de yine de böyle bir söz verildiğini duymak,
yerine getirilsin veya getirilmesin, mutlu olunacak bir şeydi.

Xie Lian el salladı ve ters yöne doğru yürümeye başladı.


Nan Feng Mesafe Kısaltıcı Rünü çizdi ve onları Puji Manastırına götürdü.
Xie Lian kapıyı açtığı gibi hasırı çıkartıp yere serdi ve ölü gibi yattı. Tüm
bunları tek nefeste halletmişti. San Lang ise yanına oturdu ve çenesini eline
yaslayarak onu izledi. Xie Lian iç çekti. “Ne zamandır yoktuk?”

San Lang cevapladı. “Yaklaşık üç dört gündür.”

Xie Lian tekrar iç çekti. “Sadece üç, dört günde neden bu kadar
yoruldum…”

Yükseldiğinden beri bir an bile durmadan çalışmıştı.

Xie Lian başını kaldırdı. “Ah? Nan Feng? Sen neden hala rapor vermeye
gitmedin?”

Nan Feng. “Kime?”

“Sen Nan Yang Sarayından değil misin? Generalin yokluğunu fark etmemiş
midir?”

“Generalim şu anda sarayında değil, bu yüzden hayır.”

Xie Lian yuvarlandı ve doğruldu. “Peki. O zaman seni ağırlamak beni


memnun eder.

Nan Feng sordu. “Ne yapıyorsun?”

Xie Lian ona neşeyle baktı. “Yemek pişireceğim. Çabaların için teşekkür
etmek istiyorum.”

Nan Feng’in ifadesi anında değişti. Derhal elini kaldırdı ve sanki birisi
kişisel rününden ona ulaşmışta dinliyormuş gibi iki parmağını birleştirerek
alnına dokundu. Doğruldu hareketlendi. “Sarayda acil bir durum varmış.
Daha sonra görüşürüz.”

Xie Lian onu durdurmak için ellerini salladı. “Ne? Nan Feng gitme! Bu acil
durum da nereden çıktı?

Sahiden yaptığın her şey için sana teşekkür etmek istiyordum –”


“ACİLEN GİTMEM GEREK!” Nan Feng kükredi ve kapıdan dışarı fırladı.

Xie Lian hasıra tekrar oturarak San Lang’a döndü. “Sanırım aç değildi.”

San Lang cevap veremeden önce kapıdan yüksek bir gürültü koptu, Nan
Feng geri dönmüş ve kapıya vuruyordu. “SİZ İKİNİZ – !!”

Hala hasırda oturmakta olan Xie Lian ve San Lang aynı anda kafalarını
kaldırarak ona baktılar. “Bize ne olmuş?”

Nan Feng parmağını önce San Lang’a doğrulttu sonra Xie Lian’a, ancak
kelimelere boğazında kalmış, konuşamıyor gibiydi. En sonunda sadece.
“Tekrar geleceğim!” diyebildi.

Xie Lian. “Her zaman beklerim.”

Nan Feng, San Lang’a doğru son bir pis bakış attıktan sonra gitti. Xie Lian
kollarını bağlamış ve başını tıpkı San Lang gibi eğmişti. “Görünüşe göre
sahiden acil bir durum varmış.”

Ardından yanındaki genç adama dönerek neşeyle gülümsedi. “O aç değildi,


peki ya sen?”

San Lang da ayı gülümsemeyle karşılık verdi. “Çok açım.”

Xie Lian tekrar ayağa kalktı ve sunak masasını toplamak üzere


hareketlendi. “Peki o zaman. Ne yemek istersin Hua Cheng?”

Önce sessizlik oldu. Ardından bir kıkırdama duyuldu.

“‘San Lang’ ismini kullanmanı tercih ederim.”

Çevirmen: Nynaeve

Not: BanYue – Merkez Ovalar savaşı tam bir Ortadoğu :O


‘Ne yemek istersin Hua Cheng?’ sırf bu sahne için bazen keşke hiç resim
paylaşmasaydım, spoiler vermeseydim diyorum. Gerçi 29 bölüm çok uzun
bir süre ve zaten sürekli ipucu veriyor yazar.

Bölüm 30: İblis Kralı Dürtmek, Veliaht Prens Gerçeği Arıyor Xie
Lian’ın sırtı hala San Lang’a dönüktü. “Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuru?”

San Lang aynı şekilde karşılık verdi. “Ekselansları Veliaht Prens.”

Xie Lian en sonunda gülerek ona döndü. “Bana ilk kez bu şekilde hitap
ediyorsun.”

Kırmızılı genç adam hasıra oturdu ve bacaklarını topladı. “Nasıl hissettin?”

Xie Lian bir an düşündü, ama ‘Bana Gege demeyi bıraksan olmaz mı’ diye
sormaktan vazgeçti, onun yerine. “Fena değil. Çok kötü sayılmaz.”

Devam etti. “Yu Jun Dağındaki gece, beni alan damat sendin değil mi?”

Hua Cheng’in sırıtışını görünce, Xie Lian cümlesinin farklı bir şekilde de
yorumlanabileceğini fark etti ve ciddi bir sesle düzeltti. “Damat kılığına
girerek beni tapınağa yönlendiren sen miydin diye sormak istemiştim.”

Hua Cheng cevapladı. “Damat kılığına girmemiştim.”

Detaylar dikkate alındığında Hua Cheng’in söylediği yanlış sayılmazdı.


Genç adam o sırada damat olduğunu hiç söylememişti; sadece arabanın
önünde durmuş ve elini uzatmıştı. Kendi isteğiyle elini tutan Xie Lian’dı.
“Tamam. O zaman neden gelmiştin?”

Hua Cheng. “Bu sorunun iki cevabı var. İlki, ekselansları için gelmiştim;
ikincisi, yoldan geçiyordum ve boştum. Sence hangisi daha inanılır?”

Xie Lian, Hua Cheng’in toplamda onunla geçirdiği günleri saydı ve içten
bir şekilde cevapladı. “Hangisi daha inanılır bilmem ama sahiden epeyi boş
vaktin varmış gibi görünüyorsun.”

Xie Lian, sol kolunu sağ dirseğine yaslanmış ve sağ eliyle çenesini
destekleyen Hua Cheng’i baştan aşağı süzdü ve başını salladı.
“Söylentilerden çok farklısın.”

Hua Cheng pozisyonunu değiştirdi ama halde bir eli çenesinde, Xie Lian’ı
izliyordu. “Öyle mi? Peki kim olduğumu nasıl anladın?”

Kanlar damlayan şemsiye, gümüş zincirlerin nazik çınlaması ve o soğuk kol


zırhı Xie Lian’ın zihnine doldu, içinden, Kim olduğunu gizlemek için çokta
çaba harcamıyordun zaten, diye geçiriyordu. Ancak kelimeler dudaklarına
ulaştığında farklı bir hal aldılar. Ciddi bir tonda konuşmaya başlamıştı. “Her
zaman kırmızı giyiyorsun, her konuda bilgin var, her şeyi yapabiliyor ve hiç
korkmuyorsun. Üzerinde yapılan onca deneme bile hiçbir sonuç
vermediğine göre ‘Yıkım’ veya belki daha üst bir seviyede olman
gerekiyordu. Tüm cennetin kalbine korku salan ‘Çiçeğe Uzanan Kan
Yağmuru’ dışında, uygun başka bir aday olduğunu sanmıyorum.”

Hua Cheng güldü. “Sözlerini iltifat olarak mı almalıyım?”

Xie Lian içinden, İltifat olduğunu anlamamış mıydın, diye geçirdi.

Hua Cheng tekrar sordu. “Ekselansları, bunca şey konuştuğumuz halde,


sana yakınlaşma sebebimi neden sormuyorsun?”

“Eğer söylemek istemiyorsan, sorsam dahi bana cevap verir misin?”

“Beni istediğin zaman kapı dışarı edebilirsin.”

Xie Lian güldü. “Çok güçlüsün, seni bugün dışarı atsam, eğer sahiden bir
şey yapmak istiyorsan, beden değiştirip tekrar gelmez misin?”

İkisi birbirlerine gülümseyerek bakarken, tapınağın geçici sessizliği hafif


bir tıklama sesiyle bozuldu.

Sesin geldiği yöne döndüklerinde orada hiç kimsenin olmadığını, sadece


yerde yuvarlanan siyah bir kil vazo olduğunu fark ettiler.

Ban Yue’nin içinde bulunduğu vazoydu tabi ki. Xie Lian onu tekrar hasıra
yerleştirdi, ancak bir şekilde tekrar yuvarlanarak kapıya doğru gitti. Hua
Cheng’in yaptığı ahşap kapı ona engel olunca, tekrar tekrar kapıya vurmaya
başladı. Xie Lian vazonun kurulmasından korktuğu için kapıyı açtı ve kil
vazo kendi kendine yuvarlanarak dışarıdaki çimenlere gitti.

Xie Lian hemen arkasındaydı, kil vazonun çimenlik alana ulaştıktan sonra
kendi kendine durduğunu gördü. Her ne kadar sadece bir vazo olsa da,
sanki gökyüzünü izliyormuş gibi görünüyordu. Hua Cheng de dışarı
çıkmıştı. Xie Lian vazoya seslendi. “Ban Yue, uyanık mısın?”

Neyse ki Gobi Çölünden döndüklerinde çoktan gecenin bir yarısıydı, yoksa


Xie Lian’ı gören herkes vazoyla ne yaptığını sorar ve muhtemelen çılgına
dönerlerdi.

Bir an sonra, surat asan küçük bir kızın sesi vazodan yükseldi. “General
Hua.”

Xie Lian yanına oturdu ve onu sakinleştirdi. “Ban Yue, yıldızları izlemek
için mi geldin? Neden dışarı çıkmıyorsun?”

Hua Cheng yanlarındaki bir ağaca yaslanmıştı. “BanYue harabelerinden


daha yeni ayrıldı. Bir süre dışarıya çıkmaması daha iyi olur.”

Xie Lian önerisinin yerinde olduğunu düşünüyordu. Sonuçta BanYue orada


iki yüz yıl boyunca hapis kalmıştı; böylesine ani bir değişikliğe ayak
uydurmak oldukça zor olabilirdi. “O zaman en iyisi içeride kal ve iyileş.
Burası benim evim, hiçbir konuda endişelenmene gerek yok. Artık o
askerleri ve generali düşünme.”

Vazo bir şey söylemek istermişçesine iki kez sallandı. Bir an duraksayan
Xie Lian yine de onu baygınken olanlar konusunda bilgilendirmesi
gerektiğini hissetti ve düşünüp taşındıktan sonra konuşmaya karar verdi.
“Ban Yue, aslında yılanların seni hala dinliyordu ama Küçük General Pei de
senin yılanları kontrol ederken kullandığın tekniği öğrenmişti. Onca insana
zarar veren senin yılanların değildi.”

Ban Yue kasvetli sesiyle cevapladı. “General Hua, o sırada hareket


edemiyordum ama her şeyi duydum.”
Xie Lian duraksadı. Demek Pei Su sadece Ban Yue’nin hareket kabiliyetini
mühürlemişti, zihnine ise dokunmamıştı. “Sevindim.”

Bir an düşündükten sonra Xie Lian devam etti. “Belki Küçük General Pei
bunlar BanYue askerlerinin acı çekmesine dayanamadığı ve onları
rahatlatmak istediği için yapmıştı, ama ne yazık ki yanlış bir yöntem
kullandı.”

“…” Vazo takırdadı. “General Hua, Pei Su Gege’ye ne olacak?”

Xie Lian kollarını kol yenlerinin altında bağladı. “Bilmiyorum. Ama hatalar
her zaman cezalandırılır.”

Bir anlık sessizliğin ardından vazo iki kez daha sallandı ve Xie Lian en
sonunda bunun onaylayan bir baş sallama olduğunu fark etti.

“He ne kadar Ke Mo sürekli ona lanet etse de, Pei Su Gege aslında kötü
birisi değil.”

“Öyle mi?”

“Evet.”

Ban Yue her zaman içe dönük bir çocuk olmuş ve akran zorbalığına maruz
kalmıştı. Sadece Merkez Ovalardan gelen çocuklarla anlaşabilmişti. Pei Su
ise tüm krallığı sadece iki bin askerle ele geçirmek için görevlendirilmişti,
muhtemelen o da orduda sevilen birisi değildi. Her ikisi de mesafeli, soğuk
ve kasvetliydiler, muhtemelen benzer hayatları olmuştu. Xie Lian bu
konuda başka ne söyleyebileceğini bilmiyordu.

Kısa bir sessizliğin ardından Xie Lian tekrar konuştu. “Ah, sahi. Ban Yue,
Hua Xie uzun zamandır kullanmadığım sahte bir isimdi. Bana artık General
Hua demene gerek yok.”

Ban Yue. “Ne demeliyim o zaman?”

Aslında güzel bir soruydu. Eğer Ban Yue ona ciddi ciddi ‘ekselansları’
demeye başlarsa tuhaf olurdu.
Xie Lian da zaten nasıl hitap edeceğini aslında hiç umursamıyordu, sadece
konuyu değiştirmek istemişti. “Sana kalmış. General Hua demeye devam
etmek istersen o da sorun değil.” Sadece, burada Hua isimli başka birisi
daha vardı, bu yüzden de yanlış anlaşılmalara neden olabilirdi. Bu sırada
aklına

‘Hua Cheng’in de sahte bir isim olabileceği geldi, kendisi de ‘Hua Xie’
ismini ‘Çiçek Taçlı Savaş

Tanrısı’nın ilk karakterinden uydurmuştu sonuçta. İkisinin şans eseri aynı


soyadını seçmeleri de oldukça komikti aslında.

“Özür dilerim General Hua.”

Xie Lian tekrar ona döndü, sesi kederliydi. “Ban Yue, neden sürekli benden
özür diliyorsun?” İnsanlar onu o kadar mı acınası görüyorlardı?

Vazonun içindeki Ban Yue ona cevap vermek yerine başka bir şey söyledi.
“Ben halkı kurtarmak istiyorum.”

Xie Lian. “…………”

“General Hua, bir keresinde böyle demiştin.”

Xie Lian. “???” aceleyle seslendi. “Bekle, bekle!”

Onun bağırdığını duyunca Ban Yue donmuştu. “Ne oldu?”

Xie Lian hala kollarını bağlamış, ağaca yaslanmakta olan Hua Cheng’e
kaçamak bir bakış attı ve kısık sesle sordu. “Sahiden öyle mi dedim?”

On yaşında falanken bu söylemeyi en çok sevdiği cümleydi. Üzerinden


yüzlerce yıl geçtikten sonra bu cümleyi kurmamalıydı; inanamıyordu. Ama
Ban Yue kesindi. “Evet.”

Xie Lian hala mücadele ediyordu. “Bence söylemedim…”

Ban Yue ciddi bir sesle. “Sen söylemiştin. Bir keresinde hepimize
büyüyünce ne yapmak istediğimizi sormuştun. Herkes cevapladıktan sonra
sen de: ‘Benim hayalim sıradan insanları, halkı kurtarmak.’

Dedin.”

“…”

Demek o zaman söylemişti. Xie Lian eliyle neredeyse tüm yüzünü


kapatmıştı. “Ee. Ban Yue. Neden öylesine söylenen bir sözü bu kadar net
hatırlıyorsun ki?”

Ban Yue şaşırmıştı. “Öylesine mi? Ama General Hua, ben o sözleri içten bir
şekilde söylediğinizden emindim.”

Xie Lian başını kaldırıp gökyüzüne bakarken oldukça çaresiz hissediyordu.


“Haha… sahi mi? Belki de.

Daha başka neler söylemişimdir kim bilir.”

Ban Yue tekrar konuştu. “Bir de ‘Doğru olduğunu düşündüğünüz şeyi


yapın!’ demiştin.”

Xie Lian’ın tek düşünebildiği: …Ne… saçmalık!... Ne diye öyle şeyler


söyleyip durmuşum… Hiçte…

kendim gibi… değilmişim?

Ban Yue. “Ama artık neyin doğru olduğunu bilmiyorum.”

Xie Lian dondu.

Ban Yue’nin somurtkan sesi vazoda çınladı. “Doğru olanı yaptığımı


sanmıştım, ama sonuçta düşman için kapıları açtım ve halkımın
katledilmesine izin verdim. Ülkem yok oldu. Ama eğer kapıları
açmasaydım, BanYue’nin insanları Merkez Ovalarda terör estirecek ve daha
çok insana zarar vereceklerdi. General Hua, bana her zaman iyi davrandın
ve ben Merkez Ovaların sokaklarında dolaşırken beni besleyecek kadar
nazik olan pek çok kişi vardı. Ama Ke Mo da bana karşı çok iyiydi ve tüm
askerler emirlerime itaat ediyordu. BanYue’ye geri döndüğümde bir Baş
Rahibe olarak elimden gelenin en iyisini yapmak istemiştim. Ama kapıları
açtığım, onları öldürdüğüm yetmezmiş gibi bir de onları insan etinden
mahrum bıraktım. Taze insanların etiyle beslenmedikleri zaman acı
çekiyorlardı ve ben ne yaparsam yapayım acılarını dindiremiyordum.”

Konuşmaya devam ettikçe sesi telaşlanıyordu. “Ne yaptıysam kötü


sonuçlara neden oldum. General Hua, doğru seçimler yapmadığımın
farkındayım, ama bana nerede hata yaptığımı söyleyebilir misin?”

Onun sorusunu Xie Lian hafifçe boynunun arkasını kaşıdı ve yavaşça


konuşmaya başladı. “Özür dilerim Ban Yue. Bu sorunu geçmişte
cevaplayamazdım ve şimdi… şimdi de cevaplayabileceğimi sanmıyorum.”

Ban Yue karamsar bir sesle. “General Hua, sanki geçtiğimiz iki yüz senede
ne yaptığıma dair hiçbir fikrim yokmuş gibi geliyor.”

Xie Lian da kasvetli bir ruh haline bürünmüştü. “O zaman ben de sekiz yüz
sene boyunca boşuna yaşamış olmuyor muyum?”

Xie Lian küçük iblis Ban Yue’yi vazosunda yıldızları izlerken bıraktı ve
Hua Cheng’le birlikte tekrar Puji Manastırına girdi. Hua Cheng kapıyı
kapattıktan sonra yorum yaptı. “Pei Su BanYue’den nefret ediyordu, neden
askerlerinin çektiği acılara üzülsün ki?”

Bir süre düşündükten sonra Xie Lian başını iki yana salladı. “Eğer Pei Su
sahiden Ban Yue’yi harabelerden özgür bırakmak isteseydi, askerleri geçen
insanların etleriyle beslemek yerine BanYue Geçidini temizlerdi. Amacı
neydi bilmiyorum.”

Hua Cheng. “Yapamazdı. Orayı temizlemek için önce cennete bildirmesi


gerekiyordu.”

“Yani?”

Hua Cheng sakince açıkladı. “İdeal bir çözüm olmazdı. Cennet


mensuplarının nereye gittiğinin ve ne yaptığının katı bir şekilde kaydeder.
Eğer cennet olaya dahil olsaydı tüm BanYue Geçidinin
temizlenmesi gerekirdi, küçük kız Ban Yue’de dahil. Pei Su da bu yüzden
tabi ki olayla kendi ilgilenmeyi seçti ve ona göre, sadece vakit buldukça aç
hayaletleri insanlarla besliyordu.”

Küçümseyerek ekledi. “Yükselmiş bir tanrının gözünde ölümlerin hayatı


karıncalardan farksızdır.”

Xie Lian son cümlesine yorum yapmamayı seçti, sadece. “BanYue


askerleriyle ilgilenmek için pekala bir kabuk gönderebilirdi.”

“Kabuklar hiçbir zaman asılları kadar güçlü olamaz. Pei Su’nun A-Zhao
kabuğunu görmedin mi? O

kadar BanYue askeriyle baş etmeyi başaramadı, tek yapabildiği şey ölerek
nefretlerini kısa bir süreliğine yatıştırmaktı.”

Xie Lian ona bir bakış attı, aklında San Lang’ın Günahkarın Çukuruna
atladığında tüm BanYue askerlerini bir anda yok ettiği gelmişti. “Senin
kabuğun oldukça güçlü.”

Hua Cheng kaşlarını kaldırdı. “Elbette. Ama ben asıl olanım.”

Xie Lian bir anda diğer tüm düşüncelerini unuttu ve şaşkınlık içinde ona
döndü. “Ne? Bu gerçek biçimin mi?”

“Yüzde yüz gerçek.”

Eğer suçlanacak birisi varsa o da Xie Lian’a, istersen gelip kendin kontrol
edebilirsin, diye bakan Hua Cheng’di. Ve Xie Lian da bir an düşünmeden
parmağını kaldırarak Hua Cheng’in yüzünü dürttü.

Bir saniye sonra Xie Lian şaşkınlıktan donakalıp, içinden ‘olamaz!’ diye
ciyakladı. Sadece bir Yüce İblis Kralının sahte derisine dokunmanın nasıl
bir his olduğunu merak etmişti, ama görünüşe göre bedeni aklından çabuk
davranmış ve sahiden onu dürtmüştü! Yerin dibine girmişti!

Birisi aniden yüzüne dokununca Hua Cheng de bir miktar şaşırmış


görünüyordu, ama her zaman sakin ve kendine hakim olmayı bilen birisi
olmuştu, bu yüzden ifadesi hemen normale döndü. Hiçbir şey söylemedi,
ama kaşları daha da yukarı kalmış, gözlerinde asılı kalan gülümsemeyle
sanki Xie Lian’ın açıklamasını bekler gibiydi. Xie Lian ona bir açıklama
yapamazdı, ona dokunan parmağına bir bakış

attı ardından hemen arkasına sakladı ve normal görünmeye çalışarak yorum


yaptı. “Fena değil. Hiç fena değil.”

Hua Cheng kahkahalara boğuldu ve başını eğerek kollarını tekrar bağladı.


“Bu sahte derim konusunda ne düşünüyorsun?”

Xie Lian içten bir şekilde cevapladı. “Çok iyi yapılmış. Ama…”

“Ama ne?”

Xie Lian bir süre onun yüzüne odaklanarak inceledi. Ardından en sonunda
cevapladı. “Ama, gerçek yüzünü görmek isterdim.”

Eğer Hua Cheng ‘sahte deri’ dediyse, o zaman şu anda karşısında durmakta
olan beden gerçek bedeni olsa da, yüzü kendisinin değildi. Bu genç adam,
Hua Cheng’in gerçek görünüşü değildi.

Bu kez Hua Cheng ona hemen cevap vermedi ve kolları iki yanına düştü.
Belki sadece Xie Lian’a öyle geliyordu ama sanki Hua Cheng’in gözleri
hafifçe kararmış ve içi sıkılmış gibi görünüyordu.

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 31: İblis Kralı Dürtmek, Veliaht Prens Gerçeği Arıyor Huzursuz
bir sessizlik odaya hakim olunca, Xie Lian sorusuyla haddini aştığını
anlamıştı.

Her ne kadar geçen şu birkaç günde, ikisi oldukça iyi anlaşmış olsa da, Hua
Cheng kim olduğu ortaya çıktıktan sonra bile hiç gerçek yüzünü
göstermemişti, belli ki kendince bir nedeni vardı bu yüzden de Xie Lian’ın
ısrar etmemesi gerekirdi. Xie Lian onun cevap vermesini beklemeden daha
geniş bir şekilde gülümsedi. “Sordum sadece, ciddiye almana gerek yok.”
Hua Cheng gözlerini kapattı. Bir an sonra hafifçe gülümsedi. “Eğer fırsat
olursa, bir gün görebilirsin.”

Eğer bu cevabı veren bir başkası olsaydı, aslında ‘bir gün’ diyerek kibar bir
şekilde konuyu kapatmaya çalışmış olurdu. Ama konuşan kişi Hua
Cheng’di, bu yüzden Xie Lian sahiden ‘bir gün’ü gerçek anlamıyla
kullandığından ve bir gün sahiden onun gerçek yüzünü göstereceğinden
emindi. Ancak bu onu daha da meraklandırmıştı, sırıttı. “O zaman ben de o
günü bekleyeceğim. Hadi artık uyuyalım.”

Gecenin büyük bir kısmı bu şekilde yitip gidince Xie Lian da yemek
yapmaktan vazgeçmiş ve hasıra geri dönmüştü. Hua Cheng de yanına
uzandı. Kimse gerçek kimlikleri ortaya çıktıktan sonra bir tanrı ve iblisin
nasıl küçücük bir hasırda birlikte uzanabildiğini, güldüğünü ve sohbet
ettiğini, beraber vakit geçirebildiğini sormaya tenezzül etmedi.

Hasırda yastıkları olmadığı için Hua Cheng kendi koluna yatmıştı ve Xie
Lian da kendi kolunu yastık olarak kullanarak onu taklit etti. Tekrar sohbet
etmeye başladı. “Hayalet diyarı çok başı boş gibi. Bir şeyleri bildirmeniz
gerektiğini hissettiğiniz olmuyor mu?”

Hua Cheng cevap verirken bacaklarını da çaprazladı. “Kime bildireceğiz


ki? Bizde herkes kendi işine bakar, kimse diğerlerini umursamaz.”

Hayalet diyar örgütlenmemiş kayıp ruh gruplarından ve vahşi iblislerden


oluşurdu, bu yüzden Xie Lian şaşırmamıştı. “Öyle mi? Üst Cennet gibi sizin
de bir komuta merkeziniz olduğunu düşünmüştüm hep.

Peki o zaman diğer iblis krallarıyla daha önce hiç karşılaştın mı?”

“Evet.”

“Yeşil Cin Qi Rong’la bile mi?”

“O aşağılık, adi artıkla mı?”

Xie Lian daha, Şimdi buna nasıl cevap verilir ki, diye düşünürken, onun bir
şey söylemesine gerek kalmadan Hua Cheng devam etti. “Onunla tanıştım
ve koşarak kaçtı.”

Xie Lian bu ‘tanışma’nın normal bir tanışmayla uzaktan yakından alakası


olmadığını hissediyordu ve Hua Cheng de havadan sudan konuşur gibi bu
düşüncesini doğruladı. “Ve sonrasında ‘Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuru’
unvanını aldım.”

“…”

Demek başka bir iblisin bölgesini haritadan sildiği anlatıldığı zaman Yeşil
Cin Qi Rong’dan bahsediliyordu ve ‘tanışmak’ da aslında yok etmek
anlamına geliyordu. Xie Lian oldukça sıra dışı bir tanışma olduğuna kanaat
getirdi. Çenesi kaşıdı. “Yeşil Cin Qi Rong’a karşı bir düşmanlığın mı var?”

Hua Cheng cevapladı. “Evet. Yüzünü sevmiyorum.”

Xie Lian gülse mi ağlasa mı bilmiyordu, Hua Cheng’in o otuz üç tanrıya da


yüzlerini sevmediği için meydan okuyup okumadığını merak etti. Ne yazık
ki bu sorabileceği bir soru değildi, bu yüzden sadece. “Cennet ona aşağılık
diyor, hayalet diyarı bile onu reddediyor yani, öyle mi?”

“Öyle. Kara Su bile ondan tiksiniyor.”

Xie Lian. “Kara Su kim?” diye sormuş bulundu ancak sonradan hatırladı.
“Sahi, ‘Gemileri Batıran Kara Su’ denilen kişi değil mi?”

“Evet. Kara Su İblisi Xuan olarakta anılır.”

Xie Lian bu bahsettikleri Kara Su İblisi Xuan’ın da ‘Yüce’ olduğunu


hatırladı, ancak Yeşil Cin Qi Rong sadece ‘neredeyse-yüce’ydi. Konu Xie
Lian’ın ilgisini çekmişti. “İblis Xuan’la yakın mısınız?”

Hua Cheng tembel bir halde yanıtladı. “Hayır. Hayalet diyarında yakın
olduğum çok kişi yok.”

Şimdi ise Xie Lian hepten meraklanmıştı. “Sahi mi? Pek çok astın vardır
diye düşünüyordum. Belki de

‘yakın’ derken farklı şeylerden bahsediyoruzdur?”


Hua Cheng kaşlarını kaldırdı. “Ama öyle. Hayalet diyarında ‘Yüce’den
düşük olan hiçbir yaratık benimle konuşma hakkına sahip değildir.”

Fazlasıyla kibirli bir ifadeydi, ama Hua Cheng sanki aşikar ve tartışılmaz
bir gerçekmiş gibi söylemişti.

Xie Lian hafifçe gülümsedi. “Her ne kadar yakın olmasanız da yine de


onları tanıyorsun. Hayalet diyarda çok iyi idare ediyorsun, cennet gibi
duyulmuş çok fazla kişi de yok üstelik. Üst Cennette bile onca mensup
varken, çok daha fazlası Orta Cennette yükselmek için bekliyor; isimlerle
dolu bir okyanus var.” Ve eğer o isimleri aklında tutmazsan karşındakini
gücendirmeyi göze almışsın demekti.

Bir süre sohbet ettikten sonra Xie Lian iki diyar arasındaki farklılıklardan
bahsederken çok derinlere dalıp hassas bir noktaya değinmekten çekindiği
için konuyu değiştirdi. Gözleri kapalı kapıya kaydı ve endişelendi. “Ban
Yue ne zaman geri dönecek acaba?”

İddialı ‘Ben dünyayı kurtarmak istiyorum’ sözlerini tekrar hatırladı ve


kelimeler milyonlarca karman çorman resmi de beraberinde getirerek
zihninde yankılandı. Xie Lian hepsini zorla bastırmaya çalıştı.

Bu sırada ise Hua Cheng konuştu. “Güzel sözlerdi.”

Xie Lian. “Hım? Hangi söz?”

“‘Ben dünyayı kurtarmak istiyorum, sıradan halkı.’”

“…”

Xie Lian hayretler içerisindeydi.

Hemen diğer tarafa döndü ve karides gibi kıvrılarak, bir çift kolunun daha
olmasını diledi, böylece hem gözlerini hem kulaklarını kapatabilirdi. İnledi.
“…San Lang…”

Hua Cheng ona biraz daha yaklaşmış gibiydi ve konuştuğunda sesi ciddiydi.
“Hm? Bu sözlerin nesi var ki?”
Hua Cheng geri adım atmıyordu ve Xie Lian da ona karşı kazanamazdı bu
yüzden tekrar ona döndü ve çaresiz bir şekilde konuştu. “Aptalca.”

“Korkulacak ne var?” diye başladı Hua Cheng. “Dünyayı kurtarmaktan


veya yok etmekten bahsetmek takdir edilmesi gereken bir şey. Üstelik ilki,
ikincisinden daha zor, bu yüzden de daha saygın.”

Xie Lian puflayarak kahkaha attı ve başını iki yana salladı. “Eğer isteseydin
bence sen sahiden başarabilirdin.” Ardından her iki gözünü de elleriyle
kapattı ve dümdüz uzandı. “Ah sahi. Bu daha hiçbir şey. Gençliğimde Ban
Yue’nin söylediğini gölgede bırakacak kadar aptalca pek çok şey
söylemiştim.”

Hua Cheng güldü. “Aa? Ne gibi? Söyle hadi.”

Xie Lian bir anlığına geçmişe gitti, düşünceleri tekrar kovalarken ise hafifçe
gülümsedi. “Çok, çok uzun yıllar önce, birisi bana daha fazla yaşamak
istemediğini söylemişti. Neden yaşadığını ve hayatın anlamının ne
olduğunu sormuştu.”

Hua Cheng’e baktı. “Nasıl cevapladım biliyor musun?”

Belki Xie Lian’a öyle geliyordu ama sanki Hua Cheng’in gözleri parlamıştı.
Ama sadece nazikçe sordu.

“Nasıl cevapladın?”

Xie Lian. “Ona dedim ki, eğer artık nasıl yaşayacağını bilmiyorsan benim
için yaşa!

“Eğer hayatın anlamını bilmiyorsan o zaman bir anlam kat ve yaşama


sebebin olarak beni kullan.”

“Ha ha…”

Xie Lian bir parça gülmekten kendini alamadı ve başını iki yana salladı.
“Şimdi bile o zaman aklımdan neler geçtiğini anlayamıyorum. Başka
birisine beni hayatının anlamı yap demeye nasıl cüret edebilmiştim?”
Hua Cheng sessiz kaldı ve Xie Lian devam etti. “Böyle bir şeyi sadece o
zamanlar söyleyebilirdim herhalde. Uzun bir süre boyunca sahiden
yenilmez ve korkusuz olduğumu düşünmüştüm. Aynı cümleyi bir daha
kurmam istense, o kelimeler bir daha asla dudaklarımdan dökülemez.

“Sonrasında o kişiye ne oldu bilmiyorum. Ama bir başkasının yaşama


sebebi olmak bile büyük bir sorumluluk getirirken, tüm dünyadan
bahsetmeye nasıl cüret ederim?”

Sessizlik Puji Manastırını sardı ve uzunca bir süre sonra San Lang yavaşça
konuştu. “Söz konusu dünyayı kurtarmaksa nasıl yaptığının bir önemi
yoktur. Ama her ne kadar cesur sözler olsa da aynı zamanda abes.”

Xie Lian hemfikirdi. “Evet.”

Hua Cheng devam etti. “Abes olduğu kadar da cesur.”

Sözleri Xie Lian’ı gülümsetmişti. “Teşekkürler.”

“Rica ederim.”

İkisi dostça bir sessizliğin içinde Puji Manastırının delikli tavanını izlediler.
Sessizliği bozan kişi ise Hua Cheng’di. “Sonuçta birbirimizi sadece birkaç
gündür tanıyoruz. Benimle bu kadar çok şey paylaşman doğru mu?”

Xie Lian tekrar güldü ve elini salladı. “Ne olabilir ki? Zaten asırlık
dostluklar bile tek bir günde yıkılabilir. Şans eseri karşılaştık ve benzer
şekilde ayrılabiliriz. Eğer birbirimizi sevdiysek görüşmeye devam ederiz;
yoksa da ayrı yollara gideriz. Bırak her şey olacağına varsın ve ben de
söylemek istediklerimi söyleyeyim.”

Hua Cheng bir süre hafifçe güldü, ardından aniden. “Eğer.”

Xie Lian yüzünü ona çevirdi. “Eğer?”

Hua Cheng ona dönmedi, gözleri hala manastırın harap tavanındaydı, Xie
Lian da bu sırada yakışıklı genç adamın yüzünü inceledi.

Hua Cheng kısık bir sesle. “Eğer çirkinsem,”


Xie Lian şaşkın şaşkın baktı. “Ne?”

Hua Cheng en sonunda yüzünü ona çevirdi. “Eğer gerçek yüzüm çirkinse,
yine de görmek ister miydin?”

Xie Lian kalakaldı. “Öyle mi? Her ne kadar nedenini bilmesem de, gerçek
yüzünün çirkin olduğunu hiç sanmıyorum.”

Hua Cheng yarı dalga geçer bir halde. “Kim bilir? Peki ya rengi atmış,
çarpık, çirkin, korkunç ve berbat bir yüzüm varsa, o zaman ne yaparsın?”

İlk başta Xie Lian onun soru dizisini çok ilginç bulmuştu. Sonuçta, cennetin
korktuğu, asırların bir numaralı iblis kralıydı, dış görünüşünün ne önemi
vardı ki? Ancak düşününce, aslında komik olmadığını fark etti. Yanlış
hatırlamıyorsa Hua Cheng hakkında anlatılan hikayelerin çoğunda,
doğuştan itibaren biçimsiz bir çocuk olduğu gibi şeyler söyleniyordu. Eğer
bu sahiden doğruysa o zaman büyürken çevresindekiler tarafından farklı
muamele edilmişti. Belki de bu yüzden dış görünüşü konusunda bu kadar
hassastı.

Xie Lian bu yüzden de bir süre kafa yorduktan sonra cevap verdi. “O
zaman…”

Konuşurken en sıcak, en içten sesini kullanıyordu. “Dürüst olmak gerekirse,


gerçek yüzünü görmek isteme sebebim artık bir nevi arkadaş olduğumuz
içindi. Sonuçta şu anki halimize bir bak? Eğer arkadaşsak o zaman
birbirimize karşı da dürüst olmamız gerekir. Yani gerçek yüzünü görmek
isteme sebebimin güzellik veya çirkinlikle bir alakası yoktu. Elbette ne
olursa olsun… neden gülüyorsun? Ciddi bir şey söylüyorum burada.”

Xie Lian konuşurken yanındaki genç adamın titrediğini hissetmişti. İlk


başta aklından ‘sözlerim onu böylesine etkileyecek kadar mı duygulandırdı’
geçmişti ve dönüp ona bakmaya çok utanmıştı. Ama bir süre sonra
bastırılmaya çalışılan bir kahkahanın dışarı sızmasıyla Xie Lian şaşkına
dönmüştü. “San Lang… Neden gülüyorsun?”

Hua Cheng hemen titremeyi kesti ve ona döndü. “Hiç, sadece söylediklerin
çok doğru.”
Xie Lian onun cevabıyla daha da şaşırmıştı. “Çok ikiyüzlüsün…”

“Söz veriyorum, bu dünyada benden daha dürüst kimseyi bulamayacaksın.”

Xie Lian daha fazla konuşmak istemiyordu, RuoYe’yi attı. Beyaz ipek
kumaş havada süzüldü ve üzerlerine serildi, Xie Lian da sırtını Hua
Cheng’e döndü. “Her neyse. Yatma vakti. Uyu ve konuşma.”

Hua Cheng tekrar güldü. “Bir sonrakine.”

Xie Lian her ne kadar uyumayı kafasına koymuş olsa da, Hua Cheng’in
konuştuğunu duyduğunda cevap vermekten geri kalamadı. “Bir sonraki
ne?”

Hua Cheng fısıldadı. “Bir sonraki görüşmemizde, seni gerçek halimle


karşılayacağım.”

Xie Lian onun bu sözleri üzerine daha fazla soru sormak istiyordu ama
uzun bir geceydi ve uykunun getirdiği rehavet onu ele geçirdiğinde daha
fazla uyanık kalamadı ve derin bir uykuya daldı.

Ertesi sabah uyandığında, yanı boştu.

Belki de tüm o kasırgalar Xie Lian’ı tahmin ettiğinden bile daha fazla
yormuştu, çünkü hafifte olsa başı ağrıyordu. Ayağa kalkmak için çabaladı
ve hala sersem bir halde manastırda dolaşmaya başladı. Kapıyı açtığında da
dışarıda kimse olmadığını gördü. Genç adam gitmişti.

Ağaçlardan dökülen yapraklar süpürülerek bir kenara istiflenmişti ve hemen


yanlarında küçük bir kil vazo vardı. Xie Lian vazoyu içeri aldı ve sunağın
üzerine yerleştirdi. Sunağın üzerinde muhtemelen Gobi Çölünden
üzerlerinde taşıdıkları kumlar vardı. Xie Lian kapıyı kapattı, üzerini
değiştirmek istiyordu. Belindeki kuşağı çözerken aniden göğsünde bir şey
olduğunu fark etti. Xie Lian elini kaldırıp dokundu, lanetli kelepçesinin tam
altında çok ince bir zincir vardı.

Xie Lian zinciri boynundan çıkarttı. Gümüş zincir çok ince ve hafifti,
muhtemelen bu yüzden daha önce fark edememişti. Zincirin ucunda ise
parlak bir yüzük vardı.

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 32: İmparatorun Salonu, Veliaht Prens Diğer Veliaht Prensle


Tanışıyor Xie Lian yüzüğü Hua Cheng’in verdiğini biliyordu. Yüzüğü
elinde tuttu ve bir süre ne olduğunu merak ederek izledi.

Xie Lian veliaht prensken Xian Le sarayında büyümüştü. Xian Le krallığı


ise güzel, değerli nesnelerin tadına epey bakmıştı; büyük bir koleksiyonları
vardı, yeşimden basamaklar, sayısız hazine ve değerli mücevherler. Soylu
çocuklar çeşitli renklerdeki mücevherleri oyuncak olarak bile kullanırdı
hatta. Xie Lian değerli taşlara alışkındı ve bu elindeki yüzükte elmastan
yapılmış gibi görünüyordu. Ancak oldukça kibardı; çok yetenekli bir
mücevher ustası bile böylesine uhrevi ve doğal bir güzelliği istese bile
yakalayamayabilirdi. Dahası gördüğü onca elmasa kıyasla, bu yüzüğün taşı
sıra dışı bir şekilde berrak, ışıltılı, büyüleyici ve olağanüstü görünüyordu,
bu yüzden de tam olarak neyden yapıldığını kestirmesi güçtü.

Ama her ne kadar neyden yapıldığını çıkartamasa da, son derece önemli bir
eşya olduğundan emindi.

Ayrıca boynunda bulduğu için de, yanlışlıkla düşürülmediği ve Hua


Cheng’in ona hediye olarak bıraktığı kesindi. Xie Lian böyle bir hediye
aldığı için biraz şaşırmıştı. Hafifçe gülümsedi ve kabul etmeye karar verdi,
bir dahaki karşılaşmalarında genç adama hediyesinin anlamını sorabilirdi.
Sahip olduğu tek şey bu viran tapınaktı; böylesine değerli bir eşyayı
saklamaya uygun hiçbir yer yoktu, bu yüzden Xie Lian bir süre
düşündükten sonra en iyisinin üzerinde taşımak olduğuna karar verdi ve
gümüş kolyeyi bir kez daha boynuna taktı.

Xie Lian’ın kısa bir süre içerisinde Yu Jun Dağı ve BanYue Geçidine gidip
koşuşturması gerekmişti, bu yüzden de Puji Manastırı başı boş kalmıştı.
Eğer ona çörekler, yulaf lapası adamak için gelen birkaç fazlaca tutkulu
köylü olmasa, Xie Lian muhtemelen uzun günler boyunca iş yapamaz bir
halde kalırdı.
Xie Lian toparlandığı gibi çalışmaya geri döndü ve tapınakla ilgilenmeye
başladı. Ancak sadece bir gün sonra Ling Wen ona acil bir çağrı yaptı: En
kısa zamanda Cennetten bekleniyorsun.

Ses tonunu göz önünde bulundurulursa kötü bir şey olacaktı. Xie Lian’ın
neler olduğuna dair bir tahmini vardı ve kendisini zihinsel olarak hazırladı.
“Neler oluyor? BanYue Geçidi meselesi mi?”

Ling Wen cevapladı. “Evet. Cennete döndüğün zaman doğrudan


İmparatorun Salonuna gel.”

‘İmparatorun Salonu’ dediğini duyunca Xie Lian dondu. Jun Wu, Savaş
Tanrısı Semavi İmparator geri dönmüştü.

Üçüncü yükselişinden sonra henüz Jun Wu ile karşılaşmamıştı. Birinci


Savaş Tanrısı olan Jun Wu günlerini inzivaya çekilip meditasyon yaparak
veya diyarları kontrol ederek, dünyanın güvenliğini sağlayarak geçiriyordu,
bu yüzden de onunla görüşmek oldukça zordu. Jun Wu geri döndüğüne için
Xie Lian’ın mutlaka cennete gitmesi gerekiyordu ve bu yüzden de sadece
bir günlük dinlenmenin ardından cennete geri döndü.

Üst Cennetin tek bir ana yolu vardı: Savaş İlahı Caddesi. Ölümlü diyarda
Jun Wu’ya ithafen isimlendirilmiş pek çok yol bulunuyordu, cennette
bulunanlar ise gerçeklerinin sadece basit birer kopyası, gölgesiydi. Xie Lian
geniş yoldan yürüdü. Yolun etrafı tanrıların her biri farklı stil ve tasarımda,
seçkin bir mimari eseri olan saraylarıyla, bahçelerle, heykeller ve duvar
resimleriyle çevrelenmiş, büyük bir şehir oluşmuştu. Ruhani haleler
yukarıda süzülürken, yerde atılan her adımda dağılan nazik bulutlar vardı.
O ilerlerken yanından pek çok cennet mensubu aceleyle geçip gitti ve tek
bir tanesi bile onu selamlamaya cüret etmedi.

Doğrusu zaten cennete geldiğinde onu selamlayan kişilerin sayısı oldukça


azdı. Ancak eskiden

‘selamlamamak’tan kastı, aslında hiçbir tanrının ona yaklaşmadığı ve


sohbet etmediğiydi, elbette ki
onu gördüklerinde uygun şekilde baş selamı veriyorlardı. Şimdi ise hepsi o
sanki yokmuş gibi, ona tek bir bakış atsalar başları belaya girecekmiş gibi
davranıyordu. Eğer önünde yürüyorlarsa adımlarını hızlandırıyor; eğer
arkasından geliyorlarsa yavaşlayarak onunla aralarındaki mesafeyi artırıyor,
yaklaşmaya korkuyorlardı. Xie Lian çoktan bu muameleye alışmıştı ve
çokta kafa yormadı, sonuçta daha önceki gün oldukça tanınmış ve yeni
yükselmiş olan Küçük General Pei’yi alaşağı etmişti.

Yürürken aniden arkasından birisi seslendi. “Ekselansları!”

Xie Lian ona seslenildiğini duyunca şok olmuştu, böyle bir zamanda ona bu
şekilde hitap edecek kadar cesur olan kişinin kim olduğunu ise ayrıca merak
etmişti. Ama bakmak için arkasını döndüğünde, biraz önce ekselansları diye
seslenen genç yardımcı yanından geçip gitti ve onun önünde ilerlemekte
olan bir tanrıya doğru koşturdu. Koşarken seslenmeye devam ediyordu.
“Ekselansları! İmparatorun Salonunun kısa yolunu nasıl
unutabiliyorsunuz?!”

Demek mesele buydu.

Tabi ki ‘ekselansları’ ona yönelik olarak söylenmemişti. Cennette pek çok


veliaht prens vardı, böylesi bir yanlış anlaşılmanın nadiren olduğunu
söylemek yanlış olurdu.

Ancak bakışlarını diğer veliaht prense çevirdiğinde duraksadı.

Genç adamın kalın kaşları, parlak gözleri ve geniş bir gülümsemesi vardı.
Bu gülümseme diğer tanrılarınkinden çok farklıydı; saftı, içtendi. Yakışıklı
yüzüne bir gençlik katıyordu. Ancak ondan daha sert bir cennet mensubu,
örneğin Mu Qing, bu konuda yorum yapacak olsa ise muhtemelen onun bir
aptal gibi göründüğünü söylerdi. Genç adam zırhının içinde cesur ve
gururlu görünüyordu, ama üzerindeki zırhta ne kan ne savaş kokusu vardı;
daha çok asil, samimi ve göz alıcıydı.

Xie Lian bir süre durarak genç adama baktı. Önündeki ikili onun bakışlarını
hissetti, dönerek ona baktılar. Genç yardımcı onun kim olduğunu
gördüğünde yüz ifadesi anında değişmişti. Xie Lian hafifçe başını salladı ve
gülümsedi. “Selamlar ekselansları.”
Diğer veliaht prens belli ki gündelik meseleleri önemsemeyen birisiydi ve
onu tanımıyordu, bu yüzden de onu birisi selamladığında her zaman verdiği
tepkiyi verdi ve parlak bir gülümsemeyle bağırdı.

“Selamlar!”

Yanındaki yardımcısı onu hafifçe ittirdi. “Gidelim ekselansları. İmparatorun


Salonuna geç kalmak istemeyiz.”

Genç adam ise hala hiçbir şeyin farkında değildi ve aniden itildiği için çok
şaşırmıştı. “Beni neden itiyorsun?!?”

Xie Lian dudaklarının arasından bir kahkahanın öncüsü ‘pufft’ sesinin


kaçmasına engel olamadı ama yüz ifadesini hemen kontrol altına aldı.
Yardımcı artık çok daha telaşlı görünüyordu. “Semavi İmparator
muhtemelen bizi bekliyordur, gidelim ekselansları!” diğer veliaht prens
sürüklenip götürülmeden önce sadece Xie Lian’a şaşkın bir bakış
atabilmişti.

Onlar uzaklaşırken Xie Lian olduğu yerde durdu. Ve kısa bir süre sonra
daha düşük seviyeli cennet mensuplarının konuşması kulaklarına ulaştı.

“…Eeh, komik oldu. Dünya küçüktür derler.”

“Ama her ikisi de üst cennetten, eninde sonunda bu gün gelecekti. Bana
sorarsan General Xuan Zhen’in General Nan Yang ile karşılaşması çok daha
heyecan verici bir olay olurdu!”

“Hahaha acelen ne? Karşılaşmaları sadece an meselesi! Herkes


İmparatorluk Salonunda onları bekliyor sonuçta.”

Ardından bir başkası yorum yaptı. “Küçük dünyayı boş verin de aradaki
dağlar kadar fark asıl mesele.

Birbirlerinden o kadar farklılar ki; her ikisi de veliaht prens, ancak


Ekselansları Tai Hua sahiden çok asil, eğer cennetten kovulan kişi o olsaydı
bile asla diğeri gibi yüz kızartıcı şeyler yapmazdı.”
“Yong An Krallığı, Xian Le Krallığından daha ongun sonuçta, tabi ki Yong
An’ın veliaht prensi, Xian Le’ninkinden daha güçlü olacak. Aslan yattığı
yerden belli olur diye boşuna dememişler.”

Kuzey bölgesi Ming Guang Sarayına aitti, Savaş Tanrısı Pei Ming’e; Batı
Qi Ying Sarayına, Quan Yi Zheng’e; Güneydoğu Nan Yang Sarayına, Feng
Xin’e; Güneybatı Xuan Zhen Sarayına, Mu Qing’e; ve son olarak Doğu
bölgesi Tai Hua Sarayı, Savaş Tanrısı Lang Qian Qiu’ya aitti.

Lang Qian Qiu ölümlüyken Xie Lian gibi bir veliaht prensti. Ancak o Yong
An’ın veliaht prensiydi. Yong An Krallığı, Xian Le’nin düşüşünün ardından
kurulmuş ve kurucusu da Xian Le’nin yıkılmasını sağlayan başarılı asi
kuşatmasının generaliydi.

Xie Lian ölümlü diyarındayken bir ara doğuyu da ziyaret etmişti ve doğal
olarak Yong An’ın veliaht prensinin de yükseldiğini biliyordu. Cennet
mensupları olarak bir gün karşılaşacakları kesindi, bu yüzden de bu konuya
çok kafa yormamıştı. Belki onun yerinde bir başkası olsa çekinileceği için,
bu aslında pekte fısıltı sayılamayacak dedikodu fısıltıları hiç yükselmezdi.
Ama şu anda Xie Lian’dan hiç çekinmeden konuşuluyordu, hatta belki de
onun duymasını istiyorlardı, bu yüzden Xie Lian da hiçbir şey duymamış
gibi davrandı ve yürümeye devam etti. Birkaç adım atmıştı ki arkasından
tekrar birisi seslendi. “Ekselansları!”

Xie Lian içinden feryat etti, Yine mi?!, ancak bu kez arkasını döndüğünde
sahiden birisinin ona seslendiğini gördü. Gözlerinin altındaki siyah halkalar
ve parşömenlerle dolu kollarıyla Ling Wen ona yaklaştı. “Görüşme için
herkes İmparatorun Salonuna gitti. Salona vardığımızda dikkatli ol.”

Xie Lian anlamıştı. “Küçük General Pei’ye ne hüküm verildi?”

“Geçici bir süreliğine sürgün.”

Xie Lian, Aslında çokta kötü değil. Fazla sert bir ceza verilmemiş.

Suç işleyen cennet mensupları sürgüne gönderilirdi, yani Küçük General


Pei’nin cezası geçici olduğu için tekrar görevine geri dönebilme şansı vardı.
Eğer kendisine çeki düzen verirse tekrar çağırılırdı; belki otuz-kırt sene,
belki de yüzlerce yıl sonra. Ama Xie Lian’ın ‘çokta kötü değil’i elbette
kendi standartlarına göreydi. General Pei ise olayı oldukça farklı bir şekilde
yorumlamış olabilirdi.

Xie Lian’ın aklına bu sırada farklı bir şey geldi. “Ah sahi. Ling Wen, Yu
Jun Dağındaki insan yüzü salgınına yakalanan çocuk hakkındaki
araştırmaların nasıl gidiyor? Gelişme var mı?”

“Üzgünüm ekselansları. Şu anlık hiçbir şey yok. Ama çalışıyoruz.”

Bir cennet mensubu için bile böylesine büyük bir dünyada tek bir kişiyi
bulmak hiçte kolay değildi. Her ne kadar tanrılar bu konuda çok daha hızlı
olsalar da yine de ölümlü diyarda on sene de bulunacaksa, cennette belki iki
sene de bulunabilirdi. Xie Lian minnettarlığını gösterdi. “Çabaların için çok
teşekkür ederim.”

Bu sırada yolun sonuna gelmişlerdi ve önlerinde heybetli bir saray vardı.

Saray yüzlerce yıldır oradaydı, ancak tüm zarafetini koruyor, bir parça bile
eski görünmüyordu; altınla sırlanmış piramidal yapı, ışıltısıyla göz
kamaştırıyordu. Xie Lian başını kaldırdı ve altın çatının altındaki

‘İmparatorun Sarayı’ yazısına baktı, güçle oluşturulmuş karakterlerin


verdiği enerji hissi yüzlerce yıl öncesiyle aynıydı, hiç değişmemişti. Tekrar
başını eğdi ve içeriye bir adım attı. İçeride toplanmış

sayısız cennet mensubu, ikişerli veya üçerli gruplar oluşturmuş, sessizce


bekliyorlardı.

İçeri de sadece üst cennete mensup, yükselmiş tanrılar bulunuyordu.


Cennetin görkemli oğulları ve kızları, boyun eğmez amirleri ilahi kudretler
parlıyorlardı. Birbirlerini sessiz bir gurur ve hükümle gözlerken ki
ihtişamları eziciydi. Salonun en ucundaki tahtta ise kusursuz bir beyaz zırha
bürünmüş bir savaş tanrısı oturuyordu.

Savaş Tanrısı zarif ve soyluydu, kapalı gözleri ve hareketsiz dudaklarıyla


dengeli ve kutsal görünüyordu. Arkasında görkemli İmparatorluk Sarayı
vardı, ama ayaklarının altında saf beyaz, kardan bir zirve. Xie Lian içeri
girdiğinde, sanki varlığını sezmiş gibi gözlerini açtı.

Gözleri cam kayalar kadar siyah ama sanki milyonlarca yıldan beri donmuş
olan bir nehirden eriyen karlardan yapılmışçasına parlak ve berraktı. Savaş
Tanrısı hafifçe gülümsedi. “Xian Le, geldin.”

Xie Lian saygıyla başını eğdi ve hiçbir şey söylemedi.

Jun Wu yüksek bir sesle konuşmamıştı, ama sesinin derinliği tüm sarayda
yankılanmıştı. Ardından ise tüm gözler Xie Lian’a çevrilmişti ve o da
bunun farkındaydı.

Görünüşe göre bu toplantı Küçük General Pei ve BanYue Geçidi skandalını


tartışmak için değildi.

Konu görünüşe göre Xie Lian’dı.

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 33: İmparatorun Salonu, Veliaht Prens Diğer Veliaht Prensle


Tanışıyor Siyahlara bürünmüş Ling Wen tahta yaklaştı ve tek kelime
etmeden veya gülümsemeden, notlarından bir alıntı yaptı. “Yüce Tanrı,
birkaç cennet mensubu ölümlü diyarda oldukları için gelemediler.”

Jun Wu başını salladı. “Bildirdiler.”

Ling Wen karşılığında başını salladı ve Jun Wu Xie Lian’a döndü. “Xian
Le, eminim neden çağırıldığını merak ediyorsundur.”

Xie Lian’ın başı hala öne eğikti. “Tahminim vardı. Ancak sanıyorum ki
Küçük General Pei konusu çoktan karara bağlandı.”

Öfkeli bir adamın sesi konuşmaya dahil oldu. “Henüz karara bağlamak için
çok erken.”
Heyecanlı ses Xie Lian’ın arkasından duyulmuştu, başını çevirip baktığında
salona bir savaş tanrısının girdiğini gördü, bir eli kılıcının kabzasındaydı.
Savaş Tanrısı yürüdü, Xie Lian’ın yanından geçerken bir an duraksadı ve
dudakları yukarıya kıvrılmıştı. “Ekselansları. Hakkınızda çok fazla şey
duydum.”

Yirmili yaşlarının ortasında görünüyordu, hareketleri zarif ve kendinden


emindi. Xie Lian onun yüzüne baktığında Yu Jun Dağındaki heykelinden
bile daha yakışıklı olduğunu düşündü, bunca kadının kalbini çaldığına
şaşmamalıydı. Çekici bir erkekti. Xie Lian cevap vermedi, o da devam etti.
“Minik Pei’miz size emanetti.”

Xie Lian içinden, Onu sahiden gücendirmişim, diye geçirdi ve selamına


karşılık verdi. “Çok memnun oldum. Ben de sizin hakkınızda çok fazla şey
duydum.”

Xie Lian sahiden de onun hakkında çok fazla şey duymuştu. Geçen günler
içinde Xie Lian sık sık parşömenine göz atmış ve önde gelen tanrılar
hakkında bazı efsaneler okumuştu, içlerinden birisi de Ming Guang,
General Pei Ming’di. Kuzeyin Savaş Tanrısı efsanevi bir dövüşçüydü ancak
hakkında en sık bahsedilen şey ölümlülerle olan kaçamaklarıydı, iyisiyle
kötüsüyle, düzinelerce hikaye vardı. İyi hikayelerden birisi Pei Ming’in
altınlar saçarak zavallı bir fahişeyi nasıl genelevden kurtardığını
anlatıyordu, kız ona aşık olmuş ve onun geleceği günü beklerken bir daha
asla bedenini kirletmemiş

ve ona sadık kalmıştı. Kötü hikayelerde ise Pei Ming’in binlerce


kilometrelik yolu sadece evli bir kadınla tek bir gece geçirebilmek için
aştığı ve benzeri şeyler vardı. Bir noktada, Pei Ming güçlü bir adamdı. Xie
Lian bu hikayeleri okuduktan sonra böyle bir yaşamla geçen onca yılın
ardından bir tek Xuan Ji’nin doğmuş olmasına inanamıyordu.

Pei Ming hem savaşta hem aşkta kazanan taraf olduğu için, geberip
gitmesini ve daha iyisi frengiden ölmesini dileyerek onu lanetlemeyi seven
pek çok düşmanı ve dostu vardı. Ancak yaşam enerjisi çok güçlüydü ve kaç
çiçeğe konarsa konsun hiçbir hastalığa yakalanmamıştı; ölmüyordu ve
dostlarının pek çoğundan uzun yaşamıştı! Bir gün ise en sonunda bir savaş
kaybetmektedir ve herkes gülerek sonunun geldiğini söyler! Ama
yıldırımlar düşer ve gökler kükrer – tehlike anında bir savaş tanrısı olarak
göklere yükselir.

Onun elinden ölmeyenlerin hepsi muhtemelen sonrasında öfkelerinden


ölmüşlerdi.

Yükselişinin ardından Pei Ming yaşam tarzını hiç değiştirmemiş ve


hafifmeşrep hikayeleri de gittikçe renklenmişti. Perilerden tanrıçalara,
hayaletlerden iblislere, söz konusu kadın güzel olduğu sürece asılmaması
için hiçbir sebep yoktu. Yine de en çok ölümlü diyarın çekici kadınlarını
seviyordu. Pek çok açık seçik aşk romanının baş kahraman oydu ve eğer
Xie Lian zihnen ve bedenen saf kalınmasını gerektiren bir gelişim yöntemi
kullanmasaydı muhtemelen o kitaplardan birkaçını sırf meraktan

okurdu.

*ÇN: Evet doğru anladınız. Xie Lian 800 senelik bir bakire. Hem zihnen
hem de bedenen üstelik.

Bu sebeplerden ötürü ölümlü diyarda ona hem Kuzeyin Savaş Tanrısı hem
de Aşk Tanrısı olarak tapılırdı. Hatta bazı tanrılar bile aşkta talihlerinin
açılacağı umuduyla onunla karşılaşmak için gizlice ona dua ederlerdi. Her
ne kadar Feng Xin’in istenmeyen ‘Muazzam Erkeklik’ unvanıyla benzer
yönleri olsa da, onunki çok daha kabul edilebilir ve haklıydı.

Salonda bulunmakta olan tüm cennet mensupları ‘ben de senin hakkında


çok fazla şey duydum’la ne kastettiğini biliyorlardı ve içlerinden kahkahalar
atıyorlardı. Formaliteler geçildikten sonra Xie Lian tekrar konuştu.
“General Pei, karara bağlamak için henüz çok erken diyerek ne kastettiniz?”

Pei Ming parmağını şıklattı ve salonda aniden havada süzülen bir ceset
belirdi.

Açık konuşmak gerekirse havada süzülen ceset sadece boş bir kabuktu.
Ruhu yoktu, içi tamamen boştu ve baştan aşağıya kanlarla kaplıydı, bu
yüzden de cesetten hiçbir farkı yoktu. Böyle bir şeyin cennet mensupları
kadar elit bir kalabalığın önünde aniden belirmesi ise şok ediciydi. Jun Wu
yorum yapmadı, sadece izledi. Tahtı yüksekte olabilirdi, ancak cennet
mensuplarına baktığında kimse onun

‘lütfettiğini’ hissetmezdi. Görkemli ve asil, ancak asla kibirli değildi.

“General Pei bu ne demek oluyor?” ilk konuşan Xie Lian’dı.

Pei Ming. “Birkaç gün önce Minik Pei’yi ziyarete gittiğimde bana ilginç bir
şeyden bahsetti.”

O daha ağzını açtığı anda Xie Lian konunun ne olduğunu anlamıştı.

Pei Ming, Xie Lian’ın etrafında turladı ve gülümsedi. “Minik Pei’nin nelere
kadir olduğunu en iyi ben bilirim. Her ne kadar sahte bedendeki güçleri
gerçek halinin yanına bile yaklaşamasa da yine de bir usta kabul edilebilir
ve hala bir ‘Gazap’la eşit seviyede dövüşebilir. Ancak bana söylediğine
göre bir ölümlüyle dövüşürken o kadar büyük bir bozguna uğramış ki pes
etmek zorunda kalmış. Sizce de ilginç değil mi?”

Pei Ming devam etti. “Onu sorguladım ve bana daha fazlasını anlattı.
Görünüşe göre BanYue Geçidinde ekselanslarının, senin yanında
kırmızılara bürünmüş genç bir adam varmış.”

Sadece ‘kırmızı’ demesi bile tüm cennet mensuplarının yüz ifadesinin


değişmesine neden olmuştu ve ardından kurduğu cümle ise hepsini
telaşlandırmıştı. “Ve bu genç adam, karanlıkta, tümü ‘gazap’

seviyesi BanYue askerlerini bir anda yok etmiş.”

“Şimdi, ekselansları. Bu kırmızı giysili genç adamın kim olduğu konusunda


bizi aydınlatabilir misin?”

Kırmızı giysili genç bir adam, yüzlerce ‘Gazap’ seviyesini bir anda yok
edebildiğine göre ‘Yüce’

olmalıydı.

Bunca ipucu vermişken herkes konunun nereye geldiğini ve bu genç


adamın kim olduğunu anlamıştı.
Ancak kimse onun ismini ağzına almak istemiyordu.

Xie Lian alnını ovdu ve ne söylemesi gerektiğini düşündü, ardından ise


doğallıktan uzak bir tonda konuştu. “Ehem, sahi mi? Şu mesele. Ben pek
net hatırlamıyorum. O sırada BanYue Geçidinde kapana kısılmış bir tüccar
kafilesi de vardı ve günlerimizi bir arada geçirdik, belki kafileden birisidir.”

Pei Ming gülümsedi. “Ekselansları, sözleriniz Pei Su’nun sözleriyle


çelişiyor. Minik Pei’ye göre sen ve o genç adam anormal derecede
yakınmışsınız, sadece birkaç gündür tanışan insanlara hiç
benzemiyormuşsunuz. Nasıl hatırlamazsın?”

Xie Lian içinden, Yanılıyorsun, sahiden sadece birkaç gün önce tanıştık,
diye geçirdi ama yine de ifadesi hiçbir şeyi ele vermiyordu.

Tam bu sırada kenarda durmakta olan beyaz cübbeli birisi hafifçe fırçasını
salladı ve söze girdi.

“General Pei, sadece Minik Pei’nin anlattığı kadarını biliyorsunuz. Üstelik


Minik Pei bir suç işledi, sürgün edilmek üzere göz altında tutuluyor. Sözleri
güvenilir bile olsa yine de üzerinde düşünülmesi gerek haksız mıyım?”

Pei Ming. “O zaman General Nan Yang ve General Xuan Zhen bize yardım
edebilirler belki.”

Onun bakışlarını takip eden Xie Lian Feng Xin ve Mu Qin’i gördü, salonun
güneybatı ve güneydoğu köşelerinde birbirlerinden uzak bir şekilde
duruyorlardı.

Feng Xin tıpkı hatırladığı gibi görünüyordu; uzun ve dimdik durmuş, kararlı
gözler ve hafifçe kavisli kaşlarıyla her zaman onu sinir eden bir şey varmış
gibi görünüyordu. Mu Qing ise nasılsa farklı gibiydi.

Her ne kadar yüzü sanki kanı çekilmiş gibi bembeyaz olsa da, bastırılmış
ince dudakları, yarı kapalı gözleriyle etrafını saran soğuk bir ‘benimle
konuşma’ halesi vardı. Göğsünde kavuşturduğu kollarında, bir parmağı
hafifçe dirseğine vuruyordu bu da onun rahat ve daha çokta entrikalar
planlıyormuş gibi görünmesine neden oluyordu. Her ikisi de yakışıklı
adamlardı ancak her ikisinin de kendince kusurları vardı. Pei Ming’in
onlara seslendiğini duyunca her ikisi de bakışlarını aynı anda Jun Wu’ya
çevirdiler.

Ancak Jun Wu başını onaylar anlamda hafifçe salladıktan sonra yavaşça


öne çıktılar.

Xie Lian üçüncü kez yükselişinin ardından onlarla ilk kez yüz yüze
geliyordu. Üzerindeki bakışların daha da heyecanlı bir hal aldığını hisseder
gibiydi.

Heyecanlanmak kaçınılmazdı. İmparatorun Salonu cennetteki en güçlü


saraydı ve yükselmemiş olan hiçbir cennet mensubu içeriye meseleleri
tartışmak için adım atamazdı. Xian Le’nin Veliaht Prensi ilk yükseldiğinde
Feng Xin ve Mu Qing onun generalleriydi. O zaman her ikisi de sadece orta
cennettendi ve ayak işi yapmak için bile olsa İmparatorluk Salonuna girme
yetkisi bulunmayan düşük rütbeli cennet mensuplarıydı. Şimdi ise salona
girme hakkı kazanmaları bir yana, eski ustalarından çok daha üstün bir
konumdaydılar, kaderin cilvesi! Böyle bir olayı izlerken herkes
heyecanlanırdı. Üçü sanki aslında görmüyorlarmış gibi birbirlerine baktılar,
hiç umursamaz gibi görünürlerken gözleri birbirlerinin üzerinde dolaşıyor.
Hiçbiri diğerinin ne düşündüğünü bilmiyordu. Ancak Xie Lian Pei Ming’in
aklından geçenleri az çok tarif edebiliyordu.

Pei Ming sözleriyle onu doğruladı. “General Nan Yang ve General Xuan
Zhen daha önce o kişiyle dövüştü. Bu kişinin nasıl bir silah kullandığını
onlar bize söyleyebilirler.”

Demek A-Zhao’nun boş kabuğunu buraya getirmesinin nedeni yaralarını


incelemekti. Feng Xin ve Mu Qing yavaşça süzülen cesede yaklaştılar. Xie
Lian da görebilmek için birkaç adım attı ama o kadar kan ve kararmış izler
vardı ki herhangi bir şey söyleyebilmek güçtü. Diğer ikisi ciddi yüzlerle
dikkatli bir şekilde incelediler. En sonunda kafalarını kaldırdıklarında
bakıştılar, ikisi de ilk konuşan kişi olmak istemiyordu.

Ling Wen onların gözleriyle savaşarak konuşmayı reddedişlerini izlemeye


dayanamamıştı. Boğazını temizledi. “Generaller. Sonuç nedir?”
En sonunda ilk konuşan Feng Xin olmuştu, kısık bir sesle. “Bu o.”

Mu Qing ekledi. “Eğri kılıç E-Ming.”

Eğri kılıç E-Ming, Hua Cheng’in aynı anda otuz üç cennet mensubuyla
savaşırken ve hem ruhlarını hem saygınlıklarını yerle bir ederek onları pelte
haline gelene dek döverken kullandığı kaprisli silahıydı!

İmparatorun Sarayı içindeki herkes gizlice bakışıyor ve okunmaz gözleri


Xie Lian’ı izliyordu. Pei Ming şimdilik kazanmıştı. “Eğer ekselanslarıyla
birlikte seyahat eden kırmızı giysili genç adam oysa, tüm meselenin
tekrardan incelenmesi gerekir.”

Bir önceki beyazlı kişi tekrar konuştu. “General Pei, ekselanslarının sırf
Küçük General Pei’ye tuzak kurmak için Yüce İblis Kralıyla iş birliği
yaptığını mı ima etmeye çalışıyorsun?”

Bu kişi her konuştuğunda Xie Lian’ın tarafını tutuyordu, bu yüzden de Xie


Lian kim olduğunu anlayabilmek için ona döndü. Açık, parlak gözleri olan
bir erkek vardı karşısında; kollarında bir fırça, sırtında uzun bir kılıç ve
beyaz yeşimden kemerine sıkıştırılmış bir yelpazesi vardı. Zarif ve soylu
görünüyordu ve yüz ifadesi canlıydı. Xie Lian’a bir yerden tanıdık
geliyordu ancak daha önce hiç onunla karşılaşmamıştı.

Pei Ming’in bakışları da onun üzerindeydi, gülümsedi. “Qing Xuan bu


seferlik benimle tartışma.”

Beyazlı adam reverans yaptı. “Ah, yanlış mı anladım o zaman? Özür


dilerim General Pei, lütfen affet.

Benim hatam.”

Hareketi bariz bir şekilde sahteydi. Pei Ming’in gülümsemesi ise bir
yetişkinin, çocuklarla uğraşmak istemediği zaman takındığı bir ifadeydi;
başını iki yana salladı, A-Zhao olan boş kabuğu geri çekti.

Ardından tekrar kalabalığa döndü ve argümanına devam etti. “İş birliği


içerisinde olmaları gerekmez.
Sadece o kişi çok güçlü ve kötü, kim bilir ekselanslarının gözünü boyamak
için ne numaralar yapmıştır.

Bu yüzden de korkarım meselenin tekrar tartışılması gerekiyor.


Ekselansları, alıkoyduğun BanYue Baş

Rahibesini sorgulamak için buraya getirirsen çok iyi olur.”

Tüm bunları Hua Cheng’i BanYue Geçidi esas failmiş gibi göstermek için
yapıyordu! Eğer Ban Yue’yi buraya sorgulama için getirirse o zaman
varılan sonuç çok daha farklı olacaktı.

Xie Lian gülümsedi. “General Pei eğer bana inanmıyorsanız, Rüzgar


Ustası’na inanabilirsiniz.

Günahkarın Çukurundayken Küçük General Pei, BanYue Geçidinden geçen


insanları sahte bedeniyle birlikte harabelere yönlendirdiğini kabul etti ve
Rüzgar Ustası da her şeyi duydu.”

Pei Ming bakışlarını beyaz cübbeli adama çevirdi.

Xie Lian devam etti. “Ayrıca madem İmparatorun Sarayındayız, Yüce


Tanrı’ya da üzerimde aldatıcı bir büyüye iz olup olmadığını da
sorabilirsiniz.”

Şimdi herkesin bakışları Jun Wu’nun üzerindeydi. Yüce Tanrı ifadesi


sakindi hiç değişmemişti, bu da Xie Lian’ın temiz olduğu anlamına
geliyordu. Bu yüzden de herkes gözlerini tekrar ikiliye çevirdi. Xie Lian
tekrar konuştu. “General Pei, meseleleri olması gerektiği gibi ayrı ayrı ele
alalım. Birlikte seyahat ettiğim genç adamın Hua Cheng olup olmadığı
konusunu artık kapatalım, zaten Hua Cheng olduğu kesinleşse bile Küçük
General Pei’nin işlediği suçla uzaktan yakından bir alakası yok.”

Xie Lian ismi telaffuz ederken son derece rahat ve doğal görünmüştü, ancak
salondaki pek çok kişinin sırtından soğuk terler aktı. Pei Ming dikkatle onu
izledi ve aniden sırıttı. Tartışmaya devam etmek ve Xie Lian’ın üzerine
gitmek niyetindeydi, ancak aniden Jun Wu konuştu. “Bu kadar yeterli.”
O konuştuğu anda Pei Ming tartışmayı bıraktı ve eğildi.

Jun Wu. “Pei Su suçunu kabul ettiği ve sözleri Ke Mo’nun ifadesiyle de


tutarlılık gösterdiği için BanYue Geçidi meselesi artık kapanmıştır.”

Kısa bir sessizliğin ardından Pei Ming kabullendi. “Elbette, Lordum.”

Xie Lian rahat bir nefes almıştı ki Pei Ming konuşmasına devam etti.
“Ancak Nan Yang ve Xuan Zhen boş kabuktaki yaraların eğri kılıç E-Ming
tarafından oluşturulduğunu doğruladılar.”

Jun Wu cevapladı. “Bu başka bir mesele.”

Pei Ming. “Yüce Tanrı’nın meseleyle ilgilenmesini diliyorum.”

“Elbette. Ming Guang ve yardımcı ilahlarının bu konuyu düşünmesine


gerek yok.” Jun Wu bir an duraksadıktan sonra devam etti. “Bugünlük
işimiz bitti, çekilebilirsiniz. Xian Le, sen kal.”

Görünüşe göre Xie Lian’ı şahsen sorgulayacaktı, bu yüzden de Pei Ming’in


başka bir şey söylemesine gerek yoktu. Xie Lian’ın da söyleyecek bir şeyi
yoktu, sadece başını eğdi. “Tabi, Lordum.”

Azad edilen cennet mensupları birer ikişer dışarı çıktılar. Feng Xin
yanından geçerken Xie Lian’a sanki bir şey söyleyecekmiş gibi baktı, ancak
kendisini durdurdu. Xie Lian ona gülümsedi, Feng Xin aceleyle dışarı
çıkarken irkilmiş görünüyordu. Elinde fırçayla yürüyen beyaz cübbeli
cennet mensubu ise yüzünde geniş bir gülümsemeyle onunla konuşmak
üzereydi ki Pei Ming bir eli kılıcının kabzasında, diğer eli burnunu
kaşıyarak yanlarına geldi ve çaresiz bir halde konuştu. “Qing Xuan, abinin
hatırı için, sorun çıkartmasan olur mu?”

Beyaz cübbelinin yüzündeki gülümseme kayboldu. “General Pei, bana karşı


abimi kullanmanıza gerek yok, ondan korkmuyorum.”

“Sen –” Pei Ming köpürüyordu ama elinden gelen bir şey de yoktu. En
sonunda parmağını ona doğrulttu, “Sen… sen Minik Pei’nin ipini çektin.”
Beyaz cübbeli sadece fırçasını savurdu. “Küçük Pei kendi ipini kendi çekti,
ben hiçbir şey yapmadım!”

Pei Ming’le tartışmaya devam etmeye hiçte istekli görünmeyen beyaz


cübbeli aceleyle kaçtı. Xie Lian, Pei Ming’in onu kışkırtmak için ilgisini
kendisine çevireceğini düşünüyordu ama general sadece ayaklarını
sürüyerek dışarı çıktı. Geride kalan kişi ise Yong An’ın Veliaht Prensiydi.
Xie Lian meraklanmış, neden gitmemişti? Xie Lian yanına gittiğinde genç
adamın gözlerinin kapalı olduğunu fark etti, ayakta uyuyordu!

Xie Lian gülse mi ağlasa mı bilemedi, sadece genç adamın omzuna nazik
bir şekilde vurdu.

“Ekselansları. Ekselansları?”

Lang Qian Qiu irkilerek uyandı. “Ne oldu?!”

“Hiçbir şey olmadı. Sadece görüşme bitti.”

Daha yeni uyanan Lang Qian Qiu sersemlemiş bir haldeydi. “Bitti mi?
Öylece mi? Ne tartıştık? Ben neden hiçbir şey duymadım?!?”

Xie Lian. “Duymadıysan da boş ver. Önemli bir şey konuşulmadı zaten.
Hadi, ayrılma vakti geldi.”

“Ah.” Lan Qian Qui hareketlendi, ancak kapıya ulaştığında tekrar arkasına
baktı, hala şaşkındı. Xie Lian ona gülümseyerek el salladı.

Genç adam en sonunda çıktığında Xie Lian yavaşça döndü. Jun Wu ellerini
arkasında birleştirmiş ve tahtından kalkmıştı. “Eğri kılıç E-Ming.”

Xie Lian doğruldu.

Jun Wu. “Evet. Neler oluyor?”

Xie Lian ona baktı ve diz çöktü.


• MXTX, Yazar Notu:

Bu hikayede bir kişinin tanrı olabilmek için öncelikle ölümlülerin arasında


özel birisi, bir kahraman olması gerekmekte. Sadece yükselmiş bir ölümlü
cennet mensubu olabilir.

Yardımcıları nasıl mı cennet mensubu olabilir? İki seçenekleri var: ilki belli
bir alanda kendisini geliştirmek ve Savaş veya Literatür kısmını seçmek.
İkincisi sadece şans. Eğer şanslıysalar yükselme ihtimalleri yüksektir. Yol
kenara atılmış bir tür ruhani iksire rastlamakta olur tabi.

Orta cennetteki cennet mensupları, üst cennettekiler tarafından getirilmiş


generaller veya hizmetçilerdir. Basit konuşmak gerekirse ağır toplar
istediklerini yukarıya çekebilirler. Her ne kadar tam bir cennet mensubu
sayılmasalar da yine de cennetin bir parçası olurlar. Yani her türden insan
olur aralarında. Eğer bir cennet mensubuyla samimi bir ilişkin varsa ya da
önünde parlak bir gelecek olduğunu düşündürebilirsen seni de terfi
ettirebilirler. Yetenekli ve şanslı olduğun sürece sen de cennette ağır bir top
olabilirsin!

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 34: İmparatorun Salonu, Veliaht Prens Diğer Veliaht Prensle


Tanışıyor Xie Lian’ın dizleri daha yere değmeden Jun Wu elini uzattı ve
onu yakaladı, diz çökmesine izin vermedi. İç çekti. “Xian Le.”

Xie Lian bir kez daha doğruldu ancak başını eğdi. “Özür dilerim.”

Jun Wu’nun bakışları üzerindeydi. “Hatanı kabul mu ediyorsun?”

“Evet.”

Jun Wu. “O zaman bana hatanın ne olduğunu söyleyebilir misin?”


Xie Lian sessiz kaldı ve Jun Wu başını iki yana salladı. “Bence
bilmiyorsun.”

Savaş Tanrısı Semavi İmparator başını hafifçe yana çevirerek Xie Lian’a
takip etmesini işaret etti ve yavaş adımlarla salonun arkasındaki odaya
geçtiler. Onlar yürürken Jun Wu ellerini önünde bağlamıştı. “Xian Le artık
olgunlaşmışsın.”

Xie Lian yorum yapmaya cesaret edemedi ve Jun Wu devam etti. “Uzun
zamandır tekrar aramızdasın ve bir kez bile İmparatorluk Salonuna rapor
vermedin. Bu münasebetsizliği eğer bir başkası yapsaydı Ling Wen Sarayı
çoktan zulmetmeye başlardı.”

Xie Lian üçüncü kez yükselişin ardından Yüce Tanrının yüzüne nasıl
bakacağını bilmediği için İmparatorluk Salonundaki Jun Wu’yu görecek
cesareti bulamamıştı, bu yüzden sürekli ertelemiş ve oyalanmıştı. Elbette
bir önceki ‘özür dilerim’i bu konu için söylememişti ama Jun Wu her şeyin
farkındaydı. “Eğer özrün geçmişte yaşananlar içinse, düşünme bile,
reddediyorum. Senin sözlerin: geçmiş geçmişte kalmıştır ve ardımızda
bıraktıklarımızı unutmamız gerekir.”

Xie Lian yüzünü buruşturdu. “Nasıl unuturum?”

“O zaman geleceğe bak. Hala sana ihtiyaç duyduğumuz pek çok şey var.”

Xie Lian alnını ovaladı. “Xian Le hiçbir gücü olmayan mütevazı bir hurda
tanrısı. Bana kimsenin ihtiyacı yok. Tek dileğim kimseye yük olmamak.”

“Neden kendini küçümsüyorsun? Son iki meselede de harika bir iş


çıkartmadın mı?”

“Ama General Pei’yi gücendirdim.”

Jun Wu duraksamadı. “Ming Guang’ın bir şeyi yok, onun hakkında


endişelenme.” Ancak General Pei konusu açılınca artık konunun Hua
Cheng’e dönme vakti de gelmişti. “Eğri kılıç E-Ming. Çiçeğe Uzanan Kan
Yağmuru. Söylesene, bu seferki düşüşünde kimlere bulaştın?”
Xie Lian hafifçe boğazını temizledi. “Lordum, yemin ederim hiçbir şey
yapmadım. Sadece bir gün yolda giderken ilginç bir çocukla karşılaştım ve
beraber biraz zaman geçirdik. Üzerinde çok düşünmemiştim.”

Jun Wu başını salladı. “Tesadüfi karşılaşmalar, çocuk, Yüce İblis Kralı…


Xian Le, eğer Ming Guang seni sorgulamaya devam etseydi ve bunları tüm
mensupların arasında itiraf etseydin neler olurdu biliyor musun?”

“Xian Le biliyor.” Xie Lian kederle devam etti. “Ama gerçek bu. Eğer
diğerleri benim dürüst sözlerime inanmamayı seçerse elimden hiçbir şey
gelmez. Onların önünde gerçeği söylemeye cesaret edemedim, bu yüzden
de Lorduma araya girdiği için minnettarım.”

Jun Wu. “Elbette hayalet diyara bilerek bulaşmayacağını biliyordum.”

Xie Lian cevapladı. “Lorduma güveni için minnettarım.”

“Ancak, hal böyleyken seni yeni ortaya çıkmış önemli bir meseleyi
incelemek için göndermem artık uygun olmayabilir.”

Xie Lian sordu. “Konu nedir?”

Bu sırada büyük salonun arkasındaki odaya ulaşmışlardı. Salon ve arka oda,


salona bakan kısmında bulutlar denizine dek yükselmiş altın bir saray
tasviri olan, parlak ve muhteşem, büyük bir duvar resmiyle ayrılmış.
Duvarın arka kısmında ise on binlerce kilometre genişliğindeki dağlar ve
vadilerin bir tasviri vardı.

Xie Lian duvar resmini inceledi. Harita resminin üzerinde yıldızlar gibi
görünen pek çok küçük inci vardı ve her biri ölümlü diyardaki İmparatorluk
Tapınaklarını işaretlemişti. İnci olan her yerde bir İmparatorluk Tapınağı
bulunuyordu. Sekiz yüz yıl önce Xie Lian ilk kez yükseldiği zaman Jun Wu
onu arka odaya getirdiği zaman da inci yıldızlar hiçte az değildi, ama şimdi,
parlayan değerli taşlar her yeri sarmış, parlaklıklarıyla göz alıyorlardı.

Jun Wu duvarın önünde durdu. “Yedi gün önce, pek çokları kendi gözleriyle
görmüş, doğudaki ormanlarda bir ateş ejderi göklerde süzülmüş.”
Sözleri üzerine Xie Lian’ın yüzü düştü.

Jun Wu bir eli arkasında, diğer eliyle ise hafifçe duvar resmine vurarak
devam etti. “Ateş ejderi yitip gitmeden önce iki tütsü zamanı geçmiş. Bu ne
anlama geliyor biliyor musun?”

“Yükselen Ateş Ejderinin büyüsü yapılmış, alevler hiç zarar vermemiş.


Birisi yardım çağırıyor.”

Jun Wu. “Doğru. Bir yardım çağrısı ve bir cennet mensubundan geliyor.”

Xie Lian ekledi. “Sıradan bir yardım çağrısı değil üstelik, tamamen çaresiz
olmalı.”

Kimseye zarar vermeyen yoğun alevleriyle Yükselen Ateş Ejderi büyüsünü


yapmak çok büyük bir güç gerektirir ve eğer yapan kişi yeterince dikkatli
olmazsa pekala patlayabilir ve kendi ruh özlerini eritebilirlerdi. Bu yüzden
de tümüyle çaresiz olunmayan bir durum haricinde kimse bu yöntemi
kullanmazdı. Bir cennet mensubu ölümcül bir tehlikedeydi, ejderin tek
anlamı bu olabilirdi.

Xie Lian sordu. “Yakın zamanda ortadan kaybolan bir cennet mensubu var
mı?”

“BanYue Geçidi meselesi bugün tüm cennet mensuplarını çağırmamızın


sadece bir sebebiydi. Esas amacımız ise herkesin burada olup olmadığını
kontrol etmekti. Neredeyse hiçbir zaman bize katılmayan Yağmur Ustası ve
Toprak Ustası, ve görevde oldukları için katılamayanların hepsi bildirimde
bulundu.”

Xie Lian bir süre düşündükten sonra tahminde bulundu. “Belki de bu


dönemdeki mensuplardan birisi değildir? Emekli olmuş birisi olamaz mı?”

Jun Wu. “Eğer öyleyse korkarım aramamızın boyutu hiç istemediğim kadar
genişleyecek. Emekli olan mensupların çoğu cennetle tüm bağlarını
kopardı. Samanlıkta iğne aramak onları bulmaktan kolay olur.”
Demek bu yüzden Ling Wen diğer pek çok edebiyat tanrısının göz altları
simsiyahtı, meseleyi çözmek için gece gündüz çalışıyor olmalıydılar ve tabi
bu yüzden de Yu Jun Dağındaki insan yüzü salgınına yakalanmış çocukla
ilgilenecek zamanları yoktu. “Bir cennet mensubu bu kadar yıkıcı bir büyü
yapacak

kadar köşeye sıkıştıysa, korkunç bir baskı altında olmalı. O bölgede


iblislere ait bir toplanma yeri veya şehir var mı?”

“Var.” Diye cevapladı Jun Wu. Xie Lian’a döndü. “Hayalet Şehri biliyor
musun?”

Xie Lian bir an düşündü. “Evet.”

Hayalet Şehir, hayalet diyardaki en gelişmiş yerdi ve ölümlü diyarıyla,


hayalet diyarının kesiştiği bir noktada bulunuyordu. Her tür hortlağın,
hayaletin, iblisin ve canavarın ticaret yapmak için bir araya toplandığı bir
yerdi. Belli bir güç seviyesine ulaşmış olan ölümlüler de iş yapmak veya
bilgiye ulaşmak amacıyla şehre girebiliyorlardı. Bazen, kılık değiştirmiş
cennet mensupları da sırf meraklarından veya bilinmeyen nedenlerden ötürü
orada bulunabiliyorlardı. Elbette bilmeden şehre gidenler de vardı,
sonucunda ya canlı canlı yenir ya ölümüne korkarlardı.

Antik çağlardan beri ölümlü diyarında Hayalet Şehirle ilgili pek çok hikaye
anlatılmıştı. Xie Lian bu hikayelerden bir tanesinde gece seyahat eden bir
adamın önünde kırmızı fenerleri ve rengarenk tabelalarıyla kalabalık bir
çarşı gördüğünü anımsıyordu. Adam neşeli bir şekilde çarşıya girmiş ancak
etrafındaki herkesin maske taktığını fark etmişti ve kapüşon takmayan
herkesin inanılmaz çirkin ve tuhaf olduğunu! Üzerine çok kafa yormamış
ve erişte satın almış, yemeğini yemek için oturmuştu.

Ama yemeğini yerken tadı hiç hoşuna gitmemişti ve yakından baktığında


erişte sandığı şeylerin aslında kıvrılmış saç telleri olduğunu fark etmişti!

Xie Lian anılarından sıyrılırken Jun Wu konuşmaya devam ediyordu. “O


alev sütununu gördükten sonra hemen ormanı incelemesi için cennet
mensupları görevlendirdim. Ancak oradaki şey her ne idiyse belli ki çok
hızlı hareket etmişti, gittiklerinde tek bir iz dahi bulamadılar. Korkarım
karşımızdaki her kimse bundan sonra çok daha dikkatli olacaktır, o yüzden
bu sefer ölümlü diyara gizlice inecek ve Hayalet Şehri araştıracak birisine
ihtiyacım var.”

Xie Lian. “Düşmanın gözünü açıp tekrar yer değiştirmesine izin veremeyiz.
Bu yüzden mi büyük salonda tartışılmadı ve çoğu kişi bu bilgiden mahrum
bırakıldı?”

Jun Wu cevapladı. “Evet.”

“Öyleyse, Xian Le emrinizi bekliyor, Lordum.”

“Aklıma gelen ilk kişi sendin.” Jun Wu devam etti. “Ancak gitmen çok
uygun olmayabilir.”

Xie Lian şaşırmıştı. “Neden uygun olmasın?”

“İlk olarak doğu Lang Qian Qiu’nun bölgesi. Eğer sen gidersen, onunla iş
birliği yapmak zorunda olursun.”

Xie Lian içinde, Mesele bu muydu, diye geçirdi. “Hiç problem değil, lütfen
endişelenmeyin.”

“İkincisi, Hayalet Şehir kimin himayesinde bulunuyor biliyor musun?”

Xie Lian şaşırmıştı ve emin değildi. “Hua Cheng’in mi?”

Jun Wu hafifçe başını salladı. Xie Lian aniden telaşlandığını hissetti ve


alnını ovdu, ancak bu sırada aklına başka bir şey geldi.

O alev sütunu yedi gün önce görülmüştü. Tesadüfen Hua Cheng de Puji
Manastırından yedi gün önce ayrılmıştı. Zamanlama kusursuzdu. Bu iki
olay arasında bir ilişki mi vardı?

“Görünüşe göre onunla olan ilişkin hiçte kötü sayılmaz.” Jun Wu hafifçe
duraksadı. “Eğer kazara karşılaşsanız bile işler çokta kötüye gitmeyebilir.
Ancak eğer onun bu olayla bir bağlantısı varsa ve kendini uygunsuz bir
durumda bulursan kendini zorlama. Eğer bir önerin varsa da duymak
isterim.”
Bir anlık sessizliğin ardından Xie Lian konuştu. “Gideceğim.”

Jun Wu ona baktı. “Xian Le, oldukça kabiliyetli ve işinin ehli olduğunu
biliyorum. Ancak aynı zamanda herkesin iyiliğini düşündüğünü de.”

Sözlerini duyunca Xie Lian hafifçe gülümsedi. “Lütfen evinden hiç


ayrılmamış bir prenses olduğumu düşünmeyin. Bu sözleriniz artık bana
uygun değil.”

Jun Wu yine de başını iki yana salladı. “Kimlerle arkadaşlık edeceğine


karışamam ancak yine de söyleyeceğim: Hua Cheng’e dikkat et.”

Xie Lian başını selamlayarak eğdi ve yorum yapmadı. Aslında artık


alışkanlık haline getirdiği gibi

‘Elbette, Lordum.’ Diye cevaplaması gerekirdi. Ama nedense bu sözlere hiç


‘Elbette’ diye cevap vermek istemiyordu.

“Özellikle de eğri kılıç E-Ming’e. Üzerine bir çizik dahi atmasına izin
vermemelisin.” Diye sözlerini tamamladı Jun Wu.

Xie Lian meraklanmıştı. “Kılıcın nesi var ki?”

“Eğri kılıç E-Ming’in açtığı tüm yaralar lanetlidir. Yara iyileşse bile eğer
Hua Cheng isterse bir kez daha kanar.”

Xie Lian bu ani özgüvenin nereden geldiğini bilmiyordu ama Hua Cheng’in
ona en ufak bir zarar vereceğini dahi düşünemiyordu. Yine de cevap verdi.
“Xian Le anlıyor.”

Jun Wu. “Bu meseleyle sen ilgileneceğin için doğal olarak rahatladım. Bir
de sen gönüllü olunca çok daha iyi hissettim. Ama yine de böyle bir göreve
tek başına gitmen olmaz. Bu göreve atamak istediğin herhangi bir cennet
mensubu var mı?”

“Sahiden kimin geleceği benim için fark etmez.” Xie Lian bir an
düşündükten sonra devam etti. “Ama geçinilmesi kolay birisi olmasını
tercih ederim ve elbette güçlü birisi olursa bana arada ruhani güçlerinden
ödünç vermesi de çok iyi olur.”
Jun Wu gülümsedi. “İlk tercihinle Nan Yang ve Xuan Zhen’i tek hamlede
listeden çıkarttın.”

Feng Xin ve Mu Qing’in şu anki kişiliklerine hiç kimse ‘geçinilmesi kolay’


demezdi, Xie Lian da gülümsedi.

“Üçünüzün arası nasıl? Onlarla konuşma fırsatın oldu mu?” Semavi


İmparatorun kendisi asla ruhani iletişim rününe katılmazdı bu yüzden de
doğal olarak cennet mensuplarının arasında geçen bunaltıcı dedikodulardan
haberdar değildi.

Xie Lian cevap verdi. “Birkaç kelime ettik.”

Jun Wu sorgulamaya devam etti. “Onca yıl geçti, sadece birkaç kelime mi
konuştunuz? Ah, sahi. Bu yükselişinde pek çok kişinin sarayını yıktığını ve
zarar verdiğini duymuştum, birisi de Nan Yang’dı.”

Xie Lian boğazını temizledi ve bu fırsatı kullanarak açıklama yapmaya


çalıştı. “Borcumu ödedim! Sekiz milyon sekiz yüz sekiz bin meritin
tamamını! Ve bunun içinde Lorduma, bana Yu Jun Dağı fırsatını tanıdığı
için teşekkür etmem gerek.”

“Nan Yang’a teşekkür et.” Diye cevapladı Jun Wu. “Özel olarak Ling
Wen’e ulaştığını ve sarayının yeniden inşa edilmesi için gereken miktarı
senin borcundan sildiğini Ling Wen’den duydum.”

Xie Lian kalakalmıştı. “Bu… Ben… bilmiyordum.”

Sekiz milyon sekiz yüz sekiz bin meriti böyle kolayca ödeyebilmesine
şaşmamalıydı; çok büyük bir kısmından azat edilmişti. Bir yandan da Nan
Yang’ın sarayı en çok zarar gören yerdi, altın çatısının neredeyse yarısı
çökmüştü.

“Nan Yang, Ling Wen’den sana söylememesini istemişti zaten, bilmiyor


olman normal. Bu yüzden de en iyisi hala bilmiyormuş gibi davranman
olur.”
Xie Lian bu konuda ne hissettiğini bilmiyordu. Karmakarışık ve acı-tatlı,
zihni bulanmış ve her yere dağılmıştı. En sonunda sessizce iç çekti, Bu
dünyada ‘kimseye söyleme’ kadar boş bir söz sahiden yok.

Jun Wu da bir süre düşüncelere dalmış gibiydi. “Eğer Nan Yang’le Xuan
Zhen’i istemiyorsan, Rüzgar Ustasına ne dersin?”

Xie Lian önerisini değerlendirdi. “Elbette olur, ama benimle göreve gelmek
isteyeceğini pek sanmıyorum?”

“Rüzgar Ustası güçlüdür, aynı zamanda arkadaş canlısı ve neşelidir, ve


böylece her iki şartına da uygun olmuş oluyor. BanYue meselesinden sonra
Rüzgar Ustası senin hakkında iyi bir izlenim de edindi. Bence iyi bir ikili
olursunuz. Eğer başka sorun yoksa, Rüzgar Ustasıyla birlikte gidin ve
Hayalet Şehri incelemeye başlayın. Bir de,”

“Efendim?”

Jun Wu yavaş yavaş konuştu. “İşini ciddiye al ama kendini zorlama.”

Sözleri Xie Lian’ı şaşırtmıştı, gülümsedi. “Lordum, ne demek istiyorsunuz?


Kendimi hiçte zorlamıyorum.”

Jun Wu Xie Lian’ın omzuna vurdu ve başka bir şey söylemedi.


İkili bir süre daha detaylar konusunda tartıştıktan sonra, Jun Wu Xie Lian’ın
çekilesine izin verdi ve Rüzgar Ustasını çağırdı. Xie Lian İmparatorluk
Salonundan çıkarken bir süre için kapıda durdu ve etrafına baktı, ardından
en sonunda Savaş İlahı Caddesini takip ederek cennetten ayrıldı.

En sonunda ölümlü diyarının merdivenlerine ulaştığında, Rüzgar Ustasının


gelmesini beklerken bir süre oyalanması gerekmişti. Ancak en sonunda
yanına birisi geldiğinde, beyazlı bir kadın değil, beyazlı bir erkek olduğunu
gördü.

Adam ruhani halesinin yoğunluğundan dolayı parlıyordu – İmparatorun


Salonundayken onu görmüştü, ismi Qing Xuan’dı. Adam fırçasını salladı ve
gülümsedi. “Merhabalar Ekselansları!”

Xie Lian da ona gülümsedi. “Merhabalar.”

Aslında sahiden ona unvanının ne olduğunu sormayı çok istiyordu ancak


ayıp olurdu. Tam cennet mensuplarıyla ilgili parşömeninden Qing Xuan’ın
kim olduğunu kontrol edecekti ki malum kişi neşeyle yanına geldi. “Hadi
gidelim! Gidip yeraltı dünyasını soruşturalım.”

Xie Lian şaşırmıştı. “Birisini bekliyordum aslında.”

Bunu duyunca adam fırçasını dış cübbesinin sırtına yerleştirdi ve etrafını


merakla izledi. “Kimi bekliyorsun?”

“Rüzgar Ustasını.”

Beyaz giysili adam epeyi kafası karışmış görünüyordu. “Ama buradayım?”

“…”

Xie Lian’ın kaşları hayretten neredeyse saçlarına kadar kalkmıştı. “Sen


Rüzgar Ustası mısın?”

Adam ise sadece yelpazesini açıp sallamaya başladı. “Ben Rüzgar


Ustasıyım elbette? Kim olduğumu bilmiyor muydun?? Adımı da mı daha
önce hiç duymadın: Rüzgar Ustası Qing Xuan???”
Ses tonu inkar edilemez ve kesindi, sanki Xie Lian’ın onun adını daha önce
duymaması imkansızmış

gibi konuşmuştu. Yelpazenin ön tarafında italik karakterlerle ‘Feng’, rüzgar


yazıyordu ve arka kısmında eğik üç çizgi vardı – beyaz giysili kadının
elindeki yelpazenin aynısıydı bu!

Xie Lian aniden hatırladı; Fu Yao üst cennetteki mensupların özel şartlar
altında dış görünüşlerini değiştirebildiklerinden bahsetmişti.
BanYue’deyken ise bir cümlesi yarım kalmıştı: ‘Rüzgar Ustası her
zaman…’

Her zaman ne? Neydi?

Kadın mı değildi?!

Xie Lian hala bu bilgi tam olarak kavrayamamıştı. “Ee… Rüzgar Ustası,
sen, sen, sen neden geçen sefer kadın kılığına girmiştin?”

Rüzgar Ustası sordu. “Ne? Güzel değil miydim?”

“Güzeldin? Ama…” Xie Lian hala şaşkındı.

“Madem güzeldim o zaman ama’sı ne? İyi göründüğüm sürece ne önemi


var!” Rüzgar Ustası genişçe gülümsedi. “Güzel görünmek için zaten kılık
değiştirmiştim ya!”

Konuşmasını bitirdikten sonra aniden aklına bir fikir gelmiş gibi göründü
ve yelpazesini kapattı. Xie Lian’a tartar bir bakış attıktan sonra tekrar
başladı. “Konusu açılmışken, Hayalet Şehirdeki görevimiz gizli olmalı
değil mi?”

“…”

Xie Lian: “???”

Çevirmen: Nynaeve
Bölüm 35: Hayalet Şehre Giriş! İblis Kralla Bir Buluşma Utancından
yerin dibine giren Xie Lian ancak saatler sonra gizlice parşömenini açmış
ve en sonunda Rüzgar Ustası hakkında bilgi edinmişti.

Cennetin Beş Element Ustası yükseldikten sonra unvanlarını soyadları


olarak kullanmaya başlamıştı.

Örneğin Toprak Ustasının ölümlü adı Ming Yi’ydi, yükseldikten sonra ise
‘Toprak Ustası Yi’ olarak anılmıştı. Rüzgar Ustasının ise eski adı Shi Qing
Xuan’dı ve yükseldikten sonra ‘Rüzgar Ustası Qing Xuan’ olmuştu.
Unvanına yakışır şekilde, rüzgar gibi bir karakteri vardı; ruhani iletişim
rününde rahatlıkla on bin merit dağıtışından da anlaşılabileceği gibi girişken
ve eli açık, küçük detayları önemsemeyen ve tüm cennette oldukça popüler
birisiydi. Ancak elbette abisinin ölümlü zenginlikleri kontrol eden kişi
olduğu göz önünde bulundurulduğunda, Rüzgar Ustasının cömert ve küçük
detayları umursamamasına şaşmamalıydı.

Rüzgar Ustası Qing Xuan’ın bahsi geçen abisi ‘Su Tiranı’, Su Ustası Wu
Du idi.

Birlikte yeraltı dünyasına inerken iki tanrı yan yana yürüdüler, bir yandan
da sohbet ediyorlardı. Xie Lian kollarını kavuşturdu ve hayretler içerisinde
yorum yaptı. “Pei ailesinden aynı isimde iki generalin yükselmesi bile
efsanevi bir olay, ama sen ve ağabeyin, biriniz rüzgar biriniz su, aynı anda
yükselmeniz, sahiden mucizevi.”

Milyonlarca kişi içerisinden sadece birkaçı yükselebiliyordu. Pei Ming ve


Pei Su arasında birkaç yüzyıllık bir fark vardı ve Pei Su doğrudan onun
soyundan bile değildi; Pei Ming’in geçen nesiller boyunca kim bilir kaç kez
yiten kardeşlerinin soyundan geliyordu. Su Ustası Wu Du ve Rüzgar Ustası
Qing Xuan ise aynı kanı taşıyan kardeşlerdi, aynı evden yükselmişlerdi. Bu
yüzden de inanılmaz bir hikayeydi.

Shi Qing Xuan gülüp geçti. “Çok önemli değil. Abim ve ben aynı anneden
doğduk ve beraber büyüdük, aynı yerlere gittik, her zaman beraber çalıştık,
bu yüzden birlikte yükselmemiz oldukça doğal.”
Xie Lian’ın parşömeninde bunlar da yazıyordu. Önce Shi Wu Du
yükselmişti ancak sadece birkaç yıl sonra Shi Qing Xuan da Cennet
Musibetlerini geçebilmişti. Ölümlüler sık sık bu iki tanrıya aynı tapınakta
dua eder ve onları eşit görürlerdi. İki kardeşte belli ki bu durumdan
hoşnutlardı. San Lang ve Nan Feng de Pei Ming’in Rüzgar Ustasına
dokunmayacağını söylerken Su Ustasını kastetmişlerdi.

Sonuçta abisi Su Tiranıyken ona kimse kolay kolay bulaşamazdı.

Xie Lian’ın bunları düşünürken aklına bir başka detay geldi ve konuşmadan
önce bir süre tereddüt etti. “Rüzgar Ustası, İmparatorluk Salonundayken
General Pei’nin sanki abinden yakın arkadaşıymış

gibi bahsettiğini hatırlıyorum. Küçük General Pei hakkındaki şikayetin


etkilemez mi…”

“Yok.” Shi Qing Xuan sözünü yarıda kesmişti. “Abim Pei Ming’e
katlanamadığımı biliyor.”

“Bilmek başka, olayın kendisi başka. Su Ustasıyla General Pei’nin arasının


açılmasına neden olmasın bu olay?”

“Keşke açılsa! Keşke abim onunla vakit geçirmekten vazgeçse ve ‘Üç


Yumru’ da artık tarihe karışsa.”

Xie Lian duraksadı. “‘Üç Yumru’ ne?”

Shi Qing Xuan şok olmuştu. “Ne! Bunu da mı bilmiyorsun? Tamam, her
neyse. Hiçbir konuda güncel bilgiye sahip olmadığını artık biliyorum.
Öylesine bir muhabbet zaten sadece. ‘Üç Yumru’ iyi bir şöhretleri olmasa
da kendi aralarında çok iyi anlaşan üç cennet mensubuna takılmış bir lakap;
Ming Guan, Ling Wen ve abim.”

Xie Lian bu üç ismin Xie Lian, Xie Lian ve Xie Lian olmadığına
inanamıyordu.

Shi Qing Xuan Rüzgar Ustası yelpazesini sallayarak devam etti. “Zaten tüm
bu mesele Minik Pei’nin başının altından çıktı. Pei Ming’in onu korumak
için BanYue’nin Baş Rahibesine suçu atmasına izin vermeme imkan yok.
İster ölümlü ister tanrı ister iblis ol, yaptığın davranışların sonuçlarıyla
yüzleşmek zorundasın. Suçu küçük bir kıza atmak alçakça.”

Son sözleri aşağılama doluydu, Xie Lian gülümsedi. “Rüzgar Ustası


adaletin bir savunucusu.”

Shi Qing Xuan kahkaha attı. “Sen de hiç fena değilsin! BanYue Geçidi
hakkında birkaç şey duymuştum ancak hiç inceleme fırsatım olmamıştı,
ayrıca abim de asla izin vermezdi. Onca işimin arasında da aklımdan çıkıp
gitmişti. O gün ruhani iletişim rününde olayı sorduğunu duyduğumda
mesele tekrar aklıma geldi ben de artık gidip kontrol edeyim dedim. Ancak
bir baktım ki sadece sormakla kalmamış, bizzat olaya müdahale etmek için
kolları sıvamışsın! Ben de içimden, vay be adama bak dedim!”

Rüzgar Ustasının sahiden içi dışı birdi ve ilginç bir karakteri vardı. Xie Lian
onun neden bu kadar çok sevildiğini anlayabiliyordu. Yükseldikten sonra
herhangi bir cennet mensubuyla böyle dostane bir şekilde sohbet
edebileceği hiç aklına gelmemişti bu yüzden neşeyle gülümsemekten
kendini alamadı.

Ama tam yüzünü ona çevirmişti ki, yanındaki beyaz cübbeli adam, beyaz
cübbeli bir kadına dönüşmüştü. Değişim o kadar aniydi ki Xie Lian
neredeyse takılıp düşecekti. “Rüzgar Ustası neden kılık değiştirdin?”

“Ah. Gerçeği söylemek gerekirse, bu halim daha güçlü.”

Rüzgar ve Su Ustasına çoğu zaman aynı tapınakta ibadet edilirdi. Ancak


insanlara muhtemelen aynı tapınakta iki erkek tanrıya tapınmak garip
geldiği için, bu olayın tuhaf bir sonucu da olmuştu. Lordlar ve leydiler el
ele tutuşur, yakışıklı erkeklerle güzel kadınlar çift olurdu, onların da böyle
olması mantıklıydı. Bu nedenle de bir süre sonra insanlar Rüzgar Ustasını
bir tanrıça olarak resmetmeye başlamışlardı.

Tanrıça resimleri ve heykelleri bir yana, üzerine bir de Rüzgar Tanrısının,


Su Tanrısının kız kardeşi olduğu, ve hatta bazen de karı koca olduklarını
anlatan hikayeler uydurmuşlardı. Aradan birkaç yüz yıl geçince hikayeler
kulaktan kulağa yayılmış ve daha bile tuhaf efsaneler şekillenmişti. Arada
sırada meraktan kendileri hakkındaki hikayeleri okuyan iki cennet mensubu
ise her seferinde iki büklüm oluyor ve dehşete düşüyorlardı. Yine de
çoğunluk bu hikayelere inandığı için Rüzgar Ustasının cinsiyet kavramı
karışmaya başlamıştı: “Hanımım, yalvarırım bana yardım edin” duaları her
yerden yükseliyordu. Bu yüzden de Shi Qing Xuan’ın bir unvanı daha
vardı, ‘Rüzgarın Hanımı’.

Aptalca olsa da o kadar da nadir görülen bir olay değildi. Ling Wen de
benzer bir durumdaydı. Ling Wen bir kadındı, ancak diğer kadın ilahlar gibi
renkli ve modaya uygun elbiseler giymezdi. Çoğu zaman siyahlara bürünür,
günlerini sarayında ciddi ve güçlü havasıyla kat kat resmi parşömeni
kafasını kaldırmadan inceleyerek geçirirdi. Benzer hikayeleri olmasında her
ne kadar kişiliği de büyük bir etken olsa da, asıl nedeni başkaydı. Eğer bir
ölümlüye Ling Wen’in kadın mı erkek mi olduğu sorulsa, bir an bile
düşünmeden cevap verirdi: Erkek.

Bir literatür tanrısı elbette erkek olacaktı. Bu yüzden de Ling Wen


yükseldikten sonra çok büyük güçlükler çekmişti. Bir literatür tanrıçasıydı,
ama ölümlü diyardaki neredeyse herkesin aklından, bir kadın nasıl bu
konuma gelebilir, diye geçiyordu. Kadınlar nasıl işle ilgili meseleler
konusunda üstün olabilirdi ki? Hiçbir etkileri olamazdı! Bu yüzden de her
ne kadar deliler gibi çalışsa da tapınanları çok az sayıdaydı. Sonrasında ise
bazı tapınanları buna daha fazla katlanamamış ve onun tüm heykellerini
yıkarak yerine erkek heykelleri dikmişler ve Tanrıça Ling Wen’i Tanrı Ling
Wen’e dönüştürmüşlerdi, olayı makul kılacak abartılı hikayeler
uydurmaktan da geri kalmamışlardı elbette. Bu değişimin

ardından tapınakları dolup taşmış ve herkes Tanrı Ling Wen’i dualarının


karşılığını böylesine etkili bir şekilde verdiği için övmeye başlamıştı.
Ancak elbette ki aslında bir cennet mensubu bir cennet mensubuydu, diğer
literatür tanrılarıyla aynı güçlere sahipti ve tüm efsaneler uydurmaydı. Yine
de insanların tercihi değişmemişti. O günden beri de Ling Wen’in ne zaman
bir ölümlünün rüyalarında görünmesi gerekse, erkek kılığına girerdi.

Benzer mantıkla insanlar Rüzgar ve Su Tapınaklarında bir kadın ve erkeğe


tapınmanın daha uygun olduğuna karar vermişlerdi. İster tanrı ol ister iblis,
insanların inandığı neyse o olmak zorundaydın sonuçta. Efsanelerde
gerçekte oldukları kişilerden gece ve gündüz kadar farklı oldukları halde
insanlar nasıl isterlerse öyle görmeye devam edeceklerdi. Üst Cennetteki
tanrılar artık böyle şeylere hiç kafa yormuyordu.

Shi Qing Xuan’ın kendisi ise, Xie Lian’ın gözlemlerine göre, hiç
umursamıyor, hatta meseleye tamamen alışmış ve keyif bile alıyordu. Tabi
başkalarını da sık sık yanında sürüklemeyi seviyor gibi bir hali vardı, bu
yüzden Xie Lian da kendisini geçen sefer Rüzgar Ustasının yanındaki siyah
cübbeli kadının gerçekte kim olduğunu merak ederken buldu. Yeraltı
dünyasına varmaları dört saat sürmüştü ve Shi Qing Xuan yol boyunca
bitmek tükenmek bilmeden Xie Lian’ı kadın kılığına girmesi için ikna
etmeye çalışmış, “Kadınların yin halesi çok daha güçlüdür, bu sayede
Hayalet Şehirde daha kolay araya karışırız.” Gibi güçlü argümanlar öne
sürmekten de geri kalmamıştı.

*ÇN: Yin-Yang. Yin: Karanlığı ve Dişiliği temsil eder. Yang ise Aydınlık ve
Erkeği.

Xie Lian bir süre kafa yorduktan sonra onu tekrar reddetti. “Kılık
değiştirecek kadar ruh gücüm yok.”

Shi Qing Xuan heyecanlanmıştı. “Ben sana ödünç veririm! Zaten Semavi
İmparator da beni sırf bu yüzden yanına vermedi mi?”

“Lordum, ruh gücünü gerçek düşmanlara karşı savaşacağımız zamana


saklaman daha iyi olur…”

Shi Qing Xuan, Xie Lian’ı en sonunda ikna edemeyeceğini anlayarak ısrar
etmeyi bırakmıştı. Bu sırada ikisi hiçliğin ortasındaki el değmemiş bir alana
gelmişlerdi. Gece yoğunlaşmıştı ve karanlıkta delice ağlayan bir kalabalığın
sesi yükselerek ürkütücü bir atmosfer oluşturuyordu. Xie Lian etrafına
baktı.

“Burada olmalı. Etraftaki kötü haleleri hissedebiliyorum ve yakınlarda


büyük bir mezarlık var, eminim çarşıya giden birkaç kişiye denk geliriz.
Onları görünce de takip ederiz.”

Böylece ikisi mezar alanına oturdu ve beklemeye başladılar.


Bir an sonra Shi Qing Xuan elini kol yenine atarak karıştırmaya başladı ve
küçük bir içki şişesi çıkarttı.

“İster misin?”

Xie Lian şişeyi kabul etti ve küçük bir yudum aldı, boğazının yandığını
hissederek tekrar uzattı.

“Teşekkürler.”

Shi Qing Xuan da büyük birkaç yudum aldı. “İçki içebiliyor musun?”

“Evet. Ancak içki içmek dinginliği yok eder, bu yüzden sadece tadına
bakmakla yetiniyorum. Saat kaç oldu?”

Shi Qing Xuan kendi kendine mırıldandıktan sonra cevap verdi. “Gece
yarısı.”

Xie Lian. “Vakti gelmiş öyleyse.”

O daha cümlesini bitirdiği gibi ilerideki ormandan silik bir sıra ışık belirdi.

Silik ışıklar gittikçe yaklaştı ve en sonunda bembeyaz giyinmiş ifadesiz


kadınlardan oluşan bir kafile görüş alanlarına girdi. Bazıları yaşlı, bazıları
genç, bazıları güzel, bazıları çirkin, hepsi de gömülme kıyafetlerine
bürünmüş ve ellerindeki beyaz fenerlerle yavaş yavaş yürüyorlardı.

Gece yarısı çarşı alanına giden kadın hayaletler olmalıydılar.

Xie Lian fısıltıyla konuştu. “Takip edelim.”

Shi Qing Xuan başını salladı, şişesindeki son yudumu da içtikten sonra bir
kenara fırlattı. Ardından ayağa kalktılar ve hayalet grubunu takip etmeye
başladılar.

İkisi de öncesinde hazırlık yaparak ruhani halelerini saklamışlardı, yürürken


bir parça canlılık belirtisi göstermeyen insan şeklinde iki kabuktan farkları
yoktu. Önlerindeki kadın hayaletler ellerinde fenerleriyle bilinmeyen bir
patikada ormanın derinliklerine doğru ilerlerken tiz, narin sesleriyle sohbet
ediyorlardı.

“Hayalet çarşı tekrar açıldığı için çok mutluyum! Yeni bir yüz istiyordum!”

“Yüzüne ne oldu ki? Daha yeni almamış mıydın?”

İlk konuşan cevap verdi. “Yine çürüdü! Oof, alırken en az bir yıl taze kalma
garantili demişlerdi! Daha sadece altı aydır kullanıyorum.”

Xie Lian ve Shi Qing Xuan peşlerine takılmış, sohbetlerini dinliyor ve tek
kelime etmiyorlardı. Komik bir şey duyduklarında ise sadece birbirlerine
bakarak gülümsüyorlardı. Bu şekilde geçen yaklaşık bir saatin ardından bir
vadiye varmışlardı.

Kızıl bir ışık tüm vadiyi sarmış ve uhrevi gecedeki esinti kulaklarına müzik
gibi geliyordu. Xie Lian kendini Hayalet Şehrin nasıl göründüğünü gittikçe
daha da merak eder bir halde buldu. Vadiye adım atarken ise, en arkadaki
kadın kafasını çevirdi ve onları gördü. Kafası karışmıştı. “Siz kimsiniz?”

Sorusu tüm solgun suratların onlara dönmesine neden oldu ve kadınlar


merakla etraflarını sardılar.

“Ne zamandır bizi takip ediyorsunuz? Mezarlıktan ayrılırken bunlar bizimle


miydi?”

“Hangi mezarlıktansınız? Sizi daha önce hiç görmedik.”

Xie Lian boğazını temizledi. “Biz… oldukça uzak bir mezarlıktan geliyor,
bizi görmemiş olmanız normal.”

Shi Qing Xuan gülümsedi. “Evet! Binlerce kilometrelik yolu Hayalet Çarşı
için aştık geldik!”

Beyaz giysili kadınlar sessiz ve ifadesiz bir şekilde onları incelediler. Eğer
karşılarında başkaları olsa muhtemelen çoktan korkudan yere kapanmış
olurlardı. Ama Xie Lian kimliklerinin ifşa olmasından hiç korkmuyordu; bu
zayıf hayaletler oldukça güçsüzdü. Ancak Hayalet Şehir hemen gözlerinin
önünde, bu kadar yakınken herhangi bir sorun çıkartarak düşmanlarını
alarma geçirmesi hiç akıllıca olmazdı.

O bunları düşünürken Shi Qing Xuan’a bakmakta olan bir kadının dudakları
yavaşça yukarı kıvrıldı.

“Mei mei, yüzün çok iyi korunmuş.”

*ÇN: Küçük kız kardeş anlamında samimi bir hitap şekli.

Xie Lian ve Shi Qing Xuan dondu.

Anında her ikisi de başlarını birkaç kez salladı ve Xie Lian cevap verdi.
“Evet, fena değil.” Hemen ardından Shi Qing Xuan da onun ses tonunu
taklit etti. “Çok iyi değil mi?”

Tüm kadın hayaletler bir anda yaklaşarak tartışmaya başladılar. “Evet, biraz
bile çürümemiş.”

“Mei mei, yüzünü nerede yaptırıyorsun?”

“Bildiğin numaralar var mı?”

“Önerebileceğin iyi bir satıcı?”

Shi Qing Xuan nasıl cevap verebileceğini bilmiyordu bu yüzden de tuhaf


bir şekilde gülerek zaman kazanmaya çalıştı. Şansına tam bu sırada
önlerinde kırmızı bir ışık parladı.

Gözlerinin önünde gizemli ve lanetli bir dünyanın kapıları açıldı.

Uzun bir sokak belirmişti. O kadar uzundu ki sonu görünmüyordu. Sokağın


her iki yanı hareketli dükkanlar ve tezgahlarla doluydu; rengarenk tabelalar
ve devasa, kırmızı fenerler her yeri kaplamıştı.

Sokaktan geçenlerin pek çoğunun yüzü ağlayan, gülen, sinirli; kimisi insan
kimisi insan olmayan maskelerle örtülmüştü. Yüzünde maskesi olmayanları
tanımlayacak tek bir kelime varsa o da
‘acayip’ti. Bazılarının kocaman kafaları ve küçük bedenleri vardı, bazıları
ise bir bambu çubuğu kadar zayıftı ama en kötüleri ezilmiş bir kek kadar
düzdü ve birisi üzerlerine bastığında durmadan şikayet ediyorlardı.

Xie Lian tuhaf bir şeye basmamak için tüm dikkatini kullandı. Bir yemek
tezgahının yanından geçerken, tezgah sahibinin koca bir kazan çorbayı
karıştırmak için koca bir kemik kullandığını gördü ve karıştırırken
dişlerinin arasından salyası damlıyor, tuhaf renklerle ve üzerinde yüzmekte
olan göz küreleriyle dolu çorbaya ekleniyordu. Xie Lian bir süre izledi ve
aniden kendi aşçılık yetenekleri gözünde yükselmişti.

Diğer tarafta garip sokak sanatçıları gösteri yapıyordu: iri yarı bir adam
elinde küçük, civciv kadar zayıf bir hayaleti tutmuş ve açık ağzından devasa
boyutta alevler üfleyerek küçük hayaleti kızartıyordu.

Küçük hayalet ise ölmekte olan bir domuz kadar ciyaklayıp ağlıyordu.
Kalabalık gösterinin tekrarlanması için çılgınca alkışlıyor ve tezahürat
ediyordu. Etrafta para yağdıran çılgınlar bile vardı ve bir tanesi Xie Lian’a
doğru uçtu. Xie Lian parayı yakalayıp çevirdiğinde tahmin ettiği gibi
ölülerin parasından olduğunu gördü.

Yürürken bir sıra hüzünlü insan kafası asmış olan bir kasabın tezgahına
denk geldi, tüm insan kafaları yaşa göre sıralanmış ve her birinin fiyatı
farklıydı; çocuk kafası şu kadar, genç eti bu kadar, erişkin derisi şöyle,
kadın kası şöyle diye devam ediyordu. Üzerinde bir önlük ve elinde kasap
bıçağıyla dikilmekte olan kişi ise siyah, kalın kılları olan bir yaban
domuzuydu ve bıçağının altında kestiği şey hala seğirmekte olan kaslı insan
bacaklarıydı.

Sahiden bir canavar sürüsüydüler, bir cehennem karmaşası.

İnsanların domuzları kesmesi sıradan bir şeydi, ancak domuzları kesen


insanlar değildi, bu yüzden Xie Lian kendini birkaç kez daha bakmaktan
alamadı. Domuz da onun baktığını fark etti ve hemen tepki verdi. “Neye
bakıyon? Alcan mı?”

Xie Lian başını iki yana salladı. “Hayır.”


Domuz vahşi bir şekilde kesme tahtasına vurmaya devam etti, her yere kan
sıçrıyordu. Bağırırken sesi sertti. “Eğer almaycaksan izleme! Bi boklar mı
çeviriyon? Defol git burdan!”

Xie Lian da defoldu. Tam adımlarını hızlandırmıştı ki aniden bir tuhaflık


olduğunu fark etti.

Kadın hayaletler ve Shi Qing Xuan kaybolmuştu.

Xie Lian dehşet içinde hemen ruhani iletişim ağından Rüzgar Ustasına
ulaşmak istedi, yüz yaptırmak için kadınların onu bir yere sürüklediğinden
korkuyordu. Ancak burası Hayalet Şehirdi ve cennetin

kullandığı büyüler yasaktı. Rüne girmeyi başaramayınca tek yapabileceği


şey kayıp Rüzgar Ustasını aramak için sokaklarda dolaşmaktı. Yürürken
birisi aniden kolunu tuttu. Zaten gergin ve tetikte olan Xie Lian anında
döndü. “Kimsin?”

Kolunu tutan kişi bir kadındı ve Xie Lian’ın tepkisini görünce çok
şaşırmıştı. Ancak yüzünü açık bir şekilde görebildikten sonra kadın
kıkırdamaya başladı ve hiçbir şey olmamış gibi davrandı. “Selam minik
Gege. Çok yakışıklısın.”

Kadının üzerinde aşırı derecede açık bir elbise, yüzünde ise ağzını açtığı
anda bir kısmı yere dökülen eşitsiz sürülmüş fondöteni ile korkutucu
derecede ağır bir makyaj vardı. Memeleri o kadar şişikti ki derisinin altına
bir şeyler sıkıştırmış gibi görünüyordu. Sahiden şok edici bir görüntüydü.
Xie Lian nazikçe kadının pençemsi ince parmaklarını ileri itti. “Hanımım,
bu şekilde konuşmanıza gerek yok.”

Kadın bir an kalakaldıktan sonra kahkahalara boğuldu. “Lordum aşkına!


‘Hanımım’?? Bu devirde bana hala kim hanımım der? Hahahahahhahaha!”

Yoldan geçen herkeste sanki komik bir şey varmış gibi kadının
kahkahalarına eşlik etmişti. Xie Lian başını iki yana salladı, ancak daha o
konuşmaya fırsat bulamadan kadın üzerine atladı. “Gitme! Minik Gege seni
sevdim. Gel, bu gece birlikte eğlenelim, ödeme yapmana da gerek yok.”
Kadın surat astı ve göz kırptı. “Ama başka bir ödeme isterim elbet.
Hehehehe…”

Xie Lian derin bir nefes aldı ve içinden dua ederek kadını nazik ama kararlı
bir şekilde ittirdi. Tüm iyi niyetiyle konuştu. “Hanımım, lütfen.”

Kadın artık sinirlenmişe benziyordu. “Bana ‘hanım’ demeyi bırak, kimsenin


umurunda değil!

Zamanımı harcıyorsun, gelcen mi gelmiycen mi?”

Xie Lian’ı ikna etmek için kadın zaten oldukça açık olan kıyafetini biraz
daha gevşetti. Xie Lian böylesine cüretkar bir hamleyi hiç beklememişti ve
dönüp uzaklaşmadan önce tekrar iç geçirdi. Kadın hayalet peşini bırakmadı
ve tahrik etmeye devam etti. “Gördüğün şey hoşuna gitti mi?”

Xie Lian’ın Kutsal Kraliyet Köşkünde büyüdüğünü, ölümlü hayatının


büyük bir kısmını cinsel riyazetle geçirdiğini ve hem bedeninin hem
zihninin dağlar kadar şaşmaz olduğunu kadın elbette fark edememişti. Xie
Lian’ın ne gördüğü fark etmezdi, kalbi sular kadar dingindi; uygunsuz bir
şey gördüğünde zihnindeki çakralar anında açılarak ruhunu
sakinleştiriyordu. Aklını çelmeyi başaramayınca kadının yüz ifadesi
değişmiş ve bağırmaya başlamıştı. “Hiç mi istemiyon? Erkek misin sen??”

Xie Lian bakışlarını ondan kaçırmaya devam ederek cevap verdi.


“Erkeğim.”

“O zaman kanıtla!”

Yanlarından geçmekte olan birisi dalga geçti. “Seni azgın karı! Senin çirkin
olduğunu biliyo ve kimse seni istemiyo. Ne diye adama yapıştın?”

Bu sözleri duyunca Xie Lian dümdüz bir suratla tekrar konuştu. “O yüzden
değil. Benim bir problemim var. Kaldıramıyorum.”

Bir anda sessizlik çöktü.

Hemen ardından ise her yer kahkahalarla sarsıldı.


“HAHAHAHHAHAHAHAHAHA…”
Daha önce hiç kimse böyle bir sorunu olduğunu itiraf edecek kadar cesur
bir erkekle karşılaşmadığı için alay konusu bu kez Xie Lian olmuştu. Ama
Xie Lian gibi birisi için şahsi bölgesinin işlevsel olup

olmadığı hiçbir anlam ifade etmiyordu, bu yüzden de kendisini böyle


durumlarda bulduğunda bu bahaneyi kullanmayı alışkanlık haline getirmişti
ve elbette her seferinde işe yarıyordu. Beklenildiği gibi kadın hayalette
göğsünü bir parça kapattı ve ona sarkıntılık etmeyi bıraktı. “Böyle olmana
şaşmamalı. Domuz. Madem böyle bi sorunun vardı önceden söyleseydin
ya? Pfft!”

Çokta uzakta bulunmayan yaban domuzu kasap tekrar bıçağını attı ve


bağırdı. “Sikik orospu! Ne dedin sen? Domuzların nesi varmış ha?!?”

Kadın korkmamıştı ve karşılık verdi. “Nesi mi var??? Sikik hayvanlar işte!”

Kısa bir süre sonra tüm sokak gürleme ve ciyaklamalarla dolmuştu, herkes
bağırıyordu. “Lan Chang gene olay çıkardı!”

“Kasap Zhu hayaletleri doğruyoo!”

İki taraf karşılıklı olarak kavgacı ve kaotik tartışmalarına devam ettiler ve


cehennemin arasından Xie Lian sıyrılıp kaçtı. Bir süre yürüdükten sonra
dönüp kalabalığa doğru bir bakış attı ve iç çekti.

Xie Lian yürümeye devam ederken sürekli kavgacı topluluklarla


karşılaşıyordu ve kısa bir süre sonra devasa kırmızı bir binanın önünde
durdu.

Bina inanılmaz görkemli ve etkileyiciydi; sütunları, çatıları, duvarları her


şey nefis bir kırmızı renkteydi ve yerler kalın, muhteşem bir halıyla
kaplanmıştı. Kıyaslamak gerekirse, bu bina cennetteki saraylarla pekala
yarışabilirdi. Aralarındaki tek fark ise bu binanın saygınlık hissinden ziyade
büyüleyici bir havası olmasıydı. Kalabalık gruplar içeri girip çıkıyordu, her
yer oldukça canlı ve heyecanlı seslerle doluydu.

Xie Lian yakından bakınca binanın adının Kumarbazın İni olduğunu fark
etti.
Xie Lian kapıya yaklaştığında girişteki iki sütunda bir dizi mısralar yazılı
olduğunu fark etti. Soldakinde

‘Para yaşamdan üstün’, sağdakinde ise ‘Kazanç utançtan üstün’ yazıyordu.


Yukarıdaki yatay sütunda ise sadece ‘HAHAHAHA’ yazıyordu.

*ÇN: Giriş Mısraları: Bulunduğu binanın anlamına/konseptine uygun, veya


sadece şans getirmesi için yazılan üç dizelik şiirler.

“…”

Dizeler çirkin ve kabaydı, giriş mısraları olmayaysa kesinlikle layık


değillerdi. Kullanılan yazı da oldukça vahşi, beceriksiz ve deliceydi; hat
demeye bin şahit isterdi! Sanki kör kütük sarhoş birisinin eline bir fırça
geçmiş ve birine zarar verme niyetiyle duvarı oymaya başlamış, sonrasında
da kötülükle dolu bir enerji patlamasıyla süpürülerek son halini almış gibi
görünüyordu. Xie Lian bir zamanlar tahtın varisiydi ve yazı yazmayı
diyardaki en iyi hat ustalarından öğrenmişti. Bu önünde gördüğü karakterler
ise ona göre bir felaketti. Hatta karakterler o kadar korkunçtu ki Xie Lian
bir noktadan sonra komik bulmaya başlamıştı. Rüzgar Ustasının kumar
ininde olma ihtimali yoktu, kadın hayaletleri bulmak için güzellik
salonlarına bakması daha mantıklıydı.

Kumarbazın İninden uzaklaşacaktı, ama bir şey onu tekrar düşünemeye itti.
Birkaç adım sonra geri dönmüş ve kırmızı binaya giriyordu.

Kumarbazın İninin ana salonu ağzına kadar doluydu; hareket eden, gülen
veya çaresiz bir şekilde ağlayan sesler her yanı sarmıştı. Xie Lian birkaç
basamak inmişti ki aniden bir çığlık duydu, sesin geldiği yöne baktığında
ise dört tane maskeli fedainin birisini taşıdığını gördü.

Adam acı çekiyor, kıvranıyor ve ağlamalarının arasında uluyor ve arkasında


kandan bir iz bırakıyordu.

Görünüşe göre her iki bacağı da dizkapaklarından temiz bir şekilde


kesilmişti ve kan oralardan akıyordu. Hemen peşinden obur bir halde yerleri
yalayarak takip eden küçük bir hayalet geliyordu bir de.
Korkunç bir manzaraydı ancak Kumarbazın İnindeki hiç kimse dönüp
bakmıyordu bile, neşeyle bağırmaya, oyalanmaya devam ediyorlardı.
Ancak zaten burada kumar oynayanların büyük bir kısmı insan değildi ve
olsalar bile sıradan insanlar değillerdi.

Xie Lian, ağlayan adamı taşıyan dört fedainin geçebilmesi için kenara
çekildi ve ardından inin derinliklerine daldı. Gülen maskeli minyon bir
çalışan yanına geldi ve onu karşıladı. “Beyim, oynamaya mı geldiniz?”

Xie Lian küçük bir gülümsemeyle baktı. “Yanımda hiç para yok. Sadece
izlesem olur mu?”

Onun tecrübelerine göre böyle bir cümle kullanıldığında mekandan anında


kovulurdunuz. Parası olmayanların böyle yerlerde işi de olamazdı. Ancak
ufak tefek kadın hala kıkırdıyordu. “Paraya gerek yok. Burada oynayanlar
bahislerini parayla yapmazlar.”

Xie Lian şaşırdı. “Sahi mi?”

Ufak tefek kadın eliyle ağzını kapattı. “Sahiden. Beyim, buyurun size eşlik
edeyim.”

Ardından Xie Lian’a el salladı ve süzülerek ilerledi. Xie Lian tek kelime
etmeden kadını takip etti ancak dikkatle etrafını izliyordu.

Kumarbazın İninin hem içi hem dışı fazlasıyla müsrif ve şıktı, ancak hiçbir
şey göze batmıyordu; bina bir zevk abidesiydi. Minyon kadın Xie Lian’ı
ana salonun epeyi derinlerine götürdü ve vardıkları yerde sardunya gibi
dizilmiş kişilerle ağzına kadar dolu uzun bir masa vardı. Xie Lian henüz
yaklaşmıştı ki bir adamın feryat ettiğini duydu. “Kolumu veririm!”

O kadar çok izleyen vardı ki Xie Lian araya giremedi, bu yüzden sadece
uzaktan konuşmaları duyabiliyordu. Aniden başka bir ses çınladı ve tembel
bir şekilde karşılık verdi. “Gerek yok. Kolunu geçtim. Boktan hayatının bile
burada bir değeri yok.”

Sesi duyunca Xie Lian’ın kalbi yerinden çıkacaktı.


Sessiz dudaklarında bir isim şekillendi. “San Lang.”

Duyduğu ses kesinlikle genç adama aitti ama hatırladığından bir parça daha
kalındı. Yine de tek etkisi sesinin daha etkileyici gelmesiydi. Her ne kadar
yaygaracı bağırışlarla sarılmış olsa da, yine de ses net ve güçlü bir şekilde
Kumarbazın İninin gürültüsünü aşarak kulaklarına ulaşmıştı.

Xie Lian başını kaldırdı. Uzun masanın en ucunda perdeyle örtülmüş bir
alan vardı. Ve perdenin arkasında yüksek bir sandalyede rahatça arkasına
yaslanmış, silik, kırmızı bir siluet vardı.

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 36: Çiçeği Kırmızı Bulutlar Ardında Beğenmek, Şefkatle Dolu


Bir Kalp Hua Cheng’in kelimeleri fazlasıyla aşağılayıcı ve saygısızdı. Ama
o ağzını açtığı anda bahsi geçen adam herkesin kendisiyle dalga geçmesine
izin vermiş ve karşılık vermeye cesaret edemiyordu. Xie Lian’ı uzun
masaya getiren görevli gülümsedi. “Genç Efendi, bugün şanslı gününüz.”

Xie Lian bakışlarını uzun masadan bir an ayırmadı. “Neden?”

“Efendimiz bugün oynamaya geldi. Sadece son birkaç gündür buraya


uğrayacak kadar keyfi yerindeydi, bu sizi şanslı yapmaz mı?”

Xie Lian kadının ses tonundan sanki onu sadece görebilmek bile en büyük
onura eş değermiş gibi,

‘efendisi’ne çok büyük bir saygı duyduğunu ve hatta taptığını


anlayabiliyordu. Xie Lian kendisini gülümsemekten alamadı.

İnce ve uçuşan perdenin arkasındaki kırmızı suret büyüleyiciydi. Perdenin


önündeki çekici kadınlar ise cazibeleriyle şehvet dolu bir resim çiziyorlardı.
Xie Lian ilk başta amacı sadece uzaktan izlemekti, ancak Hua Cheng’in
sesini duyduğu anda orada olduğunu belli etmeden kalabalığın arasından
sıyrılmaya başladı. En sonunda masaya ulaşmış ve kumar oynayan kişiyi
görebilmişti.
Gerçek bir insandı. Xie Lian şaşırmamıştı, sonuçta Hayalet Şehirde sadece
hayaletlerin olmadığı bilinen bir gerçekti; güçlü sayılabilecek kişiler ve
bazen de canına susamış sıradan ölümlüler de şehri ziyaret ederdi.
Kumarbazın yüzünde bir maske vardı ancak sanki kanıyormuş gibi şişmiş
ve kırmızı çizgilerle dolmuş gözleri açıktaydı; dudakları ise ölüm kadar
solgundu. Aslında etrafındaki hayaletlere kıyasla o daha ölü görünüyordu.

Her iki eli de sıkıca masadaki ahşap zar kutusuna kenetlenmişti ve bir an
durduktan sonra viran bir halde bağırmaya başladı. “Ama… diğer adam
nasıl iki bacağını bahse koyabildi?”

Kırmızı perdenin önünde durmakta olan görevlilerden birisi gülümsedi.


“Senden önceki ayaklarının çabukluğu ve her koşulda kaçabilmesiyle
ünlenmiş bir hayduttu. Bacakları onun için hayattaki en değerli şeydi, bu
yüzden de bahis olarak bir değeri vardı. Sen ne zanaatkar ne şifacısın,
kolunun ne değeri olabilir ki?”

Adam dişlerini sıktı… “O zaman… Kızımın hayatının on yılını bahse


koyuyorum!”

Xie Lian donakalmıştı, Nasıl bir baba çocuğunun hayatı üzerine bahse
girebilir?! Üstelik böyle bir şey mümkün mü?

Perdenin arkasından, Hua Cheng sadece küçümseyerek güldü. “Pekala.”

Belki sadece Xie Lian’a öyle gelmişti ama kelimelerindeki soğukluğu


hissedebiliyordu. Fakat sonradan ekledi, San Lang hep çok şanslı olduğunu
ve onun seçtiği tüm fal çubukları en iyi şansa sahip olanlar çıktı. Eğer bu
adamla bahse girerse, kesin olarak kazanacağını ve kızın hayatının on yılını
alacağını biliyor, değil mi?

O bu konuda kafa yorarken görevli tatlı bir sesle duyurdu. “Eşitlik


kaybetmektir; fark ise kazanmak.

Zar kabı açıldıktan sonra geri dönüşü olmaz. Şimdi lütfen buyurun.”

Demek Hua Cheng’in kendisi bahis koymuyordu. Adam zar kabını her iki
eli de sıkıca yapışmış bir halde sallamaya başladı ve salona sessizlik çöktü.
Zarların çıkardığı tıkırtı kulağa çok yüksek geliyordu.

Ardından adam durdu. Sessizlik sağır ediciydi.

Ancak uzunca bir süre geçtikten sonra adam yavaşça, çok yavaşça, zar
kabını kaldırdı ve kenardaki boşluktan görmeye çalıştı. Gözleri aniden
ardında dek açılmıştı.

Kapı hemen çekti ve delicesine bir mutlulukla bağırmaya başladı. “FARK!


FARK! FARK!! KAZANDIM!

KAZANDIM! HAHAHAHAHAHAHA KAZANDIM!!!


KAZANDIM!!!!!!”

Masanın çevresini saran insan ve hayaletlerin görmek istedikleri manzara


bu değildi ve adamı yuhalamaya başladılar, masaya vuruyor ve
memnuniyetsizlikle kükrüyorlardı. Çalışanlardan birisi gülümsedi.
“Tebrikler. İşinizdeki talihiniz kısa bir süre sonra açılacak.”

Adam kahkaha atmaya devam ederken bir anda inledi. “Durun! Tekrar
bahse girmek istiyorum!”

Görevli gülümsedi. “Elbette. Bu kez ne istiyorsunuz?”

Adamın yüzü düştü. “Ben, ben işte rekabet ettiğim herkesin ölmesini
istiyorum!”

Kalabalık mırıldanmaya ve onaylamaz sesler çıkartmaya başladı. Görevli


ise gülümsemesini gizlemek için eliyle dudaklarını örtmüştü. “Eğer
dileğiniz buysa, bir öncekine göre yerine getirilmesi çok daha zor olacak.
İşinizin gelişimiyle ilgili farklı bir dilekte bulunmak ister misiniz?”

Ancak adam kıpkırmızı gözleriyle karşı çıktı. “Hayır! Sadece bunu


istiyorum! Bunun için bahse giriyorum!”

Görevli. “O zaman dileğiniz buysa, kızınızın hayatının on senesi yeterli


olmayabilir.”
“Eğer yetmiyorsa, o zaman hayatının yirmi senesini veririm! Ve… Ve
üstüne bir de evliliğinin akıbetini!”

Kalabalık şok olmuştu ve kahkahalarla kırılıyordu. “Bu baba aklını


kaçırmış! Kızını satıyor!!”

“İnanılmaz, inanılmaz!!”

Görevli bir kez daha duyurdu. “Eşitlik kaybetmektir; fark ise kazanmak.
Zar kabı açıldıktan sonra geri dönüşü olmaz. Şimdi lütfen buyurun.”

Adam bir kez daha titreyen elleriyle zar kabına uzandı. Eğer kaybederse,
kızı hayatının yirmi senesini ve iyi bir evlilik yapma şansını kaybedecekti;
ama eğer kazanırsa tüm rakipleri ölecek miydi? Xie Lian her ne kadar Hua
Cheng’in asla böyle bir şeyin olmasına izin vermeyeceğini düşünse de, bir
süre tereddüt ettikten sonra öne çıktı. Tam küçük bir numara yaparak bahse
katılmaya çalışacaktı ki aniden birisi koluna yapıştı. Başını çevirdiğinde Shi
Qing Xuan olduğunu gördü.

Shi Qing Xuan erkek bedenine geri dönmüştü, fısıldadı. “Öne çıkma.”

Xie Lian da fısıldadı. “Rüzgar Ustası, neden tekrar beden değiştirdin?”

“Uzun hikaye.” Shi Qing Xuan iç çekti. “O kadın grubu beni başarılı bir
güzellik salonuna götüreceklerini söyleyerek çekiştirip durdular. En
sonunda kaçmayı başardım ama beni tekrar yakaladılar, bu yüzden
değişmek zorunda kaldım. Beni götürdükleri yerde yüzüme o kadar çok şey
yaptılar ki… çektiler, esnettiler, tokat attılar, vurdular – yüzüme bir bak!
Nasıl? Bir zarar vermişler mi?

Yüzümde bir tuhaflık var mı?”

Yüzünü Xie Lian’a inceletmek için dibine kadar girmişti ve Xie Lian görev
bilinciyle dikkatle inceledikten sonra cevap verdi. “Bence öncekine kıyasla
daha pürüzsüz ve beyaz görünüyor.”

Shi Qing Xuan anında parlamıştı. “Sahi mi? Ah harika! Harika! Hahahaha!
Ayna var mı? Ayna gördün mü hiç? Görmem lazım!”
Xie Lian. “Daha sonra bakarsın. Hayalet Şehir iletişim rününe girmemize
engel oluyor bu yüzden birbirimizi gözden kaybedemeyiz. Bu arada beni
nasıl buldun?”

“Bulmadım! Buraya Qian Qiu için gelmiştim, burada buluşmayı


kararlaştırmıştık. Ben de birbirimizden ayrılınca buraya geldim ama içeri
girdiğimde seni gördüm!”

“Qian Qiu mu?”

“Evet.” Shi Qing Xuan cevapladı. “Qian Qiu yani Lang Qian Qiu,
Ekselansları Tai Hua. Bu kadarını biliyorsundur herhalde değil mi? Kendisi
doğunun savaş tanrısı. O yüzden bize eşlik etmesi uygun olur. Kumarbazın
İni de Hayalet Şehirdeki en kalabalık ve kaotik yer olduğu için sık
kullanılan bir buluşma yeri. İçeri pek çok kişi girip çıkar, bu yüzden kimse
bizden de şüphelenmez, o yüzden buluşmak için burayı önerdim.”

Xie Lian başını salladı. Bakışlarını tekrar uzun masaya çevirdiğinde adam
hala zarları açmamış; gözleri geriye yuvarlanmış mırıldanıyordu, tıpkı
etraftaki pek çok hayalet gibi. Xie Lian iç çekti. “Bu adam…”

Shi Qing Xuan bakışlarını kaldırdı. “Ne söylemek istediğini biliyorum ve


sonuna kadar katılıyorum.

Ama Hayalet Şehir Hua Cheng’in bölgesi ve buradaki kuralların hepsi


gönüllülük esasına dayanır. Eğer kumar oynayacak cesaretin varsa oynarsın.
Cennetin bu konuda hiçbir söz hakkı yoktur. Sadece gözlemleyelim ve işler
çığırından çıkarsa diye plan yapalım.”

Xie Lian mırıldandı, San Lang’ın işlerin çığırından çıkmasına izin


vereceğine inanmıyordu, bu yüzden de en iyisi gözlemlemekti. Kumarbaz
da en sonunda cesaretini toplamış gibi görünüyordu ve zar kabını kaldırarak
sonucu ilan etmeye hazırlandı. Tam bu sırada bir başkası fırladı ve zar
kabına vurarak parçalara ayırdı!

Darbesi sadece zar kabını parçalamakla kalmamış bir de üzerine tüm


masanın derin bir çatlakla yarılmasına neden olmuştu.
Maskeli kumarbaz ezilmiş elini tuttu ve yerde acıyla bağırarak
yuvarlanmaya başladı. Kalabalıkta bağırıyordu, kimisi tezahüratlarla kimisi
şoktan ağlayarak. Darbeyi vuran kişi kükredi. “Sen! Öyle aşağılık bir kalbin
var ki! Zenginlik ve hazineler dileyebilirdin, ama gidip başkalarının
ölümünü mi diledin? Kumar oynamak istiyorsan kendi hayatını bahse
koyacak cesaretin de olmalıydı, kendi kızının hayatını ve evliliğini değil!
Bir erkek olmaya layık değilsin! Bir baba olmaya hiç değil!”

Genç adamın kılıç gibi kaşları ve yıldızlar gibi gözleri vardı, kahramanlara
özgü bir haleyle ışıldıyordu.

Her ne kadar giysileri sıradan ve hiçte gösterişli olmasa da üzerindeki soylu


havayı silememişlerdi.

Genç adam ise Yong An’ın Veliaht Prensinden başkası değildi – Lang Qian
Qiu.

Onu gördükleri anda Xie Lian ve Shi Qing Xuan aynı anda yüzlerini
sakladılar.

Xie Lian inledi. “…Rüzgar Ustası, sen… ona… buraya geldiğinde dikkatli
olmasını ve uyum sağlamasını söylemedin mi…”

Shi Qing Xuan da inledi. “…Ben… Ben söyledim, ama… o hep böyle…
elden ne gelir… tahmin etmem gerekirdi… sadece ikimiz gelmeliydik…”

Xie Lian duygularını paylaşıyordu. “Anlıyorum… anlıyorum…”

Tam bu sırada perdelerin ardından Hua Cheng hafifçe güldü.

Xie Lian’ın kalbi bir an için durmuştu.

Beraberlerken sık sık gülerdi, bu yüzden de Xie Lian onun gülümsemesinin


içten bir mutluluk mu, alay mı taşıdığını yoksa öldürme niyetiyle mi
işlendiğini anlayabiliyordu.

Tembel bir halde konuştu. “Benim bölgemde sorun çıkarabildiğine göre çok
cesur olmalısın.”
Lang Qian Qiu başını sesin geldiği tarafa döndü, gözleri alev alevdi.
“Kumarbazın İninin sahibi sen misin?”

Kalabalık yuhaladı. “Cahil piç, kiminle konuştuğunu bile bilmiyor musun?


O bizim efendimiz.”

Bazıları ise soğuk bir sesle dalga geçmişti. “Sadece Kumarbazın İni değil,
tüm Hayalet Şehir onun!”

Lang Qian Qiu neredeyse tepki bile vermedi ama Shi Qing Xuan bambaşka
bir meseleydi, tamamen donmuştu. “Yüce Tanrım, perdenin arkasındaki
tahmin ettiğim kişi mi?”

Xie Lian cevapladı. “Evet… o.”

Shi Qing Xuan tekrar sordu. “Emin misin?!”

Xie Lian. “Eminim.”

Shi Qing Xuan panikledi. “Öldük, bittik. Qian Qiu’ya ne yapacak?!”

Xie Lian bir süre sonra. “…Dua edelim de kim olduğunu ifşa etmesin…”

Ancak Lang Qian Qiu etrafına baktıkça daha da sinirleniyordu ve buyurdu.


“Bu cehennemden çıkma yer duman ve yozlaşma kokuyor, tümüyle şeytani
bir kaosla doldurulmuş. Siz nasıl pisliklersiniz?

Burada ne yaptığınızı sanıyorsunuz? Böyle bir yerde bulunabildiğinize göre


içinizde bir parça bile insanlık yok demektir.”

Kalabalık hep bir ağızdan yuhaladı. “Zaten insan değiliz, insanlıktan bize
ne? İsteyen insanlıktan istediği kadar nasibini alsın!”

“Sen buraya gelip bizi suçlayarak kim olduğunu sanıyorsun!”

Hua Cheng eğleniyor gibiydi. “Benim inim en başından beri deli ve


cehennemden çıkmaydı.
Cennetteki yolun açık, ancak bunu reddederek geliyor ve Cehenneme
girmeyi tercih ediyorsun. Sana ne yapsak?”

‘Cennet’ kelimesini duyduğu anda Xie Lian da Shi Qing Xuan da anlamıştı.

Hua Cheng çoktan Lang Qian Qiu’nun içini görmüş ve kim olduğunu,
nereden geldiğini tam olarak biliyordu.

Ancak Lang Qian Qiu onun sözlerinden anlam çıkartmakta tamamen


başarısız olmuş ve masaya bir darbe daha savurmuştu. Masanın bir ucunda
duruyordu ve darbesiyle birlikte bütün masa perdenin arkasındaki kırmızı
gölgeye doğru uçmuştu. Masanın etrafında bulunan herkes ise geriye kaçtı.
Ancak perdenin arkasındaki siluet hiç hareket etmedi. Elinin tek bir
hareketiyle uzun masa tam ters yöne uçarak doğrudan Lang Qian Qiu’nun
üzerine gitmeye başlamıştı.

Masanın geldiğini görünce Lang Qian Qiu da bir elini kullanarak geri
ittirmeye çalıştı ama sonrasında yeterli gelmediğini fark edince diğer elini
de masaya dayadı. Saniyeler geçti ve alnındaki mavi damarlar yüzeye çıktı.
Xie Lian ve Shi Qing Xuan yardım edip etmemek konusunda gidip
geliyordu.

Henüz onlar ifşa olmadıkları için hala gizlice hareket edebilirlerdi ama
yardım etmek için öne çıkarlarsa hep beraber yakalanma riskleri vardı.

Diğer taraftan Lang Qian Qiu yüksek sesle bir nefes aldı ve en sonunda
ağır, uzun masayı tekrar itti.

Perdenin arkasındaki Hua Cheng ise hala sandalyesinde geriye yaslanmış


otururken elini yumruk yaptı ve sonra hafifçe açtı. Masa anında parçalara
ayrılarak Lang Qian Qiu’nin üzerine uçtu.

Üzerine gelen rüzgar bıçak kadar keskin parçalarla doluydu ve tüm


silahlardan daha korkunçtu. Eğer Lang Qian Qiu güçlerini saklamaya
devam eder ve ölümlü bedeninde kalırsa bu saldırıdan kaçınabilmesine
imkan yoktu. Bu yüzden bir an sonra vücudu soluk bir ışıkla aydınlanmaya
başladı, Xie Lian ve Shi Qing Xuan hemen olanları anlamışlardı ve
paniklediler. “Olamaz, kim olduğunu herkese gösterecek!”
Ama bu soluk ışık parçası göründüğü hızla kaybolmuştu. Lang Qian Qiu
muhtemelen bu görevleri boyunca gerçek formunu göstermemesi
gerektiğini hatırlamış ve kendisini son saniyede durdurarak güçlerini geri
çekmişti. Lang Qian Qiu bir adım gerilemiş olsa da Hua Cheng durmadı.
Kırmızı perdenin arkasındaki kan kırmızısı figür bu kez parmaklarını
birleştirdi ve havaya doğru hafif bir fiske savurdu.

Bu tek hareketiyle Lang Qian Qiu’nun bedeni yerden yükseldi. Bedeni tıpkı
bir denizyıldızı gibi binanın tavanına asılmıştı.

Neler olduğunu kavrayamayan Lang Qian Qiu hala aniden havaya


yükselmesi nedeniyle oldukça şaşkındı ve kurtulmak için çabalıyordu. Xie
Lian yenilgiyle iç çekti. “Artık güçleri de mühürlendiği için karşılık vermek
istese bile imkansız.”

Shi Qing Xuan da aynı fikirdeydi. “Hayalet Şehir Hua Cheng’in bölgesi
sonuçta, mühürlemek isterse, mühürler.”

Her ne kadar Lang Qian Qiu fazlasıyla dikkat çekmiş olsa da, en azından
artık kim olduğunu ifşa edemeyecekti. Eğer bir önceki kavgaları devam
etseydi ve güçlerini serbest bıraksaydı, Tai Hua-ZhenJun’un, Doğunun
Savaş Tanrısının, neden Hayalet Şehre gelip kargaşa çıkarttığını açıklamak
çok güç olurdu. Sonuçta tüm bu seneler boyunca olağanüstü bir durum
yaşanmadığı sürece Cennet ve Cehennem kendi işlerine bakmışlardı.

Kumarbazın İnindeki taşkın davetsiz misafirin alıkoyulduğunu görünce


kalabalık tekrar neşelenmiş ve bir kez daha toplanmıştı. Lang Qian Qiu’yu
göstererek gülüyorlardı. Lang Qian Qiu daha önce hiç böyle bir
aşağılamaya maruz kalmamıştı, sessizce görünmez bağlarıyla mücadele
ederken yüzü utançtan kıpkırmızıydı. Arada sırada bir iblis zıplayarak
başını okşamaya çalışıyordu. Şansına Hua Cheng onu yeterince yükseğe,
onların ulaşamayacağı bir yere asmıştı yoksa yüzyılın en büyük utancını
yaşardı. Hua Cheng perdenin arkasından kıkırdadı. “Bugün ilginç bir
avımız oldu, onunla oynamanıza izin vereceğim. Şanslı olan ve kazanan
onu eve kızartmak için götürebilir.”

Salondaki bağırışlar sağır ediciydi. “Bahse girin! Bahse girsin herkes! En


yüksek zarı atan onu alıp kızartacak!”
“Yıhahaha, bu küçük Gege çok leziz görünüyo, heheheeehe…”

“Hahahahaha, aptal kimmiş ha! Burda sorun çıkarmanın bedelini ödiycen!”

Dört maskeli fedai yeni bir uzun masa getirdiler ve kalabalık bir kez daha
yeni bahislerini yatırmak için masanın etrafına doluştu. Yerde elini tutarak
inleyen adam ise, uzun zaman önce unutulmuştu. Bu seferki kazanının
alacağı şey ise doğrudan havada asılı kalmış Lang Qian Qiu’nun kendisiydi.
Shi Qing Xuan insanların nasıl yığıldığını görünce endişeyle volta atmaya
başladı, ellerini sallıyordu. “Şimdi ne yapacağız? Gidip onu biz mi
kazansak? Yoksa direk dövüşsek mi?”

Xie Lian sordu. “Rüzgar Ustası, şansınız nasıldır?”

Shi Qing Xuan. “Bazen iyi bazen kötü. ‘Şans’ta hiçbir şey kesin değildir.”

Xie Lian. “Ama olabilir. Örneğin beni ele alalım, benim şansım asla
açılmaz.”

Shi Qing Xuan yutkundu. “O kadar mı kötü?”

Xie Lian kasvetle başını salladı. “Zarı ne zaman atsam hep yek gelir.”

Shi Qing Xuan kaşlarını çattı ancak hemen aklına bir fikir gelmişti ve
bacağına vurdu. “Madem hep yek atıyorsun, peki ya en düşük sayıyı
atacağına dair iddiaya girsen? Kimse senden daha düşük atamaz.”

Xie Lian bir an düşündükten sonra fikre katıldı. “Doğru bir noktaya parmak
bastın. Deneyeyim.”

Böylece masaya yakın bir yer buldu ve ortaya bir öneri attı. “Neden kuralı
değiştirip en düşük atanın kazanmasına izin vermiyoruz? En düşük atan
kazansın, ne dersiniz?”

Masanın etrafında tam bir karmaşa oldu, kimileri katıldı kimileri katılmadı.
Xie Lian zarı eline alıp ilk denemeyi yapmaya karar verdi.

Zar atmadan önce içinden dua etti, Küçük gel, küçük gel, çok küçük,
ardından zarı attı ve kaç geldiğini görmek için eğildi.
Altı-altı!

Xie Lian. “…”

Shi Qing Xuan. “…”

Xie Lian kaderini kabullendi. “Görünüşe göre kuralları değiştirmek bile


şansımı döndürmüyor.”

Shi Qing Xuan. “Belki de direk savaşmak en iyisi.”

Tam bu sırada bir görevli kırmızı perdeye doğru ilerledi ve sanki bir şey
dinliyormuş gibi başını eğdi.

Başını salladı ve elini kaldırarak bir duyuru yaptı. “Dikkatinizi rica edebilir
miyim? Efendimizin bir duyurusu var.”

Efendilerinin duyuru yapacağını duyunca kalabalık anında sus pus oldu ve


sessizlik çöktü. Kadın devam etti. “Efendimiz kuralları değiştirdi.”

Kalabalıktan birkaç ses yükseldi. “Efendimiz kuraldır!”

“Efendimiz ne derse o olur!”

“Yeni kural ne?”

Görevli cevapladı. “Efendimiz bugün keyfinin yerinde olduğunu ve


herkesle birkaç tur zar atmak istediğini söyledi. Herkes ona karşı bahiste
bulunmakta serbest. Kazanan yukarıdaki şeyi alır. İster buharda pişirin, ister
kaynatın, ister kızartın, ister turşunu kurun, size kalmış.”

Efendilerine karşı bahse gireceklerini duyunca tüm hayaletler ve iblisler


tereddüt etmeye başlamış

gibiydi. Görünüşe göre Hua Cheng asla kendisi kumar oynamıyordu. Tüm o
cesur kumarbazların içerisinden bir tanesi bile ilk konuşmaya cesaret
edemedi. Üzerlerindeki Lang Qian Qiu sonsuz bir kararlılıkla mücadele
ederken bağırdı. “Ne demek ‘şey’? Ben bir şey değilim! Ne cüretle benim
üzerimden bahse girersiniz?”
Bir ‘şey’ olmadığına dair beyanı kalabalıktaki pek çok kadın iblis
tarafından duyulmuştu. Kıkırdayarak ona şehvet dolu bakışlar attılar, bir
yandan da sivri dillerini çıkarmış dudaklarını yalıyor, sanki onu tek

lokmada yutmak istermiş gibi görünüyorlardı. Xie Lian içinden, Offf… bu


çocuk. Daha az konuşsa her şey daha iyi olacak.

İç çekti, bir adım öne çıktı ve yumuşak bir sesle konuştu. “Hal böyleyse, o
zaman lütfen ilk denemeyi benim yapmama izin verin.”

Onun sesini duyunca kırmızı perdelerin ardındaki gölge bir anlığına durdu,
ardından yavaşça ayağa kalktı.

Perdenin önündeki görevli gülümsedi. “O zaman, öne çıkın genç efendi.”

Salondaki tüm iblisler ve hayaletler doğal olarak bu cesur savaştı için yolu
açtılar. Xie Lian yolun sonuna ulaştığında, görevli ona elleriyle siyaha
boyanmış zar kabını sundu. “Buyurun.”

Görevli ondan önce oynayan herkesle sıradan bir şekilde konuşmuştu; her
zaman söylediği standart sözleri söylemiş, ses tonunda bir parça bile
kibarlık olmamıştı. Ancak şimdi Xie Lian’a karşı, sadece saygılı bir hitap
kullanmakla kalmamış, bir de üstüne hem kibar hem de yine saygılı bir
tonda konuşmuştu. Xie Lian teşekkür ederek kabı eline aldı ve boğazını
temizledi.

Daha önce hiç kumar oynamamıştı, uzun bir süre kabı rasgele sallayarak bir
şeyler biliyormuş gibi görünmeye çalıştı. Kabı sallamaya devam ederken
başını kaldırdı ve hemen tepesinde asılı olan Lang Qian Qiu’ya bir bakış
attı. Lang Qian Qiu’nun gözleri irileşti ve ona minnettar bir şekilde baktı,
ancak hiç sesini çıkartmadı. Yüz ifadesini görünce nedense Xie Lian’ın
gülesi gelmişti ama kendini tuttu.

Uzun bir sallama sürecinin ardından en sonunda durdu.

Sayısız göz elindeki kabın üzerindeydi ve Xie Lian kabın nasılsa ağırlaşmış
olduğunu hissediyordu, üstelik kabı kaldırırken kullanılan kumarbazlara
özgü bir yöntem varsa onu da bilmiyordu. Tam kabı doğrudan kaldıracak ve
sonuç belli olacaktı ki görevli onu durdurdu. “Bekleyin.”

Xie Lian. “Bir sorun mu var?”

Görevli cevapladı. “Efendimiz kabı sallarken duruşunuzun doğru


olmadığını söyledi.”

Xie Lian içinden, Doğru bir yöntemimi varmış? Belki de kötü şansım bu
yüzdendir?

Mütevazı bir şekilde sordu. “Doğrusunun ne olduğunu sorabilir miyim?”

Görevli. “Efendimiz size öğretmek istiyor, sizi yukarıya davet etti.”

Bunu duyunca tüm kalabalıktan tedirgin ve gücenmiş sesler yükseldi.

Xie Lian bir iblisin mırıldandığını duydu. “Lordumuz öğretmek istiyorum


demesi, onu öldüreceği anlamına geliyor değil mi?”

“Efendimiz ne yapmak istiyormuş??? Kim bu adam??? Neden ona


öğretiyor???”

“Biz de kabı öylesine sallıyoruz zaten? Doğru bir yöntemi mi varmış?”

Xie Lian da benzer şeyleri merak ediyordu, ama görevli çoktan onu kırmızı
perdelere doğru yönlendirmişti. “Lütfen buyurun.”

Bu yüzden de Xie Lian elinde sıkı sıkı tuttuğu siyah ahşaptan kapla kırmızı
perdelerin önünde geldi.

İpek perdeler, arkalarındaki kırmızı siluete hayat verircesine uçuştu.


Perdelerin arkasındaki adam tam karşısındaydı ve aralarında bir kol boyu
kadar bile mesafe yoktu. Xie Lian bir el ağır kırmızı perdeleri aralayıp zar
kabını tutan elinin altına yerleşirken nefesini tuttu.

İlk gördüğü şey beyaz ve zarif bir eldi; uzun parmaklarının üçüncüsüne
kırmızı bir ip düğümlenmişti.
Simsiyah ahşap kutuya karşı beyaz daha soluk, kırmızı ise daha canlı
görünüyordu. Xie Lian yavaşça gözlerini kaldırdı. Kırmızı bulutlar gibi
görünen ipek perdelerin ardında, en fazla on sekiz, belki on dokuz
yaşlarında bir genç oturuyordu.

San Lang’dı.

Üzerinde aynı akçaağaç kırmızı kıyafetler vardı ve cildi kar kadar beyazdı.
Her zamanki benzersiz gençlik dolu ifadesini taşıyan emsalsiz bir
yakışıklılığa sahip yüzü hafifçe daha belirgin hatlara sahipmiş gibi
görünüyordu. Gençliğin çekingenliği, bir dinginliğe dönüşmüştü. Üzerinde
ehlileştirilemez, vahşi bir neşenin havasını taşıyordu ve her daim yıldızlar
gibi ışıldayan o göz bir an bile Xie Lian’ın üzerinde ayrılmıyordu.

Ancak her ne kadar yıldızlar kadar parlak olsa da, sadece sol gözü vardı.

Diğer ise siyah bir göz bandıyla gizlenmişti.

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 37: Çiçeği Kırmızı Bulutlar Ardında Beğenmek, Şefkatle Dolu


Bir Kalp Xie Lian perdelerin arasındaki küçük boşluktan içeriye uzanırken
salondakiler içeride oturmakta olan kişiyi Xie Lian’ın bedeni engel olduğu
için göremiyorlardı, hoş, gizlice bakmaya cüret edecek değillerdi zaten. Sol
göz Xie Lian’ı izledi ve Xie Lian da onu, farkında bile olmadan bakışların
büyüsüne kapılmıştı.

Hua Cheng şu anki görünümüyle birkaç yaş daha büyük ve aynı zamanda
daha uzundu. Xie Lian önceden ona bakarken zorlanmadan göz teması
kurabiliyordu, ama şimdi boynunu geriye atmak zorunda kalmıştı.

Uzun bir süre bakıştıktan sonra sessizliği bozan Hua Cheng oldu, sesi daha
kalındı. “En yüksek atan mı, en düşük atan mı kazansın?”

Xie Lian’ı tekrar gerçekliğe çeken sesinin, insanın kulağına hoş gelen
türden bir kalınlığı vardı. Xie Lian yüksek zar veya düşük zar üzerine bahse
girmelerinin hiçbir şeyi değiştirmeyeceğinin farkındaydı, bu yüzden
düşünmeden cevapladı. “Yüksek.”

Hua Cheng. “Peki. O zaman ben başlıyorum.”

Siyah zar kabı Xie Lian’ın sol elinin avucundaydı, kabın ağzı ise sağ eliyle
örtülmüştü. Hua Cheng ayağa kalktı, sağ eliyle Xie Lian’ın sol elini sardı ve
hafifçe sallaması için ona rehberlik etti. Ardından Xie Lian elini
kaldırdığında içeride bir altı bir beş vardı.

Herkesin üzerinde bulunan Lang Qian Qiu’nin gözleri keskindi ve nasıl


kolayca yüksek zarların geldiğini görünce gözleri irileşti. “Bu nasıl
olabilir?!”

Hua Cheng nazikçe elini çekti ve Xie Lian’a denemesini işaret etti. “Bu
şekilde sallaman gerek. Şimdi de sen dene.”

Xie Lian onun hareketlerini taklit ederek kabı iki kez salladı, ancak Hua
Cheng. “Öyle değil.”

Her ne kadar Xie Lian’ı azarlıyor olsa da sesi son derece kibar ve sabırlıydı.
Hua Cheng açıklarken elini yine Xie Lian’ınkinin altına koymuştu, ama bu
kez sol eli de Xie Lian’ın kabın ağzında duran sağ elinin üzerine
yerleşmişti. Nazikçe talimat verdi. “Bu şekilde.”

Ve birdenbire Xie Lian’ın elleri, Hua Cheng’in avuçlarındaydı.

Tenleri birbirine değdiğinde Hua Cheng’in elleri yeşim kadar ılımandı. Her
ne kadar ince bir güzelliğe sahip olan kol zırhları buz gibi soğuk olsa da,
Hua Cheng’in hareketleri çok kontrollüydü ve Xie Lian’a değmelerine asla
izin vermemişti. Elleriyle Xie Lian’ı yönlendirdi ve zar kabını sallarken ne
acele ediyor ne de ağırdan alıyordu.

Bir. İki. Üç.

Takır. Takır. Takır.

Kabın içinde dönerken birbirine çarpan zarların sesi Xie Lian’ı sarmıştı.
Her ne kadar nazikçe sallıyor olsalar da, Xie Lian ellerinden başlayan bir
uyuşukluğun, kollarını tırmandığını ve tüm vücuduna yayıldığını
hissedebiliyordu.

Xie Lian, Hua Cheng’e göz ucuyla bakabilmek için gözlerini kaldırdığında,
Hua Cheng’in hiçte zar kabına bakmadığını fark etti. Bunun yerine
kenarları hafifçe yukarı kıvrılmış dudaklarıyla, dikkatle onu izliyordu. Xie
Lian sevecen bir gülümsemeyle karşılık vermekten kendini alamadı, ancak
hemen aklına

her yanını sarmış, onu izlemekte olan tüm o hayalet ve iblisler geldiği için
ifadesini tekrar kontrol altına aldı. Başını eğdi ve Hua Cheng’in ona
öğretmeye çalıştığı jeste odaklandı. “Nasıl gidiyorum?”

Hua Cheng’in gülümsemesi genişledi. “Hm. İyi, aynen bu şekilde.”

Xie Lian’ın umutla dolmuş bir halde kabı birkaç kez daha salladığını
görünce, öneride bulundu.

“Neden artık bakmıyoruz?”

Xie Lian elini kaldırdı ve kabın dibindeki iki zara baktı. Üç-üç.

Onun iki tane üç atması bile neredeyse imkansıza yakın bir başarıydı. Xie
Lian kalbinden ılık bir bahar rüzgarının estiğini hissetti, Yoksa en sonunda
şansım döndü mü?

Ancak her ne kadar mutlu olsa da, toplamda altı atmıştı, Hua Cheng ise on
bir. Boğazını temizledi.

“Özür dilerim, kaybettim.”

Hua Cheng. “Endişelenme, bu tur sana öğretmek içindi sadece, o yüzden


sayılmaz. Tekrar dene.”

Onun sözlerini duyunca Lang Qian Qiu ve Shi Qing Xuan’ın bile dili
tutulmuştu. Salondaki tüm hayalet ve iblislerin ise ağızları beş karış açık
kalmıştı, ardından ise şikayetler duyuldu.
“Efendimize ne oldu? Ona herife patronun kim olduğunu gösterecek
sanmıştım, ama sahiden öğretiyoo?!”

“Bu tur neden sayılmadı?? Kumar oynamıyo muyuz burda?”

“Bugün sahiden efendimizin keyfi yerinde galiba…”

Hua Cheng kaşını kaldırdı ve yandaki görevli anında herkesi susturdu.


“Sessizlik lütfen.”

Bir anda tekrar sessizlik çökmüştü. Her ne kadar kimse konuşmaya cesaret
edemese de bakışları daha da yoğunlaşmıştı. Hua Cheng kıkırdadı ve
cesaretlendirici sözlerini bu kez Xie Lian’ın kulağına hafifçe fısıldadı.
“Neden tekrar denemiyorsun?”

Belki de Kumarbazın İnindeki hayalet, iblis, insan demeden herkesin


gözleri onun üzerinde olduğu içindi, belki de değil; Xie Lian nedense
yüzüne sıcak bastığını hissetti. “Peki.”

Takır, takır, zarları iki kez daha salladı. Bu kez kabı açtığında karşısında iki
tane dört vardı.

Hua Cheng dalgın dalgın konuştu. “Bak, bu kez biraz daha yüksek değil
mi?”

Xie Lian her ne kadar bir tuhaflık olduğunu hissetse de, başını sallamakla
yetindi. “Evet… biraz daha yüksek.”

Hua Cheng cesaretlendirdi. “Çabuk öğrendin. Devam et.”

Birbiri ardından gelen iltifatlarla bütün salondan kıkırdamalar yükseldi,


seslerin hepsi de kadın iblislerden geliyordu. Xie Lian’ın neyi doğru yaptığı
hakkında hiçbir fikri yoktu. İlk başta Hua Cheng’in ellerini nereye
koyduğunu, ne hızla salladığını ve kabı nasıl tuttuğunu dikkatle incelemişti
ama şimdi sadece Hua Cheng’in ellerinin onu yönlendirmesine izin
veriyordu. Kabı sallarken aklından bir düşünce geçti, Peki ya San Lang
sadece benimle oyun oynuyorsa…
Yukarıda asılı kalmış olan Lang Qian Qiu da muhtemelen aynı şeyi
düşünüyordu ve daha fazla dayanamayacaktı. “Sen! Kabı sallamayı bırak.
Seninle dalga geçiyor sadece. Doğru tutuş diye bir şey yok. Hile yapıyor
kesin!”

Onun gürültücü sesini duyunca Shi Qing Xuan tekrar onun yerine utanarak
eliyle yüzünü kapattı.

Mırıltılar ve fısıltılar daha da yükselmişti ve zarlardan bir yağmur Lang


Qian Qiu’nun üzerine fırlatıldı.

“Geri zekalı mal, kapa çeneni!”

“Amma bağrıyo, en heycanlı yere geldik!”

“Lordumuzun öğretileriyle adam gittikçe daha yüksek zar atmaya başladı.


Su götürmez bi gerçek bu!”

“Aynen öyle! Sen ne anlarsın ki?!”

Lang Qian Qiu köpürüyordu. “Siz, siz sadece yalanlar geveleyip


duruyorsunuz… ahhh!!”

Aniden konuşması yarıda kalmış ve yüzü kıpkırmızı olmuştu. Görünüşe


göre aşağıdaki birkaç kadın iblis aşağıya sallanan kuşağını sertçe
çekmişlerdi, azarladılar. “Eğer saçma sapan konuşmaya ve sorun
çıkartmaya devam edersen Jiejie pantolonunu çekip çıkartacak!”

*ÇN: Yaşça büyük kadın, abla.

Lang Qian Qiu daha önce hiç böyle bir muameleye maruz kalmamıştı ve o
kadar sinirlenmişti ki konuşamıyordu. “Sen… sen!!!”

Eğer bir grup iblis tarafından dövülseydi bununla başa çıkabilirdi, ama eğer
pantolonunu çıkartırlarsa, o zaman bir savaş tanrısı olarak çok daha fazla
utanırdı. Bu yüzden de daha fazla konuşmaya cesaret edemedi. Xie Lian
yukarı baktı ve diğer tanrının ona gözleriyle bir şeyler anlatmaya çalıştığını
fark etti.
Hem komik hem zavallı görünüyordu. Xie Lian’ın tek yapabileceği şey ise
başını eğip Hua Cheng’e bakmaktı, kısık bir sesle konuştu. “…San Lang.”

Onun ses tonunu duyunca Hua Cheng kıkırdadı. “Boş ver onu. Biz devam
edelim.”

“…”

Xie Lian pes etti ve bir kez daha kabı iki kez salladı. Bu sefer sonuç
beklediği gibiydi; beş beş.

Sonucu görünce kalabalık daha da hareketlenmiş ve Lang Qian Qiu’yla


dalga geçmeye başlamıştı.

“Gördün mü? Daha yüksek attı!”

Ama Xie Lian’da artık Hua Cheng’in onunla dalga geçtiğini fark etmiş ve
gülse mi ağlasa mı bilmeyen bir haldeydi. Doğru duruş diye bir şey yoktu.
Söz konusu o iken, bütün duruşlar yanlıştı. Bundan sonra da şansının
döneceğinden tamamen vazgeçebilirdi, ama tam o kabı bir kez daha
sallayarak durumu açıklığa kavuşturacaktı ki Hua Cheng onu durdurdu.
“Bekle.”

Xie Lian onu saran ellerin daha sıkı tuttuğunu hissedebiliyordu ve tamamen
durdu. “Sorun ne?”

Hua Cheng okunamaz bir ifadeyle sordu. “Gege, kaybedersen ne vereceğini


söylemedin?”

Onun Xie Lian’a ‘Gege’ dediğini duyunca Shi Qing Xuan ve Lang Qian
Qiu’nun yüzünde karmakarışık bir ifade belirdi. Hayalet ve iblislerden
oluşan kalabalık ise iliklerine dek ürpermişti hatta oracıkta bayılanlar dahi
vardı!

Xie Lian cevaplarken biraz utanmıştı, çünkü aceleyle oyuna dahil olduğu
için bahse koyacak bir şey düşünmemişti. “Ee…”

Biraz önceki adam gibi kendi hayatının on yılını koymayı düşündü ancak
bir cennet mensubunun ömrünün oldukça uzun olduğu göz önünde
bulundurulduğunda çok bir anlam ifade etmezdi. Para veya hazineler? Taze
bitmişti. Ruhani güçler? Önerebileceği kadar yoktu. Uzun bir süre geçti
ancak Xie Lian’ın aklına hala bahis olarak koyabileceği bir şey gelmiyordu
bu yüzden döndü ve Kumarbazın İninin sahibine sordu. “Üzerimde bahse
koymaya değecek kadar değerli bir şey olduğunu düşünüyor musun?”

Hua Cheng sorusuna güldü. “Her şey olur. Sen de ne var?”

Xie Lian bir süre kafa yordu ve hafifçe öksürdü, bu konuda da dürüst
olabilirdi. “Benim… yanımda sadece yarı yenmiş bir çörek var.”

Hua Cheng kahkahalara boğuldu. Her ne kadar o gülse de, başka hiç kimse
istese de gülmeye cesaret edememişti.

Hua Cheng’in kahkahaları en sonunda tükendiğinde başını salladı. “Olur.


Yarım çörek olur.”

Onun kabul ettiğini duyunca sadece hayalet ve iblisler değil, kumar


masasının yanında duran görevliler bile şok olmuştu.

Kumarbazın İni açıldığından beri sayılamayacak kadar çok, absürt şeyler


bahse koyulmuştu; organlar, duygular, ruhani güçler… ama hiçbiri
bugünküyle yarışamazdı – yarı yenmiş bir çörek. Lang Qian Qiu bile
şaşkınlığını gizleyemedi. “Bu… Bu ne demek oluyor? Yani ben yarı yenmiş
bir çörekle aynı değerde miyim???”

Kalabalık kıs kıs güldü ve birisi bağırdı. “Çöreğin nesi varmış? Zaten
yapacağını yaptın artık kapa çeneni!” Xie Lian bu bozguna uğramış sesin
Shi Qing Xuan’a ait olduğunu seçebilmişti. Gülücükler saçan yüzüyle Hua
Cheng ışıldadı. “Hadi. Son tur. Gerilmene gerek yok.”

Xie Lian tartıştı. “Gergin değilim.”

İkisi hala el ele duruşlarını sürdürerek birkaç kez salladılar. Xie Lian
sahiden gergin olmasa da zar kabı ve Hua Cheng’in elleri arasında sıkışmış
ellerinin üzeri ince bir ter tabakasıyla kaplanmıştı. En sonunda kabı
sallamayı bıraktılar. Sonucu açıklarken nefesini tuttu –
Altı altı!

Xie Lian rahat bir nefes aldı ve Hua Cheng’e baktı. Hua Cheng kaşını
kaldırdı. “Ah, kaybettim.”

Her ne kadar yenilgisini oldukça ciddi bir halde ifade etmiş olsa da ses tonu
bir parça bile gerçekmiş

gibi gelmiyordu. Kalabalık ise sessizliğe gömülmüştü.

Öncesinde hala ‘Eğer bu tur sayılmıyorsa hangisi sayılacak?’ diye şikayet


eden insanlar vardı, ama şimdi cevaplarını almışlardı – bu kişinin kazandığı
tur sayılacaktı.

Böylesi bir cömertlik neredeyse deliceydi!

Bu yüzden de kimse yorum yapmaya cesaret etmedi. Bir önceki kadın


görevli ise siyah zar kabını kaldırdı. “Genç efendiyi tebrik ederim.
Kazandınız.”

Herkes kibarca övdü. “Lordumuz bize mükemmel bir kaybediş gösterdi!


Harika!”

“Kazanana zaten Lordumuz öğretmemiş miydi? Efendimizin öğretileri


sayesinde kazandı!”

“Aynen öyle! Bugün doğru şekilde zar atmayı öğrenince ufkum açıldı
resmen! Böylesi bir bilgiye ben on sene uğraşsam ulaşamazdım!”

Hua Cheng hala yüzünde bir gülümsemeyle Xie Lian’ı izlemekteydi.


Bakışlarını hiç ayırmadan bir kolunu kaldırdı ve elini çevirmesiyle Lang
Qian Qiu çuval gibi düştü. Xie Lian gürültüyü duyunca irkildi.

Shi Qing Xuan oraya koşarsa kimliğini ifşa edebilirdi, bu yüzden de onun
yerine Xie Lian prensi kontrol etmeye gitti. “İyi misin?”

Lang Qian Qiu ayağa kalktı ve üzerindeki tozları silkeledi. “İyiyim,


teşekkür ederim. Muhtemelen seni hile yapmak ve kaybettirmek için yanına
çağırmıştı ama şükürler olsun ki kazandın!”
Xie Lian içinden, Tamamen yanılıyorsun. Eğer o bana kazandırmasaydı,
dünya yanıp küle dönse dahi kazanamazdım…

Bunları düşündüğü sırada çınlayan çan sesleri duydu ve hemen ardından her
yerden şaşkınlık nidaları yükseldi. Xie Lian döndüğünde, Hua Cheng’in en
sonunda kırmızı perdelerin ardından dışarıya çıktığını gördü.

Önceki görünümünde Hua Cheng her zaman eğik bir atkuyruğu yapardı,
ama şimdi parlak kırmızı kıyafetleri kuzguni saçları örtmüştü ve yakışıklı
yüzünden şeytani bir gücün ışıltısı yayılıyordu. Sadece kırmızı mercandan
bir boncukla bağlanmış ince bir örgü bu görüntüye bir parça muziplik
katıyordu.

Kol zırhları gümüştü, botlarındaki kayışlar gümüştü, kemeri de gümüştü,


belindeki uzun, muntazam bir şekilde kıvrılmış eğri kılıç bile gümüştü.
Tıpkı kılıcı gibi kişinin kendisi de ince ve uzundu.

Çaprazladığı kollarıyla, perdelere sırtını yaslamıştı ve yüzünde anlaşılmaz


bir ifade vardı. “Gege, bana karşı galip geldin.”

Xie Lian açıkça kazananın kim olduğunu biliyordu, üzgün bir sesle. “Lütfen
benimle alay etme.”

Hua Cheng tek kaşını kaldırdı. “Etmiyorum. Neden öyle bir şey yapayım?”

Kalabalığı oluşturan hayalet ve iblisler ise okyanustaki dalgalar kadar vahşi


bir heyecandan kırılıyor, kendi aralarında fısıldıyorlardı. “Lordumuz bugün
yine kabuğunu mu değiştirdi.”

“Ölüyorum, bu yeni görüntüsü beni öldürüyor! O kadar hassas ve gerçek


ki!”

“Ölüyor musun? Yaşlı cadı, sen çoktan ölmedin mi?!”

Görünüşe göre Hua Cheng daha önce hiç kimseye gerçek görünümünü
göstermediği ve sık sık kabuk değiştirdiği için Hayalet Şehirdeki hayaletler
ve iblisler onun gerçekte nasıl göründüğünü bilmiyorlardı, bu yüzden de bu
görüntüsünün bir diğer sahte kabuğu olduğunu düşünmüşlerdi.
Sadece Xie Lian karşısındaki kişinin efsanevi Çiçeğe Uzanan Kan
Yağmuru’nun gerçek yüzü biliyordu.

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 38: Çiçeği Kırmızı Bulutlar Ardında Beğenmek, Şefkatle Dolu


Bir Kalp Xie Lian hala kırmızılara bürünmüş genç adama bakmaktaydı.
“Sen…”

Bir şey söylemek istiyordu ancak izlemekte olan binlerce göz ve Hua
Cheng’in yüzündeki onu tanıdığına dair hiçbir işaret vermeyen ifade
nedeniyle, Xie Lian onu tanıdığını belli edip etmemesi gerektiği konusunda
kararsızlığa düştü. Bu yüzden de sadece. “Teşekkür ederim.” Dedi.

Lang Qian Qiu. “Neden ona teşekkür ediyorsun? Burası ona ait, en
başından beri kötü amaçları vardır kesin.”

“…” Xie Lian fısıltıyla cevap verdi. “Ekselansları, artık konuşmayalım ve


bugünü kapatalım.”

Eğer devam ederlerse Lang Qian Qiu’nun ağzından başka hangi cümlelerin
çıkacağını bilmeye imkan yoktu. Özellikle de görevleri nedeniyle Xie Lian
burada daha fazla oyalanmak istemiyordu. Birkaç kez daha Hua Cheng’e
baktı ve Lang Qian Qiu’yu çıkışa doğru itti. Onlar tam giderlerken
arkasından Hua Cheng’in seslendiğini duydu. “Bekle biraz.”

Hua Cheng irkildi ve geriye döndü. Kalabalık tekrar kendi aralarından


konuşmaya başlamıştı. “Evet Lordum, bu şekilde gitmelerine izin
veremeyiz!”

“Bu adam çok şüpheli birisi. Oldukça güçlü görünüyor ve muhtemelen bir
şeyler gizliyor. Bence onları burada tutup sorgulamamız lazım.”

“Aynen öyle, dünyamızda ne sorunlar çıkartır kim bilir!”

Son cümleyle Xie Lian’ın kalbi neredeyse duracaktı. Sahiden cennetten


gelmişlerdi ama amaçları sorun çıkarmak değil, sadece biraz inceleme
yapmaktı. Xie Lian, Hua Cheng’in biraz önce Lang Qian Qiu’dan yayılan
ruhani ışığı görüp görmediğini bilmiyordu ve eğer görseydi onları serbest
bırakır mıydı çok emin değildi. Xie Lian gittikçe daha da endişeleniyordu,
ama Hua Cheng’in ses tonu hepsini geriye itti. “Ödülü vermen gerekmiyor
mu?”

Xie Lian anlamamıştı. “Ödül mü?”

Lang Qian Qiu Xie Lian’ın önüne geçti ve ihtiyatla konuştu. “Sözünden
dönecek misin?”

Ama Xie Lian’ın aklından, San Lang asla sözünden dönmez. Başka bir
şeyden mi bahsediyor acaba, diye geçiyordu ve bu yüzden de Lang Qian
Qiu’nun arkasından çıktı ve sordu. “Ama ben kazanmadım mı?”

Hua Cheng. “Gege sahiden biraz önce bana karşı galip geldin, ama unutma,
önceki turu kaybetmiştin.”

Xie Lian şaşırmıştı. “Ama bu tur sayılmaz, endişelenme dememiş miydin?”

Her ne kadar ‘sen kazanınca sayılmaz, sadece ben kazanınca sayılır’ demek
kadar utanç verici bir şey söylediği için Xie Lian yüzünün inceldiğini
hissetse de, yine de söylemişti. Hua Cheng cevapladı.

“Elbette bana karşı attığın zarlar sayılmadı. Kastettiğim uzun masada ilk
attığın zarlar.”

Böylece Xie Lian en sonunda hatırlamıştı. Hua Cheng onun en düşük zarı
hedefleyerek attığı zarlardan bahsediyordu, ki altı altı atmıştı.

Lang Qian Qiu fısıldadı. “Sana niyeti kötü, buradan kolayca ayrılmamıza
izin vermeyecek demiştim. Bu kez beni mühürlemesine izin
vermeyeceğim.”

Onun fırsat kollar bir halde, bir kez daha savaşmak için hazırlandığını
görünce Xie Lian ensesinden tuttuğu gibi geri çekti ve ikna etmeye çalıştı.
“Merak etme, savaşmamıza gerek yok.”
Diğer tarafta Hua Cheng başını eğmişti. “Ne diyorsun Gege, kaybettiğini
kabul edecek misin?” Eğer kumar oynuyorsan, kaybettiğin zaman da
dürüstçe kabul edecektin, başka yolu yoktu, bu yüzden Xie Lian başını
salladı. “Kabul ediyorum.”

Hua Cheng sol elini açarak uzattı. “O zaman söz verdiğin gibi ödülümü
ver.”

…Söz verdiği… Ödül..?

Bir süre tereddüt ettikten sonra Xie Lian sol kol yenine uzandı, aradı ve yarı
yenmiş bir çörek çıkarttı.

Hua Cheng’in gözlerine bakacak gücü yoktu, yüzünü sertleştirdi ve çöreği


sundu. “Bundan…

bahsediyorsun… dimi?”

Xie Lian sekiz yüz yıl boyunca geliştirdiği utanmaz yüzünün bir parça
çatladığını, tutunamayacak hale geldiğini hissedebiliyordu.

İçerideki hayaletler ve iblisler ise şaşkınlıktan konuşamıyorlardı, sadece


sessizce izleyebiliyorlardı.

Efendileri ilk kez birine karşı bahse girmekle kalmamış, üstelik bahse
koyulan şey yarısı yenmiş bir çörek çıkınca herkes onun şaka yaptığını
sanmıştı. Ama düşününce, efendileri mutlak bir ciddiyetle sahiden çöreği
alabilmek için karşısındakini ikna etmeye bile çalışmıştı. Dilleri tutulmuştu.
Söylenecek hiçbir şey yoktu. Bazı iblislerin aklından ise daha bile absürt bir
düşünce geçiyordu – ya bu çörekte muazzam bir sır vardı ya da bu kişi
efendilerinin gerçekten abisiydi!

*Küçük Hatırlatma: Gege abi demek.

Ancak Hua Cheng çöreği alırken sadece sırıttı, çöreğe bir bakış attı ve
hafifçe salladı. “Ödülümü aldım.”

Onun gerçekten aldığını görünce Xie Lian’ın da dili tutulmuştu. Ancak


uzunca bir süre sonra konuşabildi. “Çörek… soğuk. Ve, belki, biraz bayat.”
Hua Cheng. “Sorun değil. Bence mahsuru yok.”

Bu cevabın üzerine Xie Lian’ın konuşmayı sürdürmek için söyleyebileceği


hiçbir şey kalmamıştı.

Çoktan elinden geleni yapmıştı, bu yüzden de arkasını döndü ve çıkışa


doğru ilerledi. Kumarbazın İnindeki kalabalık onun geçebilmesi için ikiye
ayrılıyordu. İlk öne çıktığı zaman hepsi onun cesur bir savaşçı olduğunu
düşünmüştü. Şimdi ise korkuyla ve şüpheyle ona yol veriyorlardı. Birkaç
adım attıktan sonra arkasındaki bir iblisin konuştuğunu duydu. “Lordum!
Efendimiz, nereye gidiyorsunuz?”

Hua Cheng tembelce cevapladı. “Bugün keyfim yerinde. Zevk Köşküne


gidiyorum.”

Onun cevabını duyunca tüm salon neşeyle yıkıldı. Xie Lian arkasına bir kez
daha bakma isteğine engel olamayarak döndüğünde, Hua Cheng’in de ona
baktığını gördü. Elinde yarısı yenmiş çörek vardı, çöreği yukarı kaldırdı ve
bir ısırık aldı, hala gözleri Xie Lian’ın üzerindeydi.

Xie Lian’ın adımları birbirine dolaştı. Aniden, nedense, burada daha fazla
kalamayacakmış gibi hissetmeye başlamıştı, bu yüzden adımlarını
hızlandırdı ve Lang Qian Qiu’yu kolundan tutup koşmaya başladı.

İkisi Kumarbazın İninden çıktılar ve bir süre için delirmiş gibi koştular,
yolda birkaç yemek tezgahını devirmekten kıl payı kurtulmuşlardı. En
sonunda küçük, sakin bir ara sokağa vardıklarında Shi Qing Xuan da belirdi
ve onlara katıldı. Shi Qing Xuan yelpazesini o kadar kuvvetle sallıyordu ki
saçları vahşi

rüzgarla savruluyordu. “Ucuz atlattık, çok yakındı. Tanrım, bir an için o


kadar çok korktum ki suratım hayaletler kadar beyazdı.”

Muhtemelen uzunca bir süredir koştukları için Xie Lian’ın kalbi deli gibi
çarpıyordu. Lang Qian Qiu konuştu. “Evet Rüzgar Ustası, bence şu anda da
yüzün bayağı solgun.”
Shi Qing Xuan yüzüne dokundu ve gülümsedi. “Öyle mi? Hahahaha, o
korkudan değil; doğduğumdan beri – ehem. Ehem. Qian Qiu, sen de bir
savaş tanrısısın, nasıl o kadar fevri davranabildin? Hayalet diyarın orta
yerindeyiz! Eğer yakalandığında kim olduğun ortaya çıksaydı ve Hayalet
Şehirde gizli gizli dolaşan cennet mensupları olduğu haberleri yayılsaydı,
Semavi İmparator’a olanları nasıl açıklayacaktın? Üç diyar arasındaki barışı
yok edebilirdin.”

Lang Qian Qiu başını eğdi ve hatasını kabul etti. “Özür dilerim, dikkatsiz
davrandım.” Ardından başını tekrar kaldırdı. “Ama o kumar oynayanlar
delirmiş gibiydi. Adam kabı açtığında kazansa da kaybetse de, sonuç her
türlü kötü olacaktı. Ya kızı acı çekecek ya da başkaları sonuçlarla
yüzleşecekti. Bir an gözüm karardı, bu yüzden kabı parçaladım.”

Shi Qing Xuan. “Yine de, araya girmemen gerekirdi.”

Lang Qian Qiu duraksadı. “Peki ya ne yapsaydım Rüzgar Ustası? Eğer


müdahale etmeseydim, kimse araya girmeyecekti.”

Savunması o kadar içtendi ki Shi Qing Xuan’ın ona verecek bir cevabı
yoktu, yelpazesini hafifçe şakaklarına vurdu. “Eee…”

Xie Lian hafifçe gülümsedi. “Artık konuyu kapatalım.”

Lang Qian Qiu ona döndü. Xie Lian devam etti. “Bence Ekselansları Tai
Hua yakalandığı ve sorgulandığı zaman bile gerçekte kim olduğunu belli
etmedi. Ancak sözlerinden bir şeyler fark edilmemesi için en iyisi
Ekselanslarının tetikte olması ve bir daha yakalanmamaya çalışması olur.”

Lang Qian Qiu başını salladı. “Tamam, anlıyorum.”

Shi Qing Xuan. “Tamam o zaman konuyu kapatıyoruz. Ah sahi,


ekselansları…”

‘Ekselansları’ dediği anda Xie Lian ve Lang Qian Qiu aynı anda ona
dönmüştü, Shi Qing Xuan’ın olaya açıklık getirmesi gerekiyordu. “Ah,
yaşlı olanı kastetmiştim.”
“…”

Xie Lian kederle düşündü, Yaşlı… Biraz daha büyük olduğum doğru ancak
o kadar da farkımız yok.

Neden söz konusu ben olunca herkes sanki bir büyükbabadan bahsedermiş
gibi konuşuyor?

Shi Qing Xuan devam etti. “Ekselansları, ikiniz İmparatorluk Salonunda


karşılaşmış mıydınız? Yoksa sizi tanıştırayım. Yong An’ın Veliaht Prensi,
Lang Qian Qiu, Doğunun Savaş Tanrısı. Xian Le’nin Veliaht Prensi, Xie
Lian, hu- Semavi İmparator tarafından oldukça sayılan bir cennet
mensubu.”

Her ne kadar Shi Qing Xuan zamanında durarak sözleri tam olarak
söylememiş olsa da, Xie Lian onun ne söylemek üzere olduğunu tam olarak
biliyordu, ‘hurda toplayan’ demeyecekti de ne diyecekti!

Cümlesinin ortasında bariz şekilde değişikliğe gitmesi gerektiği için, ne


düzgün bir şeyler söyleyebilmiş

ne ses tonu uyum sağlayabilmişti. Lang Qian Qiu, Xie Lian’a döndü ve
hayretler içinde sordu. “Demek üç kez yükselen prens sensin?”

Görünüşe göre Lang Qian Qiu sahiden İmparatorluk Salonundaki tüm


görüşme boyunca uyumuştu, bu yüzden onun kim olduğunu bile
bilmiyordu. Eğer bir başkası Xie Lian’a böyle bir şey söylese

şüphesiz dokundurmak için yapardı. Ama soran kişi Lang Qian Qiu’dı, bu
yüzden Xie Lian bu çocuğun üç kez yükselmenin ender bir durum olduğunu
düşündüğünden ötürü sorduğuna tüm kalbiyle inanıyordu. Gözlerini
kırpıştırdı. “Evet, benim.”

Lang Qian Qiu. “Biraz önceki olayda yardım ettiğin için teşekkür ederim!
Yoksa…” aniden aklına bir şey gelmiş gibi aceleyle kuşağını bağladı,
yüzünde hala korkunun izleri vardı. Açıkça Xian Le Krallığı ile Yong An
Krallığı arasında geçen meseleler hiç aklına gelmemişti, tekrar Xie Lian’a
döndü.
“Ekselansları, Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuru’nun seni tanıdığını
düşünüyordum? Neden orada tanımıyormuş gibi davrandı?”

Lang Qian Qiu kuşağını sağlam bir şekilde bağlamıştı. “O gerçek Çiçeğe
Uzanan Kan Yağmuru’ydu değil mi? Gerçek görünümünde miydi?”

Xie Lian daha ağzını açmaya fırsat bulamadan Shi Qing Xuan araya
girmişti. “Nasıl gerçek görünümü olsun? Hua Cheng’in binlerce kılığı var,
kim bilir gerçek hali neye benziyordur? Geçen sefer BanYue Geçidinde de
bugünkü haline benziyordu, muhtemelen bu da başka bir kılıktır. Sahte,
hepsi sahte.”

Xie Lian Puji Manastırındaki akşam Hua Cheng’in ona, ‘Bir sonraki
görüşmemizde, seni gerçek halimle karşılayacağım’ dediğini net bir şekilde
hatırlıyordu. İçinden, Bu gerçek hali, diye geçirdi.

Ama tabi ki yüksek sesle söylememişti. Herkes Hua Cheng’in sahte bir yüz
kullandığından oldukça emindi ve sadece onun Çiçeğe Uzanan Kan
Yağmuru’nun gerçek görüntüsünü biliyor olduğu gerçeği sıra dışı bir sırrı
bilmek gibiydi, San Lang’ın gerçek hali, önceki görünümünden çok farklı
değildi, sadece biraz daha büyük ve uzundu. Yani teknik olarak ilk
karşılaşmamızda da gerçek görüntüsünü kullanıyordu. Tuhaf bir şekilde bu
düşünce Xie Lian’ı mutlu etmişti.

Shi Qing Xuan ekledi. “İnsanlar Hua Cheng’in tuhaf olduğunu söyler,
sahiden de öyleymiş. Sana baya kıyak geçtiği barizdi, ama yine de seni hiç
tanımıyormuş gibi davrandı. Kim bilir neyin peşinde. Bizi hazırlıksız mı
yakalamaya çalışıyordu acaba?”

Xie Lian tıkandı. Demek herkes Kumarbazın İninde Hua Cheng’in ona
kıyak geçtiğinin farkındaydı. Hoş

insanlar böyle düşünse de, aslında Hua Cheng ‘kıyak geçmek’le kalmamış,
doğrudan onun kazanmasını sağlamıştı. Lang Qian Qiu ise durumun
farkında olmayan tek kişi gibiydi, kaşlarını çattı.

“Kıyak mı geçmiş? Neden ki?”


Diğer ikisi onun omzuna vurdular ve açıklamaya çalışmamanın en iyisi
olacağına karar verdiler. Lang Qian Qiu’yu orada tek başına dikilir ve Hua
Cheng’in neden Xie Lian’ın üzerine gitmediğini, birbirlerini tanıyıp
tanımadıklarını düşünür halde bıraktılar. Xie Lian ve Shi Qing Xuan çoktan
yürümeye başlamışlardı.

Xie Lian. “Görünüşe göre kimliklerimiz açığa çıktı, şimdi ne yapmalıyız?


Kılık değiştirip tekrar mı denesek? Gerçi bence kılık değiştirsek bile artık
çok geç. Ekselansları Tai Hua’nın çıkardığı karmaşa nedeniyle Hayalet
Şehrin güvenliği çoktan artırılmıştır.”

Shi Qing Xuan cevapladı. “Dürüst olmak gerekirse, yakalanacağımızı zaten


düşünmüştüm, ama bu kadar çabuk olmasını beklemiyordum.”

Xie Lian iç çekti. “Dimi…”

“Olan oldu.” Shi Qing Xuan devam etti. “Madem kimliklerimiz ifşa oldu, o
zaman sen de görevimize açıktan açığa devam edebilirsin.”

Xie Lian ‘açık’ derken ne kastettiğini tahmin eder gibiydi, ancak Shi Qing
Xuan yine de açıkladı. “Eğer yalanımızı sürdürmek istiyorsak, o zaman bizi
kurtarabilecek tek kişi sensin – gidip Hua Cheng’i bul ve

buraya sadece onu görmek için geldiğini söyle. Senin bir cennet mensubu
olduğunu zaten biliyor sonuçta değil mi? O zaman yanında cennetten birkaç
arkadaşını getirmiş olmanda da garipsenecek bir şey yok.”

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 39: Zevk Köşkünde, Xian Le Soruları

Xie Lian ağzını açamadan, öneriyi duyan Lang Qian Qiu anında
haykırmıştı. “Olmaz!”

Shi Qing Xuan ona döndü. “Neden olmasın?”


Lang Qian Qiu ciddi bir sesle cevapladı. “Prens Xian Le, sahiden Çiçeğe
Uzanan Kan Yağmuru’nu tanıyor musun? Biraz önce konuştuklarınızı
duydum, ikiniz arkadaşsınız görünüşe göre.”

Xie Lian başıyla onayladı.

Lang Qian Qiu. “O zaman bu plan sahiden olmaz! Her ne kadar iblis kralı
sütten çıkmış ak kaşık olmasa da, yine de içeride yaptıklarını göz önünde
bulundurursak seni arkadaşı olarak görüyor. Hal böyleyken de arkadaşına
yalan söylemen hiçte doğru olmaz.”

Shi Qing Xuan’ın başına ağrılar girmişti. “Tanrım, Qian Qiu, tam bir
budalasın!”

Xie Lian ise sadece güldü ve başını salladı. “Ekselansları Tai Hua’nın
sözleri son derece doğru.”

Lang Qian Qiu ışıldadı. “Sen de aynı fikirdesin değil mi?”

Shi Qing Xuan. “Nesi doğru bunun? Burada üç cennet mensubuyuz. Eğer
elimiz boş dönersek insanlar başarı şansımızın Ling Wen Sarayından bile
daha düşük olduğunu söylemeye başlar ve utançtan ölürüz.”

Xie Lian gülümsedi ve tam konuşacaktı ki arkalarından yükselen ağlama ve


uluma sesleri nedeniyle arkalarına dönmek zorunda kaldılar. Sokağın
hemen yanında bir grup iblis ve hayalet koşarak geçiyor, bağırıyorlardı.
“Yüzü sargılı velet nereye gitti? Nerde bu!?”

Diğer iki tanrının irkildiğini görünce Xie Lian güvence verdi. “Merak
etmeyin, bizim peşimizde değiller.”

Daha sözcükler dudaklarından dökülmüştü ki, tiz bir çığlık, kulakları sağır
eden bir haykırış duydular.

Haykırıştaki çaresizlik Xie Lian’ın kalbine işledi ve düşünmeden sese doğru


koştu. Karşında bir grup tuhaf şekilli figür toplanmış ve sokakta bir çember
oluşturmuş bağırıyorlardı. “Yakaladık!”

“Ağzını burnunu kırın yine!”


“Sikiyim! Bu bok çuvalı benden o kadar çok şey çaldı ki bu sefer onu dilim
dilim doğrıycam!”

Shi Qing Xuan ona yetişti. “Ekselansları, neler oluyor?”

Xie Lian cevap vermedi, adım adım kalabalığa doğru ilerliyordu. Adımları
hızlandı, bir an sonra ise tekrar koşmaya başlamıştı. Birkaç iblisi zorla
kenara itti ve dayak yiyen kişinin üstü başı yırtılmış küçük bir çocuk
olduğunu gördü. On beş, on altı yaşlarında görünüyordu, yere kıvrılmış,
kontrol edilemez bir şekilde titriyordu. He ne kadar sıkıca başını tutuyor
olsa da, yine de başına sardığı kat kat sargılar görülebiliyordu. Sargıları da
tıpkı saçları gibi kirliydi.

Xie Lian’ın Yu Jun Dağında karşılaştığı ve ardından bulamadığı sargılı


çocuk değil miydi bu?

Ling Wen Sarayının birkaç gün önce ona dair hiçbir iz bulamadığını
söylemesine şaşmamalıydı. Çocuk hayaletlerin bölgesine kaçmışken, Ling
Wen Sarayı onu ölümlü diyarda nasıl bulabilirdi?

Xie Lian tarafından kenara itilen iblisler tekrar öfkeyle çocuğa


yönelmişlerdi. Bir iblis sargılarına asıldı.

“Baksana, sargılarını ne kadar da seviyor, bu küçük dilenci eminim benden


daha çirkindir…”

Lang Qian Qiu da öfkelenmişti, birkaç iblisi kenara fırlatırken bağırdı. “Siz
ne yapıyorsunuz!” Shi Qing Xuan’ın onu durduracak vakti olmamıştı,
sadece yelpazesini salladı. “Qian Qiu, fevri hareket etmemek konusunda
anlaştık sanıyordum!”

Bu kez Qian Qiu iblisleri sinirlendirmişti. Kükrediler. “Sen kim olduğunu


sanıyorsun!!” ve üzerine atladılar.

“Özür dilerim Rüzgar Ustası.” Lang Qian Qiu seslendi. “Bu sefer son!” ve
o da dövüşmeye başladı, iblisleri dümdüz ediyordu.
Shi Qing Xuan kızgın bir şekilde nefes verdi. “Aarg, bir daha asla seninle
dışarı çıkmayacağım!”

ardından dövüşe katıldı.

Ruhani güçlerini gösteremeyecekleri için tek yapabilecekleri yumruklarıyla


dövüşmek ve tekmelemekti. Hala çocuğu dövmeye odaklanmış olan azınlık
ise Xie Lian tarafından ayrıldı. Diz çöktü, çocuğun ayağa kalkmasına
yardım etmek istiyordu. “İyi misin?”

Onun sesini duyunca, çocuk ürperdi ve dertop olduğu yerden ona bir bakış
attı. Xie Lian da en sonunda yüzüne sardığı bandajların kanla ıslanmış
olduğunu fark etti. Siyah ve kırmızı yamalarla korkunç görünüyordu, son
kez görüştüklerinden daha kötü bir haldeydi. Sargıların arasından görünen
iki büyük göz ise gökler kadar parlaktı, ancak o beyazın üzerindeki siyah
gözbebekleri Xie Lian’ın yüzünü bir dehşet ifadesiyle yansıtıyordu.

Xie Lian çocuğu kolundan tuttu. “Hadi, ayağa kalk. Hepsi geçti.”

Çocuk Xie Lian’ı şaşırtarak bir çığlık attı ve onu ittirdikten sonra tekrar
kaçtı.

Çocuk İnsan Yüzü Salgını mağduru olduğu için Xian Le Krallığıyla bir
bağlantısı olmalıydı. Xie Lian onu gördüğü anda kalbinde bir çekim
hissetmiş ve zihni paramparça olmuştu. Çocuğun onu tüm gücüyle
ittirmesine hazırlıksız yakalandığı için de hasır şapkası bile düşmüştü.
Şaşkınlığını atlattıktan sonra seslendi. “Bekle!”

Tam Xie Lian peşinden koşacaktı ki, biraz önce kenara ittiği iblislerden
birisi onu yakaladı. Çocuk zaten inanılmaz kalabalık bir sokağa doğru
koşuyordu. Kolayca sokaktaki hayaletlerin arasına karışan çocuk kısa bir
süre sonra gözden kaybolacaktı. RuoYe’nin de böyle bir yerde onu
yakalaması çok güçtü, bu yüzden Xie Lian durumun aciliyetiyle bağırdı.
“Lordlarım, bu meseleyi size bırakıyorum. Şimdilik ayrılalım. Gidip
saklanın, en geç üç gün sonra tekrar buluşuruz!”

RuoYe dışarı çıktı ve etrafındaki iblisleri havaya uçurarak diğer cennet


mensuplarına doğru fırlattı. Xie Lian hafifçe eğildi ve hasır şapkasını
yerden aldıktan sonra çocuğun gittiği yöne doğru koşmaya başladı.

Kalabalığın arasından güçlükle sıyrılmaya çalışırken sürekli özür diliyordu.


“İzninizle! İzninizle!” ancak çocuk bütün ömrünü ölümlü diyarda
gizlenerek geçirmişti, kaçmak göbek adıydı. Önce sadece başını
görebiliyordu, ardından sadece gölgesini, sonrasında ise hiçbir şey; gittikçe
ondan uzaklaşıyordu. Xie Lian ona mı öyle geldiğini bilmiyordu ancak
sokaktaki kalabalık her geçen saniye artıyor gibiydi.

Kaosun ortasında, Xie Lian’ın zihninde bir fırtına vardı ve geçmeye


çalışırken birkaç tezgahı devirdi.

Ama sadece “Özür dilerim! Özür Dilerim!” diye haykırarak koşmaya


devam ediyordu.

Hayaletler ve iblisler böyle bir şeyi kolay kolay kabullenecek değillerdi,


arkasından bağırdılar.

“Özürmüş! Yakalayın şunu!”

Xie Lian aniden sanki birisi onu yakalamış gibi sırtından bir soğukluk
yayıldığını hissetti ve hemen geri itti. “Kimsin?!”

Elin kime ait olduğunu kestirmek güçtü, ancak etrafındaki tüm hayaletler
iblisler cırtlak ve berbat sesleriyle bağırıyorlardı. “Hey! Şu küçük beyaz
surata bir iki numara gösterelim! Bizim Hayalet Şehrimizde sorun
çıkarmaya nası cüret eder!”

Canavarlar ve tayflardan oluşan geniş kalabalık toplandı, Xie Lian ise


çocuğu tamamen gözden kaybetmek üzereydi, bu yüzden onu yakalayan eli
itmek için elinden geleni yaptı. “Millet! Sahiden çok özür dilerim, zarar
vermek istememiştim. Birisini yakalamam gerekiyor, geri döndüğümde
zararınızı karşılayacağım!”

Kalabalık acımasızdı. “Sanki ödiycen!”

Onlar itip çekerken, çocuk tamamen kaybolmuştu. Xie Lian yavaşça durdu
ve olduğu yerde şaşkın bir halde kalakaldı. Tam olarak ne hissettiğinden
emin değildi. Yakalayamadığı için hayal kırıklığına mı uğramıştı, yoksa bir
kabustan kurtulduğu için sevinmiş miydi?

Aniden iblislerin arasında bir heyecan koptu ve hemen kenara çekildiler,


sanki önemli birisi geliyormuş gibi yolu açmışlardı. Xie Lian oraya doğru
baktığında siyahlara bürünmüş uzun boylu birisinin, açılan yoldan ona
doğru ilerlediğini gördü. Adam bağırdı. “Sakinleşin. Bırakın onu!”

Siyahlı adam da pek çok hayalet gibi bir maske takıyordu. Kederli bir
gülümsemesi olan komik bir maskeydi. Kalabalık fısıldadı. “XiaXianYue
görevlisi bu!” ve Xie Lian’ı anında bırakmışlardı. Görünüşe göre bu siyahlı
kişi Hayalet Şehirde önemli birisiydi.

*ÇN: Küçülen hilal demek.

Xie Lian’a yaklaştığı anda eğildi. “Merhabalar. Lordumuz sizi görmek


istiyor.”

“Ee. Beni mi?” Xie Lian kendisini gösterdi.

XiaXianYue görevlisi denilen kişi cevapladı. “Doğru. Lordumuz sizi Zevk


Köşkünde bekliyor.”

Etraflarındaki herkes şaşkınlıktan tutulmuştu. “Lordumuz onu mu görmek


istiyor? Yanlış mı duydum?”

“Zevk Köşkü mü? Orası Lordumuzun mabedi, misafir kabul etmez!”

Bazıları işaret ediyordu. “Dur biraz, bu adam Kumarbazın İninde


Efendimize karşı kazan kişi değil mi?

Yani, Lordumuzun eğittiği adam?!”

Artık tüm gözler Xie Lian’ın üzerindeydi, her biri diğerinden daha şaşkındı.
Xie Lian hasır şapkasıyla yüzünü saklama isteğine engel olamadı.
XiaXianYue görevlisi eliyle işaret etti. “Şöyle buyurun.”

Xie Lian başını salladı ve onu takip etti.


Kalabalık bir kez daha açıldı ve iblis görevli Xie Lian’ı götürdü. Kimse
takip etmeye cüret etmedi ve bir tütsü yanıp sönünceye dek ikisi kalabalık
sokaktan çıkmış, ormanlık araziye doğru ilerlemeye devam ediyorlardı.

Yürürken hiç konuşmadılar. Xie Lian bu XiaXianYue Görevlisinin her an


gölgelere karışıp kaybolacağını hissettiği için yakından takip ediyordu.
Gözleri bir an görevlinin bileğine takıldı, üzerinde siyah lanetli bir halka
vardı.

Bu siyah halka tanıdık olmaktan da öteydi.

Lanetli kelepçe?!

Gözleri ardına dek açıldı ama sessiz kalmayı başarmıştı. Tam bu sırada ise
iblis konuştu. “Geldik.”

Xie Lian başını kaldırdığında bir göle geldiklerini fark etti. Suyun üzerinde
oyun oynayan, birbirlerini kovalayan bir sürü ılgım vardı, gölün yanında ise
yükselen bir malikane.

*ÇN: ‘will-o-the-wisp’ nasıl açıklayacağımı bilemiyorum, googlelamanızı


tavsiye ederim.

Hem cennetin hem hayalet diyarın cezbedici bir mimarisi vardı. Ancak
cennetteki seçkin binalar şöhret ve saygınlığı yansıtırken, Hayalet Şehirdeki
binaların büyüleyici ve eğlenceli bir cazibesi vardı.

Bu malikanenin üzerindeki ‘Zevk Köşkü’ yazısının bile kötülükle dolu bir


halesi vardı.

Bir an düşündükten sonra, Xie Lian yine de içeri girdi.

Boncuklarla süslenmiş bir perdeyi kenara çektiğinde, sıcak ve parfümlerle


sarılmış bir koku yüzüne çarptı. Xie Lian kokunun içinde kaybolmamak
için başını hafifçe çevirdi. Hemen ardından ise geniş bir salona girmişti.

Salon bilinmeyen bir yaratığın kürkünden yapılmış kalın, kar beyazı bir
halıyla kaplanmıştı. Güzel ve çekici pek çok kadın ince ipeklere bürünmüş
ve çıplak ayaklarıyla dans ediyorlardı, şehvetli ve ayartıcı bir havaları vardı.
Duyduğu müzik sesi onlardan geliyordu.

Kadınlar dikenlerle dolu bir gül demeti gibi cezbedici bir şekilde dönüyor,
gecenin içinde çiçek açıyorlardı. Xie Lian’a döndüklerinde, ona gözleriyle
sataştıklarını hissedebiliyordu. Yoldan geçmekte olan birisi karşısında
aniden bu manzarayı bulsaydı, çok daha korkutucu veya büyüleyici gelirdi
muhtemelen. Ancak Xie Lian salonu incelerken gözleri o kadınları
görmeden geçmişti. İlk gördüğü şey ise, salonun en ucunda oturmuş olan
Hua Cheng’di.

Ve salonun en ucun siyah yeşimden yapılmış, geniş ve on kişinin


sığabileceği kadar büyük bir şilte vardı. Ama üzerindeki tek bir kişi
oturuyordu, o da Hua Cheng’di.

Önünde dans etmekte olan sayısız muhteşem kadın vardı, ancak onlara tek
bir bakış dahi atmıyordu.

Sadece tembel bir halde önündeki şeyle ilgileniyordu.

Hua Cheng’in önünde küçük, altın bir saray vardı. Uzaktan bir cennet
sarayına benziyordu, ancak yaklaşınca küçük sarayın ince altın varakların
bir araya gelmesiyle oluştuğu anlaşılabiliyordu.

Altın Varaklı Saray. Xie Lian çocukken sık sık bu oyunu oynamıştı;
köydeki çocukların taşları üst üste koyarak bir ev inşa etmesinden çokta
farklı değildi. Ancak gençliğinden beri ayrılıklardan hoşlanmadığı için, Xie
Lian bir araya getirilmiş hiçbir şeyin ayrılmasına ne olursa olsun izin
vermiyordu. Sarayı yaptıktan sonra kimsenin dokunmasına izin vermez ve
kırılgan parçaları bir şekilde tutturabilmeyi, bu sayede asla yıkılmamalarını
dilerdi. Çocukken bir altın sarayın yıkıldığını görürse yemek yemeyi ve
uyumayı reddedecek kadar morali bozulurdu, ta ki imparator ve
imparatoriçe gelip onu kabuğundan çıkartana dek. Şu an önünde durmakta
olan saray çok büyüktü, yüzlerce kat varaktan oluşuyordu ve sanki hafif bir
esintiyle dahi yıkılacakmış kadar kırılgan görünüyordu. Xie Lian içinden
dua etti, Yıkılma, yıkılma.
Bir an sonra ise, Hua Cheng sarayına bir bakış attı ve yüzünden bir
gülümseme geçti. Ardından bir parmağını kaldırdı ve altın sarayın tepesine
bir fiske vurdu.

Varaklar titredi ve devrildi.

Altın varaklar yerlere saçılmış ve altın saray yıkılmıştı. Sarayı devirdikten


sonra Hua Cheng kumdan bir kaleyi yıkmış bir çocuk kadar memnun
görünüyordu.

Elinde kalan altın varakları hiç düşünmeden bir kenara attı ve minderden
kalktı. Dans eden kadınlar anında durarak onun geçmesi için iki yana
çekilmişlerdi, şarkıları susmuştu. Altın yapraklara basarak

ilerleyen Hua Cheng girişe doğru geldi. “Gege neden içeri girmiyorsun?
Sadece birkaç gündür ayrıyız diye yabancıymışız gibi davranma.”

Onun sözlerini duyunca Xie Lian boncuklu perdeyi bıraktı. “Kumarbazın


İnindeyken beni tanımıyormuş gibi davranan San Lang’dı.”

Hua Cheng yaklaştı ve Xie Lian’ın hemen önünde durdu. “Lang Qian Qiu
oradaydı, eğer rol yapmazsam Gege’nin başına dert açılabilir diye
düşündüm.”

Xie Lian içinden, Oldukça yarım yamalak bir roldü ama…

Onun Lang Qian Qiu’nun kim olduğunu biliyor olması Xie Lian’ı hiç
şaşırtmamıştı. Hatta Hua Cheng muhtemelen Shi Qing Xuan’ın da orada
olduğunu biliyordu, bu yüzden Xie Lian tereddütle konuştu.

“San Lang her zamanki gibi oldukça bilgili.”

Hua Cheng kahkaha attı. “Elbette. Gege, buraya sırf beni görmek için mi
geldin yoksa?”

“…”

Xie Lian’ın dürüst olması gerekirse, eğer Hua Cheng’in burada olduğunu
bilseydi izin ister ve onu ziyarete gelirdi. Ancak ne yazık ki böyle
olmamıştı. Hua Cheng ise, Xie Lian’ın cevabını beklememişti bile.
Gülümsedi. “Beni görmek için gelmediysen de, yine de mutluyum.”

Sözleriyle Xie Lian irkildi. O karşılık vermeye fırsat bulamadan kenarda


duran kadınlar kıkırdamaya başlamışlardı. Hua Cheng başını hafifçe eğdi ve
bir anda tekrar susmuşlardı, başlarını eğdikten sonra geniş salonda ikisini
baş başa bırakarak çıktılar.

Hua Cheng. “Gege, gel oturalım.”

Xie Lian onu takip etti, bir yandan da gülümseyerek onu izliyordu. “Demek
gerçek görünüşün bu.”

Hua Cheng donakaldı.

Çevirmen: Nynaeve

Not: Ya, Hua Cheng’cim. Manitanı evine çağırmışsın, o dansözleri önceden


gönderemedin mi? ‘Bak nasılda sağdığım, tek bakış dahi atmıyorum’
mesajı mı göndermeye çalışıyorsun anlamadım ki…

Bölüm 40: Cennet Köşkünde, Xian Le Soruları

Belki sadece ona öyle gelmişti ama, bir an için Hua Cheng’in omuzları
kasılmış gibiydi. Çok uzun sürmedi ve Hua Cheng normal bir şekilde
konuştu. “Gelecek sefer görüştüğümüzde seni gerçek görünümümle
karşılayacağımı söylemiştim.”

Xie Lian sırıttı. Omzuna vurdu ve içten bir şekilde. “Hiç fena değil.” Dedi.

Xie Lian oldukça sıradan ve basit bir şekilde konuşmuştu, ne fazladan bir
şey ima etmişti ne daha azını. Hua Cheng de ona gülümsedi ve bu kez
rahatlamıştı. Birkaç adım daha attılar ve Xie Lian aniden Hua Cheng’le
konuşması gereken önemli bir mesele olduğunu anımsadı.

Boynundaki gümüş zinciri dışarı çıkarttı. “Bu arada, bunu sen mi bıraktın?”
Hua Cheng yüzüğe baktı ve gülümsedi. “Senin için.”

Xie Lian sordu. “Bu nedir?”

Hua Cheng. “Önemli bir şey değil. Sen de kalsın.”

Her ne kadar böyle söylemiş olsa da Xie Lian bu yüzüğün o kadar sıradan
bir şey olmadığının farkındaydı. “Öyleyse teşekkür ederim San Lang.”

Xie Lian’ın yüzük kolyesini tekrar boynuna yerleştirdiğini görünce Hua


Cheng’in gözü ışıl ışıl oldu. Xie Lian etrafına baktı. “Kumarbazın İninde
Zevk Köşküne gidiyorum dediğinde, bir geneleve veya o türden bir sokağa
gittiğini düşünmüştüm, ama burası daha çok bir tiyatroya benziyor sanki?”

Hua Cheng tek kaşını kaldırdı. “Gege neler diyorsun böyle? Ben asla o tarz
yerlere gitmem.”

Xie Lian şaşırmıştı. “Sahi mi?”

“Elbette.” Diye cevapladı Hua Cheng.

İkisi siyah yeşim şilteye geldiklerinde yan yana oturdular. Hua Cheng
devam etti. “Birkaç yerini yenilediğim bir yer sadece burası, bir tür mesken.
Boş olduğumda gelip burada zaman geçiriyorum.

Meşgul olduğumda ise boş kalıyor.”

Xie Lian. “Yani burası senin evin.”

“Mesken.” Diye düzeltti Hua Cheng. “Ev değil.”

Xie Lian merakla. “Aralarında fark var mı ki?”

Hua Cheng cevapladı. “Elbette var. Ev ailenin olduğu yerdir. Tek başına
yaşanılan yere ev denmez.”

Bunu duyunca Xie Lian’ın kalbi sıkıştı. Bu tanıma göre sekiz yüz yıldır hiç
evi olmamıştı. Her ne kadar Hua Cheng’in yüzünde yalnızlığa dair tek bir iz
olmasa da Xie Lian muhtemelen onun da aynı şeyleri hissettiğini
düşünüyordu. Hua Cheng devam etti. “Puji Manastırı kadar küçük bir yer
bile benim Zevk Sarayımdan kat be kat daha güzel bir ev.”

Xie Lian hemfikirdi ve gülümsedi. “Bu kadar duygusal olduğunu hiç fark
etmemiştim San Lang. Ama benim Puji Manastırımla kıyaslama yaparak
sahiden benimle dalga geçiyorsun.”

Hua Cheng güldü. “Bunda utanılacak ne var? Gerçeği söylemek gerekirse


Gege’nin Puji Manastırı sahiden küçük, ama benim Zevk Köşkümden çok
daha rahat. Daha çok bir ev gibi.”

“Öyle mi?” Xie Lian’ın sesi sıcacıktı. “O zaman istediğin zaman


gelebilirsin. Puji Manastırının kapıları sana her zaman açık.”

Hua Cheng’in yüzü aydınlanmıştı. “Sen böyle söylüyorsan Gege, o zaman


teklifini seve seve kabul ediyorum. Daha sonra seni rahatsız ettiğimi
düşünmezsin umarım.”

“İmkansız.” Xie Lian ekledi. “San Lang, bu arada senden bir iyilik
isteyeceğim ama vaktin olur mu bilmiyorum...”

Hua Cheng sordu. “Nedir? Burası benim bölgem. Sadece söyle, hemen
getireyim.”

Bir süre düşündükten sonra Xie Lian konuştu. “Yu Jun Dağındaki meseleyle
ilgilenmeden önce benim krallığımdan köken alan bir çocukla karşılaştım.”

Hua Cheng ‘köken alan’ kelimesini duyduğunda yavaşça gözlerini açıp


kapattı ancak hiçbir şey söylemedi. Xie Lian devam etti. “Onunla düzgün
şekilde ilgilenemedim ve benden korktu. Aranmasını istediğimde de bir
sonuç alamadım. Biraz önce Hayalet Şehrin arka sokaklarında dolaşırken,
ben sanırım onu gördüm. San Lang burası senin bölgen. Onu bulmama
yardım edebilir misin? Çocuğun yüzü bandajlarla sarılmış ve Zevk
Köşkünün birkaç adım ötesinde elimden kaçtı.”

Hua Cheng sessizdi. Kısık sesle bir şeyler söylemek için ayağa kalktı,
yüzünü diğer tarafa çevirmiş sanki birisiyle iletişim kuruyor gibiydi. Bir an
sonra tekrar oturdu ve gülümsedi. “Oldu. Sadece bekleyeceğiz.”
Hayalet Şehre göz kulak olan kişi Hua Cheng olduğu için, onun harekete
geçmesi çok daha kolay oluyordu. Xie Lian rahat bir nefes verdi. “Sahiden,
çok teşekkür ederim.”

Hua Cheng. “Önemli değil.” Ardından ekledi. “Lang Qian Qiu’yu öylece
bıraktın mı peki?”

Eğer Lang Qian Qiu da orada olsaydı, patavatsız ve geniş ağzından başka
nelerin çıkacağını ve başka ne sorunlar çıkartacağını kestirmek imkansızdı.
Xie Lian en iyisinin daha sonra buluşmak olduğunu düşünüyordu.
“Ekselansları Tai Hua’nın Kumarbazın İninde yarattığı sorunlar nedeniyle
özür dilerim.”

Hua Cheng’in yüzünde kibirli bir sırıtış belirdi. “Ne diyorsun? Ona sorun
çıkartmak denmezdi.”

“Kırdığı şeyler…” diye başladı Xie Lian ancak Hua Cheng güldü.
“Gege’nin hatırına borcunu siliyorum.

Bir daha gözüme gözükmediği sürece istediğini yapabilir.”

Xie Lian şimdi meraklanmıştı. “Senin bölgende dolaşan cennet mensupları


olması umurunda değil mi?” Hua Cheng bu kadar korkusuz olabilir miydi?

Hua Cheng gülümsedi. “Gege elbette sen bilmiyorsundur ama üç diyarda


Hayalet Şehri yozlaşmanın cehennemi, şeytani bir kaos olduğunu söyler,
ama aslında herkes buraya eğlenmek için gelmek ister.

Pek çok cennet mensubu da hiç umursamıyormuş davranır ve burası


hakkında kötü konuşur, ama sık sık buraya kılık değiştirerek gelir ve ağza
alınmaz işler yürütürler. Onlardan çok gördüm. Eğer sorun çıkarmazlarsa
ben de umursamam, eğer sorun çıkartırlarsa daha da mutlu olurum, çünkü
ilk çizgi aşan onlar olur.”

Xie Lian açıklamaya çalıştı. “Ekselansları Tai Hua doğası gereği böyle,
bahsin ne olduğunu duyunca müdahale etmesi gerekiyordu, kendini
tutamadı.”
Hua Cheng düz bir sesle konuştu. “Tecrübesiz sadece. On yıl daha uzun
yaşamakla, düşmanının ömrünü on yıl kısaltmak arasından gidip ikincisini
seçmek insan kininin temel noktası.” Alayla güldü ve kollarını bağladı.
“Lang Qian Qiu gibi bir aptal yükselebildiğine göre cennet sahiden kör
olmalı.”

“…”

Xie Lian bir parça suçluluk duyarak alnını ovdu, düşünüyordu, Öyle
söylemesen keşke, sonuçta, benim gibi hurda toplayan birisi de yükseldi…

Bir süre tereddüt ettikten sonra Xie Lian tekrar konuştu. “San Lang, bunları
söyleyerek haddimi aşmış

olabilirim, ama yine de söyleyeceğim. Kumarbazın İni çok tehlikeli bir yer,
bir gün sana zararı dokunmasın?”

İnsanların kızlarının, oğullarının ve kendi hayatlarını bahse koyduğu, hatta


ölerek ayrıldığı bir yer günahkarlığın merkeziydi. Küçük karmaşalar ise
bahsedilmeye değmezdi. Eğer bir gün bu bahisler çığırından çıkarsa,
cennette gözlerini kapatıp hiçbir şey olmamış gibi davranamazdı. Hua
Cheng ona bir bakış attı. “Ekselansları. Lang Qian Qiu’ya neden öne
çıktığını sordun mu?”

Xie Lian bir parça şaşırmıştı, neden bu soruyu sorduğunu anlamamıştı. Hua
Cheng devam etti.

“İddiaya girerim eğer o öne çıkmasa, kimsenin çıkmayacağını söylemiştir.”

Xie Lian. “Evet. Tam olarak böyle söyledi.”

“Ben onun tam tersiyim. Eğer ben böyle bir yeri yönetmezsem, bir başkası
yönetir. O yüzden yöneten kişi olmayı tercih ederim.”

Xie Lian ne zaman geri çekilmesi gerektiğini biliyordu ve başını salladı.


“Anlıyorum.”

Görünüşe göre Hua Cheng duygusal biri olmakla kalmıyor, aynı zamanda
da kontrol ve güç konusunu Xie Lian’ın tahmin ettiğinden çok daha fazla
önemsiyordu. Hua Cheng devam etti. “Yine de Gege, beni düşündüğün için
teşekkür ederim.”

Tam bu sırada Xie Lian kapıdan birisinin seslendiğini duydu. Genç bir
adamdı. “Lordum, sargılı çocuğu buldum.”

Xie Lian hemen girişe baktı ve bir önceki XiaXianYue görevlisinin


perdenin hemen arkasında eğildiğini gördü. Ve kollarındaki çocukta yırtık
pırtık bandajlarla sarılmış çocuktan bir başkası değildi.

Hua Cheng dönüp bakmamıştı bile. “İçeri getir.”

Siyahlara bürünmüş genç adam çocuğu içeri getirdi ve nazikçe yere bıraktı.
Xie Lian sahiden lanetli kelepçe olup olmadığını kontrol etmek için tekrar
genç adamın bileklerine bakma isteğine engel olamadı, ancak adam tekrar
eğilmiş ve çocuğu bıraktıktan sonra hemen çekilmişti. Xie Lian da elinde
daha büyük bir problem olduğu için sargılı çocuğun önünde diz çöktü ve
hemen sakinleştirmeye çalıştı. “Korkma. Geçen sefer benim hatamdı, bir
daha öyle bir şey yapmayacağım.”

Çocuğun gözleri korku ve şaşkınlıkla irileşmişti ama sürekli koştuktan


sonra artık tekrar kaçacak enerjisi kalmamıştı. Xie Lian’a bir bakış attı,
ardından gözleri siyah yeşimden şiltedeki küçük masaya kaydı. Xie Lian
onun bakışlarını takip ettiğinde çocuğun küçük masadaki lezzetli meyve
tabağını izlediğini gördü.

Çocuk uzun zamandır saklanıyor ve yiyecek bir şey bulamamış olmalıydı.


Xie Lian Hua Cheng’e döndü, ancak o daha ağzını açamadan Hua Cheng
işaret etti. “Ne istersen yap, bana sormana gerek yok.”

Kibarlık yapılacak zaman değildi, bu yüzden Xie Lian bir teşekkür


mırıldandı ve meyve tabağını alarak çocuğa uzattı. Çocuk Xie Lian’ın elinki
tabağı kaptı ve meyveleri ağzına tıkmaya başladı.

Günlerdir açlıktan kırılıyormuş gibiydi, inanılmaz açtı. Xie Lian aç bir


sokak köpeği gibi gezdiği, en berbat günlerinde bile hiç böylesine bir
iştahla yemek yememişti. Aklına söyleyebilecek bir şey de gelmiyordu,
sadece çocuğu nazikçe azarladı. “Yavaş ye.”
Bir an duraksadıktan sonra ise bir deneme yaptı. “Adın ne?”

Çocuk yemek yerken mırıldanıp durdu, sanki bir şey söylemek istiyor
gibiydi ama konuşamıyordu.

Hua Cheng fikrini belirtti. “Yıllardır konuşmamış olabilir, belki nasıl


konuşulduğunu unutmuştur.”

Sahiden de çocuk pek konuşkan birine benzemiyordu, Minik Ying’le bile


muhtemelen konuşmamıştı ve son konuşmasının üzerinden epeyi zaman
geçmişti. Xie Lian iç çekti. “Ağırdan alırız o zaman.”

Bu zamana kadar ise tabaktaki meyveler çoktan süpürülmüştü. Sargıları


kurumuş kanla kaplanmıştı, ancak siyah noktalar kadar kırmızı olanlar da
vardı, Xie Lian nazikçe. “Yüzün ciddi şekilde yaralanmış

gibi görünüyor. Bir bakayım?”

Bu sözleri duyunca çocuğun gözleri aniden korkuyla doldu. Ancak Xie


Lian’ın yorulmak bilmez yatıştırma ve cesaretlendirme çabalarının ardından
çocuk bir kez daha uysal bir şekilde oturmuştu.

Xie Lian çocuğun yanına geçti ve kol yeninden iyileştirici bir iksir şişesi
çıkardı, tam lekeli sargıları çıkartmak üzereydi ki Hua Cheng araya girdi.
“Ben yaparım.”

Xie Lian başını iki yana salladı ve yavaş hareketlerle rastgele sarılmış
sargıları açmaya başladı.

Tahmin ettiği gibi çocuğun yüzü her ne kadar kandan karmakarışık bir
halde olsa da, tüm o korkunç insan yüzleri gitmişti, sadece parlak kırmızı
yara izleri kalmıştı.

Yu Jun Dağından karşılaştıkları zaman da yüzünde yanıklar vardı ancak bu


kadar çok kan yoktu. Çocuk muhtemelen o yüzleri suratından bir bıçakla
kesmiş ve yaralar bu sayede oluşmuştu.

Xie Lian’ın elleri merhemi sürerken hafifçe titriyordu. Hua Cheng bileğini
tuttu ve tekrar etti. “Bırak ben yapayım.”
Xie Lian tekrar başını iki yana salladı ve nazikçe bileğini kurtardı, kısık bir
sesle. “Olmaz. Bunu benim yapmam gerek.”

Sekiz yüz yıl önce Xian Le Krallığında pek çokları bu salgına yakalanmıştı,
başka hiçbir yol olmadığı içinde herkes bu şekilde kendini yaralamayı
seçmişti. Yeryüzündeki cehennemi yaşamışlardı. Bazıları yüzlerindeki
kesilmemesi gereken yerleri yanlışlıkla kesmiş ve kan kaybından ölmüştü.
Bazıları ise başarıyla tüm küçük insan yüzlerini çıkartabildikleri halde o
yaralar asla iyileşmemişti.

Xie Lian çocuğun yüzüne yeni bandajları sararken, aslında yüz hatlarının
oldukça güzel olduğunu fark etti, burnu düz ve kibardı, gözleri siyah ve
parlak; bu dehşet verici hastalığa yakalanmasa muhtemelen yakışıklı bir
genç adam olacaktı. Ondan öncekilerle aynı kaderi paylaşıyordu; o çarpık
insan yüzlerini kesip çıkartsa bile, kendi yüzü sonsuza dek bir kabus olarak
kalacak, asla iyileşemeyecekti.

Xie Lian en sonunda yeni bandajları sarmayı bitirmişti ve titreyen bir sesle
sordu. “Sen Xian Le’den misin?”

Çocuk dönerek iri gözleriyle ona baktı ve Xie Lian sorusunu defalarca
tekrarladı ama çocuk sadece başını iki yana sallıyordu. Xie Lian başka bir
soru sordu. “O zaman tam olarak nereden geliyorsun?”

Çocuk zar zor cevapladı. “…Yong… An…”

Çocuk Yong An Krallığındandı!

Xie Lian gözlerinin karardığını hissedebiliyordu, düşünmeden sordu. “Daha


önce hiç… Yüzü Olmayan Beyaz’la karşılaştın mı?”

Yüzü Olmayan Beyaz. Salgının kaynağı. Felaket Alameti.

Bu ‘Yüce’ sık sık beyaz cenaze kıyafetlerine bürünür, elinde Ruh Çağıran
bir bayrak ve yüzünde Gülen Ağlayan maskesi olurdu. Maskeye böyle
denmesinin sebebi bir yarısının gülümsemesi diğer yarısının ise
ağlamasıydı; bir araya gelince giyen kişinin gülümsediğini mi yoksa
ağladığını mı kestirmek zordu.
Eğer bu kişi bir yerde görülürse, orasının yakın zamanda yıkılmaya
mahkum olduğu ve dünyanın kaosa sürükleneceği anlamına gelirdi.

Xie Lian Yüzü Olmayan Beyaz’la ilk karşılaşmasını dün gibi hatırlıyordu.
O gün Xian Le Sarayının en yüksek kulesinde durmuş, yüzü kir ve
gözyaşlarıyla kaplı, kendini kaybetmiş ve sersemlemiş bir halde krallığını
izliyordu. Bulanık bakışları, kale duvarlarının hemen dışındaki cesetlerle
dolu alanda alenen durmakta olan geniş beyaz kol yenleri çırpınan beyaz bir
siluet görmüştü. Xie Lian başını eğmiş ve ona bakmıştı, beyaz tayf da
başını kaldırıp Xie Lian’a bakmış ve doğrudan ona el sallamıştı.

O Gülen Ağlayan maske Xie Lian için yüzlerce yıl geçmesine rağmen hala
kurtulamadığı bir kabustu.

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 41: Zevk Köşkünde, Xian Le Soruları

Çocuk ‘Yüzü Olmayan Beyaz’ın kim olduğunu bilmiyor gibiydi, gözlerinde


boş bir ifadeyle Xie Lian’a bakıyordu sadece. Xian Lian onun anlamadığını
mı yoksa anlayamadığını mı bilmiyordu ama çocuk aniden bağırdı. “AH!”
Xie Lian farkında olmadan çocuğun omuzlarına yapışmış ve tüm gücüyle
sıkıyordu. Çocuk bağırana kadar da ne yaptığını fark etmemişti. Aceleyle
ellerini çekti. “Özür dilerim.”

Hua Cheng kısık bir sesle konuştu. “Yorgunsun. Gidip dinlen.”

Bu sözleri söylediği gibi salonun yan tarafındaki küçük bir kapı açıldı ve iki
hünerli kız içeri girerek çocuğu aldılar. Çocuğun gözleri götürülürken bile
Xie Lian’ın üzerindeydi. Xie Lian ona hitaben.

“Merak etme. Birazdan tekrar yanına geleceğim.” Dedi.

Çocuk çıktıktan sonra Hua Cheng, Xie Lian’a döndü. “Otur ve sakinleş, ve
hemen tekrar çocuğun yanına gitme. Eğer ona sormak istediğin sorular
varsa, benim onu konuşturmak için yöntemlerim var.”
O ‘yöntemler’ kulağa oldukça korkutucu geliyordu, Xie Lian hemen ona
döndü. “Hayır, gerek yok. Eğer cevap veremiyorsa boş ver. Ağırdan
alabiliriz.”

Hua Cheng Xie Lian’ın yanına oturdu. “Çocukla ne yapmayı planlıyorsun?”

Xie Lian tükenmiş görünüyordu, bir süre düşündükten sonra soruyu


cevaplayabildi. “Sanırım, onu yanımda tutacağım ve benimle götüreceğim.”

Hua Cheng. “Çocuk bir hayalet, insan değil. Neden onu Hayalet Şehirde
bırakmıyorsun? Fazladan bir kişiyi daha beslemek benim için hiç problem
değil.”

Xie Lian onu izledi ve dürüst bir şekilde cevapladı. “San Lang, sahiden, çok
teşekkür ederim. Ama…” iç çekti. “Onu yanımda götürmek istememin tek
nedeni onu büyütmek değil.”

Hayalet Şehir kesin olarak Hua Cheng’e aitti; eğer çocuğu korumak isterse,
kimse ona dokunamazdı ve hiç aç kalmazdı. Ama bunlardan sonra çocuğun
en çok ihtiyaç duyduğu şey bir rehberdi, düşüncelerini toplamasına ve
konuşmasına, tekrar normale dönmesine yardım edecek birisi. Hayalet
Şehir kalabalık bir yerdi, kaotik ve vahşi, rehberlik etmeye hiçte uygun bir
yer değildi. Xie Lian’ın aklına kendisinden başka kimsede böylesine bir
görevin altına girecek sabır olduğunu sanmıyordu.

Xie Lian yavaşça devam etti. “Onun bulduğun için zaten sana minnettarım.
Akıbetiyle de senin uğraşmana izin veremem.”

Hua Cheng hiçte aynı fikirdeymiş gibi görünmüyordu ama daha fazla ısrar
etmedi. “Sahiden hiç sorun olmaz. Burada olduğun sürece ne istersen bana
söyleyebilirsin; ve ne zaman istersen gelip gidebilirsin.”

Xie Lian aniden Hua Cheng’in belindeki eğri kılıcın bir anda değiştiğini
fark etti.

Xie Lian eğri kılıca bakarken merakının aniden uyandığını hissetti. Kılıcın
kabzasına işlenmiş gümüş bir göz vardı. Göz birkaç kaba gümüş darbeden
oluşuyordu, ancak her ne kadar basit görünse de, sanki canlıymış gibi
mistik bir görüntüsü vardı. Daha önce fark edememişti çünkü göz kapalıydı,
ama biraz önce göz titreyerek açılmış ve yakut gibi görünen göz küresi
ortaya çıkmıştı. Oyuğun içinde bir kez dönmüştü üstelik.

Hua Cheng de bir şey fark etmiş gibi görünüyordu ve kısık bir sesle
konuştu. “Gege, kısa bir süreliğine gitmem gerek. Hemen geri dönerim.”

“Bir sorun mu var?” Xie Lian’ın aklına hemen Hayalet Şehirde bulunan
Rüzgar Ustası ve Lang Qian Qiu gelmişti, o da doğruldu. “Ben de
geliyorum.”

Hua Cheng onu nazikçe iterek tekrar oturttu. “Endişelenme, Ekselansları


Tai Hua ile ilgili bir mesele değil. Sadece her ay gelen gereksiz pisliklerden
birisi. Gelmene gerek yok.”

Hua Cheng gelmesini istemediğini açıkça belirttiği için Xie Lian daha fazla
ısrar edemezdi. Hua Cheng döndü ve salondan çıktı, yürürken ona el
sallıyordu. O yaklaştığı zaman perdeler kendiliğinden açılmıştı ve o
çıkarken, kendiliğinden kapanmışlardı.

Siyah yeşim şiltenin üzerindeki Xie Lian biraz rahatladı ve sargılı çocuğu
düşündü. Yabancılardan ne kadar korktuğunu ve duygusal olarak ne kadar
istikrarsız bir halde olduğunu hatırlayınca Xie Lian daha fazla beklemeye
dayanamayarak tekrar ayağa kalktı ve gidip çocuğu görmeye karar verdi.
Kızların çıktığı küçük kapıdan geçtiğinde kendisini küçük bir bahçede
buldu. Bahçe lal rengiydi ve küçük bir patikayla ayrılmıştı, hiç kimse yoktu,
Xie Lian hala hangi yöne gitmesi gerektiğine karar verememişti ki aniden
siyah bir gölge gördü.

XiaXianYue görevlisiydi bu.

Xie Lian’ın aklına onun bileğindeki lanetli kelepçe geldi, bu konu onu bir
süredir meraklandırıyordu.

Tam sesleneceği sırada XiaXianYue görevlisi kayboldu. Hareketleri sanki


birisinin onu görmesinden çekiniyormuş gibiydi, bu yüzden Xie Lian da
ağzını kapattı ve sessizce onu takip etmeye başladı.
Görevlinin kaybolduğu binanın köşesinden döndükten sonra Xie Lian
duvara yapıştı ve gizlice etrafını izledi. Genç hızla hareket etmişti ve sürekli
etrafını gözlüyordu, son derece dikkatliydi ve fark edilmekten korkuyordu.
Ama XiaXianYue görevlisi San Lang’ın astlarından biriydi ve onun
bölgesinde bulunuyorlardı, o zaman neden gizlice etrafta dolaşıyordu?

Xie Lian düşündükçe bu görevlinin kötü bir niyeti olduğundan daha da


emin oluyordu bu yüzden saklanmaya ve takip etmeye devam etti. Maskeli
görevli salonda defalarca başka köşelerden döndü ve Xie Lian elli adım
arkasındaydı, nefesini tutmuş ve dikkatlice izliyordu. En sonunda bir
köşeden daha döndüler ve uzun bir koridora ulaştılar, koridorun sonunda
büyük, güzel bir kapı vardı.

Hala takip etmekte olan Xie Lian içinden, Eğer şimdi arkasını dönecek
olursa saklanacak hiçbir yer bulamam, diye geçirdi. Ama tam da bu
düşünce aklından geçerken XiaXianYue görevlisi durdu ve başını çevirdi.

O durduğu anda Xie Lian hemen harekete geçmiş ve aceleyle kolunu


uzatmıştı. RuoYe uçtu ve yukarıdaki ahşap kirişe sarılarak Xie Lian’ı yukarı
çekti ve kirişte asılı kaldılar.

Görevli arkasında kimsenin olmadığına karar vermişti ve yukarıya


bakmamıştı bu yüzden tekrar önüne döndü ve yoluna devam etti. Xie Lian
ise bu kadar çabuk yere inmeye cesaret edemiyordu bu yüzden tavanda asılı
kalmaya devam ederek sessizce kiriş üzerinde ilerlemeye başladı. Bir
kertenkele gibi göründüğünün farkındaydı. Neyse ki görevli çok fazla
ilerlememiş ve o büyük kapının önünde durmuştu. Xie Lian da durarak
gözlemlemeye başladı.

Kapının önünde bir kadın heykeli vardı, baştan çıkarıcı ve güzeldi, ancak
elbette Xie Lian’ın kuş bakışı açısından sadece yuvarlak bir kafa ve
heykelin elindeki sığ, oval yıpranmış bir tabak görünüyordu.

Maskeli genç olduğu yerden kımıldamadı ve kapıyı açmak için


hareketlenmedi. Onun yerine, kadın heykeline döndü ve elini kaldırdı,
yıpranmış tabağa bir şey attı. Tıkırtı sesleri oldukça netti ve Xie Lian
içinden, Zar mı, diye geçirdi.
Daha kısa bir süre önce pek çok kez duyduğu ve uzunca bir süre
unutamayacağı bir sesti bu. Bir zarın, kabın dibine düşerken çıkarttığı ses.
Genç adam elini geri çektiğinde Xie Lian en sonunda görebildi, sahiden de
yıpranmış tabakta iki adet zar vardı, her ikisinin üzerinde de altı tane kızıl
nokta vardı.

Maskeli genç zarları tekrar aldı ve sakladı, ancak ondan sonra kapıyı açtı.
Kapı kilitli bile değildi.

Kapıdan geçip, arkasından kapattıktan sonra da Xie Lian kilitlenmeye


benzer bir ses de duymamıştı.

Xie Lian bir an bekledikten sonra bir kağıt parçası gibi yavaşça yere indi ve
kapıyı incelerken kollarını bağladı.

Mantıken bina çok büyük görünmediği için XiaXianYue görevlisi içeride


her ne yapıyorsa dışarıdan sesi duyulmalıydı. Ancak genç adam kapıyı
arkasından kapattıktan sonra bir daha hiç ses duyulmamıştı.

Xie Lian bir süre kafa yordu ve eliyle kapıyı itti.

Tahmin ettiği gibi kapı açıldığında içeride küçük bir masa ve iki sandalye
dışında hiçbir şey ve hiç kimse yoktu. Normal ve konforlu bir yatak odasına
benziyordu. Görünüşe göre odanın içinde gizli bir geçit bulunma olasılığı
da yoktu.

Xie Lian kapıyı kapattı ve tekrar kadın heykeline döndü, bakışları heykelin
elindeki yıpranmış tabağa kaydı. Geçidi açan şeyin yıpranmış tabak ve
zarlar olduğuna hiç şüphe yoktu.

Demek bina yine de kilitli, diye düşündü, Sadece bir anahtar veya şifre
gerektiren fiziksel bir kilit değil, büyülü bir kilidi var. Kapının arkasındaki
gerçek odaya ulaşabilmek için iki altı atmak gerek.

Ama Xie Lian’ın oracıkta altı altı atabilmesi bu dünyada asla


görülemeyecek bir manzaraydı. Sadece kapıya baktı ve iç çekti. Gözleri
kapının üzerinde bir süre volta attı, ama en sonunda vazgeçerek geri döndü.
Bir süre yürüdükten sonra ansızın durdu. Yolun karşı tarafından belinde
ince ve gümüşten bir eğri kılıç bulunan, uzun, kırmızılara bürünmüş bir
siluet yaklaşıyordu. Hua Cheng’den başkası olamazdı.

Kollarını göğsünde kavuşturmuş ona doğru geliyordu. “Gege, seni


arıyordum.”

Yanından ayrıldığı zamanki gibi görünüyordu, sadece belindeki eğri kılıç


kınından sıyrılmış ve kınla birlikte ona çarparak her adımında tıkırdıyor ve
kibirli bir resim çiziyordu. Eğri kılıcın kabzasındaki gümüş göz kapanmıştı.
Xie Lian kendisini toparladı. “Çocuğu görmek istemiştim ama evin çok
büyük olduğu için kayboldum.”

Xie Lian aslında Hua Cheng’e olanları anlatmayı planlamıştı, ama


sözcükler dudaklarına geldiği anda fikrini değiştirmişti.

Xie Lian, Hayalet Şehre gelmesinin esas nedeninin kayıp bir cennet
mensubunu bulmak olduğunu unutmamıştı. Hiçbir şüpheli durumu
görmezden gelemezdi bu yüzden de kimseyi harekete geçirmeden önce
kendisi kapıdan geçmek istiyordu. Eğer Hua Cheng’in meseleyle bir ilgisi
yoksa Xie Lian onu astının tuhaf davranışları konusunda bilgilendirecekti,
ama Hua Cheng de olaya dahilse…

Xie Lian düşüncelere dalmıştı ancak Hua Cheng farkında değilmiş gibiydi
ve Xie Lian’ı tekrar ana salona doğru yönlendirirken konuşmaya başladı.
“Eğer çocuğu görmek istiyorsan, onu getirmesi için birilerini gönderirim.
Senin tek yapman gereken Zevk Salonunda beklemek.”

Xie Lian Hua Cheng’in ses tonunu duyduğunda muhtemelen bir şeyler
gizlediği için, istemsizce daha yumuşak başlı bir tavır aldı. “İşin bu kadar
çabuk mu bitti?”

Hua Cheng alayla güldü, dudakları küçümsemeyle kıvrılmıştı. “Bitti.


Sadece kendilerini utandıran işe yaramaz çöplerden bir grup dahaydı işte.”

Onun ‘işe yaramaz çöp’ derken ki ses tonu tanıdık geldiği için Xie Lian
tahminde bulundu. “Yeşil Cin Qi Rong muydu?”
Hua Cheng gülümsedi. “Evet. Benim bölgemde gözü olan bir sürü kişi
olduğunu söylemiştim. Qi Rong yıllardır Hayalet Şehrin kendisinin olması
deli gibi istiyor, ama elinden tek gelen şey de istemek ve kıskançlıkla
yanmak. Bu yüzden arada sırada kendisi kadar işe yaramaz astlarını sorun
çıkartmak için

buraya gönderir. Bahsetmeye dahi değmez. Aslında, sana göstermek


istediğim bir yer var Gege, ama bana bu zevki bahşeder misin
bilmiyorum?”

Xie Lian neşeyle cevapladı. “Elbette.”

Uzun koridorlardan geçerek Hua Cheng, Xie Lian’ı bir diğer geniş salona
götürdü.

Bu salonun kapıları çelikten yapılmış gibiyi, üzerine müthiş ve korkutucu


görünen vahşi yaratıklar oyulmuştu. Hua Cheng yaklaştığı anda yaratıklar
ikiye ayrıldı ve kapıları açtılar. Daha salona adım atmadan Xie Lian’a
ölümcül bir his dalgası çarptı ve oldukça gerildi, ellerindeki damarlar
belirginleşirken karşısındaki her neyse karşılaşmaya hazırdı.

Ancak salonun içinde ne olduğunu görünce gözlerini kırpıştırdı. Tüm


savunması anında erimişti ve bacakları kendiliğinden hareket ederek onu
salona sürükledi.

Salonun içerisindeki dört duvar, her tür silahla doluydu. Eğri ve düz kılıçlar,
mızraklar, kalkanlar, kırbaçlar, baltalar… Bir silah salonundaydı!

Herkes, özellikle de erkekler, bunun gibi her türden silah barındıran bir
cephaneyle karşılaşınca cennete gibi hisseder ve kanları heyecanla
kaynardı. Xie Lian da bir istisna değildi; gözleri irileşirken yüzü
aydınlanmıştı. En son böyle bir heyecan yaşadığında Jun Wu’nun silah
salonundaydı.

Her ne kadar yüzü terbiyeli kalsa da, kalbi göğsünde dövünüyordu ve


konuşurken kekelemeye başladı. “Do… Dokunabilir miyim?”

Hua Cheng gülümsedi. “Nasıl istersen.”


Xie Lian’ın elleri anında duvardaki hazinelerin üzerinde gezdi, sarhoş
olmuş gibi her birini okşuyordu.

“Bunlar… Her biri birer şaheser! Bu kılıç muhteşem, savaş meydanındaki


hali görülmeye değer! Bu da!

Bekle, bu meç…”

Hua Cheng kapının yanındaki duvara yaslanmış, Xie Lian’ın yüzünün


heyecan ve saplantıyla kızarmasını izliyordu. “Gege, ne düşünüyorsun?”

Xie Lian her bir parçayı o kadar büyük bir dikkatle inceliyordu ki başını
çevirmeye gönülsüzdü. “Ne mi düşünüyorum?”

Hua Cheng sordu. “Beğendin mi?”

“Evet!”

“Sahiden beğendin mi?” Hua Cheng tekrar sordu.

“Çok beğendim!”

Hua Cheng kıs kıs gülüyor gibiydi ama Xie Lian fark etmedi. Işıldayan,
neredeyse bir buçuk metre uzunluğundaki yeşil kılıcı kınından çekerken
kalbi deli gibi atmakla meşguldü.

Hua Cheng tekrar konuştu. “İçlerinden senin için yeterince iyi olan bir
tanesi var mı?”

Xie Lian’ın tüm yüzü aydınlanmış, ışıldıyordu, büyülenmekten kendini


alamıyordu. “Harika! Harika!

Hepsi çok iyi!”

“Gege, normalde elinin altında kullanışlı silahlar bulunmadığı için, eğer


burada uygun bir şeyler bulursan bir tanesini seçmeni istemiştim.” Hua
Cheng devam etti. “Ama madem Gege hepsini beğendi, o zaman hepsini
sana veriyorum.”
“Yok, yok, gerek yok.” Xie Lian aceleyle ekledi. “Silahlar benim elimde bir
işe yaramaz zaten.”

Hua Cheng. “Sahi mi? Ama Gege belli ki kılıçları çok seviyorsun?”

“Seviyor olmamla, sahip olmam farklı şeyler. Yıllardır kılıç kullanmadım.


Bakması beni mutlu ediyor sadece. Ayrıca, versen bile bunca silahı koyacak
yerim yok.”

Hua Cheng cevapladı. “Çok basit bir çözümü var. Bütün silah salonunu
sana veririm ben de.”

Xie Lian sözlerini şaka olarak aldı ve sırıttı. “Bu kadar büyük bir odayı alıp
götürmeme imkan yok.”

Hua Cheng. “Götürmene gerek yok. Mülkiyeti seninle paylaşırım. Boş


vaktin oldukça gelirsin.”

“Hayır, gerek yok. Bir silah salonu sürekli bakım ister. Bu silahların acı
çekmesine dayanamam.”

Xie Lian kılıcı dikkatli bir şekilde tekrar yerine koydu ve özlem dolu bir
sesle konuştu. “Bir zamanlar benim de böyle bir silah salonum vardı, ama
yanıp gitti. Buradaki tüm silahlar herkesin sahip olmak isteyeceği değerli
araçlar, kıymetlerini iyi bil San Lang.”

Hua Cheng. “Bu da kolay. Boş vaktim olduğunda Gege’nin silahlarla


ilgilenmesine yardım ederim.”

Xie Lian güldü. “Eee, ama Majesteleri İblis Kralından gelip benim ayak
işlerimi yapmasını isteyecek yüzüm yok benim.”

Xie Lian aniden görev için ayrılmadan önce Jun Wu’nun yaptığı uyarıyı
hatırladı: ‘ Şeytani kılıç E-Ming kara talihin lanetli bıçağıdır. Böylesine
karanlık bir silah sadece son derece acımasız kurbanlarla ve kanlı bir
iradeyle dövülebilir. Dokunma, ve sana değmesine izin verme, ne sonuçlar
doğurabileceğini kimse bilemez.”
Xie Lian bir süre düşündü ama en sonunda yine de sormaya karar verdi.
“Ama, tüm bu silahların içerisinde senin eğri kılıcın E-Ming’e denk bir tane
bile var mı San Lang?”

Hua Cheng sol kaşını kaldırdı. “Aa? Gege sen de mi benim kılıcımı
duydun?”

Xie Lian cevapladı. “Sadece birkaç söylenti.”

Hua Cheng kıs kıs güldü. “Eminim hoş şeyler değildir. Sana eğri kılıcımın
kötü, kanlı bir ritüelle dövüldüğünü söyleyen oldu mu? İnsan hayatlarını
kurban ettiğimi?”

Her zamanki gibi keskin zekalıydı. Xie Lian cevapladı. “Çok kötü şeyler
değil. Herkes kendince bir söylenti oluşturmuş, ama herkes inanacak diye
bir şey yok. Efsanevi eğri kılıç E-Ming’i görme şerefine nail olabilir miyim
merak ediyordum?”

Hua Cheng. “Zaten çoktan gördün Gege.”

Xie Lian’a birkaç adım daha yaklaştı ve kısık bir sesle ekledi. “Gege, bu E-
Ming.”

Belindeki eğri kılıcın üzerindeki göz Xie Lian’a doğru hızla döndü. Belki
Xie Lian’a öyle geliyordu ama o gümüş göz sanki kısılarak hilal şeklini
almıştı.

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 42: Gizli Yolları Ödünç Almak, Zevk Köşkünde Gece Gezintisi
Xie Lian hafifçe eğildi ve selamladı. “Merhabalar.”

Selamlamasını duyunca göz daha da kısıldı, sanki gülümsermiş gibi tam bir
hilal şekline bürünmüştü.

İri göz bir sağa bir sola döndü, inanılmaz neşeliydi. Kılıcın kabzasına
oyulmuş bir desenden çok, insana ait gerçek bir gözüne benziyordu. Hua
Cheng’in dudakları yukarı kıvrıldı. “Gege, seni sevdi.”

Xie Lian başını kaldırdı. “Sahi mi?”

Hua Cheng kaşlarını kaldırdı. “Evet. Eğer sevmeseydi, göz açılmaya bile
üşenirdi. Aslında, E-Ming’in gerçekten sevdiği kişilerin sayısı çok azdır.”

Bunu duyunca Xie Lian huzurla doldu ve E-Ming’le sıcak bir sesle konuştu.
“Teşekkür ederim.”

Ardından Hua Cheng’e döndü. “Ben de onu sevdim.”

Sözleriyle birlikte göz delice kırpılmaya başladı ve hala Hua Cheng’in


belinde olmasına rağmen sallanmaya başladı. Hua Cheng azarladı. “Hayır.”

Xie Lian. “Neye ‘hayır’?”

Hua Cheng tekrarladı. “Hayır dedim.”

E-Ming daha da titredi, kınında çaresizce çıkmaya çalışıyormuş gibiydi. Xie


Lian merakla sordu. “Ona mı ‘hayır’ diyorsun?”

“Evet.” Hua Cheng ciddi bir tonla açıkladı. “Onu sevmeni istiyor, o yüzden
hayır diyorum.”

Xie Lian sırıttı. “Sevsem ne olur ki?” Ve elini uzattı. E-Ming’in gözü
genişleyerek ona beklentiyle bakmaya başladı. Xie Lian göz küresini
okşayacaktı, ama bunun rahatsızlık vereceğinden korkarak elini indirdi ve
hafifçe kabzadaki kavisli kısmı okşadı. Göz bir çizgi haline gelene dek hilal
şekli almış ve titriyordu.

Xie Lian eğri kılıcı sevmeye devam ederken onu inanılmaz büyüleyici
bulmuştu. Xie Lian hayvan severdi; kabarık tüylü köpekleri ve kedileri
okşadığı zaman, hayvanlar hemen rahatlar ve kendilerini onun kucağına
bırakıverirlerdi. Ama kimin aklına soğuk, gümüş – üstelikte efsanevi! - bir
eğri kılıcı köpek yavrusu gibi seveceği gelirdi ki! Bu nasıl ‘kara talihin
lanetli bıçağı’ olabilirdi?
Xie Lian öncesinde de zaten inanmamıştı, ama kendi gözleriyle gördükten
sonra o korkunç söylentileri

‘inanılmayacak’ şeyler yığının yanına, ateşlere atmıştı. Kötü, kanlı bir ritüel
asla bu kadar zeki ve sevimli bir ruhu yaratamazdı.

İkisi çeşitli kılıçlar ve bıçaklar üzerine detaylı yorumlar yaparak ve


tartışarak verimli bir zaman geçirdiler, Xie Lian silah deposundan ayrılırken
çok keyifliydi, Zevk Köşküne geri dönerken Hua Cheng’in elini tutmuştu.

Çocukta yıkanmış ve temiz sargılarla sarılmıştı. Her ne kadar hala yüzü


yine tamamen kapatılmış olsa da yeni ve tazelenmiş görünüyordu. Ona
tekrar baktığı zaman çocuk ince ve narin görünmüştü, ve harika bir genç
adam olmalıydı, ama ne yazık ki düşmüş omuzları, bükülmüş beli ve
büzülmüş haliyle kimsenin gözlerine bakamıyordu. Xie Lian onun için
üzülmekten kendini alamadı.

Çocuğu oturması için çekti. “Minik Ying’in sonsözlerinden birisi de benim


seninle ilgilenmem içindi ve ben de kabul ettim. Ama yine de bu konuda
senin fikrini de almam gerek. Bundan sonra kendini geliştireceğin bir yolda
benimle yürümek ister misin?”

*ÇN: Burada Xie Lian ona bir savaşçı olmayı, ruhani güçlerini kullanmayı
öğreteceğini söylüyor. [Cultivation: Gelişim]

Çocuk gözlerini kırpmadan ona bakıyordu, sanki birisinin onu alıp


kendisini geliştirmesine yardım edeceğini duyduğuna inanmaya korkar
gibiydi. Xie Lian devam etti. “Yaşadığım yerdeki şartların iyi olduğunu
söyleyemem ama yine de bundan sonra saklanman ve yemek çalman
gerekmeyeceğine veya dayak yemeyeceğine söz verebilirim.”

Xie Lian konuşurken yanındaki Hua Cheng’in kısık gözlerle çocuğu soğuk,
yargılar bir halde izlediğini fark etmemişti.

Xie Lian sıcak bir sesle devam etti. “Eğer adını hatırlamıyorsan, neden sana
yeni bir isim vermiyoruz?”

Çocuk düşündü ve cevap verdi. “Ying.”


Xie Lian ismi Minik Ying’in anısına seçtiğini düşünüyordu ve başını
salladı. “Güzel. Güzel bir isim. Yong An Krallığından geliyorsun ve Yong
An’ın ulusal soyadı Lang’dır, bundan yeni ismin olarak Lang Ying’i
kullanmaya ne dersin?”

Çocuk en sonunda başını salladı. Xie Lian bunu çocuğun onunla gelmeyi
kabul etmesi olarak aldı.

Ziyafet başladı. Küçük ziyafeti Hua Cheng, Xie Lian için hazırlatmıştı, ama
haline bakılırsa bir düzine kişiyi ağırlayabilecekmiş gibi görünüyordu.
Sayısız kadının elinde içleri çeşit çeşit yiyecek ve içecekler, hoş yemekler,
taze meyveler ve şekerlemelerle dolu sade tabaklar vardı. Sundukları şeyler
sonsuzdu ve sıra sıra ana salonun etrafında yürürken adımları nazik ve
hafifti, her biri siyah şilteye yaklaşırken ellerindeki tabakları uzatıyorlardı.
Lang Ying sadece izledi, uzanmaya cesaret edemiyordu ama Xie Lian ona
doğru birkaç tabağı ittikten sonra o da yavaş yavaş yemek için bir şeyler
almaya başlamıştı.

Onu izlerken Xie Lian’ın aklına başka bir çocuk gelmişti. Yüzü bandajlarla
sarılmış, kirli ve bakımsız, sunulan tabakların önüne diz çökmüş, gizlice
yemeye çalışırken başını aşağıya eğmiş başka bir çocuk.

Bu sırada mor ipeklere bürünmüş zarifçe yürüyen bir kadın yaklaştı ve


onlara bir karaf şarap uzattı.

Hua Cheng alarak Xie Lian’ın bardağını doldurdu. “İçmez misin?”

Xie Lian’ın aklında bir sürü şey vardı ve çok dikkatini veremiyordu, bu
yüzden farkında olmadan bardağı aldı ve içti. İçki ağzına değene kadar
alkol aldığını fark etmemişti ve hemen arkaya baktı. Bu şekilde dönünce de
Hua Cheng’in arkasında ne olduğunu görmüştü. Şarabı getiren kadın ona
göz kırptı.

Xie Lian anında ağzındakini fışkırttı. “PFFFFffttt”

Neyse ki şarabı çoktan yuttuğu için ağzından hiçbir şey çıkmamıştı. Boğazı
tıkanmıştı, durmadan öksürdü. Lang Ying o kadar korkmuştu ki neredeyse
kekini düşürüyordu. Xie Lian öksürüklerini yatıştırmayı başardı. “Bir şey
yok. Bir şey yok.”

Hua Cheng nazikçe sırtına vurdu. “Sorun ne? Şarabı beğenmedin mi?”

Xie Lian hemen açıklamaya çalıştı. “Ah hayır! Çok güzeldi. Ama aniden
aklıma kendimi geliştirme yöntemimin alkolü yasakladığı geldi.”

Hua Cheng. “Ah öyle mi? O zaman düşüncesiz davrandığım ve Gege’nin


şartları bozmasına neden olduğum için suç bende.”

“Senin suçun değil. Unutmuşum sadece.”

Xie Lian alnını ovaladı, önüne döndü ve gizlice ana salonun ortasına doğru
baktı.

Ona biraz önce şarap uzatan ve şu anda sırtı önlere dönük bir şekilde
nazikçe kapıya doğru yürüyen kadının görüntüsü çekici ve cezbediciydi.
Hua Cheng ya kendi işine bakar ya tamamen Xie Lian’a

odaklanırdı ve güzel kadınlarla ilgilenmezdi, doğal olarak bu yüzden de


yüzlerine bakmazdı. Ama Xie Lian’ın gördüğü yüz çok netti.

Onlara şarap sunan kadın Rüzgar Ustası Qing Xuan’dan başkası değildi!!!

Rüzgar Ustası kadın kılığında gizlice Zevk Köşküne girmişti… o göz


kırpışı Xie Lian’ı şok etmişti, Bu olanları unutmam için bana daha çok içki
versen iyi olur, diye içinden geçirdi. Olanların farkında olmayan Hua Cheng
ise sohbet etmeye başladı. “Kendini geliştirmenin her zaman kaygısız ve
hedonistik bir yaşam sürmek üzerine olduğunu sanmıştım. Onu bunu
yasaklıyorsa ne anlamı kalır ki?

Sen ne düşünüyorsun?”

Xie Lian çabucak kendini topladı ve normal bir şekilde cevapladı. “Seçtiğin
yola bağlı. Bazı sektler dünyevi zevkleri kısıtlamaz. Ama benim seçtiğim
yol içki içmeyi ve cinsel ilişkiyi yasaklar. Alkol bazen gözden kaçırılabilir,
ama cinsel riyazet kesindir.”
‘Cinsel riyazet’ dediği zaman Hua Cheng tek kaşını kaldırmış ve hoşnutsuz
mu olduğu yoksa canının mı sıkıldığı anlaşılmayan bir ifadeye bürünmüştü.

Xie Lian devam etti. “Aslında nefreti de yasaklar. Kumar oynan bir yer de
inanılmaz bir neşe ve ıstırap vardır, ve nefret kolaylıkla doğabilir bu yüzden
kaçınılması gereken bir yerdir. Ama kişi kalbindeki sükûneti
koruyabileceğinden eminse, kazanmak ve kaybetmek onu etkilemeyecekse
kaçınması da gerekmez.”

Bunu duyunca Hua Cheng bir kahkaha attı. “Gege’nin Kumarbazın İninde
eğlenmesine şaşmamalı.”

Konuyu en sonunda doğal bir şekilde ‘kumar oynamaya’ getiren Xie Lian
devam etti. “Konusu açılmışken, San Lang kumar oynarken kullandığın
teknik insanı şaşkına çeviriyor.”

Hua Cheng kıkırdadı. “Sadece iyi şans, hepsi bu.”

“…”

Bunu duyunca Xie Lian onu kendisiyle kıyasladı ve oldukça hüzünlenmişti.


Boğazını hafifçe temizledi.

“Eh, bir de bana bak…” Elini salladı ve cümlesini tamamlamadı. “Sahiden


merak ediyorum, zar atmak için kullanılan bir teknik sahiden var mı?”

Eğer yoksa, o zaman Hua Cheng Kumarbazın İnindeyken istediği sayıları


öylesine seçemez ve o XiaXuanYue görevlisi de kolayca altı altı atamazdı.
Hua Cheng gülümsedi. “Elbette gizli bir teknik var, ama bir günde
öğrenilebilecek bir şey değil.”

Xie Lian da böyle bir cevap geleceğini tahmin etmişti. Kolay olacağını ümit
etmemişti zaten ve tam başka bir yol bulmaya çalışacaktı ki Hua Cheng
devam etti. “Ancak sana daha kısa bir yol söyleyebilirim. Gege’nin istediği
gibi başarabilmesini ve her turu kazanmanı sağlayacağını garanti ederim.”

Xie Lian. “Neymiş o yol?”


Hua Cheng sağ elini kaldırdı. Üçüncü parmağına kırmızı bir ip bağlanmış
olan sağ eliydi bu. Parlak ve canlı kırmızı ip, elinin sırtına küçük bir
düğümle bağlanmıştı. Elini uzattı. “Elini ver.”

Xie Lian ne için olduğunu bilmiyordu ama Hua Cheng elini uzatmasını
istediği için o da uzattı. Hua Cheng onun elini sıktı ve bir süre tuttu, başını
çevirip avucuna iki zar bırakmadan önce gülümsedi.

“Şimdi dene.”

Altı atmayı diledi ve zarları attı. Tıkırtılar durduğunda her iki zarın üzerinde
de sahiden altı vardı.

Xie Lian merakla sordu. “Bu nasıl bir hile?”

“Hile yok.” Diye cevapladı Hua Cheng. “Sadece sana biraz şansımdan
ödünç verdim.”

“Demek şansta ruhani güçler gibi ödünç alınabilecek bir şeymiş.” Dedi Xie
Lian şaşkın bir halde.

Hua Cheng güldü. “Tabi ki. Gege bir dahakine birileriyle bahse girdiğinde
yanıma gel. Sana istediğin kadar şans veririm. Rakibinin yüzlerce yıl
boyunca atlatılamayacak kadar büyük bir mağlubiyet alacağını garanti
ediyorum.”

İkisi uzunca bir süre oynadılar ve Xie Lian en sonunda sahiden öyle
olduğuna karar vererek yorgun olduğunu söyledi. Hua Cheng hemen ayağa
kalktı, Lang Ying’i götürmesi için birini ayarladıktan sonra misafir odasına
Xie Lian’ı kendisi götürdü.

Onun koridordan uzaklaşmasını izledikten sonra Xie Lian kapıyı kapattı ve


masaya otururken bir yandan başı düşerken, bir eliyle alnını destekledi. Hua
Cheng hakkında düşündükçe daha da suçlu hissediyordu, San Lang’ın bana
karşı davranışları düşünüldüğünde eleştirilebilecek hiçbir yanı yok.

Umarım bu işin onunla hiçbir ilgisi yoktur ve gerçekler ortaya çıktığı


zaman her şeyi açıklayıp ondan özür dileyebilirim.
Daha birkaç dakikadır oturuyordu ki kapının dışından birisinin kısık bir
sesle ona seslendiğini duydu.

“Ekselansları… Ekselansları…”

Sesi tanıyan Xie Lian hemen doğrularak kapıyı açmaya gitti ve dışarıdaki
kişi içeri girdi. Sahiden Shi Qing Xuan’ın kadın haliydi bu.

Hala kadın hayalet kılığında, ince ipek bir elbiseye bürünmüş, beli sıkı ve
hoş bir şekilde sarılmıştı.

İçeriye girdiği anda yerde yuvarlanmış ve erkek formuna tekrar


bürünmüştü, bir eli göğsündeydi.

“Nefes alamıyorum! NEFES ALAMIYORUM! Tanrılar, bu şey yüzünden


ölümüne boğulacağım!”

Xie Lian onun arkasından kapıyı kapattı ve arkasını döndüğünde karşısında


ipek mor bir elbisenin içerisinde, yerde delirmiş gibi göğsünü ve belindeki
kuşağı parçalayan yetişkin bir erkek buldu. Xie Lian bakışlarını
kaçıramıyordu. “Rüzgar Ustası… Rüzgar Ustası! Normal cübbenize
bürünseniz olmaz mı?”

Shi Qing Xuan cevapladı. “Aptal mıyım ben? Karanlıkta beyaz cübbe kadar
göze çarpan bir şeyle ortada gezersem hedef olurum!”

Xie Lian içinden, Ama… şu anki halinle de bir noktada daha büyük bir
hedefsin…

Xie Lian yanında diz çöktü. “Rüzgar Ustası, nasıl içeri sızdın? Üç gün
sonra buluşmaya sözleşmemiş

miydik?”

Shi Qing Xuan cevapladı. “Ne yapsaydım? Sokaklarda soruşturunca


Ekselanslarının Zevk Köşküne gittiğini öğrendim ve Zevk Köşkü de iblis
kralının yaşadığı yer değil mi? Adı bile o kadar uğursuz üstelik. Uzaktan bir
süre izledikten sonra müstehcen ve serkeş bir yer olduğundan emin oldum,
bu yüzden senin için endişelendim ve güçlerimi kullanarak içeri sızdım. Ne
şanssız bir yolculuk geçirdik böyle! Kadınlar tarafından zorla cilt bakıma
götürüldüm ve onurumu hiçe sayarak bu şekilde giyindim.

Ben hiç, ama hiç, böylesine büyük fedakarlıklar yapmamıştım.”

Aslında keyfin baya yerinde değil mi? Diye düşündüyse de Xie Lian
söylemedi. “Ekselansları Tai Hua nerede? Eğer onu dışarıda bıraktıysan
yine sorun çıkartmaz mı?”

Shi Qing Xuan en sonunda üzerindeki tüm bağları kopartmıştı, derin bir
nefes aldı ve yerde bir su birikintisi gibi yattı. “Merak etme. Otoritemi
kullandım ve ona kımıldamamasını emrettim, sorun olmasa gerek. Ama
sahiden ekselansları çok şanslısın!”

“Ne?” Xie Lian yutkundu. “Ben? Şanslı?”

“Evet!” Shi Qing Xuan ışıl ışıldı. “Lang Qian Qiu ve ben ne kadar berbat
bir haldeyiz. Ya pantolonlarımız çekildi, ya sokak köpekleri gibi
gideceğimiz hiçbir yer olmadan sokaklarda dolaştık. Ve sen ise burada
yemek yiyor, uyuyorsun ve üstelik bir de yanında sana eşlik eden bir iblis
kralı var!”

…Kıyaslamasına bakında ikisi sahiden berbat bir haldeydiler. Shi Qing


Xuan en sonunda yerden kalktı.

“Eee, ekselansları, hala Hayalet Şehre gelme amacımızı hatırlıyor musun?”

Xie Lian tekrar ciddileşti ve cevap verdi. “Elbette hatırlıyorum. Zevk


Salonundayken görevimiz için hazırlanıyordum.”

Shi Qing Xuan kafası karışmış bir halde ona baktı. “Sahi mi? Zevk
Salonunda tam olarak ne hazırladın?

Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuru’yla zar atarak oynadığını hatırlıyorum


sadece. Düzgün bir şekilde bile oynamıyordunuz üstelik; birbirinizin
ellerini okşayıp duruyordunuz sadece. Bunu nesi hazırlıktı?”

“…”
Xie Lian açıklamaya başladı. “Rüzgar Ustası, lütfen böyle tuhaf bir şekilde
söyleme. Sadece bir şeyi kontrol ediyordum. Zevk Köşkünde bir şey
buldum ve araştırma yapıyordum. Devam edebilmek için ise biraz şansa
ihtiyacım vardı.”

Xie Lian sağ elini kaldırdı, elinde bir şey tutarmış gibi parmakları sıkıca
kapanmıştı ve kaşları hafifçe çatılmıştı. “Aldım.”

İkisi sessizce kapıdan süzüldüler ve on dakika sonra bir kez daha küçük
binaya gelmişlerdi.

Xie Lian kadın heykeline yaklaştı ve ona verilen iki zarı çıkarttı. Zarı
atmadan önce bir an durarak derin bir nefes aldı. İki küçük zar bir süre
tıkırdadıktan sonra durdu ve sahiden her ikisinde de kırmızı altı nokta vardı.

Xie Lian rahat bir nefes verdi ama bu şansın ona Zevk Salonunda Hua
Cheng tarafından verildiğini hatırlayınca çok kötü hissetti. Onun vicdan
azabı çektiğini gören Shi Qing Xuan omzuna vurdu.

“Buraya kadar geldik, boş ver artık. Ama Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuru
sahiden samimi ve sana çok iyi davranıyor. Eğer senin yerinde olsaydım,
kötü bir arkadaş olmamak için Jun Wu’nun verdiği bu görevi ne kadar
yalvarırsa yalvarsın reddederdim.”

Xie Lian başını iki yana salladı. Sonuçta Shi Qing Xuan bu sözleri sadece
Jun Wu’yu yakından tanımadığı için söyleyebiliyordu. Tüm bu görev Xie
Lian için sahiden uygunsuzdu ve Jun Wu da bunu biliyordu. Jun Wu’yu
tanıdığı kadarıyla bu şartlar altında bu meseleden ona asla bahsetmez ve
görevi başka bir cennet mensubuna verirdi. Ama Xie Lian’ı zor durumda
bırakacağını bile bile Jun Wu yine de ondan yardım istemişti, bunun ise tek
bir anlamı olabilirdi: Jun Wu bu göreve uygun başka tek bir kişi
bulamamıştı ve ona mecbur kaldığı için sormuştu. Eğer durum buysa, Xie
Lian’ın da başka şansı yoktu.

Ayrıca kayıp cennet mensubu yardım çağrısını yedi gün önce yapmıştı ve
Hua Cheng de yedi gün önce gitmişti. Görmezden gelemeyeceği bir
tesadüftü.
Xie Lian zarları geri almadan önce iç çekti ve kapıyı itti. Gösterişli
kapıların ardından artık daha önce gördüğü küçük, basit oda yoktu, onun
yerine aşağıdaki cehenneme uzanan uzun merdivenleri olan siyah bir tünel
ve karanlığın içinden esen soğuk bir rüzgar vardı.

Xie Lian Shi Qing Xuan’la bakıştı ve başını salladı. Biri ardından diğeri,
ikisi tünele girdiler ve karanlıkla sarıldılar. Shi Qing Xuan öne çıktı;
parmaklarını şıklatmasıyla elinde bir avuç meşalesi belirdi ve ayaklarının
altındaki basamakları aydınlattı. Xie Lian nazikçe kapıyı kapattı ve onu
takip etti.

Basamaklardan inerken Xie Lian, Shi Qing Xuan’la konuştu. “Rüzgar


Ustası, geçtiğimiz yıllarda cennetten kovulan tanrılar oldu mu? Benim
dışımda.”

“Oldu.” Shi Qing Xuan cevapladı. “Neden sordun?”

“Hayalet Şehirdeki XiaXuanYue Görevlisinin bileğinde lanetli kelepçe


olduğunu gördüm. Sadece eski bir cennet mensubunda olabilir.”

Shi Qing Xuan şaşkındı. “Ne? Lanetli kelepçe mi? O Çiçeğe Uzanan Kan
Yağmuru eski bir cennet mensubunu kendi astı olarak mı kullanıyor??? Bu
ne küstahlık???”

Xie Lian cevapladı. “Küstahlık değil. Eğer artık cennete ait değilsen, nereye
gideceğini kendin seçersin.

Aslında niyetini sorgulamaya gerek yoktu ama bu görevli oldukça şüpheli


davranıyordu. Kaygılandım, bu yüzden de Rüzgar Ustasından kim
olabileceğine dair bir fikir alayım dedim.”

Shi Qing Xuan bir süre düşündükten sonra cevapladı. “Birkaç yıl önce
sürülen batının savaş tanrısı vardı ve zamanında epeyi olay çıkartmıştı.”

Batının savaş tanrısı mı? Bu Quan Yi Zhen değil miydi?

Shi Qing Xuan devam etti. “Ama ekselanslarının hayalet diyara düşerek bir
iblisin astı olacağına inanmam! Köklü, geleneksel bir aileden geliyordu ve
kişiliği de oldukça sağlamdı.”

Eğer öyleyse neden sürülmüştü? Xie Lian sorgulamaya devam edecekti ki


yaklaşık altmış taş basamak indikten sonra düz bir zemine ulaşmışlardı.

Önlerinde beş veya altı insanın yan yana yürüyebileceği kadar geniş bir yol,
karanlıkla sarılmış tek bir yöne doğru ilerliyordu ve arkalarında zaten
merdivenler vardı. Kenarlarında kalın, sağlam duvarlar olduğu için de hangi
yöne ilerleyeceklerini seçmeleri gerekmemişti; ileri gideceklerdi.

Patikada yaklaşık iki yüz adım attıktan sonra önlerinde yollarını kapatan
soğuk bir taş duvar belirdi.

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 43: Gizli Yolları Ödünç Almak; Zevk Köşkünde Gece Gezintisi
Shi Qing Xuan somurttu. “Yol mu bitti? Olamaz.”

Bir elinde avuç meşalesi vardı, diğer eliyle bir mekanizma var mı diye taş
duvarı incelemeye başladı.

Ardından birkaç büyü yaparak varsa illüzyonları ortadan kaldırmaya çalıştı


ama nafileydi; duvarda hiçbir değişiklik yoktu. Yapabileceği başka bir şey
kalmamıştı. “Belki de yumruk atıp delik açmaya çalışmalıyım?”

Xie Lian. “Çok fazla gürültü çıkar. Tüm Zevk Köşkü sallanır.”

Shi Qing Xuan elini dümdüz taş duvara uzattı ve ruhani güçlerini
kullanarak ani bir darbe gönderdi, ama bir an sonra elini geri çekmişti.
“Yumruk atmakta işe yaramaz. Bu duvar muhtemelen on metre
kalınlığında.”

Xie Lian maskeli genç adamın buraya girdiğini kendi gözleriyle görmüştü
onun çıkmazla biten bu karanlık tünele sadece meditasyon yapmak için
gizlice girdiğini düşünmek biraz fazla saçma olurdu.
Bir mekanizma olmak zorundaydı, bu yüzden de ikisi etrafı tüm
detaylarıyla incelediler. Kısa bir süre sonra Xie Lian işaret etti. “Rüzgar
Ustası, yere bak, bir şey var gibi.”

Shi Qing Xuan hemen avuç meşalesini uzattı ve ikisi Xie Lian’ın işaret
ettiği yere eğildiler.

Bu tünelin yerleri sayısız kare tuğlayla döşenmişti ve her bir tuğla küçük bir
kapı büyüklüğündeydi.

Karşılarındaki duvarın hemen altındaki tuğlanın üzerinde ise çizimler vardı.


Büyük bir resim değildi ama küçük bir insanın zar attığı seçilebiliyordu.

Shi Qing Xuan başını kaldırdı. “O zaman bir önceki metodu kullanarak
duvarı aşmamızı sağlayacak doğru sayıyı atmamız mı gerekiyor?”

Xie Lian hafifçe başını salladı. “Öyle gibi görünüyor, ama maskeli genci
buraya kadar takip edemediğim için doğru sayının ne olduğunu
bilmiyorum.”

Shi Qing Xuan. “Madem buraya kadar geldik sırf sayıyı öğrenmek için
başka bir fırsat kollayamayız.

Rasgele bir sayı at şansımızı deneyelim.”

Xie Lian hemfikirdi. “Rüzgar Ustası neden sen denemiyorsun? Ödünç


aldığım şansın ne kadar dayandığını bilmiyorum.”

Shi Qing Xuan reddetmedi. Zarları aldı ve yere attı. “Ne dersin?”

‘İki’ ve ‘beş’ atmıştı. İkisi sessizce beklediler ama taş duvar hareket etmedi.
Xie Lian zarları aldı.

“Sanırım işe yaramadı.”

Shi Qing Xuan aniden haykırdı. “Ekselansları yere bak! Resim değişti!”

Bunu duyunca Xie Lian hemen başını eğdi. Sahiden kare tuğlanın
üzerindeki zar atan küçük insan resmi onlar izlerken değişmeye başlamıştı.
Renkler yavaşça soldu ve bir kez daha dolduğunda başka bir sahneye
dönüşmüştü uzun, şişman ve kalın ürkütücü bir böceğe benziyordu.

Shi Qing Xuan endişelendi. “Bu şey ne?”

“Toprak solucanı? Sülük?” Xie Lian tahminde bulundu. “Sülük sanırım.


Çeltik tarlalarında çok olur, bu yüzden epeyi gördüm.”

Shi Qing Xuan daha da endişelenmişti. “Bu şeylerden fazlaca görmeni


sağlayan nasıl bir hayattı…”

Sözlerini bitiremeden tüm bedeni ortadan kayboldu.

Üstelik sadece o da değil, Xie Lian da kaybolmuştu. ‘Nasıl bir hayat’


sözleri söylendiği anda her ikisi de ayaklarını bastıkları yerin boşaldığını
hissetmiş ve bir an sonra bir başka tünele düşmeye başlamışlardı.

Görünüşe göre taş duvar bir kapı değildi, tüm ciddiyetiyle, tam bir duvardı.
Ayaklarının altındaki kare tuğla ise gerçek kapıydı. Zarı attıktan sonra kapı
aniden açılmış ve aniden kapanmıştı. Xie Lian ve Shi Qing Xuan kısa bir
düşüşün ardından yere çarptılar.

Neyse ki zemin yumuşaktı, yoksa yerde bir metrelik çukurlar oluştururlardı.


Düşüşten dolayı canları acımadığı için hemen doğrulmaya çalıştılar ama bu
sefer de kafaları birbirine çarpmıştı. Her ikisi de

‘Ah!’layarak tekrar yere düştü. Xie Lian bir eliyle alnını tutmuş diğeriyle
etrafını yokluyordu ama tek temas ettiği şey yumuşak, ıslak, çamurumsu
zemindi.

Taş döşemeler yoktu. Duvar da.

Biraz önce düşerken Shi Qing Xuan’ın avuç meşalesi sönmüştü. Şimdi bir
kez daha yaktığı zaman etrafları biraz aydınlanmıştı, ikisi çamurdan bir
tünelde olduklarını keşfettiler.

Tünel çamurumsu duvarlarıyla ovaldi ve insan yapımına hiç benzemiyordu.


Shi Qing Xuan alnını ovdu.
“Bu yer ne böyle? Yanlış zarı attığımız için kovulduk mu?”

Xie Lian hımladı. “Oldukça muhtemel. Taş kapı kayboldu, bu da geri


dönme şansımızın olmadığını gösteriyor. Önce buradan kaçmanın bir
yolunu bulalım.”

İkisi bir süre konuştular ve tüneli takip etmeye karar verdiler. Tünelde
sayısız dönemeç ve kıvrım vardı ve yetişkin bir insanın dimdik ayakta
durması imkansızdı. Tek yapabilecekleri şey yürüyebilmek için eğilmek
veya sürünmekti, hem yavaş hem de yorucu bir yolculuk oluyordu.
Tüneldeki hava da sıcak ve nemliydi, çamur ise yapış yapış ve sinir bozucu,
her adımda batıyor ve çekiliyorlardı, ıslak ve iğrenç bir histi. Bazen
çürümüş bitki ve hayvan kalıntılarına bile denk geliyorlardı. Xie Lian’ın
ifadesi yol boyunca değişmemişti ama Shi Qing Xuan’ın tüyleri her an
diken dikendi. Yürümeye devam ettikçe Xie Lian bir şeylerin yanlış
olduğunu hissediyordu. “Rüzgar Ustası, hızımızı artıralım, yoksa…”

Tam bu sırada yüksek, anormal bir kükreme yankılanarak onlara ulaştı.

Ses çarptığında tüm tünel sallanmış ve küçük çamur damlaları titremenin


etkisiyle patır patır düşmüştü. İkisi bakıştılar ve tek kelime etmeden sesin
tam aksi yönüne doğru hızlandılar.

Ancak yüksek ses ve tüneli vahşice sallayan müthiş deprem her saniye biraz
daha yaklaşır gibiydi, görünüşe göre onlardan çok daha hızlıydı. İkisi büyük
güçlüklerle bazen sığ bazen derin yerlere basarak ucu bucağı, tek bir ışık
huzmesi görünmeyen dönemeçli yollardan sürünerek ilerlemeye devam
ettiler. Ve hepsi bu kadarla da kalmıyordu, son sürat ilerledikleri yoldan da
aynı ses yükselmiş

ve deprem başlamıştı!

Hem önden hem arkadan sarılmışlardı bu yüzden durmak zorundaydılar.


Ezici sesler ve ağır, devasa bir bedenin çamurda sürünüp geçerken çıkardığı
seslerle iki muazzam solucan kıvranarak Xie Lian ve Shi Qing Xuan’ın
önünde belirdi.
Solucanlar şiş ve devasaydı, bedenleri mora çalarken derileri hafifçe
şeffaftı. Böceklerin bedeni parça parçaydı, ne kafaları vardı ne kuyrukları,
ön kısımda sadece bir et yığını bulunuyordu. Eğer solucan değilse neydi
bunlar?

Taş kapı açılmış ve onları böyle bir canavar yuvasına atmıştı!

Xie Lian bir kolunu korumak için kaldırdı, RuoYe hazırdı. Shi Qing Xuan
bir yerden Rüzgar Ustası yelpazesini çekip çıkarttı. Ne yazık ki dar tünelde
rüzgar başlatması imkansızdı, saldırıları sadece geri teperdi bu yüzden de
ruhani silahını kullanması güçtü. Tam bu sırada Xie Lian’ın aklına
solucanların ışıktan ve sıcaklıktan korktuğu geldi, bağırdı. “Rüzgar Ustası,
lütfen bana biraz güç ödün ver ve avuç meşaleni büyüt!”

Shi Qing Xuan direktiflerine uydu ve sol elini Xie Lian’a uzatırken sağ
elindeki avuç meşalesi daha da büyüdü. Sahiden iki devasa solucan
sıcaklığı hissettikleri anda gerileyerek birkaç adım uzaklaşmışlardı.

İkisi ateşleri kullanarak yavaşça ilerlemeye başladılar, devasa toprak


solucanlarını uzakta kalmaya zorluyor ve bir çıkış bulmak için dua
ediyorlardı.

Ancak tünel dardı ve kısa bir süre sonra sadece solucanlar değil Xie Lian ve
Shi Qing Xuan da ateşlerin sıcaklığı nedeniyle fırında pişiyormuş gibi
terlemeye başlamışlardı, acınası ve sefil bir hale gelmişlerdi.

Ve daha da korkutucu olan ise Shi Qing Xuan’ın güçleri azalmaya başladığı
için alevler de gittikçe küçülüyordu. Her ne kadar devasa toprak solucanları
hala onlardan kaçınıyor olsa da çok korkmuşa benzemiyorlardı.

Birkaç adım sonra Xie Lian nefes almakta zorlanmaya başladığını hissetti.
“Rüzgar Ustası, avuç meşaleleri daha fazla dayanamaz. Çamur her ne kadar
gevşek ve nemli olsa da hala yerin çok derinindeyiz. Kısa bir süre sonra
hava tükenecek, ateşler sönecek ve bayılacağız.”

Shi Qing Xuan dişlerini sıktı. “O zaman tek çaremiz Mesafe Kısaltma
Rünü.”
Her ne kadar ikisinin de rün çizebilecekleri boşta birer elleri olsa da,
etrafları hiçte bu işe uygun değildi, başka yolu yoktu Xie Lian öne çıktı.
“Düz bir yer bulayım.”

Tam bu sırada ayağının atında küçük bir plaka hissetti, hiçte nemli ve vıcık
vıcık değildi üstelik daha çok taşa benziyordu. Xie Lian hemen yere
eğilerek kontrol etti. Tahmin ettiği gibi bir başka taş kapıya gelmişlerdi!

Üzerinde yine zar atan küçük bir insan çizimi bulunuyordu. Shi Qing Xuan
da taşa bastı ve hemen neşelenmişti. “Çabuk, çabuk, çabuk! Zarları at ve aç
şunu!”

Xie Lian tam zarları atacaktı ki aklından bir düşünce geçti, Peki ya ben
zarları attığımda daha kötü bir sayı gelirse ve daha korkunç bir yer
açılırsa? Xie Lian zarları Shi Qing Xuan’a uzattı. “Al, sen at!”

Shi Qing Xuan tek kelime etmeden zarları aldı ve attı. Tıkır tıkır. Bu kez
‘üç’ ve ‘dört’ gelmişti. Xie Lian zarları kolaylıkla aldı ve iki taşın üzerinde
beklediler. Shi Qing Xuan’ın elindeki meşale biraz daha küçüldü ve iki
devasa solucan kıvranarak, bükülerek biraz daha yaklaştılar. Xie Lian
yerdeki çizimi dikkatle izliyordu ve yavaş yavaş başka bir resim belirdi. Bir
orman ve birbirleri etrafında dönerek dans eden tuhaf giysili küçük insanlar
vardı.

Tam bu sırada solucanlar daha fazla geride duramadı ve baş kısımlarındaki


küçük ağız açıklıklarıyla ağır bedenlerini öne attılar.

Neyse ki solucanlarla aralarında bir metre kala taş kapı açılmıştı!

Bu kez de dar bir tünele düşmüşlerdi ama yer sert, dar ve kuruydu.
Düşüşleri acı verici olmuştu ve ikisi takla atarak birbirlerine çarptılar. Xie
Lian acıya alışkındı bu yüzden ses çıkartmadı ama Shi Qing Xuan acıyla
bağırmıştı. Xie Lian’ın kulakları onun çığlıklarından sağır olacaktı. Bir şey
olmasından korkarak seslendi. “Rüzgar Ustası, iyi misin?”

Shi Qing Xuan’ın başı yerde, bacakları ise havadaydı. “İyi miyim
bilmiyorum. Daha önce hiç böyle düşmedim. Ekselansları, seninle
çalışırken gereğinde fazla aksiyona giriyorum.”
Bunu duyunca Xie Lian kısa bir kahkaha atmaktan kendini alamadı ve
ikisinin bir ağaçtaki oyuğa düştüklerini fark etti.

Xie Lian oyuktan güçlükle tırmandı ve Shi Qing Xuan’a yardım etmek için
bir elini uzattı. “Yardımların için minnettarım.”

Shi Qing Xuan. “Lafı olmaz.”

Xie Lian’ın elinden tutarak delikten tırmandı, çamurlu ve darmadağın bir


haldeydi, ipek elbisesi parçalanmış ve kırış kırış olmuştu. Dışarı çıktığında
bir elini alnına götürerek ani güneş ışığından kaçınmaya çalıştı. “Burası
neresi?”

Xie Lian cevapladı. “Görünüşe göre dağın derinliklerinde bir ormandayız.”


Etrafına baktıktan sonra devam etti. “Sanırım o taş kapılar Mesafe Kısaltma
Rünü gibi işlev gören bir tür ruhani eşya. Her bir zar farklı bir yere
götürüyor. Doğru zarları attık mı merak ediyorum.”

Shi Qing Xuan artık çıplak olan kollarını kavuşturdu ve ciddiyetle kafa
yordu. “Mesafe Kısaltma Rünü kullanmak büyük miktarda ruhani güç
gerektirir. Başkalarının işine burnunu sokmaması için böyle taş

kapılar yaratabildiğine göre Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuru sahiden çok


güçlü ve akıl oyunlarına hiçte yabancı değil.”

Her ne kadar yüz ifadesi vakur olsa da çıplak kolları ve bakımsız haliyle
hiçte ciddi görünmüyordu, hatta aksine çok komikti. Xie Lian büyük bir
güçlükle kahkahasını zapt etti ve Hua Cheng’in dudaklarının nasıl yukarı
kıvrıldığını düşündü, başını iki yana salladı, Akıl oyunlarındansa, daha
çok…

haylaz.

İkisi ağaçtaki oyuktan kurtuldular ve onlar daha birkaç adım atamadan


kırmızı derili çıplak insanlar yakınlarındaki çalılardan atlayarak etraflarını
sardı. Zıplamaya ve ulumaya başlamışlardı.

“OOOoooooooHHHHOoooHHHHooooohhhhhh!!”
“…”

İkisi de şok olmuştu ve Shi Qing Xuan inledi. “Yine ne var?!”

Xie Lian elini kaldırdı. “Panikleme, sakin kal!”

Etrafındaki yabanileri incelerken dengesini korudu, tamamen çıplak


değillerdi, üzerlerinde hayvan derileri ve yaprakları vardı, her an kan
içmeye hazırmış gibi görünüyorlardı. Ellerinde uzun dallardan mızraklar ve
keskin taş baltalar vardı ve ikisine güldüklerinde dişleri testereler kadar
keskin ve tırtıklıydı.

Tek kelime etmeden kaçtılar.

Shi Qing Xuan koşarken bağırıyordu. “Abim eskiden hep söylerdi! Güney
dağlarında insan eti yiyerek yaşayan vahşi yamyamlar var diye! Tek başıma
bu tarafa hiç gelmemi söylemişti! Onlar yamyam mı?!”

Xie Lian kaçış sanatında tecrübeliydi bu yüzden tüm hareketleri ve tavırları


Shi Qing Xuan’a göre daha dingindi. Sakince cevap verdi. “Hm. Pekala
mümkün! Her neyse, önce kapıyı bulalım! Kapı var mı diye etrafımıza
bakalım!”

Vahşiler yorulmak bilmeden onları kovalarken çığlık atıyor ve uluyorlardı.


Xie Lian ve Shi Qing Xuan’ın tek yapabileceği şey kaçmaktı çünkü bir tanrı
ölümlü diyara indiğinde gücünü kullanarak zulüm etmesi cennet tarafından
yasaklanmıştı. Bu yasa cennet mensuplarının ölümlülere zorbalık etmesini
ve güçten doğacak olan faciaları önlemeye yarıyordu. Ama yamyamlar
onlara durmadan keskin taşlar ve dallar fırlatıyordu ve bu dallardan birisi
Shi Qing Xuan’ın yanağını çizmişti.

Tümüyle kabul edilemez bir durumdu. Shi Qing Xuan yüzüne dokundu ve
kanlı bir çizgiyi hafifçe hissetti, kızıl rengi gördü.

Kükredi ve aniden durdu. Arkasını dönerek bağırmaya başladı. “DAĞLI


KÜSTAH VAHŞİLER! BENİM, RÜZGARIN LORDUNUN, ÖNÜMDE
KORKUDAN SİNECEĞİNİZE YÜZÜME ZARAR VERMEYE CÜRET
ETTİNİZ!! İNANILIR GİBİ DEĞİL!!!”

Çığlıkları dindiğinde rüzgar ustası yelpazesini çıkarttı, güçlü bir ıslık


sesiyle açtı ve güçle savurdu.

Vahşiler yere veya yakındaki ağaçlara yapışmışlardı, dallardan sallanırken


uluyorlardı. İkisi en sonunda durabildikleri için derin nefesler alarak kalp
atışlarını yavaşlatmaya çalıştılar. Xie Lian’ın aklından tekrar tanrı olmanın
ne kadar zor olduğu düşüncesi geçti… üç diyarda, kimsenin işi kolay
değildi…

Shi Qing Xuan burnundan soluyarak Xie Lian’a döndü. “Ekselansları,


gördünüz değil mi? Kendileri kaşındı! Güçlerimi zorbalık etmek için
kullanmadım.”

Xie Lian. “Evet gördüm.”

Shi Qing Xuan tekrar yüzüne dokundu ve mırıldandı. “Abim bile cüret
edemezdi…” Tekrar önüne döndü. “Gidip taş kapıyı bulalım.”

Xie Lian sessizce başını salladı ve Shi Qing Xuan’ın üstünü başını ve
saçlarını düzeltmesini izledi, bir kez daha kaygısız görünmeye başlamıştı.
Ne yazık ki üzerinde kırış kırış bir mor ipek elbise vardı bu yüzden de
tasasız hali tuhaflıkla lekelenmişti; sahne insanın aklına kazınacak
cinstendi. Xie Lian içindeki yas duygusunu bastıramadı. BanYue Geçidinde
ilk karşılaştıkları zaman Rüzgar Ustası göz kamaştırıcı birisiydi, öyle ki Xie
Lian onun ölçülmez güçlere sahip olduğunu düşünmüştü; eğer yüce bir
şeytani büyücü değilse o zaman yüce bir aziz olmalıydı. Şimdi ise yakından
tanıdığı için hepsinin sadece bir yanılsama olduğunu fark etmişti…

İkisi ormanda dolaştılar ve en sonunda bir başka ağaç kovuğunda bir taş
kapı buldular. Shi Qing Xuan bu kez zarları atmayı reddetti ve başını iki
yana salladı. “Neler olduğunu bilmiyorum ama bu kez şans benden yana
değil, her seferinde kötüye gidiyormuş gibi görünüyor. Şans Leydisi bugün
yüzüme gülmedi; zarları iki kez attım ve ilkinde kendimizi toprak solucanı
tünelinde, ikincisinde ise yamyamların arka bahçesinde bulduk. Kim bilir
bir dahakine nereye gideriz.”
Xie Lian boğazını temizledi ve suçlulukla cevapladı. “Belki de yanında ben
olduğum için senin şansını da azaltıyorumdur.”

Shi Qing Xuan hayretle. “Ne diyorsun? Benim, Rüzgarın Ustasının, şansını
kimse azaltamaz! Neden sen denemiyorsun? San Lang’ından ödünç aldığın
şansın belki hala birazı duruyordur.”

Xie Lian neden bilmiyordu ama onun ‘San Lang’ın’ dediğini duyunca biraz
utanmıştı. Açıklamak istiyordu ama, ne diyecekti ki? Eğer açıklama
yapmaya çalışırsa kendisini daha da tuhaf bir durumda bulabilirdi, bu
yüzden hiçbir şey söylememeyi tercih etti. Zarları eline aldı ve hafifçe attı.

İki ‘altı’.

Xie Lian yerdeki taş kapının değişmesini izlerken nefesini tuttu ve


karşılarına çıkacak olan şeyle yüzleşmeye hazırlandı. Ama bu kez resim
değişmedi ve taş kapı gıcırdayarak açıldı.

Kapının arkasında karanlığa doğru inen uzun basamaklar vardı ve soğuk bir
rüzgar esiyordu.

Bakıştılar, ikisinin de aklından aynı şey geçiyordu, Bunca şey yaşadıktan


sonra başlangıç noktamıza mı döndük?

Başlangıç noktasına dönmüş olsalar bile yine de saçma sapan tehlikelerden


iyiydi; tükenmişlerdi. Bu yüzden de aşağıya inmeye karar verdiler. İçeri
girdikleri anda kapı arkalarından kapandı ve ittirmek için uzandıklarında
kapının taştan bir duvar haline geldiğini fark ettiler.

Xie Lian. “Görünüşe göre tek yol aşağısı.”

“Arh, pekala.” Shi Qing Xuan iç çekti. “Bir an dinlenmeme izin ver, sonra
Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuru’nun nefret edilesi oyununu oynamaya devam
edebiliriz.”

İkisi bir kez daha uzun ve dikdörtgen taş yoldan aşağıya inmeye başladır.
Yaklaşık iki yüz basamak sonra Xie Lian fark etti. “Haberler iyi Rüzgar
Ustası. Her ne kadar çok benzer olsalar da ilk indiğimizden farklı bir
merdivendeyiz.”

Shi Qing Xuan da fark etmişti. “Evet. İlk merdivenler iki yüz basamak
kadardı, ardından taş kapıya varmıştık, bu kez hala devam ediyoruz.”

Xie Lian kısık bir sesle ekledi. “Görünüşe göre bu kez doğru yoldayız.”

Sözlerini bitirdiği gibi durdular.

Önlerindeki karanlıktan bir kan kokusu onlara doğru süzülmüştü. Ağır


nefesler alan bir erkeğin sesi de kokuya eşlik ediyordu.

İkisi ne hareket etti ne konuştu. Ne ışık, ne ateş vardı ama diğer kişi çoktan
onların varlığını fark etmişti, çünkü onlar durduğu gibi soğuk bir ses
çınlamıştı.

Derin bir erkek sesiydi. “Söyleyecek hiçbir şeyim yok.”

Sesi duyduğu anda Shi Qing Xuan bir avuç meşalesi yaktı.

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 44: Zevkten Küllere, Fang Xin’in İkinci Gelişi Xie Lian, Shi
Qing Xuan’ın aniden ateş yakacağını hiç düşünmemişti bu yüzden de iş
işten geçene dek ona engel olamamıştı. Alevler fazlasıyla parlaktı ve
siyahlara bürünmüş bir adamı aydınlatmıştı.

Siyahlı adamın başı yolun sonundaki taş duvarda gevşekçe sarkıyordu, yüzü
kağıt kadar beyaz, saçları darmadağındı; ama tüm bu karmaşanın altında
kararlılıkla parlayan gözleri yanan buzlar gibiydi.

Hiçbir rahatsızlık belirtisi göstermeden yere meditasyon yaparmış gibi


oturmuş olsa da havadaki yoğun kan kokusu onun ciddi şekilde
yaralandığını söylüyordu ve buraya hapsedildiği kesindi.
‘Söyleyecek hiçbir şeyim yok’ sözlerini muhtemelen onları
sorgulayıcılarıyla karıştırdığı için söylemişti.

Shi Qing Xuan yüzünü gördüğü anda haykırdı. “Sen!”

Adam başka insanların olacağını beklemiyor gibiydi ve geriledi, o da ‘Sen!’


demek ister gibiydi ama kendisini tuttu. Xie Lian saldırmaya hazır olan
RuoYe’yi sakinleştirdi. “Birbirinizi tanıyor musunuz?”

Birisini bulmak için bunca engeli aştıktan sonra Shi Qing Xuan rahatlamış
görünüyordu ve tam cevap verecekken adam onu tartışmasız bir tonla kesti.
“Onu tanımıyorum.”

Shi Qing Xuan sözlerine öfkelenmişti ve yelpazesini ona doğrulttu. “Beni


tanımak bu kadar mı utanç verici? Beni çok üzdün Ming Xiong! Ben senin
en yakın arkadaşınım!”

*ÇN: Xiong; Abi anlamında ‘Gege’den daha resmi bir hitap, ama
arkadaşlar arasında ‘bro/kanka’ anlamında da kullanılabilir.

Adam kararlılıkla reddetti. “Bu kılıkta dolaşan arkadaşlarım yok benim.”

“…”

Shi Qing Xuan hala parçalanmış mor ipek elbiseyi giyiyordu, sahiden…
utanç verici bir görüntüydü. Xie Lian kahkaha atmak istedi, bu dünyada
kendisini ‘birisinin en yakın arkadaşı’ olarak tanıtacak birisi varsa bu kişi
ancak Shi Qing Xuan olabilirdi. Ama ‘Ming Xiong’? Yanlış hatırlamıyorsa
beş doğa tanrısı arasındaki Toprak Ustasının adı Ming Yi’ydi. Xie Lian söze
girdi. “Toprak Ustası?”

“Evet o. Daha önce tanışmıştınız.” Cevaplayan Shi Qing Xuan olmuştu.

Xie Lian, Ming Yi’ye baktı. “Öyle mi?” Bu kişilikte birisiyle tanıştığını hiç
hatırlamıyordu.

Shi Qing Xuan. “Tanıştınız.”

Ming Yi son noktayı koydu. “Tanışmadık.”


Shi Qing Xuan kızgın bir şekilde. “Evet tanıştınız! BanYue Geçidinde! Bu
kadar çabuk mu unuttunuz?”

“…”

Ming Yi’nin solgun yüzünün zalim bir ifadeye büründüğünü görünce Xie
Lian en sonunda hatırlamıştı!

BanYue Geçidindeyken Shi Qing Xuan’un yanında siyahlara bürünmüş bir


kadın yok muydu!

Hua Cheng o zaman ona bu kişinin Rüzgar Ustası olmadığını ama


muhtemelen beş doğa tanrısından bir diğeri olabileceğini söylemişti. Shi
Qing Xuan görünüşe göre sadece kadın kılığına girmeye bayılmakla
kalmıyor aynı zamanda başkalarını da aynı şeyi yapmaya zorlamayı da çok
seviyordu.

Siyahlı kadının o zaman inanılmaz sinirli ve tiksinmiş görünmesine


şaşmamalıydı. Aklına Shi Qing Xuan’ın buraya gelmeden önce onu da
‘eğlenceye katılmaya’ davet edişi aklına geldiğinde Xie Lian ucuz
atlattığını düşündü, pes etmediğine çok sevinmişti. “Toprak Ustası,
Yükselen Ateş Ejderini sen mi gönderdin?”

Ming Yi cevapladı. “Evet.”

Doğru kişiyi bulmuşlardı. Xie Lian başını salladı. “Toprak Ustası


muhtemelen ağır şekilde yaralanmış.

En iyisi önce kaçıp sonra konuşmamız.”

Shi Qing Xuan bir an tereddüt etmeden diz çöktü ve Ming Yi’yi sırtına aldı.
“O zaman gidelim.”

Üçü geldikleri yoldan geri döndüler ve Shi Qing Xuan yürürken konuşmaya
başladı. “Ming Xiong, iyi bir savaşçı değil miydin? BanYue Geçidinde
harika bir iş çıkartmıştın, nasıl birkaç gün içinde bu kadar dayak yemeyi
başardın? Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuru’nu nasıl bu kadar kızdırdın?”
Ses tonu muzip bir sataşmayla doluydu ve Xie Lian not etti, Suratına
yumruk yemekten korkmamak, kesinlikle yakın bir arkadaşla konuşmanın
tek yolu. Ming Yi onun zırvalarına yeterince katlanmışa benziyordu sadece
“Kapa çeneni!” dedi.

Xie Lian da aslında sorunun cevabını merak ediyordu, farklı bir şekilde
sormayı denedi. “Toprak Ustası, Hua Cheng neden seni kışkırtmak istedi?”

Ming Yi ona çenesini kapatmasını söylemedi ama cevapta vermedi. Xie


Lian başını hafifçe çevirerek ona baktı ve gözlerinin kapalı olduğunu fark
etti. Zindana atılıp günlerce sorgulandıktan ve ağır bir şekilde yaralandıktan
sonra Ming Yi en sonunda kurtarılınca tedbiri elden bırakmış ve rahatlamış

olmalıydı. Zaten aceleye gerek yoktu bu yüzden Xie Lian onu uyandırmadı.
Üçü merdivenlerden çıktılar ve tepeye ulaştıklarında Xie Lian zarları attı.
Karanlıkta kaç attığını görememişti, sadece önlerinden gelen bir gıcırtı sesi
duydu ve ince bir ışık belirdi. Xie Lian kapıyı itti ve tam Lang Ying’i
alamaya fırsatı olacak mı diye merak ederken attığı ilk adımın boşluğa
geldiğini fark etti.

Düşmeye başladığı anda haykırdı. “Gelmeyin!”

Xie Lian havada takla attı ve sert bir şeye düştü. Bıçaklı bir dağa veya
alevden bir denize düşmediğine rahatlamıştı ki başını kaldırdığı zaman bu
ihtimallerin çok daha iyi olacağını fark etti. Hua Cheng’in olağanüstü
yakışıklı yüzü kendi yüzünden birkaç santim ötedeydi, tek kaşını kaldırmış
ona bakıyordu.

Bu kez kapıyı açtığı anda boşluğa düşen adımları onu Hua Cheng’in üzerine
atmıştı!

Düştüğü bu yer de silah salonuydu! Hua Cheng salondaki tahta oturmuş,


sakin bir şekilde eğri kılıcı EMing’i siliyordu. Üzerine aniden birisi
düştüğünde bile sadece ellerini kaldırmış ve hiçbir şaşkınlık belirtisi
göstermeden kılıcı bırakmıştı. Sanki bir açıklama bekler gibi sakince Xie
Lian’a bakıyordu.
Elbette Xie Lian’ın bir açıklaması yoktu ve tek yapabileceği şey, oturduğu
kucaktan ona cesur gözlerle bakmaktı. Aniden görüş alanında bir başkası
daha olduğunu fark etti, başını çevirdiğinde Lang Ying’i gördü.

Bandajlara sarılmış çocuk yüzünde korku dolu bir ifadeyle yerde


oturuyordu ve ellerini başına sarmış

ikisine bakıyordu. Neden Lang Ying de buradaydı? Hua Cheng onu


sorguluyor muydu yoksa? Ve Xie Lian başını kaldırdığında Shi Qing
Xuan’ın beyaz botunun yarısının öne adım attığını fark etti.

Düşünecek vakti yoktu. Aceleyle Hua Cheng’in omuzlarını tuttu ve


haykırdı. “Özür dilerim!” ardından Hua Cheng’i kenara itti.

İtmesiyle Hua Cheng bir metreden fazla sürüklenmiş ve hatta birkaç takla
atmıştı. Hemen ardından ise hemen ayağa kalkmıştı. Bu sırada ise sırtında
Ming Yi ile Shi Qing Xuan çoktan aşağıya atlamış ve biraz önce Hua
Cheng’in oturmakta olduğu yere inmişti. Xie Lian utanmadan arkasına
baktığında, Hua Cheng’in hala tek kelime etmeden ona bakmakta olduğunu
fark etti, sadece kaşları biraz daha yükselmişti.

Xie Lian ayağa fırladı ve birkaç adım geriledi, tekrar özür diliyordu. “Özür
dilerim! Özür dilerim!”

Lang Ying’in gözleri Hua Cheng’in üzerindeydi ve hala korkmuş


görünüyordu. Xie Lian’a koştu ve arkasına saklandı. Xie Lian onu
arkasında tuttu. “San Lang açıklamama izin ver.”

Hua Cheng. “Bekliyorum.”

“Bekle, tam tersi olması gerekmiyor mu?” Shi Qing Xuan araya girmişti.
“Sana açıklama yapması gerek kişi o! Kayıp cennet mensubundan o
sorumlu; dikkatli ol Ekselansları!”

Xie Lian’ın içinde bulunmak istemediği durum da tam olarak buydu.


Dikkatle Hua Cheng’e baktı. “San Lang, Toprak Ustasıyla aranızda nasıl bir
yanlış anlaşılma olduğunu bilmiyorum ama sakinleşelim ve konuşalım.”
En iyi ihtimalle Hua Cheng onları zarar vermeden serbest bırakırdı. Her ne
kadar Toprak Ustası yaralanmış olsa da hayati tehlikesi yoktu ve hiçbir
uzvunu kaybetmemişti. Eğer o geri çekilirse o zaman oldukça kötü bir
senaryodan kurtulurlardı. Eğer Hua Cheng gitmelerine izin verirse cennete
bildirir ve ona borçlanmış olurlardı, Xie Lian da bu fırsatı kullanarak Jun
Wu’dan bu meseleyi kapatmasını isterdi.

Ancak Hua Cheng’in cevabı oldukça farklı olmuştu. “Toprak Ustası mı? Ne
Toprak Ustası?”

Bir an durduktan sonra devam etti. “Ah, Rüzgar Ustasının sırtındaki kişiden
mi bahsediyorsun? O

sadece beceriksiz bir astım.”

Bunu duyunca Xie Lian da Shi Qing Xuan da gerilemişti. Shi Qing Xuan
söze girdi. “O bir cennet mensubu, ne cüretle böyle konuşursun!”

Hua Cheng bir anda hilal şeklindeki E-Ming’i çekmişti. “Eğer sahiden
Toprak Ustasıysa on yıldır rol yapacak sabrı nereden bulmuş? Geçtiğimiz
on yıl boyunca ondan ara ara şüphelenmiştim ama hiç kanıtım yoktu. Eğer
BanYue’deyken onu Rüzgar Ustasının yanında görmeseydim hala her
şeyden bihaber olabilirdim.”

Bir anda Xie Lian her şeyi anlamıştı.

Demek böyle olmuştu!

Toprak Ustası kayboluşunun ve hapsedilmesinin nedeni on yıl önce gerçek


kimliğini gizleyerek Hua Cheng’in altında çalışan bir görevli kılığına
girmesiydi. Başka bir deyişle o bir casustu. Hua Cheng ondan şüphelenmiş
ama kesin bir kanıt bulamamıştı bu yüzden de gözü üzerindeydi. Ve kısa bir
süre önce onun Toprak Ustası olduğunu öğrenmişti.

BanYue Geçidindeki yolculuklarında Hua Cheng, Toprak Ustasını Rüzgar


Ustasının yanında görmüştü.
Kadın kılığındayken bile (Rüzgar Ustası sağ olsun), Hua Cheng sahte
derisinin altını görebilmiş ve siyahlı kadının şüphelendiği astı olduğunu
fark etmiş ve onun beş doğa tanrısından birisi olduğunu anlamıştı.

BanYue meselesi çözüldükten sonra ise Hua Cheng Puji Manastırından


muhtemelen Toprak Ustasını bulmak için ayrılmıştı. Hua Cheng’in onu
öldüreceğini düşündüğü için de bu zorlu şartlar altında Ming Yi yardım
çağrısında bulunmuştu. Ardından ise Jun Wu Xie Lian’ı çağırarak ona
kurtarma görevini vermişti.

Bir cennet mensubunun görevlerini yerine getirmemesi bile başlı başına bir
olayken, hayalet diyarda on sene boyunca casusluk yapması tam bir
skandaldı. Diplomatik olaylar bir yana; eğer Ming Yi tutuklu kalmaya ve
işkence görmeye devam etseydi, eğer Hua Cheng’in ellerinde ölseydi o
zaman

tüm cennet ayağa kalkardı ve dünya kaosa düşerdi. Xie Lian’ın tek
söyleyebileceği şey. “Suçun bizim tarafımızda olduğunu anlıyorum. Ama
San Lang, bu seferlik bizi serbest bırakacağını umuyorum.”

Hua Cheng onu dikkatle izledi ve bir an sonra sakin bir sesle konuştu.
“Ekselansları, bazı meselelere bulaşmamakta fayda var.”

Aniden Shi Qing Xuan’ın çığlığı yükseldi. “Rüzgar: bana gel!”

Yelpaze açıldığı anda vahşi bir rüzgar tüm salona doldu. Duvarlarda asılı
olan silahların pek çoğu titremeye başladı. “Rüzgar Ustası! Daha hiçbir şey
yapmamıştık??” Xie Lian paniklemişti.

“İkinizin de ilk hamleyi yapan taraf olacağını sanmıyorum.” Shi Qing Xuan
kararlıydı. “Bu yüzden de bu seferlik kötü adam ben olurum. RÜZGAR!
RÜÜÜZZGAAAR BANA GEL!!!”

Korkunç bir yarılma sesi duyuldu ve Xie Lian başına düşen kat kat tozu
hissedebiliyordu. Başını kaldırdığı zaman tavanın boralarla yükseldiğini ve
üzerinde devasa bir delik açıldığını gördü.
Silah salonunda pencereler veya başka bir çıkış yoktu, Shi Qing Xuan’ın ise
savaşmaya dair en ufak bir isteği bulunmadığı için tavanda bir delik açarak
kaçacaktı!

Çıldırmış rüzgarların arasında Hua Cheng’in kuzguni saçları ve akçaağaç


kırmızısı kıyafetleri vahşice savruluyordu ama kendisi hiç hareket
etmemişti. Hua Cheng zorla gülümsedi. “Demek bir yelpazen var, ne
tesadüf, benim de var.”

Onlarca rafın arasından Hua Cheng’in bir yelpaze aldı. Küçük ve karmaşık,
her yeri saf altından, dingin ve çok güzel bir yelpazeydi. Hua Cheng elini
salladı, yelpaze açıldı. Hiçbir şey söylemeden sırıttığı zaman zarafetinin
içinde kanlı bir hale etrafını sardı. Yelpazeyi salladı ve güçlü bir rüzgar kör
edici bir gümüş ışıltıyla üzerlerine geldi. Üçü de kenara çekildi ve
arkalarından okların duvarlara ve yere çarparken çıkarttığı sesleri duydular.
Başlarını çevirdiklerinde uzun sıra sıra altın yaprakların yere çakıldığını
gördüler. Her bir yaprak incecikti ama derinlere dek gömülmüştü,
keskinlikleri aşikar ve yıkıcıydı.

Bu salondaki her bir silah seyretmeye değer bir hazineydi; tek bir hareketle
böylesine ölümcül bir sonuç doğmuştu!

Hua Cheng elini tekrar salladı ve bir diğer altın rüzgar esti. Shi Qing
Xuan’ın çağırdığı rüzgarlar güçlüydü ama ne kadar güçlenirlerse durum da
o kadar tehlikeli bir hal alıyordu. Silah salonu sadece tek bir odaydı, alan
kısıtlıydı. Rüzgar Ustasının yelpazesinden yükselen rüzgarların bir kısmı
içerideki, sürüklenen altın yaprakları geri ittirdi, delicesine dans ediyorlardı.
Xie Lian altın yaprakların insanlara zarar vermesinden korkuyordu, Lang
Ying’e kendini siper etti ve haykırdı. “Rüzgar Ustası, lütfen dur!”

Altın yapraklar sürekli Shi Qing Xuan ve Ming Yi’nin epeyi yakınından
geçiyordu. Shi Qing Xuan da durmak istiyordu ancak çatı rüzgarlar
tarafından yükseltilerek bir açıklık oluşturmuştu ve eğer şimdi durursa tüm
çabaları boşa gidecekti. Tam bu sırada etraflarını saran altın yapraklar
düzgün bir şekilde yukarı uçtu. Ahenksiz bir çatlama sesinin ardından bir
kişi çatıdan indi ve açıklıktan aşağıya atladı, beraberinde enkaz ve tozları da
getirmişti.
Adam yere indiği anda bağırdı. “Rüzgar Ustası özür dilerim ama daha fazla
bekleyemedim!”

Shi Qing Xuan çok sevinmişti. “Qian Qiu tam zamanında geldin!”

Genç adamın üzerinde bir uzun kılıç vardı, bıçağın genişliği erişkin bir
adamın avucu kadardı –

karşılarındaki sahiden Lang Qian Qiu’ydi. Uzun kılıcı altınlarla ışıldıyordu


ama yakından bakılınca kılıcın

altın olmadığı anlaşılıyordu, uçuşan altın yapraklar kılıcı tamamen


sarmışlardı, bu yüzden altın bir kılıç gibi görünmeye başlamıştı.

Lang Qian Qiu’nun altın kılıcı mıknatıs dağından kaynak alan ender bir
madenden yapılmıştı ve metalleri çekme özelliği vardı. Çekilen nesne belli
bir seviyede ruhani güç taşımadığı sürece, kılıcı eline aldığı ve zihnen bu
özelliği serbest bıraktığı anda etraftaki metaller çekilir, kılıcına katılırdı.

Sayısız altın yaprakta şimdi kılıcına yapışmış ve bıçağın tamamını


sarmışlardı. Bunu görünce Hua Cheng bir kahkaha attı, yelpazeyi kapatıp
bir kenara attı. “Cennet mensupları bir altın parçacığını dahi kendi haline
bırakamayacak kadar mı fakir?”

Eğer sözler Xie Lian’a yönelik söylenmiş olsaydı duymazlıktan gelirdi.


Ama sözlerin hedefi Lang Qian Qiu’ydu, kraliyet hanedanlığından bir
soylu. Tüm hayatı boyunca zenginlikler hiç umurunda olmamıştı ve her ne
kadar düşmanının onu kışkırtmaya çalıştığını bilse de yine de öfkeden
köpürüyordu. İki eliyle birden kılıcını kaldırdı ve Hua Cheng’e doğru hamle
yaptı. Hua Cheng bir eliyle eğri kılıcını çekti, havaya gümüş ışıltılar saçıldı
ve sakince saldırıyı karşıladı.

Lang Qian Qiu tüm gücünü kullanarak saldırmıştı. Kaplanlardan


korkmayan yüklenen bir boğa olarak doğmuştu, ama Xie Lian onların
güçleri arasındaki farkı açık ve net bir şekilde görebiliyordu ve eğer tek bir
darbe alırsa öleceği kesindi!
Yan taraftan izlemekte olan Shi Qing Xuan bile her ne kadar kılıç
kullanmayı bilmese de olanları fark etmişti ve bağırdı. “Qian Qiu!
Yapma!!!”

Ama bir saniye içerisinde yaydan çıkmış bir ok nasıl durdurulabilirdi?

Uzun kılıç ve eğri kılıç tam çarpışmak üzereyken kör edici bir beyaz ışık
tüm silah deposunu aydınlattı.

Işık o kadar parlaktı ki odanın yer yanını sarmıştı ve herkes geçici olarak
görme yetisini kaybetmişti.

Tek görebildikleri şey bir beyazlıktı. Xie Lian ise, hazırlıklıydı ve


görebiliyordu. Sağ eline Shi Qing Xuan’dan aldığı tüm gücü toplamış ve
rastgele yönlere devasa alevler atmaya başlamıştı.

Silah deposunun bir köşesi hemen alev aldı. Kısa bir süre sonra Xie Lian
RuoYe’yi serbest bıraktı ve kendisi, Shi Qing Xuan, Ming Yi, Lang Qian
Qiu ve Lang Ying’i sardıktan sonra bağırdı. “Rüzgar Ustası, bizi yukarı
uçur!”

Her ne kadar Shi Qing Xuan gözünü açamıyor olsa da Xie Lian’ın sözünü
dinledi. Yelpazesini kaldırdı ve aşağıya doğru açtı, vahşi bir hortum düz
zemini sardı ve tavana doğru uçarak çatlamış çatıyı tümüyle parçaladı!

RuoYe beşini birbirine sarmış ve gökyüzüne doğru uçuyordu. Yarı yolda


çoğu tekrar görebilmeye başladı ve Shi Qing Xuan aşağıya baktığında her
yeri saran devasa alevleri ve havadaki siyah dumanları gördü; silah deposu
yanıyordu. Hua Cheng’in onları kovalamasından korktuğu için yelpazesini
sallamaya başlamıştı. Şimdi ‘alevleri yellediği’ için de alevler anında
büyümüş ve yakındaki binalara sıçramaya başlamışlardı. Zevk Köşkündeki
binaların yarısından çoğunda yangın çıkmıştı!

Müthiş bir zorlukla Xie Lian en sonunda Shi Qing Xuan’ın yelpazeyi tutan
elini tüm gücüyle yakaladı.

“Rüzgar Ustası, lütfen dur! Bütün binaları yakacaksın!”


İrkilen Shi Qing Xuan ağladı. “Tamam, tamam duruyorum! Bırak beni
ekselansları, çok sert tutuyorsun!”

Rüzgar Ustası yelpazesini kaldırana dek Xie Lian bırakmadı. Aşağıya


baktığı zaman turuncu alevlerin arasında durmakta olan kızıl silueti yine de
görebiliyordu. Havada oldukça yükselmişlerdi ve net

olarak seçemiyordu ama içinden bir ses ona Hua Cheng’in de orada onu
izlemek için durduğunu söylüyordu.

Ne onları takip etti, ne alevleri söndürdü. Sadece orada durmuş vahşi


alevlerin kaprisli bir şekilde yok etmesine izin veriyordu.

Zevk Köşkünün dışından çığlıklar ve ulumalar yükselmiş ve Hayalet Şehrin


tüm sokaklarını doldurmuştu, hayalet ve iblislerden oluşan kalabalık
delirmiş gibi koşuyordu. Xie Lian nefes alamadığını hissediyordu ve sesi
çatladı, kendi kendine mırıldandı. “Ben… sadece dikkat çekmesi için küçük
bir yangın başlatmak istemiştim, nasıl bu hale geldi…”

Sadece birkaç saat önce Hua Cheng silah deposunun kapısına yaslanmış ve
yarı şaka yapar bir halde ona tüm silah deposunu içindeki silahlarla birlikte
hediye etmek istediğini söylemişti, ama şimdi hepsi bir alev deniziyle
yutulmuştu. Her ne kadar yüksek sıcaklıktan çekinmeyen pek çok altın silah
olsa da, alevlere temas etmeyi kaldıramayacak olanlar da vardı. Bu
yangından sonra pek çok hazine kül olacaktı. Xie Lian alevlerin bu kadar
vahşice büyüyerek Zevk Köşkünün tamamını yutacağını hiç düşünmemişti.

Her ne kadar Hua Cheng orayı ‘yuvası’ olarak kabul etmese de yine de
orada yaşıyordu!

Xie Lian’ın ne kadar yıkıldığını görünce Shi Qing Xuan da kötü hissetmişti.
“Ee… sahiden çok özür dilerim ekselansları! Çok düşünmemiştim ve hızla
kaçmak istiyordum. Hepsi benim suçum! Sahiden başlangıçta alevler çok
küçüktü… Eğer Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuru geri ödeme talep ederse ona
bana gelmesini söyle! Endişelenme ne kadar isterse hepsini ödeyebilirim!
Para hiç problem değil!”
Ama buradaki problem de para değildi zaten. Xie Lian gözlerini kapattı,
konuşamıyordu. Shi Qing Xuan teselli mahiyetinde omzuna vurdu ama
aniden avucundaki ıslaklığı hissetti ve tuhaf, kan kokusunu. Başını
çevirdiğinde yüzü solmuştu. “Ekselansları, eline ne oldu!”

Xie Lian’ın sağ eli kanla kaplanmıştı. Tüm sağ kolu kanla boyanmış ve
titremesi hiçte az değildi. Yine de iki eli de sıkıca beyaz ipek banda
tutunmuş, vahşi rüzgarların onları ayırmasına engel oluyordu.

Shi Qing Xuan haykırdı. “Sana ne oldu?!”

Xie Lian gözlerini kırpıştırdı ve zorla titremesini kontrol altına aldıktan


sonra başını iki yana salladı.

“Hiç… Sadece küçük bir yara aldım. Geri döndüğümüz gibi iyileşirim.”

“O beyaz ışık sen miydin?” Shi Qing Xuan bir anlığına hatırlamıştı.
“Ekselansları, o ikisini sen mi ayırdın?”

Xie Lian cevapladı. “Sonuçta ben bir savaş tanrısıyım.”

Shi Qing Xuan doğru tahmin etmişti. Hua Cheng ve Lang Qian Qiu’nun
kılıçları çarpışmak üzereyken Xie Lian araya girmişti.

Silah deposunun duvarlarından bir kılıç almış ve kılıçlara iki hamlede


bulunmuştu.

İlk hamlesiyle Lang Qian Qiu’nun uzun kılıcını geri itmişti. İkinci
hamlesiyle ise eğri kılıç E-Ming’i bloke etmişti.

O iki hamlesi hem çok güçlü hem de aynı zaman da inanılmaz


kontrollüydü. Ancak Xie Lian iki kılıcı karşılamış olsa da darbelerin gücü
saldıran kişiye geri yansırdı.

Xie Lian ikisi arasına sıkıştığı için, kılıcını kullandığı anda kılıç tutan kolu
iki saldırının gücünü de emmişti.

Lang Qian Qiu’nun uzun kılıcına dayanılabilirdi ama Hua Cheng’in eğri
kılıcının gücü hafife alınmayacak bir şeydi. Xie Lian’ın kullandığı kılıç Hua
Cheng’in koleksiyonundan olduğu için doğal olarak dayanıklı bir kılıçtı.
Ama iki kılıç çarpıştığında kör edici beyaz ışık parlamıştı. İki hamlesinin,
ilkinde Lang Qian Qiu’nun uzun kılıcı bir çatlak oluşmasına neden olmuş
ve E-Ming’e yaptığı ikinci hamlesinde ise kılıç tamamen paramparça
olmuştu.

Tüm bunlar bir anda olmuş ve bitmişti, gözle takip edilemeyecek kadar
çabuktu. Shi Qing Xuan, Xie Lian’ın sağ kolunun tamamen kanla
kaplanmış korkunç haline bakınca yorum yaptı. “Ekselansları…

çok güçlüsün. Onları tek başına durdurduğuna inanamıyorum!”

Çiçek Taçlı Savaş Tanrısı; Bir Elinde Kılıç, Diğerinde Çiçek. Shi Qing
Xuan sadece çiçeği hatırlıyordu ama unutmuştu. Xie Lian’ın yükselmesini
sağlayan kılıçtı.

Nasıl kıl payı kurtardığını düşünürken Shi Qing Xuan’ın kalbi hala hızla
atıyordu. “Şükürler olsun ki Ekselansları araya girdi, yoksa Hua Cheng
Lang Qian Qiu’nun kim bilir kaç parçasını kesecekti.”

Tuhaf olan ise yanlarındaki Lang Qian Qiu’nun hiç zarar görmemiş
olmasına rağmen yüz ifadesinin donuk olmasıydı, sanki ruhu bedeninden
ayrılmış gibiydi. “Qian Qiu?” Shi Qing Xuan seslenmeye devam etti. “Qian
Qiu iyi misin? Uyan! Neyin var? Görüşün geri dönmedi mi???”

Rüzgarın kuyruğunda ilerleyen ekip en sonunda cennete ulaştı. Çeke


sürükleye, Miraç Kapısından aceleyle geçtiler ve doğrudan İmparatorun
Salonuna koştular. Lang Ying salona giremezdi bu yüzden Xie Lian onu
küçük bir yan odaya koydu. Kimse görev başında gibi görünmüyordu, bu
yüzden iletişim rününden çağırdı. “Saygıdeğer mensuplardan burada olan
var mı? Lütfen herkes çabucak İmparatorun Salonuna gelsin! Acil bir
durum, yaralı bir cennet mensubu söz konusu!”

O bağırırken yanındaki Shi Qing Xuan da parmaklarını şıklatarak beyaz


cübbesine geri kavuşmuş ve yüz bin merit saçmıştı. “İki yaralı cennet
mensubu!”
Xie Lian aceleyle. “Bu kadar heyecanlanma Rüzgar Ustası. Sadece
konuşacağız, merit saçmaya gerek yok. Herkes zaten gelir.”

Shi Qing Xuan. “Hayır ekselansları. Merit saçmak konuşmaktan yüz kat
daha hızlıdır!”

Kısa bir süre sonra bir ses yükseldi. “Kim yaralandı?”

‘Kim’ kelimesi duyulduğunda ses hala çok uzaktaydı ama son heceler
söylendiğinde kişi önlerinde belirmişti ve o Feng Xin’di. Salona girdi ve
doğrudan Xie Lian’a baktı, ardından Lang Qian Qiu’ya, yüzü
tereddütlüydü.

Xie Lian. “Ben iyiyim, ancak Toprak Ustası ağır yaralı.”

“Ne olmuş yani?” bir başkası daha gelmişti. “Bunca cennet mensubu var.
Hepsi her bir devriyesinden sonra çizik almadan mı dönüyor sanki?”

Ses ağırbaşlı ve yumuşaktı ama kelimelerin kendisi son derece sertti. Mu


Qing gelmişti. Büyük Salonu geçti ve o da Xie Lian’a ve ardından Lang
Qian Qiu’ya baktı. Ancak onun yüz ifadesi Feng Xin’in tam tersiydi, tek
kaşını kaldırmış, sanki iyi bir gösteri olmasını umuyordu. Feng Xin’in Xie
Lian’ın kolunu kontrol etmek için yaklaştığını görünce o da Ming Yi’ye
ilerledi. “Bu Toprak Ustası mı?”

Bunlar yaşanırken pek çok cennet mensubu da salona gelmişti. Toprak


Ustası Yi her daim göze çarpmayan ve gözden uzak birisi olmuştu, bu
yüzden çoğu kişi bu cennet mensubunu ilk kez görüyordu ve onu meraklı
gözlerle izliyorlardı. Kalabalık şaşkındı, neden İmparatorun Salonuna

çağırıldıklarını bilmiyorlardı ama Rüzgar Ustası’nın meritlerini topladıktan


sonra gelip bir bakmaları şart olmuştu.

Xie Lian Feng Xin’e döndü. “Teşekkürler ama ben iyiyim. Kendiliğinden
iyileşir.”

Feng Xin de lafı uzatmamıştı. “Dikkatli ol.”


Xie Lian bir kez daha nazikçe teşekkür etti, ama arkasını döndüğünde Lang
Qian Qiu’nun onu donmuş

bir ifadeyle izlemekte olduğunu fark etti. “Ekselansları Tai Hua, sorun
nedir?”

Feng Xin de Lang Qian Qiu’da bir problem olduğunu fark etmişti, bu
yüzden sorguladı. “Ekselansları Tai Hua yaralandın mı?”

“Sanmıyorum. Bir bakalım.” Xie Lian elini uzatarak Lang Qian Qiu’nun
yüzüne uzandı. Ancak Lang Qian Qiu bir anda Xie Lian’ın bileğini
tutmuştu.

Lang Qian Qiu’nun yüzünde tereddüt vardı, sanki bir şey keşfetmiş ama
emin değilmiş gibi, ama gözlerindeki alevler yanmaya başlamıştı. Xie Lian
onun kollarından kendisine ulaşan öfkenin titremelerini hissedebiliyordu.

İzlemekte olan cennet mensupları da bu tuhaf durumu fark etmiş ve kendi


aralarında fısıldaşmaya başlamışlardı. Shi Qing Xuan ve Mu Qing aynı
anda ayağa kalkmışlardı ki Feng Xin konuştu.

“Ekselansları Tai Hua ne yapıyorsun?”

Lang Qian Qiu’nun dudakları en sonunda hareket etti. Sadece iki kelime
söyledi ama Xie Lian’ın tüm kanı çekilmişti.

“…Baş Rahip?” Lang Qian Qiu’nun dişleri sıkılıydı.

Xie Lian’ın gözbebekleri hafifçe küçüldü.

İzlemekte olan cennet mensuplarının yarısı olayı tahmin etmiş, diğer yarısı
ise hala şaşkın ve fısıldaşıyordu. “Ne Baş Rahibi? Baş Rahip kim?” Bazıları
ise olayı tam olarak anlamıştı.

Lang Qian Qiu Yong An’ın veliaht prensiydi ve onun zamanındaki Yong
An’ın Baş Rahibi İki Şeytani Usta’dan ikincisiydi: Baş Rahip Fang Xin.
Kimse onun gerçekte kim olduğunu bilmiyordu. Ama burada Lang Qian
Qiu, Xie Lian’ı yakalamış ve ona ‘Baş Rahip’ demişti, buna göre… Xie
Lian Yong An’a yıkımı getiren kötülük – Baş Rahip Fang Xin miydi?!
Ancak Xie Lian, Xian Le’nin veliaht prensiydi. Xian Le Krallığını ise Yong
An Krallığı yok etmişti, o zaman neden gidip Yong An’ın Baş Rahibi
olmuştu ki?

Prens Tai Hua iyimserliğiyle ve neşesiyle bilinirdi, asla akıl oyunlarına


başvurmaz ve kimse için işleri zorlaştırmazdı ve asla ama asla yüzünde
böyle bir ifade olmazdı; çaresizlik ve öfke, düşmanlık ve nefret.

Lang Qian Qiu’nun tutuşu ölümdü, nefesleri gittikçe daha da


keskinleşiyordu ve en sonunda gergin bir sesle tekrar konuştu. “Sen… Seni
kendi ellerimle öldürdüm. Seni o tabuta mühürledim. Sen… Baş

Rahip, sahiden insanları aldatmakta ustasın!”

Cennet adına. Görünüşe göre bugün büyük bir olay olmak üzereydi.

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 45: Kara Kalpli Baş Rahip Altın Yaldızlı Ziyafeti Kanla Yıkıyor
Feng Xin ikisine de en yakın olandı ve Xie Lian’a gizleyemediği bir
şaşkınlıkla baktı. Diğer yandan ise Mu Qing’in gözleri parlıyordu,
gizlenmiş bir şok, heyecanının katmanlarına gizlenmişti. Shi Qing Xuan,
Ming Yi’yi bırakarak konuştu. “Qian Qiu, bir şeyleri yanlış mı anladın?
Eğer ekselansları Baş Rahip Fang Xin olsaydı şu ana kadar onu nasıl
tanımazdın?”

Kenardan birinin sesi duyuldu. “Qing Xuan, bilmiyor musun? Efsanelere


göre Baş Rahip Fang Xin gururlu, gizemli ve soğuk biriydi. Her zaman
beyaz altından bir maske takarak gerçek yüzünü kimseye göstermezdi.
Ekselansları Tai Hua da onun gerçek kimliğini hiç öğrenmemiş olmalı.”

Konuşan kollarını bağlamış kenarda oturuyordu. Bu kişi Pei Ming’di.


Yüzünü görmek bile Shi Qing Xuan’ın sinirlerini bozulmasına neden
olmuştu. Fırçasını salladı. “Eğer durum böyleyse o zaman kimse Baş Rahip
Fang Xin’in nasıl göründüğünü görmemiş olmalı. Neden General Pei,
ekselansları Xian Le’nın Baş Rahip Fang Xin olduğu kesinmiş gibi
konuşuyor?”

Hareket halindeyken Shi Qing Xuan ve Xie Lian saçma ve gülünçtüler


ancak üst cennete geldiklerinde değişip sakin, temkinli ve itinalı bir hal
almışlardı. Tam o anda kar beyazı bir siluet arka odalardan belirdi.

Oraya vardığı anda herkes sakinleşmişti. Sohbet eden, fısıldaşan tanrıların


hepsi oldukları yerde kalıp konuşmayı bırakarak eğilmişlerdi. “Majesteleri.”

Jun Wu elini hafifçe kaldırmış ve herkes tekrar doğrulmuştu. Kasten Xie


Lian’ın yanından yürümüş ve sağ omzuna hafifçe dokunmuştu. Kolundan
damlayan taze kan bu dokunuştan sonra anında kesilmişti.

Ming Yi’yi bir süre inceledikten sonra Jun Wu belirtti. “Önemli bir şey
değil. Toprak Ustasını kontrol edin.”

Bununla birlikte dört meşhur iyileştirici tanrı gelip Ming Yi’yi kaldırdı ve
götürdü. Shi Qing Xuan da arkalarından gitmek istiyormuş gibi
görünüyordu ancak Savaş Tanrılarının Salonundaki o anki gerginlikten
dolayı endişeli hissediyordu ve sonunda takip etmemeye karar verdi.

Ellerini arkasında bağlamış olan Jun Wu tahtına çıktıktan sonra tekrar


konuştu. “Söyleyin bana. Biraz önce neler oldu? Neden Tai Hua, Xian Le’yı
bırakmıyor ve neden Xian Le kafasını eğiyor?”

Lang Qian Qiu, Xie Lian’a bakış attı. Sessiz olduğunu görünce cennet
mensuplarıyla çevrili olduklarından kaçacağından korkmasına gerek
olmadığını düşündü ve böylece elini bırakarak Jun Wu’ya dönüp eğildi.
“Yüce Tanrı, birkaç yüzyıl önce bu adam ismini Fan Xin’e değiştirerek
benim ailemi katletti ve krallığıma yıkım getirdi. Düello talep ediyor ve
lordumun şahit olmasını umuyorum.”

Savaş Tanrılarının Salonunda Fang Xin’in ismini hiç duymamış olanlar bile
hemen iletişim rününe girerek ismi araştırmışlardı. Ortaya çıkan şey
büyüleyici bir hikayeydi. Neyse ki Ling Wen herkesin sorularını
cevaplamak için oradaydı: “Baş Rahip Fang Xin, Yong An’ın veliaht prensi
Lang Qian Qiu’nun kurtarıcısı ve öğretmeniydi. Yong An Kraliyetinin Altın
Yaldızlı Ziyafetini kanla yıkadı ve adı kötüye çıkmış olan kan banyosu
yüzünden İki Şeytani Usta’dan biri olarak adlandırıldı.”

“Altın Yaldızlı Ziyafet neydi?” Shi Qing Xuan sordu.

“Rüzgar Ustası,” Ling Wen cevapladı. “Altın Yaldızlı Ziyafet, Xian Le


soylularından geçen ilk gelenek ve isminin böyle olmasının nedeni her sofra
takımı, kap, kupa ve araç gerecin en yüksek seviye altından yapılıp ince bir
güzelliğe sahip ve gösterişli olması.

“Krallık kurulduktan hemen sonra dünyaya eski krallığın aşırı kültürlerini


takip etmeyip tüm dikkatlerini halka vereceklerini duyurdular. Ancak birkaç
on yıl sonra eski günler geri döndü, o aşırı gelenek de dahil.”

Ling Wen devam etti. “Yong An’ın veliaht prensinin on yedinci doğum
gününün gecesinde saray kutlama için bir Altın Yaldızlı Ziyafet düzenledi.
Baş Rahip Fang Xin… O ziyafette, elinde bir kılıçla, katılmış olan her
kraliyet hanedanı üyesini katletti.”

Altın kadehler devrilmiş ve kan, şarap gibi dökülmüştü.

“Sadece Yong An’ın veliaht prensi ziyafete geç vardığı için kurtulabildi.
Yoksa o da yok olmuş olurdu.”

Bu hükümet darbesi Yong An’ın binasına yönelikti, insanların kalbini


kazanmış ve çok çalışan Lang Qian Qiu’ya değil. O zaman isyan
kaçınılmaz olurdu. Kaosun son bulması çok zor olmuştu ve hemen ardından
Yong An Krallığı kaçak katili bulanlara bir ödül vereceğini söylemişti. En
sonunda yakalandığında, Lang Qian Qiu kötü Baş Rahip Fang Xin’i kendi
elleriyle öldürüp cesedini üç katmanlı bir tabuta kapattıktan sonra tabutu
yer altına mühürlemişti.

Ancak krallığın kökleri oldukça büyük bir şekilde zarar görmüştü. Ardından
başka bir klan tarafından kaçınılmaz sonunun getirilmesi uzun sürmemişti.

Lang Qian Qiu, Xie Lian’a baktı. “Hiçbir zaman neden yaptığını
anlamadım. Bizi tahtta görmeye dayanamadığını söylemiştin fakat
inanmamış ve hiçbir zaman senin bizim yerimizi almak için krallığı
yıkacağını düşünmemiştim. Ancak artık sonunda nedenini biliyorum.”

Tanrıların gözleri şaşkınlıkla büyümüştü, birbirleriyle konuşuyorlardı.

“Bu intikam!”

“Başka bir şey olamaz! Xian Le Krallığı düştü, o yüzden onun da Yong
An’ı da mahvetmesi gerekiyordu. Yong An asil ebeveynlerini öldürdü, o
yüzden onun da Yong An veliaht prensinin ebeveynlerini öldürmesi
gerekiyordu. Göze göz. Saf bir intikam!”

“Fakat Xian Le’yı silenler Lang Qian Qiu’nun neslinden değildi, bu öfke
anlamsız…”

“Ve ben de burada üç diyarın maskarasının bir salak olduğunu


düşünüyordum, aslında çok saldırgan biriymiş. Düşmanın eyaletine Baş
Rahip diye girmek ve tek seferde tüm Krallığı katletmek.

İnanılmaz…”

Xie Lian, Jun Wu’nun gözlerini üzerinde hissedebiliyordu ve kendi


gözlerini kapattı. Jun Wu’nun konuştuğunu duydu. “Tai Hua, kesin olarak
Xian Le’nin Baş Rahip olduğuna inanıyorsun ama kanıtın var mı?”

“Baş Rahip Fang Xin bana kılıç kullanmayı öğretendi; nasıl onu harekete
geçtiği an tanımayayım?”

Lang Qian Qiu cevapladı.

Dedikodular akıntı gibi döküldü.

“Her şeyi alt üst etmesi sorun değil ama veliaht prense kılıç öğretmek biraz
aşırıya kaçmıyor mu?”

“Üçüncü yükselişinden sonra bir kez bile kılıca dokunduğunu


görmememize şaşamamalı. Kuyruğunu göstermekten korkuyor.”
Lang Qian Qiu belirtti. “Bu sefer Hayalet Şehrine gittim ve Çiçeğe Uzanan
Kan Yağmuru’yla dövüştüm…”

Hayalet Şehri ve Hua Cheng’den bahsettiği anda birçok tanrı yeniden


korkudan titremeye başlamıştı.

Ancak Lang Qian Qiu devam etti. “On iki yaşındayken bir keresinde
gezintiye çıktığımda kaçırılmıştım.

Kaçıranlar beni sokaklara sürükledi ve muhafızlara yakalandıklarında


dalaşmaya başladılar. Bir sokak sanatçısı da olaylara katılmıştı. Yaralı
olmasına rağmen kavgaya bir ağaç dalıyla engel olup birkaç savuruşta
kolayca beni kurtardı.”

Kaçıranlar ve muhafızlar çok büyük yaralar almışlardı ve beni saraya kadar


götüren o sokak sanatçısıydı. Büyük minnettarlıktan dolayı majesteleri
babam ve kraliçe annem onu gayretli bir şekilde sarayda tutmaya
çalıştıklarında kılıç yeteneklerini keşfettiler. Böylece Baş Rahip olmaya
çağrılmıştı. Bana kılıcın kullanım yollarını beş sene boyunca öğretti. Onun
stilini oldukça aşinayım, nasıl yanılabilirim?”

“Ekselansları Tai Hua,” Mu Qing hafifçe konuştu. “Gördüklerinin bir


gölgeden başka bir şey olmadığını söylüyorsun ve senin dışında gören
kimse yok. Yani bunların hepsi sadece senin sözlerin.”

Mu Qing’in dedikleri Xie Lian’ın yararınaymış gibi duyuluyordu ancak


aslında daha karmaşıktı. Çoktan Lang Qian Qiu’nun bu meseleyi
bırakmayacağını görmüştü. Onu ne kadar çok sorgularsa kendini o kadar
çok kanıtlayacaktı ve bu da Xie Lian’a en küçük bir şekilde yardım bile
etmeyecekti. Beklenildiği gibi Lang Qian Qiu sordu. “Pekala. Bana bir kılıç
getirin!”

Salonda kılıç taşıyan birçok savaş tanrısı vardı ve dediklerini duyunca


hemen bir kılıç ona doğru atılmıştı. Lang Qian Qiu onu yakaladı ve Xie
Lian’a doğru zorlayarak uzattı. “Al. Şimdi kendimizi tutmadan düello
yapacağız, her şeyimizi kullanacağız. Aynı stilimiz olup olmadığını ve bana
senin öğretmiş olup olmadığını göreceğiz!”
Herkes Savaş Tanrılarının Salonunda düello yapılmasını gereksiz buluyordu
ancak Altın Yaldızlı Ziyafet ve bir veliaht prensin tüm ailesinin
soğukkanlılıkla öldürülmesiyle neden ajite olmuş olduğunu
anlayabiliyorlardı. Xie Lian’ın yarası hala Shi Qing Xuan’ın aklından
çıkmamıştı ve konuştu. “Qian Qiu, ekselansları Hua Cheng’ın saldırısını
senin için engelledi ve böylece sağ kolunu yaraladı. Bu şekilde seninle nasıl
bir düello yapabilir?”

Bunu duyunca Lang Qian Qiu aniden sol avcunu uzatarak ağır bir şekilde
kendi sağ koluna vurdu.

Yüksek bir kırık sesinin ardından tüm sağ kolundan omzuna kadar kan
sıçramıştı. Hızlıca kanıyordu ve gevşekçe duruyordu. Ağır bir yara olup
olmadığını kontrol etmeye gerek yoktu, herkes şok olmuştu.

Xie Lian da şaşırmıştı ve bakışlarını kaldırdı. “Ne yapıyorsun?”

“Rüzgar Ustası haklı.” Lang Qian Qiu cevapladı. “Beni kurtarmak için
kolun yaralandı ve bende sana bir kol geri veriyorum. Ancak beni
kurtarman ayrı bir şey, tüm klanımı öldürmen ise reddedilemez gerçek. Bir
usta olduğunu ve yeteneklerin azalmadan iki elinle de kılıç kullanabildiğini
biliyorum. Sol ellerimizi kullanarak düello yapacağız. Erkeksen kılıcı al.”

Xie Lian kılıca baktı, ardından ona baktı. Sonunda yavaşça kafasını salladı.
“Yıllar önce tekrar kılıçla öldürmeyeceğime dair yemin ettim.”

Bu sözlerle Lang Qian Qiu ziyafete vardığı geceyi hatırladı. Siyah giyinmiş
adamın ebeveynlerinin ölü bedenlerinden uzun bir kılıç çıkardığı sahneyi ve
gözlerinin delilikle kırmızılaştığını, sağ elindeki kılıcın sıkı tutuşundan
sallanarak çatırdayan bir ses çıkarmasını. Shi Qing Xuan saçağını tekrar
salladı ve kılıcın etrafına onu aşağıda tutmak için sardı. “Bence burada bir
çeşit yanlış anlaşılma olabilirdi. Eğer o Baş Rahip Fang Xin hep bir maske
takıyorsa o zaman herkes onun kılığına girip öldürebilir. Yüce Tanrı ne
düşünüyor?”

Herkesin bakışları yeşim tahta döndü.

“Xian Le.” Jun Wu konuştu.


“Evet, Lordum.” Xie Lian kafasını eğdi.

“Tai Hua’nın suçlamalarını kabul ediyor musun?”

Xie Lian cevapladı. “Ediyorum.”

“Ediyorum” kelimesi donmuş bir tonda söylenmişti, Xie Lian’ın her


zamanki konuşma şekli gibi değildi.

Feng Xin, Mu Qing ve Shi Qing Xuan’ın yüzleri düştü.

Jun Wu kafasını sallayıp sordu. “Altın Yaldızlı Ziyafete kan döken Baş
Rahip Fang Xin – sen miydin?”

Kısa bir sessizliğin ardından Xie Lian kafasını kaldırdı. Kararlıydı. “Bu
doğru. Bendim!”

Sözlerinin geri dönüşü yoktu. “Yani itiraf ediyorsun. Çok güzel.” Lang Qian
Qiu dedi.

Daha önce bahsedildiği gibi üst cennette ellerinde ölümlü kanı olan sayısız
tanrı vardı. Ancak doğrusunu söylemek gerekirse kan davası bu raddeye
gelen fazlası yoktu. Bu, ölümlülerin ailelerinde Lang Qian Qiu gibi
yükselip cennette adalet arayacak biri olmadığından olabilirdi.

Pei Su’yu koruyan General Pei vardı ancak sonunda geçici sürgünden
kaçamamıştı. Xie Lian’ın arkasında ise kimse yoktu. Artık her şey Jun
Wu’nun hala geçmişlerine değer verip onu koruyacak kalbe sahip olup
olmamasına bağlıydı.

Yine de hala birçoğu Jun Wu’nun Xie Lian’a karşı olan düşüncelerini
anlayamıyordu. İlk yükselişinde Xian Le’nin Veliaht Prens’i tabii ki de tam
bir iyilikle muamele edilmişti; ikinci yükselişinde ikisinin büyük bir
kavgası olmuştu ve hatta Xie Lian yenilmeden önce Jun Wu’yu birkaç kere
bıçaklamıştı; üçüncü yükselişinde eski tartışmalar unutulmuş, birbirleriyle
barışık olmuşlardı. Jun Wu, Xie Lian için cennet başkentinin en güzel
yerinde bir saray bile inşa etmişti. Anlaşılması gerçekten de güçtü. O
yüzden herkesin kulakları dikkatliydi, istekli bir şekilde lordun nasıl Xie
Lian’ı cezalandıracağını duymayı bekliyorlardı.

Ancak Jun Wu’nun kararını açıklamaya şansı olmadan Xie Lian konuştu.
“Xian Le’nin haddini bilmez bir isteği var.”

“Nedir?” Jun Wu yanıtladı.

“Alçakça Lord’umun tanrılığımı kaldırmasını ve beni ölümlü diyara sürgün


etmesini istiyorum.” Dedi Xie Lian.

Bazı tanrılar afallamıştı ve aynı zamanda hayrete düşmüşlerdi. Tabii ki de


kimse sürgün edilmek istemezdi, yükselmek kolay değildi. Sadece düşmek
için o kadar çok çalışıp tırmanmak, düşüncesi bile hüzünlüydü. Düpedüz bir
şekilde Jun Wu’dan sürgün etmesini istemeye cüret etmek, birçoğu
yapamazdı. Bazı tanrılar ise çok bir şey olduğunu düşünmüyorlardı.
Sonuçta bu noktada ölümüne dövüşmektense geri çekilmek daha iyiydi. Xie
Lian zaten iki kere sürgün edilmişti; üçüncü bir sefer muhtemelen ona bir
şey anlam etmiyordu ve belki buna alışmıştı bile.

Diğer yandan Lang Qian Qiu ise itiraf etti. “Kendini sürgün etmene
ihtiyacım yok. Yükselmen yetenekli olduğun için. Sadece düello
istiyorum.”

“Seninle dövüşmek istemiyorum.” Xie Lian cevapladı.

“Neden?” diye bağırdı Lang Qian Qiu. “Sanki daha önce hiç dövüştük.
Ölüm ya da kalım, sonucu fark etmez, sadece bunu bitirelim!”

Xie Lian açıkça konuştu. “Nedeni yok. Benimle dövüşürsen kesinlikle


öleceksin.”

Çevirmen: Kae

Bölüm 46: Sinirli Nan Yang, Xuan Zhen’le İlk Dövüş


Çok düşünülmeden söylenmiş bir ifade olsa da etraftaki herkesin derin bir
nefes almasına neden olmuştu. Herkesin aklından geçenler benzerdi: sen
güçsüz bir çöp tanrısından daha fazlası değilsin, nasıl seninle dövüşürse
kesinlikle öleceğini Lang Qian Qiu’ya, Doğu’nun savaş tanrısına,
söyleyecek kadar utanmaz olabilirsin? Ne kendini beğenmişlik! Sanki Lang
Qian Qiu’ya savaşmak ona yakışmazmış gibi sürgün edilmeyi istemişti.
Tamamen saçmalık.

Ancak Lang Qian Qiu kelimelerinin hiçte abartı olduğunu düşünmüyordu.


“Ölüm veya kalım fark etmez dedim! Beni kolayca bırakmana da ihtiyacım
yok!”

Xie Lian onu görmezden geldi ve yeniden Jun Wu’ya isteğini söyledi.
“Lordumun beni aşağı diyara sürmesi için dua ediyorum.”

Shi Qing Xuan aniden kolunu kaldırdı. “Bekleyin! Söyleyeceklerim


bitmedi!”

Jun Wu. “Konuş, Rüzgar Ustası.”

“Buradaki herkes ekselansları Xie Lian’ın, Yong An Krallığında intikam


için kan döktüğünü düşünüyormuş gibi görünüyor. Ancak intikam içinse,
neden Yong An’ın veliaht prensi ekselansları Tai Hua’nın gitmesine izin
verdi? Mantıken intikam alan kişinin en çok yok etmek isteyeceği veliaht
prensin kendisi olmalıydı, yanlış mıyım?”

Bu detay kimsenin aklından geçmemiş değildi fakat sesli bir şekilde ifade
etmenin gerekli olmadığını düşünmüşlerdi. Şimdi Rüzgar Ustası söylemiş
olduğuna göre, bazıları katılarak başlarını salladılar. Shi Qing Xuan devam
etti. “Ekselansları ve ben birbirimizi uzun zamandır tanımıyoruz ancak ben
kendi gözlerimle eğri kılıç E-Ming’le ekselansları Tai Hua’yı korumak için
doğrudan savaştığını gördüm. Qian Qiu, eğer Yong An Krallığına karşı
nefret besleseydi, neden seni kendi isteğiyle orada korudu?”

Xie Lian’ın E-Ming’le doğrudan yüzleştiğini duyunca Feng Xin ve Mu


Qing’in ikisi de ona baktı. Etrafta fısıldaşanlar vardı: “Belki de sadece suçlu
hissediyordur.” Ancak Shi Qing Xuan hemen belirtmek için sesini yükseltti.
“O kara talihin silahı; lanetlenmiş kılıç! YANİ! Bence tüm bunlar oldukça
şüpheli!”

“Ekselanslarının Rüzgar Ustası’yla olan arkadaşlığı sayesinde koruma


kazanması oldukça üzücü.” Pei Ming araya girmişti. “Bizim Küçük
Pei’mizin o kadar şanlı olmaması çok kötü.”

“General Pei, suyu bulandırma.” Shi Qing Xuan cevapladı. “Küçük Pei’in
durumu bununla aynı sayılır mı? Onun suç işlediğini kendi gözlerimle
gördüm ve o söz konusu suçları kabulünü kendi kulaklarımla duydum.”

“O zaman bugünküyle aynı değil mi?” Pei Ming karşı çıktı. “Ekselansları
Tai Hua onun suç işlediğini gördü ve o söz konusu suçları itiraf ettiğini
kendi kulaklarıyla duydu. Nasıl farklı oluyor?”

Shi Qing Xuan sinirlerdi ve geri tartışacaktı ki Xie Lian onu tuttu. “Rüzgar
Ustası, teşekkür ederim, sana borçluyum. Ama bunu kafana takma lütfen.”

Shi Qing Xuan’ın Pei Ming’e verecek iyi bir cevabı hala yoktu. Bu yüzden
sadece onu işaret etti fakat ağzından hiçbir kelime çıkmadı.

En sonunda Jun Wu konuşmuştu, tonu sakindi. “Herkes, lütfen sakin olun.”

Sesi özellikle yüksek değildi, oldukça huzurluydu ancak Savaş Tanrılarının


Salonundaki herkes kelimeleri açıkça duymuştu ve yerlerine geri çekildiler.
Salon sessizleşince Jun Wu tekrar konuştu.

“Tai Hua, hareketlerin her zaman düşüncesiz oldu. Eğer bir durum ortaya
çıkarsa kişi acele

etmemelidir; sakince dinlemeli, düşünmeli ve tüm hikayeyi bildikten sonra


değerlendirme yapmalıdır.”

Lang Qian Qiu azarı önemseyerek başını eğdi. Jun Wu devam etti. “Xian Le
bize tüm hikayeyi anlatmayı reddediyor, bu yüzden sürgün isteği
reddedilmiştir. Xian Le sarayında gözaltında tutulacak ve sonrasında ben
bizzat onu kendim sorgulayacağım. O zamana kadar ikiniz
görüşmemelisiniz.”
Bu kimsenin beklemediği bir sonuçtu.

Jun Wu gerçekten de Xie Lian’ı, hiç tapınağı, inananı ve meriti olmayan üç


diyarın maskarasını, korumuştu!

Lang Qian Qiu, doğuyu yöneten bir savaş tanrısıydı; eğer bu yargıdan
memnun olmazsa, oldukça yanlış bir seçim olurdu! Bütün bunlara rağmen
Jun Wu, Xie Lian’ı korumayı seçmişti… Bu onun hala gözde olduğu
anlamına mı geliyordu?!

Birçok cennet mensubu artık rüzgarın hangi yönde estiğini görmüşlerdi ve


içlerinde bundan sonra açıkça ‘üç diyarın maskarası’ kelimelerinden
bahsetmemeye karar verdiler. Shi Qing Xuan rahatlayarak nefesini verdi ve
yüksek sesle Jun Wu’yu bilgeliği için övdü. Diğer yandan Lang Qian Qiu
ise dikkatle Xie Lian’a bakıyordu. “Yüce Tanrı neyi sorgulamak istiyorsa
sorgulasın fakat sonuç ne olursa olsun onunla düello yapacağım!”

Bununla beraber Lang Qian Qiu, Jun Wu’nun önünde eğildikten sonra
dönüp salonu terk etti. Jun Wu elini salladı ve birkaç cennet mensubu Xie
Lian’ı götürmek için öne çıktılar. Shi Qing Xuan’ın önünden geçerken Xie
Lian yumuşak bir sesle konuştu. “Rüzgar Ustası, her şey için teşekkürler.
Ama eğer bana yardım etmek istiyorsan, benim için daha fazla konuşma.
Ancak yapman için iki şey rica edebilir miyim?”

Shi Qing Xuan hala Zevk Köşkü’nü yakıp yıkan alevleri körüklediği için
kötü hissediyordu ve samimiyetle Xie Lian’ın ondan herhangi bir şeyi
istemesini diliyordu. “Neye ihtiyacın varsa.”

Xie Lian. “Lütfen yan odaya yerleştirdiğim çocuğa iyi bak.”

Shi Qing Xuan. “Yapamayacağım bir şey değil! İkincisi ne?”

“Eğer General Pei gelecekte Ban Yue için işleri hala zorlaştırmak isterse
lütfen Ban Yue’ye yardım et.”

“Tabii ki de.” Shi Qing Xuan cevapladı. “Pei Ming’e izin vermeyeceğim.
Ban Yue nerede?”
“Puji Manastırımda, onu küçük bir turşu kavanozuna sakladım. Eğer
zamanın varsa arada onu havalandır.”

“…”

Rüzgâr Ustasına teşekkür ettikten sonra iki cennet mensubu Xie Lian’ı Xian
Le Sarayının önüne getirdikten sonra nazikçe izin istediler.

“Nezaketiniz için teşekkürler.” Xie Lian hafifçe kafasını eğdi.

Ön kapılardan içeri girdikten sonra onları arkasından kapattı. Etrafına


baktığından beklenildiği gibi sadece görünüşünün ustaca olmadığını, tüm
binaların önceki sarayındakilerin tıpatıp aynısı olduğunu fark etti. Geçen
sefer yakınlardan geçerken içine gitmemişti, ilk seferinin tutuklanma
yüzünden olacağını asla tahmin edemezdi. Bu pekte iyi işaret değildi.

Ancak geçen günlerde yaşadığı onca heyecan verici olaydan sonra ruhen
yorulmuştu ve hemen yerde uyuya kaldı.

Rüyasında birçok şey gördü.

Gözleri kapalı bir şekilde meditasyon yapıyormuş gibi görünüyordu.


Gözlerini kırparak açtığında bir masanın önünde bağdaş kurmuş olduğunu
fark etti. Siyah kıyafetleri katmanlar halinde etrafındaki zeminde
dağılıyordu ve yüzünde soğuk, ağır bir maske vardı.

Başını eğdiğinde önünde masanın üzerinde yayılmış genç bir erkek çocuğu
olduğunu gördü. On dört on beş yaşlarındaydı ve kıyafetleri dikkat
çekiciydi. Formu hayatla doluydu fakat uykuya dalmıştı.

Kafasını sallayarak oraya doğru yürüdü. Hafifçe eğildi ve masaya vurdu.


“Prens hazretleri.”

Belki maskenin soğukluğundandı ama sesi de soğuktu. Erkek çocuğu


sonunda uyanmıştı. Kafasını kaldırıp onu gördüğünde hemen korkuyla dik
bir şekilde oturmaya başladı. “B- B- B- Baş Rahip!!!!”

Konuştu: “Tekrar uyuyakaldınız. Etik Yazıtını ceza olarak on kere


kopyalayın.”
Veliaht dehşetle bağırdı: “Usta, lütfen! Neden ceza olarak benden sarayın
etrafında on tur koşmamı istemiyorsun?”

“Yirmi kere kopyalayın. Şimdi yapın ve güzel bir şekilde yazın.”

Veliaht prens ondan korkuyormuş gibi gözüküyordu ve düzgünce oturup


yazmaya başladı. Böylece eski yerine dönerek meditasyon yapmaya devam
etti.

Gerçeği söylemek gerekirse saraydaki herkes ondan birazcık korkuyordu.


Bu uzaklık hissi ve baskıcı güç onun tarafında kasıtlı olarak yaratılmıştı.

Lakin bu veliaht prens çok gençti, öyle bir korkuyu çok uzun süre boyunca
hissedemezdi. Yazıtı kopyalamaya başlamasının ardından çok geçmeden
seslendi. “Usta!”

Elindeki kitabı indirdi. “Ne oldu?”

“Bana geçen sefer öğrettiğin kılıç tekniklerinde geliştim. Yeni bir teknik
öğretmenin zamanı gelmedi mi?”

“Pekala. Ne öğrenmek istiyorsunuz?”

“Beni kurtarmak için kullandığın tekniği öğrenmek istiyorum!” Veliaht


Prens belirtti.

Bir süre düşündükten sonra konuştu. “O mu? Olmaz.”

“Neden?” Veliaht Prens sordu.

Baş Rahip açıkladı. “O teknik kullanışsız. En azından sizin


pozisyonunuzdaki biri için uygun değil.”

Veliaht Prens anlamamıştı. “Nasıl kullanışsız olur? İki kişinin gücünü


dağıtmak için tek bir kılıç kullanmak! Beni o teknikle kurtardın.’”

Veliaht Prensin anlamıyor olması normaldi. “Prens hazretleri, bir soru


sormama izin verin.”
“Sor!”

“İki kişi var, gözleri açlıkla kıpkırmızı. Birbirlerinin yemeklerini çalmak


için kavga ediyorlar. Üçüncü biri daha gelip kavgayı durdurmak istiyor.
Böyle bir durumda kelimelerin etkili olacağını düşünüyor musunuz?”

“…Hayır, bir işe yaramaz. Sadece yemek istiyorlar, değil mi?”

“Bu doğru. Problem kökten çözülmediği için kimse kimsenin gerekçesini


dinlemez. Bu yüzden bu üçüncü kişinin kavgayı durdurabilmesi için onlara
istediklerini vermesi gerekir. Kendi yemeğini.”

Veliaht Prens anlamış ama anlamamış gibi gözüküyordu.

Devam etti. “Mantığı aynı. Bir kılıç kınından çekildiği anda birinin
yaralanacağını anlamanız gerekir.

Güç ortaya çıktığında geri alınması gereken bir şeyler olacaktır.

“Bu yüzden iki kılıcın gücünü yaydığımı söylemeniz doğru değil. Hiçbir
şey dağılmadı; saldırılarını ben üstlendim. Bir saldırıyı kendini inciterek
engellemek aptalca bir tekniktir ve sadece başka alternatifler olmadığı
zamanlarda kullanılmalıdır.

“Siz saygın bir veliaht prenssiniz. Böyle bir şeyin size yararı olmaz.”

Veliaht Prens yazıtı kopyalamaya devam etti ancak bir sürenin ardından
düşünceleriyle yüzü düştü.

Baş Rahip sordu: “Başka sorularınız var mıydı?”

Bir süre kararsız kaldıktan sonra Veliaht Prens konuştu. “Bir tane. Usta,
eğer üçüncü kişinin yeterli yiyeceği yoksa ne yapılmalı?”

“…”

Veliaht Prens devam etti. “Eğer ikisinin yemeği varsa ama daha fazla
istedikleri için açgözlülükle daha şiddetli kavga ediyorlarsa ve üçüncü
kişinin de yemeğini arıyorlarsa o zaman ne yapılmalı?”
“Sizce?” sordu.

Veliaht Prens düşündü ve cevapladı. “Bilmiyorum… Belki en başından beri


olaya karışmamalıydı.”

Büyük Salon altındandı. Her şey altındandı. Ancak, o anda, hepsi kırmızıya
dönmüştü.

Her altın ziyafet masasına bir kişi uzanmıştı. Boyunları parçalanmış,


ölümleri trajik olmuştu.

Kılıcı tutan el durmadan titriyordu. Görkemli kral kanlarla kaplanmış,


gözleri acı ve nefretle dolmuştu.

Ayağının yanında kraliçenin ölü bedeni duruyordu.

Bir elinde kılıcı varken birbiri ardına adımlar attı ve oraya gitti. Kral
kafasını kaldırıp onu gördüğünde şaşkına dönmüştü. “Baş Rahip? Sen…?!”

Buz gibi acımasız kılıç sertçe saplandı.

Tam o anda bir şeyi hissetmesiyle hemen kafasını çevirmişti. Genç Veliaht
Prens dış kapının oradaydı, muhafızların cesetlerinin ortasında duruyordu.

Oğlanın gözleri boştu, sanki gerçek mi rüya mı olduğunu merak ediyordu.


Adım attığında neredeyse eşiğe takılıp düşüyordu, aklını yitirmişti.

Kılıcını geri çekti; kan siyah elbiselerine döküldü.

Veliaht Prens eşiğe takılmamıştı ancak yerdeki ölü cesetlere takıldı. Kralın
bedenine koşarak yaklaştı, sesi sonunda dönmüştü. “Baba!? Anne!?”

Ancak Kral bir daha asla konuşmayacaktı. Veliaht Prens onu sallamasına
rağmen uyandırmadı ve delirmişçesine başını ona doğru döndürdü, gözleri
açılmıştı. “Usta! Ne yapıyorsun? NE YAPTIN?! BAŞ
RAHİP!!!”

Duygudan yoksun ses duyulmadan önce uzun bir süre geçmesi gerekmişti –

“Hepiniz hak ettiniz.”

Xie Lian iyi uyamamıştı ve irkilerek uyandı.

Uykulu bir şekilde gözlerini ovdu ve aslında o kadar uzun süre uymamış
olduğu fark etti. Güzel rüyalar da görmemişti. Neyse ki göğsündeki bir şey
onu dürterek uyandırmıştı. Bir süre oturdu, biraz aradıktan sonra
kıyafetlerinde bir şey buldu. Avcunu açtı ve iki zarı ortaya çıkardı, Zevk
Köşkü’ndekilerin aynısıydı.

Kırmızı bir deniz fark etmeden aklına doldu. Sahne bulanıktı ancak o
kıpkırmızı siluet gün kadar açıktı, kırmızı denizin ortasında hareket
etmeden onu izliyordu. Xie Lian iç çekti. “San Lang’ın Zevk Köşkü’nün ne
kadarı kaldı acaba. Eğer bu sefer tekrar sürgün edilirsem ne kadar hurda
satmam gerekecek ve ona ne kadar sürede geri ödeyebilirim kim bilir… On
yıllar, yüz yıllar, belki aksine tüm hayatımla ödeyeceğim.”

Xie Lian zarlara biraz baktıktan sonra ellerini kapattı ve onları avuçlarında
sallayarak yere attı. Zarlar durmadan önce yerde tıngırdayarak döndü.

Beklenildiği gibi Hua Cheng’den ödünç aldığı tüm şansı kullanmıştı. Tekrar
iki tane altı yuvarlamayı umut ediyordu ancak sadece bir bir gelmişti.

Xie Lian gülmeden edemedi, kafasını salladı ve aniden arkasından gelen


ayak seslerini duydu. Hemen kendini toparlayarak zarları ve gülümsemesini
ortadan kaldırdı.

Ayak sesleri Jun Wu’ya aitmiş gibi değildi. Jun Wu derin bir kesinlikle
yürürdü, acelesizdi. Hua Cheng kaygısız, genelde tembelce, fakat kendine
güvenen bir havayla yürürdü ve ikisi kesinlikle tıpa tıp aynıydı. Ancak bu
ayak sesleri biraz daha hafifti. Xie Lian kafasını döndürdüğünde şaşırmıştı.
“Sen.”
Önündeki kişi siyah giyiyordu, açık tenliydi ve ince dudakları vardı.
Umursamaz bir ifade takınıyordu, havalı bile sayılabilirdi. Bir savaş
tanrısından daha çok bir literatür tanrısı gibi gözüküyordu. Mu Qing’den
başka kim olabilirdi?

Xie Lian’ın şaşırmış ifadesini görünce kaşlarını kaldırdı. “Kim olmasını


bekliyordun? Feng Xin mi?”

Cevabı beklemeden siyah elbiselerini kaldırdı ve kapının eşiğini geçti.


“Feng Xin muhtemelen hiç gelmeyecek.”

“Burada ne yapıyorsun?” Xie Lian sordu.

“Yüce Tanrı seni gözaltını aldı ve ekselansları Tai Hua’nın gelmesine izin
vermiyor. Ama benim gelemeyeceğimi söylemedi.” Dedi Mu Qing.

Xie Lian’ın sorusunu cevaplamakla uğraşmamıştı. Her neyse. Xie Lian da


zaten merak etmiyordu ve daha fazlasını sormadı. Mu Qing yeni inşa
edilmiş Xian Le Sarayında etrafa baktı, gözleri Xie Lian’ın üzerine indi.
Biraz düşündükten sonra aniden ona bir şey fırlattı. Mavi gölge havada
parladı; Xie Lian sol eliyle yakalamıştı ve avcunu açtığında küçük mavi
porselen bir şişe olduğunu fark etti.

İlaç şişesiydi. Mu Qing duygusuz bir şekilde konuştu. “Sağ kolunu öyle
kanlı bir şekilde etrafta sürüklemen çok iyi gözükmüyor.”

Xie Lian şişeyi tuttu ama kıpırdamadı, aksine Mu Qing’i fark ederek
izlemeye başladı.

Üçüncü yükselişinden sonra Mu Qing’in ona davranışını sadece tek bir


kelime anlatabilirdi: garip. Her zaman Xie Lian’ın üçüncü kez
sepetlenmesini ve böylece alaylı yorumlarını yapabilmeyi bekliyormuş

gibiydi. Ancak şimdi Xie Lian gerçekten de üçüncü kez sepetlenebilirdi ve


aniden arkadaş canlısı bir halde gelip ona ilaç bile hediye etmişti.
Davranışındaki yüz seksen derece dönüş sahiden de Xie Lian’ın biraz garip
hissetmesine neden oluyordu.
Xie Lian’ın kıpırdamadığını görünce Mu Qing hafifçe sırıttı. “İstiyorsan
kullan. Her halükarda başka kimse gelmeyecek.”

Neşesiz bir gülümseme değildi; oldukça iyi hissediyor olduğu belliydi. Xie
Lian sağ kolunda acı hissetmiyor olsa da yaralarını öylesine bırakması için
bir neden yoktu. Jun Wu’nun dokunuşu hızlı bir düzeltişti ancak tedavi
etmek daha iyiydi. Böylece küçük mavi şişeyi açtı ve dikkatsizce
içindekileri koluna dökmeye başladı. Şişeden çıkan ne toz ne de haptı,
aksine açık mavi bir dumandı. Duman delice dalgalandı ve kolunu sardı.
Kokusu taze ve canlandırıcıydı. Kesinlikle kaliteli bir maddeydi.

Mu Qing aniden sordu. “Lang Qian Qiu’nun dedikleri doğru muydu?


Gerçekten de Yong An soylularının hepsini öldürdün mü?”

Xie Lian ona bakmak için bakışlarını kaldırdı. Mu Qing zorla saklıyor olsa
bile gözlerindeki kontrol edilmez heyecan parçalarını görebiliyordu. Xie
Lian’ın Altın Yaldızlı Ziyafette kan dökmesinin detaylarıyla yakından
ilgileniyormuş gibi gözüküyordu ve sorularına devam etti. “Onları nasıl
öldürdün?”

Tam o anda tekrar arkalarından ayak sesleri geldi. İkisi kafalarını aynı anda
döndürdüler, bu sefer ziyarete gelen Feng Xin’di! İçeri girer girmez ana
salonda Mu Qing’i gördü, hatta çömelmiş olan Xie Lian’ın yanında
gülümsüyordu. Hemen alarma geçerek kaşlarını çattı. “Burada ne
yapıyorsun?”

Xie Lian elindeki küçük şişeyi salladı. Mu Qing ifadesini düzeltti. Daha
biraz önce Feng Xin’in gelemeyeceğini söylemişti ve sonraki saniye Feng
Xin gelmişti; hiçte komik değildi.

“Bu senin sarayın değil. Ne? Sen gelebilirsin ama ben gelemem mi?” Mu
Qing dedi.

Feng Xin onu görmezden gelerek Xie Lian’a döndü. Daha ağzını açmamıştı
ki Xie Lian konuştu. “Eğer ikiniz de aynı soruyu soracaksanız o zaman size
bir cevap vereceğim. İnanmamanız için bir neden yok; bugün Savaş
Tanrılarının Salonunda söylediğim her şey doğruydu.”
Feng Xin’in rengi attı. Mu Qing onun bu ifadesinden nefret ediyordu ve
sinirlerine dokunmuş bir şekilde söyledi. “Tamam, o yüz ifadeni değiştir.
Olan her şeyden sonra acı dolu ifaden kime?”

Feng Xin ona baktı. “Sana değil! Çık git!”

“Ve sen kimsin de bana çıkıp gitmemi söylüyorsun?” Mu Qing konuştu.


“Sanki sadıkmışsın gibi konuşuyorsun. Pardon, kaç yıl dayanabildin? Sen
de kaçmadın mı?”

Feng Xin’in suratındaki damarlar belirginleşti. Xie Lian bu konuşmanın


yanlış tarafa gittiğini hissedebiliyordu ve elini kaldırdı. “Durun, durun.”

Sanki Mu Qing durabilecekti, alayla sırttı. “Herkes eski ustanın saygınlığını


kaybetmesini görmeye dayanamadığın için olduğunu söylüyor. Ne güzel bir
bahane. Günün sonunda, kırılmış bir adamı takip ederek günlerini harcamak
istemedin.”

Feng Xin yumruğunu salladı. “SEN NE BİLİYORSUN Kİ?!”

Pat! Feng Xin doğrudan Mu Qing’in suratına vurmuştu. Mu Qing standart


bir güzelliğe sahipti; Feng Xin’den gelen sopa gibi yumruk yüzüne
yapıştırılan bir hurma gibiydi, kanlı ve acınası. Yine de olduğu

yerde durdu, sızlanmadan hemen geri yumruk attı. Yükseldiklerinde ikisi de


ruhsal aygıtlarını almışlardı ancak kızgınken en iyi araç öfkelerini
yumruklarıyla göstermekti. Feng Xin ve Mu Qing sekiz yüz yıl önce kavga
ederken dövüş sanatları aynı seviyedeydi. Sekiz yüz yıl geçmesine rağmen
arada hala bir fark yoktu. Yumruklar inmeye devam ediyordu; kavga karışık
ve çılgıncaydı.

Feng Xin öfkeyle bağırdı. “Pis düşüncelerini bilmediğimi düşünme! Ne


kadar çok suçta bulunursa o kadar mutlu oluyorsun!!”

Mu Qing atıştı. “Hep bana yukarıdan baktığını biliyordum, komik! Kendine


bir bak! Bana yukarıdan bakacak neyin var? Sen önce kendine bak!”
Lang Qian Qiu ve Xie Lian düelloya başlamamışlardı bile ancak Feng Xin
ve Mu Qing çoktan kavga ediyorlardı. Kinleri uzun süredir birikmişti;
kavgaları kontrol edilemez ve gürültülüydü. İkisi de bir ötekinin küfürlerini
duymadan sövüyordu; Xie Lian’ın dediklerini asla duyacak durumda
değillerdi. Xie Lian üçünün genç olduğu zamanları hatırladı. Mu Qing
yumuşak konuşur ve iyi davranırdı, eğer Feng Xin birine vurursa bu Xie
Lian’ın emri altında olurdu, Xie Lian durmasını söylediğindeyse dururdu.

Artık hiçbir şey öyle değildi.

Kolunu sürüklerken Xie Lian kapıya doğru koştu, yakınlardaki cennet


memurlarından yardım istemeyi umuyordu ancak ana salondan dışarıya
adımını bile ataman yüksek bir PAT sesi önlerinden geldi. Feng Xin ve Mu
Qing de bu gürültüyle şaşırmışlar ve durmuşlardı. Alarma geçmiş bir
şekilde sesin geldiği yöne bakıyorlardı.

Xian Le Sarayının ön kapıları biri tarafından tekmelenerek açılmıştı.


Kapının arkasında üst cennetin geniş Büyük Savaş Bulvarı yoktu. Ölü ve
derin bir siyahlık vardı.

Ve karanlığın içinden sayısızca ürpertici gümüş kelebek üzerlerine doğru


gelmeye başladı.

Çevirmen: Kae

Not: Lang Qian Qiu yazmak çok zor :’(

Bölüm 47: Cennet Sarayına Baskın, Tüm Tanrıları Korkutan Üç Satır


Söz Gümüş titreyerek parıldadı ve Xie Lian’ın ilk tepkisi, düşünmeden,
eliyle bloke etmekti.

Kolundaki RuoYe eğer durum gerektirirse otomatik olarak saldırmaya


hızardı. Ancak o gümüş

kelebekler ona doğru gelmediler, aksine etrafından dolanarak bir süre önce
dövüşen iki kişiye saldırdılar.
Feng Xin ve Mu Qing daha önce o hayalet kelebeklerin ellerinde acı
çekmişleri, ne kadar güçlü olduklarını biliyorlardı ve dikkatsiz olamazlardı.
İkisi de aynı anda ellerini kaldırıp bağırdılar. “ÇEKİLİN!”

Milyonlarca gümüş kelebek onlara doğru hızla uçtu. Havaya uçuran rüzgar
gibi kanatlarını çırpıyorlardı ancak onları bloke eden görünmez bir duvar
vardı ve kelebekler ona fırtına gibi çarpıyor, vuruluyor ve hırpalanıyorlardı.
Sürtünmeden çıkan kıvılcımlar beyaz ışıkla parlıyordu. İkisi kalkan büyüsü
yapmışlardı ancak bunun gibi büyülü bir kalkana karşı bile hayalet
kelebekler şiddetli ve sonsuzdular, ateşe giden deli güveler gibiydiler.
İkisinin ruhsal savunmalarıyla bile durmayan kelebek seline karşı geri
itilmiş gibi gözüküyorlardı.

Bir anlık dikkatsizlikte düşmanları üstünlüğü alırdı. Eğer kalkan büyüsü


yapmasalardı kelebekler daha yakına gelecekti. Ancak yapmışlardı ve artık
silahlarını alabilmelerinin hiçbir yolu yoktu. Feng Xin ve Mu Qİng’in ikisi
de içlerin küfrederek dayanmak için dişlerini sıktılar.

Feng Xin, Xie Lian’a baktı ve hala olduğu yerde duruyor olduğunu gördü.
Başını eğdi ve hemen bağırdı. “Ekselansları, orada durma, kalkanın
arkasına gel!”

Ancak Xie Lian kafasını döndürdüğünde tek bir saç teline bile zarar
gelmemişti. Kaşlarını çattı.

“Ha?”

İkisi yakından baktılar ve neredeyse kızgınlıktan ve şoktan tam orada kan


kusacaklardı. Xie Lian’ın elinde bir hayalet kelebek vardı, oldukça kafası
karışmış görünüyordu. Öncesinde kelebekler vahşi rüzgarlar gibi üzerlerine
gelirken içlerinde küçük ve yavaş olan bir tanesi vardı. Diğerlerini takip
edememişti. Xie Lian’ın önünde zorlukla kanatlarını çırpıyordu ve çok
çalışmıştı ancak zavallı küçük gümüş kelebek daha fazla uçamıyordu, bu
yüzden fark etmeden avcunu onun altına götürmüştü. O gümüş kelebek
avcuna inmişti, hala kanatlarını çırpıyordu ancak artık ayrılmayı
reddediyordu.
Feng Xin ve Mu Qing’in ikisinin da damarları çıktı. “O ŞEYE ELİNLE
DOKUNMA!!!”

Tam o anda Xie Lian bileğinin sıkıldığını hissetti – biri onu tutmuştu ve
sertçe çekti. Tamamen kapının arkasındaki karanlığa çekilmişti.

Karanlıkla gizlenmiş olmasına rağmen hiç telaş veya güvensizlik


hissetmedi. Bu karanlık nazik bir zırh gibiydi; tehlike hissettirmiyor, aslında
birazcık onu sakinleştiriyordu.

Karanlığın arkasındaki kişi kendisini göstermemiş olsa da gümüş


kelebeklerle kim olduğunu tahin etmek zor olur muydu? Mu Qing
inanamayarak bağırdı. “Üst cennete gelmek için nasıl bir arsızlığa sahipsin?
Nasıl bir kibir!”

Bir gülme sesi geldi. “Hepimiz aynıyız. Üst cennet benim bölgeme girerken
arsızlık etti mi?”

Xie Lian kimin onu tuttuğunu biliyor olmasına rağmen tanıdık sesi o kadar
yakından duymak biraz şaşırmasına neden olmuştu. Feng Xin bağırdı. “Hua
Cheng, Savaş Tanrısı Semavi İmparator burada, üst cennette. Bırak onu!”

Hua Cheng dilini şaklattı. “O zaman yeteneğiniz var mı görelim.”

Sözlerini bitirdikten sonra devasa kapılar sert bir pat ile kapandı.

Xie Lian, Hua Cheng’in onu bir eliyle sıkıca tuttuğunu hissedebiliyordu.
Onu bilmediği bir yere götürüyordu. Etrafları tamamen siyahtı ve siyah
botlarındaki gümüş çanların sesleri kulaklarında tınlıyordu. Üzerlerinde
bulundukları zemin engebeliydi; cennetin parlak, şanlı yolları değildi ancak
vahşi bir vadiydi.

Hua Cheng, Xian Le sarayının ön kapılarını bir vadiyle birleştirmek için


Mesafe Kısaltıcı Rün kullanmış olmalıydı. Ancak üst cennete başka bir
yerle birleştirmek için Mesafe Kısaltıcı Rün kullanmak kolay bir iş değildi,
en fazla sadece bir el dolusu cennet mensubunun kabiliyeti vardı. Yani nasıl
bunu yapmıştı? Xie Lian konuşmak üzereydi ki bir ses kulaklarında patladı.
“EKSELANSLARI! NEREDESİN?!”

Kızgın kükreyiş Feng Xin’den gelmişti. Sesi kulağındaydı fakat kendisi


değil. İletişim rününden bağırmıştı. Xie Lian’ın kulakları sesten dolayı
acımıştı ve ses patlamasına maruz kalan birçok cennet mensubu da
korkuyla sormuşlardı. “Neler oluyor? General Nan Yang? Bir şey mi oldu?”

Mu Qing de iletişim rününe girmişti. “Kötü haber! Ling Wen nerede? Yüce
Tanrıya bildirin, Xie Lian kaçırıldı!”

Normalde nazikçe ve saygıyla konuşurdu ancak şimdi sesinden endişe ve


kaygı seçilebiliyordu. Ling Wen hemen tepki veri. “Ne? Xian Le Sarayına
bakmaya gideceğim!”

Başka bir cennet mensubu da şokla bağırdı. “Üç diya… Ekselansları kaçtı
mı? Xian Le Sarayında göz altında tutulmuyor muydu?!”

Shi Qing Xuan da iletişim rününe girdi. “Bir dolu orta cennet savaş
tanrılarının sarayda nöbet tuttuklarını gördüm. Sadece girebilirsin ancak
çıkamazsın, nasıl kaçabilir ki?”

Feng Xin bağırdı. “KAÇMADI, KAÇIRILDI! Ekselansları bizi hala


duyabiliyor musun? Şu anda neredesin??”

Bir anda herkes konuştu ve hepsi yüksek sesle konuştu, cevap arıyorlardı.
Baş Rahip Fang Xin ve Lang Qian Qiu kargaşası hala kesinleşmemişti. Jun
Wu, Xie Lian’ı gözaltına almıştı fakat söz konusu kişi gitmişti! Bu daha
fazla problem ve dedikodu başlatmaz mıydı? Her ne olursa olsun ilk önce
söz konusu kişiyi bulmalılardı, bu yüzden Ling Wen durumu kontrol etmek
için acele ediyordu ve Xie Lian’ın yerini belirleyip belirleyemeyeceğini
göremeye çalıştı. Feng Xin ve Mu Qing iletişim rününde bağırıyorlar ve
kovalamaya yardım etmeleri için yetenekli savaş

tanrılarını arıyorlardı. Shi Qing Xuan da birçok merit dalgası salmıştı.


Ruhani iletişim rünü tamamen bir kaos içindeydi, Xie Lian’ın tek bir kelime
söyleyemeyeceği kadar gürültülü ve karışıktı. Derin bir nefes aldı ve
herkese sakinleşmesini söyleyecekken Hua Cheng döndü, iki parmağını öne
doğru uzattı.
O soğuk parmaklar nazikçe şakaklarını dokundu, Hua Cheng güldü. “Haha.
Çoktandır görüşemedik. Herkes nasıl?”

“…”

“…”

“…”

Kafalarında sessiz bir gürültü kopuyordu.

Şaşmamalıydı!! Böyle bir kendini beğenmişlik sadece bir kişiden


gelebilirdi!

Hua Cheng devam etti. “Beni özlediniz mi bilmiyorum ama ben sizi hiç
düşünmüyorum bile.”

“…”

Gerçekten de cennette onu her gün gizlice düşünen tanrılar vardı ancak Hua
Cheng’in onları hiç düşünmediğini duymalarıyla hepsi cennet
kutsamamaları teşekkür ederim teşekkür ederim lütfen bizi hiç
düşünmemeye devam et diye ilahi söylediler. Ardından Hua Cheng kıs kıs
güldü. “Ancak son zamanlarda oldukça boşum. Eğer sıkılmış hisseden ve
benimle dövüşmek isteyenin varsa elbette hoş karşılanacak.”

Bu koşulların altında niyeti oldukça belliydi: “Eğer kovalamaya cesaret


edeniniz varsa bir sonraki sefere o kişiye meydan okuyacağım.”

Kesinlikle kaybedecekleri ve suratlarıyla yer silmek zorunda kalacakları bir


meydan okuma olacaktı. Bariz bir tehdit değil miydi??

Öncesinde Xie Lian’ın kaçmış veya kaçırılmış olduğunu duyduklarında


iletişim rünü canlılıkla kükrüyordu. Sonuçta nadir bir ayaklanmaydı ve
hepsi derinden ilgileniyorlardı; hatta bazı savaş tanrıları çağrıyı
önemsemişlerdi ve kovalamaya hazırlardı. Ancak Hua Cheng’in söylediği
üç satır sözle hepsinin tutkusu kaybolmuştu. Eğer Jun Wu birine emir
vererek onu gönderirse yapacak bir şey olmazdı; o zaman resmi bir iş
olurdu. Fakat bu daha biraz önce olmuş olan bir şeydi, her şey
karmakarışıktı. Doğal olarak kimse başlarına bela açmak istemiyordu.
Kimse Hua Cheng’in onları hatırlamasını istemiyordu. Böylece hepsi orada
değillermiş gibi davranmaya başladılar ancak kulakları olayların gelişimine
karşı dikkatle bekliyordu. Kaygılı ve sarsılmış hissediyorlardı. Çiçeğe
Uzanan Kan Yağmuru oldukça korkusuzdu! Sadece kaçırmak için cennete
tüm yolu gelmişti ve kaçırdığı kişi de üç diyarın maskarasıydı – derin bir
kin mi vardı, yoksa neydi??

İletişim rününe sessizlik düşmüştü; sadece Feng Xin küfretmeye devam


ediyordu ve Hua Cheng de konuşmasını yaptıktan sonra parmaklarını
çekmişti. “Onları umursama.” Dedi Xie Lian’a.

“San Lang...” Xie Lian yumurtladı ancak Hua Cheng elini bırakmıştı.

“Üst cennete çok yakınız. Hızlı olalım.” Dedi Hua Cheng.

Sesi alçaktı ve tonunu kavramak zordu. Ancak Xie Lian’ın bileğini hızla
bırakmıştı, neredeyse silkip atmış gibiydi. Xie Lian hemen ilk
tanıştıklarında nasıl dokunuşundan kaçtığını hatırladı.

Olduğu yerde dondu.

Normalde Hua Cheng’e neden bu kadar aniden belirdiğini sormak istemişti.


Üzerinde çok düşünmese de belki onu kurtarmaya gelmiş olabileceğini
düşünmüştü. Bu yüzden biraz önce

‘San Lang’ diye seslendiğinde biraz mutluydu. Fakat Hua Cheng’in elini
silkip atmasıyla aniden fark etmişti: neden Hua Cheng’in onu kurtarmaya
geldiğini düşünmüştü ki? Hua Cheng’in hareketlerini yakından takip etmeyi
umursadığını düşünmesini saymıyordu bile, daha yeni Hayalet Şehir’den,
Zevk Köşkünü ateşe verdikten sonra kaçmıştı. Hua Cheng’in geri ödeme
istemeye gelmiş olması daha muhtemeldi, intikam için miydi?

Hua Cheng, casus olarak saklanan Toprak Ustasını yakalamış, kapatmış ve


sorgulamıştı. Bu karşı çıkılamaz olan bir gerçekti fakat doğal olarak suçlu
olan casus olarak saklanandı. Yine de Hayalet Şehre gizlice girmiş, söz
konusu kişiyi bulmak için tüm Zevk Köşkü’nü gezmiş ve ateşe vermişti.
Sonunda Shi Qing Xuan alevleri körüklediği için Zevk Köşkü o şekilde
yanmış olsa da, silahhanedeki ilk ateş onun tarafından başlatılmıştı.
Diğerleri ateşe vermeyi düşünmüş

olamayabilirlerdi bile, ne olursa olsun Xie Lian sorumluluk üstlenmesi


gereken kişiydi.

İkisi yürüdüler, biri diğerinin arkasındaydı. Xie Lian ne kadar çok


düşündükçe o kadar kötü ve suçlu hissetti. “…San Lang, üzgünüm.” Özür
diledi.

Hua Cheng aniden adımlarını durdurdu. “Neden özür diliyorsun?”

Xie Lian da durdu. “Hayalet Şehrine kayıp Toprak Usta’sını aramaya


geldiğimde sana gerçeği söylememe rağmen bana tam bir misafirperverlikle
davrandın. Ancak ben senin Zevk Köşkü’nü bile yaktım. Gerçekten kötü
hissediyorum.”

Hua Cheng bir şey demedi. Xie Lian da ‘gerçekten kötü hissediyorum’un
çok bir şey ifade etmediğini biliyordu ve ardından daha fazla utanmış
hissetmişti. Hafifçe boğazını temizledi.

“Ama muhtemelen yakında sürgün edileceğim. Düştükten sonra kesinlikle


sana geri ödemenin bir yolunu bulacağım, eğer…”

“Neden bana geri ödemen gereksin?” Hua Cheng araya girdi.

Ses tonu sanki daha fazla dinleyemiyormuş gibi sertti. Hızla arkasını döndü.
“Kılıcımın kolunu yaraladığını unuttun mu? Ben seni incittim, tersi olmadı.
Neden bana geri ödemen gereksin?”

Xie Lian hiçbir zaman sağ kolunun acıdığını düşünmemişti ve hatta


yaralanmış olduğunu tamamen unutmuştu. Durakladıktan sonra konuştu.
“Kolum? Kolum iyi. Yakında daha iyi olacak. Ayrıca öyle olmasının nedeni
benim saldırıya karşı acele etmemdi, suçlanması gereken sen değilsin.”

Hua Cheng onu dikkatle izledi, sol gözü normalden daha aydınlıktı. Xie
Lian aniden onun sallanıyor olduğunu fark etti.
Bir sürenin ardından Xie Lian sallananın Hua Cheng olmadığını fark etti,
belindeki eğri kılıç EMing’di.

Gümüş eğri kılıç, kırmızı elbiselerin arasına asılmıştı ve durmadan


sallanıyordu. Gümüş bir çizgiye dönmüş olan gözü de titriyordu. Sanki bir
çocuğun gözüydü, o zaman bu çocuk o anda gözyaşlarına boğulmuş
olmalıydı.

Çevirmen: Kae

Not: Feng Xin x Mu Qing ?

Bölüm 48: Sadece Tek Bir Kişinin Güvenliği İçin Olan Zarlar
Durumunu görünce Xie Lian fark etmeden elini uzattı, onu okşamak
istiyordu. “Ne oldu…”

Ancak Hua Cheng yana adıma attı ve hafifçe bedenini döndürdü. Xie
Lian’ın dokunuşundan kaçınıp kılıcının kabzasına sertçe vurdu. “Bir şey
olmadı. Umursama.”

Sesli bir şekilde vurulduktan sonra tüm cennetin korktuğu lanetli eğri kılıç
E-Ming daha da fazla sallanmaya başladı. Tam o sırada Xie Lian, iletişim
rününde yeniden Feng Xin’i duydu. “Hua Cheng nasıl üst cenneti Mesafe
Kısaltıcı Rünle bağladı? Bu kapıyı nasıl açıyoruz?!”

Shi Qing Xuan haykırdı. “General Nan Yang! Ben, ben, ben! Ben sanırım
nasıl biliyorum.

Ekselanslarıyla görevdeyken Hua Cheng’in bu numarasından çok çektik. İki


zar al ve onları kapının önüne at, sonrada iterek açılacak mı onu gör.”

Xie Lian hatırladı. Ana salonda öncesinde eğlencesine zar atmıyor muydu?
Hala hayatları için solucan mağarasından ve o yamyam yırtıcılardan acınası
bir şekilde koştuklarını hatırlıyordu. Eğer gerçekten de kapıları açarlarsa ne
tür diğer felaketlerin onları beklediğini kim bilebilirdi ki? Aceleyle bağırdı.
“Dur! Yapma! Dikkatli ol!

Ancak sesi iletişim rününe hiç ulaşmamıştı. Ruhani gücünü doldurmaya


vakti olmadığından hepsi tükenmişti ve sadece konuşmadan dinleyebilirdi.
Zaten konuşabilse bile çok geç olmuş olabilirdi. Feng Xin, Shi Qing
Xuan’ın dediklerini harfi harfine ikinci bir kez düşünmeden yapmışa
benziyordu. Nasıl bilebilirdi ki? Sonraki saniye Feng Xin aniden iletişim
rününde küfürler bağırdı. Ne zaman ajite olsa söverdi ve sövmek için
kullandığı kelimeler genellikle kulaklar için çok kaba olurdu. Sansür
nedenlerinden dolayı o kelimeler tekrar edilmemeliydi. Dikkatlice olayları
takip eden cennet mensupları hemen sordu. “General, ne oldu?!”

Mu Qing’in sesi de geldi ve o da oldukça dehşet içindeymiş gibi


duyuluyordu. “Burası neresi??” Feng Xin’le beraber kapılardan geçmişe
benziyordu.

“Dikkatli olun!” Shi Qing Xuan seslendi. “Farklı numaralar sizi farklı
yerlere götürecek. Neyi yuvarladınız.”

“Dört yuvarladı!” Mu Qing dedi.

Xie Lian, Feng Xin’in sesinde panik ve terör de duyabiliyordu ve oldukça


tehlikeli bir yere rastlamış

olmalarından korkuyordu. Sesi iletişim rününde duyulamıyordu ancak ilk


başta o büyüyü yapan kişinin hemen yanında olduğunu fark etti. Fazla
düşünmeden hızla sordu. “San Lang? Zar dört atılınca neresi açılıyor?”

“Değişir.” Hua Cheng cevapladı. “Kapı, zarları atanın en çok korktuğu yere
açılacaktır.”

Hua Cheng cevap verdiği anda Mu Qing soğuk bir şekilde konuştu. “İlk zarı
atmak için savaştın ve kadın banyosunu attın! Bana zarı ver, ben atacağım!”

‘Kadın banyosu’nu duyunca Xie Lian elleriyle yüzünü kapattı.

Feng Xin her zaman kadınlarla arasına mesafe koyan biri olmuştu ve sanki
kadın cinsiyeti vahşi ve yırtıcı bir hayvanmış gibi konu hakkında
konuşmaktan hep uzak dururdu. Ona göre, kadın banyosu, kesinlikle
dünyadaki en korkunç yerdi. Kaplan mağaraların ölçülemeyen
derinliklerinden veya ejderha göllerinden de kötüydü. Ancak çok geçmeden
ikisi yeniden kükremişlerdi. Shi Qing Xuan acı bir şekilde sordu.
“Generaller, bu sefer neye rastladınız?”

Cevap yoktu. Sadece garip mırıldanma sesleri geliyordu, sanki ikisi suya
batmışlardı. Herkes nefeslerini tuttu, bir sürenin ardından Feng Xin belirdi,
büyük nefesler alıyordu. Suyun yüzeyine çıkmış gibi duyuluyordu ve bir
şeyler tükürüyordu. Bağırdı. “Siyah Bataklık Timsahları!”

Çılgın bir kadın banyosunun neredeyse iki adım ötelerindelerdi ve Mu Qing


zorla zarları alıp attığında sonraki adımları onları çamurlu bir bataklığa
düşürmüştü. Hemen bellerine, ağızlarına kadar çamurlu bataklığa
batmışlardı ve çıkmak için savaştıktan sonra bir düzineden fazla meraklı
timsah canavarları onları çevrelemek için yanlarına yüzmüştü. Her bir
canavarın uzunluğu dört metreden fazlaydı ve insan etiyle besleniyorlardı.
Kötü yolları çalışmaktan vücutlarında insan kolları ve bacakları
büyütmüştü. Hareket ettiklerinde görüntüleri ürpertici ve mide bulandırıcı
oluyordu, ikisini inanamayacakları bir şekilde iğrendiriyorlardı. Yarıları
siyah bataklığın içindeyken ikisi şevkle ve delice savaştılar, ta ki Feng
Xin’e sonunda gına gelene kadar. “Bana zarı ver, atayım! Sen de düzgün bir
şey yuvarlamadın!”

Mu Qing kaybetmeyi kabul eden biri asla değildi ve beyaz ruhani patlama
fırlattı. “Timsah Canavarları bir kadın banyosundan daha düzgün! Bir
sonraki sefere ne atacağını kim bilir. Bana ver!”

“S*keyi-” Feng Xin kızgınca bağırdı. “Çoktan zarları almamış mıydın?


Neredeler?!”

İkisi hala iletişim rününe bağlı olduklarını tamamen unutmuşlardı.


Birbirleriyle kavga etmeye ve zar atmada birbirlerinin şanslarını kınamaya
devam ediyorlardı; zarların yeri ve kaybolmuş oldukları çoktan
unutulmuştu. Cennet mensupları küfürlerini ve bağırışlarını dinledi; kargaşa
ne kadar büyükse o kadar iyiydi – heyecanlıydı! Çok heyecanlıydı!! İki
general sonunda maskelerini çıkardılar ve görüntüyü umursamayı bıraktılar!
Tanrılar kahkahalarını tuttu, hatta bazıları oturdukları yerde yumruklarını
çarpıyordu, umutsuzca bunu keşke canlı olarak izleyebilip tezahürat
yapabilmeyi umuyorlardı.

Feng Xin ve Mu Qing’in şansları en iyisi olmasa da sonuçta savaş


tanrılarıyla ve oradaki şuradaki küçük yaratıklar en fazla basit bir sıkıntı
olabilirdi, yani çok tehlikeli olan bir şey yoktu. Xie Lian yakında pes edip
çıkmazdan kurtulmalarını umdu. Aynı zamanda karşısına korkunç şeyler
çıkaracak değil de Hua Cheng’i çıkarmış olan bir numara attığı için
kendisine minnettardı. Yürürken konuştu. “Öncesinde bir bir attım. Bu her
bir bir attığımda seni görebileceğim anlamına geliyor?”

Cümlesini bitirdiğini anda sözlerinin bir tuhaf duyulduğunu fark etti. Sanki
Hua Cheng’i görmek istiyormuş gibiydi ve bunun uygun olmadığını
düşündü. Ancak Hua Cheng cevaplamıştı. “Hayır.”

Xie Lian biraz garip hissederek yanağını kaşıdı. “Oh. Yani durum öyle
değil. Yanlış anladım.”

Hua Cheng önünden yürüyordu. “Eğer beni görmek istersen neyi attığının
bir önemi yok. Her hâlükârda ortaya çıkacağım.”

Bunu duyunca Xie Lian zorla yutkundu ve demek istediği her şeyi unuttu.

Bu sözlerin anlamını incelemeye zamanı kalmadan iletişim rününde başka


birinin çökmüş sesi duyuldu. “İzin ver!”

Konuşmanın üzerinden çok geçmeden gökyüzünden kırılma sesi geldi ve


beyaz bir ışık patlaması geçti.

Aniden Hua Cheng ve Xie Lian’ın yolu kapanmıştı.

Beyaz ışık dağılıp yavaşça söndüğünde Xie Lian, artık gökyüzünden uçmuş
olan şeyin bir kılıç olduğunu görebiliyordu.

Kılıç uzun ve inceydi, yarısı eğik olarak yere saplanmıştı ve kılıcın bedeni
titriyordu. Siyah yeşim taşı gibi koyuydu, derin ve kötü, aynadan daha
yumuşaktı. Eğer biri yakınına giderse kendi yansımalarını bıçağında
görebilirlerdi. Kılıcın kalbindeki ince, gümüş beyaz çizgi bıçağını yarıya
bölüyordu.

Bu kılıcın ismi ‘Fang Xin’di.

Kılıcın önüne bir gölge indi ve konuştu. “Bu senin kılıcın.”

Baş Rahip Fang Xin’in ölümünden sonra taşımış olduğu kılıç Yong An’ın
Veliath Prensi tarafından alınmıştı. Kılıcı atmış ve yollarını kesmiş olan kişi
Lang Qian Qiu’dan başkası değildi.

Feng Xin ve Mu Qing başarısız olsa da Lang Qian Qiu doğru numaraları
atabilmiş gibi görünüyordu.

Bunun onun kendi şansından mıydı yoksa Xie Lian’ın şanssızlığından


mıydı, söylemek zordu. İki Veliaht Prens içinde kesin olan şey Lang Qian
Qiu’nın hep Xie Lian’dan daha şanslı olduğuydu.

Hua Cheng elleri arkasında durdu, ifadesi değişmemiş yalnızca bedeni


hafifçe hareket etmişti.

Hareket ettiği anda Xie Lian hemen elini onu durdurmak için uzattı ve kısık
bir sesle konuştu. “İzin ver.”

Vadinin ortasında yollarını kesmiş olan Lang Qian Qiu elinde aşırı büyük,
uzun bir kılıç tutuyordu.

“Sadece seninle her şeyimle düello yapmak istiyorum. Nasıl sonuçlanacağı


önemli değil. Senin ellerinde ölsem bile telafisini istemeyeceğim. Yüce
Tanrı’ya seni sürgün etmesini istemene ihtiyacım yok. Bana kılıç kullanma
sanatını öğrettin; kazanamaz değilsin. Neden benimle dövüşmüyorsun?”

Xie Lian, Lang Qian Qiu’nun söylemesine gerek kalmadan her şeyini
ortaya koyarak dövüşeceğini biliyordu. Ancak eğer kendini tutmazsa Xie
Lian’nın da ciddi dövüşmesi gerekirdi. Eğer durum böyle olursa ortaya
çıkacak senaryolardan hiçbiri Xie Lian’ın görmek istediklerinden değildi.
Ancak dövüşmezse de insafa gelmeyecekti.

Uzun bir sürenin ardından Xie Lian sonunda başını salladı. “Pekala.”
Öne doğru birkaç adım attı ve kılıca yaklaşıp onu yerden çekti. Yumuşak bir
sesle konuştu. “Bunu sen istedin.”

Yüzyıllar sonra, Fang Xin sonunda ustasının ellerine dönmüştü.

Xie Lian’ın ellerinde yumuşakça inledi. Yakınlarında olan Hua Cheng’in


gözleri de kılıcın öforik haykırışlarını duymasıyla parlamıştı.

Elindeki kılıçla Xie Lian sallandı ve soğuk bir şekilde konuşmadan önce
onu yere doğru tuttu. “Bu düello her nasıl biterse bitsin, pişman olma.”

“ASLA!” Lang Qian Qiu bağırdı.

Lang Qian Qiu başı dökülecekmiş gibi hissediyordu; iki eliyle uzun kılıcı
sıkıca tuttu. Gözleri odaklanmıştı, nefesini tuttu. Bakışları yeşim taşı kadar
siyah olan Fang Xin’e kilitlemişti, bir an için bile dikkatsiz davranmaya
cüret etmiyordu.

Xie Lian kılıcı salladı ve aniden bir ok gibi saldırdı. Lang Qian Qiu’nun
gözleri güçlenmişti, hareket etmeye hazırdı ki bedeni aniden dondu, sanki
bir şey ona sıkıca sarılmıştı. Ağır bir şekilde yere düştü.

Görmek için başını eğdiğinde gerçekten de bağlanmış olduğunu gördü! Kar


gibi beyaz ipek bir kumaş

birkaç kere bedenin etrafına zehirli bir yılanmış gibi dolanmıştı!

Lang Qian Qiu küçüklükten beri Baş Rahip Fang Xin tarafından kılıç
kullanmayı öğrenmişti ve ona karşı korku ile hürmet duyuyordu. Baş Rahip,
Altın Yaldızlı Ziyafet’te nehirler gibi kan akıtmasının ardından

o dehşeti hiç dinmemişti. Xie Lian kılıcına dokunduğu anda tamamen


diğerinin hareketlerine odaklanmıştı ve beyaz ipek bir kumaşın onu
saldırmaya hazır olduğu anda arkadan tuzağa düşürdüğünü hiç fark
etmemişti. Nasıl orada böyle bir utanmaz şey olabilirdi???

RuoYe’nin başardığını görünce Xie Lian hemen yüz ifadesinden ve


kalbinden gerginliği sildi.
Fang Xin’i kenara attı, düşünürken derin bir nefes aldı, Oh! Ucuz atlattık.

Lang Qian Qiu kurtulmaya çalışırken yerde yattı. Beyaz ipek kumaşın ne
kadar korkunç bir şey olabileceğini bilmiyordu ve ne kadar çok çabaladıkça
ona o kadar çok sıkı sarılıyordu. Kızgınlıkla bağırdı. “Baş Rahip, bu ne?!
Beni bırak ve ölümüne dövüşelim!”

Xie Lian alnındaki teri sildi ve cevapladı. “Çoktan ölümüne dövüştük. Seni
bağlayan şey benim ruhsal araçlarımdan biri. Çoktan kaybettin.”

“…”

“Bu nasıl sayılabilir.” Lang Qian Qiu bağırdı. “Ölümüne dediğim zaman
bariz bir şekilde kılıç kullanarak dövüşmeyi kastettim! Erkeksen kılıç
kullan! Beyaz bantla tuzak kurmak? Ne kurnazlık!”

Sahiden de kılıcın tüm silahların en iyisi olduğunu düşünüp kelimeleri


üzerine çok kafa yormamıştı ancak gerçekten de beyaz ipek kumaşlara
önyargısı olan erkek bir cennet mensubu gibi duyuluyordu.

Ancak Xie Lian erkek gibi davranıp davranmadığını umursamıyordu. Daha


önce kadın kıyafetleri giydiği bile olmuştu ve dudaklarında
‘kaldıramıyorum’ kelimesi asılıydı. Ona böyle sözler işlemezdi.

Xie Lian, Lang Qian Qiu’nun yanında diz çöktü. “Üzerinde düşünmeyip bir
kılıç kullanmak zorunda olduğumu söylemedin. Senin açık noktanı
kullandım, neden şikayet ediyorsun?”

Bir aranın ardından ciddi bir ses tonuyla devam etti. “Bu doğru, seni tuzağa
düşürdüm. Ne olmuş

yani? Ben başardım. Evet, kurnazca davrandım ama ne olmuş? Ben


kazandım. Eğer rakibin benim dışımdaki biri olsaydı çoktan ölmüştün.”

Hua Cheng ikisinden çok uzakta durmuyordu ve sessizce güldü. Kollarını


bağlayarak uzaklara baktı.

Lang Qian Qiu aşırı şok olmuştu.


Hala o kişi Yong An’ın Baş Rahibiyken tüm öğretileri yüce ve dürüsttü,
dolambaçsız ve gerçekti. Bir zamanlar öğretmeni olan kişinin ağzından bir
gün “Bu doğru, seni tuzağa düşürdüm. Ne olmuş yani?

Ben başardım. Evet, kurnazca davrandım ama ne olmuş? Ben kazandım.”


kelimelerinin döküleceğini hiç aklına gelmezdi. Serseme dönmüştü.

İçini döktükten sonra Xie Lian ayağa kaldı. “İyi düşün. Bir sonraki sefer
başkalarının işine burnunu sokma.”

Çevirmen: Kae

Not: İnleyen kılıçlar…

Bölüm 49: Sadece Tek Bir Kişinin Güvenliği İçin Olan Zarlar Gitmek
üzere olduğunu görünce Lang Qian Qiu hemen haykırdı. “Dur!”

Xie Lian durdu. Lang Qian Qiu dişlerini sıktı ve sonunda konuştu. “Sen…
Bana bir açıklama borçlusun.”

“Nasıl bir açıklama istiyorsun?” Xie Lian sordu.

“Bizim krallığımıza ve ailemize olan geçmiş kinleri, Yong An’a karşı olan
nefreti anlayamıyor değilim ama…”

Nefesi tıkanmıştı. Bir sürenin ardından zorlanarak titreyen bir sesle devam
etti. “Fakat Baş

Rahip… Ebeveynlerim ve ben Xian Le’nın kalan vatandaşlarına iyi


davranmadık mı? Onların birçoğuyla arkadaştım ve ben… Ben onları
korumak için elimden gelenin en iyisini yaptım.”

Söylediği her kelime doğruydu.

Xian Le Krallığı düştükten sonra kalan vatandaşların çoğu köklerini asla


unutmamışlardı ve Yong An Krallığı kurulup hükmetmeye başladıktan
sonra bile onların torunları çoğunlukla yeni krallığın insanlarıyla çatışırken
Xian Le vatandaşlarıymış gibi yaşamaya devam etmişlerdi.

Yong An Krallığı’nın yeni birkaç nesli zorbalıkla hükmetmiş ve acımasızca


ayaklanan Xian Le vatandaşlarını katletmişlerdi. Xian Le vatandaşları
tarafından Yong An soylularına suikast düzenlemeleri için toplanmış gizli
ittifaklarda vardı, hatta birkaç defa başarıya ulaşmışlardı.

Ve böylece devam etmişti, sonuç iki tarafında birbirlerinden derin bir


şekilde nefret etmelerinden başka bir şeye mal olmamıştı.

Lakin Lang Qian Qiu’nun ebeveynlerinin yönetmeye başlamalarıyla kral


farklı bir tavır takınmış, Xian Le vatandaşlarına kibar ve merhametli
davranmıştı. Tüm düşünce ayrılıklarına karşın yeni ve eski ülkeyi
birleştirmek istemişti. Eski Xian Le soylularına prenslere yakışır unvanlar
verme konusundaki fikri oldukça absürt bulunsa da, ciddiliğini gösterme
yolu olarak bunu kullanmış ve son derece saygılı davranmıştı. Lang Qian
Qiu’nun kendisinin ise geçmişte olanlar yüzünden hiçbir önyargısı
bulunmuyordu; ona göre her şey tarihten ibaretti.

Baş Rahip Fang Xin gizemli biriydi, hiç gerçek kimliğini ortaya
çıkarmamıştı o yüzden Altın Yaldızlı Ziyafetteki kan banyosunda kimin
yanında durduğunu kimse bilmiyordu. Ancak Yong An ve Xian Le
arasındaki nefret çok derinden geliyordu; iki tarafta bir şey olduğu anda
birbirlerini suçlarlardı, bu yüzden kurtulan birçok soylu parmaklarını Xian
Le’ya doğru yöneltip şansı kalan Xian Le halkının silinmesi üzere bir
istekte bulunmak için kullanmışlardı.

Ancak Lang Qian Qiu onların tüm eforlarını reddetmişti.

Kararlılığı birçok kişinin hayatını korumuş ve isimsiz bir soykırımdan acı


çekmelerini önlemişti.

Ancak şimdi anımsayınca ne kadar iyilik yaptıysa, artık o kadar pişman


hissediyordu.

Yaptıklarının değersiz olduğunu düşünüyor değildi ancak derin bir şekilde


mağdur edilmiş
hissediyordu. Doğru olduğunu düşündüğün şeyi yapmak hiçbir zaman
değersiz değildi ancak karşılığını almadan o kadar çok yardımsever
davranmak… Yanlış yaptığını hissetmeden kendini alamıyordu.

Lang Qian Qiu’nun gözleri kırmızılaştı ve sorgulamaya devam etti. “Baş


Rahip, yeterince iyilik yapmadım mı? Ebeveynlerim yanlış bir şey mi
yaptı? Neden bana bu şekilde davranmak zorundasın?” Ne kadar çok
düşündükçe o kadar çok öfkeleniyordu ve RuoYe’den bir kez daha
kurtulmak için çabaladı, üst bedenini kaldırmak için gerildi. “Bize bir
açıklama borçlu olduğunu düşünmüyor musun??”

“Sana bir açıklama yapamam.” Dedi Xie Lian.

Cevabı oldukça doğrudandı, Lang Qian Qiu öfkesini kontrolü altına aldı.
“Baş Rahip, sen çok değiştin. Daha önce hiç böyle değildin.”

“…” Xie Lian alnını ovdu ve devam etti. “Sana zaten söylediğimi
hatırlıyorum. Bana dürüst, aziz biriymişim gibi hürmet etme; aklındaki kişi
gibi biri değilim. Sonunda sadece kendini hayal kırıklığına uğratacaksın.”

Lang Qian Qiu yerde yatarken mırıldadı. “… Geçmişteki sen veya şimdiki
sen, hangisinin gerçek sen olduğunu artık bilmiyorum.”

“Hepsi benim. Ama o zaman sen sadece on yedi yaşındaydı. Artık büyümüş
olduğuna göre doğal olarak sana farklı bir ders öğretiyorum.” Dedi Xie
Lian.

Lang Qian Qiu bir anlığına ağzını kapattı ancak ardından söyleyiverdi.
“Senin on yedinci yaşın lanetlendiği için mi benim on yedinci yaşımı da
lanetlemek zorundaydın?”

Xie Lian cevaplamadı.

Konuşmuyor olduğunu görünce Lang Qian Qiu’nun öfkesi parladı ve derin


bir nefes aldı, bağırdı. “EĞER AMACIN OYSA O ZAMAN NASIL
İSTERSEN ÖYLE DAVRANMANA İZİN

VERMEYECEĞİM!!”
Xie Lian’ın gözleri bu kelimelerle büyüdü.

Lang Qian Qiu daha fazla dayanamamıştı ancak gözleri parlak ve tonu
inatçıydı, sanki kükreyen bir alev gözlerinde yanıyordu. Devam etti, sesi
sertti, huysuz ve savaş ilan ediyormuş gibiydi. “Eğer benim kalbimi de
seninki gibi nefretle doldurmamı istiyorsan, kesinlikle yapmayacağım! Eğer
beni kendimi terk etmeme zorlayacaksan, reddediyorum! Asla
yapmayacağım! – BANA NE YAPARSAN YAP ASLA SENİN GİBİ
BİRİNE DÖNÜŞMEYECEĞİM!!!”

O kadar kahramanca bir ifadeydi ki Xie Lian sadece dinleyerek şaşkına


dönüyordu. ‘Pfft’layıp kahkahalara boğulması için bir süre geçmesi
gerekmişti.

Lang Qian Qiu’nun gözleri ateşli gözyaşlarıyla dolmuştu kanı tutkuyla


kaynıyordu ve azimle bağırıyordu ancak bunların tamamını Xie Lian’ın
gülüşüne yenilmişti. Öfkeyle şaşkına döndü.

Diğer yandan ise Xie Lian kahkaha atarken alkışlıyordu, kahkahaları


gittikçe büyüyordu ve bağırdı. “İYİ!”

Xie Lian en son bu şekilde ne için güldüğünü hatırlamıyordu ve durmadan


önce bir süre geçmesi gerekmişti. Gözlerini ovdu ve kafasını salladı. “İyi.
Bugün dediklerini hatırla. Asla benim gibi olmayacağını.”

Hua Cheng’in kolları hala birbirine dolanmıştı ve soğuk bir şekilde


izliyordu. Xie Lian’ın konuşması biter bitmez önünde kırmızı duman
aniden patladı!

Patlama çok ani olmuş ve Xie Lian sarsılmıştı, Lang Qian Qiu’nun bir tür
garip hile yapmış

olabileceğini düşünüyordu ve hemen kaçınarak dikkatle izlemeye başladı.


Ancak patlamanın sadece sesi yüksekti, hiçbir zararı yoktu. Duman
dağıldığı zaman Lang Qian Qiu yatıyor olduğu yerden kaybolmuştu. Geriye
kalan bir daruma bebeğiydi, sağa sola sallanıyordu.

*ÇN: Geleneksel bir Japon bebeği, hacıyatmaz.


Daruma bebeğin yusyuvarlak bir suratı vardı ve bedeni dev bir kabak
gibiydi. Kaşları siyahtı ve yüz ifadesi bir kaplanınki gibi şirin ve
çocuksuydu. O anda öfkeyle parıldıyor, sırtında tombul bir kılıç taşıyor,
cesur görünüyordu – aynı Lang Qian Qiu gibiydi, yalnızca sevimli ve
büyük bir oyuncaktı. Xie Lian gülümsemeyi bıraktı ve bağırdı. “Qian
Qiu?!”

RuoYe onu bırakıp Xie Lian’ın bileğine geri döndü. Hua Cheng yavaşça
oraya yürüdü ve parmağını o daruma bebeğinin bedenine hafifçe vurup
güldü. “Hangi şekle bürünürse bürünsün ne neden bu kadar salak görünmek
zorunda?”

Xie Lian daruma bebeğini aldı, gülmeli mi ağlamalı mı olduğunu


bilmiyordu. “Bu… Bu… San Lang, bu Qian Qiu mu? Neden bu şekle
büründü? Onunla oynamayı bırak ve eski haline dönündür.”

“Hayır. Onu al ve gidelim.” Hua Cheng cevapladı.

“Nereye?” Xie Lian sordu.

Tam o anda ikisi küçük ve sıkışık bir mağaraya denk gelmişlerdi. Hua
Cheng onu cevaplamadan zarları attı, avucuna indiler. Mağaraya girmeden
önce bakışlarını indirip zarlara baktı.

Birini daruma bebeğe çevirmek gibi zararlı bir büyü oldukça Hua Cheng
tarzıydı ancak bunu geri çevirmesi zordu. Ne olursa olsun Xie Lian büyüyü
bozamazdı ve diğer cennet mensuplarının da yapabileceğinin garantisi
yoktu. Bu yüzden bebeği ellerinde tutarken Hua Cheng’i takip etmek
üzereydi ki aniden Fang Xin’i atmış olduğunu hatırladı, hızla geri dönüp
kılıcını aldıktan sonra onu arkasına bağladı ve Hua Cheng’i takip etti.

Xie Lian, Hua Cheng’in büyüyü bozmasını istiyordu ancak o, fikrini


açıklamıyordu. İkisi mağarada bir süre yürüdüler. Çok geçmeden mağara
duvarları genişledi ve girişten daha çok ferah bir hal aldı. Ayak sesleri
yankılanıyordu ve önlerinden hafif bir ışıkla söylenen şarkı sesleri
geliyordu.
Xie Lian Hayalet Şehir’deki Zevk Köşkü’ne götürüldüğünde de şarkı
söyleme sesleri duymuştu ancak kadın hayaletlerin zarif şarkıları afrodizyak
gibi sarhoş edici ve baştan çıkartıcıydılar.

Ancak bu şarkılar şeytanların karmaşık dansları gibiydi, berbat ve iğrenç.


İkisi birbirinden tamamen farklıydı. Xie Lian sormadan duramadı. “San
Lang, burası neresi?”

“Şşt.” Hua Cheng onu susturdu.

Xie Lian’ın sorusu zaten oldukça kısık bir fısıldamayla sorulmuştu,


susturulunca nefesini de tuttu. Çok geçmeden neden sessiz olması
gerektiğini anladı. Önlerinde bir grup uçan yeşil

hayalet ateşleri belirdi. Küçük alev grubu yaklaştıkça onların yeşil giyinmiş
olan minik iblisler olduklarını gördüler.

Her iblisin kafasında küçük yanan bir ışık vardı, sanki kendileri yeşil
mumlardılar. Mağarada saklanacak hiçbir yer yoktu ve yol dardı. Xie Lian
Fang Xin’e uzanmak üzereyken RuoYe’nın bu duruma daha uygun
olduğunu düşünüp elini tekrar indirdi.

Ancak küçük iblisler onların yanlarından geçerken kirpiklerini bile


kıpırdatmamış, aralarında fısıldaşmaya devam etmişlerdi. Onları
görmemişler değillerdi ancak daha çok onları görmeyi garip bulmamışlardı.
Xie Lian, Hua Cheng’e baktı ve yanındakinin aşina, son derece yakışıklı,
kırmızı kıyafetler giyen iblis kralı olmadığını gördü. Kafasında yeşil alev
olan başka bir soluk görünümlü iblisti.

Ne zaman olduğunu bilmediği bir zamanda Hua Cheng onları sahte derilere
çevirmiş gibi görünüyordu. Kendi kafasının üzerinde de yeşil bir alevin
olduğunu düşününce Xie Lian hissetmek için elini kaldırmadan edemedi.
“Neden biz…” Neden böyle garip bir görüntüye bürünmek zorundalardı?

Yarıda bırakmış olmasına rağmen Hua Cheng apaçık ne demek istediğini


anlamıştı. “Çoktan Yeşil Cin Qi Rong’un kaba ve dangalak olduğundan
bahsetmiştim. Tüm yalakaları böyle gözükmek zorunda.”
Xie Lian, Hua Cheng’in onu Yeşil Cin Qi Rong’un bölgesine getirdiğini
fark etmemişti!

Öncesinde cennet ve hayalet diyarı Yeşil Cin Qi Rong’dan bahsettiklerinde


hepsi onun ne kadar görgüsüz olduğu hakkında yorum yapmıştı ve Xie Lian
nedenini anlayamamıştı. Ancak şimdi tüm küçük iblis aslarının bu şekilde
giyinmek zorunda olduğunu öğrenince birazcık anlayabiliyordu. ‘Geceleri
Gezen Yeşil Işık’ unvanına bakınca hala birazcık alaylı bir zarafet
duyuluyordu ancak bu gerçek anlamda geceleri etrafta gezinen ‘yeşil’ ışık
ise, işte o zaman aklındakiyle arasında büyük bir uçurum vardı.

“Onun sığınağını çoktan yok etmedin mi?” Xie Lian sordu.

“Ettim ama o kaçtı.” Hua Cheng cevapladı. “Elli yıl boyunca kaçtı,
ardından yeni bir sığınak inşa etti.”

Xie Lian Lang Qian Qiu daruma bebeğini göğsüne yakın tuttu ve kimsenin
etrafta olmadığından emin olduktan sonra fısıldadı. “San Lang, buraya Yeşil
Cin’i bulmaya mı geldin?

Neden ilk önce Qian Qiu’nun büyüsünü çözüp onun gitmesine izin
vermiyorsun ve ardından ben sana eşlik edeceğim?”

Hua Cheng inatla reddetti. “Hayır, onu ya yanına al. Biriyle görüşmesi
gerek.”

Xie Lian meraklanmıştı. Hua Cheng kesinlikle Lang Qian Qiu’yu


önemsiyormuş gibi davranmıyordu, o yüzden neden onu özellikle birisiyle
görüşmesi için yanlarına alıyordu ki?

Ancak tüm seçenekler oldukça garipti, o yüzden daha fazla o konu


hakkında konuşmadı. İkisi sonunda mağaradan çıktıklarında tünel daha
geniş bir yere açıldı, daha çok mağara önlerinde belirdi.

Bu dağa tüneller ve mağaralar kazılmış gibi duruyordu; başka mağaralarla


birleşen mağaralar, başka tünellere açılan tüneller. Her girişte birkaç iblis ve
hayalet kafalarındaki yeşil ışıklarla içeri girip dışarı çıkıyorlardı, büyük bir
arı kovanı veya karınca yuvası gibiydi. Eğer Xie Lian tek başına gelseydi
yolu hatırlamasının imkanı yoktu. Ancak Hua Cheng evdeymiş gibiydi,
çeşitli tünel ve mağaralardan duraksamadan geçti, fazlasıyla rahattı, sanki
yolları ezbere biliyordu.

İkisinin yeşil alevleri ve iblis derileri olduğundan kimse onları yollarında


durdurmadı. Xie Lian rahatlıkla nefes aldı ancak Hua Cheng ofluyor
olduğunu düşünerek sordu. “Ne oldu?”

“Hiçbir şey.” Xie Lian cevapladı. “Gizlice girmek yerine sığınağa


saldıracağını düşünüyordum.

Dövüşte çok iyi değilim o yüzden rahatladım.”

‘Dövüşte iyi olmamak’ı kastetmişti. Yetenekli olabilirdi ancak sonrasıyla


uğraşmakta iyi değildi. Hua Cheng gülüyormuş gibi gözüktü. “İlkinde direk
saldırmıştım ancak öğrendiği ancak kaçtı. Bu sefer buraya onun için
geldim, o yüzden tabii ki burada olduğumu fark etmemesi gerekiyor.”

Hua Cheng’in Qian Qiu’nun görmesini istediği kişi Yeşil Cin mi? Xie
Lian’ın merakı gittikçe artıyordu, İkisi arasında bir ilişki mi var? Her
neyse, ne yapmak istiyor olursa olsun yine de ona eşlik edeceğim, büyüyü
bozmasını daha sonra isterim. Xie Lian’ın aklında hala yanan Zevk Köşkü
vardı ve suçlu hissediyordu. Düşünürken Hua Cheng konuştu. “O gereksiz
çöp hiçbir şey yapamıyor ama oldukça uyanık. O küçük iblisler ona
yaklaşamıyor ve en yakın uşağı kılığına girmek de kolay değil. Yaklaşmak
için sadece bir yol var.”

Tam o anda dört küçük iblis gelmişti, gülüyor ve sohbet ediyorlardı. Hua
Cheng adımlarını yavaşlattı ve Xie Lian onu takip etti. Arkalarındaki küçük
iblislerin bir sıra insanı uzun bir iple çekiyorlardı.

İnsanların bazıları yırtık pırtık ve dağınıklardı, bazıları pahalı kıyafetler


giyiyorlardı ancak hepsi otuz yaşının altındaki genç kadınlar ve adamlardı.
Genç bir adamın kıyafetinin kolunun kenarına tutunmuş olan bir çocuk bile
vardı, muhtemelen baba oğuldular.

Elleri bağlıydılar, korkunç görünüyorlardı. Bazıları zorla şeytani sığınağa


yürütülürlerken bayılmak üzereydi. Hua Cheng’in yanından geçtiler ve bir
saniye kaçırmadan dönüp sorunsuzca grubun sonuna katıldı. Xie Lian’ı
nazikçe dirsekledi ve o da Hua Cheng’in hareketlerini taklit etti. Ona
baktığında Hua Cheng’in yeniden deri değiştirmiş olduğunu gördü ve bu
sefer temiz görünümlü genç bir adamdı. Kendisi de muhtemelen ona
benziyordu.

Küçük grup tünel ve mağaralar boyunca döndü. Grubu götüren küçük


iblisler işleriyle oldukça mutlu görünüyorlardı ve arada sırada otoritelerini
arkalarında mahkumlara bağırıp söylenerek gösterdiler. “İtaatsiz davranmak
yok! – Ağlamak yok! Yüzleriniz yaşla ve sümükle doluyken büyüğümüzün
iştahını alt üst ederseniz size ölmeyi istemeyin nasıl olduğunu öğreteceğiz!”

Dört Büyük Musibetten üç Yüce’nin insan eti yediğine dair hiçbir bilgi
yoktu, sadece Yeşil Cin Qi Rong oburdu; eşitlerinin ve düşmanlarının ondan
bahsedildiği anda alay edip ona göz zevkini bozan bir cahil demelerine
şaşmamalıydı.

Öncesinde Hua Cheng, Yeşil Cin Qi Rong’a yaklaşabilmenin tek bir yolu
olduğunu söylemişti ve bu da ‘yemek’e karışarak olan yoldu. Yürürlerken
Xie Lian, Hua Cheng’in eline uzandı.

Tutmayı başardığında Hua Cheng’in elini geri çekmek istermişçesine


donduğunu fark etti. Xie Lian fark etmediğinden değildi ancak olan şartlar
altında çok fazla düşünecek zaman yoktu.

Hua Cheng’in elini sıkıca tuttu ve avcuna hafifçe bir kelime çizdi.
“Kurtarmak.”

Xie Lian gördüğü için o insanları kurtarmak zorundaydı. Bu hareketi Hua


Cheng’i niyetinde haberdar etmek içindi.

Kelimeyi yazıldıktan sonra Hua Cheng nazikçe parmaklarını kıvırdı ve


avcunu kapattı. Bir sürenin ardından grup bir tünelden çıkıp oldukça büyük
olan bir mağaranın girişine doğru gitmeye başladı.

Mağaraya girdikleri anda bir kısım gölgede kalmış objeler görüş alanlarına
girdi. Xie Lian gözlerini kısmasına rağmen o objelerin ne olduklarını
çıkaramadı fakat yerine Hua Cheng’in bileğini kavradığını ve elinin
arkasına birkaç kelime yazdığını hissetti. ‘Kafana dikkat et.

Dokunma.’

Xie Lian en başta yukarıda eski püskü giysilerin asılmış olduğunu


zannetmişti ancak yakınlaştıkça göz bebekleri küçüldü – Ne eski püskü
giysisi? Bir dolu kararmış, sıkıca paketlenmiş insanlardı. Ayakları yukarıda
ve başları aşağıya sallanırken hava da asılmışlardı.

Baş aşağıya asılmış cesetler ormanı!

Ancak ters çevrilmiş ölü bedenler asılıyor olsa bile kan yağmuru yoktu
çünkü o cesetler, damarlarında tek bir damla taze kan kalmayana kadar
kurumuşlardı. Kuru cesetlerin yüz ifadeleri acı içindeydi, ağızları kocaman
açılmıştı. Ayrıca yüzlerini ve bedenlerini ince bir katman karımsı kristaller
kaplıyordu. Tuzdu.

Mağaranın en derin girintilerinde ışıklar parlıyordu ve büyük bir sandalye,


uzun bir masa, altın kadehler ve yeşim taşından kaplar duruyordu.
Böylesine bir savurganlık dağın derinliklerinde olan bir mağaradan çok bir
kraliyet ziyafetindeymişler gibi gösteriyordu. Uzun masanın biraz ötesinde
kocaman bir çelik kazan duruyordu, on kişinin içerisinde yüzmesine izin
verecek kadar genişti. Kazan kırmızıydı ve kaynıyordu, içindekiler öfkeli
bir şekilde fokurduyorlardı. Eğer biri yanlışlıkla içine düşerse tamamen
pişmeleri sadece saniyeler alırdı!

Dört küçük iblis mahkum grubunu kazana doğru götürdü. Bazıları onları ne
beklediklerini gördüklerinde korkudan titreyerek yere düşmüşlerdi ve tüm
bu bağrışın, vuruşun ve itişin içinde Xie Lian aniden yanındaki Hua
Cheng’in kolunun gerginleştiğini ve adımlarının durduğunu fark etti.

Görmek için başını çevirdiğinde Hua Cheng’in temiz bir genç adamın
görüntüsünde olmasına rağmen gözlerinin kızgınlıkla parladığını fark etti.

Hua Cheng her zaman gülüyor olsa bile Xie Lian onun gerçek duygularının
derinlerde gizlenmiş olduğunu biliyordu. Xie Lian onun gözlerinde hiç bu
kadar bariz bir şiddetli öfke görmemişti. Hua Cheng’in baktığı yere
döndüğündü ve anında nefesinin kesildiğini hissetti.

Gösterişli koca sandalyenin önünde bir kişi diz çöküyordu.

İlk bakışta bir insandı ancak daha dikkatli bakıldığında gerçek bir insanın
boyutundaki bir taş

heykel olduğu anlaşılıyordu. Diz çökme pozisyonunda oyulmuş oldukça


ilginç bir heykeldi, sırtı ona dönüktü ve kafası eğikti. Kuyruğu bacaklarının
arasında olan bir köpek gibi tanımlanabilecek bir şekildi. Böyle bir heykelin
yapılmasının tek amacının o kişiyi küçük düşürmek olduğunu tahmin etmek
kolaydı.

Xie Lian’ın bilmek için onu döndürmesi gerekmiyordu, heykelin yüzü


onunkinin tıpatıp aynısıydı.

Çevirmen: Kae

Not: Xie Lian’ın bu heykelinin tam olarak nasıl göründüğü yazara


sorulduğunda “Anladınız işte, öyle görünüyor.” Gibi bir cevap vermiş
(yanlış hatırlamıyorsam, kaynağı şu an bulamadım). Yani her ne kadar
nazikçe ‘secde etmiş’ / ‘diz çökmüş’ / ‘prostrating’ olarak çevirisi yapılsa
da, aslında… domalmış.

Bölüm 50: Sadece Tek Bir Kişinin Güvenliği İçin Olan Zarlar Normalde
insanlar sırtlarının nasıl gözüktüğünü bilmezdiler ancak Xie Lian farklıydı.
Sırtının nasıl gözüktüğüne oldukça aşinaydı.

Xian Le Krallığı ilk düştüğünde kızgınlıklarından kurtulmak için insanlar


onun tüm BaQian TaiZi Tapınaklarını yakmış, heykellerinin kutsallığını
bozmuş, kılıcındaki değerli taşları ve altından kıyafetlerini çalmışlardı.
Ancak buna karşın kızgınlıkları yanmaya devam etmişti, bu yüzden yeni bir
fikir bulmuşlardı: bunun gibi diz çöken heykeller oymak.

*ÇN: BaQian TaiZi, Veliaht Prens’in Sekiz Bin Tapınağı


Büyük ölçüde hürmet edilen ve tapılan Veliaht Prens diz çöküp affediliş için
yalvaran heykeller dönüşmüş, şehirdeki kalabalık yerlere herkes geçerken
ona tükürüp tekme atabilsin ki kendilerini şanssızlıktan arındırsınlar diye
konulmuştu. Daha da kötüsü bazıları onun secde ederken ki halinin
heykellerini yapıp heykeli direkt olarak kapı eşiği olarak kullanmışlar,
binlerce kişinin üzerinden yürümesine izin vermişlerdi. Xian Le Krallığının
düşüşünden sonraki ilk on, yirmi yıl boyunca bu tür heykeller birçok şehir
ve kasabada oldukça yaygın olmuştu, Xie Lian nasıl olsun da kendi arkasını
tanımasındı?

Tam o sırada genç bir adamın sesi duyuldu. “O küçük sırtlan Pei Su’nun
yükselmeden önce o erkek fahişe Pei’nin kaltak bacaklarına sarılması
gerekmişti, kim olduğunu düşünüyor? Sürgün edilmiş

yabani bir köpekten fazlası değil. Planlarımı mahvetmesi… Onla işimi


bitirdikten sonra rüzgarlar cesedini kurutsa bile kimse gidip onu almaya
cesaret edemez!”

Kişinin kendisi ortaya çıkmadan sövmeleri çoktan kulaklarına ulaşmıştı.


Xie Lian sesin geldiği yere baktığında mağaraya süzülerek giren yeşillere
bürünmüş bir figür gördü. Bir şekilde bahsedilmeye değmeyen nedenlerden
dolayı Xie Lian ilk önce kişinin kafasının üzerine bakmaktan kendini
alamamıştı ve onun suratındaki sadece maske olduğunu, kafasının üzerinde
hiç ışık olmadığını görünce biraz hayal kırıklığına uğramıştı. Bir sürü yeşil
giyinmiş iblis bu yeşillere bürünmüş adamı çevreledi, sanki yeşil bir ışık
çemberinin ortasında duruyormuş gibi gözüküyordu. Bu, hayalet diyarının
Dört Musibetinden Yeşil Cin Qi Rong olmalıydı.

Nan Feng ilk Qi Rong isminden bahsettiğinden beri Xie Lian bunu aklında
tutmuş ve bu ‘Qi Rong’un kendi bildiği ‘Qi Rong’la aynı olup olmadığını
düşünmüştü. Ancak canavarların veya hayaletlerin gerçek isimlerini
saklamalarını ve geçmiş hayatlarını gömmelerine dair olan yazısız kural
vardı. Bu yüzden aynı kişi olduklarını düşünmemişti, sadece gerçeğiyle
çakışmış olan sahte bir isim olmalıydı.

Ancak duruma bakınca oldukça emindi. Eğer bu bildiği Qi Rong değilse o


zaman nasıl diz çöken veliaht prens heykelleriyle kafayı bozmuş olan başka
bir ‘Qi Rong’ olabilirdi? Ve nasıl sesi bu kadar tanıdık olabilirdi?
Qi Rong’u çevreleyen yeşil iblisler yüksek sesle ona kral diye
sesleniyorlardı ve delice gevezelik yapıyorlardı, bundan dolayı Xie Lian ne
olduğunu biraz anlayabilmişti. Qi Rong birkaç uşağını Hayalet Şehre
yollamış ve karışıklık çıkarmakta başarısız olmuş, Hua Cheng tarafından
ezilip geçilmişti.

Ardından tekrar toplanmıştı ve yeniden savaşmaya hazırdı ancak ikinci tur


bile başlayamadan uşaklar geçici sürgün edilmiş olan Pei Su’la yolda
karşılaşmıştı. Ölümlü diyara geçici sürgün edilmiş olmasına rağmen Pei Su
bir zamanlar bir cennet mensubuydu ve daha iyi yapacak bir işi yoktu, bu
yüzden uşaklar ona rastladığında onları temizlemişti ve böylece yeniden
ezilip geçilmişlerdi.

Bu kadar kısa sürede o kadar çok uşak kaybettiği haberini alınca Qi Rong
sinirlenmiş ve durmadan küfretmeye başlamıştı. “Torunları da ataları gibi, o
siktiğim erkek fahişe Pei Ming’nin apışı

muhtemelen aftlarla doludur. Onun ve Pei Su’nun çüklerini kesip


tapınaklarına asmalıyım ki onlara tapan herkesin her adımında irinler
aksın!”

Xie Lian’ın kulaklarını kapatma isteğini bastırması gerekmişti. Küfürler


aynıydı; Feng Xin sinirlendiğindeki küfürleri de kulaklar için çok kabaydı
ancak küfrettikçe kelimelerinin sadece geçici bir sinir olduğu belli
oluyordu, gerçek bir kötü niyet yoktu. Qi Rong’un küfürleri ise farklıydı.
Küfürleri ettiği kişilerin kınadığı şekildeki gibi acımasızca ölmelerini
istediğinden şüphe yoktu, ucuz hamleler yapmaktan da korkmuyordu.
Tepeden tırnağa dangalak ve pisti.

Küçük yeşil iblis grubu yüksek sesle Qi Rong’a katıldılar. Muhtemelen


büyütmek için çok zaman harcadığı astlarını hatırlayarak devam etti. “O
güçlü ruhlu kadın Xuan Ji’nın Pei köpekleri tarafından yakalanıp zavallıca
haksızlığa uğratılması çok kötü. Şimdi bile kurtarılamaz.”

Xie Lian bu sözlere katılmıyordu. Gerçekten de Xuan Ji’nin trajik bir


hikayesi vardı ancak her şey Qi Rong’un tanımladığı gibi General Pei’nin
suçu değildi. Sonuçta Xuan Ji tarafında onca gelin kaçırılmıştı ve o, onları
soğukkanlılıkla öldürendi. Sahiden de güçlü ruhlu ve iyi bir kadındı. Ayrıca
Küçük Pei’nin sadece General Pei’ye yalvarmış olduğu için yükseldiği de
Xie Lian’ın katılamayacağı bir şeydi. O kadar çok yükselmiş ve düşmüş
gördükten sonra Xie Lian’ın tam bir kesinlikle söyleyebileceği bir şey
vardı: yetenekli olan her zaman yükselmeyebilirdi ancak yükselen her
zaman yetenekliydi. Eğer biri güçsüzce kim onu desteklerse desteklesin
cennet musibetlerinin üstesinden gelemezlerdi ve sadece orta cennettin
mensuplarından olabilirlerdi. Xie Lian, Pei Su’yla çok fazla iletişime
geçmemişti, buna rağmen o bile Küçük Pei’nin savaş gücünün Lang Qian
Qiu’nunkinden daha üstün olduğunu görebiliyordu. Yalnızca gücün
sıralanmada etkisi yoktu; politika da işe karışıyordu, aksi takdirde Pei Su
çoktan kendi sarayını alırdı.

Bariz bir şekilde Qi Rong bunları düşünmüyor, tüm diyarlarda ölüme


lanetlenmesini istemediği bir kişi yokmuş gibi küfrediyordu. Pei Ming’e
erkek fahişe, Küçük Pei’ye bacağa sarılan köpek, Jun Wu’ya sahtekar, Ling
Wen’e kaltak, Lang Qian Qiu’ya geri zekalı, Quan Yi Zhen’a bok, Su
Ustasına kara kalpli, Rüzgar Ustasına sürtük karı demişti – muhtemelen Shi
Qing Xuan’ın aslında bir erkek olduğunu bilmiyordu. Kendi gözleriyle
görmedikleri sürece kimse birinin bu kadar kinci olduğuna inanmazdı.

Sonunda, Qi Rong ana konuya geldi. Bu, Hua Cheng ve o şatafatsız


Gemileri Batıran Kara Su’nun ona nasıl yukardan baktıklarıydı. Onlar
sadece ‘Yüce’lerdi, bir gün kesinlikle önünde diz çökmelerini sağlayacaktı.
Xie Lian bunu duyunca öfkelenmeliydi ancak bunun nasıl olabileceğini
hayal bile edemediği için aksine oldukça komik buldu ve Hua Cheng’e bir
bakış attı. Hua Cheng hiçbir tepki vermiyordu, aksine yakından o diz çöken
taş heykele bakıyordu. Sonunda, neyse ki, Qi Rong’un küfürleri yatışmış
gibiydi ve konuyu değiştirdi. “Sizi yapmanız için gönderdiğim iş nasıldı?
Quan Yi Zhen ve erkek fahişe Pei hala kavga etmeye başlamadılar mı?”

Konuşurken aynı zamanda oturdu, lüks tahtına yayılmıştı. Bacaklarını


kaldırdı ve botlarını o heykelin omuzlarına koyarak onu bir ayak iskemlesi
olarak kullandı.

Xie Lian, Hua Cheng’in kolunu tutuyordu ve onu hemen ileriye doğru
atlayacağını hissettiğinde durdurdu. Geri çekmenin yeterli olmayacağını
düşünerek Hua Cheng’in avcuna başka bir kelime daha yazdı:
“Teşekkürler.”
Hua Cheng kelimeyi anladı. Başını eğerek onu gözlerindeki minnettarlıkla
izleyen, iyi niyeti için teşekkür eden, Xie Lian’a baktı. Ardından Xie Lian
hafifçe başını sallayıp “Dinle” ve “Cennet”

kelimelerini yazdı.

Qi Rong bir uşağını bir şey yapmaya yollamış ve bunun o iki cennet
mensubuyla alakası varmış gibi konuşuyordu. Bu iyi bir şey olamazdı, bu
yüzden Xie Lian dinlemeye devam etmek istiyordu. Heykelin

de bir ayak iskemlesi olarak kullanılmasına gelirse, eskiyi düşündüğünde


kapı eşiği olarak bile kullanıldığı olmuştu yani bu Xie Lian’a bir şey ifade
etmiyordu. Sadece bir parça kayaydı, kendisi değildi.

O üç basit kelimeyi yazmasına rağmen gözleri buluştuğunda Xie Lian, Hua


Cheng’in ne demek istediğini anlamış olduğunu biliyordu. Hua Cheng
yavaşça elini sıkıca tuttu ve kafasını çevirdi, Xie Lian daha fazla yüzünü
göremiyordu.

Küçük yeşil bir iblis konuştu. “Kralımızın verdiği talimatları takip ettik ve
çoktan Pei Ming’in Pei Su’yu kuzeyin savaş tanrısı yapmak istediği
dedikodularını yaydık. Artık daha ve daha fazla kargaşa çıkıyor, bu yüzden
bunu bir sebep olarak kullanıp Qi Ying sarayının dindarları kılığına girip
yüzlerce Ming Guang tapınağının kutsallığını bozduk ve kimse bizden daha
akıllı değildi! Hahaha, Lordum bilmiyor olabilir ancak o dindarlar
gerçekten de salak! Bizi tapınakları yıkarken gördüler ve daha fazla eğlence
için bizimle beraber yıkmaya başladılar!”

Qi Rong memnundu. “Onları gaza getirmeye devam edin! Quan Yi Zhen


dayanabilir ancak o erkek fahişe Pei Ming’in dayanabileceğine
inanmıyorum!”

Yaydıkları tam olarak bir dedikodu olmayıp bir tür değiştirilmiş versiyonu
olsa bile yine de tamamen kötü niyetle doluydu. Özelikle ölümlü kılığına
girip tapınakları sabote etmek gibi vicdansızca bir şey kesinlikle iğrenç,
ahlaksızca ve kötüydü. Qi Rong’dan ne zaman bahsedilse cennetteki
herkesin onun yetenekli değil ama bir baş belası olduğunu söylemelerine
şaşmamalıydı. Xie Lian aklına not etti, Eğer şans olursa Jun Wu’ya iki
cennet memuru arasında, diğerlerinin sebep olduğu, kavgalar için dikkat
etmesini söyle.

Qi Rong işini bitirince arkasında yaslandı ve heykelin üzerindeki iki uzun


bacağının pozisyonunu değiştirdi. Küçük şeytanlar hemen ne yapmaları
gerektiğini anlayarak en iyisini seçmek için insan grubunun yanına gittiler.
Gruptaki daha on yaşına bile gelmemiş olan çocuk durumun farkında
değildi. Koca gözlerini kırptı ve babasının kıyafetinin ucuna sıkıca tutundu,
ne kadar korktukça ona o kadar çok çekiyordu. Genç babasının yüzü kül
rengi ve soluktu, titreyen bir sesle onu yatıştırmaya çalışıyordu. “Korkma,
korkma.” Ancak kendisinin kemiklerine kadar korkuyor olduğu besbelliydi.

Küçük yeşil iblislerden biri orada bir çocuk olduğunu gördü ve mutluluktan
havalara uçarak kolunu onu tutmak için uzattı. Genç baba bağırdı ve
sarsıldı. Xie Lian ne yapacağını düşünemeden harekete geçti ancak hemen
ardından yanındaki figürün hareketini hissetmişti. Görmek için kafasını
çevirdi, Hua Cheng kalabalığın dışına adım atmıştı.

Hua Cheng özellikle Yeşil Cin’i aramak için gelmiş olduğundan artık Qi
Rong’u görmüş olduğuna göre dış görünüşünü eskisi haline getirmesi
gerekiyordu. Xie Lian’ın, Hua Cheng’in gördükleri her şeyi yok edebilecek
ve kimsenin onu durdurmayacak kadar güçlü olduğuna şüphesi yoktu.
Ancak Hua Cheng gerçek şeklini ortaya çıkarmamış ve o normal gözüken
genç adamın görüntüsünü korurken öne doğru tembelce yürümüştü.

Birkaç küçük yeşil iblis silahlarını kaldırarak telaşla bağırdı. “Dur! Ne


yapıyorsun?”

Qi Rong merakla sordu, ayakları hala yukardaydı. “O aşağılık herife ne


oluyor? Onu indirin.”

Hua Cheng güldü. “Xian Le kraliyet ailesinin önünde bile azıcık saygı
göstermeyecek misin?”

Onun sözlerini duyunca sadece Qi Rong değil, Xie Lian da şaşırmıştı.

Bir süre donmuş bir şekilde kaldıktan sonra Qi Rong bir hışımla ayağa
fırladı ve maskenin altından homurdandı, sanki öfkesi deli bir kahkahaya
dönmüştü. “Bu ne cüret! Önümde böyle bir şaka yapmak?! Söyle bana,
Xian Le kraliyet kanın hangi dalındansın? Hangisi??”

Hua Cheng acelesiz bir şekilde cevapladı. “Prens An Le.”

Xie Lian kollarındaki Lang Qian Qiu daruma bebeğinin bir kez sallandığını
hissedebiliyordu.

Prens An Le, Xian Le kraliyet ailesinin neslindendi ve Lang Qian Qiu ile
aynı kuşaktılar, arkadaş

oldukları söylenebilirdi.

Qi Rong’un alaycı gülüşü maskenin altından duyulabiliyordu. “Prens An


Le? Bence sen kendi ölümünü arıyorsun! Kim sana önümde saçmalamanı
söyledi? Seni tutan kişi sana biraz tarih öğretmedi mi?

Prens An Le, Xian Le kraliyet kanının son kalanıydı ve çoktan öldü! Sen
kimsin de benim önümde Xian Le kraliyet ailesi mensubu gibi
davranıyorsun?”

Hua Cheng kaşını kaldırdı. “Oo? Öldü mü? Nasıl öldü?”

Qi Rong bağırdı. “ONU İNDİRİN, O SAÇMA BOK PARÇASINI


İNDİRİN!”

Emri altında bir dolu küçük yeşil iblis mağaranın her yerinden bağırarak
ona doğru geldiler. Kaosun ortasında Hua Cheng sadece hafifçe sırıttı.

Yüz ifadesi öncesinde soğukkanlıydı ancak hemen ardından sanki bir


tabaka buz suratına yerleşmiş

gibi bir hal almıştı. Formu aniden titreyip kayboldu, sonraki saniye Qi
Rong’un arkasında belirdi.

Tek eliyle Qi Rong’un kafasının arkasını kavradı ve topla oynayan bir


çocukmuş gibi sertçe onu yere çarptı. “Ve sen kim oluyorsun da benim
önümde bu kadar küstah davranıyorsun!”
Yüksek bir BANG sesiyle o lüks taht aniden bir enkaza döndü ve toz havayı
kapladı. Xie Lian çocuğu arkasına korumak için çekip birkaç küçük çakılı
engelledi. Toz indiğinde Qi Rong kaybolmuştu.

Daha yakından baktığında kaybolmamış ancak tüm kafasının Hua Cheng’in


darbesinden sonra tamamen yere gömülüş olduğunu fark etti.

İnsanlar ve iblisler çığlık atarak uzaklaştılar.

“Kaçmayın!” Xie Lian bağırdı. Eğer insanlar mağaradaki iblisleri alarma


geçirirlerse kesinlikle öldürülürlerdi! Ancak tabii ki de, her zamanki gibi,
kimse onu dinlemedi. Xie Lian çaresizce kollarını iki yana düşürdü.

Bu şartlar altında diğerleri için endişelenmeye zamanı da yoktu. Odanın


diğer tarafındaki Hua Cheng yavaşça diz çöktü ve bir elini Qi ROng’un
saçını tutmak için kullanarak yerdeki çukurdan kanlı kafayı çekti, ardından
bedeni de kafasıyla beraber çekilmişti. Kısa bir incelemenin ardından Hua
Cheng oldukça eğlenmiş bir hale bürünüp bir kahkaha patlattı.

Gülüyor olmasına rağmen gözleri çok daha farklıydı, ürkütücü ve


korkutucuydular. RuoYe uçup kaçan insanları kesmeye çalışan birkaç küçük
yeşil iblisi sıkıştırdı. Ardından Xie Lian hızla döndü, içgüdüleri bir şeylerin
oldukça yanlış olduğunu söylüyordu. “San Lang? San Lang!”

Qi Rong’un maskesi çatladı, birkaç parçası düşmüştü. Bir ağız dolusu kan
kustu ve bağırdı. “BİRİ ONU

DURDURDUN! HEPİNİZ GELİP ONU DURDURUN!!”

Hua Cheng daha demin ona şiddetle darbe indirmişti ancak şimdi en iyi
arkadaşlarmış da sohbet ediyorlarmış gibi rahattı. Kıkırdadı. “Oh, bilmiyor
muydun? Bu dünyada durdurulamaz olan bazı şeyler

var. Mesela güneşin batıdan batması gibi ve bir filin bir karıncayı ezmesi…
Ya da örneğin – BENİM

SENİN AŞAĞILIK HAYATINI ALMAM!”


Son cümlesinde yüzü vahşi ve acımasızdı. Qi Rong’un tüm bedenini
tutuyordu ve onu tekrar yere yapıştırdı.

Bir yüksek sesli BANG daha ve Qi Rong’un bedeni yere derildi, çamurdan
daha kötü bir şeklide ezilmişti. Yüzündeki maske çatırdadı, küçük parçalara
ayrılarak yüzünün yarısını ortaya çıkardı.

Eğer biri o yarım yüzü görecek olsaydı çok edici bir gerçeği fark ederlerdi:
Yeşil Cin Qi Rong ve Ekselansları Veliaht Prens, bir iblis bir tanrı,
cehennem ve cennetin farkı, aslında birbirlerine oldukça benziyorlardı!

Çevirmen: Kae

Bölüm 51: Hakikat Mı Hile Mi, Ayırt Etmek Güç

Ancak maskenin diğer yarısı düşmüş ve Qi Rong’un suratının tamamı


ortaya çıkmıştı, aslında Xie Lian’a o kadar da çok benzemediği belli
olmuştu. Burunlarının ve dudaklarının şekilleri benzerdi ancak kaşları ve
gözleri oldukça farklıydı. Xie Lian’ın gözleri sakin ve huzurluydu. Qi
Rong’un kaşları yüksek ve keskindi, gözleri de daha ince ve eğimliydi.
Kesinlikle iyi görünümlü bir genç adamdı ancak insan bu yüzün,
uğraşılmaması gereken birine ait olduğunu tek bakışta söyleyebilirdi. Kanlı
bir lapaya dönüşene kadar dövülmesinin ardından en sonunda gözlerini
sadece aralayabilir hale gelmişti ve bulanık görüyordu, onu tutan kişinin
formunun değiştiğini fark etti, artık kırmızı giyiyordu.

Qi Rong hiç Hua Cheng’in gerçek yüzünü görmemişti ancak kırmızı


elbiseleri gördüğü anda şok olmuş

ve öfkelenmişti. “Sensin. SENSİN!”

Hua Cheng gerçek formuna geri dönmüştü. “Hala benim sorumu


cevaplamadın. Prens An Le nasıl öldü?”

Gözlerinin öylesine korkutucu görünmesinden dolayı Xie Lian öne doğru


çıkarak bağırdı. “San Lang!”
İnsanlar ve iblisler çoktan mağarayı boşaltmışlardı, Xie Lian onun yanına
koştu. “İyi misin? Öfkelenme, lütfen öfkelenme, her şey yolunda. Sakin ol,
her şey yolunda…”

Nazikçe Hua Cheng’in omuzlarını birkaç kez ovdu ve sesi yatıştırıcı bir
şekilde yumuşadı. Xie Lian çocukken ne zaman sinirlense ebeveynleri her
zaman bu şekilde sırtını ovardı ve yumuşak sesleriyle onu yatıştırırlardı,
böylece aynı metodu Hua Cheng’de kullanmıştı. Etkili olduğu ortaya
çıkmıştı; gözleri öncesinde çok bulutluydu ancak yatıştırıldıktan sonra
dudakları bir saniyeliğine titremiş ve yavaşça sakinleşmişti, gözleri bir kez
daha aydınlanmıştı.

Bunu görünce Xie Lian rahat bir nefes verdi ancak aniden, nefesini vermeyi
bile bitiremeden Hua Cheng hızla elini uzattı ve omzuna nazikçe bir kez
vurdu.

Bu vuruş Xie Lian’ın bedenini durdurdu ve onu olduğu yere mıhladı.

Hua Cheng’in ona bir şey yapacağını düşünmediği için hazırlıklı değildi, bu
yüzden bu kadar kolay bir şekilde darbe bedeni bulmuştu. Hua Cheng’in ne
düşündüğünü bilmiyordu ancak kendisi için endişeli değildi, daha çok Hua
Cheng’in önceki gibi kontrolünü kaybedebileceğinden endişeleniyordu.
Bundan dolayı tam ağzını açmak üzereyken, sadece hareket edemiyor değil,
aynı zamanda konuşamıyor da olduğunu fark etti ve oldukça zor bir
durumun içine düşmüş olabileceğini hissetti.

Qi Rong, yumruk dövüşlerinde güçsüz olabilirdi ancak kesinlikle ağız


dalaşında güçlüydü ve hala kanla kaplıyken sövmeye başladı. “Seni
siktiğimin delirmiş tek gözlü yılanı! Sadece kendi evimde yemek yerken
bile seni sinirlendirdim mi?!”

Hua Cheng gülümsedi ve kafasını çekmeden önce bir kere daha yere
yapıştırdı. “Prens An Le nasıl öldü?”

“Bunun seninle ne alakası…” Qi Rong bağırdı ve Hua Cheng yeniden onu


yere yapıştırdı. “Prens An Le nasıl öldü?”
Bu birkaç kez daha tekrarlandı ve Hua Cheng alaycı gülümsemesini
korurken onun kafasını bir topmuş

gibi sürdü, şiddetle belki on kez yere geçirdi. Şiddetli olmasına rağmen Qi
Rong ölemezdi ve ölemediği için bu katlanılmazdı. Kafatası çelikten
yapılma olan birisi bile bu tür bir işkenceye dayanamazdı ve Qi Rong
sonunda cevabını değiştirdi. “Bu kadar boşsan neden gidip lanet olasıca bir
tarih kitabı okumuyorsun?”

Hua Cheng soğukça güldü. “Eğer tarih kitapları gerçekleri kaydetseydi


neden senin gibi gereksiz bir çöp parçasına sormaya gelirdim ki?” Elini
tekrar kaldırmasıyla Qi Rong haykırdı. “LANG QİAN QİU!

LANG QIAN QIU TARAFINDAN ÖLDÜRÜLDÜ!!!”

Xie Lian’ın kollarındaki daruma bebeği kuvvetlice sallanmaya başladı.

Çok sallanıyordu ve Xie Lian onu tutmak için hareket edemiyordu, böylece
Lang Qian Qiu daruma bebeğinin yere düşüp delirmişçesine ileri geri
sallanmasını izledi. Hua Cheng dönmedi bile ancak büyüyü bozmuştu.
Kırmızı bir duman patlamış ve Lang Qian Qiu eski haline dönmüştü.

Kraliyet ailesindendi, yüksek ve güçlüydü, tüm hayatı boyunca hiç bu


şekilde aşağılanmamıştı.

Kızgınlıkla Qi Rong’u işaret etti. “Beni nasıl bu şekilde suçlar ve ismimi


lekelersin! An Le ve ben arkadaştık! Onu kimin öldürdüğünü söyledin?!”

Qi Rong onu görünce şoka girmişti. “Sen Lang Qian Qiu musun? Neden
sen de buradasın?”

Lang Qian Qiu’nun kendisi de neden bu sığınağa getirildiğini anlamıyordu


ancak yalnızca Qi Rong’un önceki suçlamalarından dolayı sinirlenmişti ve
gerçeği ortaya çıkarmaya mecbur hissediyordu. “Prens An Le hastalıktan
öldü, neden durduk yere beni onu öldürmekle suçlarsın ki?!”

Hua Cheng soğukça izliyordu ancak Qi Rong’un kafasını yere yapıştırmayı


bırakmıştı o yüzden Qi Rong da kavgaya katıldı. “Lanet olasıca bir
hastalıktan öldü, tabi, buna sadece sen inanırsın. Altın Yaldızlı Ziyafetin
hemen ardından öldü, o yüzden senin tarafından öldürülmüş olmalı! Eğer
sen değilsen o zaman o yaşlı pörsük sikler yapmıştır.”

Suyu bulandırıyor ve saçmalık kusuyordu; Lang Qian Qiu’nun yüzü git


gide daha da korkunçlaşıyordu.

“Herkesin Yeşil Cin Qi Rong’un aşağılık ve budalada olduğunu


söylemesine şaşmamalı. Artık senle tanıştığıma göre gerçekten de bayağı
olduğunu gördüm.”

Kaba yorumu Qi Rong’u tam acıyan yerinden bıçaklamıştı. Ünlü olduktan


sonra çok uzun yüzyıllar boyunca tüm cennet ve cehennem onunla hödük
ve basit diye alay etmişti ve bundan nefret etmişti.

Yüzü hemen değişti. “Bayağı olabilirim ancak hala senin gibi bir cahilden
daha iyiyim. Arkadaşlar bu, arkadaşlar şu, ne huzurlu bir ilişki. Xian Le ve
Yong An arkadaş olabilir mi? Huzurla bir arada var olmaları? Bok gibi
ebeveynlerin gibi sen de sahtesin, iğrenç!”

Ebeveynlerini aşağıladığını duyunca Lang Qian Qiu daha da sinirlendi.


“Sus! Benim saygıdeğer ebeveynlerim samimi ve içtendiler, sahte değil!
Onların isimlerine tükürmene izin vermeyeceğim.”

Qi Rong tükürdü. “Hepiniz birkaç asinin torunlarından başka bir şey


değilsiniz, kim sana hak verdi! Ne samimiyeti? Bize, Xian Le insanlarına
unvan bağışlamak? Utanmaz! Bizim olanı çaldınız ve sonra bir tür
hediyeymiş gibi bize geri verdiniz. Sizin olan her şey Xian Le’ye aitti!”

Lang Qian Qiu tartışmalarda iyi değildi ve gerçekten de donup kekeledi.


“Sen! Sen – “

Qi Rong nasıl kekeliyor olduğunu görerek tatmin oldu ve onu daha da


çileden çıkarmaya kararlıydı.

Güldü. “Siz An Le’yı öldürmüş olsanız bile bu karlı bir ölümdü. Xian Le
sadece bir tane kaybetti ancak Yong An tüm bir Altın Yaldızlı Ziyafetle
ödedi. Seni de öldürememiş ve tüm bir neslin yok oluşunun nasıl olduğunu
tattıramamış olmamız çok kötü!”

Bunu duyunca Lang Qian Qiu şaşırmıştı. “…Ne dedin?”

Xie Lian içinden küfretti.

Qi Rong’u Hua Cheng’in yaptığı gibi geri yere yapıştırıp susturmayı çok
umutsuzca istedi. Ancak bu taşlaşma büyüsüyle tek bir kasını bile
oynatamıyordu.

“Beni de öldüremediniz derken neyi kastediyorsun?”

Qi Rong sadece onun ‘bayağı’ yorumundan intikam almak istiyordu ve


övündü. “Gerçekten de armut anca dibine düşüyor; lordumu salaklığı
yüzyıllar boyunca geliştirilmiş, gözlerim açıldı! Düşün, biz Xian Le
tamamen Yong An’dan iğreniyoruz; sizden nefret etmeyenler Xian Le
vatandaşı olamaz! Gerçekten de Xian Le’nın kraliyet soyundan gelenlerin
Yong An soylularıyla arkadaş olabileceğine mi inandın?

Hepsi sizin gardınızı düşürmek, kumpas kurmayı kolaylaştırmak ve senin


doğum günündeki Altın Yaldızlı Ziyafetini kanla yıkamak içindi!”

Xie Lian kurtulmak için uğraşıyordu ve Lang Qian Qiu olduğu yerde
donmuştu. Bir süre sonra kekeledi.

“… Prens An Le ve Baş Rahip, aynı, aynı taraftaydılar?”

Lang Qian Qiu sevgili öğretmeniyle arkadaşının ona karşı komplo


kurduklarını düşününce ıstırapla dolmuştu ancak, aksine Qi Rong konuştu.
“Baş Rahi? O kötü Baş Rahip Fang Xin? Kimle o aynı tarafta oluyormuş?”

Lang Qian Qiu bu soruyu duyunca şaşkına dönmüştü. “Sen… Sen Altın
Yaldızlı Ziyafeti kanla yıkadın ama onu yapan Baş Rahip değil miydi? Siz
ikiniz aynı tarafta değil miydiniz? Ben…” Tamamen kafası karışmıştı.

“O kötü herifin nereden geldiğini kim bilir,” Qi Rong cevapladı. “Onunla


bir alakası yok! Dinle, Lang Qian Qiu, senin Yong An Altın Yaldızlı
Ziyafetinde dökülen kanın hepsi Xian Le insanlarının ellerinde!
An Le çoktan ziyafetteki her bir sikik isyancının kanını kurutmayı
planlamıştı, ama o siktiğimin tuhaf Baş Rahibi aniden içeri daldı. An Le
planın başarısızlığa uğrayacağını düşündüğü için koşup bana geldi, ifşa
olursa ne yapması gerektiğini sordu, ama tam da o gece her şeyi bok edenin
Baş Rahip olduğu duyuruldu ve bir anda krallıktaki en çok aranan adam
olmuştu.”

Lang Qian Qiu’nun bu bilgiyi sindirmesi bir süre aldı. “Eğer öyleyse, o
zaman neden daha önce söylemedin?”

Qi Rong cıkladı. “Mal mısın? Neden söyleyecektim ki? Suç başkasının


üzerine kaldı işte bunun nesi kötü? Bu yalanım nedeniyle beni ‘Yüce’
seviyesine yükseltecek misin?” Daha çok konuştukça daha da keyif
alıyordu. “Oooo, anladım. İnanamadın dimi? Ustanın tabutunu kendi
ellerinle çivilediğini duymuştum, HAHAHAHAhahaha, tam bir geri
zekalısın! Yanlış adamı öldürdün!”

Vahşi, içten kahkahayı duyunca Xie Lian gözlerini kapattı ve bir kez daha
lanet etti.

Lang Qian Qiu ise öfkeden titriyordu. “…YANILIYORSUN!” Ardından


etrafında döndü ve Xie Lian’a doğru bağırdı. “Eğer bu doğruysa, o
konuşmadıysa bile, sen neden konuşmadın?!”

Qi Rong kırık bir dişi tükürdü. “Ve o kimmiş? Bu ne amk, benim


mağaramda parti mi veriyorsunuz??”

Herkes onu duymazdan geldi. Lang Qian Qiu emreder bir tonla tekrar
sordu. “Eğer sen yapmadıysan, eğer sen öldürmediysen, o zaman neden
suçu üstüne aldın??”

Tam bu sırada Xie Lian’ın bedeni çözüldü.

Hua Cheng taşlaştırma büyüsünü bozmuştu. Ancak her şey için


muhtemelen çok geçti. Lang Qian Qiu onun cevabını bekliyordu, Xie Lian
yavaşça doğruldu, belindeki ve eklem yerlerindeki tutuklukları geçirmeye
çalışıyordu. Bir an duraksadıktan sonra kelimeler Xie Lian’ın
dudaklarından döküldü.
“Tamamen saçmalık.”

Lang Qian Qiu onun ‘Söylenilen her şey doğru’ demesini beklemişti
halbuki. Ancak Xie Lian’ın soğuk sözleri ve iki kelimesiyle bir anda Qi
Rong’un söylediği her şeyi reddetmişti.

Qi Rong sinirlendi. “Tamamen saçmalık mı?! Kim diyor?”

Xie Lian. “Ben diyorum.”

Qi Rong’a baktı ve devam etti. “Bunların hepsi yalan dolan, boş laflar, Altın
Yaldızlı Ziyafette kan dökenin Xian Le’den olduğuna dair ne kanıtın var?”

Qi Rong eğleniyordu. “Öldürülenlerin hepsi geberdi, ne kanıtı? Ayrıca


yüzlerce yıl geçti. Geriye ne kalır?”

Xie Lian cevapladı. “Bu yüzden hepsi saçmalık. Xian Le ve Yong An


geçmişin hanedanları, uzun zaman önce yitip gittiler. Tarih parçalarından
başka elinde hiçbir şey olmadan boşu boşuna ortalığı karıştırmaya
çalışmanın manası nedir?”

Ses tonu Qi Rong’u irkiltmişti, sanki bir şey hatırlamış gibi görünüyordu ve
gözlerini kısmıştı. Xie Lian, Lang Qian Qiu’ya döndü ve sakin bir sesle
konuştu. “Babanı ben öldürdüm; kendi gözlerinle gördün.

İkinci sürgünümün zamanlarına denk geliyordu. Tümüyle hüsranla


doluydum ve korkunç bir yanlışlık yaptım. Benimle birlikte başkalarını da
suçlamanın alemi yok. Bu adam tümüyle hile dolu; Prens An Le’nin ismini
lekelemeye çalışmasının tek nedeni, ona bayağı dediğin için intikamını
almak istemesi.”

Eğer dışarıdan bu konuşmayı dinleyen birisi olsaydı, tüm bunları komik


bulurdu. Bir cinayetin arkasındaki gerçek suçlu unvanını almak için yapılan
bir savaş; duyan da Altın Yaldızlı Ziyafette kan dökmenin ihtişamlı bir şey
olduğu sanırdı. Lang Qian Qiu hala darmadağın bir haldeydi ve zihni
tümüyle bulanmıştı. Başını tuttu ve konuşmadan önce bir süre düşündü.
“Doğru… sendin, ve başka kimse yoktu.”
Kendi gözleriyle görmüştü. O gece, heyecanla Altın Yaldızlı Saray’a
koşmuş ancak tek gördüğü şey siyahlara bürünmüş Baş Rahibin ince bir
uzun kılıcı babasının göğsünden çekerek her yeri kanla yıkaması olmuştu.
Ve bir an sonra, babası, Yong An kralı elini ona doğru uzatmış, o sırada hala
nefes alıyordu. Ancak sonrasında koşarak gittiğinde eli gevşek bir şekilde
yere düşmüştü.

Bu sırada, hala yerde yatmakta olan Qi Rong aniden konuştu. “Kuzen


Veliaht Prens, sen misin?”

Çevirmen: Kae ve Nynaeve

Bölüm 52: Hakikat Mı Hile Mi, Ayırt Etmek Güç

Xie Lian’ın gözleri tekrar Qi Rong’a döndü. Ona bir an baktıktan sonra
konuştu. “Qi Rong, görünüşe göre geçen yıllarda oldukça renkli bir hayatın
oldu.”

Sözlerini bitirdiği gibi Hua Cheng üzerindeki sahte deriyi kaldırmıştı. Üç


davetsiz misafirin de kimlikleri ortaya çıkarken Qi Rong’un gözleri
irileşmişti. Lang Qian Qiu şaşkındı. “Kuzen mi?”

Öncesinde Qi Rong’un ‘Biz, Xian Le’ dediğini duymuş ve Yeşil Cin’in


geçmişte Xian Le Krallığında yaşadığını olduğunu anlamış olsa bile, Xie
Lian ve onun oldukça yakın bir kan bağının olacağı hiç aklına gelmemişti.
Qi Rong Xie Lian’ın yüzüne baktı, ardından onu baştan aşağıya süzdü;
merak ve büyülenmeyle aç bir bakıştı. Gözleri Xie Lian’ın sırtındaki Fang
Xin isimli kılıca takıldığında aniden kahkahalara boğuldu. “DEMEK
ÖYLE! DEMEK ÖYLE! FANG XIN SENDİN! SEN FANG XIN’DİN!

HAHAHAHAHAHAH!!!”

Her ne kadar neden güldüğünü anlayamasa da, Lang Qian Qiu’ya içinden
bir ses uygunsuz bir şey olduğunu söylüyordu, öfkeyle konuştu. “Bu kadar
komik olan ne?”
“Güvenilir kuzenime gülüyorum, sana ne!” Qi Rong anında hiddetle geri
bağırmıştı. “Biraz önce lordumun aptallığının yüzlerce yılda geliştiğini
düşünüyordum. Özür dilerim. Bağışla. Bir işi öğreneceksen en iyisinden
öğreneceksin; ustana bak, bu kadar mal olmana şaşmamalı!” Xie Lian’a
döndü. “Yong An’a gidip Baş Rahipleri oldun ve günün sonunda kendi
öğrencin tarafından ölümüne biçildin, heyecan verici değil mi? Harika değil
mi? Bunu hak ettin; kendini aptal yerine koydun!”

‘Aptal’ kelimesini söylediği anda Hua Cheng bir kez daha kafasını yere
vahşice vurdu. Qi Rong her daim utanmaz birisi olmuştu ve nedense Xie
Lian’ı görmek onu kat be kat daha çok heyecanlandırıyordu. Suratı yere
çalınmışken bile durmaksızın bağırıyordu. “APTAL! APTAL! APTAL!”

Her kelimesinde, Hua Cheng de kafasını bir kez daha yere vuruyordu. Kanlı
bir sahneydi, Xie Lian onu durdurdu. “San Lang, bırak!”

Hua Cheng sertçe konuştu. “Neden ki?”

Xie Lian. “Önemsiz bir şey, seni üzmesine izin verme. Onun sorunları var
ve her biri birbirinden bıktırıcı. Ben ona göz kulak olurum. Sen sadece otur
ve arkana yaslan.”

Nazikçe Hua Cheng’in omzunu okşamaya başladı, Hua Cheng kısık bir
sesle en sonunda konuşana dek uzun bir zaman geçmesi gerekmişti. “Peki.”

Qi Rong başını yerden çıkarttı ve zorla diğer tarafa yuvarlandı. Tükürdü.


“Ne diye nazik rolü yapıyorsun? Eğer onun sahiden bana vurmasını
istemiyor olsaydın en başından müdahale ederdin!

Önce önemsemiyormuş gibi davranıyordun şimdi ise ona beni bırakmasını


söylüyorsun, kimse sana büyüklüğün için teşekkür etmeyecek!”

Xie Lian. “Onu ellerini seninle kirletmesin diye durdurdum, sanırım yanlış
anladın?”

Qi Rong’un kanlı yüzü bir öfke patlamasıyla aydınlandı, ama hemen sonra
tekrar kıkırdamaya başladı.
“Oooo kuzen Veliaht Prens, Hua Cheng’le epeyi iyi anlaşıyorsun. Ben de bu
küçük kardeşinin seni karşılasınlar diye tapınağına yolladığı astlarından
neden hiçbirisinin geri dönmediğini oturmuş merak ediyordum, demek Hua
Cheng’le karşılaşmışlar!”

Qi Rong’un onu bulmak için astlarını gönderdiğini Xie Lian hiç bilmiyordu.
Aklına Hayalet Festivali gecesinde Hua Cheng olan karşılaşmaları geldi,
görünüşe göre Qi Rong’un astlarıyla ilgilenmek için Puji Manastırına
gitmişti. Xie Lian yanındaki Hua Cheng’e bakmaktan kendini alamadı.

Qi Rong devam etti. “Demek ona ‘San Lang’ diyorsun, cık cık cık, fazla
samimi! Kuzen, ünlü bir cennet mensubusun, nasıl canavarlarla ve iblislerle
takılırsın? İtibarını hiç mi düşünmüyorsun? Çok mükemmelsin sonuçta, çok
saf ve kusursuz, tüm ihtişamınla dünyayı aydınlatıyorsun,
hahahahhahaha…”

Üst cennetteki çoğu kişi Mu Qing’in sözlerinin az yada çok alaycı olduğunu
düşünürdü, ama dinleyip kıyaslama yaparlarsa gerçekten alaycı konuşmak
neydi anlarlardı. Gerçekte Mu Qing’e hepsi haksızlık ediyorlardı. Qi Rong
sadece konuşmakla da kalmaz, hareketleriyle de katılırdı. Ellerini kalbinin
üzerinde birleştirerek haykırdı. “Kuzen Veliaht Prens, bu küçük kardeşin
yıllardır durmadan seni düşündü. Bak, bu özenle şekillendirilmiş heykelini
bile hep yanımda tutuyorum, böylece kahramanlara yaraşır halin, her sabah
kalktığımda gördüğüm ilk şey oluyor. Ne dersin? İyi yapılmış

değil mi? Beğendin mi? Merak etme, eğer beğenmediysen daha bile mutlu
olurum, daha da fazlasını yaparım, hahahahahha…”

Heykelden bahsettiği anda Hua Cheng’in yüzü kararmıştı ve eğer Xie Lian
onu tutuyor olmasaydı çoktan Qi Rong’un yüzüne basardı. Ancak Xie Lian,
Qi Rong’un kim olduğunu son derece iyi biliyordu; deliydi ve ne kadar uç
bir tepki alırsa o kadar heyecanlanıyor ve o kadar taşkın davranıyordu. Ters
psikoloji en etkili yöntemdi, bu yüzden Xie Lian sadece sakince gülümsedi.
“Fena değil. Özür dilerim ama işçiliği oldukça aşağı seviyede.”

Beklediği gibi Qi Rong’un yüzü anında düşmüştü, konuşurken artık sesi


soğuktu. “Yeter. Eğer eski sevgim kalmasa ve birkaç heykelini yapmasam,
sana kim tapınırdı? Muhtemelen bir kez daha yükselebilmek için dizlerin
kırılana dek sümüklerini akıta akıta Jun Wu’ya sızlanır, ayaklarına
kapanırdın. Cennete git ve kendin gör, senden daha asil olmayan tek bir
cennet mensubu var mı?

Sadece iki yüz yıllık bir mensup bile senin tepene biner. Sekiz yüz
yaşındasın aşağı yukarı, ama daha sadece buralara gelebildin. Tam bir
başarısızlık örneği.”

Xie Lian gülümsedi. “Evet başarısızlık örneğiyim, kendisi sekiz yüz yılda
çoktan ‘Yıkım’ seviyesine ulaşabilen kuzenimin aksine.”

Xie Lian Qi Rong’un moralini nasıl bozabileceğini çok iyi biliyordu.


Yanındaki Hua Cheng küçümser bir kahkaha attı ve Qi Rong’un yüzü
karardı. Karşısındaki üçlüye baktıktan sonra aniden konuştu. “Bak şu işe…
anlaşmazlıklarımızı çözelim diye bugün Hua Cheng’e bana bulaşması için
yalvardın mı?”

Xie Lian geriledi ve bir an için şu anda nasıl göründüklerini düşündü,


sahiden karşı çıkamıyordu.

Qi Rong devam etti. “Şu haline bak. Sana karşı ters bir kelime ettiğim anda,
çat! Bak nasıl kızıyor.

Halendeki kutsal ışık onu kör mü etti? Sikik tanrım, unutmuşum! Zaten bir
gözü kör değil miydi?

HAHAHAhahahaha…”

Kahkahası dinemeden gözleri tekrar kararmıştı ve yanakları acıyla


sarılmıştı, ağzındaki kanı silerken –

bir yumruk daha indi! Ancak yumrukları atan kişi Hua Cheng değildi, Xie
Lian’dı.

Xie Lian’ın yumruğu gözün görebileceğinden çok daha hızlı inmişti, soğuk
bir sesle konuştu. “Geçmişte sana hiç vurmamış olmam, bundan sonra hiç
vurmayacağım anlamına gelmez.”
Yumruğu sertti ve Qi Rong tekrar ses çıkartabilene kadar uzun bir süre
geçmesi gerekmişti. Uyuz bir köpek gibi yerde yatıyor, kıkırdarken
yumruklarıyla yeri dövüyordu. “Kuzen Veliaht Prens, bana vurdun! Bana
sahiden vurdun! Cennet adına, bizim asil, nazik, şefkatli, merhametli,
küçücük bir karıncaya dahi basmaya korkan veliaht prensimiz, gerçekten
sinirlendi ve bir yumruk savurdu!

İNSANLARA VURUYOR! İNANILMAZ! MUHTEŞEM!!!”

İnanılmayacak kadar heyecanlıydı, sevinçten deliriyordu. Lang Qian Qiu


hayatında daha önce hem sözleriyle hem hareketleriyle bu kadar deli
birisini görmemişti ve sırf bu haline şahit olmak bile şaşkınlıktan
donakalmasına neden olmuştu. Mırıldandı. “O… O deli mi?”

Xie Lian Qi Rong’un deliliğini görmeye alışkındı, bu yüzden çok kafa


yormadı. “Kendin duyuyorsun. O

deli. Kalbi ve zihni dengesiz bir halde bu yüzden söylediği hiçbir şeye
güven olmaz.”

Qi Rong’un kahkahası aniden durdu. Yüz ifadesini bir anda toplamış dudak
büküyordu. “Benim psikopat olduğumu söylemekte bu kadar acele etme.
Sormama izin ver, Prens An Le nasıl öldü!?”

Bu Hua Cheng’in ona sorduğu soruydu ve şimdi kendisi Xie Lian’a


sormuştu. Lang Qian Qiu’nun ilgisi bir anda tekrar odaklanmıştı.

Xie Lian’ın kalbi bir an parçalandı, hemen cevap vermedi. Qi Rong ise
yavaşça kendisini kaldırdı ve diz çöken heykele yaslanarak oturdu. “An Le
öldükten sonra incelemek için cesedini açtım ve çok güçlü bir kılıcın
titreşimleri tarafından iç organlarının paramparça edildiğini gördüm, bu
yüzden dış

tarafında hiçbir yara olmadığı halde kan kaybından ölmüştü. Bu sıradan bir
kılıç ustasının yapabileceği bir şey değildi. İlk başta Yong An haydutlarının
tuhaf bir tür kiralık katil tutarak An Le’nin ölümünü hastalık olarak
göstermeye çalıştıklarını sanmıştım. Ama şimdi düşününce, böyle bir şeyi
yapabilecek birisi daha var ve bu kişi adaletin savunucusu güvenilir
kuzenimden başkası değil. Sonuçta, Çiçek Taçlı Savaş Tanrısı, Ekselansları
Veliaht Prens kutsal, saf, biricik, cennetin dağlarındaki kar beyazı bir
nilüfer…”

Hua Cheng üzerine bastı ve Qi Rong acınası bir halde ciyakladı. Lang Qian
Qiu başı çatlayacak gibi hissediyordu; başını tuttu, gözleri kızarıklıklarla
çizgilenmişti. “Kapa çeneni! Bana sadece bildiklerini anlat! Gerçek katil
kim? Altın Yaldızlı Ziyafette neler oldu? Ve Prens An Le’ye ne oldu? NE
OLDU???”

“Lang Qian Qiu sen neden hala bu kadar şaşkın görünüyorsun?” Qi Rong
devam etti. “Ben bile olanları aşağı yukarı anladım. Görünüşe göre ustanın
nasıl birisi olduğunu hiç anlamamışsın! Gel, gel, gel, bırak canım kuzenimi
senin için açıklayayım: önceden Xian Le’nin veliaht prensiydi, sonra Yong
An’ın Baş Rahibi oldu ve sana beş yıl boyunca kılıç kullanmayı öğretti…”

Daha sadece birkaç kelime etmişti ama Xie Lian kılıcına uzandı, ama o
daha ileri atılamadan Lang Qian Qiu’nun uzun kılıcı önüne geçti. “Bırak
konuşsun!”

“Deli olduğunu biliyorsun ama yine de hasta sanrılarını dinliyorsun!”

Fang Xin savruldu ve her ne kadar ince bir kılıç olsa da şok dalgası
neredeyse Lang Qian Qiu’nun uzun kılıcının elinden düşmesine neden
olacaktı. Ama tam bu sırada gümüş kıvrılmış bir bıçak Fang Xin’e engel
oldu, kılıca takıldı ve bir kenara çekti. Xie Lian irkildi ve haykırdı. “San
Lang!”

Qi Rong, Xie Lian’ın onun konuşmasına ne kadar istemediğini ve Lang


Qian Qiu’nun gerçek hikayeyi duymasına ne kadar çaresizce engel olmaya
çalıştığını fark etmişti, bu yüzden fırsattan istifade ederek tam tersini yaptı.
“Prens An Le iyi bir Xian Le çocuğuydu, son derece sadıktı! Benim
talimatlarıma uydu ve seninle sahte bir arkadaşlık kurdu ama senin ustan,
onu Altın Yaldızlı Ziyafette Yong An fare çukuru temizlerken buldu, bu
yüzden An Le kaçmak zorunda kaldı. Sen Altın Yaldızlı Ziyafete gittin,
neler olduğunu gördün ve Baş Rahip Fang Xin krallığın en çok aranan
adamı oldu. Önceki hikaye buydu, tek bir kelime bile yalan değil…”
Xie Lian birkaç kez ağzını kapatmak için öne çıkmaya çalıştı ama her
seferinde Hua Cheng onu durdurdu. Xie Lian tekrar ağlarcasına haykırdı.
“San Lang!” Ancak Hua Cheng tek bir kelime dahi etmeden Xie Lian’a
engel olmaya devam etti.

Xie Lian atılmaya çalıştıkça Qi Rong’un dudakları da daha hızlı hareket


etmeye başlıyordu. “Benim aziz kuzenim kendi gözleriyle Xian Le
insanlarının cinayet işlediğini görünce, aklından muhtemelen: Bu nasıl
olur? Bu doğru değil! Diye geçti. Bu yüzden Prens An Le’ye muhtemelen
bir ders vermek için yanına gitti ama onu bulduğu zaman – aman TANRIM
ne fark etti dersin? An Le’nin esas planını!

Sadece birkaç haydudu öldürmek değildi niyeti! Kuzenimin onu


eğitebilmesine imkan yoktu, bu yüzden kalbini taşlaştırdı ve kendi kraliyet
ailesinin kanından kalan son kişiyi kendi elleriyle öldürdü! –

Sonrasında sen ustanı yakaladın ve ölüsünü bir tabuta çiviledin ve böylece


de kuzenimin Baş Rahip olarak geçirdiği görkemli günler sona erdi. Kuzen,
yanılıyor muyum?”

Qi Rong heykelin ayaklarının dibine bir ağız dolusu kan tükürdükten sonra
devam etti. “Seni çok iyi tanıyorum. Böyle boklar yemeye bayılırsın.
Yukarıdaki atalarımız, bakın iyi torununuz nelere kadir!

Xian Le Xie ailesi her şeyini kaybetmekle kalmadı, tüm soyu kurudu! XIE
LIAN! UĞURSUZ YILDIZ, TALİHSİZLİK TANRISI! SENİN VAR
OLUŞUN XIAN LE’NİN EN BÜYÜK FELAKETİ! NEDEN
ÖLMÜYORSUN?

YAŞAMAYA DEVAM EDECEK KADAR YÜZSÜZ MÜSÜN???”

Lang Qian Qiu. “Ama kendi gözlerimle babamı kılıcıyla öldürdüğünü


gördüm! Bunu nasıl açıklayacaksın?”

Qi Rong cevapladı. “Sikik üst düzey gözlerinin içine su kaçıp görüşünü


bulandırmadıysa o zaman aklıma sadece tek bir sebep geliyor: Yaşlı
moruğunu bıçaklayan An Le’ydi, ama herif ölmedi.”
“O… O son darbeyi mi vurdu?”

Qi Rong uludu. “Ne diyorsun sen! Benim iyi kuzenim nazik bir ruhtur, nasıl
son darbeyi indirir? Oraya vardığı zaman muhtemelen hemen
saldırmamıştır, önce zavallı adamı kurtarmak için biraz şov bile yapmıştır.
Ama, heh, yaşlı moruğun muhtemelen kendi kendisini öldürmüştür.”

Lang Qian Qiu emreder bir sesle. “Ne demek kendini öldürmüştür?”

Qi Rong sordu. “Katledilmenin eşiğinden dönen birisi ilk olarak ne yapar?


Altın Yaldızlı Ziyafette onlarcasını katledildiğini gördükten sonra senin ilk
tepkin ne oldu?”

Lang Qian Qiu hala tam olarak çıkarım yapamamıştı. “…Katili bulmak.”

“YANLIŞ!” Qi Rong haykırdı. “Benim iyi kuzenim senin moruğu


kurtardıktan sonra, daha aldığı ilk nefesle söylediği cümle muhtemelen:
‘Çabuk! Baş Rahip! Bunları Prens An Le yaptı! Git Prens An Le’yi öldür’
oldu. Hayır, hayır, hayır sadece bu da değil, muhtemelen daha beterini
söylemiştir, mesela:

‘Baş Rahip! Qian Qiu’yu getir! Herkesi çağır! Xian Le halkının hepsinin
yok edilmesini istiyorum!

Hepsinin geberip gitmesini istiyorum!!!”

Çaresizlik ve öfkeli ses tonu taklidi kulaklarını tırmalıyordu ve Lang Qian


Qiu her an biraz daha soluyordu. Qi Rong devam etti. “Eğer o anda
ölmediyse bile, moruk bütün haydut akrabalarının gözleri önünde
öldürüldüğünü görmüştü. Er yada geç Xian Le insanlarına saldıracaktı. İyi
ustan bunu fark etti, seçeneklerini değerlendirdi ve karar verdi, hayır,
moruğu kurtaramazdı, bu yüzden BAM ve yaşlı adamın kalbi durur. Benim
iyi kuzenim böyledir, asla kötülük düşünmeyen bir aziz, her zaman
başkalarına zarar veren ve kendisini yaralayan boklar yer; her iki tarafı da
memnun etmek istemişti ama kimseyi memnun edemedi, hehehe,
hahaHAHAHAhaha…”
Çevirmen: Nynaeve

Not: Bu arada son birkaç bölümdür alakasız cümlelerle karşılaşıyorum,


orijinalinden kontrol ediyorum ama tabi Çince bilmediğim için Google
Translate kullanarak mantıklı bir şeyler çıkartmaya çalışıyorum.

O kadar farklı anlamlar çıkıyor ki… Ya çevirmen novel’ın farklı bir


versiyonundan çeviri yapıyor ya da arada iyi saçmalıyor. Henüz
çözemedim.

Bölüm 53: Hakikat Mı Hile Mi, Ayırt Etmek Güç

Xie Lian bağırdı. “Qi Rong, kapa çeneni!”

Lang Qian Qiu başını sinirli bir şekilde çevirdi. “Neden susacakmış?
Söyledikleri doğru diye mi? Altın Yaldızlı Ziyafette, sen de An Le de
saldırdınız, biriniz tüm ailemi katletti diğeriniz babama ölümcül darbeyi
vurdu. Hepiniz bana yalan mı söylüyorsunuz?!”

Xie Lian aceleyle cevapladı. “Onu dinleme-” Qi Rong sözünü kesti.


“ELBETTE HEPSİ YALAN! Çok aptalsın, senden başka kim inanırdı ki?
Eğer şans eseri planlarımız bozulmasaydı, Xian Le seni daha on iki yaşında
bir bebekken gebertecekti, onun yerine lüks içinde büyüdün ve yükseldin!”

“On iki mi?” Lang Qian Qiu tekrarladı. On iki yaşındayken başına gelen en
büyük olay kaçırılması ve Xie Lian tarafından kurtarılmasıydı. Emreder bir
tonla konuştu. “O sene sarayı basarak beni kaçıran haydutları Xian Le mi
göndermişti?”

“E yani!” Qi Rong cıkladı. “Sıradan suikastçılar yüzlerce kraliyet


muhafızının koruduğu bir veliaht prensi kaçırabilir mi sanmıştın? Lütfen.
Bu konuda An Le’ye yardım eden bendim.”

Lang Qian Qiu başını salladı. “Yardım mı ettin? Peki. Anladım. Demek tüm
dostlarım yalandı. Xian Le’nin insanları asla dostluğumu önemsemediler.
Senin Prensin An Le’nin asla iyi bir niyeti olmadı, onun yerine hayatımızı
almanın peşindeydi.”
Xie Lian’a döndü. “Demek bana söylediğin her şey yalandı.”

Qi Rong şaşırmış taklidi yaptı. “Gel, gel, çabuk, benim kutsal kuzenim sana
neler dedi hemen anlat!”

Lang Qian Qiu onu duymazdan geldi ve Xie Lian’a hitaben konuşmaya
devam etti. “Yong An ve Xian Le aslında tek bir ulustur demiştin; kraliyet
aileleri arasında ne olursa olsun halkı birdir demiştin. Eskiden tek bir
aileydik ve bizim neslimizden gelecek olanlardan sonra ilişkiler iyileşecek.
İnsanlar mutlu olduğu sürece kraliyet ailesinin adının ne olduğu önemli
değil ve her iki tarafta kinlerini bırakıp zamanla birleşecektir demiştin.
Hepsi yalandı. Hepsi saçmalık, boş laflar, yalanlardı!”

Xie Lian’ın duymaktan en çok korktuğu şey buydu. Hemen bağırdı. “Hayır!
Yalan değildi! Düşün: senin hükmün altındayken sahiden değişimler olmadı
mı?”

Lang Qian Qiu dudaklarını sımsıkı kapattı ve nefesini tuttu. Xie Lian
devam etti. “İyi idare etmemiş

miydin? Xian Le’nin hayatta kalan halkı Yong An’ın insanlarıyla barış
içinde yaşamadı mı? Gittikçe daha az çekişme ve isyan olmadı mı, nasıl
yalan olur?”

Bir anlık bir sessizlik olmuştu ve Lang Qian Qiu’nun yanaklarından yaşlar
boşaldı. “Ama… peki ya ailem? Yong An ve Xian Le’yi birleştirmek
onların en büyük hayaliydi, bu yüzden An Le’ye senin soyundan gelen son
kişi olduğu için prens unvanını verdiler. Dilekleri yerine geldi, peki ya
onlara ne oldu?”

Qi Rong cıkladı. “Amma ağlak, tıpkı aziz kuzenimin bir zamanlar olduğu
gibi! Babacığın ve annecin için gelmiş ağlıyorsun; ben daha senin atalarını
KENDİ annem ve babam için yeterince taciz edemedim!

Siktiğimin Yong An’ıyla Xian Le’yi birleştirmek onların dileği miydi? Ne


kadar hoş sözler. An Le, An Le; önce yerleş, sonra keyfini sür, sırf
söylemiyorum diye siz Yong An köpekleri ömürlerimizin sonuna kadar
Xian Le’nin kafasına basa basa yürüyebileceksiniz mi sanıyorsun?”
*ÇN: An Le (安樂) // An (安): ‘Güvenli’, ‘Barış’, ‘Yerleşmek’. Le (樂):
‘Mutluluk’, ‘Keyif’.

Qi Rong kafasına göre anlamlar çıkartmış. Sanırım kastettiği: “Önce gel


ülkemizi gasp et, sonra ‘aman da barış yapalım’ de” gibi bir şey??

Ama çok anladığımı söyleyemiycem.

Xie Lian sinirle bağırdı. “QI RONG, KES ŞU DELİLİĞİ!”

Diğer yandan Lang Qian Qiu ise hala gözlerinden yaşlar süzülürken Qi
Rong’a bakıyordu. “Hanemin katledilişinin arkasındaki beyin sen miydin?
Altın Yaldızlı Ziyafetteki komplonun da?”

Qi Rong kıs kıs güldü. “Evet, bir kısmı benim işim. Bir kısmı da An Le’nin.
Ve senin efendinin! Biz üç Xian Le insanı, hepimiz kendi rolümüzü
oynadık. Hahahahaha…”

Aniden kahkahasının ortasında, Lang Qian Qiu’nun uzun kılıcı ansızın


aşağıya uzandı ve saldırdı. Qi Rong ciyakladı ve tüm bedeni ikiye
bölünmüştü!

Beklenmedik bir kanlı sahneydi, bedenin alt yarısı yerde yuvarlanırken üst
yarısı haykırdı. “ACIMIYOR!

ACIMIYOR! BİRAZ BİLE ACIMIYOR! KUZENİM VELİAHT


PRENSİN YUMRUĞUNA KIYASLA, SEN BİR

HİÇSİN! HAHAHAHAHAHA!”

Lang Qian Qiu tek kelime etmedi, kafasını yakaladı ve havaya kaldırdı. Qi
Rong hala hakaretler yağdırmakla meşguldü, ama Xie Lian, Lang Qian
Qiu’nun yüz ifadesinde bir tuhaflık olduğunu fark etmişti ve aceleyle
konuştu. “Qi Rong, eğer yaşamak istiyorsan konuşmayı kes!”

Xie Lian her zaman karşısındakine nazik bir saygıyla yaklaşırdı, ancak Qi
Rong normal bir şekilde konuşulacak birisi değildi; bunu biliyordu, o
yüzden onunla her konuşması gerektiğinde Xie Lian hiçte nazik davranmaz
ve farkında bile olmadan kaba birisine dönüşürdü.
Lang Qian Qiu, Qi Rong’un üst bedenini sürükledi ve büyük, kaynayan,
kabarcıklar çıkartan kazana geldi. “Bu kazanı normalde insan pişirmek için
mi kullanırsın?”

Etrafta sürüklenirken Qi Rong’un kanlar akan bedeni yere kandan kalın bir
çizgi çekmişti. “Evet, n’olmuş?”

Tek kelime etmeden Lang Qian Qiu onu bıraktı.

“AAAAAAHHH HAHAHAHAHAHA ---”

Qi Rong’un çığlık mı attığını yoksa güldüğünü mü ayırt etmek çok güçtü,


ve kazana bırakıldığı anda bedeni anında yanmış ve pelteye dönene dek
kaynamıştı. Xie Lian böyle bir şeyi hiç beklememişti, gözbebekleri
küçülürken, farkında olmadan bağırdı. “QIAN QIU!”

Lang Qian Qiu sert bir sesle cevapladı. “Ne? Yeşil Cin Qi Rong kaç kişiyi
yedi? Ona pişmenin nasıl bir his olduğunu öğretmemize izin yok mu? O
hanemi katleden bir düşman, ona acı çektirmeye iznim yok mu???”

Elbette vardı. Bu yüzden Xie Lian hiçbir şey söylemedi, söylemeye hakkı
yoktu. Ancak ölümlü bir krallığı veliaht prensiyken veya cennette doğunun
savaş tanrısıyken, Lang Qian Qiu hiç böylesine vahşi bir şey yapmamıştı.
Savaşırken her zaman doğrudan saldırırdı ve asla zulme başvurmazdı. Bu
davranışı Xie Lian’ın tanıdığı Lang Qian Qiu’ya hiç benzemiyordu.

Kaynar suya atıldıktan ve bir süre piştikten sonra Qi Rong’un üst bedeni
daha fazla insan formunu koruyamamış, bazı yerlerinden kemikler fışkıran
et ve deriden oluşan bir yığına dönüşmüştü, korkunç bir sahneydi. Yine de
halinden oldukça memnun görünüyor ve hala kahkahalar atıyordu.
“Tebrikler kuzen! Şu harika öğrencine bir bak! Kanatları güçlendi!
Acımasız ve nasıl işkence edeceğini biliyor!”

Lang Qian Qiu tekrar elini serbest bıraktı ve Qi Rong bir kez daha
kaynayan kazana gömüldü. Bu kez düştüğünde kemikleri bile kaynayan
sıvının içinde çözünmüş gibiydi. Qi Rong bir kez daha yüzeye çıkamadı,
sadece yeşil giysilerden arta kalan birkaç parça suda süzüldü. Bir süre
sonra, hala onu göremeyince Xie Lian istemsizce seslendi. “Qi Rong!”
Bir zamanlar kuzeni veliaht prens hakkında susmak bilmeyen, onu
putlaştıran ve her hareketini öven küçük kuzeni… Ancak Xian Le Krallığı
düştükten sonra tamamen delirmişti. Tüm tapınaklarını yakmış,
saraylarındaki kutsal şeylere saygısızlık etmiş ve her yere diz çökmüş
veliaht prens heykelleri koymayı görev bilmişti. Xie Lian’ın acı çekmesi
için her şeyi yapardı. Xie Lian bu davranışlarına katlanmak ve başkalarının
olaya dahil olmasını engellemek için elinden gelen her şeyi yapmıştı; en
sonunda dayanamayacak noktaya geldiğinde, tek yapabileceği şey
uzaklaşmak ve gözlerden, düşüncelerden ırak kalmak olmuştu.

Ardından yıllarca haber alamayınca Xie Lian onun öldüğünü düşünmüştü.


Bunca yıl geçtikten sonra geçmişteki bu kişiyle, kendisininkine benzeyen o
yüzle karşılaşacağını nereden bilebilirdi? Şu anda geçmişe özlem mi
duyduğunu yoksa pişman mı olduğunu bilmiyordu. Sonuçta Xian Le’nin
kraliyet hanesinden geriye sadece ikisi kalmışlardı. Ama gözleri önünde
ölmeden önce kuzenini uzun yıllar boyunca hiç görmemişti ve üstüne
cezalandırmak için sopa bile kullanamayan Lang Qian Qiu tarafından
acımasızca öldürülmüştü. Çok kısa bir zaman aralığında çok fazla şey
olmuştu, Xie Lian henüz daha düşüncelerini toplayamamıştı bile, berbat bir
haldeydi. Lang Qian Qiu başı öne eğilmiş bir şekilde kazanın yanında
doğruldu, konuşmuyordu. Tam bu sırada Hua Cheng konuştu. “Ölmedi.”

Lang Qian Qiu başını kaldırarak ona baktı. Hua Cheng devam etti. “Sahiden
intikamını aldığını mı sanmıştın? Sayısız kopyasından birini öldürdün
sadece. Eğer onu tümüyle yok etmek istiyorsan, küllerini bulmak
zorundasın.”

Lang Qian Qiu soğuk bir sesle. “Hatırlattığın için teşekkürler. Onu kendi
ellerimle yakalayacağım ve küllerini saygın annem ve babamın onuruna
saçacağım. Bu gerçekleştiğinde gelip seninle yarım kalmış

meselemizi halledeceğiz. Baş Rahip, kaçabileceğini düşünme!”

Sözlerini bitirirken uzun kılıcını sıkmış ve savurmuştu, kazan parçalanırken


aniden arkasını dönerek yürümeye başladı. Kaynar su kazandan sıçradı ve
kemiklerle dolu sıvı yere saçıldı. Xie Lian peşinden gitmek istiyordu ama
işe yaramayacağını biliyordu.
Adımının ortasında durdu, olduğu yerde duruyor, konuşamıyordu. Hua
Cheng yanına geldi. “Gerçeği yeni öğrendi, bu yüzden en iyisi kendi başına
kalması ve sakinleşmesi.”

Xie Lian şaşkına dönmüştü. “Neden gerçeği bilmesi gerekiyordu? Gerçeğin


ne önemi var?”

Hua Cheng cevapladı. “Çok önemli. Senin ne yaptığını ve ne yapmadığını


bilmesi gerekiyordu, ve neden yaptığını.”

Xie Lian dalgın bir şekilde döndü ve soğuk bir sesle konuştu. “Her şeyi
bilmesinin ne faydası var? Daha az insanı öldürdüm diye suçum daha mı az
artık? Her şey artık daha mı kolay??”

Hua Cheng cevap vermedi. Xie Lian’ın göğsü patlamaya hazır bir öfkeyle
yanıyordu ve kime kızacağını bile bilmiyordu. “Ve ne zorluğu çekmişim?
Majesteleri her zaman iki halkı birleştirmek istemişti, onu ben öldürmedim
mi? Prens An Le ailemin kanından gelen son kişiydi, onu ben öldürmedim
mi? Ne olursa olsun suç bende, bütün suç benim üstüme kaldıysa ne olmuş
yani? Korkulacak ne var? Ne yaparsa yapsın ölemem zaten! Bunu ben
yaptım. Ben uğursuzluk getiriyorum. Prens An Le’yi, Qi Rong’u ve tüm
Xian Le ulusunu mahvettim. Hepimizden nefret edeceklerine sadece benden
nefret etseler olmaz mıydı? Sadece ona öğrettiğim her şeyin yanlış
olduğunu düşünse ve bu boş saçmalıkları bilmese olmaz mıydı?”

Hua Cheng onu sessizce izliyordu, tartışmadı. Bir süre birbirlerine baktılar
ve aniden Xie Lian elleriyle yüzünü kapattı. “Özür dilerim, özür dilerim
San Lang. Kendimde değilim. Özür dilerim.”

Hua Cheng. “Önemli değil. Hata bende.”

“Hayır, senin hatan değil. Bu benim problemim.” Xie Lian yere çöktü ve
oturdu, başını tuttu. “Felaket.

Korkunç bir felaket.”

Bir an sonra Hua Cheng de yanına oturdu. “Doğru olanı yaptın.”


Xie Lian başını tuttu ve hiçbir şey söylemedi. Hua Cheng devam etti. “Yong
An Kralı, Xian Le halkından kalanları korumak için öldürüldü. Prens An Le
iki ulusun tekrar düşman olmaması için öldürüldü. En sonunda Lang Qian
Qiu’nun ellerinde ölerek, katil adaletle yüzleşti. Yüzlerce yıllık barış için üç
hayat verildi, değer. Ben de aynısını yapardım. Beni dinle.” Sesi katıydı, bir
parça bile şüpheye yer yoktu.

“Doğru olanı yaptın. Kimse senden daha iyisini yapamazdı.”

Xie Lian sessizdi. Bir süre sonra en sonunda konuştu. “Doğru olanı
yaptığımı sanmıyorum.” Yavaşça yüzünü kaldırdı. “Nazik birisinin böyle
bir sonla yüzleşmesinin doğru olduğunu düşünmüyorum.

“Yalan da olsa, Qian Qiu’nun Xian Le’ye karşı olan iyi niyetinin karşılıklı
olduğunu düşünmesini istemiştim. Doğru davranışın sonsuz kapılar
açacağını düşünmesini… Şimdi ise ona söylediğim her şeyin yalan
olduğunu düşünüyor, inandığı yer şeyin yalan olduğunu, bir aldatma
olduğunu. Hepsinin saçmalık olduğunu! Ben sadece…” Sağ elini kaldırdı
ve eline bakarak konuştu. “…kimsenin benim yaşadıklarımı yaşamasını
istemiyorum.”

Hua Cheng sessizce dinledi. Xie Lian söylediği sözler nedeniyle utanmıştı
ve tekrar özür diledi. “Özür dilerim. Ama şu dünyanın haline bir bak. Yong
An’ın ilk birkaç nesli şiddet ve zulümle hüküm sürdü, ama hiçbiri korkunç
şekilde can vermedi. Ama sıra Lang Qian Qiu’nun sadece iyilik yapmak
isteyen ailesine gelince…”

Yong An Kralı onu Baş Rahip pozisyonuyla onurlandırmış ve ona


olabilecek en saygılı şekilde davranmıştı. Yaşamı sona ererken, o güvenin
kaybolduğuna dair hiçbir işaret olmadan ölmüştü. Xie Lian’ın gözleri
odaksız bir şekilde uzaklara bakıyordu, fısıldadı. “Unutamıyorum… kılıcım
ona saplanırken yüzündeki o ifadeyi…”

Hua Cheng yumuşak bir sesle. “Unut. Qi Rong ve Prens An Le’nin


suçuydu.”

Xie Lian başını iki yana salladı ve ardından dizlerine gömdü, sesi çok
yorgundu. “Ve her şey tam da yolundaydı.”
Lang Qian Qiu’nun babası ilk tahta geçtiğinde, verdiği ilk emir Xian Le’nin
insanlarına zulmetme geleneğine son vermek olmuştu. Xian Le ve Yong An
insanları en sonunda, ilk kez gerçek bir barış

ortamına kavuşmuşlardı; en sonunda değişim rüzgarları esiyor, en sonunda


birleşmeye dair bir işaret vardı, en sonunda tüm anlaşmazlıklar geride
kalabilirdi, ve Prens An Le, Altın Yaldızlı Ziyafeti kanla yıkamak için o
zamanı seçmişti.

O gece Prens An Le’yi bulmak için kaçtığında, normalde onu sorun


çıkarmaması için uyarmayı planlamıştı. Ancak kraliyet hanesinin son oğlu,
onun gerçekte kim olduğunu anlayınca, onu yakalamış

ve kendisinin büyük intikam entrikalarına ve krallıklarının tekrar


kuruluşuna katılmasını istemişti.

Gözleri tutkuyla alev alevdi, sesi heyecanla doluydu; ilk yemini Altın
Yaldızlı Ziyafette kan dökmekti, ardından Lang Qian Qiu’yu yok etmek ve
Yong An’ı yıkmak. İki halk arasındaki dostluğu yıkmak anlamına gelse bile
yapacaklardı; Xian Le’den kalan tüm insanların yaşamları pahasına olsa
bile; tüm Yong An’ı, soylularını ve halkını, cehennemin derinliklerine
göndermek anlamına gelse bile.

Ama en sonunda, ölenler ölmüştü, katiller katildi. Nedeni ne olursa olsun,


zorlayıcı neden ne olursa olsun, gerçekten tüm ayrımlara son vermek
isteyen saygıdeğer bir kralı kendi elleriyle öldürdüğü bir gerçekti ve bu
dünyadaki kendi kanından gelen son kişiyi.

Bu yüzden tüm suç ondaydı.

Çevirmen: Nynaeve

Not: Xie Lian’ın Lang Qian Qiu’yu terslemesine kızan arkadaş hala burada
mı :P
Bölüm 54: Yamyamlık Mağarasında İblis Kral Cennet Mensuplarıyla
Yüzleşiyor Xie Lian diz çöken heykelle yüzleşmek için başını çevirdi. “Qi
Rong bir konuda haklıydı. Ben bir başarısızlık örneğiyim.”

“Onun gibi gereksiz bir pisliğin ağzından çıkanlara inanmam.” Hua Cheng
nazik bir tonla devam etti.

“Ölmemek ve kaçmak konusunda iyi olması dışında, başka hiçbir özelliği


yok. Sekiz yüz yılda ‘Yüce’

seviyesine bile yükselemedi. Onu dövmek bile insanın sadece elini kirletir.”

Xie Lian’ın dudakları istemsizce yukarı kıvrıldı, kendisi de aynı durumda


değil miydi? Sadece ölmemek ve kaçmak konusunda iyiydi, sekiz yüz yıl
geçmesine rağmen, sadece bu noktaya gelebilmişti ki bu da hiçbir şeydi.

İlk başta Lang Qian Qiu’nun doğunun savaş tanrısı, yüksek seviyedeki bir
cennet mensubu olduğu halde hala eski kişiliğini, dürüst karakterini, sıkıcı
toplantılarda uyuyakalma alışkanlığını koruduğu halde görünce çok
rahatlamıştı. Ancak bundan sonra, nasıl değişeceğini kim bilebilirdi? Qi
Rong’u kovalamak için arkasından gitmişti, bu iş bittikten sonra; Xie
Lian’la olan meselesini nasıl bitirecekti?

Xie Lian ayağa kalktı ve yavaşça heykele doğru yürüdü. Başı önde,
heykelin önünde durdu; heykelin yüzü kendisininkine çok benziyordu,
sadece ek olarak hüzünlü bir ifadesi vardı, yüzü yaşlarla doluydu, kırış kırış
ve çirkindi. Bir an baktıktan sonra Xie Lian iç çekti ve elini heykelin
kafasına uzattı, güçlü bir darbe indirdi.

Elini geri çektiği zaman, heykelin yanaklarında iki uzun çatlak oluştu ve
kısa bir süre sonra ağlayan yüz paramparça oldu. Heykel çöktü ve küçük taş
parçalarına bölünerek yere düştü, bir daha asla onarılamazdı.

Xie Lian tekrar döndüğünde, her zamanki nazik ve huzurlu ifadesi yüzüne
geri dönmüştü. Alnını ovaladı. “Qi Rong’un ininde muhtemelen hala pek
çok insan var, gidip onları bulup serbest bırakacağım.”

Hua Cheng de ayağa kalktı. “Gidelim.”


Biraz önceki kargaşada, Qi Rong’un inindeki tüm küçük yeşil fener iblisleri
kaçmışlardı ve gölgelere saklanmış olanlar da ortaya çıkmaya
korkuyorlardı. İkisi her yeri aradılar, yol üstünde şanssız birkaç küçük iblisi
yakalayarak onları yol göstermesi için zorladılar ve ‘taze yemek saklamak’
için kullanılan pek çok mağara buldular. Kabaca Qi Rong’un tüketmek için
yakaladığı insan sayısı üç yüzden fazlaydı; ya yakın köylerde yaşayan
insanlar ya yolculardan oluşuyorlardı.

Dolaşırken pek çok zindanı açtılar, tutukluların hepsini azat ettiler.


Görevleri sayesinde Xie Lian da kafasındaki düşünceler uzaklaşmış ve
sakinleşmişti. Herkesi serbest bıraktıklarından emin olduktan sonra Hua
Cheng’le sohbet edecek vakti dahi vardı, bir süre gidip geldiyse de en
sonunda sormaya karar vermişti. “San Lang bu arada, sana bir şey sormak
istiyordum.”

Hua Cheng. “Nedir?”

Xie Lian sordu. “Qi Rong’un Altın Yaldızlı Ziyafet komplosunun


arkasındaki kişi olduğunu nereden biliyordun?”

İlk başta Hua Cheng’in neden o ve Lang Qian Qiu’yu Yeşil Cin’in inine
getirdiğini hiç anlamamıştı, ama şimdi biliyordu. Hua Cheng, Lang Qian
Qiu’nun Altın Yaldızlı Ziyafet hakkındaki gerçekleri bizzat Qi Rong’un
ağzından duymasını istemişti.

“Qi Rong benim Fang Xin olduğumu bilmiyordu. Eğer bilseydi, en


başından üzerime gelirdi. O

zamanlar ben de her ne kadar Xian Le’nin eski soylularının bir şeyler
planladığını biliyor olsam da arkasındaki esas kişinin Qi Rong olduğunu
bilmiyordum. Sen nereden öğrendin? Ne zamandır biliyorsun?”

“Çok uzun zamandır değil.” Hua Cheng elini salladı ve yanında yürümeye
başladı. “Qi Rong’la birkaç kez karşılaştım ve nasıl birisi olduğunu
öğrendim. Qi Rong hayattayken Xian Le’dendi ve Yong An’a karşı derin
bir kin güdüyordu. Kışkırtmak konusunda oldukça başarılıydı, her alevi
güçlendirmesini ve uydurma sanatını çok iyi biliyordu. Yong An soylularına
karşı planlanan pek çok büyük suikast girişiminin arkasında o vardı ama iyi
gizlemesini bilmişti.”

Xie Lian başını iki yana salladı. “Demek geçmişi oldukça kabarıkmış.
Neyse ki saklamak konusunda oldukça başarılı, eğer Cennet tüm o
ölümlüler arasındaki çekişmelerde parmağı olduğunu öğrenseydi, ona asla
merhamet edilmezdi.”

Hua Cheng. “Altın Yaldızlı Ziyafette kan dökmek tam onun yapacağı bir iş.
Bu yüzden de her zaman planı yapan kişinin o olduğunu düşünmüştüm, Baş
Rahip Fang Xin’in ise onun kuklası olduğunu. Ama üst cennette Lang Qian
Qiu senin Baş Rahip Fang Xin olduğunu açıkladıktan sonra, Fang Xin ile
Qi Rong’un asla birlikte çalışmayacağını düşündüm.”

Xie Lian’ın adımları yavaşladı. Görünüşe göre Hua Cheng her ne kadar
cennette bulunmasa da Büyük Savaş Salonunda olup biten her şeyden
haberdardı. Ve sadece bu da değil, aynı zamanda Xie Lian ile Qi Rong
arasındaki kişisel ilişki konusunda da oldukça bilgiliydi.

Hua Cheng devam etti. “Yine de Qi Rong’un planı yapan kişi veya en
azından tüm bunları başlatan kişi olduğundan emindim. Xian Le’den kalan
insanların hayatları Lang Qian Qiu’nun babası tahta çıktıktan sonra iyi bir
yönde ilerlemeye başlamıştı ve artık düşen krallıklarının intikamını almayı
düşünmüyorlardı bile. Böyle bir durumda bile olayın peşini bırakmayacak
olanlar sadece Xian Le’nin kraliyet soyu olabilirdi. O zamanlar soydan
geriye kalan tek kişi ise Prens An Le’ydi. Qi Rong eğer bir şeyler başlatmak
istiyorsa gitmesi gereken kişi oydu. Son derece tesadüfi bir şekilde bu söz
konusu kişinin Altın Yaldızlı Ziyafetin hemen ardından bilinmeyen bir
hastalık nedeniyle ölmesi oldukça şüpheli bir durum değil mi?”

Xie Lian başını salladı ve Hua Cheng sonuca geldi. “Bu yüzden yüksek
ihtimalle öldürüldüğü ve ölümünün arkasındaki nedeninin Altın Yaldızlı
Ziyafetle bağlantılı olduğu muhtemeldi. İlk olarak Yong An kraliyet
soyundan şüphelendim, ama sonrasında Xian Le halkına hiçbir şey
yapılmadı, bu yüzden onlar olmadığına karar verdim. Üzerinde
düşündükten sonra şu anki kararıma vardım.”
Xie Lian gülümsedi, şaşkındı. “Bu kadar küçük ipuçlarıyla, böylesine doğru
bir sonuca varabildin.”

Hua Cheng. “O kadar zor değil. Sadece olaya dahil olan ana kişileri oldukça
iyi tanıyor olman gerek.”

“Elbette, ama senin çıkarımların konusunda anlamadığım önemli bir nokta


var.”

Hua Cheng sordu. “Nedir?”

“Neden ilk hamleyi yapanın Qi Rong olduğundan bu kadar emindin?”

“Çünkü senin böyle bir şey yapmayacağından emindim.”

Bunu duyunca Xie Lian’ın gülümsemesi dondu. Bir süre sessiz kaldıktan
sonra tekrar sordu. “Neden?”

“Eğer herhangi başka bir neden kullanarak Altın Yaldızlı Ziyafette kan
döktüğünü söyleseydin, o zaman sen olduğuna inanabilirdim. Yong An kralı
dürüst bir hükümdardı, halk onu seviyordu. Ama

yine de Lang Qian Qiu sana neden yaptığını sorduğu zaman ona ‘Seni o
pozisyonda görmeye dayanamadım’ dedin.

“Tahtından edilen birisinin söyleyeceği şey de tam olarak budur. Ama bu


sözler senin ağzından çıktığı zaman, sadece kendi adını lekelemeye
çalıştığını ifade ediyor.”

Bunu duyunca Xie Lian ses çıkarmadan bir kahkaha attı. “Kendi adımı mı
lekeleme çabam mı?

Derinlerde bu tarz düşüncelerim olabileceği hiç mi aklına gelmedi? Belki


de içten içe kin gütmüşümdür?”

Hua Cheng. “Düşünceler düşence olarak kalır, böyle bir şeyi asla eyleme
dökmezsin.”
“Sen-” Xie Lian gözlerini kapattı ve başını iki yana salladı, sanki konuşup
konuşmamaya karar vermiyor gibiydi. Hua Cheng üsteledi. “Ben ne?
Söylesene. Sorun değil.”

Xie Lian bir süre kafa yormaya devam etti ama en sonunda konuşmuştu.
“Sadece, başka bir insana karşı bu kadar yüksek beklentilerin olmamasının
daha iyi olduğunu düşünüyorum.”

“Ah?” Hua Cheng mırıldandı. “Ne demek istiyorsun?”

Xie Lian açıkladı. “Başkalarının fazla mükemmel olduğunu düşünme. Eğer


söz konusu sadece uzaktan gölgesini izlemek ve etkileşime geçmemekse, o
zaman sorun değil tabi. Ama bu kişiyle tanıştığın ve yakınlaştığın anda,
eninde sonunda bir gün o kişinin hayal ettiğin gibi biri olmadığını fark
edersin, belki de tamamen bambaşka birisidir, büyük bir hayal kırıklığına
uğrarsın.”

Hua Cheng katılmıyordu. “Bilemezsin. Başkalarının hayal kırıklığına


uğraması beni ilgilendirmiyor.

Bazılarına göre, belli bir kişinin sadece bu dünyada var olması bile, umudun
kendisidir.”

Her ne kadar ‘bazıları’nın ve ‘belli bir kişi’nin kim olduğunu belirtmemiş


olsa da, ses tonu düz ve her zamanki gibiydi, sanki öylesine bir görüş
belirtmişti, Xie Lian’ın kalbi çarptı, hatta hafifledi.

Adımları durdu ve konuşamadı. Bir an sonra aniden kendisini tutamadı.


“San Lang, sen sahiden kimsin?”

Hua Cheng de durdu ve başını çevirerek ona baktı.

Xie Lian doğrudan gözlerinin içine bakıyordu ve düşünceli bir şekilde


sordu. “Qi Rong’un kim olduğunu ve nasıl birisi olduğunu biliyordun.
Benim kim olduğumu ve Tanrıyı Memnun Eden Veliaht Prensi nasıl
çizeceğini biliyordun. Benim hakkımdaki her şeyi biliyor gibisin. Çok fazla
biliyorsun. Belki çok daha fazla.”
Hua Cheng gözlerini kaldırdı. “Ben hep çok bilmiyor muyum?”

Xie Lian başını iki yana salladı. “Aynı şey değil.”

Sol eliyle sağ dirseğini tuttu ve sağ eliyle çenesini destekleyerek merakla
Hua Cheng’e baktı. “Hep senin geçmişimden birisi olduğunu ve beni
oldukça uzun zamandır tanıdığını hissettim. Belki de ilk yükseldiğim
zamanlardaydı, hayır, belki daha da öncesinde. Ancak… Hatırlayamıyorum.
Senin gibi şahsına münhasır biriyle ne zaman tanıştım?”

Hua Cheng gibi birisi bir kez tanışıldıktan sonra unutulamayacak birisiydi.
Xie Lian hiç başını bir yerlere vurup hafızasını kaybetmemişti, bu yüzden
eğer daha önce tanıştıysalar hatırlamaması için bir sebep yoktu.

Xie Lian gözlerini ona dikti, biraz şaşkın görünüyordu. “Tam olarak
kimsin? Daha önce tanıştık mı?”

Hua Cheng cevap vermedi, ama dudakları hafifçe yukarı kıvrılmıştı. Xie
Lian anında sorusunun inanılmaz uygunsuz olduğunu fark etti.

Bir iblisin gerçek ismi çoğu zaman sır olurdu; tabi Qi Rong kadar
ölçülemez derecede tuhaf birisi değilse, kimseye söylenmezdi.

Xie Lian aceleyle tekrar konuştu. “Özür dilerim, boş ver. Sadece sordum.
Cevap vermene gerek yok.

Kim olduğunun bir önemi yok.”

Tam bu sırada Hua Cheng’in gözleri kısıldı. Xie Lian onun bir şey fark
ettiğini anlamıştı ve başını geriye çevirdi. Onlara çok uzak olmayan bir
mağaranın içinden yüksek sesler geliyordu ve net, bariz bir kadın sesi
duyuldu. “Sana söyledim, kadınken daha güçlüyüm, daha şanslıyım üstelik!
Yine de benim atmama izin vermedin. Gördün mü? Bu kez doğru zarı
attık!!!”

Shi Qing Xuan’ın sesiydi. Xie Lian düşünmeden seslendi. “Rüzgar Ustası!”

Tahmin ettiği gibi beyaz cübbelere bürünmüş bir kadın koşarak mağaradan
çıktı ve Xie Lian’ı gördüğü anda gözleri aydınlanmıştı. “Onu buldum!
Ekselansları burada!”

Anca Hua Cheng’in Xie Lian’ın arkasında olduğunu gördüğü anda yüzü
düştü. Hemen geri çekildi ve önünde Rüzgar Ustası Yelpazesini açtı. Xie
Lian daha konuşmaya fırsat bulamadan mağaradan bir erkek sesi duyuldu.
“Buldun mu? Nasıl görünüyor?”

Ses gittikçe yaklaşıyordu, kısa bir süre sonra başka bir gölge belirdi, gelen
kişi Feng Xin’di. Sol elinde uzun, siyah bir yay vardı ve Hua Cheng’i
gördüğü anda yayın gümüş ipini sonuna dek çekmişti, son derece tetikteydi.
Hua Cheng kıkırdadı ve yorum yapmadı. Xie Lian aceleyle konuştu.
“Silahlarınızı kaldırın, konuşalım.”

Dördü Yeşil Cin’in inindeki dar bir yolda karşılaşmışlardı, ikiye iki. Feng
Xin yayı sonuna dek gerilmiş, ruhani bir ışık huzmesi sağ elinde ok şekline
bürünmüştü ve ucu Hua Cheng’e doğrultulmuştu. İlk o konuştu, sesi ikazla
doluydu. “Ekselansları, buraya gel.”

Feng Xin’in yayı Jun Wu’nun hediyesiydi, adı FengShen Yayı idi ve
oldukça baş belası bir ruhani silahtı.

Xie Lian onun sahiden saldırmasından korkuyordu bu yüzden Hua


Cheng’in önüne geçerek bedenini siper etti. Ama beklenmedik şekilde Hua
Cheng ona arkasından sarılarak arkasına çekti.

*ÇN: FengShen; Rüzgar Tanrısı.

Çekmesi diğer ikiliyi irkiltmişti. Shi Qing Xuan anında elini kaldırdı. “Hua
Cheng! Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuru! A-a-a-ani bir harekette bulunma!
Zevk Köşkün kazara yandı! Eğer memnuniyetsizsen konuşabiliriz! Cennet
sana geri öder. Majestelerinin parası hiçte azımsanacak düzeyde değil.

Ekselanslarını bırak ve konuşalım.”

Çevirmen: Nynaeve
Bölüm 55: Yamyamlık Mağarasında İblis Kral Cennet Mensuplarıyla
Yüzleşiyor Xie Lian gülse mi ağlasa mı bilemedi, ama yine de minnettardı.
“Rüzgar Ustası, yanılıyorsun.

Aslında…”

Hua Cheng’in yanan Zevk Köşkü için geri ödeme talep etmediğini
açıklamak istiyordu ama Shi Qing Xuan ona kurnaz gözlerle bakıyordu,
sanki tek kelime etmemesini söyler gibiydi. Hua Cheng de tartışmadı, sesini
yükseltti. “Jun Wu’nun gözlerimin önünde bir casus yerleştirmesinin
borcunu henüz hesaplamadım bile, yani konuşulacak hiçbir şey yok.”

Xie Lian en sonunda anlamıştı. Shi Qing Xuan çoktan Hua Cheng’in kötü
bir niyeti olmadığını anlamıştı ve Hua Cheng onu sahiden kaçırmış gibi rol
yapıyordu, böylece cennettekiler Xie Lian’ın kaçtığını söyleyemeyecekti.
Hua Cheng de Shi Qing Xuan’ın niyetini anlamış ve iş birliği yapıyordu.
Ancak Xie Lian tüm bunları yaşamak istemiyordu. “Tamam, rol yapmayı
bırakın. Cennete sadece beni kurtarmak için geldi. San Lang’ın niyeti
başından beri iyiydi, neden saklamaya çalışıyorsunuz?”

Shi Qing Xuan cevapladı. “Artık rol yapmıyoruz öyleyse. Biraz önceki
konuşmamızı çoktan iletişim rününe yolladım. Anlamıyorsun, niyeti ne
kadar iyi olursa olsun, sözler bir kez yayıldığında kulağa son derece kötü
gelmeye başlayacak, en başından beri kötü olduğunu düşünecekler.”

Hua Cheng. “İnsanları tanıyorsun.”

“Elbette! Yoksa nasıl ben, Rüzgar Ustası, cennette bu kadar popüler


olabilirdim?” Shi Qing Xuan üzerine çeki düzen verdi. “General Nan Yang,
yayını indir.”

Ancak Feng Xin’in yayı hala sonuna dek gerilmişti, nefesini tutuyor ve tek
kelime etmiyordu. Shi Qing Xuan sırtına vurdu. “İndir, yakın olduklarını
görmüyor musun? Kötü bir şey olmayacak.”

Feng Xin kısık bir sesle. “Ekselansları, yanındaki kişi bir ‘Yüce’…”
Onun rahatlamayacağını, okunu hala indirmediğini görünce Shi Qing Xuan
aniden kendini onun koluna attı.

Feng Xin’in yüzü bir anda solmuştu, binlerce kıvrımı olan bir hayalet görse
bu kadar kötü olmazdı ve çığlık attı, ruhani yayındaki ok güçsüz bulutlar
gibi dağıldı. Ağzını açtı ve uzun bir süre sadece küfürler çıktı, özüne dek
sarsılmıştı. “SİKEYİM!! NE BOK YİYORSUN SEN!!!!!”

Görünüşe göre Shi Qing Xuan göğsünü onun yayı tutan koluna bastırmıştı.
Darbesi Feng Xin’i ölümüne korkutmuştu. Shi Qing Xuan fırçasını sırtına
attı, oldukça umursamaz görünüyordu, sanki biraz önce uygunsuz bir şey
yapan kendisi değildi. “Ben SANA ne yaptığını soramadım bile daha. Sana
daha biraz önce Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuru ekselanslarını kurtarmaya
geldi dedim ve sen yine de yayını indirmedin. Eğer onunla dövüşmeyi bu
kadar istiyorsan, elimden daha da bir şey gelmez.”

Feng Xin çoktan ondan fazlasıyla uzaklaşmıştı, bir daha asla onun yanına
yaklaşmayacakmış gibi görünüyordu, perişan bir halde hayırdı. “BİR
DAHA BÖYLE BİR ŞEYİ SAKIN YAPMA!!! SAKIN!!! DUYDUN

MU BENİ!!!”

Ondan sanki yılanmış gibi uzaklaştığını görünce uhrevi güzelliğinden


sonuna dek emin olan Shi Qing Xuan’ın morali bozulmuştu. “Tamam,
tamam, tamam. Bir daha yapmam. Sanki bir şey yaptım, neden böyle tepki
verdin?” Sanki utanmış gibi tekrar erkek formuna döndü ve etrafına baktı.
“Ne? Qian Qiu nerede?”

Bunu duyunca Feng Xin nasılsa kendisini toparlamış gibiydi, o da etrafına


baktı. Xie Lian. “Ah. İletişim Rününde yok mu?”

“Hayır?” Shi Qing Xuan. “Zarları atıp gittiğinden beri tek kelime etmedi.
Ona defalarca doğru zarın kaç olduğunu sordum ama hiç cevap vermedi.
Önceden ne zaman Qian Qiu’yla konuşsam bana hemen cevap verirdi ve
sadece bana da değil, rütbesini önemsemeden tüm cennet mensuplarına aynı
şekilde karşılık verirdi. Tuhaf.”

Xie Lian iç çekti. “Ekselansları Tai Hua, Qi Rong’un peşinden gitti.”


Diğer ikili gerilemişti. “Qi Rong mu?”
“Evet.” Xie Lian cevapladı. “Burası Qi Rong’un ini. Ooof, her şekilde…”

Feng Xin lafını kesti. “Bekle. Neden Ekselansları Tai Hua Qi Rong’un
peşinde? Seni kovalamıyor muydu?”

“Sebebi yok.” Hua Cheng cevaplamıştı. “Sadece Altın Yaldızlı Ziyafette


dökülen kanın arkasındaki gerçek kişiyi kovalıyor, ekselanslarının ise tek
yaptığının katilin arkasından işleri düzeltmek olduğunu öğrendi. Lang Qian
Qiu gerçeği öğrendiği için gerçek suçlunun peşinde. Hepsi bu.”

Feng Xin şok olmuştu. “Gerçek suçlu mu? Bu doğru mu?!”

Xie Lian bunun karmaşık detayları açıklamak için doğru bir zaman
olmadığı görüşündeydi ve başını iki yana salladı. “O kadar basit değil. Geri
döndüğümüzde açıklarım.”

Shi Qing Xuan, her ne kadar hikayenin özüne hakim olmasa da


neşelenmişti. “Hepsinin bir yanlış

anlaşılma olduğunu biliyordum! Ne kadar ilahi bir önsezi! Artık geri


döndüğünde tutuklanmayacaksın!”

“İyi!” Feng Xin oldukça rahatlamış görünüyordu. Yayını kaldırdığı zaman


sanki üzerinden bir yük kalkmış gibiydi. Hua Cheng ise sadece soğukça
homurdandı.

“Biliyor muydun?” Xie Lian, Feng Xin’e dönmüştü. “Qi Rong’un Qi Rong
olduğunu?”

Feng Xin sordu. “Hangi Qi Rong? Kim?” ardından irkildi. “Bildiğimiz Qi


Rong mu?”

“Demek sen de fark etmedin.”

Feng Xin’in yüzü karardı. “Hayır. Yeşil Cin’le hiç karşılaşmamıştım ve


isminin sadece bir tesadüf olduğunu düşünüyordum. Nasıl bir geri zekalı
kendi gerçek ismi kullanır? Delilik bu!” ama sözler ağzından çıktığı anda
Qi Rong’un sahiden deli olduğunu hatırlamıştı ve Xie Lian’la göz göze
geldiler, her ikisi de ortak bir anlayışla sessiz kaldılar.

İkisi yükselmeden çok uzun bir süre önceden beri Feng Xin, Qi Rong’u
sevmiyordu. Qi Rong, Xie Lian’ın annesinin, Xian Le’nin son kraliçesinin,
küçük kız kardeşinin oğluydu. Kraliyet Sarayında büyümüş ve günlerini
Xie Lian’ın peşinden koşarak geçirmişti, Xie Lian’ın kişisel koruması
olarak Feng Xin elbette Qi Rong’u oldukça sık görmüştü. Gençti, toydu,
inatçı, enerjik, aşırı ve en kötüsü, bir soylu olduğu için kimse onu terbiye
etmeye cüret edemiyordu. Ne kadar kontrolsüz davranışlarda bulunduğunu
tahmin etmek güç değildi.

Eskiden hep aynı şeyleri söylerdi: “Kuzenim veliaht prens mükemmel


birisi!”, “Kuzenim şöyle.”. Eğer herhangi birisi Xie Lian’a karşı saygısızlık
olarak yorumlanacak bir şey yapsa veya ona ufak bir güçlük çıkarsa, bu kişi
kim olursa olsun Qi Rong onu bir çuvala atar ve ölümüne döverdi. Asla
yaşlılara, sakatlara veya çocuklara karşı düşünceli veya özenli
davranmamıştı. Bir keresinde Xie Lian onun elinden onlu yaşlarında bir
çocuğu bile kurtarmak zorunda kalmıştı. Zavallı çocuk her yeri kandan
ıslanana dek dövüşmüştü; perişan bir haldeydi. Ancak Xie Lian Qi Rong’un
kökenine karşı düşünceliydi, ayrıca sahiden de Xie Lian’a tapıyordu, bu
yüzden Xie Lian ona karşı hiçbir zaman fiziksel

bir yöntem kullanmamıştı. Ama sadece sözel dersleri Qi Rong’un


düşüncelerini kaç kez azarlarsa azarlasın değiştirememişti ve herkesin
başına ağrılar girmesine engel olamamıştı.

Feng Xin çok daha doğrudan bir karakterdi, Xie Lian’ın sabrına da sahip
değildi, sürekli Qi Rong’la kavga ediyor ve emirlerine uymuyordu. Bu
yüzden de Qi Rong da ondan nefret ediyordu ve sürekli ona işkence etmek
için bir şeyler buluyor, saçma sapan ayak işleri yapmasını söylüyordu.
Dahası Xie Lian yükseldikten sonra Qi Rong daha da akıldışı davranmaya
başlamıştı, kim Veliaht Prensin Sarayının önünde tükürmeye kalksa,
boğazlarından aşağıya sıcak kömürler atmaya çalışıyordu. Onun aşırı bir
şey yapmasını önlemek için Feng Xin sık sık yeryüzüne inerek arkasını
toplamak zorunda kalıyordu.
İnanılmaz can sıkıcı bir durumdu! Xie Lian’a her zaman: “Qi Rong deli, bir
gün ortalığı yakıp yıkacak!”

diyordu.

Feng Xin. “Eğer sahiden oysa, yaptıklarına şaşmamalı.”

Shi Qing Xuan meraklanmıştı. “Ne, hepiniz Yeşil Cin’i tanıyor musunuz??”

Xie Lian başını salladı. “O benim kuzenim.”

Shi Qing Xuan şok olmuştu, kollarını bağladı. “Olağanüstü.”

Xie Lian. “Oldukça olağandışı biridir.”

“Ben ondan bahsetmiyorum.” Shi Qing Xuan. “Ben senden bahsediyorum!


Ekselansları, kendine bir bak: Güneydoğu ve Güneybatının savaş tanrıları
senin eski dostların, Doğunun savaş tanrısı eski öğrencin, Geceleri Gezen
Yeşil Fener küçük kuzenin, Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuru yeminli kardeşin
ve ben, Rüzgar Ustası, senin dostunum. Olağanüstü değil misin?”

Xie Lian gülümsedi, Rüzgar Ustasının sahiden itibarına yakışır bir karakteri
vardı; rüzgar estiği anda, tüm kasvetli bulutlar dağılırdı. Ancak hem Hua
Cheng’in hem Feng Xin’in yüzünde ‘Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuru yeminli
kardeşin’ dediği anda onaylamaz bir ifade belirmişti. Hua Cheng kaşlarını
kaldırmış, Feng Xin ise kaşlarını çatmıştı.

Bir an sonra Feng Xin, Xie Lian’a döndü. “Eğer başka bir şey yoksa en iyisi
hemen cennete gitmemiz olur. Pek çok cennet mensubu hala tüm bu
kargaşanın nedeni bilmiyor ve yukarıda bizi bekliyorlar.

Jun Wu şimdiye kadar bilgilendirilmiş olmadı. Rapor etmen ve uygun


şekilde hesap vermen gerek.”

Bu sözleri duyunca Hua Cheng bir kahkaha attı.

Feng Xin emreder bir tonda. “Sen neden gülüyorsun??”


Hua Cheng. “Ve ben de gelmiş senin açık sözlü birisi olduğunu
düşünüyordum, görünüşe göre sen de lafı dolandırmayı biliyorsun. Sadece
Ekselanslarının iblis veya hayalet gibi şeylerle haşır neşir olmasını
istemiyorsan, neden direk söylemiyorsun? Sana düşmez diye mi
düşünüyorsun?”

Xie Lian hafifçe boğazını temizledi. “San Lang…”

Feng Xin soğuk bir sesle. “Onun iblislerle yakın olmaması gerektiğinin
farkında olduğun sürece sorun yok.”

Hua Cheng cümlesine katıldığına veya katılmadığına dair hiçbir işarette


bulunmadı ve Xie Lian araya girdi, Feng Xin’e sessizce karşılık verdi.
“Rapor edeceğim ve düzgünce hesap vereceğim, ama şu anda daha önemli
işlerimiz var. Qi Rong ininde üç yüz yıl boyunca insan yiyerek yaşadı. San
Lang’ın yardımı sayesinde herkesi kurtarabildik. Kaçan ve ilgilenilmesi
gereken pek çok küçük iblis var. Bu mesele çözüldüğü gibi cennete
döneceğim.”

Feng Xin. “Uzun sürmemeli. Ben hallederim.”

Hua Cheng başını salladı. “Cennetin verimi düşünülürse gelecek ay bitirmiş


olursun.”

Feng Xin. “Sen bir saniyede halledebilirsin sanki.”

İkisi ters ters birbirlerine baktılar. Shi Qing Xuan gözleriyle Xie Lian’a
sordu: İkisi arasında bir şey mi geçti? Ama Xie Lian sadece başını iki yana
salladı. Tam konuyu değiştirmek üzereydi ki Hua Cheng kim bilir nereden
bir şemsiye çıkarttı. Şemsiye akçaağaç yaprakları kadar kızıl, alevler kadar
parlaktı. Hua Cheng bir eliyle şemsiyeyi kaldırdı ve kendisiyle Xie Lian’ın
üzerini kapattı, ikisinin de yüzlerine kırmızılık yansıyordu.

Bu Hua Cheng’in onları Yu Jun Dağındaki ormanda asılı olan cesetlerden


koruduğu şemsiye olmalıydı.

Ancak bu kez üzerlerine yağan bir şey yoktu, bu yüzden Xie Lian
meraklanmıştı. “San Lang, neden şemsiyeyi açtın?”
Hua Cheng ona baktı ve şemsiyeyi biraz daha Xie Lian’a doğru kaydırdı.
“Bekle sadece. Gökyüzü değişmek üzere.”

Sözlerini bitirdiği anda gökyüzünden damlalar boşaldı!

Yağmur kükredi, patır patır yağıyordu. O kadar ani başlamıştı ki Xie Lian
irkildi. Ancak Hua Cheng’in şemsiyesinin altında tümüyle korunuyordu ve
tek bir damla bile ona değmedi. Feng Xin ise diğer tarafta duruyordu ve
hiçte hazırlıklı değildi. Yağmur onu baştan aşağıya yıkamıştı.

Ve en kötüsü de yağmur kan rengindeydi. Feng Xin kanla kaplanmış gibi


görünüyordu ve damlıyordu; sadece kocaman, dışarı fırlamış gözleri
beyazdı, geriye kalan her şey kızıldı. Shi Qing Xuan başka bir mağaranın
girişinde durduğu için etkilenmemişti ama onun da gözleri şokla irileşmiş,
hatta fırçasını çıkartmayı bile unutmuştu.

Yağmur başladığı gibi aniden sona erdi ve çok kısa bir süre sonra tekrar her
şey sakinleşmişti. Feng Xin’in toparlaması biraz zaman aldı. Yüzünü sildi,
ama hala kırmızıya bulanmıştı, çabası boşunaydı.

Xie Lian’ın ağzı açık kalmıştı. “Ne…”

Hua Cheng şemsiyesini kapattı ve güldü. “Gösteriyi nasıl buldunuz?”

Üç kelimesini söylerken, çoktan acelesiz adımlarla yürümüş ve oldukça


uzaklaşmıştı. Xie Lian işe yarar bir şeyler bulmak için kol yenlerini
karıştırıyordu, ama onun yerine Shi Qing Xuan fırçasından beyaz birkaç tel
çıkarmış ve dilini yutmuş gibi görünen Feng Xin’e uzatmıştı. Hua Cheng
gittiği anda Xie Lian hemen arkasındaki boşluğu sezmiş ve aceleyle
arkasını dönmüştü, Hua Cheng’in arkasından birkaç acele adım attı. “San
Lang, Hayalet Şehre geri mi dönüyorsun?”

Hua Cheng başını çevirdi. “Sen de Cennete geri dönmüyor musun?”


Ardından yarı dalga geçer bir halde ekledi. “Ama eğer benimle Hayalet
Şehre gelmek istersen, oldukça hoş karşılanırsın.”

Xie Lian kıkırdadı. “Bir dahakine.” İçten bir şekilde ekledi. “Eğer fırsat
olursa. Kesinlikle Hayalet Şehri bir kez daha ziyaret edeceğim. Zevk
Köşkünü tekrar inşa ederken kesinlikle tuğlaları dizmene yardım
edeceğim.”

Hua Cheng cevapladı. “Hiç gerek yok. Sadece oturup izlemen yeterli.”

Xie Lian’ın gülümsemesi biraz soldu. “Qian Qiu meselesi nasıl ilerlemiş
olursa olsun, yine de sana teşekkür etmem gerek.” Bir an duraksadıktan
sonra devam etti. “Ben de yapılacak doğru şeyin ne olduğunu bilmiyorum,
bu yüzden belki de bu kötü bir şey değildir.”

Hua Cheng hafifçe. “Çok fazla düşünüyorsun.”

Xie Lian biraz şaşırdı ve başını eğdi.

“Sadece her zaman yaptığın şeyi yapmaya devam et.” Hua Cheng bir an
sonra döndü ve elini salladı.

Kısa bir süre sonra, dağların ve ayışığının altında, kızıl siluet Xie Lian’ın
bakışları altında yavaş yavaş

kayboldu.

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 56: Geçmiş Arayışı, TaiCang Dağına Dek Geri Dönmek


Nedenini bilmese de Xie Lian tekrar cesaretle dolmuştu.

Lang Qian Qiu gittiğinden beri Xie Lian’ın adımları tereddütle doluydu,
omuzları çökmüştü. Ama yoktan var olan ve kim bilir neye yönelik olan bu
cesaretle, bir kez daha dik durabilmişti. Hareket etmeden durdu, Shi Qing
Xuan yanına yaklaşarak sırtına hafifçe vurdu. “Ne adam ama. Ekselansları,
onunla arkadaş olmayı nasıl başardığını bilmiyorum ama çok şanslısın.”

Xie Lian hayatında ilk kez birisinin ona şanlı dediğini duyuyordu. Shi Qing
Xuan’a döndü ve gülümsedi.

“Sahi mi? Belki. Ben de öyle düşünüyorum.”


Arkalarında Feng Xin hala yüzünü silmeye çalışıyordu. İkisi ona
döndüklerinde, yüzünün beyaz iplerle kaplandığını zavallı ve darmadağın
bir halde olduğunu görünce güldüler. Xie Lian. “Özür dilerim.”

Hua Cheng’in davranışı nedeniyle özür diliyordu. Feng Xin yüzündeki tüm
beyaz telleri topladı. “Ben o kadar yetenekli değilim, o yüzden bir şey
söyleyemem.”

Üçü mağaralarda son bir kez daha dolaşarak geride insan veya başka
şeylerin kalmadığından emin oldular, ardından rüzgarlarla cennette tekrar
yükseldiler.

Kapılardan geçtikleri gibi sokakların Orta Cennetten gelen kalabalık bir


cennet mensubu güruhuyla dolu olduğunu fark ettiler, etrafta dolaşıyor,
sanki korkunç bir düşmanla yüzleşmiş gibi köşe bucak her sarayı
arıyorlardı. En sonunda Büyük Savaş Salonuna ulaştıkları zaman, Üst
Cennet mensuplarıyla büyün salon dolmuştu ve uzaklardan bile
tartıştıklarını duyabiliyorlardı. Duydukları ilk şey: “Hua Cheng Cenneti
casus göndermekle suçlamaya cüret etti, komik! Cennet neden casus
yollasın ki?”

Xie Lian ve Shi Qing Xuan konuşmayı duydukları zaman boğazlarını


temizlediler. Casus yollanması tamamıyla gerçekti. Daha hiçbir şey
kesinleşmediği halde cennet mensupları atıp tutmaya şimdiden
başlamışlardı. Eğer yanılıyorlarsa kendi suratlarına tokat atacakları gerçeği
akıllarına gelmiyor muydu?

Üçü Shi Qing Xuan’ın önderliğinde salona girdiler. Kalabalık onu görünce
selamlamıştı. “Rüzgar Ustası geri döndü!”, “Çok iyi işti!” ama tüm gözler
Xie Lian’ın üzerindeydi. Tam ısrarla sormaya başlayacaklardı ki
arkalarından gelmekte olan, sanki kandan bir nehirde yüzmüş gibi görünen
karanlık yüzlü Feng Xin’i gördüler. Büyük salondaki herkes sus pus
olmuştu. Sadece Mu Qing, onu görmezden gelmeye çalışmakla kalmamış,
üstüne gözlerini ona dikmişti, niyeti oldukça açıktı.

Xie Lian bakışlarını kaldırdı ve Jun Wu’nun tahtında oturmakta olduğunu


gördü, eliyle başını desteklemiş, parmakları şakaklarında, gözleri kapalıydı,
oldukça yorgun görünüyordu. Xie Lian onun nasıl hissettiğini çok iyi
anlıyordu.

Eskiden belki aylar boyunca böyle toplantılar ve buluşmalar yapılmazdı,


ama yakın zamanda yaşanan olaylarla birlikte Büyük Savaş Salonu sürekli
dolup taşıyordu, sanki her gün bir olay oluyor ve herkes günde iki kez
toplanmak istiyor gibiydi. Ayrıca seslerini duyurmak isteyen pek çok kişi
vardı, ama sadece gürültüydüler. Cennet mensuplarından birisi belirtti.
“Canı istediği gibi geldi ve gitti. Xian Le Sarayını bir yerle bağlayabildiği
gerçeğini düşünmek bile korkunç. Onu gücendirdiği için ekselanslarını
kolayca kaçırdı, kim bilir diğer cennet mensuplarına neler yapar. Bu işin
peşini bırakamayız! Onu hemen durdurmamız gerek!”

Eğer burası ölümlü diyarı olsaydı, bir isyancının kraliyet sarayının altına
tünel kazıp özgürce içeriye girmesiyle aynı anlama gelirdi. Elbette herkes
tedirgindi. Orta Cennet mensuplarının arama yapmakla ve etrafı korumakla
meşgul olmasına şaşmamalıydı. Mu Qing’in ise aklında başka bir şey vardı.
“Hua

Cheng’in Hayalet Şehirde çok fazla hayranı ve lordları var. Zevk Köşkünün
yanması gibi küçük bir olay onun için bir hiç. Sadece ekselansları onu
gücendirdiği için cennete girmemiş olabilir.”

Shi Qing Xuan anında karşı çıktı. “General Xuan Zhen, yanılıyorsun.
Herkes Hua Cheng’in itirafını kendi kulaklarıyla duydu. Bu arada, bu ayki
güvenlikten hangi general sorumlu? Xian Le Sarayı kimse farkına dahi
varmadan bir büyüyle başka bir yere bağlandı, bu görevi ihmal etmek
olmuyor mu?”

Pei Ming bir kenarda sessizce kollarını bağlamış duruyordu. Shi Qing
Xuan’ı duyunca konuştu.

“Benim.”

Shi Qing Xuan yanlış hatırlamış ve görevin Mu Qing’de olduğunu sanmıştı,


bilmeden okları Pei Ming’e çevirmişti ve şimdi zor bir durumdaydı. Ancak
Pei Ming suçu üzerinden atmaya kalkmadı. “Bu ay ben görevliydim. Benim
hatamdı.”
Bu sırada tahtın yanında oturmakta olan Ling Wen aniden söze girdi.
“Ekselansları Tai Hua hakkında haberlerimiz var.”

Jun Wu en sonunda gözlerini açtı. “Ne söyledi?”

Ling Wen bir süre sessiz kaldıktan sonra cevapladı. “Altın Yaldızlı Ziyafet
Katliamının bir iç yüzü olduğunu söyledi. Ekselanslarıyla olan
anlaşmazlıklarını kendisi çözecekmiş, başkalarının olaya dahil olmasına
gerek yokmuş. Ayrıca ekselanslarının sürülme isteğine de kesinlikle onay
verilmemeliymiş.

Sadece bunlardan bahsetti.”

Mu Qing kaşlarını çattı. “Neymiş iç yüzü?”

Ling Wen. “Başka bir şey söylemedi. Hepsi buydu.”

Bir savaşın patlak verdiğini görmüşlerdi, bir çekiç tüm gücüyle aşağıya
iniyordu ama darbesi tüy kadar hafif olmuştu, cennet mensupları hayal
kırıklığına uğramışlardı. Lang Qian Qiu mağdur olandı ve mağdur artık
suçluyu itham etmiyordu, ne eğlencesi kalmıştı? Ayrıca Lang Qian Qiu
hiçbir şey anlatmıyordu ve Xie Lian da hiç anlatacağa benzemiyordu, o
yüzden bu konuda daha fazla bahsedilecek bir şey yoktu.

Ling Wen’in raporunun ardından Jun Wu, Feng Xin ve Mu Qing’i Pei
Ming’in güvenliği sağlamlaştırmasına yardım etmekle görevlendirdi ve
birkaç meseleyi daha çözümledikten sonra elini sallayarak herkese
gidebileceklerini işaret etti. Xie Lian geride kaldı ve yanından geçen birkaç
şey kulağına çalındı. “Biliyordum. Ne zaman bir sorun çıkartsa, Jun Wu
onu sorgulayacağını söylüyor ama en sonunda hiçbir şey yapmıyor…”

“Kördük; aslında önemli birisiymiş. Bundan sonra dilimize dikkat etmemiz


gerek.”

Herkes çıktıktan sonra Xie Lian tahta yaklaştı ve eğildi. “Majestelerine


sorun çıkarttım.”
“Sorun sayılmaz. Gerçek sorun inatçı bir şekilde Altın Yaldızlı Ziyafet
Katliamının tek sorumlusunun sen olduğun konusunda diretmendi.”

Xie Lian tereddütlüydü ama en sonunda pes ederek tüm hikayeyi anlattı.

Sözlerini bitirdikten sonra Jun Wu yorum yaptı. “Xian Le, bu konuda,


sahiden boşu boşuna çabalamış

ve sonucunda kimseyi memnun edememişsin.”

Xie Lian başını eğdi. “Biliyorum.”

Jun Wu. “Boş ver. Sen hep böylesin. Tai Hua odağını artık Yeşil Cin’e
çevirdi. İşi bittiği zaman kesinlikle senin peşine düşecek. Onunla nasıl
yüzleşeceğini düşündün mü?”

Xie Lian cevapladı. “Henüz değil. Ama daha acil meseleler konusunda
düşünmemiz gerek.”

Jun Wu kıkırdadı. “Ne gibi? Beni eğlendirecek daha ilgi çekici meseleler mi
var?”

Xie Lian sordu. “Toprak Ustasını Hayalet Şehre casus olarak siz mi
gönderdiniz?”

Jun Wu telaşsız bir sesle cevapladı. “Evet.”

“Neden?”

“Çünkü ilk olarak Hua Cheng cennete bir casus yerleştirdi.”

Xie Lian şaşırmıştı. Jun Wu ayağa kalktı. “Geçtiğimiz yıllar boyunca


haberler Hua Cheng’in kulağına fazla hızlı ulaştı. Bilmemesi gereken bazı
şeyleri çok iyi biliyordu. Yapılabilecek ve yapılamayacak şeyler hakkında,
işin özünün ne olduğu ve sınırı nasıl aşabileceği konusunda kavrayışı
oldukça güçlü ve kesin. Senin Xian Le Sarayınla doğrudan bağlantı
kurabilmesiyle sadece cennette bir casusu olduğunu kanıtlamış oldu, yoksa
böyle bir şey yapamazdı.”
Dürüst olması gerekirse, Xie Lian da fark etmişti. Hua Cheng sahiden çok
fazla şey biliyordu ve Jun Wu söyleyince, inanması güç bir şey gibi
gelmemişti.

Xie Lian üsteledi. “Majestelerinin kanıtı var mı?”

Jun Wu başını yavaşça iki yana salladı. “Kanıtım olmadığı ve şüphelendiği


için Ming Yi’yi hayalet diyarına gönderdim. Ming Yi’nin hayalet casus
bulunmadan onun avucuna düşeceğini nasıl bilebilirdim? Her ne kadar onu
Hua Cheng’den kurtarmış olsan da artık casusu bulma şansımız daha da
azaldı.”

Xie Lian. “Üst Cennette mi Orta Cennette mi?”

“Kestirmesi güç.” Jun Wu. “Sen hariç, herkes olabilir. Belki tek bir kişi var.
Belki de pek çok.”

Jun Wu demek bu yüzden Ming Yi’nin kayboluşunu araştırmak için başka


kimseyi göndermemişti.

Yanında başka kimse olmamalıydı, Xie Lian düşünmeden edemedi: demek


Rüzgar Ustası, Qian Qiu, Feng Xin, ve diğerleri de casus olabilirdi.

Tam bu sırada Jun Wu konuştu. “Xian Le, Hua Cheng’i oldukça takdir
ettiğini biliyorum. Kendi konumunu anlıyorsun ve başkalarına kiminle
arkadaşlık edeceğini söylemek düşmez. Ancak, gerekli olduğunda, Hua
Cheng’e dikkat et. Eline koz verme.”

Bunu duyunca Xie Lian düşüncelerini topladı. Jun Wu devam etti. “‘Yüce’
olmak için hayal edilemez işkenceler ve acılar çekmek gerekir. Kişi böyle
felaketlerin ardından ya yükselir, ya cehennemin derinliklerine gömülür,
asla geri dönemez. TongLu Dağından iki Yüce İblis Kralı doğdu, Kara Su
ve Hua Cheng, her ikisi de senin düşündüğünden çok daha korkutucu.”

Xie Lian başını eğdi, ne katılmış ne karşı çıkmıştı. Jun Wu. “Amacı veya
talimatları ne yönde bilmiyorum, ama cenneti tanıyor. Sadece bu bile başlı
başına bir dezavantaj.”
Onun ‘dezavantaj’ dediğini duyduğu anda Xie Lian başını kaldırdı ve
konuşuverdi. “San Lang…” Jun Wu’nun başını ona çevirdiğini görünce
duraksadı ve sözlerini düzeltti. “Hua Cheng aşırı korkunç bir şey yapmaz.
Eğer Majesteleri düşünürse, sahip olduğu güçle yıkım ve cehennem
getirmek isteseydi bunları çoktan yapabilirdi. Eğer şimdiye kadar
yapmadıysa, gerçek bir nedeni olmadığı sürece, bundan sonra da
yapmayacaktır.”

“Ben de öyle umuyorum.” Jun Wu. “Ama ne kadar dikkatli olsan azdır.”

Büyük Savaş Salonundan çıktıktan sonra Xie Lian ağır adımlarla Cennetin
sokaklarında dolaştı.

Xian Le Sarayından geçerken adımları durdu ve başını kaldırdı.

Saray Jun Wu’nun hediyesiydi; görkemli, yepyeni ama aynı zamanda


yabancıydı. Büyük kızıl kapılar parlak ve ışıl ışıldı ama çoktan üzerine
çizilmiş olan tılsımlar ve efsunlarla gören herkesi alarma geçirecek bir ‘X’
meydana getirmişti.

Shi Qing Xuan Büyük Savaş Salonundan çıkarken, Xie Lian’a sarayının
başka bir yere bağlandığı mühürlendiğini söylemişti, bu yüzden Xie Lian
isterse onun sarayına gelebilirdi. Ancak Xian Le Sarayına bir süre baktıktan
sonra Xie Lian aniden arkasını döndü. Rüzgar Ustasının Sarayına da
gitmedi. İlk başta yapmayı planladığı şeyi boş verdi ve doğrudan Miraç
Kapısına yöneldi ve atladı.

Bulutlar denizinden geçerken inmek istediği yer TaiCang Dağıydı.

TaiCang Dağının zirvesinde eskiden antik Xian Le Krallığının merkezi


bulunurdu – Kutsal Kraliyet Köşkü.

Kutsal Kraliyet Köşkü etkileyici derece büyük bir meditasyon alanıydı;


talim alanları ve tapınaklar tüm dağı kaplıyordu, sayısız tanrıya ve
ölümsüze tapınılır, harikulade ve göz kamaştırıcı bir yerdi. Ana tanrı Savaş
Tanrısı Semavi İmparator’du ve altın tapınağı dağdaki en yüksek
zirvedeydi. Veliaht Prens Tapınağı bir zamanlar ikinci en yüksek tepede
görkem ve azametle dikilirdi.
Sekiz yüz yıl önce, TaiCang Dağını saran alev kırmızısı akçaağaçlar
oldukça meşhurdu ve kızıl akçaağaçların da oldukça kalabalık tutkunları
vardı. Ancak Xian Le Krallığı düştüğü zaman, tapınanlar kalabalığı kızgın
kalabalıklara dönüşmüştü, dağa Veliaht Prens Tapınağını ateşe vermek için
çıkmış

ama sonunda tüm TaiCang Dağını yakmışlardı, geriye sadece kararmış


toprak ve küller kalmıştı.

Yanmış toprak, ölülerin gömüldüğü topraklar gibi daha bereketli bir hal
almış gibiydi. Sonrasında siyah toprağa yeni tohumlar ekilmiş ve yeni
ağaçlar büyümüştü. Birkaç yüz yıl sonra dağ yenilenmiş ve bir kez daha
sarılmıştı, ama artık kızıl yapraklar yoktu ve sekiz yüz yıl önceki halinden
çok farklıydı.

Eskiden dağa tırmanırken geniş, yeşille kaplanmış bir patika kullanılırdı.


Yol boyunca seyyahlar veya çaylaklar yakacak odun veya su toplardı. Şimdi
ise patika kaybolmuştu. Taşlar ve enkaz, solmuş dallar tüm izleri kapatmış,
yerin derinliklerine gömmüştü. Xie Lian tırmanırken sadece bacaklarındaki
gücü kullanıyordu ve dikenlerle veya çalılarla karşılaştığı zaman onları
kesmek için Fang Xin’i çekmek zorunda kalıyordu.

Yarı yola geldiği zaman Xie Lian yorulmuştu, dinlenmek için ölü bir ağaca
yaslandı. Aniden dalların üzerinden bir nesnenin siyah gölgesi düştü,
üzerine doğru gelirken tuhaf bir tıkırtı sesi çıkartıyordu.

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 57: Geçmiş Arayışı, TaiCang Dağına Dek Geri Dönmek Xie Lian
kenara çekilerek nesneden kaçındı. İlk başta kırılmış bir dal veya bir yuva
olduğunu sanmıştı ama yakından bakınca eskiden ne olduğu
anlaşılamayacak kadar çürümüş ve paslanmış bir tahta parçası olduğunu
fark etti, her iki yanında zincirler vardı. Başka birisi olsa ne olduğu
bilmeyebilirdi ama Xie Lian anında onun bir salıncak olduğunu anlamıştı.
TaiCang Dağında her yerde salıncaklar vardı, hem eğlence hem de eğitim
için kullanılıyorlardı. Xie Lian’ın daha hatırlayabilecek kadar yeni
büyüdüğü günlerde, bir keresinde ailesiyle birlikte dua etmek için Kutsal
Kraliyet Köşküne gelmişti ve bir grup genç aceminin salıncaklarda
dövüştüğünü, döndüğünü, çırpındığını görmüştü. Heyecan verici bir
sahneydi; kral ve kraliçe beğenmişti, ve Xie Lian ellerini ağzına götürerek
takdirini bağırmıştı. Kral ve kraliçe o kadar memnun olmuştu ki genç
acemilere oldukça büyük bir ödül vermiş ve o günden sonra kendini
geliştirmek Xie Lian için eğlenceli ve harika bir şey olarak Xie Lian’ın
kalbinin derinliklerinde yer etmişti. Ancak sonraki senelerde resmi bir
şekilde kendini geliştirmek için bir sekte katıldığı zaman işin eğlenceli
kısmı kaybolmuştu.

Bir süre dinlendikten sonra Xie Lian tırmanmaya devam etti. Yukarı
çıktıkça çalılar daha da kalınlaşıyordu ve sık sık kemirgenler yanından
geçerek kabarık bir kuyruğun gölgesini ona gösteriyorlardı. Ağaçlarda
dolaşan sincaplar da vardı, kozalaklarını dişlerken davetsiz misafiri
gözlüyorlardı.

Dikenler yolunu kesti, kıyafetlerini ve uzuvlarını yırtıyorlardı ama Xie Lian


fark etmedi bile. En sonunda Veliaht Prens Zirvesine ulaşmıştı.

Elbette ilk adı Veliaht Prens Zirvesi değildi, ama Veliaht Prens Tapınağı
inşa edildikten sonra isim değiştirmişti. Çalıların ve otların arasında, hala
çakıllı yeşil yerler bir yerlerde görülebiliyordu, geniş, yanmış bir temelin
gizlendiğinin izleriydi. Bir zamanlar bir tapınağın temeliydi. Üzerinden
geçerken, molozlar ve kalıntıların, cam parçalarının arasında, kırılmış eski
bir kuyu vardı.

Yukarıdan dibine bakarken oldukça uzun bir zaman önce kuruduğunu


söylemek kolaydı; dibi sadece birkaç metre derindeydi, çamur
görünebiliyordu. Xie Lian tereddüt etmeden bacaklarını çaprazladı ve
aşağıya atladı.

Çamurlu zemine çarpmadı, onun yerine illüzyonun içinden geçti ve birkaç


metre sonra sert bir zemine indi.
Etrafı o kadar karanlıktı ki ellerini görebilmek için kolunu kaldırması
gerekirdi. Başını çevirerek yukarıya baktı, gün ışığı da sanki kalın bir
kumaşla sarınmış gibi görünmüyordu. Xie Lian kuyunun dibinde birkaç
tuğlaya dokunduktan sonra belli bir sırayla bastırmaya başladı. Bir
gürültüyle birlikte kenarda küçük bir kapı açıldı. Xie Lian yere çömeldi ve
yavaşça küçük kapının açtığı patikada emeklemeye başladı. İçeri girdiği
zaman bir gürültü daha duyuldu, kapı kapanmıştı. Birkaç dakika sonra en
sonunda tünelin ucuna ulaşmıştı. Xie Lian ayağa kalktı ve sırtını dikleştirdi,
parmaklarını şıklatarak küçük bir ateş parçası yarattı.

O küçük ışık alev aldığında, sanki karşılık vermek istercesine yakın bir
mesafeden sanki derin uykusundan uyanmış, parlak gözlerini açan bir inci
gibi başka bir soluk ışık belirdi.

Kısa bir süre sonra başka inciler de yandı, yayılarak bir yeraltı sarayının
Büyük Salonu her an daha berrak bir şekilde aydınlatmaya başladılar.
Büyük Salonun üzeri binlerce parlak yıldızlarla bezenmişti.

Antik Xian Le Krallığının, İmparatorluk Mezarlığının TaiCang Dağının


yanmış topraklarının altında gizlendiğini hayal etmek güçtü. O parlak
yıldızlar gece incileriydi ve tavana elmaslar işlenmişti; gece

incileri ışıkla aydınlanırken elmaslar da onları yansıtıyordu. Yolları kesiştiği


zaman, parlaklıkları bir rüya kadar büyüleyiciydi. Sanki yerin altında minik
bir samanyolu vardı.

Gece incileri ve elmaslar paha biçilemezdi; her biri tüm bir hayatı refah
içinde geçirmeye yetecek kadar değerliydi. Ancak Xie Lian onları bir kez
bile dönüp bakmadı ve doğrudan Büyük Salona ilerledi, en sonundaki
türbeye girdi.

Büyük Salona kıyasla bu türbe fazlasıyla sadeydi, çünkü oda


tamamlanamamıştı, bu yüzden görkemli dekorlar yoktu, sadece iki tabut
vardı. İki tabutun ortasında müsrif giysilere bürünmüş, yüzünde altın bir
maskeyle kılıcını ona uzatmış, çarpıcı ve etkileyici birisi vardı.

Ancak, bu kişi olduğu yerde duruyor ve hiç hareket etmiyordu. Xie Lian
yaklaştı, kendi işine bakarak o kişiye ikinci bir bakış atmadı. Xie Lian altın
maskenin altında bir yüz olmadığını biliyordu, o müsrif giysilerin altında
hiç kimse yoktu. Sadece kurumuş samanlarla doldurulmuş boş bir yığındı.

Uzun zamandır bu zarif giysiler ve maske onun yerine tek başına tabutların
başında bekliyordu.

Tabutların başlarında altın tabaklar vardı ama tabakların içindekiler berbat


bir haldeydi: meyveler kurumuş ve çekirdeğine dek buruşmuştu ve
kararmış, çürümüş, ne olduğu anlaşılamayan sert parçalara dönüşmüşlerdi.
Xie Lian içeri girdikten sonra onları temizledi ve bir kenara attı. Ceplerini
ve kol yenlerini karıştırdı. Normalde yanında yarı yenmiş bir çörek vardı
ama onu Hua Cheng’e verdiği için elinde artık hiçbir şey yoktu. Bu yüzden
konuştu. “Baba, anne, çok özür dilerim. Ziyaret ederken yanımda hiçbir şey
getirmedim.”

Doğal olarak ona kimse cevap vermedi. Bu yüzden Xie Lian yavaşça oturdu
ve tabutlardan birine yaslandı.

Bir süre dalıp gittikten sonra tekrar konuştu. “Anne, Qi Rong’u gördüm.

“Qi Rong ölmemiş, bir iblis olmuş. Geçen yüzlerce yılda nasıl hayatta kaldı
bilmiyorum.”

Xie Lian başını iki yana salladı. “O bir sürü insanı… öldürdü ve şimdi
peşinde onu öldürmek isteyenler var. Cennette onu affetmeyecektir. Aaah,
sahiden onunla ne yapacağımı bilmiyorum.”

Bir şeyler daha söylemek istiyordu ama aniden, oldukça yakın bir yerden,
hafif bir inlemenin sesi yükseldi.

Xie Lian dondu, yüz ifadesi aniden değişmişti.

Yakından dinledi, yanılmamıştı. Sahiden bir ağlama sesiydi. Kısık,


yumuşak bir sesti ve eğer dikkatle dinlemese fark edemeyebilirdi. Ses tizdi,
ya bir çocuğa ya da bir kadına aitti.

Ses yakından geliyordu, sanki aralarında sadece ince bir duvar vardı, çok
yakınlarından çınlıyordu. Xie Lian başını aniden çevirdi ve en sonunda
doğruladı – ses yaslanmakta olduğu tabuttan geliyordu!

Şok içinde farkında olmadan sesi bilinçsiz bir neşe içeriyordu. “Anne, sen
misin?!”

Ancak Xie Lian hemen kendine geldi, çaresizce ümit ettiği şeyin asla
gerçek olamayacağını biliyordu.

Annesi sekiz yüz yıl önce ölmüştü, işkence çekmemiş ve asla intikam
peşinde bir hayalet olarak doğmamıştı. Duyduğu ağlama sesleri de
umutsuzluktan değil korkundandı.

Tam olarak bu sırada, kim annesinin tabutuna saklanmış ağlıyor olabilirdi


ki?!

Xie Lian bir saniye daha dayanamayacaktı, sol eliyle tabutun kapağını açtı,
sağ elinde Fang Xin’le saldırmaya hazırdı. Ama içeride ne olduğunu
gördüğü anda kılıcı donakaldı.

Tabutun içinde, tek başına, narin, siyah giysilere bürünmüş, yüzü kapalı
birisi vardı.

İçeride olabilecek tek kişi annesiydi, ama tabutun içindeki kesinlikle o


değildi. Küçük ve kısaydı, bedeni tümüyle farklıydı ve en önemlisi
titriyordu – içeride gerçek, canlı bir insan vardı!

Xie Lian yüzünü açtı. Kumaş parçasının altında küçük bir çocuğun yüzü
vardı!

Bir an için hareket edemedi. Ardından çocuğu tuttu ve kaldırdı, sesi


şaşkınlıkla doluydu ve paniklemişti. “Annem nerede? ANNEM NEREDE?!
ANNEMİN BEDENİNE NE YAPTIN??”

Her ne kadar üzerindeki siyah giysi sıradan bir şeye benzemiyor olsa da,
gerçekte inanılmaz nadir bir böceğin yaptığı ipekten üretilmişti. İpek küçük
yabancı bir ulusun adağıydı ve bir ustanın elinde karmaşık bir şekilde
dokunmuştu. İçinde hoş kokulu bitkisel çantalar vardı ve tabuta
mühürlenmişlerdi, böylece içerideki beden binlerce yıl boyunca korunacak
ve ölü olan hala canlıların diyarındaymış gibi görünecekti. Ancak o anda,
siyah giysi çocuğun üzerindeydi, o zaman annesinin bedeni nereye gitmişti?
Şu anda ne durumdaydı?

Xie Lian’ın daha fazla düşünmeye cesareti yoktu ve alabileceği tek cevap
elindeki bu bilinmeyen çocuktaydı. “Annem nerede? Sen kimsin? Neden
buradasın? Annemin bedenine ne yaptın??”

Ama gözyaşlarına boğulmuş bir çocuk nasıl onun sorularını


cevaplayabilirdi? O kadar korkuyordu ki konuşamıyordu bile. Xie Lian onu
tabuttan çıkarttı ve hareket ettiği anda siyah giysilerden dökülen kül rengi
beyaz tozları fark etti.

Yüzü kağıt kadar beyazladı, tabuta baktığı zaman içinin de beyaz tozdan
ince bir tabakayla kaplandığını fark etti. Dünya etrafında döndü ve Xie
Lian’ın kalbi bir an için durdu. Tutuşu gevşeyince çocuk serbest kaldı ve
kendisi tabutun önünde diz çöktü, uyuşmuştu.

O toza eliyle dokunmaya cüret edemiyordu, ama tütsü külleri gibi rüzgarla
dağılırlarken sadece oturup bakamazdı da. Her ne kadar inkar etse de içten
içe biliyordu.

Zorla gömü giysilerini kaldırdı anda, sekiz yüz yıl önce ölmüş bir cesede
başka ne olabilirdi?

Xie Lian’ın zihni bir kaosa kapılmıştı, düşünemiyordu; başını ellerinin


arasında aldı, kulakları çınlıyordu. Tam bu sırada sırtı gerildi, iç güdüleri
arkasında bir hançerin olduğunu söylüyordu ve başını çevirdiği anda, elleri
de bir yıldırım kadar hızlıydı ve yakaladı, çıplak elleriyle bıçağı
yakalamıştı.

Arkasındaki birisi onu bıçaklamaya çalışmıştı ve bu kişi bir saman


yığınıydı!

Görünüşe göre uzun zaman önce içeriye birisi sızmıştı, kendisini görkemli
giysilerle sarmış ve maske takmıştı, cansız bir ahşap parçası kılığına girerek
sessizce onu bekliyordu. Yüksek bir çınlama sesi yankılandı ve Xie Lian o
bıçağı çıplak elleriyle ikiye böldü, avucundan kanlar fışkırırken yüz ifadesi
değişmemişti bile. Bir an sonra bacağını kaldırdı ve karşısındaki kişinin
karnını tekmeledi, sertçe yere düşmüştü. Göğsüne sertçe basılınca, yerdeki
kişi çizmesini yakaladı ve mücadele etti ama yere çivilenmişken hareket
edemiyordu. Xie Lian eğildi ve bir eliyle altın maskeyi çekti, altındaki genç
adamın yüzü ortaya çıkmıştı. Xie Lian bağırdı. “Sen kimsin?? Mezar hırsızı
mı?? İçeriye nasıl girdin???”

Tam bu sırada çocuk ağladı. “Baba!”

Ağlamasıyla Xie Lian hatırladı. Bu çocuk ve adam ona tanıdık gelmişlerdi


– Yeşil Cin’in ininde Qi Rong’un neredeyse pişirip yemek üzere baba oğul
değiller miydi?!

Xie Lian saniyesinde olan biteni anlamıştı ve yumruğunu bir yıldırım gibi
adamın çenesine indirirken gürledi. “QI RONG, DEFOL GİT! SENİ
ÖLDÜRECEĞİM!!!”

Adam güldü ve kan tükürdü. “Kuzenim veliaht prens! Ne hoş bir tesadüf!
Yine karşılaştık! Hahahaha!”

Her ne kadar yüzü farklı olsa da böylesine hasta bir kahkaha Qi Rong’dan
başka kime ait olabilirdi?

Bedeni yok olduğu zaman, genç babanın bedenini ele geçirmişti!

Başka açıklamaya gerek yoktu ama bedeni Lang Qian Qiu tarafından
kazana atılıp eridiği zaman ondan kurtulmak için herkes kaçarken genç
adamın bedenini ele geçirmiş ve Xian Le’nin İmparatorluk Mezarına gelmiş
olmalıydı. Yoksa, sıradan bir insan Xian Le kraliyetinin mezarlığını nereden
bilebilirdi?

Ayrıca bu kadar kısa bir süre içerisinde nasıl gelebilirdi?

Yanında getirdiği çocuk belki de sadece bir yemekti veya belki de Xie
Lian’ın dikkatini dağıtmak ve arkadan saldırmak için getirip tabuta
saklamıştı. Qi Rong yüzüne dokundu, Xie Lian’ın yumruğu sanki yanlış bir
şeymiş gibi bakıyordu ve bağırdı. “Kuzen neden bu kadar kızdın? Seni
bıçaklasam ölecektin sanki, hehehehhehe!”
‘Pat, pat’ ve Xie Lian ona iki yumruk daha indirmişti, gözlerinin kenarları
kızarmıştı. “Annem sana nasıl davranırdı? Ve sen ona ne yaptın?! Nasıl,
ona, nasıl – ?!!”

Qi Rong homurdandı. “Teyzem uzun zaman önce öldü. Artık yaşamıyor,


bedenle küllerin ne farkı var?

Cesedi sadece değişti, hala orada değil mi? Gelmiş sen de ağlıyor ve
burnunu çekiyorsun, An Le’yi öldürürken çok serttin ama? Canım
kuzenimin bu kadar iki yüzlü olduğuna inanamıyorum, hehe!”

yüzü bir anda değişti ve tükürdü. “Ona nasıl mı böyle davranırım? Suç
sende! Hatalarını düşünüyor musun hiç? Hepsi senin hatan! Sen Şanssızlık
Tanrısının, Xian Le’nin soylu mezarlığına gelip ağlamaya yüzün var mı?!”

Xie Lian tekrar sert bir yumruk attı ve Qi Rong çığlık attı, ağzından kanlar
damlıyordu ama hala heyecanlı görünüyordu, iki eliyle birden çoktan
kanlarla kaplanmış çizmeye tutunmaya devam ederken uluyordu. “EVET!
EVET DOĞRU! AYNEN BÖYLE! SEN BUSUN İŞTE! DÖVÜŞ,
DÖVÜŞ, ÖLDÜR, ACIMADAN VUR! GADDARCA ÖLDÜR! Ağza
alınmaz bir günahla yıkılmışsın gibi yüzünde aziz bir ifadeyle bana bakma!
İğrenç! ARH!”

Çocuk sürünerek yanlarına geldi ve mücadele etti. “Aaah! Baba! Baba iyi
misin!” Neler olduğunu anlamıyordu, tek bildiği şey babasının üzerine
basıldığıydı. Onun bakış açısına göre Xie Lian vahşi bir iblisti ama babasını
kaybetmekten de çok korkuyordu, olduğu yerde duramazdı bu yüzden
babasının göğsündeki çizmeyi çekmeye çalışmıştı. O genç adam kan
kusmayı bırakmadığı için çocuk ölümüne korkmuştu ve sanki kanamayı
durdurabilirmiş gibi elleriyle babasının ağzını kapatmaya çalıştı. Bunu
görünce Xie Lian sakinleşti, bedenin gerçek sahibinin masum olduğunu
fark etmişti ve ayağını hafifçe çekti. Fang Xin’in ucunu yere çevirerek Qi
Rong’n yanağını dürttü ve ne cevap alacağını bile bile konuştu. “Qi Rong,
cehenneme tek başına git. Dilinin ucundan ruhunu almam sanma!”

Teknik olarak bir başkasının dilini kökünden çıkartınca, kişi kesinlikle


musallat olmuş olan ruhu da beraberinde çekebilirdi. Qi Rong alayla
haykırdı. “Yapmayacağım! Defolup gitmeyeceğim! Ne yapacaksın? Hadi,
çeksene! Gel, gel gel, beni öldürecek misin? Gerçekten ölebilirim, bence
fırsatı tepme, yoksa tüm hayatın boyunca benim küllerimi
bulamayacaksın!”

Bilerek dilini bile çıkarttı, sanki Xie Lian’ın tehdidini yerine getirmesini ve
o kanlı yöntemi kullanarak etten bedeninden ruhunu çekmesini beklemeye
dayanamıyormuş gibiydi. Hakaretler yağdırdı. “Ele geçirdiğim kişi önemli
birisi değil zaten, neden yapmıyorsun? Kimse öğrenemez, kimse
umursamaz, ekselanslarının kutsal ışıltısına zarar da gelmez. Bak! Anneni
küle çevirdim, beni öldürmeyecek misin?

Hahahahaha…”

Çocuk Xie Lian’ın çizmesini bırakamıyordu bu yüzden bacağına asılarak


daha da ağlamaya başladı.

“Babamı öldürme! Babacığımı öldürme!”

Xie Lian’ın nefesleri gittikçe sıkışıyordu, başı dönüyor, tüm bedeni titriyor
ve elleri Qi Rong’un kafasını parçalamak için kaşınıyordu, ama yapamazdı.
Qi Rong ellerini açtı. “Hahahaha, kuzen veliaht prens, nasıl bir hayal
kırıklığısın, başarısızlık örneğisin!”

Xie Lian onu yerden aldı, yumruğunu kaldırdı ve bir dizi yumruk Qi
Rong’un yüzüne yağmur gibi indi, her yumruğunda bağırıyordu. “KAPA
ÇENENİ! KAPA ÇENENİ! KAPA ÇENENİ!”

Ama o ne kadar sinirlenirse Qi Rong o kadar mutlu oluyordu. İkisini aynı


cehenneme çekebilmesiyle, Qi Rong mest olmuştu, gözleri ışıl ışıldı.
“Gördün mü! Bu senin gerçek yüzün! Kuzen veliaht prens, seni bu
dünyadan benden daha iyi kim tanıyabilir? Herkesin kafasına basabileceği
zavallı, boğulmuş

bir köpek gibi görünebilirsin, ama ben biliyorum. İçten içe hala gururlusun;
başkalarının sana hayal kırıklığı demesine dayanamıyorsun! Öyle dediğim
için benden nefret ediyor olmalısın! Kalbini kanatacak kadar
yaralayabildim mi? Hadi! Gel! Yoksa bana bu beden masum olduğu için,
onu korumak adına beni öldürmeyeceğini mi söyleyeceksin? Gel! Bana ne
yapacağını göster!”

Kendini beğenmiş, deli kahkahalarla birlikte böyle bir kışkırtmaya Xie Lian
daha fazla dayanamadı.

Bir çınlama sesiyle Fang Xin kınından çıktı.

Bir ışık parlamasıyla, meşum siyah kılıç aşağıya indi!

Birinci Kitabın Sonu

Çevirmen: Nynaeve

İkinci Kitap: Tanrıyı Memnun Eden Veliaht Prens

Bölüm 58: İlahi Savaş Caddesinde, Huşu Uyandıran İlk İzlenim

Kılıç iblisin kalbine nüfus ederek onu cansız, yere serdi.

"Cennetin kutsamasıyla, iblisler öldürülüyor ve kötülük bastırılıyor!"

İlahi Savaş Caddesi'nin her iki tarafında, tezahüratlar okyanusun dalgaları


gibi patladı, dalgalar ardı ardına, giderek yükseldi. Sarayın kıpkırmızı
kapıları önünde, avluda, tanrı ve şeytan rollerini oynayan iki savaşçı,
çevrelerini saran kalabalığı eğilerek selamladı, ardından yana çekildiler.
Oyunun açılışı olan dövüş karşılaşması kentteki heyecanı arttırdı. Dirsek
dirseğe kalabalık olan yalnızca sokaklar değildi, çatılar bile cesur
tırmanıcılarla tıklım tıklımdı; alkışlar, çığlıklar, kalabalık çıldırıyordu.

Bu büyüklükte bir kutlama gerçekten şaşırtıcı ve hareketliydi. Xian Le


Krallığı tarihinde, herhangi bir ShangYuan Festivali böyle tanımlanacak
olsaydı, bugün olmalıydı!

*ÇN: Fener Festivali olarakta bilinir; Ay Takviminin Yeni Yılının 15. Ve


son günüdür. İbadet ve kutlamalar yapılır. Hazır bahsi açılmışken; daha
önce de pek çok kez geçti, ancak ilk 20 bölümün çevirmeni (Sakhyu) 0.
bölümde ‘Tanrılara Adak Sunma Töreni’ olarak kullanmıştı ve sonraki
bölümlerin çevirmeni (Suika) ShangYuan olarak yazmaya başladı.

Yüksek platformun üzerinde, yüzlerine nazik gülücükler takınmış olan bir


sıra iyi giyimli kraliyet üyesi ve soylu, aşağıdaki kalabalığa hoşgörüyle
bakıyordu. Sarayın içinde, yüzlerce kişiden oluşan uzun bir kuyruk sessizce
bekliyordu. Çan çaldığı zaman Baş Rahip olmayan bıyığını düzeltti ve “Yol
Açan Savaşçılar!” diye çağırdı.

"Burada!"

“Göksel periler!”

"Burada!"

“Müzisyenler!”

"Burada!"

“Felaket!”

"Burada!"

"İblis!"

"Burada!"

"Tanrı'yı Memnun Eden Savaşçı!"

Kimse cevap vermedi. Baş Rahip kaşlarını çattı, bir karışıklık fark etti ve
başını çevirdi: “Tanrıyı Memnun Eden Savaşçı? Veliaht prens nerede?”

Yine de kimse cevap vermedi. Az önce ‘iblis’e cevap veren kişi çekinerek
korkunç maskeyi çıkardı ve maskenin altından solgun bir yüz göründü.

Bu genç adam yaklaşık on altı ya da on yedisinde gibi görünüyordu, cildi ve


dudakları renkli, genç ve düzgün hatlı, gözleri bir çift siyah kömür gibi
parıldıyordu. Saçları yumuşak ve ipeksiydi, birkaç gevşek tel alnına ve
yanaklarına hafifçe dökülüyordu. Sessiz ve itaatkar görünüyordu, bu hali
elindeki korkunç maskeyle tezat oluşturuyordu.

“Majesteleri Veliaht Prens ayrıldı.” diye sessizce yanıtladı.

Baş Rahip neredeyse bayılacaktı. Fakat bu görkemli olayın hatırına,


bayılmadı, bu yüzden devam etti ve öfkeyle patladı, “Ne?! Gitti mi?
Majesteleri ne zaman gitti? Tören alayı saray kapılarını terk etmek

üzere! Büyük sahne ortaya çıktığında sadece iblis ortada olup tanrı
görünmezse, benim yaşlı kemiklerim üstüme yağacak olan onca tükürüğün
içinde yüzemeyecekler! Mu Qing, neden onu durdurmadın???”

Mu Qing başını indirdi, "Majesteleri giderken bana bir mesaj iletmemi


söyledi, diyor ki endişelenmeye gerek yok, her şey planlandığı gibi gidecek.
Derhal geri döneceğim.”

Baş Rahip, histerikti, “Nasıl endişelenmem? Ne demek ‘derhal'? ‘Derhal’


ne zaman? Ya başaramazsa?”

Saray kapılarının dışında, sabahın erken saatlerinden beri beklemekte olan


bazı insanlar sabrını yitiriyor ve gürültüyle olayın başlamasını istiyordu.
Birisi aceleyle koşarak geldi, “Efendim, Baş Rahip, Kraliçe bir elçi
gönderdi, geçit töreninin neden başlamadığını soruyor? Eşref saati hızla
yaklaşıyor, eğer şimdi gitmezsek kaçıracağız!”

*ÇN: Her saatin tarih, ay, yıl ve yıldızlara göre ne kadar şanslı olduğunu
belirleyen günlük şans takvimine dayanarak bir şeyler yapmak için en iyi
zaman.

Bunu duyan Baş Rahip, o an bir düşman ordusunun aniden şehri işgal
etmesi ve ShangYuan Geçit Törenini tamamen bozması için dua etti.

Baş belası, tam da en kritik zamanda böyle yapmak zorundaydı!

Bu baş belası başkası olsaydı, çoktan öfkeyle kükrerdi, hatta onu öldürmek
için kılıcını kaldırması bile garip olmazdı. Fakat bu baş belası, onun gururu
ve neşesi, ve başkalarının da çok, çok, çok değerli, biricik oğullarıydı. Onu
dövemezdi, ona bağıramazdı ve kesinlikle onu öldüremezdi. Onu
öldürmektense, kendini öldürmesi daha muhtemeldi!

Tam o sırada, birileri siyah saray yolunda koşarak geldi, aceleyle saraya
girdi ve haykırdı “Efendi Baş

Rahip, geçit töreni neden başlamadı? Zaman geçmek üzere, dışarıdaki


herkes sabrının sınırında!”

Gelen kişi de on altı on yedisinde bir genç adamdı. Vücudu yapılı ve uzun,
teni buğday rengindeydi, sırtında siyah uzun bir yay ve kar beyazı bir sadak
taşıyordu. Dudaklarını sımsıkı kenetlemiş, kaşları çatılmıştı. Bu genç yaşta
bile gözleri güçlü ve kararlıydı. Baş Rahip onu gördüğü an yakaladı, “Feng
Xin! Majesteleri nerede?”

Feng Xin şaşırmıştı, ama anında bir şeyleri anlamış göründü ve öfke dolu
gözlerle bakışlarını Mu Qing'e çevirdi. Mu Qing ise, tek kelime etmeden
şeytan maskesini tekrar takmıştı ve yüz ifadesi görünmüyordu. Feng Xin
usulca, “Açıklamak için zaman yok! Lütfen hemen geçit törenine başlayın,
Majesteleri Veliaht Prens sizi hayal kırıklığına uğratmayacak!” dedi.

Kaçış yoktu. Tanrı'yı Memnun Eden Savaşçı olmadan büyük sahneyi ortaya
çıkarmak ölümdü; alayı geciktirmek ve eşref saatini kaçırmak da ölümdü.
Umutsuzca, Baş Rahip elini salladı, “Müziği başlatın; yürüyün!”

Emri aldıktan sonra flütler ve telli aletler çalmaya başladı ve alayın önünde
yüzlerce kraliyet savaşçısı haykırdılar, uygun adım yürüyüşe başladılar ve
devasa, görkemli geçit törenini başlattılar. Yürüdüler!

Öndeki savaşçılar, ölümlü dünyanın dikenli yollarını sembolize ediyordu.


Hemen ardından gelen bakire kızlar özellikle seçilmişlerdi, güzel ve
zariflerdi; ellerindeki sepetlerden, periler gibi çiçekleri havaya saçıyorlar,
yolu çiçeklerle kaplıyor ve kokularla dolduruyorlardı. Müzisyenler altın
arabalarda taşınıyorlardı. Alay saray kapılarını terk ettiği anda kalabalık
büyülendi ve hayrete düştü, insanlar çiçekleri yakalamak için savaşmaya
başladılar. Ancak ne kadar büyüleyici, ne kadar görkemli olursa olsun, bu
sadece ısınma hareketiydi. Büyük alay, görkemli bir sahne ortaya çıkmak
üzereydi.
Altınla kaplanmış on altı beyaz aygır, büyük sahneyi saray kapılarının
derinliklerinden çekti ve yavaşça milyonlarca kişinin gözünün önüne
getirdi. Sahnede siyahlara bürünmüş bir iblis, yüzünde canavarca bir maske,
elindeki yaklaşık 3 metrelik bir zanbatoyu önünde tutuyordu ve ciddiyetle
dövüş

pozisyonuna geçti.

*ÇN: Özellikle geniş, tek ağızlı bir kılıç.

Baş Rahibin kalbi huzursuzdu ve bir mucize bekliyordu. Ancak, hiçbir


mucize olmadı. Kalabalık konuşmaya başladı. Yüksek platformun üstünde,
kraliyet ailesi ve diğer soylular kaşlarını çattı, birbirlerine baktılar ve merak
ettiler, “Neler oluyor? Tanrı'yı Memnun Eden Savaşçı neden sahnede
değil?”

Majesteleri, Veliaht Prens henüz gelmedi mi?

“Kardeş Lian nerede?”

Yüksek platformun ortasında onurlu, yakışıklı bir adam ve soluk tenli,


sevimli ve zarif asil bir kadın oturuyordu. Onlar, Xian Le Krallığı'nın kralı
ve kraliçesiydi. Orada olması gereken kişiyi görmeyen kraliçe endişeli
görünüyordu ve krala bir bakış attı. Kral elini tuttu, rahatlamak için
bakışlarını kullandı, endişelenmemesini ve neler olacağını görmesini
söyledi. Bununla birlikte, aşağıdaki kalabalık onları rahatlatacak kimseye
sahip değildi ve çılgınca bağırıyorlardı; Baş Rahip, keşke kendini öldürme
cesareti olsaydı diye düşündü. Ancak, sahnede olan Mu Qing oldukça
sakindi. Rakibi olmadan bile, rahat görünüyordu, kendi görevine bakıyordu
ve KLANG, ağır kılıcını aşağı indirdi ve önünde dik vaziyette tuttu.

Bir tur ürpertici katliam gerçekleştiren siyah giyimli genç, etkileyici bir
şekilde 'iblis' olma eylemini sona erdirdi.

Yüzü ve şekliyle, Mu Qing, nazik bir bilgin gibi narin ve hoştu, ama
inanılmaz derecede ağır üç metrelik zanbato, sanki ağırlıksızmış gibi, elinde
tüy gibi hafifçe salınıyordu. Şeytanı oyalayan başka bir grup daha sahneye
sıçradı – hemen yenildiler ve sahneden kovalandılar. Kılıç ustaca dans etti,
sakinleşti ve toplandı ve gösteriyi oldukça heyecanlı hale getirdi, bu yüzden
kalabalıktan bazıları ona tezahürat yaptılar. Ancak, insanlar ‘Yıkım Getiren
Şeytan’ı izlemeye gelmemişlerdi, bu yüzden bu oyundan sonra daha fazla
gürültüyle “Tanrı'yı Memnun Eden Savaşçı nerede?” diye haykırdılar.

“Majesteleri Veliaht Prens nerede?”

“Majestelerinin, Yüce Savaş İmparatoru'nu oynadığını görmek istiyoruz!


Kötülüğü yen!”

Yükselen platformun üzerinden öfkeli bir ses, “Kuzenim nerede?” Diye


bağırdı. "Ne oluyor be!! Kim bu saçmalığı izlemek ister? Kuzenim Veliaht
Prens ne cehennemde???”

Kim olduğunu görmeye gerek yoktu, bu bağıran sesin Qi Rong, Prens Xiao
Jing'den başkasına ait olmadığı açıktı. Tabii ki, birçoğu baktı ve boynunda
bir kolyeyle, turkuaz sırmalı ipekler içinde şık giyimli genç bir adam
gördüler; platformun kenarına fırlamış, yumruklarını öfkeyle yükseltiyordu.
Bu genç adam on beş ya da on altı yaşından fazla değildi, teni açık ve
kaşları siyah, oldukça iyi görünüyordu, ama birilerini yumruklamak için her
an kuleden atlayacakmış gibi yüzü buruşmuştu.

Bununla birlikte, kule çok uzundu, bu yüzden kuleden atlayınca şayet


ölmezse en azından bacaklarını kıracaktı. Bunun yerine, beyaz bir porselen
çaydanlık kaptı ve fırlattı.

Atılan çaydanlık, doğrudan iblisin kafasının arkasına nişanlanmıştı, ona


vurduğu anda bayıltacakmış

gibi göründü, ama şaşırtıcı bir şekilde, şeytan vücudunu yana kaydırdı,
zanbato'yu hafifçe kaldırdı ve bıçağın ucuyla demliği yakaladı.

Titreyen çaydanlık bıçağın ucunda durup başka bir tezahürat dalgasına


neden oldu. Mu Qing daha sonra uzun kılıcı fırlattı ve çaydanlık sahnenin
altındaki bir kişi tarafından yakalandı. İblis rolünü oynamaya yavaşça
devam etti, zanbatoyu salladı, insanları katletti. Qi Rong öfkelenmişti ve
başka bir şey fırlatacaktı ama kraliçe birisinin onu zapt etmesini emretti ve
bu yüzden isteksizce aşağı indirildi.
Ancak, soyluların yüzleri gittikçe daha asık görünüyordu, bazıları huzursuz
oldu.

Tanrı'yı Memnun Eden Savaşçı’nın, ShangYuan Festivali'nin Cennet


Alayı'ndan hemen önce kaybolması komik bir mesele değildi!

Tam o sırada, önceki tezahüratlardan da yüksek kükreyen bir tezahürat


halkın arasında fırtına gibi patladı. Kar beyaz bir siluet gök yüzünden indi
ve siyahlara bürünmüş iblisin tam önüne kondu!

İnişinde ağır beyaz elbisesi titreyerek büyük sahneyi dev bir çiçek şeklinde
kapladı, altın bir maske yüzünü saklıyordu. Bir elinde kılıcını tutuyordu,
diğeriyle kılıcın gövdesine hafifçe fiskeler atarak kulağa hoş gelen bir
çınlama sesi çıkardı. Bu duruş sakin ve kendinden emindi, sanki şeytan ona
bir şey ifade etmiyormuş gibi. İblis yavaş yavaş zanbatosunu kaldırdı ve
ona işaret etti ve beyazlara bürünmüş Dövüş Savaşçısı telaşsızca ayağa
kalktı.

Qi Rong’un gözleri parıldıyordu, yüzü kırmızıydı. “Kuzen Veliaht Prens!


KUZEN VELİAHT PRENS

GELDİ!!!”

Yukarıda ve aşağıda, herkes sessizliğe gömüldü.

Bu giriş adeta gerçek bir semavi bir varlığın inişine benziyordu, son
derecede cüretkardı!

Bu taştan kule en az on metre yüksekliğindeydi ve şahsı bin altın


kıymetinde olan yüce veliaht prens yine de o kuleden atlamıştı! O anda,
binlerce insan gerçekten de bir tanrının indiğini düşünmüştü.

Şoktan kurtulduklarında, coşku damarlarını doldurdu; kalabalık, histerik bir


hal aldı, şiddetle alkışladılar. Qi Rong da bağırıyordu, çılgınca alkışlayan
kalabalığa önderlik ediyordu, sesi kısılana kadar bağırdı, her iki eli
kıpkırmızı olana kadar alkışladı. Kral ve kraliçe bakıştılar, gülümseyerek
alkışladılar.
Soyluların geri kalanı da kaşlarını indirdiler ve coşkuya katılmadan önce
rahat bir nefes aldılar. İlahi Savaş Caddesi'nin her iki tarafında kalabalıklar
çarpışan dalgalar gibi çılgına dönüyorlardı, yüzlerce ve binlerce adam o
kadar heyecanlıydı ki kraliyet muhafızlarını itmeye başladılar, daha da
yaklaşmak ve seslenmek istiyorlardı.

Büyük sahnenin üzerinde, biri siyah, biri beyaz iki siluet yüzleştiler. Her
biri elinde kendi silahıyla, Tanrı ve Şeytan nihayet yüz yüze geldi.

Her şeyin yolunda gittiğini görünce Baş Rahip nihayet omuzlarını gevşetti
ve yüksek platforma çıktı.

Dostlarını başıyla selamladıktan sonra kendisi için bir koltuk buldu ve


oturdu. Kral güldü, “Baş Rahip, nasıl bu kadar coşkulu bir giriş yaptınız?
Ne kadar heyecan verici."

Baş Rahip yüzündeki teri sildi ve gülümsedi, “Gerçekten heyecan verici.


Fakat ne yazık ki, bu fikir bu mütevazi hizmetçinizden çıkmadı. Korkarım
ki bu Majesteleri Veliaht Prens'in kendi fikri.”

Kraliçe ellerini kalbinin üzerine koydu, “O yaramaz çocuk. Hiçbir uyarı


olmadan böyle bir yükseklikten atlamak! Neredeyse korkudan ayağa
fırlayacaktım.”

Baş Rahip elinde olmadan sözlerini gururla süsledi, “Kraliçem, hanımım


gönlünüz rahat olsun.

Majesteleri Veliaht Prens'in savaş yetenekleri olağanüstüdür. Onlarca metre


onun için bir şey değildir ve çok daha yüksek kulelere bile gözleri
kapalıyken kolayca çıkabilir ve kolayca atlayabilir.”

Kraliçe memnun göründü ve nazikçe “Baş Rahibin öğretileri sayesinde.”


dedi.

Baş Rahip, “Bir şey değil, bir şey değil.” diye güldü. " Majesteleri Veliaht
Prens, göklerin sevgilisi, ilahi olarak kutsanmış, harikulade yetenekli ve
cana yakın bir şekilde zekidir. Geçmiş hayatlarımdan üç ömür boyunca
toplanan talih, bu mütevazi hizmetçiye onun öğretmeni olma şansını verdi.
Majesteleri Veliaht Prens'in varlığıyla, bugünün Tanrıyı Memnun Etme
Törenlerindeki, tarihteki en etkileyici dövüş karşılaşması olacağına dair bir
his var içimde.”

Baş Rahibin övgüleri keskindi ve cennete gönderme yapıyordu. Kral hafifçe


gülümsedi ve gösteriyi izlemek için başını çevirdi “Umarım durum budur.”

ShangYuan Festivali'nin Göksel Alayı'nda, Tanrı'yı Memnun Eden Savaşçı


ve İblis en önemli iki roldü.

Her ikisi de dövüş sanatlarında aşırı yetenekli gençler olmalıydı. Özellikle


Tanrı'yı Memnun Eden Savaşı'nın kostümünün yapımı ve sunumu katıydı,
aşkın bir biçimde büyüleyiciydi; ve giyindikten sonra, giyilen her şeyiyle
yaklaşık on sekiz, yirmi kilo tartardı. Dövüş Savaşçısı, bu ağır yük altında,
milyonlarca kişinin gözünün önünde, başkentte defalarca dolaşmalı ve
dövüş karşılaşmasında en az dört saat boyunca performans göstermeliydi.
Bu süre boyunca hiçbir hata yapılmamalı ve sanatçı olağanüstü yetenekli
olmalıydı.

Neyse ki, her iki genç adam da fazlasıyla yetenekliydi. Pala kılıçla çarpıştı,
biri kesildi, diğeri vuruldu; heyecan verici karşılaşma tam seyirlikti.
Hareketler ayrıca, en küçük ayrıntıya kadar hesaplanır, birkaç defa
uygulanır ve prova edilirdi.

“Şeytanı oynayan ve veliaht prensle ile çarpışan kim?” diye sordu Kral.

Baş Rahip boğazını temizledi, “Majesteleri, Kraliyet Kutsal Köşkü'nden


genç bir acemi. İsmi Mu Qing.”

Kraliçe nazikçe şöyle dedi: “Çocuğun savaşta da yetenekli olduğunu


düşünüyorum, oğlumdan biraz daha zayıf. Belki de Feng Xin ile aynı
seviyede?”

Baş Rahip, ona katılmadı. Qi Rong, kraliçenin kucağına uzanmış gürültülü


bir şekilde üzüm yiyordu, kabukları tükürdü, “Psh, psh, psh! İmkansız,
imkansız! Sadece biraz daha zayıf değil, o çooooook zayıf!

Herhangi biri benim kuzenim Veliaht Prensle karşılaştırılamaz!”


Bunu duyunca, kraliçe başını okşadı ve gülümsedi, asillerin geri kalanı
güldü, bedenleri neşeyle ileri geri sallandı. “Küçük Rong kesinlikle
kuzenine çok bağlı! Bir gün bile onu övmezse perişan olur.”

Aşağıdaki kalabalıktan, tezahüratlar ve haykırışlar cennete yükseliyordu:


“VUR! VUR! VUR! ÖLDÜR

ONU!"

“KÖTÜYÜ KATLET!”

Heyecan kükremeleri güçleniyordu. Qi Rong da gürültüye katıldı, iki elini


ağzının etrafına bir trompet gibi koyarak bağırdı ve gülerken, “KUZEN
VELİAHT PRENS, YÜRÜ! SEN ONU TEK ELLE BİLE

İNDİREBİLİRSİN, GÜNÜNÜ GÖSTER ONA!"

Birden sahnedeki iblis ilerledi. Dövüş Savaşçısı kılıcıyla saldırıyı


savuşturdu, ancak “Hmm?” dedi.

Teknik olarak, Göksel Geçit Töreni sırasında, dövüş maçı tanrıları memnun
etmek için yapılan bir performanstı ve kişilerin en fazla güçlerinin yedide
birini kullanması, kılıçların dokunmasından sonra durması gerekirdi.
Ancak, az önce aldığı darbeyle, elinde kılıç neredeyse uçuyordu. Belli ki
rakibi bu darbede bütün gücünü kullanmıştı.

Xie Lian hafifçe başını kaldırdı ve “Mu Qing?” diye seslendi.

Şeytanı oynayan genç adam bir şey söylemedi ve tekrar ona doğru bir
hamle yaptı. Xie Lian'ın düşünecek zamanı yoktu ve birbiri ardına
saldırıları karşılıyordu, silahları çarpışıyordu. “Eh, bu sahte oyundan daha
heyecan verici.” diye düşündü Xie Lian, ruhu heyecana geldi ve kendini
dövüşe daha da çok kaptırdı.

Böylece kükreyen tezahüratlar altında silahlar çarpıştı ve kıvılcımlar uçuştu.


Sahnedeki dövüş ne kadar canlıysa aşağıdaki tezahüratlar o kadar yüksekti.
Birden bir sağır edici bir sürtünme sesi duyuldu, beyaz bir ışık parladı,
kalabalık "Aahhh" diyerek nefeslerini tuttu. İblis'in üç metrelik zanbato'su,
Tanrı'yı Memnun Eden Savaşçı'nın uzun ince kılıcı tarafından elinden
düşürüldü, uçarak yüksek platformun taş gövdesine çarptı, oraya çivilendi!
Birkaç seyirci çekip çıkarmaya çalıştı, ama tüm güçleriyle çektikleri zaman
bile, zanbato bir santim hareket etmedi.

“Bu nasıl bir pala? Ne kadar güçlü olmalısın!”

Büyük sahnede, Tanrı'yı Memnun Eden Savaşçı kılıcını salladı ve keskin


kısmına tekrar bir fiske attı.

Başka bir tıngırdama sesi ve altın maskenin ardından yumuşak bir


kıkırdama geldi.

Sakin ama neşeli bir sesle “İyi savaştın, ama yine de kaybettin.” dedi Xie
Lian.

Şeytan silahını kaybetti, yere yarı diz çöktü, hala sessizdi ama yumruğunu
daha da sıktı. Xie Lian, ustaca kılıcını döndürdü ve etrafındaki tezahüratlar
eşliğinde, son saldırısını yapmak üzereydi, şeytanı katledecekti, tam o anda
yukarıdan bir çığlık duyuldu!

Xie Lian şok olarak kılıcını indirdi, yukarı baktı ve şehir duvarından hızla
düşen bulanık bir gölge gördü.

O anda, düşünecek zamanı yoktu ve bir anda ayaklarını eğdi, yeri iterek
havaya fırladı, ağırlıksızcasına yukarı doğru uçtu.

Yükseldi ve uçtu, elbisesini kolları bir kelebeğin kanatları gibi çırpındı,


sonra tüy gibi hafifçe indi. Sıkıca tuttuğu şey bir insandı ve anca ayakları
toprağa bastığında Xie Lian rahat bir nefes alarak ona baktı.

Kollarında bir çocuk vardı, kafası bandajlarla sarılmış, kirli ve dağınıktı,


kucağına kıvrılmış, sersem sersem ona bakıyordu.

Çevirmen: Badliar
Not: ZhongYuan ölüleri, XiaYuan ise suları kutlar. Yuan [元], Çin Kuruluş
Felsefesinde (Iching) evrenin kökenleri anlamına gelir ve Yuan festivalleri
ay yılını üçe ayırır: Her biri Üst (Shang), Orta (Zhong) ve Aşağı (Xia)
dünyayı canlandıran ilahi güçleri kutlar.

Bölüm 59: İlahi Savaş Caddesinde, Huşu Uyandıran İlk İzlenim Bu


çocuk yedi ya da sekiz yaşından büyük değildi, oldukça sıska ve küçüktü.
Öyle bir yükseklikten düşmesinin ardından küçük vücudu kollarında yeni
doğmuş bir hayvan gibi kontrolsüzce titriyordu.

Ancak başının etrafında sarılı dağınık bandajların arasından siyah renkli iri
bir göz çıkmış; kar beyazı figürün gölgesini yansıtarak, gözlerini kırpmadan
sanki artık başka hiçbir şey göremiyormuş gibi onu izliyordu.

Etraftaki kalabalık şaşkına dönmüştü, Xie Lian başını kaldırdığında bir


anlığına kalbi durdu. Çevresine bakarken yerde gördüğü şey altın bir
nesneden farklı değildi.

Yüzünü saklayan altın renkli maske düşmüştü.

Xie Lian, İlahi Savaş Caddesi’nin ortasına inmişti ve geçit töreni metrelerce
arkasındaydı. Tören alayı henüz o kadar uzağa ulaşmamıştı. Ani kargaşa
savaşçıların düzenli yürüyüşünü bozmuş, çiçek dağıtan ilahi periler
paniklemiş, altın binekler durmuş, birkaç beyaz aygır toynaklarını yere
vurarak telaşlı bir şekilde kişnemiş ve telli çalgıların ritmi bozulmuştu.
Bazıları devam etti, bazıları ise durdu. Bir daha yürüyüşlerini
düzenleyememelerinin ardından durum kontrolden çıkmıştı. Caddenin iki
tarafındaki kalabalık henüz tepki vermeye fırsat bulamamıştı ama yükselen
platformun üzerindeki Xian Le Kralı hemen ayağa kalktı. Oğlunun siluetini
izlerken ifadesi endişeli ve ciddiydi.

Kral ayağa kalktığı zaman diğer soylular nasıl oturabilirdi ki? Böylece
hepsi telaşla ayağa fırladı. Baş

Rahip koltuğunu henüz ısıtmıştı ama şimdi yine kalkmak zorunda kalmıştı.
Baş Rahip, majestelerinin ayaklarına kapanarak af dilemesi gerekip
gerekmediğini düşünüyordu ve Qi Rong çoktan parmaklıkların üstüne
atlamış, kolları sıvanmış bir şekilde öfkeyle bağırıyordu. “NELER
OLUYOR

ŞİMDİ? NE OLUYOR? NEDEN GEÇİT BİR ANDA KARGAŞAYA


DÜŞTÜ? SİZ İŞE YARAMAZ ÇÖPLER NE

YAPIYORSUNUZ? SADE PİRİNÇTEN BAŞKA BİR ŞEY YEMEDİNİZ


Mİ, O KADAR APTALSINIZ Kİ, KENDİNİZE

HAKİM OLAMIYOR MUSUNUZ???”

Kraliçenin yüzü solgundu, kaşları hafifçe çatılmış, aceleyle Qi Rong’u


arkaya sürüklemeleri için birilerini göndermişti. Kalabalık gittikçe
tedirginleşiyordu ve bir karışıklık patlak vermek üzereydi ki Xie Lian ayağa
kalktı.

Genellikle saygın veliaht prens sarayın derinliklerinde saklı veya Kutsal


Kraliyet Köşkü’nde antrenman yapıyor olur ve nadiren yüzünü insanlara
gösterme fırsatı bulurdu. Bu o kadar nadir bir durumdu ki birçok kişinin
ilgisi o tarafa kaymış ve bakışları onun üstüne çevrilmişti. Yüzünü
görmelerinin ardından hepsi nefeslerini tuttu. Genç adamın uzun kaşları ve
büyüleyici gözleri vardı; ağırbaşlı ve yakışıklıydı, asalet saçıyordu, yaydığı
kör edici parlak atmosfer bakanların gözlerini alıyordu.

Bir kolunda çocuk, diğer elindeki kılıcı kaldırdı ve büyük sahneye


doğrulttu.

İblis sahnenin üzerinden durumu gözlemliyordu ve işareti görmesinin


ardından bir an duraklayıp yere atladı.

İblis, siyah buluttan bir çizgi halinde, havada uçarak palanın derinde
gömülü olduğu sütuna ulaştı, çatlaktan çekerek çıkardı ve tekrar çevirerek
caddenin ortasındaki savaşçının önüne indi.

Onun hemen kendisinin niyetini anlayıp iş birliği yapmak için öne çıktığını
gören Xie Lian fısıldayarak onu takdir etti. “İyi, Mu Qing!”
Şimdi Tanrıyı Memnun Eden Savaşçı ve iblisin ikisi de sahneden inmişti.
Biri beyaz biri siyah, kılıç ve pala coşkuyu doruğa çıkarıp kalabalığı
heyecanlandırarak bir kez daha çarpıştı. Yükselen platformun üzerinde
soyluların yüzleri sonunda rahatlamış, yatışmış gözüküyordu.

İblis, savaşçının kollarındaki çocuğu hedef alıyormuş gibi rol yaptı ve iki
eliyle palayı kavrayarak Xie Lian’a doğru atıldı. İkisi saldırıları
savuşturuyormuş gibi yapıyordu; hamle ardına hamle, saldırı ardına
saldırıdan sonra yeniden sahneye sıçradılar. Kalabalığın dikkati dağılmışken
Mu Qing bu fırsatı

caddenin üstüne takla atıp maskeyi geri almak ve tören alayının ortasına
koşarak kısık bir sesle konuşmak için kullandı. “Dağılmayın! Kendinizi
toparlayın! Hiçbir şey olmamış gibi davranın ve yürüyüşe devam edin! Bu
turu tamamlayın ve sonra da saraya dönün!”

Tören alayı derhal kendisine çeki düzen verdi ve ruhları yenilenmiş bir
şekilde kendi işlerine geri döndü. Mu Qing sahneye döndüğü zaman
saldırıları daha da güçlendi, silahların çarpışma sesleri birbiri ardına
duyuluyordu. Xie Lian daha fazla saldırı aldı. Hemen ardından kollarındaki
çocuk feryat etti, muhtemelen silahların çarpışmalarının arasında kalmaktan
çok korkmuştu. Xie Lian’ın sol eli onu daha da sıkı tuttu ve fısıldadı.
“Korkma!”

Bu sözü duyan küçük çocuk Xie Lian’ın kıyafetlerini kavradı. Her ne kadar
bir elinde çocuk, diğer elinde kılıç da olsa Xie Lian hala kolaylıkla
savaşabiliyordu. Bir süre daha kılıçlarıyla savaştıktan sonra kollarındaki
çocuğun titreyen kollarıyla omuzlarına hayatı buna bağlıymışçasına sıkıca
tutunduğunu hissetti. Xie Lian bir kez daha yatıştırdı. “Endişelenme, hiçbir
şey seni incitmeyecek.”

Bu sözleri söyledikten sonra Xie Lian kısık sesle çağırdı, “Mu Qing!”

Onunla yüzleşen iblis dikkat çekmeden başını eğdi ve Xie Lian saldırdı.

Böylece milyonların gözü önünde Tanrıyı Memnun Eden Savaşçı iblisin


kalbini deldi ve onu oracıkta öldürdü!
İblis maskesi yüzünde, Mu Qing ‘yarasını’ kavrayarak birkaç adım geriye
sendeledi, bir an çırpındıktan sonra sonunda güm diye yere düştü ve hareket
etmeyi kesti.

Platformun üzerinde Qi Rong gürültülü kahkahalar atıp alkışlıyordu,


“ÖLDÜ! O ÖLDÜ! KUZEN VELİAHT

PRENS İBLİSİ KATLETTİ!”

Bütün bunlar olurken göz alıcı İlahi Geçit Töreni yürüyüşe devam etti ve
çok geçmeden saraya giden yola doğru hareket etti. Oyunun bu kadar iyi
kurtarılmasından ve bu beklenmedik doğaçlamayı izlemenin müthiş
heyecan verici olmasından ötürü kimse şikayet etmedi, bunun yerine
coşkuları daha da büyüdü. Kalabalığın içinden sayısız kişi bağırıyordu
“Ekselansları!” “Tanrım!”, ve büyük sahnenin peşinden binlerce,
milyonlarca kişi saraya doğru koşuyordu. Generallerden birkaçı gereğinden
fazla coşan insanları engellemek için bölük bölük savaşçı ve asker
göndermişti. Ancak sonunda onlara engel olamadılar ve kalabalık içlerinden
geçerek sarayın kapılarına dayandı.

Yükselen platformun tepesinden Xian Le Kralı seslendi, “Muhafızlar!


Savaşçılar!”

Aynı zamanda geçit töreninin içindeki yüzlerce kişi tekrardan saraya


girmişti ve devasa kızıl kapılar büyük sahnenin ardından doğruca
kapatılmıştı. Gösterinin renkli bayrakları artık görünmüyordu.

İnsanlar kapılara doğru akın etti, kapıya vurup tokatlayarak yaptıkları


tezahürat göklerde yankılandı.

Sıkıca kapatılmış saray kapılarının ardında, büyük sahnenin üzerinde, beyaz


cübbeli Tanrıyı Memnun Eden Savaşçı ve siyah cübbeli iblisin ikisi de
silahlarını iki çat sesiyle yere attı ve ardından kendileri de yere yığıldı.

Xie Lian terle kaplıydı, kat kat şık cübbesinin önünü açtı ve derin bir nefes
verdi, “Bu çok yakındı. Fazla yakın. Ben tükendim.”
Mu Qing de ağır iblis maskesini çıkarıp sessizce nefes verdi ama
yorgunluğu hakkında sızlanmadı.

O tarafa göz gezdirdiğinde Xie Lian’ın hala o küçük çocuğu tuttuğunu


gördü ve tek kelime etmeden surat astı. Öteki taraftan Feng Xin, büyük
sahneye doğru yürürken seslendi, “Ekselansları, çocuğu da içeri getirerek
ne yapıyorsunuz?”

Küçük çocuk Xie Lian’ın göğsünde yatıyordu, küçük vücudu donmuş ve


hareketsiz, nefes almaya bile korkar haldeydi. Xie Lian doğrulup oturdu,
“Ne yapsaydım, onu sokağa geri mi atsaydım? Dışarısı karmakarışık, o
kadar küçük ki ayaklar altında ezilerek ölürdü.”

Küçük çocuğu kaldırdı ve başını okşadı, sıradan bir şekilde sordu, “Kaç
yaşındasın ufaklık?”

Çocuk gözlerini kırpmadı ve ağzından hiçbir ses çıkmadı. Xie Lian sorguya
devam etti, yatıştırıcı bir ses tonuyla, “Nasıl oldu da az önce düştün?”

“Ekselansları, çocuk muhtemelen konuşmaya cesaret edemiyor, açıkça


korkmuş.” Dedi Mu Qing.

Xie Lian çocuğun başını bir daha okşadı, ama tepkisiz çocuk ilgisini
yitirmesine sebep oldu ve okşamayı bıraktı. “Çok sersem.” Xie Lian yorum
yaptı. “Feng Xin, fırsat bulunca onu yan kapılardan dışarı çıkaracak
birilerini bul, yaralı mı kontrol et, başı bandajlarla sarılı.”

“Anlaşıldı.” Feng Xin elini uzattı, “Onu buraya verin.”

Xie Lian küçük çocuğu kaldırdı ve uzattı, ancak bunu henüz yapamadan
Feng Xin, “Ekselansları, neden bırakmadınız?” diye sordu.

“Bıraktım?” Xie Lian’ın kafası karışmıştı, ancak aşağı baktığında bıkkınca


güldü. Anlaşıldı ki kıyafetlerine sıkıca tutunup bırakmayı reddeden taraf
çocuktu.
Birkaç kişi şaşırmış ve gülmeye başlamıştı. Kutsal Kraliyet Köşkü’nde
antrenman yaparken birçok hayran, kadın veya erkek fark etmeksizin,
merak ya da bağlılıklarından ötürü Xie Lian’a bir kez olsun bakabilmek için
ellerinden geleni yaparlardı. Ancak onu bir kez gördüklerinde, bir daha
görmek isterlerdi; eğer onun yanında antrenman yapabilecek kadar
şanslılarsa bu çok daha iyiydi. Bu kadar küçük yaşta bir çocuğun bile aynı
olmasına inanamamışlardı. Büyük sahnenin etrafını kollayanların çoğu
Kutsal Kraliyet Köşkü’nden öğrencilerdi, gülmelerini tutamadılar,
“Ekselansları, bu çocuk gitmek istemiyor!”

Xie Lian da güldü, “Öyle mi? Ama böyle olmaz. Benim de kendi yapacak
işlerim var. Evine dön ufaklık.”

Bunu duyan çocuk sonunda kavrayışını yavaşça gevşetti ve Xie Lian’ın


kıyafetlerini bıraktı. Feng Xin onu kaldırdı. Onu tutan kişinin Feng Xin
olmasına karşın çocuk hala büyük, siyah gözüyle büyülenmişçesine Xie
Lian’ı izliyordu. Buna şahit olanlar sessizce bu derin bakış hakkında
homurdandılar. Xie Lian ise artık çocuğa bakmıyordu bile, sadece direkt
olarak Feng Xin ile konuştu,

“Onu çöp tutuyormuş gibi tutma, çocuğu korkutuyorsun.”

Feng Xin çocuğu yere bıraktı. “Dalga geçmeyi bırakın. Baş Rahip şu anda
çıldırıyordur. Ekselansları daha sonra onunla nasıl yüzleşeceğini düşünse iyi
olur.”

Bunu duyduktan sonra herkes gülmeyi bıraktı.

Bir saat sonra, Kutsal Kraliyet Köşkü’nde, Savaş Tanrısı Toplantısı’nda,


İmparator’un Salonu’nda, Tütsü dumanından bulutlar havada süzüldü ve
ilahi sesleri dalgalar halinde havada yankılandı. Baş

Rahip ve diğer Baş Rahip Vekilleri, yüzleri donuk bir şekilde büyük
salonun duvarının kenarında oturuyorlardı. Mu Qing önlerinde diz
çökmekteydi. Xie Lian da diz çöküyordu ancak önünde sadece Yüce Savaş
Tanrısı’nın altından heykeli vardı. Feng Xin de efendisini takip etti ve onun
arkasında diz çöktü.
Baş Rahip zarifçe hazırlanmış altın maskeyi eline aldı ve derin bir iç çekti.
“Ekselansları, ekselansları...”

Diz çöküyor olmasına karşın Xie Lian’ın sırtı dümdüz, duruşu mükemmel
ve başı kalkıktı, “Burada.”

Baş Rahip kederli görünüyordu, “Biliyor muydunuz, defalarca ShangYuan


İlahi Geçit Töreni düzenlemiş olan Xian Le tarihinde büyük sahne bir defa
bile başkenti üç defa turlamadı. Üç defa!”

ShangYuan İlahi Geçit Töreni’nin her ritüeli, kullanılan her süsleme


arkasında bir anlam taşıyordu.

Büyük sahnenin başkentin etrafını turlaması bir zamanlar krallığın,


insanlarının mutluluğu ve barışı için olan dualarını sembolize ediyordu. Bu
sebepten ötürü büyük sahne kaç defa başkenti turladıysa, o kadar sene yeni
bir merasimin yapılmasına gerek kalmıyordu. Bu olay iyi şans anlamına
gelmesinin yanında paradan da tasarruf edilmesini sağlıyordu. Sadece üç
turun atılabilmiş olması, krallığın sadece üç sene boyunca korunacağı
anlamına gelmez miydi?

Bir de üzerine Tanrıyı Memnun Eden Savaşçı’nın yüzündeki altın maske


merasimin ortasında düşmüştü.

Xian Le’nin insanları eski zamanlardan beri insanın ruhsal halenin beş adet
yüz hattında bulunduğuna inanırlardı. İnsanın ruhu yüzünde bulunduğundan
ötürü cennete sunulması gerekirdi. Bu nedenle Cesur Savaşçı merasim
sırasında yüzünü saklamak için altın bir maske takmalıydı çünkü yüzü
sadece tanrılar tarafından takdir edilebilirdi, ölümlülerin onu görmeye
hakları yoktu.

Baş Rahip hem öfkeliydi hem de hayal kırıklığına uğramıştı, “Geçmişteki


Tanrıyı Memnun Eden Savaşçıların hepsi başkenti en az beş, en fazla on beş
ya da on altı defa turladılar. Siz? Gözleriniz kapalı bile olsa elli defa
turlayabilirdiniz! Yüz defa belki de! Ama daha üçüncüde bütün şansınızı
öldürdünüz, neden önce beni, ustanızı, öldürmediniz??? Şimdi halinize
bakın. Sevgili veliaht prensimiz tarihe geçecek, beni de yanında
sürükleyerek!”
Büyük salonda kimse ağzını açmaya cesaret edemiyordu. Ancak Xie Lian
hala rahat gözüküyordu ve sakince cevapladı, “Baş Rahip, neden bir de şu
açıdan bakmıyorsunuz. Eğer çocuğu kimse yakalamasaydı, düşüp ölmüş
olsaydı ve geçit kana bulansaydı, bu da aynı seviyede uğursuz olmaz
mıydı? Merasim yine yarıda kesilmez miydi? En azından merasim uygun
bir şekilde sonlandı ve bu da o durumda gerçekleşebilecek en iyi
senaryoydu. Bu olana beklenmedik bir kaza dememiz en doğrusu olur.”

Baş Rahip’in sözleri bir anlığına boğazında kaldı ancak hemen sonra
patladı, “Seni velet! Etrafta o kadar kraliyet koruması vardı, çocuğu
herhangi birisi yakalayabilirdi! Düzgün bir şekilde yakalayamasalar bile en
fazla bir kolu ya da bacağı kırılırdı, ölmezdi! Siz sadece birkaç adım ileriye
çıkıp biraz daha göz alıcı bir şekilde rolünüzü yapabilirdiniz ve herkes bu
olanı unuturdu.”

Xie Lian kaşlarını kaldırdı, “Baş Rahip, siz de durumu benim kadar iyi
anlıyorsunuz. O şartlar altında kimse benim kadar hızlı tepki veremezdi ve
onu yaralanmadan yakalayamazdı. Düşmesine izin verin, bir ölü. Yakalayın,
iki ölü.”

Sözleri güvenli ve kendinden emindi. Baş Rahip da söylediklerinin doğru


olduğunu biliyordu ve aksini ispatlayamadı. Ancak onu tanrı heykelinin
önünde hiçbir sorun yokmuş ve her şey yolundaymış gibi diz çökerken
gören Baş Rahip hem kızgın hem neşeli hem de gururlu hissediyordu.
Gözlerinin önünde kıymetli öğrencisi varken öfkelenemiyordu ve sadece
saçlarını geriye çekerek saç diplerindeki acıyı kalbindeki endişeyi
yatıştırmak için kullanmakla yetindi. “Bir şey daha!”

Xie Lian başını eğdi, “Bu öğrenciniz dinliyor.”

“Bugün sahnede iyi bir iş çıkardınız.” Baş Rahip konuştu. “Ancak ne kadar
iyi bir performans gösterirseniz gösterin, oyundan hemen önce bize haber
bile vermeden bir şeyleri değiştiremezsiniz.

Majesteleri Kral ve Kraliçe dehşete kapıldılar. Eğer eşref saatini kaçırmış


olsaydık neler olabilirdi haberiniz var mı?”
Xie Lian uzun kaşlarını çattı, şaşırmış bir ifadeyle sordu, “Baş Rahip, bu
söyledikleriniz hakkında, bugünden önce sizden zaten izin almamış
mıydım?”

Baş Rahip de afallamış görünüyordu, “Zaten sormuş muydunuz? Bugünden


önce? Ne zaman?”

Kafası karışmış, Xie Lian başını çevirdi ve seslendi, “Mu Qing?”

Çevirmen: Jason

Bölüm 60: Kayıp Kızıl İnci, Arzuyla İstemsizce Kızaran Gözler Tam o
sırada, Xie Lian’ın arkasında diz çökmüş olan Feng Xin yüz ifadesini
değiştirmeden konuştu,

“Ekselansları birkaç gün önce gerçekten de söylemişti.”

Bütün gözler ona çevrildi. Feng Xin devam etti, “Son zamanlarda
ekselansları İlahi Geçit Töreni hakkında fazlaca düşünüyordu ve dün
programda başka hiçbir değişiklik yapmadan kuleden atlayarak göksel inişi
canlandırma fikri aklına geldi. Ancak o sırada provaların ortasındaydı ve
oradan ayrılamayacağından ötürü Baş Rahip’e haber vermesi için Mu
Qing’i gönderdi.”

Feng Xin gözlerindeki belirgin öfkeyle başını kaldırdı, “Mu Qing geri
döndüğünde ekselanslarına Baş

Rahip’in bilgilendirildiğini söyledi, bu sebeple de ekselansları programdaki


değişikliğine izin verildiğini düşünerek hareket etti. Baş Rahip’in bundan
haberi olmadığını ve törenin neredeyse mahvedildiğini kim bilebilirdi ki!”

Efsuncular aralarında bakıştı. Baş Rahip sordu, “Bundan kimlerin haberi


vardı?”

Diğer üç Baş Rahip Vekili bilmediklerini kastederek başlarını salladı. Baş


Rahip, Mu Qing’e döndü, yüzündeki sisli ifade yerini yavaşça öfkeye
bırakmıştı, “Mu Qing, bu haberi kasten mi sakladın?”
Sözleri ve ifadesi Mu Qing’in olayı bilerek sabote ettiğine çoktan inanmış
gibiydi. Xie Lian yanında diz çökmüş olan sessiz ve ifadesiz gence baktı ve
söyleyeceklerini biraz düşündükten sonra konuştu, “Baş

Rahip, burada bir çeşit yanlış anlaşılmanın söz konusu olduğunu


düşünüyorum.”

Bunu duyan Mu Qing, kararan gözlerini Xie Lian’a çevirdi. Xie Lian, “Eğer
gerçekten kasten saklamış

olsaydı, geçit bittikten ve olanları gözden geçirdikten sonra düzenbazlığı


ortaya çıkardı ve bu yaptığının sorumluluğundan kaçması mümkün
olmazdı. Mu Qing basiretsiz bir ahmak değil ve bu kadar basit bir taktik
kullanmaz. Ayrıca, Tanrıyı Memnun Eden Savaşçı olmazsa, iblisin orada
olmasının ne tür bir avantajı olabilir? Baş Rahip, lütfen söyleyeceklerini
dinleyin ve ondan sonra hüküm verin.”

Konuşmasını bitiren Xie Lian başını tekrar eğdi, “Söyle Mu Qing. Neler
oldu?”

Mu Qing gözlerini indirdi ve yavaşça konuştu, “Ekselanslarının iletmemi


emrettiklerini dün ilettim.”

Baş Rahip surat astı, “Biz senin bize ne söyleyip söylemediğini bilmeyecek
miyiz? Ne zaman söyledin?”

“Dün, akşam derslerinden bir saat sonra, dört usta ShiXiang köşkünde
dinlenirken, bu öğrenciniz pencerenin dışından konuştu.” Mu Qing açıkladı.

Baş Rahip başını diğer üç vekiline çevirdi, kafası karışmış bir şekilde,
“Dünkü akşam derslerinde sonra mı? O zaman ne yapıyorduk?”

Sözcükler dudaklarından döküldükten bir an sonra hatırladı ve yüzü


utançtan yeşile döndü. Diğer üç Baş Rahip Vekili de gergince boğazlarını
temizledi, belirsizce cevapladılar, “Pek bir şey yapmıyorduk aslında.
Sadece... dinlenmek dinlenmektir işte!”

Baş Rahiplerin nasıl kekelediklerini gördükten sonra herkes durumu anladı.


Kutsal Kraliyet Köşkü, sessiz bir meditasyon ve antrenman mekanıydı ve
eğlence sayılabilecek pek az şey barındırıyordu. Bunlardan birisi de, ve en
popüler olanı, kart oynamaktı.

Kartlar sadece kimseye görünmeden gizlice oynanabiliyordu. Baş Rahipler


uzun zamandır Kutsal Kraliyet Köşkü’nde ikamet etmekten sıkılıyorlardı ve
bu yüzden kart oynamanın bağımlısı olmuşlardı.

Bir kez oynamaya başladılar mı herkesi ve her şeyi unutur, neredeyse


sarhoş ve saplantılı, kontrol edilemez derecede heyecanlı ve dışarıdan gelen
hiçbir sesi duyamayacak durumda olurlardı. Eğer Mu Qing bu sırada bir
şeyler söylediyse de ne kadarını duymuş olabilirlerdi ki?

Baş Rahip Vekillerinden birisi, “Ah, hm... belki etrafta çok fazla insan
vardı, senin sesin çok alçaktı, bu yüzden duyamadık. Ya da, hm, net olarak
duyamamış olabiliriz.” dedi.

Baş Rahip kuşkuyla talep etti, “Dün gerçekten de ShiXiang köşküne gittin
mi?”

“Kesinlikle gittim.” Mu Qing cevapladı ve kanıt olarak o gün kapıda


bekleyen muhafızın kıyafetlerini, görünüşünü ve aksanını hatasız bir şekilde
tarif etti. Baş Rahip ona inanmak zorunda kaldı ama yine de yüzü asıktı,
“Eğer ShiXiang köşküne gittiysen mesajını kapının dışındaki acemilerden
birisiyle iletebilirdin, ya da salona girip ayrıntılarıyla beraber
bahsedebilirdin. Neden pencerenin dışından konuştun? Hem de duyup
duymadığımızdan bile emin olmadan?”

Mu Qing yavaşça cevapladı, “Denemedim değil. Bu öğrenci kapıda


bekleyen shixiong’a yalvardı ancak shixiong bir sebepten ötürü işleri
zorlaştırmak zorundaydı ve salona girmeme veya mesajımı kendisiyle
iletmeme karşı çıktı. Kelimeleri alaycıydı ve beni oradan kovdu.”

*ÇN: Kendisinden 3. Şahıs, ‘bu öğrenci’ olarak bahsediyor. Ayrıca;


ShiXiong: Aynı sektten olan büyük erkek kişi. Bir tür Ağabey/Abi.

Kısa bir duraklamadan sonra devam etti, “Bu öğrencinin başka seçeneği
kalmamıştı, bu yüzden ShiXiang köşkünün öbür tarafından dolandım ve
mesajı pencerenin önünden iletmeye çalıştım. Baş

Rahiplerden birisinin, “Anlıyorum, şimdi gidebilirsin.” dediğini duydum.


Bu öğrenciniz cevabı ekselanslarının planına izin verilmiş olarak
değerlendirdi ve geri döndü.”

Baş Rahipler dudaklarını sımsıkı kapadı ve konuşmadı.

Kart oyununun en can alıcı elinde aralarından hangisi dışarıda ne


söylendiğine dikkat ederdi?? Eğer bir şey duymuşlarsa da üstünde çok
düşünmeden “Anlıyorum” diye cevaplarlardı ancak gerçekte o sesin
nereden geldiğini bile umursamazlardı!

Xie Lian kaşlarını çattı, “Böyle bir şey kabul edilemez! Hangi acemi bu
kadar küstah? Benim habercilerimden birisine karşı bu kadar saygısız
etmek, bu ne cüret!”

Xie Lian her ne kadar çoğu zaman Kutsal Kraliyet Köşkündekilere karşı
kibar ve yumuşak olsa ve böbürlenerek konuşmasa da o kralın saygın oğlu,
veliaht prensti; tanrı heykelinin önünde diz çökerken bile hiçbir
alçakgönüllülük ya da çekingenlik göstermemişti. O gergin anda da güçlü
ve otoriterdi ancak öfkeli değildi. Herkes sessiz kaldı, Baş Rahipler
yüzlerine okunamaz birer ifade yerleştirmişlerdi.

“Dün geri döndüğünde bu olanları neden bana rapor etmedin?” diye sordu
Xie Lian.

Hala diz çökmekte olan Mu Qing, Xie Lian’a döndü ve yere kapandı. Kısık
bir sesle, “Ekselansları, o shixiong ile olanları daha fazla açmanın lüzumu
yok. Dün hiçbir şey söylemeyişimin nedeni meseleyi büyütmek
istemememdi. Ve gerçekten, abartılacak bir şey yok. Eğer ekselansları açık
açık beni savunacak olsaydı, bu herkesin arasındaki samimiyeti bozardı.”

Xie Lian aynı fikirde değildi, üzgün bir sesle, “Herkesle olan samimiyet
nedir? Etrafımızdakilere eziyet için kullanabileceğimiz bir şey mi?”

Bunu duyduktan sonra kenarda oturan Baş Rahipler daha tedirginleştiler.


Sonuçta bu olayın yaşanma sebebi Baş Rahiplerin Mu Qing’den
hoşlanmayışlarıydı.

Baş Rahipler memnuniyetsiz göründüklerinden dolayı doğal olarak diğer


görevli acemiler de onları takip etti. Dürüst olmak gerekirse Mu Qing’in
kendisi de o kadar sevilebilir birisi değildi, bu yüzden diğer öğrenciler onu
sürekli sıkıntıya sokmakla kalmayıp her fırsatta işini zorlaştırıyorlardı.
Elbette iğneleyici olmaya çalıştığı yoktu ama söylediklerinin çoğunlukla
birilerine battığı da aşikardı.

Sözlerinden Mu Qing’in geri çekilmeye başladığı anlaşılıyordu ama Feng


Xin bir kelime daha dinleyemezdi ve aniden böldü, “Gerçekten de
büyütülecek bir şey değildi, ama gidip olayları büyütmek zorundaydın. Eğer
kapıdaki acemiye ekselanslarının emriyle bir mesaj iletmeye geldiğini

söylemiş olsaydın, yine de seni engelleyebilir miydi? Ayrıca bugün, tören


başlamadan hemen önce Baş Rahip ekselanslarının nerede olduğunu sordu,
neden o kadar belirsiz bir cevap verdin? Açıkça ekselanslarının kulenin
üzerinde törenin başlamasını beklediğini söyleyemez miydin?”

Mu Qing hemen karşılık verdi, sakin ve istikrarlı bir biçimde konuştu, “Baş
Rahip’in durumdan haberdar olduğunu düşündüğüm için böyle bir soruyla
karşılaşmayı beklemiyordum ve afalladım.

Ancak hemen ardından Baş Rahip’e ekselanslarının endişelenmemesini


söylediğini ve geçit töreninin planlandığı saatte, gecikme olmaksızın
başlayacağını; ekselanslarının zamanında orada olacağını söyledim. O
sırada ekselansları orada değildi ama birçok kişi söylediklerimi duydu.
Buna rağmen nasıl bilerek yaptığımı söyleyebilirsin? Belirsiz cevap
verdiğimi?”

Feng Xin kızgın bir ifadeyle ona baktı, ama detaylıca düşünecek olursa Mu
Qing gerçekten de söylediği gibi yapmıştı, sadece Baş Rahip fazlasıyla
endişeliydi ve ani kararlar vermek istememişti, eğer birisini suçlamak
istiyor olsaydı bile kullanabileceği pek bir kanıt yoktu. O sırada Xie Lian
tekrar konuştu,
“Tamam, tamam. Hepsi zamansız bir yanlış anlaşılmadan ibaret. Sadece
kötü şans, bu yüzden tartışmayı bırakın.”

Feng Xin cüret edemezdi, bu yüzden sustu. Baş Rahip de konuyu daha fazla
uzatmak istemiyordu çünkü biliyordu ki eğer konunun derinlerine inilecek
olursa, esas suçlu kart oyunlarına dalan kendisi değil miydi? Bu yüzden
sadece elini sallamakla yetindi ve iç çekerek, “Bu konuyu daha sonra
tartışalım, neler olduğu ve durumu nasıl düzeltebileceğimizi düşünürüz. Siz
üçünüz dağılabilirsiniz; gidip kostümlerinizi çıkarın, ya da her ne yapmanız
gerekiyorsa.” diye konuştu.

Xie Lian reverans yaptı ve ayağa kalktı. Feng Xin ve Mu Qing de ayağa
kalkmadan önce bir kez daha düzgünce eğildi ve Xie Lian’ı takip etti. Xie
Lian’ın bir ayağı eşikteydi ki Baş Rahip’in konuştuğunu duydu,
“Ekselansları,”

Xie Lian başını çevirdi. “Hem ekselansları kral hem de kraliçe bugün sizi
sordu. Önümüzdeki birkaç gün içinde vakit bulabilirseniz gidip onları
ziyaret edin.” dedi Baş Rahip.

Xie Lian gülümsedi, “Anlıyorum.”

İmparatorun Salonu’ndan ayrıldıktan sonra üçlü özellikle veliaht prens için


inşa edilmiş olan Xian Le Saray Talim Salonu’na geri döndü. Xie Lian
sonunda tören kıyafetlerini çıkarabildi.

Daha önce de bahsedildiği üzere ShangYuan İlahi Geçit Töreninde Tanrıyı


Memnun Eden Savaşçı’nın giydiği kostümün her detayı son derece katı bir
biçimde planlanmıştı. Her aksesuarın, her katın bir anlamı vardı ve asla
karıştırılamaz ya da yanlış düzenlenemezdi. Örneğin dış cübbe beyaz
olmalıydı, bu ‘ilahi saflığı’ temsil ediyordu. İç cübbe ‘kutsal gelenekleri’
temsil ettiği için kırmızıydı. Saçları bağlayan altın taç ‘kraliyetin gücü’ ve
‘zenginliği’, kalp hizasında saklı duran kuş tüyü ‘cennete yükselişi’,
kollardaki gevşekçe bağlanmış uzun kurdeleler ‘bütün yaşamların yükünü
taşımayı’

sembolize etmekteydi.
Bütün bunları baştan aşağı giyinip kuşanmanın basit bir iş olmayacağını
düşünmek zor değildi. Ancak bir veliaht prens olarak Xie Lian’ın bunların
hiçbirisini tek başına yapması gerekmiyordu, tek yapması gereken ferah ve
hoş kokulu odanın ortasında kollarını açarak beklemek ve kişisel asistanı
Mu Qing Tanrıyı Memnun Eden kostümün cübbelerini kat kat çıkarırken
Feng Xin ile sohbet etmekti.

Tanrıyı Memnun eden kostümün beyaz dış cübbesi son derece yüksek
kaliteli, dokunduğu ipler hassas ve ince bir güzelliğe sahip, püskülleri
detaylı hafif altın desenleri ile dikilmiş, zarif ancak abartısızdı.

Karşılaştırılacak olursa iblis kostümünün siyah cübbesi cennetler ve


dünyanın farkını temsil etmekteydi. Mu Qing henüz kendi kostümünü
çıkarmamıştı, kolları Xie Lian’ın üstündeki Tanrıyı Memnun Eden
kostümün cübbeleriyle doluydu, parmakları beyaz cübbenin kumaşını
hissederek seğirdi.

Hemen yanında Xie Lian altın tacı çıkararak uzun saçlarını serbest bıraktı,
kar beyazı çizmelerini tekmeleyerek sandal ağacı yatağının köşesine oturdu
ve birilerinin ona yeni kıyafetler getirmesini beklemeye koyuldu. Bir süre
bekledikten sonra Mu Qing’in hâlâ aynı yerde durduğunu fark etti, başını
kaldırdı ve sordu, “Sorun nedir?”

Mu Qing hemen kendine geldi ve cevapladı, “Kostümün bazı yerleri


kirlenmiş görünüyor.”

Xie Lian iç çekti konuştu, “Buraya getir ve görmeme izin ver.”

Gerçekten de kar beyazı kıyafetin üstünde belirgin siyah iki el izi vardı. Xie
Lian baktıktan sonra yorum yaptı, “Muhtemelen o kuleden düşen çocuk
yapmıştır. Kıyafetime tutunduğunu ve bırakmadığını hatırlıyorum. Çocuğun
yüzü bandajlarla sarılıydı, belki de bir yerlerde takılıp düşmüştür. Feng Xin,
çocuğu kontrol ettin mi?”

Feng Xin, kılıç ve palayı kumaşlarla sarmakla meşguldü, sertçe cevapladı,


“Hayır. Onu saraydan çıkardım ve benden istediğiniz gibi bandajları çıkarıp
yüzüne bakacaktım, ama bacağımı tekmeledi!
Kahrolası gerçekten acıttı.”

Xie Lian kahkaha atarak yatağa düştü, parmağıyla Feng Xin’i işaret ederek,
“Ona karşı çok kötü davrandığın içindir. Yoksa neden beni tekmelemedi
ama seni tekmeledi?”

“Kötü davranmadım!” Feng Xin bağırdı, “Lanet olası velet ele geçirilmiş
gibiydi, hemen ardından hızla koşarak kaçtı. Eğer öyle olmasaydı onu tepe
taklak kaldırır ve korkudan ağlayana kadar silkelerdim.”

Mu Qing elindeki beyaz cübbeyi çevirdi, “Çocuk bir dilenci olmalı, çok
pasaklı. Sadece bir kez tuttu ve bu kadar kara lekeler bıraktı. Ekselansları,
Tanrıyı Memnun Eden köstüm kirli olmamalı, bu da kötü bir alâmet değil
mi?”

Xie Lian yatakta sırt üstü uzanıyordu, yatağın başından bir kitap alarak
yüzünün yarısını kapattı,

“Başkent etrafında üç tur, en iyi rekorla zaten adımı tarihe geçirdim. Eğer
kirlenmişse kirlenmiştir, sadece yıkasan yeterli.”

Kısa bir duraklamadan sonra Mu Qing sessizce cevapladı, “Yıkarken


dikkatli olmak için elimden geleni yapacağım.”

Xie Lian kitabın sayfalarını karıştırdı ve pala sanatının resmedildiği sayfayı


gördüğünde aklına sahnedeki heyecan verici kapışma geldi. Gülümsedi,
“Mu Qing, bugün sahnede iyi dövüştün.”

Mu Qing’in omuzları gerildi.

Xie Lian devam etti, “Pala kullanarak dövüşmede kılıçla olduğundan çok
daha yetenekli olduğunu bugün öğrendim.”

Mu Qing’in rahatlamış bir yüz ifadesiyle arkasına döndü. Dudaklarında


hafif bir gülümseme kıpraştı,

“Gerçekten mi?”
“Elbette!” Xie Lian cevapladı, “Ama biraz fazla hızlı olmuş olabilirsin,
palayı sallamak kılıcı sallamaya benzemiyor, buraya bak...”

Dövüş sanatlarının konusu açıldığı an Xie Lian büyük bir hevesle, Baş
Rahip’in kart oynarken ki hâlinden bile daha hevesli, ayakkabılarını bile
giymeden yataktan atladı ve palayı bahsettiği gibi nasıl sallayacağını
oracıkta elini palaymış gibi kullanarak göstermeye başladı. Mu Qing’in
yüzünde karmaşık bir ifade vardı ancak Xie Lian birkaç hamle gösterdikten
sonra ciddiyetle onu izlemeye başladı. Öteki taraftan Feng Xin düzgünce
sarılmış olan palayı Xie Lian’a doğru sallayarak onu yatağa kovaladı ve
bağırdı, “EĞER GÖSTERİ YAPACAKSANIZ EN AZINDAN
AYAKKABILARINIZI GİYİN! Siz veliaht prenssiniz!

Saçlar salık ve ayaklar çıplak, ne rezalet ama!”

Xie Lian tam da heyecanının doruğundayken yatağına kovalanmıştı ve biraz


bozulmuştu. “Peki!” dedi ve ellerini uzun saçlarından geçirdi, saçlarını
bağlayıp Mu Qing’e nutuk çekmeye devam edecekti ki yüzü asıldı,
“Tuhaf.”

“Ne oldu?” Feng Xin sordu.

Çevirmen: Jason

Bölüm 61: Kayıp Kızıl İnci, Arzuyla İstemsizce Kızaran Gözler Xie
Lian kulağını göstererek, “Küpelerden birisi gitmiş,” Dedi.

Xian Le halkı kendini geliştirmenin temelinin yin ve yang, kadın ve erkek


arasındaki uyuma dayalı olduğuna inanırdı. Tanrıların formu değişkendi ve
doğal olarak cinsiyet sınırlamalarından bağımsızlardı, istedikleri zaman
kadın veya erkek formları arasında gidip gelebilirlerdi. Dolayısıyla bu
inanış Tanrıyı Memnun Eden kostümün tasarımında da etkili olmuştu. Tarih
boyunca bütün Tanrıyı Memnun Eden Savaşçılar iki cinsiyetin de
detaylarını ve özelliklerini taşıyan; küpe, bilezik vb. takı ve süs eşyalarıyla
kuşanmıştı. Xie Lian da rolü için hazırlanırken kulaklarını delerek bir çift
küpe takmıştı.
Bunlar bir çift ışıl ışıl koyu mercan kızılı inciydi, parlak ve pürüzsüz, göz
alıcı ve gösterişli, nadir ve son derece görkemli. Ancak Xie Lian saçlarını
düzelttiği sırada mercan kızılı incilerden sadece bir tanesi yerindeydi.

İncinin kayıp olduğunu söylediği anda Mu Qing’in rahat ifadesi tekrardan


dondu, ancak diğer ikisi bunu fark etmedi. Feng Xin odanın her yerini aradı,
altını üstüne getirdi ama elleri boş döndü.

“Kafanız çok dağınık, kulağınıza takılı bir şeyi bile kaybedebiliyorsunuz.


Xian Le Köşkü’nde bulamadığım için dışarı çıkıp yolları kontrol edeceğim.
Cennetlere dua edin ki tören sırasında kaybetmiş olmayasınız.”

Xie Lian da şaşırmıştı ama fazla umursamadı, “Belki de. Eğer durum buysa
onu bulabilmen imkânsız demektir. Kaybolduysa kaybolmuştur.”

Öteki taraftan Mu Qing çoğunlukla yerleri süpürmek için kullandığı


süpürgeyi eline aldı ve kısık bir sesle konuştu, “O inci fazlasıyla değerli, en
azından aramayı denemeliyiz. Belki de yatağın ya da kitaplıklardan
birisinin altına yuvarlanmıştır.” Hemen ardından süpürmeye başladı, Xie
Lian, “Öyleyse neden birkaç kişiyi daha yardıma çağırmıyoruz?” diye
yanıtladı.

“Kalabalık sorun çıkarır. Daha biz bir şey bulamadan birilerinin gizlice
cebine atmasını istemeyiz.”

Feng Xin fazla düşünmeden yorum yaptı.

Mu Qing sessizce yatağın altını kontrol ediyordu ki Feng Xin’in


söylediklerini duydu, bir an bocaladı, hiddetle ayağa kalktı ve ÇAT,
ellerindeki süpürge iki parçaya ayrıldı. Xie Lian irkilmişti.

İmparatorun Salonu’ndan ayrıldıklarından beri Feng Xin, Mu Qing


hakkında şikayetlerle doluydu ancak dudaklarından tek bir sözcük bile
çıkmamıştı. Şimdi ise önce Mu Qing’in patladığını görünce o da sinirlendi,
“Aniden bir şeyleri kırarak ne yaptığını zannediyorsun? Kim kafanı bozdu
senin?”
Mu Qing soğuk bir ifadeyle cevapladı, “Neden bir şeyler ima etmeye
çalışmak yerine söylemek istediğin şeyi açıkça söylemiyorsun? Benim
kayıp inci ile hiçbir alakam yok.”

Feng Xin her zaman açık sözlü birisi olmuştu ve ilk kez birisinin onu bir
şeyler ima etmekle suçladığını duyuyordu. Sinirle güldü, “Neden bunu
kendine sormuyorsun! Ne dedim ben? Senin çaldığını söylemedim ama
hemen panikledin. Ne o, suçlu mu hissediyorsun?”

Xie Lian şaşkınlığını bir kenara bıraktı ve yatağına oturdu, korkmuş ve


endişeli hissediyordu, “Feng Xin, bu kadarı yeter!”

Mu Qing’in alnındaki damarlar belirginleşti. Feng Xin üzerinde fazla


düşünmedi ve şaşkınlıkla sordu,

“Ne?”

O an Xie Lian’ın açıklaması için doğru bir zaman değildi, bu yüzden tek
yapabileceği Mu Qing’i yatıştırmaya çalışmaktı, “Yanlış anlama, Feng
Xin’in sözleri düşüncesizceydi, sana yönelterek söylemiyordu.”

Mu Qing önce yumruklarını sıktı, sonra tekrar serbest bıraktı; ama en


azından tartışmaya devam etmedi. Ne var ki gözleri gittikçe kızarıyordu ve
Xie Lian’a döndü, dik dik bakarken söylediği her kelimeyi tek tek
vurguladı, “Siz... sözlerinizi tutmuyorsunuz.”

“Hayır! Yanılıyorsun!” Xie Lian bağırdı.

Mu Qing ağzını kapadı ve birkaç kez nefes alıp verdi, Feng Xin’e öfkeli bir
bakış attıktan sonra tek kelime etmeden koşarak kapıdan dışarı çıktı. Xie
Lian hemen peşinden gitmek için yataktan atladı ama yolun yarısında
durduruldu.

“Ekselansları, ayakkabılarınızı bile giymediniz! Saçlarınız açık ve üstünüz


bu kadar dağınıkken dışarı çıkmanız rezillik olur!”

“Onu durdurmama yardım et!” Xie Lian emretti.


“En azından ayakkabılarınızı giyin ve saçlarınızı bağlayın,” dedi Feng Xin,
“Ve onu kendi hâline bırakın.

O her zaman böyle tuhaftır, kim bilir yine hangi damarına bastık, ortada
hiçbir şey yokken kafayı sıyırdı.”

O sırada Mu Qing çoktan oradan uzaklaşmıştı ve Xie Lian ona yetişemezdi,


bu yüzden bir saç tokası alarak aceleyle saçlarını bağladı, “Kafayı
sıyırmadı, sadece kazara yanlış bir şey söyledin.”

Feng Xin, kıyafet dolabından Xie Lian’ın her zamanki beyaz antrenman
giysilerini alıp fırlattı, “Yanlış

ne söyledim?”

Xie Lian çizmelerini giyerken cevapladı, “Sana söyleyemem. Her neyse,


şimdi benimle onu aramaya gel ve ona her şeyin bir yanlış anlaşılmadan
ibaret olduğunu, onu hiçbir şeyle suçlamadığını söyle.”

Feng Xin surat astı, “Bana söyleyemediğiniz şey nedir?”

Xie Lian’ın dudakları sımsıkı mühürlenmişti. Feng Xin şüphelenmeye


başlıyordu, Mu Qing’in öfkeli yüz ifadesi gözlerinin önüne geldi ve aniden
konuştu, “Daha önce sizden bir şeyler çalmadı, değil mi?”

Xie Lian hızla ellerini salladı, “Hayır! Hayır!”

Onu bu şekilde gören Feng Xin daha da emin olmuştu, “Yani gerçekten de
durum bu! Bir anda parladığına şaşmamalı, suçlu olduğu içindi! Öyleyse ne
zaman çaldı?”

“Bu kadar sesli konuşma!” Xie Lian endişeyle uyardı.

Feng Xin sesini alçalttı, “Böyle bir şey yaşandı ve bana söylemediniz mi?!
Hemen anlatın!”

Xie Lian, Feng Xin’in çoktan şüphelendiğinin farkındaydı, yalan söylemeye


devam etse bile olanlar her şekilde ortaya çıkacaktı, bu yüzden pes etmek
zorunda kaldı, “Tam olarak çalmak sayılmaz, ama... ıı, en baştan
başlayacağım. Hatırlıyorsun, değil mi? İki yıl kadar önce, Kutsal Kraliyet
Köşkü’ne girdiğim ilk zamanlarda, bir yaprak altın varak kaybetmiştim.”

Bunu duyan Feng Xin’in gözleri sonuna kadar açıldı, “O ZAMAN MI?”

Üç yıl önce, Xie Lian ailesinin ikna olup yirmi yaşından önce Kutsal
Kraliyet Köşkü’ne girmesine izin vermesi için aklına gelen bütün yollarla
rica etmiş ve yalvarmıştı. Bundan bir yıl sonra Xian Le Köşkü’nün inşası
tamamlandı. Xie Lian sonunda oraya taşınabilecekti ve bunu büyük bir
heyecanla yapmıştı.

Xie Lian ilk taşındığı zaman beraberinde fazla bir şey getirmemişti. Sadece
iki araba dolusu kitap ve iki yüz kıymetli kılıç. Ancak kraliçe oğlunu çok
seviyordu ve eğitim hayatının çok sessiz ve sıkıcı geçeceğinden
endişeleniyordu, bu yüzden yirmi adet hizmetçi ve dört büyük araba prensin
sevdiği ıvır zıvırın TaiCang Dağı’na gönderilmesini emretti. Bu ıvır
zıvırların içinde Altın Varak Saray’ı oluşturan yüz sekiz altın yaprak da
vardı.

Altın varaklardan saray yapmak Xian Le soyluları arasında yaygın ve


popüler bir oyundu. O

zamanlarda dağa bu kadar lüks şeylerin getirilmesi birtakım şikayetlere


sebep olmuştu. Henüz prensin nasıl birisi olduğunu bilmeyen ciddi ve
ağırbaşlı kişilerin barındığı Kutsal Kraliyet Köşkü’nde, her ne kadar açıktan
söyleyemeseler de arkasından fazlasıyla konuşulmuştu: Ekselansları veliaht
prens buraya gerçekten çalışmaya mı, yoksa oynamaya mı geldi? Eğer
kraliyet ailesinin oğlu sadece eğlenmek için geldiyse ne kadar kendini
geliştirebilirdi ki?

Feng Xin bu şikayetleri duyduğunda aklında olan şikâyet edenlere dersini


vermekti ama Xie Lian ona endişelenmemesini söyledi ve gülümsedi,
“Böyle düşünüyor olmaları çok doğal. Bir süre sonra benim buraya oyun
oynamak için gelmediğimi, ve bir de, bu neslin öğrencileri arasından bir
numaranın kim olduğunu anlayacaklar.”

Ne var ki çok geçmeden bir şey olmuştu.


Xie Lian kendisine kraliçe tarafından hediye edilen hizmetçileri ve dört
araba eşyanın büyük çoğunluğunu geri göndermeye çalışıyordu, fakat
eşyaları sayarken fark etti ki yüz sekiz yaprak altın varaktan bir tanesi
kayıptı.

Altın varakların hepsi paketlenerek arabanın içine konulmuştu ve TaiCang


Dağı’na geldikten sonra Xian Le Köşkü’nden dışarı hiç çıkarılmamıştı. Bu
da demek oluyordu ki, eğer yolda kaybolmadıysa çalınmış olmalıydı. Yolda
hiçbir şey bulunamamıştı, öyleyse tek ihtimal çalınmış olmasıydı, bu
yüzden Xie Lian bu meseleyi Baş Rahip’e açmıştı. Lakin Baş Rahip
çalınmış olabileceğini duyduğunda, Kutsal Kraliyet Köşkü’nden birisinin
bir yaprak altının çekiciliğine kapılıp böyle bir suç işleyebileceği fikri onu
çok sinirlendirdi ve ne olursa olsun bunu yapanı bulmakta kararlıydı. Eğer
bu kişi bulunacak olursa son derecede sert bir biçimde cezalandırılacaktı.
Böylece TaiCang Dağı’nda eğitim görmekte olan üç binden fazla öğrenci
her ne yapıyorlarsa bir kenara bırakarak gruplar hâlinde bütün oda ve
salonları tek tek aramaya başladılar.

Herkesi yoran büyük bir tantanaydı, ancak aramaların tam ortasında Xie
Lian beklenmedik bir şekilde herkese sorun çıkardığı için özür diledi ve
altın varaklardan bir tanesini henüz kraliyet sarayındayken kaybettiğini
hatırladığını söyledi. Bu da başından beri yüz yedi adet olması gerektiği
anlamına geliyordu.

O gece, kayıp altın varağı aramak için herkes seferber olmuştu, büyük bir
kargaşa ve curcunanın ardından bütün öğrenciler yorgunluk terleri dökerken
ekselansları veliaht prensin bir anda çıkıp her şeyi anlamsız kılan bir
açıklama yapması sonucunda herkesin mağdur hissediyor olması
kaçınılmazdı.

Bu sebeple uzun süre arkasından konuşulmuş, bir dahakine ekselansları


veliaht prensin hafızası biraz daha iyi çalışır da herkesi seferber etmeden
önce önemli şeyleri hatırlar, gibi şeyler söylenmişti. Bu dedikodular Feng
Xin’i sinirlendirmişti, fakat Xie Lian ona aldırmamasını söylemiş ve konu
sessizce kapanmıştı.

Gerçekten de Xie Lian, söylediği gibi durumları tam tersine çevirmeyi


başarmış, Kutsal Kraliyet Köşkü’ndeki üç bin öğrenci arasından birinciliğe
yükselmişti. Arka planına güvenmeyen, arkadaş

canlısı ve sosyal birisi olmasından ötürü diğerleri arasındaki itibarı yavaş


yavaş iyileşmişti.

Feng Xin böyle gereksiz detayları hatırlayacak birisi değildi, yani bu


olanları çoktan unutmuştu. Ancak şimdi konusu tekrar açılınca her şey
yerine oturmuş, Feng Xin beyninden vurulmuşa dönmüştü, “O

ALTIN VARAĞI ALAN MU QING MİYDİ YANİ???”

“Şişşt!” Xie Lian onu susturdu ve kimsenin orada olmadığından emin


olmak için etrafa göz gezdirdi,

“Altın varak dağa getirilirken sallanan arabanın içinden düşmüş. Mu Qing


de su taşıyarak oradan geçerken çalıların arasında bulmuş. Onunla ne
yapacağını bilemediği için yatağının altına saklamış, ancak Baş Rahip’in
arama emri verdiği gece durumun farkına varmış. O zamanlar onu
tanımıyordum ve gördüğüm şey perişan olmuş bir çıraktı. Daha sonra ben
dışarıda otururken bana çay servisi yapmaya geldiğinde itiraf etti. Ben de
bu şekilde öğrendim.”

“Söylemeden almak çalmaktır!!! Yani siz de ona bu konuyu örtbas etmesi


için yardım edip bir parçayı sarayda kaybettiğinizi mi söylediniz???”

Feng Xin ile konuşurken Xie Lian giyinmeyi bitirmiş ve kapıdan dışarı
çıkmıştı, “Olanlar bunlar.”

Feng Xin öfkeden kudurmak üzereydi. Xie Lian’ın peşinden dışarı çıktı,
“Ekselansları, Kutsal Kraliyet Köşkü’ne ilk geldiğinizde kaç kişinin
arkanızdan saçma sapan konuştuğunun farkında mısınız?”

“Sesini yükseltme.” Xie Lian konuştu, “O zaman gerçekten perişan


görünüyordu. Bir hayalet gibi solgundu. Kutsal Kraliyet Köşkü’ndekiler
ondan zaten hoşlanmıyordu, eğer bir şey söylemiş olsaydım buradaki
yaşantısı son bulurdu. Hayattaki yerlerimiz ve bu konuda insanların bize
bakış açısı çok farklı, karşılaşacağımız sonuçlar kıyaslanamaz bile.”
O sırada birkaç genç acemi onlara yaklaştı ve nazik bir şekilde eğildiler,
“Ekselansları!” yüzlerinde büyük birer gülümsemeyle selamladılar.

Xie Lian da gülümseyerek karşılık verdi ve Feng Xin’e döndü, “Gördün


mü, biraz zaman vermeni söylemiştim. Şimdi herkesle iyi geçiniyorum,
aralarından hangisi arkamdan kötü bir şey söylemeye cüret edebilir?”

İkili Mu Qing’in yatak odasına girdiler ama orada kimsecikler yoktu, o


yüzden aramaya devam etmek için odadan çıktılar. “O zaman da tuhaf
olduğunu düşünmüştüm, çünkü sarayda bir parça kaybettiğinizi hiç
duymamıştım,” dedi Feng Xin, “Ama bunu iki yıl boyunca bana
söylemediğinize inanamıyorum, bana Mu Qing ile ilk kez yerleri
süpürürken tanıştığınızı söylemiştiniz!”

“Daha sonra benden bunu kimseye söylemememi rica etti,” Xie Lian
konuştu, “Ben de kabul ettiğimden dolayı tabii ki söylemeyecektim, sana
bile. Ama şimdi durumdan haberdar olduğuna göre sözümden dönmüş
oluyorum. Sen ne olursa olsun kimseye söylememelisin.”

“Bu nasıl sözünüzden dönmek sayılabilir ki?” dedi Feng Xin, “Siz bana bir
şey söylemediniz, o kendi vicdan azabı yüzünden verdiği tepki ile kendisini
ele verdi.”

“Hayır, hayır. Bana bu konuyu burada kapatacağının sözünü ver. Aksi


takdirde seninle olan ilişkimi sonlandırırım ve asla bir eş bulamamakla
lanetlenirsin!” Xie Lian tehdit etti.

Feng Xin güldü, “Siz, benimle ilişkinizi sonlandıracaksınız? Ayrılığımızın


ertesi günü Xian Le Krallığındaki herkes bir şeyi bilecek: ekselansları
veliaht prens giyinirken fazla dar korse yüzünden bayıldı--!! ---TAMAM!
Tek kelime etmeyeceğim! Dedikodu yapmak kimin umurunda ki zaten.”

Kısa bir boşluktan sonra yine de yorum yapmaya karar verdi, “Bahse
girerim ki altın varak mevzusunu bildiğim için ona sataştığımı
zannediyordu bunca zamandır, ama tek sebebi onun gibilerini sevmemem,
hepsi bu. Yetişkin bir adamın her ayrıntıyı böyle kafaya takması, uzun
zaman önce bana söylediğinizi düşünmüş olmalı. Haremdeki cariyelerin
bile böylesine çarpık düşünceleri ve değişken ruh halleri yoktur, çok
rahatsız edici!”

“Söylediğin kadar kötü değil,” Xie Lian cevapladı, “Kutsal Kraliyet Köşkü
daha önce hiçbir şey kaybetmemişti, bu da onun ilk seferi demek, ayrıca
eninde sonunda annesi içindi... ah, her neyse, bana kendinden emin bir
şekilde bir daha yapmayacağına dair söz verdi, yani ona bir şans daha
vermenin yanlış bir tarafı yok. Ve sözünü tuttu da. Üstüne üstlük bugün o
küçük çocuk kuleden düştüğünde Mu Qing benimle iş birliği yapmamış
olsaydı, tören bu kadar problemsiz sona ermeyebilirdi.”

Feng Xin cıkladı, “Zaten başkent etrafında sadece üç tur ile tarihe
geçiyorsunuz, tabii ki size bir şey yapamaz. Ekselansları, bunu şimdi burada
söyleyeceğim, İmparatorun Salonu’nda söylediklerinin tek kelimesine bile
inanmıyorum. Kutsal Kraliyet Köşkü’nde Baş Rahip’in kart oynarken ne
kimseyi gördüğünü ne de duyduğunu bilmeyen kim var? Mesajı iletmek
için o zamanı seçmesi gerekiyormuş

gibi bir de kimin emriyle geldiğini bile açıkça belirtmemiş, sanki bilerek
işleri batırmaya çalışıyormuş

gibi.”

Xie Lian başını salladı ve ciddi bir sesle konuştu, “Aslında, bu konu
hakkında, ben de anlayışsız davranmış olabilirim. Mu Qing’in
sevilmediğini biliyordum, bu yüzden ona benim adıma daha fazla ayak işi
yaptırdım. Böylece insanlar onun kişisel asistanım olduğunu bilip ona daha
iyi davranacaklardı. Bu derece edepsiz olduklarını düşünemedim. İşlerin
berbat olduğu yetmedi, bir de üstüne zorbalığa uğradı. Eğer onun açısından
düşünecek olursan huysuz olmasının nedensiz olmadığını anlarsın.”

Feng Xin aynı fikirde değildi, “Neden huysuz olması sizin suçunuz olsun?
Siz veliaht prenssiniz, nasıl birisinin rütbesini yükselttiğiniz için ona
borçlanabilirsiniz? Ekselansları, neden onu bu kadar takdir ettiğinizi
anlamıyorum.”

Xie Lian sırıttı, “Feng Xin, biliyor muydun, bu dünyadaki insanların büyük
çoğunluğu gözümde taştan başka bir şey değil.”
Feng Xin anlamamıştı. Xie Lian ellerini arkasında bağlayarak yürüdü,
“Taşlar her yerdedir, ancak kıymetli yeşimlere kolay rastlanmaz. Dövüş
sanatlarından bahsettiğimizde yeşim denilebilecek sadece iki kişi gördüm.
Birisi sensin. Diğeri ise o.”

Xie Lian aniden durdu, başını çevirdi, gözleri ışıldıyordu, “Mu Qing’in
gerçekten çok yetenekli olduğunu düşünüyorum. Çok değerli bir yeşim,
sadece arka planı ve asabiyeti yüzünden bir kenarda bekleyip tozlanmasına
nasıl izin verilebilir?”

Xie Lian azimli görünüyordu, “Hayır! Bunun yanlış olduğunu


düşünüyorum. Neden onu bu kadar takdir ettiğimi sormuştun değil mi?
Sebebi seni bu kadar takdir etme sebebimle aynı. Kaderinde parlamak
olanların parlamasını sağlamalıyım. Ayrıca, iyi niyetin kötü sonuçlar
doğuracağına inanmıyorum.”

Feng Xin de durdu. Xie Lian’ın konuşmasını dinledikten sonra kafasını


kaşıdı, “Ne istediğinizi bildiğiniz sürece sorun yok. İşleri nasıl yaptığınız
sizin bileceğiniz şey.”

“Aynen. Şimdi, Mu Qing nereye kaçtı?” dedi Xie Lian.

O sırada birkaç genç öğrenci ellerinde sepetlerle onlara yaklaştı. Xie Lian’ı
gördüklerinde aynı anda seslendiler, sesleri neşeliydi, “Ekselansları!”

Xie Lian da gülümseyerek karşılık verdi. Öğrenciler sepeti Feng Xin ve Xie
Lian’a uzattılar ve neşeyle konuştular, “Ekselansları, biraz kiraz alır
mıydınız? Kaynak suyuyla yıkandılar, tertemiz ve çok tatlı!”

Sepet parlak, kırmızı, küçük ve yuvarlak kirazlarla doluydu. Xie Lian ve


Feng Xin yemek için birkaç tane aldılar, kirazlar gerçekten sulu ve tatlıydı.
Genç öğrencilerden birisi sordu, “Yanınızdan geçerken ekselanslarının Mu
Qing’i sorduğunu duyduk. Onu mu arıyorsunuz? Sanırım kiraz ağaçlarının
yanından geçerken ona rastlamıştık.”

“Öyle mi? Bildirdiğiniz için teşekkür ederim,” dedi Xie Lian.


Böylece ikili aceleyle kiraz ormanına doğru yürüdü. TaiCang Dağı’nın
tepesinde, bolca bulunan yabani akçaağaçlar haricinde, fazlasıyla meyve
ağacı bulunmaktaydı; şeftaliler, armutlar, portakallar ve birçoğu arasında
kiraz ağaçları da vardı. Ağaçlarda kaynak sularıyla beslenmiş, dağın sisi ve
çiy damlalarıyla yıkanmış, ruhsal hale ile dolu meyveler yetişirdi. Saraya
hediye olarak sunulmak haricinde meyvelerin geri kalanı sıkı çalışan Kutsal
Kraliyet Köşkü öğrencilerinin atıştırması için ayrılmıştı. Kutsal Kraliyet
Köşkü’nün dışında yüz altın para bile bir tanesini satın almaya yetmezdi.

Sıra sıra dizilmiş kiraz ağaçlarının taze yapraklarının altında kırmızı birer
inci gibi boncuk boncuk kirazlar asılıydı, hoş ve çekici bir görüntüydü. Xie
Lian ve Feng Xin, Mu Qing’i arayarak bir süre

ağaçların arasında yürüdüler, ancak biraz sonra oldukları yerin biraz


ötesinden gelen tartışma sesleri duydular ve bilinçsizce yavaşlayarak
durdular.

Çevirmen: Jason

Bölüm 62: Kayıp Kızıl İnci, Arzuyla İstemsizce Kızaran Gözler


Önlerinde dört beş tane beyaz cübbeli acemi duruyordu, her birinin elinde
birer sepet vardı, meyve toplamaya gitmiş gibi görünüyorlardı. Ancak bir
meyve ağacının değil, bir insanın etrafında toplanmışlardı. Uzakta olsalar
bile işitme kabiliyetlerinden ötürü tartışmayı net olarak duyabiliyorlardı.
Genç adamlardan birisi konuştu, “Son zamanlarda ağaçlarda daha az meyve
olmasına şaşmamalı, görünüşe göre birileri buraları sahiplenip hırsızlık
yapıyormuş.”

Sakin bir ses cevapladı, “TaiCang Dağı’nda yetişen meyveler köşkte


öğrenci olan herkes tarafından toplanabilir, yani bu nasıl çalmak olabilir?
Ayrıca burada yüzlerce, binlerce meyve ağacı var. Sadece benim
toplamamla azalmasının imkânı yok.”

Bu ses Mu Qing’e aitti, kalabalığın arasından göründüğü kadarıyla siyah


iblis kostümünü çıkarmış ve günlük antrenman giysilerini giymişti. Acemi
ofladı, “Tabii ki, eğer sadece kendin için topluyor olsaydın meyveler
azalmazdı, ama sadece kendine toplamıyorsun öyle değil mi? Dağdan
gizlice kaçırarak diğer insanlara götürüyorsun. Ayrıcalıklarını suiistimal
ediyorsun, ne utanmazlık ama.”

Xie Lian durumu hemen anladı, Mu Qing’i çekemeyen acemiler yine ona
sataşıyorlardı.

Mu Qing fakir bir aileden geliyordu, dağın aşağısındaki kasabada yaşayan


annesi yoksul bir yaşam sürmekteydi. Geçmişte terzilik yaparak para
kazanıyordu ancak gözleri gittikçe kötüleştikten sonra çalışamaz hâle
gelmişti ve elinden gelen tek şey dağda ayak işleri yaparak para kazanan
Mu Qing’in eve para getirmesini beklemekti. Mu Qing bazen annesine
ikram etmek için TaiCang Dağı’ndan meyve toplardı, büyütülecek bir şey
değildi çünkü buna karşı bir kural yoktu. Yine de dile getirilince kulağa
kötü geliyordu, bu şekilde bahsedilmesi aşağılayışı ve utanç vericiydi.

Mu Qing buz gibi bir sesle konuştu, “Zhu-ShiXiong, normalde nadiren


konuşuyoruz, ama son zamanlarda bana tekrar tekrar sataştın. Dün de
mesajımı iletmem için ShiXiang Köşkü’ne girmeme izin vermedin. Seni
nasıl incitmiş olabilirim?”

Zhu adındaki genç adam gerçekten de ShiXiang Köşkü’nün önünde dikilen


acemiydi, dünkü meselenin açıldığını duyduğunda öfkesi birden alevlendi,
“İşini doğru düzgün yapmayıp etkinliği neredeyse mahveden sensin,
öyleyse ne hakla beni suçluyorsun? Gizemli davranıp kötü bir şeylerin
peşinde olduğunu düşünmemize sebep olduğun için kendini suçlamalısın.
Eğer ne ileteceğini açıkça söylemiş

olsaydın bunlar yaşanmazdı. Senin yüzünden ekselansları işeri neredeyse


berbat ediyordu. Baş

Rahip’ten senin yüzünden azar yedim!” Sızlanmasını bitirdikten sonra


elindeki sepeti yere attı ve eliyle diğer acemilere saldırmaları için işaret
verdi.

Xie Lian daha fazla izleyemedi ve bağırdı, “Durun!”


Sesini duyan acemiler afallamıştı, başlarını çevirdiler ve bir ağızdan
bağırdılar, “Ekselansları!”

Xie Lian ve Feng Xin onlara yaklaştı, o sırada Zhu-ShiXiong çoktan Mu


Qing’i omzundan kavramış ve bir ağacın gövdesine yaslamıştı, kavga ise
henüz başlamamıştı. Şayet başlamış olsaydı da yirmi kişiye bile karşı olsa
Mu Qing üstünlüğü elde ederdi. Ama Kutsal Kraliyet Köşkü’nde kalmaya
devam etmek istiyorduysa yumruğunu asla kaldırmamalıydı.

Xie Lian gülümsedi, “Herkes ne yapıyor?”

Bu Zhu-ShiXiong düzgün, usturuplu görünen bir gençti ve ekselansları


veliaht prense hep saygı duyup gıpta etmişti. Xie Lian’ın sorusunu duyunca
donup kaldı ve Mu Qing’i aceleyle bıraktı, “Ah... bu, biz...”

Xie Lian gülümsemeye devam etti, “Her ne kadar ne için tartıştığınızı


bilmesem de Mu Qing benim kişisel asistanım. Eğer bir şeyler yapıyorsa
genelde benim emrimle yapıyordur. Benim için biraz meyve topluyor
olmasının sorun olacağını fark etmemiştim?”

Acemilerin hepsi eğildi, “Hayır, hayır! Demek gelmesini emreden


ekselanslarıydı! Bizler yanlış

anlamışız!”

Kenarda Mu Qing ağaca yaslanmıştı ve Xie Lian’ın kendi emriyle gelmesi


hakkında söylediklerini duyunca bir an afalladı. Hemen ardından yakasını
düzeltti, başını eğdi ve konuşmadı. Xie Lian ve Mu Qing’den içtenlikle
özür dileyen acemiler soğuk terler dökerek sepetlerini yerden aldılar ve
koşarak kiraz ormanından uzaklaştılar.

Xie Lian, Mu Qing’in getirdiği sepetin yerde olduğunu gördü ve almak için
eğilerek Mu Qing’e uzattı,

“Yardım ister misin?”

Mu Qing sepeti almadı, ancak bir süre okunamaz bir ifadeyle Xie Lian’ı
izledikten sonra konuştu,
“Ekselansları,”

“Ne oldu?” diye sordu Xie Lian.

“Neden hep böyle zamanlarda ortaya çıkmak zorundasınız?”

Xie Lian: “?”

Öteki taraftan Feng Xin bozulmuştu, “Ne demek istiyorsun? Gelip seni
kurtarmamız yanlış mıydı?”

Mu Qing ona bir bakış attı ve sepeti aldı. Feng Xin dikleşti ve sertçe
konuştu, “Dinle! Daha önce yaşananlar benim hatamdı! Söylediklerim
düşüncesizceydi, seni suçlamak istememiştim. Her lafımı derinlemesine
düşünüp anlam çıkarmaya çalışmana gerek yok. Ekselansları haricindeki
şeyler umurumda değil, dedikoduyla da ilgilenmiyorum. Söyleyeceklerim
bu kadar, o yüzden bu kadar huysuz olmayı bırak!”

“PFFFT!” Başta Xie Lian söylediklerinin çok agresif olduğunu düşünmüştü


ama sona doğru tuhaf bir şekilde komikti. Mu Qing, Feng Xin’e baktı. Xie
Lian elini sallayarak konuştu, “Tamam, tamam. Feng Xin’in bütün
söyledikleri doğru, hadi bu olanları unutalım. Hiçbir şey olmadı.”

Birkaç saniye sonra Mu Qing gönülsüzce ekledi, “Daha sonra mercan kızılı
inciyi tekrar arayacağım.

Belki sokaklardan birinde düşmüştür.”

Xie Lian’ın umursamıyormuş gibi gözükmesi hoş olmazdı. Bu yüzden


şöyle cevapladı, “Tamam. Ama sadece vakit bulabilirsen. Zaten eğer
sokaklardan birinde düştüyse birileri çoktan ceplemiştir.”

Mu Qing’in söyleyecek başka bir şeyi yokmuş gibi görünüyordu, o da yere


düşmüş kirazları teker teker toplayıp sepete koymaya başladı. En başında
fazla toplamamıştı zaten, işini bitirdikten sonra ormandan çıkmak için
yürümeye başladı. Öteki taraftan Xie Lian ağzı sulandıran taze kirazlardan
birkaç avuç daha koparıp Mu Qing’in sepetine attı.
Mu Qing biraz afallamıştı. Xie Lian konuştu, “Bir dahakine annen için
meyve toplamaya geldiğinde benim emrimle topladığını söyle, böylece sana
kimse bir şey diyemez. Baş Rahip birkaç günlüğüne saraya dönmemi
söylediği için yarın yola çıkmayı planlıyorum. Neden sen de dağın aşağısını
ziyaret etmiyorsun? Hadi bugünlük geri dönelim.”

Biraz zaman aldı, ama sonunda Mu Qing kısık bir sesle konuştu, “Teşekkür
ederim ekselansları.”

Ertesi gün Xie Lian, Feng Xin ve Mu Qing ile birlikte dağdan indi.

Dağın eteğine ulaştıklarında, dağın devasa kapılarının hemen dışarısında;


parlak, altından bir araba gördüler. Yakalı, sırmalı ipek kumaştan kıyafetler
giyinmiş, elinde kırbaç tutan genç bir adam bacak bacak üstüne atmış,
arabanın önünde oturuyordu. Hayat dolu ve önemli görünüyordu. Xie
Lian’ın kapıdan çıktığını gördüğü an hemen sıçrayıp ayağa kalktı ve çılgın
bir hızla ona doğru koşarken neşeyle bağırdı, “Kuzen veliaht prens!”

Bu doğal olarak Qi Rong idi. Sadece onun TaiCang Dağı’nın eteğinde Xie
Lian’ı bekleyecek kadar boş

vakti vardı. Xie Lian’ın önüne atladı ve bağırdı, “Sabrım sonunda


karşılığını verdi!”

Xie Lian sırıttı ve saçlarını karıştırdı, gülerek, “Qi Rong boyun yine mi
uzadı? Bugün saraya döneceğimi nasıl bildin?”

“Bilmiyordum, sadece bekledim. Eninde sonunda çıkacağını biliyordum.


Aksine inanmayı reddettim.”

“Epey boşsun öyle değil mi?” Xie Lian umutsuzca konuştu, “Düzgün bir
şekilde çalışıyor musun? Peki ya kılıç antrenmanların? Eğer annem bir kez
daha becerilerini test etmemi isterse sana yardım etmeyeceğim.”

Qi Rong gözlerini kırpıştırdı ve aniden aşağı yukarı zıpladı, “Onları boş


ver! Yeni arabama bir bak!

Kuzen veliaht prens, hadi bin, saraya benim arabamla gidelim!”


Qi Rong, Xie Lian’ın elini kaptı ve onu arabaya çekti, ancak Xie Lian’ın tek
hissettiği tehlikeydi, “Sen mi sürüyorsun?”

Feng Xin ve Mu Qing de yaklaştı. Teknik olarak hizmetliler önde


oturmalıydı, ancak Qi Rong’un yüzü anında asıldı, elindeki kırbacı
şaklatarak, “Kuzen veliaht prensten binmesini istedim, siz ikinizden de
değil. Ayak takımının altından arabama dokunmasına izin vereceğimi mi
düşündünüz? Defolun gidin buradan!”

Xie Lian sessizce hırladı, “Qi Rong!”

Feng Xin daha önce defalarca Qi Rong ile karşılaşmıştı; ne kadar küfürbaz,
kaba ve küçümser olduğunu biliyordu. Öte yandan Mu Qing daha önce
saraya hiç girmediğinden ötürü Prens Xiao Jing’e yaklaşmak gibi bir şansı
da doğal olarak olmamıştı. Qi Rong fazlasıyla alınmış hissediyordu, ama
Xie Lian’ın uzaklaşmaya yeltendiğini görünce acı ve gönülsüzce de olsa iki
beş para etmez ayak takımını kıymetli altın arabasına almayı kabul etti.

Fakat arabaya adım attıkları saniye üçü de anında pişman oldu. Qi Rong
deli gibi sürüyordu. Elindeki kırbacı durmadan şaklatıyor, kim bilir ne
anlama gelen şeyler bağırıyor, beyaz aygır şok içinde kişniyor, tekerlekler
çılgınca dönüyor, Qi Rong Xie Lian’ın durması için ne kadar bağırdığını
umursamadan sokakları birbirine katıyordu. Neredeyse birkaç yayaya ve
tezgaha çarpıyorlardı.

Tanrılara şükürler olsun ki önde oturan Feng Xin ve Mu Qing atın


dizginlerini yakalayarak atı yoldan saptırmıştı yoksa bu çılgın yolculuk en
az yirmi cana mal olacaktı. Sonunda saraya vardıklarında ve araba
yavaşladığında Xie Lian, Mu Qing ve Feng Xin aynı anda rahat bir nefes
verdiler. Xie Lian alnındaki soğuk teri sildi, diğer ikisi de arabayı zapt
etmeye çalışırken elleri Qi Rong tarafından defalarca kırbaçlanmıştı ve
çiziklerle doluydu. Buna rağmen Qi Rong ayağa kalktı ve arkadaki beyaz
ata bacağını atarken gururla beyan etti, “Ne düşünüyorsun kuzen veliaht
prens? Çok iyi sürüyorum değil mi?”

Xie Lian arabadan indi ve cevapladı, “Anneme ve babama arabana el


koymalarını söyleyeceğim.”
Qi Rong şok olmuştu, “NE!”

Xian Le kültüründe; bir, altını severlerdi; iki, değerli taşları severlerdi; üç,
güzel kızları severlerdi; dört, müziği severlerdi ve beş, sanatı severlerdi.
Xian Le Kraliyet Sarayı sevdikleri her şeyin bir arada bulunduğu bir yerdi.
Devasa avluda ve kızıl koridorlarda dolaşırken önlerine çıkan her şey
yaldızlı veya yeşimden yapılma değildi, aynı zamanda duvarlara asılmış
birbirinden değerli sanat eserleri de vardı.

Bunun üstüne havada usulca yankılanan hoş ve sakin müzik cennetin


yanılsamasını meydana getiriyordu.

Saray Xie Lian’ın evi, onun büyüdüğü yerdi. Feng Xin ise on dört
yaşındayken prensin kişisel koruması olarak seçilmişti ve bu manzaraya
çoktan alışmıştı. Bununla beraber Mu Qing ilk defa böyle binalar görüyordu
ve elinde olmadan hayranlık duydu. Ama ne kadar hayranlık duyuyorsa o
kadar dikkatli

oldu ve diğerlerinin ne düşündüğünü anlamasına o kadar izin vermedi;


yanlış bir adım atmaya cesaret edemiyordu.

Xie Lian ilk iş Kraliçe ile görüşmeye gitti. Kraliçe, QiFeng köşkünde
dinleniyor ve küçük bir çay sehpasında yeni yaprakların tadına bakıyordu.
Veliaht prensin dönüşünün haberini uzun zaman önce almıştı, gözleri
keyiften hilal şeklindeydi, oğlu yaklaşırken kollarını iki yana açarak
konuştu, “Sonunda eve gelip anneni görmeye razı mı oldun?”

Feng Xin ve Mu Qing kapının önünü bekliyorlardı. Xie Lian, Qi Rong ile
birlikte salona girdi ve annesinin elini tutmak için elini uzattı, “Daha iki ay
önce ziyaret etmemiş miydim?”

Kraliçe homurdandı, “Ne kalpsiz bir çocuk, Rong-Er bile benim gibi yaşlı
bir kadını yalnız bırakmamayı biliyor, sense iki aydır eve gelmemene
rağmen gelmiş kendini haklı gösteriyorsun.”

*ÇN: -Er, “oğul” ya da “çocuk” anlamına geliyor, ancak bir ismin sonuna
eklendiğinde sevgi gösteren bir ek oluyor ve “küçük”, “evlat” ya da
“oğlum” anlamı kazanıyor.

Xie Lian güldü, “Annem nasıl yaşlı olabilir? Onlu yaşlardan daha yaşlı
görünmüyorsun! Sanki aynı nesildenmişiz gibi.”

Övgü sözcükleri kraliçeyi çok sevindirmişti. Xie Lian’ın yaşında bir oğlu
olmasına karşın statüsünden ve zenginliğinden ötürü epey bakımlı ve
gençti, hâlâ bir soylunun güzelliğine sahipti. Yine de dudaklarından çıkan
sözcüklerde hafif bir sitem vardı, “Yağcı.”

Xie Lian küçük çay sehpasına bir göz attı, yeşimlerle işlenmiş bir fincan
vardı ve içindeki şeyden ilginç bir koku geliyordu. “Bu nedir?” dedi ve
eline aldı, ama kraliçe hemen uyardı, “İçme! Onu içemezsin!”

Çevirmen: Jason

Bölüm 63: Kayıp Kızıl İnci, Arzuyla İstemsizce Kızaran Gözler Xie
Lian merak etmişti, “Niçin içemem?”

Kraliçe uzanarak küçük yeşim fincanı Xie Lian’ın elinden aldı,


içindekinden birazını elindeki mendile döktü ve birkaç kez nazikçe yüzüne
bastırdı, “TaiCang Dağı kısa bir süre önce saraya taze meyveler gönderdi.
Kirazları sevmiyorum, ama onları kullanarak yüz bakımı için bir şeyler
yapmanın bir yolu olduğunu duymuştum, ben de eğlence için birazını
ezdim. Fazla bir işlevi olmadığından çöpe attıracaktım, yani bunu sana
içiremem!”

Xie Lian dinlerken gülümsüyordu ama aklına önceki gün yaşananlar geldi.
Mu Qing’in annesi kirazların tadına bakma fırsatını nadiren buluyordu, Mu
Qing ise biraz topladığı için bile zorbalığa uğruyordu.

Biraz hassas bir konu olduğu için Mu Qing’in bunu dinlemekten rahatsız
olacağını düşünen Xie Lian, güldü ve konuyu değiştirdi, “Öyleyse
yiyebileceğim bir şeyler var mı?”
Kraliçe kahkaha attı, “Öyle bir söylüyorsun ki, duyan da seni aç
bırakıyorum zannedecek. Ama küçüklüğünden beri yemek seçiyorsun, bir
türlü sana yemek yediremiyorum. Dağa gittiğinden beri ne kadar
zayıflamışsın. Bugün sana ne veriyorsam onu yiyeceksin, itiraz kabul
etmiyorum.”

Anne oğul bir süre sohbet ettikten sonra Kraliçe, İlahi Geçit Töreni’nde
yaşanan olayı sordu, sesi endişeli geliyordu, “Baş Rahip’in verdiği rapora
bakılacak olursa durum kulağa epey ciddi geliyor. Ne olacak?
Cezalandırılacak mısın?”

Daha Xie Lian cevap vermeye fırsat bulamadan Qi Rong araya girdi, “Hah!
Olanlar kuzen veliaht prensin suçu değildi. Kuleden düşen o değildi
sonuçta. Cezalandırılacak birileri varsa o da o küçük şeytan olmalı!”

Hangi küçük şeytan? Xie Lian rahatsız olmuştu. Qi Rong’u düzeltmedi ama
kraliçe güldü. Tam o sırada köşkün dışındaki iki kişiyi fark etti, “Feng
Xin’in yanındaki çocuk kim? İlk kez yanında başkalarını getirdiğini
görüyorum.”

Xie Lian neşeyle cevapladı, “Mu Qing. Dün sahnede iblisi canlandıran kişi
oydu.”

Bunu duyan Qi Rong hafifçe kaşlarını kaldırdı. Kraliçe, “Gerçekten mi?


İçeri gelmesini söyle ki yüzünü görebileyim. Feng Xin de girebilir.” dedi.

Böylelikle Feng Xin ve Mu Qing, salona girerek kraliçenin önünde diz


çöktüler. Kraliçe önce Mu Qing’i inceledi ve Xie Lian’a, “Dün çok iyi
savaştığını düşünüyorum, iyi ve efendi bir çocuk. Yüzüne bakınca nazik bir
devlet görevlisi olduğunu düşünürsün, palayı kullanırken o kadar kuvvetli
ve kararlı olduğunu kim bilebilirdi ki.”

Xie Lian gülümsedi, “Değil mi? Ben de çok iyi olduğunu düşünüyorum.”

Öteki taraftan Qi Rong küçümseyerek yorum yaptı, “Ah? Dünkü iblis bu


muydu?”
Ses tonundaki tınıyı duyan Xie Lian endişelenmişti, gerçekten de bir saniye
sonra Qi Rong aniden patladı, küçük yeşim fincanı çay sehpasından kaptı
ve Mu Qing’in başına doğru salladı, “Buyur!

Ödülün!”

Neyse ki Xie Lian daha hızlıydı ve döktüğü şey Mu Qing’in yüzüne


ulaşmadan Qi Rong’un eline vurarak fincanı düşürmesini sağladı. Xie Lian
onu yakasından tutarak arkaya çekti, “Qi Rong! Ne yaptığını
zannediyorsun!”

Qi Rong, Xie Lian onu tutarken bile azgındı, “Kuzen, küstah bir hizmetçiyi
terbiye etmene yardım ediyorum! Dün sen gelmeden önce hâlinden gayet
memnundu, bütün ilgi odağı kendisiydi nasıl olsa.

Sen kendini ne bok sanıyorsun? İlahi Geçit Töreni’nin yıldızı falan mı?
Hazır başlamışken cennetleri de mi devireceksin?!!”

Kraliçe şok olmuştu, “Rong, n... ne yapıyorsun?”

Mu Qing’in yüzü ıslanmaktan kurtulmuştu ancak kıyafetleri için aynısı


söylenemezdi, fakat kraliçe henüz bir şey demediği için yerde diz çökmüş
halde kalmaya devam etti, yüzü soluk ve katıydı. Xie Lian, Qi Rong’u Feng
Xin’e verdi, “Kimseye vurmasına izin verme.”

Feng Xin tek elini kullanarak Qi Rong’u zapt etti, ancak Qi Rong tekmeler
ve yumruklar savuruyor, tükürükler saçarak bağırıyordu, “Ve sen de kendini
ne bok zannederek bana dokunmaya cüret edebiliyorsun!”

Xie Lian başının ağrıdığını hissedebiliyordu, “Qi Rong, gittikçe kontrolden


çıkıyorsun!” daha sonra kraliçeye döndü, “Anne, bir şeyden bahsetmeyi
unuttum. Lütfen altın arabasını elinden alın.”

Qi Rong beyninden vurulmuşa döndü ve bağırdı, “HAYIR! HAYIR!


NEDEN? O BANA TEYZECİĞİMİN

DOĞUM GÜNÜ HEDİYESİYDİ!”


“Öyle olsa bile el konulması gerekiyor,” dedi Xie Lian, “Sokaklarda
neredeyse başımız belaya giriyordu! Düzgünce kullanmayı öğrenmeden
önce tekrar dokunmaması daha iyi olur.”

Kraliçe şaşkınlıkla sordu, “Bela? Ne belası?”

Xie Lian, Qi Rong’un arabayı nasıl çılgın bir şekilde kullandığını anlattı, Qi
Rong öfkeliydi, gözlerinin kenarları kıpkırmızı olmuştu, “KUZEN
VELİAHT PRENS YANILIYOR! TEK BİR KİŞİYE BİLE
ÇARPMADIM!”

Xie Lian burnundan soluyarak konuştu, “Çünkü birileri sana engel oldu!”

Qi Rong çırpınarak Xie Lian’ın kollarından kurtuldu ve sinir krizi geçirerek


QiFeng Köşkü’nden koşarak çıktı, kraliçenin ardından seslenmesine kulak
asmadı. Kraliçe üzgün bir sesle konuştu, “Yarın onunla arabasına el
konulması hakkında konuşacağım,” kraliçe iç çekti, “Çok uzun süredir bir
araba istediğini söylüyordu, bu yüzden doğum günü yaklaştığında ve hâlâ
çaresizce istediğini gördüğümde bir tane hediye etmeliyim diye düşündüm.
Sonucun böyle olacağını kim bilebilirdi ki? Eğer bilseydim en başından
vermezdim.”

“Neden bir arabaya ihtiyacı var ki?” Xie Lian merak etti.

“İstediği zaman TaiCang Dağı’na gidip seni eve getirebilmek için olduğunu
söylemişti.” kraliçe cevapladı.

Eninde sonunda bunun iyi niyetle yapılmış bir hareket olduğunu duyan Xie
Lian sessizleşti. Bir an sonra konuştu, “En iyisi ona iyi bir hoca bulmak ve
bu asabiliğini dizginlemek. Bu şekilde devam edemez.”
Kraliçe iç çekti, “Hangi öğretmen onu dizginleyebilir ki? Sadece senin
sözünü dinliyor. Seninle dağa gidip kendini geliştirmesini mi sağlayalım?
Ayrıca, Baş Rahip onu öğrencisi olarak almaktansa ölmeyi yeğler.”

Xie Lian bu düşünceyi hem komik hem de dehşet verici buldu, başını
sallayarak konuştu, “Bu halde Kutsal Kraliyet Köşkü’ne girse bile orayı
cehenneme çevirir.”

Hem anne hem de oğul bu konuda gerçekten dertliydi ve akıllarına başka


bir fikir gelmiyordu. Bu yüzden o an için konuyu sonraya bırakmaya karar
verdiler. Ailesini görüp sarayı ziyaret eden Xie Lian, saraydan ayrılmak için
yola çıktı.

Ekselansları veliaht prensin kendini geliştirmeye gerçekten derinden ilgi


duyduğunu herkes biliyordu ve Kutsal Kraliyet Köşkü’ne girdiğinden beri
ailesini çok daha seyrek ziyaret etmeye başlamıştı. Kral bunun konusunu
fazla açmıyordu ama kraliçe onun gidişini görmekten hiç hoşlanmıyordu.
Saraydan ayrıldıktan sonra Xie Lian, başkentin etrafında yürüyüşe çıktı ve
önceki gün söz verdiği gibi evini ziyaret edecek olan Mu Qing’e eşlik etti.

Uzun kırmızı kapılar ve yoksul gecekondu mahallelerinin arasında


genellikle bir cadde aralık olurdu.

Mu Qing’in evi, kraliyet başkentinin en işlek bölgelerinden birisindeki


karanlık bir ara sokaktaydı.

Üçlünün ara sokağa adım atmasıyla üzerlerinde birer paçavra olan beş ya da
altı çocuk etraflarını sardı ve seslendiler, “Abi, abi geri döndü!”

İlk başta Xie Lian’ın kafası karışmıştı, yabancılar neden ona abi diye
seslensinlerdi ki; ama sonra seslenilenin kendisi değil, Mu Qing olduğunu
fark etti. Çocuklar ona tatlı dille seslenmişti ama Mu Qing bunu görmezden
geldi, “Bu defa yanımda bir şey yok, boşuna seslenmeyin.”

Yüzü tahtadan yapılmış gibiydi ancak sesi soğuk değildi. Xie Lian’a döndü,
“Onlara aldırış etmeyin ekselansları, mahalleden birkaç çocuk sadece.” Ne
var ki çocuklar onun etrafında açıkça rahatlardı, beraber oynayarak
büyüdükleri için ondan hiç çekinmiyorlardı. Kıkırdayarak pis küçük ellerini
uzattılar ve atıştırmalık bir şeyler dilendiler. En sonunda Mu Qing
çantasındaki mücevher gibi kirazlardan biraz çıkararak çocuklara dağıttı.

Bunu gören Feng Xin, sanki Mu Qing’in böyle bir şey yapması bir
mucizeymiş gibi şaşırmıştı. Ne de olsa Mu Qing soluk ve cimri gözüken bir
yüze sahipti. Birilerinin sokakta açlıktan öldüğünü görse bile kendi
yemeğini paylaşmayacak bir tip gibi görünüyordu. Öteki taraftan Xie Lian
hiç şaşırmamıştı.

Önce o da çocuklara verecek bir şeyler bulmak istedi ama genelde yanında
atıştırmalık taşımazdı.

Feng Xin’den bozuk para vermesini istemenin de dilencileri geçiştirmek


gibi olacağından uygunsuz kaçacağını düşündü. Aniden, ana caddeden
yüksek toynak sesleri, bir atın uzun kişnemesi ve insanların çığlıkları
duyuldu.

Üçlü durdu, hemen ardından Xie Lian koşarak ara sokaktan çıktı. Ana
caddede olanlar tam bir kargaşaydı; tezgahlar birbiri ardına devrilmiş,
insanlar yerlerdeydi. Yayalar oradan uzaklaşmak için var güçleriyle
koşuyorlardı, elmalar ve armutlar dört bir yana saçılmıştı. Henüz neler
olduğunu anlamamıştı ki genç bir adamın çıldırmışçasına kahkahasını
duydu, “ÇEKİLİN! YOLUMDAN ÇEKİLİN!

HERHANGİ BİRİSİ EZİLSE DE UMRUMDA DEĞİL!”

Feng Xin lanet okudu, “Yine mi Qi Rong!”

Beklenildiği gibi; Qi Rong, göz alıcı altın arabanın üstünde duruyordu,


yüzünde kötücül bir ifade, kırbacını gürültüyle şaklatıyor, beyaz aygır
birbiri ardında gelen kırbaç darbelerinin etkisiyle acıyla kişniyordu.

“DURDURUN ONU!” diye bağırdı Xie Lian.

Altın araba hızla yanlarından geçti ve Feng Xin başını salladı, “Anlaşıldı.”
Xie Lian, yaralı var mı diye Qi Rong’un çıldırmışçasına geçişinin ardından
devrilen tezgahları ve yere düşen yayaları kontrol edecekti ki bir şeylerin
doğru olmadığını fark etti. Başını çevirdi ve altın arabanın hemen arkasında
uzun, kalın bir halatın ucunda bir şeylerin sürüklendiğini gördü. Halatın
ucunda bir çuval, çuvalın içinde ise çırpınan bir şeyler vardı. Görünüşe göre
çuvalın içindeki bir insandı.

O anda Xie Lian kanının donduğunu hissetti. Sonraki saniye anında ileri
atıldı.

Bütün o kırbaçlanmalardan sonra beyaz aygır, ucunda hayatı varmışçasına


koşuyor, arabanın tekerleklerini büyük bir süratle döndürüyordu. Feng Xin,
atı durdurmak için o tarafa koştu, ancak hemen durdurabilmesi mümkün
olmayacaktı. Xie Lian arabaya doğru koştu ve birkaç adım sonra kılıcını
çıkararak indirdi. Halat ikiye ayrıldı ve çuval yere düşerek bir süre
yuvarlandıktan sonra nihayet durdu.

Xie Lian incelemek için eğildi. Çuval kim bilir ne kadar zamandır
sürükleniyordu ve sürtünmeden dolayı yırtılmıştı. Aşırı derecede kirli ve
kanla kaplıydı, bir ceset torbasını andırıyordu. Kılıcını bir kez

daha salladı ve çuvalın ağzını kapayan ipi kesti. Çuvalı açıp baktığında
gördü ki içindeki gerçekten bir insandı, hem de küçücük bir çocuk!

Xie Lian çuvalı yırtarak açtı. Küçük çocuk bir top gibi kıvırılmış, başına
sıkıca sarılmıştı. Pis kıyafetleri büyük kara ayak izleri ve taze kanla
kaplıydı. Saçları bile kana bulanmıştı. Berbat haldeydi, o kadar ki artık
insan gibi gözükmüyordu bile. Görünüşe bakılırsa yedi ya da sekiz
yaşlarında olmalıydı, küçücüktü, derisi zorla yüzülmüş gibi titriyordu. Bu
kadar şiddetli bir dayaktan sonra hâlâ hayatta olması gerçekten inanılmazdı!

Xie Lian, boynunu kontrol etmek için elini uzattı, nabzı çok zayıf değildi.
Rahatlayarak derin bir nefes verdi. Küçük bedeni hemen kucağına aldı,
arkasına döndü ve öfkeyle bağırdı, “FENG XIN! QI RONG’U

TUTUKLA!”
Xian Le krallığında böyle bir şeyin yaşanabildiğine inanamıyordu. Gün
gözüyle, ana caddede, bir soylu, yaşayan bir insanı çuvala tıkmış, atlı
arabanın arkasından sürüklüyordu! Eğer bunu görüp durdurmuş

olmasaydı, küçük çocuk sürüklenerek ölecekti!

Biraz öteden at kişnemeleri ve Qi Rong’un öfkeden kükremeleri


duyuluyordu, çok geçmeden Feng Xin bağırdı, “Durduruldu!”

Xie Lian aceleyle o tarafa koştu, Qi Rong’un hiddetle uluduklarını duymak


için tam zamanında yetişmişti, “SİKTİĞİMİN ALT TABAKA
HİZMETÇİSİ NE CÜRETLE BANA ZARAR VEREBİLİR! BU
CESARETİ

SANA KİM VERDİ?!!”

Görünüşe göre Feng Xin onu zapt edememiş, bunun yerine atın dizginlerini
elinden almayı deniyordu.

Qi Rong buna fırsat vermiyordu, bu yüzden ikisi dizginleri bir o tarafa bir
bu tarafa çekiştiriyordu. Feng Xin, bir anlık dalgınlıkla Qi Rong’a çarparak
onu arabadan ittirdi. Qi Rong yere düşüp birkaç kez yuvarlandı, dizleri
sıyrılmıştı. Etrafının insanlarla sarılı olduğunu gördükten sonra öfke ve
utanç hissetti. Ancak Xie Lian araya girdi, “Ben verdim!”

Qi Rong sonunda bağırmadan önce ağzını birkaç kez açıp kapadı, “Kuzen
veliaht prens!”

Xie Lian öfkeyle konuştu, “Ne yaptığına bir baksana! Qi Rong, ben
gerçekten...”

O sırada kollarındaki çocuğun kıpırdadığını hissetti, başına sarılmış kolları


gevşetmiş gibi görünüyordu ve dirseklerinin arasındaki boşluktan gizlice
bakıyordu.

Xie Lian anında öfkesini bastırdı ve yumuşak bir sesle çocuğu yatıştırmak
için başını eğdi, “Nasıl hissediyorsun? Özellikle herhangi bir yerde acı
hissediyor musun?”
Çocuğun bilinci şaşırtıcı biçimde hâlâ yerindeydi, acıdan bayılmamıştı, şok
yüzünden donup kalmamıştı. Başını salladı. Xie Lian kanla kaplı yüzünün
yarısını gördü ve başında başka hasar var mı diye kontrol etmek istedi,
ancak çocuk elleriyle yüzünün diğer yarısını sıkıca kapamış ve ona
göstermeyi inatla reddediyordu.

Çevirmen: Jason

Bölüm 64: Kayıp Kızıl İnci, Arzuyla İstemsizce Kızaran Gözler Xie
Lian teskin etti, “Korkma, bir şey yapmayacağım. Sadece yaralarını kontrol
etmek istiyorum.” Ne var ki çocuk ellerini yüzüne daha da sıkı bastırdı.
Kollarının arasından paniklemiş, kömürden bir göz görünüyordu. Ancak bu
paniğin sebebi dövülmekten korkması gibi gözükmüyordu, daha çok bir
şeyin ortaya çıkacağından endişeli gibiydi.

Küçük çocuğun yarısı örtülü yüzüne bakarken Xie Lian, bir anda bu çocuğu
daha önce görmüş

olabileceğini düşünerek gözlerini kıstı. Onun bu yüz ifadesini gören Qi


Rong açıkladı, “Kuzen veliaht prens, bu küçük şeytan dün törenini
mahvetmişti, bu yüzden ben de intikamını aldım. Endişelenme, dikkatli
davrandım, ölmeyecek.”

Sahiden de kollarındaki çocuk dün ShangYuan İlahi Geçit Töreni sırasında


şehir surlarından düşen çocuktu!

Tanıdık geldiğini düşünmesine şaşmamalıydı. Çocuk hiç değişmemişti, hala


aynı kıyafetleri giyiyordu ancak bütün o dayak ve sürüklenmeden sonra
dünkü halinden çok daha pis bir haldeydi. Xie Lian, öfkesinde daha fazla
hakim olamadı, “KİM SENDEN BENİM İNTİKAMIMI ALMANI
İSTEDİ??? OLAYIN BU

ÇOCUKLA HİÇBİR ALAKASI YOK, ONUN SUÇU DEĞİLDİ!”

Qi Rong kendisini savundu, “Elbette onun suçu. Eğer o olmasaydı Baş


Rahip’ten azar işitmezdin!”
Olay çığırından çıkmıştı ve izleyen kalabalık gittikçe büyüyor, hepsi
birbirlerine bir şeyler fısıldıyordu.

O sırada Mu Qing de yanlarına geldi, Qi Rong elindeki kırbacı ona


doğrulttu, yüzünde düşmanca bir ifade vardı, “Ve sen! Seni aşağılık
hizmetçi. Sadece görünüşünden bile kendi yerini bilmediğini
söyleyebilirim. Eğer onu cezalandırmazsan eninde sonunda seni ezip üstüne
çıkacak. Onu terbiye etmene yardım edecektim ama arkanı dönüp onu
savundun, bir de üstüne bana laf ettin. Şimdi dayım ve teyzemin iyi
niyetimden şüphelendiği yetmiyormuş gibi bir de altın arabama el konuldu!
Kuzen, o benim doğum günü hediyemdi! İki seneden fazla zamandır
istiyordum!!”

Mu Qing, Qi Rong’a ezici bir bakış attı, yüzünde okunamaz bir ifade vardı.
Xie Lian sinirden kahkaha attı, “İyi niyetine ihtiyacım yok, bu şekilde değil.
Gerçekten benim intikamımı mı alıyordun? Yoksa kendininkini mi?”

“...” Qi Rong konuştu, “Kuzen, neden böyle şeyler söylüyorsun? Senin


izinden gitmemin neresi yanlıştı?”

Xie Lian daha fazla tartışamadı, “Qi Rong, dinle beni. Şimdiden itibaren bu
çocuğa el sürmeye iznin yok. Bir parmağının bile! BENİ DUYUYOR
MUSUN!”

O sırada Xie Lian ensesinde bir şey hissetti. Öfkesinin doruğundaydı ve bir
an afalladı. Aşağı baktığında gördüğü şey yüzünü göğsüne gömmüş olan
küçük çocuktu, iki eli de sıkıca Xie Lian’ın boynuna sarılmıştı. Xie Lian,
çocuğun kontrol edilemez biçimde titrediğini hissetti ve canının acıdığını
düşündü. Aceleyle sordu, “Neyin var?”

Küçük çocuk baştan aşağı çamur, toz ve kanla kaplı; pis ve acınasıydı,
şimdi bütün bu pislik Xie Lian’ın beyaz cübbesine bulaşmıştı. Ancak Xie
Lian’ın umurunda değildi. Çocuğu rahatlatmak için sırtını sıvazladı ve
yumuşak bir sesle konuştu, “Şimdi seni doktorlara götüreceğim.”

Çocuk cevap vermedi ama Xie Lian’a daha da sıkı sarıldı. Hayatı buna
bağlıymışçasına tutunmuştu ve bırakmıyordu. Qi Rong, Xie Lian’ın onun
iyi niyetini kabullenmeyeceğini anladı, bir de üstüne çocuğun Xie Lian’ın
kıyafetlerini çamur ve kanla kirlettiğini görünce sinirleri tepesine çıktı.
Elindeki kırbacı kaldırdı ve çocuğun başının arkasına vurmaya hazırlandı.
Feng Xin kenarda duruyordu ve kaşla göz arasında Qi Rong’un sağ koluna
bir tekme uçurdu.

Sesli bir ÇATIRT duyuldu ve Qi Rong acıyla bağırdı, elindeki kırbaç yere
düştü ve sağ kolu anormal bir açıyla gevşekçe sarktı. Başını yavaşça
kaldırmadan önce bir süre inanmazlık içinde bekledi, Feng Xin’e dik dik
bakıp, her bir sözcüğü teker teker vurgulayarak konuştu, “NE CÜRETLE,
KOLUMU KIRARSIN!”

Sözcükleri de ifadesi gibi buzdandı. Feng Xin ise ne yaptığının farkına olan
olduktan çok sonra varmıştı. Yüzü bir anda değişti, ama Mu Qing’in yüzü
diğer ikisinden bile daha fazla değişmişti.

Qi Rong’un arkasından ne kadar atıp tutsalar da bu bir şeydi. Kişisel


koruma olarak haddini aşıp yanlışlıkla da olsa bir soylunun kolunu kırmak,
işte bu tamamen başka bir şeydi!

Xie Lian’ın kucağında bir çocuk vardı ve arkası olayı izleyen insanlarla
doluydu, bu yüzden kaçınamazdı, ancak kaçınsaydı da bu onun için çocuk
oyuncağı olurdu. Sadece, Qi Rong’un aniden ve bu kadar agresifçe atılması
Feng Xin’in düşünmeden hızlı hareket etmesine neden olmuştu. Xie Lian’ın
ise onu durdurmaya fırsatı olmamıştı. Ve şimdi her şeyin daha da karışması
yüzünden düşünecek fırsatı da yoktu. Kıyafeti kana bulanıyordu, eğer biraz
daha gecikecek olurlarsa çocuk oracıkta ölebilirdi. Xie Lian anlık bir
kararla derin bir nefes aldı ve bağırdı, “MİLLET, EĞER ARANIZDA BU
OLAYDAN DOLAYI ZARARA UĞRAYANLAR VARSA LÜTFEN
BÜTÜN KAYIP VE ZARARLARINIZI BİLDİRİN, HEPSİNİN
SORUMLULUĞUNU EKSİKSİZ BEN ÜSTLENECEĞİM!”

Ardından Feng Xin ve Mu Qing’e döndü, “Önce çocuğu kurtarın. Qi


Rong’u da buradan uzaklaştırın ve ortalığı daha fazla karıştırmasına izin
vermeyin.” Emir vermeyi bitirdikten sonra Xie Lian, kollarındaki çocukla
birlikte saraya doğru koştu. Feng Xin talimatları alınca yüz ifadesi normale
döndü ve Xie Lian’ın peşinden gitmeden önce öfkeden kuduran Qi Rong’u
yerden kaldırdı. Sarayın kapısındaki gardiyanlar henüz saraydan çıkmış
olan veliaht prensin bu kadar kısa zamanda aceleyle saraya dönmesini tuhaf
buldularsa da onu durdurmadılar. Böylelikle Xie Lian, dosdoğru tıbbi köşke
yönelerek Feng Xin ve Mu Qing ile tutuklanmış Qi Rong’u kapının dışında
bıraktı ve revire girdi.

Veliaht prens nadiren saraya dönerdi ve nadiren bir talepte bulunurdu, bu


yüzden imparatorluk doktorları aceleyle revire toplandı. Xie Lian küçük
çocuğu sedyeye bıraktı ve konuştu, “Öncelikle hepinize teşekkür ederim.
Bu çocuk bir grup yetişkin tarafından dövülüp bir çuvala tıkıldı ve ardından
yollarda sürüklendi. Lütfen önce başında bir hasar var mı kontrol edin, en
önemlisi bu.”

İmparatorluğun sağlık ekibi daha önce hiçbir asil ya da soylunun tedavi


etmeleri için pislik içinde bir sokak çocuğunu getirdiğini görmemişti, ancak
kendilerine her ne söylendiyse yapmaları gerektiğinin farkındaydılar ve Xie
Lian’ın emirlerini yerine getirmeye koyuldular. Aralarından birisi konuştu,

“Ufaklık, önce ellerini indirmen gerekiyor.”

Ne var ki küçük çocuk her ne kadar Xie Lian’ın kollarındayken uysal ve


itaatkardıysa da direnmeye başladı ve yüzünün sağ kısmını inatla kapadı.
Ne olursa olsun bırakmayı reddediyordu.

İmparatorluk doktorları ne kadar becerikli de olsa hasta iş birliği yapmadığı


sürece yapabilecekleri fazla bir şey yoktu. Doktorlar Xie Lian’a baktı,
“Ekselansları, nasıl...?”

Xie Lian elini kaldırdı, “Muhtemelen yabancılardan korkuyordur, bana


bırakın.”

Çocuk sedyede oturduğu için Xie Lian yüzüne bakamıyordu ve bu yüzden


yere çömelerek başını eğdi,

“Adın nedir?”

Küçük çocuğun kocaman gözü dikkatle Xie Lian’ı izledi, kömür karası göz
bebeği kar beyazı figürü yansıtıyordu. Bu bakış tanımlanacak olsaydı eğer
tam olarak Feng Xin’in söylediği gibi tanımlanabilirdi
– ‘Ele geçirilmiş’, ve küçük bir çocuğun bakışı olmamalıydı.

Çocuk biraz durduktan sonra başını eğdi, “... Hong...”

Sesi kısık ve zayıftı, mırıldadı, söylemek istemiyor gibiydi, biraz da


utanmıştı. Xie Lian ‘Hong’

kelimesini duyar gibi olmuştu ve bir daha sordu, “Kaç yaşındasın?”

*ÇN: Hong; kırmızı.

“On.” Çocuk cevapladı.

Bu Xie Lian’ın öylesine, çocuğun gardını indirmek umuduyla sorduğu bir


soruydu. Ama çocuğun “on”

diye cevapladığını duyduktan sonra afalladı ve kendi kendine düşündü,


Oysa sadece yedi ya da sekiz yaşlarında olduğunu düşünmüştüm, ama on?
Bu çocuk gerçekten zayıf, bir deri bir kemik kalmış.

Biraz durakladıktan sonra Xie Lian nazikçe gülümsedi, “Şimdi doktorlar


yaralarına bakacak, o yüzden korkma ve ellerini indir, olur mu?”

Çocuk söylediklerini duydu ama tereddütle başını salladı.

“Neden olmaz?” diye sordu Xie Lian.

Kısa bir sessizliğin ardından cevapladı, “Çirkin.”

Cevabı sadece bir kelimeydi ve Xie Lian ne kadar teskin etmeye çalıştıysa
da ellerini bırakmayı reddetti. Xie Lian çirkin olduğunu düşünmeyeceğine
söz verdi; bakmayacağını, arkasını döneceğini söyledi ama hiçbiri işe
yaramadı. Böylesine küçük bir yaşta böylesine bir inatçılık. Başka çareleri
kalmayan imparatorluk doktorları çocuğa birkaç soru sorarak ve kaç tane
parmak kaldırdıklarını söylemesini isteyerek bayılmadığından ve baş ağrısı
hissetmediğinden, gördüklerini ve duyduklarını anladığından emin oldular.
Şimdi sıra geri kalan fiziksel yaralarına gelmişti.
İmparatorluk doktorları devam ettikçe daha da dehşete düştüler. Xie Lian
kenarda bekliyordu, onların bu şaşkınlık içindeki seslerini duyunca sordu,
“Durumu nasıl?”

İmparatorluk doktorlarından birisi sormadan edemedi, “Ekselansları, bu


çocuk gerçekten de dövülüp bir çuval içerisinde sürüklenmiş miydi?”

Xie Lian bir an ne söyleyeceğini bilemedi, “Neden yalan olsun ki?”

İmparatorluk doktoru cevapladı, “Eğer durum gerçekten buysa, o halde...


inanılmaz. Daha önce hiç bu kadar azimlisine rastlamadım. Beş tane
kaburgası ve bacağı kırılmış, küçük ve büyük birkaç yarası daha var ve
bütün bunlara rağmen bilinci yerinde ve oturup bizimle diyalog kurabiliyor.
Bu bir yetişkin için bile çok zor, kaldı ki on yaşında bir çocuk?”

Yaralarının ne kadar ciddi olduğunu duyan Xie Lian’ın Qi Rong’a olan


öfkesi daha da büyüdü. Çocuğa doğru baktığında sanki hiç acı
hissetmiyormuşçasına sedyenin üzerinde oturduğunu ve büyük siyah
gözüyle kendisini izlediğini gördü. Xie Lian tarafından yakalandığını
görünce çocuk, hemen başını öbür tarafa çevirdi.

Çevirmen: Jason

Bölüm 65: Kayıp Kızıl İnci, Arzuyla İstemsizce Kızaran Gözler Bunu
gören Xie Lian nedense çocuğun hem biraz sersem, hem de mahzun
olduğunu düşündü, ardından doktorlara dönerek sordu, “Bütün yaraları
iyileşecek mi?”

Çocuğun başına yeni bir kat bandaj saran imparatorluk doktoru cevapladı,
“Sorunsuzca.”

Xie Lian sonunda rahatlamış hissetti ve başını salladı, “Sıkı


çalışmalarınızdan ötürü teşekkür ederim.”

Tam o sırada, bir hizmetçi içeri girerek majesteleri kral ve kraliçenin yakın
zamanda teşrif edeceklerini bildirdi. İmparatorluk doktorlarının her biri
hemen ayağa kalktı ve majestelerini selamlamak için revirden çıktı. Xie
Lian, çocuğu yatağa götürdü ve konuştu, “Biraz uzan ve dinlen.” Ardından
düşündü, çocuk yabancılardan korkuyordu ve içeri kalabalık bir grup
insanın girmesi onu korkutabilirdi. Bu yüzden Xie Lian, revirden
ayrılmadan önce yatağın önündeki perdeyi indirdi.

Kral ve Kraliçe köşke doğru ilerlerken birçok koruma ve hizmetli


tarafından çevrelenmişlerdi.

Kraliçe’nin yüzü solgundu, “Sevgili çocuğum, saraydan ayrılışının hemen


ardından neden geri döndün? Dışarıda bir zarar mı gördün?”

“Anne, lütfen için rahat olsun,” dedi Xie Lian, “Ben bir zarar görmedim,
yaralanan bir başkasıydı.”

O anda Qi Rong olduğu köşeden bağırdı, “Teyzeciğim, kurtar beni!”

Kraliçe ancak o zaman Qi Rong’un orada olduğunu fark etti, Feng Xin
tarafından sıkıca zapt edilmiş ve tutuklanmış hâlini görünce şok olmuştu.
Birkaç saniye öncesine kadar tek ilgilendiği şey oğlunun iyi olup
olmadığıydı ve geri kalan hiçbir şeye aldırmamıştı, ama şimdi durumu
görünce sordu, “Rong-er, neler oluyor?”

Öteki taraftan Kral hafifçe kaşlarını çatmıştı, “Feng Xin, niçin Prens Xiao
Jing’i bir suçluymuş gibi tutuyorsun?”

Majesteleri teşrif ettiğinde Feng Xin de Mu Qing dahil diğer herkesin


yaptığı gibi eğilerek Kral ve Kraliçeyi selamlamalıydı, ancak o sırada Qi
Rong’u zapt ediyor olduğu için elleri doluydu ve kendisini bu tuhaf
durumda bulmuştu. Xie Lian çekinmeden açıkça konuştu, “Benim emrim
altındaydı.”

Qi Rong sağ kolunu kaldırdı, “Teyzeciğim, kolum kırıldı.”

Kraliçe ona acıyacak fırsat bile bulamadan Xie Lian sertçe araya girdi, “Sen
kolunu kırdın, peki içerideki çocuğun durumuna ne demeli?”

“Hangi çocuk?”, Kral sordu.


“On yaşında bir çocuk,” Xie Lian yanıtladı, “Güçsüz, savunmasız, zayıf. Qi
Rong bu çocuğu dövmeleri için uşaklarını gönderdi. Bu kadar inatçı
olmasaydı yediği dayak yüzünden çoktan ölmüştü!”

Qi Rong sanki bir şaka duymuş gibi gözüküyordu, gözlerini ardına kadar
açtı, “Güçsüz, savunmasız on yaşında bir çocuk? Zayıf? Kuzen, sen o
küçük şeytanın ne kadar hırçın, ne kadar öfkeli olduğunu bilmiyorsun.
Sadece senin önünde acınası durumdaymış gibi davranıyor. Uşaklarımı
tekmeledi, ısırdı ve yaraladı. Eğer beni öfkelendirmiş olmasaydı neden onu
atlı arabamın arkasında sürükleyeyim ki?”

Bunu duyan Kral ve Kraliçe’nin anında yüzleri asıldı. Xie Lian derin bir
nefes aldı ve bağırdı, “Yeter!

Gerçekten yaptığın şeyin etkileyici bir şey olduğunu mu düşünüyorsun?”

Qi Rong, yüzünü göstermekten çekinen birisi değildi, bu kadar küstah ve


burnu havada olmaktan da.

Başkentin insanlarının olayı görmemiş olabileceğine inanmak için bir sebep


yoktu. Ve gördükten sonra şehrin insanlarının yemek masasında ettiği
sohbetlerin konusu olmayacağına inanmak için de.

Kral, Kraliçe’ye baktı, ifadesi keyifsizdi, “Prens Xiao Jing’i götürün.


Doktor, kolunun çaresine bakın.

Altın arabaya kalıcı olarak el koyuyorum. Göz altına alınacak ve bir ay


boyunca bu yaptıkların hakkında düşüneceksin.”

Kral’ın arkasındaki koruma emirleri alır almaz Qi Rong’u götürmek için


harekete geçti. Ancak o şekilde Feng Xin onu bırakabildi. Qi Rong
umursamaz bir tavır takınarak ofladı, “Alın, alın. Zaten bunun onu son defa
kullanışım olduğunun farkındaydım.”

Qi Rong’un biraz bile pişmanlık duymadığını gören Kraliçe dertli bir iç


çekti. Xie Lian konuştu,
“Görünüşe göre yaptıklarını gözden geçirmesi için bir ay göz altında tutulsa
bile bu davranışı tekrarlayacak. Daha katı bir şekilde cezalandırılmalı.”

Qi Rong afallamıştı, öfkeyle kekeledi, “Kuzen veliaht prens, sen...” Ama


bir an sonra taktik değiştirmeye karar verdi, “Tamam. Öyleyse bu seferkinin
benim suçum olduğunu kabul ediyorum.

Majesteleri beni ne şekilde cezalandırırsa cezalandırsın, Qi Rong’un hiçbir


itirazı yok.”

Lakin bir sonraki sözcükleri konunun gidişatını değiştirdi, “Yine de, kuzen
veliaht prensin koruması da cezalandırılmalı değil mi? Dayı, teyzeciğim;
benim kolum o Feng Xin tarafından kırıldı!”

Bunu duymasının ardından Kral, bakışlarını hızlıca Feng Xin’e çevirdi,


öfkelenmişti. Feng Xin başını eğdi ve Mu Qing göze batmamaya çalışarak
iki adım uzaklaştı.

Kral soğuk bir sesle konuştu, “Feng Xin, sen veliaht prensin korumasısın,
veliaht prens sana fazlaca değer veriyor ve iyi davranıyor, ancak kendi
konumunun farkında değil misin? Bu ne küstahlık böyle!

Senin görevin ekselanslarına hizmet etmek. Ona böyle mi hizmet


ediyorsun? Kuzeni Prens Xiao Jing’e el kaldırarak?”

Bu sözleri duyan Feng Xin diz çökmek üzereydi fakat Xie Lian onu
durdurdu, “Diz çökme.”

Feng Xin’in görevi öncelikli olarak Xie Lian’ın emirlerine itaat etmekti,
karşılarında her ne kadar Kral bile olsa önceliği ekselansları veliaht prensti
ve bu yüzden tekrar başını kaldırdı. Bunu gören Kral ise daha fazla
sinirlendi.

“Feng Xin’in Qi Rong’un kolunu kırdığı doğru, ancak bunun sebebi


efendisini korumaktı.” Xie Lian konuştu. “Ayrıca, olayı başlatan Qi Rong,
Feng Xin değil, öyleyse neden diz çöksün?”
“Ne sebeple olduğunun hiçbir önemi yok,” dedi Kral, “Her şekilde Prens
Xiao Jing’e karşı bir suç işledi.

Efendiler ve hizmetliler arasında bir fark vardır, üstün olan ve aşağı olanın
farkı. Kral olarak benim ona diz çökmesini söylemem değil, yüz kırbaç
cezası verecek olsam o bile haksız yere olmaz.”

Kral her ne kadar Qi Rong’a karşı Kraliçe gibi sevecen olmasa da Qi Rong,
şüphe götürmeyecek biçimde kraliyet ailesinin bir üyesiydi, ona karşı suç
işlenemez ya da emirlerine karşı gelinemezdi. Qi Rong’un kendisi de bunun
çok iyi farkındaydı, sinsi gözlerle cevapladı, “Kırbaçla cezalandırmanın
gereği yok, sonuçta o kuzen veliaht prense ait, işlerin bu yöne gitmesini
istemem. Kendi kolunu da kırarak üç kez ayaklarıma kapanırsa bu olayı
affedebilirim.”

Kral yavaşça başını salladı, kararı onaylıyordu. Ne var ki Xie Lian araya
girdi, “Eğer Feng Xin’i cezalandırmanız gerekiyorsa önce beni
cezalandırmanız gerekiyor. O benim korumam; öncelikle yanlış hiçbir
harekette bulunmadı, ikinci olarak da eğer bulunduysa dahi bunu benim
emrimle yaptı, öyleyse onun yerine cezayı benim almam gerekir.”

Onun bu sözlerini duyan Kral bir kez daha çileden çıktı.

Bu dünyadaki bütün baba ve oğullar bu değişim sürecinden geçmeliydi.


Oğulları küçükken babalarını gelmiş geçmiş en büyük kahraman gibi
görürler, onları kendi rol modelleri olarak düşünürlerdi. Ancak oğulları belli
bir yaşa gelince babalarının yaptığı şeyleri sorgulamaya başlarlardı, ta ki en
sonunda iki taraf da birbirini onaylamayacak seviyeye gelene kadar.

Xie Lian için TaiCang Dağı’na girmenin amacı dövüş sanatlarında gelişmek
ve kalbinin onu götüreceği yolu aramaktı. Fakat özünde bunu nerede
yaptığının ya da kalbinin onu nereye götürdüğünün onun için bir önemi
yoktu.

Efsunculuk için kullanılan ‘dao’ kelimesi aynen görüldüğü anlama


geliyordu, bu anlam ise ‘yolu yürümek’ idi. Kişinin kalbi, zihniyle aynı
yolda yürüdüğü sürece efsun her yerde yapılabilirdi.
Kendisine dikte edilmiş kaideleri takip etmek zorunda da değildi, Kutsal
Kraliyet Köşkü’ne girmek de.

Xie Lian’ın TaiCang Dağı’na gitmek istemesinin başka bir sebebi vardı, bu
sebep ise sarayda kalmaya devam ederse babasıyla iyi geçinemeyeceğini
düşünmesiydi.

Xian Le’nin saygın veliaht prensi olarak Xie Lian’ın doğduğu andan
itibaren hayatını nasıl yaşaması gerektiği belirlenmiş, ilerleyeceği yol Xian
Le Kralı tarafından çizilmişti. Henüz bir çocukken bu fazla bir soruna sebep
olmuyordu. Bir çocuğun fazla endişesi yoktu, Xie Lian’ın da o zamanlar
ailesinden tek istediği beraber altın varaklardan saray inşa etmek ve oyunlar
oynayıp birlikte gülmekti. Yıllar geçtikçe Xie Lian gitgide babasının sadece
bir baba değil, aynı zamanda bir krallığın yöneticisi de olduğunu idrak
etmeye başladı. Artık birçok fikir ve icraatları örtüşmez hâle gelmişti.
Örneğin Xie Lian, şu Kraliyet Ayrıcalığı denen şeyden nefret ediyordu.

Fikirleri bir türlü örtüşmüyorsa yapılacak en doğru şey birbirlerinden uzak


durmaları olurdu. Xie Lian saraya her döndüğünde annesiyle konuşarak
daha fazla vakit geçiriyor ve babasının yanına bile uğramıyordu. İkisi de
birbirleriyle konuşmak için ilk adımı atmıyorlardı ve bu yüzden onların
arasını ılımlı tutan kişi her zaman Kraliçe oluyordu.

Baba ve oğul aralarındaki bu donuk ilişki aylardır sürüyordu, ve şimdi, Xie


Lian geri çekilmeyi inatla reddedince, Kral konuştu, “Pekâlâ. Öyleyse onun
yerine geç. Dayanabiliyor musun görelim bakalım!”

“Elbette dayanabilirim!” Xie Lian karşılık verdi.

Onların bu şekilde başa baş gittiklerini gören Kraliçe endişeyle konuştu,


“Neden bu şekilde olmak zorunda?”

Tam o sırada, çıt çıkarmadan kenarda bekleyen Feng Xin aniden sol kolunu
kaldırdı ve sağ kolunu hızla büktü. Birden ÇATIRT diye bir ses duyulunca
kalabalık afallayarak sesin geldiği yöne baktı ve gördükleri şey Feng Xin’in
sağ kolunun aynı Qi Rong’unki gibi gevşekçe sallanıyor olduğuydu. Xie
Lian hem şaşkındı hem de kızmıştı, “FENG XIN!”
Soğuk ter damlaları Feng Xin’in alnından aşağı süzüldü, tek kelime
etmeden Qi Rong’un önünde eğildi ve bir, iki, üç kere ayaklarına kapandı.
Qi Rong gururlu hissediyordu ve kahkaha attı, “Peki, sanırım seni
affedeceğim. Neden bunu daha önceden yapamadın ki?”

Qi Rong her ne kadar kendi kolu da kırık olsa bile sanki kazandığı bir
savaştan yeni çıkmış gibi dinç ve enerjik gözüküyordu. Öteki taraftan Feng
Xin hâlâ yerde diz çöküyordu, Mu Qing ise kenardan olanları izliyordu, yüz
ifadesi kasvetliydi ama ne düşündüğü anlaşılmıyordu. Xie Lian hızla
babasına döndü ve öfkeyle bağırdı, “SEN! --”

Feng Xin sol koluyla onu tuttu, “Ekselansları!”

Kraliçe de onu geride tutmak için ellerini omzuna koymuştu. Xie Lian
biliyordu ki Feng Xin on dört yaşından beri onu takip ediyordu ve Kraliçe
tarafından da derinden önemseniyordu. Bunu yapmış

olmasının tek sebebi de Kral ve Xie Lian arasındaki anlaşmazlık yüzünden


Kraliçe’nin üzülmesini istemiyor oluşuydu. Eğer şimdi Xie Lian olay
çıkaracak olursa Feng Xin’in çabaları boşa giderdi, bu yüzden Xie Lian
öfkesini yuttu ancak kalbindeki ateş yanmaya devam ediyordu. Kral
sonunda tatmin olmuştu ve yüzüne memnun bir ifade oturtarak oradan
ayrıldı.

Kraliçe Feng Xin’i her zaman sevmişti ve iç çekti, “Çocuğum, sana karşı
yanlış yaptık.”

“Lütfen böyle söylemeyin majesteleri. Bu benim görevimdi.” Feng Xin


yanıtladı.

Bunu duyan Mu Qing gözlerini kısarak soğukça homurdandı. Xie Lian ise
gözlerini kapadı, “Anne, eğer gerçekten Qi Rong ile başa çıkamayacaksan
onu bir yere kapat.”

Kraliçe önce iç geçirdi, başını salladı ve ardından o da oradan ayrıldı.

Xie Lian imparatorluk doktorlarından birisinden Feng Xin’in kolunu tedavi


etmesini rica etti ve özür diledi, “Feng Xin, özür dilerim.”
Kalabalık dağıldıktan sonra Feng Xin hemen yüzündeki ifadeyi değiştirdi
ve cıkladı, “Bu hiçbir şey. Ona vurmaya cüret eden bendim, öyleyse
intikamı neden beni korkutsun ki?” kısa bir duraklamadan sonra öğütledi,
“Ekselansları, elbette Qi Rong’u cezalandırmanız doğru bir şey, ancak
Kral’a karşı kırgın olmayın. Majesteleri bir kral, ve bizden önceki neslin
yöneticisi, bu yüzden de bazen bizden farklı düşünüyor. İkinizi tartışırken
görmek Kraliçe’yi üzüyor. Onun da kendi sorunları var.”

Xie Lian annesinin sorunlarından nasıl bihaber olsundu ki?

Qi Rong’un annesi Kraliçe’nin küçük kız kardeşiydi ve eskiden çok iyi


anlaşıyorlardı. Henüz genç ve toy olduğu zamanlarda ilk aşkın kıvılcımı ve
özgür olmak istemenin verdiği uçarılıkla tatlı sözlere kanmış

ve nişanını bozarak kraliyet korumalarından birisiyle kaçmıştı. Ancak


seçtiği kişinin nasıl bozuk birisi olduğunu kim bilebilirdi ki? Asil olarak
doğmuş birisi köpek kulübesinden farksız bir barakaya tıkılmıştı. Ve sadece
bir buçuk yıl sonra gerçek doğasını daha fazla gizleyemez hâle gelmişti,
sarhoş ve vahşi. Qi Rong doğduktan sonra daha da yolsuz birisi olmuştu. En
sonunda buna daha fazla katlanamayan anne Qi Rong henüz beş
yaşındayken onu da yanına alarak evden kaçmıştı. Bu olaylardan dolayı
kraliyetin skandalı hâline geldiği için kapılarını kapamış ve bir daha
dışarıya adımını atmamıştı. Geri kalan hayatını depresyonda geçirmiş ve
kendisini sadece oğluna adamış ve sadece ona sevgi göstermişti.

Qi Rong’un annesi bir deprem sırasında Kraliçe’yi kurtarmaya çalışırken


hayatını kaybetmiş ve ölmeden önce Xie Lian’ın annesinden Qi Rong’a
bakıp onu büyütmesini istemişti.

Kraliçe elbette elinden geleni yapmıştı. Ne var ki bir başkasının oğlunu


büyütmek kolay değildi. Onu terbiye etmek zordu, biraz fazla katı olursa
dışarıdan ona kötü muamele ediyormuş gibi gözüküyordu; geçmişteki
arkadaşlık ve sevgi bağını düşününce Kraliçe nadiren sert davranabiliyordu;
bu da fazla ilgisiz ve ihmalkâr gözüküyordu. Böylece bugünkü hâline
gelmişti, şimdi de daha katı sınırlar konulmazsa gelecekte daha da
kötüleşecekti. Kraliçe sık sık merak ederdi, Xie Lian ve Qi Rong’u
neredeyse tamamen aynı şekilde yetiştirmesine karşın karakterleri neden
birbirlerinden bu kadar farklıydı?
O sırada Xie Lian revirdeki yatakta yatan bir küçük çocuk daha olduğunu
hatırladı. Onu kontrol etmek için yatağın önündeki perdeyi kaldırdı, çocuk
oturuyor ve sanki perdenin arasından neler olduğunu izlemeye çalışıyormuş
gibi görünüyordu. Xie Lian perdeyi kaldırır kaldırmaz itaatkârca tekrar
uzandı.

Xie Lian konuştu, “Şimdiki tartışmayla seni korkuttuk mu? Seni rahatsız
etmesine izin verme, seninle bir ilgisi yok.”

“Ekselansları, çocuğun yaraları sarıldı. Şimdi tek ihtiyacı olan şey biraz
istirahat etmesi.” dedi imparatorluk doktorlarından bir tanesi.

Xie Lian hafifçe başını eğdi, “Sıkı çalışmalarınızdan ötürü teşekkür


ederim.”

Sonra bir kez daha eğilerek sordu, “Nerede yaşıyorsun? Seni evine
götüreyim.”

Çocuk başını salladı, “Evim yok.”

Feng Xin, şimdi sarılmış olan kolunu tutarak çocuğa yaklaştı, “Ev yok mu?
Öyleyse gerçekten de küçük bir dilenciymiş öyle mi?”

Çocuğun ne kadar sıska ve küçük, kıyafetlerinin ne kadar pis ve bakımsız


gözüktüğü dikkate alınacak olursa bu imkânsız değildi. Eğer döneceği bir
evi yoksa onu sarayda bırakmalarının da sokağa atmalarının da imkânı
yoktu. Xie Lian bir süre ölçüp tarttıktan sonra konuştu, “Eğer durum buysa
onu bizimle birlikte TaiCang Dağı’na götürelim.”

Fakat beklenmedik bir şekilde, Mu Qing ansızın konuştu, “Yalan söylüyor.”

Çevirmen: Jason

Not: ‘Dao’ – Burada ‘efsunculuk’ olarak çevrilmiş ama aslında ‘yol’


anlamına geliyormuş, hem fiziksel hem de manevi olarak. Bu nedenle ‘yol’
çalışan kişiye efsuncu adı veriliyormuş.
Bölüm 66: Yükselen İnsandır, Düşen de İnsandır

Xie Lian başını çevirdi ve sordu. “Ne demek istiyorsun?”

“Başkentteki evsiz sokak çocukları bir araya gelerek bir çete oluşturmuşlar
ve sık sık benim yaşadığım yerin yakınlarına gelerek yemek dilenirler.
Hepsini tanıyorum ama bu çocuğu daha önce hiç görmedim.”

Küçük çocuğun bakışları Mu Qing’in üzerindeydi ama tek kelime etmedi.


Feng Xin şüphelenmişti.

“Kimden yemek dileniyorlar? Senden mi? Ve sen de veriyor musun?”

Mu Qing ona ters ters baktı. “Bıkıp usanmadan taciz ettikleri için başka
çare yok.”

Feng Xin hala bu bilgiyi inanılmaz buluyordu ama daha fazla yorum
yapmadı. “Aa.”

Xie Lian onların konuşmasını izlerken gülmek istiyordu. Mu Qing devam


etti. “Ayrıca, kıyafetlerinde yamalar var, dikişlerine bakılırsa yetişkin birisi
yakın zamanda dikmiş olmalı bu yüzden yaşadığı yerde en azından bir tane
yetişkin olmaları. Ailesinin durumu çok iyi olmayabilir ama kesinlikle bir
dilenci değil.”

Xie Lian doğal olarak giysideki yamalardaki dikişleri fark etmemişti, tabi
bir yetişkin tarafından yapıldığını da, ama Mu Qing eskiden Kraliyet Kutsal
Köşkünde bir ayakçıydı ve evde pek çok gündelik iş yapmıştı. Xie Lian da
yakından bakınca onun sahiden haklı olduğunu fark etti, bu yüzden sordu.
“Evinde yetişkinler var mı?”

O küçük çocuk başını iki yana salladı ama Mu Qing araya girdi. “Olmak
zorunda. Ailesi şimdiye kadar onu ararken bile deliye dönmüştür, geri
dönmesi gerek.”

“Hayır, olmaz! Kimse yok!” Küçük çocuk ağladı, geri gönderilme


düşüncesi onu çok korkutmuş gibiydi ve kollarını açarak Xie Lian’a uzandı.
Hala çamur ve kanla kaplıydı, Feng Xin daha fazla dayanamadı.

“Çocuk, ne yapıyorsun sen? Biraz önce acil bir durum vardı ama şu anda
bir şeylerin farkında olman lazım. Bu veliaht prens. Veliaht Prens, anladın
mı?”

Küçük çocuğun kolları anında geri çekildi ama gözleri hala Xie Lian’daydı.
“Evde kavga vardı, dışarı atıldım. Çok uzun zamandır yürüyorum ama
gidecek hiçbir yerim yok.”

Üçü bakıştılar. Bir an sonra Feng Xin konuştu. “Ee?”

İmparatorluk hekimlerinden birisi öneride bulundu. “Eğer ekselansları


sıkıntıya düştüyse, çocuk saraya yerleştirilebilir. Birkaç görevli onunla
ilgilenir.”

Xie Lian. “Hmm.” ama bir süre düşündükten sonra yavaşça başını iki yana
salladı.

Günün sonunda Qi Rong’un olayın peşini hala bırakmamış olmasından ve


çocuğa sorun çıkartmasından korkuyordu. “Bence en iyisi yaraları iyileşene
dek benim ona göz kulak olmam.

Görünüşe göre ne yazık ki ailesi onunla ilgilenemeyecek durumda. Feng


Xin, Qi Rong’un zarar verdiği tezgahlarla ilgilenirken bak bakalım çocuğun
ailesini bulabilecek misin, bulursan onlara haber ver, endişelenmesinler.”

“Pekala.” Feng Xin başını salladı.

Kollarından birisi hala askıdaydı, sağlam olan kolunu çocuğa uzattı, onu
yakasından tutmak niyetindeydi. Xie Lian güldü. “Yaralısın. Çocuk için
endişelenme.”

Ama Feng Xin umursamıyordu. “Sadece bir kolum kırıldı, diğeri hala
sağlam. Eğer iki kolum da kırılmış

olsaydı onu hala dişlerimle ensesinden yakalayıp senin için dağa


taşıyabilirdim.”

Arkadan Mu Qing gözlerini devirdi ardından konuştu. “Boş ver. Ben


taşırım.” Ama daha ileriye doğru bir adım attığı gibi küçük çocuk yataktan
atladı. “Kendim yürüyebilirim.”

Reddetmeyle dolu ifadesi sözlerinden daha etkili olmuştu ve Mu Qing’in


ikinci adımını inanılmaz tereddütlü atmıştı, yaklaşıp yaklaşmaması
gerektiği konusunda emin değildi. O küçük çocuğun beş

kaburgası ve bir bacağı kırılmıştı ama hala ejderler kadar canlıydı, Xie Lian
gülse mi yoksa endişelense mi bilemiyordu. “Koşuşturmayı bırak!”
Ardından eğildi ve çocuğu kollarına aldı.

Üçü ve kucaktaki çocukla birlikte saraydan ayrıldılar. Öncesinde Qi Rong


sokaklarda büyük bir kargaşa yaratarak şehir halkını rahatsız ettiği ve pek
çok tezgahı devirdiği için Xie Lian büyük bir suçluluk duyuyordu, halkın
gözlerine bakacak yüzü yoktu bu yüzden de yüzlerini göstermeye korkarak
gizlice ilerlediler, sadece ara sokakları kullanıyorlardı. Tüm yol boyunca o
küçük çocuk Xie Lian’ın kollarında uslu uslu durmuştu, ona sessiz olmasını
söyledikleri için tek kelime dahi etmemişti. Feng Xin ters ters baktı. “Bu
velet dün beni tekmeliyordu, bir de şimdiki haline bak. Kime nasıl
davranacağını fazla iyi biliyor.

Mu Qing. “Söz konusu kişi ekselansları veliaht prens. Tabi ki çoğu insana
göre daha çok sevilecek.”

Nedense, her ne kadar kelimeleri iyi niyetli olsa da yine de insanı rahatsız
ediyordu. Feng Xin sözlerini kabullenmeyi reddetti. Bir süre yürüdükten
sonra tekrar konuştu. “Hayır. Hala ekselanslarının tuhaf bir çocuk taşırken
görülmemesi gerektiği kanaatindeyim.”
Xie Lian sordu. “Neden ki?”

Feng Xin feryat etti. “Sen veliaht prenssin!” Konuşurken sokağın ilerisinde
yıkık dökük bir el arabası gözüne ilişti. “Çocuğu arabaya koy, çekerek
götürelim.”

Mu Qing hemen araya girdi. “Sadece belirtiyorum, o şeyi dağa kadar


çekmeyeceğiz.”

“Sana fikrini soran olmadı.” Feng Xin uzandı ve çocuğu Xie Lian’ın
kollarından çekmeye çalıştı ama çocuk tekrar mücadele etmeye başlamıştı.

Xie Lian. “Boş ver, boş ver. Belki bu arabaya ihtiyacı olan başkaları
vardır!”

Tam bu sırada yakınlarda bir yerden birisi bağırdı. “Sen… veliaht prens
misiniz?”

Bir diğeri hemen ona katıldı. “EVET, EVET! BU VELİAHT PRENS! DÜN
MASKESİ DÜŞTÜĞÜNDE YÜZÜNÜ

KENDİ GÖZLERİMLE GÖRDÜM! BU O!!!”

“YAKALAYIN!!!”

Üçü de donup kalmıştı, moralleri bozuldu. Her ne kadar Xie Lian önceki
günkü tören sırasında kötü bir şey yapmamış olsa da başkalarının onunla
aynı fikirde olmayabileceğini tahmin ediyordu. Tanrıyı Memnun Eden
Savaşçı merasiminin kısa kesilmesi felaket alametiydi; soylular arasında
ağza dahi alınmıyordu ve olayın heyecanı geçtikten sonra insanlar da tüm
bunların anlamını merak etmeye başladıklarında muhtemelen onlar da
affetmeyeceklerdi. Üstüne Qi Rong’un sokaklarda çıkardığı karmaşayla
birlikte şikayetlerin ardı arkası kesilmeyecekti. Eğer şimdi etrafları sarılırsa
işin sonu kötü olabilirdi. Bir an düşünmeden Mu Qing onu yakaladı ve
bağırdı. “Ekselansları, kaçın!”

Feng Xin el arabasını çekiyordu, o da bastırdı. “Ekselansları, bir kolum


kırık, hiç isyan bastırabilecek durumda değilim. Git!”
Ama sokağın etrafı çoktan içeri dolan insanlarla kaynamaya başlamıştı,
yüzleri heyecanla doluydu, görünürdeki tüm çıkışları kapatmışlardı.
Dördünün kaçacak yeri yoktu, irileşmiş gözleriyle etraflarının sarılmasını
izlediler. Xie Lian cesur bir şekilde içinden geçirdi, Eğer bir şey olursa,
karşılık vermeden bizi dövmelerine izin vereceğim.

Ancak, beklentilerinin tersine her ne kadar kalabalık içeri doluşmuş olsa da


üzerlerine atlamamışlardı onun yerine sayısız el uzanmış ve onu havaya
atmıştı, bir yandan tezahürat ediyorlardı.

“EKSELANSLARI!”

Xie Lian sayısız kez havaya atılmıştı ama hala sükûnetini ve istikrarlı
duruşunu koruyabiliyordu.

İnsanlar bağırdılar. “EKSELANSLARI, DÜN SAVAŞ TANRISI


CADDESİNDEKİ ATLAYIŞINIZ

OLAĞANÜSTÜYDÜ!”

Birisi haykırdı. “O sıçrama inanılmazdı! Sahiden, sahiden, Savaş Tanrısı


Semavi İmparator’un kendisi geldi sandım! Tüylerim diken diken oldu!”

Bir diğeri onayladı. “Ekselansları o çocuğu kurtararak doğru olanı yaptı.


Hayat hayattır, biz fakir insanların çocuklarının hayatı değersiz mi
sanıyorlar? Ben olsam ben de aynısını yapardım!”

Bir diğeri köpürdü. “Aynen öyle! Bugün ekselanslarının nasıl gösteriyi


lekelediğini anlattılar ve kendimi kaybedecektim! Eğer kraliyetten veya
soylu birisi düşseydi aynı şeyi demezlerdi! Ekselansları siz onları
dinlemeyin!”

“Bizi sahiden umursayan tek kişi ekselansları…”

Xie Lian en başında suçluluk duygusuyla dolmuştu, ardından ise hafif bir
baş dönmesiyle, şimdi ise en sonunda her yanındaki tutkulu ve neşeli
yüzlerden etkilenmişti. Kalabalık Xie Lian’ın etrafından toplanmış ve ana
caddeye doğru ilerlemişti, oraya vardıklarında ise pek çok kişi daha onlara
katılmıştı.

Feng Xin, Mu Qing ve o küçük çocuk kenara itilmiş ve ona ulaşma


ihtimalleri kalmayacak şekilde araları açılmıştı, tek yapabilecekleri şey
geçit törenini takip etmekti. Bu geniş insan kalabalığı şaşırtıcı şekilde
önceki günkü kalabalıktan hiçte küçük değildi. Xie Lian ayrılmak için her
hamle yaptığında zorla geri çıkartılıyor ve tekrar havaya atılıyordu.

Xie Lian olanları hem komik hem de rahatlatıcı bulmaktan kendini alamadı,
Halk ve Baş Rahip tamamen farklı görüşlere sahipler. Görünüşe göre doğru
olanı yapmışım.

TaiCang Dağına geldiklerinde güneş parlak ve canlı bir ışıltıyla batıyordu.

Büyük dağ kapılarından geçtiler, dolambaçlı uzun taş yola çıktılar, çok
sayıda acemi ve efsuncu su kovaları ve yakacak odun taşırken yolda bir
aşağı bir yukarı gidiyordu, Xie Lian ve yanındakileri selamlayarak
ilerliyorlardı ama pek çokları dörtlüyü ve yanlarındaki el arabasını merakla
izliyordu.

Feng Xin çalışkan, ciddi bir genç siyah boğa gibi tek eliyle arabayı
çekiyordu. Xie Lian ve Mu Qing görev duygusuyla başlangıçta
selamlamalara karşılık vermişlerdi ama bir süre sonra boş verdiler.

Akçaağaçlar uçsuz bucaksızdı ve tekerlekler sakince dönüyordu. Onlar


ilerlerken Xie Lian yardım etmek için arabayı arkadan ittiriyordu. Çok iyi
hissediyordu, öylesine küçük çocuğa bir soru daha sordu. “Ufaklık, senin
adın ne? Hong neydi?”

Küçük çocuk onu izledi ve kısık bir sesle cevapladı. “Benim… Benim adım
yok.”

Xie Lian geriledi. “Annen sana bir isim vermedi mi?”

Küçük çocuk başını iki yana salladı. “Benim annem öldü.”


Xie Lian ona üzülmüştü. “Annen sana eskiden ne derdi?”

Küçük çocuk bir an tereddüt etti, ardından cevapladı. “Hong Hong-Er.”

*ÇN: Hong Hong-Er, ‘Benim kırmızı oğlum’, ‘Küçük kırmızı’ gibi bir
anlama geliyormuş.

Xie Lian gülümsedi. “Çok tatlı bir isim. Bundan sonra ben de sana öyle
sesleneceğim.”

Hong Hong-Er ne zaman konuşsa utanıyor gibiydi, başını eğdi. Güneş


batmak üzereyken dağdaki her bir köşkün ışıkları yandı. İçlerinden en
parlak olanı elbette en yüksek tepeninki, Büyük Savaş

Zirvesininkiydi.

Büyük Savaş Zirvesinin tepesinde, İmparatorun Salonu gündüz gibi


aydınlıktı, ışıklar yıldızlar gibi sarmıştı. Xie Lian izlerken iç çekti.

İç çekmesi hüzünden değildi, böylesine bir güzellik ve ihtişam barındıran


manzara nedeniyleydi. Her bir ışık parçası salondaki Ebedi Fener’e
adanmıştı. Her bir fener içten duaları ve dilekleri barındırıyordu. Bir
tanrının tapınağında ne kadar çok Ebedi Fener olursa, tanrı da o kadar
güçlenirdi.

Kutsal Kraliyet Köşkündeki, İmparatorun Salonuna fenerler sunmak ise bin


altın parçasıyla bile zordu.

Tapınağa girip bir fener sunmak için kişinin beş şartı da yerine getirmesi
gerekiyordu: zenginlik, güç, yetenek, tutku, sevgi. Ancak beşinden
hiçbirisine sahip olmayanlar sayıca çoğunluktaydı.

Dördü de durdular, güneş gibi parlayan İmparatorun Salonuna bakarken


hepsinin yüz ifadeleri farklıydı. Tam bu sırada tanıdık bir ses onlara
seslendi. “Ekselansları!”

Xie Lian başını çevirdi ve sıradan görünümlü bir genç adamın onlara doğru
aceleyle geldiğini gördü.
SiXiang Köşkünün girişini koruyan acemilerden birine benziyordu, Xie
Lian onu azarladı. “Zhu-ShiXiong, acelen ne?”

Zhu-ShiXiong arkasında durmakta olan Mu Qing’i gördü, ama bir an


tereddüt ettikten sonra onu görmemiş gibi konuşmaya devam etti. “Baş
Rahip bir süredir sizi arıyor. Şu anda İmparatorun Salonunda sizi bekliyor.”

Xie Lian onun sözlerini duyunca geriledi, ancak konunun önceki günkü
tören sırasında yaşananlar olduğunu anladı. “Pekala. Teşekkürler
ShiXiong.”

Xie Lian Feng Xin ve Mu Qing’den Hong Hong-Er’i Xie Lian’ın Köşküne
götürmelerini istedikten sonra Büyük Savaş Zirvesine doğru yola koyuldu.

Büyük salonun dışarısında, tütsü kabından doğmuş bulutlar yüzüyor ve


İmparatorun Salonunu sararak hayallerde görülebilecek bir görüntü
oluşturuyordu. Kabın her iki yanında duvara muntazam bir şekilde asılmış
parlak Ebedi Fenerlerden uzun sıralar vardı. Her Ebedi Fenerin üzerine
sunan kişinin ismi ve dileği zarif, güzel bir el yazısıyla eklenmişti. Salonun
içerisindeki duvarların her yanında da sıra sıra asılmış Ebedi Fenerler vardı.
Elbette salonun içerisine asılmış olan fenerler dışarıdakilerden daha
değerliydiler.

Devasa, engin tapınakta Baş Rahip, Savaş Tanrısı Semavi İmparatorun


heykelinin önünde tütsü yakıyordu ve üç Vekil Baş Rahip hemen arkasında
yüce tanrının önünde diz çökmüşlerdi.

Xie Lian içeri girerken başını eğdi. “Baş Rahip.”

Baş Rahipler töreni uygun şekilde tamamladıktan sonra başlarını çevirdiler


ve ona yaklaşmasını işaret ettiler. Bu yüzden Xie Lian yaklaştı, bir tütsü
alarak o da içten bir şekilde şükranlarını sundu.

Baş Rahip konuşmadan önce birkaç dakika geçmişti. “Ekselansları,


dördümüz ölçüp biçtik. Kutsal geçit töreni konusunu çözümlemenin iki
yolu var.”

Xie Lian. “Lütfen beni aydınlatın Baş Rahip.”


Baş Rahip. “İlk yöntem, tören alayını bozan çocuğu bulmak ve bir tören
düzenlemek. Törenin sonunda kefaret olarak beş duyusundan birini
mühürlemek.”

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 67: Yükselen İnsandır, Düşen de İnsandır

Xie Lian anında başını kaldırdı. “Olmaz.”

Ardından ciddiyetle tekrar etti. “Kesinlikle olmaz.”

Baş Rahip başını salladı. “Cevabının bu olacağını tahmin etmiştim. Bu


yüzden düşüncelerimizi ikinci yönteme çevirdik.”

Xie Lian ağırbaşlı bir şekilde. “Lütfen beni aydınlatın.”

Baş Rahip. “İkinci yöntem, ekselanslarının Xian Le halkının önünde tövbe


etmesi, cennetten bağışlanma dilemesi, ardından ise bir ay boyunca duvara
bakarak hatalarını düşünmesi.”

Xie Lian sakince yanıtladı. “Mümkün değil.”

Baş Rahip geriledi. “Duvara bakarken sahiden hata yaptığını düşünmen


gerekmiyor, sadece öyle gibi görünsen… ehem.” Aniden Semavi
İmparatorun heykelinin önünde olduğunu hatırlamıştı ve hemen sözlerini
düzeltti. “İçten olduğun sürece yeterli olacaktır.”

Yine de Xie Lian’ın cevabı değişmemişti. “Hayır.”

Baş Rahip. “Neden?”

“Baş Rahip, bugün dağdan indiğim zaman ne gördüm biliyor musun? Baş
kentteki insanlar Kutsal Geçit Törenindeki olayı ağza almazlık yapmıyor,
onlar tasvip ediyorlar. Bu da krallıktaki tüm insanların benim çocuğu
kurtarma kararımı haklı bulduğunu gösterir.
“Eğer sizin dediğinizi yapar ve doğru bir şey için cezalandırılırsam ne
düşünürler? Bu herkese bir hayat kurtarmanın beklenmedik meritler
kazandırmak yerine günahmış gibi cezalandırılması gereken bir şey olduğu
mesajını vermez mi? Bunun ardından ne düşünmelerini ne yapmalarını
bekliyorsunuz?”

Baş Rahip. “Neyin doğru neyin yanlış olduğu önemli değil. Önemli olan tek
şey bu iki yöntemden birini seçmen gerektiği. Bu dünyada hiçbir şey
mükemmel değildir. Ya çocuk bedeli öder ya sen.”

Xie Lian cevapladı. “Neyin doğru neyin yanlış olduğu son derece önemli.
Eğer seçmeye mecbursam, o zaman ben üçüncü yolu seçiyorum.”

Baş Rahip alnını ovdu. “Bu… Ekselansları, cüretkarlığımı bağışla, ama


onların ne düşündüğünü neden umursuyorsun? Bugün böyle düşünürler
yarın farklı bir şekilde. Küçük detaylara kafa yormana gerek yok, inan
bana, insanlar yapmaları gereken şeyi yapmaya devam ederler ve ne senin
hareketlerinden etkilenirler ne de seni örnek alırlar. En iyisi başımızın
üzerindekilere hizmet etmektir.”

Xie Lian konuşmadan önce bir süre sessiz kaldı. “Baş Rahip, Kutsal
Kraliyet Köşküne girdiğimden beri buranın bir öğrencisiyim, kendimi
geliştirdikçe, hatalarımla yüzleştikçe, aslında her zaman aklımda olan ama
söylemeye cüret edemediğim bir şey gün yüzüne çıktı.”

Baş Rahip. “Nedir?”

“Tanrılara bu şekilde tapınmamız ve yerlere kapanmamız doğru mu?”

Baş Rahip bir süre söyleyecek hiçbir şey bulamadı. “Tanrılara tapınmayıp
ne yapacağız? Evsiz mi kalalım? Ekselansları buraya gelip tapınan yüz
binlerce, milyonlarca adanmış kişinin yanlış inançlar uğruna mı buraya
geldiğini düşünüyor?”

Xie Lian başını iki yana salladı ve konuşmadan önce derin düşüncelere
daldı. “Yanlış olan inanç değil.

Sadece, bu öğrenci, secde etmenin doğru olmadığını düşünüyor.”


Başını kaldırdı ve Savaş Tanrısı Semavi İmparatorun altından, göz
kamaştırıcı, görkemli ve büyük heykelini işaret etti. “İnsanlar yükseldiğinde
tanrı olur. İnsanlara göre tanrılar atalardır, öğretmenlerdir, ebedi ışıklardır,
ama onlar bizim efendilerimiz değildir. Bu konuda, tümüyle minnettarlık ve
aynı zamanda hayranlık duymalıyız, ama asla put haline getirerek
tapınmamalıyız.

Tıpkı ShangYuan İlahi Geçit Töreni gibi, doğru davranış minnettarlık, neşe
olmalı, korku değil, memnun olmaları için yalvarmak değil, gözdağı
vermek değil ve kesinlikle kendimi bir köle pozisyonuna sokmayacağım.”

Baş Rahip temkinli ve sessizdi, ama diğer üç Vekil Baş Rahip huzursuz
görünüyorlardı, başlarını arkalarına çevirmişlerdi.

Xie Lian devam etti. “Bir kaza oldu, olur böyle şeyler. Uzun geceleri
aydınlatması için bin tane fener bağışlamaya razıyım; ışığın etrafında
dolaşan kelebekler gibi ben de korkmuyorum. Doğru yaptığım bir şey için
boyun eğmeyi reddediyorum. Duvara bakarak hatalarımdan ders mi
çıkarmalıyım? Neyi yanlış yaptım ki? Kim yanlış bir şey yaptı? Tıpkı
kötülüğü yapan Qi Rong’ken, suç işleyen kişiyi kontrol altına alan Feng
Xin’in cezalandırılması gibi: bunun mantığı nedir? Eğer cennetin gözleri
varsa, beni bu yaptıklarım için suçlu bulmayacaktır.”

Baş Rahip bakışlarını çevirdi. “O zaman ekselansları, bir soru sormama izin
ver. Peki ya cennet sahiden seni suçlu bulursa? O zaman özür diler misin?”

“Eğer böyle bir şey olursa, cennetin hatasıdır. Ben haklıyım. Cennetin
karşısında durur ve sonuna dek direnirim.”

Bunu duyunca Baş Rahibin yüzü hafifçe değişti ve gülümsedi.


“Ekselansları, böyle sözler söyleyebildiğinize göre epeyi cesur olmalısınız.”

Diğer üç Vekil Baş Rahip onu izliyor, konuşmak istiyor ama kendilerini
tutuyorlardı. Tam bu sırada aniden salonun dışından bir alarm duyuldu,
sanki pek çok zil aynı anda çalıyordu. Dört Baş Rahip daha fazla
koltuklarında kalamazlardı, hepsi aynı anda ayaklandılar ve salonun
arkasına doğru koşmaya başladılar.
Xie Lian hemen arkalarındaydı. İmparatorun Salonunun arkasında pek çok
binanın yanından geçtiler ve siyah bir pagodaya ulaştılar. Siyah binanın
kapıları açıktı ve siyah dumanın sayısız ılgımı dışarı çıkıyordu.

*ÇN: Budist tapınağı, çoğunlukla taştan inşa edilir.

Baş Rahip çaresiz bir çığlık attı. “ZHU AN NEREDE?!! NEREYE GİTTİ
O! BU NASIL OLDU??!”

Bir grup acemi muhafız yanlarına geldi, başlarında Zhu-ShiXiong vardı.


“BAŞ RAHİP!! BURADAYIM!

Neler olduğunu bilmiyorum, kapı kilitliydi ama aniden kendi kendine


açıldı!”

Baş Rahip saçını çekti. “ÇABUK! BANA YENİ BİR RUH MÜHÜRLEME
VAZOSU GETİR!”

Xie Lian içeri fırladı. Siyah pagodanın içindeki duvarlar, farklı boy ve
şekillerdeki ızgaralı sandal ağacı panelleriyle kaplıydı, orantısız bir şekilde
üst üste yığılmışlardı ve her bir panelde kil vazolar, porselen kaplar,
yeşimden kutular gibi nesneler vardı. Her bir muhafaza normalde güvenlik
altındaydı, kırmızı durdurucu kapaklar sağlam bir şekilde yerlerinde olurdu
ve üst kısımları kızıl efsunlar içeren sarı tılsımlar ile mühürlenirdi ama şu
anda kapların çoğu parçalanmıştı ve diğerleri de kendi kendilerine raflar
atlıyorlardı, hala yerlerinde durmakta olanlar ise sallanıp titriyorlardı.

Bu ruh mühürleyen muhafazaların her birinin içerisinde zarar vermiş


iblisler veya canavarlar saklıydı ve bu tarz siyah pagodalar, kutsal hale
onları baskılasın ve arındırma sağlansın diye TaiCang Dağındaki her
tapınakta olurdu. Ancak bu ani ayaklanmaya bir şey sebep olmuştu ve bir
anda bütün kötü ruhlar serbest kalmıştı!

“Çok geç!” bağıran Xie Lian’dı.

Hemen kapıyı tekmeleyerek kapattı. Normalde kapıyı kapalı tutan demir


kilitler kötü ruhlar tarafından kırılmıştı, bu yüzden Xie Lian kılıcını çekti,
ucunu kullanarak bir şeyler çizdi, ardından kılıcı yere sapladı. Dağa geldiği
zaman yanında iki yüzden fazla kılıç getirmiş ve neredeyse her gün farklı
bir kılıç taşımıştı ve her biri eşsiz, olağanüstü değerli kılıçlardı. Bu kılıç,
yere saplandıktan sonra kapıyı kilitlemişti ve içerideki kötü ruhların isyan
ettiği ve kükrediği duyulabiliyordu.

Siyah pagodadan çıktıktan sonra başlarını kaldırıp tepelere baktılar, her bir
tapınaktaki siyah pagodalar karanlık bulutlarla sarılmış ve tüm kötü ruhlar
gökyüzüne doğru yükseliyordu, çoktan yoğun bir duman tabakasıyla
örtülmüş belli bir yöne doğru ilerliyorlardı.

“Orada ne var? Neden oraya doğru gidiyorlar?” soran kişi Zhu An’dı.

Baş Rahip bağırdı. “APTAL MISIN?! ORASI XIAN LE KÖŞKÜ!”

Rüzgar gibi koştular ve göz açıp geçinceye kadar Xian Le Zirvesine


varmışlardı. TaiCang Dağının üzerindeki, etraftaki sayısız tepede bulunan,
sayısız tapınaktan yayılan ağır, kalın bir duman tabakası gelmiş ve Xian Le
Köşkünün üzerinde muazzam bir girdap oluşturmuştu.

“Xian Le Köşkünde neler oluyor?! Tüm iblisler ve canavarlar oraya


çekiliyor, oraya ne koydun?” Baş

Rahip sorgulamaya başlamıştı ama Xian Le de şaşkındı. “Hiç! Sadece…”

Sadece ne? Xian Le aniden hatırladı: o küçük çocuk!

Bu sırada Zhu-ShiXiong hayırdı. “Baş Rahip, çok kötü! Ekselanslarının


köşkü yanıyor!”

Sahiden Xian Le Köşkünün bir köşesi alev almıştı, yangın göklere


yükselerek yukarıdaki siyah bulutları koyu bir kırmızıyla yansıtıyordu.
Ancak TaiCang Dağının altındaki, baş kentte yaşayan insanların neler
olduğuna dair hiçbir fikri yoktu ve olanları uzaktan izliyorlardı, huşu içinde
ve heyecanla birbirlerini çekiştirmekle meşgullerdi. “Vaay! Kutsal dağdaki
yüce ölümsüzler bir tören düzenlemiş! Ne güzel bir görüntü!”

Kısa bir süre sonra ekip Xian Le Köşküne vardı. Xie Lian’ın çok fazla
hizmetçisi yoktu, bu yüzde de çevredeki diğer zirvelerden insanlar koşmuş
ve çaresizce alevleri söndürmeye çalışıyorlardı. Xie Lian iki yardımcısını
göremeyince hemen içeri girdi. Büyük TaiCang Dağındaki tüm kötü ruhlar
buraya toplanmışlardı, Xian Le Köşkünün içi simsiyahtı, hiçbir şey
görünmüyordu. Xie Lian ana salondaki iki silueti hissetti ve bağırdı.
“FENG XIN! MU QING!”

İkisi koruyucu bir rün çizerek kötü ruhların yaklaşmasını önlüyorlardı ama
ancak ucu ucuna dayanıyorlardı. Feng Xin’in sesi çınladı.
“EKSELANSLARI İÇERİ GİRME! BU ÇOCUKTA BİR TUHAFLIK

VAR, BÜTÜN RUHLAR ONA GELİYOR!”

Xie Lian ancak o bahsedince ikisinin ardından küçük bir siluet daha
olduğunu fark etti, görünüşe göre yere diz çökmüş, başını ellerinin arasına
almıştı, çocuk çığlık attı. “BEN DEĞİLİM!”

Bir an gözlemleyen Xie Lian bağırdı. “Rünü tutmayın. Bırakın!”

Mu Qing. “Bırakamayız! Eğer bırakırsak her şey kontrolden çıkar! Ben


önce en -”

Xie Lian sözünü kesti. “KORKMA. BIRAK. ŞİMDİ!”

Mu Qing dişlerini sıktı ve Feng Xin’le aynı anda ellerini indirdi.


Sınırlamalar ortadan kalkınca kötü ruhlar çığlık attı ve dengesiz bir hal aldı.

Ancak bir saniye sonra Xie Lian uzanmış ve yıldırım hızıyla siyah dumanın
belli bir parçasını kıstırmıştı.

Bakmamıştı bile, siyah dumanı çıplak elleriyle yakalamış, sıkıca tutuyordu.


Kötü ruhu yakaladığı anda Xian Le Köşkündeki tüm o çıldırmış kötü ruhlar
yavaşlamıştı.

Dışarıdakiler sessizce başlarını salladılar.

Kötü ruhlardan oluşan kalabalık bir grup aynı yerde toplandığı zaman,
içlerinden en güçlü olanı takip ederlerdi. En güçlü olan yakalandığı zaman,
liderleri olmadığı için yön duygularını kaybederlerdi. O
anda, Xie Lian hemen en güçlü olanı tanımış ve hiç şans vermeden onu
yakalamıştı, ve sadece bir kez sıkıştırmasıyla elindeki kötü ruh paramparça
olmuştu.

Hemen ardından dört baş rahip kollarını kaldırıp seslendiler. “Geri gelin!”

Liderlerini kaybeden kötü ruhlar Xian Le Köşkünün etrafında ne yapacağını


bilmez bir şekilde rasgele uçtu, en sonunda pes etmekten başka şansları
olmadığı için istemeden baş rahiplerin kollarındaki mühre geri döndüler.
Diğerleri ise hala sönmemiş alevleri kontrol altına almaya çalışıyorlardı ve
ancak yoğun duman bir nebze azaldığı zaman Xie Lian karşısındaki üçlüyü
tam olarak görebilmişti.

Feng Xin ve Mu Qing yarı yarıya yere diz çökmüş, hala şoktaydılar.
Arkalarındaki çocuk ise hala başına sarılmış, tek kelime etmiyordu. Baş
rahipler içeri girdi ve tek bir bakışın ardından konuşmaya başlamışlardı.
“Bu çocuk nereden çıktı? Feng Xin bütün kötü ruhlar ona geliyor mu
demişti? Neler oluyor?”

“ShangYuan İlahi Geçit Töreni sırasında şehir duvarlarından düşen çocuk


bu.”

Baş rahipler gerilemişlerdi. Baş Rahip buyurdu. “Onu neden buraya


getirdin?”

Xie Lian başını iki yana salladı, açıklamak istemiyordu, Feng Xin’e döndü.
“Siyah pagodalardaki tüm kötü ruhları buraya çekmek için ne yaptı?”

Feng Xin’in kollarından birisi hala askıdaydı, ayağını kaldırdı. “Ne


yaptığını bilmiyorum! Ama dağa girdikten ve Xian Le Köşküne geldiğimiz
anda tüm o siyah şeyler aniden tepelerin üzerinden uçarak içeriye girdi ve
etrafımızda dolaşmaya başladı, her an sayıları giderek arttığı için dışarı bile
çıkamadık.”

Xie Lian köşkün içindeki yanarak dökülmüş duvarlara ve sütunlara bir


bakış attı. “O zaman yangın nereden çıktı?”
Yüzü isle kaplı Mu Qing cevapladı. “Dışarı çıkamadığımız için koruyucu
rün çizmek zorundaydık. Kötü ruhlar ise mumları yakarak perdeleri ateşe
verdiler, bizim dışarı kaçacağımızı umuyorlardı.”

Feng Xin. “Şükürler olsun Ekselansları hızla geldi ve hemen durumu


kontrol altına aldı! Eğer yangın devam etseydi rünle birlikte burada kül
olurduk!”

Bunu duyunca Mu Qing gözlerini kapattı ve başını eğdi. Diğer tarafta baş
rahipler çoktan küçük çocuğu sarmış ve incelemeye başlamışlardı.

“Baş Rahip, bu çocukta bir anormallik var mı?”

Eğer bir anormallik varsa, örneğin iblisler tarafından ele geçirilmişse, Xie
Lian onu gördüğü anda anlardı. Yıllarca Kutsal Kraliyet Köşkünde aldığı
eğitimde özellikle görü üzerine çalıştığı için onun

gözlerini yanıltabilecek şeylerin sayısı oldukça azdı ve bu çocukta herhangi


bir tuhaflık görmüyordu.

Baş Rahip beklenildiği üzere başını iki yana salladı, o da benzer görüşteydi,
çocuğa sordu. “Doğum tarihin ne? Gün, ay, yıl ve saat olarak?”

Hong Hong-Er herkesten çekiniyor gibiydi, düşmanlık nedeniyle gerilmişti


bu yüzden Baş Rahibe sadece bakmakla yetindi, konuşmadı. Xie Lian onu
nazikçe cesaretlendirdi. “Hadi söyle. Baş Rahip senin iyiliğin için
geleceğini yorumlamak istiyor.”

Konuşması üzerine Hong Hong-Er itaatkar bir halde kısık bir sesle doğum
tarihini söylemişti. Baş Rahip kaşlarını çattı ve parmaklarıyla hesaplamaya
başladı. Etraftaki herkes onu izliyor ve kısık sesle yorum yapıyorlardı, Baş
Rahibin ifadesi ise gittikçe kararıyordu. Xie Lian da izlerken gittikçe ciddi
bir ifadeye bürünüyordu.

Baş Rahip otuzlu yaşlarının başında bir genç adam gibi görünüyordu, ama
Xie Lian öğretmeninin Kutsal Kraliyet Köşkünü yönetebildiğine göre ne
kadar güçlü olduğunu pek çoklarından daha iyi biliyordu. Xian Le’nin
birinci Baş Rahibi Mei Nian Qin diyarda geleceği yorumlayarak ünlenmişti.
Xie Lian kılıç ve büyü sanatını vekil baş rahiplerden öğrenmişti, ama Baş
Rahibin kendisinde hiç gelecek yorumlamayı öğrenmemişti, Baş Rahip ona
bunun bir sokak sanatı olduğunu söylemiş ve altın itibarlı veliaht prensin
böyle numaralara ihtiyacı olmadığını söylemişti. Ayrıca zaten Xie Lian’ın
kendisinin de bu konu ilgisini çekmiyordu, bu yüzden hiç denememişti.
Ancak Baş Rahibin asla hata yapmadığını biliyordu.

Bir süre geçtikten sonra, Baş Rahibin alnında süzülen soğuk terler gittikçe
arttı ve mırıldanmaya başladı. “Tabii… elbette… İlahi Geçit Törenini
bozmasına şaşmamalı; siyah pagodalardaki ruhlar onu sezdikleri için
heyecanlandılar; Xian Le Köşkü de yandı… Bu… Bu… Bu sahiden…”

Xie Lian. “Sahiden ne?”

Baş Rahip terini sildi ve bir anda birkaç metre geriledi. “Ekselansları, dağa
getirilmemesi gereken bir şey getirdin! O çocuk zehirli! Kaderi en uğursuz
yıldızda yazılmış, alnında felaket ve yıkım getirmek yazılı, o kötülüklerin
en sevdiği. Ona dokunan herkesin üzerine talihsizlikler çeker, ona yaklaşan
herkes hayatını kaybeder!”

O sözlerini daha bitiremeden yüksek bir çığlık koptu ve Hong Hong-Er


ayağa fırlamıştı, doğrudan Baş

Rahibin üzerine koşuyordu.

Sesi oldukça inceydi, ama çığlıkları öfkeyle doluydu, sanki tüm kalbi ağza
alınmayacak bir acı ve ıstırapla dolmuştu, pek çokları titredi. O küçük
çocuğun her yeri yaralarla doluydu, ancak yine de ayağa kalkmış ve kırmızı
gözlü, tümüyle vahşi ve saldırgan kuduz bir köpek gibi saldırmıştı. Vekil
baş

rahipler Hong Hong-Er’in önüne geçmiş ve Baş Rahip geriye çekilmiş


bağırıyordu. “ONU DAĞDAN

GÖTÜRÜN, ÇABUK! Ona dokunmayın. Sakının! Kaderi zehirli, ona


dokunmayın sakın!”
Vekil baş rahipler aceleyle kenara çekildiler, Mu Qing ile Feng Xin ise ne
yapacaklarını bilmez bir haldeydiler. Sanki zehirli bir yılanmış gibi herkesin
ondan uzaklaştığını görünce çocuk şok olmuş ve daha da çabalamaya,
ısırmaya ve çığlık atmaya başlamıştı. “Değilim! DEĞİLİM!! DEĞİLİM!!!”

Aniden bir çift el onu belinden yakalayarak ince bedenini sardı. Başının
üzerindeki bir ses konuştu.

“Değilsin. Olmadığını biliyorum. Ağlama bakalım. Öyle olmadığını


biliyorum.”

Küçük çocuk dudaklarını sıkıca bastırdı, belindeki kar beyazı kollara hiç
bırakmayacakmışçasına sarılmış kendisini tutmaya çalışıyordu, ama en
sonunda daha fazla dayanamadı. Yuvarlak, siyah gözünden aniden yaşlar
boşaldı ve haykırarak ağlamaya başladı.

Xie Lian ona sıkı sıkı sarıldı ve yineledi. “Değilsin. Senin suçun değil.”

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 68: Yükselen İnsandır, Düşen De İnsandır

Hong Hong-Er hızla dönerek yüzünü Xie Lian’ın göğsüne gömdü ve acı acı
feryat etti.

Feryadında kelimeler yoktu, hiçbir anlam ifade etmiyordu ve ağlamaya hiç


benzemiyordu ama yine de tüyleri diken diken edecek kadar ürperticiydi.
Kim olduğunu görmeseler, yetişkin bir adamın çökmüş

bir haldeki çaresiz haykırışları sanabilirlerdi veya küçük bir yaratığın


boğazı bıçakla kesilirken ki mücadelesi, sanki sadece temiz bir ölüm onun
acısını hafifletebilirdi. Herkes böyle haykırabilirdi, ama on yaşındaki bir
çocuktan bu ses duyulmamalıydı. Duyan herkes sarsılmıştı.

Bir an sonra Baş Rahip tekrar konuştu. “Ciddiyim. En iyisi onu bırakman.”
Feng Xin en sonunda kendine gelmişti. “Ekselansları! Bırak onu! Dikkat et
o…” Ama cümlesini tamamlamaya yüreği yoktu.

Xie Lian. “Sorun değil.”

Zhu-Shixiong ise ekselanslarının durumu nedeniyle oldukça endişelenmişti


ve Hong Hong-Er’in üzerindeki kanların Xie Lian’ın beyaz cübbesine
bulaştığını fark etmişti bu yüzden onlara doğru koşarak çocuğu çekti ve
azarladı. “Küçük velet, uzaklaş!”

Ancak ne kadar çekerse çeksin, çocuk o kadar büyük bir güçle Xie Lian’a
tutunuyordu ve ne olursa olsun bırakmayı reddediyordu, hem kolları hem
bacaklarını ona sarmış çığlık atıyordu. “AAHHH.” Üç dört kişi daha
gelerek onu çekmeye çalıştılar ama Xie Lian’ın üzerine yapışmıştı sanki.
Xie Lian olanları hem komik hem üzücü bulmuştu, Hong Hong-Er’i bir
eliyle tuttu, bir deri bir kemik kalmış küçük sırtı onu rahatlatmaya çalışarak
ovaladı, bir yandan diğer elini de kaldırdı. “Bırakın. Endişelenmeyin, onu
kendi haline bırakın.”

Birkaç dakika sonra çocuğun kollarının mücadeleyi bıraktığını ve


sakinleştiğini hissedince Xie Lian yakınındakilere fısıldayarak sordu. “Xian
Le Köşkündeki yangında yaralanan oldu mu?”

“Hayır.” Cevaplayan Mu Qing’di. “O sırada içeride sadece üçümüz vardık.”

Xian Le Köşkü alev alev yanarken Xie Lian daha fazla duramazdı. Yanan
tek binanın o olduğundan ve kimsenin yangından etkilenmediğinden emin
olduktan sonra, yangını söndürmek için yardıma gelenler etrafı toparlamaya
başladı, tüm o değerli taşların ve hazinelerin yitip gitmiş olmasından ötürü
akılları başlarından gitmişti. Xie Lian ise, o kadar umursamıyordu.

Gündelik olarak kullandığı eşyalar meselesi biraz daha karmaşıktı ama


onlar dışında Xie Lian, Xian Le Köşkünde önemli bir şey
bulundurmuyordu. En değerli eşyaları iki yüz değerli kılıçtan oluşan
koleksiyonuydu, ama hepsi dayanıklı metallerden yapıldıkları için
alevlerden etkilenmezlerdi, zaten hepsi ateşte dövülmüştü, hiçbiri zarar
görmemişti. Xie Lian kılıçlarını bulduktan sonra onları geçici olarak baş
rahiplere ait olan SiXiang Köşküne koydu.
Hong Hong-Er ise hala sıkıca Xie Lian’a tutunmuş ve yorulana dek
ağladıktan sonra uyuyakalmıştı. Xie Lian onu TaiCang dağından indirip
güvenli bir yere yerleştirmek istiyordu ama Baş Rahip önce SiXiang
Köşküne gelmesini istediği için Xie Lian çocuğu oraya götürdü.

Küçük çocuğu bir şilteye bırakıp üzerini örttükten sonra Xie Lian
cibinlikleri kapattı, Feng Xin ve Mu Qing ile birlikte odadan çıktı. “Baş
Rahip, o küçük çocuğun kaderi sahiden o kadar korkunç mu?”

Baş Rahip dudaklarını bastırdı. “O geldikten sonra neler olduğuna bir


baksanıza?”

Herkes sessizleşti. Küçük çocuk milyonlarca kişinin önünde şehir


duvarlarından düştüğü anda, ShangYuan İlahi Geçit Töreninin kısa
sürmesine ve sadece üç turda bitmesine neden olmuştu. Tekrar ortaya
çıktığı zaman Qi Rong onu öfkeyle at arabasına bağlamış sokaklarda
sürüklüyor, isyan çıkartıyordu ve Feng Xin’in kolunun kırılmasına neden
olmuştu, Xie Lian kralla tartışmış, kraliçenin gözyaşlarına boğulmasına
neden olmuştu. Bu sefer ise TaiCang Dağındaki tüm kötü ruhlar siyah
pagodalardaki mühürlerinden kurtulmuş ve üstüne Xian Le Köşkünü yakıp
yıkmışlardı. Kara talih, sahiden bir gölge gibi çocuğun arkasından
geliyordu.

İlk konuşan Xie Lian oldu. “Bunu bozmanın bir yolu var mı?”

“Neyi?” Baş Rahip şaşırmıştı. “Ne demek istiyorsunuz? Kaderini


değiştirmenin mi?”

Xie Lian başını sallayınca Baş Rahip devam etti. “Ekselansları, benden fal
bakma sanatını öğrenmediniz, bu yüzden iş böyle meselelere gelince hiçbir
bilginiz yok. Eğer olsaydı, böyle bir soru sormazdınız.”

Xie Lian bir adım geriledi ve dimdik bir şekilde oturdu. “Lütfen beni
aydınlatın.”

Baş Rahip masadaki çaydanlığı alarak bir bardak doldurdu. “Ekselansları,


majesteleri ve kraliçenin bana saraya gelerek sizin geleceğinizi söylememi
istedikleri altıncı yaş gününüzde size sorduğum tek soruyu hatırlıyor
musunuz?”

Buharlar çıkan bardağı izlerken Xie Lian düşündü. “İki insan ve bir kap su
hakkında olan mı?”

O sene Baş Rahip Xie Lian’a geleceğini ön görebilmek için pek çok soru
sormuştu. Bazı soruların cevapları vardı, bazılarının ise yoktu ve Xie
Lian’ın verdiği her cevapta Baş Rahip onu farklı bir şekilde övüyor, kral ve
kraliçe ise memnuniyetle gülümsüyordu ve bu esnada yaşanan tüm
konuşmalar sonrasında harika öykülere dönüşmüşlerdi. Ama bir soruda Xie
Lian’ın cevabından sonra Baş Rahip yorum yapmamıştı. Bu kısmı ise Feng
Xin ve Mu Qing bile ayrıntılı olarak bilmiyordu. Soru, ‘İki İnsan ve Bir
Kap Su’ydu.

Baş rahip sordu. “İki kişi çölde yürüyor, susuzluktan ölmek üzereler ve
sadece bir kap su var. İçen yaşayacak, içemeyen ölecek. Eğer bir tanrı
olsaydın suyu kime verirdin? – Hemen cevap verme, önce diğer ikisinin ne
cevap vereceğini duymak istiyorum.”

Cümlesinin son kısmı hemen biraz ötede durmakta olan ikiliye yönelikti.
Mu Qing düşündü ve dikkatle cevapladı. “Bu iki kişinin kim olduğunu,
nasıl insanlar olduklarını, kaç meritleri olduğunu sorabilir miyim? Karar
ancak bu detaylar bilindikten sonra verilebilir.”

Feng Xin’in cevabı ise bambaşkaydı. “Bilmiyorum! Bana sorma, kendi


aralarında karar versinler!”

Xie Lian pff diye gülüp kahkaha attı. Baş Rahip azarladı. “Neden
gülüyorsunuz? Sizin ne cevap verdiğinizi hatırlıyor musunuz?”

Xie Lian ifadesini düzeltti ve ciddi bir şekilde cevapladı. “Bir kap su daha
veririm.”

Bunu duyunca Feng Xin ve Mu Qing’den birinin yüzü buruşurken diğerinin


başı eğilmişti, sanki dinlemeye dayanamıyor gibiydiler. Xie Lian başını
çevirdi ve tüm ciddiyetiyle devam etti. “Neden gülüyorsunuz? Ben
ciddiyim. Eğer bir tanrı olsaydım, bir kap su daha verirdim.”
Baş Rahip elindeki çay bardağını nazikçe salladı ve çay bardağın içinde
canlıymış gibi dalgalanmaya başladı, ardından devam etti. “Bu dünyadaki
tüm bahtlar, iyisiyle kötüsüyle, sınırlıdır. Tıpkı bu çay bardağı gibi, sadece
bu kadar vardır. Kendi payını içtiğin zaman başkalarına hiçbir şey kalmaz.
Eğer kişi fazlasını alırsa, diğerleri daha az alır. Asırlar boyunca, tüm
çekişmeler sadece bir kap su

olmasından ve kime verilirse verilsin arkasında iyi bir neden olması


gerçeğinden doğdu. Kaderi mi değiştirmek istiyorsunuz? Zordur ama
imkansız değildir. Ama eğer bu çocuğunkini değiştirirseniz, bir
başkasınınki de değişecektir ve daha çok kin doğacaktır. Bir zamanlar bir
kap su daha veririm demiştiniz, tıpkı bugün üçüncü bir yol seçmek
istediğiniz gibi. Amaç kaynağı arttırmak; güzel bir düşünce. Ama
imkansız.”

Xie Lian sessizce dinledi ama tüm kalbiyle ona katılmıyordu, yine de
reddetmedi. “Bilgeliğin için teşekkürler Baş Rahip.”

Baş Rahip çayı içti ve dudaklarını bastırdı. “Boşuna uğraşmayın. İstediği


kadar bilgece olsun, dinlemeyeceksiniz nasıl olsa.”

“…” Aklından geçenler anlaşılınca, Xie Lian boğazını temizledi. “Baş


Rahip, bugün Büyük Savaş

Salonunda bir anlık tutkuyla bu öğrenciniz sizi gücendirdi. Lütfen


kabalığımı bağışlayın.”

Baş Rahip kollarını salladı ve gülümsedi. “Gurur duyduğum öğrencim ve


veliaht prenssiniz, nasıl bağışlamam? Ekselansları, benim gördüğüm
cennetin en sevgili kulu olduğunuzu söyleyebilirim.”

Xie Lian anlamamıştı bu yüzden yakından dinledi. Baş Rahip devam etti.
“Yetenekli, hevesli, cesur ve çok çalışmak çekinmeyen birisisiniz. Saygın
bir aileniz var ama şefkatlisiniz. ‘Cennetin Sevgili Kulu’

sözüne sizden daha çok layık olan kimse yok. Yine de, endişeleniyorum.
Üstesinden gelemeyeceğiniz bir şey olmasından korkuyorum.”
Xie Lian sordu. “Nasıl bir şey?”

“Her ne kadar böylesine yüksek bir mertebeye ulaşmış olsanız da hala


anlamaktan çok uzak olduğunuz şeyler var ve başkaları size bunları
öğretemez. Tıpkı bugün Büyük Savaş Salonundaki konuşmanızda olduğu
gibi, tanrılara tapınma konusundan bahsedişiniz, her ne kadar az sayıda olsa
da düşünceleri bu seviyeye dek gelebilen kişiler vardı, sizin ise bu kadar
genç yaşta bu sözleri söylemeniz oldukça etkileyici. Ancak dünyada bunları
düşünen tek kişinin siz olduğunuzu sanmayın.”

Xie Lian’ın gözleri hafifçe irileşti ve Baş Rahip devam etti. “Bugün
bahsettiğiniz şeyleri başkaları belki onlarca, belki yüzlerce yıl önce söyledi,
ama sözleri asla şekil almadı; sesleri çok kısıktı, pek çokları işitmedi.
Neden biliyor musunuz?”

Xie Lian hmmladı ve cevapladı. “Çünkü her ne kadar düşündüyseler de,


asla harekete geçmediler ve yeterince kararlı değillerdi.”

Baş Rahip tekrar sordu. “Ve siz? Sizin yeterince kararlı olduğunuzu
düşündüren ne?”

Xie Lian soruyla karşılık verdi. “Baş Rahip, cennete yükseleceğimi


düşünüyor musunuz?”

Baş Rahip ona bir bakış attı. “Eğer siz yükselemezseniz, kimse yükselemez.
Bu sadece an meselesi.”

Xie Lian gülümsedi. “O zaman, sadece bekle ve gör.” Gökyüzünü işaret


etti. “Eğer bir gün yükselirsem, bugün söylediğim şeyleri kesinlikle
yapacak ve görülmeye değer bir güç olacağım!”

Arkasında durmakta olan Feng Xin ve Mu Qing onun beyanını dinlerken


bilinçsizce başlarını dikleştirmişlerdi. Feng Xin’in dudakları yukarı
kıvrılmış ve Mu Qing’in gözleri tıpkı Xie Lian’ınkiler gibi ışıldıyordu. Baş
Rahip başını salladı. “Pekala, bekleyip göreceğim – ancak, bu kadar erken
yükselmenizin iyi olmayacağını düşünüyorum. Sormama izin verin, Yol
nedir?”
Xie Lian başını eğdi. “Söylediğiniz gibi, yürünen Yol’dur.”

“Doğru. Ama sen yeterince yürümedin. Bu yüzden bence dağdan aşağıya


doğru yürüme vaktin geldi.”

Xie Lian’ın yüzü aydınlandı. Baş Rahip devam etti. “Bu sene on yedi
yaşına giriyorsunuz. TaiCang Dağından inmenize izin veriyorum, dışarıdaki
maceralarında tecrübe kazanacaksınız.”

Xie Lian ışıldadı. “Bu harika!”

Baş kentte geçirdiği her günde, sadece kral, Qi Rong ve diğerleri hakkında
düşünüyordu, bu yüzden de Xie Lian dağılmış bir haldeydi. Ayrıca
görkemli Xian Le Köşkünün yanışının ardından ailesiyle bir kriz daha
yaşaması kaçınılmazdı. Eğer uzaklaşırsa, kendi yoluna odaklanabilirdi.

Tam bu sırada Baş Rahip ekledi. “Ekselansları, asırlar boyunca sanki kesin
bir gerçeklikmiş gibi nesilden nesle aktarılan bir söz var, ama aslında
yanlıştır, sadece kimse farkında değildir.”

“Hangi söz?”

“İnsanlar yükseldiğinde, tanrı olurlar; insanlar düştüğünde, iblis olurlar.”

Xie Lian düşündü. “Burada yanlışlık nerede?”

Baş Rahip cevapladı. “Elbette tümüyle yanlış. Unutmayın: İnsanlar


yükseldiklerinde, hala insanlardır; insanlar düştüklerinde, hala, insanlardır.”

Xie Lian düşündü ve Baş Rahip omzuna vurdu, arkasına baktı. “Her
şekilde, bu çocuk… Bu konuya çok fazla takılmayın. Herkesin bir kaderi
vardır. Çoğu zaman sadece yardım etmek istediğin için yardım edecek bir
yol bulamazsın. Eğer bir şey olursa, bununla yüzleşiriz. Dışarı çıkın ve
dünyayı tecrübe edin.

Döndüğünüz zaman olgunlaşmış olmanız için dua edeceğim.”

Ancak, tam da o gece, kimsenin beklemediği bir şekilde çocuk Kutsal


Kraliyet Köşkünden kaçtı ve kayboldu.
Ve daha da beklenmedik bir şekilde, seyahatlerinden sonra, on yedi yaşında,
Xian Le Krallığının Veliaht Prensi Xie Lian, Yi Nian Köprüsündeki isimsiz
bir hayaleti yendi ve böylece gök gürültüleri ve yıldırımlar eşliğinde
cennete yükseldi.

Üç diyar da sarsılmıştı.

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 69: Adak Avı, Kaba Adam Veliaht Prensle Karşılaşıyor

“AÇIL –”

Güçlü, ruhani çağrıyla beraber muazzam kırmızı bir kumaş yere çöktü.
Binlerce kişilik kalabalıktan sağır edici bir tezahürat yükseldi.

Bu veliaht prensin altın ilahi heykeliydi. Bir elinde kılıç, diğerinde bir çiçek
vardı, ‘Dünyayı yok edecek bir güç ama bir çiçek kadar nazik bir kalp’
anlamına geliyordu. Heykelin yüzü narin ve güzeldi, uzun ve zarif kaşları,
ince ve düzgün sanki gülümsermiş gibi hafifçe yukarıya kıvrılmış
dudakları. Tutkulu ama şuh değil, hiddetli ama merhametsiz değil. Tutkulu
ve yakışıklı bir erkek yüzü.

Bu Xian Le Krallığının içindeki sekiz bininci Veliaht Prens Tapınağıydı.

Yükseldikten üç yıl sonra adına sekiz bin tapınak inşa edilmişti. Böylesine
tutkulu tapınanlar daha önce hiç görülmemişti ve muhtemelen de bir daha
görülmeyecekti; o tekti.

Ancak bu sekiz bininci tapınak veliaht prensin en görkemli ilahi heykeline


sahip değildi. TaiCang Dağının tepesinde, veliaht prensin gençliğinde
yaşadığı zirve ‘Veliaht Prens Zirvesi’ olarak yeniden adlandırılmıştı. İlk
Xian Le Köşkünün kurulduğu yer burasıydı. İlk veliaht prens heykeli
yapıldıktan sonra, kral bizzat heykeli açmıştı. Veliaht prensin bu heykeli beş
metre yüksekliğinde ve efsanevi bir işçiliğe sahipte. Saf, katı altından
yapılmış, paha biçilemez bir ‘altın beden’di.

Xian Le Köşkünde tapınanlar sonsuzdu, akın akın geliyorlardı. Köşkün


önündeki tütsü kapları uzun ve kısa tütsülerle doluydu ve adak kutusu diğer
tapınaklardaki kutulardan çok daha büyüktü, çünkü eğer yeterince büyük
olmazsa gün bitmeden adaklarla dolup taşıyor ve sonrasında gelenler adakta
bulunamıyorlardı. Tapınağın bahçesinde temiz bir göl vardı, o da suyun
içinde parıldayan sikkelerle doluydu. Tapınanların attığı sayısız sikke
nedeniyle normalde suda yaşamakta olan kaplumbağalar başlarını
çıkartmaya cüret edemiyorlardı, çoğu kabuklarına gömülmüştü. Görevliler
ne kadar uyarsa da işe yaramıyordu. Tapınağın devasa kırmızı duvarlarının
arası erik ağaçlarıyla doluydu, dalları sayısız parlak kırmızı dilek
kurdeleleriyle bağlanmış, çiçek denizinin ortasında uçuşan kırmızı ve
etkileyici bir manzara yaratıyorlardı.

Tapınağın içine gelince, Xie Lian ilahi heykelinin altına oturmuş, kalabalığı
izliyordu. Kimse onu göremiyordu ama o görüyor ve konuşmalarını
duyuyordu:

“Veliaht Prensin Tapınağından nasıl diz çökme minderleri olmaz?”

“Evet, Tapınak Ustası diz çökmeyin bile dedi. Tapınak çoktan açıldı, neden
diz çökemiyoruz?”

Bir başkası. “Xian Le Köşküne ilk kez geliyorsunuz sanırım. Hepsi


böyledir. Ekselansları yükseldikten sonra pek çok tapınak bağışçısının,
Tapınak Ustalarının rüyasına girmiş ve onlara tapınanlarının diz çökmemesi
gerektiğini söylemiş. Bu yüzden Veliaht Prens Tapınaklarında diz
çökülmez.”

Her ne kadar onu göremiyor olsalar da Xie Lian başını sallayarak onayladı.
Ancak diğerleri gülmüşlerdi. “Bu nasıl bir mantık? Tanrıların önünde diz
çökmemiz gerekmiyor mu? Sadece bir söylenti olmalı.”

Xie Lian ‘ne’ derken, bir başkası ekledi. “Evet! Diz çökmemiz gerek!
İçtenliğimizi sadece diz çökmek gösterebilir!”
Bu yüzden içlerinden birisi öncülük etti ve diz çöktü, kısa bir süre sonra pek
çokları daha onu izledi.

Yüzlerce, binlerce insan büyük salonun içinde ve dışında ilahi heykelin


önünde diz çökmeye başladılar,

bir eğilip bir kalkıyorlardı, fısıltıyla veya sessizce kutsanma diliyorlardı.


Xie Lian sessizce, Neyse adım adım ilerleyeceğiz.

Bir an sonra, her yanını sesler sarmıştı.

“Yüksek mertebe! Yüksek mertebe! Yüksek mertebeye ulaşmalıyım! Eğer


bu olursa minnettarlığımı sunacağım!”

“Güvenli geçiş için dua ediyorum!”

“Hoşlandığım kız Shixiong’umdan hoşlanıyor, lütfen onu çirkinleştir,


lütfen, yalvarırım.”

“Tombul bir çocuk doğuramayacağıma inanmayı reddediyorum!!!”

…Her türden dua vardı, sadece dinlemek bile Xie Lian’ın başını ağrıtıyordu
ve aceleyle bir büyü yaptı, sonsuz sesler en sonunda sustu. Kulakları daha
yeni tazelenmişti ki bir kükreme duyuldu, siyahlara bürünmüş bir adam
köşkün arkasından koşarak gelmiş kulaklarını tıkıyordu. Bağırdı. “BU
DUALAR NE

BÖYLE!!!”

Tapınanları adamı da görmemişlerdi ve diz çökmeye devam ediyorlardı. Xie


Lian iç çekti ve omzuna vurarak kahkaha attı. “Feng Xin, bu kadar çok
çalıştığın için teşekkür ederim.”

Hayat dolu Xian Le Köşkünde, Xie Lian’ın her gün işittiği dualar
binlerceydi. İlk başta yeni pozisyonunun getirdiği enerjiyle güç bulmuştu,
mesele ne kadar küçük veya büyük olursa olsun az da olsa birebir
ilgilenmişti. Bir süre sonra o kadar çok dua gelmeye başlamıştı ki parçalara
bölerek duaları Feng Xin ve Mu Qing’e yönlendirmişti. Görevi dahilinde ve
duymazdan gelinemeyecek olanları seçtikten sonra kalan önemli meseleleri
ona yönlendiriyorlardı.

Tüm bu işler bittikten sonra Mu Qing hiç şikayet etmeden her şeyi rapor
ediyordu ama Feng Xin başka bir meseleydi, neden onca insanın önemsiz iş
meseleleri hatta yatak odasındaki uyum için Xian Le Köşküne gelip dua
ettiklerini anlayamıyordu. Xie Lian bir savaş tanrısıydı ve böyle şeylerle
ilgilenmeyeceği kesindi. Böyle devam ederse diğer cennet mensuplarını da
gücendirebilirdi, üzerinde kontrole sahip olmadığı meseleleri aldığı için onu
suçlar, ona ait olmayan tapınanları çalmakla suçlarlardı ki Xie Lian aksini
ispat edemezdi.

Feng Xin hala elleriyle kulaklarını kapatmıştı, bu hareketi bile işe


yaramıyordu. “Ekselansları, neden bu kadar çok kadın tapınanız var?”

Xie Lian kollarını salladı ve tütsü bulutları arasında oturmaya devam etti,
gülümsüyordu. “Kadın tapınanlarımın çok olmasının ne sakıncası var?
Güzellik bulutlar gibidir, göze hoş gelir.”

Feng Xin’in yüzü düştü. “Çok sakıncası var. Kadınlar sadece daha güzel
olmak, daha iyi evlilik yapmak, daha iyi çocuklar doğurmak istiyor. Hiç
önemli bir şey istemiyorlar, sadece onlara bakarken bile başıma ağrılar
giriyor!”

Xie Lian sırıttı, tam karşılık verecekti ki kabalık arasında bir konuşma geçti.
İkisi salonun dışına baktılar ve birinin kısık bir sesle konuştuğunu duydular.
“Prens Xiao Jing geldi, gidelim! Prens Xiao Jing geldi!”

‘Prens Xiao Jing’ duyulduğu anda herkes ‘Şeytan’ denmiş gibi tepki
vermişti. Hepsinin yüzü düşmüş ve çil yavrusu gibi kaçışmışlardı. Bir an
sonra sanki bir kasırga esmiş gibi salondaki tüm tapınanlar kaybolmuştu.
Kısa bir süre sonra müsrif bir brokara ve pelerine bürünmüş bir adam
eşikten bir elinde camdan taşlı bir fenerle geçti. Gözlerine bakılmazsa yüzü
Xie Lian’ınkini andırıyordu, ama gözlerini görünce, insan onun fazlasıyla
ukala olduğunu anlayabiliyordu. Gelen kişi elbette Qi Rong’du.

Qi Rong artık on yedi-on sekiz yaşlarına gelmiş olmalıydı, yüzü genişlemiş,


yaradılışı artık çok daha olgun görünüyordu ve en sonunda bir soylunun
havasına sahipti. Kapılardan geçti ama hizmetçilerinden hiçbirinin
girmesine izin vermedi. Feneri iki eliyle tutmuştu ve salonun temiz
yerlerine diz çökerken pelerini dalgalanıyordu. Feneri alnına kaldırdı ve
ciddiyetle diz çöktü. Sunağın üzerindeki ikili bakıştı. Feng Xin dudaklarını
büzdü ve Xie Lian gözlerindeki kızgınlığı okuyabiliyordu.

Üç yıl önce Xie Lian dünyayı gezmek için başkentten ilk ayrıldığı zaman
Qi Rong hala tutukluydu. Geri döndükten sonra gece uykusunda gürültülü
bir şekilde yükselmeden önce küçük kuzenini görmeye fırsatı olmamıştı. Bu
üç yıl içerinde Xie Lian anne babasına, Baş Rahibe ve birkaç başka kişiye
sayısız rüyada görünmüştü. Qi Rong’a da bir keresinde gitmişti, ona
başkalarına karşı bundan sonra kibar olmasını, hareketlerine dikkat etmesini
ve sorun çıkarmamasını tembihlemişti. Bu yüzden de Qi Rong elinden
gelen her şeyiyle tapınak kuruyor, bağışta bulunuyor ve merit olarak
fenerler sunuyordu.

Her ne kadar sıkı çalışsa, kemiklerine dek içten olsa bile hala sürekli sorun
çıkartıyordu ve Feng Xin sürekli olarak arkasını toplamaya gidiyordu. Bu
yüzden Xie Lian, Feng Xin’in kızgınlığını anlayabiliyordu.

Qi Rong yerde saygısını sunmuş ve şikayet etmeye başlamıştı. “Kuzen


veliaht prens, bu sana sunduğum beş yüzüncü fener. Bu kadar sadık bir
küçük kardeşinim, neden beni görmeye gelmiyorsun? Rüyada olsa da olur.
Hem eniştem hem teyzem seni çok özlediler, ama bizi görmezden
geliyorsun. Kibirli ve soğuk davranıyorsun.”

Feng Xin’in hemen orada olduğunu ve Xie Lian’a hatırlatmada


bulunduğunun farkında değildi. “Onu boş ver. Semavi İmparator önemli bir
mesele olmadığı sürece cennet mensuplarının ölümlüler önünde
belirmemesi gerektiğini söyledi. Ailelerden uzak durulmalı.”

Xie Lian. “Merak etme, biliyorum.”

Qi Rong fenerini tutarak ayağa kalktı, fırçaya uzandı ve başı önce bir
şekilde fenerine yazmaya başladı.

Xie Lian ve Feng Xin kötü hissediyorlardı bu yüzden ne yazdığını görmek


için yaklaştılar. Onun
‘Ülkemin refahı ve kutsanmış bir hasat için dua ediyorum’ gibi sıradan bir
şey yazdığını ve daha önemlisi başka bir ailenin pazar yerinde kafasının
kesilmesini dilemediği için ikisi de rahat bir nefes almıştı. Qi Rong’un
dikkatle yazışını izlerken Xie Lian’ın aklına bir şey geldi.

Qi Rong saraya annesiyle birlikte ilk geldiği zaman TaiCang Dağına dua
etmek için gelen bir grup soylu ve asil olmuştu. Qi Rong’un annesi düşük
seviyeli bir köylüyle evlendikten sonra yuvasına geri dönmüştü bu yüzden
kimsenin yüzüne bakmaya cüret edemiyordu, ama her zaman oğlunun
iyiliğini istemişti, dünyayı gezmesini, kendisi gibi kimsenin umursamadığı
birine dönüşmemesini istemişti, bu yüzden de kraliçeye Qi Rong’u da
götürmesi için yalvarmıştı.

Her ne kadar gözlerde uzak durmaya çalışsalar da kraliyet hanesine ait bir
skandal oktan hızlı ilerlerdi ve bu yüzden başkentte anne ve oğlunu
duymayan kalmamıştı. Bu yüzden yolda giderken pek çok soylunun çocuğu
Qi Rong’un yanından ayrılmış ve onunla ne oyun oynamış ne
konuşmuşlardı. Xie Lian salıncakları gördüğü zaman oynamak için
koştuğunda yaşıtı çocuklar da peşinden gelmişlerdi, veliaht prensin
salıncağını itmek için sıraya giriyor, bunu onurlu bir görev olarak
görüyorlardı. Xie Lian’ın salıncağı en yüksek noktaya ulaştığı zaman
farkında olmadan yere bakmış ve annesinin arkasında saklanan Qi Rong’u
görmüştü, başını çıkarmış kıskançlıkla izliyordu.

Büyük Savaş Salonuna ulaştıkları zaman yetişkinler fener sunmaya ve Baş


Rahipten gelecek yorumları almaya gitmişlerdi, onun sözlerini çözmeye
çalışıyor ve kendi aralarında sohbet ediyorken çocukları salonda küçük
fenerlerle oynarken bırakmışlardı.

Qi Rong ilk kez kraliçeyle tanışıyordu ve onun çoktan Qi Rong ve annesi


için bir fener sunmuş olduğu bilmiyordu. Fenerlerin ne kadar güzel
olduğunu görünce o da adakta bulunmak istemişti. Daha çocuktu ve hiçbir
şeyin farkında değildi, bu yüzden diğerlerine annesi adına nasıl dua
yazabileceğini sormuştu. Qi Rong’un yanındaki çocuklar çoktan onu
sevmiyorlardı, büyüklerinin etkisi altında, anne ve oğulun aileyi
utandıracak bir şey yaptığına inanıyorlardı bu yüzden onu bilerek
kandırmışlardı.
Xie Lian kendi fenerini yazıp fırçasını bıraktıktan sonra arkasından gelen
kötücül kahkahaları işitmiş ve arkasını döndüğünde Qi Rong’u elleri
mürekkeple kaplanmış bir şekilde feneri kutsal bir hazineymiş

gibi tutarken görmüştü, yüzü gülücüklerle doluydu ve feneri sunmak


üzereydi. Ancak fenerin üzerinde çirkin bir yazıyla ‘Annemin ve benim en
kısa zamanda cennete göçmesini umuyorum’ yazıyordu.

Xie Lian feneri anında kırmıştı, çok öfkeli ve sarsılmıştı.

O zamanlar çok büyük değildi ama soylu genç adamlar ve çocuklar dehşete
düşmüşlerdi, yere diz çökmüş konuşmaya korkuyorlardı. Kendisini kontrol
altına aldıktan sonra Xie Lian, Qi Rong için kendi elleriyle başka bir fener
hazırlamıştı ve o günden sonra kimse Qi Rong’u kandırmaya çalışmamıştı.

Dağdan inerken Xie Lian tekrar sallanmaya gitmişti. Bu kez Qi Rong


kraliçenin arkasından çıkmış ve onu sallamıştı. Xie Lian’dan daha kısaydı,
ama şevkle itiyordu ve aşağıdan sürekli ona bakıyordu, bu kez bakışları bir
tapınmaya dönüşmüştü. Sonrasında Xie Lian’ın kuyruğu olmuş ve ‘kuzen
veliaht prens’in arkasından bir an olsun ayrılmamıştı.

Qi Rong’un bir zamanlar normal birisi olduğu söylenebilirdi, ama zamanla


bir şekilde yolundan gittikçe daha çok sapmıştı. Ancak o üç yıl boyunca,
Xie Lian’ın ilgilenmesi gereken çok fazla insan ve çok fazla görev olmuştu
ve eski akrabalarına vakti yoktu ve Qi Rong’un gerçekten olgunlaşıp
olgunlaşmadığını kesin olarak bilmiyordu.

O anılara dalıp gitmişken, Qi Rong çoktan fenerini sunmuş ve salondan


ayrılmaya hazırlanıyordu.

Beklenmedik bir şekilde, geri çekilirken birine çarptı. Qi Rong önce sarsıldı
ardından hemen arkasını dönerek karşısındakinin kim olduğuna bakmadan
küfretmeye başlamıştı. “NE BOK YİYORSUN SEN?

KÖR MÜSÜN YOKSA CANINA SUSADIĞIN İÇİN Mİ KENARA


ÇEKİLMEDİN?”
Ağzını açtığı anda Xie Lian ve Feng Xin elleriyle yüzlerini örtmüşlerdi,
akıllarından aynı şey geçiyordu: Hiç değişmemiş, hala aynı!

Belki babasıyla beş yaşına kadar yaşadığı için, pazar kabadayısı etkisinden
kurtulamıyor ve babasının vahşi mizacına sahipti ama kraliçe sabırla Qi
Rong’u eğitmeye çalıştığı halde, sinirlendiği anda Baş

Rahibin sözleriyle ‘gerçek yüzünü gösteriyor’du.

Qi Rong’un çarptığı kişi bakımsız bir genç adamdı, muhtemelen yirmi dört
yaşlarında olmalıydı ve yanında basit bir çanta vardı, ipli terlikleri o kadar
parçalanmıştı ki neredeyse kenarları ve tabanı yokmuş gibiydi, tozla
kaplanmıştı. Ancak her ne kadar bu genç adam solgun ve benzi atmış,
dudakları kurumuş ve çatlamış, bedeni çökmüş gibi görünse de yüzü
aydınlıktı, inceydi ama zayıf değildi ve gözleri ışıl ışıldı. Sordu. “Burası
neresi?”

Qi Rong cevapladı. “Burası Xian Le Köşkü, Veliaht Prensin Tapınağı!”

Adam mırıldanmaya başladı. “Veliaht Prensin Tapınağı mı? Veliaht Prens?


Demek burası?” içerideki ilahi heykeli gördü, yüzüne altın yansıyordu ve
tekrar sordu. “Bu altın mı?”

Köşkün ne kadar gösterişli olduğunu görünce tapınağı bir saray sanmıştı.


Bir muhafız onu kovalamak için yaklaştı ve Qi Rong tekrar konuştu. “Tabi
ki altın. Veliaht Prensin Tapınağı bir tapınak, kraliyet sarayındaki bir köşk
değil! Nerede olduğunu bile bilmiyorsun senin gibi bir vahşi nereden
geldi?”

Adam sordu. “O zaman saray nerede?”

Qi Rong’un gözleri küçüldü. “Neden soruyorsun?”

Adam ciddi bir tonla cevapladı. “Saraya gidip kralı görmem gerek. Ona
söylemem gereken bir şey var.”

Qi Rong ve muhafızlar kahkahalara boğuldu, yüz ifadeleri küçümsemeyle


doluydu. “Köylü hödük, nereden geldin? Sarayda ne olduğunu biliyor
musun? Kralı mı görmek istiyorsun? Sırf istiyorsun diye onu görebileceğini
mi sandın? Seni kapıdan içeri bile almazlar.”

Adam kışkırtmalarına kanmamış gibiydi. “Gidip deneyeceğim. Belki işe


yarar.”

Qi Rong kahkaha attı. “Dene o zaman!” ardından elini kaldırdı ve bilerek


yanlış yönü işaret etti.

“Teşekkürler.” Dedi adam, çantasını düzeltti ardından salondan çıkıp gitti.


Taş köprüye geldiği zaman aniden duraksadı. Gölün temiz suyunda aşağıya
çöken kat kat sikkeleri görebiliyordu.

Genç adam bir süre düşünüp taşınmış gibiydi bir an sonra ise köprüden
sarktı ve göle atladı.

Çevik ve yetenekliydi; göle girdiği anda çökmüş ve kucak kucak sikke


toplamaya başlayarak onları çantasına koyuyordu. Daha önce tanrıya
sunulan adakları çalan kimseyi görmedikleri için hem Xie Lian hem Feng
Xin şok olmuştu. Qi Rong da gerilemiş ve hemen ardından öfkeyle köprüye
koşarak tırabzanlara yapışmıştı. “NE BOK YİYORSUN SEN! NE
YAPIYORSUN! BİRİSİ ŞUNU DURDURSUN!!! BU

NE!!!”

Muhafızlar anında suya atlamış ve genç adamı almaya çalışmışlardı ama


kimse adamın yumruklar ve tekmeler konusunda bu kadar başarılı olacağını
beklememişti, kimseyi yanına yaklaştırmıyordu. Qi Rong öfkeyle zıplayıp
duruyordu ve bahçedeki hiç kimsenin elinden bir şey gelmiyordu. Genç
adam çantasını ağır sikkelerle ağzına kadar doldurduktan sonra çantasını
yine sırtına atmış ve kıyıya çıkarken yanlışlıkla yosunlara basmıştı, ayağı
kalınca büyük bir gürültüyle tekrar göle düştü.

Muhafızlar bunu fırsat bilerek adamı yakalayarak kıyıya çektiler. Qi Rong


ayağıyla üstüne basarken kükrüyordu. “ÇALMAYA NASIL CÜRET
EDERSİN!”
Qi Rong bacağını kaldırdığı anda, kenardan izlemekte olan Feng Xin doğru
anı kullanarak engel olmuştu, bu yüzden Qi Rong’un vahşi adımı oldukça
yumuşak bir şekilde inmişti. Her ne kadar Qi Rong onu kandıranın kim
olduğunu göremese de, bir tuhaflık olduğunu fark etmişti, sanki bacağı bir
hayalet tarafından çekilmişti. Defalarca tekmeledi ve her seferinde aynı
hissi alıyordu bu yüzden de berbat hissediyordu.

Genç adam ise görünüşe göre su yutmuştu, birkaç kez öksürdü. “Para gölün
içinde duruyordu, neden insanları kurtarmak için kullanmayayım?”

Qi Rong tekmeleri nedeniyle tatminsizdi, en sonunda sinirle durdu. “Kimi


kurtaracaksın? Kimsin sen?

Nereden geldin?”

Sadece genç adamı suçlayabilmek ve onu hapse atabilmek için soruyordu


ama genç adam hala dürüsttü. “Benim adım Lang Ying, Yong An’danım.
Kuraklık çekiyoruz, hiç suyumuz yok, ekinlerimiz büyümüyor ve herkes aç.
Burada su var ve yemek ve para. Altından heykeller yapıyor, parayı suya
atıyorsunuz, neden bizimle paylaşmıyorsunuz?”

*ÇN: Günümüzdeki Lang Ying’le, ‘Ying’ için kullanılan karakterleri


farklıymış.

Yong An, Xian Le Krallığının içindeki büyük bir şehirdi. Xie Lian ayağa
kalktı, yüz ifadesi aniden ciddileşmişti. “Feng Xin Yong An’da kuraklık mı
var? Ben neden duymadım?”

Feng Xin başını çevirdi. “Bilmiyorum. Ben de duymadım. Sonra Mu


Qing’e mi sorsak?”

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 70: Düşen Altın Heykel, Kaba Adam Acı Çeken Oğlanı
Gömüyor Xie Lian. “Onu hemen buraya çağır.”
Feng Xin sağ elinin işaret ve orta parmaklarını birleştirdi ve şakaklarına
yerleştirdi, Mu Qing’e ruhani iletişim rününden ulaşıyordu. Diğer yandan
ise Qi Rong cıklamıştı. “Demek unutulmuş Yong An denen yerden geldin?
Sahiden, çorak yerlerden asi radikaller çıkıyor. Sırf fakir olduğun için bir
tanrıyı soyabileceğini mi sanıyorsun?”

Lang Ying. “O zaman soymam. Saygılarımı sunup bundan sonra sizin


tanrınıza tapınacağım. Diz çökecek, secde edecek ve yaşadığım yerdeki
insanların hayatını kurtaracak parayı bana vermesi için yalvaracağım, o
zaman yapar mı?”

Qi Rong sadece ‘ne’ diyebildi ve aklından sadece ‘bu adam parayı alıp
böylece kaçamayacak değil mi?!’ diye geçiriyordu. Bu yüzden cevapladı.
“Ekselansları Veliaht Prens artık bir tanrı ve tanrılar ölümüne meşguldür!
Siz radikallerle uğraşmaya kimin vakti var?”

Bunu duyunca Lang Ying yavaşça başını salladı. “Ben de umursayacağını


düşünmemiştim. Dua etmedik, yalvarmadık değil, ama hiçbiri işe yaramadı.
Kaderinde ölmek olanlar ölecektir.”

Xie Lian sarsılmıştı, bir başkası bağırdı. “SENİ! BİR TANRININ


SALONUNDA BU KADAR SAYGISIZLIK

EDERKEN HİÇ Mİ CENNETİN SENİ CEZALANDIRMASINDAN


KORKMUYORSUN!”

Ancak Lang Ying hala sakindi. “Artık fark etmez. Eğer istiyorlarsa
suçlasınlar. Artık kurtarılamamaktan hiç korkmuyorum, neden
cezalandırılmaktan korkayım?”

Qi Rong elini salladı ve kenarda beklemekte olan bir grup muhafız genç
adamı çevreleyerek onu dövmeye başladı. Feng Xin hala saldırılarını
yumuşatmaya çalışmakla meşguldü ve Lang Ying görünüşe göre sadece
eziliyordu. Ancak sersemlemişti, ne kaçınıyor ne kaçıyordu sadece arada bir
elini kaldırarak sırtındaki çantayı koruyordu. Kenardan Qi Rong bir avuç
kavun çekirdeği almış katır kutur yiyordu, bacağını salladı. “VURUN! BU
PRENS ADINA ONA DAHA SERT VURUN!” Bir hayduda yakışır bir
tavırdı. Onun kendi unvanını kullandığını duyunca Lang Ying başını
kaldırdı. “Sen bir prens misin?

Ne prensi? Sarayda mı yaşıyorsun? Kralla görüşebiliyor musun?”

Qi Rong tükürdü. “BEN SENİN BÜYÜK BABANIM! Hala kralı


görebileceğini sanıyorsun değil mi?

Majesteleri onlarca işinin arasında sana zaman ayıracak değil!”

Lang Ying boynunu çevirdi ve inatla talep etti. “Neden bana ayıracak
zamanı yok? Bana ne tanrılar zaman ayırıyor ne Majesteleri, kim benim
sesimi duyacak? Nereye gideyim? Yong An’da kaç kişinin öldüğünü kral
biliyor mu? Başkentteki insanlar biliyor mu? Eğer biliyorlarsa neden
paraları suya atacaklarına bize vermiyorlar?”

Qi Rong soğuk bir kahkaha attı. “Bu bizim paramız, nereye istersek oraya
harcarız. Suda taş gibi sektirsek bile bu bizim bileceğimiz iş, neden sana
vermek zorundayız ki? Ne, sırf fakirsin diye haklı mı olacaksın?”

Her ne kadar kendince bir mantığı olsa da, o sırada bunları söylemenin ne
yeri ne zamanıydı. Xie Lian tam Qi Rong’un ağzını mühürlemek için bir
yol bulacaktı ki, siyah cübbeli bir genç köşkün arkasından aceleyle
yanlarına geldi. “Ekselansları beni mi çağırdı?”

Xie Lian ona el salladı. “Mu Qing, çabuk gel. Aldığın duaların arasında
Yong An’daki kuraklıktan bahsedenler var mıydı?”

Mu Qing de duraksadı. “Hayır, hiç duymadım.”

Feng Xin görevine devam ederken patladı. “Nasıl duymazsın? Sığınmacılar


çoktan buraya kaçtı!”

Ses tonu suçlama doluydu, Mu Qing gerildi ve sert bir sesle cevapladı.
“Doğruyu söylüyorum, hiç duymadım. Bilgiyi bilerek mi sakladığımı
söylemeye çalışıyorsun? Tamam, peki sen duydun mu? Ben tek sayılı
aylarda Veliaht Prensin Tapınağında görevdeyim, sen de çift sayılı
olanlarda. Eğer Yong An insanları sahiden kuraklığın bitişi için dua
ediyorlarsa, tüm bu kuraklık dualarının sadece tek sayılı aylarda edilmesi
için hiçbir sebep yok ve sen de hiçbir şey bilmiyorsun.”

Feng Xin duraksadı ve sözlerinin haklı olduğunu fark etti. “Bilerek


yaptığını söylemedim. Fazla tepki gösteriyorsun.”

Tekrar tartışmaya başlamak üzereymiş gibi görünüyorlardı. Xie Lian sinirli


bir halde eliyle ‘durun’ diye işaret etti. “Pekala, Feng Xin hiçbir şey
söylemeye çalışmadı. İkiniz de derhal şunu kesin.”

Anında çenelerini kapatmış kavga etmeyi kesmişlerdi. Aynı anda Qi


Rong’da en sonunda astlarının Lang Ying’i dövmesini izlemekten
sıkılmıştı, yediği kavun çekirdeklerini atmak için küçük bir kese buldu ve
onları atarken bir yandan konuşmaya başladı. “Hırsız herifi hapse atın.”
Muhafızlar hemen karşılık verdi. “Emredersiniz!” Birkaç tanesi Lang
Ying’i kaldırdı.

Xie Lian. “Önce elimizdeki meseleyi çözümleyelim. Bu adamı kurtarın ve


sonrasında Yong An’da yaşananları düzgünce öğrenin.”

Mu Qing yüz ifadesini gevşetti ve merakla sordu. “Ekselansları ne yapmayı


planlıyor? Kendini öylece gösteremezsin.”

Bu, yükseldikten sonra Xie Lian’ın hiç anlayamadığı kurallardan birisiydi.


Cennet mensupları halka yardım etmeleri gerektiğini söylemişlerdi ama
hepsi havalardaydı ve kendilerini ölümlülerin üzerinde görüyorlardı,
istenilen zaman ölümlülerin önünde belirmekten alıkoyuyor, bu yüzden
çoğu zaman kendisini bir çıkmazın içinde bulmasına neden olarak hüsrana
uğramasına neden oluyorlardı. Neyse ki Xie Lian’ın bunları aşmak için
kendince yöntemleri vardı ve bir an duraksamadan elini kaldırdı ve ittirdi.
Ayakta durmakta olan insanlar da yerde titreyen gölgeyi fark ettiler ve
görmek için arkalarını döndüler, şaşkınlardı. Bir an sonra Qi Rong dehşet
içinde bağırdı. “KUZEN VELİAHT PRENS--”

Xie Lian kendi heykelini yere ittirmişti!

Kılıç ve çiçek tutan, nazik ve güzel altın heykel bir ileri bir geri
sallanıyordu, ardından yavaşça bir kenara devrilmeye başladı. Qi Rong
sanki kendi annesinin boynunda iple asılıyken taburesinin tekmelendiğini
görüyordu, kalbi yanıyordu ve çaresizce heykelin bacağına tutunmak için
koşarken Lang Ying’e olan tüm ilgisini kaybetmişti, inatla heykelin
devrilmesini engellemeye çalıyor, korkuyla çığlık atıyordu. “SİZ İŞE
YARAMAZ HERİFLER NE DİYE BEKLİYORSUNUZ? ONU
DOĞRULTMAMA YARDIM EDİN! KUZEN VELİAHT PRENSİN
DÜŞMESİNE İZİN VERMEYİN!! O DÜŞEMEZ!!!”

O korku içindeyken, Xie Lian yanından sakince geçmiş ve rahat adımlarla


salondan çıkmıştı. Feng Xin ve Mu Qing’in açık ağızları ise neredeyse yere
düşecekti. Feng Xin en sonunda bağırana dek bir süre geçmesi gerekmişti.
“EKSELANSLARI! BU SENİN KENDİ İLAHİ HEYKELİN!”

Bir heykelin düşmesi kötüye alamet olarak alınırdı bu yüzden de bir tür
tabuydu. Bir cennet mensubunun kendi heykelini itmesi ise hiç duyulmamış
bir şeydi, üç diyarda tekti.

Xie Lian. “Sadece büyük bir altın parçası. Dikkatlerini dağıtacak başka
hiçbir şey yoktu. Siz ikiniz gibin ve altın heykeli itmeye devam edin,
salondan ayrılmalarına izin vermeyin. Ben gidip şu adamla tanışacağım.”

Feng Xin ve Mu Qing’in hala dilleri tutulu vaziyetteydi ve sadece itaat


edebilirlerdi. İtaatkar bir şekilde ilahi heykelin yanında durdular, ikisi de
parmaklarıyla aşağıya ittiriyorlardı. Sadece bu kadarcık güç kullanmaları
gerekiyordu, yeterliydi. Karşı taraftakiler ise sahip oldukları tüm güçleriyle
dayanmaya çalışıyorlardı ama hala karşılık veremiyorlardı, dişlerini
sıkmışlardı. “…Sahiden içten dışa saf altından yapılmış, bu nasıl bir
ağırlık!”

Lang Ying, popo üstü düşmüş olan, muhafızların artık kendisiyle


ilgilenmediğini fark etti, kutsal tapınaktaki altın heykele bir süre baktıktan
sonra ayaklandı, üzerindeki tozları silkeledi ve çantasıyla birlikte kaçmaya
başladı. Xie Lian hemen arkasındaydı. Adam uzunca bir süre koştu,
yemyeşil ve balta girmemiş bir ormana vardıklarında adam etrafına baktı,
ardından ise dinlenmek için bir ağacın altına oturdu. Xie Lian ise o ağacın
arkasına saklandı, kolayca bir büyü yaparak kendisini beyaz giysili bir
Taocuya çevirdi.
Değiştikten sonra kendisini kontrol ederek bir sorun olmadığından emin
oldu ve fırçasını salladı. Tam Lang Ying’i telaşlandırmadan nasıl belirmesi
gerektiğini düşünüyordu ki onun ağaca yakın bir su birikintisinin yanına
çömeldiğini gördü, başını aşağıya eğmiş elleriyle kazıyordu.

“…”

Bu genç adamın elleri büyüktü ve tek bir oyması geniş ve derin bir çukur
oluşması için yeterliydi.

Çamur ve toz o kazmaya çalışırken uçuştu, siyah bir sokak köpeğine


benziyordu. Xie Lian tam neden onun aniden çukur kazmaya başladığını
düşünüyordu ki adamın elindeki çamuru pantolonuna sildiğini, avucunu
suyla doldurduğunu ve dudaklarına götürdüğünü gördü.

Xie Lian daha fazla saklanamazdı ve hemen dışarı fırladı, adamın ellerini
durdurdu ve büyülü kol yenlerinden bir su şişesi çıkartarak ona uzattı.

Lang Ying çoktan bir ağız dolusu birikinti suyu içmişti, yanakları önce
büyümüş sonra tekrar süzülmüştü. Bu küçük adamın aniden belirdiğini
görünce bir tuhaflık olduğunu düşünmemiş ve ikramını da reddetmemişti,
böylece suyu alarak tek yudumda hepsini bitirdi. Ancak bitirdikten sonra
konuştu. “Teşekkürler.”

Birdenbire belirdiği için, artık doğal bir şekilde konuşma başlatmaya


çalışmayı da boş verdi. Ölümlü bir Taocu gibi, güvenilir birisi gibi
görünebilmek için elinden geleni yaparak fırçasını salladı ve sordu.

“Dostum, nereden geldin, nereye gidiyorsun?”

“Biz Yong An şehrindeki Lang-Er Körfezinden geliyoruz. Kraliyet sarayına


gidecektim ama fikrimi değiştirdim. Artık gitmeyeceğim.”

Xie Lian duraksadı. “Biz mi?”

Lang Ying başını salladı. “Biz. Ben ve oğlum.”

Xie Lian’ın kafası daha da karışmıştı ama Lang Ying’in sırtındaki çantayı
çıkartıp açmasını izlerken kalbi ezilmeye başlamıştı. “Oğlum.”
Sırtında taşıdığı çantanın içinde küçük bir çocuğun ölü bedeni vardı!!!

Ufaklığın minik bir bedeni vardı, en fazla iki üç yaşlarında görünüyordu.


Yüzü sarıydı, yanakları çökmüştü ve başının üzerinde birkaç tel ince ve
sararmış saç vardı. Yüzünde döküntüler bile vardı.

Küçük yüzü tuhaf bir ifadeyle buruşmuştu, sanki ağlarmış gibi, çok zavallı
görünüyordu. Gözleri kapalı ancak ağzı açıktı, yine de artık hiç ses
çıkartamayacaktı.

Xie Lian’ın gözbebekleri küçüldü, tüm ruhu özüne dek sarsılmıştı,


konuşamıyordu. Bu genç adamda bir tuhaflık olduğunu düşünmesine
şaşmamalıydı. Bu tuhaflığın tam olarak ne olduğunu tarif edemezdi ama bir
anormallik olduğunu belliydi. Konuşma tarzı, hareketleri, sanki hiçbir şeyin
sonucunu düşünmüyor, hiç umursamadan tümüyle dosdoğru ve delirmiş
gibi hareket ediyordu. Ama şimdi, olanlar düşünülünce, neden sonuçları
umursayacaktı ki?

Oğlunu gösterdikten sonra Lang Ying çocuğu tekrar sardı ve dikkatli bir
şekilde kıvrılan yerleri düzeltti.

Hareketlerine ne kadar odaklanmış olduğunu görünce Xie Lian


mahvolmuştu. Bu kadar küçük bir çocuğun ölü bedenini hayatında ilk kez
görüyordu, kekeleyerek sormaya çalıştı. “Nasıl… nasıl öldü?”

Lang Ying çantasını tekrar sırtına bağladı ve cevapladı, dalgın görünüyordu.


“Nasıl mı öldü… Ben bilmiyorum. Susuzluk, açlık, hastalık, belki de
hepsinden biraz.”

Başını kaşıdı. “Onu Yong An’dan ilk çıkarttığım zaman hafifçe


öksürüyordu ve sürekli sırtımdan bana

‘Baba! Baba!’ diye sesleniyordu. Bir süre sonra ağlamalar azaldı, geriye
sadece öksürük kaldı. Ve öksürükler de gittikçe azalmaya başladı.
Uyuyakaldığını sanmıştım. Sonradan yiyecek bir şey buldum ve onu
uyandırmak istedim, ama uyanmadı.”

O çocuk bir kaçış yolunda ölmüştü.


Lang Ying başını iki yana salladı. “Bir çocuğa nasıl bakılır ben bilmem.
Eğer karım oğlumuzun öldüğünü duysa beni de öldürene dek bağırırdı.”

Bir an sessiz aldıktan sonra ekledi. “Karım keşke bana hala bağırabilseydi.”

Yüz ifadesi tüm bu zaman boyunca sakindi, kurumuş bir ağacın dalı
gibiydi; bir parça canlılık ya da dalgalanma barındırmayan ölü bir su
birikintisi. Xie Lian’ın boğazı sıkıştı, yutkunamıyordu, kısık bir sesle
konuştu. “Neden… Neden oğlunu gömmüyorsun?”

Lang Ying başını salladı. “Evet. Güzel bir yer bulmak istedim. Burası fena
değil. Güneşi gölgeleyen ağaçlar ve su var. Onu gömdükten sonra geri
dönerim. Su için teşekkürler.”

Birkaç kez öksürdü ve tekrar eğildi, elleriyle kazmaya devam ediyordu. Xie
Lian yumuşakça mırıldandı.

“Hayır, bana teşekkür etme… bana teşekkür etme, etme.”

Tam bu sırada Feng Xin ve Mu Qing belirdi, karşılarındakilerden birisi


çukur kazıyor diğeri ise sersemlemiş bir halde onu izliyordu. Xie Lian
konuşacak havasında değildi ve durmadan karmakarışık birkaç kelimeyi
mırıldanıyordu. Ancak bir süre sonra Xie Lian sadece su vermenin yeterli
olmadığını hatırladı; bu adam Yong An’a geri dönecekti. Bu yüzden eli
tekrar kol yenlerine gitti ve bir süre kurcaladıktan sonra aradığı şeyi bularak
adama uzattı. “Buyur, bunu al.”

Lang Ying durdu ve Xie Lian’ın elindekine yakından baktı. Bir tırnaktan
daha büyük olmayan koyu kırmızı bir inciydi; pürüzsüz ve parlak bir ışıltısı
vardı, cilalanmış ve göz alıcıydı, insanın ruhuna huzur verecek kadar
güzeldi. Ne olduğunu bilmiyor bile olsa tek bir bakışla bu küçük taşın
oldukça değerli olduğunu anlamış olmalıydı.

Bu Xie Lian’ın üç sene önce ShangYuan İlahi Geçit Töreni sırasında taktığı
kalan tek kırmızı mercan inci küpeydi. Bu inci Mu Qing üzerinde derin bir
izlenim bırakmıştı, bu yüzden onu gördüğü anda yüz ifadesi değişti. Lang
Ying reddetmedi, sanki içinde normal insanlara özgü tutum ve endişeler
hala varmış gibi kabul etmek için elini uzattı. “Teşekkürler.”
İnciyi dikkatli bir şekilde kemerine yerleştirdikten sonra sırtındaki çantayı
çıkarttı ve nazik bir şekilde kazdıkları çukura bıraktı. “Baban en kısa
zamanda seni ziyarete gelecek.”

Sözleri bittikten sonra elleriyle vakur bir ifadeyle çantayı örtmek için
toprağı kapatmaya başladı. Xie Lian bir elini alnına götürerek gözlerini
kapattı. Bir an sonra genç adam uzun adımlarla ilerlemeye başlamıştı.

Feng Xin merakla sordu. “Ekselansları buraya ne gömdü? ‘Baba’ mı dedi?


Birisini mi gömdü yoksa?”

Mu Qing’i endişelendiren ise başka bir şeydi. “Ekselansları, biraz önce


gidip olanları inceledim ve neler olduğunu anladım. Yong An hiçbir zaman
zengin bir yer değilmiş; çok az sayıda tapınak ve mabetleri var. Ayrıca bir
şey sunmadan tapınağa girmeyi yasaklayan yerel bir kuralları varmış, bu
yüzden Veliaht Prensin Tapınaklarını ziyaret edenlerin hepsi zengin kişiler.
Afetlerle yüzleşen fakir insanların ise tapınağa girmeye hakları bile yok...”

Xie Lian onun raporuna cevap vermedi, onun yerine kısık bir sesle konuştu.
“İkiniz, Yong An’a gidin ve duruma bakın. Ben, Baş Rahibi bulup tam
olarak neler olduğunu öğreneceğim.”

Yüzü hiç bu kadar karanlık görünmemişti. İki astı ihmalkar davranmayı


göze alamazlardı, ikisi de emrini onayladı ve hemen yola koyuldular. Xie
Lian’ın kendisi ise döndü ve TaiCang Dağı yönünde ilerlemeye başladı.

Görünüşe göre Yong An’da yaşanan felaket hiçte hafife alınacak bir şey
değildi. Ama eğer kendisi dualarını duyamıyorsa bile, kraliyet sarayında
yaşayanların olaydan bihaber olmasına imkan yoktu!

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 71: Cennetin Tanrısı Ölümlü Meselelerine Müdahale Ediyor


TaiCang Dağı, Veliaht Prens Zirvesi
Ziyaretçilerin artık oyalanamadığı ve kalabalıklar halinde Kutsal Kraliyet
Köşkünden gitmelerinin istendiği saatlerdi. Okunan vecizelerin sesleri
dalga dalga Xian Le Köşkünden yükseliyordu ve altından beş metrelik ilahi
heykelin ayaklarının altında hizmeti yöneten dört Baş Rahip’le birlikte
birkaç bin kişi akşam ritüelini gerçekleştiriyorlardı.

Veliaht Prens’in Tapınağının içerisindeki duvarların her yanı yerden tavana


kadar sıralanmış sayısız ebedi fenerle doluydu. Xie Lian gökten alçalarak
hafifçe sunağa indi ve kendi heykelinin hemen karşısına oturdu.

Elini salladı. Hiçlikten var olan hafif bir esinti sayısız feneri nazikçe eğdi.
Sallanan ışıklar içerideki pek çok kişinin başını kaldırmasına neden oldu,
korkularını dile getiriyor, kendi aralarında fısıldaşıyorlardı.

Kapalı gözleriyle sakince oturmuş olan Baş Rahip’in gözleri aniden açıldı
ve konuştu. “Bugünlük bu kadar. Çekilebilirsiniz.”

Salondaki herkes ayaklandı ve gitti. Diğer üç vekil baş rahip Xie Lian’ın
formunu göremiyorlardı ama bir şeyler olduğunu sezdikleri için onlarda
salondan ayrıldılar ve kapıları arkalarından kapattılar. Uzun kapılar
kapatıldığı gibi Xie Lian bir saniye daha bekleyemeyerek hemen konuştu.
“Baş Rahip, Yong An’daki kuraklığı biliyor muydun? Babam bu konuda tek
kelime etmedi, sarayda bir şey mi oldu?

Yoksa neler olduğunu bilmiyor mu?”

Cennet mensuplarının kendilerini gizlice ölümlülere göstermesi yasaktı ama


istisnai durumlar vardı, Baş Rahip gibi, dindar vaizler veya oldukça yüksek
seviyeli geliştiriciler. Belli bir düzeye dek kendini geliştiren kişiler, cennet
mensuplarının ölümlü diyardaki temsilcileri olurlardı, bu yüzden Xie Lian
Baş

Rahiple doğrudan konuşabiliyordu. ‘Veliaht Prensin Tapınağında kimse


secde etmeyecek’ kuralı Xie Lian ilettikten sonra Baş Rahip tarafından
söylenmişti.

Xie Lian en başta kralın Yong An’daki felaketle ilgilenmeye gidememesinin


nedeninin, başka bir özel durum olduğu için zaman bulamamasından
kaynaklı olduğunu düşünmüştü veya kral işlerin büyük miktarda can
kaybıyla sonuçlanacak boyuta geldiğinden bihaber olmalıydı. Ancak Baş
Rahibin cevabı beklentilerini boşa çıkarttı. “Majesteleri gayet iyi, büyük bir
mesele yaşanmadı ve Yong An’da yaşanan meselelerden tümüyle haberdar.”

Xie Lian geriledi. “O zaman Kutsal Kraliyet Köşküne dua etmek için
geldiği onca seferde, bir kez bile Yong An için dua etmedi? Tek bir kelime
bile söylemedi?”

Babasıyla iyi anlaşamıyor olsa bile, kralın budala bir yönetici olmadığını
biliyordu. Bir tanrının babası olarak kendisini başkalarından üstün görüyor
ve hiyerarşiyi bir parça bile gevşetmiyor olması, onun mültecileri
önemsemediği anlamına gelmiyordu. Baş Rahip cevapladı. “Bu mesele
majestelerini ilgilendirmiyor. Kendisi ve kraliçenin dualarından Yong
An’dan bahsetmemesini bizzat ben tavsiye ettim.”

“…”

Xie Lian talep etti. “Neden?”

Baş Rahip. “Çünkü faydasız.”

Xie Lian şok olmuştu. “Ne demek ‘faydasız’?”

Bir an sonra kendi kendine çözümledi. “Bir savaş tanrısı olduğum ve


kuraklıklar üzerinde hiçbir gücüm olmadığı için mi bana söylemek yararsız
olacaktı? Bir savaş tanrısıyken aynı zamanda Xian Le’nin Veliaht Prensi de
olduğumu unuttun mu? İnsanlarım zor durumda, nasıl öylece seyirci
kalabilirim?”

bir an duraksadıktan sonra devam etti. “Şu anda yapılacak en önemli şey
felaketzedeleri kurtarmak ve onlarla ilgilenmek. Lütfen benim adıma
babama daha fazla tapınak yapmayı bırakmasını söyle; bu krallıkta çok
fazla Veliaht Prens Tapınağı var, bu kadarı yeter. Ve o altın heykeller –
felaket için oluşturulacak olan fona destek olmak için hepsi eritilebilir.
Yong An batıda ve suya ihtiyaçları var. Bir kanal kazıp, doğudan suları
getirip ekinleri sulayıp toprağı besleyebiliriz…”
O konuşurken Baş Rahip sadece başını iki yana sallayıp mırıldanıyordu.
“Çok erken. Çok erken.”

Xie Lian anlamadı. “Ne çok erken?”

“Şimdi size neden çok erken yükselmemenizi söylediğimi anlıyor


musunuz?” Baş Rahip açıkladı.

“Çünkü insanlarınızın henüz nesli tamamen tükenmedi.”

“…” Xie Lian’ın gözleri açıldı ve öfkeyle bağırdı. “BAŞ RAHİP! NE… NE
DİYORSUN SEN? SEN NE… NE

DEMEK İNSANLARIMIN NESLİ HENÜZ TAMAMEN


TÜKENMEDİ?!”

“Bir tanrı oldunuz, ama ölümlüyken kim olduğunuzu unutamadınız,


bırakmayı reddederek iki diyar arasındaki farkı göremiyorsunuz. Olaya
müdahil oluyorsunuz ama siz de bu konuda güçsüzsünüz ve günün sonunda
elimize geçen tek şey korkunç bir karmaşa olacak.”

Xie Lian sunağın üzerinde oturuyor, Baş Rahip ise aşağıda ayakta
duruyordu; her ne kadar aşağıya bakanın Xie Lian olduğu aşikar da olsa,
Baş Rahip konuştuğu zaman yüksekteki oymuş gibi geliyordu.

“Nasıl güçsüz olabilirim? Harekete geçtiğim sürece sonuçlar doğacaktır. En


küçük yardımlar bile önemli, sadece tek bir kişiyi kurtarabilsem bile, hiç
yoktan iyidir. Eğer benim adıma babamla konuşmazsan ben gidip onu
bulurum.”

Xie Lian ayağa kalktı ama Baş Rahip kol yenini tuttu, bağırdı. “GERİ
DÖN! Cennet mensuplarının canları isteyince kendilerini ölümlülere
gösteremeyeceğini bilmiyor musunuz? Bu binlerce senelik kural bir
nedenden ötürü var, aptalca bir şey yapmayın!”

Xie Lian başını kenara attı. “O ZAMAN NE YAPABİLİRİM? ONU


YAPAMAM, BUNU YAPAMAM; BAŞ
RAHİP, BENİM TOPRAKLARIMDA ŞU ANDA İNSANLAR ÖLÜYOR!
TANRIYI TANRI YAPAN İNSANLARI KURTARMASI DEĞİL MİDİR?
EĞER ŞİMDİ KENDİMİ GÖSTERMEZSEM NE ZAMAN
GÖSTERİRİM?? O

ZAMAN YÜKSELMEMİN NE ANLAMI KALIR?!”

Baş Rahip onu tutmaya devam etti, iç çekerek. “Ekselansları, ahh,


Ekselansları. Benim ne gördüğümü biliyor musunuz?”

Xie Lian ofladı ve kendini sakinleşmeye zorlayarak tekrar oturdu. “Lütfen


beni aydınlatın.”

Baş Rahip gözlerini ona dikti. “Geleceğinizi gördüm ve simsiyahtı.”

Xie Lian doğrudan gözlerinin içine baktı. “Yanlış görmüşsündür. Sadece


beyaz giyiyorum.”

“İnsanlarını kurtaramamakla kalmayıp bir de onların size sırtını dönmesi ve


sizi ilahi sunaktan indirmelerinden korkuyorum.”

Xie Lian yanıtladı. “Benim insanlarım böyle değiller, neyin doğru neyin
yanlış olduğunu kolayca ayırt edebilirler. Eğer onları kurtaramazsam bu
sunağın üzerinde oturmamın hiçbir anlamı kalmaz zaten.”

Bir an sonra Baş Rahip iç çekti. “Babanızın yaptığının doğru olduğu


söylenemez, ama yanlışta diyemeyiz. Bir fon oluşturulsun dediniz ama
babanız bunu denemedi değil, nasıl sonuçlandığını isterseniz siz de
görebilirsiniz. Sulama suyu için kanal kazalım dediniz, o zaman isterseniz
olup olamayacağını anlamak nehri gidip kendiniz görün.”

Xie Lian başını eğdi. “Anladım. Teşekkürler Baş Rahip.”

TaiCang Dağından ayrıldıktan sonra batıya yöneldi ve Xian Le


Krallığındaki Yong An şehrine vardı.

Yirmi senelik hayatında, Xie Lian daha önce hiç güneşin bu kadar ölümcül
yakıcı olabileceğini düşünmemişti. Toprağa attığı ilk adımda bile ne kadar
korkunç biçimde sıcak ve kuru olduğunu anlayabilmişti, sanki havadaki her
şey kıvrılmış gibiydi. Tepedeki yakıcı güneşle, toprak çoktan çatlayarak
parçalara ayrılmış, korkutucu derecede yaşlanmıştı. Bir zamanlar nehir
olabilecek derin bir olukta vardı ama dibine kadar kurumuş ve kararmış
nehir yatağından tuhaf bir pis koku yayılıyordu.

Uzun bir süre boyunca yürüdü ve tek bir tarla bile görmedi. Belki bir
zamanlar tarlalar vardı, ama bu noktada tanınabilecek halde değillerdi.

Xie Lian yürürken etrafına baktı, o kuru ve sıcak rüzgar esintisi saçlarını
karmakarışık etmişti, ama zihni bunu umursamayacak kadar meşguldü. Tam
bu sırada arkasından aniden birinin seslendiğini işitti. “Ekselansları!”

Xie Lian başını çevirdi ve siyahlara bürünmüş iki siluetin aceleyle


kendisine doğru yaklaştığını gördü.

Feng Xin ve Mu Qing gelmişti. Xie Lian hemen konuya girdi. “Haber var
mı?”

Feng Xin gömleğini sallayarak kendini serinletmeye çalışıyordu. “Evet.


Geçen iki sene boyunca tüm batı bölgesi su kıtlığı yaşamış ve bu sene en
sonunda tümüyle tükenmiş. En büyük darbeyi Yong An almış: nehirler
kurumuş, yağmur yapmayı bırakmış bu yüzden de ekinler büyümemiş.
Zengin aileler hala iyi idare edebiliyorlar; yemek ve su için paraları olduğu
sürece başka bölgelerden alabiliyorlar.

Ancak en zenginler çoktan doğu bölgelerine taşınmışlar. Geride kalanlar


sadece fakirler veya sakat olanlar.”

Xie Lian kaşlarını çattı. “Baş Rahip babamın boş durmadığını ve para
yardımı yapmaya çalıştığını söyledi, o zaman nasıl bu kadar kötüleşti?”

Mu Qing soğuk bir sesle. “Paralar devletin denetim noktalarından her


geçişinde bir kısmı soyulmuş, en sonunda ise geriye hiçbir şey kalmamış.
Elbette durum hala çok ciddi olacak. Ben olsam o parazitleri beslemek
yerine hiçbir şey göndermemeyi tercih ederdim.”

Xie Lian nefesini tuttu, sakinleşmeye çalışıyordu. “O parazitlere yuttukları


her bir lokmayı tükürtürüm.”
Ancak Mu Qing hatırlattı. “Ekselansları unuttunuz mu? Bu sizin kontrol
edebileceğiniz bir şey değil.

Cennet mensupları ölümlülerin meselelerine müdahale edemez. Bir gün


hava soğuk diye üç metre kar tutmaz; ölümlü diyardan sorumlu olan kişi
Majesteleri Kral, bu onun görevi ve yine de baş edemedi.

Sizin kollarınız zaten tapınanlarınızın sayısız dualarıyla dolu, bu meseleyi


nasıl halledebilirsiniz? Her şeyi umursadığınız zaman sadece kendinize
zarar verirsiniz. Ayrıca, bu sadece belirtileri iyileştirir, meselenin köküne
inmez.”

Feng Xin eliyle güneşi gölgeledi. “Kökten çözümleyebilmek için su gerekli.


Ekselansları, Baş Rahip Majestelerine doğudaki suları şimdilik batıyı
sulamak için kullanmasını söylese nasıl olur?”

Xie Lian başını iki yana salladı. “Baş Rahiple bu konuyu çoktan
konuştum.”

Feng Xin. “Baş Rahip ne dedi?”

“…” Xie Lian yutkundu. “Aşağı yukarı uygulanabilir olmadığını söyledi.


Ama şimdi ben de sahiden olmayacağını fark ettim. Sulamak için nehir
gerekli. Ancak kanal yapmak gibi bir şey çok fazla iş gücü gerektirir;
yapımı kim bilir kaç sene sürer, sadece insanları ve hazineyi yormak olur.
Yapmayacağım.”

Feng Xin başını salladı. “Doğru. Uzak sular yakın yangınları söndüremez.”

Xie Lian mırıldandı. “Ama eğer bu mesele ölümlü araçlarla çözülemiyorsa


belki ilahi yöntemleri deneyebiliriz. Yakın zamanda Yağmur Ustasının
değiştiğini duydum. Yeni Yağmur Ustası münzevi bir kişiye benziyor, ama
onu ziyaret edebilir miyim diye bir bakacağım, doğudaki suları yağmur
formunda batı kısmına taşımasını rica ederim.”

Xie Lian yükseldiğinden beri Jun Wu’yu selamlamak dışında diğer hiçbir
cennet mensubuna şahsen ziyarete gitmemişti ve bilerek kimseyle arkadaş
olmaya çalışmamıştı, ruhani iletişim rününde herkese eşit şekilde
davranıyordu. Onun birisini ziyarete gitmesi ender bir durum olurdu. Mu
Qing ise karşı çıktı. “Olmaz.”

Xie Lian başını çevirdi. “Neden?”

“Ekselansları, derinlemesine inceledim. Gerçekte, bu geçen iki sene


boyunca sadece Yong An ve batı bölgeleri su sıkıntısı çekmemiş, tüm Xian
Le Krallığı bu durumdan mustaripmiş. Doğu bölgeleri denize yakın
oldukları için göller ve vadilerle çevrililer bu yüzden belirgin bir durum
oluşmamış ve henüz bir problem haline gelmemiş. Ama öncesine göre su ve
yağmur miktarı önemli ölçüde azalmış.”

Xie Lian’ın gözleri büyürken Mu Qing devam etti. “Eğer kanal açar veya
suları yağmurla doğudan batıya taşırsak, geçici olarak Yong An’ı
rahatlatabiliriz ama tümüyle kurtaramayız. Sadece pamuk ipliğine bağlı bir
şekilde yaşamalarını sağlayabiliriz. Ama bu sırada doğu bölgeleri de aynı
sıkıntıya pekala düşebilir.”

Xie Lian’ın kalbi sıkıştı. “Ve Xian Le nüfusunun büyük kısmı doğudaki
kalabalık bölgelerde, batının üç katından fazlalar, özellikle de başkent. Eğer
orada bir kuraklık yaşanırsa…”

Feng Xin hemen anladı. “Sonuçları Yong An’dan çok daha yıkıcı olur.
Binlerce kişi ölür!”

Mu Qing başını salladı, yüz ifadesi ciddiydi. “Çok daha büyük bir
ayaklanma çıkar.”

Xie Lian derin bir nefes aldı. “O zaman, Baş Rahip babamın hiçbir şey
yapmadan durmadığını söylerken yanılmıyordu? Ancak ondan sonra bir
karar vermişti.”
Mu Qing. “Bu durumda Ekselansları, kimsenin tapınağınıza gelerek dua
etmemesi iyi olmuş. Bu meseleyi Majestelerinin kararına bırakın.”

Xie Lian cevap vermedi ve arkasını döndü.

Yürüdükleri tüm zaman boyunca gördüğü herkes deri ve kemikti, erkekler


ve çocukların üst bedenleri çıplak, göğüslerinde kaburgaları sayılıyordu ve
kadınların gözleri donuktu, yüzleri yaşamdan yoksundu. Kimse hareket
etmek istemiyordu; hareket edecek güçleri yoktu ve her şey ölümünün
iğrenç kokusunu taşıyordu, insanın çığlık atmak ve bu yiten topraklardan
kaçarak kalabalık kraliyet kentinin görkemine geri dönmek isteyesi
geliyordu.

Xie Lian tekrar konuşana dek uzun bir zaman geçmişti. “İkiniz burada kalın
ve bana yardım edin, ne kadar su getirebiliyorsanız getirin. Düşünmem
gerek.”

Feng Xin. “Tamam. Git ve dikkatle düşün. Karar verince bana da söyle.”

Xie Lian onun omzuna vurdu ve gitmek için arkasını döndü. Arkasından
Mu Qing sessizce konuştu.

“Ekselansları, dikkatle düşünün. Belki on, belki yirmi gün boyunca yardım
edebiliriz ama bir yıl bile dayanamayız. Yüz kişiyi kurtarabiliriz, ama yüz
bin kişiyi kurtaramayız. Sonuçta bir savaş tanrısısınız, su tanrısı değil. Eğer
su tanrısı olsaydınız bile hiçlikten su yaratamazdınız. Eğer bu meseleyi
kökten çözemezsek bu şekilde devam edemeyiz. Yeterince güçlü değiliz.”

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 72: Seninle Ölümlü Diyarda Karşılaşmak İçin, Yağmurun


Altındaki Çiçekleri Bulmak İçin

Mu Qing’in sözlerini duyduktan sonra Xie Lian’ın adımları bir an için


duraksadı, ama arkasını dönmedi.
Elini salladı ve kendi başına ilerlemeye devam etti.

Xian Le başkentine geri döndüğü zaman, Xie Lian ilk olarak doğrudan
kraliyet sarayına gitti.

Bu gerçekte ailesiyle görüşmek sayılamayacağı için aslında neden oraya


gittiğini bilmiyordu. Sadece cennet mensuplarının kendilerini yakın aile
mensuplarına göstermesi yasak olduğu için değildi, fazlası da vardı, evden
ayrılması ve geçen yıllardan sonra artık ailesiyle nasıl sohbet edebileceğini
bilmiyordu. Muhtemelen dünyadaki her çocuk içinde aynı şey geçerliydi.
Bu yüzden kendisini gizledi ve aşina olduğu sarayda dolaşmaya başladı,
ama majesteleri kralı QiFeng Köşküne gelene dek görememişti, orada ise
hem babasını hem annesini buldu.

İkisi saray hizmetçilerini göndermiş ve kendi aralarında sohbet ediyorlardı.


Kraliçe yatağın kenarına oturmuştu. Ellerinde çevirdiği maske, Xie Lian’ın
üç yıl önce İlahi Geçit Töreninde taktığı maskeydi.

Altın maskeye dikkatlice Xie Lian’ın hatlarının şekli verilmişti, bu sayede


yüzüne mükemmel bir şekilde oturmuş ve tören sırasında takması oldukça
kolay olmuştu. Başkaları gördüğünde benzerlik derecesini neredeyse
korkutucu buluyorlardı. Kral diğer tarafta azarladı. “O şeyle oynamayı bırak
da gelip başıma masaj yap.”

Her ne kadar kral ve kraliçe başka insanların önünde farklı davranıyor


olsalar da Xie Lian çocukluğundan beri işin iç yüzünü biliyordu, ailesi de
her normal evli çift gibi atışıyorlardı. Kraliçe tahmin ettiği gibi maskeyi bir
kenara koydu ve masaj yapmak için kralın yanına oturdu. Kralın saçlarını
tararken aniden konuştu. “Saçındaki beyazlar yine artmış.”

Xie Lian yakından baktı. Annesinin sözlerini doğrular bir şekilde, babasının
saçlarının kenarları grileşmiş ve onu birkaç yaş daha yaşlandırmıştı.
Meraklandı, Babam daha kısa bir süre önce Kutsal Kraliyet Köşkünde dua
etmemiş miydi? O zaman saçları hala siyahtı, nasıl böyle aniden grileşti?

Kraliçe bakır aynayı krala uzattı, ama o geri itti. “Görmeme gerek yok.
TaiCang dağını bir daha ziyarete gideceğimde yine siyaha boya sadece.”
Xie Lian fark etmişti, Saçları aniden beyazlamadı! Uzun zaman önce
beyazladı, beni görmeye gelmeden önce her seferinde siyaha boyuyordu.
Ama tapınanlarımın duaları dinlemekle ve koşuşturmakla çok meşgul
olduğum için, geri dönüp onları ziyaret edecek vakti nadiren buluyorum, bu
yüzden hiçbir şey fark edemedim.

Bu sonuca vardıktan sonra Xie Lian suçluluk duygusuyla doldu. Bir kez
olsun ailesinin onu göremiyor olmasına minnettardı. Kraliçe kralın başına
masaj yaparken mırıldandı. “Sana her gün erkenden yat demiştim, ama beni
hiç dinlemiyorsun, bütün gün başının etini yesem bile. Şimdi şu haline bak.
Eğer oğlumuz seni görürse kesinlikle seninle hiçbir kan bağı olmamasını
dileyecektir.”

Kral ofladı. “Oğlun büyüdüğünden ve kanatları güçlendiğinden beri zaten


beni umursamayı bıraktı.”

Her ne kadar bu kadar rahat bir şekilde konuşuyor olsa da yine de yatağın
yanındaki bakır aynaya bir bakış atıp mırıldanmaktan kendini alamadı. “O
kadar kötü değil, yüzüm hala aynı değil mi?”

Xie Lian’ın dili tutulmuştu. Babasının hiç böyle bir yönü olduğunu fark
etmemişti, arkasından onun hakkında böylesine asabi bir buruklukla kötü
konuşuyordu, gülümsemekten kendini alamadı. Kraliçe kahkaha attı.
“Tamam, tamam, kötü değil. Senin sağlığın her şeyden önemli, bugün
erkenden yat.”

Kral başını iki yana salladı. “Şu anda dinlenemem. Kısa bir süre önce Yong
An’dan başkente bir grup insan geldi. Geliyorlarsa buyursunlar ama
problem çıkarttılar, insanları rahatsız ettiler. Karmaşık bir durum.”

Görünüşe göre babasının saçlarının beyazlamasının nedeni Yong An’daki


kuraklıktı. Xie Lian’ın kalbinde dile getirilmez bir ıstırap vardı. Kraliçe
başını salladı. “Rong-Er’den bugün Yong An’dan birisiyle karşılaştığını
duydum. Söylediğine göre adam tapınaktan para çalmaya kalkmış, ne kadar
korkunç!”

Kralın gözlerinde temkinli bir ifade vardı. “Sahiden şok edici. Eğer sadece
onlarca veya yüzlerce kişi olurlarsa sorun değil, ama eğer birkaç yüz bin
kişi, gelip bütün başkentte serserilik yaparsa, kim bilir neler olur.”

Kraliçe bir süre düşündü ve en sonunda konuştu. “Böyle bir şey


olmayabilir. Eğer yasalara uyar ve kendilerini tutarlarsa o zaman
gelebilirler.”

Kral tedirgindi. “Ulusun kralı olarak, nasıl sırf ‘olmayabilir’ diye böyle bir
şeyi riske atabilirim? Ayrıca, kesinlikle buraya gelemezler. Daha çok insana
bakmak masaya birkaç tane daha çatal koymakla aynı şey değil.
Anlamadığın pek çok zorlukta beraberinde gelir, bu yüzden konuşma artık.”

Kraliçe teskin etti. “Tamam, artık bu konudan bahsetmeyelim. Zaten


bahsettiğin şeyleri anlayamıyorum. Keşke oğlumuz burada olsaydı. O
zaman en azından üzerindeki yükün bir kısmını senden alırdı.”

Kral dalga geçti. “O mu? Ne yapabilir ki? Bana daha fazla sorun
çıkarmaması bile yeter de artar.”

Xie Lian’dan bahsedilince kral tekrar canlanmış gibiydi. “O oğlun çoktan


on küsür yaşlarında ama bir prenses gibi yetiştirildi. Eğer meseleyi bilseydi
bile bir faydası olmazdı sadece daha fazla sorun çıkartırdı. Hiçbir şey
bilmeden cennette kaygısız bir şekilde kalması daha iyi. Bırak yapmak
istediği şeyleri yapsın. O artık veliaht prens değil, artık ölümlü diyarın
meseleleriyle ilgilenmesine gerek yok.

Bırak dilediğince uçsun.”

Xie Lian babasının artan heyecanıyla atıp tutmasını sessizce dinledi.


Yüzünde bilmiş bir gülümsemeyle kraliçe kralı dirseğiyle dürttü. “Şimdi de
ona prenses diyorsun. Çocukluğundan beri prensesi şımartan sen değil
misin? Ve şimdi gelmiş bütün suçu bana atıyorsun?” ardından iç çekti. “O
çocuk ev özlemi dışında her konuda harika. Öncesinde Kutsal Kraliyet
Köşkünde çalışırken de sadece birkaç ayda bir ziyarete gelirdi. Şimdi ise
yükseldi, artık çok daha zor. Üç yılda onu bir kez bile görmedik. Bir daha
görebilecek miyiz kim bilir.”

Onun şikayetini duyunca kral Xie Lian’ın tarafını tuttu. “Bir kadın nereden
bilsin? Baş Rahip bunların Cennet kanunları olduğunu söyledi, ona nasıl
sıradan bir ölümlüymüş muamelesi yapabiliriz? Eğer oğlunu geri çağırırsan
ona sadece ayak bağı olursun.”

Kraliçe aceleyle açıklamaya girişti. “Sadece söyledim. Onun önündeyken


asla böyle isteklerde bulunmayacağım.” Ardından kendi kendine
mırıldandı. “Heykellerine bakmakta çok kötü değil; ona oldukça
benziyorlar ve her yerde heykelleri var.”

Onları bunca zaman izledikten sonra Xie Lian kalbindeki acıyı ve


boğazındaki yutkunmayı güçleştiren yumruyu hissedebiliyordu. Daha fazla
saklı kalamazdı ama kendini de gösteremezdi. Cennet kanunlarına karşı
gelmekten korktuğu için değildi, hala ne söyleyeceğini bilmediğindendi.
Yong An meselesine gelinince, hala bir karara varabilmiş değildi. Eğer
aniden kendisini gösterirse sadece ailesini daha da çalkantılı ve stresli bir
ruh haline sokardı.

Kraliyet sarayından aceleyle çıktı. Dışarıya adım attığı anda Xie Lian birkaç
derin nefes aldı ve ancak o zaman en sonunda kendini sakinleştirebildi.
Kalbini yavaşlattı ve kendini topladı, etrafta oflayarak gezmektense ne
yapacağını düşünmek çok daha iyiydi, bir büyü yaptı ve kendisini sıradan
bir şekilde giyinmiş genç bir Taocuya dönüştürdü. Başkentte dolaştı, bilgi
topluyor ve bulduklarını kaydediyordu.

Baştan sona gezdikten, bütün bir günlük çalışmanın ardından en sonun


istediği yanıtlara sahipti.

Xian Le’nin kraliyet kentindeki bütün göl ve nehirlerdeki su seviyesi önceki


yıllara göre sahiden daha düşüktü. Kendisi Kutsal Kraliyet Köşkündeyken,
oyalanmak için birkaç kez dağdan dışarı çıkmışlığı vardı. Xian Le Krallığı
boyunca kesişen büyük nehirlerde mutlulukla kürek çekerken, su seviyesi
rıhtımdan sadece bir parça daha alçaktaydı, ama şimdi, birkaç metre
düşmüştü. Dahası, şehrin sakinleri bir süredir böyle olduğunu
söylemişlerdi; bir gece olmuş bir şey değildi. Öncesinde Xie Lian çok fazla
umursamamıştı ama şimdi, tüm bu uyarı işaretlerini görünce şok olmuştu.
En başında Mu Qing’in raporunda bir hata olduğunu düşünmüştü ve bu
yüzden de kendi gözleriyle görmek için gelmişti. Ama şu anda Mu Qing’in
daha önce hiç haksız çıkmadığı gerçeğini yalanlayamıyordu.
Durum doğrulanınca Xie Lian nehrin kenarında vakarla durdu, düşüncelere
dalmıştı. Yayından bazen birileri geçiyordu, bazıları başını sallıyor ve
gülümsüyor, diğerleri ise meraklı gözlerle bakıyorlardı ama pek çoğu
sadece kendi işine bakıyordu. Bilinmeyen bir zaman geçti ve sessizce,
bulutlar gökyüzünün kenarlarında toplandı, pat pat sesleri her yanı sardı.
Yağmur başlamıştı.

Sokaktaki pek çok kişi gökyüzüne baktı. “Ne şanssızlık ama! Yağmur
yağıyor, hadi geri dönelim!”

“Evet! Çok yazık!”

Pıt pat pat pıt. O en sonunda çevresinin farkına varana dek yağmur
damlaları Xie Lian’ın yüzünü ve kıyafetlerini dövdü. “Yağmur mu
yağıyor?”

Başkentteki insanlar yağmuru gördüklerinde her şeyi bırakarak sığınacak


bir yer ararlardı. Xian Le’nin diğer tarafında böyle bir yağmur için canını
verecek insanların olduğunu bilmiyorlardı. Şemsiyelerle bir grup insan
yanından geçerken Xie Lian’ın gördüler, yalnız, yağmurdan sırılsıklam
olmuş, onu yanlarına çekerek çağırdılar. “Genç Efsuncu, neden bu
yağmurda dışardasın? Çok şiddetli bir yağmur bu!”

Sersemlemiş haldeki Xie Lian peşlerinden gitti ve uzun bir çatının altına
sığınmak için koştu. İnsanlar şemsiyelerini kapattıktan kısa bir süre sonra
kahkahalara boğuldular. “Şansıma, bugün dışarıya çıkarken bulutların
toplandığını görmüştüm ve şemsiyemi aldım, yoksa boğulmuş fare kadar
ıslanırdım!”

“Yağmur yağmayalı çok uzun zaman olmuştu. Fırtına vadesini kaçırdığı


için oldukça büyük olacak.”

“Tanrılar, bakın! Sahiden çok güçlü! Bu durumda sel bile basabilir!”

Yağmur damlaları yerlere çarpıyor, dışarıya sıçrıyordu. Bu insanlar o kadar


aşina olduğu bir aksanla konuşuyorlardı ki Xie Lian evinde olduğunu tüm
benliğiyle hissediyordu; burası onun doğduğu ve büyüdüğü yerdi ve bunlar
onun tanıdığı halktı.
Sohbet devam ederken yağmur biraz hafifledi. Birkaç kişi hemen ısrar etti.
“Hafiflemişken çabuk olup gidelim!” sözleri bittiği gibi erkekler
şemsiyelerini açtılar ve birer birer çatının altından çıkmaya başladılar, ama
Xie Lian olduğu yerde kaldı. İçlerinden birkaçı ona bakışlar attılar ve kendi
aralarında kısaca tartıştılar, birisi yanına geldi ve ona aşınmış bir şemsiye
uzattı. Nazikçe önerdi. “Genç Efsuncu, evine dönemiyor musun? Yağmur
oldukça sert yağıyor, neden bu şemsiyeyi almıyorsun?”

Xie Lian düşüncelerinden sıyrıldı. “Çok teşekkür ederim, ama sen ne


yapacaksın?”

Yağmur altındakilerden birisi seslendi. “Bizim bir sürü şemsiyemiz var


altına birlikte sıkışabiliriz.

Gidelim, gidelim!”

Arkadaşlarının acele ettirmesiyle birlikte adam şemsiyeyi Xie Lian’ın eline


bıraktı ve yanlarına koştu.

Ayak sesleri yavaşça uzaklaşarak kaybolurken Xie Lian elinde şemsiyeyle


bir süre daha durdu. Aniden bakışları hemen yakınlardaki pek göze
çarpmayan bir mabede ilişti. Şemsiyesini açtı ve yağmura bir adım attı.
Yakından bakınca mabedin küçük kapılarının iki yanına ayetler yazılmıştı,
‘Beden Cehennemde; Kalp Cennette’. Görünüşe göre burası Veliaht Prensin
Mabediydi.

Sadece üç yılda sekiz bin tapınak kurulduğu için, her birinin TaiCang
Dağındaki gibi göz kamaştırıcı ve nefes kesici olmaması da gayet normaldi.
Mabetlerin arasında birkaç tane de sayıyı tamamlamak ve heyecanı artırmak
için amatörler tarafından yapılmış olanlar vardı. Sadece bağış kutusu eksik
olmakla kalmıyor, bir de mabette hiç rahip bulunmuyordu. Tek var olan şey
kilden bir heykel, çeşitli meyveler ve atıştırmalıklar koyulmuş birkaç
sunum tabağıydı. Nazik kalpli insanlar arada bir gelip etrafı biraz
düzenliyorlardı, ancak bu sayede düzgün bir mabet olarak kalabiliyordu.

Böyle bir şekilde gizlenmiş olan Veliaht Prens Mabedi neredeyse fark
edilmiyordu. Xie Lian daha içeriye girmeden cana yakın bir şekilde rüküş
Veliaht Prens heykeli olarak tanımlanabilecek heykeli görmüştü. Müsrif
kıyafetler, solgun, altında hafif pembemsi bir ton bulunan yuvarlak bir yüz
ve ahmak bir gülümseme. Heykel büyük bir bebek gibi görünüyordu. Eğer
aklında çok fazla şey olmasa muhtemelen yüksek sesle kahkaha atardı.

Geçen üç yılda Xie Lian üç bin, belki beş bin Veliaht Prens heykeli
görmüştü. Tamamen kendisine benzeyen bir tane bile yoktu, en benzer
olanlarının bile hala yedi noktası farklıydı. Geriye kalanları ise ya fazla
çirkin ya fazla güzellerdi. Pek çok cennet mensubunun heykellerinin çoğu
fazla çirkin olurdu, ama Xie Lian için durum tam tersiydi. Bazıları
tanınmayacak kadar güzeldi ve öyle ki o, kendisi bile bakmaya utanıyordu.
En başından beri kil heykele dikkatli bir şekilde bakmamıştı, gözleri
üzerinden çabucak geçti, ama beklenmedik bir şekilde, kar beyazı bir
bulanıklık gözüne takıldı ve ilgisini çekti.

Kabaca yapılmış Veliaht Prens heykelinin sol elinde bir çiçek vardı, kar
kadar beyazdı.

İnci beyazı yaprakları, üzerine tutunan kristal çiy damlalarıyla son derece
narin görünüyordu. Havada süzülen kokusunu insan hafifçe alabiliyordu,
sevimli ve tatlıydı. Veliaht Prens heykelinin imza pozu

‘Bir Elde Kılıç; Diğerinde Çiçek’ti. Sol elinde tuttuğu çiçek, elbette, düzgün
bir şekilde yapılmış altından bir çiçek, değerli taşlardan bir çiçek, yeşimden
bir çiçek olmalıydı. Ancak Xie Lian ilk defa heykelinin elinde gerçek bir
çiçek olduğunu görüyordu ve daha yakından bakabilmek için öne
eğilmekten kendini alamadı.

Yakından inceleyince, Veliaht Prens heykelinin bir zamanlar elinde kilden


bir çiçek tutuyor olduğunu fark etti. Belki heykeltıraşın yeteneksizliğinden
belki de birisinin bilerek koparmasından dolayı, sol elindeki yumruğunda
sadece küçük bir delik kalmıştı. Minik beyaz çiçek ise tam da buraya
koyulmuştu. Eğer heykeldeki boşluğu doldurmak için birisi özellikle bir
çiçek seçtiyse, o zaman bu kişi sahiden iyi kalpliydi.

Bir dizi aceleci ayak sesi duyduğu anda Xie Lian’ın düşünce dizisi kesildi.
Hemen arkasına bakmadı, onun yerine kendisini gizledi. Elinde şemsiyeyle
hafifçe sunağa atladı ve ondan sonra bakmak için arkasını döndü.
Yağmurun gri sisinin arasından genç bir çocuk içeriye girdi.
Çocuk on iki veya on üç yaşından büyük olamazdı. Kirlenmiş, yamalanmış
kıyafetleri baştan aşağıya sırılsıklamdı ve yüzü pis bandajlarla sarılıydı.
Sanki önemli bir şeyi korurmuş gibi sağ eli sıkıca sol yumruğunu tutmuştu.
Sadece mabede girdikten sonra ellerini serbest bırakmıştı.

Elinde küçük, kar kadar beyaz bir çiçek vardı.

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 73: Seninle Ölümlü Diyarda Karşılaşmak İçin, Yağmurun


Altındaki Çiçekleri Bulmak İçin

Xie Lian sanki zihninin gerisindeki bir şeyi aniden hatırlamış gibi küçük bir
ses çıkarttı.

Kat kat sargıların altına saklanmış bu yüz ona kaçınılmaz bir şekilde üç
sene önce karşılaştığı çocuğu hatırlatmıştı. Ancak tam olarak emin değildi.
Karamsar bir şekilde düşününce, o çocuk TaiCang Dağından kaçtıktan
sonra tam üç sene boyunca hayatta kalmış olabilir miydi?

Tam bu sırada çocuk öne çıktı. Kendini parmak uçlarında yükseltti ve elinde
tuttuğu çiçeği kil heykeldekiyle değiştirdi. Sunağın üzerinden Xie Lian
bunları açık ve net bir şekilde görebiliyordu. Bu yeni çiçeğin üzerindeki
yapraklar daha bile fazla açmış, daha bile narindi. İki kat daha fazla çiy
damlası vardı ve güçlü kokusuna bakılacak olursa daha yeni kopartılmıştı.
Yoksa bu çocuğun her gün bu önemsiz tapınağı ziyaret etmesinin nedeni
çiçeği tazesiyle yenilemek miydi?

Dahası, çiçeği sunduktan sonra, genç çocuk Prensin kil heykelinin önünde
durdu. İnatla diz çökmek isteyen diğerlerinin aksine, o parmaklarını
birbirine doladı ve sessizce ayakta durarak dua etti. Xie Lian’ın isteğini
yerine getiriyordu.

Üç yıl geçmişti. Xie Lian’ın takipçileri arasında cennet mensupları,


soylular, isimlerini diyarda duyurmuş kimseler ve cenneti bile etkileyecek
yetenekler vardı. Ancak Xie Lian’ın en samimi olduğunu düşündüğü kişi,
bu daha on üç yaşındaki çocuktu. Dahası, bu çocuk muhtemelen kıyafetleri
yamalı olduğu için daha süslü altın tapınaklardan atılmıştı ve sadece bu
pejmürde, zavallı mabede dua etmek için gelebiliyordu.

Sahiden tarifsiz bir histi.

Bu sırada birkaç ıslak ayak sesi daha mabedin dışından duyuldu. Şemsiyeli
bir grup çocuk gürültülü bir şekilde geçiyorlardı. İlk başta Xie Lian sadece
geçip gideceklerini düşünmüştü, ama beklenmedik bir şekilde çocuklar geri
döndüler. Olağandışı bir şey fark etmiş gibi davranarak, çocuklardan birisi
ellerini çırptı. “Vay, vay, vay. Çirkin canavar yine kovulmuş!”

Her ne kadar tapınağın içindeki tüm çocuklar ve oğlan aşağı yukarı aynı
yaşta olsalardı, her biri oğlandan daha uzundu ve aileleri onları iyi
besliyormuş gibi görünüyorlardı. Muhtemelen yaklaşan bayram nedeniyle
hepsi yeni giysiler ve ayakkabılar giymişlerdi. Mabedin girişindeki su
birikintilerini şakacı bir şekilde sıçratıyorlardı, masum gülümsemeleri hayat
doluydu ve hiçbir kötü niyet yoktu.

Sanki ‘çirkin canavar’ sözünün kötü bir şey olduğunu bilmiyormuş ve kendi
sözlerinin insanı üzeceğini düşünmüyorlarmış gibiydiler. Muhtemelen
komik olduğunu düşünüyorlardı. Kapıdaki çocuklar dalga geçtiler. “Hey,
çirkin canavar, bu gece yine mabette mi uyuyacaksın? Dikkat et, şu ‘annen’
eve gittiğinde canını okuyacak!”

Xie Lian alnını çattı. Sarılmış bandajların altında çocuğun gözleri öfkeyle
parladı, yumruklarını kaldırdı ve bağırdı. “Benim evim yok!! Benim annem
yok! O benim annem değil! Dışarı! Çıkın! Eğer konuşmaya devam
ederseniz ağzınızı burnunuzu kırarım!”

Ancak çocuklar daha az umursayamazlardı. Dillerini çıkardılar ve meydan


okudular. “Cesaretin var mı?

Dikkat etmezsen yine babana söyleriz ve o sana dersini verir.”

Bazıları kaşlarını kaldırdı ve alayla güldü. “Ah sahi, senin annen yok,
çünkü annen seni istemiyor. Evin yok, çünkü ailen seninle hiçbir bağları
olmasını istemiyor. Bu yüzden sadece bu zavallı mabette uyuyorsun…”
Genç çocuk daha fazla dayanamadı. Yüksek bir haykırışlar üzerlerine
atladı.

O kadar cılız bir çocuğa göre iyi yumruk atıyordu. Haykırışı neredeyse
birkaç çocuğun korkuyla kaçmasına neden olmuştu, ama kavgayı ilk
başlatan çocuk yerini korudu. “Korkacak ne var?! Biz daha

kalabalığız!” Bunu duyunca kaçmak isteyenler de döndüler ve kavgaya


katıldılar, çocuğu kollarından ve bacaklarından çekiyorlardı. Xie Lian en
sonunda daha fazla dayanamadı. Elini sallamasıyla, görünmez bir güç, hiç
yoktan var oldu ve çocukları ayırdı. Hemen ardından birikintideki sulardan
güçlü bir dalga yerden süzüldü ve çocukları yere devirdi.

Sonuçta sadece çocuklardı. Nedenini bile bilmeden yere düştükten ve bir


ağız dolusu çamurlu su yuttuktan sonra, yeni kıyafetleri tamamen
sırılsıklam olmuştu. Şimdi dalga geçtikleri çocuktan daha pis ve daha çirkin
olunca, bir önceki mutlu kahkahalarının yerini gürültülü ağlamalar almıştı.
Yerden sürünüp kalktılar ve ellerinde şemsiyeleriyle burunlarını çekerek
kaçtılar.

Xie Lian hayal kırıklığıyla başını iki yana salladı. Görevi kötü iblisleri
uzaklaştırmak ve korumayla barış

getirmek olan düzgün bir savaş tanrısı olarak, ilk defa bu tür bir çocuk
kavgasına karışmıştı. Her ne kadar yanlış yapanları uzaklaştırmış olsa da
hiçte bir şey başarmış gibi hissetmiyordu. Bakışları genç çocuğa döndü.

Karmaşa esnasında çocuğun başındaki sargılar yarısına kadar düşmüştü.


Yarısı ortaya çıkmış yüzü mavi ve mor izlerle şişmişti. Biraz önceki
arbededen kaynaklanmadıkları çok açıktı. Xie Lian dikkatli bir şekilde
inceleyemeden, çocuk çoktan tek kelime etmeden sargılarını tekrar sarmıştı.
Kil heykelin ayağının dibine oturdu ve dizlerini kendisine çekti.

Xie Lian aslında bu Veliaht Prens mabedine düşünmek için gelmişti.


Önemli meseleleri tartışmak için Feng Xin ve Mu Qing’i çağırmayı
planlamıştı, ama karşılaşmayı hiç beklemediği bu çocuk ilgisini üzerine
çekmişti. Bir çağrı yolladı, ardından çocuğun yanına oturdu ve izledi. Kısa
bir süre sonra çocuğun karnı guruldadı. Adak tabağında hala birkaç meyve
ve tatlı vardı. Her ne kadar kurumuş gibi görünseler ve muhtemelen tatları
da çok güzel olmasa da hiç yoktan iyiydiler. Xie Lian birisini aldı ve hafifçe
çocuğa doğru attı.

Meyve çarpınca, sanki kendisine bir taş atılmış ve arkasından dahası da


gelebilirmiş gibi küçük çocuk anında kollarını başına sardı ve savunmak
istercesine top haline geldi. Bir süre geçince, en sonunda etrafına baktı ve
sadece bir meyve olduğu, etrafında hiç kimse olmadığını fark etti.
Tereddütle meyveyi altı, iki kez üzerine tozunu sildi ve bağış tabağına
döndü. Görünüşe göre tabaktaki adakları yemektense açlığa katlanmayı
tercih ediyordu.

Sonrasında kapıya doğru gitti, mabedin önünde bardaktan boşalırcasına


yağan yağmura bakarken sanki yemek bulmak için dışarı çıkıp çıkmaması
gerektiğine karar vermeye çalışır gibiydi. Ancak yağmur çok şiddetliydi.
Yine ıslanmak istemediği için geri döndü ve kil heykelin ayaklarının
yanında yere kıvrıldı.

Bu sırada Feng Xin ve Mu Qing çağrıyı alarak gelmişlerdi. İkisi mabedin


arkasından içeri girdiler. Feng Xin kasvetli bir şekilde. “Ekselansları, böyle
küçük bir Veliaht Prens mabedini nereden buldunuz?

Neden bizi buraya çağırdınız?” Yere baktığında, aniden neredeyse fark


etmeden üzerine basmak üzere olduğu yerdeki kıvrılmış figürü gördü ve
haykırdı. “Bu çocuğun burada ne işi var?!”

Mu Qing de baktı, iyice baktı ve hemen sordu. “Ekselansları bu üç sene


önce TaiCang Dağından kaçan çocuk mu?”

Xie Lian başını iki yana salladı. “Emin değilim. Ne adını biliyordum ne
nasıl göründüğünü.”

Üçü hiçbir şeyin farkında olmayan çocuğu sarıp sohbet ederlerken, yerdeki
çocuk kımıldandı. Yüzünü silerken burnundan ve ağzının kenarından kan
akmakta olduğunu fark etti. Bunu görünce Xie Lian hiçbir şey yapmadan
duramayacağını fark etti. “Önce çocuğu götürelim. Hava kararıyor. Bu
mabet geceyi geçirmek için iyi bir yer değil.”
Feng Xin. “Belki de gidecek bir yeri yoktur? Eğer öyleyse, korkarım geceyi
geçirebileceği tek yer burası.”

“Bir evi var, hoş evindeki durum pek hoş olmayabilir.” Xie Lian. “Yine de
bu mabette daha iyi değil.

Eğer giderse o zaman ona yiyecek bir şeyler bulabiliriz. Çocuk yaralı da.”

Mu Qing konuştu. “Ekselansları, açık sözlülüğümü mazur görün, ama böyle


küçük meselelerle ilgilenecek vaktimiz yok. Bizi buraya bir karar vardığınız
için mi çağırdınız?”

Yüksek Cennette ikamet eden cennet mensupları arasından bir tanesi bile
tapınanlarından gelen her bir duayı kabul etmezdi. Sayısız tapınan arasında,
eğer her biriyle ilgilenmek isterlerse tükenirlerdi. Bu yüzden bazen küçük
ve daha önemsiz dilekleri duymazsan gelir ve iş yüklerini azaltmaya
çalışırlardı.

Belki Xie Lian’ın genç yaşından, enerji ve tutkuyla taşan bedeni nedeniyle
kendisi henüz önceliklerini nasıl belirleyeceğini ve bu işleri nasıl çözeceğini
öğrenememişti. Bir süre düşündükten sonra biraz önce ona sokaktan
geçenler tarafından hediye edilen şemsiyeyle birlikte küçük mabedin
girişine doğru yürüdü.

Xie Lian yavaşça şemsiyeyi açtı. Düşen yağmur damlaları üzerine çarparak
patırtı sesleri çıkarttı.

Yerdeki küçük çocuk sesi duydu ve birisinin içeri girdiğini düşünerek


hafifçe hareket etti. Ama kimsenin onunla ilgilenmeyeceğini düşündükten
sonra tekrar uzandı. Xie Lian açık şemsiyeyi girişe bıraktı. Küçük çocuk ise
sesin geçip gitmesini bekliyordu, ama gitmeyince meraklanarak doğruldu
ve baktı. Yağmurun altında kendi kendine açmış yalnız kızıl bir çiçek gibi
yerde durmakta olan kırmızı şemsiyeyi görünce, şaşırarak dondu.

Çocuğun şemsiyeyi almak için koşturmasını izlerken Mu Qing öğüt verdi.


“Ekselanslar, gereğinden fazlasını bile yaptınız. Eğer çok belli ederseniz ve
çocuk fark ederse, problem çıkacaktır.”
Xie Lian cevaplayamadan, küçük çocuk tekrar koştu ve arkalarından
bağırdı. “Ekselansları!”

Üç tanrı neredeyse şaşkınlıktan sıçrayarak geriye döndüler. O çocuk,


şemsiyeyi elinde tutmuş, gözleri duygularıyla kızarmıştı. Başını kaldırdı ve
kil heykele bağırdı. “Ekselansları! Siz misiniz?!”

Feng Xin, bundan önce Xie Lian’ın çocuğa yardım etmek için diğer
çocukları kovaladığını ve hatta başına bir meyve attığını bilmiyordu.
Düşüncelere daldı. “Bu çocuk epeyi zeki, sahiden anladı.” Mu Qing ise
öncesinde bir şeyler yaşandığından şüphelenmişti ve Xie Lian’a baktı.

Çocuk yalvardı. “Eğer buradaysanız, lütfen, tek sorumu cevaplayın!”

Sunağın üzerindeki yüksek yerinden, Xie Lian ‘lütfen benim önümde belir’
yalvarmalarını her gün defalarca duyuyordu. Bir ses sürekli tekrar
edildiğinde, bir süre sonra duyulmaz hale gelir ve eninde sonunda geri
planda solup giderdi. Yine de, ne zaman böyle bir ses duysa, elindeki
meseleleri bir kenara bırakıp kulak kabartmaktan kendini alamıyordu.
Kenardan Mu Qing uyardı. “Ekselansları, boş

verin.”

Xie Lian konuşmadı. Küçük çocuk şemsiyeye iki eliyle birden sıkıca
yapmıştı, dişlerini sıktı. “Acı çekiyorum! Her gün ölmeyi diliyorum. Her
gün, bu dünyadaki herkesi öldürmek ve sonra kendimi öldürmek istiyorum!
Istırapla yaşıyorum!”

Daha on üç yaşındaki bir çocuktan ‘acı çekmek’ ve ‘herkesi öldürmek’


sözlerini duymak neredeyse komik ve gülünecek bir şeydi. Ancak bu minik
bedeninin içinde patlamaya hazır bir şeyler gizliydi; öfkesini ve
haykırışlarını besleyen bir şey vardı.

Feng Xin dalga geçti. “Bunun nesi var? ‘Dünyadaki herkesi öldürmek’ bir
çocuğun söyleyeceği şey mi?”

Mu Qing düz bir şekilde. “Daha çok genç. Büyüdükçe şu anda


yaşadıklarının hiçbir şey olduğunu anlayacak.” Duraksadıktan sonra Xie
Lian’a baktı. “Bu dünyada pek çokları acı çekiyor. Yong An’daki kuraklığı
ele alalım örneğin, ondan daha iyi durumda olan tek bir Yong An vatandaşı
söyleyin. Bu meseleye can sıkmaya gerek yok Ekselansları.
Önceliklerimize odaklanalım.”

Xie Lian hafifçe. “Belki de.”

Başkalarına göre, tek bir kişinin acı çekmesi muhtemelen önemsiz bir
problem olarak görünürdü.

Çocuk hala heykele bakıyordu. Gözleri daha da kızarmıştı, ama hiç gözyaşı
dökmüyordu. Bir elinde şemsiye, diğer eliyle uzandı ve kil heykelin
cübbesine tutundu, üsteledi. “Bu dünyada ne için yaşamalıyım? Yaşamak ne
anlama geliyor?”

Ancak soruları sessizlikle karşılaşmıştı, ona tek bir ruh bile cevap
vermiyordu. Görünüşe göre küçük çocuk da bunu tahmin etmişti ve
yavaşça, elini indirdi.

Ancak bir ses aniden ölüm sessizliğini deldi. “Artık nasıl yaşayacağını
bilmiyorsan, o zaman benim için yaşa.”

Xie Lian’ın yanındaki, ne Feng Xin ne Mu Qing onun sahiden cevap


vermesini beklememişlerdi, hem de böyle bir cevabı hiç! Gözleri ardına dek
açıldı. “…Ekselansları?!”

Çocuğun başı anında kalktı ama orada kimse yoktu. Sadece yumuşak ve
nazik bir ses kil heykelden yükseldi: “Sorduğun soruya bir cevabım yok.
Ancak, eğer yaşamın anlamını bilmiyorsan, o zaman anlamı ben olayım ve
beni yaşama nedenin olarak kullan.”

Feng Xin ve Mu Qing’in yüzleri sanki patlamak üzereymiş gibi


görünüyordu ve her ikisi de Xie Lian’ın ağzını kapatmak için ellerini
uzattılar, aceleyle. “Bu kadarı yeter Ekselansları! Kuralları ihlal
ediyorsunuz! Kurallar!!”

Ama onlar ağzını kapatmayı başaramadan Xie Lian bağırabildi. “Çiçeğin


için teşekkür ederim! Çok güzel, çok hoşuma gitti!”
Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 74: Yağmur İçin Yalvarmak, Yağmur Ustası Yağmur Şapkasını


Ödünç Veriyor

Küçük çocuk tümüyle ve tamamen hayrete düşmüştü.

Bu sırada Feng Xin ve Mu Qing ise Xie Lian’ı zapt edebilmek için birkaç
kol ve bacaklarının daha çıkmasını diliyorlardı, müthiş bir güçlükle en
sonunda onu aşağıya çektiler. Ancak Xie Lian çabasız bir şekilde onları itti.
“Pekala! Bitti! Kuralları ihlal ettiğimi biliyorum ama sadece hiçbir şey
duymamışsınız gibi davranın ve her şey yoluna girer. Siz bir şey
söylemediğiniz sürece kimse bilmez. Sadece bu seferlik. Hiçbir şey
söylemeyin, beni duydunuz mu?”

Mu Qing sanki zorla çorap yedirilmiş gibi görünüyordu ve başını iki yana
sallayarak mırıldandı. “Size inanamıyorum… bu kadar kendinden emin bir
şekilde ‘benim için yaşa’ gibi bir şey söylemek, sahiden…”

Xie Lian söylediklerinin fazla bir şey olduğunu düşünmemişti, ama Mu


Qing’i duyunca, sahiden de kulağa nasıl geldiğini fark etti ve parlak kırmızı
bir şekilde kızardı. Feng Xin hemen kaşlarını çattı.

“Yeter. Ekselansları bu konudan bahsetmeyin dedi, neden hala


konuşuyorsun?” Ama dudaklarının kenarı titredi. Xie Lian daha fazla
dayanamıyordu ve kendini savundu. “Ne, ne. Söylediğim işe yaradı!

Bakın!”

Genç çocuk bir süre daha sersemlemiş bir şekilde oturmuştu ama Xie
Lian’ın sesi daha fazla duyulmayınca sertçe yüzünü silmiş, sunaktaki adak
tabağına uzanıp kollarına almış ve kuru meyveleri, tatlıları kemirmeye
başlamıştı. Kuvvetli bir şekilde çiğneyip duruyordu, hem kötü hem zavallı
küçük bir yaratık gibiydi. Xie Lian onu izlemek için eğildi, yüzünde bir
gülümseme belirirken diğer ikisine döndü. “Gördünüz mü? İşe yaradı.
Öncesinde yemek yemeyi reddediyordu, ama şimdi yiyor.”
Mu Qing. “Tabi, tamam. İşe yaradı. Çünkü bir tanrısınız.”

Feng Xin de. “Evet, evet. İşe yaradı. Çünkü bir tanrısınız.”

“…”

Xie Lian doğruldu ve bir kez daha ciddileşti. “Evet, ben bir tanrıyım. İkinizi
buraya bir karara vardığım için çağırdım.”

Bir anda ortamdaki rahatlık tekrar kayboldu. “Ne yapmamızı istiyorsun?”


Feng Xin sordu, bu sırada Mu Qing sorguladı. “Hala bu meseleyle
ilgileniyor muyuz?”

“Evet. Çözüm basit.” Xie Lian. “Xian Le Krallığında yeterince su yok, bu


yüzden biz de Xian Le’nin dışındaki krallıklara gideceğiz.”

“Diğer krallıklara mı?” Mu Qing tereddütlüydü. “Fazla olmaz mı? Bir tür
su tanrısından su yaratan ruhani bir şeyler ödünç almamız ve diğer cennet
mensuplarının bölgesini kullanmamız gerek. İzin vereceklerini
sanmıyorum.

Elbette Xie Lian da bunları göz önünde bulundurmuştu. “Deneyeceğim.


Hiçbir şey yapmamaktan iyidir. Siz kalın ve Yong An’a göz kulak olmaya
devam edin. En kötü durumdaki bölgelere yardım edin.

Ben Cennete dönüyorum. Problem var mı?”

Feng Xin. “Yok. Arkanda biz varız.”

Mu Qing düşündü ve sorguladı. “Peki ya Veliaht Prens Tapınaklarından


gelen onca dua ne olacak, Ekselansları?”

“Ben de oraya geliyordum.” Xie Lian cevapladı. “En önemli olanları seçin
ve benim yerime meseleyle ilgilenin. Vahim olmayanlar bekleyebilir.”

Mu Qing iyimser görünmüyordu ama yine de onayladı. “Siz veliaht


prenssiniz, sizi dinleyeceğiz. Ama onları uzun süre bekletmemenizi tavsiye
ederim.”
Xie Lian omuzlarına vurdu. Feng Xin ve Mu Qing eğildikten sonra yola
koyuldular, küçük mabette geride sadece Xie Lian ve çocuk kalmıştı. Xie
Lian mabetten çıktı, geriye bir bakış attıysa da daha fazla kalmadı ve
doğrudan çabucak Cennete gitti.

İlk olarak suyu kontrol eden cennet mensuplarına uğrayacaktı, ama tuhaf bir
şekilde, neredeyse tümü Üst Cennetten uzaktaydılar ve geriye sadece
Yağmur Ustası, normalde cennette ikamet etmeyen Yağmur Ustası,
kalmıştı. Xie Lian aceleyle koştururken kolları bir sürü parşömenle dolu
siyah cübbeli bir kadın mensuba çarptı. Kadın gülümsedi. “Ekselansları en
sonunda dönmüş.”

Xie Lian hemen sordu. “Nan Gong, tam zamanında geldin. Yağmur
Ustasının yaşadığı yer neresi biliyor musun?”

*ÇN: Unutanlar ve emin olamayanlar için; Ling Wen.

Siyah cübbeli kadının adı Nan Gong Jie’ydi, Orta Cennetten düşük seviyeli
bir literatür mensubu. Xie Lian yükseldikten sonra bir sürü angarya ve ayak
işiyle o ilgilenmişti. Bu kişi olaylar hakkında epeyce bilgiliydi ve işleri çok
iyi yönetiyordu, bu yüzden Xie Lian onun hakkında çok iyi şeyler
düşünüyordu.

“Yağmur Ustası’nın yeni sarayının yapımı henüz tamamlanmadı, bu yüzden


geçici olarak Güneydeki Yushi Krallığında ikamet ediyor.” Nan Gong Jie
ona Yağmur Ustasının yaşadığı yerin adresini verdikten sonra ekledi.
“Neden Yağmur Ustasını arıyorsun?”

“Acil bir mesele var. Yardımın için teşekkürler.” Xie Lian sözlerini bitirdi
ve gitmek üzereydi, ama geri döndü ve boğazını temizledi, utanmış
görünüyordu. “Nan Gong, Yüksek Cennetteki mensuplarla sen daha
samimisin. Acaba bana, Yağmur Ustasının… sevdiği bir şey falan varsa
söyleyebilir misin?”

Normalde, yeni atanan bir cennet mensubu yükseldiğinde, akıllı olanlar her
mensubun tüm saraylarına uğrar ve onları bir selamlama olarak hediyelerle
karşılarlardı. Bu neredeyse konuşulmayan bir kuraldı, ama Xie Lian çok ani
yükselmişti ve geldiği zaman kimse ona bir şey söylememişti. Ancak
sonrasında Baş Rahip hatırlatmıştı ama artık çok geçti ve işler tuhaf bir hal
almıştı. Aynı zamanda böyle bir şey gizliden rüşvet vermeye fazlasıyla
benziyordu ve veliaht prens olarak, Xie Lian bu uygulamayı doğru
bulmuyordu, bu yüzden işleri oluruna bırakmaya karar vererek, diğer cennet
mensuplarıyla daha gerçek bir ilişki kurmak için bir fırsatı olmasını
ummuştu.

Hayran olunacak bir hareketti ama şimdi sözünden geri dönmüştü ve


temkinli bir şekilde bir başkasına bir cennet mensubunun neden
hoşlandığını soruyordu, birisine rüşvet vermek üzere olduğu çok açıktı.
Ancak başka şansı yoktu. Yüksek Cennette yaşayan diğer tanrılar en
azından ruhani iletişim rünüyle iletişim kurarlardı ve bu müzakere etmeyi
kolay hale getiriyordu. Yağmur Ustası böyle etkileşimlerde bulunmuyordu,
bu yüzden ilk ziyaret için, Xie Lian insanların yok yere ruhani eşyalar
ödünç aldığını düşünmesini istemiyordu.

Nan Gong Jie hemen anlamıştı. “Ne yazık ki, korkarım bu konuda
Ekselanslarına yardım edemem.

Rüzgar Ustası oldukça gösterişten uzak birisi ve sadece ben değil, tüm
cennet diyarında kendisinin kişisel ilgi alanlarını bilen muhtemelen tek bir
kişi bile yoktur. Üzgünüm.”

Xie Lian kızardı. “Önemli değil, endişelenme. Teşekkür ederim.”

Nan Gong Jie ekledi. “Ama eğer lordum bir şey soracaksa, doğrudan ziyaret
etmesinin bir zararı olmayacaktır. Yağmur Ustasının mizacı düşünülürse,
yüksek ihtimalle yine de kabul edilirsiniz.”

Xie Lian ona tekrar teşekkür etti ve güney yönüne doğru ilerleyerek
Yağmur Ustasının geçici meskenine geldi.

Küçük bir kasabaydı, dağları yeşil ve suları berraktı, elle çizilmişçesine


güzel bir manzaraydı ama Xie Lian takdir edecek bir havada değildi. Tarla
sınırlarından geçti ve en sonunda üzerine ‘Yağmur’

işlenmiş bir kayrak taşı gördü. Bunun anlamı kayrak taşını geçtikten sonra
Yağmur Ustasının geçici sahasına gireceği ve orada çalışan herkesin
Yağmur Ustasının astları olacağıydı. Ama Xie Lian yürürken sadece
etrafında yemyeşil alanlar gördü. Tarlalarda öküzler böğürüyor, değirmenler
dönüyor, gayretli çiftçiler pirinç ekiyor ve tarlaların yanında küçük, eğri
sazdan bir kulübe görünüyordu. İlahilikten ne bir iz ne bir im vardı ve Xie
Lian yanlış gelip gelmediğini merak etmeye başladı. Burası sadece yoksul,
küçük bir tarım köyü değil miydi?

O kendinden şüphelenirken, uzak bir tarladaki siyah bir öküz aniden iki kez
möö’ledi, arka ayakları üzerinde doğrulurken ön ayakları gerildi ve
sırtındaki sabanı kendi kendine çıkarttı. O güçlü ve sağlam beden daraldı,
uzun öküz büzüldü ve göz açıp kapatıncaya dek iri bir siyah öküzden,
eğersiz bir çiftçiye dönüştü.

Çiftçi uzun ve güçlüydü, kasları belirgin, ifadesi inatçıydı ve burnunda


öküzlerde olan demirden bir burun halkası vardı, dudaklarından uzun bir ot
sarkıyordu. Diğer çiftçiler de bu sıradışı dönüşümü izlediler ama sanki
hiçbir şey olmamış gibi işlerine devam ettiler. Bu yüzden Xie Lian buradaki
kimsenin ölümlü olmadığına kanaat getirdi ve yaklaştı, ellerini uzattı ve
nazik bir yumruk haline getirdi. “Dost efsuncu, burasının Yağmur Ustasının
geçici meskeni olup olmadığını öğrenebilir miyim?”

Siyah öküz çiftçi karşıdaki bir tarlayı işaret ederek cevapladı. “Evet.
Yağmur Ustası orada yaşıyor.”

“…”

Xie Lian birkaç kez etrafına baktıktan sonra gösterdiği yönü doğruladı,
sahiden orada sadece o en ufak bir rüzgarda bile devrilecekmiş gibi görünen
ve yağmurlu günlerde kesinlikle sızdıran sazdan kulübe vardı.

Kendisinin en sefil, eski mabetleri bile bu küçük kulübeden çok daha


sağlam görünüyordu. Xie Lian merakla dolmuştu. Yağmur Ustasının Yushi
Krallığından yükselen, kendisi gibi bir soylu olduğu söyleniyordu ve tam da
bu yüzden hediye olarak yanında hiçbir değerli taş veya ender hazineler
getirmemişti, Yağmur ustasının da bu tür şeyler hakkında aynı şeyi
düşündüğünü sanmıştı, ki bu da küçümsemeydi. Neden yükseldikten sonra
böyle bir mahrumiyet çekiyordu? Belki de başka bir tür Yol’du.
Terbiyeyi elden bırakmadan, Xie Lian çiftçiye teşekkür etti ve küçük
kulübeye yaklaştı, yüksek ve net bir şekilde seslendi. “Yağmur Ustası,
lütfen Xian Le Prensini önceden haber vermeden ziyarete geldiği için
bağışla.”

Kulübeden yanıt gelmedi ve o çiftçi öne çıktı, saban sürüyordu. “Aa? Sen
on yedi yaşında yükselen veliaht prens misin?”

Xie Lian. “Ne yazık ki.”

Çiftçi. “Pişman olunacak bir şey yok. Bu gerçek. Ama Yağmur Ustası
insanlarla görüşmeyi sevmez üstelik yakın zamanda yaralandı, bu yüzden
korkarım seni bugün karşılayamaz.”

Bunu duyunca Xie Lian hayal kırıklığına uğradı ama yine de denemeye
devam etti. “O zaman benim adıma bir mesaj iletmeni isteyebilir miyim?
Acil bir istek. Ancak eğer Yağmur Ustasına yük olaraksa o zaman ısrar
etmemeliyim.”

Çiftçi kıkırdadı. “İletmeye gerek yok, hepimiz neden burada olduğunu


biliyoruz. Kötü bir his değil mi?

Xian Le de su olmaması.”

Xie Lian geriledi. “Xian Le’de olanları biliyor musun?”

Çiftçi. “Elbette biliyorum. Bu bayağı dağ geçidinde sadece ikimiz yokuz, şu


anda, senin Xian Le Krallığına bir yıkım gelmekte olduğunu kim bilmez?
Sen kendi meselenin ne olduğunu bilmiyorsun

ama diğer herkes yakından izliyor ve neler olduğunu senden daha iyi
anlıyor, ve muhtemelen gösterinin tadını da çıkartıyorlar, haha. Felaketi
önlemek için Yağmur Ustasının ruhani eşyasını ödünç almak istiyorsun
değil mi?”

Aydınlatıcı sözlerdi. Ancak o zaman Xie Lian fark etti; Yüksek Cennetteki
tüm cennet mensupları aynı anda dışarı gitmemişlerdi, hepsi onun amacını
biliyorlardı ve bilerek kapılarını kapatmış veya onu görmezden gelmek için
uzun zaman önce gitmişlerdi, onun meselesine çekilmek istemiyorlardı. İç
çekti ve içinden, Sahiden başlangıçta herkesin sarayına uğramalıydım belki
de, o zaman iş birliği yapacak insanlar bulmak daha kolay olurdu, diye
geçirdi.

Moral bozucu bir düşünceydi. Kısık bir sesle karşılık verdi. “Öyle. Eğer
Yağmur Ustasına yük olacaksa, rahatsızlık vermeyeceğim.”

Ancak çiftçi farklı bir cevap verdi. “Neden rahatsızlık veresin? Utanç verici
bir şey mi? Senin kendi krallığının hayatta kalmasıyla ilgili bu mesele,
sorun çıkartman ve bizi ölümüne gıcık etmen gerekmez mi? Kendini bir
parça alçaltman bu kadar mı zor? Genç insanların cesareti bu kadar kolay
kırılmamalı.

Sana hoş olmayan bir şey söylememe izin ver: Yağmur Ustası nezaket
gereği yardım etmeli, eğer bundan değilse, görev gereği yapmalı. Eşyasını
ödünç verip vermemesi ruh haline bağlıdır, eğer vermezse, sonrasında
şikayet de edemezsin.”

Xie Lian söylediklerinde haklılık payı olduğunu biliyordu, ancak böyle bir
ölüm kalım meselesinde, dostça olmayan ses tonu da eklenince, bir öfke
dalgası düğümlendi ve başını yukarı kaldırdı, sesi mezar gibiydi.
“Söylediğin her şeyi anlıyorum ve ben asla kimsenin arkasından şikayet
etmem, peki neden sen kim olduğuma önyargıyla karar veriyorsun?
Rahatsızlık vermeyeceğimi söylememin nedeni, işe yaramayacak bir şeyle
uğraşmak ve aynı zamanda Yağmur Ustasına sorun çıkartmak istememem.
Ama eğer Yağmur Ustası problem olmadığını düşünürse ve ruhani eşyayı
rahatsızlık verecek kadar uzun bir süre ödünç alabilirsem, o zaman sekiz
bin tapınağımım tamamını ona sunmak ve yüz kez secde etmek benim için
hiçbir şey.”

Çiftçi bir kahkaha attı. “Kızdın mı? Bir çocuğun mizacı. Yakala!”

Bir şey fırlattı; Xie Lian elini kaldırdı ve yeşil bir bambu şapka yakaladı, bu
çiftçinin sırtına astığı şapkaydı.

Xie Lian sordu. “Bu nedir?”


Çiftçi. “Ödünç almak istediğin şey. Sen daha gelmeden önce Yağmur Ustası
benden sana bunu vermemi istedi. Dikkatli bir şekilde kullan. Eğer bir zarar
verirsen seni affetmeyiz.”

Xie Lian’ın gözleri irileşti. “Neden?”

Çiftçi. “Nedenini söylemedim mi? Ödünç vermesi ruh haline bağlıdır. Diğer
cennet mensupları sana yardım etmeyecek, bu yüzden Yağmur Ustası sana
yardım etmek zorunda. Yağmur Ustasının yapmak istediği şey yapılır.”

Xie Lian haykırdı. “ÇOK TEŞEKKÜR EDERİM! ÇOK


TEŞEKKÜRLER!!”

Çiftçi ekledi. “Bu kadar çabuk sevinme Ekselansları. Yağmur Ustası senden
önce yükselmiş olabilir ama çok fazla tapınanı yok, bu yüzden de senin
kadar güçlü değil ve şu anda yaralı durumda. Sana bunu ödünç vermesi
dışında, geri kalan her şey sana bağlı. Uzak sular yakındaki susuzlukları
gidermez; Yağmur Ustasının Şapkası sadece yağmuru taşıyabilir ama su
yaratamaz. Senin Xian Le’nde yeterince su yok, bu yüzden diğer
krallıklardan ödünç almak zorundasın ve muhtemelen razı
gelmeyeceklerdir.

Sadece Yushi Krallığının yıllar boyunca biriken bol bir kaynağı var ve
nispeten bu yönden zengin.”

Xie Lian bir başkasına kendi ruhani eşyanı vermenin ne kadar zor bir şey
olduğunun net bir şekilde farkındaydı. Sazdan kulübeye doğru yerlere kadar
eğildi. “Yağmur Ustası yardım eli uzattığı için, son

derece minnettarım. Bu iyiliği unutmayacağım; eğer gelecekte yardım


edebileceğim herhangi bir şey olursa, umarım Yağmur Ustası ilk bana
gelmekte tereddüt etmez. Elveda!!”

Elinde ruhani eşyayla, Xie Lian anında güneyde bir göl buldu, gölün büyük
bir kısmını Yağmur Ustasının Şapkasına aldı, binlerce kilometre yol kat etti
ve Xian Le’deki Yong An’a geri döndü. En kötü durumdaki köyü buldu,
Lang Er Koyunu, ve şapkayı bulutların üzerinde ters çevirdi.
Kısa bir süre sonra göklerden küçük bir miktar yağmur yağdı. Xie Lian
bulutlardan atladı, iki ayağı üzerinde yere vardı. Yarı ölü köylüler gözlerine
inanamıyorlardı; bazıları yağmura sevinmek için kapılarından dışarıya
fırladı, bazıları yağmur toplamak için aceleyle farklı boyutlardaki kovaları
getirdiler.

Bunu görünce Xie Lian rahat bir nefes aldı ve en sonunda gülümsedi. Tam
bu sırada uzaklardan birisinin seslendiğini duydu. “Ekselansları!”

Başını çevirdiğinde Mu Qing’in bir ağacın arkasında belirdiğini gördü,


yüzü karanlıktı. Onun kasvetli ifadesini görünce Xie Lian bir şeylerin
yolunda olmadığını anladı. “Ne var? Bir şey mi oldu?”

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 75: Başkentin Kapılarını Kapatmak, Yong An’a Sağ Kalım Men
Edilmiş

Mu Qing sordu. “Ekselansları, neden bu kadar uzun sürdü?”

Xie Lian geriledi. “Uzun bir süre mi yoktum?”

Oradan oraya seyahat ederken, cennetten dünyaya, göl suyunu alması,


bulutlara binmesi ve yağmur yağdırması, tüm bunlar gün mü gece mi diye
bile düşünülmeden yapılmıştı, Xie Lian ne kadar zaman geçtiğinin farkında
değildi.

“Günler geçti! Veliaht Prens Tapınaklarında edilen dualardan bir dağ


oluştu.”

Tam bu sırada Xie Lian yağmurun bitmeye başladığını hissetti ve elini


uzattı. “Önce en önemli olanlarla ilgilenmenizi söylememiş miydim?”

Mu Qing cevapladı. “Bizim ilgilenebileceklerimiz çözüldü. Ama… Ama


bizim müdahale etmeye hakkımızın olmadığı pek çok dua var. Bu yüzden
ekselanslarına onları uzun süre bekletmemesini ve çabucak geri dönmesini
söylemiştim.”
Sözlerini bitirdiği anda yağmur da durmuştu. Yağmur Xie Lian’ın tahmin
ettiğinden çok daha kısa sürmüştü ve kalbinin acıdığını hissetti. Bulutlar
dağılırken, yeşil bir bambu şapka aşağıya süzüldü ve Xie Lian iki eliyle
yakaladı. “Ama bu durumu görüyor musun? Bunu da bırakamam.”

Mu Qing somurttu. “Ekselansları, Yağmur Ustasının ruhani eşyasını ödünç


alabildiniz mi? Bu su nereden geldi?”

Xie Lian cevapladı. “Güneydeki Yushi Krallığından.”

Mu Qing. “O kadar mı uzaktan? Suyu sadece bir kez taşımak bile sizden ne
kadar güç emdi? Ve eğer her yağmur bu kadar kısa ve cılız olacaksa, buna
devam ederseniz, tapınanlarınızın dualarını cevaplamaya nasıl fırsat
bulacaksınız?”

O söylemeden önce bile Xie Lian biliyordu. O bir savaş tanrısıydı ve


Veliaht Prens Tapınaklarındaki adanmışları onun temeliydi, ruhani
güçlerinin kaynağı. Onun yaptığı şey üssünü terk etmekle aynı şeydi ve
eğer dikkatli olmazsa her iki tarafta acı çekerdi. Ama şu anda yaptığı şey
dışında ne yapabilirdi ki?

Xie Lian. “Biliyorum. Ama eğer böyle devam ederse Yong An’da bir isyan
çıkacak ve Veliaht Prens Tapınakları da eninde sonunda nasibini alacak.”

Mu Qing. “Çoktan çıktı!”

Xie Lian şok oldu. “Ne?!”

Mu Qing’in raporunu duyduktan sonra Xie Lian aceleyle Xian Le’nin


başkentine koştu. Tam Büyük Savaş Caddesine geldiği anda bir grup
kraliyet muhafızı süslü tam takım zırhları, ellerinde keskin silahları,
yanlarında bir grup alıkonulmuş, ellerinden ve boyunlarından zincirlenmiş
bakımsız adamlarla yürüyorlardı. Yolun her iki tarafında halk toplanmıştı,
her birinin yüzü öfkeyle doluydu.

Feng Xin siyah yayını kavradı, gergin ve hazırdı, aniden patlayacak bir
isyan bekliyor gibiydi. Xie Lian haykırdı. “Feng Xin! Alıkonulanlar kim?
Ne suç işlemişler? Onları neden götürüyorlar?”
Sesini duyunca Feng Xin yanına sert adımlarla geldi. “Ekselansları! Onlar
Yong An insanları.”

On kişiden fazlaydılar, hepsi uzun ve sıska, tenleri hafifçe koyuydu.


Askerlerin arkasında birkaç yaşlı adam ve endişeli kadınlarla çocuklar da
vardı. “Arkadan gelenler de mi?” Xian Lian sorguladı.

Mu Qing cevapladı. “Hepsi.”

Görünüşe göre, geçen birkaç ayda Yong An’daki kuraklığının zirvesinde,


pek çokları yerlerinden kalkmış ve dalgalar halinde doğuya doğru
kaçmışlardı. Sadece birkaç on kişi geldiğinde çok belirgin değildi, ama
akım sonsuzdu ve şimdiye dek beş yüz kişiden fazla bir sayıya ulaşmışlardı.
Beş yüz kişi birleştiği zaman, fark edilen bir görüntü oluşmuştu.

Yong An insanları bu topraklara yabancıydılar, adlarına hiçbir şeyleri yoktu


ve ağızlarını açtıkları anda şiveleri onları ele veriyordu, bu yüzden yabancı
kalabalık şehre vardıklarında doğal olarak samimiyet için hepsi bir araya
toplanmışlardı. Böylece, hepsi kraliyet başkentini aramış ve en sonunda
ıssız bir yeşil alan bulmuşlardı. Çok sevinçli bir halde geçici sığınak olarak
kulübeler ve barınaklar inşa etmişlerdi.

Ne yazık ki, her ne kadar yeşil alan boş olsa da, kraliyet kentinde
yaşayanlar için orası bir dinlenme alanıydı. Xian Le insanlarının anlayışlı
bir kültürleri vardı ve kraliyet kentindeki insanlar bu hayat tarzını
benimserlerdi. Boş zamanlarında pek çokları yürüyüş yapar, dans eder, kılıç
sanatına çalışır, şiirler söyler, resim yapar ve yeşil alanlarda buluşurlardı.
Yong An’a gelince, Xian Le’nin batısında oturanlar, yoksul topraklardan
çok çekmiş ve her daim fakir olmuşlardı, bu yüzden halleri ve kültürleri
kraliyet kentindekilerin tam tersiydi. Bu yüzden, kraliyet kentindekiler sık
sık kendilerini daha saf Xian Le kanı olarak görürlerdi. Ve şimdi, zarafetle
dolu toprakları kalabalık bir mülteci grubu tarafından alıkonulmuştu,
bitkiler pişiriyor, ağlıyor, çamaşır yıkıyor, ateş yakıyor ve havayı yemek
artıklarının pis kokusu ve terle dolduruyorlardı, bu pek çok vatandaşın
tiksintiyle geri çekilmesine neden olmuştu, şikayetlerle doluydular.

Yong An’ın yaşlı liderlerinden bazıları da durumu içten içe anlamışlardı ve


başka bir yere taşınmak istemişlerdi. Ancak kraliyet kenti çok kalabalıktı;
nereye giderlerse gitsinler insan doluydu, ve bu kadar kalabalık bir grubu
alacak başka hiçbir yer yoktu, üstelik bir de yaralılar, hastalar, yaşlılar ve
çocuklar vardı. Seyahat etmek kolay değildi, bu yüzden cesaretle ve dikkatli
bir şekilde o alana tutunmuşlardı. Kraliyet kentindeki insanlar ne kadar
memnuniyetsiz olsa da, hala aynı ülkenin insanlarıydılar, bir afet olması
nedeniyle yabancıların varlığını tolere etmişlerdi.

Xie Lian raporu bu noktaya kadar dinlemişti ki asker grubu Yong An


erkeklerini pazar yerinin ağzına getirmişti, bağırdılar. “DİZ ÇÖKÜN!”

Getirilen erkeklerin her biri öfkeli bir şekilde şüpheliydiler, ama


boğazlarına kılıçlar dayanmıştı, diz çökmekten başka seçenekleri yoktu.
İzleyen kraliyet kenti insanları erkeklerin aynı anda diz çöktüklerini
görünce, bazıları iç geçirdi, bazıları rahatladı. “Raporuna göre, her iki
tarafta birbirine katlanmış, bugün ne oldu peki?” Soran Xie Lian’dı.

Feng Xin ve Mu Qing cevap veremeden, bir kadın kalabalığın arasından


haykırdı. “SİZİ BARBAR

HIRSIZLAR! UZUN PARMAKLARINIZ HER YERDE! KOCAMI ÖYLE


DÖVDÜNÜZ Kİ ARTIK AYAĞA BİLE

KALKAMIYOR! EĞER ONA BİR ŞEY OLURSA BEDELİNİ


ÖDERSİNİZ!”

Yakınında birçokları onu sakinleştirmeye çalışıyor ve bazıları sitem ederek


parmaklarıyla işaret ediyorlardı. “Başka insanların bölgesindeyken
kendinize çekidüzen vermeniz gerektiğini bilmiyor musunuz?”

“Evet, bizim evimizde misafirsiniz ve utanmadan çalıyorsunuz!”

Zincirli genç adamlardan birisi en sonunda daha fazla dayanamadı ve cevap


verdi. “Biz çalmadık diye söyledik size! İlk yumruğu atan da biz değildik!
Ayrıca bizim tarafımızda da yaralananlar var…”

Büyüklerden birisi bağırdı. “Konuşmayı kes!”


Genç adam öfkeyle ağzını kapattı. Feng Xin açıklamaya başladı. “Kraliyet
kentinde bir köpek kayboldu ve öncesinde Yong An’dan bir çocuk açlıktan
birisinin ördeğini çalıp yediği için, köpeğin de Yong An’dan birileri
tarafından çalındığına ve yendiğine inanıyorlar. Bir çete birleşip
sorgulamaya gitmiş ve kısa bir süre sonra kavga çıkmış.”

Xie Lian kuşkuluydu. “İsyan bir köpek yüzünden mi çıktı? Ve bunca insanı
mı tutukladılar?”

“Evet, bir köpek yüzünden.” Feng Xin devam etti. “Bu kadar büyümesinin
nedeni iki tarafın da uzun zamandır birbirlerine katlanıyor oluşları, en
küçük mesele bile hemen büyüyor. Her iki tarafta ilk diğerlerinin
başlattığına yemin ediyor ve bu dövüş karmaşası nasılsa gittikçe daha da
büyüyor.”

Öndeki askerlerden birisi duyurdu. “Şiddet getirenler ağır şekilde


cezalandırılacak! Hepiniz halkın görmesi için zincirlendiniz ve başka
suçların yasaklanması için!” Sonrasında geri çekildi ve bir an sonra, pek
çokları kıkırdamaya ve Yong An erkeklerine marul, çürümüş yumurtalar
atmaya başladılar.

Arkadan gelmekte olan yaşlı adamlar kalabalığa yerlere kadar eğilmeye


başladılar, haykırdılar. “Özür dileriz, hepinizden özür dileriz.”, “Lütfen
merhamet edin, merhamet edin!”

Xie Lian tüm bu olanların pireyi deve yapmak olduğunu düşünüyordu,


tümüyle gülünçtü, ama bir şekilde anlayabiliyordu da. “Peki sonuçta
çalmışlar mıydı? Köpeği buldular mı?”

Feng Xin başını iki yana salladı. “Kim bilir. Eğer kemikler temizlendi ve bir
kenara atıldıysa kim bir şey bulabilir? Ama yüzlerine bakılırsa, çaldıklarını
ben düşünmüyorum.”

Ancak, kraliyet kentinin askerlerinin hükmü doğal olarak kentin


insanlarının yanındaydı. Çalınmış veya değil, bir kavga vardı ve bu yüzden
suç Yong An’dan gelenlerde olmalıydı. Özellikle de kentin insanları her ne
kadar bu tarz şeylere uzak olmasalar da Yong An erkekleri kadar sert
olmadıklarından dolayı, kavgayı muhtemelen utançla bitirmişlerdi, iki grup
arasındaki hava daha da gerilmiş olmalıydı. Xie Lian başını iki yana salladı,
kalabalıktan bakışlarını geçirdi ve aniden Yong An erkeklerinin sırasında
bir şey fark etti, ortada başı öne eğik genç bir adam vardı, yüzü tanıdık
gelmişti. Ormandaki genç adama benziyordu, Lang Ying’e.

Xie Lian dondu. Tam bu sırada yakınlardaki birisi şikayet etti. “Geçen
aylarda kraliyet kenti nasıl Yong An insanlarıyla doldu taştı? Ve şimdi
gelmiş kavga çıkarmaya cüret ediyorlar.”

“Yok ya, hepsi buraya mı geliyorlar?”

Bir tüccar vahşice ellerini salladı. “Majesteleri Kralımız buna izin vermez!
Daha geçen gün evimi Yong An’lılar soydu. Eğer hepsi buraya gelirse,
burası cehenneme döner!”

Bunu duyunca, Lang Ying, başını önde tutarak tüm sebzelerin kafasına
atılmasına izin verirken, aniden başını kaldırdı. “Gördün mü?”

Tüccar aniden kendisine hitap edilmesini beklememişti ve düşünmeden


cevap verdi. “Neyi?”

“Evini soyan Yong An hırsızlarını. Kendi gözlerinle gördün mü?”

“…Kendim görmedim, ama öncesinde her yer huzur doluydu ve siz


geldikten sonra soyuldum, nasıl sizinle bir alakası olmaz?” Tüccarda
tartışmaya başlamıştı.

Lang Ying başını salladı. “Anladım. Anlıyorum. Biz gelmeden önce, hırsız
sizdiniz ve biz geldikten sonra, hırsızlar biz olduk…”

Sözlerini bitiremeden çürümüş bir hurma uçarak ona geldi ve dudağının


kenarına çarptı, onun sanki büyük kanlı bir çiçek kusmuş gibi görünmesine
neden oldu. Tüccar kahkahalara boğuldu ve Lang Ying’in gözleri karardı.
Ağzını kapattı ve konuşmayı kesti.

Xie Lian genç adama fırlatılan keskin taşları yumuşattı, ciddi şekilde
yaralanmayacağından emin oldu.
Bu halka açık aşağılama akşama dek devam etti ve ancak o zaman
izlemekte olan vatandaşlar yavaş

yavaş dağıldığında askerler bu kadarının yeteceğine karar verdi ve zincirleri


açtılar, onları daha fazla sorun çıkarmamaları için uyardılar, aksi halde ağır
şekilde cezalandırılacaklardı vesaire, vesaire.

Büyükler mahcup gülümsemeleriyle tekrar tekrar yerlere eğildiler, başka


kural ihlali olmayacağına yemin ettiler, ancak, Lang Ying, cansız bir halde
kendi başına yürüyerek uzaklaştı. Xie Lian onun yalnız figürünü izledi,
doğru anı yakaladı ve bir anda bir ağacın arkasında belirdi, tam yoluna
çıktı.

Ortaya çıktığı anda genç adamın gözleri kısıldı ve bir anlığına Xie Lian’ı
ölümüne boğacakmış gibi görünmüştü. Bir saniye sonra karşısındakinin kim
olduğunu tam olarak görünce, saldırmaya hazırlanan elini geri çekti.
“Sensin.”

Xie Lian tekrar genç efsuncu kılığına bürünmüştü. Lang Ying onu
irkiltmişti, neredeyse eli ona saldıracaktı. Kendi kendine içinden, Bu adam
güçlü, diye geçirdi. Konuştu. “Sana inci vermiştim, neden onu Yong An’a
götürmedin?”

Lang Ying ona baktı. “Oğlum burada. Ben de buradayım.” Bir an


duraksadıktan sonra kemerinden mercan inciyi çıkarttı. “Geri ister misin?
Al.”

Hala zincir izleri taşıyan eliyle inciyi uzattı. Bir sürelik sessizliğin ardından
Xie Lian almadı. “Geri dön.

Bugün Lang Er Koyuna yağmur yağdı. “Gökyüzünü işaret etti. “Yarın!


Tekrar yağmur yağacak, söz veriyorum. Bundan eminim.”

Ama Lang Ying başını iki yana salladı. “Yağmur yağıp yağmaması fark
etmez. Geri dönüş yok.”

Onun uzaklaşmasını izlerken Xie Lian şaşkın bir şekilde kalakalmıştı ve


sadece sonsuz bir hüsran hissediyordu.
Yükselmeden önce, tek bir parça bile kaygısı yokmuş gibiydi. Ne yapmak
isterse yapılırdı. Kimin aklına yükseldikten sonra aniden her yanını daimi
kaygıların çevireceği gelirdi ki? Hem başkalarının hem kendisinin kaygıları.
Bir şeyi yapmak her zaman bu kadar zor muydu? Çok eksik, çok güçsüz
hissediyordu. Xie Lian iç çekti ve gitmek için döndü. Veliaht Prens
Tapınağında onu dağ kadar dua bekliyordu.

Ancak, en büyük hüsrana uğrayan o değildi. Kraldı.

Xian Le Kralının kaygısı gerçeğe dönüşmüştü. O beş yüz kadar Yong An


mültecisi daha sadece bir başlangıçtı.

Ödünç aldığı Yağmur Ustası Şapkasıyla, Xie Lian geri koştu ve


durmaksızın kuzeyle güney arasında gidip geldi ve kendi gücüyle yağmur
yarattı. Ancak her yağmur gösterisi muazzam ruhani güç kullanıyordu ve
beş altı gün kadar süre götürüyordu. Eğer o olmasa, böyle bir şeyi başka
kimse sürdüremeyebilirdi. Elbette, Jun Wu hariç. Ancak Savaş Tanrısı
Semavi İmparator onunkinden çok daha büyük bir alana hükmediyordu,
inanlarının sayısı ve nüfuz alanı Xian Le’ye göre önemli derecede fazlaydı,
bu yüzden Xie Lian nasıl Jun Wu’dan yardım isteyip onun dikkatini
dağıtabilirdi? Dahası, her bir yağmur gösterisi Yong An’ın küçük bir alanını
ıslatıyordu, kısa bir süre sürüyordu, bu yüzden de geçici olarak bir
rahatlama sayılsa da sorunu kökünden çözemiyordu.

Bu yüzden, bir ayın sonunda Yong An insanları resmi olarak sürüler halinde
doğuya göç etmeye başladılar. İlk başta sadece onarlı gruplar halinde
insanlar vardı. Ama şimdi ise yüzlerce, binlerce, kalabalık göçebeler bir
araya gelmiş, nehir gibi akıyorlardı.

Bir ay daha geçtikten sonra Xian Le Kralı yeni bir buyruk duyurmuştu:
Geçen aylardaki bitmeyen çekişmeler ve aralıksız anlaşmazlıklar nedeniyle,
kraliyet kentinin huzuru için, bugünden itibaren, tüm Yong An mültecileri
şehri terk etmek zorundadır. Başka bir yere yerleşirken yardımcı olması için
herkesin seyahat masrafları için belli bir bütçe belirlenecektir.

Göç eden Yong An mültecilerinden oluşan devasa, kalabalık göçebelerinin


gözleri önünde Xian Le kraliyet kentinin azametli kapıları kapandı.
• MXTX, Yazar Notu:

Lütfen bu iç savaşın tek bir ülkenin taşralı büyük bir başkenti ile kraliyet
başkenti arasında olduğunu unutmayın, ikisinin arasında kalan pek çok
yoksul şehir de olaya dahil oluyor.

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 76: Başkentin Kapılarını Kapatmak, Yong An’a Sağ Kalım Men
Edilmiş

“KAPILARI AÇIN!”

“BIRAKIN GİRELİM!”

Askerler kale şehre geri çekildiler ve binlerce tonluk kapıları iterek


kapattılar. Asker tarafından dışarıya atılan insanlar siyah bir su medceziri
gibi tekrar geri koştular, kapılara vuruyorlardı. Kulelerin tepesinden
askerler kükredi. “GERİ ÇEKİLİN! GİDİN! SEYAHAT PARALARINIZI
ALIN VE GİDİN, DOĞUYA DOĞRU, BURADA DOLANMAYIN!”

Ancak, Yong An mültecileri sırtlarını doğdukları topraklara dönmüş,


kaçmış ve en yakın mesafedeki başkente çoktan ulaşmışlardı. Kraliyet
başkentinin kapıları üzerlerine kapanmıştı, ama eğer hayatta kalmak
istiyorlarsa kale şehrin etrafından dolaşmalı ve daha bile uzak bir mesafe
yürüyerek uzak doğudaki şehirlere ulaşmaları gerekiyordu.

Ancak kraliyet başkentine olan seyahatleri zaten ağır ve zorlu geçmişti,


binlerce engelle karşılaşmış, pek çokları yaralı veya ölüydü, devam edecek
gücü nereden bulacaklardı? Her ne kadar hepsinin seyahat giderleri,
yiyecek payları ve suları karşılanmış olsa da, yolda daha kaç gün
dayanabilirlerdi?

Her birinin yüzü kül rengiydi, bazıları ev eşyalarını çekiyor, bazılarının


sırtında bebekler vardı, bazıları ise sedyeler çekiyordu. Birbirlerini ayakta
tutuyorlardı, kimisi yerde yatıyor artık kımıldayacak gücü bulamıyordu ve
bazıları öylece oturuyordu. Saha saha insanlar kalenin duvarlarının önünde
durmaya devam ettiler. Bazı genç adamların hala kızacak kadar enerjisi
vardı, kapılara vurarak bağırıyorlardı.

“BUNU YAPAMAZSINIZ! BİZİ ÖLDÜRECEKSİNİZ!”

“HEPİMİZ XIAN LE VATANDAŞLARIYIZ, BİZİ BÖYLECE ÖLÜME


TERK EDEMEZSİNİZ!”

Adamlardan birisi sesi kısılana dek bağırdı. “Bizi dışarı atabilirsiniz, sorun
değil ben kalmam, ama en azından karımı ve çocuklarımı alabilir misiniz?
Lütfen?!!”

Ağaca tırmanmaya çalışan karıncalar gibiydiler; kale kapıları hareket


etmedi.

Xie Lian kulenin üzerinde duruyordu. Beyaz cübbesi rüzgarda savruluyordu


ve aşağıyı izlemek için siperlerin önüne geçmişti. Kraliyet başkentinin
dışında sonsuz sayıda baş görünüyordu, siyah ve hareket eden, yoğun ve
sıkıca kenetlenmiş, gençlik yaşlarında kraliyet bahçelerinde oynarken sık
sık gördüğü karınca yuvalarına benziyorlardı.

O zamanlar, meraktan, daha yakından bakar ve onları dürtmek için gizlice


parmağını uzatmak isterdi, ama hemen bir hizmetkar haykırırdı.
“Ekselansları! Onlar pis, dokunmamanız gerek! Dokunmayın!”

kaldırdığı etekleriyle aceleyle yanına koşar ve tüm karıncaları ayağıyla


ezerdi.

Karıncalar hayattayken, kalabalık bir sürü dışında görülmeye değer başka


bir şey olmazdı ve ezildikten sonra bir toprak yığınına dönüşünce geriye
bakılacak hiçbir şey kalmıyordu.

Ancak kraliyet şehrinin duvarları arasında, ışıklar milyonlarca evi


dolduruyor, müzik sesi havada süzülüyordu. Bir kale duvarı iki tarafı
tamamen başka dünyalara ayırmıştı.
Yong An’dan gelen mültecilerin dışarıya atılması bir yana, önceden
yerleşmiş olanlar dahi sürülmüştü.

Her ne kadar sert olsa da, geçen aylarda Yong An mültecileri ile kraliyet
şehri sakinleri arasında gittikçe daha fazla sürtüşme olduğu için Xie Lian az
çok olanları anlayabiliyordu. Böyle kişiler şehir duvarları arasında tutulursa
pekala sonucunda yıkım getirecek kavgalara neden olabilirdi.

Ancak, hissettiği bir şeyde hala müzakere payı vardı ve dalgın bir şekilde
yüksek sesle konuştu.

“Neden kadınlar ve zayıflar da sürülmek zorunda? Bazıları yürüyemeyecek


bir halde.”

Feng Xin ve Mu Qing hemen arkasında bekliyorlardı. Mu Qing cevapladı.


“Eğer sürülmeleri gerekiyorsa o zaman sürülürler. Herkese eşit
davranılmalı; insanları kışkırtmamak için kimse kayırılmamalı: Nasıl onlar
kalır da ben kalamam, diyememeliler.”

Feng Xin yorum yaptı. “Çok düşünüyorsun.”

Mu Qing düz bir şekilde. “Böyle düşünecek insanlar pekala var. Ayrıca eğer
kadınlar ve çocuklar kalırsa, erkekler de çok uzaklaşmazlar. Er ya da geç
geri dönerler. Şehirde kalmalarına izin vermek gelecekte yeni sorunlara
neden olur.”

Yong An mültecileri gitmeyi reddediyorlardı, bu yüzden kuledeki askerler


de ayrılamıyorlardı. “Oof!

Keyfiniz bilir!”

Kral emri vermişken, orada oyalanıp oturmanın bir faydası olacağını mı


sanıyorlardı? Bir veya iki gün daha oturabilirlerdi, güç bela belki bir veya
iki ay, peki ya bir iki yıl dayanabilirler miydi?

Askerler ve kraliyet şehrinin sakinleri buna inanıyorlardı. Bazı Yong An


mültecileri çaresizce kaderlerini kabul etmiş ve doğuya seyahat etme
kumarına girmeye karar vermişlerdi. Ama böyle kişilerin sayısı azdı.
Çoğunluk hala inatla kale kapılarında oturuyor, kraliyet başkentinin onlar
için kapıları açmasını, en azından önerindeki seyahate çıkmadan önce
onlara dinlenecek bir yer vermelerini umuyorlardı. Yeni mülteciler
geldiğinde, her ne kadar kapıların kapalı olması nedeniyle hayal kırıklığına
uğrasalar da, pek çoklarının hala beklediğini görünce onlar da kalabalığa
karıştılar.

Bu yüzden birkaç gün içerisinde, şehir kapılarında gittikçe daha fazla insan
birikti, neredeyse bir milyon insan yerleşmiş ve geçici barınaklar kurmuştu,
etkileyici ve merak uyandıran bir görüntüydü.

Dayanmak için kral tarafından verilen yiyecekleri ve suları kullanıyorlardı,


ama onlar da neredeyse sınıra dayanmışlardı.

O sınır beşinci günde aşıldı.

Geçen beş günde, Xie Lian her günü üçe bölmüştü: üçte biri Veliaht Prens
Tapınağındaki inanlarına, üçte biri su taşıma ve yağmur yaratmaya, ve üçte
biri şehrin duvarları dışındaki Yong An vatandaşlarıyla ilgilenmeye. Feng
Xin ve Mu Qing’in yardımıyla bile bazen Xie Lian sorumluluklarının
ağırlığını hissedebiliyordu. Ruhu adanmıştı ancak bedeni zayıftı. O gün,
tam da şehrin duvarlarının dışında nöbet tutmadığı zamana denk gelmişti,
yakıcı güneşin altında kapıların dış tarafından aniden bir haykırış kopmuştu.

Haykırış kollarında çocuklarını tutan bir çiftten gelmişti. Pek çokları


görmek için yaklaşmışlardı.

“Çocuğun nesi var?”, “Aç mı susuz mu?” Ve kısa bir süre sonra bir çığlık.
“Lütfen gelip suyunuzdan paylaşın! Çocuk hiç iyi görünmüyor!”

Kadın kırmızı yüzlü çocuğuna su verirken ağlıyordu, ama verdiği tüm su


geri kusuldu. Baba. “Ne oldu bilmiyorum, çocuk hasta. Doktor! Doktor
lazım!”

Oğlunu taşıyarak kapılara koştu ve vurmaya başladı. “KAPIYI AÇIN!


YARDIM EDİN! ÖLÜYOR! OĞLUM

ÖLÜYOR!”
Doğal olarak askerler kapıları açmaya cesaret edemediler. Birisi sahiden
ölüyor olsa bile dışarıda yüz binlerce kişi vardı. Eğer şimdi kapıları
açarlarsa bir daha kapatamazlardı, bu yüzden rütbelilere haber verdiler.
Hava sıcaktı ve günlerdir nöbet tutan askerleri huysuz bir hale getirmişti.
Duygusuz bir sesle karşılık verdiler. “Su ve yiyecek verin.” Böylece bir iple
aşağıya su ve yiyecek sarkıttılar.

“Teşekkürler, lordlarım kardeşlerim çok teşekkürler, ama su ve yiyecek


istemiyoruz. Bize doktor bulabilir misin?” adam tekrar konuşmuştu.

Bu işleri zorlaştırıyordu. Adamı doktor bulması için içeriye alamazlardı ve


kesinlikler bir doktoru şehrin duvarlarından aşağıya sarkıtamazlardı.
Açlıktan ölmek üzere olan mültecilerin dışarı çıktığı

zaman doktora ne yapacağını kestirmek güçtü. Bu yüzden yüksek rütbeli bir


asker cevapladı. “Boş

verin. Duymazdan gelin, ölmezler. Eğer tekrar sorarlarsa onlara isteklerini


krala ilettiğimizi ve cevap beklediğimizi söyleyin.”

Kral Yong An meselelerine gömülmüş bir haldeydi ve son günlerde çok


kolay sinirleniyordu, bu yüzden doğal olarak kimse onu böyle küçük bir
meseleyle rahatsız etmek istemiyordu. Askerler kendilerine söylendiği
şekilde adama cevabı ilettiler ve adam rahatlayarak sürekli teşekkür etti,
majestelerine teşekkür etti ve defalarca yerlere kadar eğildi. Ancak saatler
geçti, yakıcı güneşin altındaki gölgeler bir kenardan diğerine hareket etti,
ama çağırılan doktor hala gelmemişti ve kollarındaki çocuğun ateşi gittikçe
yükseliyordu.

Çiftin tuttuğu çocuğun kolları titriyordu ve babası soğuk terlerle kaplanmış,


mırıldanıyordu. “Kimse gelecek mi? Kimse kapıyı açacak mı?”

En sonunda daha fazla bekleyemedi ve kulelere doğru bağırdı. “Askerler!


Özür dilerim, ama sormam gerek… Doktor nerede?”

Bir asker cevapladı. “Kraldan resmi bir cevap bekliyoruz. Biraz daha
bekle.”
Bazı vatandaşlar da daha fazla dayanamıyordu. “Dört saat önce de böyle
dediniz, neden hala kimse gelmedi?”

Askerler ise üstlerinin emirlerine uymuş ve cevabı verdikten sonra onları


duymazdan gelmeye başlamışlardı. Kale kapılarının altındaki kalabalık
öfkeliydi, terk edilmiş ve kahrolmuşlardı. Çocuğu çevirdiler ve şüpheyle
merak etmeye başladılar. “Mesajı sahiden majestelerine ilettiler mi? Bize
yalan söylemiyorlar değil mi?”

Çocuğun babası daha fazla bekleyemezdi ve kalbini taşlaştırdı, çocuğu


sırtına bağladı ve karısına dönerek birkaç söz söyledi. Kadın boynundan bir
koruyucu tılsımı çıkarttı ve kocasının boynuna sardı.

Adam şehir duvarlarına koştu ve tutunmaya çalışmaya, tırmanmaya başladı.

Şehir duvarları pürüzsüzdü, tırmanmayı zorlaştırmak için bu şekilde


yapılmışlardı ve birkaç yakalama denemesine rağmen hala tırmanamıyordu.
Diğer erkekler seslendiler. “Sana yardım edelim!” ve onu yukarıya ittiler.
On kadar erkekten oluşan bir kalabalık bir araya gelerek insandan bir
piramit oluşturdu ve adamın yukarıya tırmanmasına yardım ettiler. En uç
noktada adam aşağıya su ve yiyecek sarkıtmak için kullanılan ipe tutundur
ve tırmanmaya devam etti. En alttan yüz binlerce kişi gergin bir şekilde
izliyor, fark edileceğinden korkarak onu cesaretlendirmeye bile cüret
edemiyorlardı.

Kulelerdeki askerler günlerdir nöbet tutuyorlardı ve Yong An mültecileri


hiçbir şey başlatmamışlardı, bu yüzden de nöbetlerini nispeten rahat bir
şekilde sürdürüyorlardı. Adam ancak yarı yola ulaştığında birisinin
yanlarına varmak üzere olduğunu fark ettiler. Bağırdılar. “NE
YAPIYORSUN?! TIRMANMAK

YASAK! TIRMANANLAR MERHAMET EDİLMEDEN


ÖLDÜRÜLECEKTİR! DUYDUN MU BENİ?

TIRMANANLAR MERHAMET EDİLMEDEN ÖLDÜRÜLECEKTİR!”

Tehditlerin altında adam da bağırdı. “BENİM KÖTÜ BİR NİYETİM YOK!


SADECE ÇOCUĞUMU DOKTORA GÖSTERMEK İSTİYORUM,
BAŞKA HİÇBİR ŞEY YAPMAYACAĞIM!” Bağırırken duvara
tırmanmaya devam ediyordu. Yüksek rütbeli askerlerden birisi o sırada
yemek yiyordu ve bu konuşmayı duyunca sinirden köpürmüştü. Eğer o
adam sapasağlam bir şekilde duvara tırmanmayı başarır ve bir örnek olursa,
Yong An’ın diğer mültecileri de aynı teşebbüste bulunmayacaklar mıydı?
Adamın durdurulması gerekiyordu! Bu nedenle dışarı fırladı ve siperlerden
bağırdı. “HAYATINA DEĞER VERMİYOR MUSUN?

HEMEN AŞAĞIYA İN! EĞER İNMEZSEN PİŞMAN OLACAKSIN!”

Ancak adam çoktan duvarda oldukça yükselmiş, yarı yolu geçmişti ve bir
kez daha kendini yukarıya itse tepeye ulaşacaktı, yani doğal olarak
durmayacaktı. Daha önce hiç kimse o yüksek rütbeli askerin emrine bu
şekilde karşı gelmemişti, onun sözleri kanundu. İtaatsizlik edenlerle başa
çıkması da kolaydı ayrıca. Sipere yaklaştı, kılıcını çekti ve uzattı, ip ikiye
kesildi.

Elinde kesilen iple, adam düşmeye başladı. Binlerce kişinin çığlıkları


arasında şehrin kapılarının önünde sertçe yere çakıldı.

Xie Lian tam bu anda gelmişti.

Adam sırt üstü düşmüştü ve sırtında çocuğu bağlıydı. GÜM sesiyle çocuk
ezilerek bir et yığınına dönüşmüş, her yere kan sıçratmıştı. Adamın ise
boynu kırılmış, gözleri şişmiş ve burkulmuş

boynundan üzerinde ‘Xian Le’ yazan, altın iplerle işlenmiş koruyucu tılsımı
kenara yuvarlanmıştı –

Veliaht Prensin Tapınağı’ndan bir koruyucu tılsımdı.

Tırmanmaya başlamadan önce, hem adam hem karısı ellerinde koruyucu


tılsımları tutmuş ve sessizce Ekselansları Veliaht Prensin kutsaması için dua
etmişlerdi, Xie Lian da bu sayede seslerini duymuş ve buraya koşmuştu.

Yine de, kitaplarda yazan o efsanevi kahramanlardan birisi değildi ve


infazcı baltasını indirmeden hemen önce belirebilmesine, bıçak altındaki
yaşamları kurtarabilmesine imkan yoktu. Kadının, kocasının ölü bedenini
çevirerek oğlunun durumuna bakacak cesareti bile yoktu; kadın yüzünü
kapattı ve çığlık attı, ve bakmadan, delirmişçesine ileriye fırladı ve başını
duvara vurdu. ÇATIRT, ve kadın düştü, bedeni gevşekti.

Xie Lian’ın gözleri önünde, birkaç saniye içerisinde, kraliyet başkentinin


kapılarında üç ölü beden sıralanmıştı!

O tepki vermeye fırsat bulamadan şehir kapılarının önündeki kalabalık bir


araya geldi, artık sakin kalamazlardı.

Birisi bağırdı. “ÖLDÜLER! ÜÇ KİŞİLİK BİR AİLE, HEPSİ ÖLDÜ!


BAKIN, MAJESTELERİ İÇİN ÇALIŞAN İYİ

ASKERİMİZ ORADA! BİZİ KURTARMIYOR, ONUN YERİNE BİZİ


ÖLÜMÜMÜZE GÖNDERİYOR!”

“BİZİ İÇERİ ALMIYORSUNUZ, AMA DIŞARIYA DA KİMSENİN


ÇIKMASINA İZİN VERMİYORSUNUZ, BİZ NE

YAPALIM? ÜÇ HAYATIN KANI ARTIK SİZİN ELLERİNİZDE!”

“KRALİYET KENTİNDEKİ TÜM YONG AN MÜLTECİLERİNİ


SÜRGÜN ETTİK DİYORSUNUZ AMA ZENGİNLERİN SÜRGÜN
EDİLDİĞİNİ HİÇ GÖRMEDİM? BİZ FAKİR VE GÜÇSÜZ OLANLAR
ÖLMEYİ Mİ

HAKEDİYORUZ? ANLAMAYACAK MIYIZ SANDINIZ!”

“ARTIK DAYANAMIYORUM… SAHİDEN. YILLARCA


VERGİLERİMİZİ ÖDEDİK, ŞİMDİ BİR FELAKETLE

YÜZLEŞİRKEN VERDİĞİMİZ ONCA PARA NEREYE KAYBOLDU?”

“FELAKETZEDELERE GELECEĞİNE TÜM PARAYI ASALAKLARA


VE OĞLUNA TAPINAK YAPMAYA HARCIYORSUN HA? BU
KADARCIK YEMEK VERDİN DİYE HEPİMİZ SUSACAK MIYIZ
SANDIM? BİZİ NE

SANDIN SEN? BEŞ PARA ETMEZ KRAL! BECERİKSİZ KRAL!”


Kulelerin üzerindeki askerler aşağıdaki kalabalığa durmaları için
bağırıyorlardı ama rütbeli asker hayatında pek çok şey görmüştü olanların
hiçbirini ciddiye almıyordu. Ancak olay yavaş yavaş

kontrolden çıkıyordu. Binlerce ve yüz binlerce kişi öfkeyle kapıları


itiyordu, kimileri vurmak için kendi başlarını ve bedenlerini kullanıyorlardı
ve bu kez ağaçlardaki yalnız karıncalar değillerdi.

Kapılar hareket etti; hatta, tüm surlar ve kuleler bile hafifçe titriyordu!

Xie Lian doğduğundan beri hiç böyle bir duruma şahit olmamıştı. Tanıştığı
insanlar hep nazik, huzurlu, mutlu, hoşnut ve sevecendi. O korkunç yüzler,
ağlayan ve çığlık atan, onu tamamen yabancı bir dünyaya girmeye
zorlamışlardı ve kemiklerine dek işleyen soğuk hissine engel olamıyordu.
En korkunç canavarlar ve iblislere karşı bile hiç böyle hissetmemişti. Bu
sırada yukarıdan öfkeli bir kükreme yükseldi.

Başını o tarafa çevirdi ve uzun, sıska bir siluetin, ipi kesen ve şehir
duvarlarının altındaki üç ölüme neden olan askeri boğduğunu gördü.
Gürültülü ve net bir çıtırtı sesiyle askerin boynu kırıldı.

Diğer askerlerin ise bu adamın aniden nereden geldiğine dair hiçbir fikirleri
yoktu; hepsi şok olmuş ve afallamışlardı, ellerinde kılıçlarıyla ileriye
fırlayarak adamı çevirdiler. “SEN KİMSİN?!!”, “BURAYA NASIL
ÇIKTIN?!”

Xie Lian hemen adamın ellerini fark etti; kanla kaplanmış ve


parçalanmışlardı. Adam o pürüzsüz duvara çıplak elleriyle tırmanmıştı!
Yüzünü döndüğü zaman, onun Lang Ying olduğunu gördü!

Lang Ying askerler tarafından sarıldığı halde sakin ve kendindeydi. Surları


geçti, askerin cesedini aşağıya fırlattı ve kendisi de aşağıya atladı, cesede
basarak onu düşüşünü yavaşlatacak bir basamak olarak kullanmıştı.

Atladığı anda doğrudan Xie Lian’a bakmıştı, ama baktığı Xie Lian değildi.
Onun yerine bakışları kraliyet başkentinin merkezinde yer alan kraliyet
sarayına odaklanmıştı.
Sonraki günlerde, tüm Xian Le Krallığı kaosa sürüklenmişti.

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 77: Xian Le Kaosta, Veliaht Prens Ölümlü Diyara Dönüyor


Yong An’lılar gibi yerinden edilen felaket kurbanları için bir kraliyet
ordusuyla karşı karşıya gelmek baştan kaybedilmiş bir savaştı, kendi
gücünü fazlasıyla büyütmekti.

Ancak köşeye sıkışan insan pek çok kez kişiye yıkım getirecek bir cesarete
kavuşur ve çiğneyebileceğinden fazlasını ısırır. O tek bir isyanın ardından,
yüz binlerce Yong An mültecisi en sonunda şehir kapılarından çekilmişti,
belli bir mesafe gerilemiş ve geçici meskenlerini yaptıkları yeri
değiştirmişlerdi.

Ancak gitmiyorlardı. Eğer devam ederlerse yolda ölebilirlerdi ve burada


durmakta ölüm demekti, arada ne fark vardı ki? Kralın verdiği erzakları ve
suları kullanarak, ek olarak ağaç kabukları, yabani otlar, bitki kökleri,
böcekler yiyerek ve tüm bunların üzerine kinle nefret inşa ederek insanlar
hayal edilemeyecek bir yaşama ısrarı kazanmışlardı ve inatla direniyorlardı.
Birkaç gün sonra birkaç bin erkek toplanmış, ellerinde çapalar, tırmıklar,
taşlar, dallarla dövüşmek için geri dönmüşlerdi.

Her ne kadar çarpışma felaketle, o birkaç bin kişinin yarısının ölmesi ve


tam bir yenilgiyle sonuçlansa da, verimsiz geçmemişti. Lang Ying surdaki
kuleye sızmış ve birkaç büyük çanta tahıl ile silah sürükleyerek geri
dönmüştü. Ciddi kayıplar olabilirdi, ama insanlara ölümüne savaşma iradesi
vermişti.

Doğaları haydutlarla benzerdi. Bir kez, iki kez, üç kez saldırdılar. Xian Le
askerleri kısa bir süre sonra o

‘haydut’ların hızla geliştiğini fark ettiler.

İlk tecrübesiz isyancılar yavaş yavaş işi kavramaya başlamıştı ve her


saldırdıklarında onlarla baş etmek bir öncekinden daha güç oluyordu, her
denemelerinde kampa canlı dönenlerin sayısı artıyordu. Ayrıca yeni
mülteciler akın akın geliyorlardı, grubun sayısı anlamlı ölçüde artıyordu.
Xian Le Krallığı içinde en çok tartışılan konu o ‘haydut’larla en iyi nasıl
mücadele edilir olmuştu ve beş altı kadar gerilla saldırısından sonra Xie
Lian daha fazla siperde oturup izleyemeyecekti.

Uzun zamandır Cennete rapor vermeye gitmemişti, ama bu kez Üst Cennete
geldiği anda tek kelime etmeden, doğrudan İmparatorun Salonuna koştu.
İçeri girdiğinde Jun Wu tahtında oturuyordu ve bir grup cennet mensubu
eğilmiş emirlerini bekliyorlardı, önemli bir mesele tartışır gibiydiler.
Geçmişte olsa Xie Lian ziyaret etmek için başka bir gün seçerdi, ama şimdi,
bekleyemiyordu ve doğrudan içeri girdi, hiç duraksamadan konuşmaya
başladı. “Lordum, ben ölümlü diyara geri dönüyorum.”

Cennet mensuplarının hepsi irkilmişti ve hemen ağızlarını kapatıp sessiz


kaldılar, hiçbir tepki göstermek istemiyorlardı. Jun Wu ona bir an anlayışlı
gözlerle baktı, ardından tahtından doğruldu ve nazik bir sesle konuştu.
“Xian Le. Neler olduğunu biraz biliyorum, ama, sakin kalmak zorundasın.”

“Lordum, buraya izin istemek için gelmedim. Bilgilendirmek için geldim.”


Xie Lian devam etti.

“İnsanlarım şu anda cehennemin dibine batmış durumda, bu yüzden lütfen


sakin kalamazsam beni bağışlayın.”

“Evrenin kendi ritmi vardır.” Dedi Jun Wu. “Eğer aşağıya inersen, kutsal
kanunları ihlal edeceğinin fark etmiyor musun?”

Xie Lian haykırdı. “EĞER İHLALSE ÖYLE OLSUN!”

Bunu duyunca odadaki mensupların hepsinin yüzü düştü. Daha önce böyle
sözleri bu kadar şevk ve özgüvenle söyleyebilen tek bir cennet mensubu
olmamıştı. Jun Wu ne kadar bu genç, erken yükselmiş

Xian Le Prensine değer verse de, yine de fazla gözüpek bir böbürlenmeydi.

Hemen ardından Xie Lian eğildi. “Lordumun bu seferlik gitmeme izin


vermesi için dua ediyorum; bana küçük bir süre verin. Savaş başladığı için
kayıplar kaçınılmaz, ama eğer bunu durdurabilirsem ve ölümleri
azaltabilirsem, çatışmayı minimuma indirebilirsem, sonrasında savaş
bittiğinde tövbe etmek için seve seve geri döneceğim ve lordumun uygun
gördüğü cezayı çekeceğim. İster bir dağın altına yüz

yıl boyunca mühürlenmek olsun, ister bin yıl, ister yüz bin yıl boyunca
olsun! PİŞMAN

OLMAYACAĞIM!”

Sözlerini söyledikten sonra, eğilir halde durmaya devam etti ve geri


çekilerek büyük salondan çıkmaya başladı.

Jun Wu seslendi. “Xian Le!”

Xie Lian’ın adımları duraksadı. Jun Wu onu izledi ve ardından iç çekti.


“Herkesi kurtaramazsın.”

Xie Lian yavaşça doğruldu. “Deneyene kadar bilemem. Cennet ölmem


gerektiğini söylese bile, kılıç kalbimi delmediği ve beni ölü halde yere
mıhlamadığı sürece, ben hala hayattayımdır ve son nefesime dek mücadele
edeceğim!”

Katı bir formda ölümlü diyara ilk kez geri dönerken, önceki geldiği
zamanlara hiç benzemiyordu. Xie Lian sanki bir şey atılmış gibi
hissediyordu. Aynı anda hem daha hafif hem de daha ağır gibiydi. İlk
adımında hemen saraya gitti.

Kral ve kraliçe, kraliyet dairesinin arkasındaki odadaydı, kendi aralarında


fısıldaşıyorlar, yüz ifadeleri ciddi ve yorgundu. Xie Lian kapıya geldi ve ilk
başta gergindi, ama kendini sakinleştirdi, boncuklu perdeyi kaldırdı ve içeri
girdi. “Baba.”

Kral ve kraliçe aynı anda başlarını çevirdiler ve donmuşlardı. Bir an sonra,


ilk ayağa kalkan kraliçe oldu, sevinçten ağlıyordu. “Oğlum!”

Her iki elini de uzattı ve onu karşılamak için yaklaştı. Xie Lian kollarını
yakalayarak jestini kabul etti.
Ama daha gülümsemeleri silinmeden, aniden kralın gittikçe kararan yüzünü
gördü. “Neden geldin?”

Xie Lian’ın gülümsemesi dondu.

Ebeveynlerinin arkasından konuştuğunu duymadan önce, Xie Lian belki


babasının onu hala özlediğini düşünüyordu ve gösterdiği kadar da ona karşı
çıkmıyordu. Kralın onun döndüğünü görünce az da olsa memnun olacağını
düşünmüştü ve eğer öyle olursa kendisi de ilgisine karşılık verecekti. Ama
kralın bu şekilde, küçümseme dolu, davranacağı kimin aklına gelirdi ki, bu
yüzden Xie Lian da sinirlendi. Keskin bir dille cevapladı. “Neden mi
geldim? Hepsi senin yüzünden değil mi?! Yong An’daki durum bu noktaya
geldi, kendine sorman gerekmiyor mu bunun sorumluluğunu kim alacak
diye?”

Kralın ifadesi tamamen değişti ve sertçe karşı çıktı. “Sorumluluk bende mi?
Bana söyleyebileceğin bir şey mi bu?!”

Öfkesi kendi unvanından bahsedildiğini unutturmuştu ve kraliçenin gözleri


doldu. “İşler çoktan bu hale geldi ikiniz neden hala tartışıyorsunuz?”

“Tartışmıyoruz.” Xie Lian konuştu. “Başka bir şeyden bahsediyoruz. Eğer


sen kralsan, benim babamsan bile, eğer mesuliyet sendeyse neden hiçbir şey
söyleyemeyecekmişim? Neden para toplamak için daha fazla çaba
harcamadın? Eğer hepsi idari kontrol noktalarında alıkonulduysa, neden
yozlaşmış görevlileri cezalandırmadın? Eğer fırtına kadar sert ve yıldırım
kadar hızlı olsaydın, birini yakala birini hapse at, o zaman bakalım bu kadar
fazla yozlaşmış asalak çalmaya cüret edebiliyor muydu? Durum
şimdikinden daha iyi olmaz mıydı o zaman?”

Kralın alnındaki damarlar belirginleşti ve kendi yazı masasına vurdu.


“SESSİZLİK! Kraliyet hazinesini sızdıran her deliği kapatabilecek dipsiz
bir kuyu mu sanıyorsun?! Birini yakala birini hapse at, eğer bu kadar kolay
olsaydı, eğer kraldan gelen tek bir emir yıldırım kadar hızlı, fırtına kadar
sert işleseydi, o zaman neden tarihte bir tane bile yozlaşma yaşanmamış
hanedan yok? SEN NE ANLARSIN? CAHİL

ÇOCUK BENİMLE POLİTİKA KONUŞMAYA CÜRET ETME!”


“Peki.” Xie Lian kabullendi. “Ben anlamıyorum. O zaman kraliyet kentinde
felaketzedelerin yerleşebileceği yer yoksa ve kovulmaları kaçınılmazsa bile,
neden onlara daha fazla harç vermedin?

Neden daha çok rahatlık ve güvenlik, doğuya olan yolculuklarına eşlik


edecek bir ordu temin etmedin?”

Kralın gözleri öfkeyle şişti ve gökyüzünü işaret etti. “ÇEK GİT. DEFOL
BURADAN! CENNETE GERİ DÖN!

SADECE SANA BAKMAK BİLE BENİ SİNİR EDİYOR! BİR DAHA


SAKIN GELME!”

Xie Lian sıcaklık dolu bir kalple buraya gelmişti, ancak ailesiyle ilk
karşılaşmasında babası ona cennete çekip gitmesini bağırıyordu. Tek kelime
etmeden, Xie Lian önünde eğildi ve geri çekildi. Kraliçe odadan çıkarak
peşinden gitti ve onu çekerek durdurdu. “Oğlum!”

Xie Lian nazik bir şekilde konuştu. “Anne, merak etme. Sadece kraliyet
şehri etrafında bir tur atıp durumu kontrol edeceğim.”

Kraliçe başını iki yana salladı. “Oğlum, ben politikadan anlama, ama babanı
bilirim. Yıllar boyunca onun nasıl bir kral olduğunu gördüm. İçten içe onun
yetkin bir kral olmadığını düşünebilirsin, ben de bazen öyle düşünüyorum,
sadece yüksek sesle söylemiyorum. Ama bunu yüzüne söyleyemezsin. O

senin baban sonuçta. Eğer ona doğrudan iyi olmadığını söylersen, bu onu
kahreder.”

Xie Lian ağzını açtı ve kapattı. Kraliçe ekledi. “Veliaht Prenstin evet ama
hiç kral olmadın. Politika kendini geliştirmeye benzemez. Sen Kutsal
Kraliyet Köşküne ilk girdiğinde Baş Rahip kalbindeki tek ilgi odağının
gelişmek olduğunu söylemişti, değil mi?”

Xie Lian yavaşça başını salladı ve kraliçe ellerini tuttu. “Ama, bu dünyada
sadece istekli olmanın yetmediği pek çok şey var. Yetenekli de olmalısın; ve
sadece sen de değil, astların da yetenekli olmalı; ve sadece hünerde değil,
seninle aynı isteği de taşımalılar.”
Xie Lian sessiz kaldı. Bir süre sonra sordu. “Kraliyet hazinesi kötü durumda
mı? Benim tapınaklara ihtiyacım yok; ona söyle benim için artık tapınak
inşa etmesin. O altın heykeller de gidebilir.”

Kraliçe bedbaht bir halde. “Yavrum… Elbette baban senin tapınaklarını


yanlı bir şekilde inşa ettirdi, sana en iyisini vermek ve cennette etkileyici
görünmeni istedi. Ama o sekiz bin tapınağın tam olarak kaç tanesinin baban
tarafından yapıldığını biliyor musun? Bilmiyorsun değil mi?”

Xie Lian sahiden bilmiyordu ve tahminde bulundu. “…Yarısı mı?”

“Eğer baban sahiden kraliyet hazinesinin kaynaklarını kullanarak dört bin


tane tapınak inşa etseydi, Yong An mültecilerinin bir şeyler başlatmasını
beklememiz gerekmezdi, ilk önce kraliyet şehri başkaldırırdı. Eğer hazine
boşsa, onca para nereden geldi? Baban yirmi kadar tapınak inşa etti ve
diğerleri açtığı yoldan gitti, pek çok kişi onun gözüne girmek için yaptı,
senin gözüne girmek için de, bu yüzden onlar da babanın sayılmaz mı?”

“Ben…” Xie Lian şaşırıp kaldı.

Kraliçe yumuşak bir sesle. “Baban en iyi kral değil, ama… elinden geleni
yaptı. Sadece, bu dünyada, bazen elinden geleni yapmak yetmiyor.”

Bir an duraksadıktan sonra ekledi. “Şu anda Yong An mültecilerine karşı


sempati duyduğun için babanı suçluyorsun. Ama hepsi onun halkı, onlara
zorbalık ettiğimizi mi düşünüyorsun? Aslında…”

Sözlerinin ortasında odanın içinde kralın öfkeli sesi yankılandı. “NEDEN


ONA GEREKSİZ ŞEYLERDEN

BAHSEDİP DURUYORSUN? GİTSİN VE CENNETE GERİ DÖNSÜN!”

Kraliçe başını geriye çevirdi ve iç çekti. “Oğlum, bunun… bunun için


gelme. Geri dön.”

Sarayı terk ettikten sonra Xie Lian İlahi Savaş Caddesinde bir ara sokağı
takip etti ve yürürken, Feng Xin ve Mu Qing aceleyle yanına geldi. Mu
Qing yaklaştığı anda kuşku dolu bir sesle sorguladı.
“Ekselansları! Ölümlü diyara inmeyi mi talep ettiniz? Gidip Semavi
İmparatorla mı konuştunuz?”

Xie Lian cevapladı. “Evet.”

Mu Qing sormaya devam etti. “Neden önce bana söylemediniz?”

Feng Xin şaşkındı. “Ne demek istiyorsun? Ekselansları herhangi birisine


rapor vermek mi zorunda?”

Ancak Mu Qing çoktan çileden çıkmış gibiydi. “Neden olmasın? Biz onun
astlarıyız ve şu anda hepimiz birbirimize bağlıyız. Her hareketi bizi de
etkiliyor bu yüzden ne yapmayı planladığını sormamda ne sakınca var?”

Feng Xin. “Ekselansları ne yaparsa yapsın zaten peşinden gitmeyecek


miyiz? Cennet veya dünyada bir planı var, neden korkuyorsun ki?”

“Seni!” Mu Qing bağırdı. “Korkmuyorum! Ben sadece…”

Xie Lian elini kaldırdı. “Yeter. Tartışmayı kesin.”

Feng Xin ve Mu Qing anında sessizleşti. Bu sırada gösteri yapan uzun bir
sıra kalabalık ana caddede yürüyerek geçiyor ve binlerce vatandaş
bağırıyordu. “YONG AN’IN KÖKÜNÜ KAZIYANA DEK

KRALLIĞIMIZDA HUZUR OLMAYACAK!”

“KARMAŞA YARATMANIN ÇOK ÖTESİNE GEÇTİLER! KANSER


GİBİLER!”

Xian Le insanları daha önce herhangi bir şeye karşı hiç bu kadar saldırgan
olmamıştı ve böyle bağırılan bir gösteri de yapılmamıştı. Xie Lian bir
şeylerde terslik olduğunu düşünmeden edemiyordu. Feng Xin ise kaşlarını
çatmıştı. “Burada nasıl kadın olabilir?”

Sahiden yürüyen kalabalığın en önünde genç bir kadın başı çekiyordu. Genç
kadın ince ve beyaz tenliydi, gözleri parlak siyahtı ve yanakları
utangaçlıktan değil öfkeden kızarmıştı; çekici bir görüntüydü. O zamana
dek Mu Qing sakinleşmişti ve soğuk bir sesle konuştu. “Ekselansları onu
tanımadınız mı?”

Xie Lian. “Hayır.”

Feng Xin kaşlarını çattı. “Tanıdık mı?”

Mu Qing. “Hızlandırıcılardan birisi.”

Xie Lian. “Ne hızlandırıcısı?”

“Başkaldırının.” Mu Qing cevapladı. “Kraliyet kentine gittikçe daha çok


Yong An mültecisi geldiği ve bazıları olay çıkarttığı, sadece kendi işlerine
bakmadıkları için, parlamento ihraç etme kararını tartışıyordu ve haberler
yayılmaya başlamıştı. Kalmak isteyen, kovulmak istemeyen bir Yong An
mültecisi risk alamaya karar verdi. Bir gece zengin bir ailenin evine sızdı ve
kızlarını kaçırdı.”

Xie Lian duyduklarını kavrayamadı. “Eğer gitmek istemiyorsa neden


zengin bir ailenin kızını kaçırıyor?”

Mu Qing ona bir bakış attı. “Evlenmek için. Eğer zorla olmazsa, iyi
konumdaki bir ailenin kızı asla Yong An’dan birisiyle evlenmez.”

Açık bir şekilde anlatmamıştı ama Xie Lian anlamıştı.

Bunun asla yapılabilecek bir şey olduğunu düşünmemişti – bu dünyada


böyle insanların olduğunu da.

Böyle bir şeyin gerçekten olması, hastalıklı bir duygunun göğsünde


kıvrılmasına neden oldu. Feng Xin hemen sinirle küfretti. “Aşağılık herif!”

Tam bu sırada bir grup yaşça büyük kadın aceleyle geldi, genç kadını
tutuyor ve çekiyorlardı.

Görünüşe göre dışarı ailesinden gizli çıkmıştı. Genç kadın pes etmemişti,
bağırıyordu. “Korkmuyorum!

Benim utanacak hiçbir şeyim yok, kabahat bende değil!”


Feng Xin hayrete düşmüştü. “Bu hatun baya cesur.”

“Evet.” Mu Qing. “Çünkü avamdan gelmiş bir kız değil. Babası yüksek
rütbeli bir hükümet görevlisi ve annesi kraliyet kentindeki zengin
tüccarlardan olan bir aileden geliyor. Bu utanca sessizce boyun eğmeyi
reddettiler ve kesinlikle kızlarını utanç duygusuyla evlendirmeyeceklerdi,
bu yüzden Yong An’lı adamı ölümüne dövdüler. Kısa bir süre sonra tüm
zengin tüccarlar ve ünlü beyefendiler bir talebe imza attılar, şehre
girdiklerinden beri Yong An mültecilerinin işlediği tüm suçları listelediler
ve krala ağır şekilde cezalandırılmaları için hepsinin hapse atılmasını teklif
ettiler. Tüm hükümet görevlilerinin de hangi tarafta olduğunu söylemeye
gerek yok herhalde.”

Bir an duraksadıktan sonra resmi olmayan bir havayla devam etti. “Kızın
babasının bir zamanlar kızını hareme sokmak istediğini ve Prens’in Eşi
olması için çabalamasını istediğini duymuştum. Ekselansları uzun zaman
önce kızı birkaç kez görmüş olmalı, ancak onu tanıyamadınız.”

Xie Lian en sonunda yaşananların onun hayal ettiğinden çok daha karmaşık
olduğunu fark etti.

Çalkantılı çekişmeler uzun zaman önce şehrin hem içinde hem dışında
vardı. Herkes sinirliydi, diğerinin ölmesini istiyordu. Eğer kral Yong An
yanlısı bir karar verirse, bu kendi insanlarının yüzüne tokat atmak
olmayacak mıydı? Nihayetinde Yong An mültecileri için kraliyet
hazinesinden seyahatleri için harç verilmesi kararlaştırılınca, muhtemelen
büyük bir grup insan memnuniyetsiz olmuştu.

Memnuniyetsiz bir düşmandan daha korkutucu olan bir şey varsa o da


krallığın kendi insanlarının hoşnutsuzluğuydu. Her ne kadar teknik olarak
herkes Xian Le’den olsa da, şu anda, muhtemelen hala böyle düşünen
insanların sayısı çok azdı.

Xie Lian yukarıda duruyordu ve uzun zamandır ölümlü diyarın meselelerini


bilmiyordu, ama babası hep ölümlü diyardaydı. Kral olarak paraya ihtiyacı
vardı, insanlara ihtiyacı vardı ve onun konumundayken insanlar ve
meseleler arasında yapması gereken stres, baskı, taviz onunla aynı değildi.
Tıpkı Yong An mültecileri geldiğinde toprakları almaları, gürültü
çıkarmaları, çalmaları ve soymaları gibi, tapınağında oturan bir savaş tanrısı
için bunlar küçük meselelerdi. Ancak kraliyet kentinin sakinleri için hepsi
fazlasıyla gerçek, kaçınılmaz, tahammül edilemez işkencelerdi; bir kriz
çıkmak için bekliyordu. Bunu basit, önemsiz bir mesele olarak görmesi
sadece içlerinde olmadığı içindi.

Xie Lian kralın bıyıklarının son gördüğü zamandan beri daha da


beyazladığını düşünmekten kendini alamadı. Geçen sefer kral boyayacağını
söylemişti, ama muhtemelen artık umursamaya gücü yoktu.

Xie Lian çocukken, babasının dünyadaki en iyi kral olduğuna tüm kalbiyle
inanıyordu. Ama büyüdükçe öyle olmadığını fark etmişti. Babası her ne
kadar kral olsa da bilge veya ehil olduğu söylenemezdi ve biraz da
yozlaşmıştı, sık hata yapıyordu. Saygın statüsü olmasa sıradan bir adamdı
sadece.

Fark ettikçe daha da hayal kırıklığına uğramıştı ve kral da onun hayal


kırıklığının fark etmişti. Bu yüzden kral da Xie Lian’ın her katılmaz
bakışını, karşıt sözünü kabul edememeye başlamıştı. En çok kabul
edemediği şey ise Xie Lian’ın onun başarısızlıklarını görmesiydi.

Dünyadaki hiçbir baba oğlunun kendi başarısızlıklarını görmesini


istemezdi. Her baba oğlunun önünde her zaman en iyisi olmak isterdi.
Ancak Xie Lian böyle bir zamanda gelmiş ve babasını haşlamıştı: İşleri
berbat ediyorsun! Öyle ki sana yardım etmek için geri gelmem gerekti –
hem kral hem baba olarak, böyle bir şeyi duymaya nasıl dayanabilirdi?

Genç kadın en sonunda hizmetçi kadınlar tarafından götürülmüştü ve geriye


kalan yüzlerce gösterici protesto etmeye devam ediyordu, yazılar kaldırıyor
bağırıyorlardı. Sadece tek bir şey için bağırıyorlardı. “ÖLDÜRÜN! SAVAŞ
BAŞLASIN! ŞEHİR DUVARLARI DIŞINDAKİ O YONG AN

MÜLTECİLERİNE GÜNLERİNİ GÖSTERİN!”

Bir an sonra Mu Qing konuştu. “Ekselansları, geri dönmeniz ve Semavi


İmparator’dan özür dilemeniz en iyisi olur. Bu noktada şans, zaman ve
mekan kaybolmuş durumda. Yapacak bir şey yok.”
Tıpkı Jun Wu’nun ona İmparator’un Salonunda söylediği gibiydi: Evrenin
kendi ritmi vardır. Sanki ona anlatmaya çalışıyordu: Xian Le Krallığının
sonu geldi, bırak bitsin.

Kraliçe bile, gündüz gece onu görebilmeyi dileyen annesi, en sonunda onu
gördüğünde gözlerinde yaşlarla gitmesini söylemişti. Xie Lian nasıl onun
bu zorlu imtihandan geçmesini istemediklerini, onun yerine uzaktan
izlemesini ve kendine iyi bakmasını istediklerini anlamazdı?

Ama bunu nasıl yapardı?

“…”

Xie Lian usulca. “Hayır!”

Ve uzun adımlarla ilerledi.

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 78: Yong An’ı Bastırmak, Veliaht Prens Harp Meydanına


Giriyor Arkasında duran Feng Xin de Mu Qing de şok olmuştu ve
haykırdılar. “Ekselansları!” Ve hemen onu korumak için arkasından
fırladılar.

Ancak İlahi Savaş Caddesindeki bütün halk çoktan ana caddenin ortasında
beliren beyazlı genç adamı görmüştü. Gösteri yapan protestocular
dağılmışlardı ama hemen kendilerini topladılar ve binlerce kişi anında Xie
Lian’ı çevirmişti. İlk konuşan kişi emin değildi. “Lordum… Ekselansları
lordum?”

İkincisi şüpheliydi. “Ekselansları Veliaht Prens yükselmemiş miydi? Artık


ölümlü değil nasıl buraya gelsin?”

Üçüncüsü bağırdı. “BU O! ÜÇ YIL ÖNCE İLAHİ GEÇİT TÖRENİNDE


ONU KENDİ GÖZLERİMLE

GÖRMÜŞTÜM, BU EKSELANSLARI VELİAHT PRENS!”


Gittikçe daha çokları gece gündüz tapındıkları savaş tanrısının yüzünü
hatırlamaya başladı ve Xie Lian yavaşça konuştu. “Evet. Geri döndüm.”

İnsanlar delirdi.

“BİR TANRI GELDİ! BİR TANRI SAHİDEN İNDİ!”

“KUTSAL BİR VARLIK ÖLÜMLÜ DİYARA DÖNDÜ!”

“– Ekselansları o hırsızların tacizini daha fazla çekmemize dayanamadığı


için dönmüş olmalı!”

Hemen arkasından diğerleri devam etti, umutla doluydular. “Ekselansları,


lordum bize Yong An mültecilerini yenmemiz için önderlik edecek mi?
Edecek değil mi? Kesin edecek!”

Bir süre duraksadıktan sonra Xie Lian barışçıl bir şekilde cevapladı. “Xian
Le Krallığının korunması için geri döndüm, insanlarımı korumak için.”

Yanındaki Feng Xin ve Mu Qing onu dikkatle dinliyorlardı, ama sözlerinin


ne anlama geldiğinden tam olarak emin değillerdi, ancak başlarına sıcak
kanlar hücum etmiş halk, onun sözlerini elbette istedikleri gibi anladılar.
Xie Lian’a gelince, onun kendi düşünceleri vardı; kalbi gittikçe daha da
hızlı atıyordu ve dişlerini sıktı. “…Bana inanın!”

Ellerini yumruk yaptı ve haykırdı. “İNANÇLARINIZ BANA ÇOK


BÜYÜK BİR GÜÇ BAHŞEDİYOR. BU GÜÇLE

XIAN LE’Yİ KORUYACAĞIMA, HALKI KORUYACAĞIMA SÖZ


VERİYORUM. LÜTFEN BANA İNANIN!”

İnsanlar bu anı bekliyorlardı; hepsi ant içmek istediler ve hemen hararetli


tezahüratlar patladı, ardından halka halka secde etmek için diz çöktüler.
“DÜNYANIN SONUNA DEK LORDUMUZU TAKİP

EDECEĞİZ! EKSELANSLARINI TAKİP EDECEĞİZ!”

“XIAN LE KORUNSUN!”
Bir tanrının yanlarını indiğini tüm kraliyet kenti sakinleri duyunca, hepsi
sokaklara doldu, bin yılda bile bir daha görülemeyebilecek bir mucizeye
şahit olmak için geliyorlardı sadece. Aceleyle gelen bilgilendirilmiş kraliyet
muhafızları bile uygunsuz bir şey yapmaya cesaret edememiş ve diz çöken
kalabalığa katılmışlardı. Üçü ise ana caddenin ortasında kalakalmıştı,
hareket edemiyorlardı ve Feng Xin ile Mu Qing düzeni korumak
zorundaydılar. “İTMEYİN! İTMEYİN!”

Ancak pek etkili değillerdi. Herkes itmek ve Ekselansları Veliaht Prense


biraz daha yaklaşmak istiyordu, cennetten gelen kutsal tanrının kol yeninin
ucuna dokunmak istiyorlardı, böylece belki bir parça kutsallık kendi
üzerlerine geçerdi. Pek çok general ve tamamen zırhlı asker etrafa yayıldı
ve ardından kalabalık dağıtıldı.

Herkes gittiğinde, geriye kalan tek şey toz dolu hava ve yerdeki karmaşık
ayak izleriydi. Xie Lian bir şey fark etti, yürüdü ve eğilip yerden aldı.

Tek bir çiçekti. Defalarca basıldıktan sonra neredeyse toprak rengi olmuştu.
Sadece birkaç yaprağında gerçekte sahip olduğu saf rengi belli ediyordu.

Zayıf kokusu fazla dayanamamış ve hemen dağılmıştı.

Bazı şeyleri kavradıktan sonra, Xie Lian bu kez saraya döndüğünde krala
karşı olan tavırları çok daha yumuşaktı. Bu yüzden kral da ona karşı daha
makul davrandı. Her ikisi de bir adım gerileyince baba ve oğul arasında
geçici bir barış sağlanmıştı. Baş Rahibe gelince, Xie Lian’ın geleceğini
çoktan tahmin etmiş gibiydi, bu yüzden konu hakkında çok fazla yorum
yapmadı.

Geçmişte Xie Lian her zaman ulusun insanın kalbine sahip olduğuna
inanırdı ve ciddi bir meseleyle karşı karşıyayken herkes hiç şüphe etmeden
kralı takip ederdi. Ancak en sonunda katkıda bulunması gerektiğinde kralın
konumunun ne kadar zor olduğunu tam olarak anlamıştı. Parlamentonun
içindeki memurlar aslında küçük kısımlara ayrılmışlardı ve her kısmın
kendi planları vardı. Tek bir mesele hakkında bir karara varmak sonsuz
münazaralarla dolu bir hafta alabilirdi. Her bir kişi, her bir kısım insanlar
için çalıştığını ilan ediyordu ama gerçekte, durum sahiden böyle değildi.
Konu şehrin surları dışarısındaki isyan eden Yong An mülteci kampına
gelince, herkes harar vermek konusunda miskin derecede yavaş
davranıyordu. Bazıları doğrudan yok etmeyi savunuyordu ve eğer ellerinde
yeterince sebep yoksa bir şeyler uyduruyorlardı. Bazıları bu görüşe karşı
çıkıyorlardı.

Yong An İsyanı doğal bir afet olmaya başlamıştı ama durum insan
hareketleriyle kötüleşiyordu. Şehir kapılarından düşen üç kişilik aile hayal
edilebilecek en kötü hızlandırıcıydı; Eğer ipi kesen rütbeli askerin boynunu
Lang Ying kırmasaydı, geri döndüğünde ciddi şekilde cezalandırılacaktı.
Başka bir deyişle ne kadar karmaşık bir durum olursa olsun, sebebi ne
olursa olsun, artık yüzeyde her şey sıradan halkın baskıcı otoriteye karşı
haklı ayaklanması gibi duruyordu.

İşlerin bu noktaya dek gelmesi, tam bir cehenneme dönmesiyle, yargılamak


için daha fazla suç uydurmak sadece geri teperdi ve hangi sebebi bulurlarsa
bulsunlar insanları kandıramazlardı. Eğer yok etmek için bir ordu
toplarlarsa, sebepsiz ve açıklanması güç olacaktı. İnsanların konuşmasını
engellemek tufanı önlemek kadar önemliydi; bir kez insafsız acımasızlıkla
ilgili söylenti çıktığında, sonrasında artık insanları yönetemeyecekleri bir
yana, yakındaki diğer krallıklar da pekala bu fırsatı kullanabilir ve kötülüğü
yok etme bayrağı altında işgal edebilirlerdi.

Ancak eğer farklı bir açıdan incelerlerse korkulacak ne vardı ki? Yong An
mültecileri yemek veya cephaneleri olmadan vahşi bir ormanda kapana
kısılmışlardı, isyan ne kadar sürebilirdi ki? Bu yüzden en sonunda avantajı
alan öneri şuydu: Eğer Yong An mültecileri saldırmaya cüret ederse, her
seferinde geri püskürtülecek ve öldürüleceklerdi; eğer saldırmazlarsa o
zaman sağ kalmaları veya ölümleri kendi kaderlerine bırakılacaktı ve Xian
Le tek bir kaynağını daha onlara harcamayacaktı. Yong An’ın savaşa devam
etmesine imkan yoktu.

Bir savaş tanrısı olarak, Xie Lian’ın gelmiş olması doğal olarak savaş
meydanında etkin olması gerektiği anlamına geliyordu. Bu nedenle ordu
güle oynaya mücadele ediyordu: Ekselansları Veliaht Prens’in tarafı
Adalet’in tarafıydı; Ekselansları Veliaht Prensin ordusu bir tanrının
ordusuydu!
Pek çok genç erkeğin heyecanla orduya kaydolması çok sürmemişti. O
kadar büyük bir tantana kopmuştu ki haberler Yong An kampına dahi
ulaşmış gibiydi. Başlangıçta hala kuşatmaya devam edermiş gibi
görünüyorlardı, ama aniden her şey durmuştu, sanki korkuyor ve gizlice
güçlerini topluyor gibiydiler. Bu Xian Le askerlerini geriyordu ve
durmaksızın Xie Lian’a her daim ön saflarda savaşan Lang Ying’in ne
kadar korkutucu olduğunu anlatıyorlardı. İsmini duymak ve o günkü ölü
küçük çocuğun bedenini hatırlamak Xie Lian’ın duygularını her zaman
karıştırıyordu.

İki ay sonra, bu kadar uzun bir süre nefeslerini tutarak bekledikten sonra
Yong An mültecileri en sonunda tekrar saldırdılar.

Bu savaşta, Xie Lian sadece ince bir kılıçla gelmişti ve üzerinde zırh yoktu.
Savaşın bitmesi iki saat bile sürmemişti.

Yerden göklere kadar her yeri kan kaplamıştı ve kötü koku her yeri sarmıştı,
geriye kalan Yong An savaşçıları tertibatlarını terk etmiş ve telaşla
kaçmışlardı. Xian Le askerleri tepki veremeden, çoktan sayısız biçilmiş
bedenle sarılmış ve geride tek bir düşman bile kalmamıştı. Ekselansları
Veliaht Prens ise bu sırada yavaşça kılıcını kınına sokuyordu ve cübbesinde
tek bir leke yoktu.

Müthiş zaferlerini fark edip, zıplayıp, kılıçlarını gökyüzüne kaldırıp


sevinçle bağırmalarından önce biraz zaman geçmesi gerekmişti.

O gece Xian Le askerleri kulelerin üzerinde zafer ziyafeti veriyorlardı.

Askerler böyle hissetmeyeli çok uzun zaman geçmişti; Ekselansları Veliaht


Prensi övmek için kadehlerini kaldırırlarken kutlamaları bitmeyecek
gibiydi. Ancak Xie Lian tüm şarabı reddetmiş ve rüzgarı hissetmek,
kendine gelmek için kulenin kenarına tek başına çıkarak partiden ayrılmıştı.

Her ne kadar tek bir kadeh şarap dahi içmediyse de yine de kalbinin
yandığını, yüzünün sıcak ve kızarık olduğunu, parmaklarının hafifçe
titrediğini hissedebiliyordu.
Xie Lian hayatında ilk kez öldürmüştü. İlk kezdi ve binlercesini
öldürmüştü.

Sadece karıncalar.

O iki kelime kafasında belirdi. Onun gücü karşısında ölümlüler hiçbir şeydi
ve onun hafif dokunuşuna dahi dayanabilecek kimse yoktu. Bir başkasının
hayatını çalmak çok kolaydı, tıpkı o saray hizmetçisinin karıncalara
basması gibi, kılıcı savururken neredeyse kalbindeki saygıyı kaybedecekti.

Xie Lian sipere yaslandı ve derin bir nefes aldı, sesi uzaklaştırmak için
başını iki yana salladı, uzaktaki dağlarda titreşen kıvılcımları dalgın bir
şekilde izliyordu. Kısa bir süre sonra iki ayak sesi yaklaştı.

Dönüp bakmadan bile kim olduklarını biliyordu. Xie Lian sordu. “Gidip bir
şeyler içerek biraz kutlama yapmayacak mısınız?”

Mu Qing homurdandı. “Kutlayacak ne var? İyimser bir durum değil ki.”

Bunu duyunca Xie Lian döndü. “Siz de mi fark ettiniz?”

Sahiden iyimser bir durum değildi. Her ne kadar bu seferi kazanmış olsalar
da gerçekte, bu saldırı önceki Yong An saldırılarından çok daha güçlüydü.

Sadece sayıları artmakla kalmamış, düzen, silahlar, yönetim, hepsi anlamlı


ölçüde düzelmişti. Hatta pek çokları zırh giyerek gelmişti. Her ne kadar
hala basit ve acınası olsalar da yine de resmi bir orduydular. Aslında
dışlanmış birer hiç olduklarına inanmak güçtü.

Mu Qing kollarını çaprazladı ve kaşlarını çattı. “Uç durumlar kişinin hızla


gelişmesine neden olur, ama durum ne kadar zor olursa olsun hiçlikten bir
şeyler yaratılamaz. Bu işte bir yanlışlık var.”

Feng Xin daha da dobraydı ve açıkça konuştu. “Takviye almış olmalılar.”

Xie Lian başını salladı. Mu Qing ekledi. “Askerlerin hiçbirinin fark


etmediğine de inanmıyorum. Ama yine de kutluyorlar çünkü siz
yanlarındasınız ve kesinlikle kazanacağımıza inanıyorlar.”
Xie Lian üzerinde çok durmadı. “Benimle ilk savaşları ve kazandık. Biraz
sevinmelerine izin vermekte bir şey yok. Bunu cesaretlendirme olarak
düşünün.”

Feng Xin tereddüt etti ama yine de sordu. “Ekselansları, iyi


görünmüyorsunuz. Hala Yong An üzerine yağmur yağdırıyor musunuz?”

Xie Lian cevapladı. “Evet.”

Onaylamama Mu Qing’in yüzünde belirdi. “Patavatsızlığımı mazur görün,


ama şu anda yağmur yağdırmak anlamsız. Dipsiz bir kuyu sahiden.
Ekselansları, Yong An’daki kuraklık iyice rahatlatılabilse bile, şehrin
duvarlarının dışındaki kalabalık muhtemelen geri çekilmeyecektir.”

“Biliyorum.” Xie Lian. “Ama yağmuru o insanlar geri çekilsin diye


yağdırmıyorum. Yong An’da kalanlar susuzluktan ölmesin diye yapıyorum.
Bu benim esas hedefimdi ve değiştirmeyeceğim.”

Feng Xin hala endişeliydi. “Dayanabilecek misiniz?”

Xie Lian omzuna vurdu. “Endişelenme. Sekiz bin tane tapınağım var!
Yeterince tapınanım var bu yüzden elbette iyiyim. Ama,”

Diğer eli Mu Qing’in omzuna sarıldı ve Xie Lian iç çekti. “Şükürler olsun
bugün ikiniz bana yardım ettiniz. Benim yanımda kaldığınız için teşekkür
ederim.”

Bugün savaş meydanında, iki yardımcısı ondan çok daha fazlasını


çekmişlerdi, üzerleri tüm o ölümlerden kan ve pislikle kaplanmıştı.

Feng Xin. “Böyle şeyler söylemeye gerek yok.” Mu Qing belli belirsiz bir
‘Ah’ sesi çıkarttı.

Xie Lian ikiliyi daha da yanına çekti, sarıldı ve içten bir şekilde konuştu.
“Sadece bugün için değil, her şey için, çok teşekkür ederim. Umarım
üçümüzün beraber savaştığı bu görüntü, çağların hikayesi olur.”

“…”
“…”

Bir an sonra Feng Xin kahkahalara boğuldu ve Mu Qing kuşkucu bir


biçimde konuştu. “Sürekli böyle şeyleri… bu kadar utanmaz bir güvenle
söyleyebilmenizi... Sahiden…” Başını iki yana salladı. “Neyse.”

Xie Lian’ın dudakları en sonunda kıvrıldı. Ama gülümsemesi uzun


süremeden aniden dondu. “KİM

VAR ORADA?!”

Bir çınlama sesiyle Xie Lian’ın kılıcı kınından sıyrılmıştı. Kılıcıyla bir fiske
attı ve siperin köşesinden bir gölge çıkarttı.

Bu kişi uzun zamandır köşede saklanıyordu, nefesini tutmuş ve fark


edilmemişti. Xie Lian aslında onu sadece korkutmak için kılıcının ucuna
asmak istemişti ama bugün savaş meydanında çok saldırgan bir şekilde
öldürmüştü, kolları hala titriyordu ve ellerinin kontrolünü kaybetmişti.
Kılıcının hafif fiskesi fazlasıyla güçlüydü ve bu kişiyi doğrudan duvardan
atmıştı.

Ay ışığı altında, havada, üçü de açıkça üzerindeki üniforma ve tertibatın


kendi ordularına ait olduğunu görebiliyordu ve çocuk on beş, on altı
yaşlarında ancak vardı. Bir nefes sonra çocuk düştü, bedeni aşağıya doğru
kaybolmaya başladı. Birisinin duvardan düşmek üzere olduğunu görünce
Xie Lian içinden ‘olamaz!’ diye haykırdı ve sıçradı.

Ayağını siperin ucuna taktı, bedeni aşağıya doğru sarktı ve hızla bir kolunu
çekmek için uzattı ve genci kolundan yakalamayı başardı. Genç askerin
bedeni havada asılı kaldı ve başını yukarı kaldırmadan önce birkaç kez
kaldırdı. Solgun ay ışığını kullanarak Xie Lian yüzünü gördü ve gözleri
hafifçe açıldı.

Çevirmen: Nynaeve
Not: Feng Xin, Xie Lian’a ‘sen’ mi yoksa ‘siz’ mi diye hitap etmeli bir
türlü oturtamıyorum. Çincesine bakmaya da çok üşendim… Farkındayım
arada ‘sen’ arada ‘siz’ yazıyorum ama… Mu Qing’e direk ‘siz yazıyorum,
hizmetçi geçmişi olduğu için muhtemelen daha resmi hitap ediyordur diye.

Bölüm 79: BeiZi Tepesinde, Veliaht Prens İblisin Yuvasına Düşüyor Xie
Lian’ın aniden havaya sıçraması kesinlikle korkutucuydu, ama iki
yardımcısı onun yetenekleri konusunda oldukça netti ve bu yüzden Mu
Qing kımıldamadı, ama Feng Xin yine de gitti ve çekmesine yardım etti.
Xie Lian sadece çekmek için birazcık güç kullanmıştı ve genç asker
çıkmıştı, her ikisi de kule duvarına tekrar sağlam bir şekilde bastılar.

Xie Lian sormaya başladı. “Hangi birliktensin? Neden burada


saklanıyorsun?”

Genç askerin kolları ve başı sargılarla sarılmıştı ve üzerlerinde kan lekeleri


bile vardı, yaralanmış

görünüyordu. Tuhaf bir durum değildi; bugünkü savaştan sonra pek çok
asker yaralanmış ve bu şekilde sarılmışlardı. Ancak gölgelerde hiç ses
çıkartmadan saklanması oldukça şüpheliydi.

Mu Qing. “Yong An casusu olabilir, bağlayıp sorgulayalım.”

Xie Lian da aynı şeyden şüpheleniyordu, ama kraliyet kenti titizlikle


korunuyordu ve düşmanların içeriye sızabilme ihtimali çok düşüktü, Lang
Ying’in kendisi gelmediyse tabi. Ancak bu genç asker bir çocuktan zar zor
büyüktü.

Feng Xin’in ise kafası karışmıştı. “Ekselansları, bu veledi hatırlamıyor


musunuz? Bugün sizin önünüzde sürekli savaşa atlayıp duruyordu, öndeki
birlikteydi.”

Xie Lian hafifçe geriledi. “Sahi mi?”

Bugünkü katliamın ortasında başka hiçbir şeyi fark edebilecek vakti


olmamıştı, sadece birisi onunla savaşmak için kılıcını kaldırırsa karşılık
veriyordu. Feng Xin ve Mu Qing’le bile ilgilenmemişti, nasıl diğer askerleri
fark edecekti?

Feng Xin emindi. “Bu o. Bu veledi hatırlıyorum. Saldırıları baya agresifti,


sanki kendi hayatını hiçe sayar gibiydi.”

Bunu duyunca Xie Lian genç askere dikkatle baktı. Bir nedenle çocuk daha
dik durdu, omuzları da dikleşti ve başını kaldırdı, sanki biraz kasılmıştı,
ama aynı zamanda hazır olda bekler gibiydi. Mu Qing dikkat çekti. “O
zaman burada gizlice saklanmaması gerekir, burada casusluk veya dinlemek
için bulunmadığı ne malum?”

Böyle söylese bile o da gardını indirmişti. Xian Le ordusu seferberliğinin


‘Tanrı Ordusu, Kutsal Savaş’

kampanyası nedeniyle Xie Lian’dan sonra pek çok genç insan orduya
katılmıştı, çoğu eşit derecede gençti ve neredeyse hepsi sadık inananlardı,
onun ilahi heykellerine tapınarak, kahramanlık hikayeleri dinleyerek
büyümüş ve sadece savaş tanrısını göz ucuyla görebilmek için bile olsa
gizlice yaklaşmak istemişlerdi. Böyle bir şey ilk veya ikinci kez olmuyordu,
bu yüzden çok önemli bir mesele değildi.

“Pekala, yanlış alarm.” Dedi Xie Lian. Ardından genç askere döndü ve
sıcak bir sesle devam etti. “Biraz önce seni korkutmuş olmalıyım. Özür
dilerim.”

Ancak çocuk korkmuş görünmüyordu ve sadece daha dik durdu.


“Ekselansları…”

Ancak sesi boğuldu ve aniden Xie Lian’ı yakalamak için hareketlendi!

Xie Lian onu pusuya düşürmek istediğini sandı ve hemen yana adım atarak
kaçındı, eli saldırmak için kılıcına uzanmıştı. Onun gücüyle tek bir darbesi,
şüphesiz çocuğu oracıkta öldürürdü. Ama tam bu sırada, aniden arkasında
bir soğuk hava akımı hissetti. Eli birdenbire yön değiştirdi ve yakalamak
için çevirdi, sırtını hedef almış bir ok yakaladı.
Görünüşe göre oğlan havadaki okun titrek ışığını gördüğü için onu
düşürmek istemişti. Xie Lian sırtını siperin kenarına yaslamıştı ve arkadan
saldırılmıştı, birazcık bile korkmadı, onun yerine duvara atlayarak aşağıya
baktı.

Şehir kapıları önündeki geniş alanlarda hayal meyal uzaklarda durmakta


olan bir adamın yalnız siluetini seçebiliyordu ve adam koyu renk kıyafetler
giydiği için gece karanlığına karışmıştı, fark edilmesi güçtü. Feng Xin
hemen Xie Lian’ın yanına geldi, yayını çekti ve serbest bıraktı. Ancak
görünüşe göre adam çoktan uzaklığı hesaplamış ve menzilin dışına çıkmıştı.
Attığı tek ok Xie Lian’ın ilgisini çekmişti, bu yüzden elini salladı, ardından
tek kelime etmeden gitmek üzere hızla döndü. Feng Xin’in oku ona
ulaştığında çok geçti ve sadece uzaklaşmakta olan adamın ayaklarının
birkaç santim uzağına saplandı.

Küplere binmiş Feng Xin duvara vurdu ve molozlar yuvarlandı. “O


KİMDİ?!”

Başka kim olabilirdi? Xie Lian bağırdı. “Lang Ying!”

Xian Le askerleri de bir tuhaflık olduğunu fark etmişlerdi ve bağırmaya,


koşturmaya başladılar, ama tedbirli olmak adına kovalamak için kapıları
hemen açmadılar ve onun yerine üstlerin talimatlar için rapor verdiler. Lang
Ying el sallamış ve attığı tek okun ardından gitmişti, sanki özellikle Xie
Lian’ı selamlamaya gelmiş gibiydi. Mu Qing kaşlarını çattı. “Neden geldi?
Bu bir beyan mıydı?”

Feng Xin sinirle. “Bugün cephede Yong An tamamen yenildi ve kendisi de


Ekselansları’nın elinden kıl payı kaçtı, ne beyan etmeye gelmiş olabilir?”

Xie Lian ise elindeki oka bir şey bağlandığını hissetti ve görmek için ateş
ışığına çevirdiğinde yeni işlemeli bir cübbeden yırtılmış gibi görünen bir
parça kumaş gördü. Kumaşın üzerinde kan izleri bile vardı ve açtığı zaman
üzerine ‘Qi’ kelimesinin yazıldığını gördü.

Xie Lian anında kumaşı kavradı ve sordu. “Qi Rong nerede? Qi Rong
sarayda değil mi?!”
Feng Xin yakındaki askerlere döndü. “Çabuk saraya gidin ve teyit edin!”

Askerler hemen gittiler. Bu kumaş sahiden Qi Rong’un en sevdiği


cübbesinin kolundandı ve Lang Ying gizli operasyonlarıyla biliniyordu, bu
yüzden Qi Rong’un kaçırılması yüksek bir ihtimaldi. Gecikme yapılamazdı,
Xie Lian konuştu. “Görmek için peşinden gideceğim.” Feng Xin’in geri
geldiğini görünce ekledi. “İkiniz şehir kapılarını gözleyin ama harekete
geçmeyin. Yanıltma hamlesi olabilir.”

Feng Xin yayını sırtına astı. “Yanına kimseyi almıyor musun?”

Yong An tarafından büyük bir saldırı henüz yapılmamıştı ve Xie Lian ilk
mevzilenenin Xian Le askerleri olmasını istemiyordu. Eğer Qi Rong
düşman eline düştüyse, o zaman Xie Lian’ın kendisi onu geri getirebilirdi,
ama eğer yanına birlik alırsa karmaşa çıkabilir ve sadece birkaç ölüyle
bitmezdi. O sırada Xie Lian kayıpları en aza indirmek istiyordu. “Hayır.
Bana hiçbir şey yapamazlar.”

Ardından hafifçe duvarı itti ve sıçradı, yere yumuşak bir şekilde inmiş ve
hızla Lang Ying’in geri çekildiği noktaya doğru fırlamıştı. Bir süre
koştuktan sonra ona yetişen ayak sesleri duydu ve görmek için başını
çevirdiğinde o genç askeri buldu. Xie Lian bağırdı. “Yardıma ihtiyacım yok,
geri dön!”

Oğlan başını iki yana salladı. Xie Lian tekrar denedi. “Geri dön!” ve
hızlanarak bir anda çocuğu geri, artık görünmez halde bıraktı.

Sekiz, dokuz kilometre koştuktan sonra bir dağ başına ulaştı. Dik bir dağ
değildi, daha çok bir tepe gibiydi ve bu yüzden adı BeiZi Tepesiydi. Keşif
birliğine göre BeiZi Tepesi bitki örtüsüyle kaplıydı ve gece karanlığında,
karanlık ormanın içinin her yeri tuhaf seslerle doluyordu, sanki sayısız
yaratık pusmuş, izliyor gibiydi. Xie Lian dağın derinliklerine girdi ve
nefesini tutmuş uzunca bir zamandır araştırıyordu ki aniden bir ağaca
asılmış uzun bir insan şekli gördü. Yakından baktı ve haykırdı. “Qi Rong!”

*ÇN: BeiZi, küçük sırt demekmiş.


Sahiden Qi Rong’du. Baş aşağı ağaca asılmış, öldüresiye dövülmüş ve
bayılmış gibi görünüyordu, burnu aşağıya doğru damlayarak kanıyordu ve
gözlerinden birisi kararmıştı. Xie Lian kılıcını çekti ve ipi

kesti, düşen Qi Rong’u yakaladı ve yüzüne bir tokat attı. Qi Rong yavaşça
uyandı ve onu tanıdığı anda bağırdı. “Kuzen Veliaht Prens!”

Xie Lian daha ipleri gevşetiyordu ki sırtında bir soğukluk hissetti ve hemen
kılıcını savurdu. Başını çevirdiğinde Lang Ying’i gördü, elinde uzun bir
kılıçla ona saldırıyordu.

İkisi birkaç kez çarpışmışlardı ki Xie Lian’ın Lang Ying’in kılıcını elinden
uçurması uzun sürmedi.

Ardından Xie Lian bacaklarına tekme atarak onu düşürdü ve kılıcını


boğazına dayayarak dövüşü bitirdi.

“Benim dengim olmadığını biliyorsun, mücadele etmeyi bırak.”

Savaş meydanında öncesinde karşılaşmışlardı ve Xie Lian’ın karşısına


çıkan herkes, Lang Ying dışında, ölmüştü, Lang Ying ise Xie Lian’ın
kılıcıyla karşılaştıktan sonra hayatta kalmış ve yaralı bir halde kendisini
sürüklemişti. Lang Ying’in Yong An mültecilerinin lideri olduğunu herkes
biliyordu ve Xie Lian’ın ona ‘mücadele etmeyi bırak’ demesinin ardından
daha derin bir anlam gizliydi.

“İnsanlarınız sınırı geçmediği sürece, kraliyet kentindeki askerlerin size


saldırmayacağına söz veriyorum. Su ve yiyecek alın. Gidin.”

Lang Ying yerde yatarken doğrudan gözlerinin içine baktı, bakışları onu
rahatsız ediyordu. Konuştu.

“Ekselansları, yaptığınız şeyin doğru olduğunu mu düşünüyorsunuz?”

Xie Lian dondu. Hemen yanında, Qi Rong küfretti. “Zırva! Kuzen Veliaht
Prensin kim olduğunu biliyor musun? O cennetten bir tanrı! O doğruyu
yapmıyorsa, ne, siz hain köpekler mi doğru şeyi yapıyorsunuz?!”

Xie Lian bağırdı. “Qi Rong, sessiz ol!”


Lang Ying’in sorduğu soruya cevap veremedi. İçten içe o da yaptıklarında
bir şeylerin yanlış olduğunu hissediyordu. Ama aklına gelen en iyi eylemi
hayata geçirmişti. Eğer Xian Le’yi korumaz, ihlale karşı savunmazsa,
sahiden Yong An asilerinin tekrar tekrar özgürce baskın yapmasına, hatta
kraliyet başkentini ele geçirmesine izin verebilir miydi?

Eğer ona uzanan sadece bir iki tane kılıç olsaydı, hafifçe dokunur ve onları
devirerek meseleyi çözebilirdi. Ama savaş alanında, kılıçlar merhametsizdi
ve herkesi sadece devirecek kadar enerji bulmasına imkan yoktu. Tek
yapabileceği şey hislerini bastırmak ve kılıcını sallamaktı. Lang Ying’in
sorusu içindeki, derinlerdeki sesi uyandırmıştı, ona soruyordu: Yaptığın
şeyin doğru olduğunu düşünüyor musun?

Qi Rong bu ikilemin farkında değildi ve konuşmaya devam etti. “Yanlış bir


şey mi söyledim? Kuzen, buradasın, çabucak o inatçı hırsızların hepsini
gebert! Kabalık bir grup beni dövdü ve ben sadece tek bir kişiydim!”

Qi Rong her daim hükmeden bir kibirle dolu birisi olmuştu ve doğal olarak
Yong An’dan pek çok kişi ondan nefret ediyordu, yani bu fırsatı ondan
intikam almak için kullandıkları kesindi. Elbette Xian Le’den pek çokları
ondan nefret ediyordu. Xie Lian’ın ona ayıracak vakti yoktu ve Lang
Ying’e döndü.

“Ne istiyorsun? Eğer yağmur istersen, Yong An’a yağmur yağacak. Altın
istersen, altın heykelleri itecek ve sana vereceğim. Eğer yiyecek istersen,
ben… bir yol bulacağım. Sadece bir savaş başlatma. Bu işi birlikte çözerek,
üçüncü bir yol bulamaz mıyız?”

Xie Lian bu sözleri kendisine rağmen söyleyivermişti ve Lang Ying


‘üçüncü bir yol’ ile ne kastettiğini anlamaya bilirdi, ama tereddüt etmeden
cevap aldı. “Hiçbir şey istemiyorum ve hiçbir şeye ihtiyacım yok. Tek
istediğim şey Xian Le Krallığının varlığına son vermek. Yok olmasını
istiyorum.”

Sesi düzdü, ama kelimeleri buz gibiydi. Bir an sonra Xie Lian usulca
konuştu. “…eğer insanlarını saldırmaya getirirsen ben de sadece oturup
izleyemem. Kazanma şansın yok. Seni izleyen Yong An insanları ölse bile
bunu yapmak zorunda mısın?”
Lang Ying. “Evet.”

“…”

Cevabı çok sakindi, çok katı, öyle ki Xie Lian yumruklarını sıktı, karşılık
veremedi. Lang Ying her bir kelimesini açıkça söyledi. “Bir tanrı
olduğunuzu biliyorum. Sorun değil. Bir tanrıysanız bile beni
durduramazsınız.”

Xie Lian Lang Ying’in söylediğinin doğru olduğunu biliyordu. Çünkü


sesindeki tını tanıdık olmaktan çok öteydi – adalet ve doğrulukla dolmuş
birisinin kararlılığıydı. Jun Wu’ya ‘Cennet ölmem gerektiğini söylese bile’
derken ki kararlılığının tam olarak aynısı şu anda Lang Ying’de vardı!

Lang Ying’in sözleri hiç durmadan saldırmaya devam etmeleri için her
daim Yong An insanlarını kullanacağının bir beyanıydı. O zaman Xie Lian
da ne yapması gerektiğini biliyordu.

Xie Lian’ın elindeki kılıç tek elle tutuluyordu ama şimdi her iki eliyle
kavramıştı. Titreyen elleriyle tam Lang Ying’in boğazını kesmek üzereydi
ki aniden arkasından bir çıtırtı sesi ve ardından kıkırdayan bir kahkaha
duydu.

Hiç ses çıkarmadan ve fark ettirmeden yaklaşabilmişti, bu yüzden Xie Lian


irkildi ve arkasına baktığı zaman gözleri genişledi.

Normalde böyle bir zamanda beliren kişinin düşman askeri olması olasıydı
ve belki de ona doğrultulmuş sayısız kılıç olmalıydı, ama arkasındaki şeyin
tuhaf bir figür olmasını beklememişti.

Bu kişi ölümcül beyaz cenaze giysilerine bürünmüştü, yüzünde ölümcül bir


beyaz maske vardı ve maske son derece tuhaftı, yüzün yarısı ağlıyor, diğer
yarısı gülüyordu. İki ağacın arasından sarkmış bir sarmaşıkta oturuyordu ve
çıtırtı sesi tıpkı bir salıncak gibi o sarmaşıktan ileri geri sallanmasıyla
çıkmıştı. Xie Lian’ın arkasına baktığını görünce elini kaldırdı ve yavaşça
‘pat’, ‘pat’ diye el çırptı, kıkırdama dudaklarının arasından çıkmış ve Xie
Lian’ın tüylerinin diken diken olmasına neden olmuştu.
Xie Lian keskin bir sesle. “Nesin sen?!”

‘Nesin’ demişti çünkü iç güdüleri ona karşısındakinin insan olmadığını


söylüyordu!

Tam bu sırada Xie Lian elindeki kılıç hissinde bir tuhaflık olduğunu fark
etti ve Qi Rong aynı anda çığlık attı, görmek için başını çevirdiğinde
önündeki yerde derin bir çukur olarak açıldığını ve orada yatmakta olan
Lang Ying’in çukur tarafından yutulduğunu gördü. Yer hızla ağzını
kapatıyordu ve Xie Lian düşünmeden toprağın kalbini bıçakladı. Kılıcının
ucunun sadece toprağa değdiğini ve ete ulaşmadığını hissedince, Xie Lian
Lang Ying’i öldürme fırsatını kaçırdığını anladı ama hissettiği şeyin
pişmanlık mı rahatlama mı olduğunu seçemiyordu. Tam bu sırada beyaz
giysili tekrar kıkırdamaya başladı ve Xie Lian kılıcını kaldırarak ona doğru
atıldı.

Hamlesi yıldırım kadar hızlıydı, o varlığı tamamen deşti ve ağaca mıhladı, o


varlık tek ses çıkartmadan yere yığıldı. Xie Lian kontrol etmek için hemen
koştu ama yerde sadece bir yığın beyaz kıyafet buldu.

Cübbeyi giyen kişi havaya karışmıştı!

Bu varlığın hem belirmesi hem kaybolması inanılmaz tuhaftı. Xie Lian


şaşkındı ve gardını indirmeye cüret edemiyordu. Bir eliyle Qi Rong’u
yerden kaldırdı. “Gidelim.”

Ancak Qi Rong sızlandı. “Gitmeyelim! Kuzen, bu dağı ateşe verelim


kuzen! Bu dağda bir sürü Yong An’lı var, o şehir kapılarından ayrılmayan
hödük radikallerin hepsi burada saklanıyor, ateşe verelim ve burayı
arındıralım!”

Xie Lian tek eliyle belli bir mesafeye onu çekerek götürdü, etraflarındaki
şeytani halenin ağırlaştığını hissediyordu, sanki sayısız göz onları izler
gibiydi. “Biraz önceki varlığın ne kadar tuhaf olduğunu gördün mü? Etrafta
dolanmamamız gerek.”

“Ne olmuş yani?” Qi Rong. “Sen bir tanrısın! Küçük iblislerden


korkmazsın? Eğer yoluna çıkmaya kalkarlarsa öldür hepsini gitsin!”
Xie Lian. “Önce geri dönelim.”

Xie Lian’ın onu dinlemediğini ve dağı ateşe vermeyeceğini duyunca Qi


Rong’un gözleri yerinden fırladı. “NEDEN? O İNSANLAR BENİ
PELTEYE ÇEVİRDİLER VE BİZİ KIŞKIRTMAK İSTİYORLAR. ONU

DUYDUN. XIAN LE’Yİ YOK ETMEK İSTEDİĞİNİ SÖYLEDİ! BİZİM


KRALLIĞIMIZI YOK ETMEK İSTİYOR!

BUGÜN SAVAŞ MEYDANINDA YAPTIĞIN GİBİ NEDEN HEPSİNİ


ÖLDÜRMÜYORSUN?”

“…” Xie Lian derin bir nefes aldı ve sinirle bağırdı. “Neden kafanda sadece
öldür! öldür! öldür! var?

Asker ve sivil birbirinden farklıdır!”

Qi Rong karşı çıktı. “Ne farkı var? Hepsi insan değil mi? Öldürmek aynı
şey değil mi?”

Xie Lian’ın yarası dağlanmıştı ve bir öfke patlaması toplandı. “SEN –!”

Tam bu sırada ayak bileğinin çevresinde bir daralma hissetti ve aşağıya


baktığında şişmiş bir elin çalıların arasından çıkarak botunu tuttuğunu
gördü!

Aynı anda önlerinden sayısız devrilme sesi yükseldi ve sayısız insan tıpkı
birer yağmur gibi ağaçlardan düştü, yere mıhlanmış ayağa kalkamıyorlardı.
Her ne kadar insani şekilleri olsa da devasa et kurtları gibi gevşeklerdi,
yavaşça onlara doğru geliyorlardı. Qi Rong korkuyla haykırdı. “BUNLAR
KİM?!”

Xie Lian eli kılıcıyla kesti ve ciddiyetle konuştu. “Onlar insan değil, alçak
köle!”

Geçmişte Xie Lian hiç kraliyet başkentinin yakınlarındaki dağlarda


belirdiklerini duymamıştı ve eğer herhangi bir yaratık veya iblis varsa bile
çoğu zaman Kutsal Kraliyet Köşkündekiler tarafından yok edilirlerdi.
Bunun anlamı bu alçak köleleri birisinin bilerek getirdiğiydi.
Xie Lian bu savaşa insan dışı varlıkların dahil olacağını hiç tahmin
etmemişti. Olanları düşününce gittikçe Lang Ying’le ilgili olan olayların ve
Qi Rong’un kaçırılmasının sadece onu dışarıya çekmek için olduğundan
emin oluyordu. Yine de, şu anda düşünecek vakti yoktu. Kılıcını her
salladığında, yedi sekiz kadar alçak köleyi ikiye biçiyordu, ama alçak
köleler geldiğinde, çoğu zaman akın akın gelirlerdi.

Tahmin ettiği gibi etraflarındaki tüm çalılar ve ağaçlar hışırdamaya


başlamıştı, gittikçe daha güçlü sallanıyor, gittikçe daha çok bulanık beden
sürünerek çıkarak hiç durmadan Xie Lian’a doğru geliyordu. Tek hamlede
on tanesini öldürebilirdi, ama yirmi tanesinin bedeli ağır olurdu. Xie Lian
durmadan saldırırken, ağaç tepesindeki bir alçak köle Xie Lian’ın sırtına
yaklaştı ve onu boğmak için aşağıya atladı!

Beklenmedik bir şekilde daha yaklaşamadan bir ışık parlamasıyla ikiye


biçildi. Qi Rong’un üzerinde silah yoktu bu yüzden o olamazdı. Xie Lian
bakmak için döndü ve o genç askerin kılıcının hamle yaptığını gördü!

Şehir kapılarının önünde Xie Lian onu geride bırakmıştı, ama o yine de
takip etmiş ve onları bulmuştu.

Oğlanın elinde yıpranmış bir kılıç vardı ve pek çok alçak köleyi kesmişti,
oldukça etkiliydi. O şeyler sürünüyor ve yoğun, tutkal gibi bir vücut sıvısı
salgılıyorlardı ve Qi Rong ne kadar iğrenç olduklarını haykırıyordu. Zayıf
görünenlerden birisinin kafasına bastı ve yaratığın aslında korkunç
olmadığını fark etti, keyifsiz bir şekilde konuştu. “Demek o kadar etkileyici
değiller?”

Ancak hiçbir şey bilmiyordu, alçak köleler daha vahşi, acımasız yaratıkların
yanında gelirlerdi. Xie Lian dudaklarını ısırdı ve derisini deldi, sağ elindeki
iki parmağını kana batırdı, ardından kılıcına sürdü.

Ardından kılıcı Qi Rong’un ellerine bıraktı. “Siz ikiniz bu kılıcı alın ve


gidin! Hiçbiri yaklaşmaya cüret edemeyecek. Ne duyarsanız duyun geri
dönmeyin. Unutmayın, arkanıza bakmayın!”

Qi Rong karşı çıktı. “Kuzen! Ben…”


Xie Lian onu susturdu. “Güçlü yaratıklar hemen arkalarında. Onlar
geldiğinde sizinle ilgilenecek vaktim olmayacak. Geri dönüp rapor etmeniz
daha iyi olur!”

Qi Rong konuşmayı kesti ve kılıcı tutarak çılgına dönmüş gibi kaçmaya


başladı. Elindeki kutsanmış

kılıçta Xie Lian’ın ilahi özü vardı ve tüm yol boyunca hiçbir alçak köle
veya başka bir kötü yaratık yaklaşmaya cesaret edemezdi, yolu açıktı ve
hızla gözden kayboldu. Ancak genç asker hala gitmemişti ve Qi Rong’un
kendisi kaçmıştı. Xie Lian’ın ona verecek başka bir kutsanmış koruyucu
kılıcı yoktu ve ruhani darbeler indirmek için tek kullanabildiği şey
yumruklarıydı, ses patlamaları yolluyordu. Oğlan da enerjik bir şekilde
yardım ediyordu ve bir saat sonra, tüm alçak köleler yok edilmişti.

Yer yapışkan sıvılar ve cesetlerle doluydu, koku boğucuydu. Tek bir alçak
kölenin dahi kaçmadığından emin olunca Xie Lian nefeslerini sakinleştirdi
ve dönerek oğlanla konuştu. “Kılıç konusunda epey iyisin.”

Oğlan kılıcını daha da sıkı kavradı ve başta ofladığı halde anında tekrar
hazır ola geçmişti. “Ev-evet efendim.”

“Sana emir vermiyorum, neden ‘evet efendim’ diyorsun?” Xie Lian. “Biraz
önce sana geri dönmeni emrettiğimde neden ‘evet efendim’ demedin?”

“Evet efendim!” Genç adam cevapladı, ama hemen ardından cevabının


tuhaf olduğunu fark etti ve daha da katı durmaya başladı. Xie Lian başını
iki yana salladı, düşünüp taşındı ve aniden dudakları yukarıya kıvrıldı.
“Ama eğri kılıç sana daha çok uyar.”

• MXTX, Yazar Notu:

Hua Hua şu sırada daha on dört yaşında bile değil, ama ergenlik nedeniyle
hızla boyu atmış ve artık üzgün bir köpek yavrusu gibi görünmüyor, bu
yüzden Xie Lian onu tanıyamadı!
Çevirmen: Nynaeve
Not: MXTX Hua Cheng’e ‘Hua Hua’ diyor.

Bölüm 80: Şefkat Diyarı, Altından Beden Arzuyla Sıkıştırılmış

Oğlan şaşırmıştı. “Neden?”

Xie Lian oğlanın alçak köleleri öldürürken ki saldırıları ve hareketlerini


tekrar gözden geçirdi, ve gelişigüzel birkaç manevra gösterdi. “Daha önce
hiç eğri kılıç kullanmadın değil mi? Kılıç kullanıyorsun ama kılıç
oyuncudur. Her ne kadar inanılmaz hızlı ve agresif olsa da, görece daha
kısıtlayıcı, uzatması güçtür. Eğer daha önce hiç eğri kılıç kullanmadıysan,
bir dahakine dene. Bence onunla daha da güçlü olursun.”

Xie Lian nadiren dövüş sanatları konusunda kayda değer başarıları olan
birisini görürdü, o zaman yaklaşmak ve konuşmaktan kendisini alamazdı.
Hiçbir şekilde kusur bulmuyordu, gerçekten sadece çok ilgisini çekmişti ve
fikir alışverişinde bulunmak istiyordu. Dövüş sanatları konusunda zengin
bir tecrübeye sahip olduğu için, çoğu kez düşünmesi gerekmezdi; tek bir
bakışla incelikleri kapardı.

Neden olduğunu açıklayamasa bile, yine de öyle olması gerektiğini


hissederdi. Normalde, statüsüne olan saygıdan dolayı, insanlar dinlerdi ama
çok az bir kısmı sahiden dikkat ederdi. Ancak bu oğlan dikkatle dinliyordu,
önerilerini yalayıp yutmuş ve arada sıra elindeki kılıca gözleri kayıyordu.

Xie Lian birkaç cümle daha laflarken, birdenbire ağaçların arasından daha
fazla hışırtı sesi yükseldi, sanki bir şey hızla sürünüyordu ve Xie Lian bir
anda hala tehlikenin içinde olduklarını ve heyecanlanmanın ne yeri ne
zamanı olduğunu hatırlamıştı. Hemen tekrar ciddileşti. “Bu dağda başka
kötü yaratıklar da var mı kimse bilemez. Bu yere ciddi bir arındırma gerek.”

Oğlan dinç bir şekilde başını salladı ve iki eliyle birden çelik kılıcı Xie
Lian’a uzattı. Xie Lian ise başını iki yana salladı. “Kendini koru. Öncesinde
gitmediğin için artık gitme şansın yok. Seni korumak için elimden geleni
yapacağım ama tetikte ol.”
Tam bu sırada çalılar hışırdadı ve bir şey çabucak zıpladı. Xie Lian bileğini
sallayarak avucundan bir darbe gönderdi ve tam ortasından vurdu. Korkunç
bir ciyaklamayla o şey hareket etmeyi kesti. Güçlü bir kan kokusu vardı ve
Xie Lian şaşırmıştı: eğer bir alçak köle olsaydı, o zaman yok olduğunda
yapışkan vücut sıvıları sızdırmalı ve bu normalde kan kokusu yayılmayacak
kadar yoğun olmalıydı, bu yüzden kontrol etmek için yaklaştı.

Çalıları kenara çektiğinde, sahiden yerde büyük bir alçak köle vardı,
patlamanın etkisiyle birkaç parçaya ayrılmıştı ama kan kokusu ondan
gelmiyordu, ağzındaki bir şeydendi – uzun saçları hala üzerinde olan derisi
yüzülmüş bir insan kafası parçasıydı!

Alçak köleler artıklar için yağmalayan leşçilerdi ve görünüşe göre, bu insan


uzun zaman önce ölmüştü.

Çalılardaki geldikleri yolda küçük kan damlaları bırakmış ve Xie Lian


hemen takip etmeye başladı, genç asker de hemen arkasından geliyordu.
Yürümeye devam ettikçe kan damlaları da kalınlaşıyordu ve koku
güçleniyordu. Kısa bir süre sonra zayıf ve güçsüz gibi gelen haykırışlar
duydular.

Küçük asker kılıcını kaldırdı ve Xie Lian’ı korumak için önüne koştu, ama
Xie Lian onu tekrar arkasına çekti. Çiçeklenen çalılarla dolu bir alanı
geçerken, yarı büyük bir mağara önlerinde belirdi.

Mağara muhtemelen yoldan geçenlerin dinlenme yeriydi, ama şimdi


cesetler yerleri örtmüştü ve yirmi otuz kadar alçak köle o ölü bedenlerin
üzerine çökmüş, canları istediği gibi kemiriyorlardı. Aynı zamanda birkaç
tanesi de genç bir kadını çevrelemişti. Genç kadın acı çekiyormuş gibi
görünüyordu, karnı açılmış, bağırsakları her yere dökülüyordu ama kadının
kendisi hala hayattaydı. Güzelce giyinmiş

gibiydi, saçında parlak kırmızı bir çiçek vardı; taze kan kızıl çiçeğe iltifat
ediyor ve hali özellikle acımasız geliyordu.

Alçak köleler etini yalıyor, organlarını ıslatıyor, ısırmaya hazırlardı, ama


birisinin yaklaştığını duyunca hepsi görmek için döndüler ve onlara doğru
atıldılar. Xie Lian gözünü bile kırpmadan avucundan bir patlama gönderdi
ve hemen ardından ölü bedenlere bakmadan önce hepsini katletti. Cesetlerin

arasında erkek ve kadınlar, yaşlısı ve genci vardı, yüzleri kül rengiydi,


kıyafetleri basitti. Yong An sivilleri olduklarına hiç şüphe yoktu ve Xie
Lian şok oldu.

Canavarların ve iblislerin, o tuhaf beyaz giysili varlık çağırdığı için aniden


belirdiklerini düşünmüştü.

Beyaz giysili varlık Lang Ying’i kurtarmıştı bu yüzden müttefik


olmalıydılar, ama o zaman nasıl alçak köleler Yong An sivillerinden ziyafet
çekebiliyorlardı? İnsan olmayan yaratıklar asla nedensiz yere insanlarla
anlaşma yapmazlardı, o zaman bu Lang Ying’in ittifak için kabul ettiği şart
mıydı?

Takipçilerinin hayatları onun pazarlık kozu muydu?!

O genç kadın ise acı ve korku doluydu, dudaklarından kanlar akıyordu ve


hıçkırdı. “Beni öldürme, ben kötü bir şey yapmadım, beni öldürme!”

Kendisine rağmen, Xie Lian şehrin duvarlarının altında ölen üç kişilik aileyi
anımsadı; onlar ne günah işlemişlerdi? Diz çöktü ve eğildi, nazik, yatıştırıcı
bir sesle konuştu. “Korkma. Korkulacak hiçbir şey yok, seni kurtarmak için
geldik.”

Ancak küçük asker kılıcını genç kadına doğrultmuştu. “Ekselansları dikkat


edin. Kadın dağın derinliklerindeki kötü bir ruh olabilir.”

Elbette Xie Lian bunun yüksek bir ihtimal olduğunu biliyordu, ama pek çok
değerlendirmenin ardından yine de onu yalnız bırakamayacağını
hissediyordu, bu yüzden ihtiyatlı davrandığı sürece problem olmamalıydı.
Genç kadının nabzını hissetti, izler var mı diye avuç içlerini ve parmaklarını
kontrol etti ve hemen onun sahiden insan olduğunu anlamıştı, üstelik hiçbir
dövüş sanatıyla ilgilenmemiş, gevşek ve güçsüz kolları olan bir insandı.
Hemen onu iyileştirmeye başladı. Kol yenlerinden bir ilaç şişesi çıkarttı,
mantarı çevirerek açtı ve solgun, beyaz bir duman yavaşça nüfuz etti, hoş
bir kukusu vardı.
Bu ilaç bütün zehirleri geçici olarak yavaşlatabiliyordu ve yaralara karşı
inanılmaz etkiliydi. Xie Lian kutsal şifa konusunda cimri davranmadı ve
bütün şişeyi kadın için kullandı. “Daha iyi misin?”

Genç kadının yaraları ağırdı, bakması bile insanı korkutuyordu, ama o


dumanı kokladıktan sonra, yüzüne bir parça renk gelmişti ve zayıfça başını
salladı.

Xie Lian sordu. “Yong An’dan mısın? Bu nasıl oldu?”

Genç kadının yüzünden yaşlar aktı. “…E-, Evet. Ben de nasıl oldu
bilmiyorum. Her, sss, her şey gayet iyiydi ama aniden babam öldü ve
ağabeyim de…”

Xie Lian nazikçe omzunu okşadı. “Onları öldüren katil kim? Veya onları ne
öldürdü?”

Genç kadın hıçkırdı. “Onları öldüren katil… katil… katil SENSİN!”

Son kelimesinde yüzü aniden vahşileşti, gözleri parladı ve yerinden fırladı.


Kadın kollarını açtı ve zıpladı, Xie Lian’ı sımsıkı sarmıştı.

Genç asker her daim yanında, tamamen tetikteydi ve inanılmaz hızlı tepki
verdi, kılıcıyla bir anda kadının kabini delmişti. Genç kadın çoktan ağır bir
şekilde yaralanmıştı ve kılıç saplandıktan sonra ölümü kesin olmalıydı,
ancak kadın keyifle gürültülü bir şekilde kahkaha atmaya başladı, Xie
Lian’ı sıkıca tutmuş bırakmayı reddediyordu ve en sonunda nefes alıp
vermesi durana dek o şekilde kaldı. O

kadar sıkı sarılmıştı ki genç asker ölü bedenini çekmekte zorlanmıştı.


Tedirgin bir şekilde sordu.

“Ekselansları! İyi misiniz?”

Xie Lian genç kadının kendisini son nefesinde pusuya düşüreceğini


sanmıştı. Ancak üzerinde silah yoktu; ısırmamış, tırmalamamıştı bile ve
sadece sanki yeterliymiş gibi ona sıkıca sarılmıştı, ölümden sonra bile
bırakmamıştı. Allak bullak bir halde cevapladı. “Ben iyiyim, ben…”
Ani bir sersemlik alaycı bir şekilde ona saldırırken sesi azaldı.

Küçük askerin ışıl ışık tek gözü irileşti. “Ekselansları?!”

Sanki Xie Lian’ın iç organları alev almıştı; konuşamazdı, konuşmak


istemiyordu ve kimsenin konuştuğunu da duymak istemiyordu.
Konuşmadan başını iki yana salladı ve elini kaldırdı. Etrafında sadece
kıkırdayan bir kadın sesi vardı.

“Hiihiihiihiihii…”

“Hiihiihiihiihii…”

İkisi de ürkmüş bir şekilde yanlarında üçüncü bir kişi olmadığını fark
ettiler. Kıkırdama sesi parlak kırmızı çiçekten geliyordu.

Xie Lian hemen tuzağa düştüğü anlamıştı –

‘Şefkat Diyarı’!

Bu ‘Şefkat Diyarı’ bilinen Şefkat Diyarı değildi. Şefkat Diyarı, erkekleri


özlerinden ziyafet çekmek için toplamayı ve emmeyi seven bir çiçek
iblisiydi, kanlarıyla besleniyordu. Kokuları güzel değildi ve Xie Lian dikkat
kesildi. “Ağzını ve burnunu sıkıca kapat, çiçeğin kokusunu içine çekme!”

*ÇN: Şefkat Diyarı [溫柔鄉] tarihsel olarak genelev veya afrodizyaklar için
kullanılırmış. Aşina olmayanlar için, Şefkat Diyarı Çin usulü fantastik
kitap/novel’larda sık kullanılan bir terimmiş ve okuyucular bu terimi
gördükleri zaman hikayede ayartıcı kadınlar ve/veya aşk zehirleri görmeyi
beklermiş. (?)

Genç askerin yüzü zaten güvenli bir şekilde bandajlarla sarılmıştı ve filtre
görevi görüyorlardı, bu yüzden o hiçbir koku almamıştı. Xie Lian’ı duyunca
bandajlarını sıktı ama Xie Lian’ın kendini koruyacak hiçbir şeyi olmadığını
fark etti, bu yüzden kol yeninin en temiz yerinden bir parça kopardı, sertçe
ovaladı, daha temiz olana kadar eliyle vurdu ve her iki ekiyle uzattı. Ancak
Xie Lian kabul etmedi.

“Gerek yok. Artık çok geç.”


O genç kadını tedavi ederken dikkatliydi ama kokuya karşı kendisini
korumamıştı ve çok yakınlaşmışlardı, saçına tutturduğu çiçeğin ‘Şefkat
Diyarı’ çiçeği olduğunu bilmiyordu. Ölmeden önce, kadın sıkıca Xie Lian’a
yapışmış ve başarısız olmayacağından emin olmuştu. Bunun anlamı Xie
Lian’ın farkında bile olmadan dolu dolu Şefkat Kokusu çektiğiydi, sahiden
‘ruh dinçleştirici’ydi.

Şefkat kokusu bir kez bedene girdiğinde, erkekler düşünmeden hareket


ederdi. Başlangıçta uyuşukluk, ardından cinnet. Bu sırada Xie Lian’ın tüm
bedeni sanki tüm sinirleri çekilmiş gibi gevşemişti. Uyuşukluk geçtiğinde,
patlayıcılarla dolmuş bir varile dönmüştü. Eğer o tuhaf beyaz giysili varlık
bir kez daha gelirse, Xie Lian sahiden onunla ne kadar emin bir şekilde
yüzleşirdi bilmiyordu ve gücünden de emin olamazdı. İlk tepkisi ilaç
şişesine uzanmak olmuştu ama bu sırada genç kadını tedavi ederken bütün
şişeyi boşalttığını fark etmişti. Ancak, en sonunda, kadın da sağ
kalamamıştı.

Yanındaki ölü bedene bir bakış attı. Genç kadının yüzünde, sanki ölmeden
önce düşmanını tuzağa düşürdüğü için, içten bir şekilde memnunmuş ve en
sonunda ailesini görebilmek için huzurla bu dünyadan göçebilirmiş gibi
mutlu bir gülümseme vardı. Xie Lian sadece çiçeğin tehlikeli gölgesini
yumuşattığı için kanlı sahneyi ve tuhaf kokuyu hafiflettiği için kan
kokusunu suçlayabilirdi. Daha yeni yetme genç bir kızın böyle bir
düşmanlık taşıyabileceği, böylesine uç bir şey yapabileceği hiç aklına
gelmemişti.

Etrafında, iblis çiçekler heyecanla parlıyor, mırıldanıyorlardı:

“Tuzağa düştü!”

“Yakaladık!”

“Bu sahiden Ekselansları Veliaht Prens!”

“Bu o!”

“Çok yakışıklı… köklerim, köklerim daha fazla dayanamıyor, topraktan


dışarı fırlayacağım!”
Genç asker kesmek için kılıcını savurdu, çalı çiçekleriyle dolu bir alanı
biçti, ancak kökler atik ve kılıç eskiydi; tek bir kesmenin ardından
körelmişti. Çiçek iblisleri bir ileri bir geri sallandılar, ciyaklıyorlardı.

“Amanın! Küçük ge ge, daha çalıların büyümemiş, ama bu kadar azgınsın!


Çiçek açmanın eşiğindeyim, bunu nasıl telafi edeceksin!”

*ÇN: Çalılar, burada ‘cinsel organ çevresindeki kıllar’ anlamında


kullanılmış, ehem.

Genç askerin gözleri öfkeyle parlıyordu. “Öldün sen! Hepinizi ölümüne


yakacağım!”

Çiçek iblislerinin yeşil yaprakları köklerinin üzerine çekildi, bağırdılar. “Ay,


çok korktum! Biz seni kızdırmadık, neden bu kadar sinirlisin!”

Xie Lian da konuştu. “Yakma! Onlar iblis, eğer ateşe verirsen… zehirli bir
gaz salgılarlar. Köklerinden de çekemezsin!” Genç hemen çekmeye hazır
ellerini geri bıraktı ve Xie Lian zayıfça açıkladı.

“Köklerinin her yerinde zehirli dikenler var…”

Çiçek iblisleri kur yaparak alay etti. “Amanın, Ekselansları çok tatlı, bizi
koruduğun için teşekkür ederiz. Sadece bekle, kısa bir süre sonra
meyvelerim olacak! Kesinlikle seninle çok yakından ilgileneceğim, hii hii
hii hii…”

“Doğumdan beri cinsel riyazetle büyüyen erkekleri bulmak çok zor,


çiçeklerini kopardığımızda güçlerin azalacak olsa bile, başka yolu yok, özür
dileriz! Hii hii hii hii…”

Şefkat Diyarının çiçek taç yaprakları birbirlerine sürtündüler, narince


kıkırdıyorlardı, ahlaksız niyetleri apaçık ortadaydı. Genç asker afallamıştı,
‘riyazet’, ‘çiçeklerini kopartmak’ gibi şeylerin anlamını çok
kavrayamamıştı, ama yine de iyi bir şey ifade etmediklerini
kestirebiliyordu, bu yüzden kılıcını delirmiş gibi sallamaya devam etti,
çiçekleri kesiyor, öfkeyle kükrüyor, o sataşan kahkahaları bastırmak için
umutsuzca çabalıyordu, Xie Lian’ın duymasını istemiyordu. Xie Lian ise,
yumruklarını sıkıyordu.

Demek buydu!

Demek bu akşam olan her şey sahiden onun üstesinden gelmek için
özellikle planlanmıştı.

Qi Rong’u kaçırırken, Xian Le’nin savaş tanrısı olarak sahip olduğu gurur
ve saygınlığı nedeniyle, zararı en aza indirmek için peşinden tek başına
gitmeye karar vereceğine güvenmişlerdi. Ve bu ağır şekilde yaralanmış
genç kadın da ilaçlarını kullanması içindi, kendisini rahatlatacak gücü
kalmamasını sağlamışlardı. İnsanların ve iblislerin iş birliği onun bu
noktaya gelmesi içindi.

Xie Lian’ın kendini geliştirme yöntemi beden saflığı gerektiriyordu. Bu


akımı kullanarak yükselen tanrıların tapınanları, dünyevi arzulara
değmedikleri için tanrılarının üstünlüklerinden emin olurlardı.

Bu yüzden, eğer saflıklarını korumazlarsa, tapınanları da şüphesiz yıkılır,


güçleri zarar görürdü. Her ne kadar tanrılıktan ölümlü bir insana geri
çekecek kadar ciddi bir mesele olmasa da ve pek çok yıl daha kendini
geliştirerek kefaret verilebilse bile, en azından şu anda, kapalı kapılar
ardından oturup, yıllarca meditasyon yapacak vakti kesinlikle yoktu!

Kutsal Kraliyet Köşkündeki saflık kuralı oldukça katıydı ve Xie Lian bu


kurala uymak konusunda en başarılı kişi olarak öne çıkmıştı, asla hiçbir
kuralı esnetmemiş veya ihlal etmemişti ve kendisini demirden bir kaya
kadar sağlam görüyordu, fırtınalar bile ruhundaki denizleri
dalgalandıramazdı. Aynı zamanda pek çok teste tabi tutulmuştu, her
seferinde mükemmel bir şekilde geçmişti. Ancak her ne kadar kalbi sular
kadar duru olsa da, yine de gençti ve güveni kolay sarsılıyordu. Yanında
küçük, genç bir askerle, onu günaha sürüklemek için küstah laflar söyleyen
iblis çiçekleri dinliyordu, bir de üzerine geçmek bilmeyen koku hala kanını
kaynatıyor, zihninde fırtınalar kopartıyordu. Xie Lian utanma hissine engel
olamadı, yüzü kızardı, ama ne olursa olsun daha fazla duramazdı.
Şimdilik bir şekilde dayanabiliyordu, ama eğer Şefkat Diyarları sahiden
meyve verirlerse çok kötü bir duruma düşerdi. Elbette en iyi hamle kraliyet
kentine hemen geri dönmek ve Feng Xin ile Mu Qing’in onu korumasına
izin vermek olurdu, ama Xie Lian’ın bacaklarında sanki hiç güç kalmamıştı,
zar zor ayakta durabiliyordu. Başka seçeneği olmadığı için gergin bir sesle
küçük askere seslendi. “Sen…

buraya gel.”

• MXTX, Yazar Notu:

Elbette Hua Hua’yla birbirlerini dokunarak veya X’le rahatlatmayacaklar…


ama bu Hua Hua’nın cinsel uyanışı olacak… (?

Bekaretini kaybetmek sadece ruhani güçlere zarar verir, savaşçı olarak


gücüne zarar vermez.

Her ne kadar savaş ve ruhani güçler birleşip, birbirlerini güçlendiriyor


olsalar da, doğaları farklıdır. Ayrıca sadece Xie Lian’ın seçtiği yol bu kadar
külfetli, X kendini geliştirmesine zarar veriyor. Bazı cennet mensupları çok
daha zekiler ve X’le daha çok güçlendikleri bir yol seçiyorlar; ama pek çok
yolda X ve kendini geliştirmek tamamen bağımsızdır.

Çevirmen: Nynaeve

Not: Neden ‘küçük asker’ NEEEDDEEEENN?

Çapkın Pei Ming’in kendini geliştirme prensibini de öğrenmiş olduk


sanırım, veya hobi olarak da yapıyor olabilir tabi…

Bölüm 81: Şefkat Diyarı, Altından Beden Arzuyla Sıkıştırılmış


Onu duyunca genç askerin sırtı titredi ve dondu. Tereddütle döndü ama
yaklaşmaya cüret edemedi.

Önlerindeki durum zaman kaybedilmesine izin vermezdi ve onun tereddüt


ettiğini görünce, Xie Lian’ın göğsünde öfke alevlendi ama zorla bastırdı.
“Korkma, sana hiçbir şey yapmayacağım. Buraya gel, çabuk!”

En sonunda oğlan hareketlendi. Hızla Xie Lian’ın yanına gitti ama yarım
metre ileride aniden durdu.

Xie Lian sessizce bir nefes aldı ve elini ona doğru uzattı. “…Kalkmama
yardım et, beni uzaklaştır.”

Genç asker inanılmaz dikkatli bir şekilde eline uzandı ve tuttu. Xie Lian
ölümün eşiğinde, en sonunda tutunacak bir dal bulmuş bir adam gibiydi ve
tüm bedeni anında gevşedi, oğlanın üzerine devrildi.

Şefkat Kokusunun derinliklerine batmıştı, vücut ısısı yükselmiş, bedeni


yanıyordu. Ancak nedense oğlanın elleri de eşit derecede sıcaktı ve hatta
belli belirsiz titriyordu.

Xie Lian bir süre ona yaslandı, gücünü topladı ardından nefes aldı ve
kendisini ayakta durmaya zorladı. Kendisinden daha küçük birisinin onu
tamamen taşımasını istemiyordu ama ancak onun yardımıyla acı verici
birkaç adım atabilmişti. Uzaklaştığını görünce çiçek iblisleri arkasından
seslendiler. “Hayır, Ekselansları, bizi bırakmayın! O sizi yolda bekliyor,
eğer buradan ayrılırsanız, yolda ona rastlarsınız.”

‘O’ mu?

Xie Lian buyurdu. “‘O’ kim?”

O kişiden bahsederken Şefkat Diyarları bile korkar gibiydiler ve bir süre


tereddüdün ardından, mırıldandılar. “O, ‘o’dur.”

Çiçeklerin hepsi başlarını salladılar. “O, ‘o’dur. Bizi buraya getiren.”

Bu kişinin adını veya kim olduğunu söylemeye cüret edemeseler bile, yarı
ağlayan yarı gülen bir maske hemen Xie Lian’ın gözlerinin önüne gelmişti.
“Demek istediğiniz eğer geri dönersem, sizi buraya eken kişi beni yarı
yolda avlayacak, ama eğer burada kalırsam gelmeyecek, doğru mu?”

Çiçek iblisleri keyiflenmişlerdi ve gürültüyle başlarını salladılar. Xie


Lian’ın göğsünde öfke alevlere dönüştü.

Böyle nefret edilesi bir durumun içerisinde, onu öldürmeden buraya


hapsederek ne yapıyordu, onunla oyun mu oynuyordu? Neden sadece
ölümüne dövüşmüyorlardı ki?

Kendisini toparladı ve öfkesini bastırdı. Görünüşe göre karşı tarafın onunla


doğrudan yüzleşmeye niyeti yoktu ve sadece ruhani güçlerine zarar vermek
istiyordu, onun gözden düşmesini ve inanlarını kaybetmesini istiyordu.

Çiçek iblisleri gerçeği söylemiyor, yalan söylüyor olabilirlerdi, ama


düşününce her ne kadar bu oğlan ona destek olabilse veya sırtında
taşıyabilse bile, yine de güvenli bir şekilde dönemeyebilirlerdi. Eğer karşı
taraf yolda önlerine birkaç kadın çıkartırsa, durum daha bile kötü, daha
utandırıcı olabilirdi.

Bir süre düşündükten sonra Xie Lian telaşlı bir nefes aldı ve gözlerini
kapattı. “Beni şuradaki mağaraya götür.”

Genç asker talimatlarına uydu ve cesetlerle dolu yerlerden geçmesine


yardım etti. Mağaranın önüne geldiklerinde Xie Lian’ın nefesi kesildi ve
kısık bir sesle. “Dur.”

Küçük asker irkildi. Bir elini kaldırması bile Xie Lian’ın kontrolsüz bir
şekilde sallanmasına neden olmuştu. “Kılıcın nerede?”

Oğlan ona sol koluyla destek oldu ve sağ kolunu kılıcını çekmek için boşa
çıkarttı. Xie Lian elini uzattı, kol yenini yukarı katladı ve kolunun küçük bir
kısmını açığa çıkarttı. Beyaz ay ışığı altında, en narin beyaz yeşim taşı
kadar pürüzsüz ve soluktu. Oğlan aniden nefesini tuttu ama Xie Lian fark
etmedi ve emir verdi, sesi hala kısıktı. “Sapla.”

Yıpranmış kılıcı tutan el anında düştü. Xie Lian teşvik etti. “Endişelenme,
sapla sadece ve yüzeysel olmasın. Rün çizmem gerek. Elimde hiçbir ruhani
silah yok, bu yüzden kan kullanmak durumundayım.”

Ancak genç asker karşı çıktı. “Ekselansları, lütfen benim kanımı kullanın!”
ve kendi kolunu kaldırarak hiç kendini tutmadan kesti. Xie Lian aceleyle.
“Gerek yok! Senin kanın…” Ama sözleri zamanında söyleyememişti. Derin
bir bıçak yarası çoktan oğlanın kolunda belirmişti ve kan akıyordu. Xie
Lian iç çekti. “Aah… sen… boş ver.”

Xie Lian’ın kanı paha biçilmez kutsal bir hazineydi, nasıl bir ölümlünün
kanıyla kıyaslanabilirdi? Ama küçük askerin ne kadar içten olduğunu
görünce, ona yaptığı şeyin anlamsız olduğunu söylemeye gönlü el
vermemişti. Onun yerine şöyle söyledi. “Teşekkürler. Ama yine de
güçlendirmek için benim kanıma da ihtiyaç var.” Böylece Xie Lian kılıcı
aldı, titreyen elleriyle kolunun tam merkezini başarılı bir şekilde
delebilmesi için birkaç kez denemesi gerekti. Kızıl kutsal kan, beyaz
kolundan süzüldü ve mağaranın önündeki eğri çizgilere iki damla damladı,
iki bariyer çizildi. Xie Lian bir yandan da oğlanın kanıyla bir kısmını
karıştırmaya özen gösterdi ve rün tamamlandıktan sonra, sersemlik hissi
güçlenmişti. “…Hadi içeri girelim.”

Mağaranın içi karanlıktı ve oğlan cübbesinden küçük bir meşale çıkarttı,


yaktı ve ateş yoğun bir ışıkla etraflarını aydınlattı.

Genç askerin yüzü sargıların altına saklanmış, tamamı gizlenmişti ancak


Xie Lian’ın endişesi rahatça görülebilecek şekilde ortadaydı. Soğuk teri
parlak, saçları dağılmış, dudakları kırmızı ve şişti.

Öncesinde kendi kılıcını kutsamak için dudaklarını ısırdığında bir kesik


oluşmuştu. Ateş Xie Lian’ın gözlerine vuruyor, acıtıyordu ve ısı dalgaları
da ona işkence ediyordu, bu yüzden Xie Lian hemen konuştu. “Ateş yakma,
söndür.”

Oğlan anında küçük meşaleyi yere attı ve söndürmek için üzerine bastı, bir
kez daha karanlığa gömülmüşlerdi. Mağaraya girmesine yardım edildikten
sonra Xie Lian oturdu ve meditasyon pozisyonuna geçti. Bir an sonra
zahmetle konuştu. “Senin için bir görevim var, yapabilir misin?”
“…” Oğlan yere diz çöktü. “Görevimi yapmak için hayatımı riske atmaya
hazırım!”

Xie Lian acı çekerek ağır nefeslerini bastırdı ve güç bir sükûnetle konuştu.
“Mağaranın önüne iki bariyer çizdim. Dış bariyer, içeriye hiçbir şeyin
girmeyeceğinden emin olmak için; iç bariyer ise içerideki hiç kimsenin
dışarı çıkmayacağından emin olmak için.”

Sessizce hava almak için iç çekti ve devam etti. “İki bariyer arasında bir
kişinin durabilmesine yetecek kadar yer var. Orada kal ve mağaranın
girişini gözle. Dışarıdan ne duyarsan duy, dışarıya çıkma. Aynı mantıkla;
benden ne ses duyarsan duy içeriye girme.”

Oğlan biraz şaşırmıştı. “Ekselansları, burada tek başınıza mı kalacaksınız?”

“Evet.” Xie Lian. “Ne yapacağımı kestiremiyorum… Her şekilde, ne olursa


olsun içeriye giremezsin.”

Bu şartlar altında Xie Lian gidemezdi. Ancak desteğin ne zaman geleceğini


de bilemezlerdi, Qi Rong muhtemelen hala yolda bir yerlerde sendeleyerek
gidiyordu ve kraliyet kentine geri dönüşü oldukça uzun sürebilirdi. Tek
yapabileceği bu küçük yeri geçici olarak mühürlemek, koruyucular
yerleştirmek ve Şefkat Kokusunu nasıl iyileştireceğini düşünmekti. Kulak
tırmalayıcı bir sesle konuştu. “Çiçek iblislerinden doğan meyveler güçlü
baştan çıkarıcılardır. Kısa bir süre sonra olgunlaşacaklar…”

Tam bu sırada, havadaki koku aniden arttı, sözlerine devam edemedi. O


nazik etkileyici koku yerden gökyüzüne dek her yeri sarmıştı ve çiçek
iblisleri kendinden geçmiş, tiz kıkırdamalarıyla ilan ettiler.

“KÖKLERİM! KÖKLERİM SERTLEŞTİ!”

“Meyveler olgunlaştı!”

Fazlasıyla tatlı olan kokuyu içine çekerken Xie Lian kalp atışlarının
hızlandığını ve beynine kanın hücum ettiğini hissedebiliyordu. Dişlerini
sıktı. “Çabuk ol ve git! Kokuyu içine çekme ve eğer yaklaşırlarsa korkma.
Kan çizgisini hiçbir şey geçemez, ama ayağın bariyerin içinde kaldığı
sürece sen onlara kılıcınla saldırabilirsin.”

Oğlan dışarıya bakış attı, inançla başını salladı ve elinde kılıcıyla fırladı,
mağara girişindeki iki kan çizgisinin arasındaki bölgeye yerleşmişti.
Mağaranın dışarısında cesetlerle dolu sahada, çiçekli fundalıkların renkleri
parlamıştı. Çalılık alan sanki her an yerden bir şey çıkacakmış gibi
titriyordu. Kısa bir süre sonra, sahiden de bir şey dışarı çıktı – bir kadının
başı!

Bu ‘kadın’ın başı toprağın altında filizlenmişti, yukarıda temiz havayı içine


çekti ve sanki sevinçten sarhoş olmuş gibiydi, gözleri hilal şeklinde kısılıp
kapanmıştı. Hemen arkasından yuvarlak pürüzsüz omuzlar çıktı ve
arkasından bütün bir kol takip etti.

Şefkat Diyarı meyveleri köklerinin uçlarında yetişirdi. Meyveler


olgunlaştığında, çeşitli kadın şekillerine bürünürlerdi.

Olgunlaşma vakti gelmişti ve sayısız çıplak kadın topraktan çıktı.


Başlarındaki parlak kırmızı çiçekleri koparmak için kollarını kaldırdılar ve
ay ışığıyla banyo yaptılar, vücutlarını doyasıya hareket ettiriyorlardı.
Önceden kokuyu o küçük çiçekler yayıyordu, ama şimdi tatlı kokuyu
salgılayanlar o çekici kadınlardı. Vücutlarında kalan toprakları silkelediler,
saçlarını düzelttiler ve mağaranın girişine doğru yürüdüler, baştan çıkartıcı
bir şekilde kıkırdıyorlardı. “Ekselansları, geliyoruz!”

Tatlı koku aynı zamanda mağaranın iç kısımlarını da boğacak kadar


doldurmuştu ve Xie Lian nilüfer pozisyonunda gözleri kapalı bir şekilde
oturmuş, zihninden ahlaki vecizeler söylüyordu. Ancak çok az faydası
oluyordu. Çiçek iblisleri hiç utanmadan sesleniyor, bebeğim, aşkım, ge ge,
di di gibi tanıdık kelimeler cıvıldıyor, her tür lakabı söylüyor, zihnini
rahatsız ediyorlardı, bu yüzden Xie Lian yüksek sesle söylemeye başladı.
“Beş görü körlüğe, beş ses sağırlığa, dört nala koşan avlar deliliğe, ender
eşyalar engellere neden olur… sabırsızlığa karşın sükunet, sıcağa karşın
soğukluk, sessizlik nihai erdemdir… nazik olanlar nezaketle karşılanır,
nezaketsiz olanlar nezaketsizlikle…” Xie Lian kusursuz bir şekilde
ezberlediği vecizeyi herkesin duyabileceği şekilde okuduğunun hiç farkında
değildi.
*ÇN: Di di, küçük erkek kardeş anlamında samimi bir hitap şekli.

*ÇN 2: Söylediği vecizeler Laozi’nin Ethics Sutra (Tao Te Ching, The Book
of the Way of Virtue) kitabından.

Mağaranın dışında, çiçek iblisleri alkışladılar ve kahkahalarla sataştılar.


“Sevgili Veliaht Prensim, aşkım, bir tane ekselanslarım, keşiş değilsin ya,
neden vecize okuyorsun – aaiiiihhyh!”

Aniden her yer çığlıklarla dolmuştu ve görünüşe göre genç asker tek kelime
etmeden öldüresiye bir saldırganlıkla, kesiyor ve delirmiş gibi kılıcını
sallıyordu, o çiçek iblislerini kovalarken onlar da ağlıyorlardı. “Katil!”

Bazıları uzaktan bağırıyordu. “SENİ LANETLİ KÜÇÜK VELET,


GÜZELLİĞİN KÜÇÜK YOKEDİCİSİ! SENİN

KALBİNDE BİR PARÇA ŞEFKAT YOK!”

“Korkunç, korkunç! Bu yaşta böyle hırçın! Tamamen büyüdüğünü bir hayal


edin!”

Çiçek iblisleri aç yaratıklar gibi mağaraya girmek için birbirlerini


itiyorlardı, ama hiçbiri başaramıyordu.

Yerdeki kan rününü fark etmemişlerdi ve tıkanıklığın sadece oğlandan


kaynaklı olduğunu düşünüyorlardı. Bir süre tartıştıktan sonra pek uzak
sayılmayacak bir yerde toplandılar ve ona seslendiler. “Küçük ge ge, neden
bizim içeriye girmemize engel olmak zorundasın? Kötü bir şey
yapmayacağız ki, sadece ekselanslarıyla güzel bir vakit geçirmek
istiyoruz!”

“Uslu ol küçük asker ve ekselanslarına iyi bir şeyler yapmamıza engel


olma.”

“Bu küçük d idi çok kötü. Bu kadar genç ve körpe olması çok yazık.
Muhtemel ‘iyi bir şeyler’in ne anlama geldiğini bile bilmiyor!”

Çiçek iblisleri bir diğer alaycı kıkırdama turuyla birbirlerinin üzerine


düştüler ve Xie Lian gözlerini hafifçe araladı, sadece mağaranın girişindeki
siyah gölgeyi görebiliyordu, oğlan elinde kılıcıyla, karşısında ölüm bile olsa
kımıldamamaya kararlıydı. Aniden çiçek iblislerinden birisi konuştu.

“Diyorum ki, küçük ge ge, sertleşmiş penis gibi orada durup kalma, ne
yapacaksın ki? Neden buraya gelip biraz eğlenmiyorsun? Hangi türlerden
hoşlanırsın? Benim tipimi sevdin mi?”

Genç asker hala cevap vermiyordu ve çiçek iblisleri eğer mağaraya girmek
istiyorlarsa onu geçmek zorunda olduklarını düşünüyorlardı, bu yüzden
hepsi kendilerini öne attılar, onu şımartıyorlardı. “Peki ya ben?”

“Peki ya bu? Benim türümü sevdin mi?”

“Bana bak, hoşuna gitti mi?”

Ancak ilk baştaki flörtler önce şikayete, nihayetinde ise lanetlere dönüştü,
oğlan eğer uzaktalarsa onları görmezden geliyor ve eğer yaklaşırlarsa
saldırıyordu. Xie Lian Şefkat Diyarlarının topraktan çıkmadan önce
istedikleri şekle bürünebildiklerini biliyordu. Oğlanı uyarmak istiyordu ama
şu anki ıstırap verici kötü durumu nedeniyle ağzını açmaya cüret
edemiyordu. En sonunda o sıkıştıran ısı dalgaları geçtiğinde hızlı bir nefes
aldı. “Onlara bakma…”

Sadece kafasına sıçrayan sıcak kanla bile mücadele etmek onun için çok
zorluydu, bu yüzden Xie Lian’ın sesi korkutucu derecede yumuşak ve
kısıktı, ama genç asker anında onu duydu ve karşılık olarak haykırdı.
“EMREDERSİNİZ! Ekselansları, siz… siz nasılsınız?”

Xie Lian. “İyiyim. Eğer işler çok zorlaşırsa gözlerini ve ağzını burnunu
kapat…”

Daha genç asker karşılık vermeye fırsat bulamamıştı ki bir diğer çiçek iblisi
aniden kahkahalara boğuldu. “BULDUM! Küçük adam, iddiaya girerim sen
böyle seviyorsundur!?”

Sanki yeni bir Şefkat Diyarı filizlenmiş gibi konuşmuştu. Ani bir ölüm
sessizliği mağaranın dışarısını örttü. Genç asker de sanki nefes almayı
bırakmış gibiydi.
Bir an sonra, çiçek iblislerinin yıkıcı kahkahaları Xie Lian’a doğru taştı,
boğulacak gibi oldu.

El çırptılar ve tiz seslerle bağırdılar. “AAAAİİİYYY!! NE ADAM AMA!


NE ADAAAMMMMMM!!”

“Aman TANRIM! Nasıl böyle oldu? DAHA İYİSİNİ HİÇ GÖRMEDİM


HAHAHAHAHHA… BAKIN! VELET

YERİNE MIHLANDI! EMİNİM DOĞRU BULDUK!”

“ÖYLE OLMALI! VE BEN DE GELMİŞ BU BOKTAN VELEDİN BİR


KAYA OLDUĞUNU DÜŞÜNÜYORDUM.

YANILDIĞIMIZI KİM TAHMİN EDERDİ! BU YAŞTA BU CESARET!”

“Sen kazandın, biz birer hiçiz! Ne dersin küçük adam? Hemen gel ve bu
leziz görüntünün tadını çıkar!”

“Eğer bu diyardan ayrılırsan başka hiçbir yerde aynısını bulamazsın! Eğer


şimdi fırsatı kapmazsan, sekiz yüz yıl boyunca hayalini kursan bile tadına
bakamazsın! Ya da sana el uzatmamızı ister misin? Bu haldeyken…
hiihiihiihiihii…”

Genç asker iyiden iyiye kızmıştı ve ses tonu buz gibiydi. “…SİZ,
CANINIZA, SUSAMIŞSINIZ!!”

Bu sırada, mağaranın içerisinde Xie Lian da sınırına ulaşmak üzereydi.

Görüş alanı bulanmış ve kulakları çınlıyordu, artık düzgün bir şekilde


oturamıyordu bile. Öne doğru yıkıldı ve çıplak elleriyle zar zor kendisini
yere vurmaktan koruyabildi. Ama bu düşüş nedeniyle sıktığı dişleri ayrılmış
ve hezeyanlar içerisinde, acı dolu, bitkin bir inleme dudaklarının arasından
kaçmıştı.

Çevirmen: Nynaeve
Bölüm 82: Şefkat Diyarı, Altından Beden Arzuyla Sıkıştırılmış

Genç asker hemen başını çevirdi. “…EKSELANSLARI?”

Bir eliyle kendisini yerden destekleyen Xie Lian, diğer eliyle azimli bir
şekilde ağzını kapattı, nefes alıp verişi düzensizdi ve omuzları titriyordu.
Sadece onu dinlemek ve hayal meyal seçilen figürünü izlemek bile insanın
ağladığını düşünmesi için yeterliydi.

Yükselmesinin ne öncesinde ne sonrasında, Xie Lian daha önce hiç böyle


bir çile çekmemişti. Kutsal Kraliyet Köşkündeki en zorlu imtihanlardan bile
daha meşakkatliydi. Ağırlığını taşıyan kolundaki güç çekildi ve bedeni
kenara devrildi. Hezeyanlı ve zar zor bilinçli bir şekilde yerde yatarken,
oğlanın içeri gelmek istermiş gibi göründüğünü fark etti ve Xie Lian
bağırdı. “İÇERİYE GİRME! SANA NE DUYARSAN

DUY İÇERİYE GİRME DEDİM!!!”

Oğlanın adımları duraksadı ve Xie Lian zahmetle sırtı üstü döndü, yüzünü
yukarıya çevirmişti ve bedeninin her parçasına saldıran, bitmek bilmeyen
sıcaklık dalgalarına karşın nefeslerini bir şekilde düzene oturtmuştu.
Mağaranın dışındaki çiçek iblisleri onun savrulduğunu ve döndüğünü,
ateşinin şiddetle yandığını duydular ve kahkahalar atarak el çırptılar.
“Canım Ekselansları, neden kendine bu kadar yükleniyorsun! Bugün
inanlarını kaybetmekten korktuğun için kendinden hoş bir zamanı
esirgiyorsun; yarın inanlarını kaybetmekten korktuğun için başka şeyler
yapmaktan çekineceksin.

Bunun nesi cennet mensubu olmak? Daha çok ellerini inanları bağlayan bir
tutsaklık bu! Böyle tanrı olmaya değmez. Er ya da geç yerini
kaybedeceksin, neden şimdilik keyfine bakmıyorsun? Her şey gelip geçer,
önemsiz ayrıntılara kafa yormaya gerek yok!”

Xie Lian’ın alnındaki damarlar belirginleşti ve öfkesi kontrolden çıktı.


“KAPA ÇENENİ!!!” Diye delirmiş

bir halde bağırdı.


Çiçek iblisleri doğal olarak şu anda ondan korkmuyorlardı ve bir kez daha
küçük askerle alay etmeye başladılar. “Küçük di di, aynı fikirdesin değil
mi? Hahahaha…”

“Hii hii hii… orada dururken çok perişan hissetmiyor musun?

Soğuk terler çoktan tüm vücudunu kaplamıştı. Aşırı derece sıcak ve rahatsız
hisseden Xie Lian vahşice cübbesini yırttı, bir parça olsun serinlik istiyordu.
Yırtarken aniden fark etti: kollarındaki güç nereden gelmişti? Her ne kadar
bu küçük güç patlaması kısa sürse ve aniden bedenini terk etse de, kendini
kontrol ettiğinde, uyuşukluğun geçtiğini ve enerjisinin yavaş yavaş
yükseldiğini fark etti. Ancak, Xie Lian’ın morali bozuldu.

Şefkat Kokusunun ilk etkisi uyuşukluktu, ardından delilik gelirdi.


Uyuşukluk geçmişti, bu yüzden şu anda, delilik ve tutku damarlarından
akıyordu. Her ne kadar mağaranın girişine iki bariyer çizmiş, iç kısmını
özellikle delirmiş halini içeride tutmak için yerleştirmiş olsa da, delilik bir
kez ele geçirdiğinde bariyerin onu tutmaya yetip yetmeyeceğini bilmiyordu.
Bu berraklık anı ender rastlanan bir nimetti ve Xie Lian iki eliyle ona
sarıldı, bu durumun üstesinden gelmek için hızla düşünüyordu.

Aniden küçük bir aydınlanma yaşadı: Şefkat Kokusu hızla işliyordu;


normalde kan beyne sıçradığı anda kontrol kaybedilirdi, peki ya o nasıl şu
ana dek tutunmayı başarmıştı? Zihninin olağanüstü metaneti dışında başka
hiçbir sebep yok muydu?

Bunu düşünürken Xie Lian derin bir nefes aldı ve başını eğdi, ardından
mağara girişindeki hala içeri girse mi karar verememiş gibi görünen genç
adama seslendi. “Sen… içeri gel.”

Onun çağrısını duyunca genç asker hemen içeri koşacakmış gibi göründü,
ama birkaç adımın ardından, Xie Lian’ın sinirli ‘Ne duyarsan duy içeriye
girme’ talimatını hatırlamış gibi göründü ve tereddüt etti. Xie Lian da bu
kadar çabuk karar değiştirdiği için kederli hissediyordu ve bir kez daha sefil
bir halde seslendi. “İçeri gel hadi.”

Oğlan tereddüt etmeyi kesti ve içeriye fırladı.


Mağara uzun ve dardı, iç kısmı sıcak ve nemli. Karanlık her yeri sarmış,
hiçbir şey görünmüyordu ve oğlan Xie Lian’ı telaşlı nefesleri sayesinde
buldu. Xie Lian talimat verdi. “Kılıcını bırak… yere koy.

Hemen yanıma. Uzakta olmasın.”

“Emredersiniz!” Genç asker talimatlarına uydu ve hemen tek savunmasını


teslim etti, Xie Lian’ın kolayca ulaşabileceği bir yere bırakmıştı. Xie Lian
ardından ekledi. “Lütfen kalkmama yardım et.”

Oğlan yanına yarı diz çöktü ve Xie Lian’a destek olmak için her iki kolunu
uzattı. Ancak elleri uzandığı anda dokunduğu şey kumaş yerine ateşli cildi
olmuştu.

Elleri hemen geri çekildi. Xie Lian’ın kendisi de oğlanın sıcak elleriyle
yanmıştı ve ancak o zaman deliliğin ortasında kendi cübbelerini yırttığı
aklına gelmişti. Erkeklerin belden yukarısının çıplak olması normalde
sıradan bir olaydı, ancak bu şartlar altında biraz daha tuhaf bir hal alıyordu.
Ancak bu tuhaflığı vurgulamaya gerek yoktu; yapılması gerekeni
yapmalıydılar. Oğlan da bunu fark etmiş gibiydi ve Xie Lian’ın başka bir
şey söylemesini beklemeden tekrar uzandı, kollarını Xie Lian’ın çıplak
omuzlarına sararak ayağa kalkmasını yardım etti ve hemen geri çekildi. Xie
Lian tünelin duvarına yaslandı, sırtı soğuk taş duvardayken bir parça
rahatlamıştı. Oğlanın birkaç adım gerilediğini fark edince hemen konuştu.
“Bekle, henüz gitme!”

Bu genç asker her sözüne uyuyordu, hemen olduğu yerde durdu. Xie Lian.
“Saçımın bir parçasını kes.

İhtiyacım var.”

Oğlan emrine uydu ve tekrar uzandı. Ancak karanlıkta hiçbir şey görmek
mümkün değildi ve Xie Lian’ın saçlarını arkasından toplanmıştı, bu yüzden
ilk temas ettiği şey Xie Lian’ın saçı değil, onun yerine parlak ter ışıltılı
yumuşak göğsüydü. Xie Lian zaten işkence çekiyordu ve oğlan hassas bir
yere dokunmuştu. Gövdesinden başlayan bir elektriklenme, tüm bedenine
haz yaydı ve hafifçe inledi.
Mağaradaki ikili anında dondu.

Mağaranın dışındaki çiçek iblisleri zaten tüm güçleriyle dinlemeye


çalışıyorlardı, bu anı nasıl kaçırırlardı? Kıkırdadılar. “Amanın, içeride ne
yapıyorlar?”

“Utandım!”

“Dinleyemeyeceğim!”

Onun işkencesiyle alay etmelerini dinlerken Xie Lian dişlerini sıktı. “SİZİ
–!”

Oğlan Xie Lian’ın öfkesinin sesiyle hemen ellerini çekti, daha fazla temas
etmeye korkuyordu. Elbette Xie Lian ona kızmamıştı: onun gözlerinde bu
küçük asker sadece bir çocuktu. Ses tonunu yumuşattı, oğlanın onu
kızdırmaktan korktuğunu biliyordu. “Panikleme, devam et. Onları boş ver.”

Oğlanın sesi boğuktu. “Evet efendim.” Ama sahiden paniklemiş gibiydi,


dokunmaması gereken her yere dokunuyor ve her yanlış yere
dokunduğunda elleri geri çekiliyordu. En sonunda tek yapabileceği Xie
Lian’ın göğsünü yukarıya doğru takip ederek saçına ulaşmak oldu, Xie
Lian’ı tarifsiz bir haz ve ıstırapla tutuşturuyordu. Böylesine bedbaht bir
halde Xie Lian başını duvarlara vurmak ve sadece bayılıp gitmek istiyordu.
En sonunda oğlan Xie Lian’ın titreyen adem elmasını hissetti ve boynunun
arkasına uzandı, saçının bir parçasını tuttu. Elinde sadece birkaç tel vardı,
çok dikkatli bir şekilde kılıcıyla kesti ve hemen ardından konuştu.
“Ekselansları, bitti!”

Başka bir küçük güç artışıyla Xie Lian elini kaldırdı. “Elini ver.”

Oğlan uydu ve onun ellerinden Xie Lian uzun, ince saç tellerini aldı,
ardından oğlanın elindeki rasgele bir parmağa bu saçlarla düğüm attı. Oğlan
şaşırmıştı ve titreyen bir sesle sordu. “Ekselansları, bu..?”

*ÇN: Eşler arasındaki geleneksel evlilik töreninde, kendi saçlarından


tutamlar keserek birbirlerine dolarlar, ‘Ölüm Bizi Ayırana Dek’ sözünü
sembolize eder.
Xie Lian iç çekti. “Çiçek iblislerinin zehri ikinci evreye geçmek üzere.
Kılıcını ödünç almam gerek. Eğer sonrasında sana zarar vermek isteyen bir
şey olursa, sadece bu elini kaldır, seni korur. Şimdi git.”

Bir an sonra genç asker mağara girişine dönmüştü. Çiçek iblisleri bu


yüzden tekrar sataşmaya başladılar. “Tekrar mı çıktın?”

“Sonunda.”

“Bizi dışarıda bırakırken senin böylece içeriye girmen hiç hoş değil küçük
dostum!”

Aynı sırada Xie Lian uzuvlarına daha fazla güç dolduğunu hissediyordu.
Derin bir nefes aldı, genç askerin geride bıraktığı yıpranmış kılıcı sağ eliyle
tuttu ve ruhunu hazırladı. Ardından kılıcı kaldırarak sol kolunda bir kesik
açtı.

Bir anda başındaki sisler dağılmış ve hisleri tazelenmişti.

Biliyordu!

Kanlar Xie Lian’ın sol kolundan aktı, ama sanki en sonunda bu kaosun
ortasında tutunacak bir dal bulmuş gibiydi.

Şefkat Diyarı kokusu kişiyi çileden çıkartabilir ve derin, uykudaki


dürtülerini uyandırabilirdi. Normalde bastırılmış dürtü ne kadar güçlüyse,
kokuyu çektikten sonra, geri tepmesi de o kadar güçlü olurdu. Xie Lian’ın
bastırdığı şeylere gelince, ‘şehvet’ bir kenara atılırsa, geriye sadece öldürme
dürtüsü kalıyordu.

Bu ‘Öldürme Dürtüsü’ canavarlar veya iblislere yönelik olamazdı.


Geçmişte çok fazla kötü yaratık öldürmüştü bu yüzden bastırılmış bir şey
sayılmazdı. Günah hissi vermesi için öldürülecek hedefin insan veya tanrı
olması gerekiyordu. Mağaraya girmeden önce Xie Lian rün çizmek için
kendini kesmiş, bu sayede kan akmıştı. Kendini yaralamak da zarar
vermenin bir şekli olduğu için Şefkat Kokusuna karşı biraz işe yaramıştı.
Günün sonunda, ‘şehvet’ ve ‘öldürme’nin her ikisi saldırgan duygulardı ve
hatta Xie Lian bazılarının her ikisinin de doğasının aynı olduğunu
söylediğini duymuştu. Şimdi ise karşısındaki imtihanı geçebilmenin başka
bir yolu olduğunu kendisi üzerinden kanıtlıyordu.

Kendi mantık dizgisinden emin olan Xie Lian tereddüt etmeden sol kolunda
bir kesik daha açtı, her kesik zihnini daha da berraklaştırıyordu. Sadece
kutluyor ve Şefkat Kokusunun bedeninde daha fazla kötülükler
karıştırdığından bihaberdi, öldürme dürtüsü tatmin edildiğinde, bir anda,
bedeni bir başka haz dalgasıyla yıkandı.

Bu ani haz dalgası onu baştan aşağıya yıkamıştı, özenle inşa ettiği savunma
duvarı kolayca yıkıldı ve Xie Lian olanları fark ettiğinde, çoktan sessizce
inliyordu.

Eğer mağaranın içerisinde sadece kendisi olmasaydı, Xie Lian bu sesin


kendisinden çıktığına inanmazdı. Şiddetle titredi ve gözleri genişledi,
aklından, Bu yöntem işe yaramalıydı, neden böyle oldu?, diye geçiriyordu.

Gözleri kılıca kaydı ve aniden hatırladı, genç asker çiçeklerin köklerini


kesmek ve insansı çiçek iblislerine saldırmak için kılıcı kullanmıştı. Kılıç
Şefkat Diyarlarının özsuyuyla kaplıydı. İlk kesiği açmak için gücünün
yüzde yirmisini kullanmıştı ve aynı rahatlama etkisini gücünün sadece
yüzde otuzunu kesmek için kullanırsa elde edebilirdi. Bunun susuzluğu
dindirmek için zehir içmekten ne farkı vardı?

Delilik aklına girmiş olmalıydı, yoksa bunu çoktan fark ederdi. Xie Lian
içinden kendisine küfretti, ancak eylem çoktan başladığı için, tek
yapabileceği şey kılıcı delirmişçesine silebilmek için sol kol yeninden bir
parça kesmekti, ondan sonra da sağ kol yenini yırttı ve ağzına tıktı, inatla
ısırıyor, kendisini tutmak için elinden geleni yapıyordu.

Kahrolası sessiz inlemeler ince dudaklarından kaçmaya devam etti ve ara


ara dişlerini sıktı. Ancak mağaralarda sesler yankılanırdı ve her bir fısıltı
yükselerek dışarıya yansırdı. Oğlan talimatlarına uymuş ve gözlerini
kapatmıştı, sadece işitme duyusunu kullanıyordu ve kulakları daha hassas
bir hal almıştı, bu yüzden hiçbir şey duymamış olmasına imkan yoktu. Daha
fazla dayanamayarak titreyen bir sesle sordu. “Ekselansları?”
Böylesine ağza alınmaz bir halde olması hayatının en büyük utancıydı. Xie
Lian birisi onu bu halde görse olacakları hayal daha etmek istemiyor ve
karanlıkla örtülmüş olsa bile bu düşünceye tahammül edemiyordu. Bağırdı.
“İÇERİYE GELME!!!”

Ancak ağzını kumaş parçası tıkamıştı bu yüzden emri sadece bastırılmış bir
inleme olarak duyulmuştu, son derece acınası ve sefil. Onu duyunca genç
asker daha da tedirgin oldu.

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 83: Şefkat Diyarı, Altından Beden Arzuyla Sıkıştırılmış

Xie Lian’ın sol kolu kendi açtığı yaradan dolayı çok miktarda kanıyordu,
ama sonuçta sadece kendine verilen ‘zarar’dı, ‘cinayet’ değildi, bu yüzden
dürtü tam olarak tatmin edilememişti. Ağzı gevşedi ve dudaklarının
arasındaki kumaş parçası düştü. Xie Lian daha da sinirlendi ve kılıcı sol
bacağına sapladı.

Derin bir kesikti; bıçağın eti delerken çıkarttığı ses çok netti. Genç asker
daha fazla kendini tutamadı ve ona doğru koştu. Aceleci ayak seslerini
duyunca Xie Lian korkuyla geriledi. Sırtı duvara yaslandıktan sonra da
gerilemeye çalışmaya devam etti. “HAYIR HAYIR HAYIR! BANA
YAKLAŞMA, YAKLAŞMA…”

İkinci bariyer özellikle Xie Lian’ın kendisini tutması için çizilmişti, ama
oğlanı tutamazdı bu yüzden güvenliğe geri dönebilirdi. Ama Şefkat Kokusu
ikinci evreye geçmek üzereydi ve eğer oğlan yaklaşırsa Xie Lian onun
hayatını oracıkta alabilir ve kaçmasına fırsat dahi tanımazdı. Çocuğu kazara
öldürmekten çok korkuyordu ve sadece onu görmezden gelebilirdi. Genç
asker sesindeki dehşeti duymuştu, endişeyle seslendi. “Ekselansları…”

Öldürme dürtüsü kanında yanıyordu. Titreyen elleriyle yıpranmış kılıcı


kaldırdı ve içinden bir ses çığlık attı. “ÖLMEYECEĞİM,
ÖLMEYECEĞİM, ÖLMEYECEĞİM!!!”
Hemen ardından, kaşla göz arasında, kılıç yön değiştirdi.

Karanlıkta, genç asker sadece soğuk bir ışık çaktığını görmüştü ve haykırdı.
“EKSELANSLARI!!!”

Kılıç inmiş ve Xie Lian’ın karnına saplanmıştı, kendisini kımıldayamaz


halde yere mıhlamıştı!

Karnından keskin bir acı patladı, tüm vücuduna yayılıyor, sıcaklık


saçıyordu. Xie Lian’ın elleri sıkıca kabzaya yapışmış, gözleri ardına dek
açılmıştı. Bir öksürükle tıkandı, dudaklarının kenarından ince bir kan
süzüldü, nefesleri durgunlaştı ve hareket etmeyi kesti. Genç asker şaşkına
dönmüştü ve bedenin yanına diz çöktü.

Tam bu sırada, cırlayan ve çığlık atan sesler mağaranın dışından yükseldi.


“SİZ DE KİMSİNİZ!”

Çiçek iblislerinin sesleri narin ama tizdi ve çığlıkları kulak tırmalıyordu.


Ancak daha da yüksek bir ses gürledi, etraftaki tüm çığlıklara baskın
gelmişti. “BU NE!!!”

Öfkeli kükremeyi duyunca Xie Lian aniden tekrar nefes aldı.

Feng Xin!

Boğuk bir ses konuştu. “Şefkat Diyarı. Eğer zehirlenmek istemiyorsan


yüzünü ört.”

Elbette Mu Qing çoktan yüzünü örtmüştü. Feng Xin de yüzünü örttü ama
sanki aniden bir şey görmüş

gibi, öfkeli bir şekilde bağırdı. “BU… EKSELANSLARI?


EKSELANSLARI?? HASİKTİR! SİKEYİM!! BU NE!”

Mu Qing de ‘ha?’ sesi çıkardı ve belirtti. “Ne rezil bir görüntü!” Ama ses
tonu Feng Xin’inki kadar sinirli değildi, daha çok birisi kötü bir şaka
yapınca verilen tepkiye benziyordu. Xie Lian mağaranın içinde yatıyor ve
ne söylediklerini duyamıyordu, ama çiçek iblislerinin önlerinde çıplak
hallerini sergilediklerini, son derece uygunsuz göründüklerini tahmin
edebiliyordu. Feng Xin gürültülü bir şekilde küfrediyordu. “ÇABUK OL
VE YAK ŞUNLARI! KİMSENİN GÖRMESİNE İZİN VERME!”

Kısa bir süre sonra bir alev denizi oluşmuş ve yangın sesleri yükselmişti.
Gürleyen alevlerde, çiçek iblislerinin çığlıkları ve küfürleri yavaş yavaş
kayboldu. Mu Qing. “İyice yaktığından emin ol. Çiçek iblislerinin kokusu
zehirlidir, eğer geriye tek bir tohum bile kalsa tekrar gelirler.”

Xie Lian derin bir nefes aldı, bekledi, ardından bir kez güçsüz bir şekilde
öksürdü, ama diğer ikili anında sesini duymuş ve mağaraya koşmuşlardı.
“EKSELANSLARI, ORADA MISINIZ?”

“…Buradayım…” Xie Lian da seslendi.

Her ne kadar sesini güçlü tutmaya çalıştıysa da, yine de normal halinden
çok zayıftı. İkili hemen koştu ama mağara girişindeki engelde duraksadılar.
Ancak Xie Lian tarafından çizilen rünlere aşinaydılar ve nasıl aşacaklarını
biliyorlardı. Feng Xin bir avuç meşalesi yaktı, birkaç adım attı ve
mağaranın derinlikleri aydınlanmaya başlarken aniden seslendi. “Kim var
orada?”

Mu Qing de endişelenmişti. “Mağarada başka birisi mi var?”

Xie Lian. “Merak etmeyin. Sadece küçük bir asker.”

İkisi anında gardlarını indirip içeriye girdiler. Parlak ateş bütün mağarayı
sıcak turuncu bir ışıltıyla aydınlattı ve yerde yatmakta olan Xie Lian
görüldü. Uzun saçları dağılmış, cübbesi parçalanmış ve onu yere mıhlayan
bir uzun bir kılıç karnına saplanmıştı.

Görüntü her ikisini de dehşete düşürmüştü. Feng Xin öne eğildi. “BUNU
KİM YAPTI?!”

Xie Lian cevapladı. “Ben.”

Mu Qing şaşkındı. “Ne oldu?”

Xie Lian başını iki yana salladı. “Bu konudan bahsetmek istemiyorum.
Sadece başka yolu yoktu. Çabuk olun ve beni bundan kurtarın.”
Mu Qing yaklaştı ve homurdanarak kılıcı çekti, bir çınlamayla yere attı ve
genç asker kılıcını geri aldı.

Feng Xin, Xie Lian’ın oturmasına yardım etti, üzerine dış cübbesini örttü ve
ancak o zaman Xie Lian Şefkat Diyarıyla geçen dehşet dolu geceyi en
sonunda tekrar anımsadı. “Tahmin ettiğimden çabuk geldiniz. Qi Rong
nerede?”

“Kral Qi Rong’u sarayda içeriye kilitledi.” Feng Xin anlatmaya başladı.


“Pazar yerinde sürekli zorbalık ediyor, bu yüzden çok kolay bir hedefti.
Ama geri döndüğünde bizi bulması gerektiğini biliyordu, bu yüzden fena
değil.” Görünüşe göre her ne kadar Qi Rong iki hizmetkarını hakir görse de,
ne kadar ehil olduklarını yine de biliyordu. İkisi içlerinden birisinin kaleyi
korumak için geride kalmasını planlamışlardı, ama Qi Rong çığlık atmış ve
Xie Lian’ın kanına bulaşmış kılıçla ulumuştu, bu yüzden düşündüklerinden
daha büyük bir tehlike olabileceğine kanaat getirmiş ve sonucunca beraber
gitmeye karar vermişlerdi. BeiZi Tepesi kötücül bir enerjiyle doluydu, bu
yüzden bulması zor olmamıştı, bu sayede bu kadar çabuk gelebilmişlerdi.

Her ne kadar Xie Lian yükselmiş bir bedene sahip olsa ve sıradan kılıçlar
onun özüne zarar veremez, kendisini bıçaklamak onu öldüremez olsa da,
yine de daha önce yirmi senelik hayatında hiç ölüm kalım mücadelesi
vermemişti ve ilk kez bu kadar ağır bir şekilde yaralanıyordu, bu yüzden
iyileşmek için zamana ihtiyacı vardı. Ve bu nedenle Feng Xin kraliyet
kentine dönüş yolunda onu sırtında taşıdı.

Yabancı bir acı karnına saplanmış, Xie Lian’ın kaşlarının kırışmasına neden
olmuştu ama kendisini kontrol etmeye çalışıyordu. “Buraya gelirken yolda
bir şeye rastladınız mı?”

Mu Qing cevapladı. “Hayır.”

Xie Lian bir nefes aldı ve başladı. “Dikkatli olun, insan olmayan
varlıklar…”

Onlara beyaz giysili varlıktan bahsetmek istemişti ama oldukça tükenmiş


olduğu için ve göz ucuyla arkalarından elinde kanlı çelik kılıcıyla takip
etmekte olan genç askeri görünce, en sonunda rahatladı, gücüne kavuşmak
için gözlerini kapattı ve derin bir uykuya daldı.

Ölümlü diyarına olağandışı bir halde indiği için, Xie Lian bir aydan uzun
bir zamandır gözlerini kapatmamıştı ve istiflenerek artan baskıyla, tüm bu
çile en sonunda onu yıkmıştı, tam üç gün boyunca baygın kaldı. Üç günün
ardından en sonunda uyandı ve kendisini yatak odasında buldu. Yukarıdaki
tavan büyüleyici ve çok güzeldi – saraydaydı – ve anında oturdu. “Feng
Xin!”

Feng Xin hemen dışarıda yayını deniyordu ve seslendiğini duyunca içeriye


girdi. “Ekselansları!”

Xie Lian’ın karnındaki yara uzun zaman önce iyileşmişti, hemen yataktan
atladı. “Ne zamandır yoktum? Bir şey oldu mu?”

Feng Xin. “Sakin ol. Sadece birkaç gün oldu. Düşman saldırısı olmadı.
Olsaydı, seni uyandırmaz mıydık? Yatağa geri dön, yine ayakkabılarını
unutmuşsun.”

Sakinleşen Xie Lian yatağa döndü. Bir an duraksadıktan sonra sordu. “Mu
Qing nerede?”

Tam bu sırada Mu Qing de içeriye girdi, elinde hazırlanmış cübbeler vardı.


“Burada.”

Veliaht Prensi giydirmek için öne çıktı ve Feng Xin yanlarından konuştu.
“Ancak, her ne kadar geçtiğimiz günlerde savaşmamış olsak da, bir şeyler
bulduk.”

Xie Lian sordu. “Ne buldunuz?”

“Yong An’da yolunda olmayan bir şeyler olduğunu konuşmuştuk değil mi?
Destekleniyor olabileceklerini? BeiZi Tepesini keşfe gittik ve bizim
insanlarımız gibi giyinmiş ama tuhaf aksanları olan kişiler gördük. Xian
Le’den gibi görünmüyorlardı. Onları yakaladık ve hakikaten gölgelerden
destek veren, gizlice onlara malzeme ve cephane yollayan başka krallıklar
olduğunu öğrendik.”
Diğer türlü, çorak tepelere toplanmış bu kadar çok Yong An insanın,
şimdiye kadar sadece yabani kökler ve otlar yiyerek hayatta kalmasına
imkan yoktu!

Feng Xin lanetledi. “Siktiğimin üçkağıtçıları dostmuş gibi davranıp şimdi


böyle boklar karıştırıyor, Xian Le’nin tamamen kaosa düşmesini
umuyorlar!”

Xian Le Krallığı kaynaklar açısından bol, geniş bir bölgeye hakimdi,


oldukça zengin, çok sayıda değerli mücevher üretiyor ve yakındaki
krallıklar izlerken kıskançlıktan çatlıyorlardı. Xie Lian böyle olacağını
tahmin etmişti ve usulca başını iki yana salladı. Aklına bir şey gelmişti.
“Çocuk nerede?”

“Hangisi?” Feng Xin sordu. “Ah, o küçük asker mi? O gün seni aceleyle
Baş Rahibe getiriyorduk, kimse onu umursamadı, bu yüzden muhtemelen
birliğine geri dönmüştür.”

Giyinmiş Xie Lian kollarını indirdi ve temkinli bir şekilde yatağın kenarına
oturdu. “O çocuk bayağı yetenekliydi, bence eğri kılıçla sahiden çok büyük
bir potansiyeli var. Eğer iyi öğretilirse, büyüdüğü zaman olağanüstü birisi
olacak. Mu Qing, fırsatın olunca onu benim için bulsana. İyi bir yere
yerleştir.

Atanabilir.”

Xie Lian dövüş sanatları konusunda yetenekli kişileri severdi ve onları


yakınında bir yere atardı, bu sayede her gün onları izler ve memnuniyeti
içine çekerdi. İlk kez böyle bir yorum yapmıyordu, ama ilk kez söz konusu
kişi bir çocuktu. Mu Qing onun ‘eğri kılıçla büyük bir potansiyel’,
‘büyüdüğü zaman olağanüstü olacak’ sözlerini duyunca yüz ifadesi
okunmaz bir hal aldı, biraz önce Xie Lian’ın saçından çözdüğü saç bandını
elinde ezdi ve arkasını dönerek bir kenara attı.

Diğer yandan Feng Xin yorum yaptı. “O velet daha sadece on dört civarında
görünüyor, fazla genç değil mi? Atandıktan sonra ne yapacak?”
Mu Qing de düz bir sesle konuştu. “Uygun değil. Askeri kurallara aykırı
olur.”

“Bir tanrı olarak ölümlü diyara inebiliyorken, askeri kurallar neden


umurumda olsun ki?” Xie Lian ardından övdü. “Alçak köleleri öldürüşünü
görmeniz gerekirdi! Çok iyiydi!”

Alçak kölelerden bahsedince, gözlerinin önüne o tuhaf beyaz giysili varlık


geldi. “Ekselansları, neden Şefkat Diyarları gibi iblisler BeiZi Tepesinde
belirdi? Daha önce böyle bir şey hiç olmamıştı?” Feng Xin sormuştu.

Xie Lian ayağa kalktı. “O gün bende size bundan bahsetmek istemiştim.”

En sonunda boş vakit bulunca, ağlayan-gülen maskeli varlıkla olan


görüşmesini gözden geçirdi. Üçü bu konu hakkında konuştular ama
ihmalkar davranmaya cüret edemezlerdi ve en sonunda verdikleri karar en
iyisinin cennete rapor etmek olacağı yönündeydi. Bu yüzden Xie Lian yatak
odasından çıktıktan sonra, kısa bir süre kral ve kraliçeyle görüştü, ardından
aceleyle TaiCang Dağındaki Büyük Savaş Salonuna gitti.

Eğer eskiden olsa Xie Lian, Jun Wu’ya doğrudan yüz yüze söylemek için
Cennet’e giderdi. Ancak şartlar değişmişti; Cennet’i terk eden kendisiydi ve
anahtarları içeride bırakmış denebilirdi. Eğer geri dönmek istese bile kapılar
kilitli olacaktı. Ayrıca sinirli bir şekilde ayrılmış ve İmparator’un Salonunda
müthiş bir anlaşmazlık yaşamıştı, Jun Wu’yla yüzleşmek biraz utanç verici
olurdu. Bu nedenle büyük bir hürmetle Büyük Savaş Salonunda birkaç tane
çubuk yaktı ve mesajını Semavi İmparator’un ilahi heykeline iletti,
duyacağını umuyordu. Ancak Jun Wu’ya yakılan çubukların sayısı sekiz bin
ile on bin arasında değişiyordu, bunaltıcı bir rakamdı, aralarında en sadık
inanları da vardı. Mesajını sahiden duyup duymayacağı tamamen şansa
bağlıydı. Xie Lian da işinin başından uzun süre ayrılmaya cüret edemezdi
ve hemen ön cepheye dönerek kaleyi gözetlemeye devam etti.

Belki ilk savaşta alınan hasar çok büyük olduğu ve destekleri Feng Xin ile
Mu Qing tarafından gizlice kesildiği için, Yong An taktik değiştirmiş gibi
görünüyordu ve bir daha dikkatsizce saldırmadılar. Birkaç ay sonrasında,
küçük savaşlar yaşanmıştı ama büyük bir kayıp verilmemişti. İlk savaşa
kıyasla, bunlar hiçbir şeydi. Tuhaf beyaz giysili varlıkta bir daha
belirmemişti. Bu nedenle Xian Le’nin kraliyet kenti gevşemeye başlamıştı
ve Xie Lian’ın kendisi de bu ender fırsatı ön cepheden ayrılmak için
kullandı, biraz rahatlamak için kraliyet kentinin sokaklarında dolaşıyordu.

Küçük bir taş köprüye bastı, köprünün yakınındaki dökülen söğüt ağacının
iki uzun dalıyla karıştırıyor ve canlı, kırmızı renkli koi balıklarının
kuyruklarını sallayarak aşağıdaki suda mutlu bir şekilde birbirlerini
kovalamalarını izlerken imreniyordu. Düşüncelere dalıp gitmişti ki aniden
sırtına dikilmiş

gözler hissetti ve başını çevirdiğinde, orada hiç kimse yoktu. Kafası


karışmıştı ama hiçbir kötü niyet veya öldürme isteği hissetmemişti, bu
yüzden Xie Lian umursamadı.

Köprüyü geçtikten sonra İlahi Savaş Caddesinde turladı, yoldan geçenler


heyecanla, saygıyla veya hoş

bir şekilde eğiliyor, ‘Ekselansları’ diye selamlıyorlardı. Xie Lian başını


sallıyor ve gülümsüyordu, bir süre sonra tekrar sırtındaki gözleri hissetti.

Bu kez ciddiye aldı ve hiç uyarı vermeden arkasını dönerek suçluyu


yakaladı. Bir söğüt ağacının arkasında bir gölge parlaması vardı. Xie Lian
yürüdü ve tam yakalayacaktı ki, irkilerek başı bandajlarla sarılmış oğlan
olduğunu fark etti. “Sen..?”

Her ne kadar başı bandajlarla sarılmış olsa da, oğlan yine de yüzünü örtmek
için çaprazladığı kollarını kaldırdı, sadece yamalı kol yenlerinin arasından
bakan parlak bir tek göz görünüyordu. Kekeledi. “E-Ekselansları, öyle
yapmak istemedim.”

Xie Lian onu işaret etti. “Sen o akşamki…”

Düşününce, anında aylar önce yaşanan o geceyi ve ne kadar dağılmış


olduğunu hatırladı. Sahneler zihnine doluştu ve kızardı, biraz garip
hissediyordu, aceleyle boğazını temizledi. “Demek sendin. Uzun zaman
önce seni arayacaktım, ama o kadar çok işim vardı ki unutmuşum. Ehem,
sen orduda değil miydin? Neden şehirdesin?”
Onu duyunca oğlan bir an geriledi ve cevapladı, biraz canı sıkkın gibiydi.
“Artık değilim.”

Xie Lian şaşırdı. “Ne? Neden?”

Oğlan daha da şaşırmış göründü. “Ben… kovuldum. Ekselansları, bil…


bilmiyor muydunuz?!”

Xie Lian afalladı. “Neyi?”

Mu Qing’e açıkça çocuğun geliştirilecek ve görevlendirilecek iyi bir


potansiyeli olduğunu söylemişti, nasıl Xie Lian’ın özel talimatlarına rağmen
ordudan atılabiliyordu???

Oğlan hem heyecanlı hem mutlu görünüyordu, hemen kollarını indirdi.


“Demek Ekselansları bilmiyordu! Ben sanmıştım ki… ben…”

Xie Lian gittikçe daha da meraklanıyordu. “Gel, anlat, neden kovuldun?


Kim seni kovdu? Neden benim haberim olduğunu düşündün? Ayrıca, ne
sanmıştın?”

Oğlan ona doğru büyük bir adım attı, ama daha konuşmadan, İlahi Savaş
Caddesi gürültülü, korkunç bir çığlıkla inledi.
“AAAAHHHHHHHHHHH–!!!”

Xie Lian başını çevirdi ve bir adamın yüzünü tuttuğunu gördü, ona doğru
tökezleyerek koşuyordu.

• MXTX, Yazar Notu:

Xie Lian ciddi anlamda bir dövüş sanatları otaku’su!

Gözetleyen tüm çiçekler, heteroseksüel elemanlar tarafından ölümüne


yakıldı.
Çevirmen: Nynaeve

Not: Heteroseksüel elemanlar, Feng Xin ve Mu Qing (mi acaba?? :D)

Bölüm 84: Buyou Ormanının Toprağından, İnsan Yüzü Salgını Patlak


Veriyor Uzun ve iri yarı bir adamdı, delirmiş gibi koşuyor ve sokaktaki pek
çok kişi o çarpıp geçerken yere düşüyordu. Yüksek sesle şikayet ettiler. “Ne
oluyor!”

“Bu kadar sıcak bir günde ne diye heyecanla koşuyor…”

“Vay be, ilk defa yüzünü almadan sokağa çıkan birini görüyorum!”

*ÇN: Hem yüzsüz anlamında, hem de yüzünü sakladığı için.

Pek çokları yorum yaparken gülmeye başladı, zaten sahiden


sinirlenmemişlerdi. Ama o adam tüm yolu koşmuş ve büyük, lüks bir at
arabasına çarpmıştı ve yerler kanla ıslandı!

Bir yığın halinde sırt üstü yere düşmüştü ve şakalaşmakta olan yoldan
geçenlerin hepsi çığlık attı. At arabasının sahibi de şok olmuştu, sormak
için kafasını uzattı. “O kimdi? Kim bana çarptı?”

Her şey çok ani gelişmişti, Xie Lian oğlan meselesini şimdilik bir kenara
bıraktı ve oraya koştu. “Neler oluyor?”

Başını sert, katı arabaya çarpan adam bayılmış gibi görünüyordu, dağılmış
saçları yüzünü örtmüştü ve etrafında dikkatli ve izleyen pek çok insan
vardı. Daha Xie Lian yaklaşamadan, adam aniden ayaklandı ve haykırdı.
“ARTIK DAYAANAAMIYORUUUM! LÜTFEN! LÜTFEN BENİ
ÖLDÜRÜN! HEMEN, BİRİSİ BENİ

ÖLDÜRSÜN!!! LÜTFEN!”

Yoldan geçmekte olan birkaç iri yarı adam daha dayanamadı ve yorum
yaptılar. “Bu ruh hastası hangi evden salınmış? Birisi alsın artık…”
Normalde adamı zorla götürmeyi planlamışlardı, ama onlar yaklaşırken
delinin yüzünü yakından görebildiler, onlar da çığlık attılar ve aceleyle geri
çekildiler. “BU
YARATIK NE BÖYLE!!!”

Ruh hastası adam ise, peşlerinden koşmaya başladı, deli gibi ağlıyordu.
“BENİ ÖLÜMÜNE DÖVÜN!!!”

Adamlar dehşete düşmüşlerdi ve tam Xie Lian yaklaştığında, Ekselansları


Veliaht Prensi gördüler ve sanki o ilahi bir kurtuluşmuş gibi aceleyle
arkasına saklandılar. Xie Lian gözünü bile kırpmadan bacağını kaldırdı ve
tekmeledi, deli adamı yere yıkmıştı. Adam birkaç kez takla attı, çamura
bulaşmış

bir köpek gibiydi. Bazıları onu işaret etti. “Ekselansları! Bu adam… bu


adam.. onun… ONUN!!!”

İşaret etmelerine gerek yoktu, Xie Lian da görmüştü – bu adamın iki tane
yüzü vardı!

Teknik olarak, bir yüz ve ondan büyüyen ikinci bir taneydi. İkinci yüz deli
adamın bir yanağına sıkışmış, bir avuç büyüklüğündeydi ve her ne kadar
adam genç olsa da, küçük yüz buruşmuş yaşlı bir adamdı, iliklerine dek
çirkindi!

Xie Lian da iliklerine dek sarsılmıştı, zihni sadece tek bir cümleyle
doluydu: Bu yaratık neydi?!

Anında belindeki kılıcını kavradı ve kınından çekti. Kılıç ona Savaş Tanrısı
Semavi İmparator tarafından hediye edilen büyülü bir kılıçtı – Kırmızı
Ayna, Hong Jing. Beyaz giysili varlıkla karşılaştığından beri gerekli olursa
diye bu kılıcı hep üzerinde taşımıştı ve belki yaratığın gerçek haline bir gün
görebilir diye. Bu şartlar altında, kılıç sahiden faydalıydı ve kınından
sıyrıldığında ışıltısı kardan daha beyazdı.

Ancak baktığı zaman, kılıçtan yansıyan hiçbir şeyi değiştirmemişti. Sadece


o adam vardı ve dehşete düşmüş iki yüz. Bunun anlamı deli adam bir tür
canavar veya iblis olmadığıydı, sahiden bir insandı!

Ancak böyle bir şey büyüten bir insan bu dünyada olabilir miydi? Eğer bu
şekilde doğduysa, o zaman nasıl yıllardır kraliyet kentinde duyulmamıştı?
Xie Lian hem şaşırmış hem şüphelenmişti ve aniden, yanındaki birisi
titreyen bir sesle konuştu. “Nasıl… nasıl bu hale gelmiş?”

Onu duyunca Xie Lian hemen Hong Jing’i kınına soktu ve başını çevirdi.
“Onu tanıyor musun?

Önceden böyle değil miydi?”

Birkaç kişi yanıtladı. “Onu tanıyoruz! Önceden onunla çalışırdım. Elbette


böyle değildi. Önceden, yüzü… nasıl böyle bir şeyi olur!!!”

Kalabalığın neredeyse bütün ana caddeyi kapatacak kadar büyüdüğünü


görünce, ciddi bir yüz ifadesiyle Xie Lian bir nefes aldı ve yüksek, net bir
şekilde bağırdı. “KİMSE YAKLAŞMASIN! BİR ŞEY

YOK, AYRILIN!” Sargılı çocuk kalabalığı uzaklaştırmasına yardım


ediyordu ama Xie Lian fark etmedi.

İletişim rününden Feng Xin ve Mu Qing’e seslenmekle meşguldü. “Çabuk


kraliyet kentindeki İlahi Savaş Caddesine gelin!”

Elini indirdikten sonra, yanında kararsız görünen ve bocalayan birisini


gördü, son derece tereddütlüydü, bu nedenle Xie Lian ona doğru bir adım
attı. “Söylemek istediğin bir şey mi var?”

Veliaht Prensin sorgulamasıyla, adam cesaret bulmuş gibi göründü ve


konuştu. “Ekselansları, söylesem mi emin olamadığım bir şey var…”

Xie Lian’ın onun lafı uzatmasını dinleyecek vakti yoktu, doğrudan sözünü
kesti. “Sadede gel!”

“Birkaç gün önce, göğsümde birkaç yumru çıktı; üç büyük ve iki küçük,
hiçbir şey hissetmedim, ne kaşındılar ne acıdılar ve hatta dürttüğümde
oldukça iyi bile hissediyordum. Üzerinde çok fazla düşünmemiştim, ama
buradaki adamı görünce, sanki… sanki bir şey için cezalandırılmışım gibi
hissediyorum, bilirsiniz ya, haha.” Düz bir şekilde güldü ve cübbesini
gevşeterek göğsünü gösterdi.

“Benim bir sorunum yok… değil mi?”


Cübbesini açtığı anda herkes sessizleşti. Adamın göğsünün üzerinde sadece
‘birkaç yumru’ yoktu.

Açıkça her beş duyusu da aktif bir kadının yüzü vardı!

Adam aşağıya bakınca o da şok oldu. “NASIL BÖYLE OLDU?! ORADA


HİÇBİR ŞEY… ŞEY…” Yaşayan bir şey? Gerçekçi? Ne sıfat kullanılırsa
kullanılsan hepsi korkunçtu!

Herkes dehşete düşmüştü ve adam her şeye rağmen Xie Lian’ın cübbesinin
kenarına yapıştı ve ağladı.

“EKSELANSLARI BENİ KURTARIN!”

Aynı anda Feng Xin ve Mu Qing çağrısını almış ve kulelerden koşuyorlardı.


Önlerindeki sahneyi görünce her ikisinin de kaşları çatıldı ve Feng Xin
bağırdı. “GERİ ÇEKİL! NE YAPIYORSUN SEN?”

Xie Lian’ın açıklayacak vakti yoktu. Adamın omzuna vurdu ve rahatlattı.


“Merak etme. Sakin ol.” Ses tonu sıcak ve istikrarlıydı, ciddi ama nazik.
Adam her şeyin Xie Lian’ın kontrolü altında olduğunu düşündü ve
böylesine küçük bir meselenin Ekselansları Veliaht Prens için bir hiç
olduğuna inandı, ve rahatladı. Ancak Xie Lian’ın zihni karmakarışıktı.

O ‘İnsan Yüzü’ sonradan büyüyen bir şeydi! Ve bu semptom – şimdilik


‘semptom’ diyecekti – sadece tek bir kişide yoktu. O zaman, başka
insanlarda da olduğunu varsaymaya cüret edebilir miydi?

Anında Feng Xin ve Mu Qing’e kabaca anlattı ve emretti. “Bunu saraya


bildirim, emrimi iletin: Tüm şehir aransın ve benzer hastalığa sahip olanlara
bakılsın. Bir tanesini bile kaçırmayın!”

Mesele bu kadar şok edici olduğu için, kral haberleri aldığı anda öncelik
koydu, büyük bir kuvveti aramak ve incelemek için gönderdi, çalışma
oldukça etkin ve tesirli oldu. Geceye kadar doğrulanmıştı: Tüm kraliyet
kentinde, bedeninde görülebilen yüzler büyüyen beş kişi vardı. Bu beşi ya
görmüş ve umursamamış, ya da ‘yüzlerin’ büyüdükleri yerler kolay
saptanan yerler değildi. Ayrıca ‘yüzler’ ne
kaşınıyor ne acıtıyordu, bu yüzden fark etmemişlerdi. Dahası, ondan fazla
kişinin bedeninde de olgunlaşmamış ‘yüzler’ olduğu su götürmez sığ
yumrular vardı.

Bu yirmi kadar kişilik grubun içerisinde kadınlar ve gençler vardı, birbiri


ardına Xie Lian’ın karşısına geçmeleri için öne sürülürlerken, tedirginlikle
doluydular, bir yandan birbirlerini selamlıyor ve rahatlatıyorlardı.
Başlangıçta Xie Lian bir mesele hakkında yanındaki birisiyle konuşuyordu,
ama onları fark ettiğinde, bir şeylerin yanlış olduğunu hissetti. Sordu.
“Birbirinizi tanıyor musunuz?”

Bütün gece çalışmış olan görevliler hızla raporlarına göz gezdirdi ve


yanıtladılar. “Ekselansları, pek çoğu kraliyet kentinin varoşlarında
yaşıyorlar, evleri oldukça yakın, bu yüzden belki komşu olarak
tanışıyorlardır.”

Hepsi aynı yerde mi yaşıyorlardı? Mu Qing donakaldı. “Yakın yerde


yaşayan insanlarda mı insan yüzleri çıktı? Bu şey bulaşıcı mı???”

Xie Lian ondan hızlı düşünmüştü, sadece bu kadar hızlı konuşamamıştı.


Anında emretti. “İzole edin!

Etkilenmemiş olanlar dağılsın, kimsenin buraya yaklaşmasına izin


vermeyin. Buradaki herkesi karantinaya alacak bir yer bulun!”

“Bulaşıcı tuhaf bir hastalık.” Sözler dışarıya sızdığı anda, her ayrılın
komutundan ve güçlü birlikten daha etkili olmuştu. Sadece izlemekte olan
halk dağılmakla kalmamış, sokaktaki evlerin yarısından fazlası da
boşaltılmıştı. Xie Lian görevlilere ve askerlere korunmak için giyinmelerini
emretti ve kraliyet kentinin varoşlarında yaşamakta olan o yirmi kadar
insanı, içlerinden bazılarının yaşadığı bir yere götürdü.

Varoşlardaki en yakın yerleşim bölgesi Buyou Ormanı denilen geniş bir


ormandı. Devlet görevlileri oraya geçici olarak ‘hastaları’ izole etmek için
bir bina kurmak niyetindeydiler. Ancak, ağaçlığa girdiklerinde, diğerleri
kamp kurmakla meşgulken, Xie Lian yürüdükçe daha da tedirgin
hissediyordu.
Feng Xin ve Mu Qing de fark etmişlerdi. İlk konuşan Feng Xin’di.
“Ekselansları, burası Lang Ying’in…”

Xie Lian’ın elleri yere düştü, kaşları derince çatıldı. “Evet. Öyle.”

Buyou Ormanı, Lang Ying’in çıplak elleriyle kazıp, oğlunun ölü bedenini
gömdüğü yerdi!

Bunu fark edince üçü bakıştılar. Her ne kadar söyleyemeseler de, belli
belirsiz bir düşünce zihinlerinde beliriyor, Lang Ying’in o gün cesedi
gömdüğü yeri arayıp bulmaları için onlara ısrar ediyordu. Ancak, aylar
geçmişti ve Buyou Ormanında çok fazla ağaç vardı, çocuğun hangi ağacın
altına gömüldüğünü nasıl tam olarak hatırlayabilirlerdi?

Tam bu sırada, tarifsiz derecede pis bir koku havadan süzüldü.

İğrenç koku çürümüş bir cesetten geliyor gibiydi, ama daha bile boğucuydu.
Tek bir nefes çekmek insanı bayıltabilirdi. Diğerleri de fark ettiler ve
gerilemeye başladılar, burunlarını kapıyor ve elleriyle yelliyorlardı. “Orada
ne var?”

“Neler oluyor! On senelik turşu kavanozundan beter!”

Xie Lian öne çıktı ve korkunç kokuyu takip etti, sahiden tanıdık görünen
eğri bir ağaca rastlamıştı.

Ağacın altındaki toprak hafifçe yükselmiş, yumuşak bir yığın oluşturmuştu.


Askerler kılıçlarını kaldırdı ve Xie Lian’ı korumak için toplandılar, ama o
elini kaldırarak onları durdurdu. Ciddi bir yüzle. “Dikkatli olun. Normal
insanlar yaklaşmamalı.”

Normal bir insan olmayan Feng Xin düşünmeden bir kürek kaptı ve
yaklaştı. Birkaç kez kazıktan sonra çamur tepe bir hendek olmuş, pis koku
yoğunlaşmıştı ve Feng Xin daha dikkatli bir şekilde kazmaya devam etti.
Birkaç kürek sonrasında, küçük siyah bir şey çıkmıştı ve kıvranıyor gibi
görünüyordu.
Feng Xin’in hareketleri yavaşladı ve askerler korkunç bir düşmanla yüz
yüze gelmiş gibi görünmeye başladılar. Aniden toprak yukarı doğru eğrildi
ve sığ, şiş devasa bir beden topraktan çıkarak kendisini meşale taşıyan
kalabalığa gösterdi.

Çürümüşlüğün pis kokusu anında kabardı ve pek çokları kustu. Xie Lian’ın
gözbebekleri kasıldı.

O şey artık bir ‘insan’ olarak tanımlanamazdı. Her şey ondan daha insan
kabul edilirdi. Kimse bu devasa cesedin önceden küçük, zayıf bir çocuk
olduğunu kestiremezdi!

Kusma hissi boğazında düğümlendi ve Xie Lian başını çevirdi. Feng Xin ve
Mu Qing de şaşkındı, düşünmeden konuştular. “BU NE?!” Bir lanet miydi
yoksa sadece çürümüş bir ceset mi??

Bu şey ne olursa olsun Xie Lian ne yapmaları gerektiğini biliyordu. “Geri


çekilin! Ne kadar geri giderseniz o kadar iyi! Ben bu şeyi yakacağım!”

Elini kaldırdı ve büyük bir alev bulutu püskürdü. Tam ateş tutuşur ve
duman kalınlaşırken, kraliyet kentinin uzak ucundan keskin bir savaş
borusu öttü, yüksek ve tiz ses herkesi çağırıyordu.

Üçü aynı anda başlarını kaldırdılar; bu düşman saldırısı demekti. Feng Xin
küfretti. “Sikeyim, onca zaman varken şimdi saldırmak zorundaydılar!”

Mu Qing’in yüzü karanlıktı, meşale ışığında bile kasvetli görünüyordu.


“Belki, kastidir?”

Xie Lian seslendi. “Mu Qing, burada kal ve bu meseleyle ilgilen. Feng Xin,
sen benimle geliyorsun.

Önce geri püskürteceğiz. Unutmayın, zayıflık göstermek yok!”

O gece ikisi aceleyle şehir kalesine koştular ve hemen savaşa girdiler.

Her ne kadar savaş ani çıkmış olsa da, yine de kazanmışlardı. Ancak her ne
kadar kazanmış olsalar da, hiçbir Xian Le askeri, Xie Lian dahil, galibiyetin
sevincini hissetmemişti.
Aniden ortaya çıkan ‘tuhaf hastalık’ insanlar tarafından ‘İnsan Yüzü
Salgını’ olarak anılmaya başlamıştı. Sözler kraliyet kentinde yıldırım
hızıyla yayılmıştı, karmaşa ve müthiş bir tedirginlik çökmüştü.

Kral haberlerin önünü kesmeyi düşünmüştü, ama ilk kurban sokaklarda


delirmişti; sayısız görgü tanığı vardı bu yüzden en başından beri
gizlenemezdi. Ayrıca İnsan Yüzü Salgını hızla yayılıyordu, sadece altı gün
içerisinde elliden fazla insan, vücudunda benzer şeylerin oluştuğunu fark
etmişti.

Aynı zamanda Yong An’ın kuşatması güçleniyordu. Her iki taraftan


saldırıya uğrayan Xie Lian, Yong An’a gidip yağmur yağdırmaya zar zor
fırsat buluyordu. Tüm ruhani güçleri ve enerjisi varoşları karantina altında
tutmaya ayrılmıştı.

Dondurucu Buyou Ormanında, çadırlar ve kulübeler önerilen geniş alanlara


inşa edilmişti. Xie Lian hastalarla dolu büyük alandan geçti. Karantina
yirmi kadar insanla başlamıştı, ama kısa bir süre sonra yüzlere çıkmıştı ve
daha da büyüyordu. Her gün Xie Lian eğer fırsat bulursa gelip etkilenen
kişilerin korkunç semptomlarını rahatlatmak için güçlerini kullanıyordu.
Ancak hala esas nedeni iyileştirememişti ve insanlar onları tamamen
iyileştirmesini umuyorlardı.

Xie Lian yürürken, yerde yatmakta olan genç bir adam aniden elini kaldırdı
ve cübbesinin ucuna tutundu. “Ekselansları, ölmeyeceğim değil mi?”

Xie Lian tam cevap vermek üzereydi ki, adamın tanıdık göründüğünü fark
etti. Daha yakından bakınca Xian Le su sıkıntısı çekerken yağmurlu günde
ona şemsiye veren adam olduğunu fark etti.

O günü hatırlayınca, yağmuru, şemsiyeyi, Xie Lian’ın kalbini bir sıcaklık


sardı ve diz çöktü, nazikçe genç adamın kolunu okşadı ve ciddi bir sesle
konuştu. “Elimden geleni yapacağım.”

Adam hayatta kalma umudu bulmuş gibiydi; gözleri neşeyle kımıldadı,


sürekli ‘güzel, güzel’ diyerek tekrar yere uzandı. O coşkulu gözlere bakınca
Xie Lian sahiden yapabileceğine inandıklarını görebiliyordu. Bu nedenle ne
zaman o gözlerle karşılaşsa, kendini suçlama hissi kalbinin derinliklerine
kök salıyordu ve daha da çaresiz bir halde şifa bulmaya çalışıyordu.

Karantinada bir tur attıktan sonra Xie Lian oturabilecek bir yer buldu. Mu
Qing kamp ateşi yakmaya başladı ve Xie Lian oturdu, düşüncelere dalmıştı.
Biraz uzaklardan, birkaç ayakçı çocuk sedye taşıyarak geldiler, kendi
kendilerine fısıldaşıyorlardı, ama sözlerinden bazıları Xie Lian’ın
kulaklarına ulaştı:

“Şimdi kaçıncı oldu?”

“Dördüncü veya beşinci galiba.”

Sedyenin üzerinde Buyou Ormanında ölen bir hasta vardı. Aslında İnsan
Yüzü hastalığından ölmek zordu. Ancak bu daha da korkutucuydu. Ölüm
yoksa bunun anlamı mağdurların ömürlerinin sonuna dek, o şeyleri
vücutlarında taşıyacaklarıydı. Sadece düşüncesi bile insanın yaşama
iradesini kaybetmesine yeterdi. Özellikle de genç kadınlar için, yüzleri
onlar için çok önemliydi, bu yüzden eğer böyle bir şey yüz kadar önemli bir
yerde büyürse, hayatlarına son vermeyi seçiyorlardı.

Bir diğer iç çekti. “Oof! Bu ne zaman bitecek!”

Bir diğeri. “Yanımızda Ekselansları Veliaht Prens var, kaybetmeyeceğiz.


Sakinleş.”

Şikayet eden tekrar konuştu. “Savaş kaybetmekten korkmuyorum. Ama


böyle bir durumda, savaş

kaybetmemenin ne anlamı var ki? Biz halk için böyle yaşaması hiç kolay
değil, offf… boş ver, boş ver.

Şikayetçi değilim. Hiçbir şey söylemedim say. Hiçbir şey demedim.”

Eğer Feng Xin orada olsaydı anında onlara küfretmek için koşardı. Mu
Qing ise sadece Xie Lian’a bir bakış attı ve ateşi körüklemeye devam etti,
hiçbir şey söylemedi. Sadece şikayet eden ikili uzaklaştığı zaman düz bir
şekilde konuştu. “Cahil halk sadece başkalarını ve cenneti suçlamayı bilir.
Bir savaş

tanrısının her şeyi kontrol edebileceğini mi düşünüyorlar?”

Xie Lian başını iki yana salladı. O adamlar kendi mantık çerçevelerinde
konuşmuşlardı. O bir savaş

tanrısıydı; bir orduyla birleştiğinde kazanamayacağı savaş yoktu. Ancak


böyle durumlarda, savaş

kazanmanın ne anlamı vardı? Ordu oluşturulmasının nedeni sivilleri


korumaktı, ancak siviller bir salgının pençesinde kıvranıyorlardı, o zaman
bütün avantajları boşa gitmiyor muydu?

Bu sırada kamp ateşleri sallandı ve Xie Lian’ın yanına birisi daha oturdu.
Feng Xin geri dönmüştü. Xie Lian hemen sordu. “Nasıldı?”

Feng Xin başını iki yana salladı. “Tam olarak senin araştırdığın zamanki
gibi. BeiZi Tepesinde Lang Ying’den hiçbir iz yok ve beyaz giysiliden de.
Nerede saklanıyorlar kim bilir, bunun arkasında onların olup olmadığını
doğrulamanın hiçbir yolu yok. Ayrıca, şüphelendiğimiz gibi Yong An
insanlarının hepsi sağlıklı, İnsan Yüzü Hastalığından tek bir iz bile yok.”

Mu Qing ateşi dürttü. “Kraliyet kenti ve BeiZi Tepesi çok yakın, kimsenin
etkilenmemesine imkan yok.

Bu işin arkasında onların olduğunu fark etmek çok kolay.”

Pek çokları gizlice buna inanıyor ve böylesinin mantıklı olduğunu


düşünüyordu. Ancak Lang Ying’i gizliden veya açık açık suçlasalar bile,
adam iyice gizlenmişti ve hiç kanıtları yoktu, bu yüzden hiçbir şey
yapamazlardı.

İnsan Yüzü Hastalığının bir lanet olarak başladığından şüpheleniyorlardı ve


lanetin kaynağı Lang Ying’in oğlunun cesediydi. Ancak eğer bir lanetse, o
zaman iyi bir tanesiydi. İnceleyebilecekleri hiçbir iz bırakmamıştı, bu
yüzden şüphelerini doğrulayacak hiçbir kanıtları yoktu. Ve kim bilir, belki
de bu İnsan Yüzü Hastalığı yeni, doğal olarak oluşmuş bir salgındı? Xie
Lian’ın şüpheliyi ele geçirmeden hastalığın gerçekte ne olduğu hakkında bir
yargıya varmasına imkan yoktu.

Cennete varsayımları hakkında kabaca bir rapor da sunmuştu. Ancak Xie


Lian ihlalle ölümlü diyara gelmişti, artık eskisi gibi rapor vermek istediği
zaman İmparatorun Salonuna dalıp Jun Wu’nun kulaklarına bağıramazdı,
şimdi kitabına uygun şekilde davranmalıydı. ‘Kitabına uygun’dan kasıtta:
eğer şanslıysa, çok miktarda merit fırlatır ve sözleri cennet mensuplarından
geçerdi; eğer şanssızsa, sonsuz gecikmelere hapsolarak karmakarışık bir
bürokrasiden geçmek zorunda kalabilirdi. Sonrasında bazı cennet
mensupları gönderilirdi. Xie Lian’ın kendisi bir cennet mensubuydu ve Jun
Wu dışında, güç konusunda onunla kıyaslanabilecek kişilerin sayısı çok
azdı, bu yüzden gönderilen cennet mensuplarının faydası olmayabilirdi. Jun
Wu ağır bir yük taşıyordu, ölümlü kelimeleriyle bir

‘makine’ydi, bu yüzden Xie Lian’a yardım etmek için şahsen gelmesi


mümkün değildi. Bu nedenle raporu sadece öylesine iletmişti ve Xie Lian
kimsenin gelmesini beklemiyordu.

Dahası, Xie Lian’ın bunların hiçbirini düşünmüyordu, başka bir problemi


vardı. Konuştu. “Eğer Yong An’ın kraliyet kentini yenmek uğruna bir lanet
kullandığını varsayarsak, o zaman en etkili saldırı orduya yapılmalıydı.
Ordu düşmesi, kapıları açmakla aynı şey değil midir?”

Orduda olup İnsan Yüzü Hastalığından etkilenenler yok değildi, ama


nispeten sayıları azdı, sadece üç dört kişiydiler. Ve onlar karantinaya
gönderildikten sonra durum anında kontrol altına alınmış ve hiçbir şey
yayılmamıştı. Feng Xin’in aklına bir şey gelmiş gibiydi. “Belki de orduyu
yenseler bile, yanlarında sen olduğun için yine de kaybedeceklerini
düşünmüşlerdir, bu yüzden ordudan vazgeçip, doğrudan sivillere
saldırmışlardır?”

Bunu duyunca Mu Qing kuru bir şekilde güldü. Feng Xin hemen tepki
verdi. “Sen neden gülüyorsun?”

“Hiç. Her zaman güzel noktalara değinmeyi başarıyorsun. Benimse


söyleyecek hiçbir şeyim yok.” Mu Qing cevapladı.
Feng Xin en çok başkalarına saldırmak niyeti taşıdıkları halde hala kibarmış
rolü yapan insanlara gıcık olurdu, bu yüzden onu tamamen duymazdan
geldi. “Eğer onlar yaptıysa, bu namertlik. Eğer cesaretleri varsa savaş
meydanında dürüst bir şekilde dövüşürler, masum sivillere zarar vermek
için karanlık numaralar kullanmazlar!”

Xie Lian tüm kalbiyle katılıyordu ve iç çekti. “Geçtiğimiz günler boyunca


neyin bu enfeksiyona yol açtığını düşündüm. Hastalığı kontrol etmeden
önce nedenini öğrenmemiz gerek.”

“Bariz değil mi?” Feng Xin. “Enfeksiyon yakınlaşmakla yayılıyor,


dokunmayla, aynı suyu içmekle, beraber yemek yemekle, beraber uyumakla
vesaire.”

Xie Lian alnını ovaladı. “Yüzeyde hiçbir problem yok. Ama orduyu ele
alalım örneğin, ordudaki askerlerin hepsi beraber içiyor, yiyor ve aynı yerde
yatıyor, ve kışlalar tüm meskenlerden daha sıkışık, neden daha etkilenen
daha çok asker olmadı?”

Mu Qing kaşlarını çattı. “Yani demek istediğin, aynı şartlar altında olsalar
bile, farklı beden tiplerinin bazıları etkileniyor ve bazıları etkilenmiyor.
Kimlerin İnsan Yüzü Hastalığına karşı bağışıklığı olduğunu öğrenmek
istiyorsun, değil mi?”

Xie Lian elini kaldırdı. “Mu Qing, beni anlıyorsun. Demek istediğim tam
olarak bu. Eğer bulabilirsek, İnsan Yüzü Salgınının yayılmasını önleyecek
bir yol da bulabiliriz.”

Mu Qing başını salladı. “Güzel. O zaman şöyle düşünelim: hangi insanlar


daha çok etkilendi? Buyou Ormanında daha çok hangi insan tipi var?”

Xie Lian birkaç gün boyunda durmadan kampı dolaşmıştı ve uykuda bile
cevabı verebilirdi. Hemen konuştu. “Kadınlar, çocuklar, gençler, yaşlılar ve
ufak tefek genç adamlar.”

Feng Xin meraklandı. “O zaman zayıflar mı etkileniyor? Kral kraliyet


kentindeki herkese çalışmasını ve vücutlarını güçlendirmesini mi
emretmeli?”
“…”

“…”

Xie Lian ve Mu Qing ona bir bakış attılar, cevap vermek istemiyorlardı.
Duraksadıktan sonra, Feng Xin’in kendisi ekledi. “Durun, bu doğru değil.”

• MXTX, Yazar Notu:

Lang Ying’in oğlunun cesedi şişmiş bir kadavra gibi… ama iğrenç olduğu
için detaylı bir şekilde betimlemiyorum… hayal edin.

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 85: Buyou Ormanının Toprağından, İnsan Yüzü Salgını Patlak


Veriyor Elbette doğru değildi, çünkü İlahi Savaş Caddesinde deliren ilk
kurban sağlıklı ve güçlü iri yarı bir adamdı, bu yüzden teorileri tutmamıştı.

İnsan Yüzü Hastalığından etkilenen askerlerin diğer askerlerden ne farkı


vardı, Xie Lian pek çok ihtimali düşündü ve tahminlerini denemeye çalıştı.
Ama hangi açıdan yaklaşırsa yaklaşsın, onları diğerlerinden ayıran aşikar
bir sebep bulamıyordu. Etkilenen her kurbanın ne görüntüsü, ne vücut tipi,
ne mevkisi, ne mizacı, hepsi faklıydı, tanımlayıcı bir kriterle sonuca varmak
imkansızdı. Yoksa hastalanmak tamamen şansa mı bağlıydı?

Xie Lian kendi kendine mırıldandı. “Askerler İnsan Yüzü Hastalığından


korunmak için fazladan ne yaptılar? Diğer bir deyişle, sivillere göre daha
sık ne yapıyorlar…”

Bu düşünce aklına geldiğinde aniden gözleri büyüdü ve yüzü soldu.


Konuşmasının aniden kesildiğini duyunca Feng Xin sordu. “Sorun ne
Ekselansları? Aklına bir şey mi geldi?”

Sahiden Xie Lian’ın aklına bir şey gelmişti. Mantıklı bir teorisi vardı, ama
aynı zamanda dehşete düşürücüydü.
Birden ayağa fırladı ve konuşuverdi. “Olamaz! Hayır, hayır, böyle
olmamalı. Olamaz.”

Feng Xin ve Mu Qing hemen ayaklandı. “Ne oldu?”

Xie Lian alnını tuttu ve bir ileri bir geri yürüdü, başını kaldırdı. “Durun.
Benim… absürt bir tahminim var. Doğru olmamalı ama denemek
zorundayım.”

“Ne tahmini?” Mu Qing sordu. “Nasıl deneyeceksin? Birisini bulmamı ister


misin?”

Xie Lian hemen bu fikri reddetti. “Hayır. Denemek için yaşayan bir insanı
kullanamayız. Ya yanılıyorsam?” Daha çok yanılmayı umuyordu, ne kadar
saçmaladıysa o kadar iyiydi. Mu Qing kaşlarını çattı. “Ekselansları, eğer
yanılıp yanılmadığınızı öğrenmek istiyorsan denemek için canlı bir insan
bulmamız en iyisi olur. En iyisi bu. Orada öylece durup düşünmenin hiçbir
faydası yok.”

Feng Xin de kaşlarını çattı. “Sıkıntıya düştüğünü görmüyor musun?


İnsanları gıcık etmeyi kes.”

Mu Qing ona döndü. “Tuhaf. Ben ne demiştim? Gerçeği söylemedim mi?


Bu noktada kararsız kalmanın ve tereddüt etmenin ne faydası var?”

Feng Xin bezmişti. “Her şeyi ne kadar faydalı olduğuna göre yargılamak
zorunda mısın? Yaşayan bir insandan bahsediyoruz burada. En ufak bir
tereddüt göstermeyişinle, biraz fazla sakin değil misin?”

“Sakin mi?” Mu Qing karşı çıktı. “Aslında demek istediğin ‘acımasız’ değil
mi?”

Xie Lian’ın normalde yaptığı gibi kavgalarını yatıştıracak sabrı yoktu.


“İkiniz tek bir kelime üzerine kavga etmeye başlayabiliyorsunuz, bu ne
rezalet! Burada bir tütsü yanana dek durun. Bu süre boyunca kimse
kımıldamayacak. Her zamanki kurallar.”

“…”
“…”

‘Her Zamanki Kurallar’ lafını duyunca hem Feng Xin’in hem Mu Qing’in
yüzü renk değiştirmişti. Xie Lian. “Cennetin Kutsaması. Başla.”

Bir an sonra Feng Xin sıkılmış dişlerinin arasından konuştu. “…Kutsamalar


Yukarıdan Işıldar.”

Mu Qing de dişlerini sıkmıştı. “…Işıltılar Sahte, Düşüncesizdir.”

Feng Xin’in başı dertteydi. “Düşüncesiz… Düşüncesiz…”

Yorucu düşüncelere dalmış devam etmek için bir yol arıyordu ve Xie Lian
etkilenen üç askeri bulmak için Buyou Ormanına gitmek üzere döndü.

‘Her Zamanki Kurallar’ o ikisinin dikkatini dağıtmak için Xie Lian’ın


aklına gelen bir şeydi. Feng Xin ve Mu Qing her fırsatta birbirlerine
sataşıyor, yok yere kavga ediyorlardı. İlk başta Xie Lian onları sakinleşene
dek birbirlerine tek kelime etmeden bir tütsü süresi boyunca oturturdu,
ancak etkili olmamıştı. Sonrasında, Xie Lian Deyim Alıştırmaları
yapmalarına karar vermişti, kazanan kaybeden belirlenirken, esas çatışmayı
düşünecek vakitleri olmuyor onun yerine deyimleri çalışırken birbirlerini
ezmeye çalışıyorlardı. Bu etkili yöntemi keşfettikten sonra Xie Lian
dünyanın daha huzurlu bir hal aldığını hissetmiş ve oldukça tatmin olmuştu.
Şu anda onları deyim çalışmaya zorlamak, aynı zamanda herkesin biraz
sakinleşmesini de sağlıyordu.

Ancak bu sükûnet çok uzun sürmedi. Bir tütsü süresi geçince, Xie Lian geri
döndü. Yüzü sertti ve talimat verdi. “Hastalığa yakalanan askerlerle aynı
kışlada kalan tüm askerleri getirin, onları sorgulamam gerek.”

O ikisi zaten pek çok kez takılmış ve kendi küçük zaferlerine erişmişlerdi,
bu yüzden daha fazla deyim çalışmaları gerekmediğini duyunca, her ikisi de
rahatlayarak iç çekti. Mu Qing. “O da olur. Ama kanıt bulmak için
böylesine dolambaçlı bir yol kullanmak, elde edeceklerinin doğruluğunu
garanti etmez.”
Feng Xin çoktan emri yerine getirmek için hareketlenmişti. Xie Lian onu
tekrar çağırdı. “Bekle! Çoktan gecenin bir yarısı oldu. Onları sorgulamak
çok gürültü çıkartır ve onları büyük gruplar halinde de alamayız, çok göze
çarpar. Sormak istediğim şey bilinmemeli veya sızmamalı. Eğer şimdi
giderseniz hiçbir şeyi gizleyemeyiz.”

Feng Xin başını çevirdi. “O zaman ne yapayım? Özel olarak sorgulaman


için teker teker mi getireyim?”

“Başka yolu yok.” Xie Lian devam etti. “Yarın, mağdur olan askerler yakın
olan askerleri teker teker benim odalarıma getir ve diğerlerinin de
sorgulandığını öğrenmelerine izin verme. Kimseye söylememelerini
tembihlemeyi unutma, yoksa…”

Derin bir nefes aldı ve iç çekti. “Boş ver, tehdit et sadece. Eğer laf çıkarsa
acımadan infaz edileceklerini söyle. Ne kadar vahşi o kadar iyi.”

Mu Qing yorum yaptı. “Hepsini teker teker sorgulamak ne kadar sürecek?”

“Ne kadar süreceği önemli değil.” Xie Lian. “Sordukça emin olacağım.
Ben… bu meselenin derinine inmek zorundayım ve hata yapılmamalı.”

Böylece ertesi gün Xie Lian kulelerin üzerinde ona geçici olarak atanan
odada oturdu ve üç yüzden fazla askeri şahsen sorguladı.

Sorduğu sorulara gelince, üç yüzü de aynı yanıtı vermişlerdi. Sorgulamaya


devam ettikçe Xie Lian’ın yüzü biraz daha kararıyordu. İşi bittikten sonra
Feng Xin ve Mu Qing odaya girdiklerinde, Xie Lian’ın masaya oturmuş,
başını ellerinin arasına almış, konuşmuyor olduğunu gördüler. Yavaş yavaş
tekrar konuşmaya başlaması uzun zaman almıştı. “İkiniz kalıp şehri
koruyun. Ben TaiCang Dağına gideceğim.”

Feng Xin tereddütle sordu. “Ekselansları, sorulardan bir şeyler mi çıkarttın?


Bir lanet mi, yoksa..?”

Xie Lian başını salladı. “Açığa çıktı. Bir lanet.”

Mu Qing ciddiydi. “Gerçekten mi?”


“Hiç şüphesiz.” Xie Lian. “Ve aynı zamanda hangi tür insanların
etkilendiğini, hangilerinin etkilenmediğini de buldum.”

Her ne kadar bu sözleri söylemiş olsa da, gizemi çözmenin getirdiği


mutluluktan yüzünde bir iz bile yoktu, bu yüzden Feng Xin ve Mu Qing işin
hiçte basit olmayabileceğini düşündüler. Ancak Xie Lian onlara söylemeyi
tercih etmemişti, astları olarak sormak onlara düşmezdi, bu yüzden sessizce
yürekleri ezildi.

TaiCang Dağı, Kutsal Kraliyet Köşkü, en yüksek tepesi, Büyük Savaş


Salonu. Baş Rahip tütsü dumanları arasında saygılarını sunuyordu. Xie Lian
salonun eşiğini geçti ve hemen konuya girdi. “Baş Rahip, Semavi
İmparatoru görmem gerek.”

Baş Rahip saygılarını sunmayı bitirdi ve başını çevirdi. “Ekselansları,


cennet diyarının kapıları artık size açık değil.”

Xie Lian. “Biliyorum. Ama şu anda Xian Le Krallığının, eşi benzeri


görülmemiş lanetlerden bir dalgayla şeytani saldırılara maruz kaldığını
doğrulamış bulunuyorum. Bu doğal bir felaket değil, insan olmayan
varlıkların işi. Lütfen bana yardım et ve Semavi İmparatordan gökten
inmesini ve senin ruhunu ele geçirmesini iste, böylece ona raporumu
doğrudan verebilirim. Belki o bunun kaynağını biliyordur ve belki bir
çözüm bulur.”

Ölümlü diyarına döndüğünden beri, üç kez Büyük Savaş Salonuna rapor


vermişti. Ancak ilk ikisinde içten değildi ve sadece alışılmış nezaket gereği
yapılmıştı. Ancak bu sefer sahiden yardım istiyordu.

Baş Rahip sandalyeye oturdu. “Size yardım etmek istemiyor değilim


Ekselansları, ancak bunlara gerek yok. Eğer size yardım etsem ve Semavi
İmparator inerek bedenimi ele geçirse bile, ondan alacağınız cevap sadece
sizi hayal kırıklığına uğratacaktır.”

Xie Lian’ın yüzü belli belirsiz değişti. “Bildiğin bir şey mi var? Ağlayan
gülen maskeyi giyen varlığın ne olduğunu biliyor musun?”
“Ekselansları, size söylediğim şeyi hala hatırlıyor musunuz?” Baş Rahip.
“Bu dünyada talih, iyilik veya kötülük, hepsi önceden belirlenmiştir.”

Xie Lian irkildi ve konuşmadı. Baş Rahip ekledi. “Normalde Yong


An’lıların pek çoğu ölmeye mahkumdu, ama siz su taşıdınız ve yağmur
yarattınız, onlara rahat bir nefes alma imkanı sundunuz.

Ancak tamamen kuraklıktan kurtaramadınız, geleceklerini garantiye


alamadınız ve şimdi, onlar BeiZi Tepesindeki Yong An ordusunda
gelecekleri için savaşıyorlar.

“Normalde, kraliyet kenti olanları görmezden gelmeye mahkumdu, ama


şahsen indiniz ve işleri tersine çevirmek için güçlerinizi kullandınız,
kraliyet kentine rahat bir nefes alma imkanı sundunuz.

Ancak kalbinizi taşlaştırıp Yong An’ın asi ordusunu yok etmediniz,


köklerini kazımadınız ve onun yerine şu ana dek hayatta kalmalarına izin
verdiniz. Tıpkı böcekler gibi her savaşta daha da güçlendiler.”

Baş Rahip merakla ona sordu. “Ekselansları, ne yaptığınızı sorabilir miyim?


Her iki tarafında hatalarını fark edip, tövbe etmesini ve yenilenmelerini mi
bekliyorsunuz acaba? Ülkenin bir kez daha bir araya gelmesini?”

Garip bir utanç duygusu Xie Lian’ın kalbinde tomurcuklandı, ancak kısa bir
süre sonra kendi kendine düşünürken şaşkınlığa dönüştü, Tuhaf. İnsanları
kurtarmam da korumam da, hepsi masum oldukları ve ölmeyi hak
etmedikleri içindi. Yaptığım her şey ciddi bir şekilde düşündükten sonra
yaptım ve her

kararım onca savaşımın ardından verildi. Yine de neden başkasının


ağzından duyunca kulağa komik geliyor? Neden hiçbir şey elde
edememişim gibi geliyor, hepsi sadece bir… başarısızlık mı?

Aklında beliren o kelimeyi hemen geriye itti. Baş Rahip ekledi. “Ölümlü
meselelerine müdahale etmek için ilahlığınızı kullandınız. Xian Le
Krallığının önceden belirlenen kaderi sizin tarafınızdan tamamen tersine
çevrildi, tam ve kesin bir kaosa. Denge uğruna doğa, rayından çıkarttığınız
her şeyi yoluna koymak için başka şeyler getirecektir. O yaratığın ne
olduğunu bilmiyorum ama, eminim, sizin yüzünüzden doğdu.”

“…”

Xie Lian bocaladı. Baş Rahip ise devam etti. “Aynı zamanda eğer Savaş
Tanrısı Semavi İmparator gelirse, onun da size aynı şeyleri söyleyeceğinden
eminim, en başından buraya gelmemenizi istemesinin nedeni de buydu.
Ama o zaman size bunları söyleseydi bile, muhtemelen yine de
gelecektiniz. Gençler böyledir, nasihatleri dinlemezler. Düşene dek
yürüyemeyeceklerine inanmazlar.”

Xie Lian inanmıyordu. “Yani İnsan Yüzü Hastalığının sorumlusu ben


miyim?! Bu sözde önceden belirlenen kader mantığında, o ağlamayan,
gülmeyen yaratığın yaptığı her şey benim suçum mu? Yani Cennet tüm bu
olanları umursamayacak mı bile?”

“Böyle düşünebilirsin,” Baş Rahip devam etti. “Ama tümü de doğru değil.
Sonuçta, eğer kaderi tümüyle okumak isterseniz, aynı zamanda babanızı ve
annenizi de suçlayabilirsiniz, çünkü eğer sizi dünyaya getirmeseydiler, o
zaman yükselmezdiniz ve böylece ölümlü diyara geri de dönmemiş

olurdunuz. Bu şekilde okuyunca, tüm Xian Le atalarını da suçlayabilirsiniz.


Diyeceğim o ki, suçun kimde olduğunu tartışmak anlamsız.

“Son sorunuza gelince, doğru, umursamayacaklar. Çünkü Xian Le Krallığı


düşmeye mahkum. Siz elinizi kaldırıp satranç oyununu bozduğunuz için, o
zaman, şüphesiz dağılmış taşları tekrar yerine koyacak bir başka el de
olacaktır.”

Xie Lian derin bir nefes aldı, Xian Le Krallığının yok olmaya mahkum olup
olmadığını tartışmak istemiyordu. Bir anlığına gözlerini kapattı, ardından
konuştu. “O zaman bana cevap ver Baş Rahip.

Şimdi ben ortadan kaybolursam, yaratıkta kaybolacak mı?”

“Korkarım hayır.” Baş Rahip cevapladı. “Kolay gelir, zor giderler. Tanrılar
da aynıdır, ve canavarlar ve iblisler de farksızdır.”
Xie Lian daha fazla konuşmanın anlamsız olacağını biliyordu. Savaşmaya
devam eden sadece kendisiydi. Baş Rahibin önünde eğildi, veda etti ve
gitmeye hazırlandı. Arkasından Baş Rahip seslendi.

“Ekselansları! Bundan sonra yolunuza nasıl devam etmeyi planlıyorsunuz?”

Xie Lian’ın başı öne eğikti. “Eğer yok olsam bile hiçbir şey
değişmeyecekse, o zaman sonuna dek savaşmaya devam edeceğim. Bu
benim tek yolum.”

Duraksadıktan sonra, elini yukarıya kaldırdı ve her kelimesini vurguladı.


“Bir el olup olmadığı umurumda değil, ama koruduğum insanlar asla piyon
olmayacaklar.”

On beş gün sonra, Lang Ying Yong An ordusuna önderlik ederek bir kez
daha saldırdı.

Aylar süren küçük ve büyük sayısız savaşın ardından, Yong An birlikleri en


sonunda ordu olmuştu.

Artık sahipsiz mülteciler değillerdi, hatırı sayılır güçleri olan tam bir
orduydular!

Sanki Lang Ying uzunca bir süre ölümlü diyardan yok olmuş gibiydi ve bu
kez Xie Lian adamı tekrar savaş meydanında gördüğünde, bunca zaman
beklemişken bir an bile harcamadı ve doğrudan birlikleri aşarak onunla
yüzleşti, kılıcıyla saldırırken bağırıyordu. “BEYAZ GİYSİLİ ADAM
NEREDE?”

Lang Ying saldırısını savuşturdu ama cevaplamadı, kuvvetle karşılık


veriyordu. Xie Lian her adımda onu sıkıştırıyordu. “Kimden bahsettiğimi
biliyorsun. Sabrım sınırlı!”

Ansızın Lang Ying ona baktı ve sordu. “Ekselansları, Yong An’da yağmur
yağmaya devam edeceğini mi söylemiştiniz?”

Xie Lian böyle bir soruyu beklememişti. İrkildi, kelimeler boğazına dizildi.
“Ben…”
Sahiden Lang Ying’e Yong An’da yağmur yağacağına söz vermişti. Ancak
geçen günlerde, kraliyet kenti sınırları içerisinde İnsan Yüzü Hastalığından
etkilenen insan sayısı katlanarak artmıştı ve şu anda neredeyse beş yüz kişi
kadarlardı. Beş yüz mağdurun hepsi Buyou Ormanına yerleştirilemezdi ve
karantina kampında yer bitiyordu. Devlet görevlileri daha uzak, büyük bir
yere taşınmayı tartışıyorlardı. Xie Lian’ın güçlerinin çoğu o beş yüz insanın
semptomlarını rahatlatmaya harcanmıştı ve Yong An’a yağmur yağdırmaya
hiç kalmamıştı. Yağmur Ustasının Şapkası’nın artık bir faydası olmadığı
için de, bir başkasının ruhani eşyasına el koyduğu için kötü hissetmiş ve
başka şansı olmadığı için Feng Xin’i Yushi Krallığına Yağmur Ustasının
Şapkası’nı geri vermek ve teşekkür etmek için göndermişti.

Xie Lian tekrar saldırdı, öfkeyle bağırdı. “Yağmur yağdırdım! Neden


durduğuna dair bir fikrin var mı?!”

O sinirlendikçe, Lang Ying daha da sakinleşiyordu. “Benimle hiçbir ilgisi


yok, İnsan Yüzü Hastalığı olmasaydı bile güçlerinin uzun süre
dayanamayacağını biliyordum sadece; tıpkı yağmuruna rağmen, Yong
An’da çok kişinin hayatta kalamaması gibi. Faydasız. Ekselansları, yapmak
istediğini herhangi bir şeyi başardığınızı düşünüyor musunuz? Ben
kaderimi sizin elinize bırakmak yerine, kendini yolumdan gitmeyi seçtim.”

Konuşmasındaki bir şey Xie Lian’ı kışkırttı ve öldürme isteği alevlendi.

Kılıcı hafifçe çevirdi ve sol eli yükseldi. Kafasında bir ses yükseldi: Bu
adamı öldür ve Yong An ordusundan geriye kalanlar bir hiç olsun!

İlk tanıştıkları zamandan beri, Xie Lian’ın kalbi ilk kez Lang Ying’i
öldürecek kadar taşlaşmıştı. Ancak, beklenmedik bir şekilde, avucundan
gönderdiği darbe Lang Ying’in kalbine ulaştığı anda, üzerine kanlar sıçradı
ama darbe kalbe ulaşmamıştı, onun yerine geri püskürtülmüştü.

Afallayan Xie Lian inanamadı ve birkaç adım geriledi. “SEN?!”

Xie Lian saldırısını geri püskürtenin ne olduğunu tam olarak biliyordu.

Ölümlü diyarda kaderinde yücelik olanlar, krallar, dahiler ve kanun dışı


infazcılar gibi, ne zaman acil bir durumla yüzleşseler, bedenleri
kendiliğinden koruyucu bir hale yayardı, onları zarar karşı korurdu.

Böyle kişilerin yükselme ihtimalleri olurdu. Lang Ying kaba bir adamdan
fazlası değildi, ancak o koruyucu ruhani haleyi yaymıştı ve üstüne bir de
oldukça ender görülen bir tanesini – bir kralın halesini!

*ÇN: Kanun dışı infazcı olarak çevirdiğim aslında; Vigilante, yasal yetkisi
olmadan kendi düşüncesine göre düzen korumaya çalışan kimse.

Uygun karşılık bulamadım.

Xie Lian ne anlama geldiğini düşünmeye cüret edemiyordu ve aniden


kalbinin soğuduğunu hissetti.

Lang Ying’in kılıcı saplanmış ve kalbini delmişti.

Savaşta, iki tarafta ne kazanmış ne kaybetmişti.

Yong An tarafından pek çokları mahvolmuştu, ama Xian Le tarafı da iyi


sayılmazdı. Eğer başkası olsa, zor kazanılmış bir savaş olduğunu söylerdi,
ama Xie Lian için bu mutlak bir yenilgiydi.

İlk kez dezavantajlı durumdaydı, dahası her ne kadar Lang Ying hala Xie
Lian’a rakip olamasa ve savaşın sonunda yaralarla geri çekilmiş olsa da,
pek çokları Lang Ying’in onu yaraladığı sahneyi görmüştü. Xie Lian
askerlerin onun arkasından neler konuştuklarını tahmin edebiliyordu:
Ekselansları bir savaş tanrısı, nasıl yaralanır? Biz tanrının ordusu değil
miyiz? Nasıl önceki gibi üstün bir zafer kazanamadık? Ancak Xie Lian’ın
böyle sözlere ayıracak vakti yoktu, Mu Qing onu bilgilendirmişti, bugün,
birkaç yüz İnsan Yüzü Hastalığı mağduru daha Buyou Ormanına
gönderilmişti.

Tek bir günde, yüzden fazla kişi!

Şimdi ilk İnsan Yüzü Hastalığı mağdurları ciddi şekilde kötüleşmişlerdi,


bedenlerinde görülebilen tek bir nokta bile kalmamıştı ve kalın örtülerle
kapatılıyorlardı, insanlar korkmasın diye. Ancak her ne kadar yumruları
örtseler de hatları belli oluyordu.
Xie Lian semptomları hafifleşmek için dolaştı ve en sonunda turu bittiğinde
Feng Xin onu kenara çekti, kısık bir sesle sordu. “Ekselansları, bugün savaş
meydanında ne oldu? O herif seni nasıl yaralayabildi?

Kaç kez saldırdın neden onu öldürmedin?”

Xie Lian ona artık Lang Ying’in üzerinde, cennet mensuplarının bile
dokunamayacağı bir kral halesi olduğunu söylemek istemiyordu, sadece
yüzünü ekşitti. Onu öldürmek istememiş değildi, sadece artık onu
öldüremezdi. Ruhani güçleriyle yaptığı tüm saldırılar kral halesi tarafından
savuşturulacaktı ve Lang Ying’e karşı hiçbir şey işe aramazdı. Bunu fark
ettiğinde, hemen yumruk dövüşüne geçmişti ama Lang Ying derisi kalındı
ve dayağa oldukça dayanıklıydı!

Tam bu sırada, uzaklardan bir ses aniden ağladı. “EKSELANSLARI


KURTARIN BENİ!”

Xie Lian tam Feng Xin uzattığı suyu kabul ediyordu ve feryat ilk
yudumunu alırken kopmuştu. Xie Lian öksürdü ve bir an dahi durmadan
hemen koştu. Ağlayan ona şemsiye veren genç adamdı ve Xie Lian ona
karşı hep çok sıcak davranmıştı, onun yardım çığlıkları da oldukça çok sık
duyuluyordu. En başta bu adamın bedeninde yüz büyüyen yer diziydi, Xie
Lian hastalığın yayılmasını durdurmak için gücünü kullanmıştı ve böylece
sadece sol bacağında yüzler vardı, başka yerlerinde yoktu. Bu sırada ise
adam o bacağını delice sallıyor, kendini kaybetmişti. Xie Lian onu tuttu ve
rahatlattı. “Hareket etme.

Buradayım!”

Genç adam iliklerine dek korkuyordu ve ona yapıştı. “EKSELANSLARI!


EKSELANSLARI BENİ KURTARIN!

Bacağımda biraz önce sanki bir ot değiyormuş gibi bir kaşıntı hissettim,
ama ben, ben baktığım zaman o şeyleri gördüm… ağızları açılıp
kapanıyordu, hareket, hareket ediyorlar! ÇİMEN YİYORLAR!!! ONLAR

CANLI!!!”
Xie Lian tüm tüyleri ürperdi. Aşağıya baktığında sahiden, genç adamın sol
bacağındaki, birbirine sıkıca yapışmış on yüzün pek çoğunun ağzında
çimen olduğunu gördü, bazıları açlıktan ölüyormuş gibi çiğniyordu üstelik!

Pek çok hasta çığlık atmaya başladı, kalabalıktan bağırışlar yükseldi ve


Feng Xin ile askerlerin isyanı önlemek için onları zorla zapt etmeleri
gerekti. Xie Lian bir eliyle adamı yerde tuttu ve yanındaki bir başkasına
sormak için döndü. “Bacağı hala hareket edebilir mi?”

Buyou Ormanındaki sıhhiyecilerin hepsi tümüyle giyinmiş, bandajlar ve


pelerinlere bürünmüş, kendilerini sıkıca sarmışlardı, yüzleri seçilmiyordu.
Yanındakilerden birisi cevap verdi, ses bir oğlana ait gibiydi. “Hayır
Ekselansları! Bacağını çoktan kaybetti. Başka neresinde iltihap var
biliyoruz, bacağı

kurşun kadar ağır ve zar zor hareket ettirebiliyoruz. Enfeksiyon da


tırmanıyor, kısa bir süre içinde bacağı aşacak ve beline ulaşacak.”

Xie Lian güçleriyle şifa vermek için elinden geleni yapmıştı, ancak, genç
adamın bacağının artık kurtarılamayacağı söylenebilirdi, neredeyse tüm
normal fonksiyonlarını kaybetmişti. Bu sırada, doktorlardan birisi fısıldadı.
“Ekselansları, bence, demediğimiz tek şey yüzlerin olduğu yerleri kesmek
ve enfeksiyonu yavaşlatıp yavaşlatmadığını görmek…”

Xie Lian’ın aklına gelen tek şey de buydu. “O zaman kesin!”

Genç adam anında haykırdı. “HAYIR!” Uzvunun kesilecek olması onu


dehşete düşürmüştü, ama aynı zamanda deforme olmuş bacağına sarılmaya
da cüret edemiyordu, acıyla ağladı. “BENİM BACAĞIM

DEFORME DEĞİL! Belki iyileşir… EKSELANSLARI! Beni… beni


kurtarmak için aklınıza gelen başka bir yol yok mu?”

Xie Lian ‘Elimden geleni yapacağım’ veya ‘Deneyeceğim’ diye cevap


vermek istemiyordu artık. Gözleri kararıyordu, cevapladı. “Özür dilerim,
yok.”
Ekselansları Veliaht Prensin böyle bir şey söylemesi bir ilkti, etraftaki
herkes şok olmuştu. O anda kendini kaybedip bağıranlar bile vardı. “YOK
MU? SİZ EKSELANSLARISINIZ, BİR TANRISINIZ, NASIL

BAŞKA YOLU OLMAZ? GÜNLERDİR AKLINIZA BİR ŞEY


GELMESİNİ BEKLİYORUZ, NASIL HİÇBİR ŞEY

OLMAZ?!!”

Konuşan kişi hemen birisi tarafından tutuldu, ancak bu kişi ne Feng Xin ne
Mu Qing’di. Mu Qing sessizdi ve kaşlarını çatmıştı, Xie Lian’ın cevabının
çok dobra olduğunu ve kimseyi rahatlatmayacağını düşünür gibiydi. Feng
Xin ise uzaklarda gürültü yapan belli hastalara bağırmakla meşguldü. Xie
Lian yıpranmış ve tükenmiş bir haldeydi, kını olmayan kılıcı belinden
sarkıyordu. Kılıç o bacağa yaklaştığında ‘yüzler’den birisi kılıcın ürpertici
halesini sezdi ve aniden çiğnemeyi bıraktı. Ağzını açtı ve tüyler ürpertici bir
çığlık attı.

O şey çığlık atmıştı!!!

Her ne kadar yumuşak bir ses olsa da, o bacaktan çıkmıştı. Genç adam da
çığlık attı, neredeyse korkudan bayılacaktı ve Xie Lian’a sarılarak ağladı.
“EKSELANSLARI KURTARIN BENİ! KURTARIN!” Bu sırada bacağı
beline yaklaşmıştı, üç sığ yara belirdi. Doktor panikle bağırdı. “Ekselansları
yayılıyor!

Yayılıyor! Enfeksiyon bacağın dışına yayılıyor!”

Ne kadar ruhani güç harcamış olursa olsun, Xie Lian genç adamın
durumunu kontrol altına alamamıştı. Korkunç şeylerin tüm bedenine
yayılmak üzere olduğunu ve iş bir kez oraya varınca geri dönüşü olmadığını
görünce, sahiden hiçbir şey yapmadan oturup izleyebilirler miydi?

Xie Lian dişlerini sıktı. “Tek bir şey sormama izin ver. Bu bacağı istiyor
musun istemiyor musun?

Kesilince olacakları garanti edemem. Eğer bacağı istemiyorsan başını salla


ve hemen yapalım, eğer istiyorsan o zaman başını sallama ve bir yolunu
bulalım!”

Genç adam ağır nefesler alıyordu, gözleri korkudan boş bakıyordu, zihni
dağılmış ve sanki onaylıyor ama aynı zamanda başını iki yana da sallıyor
gibiydi. Sol bacağındaki yüzler birer birer çığlık atmaya başladı, sanki yeni
‘dost’larını selamlar gibiydiler. Tüm o ‘Eeeeee’ ve ‘Aaaaa’ların arasında
yüzlerindeki memnuniyet belirgindi ve küçük kırmızı dilleri titriyordu.
Genç adamın bacağının içerisinde neler olduğunu hayal etmek güçtü, içinde
neler barındırdığını.

Daha fazla ertelenemezdi. Xie Lian doktoru bildirdi. “Kes.”

Doktor ise ellerini hızla iki yana salladı. “Ekselansları, beni affedin! Ben de
emin değilim ve böyle bir yerde işlemi gerçekleştirmeye cüret edemem.
Eğer kesi hiçbir işe yaramazsa, o zaman bu riski almamam gerekir!”
Konuştuğu için kendisine lanet etti, dışarı çıkan çiviye çekiç inerdi,
böylesine korkunç bir iş için savaşarak ne yaptığını sanıyordu? Kalabalığa
karıştı ve konuşmayı kesti.

Genç adam sürekli mırıldanıyordu. “Ekselansları kurtarın beni, Ekselansları


kurtarın beni!” Ancak Xie Lian’ın zihni bomboştu, onun içinde de
umutsuzluk dolu bir ses gürlüyordu: “ –beni kim gelip kurtaracak…!”

Her yerde gürültü ve karmaşa hakimdi, çığlıklar ve haykırışlar. Çarpık


küçük insan yüzlerinin sıkıştığı yerde de haykırışlar vardı ve o anda Xie
Lian cehennemi gördüğünü sandı.

Sanki cehenneme bakıyordu ama aynı zamanda göremiyordu, ve soğuk


terler döküyordu, gözleri genişledi, kolunu kaldırdı –

Kılıç aşağıya indi ve kan sıçradı.

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 86: Buyou Ormanının Toprağından, İnsan Yüzü Salgını Patlak


Veriyor
“AAAAAAAHHHHHHHHHHHH–”

Başlangıçta genç adamın bilinci ancak kısmen açıktı, ama Xie Lian sol
bacağını kestikten sonra, irkilerek uyanmış ve delirmiş gibi bağırmaya
başlamıştı. “BACAĞIM! BACAĞIM!”

Xie Lian kan havuzuna diz çöktü, beyaz cübbesi kirlenmiş ve lekelenmişti,
genç adamı yerde tutabilmek için elinden geleni yapıyordu. “Bitti!
Doktorlar, kanamasını durdurun!”

Mevcut doktorların hepsi paniklemiş, kim olduklarını unutmuşlardı ve Mu


Qing daha fazla izlemeye dayanamayacaktı. Öne çıktı. “Zahmet etmeyin.”
Ve küçük bir ilaç şişesi çıkarttı, zayıf bir duman süzüldü, yavaş yavaş
kanama durdu. Xie Lian da yarayı ruhani bir haleyle sarmıştı. Kesilen
bacağa gelince, tüm yalnızlığıyla yerde yatıyordu. Aniden titredi, tıpkı
bedeni ayrılsa bile kıvranan bir yaratık gibi. Xie Lian elini kaldırdı ve ateş
gürledi, bacağı geriye külden başka bir şey kalmayana dek yaktı.

Genç adam inledi. “BACAĞIM!”

Xie Lian bel kısmını kontrol etti ve İnsan Yüzü Hastalığının yayılmaya
devam etmediğini gördü, gözleri aydınlandı ve mutlu bir halde söyledi. “İyi,
durdu. Yayılmıyor!”

Genç adam en sonunda gözyaşlarını tuttu ve gözlerini açtı. “Sahi mi? Daha
mı iyi?”

Herkes nefesini tutmuştu, hareket etmiyor ve tereddütlüydüler, ama bir an


sonra birisi bağırdı.

“Ekselansları, beni de iyileştirin!”

Bir başka oğlanın sesi çok uzak olmayan bir yerden çınladı. “Komik olma!
Emin olamayız, ya bir süre sonra tekrar nüksederse?”

Bu sesin hatırlatması sayesinde, Xie Lian da sakinleşebildi. “Doğru, şu anda


kesin bir şey söyleyemeyiz. Gözlemlemek için zamana ihtiyacımız var.”
Bir diğeri başladı, sesi korkuyla titriyordu. “Ne kadar gözlemlememiz
gerek..? Ben daha fazla bekleyemem. Eğer beklersek… Eğer beklemeye
devam edersek bu şey yüzüme yayılacak!” Bir diğeri tamamen pes etmişti.
“BEN ŞANSIMI DENEMEYE HAZIRIM!” Kısa bir süre sonra, Buyou
Ormanındaki yüzlercesi başa çıkılmaz ve gürültücü bir hale geldi, hepsi
yalvarıyordu. “Ekselansları, lütfen yalvarırız, bizi bu işkenceden kurtarın!”

Büyük bir kalabalık ortada tapılan Xie Lian’a secde etmeye başladı ve her
ne kadar tuhaf bir durum olsa da, Xie Lian dikkatsiz davranmaya cüret
edemedi. “Lütfen önce ayağa kalkın. Eğer bir süre geçtikten sonra bu
adamda nüksetmezse, o zaman herkesi tedavi etmek için elimden geleni
yapacağım…”

İnsanların rahatlaması için zaman geçmesi gerekmişti, pek çok söz vermiş
ve kesilmiş bacaklı genç adamı başka bir yerde bırakmış olan Xie Lian bir
ağacın altına oturdu. Mu Qing kısık bir sesle konuşmadan önce etrafı
kolaçan etti. “Nasıl doğrudan bacağı kesebildin? Eğer söz konusu adam
yapman için sana yalvarmazsa, dizginleri eline alma. Ya bacağı kestikten
sonra işe yaramasaydı?

Nefret ettiği kişi sen olurdun.”

Xie Lian’ın kalbi kala güm güm atıyordu, bir eliyle yüzünü kapattı… “…o
anki durum bekleyemezdi.

Bana cevap vermedi ve doktor yapmaya cesaret edemedi, orada durup


enfeksiyonun yayılmasını izleyemezdim. Birisinin ne yapılacağına karar
vermesi gerekiyordu. Ben sahiden…”

Feng Xin bu kez endişeli görünüyordu. “Ekselansları, bence dinlenmen


gerek. Sahiden hiç iyi görünmüyorsun. Şimdilik senin yerine biz idare
ederiz.”

Xie Lian da artık dayanamayacağını hissediyordu ve yavaşça başını salladı.


“Peki. Biraz dinleneceğim.

Kısa bir süre sonra geri döneceğiz, çok uzaklaşmayın.” Bu sırada ormandan
bir başka haykırış koptu ve Feng Xin ile Mu Qing kontrol etmek için gitti.
Xie Lian oturdu ve bir süre uzaklara daldı, ardından hemen oraya uzandı.

Eğer eskiden olsa, eğer kimse ona hoş kokulu bir çadır ve fildişi yatak
getirmese, asla doğanın çamurlu topraklarına uzanmazdı. Bu şartlar altında
ise, ayakçılardan hiçbirine bir şey söyleyecek hali yoktu, cübbesindeki kir
ve kan bile, o başını koyup kendinden geçmeden önce, hala aynı şekilde
duruyordu.

Bilinmeyen bir zaman geçti ve belli belirsiz Feng Xin’in ona seslendiğini
duydu, Xie Lian sarsılarak uyandı, anında oturdu ve üzerinden bir şeyin
kaydığını hissetti. Aşağıya baktığında birisinin o uyurken üzerine örtmüş
olduğu yamalı, yıpranmış bir yorgan olduğunu gördü. Xie Lian alnını
ovaladı ve yaklaşmakta olan Feng Xin’le konuştu. “Buna ihtiyacım yok,
benim yerime hastalara verin.”

Feng Xin biraz şaşırmıştı. “Ne? Bunu mu diyorsun? Yorganı? Benim değil.
Ben daha yeni geri döndüm.”

Xie Lian başını çevirdi. “Sen miydin Mu Qing?”

“Ben de değildim.” Mu Qing. “Belki kampta yaşayan gönüllülerden birisi


senin için getirmiştir.”

Xie Lian etrafına baktı ama kayda değer kimseyi göremedi ve başını iki
yana salladı, içinden, Sahiden yaklaşan kimseyi hissetmedim, ne kadar
utanç verici, diye geçiriyordu. Yorganı katladı ve yere bıraktı, ardından
ayağa kalktı. “Gidelim.”

Xie Lian gönülsüz bir şekilde ayrıldı ve çok kısa bir süre sonra en çok
korktuğu şey oldu.

Sadece iki gün sonra Xie Lian tekrar Buyou Ormanına gitti ve doktorlar
onu bilgilendirdi: Gece, onlarca İnsan Yüzü Hastalığı mağduru uyarıları
duymazdan gelmiş ve gizlice sıvışarak yaralarını ateşle yakmışlardı, bazıları
ise kesmek için bıçak kullanmıştı ve pek çokları, başarısız bir şekilde
yaptıkları için, çok fazla kan kaybetmiş ve kimseye söylemeye cesaret
edemedikleri için battaniyelerinin altında saklanırken sessizce ölmüşlerdi.
Xie Lian daha yeni savaş meydanından ayrılmıştı ve bu haberlerle
karşılanmıştı. Yüzlerce kişinin önünde duruyor ve kan revan içinde, ağlayan
hastaları izliyordu, en sonunda kendini kaybetti.

“NEDEN MANTIĞIN SESİNİ DİNLEMEZSİNİZ? BU YÖNTEMİN


ENFEKSİYONU KÖKTEN ÇÖZÜP

ÇÖZEMEYECEĞİNİ DOĞRULAYAMADIK DEMEDİM Mİ? NASIL


HEPİNİZ BU KADAR APTAL

OLABİLİRSİNİZ!”

İlk kez bu kadar çok kişinin önünde böylesine sinirleniyordu ve


kalabalıktakiler sessizce başlarını eğmişlerdi, konuşmaya korkuyorlardı.
Xie Lian çok sinirliydi ve biraz daha azarlamaktan kendini alamadı ve o
azarlarken, beklenmedik bir şekilde birisi konuştu. “Ekselansları yenilmez,
bu yüzden elbette bize aptal diyebilir, ama biz de durumumuz nedeniyle
fazlasıyla endişeliyiz, aptalca yöntemleri denemekten başka ne çaremiz
var!”

Her ne kadar bu kişi ona açık açık karşı çıkmamış olsa da, yine de sözleri
iğneleyiciydi. Onu duyunca kan Xie Lian’ın beynine hücum etti ve tersledi.
“Ne dedin sen?”

Adam hemen küçülerek kalabalığa karıştı ve kayboldu. Feng Xin uzaktaydı


ve duymamıştı, yoksa çoktan küfretmeye başlardı. Mu Qing kalabalığın
farklı bir yöne doğru çekildiğini fark etmişti ve ihtiyatla daha fazla insanı
kızdırmayı seçti. Xie Lian’ın tam bir cevap veremediğini görünce, bir diğeri
konuştu. “Ekselansları, eğer bizi kurtaramıyorsanız biz kendimizi
kurtarmak zorundayız.

Endişelenmeyin, kutsal şifalarınızı veya ruhani güçlerinizi harcamayız.”

Önce kaynar sular döküldüğünü hissetmişti, ama şimdi Xie Lian


düşünürken engin bir soğukluk hissediyordu, Bu da ne?! Ve ben ne zaman
kutsal şifalar ve ruhani güçler konusunda endişendim?
Açıkça uzvun kesilmesi işe yaramayabileceği için onları durdurdum, o
zaman neden sanki ben hepsine

tepeden bakıyormuşum ve sadece boş laflar söylüyormuşum gibi


konuşuyorlar? Acılarını hissedemiyorum ama eğer onlara yardım etme
tutkum içten olmasaydı, neden bir cennet mensubu olmaktan vazgeçip
burada kendi başıma bela açardım???

Hayatında hiçbir zaman başkasının sözleri tarafından bıçaklanmamıştı ve


hiçbir zaman bu kadar haksızlığa uğramamıştı. Aklı yüzlerce düşünceyle
doldu ama hiçbiri sözlere dökülmedi, çünkü bunların hepsinin İnsan Yüzü
Salgınına şifa bulamadığı için olduğunu biliyordu ve adanmış takipçileri en
sonunda sabırlarını kaybetmişlerdi. Bu insanların çektiği işkence, onun
çektiği güçlükleri yaşamaktan yüz kat daha zordu, bu yüzden sadece
yumruklarını sıkabildi, eklemleri çıtırdıyordu. Bir an sonra yanındaki bir
ağaca aniden bir yumruk indirdi.

Ağaç çatladı ve bölündü, insanların zıplamasına ve fısıltıların kesilmesine


neden olmuştu. Ancak o zaman uzakta olan Feng Xin kötü bir şeyler
olduğunu fark etmiş ve koşarak gelmişti. “Ekselansları!”

Yumruğu indirdikten sonra, Xie Lian öfkesini dindirebilmişti ve biraz


rahatlamıştı. Ancak ölüm sessizliğinde bir başkası konuştu. “Ekselansları,
bu kadar sinirlenmenize gerek yok. Buradaki herkes hasta ve hepimiz sizin
inanlarınızız. Kimsenin size bir borcu yok.”

Bu sözler söylenince, pek çokları gizlice onayladı. Her ne kadar sesleri


kısık olsa da, Xie Lian’ın duyuları keskindi ve her şeyi açık bir şekilde
duyabiliyordu; kalabalık vızıldıyordu: “En sonunda birisi gerçeği
söylemeye cesaret etti. Ne zamandır içimde tutuyordum, söylemeye
korktum…”

“Eskiden Ekselansları Veliaht Prens’in nazik bir ruh olduğunu söylemezler


miydi? …Demek gerçekte böyle birisiymiş…”

Bitmeyen konuşmalar akıntısında, Xie Lian bilinçsizce bir adım geriledi.


Bu yirmi sene boyunca, hiçbir düşmanın karşısında yılmamıştı, hiç
korkmamıştı. Ancak şu anda, dehşete benzer bir duygu kalbine
süzülüyordu. Bu sırada, bir başkasının fısıldadığını duydu. “Böylesine
etkileyici bir güçle, neden gidip düşman kamplarını yakmıyor, neden böyle
savaşlar vermek zorunda kalıyoruz!”

Bu sözleri duyduktan sonra daha fazla orada kalamazdı.

Elbette şu anda kendisinin sunaktaki kılıç ve çiçek tutan, gülümseyen ve


nazik savaş tanrısı olmadığını biliyordu!

Xie Lian döndü ve koştu, kaçarcasına Buyou Ormanından çıktı ve


arkasından Feng Xin ile Mu Qing bağırdı. “EKSELANSLARI! NEREYE
GİDİYORSUN!”

Aniden kalabalıkta bir çalkantı olmuştu; görünüşe göre hasta bakıcılardan


birisi bir anda bazı hastaları dövmeye başlamıştı, diğerleri de kavgaya
katılmışlardı. Ancak Feng Xin ve Mu Qing’in artık onlarla uğraşacak
vakitleri yoktu. Durumla ilgilenmeleri için birlikleri çağırdılar ve hemen
Xie Lian’ın peşinden gittiler.

Kaçtığı yer BeiZi Tepesiydi, onun tek adımı birkaç metreydi ve kısa bir süre
sonra sık ağaçlıklı dağın tepesine ulaşmıştı. Xie Lian’ın gözleri kızarıyordu
ve ormana doğru bağırdı. “DIŞARI ÇIK!!!”

Feng Xin arkasından haykırdı. “Ekselansları! Ne yapıyorsun buraya gel!”

Xie Lian gökyüzüne bağırdı. “BURADA OLDUĞUNU BİLİYORUM, ÇIK


DIŞARI!!!”

Mu Qin seslendi. “Eğer sadece çağırmanla gelecek olsaydı, o zaman…”

Sesi kısıldı ve kesildi. Üçünün arkasından çıtırtı sesleri yükseldi. Başlarını


çevirdiklerinde bir asmaya oturmuş onları izleyen kişi, yüzünün sol tarafı
gülen ve sağ tarafı ağlayan beyaz giysili varlıktan başkası değildi.

Sahiden çağrıya yanıt vermişti!

Xie Lian onu gördüğü anda kendini kaybetti, keskin bir şekilde haykırarak
üzerine atıldı. “SENİ
ÖLDÜRECEĞİM!!!”

Beyaz giysili varlık hafifçe ondan kaçındı, geniş beyaz kol yenleri dans
eden bir kelebek gibi görünüyordu, zarif ve güzeldi. Feng Xin ve Mu Qin
bir ‘ah?’ sesiyle ona yardıma gitmek üzereydiler ama aniden son derece
korkutucu bir şey fark ettiler ve hareket etmeyi kestiler, donakalmışlardı.

Diğer yandan Xie Lian ise öfkeyle doluydu ve hiçbir şey fark etmedi. Feng
Xin bağırırken kılıcını kınından çekti. “EKSELANSLARI! GÖRMÜYOR
MUSUN, O…” Xie Lian’ın eli çoktan beyaz giysili varlığın boğazına
yapışmıştı, diğer elindeki kılıcı kalbine uzanıyordu. Beyaz giysili varlık
açıkça sıkışmış bir haldeydi ama aniden kahkahalar attı.

Bir genç adama aitmiş gibi çınlayan, nazik bir kahkahası vardı ve Xie
Lian’a tanıdığı birisine aitmiş gibi geldi, ama öfkesiyle sesin kime ait
olduğunu düşünemeyecek bir haldeydi ve küçük şaşkınlığı çok uzun
sürmedi. Kısa bir süre sonra beyaz giysili varlık iç çekti. “Xie Lian, Xie
Lian. Ne kadar çabalasan da nafile. Kaybedeceksin. Xian Le Krallığı yok
olmaya mahkum!”

Xie Lian sinirden köpürüyordu ve duraksamadan bir tokat attı. “SEN KİM
OLDUĞUNU SANIYORSUN?

KİMSE SANA KONUŞMA HAKKI VERMEDİ KAPA ÇENENİ!”

Onun için bunlar inanılmaz kaba sözlerdi. Darbenin etkisiyle beyaz giysili
varlığın yüzü savrulmuştu ama tekrar düzeltti. “Sahiden susmamı mı
istiyorsun? Peki, peki. Ama, aslında, mağlubiyetini zafere çevirmenin bir
yolu var. Sadece yapmak isteyip istememene bağlı.”

Eğer son cümleyi söylememiş olsa Xie Lian onu duymazdan gelirdi. Ama o
son cümleyle, Xie Lian belki sözlerinin gerçek olabileceğini düşündü. Bir
yolu vardı, ama ödemesi gereken bedel çok ağırdı. Bir nefes verdi ve
ciddiyetle sordu. “Hangi yol? Eğer bir şey yapmamı istiyorsan o zaman
söyle ve vaktimi boşa harcama!”

Beyaz giysili varlık işaret etti. “Yaklaş, söyleyeceğim.”


“İyi.” Xie Lian razı oldu.

Feng Xin paniklemişti. “Ekselansları! Sahiden yaklaşmaya…” ama bu


sırada Xie ‘ın kılıcıyla beyaz giysili varlığın kalbini deldiğini ve
yaklaştığını gördü. “Konuş.”

Son derece kısık bir sesle beyaz giysili varlık kulağına fısıldadı ve ondan
başka hiç kimse duyamadı.

Ancak Xie Lian dinledikçe, gözleri daha da irileşiyordu. Bir süre sonra
yaratığa tekrar vurdu, kendini tutamamıştı. Bağırdı. “BANA BUNU
SÖYLE DEMEDİM! İSTEDİĞİM BİR ÇÖZÜM! BİR ŞİFA!”

“Sana söyledim: tek yolu bu.” Beyaz giysili varlık devam etti. “Sadece
yapmak isteyip istememene bağlı.”

Xie Lian’ın yüzü buruştu. “…sen ne istiyorsun? Kimsin?”

Beyaz giysili varlık kıkırdadı. “Kim miyim? Maskemi çıkartıp kendin


bakamaz mısın?”

Xie Lian zaten bunu planlıyordu ve düşünmeden yarı ağlayan yarı gülen
maskeyi çıkarttı. Bir an sonra tüm bedeni donmuştu.

Maskenin arkasında, ona gülümseyen, solgun ve yakışıklı bir yüzü olan


genç bir adamdı, gözleri hayatla ışıldıyor, dudakları bir gülümsemeyle
kıvrılmış, ifadesi son derece nazik ve mütevazıydı.

Bu onun kendi yüzüydü.

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 87: Görkemli Figür, Kutsal Harabeyi Durdurma Gayreti Xie


Lian inanılmaz öfkeliydi. Kalbine sapladığı kılıcı çekti ve tam tekrar
saplamak üzereydi ki kılıçta hiç kan olmadığını fark etti. Hemen anladı ve
kılıcının yönünü değiştirerek beyaz giysili gencin kafasını kesti. Hareketleri
çok hızlı olmuştu ve baş ile beden ayrıldığında her ikisi de buruşarak deri
yığınlarına dönüşmüştü.

Bu beden boş bir kabuktu!

Sahte beden kullanan bu yaratıkla iki kez karşılaşmıştı ve bir kez bile
gerçek halini görememişti. Her ne kadar şaşırmamış olsa da, Xie Lian yine
de kızgın bir içerlemeyle doluydu, kılıcı öfkesini yumuşak ve gevşek
bedenden çıkarttı, kılıcın keskin halesi deri yığınlarını parçaladı ama yine
de rahatlayamamıştı.

Feng Xin daha fazla izleyemeyecekti, onu durdurmaya çalıştı.


“Ekselansları! Sadece bir kabuk.”

Yine de, o kabuk tamamen Xie Lian’ın genç hali gibi görünüyordu, bu
nedenle Xie Lian acımasız bir şekilde kendisini kesiyormuş gibiydi, acı
verici bir görüntüydü. Xie Lian birkaç uzun nefes aldı, kılıcı bir kenara
fırlattı ve yere oturdu. “BİLİYORUM! AMA BENİM YÜZÜMÜ
KULLANMAYA CÜRET ETTİĞİNE

İNANAMIYORUM!”

İliklerine dek öfkeyle dolmuştu ve diğer ikisi de yanına oturdular,


sessizlerdi. Bir an sonra Feng Xin konuştu. “Ekselansları, daha iyi misin?
Bu saçmalık yüzünden kendini üzme, seninle sadece oynuyor.”

Ancak Xie Lian. “Hayır, şaka olamayacak şeyler söyledi, sadece…”

Feng Xin şok olmuştu. “Sana sahiden laneti kaldırmanın yolunu mu


söyledi?”

Xie Lian’ın sağ eli kendi saçına gitti. “Bana İnsan Yüzü Hastalığını nasıl
iyileştireceğimi söylemedi, bana söylediği şey… İnsan Yüzü Hastalığı
lanetini nasıl yapabileceğimdi!”
Diğer ikisi donakalmıştı. “Ne?”

Xie Lian başını salladı, etrafına baktı ve yine de BeiZi Tepesinde kalmanın
iyi olmayacağını hissetti, önce oradan gitmeliydiler. Ne bakışlarını kaçıran
askerleri ne de hastaların ağlamalarını ve inlemelerini duymak istiyordu, bu
yüzden saraydaki yıllardır boş olan veliaht prens yatak odalarına geri
döndü.

Kapıyı kapattıktan sonra Xie Lian biraz rahatlamıştı ve oturdu, ciddi bir
sesle konuşmaya başladı.

“İnsanların üzerinde büyüyen o ‘yüzler’in hepsi Yong An’ın ölü ruhları. Bir
kısmı savaşta ölenler, ama büyük kısmı kuraklıkta yitenler.”

Mu Qing şaşırmamıştı. “Yong An’dan hiç kimsenin İnsan Yüzü


Hastalığından etkilenmemesine şaşmamalı; elbette kendi insanlarına
saldırmazlar.”

Feng Xin kaşlarını çattı. “Kuraklıkta yitenleri kraliyet kentindekiler


öldürmedi, arada kin bile olsa, yine de saldırmak için ne sebepleri var?”

Xie Lian iç geçirdi. “Öyle olsa bile, bir insan öldükten sonra bir sersemlik
dönemi olduğunu biliyoruz.”

Bir insan öldüğünde, ruhlarının sanki yeni doğmuş gibi çok az bilinçli, yarı
yarıya idrak edebilen, kim olduğunu, nerede olduğunu, ne yaptığını
bilmediği bir dönem olurdu ve bu dönem kişiye bağlı olarak uzun veya kısa
sürebilirdi. Bu döneme ‘Sersemlik Dönemi’ denirdi.

Bu şartlar altında, ailesi veya sevdikleri ruha yol gösterebilir veya etki
altına alabilirdi. Bilinen ‘Ruhu Yedinci Günde Çağırma’ geleneği de bu
temele dayanıyordu.

*ÇN: Ölülerin ruhlarının altıncı geceden yedinci sabaha dek evlerine geri
döneceklerine dair yaygın bir inanış.

Xie Lian devam etti. “Bana… Yong An askerlerinin kraliyet kentine karşı
yoğun bir nefret ve düşmanlık beslediğini söyledi ve aileleri, eşleri,
çocukları, yakınlarının çoğunun kuraklıkta öldüğünü.

“Ölülerin ruhları farkında olmadan ailelerinin duygularından etkilenir ve bu


yüzden bu askerlerin güçlü iradelerini kullanarak ruhlara nefret işlemiş ve
yaşayanların etinde barınmaları, barındıkları bedende besinler için
savaşmaları için baskı yapmış.

“Ve işe yaramış, çünkü sersemlik dönemindeki ruhlar sürekli tek bir
düşünceyle telkin edilmiş: eğer onlar olmasaydı, yaşayabilirdiniz.”

Feng Xin. “Bu ne boktan bir inanış, kim yaşamayı hak eder ve kim ölmeyi
hak eder??”

Xie Lian yüzünü örttü. “Lang Ying kazara oğlunun bedenini kraliyet
kentine gömdü ve onun laneti için bir fitil oldu. Bana deva vermesini
istedim, ama onca konuşmadan sonra, bana tek söylediği lanetin nasıl
yapıldığının detaylı bir açıklamasıydı. Kahretsin!”

Bir lanet nasıl yapıldığı bilinerek kaldırılamazdı. Feng Xin küfretti.


“Seninle oynuyor. Kahretsin.

Sikeyim!”

Mu Qing ise başka görüşteydi. “Seninle oynamıyordu. Sana söyledi.”

Xie Lian ve Feng Xin’den birisi yukarı baktı ve diğeri başını çevirdi.
“Neyi?”

Mu Qing cevapladı. “Laneti kaldırmanın yolunu!”

Sanki bir sır keşfetmiş gibi gözleri parlamıştı. “Yong An’ın laneti Xian
Le’ye karşı nefret besledikleri için işe yarıyor. Xian Le de onlardan daha az
nefret etmiyor!”

Xie Lian’ın gözleri irileşti, nefesleri tekledi. Mu Qing ekledi. “Sana laneti
nasıl yapabileceğini anlattığı için, o zaman göze göz, sen de aynı laneti
yapabilir ve Yong An’lıları İnsan Yüzü Hastalığıyla lanetleyebilirsin!
Düşün, lanet sadece yaşayan insanlar varsa işliyor. Bir kez hastalığa
yakalandıklarında, onunla uğraşmak tüm vakitlerini alacak ve belki uzun
vadede onlardan kimse kalmayacak, böylece lanet kendi kendine
çözülecek!”

Xie Lian hiç böyle düşünmemişti. Açıklamasını dinledikten sonra Xie Lian
bir süreliğine sersemlemişti.

Bir an sonra ise doğrudan konuştu. “Asla olmaz!”

“Neden?” Mu Qing ısrar etti. “Unutma, ilk lanetleyen onlardı.”

Xie Lian anında ayaklandı. “Hayır demek hayır demektir. Ayrıca


yanılıyorsun. Ve Yong An askerlerinin de Xian Le askerleri gibi lanetten
etkilenmesi zor olacaktır. Neden diye sorma, ben–”

Mu Qing lafını kesti. “Sadece sivilleri bile etkilese yeter! Kraliyet kenti gibi
tam bir ilk yardım kaynakları veya insanları yok, insan yüzü hastalığı patlak
verdiği anda çok daha hızlı yayılır ve karşılık vermelerine imkan olmaz!
Lanetlerinin durması için, sivillerinin güvenliğini arkalarından tehdit etmek
ve onları teslim olmaya zorlamak aynı şey, tükenmiş kaynaklarla kraliyet
kentine rakip olamazlar!”

Xie Lian fikri hemen reddetti. “Kesinlikle olmaz! Kraliyet kentindeki


masum sivillere saldırdıklarında onlara ne demiştik unutma: Alçak. Eğer
biz de aynı şeyi yaparsak alçak insanlar olmaz mıyız? Onlardan ne farkımız
kalır?”

Mu Qing heyecanını dindirdi. “Ekselansları, seni nasıl insanların ölmen için


Şefkat Diyarına çektiğini unutma. Onlar ‘masum’ siviller dedikleriniz.”

Sözleri bittiği anda Xie Lian tereddüde düşmüştü.

Doğrusu, bu konuyu önemsememesi imkansızdı. Ancak yine de cevapladı.


“Haklısın, kesinlikle onlardı.

Ama öne çıkanlar en tutkulu olanlardır, bu yüzden gözler sadece o insanları


görür. Ama gerçekte, sivillerin çok büyük bir kısmı hiçbir şey bilmiyor.
BeiZi Tepesine git, o zaman anlarsın. Çoğu neden savaştıklarını bile
bilmiyor. Yemek neredeyse oraya gidiyorlar; sadece hayatta kalmak
istiyorlar. Mu Qing, bana şu anda önerdiğin şey masum insanları kurtarmak
için başka masum insanları öldürmek.

Ben…”

İç çekti. “Başka bir yol düşünmeme izin ver.”

Mu Qing’in ses tonu daha küstah bir hal alıyor ve hatta biraz dalga
geçiyordu. “Düşman sivillerinin ne durumda olduğunu görmek için neden
BeiZi Tepesine gideyim? Lütfen. Ekselansları, başkalarını önemsiyorsun,
ama hiç kendini düşünmüyorsun, çok kötü değil mi?”

Xie Lian umutsuzdu ve başını eğdi, ama zihnine bacak kesildiği halde hala
kıvranmaya devam eden yüzlerin görüntüsü doldu. Uzunca bir süre
tereddüdün ardından, en sonunda yine de başını iki yana salladı. “Her şeyi
göz önünde bulundurunca, bu başkalarını önemsemek olmuyor. Kendimizi
düşünsek bile, lanet çift ucu keskin bir bıçak; hem başkalarına hem bize
zarar verir. Başkalarını lanetlemek için, lanetleyen kişinin kalbinin zehirle
dolu olması gerek ve ölenler de huzura kavuşamazlar. Zaten yaşarken
yeterince acı çektiler ve ölümde bile canavara dönüşerek başka insanların
etinden beslenmeleri gerek. Bugün o adamın bacağındaki şeyleri gördün.
Yaşamak için çaresizce çırpınan o

‘yüzler’in, hastalıktan etkilenenlerden ne farkı vardı? Bir lanet elbet günün


birinde geri teper ve sonu kimse için hayırlı bitmez.”

Sürekli reddedilen Mu Qing sabrını kaybediyordu. “ONLAR KÖTÜ


SONLARINA ULAŞAMADAN, BİZ

ÇOKTAN YOK OLACAĞIZ! ÜÇÜNCÜ BİR YOL BULAMADIN VE


İKİNCİ BİR KAP SU YOK. UYAN, EKSELANSLARI! ZAMAN
TÜKENİYOR.”

Xie Lian başının yandığını hissedebiliyordu ve gözlerini kapattı. “…artık


konuşma. Biraz daha düşünmeme izin ver.”

“…”
En sonunda Mu Qing daha fazla dayanamadı ve alçak sesle lanet etti. “Sen
sahiden… tereddüt eden sensin, şimdi çözüm senin ellerinde, reddeden yine
sensin. Sen sahiden… sinir bozucusun. Şu haline bak, sana bakmak bile bir
çile. Tapınanların kesin sekiz hayata yetecek kadar kahrolası talihsizlik
toplamışlardır!”

İlk başta Feng Xin somurtarak tartışmalarını dinliyordu, ama daha iyi
fikirler sunamadığı için dahil olmamıştı. Ama bunları duyunca aniden elini
kaldırdı ve ittirdi, bağırıyordu. “BİTTİ Mİ!”

Mu Qing birkaç adım geriledi ve Xie Lian başını kaldırdı. “Feng Xin?”

“EKSELANSLARI, BANA ALDIRMA!” Feng Xin bağırdı, ardından Mu


Qing’e döndü. “NEDEN BU KADAR

ÖFKELİSİN? SÖYLE BİZE, SENİ KIZDIRAN TAM OLARAK NE?


UZUN ZAMANDIR SANA TAHAMMÜL

EDİYORUM, AMA BUGÜN ARTIK DAYANAMAYACAĞIM. SANA


ARTIK KATLANAMIYORUM. VEKİL

GENERALDEN BAŞKA BİR BOK DEĞİLSİN; EKSELANSLARI SANA


GÖREV VERMESE KİM BİLİR NEREDE

OLURDUN, NEDEN HEP ONDAN DAHA AKILLI, ZEKİ VE


GÜÇLÜYMÜŞSÜN GİBİ DAVRANIYORSUN?

MADEM O KADAR HARİKASIN NEDEN EKSELANSLARI YERİNE


SEN YÜKSELMEDİN?”

“BEN –!” Mu Qing haykırdı.

Xie Lian onu çekti. “Boş ver Feng Xin, Mu Qing sadece şu anki durum
nedeniyle huzursuzlanıyor–”

Feng Xin araya girdi. “HUZURSUZMUŞ! EKSELANSLARI, SANA


SÖYLÜYORUM, O SADECE SANA DERS
VERMEK İÇİN FIRSAT KOLLUYIR; NE KADAR İYİ OLACAĞINI
GÖSTERMEK İÇİN HİÇBİR FIRSATI KAÇIRMAZ, ÇÜNKÜ SENDEN
DAHA İYİ OLDUĞUNU DÜŞÜNÜYOR! ONUN GİBİ SOĞUK
BİRİSİNİN

NORMALDE XIAN LE KRALLIĞINI SAHİDEN ÖNEMSEDİĞİNİ


GÖRMEZSİN, O ZAMAN NEDEN ŞİMDİ

HUZURSUZMUŞ?”

Tekrar Mu Qing’e döndü. “EKSELANSLARINI BİR APTAL OLARAK


GÖRDÜĞÜNÜ ANLAMIYORUM

SANMA. İĞNELEYİCİ SÖZLERİNE VE GÖZLERİNİ DEVİRMENE


TAHAMMÜL EDEBİLİRİM, OLMAMAN

GEREKEN BİR YERDE OLMANA DA. GÖSTERİŞ YAPMAK


İSTİYORSUN, BU İLK DEFA OLMUYOR, O

YÜZDEN TAMAM, GİT VE ŞOVUNU YAP, CENNETİ ŞAŞKINA


ÇEVİRECEK KADAR İYİ DEĞİLSİN ZATEN.

EKSELANSLARI UMURSAMIYOR BU YÜZDEN BENİM DE


SİKİMDE DEĞİL. AMA ARTIK ÇİZGİYİ GEÇTİĞİN

İÇİN, BEN DE GERİDE DURMAYACAĞIM. DİNLE: AŞAĞILIK


NUMARALAR KULLANMAK İSTEMENE

ŞAŞIRMADIM, AMA EKSELANSLARI EKSELANSLARIDIR, NEYE


KARAR VERİRSE VERSİN, SAYGI GÖSTERSEN İYİ EDERSİN.
ŞUÇLAMAYA ÇALIŞMA VE BİR BOK OLMADIĞINI DA UNUTMA!”

Feng Xin bağırırken Xie Lian onu pek çok kez durdurmaya çalıştı, ama
belki çok uzun zamandır kendini tuttuğundan dolayı durdurulamıyordu, her
şeyi tek nefeste dökmüştü. Her sözüyle, Mu Qing’in yüzü biraz daha
soluyordu. İlk başta sanki karşılık verecekmiş gibi irkilmişti, ama en
sonunda durmuştu, konuşmuyordu ve Feng Xin’e ciddi bir şekilde ters ters
bakıyordu. Xie Lian öfkelenmişti. “BİTİRDİN
Mİ? İKİNİZİ DE KOVMAMI İSTER MİSİNİZ?!”

Feng Xin’in yüzü kıpkırmızıydı, kan açıkça beynine hücum etmişti ve karşı
çıkarken boynunu dikleştirdi. “Seni önemsediğim için beni kov. Bir cennet
mensubu olmak umurumda değil! Eğer Ekselansları beni atamasa sahiden
umurumda olmazdı. Ama eğer beni ölümlü diyara geri tekmelesen ve tekrar
insan olsam bile, yine de sana sağdık olacağım Ekselansları. Senin emrinle,
ilk öne atılan olurum, ama bir haini sineye çekmeyeceğim! Bu herif, eğer
seni bir cennet mensubu olmak için kullanamıyor olsaydı, peşinden bile
gelmeyebilirdi. Eminim senin hakkında iyi tek bir şey bile düşünmüyordur.
OLDU İŞTE! Bitirdim!”

İlk başta Mu Qing sessizdi, elleriyle ağzını kapatmıştı, ama bunca zaman
kendini tuttuktan sonra, artık en sonunda dayanamıyordu ve karşılık verdi.
“ONU KULLANIYORUM HA? NE KADAR GÜZEL BİR

KONUŞMA, SEN NE BİLİRSİN Kİ!”

Xie Lian delirmek üzereydi. “İKİNİZDE SUSUN!!! ÇENENİZİ


KAPATIN!!!”

İkisi de müthiş bir zorlukla sert cevaplarını kendilerine sakladılar. Bu


seferki tartışma çok büyüktü ve deyim çalışmak fayda etmezdi. Xie Lian
öfkesini geri itti ve kaşlarını çattı. “…ne olursa olsun lanetlemek söz
konusu değil.”

Mu Qing dudak büktü ama yine de kabullendi. “Hım. Patron sensin.”

Feng Xin daha kısa konuşmuştu. “Başüstüne.”

Mu Qing yüz ifadesini sildi. “Eğer bir şey olursa Ekselansları tüm
sorumlulukları tek başına üstlenecek zaten.”

Feng Xin cıkladı ama hiçbir şey söylemedi. Xie Lian hemen kabullendi.
“Elbette. Çoktan kararımı verdim–”

Tam bu sırada, üçü vahşi bir titreme hissetti, bedenleri sallandı ve Xie Lian
afallamıştı. “Neler oluyor?”
Feng Xin ilk tepki verendi. “Deprem!”

Deprem zayiat getirirdi. Xie Lian bağırdı. “İNSANLARI KURTARIN!”

Tam onlar dışarıya fırlamak üzereyken, birisi yatağın altından yuvarlandı ve


kolunu uzattı. “Kuzen!

Kuzen, beni unutma!!! Beni de götür!!”

Onu görünce Xie Lian daha da şaşırmıştı. “Qi Rong, benim odamda ne işin
var?!”

Bütün gün Xie Lian’a ait şeyleri aramak ve toplamak dışında yapacak daha
iyi bir işi olmayan Qi Rong’un absürt yaşantısını idrak etmesine imkan
yoktu. Ayrıca Qi Rong’un ne zamandır onları gizlice dinlediğini de
bilmiyordu, ama eldeki acil durum nedeniyle onu sorgulayacak vakti yoktu.
Qi Rong’un kolunu tuttu ve koştu, onu boş bir alana gelince bıraktı.
Sarayda kaos vardı ve sayısız görevli görkemli binadan koşup kaçarken
çığlıklar atılıyordu. Yüksek sesle bağırdı. “YARALANAN VAR MI?
SIKIŞAN VAR

MI?”

Şanslarına deprem uzun sürmemişti ve sorguladıktan sonra, yaralanan veya


ölen olmadığını gördüler.

Yine de kalbi sıkışmıştı. Aniden bir başkası çığlık attı ve pek çokları
arkasından gökyüzünü işaret ediyorlardı. Xie Lian döndü ve gözbebekleri
kasıldı. Sarayın ortasında devasa, görkemli bir pagoda vardı ve yavaşça
iniyordu.

Kutsal Pagoda devrilecekti!

Kutsal Pagoda’nın tam adı ‘Kutsal Varlığın Pagoda’sıydı, yüzlerce yıllık bir
tarihi vardı ve Xian Le Sarayının simgesiydi. Aynı zamanda kraliyet
kentindeki en yüksek binaydı, saray ve kalenin arasında, şehrin tam
kalbinde duruyordu. Ünlü bir yer işaretiydi. Eğer bu pagoda düşerse, sayısız
kayıplar verilirdi; saray görevlileri ve sarayın dışarısındaki sokaklardan
geçmekte olanlar bile daha da delirmiş

bir halde kaçmaya başladılar. Bunu görünce Xie Lian’ın sağ eli hemen büyü
yapmak için hareketlendi ve TaiCang Dağına doğru bağırdı. “GEL!”

Pagoda yavaşça eğilmeye devam etti ve tam yolun üçte birini geçmişken,
herkes bir diğer sarsıntı dalgası hissetti.

Bu titreme de yerden geliyordu ama depremden farklıydı. Titremeler birer


birer geliyordu, kendilerine ait bir ritimleri vardı ve gittikçe hızlanıyor,
yaklaşıyorlardı. Pagoda biraz daha eğilmiş gibi göründü, insanlar en
sonunda titreşimlerin bir şeyin adımları olduğunu fark ettiler.

Bir elinde kılıç, diğerinde çiçek olan, bedeni ışıldayan beş metrelik devasa
bir altın heykeldi ve uzun adımlarla sokaktan geçiyordu!

Birisi hemen hayretle bağırdı. “BU KUTSAL KRALİYET KÖŞKÜNÜN


XIAN LE TEPESİNDEKİ VELİAHT

PRENS HEYKELİ DEĞİL Mİ?”

Kısa süre içerisinde daha fazla insan fark etti. “DOĞRU! ALTIN HEYKEL
BU! BAKIN, TAICANG

DAĞINDAN GELİYOR!”

Altın heykelin her bir adımı kilometrelerce yol kat ediyordu ama hiç
kimseye basmıyordu. Pat-pat, pat-pat, uçarmışçasına saraya adım attı ve
düşmekte olan Kutsal Pagoda’yı yakalayarak tahrip edici duruma engel
oldu.

Batan güneşin altında, altın ışık parladı, ışıldayan altından şekil her iki elini
de kaldırdı ve kudretiyle, neredeyse yığılmak üzere olan devasa pagodayı
tüm gücüyle durdurmak için gayret etti. Bir mucizenin resmiydi, şok olmuş
sayısız izleyicinin etkilenmiş bir şekilde susmasına neden oldu. Xie Lian
yavaşça ellerini indirdi ve ilahi heykele baktı. Yakışıklı, sakin yaldızlı
ifadeyi görünce, zihni şaşkın bir kıvılcımla doldu.
Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 88: Asla Unutmama Yemini, Asla!

Bu insanların onun için inşa ettiği ilk ilahi heykeldi ve aynı zamanda en
görkemli ve gösterişli olanıydı.

Geçmişte, ‘kendi’ örneğini gördüğünde, Xie Lian hep kolayca, hiç


düşünmeden ve sorunsuz bir şekilde kabul ederdi. Ancak şu anda, o altın,
göz kamaştırıcı devasa figürün tamamen yabancı olduğunu hissediyordu ve
düşünmeden edemedi: Bu sahiden ben miyim?

Diğer yandan, Feng Xin ve Mu Qing ayrı kollardan henüz bulamadıkları


sıkışmış felaketzedeler var mı diye bakmaya gittiler. O şaşkınlık kıvılcımı
hızla geçmişti ve kalabalığın yerleştiğini görünce Xie Lian rahat bir nefes
aldı.

Ama daha nefesi veremeden, aniden vücudunda ağır bir yük hissetti kalbi
sıkıştı.

Kutsal Pagoda çok uzun ve ağırdı sonuçta.

İlahi heykel de yükünün ağır olduğunu düşünüyormuş gibi görünüyordu,


elleri belli belirsiz titriyor, ayakları yere gömülüyordu ve aynı zamanda
devasa altın beden baskı nedeniyle hafifçe bükülmüştü; değişmeden kalan
tek şey gülümsemesiydi. Bunu görünce Xie Lian anında başka bir büyü
yaptı.

Ancak, büyü yapıldığı anda morali bozuldu. Altın heykel doğrulmadığı


gibi, daha da itilmişti, daha fazla tutamayacakmış gibi görünüyordu.

Xie Lian’ın elleri de titremeye başladı. Daha önce hiç böyle hissetmemişti.
Bildiği kadarıyla hangi daha yumruk atarsa, o dağ yıkılırdı; bastığı yer
inlerdi. Daha önce hiç 'gücün isteğe yetmemesi' durumuyla karşı karşıya
kalmamıştı.
Başka seçeneği olmadığı için, Xie Lian dişlerini sıktı ve havaya zıpladı,
devasa altın heykelin ayağına inmiş ve yerleşmişti, ardından daha güçlü bir
şekilde büyü yapmak için ellerini kaldırdı. Bu kez bizzat ön cepheye
gelmişti ve sahiden de altın heykel bir kez daha doğruldu, eğilen Kutsal
Pagoda bir kez daha yükselmişti.

Her ne kadar ağırlığı taşıyabilmiş olsa da, Xie Lian'ın hem sırtından hem
aklından soğuk terler boşalıyordu. Ancak saraydaki sayısız insan bu tarifsiz
güçlüğün farkında değildi ve çoktan dalga dalga mucizevi altın heykelin
önünde secde etmek için yaklaşmışlardı, bağırıyorlardı. "Ekselansları
Veliaht Prens krallığın ihtiyaç duyduğu anda kutsal ruhunu bize gösterdi!"

"EKSELANSLARI BİZİ KURTARMALI!"

"İNSANLARI KURTAR! DÜNYAYI KURTAR!"

Xie Lian dişlerini sıkıyordu ve güçlükle konuşmaya başlamadan önce


zaman geçmesi gerekmişti.

“Lütfen herkes ayağa kalksın ve gerilesin. Uzaklaşın, burada durmayın


ben…” Tıkandı, aniden nefes nefese kaldığını fark etmişti. Sözleri akıntı
misali kutlamalarda boğulmuş ve ne kadar yükseltmek istese, kendisini o
kadar kısık sesle konuşurken buluyordu. Xie Lian derin bir nefes aldı ve
tam bağırmak üzereydi ki bir el aniden bileğini tuttu. Aşağıya baktığında Qi
Rong olduğunu gördü. Anında konuştu. “Qi Rong, çabuk insanlara burada
durmamalarını söyle, pagoda devrilebilir!”

Sözler bilinçsiz bir şekilde ağzından çıkmıştı ve Xie Lian ne söylediğini


fark ettiği anda kanı dondu.

Geçmişte böyle sözler söylemesi bir yana, böyle düşünceler zihnine bile
giremezdi. Eğer gökler düşecek olsa, tutabileceğine inanırdı. Ama şu anda
dehşet verici bir şey fark etmişti: Artık ona inanılmıyordu.

Sadece insanlar inanmayı bırakmamış, kendisi bile kendisine inanmıyordu.

Qi Rong hemen cevapladı. “Nasıl düşer? Sen tutmuyor musun?!”


Onu duyunca Xie Lian kalbinin tekrar gömüldüğünü hissetti. Qi Rong ne
onun kararan ifadesini ne de gözlerindeki ıssızlığı fark etmişti. “Kuzen,
sana yardım edeyim.”

Xie Lian şaşırdı. “Yardım mı? Nasıl?”

Qi Rong düşünmeden anında cevap verdi. “İnsan Yüzü Hastalığını nasıl


yayacağımı biliyorum dememiş

miydin? Bana nasıl yapıldığını anlat, Yong An’ı ben lanetlerim. Onları
öldürmene yardım edeceğim!”

...Demek yatağın altında saklanırken tartıştıkları her şeyi duymuştu!

Xie Lian öfkeden zayıflıyordu. “Seni – seni salak! Lanet nedir biliyor
musun sen?”

Qi Rong umursamaz bir halde cevapladı. “Biliyorum. Sadece lanetlemek


değil mi? Kuzen sana söylemem gerek, bu alanda oldukça yetenekliyim.
Sık sık babama lanet ederim, belki de benim lanetlerim sayesinde ölmüştür,
sen…”

“...” Xie Lian daha fazla dinleyemeyecekti. “Git.”

“Hayır! HAYIR!” Qi Rong haykırdı. “Tamam, bana lanetin nasıl yapıldığını


söyleme. O zaman bana İnsan Yüzü Salgınından nasıl korunabileceğimi
söyle?”

Xie Lian’ın kalbi gömülmeye devam ediyordu, ve Qi Rong ekledi.


“Biliyorsun değil mi? Askerlerin neden etkilenmediklerini biliyorsun, ha?
Kuzen, bana söyle. Lütfen?”

Hala yanlarında toplanmış pek çok saray görevlisi vardı ve kaç gözün
üzerlerinde olduğunu kimse bilemezdi. Xie Lian sızan bilginin bir şeyler
başlatmasından çekiniyordu bu yüzden sessiz kaldı. Ancak insanlar daha
fazla dayanamadılar ve sormak için başlarını kaldırdılar. “Ekselansları! Bu
doğru mu?”

“İnsan Yüzü Hastalığını nasıl iyileştireceğinizi biliyor musunuz?!”


“Neden hiçbir şey söylemediniz?”

Qi Rong da dahil herkesin gözü dönmüştü ve Xie Lian ağzını sıkıca


kapatmıştı, sadece birkaç kelime söyledi. “HAYIR! BEN HİÇBİR ŞEY
BİLMİYORUM!”

Kalabalıkta küçük bir rahatsızlık oluşmuştu ama kavga çıkmadı. Tam bu


sırada Feng Xin döndü.

Uzaklardan Qi Rong’un Xie Lian’a doğru eğildiğini görünce bağırdı. “SEN


NE BOK YİYORSUN!”

Xie Lian anında emir verdi. “Feng Xin, gelip onu götür!”

Feng Xin ikrar etti ve öne çıktı, ama Qi Rong Xie Lian’a yapışmış ve
coşkulu bir şekilde ağlıyordu.

“Kuzen, Yong An’ı yenip onları kovalayacaksın değil mi! BİZİ


KESİNLİKLE KORUYACAKSIN DİMİ!

DİMİ?!!”

Eğer birkaç ay önce olsa Xie Lian hala empati kurarak coşkulu bir sesle.
“Hepinizi koruyacağım!” diye cevaplayabilirdi, ama şu anda cesaret
edemiyordu. Qi Rong’un ifadesi son derece tedirgindi ve Xie Lian onu
izlerken biraz sersemlemişti, çünkü Qi Rong’un ne krallığı ne de insanlarını
umursayacak karakterde birisi olmadığını biliyordu. Eğer krallık yok
olmaya mahkum olsa bile, her şeyden çok korkmalıydı, neden bu kadar
tedirgindi? Bir an sonra aniden hatırladı. Qi Rong’un babası da Yong
An’lıydı.

Ondan cevap alamayınca Qi Rong’un sesi aniden soğudu. “KUZEN!


SAHİDEN BÖYLECE

BIRAKMAYACAKSIN DEĞİL Mİ? BİZİM BAŞKALARININ


AYAKLARI ALTINDA EZİLMEMİZE VE

AŞAĞILANMAMIZA GÖZ YUMMAYACAKSIN DEĞİL Mİ?


SAHİDEN BAŞKA BİR YOL YOK MU?!”
Onun sözleriyle, Xie Lian kalbinin kırıldığını hissedebiliyordu. Çünkü fark
etmişti, Qi Rong haksız sayılmazdı. Her şeye karşın, o sahiden… sahiden
ne yapacağını bilmiyordu!

Feng Xin. “Kraldan tekrar onu bir yere kapatmasını isteyeyim.”

Götürülürken bile Qi Rong hala mücadele ediyordu ve kükredi.


“DAYANMAK ZORUNDASIN!

DÜŞMEMELİ!”

Düşemezdi!

Xie Lian’ın kendisi de düşmemesi gerektiğinin farkındaydı. Yakındaki


siviller kaçmış olsa bile, Kutsal Pagoda düşmemeliydi. Eğer düşerse sadece
yüzlerce yıllık bir kraliyet anıtı yok olmakla kalmaz, İlahi Savaş Caddesinin
ana kısmı, pek çok evle birlikte yıkılırdı. Dahası, pagodanın içinde sayısız
nadir hazine vardı, yüzlerce yıllık yazıtlar sayısız atadan nesilden nesle
aktarılmıştı. Onları almak için vakitleri yoktu bu yüzden eğer pagoda
düşerse hepsi yok olurdu. Eğer düşerse yanında Xian Le kraliyet ailesinin
şöhretini de yanında çekerdi.

Ancak ruhani güçleri, Yong An’ın su kaynakları gibi, gün be gün


kuruyormuş gibiydi. Devasa altın heykele destek olabilmek için bir an bile
ayrılamıyordu, bu yüzden tek yapabileceği şehri koruma görevini Feng Xin
ve Mu Qing’e vermekti, kendisi ise hiç hareket etmeden olduğu yerde
duruyor ve güç bir sükûnetle meditasyon yapıyordu. Beş metrelik altın
heykel TaiCang Dağındaki Kutsal Kraliyet Köşkünde tapınılan ilahi heykel
olduğu için, tapınanların artık bir putu kalmamıştı ve pek çokları dua etmek
için açık alana gelmeyi tercih ediyordu. Her ne kadar burası saray, dışarıdan
gelenlerin girmesi yasak bir yer olsa da, ilk olarak deprem saray
duvarlarının bir kısmını yıkmıştı; ikincisi kraliyet kentine kaos hakimdi ve
yeterince güçlü bir otorite sağlanamıyordu; üçüncüsü eğer otorite biraz
sıkılaşırsa bir başka bir isyan çıkabilirdi, böylece insanların içeriye
girmesine izin veriliyordu.

Xie Lian olduğu yerde kalmayı seçmişti ve kral ile kraliçe onu her gün
ziyarete geliyorlardı. Bir taraftan Kutsal Pagoda’yı tutmak için tüm gücünü
harcarken ve bir yandan da enerji toplamaya çalışırken, günler akıp
geçiyordu, serbest bırakılacağı günü bekliyordu. Kralın işi de ondan kolay
değildi; şimdi saçlarında siyahtan çok beyaz vardı ve her ne kadar hayatının
baharında olsa da, yaşı elliden fazla görünüyordu. Baba ve oğul birbirlerini
gördüklerinde, her ne kadar konuşmasalar da, araları hiç olmadığı kadar
huzurluydu.

Kraliçe Xie Lian’ın büyümesini izlemişti ve biricik oğlunun sadece zarif ve


kutsal halini görmüştü, ancak şimdi, onun sefil bir halde orayı korumasını
izliyordu, güneşe maruz kalıyor ve kimsenin üzerini örtmek için yardım eli
uzatmasına izin vermiyordu. Kraliçe keder ve üzüntüyle doluydu, onu
güneşten korumak için kendisi elinde bir şemsiyeyle yakıcı güneşin altında
duruyordu. Bir süre sonra Xie Lian onun yorulacağından korktu ve konuştu.
“Anne, geri dön, buna ihtiyacım yok. Buraya yaklaşma ve kimsenin de
yaklaşmasına izin verme, korkarım…”

Ama korktuğu şey hiç dudaklarından dökülmedi. Kraliçenin sırtı etrafta


toplanmış tapınanlara dönüktü ve uzun zamandır kendini tutmuştu ama en
sonunda gözyaşları yüzünden aktı. “Yavrum, çok acı çektin. Neden… neden
böyle bir ceza sana verildi!”

Benzi atmıştı, soluk yüzünü saklamak için kraliçenin makyajı oldukça


ağırdı, ancak gözyaşlarıyla, fondöten yine de eriyerek artık genç olmayan
kadını gözler önüne sermişti. Oğlu için kahroldu, oğlu için ağladı ama
sesini çıkartmaya cesaret edemiyordu, insanların fark etmesinden
korkuyordu. Kral omuzlarını tuttu ve Xie Lian dalgın bir şekilde onu izledi.

İnsanlar acı çekerken ilk düşündükleri şey sevdikleri olurdu ve Xie Lian
için bu kişi hiç şüphesiz annesiydi. Belki yüksek sesle söylemek anlamsız
olurdu ama günlerdir süregelen yorucu çabalar ve kılıçlar tarafından tekrar
tekrar kesilmekle, şu anda sahiden on yaşındaki haline geri dönmek ve bas
bas bağırmak için annesinin kucağına koşmak istiyordu.

Ancak onu bugüne getiren yürüdüğü her yolu kendisi seçmişti. Ailesi zaten
zor bir durumdaydı ve izleyen bunca insanın arasında, bir parça bile zayıflık
gösteremezdi. Eğer o dayanamazsa, kim dayanabilirdi?
Bu nedenle Xie Lian kalbinin aksine konuştu. “Anne endişelenme. Ben
iyiyim. Acı çekmiyorum.”

Acı çekiyordu veya çekmiyordu, sadece o biliyordu.

Birkaç saray görevlisi kral ve kraliçeye yardım etmek için gelmişti ve onlar
isteksiz bir şekilde gittikten sonra, Xie Lian kısa bir süreliğine yakıcı
güneşe maruz kalarak bayıldı. Bilinmeyen bir süre geçti ve gözlerini tekrar
açtığında göklere akşam karanlığı çöküyordu, batan güneşin son ışıkları
parlıyor ve arkasında çok fazla dua eden tapınanı kalmamıştı.

Ancak, aşağıya baktığında, kendisinden çok uzakta olmayan bir yerde


küçük, yalnız bir çiçek gördü.

Xie Lian çiçeğin tam olarak ne zaman oraya bırakıldığından emin değildi ve
almak için elini uzattı.

Minik bir çiçekti. Kar beyazı bir çiçekti, kökleri yemyeşil, sapı ince ve
zayıf, üzerinde gözyaşı gibi çiy damlasıyla acınacak halde görünüyordu.
Zayıf kokusu tanıdıktı, ve her ne kadar sıradan olsa da etkileyiciydi.

Kendisine rağmen çiçeği sıkıca tuttu ve kalbine bastırdı.

Tam bu sırada aniden kan kokusu zayıf kokuyu bastırdı. Xie Lian yukarı
baktı ve görüş alanı kendisine doğru çığlık atarak gelen bir gölgeyle
bulanmıştı. “NEDEN! NEDEN!!”

İrkilen Xie Lian bu kişiyi ittirdi ve gücünü toplamaya çalıştı. “KİMSİN?!”

İtmesi adamın devrilmesine ve yerde yuvarlanmasına neden olmuştu. Xie


Lian’ın hala beş metrelik altın heykele destek olması gerekiyordu ve
doğrulmaya cüret edemedi, yaklaşmaya cüret edemedi, ama sadece ikinci
bir kez bakması tanıması için yeterli olmuştu. Bu kişinin sadece tek bir
bacağı vardı

– ona bir zamanlar şemsiye veren ve bizzat bacağını kestiği genç adamdı!

Genç adam kanla kaplıydı, avuçlarından kan damlıyordu. Elleri ve


ayaklarıyla sürünerek gelmişti ve arkasında korkunç kanlı bir iz bırakmıştı.
Güçlükle oturdu ve Xie Lian sersemlemiş bir halde sordu.

“Neden, ne işin var burada? Buyou Ormanında iyileşmiyor muydun?”

Genç adam ona cevap vermedi ve kalan uzuvlarını kullanarak daha yakına
süründü. Tek bacağı olduğu için dehşet verici bir görüntüydü. Xie Lian
haykırdı. “Sen –!”

Genç adam kalan sağ bacağının üzerindeki pantolonu aniden yukarı kaldırdı
ve buyurdu. “NEDEN!”

Yakından bakınca, sağ bacağında çarpık bir insan yüzü vardı!

Bu Xie Lian’ın en çok korktuğu şeylerden biriydi ve sahiden de


gerçekleşmişti. Eğer oturmuyor olsa, yere düşebilirdi. Genç adam yere
vurdu ve kükredi. “NEDEN BACAĞIMI KESTİN! YİNE DE NÜKSETTİ!

BACAĞIM DA GİTTİ! NEDEN?! BANA BACAĞIMI GERİ VER!


BANA BACAĞIMI GERİ VER!”

O yağmurlu günde, şemsiyesini Xie Lian’ın ellerine sıkıştırırken genç adam


gülümsemelerle doluydu, ancak şimdi karşısında delirmiş bir haldeydi ve
aradaki fark çarpıcıydı, Xie Lian’ın aklı karmakarışıktı, tam bir kaostaydı
ve sesi titriyordu. “Ben…”

Kendine gelmesi için zaman geçmesi gerekmişti ve toparladı. “Sana… sana


yardım edeyim!”

Anında genç adamın bacağındaki kötü zehri baskılayacak bir büyü yaptı.
Ancak beklenmedik bir şekilde her tarafı haykırışlarla sarıldı ve pek çok
kişi ona doğru geldi, ağlıyorlardı. “Ekselansları kurtar beni!”

“Ekselansları, KURTAR BENİ!”

“EKSELANSLARI, YÜZÜME BAKIN, YÜZÜMÜN YARISINI KESTİM


NEDEN HALA İYİLEŞMİYOR, NEDEN?

İYİLEŞTİRMEK İÇİN NE YAPMAM GEREK?”


“EKSELANSLARI, BANA BAKIN, BAKIN NE HALE GELDİM!”

Biri ardından diğer kanlı sahneler önünde gösterilemeye devam etti ve Xie
Lian’ın gözleri şokla irileşmişti, ellerini kim bilir nereye doğru sallayarak
mırıldanıyordu. “Hayır, bakmak istemiyorum, BAKMAK
İSTEMİYORUM!”

Görünüşe göre Buyou Ormanındaki tüm İnsan Yüzü Hastalığı mağdurları


nüksetmişti, bir isyan çıkmıştı ve onları koruyan askerler ile onlara bakan
doktorlarla dövüşmüşlerdi, kamptan kaçtıktan sonra da onu bulmaya
gelmişlerdi!

Hepsi kaçtığı için, eğer anında enfeksiyonlarını baskılamazsa, hastalık daha


bile hızlı bir şekilde yayılabilirdi. Xie Lian gözlerini kapattı ve güçlerini
aktarmayı denedi, semptomlarını baskılamak ve bir süreliğine acılarını
rahatlatmak istiyordu. Ancak o grupla ilgilendikten sonra anında başkaları
etrafını sardı. “EKSELANSLARI BEN! BANA DA YARDIM EDİN!”

Ondan fazla kişiyle etrafı sarılan Xie Lian hafifçe üzerindeki ilahi heykelin
sallandığını hissetti ve korku içini sardı. “Durun, durun! Ben –!”

Birisi kendini tutamadı ve haykırdı. “HAYIR, BEKLEMEK


İSTEMİYORUM, UZUN ZAMANDIR ZATEN

BEKLİYORUM!”

“EKSELANSLARI, NEDEN ONU TEDAVİ ETTİNİZ DE BENİ


ETMİYORSUNUZ?”

Kısa bir süre sonra etrafındaki sesler değişti:

“NASIL ONU TEDAVİ ETTİĞİNİZDE ESKİSİ KADAR İYİ OLDU AMA


BEN HALA AYNIYIM? BİR TANRI DEĞİL

MİSİNİZ? NEDEN BU KADAR TARAFLISINIZ! BEN ADALET


İSTİYORUM!”

Xie Lian karşılık verdi. “Hayır, taraflı davranmıyorum. Sorun bende değil,
semptomlarınız farklı –”
“EĞER YARDIM EDECEKSEN SONUNA KADAR YARDIM ET. ŞİMDİ
GELMİŞ HER ŞEYİ BIRAKMAK

İSTİYORSUN, SEN NE PLANLIYORSUN? SANA MI KALMIŞ?”

Xie Lian nefesini toplamakta zorlanıyordu. “Hiçbir şeyi bırakmıyorum, ben


sadece – sadece bekleyin–”

“BU HASTALIĞI NASIL İYİLEŞTİRECEĞİNİ BİLMİYOR MUSUN?”

Xie Lian ağzını açtı. “Ben –”

“EĞER BİLİYORSAN NEDEN BİZE SÖYLEMİYORSUN???”

Xie Lian başını ellerinin arasına aldı. “BEN HİÇBİR ŞEY


BİLMİYORUM!”

“YALAN SÖYLÜYORSUN! BİRİSİNİN KONUŞTUĞUNU DUYDUM,


BİLİYORUM! İÇİNİ GÖRÜYORUM! BİZE

SÖYLEMİYORSUN ÇÜNKÜ BAĞIŞ PARALARIMIZI ALABİLMEK


İÇİN SANA YALVARMAYA DEVAM

ETMEMİZİ İSTİYORSUN! YALANCI! SEN YALANCISIN!”

“TEDAVİSİ NE, SÖYLE BİZE! HEMEN SÖYLE!!!”

Xie Lian’ın yüzü kağıt kadar beyaz, gözleri bomboştu, sayısız el onu itip
kakarken ve hatta bazıları kasten onu boğarken, en sonunda komik bir şey
oldu. O cennetin bir tanrısıydı, ama o anda, ince bir ses tüm kalbiyle
ağlıyordu. “…kurtar beni –”

Ona uzanan elleri iten birisi var gibiydi, ama aynı zamanda yoktu, çok emin
değildi, sadece kanlı yaralarla kaplı yüzler vardı, uzuvlarını kaybetmiş olan
insanlar onu parçalara ayıracak ve silip süpürecekmiş gibi görünüyorlardı.
Uzaklardan şeytani bir borunun haykırışı duyulana dek ne kadar zaman
geçmişti kim bilir. İnsanlar sadece kendi haykırışlarını ve gözyaşlarını
umursuyorlardı, sesi tamamen duymazdan gelmişlerdi, ama Xie Lian
hemen kendine geldi. Bu Yong An’ın galibiyet borusunun sesiydi!
Artık orada oturamazdı. Bedeni eğildi ve alabora oldu. Aynı anda tutmak
için onca çaba harcadığı beş

metrelik altın heykel de hareketlerini taklit etti ve sanki aniden hayatını


kaybetmiş gibi gürleyerek devrildi.

Kısa bir süre sonra, hemen ardından gelen bir başka yüksek, gürleme sesi
geldi ve devasa, ağır Kutsal Pagoda yıkıldı, altın heykel gibi dağılıp gitti.

Altın heykel aslında kırılmamalıydı, ama Xie Lian ona Kutsal Pagoda’yı
tutması umuduyla çok fazla ruh gücü yüklediği için uzun zaman önce
kırılgan bir hal almıştı. Buyou Ormanından kaçan hastalar uzaklaşıyor,
ölüyor, yaralanıyorlardı. Sarayda ve sokaklarda insanlar delirmiş gibi
koşuyor, bazıları Kutsal Pagoda parçalarından kaçınıyordu, bazıları ise
korkutucu hastalık mağdurlarından. Her iki eliyle kendi başını tutan Xie
Lian koştu ve kale kapılarından tökezleyerek çıktı.

Kalenin kuleleri alev almıştı, dumanlar siyah ve kalındı, Xie Lian terasta
koştu, perişan halde kaçan sayısız askerin yanından geçti. Terasa vardığı
zaman o da ne yapacağını bilmiyordu ve tek yapabileceği şaşkınlıkla
aşağıya bakmaktı. Ne zaman veya nasıl olduğunu bilmeden, kül rengi yüzü
gözyaşlarıyla ıslanmıştı. Bulanık görüş açısında cesetler her yeri sarmıştı ve
tek seçilebilen beyaz giysili bir kişinin siluetiydi, geniş kol yenleri
çırpınıyordu. Genç değildi, bir erkekti ve başını çevirdiğinde uzaklardaki
Xie Lian’ı gördü ve ona kaygısız bir halde el salladı, yok olmak üzereymiş
gibi görünüyordu.

Bunu görünce Xie Lian sert bir şekilde haykırdı. “GİTME!!!”

Onu gördüğü ilk iki seferinde sahte bir kabuk kullanmıştı. Bu kez içinden
bir ses Xie Lian’a bunun gerçek formu olduğunu söylüyordu! Bu nedenle
hiç tereddüt etmeden kale duvarlarını aştı ve sıçradı, duvarlardan atlamıştı.

Hayatı boyunca Xie Lian uç yüksekliklerden sayısız kez atlamıştı. Ne kadar


güçlü ruhani güçlere ve savaş kudretine sahip olduğuna bağlı olarak, her
seferinde sağ salim inmişti. Her seferinde memnun olmuş ve gururla
dolmuştu. Her seferinde efsanelerde anlatılan ilahi bir varlığın yeryüzüne
inmesinin timsali olmuştu. Bu kez ise, artık bir efsane değildi.
Yere indiğinde, sabit duramamış ve yana devrilmişti, iğne saplanmış gibi bir
acı anında bacağından başlayarak tüm vücuduna yayıldı.

Bacağını kırmıştı.

Bacak kırmak aslında hiçbir şeydi ve kısa bir süre sonra iyileşirdi. Sadece, o
günden beri, Xie Lian tamamen farklı bir insana dönüşmüş gibiydi.

Sanki şevkini kaybetmiş ve artık kutsal bir yenilmezliği yokmuş gibiydi. İlk
yenilgisinden sonra, ikincisi de olabilirdi ve üçüncüsü… ne kılıcını çekmek
ne de savaşa katılmak istiyordu artık, ama onu koruyacak veya yerine
geçecek kimse olmadığı için, tek yapabileceği şey cüretkar bir şekilde
ileriye atılmaktı. Bir kez savaş alanına gelince, tembellikte etmedi; sahiden
elinden gelen her şeyi yaptı ama bir nedenle, her ne kadar açıkça daha
yirmilerinin başındaki genç bir adam olsa da, kılıç tuttuğu eli çoktan yaşlı
bir adam gibi titremeye başlamıştı.

Korku dolu bir kalple titriyordu, ancak korktuğu şeyin tam olarak kim veya
ne olduğunu açıklayamıyordu. En sonunda ona eskiden saygı gösteren
askerler sabırlarını yitirdiler.

Xie Lian askerlerin arasında söylentiler dolaştığını biliyordu: Böyle savaş


tanrısı mı olur? Daha çok bir şanssızlık tanrısı!

Ancak aksini ispat edemiyordu, çünkü kendisi de düşünmeye başlamıştı: o


sahiden, belki, bir şanssızlık tanrısına mı dönüşmüştü?

Tek problem bu olsa sorun olmazdı, ama Xian Le Krallığı’nın gerçek


felaket hükmü İnsan Yüzü Salgını’ydı, ve en sonunda tamamen kontrolden
çıkmıştı.

Beş yüz, bin, iki bin, üç bin… en sonunda Xie Lian bugün kaç kişinin
hastalığa yakalandığını sormaya cesaret edememeye başlamıştı.

Sanki son hükmü gibi, o gün, Cennet Diyarı en sonunda kapılarını ona
açmış ve bir mesaj göndermişti: Ekselansları, Cennete geri dönmenizin
vakti geldi.

Geri döndüğünde onu neyin beklediğini kestiremiyordu. Bir kez olsun Feng
Xin ve Mu Qing telaşlı görünmeye başlamışlardı. Xie Lian’ın ise aklı başka
bir yerdeydi. İkisine hitaben konuştu. “Geri dönmeden önce, görmek
istediğim bir yer var.”

“Neresi?” Feng Xin sormuştu.

Xie Lian. “Kutsal Kraliyet Köşkü.”

Bir anlık sessizliğin ardından Feng Xin. “Gitme.”

Ama Xie Lian çoktan kendi kendine yürümeye başlamıştı. “Ekselansları!”


Feng Xin haykırdı, ama onu durduramayacağını görünce, o ve Mu Qing’in
tek yapabileceği şey yetişebilmek için koşmaktı.

Üçü yürüyerek dağa tırmandılar.

Kutsal Kraliyet Köşkü Xie Lian’ın ilk kutsal tapınağının yapıldığı yerdi ve
aynı zamanda ilk ilahi heykelinin. Ancak Baş Rahibin talimatları
doğrultusunda oradaki üç bin kişi farklı bir yere gönderilmişti ve şimdi
Kutsal Kraliyet Köşkü boş bir yerdi.

Dağın yarısına kadar geldiklerinde Xie Lian aşağıya baktı. Kraliyet kentinin
her yerinin ateşe verildiğini görebiliyordu, alevler yıldızlarla dolu bir
gökyüzünü yansıtıyor, ortaya muhteşem bir görüntü çıkıyordu. Ancak Feng
Xin öfkeyle bağırdı. “Deli bunlar!”

Xie Lian sadece alevleri izledi, gözleri hareket etmiyordu ve Feng Xin
tekrar bağırdı. “Bakma artık!

Görülecek bir şey yok!”

Geçen birkaç günde Feng Xin Xie Lian’a sayısız kez bağırmıştı : Kendini
kirletmek çok mu hoşuna gidiyor? Ama aslında, Xie Lian ne yapmak
istediğini bilmiyordu. Tek bildiği tapınaklarından birisi yakıldığında veya
kirletildiğinde, gidip görmekten kendini alamıyordu. Ancak gördükten
sonra kimseyle konuşamıyordu, sadece öylece durup izliyordu. Görülecek
ne vardı peki? O da bilmiyordu.

Tam bu sırada Veliaht Prens tepesi yanan bir ateşin ışığıyla aydınlandı. Feng
Xin donakalmıştı. “Kutsal Kraliyet Köşkünü bile bırakamadılar mı?!
Atalarının mezarlarını mı kazdık yoksa baş…”

Sesi kısıldı ve sustu. Çünkü önlerinde acı çeken Xian Le insanlarının pek
çoğunun ‘atalarının mezarını kazmak’ şakasından daha beter bir halde
olduğunu hatırlamıştı.

Ancak alevler büyük değildi ve kısa bir süre sonra öldü, sanki birisi
söndürmüş gibi görünüyordu.

Şimdi Feng Xin şaşırmıştı işte. Bu günlerde sadece ateş yakmak isteyen
insanlar vardı, söndürmek isteyenler yoktu. Eğer öne çıkmak ve konuşmak
isteyen veya o sinirli çetelerin ateş yakmasına ve tapınakları yıkmasına
engel olmak isteyen birisi olursa, o zaman bu kişi ‘Şanssızlık Tanrısı’ Xie
Lian’ın kendisi gibi muamele edilir ve ölümüne dövülürdü. Bu nedenle üçü
daha fazla ruhlarını ölümlülerin önünde göstermeye cesaret edemeyerek
bedenlerini gizlediler.

Dağın tepesine ulaştıklarında üçü kavga seslerini duyabiliyorlardı ve


Veliaht Prens Tepesine ulaştıklarında sahiden, Xian Le Köşkünün çoğunun
yıkıldığını, geriye sadece büyük salonun kolonları ve duvarlarının kaldığını
gördüler. Devasa kutsal sunakta artık ilahi bir heykel yoktu ve yıkık dökük
salon girişinin önünde yumruk yumruğa dövüşen bir grup serseri vardı,
dövüşürken bağırıyorlardı.

“SENİ KÖPEK! LANET VELET! KARIN BEKARETİNİ BURADA MI


KAYBETTİ, BU YIKIK TAPINAK SENİN

KIYMETLİ SİKİN FALAN MI?!”

Tek bir bakışta Xie Lian bu insanların öfkeyle tapınağını yıkmak için
gelmediklerini anlamıştı. Sadece kargaşa yaratmayı seven bir grup
serseriydiler ve durumdan faydalanıyorlardı, veya sadece oyalanıyorlardı ve
sırf eğlencesine tapınağı yakmaya gelmişlerdi. Ancak bu noktada,
tapınağını yıkanların nasıl insanlar olduğunu sahiden umursamıyordu. Tam
bu sırada delirmiş kavgada, son derece hırçın bir oğlan sesi duyuldu ve gece
gökyüzünde çınladı. “DEFOLUN!”

Yakından dinleyince, aslında pek çok kişiyle dövüşen tek bir kişi vardı.
Dahası bu kişi onlu yaşlarındaydı, bir çocuk sayılırdı, ama yine de durmak
bilmiyor ve yerini de koruyor gibiydi. Ancak yine de sonuçta karşısı çok
kalabalıktı ve çocuğun yüzü çoktan kan ve pislikle kaplanmıştı, mavi morla
lekelenmiş ve her yerinde kesikler vardı, öyle ki yüzü artık tanınmayacak
bir haldeydi.

Feng Xin yorum yaptı. “Bu velet kesinlikle büyüdüğünde iyi bir adam
olacak!”

Tam bu sırada, adamlardan birisinin gözleri yerden büyük bir taş alırken
kötücül bir kıvılcımla ışıldadı ve taşı arkasından oğlanın başına atmak
niyetindeydi. Xie Lian gördü ve elini salladı. Adamın elindeki taş hemen
geri tepti, yüzüne çarptı ve burnundan kanlar akmaya başladı. Oğlan
donakalmıştı, ama hemen geri döndü ve yumruğunu kaldırarak bir diğer
çıldırmış dövüş tufanına başladı. Dövüş duruşu korkunç derecede zorbaydı,
serseri grubu korkuyla geriliyor ve kaçarken onu gösteriyorlar, boş

tehditler savuruyorlardı. “SİKTİR! BEKLE SEN! DAHA FAZLA ADAM


GETİRİP SENİ MAHVEDECEĞİZ!”

Oğlan alay etti. “EĞER GERİ DÖNMEYE CÜRET EDERSENİZ


HEPİNİZİ GEBERTİRİM!!!”

Serseriler korkmuştu ve daha hızlı koşmaya başladırlar. Kavganın


bitmesiyle oğlan alevleri çoktan söndürülmüş küçük bir tepeye gitti ve
kuvvetlice üzerine bastı, ancak kalan son kıvılcımları dahi yok ettikten
sonra büyük salona girdi. Yerden bir kağıt parçası aldı, dikkatli bir şekilde
düzeltti ve yukarıya astı, ancak bunların ardından en sonunda oturdu ve
sunağa dayanarak dalıp gitti.

Xie Lian yürüdü, hafifçe yanından geçti, sunağa zıpladı ve oğlanın astığı
kağıt parçasının bir resim olduğunu fark etti. Fırça darbeleri kabaydı, resim
yapmayı daha önce hiç öğrenmemiş birinin yaptığı aşikardı. Ancak her fırça
darbesi ciddi ve içtendi, Tanrıyı Memnun Eden Veliaht Prens’in vakur hali
tasvir edilmişti. Çağırılan ilahi heykelin yerine kullanılması için yapılmış
gibiydi.

Feng Xin belirtti. “Baya iyi çizilmiş!”

Geçen onca günden sonra, Feng Xin ilk defa hala Xie Lian’ı koruyan
birisini görüyordu ve o kadar heyecanlanmıştı ki az kalsın biraz önce oğlana
yardım etmek için kavgaya karışacaktı, bu yüzden açıkça çocuk hakkında
iyi şeyler düşünüyordu. Mu Qing ise sadece tepeden baktı, gözleri sanki bir
şey hatırlamış gibi ışıldadı, ama tek kelime etmedi. Xie Lian elini kaldırdı
ve nazikçe resme bir fiske attı.

Çok bariz değildi; sadece hafif bir rüzgar esmiş gibi görünmüştü. Ancak
oğlan, sarıldığı dizlerinin üzerindeki başını aniden kaldırdı, yaralanmış
yüzü hemen ışıldamıştı ve seslendi. “Sen misin?”

Feng Xin hayrete düşmüştü. “Velet baya zeki ha?!”

Mu Qing. “Gidelim.”

Xie Lian hafifçe başını salladı ve gitmek için dönüyordu ki oğlan sunağın
kenarına atladı, nefes alıp verişi hafifçe hızlanmıştı. “Sen olduğunu
biliyorum! Ekselansları gitmeyin! Söylemek istediğim bir şey var!”

Onu duyunca üçü de duraksadı. Oğlan oldukça gergin gibiydi, yumruklarını


sıktı. “Her ne kadar tapınaklarınız ve köşkleriniz yakılıp yıkılmış olsa da…
üzülmeyin. İleride sizin adınıza çok daha fazla tapınak inşa edeceğim; daha
büyük, çok daha zarif, herkesinkinden daha iyilerini. Kimse sizinle rekabet
edemeyecek. Yapacağım!”

“…”

Üçünün dili tutulmuştu.

Oğlanın kıyafetleri kirli ve hırpaniydi, yüzü çamurlu ve pis, yaralarla ve


kesiklerle kaplıydı, üzgün ve perişan görünüyordu, ama yine de böylesine
hırslı, cüretkar sözler söyleyebiliyordu, kulağa sahiden komik gelmişti,
insanı karmaşık duygularla sarıyordu. Sözlerinin diğerinin kulaklarına
ulaşmamış

olabileceğinden korkarmış gibi görünerek ellerini ağzının etrafına koydu ve


sunağın üzerine asılmış

resme doğru bağırdı. “EKSELANSLARI! BENİ DUYDUNUZ MU?


BENİM KALBİMDE TANRI SİZSİNİZ! TEK

TANRI, TEK GERÇEK TANRI! BENİ DUYUYOR MUSUNUZ?!”

Sesi kısılana dek bağırmıştı, öyle ki tüm TaiCang Dağı onun sesinin
yankılıyordu: – BENİ DUYUYOR

MUSUNUZ!

Xie Lian aniden kahkahalara boğuldu. Kahkahası çok ani başlamıştı, Feng
Xin ve Mu Qing’in yerinden sıçramasına neden olmuştu. Xie Lian gülerken
başını iki yana salladı. Oğlan elbette onu duymamıştı, ama sanki bir şey
sezmiş gibi parlayan gözüyle etrafına baktı. Aniden buz gibi soğuk bir su
damlası yanağına düştü. Oğlanın gözü irileşti ve tam o sırada gözünden kar
beyazı bir kişi yansıdı. Göz kırptı ve gözü tekrar açıldığında yansıma
gitmişti.

Xie Lian’ın bir anlığına kendisini ona göstermiş gibi görünce Feng Xin
konuştu. “Ekselansları, biraz önce sen…”

Xie Lian şaşkın görünüyordu. “Biraz önce mi? Ah, güçlerim tükendi ve bir
anlığına kontrol edemedim.”

Oğlan doğruldu, gözünü ovaladı, sanki çaresiz bir şekilde geçip giden
gölgeyi tekrar görebilmek ister gibiydi. Xie Lian ise kendi gözlerini kapattı.
Bir an sonra konuştu. “Unut.”

En sonunda bir cevap gelmişti ancak cevap buydu. Oğlanın gözü


aydınlandı, dudakları kıvrıldı ama kısa bir süre sonra şaşkınlıkla dudakları
tekrar düştü. “…Ne? Neyi unutayım?”

Xie Lian iç çekti ve yumuşak bir sesle onunla konuştu. “Unut beni.”
Oğlan yerine mıhlanmıştı ve sessizdi. Xie Lian konuşmaya devam etti.
“Unut gitsin. Kısa bir süre sonra kimse hatırlamayacak zaten.”

Bunu duyunca oğlanın gözü irileşti ve sessizce, gözyaşları döküldü, kirli


yüzünde sıra sıra solgun beyaz izler oluşmuştu. Güçlükle yutkundu ve
hıçkırdı. “Ben…”

Feng Xin daha fazla izlemeye dayanamayacak gibiydi ve konuştu.


“Ekselansları, artık konuşma.

Kurallara karşı geliyorsun.”

Xie Lian. “Hm, bu kadardı. Ama zaten çok fazla kuralı yıktım, sadece
birkaç kelimenin daha zararı olmaz.”

Son cümlesini oğlanın duymasına izin vermemişti. Üçü sunaktan indiler ve


yıkılmış büyük salonun girişine doğru yürüdüler. Gece rüzgarları esti ve Xie
Lian başını iki yana salladı.

Hala bir cennet mensubuydu ve teknik olarak ‘soğuğu’ hissedemezdi.


Ancak şu anda, kemiklerine dek işleyen bir ürperti hissediyordu.

Tam bu sırada, beklenmedik bir şekilde, büyük salonda bıraktıkları oğlan


aniden mırıldandı. “Hayır.”

Açıkça Xie Lian ve yanındakileri görmüyordu, ama bir şekilde doğru yönü
seçmişti ve aniden atladı, sırtlarına doğru bağırıyordu. “HAYIR!”

Üçü başlarını çevirdiler ve oğlanın tek gözünü gördüler, o kadar parlaktı ki


ruhlarına işliyordu; hırpalanmış yüzü hem öfkeli hem üzgündü, hem
sevinçli hem vahşi.

Dökülen gözyaşlarının arasından haykırdı. “UNUTMAYACAĞIM.”

“SENİ ASLA UNUTMAYACAĞIM!!!”

İkinci Kitabın Sonu


 MXTX, Yazar Notu:

En sonunda buraya geldik… yıkılmış ve yenilmiş bir tapınakta kısa bir süre
sonra unutulacak bir tanrı ve genç tapınanının görüntüsü, bu novel için
aklıma ilk gelen sahneydi, ve aynı zamanda bana ilk yazma isteğimi de
vermişti. Tek bir sahne için koca bir kitap yazabilecek birisiyim… tüm bu
hikaye yazımı beni çok yordu…

Macerayı bu noktaya dek takip etmek kolay bir şey değil, bu yüzden
teşekkür ederim, teşekkür ederim, hepinizi çok seviyorum. Ama… yazması
çok zor oldu [yüzünü örter] bu kitap beni öldürüyor.

Pekala ikinci kitap bitti. Üçüncü kitapta tekrar normal, şimdiki zamana
döneceğiz.

Çevirmen: Nynaeve

Üçüncü Kitap: Tüm Yasaklar Kaldırıldı

Bölüm 89: Ay Festivali, Mehtap İzleme Arifesinde Savaşan Fenerler


ÇIN

Kıvılcımlar uçuştu.

Kılıç taş yerlerin derinliklerine saplandı ve her iki eliyle kılıcı tutmuş olan
Xie Lian başını eğdi, alnını kabzaya yaslarken dişlerini o kadar çok
sıkıyordu ki ağzının içinde toza dönebilirlerdi.

“İŞE YARAMAZ PİSLİK!”

Qi Rong yüksek sesle kahkaha attı. “İŞE YARAMAZ PİSLİK! Beni


öldürmeye cüret edemeyeceğini biliyordum. Seninle ne kadar alay edersem
edeyim, üzerine ne kadar çamur atarsam atayım, bir başkasının boğazına
dayanmış bıçağım olduğu sürece bana hiçbir şey yapamazsın. Seni işe
yaramaz korkak, senin gibi bir tanrı ne diye yaşar?”
Ancak Xie Lian çoktan tamamen sakinleşmişti. Başını kaldırdı, gözleri
soğuktu. “Bu kadar çabuk sevinme. Ben sana hiçbir şey yapamam, ama
kolayca yapabilecek birisini bulabilirim.”

Qi Rong homurdandı. “Yine sana yardım etsin diye Jun Wu’nun bacaklarına
mı sarılacaksın? Rüyanda görürsün. O zaman umurunda olmuş muydu?
Ha?? Ve hala utanmadan onu takip ediyorsun, sahiden bu kadar salak
mısın?”

Xie Lian, Qi Rong’un üzerindeki gösterişli, büyüleyici Tanrıyı Memnun


Eden kostümü çıkarttı, RuoYe’yi çağırdı, onu bağladı ve kenara fırlattı.
“Çeneni kapatmayı tercih edebilirsin.”

Qi Rong sertçe cevapladı. “Senden korkmuyorum, elinde hiçbir şey yok!”

Xie Lian. “Peki Hua Cheng’den korkuyor musun?”

Qi Rong’un gülümsemesi anında dondu ve Xie Lian kaygısız bir sesle


konuştu. “Önden haber vereyim, belki kötü bir ruh halinde olduğum bir
günde, seni Hua Cheng’e verebilirim ve seninle ne yapacağına o karar verir.
O yüzden ayağını denk al, duydun mu beni?”

Bunu duyunca Qi Rong artık gülemiyordu, dehşet içinde konuştu. “Bu ne


böyle, ne kadar saldırgansın!

Böyle bir şey söylediğine inanamıyorum! Neden beni Lang Qian Qiu’ya
vermiyorsun?!”

Xie Lian yere diz çöktü ve elleriyle yerdeki ve tabuttaki küçük, hissiz
parçacıkları tek tek topladı.

Gerçeği söylemesi gerekirse Qi Rong’u şu anda Cennet’e teslim edemezdi.


Sebebi de Lang Qian Qiu’ydu. Eğer Qi Rong’u teslim ederse ve Lang Qian
Qiu onun nerede olduğunu öğrenirse, anında elinde bir kılıçla onu öldürmek
için koşardı. Öldürse miydi? Tam bir baş ağrısı; eğer öldürürse, sonra ne
olacaktı? Bir başka baş ağrısı. Bu nedenle Qi Rong’u şu anda Cennet’e
teslim etmek mantıklı bir hareket olmazdı.
Her şeyi göz önünde bulundurulunca, Hua Cheng’den yardım istemek
oldukça iyi bir fikirdi. Ama aslında Hua Cheng’in ismini sadece Qi Rong’u
biraz korkutmak için kullanıyordu. Sonuçta, Hua Cheng’e pek çok kez yük
olmuştu ve bir şey olduğunda ilk aklına gelen Hua Cheng oluyordu;
neredeyse fazlasıyla yakın davranıyormuş gibi geliyordu. Onun ismini
kullanarak Qi Rong’u korkutması bile Xie Lian’ın utanmasına neden
olmuştu.

Qi Rong başını çevirdi ve her yeri kanla lekelenmiş tükürükleriyle yıkadı ve


çocuk ise, zavallı bir halde başını okşamak için yaklaştı. “Baba, iyi misin?
Acıyor mu?”

Qi Rong bu baba oğul oyunundan sahiden hoşlanıyormuş gibiydi ve alaycı


bir şekilde cevapladı.

“Canım oğlum ~ Baban iyi ~ Hahaha.”

Parçacıkları yerden toplayıp müthiş bir dikkatle Tanrıyı Memnun Eden


kostüme yerleştirirken Xie Lian’ın gözlerinin etrafı kızardı. Çocuk sessizce
oraya geldi ve Xie Lian’ın toplamasına yardım etti. Xie Lian küçük elleri
görünce ona baktı ve çocuk kısık bir sesle konuştu. “Ge ge, babamı
dövmeyi bırakır mısın? Bırak gidelim. Bir daha senden çalmayacağım.”

Xie Lian’ın kalbi sıkıştı ve hislerini iterek uzaklaştırdı. “Adın ne ufaklık?”

Çocuk cevapladı. “Benim adım Gu Zi.”

Xie Lian tüm külleri toplamış ve kostümün arasına sarmıştı, dikkatlice


bağladı, ardından tekrar tabutun içine yerleştirdikten sonra kapağını kapattı.
Sonrasında yavaşça cevapladı. “Gu Zi, oradaki baban değil, başka birisi.
Bedeni ele geçirildi. O çok kötü birisi.”

Çocuk söylediklerini anlayamamıştı ve şaşkın göründü. “Başkası mı?


Hayır? Ben onu tanıyorum, o benim babam.”

Qi Rong yorum yaptı. “Fena değil, hiç fena değil, ucuza bir oğlan kaptım
ama çok değerli çıktı!
Hahaha… off!” Xie Lian onu tekmelemişti.

Gu Zi hala çok küçüktü ve hep babasıyla yaşamıştı, bu nedenle Qi Rong’un


ele geçirdiği bedene oldukça bağlıydı, bırakmayı reddediyordu. Xie Lian’ın
aklına şu anda onunla ilgili hiçbir şey gelmiyordu, bu yüzden kılıcı Fang
Xin sırtında, üç kez iki tabutun önünde vakarla eğildi, ardından sol elinde
Qi Rong ve sağ kolunun altında Gi Zu ile, TaiCang Dağından ayrıldı, hızla
Puji Köyüne geri döndü.

Günlerdir uzaktaydı ve geri döndüğünde gecenin bir yarısıydı, ancak Puji


Manastırının kapıları ardına dek açıktı, tütsü dumanları yükseliyor ve
sunağın üstündeki tütsü kabı ağzına kadar doluydu, masanın kendisi de
adaklarla. Xie Lian içeriye girdi, bir bakış attı ve sunaktan iki etki çörek
aldı, birisini Gu Zi’ye uzattı ve diğerini kabaca Qi Rong’un ağzına tıktı.
Sonuçta bedeni yaşıyordu ve Xie Lian Qi Rong’u nasıl o adamın
bedeninden söküp çıkartacağını bulana dek, hala beslenmesi gerekiyordu.
Qi Rong etli çöreği tükürdü ve tadının ne kadar kötü olduğu hakkında
lanetler okudu, ardından biraz endişelenmiş

gibi bağırdı. “Dedim ki! Beni sahiden Hua Cheng’in eline vermeyeceksin
değil mi??”

Xie Lian alayla güldü. “Korktun mu?” Onun saçmalıklarına ayıracak vakti
yoktu ve yerdeki turşu kavanozlarını altüst etmek için döndü. Qi Rong
sinirlenmişti. “Ben mi? Kokmak? Korkması gereken sensin. Bir cennet
mensubu olarak bir ‘Yüce’ ile bu kadar sıkı fıkı olmaya cüret ettin. Sen…”

Konuşurken gözleri aniden odaklandı ve bir şeye kilitlendi. Görünüşe göre


Xie Lian eğildiğinde, cübbesinin içinden bir şey görünmüştü.

Dupduru bir yüzüktü. Qi Rong da ona bakıyordu.

Xie Lian onun bakışlarını fark etmedi ama arkasındaki Qi Rong’un yüzü
şüpheyle doluyordu. Bir süre sonra konuştu. “Kuzen Veliaht Prens,
göğsündeki şey ne?”

Xie Lian onu duymazdan gelecekti, ama Qi Rong’un bahsettiği şey onun da
ilgisini çekiyordu bu yüzden döndü, parmağı gümüş zincire dolandı. “Bu
mu? Bunun ne olduğunu biliyor musun?”

Qi Rong yanına çağırdı. “Buraya getir, göreyim ve ne olduğunu


söyleyeyim.”

Ama Xie Lian gitmedi. “Eğer bir şey biliyorsan konuş. Yoksa çeneni
kapat.”

Qi Rong acı acı homurdandı. “Yakınındaki insanlara her zaman berbat


davranırsın, madem o kadar harikasın, neden ne kadar havalı olduğunu
yabancılara da göstermiyorsun?”

Xie Lian gümüş zinciri tekrar cübbesinin iç katlarına gizledi, tenine bastırdı
ve düzeltti. “Eğer o kadar harikaysan konuşmaya devam et. Söylediğin her
sözü sayacağım ve her biri seni Hua Cheng’in kılıcına bir adım daha
yaklaştıracak.”

Farkında olmadan Hua Cheng’in adını kullanmaya çok alışmıştı. Qi Rong


dudak büktü. “Beni korkutmak için onu kullanma, belki bu aralar
başkasının kılıcının altında geberen sen olursun! Onun ne olduğunu
öğrenmek istemiyor muydun? Ben, Dört Yüce’den birisi, sana söyleyeyim,
lanetli bir aksesuar, bir talihsizlik nesnesi! Çabuk çıkarıp at onu. Üzerinde
taşımana inanamıyorum, ömrün çok mu uzun geldi?”

Bunu duyunca Xie Lian anında doğruldu. “Doğru mu söylüyorsun?”

“E yani!” Qi Rong. “Sana söylüyorum, onu veren kişinin, insan veya iblis,
iyi bir niyeti olamaz.”

“Ah.” Xie Lian tekrar çömeldi.

“NE DEMEK ŞİMDİ, ‘AH’?!” Qi Rong haykırdı.

Xie Lian yüzünü ona çevirmeye tenezzül etmedi ve düz bir şekilde söyledi.
“‘Ah’ sadece birinin sana inanması mucize olur anlamındaydı. Bana bunu
veren kişiye inanmayı seçiyorum. Yüzüğü üzerimde taşımaya devam
etmeye karar verdim.”
Xie Lian başkalarına karşı her zaman nazik ve kibar olmuştu, ama Qi
Rong’a karşı son derece soğuktu.

Qi Rong öfkeden delirmiş, durmadan küfrediyordu ve Xie Lian sadece


hiçbir şey duymamış gibi davrandı. İçinde Ban Yue’nin bulunduğu çanağı
ne karar ararsa arasın bulamadığını fark etti ve içinden, Acaba Rüzgar
Ustası uğrayıp onu aldı mı?, diye geçirdi.

Qi Rong’u dinlerken, aniden bir gariplik olduğunu hissetti.

Tuhaftı. Açıkça Qi Rong’un Hua Cheng’den ödü kopuyordu, o zaman


neden şimdi durmadan onu kışkırtmaya çalışıyordu, sanki… sanki bilerek
onun dikkatini dağıtmaya çalışıyordu!

Bunu fark edince Xie Lian aniden saldırdı, Qi Rong’a ters bir bakış atmak
için kafasını çevirdi ve sahiden bir anlığına gözlerini kaçırdığını yakaladı,
oldukça şüpheli görünüyordu. Xie Lian’ın içinden bir ses yukarıya
bakmasını söylüyordu. Başını kaldırdı ve çok yüksek olmayan kirişlerde,
sırtını tavana yaslamış siyah giysili bir adam olduğunu gördü, tıpkı devasa
bir yarasa gibi yukarı yapışmıştı.

Xie Lian hemen Fang Xin’i çekti ve kılıcı savurdu. Adam kirişten destek
alıyordu ve saldırıdan kaçındı, zıpladı ve yere indi.

Gu Zi o kadar korkmuştu ki etli çöreği yere düşürdü ve ağlamaya başladı.


Qi Rong daha bağıramadan RuoYe ağzını kapattı, onu köşeye sürükledi ve
bağladı. Xie Lian ilk başta Qi Rong’un yerleştirdiği uşaklardan biriyle yüz
yüze olduğunu düşünmüştü, ancak birkaç hızlı savuşturmanın ardından, bu
adamın hızlı ve agresif, tuhaf derecede tanıdık olduğunu fark etmişti. Kesin
bir şekilde Qi Rong’un yetenekleriyle, böyle bir kişiye boyun eğdirecek
gücü olmadığından emindi. Sonra adamın diğer kolunda bir şey tuttuğunu
gördü ve yakından bakınca, siyah bir çanak olduğunu gördü ve bu çanak
Ban Yue’nin içinde bulunduğu çanaktı!

Rüzgar Ustası Ban Yue’yi almamış mıydı? Xie Lian hemen onun kim
olduğunu hatırladı ve söyleyiverdi.

“Küçük Pei!”
Görünüşe göre Küçük Pei, Ban Yue’yi kaçırmak için gelmişti ama
beklenmedik bir şekilde yeni dönen Xie Lian ile karşılaşmıştı ve tek
yapabileceği şey ahşap kirişlere saklanmaktı. Qi Rong RuoYe tarafından
bağlandığı için yerde yatıyordu, bu nedenle Pei Su’nun yukarıda
saklandığını hemen görmüştü. Kim olduğunu bilmiyordu ve Xie Lian’a
zarar verecek her şeyin onun işine yarayacağını düşünüyordu. Xie Lian’ın
yukarıda birisinin saklandığını fark etmesinden korkmuş ve bilerek
gürültüyle dikkatini dağıtmaya çalışmıştı, ama Xie Lian’ın fark edeceği hiç
aklına gelmemişti.

Xie Lian’ın iki lanetli kelepçesi vardı ve Pei Su sürülmüştü, ikisinin de


ruhani güçleri yoktu bu yüzden sadece çıplak elle dövüşebiliyorlardı. Xie
Lian sekiz yüz yıl boyunca yumruklarından başka hiçbir şeyi olmadan
dövüşmüştü, Pei Su onunla nasıl rekabet edebilirdi? Xie Lian’ın ona boyun
eğdirmesi çok uzun sürmedi. “Çanağı geri ver!”

Xie Lian sadece söyleyivermişti, ama onu şaşırtarak Pei Su sahiden turşu
çanağını ona attı. İrkilen Xie Lian, General Küçük Pei sahiden bu kadar
kolay mı izin verirdi, diye düşündü. Sadece söyledi diye çanağı geri mi
veriyordu? Normalde daha uzunca bir süre birbirleriyle uğraşmaları
gerekmez miydi?

Ancak Pei Su ona çanağı atarken, aynı anda kısık bir sesle uyardı. “Çabuk
ol ve kaç!”

Tonuna bakılırsa oldukça endişeli gibiydi. Çanak hala havadaydı ve Xie


Lian yakalamak için uzanıyordu ki aniden yön değiştirdi ve pencereden
uçup gitti. Bir an sonra başka bir adamın sesi uzaklardan duyuldu. “Beni
sahiden hayal kırıklığına uğrattın.”

Pei Su’nun yüzü düştü. “…General!”

Xie Lian ile ikisi aceleyle Puji Mabedinin dışına fırladılar. Sahiden
uzaklardaki bir evin çatısında Pei Ming duruyordu.

Zırhını giymemişti, cübbesi sıradan, uzun ve inceydi, güneş kadar parlaktı,


tasasızlığın resmiydi adeta.
Çanak acelesiz bir şekilde Pei Ming’e doğru uçtu ardından durdu, havada
süzülüyordu. Bir eli gevşekçe kılıcının kabzasında, aşağıda durmakta olan
Pei Su ile konuştu “Erkek dediğin büyük resme bakar ve ilk önceliğini işi
yapar. Harika şeylere kadirdin, ama ne oldu? Küçük bir kız için nasıl
kendini berbat ettin? Kendini toy bir çocuk olarak mı görüyorsun?”

Pei Su başını eğdi ve konuşmadı. Pei Ming ekledi. “Sadece iki yüz senede o
seviyeye gelmek kolay mı sanmıştın? Senin yollarına taş bile döşedim.
İnmek kolaydır ama geri tırmanmak hiçte kolay değildir!”

Tepedeki insanların yalnız olduğu söylenir. Ancak ne zaman cennetin bir


tanrısı inse, çoğu zaman durmak için yüksek noktaları seçerlerdi, yüksek
olduğu için aşağıyı gözlemlemesi kolay olurdu çünkü.

Xie Lian da eskiden bu kötü alışkanlığa sahipti, ama elbette bir kez
düştükten sonra, şimdi ne zaman yüksek bir yerde dursa bacağının acıdığını
hissediyordu ve böylece kötü alışkanlıktan kurtulmuştu.

Ancak Puji köyündeki en uzun bina köyün başkanınındı ve basit kiremit


çatılı bir evdi, bu nedenle General Pei’nin üzerinde durması ona sahiden
haksızlık ediyordu.

Ancak konu bu değildi. Xie Lian tek bir bakış atmasıyla neler olduğunu
anlamıştı. Geçen sefer Pei Ming, Pei Su’yu temize çıkartmak için suçu Ban
Yue’ye atmak niyetindeydi ve Xie Lian engel olmuştu.

Her ne kadar Jun Wu’nun önünde Pei Ming pes etmiş gibi görünse de,
açıkça bu fikri tam olarak aklından çıkartmamıştı.

Xie Lian Altın Yaldızlı Ziyafet meselelerinin patlak vermesinin ardından,


ancak kendi başının çaresine bakabilmişti ve şüphesiz itibarı yerle bir
olmuştu, bu nedenle General Pei muhtemelen eski meseleleri tekrar
konuşmak için iyi bir zaman olduğunu düşünmüş, Pei Su’yu bulmuş ve Ban
Yue’yle ikisini yeni bir duruşma için Cennete götürmeye karar vermişti.
Son derece acımasızdı. Ancak Pei Su pek gönüllü değil gibiydi ve iç çekti.
“General… tüm bu meseleyi geride bırakalım.”

“SEN –!”
Pei Ming dili tutulmuş ve bıkmış gibi görünüyordu. Ayrıca Xie Lian’ın
önünde Pei Su’yu azarladığı için fazlasıyla sinirli olmalıydı ve bir an sonra
aniden konuştu. “Eh, şimdi onca çabamı ne kadar şaşırtıcı bir kızın heba
ettiğini görmeliyim.” Uzandı, çanağı kırmayı planlıyor gibiydi. Bu şekilde
açması problem olmazdı, ama sorun Xie Lian’ın Ban Yue’nin yaralarının
henüz iyileşip iyileşmediğini bilmemesiydi ve eğer iyileşmediyse ve çanak
kırılırsa hiçte iyi olmazdı. Xie Lian’ın yüzü düştü ve fırladı. “KIRMA!”

Beklenmedik bir şekilde Pei Ming’in eli daha uzanamadan çanak bir BAM
sesiyle kendi kendine patladı.

Anında her yeri insanı mahvedebilecek bir turşu kokusu sardı.

Çanağın en yakınındaki Pei Ming ne yazık ki turşularla kaplanmıştı ve turşu


yağmuruyla tamamen şaşkına dönmüştü. Hemen ardından net, gür bir kadın
sesi havada çınladı. “General Pei ne kadar onurlu bir adam!”

Beyaz giysili bir varlık küçük çanaktan süzüldü. İlk başta sadece bir
yumruk büyüklüğündeydi, ama gittikçe büyüdü. Xie Lian yakından baktı ve
haykırdı. “Rüzgar Ustası!”

Çanakta saklanan kişi Ban Yue yerine Shi Qing Xuan’dı! Çanağa saklanmış
ve turşuları Pei Ming’e üflemişti, ama kendisinin beyaz cübbesi çırpınıyor,
üzerinde tek bir leke dahi yoktu. Kararlı bir şekilde durdu, fırçasını salladı
ve ilan etti. “Şükürler olsun, şükürler olsun. İyi ki küçük hanımı erken
davranıp başkasına vermiştim, yoksa General Pei’nin uzun ellerinden
kaçamazdı.”

Pei Ming çekiciliğiyle gurur duyardı ve her ne olursa olsun dinginliğini


korumalıydı, ancak şimdi turşulara batmıştı ve üstüne Shi Qing Xuan’ın
kadın formuyla yüzleşiyordu, bu nedenle biraz acınası hissetmekten kendini
alamadı. “Qing Xuan, hep neden bana karşı savaşmak zorundasın?”

Eğer bir başkası olsa, muhtemelen şimdiye kadar çoktan pelte haline gelene
dek döverdi, ama Shi Qing Xuan’ın abisini düşününce, tek yapabileceği
turşuları toplamak, saçlarını taramak ve dişlerini sıkmak olmuştu. Başını iki
yana salladı. “…Sen, sen. O küçük kızı nereye yolladığını bulmama izin
verme, yoksa kesinlikle gider ve şahsen bir ziyarette bulunurum.”
Ses tonu çok açıktı. Ona karşı çıkmak için kim Ban Yue’yi almaya cüret
ettiyse belasını bulacaktı.

Ancak Shi Qing Xuan el çırptı. “Çok kolay! Nereye gönderdiğimi söylesem
bile bir şey olmaz, ziyarete gitmeni çok ama çok isterim. İyi dinle – küçük
kız şu anda Yağmur Ustasının YuLong Dağındaki mağarasında, Yağmur
Ustasının dizinin dibinde! Gitmek ister misin?”

Sözleriyle birlikte Pei Ming’in yüzü düştü ve biraz önceki kadar özgüvenli
görünmemeye başladı.

İfadesini düzeltti ve aniden ciddileşti. Rüzgar Ustasına hitaben konuştu.


“Qing Xuan, henüz çok gençsin, bu yüzden her bir küçük meselede adalet
için savaşıyorsun. Umarım büyüdüğün zaman yaptıklarından pişman
olmazsın!”

Bitirdi, çatıdan zıpladı ve gözden kayboldu. Aslında oldukça aceleci bir


şekilde gitmişti. Xie Lian biraz şaşkın hissediyordu ve sözlerinin ardında
gizli bir anlam olup olmadığını merak etti, bu yüzden sordu.

“Rüzgar Ustası, o ne demek istedi..?”

Shi Qing Xuan ise umursamaz bir şekilde cevapladı. “Boş tehditler sadece.”

Pei Su, Pei Ming’in gözden kaybolmasını izledikten sonra diğer ikisini
selamlamaya geldi. “Rüzgar Ustası, Ekselansları.”

Shi Qing Xuan omzuna vurdu. “Küçük Pei, gelip generalini durdurmayı
bildin, oldukça asil bir hareketti. Aşağıda kendine dikkat et ve tövbe et.
Eğer fırsat bulursam Cennette senin adına konuşacağım, endişelenme!”

Pei Su bir an şaşkınlıkla sustu ama yine de cevapladı. “Öyleyse çok


teşekkür ederim lordum. Ancak, yine de bir şeyi yanlış anladığınızı
düşünüyorum. General Pei normalde böyle yapmaz ve biraz önce
yaşananların hepsi benim için endişelendiği için oldu. Ayrıca siz de Yağmur
Ustasının…”
Nihayetinde Pei Su fazla konuştuğunu hissetti, başını iki yana salladı ve
ellerini birleştirdi. “Elveda.”

Onun gidişini izlediler ve Xie Lian tekrar konuştu. “Rüzgar Ustası,


bahsettiğin Yağmur Ustası, Yağmur Ustası Huang mı?”

Shi Qing Xuan döndü ve cevapladı. “Evet. Yağmur Ustası yüzlerce yıldır
değişmedi. Ne, onu biliyor musun? Bir tanıdık mı?”

Xie Lian başını iki yana salladı ve yumuşak bir sesle. “Her ne kadar
Yağmur Ustasıyla tanışma şerefine nail olamasam da, ona borçluyum ve son
derece minnettarım.”

Shi Qing Xuan gülümsedi. “Doğru. Her ne kadar Yağmur Ustasıyla tanışan
pek çok kişi olmasa da, kimse onun hakkında kötü tek kelime etmez. Ah,
tabi Pei Ming hariç.”

Xie Lian sordu. “Aralarında bir sorun mu var?”

“Doğal olarak. Uzun zamandır Cennete takılanların arasında ya bir sorun ya


da dalavere olur. Yağmur Ustası, Pei Ming’in kalbinde bir gölge.”

“…Gölge mi?” Xie Lian meraklandı. O hep Yağmur Ustasını tarla süren
birisi olarak görmüştü. “Pei Ming’i bilirsin.” Shi Qing Xuan devam etti.
“Soyundan gelen pek çok kişi var, bilmem kaç kuşak sonraki oğulları her
yerde. Küçük Pei’den önce, Ming Guang Sarayında bir başka Vekil General
vardı ve o da önce görevlendirilen ardından yükselen bir uzak akrabasıydı.”

*ÇN: Yanlış anlaşılma olmaması için bir hatırlatma: Pei Ming’in bilinen
çocuğu yok, kardeşlerinin çocuklarının çocuklarının…. çocuklarından
bahsediliyor.

Xie Lian hayret etmişti. “General Pei’nin ne kadar çok yetenekli torunu
var.”

Herkes yükselmeyi bir ‘evde eğitim dersi’ne çeviremezdi. Ancak Shi Qing
Xuan yelpazesini açtı ve konuştu. “Sahiden yetenekliydi, ama az ya da çok
Pei Ming gibiydi. Güçlü ancak kötü alışkanlıklarla dolu. O vekil mensup
çoğu zaman başka insanların bölgelerinde sorun çıkartırdı, ama Pei Ming
arkasında olduğu için kimse bir şey söylemeye cesaret edemezdi, ancak bir
gün, olaylar Yushi Krallığındaki eski malikanede yaşandı.

“Yağmur Ustası nadiren dışarıya çıkar ve sadece dağların derinliklerindeki


bölgeleri eker, bu yüzden lakabı ‘Dağların Derinliklerindeki Yaşlı Çiftçi,
Yağmur Ustası Huang’dır. Ancak Yağmur Ustası belirdiği anda, Pei
Ming’in torunu pelte olana dek dövülmüş, cennete sürüklenmiş, Semavi
İmparator’un ayaklarına atılmış ve sürgün edilmişti.”

Xie Lian içinden, Neden bu kadar tanıdık geliyor?, diye geçirdi.

Shi Qing Xuan devam etti. “İlk başta Pei Ming, sürgün mü, her neyse diye
düşündü. Yüz yıl içerisinde onu kolayca geri çekebilirdi. Ama bir asırda
ölümlü diyarda neler olup biter? Her yıl, hatta her gün, yeni ve etkileyici
yetenekler ışıldar, dalga dalga gelirler, hesabını tutmak bile çok zor.
Adananların putlarını değiştirmeleri sadece on sene sürdü; elli yıl sonra o
cennet mensubu tamamen unutulmuştu; ve yüz yıl sonra, artık geri
çağırılamıyordu. Bir zamanlar sonsuz bir geleceği olan cennet

mensubu öylece harcanmış, artık yoktu. Ancak Küçük Pei geldiğinde Pei
Ming en sonunda istediği gibi bir sağ kol buldu.”

General Pei’nin Küçük Pei’yi tekrar yukarı çekmek için elinden geleni
yapmasına şaşmamalıydı; demek emsali olduğu için Küçük Pei’nin de
harcanmasından korkuyordu. Her ne kadar yöntemleri çok doğru olmasa da.
Xie Lian derin düşüncelere daldı ardından iç çekti. “İnsan dünyası.”

Shi Qing Xuan katıldı. “Evet, ölümlü diyarda uzun süre kalmak insanın
ruhunu ve iradesini yıpratıyor.”

İkisi de başını salladı. Aralarındaki fark ise Xie Lian sadece bilinçsizce
başını sallamıştı, Shi Qing Xuan ise bilerek abartılı bir şekilde yapmıştı. Bir
süre baş salladıktan sonra Xie Lian aniden son derece önemli bir şey
hatırladı ve seslendi. “…Lang Ying! O çocuk!”

Bir anda çok fazla şey yaşamıştı, heyecanı o kadar yükselmişti ki çocuğu
unutmuştu. Shi Qing Xuan konuşmaya başladı. “Zevk Köşkünden
getirdiğin çocuktan mı bahsediyorsun? Semavi İmparator onu gördü ve şu
anda benim evimde. Fırsat bulunca buraya getiririm.”

Xie Lian zihnen başını salladı, Puji Manastırında hala Qi Rong ve diğer
çocuk var, onları kimsenin görmesine izin veremem, bu nedenle cevapladı.
“Çok zahmet olur, ben yukarı gelsem?”

Shi Qing Xuan memnuniyetle onayladı. “Olur. Tesadüfen Ay Festivali


Ziyafeti yaklaşıyor. Senede bir kez olan bir etkinlik, kaçırmaman gerek! Bu
sene abimde gelecek, ikinizi tanıştırırım.”

*ÇN: Ay Festivali, doğrudan çevirisi aslında Sonbahar Ortası Festivali (bu


seneki 13 eylül), ama googleladığımda Ay Festivali dedi. Google’ın
yalancısıyım.

Büyük kardeşinden bahsederken ses tonu gururla doluydu ve Xie Lian


gülümsemekten kendini alamadı. “Ay Festivali Ziyafeti ha…”

Her sene Ay Festivali zamanında, tüm cennet mensupları kutlamak için bir
ziyafet düzenlerlerdi ve eğlenmek için ölümlü diyardaki insanları izlerlerdi.
Bunların dışında ziyafette oldukça önemli bir

‘oyun’ olurdu, şölen için bir tür büyük kapanış – ‘Fenerlerin Savaşı’.

Kutsanmış Fener herhangi bir kişi tarafından sunulamazdı. Tanrıların Ay


Festivali Ziyafeti süresince savaştığı şey, adananları tarafından ana
tapınaklarından bağışlanan Kutsanmış Fenerlerin sayısıydı.

Herkes dudaklarıyla ‘sadece bir oyun’, ‘ciddiye almaya gerek yok’, ‘sadece
eğleniyoruz, umursamaya gerek yok’ dese de, gerçekte umursamayan kaç
kişi vardı? Büyük bir kısmı gizlice nefeslerini tutar, bu sene adananlarının
onlar için savaşmasını umardı. Eğer sahiden umursamayan birisi varsa, o da
ancak Jun Wu’ydu, çünkü, alenen her sene Büyük Savaş Salonu muzaffer
bir şekilde durur ve her yıl fenerlerinin sayısı da artardı. Bu nedenle o bu
oyunu oyun olarak kabul eden tek cennet mensubuydu. Diğer cennet
mensuplarına gelince, ilk sıra için yarışmazlardı, sadece ikinciliği isterlerdi,
ama bu çekişme bile oldukça ciddiydi.
Xian Le Sarayı şöhretinin zirvesindeyken, o da kıyaslanamaz bir şekilde
etkileyiciydi, diğerlerinin oldukça üzerinde Büyük Savaş Salonun yanında
durur, diğer tüm cennet mensuplarını geride bırakırdı.

Şimdi, muhtemelen oldukça üzücü görünecekti. Xie Lian’ın kaç Kutsanmış


Fener alacağını tahmin etmesine gerek bile yoktu – kesinlikle hiç
alamayacaktı!

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 90: Ay Festivali, Mehtap İzleme Arifesinde Savaşan Fenerler


Ancak kötü görünecek bile olsa, yine de en iyisi gitmesiydi.

Yüzlerce yıldır münzevi bir hayat süren Yağmur Ustası gibi değildi, elinde
gizli bir görevi olan Toprak Ustası gibi değildi ve canı ne isterse onu yapan
Su Ustası gibi hiç değildi. Eğer onlar gibi olmadığı halde dışarı çıkmamakta
ısrar eder, sırf istemiyor diye katılmayı reddederse, o zaman bir süre sonra
insanlar gücenir ve konuşmaya başlarlardı, ve hatta o umursamasa bile,
işleri Jun Wu için zorlaştırırdı. Bu nedenle Shi Qing Xuan’ın davetini
hemen kabul etti. “Peki. O gün kesinlikle orada olacağım.”

O zamana kadar Xie Lian, Qi Rong’u adamın bedeninden ayırmak için her
tür yöntemi denedi, ama yine de başarılı olamadı ve Qi Rong gittikçe
halinden daha da memnun oluyordu. Şükürler olsun ki Gu Zi ‘baba’sını
besliyordu, yoksa Xie Lian hiçte onun ağzına bir şeyler tıkacak ruh halinde
değildi. Ay Festivali gününde Xie Lian Puji Manastırının dışına bir rün
çizdi, kapıyı dışarıdan kilitledi, Qi Rong’u bağlaması için RouYe’yi geride
bıraktı ve Cennete gitti.

Mısralarda: “Cennetin beyaz yeşimden kenti, on iki kulesi beş şehri.


Ölümsüz başımı okşar, saçlar ölümsüzlüğü taşımalı.” Diye geçen ‘beyaz
yeşimden kent’ elbette Üst Cenneti kastediyordu. Ay Festivali sırasında, Üst
Cennette her şey yenilenir ve tazelenirdi, ve diğer dahası Xie Lian
sokakların, koridorların, terasların artmış sayıda korumayla dolduğunu
görebiliyordu; muhtemelen Hua Cheng’in geçen seferki ihlali nedeniyle
oradaydılar. Ziyafet ay ışığı altında zarif kokular, elverişli bir hava ve refah
bulutlarıyla sarılmış açık havada verilirdi, ve çiçekler kar parçaları gibi
havada çırpınırdı, hem eğlence hem mehtabın seyredilmesi için uygun bir
ortam oluşurdu. Ölümlü diyarda ayı seyreden bir kişi eğer baş parmağıyla
işaret parmağından bir halka yaparsa, ay o çerçeveye sığardı. Ancak
cennette ay seyrederken, ay parlak ve yakın bir mesafedeki devasa bir
yeşim taşı gibi berrak olurdu, sanki sadece birkaç adımla
yakalanabilecekmiş gibi; sahiden ölümlü diyarda görülemeyecek ruhani bir
manzaraydı.

*ÇN: Bu mısralar Tang şairi Li Bai’ye ait. Kendisi ölümsüz olma


takıntısıyla bilinirmiş.

Ziyafetin başında oturan kişi, söylemeye gerek yok, elbette Jun Wu’ydu.
Ancak diğerlerinin nasıl yerleşeceği konusunda gizli, girift bir düzen söz
konusuydu, bir sıra ve konumlanma metodu; çok önde oturmak doğal
olarak uygunsuzdu, ama çok geri oturmayı da hiçbir cennet mensubu
istemezdi.

Xie Lian bu tür normları sahiden hiç umursamıyordu, ancak kişi Ay


Festivalinde usulen giyinmiş

olmalıydı, bunun anlamı da ölümlü diyardaki ilahi heykelleri gibi giyinmesi


gerektiğiydi. Xie Lian’ın bir tane bile ilahi heykeli yoktu, bu yüzden yine
sırtında bambu şapkasıyla beyaz cübbesini giymişti; her ne kadar biraz
kılıksız olsa da, sahiden giyecek daha iyi bir şeyi yoktu. Bu şekilde
giyinmesi göze çarpıyordu, bu nedenle daha gizli bir yere oturursa daha iyi
hissedecekti.

Tam oturmak için gelişigüzel bir köşe bulup oturmuştu ki, başını
kaldırdığında Feng Xin’in oraya doğru geldiğini gördü. Her ikisi de bir an
duraksadı, birbirlerine başlarını salladılar ve bunu bir selamlama olarak
kabul ettiler. Feng Xin birkaç adım daha attı ama sonra arkasını döndü ve
sordu. “Neden buraya oturuyorsun?”

Xie Lian yanlış bir yer seçtiğini düşündü ve ayağa kalktı. “Herhangi bir
yere oturabiliyoruz sanıyordum?”
Feng Xin tam konuşacaktı ki Xie Lian uzaklardan Shi Qing Xuan’ın ona
önlerde el salladığını gördü. Shi Qing Xuan kadın formundaydı ve Feng
Xin dönüp onu gördüğünde sanki kötü bir şey hissetmiş gibi göründü.
Şaşkın görünerek Xie Lian’ı kendi halinde bıraktı ve aceleyle gitti. Shi
Qing Xuan bağırdı.

“EKSELANSLARI, BURAYA!”

Rüzgar Ustası Üst Cennette açıkça popüler biriydi ve doğal olarak oturduğu
yer en iyilerinden birisiydi, Jun Wu’ya yakındı. Bu el sallayışı ve bağırması
pek çok cennet mensubunun oraya bakmasına neden oldu ve bir elini
yanağına dayamış sessizce oturmakta olan Jun Wu da Xie Lian’ı fark etti,
ona doğru başını eğdi, bu nedenle Xie Lian’ın oraya gitmekten başka şansı
kalmamıştı. Yolda, tahmin ettiği gibi Lang Qian Qiu’yu görememişti;
görünüşe göre Qi Rong’un nerede olduğunu bulmak için uzun zaman önce
Ay Festivaline gelmeyi reddetmişti. Shi Qing Xuan, Xie Lian için hemen
yanında bir koltuk buldu, en iyi yeri seçmişti ve Xie Lian oraya uygun
olmadığını düşündü, ama Rüzgar Ustası tutkulu bir şekilde lütufkar olduğu
için, onu çoktan itip oturtmuştu ve konuştu. “Ziyafet bittikten sonra seni
çocuğa götürürüm. Biraz çirkin, ama oldukça uysal.” Bu noktada tek
yapabileceği teşekkür etmekti. Başını çevirdiğinde ikisinin yanında Ming
Yi’nin oturduğunu gördü, kasvetli bir suratla yeşim bir fincanla oynuyordu
ve o küçük kapla oynayan eli yeşim fincandan daha beyazdı. Yüzünün rengi
yeterince normaldi, görünüşe göre Hayalet Şehirde aldığı yaralar
iyileşmişti. Xie Lian selamladı. “Toprak Ustası, sizi iyi gördüm.”

Ming Yi bir kez başını salladı, konuşmak istemiyormuş gibi görünüyordu.


Shi Qing Xuan ise tam tersiydi. Herkesi tanıyordu ve önüne, arkasına,
sağına, soluna oturan herkesle birkaç kelime ediyordu, hatta daha
uzaktakilerle de. Xie Lian onun her rütbeden bu kadar çok cennet
mensubunun ismini hatırlayabilmesiyle şaşkına dönmüştü. Xie Lian’ın
hemen yanında on sekiz, on dokuz yaşlarında genç bir adam vardı, uzun bir
burnu, kalın kaşları ve hafifçe kıvrılan kuzguni saçları vardı. Xie Lian onu
tanımıyordu ve o da Xie Lian’ı. Bir süre birbirlerine baktılar, Xie Lian’ın
uydurduğu rastgele selamlamaların ardından biraz kaybolmuş hissettiler ve
garip bakışmalarını sonlandırdılar. Xie Lian biraz daha etrafına bakınca
Feng Xin ve Mu Qing’in birbirlerinden olabildiğince uzak oturduklarını
gördü ve tam önünde birbirleriyle samimi bir şekilde sohbet eden üç cennet
mensubu vardı.

Sol taraftaki siyahlara bürünmüş bir literatür tanrısıydı, saygılı kaşlarıyla,


cömert bir görüntüsü vardı ve kelimelerin arasında beş parmağı düzenli bir
ritimle nazikçe masaya vuruyordu, adamın yüz ifadesi durgun ve sakindi,
tanıdık geliyordu; ortadaki kişi elbette fazlasıyla tanıdığı Pei Ming’di; ve
sağ tarafta beyaz cübbeli bir beyefendi vardı, elindeki yelpaze nazikçe
sallanıyor ve yelpazenin önünde su için

‘shui’ kelimesi yazıyordu, arka tarafına üç dalgalı çizgi çizilmişti, kaşları ve


gözleri Shi Qing Xuan’a oldukça benziyordu, nazik görünüyordu ama
gözleri açıkça hiç kimseyi umursamadığını bildiriyordu.

Bu ‘Su Tiranı’ndan başka kim olabilirdi ki?

Xie Lian anlamıştı: Onlar ‘Üç Yumru’ydu.

Siyah cübbeli literatür tanrısı Ling Wen’in en güçlü formu olmalıydı ve


sahiden etkileyici derecede kurallara bağlı görünüyordu. Üçü birbirlerini
selamladılar ve yerden göğe kadar birbirlerini övecek ve iltifat edilebilecek
her tür şeyi kullandılar, öyle ki Shi Qing Xuan alçak sesle homurdandı.
“Sahte. ÇOK

sahte.” Xie Lian ise daha çok komik bulmuştu. Tam bu sırada ziyafet
masalarının önünde dört tarafı kırmızı sahne perdeleriyle örtülmüş küçük,
güzel bir çardak olduğunu fark etti ve sordu. “O nedir?”

Shi Qing Xuan gülümsedi. “Ah, bilmiyorsun, Üst Cennette oldukça popüler
bir oyundur. Gel, gel, izle, başlıyor!”

Göklerin altından yuvarlanarak gelen gürleyen fırtına sesleriyle sözleri


kesildi. Jun Wu gökyüzüne baktı, bir bardak şarap döktü ve aşağıya uzattı.
Ardından gürleyen göklerle, oturmuş cennet mensupları kahkahalar atmaya
ve bağırmaya başladılar, şarap kadehini uzatırken sesleniyorlardı.

“Bana verme! Bana verme!”, “Ona ver!”


Sadece diğerlerini izleyerek bile Xie Lian kuralları aşağı yukarı öğrenmişti,
Demek Tantanalı Çiçek Geçişi buymuş, diye düşündü. Kalabalık Jun
Wu’nun onlara verdiği şarabı dökmeden elden ele dolaştırıyordu, şarap
herhangi birine uzatılabilirdi ama tekrar aynı kişiye verilmemeliydi. Gök

gürültüsü dindiğinde şarap bardağı elinde kalan işi eğlenmek için


seçilecekti, ancak ne tür bir

‘eğlence’ olduğunu anlayamamıştı. Xie Lian’a göre bu dostane bir oyun


değildi. Şarap kadehini uzattığın kişi alay edilen kişi olabilirdi, bu nedenle
herkes yakın olduklarına uzatmalıydı. Ancak kendisi mevcut cennet
mensuplarının çoğuyla samimi değildi, bu yüzden nasıl vurdumduymaz bir
şekilde diğerleriyle birlikte eğlenebilirdi? En fazla Rüzgar Ustasına uzatırdı,
peki ya ona kadehi uzatan Rüzgar Ustası olursa ne yapacaktı?

Umarım kimse bana uzatmaz, diye içinden geçirdi Xie Lian, Ama belki de
fazla büyütüyorum. O daha ağzını bile açamadan ilk tur bitmişti. Herkesin
yoğun bakışları altında şarap kadehi Pei Ming’in elinde durdu. Pei Ming
alışmışa benziyordu ve kükreyen kalabalığın tezahüratları arasında bardağı
tek dikişte bitirdi ve cennet mensupları alkışlardı ve bağırdı. “KALDIR!
KALDIR!”

Yoğun tezahüratların arasında, cezbedici çardağın perdeleri dört taraftan da


yavaş yavaş kalkmaya başladı. Platformun üzerinde uzun bir general
duruyordu, başı yukarıda, adımları geniş, görkemli derecede etkileyici.
Altındaki hiçbir cennet mensubunu fark etmiş gibi görünmüyordu, ne de
cennetin tuhaf derecede güzel manzaralarını. Birkaç adım attı ve mısralar
okumaya başladı, yüksek sesli ve coşkuluydu.

Görünüşe göre bardak kimin elinde durursa, çardak ölümlü diyardan o


cennet mensubu üzerine yazılmış oyunlar getirir ve herkesin görebilmesi
için sahnelerdi. İnsanların işleri birbirine karıştırma sevgisi nedeniyle, kim
bilir nasıl berbat bir oyun göreceklerdi ve kimse kimin seçileceğini
bilmiyordu, bu nedenle de oyun hem heyecan hem utanç vericiydi.

Ancak eğlence de bu şekilde ortaya çıkardı. General Pei’nin her oyunun


oldukça neşeli olduğunu söylemek gerekirdi, çünkü her seferinde kadınlar
değişirdi. Bazen ilahi bir varlık, bazen bir iblis, bazen evlenmemiş bir genç
hanım; her kadın diğerinden daha güzel olurdu ve hikayeler de bir
öncekinden daha utanmaz. Cennet mensupları büyük bir ilgiyle izlediler,
kadının sahneye çıkmasını bekliyorlardı.

Sahiden de siyah cübbeli bir kadın sahneye girene dek çok beklemeleri
gerekmemişti, kadının sesi altın bir asma kuşu gibiydi ve iki oyuncu
birbirlerine şarkı söylediler, sözler yüzsüz derecede işveliydi.

Ancak izledikçe bir şeylerin yolunda olmadığını hissetmeye başlıyorlardı ve


birbirlerine sormaya başladılar. “Bu oyunun adı ne?”, “General bu sefer
hangi kadını baştan çıkartıyor?”

Tam bu sırada sahnedeki ‘General Pei’ seslendi. “Soylu Jie–”

Sahnenin altında, hem Pei Ming hem Ling Wen şaraplarını püskürttüler.

‘Soylu Jie’ başka kim olabilirdi ki? Ling Wen’in tam adı Nang Gong
Jie’ydi. Tüm cennet mensupları şaşkındı: Bu ikisinin sahiden bir geçmişi mi
vardı?!

Ling Wen bir mendil buldu ve dudaklarının kenarını sildi ardından düz bir
şekilde konuştu. “Üzerinde düşünmeye gerek yok. Uydurma zaten.”

Her ne kadar söz konusu iki kişi de biraz acı çekiyormuş gibi görünse de,
yine de yeterince vurdumduymazlardı. Oyun sahnede ‘eevee eeeettt
evvveee eet’ diye devam etti ve ikisi de hiçbir şey görmemiş gibi
davrandılar. Shi Wu Du ise bu kadar kolay kaçmalarına izin vermeyecekti
ve gülümsedi, yelpazesini salladı. “Ne kadar heyecan verici bir oyun. Siz ne
dersiniz?”

“Pek sayılmaz.” Ling Wen cevapladı. “Eski bir oyun. O zamanki ilahi
heykellerim şimdikiler gibi değildi.

Sadece bir halk hikayesi. Halk hikayelerinde, kadın olduğu sürece bizim
yaşlı Pei kimi baştan çıkartmaya çalışmadı ki?”

Herkes tüm samimiyetiyle katılıyordu. Pei Ming konuştu. “Hey, öyle


diyemezsin. Halk hikayelerinde aşağı yukarı herkesi baştan çıkarttığım
doğru ama, böyle bir şey yapmadım. Günahımı alıyorlar.”

Ling Wen iğneledi. “Senin mantığına göre, hiçbir şey yapmadığım halde
ölümlüler benim bir sürü erkek cennet mensubunu baştan çıkarttığımı
söylüyorlar diye, şu anda diken üzerinde oturuyor olmam gerekmez
miydi?”

Ling Wen cennette görevlendirildiğinden beri, halk hikayelerinin hepsi


onun cennet mensuplarını baştan çıkartarak yükseldiğini anlatıyordu, bu
aynı zamanda ilk başlarda Ling Wen Sarayının çok az sayıda tapınanıyla
soğuk ve sessiz bir yer olmasının nedeniydi. Hatta yoğun bir itiraz
döneminde, yerin dibine dek lanetlenmiş ve küfredilmişti, ve hatta bağış
kutusuna kanlı çamaşırlar ve sutyenler bile atılmıştı. Ancak eğer erkek bir
cennet mensubu benzer söylentilere hedef olursa, çekici unvanı kazanırdı ve
tüm bunlardan keyif alabilirdi. Her ne kadar benzer durumlar olsa da
kadınlar ve erkekler arasında bir fark vardı ve farklı sonuçlar doğuyordu.

Tam Xie Lian bunları düşünürken bir sonraki tur başlamıştı. Shi Wu Du
biraz önce gülüyordu, ama bu kez sıra ondaydı. Yanındaki iki Yumru aynı
anda kutlama jesti olarak ellerini kaldırıp onun önünde birleştirdiler. “Eli
çabuk karma. Nezaketle kabul et.”

Shi Wu Du’nun kaşları çatıldı, şarabı içti ve perdeler bir kez daha kalkmıştı.
Perdeler daha en yükseğe ulaşamadan içlerinde iki haykırış duyuldu:

“Karıcııııııımmmm!”

“Kocişiiimmmmm!”

Son derece tutkulu, şefkatli sesler dönüp dolaştı, özlem havada asılı
kalmıştı.

Xie Lian kendi gözleriyle Shi Wu Du ve Shi Qing Xuan’ın tüylerinin diken
diken olduğunu gördü.

Shi Qing Xuan ayağa fırladı. “GE – !! ÇABUK DURDUR ŞUNU!”

Shi Wu Du hemen bağırdı. “KESİN ŞUNU! HEMEN KESİN ŞUNU!”


Görmeden bile insan seçilen oyunun Su Lordu ile Rüzgarın Hanımını karı
koca olarak gösteren bir halk hikayesi olduğunu tahmin edebiliyordu.
İnsanların hikayelerinde aşk ve nefret her daim en çok tercih edilen konu
olmuştu. Herhangi biri zaten varsa iyiydi. Eğer yoksa, daha da iyiydi, çünkü
kendileri uydurabilirlerdi. Teknik olarak tanrıların kendilerinin yaptığı
şeyler basmakalıp efsanelerdi, ama bazen ölümlülerin onlar için buldukları
şeylere denk gelir ve sahiden ne kadar efsanevi olduğuna şaşırmadan
edemezlerdi.

Shi Wu Du konuştuğu anda perdeler sahiden düştü. Tüm cennet mensupları


kahkaha atmak istiyorlardı ama cüret edemiyorlardı, gülmelerini gizlerken
acı çekiyorlardı. Xie Lian ise gülümsedi ve sordu. “Rüzgar Ustası,
perdelerin inmesi için seslenilebildiğini bilmiyordum?”

Shi Qing Xuan hala titriyordu, cevapladı. “Evet, çok önemli bir şey değil.
Sadece yüz bin merit bağışlamak gerekiyor!”

“…”

Xie Lian oturdu, konuşamıyordu, ve üçüncü tur başladı. Bu kez gök


gürültüsü çok uzun sürmedi ve şarap bardağı Xie Lian’ın yanında oturan
genç adama uzatılmıştı.

Bunu görünce tüm cennet mensuplarının yüz ifadesi tuhaf bir hal aldı.
Coşkulu değillerdi ama soğukta değildi, daha çok oyunu görmeyi sahiden
istiyor ama belli etmek istemiyorlardı. Genç adam oyunla pekte
ilgileniyormuş gibi görünmüyordu ama yine de şarabı içti. Bardağı bıraktı
ve perdeler bir kez daha yükseldi.

Sahnede iki kişi duruyordu; birisi taştan bir aslan yelesi gibi kıvırcık saçları
olan genç bir generaldi ve her ne kadar aşırı abartılı görünse de, yine de bir
kahraman gibi hayat dolu görünüyordu, bu yüzden o genç cennet
mensubunu canlandırıyor olmalıydı; diğerinin sivri dudakları ve
maymunumsu yanakları vardı, berbat bir palyaçoya benziyordu, sahnede
zıplayıp duruyordu. Genç adam onunla yüzleştiğinde, ciddi ama yapışkan
ve tiksindirici davranıyordu, genç adam başka tarafa döndüğünde, alay
ederek yüzünü farklı şekillere sokuyor ve onu sırtından bıçaklamak için
kılıcını çıkartıyordu, iki yüzlü, kurnaz bir kötü adamı oynadığı aşikardı.
Palyaço enerjik ve aşırı abartılı bir şekilde oynadı aptalca, komik bir
oyunmuş gibi görünüyordu, ama izleyen cennet mensuplarının yüz ifadeleri
tümüyle bambaşkaydı. Xie Lian düşük rütbeli cennet mensuplarının
hepsinin kükreyerek güldüğünü gördü, Shi Qing Xuan ve Shi Wu Du gibi
yüksek rütbeli olanlar ise tek kelime etmeden kaşlarını çatmış, hiçte komik
bulmuşa benzemiyorlardı. Aynı zamanda yanındaki genç adamın aniden
yumruklarını sıktığını fark etti ve Xie Lian irkildi. Her ne kadar sahnede
neler olduğunu anlayamasa da, yine de birisiyle alay edildiğini tahmin
edebiliyordu. Ayrıca her ne kadar kimin kim olduğunu bilmese de, sadece
oynanışta bile insanın rahatsız hissetmesine neden olan bir şey vardı. Genç
adam yumruk atacakmış gibi görünüyordu, bu yüzden Xie Lian masadan bir
yemek çubuğu aldı ve perdeleri kontrol eden ipe doğru fırlattı.

Pek keskin olmayan yemek çubuğu ipe değdi ve sahiden kesti. Perdeler
gürültüyle düştü ve tüm cennet mensupları şaşkınlıkla haykırdı. “Bu nasıl
olur?!”, “Neler oluyor!” Herkes Xie Lian’a döndü, bazıları ayağa bile
kalkmıştı. Xie Lian tam ağzını açacaktı ki bir an sonra bir şey kulaklarında
patladı.

Görünüşe göre genç adam elindeki beyaz yeşim kadehi kırmıştı.

Görünüşe göre oyun onu öfkelendirmişti ve bir anda kadeh parçalarını bir
kenara attı, ayağa fırladı, masanın üzerine çıktı, ayaklarıyla iterek zıpladı ve
çardağın üzerine indi, perdelerin içine dalmıştı. Bir çok cennet mensubu
perdeleri kaldırmak için koştu ama içeride kimse yoktu. Bir hengame koptu.

“OLAMAZ OLAMAZ, EKSELANSLARI QI YING YİNE İNSANLARI


DÖVMEYE GİTTİ!”

Xie Lian merak etti, Qi Ying? Qi Ying Sarayı? Batının Savaş Tanrısı Quan
Yi Zhen? Ve aceleyle Shi Qing Xuan’a sordu. “Rüzgar Ustası, neler oluyor?
Ekselansları Qi Ying yine insanları dövecek ne demek?”

Shi Qing Xuan daldığı düşüncelerden çıktı ve cevapladı. “İnsanları dövecek


demek… insanları dövecek demek. Ehem. İnanmaya bilirsin ama Qi Ying
sık sık kendi inanlarını döver.”

“…”
Hayatında ilk kez kendi tapınanlarına saldırmaya cüret eden bir cennet
mensubu olduğunu duyuyordu, sonuçta böyle bir şey inanların gözlerindeki
imajlarını mahvederdi. Biraz daha sorgulamak istiyordu ama uzaklardaki
düşük rütbeli bir cennet mensubunun hoşnutsuzlukla konuştuğunu duydu.

“Quan Efendi sahiden çok toy. Sadece eğleniyorduk, biraz işbirliği yapsa
olmaz mıydı? Kim seçilmedi ki? General Pei, Ling Wen Zhen Jun’a da
gülünmedi mi? Ayrıca dalga geçilen o bile değildi, neden bu kadar kızdı
ki?”

“Evet, sahiden kendini çok abartıyor. Kızmış olsa bile şu anda çılgına
dönmesine ne gerek vardı?

Ziyafet eğlenceli bir olay, kimse buraya onun sinirini çekmeye gelmedi!
Sahiden…”

“Tamam, tamam, çocuk çocuktur. Artık burada bile değil ve onsuz daha
eğlenceli olur zaten.”

Xie Lian onları dinlerken düşüncelere daldı. Şölen sadece geçici olarak
bozulmuştu ve Ling Wen çoktan Quan Yi Zhen’e göz kulak olması için
birisini göndermiş gibiydi. Bazı cennet mensupları gelip diğerlerini
sakinleştirdikten sonra, ziyafet ve oyunlar devam etti. Bu nedenle, gökler
gürledi ve Tantanalı Çiçek Geçişinin dördüncü turu başladı.

İlk başta Xie Lian sadece diğerlerinin oynayışını izliyordu; araya


giremiyordu ve diğerleri de ondan uzak duruyordu. Tam Shi Qing Xuan’la
sohbet edecekti ki beklenmedik bir şekilde, tam bu sırada, bir el aniden ona
uzandı ve ona beyaz yeşimden bir şarap kadehi uzattı.

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 91: Bin Işığın Tapınağı Oyalanan Geceyi Sonsuza Dek


Aydınlatıyor Xie Lian sahiden birisinin ona kadehi uzatacağını hiç
düşünmemişti.
Ne yazık ki çok çabuk tepki vermiş ve hiç düşünmeden kadehi almıştı, ama
aldığı anda donakalmıştı.

Ancak, ona kimin uzattığını görmek için baktığında diğerinin de şaşkına


dönmüş olduğunu fark etti –

Ming Yi’ydi.

Görünüşe göre biraz önce kadeh Shi Qing Xuan’ın eline gelmişti, Shi Qing
Xuan eğlenceli olacağını düşündüğü için bilerek Ming Yi’ye uzatmıştı.
Ancak Ming Yi surat asmak ve şarap içmekle çok meşguldü ve kadehi
rastgele bir yere uzatırken dönüp bakmamıştı bile. Ancak kadehi uzattıktan
sonra neler olduğunu fark etmişti ve kendisi de donakalmıştı. Aynı anda
gökler gürlemeyi kesmiş, ikisini bomboş ifadelerle birbirlerine bakar halde
bırakmıştı.

Her ne kadar kadehi alan Xie Lian olsa da, herkesin gözleri Feng Xin ve
Mu Qing’e dönmüştü. Nedeni anlamak güç değildi; Xie Lian sekiz yüz
yıldır duyulmamıştı. Eğer sekiz yüz yıl önce olsa doğal olarak
kahramanlıklarını resmeden bir sürü oyun olurdu, ama uzun zaman önce
unutulmuşlardı. Ayrıca kimse sırf onun için, bir oyun sahnelemek için böyle
bir günü seçmezdi. Bu nedenle eğer içinde ‘Xian Le Prensi’ geçen bir oyun
olacaksa, o zaman baş rolde Feng Xin veya Mu Qing olacaktı.

Çünkü ölümlü diyarda bu iki cennet mensubu için yazılan oyunlarda, Xie
Lian’ın geçtiği olurdu, çoğu zaman önemsiz, küçük bir karakter olarak veya
oyunu daha heyecanlı bir hale getirmek uğruna bazen insanlar Xie Lian’ı
kötü adam olarak yazarlardı, yalnız ve terk edilmiş Mu Qing’e nasıl
zorbalık ettiğini anlatır veya Xie Lian’ın nasıl Feng Xin’in sevgilisini
çaldığını vesaire anlatırlardı. Eğer böyle oyunlardan birisi sahiden Ay
Festivalinde gösterilirse, söz konusu kişilerin memnun olup olmaması
önemli değildi ancak izleyiciler kesinlikle müthiş bir keyif alacaklardı. Xie
Lian küçük yeşim kadehi elinde tuttu ve bazı cennet mensupları onu teşvik
ettiler. “Ekselansları, hadi hadi hadi, iç!”

Birkaç kişi daha onlara katıldı, ama uzaklardan Feng Xin’in sesi duyuldu.
“Ekselansları içki içemez.”
Kalabalık sabırsızlanmaya başlamıştı. “Sadece bir bardak! Hiçbir şey
olmaz.”

Jun Wu eli alnında tek kelime etmeden oturuyordu, ama şimdi o da sanki
bir şey söyleyecekmiş gibi yavaşça doğrulmuştu. Xie Lian’ın hemen
yanında Shi Qing Xuan da soruyordu. “İçebilir misin içemez misin? Eğer
içemezsen perdelere yüz bin merit atmanda yardımcı olurum.”

“…”

Xie Lian onun hiç düşünmeden yüz bin meriti atıvermesinden korkuyordu.
Ne kadar cömert olursa olsun, böyle olmazdı. Ayrıca, zaten var olan tüm
oyunlarını çoktan görmüştü ve önemsenmeye değecek bir şey yoktu, bu
nedenle hemen cevapladı. “Hayır, hayır, sadece bir kadeh problem olmaz.”

Ardından kadehi boşalttı.

Hoş içki boğazına girdi, değdiği her yer önce soğuyor ardından
sıcaklıyordu. Xie Lian’ın biraz başı dönmüştü ama saf içkinin tadı anında
sersemliğini alıp götürmüştü. Küçük çardağın etrafındaki perdeler yavaşça
yükseldi ve kalabalığın bakışları takip etti, oyunu izlemeye hazırlardı.

Gördükleri şey nedeniyle çok şaşırmışlardı. Sahnede iki kişi duruyordu:


birisi beyazdı, yüzü fondötenle kaplanmış, rüzgara maruz kalmış ve tozlu
görünüyordu, sırtındaki bambu şapkayla Xie Lian olduğuna hiç şüphe
yoktu; diğeri ise kırmızı giyinmişti, saçları kuzgun kadar siyah, yakışıklı ve
muhteşemdi, gözleri parlak ve canlıydı ve koluna dolanmış yılan ‘Xie Lian’
tarafından sökülüp alınmıştı. Kırmızı cübbeli adam anında yılanı geri almış,
kenara fırlatmış, ardından ‘Xie Lian’ın elini tutmuştu, bırakmaya

hiç niyeti yokmuş gibi görünüyordu. Sahnenin oynanmasını izlerken, sanki


bir bıçak vahşice kalbine saplanıyordu.

Sahne, iyi bir gösteri izlemeyi bekleyen tüm cennet mensuplarını şaşkına
çevirmişti ve elbette Xie Lian’ın kendisini de öyle. Tam bu sırada ziyafetin
başında oturan Jun Wu kısık sesle güldü. “Bu oyun ne? Daha önce hiç
görmedim?”
Ling Wen hemen incelemesi için birini gönderdi ardından cevapladı.
“Görünüşe göre bu oyunun adı

‘Banyue Krallığındaki Maceralar’ imiş. Yeni yazılmış bu yüzden daha önce


hiç gösterime sunulmamış.

Bu akşam ölümlü diyarda ilk kez sahneleniyor.”

Shi Qing Xuan, Xie Lian’a döndü. “Muhtemelen geçen sefer Banyue
Krallığından dönen tüccarlar tarafından yazılmıştır. Meritler kurtarıldı,
perdeleri indirmeye gerek kalmadı.”

Xie Lian yorum yapmadı. Banyue Krallığında yaşananları bilen ölümlüler


ancak o tüccarlar olabilirdi.

Karavandaki Tian Shen adındaki oğlan aklına geldi, teşekkür olarak ona
tapınacağı gibi bir şeyler söylemişti, belki de bu oyunu o ısmarlamıştı?
Ancak Tian Shen’e hiç ismini söylememişti ve küçük çocuğun da böyle bir
şey yapabilecek yetisi olmamalıydı.

Sahnenin diğer tarafında, cennet mensupları her ne kadar bekledikleri gibi


bir oyunla karşılaşamamış

olsalar da, önlerindeki sahne çok daha heyecan vericiydi. Sonuçta eğer
söylentiler doğruysa, o zaman kırmızı giysili adam Hua Cheng’den başkası
değildi!

Ölümlü diyarda Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuru hakkında pek çok oyun
sahnelenirdi. Ancak çoğu zaman

‘Kızıl İblis Otuz Üç Tanrının Tapınağını Yakıyor ve Cennet Bir Bok


Yiyemiyor’, ‘Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuru Savaş ve Literatür Tanrılarını
Asıyor ve Tek Eliyle Hepsini Tokatlıyor’ vesaire gibi şeyler olurdu; bu tür
oyunlar cennettekilerin sessizce ağlamasına neden olurdu, böyle oyunları
hiçte izlemek istemezlerdi. Her şekilde şu anda baş rolde Xie Lian vardı ve
onlara göre o hiçbir zaman ‘bizden biri’
olarak araya karıştığı hissini vermemişti, bu yüzden oyunu izlemek onlara
zarar vermezdi. Ayrıca oyunun sahnesi oldukça dallı budaklıydı, dekorlar
oldukça seçkin, aktörler özellikle harika yapılmış, sahiden cömertliğin
harika bir işiydi. Bu nedenle pek çokları zihnen oyunu sahiden çok
beğenmişti, izlerken yorum yapıyorlardı:

“Bu doğru mu? Uydurmuş olmalılar. Hua Cheng kimseyle o şekilde


konuşmaz!”

“Saçmalık! Tamamen saçmalık!”

“Bu oyunda Hua Cheng’i ne sanıyorlar?! Saçma! Romantik bir oyun değil
bu, ilahi, ne kadar cüretkar!”

Bu oyun özellikle onun içindi sonuçta, bu yüzden Xie Lian dikkatle izledi.
Eğer dürüst olması gerekirse, kötü bir oyun değildi. Aktörler iyiydi, hikaye
iyiydi, sadece, sahnelenen iki kişiden birisi olarak çok ama çok küçük bir
eleştirisi vardı: iyi ana karakter fazlasıyla yakın görünüyordu.

Onu oynayan kişi oldukça iyi bir aktördü ama ne zaman ‘San Lang’ demek
için ağzını açsa, ses tonu özlemle dolu bir şekilde yükselip alçalıyordu, Xie
Lian bunu biraz önce ‘Rüzgarın Hanımı’nın ‘Su Lordu’na ‘Kocişimmmm’
diye seslenişinden daha rahatsız edici buluyordu. Ayrıca biraz fazlaca küçük
hareketler var gibiydi; kol kola girmeler, omuzlarından tutmalar, taşımalar;
bir nedenle bir şeyler yanlış geliyordu.

Ancak, eğer düşünürse, San Lang’a sahiden öyle sesleniyordu; o samimi


hareketler ise zaten yapılmıştı. O sırada bir tuhaflık varmış gibi hiç
gelmemişti, ama şimdi izleyince, teknik olarak yine bir problem yok
gibiydi. Diğer cennet mensuplarına gelince, her ne kadar dudaklarıyla
saçmalık diye

kınıyor olsalar da, oyunun tadını çıkartıyorlarmış gibi görünüyorlardı, sabit


gözlerle izliyor, ilgileri oldukça canlı görünüyordu, bu yüzden Xie Lian
ağzını kapattı.

İzlerken Shi Wu Du aniden konuştu. “Arkadaki o iki küçük refakatçi kim?”


Bunu duyunca hem Feng Xin’in hem Mu Qing’in yüzü belli belirsiz dondu.

“Onlar refakatçi değil.” Ling Wen cevapladı. “Orta Cennetten gelen iki
genç savaşçı mensup olmalılar.

Nan Yang ve Xuan Zhen Saraylarından o sırada Ekselanslarına yardım


etmek için görevlendirildiler.”

Nan Yang ve Xuan Zhen Saraylarının Xie Lian’a yardım etmeleri için
birilerini göndermesi sahiden sıra dışı bir haberdi, Pei Ming’in nazik bir
şekilde nadide bir güzelliği kullanma fırsatını reddetmesi kadar imkansızdı,
tüm cennet mensupları görebilmek için döndü. Ling Wen ekledi. “Gönüllü
olarak gittiler.”

Xie Lian gülümsedi. “Sormayı unuttum, Nan Feng ve Fu Yao nasıl? Bugün
neden eğlenmek için burada değiller?”

Feng Xin. “Nan Feng… o…”

Mu Qing düz bir şekilde konuştu. “Fu Yao alıkonuldu.”

Feng Xin hemen konuştu. “Nan Feng de alıkonuldu.”

Xie Lian ‘Ah’ dedi ve yorum yaptı. “Her ikisi de mi? Çok yazık.”

Onlar konuşurlarken neşeli oyunun perdeleri kapandı. Her ne kadar


herkesçe cahil bir insan tarafından ağza alınmaz niyetlerle yazılmış bir şey
olduğu belirlense de, ağza alınmaz Hua Cheng’i izlemek yine de tümüyle
çok eğlenceliydi ve kalabalık neşeyle alkışladı. Ancak Pei Su Banyue
Geçidinde olanlar nedeniyle sürülmüştü, bu nedenle eğlence bittikten sonra
herkesin Pei Ming’i düşünmesi gerekmişti.

Shi Wu Du sordu. “Küçük Pei’n ne yapıyor General Pei?”

Pei Ming kendine bir bardak doldurdu ve içti, başını iki yana salladı. “Ne
yapsın? Doğru düşünmüyor, artık umurumda değil.”

Shi Qing Xuan daha fazla dinleyemeyecekti, dalga geçti. “Demek General
Pei’ye göre doğru düşünmüyor? Senin Minik Pei’nin geleceği bir gelecek,
ama küçük hanımın geleceği bir hiç mi?”

Ses tonu kabaydı ve Shi Wu Du’nun gözleri ona çevrildi. “Qing Xuan,
terbiyeni takın!”

Onun azarlamasıyla Shi Qing Xuan çekingen bir şekilde başını eğdi. Bunu
görünce Pei Ming güldü.

“Shui-ShiXiong, küçük kardeşin oldukça etkileyici ve onu sadece sen


hizaya çekebiliyorsun. Benimle uğraşması sahiden önemli değil , ama
gelecekte yanlış insanlara bulaşırsa, sırf senin hatırına onun peşini
bırakmazlar.”

*ÇN: Pei Ming ona ‘Su Kardeşim’ diye hitap ediyor.

Shi Wu Du yelpazesini açtı ve küçük kardeşine öğüt vermeye devam etti.


“General Pei’nin dediğini duydun mu? Ayrıca sana kaç kez sürekli bu
formunla dışarıya çıkma diyeceğim, bu ne rezalet. Nasıl görünmeyi
sevdiğin umurumda değil, dışarıya çıktığında gerçek halini kullanmalısın!”

Her ne kadar Shi Qing Xuan kadın halini tutkulu bir şekilde seviyor ve azar
işitmeye katlanamıyor olsa da, yine de ağabeyine karşı çıkmaya cüret
edemedi. Xie Lian içinden, Rüzgar Ustası ağabeyinden korkmadığını
söylüyor, ama görünüşe göre tam olarak doğru söylememiş, diye geçirdi.
Ancak Shi Wu Du’nun öğüdü beklenmedik bir cümleyle bitti: “Ya General
Pei gibi hem ruhani güçler hem de kötü niyetler konusunda güçlü birine
denk gelirsen!”

Ling Wen acımadan kahkahayı bastı ve Pei Ming neredeyse şarabını


tükürüyordu. “Shui-ShiXiong!

Eğer konuşmaya devam edersen arkadaşlığımız da biter.”

Ziyafetin bu aşaması geride kalmıştı, tüm sohbetlerin ve konuşmaların


arasında gecenin son etkinliği gelmişti, Fenerlerin Savaşı.

Ay dışında, Üst Cennetteki tüm mumlar ve lambalar söndürüldü, her yer


loştu. Ziyafet bir gölün kenarına kurulmuştu ve yüzeydeki bulutlar ve sis
dağıldığında, berrak sulardan derin, karanlık ölümlü diyar görülebiliyordu.

Fenerlerin Savaşı hangi cennet mensubunun en büyük, en bilindik


tapınağına en fazla Kutsanmış

Fener sunulduğunu görmek için yapılan bir yarışmaydı. Tek bir Ebedi Işıklı
Kutsanmış Feneri bin altınla satın almak bile çok zordu ve kolay kolay
sönmezlerdi. Fenerlerin Savaşı en düşükten en yükseğe doğru sıralanırdı ve
bir cennet mensubunun sırası geldiğinde, inanları tarafından sunulan
fenerler göğe yükselir, uzun, karanlık geceyi güzellikle ve ihtişam ile
aydınlatırdı.

İmparator’un Salonu geçen sene dokuz yüz, altmış bir tane almıştı,
neredeyse bine yakındı ve aynı zamanda daha önce hiç bu kadar yüksek bir
sayı duyulmamıştı. Tüm cennet mensupları gelecek sene kesinlikle bini
aşacağını düşünmüştü, ama önemli değildi. Birinci hep belliydi, artık
birincilik anlamını kaybetmişti, bu nedenle söz konusu Fenerlerin Savaşı
olduğunda İmparator’un Salonu doğrudan yarışmadan kaldırılırdı.

Fenerlerin Savaşı başladığı anda ilk çıkanın Yağmur Ustası olmasına herkes
şaşırmıştı. Xie Lian küçük bir tane Kutsanmış Fenerin yavaşça ve serseri bir
şekilde gökyüzüne çıktığını görünce “Yağmur Ustasının Sarayı, bir fener!”
dendiğini işitmişti ve neredeyse sarhoş olduğunu ve ayılamadığını
düşünecekti. Sadece tek bir fener olmasına imkan yoktu. Sarhoş
olmadığından emin olmak için Shi Qing Xuan’a sordu. “Bu doğru mu?”

“Öyle.” Shi Qing Xuan cevapladı. “Sadece tek bir tane. Ve bu fener sırf en
azından görünsün diye Yağmur Ustasının kendi evindeki boğa tarafından
yakıldı.”

Kendine bağışlamıştı. Ne kadar tanıdık bir şeydi. Xie Lian ölçüp biçti,
Yağmur Ustası yağmuru kontrol ediyordu bu nedenle tarım tanrısıydı.
Tahminde bulundu. “Yağmur Ustasının tapınanlarının çoğu çiftçi olduğu
için bağış yapacak paraları mı yok?”

“Ekselansları, çiftçileri biraz yanlış mı tanıyorsun?” Shi Qing Xuan. “Pek


çok çiftçi zengindir, tamam?
Sadece Yağmur Ustası parayla adak sunmak yerine ekip biçmenin daha iyi
olduğunu söylediği için inanları her zaman taze meyveler ve sebzeler
sunarlar.”

Bunu duyunca Xie Lian oldukça kıskanmıştı, Ne kadar harika, diye


düşünüyordu.

Ancak Shi Qing Xuan ekledi. “Ve sonra Yağmur Ustası bir de hiçbir şeyin
israf edilmemesi gerektiğini söylediği için, genelde inanları bir iki gün
sonra gelip adaklarını alırlar ve kendileri yerler.”

“…”

Savaşın başlangıcında, tüm sayılar dağınık ve seyrekti, ışıklar düşük rütbeli


cennet mensuplarına aitti, sayı asla onun üzerine çıkmıyor ve kimse de
umursamıyordu. Ancak savaş devam ettikçe, fenerlerin ışıkları artarken,
herkes daha çok ilgilenmeye başlamıştı. Eğer sayıları söylemekle
görevlendirilmiş

cennet mensubu olmasa, bu kadar çok sayıda yukarı süzülen fenerin


sayılabilmesine imkan yoktu. Xie Lian’ın neler olduğuna dair hiçbir fikri
yoktu, bu yüzden hiç yorum yapmadı, sadece siyah, karanlık geceyi
aydınlatan fenerlerin muhteşem manzarasına odaklanmıştı, bir yandan da
savaşın nasıl devam edeceğini analiz eden diğerlerini dinliyordu. Her ne
kadar analiz edilecek bir şey olduğunu düşünmese

de. İki tütsü yanıp geçtikten sonra, en sonunda sıra büyük finale gelmişti.
Ay Festivalinin Fener Savaşındaki ilk on sırayı kapma savaşı başlamıştı.

Xie Lian ilk on sıranın en altının anons edildiğini duydu: “QI YING
SARAYI, DÖRT YÜZ YİRMİ BİR

FENER!”

Quan Yi Zhen uzun zaman önce şölenden ayrılmıştı, bu nedenle cıklayan


cennet mensupları seslerini hiç gizlemiyorlardı. Batının savaş tanrısı gençti
ama pruva rüzgarı sertti. Onunla yakın tecrübedeki diğer cennet
mensuplarına göre iki yüz Kutsanmış Fener bile çok fazlaydı, ancak o
sadece ikiye katlamakla kalmamıştı, ondan önce yükselen Lang Qian
Qiu’nun bile bu kadar feneri yoktu, bu nedenle kesinlikle etkileyici
birisiydi. Ancak Xie Lian o genç adamın cennette çok kabul görmediğini
hissediyordu, çünkü kendisi ve Shi Qing Xuan dışında onun fenerlerini
huşu içinde izleyen kimse yoktu.

Bir sonraki Toprak Ustasının Sarayıydı, dört yüz kırk dört fener.
Çorbasından iki kaşık daha almak dışında Ming Yi hiçbir şey yapmadı
ancak Shi Qing Xuan ondan daha heyecanlıydı, sürekli bağırıyordu.

“Çok az, çok az” çünkü onun dışında kimse Toprak Ustasıyla samimi
değildi, sadece tebrik etmek için nazikçe alkışlıyorlardı. Kısa bir süre sonra
Shi Qing Xuan’ın kendisine sıra geldi, Rüzgar Ustasının Sarayı, beş yüz
yirmi üç fener.

Birisinin ne kadar popüler olduğu kolayca görünebilen bir şeydi. Rüzgar


Ustasının Sarayının fener sayısı açıklandığı anda, daha Shi Qing Xuan
hiçbir şey söyleyemeden şölen alkışlarla kükredi, haykırışlar,
‘TEBRİKLER!’ ve ‘TAHMİN EDİLDİĞİ GİBİ!’ sesleri her yerdeydi. Shi
Qing Xuan oldukça gururluydu, kalabalığa el sallıyordu ve neşeli bir
şekilde Shi Wu Du’ya seslendi. “Ge! Bu sene sekizinciyim!”

Öğretmeni tarafından övüldükten sonra ebeveynlerinden ödül dilenen bir


çocuk gibi davranıyordu ve Xie Lian gülümsemekten kendini alamadı. Shi
Wu Du ise haşladı. “Sadece sekizincisin, boşuna sevinme!”

Sözleri açıkça ölümüne kibirliydi. Tüm Cennette, hiç kimse olan tek bir kişi
bile yoktu. Ancak beş yüz Kutsanmış Fenerle, sekiz kadar yüksek bir
rakama ulaşmak, onun dudaklarında ‘sadece sekiz’

olmuştu, o zaman sekizin daha altındaki sıralarda olanlar ondan daha aşağı
olmuyorlar mıydı?

Söylediği şeyin ne kadar kibirli olduğunun farkındaydı ama yine de


söylemişti, çünkü korkmuyordu.

Shi Qing Xuan’ın yüzü düştü. Shi Wu Du yelpazesini salladı ve güçlükle


ekledi. “Ama geçen seneden daha fazla fener var. Gelecek sene daha iyi
olmalı.”

Bunu duyunca Shi Qing Xuan gülümsedi ve tekrar kahkaha attı. Koca
şölende, umursamadan surat asan ve onu tebrik etmeyen tek kişi Ming
Yi’ydi, bu yüzden Shi Qing Xuan ona iki kez vurdu ve tebrik etmesini
istedi. Ming Yi onu tamamen görmezden geldi ve yemeğini yemeye devam
etti. Shi Qing Xuan sinirlenmişti, onu alkışlamasını talep etti ve
yanlarındaki Xie Lian kahkaha atmaktan boğulacaktı.

Bir sonraki Ling Wen Sarayıydı, beş yüz otuz altı fener.

Literatür tanrıları arasında Ling Wen bir numara kabul edilirdi. Ancak onu
kutlayan çok fazla literatür tanrısı olmadı onun yerine savaş tanrıları
tebriklerini ilettiler. Xie Lian da uzaklardan kutladı ve kenarda Shi Wu Du
ile Pei Ming kutlamak için bir ziyafet verilmesini talep ediyorlardı, diğer
yandan ise diğer cennet mensuplarının homurdanmaları duyulabiliyordu,
Ling Wen’in erkek formunu kullandığı için bu kadar çok tapınanı
olduğundan şikayet ediyorlardı, şu anda daha popüler oldukları için Ling
Wen’in nasıl savaş tanrılarına yalakalık yaptığını ve diğer literatür
tanrılarıyla hiç ilgilenmediğini, Ling Wen’in ne kadar çok ziyafet verdiğini,
o ziyafetlerde eskort kızların olduğunu vs.

vs. söylüyorlardı. Xie Lian başını iki yana salladı, aklından tek bir düşünce
geçiyordu: kadın bir cennet mensubu olmak hiçte kolay değil.

Ling Wen’in arkasından Nan Yang ve Xuan Zheng Sarayları geliyordu, beş
yüz yetmiş iki ve beş yüz yetmiş üç fener almışlardı. Mu Qing memnun
olmuş görünürken, Feng Xin ne mutlu ne sinirli gibiydi, ilgisiz
görünüyordu. Xie Lian şaşırmıştı, nasıl bu kadar yakınlardı? Biraz fazla
tesadüfi değil miydi? Kısık bir sesle Shi Qing Xuan’a sordu. Görünüşe göre
o ikisinin benzer geçmişleri, benzer güçleri ve yan yana benzer bölgeleri
vardı, ayrıca birbirleriyle olan ilişkileri dostane değildi, her iki tarafın
adananları da kazanmak için mücadele ediyordu, karşı taraf kaç fener
verirse onların bir fazla sunmaları için dua ediyorlardı. Birinci olmak
istemiyorlardı, sadece diğerinden iyi olmalıydılar. Her şeylerini
kullanıyorlardı ve her sene zafer ve yenilgi oluyordu. Bu sene, son saniyede
Xuan Zhen sarayı en sonunda bir fener daha çıkarmayı başarmış, Nan Yang
Sarayını geçmişti. İnanları savaş kazanmış gibi görünüyorlardı ve
delirmişçesine kutluyorlardı. Bunu duyunca Xie Lian düşünmeden
edemedi: Ölümüne birbirleriyle savaşmak yerine, insanların bu tatili
kutlamaları gerekmiyor mu? Ay Festivali bu!

Sıradaki Ming Guang Sarayıydı, beş yüz seksen fener.

Sayı oldukça etkileyiciydi. Ancak Pei Ming memnun olmuşa


benzemiyordu, geçen seneye göre Ming Guang Sarayının aldığı Kutsanmış
Fener sayısı daha düşüktü. Vekil General Pei Su’ya bir şey olması şok
ediciydi ve bu sene neredeyse yüz fener kaybetmişlerdi. Eğer Pei Ming’in
güçlü temeli olmasa, çok daha fazlasını kaybedebilirdi. Ne Shi Wu Du ne
de Ling Wen onu kutladı, sadece omzuna vurdular.

Xie Lian şimdiye dek cennet mensuplarının Kutsanmış Fener sayılarının


birbirine oldukça yakın olduğunu keşfetmişti, arada sadece on veya yirmi
sayı fark oluyordu, kimse göze batmıyordu bunun anlamı da herkesin üç
aşağı beş yukarı eşit olduğuydu, kimse gerçek anlamda sızlanmıyordu. O
tam bunu düşünürken duyuran cennet mensubu bağırdı. “SU USTASININ
SARAYI, SEKİZ YÜZ SEKSEN

FENER!”

Şölen hengameye düşmüştü ve hayret nidaları her yerdeydi.

Bir anda tüm cennet mensupları geldi ve tebriklerini iletmek için


birbirleriyle savaştılar. Shi Wu Du sadece oturdu, doğrulmadı, özellikle
gurur duymuşa benzemiyordu, bu onun için sanki sıradan bir gündü.
Muhtemelen geçen yüz yıllar boyunca Büyük Savaş Salonuna en çok
yaklaşan cennet mensubuydu. Xie Lian ilk yükseldiğinde çok seneler
önceydi ve o zamanki Kutsanmış Fenerlere ulaşmak çok güçtü, bu nedenle
aralarında kıyas yapılamazdı. Ancak ‘İnsan Servet İçin Ölür, Kuşlar Yemek
İçin’ derlerdi, insanların paraya olan sevgisi hiç azalmamıştı, Zenginlik
Tanrısından da bu beklenirdi!

Shi Qing Xuan o kadar heyecanlanmıştı ki sanki yedi yüz feneri kendisi
almış gibiydi ve tüm gücüyle alkışlıyor, Xie Lian’a bağırıyordu. “O BENİM
ABİM! BENİM ABİM!”
Xie Lian kahkaha attı. “Biliyorum abin olduğunu!”

Şölende, tüm yalnızlığıyla yemek için çabalayan tek kişi Ming Yi gibiydi.
Xie Lian orada bulunan tüm kişiler arasında ‘ziyafet’i kelimesi kelimesine
ve ciddi bir şekilde algılayan tek kişinin o olduğunu düşünüyordu, özellikle
yemek kısmı için katılmıştı, sanki Hayalet Şehirde casusluk yaptığı günler
onu açlıktan öldürmüş ve bu gece sadece karnını ağzına kadar doldurmaya
çalışıyor gibiydi. Xie Lian Hayalet Şehrin tezgahlarında satılan sokak
yemeklerini hatırladığında, onu tüm kalbiyle anlamıştı ve merak etmekten
kendini alamamıştı, Hua Cheng arada sırada Hayalet Şehrin sokaklarında
dolaşıyor muydu acaba?

En heyecan verici gizem en sonunda açığa çıkmıştı ve bu akşam her bir


cennet mensubu canı istediğince eğlenmiş, sohbet etmiş ve tatmin olmuştu,
ayaklandılar ve gitmek için hazırlandılar.

Beklenmedik bir şekilde Shi Wu Du aninden kaşlarını çattı, yelpazesini


kapattı ve konuştu. “Bekleyin.”

Eğer başka birisi ‘bekleyin’ dese muhtemelen bu kadar etkili olmazdı.


Ancak Shi Wu Du’ya boşuna ‘Su Tiranı’ denmiyordu. Sanki emir vermek
için doğmuştu, o ağzını açtığı anda insanlar itaat etmekten kendilerini
alamıyorlardı, bu nedenle herkes yerine geri dönmüştü, merak ediyorlardı.
“İlk on açıklandı, Su Ustasının ekleyecek bir şeyi mi var?”

Xie Lian da merak etti, Merit mi dağıtacak acaba?

Shi Wu Du yelpazesini salladı. “İlk on açıklandı mı?”

Kimse ne demek istediğini anlamamıştı, sadece Shi Qing Xuan aniden


haykırdı. “…Yo. HAYIR HAYIR

HAYIR. HEPSİ AÇIKLANMADI! – İmparator’un Salonu saysak bile,


şimdiye kadar sadece dokuz tane açıklandı!”

Herkes dondu ve mırıldanmaya başladılar. “Sadece dokuz mu?”

“Sahiden, saydım, sadece dokuz oldu!”


“Birisi Su Ustasını mı geçmiş???”

“Durun?! Kim olabilir ki? Aklıma kimse gelmiyor?!”

Tam bu sırada gün kadar aydınlık bir ışık kararmış geceyi aydınlattı.

Fenerlerin ışığıydı.

Sanki binlerce, milyonlarca balık geçitlerden denize yüzüyormuş gibi,


sayısız fener yavaşça yükseldi.

Karanlık gecede ışıldadılar ve parıldadılar, göz alıcı ve muhteşemlerdi,


görkemli bir hayalin süzülen ruhları gibi, fazlasıyla güzel bir şekilde,
kararmış ölümlü diyarı aydınlatıyorlardı. Böylesine çarpıcı bir görüntüyle
yüzleşirken, kimse konuşamıyordu ve herkes nefesini tutmuştu, tüm sözler
unutulmuştu.

Xie Lian sersemlemiş bir huşu içinde fenerlerle dolu gökyüzünü izledi.
Sanki nefes almayı bırakmıştı ve hiçbir şey duyamıyordu, bir süre o halde
kaldı. Ancak uzun bir süre sonra bir yanlışlık olduğunu fark etti.

Şölendeki tüm cennet mensuplarının gözü onun üzerindeydi. Görünüşe göre


anons eden cennet mensubu titreyen elini kaldırmış ve onu işaret etmişti.

Gerileyen Xie Lian sordu. “…Ne var?”

Kimse ona cevap vermedi ve Xie Lian kendini gösterdi. “…Ben?”

Yanındaki Shi Qing Xuan omzuna bir kez vurdu. “…evet. Sen.”

“…”

Xie Lian hala şaşkındı. “Ben ne? Ne olmuş bana?”

İlan eden cennet mensubu güçlükle birkaç kez yutkundu ve en sonunda


tekrar konuşabildi.

Böylece orada bulunan yüzlerce cennet mensubu şüpheyle titreyen sesi


duydu.
“QianDeng Tapınağı, Veliaht Prensin Sarayı, üç… üç…”

“Üç bin fener!”

Çevirmen: Nynaeve

Not: QianDeng, Bin Işık demekmiş.

Bölüm 92: Bin Işığın Tapınağı Oyalanan Geceyi Sonsuza Dek


Aydınlatıyor Üç bin fener!

Bir an için her şey sessizliğe büründü, sessizliğin ardından gelen ise devasa
bir kargaşa dalgası oldu.

Daha önce hiç, yeri dağlar kadar sarsılmaz, her zaman başı çeken Büyük
Savaş Salonu bile, bu festivalde üç bin fener kazanmamıştı. Hatta daha önce
kimse böyle bir sayıyı hayal bile etmemişti.

Sadece bin bile geçilmesi yeterince zor bir sayıydı. Üç bin. Böyle bir şey
daha önce ne görülmüş ne de duyulmuştu, tarihte bir kere bile
rastlanmamıştı, hatta ilk ona giren diğer bütün tanrıların fenerlerinin
toplamından bile daha fazlaydı!

O anda diğer bütün tanrıların nasıl bir kıskançlık içinde olduğunu hayal
etmek zor değildi, ve hatta bazıları “Bu bir hata olmalı!” cümlesini
ağızlarından kaçırdı.

“Yanlış sayılmış olmalı...”

Ne var ki, sayıları ilan eden cennet mensubunun senelerce bu işi yapmasına
rağmen sadece bu defaya mahsus yanlış sayabileceğini düşünmek, hele ki
süzülen ışıklardan oluşan devasa kuşağa baktıktan sonra, bir milyon adım
geri gidip tekrar bakacak olsalar bile mümkün değildi. Eğer bir yanlışlık
varsa bu yanlışlık sadece olduğundan daha az sayılmış olması olabilirdi,
fazla değil. Dolayısıyla başka bir tanrı konuştu, “Bu fenerler gerçek
Kutsanmış Fenerler olmayabilir mi acaba? Belki de sadece sıradan
fenerlerdir.”
Bu kısaca, “Bu bir aldatmaca!” anlamına geliyordu, ve diğer tanrılardan
birkaçı da aynı fikirdeydi.

Ancak Shi Qing Xuan atıldı, “Nasıl sıradan fenerler olabilirler? Sıradan
fenerler ve Kutsanmış Fenerler tamamen farklı biçimdeler, ve cennete kadar
yükselemezler, öyleyse bunlar nasıl sahte olabilir?”

Eğer tartışan kişi Xie Lian olsaydı tanrılar durumdan şüphe duymaya
devam ederlerdi. Fakat konuşan Shi Qing Xuan olduğundan, ve Shi Wu Du
da sakinliğini koruduğundan dolayı kimse ağzını açmaya cüret edemedi.
Çıkmaza giren tanrılar doğrultularını değiştirdi, “Millet, bu ‘QianDeng
Tapınağı’

nerede? Ne zaman inşa edildi? Kim tarafından? Cennet mensubu


arkadaşlarımdan kimse biliyor mu?”

İlan eden tanrı cevapladı, “Hayır... fakat ‘QianDeng Tapınağı’ süzülen


fenerlerin üstünde açıkça yazılıydı.”

“Ama ben daha önce hiç ‘QianDeng Tapınağı’ ismini duymadım?”

“Evet, ben de!”

Xie Lian sonunda şaşkınlığın verdiği derin düşüncelerden sıyrıldı, ve


şikayetleri duyduktan sonra samimilikle konuştu, “Dürüst olmak gerekirse,
daha önce hiç duymayan sadece sizler değilsiniz, ben de hiç duymadım.”

Öyleyse bu olanlar bir tesadüf olamazdı?!

Bütün cennet mensupları sakinliklerini kaybetti, düşen bu beklenmedik


yıldırımın ardından kuşku dolu ve inanamaz haldeydiler. Xie Lian onlara
demek istedi: Bu sadece bir oyun, herkes neden bu kadar ciddiye alıyor?,
demek istedi. Ne var ki, bir, aralarından bu oyunu bir ‘oyun’ olarak gören
çok az kişi vardı ve iki, bu oyunda birinci olmuştu; eğer bir şey deseydi
kendisi kaşınmış olacaktı. Diğer tanrılar birinci olamadıklarından ve eğer
şimdi bir şey söylerlerse birinciliği elde edememiş olmalarını önemsiz
göstereceğinden ve bu fazlasıyla tuhaf kaçacağından dolayı bir şey
söyleyemediler.
O sırada Pei Ming kıkırdadı, “Çiçeğe Uzanan Kan Yağmurunun
Ekselanslarını kötü bir niyetle kaçırmadığını söylemiştim ama kimse bana
inanmadı. Şimdi inanacak mısınız?”

Bu hatırlatmanın ardından herkes bir anda aydınlandı.

Eğer bu olanlar arkasında gerçekten Hua Cheng varsa, öyleyse, üç bin tane
feneri sanki işten bile değilmişçesine yakması imkânsız değildi!

Hua Cheng ve Xie Lian’ın arasında bir şeyler mi vardı? İlişkilerinin ne tür
bir ilişki olduğu gerçekten de büyük bir gizemdi. O anda çoğunluğun
düşüncesi, Hua Cheng’in bunu kötü bir niyetle yaptığının daha inanılır
olduğu yönündeydi. Cennete ve tanrılara karşı bu zamana kadar hiç de
arkadaş canlısı olmayan bir tavırla yaklaşmış olan Hua Cheng’in bu
davranışını Xie Lian’a karşı bir anda değiştirmesi için bir sebep yoktu. Yine
de, Hua Cheng’in anlaşılmaz kuralsızlığı göz önünde bulundurulduğunda
ortada bir sebep yokken bile birilerine karşı iyi olmaya pekala
başlayabilirdi. Bu Ay Festivali’nin ardından Hua Cheng’in kötü niyetli
olduğunu söylemek epey zor olacaktı. Sonuçta söz konusu üç bin fenerdi!
Zenginliği kontrol eden Su Ustası için bile, sadece istiyor diye yapabileceği
bir şey değildi.

Bütün bu kargaşanın ortasında, bir anda, ziyafetin başından bir alkış sesi
duyuldu.

Tanrılar sesin geldiği yöne baktılar ve yavaşça alkışlarken Xie Lian’a


gülümseyen Jun Wu’yu gördüler,

“Tebrik ederim, Xian Le.”

Xie Lian, Jun Wu’nun tartışmanın alevini onun üstünden çekme niyetinde
olduğunu biliyordu ve buna minnettardı, başını eğdi. Jun Wu saygı ile iç
geçirdi, “Her zaman mucizeler yaratmayı başarıyorsun.”

Bu sözlerden sonra ziyafet yatıştı. Biraz tereddüttün ardından diğerleri da


alkışlamaya ve tebrik etmeye başladı.
Ne kadar şaşkın olsalar da bütün tanrılar ekselanslarının sürekli ilklere imza
attığı gerçeğini kabul etmek zorundaydılar. Geçmişte de, ve kesinlikle şimdi
de durum buydu!

Ay Festivali sona erdi ve durmak bilmeden homurdanan Yıldırım Ustası da


toplandı. Bütün bu olay boyunca en fazla tezahüratı yapan elbette Shi Qing
Xuan’dı, kimin sonuçları açıklanırsa açıklansın alkışlayan ilk kişi oydu. Pei
Ming hariç. Xie Lian başta bu öfkenin Su Ustasının ışığını çalmasından,
onu ikincilikten üçüncülüğe itmesinden kaynaklandığını düşündü. Ancak
Shi Wu Du memnuniyetsiz gözükmüyordu. Pei Ming ve Ling Wen onu
tebrik ettiler ve ardından tuina masajı için hangi kaplıcaya gideceklerini
planlamaya başladılar. Onları duyan Shi Qing Xuan sordu, “Ge, yine
eğlenmeye mi gideceksiniz?”

Shi Wu Du yelpazesini kapadı ve cevapladı, “En.”


Ling Wen kollarını bağladı ve kıkırdadı, “Rüzgâr Ustası, gelip eğlenmek
istemez misiniz?”

“Hayır, çoktan başkalarıyla plan yaptım.” diye cevapladı Shi Qing Xuan.

Shi Wu Du yüzünü astı, “Umarım nahoş birileriyle değildir.”

“General Pei’den daha nahoş birileri var mı?” Ling Wen iğneledi.

“Soylu Jie, kapa çeneni.” Pei Ming uyardı.

Xie Lian iki kardeşin konuşmasının bitmesini bekledi ve ardından Shi Qing
Xuan ile birlikte ziyafetten ayrılmak için hazırlandı. Çıkış yolunda Mu
Qing’e rastladılar, Xie Lian’ı izliyor muydu, kim bilir, ama artık memnun
gözükmüyordu. Öteki taraftan Feng Xin ise tam tersiydi. Ziyafeti terk
etmek için ayaklandığında Xie Lian’a seslendi, “Tebrikler.” Xie Lian başını
salladı, “Teşekkürler.”

Lang Ying, Rüzgâr Ustasının sarayındaydı. Temiz ve düzenli gözüküyordu


fakat hâlâ epey utangaçtı.

Xie Lian onu alıp indiğinde de yolda fazla konuşmadı. Xie Lian önce ona
yemesi için taze meyveler almak için şehre gitti, ardından ise hemen Puji
Köyüne dönmedi. Önce yakınlardaki bir koruya girdi.

Beklenildiği üzere koru epey hareketliydi, beyaz bir parça ipek ile tepe
taklak asılı üstsüz bir genç adam bağırıyor ve küfrediyordu. Ağzından
küfürler ve edepsiz laflar dökülüyordu ve hemen altında küçük bir çocuk
yere çömelmiş, sivri sinekleri kovalıyordu. Xie Lian, Lang Ying’e dışarıda
beklemesini

söylemiş ve kendisi sakince yürüyerek buraya gelmişti. Genç adam onu


gördüğünde öfkeden gözleri döndü, “XIE LIAN SENİ BOK PARÇASI,
BENİ ŞU AN YERE İNDİR! ÖLECEĞİM ÖLECEĞİM ÖLECEĞİM!”

Xie Lian yine de sıcak bir tonla konuştu, “Sivri sinekler tarafından en son
ısırılışının üzerinden epey zaman geçmiş olmalı. Sana hayatta olma hissini
bir kez daha tattırmak kötü bir şey mi?”
Bu genç adam elbette Qi Rong’du. Xie Lian onun sorun çıkarmasını
bekliyordu, Gu Zi’yi RuoYe’yi kesmesi için ikna etmesini de. Bu yüzden
çoktan RuoYe’ye eğer Qi Rong kaçmaya yeltenirse onu ormanın
derinliklerine çekip icabına bakmasını tembihlemişti. Qi Rong bir
başkasının vücudunu ona karşı kullanıyordu, bu yüzden Xie Lian onu canı
çıkana kadar dövemiyordu, ama bu ona zorluk çektiremeyeceği anlamına da
gelmiyordu. Xie Lian daha önce bu bölgede odun kesmiş ve sinekler
tarafından defalarca ısırılmıştı. Görünüşe göre Qi Rong da baştan aşağı
ısırılmış, bir ölüden daha acınası gözüküyordu, ve gürültüyle küfretti,
“SENİN KAR BEYAZI LOTUS KALBİN NEREDE HA? NEDEN

ŞİMDİ HASTA EDİCİ DERECEDE İYİ BİR İNSANMIŞ GİBİ


DAVRANMIYORSUN!”

Gu Zi, Xie Lian’ın bacağına sarıldı ve feryat etti, “ABİ! LÜTFEN


BABAMI AŞAĞI İNDİR! UZUN SÜREDİR

ORADA ASILI!”

Xie Lian saçlarını karıştırdı ve ardından Qi Rong yere düşüp ciyakladı.

Puji Köyü’ne dönmek için akçaağaç korusundan geçmeleri gerekliydi. Xie


Lian, küfreden üstsüz bir adamı sürüklerken birisi ağlayan, diğeri ise ölü
gibi sessiz iki çocuk peşinden yürüyordu. Ne tuhaf bir grup, diye düşündü
Xie Lian. Tepeler boyunca yürümeye devam ederken arkasındaki iki
ufaklığı uyardı, “Adımlarınıza dikkat edin. Burada ayağınızın takılması
işten bile değil.”

Bu doğruydu. Xie Lian’ın hurda topladıktan sonra kasabadan dönmek için


geç kaldığı ve bu yüzden gece yürümek zorunda kaldığı zamanlarda, belki
de şanssızlığından ötürü, sürekli takılıp düşerdi. Bunu duyan Qi Rong
hemen bağırdı, “YÜCE TANRI! LÜTFEN BU ŞAHSİYETİ ŞU AN
BURADA DÜŞÜR VE

CANINI AL!”

Xie Lian bunu gülünç buldu, “Sen bir iblissin, cennete yalvararak ne
yaptığını düşünüyorsun?”
O sırada, aniden uzaklardan gelen sıcak bir parıltının varlığını hissetti, ve
altlarındaki karanlık, şekilsiz patika aydınlandı. Yukarı baktığında gördüğü
şey bunun hayal gücünün bir oyunu olmadığını kanıtladı.

Gerçekten de ufuktan gelen bir ışık vardı.

Bu o üç bin Ebedi Işıklı Kutsanmış Fenerden gelen ışıktı.

Süzülen fenerler gece göğünde dolaşırken görkemli ve capcanlı


gözüküyorlardı, öyle ki ay ve yıldızların parıltısı arka planda kalmıştı. Xie
Lian serseme dönmüşçesine izledi, ve bir süre sonra fısıldadı, “...teşekkür
ederim.”

Qi Rong olanlardan bihaberdi ve kıs kıs güldü, “Siktiğimin teşekkürü ne


için? Diğerleri sadece eğleniyor, bunlar senin için yakılmadı, kendini bir
şey zannetmeyi bırak.”

Xie Lian gülümsedi ama bir şey söylemedi ve karşı çıkmadı. Sadece, “Bu
dünyada güzel şeylerin var oluşu dahi tek başına minnettar olunacak bir
şey.”

Yüreğinde sükûnet vardı ve oyunbozanlardan korkusu yoktu. Uzaktaki


fenerlerin ışığını ödünç alarak yoluna devam etti.

Çevirmen: Jason

Bölüm 93: Kötülüğe Gebe, Yeni Bir Dalga Ortalığı Karıştırır Henüz iki
günü geçmemişti ki Xie Lian büyük bir krizle yüz yüze geldi.

Tapınakta yiyecek hiçbir şey yoktu.

Eğer tek başına olsaydı, günlük ihtiyacı birkaç buğulanmış çöreğin yanında
küçük bir kâse turşu olurdu, belki kemirmek için tarlalardan biraz salatalık
toplardı, ve kendisine gayet bakabilirdi; Puji köyü sakinlerinin sundukları
günlük ihtiyaçlar yetiyor da artıyordu. Fakat şimdi, beslemesi gereken üç
boğaz daha tapınaktaydı. İki canlı insan ve bir yarı ölü hayalet; yiyecek
stokunu bitirmeleri fazla sürmemişti.
İki çocuk en azından fena değildi. Yetişkin bir adamın vücudunu ele
geçirmiş ve dışarı çıkmayı reddeden yarı ölü hayalet Qi Rong, bir yandan
onu kötü beslediği için Xie Lian’a küfrediyor; öte yandan herkesten daha
fazla yemek yiyordu. Xie Lian gerçekten de kararmış bir tavayı boğazına
tıkmak istiyordu.

Tavanın kolayca dışarı çıkarılamayacağından emin olduktan sonra Xie Lian,


biraz hurda toplayıp onlara güzel bir öğün yemek bulabilecekler mi diye
bakmak için iki ufaklığı pazar alanında bir yürüyüşe çıkardı.

Eğer Xie Lian’ın şansı normalde kötüyse, bugün özellikle berbattı.


Kasabada bir tur attıktan sonra toplayacak tek bir parça hurda bile
bulamadı. Sonunda kalabalık bir yol ağzında durdu ve bir karar verdi: eski
işine devam edecekti.

Böylelikle iki çocuğu oturttuktan sonra yol ağzının ortasında dikilip yüksek
ve anlaşılır bir sesle bağırdı,

“SEVGİLİ KOMŞULAR VE HALK! BUGÜN BU MÜTEVAZININ BU


DEĞERLİ KASABAYA İLK GELİŞİ. BİRKAÇ

TANE UTANÇ VERİCİ NUMARA SERGİLEYECEĞİM. GERÇEKTEN


UTANÇ VERİCİLER FAKAT UMUYORUM

Kİ HEPİNİZ BANA MÜSAMAHA GÖSTERİR VE BU FAKİR ADAMA


BİR EL UZATIRSINIZ, BİRAZ YİYECEK

BAĞIŞLARSINIZ, YOL İÇİN BİRAZ BOZUKLUK


BAHŞEDERSİNİZ...”

Xie Lian kutsal bir havaya sahipti, bir efsuncunun görünüşüne; kıyafetinin
kolları temiz ve düzgün, sesi berrak ve gür, enerjik ve canlı. Sokakta
oyalananların çoğu çok geçmeden gelip etrafında toplandı.

“Neler yapabilirsin? Bize havalı bir şeyler göster.”

“Tabak çevirmeye ne dersiniz?” Xie Lian neşeyle konuştu.


Kalabalık ellerini salladı, “Bu hiç de zor değil, çocuk oyuncağı! Başka ne
yapabilirsin?”

Ardından Xie Lian önerdi, “Peki göğüste kaya parçalamak nasıl?”

Kalabalık homurdandı, “Bu fazla eski moda, fazla eski! Başka bir şey?”

Ancak bundan sonra Xie Lian sokak gösterilerinin bile zamana ayak
uydurması gerektiğinin farkına vardı. En iyi numaralarının hiçbirisi dünün
haberinden başka bir şey değildi ve yaptıklarını takdir edecek kimse
kalmamıştı. Kalabalık dağılmak üzereydi, başka seçeneği kalmadığı için
üstün taktiğini kullanmaya karar verdi ve kollarından kendi elleriyle yaptığı
bir avuç koruma tılsımı çıkardı ve bir kez daha seslendi, “Gösteriyi izleyen
herkes için bedava koruma tılsımları! Hepsi el yapımı, yolunuza devam
edip bu şansı kaçırmayın!”

Bedava olduğunu duyduktan sonra, dağılan kalabalık hemen geri döndü.


“Ne tür koruma tılsımları?

Hangi tapınak tarafından kutsandı? Yüce Tanrı mı yoksa?”

“Zenginlik için bir tılsımın var mı? Bana zenginlik için olandan ver lütfen,
teşekkürler!”

“Ben Ju Yang’ın tılsımını istiyorum, bana bir tane ayır lütfen!”

“Hayır. Hayır.” Xie Lian açıkladı, “Verdiğim tılsımlar Xian Le Prensinin


tılsımları, Puji Mabedinde kutsandı, oldukça etkililer.” Elbette etkili olurdu.
Diğer tanrılara günde en az binlerce kişi dua ediyordu, bu onlar için
gürültüden başka bir şey değildi, ve biraz fazla geldiği an işi altlarında
çalışan astlarına atıyorlardı. Xie Lian için ise en fazla sahip olabileceği
günde birkaç dua idi, durum buyken kimin duayı duyup cevaplaması daha
olasıydı?

Kalabalık cıkladı. “O da ne öyle, daha önce öyle birisini hiç duymadık!”


Xie Lian ekledi, “Duymamış
olsanız bile sorun değil. Puji Mabedi Puji köyünün sadece yedi mil dışında.
İsteyen herkes ziyaret edebilir, bağış getirmenize de gerek yok...”
Kalabalık, daha cümlesini bile bitirmeden çoktan dağılmıştı. Seyircilerin
her biri tılsımı çok geçmeden yere atmıştı. Xie Lian toplamak için yere
eğildi ve tozlarını silkeledikten sonra kollarına geri koydu, biraz bile
rahatsız gözükmüyordu. Toplamaya devam ederken önünde bir çift kumaş
ayakkabı belirdi.

“Sorun nedir?” Xie Lian nazikçe sordu, “Gu Zi ile oturmaya devam et.
Sadece biraz beni bekleyin.”

Lang Ying sessizdi. O sırada, büyük caddenin sonundaki köşkün iki kapısı
aniden açıldı, ve bir adam öfkeli bağırışların eşliğinde dışarı atıldı:
“ŞARLATAN DOKTOR!”

Caddedeki yayalar olayı izlemek için aceleyle o tarafa toplandı. Gürültülü


adımlar yerde ne varsa çiğnedi, ve henüz yerden toplamaya fırsat
bulamadığı tılsımlar ezildi, kirlendi ve paramparça oldu. Xie Lian tek
kelime etmeden izledikten sonra kurtarmaya çalışmaktan vazgeçti. Lang
Ying’i Gu Zi’ye göz kulak olmaya gönderdikten sonra kendisi de neler
olduğuna bakmaya gitti. Köşkün girişine yaklaştığında zengin bir tüccar
gibi gözüken bir adam yaşlı bir doktor gibi gözüken başka bir adamla
tartışıyordu. Zengin tüccar öfkeliydi, “DÜN GELDİĞİNDE BANA NE
SÖYLEMİŞTİN? ENDİŞELENECEK BİR

ŞEY OLMADIĞINI SÖYLEMEDİN Mİ? BUGÜN OLANLARI NASIL


AÇIKLAYACAKSIN? KARIM DÜŞMEDİ VE

KÖTÜ BİR ŞEY DE YEMEDİ, ÖYLEYSE DURUM NASIL BU HALE


GELDİ?!”

Doktor ise, öteki taraftan, haksızlık diye bağırıyordu, “Dün eşinize teşhis
koymaya geldiğimde hiçbir sorun yoktu! Böyle bir durum için bir efsuncu
çağırmalısınız, doktor değil!”

Zengin tüccarın öfkeden gözleri dönmüştü, bir eli kalçasındaydı ve diğer eli
suçlarcasına doktoru işaret ediyordu, “OĞLUMU HENÜZ
KAYBETMEDİK, NASIL ONA BÖYLE LAFLAR EDERSİN, SAHTE
DOKTOR! AYAĞINI DENK AL, SENİ BÜTÜN MAL VARLIĞINLA
BİRLİKTE DAVA EDECEĞİM!”

Doktor ilaç çantasını yerden kaldırdı ve elinde tuttu, “Beni dava etsen bile
yapılabilecek bir şey yok.

Gerçekten de o nabzı okuyamıyorum! Hayatımda hiç böyle bir durumla


karşılaşmadım!!”

Kalabalık kahkaha attı, “Kendine yeni bir doktor bul!” “Ya da belki bir
efsuncu!”

Xie Lian içgüdüsel olarak bu olayda doğru olmayan bir şeyler hissetti, ve
insan denizinin arasından elini kaldırdı, “Lütfen buraya bakın! Burada bir
efsuncu var! Ben bir efsuncuyum!”

Herkes Xie Lian’a döndü, şaşırmışlardı, “SEN BİR SOKAK SOYTARISI


DEĞİL MİYDİN???”

Xie Lian kibarca açıkladı, “Bu sadece kısa süreli bir işti. Teşekkürler.”
Tüccara doğru yürüdü, “Beni sözü geçen hanımefendiyi görmeye götürecek
misiniz?”

Köşkün derinliklerinden bir takım kulak tırmalayıcı çığlıklar duyuldu,


dışarıda bekleyenlerin paniklemesine şaşmamak gerekirdi. Zengin tüccarın
çağırttığı yeni doktorun gelmesi biraz vakit alacaktı ve adamın zor durumu
ve çaresizliği göz önüne alındığında her şeyi yapacak durumdaydı, ve bu
yüzden gerçekten de Xie Lian’ı kapıdan içeri sürükledi. Xie Lian içeri
sürüklenirken doktorun da kolundan tutup onu da beraberinde içeriye aldı.

Yatak odasına girdiklerinde bütün zemin kanla kaplıydı ve büyük çiçekli


perdenin ardındaki yatakta genç bir kadın uzanmış yatıyordu, yüzü çektiği
acı yüzünden çarşaf gibi bembeyaz olmuştu. ıstırabı o kadar şiddetliydi ki
onu yerinde tutan kızlar olmasa karnına sarılarak kendisini yere atacaktı.
Xie Lian odaya girer girmez sırtındaki bütün tüylerin diken diken olduğunu
hissetti.
Odaya çökmüş ağır şeytani bir hale vardı ve bu hale tek bir yönden
geliyordu.

Kadının karnından!

Xie Lian hemen arkasından gelenlere engel oldu ve bağırdı, “HAREKET


ETMEYİN! KARNININ İÇİNDE

DOĞRU OLMAYAN BİR ŞEYLER VAR!”

Zengin tüccar dehşete kapıldı, “Karım doğum mu yapacak?”

Doktor ve tüccarın karısının başında bekleyen biraz daha yaşlı kadınlar bu


umursamazlığa daha fazla sessiz kalamadı ve konuştu, “Henüz sadece beş
ay oldu, nasıl şimdi doğum yapabilir!”

Zengin tüccar doktora patladı, “Eğer şu an doğum yapmayacaksa ve senin


de neler döndüğünden haberin yoksa bu sahtekâr olduğun anlamına gelir!
BİR NABIZ BİLE DİNLEYEMİYORSUN!”

Genç kadın bayılmak üzereydi ve Xie Lian bir kez daha bağırdı, “HEPİNİZ
SESSİZ OLUN!” ve ardından Fang Xin’i çıkardı. Bir anda uzun, siyah bir
kılıcı kınından çıkardığını gören herkes şaşkınlıkla zıpladı.

“NE PLANLIYORSUN?!” Ardından Xie Lian’ın ellerini bıraktığını


gördüler, kılıç havada süzülüyordu!

İzleyen herkes afallamıştı.

Fang Xin havada asılı duruyordu ve kılıcın sivri ucu genç kadının şişmiş
karnına doğru bakıyordu.

Kılıcın öldürme isteği yoğundu, ve kalabalık kadının karnının aniden


hareketlendiğini gördü; bir et yığını yükseldi, sola ve ardından sağa hareket
etti. Et parçası çırpınmaya devam etti, ta ki kadın şiddetli bir şekilde
öksürene ve kapkara duman bir çizgi halinde ağzından çıkıncaya dek!

Fang Xin bekliyordu ve fırsat bulduğu an kara dumana saldırdı. Kadın


acıyla inledi, “OĞLUM!” ve ardından kendinden geçip olduğu yere yığıldı.
Xie Lian kılıcı geri çağırdı ve tekrar sırtına bağlayarak doktora döndü,
“Şimdi her şey yolunda.”

Doktorun gözleri ve ağzı ardına kadar açılmıştı, Xie Lian ellerini birkaç kez
salladıktan sonra kuşkulu adımlarla yaklaştı. Tüccar sevinçli görünüyordu,
“Oğlum güvende mi?”

Ne var ki doktor genç kadının nabzını bir süre dinledikten sonra korku ile
titreyen bir sesle konuştu,

“Gitmiş...”

Zengin tüccar neye uğradığını şaşırdı ve bir anlık şokun ardından kükredi,
“GİTMİŞ? NASIL DÜŞÜK

YAPMIŞ OLABİLİR?!”

Ne var ki Xie Lian tüccarla yüzleşmek için başını çevirdi, “Hanımefendi


düşük yapmadı, bebek gitti.

Gitti, anlıyor musun?”

“Fark ne peki?” zengin tüccar sorguladı.

“Oldukça farklı.” Xie Lian konuştu, “Düşük yapmak düşük yapmaktır.


‘Gitti’ ise şu anlama geliyor: başlangıçta hanımefendinin karnında
gerçekten de bir bebek vardı, ancak şimdi, çocuk ortadan kayboldu.”

Sahiden de kadının karnı en başında şişkindi, ancak şimdi, görünürde hiçbir


hasar olmamasına karşın şişkinlik inmişti, bu son derece doğal olmayan bir
durumdu. Zengin tüccar şoktaydı, “...oğlum daha az önce karnında değil
miydi?!”

“Biraz önce içeride olan çocuğunuz değildi,” Xie Lian açıkladı,


“Hanımefendinin karnını şişiren şey o kadar duman bulutuydu!”
Doktor, genç kadının sadece bayıldığından ve hayatını tehdit eden bir
durum olmadığından emin olduktan sonra odayı terk ettiler. Zengin tüccar
sordu, “Efsuncu efendim, size nasıl hitap etmem gerekiyor? Hangi
tapınaktan geliyorsunuz? Hangi tanrıya tapıyorsunuz?”

“Efendim’e gerek yok, ismim Xie.” Xie Lian cevapladı, başta Puji
Mabedinden olduğunu söylemek istedi, fakat nedendir bilinmez, sözcükler
dudaklarından QianDeng Tapınağı olarak döküldü.

Bu üç kelime dudaklarından dökülür dökülmez yüzünü tuhaf bir sıcaklık


kapladı. Zengin tüccar bir oh çekti ve konuştu, “Daha önce adını hiç
duymadım, uzak olmalı?”

Xie Lian da ne kadar uzakta olduğunu bilmiyordu, hafifçe cevapladı,


“En...”

Nezaketen edilen birkaç lafın ardından zengin tüccar sonunda sadede geldi,
sesi korku doluydu,

“Daozhang! Az önceki canavar neydi öyle? Karımın karnında beslediği şey


bunca zamandır... o yaratık mıydı? O kara duman bulutu?!”

Konunun değişmesiyle Xie Lian da ciddileşti, “Durum bundan ibaret


olmayabilir. Dün doktor kontrol ederken hanımefendinin hiçbir problemi
olmadığını söylememiş miydi? O zaman nabzında bir sorun yoktu, fakat
bugün sorun çıktı, öyleyse korkarım ki dün gece bebeğin başına bir şey
gelmiş olmalı.

Lütfen düşünün, dün gece hanımefendi herhangi bir şey yaptı mı? Ya da sıra
dışı bir şey yaşandı mı?”

“Dün gece hiçbir şey olmadı,” dedi zengin tüccar, “Karım evden hiç
ayrılmadı! Ju Yang’ın sarayına dua edip saygılarını sunmasının sonucunda
bu çocuğa hamile kalmasının ardından evimizde küçük bir Ju Yang Mabedi
inşa ettik, karım her kapıdan çıkışında tütsü yakıp dua etti! Gerçekten de
dindardı!”
“...” Xie Lian eğer Feng Xin kendisine bu şekilde tapıldığını bilseydi isyan
edeceğini düşündü. Biraz düşündükten sonra sordu, “Öyleyse, hiç tuhaf bir
rüya gördü mü?”

Zengin tüccar gözlerini kırpıştırdı ve konuştu, “Evet!”

Xie Lian’ın enerjisi geri geldi, ve zengin tüccar konuşmaya devam etti,
“Daozhang, gerçekten tanrısal bir önseziye sahipsin! Karım dün gece
gerçekten de tuhaf bir rüya gördü. Rüyasına küçük bir çocuk onunla oyun
oynamış ve ona ‘anne!’ diye seslenmiş. Rüyanın ortasında karnında bir
tekme hissederek uyanmış. Ardından neşeli bir şekilde yanıma gelerek bana
karnındaki çocuğun anne ve babasının yüzlerini görmek için
sabırsızlandığını, bu yüzden de rüyasında onun yanına gittiğini söyledi.
Söylediği zaman onunla alay etmiştim!”

Xie Lian anında neler olduğunu anladı ve kendinden emin bir tonla
konuştu, “Sorun o çocukta!”

Kısa bir duraklamadan sonra sordu, “Çocuk kaç yaşlarındaydı? Nasıl


gözüküyordu? Hanımefendi bu konu hakkında bir şey söyledi mi?”

Zengin tüccar yaşadığı şoktan ötürü soğuk terle kaplıydı. “Korkarım ki


hatırlamayacaktır. Bana anlatırken çocuğun yaşından emin olmadığını
söylemişti, sadece oldukça küçük olduğunu, sesinin de yaşı küçükmüş gibi
çıktığını ve kucağına aldığı zaman fazlasıyla hafif olduğunu söyledi.”

Xie Lian hımladı ve ardından konuştu, “Birkaç soru daha soracağım, lütfen
dürüstçe cevaplayın, aksi takdirde olayın arkasındaki gerçeği
bulamayacağım. İlk olarak, eşlerinizin arasında gözde olmak için bir kavga
yaşanmış mıydı? İki, bu hanımefendi daha önce bir çocuk aldırdı mı?”

Eşlerin arasındaki sorunları sormasının sebebi bu lanetin kıskançlıktan


doğup doğmadığını anlamaktı.

Haremin derinliklerine kapatılmış bir kadın kıskançlığa düştüğünde her şeyi


yapabilirdi. Çocuk aldırıp aldırmadığını sormasının sebebi ise yeterli
olmayan sebeplerden dolayı böyle bir şeyin yaşanması annenin vücudunda
bir kin bırakarak yeni bebeğin acı çekmesine neden olabilecek olmasıydı.
Xie Lian’ın tekrarlayan sorularına cevap veren tüccar her şeyi dürüstçe
kabul etti. İnanılmaz biçimde Xie Lian’ın sorduğu her şey nokta atışıydı.
Aynı evde sürekli atışan fazlaca eşinin olmasının üzerine bir de dışarıda eve
alınmayı bekleyen bir sevgilisi vardı. Bunun üzerine hanımefendinin
hizmetinde olan

kızlardan birisi hanımefendinin daha önce de hamile kaldığını rapor etti. Bir
sokak doktorunun çocuğun kız olduğu yönündeki hatalı tanısını dinlemiş ve
bir erkek çocuk doğurarak haremdeki yerini korumak istediğinden dolayı
çocuğu aldırmıştı. Bütün bunları dinledikten sonra Xie Lian başının
ağrıdığını hissetti. Zengin tüccar endişeliydi, “Daozhang, acaba bu o
doğmamış kız çocuğunun intikamı olabilir mi?”

“Bu da bir olasılık,” Xie Lian konuştu, “Ancak tamamen doğru değil. Ne de
olsa hanımefendi rüyasındaki çocuğun yaşını ve kız mı yoksa erkek mi
olduğunu söyleyememişti.”

“Öyleyse... öyleyse Daozhang,” Zengin tüccar korkmuş bir şekilde sordu,


“O kara duman bulutu karımın karnını dünden beri şişirdiğine göre,
öyleyse... benim oğlum nereye gitti?”

Çevirmen: Jason

Bölüm 94: Kötülüğe Gebe, Yeni Bir Dalga Ortalığı Karıştırır

“Muhtemelen yok edildi.” Xie Lian cevapladı.

Zengin tüccar ürperdi, “Y-yok edildi?!”

Xie Lian başını sallayarak onayladı. Zengin tüccar panikliyordu, “Öyleyse,


Daozhang, ben şimdi ne yapacağım? Şu anda hamile olan bir eşim daha var,
ya o canavar bir kez daha ortaya çıkarsa?!”

Aynı evde bebek bekleyen bir kadın daha mı vardı?!

Xie Lian elini kaldırdı, “Sakin olun, bir soru daha sormama izin verin;
hanımefendi rüyasındaki çocukla nerede karşılaştığını hatırlıyor mu?”
Zengin tüccar konuştu, “Bulanık olduğunu söyledi ancak büyük bir köşke
benziyormuş, ama bunun haricinde hiçbir şey hatırlamıyor. Hem, sadece bir
rüya, detayları kim o kadar net hatırlayabilir ki?”

Ardından dişlerini gıcırdattı, “Ben... neredeyse kırk yılın ardından, sonunda


bir oğlumun olmasını bekliyordum, bu ne acı bir durum böyle!
DAOZHANG! O CANAVARI BULUP İCABINA BAKACAKSIN

ÖYLE DEĞİL Mİ? AİLEME DAHA FAZLA ZARAR GELMESİNE


MÜSAADE EDEMEM!”

“Paniklemeyin, paniklemeyin.” Xie Lian avuttu, “Elimden geleni


yapacağım.”

Bu sözlerin ardından zengin tüccarın keyfi yerine geldi ve ellerini birbirine


sürttü, “İyi iyi iyi, Daozhang’ın bir şeye ihtiyacı var mı? Nasıl bir ücreti
olursa olsun sorun değil!”

Fakat Xie Lian reddetti, “Herhangi bir ücrete gerek yok, ancak birkaç
hususta yardımınızı rica edeceğim. Birincisi, bana bir takım günlük kadın
kıyafeti bulun lütfen; bir erkeğin giyebileceği kadar bol olmalı. Ve korkarım
ki bebek bekleyen eşinizden bir tutam saça ihtiyacım var.”

Zengin tüccar hizmetçilere işaret etti, “Not alıyor musunuz?”

Xie Lian devam etti, “İkincisi, bebek bekleyen eşinize bu gece başka bir
odada uyumasını söyleyin. Ne olursa olsun kendisine ‘anne’ diye seslenen
çocuk sesine cevap vermemeli. En iyisi ağzını hiç açmaması olur. İnsanlar
rüya görürken rüyada olduklarının farkına varmazlar, bilinçleri ve hisleri
körelir, ancak sürekli kulağına fısıldayarak konuşmaması gerektiğini aklına
kazırsanız eğer, işe yarayabilir.”

Zengin tüccar talimatları kabul etti. Ardından Xie Lian konuştu,


“Üçüncüsü, bugün benimle beraber gelen iki ufaklık var, lütfen onlarla
ilgilenin ve onlara yiyecek bir şeyler verin.”

“Böylesine küçük şeyler, bırakın iki ricayı, yüz tane ricada bulunsanız bile
yerine getiririm!” Zengin tüccar bağırdı.
Sonunda, sıra en önemli nesneye geldi. Xie Lian konuştu, “Dört,”

Kıyafetinin kolundan Puji Mabedince kutsanmış bir koruma tılsımı çıkardı


ve iki eliyle tüccara uzatırken kendinden emin bir sesle konuştu, “Lütfen bu
koruma tılsımını alın ve ‘Ekselansları Veliaht Prens lütfen beni koru!’ diye
bağırın – böylelikle bu hadise benim tapınağımın adı altında kayda geçmiş
olacak.”

“...”

O gece, Xie Lian bir kez daha kadın kıyafetlerine büründü.

Kadın kıyafetleri giymeye her ne kadar artık yabancı olmasa da bu, ilk defa
hamile bir kadın kılığına girişiydi. Makyajını tamamlaması yarım tütsü
zaman bile almamıştı. Karnına bir yastık tıkıştırdı, ardından hamile kadına
ait bir tutam saçı yastığın altına koydu ve yatağa yattı. Soğukkanlı ve
sakindi, nefes alışını yavaşlattı ve uykuya dalması uzun sürmedi.

Aradan biraz zaman geçtikten sonra Xie Lian yavaşça gözlerini açtı.
Gözlerinin önündeki görüntü artık zengin tüccarın eşinin yatak odası
değildi, fakat gösterişli bir köşktü.

Xie Lian’ın ilk tepkisi Fang Xin’in hala yanında olup olmadığını kontrol
etmekti, orada olduğunu hissettikten sonra rahatladı. Ne de olsa Fang Xin
kutsal bir kılıçtı, bu yüzden kendisine derin bir bağ ile bağlıydı. Doğrulup
oturduktan sonra avuç içlerinin yapışkan olduğunu hissetti, ne olduğuna
bakmak için ellerini kaldırdığında ise yattığı yatağın henüz tam kurumamış
kanla kaplı olduğunu gördü, vücudunun yarısı kırmızıya boyanmıştı, şok
edici derecede ürkünçtü.

Xie Lian alışılmışın dışında olaylarla karşılaşmaya alışıktı, yataktan kalktı


ve bir anda üzerinden bir şeyin düştüğünü hissetti. Aşağı baktı, yere düşen
kıyafetin içindeki yastıktı, yastığı çabucak yerden alarak tekrar karnına
tıkıştırdı. Birkaç adımın ardından yastık bir kez daha yere düştü, bu yüzden
Xie Lian karnındaki yastığı iki eliyle yerinde tutarak etrafına bakındı.

Sarayda büyümüş olmanın verdiği bir özellik olacak ki gördüğü ve duyduğu


şeylerden fazlaca etkileniyor, etrafındakileri dikkatlice inceliyordu. Konu
güzelliğe geldiğinde, Xie Lian’ın da kendine göre birtakım standartları
vardı. Bulunduğu bu mekan, ona göre, güzel olabilirdi, fakat baştan çıkarıcı
bir havası vardı, bu yüzden eğer tahmin edecek olsaydı bulunduğu yerin bir
restoran ya da eğlence yeri olduğunu söylerdi. Ayrıca, o günün mimari
stiliyle kıyaslanacak olursa oldukça eski bir tarzdaydı, neredeyse yüzlerce
yıl öncesinden bir yapı gibi gözüküyordu, ancak tam olarak nereye ait
olduğunu çıkaramadı.

Yani, bu muhtemelen zengin tüccarın aldırılan bebeğinin ruhunun intikamı


değildi. Bunun sebebi ise şeytani ruhların sanrı oluşturduklarında sadece
kendi bildikleri görüntüleri kullanabilmeleriydi.

Yüzlerce yıl öncesine ait bir yapının sanrısı ancak aynı yaştaki bir ruh
tarafından oluşturulabilirdi.

Etrafı bir kez yürüyerek turladıktan sonra, kimsecikler yoktu, Xie Lian
başladığı yere geri döndü.

Bir kadın odasıydı. Çekmeceleri yerinden çıkabilen bir şifonyerin içinde


bebek kıyafetleri ve oyuncaklar vardı. Xie Lian hepsini tek tek eline alıp
inceledikten sonra yepyeni olduklarını fark etti, bu da bu odanın sahibi olan
kadının bunlara oldukça değer verdiğini gösteriyordu. Bu da bu kadının bu

‘çocuğa’ karşı büyük bir sevgi beslediği anlamına geliyordu.

Etrafta biraz daha dolandı, fakat aniden, Xie Lian şaşkınlığa uğradı. Bebek
kıyafetlerinin arasında bir koruma tılsımı bulmuştu, ve bu tılsım kendisine
aitti!

Nutku tutulmuş, Xie Lian üç kez onaylamak zorunda kalmıştı. Hata yoktu.
Gerçekten de onun koruma tılsımıydı. Üstelik dağdan yabani bitkiler
toplayıp kendi elleriyle diktiği ve kırmızı ipliklerle bağladığı koruma
tılsımlarından değildi. Bu, sekiz yüz yıl öncesinden kalma bir tılsımdı, Xian
Le Veliaht Prensi’nin ününün zirvede olduğu zamanlardan kalmaydı,
kullanılan materyallerden tılsımdaki el işçiliğine kadar her şey zarif ve
asildi. Neredeyse krallıktaki herkesin evinde bir tane bulunurdu.
Bu mümkün müydü, bu mekanın sahibi olan kadın bir zamanlar ona mı
tapıyordu?

O sırada Xie Lian, ölüm sessizliğini bozan kıs kıs gülüş sesleri duydu.

Bu o bebeğin gülüşüydü, aniden sessizliği bozmuş, her tarafta


yankılanıyordu, nereden geldiği ise meçhuldü. Xie Lian ne hareket etti ne
de bir tepki verdi, fakat zihni düşünceden düşünceye atlıyordu; bu ses
tanıdık gelmişti, daha önce nerede duymuş olabilirdi ki? Nerede?

Ardından farkına vardı ve küçük çocuğun sesleri zihninde yankılandı, “Yeni


gelin. Yeni gelin. Kırmızı düğün arabasındaki yeni gelin.”

“Yaşlarla dolan gözler, dağın tümseklerinden geçiyor, duvağın altında…”

Bu ses Yu Jun Dağında, düğün arabasıyla ormandan geçerken duyduğu


çocuğa aitti!

Xie Lian düşüncelerini toparladığında, çocuk ruhunun kahkahaları da


aniden durdu. Hemen arkasını döndü fakat hiçbir gölge görmedi.

Yu Jun Dağı meselesinin ardından iletişim rününde bu konu hakkında


sorular sormuştu, fakat herkes dağın yakınlarında öyle bir ruhun
bulunmadığını, kimsenin çocuk sesi duymadığını söylemişti. Lakin şimdi,
aynı ruh bir kez daha karşısına çıkıyordu, öyleyse bu bir tesadüf müydü?
Yoksa kasıtlı mıydı?

Çocuk ruhu gülmeyi bıraktı ve seslendi, “Anne.”

Bu ‘anne’ yakın bir yerlerden geliyordu fakat Xie Lian bir türlü sesin
nereden geldiğini anlayamadı.

Olduğu yerde hareketsiz durdu, nefesini tuttu ve kulaklarını sivriltti.

Bir süre sessizliğin ardından Xie Lian anladı – ses karnından geliyordu!

Bunca zaman Xie Lian iki eliyle karnındaki yastığı tutuyordu ve ancak o an
tuttuğu yastığın, ne zamandan beri bilinmez, ağırlaştığını fark edebildi.
Yastığa bir kez eliyle vurdu, ve kıyafetlerinin altından topağı andıran bir şey
yuvarlanarak dışarı çıktı, görünüşü soluk beyaz bir çocuk gibiydi, ağzından
bir şeyler dışarı fışkırdı ve hemen ardından karanlığın içinde gözden
kayboldu. Xie Lian, topağın ağzından çıkardıklarına bakmak için aceleyle o
tarafa yöneldi, bunlar birkaç parça iplik ve siyah bir topak saçtı. Görünüşe
göre yaptığı illüzyon işe yaramıştı. Küçük hayalet, diğer kadına yaptığı gibi
onun karnındaki ‘çocuğu’ da yemek istemişti, ancak bunun yerine Xie
Lian’ın kıyafetlerinin altındaki pamuk yastığı yemişti. Çok geçmeden Xie
Lian bir çığlık daha duydu, “ANNE!”

Nasıl seslenirse seslensin, ne kadar ağlarsa ağlasın, Xie Lian yine de


kendisine hâkim oldu ve ağzını biraz bile açmadı. Xie Lian, bu çocuk
ruhunun aslında bir cenin ruhu olduğunun farkına varmıştı, içinde
bulundukları oda da bir zamanlar annesiyle beraber yaşadıkları oda
olmalıydı. Şeytani ruhların aldıkları şekil, öldükleri zaman sahip oldukları
görüntü olurdu, fakat bu ruh kendisini çoğunlukla siyah bir duman bulutu
veya bulanık beyaz bir gölge olarak göstermişti, bu da ruhun kendisinin
nasıl gözükmesi gerektiğini bilmediği anlamına geliyordu. Yani gerçek bir
şekli yoktu. Ayrıca, çekmecelerdeki henüz hiç giyilmemiş bebek kıyafetleri
ve yatağın üstündeki kan havuzu; Xie Lian bu odada yaşayan kadının
bebeğini düşürdüğü çıkarımında bulundu, doğmamış çocuğu belli belirsiz
bir şekle ve biraz da bilince sahipti. Bir cenin ruhuna dönüşmesinin
ardından annesinin karnına geri dönmek istemiş ama bunun yerine zengin
tüccarın kapısını çalmıştı.

Hanımefendi’nin rüyasında ‘anne’ diye seslenmesinin ardından


hanımefendinin buna cevap vermek için ağzını açması yanlış bir hareketti.
Anne ve çocuk arasındaki bağın özel olduğu söylenirdi, kadının ağzını
açması bir çeşit ‘izin’ yerine geçmiş olmalıydı. Ağzını açtığında o şeytani
varlığın vücuduna girmesi için ona fırsat tanımış ve küçük hayalet içeri
girmiş, orada olması gereken fetüsü yiyerek yok etmişti. Xie Lian bir adam
olabilirdi, fakat ağzını açarsa ruhun bu fırsattan istifade ederek karnına girip
girmeyeceğinden pek de emin olamıyordu. Ne olur ne olmaz, ağzını kapalı
tutacaktı.

Böylelikle, dudaklarını sıkıca birbirine bastırıp elindeki Fang Xin’i sıkıca


kavrayarak çocuğun izini sürmeye başladı. İş tehlikeye geldiğinde Xie
Lian’ın içgüdüleri özellikle güçlüydü, bu binlerce savaşın ardından elde
ettiği bir şeydi. Nerede olduğu hakkında ufak da olsa bir fikri ve elinde de
kılıcı varsa, dikkatli bakmasına gerek kalmaksızın on hedefin dokuzunu
tutturabilirdi. Her ne kadar çocuğun illüzyonunun içerisindeyken saldırıları
biraz zayıflamış da olsa üst üste gelmeleri çocuğu sinirlendirmişti. Xie
Lian, bir süre sonra ayağında keskin bir acı hissetti. Görünüşe bakılırsa
fazlasıyla sivri bir şeyin üstüne basmıştı, hafifçe duraksadı.

Onun bu tuzağına düştüğünü gören çocuk ruhu kısa aralıklarla hince


kıkırdıyordu. Sesi oldukça körpeydi fakat bir çocuktan çıkmaması
gerekiyordu, daha çok kötü niyetli yetişkin bir adamın gülüşü gibiydi,
kontrast açık ve keskindi, duyanın kanını donduracak cinsten bir sesti. Ne
var ki Xie Lian’ın yüzü biraz bile seğirmedi ve yoluna devam etti; kılıcını
savurdu ve hedefi tam ortadan vurdu!

Çocuk ruhu acıyla ciyakladı, hasar almıştı, ve uzaklarda bir yerlere


saklandı. Ancak o zaman Xie Lian çizmelerinin altına bakabildi, yerde dik
duran küçük ve ince bir iğnenin üzerine basmıştı. Açıkça

çocuğun ruhu tarafından oraya yerleştirilmişti ve muhtemelen Xie Lian’ın


ağzını açıp acı içinde bağırmasını beklemişti. Ne var ki yanılmıştı. Xie Lian
acıya tahammül etmekte çok iyiydi; değil ki iğneye basmak, devasa bir
kapan tarafından bacağı koparılsa bile durum o şekilde gerektirdiği için ses
çıkarmazdı.

O küçücük iğne oldukça derine gitmişti, başta Xie Lian onu çıkarmak istedi,
fakat çocuk ruhunun istediğini elde edemeden kaçması onu
endişelendiriyordu, bu şansı kaçarak başkalarına zarar vermek için
kullanabilirdi, bu yüzden ayağındaki iğneye aldırış etmeksizin peşine
takıldı. Bir süre sonra acıyı hissetmemeye başladı ve adeta rüzgar gibi
koştu. Binanın içinde çocuk ruhundan bir iz yoktu, Xie Lian ise şaşkın
hissediyordu, Gerçekten de benim saldırılarımdan mı korktu? , ama tam da
o sırada rüzgar esmemesine karşın bir pencere açıldı.

Xie Lian aceleyle o tarafa yönelerek dışarı baktı, fakat gördükleri onu şok
etmişti. Görünürde ne bir sokak vardı, ne bir dağ, ne de insanlar. Sadece
dibi görünmeyen bir göl.
Gölün diğer tarafında başka bir ev duruyordu, ve evin içinde iki küçük
çocuk oturuyordu. Masada oturup yemek yiyen çocuklar Lang Ying ve Gu
Zi idi. Fakat başlarının üstünde dönerek kıs kıs gülen ve kahkaha atan kalın,
kara duman bulutunu fark etmemişlerdi. Bulut çığlık atıyordu, “ANNE!
ANNE!”

Xie Lian, kalbinin bir anlığına durduğunu hissetti, elleri pencerenin


kenarlarını sıkıca kavradı, seslenecek ve çocukları uyaracaktı. Fakat son
anda ağzını açmaması gerektiğini hatırladı ve sözlerini yuttu.

Bu her ne kadar ruhun yarattığı basit bir sanrıdan fazlası olmasa da Lang
Ying ve Gu Zi’nin kendisiyle birlikte sanrının içine çekilip çekilmediğinden
emin değildi, ve eğer durum buysa onlara gelecek herhangi bir zarar gerçek
bedenlerine de gelecekti. Uyarı olarak fırlatmak için bir vazo ya da öyle bir
şey aradı fakat atabileceği hiçbir şey yoktu. Masalar ve sandalyeler
pencereden atmak için fazla büyüktü, sığmazdı, ve iki binanın arasında
büyük bir göl vardı, bu yüzerek karşıya geçmesi gerektiği anlamına mı
geliyordu?

Tam o sırada başından beri yorgun görünen Gu Zi, esnemek için ağzını açtı.
Kara duman bulutu bir araya geldi ve ağzından içeri girmek
üzereymişçesine ona doğru yöneldi.

Çocukların bağışıklıkları oldukça zayıftı; o şey, izin vermiş olmasalar bile


içeriye sızabilirdi. Xie Lian’ın yüzmek ya da düşünmek için vakti yoktu.
Anlık bir kararla bağırdı, “AĞZINI KAPAT! KAÇ!”

Sözler Xie Lian’ın ağzından döküldüğü an, Lang Ying ve Gu Zi yerlerinde


zıplayarak şaşkınlıkla ağızlarını kapadılar ve ayağa fırladılar. Çocuk ruhu,
ne var ki, bir anda ortadan kayboldu, saliseler sonra kara bir duman bulutu
Xie Lian’ın yüzüne doğru patladı.

Xie Lian her ne kadar bağırdıktan sonra ağzını hemen kapatmış olsa da
boğazından aşağı doğru giden soğuk havayı hissedebiliyordu. İç organları
sanki etrafındaki her şey donuyormuş gibi üşüyordu. Xie Lian dişlerini
gıcırdattı, aceleyle kollarından birkaç koruma tılsımı çıkardı, içlerindeki
şifalı otları ve efsunlanmış kağıtları zorla ağzına tıkarak güç bela
çiğneyerek yuttu. Aradan fazla zaman geçmeden boğazı kaşınmaya başladı
ve kara duman bulutu kendisini dışarı attı!

Xie Lian kollarıyla ağzını kapadı, durmadan öksürüyordu, gözyaşlarına


boğulmuştu, çaresizce buna karşı koymanın yollarını düşünmeye
çalışıyordu. Kara duman bulutunu çıkardıktan sonra bile ruh, inatla
kendisine tutunmaya devam ediyordu. Böylelikle Xie Lian, bedenini
kaldırdı ve pencerenin dışındaki göle atladı.

Su sesinin ardından Xie Lian, gölün kalbine doğru batmaya başladı.


Nefesini tuttu, ellerini ve ayaklarını çaprazladı, oturma pozisyonuna geçti,
bedeninin buz gibi göl suyunun dibine batmasına izin verirken derin
düşüncelere daldı. Kalp atışları normale döndüğünde yukarı baktı, tepesinde
dolanan ve gölün yüzeyini mühürleyen kara duman bulutunu az da olsa
seçebiliyordu. Dışarı çıktığında derin

bir nefes almalıydı, lakin derin bir nefes alırsa eğer, çocuk ruhunu da
muhakkak karnına çekecekti.

Yetişkin bir adamın devasa, şişkin bir karnının olması hiç de komik
olmazdı.

Suyun içine atlaması sadece kendisine biraz düşünme süresi tanımak


istemesinden ötürüydü. Çok geçmeden Xie Lian’ın aklına bir fikir geldi, Ya
onu yutarsam? Ardından Fang Xin’i de yutarım. Bu numarayı sokaklarda
gösteri yaptığı zamanlarda öğrenmişti, biraz canını yakacak da olsa bu yolla
çocuk ruhunu yakalayabilirdi.

Kararını veren Xie Lian, kollarını ve bacaklarını açarak kenarlara doğru


yüzmeye başladı. Ne var ki yukarıdan boğuk bir su sıçrama sesi duyuldu ve
aniden, uçsuz bucaksız, parlak bir ateş kırmızısı belirdi gözlerinin önünde.

Kalın, simsiyah saçlar; sıçrayan su ve baloncuklar yüzünden hiçbir şey


göremiyordu. Xie Lian gözlerini kırptı, kendisini çevreleyen binlerce,
milyonlarca baloncuktan uzaklaşmaya çalıştı. Fakat ardından, kendisini
çevreleyen bir çift güçlü kol hissetti. Ellerden birisi belini kavrarken diğeri
çenesini kaldırdı.
Bir sonraki saniye, dudakları soğuk ve yumuşak bir şey tarafından örtüldü.

Çevirmen: Jason

Bölüm 95: Zihin Karmaşa İçinde, Ama Sakın Kalbin De Öyle


Olduğunu Söyleme O anda, Xie Lian’ın gözleri sonuna kadar açıldı.

Daha önce hiç kimse, ona böyle davranmamıştı.

Bir, kimse cüret edememişti; iki, kimse yapamazdı. Ne var ki bu kişi


şeytanın kendisi kadar çevikti ve o kadar ani ortaya çıkmıştı ki kendisini
savunacak fırsat bulamadan böyle bir durumun ortasına düşüvermişti.
Çılgına dönmüş, paniklemişti, uzuvları çırpınıyor ve karşıdakini çaresizce
ittirmeye çalışıyordu fakat bunun yerine bir ağız dolusu su yuttu, ağzından
kristal gibi su baloncukları çizgiler halinde yükselirken debeleniyordu. Bu
su altında kesinlikle yapılmaması gereken bir şeydi. Böylelikle, belindeki el
onu daha da sıkıca kavradı, vücutlarını sıkıca birbirlerine bastırdı, Xie
Lian’ın çırpmaya çalıştığı kolları sertçe göğsüne bastırılmıştı ve hareket
edemiyordu. Dudakları hala sıkıca mühürlüydü, öpücük derinleşirken ince
ve hafif bir hava akımı yavaşça dudaklarının arasından geçti.

Karşısındakinin Hua Cheng olduğunu anladığı anda çırpınmayı bıraktı ve


sayısız düşünce zihnine üşüşmeye başladı, hepsi de zamansız ve
uygunsuzdu. Örneğin, Demek Hua Cheng! Soğuk olmasına şaşmamalı.
Hayaletler nefes almaya ihtiyaç duymuyorlar ama yine de bana hava
verebiliyor mu yani?! Hayaletler suda batmıyor muydu?

O sırada, Hua Cheng gözünü açtı.

Bu kadar yakın mesafeden o kapkara göze bakıyor olmak, Xie Lian anında
donup kaldı, ve hemen ardından bir kez daha çırpınmaya başladı. Kollarını
çırpmaya çalışıyordu, aynı fazlasıyla aptal ve tuhaf bir ördeğin kendisini
boğması gibi. Hızla çırptığı kolları Hua Cheng tarafından kolaylıkla
durduruldu, ve eli hala sıkıca Xie Lian’ın belindeyken hızla yüzeye doğru
yüzmeye başladı. Çok geçmeden ikisi de suyun yüzeyine çıkmıştı.
Su neredeyse donuyordu ve hava da buz gibiydi, ne var ki, Xie Lian’ın
bütün vücudu baştan aşağı yanıyordu. Yüzeye çıktıkları an Xie Lian
arkasını dönüp kaçmak istedi, fakat kara duman bulutu hala tepede
süzülüyor, aç gözleriyle suyun yüzeyini izliyordu. Birilerinin su yüzüne
çıktığını gördüğü anda her kim olursa olsun yağmalamak için hızla öne
atıldı. Xie Lian başını biraz çevirmişti ki Hua Cheng, başının arkasındaki
eliyle onu geri çekti. Dudakları bir an olsun ayrılmamıştı ki bir kez daha
sımsıkı birbirlerine bastırıldılar. Öpücük yüzünden Xie Lian’ın dudakları
uyuşmuştu ve ağrıyordu, duyularını kaybedecekmiş gibi hissediyordu.
Karşısındaki herhangi bir başkası olsaydı çoktan kılıcını ona saplamış

olurdu, ama karşısındaki Hua Cheng’di, bu yüzden ne yapması gerektiği


hakkında hiçbir fikri yoktu.

Endişe ve stres yüzünden gözyaşlarına boğulmak üzereydi. O sırada, Hua


Cheng’in yüzünün ötesinde, binlerce, milyonlarca gümüş kelebeğin sudan
çıktığını gördü.

Gümüş kelebeklerden oluşan yoğun bir sağanak, kanat çırpma seslerinin


eşliğinde adeta birer kurşun gibi su yüzeyini delerek sudan çıktı, kanatları
soğuk bakışları yansıtıyordu, bir kılıç kadar keskindi.

Saniyeler içinde, çocuk ruhu parçalara ayrılmanın etkisiyle çığlık attı ve


kara duman bulutu dört bir yana kaçmaya çalışırcasına dağıldı. Ne var ki
kelebeklerin ağı yerden cennetlere kadar yükselmiş, içeride kalan ne varsa
mühürlemişti; ne kadar çabalarsa çabalasın kurtulamazdı. Hua Cheng,
gözünü bir an olsun ayırmadı, kollarında Xie Lian ile bir kez daha suya
daldı. Bir süre sonra, dudakları en sonunda ayrıldı.

Dudakları ayrıldıktan sonra bir grup hava baloncuğu daha Xie Lian’ın
ağzından kaçtı. Hua Cheng, boşta kalan eliyle suyun altında bir zar attı. Zar
gerçekten de suyun içerisinde dönüyordu, hem de hızla dönüyordu,
durmadan önce büyük bir akıntı yarattı. Ardından ikili bir kez daha su
yüzeyine çıktılar.

Bu sefer kıyı uzakta değildi, Hua Cheng ancak o zaman Xie Lian’ın sahile
doğru yüzmesine müsaade etti. Kim bilir hangi sahildi, ışıklar görünüyor ve
kalabalığın sesi duyuluyordu, sesler ve ışık yakından geliyormuş gibiydi
ancak uzaktaydı. Arkalarında, suyun üzerinde, kara duman bulutunu
hapsetmiş

gümüş kelebek ordusu göğe fırladı, uzaktan gelen ışıklara doğru


uçuyorlardı, arkalarından ise çocuk ruhunun uzun çığlıkları duyuluyordu,
“AAAANNnneee – !!!...”

İkili kıyıya çıktı ve birbirlerine bakarak yavaşça yere oturdu, böylelikle Xie
Lian, sonunda Hua Cheng’e dikkatlice bakma fırsatı buldu.

Gerçekte yollarını ayıralı sadece birkaç gün olmuştu; fakat Xie Lian, son
görüşmelerinin üzerinden çok daha uzun zaman geçmiş gibi hissediyordu.
Hua Cheng, her görüşmelerinde daha da farklı, daha da göz alıcı
görünüyordu. Bu seferki Hua Cheng geçen seferkine kıyasla bir iki yaş
daha olgun gibiydi.

Yüzü her zaman suya vuran gün ışığından daha parlak ve yakışıklı olmuştu.
Saçları simsiyah, teni oldukça beyaz ve yanağının sağında incecik, küçük
bir tutam saç örgüsü.. Xie Lian, Hua Cheng’in alnının üstündeki saç
çizgisindeki v şeklini ilk kez fark ediyordu, bu yüzünün daha da keskin ve
çekici görünmesini sağlıyordu. Bir gözünü kapayan göz bandı öldürme
arzusu yayıyor, sivri hatlarını yumuşatıyor ve göz alıcı görüntüsünü
mükemmel bir şekilde dengeliyordu.

Hua Cheng’in kaşları, kendisini tutmaya çalışır gibi çatılmıştı; birkaç kez
hızlı hızlı nefes aldıktan sonra konuşmak için ağzını açtı, sesi bir önceki
sefere göre açıkça daha kısıktı, “Ekselansları, ben...”

Xie Lian baştan aşağı ıslaktı. Dudakları şişmiş, gözleri bomboş bakıyordu.
Uzunca bir süre sersemlikten sonra mırıldandı, “Ben... ben... ben...”

Bir süre kekeledikten sonra bir anda rastgele konuştu, “Ben biraz açım.”

Bunu duyan Hua Cheng afallamıştı.

Xie Lian henüz şok etkisinden kurtulamamıştı, ve kafa karışıklığı içerisinde


bir kez daha konuştu,
“Hayır. Ben... ben... benim biraz uykum var...”

Sırtını Hua Cheng’e döndü, dizlerinin üstüne çöktü ve bir şeyler ararmış
gibi elleriyle yerleri yoklamaya başladı. Arkasından Hua Cheng sordu,
“Neyi arıyorsun?”

Xie Lian elinde olmadan da olsa ona bakmaya cesaret edemiyordu, ve


tutarsızca mırıldandı, “Bir şey arıyorum. Bambu şapkamı arıyorum.
Şapkam nerede?”

Eğer bu sahneyi izleyen birileri olsaydı muhakkak şöyle bağırırdı, “İşi bitti!
Aklını yitirdi!” Ama gerçekte bunun tek sebebi Xie Lian’ın başına bu
zamana kadar böyle bir şeyin hiç gelmemiş olmasıydı.

Ve olayın şoku o kadar fazlaydı ki biraz kafayı sıyırmasına neden olmuştu.


Xie Lian elleri ve dizleri üstünde emekledi, sırtı hala Hua Cheng’e dönük
bir biçimde mırıldandı, “...Ben, ben bulamıyorum.

Şimdi buradan gidiyorum. Eve gidip bir şeyler yiyeceğim... ayrıca hurda
toplamam gerekiyor...”

“...”

“Özür dilerim.” dedi Hua Cheng.

Arkasından gelen sesin yakınlaştığını hisseden Xie Lian ayağa fırladı ve


bağırdı, “ŞİMDİ BURADAN

GİDİYORUM!”

Bağrışı adeta bir yardım çığlığı gibiydi. Hua Cheng aceleyle konuştu,
“Hayır!”

Xie Lian alelacele kaçmaya çalıştı, fakat birkaç adımın ardından bileğini
burktu ve sırt üstü yere kapaklandı. Arkasına baktığında yerdeki kan izlerini
gördü, ayağının altına girip derinlere kadar batan iğne iyice saplanmıştı.
Hua Cheng çabucak ayak bileğini yakaladı, sesi endişeli geliyordu, “Sorun
nedir?”
Xie Lian hemen ayağını geri almaya çalıştı, “Hiçbirşeyhiçbirşeyhiçbirşey,
hiç acımıyor, sorun yok!”

Hua Cheng biraz sinirlenmişti, “Nasıl acımaz!” Ardından elleri hareket etti
– gerçekten de çizmelerini çıkaracaktı! Dehşete kapılan Xie Lian
emekleyerek ileri gitmeye çalışırken bağırdı, “HAYIR,
HAYIRHAYIRHAYIR, GEREK YOK!”

Emeklemeye devam etti, kaçmaya çalışıyordu; aynı zamanda Hua Cheng


ona tutunmuş durdurmaya çalışıyordu. Her şey karmakarışık olmuştu ve
sahildeki geri kalan insanlar da alarma geçmişti. Uluyan kalabalık ve kim
bilir ne türden tuhaf tipler, kendi aralarında konuşarak etraflarını sarmıştı.
Ortalığı velveleye vererek, “KİM VAR ORADA! BU NE CÜRET!
BURASININ NERESİ OLDUĞUNU BİLMİYOR

MUSUNUZ SİZ? BİR KEZ DAHA MI ÖLMEK İSTİYORSUNUZ! BEN...


VAY CANINA, BU.. LORDUMUZ DEĞİL

Mİ?!”

Hayaletlerden oluşan kalabalık hep bir ağızdan bağırdı, “İYİ GÜNLER


LORD HAZRETLERİMİZ!”

Xie Lian içinden hayıflanıyor ve çaresizce elleriyle yüzünü kapayabilmeyi


diliyordu. Burası Hayalet Şehirdi!

Kalabalığın içinde geçen ziyaretinde gördüğü tanıdık yüzlerin sayısı epey


fazlaydı. İkili baştan aşağı ıslaktı, etrafları onları izleyen hayaletler ve
insanlarla çevriliydi, ve Hua Cheng’in eli hala bileğindeydi; bırakmaya da
niyeti yok gibiydi. Bu öylesine şok edici bir sahneydi ki Xie Lian sonunda
aklını toparlayabildi. Ama kim bilebilirdi, hayaletler Hua Cheng’in kim
olduğunu anladıktan sonra daha da büyük bir heyecan içinde bağırdılar,
“LORDUM! BİRİNE TECAVÜZ ETMEYE Mİ ÇALIŞIYORSUNUZ?!

YARDIMA İHTİYACINIZ VAR MI?! ONU YERİNDE TUTMANIZA


YARDIM EDELİM!”

“KAYBOLUN!” Hua Cheng emretti.


Hayaletlerden oluşan kalabalık alelacele sıvıştı. Ancak her ne kadar
yanlarına yaklaşmaya cüret edemeden uzaktan izliyor olsalar da Xie Lian
oracıkta bayılıp her şeyi bitirmek istiyordu; çünkü Hua Cheng ayağa
kalkmış, eğilerek onu nazikçe kucağına almış, ağır adımlarla sahilden
uzaklaşıyordu.

Xie Lian hala kadın kıyafetleri giyiyordu ve yastığın hala karnında


olmadığına şükrediyordu, öteki türlü bu çok daha dehşet verici bir manzara
olurdu. Ne var ki bu düşünce sonunda aklını başına getirdi. Hua Cheng’in
kullarında biraz debelendi ama işe yaramayınca hafifçe boğazını
temizleyerek konuştu,

“...San Lang, özür dilerim. Bir an için aklımı kaybettim sanırım, ne utanç
verici.”

Az önce gerçekleşenler ona gerçekten de büyük bir darbe vurmuştu. Ne de


olsa bu ilk seferiydi. Ama darbenin sebebi sadece bunun ilk seferi olması
değildi. Geçmişteki yüzyıllar içerisinde kadın hayaletler defalarca çıplak
vücutlarıyla onu cezbetmeye çalışmıştı, ama Xie Lian daha önce hiç bu
kadar utanç verici bir tepki vermemişti. Öyleyse neden şimdi bu haldeydi?
Bunun sebebinin Baş

Rahip’in ona kendisini sadece kadınlara karşı savunmayı öğretmesi


olduğunu tahmin etti; erkeklere karşı değil, bu yüzden hiç tecrübesi yoktu,
ve bu yüzden nasıl tepki vereceğini bilememişti.

Az önce nasıl karşıladığını düşününce kendisinden utandı, belki de fazla


tepki vermişti. San Lang’ın kötü bir niyeti yoktu diye düşündü, ama buna
karşın onu bu kadar korkutmuştu, yaptığı gerçekten büyük kabalıktı. Ne var
ki Hua Cheng, cevapladı, “Hiç de değil, çizgiyi geçen ve gege’yi inciten
bendim.

San Lang yanıldı ve özür diliyor.”

Olanlara gücenmediğini gören Xie Lian gizlice rahat bir nefes aldı, “Zor bir
durumdaydım ve sen sadece bana yardım etmeye çalışıyordun, hem o kadar
da büyük bir olay değildi. Ah, doğru ya,” Bir anda orada ne yapıyor
olduğunu hatırladı, “San Lang, neden tekrar bir anda ortaya çıktın? Çocuk
ruhu nerede?”

Fakat Hua Cheng otoriter bir tonla cevap verdi, “Yaralarını tedavi etmek
önce geliyor.”

Onlar konuşadururken çoktan göz alıcı bir yapının önüne varmışlardı ve


Xie Lian yukarı baktığında girişte asılı olan ‘Zevk Köşkü’ yazısını gördü.

Hayret etmişti. Daha önce yanmış olan Zevk Köşkü bu kadar çabuk mu
yeniden inşa edilmişti?

Eskisiyle tamamen aynı görünüyordu. Ancak yine de suçluluk duygusunun


etkisiyle sormaya utanıyordu. Hua Cheng onu kollarında taşıyarak içeri
girdi ve siyah yeşimli sedire yöneldi. Xie Lian

sedire oturdu ve Hua Cheng önünde dizinin üstüne çökerek Xie Lian’ın
yaralanan ayağının altındaki kanla boyanmış yarayı inceledi.

Bu pozisyon Xie Lian’ı rahatsız etmişti ve bağırdı, “Hayır!” Ardından


kalkmaya yeltendi fakat Hua Cheng onu yerinde tutarak çabuk hareketlerle
çizmesini ve çorabını çıkardı.

Bu aynı zamanda lanetli kelepçenin takılı olduğu ayaktı, beyaz ayak


bileğini çevreleyen kapkara zincir güçlü bir kontrast oluşturuyordu. Hua
Cheng’in gözleri bir an için duraksadıktan sonra avuç içini Xie Lian’ın
yarasına bastırdı.

“Biraz acıyabilir,” dedi Hua Cheng, “Kendini tutma, gege. Eğer acırsa
bağır.”

Çevirmen: Jason

Bölüm 96: Zihin Karmaşa İçinde, Ama Sakın Kalbin De Öyle


Olduğunu Söyleme Xie Lian. “Ben…”
Cümlesini bitiremeden Hua Cheng’in biraz güçle sıktığını hissetti, bir dizi
acı dalgası bacaklarına yükseldi ve kendini geri çekilmekten alamadı.

Her ne kadar Hua Cheng’in kullandığı güç son derece kontrollü ve Xie Lian
için bu küçük acı bir hiç olsa da, nedense, onun önünde, Xie Lian acısını
saklayamıyor gibiydi. Belki de Hua Cheng ona en başından kendini
tutmamasını söylediği içindi ve kendisi ise aksine çok çabalamıştı, bu
nedenle geri tepmişti. Xie Lian’ın geriye çekildiğini fark edince Hua Cheng
hemen bileğini daha sıkı tuttu ve yumuşak bir sesle güven verdi. “Merak
etme. Yakında bitecek. Korkma.”

Xie Lian başını iki yana salladı ama Hua Cheng’in elleri daha da nazik
olmuştu, hızla çalışıyordu ve elini tekrar kaldırdığında küçücük iğne çoktan
çıkartılmıştı. “Pekala, oldu.”

Xie Lian gözlerini odakladı ve berbat bir zehirle parlayan iğnenin ucunu
gördü. Hua Cheng beş

parmağını kapattı ve onu kolayca havada dağılan küçük siyah bir dumana
dönüştürdü. Bunu görünce Xie Lian rahatsızlığını bir kenara attı ve
toparlanmış bir şekilde cevap verdi. “Ne kadar yoğun bir garez.

Normal bir cenin ruhu bu kadar güçlü olmamalı.”

Hua Cheng ayağa kalktı. “Haklısın. O zaman bu cenin ruhu normal bir
düşükten olmamalı.”

Tam bu sırada, maskeli bir adam başı önde bir şekilde içeriye girdi, kil bir
kabı her iki eliyle sundu ve Hua Cheng’e uzattı. Xie Lian farkında olmadan
adamın bileğinde hala lanetli kelepçe olup olmadığını kontrol etti, ama bu
kez adamın kol yenleri tamamen bağlanmıştı. Hua Cheng bir eliyle kabı
aldı ve göz attı, ardından siyah şiltede oturmakta olan Xie Lian’a uzatmak
için döndü. Xie Lian daha uzanmamıştı ki, içinden ağlayan bir çocuğun
boğuk sesi yükseldi ve bir şey delirmişçesine vuruyor gibiydi, kil kabın
hafifçe sallanmasına, düzgün bir şekilde duramamasına neden oluyordu, bu
nedenle daha da meraklandı.
Kil kabı aldığı zaman hafifçe köşesindeki mührü soydu ve içeriye göz attı,
korkunç bir soğukluğun iliklerine dek işlediğini hissedebiliyordu.

Kabın içinde bir cenin gibi bir şey vardı. Her ne kadar her iki kolu ve
bacağı da büyümüş olsa da, zayıf ve güçsüzlerdi, ve başı gölgelerde belli
belirsizdi. Her şeye rağmen çarpık organ yumrusundan başka bir şey
değildi.

Bu gerçek haliydi.

Xie Lian anında kabı tekrar mühürledi. “Anlıyorum.”

Bir keresinde, kendini korumak için veya evini ve şansını garantiye almak
için henüz gebeliğini tamamlamamış hamile kadınları arayan ve acımasızca
kadınların rahminden çocukları kesen, büyülerle onları küçük iblislere
dönüştüren, onları zarar vermeye zorlayanlar olduğunu duymuştu.

Görünüşe göre, bu cenin ruhunun böyle kötü bir büyünün sonucu ortaya
çıktığı şüphesizdi ve anne yüksek ihtimalle bir zamanlar Xie Lian’ın bir
tapınanıydı, yoksa henüz doğmamış çocuğunun kıyafetlerine onun
koruyucu tılsımını koymazdı.

Xie Lian mırıldandı ve konuştu. “Cenin ruhunu sen yakaladın ama, ama
incelemek için senden alsam sorun olur mu San Lang? Çünkü daha önce
ona Yu Jun Dağında da rastladım ve ikinci kez karşıma çıktığı için de
sadece bir tesadüf mü yoksa arada bir bağlantı var mı bilmiyorum.”

“Eğer istiyorsan al tabi.” Hua Cheng. “Eğer ben gelmeseydim de


yakalayacaktın zaten.”

Xie Lian kıkırdadı. “Öyle olsa bile San Lang, yine de sen çabasız bir
şekilde yakaladın, ben denesem çok daha zor olurdu.”

Düşünmeden yapılmış bir yorumdu aslında, ama Hua Cheng belirtti. “Öyle
mi? Ve eğer ben gelmeseydim nasıl yakalamayı planlıyordun? Önce onu
midene atıp sonra bir kılıç mı yutacaktın?”

“…”
Sahiden doğru bir noktaya değinmişti.

Hua Cheng’in yüzünde bir parça bile memnuniyetsizlik yoktu, ama Xie
Lian nedense Hua Cheng’in biraz sinirlenmiş olabileceğini hissediyordu.

İçgüdüleri ona eğer doğru cevabı vermezse Hua Cheng’in kızacağını


söylüyordu. Tam bir cevap bulmak için düşünürken, aniden midesinin
büzüldüğünü hissetti ve Xie Lian düşünmeden konuştu.

“…Biraz acıktım.”

“…”

Ancak sözler ağzından çıktıktan sonra Xie Lian ne söylediğini fark etti. Hua
Cheng’in tepkisini görmek için yüzüne bakmaya utanıyordu, Xie Lian
kendini dürüstçe açıkladı. “Bu kez sahiden…”

Bir an sonra Hua Cheng en sonunda ‘pfft’ diye güldü ve ardından


kahkahayı bastı.

O gülünce, sanki Xie Lian’ın tüm kasvet bulutları bir anda dağıldı ve rahat
bir nefes aldı. Hua Cheng ise yarı gülüyor, yarı iç çekiyordu ve başını
salladı. “Tamam.”

Hua Cheng - kalmasını ve ona Zevk Köşkünde bir ziyafet vermek istiyordu,
ama Xie Lian ‘ziyafet vermek’ dediğini duyduğu anda abartılı bir şeyler
olacağını anlamıştı ve onun yerine dolaşmaya çıkmayı ve bu sırada yiyecek
bir şeyler bulmayı önerdi. Hua Cheng kabul etti.

Zevk Köşkü oldukça sıcaktı ve ikisi sırılsıklam içeriye girdikten kısa bir
süre sonra kurumuşlardı. Ancak Xie Lian’ın kadın kıyafetleri içerisindeki
hali oldukça dikkat çekiyordu, bu yüzden yine de Hua Cheng’den ödünç
kıyafetler aldı, tekrar temiz, beyaz kıyafetlere bürünmüştü. İkisi dışarıya
çıktıktan ve iyi bir mesafe kat ettikten sonra bile hala cenin ruhunun
inlemeleri duyulabiliyordu, ‘anne’ ağlamaları havada çınlıyor, inatçı azmini
gösteriyordu. Ancak Hayalet Şehirde zaten iblislerin ve hayaletlerin
ulumaları ve haykırışları vardı ve bu yüzden ağlamaları boğulup gitti, hiçte
fark edilebilir değillerdi.
Hayalet Şehrin ana caddesi her zamanki gibi hareketliydi ve sokağın her iki
yanı da egzotik yemekler satan tezgahlarla doluydu. Her ne kadar etraftaki
iblisler ve hayaletler hala aynı olsalar da, Xie Lian’a karşı olan tavırları
geçen sefer dolaştığı zamankinden tamamen farklıydı. Hua Cheng yanında
yürüyordu, omuz omuzaydılar ve tuhaf görünümlü tezgah sahiplerinin hepsi
gülümseyerek onları selamlıyordu, kendi yerlerine onları davet etmek için
birbirleriyle kavga ediyor, neredeyse yerlere kadar eğiliyor, Xie Lian’ın
aklına bir deyim gelmesine neden oluyorlardı: Tilki, kaplan gücünü
üstleniyor.

*ÇN: Sadece güçlü birisi yanında olduğu için güçlü görünen zayıf kişi
anlamında.

Hua Cheng’e saygı gösterenler dışında, Xie Lian’ı hararetli gözlerle izleyen
yüzlerce, binlerce kişi vardı, sanki yargılıyor ve tahminde bulunuyor
gibiydiler. O kim oluyordu da Hayalet Şehrin Lorduyla omuz omuza
yürüyebiliyordu? Bu yaşananlar Xie Lian’ın yaptığı seçimi sorgulamasına
neden oldu.

Canavarlar ve iblislerin akıntısında sürüklenip, milyonlarca gözün


önündeyken Hua Cheng sanki evindeymiş gibiydi, ve sordu. “Ne yemek
istersin?”

En sonunda tuhaf olmayan bir şey satan bir tezgah görünce Xie Lian bu işi
çabuk bitirmek istedi. “Şu olur.”

Ancak Hua Cheng aynı fikirde değildi. “O olmaz.”

Xie Lian meraklanmıştı. “Neden?”

Hua Cheng hiçbir şey söylemedi ama içeriye bakmasını işaret etti. Xie Lian
bir bakış attı ve tezgah sahibi onların önünde durduğunu görünce, sanki
onları davet edermiş gibi heyecanla ellerini ovuşturdu, gergin bir şekilde
kuvvetle masaları, sandalyeleri ve sıraları siliyordu. Ancak mobilyaları
silmek için kullandığı şey diliydi.

“…”
Her ne kadar kaseler ve sofra takımları o geniş ve uzun dille yalandıktan
sonra suyun ışıldayan boncuklarını damlatıyor ve yeni görünmelerine neden
olan bir parıltı saçıyor olsalar da, Xie Lian yine de tezgahtan kararlı bir
şekilde ayrılmaya karar verdi ve aceleyle uzaklaştı. Birkaç adım sonra bir
başka tezgah gördü; temizce yapılmış gibi görünen bir tavuk çorbası
dükkanıydı, önündeki tabelada

‘Evde büyüyen tavuğun, yavaş pişirilmiş et suyuna çorbası. Tazedir,


temizliği garanti edilir.’ Xie Lian durdu. “Ah, tavuk çorbası. Bir kase içsek
mi?”

Hua Cheng yine onaylamadı. “Burası da olmaz.”

Xie Lian gözlerini kırpıştırdı. “Sorun tabaklar mı yoksa tavuk mu?”

Hua Cheng onu dükkana götürdü, perdeleri kenara çekti ve Xie Lian’a
bakmasını işaret etti. Merakla, Xie Lian başını içeriye uzattı ve anında dili
tutuldu. Mutfağın içinde kocaman bir çanak vardı, altında ateşler yanıyor ve
içinden dumanlar çıkıyordu. Çanağın içinde başında parlak bir horoz ibiği
olan iri bir adam vardı ve kaynar suların içinde haşlanarak mutlulukla
banyo yapıyordu. Çanağın yanında bir sürü kova vardı ve içlerinde tuz,
karabiber, otlar ve çeşitli baharatlar vardı. Dükkanın önündeki bir müşteri
bağırdı. “PATRON, ÇORBAYA TUZ EKLE! ÇOK TUZSUZ!”

Banyosunu yaparken, adam büyük bir avuç baharat aldı ve kendi üzerine
döktü, bir havluyla sertçe vücuduna sürüyordu, tatlandırıyordu. Ardından
uzun bir ötüş koyverdi. “Ü-ÜRÜÜ-ÜÜÜÜÜ!”

Xie Lian perdeleri bıraktı ve sessizce uzaklaştı.

Uzun bir tur attıktan sonra ikisi en sonunda bir dükkan buldular, özelliği
‘Ölümlü Diyarın Otantik Lezzetleri’ydi. Her ne kadar Xie Lian’ın ne kadar
‘otantik’ olduğuna dair şüpheleri olsa da, örneğin onun bildiği kadarıyla
ölümlüler avlanması zor büyük canavarların etini şiş kebap yapmak için
kullanmazlardı, ama yine de kıyasla bu dükkan en normaliydi.

İkisi oturduğu anda, arkalarından takip etmekte olan hayalet kalabalığı


hemen yanaştı ve etraflarını sardı, yemeklerine daha çok çeşit eklemek için
el birliğiyle çabalıyorlardı. Domuz kasap elinde kalın, beyaz bir insan
bacağıyla gürültüyle vuruyor ve kaba bir sesle haykırıyordu. “LORDUM!
TAZE BİR

ŞEYLER İSTER MİSİNİZ?! BU DAHA YENİ GELDİ!”

Kalabalık ona bağırdı. “DEFOL BURDAN! LORDUMUZUN ARKADAŞI


O PİSLİĞİ YER Mİ SANIYON? ONU

YEŞİL CİN Mİ SANDIN? SENİN KENDİ UZUVLARIN DAHA


YENİLESİ OLABİLİR!”

“NE KADAR KORKUNÇ BİR KAN KOKUSU! İNSANLARI


İĞRENDİRİYORSUN!”

Domuz sahiden bacaklarından birisini kaldırdı ve bağırdı. “EĞER


LORDUM VE ARKADAŞI İSTERSE, BENİM EMEKTAR BACAĞIM
BİR HİÇ, DOĞRARIM HEMEN! SÖYLEYEYİM, BENİM EMEKTAR
ETİM

KESİNLİKLE LEZİZDİR!”

Xie Lian gülümsemekten kendini alamadı ve başı önde yulaf lapasını yedi.
Hua Cheng onları anlamlı bir şekilde görmezden geliyordu, bu yüzden
hayalet ve iblislerden oluşan kalabalık telaşla mallarını Xie Lian’a doğru
itmeye başladılar, gevezelik ediyorlardı:

“Sokak yemeği spesiyali: beyin suyu! Canavarların beyinleri özenle seçilir,


her biri en az elli sene kendini geliştirmiştir! Şu leziz kokuyu içinize çekin,
efendim!”

“Bu ördek kanı pudingi çok iyidir, vak! Bakın, vak! Kendi etimden taze bir
şekilde kesildi, vak!

Denemez misiniz, vak!”

“Meyvelerimiz mezarlıkların otantik taze meyveleridir, ölü bedenlerin


üzerinde büyüyenleri almayız, sahiden, her kelimesini doğru
söylüyorum…”
Yığın yığın yiyecekler verildi, öyle ki Xie Lian hepsini görmekte güçlük
çekiyordu ve sonsuz bir şekilde teşekkür etti. Bu hararetli ilgiyi boşa
çıkartmak istemiyordu, ama aynı zamanda bu kadar çok egzotik sokak
yemeğini kabul etmesi zordu ve tüm bu karmaşanın arasında Hua Cheng’in
orada oturduğunu gördü, elini yanağına yasamış, yüzünde büyük bir
gülümsemeyle onu izliyordu. Xie Lian etrafına baktı, boğazını temizledi ve
ardından fısıldadı. “…San Lang…”

Ancak o zaman Hua Cheng konuştu. “Onları umursama ge ge. Sadece bir
misafirim olduğu için fazlasıyla heyecanlılar.”

Bir hayalet anında konuştu. “LORDUM, ÖYLE SÖ’LEMEYİN!


HERHANGİ BİR KİŞİ İÇİN BU KADAR

HEYECANLANMAYIZ! EĞER LORDUMUZ BÜYÜK BABAMIZSA, O


ZAMAN LORDUMUZUN GE GE’Sİ DE

BİZİM BÜYÜK AMCAMIZ OLUR…”

“EVET! ELBETTE BÜYÜK AMCAMIZ GELİNCE


HEYECANLANCAZ!”

Xie Lian gülse mi ağlasa mı bilemiyordu, ne dedikleri merak ediyordu ve


Hua Cheng de, bağırdı.

“Saçmalamayı kesin! Susun!” Hayalet kalabalığı aceleyle boyun eğdi.


“EVET EFENDİM! LORDUMUZ

TAMAMEN HAKLI. ÇENEMİZİ KAPATIYOZ. O BÜYÜK AMCAMIZ


DEĞİL!”

Tam bu sırada, beklenmedik bir şekilde, kenarda kıkırdamakta olan birkaç


kadın hayalet en sonunda dayanamadı ve seslendiler. “Hey! Siz… Lan
Chang’a kaldıramadığını söyleyen Daozhang ge ge değil misiniz?”

“…”

Xie Lian neredeyse ağzındaki tüm lapayı tükürüverecekti.


Hayalet kalabalığı sanki büyük bir sırrı keşfetmiş gibiydi ve patladılar.
“HASİKTİR! HAKLISIN!”

“BU O! BU O! BU O! LAN CHANG HERKESE ANLATIP


DURUYODU!”

Daha zeki olan iblisler aceleyle konuşan hayaletlerin ağızlarını tıkadılar,


ancak Hua Cheng’in duyduğuna hiç şüphe yoktu. Xie Lian gizlice bir bakış
attı ve Hua Cheng’in tek kaşını kaldırdığını gördü, onu okunmaz gözlerle
izliyordu, sanki ‘kaldıramamak’la Xie Lian’ın ne alakası olduğunu
anlamlandırmaya çalışır gibiydi. Aslında, bu sadece Xie Lian’ın kendisine
asılan kadın hayalet için kullandığı bir bahaneydi ve her ne kadar kalabalık
onunla o sırada dalga geçtiyse de, onun için hiçbir şeydi. Ancak şimdi Hua
Cheng’in önüne itilince, Xie Lian dayanamadı, çaresiz bir şekilde bir ağız
dolusu yulaf lapasında boğularak ölmeyi diliyordu.

“Ben…” Xie Lian başladı.

Hua Cheng sabırla onun devam etmesini bekler gibiydi, ama böyle bir şey
nasıl açıklanabilirdi ki?

Sahiden ciddi ciddi oturup aslında, iktidarsız olmadığını söyleyecek miydi?

Xie Lian zayıf bir şekilde sözünü tamamladı. “…Doydum.”

Yalan değildi, sahiden doymuştu, bu yüzden hemen ayağa kalktı ve


tezgahtan aceleyle uzaklaştı.

Arkasından hayalet kalabalığı ellerinde yığın dolusu yiyecekler ve egzotik


yemeklerle durmadan koşuyordu. “LORDUM, LORDUM! ARTIK
YEMEYECEK MİSİNİZ?!”

Hua Cheng de arkasından koşuyordu ama bir an arkasına bakmak için


zaman harcadı ve tekrar emretti. “KAYBOLUN!”

Hayalet kalabalığı bir kez daha aceleyle yok oldu. İleride Xie Lian öylesine
yürüyordu, ama hayalet ve iblislerin takip etmediğini görünce, Hua
Cheng’in yetişmesi için adımlarını yavaşlattı. Hua Cheng’in elleri iki
yanında öne çıkması uzun sürmedi, ciddi bir sesle konuştu. “Ge ge’nin
böyle ağza alınmaz bir ıstırabı olduğunu bilmiyordum?”

Xie Lian hemen haykırdı. “YOK!”

Ardından kederle ağıt yaktı. “…San Lang.”

Hua Cheng başını salladı. “Pekala. San Lang anlıyor. Bu konuda tek kelime
daha etmeyeceğim.”

İnanılmaz iyi ve söz dinler bir yüz takınmıştı, ama apaçık sahteydi. Xie
Lian belirtti. “Hiçte dürüst değilsin.”

Hua Cheng kahkaha attı. “Söz veriyorum, bu dünyada benden daha dürüst
kimseyi bulamayacaksın.”

Aşina olduğu sözleri duyunca Xie Lian da güldü.

Bir an sonra uyandıran bir sesle sordu. “San Lang, QianDeng Tapınağı
nerede biliyor musun?”

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 97: Beyaz Gece Yaratmak İçin, Kızıl Siluet Güzellik Katıyor*

Bu sorunun cevabını Xie Lian aslında biliyor gibiydi. Ancak Hua Cheng’in
tepkisi beklediğinden tamamen farklıydı.

Bir anlık sessizliğin ardından, Hua Cheng aniden konuştu. “Özür dilerim.”

“Ne?” Xie Lian şaşırmıştı.

İlk başta ‘QianDeng Tapınağı’ bir tür şaka değilse, o zaman burasıyla en
bağlantılı olabilecek kişinin Hua Cheng olduğunu düşünmüştü. Ama
tahmini ne kadar hatalı olursa olsun, Hua Cheng’in özür dilemesi için hiçbir
sebep yoktu. Hua Cheng cevap vermedi ve sadece ona, onunla yürümesini
işaret etti, bu nedenle Xie Lian takip etti. İkisi bir süre yürüdüler ve bir
köşeden döndükten sonra önündeki manzara geniş bir ufuğa dönüştü, göz
kamaştırıcı, yüce bir tapınak Xie Lian’ın gözlerinin önünde belirmişti.

Bir anda nefes almayı bıraktı.

Etrafındaki her şey hayalet diyarın buğulu karanlık ve parlak kızıl


manzarasıydı, ancak bu kadar uğursuz bir zeminde duran tapınak,
kelimelerle ifade edilemeyecek kadar güzeldi, cenneti andıran binlerce ışığı
mest ediyordu.

Özü Hayalet Şehrin gürültülü, kaotik keşmekeşinde olan ihtişamın ve


aydınlanmanın tapınağı, tezatlığıyla göze çarpıyordu ama yine de
muhteşemdi. Sadece bir saniyeliğine görmek bile nedensiz, derin bir
izlenim bırakıyordu. Xie Lian’ın konuşabilmesi için uzun bir zaman
geçmesi gerekmişti.

“…Bu…”

İkisi tapınağın önünde durdular ve Xie Lian bakmak için başını kaldırdı.
Hua Cheng de hafifçe başını kaldırmıştı ve konuştu. “Birkaç gün önce Ay
Festivaliydi ve ge ge’nin de her seneki sıkıcı oyunlarına katılabileceğini
düşündüm, bu yüzden şölendeyken ge ge’nin biraz eğlenebilmesi, işleri
biraz ilgi çekici kılabilmek için burayı kurdum.”

“…”

‘İşleri ilgi çekici kılma’ yöntemi oldukça şaşırtıcıydı. Xie Lian’ın


‘eğlenebilmesi’ için bir tapınak kurmuş

ve üç bin tane Ebedi Işıklı Kutsanmış Fener yükseltmişti!

Hua Cheng başını eğdi, kol yenlerini düzeltti ve ardından ekledi. “Burayı
fevri bir şekilde kurduğum için bilmeni istememiştim. Ge ge’nin tapınağını
böylesine berbat bir yere kurduğum için umarım bana gücenmez.”

Xie Lian hemen başını iki yana salladı. Hua Cheng onun rahatsız olacağını
düşündüğü için bilmesini istememişti demek. Xie Lian ne söylemesi
gerektiğini bilmiyordu. Bu noktada tekrar teşekkür etmesi çok yetersiz
kalırdı, bu nedenle Xie Lian kendini toparladı, derin bir nefes aldı ve bu
‘QianDeng Tapınağı’na hayranlıkla bakmaya başladı. Bir an sonra başını
yana eğdi ve sordu. “Bu tapınak olağanüstü derece görkemli, yapımındaki
sanatsallığı ve işçiliği kutsallık derecesinde; böyle bir eser sadece birkaç
günde inşa edilemez. San Lang, bu tapınağı yakın zamanda inşa etmedin
değil mi?”

Hua Cheng gülümsedi. “Elbette hayır. Ge ge’nin gözleri hassas, uzun


zaman önce inşa edildi. Ama burayı ne için kullanacağımı bulamamıştım,
bu yüzden gizli tutuyordum ve kimsenin buraya girme izni yoktu. En
sonunda burayı kullanmak ve gün yüzü görebilmesi için bana bir sebep
verdiği için ge ge’ye teşekkür etmeliyim.”

Bunu duyunca Xie Lian rahat bir nefes verdi.

Uzun zaman önce inşa edilmişti ama hiç kullanılmamış ve ilk başta bir
amacı yoktu, ardından elverişli olduğu için uygun görülmüştü. Eğer Hua
Cheng sadece onun için bir tapınak inşa etse rahatsız hissederdi. Elbette
Hua Cheng’in kişiliği göz önünde bulundurulduğunda, tamamen eğlence
amaçlı da yapılabilirdi. Her ne kadar Xie Lian Hua Cheng’in neden Hayalet
Şehrin geri kalanından bu kadar farklı bir bina yaptırdığını merak etse de,
yine de sorma isteğini bastırdı. Her şeye burnunu sokmak güzel bir
alışkanlık değildi sonuçta; ya bir uygun olmayan bir konuya değinirse ne
olacaktı?

*ÇN: Evet, evet, yıllar önce öylesine yaptırdığı boş bir binaydı, öylesine
hadi tapınak yapayım dedi...

Hua Cheng sordu. “İçeri girip bakmak ister misin?”

Xie Lian neşeyle cevap verdi. “Elbette.”

Acelesiz adımlarla yan yana tapınağa girdiler, taşlarla döşenmiş bir yoldan
ilerliyorlardı. Etrafa bakınca, tapınağın içi geniş ve ferahtı, ama ne ilahi bir
heykel ne de tapınanların diz çökmesi için minderler vardı. Hua Cheng
konuştu. “Aceleyle yapıldı, bu yüzden eğer bir kusuru varsa, ge ge umarım
mazur görür.”
Xie Lian sırttı. “Hiçte yok. Bence çok güzel. Çok, çok güzel. Put ve
minderler olmaması gayet iyi, hiç olmamasını tercih ederim. Ama neden bir
tabela dahi yok?”

Eleştirel bir soru değildi; sadece tapınağın önüne döşen taş yollara bile
‘QianDeng Tapınağı’ kazınmıştı ve sadece tapınağın önündeki levha
eksikti, bu yüzden görmezden gelinebilecek bir şey olmadığı için Xie Lian
meraklanmıştı.

Hua Cheng kıkırdadı. “Yapacak bir şey yok. Yazı yazabilen pek kimse
bulunmuyor. Önceki kalabalığı düşün, harfleri tanımaları bile mucize. Ge
ge, özellikle beğendiğin bir kaligrafi ustası var mı? Tabelayı tasarlamaları
için onlardan birisini davet edebilirim. Ve ya, bence en iyisi bu olur, ge ge
kendin çizip QianDeng Tapınağına asabilirsin. Çok daha hoş olur.”

Konuşurken büyük salondaki sunağı işaret etti. Yeşimli yazı masası son
derece uzun ve genişti; üzeri çeşitli adaklarla dekore edilmişti, bir tütsü kabı
ve hatta fırçalar, hokkalar ve kağıtlarla; ilimin taze havasıyla. İkisi
yaklaştılar ve Xie Lian konuştu. “O zaman San Lang yazsa nasıl olur?”

Bunu duyunca Hua Cheng’in gözleri hafifçe irileşti, sanki böyle bir şey
söylemesini hiç beklemiyor gibiydi. “Ben mi?”

Xie Lian yanıtladı. “Evet.”

Hua Cheng kendisini işaret etti. “Benim yazmamı mı istiyorsun?”

Xie Lian onun rahatsızlığını fark etti ve sordu. “San Lang, bir sorun mu
var?”

Hua Cheng tek kaşını kaldırdı ve cevapladı. “Hayır, sadece…”

Xie Lian’ın ondan bir cevap beklediğini görünce yumruklarını sıktı ve


nasılsa biraz aciz bir halde cevap verdi. “Sorun değil. Sadece, ben iyi
yazamıyorum.”

Bu işte yeni bir haberdi. Xie Lian, Hua Cheng’in iyi yapamadığı hiçbir şeyi
sahiden hayal edemiyordu.
Gülümsedi. “Aa? Sahi mi? Bir şeyler yazıp göstersene?”

Hua Cheng tekrar sordu. “Sahiden yazmamı mı istiyorsun?”

Xie Lian birkaç boş yaprak aldı, titizce masaya yerleştirdi ve dikkatle
üzerlerine bastırdı, ardından hoş

görünen mor bir fırça aldı ve ellerine bıraktı. “Hadi.”

Onun her şeyi hazırladığını görünce Hua Cheng. “Pekala, tamam. Ama
gülmek yok.”

Xie Lian başını salladı. “Tabi ki yok.”

Böylece Hua Cheng fırçayı aldı ve yazmaya başladı, tamamıyla ciddi bir
havaya bürünmüştü. Xie Lian izledi, hemen yanındaydı, ama izledikçe yüzü
renk değiştirmeye başlıyordu.

Sahiden kendini tutmak istiyordu ama yapamadı. Hua Cheng ise, deliliği
çizerken, fevri bir şekilde yazıyordu, yarı ikaz eder yarı dalga geçer bir
halde konuştu. “Ge ge.”

Xie Lian hemen yüz ifadesine çeki düzen verdi. “Benim hatam.”

Gülmek istemiyordu ama ne yapabilirdi? Hua Cheng’in yazısı sahiden çok


komikti!!!

Tüm bir tarih boyunca Xie Lian’ın gördüğü tüm çılgın yazıların hiçbirisi
Hua Cheng’in vahşi fırça darbelerinin yanına yaklaşamazdı ve bu vahşilik
kötücül bir kasırga ve musibet taşıyordu.

Muhtemelen bunu bir hattat görse gözleri devrilir ve oracıkta ölürdü. Xie
Lian’ın ‘engin deniz’, ‘sular’,

‘Wu Dağı’, ‘bulutlar’ ve diğer şeytani şekilleri çıkarması için uzun zaman
ve sonsuz bir güç gerekti, ve Hua Cheng’in yazdığı şeyin ‘Engin
denizlerden sonra, sular artık su değildir; Wu Dağı kalktıktan sonra, bulutlar
bulut değildir’ olduğunu tahmin etti.
Hua Cheng’in hayalet diyara hükmettiğini, hem cennet hem
cehennemdekilerin ondan korktuğunu düşününce, en sonunda bir konuda
böyle bir hale bürünmesi ve böyle dizeler yazması… Xie Lian
kahkahalarını tutmaya çalışırken boğulacaktı. İki elini kaldırdı ve Hua
Cheng’in tamamladığı ürünü tek hareketle tuttu, ve güçlükle sakin
görünmeye çalıştı. “Güzel. Bir karakteri var, büyük bir ahenk içeriyor. Bir
‘tarz’ı var.”

Hua Cheng fırçayı yerine koydu, dengeli ve düzgün görünüyordu, bir


gülümseme sıkıştırdı. “Delilik demek istedin herhalde.”

Xie Lian duymamış gibi davrandı ve ciddi bir havayla yorum yapmaya
başladı. “Aslında düzgün yazmak zor değildir, bir tarz kazanmak ise esas
zor olandır. Eğer sadece güzel görünüyorsa ama binlercesiyle aynıysa, o
zaman sadece sıradan denebilir. San Lang’ın temeli iyi, bir uzmanın
yeteneğine sahipsin, dağları gücendirmeye yeter…” ardından gelen iki diğer
değim daha vardı: Engebeli manzaralar, mahvolmuş ordular. Yapacak bir
şey yoktu; övgüler uydurmak son derece zordu. Hua Cheng öylece durdu,
ve dinlerken kaşları daha da yükseliyordu. Şüpheyle sordu. “Sahi mi?”

Xie Lian. “Sana ne zaman yalan söyledim San Lang?”

Hua Cheng sakin ve tembel bir şekilde kenardaki küçük altın tasa birkaç
tütsü ekledi ve taze, hafif kokuların arasında kayıtsız bir halde konuştu. “İyi
yazmak istiyorum, ama bana kimse öğretmedi ve bir püf noktası var mı
bilmiyorum.”

Sahiden doğru kişiye sormuştu. Xie Lian hımladı ve konuştu. “Aslında püf
noktası yok, sadece…” Xie Lian düşünüp taşındı, ama en sonunda sadece
konuşup göstermemezlik etmenin olmayacağına karar verdi, bu nedenle
yanına yaklaştı, fırçayı kendisi eline aldı ve Hua Cheng’in yazdığı şiirin son
iki mısrasını kendisi yazdı. Saniyeler içerisinde olup bitmişti ve bir an
baktıktan sonra Xie Lian güldü ve iç çekti. “Çok utandım. Yıllardır yazı
yazmaya pek fırsat bulamadım, artık iyi değilim bu yüzden.”

Hua Cheng birbirinden cennet ve cehennem kadar farklı olan dört mısraya
baktı, karakterlerin tarzları birbirlerine çok yabancıydı, özellikle de Xie
Lian’ın eklediği son iki mısra – “Açan çiçeklerin arasından geçerken göz
tembelleşir; inancın yarısı kendinde, yarısı birinde.”. Mısraları yan yana
koydu ve birkaç kez okudu, gözleri ışıldıyor ve hareket etmiyordu. Bir süre
sonra başını kaldırdı. “Bana öğretir misin?”

“Ders vermeye cüret edemem.” Dedi Xie Lian. Bu nedenle Hua Cheng’e
kendini tutmadan kaligrafiye giriş konusunu anlatmaya başladı, içyüzünü ve
gençlik yaşlarında kendisi kaligrafi öğrenirken fark ettiği kişisel
düşüncelerini söylüyordu.

Parfümlü hava nazikçe süzülüyor, parlak ışıklar titriyordu. Xie Lian içten
bir şekilde anlattı ve Hua Cheng dikkatle dinledi. Büyük salonda, neşeyle
ve acelesiz bir şekilde sohbet ettiler, sesleri kısıktı, bir sevecenlik tablosu
çiziyorlardı. Bir süre sonra Xie Lian. “Neden bir kez daha denemiyorsun?”

Hua Cheng ‘aa’ dedi ve fırçayı elinden aldı ve ciddi bir şekilde kendisini
toparladıktan sonra birkaç karakter yazdı. Xie Lian yanında duruyor ve
izliyordu, kollarını çaprazlamış, başını eğmişti. “İlginç.

Ama…”

Ama hala Hua Cheng’in yazı stilinde bir şeyin yanlış olduğunu
hissediyordu. Kaşlarını çatarak bir süre gözlemledi ve aniden sorunun ne
olduğunu fark etti – Hua Cheng daha fırçayı bile doğru şekilde tutmuyordu!

Fırçayı tutuşu bile tamamen yanlıştı, elbette kötü yazacaktı!

Xie Lian gülse mi ağlasa mı bilemeden ona yaklaştı, düşünmeden onu


düzeltmek için elini uzattı.

“Yanlış tutuyorsun, böyle olması gerek…”

Ancak uzandığı zaman bunun uygun olmayabileceğini fark etti. İkisi


öğretmen ve genç bir öğrenci değildiler, bu yüzden ellerini tutarak
göstermesi biraz abartılı bir yakınlık olabilirdi. Ama elini çoktan uzattığı
için geri çekmesi için hiçbir sebebi yoktu; eğer çekerse fazlasıyla utangaç
görünürdü. Bu nedenle bir süre tereddüt ettikten sonra Xie Lian elini geri
çekmedi. Ardından aklına geldi, Kumarbazın İninde Hua Cheng’in de ona
bu şekilde el ele zar atmayı öğretmemiş miydi? Her ne kadar Xie Lian
geçen sefer bu konuyu hiç düşünmemişte olsa ve her ne kadar içinden
küçük bir ses ona bir nedenle aldatıldığını söylediyse de, bu kez kendisi
Hua Cheng’e bir şey öğretmek konusunda son derece içtendi. Bu nedenle
Xie Lian’ın sıcak avucu rahatladı, Hua Cheng’in soğuk eline sıkıca
bastırılmıştı, nazikçe tutuyor ve fırçanın kağıttaki hareketlerine yön
veriyordu, fısıldadı. “Bu şekilde…”

Elinin altında Hua Cheng’in fırçasının daha da vahşileştiğini


hissedebiliyordu, bu yüzden kontrol edebilmek için kullandığı gücü artırdı,
düzeltti. Ancak tekrar yoldan çıkması elbette uzun sürmedi, kontrolüne
direniyordu, bu nedenle tek yapabileceği daha sıkı tutmaktı. İkisinin
gücünün bir araya gelerek yazdığı karakterler çarpık ve eğriydi, uygunsuz
ve çirkin, ve Xie Lian ona yön vermeye çalıştıkça bir şeylerin daha da
yanlış olduğunu hissetti ve en sonunda ağzı açık bakmaktan kendini
alamadı. “Ne…”

Sanki küçük şakası başarıya ulaşmış gibi, Hua Cheng yumuşak bir şekilde
kıs kıs güldü. Kağıttaki mürekkep düzensiz bir şekilde zorbaydı, ve Xie
Lian kızdı. “San Lang… böyle yapma. Düzgünce öğren.

Düzgünce yaz.”

“Ah.” Hua Cheng boyun eğdi.

Tek bir bakış atmak bile sadece ciddiymiş gibi rol yaptığını anlamak için
yeterliydi. Xie Lian başını iki yana salladı, kendini gülünç hissediyordu.

Hua Cheng’in elleri soğuk olabilirdi ama onun tutuşunun altında, nedense,
sıcak bir kömür parçası gibiydiler ve Xie Lian daha sıkı tutmaya cesaret
edemedi. Tam bu sırada Xie Lian’ın gözleri aniden sunağın köşesine takıldı
ve durdu.

Oraya baktığı zaman, yazı masanın köşesinde küçük, yalnız bir çiçek
görmüştü.

Çevirmen: Nynaeve
Not 1: Beyaz Gece [Nuit Blanche (fr)]: Bir şehrin tüm bir gece boyunca
süren festivali.

Kızıl Siluet Güzellik Katıyor [Fragrance Added by Red Sleeves]: Bu dize


mutlu bir evliliğin zevkini ifade eder, ‘Kızıl Silüet’ (kırmızı kol yenleri//red
sleeves) gelini temsil eder ve ‘Güzellik Katmak’ (adding fragrance//hoş
koku eklemek??) bir alimin güzel bir kadının eşliğinde çalışmasını tasvir
eder-miş. MXTX burada kelime oyunu yapmış. Türkçeleştirmesi inanılmaz
zordu. Anlamlı olması açısından ancak bu şekilde çevirebildim :(

Not 2: Engin denizlerden sonra, sular artık su değildir;

Wu Dağı kalktıktan sonra, bulutlar bulut değildir;

Açan çiçeklerin arasından geçerken göz tembelleşir;

İnancın yarısı kendinde, yarısı birinde.

Tang şairi Yuan Zhen’e ait bir şiir, ölen eşine olan ölümsüz aşkını ve
bağlılığını ifade ediyor. Engin denizleri (karısını) gördükten sonra, diğer su
kitlelerini artık onunla kıyaslayamıyor; Wu Dağı (karısı) yoksa, manzaralar
onun için bir anlam ifade etmiyor . Çiçeklerin arasından geçerken (diğer
kadınlar), aklında sadece kendisi ve ölen eşi var.

İlk iki mısra genelde iyi ve güzel bir şeye sahip olmanın nostaljik hissini ve
bundan sonra onunla hiçbir şeyi kıyaslayamamanın yalnızlığını ifade eder. -
miş.

Bölüm 98: Acayip Oyun Planı, Kapılar Cenin İblisin Hırsızı İçin Açık
Xie Lian şaşırdı, tozla kaplanmış bir resim gibi eski anıları temizlemeye
çalıştı ancak hala çok muğlaklardı. Ellerini gevşetti ve çiçeği aldı, ciddi ve
suskundu. Hua Cheng fırçasını bıraktı ve sessizce mürekkebi öğüttü. “Ne
oldu?”

“…” Xie Lian gülümsedi. “Hiç. Sadece çiçek çok tazeleyici, hep
sevmişimdir.”
Tapınaklarda ve saraylarda çiçek adakları görmek yeni bir şey değildi.
Sadece insanların çoğu parlak mor ve kırmızı çiçekleri kullanırdı, yeni
kopartılmış çiçeklerden büyük buketleri veya el yapımı hiç solmayacak
sahte çiçekleri. Bir an duraksadıktan sonra Xie Lian tekrar konuştu. “Yoksa
‘Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuru’ böyle çiçeklere mi uzanıyor?”

Hua Cheng gülümsedi. “Ge ge tanrıların önsezisine sahip.”

Kahkahaların arasında, ikisinde en sonunda şiiri tamamlamayı başardılar ve


konu hala aynı dört mısraydı. Hua Cheng beğeniyle izlemek üzere aldı,
halinden oldukça memnun görünüyordu. “En.

Oldukça güzel. Çerçeveleteyim.”

Onun ‘oldukça güzel’ dediğini duyunca Xie Lian bir ‘ne’ sesi çıkarttı.
Ardından ‘çerçeveleteyim’ gelince bir kez daha ‘ne’ dedi. “Duvara asmayı
düşünmüyorsun değil mi?” Merhum öğretmenleri Xie Lian bu dizelerde
parmağının olduğunu bilseler, muhtemelen zombi olarak hortlarlardı. Ancak
Hua Cheng karşılık olarak sadece güldü. “Hayır. Kendim için
saklayacağım. Bunu hiç kimseye göstermem.”

Tam bu sırada ikisi aniden dışarıdan yükselen bir dizi zayıf çığlığı işittiler:

“YANGIN!”

“YANGIN!”

“ZEVK KÖŞKÜ YANIYOR!”

QianDeng Tapınağının ana salonu inanılmaz sessizdi ve her ikisinin de


duyuları normalden güçlü olduğu için, sesleri duydukları anda hemen
birbirlerine baktılar ve Xie Lian söyleyiverdi. “Yine mi Zevk Köşkü
yanıyor?”

‘Yine’ diyerek nasıl bir aptallık ettiğini fark ettiğinden sözler çoktan
ağzından çıkmıştı. Hua Cheng ise endişelenmişe benzemiyordu ve acelesiz
bir şekilde dizeleri bir kenara kaldırdı. “Endişelenmene gerek yok. Ge ge
sadece otur ve keyfine bak. Hemen dönerim.”
Sanki Xie Lian öylece oturup bekleyebilirmiş gibi. “Ben de seninle
geliyorum!” dedi ve aceleyle peşinden giderken biraz kötü hissetti, Nasıl
ben her geldiğimde Zevk Köşkünde yangın çıkabiliyor?

Talihsizlik Tanrısı sıfatı tekrar tasdik edilmek üzereydi. Her ne kadar bu kez
onunla hiçbir ilgisi olmasa da, artık eseflenmek onda alışkanlık haline
gelmişti. İkisi aceleyle Zevk Köşküne gittiler ve yol boyunca tüm ana sokak
ağır bir dumanla kaplanmıştı, küçük iblisler ve canavarlar koşuşturup su
kovaları taşırken çığlık atıyor ve uluyorlardı. Hua Cheng ve Xie Lian’ın
geldiğini gördüklerinde hepsi seslendiler.

“LORDUM! SİZ EFENDİMİZ KENDİNİZİ ‘İÇ YORMAYIN, YANGIN


BÜYÜK DEĞİL, ÇOKTAN SÖNDÜRDÜK!”

Hua Cheng görünür bir tepki vermedi, ama Xie Lian ise rahat bir nefes
verdi ve nazikçe karşılık verdi.

“Şükürler olsun! Emeğinize sağlık.”

Küçük iblisler herhangi bir minnettarlık beklememişlerdi ve ‘emeğinize


sağlık’ sözlerini hem de lordlarının arkadaşı söylemişti, bu nedenle hepsi
zevkten dört köşe oldular. “ZOR DEĞİLDİ! ÖNEMSİZ

Bİ ŞEY!”, “GÖREVİMİZ!”

Ancak o zaman Xie Lian onun minnettarlık göstermesinin aslında uygunsuz


olduğunu fark etti, çünkü söz konusu yerin efendisi kendisi değildi. Ancak
Hua Cheng’in kendisi bir şey söylemediği için, Xie Lian’ın söylemesi çokta
kötü sayılmazdı. Zihnen kendini azarladı ve endişelenmeyi bıraktı. İkisi
Zevk Köşküne girdiler ve yangının çıktığı yere baktılar ve sahiden sadece
küçük bir yerdi, önemsiz küçük bir evin köşesinden fazlası zarar
görmemişti. Bu kadar çabuk sönmesine şaşmamalıydı.

Ancak bu onaylandıktan sonra Xie Lian’ın etekleri tutuştu, Hua Cheng’e


döndü. “Kundakçı cahil, pervasız bir şey yapmaya çalışmıyordu ve amacı
her yeri ateşe vermekte değildi, daha çok bir hile gibi, herkesin dikkatini
başka yöne çekmeye çalıştı.”
Ama eğer öyleyse neden dikkat dağıtmaya ihtiyacı vardı.

Xie Lian bir anda anlayıverdi. “CENİN RUHU!”

Öncesinde, Zevk Köşkünden ayrılıp uzunca bir süre yürüdükleri halde hala
cenin ruhunun haykırışlarını ve ağlamalarını duymuşlardı, hıçkırıkları çok
keskindi, bazen annesine bile seslenmişti.

Ama şimdi, o ses gitmişti!

İkisi kontrol etmek için hızla Zevk Köşkünün ana salonunun dışındaki yan
odalara geçtiler. Ayrılmadan önce Hua Cheng gelişigüzel bir şekilde içinde
cenin ruhu bulunan kil kabı masanın üzerine koymuştu ve önlerinde, kil kap
hala oradaydı, ama Xie Lian uzanıp tuttuğunda, anında ağırlığının
değiştiğini anladı; çok hafifti. Açtığında, beklediği gibi, içi bomboştu.

Kil kabın içindeki şeyin mührü kendiliğinden kırabilmesine imkan yoktu.


Xie Lian hemen konuştu.

“Birisi cenin ruhunu serbest bıraktı.”

Hua Cheng ise hiçte telaşlı görünmüyordu. “Çalındı. O şeyi kelebekler ağır
şekilde yaralamıştı. Kendi başına uzaklaşamaz.”

“O zaman başa çıkmamız kolay olacak.” Xie Lian devam etti. “San Lang,
Zevk Köşkünde mülkü devriye gezen muhafızlar var mı? Şüpheli birisini
görüp görmediklerini soralım.”

Hua Cheng. “Hayır yok.”

“…” Xie Lian gözlerini kırpıştırdı. “Yok mu?”

“Evet. Hiç olmadı.” Hua Cheng cevapladı.

Geçen sefer Zevk Köşkünde dolaşırken hiç muhafız görmemesine


şaşmamalıydı. Xie Lian çok iyi gizlendikleri için onları göremediğini bile
düşünmüştü, ama sahiden hiç muhafızın olmadığı aklına gelmemişti.
Hafifçe dondu. “Zevk Köşkü konusunda bu kadar mı ihmalkarsın?”
Hua Cheng sordu. “Ge ge, Zevk Köşkünün kapılarına hiç dikkat ettin mi?”

Xie Lian bir an düşündü ve cevapladı. “Hayır, dikkat etmedim. Kapılarla


ilgili özel bir durum mu var?”

“Doğru.”

Hua Cheng yan odadaki kapıları işaret etti. “Eğer kişi yerin sahibi değilse,
kendisine ait olmayan, içeride bulunan şeyleri alamaz, tek bir eşya bile olsa
kapılar açılmayacak ve içeride kilitli kalacaktır.”

Xie Lian geçen sefer Zevk Köşküne geldiği zamanı hatırladı ve o zaman
tüm kapıları zarla açması gerektiğini, en son çıktığında ise Rüzgar Ustasının
bir hortumuyla çatıyı yükseltmiş ve ‘kapıları’ pas geçmişlerdi. Her biri
mekana tecavüz içeren anılardı ve Xie Lian hatırladıkça sürekli düşünmeyi
bırakması gerektiğini tekrarlıyordu, oldukça utanmış hissediyordu. Bir an
durdu, ardından sordu. “O

zaman diyelim ki San Lang benden bir şey çaldı ve Zevk Köşküne koydu,
eşyanın gerçek sahibi ben olduğum halde geri alamaz mıyım?”

Hua Cheng kaşlarını kaldırdı. “Elbette hayır. Bir kez benim elime geçtiyse
artık benimdir. Ama beni yanlış anlama ge ge, sana ait hiçbir şeyi çalmam.”

Xie Lian boğazını temizledi. “Tabi ki. Biliyorum. O yüzden ‘diyelim ki’
dedim. Ayrıca… Zaten çalınmaya değer hiçbir şeyim yok…”

Hua Cheng’in şakası burada bitti. Gülümsedi ve devam etti. “Yani, benim
haberim olmadan kimse benden bir şey çalamaz. Dolayısıyla muhafızlara
ihtiyaç yok.”

Xie Lian’ın ilk düşüncesi cenin ruhunu çalan kişinin kapılardan geçmediği
ve farklı bir yöntem benimsediği oldu. Ama etrafa bakınca yan odadaki
tavanda herhangi bir hasar göremedi, yerler yepyeni görünüyordu, duvarlar
da sorun yoktu, hırsızlığa dair hiçbir iz yoktu. Daha tüyler ürpertici bir
ihtimali düşünmekten kendini alamadı:
Yoksa cenin ruhunu çalan kişi hala dışarıya çıkmamış ve bu odanın
içerisinde miydi?

Her ne kadar odada saklanılacak bir yer olmasa da, bu dünyada görünmez
olmanın pek çok yöntemi vardı. Belki de tam olarak şu anda hırsız
yanlarındaydı ve sessizce her hareketlerini izliyordu. Xie Lian dikkatle
gözlemledi, etraftaki herhangi bir tuhaflığa karşı tetikteydi. Ancak gözleri
de içgüdüleri de ona odada üçüncü bir kişi veya iblis olmadığını
söylüyordu. Farklı bir düşünceye yönelmesi gerekebilirdi. Tam bu sırada
Hua Cheng kıkırdadı. “Ge ge’nin endişelenmesine gerek yok. Cenin ruhu
hırsızını bulmak için benim kendi yöntemlerim var.”

Oldukça kendinden emin görünüyordu. Xie Lian ona döndü ve bir an


düşüncelere daldıktan sonra, kendisi de rahatlatıcı bir şekilde iyimser
düşünmeye başladı.

İkisi sessizce beklediler. Bir süre sonra gürültülü sesler yaklaşmaya başladı
ve hayaletler, iblisler ve canavarlardan oluşan büyük bir grup içeriye
doluşmaya başladı, uçuşan kuş sürüsü gibi yan odanın dışında
toplanıyorlardı. “Lordum! Lordumuzun isteği nedir, bizi n’çin çaardı?”

Bu kalabalık en aşağı bin kişiydi ve eğer Zevk Köşkünün geniş bahçeleri ve


odaları olmasa hiçbir yere sığamazlardı. Onları getiren kişi ise maskeli
adamdı ve Hua Cheng’e hitaben konuştu. “Lordum, bugün sokakta görünen
herkes buraya getirildi. Hayalet Şehir kapatıldı, kimse dışarıya çıkamaz.”

Geçen seferki genç adamın sesiyle aynıydı ve Xie Lian ona gizlice
bakmaktan kendini alamadı.

Hayaletler ağlıyorlardı. “Lordum! Yangını çıkaranı buldunuz muuğ?”

“Bir şey çaldııını bile söylüyolar! Yaşamaktan bıkmışta gene ölmek mi


istiyo bu!”

“ARSIZLAR! YANGIN KUNDAKLAYIP Bİ ŞEYLER ÇALIYOLAR,


BÜYÜK ATAMIZA BULAŞMAYA CÜRET
ETMEK NE! LORDUMUN ONLARIN PEŞİNİ BIRAKMASINA İMKAN
YOK?!”

“…”

Her ne kadar kalabalığın bahsettiği kişi o olmasa da, geçen sefer yangın
çıkaran, birisini çalan ve Hua Cheng’in peşini bıraktığı kişi olarak Xie Lian
binlerce ok tarafından deliniyormuş gibi hissediyordu ve boğazını
temizledi, gittikçe daha da suçlu hissetmeye başlamıştı. Hua Cheng’e
gizlice bir bakış attı, ama tesadüfen okunamaz gözlerle ona bakmakta olan
Hua Cheng’le göz göze geldi ve Xie Lian anında bakışlarını kaçırdı.
Ardından Hua Cheng’in düz bir şekilde konuştuğunu duydu. “Cenin ruhunu
çalan, öne çık, vaktimi boşa harcama.”

Kalabalık çalkalandı. “Bizden biri mi?”

“Ben dışardandır dediydim…”

“Kim bu, hemen çıksın öne!”

Bir an sonra herkes yatışmaya başladı ama kimse öne çıkmadı. Hua Cheng
tekrar konuştu. “Çok iyi.

Tahmin edildiği gibi cesuruz yine. Erkekler sola, kadınlar sağa, ayrılın ve
sıraya girin.”

Her ne kadar iblisler ve hayaletlerin kafası karışsa da, Hua Cheng’in


sözlerine itaat etmemeye cüret edemezlerdi ve hemen söyleneni yaparak iki
büyük gruba ayrıldılar. Erkek iblisler sol tarafa sıkışırken sesleri sertti; sağa
geçen kadın hayaletlerin ise her biri cilveli ve işveliydi. Hua Cheng ve Xie
Lian bakıştılar, doğrudan sağ tarafa geçerek hayalet kadınlara doğru
yürüdüler, inceliyor, tek bakışlarıyla onar kişiyi tarıyorlardı. Pek çok adımın
ardından Xie Lian bir kadın hayaletin yanından geçerken hafifçe durdu. Bu
kadın hayalet uzun bir elbise giymişti, yüzü kat kat beyaz tozların altında
gizlenmiş, korkutucu derece solgundu, gerçek yüzü tanımlanamaz haldeydi.
Ancak abartılı güzel yüzü nasılsa tanıdıktı ve Xie Lian seslendi. “Lan
Chang Hanım?”
Kadın hayalet şaşırdı, sanki hayalet görmüş gibiydi. Sahiden bu kadın
Hayalet Şehrin sokaklarında ona asılan, yaban domuzu kasapla dövüşen ve
onun ‘kaldıramıyorum’ lafına gülerek herkese yayan hayaletti.

Şaşkınlığını atlattıktan sonra ellerini kalçalarına dayadı ve başını kaldırdı.


“Ne? Kaldıramıyom diyen sendin! Sana kaba’atim olmadı! İntikam arayıp
beni lorduma mı ispikliycen?”

Her ne kadar kadın hayalet ve iblisler biraz gergin olsalar da, onu duyunca
hepsi usulca kıkırdadılar.

Hua Cheng de oraya geldi ve her ne kadar yüzünde anlaşılmaz bir ifade olsa
da, kadın hayalet Lan Chang yine de biraz korkmuş gibiydi, mahcup
göründü ve daha fazla laf çıkarmaya çalışmadı. Xie Lian nazikçe konuştu.
“Böyle bir şakayı hanımım kime isterse yapabilir. Ancak cenin ruhu pek
çok kişiye zarar verdi, dökülen kanlar ağır ve kendi haline bırakılmamalı,
lütfen geri verin.”

Yüzündeki ağır makyaja rağmen Lan Chang’ın yüzü bariz şekilde soldu.
Aceleyle geriledi, ama kadın hayaletlerin ortasında durduğu için
yakalanmadan önce pek uzaklaşamamıştı, kaçma şansını kaçırdığı için tek
yapabileceği haykırmaktı. “NE DEDİĞİNİ BİLMİYOM! NE CENİN
RUHU?”

Xie Lian işaret etti. “Lütfen geri verin.”

“NEYİ? BENDE DEĞİL! Lordumun evinde beni hırsızlıklan suçluyosun,


ama herkes lordumun evinden bi şey çalınamacanı bilir. Alınan şey dışarı
çıkarılamaz!”

Kalabalıktaki herkes katılıyordu, evet, aynen öyleydi, hepsi biliyorlardı ve


yaban domuzu kasap bile homurdanıyordu. Lan Chang ekledi. “Zevk
Köşkündeki yangın yeni çıktı. Ben sokaktaydım ve ordan hiç ayrılmadım.
Eğer bi şey çalsam saklayacak vaktim olur muydu?” Konuşurken kollarını
açtı ve boş

ellerini gösterdi, hatta hiçbir şey saklamadığını kanıtlamak için elbisesini


bile kaldırdı. Ancak Xie Lian işaret etti. “Hanımım geçen sefer
karşılaştığımız zaman hava buz gibi olmasına rağmen çok ince
giyinmiştiniz. Bugün hava güzel ama neden elbiseniz uzun? Bu değişiklik
nereden çıktı? Yoksa bir şey mi saklıyorsunuz?”

O söyledikten sonra iblisler de fark etmişlerdi, Lan Chang normalde teşhir


edici giysiler giyerdi ve Xie Lian’ın ‘ince’ demesi fazlasıyla terbiyeli bir
yorumdu. Sokaklardayken neredeyse göğsünün hepsi görünürde olurdu.
Ancak bugün bacaklarını ve belini tamamen kapatan uzun bir elbise
giyiyordu, son derece tuhaf bir durumdu. Ayrıca öncesinde Hua Cheng Xie
Lian’ı Hayalet Şehrin sokaklarında dolaşmaya götürdüğünde ve herkes
etraflarında fır dönüp, onlara yiyecekler verirken, hep gösteriş

yapmayı ve sokakta olay çıkartmayı, tutkuyla “SORUN BENDE DEİL,


KALDIRAMAYAN O!” diye belirtmeyi seven Lan Chang’ı hiç
görmemişlerdi, bu yüzden herkes tedirgin olmuştu.

Xie Lian yavaşça açıkladı. “Sana ait olmayan bir şeyi almadın; kendinden
bir parçayı aldın sadece.

Cenin ruhu şu anda karnında!”

Eğer cenin ruhunun hırsızının kaçma şansı yoksa ve odada da


bulunmuyorsa, geriye tek bir mantıklı açıklama kalıyordu: hırsız rahatça
kapılardan geçmişti.

Eğer cenin ruhu çoktan doğmuş olsa, o zaman bir çocuk olurdu, bağımsız
bir kişi. Ancak cenin ruhu henüz miadını doldurmadan zorla annesinin
karnından alınmıştı, bu nedenle annesi onu karnına geri koymuştu, o zaman
doğal olarak ona ait bir şey sayılıyordu. Hayır, aslında cenin ruhu doğrudan
onun etiydi, bedeninin bir parçasıydı. Sonuçta anne ve çocuk arasındaki bağ
güçlüydü ve bu şartlar altında, tek bir bedenlerdi, bu nedenle kadın
hayaletin hiçbir zarar görmeden çıkması ve rahatça Zevk Köşkünden
ayrılması normaldi.

Bu nedenle cenin ruhunu çalan kişi bir kadın olmalıydı, aynı zamanda da
çocuğun annesi. Hayalet Şehri kilitlemek, ardından yangından sonra şehirde
dolaşan tüm kadın hayalet ve iblisleri burayı getirmek onları doğrudan
suçluya ulaştırmıştı. Aynı zamanda, Hua Cheng yan odaya girdikleri anda
tüm bunları düşünmüş olmalıydı.

Aniden, Lan Chang bir çığlık attı ve delirmişçesine kendi karnına sarıldı.

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 99: Acayip Oyun Planı, Kapılar Cenin İblisin Hırsızı İçin Açık

“Hanımım?” Xie Lian seslendi.

Lan Chang’ın yüzü bomboştu ve tek kelime edemiyordu. Aniden sanki


karnında bir şey patlamış gibi göründü ve göbeği büyük bir top haline
geldikten sonra dümdüz oldu, neredeyse uzun elbisesi yırtılıyordu ve dikiş
yerlerinin arasında siyah dumanlar sızıyordu.

Kadın hayaletler neredeyse onu bırakacaklardı ama Lan Chang karnını


sımsıkı tutuyordu, uyararak bağırdı. “DÜZGÜN DUR!”

Rahmindeki cenin ruhu hareket ediyordu. Hua Cheng sakince konuştu. “Ge
ge, geride dur.”

Xie Lian haykırdı. “Sorun değil!”

Lan Chang yere dizlerinin üzerine düştü, yüzü ıstırapla çarpılmıştı. “BENİ
DİNLE! USLU DUR! İYİ

DAVRAN!!! BENİ UĞRAŞTIRMAYI BIRAK!!!”

“Lan Chang hanım, bırakın dışarı çıksın.”

Lan Chang başını delirmiş gibi iki yana salladı. “HAYIR! YO YO YO! Onu
rahmimde tutucam ve güzelce büyütücem, böylece kimseye zarar vermek
için dışarıya çıkamayacak! Lordum, lütfen yalvarırım, oğlumu benden
almayın. Onu yüzyıllardır arıyorum! Oğlumu benden almayın! Onu
cennetteki alçaklara vermeyin!”
Görünüşe göre Hayalet Şehrin sakinleri her şeye rağmen Xie Lian’ın cennet
diyarından olduğundan haberdarlardı. Lan Chang inledi ve yerde
yuvarlanmaya başladı, karnını tutuyordu, sanki karnı artık onun bir parça
değilmiş, onun yerine kendi başına bir varlık gibiydi, bazen küçülüyor,
bazen genişliyor ve sürekli hareket ediyordu. Siyah duman yoğunlaşıyordu;
cenin annesinin karnında bir süre dinlendikten sonra güç kazanmış gibiydi
ve tekrar sorun çıkartmaya hazırdı. Kadın hayaletler dağılmışlardı ama onu
tutmak için tekrar geldiler, ancak güçsüzlerdi ve soldaki diğer iblisler
haykırdılar. “BİZDE BU İŞ!” ve ileri koşarak onu tuttular. Tam bir
cehennemdi ve Xie Lian yumruklarını sıkarak bağırdı. “LAN CHANG
HANIM! KARNINIZDAKİ CENİN RUHU SİZDEN ÇOK DAHA
GÜÇLÜ, SİZE

ZARAR VEREBİLİR AMA SİZ ONA ZARAR VERMEYE


KIYAMAZSINIZ, HİÇBİR ŞEY YAPAMIYORSUNUZ! ER

YA DA GEÇ TÜM GÜCÜNÜZÜ EMECEK, ŞİMDİ ÇIKMASINA İZİN


VERİN!”

Eğer Lan Chang karnındaki şeyin dışarıya çıkmasına izin vermezse,


iliklerine dek emilecek ve acımasız, vahşi cenin ruhu tarafından eninde
sonunda paramparça edilecekti, bu da Xie Lian’a doğrudan araya girmekten
başka şans tanımamıştı. Kadının kendi oğlu tarafından parçalarına
ayrılmasını izlemekten daha iyi olsa da, başka bir yol olsa böyle bir şeyi
asla istemezdi. Yapmak istemiyordu ama kesinlikle Hua Cheng’in de onun
yerine dahil olmasını istemiyordu. Ancak kadın hayalet Lan Chang keçi
gibi inatçıydı ve her ne kadar acıyla haykırıyor olsa da cenin ruhunun
çıkmasına izin vermeyi reddediyordu. Daha fazla böyle devam edemezdi,
bu nedenle Xie Lian’ın müdahale etmekten başka şansı yoktu. Dişlerini
sıktı ve bağırdı. “BENİ MAZUR GÖRÜN!”

Ancak eli Fang Xin’in kabzasına uzandığı anda, Hua Cheng hemen onu
tuttu ve ciddi bir sesle konuştu.

“Gerek yok.” Aynı anda Lan Chang’ın karnının ortasından aniden altın bir
ışık çıktı, ışınlarının değdiği iblisler ve canavarların hepsi çığlık atıyor,
ondan uzaklaşmak için kaçışıyorlardı. “BU NE BE!?”
Xie Lian gözlerini odakladı ve altın ışıltı söndüğünde, dışarı çıkmak için
çaresizce çırpınan cenin ruhu bir şeyle dizginlenmişti ve Lan Chang’ın
karnı her zamanki gibi düzdü. Dizginleyen şey ise belindeki kemerdi.

Kemeri sıradan ve silik görünüyordu, ama Xie Lian dikkatli bir şekilde
baktığında şaşırıp kaldı.

“…Neden böyle bir şeyin var?”

Renkleri yıkanmaktan solmuş olsa bile, Xie Lian o kemerin cennete ait bir
şey olduğunu anlayabiliyordu.

Cennette ustalıkla tasarlanmış pek çok ruhani eşya vardı. Bu nedenle,


sadece en korkunç durumlarda efendilerini korumak için aniden kendilerini
gösterirlerdi. Ayrıca, her ne kadar işlenmiş desenler zorla silinmiş ve hasar
görmüş olsa da, Xie Lian yine de sadece cennet mensuplarının sahip
olabileceği bir

‘Altın Kemer’ olduğunu çıkartabilmişti.

Yapımına bakılırsa, aynı zamanda da Üst Cennetten birisine aitti!

Cennet diyarında, Altın Kemer hediye etmek incelik göstergesiydi ve özel


bir anlamı vardı. Eğer bir erkek cennet mensubu birisine bu hediyeyi
verirse, ilgisini ifade ederdi ve bu ‘özel anlamı’ daha ayrıntılı açıklamaya
gerek kalmazdı. Bu nedenle böyle bir kemer kolay kolay verilmezdi ve aynı
şekilde öylece kaybedilemezdi. Xie Lian yutkundu. “Hanımım, yoksa,
çocuğunuz…”

Aniden aklına bir şey gelirken sesi kısılarak kayboldu, her ne kadar
kötülüğün yuvasında bulunsalar da, bir kadını böylesine kişisel konular
hakkında herkesin ortasında sorgulamak hiç hoş bir şey değildi, bu nedenle
hemen kendini susturdu. Lan Chang ise hemen karşı çıktı. “HAYIR!”

Xie Lian içinden, Daha hiçbir şey söylemedim bile, neye ‘hayır’ diyorsun?,
diye geçirdi.
Sordu. “Geçen yedi, sekiz yüzyıl boyunca bu Altın Kemer’e mi
güvendiniz?”

Bunu duyunca tüm kadın hayaletler donmuştu. “…HASİKTİR LAN


CHANG, O KADAR MI KOCADIN?!”

“HEP ÜÇ YÜZ KÜSÜR YAŞINDAYIM DEMEZ MİYDİN?”

“HAYIR, BANA İKİ YÜZ BİLE OLDUNU SÖYLEMİŞLİĞİ VAR!!


YAŞINI BİZE YANLIŞ SÖYLEDİN HA!!!”

Cenin ruhunu yaklaşık yedi sekiz yüzyıllık bir gelişimi vardı, doğal olarak
annesi de yaklaşık o yaşlarda olmalıydı. Ancak kadın hayalet Lan Chang o
kadar yoğun bir garez taşımıyordu, maddi dünyada bu kadar uzun bir süre
normal bir hayalet olarak kalabildiğine göre uçsuz bucaksız ruhani güçlere
sahip Altın Kemer ona fazlasıyla yardımcı olmuş olmalıydı. Eğer bu cenin
ruhunun babası bir cennet mensubuysa, o zaman ruhun bu kadar hırçın
olmasına da şaşmamalıydı.

Bir cennet mensubu ölümlü bir kadınla ilişki yaşamıştı, kim bilir belki ya
onu terk etmiş ya da ihmal etmişti, ama kadın vahşi bir sonla karşılaşmıştı,
bebeği zorla rahminden sökülmüştü. Şimdi ise hem anne hem oğul hayalet
diyarın bir parçasıydı ve o cenin ruhunu pekala sayısız kişiyi katletmiş

olabilirdi. Ne olursa olsun, bu mesele Xuan Ji olayından daha az ciddi


sayılmazdı ve hatta benzer görünüyorlardı.

Bu meseleyle nasıl başa çıkacağına gelince, Xie Lian çoktan kararını


vermişti. Hemen Hua Cheng’e döndü ve başladı. “San Lang, bu hanım…”

Daha fazla bir şey söylemesine gerek kalmadan Hua Cheng. “Ne yapman
gerekiyorsa yap. Bana sormana gerek yok.”

Xie Lian. “Hn.”

İzni aldıktan sonra Lan Chang’e döndü. Bu sırada tüm iblisler ısrarla
soruyordu. “LAN CHANG LAN

CHANG, BEBEĞİNİN BABASI KİM???”


“BU NE HAKARET! SADECE ÖLDÜRÜYOR AMA GÖMMÜYOR
MU? SADECE SENİ GEBE BIRAKTI AMA ÇOCUĞU BÜYÜTMEDİ
Mİ?”

“KİM O SÖYLESENE? İNTİKAMINI ALMAK ZORUNDASIN!”

Lan Chang dişlerini sıktı ve Xie Lian’a ters ters baktı. “…Kim olabilir ki?”

İsim vermemişti ama Xie Lian anlamıştı. “Benimle Cennete gel.”

Lan Chang anında bağırdı. “HAYIR!!!”

Elbette hayır demesi bir şeyi değiştirmiyordu; gönüllü veya değil, Xie Lian
onu götürmek zorundaydı.

Xie Lian yüz ifadesini toparladı ve ciddiyetle konuştu. “Bu cenin ruhu
fazlasıyla vahşi; ellerine ne kadar kan bulaşmış kim bilir. Durum çok
karmaşık bir hal aldı artık onu koruyamazsın. Bu mesele Cennete taşınmalı
ve bildirilmeli. Eğer bu cennet mensubu dürüst birisiyse, veya aranızda bir
yanlış anlaşılma yaşandıysa, o zaman sen ve çocuğun tanınacaksınız ve
çocuk meselesi çözülmüş olacak. Eğer bu cennet mensubu sana karşı bir
yanlış veya daha kötü şeyler yaptıysa, o zaman adalet istemek için daha bile
fazla nedenin oluyor. Ne olursa olsun cenin ruhu senin oğlun, ama aynı
zamanda onun da oğlu. Eğer baba durumdan bihaberse kim nasıl bu olaya
müdahale edebilir?”

Tüm iblisler konuşmasının mantıklı olduğu görüşündeydi. Aynı zamanda,


eğer Lan Chang’ın oğlunu cennete sorun çıkarmaya gönderirlerse, çok
eğlenceli olmaz mıydı? Ne kadar çok ortalık karışırsa o kadar iyiydi hatta!
Bu yüzden yüreklendirdiler. “Evet Lan Chang, neden korkuyorsun?! Git şu
herifin ağzının payını ver!”

“Eğer seni tanımazsa tapınaklarını yakarsın!”

Xie Lian Hua Cheng’e döndü. “Hemen şimdi Cennete gideceğim ve


ivediyle bu haberi bildireceğim.”
Lan Chang ise hala karşı çıkıyordu ama onu durduramadı. Şaşkınlığından
silkelendikten sonra aniden Hua Cheng’in önünde diz çöktü. “Lordum, beni
korurken gösterdiğiniz nezaket ve incelik için teşekkür ederim!”

Xie Lian şaşırdı ve kadın devam etti. “Lan Chang’ın Zevk Köşkünde
yangın çıkartması çaresizliktendi ve Hayalet Şehrin kurallarına karşı geldi,
çok özür dilerim! Lordumun bana gücenmemesi için dua edeceğim.”

Her daim boş boş gezen bir cadaloz olmuştu, ama şimdi ağzını açtığında,
sanki tamamen farklı bir kişi gibiydi, onu tanıyan pek çok iblis ve
canavarların şok içinde izlemesine neden olmuştu. Hua Cheng ise hala
ilgisiz görünüyordu ve Xie Lian’a hitaben konuştu. “Ge ge bu kez her şey
çok acele oldu. Seni düzgün şekilde misafir edebilmek için aşağıya bir
dahaki gelişini bekleyeceğim.”

Xie Lian başını salladı ardından Lan Chang’i aldı ve doğrudan cennete
koştu.

Cennetin ana sokağında yürürken ruhani iletişim rününden duyurdu.


“Merhaba! Lütfen herkes İmparator’un Salonuna gelsin. Tartışılması
gereken bir konu var.” İşi bittiği gibi ründen çıktı ve hiç vaktini harcamadan
Lan Chang’i İmparator’un Salonuna götürdü. Lan Chang bir hayalet olduğu
için altın köşke giremezdi bu nedenle Jun Wu’nun kendisi gelip Lan
Chang’e içeriye girme izni verene dek Xie Lian da onunla birlikte dışarıda
bekledi.

Mevcut tüm cennet mensuplarının salona gelmesi uzun sürmedi ve kaba,


ağır makyajlı kadın hayaletin Xie Lian’ın yanında durduğunu görünce hepsi
dona kalmışlardı. Siyah cübbeli bir cennet mensubu salona girdi ve salonun
ortasında ne olduğunu görünce bir an duraksadı. Bu Mu Qing’di. Lan

Chang da ona baktı ve hemen başını eğdi, dudakları titriyordu. Mu Qing ise
hiç tepki vermedi sadece düz bir şekilde sordu. “Ekselansları, kim bu
kadın?”

Onun ‘Ekselansları’ dediğini duyunca Lan Chang’in yüzü değişti ve Xie


Lian’a baktı, sanki aklına bir şey gelmiş, ama emin değilmiş gibi
görünüyordu. Tam bu sırada hem Rüzgar hem Su Ustası içeriye girdi,
kardeşler oldukça benziyorlardı, ikisi de yelpazelerini yavaşça sallıyor,
beyaz cübbeleri uçuşurken hoş

bir görüntü sunuyorlardı. Shi Qing Xuan yelpazesini sallarken konuştu.


“Evet, Tapınak Efendisi. Bugün neden bir kadın hayalet getirdin?”

Xie Lian şaşırmıştı. “Tapınak Efendisi mi?” Ne Tapınak Ustası? Puji


Manastırının mı? Bu ani hitap nereden çıkmıştı? Ardından fark etti, Shi
Qing Xuan muhtemelen ‘QianDeng Tapınağının Efendisi’

diyordu!

Bu hitabı nasıl kabullenir bilmiyordu ve tek yapabileceği duymamış gibi


davranmaktı. Shi Qing Xuan ise neşeli bir şekilde halinden memnundu;
etrafı selamladı ardından hayalete döndü. “Ne? Bu kadın hayalet ablanın
karnında bir şey mi var??? Neden bu kadar…”

Konuşurken yaklaştı, dokunmak istermiş gibi görünüyordu. Shi Wu Du


yelpazesini hızla kapattı ve bağırdı. “Qing Xuan!”

Shi Qing Xuan’ın elleri anında geri çekildi ve kendini açıklamaya çalıştı.
“Sadece kötü bir halesi olduğunu düşündüm ve tehlikeli bir durum var mı
diye kontrol edeyim dedim…”

Shi Wu Du azarladı. “Bir erkek ve bir cennet mensubusun. Burası


İmparator’un Salonu, nasıl bu kadar utanç verici bir şey yaparsın? Kadına
da dönüşme! Kadın formunda bile olsan aynı şekilde yüz kızartıcı bir
durum, hemen eski haline dön!”

Ling Wen başını iki yana salladı, büyük bir yığın evrak ve raporu katlayarak
kolunun altına koydu ve ardından elini Lan Chang’in karnına yerleştirdi.
Bir an duraksadıktan sonra elini indirdi ve mırıldandı.

“Ne kadar hiddetli bir cenin ruhu. Kaç yüz yaşında?”

Xie Lian cevapladı. “Yedi veya sekiz yüz.”

Cenin ruhuyla karşılaştığı iki seferi ve cenin ruhunun hamile bir kadına
zarar verdikten sonra nasıl onların kadın hayaletle karşılaşmalarına sebep
olduğunu anlattı. Hua Cheng ve Hayalet Şehirden bahsederek detaylara
girmedi ve doğal olarak Lan Chang de bu konuda sessiz kaldı. Xie Lian
sözlerini bitirirken ekledi. “Ve böylece buraya gelmiş oldum. Bu cennet
mensubu hala aramızda mı yoksa değil mi bilmiyorum, veya bu olayda bir
yanlış anlaşılma olup olmadığını, kendisinin bilip bilmediğini? Bu nedenle
hanımefendiyi buraya getirdim.”

Feng Xin kaşlarını çattı. “Eğer bir yanlış anlaşılma yoksa ve anne çocuk
hakkında bilgi sahibiyse, iletişim kurmayarak onları bırakması büyük
sorumsuzluk.”

Pei Ming kollarını bağladı ve sakin bir şekilde yorum yaptı. “General Nan
Yang’a tümüyle katılıyorum.

Büyük sorumsuzluk. Bu ıskartaya çıkmış hatun hangi kutsal arkadaşıma ait


bilmiyorum ama eğer buradaysa hemen öne çıksa iyi olur.”

Sözlerini bitirdiği anda sayısız gözün üzerinde olduğunu hissetti ve


İmparator’un Salonunu bir sessizlik örtüsü örtmüştü.

Bir an sonra Pei Ming devam etti. “…Benim hakkımda bir takım yanlış
düşüncelere mi sahipsiniz?”

“…” Shi Qing Xuan da yelpazesini sallamayı bıraktı ve yorum yaptı. “Bir
yanlışlık olduğunu sanmıyorum, daha çok seni çok iyi tanıyoruz bence.”

Pei Ming anında karşı çıktı. “Benim değil!”

Herkes kuru kuru güldü. Shi Wu Du ve Ling Wen bile ikna olmuş
görünmüyordu. Pei Ming sinirlenmeye başlıyordu ve eliyle alnına destek
oldu, içten bir sesle açıkladı. “Bu… Daha önce hayalet diyardaki kadınlarla
kaçamaklarım oldu, ama bu kadını tanımıyorum.”

Eğer sözlerini ciddiye alırlarsa son derece inanılırdı. Bir erkek geçmişindeki
birisini nasıl tanımazdı? Pei Ming’in aşiftelikleri pek çoklarınca hakir
görülürdü, ama hiçbir zaman ilişkilerini gizlememişti ve hiçbir zaman
yaptığı bir şeyin üstünü örtmemişti; sonuçta bedeli neyse ödeyebilecek
durumdaydı. Xuan Ji gibi artık onu takip etmeyi reddedenler hariç, onunla
ilişki yaşayan tüm kadınlara en azından hayat boyu zenginlik ve koruma
sağlanırdı, zenginlik ve hoşluğa boğulurlardı. Eğer bu kadın hayaletin hala
hayattayken Pei Ming’le bir ilişkisi olsaydı rahmi açılıp çocuğu alınmaz ve
hırçın bir hayalet olmazdı.

Ayrıca söz konusu kadınlar olunca Pei Ming’in yüksek standartları vardı.
Flört ettiği kadınlar olağanüstü güzel olurdu ve aynı zamanda da doğal
güzelliği tercih ederdi. Salondaki herkesin görebildiği gibi, Lan Chang’in
yüzünde o kadar kalın bir makyaj tabakası vardı ki, gerçek yüzü
seçilemiyordu; genel anlamda dış görünüşü, zümresi ve davranışları Pei
Ming’in her zamanki aşıklarından son derece farklıydı, bu yüzden çocuğun
ondan olmadığını söyleyince, herkes sessizce az biraz ona inanmıştı. Sadece
‘sessizce’ ve ‘az biraz’. General Pei’nin böyle bir durumda mat olduğunu
görmek ne kadar eğlenceli olurdu? Ve bu nedenle öylece durdular ve onun
karşı çıkışlarını yüzlerinde bir gülümsemeyle izlediler, memnun ve
eğlenmişlerdi.

İlk başta Xie Lian’da babanın muhtemelen Pei Ming olduğunu düşünmüştü;
sonuçta rekor ondaydı.

Ama Pei Ming’in ifadesini izleyince, yalan söylüyormuş gibi


görünmediğini fark etti bu nedenle Xie Lian artık emin değildi. Hua
Cheng’in Pei Ming’in karanlık bir adam olmadığını söyleyişi aklına geldi,
korkulacak bir şey olmadığını, bu nedenle bir süre düşüncelere daldıktan
sonra ekledi. “Öncesinde Lan Chang Hanım ‘başka kim olacak ki’ gibi
muğlak bir cümle kurdu, bu nedenle ben de öyle sanmıştım. Ancak General
Pei iddiayı reddettiği için, o zaman belki bir yanlış anlaşılma vardır. Her
seferinde aynı kişi olamaz sonuçta, neden etrafta soruşturmuyoruz…”

Beklenmedik bir şekilde Lan Chang aniden konuştu. “O değil.”

Xie Lian şaşırdı ve ona döndü. Lan Chang tekrarladı. “O değil.”

Ling Wen soğukkanlı bir şekilde yorum yaptı. “Ne, yani değil mi?”

Shi Wu Du da kibarca ekledi. “Demek sahiden değilmiş.”


“…” Pei Ming o ikisine döndü. “Ben değilim demiştim zaten. Siz ikiniz
anca yaraya tuz basın. Ben size gösteririm…”

Tüm cennet mensupları hayal kırıklığına uğramıştı, ama hemen sonra daha
da heyecanlandılar.

Sonuçta Pei Ming ahlaksız skandallarıyla meşhurdu, bu yüzden eğer oysa


bile yeni bir haber sayılmazdı. Ama eğer o değilse, o zaman bir başka
cennet mensubuydu, şu anda burada veya değil,

‘yeni bir akım’ oluşturuyordu, nasıl heyecanlanmazlardı?

Öncesinde Hayalet Şehirde Lan Chang açıkça Pei Ming’i işaret etmişti, ama
şimdi inkar ediyordu. Xie Lian bir yanlışlık olduğunun farkındaydı ama
belli etmemeye çalıştı. Sorguladı. “Hm. O zaman kim.”

Lan Chang ona baktı, gözleri hareket etmiyordu. “Sen.”

Xie Lian cümlesini tamamlayamadığını sandı ve sordu. “Ne olmuş bana?”

Lan Chang duyurdu. “Dedim ki, babası sensin!”

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 100: Çılgın Yüzleşme, Susmayan Gülünç Kahkahalar Eğer Lan


Chang ‘Beni öldüren sendin’ gibi bir şey söylese yine de bu kadar şaşırtan
beklenmedik bir haber olmazdı.

Xie Lian onun yıldırımıyla çarpılıp kalmıştı. “BEN Mİ?!”

Tahtın üzerinde, Jun Wu’nun alnına yasladığı eli bile kaymıştı. Tüm cennet
mensupları konuşmayacak kadar şaşkındı, ardından hemen hepsi ona
döndüler ve Jun Wu elini tekrar düzeltti, eli başında tekrar ağırbaşlı haline
bürünmüştü.

Bu neydi? Herkesin gözlerinin önünde üçüncü sürgün cezası mı geliyordu?!

Xie Lian tüm zihninin uyuştuğunu ve sallandığını hissetti, ve kendini


neredeyse dilinin ucuna kadar gelen her zamanki ‘kaldıramıyorum’
bahanesini yutmaya zorladı.

Bu sadece gündelik bir bahaneydi, böyle bir durumda kullanılmaya uygun


değildi. Ayrıca zaten savaş

tanrıları ve onların kadınlara olan tutumları hakkında Üst Cennet gizli


kapaklı konuşulan edepsiz söylentiler vardı: Feng Xin bir kadın gördüğünde
saygıyla kaçardı; Lang Qian Qiu bir kadın gördüğü anda kızarırdı; Mu Qing
çirkin kadın görmeyi reddediyordu; Pei Su bir kadın gördüğünde ifadesi
değişmezdi ama kim bilir aklından neler geçerdi; Quan Yi Zhen kadınları
düşünmüyordu bile; ve Pei Ming’in tek düşünebildiği kadınlardı. Eğer Xie
Lian şimdi bu bahanesini kullanırsa isminin de kara listeye ekleneceğinden
emindi.

Xie Lian dürüst bir şekilde konuştu. “Lan Chang hanım lütfen sakinleşin.
Böyle bir ihtimal söz konusu değil.”

Lan Chang’ın gözleri çanlardan daha da iri oldu. “Evet söz konusu. Sensin,
Xian Le’nin Veliaht Prensi!”

“…”

Her ne kadar bu kadının ölümü onun yükselişinden sonra olsa ve uygun


görünse de, eğer onunla tanışmış olsa en iyi kendisi bilmez miydi? Etraftaki
tüm fısıldaşmaların arasında Xie Lian ciddileşti ve ağır bir şekilde konuştu.
“Hanımım, aziz olmaya bilirim ama yine de sadakati bilirim. Eğer kişiyi
sevmiyorsam asla o kişiyle hiçbir çizgiyi aşmam. Aşsam da, eğer dilenmem
ve çöp toplamam gerekse bile, ailemi beslemek için sokaklarda şarkı
çalmam, oyunlar sergilemem gerekse bile, yine de asla o kişinin en ufak bir
dert yaşamasına izin vermem. Şu anda İmparator’un Salonundasınız, yalan
sözler konuşmayın.”

Shi Qing Xuan da konuşmaya başladı. “Eğer sahiden Ekselansları böyle bir
şey yapmış olsaydı, neden kadın hayalet ablayı cennete herkesle
yüzleşmeye getirirdi ki? Ve neden bu Lan Chang hanım onu sadece şimdi
tanıdı? Düşününce hepsi saçma geliyor.”
Saçma olduğunu anlamak kolaydı. Ancak ortada böyle bir sahne varken
kimse mantıklı olup olmadığını umursamıyordu. Kalabalık vakur bir hal
takındı ve hatta bir cennet mensubu kör bir tahminde bulundu. “Belki de
şöyle olmuştur: belki Ekselansları hafızasını kaybetmiştir ve bu nedenle
geçmişte yaptıklarını hatırlamıyordur?”

“Bence aradan sekiz yüz yıl geçtiği için kimsenin onu tanımayacağını
düşünmesi daha inanılır.”

Xie Lian’ın sanki dili tutulmuştu ve kalabalığı ikaz etti. “İmkansız bir şeyi
kanıtlamak için daha da düşünülmez bir şey uydurmak tehlikeli bir yoldur.”

Kenardan Feng Xin konuşmak istermiş gibi görünüyordu, ama anki


düşüncelerini toparlayamamış gibi durdu ve sessiz kaldı. Jun Wu boğazını
temizledi ve konuştu. “Xian Le, geçmişte kaç tane Altın Kemerin vardı?”

Xian Le elini alnına götürdü. “…Çok. En az on kadar…”

Mu Qing düz bir şekilde konuştu. “Kırktan fazla, her birinin işlemesi ve
deseni farklıydı.”

Ancak sözler ağzından çıktığı anda ne kadar uygunsuz olduğunu fark


etmişti ve çenesini kapattı, çünkü insanların çoğu anında Mu Qing’in Xie
Lian’ın kişisel hizmetçisi olduğunu ve günlük hayatında ona yardımcı
olduğunu hatırlamışlardı, bu sayede böyle ayrıntıları hala hatırlıyordu. Pek
çok cennet mensubu ise düşünmekten kendini alamadı sadece Altın
Kemerler bile yeterliydi, ki kırk taneden fazlaydılar, bu Ekselansları Veliaht
Prensin olağanüstü derecede lüks bir hayat yaşamıştı. Sadece diğerleri de
değil, Xie Lian’ın kendisi bile şu an geçmişi düşününce utanmış hissetti. O
zamanlar her gün farklı bir müsrif kıyafet giyerdi ve her seferinde kemeri
de değişirdi, giydiği kıyafete uygun olanı takardı, şimdi ise koca bir senede
sadece üç takım kıyafeti çevire çevire giyiyordu. O üç takımda bire bir
aynıydı ve tek bir bakış bile insanların onun sadece tek bir kıyafet
giyebilecek kadar fakir olduğunu düşünmesi için yeterliydi. Jun Wu sordu.
“Ve şimdi neredeler, hatırlıyor musun?”

Xie Lian ve Feng Xin aynı anda sessizce ‘eh’ diye inlediler.
Xie Lian alnını ovaladı. “Ehem, pek sayılmaz. Sonuçta sekiz yüz sene
önceden bahsediyoruz. Nereye gittiklerini uzun zaman önce unuttum.”

Sadece unuttukları için değildi, o zaman işler ne zaman sıkışsa o ve Feng


Xin bir şeyleri rehin bırakırlardı. O kadar çok eşya böylece yitmişti ki,
geride sahiden kemer kalmış mıydı hatırlayamazdı.

Feng Xin’in de bu konuyu tartışmaya cesareti yoktu ama yine de konuştu.


“Altın Kemere sahip olabilmenin tek yolu birisinin vermesi veya bir yerden
almak.”

Jun Wu da aslında Xie Lian’ın hatırlamasını beklememişti ve devam etti.


“Xian Le, kullandığın gelişim yönteminin beden saflığı gerektirdiğini,
yoksa ruhani güçlerinin büyük bir zarar göreceğini hatırlıyorum.”

Xie Lian. “Doğru.”

Shi Qing Xuan tekrar atıldı. “Pekala. Ekselanslarına sadece bakarak bile
böyle bir gelişim yöntemi seçtiğini söylemek için yeterli, yani doğru olmalı.
Eğer öyleyse, birisini hamile bırakmayı geç, eminim kimsenin elini bile
tutmamıştır.”

Xie Lian tam ‘evet öyle’ demek üzereydi ki, aniden aklına soluk beyaz, ince
eller geldi; yeşim kadar soğuk, parlak kırmızı duvağından yansıyan ve
üçüncü parmağında ince kırmızı bir ip olan eller. ‘Evet öyle’ sözleri
boğazına takıldı, artık onları söyleyemezdi. Salondaki herkes dikkatle onu
izliyordu ve onun kımıldanması açık bir şekilde ‘öyle değil’ demekti!

Ancak ‘hiç el ele tutuşmamış olmak’ çok düşük bir kriterdi ve el ele
tutuşmuş olsa bile büyük bir olay sayılmazdı. Shi Qing Xuan hemen ekledi.
“Eğer el ele tutuştuysa bile, daha önce kimseyi öpmemiştir bile.”

Xie Lian tekrar ‘evet öyle’ demek istedi, ama bu kez gözlerinin önüne oluk
oluk yükselen kristalimsi hava kabarcıkları, dağılan şeffaf baloncuklar
geldi. Ardından gözleri kapalı fevkalade yakışıklı bir yüz, düzgün şekilli
alının üzerindeki v şeklindeki saç çizgisi, görülmeye değer bir güzellik...

Bu kez, tek kelime edemediği gibi tüm yüzü parlak bir kırmızıyla boyandı.
“…”

“…”

“…”

Anında salondaki tüm cennet mensupları anlamıştı ve kuru öksürükler her


yerden yükseldi. Shi Qing Xuan söylediğine pişman olmuştu, bir kez
yelpazesini kendi alnına vurdu ve özel iletişim rününden Xie Lian’a gizlice
iletti. “Özür dilerim Ekselansları. Tek istediğim masumiyetini diğerlerine
inandırmaktı, ama öyle olmadığını fark ettim. Demek böyle tecrübelerin
oldu, sahiden hiç aklıma gelmezdi!”

Bu ‘hiç aklıma gelmedi’ sözü Xie Lian’ın iradesi parçaladı. Zorlukla


öksürdü. “Artık konuşma. Aslında kazara olmuştu…”

Jun Wu’nun eli yumruk olmuş ve dudaklarına bastırılmıştı, yüksek sesle


boğazını temizledi. “Çok iyi.

Bu yıllarda bir ihlalde bulunmadın, doğru mu?”

Xie Lian en sonunda rahat bir nefes verdi. “Evet.”

“O zaman kolay olacak.” Jun Wu devam etti. “Bir kılıcımın ismi ‘Yan
Zhen’ ve özel bir yetisi var. Eğer bir bakirenin kanı üzerine damlarsa,
lekelenmez ve kan süzülürken daha da parlar. Bir damla kanını üzerine
damlat ve gerçeği görelim.”

*ÇN: Yan Zhen; Görkemli Fazilet olarak çevrilebilir.

Her ne kadar herkes Jun Wu’nun yıllardır hobi olarak nadir ve tuhaf kılıçlar
topladığını bilse de, yine de tüm cennet mensuplarının aklında tek bir soru
vardı, Neden lordumuzun elinde böyle saçma kılıçlar var? Böyle şeyleri
toplamanın ne faydası olur…

Xie Lian’ın kendisi gelişen olaylar nedeniyle gittikçe daha da şaşkına


dönüyordu ve tek dileği en kısa sürede tüm bunların sonlanmasıydı. Ling
Wen hissi ‘Yan Zhen’ kılıcını getirdi ve elini anında kılıca değdirdi. Sayısız
göz ilgiyle izliyordu ve Shi Qing Xuan alkışladı. “HARİKA. OLAY
KAPANDI!”

Kan damlaları kılıcın üzerinde aktı, beklenildiği gibi artlarında tek bir iz
dahi kalmamıştı. Kanıt dağlar kadar sağlamdı ve kalabalığın tek
yapabileceği meseleyi kapatmaktı. “Ah, öyle mi.”, “O zaman kim olabilir?”
sesleri son derece donuktu, adeta hayal kırıklığı damlıyordu.
Ling Wen nazik bir şekilde Lan Chang’a döndü. “Hanımefendi, lütfen bize
dürüst bir şekilde hangi cennet mensubu olduğunu söyleyin. Karnınızdaki
cenin ruhu zapt edilmez bir halde ve güçlü değilsiniz, bu yüzden sadece
kendi kanından olan babası onu sakinleştirip eğitebilir. Bence…”

Beklenmedik bir şekilde daha o sözlerini bitiremeden Lan Chang Ling


Wen’i işaret etti ve haykırdı.

“SEN! BABASI SENSİN!”

“…”

Ling Wen: “???”

Ling Wen muhtemelen bu toplantıya katılmak için doğrudan tapınağından


çıkıp gelmişti ve erkek formundaydı. Aniden Lan Chang’in çocuğunun
babası olarak gösterilince, şaşırıp kalmıştı. Tüm cennet mensupları
gülüverdi. Pei Ming kahkahayı bastı. “Soylu Jie, raporlarını bitirdin ve
sonra hamile bırakacak bir kız bulmaya mı gittin? HAHAhahahahaha…”

Karma dedikleri bu olsa gerekti. Ling Wen başını iki yana salladı ve
minnetle Shi Wu Du’nun tutkulu bir şekilde ‘canı yeğenine’ bayram
harçlığı verme isteğini reddetti. İfadesi normale döndü ve konuştu.

“Bitirmedim ve zamanım da yok.”

Böyle kaotik bir ortamın ardından, pek çok cennet mensubu zan altında
bırakılmıştı, doğal olarak artık kimse Lan Chang’a inanmazdı. Feng Xin
daha fazla izlemeye dayanamadı ve somurtkan bir halde konuştu.
“Anlaşıldı. Bu kadın hayalet en başından beri deliymiş ve buraya sadece
suç atmaya ve sorun çıkartmaya gelmiş.”

Lan Chang kıkırdadı, kulağa gittikçe daha deli gelmeye başlamıştı. Eğer
böyle devam ederse kim bilir bir sonrakinde kimi suçlayacaktı ve bu
nedenle tüm cennet mensupları geri adım attı. “Evet, kim bilir, belki Altın
Kemer çalıntıdır…”
Ancak Lan Chang peşini bırakmayacaktı, ellerini kalçasına koydu ve
haykırdı. “NE, KAÇABİLCEN Mİ

SANDIN? ÇOK GEÇ! OLMAZ! SENSİN, SENSİN VEYA SENSİN!”

Bu noktada bariz bir şekilde rastgele birilerini işaret ediyordu ve sessizce


köşede durmakta, dolu ağzındaki şeyleri çiğnemekle meşgul olan Mu Qing
bile zorla bir kez baba olarak gösterilmişti. Büyük salonda tam bir kaos
vardı ve herkes kaçışıyordu. “GÖTÜR ŞU KADINI, GÖTÜR!”, “DAHA
FAZLA SAÇMALIK YAYMASINA İZİN VERME!”, “JIE JIE BENİM
TİPİM BİLE DEĞİL İFTİRA ATMA!”, “NE

YÜZSÜZLÜK!”

Jun Wu elini salladı ve bir cennet mensubu Lan Chang’i almak üzere geldi.
Büyük salondan çıkartılırken bile çığlık atmaya ve kulak tırmalayıcı
kahkahalarına devam etti. Salondakiler en sonunda sakinleşmişti ve
yerlerine geri döndüler, başları ağrıyordu. İlk başta hepsi meselenin onları
ilgilendirmediğini düşünmüşlerdi ve buraya sadece eğlenmek için
gelmişlerdi, ama şimdi bok kovasının kimin başının üzerinde duracağı belli
değildi, belki hatta kendilerinin ölümlü diyarda ürkünç makyajlı bir kadın
hayalet ve binlercesini katletmiş hayalet bir oğulla yeni oyunları bile
çıkardı.

Tehlikeyi sezince, hepsi geri çekilircesine ellerini kaldırdılar. “BU


MESELEYİ İNCELEMEYE İMKAN YOK!”

“Bence direk deli bu kadın. İncelemeye gerek yok, sadece zaman kaybı
olur. Hapse atılsın yeter.”

“Hayalet diyarı bilerek olay çıkartmaya çalışıyor olabilir.”

Xie Lian ise katılmıyordu. “Yolda gelirken Lan Chang hanım oldukça
bilinçliydi, o zaman neden salona girdiği anda bu hale geldi? Korkarım bu
olanlar ‘deli’ diyerek geçiştirilemez.”

Bu nedenle salon ikiye bölündü, tartışıyor ve münazara ediyorlardı, ama en


sonunda sonuç hiç değişmiyordu ‘Bekleyip görelim’. Görüşme
sonlandırıldıktan sonra Xie Lian birkaç gün sonra onunla vakit geçirmek
için ölümlü dünyaya inmeye söz veren Shi Qing Xuan’la vedalaştı ve büyük
salondan çıktı, iç çekiyordu, Hepsi Ling Wen Sarayı verimli değil deyip
duruyorlar, ama yapacak bir şey de yok.

Buraya ne zaman bir şeyler tartışmak için toplansak, o kadar çok ses ve
anlaşmazlık oluyor ki ve hiçbir zaman somut bir sonuca varılmıyor, bu
durumda Ling Wen Sarayı herhangi bir şeyi nasıl yönetebilir?

Tam bu sırada arkasından birinin yaklaşmakta olduğunu fark etti ve arkasını


döndüğünde Feng Xin olduğunu gördü. Hafifçe şaşırmıştı, Feng Xin
sessizce ve aceleyle konuşmaya başlamadan onu selamlayamamıştı bile.
“Mu Qing’e dikkat et.”

Xie Lian da sesini alçalttı. “Mu Qing mi?”

“O salona girdiği zaman kadın hayalet tuhaf bir tepki verdi, sanki ondan
korkarmış gibiydi.” Feng Xin devam etti. “Başka insanların kişisel
kaçamakları umurumda değil, ama her şekilde, kendine dikkat et.” Bunu
söyledikten sonra hızla uzaklaştı. Xie Lian olduğu yerde kalakaldı ve Feng
Xin uzaklaşana dek bekledi.

Her ne kadar çok belli bir ifade olmasa da, Xie Lian aslında çok dikkatli bir
şekilde her cennet mensubunun ifadesini ve aynı zamanda Lan Chang’in
tepkilerini izliyordu, doğal olarak Mu Qing’i de kaçırmamıştı.

Ancak cenin ruhunun babasının Mu Qing olduğunu düşünmüyordu. Xie


Lian, Mu Qing’in böyle bir şey yaptığını hayal dahi edemezdi. Gerçekçi
olmak gerekirse Mu Qing odaklanmış bir kişiydi ve aklı hep kendi
gelişimindeydi, dövüş sanatlarına çalışır ve bölgesini genişletir,
inananlarının sayısını artırırdı.

Ayrıca, onunla aynı gelişim yöntemini kullanıyorlardı ve gücüne zarar


gelmemesi için asla bir kadına dokunmazdı. Ancak Mu Qing Lan Chang’i
tanıyordu; bu kesinlikle doğruydu. Ama böylesine küçük ipuçları… Xie
Lian başını iki yana salladı ve Cennetten indi.
Her ne kadar cenin ruhu baskılanmış, Lang Ying ve Gu Zi de zengin
tüccarın konutunda tok bir şekilde duruyor ve endişelenecek hiçbir şey
olmasa da, yine de uzun süre uzaklaşması iyi bir şey değildi. Eğer
oyalanırsa, onu göremeyince zengin tüccar muhtemelen söylenmeye
başlardı. Bu nedenle Xie Lian indiği gibi doğrudan Puji şehrine gitti.
Zengin tüccar onu gördüğü anda hemen ellerine yapıştı ve heyecanla
haykırdı. “DAOZHANG! SAYGIDEĞER, MUHTEREM KİŞİ! Dün gece
metresimin odasında uyudunuz ve kapılar kilitliydi, ancak bu sabah
açtığımda gözlerine inanamadım! Gitmiştiniz! Güçlü!

ÇOK GÜÇLÜSÜNÜZ! EE?! CANAVARI YAKALADINIZ MI?”

Xie Lian cevapladı. “Yakalandı, endişe etmeyin. Artık her şey yolunda.
Yanımda getirdiğim iki çocuk nasıl?”

Zengin tüccar sanki tüm günahları bağışlanmış gibi sevinçten ağladı.


“İyiler, çok iyiler! Çok bir şey yemiyorlar bile! Daozhang, QianDeng
Tapınağınız nerede? Bağışta bulunacak ve minnettarlığımı göstereceğim!
Bugünden sonra, tapınağınızın cemaatine benim adımda yazılacak ve kimse
benimle boy ölçüşemeyecek!”

Xie Lian gülse mi ağlasa mı bilmiyordu, ama sonuçta yeni bir inanan
edinmişti ve bu kişi son derece zengindi, bu yüzden memnun olmuştu.
Zengin tüccara erdem konusunda ders verdi ve dırdır etti, gelecekte
uçkuruna düşmemesini salık verdi, eşine ve ailesine karşı gelecekte daha
sadık ve sevgi dolu olmasını, bir gün Puji Manastırını ziyaret etmesini
söyledi. Ardından Xie Lian yanında Lang Ying ve Gu Zi’yle birlikte ayrıldı.

Puji köyüne döndüler ve Puji Manastırının önüne geldiler. Xie Lian lütfen-
bağışta-bulunun-ve-yenilenmemize-yardımcı-olun tabelasını aldı ve daha
göze çarpan bir noktaya yerleştirdi, gizliden gizliye zengin tüccarın hemen
görmesini istiyordu, ardından içeriye girmek için kapıları ittirdi. Ancak
kapılar açıldığı anda mekanda bir tuhaflık olduğunu fark etti.

İçeriye girince, sahiden de farklılık olduğunu gördü. Evin yerleri


süpürülmüş, sunak masası ve sandalyeleri silinmiş, tozlar temizlenmiş ve
hatta köşedeki çöp bile atılmıştı. Sanki Nehir Salyangozu Hanım
uğramıştı; her yer tertemizdi.
*ÇN: Nehir Salyangozu Hanım; Halk hikayelerinde bir karakter, bir balıkçı
tarafından kurtarılır ve evine alınır. Balıkçı gündüz işe gittiğinde bir kıza
dönüşür ve ev işlerini yapar. Balıkçı bunu öğrendikten sonra sonsuza dek
mutlu yaşarlar.

Qi Rong bile yoktu!

Onun olmayışıyla sanki tüm mekan daha ferah ve parlak bir hal almıştı ve
hatta havası bile daha tazeleyiciydi. Ancak Gu Zi’nin kollarında şehrinden
özellikle getirdiği etli turtalar vardı ve içeriye bakıp kimseyi göremeyince
endişelenmişti. “Ağabey, babam nerede?”

Xie Lian hemen arkasını döndü. Bir tehlike hissettiğinde daha kapıyı
kapatmamıştı bile, saldırının ürpertici ışıltısı geldi ve anında karşılık
vermek üzere Fang Xin’i çekti. ÇIN! Ürpertici ışığı yarı yolda savruldu,
metrelerce öteye uçtu.

Kılıcı kınından yıldırım kadar hızlı çekmişti ve aynı hızla geri


yerleştirmişti. Rahat bir nefes verdi ama hemen kafası karıştı, Hepsi bu mu?
Neden başka saldırılar gelmiyor?

Ürpertici ışığa bakmak için döndü; onun saldırısının ardından uzaklarda bir
yere düşmüştü, yamuk bir şekilde toprağa saplanmıştı. Uzaklardan
bakarken, o kıvrılmış gümüş kemer gittikçe daha tanıdık gelmeye
başlıyordu. Xie Lian iki çocuğu da alarak oraya gitti ve açık bir şekilde
gördüğü anda hemen yere çömelerek haykırdı. “Bu… E-Ming? Sorun ne?”

Bir kılıca ‘sorun ne’ diye sormak son derece tuhaf bir manzaraydı.
Geçmekte olan birkaç çiftçi Xie Lian’a tuhaf bakışlar attı ve birbirlerini
dirseklediler. “Bak, şu adam, bir bıçakla konuşuyor…”, “Evet, gördüm.
Amma tuhaf, uzaklaşalım buradan…” Ancak Xie Lian’ın sorması
gerekiyordu çünkü kabzasındaki belirgin gümüş göz de dahil E-Ming’in
tüm bedeni şiddetle titriyordu, sanki hastalık kapmış gibi, her an titremeleri
artıyordu. Xie Lian elini uzattı ve endişeli bir şekilde sordu. “Canını mı
yaktım?”
Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 101: Tavsiye Tereddüdü, E-Ming ile RuoYe Kozlarını Paylaşıyor


Eğri kılıç gittikçe daha kontrolsüz bir şekilde titriyordu. Xie Lian ne
yapacağını bilmiyordu ve nazikçe kılıcı okşamaya başladı. “Özür dilerim
özür dilerim, sen olduğunu görmedim, bir daha yapmam.”

Birkaç kez okşamasının ardından E-Ming gözünü kıstı ve titremeleri en


sonunda geçti. Xie Lian ardından sordu. “Efendin nerede?”

Aniden arkasından bir ses duyuldu. “Ona aldırış etme.”

Xie Lian arkasına baktı ve hemen ayaklandı, şaşkın ve hoşnuttu. “San


Lang? Ziyaretini neye borçluyum?”

Arkasında muzip bir kibirle kolayca yaklaşmakta olan bir genç vardı. Hua
Cheng. Siyah saçlarını yine dağınık bir at kuyruğuyla toplamıştı, üzerinde
beyaz bir tunik vardı, kırmızı dış cübbesi beline bağlanmış, kollarını
kıvırmış ve solgun beyaz ama sıkı kollarını açığa çıkartmıştı, beraberinde
kolunun üzerindeki dövmesini de. O yürürken botlarındaki küçük gümüş
ziller kulağa oldukça yumuşak gelen bir ahenkle çalıyordu, köyün güçlü
genç oğlanlarından birine benziyordu, ancak fazlasıyla gamsızdı.

Dudaklarından bir parça çimen sarkıyordu ve Xie Lian’a gülümsedi. “Ge


ge.”

Xie Lian normalde iki çocuğu yerleştirdikten sonra uygun şekilde teşekkür
etmek için Hua Cheng’i ziyaret etmeyi planlamıştı, ama onun yerine Hua
Cheng ona gelmişti. Tembel bir şekilde Hua Cheng yanına geldi ve gümüş
kılıcı yerden tek eliyle çekti, bir bakış attı, ardından omzuna atıverdi. “Ge
ge çok meşgul, bir de oraya gelmek için vakit ayırmanı istemedim, bu
yüzden kendim geldim. Ayrıca bunu unutmuştun.”

Sırtında bambu bir şapka da vardı ve Xie Lian’a vermek üzere çıkarttı.
Zengin tüccarın evinde unutmuştu ve Xie Lian şaşırdı, hemen ardından
teşekkür etti. “Tamamen unutmuşum, zahmetlerin için teşekkür ederim.”
Kelimeler dudaklarından döküldüğü anda, aniden önceki gece yaşanan
olayın ardından Hua Cheng’e durmadan, “Bambu şapkamı arıyorum,
şapkam kayboldu.” Dediğini hatırladı. Şaşkınlığından dolayı saçmalamıştı
sadece ama Hua Cheng gitmiş ve onun şapkasını bulmuştu, ve Xie Lian bir
utanç dalgasıyla yıkandı, Hua Cheng’in onunla bu konuda dalga
geçmesinden korkuyordu. Şansına Hua Cheng bahsini bile açmadı ve bir
gülümsemeyle konuyu değiştirdi. “Ge ge bir çocuk daha mı aldı?”

konuşurken Gu Zi’nin başını okşadı ve saçlarını darmadağın etti. Gu Zi


ondan korkmuşa benziyordu, aceleyle Xie Lian’ın arkasına saklandı. Xie
Lian azarladı. “Korkma, bu abi iyi birisi.”

Ancak Hua Cheng katılmıyordu. “Yoo, baya kötü biriyim ben.” Her ne
kadar öyle söylese de, yine de ellerini salladı ve küçük gümüş bir kelebek
kol yenlerinden çıktı, kanatlarını çırpıyor serseri bir şekilde Gu Zi’ye doğru
uçuyordu. Gu Zi’nin mürekkep karası küçük gözleri irileşti, sabit
bakışlarıyla küçük kelebeği izliyordu ve her şeye rağmen onu yakalamak
için ellerini uzattı.

Böylece Hua Cheng’e karşı olan korkusu büyük oranda azaldı. Ardından
Hua Cheng ilgisiz bir şekilde gözlerini Lang Ying’e çevirdi, ama bakışları
önemli derecede farklıydı. Lang Ying’e baktığında, gözleri soğuk ve
keskindi, nezaketsiz ve düşmanca. Lang Ying başını eğdi ve o da tedirgin
bir şekilde Xie Lian’ın arkasına saklandı.

Xie Lian bambu şapkasını elinde tuttu ve konuştu. “Eğer geleceksen, gel
sadece. Neden Puji Manastırını temizledin?”

“Sadece ev temizliği işte, çöpler dışarı atıldıktan sonra her yer sana da daha
ferah gelmiyor mu?”

“…” Xie Lian Qi Rong’un olmadığını hatırladı ve Hua Cheng’in onu


sahiden çöp gibi bir yerlere atıp atmadığını merak etti. Tam bu sırada
aniden Puji Manastırının arkasından bir haykırış koptu. “HUA CHENG
SENİ SİKİK, CEHENNEMİN DİBİNE GİT VE KAYNAR YAĞLARLA
KIZAR! KATİL! HUA CHENG

CİNAYET İŞLİYOR!!!”
Gu Zi ağladı. “Baba!” Ve iki küçük bacağıyla dışarıya koştu ve Xie Lian da
aceleyle peşinden gitti. Puji Manastırının arkasında küçük bir dere vardı ve
burayı sık sık çamaşır veya pirinç yıkamak için kullanırdı. Şu anda ise Qi
Rong suya batırılmıştı, beni RuoYe tarafından sıkıca bağlanmış, çaresizce
başını suyun üzerinde tutmaya çalışıyor ve avazı çıktığı kadar bağırıyordu.
“ÇIKMIYCAM, ÇIKMAYI REDDEDİYORUM! BU BEDEN ÖLENE
DEK İÇİNDE KALICAM! PES ETMEM!!!”

Hua Cheng ağzındaki çimen parçasını tükürdü. “Kendini kahraman falan mı


zannediyorsun? İşe yaramaz pislik.”

Xie Lian kederle açıkladı. “…Onu birkaç gün önce bir dağda yakaladım.
Bir başkasının bedenini ele geçirmiş ve çıkmıyor. Adam hala hayatta, bu
yüzden zorla ruhunu sökersek, bedeni dayanamaz.

Acaba… senin aklına yapabileceğimiz bir şey geliyor mu San Lang?”

Hua Cheng cevapladı. “Hm? Onun ölümden beter işkence çekmesi için bir
yöntem var mı diye mi sordun? Çok var.”

Açıkça tehdit ediyordu. Qi Rong lanet etti. “SİZ İKİNİZ! KIRIK


TENCERE ÇÜRÜK KAPAĞINI BULMUŞ!

YILANLARIN VE AKREPLERİN KALBİ! GUrgluggulgugr…” Sözlerini


tamamlayamadan tekrar nehrin sularına gömüldü. Her ne kadar Xie Lian
onu her gördüğünde annesinin küllere dönen cesedini hatırlıyor ve acıyla
doluyor olsa da, yine de o beden bir başkasına aitti ve bu yüzden
korunmalıydı. Bu nedenle Qi Rong’u nehirden çekti ve Puji Manastırının
kapısının önüne sürükledi.

Qi Rong bütün bir gün ve gece boyunca yemek yememişti, midesi açlıktan
kıvranıyordu ve Hua Cheng’in sataşmalarına maruz kaldıktan sonra öfkeyle
dolmuştu ama hiç gücü yoktu. Gu Zi’nin zengin tüccarın evinden aşırdığı
etli turtaları aç kurtlar gibi yedi, tek bir kırıntı dahi bırakmamıştı, oldukça
sefil ve zavallı görünüyordu. Xie Lian başını iki yana salladı ve Qi Rong’un
uzuvlarının kaskatı olduğunu fark etti, muhtemelen Hua Cheng’in yaptığı
bir büyüydü ve taşlaştırıyordu, bu yüzden seslendi.
“RuoYe, geri dön.”

RuoYe günlerini Qi Rong’u bağlamakla geçirmişti ve son derece kırılmış


hissediyordu, bu yüzden anında vınlayarak yanına geldi ve beyaz bir yılan
gibi kendini kıvrıla kıvrıla Xie Lian’ın bedenine sardı.

Xie Lian kapıları iterek açtı ve bir yandan onu sakinleştirdi, üzerinden
çözmeye çalışıyordu. “Tamam, tamam. Birazdan seni yıkayacağım, üzülme
tamam mı. Git dışarıda oyna.”

Böylece RuoYe sargılarını sürükledi ve üzgün bir halde kenara süzüldü.


Hua Cheng de E-Ming’i bir kenara atıvermişti ve E-Ming’in kendisi dik bir
şekilde durarak yüce bir poz sergiliyordu. Duvarda, RuoYe aniden
yaslanmış gümüş, ışıldayan eğri kılıcı fark etti ve oldukça dikkatli bir
şekilde yaklaştı. EMing’in kabzasındaki göz de hızla döndü ve oraya baktı,
gözü hesap yapıyordu. Fang Xin ise karamsar bir halde hareket etmedi,
herhangi bir şey fark ettiğine dair belirti vermiyordu.

Xie Lian günlerini yemek yapmaya çalışarak geçirmişti ve artık bir


kavrayışı olduğunu sezinliyordu, kalbi özgüvenle doluydu. Yeteneklerini
göstermek ve Hua Cheng’i düzgün şekilde ağırlamak istediği için yemeğe
kalmasını söyledi ve Hua Cheng doğal olarak neşeli bir şekilde kabul
etmişti. Şehirden dönerken Xie Lian bir sürü sebze almıştı ve onları sunakta
soymaya başladı. Kasap bıçağını eline alıp doğradı ve dilimledi, kaplardan
çınlama sesleri yükseliyordu. Sunak bir masa olarak, bir mutfak adası
olarak ve aynı zamanda yemek masası olarak kullanılabilirdi; çatal bıçak
yerleştirilebilir, çocuklar

etrafına dizilebilirdi, sahiden yüzlerce amaç için kullanılan bir masaydı.


Hua Cheng duvarın kenarına yaslandı ve bir süre izledi, ama en sonunda
daha fazla dayanamadı. “Yardım ister misin?”

Xie Lian’ın şevki tam tepe noktasındaydı ve cevapladı. “Gerek yok. RuoYe
çokça yardım ediyor.”

Ardından henüz kesilmemiş bir grup odunu fırlattı. PA! Bir engerek misali,
beyaz ipek sargılar kütükleri sardı ve erişkin bir insan bacağı kadar kalın
odun parçaları anında ince çıralara döndü.
Yeteneklerini sergiledikten sonra RuoYe abartılı, tuhaf bir biçimde E-Ming
ve Fang Xin’in önüne doğru kıvrıldı, sanki gücünü ve güzelliğini sergiler
gibiydi. Güzellik gösterisi uzun sürmedi, Xie Lian tekrar hareket etti ve
yere bir tabak yerleştirip ardından büyük bir lahana attı. RuoYe tam
saldırmak üzereydi ki aniden E-Ming’in gözü ışıldadı ve yerden fırladı,
gümüş ışık parçaları saçıldı. Lahana yaprakları her yeri sardı ve tam yere
inmek üzereyken ince ve düzgün bir şekilde doğranmış olarak tabağa düştü.
Xie Lian tabağı almak için eğildi ve lahanaları görünce övdü. “Muhteşem.
RuoYe’den daha iyi kesiyorsun!”

RuoYe anında kendini duvara bastırdı, gerileyen ve kaçacak bir yeri


kalmadığı için duvara yapışan bir insan gibi görünüyordu. E-Ming’in ise
gözünü deli gibi döndürmeye başladı, son derece kendini beğenmiş ve
mutlu görünüyordu, sanki azizlik mertebesine ermişti. Kılıç ve sargı
arasında, Fang Xin hala hareketsiz bir şekilde duruyordu. Xie Lian ruhani
eşyalar arasındaki küçük savaşı hiç fark etmemişti ve her türden çeşitli
sebze ve baharatı tencereye atmaya yoğunlaşmıştı. Sormak için döndü. “Bu
arada bu kez ne kadar kalacaksın San Lang?”

San Lang tüm bu zaman boyunca onu izlemişti ve ilk başlarda bir şey
tavsiye verecekmiş gibi görünmüştü, ama nihayetinde vazgeçmişti.
Gülümsedi. “Değişir. Eğer bir problem çıkmazsa, birkaç günlüğüne burada
kalıp vakit geçiririm. Umarım ge ge kalmamı sorun etmez.”

Xie Lian aceleyle yanıtladı. “Neden sorun edeyim? Burasının biraz sıkışık
olmasını problem etmediğin sürece hiç sorun yok.” Gevezelik edip
dururken, Xie Lian Hua Cheng’e kadın hayaletin nasıl herkese suç attığını,
İmparator’un Salonuna girdiği anda nasıl sorun çıkartmaya başladığını
anlattı. Elbette nasıl kendisinin de olaya dahil olduğundan ve Yan Zhen’e
kanını damlatması meselelerinden bahsetmedi. Ardından aklında Jun
Wu’nun söyledikleri geldi, Hua Cheng cennet diyarına bir casus
yerleştirmişti, belki de Hua Cheng çoktan olanları öğrenmişti? Şansına
biliyorsa da bilmiyorsa da, hiç belli etmedi ve sadece düşüncelere dalmış
göründü. Xie Lian devam etti. “San Lang, sence cenin ruhunun babası
kim?”

Hua Cheng başını kaldırdı ve hafifçe gülümsedi. “Kestirmesi güç. Belki de


Altın Kemer sahiden bir yerlerden bulduğu bir şeydir.”
Böylesine muğlak bir cevap hiç Hua Cheng’in tarzı değildi ve Xie Lian
şaşırdı. Ama kısa bir süre sonra kaynayan tencere ilgisini üzerine çekti.

Yaklaşık on dakika kadar sonra tencerenin kapağını kaldırdı.

Normalde Qi Rong sadece Xie Lian’a köydeki insanların bıraktığı adakları


yiyordu ve her ne kadar sıradan çörek ve turşu, şehriye ve yumurta, dağ
meyveleri ve o tarz şeylerden öte bir şey gelmese de, en azından insanların
yiyebileceği besinlerdi. Tencerenin kapağı açıldığı zaman ve içindekilerin
kokusu Puji manastırını sardığında, kulakları sağır edecek küfürler
savurmaya başladı. “SİKİK XİE LİAN! KARA KALPLİ KAR NİLÜFERİ!
O BIÇAKLA BENİ ŞURACIKTA ÖLDÜRSEN DE OLURDU! BENİ
SUDAN

ÇIKARTIRKENKİ İYİ HALİN DEMEK BU İŞKENCEYİ ÇEKMEM


İÇİNDİ!! BEN SENİN CİĞERİNİ BİLİRİM!!!”

Tencerenin kapağını açmadan önce Xie Lian özgüvenle doluydu. Şimdi ise
yine kendinden şüphe etmeye başlamıştı. Elinden gelenin en iyisini
yapmıştı ve çok emek vermişti ama eline geçen buydu,

Hua Cheng hala kenarda izliyordu, ne yapacaktı? Sahiden Hua Cheng’e


böyle bir şey mi yedirecekti??

Qi Rong’un cinnet geçirten çığlıklarını dinlerken Xie Lian’ın morali


gittikçe çöküyordu. Kollarını çaprazlamış duran Hua Cheng’in dışarı
çıkmak üzere olduğunu görünce Xie Lian onu durdurmak için elini kaldırdı.
“Boş ver onu.”

İç çekti, tenceredeki şeyleri bir kaseye doldurdu ve Hua Cheng’e hitaben


konuştu. “Bu tencereden hiçbir şey yeme. Beni bekle.” Ardından dışarıya
çıktı, Gu Zi’yle Lang Ying’e bir kova su getirmelerini söyleyerek onları
uzaklara gönderdi, sonra elinde kaseyle yere çöktü, hoş ve neşeli
görünüyordu.

“Küçük kuzen, yemek vakti.”


Qi Rong hem şaşırmış hem korkmuştu. “NE. NE YAPIYORSUN? NE
PLANLIYORSUN?! XIE LIAN SENİ

UYARIYORUM, ELİMDE BİR HAYAT VAR, BUNU ETRAFLICA


DÜŞÜNSEN İYİ EDERSİN! O ELİNDEKİ ŞEY

HER NEYSE ONDAN YİYEN ÜÇ DİYARIN ESARETİNDEN


KURTULUR, DHARMA ÇEMBERİNDEN ÇIKAR, HİÇ KİMSE…”

*ÇN: Dharma Çemberi; Budizmin en eski sembollerinden birisi. Burada


evren, reenkarnasyon anlamında kullanılmış, yani ‘adamı dinden imandan
çıkartırsın’dan ziyade, ‘adamı evrenin kendisinden koparır ve sonsuz
ruhunu öldürürsün’ anlamında. – Bence.

Hua Cheng’i gördüğünde sözleri kesildi, Hua Cheng manastırın içinde,


kendine koca bir kase doldurmuş ve sunağın yanına oturmuş bir ısırık
alıyordu, yüzü değişmedi, dağlar kadar istikrarlıydı. Qi Rong iliklerine dek
sarsılmıştı. Daha önce hiç aklına bile getirmediği bir düşünce parlayıverdi –

Bir Yüceden de bu beklenirdi!

Xie Lian kaseyi yüzüne yapıştırdı ve sakince konuştu. “Yemek istemiyorsan


da problem değil.

Bedenden ayrılabilirsin.”

Bu asla olmayacaktı. Qi Rong dişlerini sıktı. Ancak Xie Lian yanaklarını


sıkarak zorla ağzını açtı ve kasenin içindekileri doğrudan boğazından
aşağıya döktü.

Bir an sonra keskin bir çığlık Puji Manastırının üzerindeki gökleri salladı.

Xie Lian’ın elindeki kase boştu ve yerdeki Qi Rong’un yüzünde çarpık,


ezilmiş ifade vardı, sesi bile tükenmiş yaşlı bir adam kadar boğuktu. “…
Senden…nefret…”

Qi Rong’un zorla boğazına bir kase döktüğü halde yine de kusmadığını


görünce Xie Lian memnun mu olsa yoksa ıstırapla mı dolsa bilemedi. Her
ne kadar en kısa zamanda Qi Rong’un bedeni bırakmasını istediyse de,
başarıya ulaşamamış olması tüm kalbiyle pişirdiği yemeğin o kadar da kötü
olmadığını ispatlar nitelikteydi ve bu da belki mutlu olmaya değerdi. Geri
döndüğünde Hua Cheng’in de elinde bir kase olduğunu gördü, acelesiz bir
şekilde yiyor, yerken ona doğru bakıyordu ve elindeki kase neredeyse
boşalmıştı. Xie Lian’ın gözleri ışıldadı ve ayağa kalktı. “San Lang bitirdin
mi?”

En başta yemeği çöpe atmayı düşünmüştü ve Hua Cheng’e sunmaya çok


utanmıştı, ama kimin aklına Hua Cheng’in gidip kendiliğinden yemeye
başlayacağı gelirdi ki? Hua Cheng kıkırdadı. “Evet.”

“…” Xie Lian dikkatle dürttü. “Nasıldı?”

Hua Cheng çorbasını da höpürdeterek bitirdi ve gülümsedi. “Fena değil.


Biraz fazla yoğun. Gelecek sefer daha hafif yapmaya çalış.”

Xie Lian rahat bir nefes verdi ve başını salladı. “Tamam, unutmayacağım.
Önerin için teşekkür ederim.”

Qi Rong: “BÖÖÖÖÖÖÖÖÖÖÖÖĞĞĞĞĞĞ–!!!”

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 102: Beklenmedik Misafirleri Karşılamak İçin Veliaht Prensin


Adaçaylı Yahnisi

İlk başta Xie Lian aşçılık maharetlerini sergilemeyi planlamıştı, ama bu


akşamdan sonra, özgüveni binlerce kat azalmıştı.

Onun yerine Hua Cheng yemek yapmayı önermişti, ama Xie Lian nasıl
kapıyı tamir etmesi ve manastırı temizlemesinin üzerine Hua Cheng’den bir
de yemek pişirmesini isteyebilirdi ki? Aklı başında hangi insan misafirine
böyle davranırdı? Ayrıca saygın bir Yüce İblis Kralını ne sanıyordu o?

*ÇN: Kocası, ehehe.


Neyse ki şehirden pek çok yiyecek getirmişti ve her ne kadar büyük bir
kısmı Xie Lian’ın yemeğine gitse de, yine de biraz çörek ve turta vardı,
sebzeler ve meyveler de kalmıştı, bu yüzden ellerinde olanı yediler. Ama
onlar da bitince ne yapacaklardı?

Ertesi gün sorun kendiliğinden çözüldü. Parlak ve erken bir sabahta, Puji
Manastırının kapıları büyük bir kap lapa ve kızarmış tavuk sunmak için
kapıyı çalmakta olan köyün genç kızları için açıldı. Köylü kızlar utangaç ve
telaşlıydı, neden geldikleri çok belliydi. Xie Lian kendini huşu içinde iç
çekmekten alamadı, güzelliğin sahiden karın doyurduğunu düşünüyordu.

Kızarmış tavuk çocuklara bölündü; Xie Lian sadece biraz lapa aldı ve Hua
Cheng hiçbirine dokunmadı.

Gülümsedi. “Ge ge sahiden bu bölgede çok seviliyor.”

Xie Lian kahkaha attı. “Bana sataşma San Lang. Açıkça sarhoşlar ama
şaraptan değil.”

Yahniyi içtikten sonra Qi Rong tüm gece boyunca tapınağın bahçesinde


bağlanmış bir şekilde durmuştu, ulumuş ve tiz çığlıklar atmıştı, içinde
‘Lang Qian Qiu’nun beni yakalamasını ve milyonlarca parçaya ayırmasını,
seninle burada kalmaya ve zehir içmeye tercih ederdim’, ‘Kuzen Veliaht
Prens, ben hata ettim, yalvarırım, bana panzehri ver!’ sözleri geçen bir
şeyler bağırmış ve hatta halüsinasyonlar görmeye başlamıştı, kuruntulara
kapılmış gibiydi. Küçük Gu Zi’nin ödü kopmuştu.

Sabahın erken saatlerinde ise Qi Rong buruşmuş ve kurumuş bir haldeydi,


yüzü tamamen yeşildi ve en sonunda tekrar biraz güçlenmek için Gu Zi’nin
elindeki yulaf lapasını yemesi gerekmişti, çatlak bir sesle yorum yaptı.
“Saçmalık! Seviliyormuş! Kim onu sever?? Şu sefil haline bir bak! Ayrıca
sen de kendini bir şey sanma Hua Cheng malı. En fazla burası gibi izbe
yerlerdeki taşra kızlarını düşürürsün.

Sadece üzerinde gösterişli kıyafetler var diye geliyorlar. Eğer dilenci gibi
giyinsen yüzüne bile bakmazlar!”
Xie Lian düşündü, sözlerinin kesinlikle doğru olmadığına karar verdi. Hua
Cheng bir dilenci gibi bile giyinse, Xie Lian onun dilenmeye gittiğinde bir
dağ dolusu altın toplayacağına inanıyordu. Yine de hiçbir şey söylemedi ve
acelesiz bir şekilde günlük işleri yapmaya başladı. Bir süre geçtikten sonra
dışarıya başka bir koku süzüldü ve Qi Rong tekrar kükredi. “ŞİMDİ NE
YAPIYORSUN?! BU NE!”

Xie Lian sıcak bir şekilde cevapladı. “Önceki ‘Her Mevsimde Aşk’ yahnisi.
Isıtıyorum sadece.”

Bunu duyunca Hua Cheng hafifçe alkışladı. “Ne kadar güzel bir isim.”

“O BOKTAN ŞEYE Bİ DE İSİM Mİ VERDİN?!?! KES ŞUNU!!!”

Xie Lian’ın o şeyi ona tekrar yedireceği korkusuyla, sadece ısıtılıyor olması
bile Qi Rong’a dehşet dolu anılarını hatırlatmıştı, bu nedenle daha fazla
konuşmaya cüret edemedi. Yemeğini bitirdikten sonra Lang Ying sessizce
sofra takımlarını topladı, sanki bulaşıkları yıkayacakmış gibi görünüyordu
ve Xie Lian azarladı. “Bırak şunları. Git oyun oyna. Ben hallederim.”

Belki yemek yapması yasaktı ama hala bulaşıkları yıkayabilirdi. Hua


Cheng, Lang Ying’in Gu Zi’yi dışarıya oyun oynamak için çıkartışını izledi
ve konuştu. “Bırak ben yapayım.”

Xie Lian teklifini reddetti. “Senin bulaşıkları yıkaman daha bile uygunsuz.
Otur sadece.”

Sözlerini bitiremeden, tam o esnada, Qi Rong’un midesi dolduktan sonra


yapacak daha iyi bir şey bulamadığı için laf attığını duydular, kaypak bir
sesi vardı. “Hey güzellik, neden beni süzüyorsun? Zarif kalbini mi titrettim
yoksa?”

İblis daha biraz önce taşralı kızların nasıl umurunda olmadığından bahsedip
duruyordu ama fikir değiştirmiş ve flört etmeye başlamıştı, üstelik bu kadar
da zevksiz bir şekilde! Xie Lian başını iki yana salladı, dışarıdan geçen
insanları korkutmasın diye en iyisi Qi Rong’u içeriye almak diye
düşünmeye başlamıştı. Beklenmedik bir şekilde daha o kapıyı açmaya fırsat
bulamadan, köylülerin huşu içindeki sesleri çınladı. “Yuh, böyle güzellik
bin yılda bir gelir!”

“Böylesine güzel bir kadınların bizim köyde ne işi var…”

“Hayatımda hiç bu kadar güzel bir kadın görmedim! Ve üstelik iki taneler!”

Kısa bir süre sonra Puji Manastırının kapısı çalındı. Xie Lian şaşırmıştı, Bin
yılda bir mi? İki tane?

Böylesine güzel iki kadın neden gelip benim kapımı çalar? Ah, yoksa?
Zengin tüccar minnettarlığını göstermek için iki karısını mı alıp geldi?
Durumun pekala böyle olabileceğini düşünürken Xie Lian aceleyle ‘Lütfen
mabedimizin yenilenmesi için bağışta bulunun’ tabelasını aldı, dışarıya
koymaya hazırdı. Ama tam bu sırada buz gibi bir kadın sesi işitti. “Kapıdaki
şey ne? Gözlerim kanadı.”

Anında diğer kadının sesi duyuldu, şaşkın gibiydi. “Belki bir tür
korumadır? Yok canım. Böylesine adi bir ruhani yaratığı kullanacak kadar
düşmek için hiçbir sebep olamaz.”

Her ne kadar sesler kadınlara ait olsa da, Xie Lian daha önce duyduğundan
emindi. Rüzgar Ustası Qing Xuan ve Toprak Ustası Yi’ydi gelenler!

İlk başta hemen kapıyı açmak istedi ama sonra kafasını geriye çevirdi ve
arkasında tembel tembel sunak masasını temizlemekte olan Hua Cheng’e
baktı ve Xie Lian’ın elleri durdu, dikkatli bir şekilde kapıdaki çatlaklardan
dışarıya bakıyordu.

Dış kapıda iki tane ince ve narin kadın duruyordu. Birisi beyaz bir cübbeye
bürünmüş, dudakları gül rengi, bedeni cezbedici ve çekici, elinde bir
fırçayla, parlak gözleri vardı; diğeri siyahlara bürünmüş bir kadındı, cildi
kar kadar beyaz, kaşları güzel ve keskin, ancak yüz ifadesi son derece
karanlık, elleri yumruk halindeydi, gözlerini ise uzaklara dikmişti. Beyaz
cübbeli kadının yüzü gülücükler saçıyordu, ellerini etrafında salladı. “Haha,
herkese teşekkür ederiz, teşekkürler! Bu kadar iltifata gerek yok, böyle
büyütmeyin. Kendimi kötü hissediyorum. Bu kadarı yeter, teşekkürler.
Haha.”
Xie Lian. “…”

Etrafı sıkı sıkı dizilmiş güzellik-seyreden köylülerden geniş bir kalabalıkla


çevriliydi ve hatta güzelleri gördükten sonra elleriyle Qi Rong’u
göstermeye ve onu uzaklaştırmaya başladılar. Qi Rong hiçte hoşnut olmadı
ve delirmiş gibi bağırmaya başladı. “NEYE BAKIYONUZ SİZ! NE
OLMUŞ BU ATA YERDE

YATMAYI SEVİYORSA! SİKTİRİN GİDİN! GÖRÜLECEK Bİ ŞEY


YOK BURDA!” Köylüler bu adamın ne kadar tuhaf davrandığını, yeşil
yüzüyle kötü niyetli bir biçimde yeğin göründüğünü fark edince korkuyla
dağıldılar. Shi Qing Xuan Qi Rong’a döndü. “Siz… Yeşil Genç Efendi,
dilerim bana Ekselansları Veliaht Prensin içeride olup olmadığını
söyleyebilirsiniz?”

Kadının Xie Lian’a ‘Ekselansları Veliaht Prens’ olarak hitap ettiğini


duyunca Qi Rong önündeki güzel kadınlara olan ilgisini tümden kaybetti ve
cıkladı. “CIK! Demek siz Üst Cennetin boktan

mensuplarısınız! Sanki bu ata, kapıyı koruyan bir köpekmiş gibi. Duyun


beni, ben…” O sözlerini tamamlayamadan Ming Yi somurtkan yüzüyle
yaklaştı ve vurma seslerini takiben bir inleme işitildi.

Xie Lian durduğu noktadan Ming Yi’nin neler yaptığını göremiyordu ve tek
görebildiği şey fırçasını savuran, azarlayan Shi Qing Xuan’dı. “Ming-
Xiong, şiddete başvurmak iyi bir şey değildir!”

Ming Yi sakin bir sesle. “Korkulacak ne var? Evcil bir ruhani hayvan
olmadığını söyledi ya.”

“…”

Qi Rong’un ölümüne dövülmesini engellemek için Xie Lian’ın tek


yapabildiği kapıyı açmak ve ellerini kaldırarak onu durdurmaktı. “Lordum!
Merhamet edin! Ona vurmayın, o bir insan!”

Xie Lian’ın kapıyı açtığını görünce Ming Yi eteğinin ucunu çekti ve ayağını
Qi Rong’un sırtından kaldırdı. Shi Qing Xuan ise diğer yandan hemen öne
çıktı ve reverans hareketiyle ellerini birleştirdi.

“Ekselansları, birkaç gün erken geldim! Bu kim? Şeytani özlerle dolu,


saklamanıza imkan yok, kör değiliz sonuçta değil mi? Eh, neyse içeride
konuşalım. Bu kez yardımına ihtiyaç duyduğum çok önemli bir mesele
var…” Konuşurken yerde yatmakta olan Qi Rong’un yanından geçti ve
eşiği aştı. Hua Cheng hala içerideydi, Xie Lian onları içeriye davet etmeye
nasıl cüret edebilirdi ki, aceleyle haykırdı. “Dur!”

Ancak çok geç kalmıştı. Puji Mabedi oldukça ufaktı ve saklanabilecek


hiçbir yer yoktu. İkisi hemen Xie Lian’ın arkasında hali hazırda bulaşıkları
yıkamakta olan bir Yüce İblis Kralı olduğunu gördüler. Dört çift göz
karşılaştı; kıvılcımlar uçtu. Hua Cheng dişlerini göstererek gülümsedi,
ancak gülümsemesi uğursuzdu ve gözlerinde bir parça neşe yoktu.

Anında Ming Yi’nin gözbebekleri küçüldü ve üç adım geriledi. Shi Qing


Xuan Rüzgar Ustası Yelpazesini açtı, saldırı duruşunu almıştı, fazlasıyla
telaşlı bir halde bağırdı. “ÇİÇEĞE UZANAN KAN YAĞMURU!”

Kapının dışındaki kül yüzlü Qi Rong öfkeyle kükredi. “VE BEN DE GECE
GEZEN YEŞİL IŞIĞIM! NASIL

DÖVERKEN HİÇBİRİNİZ BENİ TANIMIYONUZ DA, ONU TEK


BAKIŞTA TANIYABİLİYONUZ?!”

Ming Yi gizlice Hayalet Şehre sızmıştı ve uzun yıllar Hua Cheng’in altında
casusluk yapmıştı. Sadece kısa bir süre önce fark edilmiş ve Hua Cheng
tarafından yakalanmıştı, ardından labirent bir zindana kapatılmış ve
dövülmüştü. Düşmanlar yüz yüze gelirken, gözleri kırmızıyla yanıyordu,
küçük Puji mabedi tümüyle zehir kokusuyla dolmuştu. Hua Cheng elindeki
bezi attı ve yüzünde yamuk bir gülümseme belirdi. “Toprak Ustası çok canlı
görünüyor.”

Ming Yi soğukça cevapladı. “İblis Kralı da her zamanki gibi telaşsız.”

Sahte selamlamalar üstün körü tamamlandıktan sonra Hua Cheng’in


ağzından çıkan kelimler çok daha soğuktu, yüz ifadesi buz gibiydi.
Uyardı. “Git. Önemli işinizin ne olduğu umurumda değil. Bir daha buranın
yakınına bile yaklaşmayın.”

Ming Yi her ne kadar Hua Cheng’den korkuyor olsa da, yine de uysal bir
halde geri çekilmeyi reddetti ve ciddi bir ifadeyle cevapladı. “Buraya kendi
isteğimle gelmedim!”

Zehir kokusu neredeyse her yeri ateşe verecekti. Yanlarında, Xie Lian
gittikçe geriliyordu. “N-n-ne yapsak Rüzgar Ustası?”

Shi Qing Xuan birkaç kez yelpazesini kafasına vurdu ve konuştu. “Çiçeğe
Uzanan Kan Yağmurunun da burada olmasını beklememiştim! Daha geçen
gün görüşmemiş miydiniz? Nasıl bu kadar hızlı bir şekilde yine bir araya
geldiniz? Her neyse, eğer meseleyi yumruklar konuşmadan çözebilirsek
harika olur. Şiddet kötü bir şeydir. Eğer kavga etmeye başlarlarsa onlara
mukayyet olmamız gerekecek.”

“Katılıyorum, çoğuna.” Qi Rong ikisinin kavga etmeye başlamasını


diliyordu ve ilgiyle dinlemekteydi.

Aniden sesini yükseltti. “AahHaa – demek sürtük karı Rüzgar Ustası


sensin???”

Hem Xie Lian hem Shi Qing Xuan ona döndü. Qi Rong kendi
mağarasındayken de Shi Qing Xuan’a aynen bu şekilde hitap etmişti, ama
önünde bile bu şekilde küfretmeye cüret ediyordu ve Xie Lian bunun
cesaretten mi yoksa zihinsel bir özürden dolayı mı olduğunu
çıkartamıyordu. Shi Qing Xuan hep asil bir zarafetle büyütülmüştü, bu
nedenle muhtemelen hayatında ilk kez böyle bir küfre maruz kalıyordu.
Gözlerini açıp kapattı, şaşkın görünüyordu, ardından Xie Lian’a döndü.
“Ekselansları, lütfen bekle.”

Ardından mabetten çıktı ve kapıyı kapattı. Dışarıdan Qi Rong’un bir diğer


acı inlemesi ve bir dizi vurma sesi duyuldu. Bir an sonra Shi Qing Xuan
kapıyı açarak içeriye girdi ve artık erkek formundaydı.

“Pekala, nerede kalmıştık? Şu anda biraz aç hissediyorum, oturup bir şeyler


yemeye ne dersiniz?
Hayatta müzakere edilemeyecek ve yemek masasında çözülmeyecek hiçbir
şey yoktur.”

“…”

Her ne kadar Puji mabedinin ortasında dövüşmeye başlamalarını istemiyor


olsa da, Hua Cheng’in Ming Yi’nin içeri sızması meselesine aşırı sinirli
görünüyor olması ve tüm iç meseleyi bilmediği için, onları aynı masaya
oturtup hoş bir şekilde yemek yemelerini sağlamak imkansız görünüyordu.
Ancak Hua Cheng fikre karşı çıkıyormuş gibi görünmüyordu ve bir an
dondurucu halde kaldıktan sonra, yüzündeki buzlar temizlendi ve arkasını
dönerek işlerini yapmaya devam etti. İşi bittikten sonra tencereye gitti ve
Her Mevsimde Aşk yahnisinden koca bir kase doldurdu.

İlk olarak onun gerilediğini ve savaşa son verdiğini görünce, diğerlerinin


hepsi rahat bir nefes aldı.

Şimdiki adım konuyu değiştirmek ve ortamı yatıştırmaktı, bu yüzden Shi


Qing Xuan sordu.

“Ekselansları tencerede ne var? Hala sıcak gibi?”

Xie Lian. “Aah. Benim yaptığım bir yemek.”

Tencere uzun zamandır kaynıyordu, tatlar tamamen iç içe geçmişti ve


kokunun çoğu artık dağılmıştı.

Her ne kadar sorgulanabilir bir rengi olsa da, şekiller çoktan kaynamaktan
eriyip giymişti, önceki akşama göre çok daha iyi görünüyordu. Cevabını
duyunca Shi Qing Xuan heyecanla titredi. “Sahi mi?

Daha önce hiçbir cennet mensubunun yaptığı bir şeyi yemedim! Hadi hadi
hadi, bir tadına bakalım.”

Konuşurken iki grup tabak çanak kaptı ve kaseleri doldurdu. Dürüst olması
gerekirse, Xie Lian en başta onu durdurmak istemişti. Ancak Hua Cheng
fazlasıyla cesaretlendirici olduğu için, içine güven tohumları ekmişti ve
ayrıca sabahın erken saatlerinde yahniyi ısıtırken baharatları Hua Cheng’in
önerdiği şekilde değiştirmişti, bu nedenle ‘belki de düzelttim’ düşüncesi
aklında belirmişti. Bir süre tereddüt ettiyse de, yine de hiçbir şey söylemedi
ve içinde bir umutla Shi Qing Xuan’ın bir kaseyi Ming Yi’ye uzatmasını
izledi. “Gel Ming-Xiong. Bu senin.”

Ming Yi kasenin içindeki malzemelere baktı ve yüzünü çevirdi, hiçte istekli


görünmüyordu.

Yaptığı oldukça kaba bir hareketti. Shi Qing Xuan sinirlenmişti ve elindeki
kaseyi zorla ona verdi, son derece katıydı. “YE! Yolda gelirken açım
dememiş miydin?”

Hua Cheng tembel bir halde bir kaşık aldı ve üfledi, dudaklarına getirdi
ardından yuttu. Xie Lian’a gülümsedi. “Bugün kesinlikle daha hafif olmuş.
Lezzeti son derece yerinde.”

Xie Lian da gülümsedi. “Sahi mi? Bugün biraz daha su ekledim.”

Hua Cheng bir kaşık daha aldı ve neşeyle gülümsedi. “Ge ge elinden geleni
yapmışsın.”

Hua Cheng’in leziz bir yemek tadar gibi görünmesini izlemek, son derece
ikna ediciydi. Bir an sonra Ming Yi de en sonunda kaseyi aldı. Shi Qing
Xuan gülümsedi. “Aferin!” Ve ikisi de aynı anda kaşıklarını ağızlarına
attılar.

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 103: Boş Lafların Efendisi, Şölende Tutulan Yas Xie Lian sordu.
“Nasıl?”

BAM! Ve Ming Yi yüzü koyun sunak masasının üzerine devrildi, sanki


bilincini kaybetmiş gibiydi.

Hemen yanındaki Shi Qing Xuan’ın yüzünden sessizce iki damla yaş
süzüldü.
“…”

Xie Lian tereddütle sordu. “Lordlarım, nasıldı tam olarak? Kendinizi


toparlayıp bana yapıcı eleştirilerde bulunabilir misiniz?”

Shi Qing Xuan kendine geldi, gözyaşlarıyla dolu yüzünü sildi ve Xie
Lian’ın ellerini tuttu, güçle bastırıyordu ve manasız bir şekilde konuştu. “…
ekselansları.”

Xie Lian tutuşu tersine çevirdi ve o Rüzgar Ustasının ellerini tuttu. “Ne
oldu?”

Shi Qing Xuan’ın dili bağlanmış gibiydi, konuşamıyordu ve bir süre sonra
Ming Yi’yi iterek hıçkırmaya başladı. “Ming-Xiong… Ming-Xiong! Ming-
Xiong sorun ne? Kendine gel, uyan!”

Ming Yi masaya uzanmış, hareket etmiyordu. Shi Qing Xuan asla onu
duymazlıktan gelmesine dayanamamıştı ve itmeleri, itip kakmalara döndü
ve en sonunda neredeyse boğuyormuş gibiydi, güçle sarsıyordu. Xie Lian
daha fazla izlemeye devam edemedi ve telaşla öneride bulundu. “Rüzgar
Ustası, neden süpürgeyi yerine bırakmıyorsunuz, konuşabiliriz.”

Shi Qing Xuan süpürgeyi boğazlıyor ve başını çevirip duruyordu, bağırdı.


“HA? EKSELANSLARI NE

DEDİN? SENİ DUYAMIYORUM!”

Biraz çaresiz bir halde Xie Lian kulağına bağırdı. “RÜZGAR USTASI!
ELİNDEKİ TOPRAK USTASI DEĞİL.

TOPRAK USTASI BURADA! BURADA!”

Tam bu sırada Ming Yi uyandı. Bir anda erkek formuna dönmüştü, yüzü
çelik kadar karanlıktı ve küçümseyerek ilan etti. “Artık kalbimde kötülük
var. Lütfen dualarla def edin.”

Bir kaşık yahni insanın kalbine kötülük mü düşürürdü? Xie Lian iliklerine
dek sarsılmıştı. Mırıldandı.
“…Bu imkansız…”

Shi Qing Xuan ise Ming Yi’yi işaret ediyordu, gözleri yuvarlak ve yerinden
fırlayacak gibiydi. “BEKLE!

SEN! Rüzgar Ustasının önünde küçük numaralarını sergilemeye cüret eden


hangi kötü yaratıksın sen?

Ming-Xiong nerede? Çabuk, ben seni korurum! Birlikte onu alaşağı


edelim.” Ve bir elinde süpürge, diğer eliyle rüzgar ustası yelpazesini açtı.
Eğer o yelpazeyle saldırmaya kalkarsa çatı kesin uçup giderdi! Xie Lian
aceleyle onu tutmak için koştu. “YAPMA YAPMA YAPMA!
LORDLARIM LÜTFEN

İKİNİZDE KENDİNİZE GELİN!”

“HAHAHAHAHAhahahaHEhehehehehehehehehehheuueehee…”

Qi Rong dışarıda gülerken yumruklarını yere vuruyor ve bağırıyordu.


“TOPUNUZ HAK ETTİNİZ!

SİKTİĞİMİN MENSUPLARI! GİDİP GEBERİN VE YÜKSELİN!


SİKİCEM ÇOK İYİ BE! ŞİMDİ ÇOK DAHA İYİ

HİSSEDİYORUM!”

İçeride iki cennet mensubu sürekli düşüyor ve durmadan inliyorlardı. Hua


Cheng kollarını çaprazlamış

bir halde duvara yaslanmıştı. Xie Lian ona baktı, ardından başlarını tutarak
yerde yuvarlanmakta olan Rüzgar Ustası ve Toprak Ustasına döndü ve
fısıldadı. “Belki de yeterince su eklemediğim için… neden tepkileri Qi
Rong’dan daha abartılı oldu?”

Hua Cheng kaşlarını kaldırdı. “Bence gayet iyiydi. Muhtemelen sorun tat
tomurcuklarında. Olur öyle.”

Xie Lian’ın aklına hiç Qi Rong’un normalde yediği şeyler ve cennet


mensuplarınınkiler arasındaki fark gelmemişti. İki tarafı kıyaslayınca,
cennet mensupları çok ama çok daha hassastı ve duygusal olarak narinlerdi,
muhtemelen bu nedenle tepkileri daha güçlü olmuştu. Elbette tencere Hua
Cheng’in önündeyken, fazladan bir şeyler ekleyip eklemediği düşüncesi de
hiç aklından geçmiyordu.

Hem morali bozulmuş hem suçlu hisseden Xie Lian hem Shi Qing Xuan’a
hem Ming Yi’ye yedişer kase su içirdi, ardından yavaş yavaş kendilerine
gelmeye başladılar. Her ne kadar yüzleri Qi Rong’unki kadar yeşil ve
gözleri donuk olsa da, en azından bilinçliydiler, konuşmaları da geri
geliyordu. Tek küçük problem Shi Qing Xuan’ın yüzünden durmadan akan
yaşlardı ve konuştuğu zaman ara sıra yanlışlıkla dilini ısırıyordu. Bunların
dışında hiçbir problem yoktu.

Tüm bu karmaşadan iki saat geçtikten sonra dördü en sonunda sunak


masasının etrafına oturabildiler.

Ming Yi’nin yüzü hala sunağa dayalıydı, ceset kadar durgundu. Xie Lian
yüz ifadesini toparladı ve ciddiyetle sordu. “Rüzgar Ustası, önemli bir
konuda yardıma ihtiyacım var demiştin? Problem nedir?”

Solgun ve renksiz görünen Shi Qing Xuan kapıya bir ses geçirmez büyü
yaptı, dışarıdaki kimsenin onları duyamayacağından emin olduktan sonra
boğuk bir sesle konuşmaya başladı. “…Şöyle. Ehem ehem. Ehem ehem.
Ekselansları, sekiz yüz yıldır ölümlü diyarda yaşıyorsun. Çok yer gezdin ve
çok yer gördün, dolayısıyla pek çok iblisle ve canavara rastlamışsındır değil
mi?”

Xie Lian ellerini üst üste koydu ve cevapladı. “Evet.”

“Öyleyse sormak istiyorum.” Shi Qing Xuan devam etti. “Daha… daha
önce bir ‘Boş Lafların Efendisi’

ile karşılaştın mı?”

Xie Lian şaşırmıştı. “Şölenlerde yas tutan Boş Lafların Efendisi mi?”

Shi Qing Xuan sesini alçalttı ve uğursuz bir biçimde cevapladı. “Evet!”
Aniden, Xie Lian tüylerini diken diken eden soğuk bir esintinin iliklerine
dek işlediğini hissetti, kötücül bir alametti.

Bu esnada ise tam kulağının dibinde, birisi soğuk bir şekilde kıkırdıyor ve
son derece ürpertici bir tonla mırıldanıyor gibiydi.

Nasılsa pencerelerden ve çatlaklardan içeriye sızarak küçük Puji mabedini


ısıtan güneş ışıkları da kararmış gibiydi, sanki her yer büyük bir gölgeyle
sarılmıştı. Xie Lian’ın uzuvları üşüdü, çelik kadar soğuktu.

“…”

“…”

“…”

Xie Lian cübbesine sıkıca yapıştı ve olanlardan açıkça bahsedilmesi


gerektiğini hissediyordu, konuşmaya başladı. “Sormam gerek… kim
gülüyor? Kim şarkı söylüyor? Kim sırtıma soğuk hava üflüyor? Kim
mabedi kararttı?”

Shi Qing Xuan gözyaşlarını sildi ve cevapladı. “Ah, ben yaptım. Ufak bir
büyü sadece, boş ver. Uygun ortamı yaratıyorum sadece.”

Masadaki diğer üç kişinin dili tutulmuştu. Bir an sonra Xie Lian alnını
destekledi ve çileden çıkmış bir halde konuştu. “…Rüzgarın Lordu, esintiyi
kessek nasıl olur? Hiçbirimiz havaya uygun şekilde giyinmedik. Ayrıca
uygun koşullar çoktan yaratılmıştı ama sen soğuk esintiyi ve müziği
ekledikten sonra hepsi dağıldı…”

“Aa? Sahi mi?” Shi Qing Xuan elini salladı, herkesin sırtından esen soğuk
hava ortadan kalktı. “Ama bence mabedin karanlık kalması daha iyi olur.
Mum yakayım, çok daha hoş olur.” Konuşurken sahiden de bir mum çıkarttı
ve yaktı. Titreyen mum ışığı iki kar beyazı yüzü ve diğer iki solgun,
yeşilimsi yüzü aydınlattı, atmosfer aslında fazlasıyla güçlüydü, istisnai bir
perili ev havası vardı ve hatta belki dışarıdaki Qi Rong bile hayalet
korkusuyla ulumaya ve çığlık atmaya başlayabilirdi.
Diğer üçlü artık konuşmak istemiyormuş gibi görünüyordu. Hua Cheng
geriye yaslandı ve Ming Yi ceset gibi durmaya devam etti. Xie Lian alnını
ovaladı. “Devam edelim… Nerede kalmıştık? Boş

Lafların Efendisi mi? Neden sadece Uğursuzluk canavarı demedin? Boş


Lafların Efendisi deyince, neden bahsettiğini anlamak için bir an
düşünmem gerekti.”

Boş Lafların Efendisine, her ne kadar ‘Efendi’ unvanı verilmiş olsa da,
insanlar sıklıkla sadece gösteriş

olsun, biraz saygılı davranılsın, diye efendi derlerdi, eğer ismi çok
yakışıksız olursa ve yaratık öğrenirse peşlerine takılır diye korkarlardı.
Aslında, herkes Pis-Ağızlı Efendi, Uğursuzluk Canavarı diye lanet etmek
isterdi ve kulağa ne kadar kötü gelirse o kadar iyiydi. Ancak yaratık sahiden
son derece berbattı.

Evet öyle. Sıradan iblisler ve canavarlar en fazla korkutucu olurdu, ama bu


varlık ‘berbat’tı. Çünkü eğer birisi mutluysa, en keyifli anında belirir ve
başından aşağıya bir kova soğuk su boşaltırdı, tam bir oyunbozandı. Bir an
düşünün; yeni evli çiftlerin töreninde, böyle bir şey beliriyor, yemekleri
yerken aniden bildiriyordu: “Boşanmanız çok uzun sürmeyecek!” Veya
başka bir durumda, yaşlı bir ev reisi terfi kazanıyor, yine beliriyor ve tebrik
seslerinin arasında haykırıyordu: “Tutuklanacak ve birkaç sene içerisinde
hapse gireceksin!”

Eğer kendisini birisine bağlarsa gölgesi gibi olur ve sıkıca o kişiye


yapışırdı, ne zaman keyifli bir durum meydana gelse, sesi kesilene dek
lanetlerdi. Sahiden nefret edilesiydi. Özellikle de uğursuzluk alametlerinden
korkanlar için; eğer böyle bir şeyle karşılaşırlarsa üzüntüden ölürlerdi. Hiç
kimse böyle bir şeyin kendisine yapışmasını istemezdi, ama eğer yapışırsa,
tek yapabilecekleri kaderlerini kabul etmekti, çünkü hiç kimse avlarını nasıl
seçtiklerini bilmiyordu.

Shi Qing Xuan yaratıktan fazlasıyla korkuyor gibiydi ama Xie Lian
meseleyi çok büyütmedi. “Merak etme. Korkulacak bir şey değil.”
Doğrusunu söylemek gerekirse, yaratık muhtemelen ondan korkardı. Shi
Qing Xuan hareketlendi.

“Demek Ekselansları onlardan biriyle karşılaştı? Bu şeyi tümüyle yok


etmenin bir yolu var mı?”

Bir an düşündükten sonra Xie Lian cevapladı. “Yıllar önce iki tanesiyle
karşılaşmıştım, ama bir daha hiç karşıma çıkmadılar, bu yüzden tam olarak
ortadan kaldırılabilirler mi bilmiyorum. Ama benim tecrübelerime göre, baş
edilmesi güç varlıklar değiller.”

Shi Qing Xuan’ın ağzı kulaklarındaydı. “İKİ Mİ? İki tanesiyle mi başa
çıktın?! Sahiden doğru kişiye gelmişim! Nasıl başardın?”

Böylece Xie Lian hikayesine başladı. İlki şöyle olmuştu: Uzun yıllar önce,
Xie Lian küçük bir kasabadan geçiyordu ve zengin bir tüccar kızını
başkente gönderecekti. Kızı son derece seçkin olduğu için onu herkesin
önünde öven büyük bir gösteri yapmıştı, neşeli bir ortamdı. Kimsenin
aklına neşenin

trajediye döneceği gelmemişti, şölenin en sonunda aniden bir ses


duyulmuştu, “Kızının arabası yolda ters dönecek ve kızın vadiye düşerek
ölecek!”

Zengin tüccar sinirle hemen ayağa fırlamış ve konuşanı yakalamaya hamle


etmişti, ama konuşan kişi hemen masanın altına girmiş ve öylece ortadan
kayboluvermişti!

Sonrasında herkes çok korkmuştu. Neyse ki, Xie Lian o gün hurda
toplamak için evlerine uğramıştı.

Biraz yemek artığı almayı başarış ve tam gitmek üzereyken neler olduğunu
duymuştu. Yaratığın ne olduğunu bildiği için zengin tüccara
endişelenmemesini söylemişti. Zengin tüccardan kendisiyle birlikte yirmi
muhafız kiralamasını istemişti, küçük hanıma başkente kadar eşlik etmiş ve
bir süre onu korumuşlardı. Bir ay sonra küçük hanım bir güzellik
yarışmasında birinci olmuş ve yeni bir fırsat doğmuştu.
O akşam, küçük hanımı kutlamak için başkentteki bir restoranda ziyafet
veriliyordu ve beklenildiği gibi bir ses yine kalabalığa karışmıştı. “Küçük
kız…”

Sesi duyduğu anda Xie Lian yaratığı kalabalığın içinde yakalamış, boğazını
sıkarak tek kelime daha etmesine izin vermemişti. Sonra bedenini
mühürlemek için bir tılsım kullanmıştı, pelte haline gelene dek dövmüş,
ardından arabaya onu vadilerin oraya son sürat götürmesini emretmişti. Dağ
geçidinin dolambaçlı bir köşesinde dizginler kopmuş ve araba uçurumdan
aşağıya yuvarlanmıştı, kendi lanetini kendi gerçekleştirmişti.

Diğer üçü sordu. “Bu kadar mı?”

“Bu kadar.” Xie Lian devam etti. “Uğursuzlukla… pekala, Boş Lafların
Efendisiyle. Boş Lafların Efendisiyle başa çıkabilmek için üç yöntem
vardır: birincisi, ağzını açmasına izin verme ve konuşamadan sesini kes. Bu
sadece anlık olarak fayda sağlar ama hayat boyu korunmanı sağlamaz, bu
nedenle her an tetikte olman gerekir.

“İkincisi, eğer konuşursa, söz konusu kişinin laneti duymasına izin verme.
Herkes neşesini doruk noktasında şahsına yapılan bir lanetten korkar ve
yaratık korkudan beslenir; bundan haz alır. Sen ne kadar korkarsan o kadar
sevinir. Eğer korkudan kendini kaybeder ve onun sözlerine göre kendi işini
bozarsan, gücü belirgin ölçüde artar. Ama eğer sağır değilsen, eninde
sonunda bir gün laneti duyarsın.

Dürüst olmak gerekirse muhtemelen sağır birisi bile sürekli kaçamaz, çünkü
kaçmak için kendi kulaklarını dikenler olmuştu ama nihayetinde işe
yaramamıştı.

“Diğer yandan eğer ne lanet ederse etsin üzerine ne soğuk sular dökerse
döksün umursamazsan, o zaman sana hiçbir şey yapamaz. Bu nedenle en
etkilisi üçüncü yöntemdir: kendini mutlu düşüncelerle sar ve onu tamamen
duymazdan gel. Bırak konuşsun veya sustur, ama söylediği her şeyi unut.

Kendini güçlendir ve kendi iradenle yolunu seç, trajedinin sana gösterdiği


yola girme. Böylece, en sonunda, senden çaresizlik ememeyeceği için kendi
kendine uzaklaşacaktır. Elbette, bir sonraki fırsat için pusu kurmuş bekliyor
da olabilir.”

Her ne kadar üçüncü yöntem en etkilisi olsa da uygulanabilmesi çok güçtü.


Sonuçta kim gerçekten kalbini taşlaştırabilir ve asla sarsılmazdı ki? Shi
Qing Xuan dinledikçe kaşları daha da çatılıyordu. “Peki ya ikinci seferinde?
O zaman da mı aynı yöntemi kullandın?”

Xie Lian. “İkinci sefer kimse için uygun bir örnek teşkil etmez. Sonuçta
emsalsiz bir durumdu.”

“Nasıl yani?”

Xie Lian cevapladı. “Kendisini bağladığı kişi bendim.”

Çevirmen: Nynaeve

Not: Hikayenin kıvrandırıcı kısımları yavaş yavaş geliyor.

Bölüm 104: Boş Lafların Efendisi, Şölende Tutulan Yas Xie Lian bu Boş
Lafların Efendisiyle de uzun yıllar önce karşılaşmıştı.

O sıralarda tam kendi gücüyle küçük bir kulübenin inşasını tamamlamış ve


yeni evine beğeniyle bakıyordu ki, köşelerin birisinden küçük bir ses
yükselmişti. “Bu meskenin iki ay içerisinde çökecek!”

Shi Qing Xuan sordu. “Ee, sen ne yaptın?”

“Hiç.” Xie Lian cevapladı. “‘İki ay mı? Yedi gün dayanması mucize olur.’
Dedim.”

“…”

Hua Cheng’in dudakları hafifçe kıvrıldı ama gülümsemesi hemen kayboldu.

Boş Lafların Efendisi gölgelerde saklanıyor, Xie Lian’ın korkularını,


hüsranını, güvensizliğini ve diğer olumsuz duygularını emmek için
bekliyordu. Ancak eline tek geçen şey boş havaydı ve Xie Lian yeni evini
süpürmeyi bitirip uyuyana dek bile hiçbir şey emememişti.

Her ne kadar Xie Lian onun gerçek halini göremiyor olsa da, yine de çok
sinirli olduğunu hissedebiliyordu.

Sadece birkaç gün sonra ise bir yıldırım düşmüş ve tüm kulübe yanmıştı.

Boş Lafların Efendisi memnundu, muhtemelen yanmanın çökmekten pek


farklı olmadığını düşünüyordu, dolayısıyla teknik olarak kehaneti işe
yaramıştı ve Xie Lian artık korkmaya başlamalıydı.

Ancak öyle olmamıştı. Hala karnını doyurabilecek bir şeyler ememiyordu.


Elbette durumdan hiçte hoşnut değildi, bu nedenle Xie Lian’ın peşine
takılmış ve bir sonraki neşeli anını beklemişti.

Kimin aklına bekleyişinin yarım sene süreceği gelirdi ki? Yarım sene
boyunca, Xie Lian tek bir neşeli olay yaşamamıştı!

Kim olsa pes ederdi. Ancak Boş Lafların Efendisinin bir özelliği de inatçı
olmasıydı. Eğer gözlerine bir hedef kestirirlerse, asla takibe ara vermezlerdi
ve bu nedenle yarım sene boyunca aç bir halde beklemişti. En sonunda ise
karşısına bir fırsat çıkmıştı.

Bir gün Xie Lian büyük bir bohça dolusu hurda toplamış ve küçük bir
servet kazanmıştı. Boş Lafların Efendisi çok sevinmişti. Bunca zaman
bekledikten sonra, hemen numarasını kullanmış ve lanetler nehirler gibi
akıp gitmişti, Xie Lian’ın zengin olacağı ve tüm servetini içkiye, kumara
harcayacağı, ardından borç batağındayken hastalanacağı vesaire vesaire.
Xie Lian parasını hesaplamış ve söylediklerini eğlenerek dinlemişti.
Sonrasında sadece doğrulmuş ve yatağa yatmıştı, Boş Lafların Efendisi yine
hiçbir şey emememişti.

O akşam Xie Lian’ın hurda yığını alev almıştı.

Alevler söndürüldükten sonra külden yüzüyle, Xie Lian iç çekmiş ve Boş


Lafların Efendisine hitaben konuşmuştu. “Çok yazık. Hepsi yandı. Geriye
tek bir parça bile kalmadı. Bahsettiğin sarhoş rüyalar ve ömür boyu yetecek
zenginlikleri henüz tecrübe edememiştim bile. Bence sözlerin oldukça ilgi
çekiciydi, bana biraz daha anlatmaya ne dersin?”

Bu olay birkaç kez tekrarlamıştı ve sonlara doğru, Xie Lian o konuşmadan


sormaya başlamıştı:

‘Söyleyeceğin bir şey var mı? Bir şey söylemek ister misin?’ En sonunda
Boş Lafların Efendisi daha fazla dayanamamış ve kaçmıştı.

Boş Lafların Efendisi için Xie Lian gibi bir Talihsizlik Tanrısı son derece
uygunsuzdu. Ya mutlu bir anı olmuyordu ve boşa bekliyordu; ya da kötü
şansına çoktan alışmış olduğu için ne korkuyor ne tedirgin oluyordu. O
kadar şanssızdı ki Boş Lafların Efendisinin hayal gücü yetersiz kalıyordu,
bu sayede Xie Lian onun lanetlerini umursamıyordu ve hatta onları iyi
dilekler, gün düşleri olarak görüyordu.

Her şekilde, sonrasında Xie Lian bir daha hiçbir Boş Lafların Efendisiyle
karşılaşmamıştı. Yanından kaçtıktan sonra Boş Lafların Efendisinin kendi
insanlarının yanına gittiğinden ve herkese onun ne kadar korkunç
olduğundan bahsettiğinden bile şüphelenmişti.

Bu noktaya kadar dinledikten sonra Shi Qing Xuan daha fazla dayanamadı
ve bir kahkaha attı. Hua Cheng ise kısık sesle sordu. “Çok mu komik?”

Shi Qing Xuan da uygunsuz davrandığını biliyordu ve anında yüz ifadesini


toparlayarak ciddi bir sesle özür dilerdi. “Özür dilerim Ekselansları.”

Xie Lian kahkaha attı. “Merak etme. Bence de baya komik.”

Sonuca bağladı. “Boş Lafların Efendisi insanların kalplerindeki korkudan


beslenir ve edindiği bu güçle kehanetlerini gerçekleştirerek yeni
kehanetlerde bulunur. Döngü insan içten içe kırılana ve kalbi parçalanana
dek devam eder. Yani kalbin ne kadar kararsız olursa o kadar kötüdür; ve
kişinin ne kadar çok şeyi varsa, o kadar çok kaybetmekten korkar.”

Duraksadıktan sonra öneride bulundu. “Rüzgar Ustası, bir inananından


böyle bir konuda yardım istediğine dair dua mı aldın? Sen Rüzgar
Tanrısısın, böyle bir şey senin görevlerine dahil değil. Böyle bir dua
aldıysan bir savaş tanrısına gönül rahatlığıyla iletebilirsin.”

Ancak Shi Qing Xuan’ın karşılığı hiçte beklediği gibi olmadı. “Yardım
isteyen bir inananım değil, benim.”

İşte şimdi Xie Lian şaşkına dönmüştü. “Sen mi? Boş Lafların Efendisi
normalde cennet mensuplarına bulaşmaya cüret etmez. Seninle uğraşıyor
olsalar bile, saygın bir cennet mensubu olarak korkmanı gerektirecek hiçbir
şey yok.”

Shi Qing Xuan iç çekti. “Eğer yükseldikten sonra karşılaşsaydım elbette


endişeleneceğim hiçbir şey olmazdı ama… uzun hikaye işte.”

Çok yüzyıllar önceydi. Rüzgar ve Su Ustaları henüz daha ölümlüyken,


varlıklı ve ongun bir tüccar evinde doğmuş ve büyümüşlerdi.

Shi Qing Xuan ikinci çocuktu ve doğduğu zaman tüm aile çok sevinmişti.
İkinci oğullarına bebek ismi olarak ‘Xuan’ demişlerdi ve açları beslemek
için lapalar, yol paraları dağıtmış, merhametli hareketlerinden dolayı merit
toplamışlardı. Bu esnada, lapa yemekte olan bir falcı bebeği kundaklar
içinde görmüştü. Doğum detaylarını sormuş ve ardından konuşmuştu:

*ÇN: Resmi isme karar verilene dek hitap için kullanılan lakap.

“Evinizde yemek yediğim için söyleyeceğim. Bu oğlunuzun iyi bir hayatı


olabilir, ama tüm hikayeyi söylemek gerçekten güç. Eğer onu kurtarmak
istiyorsanız onu gözlerden uzak tutun. Onu gürültücü, gösterişli birisi olarak
yetiştirmeyin; parlamasına engel olun. Servetini örtülü bir şekilde biriktirin
ve huzur dolu bir hayatı olduğundan emin olun. Onun adına hiçbir ziyafet
vermeyin yoksa başına kötü şeyler gelecek.”

Hoş sözler değillerdi ve hatta bir Boş Laflar Efendisinin söyleyeceği şeylere
fazlasıyla benziyorlardı. Shi ailesi tüccardı ve falcının bahsettiği tüm
özellikler onlar için değerliydi, bu nedenle falcı hemen

kovalanmış ve sözleri ciddiye alınmamıştı. Birkaç gün sonra Shi Qing


Xuan’ın adına bir ziyafet verilmişti, fenerler yakılmış ve bayraklar
çekilmişti, davullar gürlemiş ve çanlar çalmıştı.

Ancak, ziyafet esnasında tam tüm misafirler bağırarak tebriklerini iletir, Shi
ailesinin kundaktaki ikinci oğullarına övgüler yağdırırken, yerden gelen
monoton bir ses aniden kalabalığı bastırmıştı. “SEFİL

BAŞLANGIÇ, SEFİL SON!”

Ses sahiden yerden gelmişti ama var olan herkesin sesini bastırmıştı ve
herkes şaşkınlıktan ne yapacağını bilmez bir haldeydi.

Ziyafet havada asılı kalmış ağır bir endişeyle bitmişti ve tam o gece, hala
bebek olan Shi Qing Xuan ateşlerle yanmıştı, durmadan ağlıyordu ve ne
yaparlarsa yapsınlar ateşini düşüremiyorlardı, arada öğürüyordu bile. Tüm
aile dehşet içindeydi. Shi ailesi kısa bir süre önce kovdukları, tuhaf şeyler
söyleyen falcıyı hatırlamıştı, aceleyle her yeri aradılar ve onu tekrar davet
ettiler. Falcı konuştu. “Size dikkat çekmekten sakının demiştim ama
dinlemediniz. Şimdi ise çocuk bir Saygın’ın dikkatini çekti, tüm yaşamı
talihsizliklerle dolacak. Bu hastalık hiçbir şey, kendi kendine iyileşip gider.
Ama bu, sadece bir tanışma hediyesiydi!”

Elbette Boş Lafların Efendisinden bahsediyordu. Ancak kolayca


kovalanabilecek sıradan bir Boş

Lafların Efendisi değildi, bu varlık son derece yaşlı, çok ama çok güçlüydü.
Ne kadar mı güçlüydü?

Neşeli bir durum söz konusu olmasa bile yine de yas tutardı. Bu nedenle
ona ‘Boş Lafların Saygın Efendisi’ deniyordu.

Bu ‘Saygın’a ‘Dükkan üç sene boyunca kapalı kalabilir, ama açıldığı gibi


üç senelik yemek yer’ denirdi.

Gözleri keskin ve kötülükle doluydu; avladığı kişiler hayatı enginlikler ve


efsanelerle dolu yüce karakterlerden daha azı olmazdı. Bazıları ona karşı
kazanmayı başarırdı, ama yine de tüm hayatları boyunca savaşla yaşar, ona
önemli miktarda besin sunarlardı; bazıları yenilirdi ve tamamen onun
gücünün kaynağı olurlardı. Binlerce yılda biriken temeli derin ve sağlamdı.
Şimdi, yüz yıldan uzun bir süredir dinlenmiş; gün saymıştı, bacakların
esnetmek ve beslenmek için ağzını açma vakti gelmişti, büyük bir ısırık
alacağı kesindi. Tesadüfen Shi Qing Xuan tam onun zevkine uygun şekilde
doğmuştu ve bu nedenle Saygın onu kendisine ‘ayırmıştı’. Her ne kadar bu
küçük bebek onun kehanetlerini duysa bile anlayamayacak olsa da,
anlayabileceği günler gelecekti ve bir gün korkuyu öğrenecekti.

Ayrıca bu korku oğlanın çocukluğuna işleyecek, derinlere kazınacak, yok


edilmesi mümkün olmayacaktı.

Neyse ki böyle canavarların beyinlerinde tek bir sinir dalı bulunurdu ve


düşünceleri tuhaf, son derece anormal olurdu. Bu nedenle falcının aklına
onu kandırmak için bir yol gelmişti: Shi ailesi Shi Qing Xuan’ı uzaklara
gönderecek ve başka bir aileye verilmiş gibi davranacaktı, ardından
oğullarını geri getirmeden önce bir kız bebek olarak göstereceklerdi. Aile
kızları olarak bebeklerini aldıktan sonra, tüm Shi ailesi ona Genç Hanım,
Küçük Hanım diyerek kız gibi büyüteceklerdi. Boş Lafların Saygın Efendisi
kendisine ayırdığı erkek bebeği bulamadığı sürece, aradan bir süre geçtikten
sonra artık kimi seçtiğini hatırlamayacaktı.

Böylece, Shi Qing Xuan sahiden on yaşına dek huzurlu bir hayat sürmüştü.

Bu on sene içerisinde bir zamanların zengin tüccar ailesi yavaş yavaş


sönmüştü. İki çocuğun ebeveynleri göçüp gitmiş; ailede iç anlaşmazlıklar
çıkmış, miras kavgaları başlamıştı. Shi Wu Du hepsinden bıkmıştı, bu
nedenle on altı yaşına girdiği gibi yanına kendisinden oldukça küçük olan
minik Shi Qing Xuan’ı da alarak evi terk etmişti.

Kardeşler yaşamak için birbirlerine bel bağlamışlardı ve ilk olarak Shi Wu


Du bir ustanın altında kendisini geliştirmek için dağa gidecekti, küçük
kardeşini dağın eteklerindeki bir kasabaya bırakmıştı.

Her gün çalışıyor ve geç saatlere dek antrenman yapıyordu, gece yarısına
dek dağdan inmiyordu.

Dağda yiyecek hiçbir şey yoktu ve sadece gece geldiğinde evde yemek
yiyebiliyordu. Bir akşam, Shi Wu Du birisiyle tartışırken zaman kavramını
kaybetmişti. Shi Qing Xuan uzunca bir süre beklediği halde abisi eve
gelmiyordu. Shi Wu Du’nun acıkacağını düşündüğü için, dağa yemek
götürmeye karar vermişti.

Shi Qing Xuan o zamanlar hala bir çocuktu ve dağ yollarına nasıl
tırmanacağını bilmiyordu. Gece karanlıktı ve elinde yemek kutusuyla uzun
bir süre yürüdükten sonra, aniden tuvaletini yapma ihtiyacı duymuştu.
Endişeli bir halde, hemen yol kenarında eteğini kaldırmıştı. Tam bu sırada
dağ yolunun uzak ucundan siyah bir gölge yaklaşmış ve sormuştu.
“Şuradaki Xuan-Er mi?”

Bebek isminin kullanıldığını duyunca Shi Qing Xuan abisinin onu bulması
için birini gönderdiğini sanmıştı, bu nedenle aceleyle tekrar eteklerini
bırakarak çağrıya cevap vermişti. “BENİM!”

Yabancı ses tekrar sormuştu. “Doğum günün şu yıl, şu ay, şu gün müydü?”

Shi Qing Xuan şaşırmıştı. İlk olarak neden aniden doğum bilgileri
soruluyordu ve ikinci olarak bu kişi tam olarak doğru biliyordu. Bu nedenle
tekrar doğrulamıştı. “Evet! Nereden bildin? Sen kimsin? Abimi tanıyor
musun?”

Ses cevap vermemiş, ama en sonunda konuşmuştu. “Buraya gel, yüzünü


iyice bir göreyim.”

Emir tonuyla söylenmişti. Bu noktada Shi Qing Xuan en sonunda bir


tuhaflık olduğunu fark etmişti.

Yemek kutusuna sarılmış ve koşarak uzaklaşmıştı. Koşarken arkasındaki


deli rüzgarları duyabiliyordu, kahkahalar atıyordu. O şey hemen
arkasındaydı! Bağırmıştı. “ŞİMDİ DÜŞECEKSİN!”

Shi Qing Xuan tamamen dehşete kapılmıştı ve yaratık ‘düşeceksin’ dediği


anda takılmış ve düşmüştü, yemek kutusu kırılmış, pirinç yerlere saçılmıştı.
Yaratık tam üzerine atlayacakken Shi Wu Du gelmişti.

Birisinin geldiğini görünce Boş Lafların Saygın Efendisi anında gözden


kaybolmuştu. Shi Wu Du düştükten sonra yüzü kan ve pirinçle kaplanmış
küçük kardeşine sarılmıştı, her ikisi de şaşkın ve çok korkmuşlardı.
Onu yine de bulmuştu!

Bunca yıl saklandıktan sonra, Boş Lafların Saygın Efendisi en sonunda


tatlılıktan ilk yudumunu almıştı ve bu olaydan sonra sürekli belirmeye
başlamıştı, her bir gelişi bir öncekinden daha gizemliydi. Yaratık çok
güçlüydü; Shi ailesinin serveti çoktan tükenmişti ve Shi Wu Du’nun yardım
için çağırabileceği efsuncular hiçbir şey yapamazdı. Cennette sesinin
duyulabilmesi için saçacağı milyonlarca meriti de yoktu. Her ne kadar
yaratık hiç Shi Qing Xuan’ın hayatına kastetmese de, iki kardeş onun
sadece doğru zamanı beklediğini biliyorlardı, avını semirdikten sonra
kesecekti. Şu anda sadece nazikçe yüzüne vuruyor, korkuyu hatırlatıyordu
ama tokatlarının acıtacağı günler gelecekti. Avını sadece tek bir okla
öldürmeyen bir avcı gibiydi, pek çok ok saplamalı, avını tümüyle
korkutmalı ve dehşetinden beslenmeliydi.

Lingchi’den bir farkı yoktu.

*ÇN: Kişiyi baya dilim dilim doğrayarak yapılan bir işkence yöntemi.

Neyse ki, en sonunda bir dönüp noktası gelmişti. Yıllar süren aralıksız
çalışmaları sonucunda Shi Wu Du yükselmişti.

Yükseldiği gibi hemen Shi Qing Xuan’ı Orta Cennete almış, ender
hazineleri ve kutsal zenginlikleri düşünmeden harcamış ve sadece birkaç yıl
sonra Shi Qing Xuan da başarılı bir şekilde yükselmişti. Bu nedenle Boş
Lafların Saygın Efendisi de sessizleşmiş ve kaybolmuştu.

Shi Qing Xuan doğal olarak artık pes ettiğine ve kendi sınırlarını bilerek
geri çekildiğine inanmıştı.

Ancak görünüşe göre fazla umutlanmıştı.

Birkaç gün önce, içmek için birkaç arkadaşını çağırmıştı ve sarhoş olduğu
sırada aniden kulağının dibinde kem bir ses duymuştu: “Bir daha asla
ağabeyini göremeyeceksin!”

Ses fazlasıyla tanıdıktı; on yaşından yükselmesine kadar olan yıllarda, bu


sesi en azından senede bir iki kez duyardı, korkusu kemiklerine dek
işlemişti ve kulağında sanki bomba patlamıştı. Shi Qing Xuan hemen
ayılmış ve dehşet içinde Pei Ming’in bölgesine koşmuştu, ancak kendi
gözleriyle Shi Wu Du’nun iyi olduğunu, Ling Wen ve Pei Ming’le
oturduğunu görünce rahatlamıştı.

Sonrasında sesin kendi kuruntusu olup olmadığını merak etmişti. Sonuçta o


yaratık çocukken kalbinin derinliklerine kara bir gölge yerleştirmişti ve bu
başına ilk kez gelmiyordu. Ancak bir süre düşündükten sonra yine de
endişelenmişti, böylece Ming Yi’yi de sürükleyerek Xie Lian’dan yardım
istemeye gelmişti. Puji Mabedinde Hua Cheng’e rastlamayı ise hiç
beklememişti, yollar düşmanlar için dardı sahiden.

Hikayeyi dinledikten sonra Xie Lian yorum yaptı. “Yani, Rüzgar Ustasının
karşılaştığı ve benim karşılaştığım tamamen farklı seviyelerde yaratıklar.”
Bir süre düşündükten sonra Hua Cheng’e döndü.

“San Lang, daha önce hiç bir Boş Lafların Saygın Efendisi gördün mü?”

Hua Cheng elindeki yemek çubuklarıyla oynuyordu ve cevap verdi. “Hm?


Kendi gözlerimle hiç görmedim. Ama gören birisini tanıyorum.”

Her ne kadar Xie Lian bu ‘birisi’nin kim olduğunu çok merak etse de,
sormamayı seçti. “Ne kadar güçlü bu varlık? Sahiden çok mu?”

Hua Cheng çubukları kenara attı ve tembel bir şekilde cevapladı. “Çok
güçlü.”

Bunu duyunca hem Shi Qing Xuan’ın hem Ming Yi’nin ifadesi ciddileşti.
Hua Cheng ekledi. “Sıradan küçük yardakçılara hiç benzemez. Baş etmesi
sahiden çok güçtür.”

Her ne kadar ‘baş etmesi güç’ demiş olsa da, yüz ifadesi yine de normal
kaldı, sanki sadece kibarlık olsun diye söylemiş gibiydi. Ancak Hua
Cheng’den böyle bir yorum almak bile başlı başına bir şeydi.

Xie Lian sordu. “Rüzgar Ustası, mesele hafife alınacak gibi değil. Neden Su
Ustasına söylemiyorsun?”
Shi Qing Xuan ellerini salladı. “Hayır, hayır. Abim bir diğer cennet
musibetiyle yüzleşmek üzere. Eğer böyle bir zamanda gidip Boş Lafların
Saygın Efendisiyle mücadele eder ve dikkati dağılırsa ne yaparız?

Bu bir sır olarak kalmalı, kimse duymamalı. Abimle iyi ilişkiler içerisinde
olan tek bir cennet mensubunun kulağına gitmemeli.”

Bir cennet mensubu sadece bir kez cennet musibetlerine maruz kalmazdı.
Ne kadar çok musibet atlatırsa, ilahi durumu da o kadar büyür, mevkisi
daha sarsılmaz olur ve ruhani güçleri artardı. Shi Wu Du şimdiden iki
cennet musibetini aşmış bir mensuptu ve Xie Lian da ruhani iletişim
rününde yakın zamanda onun üçüncü bir taneyi beklediğine dair yapılan
yorumlar duymuştu. Odağını kaybetmesi sahiden hiç iyi olmazdı. Eğer bu
musibeti aşmayı başaramazsa, eriştiği ilahi mevkinin altına düşerdi.

Çevirmen: Nynaeve

Suika Notu: Çin Mitolojisinde yükselmek için bir ölümlünün ‘cennet


musibetleri’ denilen, kişinin ilahi bir varlık olmak için gerekli meziyetlere
sahip olup olmadığını görmek için yapılan bir tür testi geçmesi gerekiyor.
Bir kez yükseldikten sonra, tanrı ‘seviye atlamak-level up’, veya daha yüce
bir ilahi mevkiye yükselmek, için daha pek çok imtihandan geçebilir.
Musibetler önceden kestirilemez ve her tanrının kaderine işlenmişlerdir, bu
nedenle farklı zamanlarda belirirler. Her bir musibet farklıdır; bazen
tanrının bir ömür boyunca ölümlü olarak yaşaması gerekir, bazen doğal
afetlerle savaşması gerekir vs., vs. Ancak kişi imtihanda başarısız olursa,
daha önceden kazandığı ilahi mevki ve güçlerin bir kısmını kaybedeceği
anlamına gelir, yani kazançta kayıpta oldukça büyük ve geri dönüşü yok.

Bölüm 105: Üç Tanrı Bir İblis, Saygın İse Görünürde Yok Shi Qing
Xuan tekrar ciddileşti ve devam etti. “Bu şeyle kendim başa çıkabilir miyim
deneyip görmek istiyorum. Ekselanslarının da tecrübesi oldukça fazla, ee,
vaktin var mı? Eğer yoksa kendini hiç zora sokma.”

Shi Qing Xuan geçmişte defalarca Xie Lian’a yardım etmişti ve şimdi acil
bir durum söz konusuyken ondan yardım istiyordu, Xie Lian’ın
reddetmesine imkan yoktu. Ancak Hua Cheng uzun bir yoldan geliyordu ve
daha birkaç gün bile kalamamıştı. Eğer şimdi giderse kim Hua Cheng’e ev
sahipliği yapacaktı? Her ne kadar iyi bir ev sahibi olmasa da…

Tam seçeneklerini değerlendirirken Hua Cheng bir elini çenesine yasladı ve


gülümsedi. “Ge ge gidip Boş Lafların Saygın Efendisini mi görmeye
çalışacak? Eğer yük olmayacaksam, ben de gelsem olur mu?

Sonuçta nadir bir yaratık, ben de daha önce hiç görmedim.”

Xie Lian içinden, Çok utandım, ama San Lang beni anlıyor, diye geçirdi.
Onun bu düşünceli hareketinden dolayı minnettarlıkla dolu bir halde başını
salladı. Shi Qing Xuan bu konuda yorum yapmadı; elbette Hua Cheng’in
ona yardım etmek için gelmediğini biliyordu, ama en azından zararı
dokunmazdı, bu nedenle Hua Cheng’in gelmesi onun için hiçbir şeyi
değiştirmiyordu. Xie Lian tekrar konuştu. “Boş Lafların Saygın Efendisi
gizemli bir yaratık, ne zaman veya nerede belireceğini kim bilebilir?”

Shi Qing Xuan cevapladı. “Ben de bilmiyorum. Gerekirse, büyük bir kente
gidip, var olan en iyi restoranda en iyi odayı tutmayı ve seksen, yüz gün
kadar içmeyi, oyunlar sergiletmeyi ve her gün kestane fişekleri atmayı
planlıyorum. Eninde sonunda gelecektir.”

“Bu da bir yöntem tabi.” Xie Lian. “Ancak eğer ortaya çıksa bile
yakalayamayabiliriz. Bir savaşı kazanmanın en iyi yolu kişinin kendisini ve
karşısındakini tanımasıdır. Rüzgar Ustası yakın zamandaki diğer avlarını
araştırdı mı? Nasıl faaliyette bulunuyor? Belli bir kalıbı var mı?”

“Bu konuyu doğal olarak abim araştırmıştı.” Shi Qing Xuan konuşurken kol
yeninden bir parşömen çıkarttı ve açtı. Xie Lian’ın hızlı bir bakış atması
huşu içinde durması için yetti. “Şaşırtıcı. Şaşırtıcı.”

Vay be! Bu yaratık sadece büyük balıkları avlıyordu. Parşömenin


üzerindeki isimlerin hepsi ölümlü diyardaki duyulmuş kişilere aitti, her biri
tanınıyordu ve neredeyse hepsinin sonu trajedi olmuştu. Bu trajik sonların
hepsi yıkımın ardından gelen intiharlardı.
Devrilen dağlar gibi yok olan ordularının ardından kendi boğazını kesenler
vardı; sonsuz servetleri tek gecede yok olunca kendini üç metre
uzunluğunda beyaz sargılarla kendini öldürenler vardı; ve çaresizliğin
pençesine düşerek tüm hayatını nüfuz ve zenginlik arayarak geçiren ama
bulamayanlar vardı. Boş Lafların Saygın Efendisinin elinden yenilmeleri
şart değildi, kendi kalplerindeki ‘kaybetme’

korkusuna yenik düşmüşlerdi.

Ancak listede imparatorlar veya krallar yoktu. Gerçek kralların cennetin


oğlu koruyucu halesi olurdu ve kötülükler kolayca içeri sızamazlardı. Genel
anlamda yükselme potansiyeli taşıyan kişilerinde etrafında bedenlerini
koruyan doğal ruhani bir kalkan olurdu ve iblisleri, canavarları uzak
durmaya zorlardı, bu nedenle Xie Lian Shi Qing Xuan’a bağlanan yaratığın
sıradan bir şey olmadığını hissetmişti ve belki de birisi bilerek onun
peşinden yolluyordu. Eğer öyleyse bu kişi son derece güçlü olmalıydı.

Ancak Shi Qing Xuan henüz bir bebekken işaretlenmişti, o zaman böyle bir
kişinin dikkatini nasıl çekmişti?

Tam bu sırada Hua Cheng konuştu. “Ge ge, bakabilir miyim?”

Xie Lian parşömeni ona uzattı. “Al.”

Hua Cheng kabaca bir bakış attı ve konuştu. “Kim bu parşömeni hazırladı?”

Shi Qing Xuan cevapladı. “Abim. Neden?”

Hua Cheng parşömeni tekrar masaya attı. “Hiç. Hatalarla dolu sadece. Abin
bence bi daha denemeli.”

Bunu duyunca Shi Qing Xuan küplere bindi. “ÇİÇEĞE UZANAN KAN
YAĞMURU!”

Xie Lian hemen onu tuttu ve özür diler gibi konuştu. “Rüzgar Ustası, lütfen
otur. Otur. Boş ver, San Lang hep böyle konuşur. Öyle demek istemedi.”

Shi Qing Xuan oturdu, sesi tereddütlüydü. “Hep mi böyledir?”


Xie Lian Hua Cheng’e döndü ve sordu. “San Lang, hatalarla dolu dedin. Bu
nasıl olabilir?”

Hua Cheng yanına yaklaştı ve ikisi çok daha yakın bir şekilde oturmaya
başladılar. Hua Cheng birkaç ismi işaret etti. “Bunlar yanlış.”

Xie Lian isimlere yakından baktı ve hepsinin kindar, kötü kalpli tiranlar
olduklarını gördü. “Nereden biliyorsun?”

Hua Cheng. “Çünkü onları ben öldürdüm.”

“…”

Xie Lian. “Hepsi intihar ederek öldü demiyorlar mıydı?”

“Hamle yapmadan önce selamlamak için önden habercilerimi gönderirim


ve kendi kendilerini öldürürler.” Hua Cheng cevapladı. “Bu yüzden tam
olarak ben öldürdüm sayılır mı bilmiyorum?”

Sayılır mıydı sayılmaz mıydı bilinmez, ama en azından dürüsttü. Shi Qing
Xuan birkaç kez rahatsız bir şekilde öksürdü, dudakları titriyordu. “İblisler
cennet mensuplarının önünde bu kadar düz bir şekilde nasıl insanları
öldürdüklerini tasvir etmeseler olur mu acaba? İblisler cennet
mensuplarıyla, diğer cennet mensuplarının önünde böyle soruları açık bir
şekilde tartışmasalar olur mu acaba?”

Hua Cheng birkaç ismi daha işaret etti. “Bunlar da yanlış.”

Xie Lian sordu. “Onları kim öldürdü?”

Hua Cheng. “Kara Su.”

Xie Lian şaşırmıştı. “Kara Su İblisi Xuan mı? O hep gözlerden uzak durmaz
mıydı?”

Hua Cheng. “Bu öldürmediği anlamına gelmez.”

Ardından Shi Qing Xuan’a döndü. “Saygın ağabeyciğin sana hatalı ve


yanlışlarla dolu bir parşömen vermiş, bu araştırma bir parça bile içten
yapılmamış ve sadece dikkat dağıtmak için yapılmış bir şeye benziyor, çer
çöp. Bu yüzden sana önerim bunu yırtıp yeni bir tane hazırlaman.”

Shi Qing Xuan parşömenini geri aldı ve haykırdı. “Benim abim öyle
yapmaz!” Her ne kadar sözleri zayıf olsa da ses tonu katıydı. Shi Wu Du
söz konusu kendi küçük kardeşiyken asla özensiz davranmazdı, bu nedenle
geriye tek bir ihtimal kalıyordu ve Xie Lian sordu. “Her mesleğin kendi nişi
vardır, Su Ustası bu araştırmayı yapabilmek için başka kişilere itimat etmiş
olmalı. Bu parşömeni gerçekte kimin hazırladığını sorabilir miyim?”

Biraz tereddüt ettikten sonra Shi Qing Xuan cevapladı. “Ling Wen.”

Xie Lian alnını ovaladı ve konuşmayı bıraktı. Her ne kadar diğer cennet
mensupları Ling Wen Sarayına işe yaramadığı için lanet etse de, her şeye
rağmen bu kadar çok hata olmamalıydı; neredeyse kaba bir taslaktı sadece.
Yumruların kendi aralarında ilişkileri çok iyiydi, en azından yüzeyde. Altta
neler vardı, muhtemelen dışarıdan bakan gözler hiç göremeyecekti.

Hua Cheng tekrar yerine döndü ve devam etti. “Sana gerçekle sahteyi ayırt
etmek için bir yol daha söyleyeyim: Boş Lafların Saygın Efendisi bir kez
gözüne birisini kestirince, her şeyi kökünden çeker.

Sadece avı çöküntü yaşayıp ölmez, avının ailesi ve arkadaşları da etkilenir.


Yani bu parşömendeki sadece kendisi ölen, ailesi dostları yaşayanların
isimleri de yanlış.”

Bunu duyunca Shi Qing Xuan’ın yüzü bir ton daha soldu. Kısa bir süre
sonra neşesini geri kazandı ve Ming Yi’ye kuru kuru güldü. “Ming-Xiong,
bu senin de tehlikeye girdiğin anlamına gelmiyor mu?

Sonuçta en yakın arkadaşımsın!”

Ming Yi ondan daha uzağa oturmak için hareketlendi, tüm yüzünde ‘En
yakın arkadaşın olmasam ya lütfen’ yazıyordu. Bu hareketi onu Xie Lian’a
yaklaştırmıştı ve Hua Cheng’in gözleri üzerinden geçip gitti, bakışları bıçak
kadar keskindi. Shi Qing Xuan’ın böyle bir zamanda bile şaka yapmayı
unutmadığını görünce Xie Lian kendini gülümsemekten alamadı. Yine de,
Shi Qing Xuan’ın endişeli olduğunu görebiliyordu. Aslında endişesini
baskılamak için zaten aşırı neşeli davranıyordu.

Shi Qing Xuan Rüzgar Ustası Yelpazesini açtı ve normalden hızlı bir
şekilde beş, altı kez salladı, siyah saçları rüzgarda vahşice savruluyordu. “O
zaman şimdi gidelim! En süslü, en yüksek kuleye çıkıp her şeyi unutana
dek içelim! Hepimiz bir aradayken ortaya çıkmaya cesaret edebilecek mi
çok merak ediyorum. Sayı üstünlüğü bizde, HAHAHAHahahaha…”

“…”

“Rüzgar Ustası lütfen sakinleş.” Xie Lian. “Biraz bekle, mabette yapmam
gereken birkaç işim var.”

Bu seyahatlerinin ne kadar süreceğini kim bilirdi, ve iki çocuğu, iki ağız ve


bir insanın bedenini ele geçirmiş olan geberesice bir iblisi öylece
bırakamazdı. Onlara göz kulak olması için köyden güvenilir birisini
bulmayı düşünüyordu, ama sanki Hua Cheng tüm endişelerini ve
düşüncelerini tahmin etmiş

gibiydi. “Eğer ge ge’nin gitmesi gerekiyorsa, o zaman hiç endişelenmeden


gidebilir. Benim yardımcılarım var. Sen gittiğin zaman, elbette birileri gelip
mabede göz kulak olacak.”

Xie Lian rahat bir nefes verdi. “San Lang’a şükürler olsun. Birilerinin göz
kulak olması çok daha iyi olur.”

Hua Cheng de gülümsedi. “Evet. Birilerinin göz kulak olması gerek.”

Bariz bir şekilde ikisi farklı şeyleri kastediyorlardı. Ancak kimse


sorgulamadı. Ming Yi sunak masasından uzaklaştı ve yere bir Mesafe
Kısaltıcı Rün çizmeye başladı. Shi Qing Xuan’ın yelpazesi hızla yelliyordu,
neredeyse yüzü görünmüyordu. “Bu arada Ekselansları, sormayı unuttum.
Kapıdaki kimdi?

Onu nasıl kızdırdım da ağzından öyle kaba sözler çıkabildi?”


Ancak tüm mesele kapandıktan sonra, bir de böylesine umursamaz bir halde
soruyor oluşunu eğer Qi Rong duysa, şüphesiz yine midesi ekşirdi. Sahiden
çok kabaydı, Xie Lian kenara yaslanmış olan RuoYe ve Fang Xin’i
toplarken düşündü. “Kendi unvanını duyurmamış mıydı?”

“Ne, sahiden Yeşil Cin mi?” Shi Qing Xuan şaşırmıştı. “O tavrın bir suratı
var ha? İnsanın sahiden bazı şeyleri gözüyle görmesi gerekiyor!”

Xie Lian alnını ovaladı ve kısaca olayları özetledi, sır olarak saklamalarını
hatırlattı, özellikle de Lang Qian Qiu’dan. Konuşmaları sırasında Ming Yi
de Mesafe Kısaltma Rününü çizmeyi bitirmişti. Geçen

sefer Nan Feng’in çizdiği ham ve kabaydı, üstelik çok uzun sürmüştü. Ming
Yi’ninki ise tam tersiydi; başından sonuna dek elleri hızlı ve kesindi, çizdiği
çember çok daha temiz ve cetvelle çizilse olamayacağı kadar muntazamdı.
Yazdığı harfler de kitaptan çıkma gibi düzenli ve topluydu, Xie Lian gizlice
ağzı açık bakmaktan kendini alamadı.

Rün bittikten sonra Ming Yi. “Gidelim.” Dedi. Shi Qing Xuan derin bir
nefes aldı ve nazikçe üfleyerek mumu söndürdü.

Hua Cheng önce çıktı ve kapıyı ilk açan o oldu. Küçük kapı gıcırdayarak
açıldı ve dışarısı kapkaranlıktı, sanki kapı yıllar önce terk edilmiş eski bir
eve ait gibiydi, hava küf ve toz kokuyordu.

Hua Cheng’in arkasında Xie Lian vardı, geçerken Hua Cheng’e kapıyı
açtığı için teşekkür etmeyi ihmal etmemişti, ardından Shi Qing Xuan
geliyordu ve en son Ming Yi gelmişti. Eşiği geçtikten sonra kapıyı
arkasından kapattı.

Kapı kapandığı anda, kapının arkasındaki karanlıktan bir ses yükseldi,


kasvetli ve ürperticiydi. “Gitmek istediğin yer asla hatırlamamayı dilediğin
bir kabus olacak!”

Sesi duyduğu anda Xie Lian bir tekme attı.

Kapı anında parçalanmıştı, ancak rün bir kez kullanıldıktan sonra işlevini
kaybederdi ve artık kapının arkasında Puji Mabedi yerine bir çöp yığını
vardı. Bu ani hareketi yoğun toz bulutları kaldırmıştı ve Xie Lian öksürdü,
Hua Cheng’in yaptığı kapıyı kırmadığı için biraz mutluydu, ve kol
yenleriyle yüzünü örttü. “Bu Boş Lafların Saygın Efendisi miydi?”

Shi Qing fırçasını ve Rüzgar Ustası yelpazesini sıkıca kavramıştı ve


cevapladı. “Bu onun sesi! Beni…

Beni mi takip ediyordu?”

Xie Lian tozlu havayı uzaklaştırdı ve tezini çürüttü. “Hayır. Üç cennet


mensubu ve bir iblis kralı vardı, eğer birisi seni takip ediyor olsa, nasıl
bilmezdik? Daha yeni gelmiş olmalı.”

Ming Yi de aynı fikirdeydi. “Sakin ol.”

Shi Qing Xuan çığlık attı. “Sakinim. Çok sakinim. Ben sakinleşiyorum!”

Hua Cheng ise uzakta durmuştu, telaşsız bir halde konuştu. “Sakinlik iyidir.
Ama kesinlikle bir şeyler oluyor. Nerede olduğumuzu bilen var mı?”

Xie Lian etrafına baktı. “Başkentteki en güzel restorana gitmeyecek


miydik?”

Neresinden bakarsa baksın, bu terk edilmiş eski ev hiçte Shi Qing Xuan’ın
bahsettiği restorana benzemiyordu. Dördü etrafı incelediler ve girişi
buldular, ama üzerinde devasa kilitler vardı! Xie Lian bir kez daha tekme
attı ve kilitler kırıldı, kapıları açtı. Kapılar açılınca karşılarına çıkan şey ne
cehennem alevleri ne de kötülüğün gizemli manzaralarıydı. Tamamen
normal, silik bir kasabaydı.

Hua Cheng kaşlarını kaldırdı. “Başkentler böyle görünmemeli.”

Xie Lian tüm kalbiyle katılıyordu. Büyük bir kentin halesi böyle küçük bir
kasabanınkiyle kıyaslanamazdı ve arkasını döndü. “Toprak Ustası, ründe bir
hata mı yaptın?”

Ming Yi. “Hata yapmadım. Getirmeyi planladığım yer burası değildi.”


Xie Lian hemen anlamıştı. Demek ki yaratık olaya müdahale etmişti. Onun
tarafından buraya gönderilmişlerdi.

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 106: Üç Tanrı Bir İblis, Saygın İse Görünürde Yok

“Biz Puji Manastırından çıktığımız anda rünü mü bozdu?” Shi Qing Xuan
konuşmaya başladı ancak hemen ardından kendi teorisini yalanladı. “Hayır!
Yapmış olamaz.”

Xie Lian da hemfikirdi. “İmkansız. Kapıyı çoktan açmıştık, bir şeyler


karıştırmak için içeri sızmış olsa bile yine de planladığımız yere varırdık
çünkü rünün büyüsü çoktan başlatılmıştı, değiştirse bile hiçbir şey olmazdı.
Bu nedenle bir şeyler yapmak için çok kısa bir vakti vardı.”

Bu da Ming Yi’nin rünü tamamladığı o kısa süreye denk geliyordu, Shi


Qing Xuan’ın mumu söndürdüğü ve tüm Puji Manastırının tamamen
karanlığa büründüğü zaman.

Ancak Xie Lian’ın bir önceki fikriyle çelişiyordu. Shi Qing Xuan. “Ama
öncesinde mabette sadece dördümüz vardık.”

Küçük Puji mabedinde, üç cennet mensubu ve bir iblis kralı; eğer fazladan
bir kişi olsa fark etmezler miydi? Ve eğer içlerinden birisi karanlıkta bir
şeyler karıştırdıysa, kimin yapması daha olasıydı?

Shi Qing Xuan, Hua Cheng’e doğru bir bakış atmaktan kendisini alamadı.
Her ne kadar hemen kendisini durdurduysa da, Hua Cheng anlık bakışını
kaçırmamıştı ve gülümsedi. “O bakış neydi? Benim fikrime göre en şüpheli
kişi Toprak Ustası oluyor, sence?”

Ming Yi’nin gözleri de onu taradı. Hua Cheng ekledi. “Sonrasında kimin bir
şeyler karıştırdığına odaklanmak yerine, en başından rünü kimin yanlış
çizdiğini düşünsek?”
Ming Yi geri çekilmedi, hiçbir şeyi kabul etmedi. Shi Qing Xuan ise daha
fazla dinleyemeyecekti. “Lord Hua, bu kadarı yeter, tamam mı? Geçmişte
ikinizin arasında bir sürtüşme yaşandığını biliyorum ama Ming-Xiong öyle
birisi değildir. Onu buraya son saniyede getirdim, bu yüzden herhangi bir
şey yapmak için hiçbir sebebi yok.”

“Böyle bir şey için insanın sebebe pek ihtiyacı olmaz.” Hua Cheng.
“Rüzgar Ustası, sen de oldukça şüphe çekiyorsun.”

“Ha?” Shi Qing Xuan hiç okların ona çevrileceğini düşünmemişti ve


kendisini işaret etti. “Kim? BEN

Mİ?!”

“Evet. Hırsız var diye bağıran hırsız ender görünen bir şey değil.” Hua
Cheng. “Neden geldin buraya?

Eğer sen ve saygıdeğer ağabeyin sahiden Boş Lafların Saygın Efendisinden


korkuyorsanız, neden o saçmalıklar parşömene yazılmıştı? İkinizin bir
şeyler karıştırdığını ve bizi bilerek buraya getirdiğinizi söylemek çok uç bir
tahmin olmaz.”

Sadece yüz ifadesine bakmak bile arsız bir şekilde saçma sapan
konuştuğunu söylemek için yeterliydi, ama kendinden oldukça emin
görünüyordu, o kadar ki insan kendisinden şüphe ederdi. Shi Qing Xuan
sarsılmıştı. “Ben… Ben o kadar absürt bir insan mıyım?”

Hua Cheng kıkırdadı. “Aynı mantık. Ben de değilim.”

Ancak birisi ona vurursa aynı şekilde karşılık verirdi. Xie Lian hala daldığı
düşüncelerden çıkamamıştı ve ellerini salladı. “Pekala, bu kadarı yeter.
Hiçbir şey çözülmedi ve şimdiden birbirimize düştük.”

Hua Cheng bir kahkaha attı ve konuşmayı kesti. Ancak tavrı son derece
açıktı: yardım etmezdi ve sorun çıkarmazdı; buraya sadece eğlenmek için
gelmişti. Ondan hiçbir şey beklememeliydiler ve ondan zarar gelecek diye
korkmalarına da gerek yoktu. Bir süre daha düşündükten sonra Xie Lian
konuştu. “Aslında bir ihtimal daha var, belki Toprak Ustası mabedin içine
rünü çizdiği sırada birisi kapının önüne daha güçlü bir rün çiziyordu.”

Bu sırada Qi Rong’un dışarıdan sesleri duymaması için Shi Qing Xuan ses
geçmesini engelleyen bir büyü yaparak Puji Mabedini mühürlemişti. Bu
nedenle eğer dışarıda bir şeyler yapıldıysa, içeriden fark etmeleri kolay
olmayacaktı. İki büyü karşılaştığında güçlü olan kazanırdı. Bu ‘güç’ sadece
yapan kişinin kendi gücüne bağlı değildi, aynı zamanda materyallerde
önemliydi. Bu sırada Ming Yi, diğer hurdacıların bile reddettiği, Xie
Lian’ın hurda toplarken aldığı yıllanmış bir zincifre kullanıyordu. Eğer
birisi ‘rünü baskılamak’ için taze kan kullandıysa, elbette bir çimdik daha
güçlü olacaktı.

Shi Qing Xuan hemen bu ihtimali kabul etti. “Tapınağın dışında mı? Yeşil
Cin mi yaptı yoksa? O

durumda herhangi bir şey yapabilir mi?”

Xie Lian. “Sanmıyorum…”

Hua Cheng düz bir şekilde konuştu. “Önümüzdeki yedi gün kımıldamayı
hayal dahi edemez. Ama mabedin dışında bir tek o yoktu.”

Sözlerinde bir ima var gibiydi. Xie Lian tekrar söze girdi. “Her şekilde,
paniklemeyelim ve birbirimize olan güvenimizi sarsmayalım.”

Birkaç adım daha attıktan sonra ekledi. “Ama canavarın sözleri sahiden çok
tuhaftı. Neden burası Rüzgar Ustasının ‘hatırlamak dahi istemeyeceği bir
kabus’ olacak? Burada bir şeyle mi karşılaşacağız?”

Etrafına bakan Shi Qing Xuan hafifçe kaşlarını çattı. “…Dur biraz.
Burası…”

Sözlerini bitirememişti ki aniden Ming Yi’nin gözleri kısıldı, eli hızla


hareket etti ve Shi Qing Xuan’ın tam arkasında bir şeye vurdu. Xie Lian
bağırdı. “RÜZGAR USTASI ARKANA BAK!”
BAM! Ming Yi’nin eli büyük dikdörtgen bir nesneyi ikiye böldü. Bu nesne
yukarıdan aşağıya doğru fırlayarak doğrudan Shi Qing Xuan’ın kafasını
hedef almıştı. Birkaç metre geriye sıçradı, kalbine vuruyordu. “Çok
yakındı!” Ardından aşağıya baktı ve gözbebekleri kısıldı. Xie Lian görmek
için yaklaştı ve o da şok olmuştu. Nesne bir mekanın levhasıydı, devasa
harflerle mavi üzerine altınla ‘Rüzgar ve Su Tapınağı’ yazılmıştı.

Bir cennet mensubunun sarayının levhasının ikiye bölünmesi korkunç bir


tabuydu. Ming Yi elini indirdi, ifadesi buzdandı. Shi Qing Xuan bir süre
dondu ama hemen kollarını salladı, levhanın parçalarını yere atıyordu,
küçük bir sesle konuştu. “Sırrımız olsun. Kimseye söylemeyin! Kimse bu
konudan bahsetmesin. Eğer abim levhasının parçalandığını duyarsa öfkeden
delirir!”

Xie Lian döndü, seni şüphe doluydu. “Burası… bir Rüzgar ve Su Tapınağı
mı?”

Sahiden, yıkılmış ev bir Rüzgar ve Su Tapınağıydı.

Su Ustası Zenginlik Tanrısıydı; parayı sevmeyen kimse yoktu ve ona


adanmış tapınaklar her daim bağışlarla taşardı. Bu şekilde saygısızlığa
uğradığını görmek, sokağa bir çanta dolu para saçıldığını ve kimsenin
almadığını görmek kadar imkansızdı. Shi Qing Xuan tekrar salona koştu ve
içerisinin örümcek ağlarıyla ve toz katmanlarıyla dolu olduğunu, ihmal
edilmekten harap olduğunu gördü. Etrafı didik didik aradı ve en sonunda
çöp yığınları arasında iki zavallı ilahi heykeli buldu.

Rüzgarın Hanımının ilahi heykelinin bir kolu ve bacağı yoktu, ve Su


Ustasının heykelinin direk kafası kopmuştu; bu hasarlar yılların getirdiği
çürümeyle de oluşmuşa benzemiyordu, daha çok birisi keskin bir objeyle
vurmuş, sanki öfkesini heykellerden çıkartmış gibiydi. İki ilahi heykel de
son derece gerçekçiydi üstelik, neredeyse canlı gibiydiler, bu nedenle
ürpertici tapınakta katlanılamaz bir tacize

maruz kalmış bir halde, yüzlerine kazınmış gülümsemelerle onları yerde


yatarken görmek son derece rahatsız ediciydi.
İlahi heykeller Shi Qing Xuan’ın ellerindeydi, merak ediyordu. “Bu nefret
neden? Neden bu öfke?”

Xie Lian bile bu sahnenin bir kötü niyet taşıdığından emindi, Shi Qing
Xuan’ın zihnini arındırmak için nazikçe cevapladı. “Rüzgar Ustası, topla
kendini. İnananlar olduğu sürece, hakaret edenler de olacaktır. Dünyanın bir
hali işte, çok üzerinde durmaya gerek yok. Kalbindeki korkuyu körüklemek
ve senden güç emmek için pekala o yaratık tarafından kasten koyulmuş
olabilir.”

Ming Yi’nin sözleri ise kısa ve özdü. “İyi misin, değil misin? Eğer değilsen
git.”

Shi Qing Xuan ilahi heykellerin üzerlerindeki tozları sildi, dişlerini sıktı ve
Rüzgar Ustası yelpazesini kaparak aniden ayağa kalktı. “BEN İYİYİM!
Şimdi bu yaratığın ne olduğunu görmem gerek!”

Dördü yıkılmış Rüzgar ve Su Tapınağından çıktılar ve küçük kasabada


dolaştılar. Oldukça sakin bir kasabaydı, huzurlu, hareketli değil ama çağın
gerisinde de kalmış değildi, son derece sıradan bir yerdi.

Aslında en tuhaf şey onlardı. Ölümlü kalabalığına atılırken, dış görünüşleri,


kıyafetleri ve tarzları son derece dikkat çekiciydi. Bu nedenle kısa bir süre
sonra küçük bir sokağa girdiler ve görünüşlerini değiştirdiler.

Xie Lian zaten fazlasıyla sadece giyinmişti bu nedenle değiştirmesine gerek


yoktu, ama diğer üçü baştan aşağıya bambaşka bir meseleydi. Bir yanda Shi
Qing Xuan, Ming Yi’nin yeni kıyafetleri hakkında yorum yapıyordu.
Kenarda Hua Cheng siyah renkte ferah kıyafetlere bürünmüş, uzun zaçları
beyaz yeşim bir aksesuarla dikkatle toplanmıştı, miskinliğinin bir kısmı yok
olmuş ve onun yerine gençlikle dolu bir havayla sarılmıştı, ünlü bir evin son
derece yakışıklı, yetenekli ve zeki genç mensubuna benziyordu. Fazlasıyla
göze çarpıyordu; bir imparator dilenci gibi giyinse de dilenci olamıyordu
işte. Ona bakarken Xie Lian’ın aklına ‘Yakışıklı görünmek için erkeklerin
baştan aşağıya siyah giyinmesi gerekir’ sözleri geldi ve içinden son derece
doğru olduğunu geçirdi. Düşünürken Rüzgar ve Toprak Ustalarına baktı ve
aklına bir şey geldi, fısıldadı. “San Lang sana sormak istediğim bir şey
vardı.”
Hua Cheng kol yenlerini düzeltti. “Nedir?”

Xie Lian elini yumruk yaptı ve dudaklarına bastırdı, hafifçe boğazını


temizledi, ardından sesinin son derece doğal çıkması için çabaladı. “…Şahsi
iletişim rününün sözel parolası nedir?”

Şahsi bir iletişim rünü üzerinden haberleşebilmek ve mesaj iletebilmek için,


kişinin karşıdaki kişiden sözel parolayı öğrenmesi gerekiyordu. Örneğin Shi
Qing Xuan’a ulaşmak için, kişinin zihninden dört mısra okuması
gerekiyordu: ‘Rüzgar Ustası sonsuz derecede yetenekli’, ‘Rüzgar Ustası
eğlenceli ve gamsız’, ‘Rüzgar Ustası nazik ve erdemli’, ‘Rüzgar Ustası tatlı
on altısında’. Elbette normalde cennet mensupları söylenilmesi bu kadar acı
veren sözel parolalar seçmez, çok daha basit şeyler koyarlardı.

Üst Cennetteki cennet mensuplarının sözel parolaları kolay kolay


verilmezdi ve sadece en yakınları bilirdi. Bir Yüce İblis Kralı olarak, Hua
Cheng için de öyle olmalıydı. İkisi birbirlerini uzun zamandır tanımıyor
olabilirlerdi ama ilişkilerinin son derece iyi olduğu söylenebilirdi. Henüz
birbirlerinin parolalarını öğrenmemiş olmaları ise biraz tuhaftı. Ama
düşününce, sürekli bir olay vardı ve doğrudan buluşuyorlardı, bu nedenle
parola meselesi kulağa çokta önemli gelmiyordu.

Xie Lian daha önce hiçbir cennet mensubunun sözel parolasını istememişti,
çünkü eğer bir şey olursa ruhani iletişim rününden sesleniyordu ve eğer
birisiyle özel bir konuşma yapması gerekiyorsa yine ründen sorardı. İlk kez
birinden şahsi iletişim rününü istiyordu ve öncesinde hiç tecrübesi olmadığı
için fazla mı doğrudan soruyor diye endişeliydi. Hua Cheng’in gözlerinin
parladığını ama hareket

etmediğini görünce Xie Lian biraz utanmış hissetti ve aceleyle ekledi.


“Uygun olmaz mı? Eğer öyleyse boş ver, beni duymamış ol, sadece
öylesine sormuştum. İleride özel olarak tartışmak istediğim bir şey vardı bu
nedene haddimi aştım. Seninle gizlice konuşmayı da deneyebilirim…”

Hua Cheng sözünü kesti. “Son derece uygun. Çok mutlu oldum.”

Xie Lian şaşırdı. “Ne?”


Hua Cheng iç çekti. “Ge ge’nin en sonunda sormasına çok sevindim. Sen
hiç konuyu açmadığın için ben de sormamım uygun olmayacağını
düşünüyordum, parolanı diğer insanlarla paylaşmak istemediğini
sanmıştım, bu yüzden hiç sormadım. Şimdi en sonunda ge ge sormuşken,
nasıl sadece

‘öylesine’ sormuştum diyebilirsin?”

Xie Lian rahat bir nefes verdi ve hemen neşelendi, Hua Cheng’in elini tuttu.
“Demek ikimiz de aynı şeyden korkuyorduk! Benim hatam, öyle
söylememeliydim özür dilerim San Lang. Ee, sözel parolan ne?”

Hua Cheng’in gözleri ışıl ışıl oldu ve hafifçe ona doğru eğildi. “Benim
sözel parolam, ge ge, dikkatle dinle, sadece bir kez söyleyeceğim.”
Ardından bir cümle fısıldadı.

Dinledikten sonra Xie Lian’ın gözleri irileşti. “…Ne? Sahiden bu mu? San
Lang bir hata olmasın?”

Hua Cheng rahat görünüyordu ve cevapladı. “Evet bu. Eğer inanmıyorsan


neden denemiyorsun ge ge?”

Xie Lian cüret edemezdi. “O zaman… O zaman ne zaman birisi sana


ulaşmak istese üç kez bu cümleyi mi aklından geçiriyor? Ç… Çok utanç
verici olmuyor mu?”

Hua Cheng pis pis güldü. “Kimsenin bana ulaşmasını istemediğim için
bilerek böyle bir cümle seçtim.

Caymaları gerektiğini bilsinler diye. Ama ulaşmak isteyen ge ge’yse, ben


hep müsaidim.”

Xie Lian hala inanamıyordu, Bu sahiden…

Tereddüt etti, özel iletişim rününe girmek istiyordu ancak ne olursa olsun o
cümleyi söyleyemiyordu.

Zihnen düşünmesi bile güçtü. Xie Lian’ın yüzünün yarısını eliyle


kapattığını, başını çevirdiğini ama yine de karara varamadığını görünce Hua
Cheng en sonunda yeterince eğlendiğine karar verdi. “Pekala.

Tamam. Eğer ge ge söylemek istemiyorsa, o zaman ben sana ulaşırım.


Senin sözel şifren ne?”

Xie Lian başını tekrar çevirdi ve söyledi. “Ahlaki Vecizeyi bin kez oku
sadece.”

“…”

Hua Cheng tek kaşını kaldırdı. Bir an sonra Xie Lian kulağının hemen
yanından bir ses işitti. “Cümle

‘Ahlaki Vecizeyi bin kez oku sadece’ değil mi?”

İkisi yüz yüze duruyorlardı ama dudakları kapanmış konuşmuyordu,


gözleriyle iletişim kuruyor, başkalarının duyamayacağı bir sesi kullanarak
birbirlerine sırlar fısıldıyor, eğleniyorlardı. Xie Lian da özel iletişim rününü
kullanarak cevapladı. “Evet. Kanmadığına inanamıyorum.

Hua Cheng göz kırptı ve konuşmaya devam etti. “Hahahaha, az kalsın


kanıyordum. Çok iyi.”

Xie Lian da göz kırptı, neşesi aşikardı.

Bu sözel parolanın Xie Lian’ın sekiz yüz sene önce son derece ciddi bir
şekilde karar verdiği bir cümle olduğunu bilmekte fayda var. Komik
olduğunu düşündüğü için yükseldikten sonra kullanmaya başlamıştı.
Sadece, komik bulan çok cennet mensubu olmamıştı ve kandırıldıktan sonra
bile

eğlenmekten çok suskun kalıyorlardı. Mu Qing ona doğrudan ‘Ekselansları


fikriniz rezalet, gülemediğim için beni affedin.’ Demişti ve her ne kadar
Feng Xin yerlerde yuvarlanacak ve sesi kısılana dek kahkaha atacak kadar
gülmüş olsa da, kendisi neredeyse sebepsiz yere gülen birisiydi, bu nedenle
gülmesi Xie Lian başarılı hissetmesini sağlamamıştı. Şimdi Hua Cheng
gülünce ise, belki de gerçekten biraz komik olduğu anlamına geliyordu.
İlk planları başkentteki en iyi yere giderek içmekti, ama başkente
varamadıkları için içseler de bir farkı olmayacaktı bu nedenle gidip
kasabadaki en büyük restorandan bir oda ayırdılar, sıkılmış ve ruhsuz bir
halde oturuyorlardı. Garson içkilerini getirdiğinde Xie Lian sorguladı.
“Burasının neresi olduğunu sorabilir miyim?”

Her ne kadar tuhaf bir soru olsa da, yine de doğrudan ve etkiliydi. Garson
şaşırmıştı. “Şeref veren konuklarımız şöhretimiz nedeniyle gelmediler mi?
Burası Fu Gu kasabası.”

“Şöhret mi? Ne şöhreti?”

Garson baş parmağını kaldırdı. “Kasabamızın Ateş Eğlencesi! Buralarda


çok ünlüdür. Her yıl bu zamanlarda dışarıdan pek çok insan gösteriyi
izlemek için buraya gelir.”

Shi Qing Xuan meraklanmıştı. “Ateş Eğlencesi nedir?”

Xie Lian cevapladı. “Halkın bayramında yapılan bir şenlik. Sokak


gösterileri, bazı yerel oyunlar falan sergileniyor. İzlemeye değer.” Geçmişte
Xian Le’nin ShangYuan İlahi Geçit Törenine benzer bir etkinlikti. Ancak
İlahi Geçit Törenini İmparatorluk finanse eder, yetkililer düzenlerdi ama
Ateş

Eğlencesi halkın şenliğiydi. Shi Qing Xuan yorum yaptı. “Ama bugün bir
bayram değil? En fazla, yarın güz sonu.”

“Bayram olmasına gerek yok.” Diye açıkladı Xie Lian. “Bazen birisini
anmak için yapılır ve halk kutlamak için özel bir gün seçer, tadını çıkartın.”

Tam bu sırada restoranın altındaki ana caddede büyük bir tantana koptu,
birisi bağırıyordu. “YÜRÜ, YÜRÜ! KADINLAR VE ÇOCUKLAR AYAK
ALTINDA DOLAŞMASIN, EKİP GELİYOR!”

Dördü aşağıya baktılar. Ve ne manzaraydı! Xie Lian’ın gözleri anında


irileşti. Ana caddede yürüyen büyük bir tören alayı vardı ve bu alaydaki
herkes katman katman parlak, canlı makyajlara, tuhaf ve absürt kıyafetlere
bürünmüştü ve bir de her birinin kafasına bir silah yerleştirilmişti.
Keskin veya mat baltalar, kasap bıçakları, demir maşalar, makaslar, hepsi
kafataslarına gömülmüş, beyinlerini deliyor ve hatta bazılarının göz küreleri
bile dışarı fırlamıştı, kanlar damlatarak yanaklarından sarkıyordu. Bazıları
alınlarından darbeyi almış ve kafalarının arkasına dek silah devam
ediyordu, fazlasıyla ürperticiydi. Alaydaki herkesin kaşları sertçe çatılmıştı,
ifadeleri ıstırap doluydu, yüzleri kanla kaplanmıştı. Ancak bağırmaya ve
müzik çalmaya devam ettiler, yavaşça ilerliyorlardı, hayalet ruhlarının bir
alayına benziyorlardı.

Çevirmen: Nynaeve

Not: Hua Cheng’in parolası kesin ‘San Lang’a aşığım, ona ölüyorum’ falan
asdshfshf Atış serbest, yazar hiçbir zaman parolanın ne olduğunu
açıklamıyor.

Bölüm 107: Tanrılar ve Hayalet Kana Bulanmış Ateş Eğlencesinin


Hikayesini Öğreniyor

Xie Lian hemen ayağa kalktı. Shi Qing Xuan bir ayağını masaya koymuş,
sanki her an saldırmaya hazırmış gibi kollarını sıvıyordu. Xie Lian aceleyle
onu tuttu. “Bir şey yok endişelenme Rüzgar Ustası, lütfen sakinleş.”

Shi Qing Xuan gerilmişti. “GÖZLERİ DIŞARI FIRLADIĞI HALDE Mİ


BİR ŞEY YOK???”

“Bir şey yok.” Xie Lian tekrarladı. “Burada Kanlı Ateş Eğlencesine denk
gelmemiz ne şanslı bir tesadüf!”

Shi Qing Xuan hemen masanın üzerindeki ayağını indirdi ve sordu. “Kanlı
Ateş Eğlencesi mi? O ne?”

İkisi tekrar oturdular ve Xie Lian açıkladı. “Farklı bölgelerin farklı Ateş
Eğlenceleri vardır ve Kanlı Ateş
Eğlencesi özel bir türdür, son derece nadirdir. Benim de sadece
duymuşluğum var, daha önce hiç görmemiştim. Performansları son derece
korkutucu ve anormaldir, ve son derece gizli bir sır olduğu için makyaj
sanatları aktarılmaz, bu nedenle gittikçe daha az yerde oluyor.”

Shi Qing Xuan donmuştu. “Makyaj sanatı mı? Bunların hepsi sahte mi? B-
bu-bu… Bunlar çok gerçekçi ve ben bir kötülük tarafından
dönüştürüldüklerini sanmıştım!”

Abartmıyordu ve Xie Lian da huşuyla iç geçirdi. “Bu dünyada pek çok


sıradışı yeteneğe sahip insan var.”

Alaydaki göstericileri izlerken, sadece kafalarına ‘gömülmüş’ silahlar


olmadığını, aynı zamanda bazılarının bağırsaklarının dışarıda olduğunu,
uzuvlarının olmadığını, yerde süründüğünü, ağladığını ve uluduğunu
gördüler; bazı kişilerde geniş ahşap direkler bile vardı, bir kadın kirişlerden
birine asılmış, boynuna bağlı olan bir iple asılarak ölmüş gibi görünüyordu;
ve ardından bir kadının bacaklarını sürükleyen bir ikili geliyordu ve bu
kadının tüm kıyafetleri paçavra olana dek yırtılmıştı, yüzü tüm yol boyunca
yere sürtmüş ve arkasında kanlı bir iz bırakmıştı. Bu sahiden cehennemin
gerçek bir görüntüsüydü. Her ne kadar insanlar tarafından yapılan bir
gösteri olsa da, Hayalet Şehirdeki hayaletlerden çok daha korkunçlardı.
Kıyasla, Hayalet Şehir neredeyse kalabalık bir insan pazarı gibiydi. Bu
makyajlar nasıl yapılıyordu? Xie Lian geleneği duymuş olsa bile, ilk bakışta
neredeyse hayaletlerin geldiğini sanmıştı.

Meraklarına yenik düştükleri için kalabalığın arasından sıkışarak öne


geçmeye çalışan kadınlar ve çocuklar vardı, ama sahiden gördüklerinde
korkuyla çığlık atıyor ve geri çekiliyorlardı. Shi Qing Xuan yorum yaptı.
“Ekselansları, Ateş Eğlencesinin amacının kutlama yapmak olduğunu
söylememiş

miydin? Kim böyle kutlama yapar? İnsanlar korkarak kaçıyor ve o küçük


kızlar kabuslar görecekler.

İnsanlar sahiden böyle şeyleri izlemekten keyif mi alıyorlar?”


İnsanların böyle bir şeyi izlerken keyif alıp almadıklarını kestirmek güçtü.
Ancak, sahiden kıyım ve kan görüntüsü insanı heyecanlandırıyordu. Korku
olsa da olmasa da, ilk şok atlatıldıktan sonra pek çokları içinde bir adrenalin
patlaması yaşıyordu. Bunun gibi Kanlı Ateş Eğlenceleri için söylenen
‘Saplanan Çoşku’ diye bir argo vardı ve Xie Lian ne demek istediklerini
anlamıştı: insan vahşice ölümüne bıçaklandığında kalbi coşkuyla dolardı.

İnsanların kalbinin derinliklerinde ‘katlediliş’ için bir açlık vardı.

Elbette Xie Lian bu konu hakkında çok fazla konuşmadı ve sadece bir
süreliğine dikkatle izledi. Bu etkileyici alay ekibinde, siyahlara bürünmüş
soluk benizli bir adam vardı, uzundu ama dal kadar inceydi, elinde bir silah
vardı ve müsrif bir şekilde giyinen bir gösterici olarak göze çarpıyordu.
Elindeki

bıçak anında bir diğerinin kafasına saplandı ve sonrasında uzun bir mızrak
çıkarttı, bir diğerine sapladı ve bir başkasını da havaya astı, acımasız ve
dehşet vericiydi, sanki gerçek bir cinayet işleniyordu ve kalabalık korkuyla
çığlık atarken tezahürat edenler de vardı.

Xie Lian. “Bir hikaye anlattıklarını tahmin ediyorum. Siyah giysili adam
ana karakter olmalı ve öldürdükleri de rakipleri, kötü adamlar. Tüm hikaye
kötülüğü yenmeyi ve iyiliğin kazanmasını temsil ediyor.”

Bunları söyledikten sonra, Xie Lian’a bir şey dank etti. “Rüzgar Ustası,
dikkatle izle.”

Shi Qing Xuan. “İzliyorum.”

“Hayır, hikayeye dikkat etmeni söylüyorum.” Xie Lian açıkladı. “Diğer


karakterlerin sahnelenmesini ve nasıl bir hikaye olduğuna dikkat et. Boş
Lafların Saygın Efendisinin seni buraya göndermesinin bir sebebi olmalı ve
tabi onca günün içinden bugünü seçmesinin de. Belki Kanlı Ateş
Eğlencesini izlemen içindi.”

Siyahlara bürünmüş adamın kaşları çatıktı, ıstırapla kıvranıyor gibiydi,


kendi başına yüzlerce ‘kötü adamı’ ‘biçerken’, kendisinin de tüm bedeni
çeşitli silahlarla delinmişti. En sonunda boğazlarında beyaz sargılar olan bir
grup ezilmiş ‘ceset’ taşıdı ve başını eğdi, hareket etmeyi bıraktı. Herkesin
birlikte yok olduğu bir sondu. Bir topluluk yürürken, ardından bir topluluk
daha geliyor ve sahneye devam ediyordu, ve oyun bu şekilde
sergileniyordu.

Xie Lian sordu. “Hikayenin ne olduğunu anladınız mı?”

Shi Qing Xuan kaşlarını çattı. “Hayır. Anladığımı sanmıyorum. İnsanları


öldürmekten başka bir şey yapmıyor.”

Xie Lian’ın yanındaki Hua Cheng tembelce konuştu. “Çok bilindik bir
hikayeye benzemiyor. Yerlilerden birine sorup bu bölgede tanınan bir kişi
olup olmadığını öğrenebiliriz.”

Tesadüfen garson siparişlerini vermek için gelmişti ve sorguladı.


“Saygıdeğer konuklar, gösteriyi beğendiniz mi? Heyecanlı mıydı?”

“Çok iyi. Son derece heyecan vericiydi.” Xie Lian cevapladı. “Kasabanızın
Kanlı Ateş Eğlencesinde anlatılan karakterin kim olduğunu sorabilir
miyim?”

Garson anlatmaya başladı. “Ah, yabancılar çoğu zaman bilmezler ve hep


sorarlar. Fu Gu kasabamızın Ateş Eğlencesi efsanevi bir kişinin hikayesini
anlatır. Hikaye ağızdan ağza yayılmıştır, ama yüzyıllar önce He isminde bir
alim varmış.

“Bu He Sheng her ne kadar ailesi çok, çok fakir olsa da, oldukça yetenekli
bir adammış. Gençliğinden beri korkutucu derecede zekiymiş ve her şeyi
çabucak ve doğru şekilde kaparmış. Aynı zamanda hayırlı evlat olarakta
biliniyormuş; adam hakkında söylenebilecek tek bir kötü şey yokmuş.
Maalesef ki çok şanssızmış ve iyi olan her şeyi yitip gidiyormuş.

Çok çalışmış ve ulusal sınava girmiş, ve her ne kadar iyi sonuç alsa da,
sınavını yapan kişiye selamlaşma parasını vermediği için bu görevliyi
gücendirmiş ve onun sınav parşömenini saklamışlar, yerine boş bir tane
koydukları için yıllarca hiçbir yere gelememiş. Nişanlanmış, nişanlısı
çocukluk arkadaşıymış, çiçekler kadar güzel, nazik ve şefkatli bir kadın,
ama hem karısı hem kız kardeşi onları yatak hizmetçilerine çeviren zengin
bir hane tarafından kaçırılmış; itaat etmeyen ölümüne dövülmüş, diğeri ise
utancına dayanamamış ve intihar etmiş. Tartışmak için gitmiş ama karşı
taraf hainlik yaparak onu zina ile suçlamış. Hapse atılmış ve neredeyse
açlıktan ölüyormuş. Yetmişli yaşlarındaki yaşlı anası ve babası ona
merhamet edilmesi için yalvarmış, tüm gece boyunca secde etmişler ama
işe

yaramamış. Tam iki sene boyunca hapis kaldıktan sonra salınmış. Anasına
bakacak kimse yokmuş ve hastalıktan göçüp gitmiş, ve babası ailesi için tek
çalışanmış ve bir ayağı çukurdaymış. Artık öğrenime harcayacak vakti
olmadığı için işe girmiş, ama çok iyi olduğu için diğer tüccarlar onu
bastırmak için bir araya gelmişler. Kazandığı tüm para yok olup gitmiş ve
onun yerine borç batağına düşmüş.”

“…”

“Ne düşünüyorsunuz?” Garson iç çekti. “İnsan nasıl bu kadar şanssız olur?”

Xie Lian sessizce boğazını temizledi ve içten bir şekilde konuştu. “Evet.”

Ondan başka birisi nasıl bu kadar şanssız olabiliyordu!

Ağıt yaktıktan sonra garsonun yüzü değişti, neşeli ve canlı görünüyordu.


“Ve ardından adam delirmiş, tamamen çıldırmış. Bir gece, tıpkı bugün gibi
güzün son gününden bir gün önce, bir sürü silah almış ve ona zarar veren
herkesi biçmiş! Kanlı bir sahneymiş, et ve kan uçuşuyormuş, son derece
tatmin ediciymiş! Öldürdüğü herkes yıllardır tüm kasabaya zorbalık ettiği
için herkes ona tezahürat etmiş. O

yüzden her sene sonbaharın son gününden bir gün evvel halk onu Kanlı
Ateş Eğlencesiyle anar, Lord He Sheng’in bizi gözetmesi ve tüm kötü
adamları öldürmesi için dua ederiz.”

Her ne kadar kötülüğün kaybetmesi ve iyiliğin kazanmasını anlatması


gerekse de, iki taraf içinde durum iyi bitmiş gibi görünmüyordu. Garson
uzaklaştı ve Xie Lian, Shi Qing Xuan’ın yüzünde derin düşüncelere dalmış
bir ifade görünce sordu. “Rüzgar Ustası, aklında bir şey mi var?”
Shi Qing Xuan düşüncelerden sıyrıldı. “Aklımda bir şeyler var, ama… çok
kafa karıştırıcı bu yüzden açıklayamıyorum. Sen ne düşünüyorsun
Ekselanslar?”

“Boş Lafların Saygın Efendisinin geçmiş hayatında He Sheng olup


olmadığını düşünüyorum?”

Onların konuşmaları sırasında diğer alay tekrar aynı hikayeyi sahnelemeye


başlamıştı ve Shi Qing Xuan onlara bakıyordu. “Geçmiş hayatında mı?”

“Evet.” Xie Lian. “İnsana benzer canavarlar genellikle bir insanın uç kin
veya takıntılarından doğarlar.

Örneğin Dongying’de ‘Köprü Prensesi’ olarak anılan bir canavar olduğunu


duymuştum, bir kadının kininden doğmuş. Bazıları geri dönmeyen kocasını
bekleyen bir kadının kederinden, bazıları ise kıskançlıktan doğduğunu
söyler. Eğer Boş Lafların Saygın Efendisi birisinin talihsizliğinden
doğduysa, bu kişinin diğerlerinin talihine olan kıskançlığı veya kendi
kaderine olan nefretinden şekillendiğini söylemek yanlış olmaz gibi?”

Ming Yi. “İşaretlere bak. Zamanı kontrol et.”

Xie Lian. “Evet. Doğrulamak gerek.”

Bu tahminin doğru olup olmadığını öğrenmek için bu ‘He Sheng’ kişisinin


kaç yüzyıl önce ortaya çıktığını araştırmaları gerekiyordu. Eğer Boş
Lafların Saygın Efendisine dair en erken tarihli günlerden sonra hikayesi
gerçekleştiyse o zaman tahminleri boş çıkardı. Shi Qing Xuan başını
salladı, ölçüp biçti, ama en sonunda ekleme yaptı. “Ve bir diğer şey…”

Tam bu sırada aniden aşağıdan gür bir ses duyuldu, içten bir şekilde
gülüyordu. “BEKLE SADECE! EN

SAMİMİ AİLE MENSUBUN, EN YAKIN ARKADAŞIN, HEPSİ SENİN


YÜZÜNDEN FECİ ŞEKİLDE ÖLECEK!”

Bunu duyunca Shi Qing Xuan’ın yüzü hemen renk değiştirdi. Sol eliyle
masaya vurdu ve restorandan atladı, tüy kadar hafifti.
Ses alay ekibinden gelmişti!

Xie Lian binanın tepesinden bağırdı. “RÜZGAR USTASI! GERİ DÖN!”

Shi Qing Xuan kana bulanmış, yaşan ölü insanların arasına indi ve
hiddetlendi. “ÇIK ORTAYA! ORTAYA ÇIK!!!”

Ancak göstericilerin hepsinin yüzü tahtadandı; kimse onu umursamadı ve


sanki hayal alemindeymiş

gibi yürüyüşlerini yapmaya devam ettiler. Shi Qing Xuan akan kalabalıkta
her yöne itiliyordu ve kimin daha şüpheli göründüğünü çıkartamıyordu; bir
tanesi dikkatini çekiyor ve onu mıhlamak için Rüzgar Ustası yelpazeni
savuruyordu, ama ardından bir diğeri daha şüpheli geliyordu. Eğer yanlış
kişiye vurursa birisine zarar vermiş olacaktı. Hua Cheng yüzünde bir
gülümsemeyle önündeki tabaktaki yemediği sebzeleri itti, başını bir kez bile
kaldırmamıştı. “İşe yaramaz. Bin yaşında bir yaratık kuyruğunu kolayca
saklar.”

Böylesine anormal bir alayın arasında, insan-dışı bir varlığın içeriye sızması
çok kolaydı. Ayrıca Boş

Lafların Efendileri zaten insan formuna bürünebiliyorlardı, içlerinden en


güçlüsü olan Saygın’dan bahsetmeye gerek bile yoktu.

Bir an sonra Ming Yi de aşağıya atladı ve Shi Qing Xuan’ı dışarı çekti.
Beraberce ana caddeden ayrıldılar ve, Rüzgar ve Su Tapınağına doğru
yürümeye başladılar. Shi Qing Xuan’ın Rüzgar Ustası yelpazesini tutan eli
hala titriyordu, ama biraz önceki korkusundan çok, öfkeden titriyor gibiydi.

Restorandaki şarap kadehi bir elindeydi ve bir süre yürüdükten sonra


kadehten büyük bir yudum aldı, ardından gözlerindeki kızarıklık kayboldu.
“Ming-Xiong, belki de bir süreliğine en yakın arkadaşım olmamalısın. Ben
bu şeyi gebertene kadar bekle!”

Ming Yi ise, hiç çekinmeden konuştu. “O kim. Ben hiç en yakın arkadaşın
olmadım.”
“…” Shi Qing Xuan sinirlenmişti. “MING-XIONG BU KADARI DA
FAZLA. İŞLER BİRAZ SIKIŞINCA NASIL

İNSANLARA BU KADAR ÇABUK SIRTINI DÖNÜYORSUN???”

İkisi atışıyor ve gürültü yapıyorlardı, Xie Lian başını iki yana salladı, kol
yenlerinden iki nesne çıkarttı.

“Rüzgar Ustası, sanırım yine de bunları kullanman gerekecek.”

Shi Qing Xuan nesneleri aldı. “Kulak tıkacı mı?”

Xie Lian başını salladı. “Fikrim biraz saçma olabilir ve meseleyi kökünden
çözmeyebilir, ama yine de şimdilik işe yarayacaktır. Duyamadığın sürece
yaratık sana hiçbir şey yapamaz. Bir rün oluşturdum, sözel şifresi ‘Cennet
Mensuplarının Kutsamasıyla, Korkulacak Hiçbir Şey Yoktur’. Eğer
konuşmamız gerekirse rün aracılığıyla konuşuruz.”

Shi Qing Xuan kulaklarını tıkadı ve sahiden hiçbir şey duyamamaya başladı
ve dördü birer birer rüne katıldılar. Tam bu sırada Xie Lian aniden Hua
Cheng’in sesinin kulaklarına süzüldüğünü hissetti. “Gege, gege.”

Xie Lian ona döndü ve Hua Cheng’in göz kırptığını yakaladı. Dudakları
hareket etmiyordu ama sesi yine de kulaklarında çınlıyordu. “Benimle
konuşmak istediğini söylememiş miydin? Sen bir şey söylemeyince ben
sana ulaştım.”

Xie Lian gülümsedi ve cevapladı. “Sonuçta o parolayı seçen sendin.”

Hua Cheng. “Tamam, tamam. Benim hatam.”

Shi Qing Xuan kulak tıkaçlarını ayarlamıştı ve ikisinin birbirlerine


gülümseyerek baktığını ama konuşmadıklarını fark etti ve iletişim rününden
sordu, şaşırmıştı. “Ekselansları, Çiçeğe Uzanan Kan

Yağmuru, ikiniz ne yapıyorsunuz? Sözel şifrelerinizi mi aldınız? Ve şimdi


sırlarınızı mı paylaşıyorsunuz?”
Xie Lian boğazını temizledi ve iletişim rününden ciddi bir sesle inkar etti.
“Öyle bir şey değil.”

Hua Cheng hafifçe kaşlarını kaldırdı ve bir mesaj daha iletti. “Yalancı.”

Xie Lian’ın ayağı kaydı.

Yürürken sadece önüne bakıyor ve ciddi görünmeye çalışıyordu, cevapladı.


“San Lang, benimle uğraşmayı bırak… Bir konuda yardımına ihtiyacım
var.”

İkisi yan yana yürüdüler, birbirlerine bakmıyorlardı ve Hua Cheng sordu.


“Konu nedir?”

Xie Lian cevapladı. “Birisinin Boş Lafların Saygın Efendisi olup


olmadığını anlamama yardım et.”

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 108: Rüzgar ve Su Tapınağında, Gerçeği Görmek İçin Yapılan


Gece Sohbeti

Bunu duyunca Hua Cheng başını çevirdi ve gözleri arkalarında birbirlerini


boğazlamakla meşgul olan Shi Qing Xuan ve Ming Yi’ye takıldı, işaret etti.
“O mu?”

Xie Lian başını salladı.

Hua Cheng sordu. “Nasıl kontrol etmek istiyorsun?”

“Uzun yıllar önce iki Boş Lafların Efendisiyle karşılaşmıştım ve içlerinden


birisi yarım seneden uzun bir süre hep benimleydi.” Xie Lian yanıtladı. “Bu
süre boyunca kelimelerine tuzak kurmaya çalıştım ve özgün bir özelliklerini
keşfettim. Kendileri böyle bir özellikleri olduğunun farkında değiller, bu
nedenle biraz baskıyla kolayca tanınabilirler.” Xie Lian sırrı iletti. Hua
Cheng onu diledikten sonra. “Kolaymış.
Öyle yapalım.”

İkisi konuşmalarını sonlandırdıklarında tesadüfen yıkık Rüzgar ve Su


Tapınağına varmışlardı. Sonbahar havası biraz serindi, karanlık çöküyordu.
Shi Qing Xuan ağabeyinin ilahi heykelinin kafasını bulmak için her yeri
taradı ve tekrar yapıştırdı, iki heykeli de düzeltti ve onları sunağın
üzerindeki uygun yere tekrar yerleştirdi. Xie Lian etraftan topladığı
çürümüş odunları kullanarak içeride küçük bir ateş yaktı ve dördü ateşin
etrafına dizildiler.

Shi Qing Xuan’ın kulakları tıkalıydı ve aksi bir halde içiyordu ama en
sonunda daha fazla oturmaya dayanamadı. “Oturup o şeyin gelmesini
bekleyemeyiz ya? Eğlenmek için yapabileceğimiz bir şey var mı?”

Konuyu ilk o açmıştı ve bu da tam Xie Lian’ın istediği şeydi. Ming Yi ateşi
dürttü. “Böyle bir zamanda bile eğlence peşinde misin?”

Shi Qing Xuan ağız dalaşına girdi. “Gerekli bir şey bu! O şey korkmamı mı
istiyor? Bu ata korkmayacak! Bu Rüzgar Ustası canı istediği gibi eğlenecek,
her zamankinden daha mutlu olacak.

Yılbaşı gibi olacak! Umarım öfkesinden geberir.”

İletişim rününde, Xie Lian öneride bulundu. “Zar atmaya ne dersiniz?”

Shi Qing Xuan surat astı. “Yine mi zar? Küçük büyük bahislerde mi
bulunacağız? Ekselansları galiba bağımlı oldunuz?”

Xie Lian. “Ne? Hayır…”

“Boş ver. Yapacak başka bir şey yok zaten. Zar olsun. Ama dört kişiyiz,
kafamız karışmaz mı?”

Xie Lian. “Karışmaz. Al.”

Avucunu açtı ve iki küçük cingöz zarı çıkarttı. Xie Lian açıklamaya başladı.
“Dördümüz iki takıma ayrılabiliriz. San Lang ve ben bir takım oluruz, siz
lordlarım diğer takım. Kimin daha şanslı olduğunu görmek için yarışacağız.
İki zar. Her takımın bir şansı olacak, herkes bir kez zar atacak ve o turda
takımın attığı zarlar toplanacak. Büyük atan takım kazanır ve kaybeden
takımın cevaplamak zorunda olduğu sorular sorar, veya yapmak zorunda
oldukları bir şeyler ister.”

Shi Qing Xuan. “Bir sorum var.”

Xie Lian yanıtladı. “Sor lütfen.”

Shi Qing Xuan ayağını yere vurdu. “Neden ikiniz direk takım oldunuz?
Takımları bölerken bizim hislerimizi değerlendirmeye kattın mı?”

Xie Lian boğazını temizledi. “Ee, şey, eğer takım değiştirmek istiyorsan o
da olur. Fark etmez.”

Shi Qing Xuan fırçasını dış cübbesinin sırtına koydu ve konuştu. “Her
neyse. Zaten bir şikayetim yok, ama Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuru çok
şanslı, biz dezavantajlı olmuyor muyuz?”

Xie Lian ona neşeyle gülümsedi. “Öyle sayılmaz. Bizim takımımızda San
Lang fazlasıyla şanslı olabilir ama ben de fazlasıyla şanssızım. İkimiz bir
araya gelince, bir iyi bir kötü, sıfırlamış olmuyor muyuz?”

Shi Qing Xuan düşündü ve mantıklı olduğuna karar verdi, bu nedenle


bacaklarına vurdu ve bağırdı.

“GÜZEL! Başlayalım o zaman!” Ardından Ming Yi’ye dirsek attı. “Ming-


Xiong, kuralları duydun mu?

Bana kaybettirme tamam?”

Ming Yi ona bir bakış attı ve ruhani iletişim rününden soğuk sesi yükseldi.
“Beni affedin ama oynamayacağım.”

Shi Qing Xuan aceleyle hemen geri adım attı. “B-b-bana kaybettirsen de
olur! Boş ver, boş ver, gel gel gel! Oynayalım işte. Yoksa takımda tek
başıma kalmam çok üzücü olur!”

Böylece dördü kurallara uyacaklarına dair basit bir yemin ettiler ve


oynamaya başladılar. İlk turda Shi Qing Xuan ‘beş’, Ming Yi ‘dört’ attı;
Hua Cheng ‘altı’ ve Xie Lian ‘bir’.

Shi Qing Xuan çok sevinmişti. “HAHAHAHAHAHA! EKSELANSLARI


SAHİDEN ÇOK ŞANSSIZSIN, ÇOK

ŞANSSIZ! HAHAHA…”

Xie Lian alnını ovaladı ve nazikçe konuştu. “Rüzgar Ustası her ne kadar
haklı olsan da, bu kadar neşeyle söylemesen olur mu?”

“Ehem! Tamam. O zaman biz kazandık. Rüzgar Ustası bu iki kişiden bir şey
yapmasını isteyecek.” Shi Qing Xuan. “O zaman Ekselansları, Çiçeğe
Uzanan Kan Yağmuru! Size emrediyorum – hemen birbirinizin kıyafetlerini
çıkartın!”

Xie Lian: “???”

Xie Lian şaşkındı. “Rüzgar Ustası???”

Ming Yi iğrenmiş görünerek başını çevirdi, sanki böylesine itici bir şeyi
görmek istemiyormuş gibi yüzünü kapatmıştı. Shi Qing Xuan teşvik etti.
“Hadi hadi hadi, kaybedince hemen mızıklamayın.

Saygıdeğer bir cennet mensubu ve saygıdeğer bir iblis kralı olarak,


sözünüzden dönmeyeceksiniz değil mi? Yerimde oturuyorum, şimdi, gösteri
başlasın.”

“…”

Xie Lian Hua Cheng’e baktı ve Hua Cheng kollarını iki yana açtı. “Gege
benim suçum değil.”

Çaresiz hisseden Xie Lian’ın tek yapabileceği sormaktı. “Ne kadar


soyunmamız gerekiyor?”

Shi Qing Xuan sadece dalga geçiyordu ve elbette onları gerçekten


utandırmak istemezdi, bu nedenle bacakları titreyerek kahkaha attı. “Sadece
bir kat yeterli. Diğerlerini bir sonraki sefere saklayalım, hehehehe.”
Bir de devam etmek istiyordu… Xie Lian tereddüt etti ve gizlice seslendi.
“San Lang…”

Hua Cheng’in yüzü bir parça bile duygu yansıtmıyordu ama Xie Lian’ın
kulaklarındaki sesi içten bir şekilde yatıştırıyordu. “Merak etme. Birkaç tur
kazanmalarına izin vermeye karar vermemiş miydik?

Eninde sonunda kaybedecekler.”

Sahiden kabul ettikleri bir şeydi, ancak Xie Lian, Shi Qing Xuan’ın böyle
bir şey istemesini beklememişti ve kendi mezarını kazmış gibi
hissediyordu. İsteksiz bir halde Hua Cheng’in belindeki kemeri çözmek için
yaklaştı, zahmetle Hua Cheng’in siyah dış cübbesini çıkartmasına yardım
ederek altındaki kar beyazı iç cübbeyi ortaya çıkarttı. Hua Cheng de sakin
görünerek onun dış cübbesini çıkarttı, elleri telaşsız ve nazikti, Xie Lian’ın
vücudunun hiçbir yerine dokunmadı. İkisi sahiden sadece dış cübbelerini
çıkartmışlardı, olağandışı bir durum veya yakışıksız bir durum değildi ama
Xie Lian yine de kafayı yiyecekmiş gibi hissediyordu. Düzgün oturma
pozisyonuna geçerken kekeledi. “T… Tekrar.”

İkinci turda Shi Qing Xuan ‘üç’, Ming Yi ‘altı’ attı; Hua Cheng bir kez daha
‘altı’ atarken Xie Lian da yine

‘bir’ atmıştı.

Shi Qing Xuan elini durmadan yere vuruyor, yüksek sesle kahkaha atıyordu
ve Xie Lian yine Hua Cheng’e döndü, ikisi hala ruhani iletişim rününde
bağlantılıydılar. “…San Lang!”

Böyle anlaşmamışlardı!

Hua Cheng sürekli özür diledi. “Özür dilerim, özür dilerim, unutmuşum.
Kızma gege. Bu kez benim hatamdı.”

Shi Qing Xuan tekrar teşvik etti, kollarını sıvamıştı. “Pekala, bu tur, ikinize
emrediyorum…”
Xie Lian hemen sözünü kesti. “Dur! Geçen tur isteğine uyduk ve soyunduk.
Bu tur soru sorman gerek.”
Shi Qing Xuan içten bir kahkaha attı. “Soru mu? O da olur. O zaman
sorum: Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuru, sana göre bu dünyadaki en büyük
işkence nedir?”

Hua Cheng’in gülümsemesi soldu ve tapınağa kısa bir sessizlik yerleşti.

Shi Qing Xuan ekledi. “Yanlış anlama, bir art niyetim yok, sadece merak
ettim. Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuru gibi bir hayalet krala bu dünyada acı
çektirebilecek kaldı mı? Belki, böyle bir şey yoktur?”

Hua Cheng de ona sordu. “Sence?”

Shi Qing Xuan düşündü ve tahminde bulundu. “Tonglu Dağındaki Gu


Şehri?”

Bu soruyu düşünürken sahiden bu cevabı verecek pek çok kişi vardı. Ancak
Hua Cheng sadece belli belirsiz gülümsedi. “Korkulacak bir şey değil.”

Shi Qing Xuan şaşırmıştı. “Değil mi? O zaman ne?”

Hua Cheng’in dudakları kıvrıldı ama kısa bir süre sonra kavis kayboldu.
“Söyleyeyim.”

Yumuşak bir sesle devam etti. “Kendi gözlerine hayatta en değer verdiğin
kişinin ayaklar altına alındığını ve onunla alay edildiğini görmek ama hiçbir
şey yapamamak. Dünyadaki en büyük işkence budur.”

Bunu duyunca Xie Lian nefes almayı bıraktı ve bedeni dondu. Harap
Rüzgar ve Su Tapınağında, kimseden çıt çıkmıyordu. Shi Qing Xuan
söyleyecek hiçbir şey bulamadı ve ancak bir süre geçtikten sonra bir şeyler
diyebildi. “…Aa.”

Ming Yi’nin yüzü hala soğuktu ve ateşi dürttü. “Devam et.”

Shi Qing Xuan kafasını kaşıdı ve elini salladı. “Benden bu kadar. Ming-
Xiong sen bir şey sor.”
Bu nedenle Ming Yi hafifçe başını kaldırdı ve Xie Lian’a baktı.
“Ekselansları.”

Xie Lian kendisini toparladı ve cevapladı. “Hm?”

Ming Yi sordu. “Hayattaki en büyük pişmanlığın ne?”

Ming Yi normalde sessiz kalır ve konuşmazdı, ama ağzını açtığı anda


dudaklarından böylesine ağır, ondan beklenmeyecek bir soru çıkmıştı ve
Xie Lian bir anlığına donakaldı.

Tavsiyeleri ve uyarıları dinlemeyişi, ve bencilce ölümlü diyara inişi miydi?


Yong An için yağmur yağdırabilecek kadar güçlü olduğunu düşündüren
aşırı kibri miydi? Xian Le’yi kurtarabileceğinin hüsnükuruntusu muydu?
Yoksa insanları öldürmekteki gönülsüzlüğü müydü?

Bunların hiçbirisi olmadığını biliyordu.

Bir an sonra Xie Lian cevapladı. “İkinci yükselişim.”

Tapınaktaki diğer üç kişi ona bakıyor, konuşmuyorlardı. Xie Lian bir süre
daldı ve kendine gelmesi uzun bir süre almıştı, sordu. “Neler oluyor?
Millet, sorumu cevapladım.”

Hua Cheng sessizce. “Hiç. Hadi devam edelim.”

Üçüncü turda Shi Qing Xuan ‘iki’, Ming Yi ‘iki’ attı; Hua Cheng ‘altı’ ve
Xie Lian yine ‘bir’.

Bunu görünce Xie Lian uzun, uzuuun bir nefes verdi.

Cennet mensuplarının kutsamasıyla, en sonunda kazanmışlardı!

En sonunda Shi Qing Xuan’ın takımım ceza alma sırası gelmişti, ama son
derece istekli ve heyecanlıydı, sanki hiçbir şeyden korkmaz gibiydi. “Gelin
bakalım! Elinizden geleni yapın!”

Xie Lian gülümsedi. “O zaman, yapacağım. Toprak Ustasından


başlayalım.”
Ming Yi’ye döndü. “Lordum lütfen soracağım sorulara düzgünce cevap ver
ve lütfen yalan söyleme.”

Ming Yi hiçbir şey söylemedi ve Shi Qing Xuan elini salladı. “Merak etme.
Ming-Xiong yalan söylemeyi bile bilmez.”

Xie Lian sırıttı. “Pekala. İlk soru: Ben kimim?”

Shi Qing Xuan şaşırmıştı. “Ekselansları bu nasıl bir soru? Sen sen değil
misin? Başka kim olacaksın???”

Soruyu duyunca Ming Yi yavaşça başını kaldırdı ve Xie Lian’ın gözlerinin


içine baktı, ardından cevap verdi. “Xian Le Krallığının Veliaht Prensi, Xie
Lian.”

Xie Lian başını salladı ve ardından tekrar sordu. “İkinci soru, yanımda
oturan kişi kim?”

Bir an duraksadıktan sonra Ming Yi cevap verdi. “Hayalet Şehrin Lordu,


Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuru.”

Xie Lian tekrar sordu. “O zaman son sorun – yanında oturan kişi kim?”

Shi Qing Xuan’ın kafası gittikçe daha çok karışıyordu. “Ekselansları siz
ikiniz ne işler çeviriyorsunuz?

Ben mi kimim? Ben Rüzgar Ustasıyım???”

Xie Lian bastırdı. “Toprak Ustası lütfen cevap ver.”

Bu kez Ming Yi hemen cevaplamadı.

Birkaç kez Boş Lafların Efendisiyle karşılaştıktan sonra Xie Lian sahip
oldukları büyüleyici bir özelliği fark etmişti: Boş Lafların Efendisi ne
zaman konuşsa, üç lafının en az bir tanesi yalan olmalıydı.

Bu özellikleri normal insanların ne kadar sağlıklı veya güçlü olurlarsa


olsunlar en azından üç günde bir kez su içmeleri gerektiğine benziyordu,
yoksa insan susuzluktan öldürdü ve bu tabiat kişi ne kadar güçlü olursa
olsun değiştirilemezdi.

Mesafe Kısaltma Rününü Ming Yi çizmişti, kapıdan en son çıkan da Ming


Yi’ydi, bu nedenle eğer birisi bir şey yaptıysa ihtimali en yüksek olan oydu.
Bu nedenle Xie Lian elbette ondan şüphelenecekti.

Ancak olay yaşandığı sırada Shi Qing Xuan çok sinirlendiği için Xie Lian
şüphelerini dile getirememişti, konuşması sadece Shi Qing Xuan’ı daha
fazla üzerdi ve bu da Boş Lafların Saygın Efendisinin olumsuz
duygularından daha fazla beslenmesini, onları kendi gücüne katmasını
sağlardı. Bu nedenle Xie Lian hemen başka bir ihtimal daha bulmuştu. Ama
aslında en basit ihtimali hiç düşünmeyi bırakmamıştı.

Her ne kadar genel anlamda Rüzgar Ustası ve Toprak Ustasının son derece
iyi bir ilişkisi olsa da, yine de Rüzgar Ustasının, Toprak Ustası taklidi yapan
Boş Lafların Saygın Efendisini fark etmesi imkansız olurdu. Ama peki ya
Boş Lafların Saygın Efendisi sahiden gizlice Ming Yi’nin yerine geçtiyse?

Bu nedenle ilk başta Hua Cheng’den allem edip kallem ederek Ming Yi’nin
laflarını tuzağa düşürmek için onunla birlikte çalışmasını istemişti. Hua
Cheng ise ikisi asla konuşmadıkları için, eğer onu tuzağa düşürmeye çalışan
kişi o olursa çok yapmacık görüneceğini söylemişti. Neden bir oyun gibi bir
şey ayarlayıp önlerine bir fırsat çıkmasını beklemiyorlardı? Ming Yi’nin
kendi kendine konuşmasını sağlayıp Rüzgar ve Toprak Ustaları hiçbir şey
fark etmeden öğrenebilirlerdi.

Ancak Ming Yi her zaman az konuşan bir adam olmuştu ve hararetli bir
tartışmada bile kelimeleri elmas kadar enderdi. Oyun boyunca Xie Lian
söylediği her şeyi dikkatle dinlemişti ama söylediği her şey müphemdi,
yalan söyleyip söylemediğini anlamanın bir yolu yoktu. En sonunda hile
yapması ve Hua Cheng’in yeteneğini ödünç alması gerekmişti, Ming Yi’nin
kaybetmesini sağlamak için gizlice zarları kontrol ediyorlardı. Ardından
sorulan üç ani soruyla Ming Yi’nin hemen cevap vermek dışında
yapabileceği bir şey olmayacaktı.

Hepsi oyun adına yapıldığı için Shi Qing Xuan henüz hiçbir şey fark
etmemişti ve onların sadece dalga geçtiğini düşünüyordu, böylece Boş
Lafların Saygın Efendisi sinsice yaklaşıp güç emmeye fırsat bulamamıştı.
Ancak eğer Ming Yi yalan söyler ve kendisini gösterirse, Xie Lian onu
hemen yakalayacaktı.

Boş Lafların Efendisi gibi bir yaratığın üç lafından biri yalan olurdu.
Şimdiye kadar Xie Lian iki soru sormuş ve Ming Yi her ikisini de doğru
cevaplamıştı. Bunun anlamı eğer Ming Yi Boş Lafların Saygın Efendisiyse
son sorusunu yalan söyleyerek cevaplayacağı kesindi.

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 109: Rüzgar ve Su Tapınağında, Gerçeği Sezmek İçin Yapılan


Gece Sohbeti

Eğer Ming Yi testlerini boşa çıkarmak isterse pekala muğlak bir cevap
verebilir veya şakaya vurabilirdi.

Ancak ilk iki sorusunu hiç lafı dolandırmadan basitçe ve kısa öz bir şekilde
cevaplamıştı bu nedenle son cevabı da aynı olmalıydı aksi halde Ming
Yi’nin karakterine uygun olmazdı ve bu da pekala normal olmadığını
kanıtlardı.

Xie Lian ve Ming Yi sakince birbirlerine baktılar. Bir an sonra Ming Yi en


sonunda konuştu.

Geçen iki seferden hiçte farklı olmayan bir tonla cevapladı. “Beş element
ustasından birisi, Su Ustası Wu Du’nın kardeşi, Su Ustası Qing Xuan.”

Shi Qing Xuan başını iki yana salladı. “Of, neden ‘benim en yakın
arkadaşım’ demedin?”

Ming Yi bakışlarını ona çevirdi. “O kimmiş?”

Bu duyunca Xie Lian gizlice rahat bir nefes verdi.

Öncesinde bahsedildiği gibi her ne kadar Boş Lafların Saygın Efendisine


‘Saygın’ denilse de, kutsal ruhu olan bir vaiz değildi sonuçta. Bir hayalet
veya iblis olarak sınıflandırılabildiği sürece, türünün eşsiz özelliklerinden
asla kaçamazdı. Üç cümle de tamamlanmıştı ve üçü de şüphesiz doğruydu,
bu nedenle Ming Yi’de herhangi bir sorun yoktu. Ancak Shi Wu Du ve Shi
Qing Xuan gerçek kardeş

değillerse cümlesi yalan olabilirdi, ama böylesine inanılmaz sarsıcı bir


gidişat değişimi mümkün değildi.

Beklenmedik bir şekilde, o daha tam nefesini veremeden Ming Yi’nin elleri
aniden hareketlendi ve doğrudan boğazına uzandı.

Xie Lian ve Hua Cheng aynı anda elden kaçınmak için hamle yapmışlardı,
üç el de yıldırım kadar hızlıydı, o kadar gergin bir durumdu ki Shi Qing
Xuan ayağa fırladı. “MING-XIONG! SEN NE

YAPIYORSUN?”

Ming Yi dikkatle Xie Lian’a bakıyordu, karanlık bir sesle konuştu. “Üç soru
sordun, ama geçen tur ben sadece bir tane sormuştum.”

Xie Lian gülümsedi. “Toprak Ustası, lütfen kuralları dikkatle hatırla. Hiç
her tur sadece tek bir soru sorulabileceğini söylemedim.”

“Pekala.” Dedi Ming Yi. “O zaman ben de şimdi soruma ekleme


yapıyorum. Sen kimsin?”

Xie Lian sordu. “Biraz önce bu soruya kendin cevap vermedin mi?”

Ming Yi. “Belki de yanıldım. Yoksa Ekselansları neden aniden böyle bir
oyun kurguladığını ve o tuhaf üç sorusunu açıklar mı? Lord Hayalet Kralı
manipülasyon sanatında bir ustadır, ancak böyle bir şeyi sadece eğlence için
kullanması biraz abartılı ve gereksiz olur.”

Hua Cheng kahkaha attı. “Yapma. Canım istediği sürece, nasıl istersem öyle
kullanırım.”

Xie Lian ve Hua Cheng ondan şüphelenirken, Ming Yi de onlardan eşit


derecede şüphelenmişti. Ming Yi aniden saldırdığı anda dudaklarıyla
konuşmaya başlamış ve iletişim rününü kullanmayı bırakmışlardı. Shi Qing
Xuan neden kavga ettiklerini bilmiyordu ama kulak tıkaçlarını fevri
davranıp çıkartmaya da cüret edemiyordu, bu yüzden tek yapabileceği
konuşmaktı. “Durun durun durun, hemen durmanızı ve bana neler olduğunu
anlatmanızı istiyorum. Yoksa… YOKSA BEN DE OLAYA

KARIŞIRIM!” Ardından Rüzgar Ustası yelpazesini açtı. Ming Yi ise onu


kenara itti. “Çekil! Bir de senle uğraşamam!”

Tam bu sırada aniden ürpertici bir rüzgar esti ve dördünün çevrelediği


küçük kamp ateşinin alevleri esrarengiz rüzgarla titreyerek vahşice dans
etti. Alevlerin oluşturduğu siluet ve gölgeler delirmişçesine alazlandı, öyle
ki sunağın üzerindeki biri kadın birisi erkek ilahi heykeller bile gülümsüyor
ama gülümsemiyor, ağlıyor ama ağlamıyor gibi görünüyorlardı, son derece
korkutucuydu. Ming Yi hemen Shi Qing Xuan’ı ayağa kaldırdı, tedirgindi.
“Burada bir şey var.”

Shi Qing Xuan’ı önce yere itilmiş, sonra ansızın yukarı kaldırılmıştı, başı
dönüyordu ve gözünün önünde yıldızlar belirmişti. “MING-XIONG!
BANA KARŞI BİRAZ NAZİK OLSAN!!!!”

Ming Yi. “Zaman yok.”

Xie Lian iki heykeli izliyor ve onlara bakıyordu, aniden konuştu.


“Gözlerine bakın!”

Dördü de döndü ve gülen yüzlü iki ilahi heykelden dört sıra kan aktığını
gördüler. Kilden ilahi heykellerin gözlerinden kan akıyordu.

İlahi heykeller törenlerle kutsanır ve tapınılır, belli miktar kötülükleri def


etme gücü kazanırlardı. Tüm kötülüklerden korunamayacak olsalar bile,
insan olmayan yaratıklar tarafından kirletilemez, suiistimal edilemezlerdi.
Bu Boş Lafların Saygın Efendisi kesinlikle çok güçlüydü. Shi Qing Xuan
oradaydı ve Rüzgar Ustasının ilahi heykelinin Rüzgar Ustasının önünde kan
ağlamasını sağlamıştı. Kan damlaları gittikçe kalınlaşıyor ve ağırlaşıyordu,
yere damlarken çarpık, karışık bir şekil oluşturuyorlardı. Shi Qing Xuan
afallamıştı. “Bu şey ne? Çizim… mi?”
Nasıl bir şekil oluşturduğunu çözemiyordu ve yaklaşmadı, sadece farklı
açılardan bakarak anlamaya çalışıyordu. Kısa bir süre sonra Xie Lian
aniden kendine geldi: çizim yapmıyordu, tersten yazılmış bir kelime vardı!

Hemen bağırdı. “BAKMA! SENİN İÇİN YAZIYOR!”

Ming Yi avucunu uzattı ve BAM! Hem yerdeki kan izleri hem de iki ilahi
heykel paramparça olmuştu.

Shi Qing Xuan gözleri şokla irileşti. “Ming-Xiong! Sen… sen sen sen,
abimin bunu duymasına engel olmak zorundasın, yoksa seni asla affetmez!”

Bir cennet mensubunun ilahi heykelini yok etmek, bahsedilen cennet


mensubuna karşı son derece büyük bir saygısızlık etmek demekti. Ancak
bugün Ming Yi önce levhayı ikiye bölmüştü, ardından heykelleri
paramparça etmişti. Bu yaptığının birisinin evini yıkıp ardından evin yaşlı
sahibini tokatlamaktan hiçbir farkı yoktu. Eğer bu olay yayılır ve söz
konusu kişinin kulağına giderse, sadece geriye yaslanıp hiçbir şey
yapmadan duramazdı; kim bilir bu nedenle nasıl bir kanlı fırtına kopardı.

Bu sırada Xie Lian yanlışlıkla başını çevirmiş ve aniden öncesinde


kırdıkları ve düzgünce kenara koydukları levhanın üzerindeki harflerde bir
tuhaflık olduğunu fark etmişti. Levhanın mavi tabanının üzerinde altın
harflerle ‘Rüzgar ve Su Tapınağı’ yazıyor olmalıydı, ama şimdi kelimeler
çarpık, kan kırmızısı şekillere dönmüş ve bir araya gelince ‘Ölüm’
kelimesini oluşturuyorlardı.

Saniyesinde Shi Qing Xuan’ın gözlerini örttü ve iletişim rününden bağırdı.


“GÖZLERİNİ YUM!”

Shi Qing Xuan da bağırdı. “YİNE NE VAR?!”

“Hiç. Sadece tapınağının levhasının üzerindeki yazı da değişti. Yaratık artık


duyamadığını biliyor bu yüzden yazı yazmaya başladı.” Xie Lian açıkladı.

“Aksi şeytan!” Shi Qing Xuan haykırdı. “Şimdi ne duyabiliyorum ne


görebiliyorum, hem sağır hem kör müyüm?!”
Xie Lian ellerini geri çekti. “Merak etme, sadece sakin ol. Biz yanındayız.”

Ming Yi Shi Qing Xuan’ı cübbesinin arka yakasından yakaladı ve kenara


çekti. Shi Qing Xuan’ın gözleri hala kapalıydı ve dua eder gibi ellerini
yukarı kaldırdı. “Aman ne rahatlatıcı!”

Kelimeler dudaklarından döküldüğü gibi, aniden yıkılmış tapınağın


dışarısında büyük bir gürültü koptu. Siyah bulanıklıklar Xie Lian’ın
gözlerinin önünden geçti ve bir an sonra iblisler gibi uluyan büyük bir
kalabalık kararmış bir med cezir gibi içeriye doluştu.

Kalabalık sahiden tuhaflıklarla dolu garabetlerden oluşuyordu, tuhaf


şekiller ve canavarımsı figürler.

Bazılarının kafaları kesilmişti, bazıları asılmıştı, bazılarının kafasına


saklanmış büyük bıçaklar vardı, bazılarının karnı deşilmişti… her türlüsü
vardı. Shi Qing Xuan ne duyabiliyor ne görebiliyordu, ama içgüdüsel olarak
etrafındaki düzensiz ve kaotik adımları fark etmişti ve arbedenin ortasında
birkaç kez itilmişti. İletişim rününden sordu, afallamıştı. “Neler oluyor? Ne
geldi? Bunca insan nereden çıktı???”

“Önemli bir şey değil.” Xie Lian yanıtladı. “Kanlı Ateş Eğlencesinin gece
yürüyüşü. Gidelim buradan.”

Bazı bölgelerin Kanlı Ateş Eğlencesinden, gündüz yürüyüşleri dışında


bazen de gece eğlenceleri düzenlenirdi. Sadece yürüyen göstericiler
insanları korkutmaktan heveslerini almak istiyorlar diye değildi üstelik, pek
çok kişi de onlarla aynı şeyi istiyordu, bu nedenle Kanlı Ateş Eğlencesinin
ürpertici makyajını taklit eder ve gecenin karanlığını ortaya çıkıp insanları
korkutmak için kullanırlardı.

Maalesef dördü böyle bir gece grubuna denk gelmişlerdi.

Bu baldırı çıplak kalabalığın insanlarında geçit törenindekilerle aynı


gerçekçi, girift makyajlar yoktu, ama yine de kalabalık oldukları için
korkutucuydular ve görülmeye değer bir manzaraydı. Özellikle de hava
kararmışken gerçek ölüler gibi görünüyorlardı. Bu nedenle bu kadar geç
saatte eğlenceler yapılan kasabalarda, Kanlı Ateş Eğlencesi gecesinde,
yerliler kapılarını sıkı sıkı kapatırlardı. Bu gece ekibi uzun zamandır dolaşıp
duruyordu ve en sonunda yıkık dökük tapınakta insanlar olduğunu
görmüşlerdi, sanki avlarını bulmuş gibi heyecanlanmış ve bir anda ellisi
birden içeriye doluşarak küçük tapınağın insanlarla dolup taşmasına neden
olmuşlardı.

Dördü ise cehenneme gömülmüşlerdi; Xie Lian arkasına bakıp duruyordu


ama tek görebildiği yanında durmakta olan Hua Cheng’di, asla ondan iki
adımdan fazla uzaklaşmıyordu ve diğer iki kişi ise yedi sekiz metreden
fazla uzağa itilmişti. Bağırdı. “Dışarıya çıkalım!”

Ama gece ekibinde, bazıları tamamen eğlence amaçlı buradayken, bazıları


kurnaz küçük tüccarlardı, buraya Kanlı Ateş Eğlencelerini izlemek gelen
gezginlerden para kaçırmak istiyorlardı. Önlerini kestiler, gitmelerine izin
vermiyor, sıkı sıkı yapışmış bir halde ikna etmeye çalışıyorlardı. “Genç
Efendiler, bize ödül verin!”

“Böyle giyinmek için çok çalıştık, eğer eğlendiyseniz bizi ödüllendirin!”

“Evet, bizim içinde hiç kolay değil ve sadece senede bir bunu yapıyoruz!”

“Eğer Yaşlı Hayalet Efendiden korunmak için bizi ödüllendirmezseniz gelip


size musallat olur!”

Bütün bu meselenin onunla hiçbir alakası olmadığı için, Hua Cheng sadece
bir kenarda durmuş

izliyordu, biraz bile tedirgin değildi, bu nedenle sadece kahkaha attı. “Öyle
mi, ne tür bir hayaletin gelip benim kapımı çalmaya cüret edeceğini çok
merak ediyorum!”

Tam bu sırada Xie Lian kalabalığı tararken, aniden kenarda soluk yüzlü
asılmış bir hayalet gördü, ürpertici bir şekilde gülümserken birisinin
boynuna ip geçiriyordu.

Her ne kadar karmaşanın ortasında olsalar ve her yer kan revan içinde,
insanların yüzleri çarpık, sürekli beni öldür, seni öldüreyim, şimdi işin bitti,
şimdi öldün replikleri havada uçuşuyor ve hatta arada sırada birileri inleyip
yere düşüyor bu nedenle de neyin gerçek neyin oyun olduğunu ayırt etmek
çok güç olsa da, yine de Xie Lian’a içgüdüleri karşısındaki bu ‘kişi’de bir
tuhaflık olduğunu söylüyordu ve kolunu uzattı. RuoYe atıldı ve doğrudan
asılmış hayaletin kafasına vurdu.

Sahiden de asılmış hayalet inledi ve siyah bir duman bulutuna dönüştü,


yerdeki küçük bir çatlaktan kaçmaya çalıştı. Kimse fark etmemişti ama Xie
Lian olanları apaçık görmüştü. İletişim rününden uyardı. “Herkes dikkatli
olsun! Aralarına bir şeyler karışmış!”

Öncesine kıyasla sanki Rüzgar ve Su Tapınağına bir kötülük bulutu


eklenmiş gibiydi; Boş Lafların Saygın Efendisi olamazdı ama bazı küçük
yardakçıları olabilirdi. Uzun zamandır hayalet rolü yaptıkları için, elbette
günün birinde gerçek bir hayaletin ilgisini çekeceklerdi. Şu anda ortaya
çıkmaları sadece ateşe körükle gitmekti. Sahiden tapınakta çok fazla insan,
çok fazla kaos vardı, kafaları çarpışıyor, birbirlerinin ayaklarına
basıyorlardı, kötülük özünün kimden geldiğini anlamak çok güçtü. Xie
Lian, Hua Cheng’i yakaladı ve tapınaktan kaçtı. Diğerlerine nerede
olduklarını soracaktı ama hiç gücünün kalmadığını fark etti, neredeyse
tükenmişti ve iletişim rününe girmesi imkansızdı. Aciliyet nedeniyle Hua
Cheng’e döndü. “San Lang, bana biraz ruhani güç ödünç ver, sonra
borcumu öderim!”

Elbette ‘sonra borcumu öderim’ sözleri anlamsızdı. Aldığı hiçbir gücü geri
ödeyememişti. Hua Cheng sadece. “Tamam.” dedi ve Xie Lian’ı tutmak için
ellerini uzattı. Xie Lian hafif bir sıcaklığın ona yayıldığını hissedebiliyordu
ve tam bu sırada birkaç kanlı birey tapınaktan çıkarak doğrudan üzerine
koştular. En arkadaki koşarken bağırsaklarını tutuyordu, yüzü ölü
lekeleriyle kaplıydı ve küçük bir parça kötülük enerjisi yayıyordu, Xie Lian
hiç düşünmeden avucundan bir güç gönderdi.

Patlamanın gürleyen sesi yükseldiğinde, aynı anda kör edici beyaz bir ışık
çaktı. Ancak uzun bir süre geçtikten sonra Xie Lian kendine geldi.

Kalabalığın ortasındaki karnı kesilmiş hayaletin olduğu yerde şimdi sadece


siyah kül tortusundan bir yığın vardı. Önlerindeki Rüzgar ve Su Tapınağına
gelince ise, tüm çatısı uçup gitmişti. Tapınaktaki gece göstericilerinin hepsi
donmuştu, patlama sesi ve beyaz ışığın getirdiği şokla donakalmışlardı.
“…”

Xie Lian başını kaldırarak artık çatısı olmayan Rüzgar ve Su Tapınağına


baktı, ardından başını eğerek kendi ellerine, en sonunda arkasında durmakta
olan Hua Cheng’e doğru yavaş yavaş çevirdi. Hua Cheng ona gülümsedi.
“Bu kadarı yeter mi?”

“…”

“Yeter.” Xie Lian ekledi. “Aslında… sahiden, sadece birazcık yeterdi.”

“Sadece birazcık verdim zaten.” Hua Cheng. “Biraz daha ister misin?
İstediğin kadar verebilirim.”

Xie Lian hemen başını iki yana salladı. Öncesinde Shi Qing Xuan, Nan
Feng ve diğerlerinden de güç ödünç almıştı ve onlar da hiçte cimri
davranmamışlardı. Ancak Xie Lian o zaman hiç böyle hissetmemişti, sanki
kan damarları elektriğe dönüşmüş ve tüm vücudunu sarıyor gibiydi. Eğer
öncesinde ödünç aldığı güçler için idareli kullanması ve koruması, boşa
harcayacağı korkusuyla her seferinde tek bir ısırık alması gereken bir
miktarda derse, şu anki durumu için koca bir kase yese ve on kase de
birilerine atsa bile problem olmayacağını hissediyordu.

Hua Cheng’in ona aktardığı güçler harikaydı, tüm bedenini sarıyordu, öyle
ki Xie Lian neredeyse hareket etmekten korkacaktı, elini sadece biraz
sallamasıyla yanındaki başka birisinin daha patlamasından endişeleniyordu.
Etraflarındakilerin geçici sükûnetinden faydalanarak aceleyle iletişim
rününe girdi ve sordu. “Rüzgar Ustası neredesin? Biz tapınaktan çıktık ama
sizi göremiyoruz.”

“Ah, ama tanrım…” Shi Qing Xuan ruhani iletişim rününde inledi.
“Ekselansları neden aniden bağırmaya başladın? Ben de Rüzgar ve Su
Tapınağından çıktım.”

Xie Lian kullandığı ruhani güçleri azalttı ve cevapladı. “Özür dilerim,


kontrol etmekte biraz sorun yaşıyorum. Nasıl çıktın? İyi misin?” Shi Qing
Xuan’ın hala kulakları tıkalı ve gözleri kapalıydı.
“Pff, nasıl çıkacağım ya? Ming-Xiong beni dışarıya çıkarttı. Şükürler olsun
kalabalık tarafından ölümüne bir yerlere düşürülmedim.”

Kısa bir süre sonra ruhani iletişim rününde Ming Yi’nin sesi duyuldu.
Ancak sözleri Xie Lian’ın yüzünde henüz yeni belirmeye başlamış olan
küçük gülümsemeyi silip attı. “O ben değilim!” demişti.

Değil miydi?

Olamaz! Xie Lian başını hemen yana çevirdi. “RÜZGAR USTASI! SENİ
KİM DIŞARIYA ÇIKARTTI?!”

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 110: Saygınla Dövüşmek, Veliaht Prens Rüzgar Ustasının Yerine


Geçiyor Ancak Shi Qing Xuan bir daha konuşmadı.

Xie Lian tedirgin olmuştu. “Rüzgar Ustası, sana ne oldu? Burada mısın?
Neler oluyor? Neden konuşmuyorsun???”

Eğer eğlence arayan gece göstericileri tarafından götürüldüyse aniden böyle


sessizleşmezdi, o zaman bir tehlikeyle karşılaşmış olmalıydı değil mi? Ama
tedirgin olup sinirlenmek faydasızdı, sonuçta Rüzgar Ustasının nerede
olduğunu bilmiyordu.

Kalabalık en sonunda sessizleşmişti ve Ming Yi de Rüzgar ve Su


Tapınağından iterek yolunu açmıştı.

Cennet diyarının, asla bencil nedenlerle ölümlüler üzerinde ruhani güçler


harcanmamasına dair hükmü vardı. Eğer ölümlüler zarar görür veya
alıkonulursa, bu durum kaydedilir ve ceza alırlardı. Bu hüküm yasalara
saygı gösteren cennet mensupları için işleri sahiden zorlaştırıyordu, yoksa
ellerini bir sallamalarıyla insanlar tıpkı o çatı gibi havaya uçarlardı.
Kalabalık en sonunda şoku atlatmıştı ve vahşice çığlık atmaya başladılar.
“O, O GELDİ! SAHİDEN GELDİ!”, “CANAVAR GELDİ!” Ve kalabalık
dağılarak kayboldu.
“Toprak Ustası!” Xie Lian gergin bir şekilde sordu. “Nasıl Rüzgar Ustasını
sen tutamadın? Onu gördün mü? Kayıp mı oldu?”

Ming Yi açıkladı. “Biraz önce kalabalıkta araya sızmış ve insanları tuzağa


çeken hayaletler vardı.”

Görünüşe göre insanların tehlikede olduğunu fark edince dikkatini onları


kurtarmaya yöneltmişti, hayaletlere saldırmış ama arkadaşını gözden
kaybetmişti.

“Ayrılalım ve arayalım!” Xie Lian konuştu. “Uzaklaşmış olamaz.”

Aniden iletişim rününden tekrar Shi Qing Xuan’ın sesi duyuldu. Yüksek
sesle kahkaha atıyordu.

“HAHAHAHAHAHAHAHAHA…”

Kahkahası çok aniydi ama en azından en sonunda bir ses vermişti, Xie Lian
hemen sordu. “Rüzgar Ustası! Sana ne oldu, neden aniden konuşmayı
kestin? Başına bir şey geldi sandık.”

“HAHAHAHAHAHAHAHA BU RÜZGARUSTASININ
BAŞINANASILBİRŞEY GELEBİLİR

SADECESİZİKORKUTMAYAÇALIŞIYORDUM
HAAHHAHAAHAHAHA MINGXIONGSENİŞEREFSİZ

NASILBENİ GÖZDENKAYBETMEYECÜRET EDERSİN EĞER


ÖLÜRSEM BİRYÜCEOLARAKGERİDÖNECEĞİM

VE SANA MUS A L L A T Olacağım HAHAHAHAHA…”

“Haha’lamayı kes. Mantıklı bir şey söyle!” Ming Yi talep etti.

Xie Lian ise Shi Qing Xuan’ın ne kadar gerilirse ve ne kadar korkarsa o
kadar çok güldüğünü çoktandır biliyordu. Hatta öyle ki kelimeleri arasında
boşluk bile bırakmıyordu. Xie Lian araya girdi. “Konuşmak için ağzını
açmadın değil mi? Yüz ifadende belirgin bir değişikli olmadı? Onunla
savaştın mı?”
Shi Qing Xuan. “Konuşmadım. Yüz ifadem değişmedi. Savaşmadım.”

Xie Lian’ın ses tonu rahatladı ve nazikçe konuştu. “Çok güzel. Rüzgar
Ustası bana kulak ver. Her şey yolunda, sakın korkma. Şu anki durumunu
koru ve hiçbir şeyin farkında değilmişsin gibi davran. Eğer söylemek
istediğin bir şey varsa iletişim rününden gizlice yap bunu. Yaratığın neler
olduğunu anladığını bilmesine ise sakın izin verme. Yavaşça ruhani haleni
genişlet ve kendini korumak için ruhani bir bariyer oluştur, böylece en
azından bir çukura düşüp ölmeyeceğinden emin olursun. Eğer sana bir
silahla saldıracak olursa onu da fark edersin.”

Shi Qing Xuan’ın sesi sanki kan ağlar gibiydi. “Tamam. Ve sonra?”

Xie Lian devam etti. “Ve derin nefes al. İşte böyle. Birkaç kez tekrar et…
daha iyi hissediyor musun?”

Sesi çok yumuşak ve nazikti, birisini rahatlatmak için son derece etkili
oluyordu. Shi Qing Xuan. “Belki bir parça. Teşekkürler Ekselansları.”

Xie Lian ardından bir deneme yaptı. “Şimdi… gözlerini açıp seni çekiştiren
yaratığa bir bakmayı denemek ister misin?” Dayanabilecek miydi?

Shi Qing Xuan. “Muhtemelen ölürüm.”

“…”

Görünüşe göre eğer Shi Qing Xuan gözlerini açarsa dehşeti onu görebildiği
anda tepe noktaya ulaşacak ve Boş Lafların Saygın Efendisi için en leziz ve
en tatlı yemek olacaktı. Sonrasında muhtemelen karşı koyma yetisini
kaybedecekti. Ayrıca gözlerini açtığı anda o yaratık ona bakıyor olursa
saygıdeğer Rüzgar Ustası muhtemelen oracıkta ağzından köpükler
çıkartacak ve kayan bir yıldız gibi çakılacaktı. Xie Lian. “O zaman
gözlerini kapalı tut.”

Ming Yi sordu. “Rüzgar ve Su Tapınağından çıktıktan sonra hangi yöne


gittiniz?”
Şu anda bilmeleri gereken en önemli şey Shi Qing Xuan’ın yeriydi. Shi
Qing Xuan’ın gözleri kapalıydı ve nereye gittiğini göremiyordu, ama en
azından nerede olduğuna dair genel bir fikri olmalıydı ve adımlarını sayarak
ne kadar uzaklaştığını bilebilirdi.

Ancak Shi Qing Xuan cevapladı. “Bilmiyorum.”

“Bunu bile bilmiyor musun?!”

Shi Qing Xuan sinirlendi. “Aklı başında hangi insan böyle şeyleri hatırlar?
Ve beni götürenin sen olduğunu sanıyordum değil mi?!”

Kenarda, Hua Cheng hala gözlemlemekle meşguldü ve çoktan kırmızı


giysilerine tekrar bürünecek kadar sıkılmıştı. Ardından tekrar siyahlara
bürünmüştü. Sonra beyaz bir cübbeye. Neredeyse Xie Lian her baktığında
farklı bir şeyler giyiyordu ve her seferinde saçı, aksesuarları, çizmeleri
vesaire farklı oluyordu, bazen muzip, bazen zarif, bazen ölümcül, bazen göz
kamaştırıcı. Xie Lian’ın tüm o renklerden başı dönmüştü ve bakmaya da
devam ediyordu, gözlerini çeviremiyordu. Ancak ne yaptığını fark ettiği
anda gözlerini kırpıştırdı, kendisini ‘Bu kıyafet fena değil’, ‘Bu çok yakıştı’

demekten alıkoydu, ve onun yerine konuştu. “Dur, dur, şimdi tartışacak


zaman değil. Rüzgar Ustası konuştuğu her an bir adım daha uzaklaşıyor ve
ne kadar uzaklaşırsa bulması o kadar zor olacak.”

Shi Qing Xuan üzüntüyle inledi. “Diyorum ki, beni bulmanız sahiden o
kadar zor mu? Elli, altmış

adımdan fazla atmış olamayız? Yüz adım olamaz ve o kadar hızlı bile
yürümüyoruz!!!”

Yüz adımdan fazla değil miydi? Ming Yi hemen öne çıktı, sokağın bir
kenarında kaybolmuştu. Kısa bir süre sonra Rüzgar ve Su Tapınağının
önünde şimşek gibi belirmişti. “Burada yok!”

Lanetledi. “Mesafe Kısaltma Rünü!” Xie Lian haykırdı.


Boş Lafların Saygın Efendisi tapınaktaki kaosu kullanarak Su Ustasını
dışarıya çektikten sonra muhtemelen Mesafe Kısaltma Rününü kullanmış
ve onları başka bir yere götürmüştü. Yoksa yüz adım mesafedeki bir alanda
olsalar onları kolayca bulurlardı. Rün bir kez işledikten sonra, kim bilir
nereye gitmişlerdi? Rüzgar Ustasını aramak samanlıkta iğne aramaktan
farksızdı!

Bu noktada dikkatsiz davranmaya cüret edemezlerdi, Xie Lian hemen


konuşmaya başladı. “Cennete durumu bildireceğim.”

Ancak Shi Qing Xuan onu hemen durdurdu. “Bekle! Ekselansları sakın
gitme! Bunu sır olarak saklamaya söz vermiştin. Abimin üçüncü musibeti
yaklaşıyor. Üçüncüsü oldukça önemli, şu anda dikkati dağılamaz!”

Ming Yi. “Böyle devam edersen ben şimdi seni cennet musibetinden
geçiririm.”

Shi Qing Xuan öfkelenmişti. “Hayır dedim ve sözümün arkasındayım.


Abimi dikkatle izleyen kaç göz var biliyor musunuz? Bu yaratık kesinlikle
bu günü kasten seçti, onun amacına ulaşmasına izin vermeyeceğim! Asla!
Ölsem ve kemiklerim çürüse bile yine de abim önündeki sınavı geçtikten
sonra gömüleceğim!”

Bir an sonra Ming Yi merhamet etti. “Tamam. İyi.”

Xie Lian tetikteydi ve ses tonunda bastırılmış bir öfke sezinledi ve bir de
daha önce hiç yüzeye çıkmamış yoğun bir duygu, bu Xie Lian’ın tedirgin
olmasına neden olmuştu. Herhangi bir sorun çıkmasını istemediği için araya
girdi. “Rüzgar Ustası, yaratık hala yanında ilerliyor değil mi?”

“Evet.” Shi Qing Xuan yanıtladı. “Kolumdan çekiyor.”

“Vücudunda dikkat çeken bir şey var mı? Tuhaf bir kötülük enerjisi veya
belirgin bir koku, his, herhangi bir şey?” Xie Lian sordu.

“Hayır. Hiçbiri yok.”


“Peki ya etrafında? Ayağının altındaki patika sarp mı yoksa düzgün mü?
Hiçbir şeye bastın mı veya bir şeyleri tekmeledin mi?” Xie Lian etrafından
yola çıkarak genel bir alan belirlemek istiyordu.

“Yol baya tuhaf!” Shi Qing Xuan devam etti. “Çok yumuşak, çok hafif,
sanki bulutlar gibi.”

“…”

Xie Lian içinden, Muhtemelen korkudan bacakların titriyor…, diye geçirdi.

Shi Qing Xuan’ın beş duyusundan ikisi mühürlenmişti; bir ipucu


yakalamaları çok zordu ve muhtemelen yanlış çıkardı. Her ne kadar Hua
Cheng her zaman yanlarında sakin bir halde gösteriyi izliyor olsa da, buraya
sadece eğlenmek için gelmişti; Shi Qing Xuan’a karşı hiçbir samimiyet
duymuyordu ve hayalet diyardan birisi olarak bir cennet mensubuna yardım
etmesini gerektiren hiçbir şey söz konusu değildi. İkincisi Xie Lian sürekli
onu uğraştırmak ve yardım istemek istemiyordu.

Bu nedenle kendisini toparladı ve konuşmaya başladı. “Rüzgar Ustası,


hemen yaratıktan uzaklaşmanı sağlayacak bir yöntem var. Ama iznine
ihtiyacım var.”

Shi Qing Xuan hemen yanıtladı. “Tamam! İzni verdim!”

Ancak Hua Cheng aniden durdu. “Ruh Değiştirme Büyüsü mü?”

“Ne?”

Xie Lian cevapladı. “Evet öyle. Ruh Değiştirme Büyüsü!”

Ruh Değiştirme Büyüsü tam olarak isminde söylendiği gibiydi ve ruhların


yerlerini değiştirirdi. Kişi kendi gözlerini kullanarak diğerinin gözlerinden
görürdü. Bu büyü sık kullanılmazdı; ilk olarak çok miktarda ruhani güç
harcadığı içindi, ikincisi, pek az kişi kendi bedeninin kontrolünü bırakmaya
gönüllü olurdu. Hua Cheng’in ifadesi ciddileşti. “Gege, ihtiyat.”

Shi Qing Xuan sordu. “Eğer seninle yüzleşirse ne yapacaksın?”


Xie Lian yanıtladı. “Ben ondan korkmuyorum, bu yüzden hiçbir şey.”

Ming Yi. “Yap şunu.”

Hua Cheng ise tekrar bastırdı. “Gege, lütfen tekrar düşün.”

Aniden Shi Qing Xuan konuştu. “Durdu.”

Bunu duyunca Xie Lian iletişim rününden bağırdı. “Tereddüt etmeye


vaktimiz yok! Şimdi!”

Shi Qing Xuan dişlerini sıktı. “Artık her şey sana bağlı Ekselansları!”

“Pekala!”

Sözlerini bitirdiği anda gözlerini kapattı ve bedeni aniden tüy kadar


hafifledi, öyle ki cennete doğru uçuyor gibiydi; ansızın inanılmaz ağırlaştı,
öyle ki toprağa çökecekti. Mide bulandırıcı çalkantıların ardından en
sonunda hisleri geri gelmişti. Kendisini toparladı ama gözlerini kapalı tuttu.
Ancak kulakları hiçbir şey duymuyordu.

Kolunda bir el vardı, öylece duruyordu.

Xie Lian hemen gözlerini açtı, bir eliyle kulak tıkaçlarını çıkartırken diğeri
fırladı ve Boş Lafların Saygın Efendisini yakaladı. Gülümsedi. “Merhaba.”

Shi Qing Xuan’ın gözleri uzun zamandır kapalıydı ve etraf kapkaranlıktı,


bu nedenle Xie Lian bu bedenin gözlerini açtığında henüz karanlığa
alışamamışlardı ve hiçbir şey göremiyordu. Ancak bir şey onu tutarken bir
anda kendisi onu yakalamıştı. RuoYe yoktu bu yüzden Xie Lian el bağlama
büyüsü yaptı ve yaratığın ellerini kaçmak için bir büyü kullanamasın diye
mühürledi.

İletişim rününde Shi Qing Xuan’ın sesi duyuldu. “Ekselansları! İyi misin?
Belki de geri dönseniz ve ben kendi yerime geçsem daha iyi olur!!!”

Görünüşe göre Shi Qing Xuan da güvenle onun bedenine geçmişti. Xie
Lian’ın elleri Boş Lafların Saygın Efendisini sıkıca yakalamıştı ve bacağı
hareket etti, otuzdan fazla tekme attı. “Ben iyiyim!” Sadece ruhlar yer
değiştirdiği için, alışmak için zaman ihtiyacı vardı. Alıştıktan sonra
hamleleri daha ölümcül olacaktı.

“Ekselansları, benim ruhani silahlarımı kullanabilmek için gerekli olan


efsunları söyleyeyim, istediğin kadar ruhani güç kullan, hiç kendini tutma!”

Xie Lian’ın sallayabileceği bir kılıcı yoktu bu nedenle Rüzgar Ustası


yelpazesini açtı. “Tamam!”

Ardından Shi Qing Xuan ekledi. “Kadına dönüşmek için gerekli olan
büyüyü de söyleyeyim, kadın formumda daha güçlüyüm!”

Xie Lian kararlılıkla reddetti. “Hayır. Gerekli değil.”

Hua Cheng usulca konuştu. “Gege, çabuk bana etrafında neler olduğunu
söyle. Bana nerede olduğunu söyle.”

“Hayır.” Ming Yi. “Önce bize dövüştüğün şeyin ne olduğunu söyle.”

Birkaç mübadelenin ardından Xie Lian’ın gözleri yavaş yavaş karanlık


ortama alışmaya başlamıştı.

Gözleri kıstı ve önündeki karanlık gölgeye baktı.

Çevirmen: Nynaeve

Not: Ben şok, Ming Yi bilmem kaç bölümdür hiçbir şey yemedi! Xie Lian
adamı en sevdiği şey olan yemekten soğuttu galiba.

Bölüm 111: Saygınla Dövüşmek, Veliaht Prens Rüzgar Ustasının Yerine


Geçiyor Ancak her ne kadar etrafındaki ağaçların ve dalların şekillerini
seçebilse de, ne yaparsa yapsın karanlık gölgenin yüzünü çıkartamıyordu,
sanki tüm bedenini saran şeytani siyah bir dumandan bulut var gibiydi.

Rüzgar Ustasının yelpazesi birinci sınıf bir ruhani eşyaydı; kötülüğü üfleyip
uzaklaştırabilir ve dünyaya düzen getirebilirdi. Shi Qing Xuan’ın ona
söylediği büyülü anahtarı Xie Lian aklından geçirdi ve yelpazeyi salladı.
Bir hortum hemen yerden esti, ıslık çalıyor ve etraflarındaki ağaçları
sallıyordu, ve hatta birkaç küçük, zayıf fidan köklerinden sökülmüştü,
görülmeye değer bir gücü vardı. Ne yazık ki rüzgar esintisi biraz hedefi
şaşmıştı ve doğru kişiyi tutturamamıştı.

Ruhani eşyalar kullanılması kolay şeyler değillerdi. Sonuçta Rüzgar


Ustasının Yelpazesinin sahibi o değildi, ve doğal olarak Shi Qing Xuan
kadar kolay kontrol edemiyordu. Hem açısı hem kullanması gereken güç
miktarını ayarlamak güçtü; ya çok güçlü ya çok zayıf kalıyordu, ya
ıskalıyor ya arkaya gidiyordu. Bunu fark ettikten sonra Xie Lian
tereddütsüz bir şekilde pes etti ve yöntem değiştirdi, yelpazesini kapattı ve
delicesine karşısındakinin zayıf noktalarına hamle ederken doğrudan bir
saldırı silahı olarak kullanmaya başladı. Ardından bir hışırtı sesiyle,
yelpazenin kenarına ruhani bir hale ışıltısı yaydı ve jilet kadar keskin çelik
bir bıçağa dönüştürdü, havayı keserken ışıltısı ürpertiyordu.

Shi Qing Xuan muhtemelen neler olduğunu anlamıştı ve çaresizlik


içerisinde haykırdı. “EKSELANSLARI SENİN NEYİN VAR! O BENİM
RUHANİ EŞYAM! BİR SAVAŞ SİLAHI OLARAK KULLANDIĞINA
İNANAMIYORUM! TANRININ LÜTFUNU NASIL HARCAMAK BU
BÖYLE!!!”

Savaş Tanrılarının hepsinde olan sorunlu alışkanlık buydu işte. Bir yandan
meşgulken Xie Lian bir anını ayırarak düz bir şekilde söyledi. “Hepsi aynı.
Hiçbir farkı yok!”

Hua Cheng’in sesi sert bir hal aldı. “Gege!”

Xie Lian onun ne için seslendiğini biliyordu ve savaşırken hızlı bir şekilde
etrafını taradı. Dağlar ve nehirler vardı, kuleler ve köşkler, dikkat çeken
hiçbir şey yoktu ve sahiden nerede olduğunu çıkartamıyordu. Boş Lafların
Saygın Efendisi hareketlerini fark etmişti ve muhtemelen amacını anlamıştı.
“Sen Shi Qing Xuan değilsin.”

Xie Lian’ın saldırıları hiç duraksamadı ama aklı hızla çalışıyordu,


Normalde Ruh Değiştirme Büyüsünün yapıldığını bu kadar çabuk fark
etmemeliydi, nasıl hemen Shi Qing Xuan olmadığımı nasıl anlayabildi?

Pekala. Devam edelim!


Savaşma tarzı umursamaz ve duygusuzdu; Boş Lafların Saygın Efendisi de
artık daha fazla dayak yemeye dayanamıyor gibiydi ve konuşmaya başladı.
“Hemen şimdi düşeceksin!”

Sahiden de doğrudan Xie Lian hakkında lanetli kehanetlerde bulunmaya


başlamıştı. Ancak sanki Xie Lian hiçbir şey duymamış gibiydi ve sadece
daha güçlü saldırdı. Boş Lafların Saygın Efendisi tekrar konuştu. “Bu
savaşta yenileceksin!”

Xie Lian kahkaha attı. “Sekiz yüz yıl önce zaten yenilmiştim, birkaç tur
daha kaybetmek benim için bir hiç. Daha ne kadar yenilebilirim? Pes et!
Söylediğin hiçbir şey üzerimde işe yaramayacak.”

“Gege,” Hua Cheng seslendi. “Eğer nerede olduğunu belirleyemezsen, o


zaman Rüzgar Ustasının yelpazesiyle yerden yükseliver ve nerede olduğunu
anlarsın!”

Ne tesadüf. Xie Lian da tam olarak aynı şeyi düşünüyordu. “Pekala!” ve


tam elini kaldırmak üzereyken aniden Boş Lafların Saygın Efendisi tüyler
ürpertici bir kahkaha attı. “Birisi mi geliyor?”

Xie Lian nedense irkilmişti ve sahiden de yaratık sözlerine devam etti.


“Merak etme, seni bulmak için gelen kişinin gözlerin önünde ölümünü açık
bir şekilde seyredeceksin!”

Bunu duyunca Xie Lian daha fazla gülemedi. Kalbi sanki yere atılmıştı ve
nefes alış verişi bile bir an için durdu.

Bir an sonra ise yüksek sesle bağırdı. “KAPA ÇENENİ!”

Anında elli ağır tekme Boş Lafların Saygın Efendisinin üzerine inmişti, her
biri başını hedef almıştı ve saldırısı nedeniyle yaratık zar zor
konuşabiliyordu, ama yine iç çekti. Tatmin dolu bir iç çekişti, sanki
muazzam bir tat almıştı ve soğuk bir kahkaha attı. Yanlışlıkla gardını
indiren Xie Lian onun istediğine ulaşmasına izin vermişti.

Ancak Xie Lian’ın hiçbir şeyi fark edecek hali yoktu, yaratığın sözleri
sahiden kalbini hedef alan vahşi bir saldırıydı. Hua Cheng’in ‘önünde ölme’
ihtimalinin yaratığın söylediği kadar kolay olmadığını bilse de, Hua Cheng
çoktan ölmüş olsa da, yine de derinlerde, kontrol edilemez bir korku kök
salmıştı.

Böyle bir şeyi duymaya bile tahammül edemediğini fark etti.

Her ne kadar iletişim rünündekiler herhangi bir şey fark etmemiş olsalar da,
Hua Cheng sanki telepati kurmuş ve irkilmişti. “Gege? Sana bir şey mi
söylüyor?”

Xie Lian cevapladı. “Saçmalıyor… Hayır! Hiçbir şey söylemedi.”

Hua Cheng hemen anlamıştı ve lanetledi. “Canına susamış! Bana nerede


olduğunu söyle hemen geleyim!”

Xie Lian hemen. “Gerek yok, buraya gelme. Kesinlikle buraya gelme!”

“Araya girdiğim için üzgünüm.” Shi Qing Xuan konuştu. “Bence, siz ikiniz
sahiden birbirinizin sözel parolalarınızı biliyorsunuz değil mi? Ekselansları
fark etmedin mi? Yanlış ründesin, yanlış rün!”

Xie Lian ancak o söyleyince Ruh Değiştirme Büyüsünü kullandığından beri


Hua Cheng’in ona söylediği her sözün kişisel rünlerinden geldiğini, ama o
dövüşmeye odaklandığı ve bir de zihni karmakarışık olduğu için fark
etmemiş ve doğrudan ana ruhani iletişim rünlerini kullanmıştı. Şimdi,
birbirleriyle özel bir şekilde iletişim kurdukları apaçık ifşa olmuştu.

Ancak utanmaya vakit yoktu, Xie Lian tekrar konuştu. “Önemli bir şey
değil. Bana bir iki dakika verin, bu şeyle işim biter!” Sonrasında tekrar
kulaklarını tıkadı ve saldırıları daha da vahşi bir hal aldı, sadece Boş
Lafların Saygın Efendisini yok etmeye odaklanmıştı. Ancak Fu Gu
kasabasında, Hua Cheng’in onun sözlerini duyduktan sonra elini
kaldırdığından ve vurarak Ming Yi’yi yerin üç kat altına gömdüğünden
bihaberdi. Ardından hemen Xie Lian’ın bedeninde olan Shi Qing Xuan’a
dönmüştü. “Bedenine geri dön.”

Shi Qing Xuan zaten çoktan geri dönmeyi planlamıştı, ama önündeki
manzarayı görünce aceleyle lafa girdi. “Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuru, sen
ne yapıyorsun! Hemen geri döneceğim. Ekselansları bana yardım ediyor, bu
nedenle bana vurman daha mantıklı olurdu, neden Ming-Xiong’a
vuruyorsun!”

Ama kelimeler ağzından çıktığı anda aslında Xie Lian’ın bedeninde


olduğunu fark etti, elbette Hua Cheng ona vurmazdı. Eğer birisine vurmak
istiyorsa, bu kişi sadece Ming Yi olabilirdi.

Diğer yandan Xie Lian savaşa dalmıştı, ama aniden Shi Qing Xuan’ın
iletişim rününden bağırdığını duydu. “Ekselansları, lütfen kulakları daha
sıkı tıkayıp biraz daha uzaklaşır mısın? Bedenime geri dönüyorum!”

Xie Lian sordu. “Rüzgar Ustası, emin misin?”

Shi Qing Xuan cevapladı. “Dövüşemem ama yine de kaçabilirim.”

Böylece Xie Lian Boş Lafların Saygın Efendisine son bir tekme attı,
yaratığın metrelerce uzağa gitmesine neden olmuştu, ardından tüm hızıyla
kaçtı ama bir an sonra durdu. “Bir dakika, kaçmana gerek yok! Senin için
bir koruyucu rün hazırlayayım! Rüzgar Ustası üzerinde herhangi bir ruhani
koruma eşyası bulunur mu? Eğer yoksa, değerli taşlar ve hazineler de işe
yarar!”

Onu duyunca Shi Qing Xuan hemen cevapladı. “Hazine mi? Var. Boynumu
yokla, orada bir uzun yaşam madalyonu var, o olur mu?”

Xie Lian yokladı ve sahiden Shi Qing Xuan’ın uzun altın bir uzun yaşam
madalyonu taktığını fark etti, altın ışıltısı zarif ve gösterişliydi. Xie Lian
sevinmişti. “Evet. Bu ender bir hazine, harika!”

“Sahi mi?” Shi Qing Xuan. “Dahası da var: belimdeki yeşim kemer,
parmağımdaki kantaşı yüzük, botlarımda da biraz inci var, fırçamın sandal
ağacı sapı da senden eskidir, ah, ve fırçanın tüyleri de nadir şeylerdi sanki,
bir tür ruhani yaratıktan yolmuşlardı…” Bir nefeste yedi sekiz tane nesne
söylemişti, ardından devam etti. “Her neyse, Ekselansları bir baksın ve
üzerimde kullanılabilecek bir şey var mı karar versin.”

“…”
Evet kullanılabilirlerdi. Ve hepsi son derece nadide parçalardı!

Xie Lian şok olmuştu; Zenginlik Tanrısından da bu beklenirdi, Su Ustasının


küçük kardeşinden de bu beklenirdi! Konuştu. “Hepsi kullanılabilir. Rünü
işlemek için yakınlarda bir ev bulacağım. Geri döndüğün zaman kulak
tıkaçlarını çıkartma ve dışarıya bakma. Evde kal, dışarıya çıkma ve bizim
gelmemizi bekle!”

Shi Qing Xuan hıçkırıklara boğulacaktı. “EKSELANSLARI NE KADAR


GÜVENİLİRSİN BÖYLE!!! TEŞEKKÜR

EDERİM! Bugünden itibaren en yakın ikinci arkadaşımsın. Şu andan


itibaren bu Rüzgar Ustası hiçbir iyiliğini unutmayacak!”

Xie Lian gülse mi ağlasa mı bilemiyordu ve nazikçe cevapladı. “Teşekkür


ederim!”

Konuşmaları sırasında Boş Lafların Saygın Efendisi uzaklarda kalmıştı.


Etrafına bakan Xie Lian yakınlarda küçük bir köşk buldu içeriye girdi, elini
sallamasıyla tüm kapıları ve pencereleri kapattı ve kilitledi. Altın uzun
ömür madalyonunu kapının mandalına sardı, büyü için parmağını deldi
ardından hazinelerin hepsini belli bir düzende koyarak kanlı rünü çizmeye
başladı. Tüm bunların hepsi çok kısa bir sürede tamamlanmıştı ve en
sonunda odanın ortasına oturdu, gözlerini kapattı. “Bir, iki, üç. RUH

DEĞİŞTİRME BÜYÜSÜ – GERİ DÖN!”

Sanki birden tekrar gökyüzüne atılmış ve ardından derinlere batmıştı. Bir


çalkalanma dalgası ardından Xie Lian bir kez daha ayaklarının yere
değdiğini hissetti. Dengesini sağlayamadı, düşmek üzereydi, ama düşmeden
bir çift el onu yakaladı ve destek oldu. Gözlerini açtı ve başının üzerinden
Hua Cheng’in sesini duydu, karanlık ve kasvetliydi. “Gege, bence
yaptıklarını açıklasan iyi olur.”

Xie Lian koluna tutundu ve dengesini sağladı. Tam konuşmak üzereydi ki


aniden bir eksiklik olduğunu fark etti ve sordu. “Toprak Ustası nerede?”

Hua Cheng. “Kim bilir.”


Xie Lian şaşırmıştı. “Kim bilir mi?” Ardından diğer tarafa baktı ve yerde
insan şeklinde bir çukur gördü, Ming Yi yavaşta o çukurdan
tırmanmaktaydı.

Konuşmayı bıraktı, bir an için nutku tutulmuştu. Ruhani iletişim rününden


Shi Qing Xuan’ın sesi duyuldu. “Ne?”

Xie Lian gerildi. “Geldi mi?”

Shi Qing Xuan’ın onca değerli eşyasını ründe kullanarak, savunmasının


yıkılmaz olduğundan emin olmuştu, Boş Lafların Saygın Efendisi içeriye
girememeliydi. Çok güçlü olsa bile, yine de zaman almalıydı. Ancak Shi
Qing Xuan. “Hayır hayır hayır. Ekselansları rünün sahiden çok etkileyici,
dağlar kadar sağlam, güvende hissettiriyor. Bence o yaratık üç gün üç
gecede içeriye giremez. Sadece… Bu yere inanamıyorum.”

Xie Lian sordu. “Neresi? Tanıdın mı?”

“Elbette tanıdım.” Shi Qing Xuan cevapladı. “Burası Basamaklı Şarap


Terası. Benim yükseldiğim yer.”

Xie Lian şaşırmıştı, Basamaklı Şarap Terası mı?

Shi Qing Xuan görünüşe göre odada bir tur atmıştı ve tekrar kati bir şekilde
söyledi. “Evet öyle. Birkaç on yılda bir buraya gelirim hep. Yanılmıyorum.”

Boş Lafların Saygın Efendisinin hemen bedenin içindekinin gerçek Shi


Qing Xuan olmadığını anlamasına şaşmamalıydı. Eğer kendisi olsaydı tek
bir bakışla Basamaklı Şarap Terasında olduğunu anlardı ve emin olmak için
etrafına bakması gerekmezdi.

Ming Yi ise çukurdan çıktığından beri yere oturmuş ve çömelerek rün


çizmeye başlamıştı. Birkaç çizgi daha ekledikten sonra ise, aniden elini
kaldırdı ve rünü tümden yok etti. Hua Cheng’in gözleri hemen buz kesti,
Xie Lian da şaşırmıştı. “Toprak Ustası ne yapıyorsun?”

Ming Yi tekrar ayaklandı. “Mesafe Kısaltma Rünü artık işe yaramıyor.


Yürümemiz gerek.”
Xie Lian feryat etti. “Ne demek artık işe yaramıyor?”

“Anlamı şu, birisi ya da bir şey Basamaklı Şarap Terasının yakınlarındaki


tüm Mesafe Kısaltma Rünü bağlantı noktalarını yok etti. Hayır, tüm
bölgenin bağlantı noktaları yok edildi.”

Kısa bir süre önce Shi Qing Xuan açıkça Mesafe Kısaltma Rünü sayesinde
Basamaklı Şarap Terasına getirilmişti, ama görünüşe göre Shi Qing Xuan
kendisini köşkün içine kapattığı anda Boş Lafların Saygın Efendisi hemen
tepki vermiş ve onları yavaşlatmak amacıyla bir şeyler yapmıştı. Bunun
dağı geçmek için kullanılan patikaları yok etmekten hiçbir farkı yoktu. Şu
anda hiç kimse Basamaklı Şarap Terasına yaklaşmak için Mesafe Kısaltma
Rünü kullanamazdı.

“Eğer şimdi çıkarsak, oraya varmamız ne kadar sürecek?” Xie Lian sordu.

Ming Yi ise çoktan dönmüş ve yürümeye başlamıştı. “Bir saat!”

Xie Lian iletişim rününden seslendi. “Rüzgar Ustası, şimdi yola çıkıyoruz.
Gelmemizi bekle yeter. Eğer kapını birisi, kesinlikle açma.”

“Tamam tamam tamam. Elbette.” Shi Qing Xuan. “Söylemesen de


açmazdım zaten. Beni üç yaşında, kapıyı her gelene açacak bir çocuk
sanma. Şimdi Beyler, lütfen acele edin, olur mu?!”

Şanslarına Fu Gu kasabası ve Basamaklı Şarap Terası dünyanın öbür ucu


değildi ve kabul edilebilir bir mesafedeydiler. Eğer acele ederlerse
zamanında yetişirlerdi. Üçü hemen yola çıktılar. Yolda, Xie Lian ruhani
güçlerini kontrol etti ve Ruh Değiştirme Büyüsünün sahiden büyük bir
kısmını yaktığını fark etti, Hua Cheng’in ona verdiği gücün yarısından
çoğunu tüketmişti.

Hua Cheng hareketlerini fark etti ve sordu. “Gege, biraz daha mı lazım?”

Xie Lian hemen başını iki yana salladı. “Hayır. Öncesindeki cömertliğin
için sahiden çok teşekkür ederim San Lang.”
“Bir şey değil.” Hua Cheng. “Daha önce de söyledim, istediğin kadar
verebilirim.” Bir an durduktan sonra yarı şaka yapar halde ekledi. “Ama
gege borcunu öderken, payımı ilgi olarak geri alabilir miyim?”

Xie Lian nazikçe boğazını temizledi, muhtemelen asla geri ödeyemeyecek


olmasıyla ilgili bir mesele olduğunu düşünüyordu, ama elbette sözleri yine
arsızdı. “Evet… tabi.”

Her ne kadar bir saat sürmesi gerekse de, üçü de ölümlü değillerdi ve acil
bir durum söz konusuydu, bu nedenle doğal olarak daha hızlı gitmişlerdi.
Basamaklı Şarap Terasına geldiklerinde, Xie Lian etrafına baktı ve sahiden
de biraz öncesiyle aynı yerde olduğunu fark etti. Etrafları Rüzgar Ustasının
yelpazesini yanlış kullanmasının yarattığı kaotik dağınıklıkla çevriliydi;
yelpaze onu kontrolünü reddetmiş ve ağaçlara, dallara esmişti, Xie Lian
biraz utanmaya başladı.

“Ekselansları, rünü hangi binaya kurmuştun? Hatırlıyor musun?” Ming Yi


sormuştu.

Elbette Xie Lian hatırlıyordu ve kendisi de dikkatli bir şekilde aramaktaydı.


Kısa bir süre sonra gözleri ışıldadı ve işaret etti. “Şuradaki küçük köşk.”

Üçü küçük köşke doğru ilerlediler; yaklaştıkça daha da rahatlıyorlardı,


sanki bir umut ışığı görmüşlerdi. Ancak yaklaştıkları gibi Xie Lian’ın
gözleri ardına dek açıldı.

Küçük köşkün kapıları açıktı, dondurucu gecede bir geri bir ileri sallanırken
ürpertici bir şekilde gıcırdıyorlardı.

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 112: Hayaleti Karşılamak İçin Kapılar Açık, Toprağa Bir


Hapishane Çizilmiş

“…”

“Nerede?” İlk Xie Lian konuştu.


Üçü küçük köşke girmişlerdi ve binada hiç kimse yoktu. Türlü ruhani eşya
ve hazineler hala öncesinde koyduğu yerdeydi, sadece, kapılar açıldıktan
sonra hepsi işe yaramaz hale geliyordu. Xie Lian iletişim rününden bağırdı.
“RÜZGAR USTASI? NEREDESİN?”

Yolda gelirken koşuşturmaya odaklandıkları ve ayrıca Shi Qing Xuan son


derece endişeli olduğu için, düşünmeyi ve saçmalamayı bırakarak, kendisini
korkutmaktan vazgeçsin diye sakinleşmesi için meditasyon yapmasını
öneren Xie Lian olmuştu. Shi Qing Xuan da bunun çok mantıklı olduğunu
düşünmüş ve yavaş yavaş konuşmayı bırakmıştı, bu nedenle onlara cevap
vermemesini anormal bulmamışlardı. Bu nedenle Xie Lian da bir tuhaflık
olduğunu düşünmemişti, ama şimdi ne kadar bağırırsa bağırsın cevap yoktu
ve hepsinin içini bir korku sarmıştı. Böyle bir durumda sadece iki ihtimal
olabilirdi: ya Shi Qing Xuan bilerek cevap vermiyordu ya da bilincini
kaybetmişti.

Rüzgar Ustasının üzerinde on kadar ruhani eşya ve hazine vardı, her biri
ender ve seçkindi, ve her biri Xie Lian tarafından bir rün oluşturmak için
kullanılmıştı, dışarıdaki hiçbir şey içeriye kolayca girememeliydi.
Yapılabilecek olsa bile, Shi Qing Xuan’ın dediği gibi, aşılabilmesi en az üç
gün üç gece sürerdi ve ardında bir iz bırakmaması da imkansızdı. Ancak
görünüşe göre, küçük köşkün tüm kapıları ve pencereleri yerindeydi, ne
kazılmış tüneller ne merdivenler vardı. Xie Lian tekrar girişe gitti ve
yerdeki altın madalyonu aldı, yakından baktı. “Kapıyı kendisi açmış.”

Her ne kadar açıkça kısa bir süre sonra yanına varacak olsalar da, bir
nedenden dolayı son dakikada kendisine bir çıkmaz mı aramıştı?

Ming Yi usulca. “Belki de kapıdaki biziz sanmıştır?”

Bunu duyunca aniden Xie Lian’ın zihninde berbat bir düşünce filizlendi:
Küçük köşkün dışarısından üç kişi gelmişti birisi onun, birisi Hua Cheng’in
ve birisi Ming Yi’nin görüntüsüne sahipti ve kapıyı çalmışlardı. Köşkte,
sevinçten havalara uçan Shi Qing Xuan hemen kapıları açmıştı ve o üç
‘kişi’ hemen etrafını sarmış, ona tüyler ürpertici gülüşleriyle bakmışlardı.
Shi Qing Xuan’ın elindeki altın madalyon ayaklarının yanına bir daha asla
alınmamak üzere düşmüştü.
Xie Lian hemen başını iki yana salladı. “İmkansız. Boş Lafların Saygın
Efendisinin sahte görünüşlere bürünebilme yeteneği olduğunu
duymamıştım.”

Ming Yi. “Belki yardım çağırmıştır.”

Xie Lian bir an düşündü ama katılmıyordu. “Bugün karşılaştığımız her şey
çok ani ve kestirilemez oldu.

Bundan öncesinde Rüzgar Ustasını korumak için bir rün çizmek aklımıza
gelmemişti, bu nedenle bu kadar hızlı bir şekilde ona yardım edecek
hayaletler bulamaz. Ayrıca, Rüzgar Ustasına vardığımız zaman onu iletişim
rününden haberdar edeceğimizi söylememiş miydik? Kapının dışındaki
kişilerin gerçek mi sahte mi olduğunu sadece sorarak öğrenebilirdi, nasıl bu
kadar kolay kandırılsın?”

Bu noktaya gelince Xie Lian aniden durdu, ardından mırıldanmaya başladı.


“Tabi tanıdığı birisi ona kapıları açmasını söylemediyse.”

“Tanıdığı biri mi?” Ming Yi sorguladı. “Nasıl yani?”

Bu sırada Hua Cheng söze girdi. “Kulakları tıkalıydı. Duyamaz.”

Xie Lian hemen onun koluna yapıştı ve haykırdı. “Çok iyi dedin San Lang!
Tam olarak bu nedenle tanıdığı birisi olması gerekiyor. Rüzgar Ustasının
kulakları tıkalı olduğu için, dışarıdan gelen hiçbir şeyi duyamaz! Kulak
tıkacını çıkarmadığı sürece tabi ama bunu neden yapsın ki? O kadar çok
korkuyordu ki çıkartamadan ölebilirdi. Bu nedenle onu kandırıp kapıyı
açmasını sağlayabilecek tek bir yol var.”

Kişisel iletişim rünü!

Xie Lian’ın konuşması hızlandı. “Bunun anlamı, biz gelene kadar, birisi
gizlice Rüzgar Ustasıyla iletişime geçti ve ona kapıları açmasını sağlayacak
bir şey söyledi. Eğer samimi olduğu birisi olmasa Rüzgar Ustasının sözel
parolasını bilemezdi. Cennet mensuplarının tüm sözel parolaları iyi korunan
sırlardı, dışarıdan kimse bilmez ve özellikle de Boş Lafların Saygın
Efendisi gibi iblisler ve canavarlar.
Ayrıca çok güvendiği birisi olmalı, yoksa düşünmeden kapıları açmazdı.”

“Ya da,” Hua Cheng. “kendisi bu kişiyi tanımıyordu ama gelen onu
tanıyordu ve ona kapıları açmaktan başka çare bırakmayan bir şey söyledi.”

Xie Lian ihtimali dikkatle düşündü ve konuştu. “Teknik olarak, sözel


parolasını bildiğimiz sürece hala Rüzgar Ustasıyla konuşabilir, ama aniden
garip bir ses konuşursa, Rüzgar Ustası bir tuhaflık olduğunu düşünmez
miydi? Duyduğu anda bize iletişim rününden haber verirdi. Bu gizemli kişi
daha ilk iletişime geçtiğinde onu donduracak bir şey söylemediği sürece
tabi. Ama ne söylemiş olabilir ki?”

“Tehdit mi?” Ming Yi tahmin yürüttü.

“Nasıl bir tehdit? ‘Eğer dışarıya çıkmazsa, abine seni rahatsız etmek için
geri döndüğümü söylerim’

mi?” Xie Lian hemen bu düşünceyi bir kenara attı. “Pek mümkün
görünmüyor.”

Boş Lafların Saygın Efendisi, Shi Qing Xuan’ın çekincelerinden haberdar


olmamalıydı. Ayrıca, bir cennet mensubu değildi, o zaman nasıl Su Ustasını
hemen olanlardan haberdar edebilecekti ki? Bir saat içerisinde yanına
varacaklardı, ama Shi Qing Xuan o kadar bile bekleyememişti. Günün
sonunda, bu yaratığın Su Ustasına karşı kazanıp kazanmaması problem
değildi. Unutulmaması gerekir ki, hiç Shi Wu Du’yu rahatsız etmemişti;
gözleri sadece Shi Qing Xuan’ın üzerindeydi, özellikle alt daldaki meyveye
uzanıyordu. Saygın’ın kendisinin de Su Ustasından korktuğuna şüphe
yoktu, bu nedenle onu doğrudan kışkırtmaya cüret edemiyordu.

Ming Yi. “Bir saat daha arayalım.”

Xie Lian ne söylemek istediğini anlamıştı ve başını salladı. “Pekala. Eğer


bir saat içerisinde onu bulamazsak, Rüzgar Ustası ne kadar karşı çıkarsa
çıksın Su Ustası durumdan haberdar edilmeli.

Dağılalım! Biz bu tarafı arayacağız ve Toprak Ustası lütfen sen de diğer


tarafa bak.”
Ming Yi arkasını döndü ve tek kelime etmeden gitti. Xie Lian ararken hafif
bir koşu tutturmuştu ve ruhani iletişim rününden Shi Qing Xuan’a
seslenmeyi hiç bırakmamıştı, ama ölüm sessizliği hiç değişmedi.

Hua Cheng sordu. “Nasıl gidiyor?”

Xie Lian başını iki yana salladı. “Hala cevap yok.”

Zihnindeki korku ve endişe gittikçe ağırlaşıyordu. Oda oda tüm köşkteki


her binayı aradı ve yakınlardaki neredeyse her köşke girdi, ancak hiçbir iz
yoktu.

Kısa bir süre sonra ikisi bölgedeki en yüksek köşke geldiler. Köşk açıkça
etraftaki binaların yıldızıydı, merkezdeydi. Pek çok kez yenilenmiş,
görkemli ve etkileyiciydi, duvarlarına pek çok şiirsel dize

yazılmıştı. Xie Lian mekanın ‘Basamaklı Şarap Terası’ tabelasına bakmak


için başını kaldırdığında yüksek sesle merak etti. “Bu ‘Şarap Dolduran
Genç Lordu’ mu?”

“Evet öyle.” Hua Cheng cevapladı. “Burası ‘Şarap Dolduran Genç Lord’un
gerçek adresi.”

Xie Lian ona baktı. “O zaman sahiden doğru mu?”

“Evet.” Hua Cheng yanıtladı, ardından kısaca açıkladı. Görünüşe göre,


efsanelerde Shi Qing Xuan hala bir ölümlüyken, çalıştıktan sonra sık sık
buraya içmek için gelirmiş, sarhoş bir halde terasın üzerine yayılırmış,
mutlu ve kaygısızmış. Bir gün aşağıdan, sık sık iyi köylüleri rahatsız eden
kötü niyetli bir dolandırıcı geçmiş ve Shi Qing Xuan onu gördüğünde ilgisiz
bir halde bardağındaki lezzetli şarabı dökmüş ve küçük bir büyü yapmış.
Şarap doğrudan dolandırıcının başına dökülmüş ve onu bayılmış.

Ardından Shi Qing Xuan Shi Wu Du tarafından vekil general olarak


atanınca, yine ölümlü diyarı sevmeye ve önceki gibi bu yerde içmeye
devam etmiş. Yükseldiği gün de içiyormuş.
İçerken yükselmek kulağa saçma geliyordu, ama aslında pekte önemli bir
şey değildi. Bazen fırsat insanın karşısına düzensiz ve nedensiz yere
çıkardı. Xie Lian’ın kendisi yükseldiği zaman uyuyordu örneğin. Belki de
ileride tuvaletteyken yükselen cennet mensupları da olacaktı, bu da pekala
ünlü bir manzara yaratırdı.

Her şekilde, alimlerin konuklara sataşma hikayeleri tarih boyunca


tutulmuştu ve hikayesi olan yerler her daim entelektüelleri fırçalarını
kaldırmaya ve yaratmaya, cennette yaşama özlemini ifade etmeye itmişti.
Xie Lian şimdi burasının neden böylesine önemli bir yer olduğunu
anlıyordu. Gecenin bir yarısında gezginler yoktu, ama ertesi gün kesinlikle
hayretle uçmuş evleri ve ağaçları seyreden pek çok gezgin olacaktı ve
Rüzgar Ustası kendisini gösterdiği için ağlayacaklardı.

Ancak ünlü ‘Şarap Dolduran Genç Lord’ Xie Lian’ın hayal ettiğinden biraz
farklıydı. Tam bu sırada Hua Cheng’in karanlık bir sesle konuştuğunu
duydu. “Gege, benim gidip halletmem gereken küçük bir mesele var. Lütfen
dikkatli ol. Uzun sürmez.”

Xie Lian içinden, Ne meselesi?, diye geçirdi.

Hua Cheng’in kişisel iletişim rünündeki sinirli sesini hatırlamıştı ve şimdi


de bu soğuk tutumu eklenmişti, sordu. “Boş Lafların Saygın Efendisini mi
bulmaya gidiyorsun?”

Hua Cheng bir an için durdu, ardından cevapladı. “Hayır.”

Eğer öyle değilse, o zaman başka soru sormak ona düşmezdi. Xie Lian
başını salladı. “Zaten sadece eğlenmek için gelmiştin. Bir işin çıktıysa tabi
ki gidebilirsin. Sen de kendine dikkat et.”

“En.” Hua Cheng bir an duraksadıktan sonra ekledi. “Geri döndüğüm


zaman, sana bir şey söyleyeceğim.”

Xie Lian şaşırmıştı. “Ne?” Ama Hua Cheng çoktan ortadan kaybolmuştu.

Bir saat sonra, hala hiçbir sonuca ulaşamamışlardı ve Xie Lian iletişim
rününden seslendi. “Toprak Ustası! O tarafta işler nasıl? Ben henüz hiçbir
şey bulamadım, bu yüzden geri dönüyorum.”

“Hiçbir şey yok!” Ming Yi cevapladı.

“Böyle olmaz. Daha fazla bekleyemeyeceğim.” Xie Lian. “Basamaklı Şarap


Terası’nın merkezinde buluşalım. Hemen Su Ustasına haber veriyorum.”

Ardından hemen Ling Wen’in kişisel iletişim rününün sözel parolasını


aklından geçirdi. “Ling Wen, orada mısın? Su Ustasını bulabilir misin?
Lütfen ona en kısa zamanda Basamaklı Şarap Terasına gelmesini söyle.”

Berrak bir erkek sesi kulaklarında çınladı. Görünüşe göre Ling Wen şu anda
erkek formundaydı.

“Ekselansları? Su Ustası şu anda burada değil. Dışarı çıkmayı seven birisi


olmadığı için muhtemelen ölümlü diyara inmez. Onunla ne işin var?
Mesajını iletebilirim.”

Tam bu sırada Xie Lian neredeyse Basamaklı Şarap Terasının ana binasına
ulaşmıştı ve uzaklardan o terasa bir şey asılmış gibi geldi. Gece esintisinde
süzülen beyaz bir kumaşa benziyordu. Xie Lian şaşırdı, aklından, Biraz
önce orada bir şey var mıydı?, diye geçirdi.

Yaklaştığı zaman en sonunda ne olduğunu anladı – bu Shi Qing Xuan’ın dış


cübbesi değil miydi?

Tam bu sırada Ming Yi iletişim rününden bağırdı. “Ekselansları, hemen


Basamaklı Şarap Terasındaki en yüksek köşke gel! ÇABUK!!!”

Xie Lian irkildi, ve diğer taraftan Ling Wen soruyordu. “Ekselansları? Hala
orada mısın?”

Xie Lian haykırdı. “Lütfen ona en kısa zamanda gelmesini söyle! Rüzgar
Ustasına bir şey oldu!”

Son mesajını bağırarak ilettikten sonra köşke koştu. Diğer taraftan artık ses
gelmiyordu; Ling Wen muhtemelen sözleri nedeniyle şoka girmiş ve hemen
Shi Wu Du’ya rapor etmeye gitmişti. Xie Lian en üst kata çıktığında yerde,
en ortada birisi yatıyordu ve bu Shi Qing Xuan’dı.
Shi Qing Xuan’ın her iki gözü de sıkı sıkı kapalıydı; üzerindeki görünebilen
bir yara veya kan izi yoktu.

Birisi ayağa kalkmasına yardım ediyordu ve bu kişi de Ming Yi’ydi. Shi


Qing Xuan şuuru kapalı bir şekilde oturdu ve göğsünden bir şey düştü. Xie
Lian baktığı zaman kalbi sıkıştı – düşen şey, ikiye bölünmüş Rüzgar Ustası
yelpazesiydi. Böyle nadir bir ruhani eşyaya sadece şansa sahip olunabilirdi
ve asla güç kullanılarak alınamazdı, ve belki yüzlerce yılda da
dövülemezdi. Rüzgar Ustasının en güçlü eşyasıydı ve öylece yok edilmişti.

Xie Lian haykırdı. “Biraz önce buraya geldiğimde kimse yoktu!”

Ama tam kelimeler ağzından döküldüğü anda bir şeylerin daha eksik
olduğunu fark etti. Öncesinde o ve Hua Cheng buraya geldiklerinde, edebi
misafirler tarafından duvarlara yazılmış pek çok şiirsel dize vardı; bazıları
çekici, bazıları kibirli, bazıları zarifti. Ama şimdi hepsi gitmişti, sanki birisi
özellikle silmiş, onların yerine daha önce orada olmayan kızıl düzgün bir
yazıyla, kanlar damlayan bir sıra iri harfle:

“SEFİL BAŞLANGIÇ, SEFİL SON!” yazılmıştı.

Bu Boş Lafların Saygın Efendisinin Shi Qing Xuan’a doğduğu gün


bağışladığı lanetti!

Bu sırada Ming Yi cansız bir şekilde sordu. “Ekselansları, yanındaki


nerede?”

Xie Lian geriledi ve içinden, Olamaz! San Lang’ın gidişi çok zamansız
oldu!, diye geçirdi.

Yanlarından ayrıldığı anda Shi Qing Xuan’a bir şey olmuştu. Bu sahiden
kolay açıklanabilecek bir şey değildi. Ancak Xie Lian’ın yüzü hiçbir şey
açık etmedi ve vakarla açıkladı. “Boş Lafların Saygın Efendisini aramaya
gitmesini söyledim.”

“Ne zaman gitti?” Ming Yi sormuştu.


Yüz ifadesi hiç değişmeden Xie Lian cevapladı. “Biraz önce. Birkaç
dakikadan uzun sürmüş olamaz.”

Dürüst olması gerekirse çok daha uzun zaman önce gitmişti. Ancak Xie
Lian hiç Hua Cheng’den şüphelenmemişti, bu nedenle doğal olarak
başkalarının da şüphelenmesine izin vermeyecekti, böylece başka sorunlar
çıkmazdı.

Tam bu sırada, göklerin derinliklerinden kükreyen fırtınalar koptu ve sekiz


tekerlekli bir altın araba bulutları deldi, azametli bir halde onlara doğru
geliyordu.

Basamaklı Şarap Terasına Mesafe Kısaltma Rünüyle erişemeyince,


görünüşe göre Shi Wu Du doğrudan Altın Arabayla gelmişti. Bilinmesi
gerekir ki bir altın arabanın ışıldayan atları sürüldüğünde, büyük bir tantana
kopar. Eğer bir nedenle gecenin bir yarısında gökyüzünü izlemekte olan
ölümlüler varsa, ölümlü diyarda kıyamet kopardı. Su Tiranı sahiden hiçbir
şeyden korkmuyordu.

Dramatik altın arabanın yaklaşmasını izlerken Xie Lian hemen konuştu.


“Toprak Ustası, eğer sonrasında bir cennet mensubu sorarsa lütfen Lord
Hua’dan bahsetme. Üst Cennetteki pek çok cennet mensubu abartmayı ve
bir şeyler uydurmayı seviyor. Bu olayın onunla hiçbir alakası yok, bu
nedenle işlerin çetrefilli bir hale gelmesine gerek yok.”

Ming Yi ona bir bakış attı ve konuştu. “Pekala.” Kolayca kabul etmişti ve
Shi Qing Xuan’ın durumunu kontrol etmek için başını tekrar eğdi. Xie Lian
tam rahat bir nefes almıştı ki hareket etmeyen Rüzgar Ustasını görünce
kalbi bir kez daha çöktü.

Altın Araba kükreyerek geldi ve kısa bir süre sonra bulutlardan bir izle iniş
yaptı. Arabanın dış

kısmında hizmete hazır bir grup ast cennet mensubu vardı ve üç büyük
cennet mensubu araçtan çıktı.

Shi Wu Du, Pei Ming ve Ling Wen. Ay Festivalinde ilk ondaki üçlü bir
anda gelmişti. Elbette Xie Lian kendisinin birinci sırada olduğunu uzun
zaman önce unutmuştu. Shi Wu Du kaşlarını sertçe çatmış, kol yenlerini
savurarak asık bir suratla arabadan indi, elinde Su Ustası yelpazesiyle köşke
girdi ve Pei Ming ile Ling Wen hemen arkasındaydı. Küçük kardeşinin
yerde ceset gibi yattığını gördüğü anda yüz ifadesi hemen değişti ve
koşarak yanına gitti. “Qing Xuan? Qing Xuan! Ne oldu?”

Xie Lian kısa ve öz bir şekilde açıkladı. “Rüzgar Ustası Boş Lafların Saygın
Efendisiyle karşılaştı.”

“…”

“Ne dedin?” Shi Wu Du şüpheyle haykırdı. “Boş Lafların Saygın Efendisi


mi?”

İsmi duyunca sadece Shi Wu Du değil, Pei Ming ve Ling Wen’in de yüzleri
düşmüştü. Görünüşe göre çoktan Shi Wu Du’nun belasını biliyorlardı. Yüz
ifadelerini izlerken Xie Lian kimin rol yaptığını ve gizlice sevindiğini
seçemiyordu; hepsi normal davranıyorlardı. Özellikle Shi Wu Du.
Kesinlikle rol yapıyor olmasına imkan yoktu. Ling Wen kollarından bir sürü
şişe çıkarttı ve konuştu. “Şunlardan vermeyi dene.”

Pei Ming ise kenardan işaret etti. “Yine sen, Ekselansları.”

“Yapacak bir şey yok.” Xie Lian cevapladı. “Cennette hep birkaç tanemiz
bir ileri bir geri gidiyoruz.”

“Sanki seni her gördüğümüzde, bir kişi daha yanında oluyordu. Bu sefer de
mi öyle merak ettim?”

Xie Lian düz bir şekilde cevapladı. “Hayır, hayır. Elbette hayır.”

Apaçık yalan söylüyordu, ama Ming Yi sahiden sözünü tuttu ve tek kelime
etmedi. Pei Ming konuşmayı bıraktı, ellerini salladı ve emri altındaki cennet
mensuplarını etrafı aramaya gönderdi. Şu anki durumda aslında Hua
Cheng’in önden gitmesi daha iyi olmuştu. En azından olay mahalinde
değildi. Shi Wu Du, Shi Qing Xuan’ı uyandıramıyordu ama gözleri
istemsizce kar beyazı duvarlardaki devasa kanlı harflere kaydı ve yüzü
hemen buruştu.
Yüzü duvardan daha solgundu, öfkeyle titriyordu ve bağırdı. “KİM YAZDI
BUNU? KİM YAZDI?!”

Her ne kadar bağırıyor olsa da, sesi titriyordu. Tam bu sırada Ling Wen
haykırdı. “Rüzgar Ustası uyandı!”

Xie Lian hemen yere çömeldi. “Rüzgar Ustası?”

Sahiden Shi Qing Xuan’ın gözleri yavaşça açılıyordu. Shi Wu Du herkesi


kenara itti ve seslendi. “Qing Xuan? İyi misin? Bir yerin acımıyordu? Kim
sana zarar verdi?!”

Shi Qing Xuan uzun bir süre sersemlemiş halde kaldıktan sonra yavaşça
kendine geldi. Bilinci açıldığında ilk gördüğü şey Shi Wu Du’nun yüzüydü.
Bir an sonra ise hiç beklenmedik bir şey oldu.

Shi Wu Du’yu kenara itti, kendi kafasına sarıldı ve çığlık attı.


“AAAAAHHHHHHHHHHH!!!”

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 113: Aklımı Karıştırmak İçin Kullanılan Muzip Sözler ve Bir


De Lordum Büyük bir güçle itilen Saygıdeğer Su Ustası neredeyse yere
düşüyordu, altüst olmuş ve şaşkındı.

Seslenmeden önce birkaç saniye donmuştu. “Qing Xuan, ben abinim.”

Shi Qing Xuan kükredi. “SEN OLDUĞUNU BİLİYORUM!!!”

Shi Wu Du olduğunu biliyordu ve hayal görmüyordu, karşısındakini


tanıyordu, o zaman bu tepkisi neydi?

Shi Wu Du tekrar ona uzandı. “Artık her şey yolunda…” Shi Qing Xuan
onun eline vurdu.

“YOLUNDAYMIŞ! Nasıl herhangi bir şey yolunda olabilir?! Artık


konuşma! AAH! BUNA DAYANAMIYORUM!”
Kelimeler dudaklarından döküldüğü anda sadece Shi Wu Du’nun değil,
kenarda durmakta olan Ling Wen’in ve astlarına emirler vermekten henüz
yeni dönmüş olan Pei Ming’in de yüzleri renk değiştirdi.

“Qing Xuan kes şunu. Biraz önce söylediğin şeyin abinin yüzüne tokat
atmaktan ve kalbine zehir dökmekten hiçbir farkı yok.”

Normalde Shi Qing Xuan Pei Ming’in konuştuğunu duyduğu zaman kavga
çıkartacak şeyler söylerdi, ama şimdi sadece tek kelime etmeden başını
tutmuş, onu tamamen duymazdan gelmişti, sadece ele geçirilmiş gibi
sayıklıyordu. “Hiçbir şey duymak istemiyorum. Sen de konuşma.
Sakinleşmeme izin verin. Gidin. DEFOLUP GİDİN BURADAN!!!”

En sonunda Shi Wu Du daha fazla dayanamadı.

“NE SAÇMALIYORSUN SEN?!” Bağırdı.

Ling Wen de azarladı. “Rüzgar Ustası, eğer bir sorun varsa söyle, böylece
nasıl çözeceğimizi biliriz…”

Shi Qing Xuan kükredi, çok öfkeliydi. “SÖYLEDİĞİM KELİMELERİN


ANLAMLARINI ALGILAYAMIYOR

MUSUNUZ?! GİDİN BURADAN! HEPİNİZ BURADAN DEFOLUP


GİDEBİLİR MİSİNİZ LÜTFEN!!! AHHHH!!!

AAAAAAAHHHHHHH!!!!” Delirmiş gibi bağırıyor, çığlık üzerine çığlık


atıyordu ve aniden bir ağız dolusu kan tükürdü.

“Rüzgar Ustası!” Xie Lian haykırdı.

Shi Wu Du hemen nabzını kontrol etmek için bileğini kavradı, ama


hissettikten sonra yüzü aniden bir hayaletten daha korkunç bir hal aldı,
sanki kendisi de oracıkta kan kusacak gibiydi.

“Su Ustası, Rüzgar Ustasının nesi var?” Xie Lian kendisi de kontrol etmek
için uzanırken sordu, ama Shi Wu Du elini zorla uzaklaştırdı, ona sanki Xie
Lian’ın Shi Qing Xuan’ın durumunu kontrol etmesine izin veremezmiş gibi
öfkeyle bakıyordu. Kısa bir süre sonra küçük kardeşine döndü. “Hastasın.
Korkudan dengeni kaybetmişsin. Tedavi olman için seni götürüyorum. İyi
olacaksın.”

Shi Qing Xuan dikkatle ona baktı ve yavaşça konuştu. “Hasta değilim.
Hasta olup olmadığımı en iyi sen bilirsin! Bana deli muamelesi yapma, son
derece bilinçliyim. Hayatımda daha önce hiç bu kadar bilinçli olmamıştım!”

Shi Wu Du onu yakaladı ve arabaya sürükledi, bağırıyordu. “Hiçbir şey


bilmiyorsun! Saçma sapan konuşma!”

Shi Qing Xuan inledi. “MING-XIONG! MING-XIONG KURTAR BENİ!


EKSELANSLARI! KURTAR BENİ!”

Her iki kolunu da uzattı, eli her ikisini de yakalamıştı ve Xie Lian ile Ming
Yi de onu tutmak için ellerini uzatmışlardı. Ancak Shi Wu Du onu tekrar
zorla çekti. “Bırak. Her şey yolunda. Gege yanında.”

Shi Qing Xuan hala çığlık atıyordu ve Pei Ming ile Ling Wen, Shi Wu
Du’nun onu tutmasına yardım etmeye gittiler. Ming Yi bağırdı. “Kardeşin
seninle gitmek istemiyor!”

Xie Lian da haykırdı. “Boş Lafların Saygın Efendisiyle henüz işimiz


bitmedi, Su Ustası ne yapmayı planlıyorsun…”

Shi Wu Du sözünü kesti. “Ne Boş Lafların Saygın Efendisi? Neden


bahsettiğin hakkında en ufak bir fikrim yok. O hasta. Zihni bulanmış.
HEPSİ BU!”

“Ama Su Ustası…” Xie Lian tekrar denedi.

Shi Wu Du ise tekrar kesti. “O benim kardeşim, onu incitir miyim


sanıyorsun? Bu bizim aile meselemiz, başkalarının müdahil olmasına gerek
yok! İki lordum bu meseleyi yaymasalar ve kendi işlerine baksalar olur
mu?!” Ardından elini Shi Qing Xuan’a doğru kaldırdı ve aşağıya doğru
sürttü. Shi Qing Xuan bilincini kaybedince onu zorla altın arabaya bindirdi.

Her ne kadar sözleri kaba olsa da, Xie Lian’ı yerine mıhlamışlardı. Doğru
söylüyordu. Sonuçta Shi Wu Du, Shi Qing Xuan’ın kendi kanından
kardeşiydi, nasıl Shi Qing Xuan’a zarar verirdi? Ayrıca yanlarında onlara
eşlik eden iki cennet mensubu daha vardı, bu nedenle Shi Qing Xuan’ın
onlarla birlikte geri dönmesi en güvenli seçenekleriydi. Yabancılar nasıl aile
bireyi geldikten sonra müdahale edebilirlerdi ki?

Rüzgar Ustasının yelpazesi yerde öylece ikiye kırılmış bir halde yatıyordu
ve Ling Wen uzanarak aldı, Xie Lian ve Ming Yi’ye hitaben konuştu.
“Ekselansları, Toprak Ustası, lütfen gücenmeyin. Su Ustası endişeden
kendini kaybetti. Bu mesele kişisel ve kişisel skandallar kimseye
duyurulmamalı, bu nedenle Lordlarımın bu yaşananları kendilerine
saklayacaklarını umuyorum. Mesele çözüldükten sonra eminim özürler
dilenecektir.” Birkaç nazik kelimeden daha sonra, Ling Wen de aceleyle
arabaya bindi. Altın araba gürleyerek havaya yükseldi ardından uçup gitti.
Ancak lütufkar bulut buharlarının gece göğünde yavaş yavaş kayboluşunu
izledikten sonra Xie Lian’a Su Ustasının sahiden öylece Rüzgar Ustasını
alıp götürdüğü dank etti. Onlara gelince, bunca zaman koştuktan sonra,
arkada bırakılıvermişlerdi.

Ming Yi döndü ve gitmek üzereydi ki Xie Lian kendine gelerek seslendi.


“Toprak Ustası!”

Ming Yi duraksadı, başını çevirdi ve ona anlamlı bir şekilde baktıktan sonra
konuştu. “Sakin ol. Hua Cheng hakkında hiçbir şey söylemeyeceğim.”

Xie Lian rahat bir nefes verdi. “Teşekkür ederim. Rüzgar Ustasını kontrol
etmeye mi gideceksin?”

Ming Yi bir kez başını salladı ve arkasını dönerek yoluna devam etti. Her
ne kadar Xie Lian da Rüzgar Ustası için endişeleniyor olsa da, yine de Üst
Cennetteki şifacı cennet mensuplarının ondan daha çok faydası olurdu.
Ayrıca Shi Wu Du kesinlikle yabancıların kardeşinin delirmiş halini
görmesine izin veremezdi, bu yüzden düşündükten sonra ziyaret etmek için
doğru bir zaman olmadığına karar verdi.

Aslında Hua Cheng’in ani ayrılışı onu daha çok endişelendiriyordu, bu


nedenle bir süre düşündükten sonra Xie Lian önce gidip Hua Cheng’i
bulmaya karar verdi. Kararını veren Xie Lian Basamaklı Şarap Terasından
ayrıldı ve tüm gece sürecek olan yolculuğuna hızla başladı.
Mesafe Kısaltma Rünü kullanamıyordu ve parlak atları olan bir altın arabası
yoktu, Xie Lian dağ

yollarından koşarken sadece bacaklarına güvenebilirdi. Koşarken aklından


geçti, San Lang neyle karşı

karşıya olabilir? Önceki ifadesi ve ses tonu oldukça ciddi görünüyordu.


Umarım bu kez ben ona yardım ederim.

Daha bir tütsü yanmamıştı ki aniden önündeki yolun, yoğun bir kötülük
enerjisiyle kaplandığını sezdi.

Görüş alanı oldukça kısalmıştı, Xie Lian adımlarını yavaşlattı ve düşündü,


Olmaz. Bu da ne?

Yolun kenarında durarak sessizce izledi ve gözlemledi. Bir süre sonra


yoğun kötülük enerjisi absürt bir çalışma marşıyla beraber geldi.

“YI YU XI, YI YU XI.”

*ÇN: Anlamsız bir ses sadece.

“YI YU XI, YI YU XI.”

Yolun sonunda ileride, devasa siyah bir siluet tembel bir şekilde belirdi.

Bir tür gölge gibi kara ve çok büyüktü, ama Xie Lian ne olduğunu
çıkartamıyordu. Daha önce hiç böyle bir şekil görmemişti, ama oldukça iri
bir şey olduğundan emindi. Farkında olmadan tedirgin olarak bir adım
geriledi, sol kolundaki RuoYe saldırmaya hazırdı ve eli Fang Xin’in
kabzasındaydı.

Kısa bir süre sonra devasa şey sislerin arasından gerçek halini gösterdi. Xie
Lian’ın gözleri hafifçe irileşti. Görünüşe göre, görkemli bir adımlı
tahtırevandı.

*ÇN: Adımlı Tahtırevan, ‘Step Litter’: Wiki’de yazılanlara göre bir tür
tekerleksiz araç, insan gücüyle çalışıyor. Bu tür araçlar üzerinde koltuk/taht
bulunan açık hava platformu şeklinde ve bazen (ki hikayemizde böyle)
kenarına saten perdeler asılan gölgelikler de ekleniyormuş. Adımlı
Tahtırevanlar sadece yüksek statülü kişiler için kullanılırmış. (Sanırım nasıl
bir şey olduğu gözünüzde canlandı ama ayrıntılı bilgi için Wiki’ye kaçak
yollardan girebilirsiniz.)

Bu adımlı tahtırevan son derece gösterişliydi, altın gölgeliklerinde zarif ve


tüy kadar hafif saten peçeler asılıydı ve içeride oturmakta olan her kimse,
kesinlikle etrafı içerideki kişinin kimliğini sadece hayal gücüne bırakan
büyüleyici koyu kırmızı perdelerle kaplıydı. Tahtırevanı taşıyan hamallar
anormal geniş kemik yapıları olan dört altın iskeletti ve yollarına devam
ederken marşları ‘YI YU XI, YI YU XI’yi tutturmuşlardı. Her iskeletin
yanında hayalet ateşlerinden küçük gevşek girdaplar süzülüyordu, fırıl fırıl
dönüyor ve görünüşe göre etrafı aydınlatıyorlardı, çünkü ne zaman daha
karanlık bir yere gelseler hayalet ateşleri daha parlak yanıyordu.

Manzara çok tuhaftı, garip ve şeytani, öyle ki Xie Lian gözlerini dikmekten
kendini alamadı, sevgilisiyle buluşmaya giden bir hayalet hanıma denk
gelip gelmediğini merak ediyordu. Aceleyle yol vermek için yolun dışına
çıktı. Ancak beklenmedik bir şekilde, dört iskeletin çektiği tahtırevan onun
önünde durdu ve her bir kafatası ona döndü.

Altın iskeletlerden birisinin çene kemikleri tıkırdadı ve kim bilir nereden


titrek bir ses duyuldu. “Lord Chengzhu bizi Xian Le’nin Veliaht Prensini
almamız için gönderdi. Lordum Ekselansları Veliaht Prens mi?”

*ÇN: Chengzhu ‘Şehrin Başkanı’, ‘Şehrin Sahibi’ gibi bir anlama geliyor.

“…”

Lord Chengzhu Hua Cheng’den başkası olamazdı. Xie Lian elini kılıcının
kabzasından çekti ve cevapladı. “Benim.”

Çatır çıtır. İskeletler neşelenmiş gibi görünüyorlardı ve tahtırevanı


indirdiler. “Lütfen binin, gidelim!”

Dört altın iskelet onu Hua Cheng’i görmeye mi götürecekti? Xie Lian
tereddütle konuştu. “Bu…
zahmet veririm.”

“Saçma. Hiçte zahmet vermezsiniz, bu bizim işimiz.”

“Ekselansları, lütfen binin! Lord Chengzhu sizi bekliyor.”

Böylece Xie Lian dikkatle platforma adım attı, perdeleri kaldırarak içeriye
oturdu. “Teşekkür ederim.”

Altın iskeletler mest olmuştu, tıkırdadılar ve anlaşılmaz bir şeyler


söyledikten sonra platformu aldılar ve dağ yollarında dolaşmaya başladılar.

Tahtırevanın üzerinde sırmalı ipek kumaştan hasır bir sandalye vardı, son
derece rahattı ve Xie Lian tam ortasına otururken tek bir kişi için fazla
büyük olduğunu düşünüyordu. Altın iskeletler tarafından taşınan tahtırevan
fazlasıyla sarsıntılı ve titrek gibi gelmişti ama oturduğu anda oldukça stabil
bir hal aldı. Son derece hızlı gidiyordu, kılıç üzerinde uçmaktan çok daha
hızlıydı ve altın iskeletlerin absürt marşları dışında, oldukça sessizdi, öyle
ki parlak atlarıyla gümbürdeyen altın arabanın yanında hiç ses
çıkartmıyordu, ve çok daha gizemliydi üstelik.

Geçmişte Xie Lian hala veliaht prensken, arada sırada dışarıya çıkarken o
da tahtırevan kullanırdı. O

zamanlar çok daha gençti ve ya babasının ya annesinin kucağında olurdu,


taşıyan saray görevlileri özellikle neşeli ve yaygaracılardan seçilir,
etkileyici ve heybetli görünürlerdi. Büyüdükten sonra artık bu olay hoşuna
gitmemeye başlamıştı. Yine de ilk kez böyle yaratıklar tarafından
taşınıyordu, bu nedenle kendini etkilenmekten alamamıştı.

Bir süre geçtikten sonra aniden önünde bir sıra yeşil hayalet ateşi olduğunu
hissetti, küçük ışıkları perdeden yansıyor ve küçük sohbetleri havada
süzülüyordu. “Kimdir o? Bu mezarlıkların önünden geçerkene bir şeyler
bırakmanız gerekmiyo mu?”

Görünüşe göre yol kesen vahşi hayaletlere denk gelmişlerdi. Gölge gölgeyi
yer, hayalet hayaleti tüketirdi, ancak Hua Cheng’i kızdırmaya nasıl cüret
edebiliyorlardı? İskeletler takırdadı ve kahkaha attılar. “Geride ne
bırakmamızı istersiniz?”

Xie Lian yüzünü gösterip göstermemesi ve ne yapması gerektiğini


düşünürken minik seslerin çığlık attığını duydu. “AIYOYOYOYOYO
BAĞIŞLAYIN! Bizim boktan gözlerimiz kör olsun ki tahtırevanın
Lordumuz Hua Cheng’e ait olduğunu fark etmedik! Mezarlıktan geçin,
geçin! Lordlarım lütfen dilediğiniz gibi gelin geçin. Lordlarım çok cömert,
lütfen istediğiniz gibi geçin!”

Altın iskeletler konuştu. “Çok geç çok geç, Lord Chengzhu son derece açık
bir şekilde tahtırevanda oturan ekselanslarının asla gücendirilmemesini
emretti. Şimdi ise Ekselansları geciktirildi, bize bu durumda ne
yapacağımızı söyler misiniz!”

İnlemeler ve şeytani ağlamalar her yerden yükseldi. Xie Lian daha fazla
dayanamayacaktı ve konuştu.

“Ee, boş verin. Acelemiz var, devam edelim.”

İskeletler. “Ekselansları böyle söylediği için, o zaman onları bırakıyoruz.


Ucuz atlattınız ha!”

Xie Lian ekledi. “Ayrıca, gelecekte bir daha yolları tıkamamayı ve


yolculara zarar vermemeyi aklınızda tutun.”

Vahşi hayaletler çok neşeliydi. “Yoyoyo, bir daha asla yapmayacağımıza


yemin ederiz! Teşekkürler Lordum!”

“Yürü!” İskeletler bağırdı.

Geçerken Xie Lian hayal meyal kadın hayaletlerin konuştuklarını duydu,


merakla sohbet ediyorlardı.

“Hey, tahttaki ekselanslarının kim olduğunu bilen var mı? Lord Hua’nın
tahtırevanına başka hiç kimsenin binemediğini sanıyordum.”

“Bir hanım olsa tahmini kolay olurdu. Ama bir erkek. Çok tuhaf.”
Xie Lian içinden, Tuhaf olan ne?, diye geçirdi.

Bir an sonra kadın hayaletlerin sesini duydu. “Evet. Ben de altın


tahtırevanın hanımı için yatıldığından emindim!”

Günlerdir koşuşturduktan sonra tahttaki Xie Lian oldukça uykulu


hissediyordu. Eliyle yanağını desteklerken uyuyakalmıştı. Uzun bir süre
daha geçtikten sonra arabanın tekrar durduğunu hissetti.

Yarı sersem bir halde mırıldandı. “Ne oldu?”

Yine yol kesen bir hayalet grubuna rastladıklarını sanmıştı, ama sözler
dudaklarından dökülürken platformun alçaldığını ve bir kişinin daha
bindiğini hissetti. Adam perdeyi kaldırdı ve hafifçe seslendi.

“Gege?”

Xie Lian gözlerini ovuşturdu ve kıstı, sese doğru döndü. “San Lang?”

Gelen elbette Hua Cheng’di. Xie Lian sulu gözleri ve şaşkın haliyle yarı
uyuklar vaziyetini görünce, oldukça şaşırmıştı. Xie Lian utanarak doğruldu
ve boğazını temizledi. “Uyuyakalmışım.”

Kısa bir süre sonra Hua Cheng gülümsedi ve o da yanına oturdu. “Gege çok
yoruldu. Umarım yanına oturmamı sorun etmezsin.”

Xie Lian başını salladı ve biraz daha sağa kaymaya çalıştı, Hua Cheng’e
daha çok yer açmak istiyordu ama Hua Cheng kolunu uzattı ve sağ omzunu
tutarak onu geri çekti. “Gerek yok. Yeterince yerim var.”

Gerçekte yoktu. Tahtırevan çok kurnazdı; tek kişi için çok büyük, ama iki
kişi için çok sıkışıktı, Xie Lian’ın çocukluğunda olduğu gibi birisi diğerinin
kucağında oturmadığı sürece düzgünce sığılamıyordu.

“Tam zamanında gittin. Üst cennetten üç cennet mensubu bir anda yanımıza
geldi.”
Hua Cheng ofladı. “Üç Yumru mu? Tahmin etmiştim.”

Xie Lian gülerek takıldı. “O yüzden mi kaçmıştın?”

Hua Cheng de şakayla karşılık verdi. “Hayır, arabayı çağırmaya gitmiştim.


Peki nasıl gege? Şeytani Hayalet Arabam cennet mensuplarının altın
arabalarından çok daha eğlenceli değil mi?”

“Evet, çok keyifli!” Xie Lian kahkaha attı, ama aklına Rüzgar Ustasının
korkunç hali gelinde daha fazla gülemedi ve ciddileşti. “Bu arada San Lang,
bana söylemek istediğin şey neydi?”

Farkında olmadan göz göze geldiler. Hua Cheng hala Xie Lian’ın sağ
omzunu tutmaktaydı, hiç bırakmamıştı, sanki ona sarılır gibiydi. Dışarıdan
bakında tahtırevanın perdelerinin arkasında sadece birleşmiş iki siluet
görünüyor olmalıydı, yan yana gelmiş, ayrılamayan. Kırmızı perdelerin
arasında Hua Cheng gülümsedi.

“Gege, evlenmek ister misin?”

“…”

“…Ha?” Xie Lian şaşkına dönmüştü.

Bu bakışların altında, böyle kelimler… O kadar yakınlardı ki kaçabileceği


hiçbir yer yoktu. Anında Xie Lian’ın gözlerinin önü renklerle doldu ve
zihni tamamen boşaldı, tüm bedeni donmuştu, cesetten daha katıydı.

Tepkisini görünce Hua Cheng kolunu çekti ve kıs kıs güldü. “Şakaydı. Gege
seni şaşırttım mı?”

“…”

Xie Lian’ın kendine gelmesi oldukça uzun sürdü. “…Çok oldun. Nasıl
böyle bir konuda şaka yaparsın?”

Sadece şaşırmamıştı. Neredeyse kalbi durmuştu. Ayrıca kendisinin farkında


olmadığı bir hüznün izi de vardı.
Hua Cheng güldü. “Benim hatam.”

Uzun bacaklarını uzattı ve çaprazladı, öne koyarken botları hareketlenmiş


ve gümüş zincirler şıngırdamıştı, bu ses sahiden haylazlığın doğrudan
resmiydi. Eğer önceden olsa Xie Lian bu genç adamın muzip ve tatlı
olduğunu düşünürdü, ama bir nedenle ses sükûnetini bozdu ve zihni
açıklanamaz bir hüsranla doldu. Bir süre sarsılmış hissettikten sonra
içinden, Nasıl böyle bir konuda şaka yapar…, diye geçirmekten kendini
alamadı.

Ancak düşündükçe aslında sorun etmemesi gerektiğini fark etti. Zaten


hiçbir anlam ifade etmediği için şaka olarak yapılabilirdi.

Hua Cheng tuhaf ifadesini fark etmişti ve hemen düzgün oturmaya başladı.
“Ekselansları, kafana takma. Biraz önce bir hata yaptım. Bir daha asla bu
konuda dalga geçmeyeceğim.”

Ciddiyetle özür dilediğini görünce Xie Lian hemen kendini kötü hissetti ve
içinden, Aptal mıyım ben?

Sadece şaka yaptı, ciddi bir şey değildi. Ayrıca San Lang sadece ‘evlenmek
ister misin?’ dedi, ama kiminle olduğunu belirtmedi, neden aklım başka
yerlere gitti benim? Kendine gel! Hemen! Şu anda!!!

Kendine zihnen birkaç tokat attı ve gülümsemeden önce toparlandı. “Yok


hayır hayır, nasıl hata yapasın? Yanlış anlama, sadece aklım Rüzgar
Ustasındaydı bu yüzden biraz ciddileştim.”

“Aa?” Hua Cheng. “Su Tiranı indiğine göre meselenin icabına bakılmış
olmalı.”

İkisi konuyu değiştirmek konusunda fazlasıyla iş birliği içerisindeydiler.


Xie Lian ciddi ciddi düşünmeye başladı ve başını yavaşça iki yana salladı.
“San Lang, meselenin kapandığını düşünüyor musun?

Nedense bana daha sadece yeni başlamış gibi geliyor.”


Shi Qing Xuan her daim ağabeyine hayran olmuş ve saygı duymuştu, ama
tam tehlikeden kaçtığı ve abisinin yüzünü gördüğü anda öyle bir tepki
vermişti. Korkutucu bir düşünce zihnine doluştu – Shi Qing Xuan’ı kapıları
açması için kandıran Shi Wu Du olabilir miydi?

Her ne kadar o sırada Shi Wu Du’nun yanında Ling Wen ve General Pei
olsa da, yine de o kadar güçlü bir cennet mensubunun kendi kopyalarını
yaratıp, ayak işlerine yollaması hiçte zor olmazdı. Tam Hua Cheng’e
şüphelerinden bazılarını daha anlatmak istiyordu ki Hua Cheng aniden
konuştu. “Hayır. Bu mesele kapandı ve bitti.”

Ses tonu katıydı ve Xie Lian şaşırmaktan kendini alamadı. “San Lang?”

Hua Cheng ona dikkatle baktı. “Gege, bana güveniyor musun?”

Xie Lian gözlerinin içine baktı ve aynı katı sesle konuştu. “Güveniyorum.”

Hua Cheng yavaşça konuştu. “O zaman bana inan. Rüzgar Ustasından, Su


Ustasından, Toprak Ustasından, Ling Wen’den ve Pei Ming’den uzak dur.
Ne kadar uzak o kadar iyi.”

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 114: Aklımı Karıştırmak İçin Kullanılan Muzip Sözler ve Bir


De Lordum Bu sözlerin ardından, düşünceler yolun geri kalanı boyunca
Xie Lian’ın zihnine ağır bir şekilde çöktü.

Devam etmesi için Hua Cheng’i teşvik etmeye çalıştı ama sonrasında Hua
Cheng’in verdiği her cevap

‘Bu konuda başka bir şey söylemeyeceğim’ anlamına geliyor gibiydi. Bu


nedenle Xie Lian daha fazla ısrar etmedi.

Puji manastırına geri döndüklerinde şafak çoktan sökmüştü.

Kapıyı iterek açarken Xie Lian tüm bulaşıkların yıkandığını ve


kaldırıldığını görebiliyordu. Lang Ying, Gu Zi ve Qi Rong içeride
uyuyorlardı, üzerlerinde bir battaniye vardı ve son derece rahat
görünüyorlardı.

Görünüşe göre o gittikten sonra birisi özenle işlerini yapmış ve sessizce


gitmişti.

Bu kez Xie Lian döndükten sonra, ardından kalabalık bir grup dua gelmişti.

Puji Manastırı daha önce hiç bu kadar çok dua almamıştı, ama bu olanların
zengin tüccarın onun hakkında iyi şeyler söylemesiyle bağlantılı olacağı hiç
aklına gelmemişti – öyleydi. Şehirde yaşayan zengin tüccar en sonunda
sözünü tutmak için gelmişti.

Ancak geldiyse de, ya Xie Lian’ın hemen girişe koyduğu oldukça bariz
tabelayı fark etmemişti ya da bilerek görmezden gelmişti. Ayrıca söz
verdiği gibi çok miktarda para da bağışlamamıştı. Buraya gelmesinin en
önemli amacı sırma ipek kumaştan bir bayrak vermekti ve tüm köy halkının
önünde şevkle Xie Lian’a sunmuştu. Xie Lian masum bir halde bayrağı açtı
ve hemen kapattı. Yine de ipek kumaşın üzerindeki devasa harfler zihninin
derinliklerine kök salmıştı – ‘Sihirli Elleriyle Bebekleri Geri Getiren’.

*ÇN: Orijinali ‘Sihirli Elleriyle Baharı Geri Getiren’ hayat kurtaran


doktorlara söylenen bir iltifatmış. Tüccar ise duruma göre uyarlamış.

“???”

Zengin tüccarı gönderdikten sonra uzun bir nefes verdi. Her gün
kulübesinin çökeceğinden endişeleniyordu; sahiden ne zaman tamir
ettirebileceğini bilmiyordu. Hua Cheng kapının kenarına yaslanmış,
görünüşe göre neye iç çektiğini tahmin etmişti. “Uzun zamandır söylemek
istediğim bir şey vardı. Eğer gege burada yaşamayı güvenli bulmuyorsa,
neden başka bir yere taşınmıyor?”

Xie Lian başını iki yana salladı. “Senin için söylemesi kolay San Lang.
Nereye taşınacağım ki?”

Hua Cheng gülümsedi. “Neden benim evime taşınmıyorsun?”


Xie Lian bu sözlerin göründüğü kadar umursamaz olmadığının farkındaydı,
ama önceki geceki

‘şaka’dan beri, nedense kalbinde küçük bir gölge belirmişti ve artık Hua
Cheng’in ‘şakacı’ tavır kullanarak söylediği sözlere cevap vermeye cüret
edemiyordu, sadece onaylayan bir gülümsemeyle başını eğdi.

Aldığı dualara gelince, her ne kadar yaşlı bir öküzün bacağının kırılması ve
tarlada çalışamıyor olması veya evdeki eşin hamile kalması ve bu nedenle
tarlada çalışamayacak olması gibi son derece gündelik olaylarla ilgili
olsalar da yine de dualardı ve tüm inananlarına eşit davranmalıydı. Birkaç
gün sonra Xie Lian duaları yanıtladı ve tarlaları sürmeye, eklemeye yardım
etmek üzere köye gitti.

Hua Cheng onunla kaldığı için doğal olarak yanında geliyordu. Ama tarlada
çalışmak ağır bir iş olduğu için, başlangıçta Xie Lian onun da gelmesini
istememişti ama Hua Cheng onu ikna etmişti, bu nedenle ikisi de kaba
kıyafetlere bürünmüş, kollarını ve bacaklarını sıvamış ve çeltik tarlalarının
sularına girmişlerdi.

Uzaklardan bakarken geniş ve yemyeşil çeltik tarlaları çiftçilerle dolup


taşıyordu ve aralarında özellikle dikkat çeken iki siluet vardı.

Xie Lian’ın dayanıklı cübbelerine bürünmüş olsa bile, Hua Cheng’in


etkileyici havası bir parça bile gizlenememişti. Daha çok, kaba giysiler
yüzünü, çehresini vurgulamıştı. Her ikisi de solgun benizliydi, güzel kolları,
uzun ve düzgün bacaklarıyla, çamur yüzlü çiftçilerin arasında harikulade bir
görüntü oluşturuyor, göze çarpıyorlardı, öncesinde sadece kaba saba
adamları görmüş köylü kızların kızarmasına ve kalplerinin hızla çarpmasına
neden oluyorlardı. Onlar tohumları naklederken tarladakiler sürekli
kaçamak bakışlar atıyorlardı, kısa bir süre sonra ise ekinleri hizadan
sapmaya başladı ve sıralar eğrildi, komik duruma düşmüşlerdi.

Hua Cheng’in bembeyaz teni kansızlığın rengiydi. Diğer yandan Xie


Lian’ınki ise yarı şeffaf beyazın altında gül rengiydi ve doğuştan gelen
yapısı nedeniyle ne kadar terlerse cildi de o kadar yeşim gibi soluyordu.
Başlarının üzerindeki yakıcı güneşle, tüm bedenin toz gibi beyazlaması için
sadece kısa bir süre çalışması yetmişti. Kuru sıcak dayanılmazdı ve sürekli
köprücük kemiklerinden süzülen ter damlalarını silmesi gerekiyordu. Ancak
aklına tüm hayaletlerin gölgelerin yaratıkları olduğu, güneşten nasıl
tiksindikleri gelince Hua Cheng’in daha da rahatsız olduğunu düşünmüştü
ve Xie Lian görebilmek için başını çevirdi. Sahiden de Hua Cheng de
tembel bir halde doğrulmuş, bir eliyle güneşi engellerken gözlerini kısmıştı.
Sağ elinin gölgesinde saklanırken bir yandan Xie Lian’a doğru bakıyordu.

Xie Lian yanına geldi ve bambu şapkasını onun başına koydu. “Al
bakalım.”

Hua Cheng ilk başta biraz şaşırmıştı, ama kısa bir süre sonra gülümsedi.
“Tamam.”

Her ne kadar Ha Cheng sırf eğlencesine tarlalarda çalışacağını söylemiş


olsa da, aşağıya indikten sonra Xie Lian’dan çok daha hızlı çalışmıştı, elleri
çabuk ve etkili, son derece yetenekliydi. Bir saat sonra Xie Lain kendi
çeltik tarlasını ekmeyi bitirmişti ama çoktan tükenmiş ve acı çekiyordu,
beline vurup masaj yaparken Hua Cheng yardım etmek için yanına geldi.
Xie Lian bir bakış attı ve gözlerine inanamadı, Hua Cheng geniş bir tarlayı
sessizce tek başına bitirmiş, her bir yeşil pirinç sapı sulu çeltiklerin içinde
düzgün ve düzenli bir şekilde durarak göze çok hoş görünüyorlardı. Xie
Lian içten bir şekilde konuştu.

“San Lang sahiden çok hızlı öğreniyorsun. Bana yardım etmene gerek yok,
git otur ve dinlen, su falan bir şeyler iç.”

Böylece Hua Cheng su almak için tarla sırtına gitti. Köyün başı bir süredir
kenardan izliyordu ve ona baş parmaklarını kaldırdı. “Daozhang, bu genç
hangi evden? Çok çalışkan! Ne güzel! On adam gücünde iş yapıyor! Eğer
gözüne bir kız kestirirse, ne mutlu o kıza!”

Xie Lian ‘pfft’-ladı ve kahkaha attı, ama kısa bir süre sonra diğerleri de
gizlice onu sorgulamaya başladılar. “Hey, hey, Daozhang, senin mabedinde
kalan delikanlı nereden geliyor? Henüz evlenmedi değil mi? Henüz evinde
bir karısı yoktur, dimi?”

“Bence yoktur? Daha çok genç!”


Xie Lian gülse mi ağlasa mı bilemiyordu ve belli belirsiz yanıtladı. “Ee…
Sanırım. Henüz çok genç, böyle şeyler konuşmak için erken.”

Köylüler hemen lafa girdiler. “Yok olmaz öyle. Genç olduğu için zaten bu
mesele yakın zamanda kararlaştırılmalı ya!”

“Daozhang onunla konuşman gerek. Erkekler olgunlaşmadan evlenmelidir.


Her şeyden önce evini inşa etmesi gerek.”

“Aynen öyle! Gençler işte! Akılları fikirleri oynaşta olur! Yalnız gecelere
dayanamazlar!”

Konuşanların hepsinin kızları vardı ve bilgi almaya çalışıyorlardı, ve tam


Xie Lian onları nazikçe reddedecekken Hua Cheng elinde bambu bir su
şişesini sallayarak geri döndü. “Ben evliyim. Evde bir eşim var.”

Köylüler bunu duyduklarında açıkça hayal kırıklığına uğramışlardı ama


hala geri çekilmiyorlardı.

“Hanımefendi hangi evden? Bize söylesene delikanlı?”

“Bize yalan söylemiyorsun değil mi?”

“Erdemli ve güzel bir hanım mı?”

Hua Cheng kaşlarını kaldırdı. “En. Evet öyle. Erdemli ve güzel.


Çocukluğumdan beri sevdiğim gerçek bir soylu ve zarif özel bir kişi. Uzun
yıllardır ona aşıktım ve onu kazanana dek gerçekten çok çabalamam
gerekti.”

Bir parça bile sahtelik içermeyen öyle ciddi bir kesinlikle konuşuyordu ki
köylüler artık eğlencenin bittiğini ve sadece uzaklaşmaları gerektiğini
hissettiler, yenilmiş bir şekilde hayal kırıklığıyla doluydular.

Xie Lian onu dinlerken dalıp gitmişken, Hua Cheng ona bir bez ve su
şişesini uzattı. “Su?”

Xie Lian bezi aldı ve çamurla kaplanmış ellerini sildikten sonra su


şişesinden birkaç yudum aldı, ardından geri uzattı. Farkında olmadan
elindeki kumaş bir top halini almıştı ve bir yerlerini silip duruyordu. Bir
süre dayanmaya çalıştıktan sonra yine de sormaktan kendini alamadı. “…
Bu doğru mu?”

Hua Cheng şişeyi geri aldı ve kendisi de içti, adem elması bir kez aşağı inip
çıktı, ardından başını eğdi.

“Hm? Ne?”

Xie Lian kol yenini kaldırdı ve yüzünün kenarındaki terleri sildi, alnı ve
yanakları alev alev yandığı için güneşin biraz fazla ısıtıp ısıtmadığını merak
ediyordu. Son derece ilgisiz bir ses tonuyla sorabilmek için elinden geleni
yaptı ve gülümsedi. “Evde bir eşin var, erdemli ve güzel, gerçek bir soylu,
zarif özel bir kişi. Çocukluğundan beri ona aşıktın ve onu kazanana dek çok
çabalaman gerekti.”

“Ah.” Hua Cheng. “Yalandı tabi.”

Xie Lian farkında değildi ama rahat bir nefes vermişti. Bu kez gülümsemesi
içtendi ve Hua Cheng’in öncesindeki ses tonunu taklit etti. “Yalancı.”

Hua Cheng sırıttı ve ekledi. “Ama hepsi yalan değildi. Henüz onun
sevgisini kazanamadım sadece.”

Bunu duyunca Xie Lian donakaldı, ama Hua Cheng çoktan gitmek için
dönmüştü, tarlada çalışmaya devam edecekti.

Xie Lian uzunca bir süre olduğu yerde durdu, şaşkındı, ardından eğildi ve
yavaş yavaş çalışmaya geri döndü. Nedense biraz üzgün hissediyordu. Kısa
bir süre sonra, bir sıra küçük filizinin yerinden çıktığını fark etti ve hemen
aklını tekrar işe verdi.

Tarlalarda çalışırken kişisel iletişim rününden Rüzgar Ustasına ulaşmaya


çalıştı. Her ne kadar Hua Cheng onu Rüzgar Ustası ve yakınındakilerden
uzak durması konusunda uyarmış olsa da, Xie Lian öyle yapamazdı. Geçen
günlerde de pek çok kez ulaşmaya çalışmıştı ama hiç karşılık alamamıştı,
sadece sessizlik vardı. Bu nedenle taktik değiştirdi ve onun yerine Ling
Wen’e ulaştı. “Ling Wen, Rüzgar Ustası nasıl? Biraz daha iyi mi?”
Ling Wen hemen cevaplamıştı ve sesi Xie Lian’ın kulaklarında çınladı.
“Rüzgar Ustası mı? Sanırım biraz daha iyi.”

Xie Lian içgüdüsel olarak onun gerçeği söylemediğinin farkındaydı ama


ısrar etmedi. Ancak bu yaşanan yukarı çıkıp neler olduğuna bakma fikrinin
kesinleşmesini sağlamıştı.

Tam bu sırada Ling Wen ekledi. “Bu arada, Su Ustası sana bir hediye
gönderdi ve varmış olmalı. Bir ara bakmayı unutma Ekselansları.”

Xie Lian şaşırmıştı. “Hediye mi? Gerek yok. Bir ödül almayı hak edecek bir
şey yapmadım.”

“Alçak gönüllü davranmaya gerek yok.” Ling Wen. “Rüzgar Ustası fevri
davrandığı zaman herhangi birisini kendine eşlik etmesi için seçebilir ve
onun yanında sen de zorluklara katladın, bu nedenle açık konuşmak
gerekirse hediyeyi kabul etmekte utanılacak bir şey yok. Su Ustası sadece
minnettarlığının küçük bir göstergesi olduğunu söyledi, kabul et.”

Xie Lian hala uygun olmadığını düşünüyordu ama yine de aklında tuttu.

İşlerini bitirdikten sonra toparlanırken Hua Cheng köyün başkanının evine


sabanını tamir etmek için gitti ve Xie Lian Puji Manastırına ilk dönen oldu.
Hua Cheng’in deyimiyle üç ‘beş-para-etmez’i arka tarafa götürdükten sonra
Xie Lian küçük mekanı aradı, merak ediyordu, Hediye nerede?

Bağış kutusunun arkasındaki çatlaklardan düşmüş olabileceğini düşünerek


kollarını sıvadı ve tam kutuyu kaldırmak üzereyken, denediği zaman
kaldıramadığını fark etti. Bağış kutusu sanki kök salmış

gibi kaldırılamayacak kadar ağırdı. Kafası karışan Xie Lian anahtarı çıkarttı
ve kutuyu açtı. Açtığı anda parlak altın ışığı onu neredeyse kör edecekti.

Bağış kutusu kalın altın külçelerle doluydu ve kabaca bir bakış atmak
neredeyse bir milyon merite eş

değer olduklarını söylüyordu!


Xie Lian hemen kapağı çat diye kapattı, her iki eliyle üstüne basıyordu,
aklından, Sadece minnettarlığının küçük bir göstergesi mi?!, diye
geçiyordu.

Nedensiz yere böylesine müsrif bir hediye vermek, bu sus payı mı


oluyordu? İlk başta ruhani yeşim bir bilezik gibi güç korunmasını sağlayan
küçük bir şey olduğunu, kabul etmesinin doğru olacağını düşünmüştü.
Sonuçta hediyeyi geri göndermek Su Ustasını utandırırdı ve Rüzgar Ustası
da ona tapıyordu bu yüzden hoş bir şey olmazdı. Ama şimdi, tamam, Su
Ustasından da bu beklenirdi. Bu kadar büyük bir sandık altın külçelerle
ağzına kadar dolmuştu, geri vermesi gerekiyordu.

Zaten Rüzgar Ustasını ziyaret etmek için cennete gitmeyi planlamıştı. Hua
Cheng’in bu kadar çabuk dönmeyeceğini düşünerek bir not bıraktı,
ardından ölüm kadar ağır olan bağış kutusunu sırtına atarak yola koyuldu.

Beklenmedik bir şekilde Üst Cennete ulaştığı zaman her yer karma karışıktı
ve Xie Lian irileşmiş

gözleriyle şaşkın şaşkın bakındı. Mükemmel derecede iyi Büyük Savaş


Caddesi şimdi enkazlar ve çukurlarla doluydu ve sokağı yarıklar
doldurmuştu. Ast cennet mensuplarından bir grup ileri geri koşuşturuyordu
ve Ling Wen derin bir yarığın yanına çömelmiş, ağrıyan başına masaj
yapıyordu. Xie Lian yanına gitti ve sordu. “Ne oldu burada?”

Ling Wen başını kaldırdı ve sırtında taşıdığı devasa bağış kutusu onu
şaşırttı. “Ekselansları, ne diye o kadar büyük bir bağış kutusunu buraya
getiriyorsun??? Ne mi oldu? Ooof, bahsetme bile. General Nan Yang ve
General Xuan Zhen kavga ediyor ve birbirlerinin saraylarını yok ediyorlar.”

Feng Xin ve Mu Qing mi? Xie Lian şaşırmıştı. “O ikisi neden yine kavga
ediyor?”

“Geçen seferki cenin ruhu meselesinden tabi, neden olacak? Birkaç savaş
tanrısı hayalet anne ve oğlu konusunda ne yapacaklarını tartışıyorlarmış.
General Nan Yang yaratık şimdiden çok canlar aldığı için cenin ruhunu yok
etmeyi önermiş, ama Xuan Zhen izin vermemiş. Ses tonu hiçte hoş
değişmiş bu nedenle Nan Yang de bu kadar hayırsever olmasının nedenin
belki de kendini suçlu hissetmesi olduğunu söylemiş vesaire vesaire.
Ekselansları, nasıl olduğunu bilirsin. Hep böyleler. Aralarında birkaç kelime
geçince hemen yumruklarını kaldırıyorlar. Şuraya bir bak. Kavgalarının
bize neye mal olduğunu gör. Uzun zaman önce siz savaş tanrılarının
kültürsüz olduğunu söylemiştim, Üst Cennetin bu seneki tamirat masrafları
çok korkutucu, şu ana dek sadece yarısını hesaplayabildim ve çoktan
hepsini unuttum. Sahiden…”

Baş ağrısı oldukça acı veriyormuş gibi görünüyordu, Xie Lian tekrar
konuştu. “O zaman… sana kolay gelsin. Ben gidip Rüzgar Ustasını kontrol
edeceğim.”

Ling Wen başını kaldırdı. “Rüzgar Ustasını mı? Boşuna gitme Ekselansları.
Su Ustası şu anda ziyaretçilere izin vermiyor.”

“Daha iyi olduğunu söylememiş miydin?” Xie Lian sordu.

“Su Ustası öyle söylemişti.” Ling Wen. “Ama Rüzgar Ustasının hiçbir
ziyaretçi kabul etmediğini de Su Ustası söylemişti. Şu anda ben bile Rüzgar
Ustasını göremiyorum, bu nedenle muhtemelen toparlanmak için daha fazla
zamana ihtiyacı var. En iyisi gitmemek Ekselansları. Bu arada, senin bağış

kutun da…”

BAM! Xie Lian bağış kutusunu yere bıraktı. “O zaman lütfen bunları benim
için Su Ustasına ver. Ödül gerektirecek bir şey yapmadım. Bana hiçbir şey
vermese bile, Xie Lian söylenmemesi gereken hiçbir şey söylemeyecek.”
Kutuyu yere bıraktıktan sonra rahatlamıştı ve aceleyle gitti. Ling Wen
arkasından seslendi ama karşılık alamayınca boş verdi ve ağrıyan başıyla
derin yarığa bakmaya devam etti.

Ancak her ne kadar Xie Lian gittiyse de, elbette öylece ölümlü diyara geri
inmemişti. Onun yerine Cennetteki Rüzgar ve Su Ustalarının Sarayına sızdı.

Her ne kadar sarayın hem içi hem dışı muhafızlarla dolup taşıyor olsa da,
böylesine küçük bir engel Xie Lian’ı durduramazdı. Shi Qing Xuan geçen
sefer onu davet etmişti bu yüzden Rüzgar Ustasının odalarının nerede
olduğuna dair genel anlamda bir fikri vardı. Duvardan atladı ve kah
çatılarda gizlice koştu kah yerde sinsice dolaştı. Varması çok uzun
sürmemişti. Tek korkusu Su Ustasının Rüzgar Ustasını çoktan başka bir
yere taşıdığı ve orada bulunmuyor olmasıydı.

Şansına korkusu gerçek olmadı. Çatıya tırmandı ve başkalarının onu


göremeyeceği kör bir nokta buldu ve kirişlerden birine bacaklarının
kullanarak tırmandı, çıkıntıda baş aşağı sallanırken yatak odasının içine
baktı. Ancak baktığı anda donakalmıştı.

Shi Qing Xuan sıkıca bağlanmış, elleri ve bacakları iplerle tutturulmuştu.


Kendi yatağına bağlanmıştı ama yine de durmaksızın mücadele ediyordu.
Hemen yanında Shi Wu Du yatağın etrafında volta atıyordu, elinde
bilinmeyen siyah bir şeyle dolu bir kase vardı. Bir an durdu, ardından
yanına yaklaşarak içindekileri zorla Shi Qing Xuan’ın boğazından aşağıya
döktü.

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 115: Tünellerden Geçerken, Yukarıdan Bir Kılıç Saplanır


Çenesi Shi Wu Du tarafından açılıp birkaç yudum yutmaya zorlanan Shi
Qing Xuan öksürdü, içtiğinin yarısından çoğunu tükürerek ve püskürterek
çıkartmıştı, her yeri kirlenmişti. Çığlık atmaya başladı ve başıyla vurarak
kaseyi devirdi. Shi Wu Du öfkeden köpürüyordu ve bağırdı. “Devam et!
Devir! Elimde daha çok ilaç var. Bir kase kırsan yirmi tane daha getiririm!
Sen içene kadar boğazından zorla sokmaya devam edeceğim!”

Shi Qing Xuan kükredi. “AAAHHHH!!! BENİ YALNIZ BIRAK!! BIRAK


ÖLEYİM!”

Shi Wu Du keskin bir sesle. “Ben senin kardeşinim! Eğer ben seninle
ilgilenmezsem kim ilgilenir?!”

Shi Qing Xuan konuşmayı bıraktı, başını diğer tarafa çevirdi. Bir an sonra
Shi Wu Du yatağın kenarına oturdu ve sesini yumuşattı. “Gidip yelpazeni
tamir edeceğim.”
“Artık o yelpazeyi istemiyorum.” Shi Qing Xuan.

Rüzgar Ustası ruhani eşyasına, Rüzgar Ustasının yelpazesine, bayılırdı ve


ara sıra sırf oynamak için yanında getirirdi ve hatta kışın kar fırtınalarının
arasında bile yine de rüzgar üflerdi. Ancak şimdi artık Rüzgar Ustasının
yelpazesini istemediğini söylüyordu, Xie Lian gittikçe daha da
meraklanmaktaydı.

“İstemiyorsan o da tamam. Bu fırsatı sana yeni bir ruhani eşya dövmek için
kullanırız.”

Shi Qing Xuan başını tekrar çevirdi. “Yenisini de istemiyorum! İnmeme


izin ver sadece.”

Shi Wu Du da ona döndü. “İnmene mi? Nereye?”

“Ölümlü diyara.” Shi Qing Xuan cevapladı. “Artık Üst Cennette kalmak
istemiyorum. ARTIK BİR TANRI OLMAK İSTEMİYORUM!”

Shi Wu Du’nun solgun alnında damarlar patladı. “Hiç komik değil!


Tanrılığını bir kenara atarak ölümlü diyara mı ineceksin? Kendini aptal
yerine koymayı bırak! Dünyadan ve Orta Cennetten kaç kişinin yükselmek
için canını vereceğini bildiğini sanmıyorum!!”

Shi Qing Xuan öfkeyle bağırdı. “EVET ÖYLE! BİLMİYORUM! BEN


SADECE ORTALIKTA DOLAŞAN BİR

SERSERİ OLMAK İSTİYORUM! NE OLMUŞ YANİ?!”

“İZİN VERMEYECEĞİM! Umursamaz bir serseri mi olmak istiyorsun?


Anca rüyanda görürsün! Ben…”

Tam bu sırada yüzü tekrar renk değiştirdi, sanki özel bir mesaj almış, ona
haberler iletilmiş gibiydi. Shi Wu Du hemen ayaklandı, iki parmağını
şakaklarına ciddiyetle bastırdı ve yüzü daha da ciddi bir hal almaya başladı.
Kısa bir süre sonra Shi Qing Xuan’a döndü. “Bana daha fazla sorun
çıkartmayı bırak.
Bir süreliğine meşgul olacağım, senin aklını başına getirecek vaktim yok!
Üçüncü cennet musibetimden döndüğüm zaman artık böyle
davranamayacaksın!” Ardından ellerini salladı ve hızla yatak odasından
çıktı.

O gittiği gibi Xie Lian sessizce aşağıya indi, pencereyi ittirerek içeriye
sızacaktı. Ancak pencereyi ne kadar iterse itsin başaramadı; bir tür hapis
mührü yapılmış olmalıydı. Üzerinde uyarıcı bir büyü de vardır diye zorla
açmaya cüret edemezdi bu nedenle sadece kısık sesle seslendi. “Rüzgar
Ustası.

Rüzgar Ustası?”

Shi Qing Xuan yatağında irkildi ve başını çevirdi, mest olmuştu.


“Ekselansları?!”

“Benim.” Xie Lian karşılık verdi. “Sana ne oldu? Pencereyi açamıyorum,


girebileceğim başka bir yer var mı?”

Normal yollarla pencereler açılamazsa, bir savaş tanrısının içeriye girmek


için hangi yolu kullanacağını tahmin etmek çok kolaydı. Shi Qing Xuan
aceleyle konuştu. “Yapma yapma yapma! Hiçbir yeri yıkma!

Buradaki tüm pencereleri ve kapıları saran bir büyü var. Eğer kaba kuvvet
kullanırsan tüm Rüzgar ve Su Tapınağı dışarıdan birisinin geldiğini bilir.
Eğer gelen ben veya abim değilse, kapılar ve pencereler sadece içeriden
açılabilir.”

“Ama senin de elin kolun bağlı.” Xie Lian işaret etti.

Shi Qing Xuan deli gibi kıvranmaya başladı. “Ekselansları, bir saniye
bekle! Şu ipten bir kurtulayım…”

“…” Xie Lian onun tüm bedeninin yatakta yuvarlanmasını izledi, bazen
karides gibi kıvrılıyor, bazen çelik levha gibi dümdüz oluyordu, kurtulmak
için müthiş bir çaba sarf ediyordu ve Xie Lian sessizce ona tezahürat etti.
“Böyle devam Lordum!”
Kaba bir bakışla Shi Qing Xuan’ı bağlayan iplerin ruhani bir eşya
olmadığını kestirebiliyordu. Rüzgar Ustasının güçleri düşünüldüğünde tek
parmağıyla paramparça olmalıydılar, o zaman neden hala kurtulamıyordu?
Yoksa Shi Qing Xuan sahiden ciddi bir şekilde yaralanmış ve bu nedenle
iplerden bile kurtulamıyor muydu?

Tam bu sırada Shi Qing Xuan’ın yatağının altında tuhaf bir hareketlenme
oldu ve bir el aniden uzandı.

Xie Lian şokla şaşırıp kaldı, başı telaşla alev almıştı. “Rüzgar Ustası dikkat
et! Yatağının altında saklanan bir şey var!”

Shi Qing Xuan’ın da yüzü düştü. “NE?!”

Ama tam sözler dudaklarından dökülürken siyahlı bir siluet çevik bir
şekilde yatağın altından çıktı ve önünde durdu, yukarıdan onu izliyordu.

Adam siyah bir cübbeye bürünmüştü ve bir hayalet maskesi takıyordu.


Neden yatağın altında saklandığını veya ne yapmayı planladığını kestirmek
zordu. Shi Qing Xuan sıkıca yatağına bağlanmıştı, özgür kalmak için
çaresizce kıvranıyordu ve Xie Lian kapıdaki hapis mührü tarafından
dışarıda bırakılmış, içeriye giremiyordu, sahiden korkunç bir durumdu. Xie
Lian tam pencereyi yıkmayı düşünüyordu ki adamın hayalet maskesini
kaldırdığını gördü, kısık bir sesle konuşmuştu. “Kapa çeneni!”

Shi Qing Xuan’ın gözleri irileşti. “Ming-xiong? Ming-xiong! Tanrım,


Ming-xiong canım dostum, çabuk!

Şunlardan kurtar beni!”

Tek eliyle Ming Yi onu bağlayan ipleri koparttı ve Shi Qing Xuan
eklemlerine dolaşmış iplerle boğuştu, yataktan sürünerek çıktı ve aceleyle
pencereyi açtı, Xie Lian’ın ellerine yapışarak sallamaya başladı.

“EKSELANSLARI! BENİ YİNE DE HATIRLADIĞIN İÇİN TEŞEKKÜR


EDERİM!”
Xie Lian onun omzuna vurdu, nazik ve becerikli bir şekilde odaya atladı.
“Yatak odasının etrafında bir hapis mührü yok muydu? Toprak Ustası nasıl
girebildi?”

Ming Yi. “Benim işim bu.”

Ardından sanki bir yanlışlık fark etmiş gibi yerdeki ipi aldı, baktıktan sonra
başını kaldırarak Shi Qing Xuan’a döndü. “Nasıl böyle bir şeyden bile
kendin kurtulamıyorsun?”

Xie Lian’ın gözleri de ipe kilitlenmişti. İp sadece ruhani bir eşya


olmamakla kalmıyor, bir de son derece sıradan bir taneydi. Rüzgar Ustası
gibi ruhani güçleri doruk noktasındaki bir kişi nasıl kaba saba bir sicimle
bağlanabilirdi ve bunca zaman kurtulamazdı?

Shi Qing Xuan’ın yüzü dondu ve Ming Yi aniden onun sol kolunu tuttu, yüz
ifadesi gittikçe soğuyordu.

“Neler oluyor?!”

Xie Lian da uzanarak Shi Qing Xuan’ın sağ bileğini tuttu ve bir anlığına
nabzını hissetti, ardından şaşkına dönmüştü. “Rüzgar Ustası, nasıl böyle
oldu?”

Shi Qing Xuan’ın bedeninde bir parça bile ruhani güç yoktu!

Kısa bir süre sonra Xie Lian tahminde bulundu. “İlaç kasesi mi?”

Shi Wu Du’nun zorla Shi Qing Xuan’ın boğazından aşağıya döktüğü ilaç
kasesi aklına gelmişti, Xie Lian hemen dökülenleri incelemek için eğildi.
Ancak Shi Qing Xuan konuştu. “Hayır.”

Sahiden de ilaçtan değildi. Xie Lian ilaçlardan biraz anlardı ve kokusuna


bakılırsa bu şifalı su bir tür sakinleştirici içeriyordu, belki sersemliğe yol
açabilirdi. Düşününde, Basamaklı Şarap Terasındayken Shi Wu Du aniden
küçük kardeşinin bileğini tuttuğu zaman bir anda yüz ifadesi değişmişti, o
da Shi Qing Xuan’ın durumunu anlamış olmalıydı. Böyle bir ilacı Shi Qing
Xuan’a içirmeye çalışması onun iyiliği için olmalıydı, o zaman neden Shi
Qing Xuan bu kadar kararlı bir şekilde reddetmişti?

Shi Qing Xuan’ın kişisel iletişim rününden cevap vermemesine


şaşmamalıydı. Öncesinde sahip olduğu tüm o engin güçler tamamen
kaybolmuştu, bir ölümlüden hiçbir farkı yoktu. Xie Lian düşünmeden
söyleyiverdi. “Rüzgar Ustası, sen sürüldün mü?”

Yoksa neden böyle olacaktı ki? Ama bedeninde hiç lanetli kelepçe yoktu ve
eğer birisi sürülürse bunu gizleyebilmesine imkan yoktu. Tüm Üst ve Orta
Cennet anında haberdar olurdu. Shi Qing Xuan’ın yüzü solgundu ve sanki
daha fazla ayakta durmaya dayanamıyor gibiydi. Xie Lian ona destek oldu
ve sordu. “Neden Su Ustası seni bağladı?”

Ancak o zaman Shi Qing Xuan kendine geldi. “Sahi. Abim. Çabuk abim
gelmeden buradan çıkalım.

Kaçtıktan sonra konuşuruz!”

Ardından yere eğildi ve yatağın altına süründü. Xie Lian da tekrar eğildi.
“Rüzgar Ustası!”

Yatağının altında nereye gittiği belli olmayan bir delik vardı ve Shi Qing
Xuan içinde kaybolmuştu.

Ming Yi eğilerek gitmeye hazırdı. Xie Lian hızla düşündü ve yine de takip
etmeye karar verdi, ancak Ming Yi onu bir kez daha geri çekti.
“Ekselansları, artık bu olaya karışmayın.”

Xie Lian onun engeline çok şaşırmıştı. “Rüzgar Ustası daha önce pek çok
kez cömert bir şekilde bana yardım etti. Şimdi ise başı belada, öylece durup
izleyemem.”

“Her zaman cömert sözler söyler, cömert şeyler yapar, ama pek çokları
gerçek tehlike geldiğinde uzak durur.” Ming Yi.

“Başkalarının ne yaptığı beni ilgilendirmiyor.” Xie Lian. “Gerçekte neler


olduğunu anladığımız zaman, elbette eğer yardımım gerekmiyorsa geri
çekileceğim.”

Shi Qing Xuan’ın sesi yatağın altından yükseldi. “İkiniz geliyor musunuz?
Delik kapanıyor!”
Sahiden de yatağın altındaki delik küçülmeye başlamıştı. Bunu görünce
Ming Yi çevik bir şekilde atladı ve Xie Lian hemen arkasındaydı. Üçü Ming
Yi’nin kazdığı tünelde süründüler ve Xie Lian arkasına baktığı zaman
tünelin girişi çoktan kapanmıştı, gerçekten büyüleyiciydi. Kısık bir sesle
sordu. “Toprak Ustası, bu tüneli nasıl kazdınız? Cennette mensupların
meskenlerinin altını kazmamanın mümkün olduğunu hiç duymamıştım.”
Bilinmesi gerekir ki, Cennetin temeli ölümlü diyardaki çamurlu topraklara
benzemezdi.

Bu soruyu sorduktan sonra Toprak Ustası Ming Yi’nin yerel dünyada


yetenekli bir mühendis olduğunu öğrendi. Geçmiş hayatında köprüleri tamir
etmiş, yolları düzeltmiş, dağa tüneller açmış, evler inşa etmiş ve pek
çoklarına zenginlikler bağışlamıştı, ki yükselmesini sağlayan da bu
olmuştu. Şimdi ne zaman ölümlü diyarda büyük bir şey inşa edilecek olsa,
daha toprak delinmeden insanlar Toprak Ustasına dua eder ve başarılı bir iş
için kutsamasını dilerlerdi.

Yükseldikten sonra bir ruhani eşya dövmüştü, hilal şeklindeki küreğini.


Efsaneler kutsal küreğin düzleştiremeyeceği hiçbir dağ, kazamayacağı
hiçbir tünel, giremediği hiçbir bina olmadığını söylerdi.

Hayalet Şehre bir casus olarak sızarken bu yeteneği oldukça işine yaramıştı;
eğer girmek istediği herhangi bir gizli oda olursa altından tünel kazıyordu
ve delik ardından kapanıyordu. Eğer Hua Cheng onu kan torbası olana dek
dövmeseydi ve ruhani güçlerine müthiş bir zarar vermeseydi, belki de
değerli küreğiyle kaçabilirdi bile.

Geçmişte Toprak Ustası hiç küreğini cennet mensuplarının meskenlerinin


altını kazmayı denemek için kullanmamıştı ve ruhani eşyasıyla gösterişte
yapıyor değildi, onu hep bir kenarda tutardı.

Muhtemelen gösteriş yapmaması iyi olmuştu; Üst Cennetteki mensuplara


ait olan ruhani eşyalar kitaplar ve fırçalar, kılıçlar ve yelpazeler, guqinler ve
flütler gibi narin ve güzel şeyler olurdu, bu nedenle eğer bir cennet
mensubu bütün gün bir kürekle dolaşırsa muhtemelen manzarayı katleder
ve kendi imajını öldürürdü. Açıklamayı duyduktan sonra Xie Lian da Puji
Mabedini yenilemeden önce Toprak Ustasına dua edip etmemesi gerektiğini
düşünmeden edemedi.

Bir süre süründükten sonra Xie Lian önünde Ming Yi’nin Shi Qing Xuan’a
sorduğunu duydu. “Boş

Lafların Saygın Efendisi miydi?”

Xie Lian da cevabını bilmek istiyordu. Sahiden Shi Qing Xuan’ı böyle
yaralayan Boş Lafların Saygın Efendisi miydi, eğer bu olanlar duyulursa
cennet diyarında bir kargaşa çıkar ve müthiş bir korku uyandırırdı. Kısacık
bir sürede bir cennet mensubunun güçlerini kaybetmesine ve bir ölümlü
olmasına neden olan bir canavar! Sadece düşününce bile nasıl bir tepki
uyandıracağını tahmin etmek güç olmuyordu. Böylesine ciddi bir olaydı,
ancak bir süreklik sessizlikten sonra Shi Qing Xuan cevapladı.

“Kim yaparsa yapsın, olan oldu ve bitti.”

Tepkisi sahiden çok şüphe uyandırıcıydı.

Eğer birisi ona pusu kurduysa ne olursa olsun tepkisi bu olmamalıydı,


özellikle de Shi Qing Xuan gibi adaletsizlikle karşılaştığında asla sessiz
kalamayan birisinin.

Bir anda korkutucu bir düşünce Xie Lian’ın içinde filizlendi. Her ne kadar
berbat olsa da, her şeyi açıklayabiliyordu.

Tam bu sırada Ming Yi emretti. “Sessizlik.”

Yeraltı tünelindeki üç kişi aynı anda nefeslerini tuttu. Ming Yi bir avuç
meşalesi yaktı ve önlerindeki yerin bir kısmını aydınlattı. Diğer ikisi ona
döndüler.

Ming Yi iletişim rünü aracılığıyla konuşmak istiyor gibiydi ama Shi Qing
Xuan tüm ruhani güçlerini kaybetmişti, iletişim kurmak için zihnini
kullanamıyordu. Bu nedenle fikir değiştirdi ve parmağıyla havaya kelimeler
yazı. Parmak uçları geçerken, ardından bir parça mürekkep bırakıyordu,
sanki yoğun bir mürekkep suya düşmüş dağılıyormuş gibi görünüyordu.
Diğer ikisi ne yazdığını gördüler:

‘Konuşma. Hareket etme. Bekle.’

Herkesin okumasını bekledikten sonra sessizce bir kez üfledi ve kelimeler


havada kayboldu. Xie Lian’ın hala kullanmadığı bir parça ruhani gücü vardı
bu nedenle elini kaldırdı ve o da bir şeyler yazdı:

‘Neyi? Ne zaman dek?’

Ming Yi: ‘Yukarıdaki gidene dek.’

Xie Lian ve Shi Qing Xuan aynı anda yukarıya baktılar. Görünüşe göre
Ming Yi’nin değerli küreğiyle Cennette kazdığı bu tünel bazı kutsal köşk ve
malikanelerin altından geçiyordu. Muhtemelen şu anda kafalarının üzerinde
bir cennet mensubu vardı.

Dikkatle dinlediler, sahiden yavaşça yürüyen ağır ayak sesleri vardı, sanki
odada volta atar gibiydi.

Adımları dinlerken Xie Lian bu kişinin bir savaş tanrısı olduğundan emindi.
Bir savaş tanrısının beş

duyusu da keskin olurdu ve eğer şüphe uyandırıcı bir ses çıkartırlarsa


yakalanabilirlerdi.

Shi Qing Xuan ne iletişim rününü kullanabiliyor ne yazabiliyordu ve


şüphelerini dile getirmek için tek yapabileceği sessizce dudaklarını
oynatmaktı. Xie Lian onu anlayana dek iki kez tekrar etmesini izledi,
söylediği şey şuydu: ‘Ming-xiong, neden tapınaklar ve saraylardan uzak
durmuyorsun??? Neden Büyük Savaş Caddesinin altından kazmadın???’

Ming Yi soğukça yazdı: ‘Öncesinde bu sarayda kimse yoktu. Büyük Savaş


Caddesi şu anda deliklerle dolu.’

Xie Lian da yazdı: ‘Evet. Gördüm. Cadde delikler ve metrelerce yarıklarla


dolu. Eğer tünel o deliklerden birisine denk gelirse başımızı kaldırdığımızda
birisiyle göz göze gelebiliriz.’
Böylece üçü de sessiz kaldı, üç dilsiz taşa dönmüş, cennet mensubunun
gitmesini sabırla bekliyorlardı.

Bir süre sonra Shi Qing Xuan’ın dudakları tekrar hareket etti: ‘Gitti mi?’

Ming Yi başını iki yana salladı. Shi Qing Xuan’ın alnında damarlar
belirginleşti, öfkeli yüzü neredeyse öncesinde abisine kızarkenkiyle aynıydı
ve sessizle söyledi: ‘Kim bu oyalanan! Uyku vakti değil! Ve neden cennet
mensupları uyumaya ihtiyaç duysun? Kafamızın üstünde tuvalet falan mı
var!’

Kesin konuşmak gerekirse cennet mensuplarının tuvalete girmeye de


ihtiyacı yoktu. Dudakları tam

‘tuvalet’ kelimesini oluştururken Xie Lian aniden sırtındaki tüylerin diken


diken olduğunu hissetti ve zorla önündeki iki kişiyi iterken bir yandan
ayağıyla yeri sertçe itti, arkaya düştüler.

Keskin bir bıçak tünelin üzerinden sağlandı, halesi öldürme isteğiyle


doluydu ve tam Xie Lian’ın bacaklarının arasına saplanmıştı.

Çevirmen: Nynaeve

Not: Oğlum o bıçak hedefi bulsa Hua Cheng seni naapar haberin var mı?

Bölüm 116: Güzün Son Gününün Arifesi, Ahlaka Aykırı Bir Yer
Değiştirme

“…”

Her ne kadar Xie Lian günlerini iktidarsız olarak geçirmiş bir erkek olsa da,
yine de ‘şeyi yokmuş gibi davranmak’la ‘sahiden şeyi sonsuza dek
kaybetmek’ özünde bambaşkaydı. İrkildi, ince bir soğuk ter tabakası tüm
bedenini kaplarken bağırdı. “KAÇININ!”

Kelimeler dudaklarından döküldüğü anda kılıç yerden çekildi ve Xie Lian


hemen bu fırsatı kullanarak ileriye atıldı. Hemen ardından Shi Qing Xuan’ı
çekti ve haykırdı. “Dikkat et!”

Kılıç tekrar saplandı ve Shi Qing Xuan’ın hemen önünden çıktı. Eğer Xie
Lian onu zamanında geri çekmeseydi kılıç doğrudan kafasına saplanacaktı,
olduğu yere mıhlanırdı. Bağırdı, dehşete düşmüştü.

“Çok yakındı! Nereye saplanacağını nereden biliyordun?”

“Bilmiyorum! Tahmin ettim!” Xie Lian. Tümüyle içgüdüseldi. Söz konusu


öldürücü haleler olunca düşünmeden hareket etmek konusunda eğitim
almıştı. Kısa bir süre sonra bir ikinci, üçüncü ve dördüncü kılıçlar saplandı,
her biri keskin, parlak olan kılıçlar üçünün dört yanlarını kapatmıştı.

BOOM! Ardından büyük bir patlama koptu ve yukarıdan vahşi titremeler


geldi, her yerden toz ve moloz yığınları yağıyordu. “Yukarıda ateş açtılar!”

Her bir patlama sesi gittikçe yükseliyordu ve titremeler de artıyordu, açık


bir şekilde gittikçe yaklaşıyorlardı. Önleri ve arkaları keskin bıçaklarla
kapatılmıştı ve her biri keskin ve sert, genç değerli kılıçlardı; Fang Xin
yaşça büyüktü bu nedenle onlarla doğrudan savaşırsa olacakları kestirmek
güçtü.

Ming Yi hilal şeklindeki küreğini kim bilir nereden çıkarttı ve kenardaki


küçük kısmı güçlükle kazmaya başladı. Yanında Shi Qing Xuan o kadar
usanmıştı ki neredeyse ruhunu kusuverecekti. “Ming-xiong bunu yapabilir
misin? Ming-xiong acele etsen? Ruhani eşyanı uzun zamandır kullanmıyor
oluşun senin hatan, eşyalarınla daha sıkı fıkı olmalısın tamam mı? Ne kadar
katı ve paslı olduğuna bir bak!!!”

Dürüst olmak gerekirse paslanması affedilebilirdi. Sonuçta Xie Lian dışında


kürek gibi bir şeyi her yere, her gün utanmadan götürebilecek başka bir
cennet mensubu yoktu. Ming Yi’nin alnında damarlar patladı. “KAPA
ÇENENİ!!!”

Xie Lian aceleyle araya girdi. “Kızma, kızma. Tünel kazıldı!”

Sahiden Ming Yi küreğine baskı kurduğu anda önlerinde bir delik


belirmişti. Küreği yükselirken deli gibi kazdı diğer yandan Shi Qing Xuan,
ikisinin arasındaydı, deli gibi gaz veriyordu. Tek delirmemiş kişi olan Xie
Lian geride kaldı. Toprak Ustasının değerli küreği sahiden büyülüydü ve
sadece birkaç darbede önlerinde on metrelik bir tünel açılmıştı. Bir süre
sonra arkasına baktığında geçtikleri tünelin kendi kendine kapanmakta
olduğunu gördü ama biraz önce tuzağa düştükleri yerin üzeri açılmış, ince
bir ışık sızıyordu.

Xie Lian hemen konuştu. “Kazıp gelecekler!”

Ming Yi anında hızlandı ve daha da delirmiş gibi kazdı ama aniden


hareketleri durdu ve başını kaldırdı.

Xie Lian da aynı tepkiyi vermişti çünkü ikisi de hissetmişlerdi: üstlerinde


hiçbir hareket yoktu ve tamamen sessizdi. Yukarıda boş bir saray olmalıydı.

Tünelleri çoktan keşfedildiği için öncelikle dışarıya çıkmalıydılar. Ming Yi


yön değiştirdi ve kazmaya başladı.

“Çıktığımız zaman yukarıda kimsenin olmayacağından emin misiniz???”

“Hiçbir şey duymuyorum. Uyumuyorsalar boştur!” Ming Yi yanıtladı.

Elbette cennet mensuplarının uyumaya ihtiyacı yoktu, günün ortasında ise


kendi saraylarında uyumaları neredeyse imkansızdı. Yine de Ming Yi’nin
küreği deldi ve üçü dışarıya çıktıkları anda, başlarını yükseltip temiz havayı
solurken, daha ilk nefeslerini veremeden bir yatak görecekleri ve yatağın
üzerinde kolları ve bacakları açık, derin bir şekilde uyuyan bir genç olacağı
kimin aklına gelirdi?

Xie Lian: “???”

Sahiden kendi sarayında, günün ortasında uyuyan cennet mensupları mı


vardı???

Hareket nedeniyle uyanan genç yuvarlandı ve oturdu, kıvırcık saçları


uyurken kuş yuvası gibi karışmıştı. Kaşlarını çattı ve başını uzattı, uykulu
gözlerle yatağının yanındaki üç kafayı izliyordu, neden böyle şeylerin
sarayında belirdiğini anlayamıyormuş gibi görünüyordu. Ancak tam Shi
Qing Xuan neredeyse dışarıya çıkmışken, aniden haykırdı ve Xie Lian
arkasına baktı. Bileğini bir el yakalamıştı.

Elin sahibi Pei Ming’di. Bir tünelde bile olsa yine de nazikti. “Bende hangi
küçük fare sarayımın altını kazıyor diyecektim. Qing Xuan neden hasta
yatağından kalktın? Nereye gidiyorsun? Abin kızdığında nasıl oluyor
biliyorsun, o seni bulmadan hemen geri dön.”

RuoYe uçtu ve eline vurdu. Pei Ming dışarıya sıçradı. “Ekselansları, Toprak
Ustası, ikinizin yapacak daha iyi bir işi yok mu? Nedensiz yere Rüzgar
Ustasını evden kaçmaya zorlamanız biraz fazla abes değil mi?”

“Rüzgar Ustası Su Ustasının küçük kardeşi olabilir, ama hala yüzlerce


yaşında bir cennet mensubu.

General Pei lütfen ondan üç yaşındaymış gibi bahsetmeyin.” Xie Lian


ekledi. “Eğer nedenlerden bahsedeceksek o zaman bir cennet mensubunu
nedensiz yere hapsetmekten bahsedelim, neresinden bakarsanız bakın abes
davranan Su Ustası, öyle değil mi?”

Eğer tahmininde yanılmıyorsa o zaman Rüzgar Ustası artık Üst Cennette


kalamazdı. Quan Yi Zhen hala yatağında sersem gözlerle onları
izlemekteydi, tüm bu olanlar kafasını karıştırmış gibi bakıyordu. Pei Ming
kılıcını kaldırdı ve karanlık bir şekilde konuştu. “Qi Ying, izlemeyi bırak ve
bana yardım et. Onları yakalayalım.”

*ÇN: Prens Qi Ying veya Quan Yi Zhen, Ay Festivalinde gördüğümüz


kendi inanlarını döven genç, batının savaş tanrısı.

Bir süre düşündükten sonra Quan Yi Zhen sahiden yardım etmeye karar
verdi.

Yataktan atladı, biraz önce yatmakta olduğu yatağı kaldırdı ve Pei Ming’e
doğru fırlattı. Sahiden de yardım etmişti, tek sorun, Xie Lian ve
arkadaşlarına yardım etmesiydi. Yatak hiçbir şeyden şüphelenmeyen Pei
Ming’e çarptı ve Pei Ming şoka girmişti. “QI YING!!! NEDEN BANA
VURDUN????”
Quan Yi Zhen elini Xie Lian’a salladı, muhtemelen onlara hemen
gitmelerini işaret ediyordu. Xie Lian ve yanındakiler ise bir an
donakaldıktan sonra aceleyle dışarıya çıktılar.

Belki Shi Qing Xuan yaralandığı ve gücü olmadığı içindi ama birkaç adım
attıktan sonra yüzü solmuştu, bu yüzden Xie Lian geri dönerek onun
çıkmasına yardım etti. Ancak Ming Yi onu doğrudan çekti ve sırtına attı.
Xie Lian ellerini kapıya koydu, iki zar çıkarttı ve gence döndü. “Çok
teşekkür ederiz!”

Quan Yi Zhen hala vahşice Pei Ming’e vuruyordu, hiçbir usul içermeyen
hareketleri acımasız bir şekilde saldırgandı ve eğer Pei Ming’in kendi
yetenekleri olmasa, kafasına böyle darbeler yiyen herhangi birisi şimdiye
dek kanla kaplanmış olurdu. Pei Ming’in her yerinde damarlar fırlamıştı ve
bağırdı. “MUHAFIZLAR! DURDURUN ŞUNLARI!!!”

Ancak o muhafızları getiremeden Xie Lian çoktan zarları atmış, kapıyı


açmış ve dışarıya fırlamıştı, ardından kapıyı arkasından kapatarak cennetten
kaçtı. Ancak beklemediği şey kapıyı kapatıp arkasını döndükten sonra
önünde bir ayağını yeni bağış kutusuna yaslamış, üstü çıplak, terini silen
Hua Cheng’di.

“…”

“…”

“…”

Küçük yıkık Puji Manastırı bu kadar önemli kişiye bir anda


dayanamayabilirdi ve Xie Lian boğulacakmış

gibi hissediyordu. Aynı zamanda bir de dışarıda dünyadan bihaber bağıran


birisi vardı. “GU ZI ~ GEL

DE BABACIĞA ACCIK MASAJ YAP~”

Hua Cheng bir an sonra ahşaba şekil vermek için kullandığı E-Ming’i bir
kenara fırlattı ve hafifçe kaşlarını kaldırdı. “..?”
Teninin rengi ve çıplak, üst bedeninin çizgileri son derece güzeldi, çok
dikkat çekiciydi, öyle ki Xie Lian’ın gözleri yerlerinden fırlayacaktı. Her ne
kadar aslında bir şey görmemiş olsa da, yine de başına kan hücum etmesine
engel olamadı, gözleri kararıyordu. Xie Lian beceriksizleşti ve tökezleyerek
yanına gitti, kollarını geniş bir şekilde açarak Ming Yi ve Shi Qing Xuan’ın
görüş alanını kapattı.

“GÖZLERİNİZİ KAPATIN! ÇABUK! GÖZLERİNİZİ KAPATIN!”

Diğer ikisinin yüzleri katılaştı ve onu tuhaf bakışlarla izlediler. Hua Cheng
ise ellerini Xie Lian’ın omuzlarına koydu ve gülerek konuştu. “…Gege.
Neden gerildin böyle?”

Ancak o zaman Xie Lian kendine geldi. Sahiden. Neden gerilmişti ki? Hua
Cheng bir kadın değildi, yarı çıplak çalışmasının ne önemi vardı?

Yine de kollarını indirmedi, Hua Cheng’i tamamen saklamak için elinden


geleni yapıyordu. “Sadece…

Bir şeyler giyin.”

Hua Cheng omuz silkti. “Hm. Gege nasıl isterse.” Ardından sakince bir
gömlek kaptı ve yavaşça giydi, hiçte acele etmiyordu.

Onun tamamen umursamaz ve tembel halini izlerken Shi Qing Xuan


acemice konuştu. “Ee, habersiz geldiğimiz için özür dileriz. Siz ikinizin…
hahaha, siz ikiniz demek sahiden, hahahaha. Her neyse, sadece, hahaha.”

“…”

“Lordum, eğer bir şey söylemek istiyorsan söyle, böylece


açıklayamayacağım bir yanlış anlaşılma yaşanmaz. Onun yerine hahaha
deyip durma…” Xie Lian.

Zamanları dardı ve Pei Ming onları buraya kadar takip edebilirdi, bu


nedenle Puji Manastırında uzun süre kalamazlardı. Ming Yi Shi Qing
Xuan’ı bıraktı ve yere bir Mesafe Kısaltma Rünü çizmeye başladı.
Xie Lian tam nereye gittiklerini soracaktı ki aniden arkasındaki Hua
Cheng’in iç çektiğini duydu.

Xie Lian onun Rüzgar Ustası ve yanındakilerden uzak durması konusundaki


öğüdünü hatırladı ve her şeye rağmen ona döndü. “Özür dilerim San Lang.”

Hua Cheng çoktan giyinmişti, cevapladı. “Geride durup izlemeyeceğini


biliyordum zaten.”

Bir an duraksadıktan sonra ekledi. “Ama neden gege özür diliyor? Sadece
birkaç gün önce söylediğim şeyi hatırlıyorsun ve öncekileri unuttun mu?”

Xie Lian şaşırmıştı, merak etti, Ne?

Aniden hatırladı.

Yeşil Cinin inindeki gecede Hua Cheng ona: ‘Sadece her zaman yaptığın
şeyi yapmaya devam et.’

Demişti.

Hatırladıktan sonra Xie Lian gözlerini kırpıştırdı, ne söyleyeceğini


bilmiyordu, sadece, bir anda Hua Cheng için bir şey yapmak istemişti.
Ancak şu anda onun için yapabileceği hiçbir şey yoktu. Cesareti kırılan Xie
Lian aniden Hua Cheng’in kırmızı cübbesinin yakasını fark etti ve konuştu.
“Dur!”

Ardından aceleyle Hua Cheng’in yakasını düzeltti. Görünüşe göre Hua


Cheng’in giydiği cübbenin yakası düzgünce katlanmamıştı. Düzelttikten
sonra Xie Lian onu bir an inceledi ve gülümsedi. “Oldu.”

Hua Cheng de gülümsedi. “Teşekkürler.”

Xie Lian’ın içinde küçük bir ses yankılandı, Sana teşekkür etmesi gereken
benim.

Öte yandan, diğer iki kişi artık onları izlemeye katlanamıyormuş gibi
görünüyorlardı ve Ming Yi’nin çizdiği çember bile artık o kadar yuvarlak
görünmüyordu. Rünü çizmeyi bitirdiği anda kapı tekrar açıldı, Xie Lian
kasvetli bir mağara veya muhteşem bir saray görmeyi beklemişti ama
kapının dışında geniş tarla alanları vardı sadece. Uzaklarda parlak yeşil
bambu korular ve yemyeşil dağlar vardı, alana dağılmış çiftçiler
çalışıyorlardı. Aynı zamanda geniş, parlak, kabarık bir öküz tarla sürüyordu.

Manzara neredeyse Xie Lian’a hala Puji köyünde olduklarını


düşündürmüştü ve bir an için dona kaldı, ancak Ming Yi çoktan sırtında Shi
Qing Xuan’la dışarıya çıkmıştı. O yürümeye başlamadan ise Hua Cheng de
önüne geçerek dışarıya çıkmıştı.

Dördü tarlaların sırtlarında yürüdüler ve belki de sadece ona öyle geliyordu


ama sanki siyah öküz tüm yol boyunca onlara bakmış gibiydi. Bir süre
yürüdükten sonra küçük bir kulübe buldular ve dördü de içeriye girdiler,
oturunca Shi Qing Xuan upuzun bir nefes verdi.

“Artık kaçmıyor muyuz?” Xie Lian soruyordu. “Ya General Pei bizi buraya
dek takip ederse?”

Hua Cheng bir süre dışarıya baktı, özellikle siyah öküze odaklanmıştı,
ardından kapıyı kapattı ve umursamaz bir sesle konuştu. “Merak etme.
Kimse bu bölgenin efendisine bulaşmaya cüret edemez.

Hiçbir faydası da olmaz. Su Tiranı bile acele bir karar veremez.”

Xie Lian düşünüp taşındı ama yine de konuştu. “San Lang, her şey birbirine
girdi ve muhtemelen Cennet çoğundan haberdar. Etrafta olmaman daha iyi
olabilir.”

Ancak Hua Cheng sadece kıkırdadı. “Üst Cennette olanlar beni hiç
ilgilendirmiyor. Ben sadece eğlenmek için senin yanında geliyorum.”

Aniden Shi Qing Xuan konuştu. “Hepiniz artık uzak durmalısınız.”

Kulübedeki diğer üç kişi de ona baktı ve Shi Qing Xuan devam etti.
“Ekselansları haklı. Her şey birbirine girdi ve olaya pek çok kişi dahil oldu.
Ben burada kapalı kalacağım. Dostlarım, artık yardımınıza ihtiyacım yok.
Burada bitirelim.”
Ancak Xie Lian yavaşça konuşmaya başladı. “Rüzgar Ustası, bence işlerin
burada bitip bitmeyeceği sana bağlı değil. Su Ustası ve Boş Lafların Saygın
Efendisine bağlı.”

Bunu duyunca Shi Qing Xuan’ın yüzü dondu.

Xie Lian ekledi. “Rüzgar Ustası bir sorum var, umarım problem olmaz.”

“Ne sorusu?”

“Boş Lafların Saygın Efendisinin sen ve Su Ustası üzerinde bir kozu mu


var?”

Shi Qing Xuan’ın yüzü soluyordu.

Basamaklı Şarap Terasındaki akşam Xie Lian son derece güvenli bir rün
çizmişti. Shi Qing Xuan kapıyı kendisi açmadığı sürece zarar göremezdi.
Peki neden kapıyı açmıştı?

Tabi birisi ona kişisel iletişim rününden ona ulaşmış ve ağzından ilk çıkan
şey bir şantaj olmadıysa, Shi Qing Xuan’a ne karşılık verecek ne uyarıda
bulunacak zaman vermiş ve tek yapabileceği şey söylediklerini yapmak
olmadıysa.

Xie Lian masaya oturdu. “Şantajın Su Ustasına yapıldığını düşünmeye daha


meyilliyim, çünkü, bence, önce hanginiz olduğundan emin olamadın.”

Bu yüzden öğrendikten sonra tepkisi bu kadar güçlü olmuştu, Üst Cennete


karşı bu kadar keskin bir retle dolmuştu ve cennette bir tanrı olarak
kalmaktansa ölümlü diyara düşüp bir avare olmayı tercih etmişti.

Ming Yi kaşlarını çattı. “Şantaj mı?”

Shi Qing Xuan kolay kanacak bir ahmak değildi; eğer mağdur olsa ve
güçlerini kaybetse, vereceği normal tepki öfke olurdu, gerçeği araştırır ve
suçluya saldırırdı. Ancak bunların hiçbirini yapmamıştı.

Öfke vardı ama öfkesi Boş Lafların Saygın Efendisine karşı değil, abisine
karşıydı. Ve diğerlerine sadece
‘Burada bitirelim’ demişti.

Tümüyle anormal bir durumdu. Tabi eğer altında özel bir neden yatmıyorsa

Shi Qing Xuan en başından yükselmesi anormal bir durum değilse!

Cennete karşı çıkmak ve kaderi değiştirmek, kutsal sunağın üzerinde


yükselemeyecek birisini yükseltmek, son derece gözüpek bir hareketti,
hainlik derecesinde bir sapkınlıktı. Xie Lian daha önce hiç böyle bir şey
duymamıştı. Eğer bu doğruysa ve duyulursa, bir deprem dalgası yaratırdı.
Sadece düşününce bile, yükselmeyi herkes isterdi ama eğer herkes böyle bir
yöntem kullanırsa evrenin yasaları bir kenara itilir, tamamen işe yaramaz
hale gelirlerdi.

Bu çıkarım saçma olabilirdi, ama düşündükçe daha mantıklı geliyordu. Shi


Qing Xuan kendisine yapışık bir Boş Lafların Saygın Efendisiyle
doğduğundan beri, tek kaçma şansı yükselmekti. Tesadüfen de yükselmişti.
Sadece birkaç yıl arayla, kan bağıyla bağlı iki kardeş birbiri ardına
yükselmişti; ne kadar güzel bir hikayeydi. Ama aynı zamanda bu nasıl bir
tesadüftü?

Xie Lian hiç Shi Qing Xuan’ın yükselişinin nedenini sorgulamak


istememişti ama eğer Rüzgar Ustası doğal bir şekilde yükseldiyse, nasıl
güçleri bu kadar kolay bir şekilde elinden alınacaktı? Eğer canavar için bir
tanrıyı insana dönüştürmek bu kadar kolaysa kim bilir şimdiye dek kaç
cennet mensubu onun gazabına uğramış olmalıydı.

Tabi Shi Qing Xuan en başından bir ölümlü değildiyse. Su Ustası


yükseldiği zaman, eğer Rüzgar Ustası için bir hile kullanmadıysa.

Ender hazineleri ve eşyaları kişiyi geliştirmek için bolca kullanmak


uygunsuz bir şey değildi. Ölümlü diyarda güç dengelerinin değiştiği
dönemlerde katliam yaparak ve savaşarak yükselmek de değildi.

Sonuçta dünyanın kaderi buydu; onur kanla kazanılırdı ve yükseldikten


sonra temizlenirdi. Ancak bazı şeyler kurallara aykırıydı. Eğer bir ölümlü
veya bir cennet mensubu hile yaparsa, yükselmek için başkalarına zarar
verecek kötü ritüeller kullanırsa, bu tamamen bambaşka bir hikaye olurdu.

Xie Lian kısık bir sesle sordu. “Rüzgar Ustası, yükseldiğin gece, Güzün son
gününün arifesi miydi?”

Kısa bir süre sonra Shi Qing Xuan derin bir nefes aldı. “Evet.”

Bir an duraksadıktan sonra devam etti. “Gu Fu şehrine gittiğimiz gün


hatırlamıştım. Güzün son gününün arifesi, yükseldiğim gündü değil mi?
Öncesinde size bir ipucu veya bağlantı olup olmadığını sormak istemiştim.
Belki de sadece tesadüftü? Ama saçma geldi bu nedenle sormadım. Ama
şimdi bir alakası olup olmadığını biliyorsunuz.”

Alakası vardı. Hem de çok.

Neden Boş Lafların Saygın Efendisi Shi Qing Xuan’ı önce Fu Gu


kasabasına Kanlı Ateş Eğlencesi alayını izlemesi, ardından Basamaklı
Şarap Terasına yaralanması için götürmek için o günü seçmişti? Elbette tüm
bu çileye sebepsiz yere katlanmazdı. Xie Lian zamanlamayı ve iki yeri
birbirine bağlamıştı: Uzun yıllar önce, Güzün son gününün arifesinde, Fu
Gu kasabasında He Sheng ismindeki bir ölümlü kendisini kaybetmiş ve pek
çok kişiyi öldürmüştü. Aynı zamanda o Güzün son gününün arifesinde,
Basamaklı Şarap Terasında Shi Qing Xuan yükselmişti.

Hal böyle olunca, Boş Lafların Saygın Efendisinin ne anlatmak istediği


açıktı.

Shi Qing Xuan, yükselişin Kanlı Ateş Eğlencesindeki kahramanın ölümüyle


tamamen bağlantılı!

Xie Lian’ın aklına gelen mantıklı ama korkunç düşünce de buydu:

Shi Wu Du yükseldikten sonra, Shi Qing Xuan’ın Boş Lafların Saygın


Efendisinden kaçmasını sağlamak için, gizlice tüm kriterlere uyan bir
ölümlü bulmuş ve kötü bir ritüel düzenlemişti, bu adamın Shi Qing Xuan’ın
talihsizliğini yüklenmesine neden olmuştu. Bu adamın yoksul, fevkalade
zeki, ancak nedense tüm ailesi yok olacak kadar ölümüne şanssız He Sheng
olduğuna hiç şüphe yoktu.

He Sheng, Shi Qing Xuan’ın adını almış ve Boş Lafların Saygın Efendisi
kandırılmıştı. O zaman bunun anlamı, onun kaderini de Shi Qing Xuan’ın
aldığıydı. Güzün son gününden bir önce, aynı gecede birisi yeryüzündeki
cehennemi yaşamış; diğeri ise çok güçlü bir koruma altında başarıyla
yükselmişti.

Ancak ikisinin kaderleri normalde tam ters olmalıydı!

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 117: Tanrıları Atayan Tanrılar, Hayaletleri Yiyen Hayaletlerden


Daha Aşağılıktır

Xie Lian devam etti. “He Sheng’in doğum isminin Xuan olduğunu
söylemeye cüret edeceğim. Ve doğum gününün tam olarak Lordumunkiyle
aynı olduğunu.”

*ÇN: Bebek İsmi doğumda verilir ve bir lakaptır; Doğum İsmi üç aylıkken
verilir ve aile üyeleri ile yakın arkadaşlar tarafından kullanılır; Saygı
(courtesy) İsmi yirmi yaşındaki törende verilir, ki yirmi yaş olgunluk çağı
kabul edilir. He Sheng’in ismindeki ‘Sheng’ saygı ismi. Burada Xie Lian’ın
söyledi ‘Xuan’ ise SQX’ın isminde kullanılanla birebir aynı.

Böyle sahte yöntemlere başvurmak ve cenneti kandırmak hafife alınacak bir


şey değildi ve kolay bir şekilde yapılamazdı. Sahip olunması gereken belli
özellikler vardı.

Shi Qing Xuan’ı ilk yakaladığı zaman Boş Lafların Saygın Efendisi üç soru
sormuştu ve iki şeyi katı bir şekilde öğrenmişti: ilki, avında ‘Xuan’ isminin
geçtiğiydi; ikincisi ise avının doğum tarihiydi. Ancak avının yüzünü
tanımıyordu ve görebilmek için Shi Qing Xuan’ın yaklaşmasını istemişti.
Shi ailesinin hızlı tepkisi nedeniyle muhtemelen bu iki şey dışında Saygın
başka hiçbir şey bilmiyordu.
Böylece eğer birisi Shi Qing Xuan yerine talihsizliklerini alacaksa, onunla
aynı yılda, aynı ayda, aynı günde, aynı saatte doğmuş bir erkek olmalıydı ve
isminde ‘Xuan’ geçmeliydi.

Böyle bir günah keçisi bulmak çok zor olmalıydı. Dünya çok büyüktü; Shi
Wu Du her şeyini aramaya harcasa bile kimseyi bulamayabilirdi. Güçlerini
ve Su Ustası mevkisinin nüfuzunu kullanarak bir ağ

oluşturmuş ve sahiden birisini bulmuştu, ve bu kişi yükselme potansiyeli


taşıyordu, ilk Cennet Musibeti yaklaşmaktaydı!

Böylesine bir şansı nasıl geri tepebilirdi? Meşakkatli kendini geliştirme


yöntemlerine kıyasla, bu kolay bir kestirmeydi. Eğer bu şansı görmezden
gelirse, başka kimseyi bulamayabilirdi!

Bu noktaya kadar konuşulduktan sonra da, Ming Yi de çıkarımlarda


bulunmuş gibi görünüyordu ve yüzü kararmıştı. Shi Qing Xuan önce başını
salladı, ardından sanki bir şey hatırlamış gibi kapıya yaslanmakta olan Hua
Cheng’e baktı. Sonuçta böyle bir konu bir hayaletin önünde
tartışılmamalıydı.

Ancak Hua Cheng sadece çaprazladığı kollarıyla güldü. “Bana bakmana


gerek yok Rüzgar Ustası.

Endişelenmen gereken kişi ben değilim, bu olayla uzaktan yakından bir


alakam yok. Neden Üst Cennetteki herhangi bir kişisinin ağabeyinin bu
zayıflığından haberdar olup olmadığı konusunda endişelenmiyorsun?”

Ming Yi karanlık bir halde suçladı. “Sahiden cennette casusların var.”

Hua Cheng tembel bir halde cevapladı. “Zaten bilmiyor muydun?”

Toprak Ustası aslında Hayalet Şehre bunu araştırmak için gitmişti, ama
görünüşe göre casus derinlere yerleştirilmişti ve on yılın ardından bile
bulunamamıştı. Hua Cheng tüm bu meselenin onunla alakası olmadığını
söylemişti ve doğal olarak Xie Lian ona inanmış ve üzerinde durmamıştı.
Ama aynı zamanda Hua Cheng ‘Neden Üst Cennettekiler hakkında
endişelenmiyorsun’ demişti ki bu da Xie Lian’a başka bir şey hatırlatmıştı,
bu nedenle sordu. “Rüzgar Ustası, Basamaklı Şarap Terasındaki akşamda,
neden korunaklı kapıları kendin açtın? Sana birisi mi seslendi? Kimdi?”

“Evet.” Shi Qing Xuan cevapladı. “Boş Lafların Saygın Efendisiydi. Dedi
ki…”

Xie Lian ellerini kol yenleri içerisinde bağladı. “Sözel parolanı nereden
biliyordu?”

“…” Ming Yi’nin yüzü kararmıştı. “Bu herif gidip arkadaş edinmeye
bayıldığından, neden olacak?

Karşısındakinin vakti var mı yok mu sormadan çene çaldığı için! Çok


konuşuyor!”

Shi Qing Xuan kırılmıştı. “Ming-xiong öyle söyleme. Benimle konuşanların


hepsi Üst Cennetten cennet mensupları, asla kişisel bir bilgimi bir yaratığa
vermem!”

“Boş Lafların Saygın Efendisi uzun yıllardır gözlerden uzak durduğu için,
şimdi geri döndü ve Rüzgar Ustasının… sırrını… ortaya çıkarttı, yani
etraflıca düşünürsek Rüzgar Ustasının sözel parolasına ulaşması zor
olmamıştır.” Xie Lian devam etti. “Birisi sözel parolanı sızdırmış olmalı.
Kasti veya değil, yine de araştırmaya değer.”

Ming Yi ekledi. “Ee? Neye benzediğini gördün mü? Seni çağırdıktan sonra
ne yaptı?”

“…” Shi Qing Xuan’ın başı ağrımaya başlamış gibiydi. “Neye benzediğini
görmedim. Bir büyü yapmıştı, net seçilmiyordu.”

Müphem konuşuyordu ve ne gördüğünü de söylememişti. Ming Yi gittikçe


soğuyordu sanki. Xie Lian muhtemelen Kanlı Ateş Eğlencesindeki
sahneleri gösterdiğini tahmin etti ve onlar da tanımlanması zor şeylerdi. Bir
an sonra Shi Qing Xuan iç çekti. “İşe yaramazın tekiyim. Eğer kendi
kendime yükselebilseydim bunların hiçbirisi yaşanmazdı.”
Shi Qing Xuan’ın kendi kaderi muhtemelen zaten bir ölümlü için oldukça
iyiydi, yoksa Boş Lafların Saygın Efendisi onu gözüne kestirmezdi. Ancak
yine de yükselmesi için önünde çok uzun yıllar olmalıydı. Yükselecek
olanlar ruhani bir haleyle korunurlardı ve insan olmayan yaratıkların onlara
zarar vermesi çok güçtü. Ayrıca, hangi canavar veya iblis geleceğin bir
cennet mensubuna bulaşmak isterdi ki?

Bir insanın yükselmesi ne kadar zeki olduğuyla ilişkili değildi; akıl ve


çabanın hiçbir ilişkisi olmayabilirdi ve ender hazinelerle eşyalar da
yükselme ihtimali artırmazdı. Bazen böyle olurdu işte. On senelik bir
çalışma doğuştan gelen zeka ve yetenekle kıyaslanamazdı; yüz yıllık kanlı
bir mücadele, anlık bir aydınlanmaya denk olamazdı.

Eğer kaderinde yoksa yoktu. Su Ustası istediği her şeyi küçük kardeşi için
harcayabilirdi ama kaderi olmadan, Shi Qing Xuan pekala Orta Cennette
kalabilir ve ast mensuplar arasında önde gelen birisinden daha fazlası
olamazdı. Bugün olduğu yere gelebilmesinin, sonsuz bir ihtişamla
parlamasının, tek nedeni ağabeyinin başkasına ait bir şeyi çalması ve ona
vermesiydi. Eğer bir parça bile vicdanı varsa, gerçeği öğrendikten sonra
nasıl hissedeceğini tahmin etmek hiçte zor değildi.

Eğer bu değişim hiç yaşanmasaydı, gerçekte yükselmesi gereken kişi,


bugün ne kadar ihtişamlı olacaktı?

Bu düşünce aklına gelince, Xie Lian’ın aklında aniden bir ışık belirdi.

“Hayır.” Dedi. “Rüzgar Ustası, sana dışarı çıkmanı söyleyen Boş Lafların
Saygın Efendisi değildi.”

Shi Qing Xuan eğdiği başını kaldırdı. “Ne? Ses kesinlikle ona aitti,
karıştırmama imkan yok.”

“Hayır hayır, onun sesiydi, ama bu bedenin ona ait olduğu anlamına
gelmez.” Xie Lian. “Hatırlıyor musunuz? Boş Lafların Saygın Efendisinin
gözüne kestirdiği tüm avlar intihar ederek ölmüşlerdi. Bir kişi hariç.”

Bir an duraksadıktan sonra devam etti. “He Sheng nasıl öldü? Kanlı Ateş
Eğlencesinde nasıl resmedilmişti? İntihar mıydı?”
Shi Qing Xuan’ın gözleri genişledi. “İntihar değildi. O…”

Ming Yi. “Tükenmişti.”

“Evet öyle!” Xie Lian belirtti. “Her ne kadar talihsizlikler başına yıkıldıysa
da, en sonuna kadar He Sheng kendi canına kıymayı bir kez bile
düşünmemişti.”

Ağırbaşlı bir şekilde devam etti. “Düşünün. Bu adamın anormal derecede


güçlü bir kararlılığı var. Onca haksızlık, adaletsiz durumla karşılaştıktan
sonra, sıradan bir insan çoktan pes eder veya her şeyi bitirirdi. Ancak o hep
direndi; asla hiçbir konuda geri adım atmadı. Bence belki bir zamanlar Boş

Lafların Saygın Efendisi onu bulmuştu, ama asla istediği şeyi emmeyi
başaramadı – korkuyu. Ölüm nedeni korku ve ümitsizlikten intihar etmesi
değildi. Aslında Boş Lafların Saygın Efendisi ona yapıştıktan sonra,
muhtemelen tatlı şeyler yiyeceğine çelikleri ısırmıştı ve dişlerini kırmıştı,
en sonunda tamamen kaybetmişti.”

Onu dinlerken Shi Qing Xuan başını iki yana salladı ve içten bir şekilde
konuştu. “…Bu adama kıyasla ben bir hiçim.”

Xie Lian devam etti. “He Sheng öldürme isteği ve kinle dolu bir şekilde
öldü. Böylesine hırpalanmış bir ruhun huzurla öldüğünü hiç sanmıyorum.
Eğer huzura kavuşmadıysa o zaman intikama susamıştır.

“Bu nedenle, Rüzgar Ustası, inanıyorum ki şu anki ‘Boş Lafların Saygın


Efendisi’ doğduğun zaman sana ulaşanla aynı kişi değil. O artık sonuna dek
Saygın’la savaşan ve karşılık veren He Sheng. Veya başka bir değişle He
Xuan!”

Hem Shi Qing Xuan ve Ming Yi onun bu açıklamasıyla donakalmıştı. Hua


Cheng sessizce ekledi.

“Hayaletleri yiyen hayaletler.”

İnsanlar insanları yediklerinde, en fazla mideleri dolardı. Hayaletler


hayaletleri yediğinde ise, doğru yöntem kullanıldıysa, diğerinin güçlerini ve
yeteneklerini emer, kendilerininmiş gibi kullanabilirlerdi.

“Bu da ‘Boş Lafların Saygın Efendisi’nin neden bu mesele hakkındaki


bunca ayrıntıyı bildiğini açıklar.”

Xie Lian devam etti. “Bu kadar sıkıcı ve aykırı bir yaratık bu kadar zeki
olmamalı. Tabi ikinize musallat olmak için geri dönen bir…”

‘Melez’ demek istemişti, ama kulağa doğru gelmiyordu. Tam bu sırada Hua
Cheng yardımına yetişti.

“Gelişmiş varlık değilse.”

“Evet.” Xie Lian. “He Sheng Boş Lafların Saygın Efendisini yok ettikten
sonra, zihni tam kontrole sahip oldu. Şu anda kendisi lanetleme yeteneğine
sahip olmakla kalmıyor, aynı zamanda oldukça da zeki.

Ve ikinize karşı sonsuz bir kinle dolu.”

Bu nedenle her ne kadar Shi Qing Xuan’ın sözel parolasını bilse de, ilk
başta iletişim rünü aracılığıyla ölümcül bir lanet okumamıştı. Onun yerine
yavaşça kapanı sıkıştırmış, Shi Qing Xuan’ı kulaklarını tıkamaya, gözlerini
kapamaya ve kendisini boş bir odaya kapatmaya zorlamıştı. Fare yakalayan
kedi gibi, onu hemen öldürmemiş ve oynamıştı, fare kendini korkudan
öldürene dek oynamaya devam edecekti.

Bir an sonra Ming Yi konuştu. “Peki şimdi ne yapmayı planlıyorsun?”

Herkes Shi Qing Xuan’a döndü. Shi Qing Xuan çoktan bilinçsiz
kazımalarıyla saçını karmakarışık etmişti ve şaşkın bir halde cevapladı. “…
Eee bana bakmayın??? Ben… BEN DE NE YAPACAĞIMI
BİLMİYORUM!!! Ben sadece… Sadece artık abimin yüzüne nasıl bakarım
bilmiyorum…”

Kendi kanından kardeşiydi sonuçta ve bu iğrenç suç, bir başkasının


yaşamına zarar vermek, onun için işlenmişti, bu nedenle şu anda ne
yapacağını bilmiyor olmasına anlayış gösterilebilirdi. Shi Qing Xuan
ekledi. “Ama, buradaki herkese bu olayı bir sır olarak saklaması için
yalvarmam gerek! Sadece şimdilik. Bana düşünecek zaman verin… ne
yapacağıma karar vereyim. He ne kadar günlerdir

düşünüyor olsam da, aklıma hiçbir şey gelmedi, her neyse, sakinleşmek ve
düşünmek için zaman ihtiyacım var…” Sonlara doğru tutarsız konuşmaya
başlamıştı ve gözleri odağını kaybetmişti.

Shi Wu Du ‘Shi Qing Xuan’ın hastalığını’ tedavi edeceğini söyleyip


duruyordu ama tedavi edecek ne vardı? İlahi lütuftan düşmesi ve bir ölümlü
olmasını kastetmiyorsa elbette. ‘Hastalığı’ sadece kaderi tekrar değiştirilirse
ve tekrar yükselirse tedavi olabilirdi. Her ne kadar bir uygun aday daha
bulmak çok zor olsa da, Shi Wu Du’nun hangi kötü efsunlar ürettiğini kim
bilebilirdi ki? Shi Qing Xuan’ın ölümlü olmak ve tanrılığı terk etmek,
çaresizce kaçmak konusunda sızlanmasına şaşmamalıydı.

Boş Lafların Saygın Efendisi hakkındaki hatalarla dolu parşömene gelince,


Shi Qing Xuan’ı yanlış

yönlendirmek, gerçekleri öğrenmeyeceğinden emin olmak için bir araya


getirildiğine hiç şüphe yoktu.

Shi Wu Du mu yoksa Ling Wen mi yazmıştı kim bilir, ama ilk başta Shi Wu
Du uygun bir aday bulmak isterken Ling Wen Sarayından kesinlikle yardım
alması gerekmiş olmalıydı. Ling Wen’in kendisi olanları biliyor muydu?
Eğer Shi Qing Xuan gibi bir cennet mensubu bu şekilde yükseldiyse, bu
şekilde yükselen ikinci, üçüncü veya çok daha fazla cennet mensubu var
mıydı?

Eğer varsa o zaman durum çok korkutucuydu. Dünya tersyüz olurdu. Bu


mesele ciddiyetle incelenmeliydi. Olaya dahil olmayan ve rahat, eğlenen
Hua Cheng dışında, küçük kulübede bulunan herkes kasvetli ve çökmüş
durumdaydı, sanki korkunç bir düşmanla yüzleşmiş gibiydiler. Tam bu
sırada kulübenin dışında bir patırtı koptu; öfkeyle kükreyen öküz ve ondan
çok bağıran pek çok çiftçi vardı. “Dur! Dur!”

“Ne yapmayı planlıyorsun, öldürme isteğiyle dolusun!”

Xie Lian kapıya yanaştı ve çatlaklardan dışarıya baktı. “General Pei.”


Pei Ming daha biraz önce Quan Yi Zhen tarafından dövülmüş, kavgaya
karışmıştı, ama yine de dışarıda dururken gayet iyi görünüyordu. Önünde
sınırı belirleyen yassı bir taş levha vardı ve ondan sakınıyormuş gibi
görünüyor, aceleyle girmeye çekiniyordu, bu nedenle elinde bir kılıçla
orada dikiliyordu. Çiftçiler kazmalarını ve oraklarını kaptılar, yüzlerinde
hoş bir karşılama ifadesi yoktu.

Çeltik tarlasındaki siyah öküz geniş burun deliklerinden birkaç ağır nefes
aldı ve aniden arka ayakları üzerinde doğruldu. Bir an sonra geniş, kaslı bir
erkek olmuştu, burnundaki küçük halkayla yakışıklı görünüyordu. Kahkaha
attı. “Vay be, bu General Pei değil mi? Nadir bir misafir. Lordumu buraya
hangi rüzgar attı? Baştan söyleyeyim, küçük Pei’nizle hiçbir alakamız yok.”

Xie Lian biliyordu. Biraz önce tarlalarda siyah öküzü gördüğünde, belli
belirsiz bir izlenimi olmuştu.

Sahiden burası YuLong Dağıydı; Yağmur Ustasının ülkesi. Zamanında, bu


Öküz-xiong ona Yağmur Ustasının Şapkasını, yağmur yağdırması için
ödünç vermişti. Yıllar geçmişti ama hala eskisi kadar etkileyiciydi ve hala
saf gücüyle tarlaları sürüyordu. Shi Qing Xuan da kapıdaki çatlağa sıkıştı,
Xie Lian’la konuşuyordu. “O öküz Yağmur Ustasının evinden. İyi birisidir.”

Pei Ming daha önce Yağmur Ustasına karşı yenilmişti, bu nedenle doğal
olarak şu anda nazik ve kibardı. “Lütfen, övgülere gerek yok. Pei, Yushi’nin
hükümdarı için gelmedi. Rüzgar Ustasının sizin saygın ülkenizde olup
olmadığını öğrenebilir miyim acaba?”

• MXTX, Yazar Notu:

Cinsiyet değiştiren dostumuz artık kadın olamıyor, heyhat!

Lütfen neden bir hayalet olan Hua Hua’nın önceki bölümde terlediğini
sormayın.

Terlemiyorsa soyunmak için ne bahanesi kalır??? Ayrıca Hua Hua oldukça


yüksek seviyeli bir hayalet kralı, bu nedenle elbette sizin sıradan
hayaletlerinize benzemez. Sadece şunu ve bunu yapabilmekle kalmaz, aynı
zamanda *biiiip*leyebilir.

Çevirmen: Nynaeve

Not: Yushi, Yağmur Ustası demek. Yağmur Ustası, Yushi Krallığının


hükümdarı, yani Yağmur Ustası Krallığının… MXTX isim vermeye
üşenmiş diye tahmin ediyoruz.

Not 2: Öküz-xiong? Öküz-xiong!!!

Bölüm 118: Cennet Musibetini Aşmak, Doğu Denizinde Dalgalar


Kabarıyor

“Heh, hiçte seni övmüyordum. Tarlaları ekmekle meşgulüz, kimse birinin


gelip gittiğini görmedi.”

Öküz cevaplamıştı.

“Eğer öyleyse,” Pei Ming konuştu ve bir adım ileriye çıktı. Anında tüm
çiftçiler kazmalarını kaldırdılar, bağırıyorlardı. “ÇİĞNEDİ! ÜSTÜNE
BASTI!”

Pei Ming kaşlarını çattı. “Neyin?”

“Özenle ektiğimiz ekinlere bastın. Özür dilesen iyi olur.” Öküz.

Pei Ming aşağıya baktı ve sabırla konuştu. “Eğer yanılmıyorsam, onlar


sadece yabani ot, değil mi?”

Öküz ona şaşkın bir halde baktı. “Senin gibi savaşçı bir general ne bilir?
Tarlaları eken bizler ot mu ekin mi daha iyi bilmez miyiz?”

Her ne kadar Xie Lian Yushi ülkesinin insanlarının bilerek Pei Ming’le
dalga geçtiğini çoktan fark ettiyse de, bastığı şey ekin mi yoksa çimen mi
merak etmekten kendini alamadı. Pei Ming kuzeyin saygıdeğer savaş
tanrısıydı, neden böylesine önemsiz bir şey yüzünden bir grup çiftçiden
özür dileyecekti ki? Onları direk duymazdan geldi ve birkaç adım daha attı,
sesini yükselterek bağırdı.

“QING XUAN DIŞARI ÇIK! Ağabeyin şu anda Cennet Musibetiyle


yüzleşiyor ve işler hiçte iyi gitmiyor.

Başına kötü bir şey gelecek!”

“…”

Shi Qing Xuan ilk başta Pei Ming nasıl olsa içeriye giremeyeceği için
kulübede saklanmayı planlamıştı.

Ancak söylediklerini duyunca hemen kapıyı açtı ve dışarıya fırladı. “NE?!”

Pei Ming öküze bir bakış attı. “Buraya kaçtığını biliyordum!”

Shi Qing Xuan irkildi ama hemen kendine geldi, bir adım geriye sıçradı.
“S-s-s-sen beni kandıramazsın!

Nasıl bu kadar çabuk başlasın? Çok ani, daha önünde birkaç ay yok
muydu?” Ama öncesinde Cennette, Su Ustası sahiden önemli bir şeyle
ilgilenmesi gerekiyormuş gibi aceleyle çıkmıştı. Shi Qing Xuan hemen iki
parmağını şakaklarına dayadı. Bu ruhani iletişim rününe bağlanmayı
sağlayan el mührüydü, ancak ellerini kaldırdığında tüm güçlerini kaybettiği
aklına gelmişti. Üzülecek vakti yoktu, hemen Xie Lian’a yapıştı.
“Ekselansları, söylediği doğru mu?”

Xie Lian ve Ming Yi ruhani iletişim rününe girdiler ve sahiden, çorba


tenceresi kadar kaotik bir halde buldular, son derece kaygılandırıcıydı.
Çoğu cennet mensubu Doğu Denizine doğru bakar gibiydi,
mırıldanıyorlardı. “Cennet adına… bu savaş duruşu… Su Tiranından da bu
beklenirdi!”

“A-a-ama başarıyla atlatacaktır…”

Ruhani güçleri ne kadar çok olursa, cennet mensubu o kadar çok Cennet
Musibeti geçerdi, her biri öncekinden daha tehlikeli olurdu. Shi Wu Du
suyu elinde tutuyordu, zenginliğin yoluna hükmediyordu ve bu aynı
zamanda onun üçüncü Cennet Musibetiydi. Nasıl bir şeyle yüz yüze
olduğunu hayal etmek oldukça kolaydı. “Doğru.” Xie Lian onayladı.

Öküz hala yolunu kapatıyordu ve Pei Ming zorla geçemiyordu, bu nedenle


uzaklardan bağırdı. “Artık küçük bir çocuk değilsin, kim böyle bir konuda
yalan söyler! Bir Cennet Musibetini geçmek ne yiyeceğini seçmeye
benzemez, yüzleşmeden önce yeni bir cübbe giymeye vaktin olur mu
sanıyorsun?

Hiçbir uyarıda bulunmadan istediği zaman gelir! Şu anda Doğu Denizinin


üzerinde ve dalgalar

kabarıyor, içeriye kimse giremez ve kimse çıkamaz. Birisi senin kaçtığını


rapor ettiği sırada dalgalarla boğuşuyordu, nasıl aklını işine verebilir!”

“O zaman neden ona hemen Yushi ülkesinde olduğumu söylemiyorsun?!”


Shi Qing Xuan karşılık verdi.

Xie Lian ruhani iletişim rününden olanları takip ediyordu. “İşe yaramaz. Su
Ustasının musibetinin olduğu tüm bölge vahşi bir ruhani güç tabakasıyla
sarılmış. Muhtemelen şu anda bir karmaşanın ortasında, kimse ona
ulaşamaz!”

Shi Qing Xuan ileri fırladı. “Beni ona götür!”

Pei Ming elini uzattı. “Gel!”

Ancak, Ming Yi aniden öne çıktı, Shi Qing Xuan’ın yolunu kesmiş,
yüzünde karanlık bir ifade vardı.

“Ming-xiong, sorun ne?” Shi Qing Xuan sordu.

Ming Yi ciddi sükûnetini bozmadı, ama Xie Lian onun aklından geçenleri
ve neden Shi Qing Xuan’ı durdurması gerektiğini tahmin edebiliyordu.

Shi Wu Du’nun Cennet Musibetini aşmasına yardım etmek yapılacak doğru


şey miydi?
Eğer kaderleri değiştirdiği doğruysa, o zaman Su Ustası da aynı ağırlıkta bir
ceza almalıydı. O zaman, suçuna bakmadan onun seviye atlamasına yardım
etmek gerçekten uygun muydu?

Aklından geçenleri tahmin etmesinin nedeni, Xie Lian’ın da aynı soruyla


boğuşmasıydı. Shi Qing Xuan bir an tereddüt etti ama en sonunda uzun bir
nefes verdi. “…Ming-xiong, ben… Teşekkür ederim. Ama ne olursa olsun,
yine de… Yine de onun için endişeleniyorum, bu yüzden ilk olarak
musibeti aşmasına odaklanalım!”

Ardından Pei Ming’in yanına koştu ve başını arkaya çevirdi. “Teşekkür


ederim Ekselansları! Teşekkür ederim Yağmur Ustası! Teşekkür ederim
Öküz! Herkese teşekkürler! Bir gün borcumu ödeyeceğim!”

Ardından ikisi aceleyle gitti. Ming Yi bir an olduğu yerde kaldı ardından
peşlerine takıldı. Xie Lian arkalarından bakıyordu ama hareket etmedi. Hua
Cheng acelesiz adımlarla kulübeden çıktı. “Gege gitmeyecek misin?”

Bir süre düşündükten sonra Xie Lian başını iki yana salladı ve yavaşça
konuştu. “Bu mesele beni aşıyor, yardımım dokunmaz. Bakalım kendileri
nasıl çözecekler.”

Shi Qing Xuan olayın tam merkezinde duruyordu ama yine de ne yapması
gerektiğini fark edemiyordu, bu nedenle Xie Lian da biraz tuhaf bir
konumdaydı. Her ne kadar Xie Lian neden Shi Wu Du’nun böyle bir şey
yaptığını anlayabiliyor olsa da, yine de kullandığı yöntemi doğru
bulamazdı. En iyi sonuç Shi Wu Du’nun suçlarını kabul etmesi ve
cezalandırılmak için öne çıkması olurdu. Ming Yi de muhtemelen aynı şeyi
istiyordu, bu nedenle Shi Qing Xuan’ı durdurmuştu. Ancak Su Ustasının
gururu, baskıcı kibri göz önünde bulundurulduğunda, muhtemelen bu
imkansızdı. Bunca yıldır bu kadar yukarıda oturunca, kimse isteyerek
aşağıya inmezdi.

Eğer söz konusu bir başkası olsa, Xie Lian hemen bu meseleyi Cennete
bildirirdi, ama Rüzgar Ustasının sıcak dostluğu aklına gelince, ağabeyi son
derece acil bir durumla yüzleşirken Xie Lian önceki ilişkisini umursamadan
ona sırtını dönemez ve çoktan yerdeki birine tekmeyi vuramazdı. Bu
nedenle tek yapabileceği şey olduğu yerde durmak ve bu meseleyi
kendilerince halletmelerini beklemekti. Ancak eğer sonucunda nahoş bir
şey yaparlarsa…

Bu noktaya kadar düşündükten sonra Hua Cheng’e acı bir gülümsemeyle


döndü. “San Lang, önceki tavsiyen muhtemelen çok doğruydu. Oof, tüm bu
olanlar…”

Hua Cheng gülümsedi ve tam Xie Lian’la konuşmak üzereyken aniden


ifadesi değişti. Ruhani iletişim rününden Ling Wen’in sesi çınlamıştı. “Ne?!
Yüzlerce balıkçının teknesi mi sürüklendi??? Bu nereden çıktı?!”

Xie Lian hemen geriledi ve tedirgin bir şekilde cevapladı. “Balıkçılar mı?
Nereye sürüklendiler? Doğu Denizine mi?”

Eğer öncesinde ruhani iletişim rünü çorba tenceresi kadar kaotikse, o zaman
şimdi çorba yere dökülmüştü ve köpekleri besliyordu. Ling Wen’in
tepkilerinde hiçbir duraksama yoktu ve sesine toparlanmış denebilirdi.
“Özür dilerim, hangi savaş tanrısı görevde? Yaşlı Pei mi?”

Pei Ming iletişim rünündeydi ve cevapladı. “Merak etme. Yanımda Qing


Xuan var ve hızla gidiyoruz.

Toprak Ustası da yanımızda. Sen sadece toplamda kaç kişinin fırtınaya


çekildiğini öğren böylece hepsini geri göndeririz. Tek bir kişiyi bile
kaybetmemeye çalışacağız.”

“O zaman şimdiden teşekkürler.” Ling Wen. “Su Ustası ruhani alanı büyüttü
ve genişletti, sınamasının olduğu yerin yakınlarına kimsenin girmesine izin
vermiyor. Orta Cennetten bir cennet mensubu girmeye çalışırsa eğer
kesinlikle parçalara bölünecektir. Üst Cennetten mensuplar ise muhtemelen
bariyeri aşabilirler. İçeriye çekilen insanların sayısı muhtemelen iki yüzden
fazla, bu nedenle sadece ikiniz yeterli olmayabilirsiniz, bir savaş tanrısına
daha ihtiyacımız var. Şu anda aramızda hangi savaş

tanrıları var? General Nan Yang? General Xuan Zhen?”

Birisi cevapladı. “O iki general Cennete zarar verdikleri için geçici olarak
kapatılmadılar mı? Çağrıya cevap veremezler…”
“O zaman Tai Hua nerede? Ekselansları Tai Hua geri döndü mü?”

“Hayır! Dışarı gönderildi!”

“Qi Ying?”

“Onun nereye gittiğini kim bilir! Her zaman rünleri engeller ve kimseyi
dinlemez, Lordum bunu çoktan biliyor olmanız gerek!”

Bu bahsi geçen kişiler dışında bahsetmeye değecek başka savaş tanrıları


yoktu. Her ne kadar gergin olsa da, Xie Lian yine biraz hüzünlenmekten
kendini alamadı. Hurda-toplayan tanrı halesi o kadar mı güçlüydü de onun
savaş tanrısı olduğunu unutmuşlardı? Aceleyle konuşmaya dahil oldu.
“Ben! Ben buradayım! Ben giderim. Sadece Doğu Denizindeki balıkçılar
kurtarılacak değil mi?”

“Ekselansları, Doğu Denizin rüzgarları ve dalgaları şu anda çok öfkeli,


ruhani güçlerin ise sadece bazen yeterli gelebilir, eğer –”

“Önemli değil.” Xie Lian. “Dört denizde de balık tuttum ve bir kez bile
fırtınadan kaçabildiğim olmadı.

Sık sık iki haftadan uzun bir süre denizlerde sürüklendim, bu nedenle
oldukça tecrübeliyim.”

“…”

Cennet mensupları merak etmekten kendilerini alamamışlardı, Bunu da mı


yaptın?! Daha neler yaptın???

Durum son derece acildi ve daha fazla düşünmeye vakit yoktu bu nedenle
Ling Wen boyun eğdi.

“Pekala. O zaman şimdiden teşekkürler. General Pei, işbirliği yap!”

“Çok iyi!” Pei Ming yanıtladı.

Xie Lian iletişim rününden ayrıldı ve Hua Cheng’e döndü. “San Lang,
Doğu Denizinde…”
Onu şaşırtarak, kafasını çevirdiği anda Hua Cheng’in çoktan yeni balıkçı
kılığına büründüğünü gördü.

Zarları attı ve düşerken onları yakaladı. Diğer eli kapıdaydı ve doğrudan


konuştu. “Gidelim!”

Xie Lian şaşırmıştı ama kısa bir süre sonra gülümsedi ve yanıtladı.
“Pekala!” Ve takip etti.

Kapı açıldığı zaman, önlerinde küçük kulübenin içi değil engin ve kasvetli
bir kıyı şeridi vardı.

İkisi sahildeki küçük bir balıkçı kulübesinden çıktılar ve o küçük kulübe


Doğu Denizinde en sık kullanılan Mesafe Kısaltma Rünü bağlantı
noktasıydı. Sahilin ötesinde ufka kadar ulaşan sonsuz bir deniz vardı. Sahil,
kumlar gri olduğu için gri değildi, gökyüzü gri olduğu için deniz de griydi.
Kasvet bastırdı, siyah bulutlar dalgalanıyor, sıkıntı bastırıyor ve boğuyordu.

Ara sıra düz bir araziden yükselen harikulade bir kale duvarı gibi uzak
denizlerden devasa bir dalga kabarıyordu ve kısa bir süre sonra düşerek
kayboluyordu. Aynı zamanda su ejderleri gibi hortumlar da vardı, kasırgalar
gibi göklerde vahşiydiler, kükrüyor, gürlüyor ve onlar da yükseldikleri gibi
çöküyorlardı. Çarpık ve yabani şimşekler ürpertici bir şekilde gökyüzünde
sürünüyordu.

Rıhtıma demir atmış geniş, yepyeni bir gemi vardı. Denizde bu şekilde
durabilmesi imkansızdı ve çoktan havaya yükselmiş yıldırımlarla çarpılmış
olmalıydı. Ancak bu sıradan bir gemi değildi. Shi Qing Xuan, Pei Ming ve
Ming Yi güvertedeydi ve Hua Cheng ile Xie Lian’ın balıkçı kulübesinden
çıktıklarını gördüğü anda Pei Ming seslendi. “Ekselansları!”

Shi Qing Xuan sadece iç çekti. “Ekselansları… oof! Sorun çıkarttığım için
üzgünüm. Sahiden.”

Xie Lian gemiye bindi. “Görev çağırdı. Bu gemi nasıl hareket ediyor?”

Pei Ming onun arkasındaki çaprazlanmış kollarıyla son derece rahat


görünmekte olan Hua Cheng’i fark etti ve uyardı. “Olayla alakası
olmayanlar gitmeli. Bu fırtına hafife alınacak bir şey değil.”

Hua Cheng şu anda sade, yamalı giysilere bürünmüş durumdaydı, ancak


yine de yakışıklı zekasını saklayamıyordu, oldukça güzel küçük bir
balıkçıya benziyordu. Kahkaha attı. “Alakası olmayan birisi değilim,
Ekselanslarımı takip ediyorum.”

Xie Lian da konuştu. “O benim sarayımdan.”

Ancak Pei Ming kılıcını çekmişti, boyun eğmiyordu ve çok kararlıydı.


“Geri çekil.”

Xie Lian daha karşılık veremeden Hua Cheng anormal bir kararlılıkla
cevapladı. “Hayır. Bu kez yanında olmak zorundayım.”

Bir an için çıkmaza girmişlerdi ama Shi Qing Xuan sabırsızdı ve Pei
Ming’e döndü. “General Pei, bu adamı tanıyorum. Gidelim artık!”

Konuşmaları esnasında, korkutucu bir yıldırım göklerin ucundan vahşice


denizin üzerine indi. Yıldırım anlık olarak suyu delmiş ve ışık saçmıştı,
sanki devasa bir kalp aniden çarpmaya ve nefes almaya başlamış gibi
denizin geçici olarak açık mavi renge bürünmesine neden olmuştu. Manzara
etkileyiciydi ama aynı zamanda da korkutucu. Pei Ming daha fazla
beklemek istemiyordu ve bağırdı. “BAŞLA!”

Gemi vahşice sallandı ve oval bir milin dönerken çıkarttığı gümbürtü


sesleriyle, gemi kimse kontrol etmeden kendi kendini yönetmeye başladı,
uçarcasına denizin derinliklerine gidiyordu. Çakan şimşekler ve gürleyen
göklerin arasında, gemi çarpışan dalgaların ortasında kendine bir yol
açmıştı.

Fırtına büyük olabilirdi, ama Xie Lian, Hua Cheng, Pei Ming ve Ming Yi
istikrarlı bir şekilde duruyordu ve Ming Yi’nin desteği sayesinde Shi Qing
Xuan da şimdiye kadar düşmemişti.

Gemi, dalgaları devasa su sıçramalarıyla ayırarak inanılmaz bir hızla yol


alıyordu, ancak Shi Qing Xuan yine de sordu. “Daha hızlı gidemiyor mu?”
Pei Ming cevapladı. “Bu gemiyi hareket ettirmek ruhani güçlerini eritiyor,
ancak bu kadar hızlı gidebilir!”

Shi Qing Xuan yumruğunu sıktı. Eskiden o eli Rüzgar Ustasının yelpazesini
tutardı ve tek bir savurmasıyla gelen rüzgarlar pupaya esebilir, geminin en
az dört kat hızlı yol almasını sağlayabilirdi.

Ancak şimdi eli boştu ve uzun bir of çekmekten kendini alamadı. Tam bu
sırada Hua Cheng hafifçe Xie Lian’a dokundu, kısık bir sesle konuşuyordu.
“Gege.”

Xie Lian başını çevirdi ve gözleri ardına dek açıldı. Denizin üzerinde
yaklaşık otuz metre ileride, dalgalarda savrulan küçük bir balıkçı teknesi
vardı ve görünüşe göre üzerinde yardım için haykıran birkaç kişi
bulunuyordu, ama çığlıkları dalgalar tarafından yutulmuştu.

Tehlikedeki balıkçılar!

Buraya bu yüzden gelmişti. RuoYe uçtu, balıkçıları bellerinden yakaladı ve


yukarıya çekti. Balıkçıların ayakları gemiye değdiğinde, neredeyse
bacakları boşalmıştı. Ancak Pei Ming hemen kamaralardan birisinin
kapısını açtı ve onları içeriye tıktı. Balıkçılar tekrar kapıyı açtıkları zaman
kendilerini kıyıda buldular.

Hua Cheng ve Xie Lian otuz, kırk kadar balıkçıyı denizden çıkartırken,
gemi tökezleyerek fırtınanın kalbine ulaşıyordu. Tam bu sırada uzaklardan
dehşet verici sahneyi izlemekte olan pek çok cennet mensubu ve elbette
cennetin gücünü huşu içinde izlemekte olan pek çok ölümlü vardı. Gemiye
saldıran yıldırımların sayısı artıyordu; bu yıldırımlar ruhani güçlerin
kaynağına çekiliyor ve güçlüleri takip ediyorlardı, bu nedenle bir başkası
Cennet Musibetiyle yüzleşirken diğerlerinin geride durması gerekiyordu,
yoksa kazaya kurban gidebilirlerdi.

Şu anda Shi Qing Xuan bir ölümlüydü, Xie Lian’ın ruhani güçleri ise ancak
iletişim rününe girmesine izin verecek kadardı, Hua Cheng’in ruhani
güçlerini kullanmasına gerek yoktu bu sayede güzelce gizlenmişti, hal
böyle olunca yıldırımların tek hedefi Pei Ming’di. Pek çok kez yıldırımları
doğrudan ve kolayca kılıcıyla savuşturmuştu. Böyle bir yetenek gösterisini
izlerken Xie Lian oldukça etkilenmişti.

Eğer Orta Cennetten herhangi bir cennet mensubu olsa, sadece kuyruğu
bacaklarının arasında yıldırımlardan kaçmakla kalmaz, karşılıkta
veremezdi, bu nedenle de buraya girmeleri yasaktı. Bariyeri aştıktan kısa
bir süre sonra Shi Qing Xuan aniden bağırdı. “GE!!!”

Xie Lian hemen başını kaldırdı ve sahiden yedi sekiz kadar kükreyen su
ejderinin arasında Shi Wu Du’nun beyaz cübbesinin uçuştuğunu gördü,
gökte asılı dururken elleri bir savaş mührü oluşturuyordu.

Her ne kadar dalgaların üzerindeki görüntüsü hala ezici olsa da, dalgın
görünüyordu, azametli güçleri istikrarsızdı. Delirmiş su ejderleri her fırsatı
tekrar tekrar yaklaşmak için kullanıyorlardı, onu tümüyle yok edecekleri
fırsatı bekliyor ve her seferinde kıl payı kaçırıyorlardı. Gemileri ondan
millerce ötedeydi ve Rüzgar Ustasının yelpazesi hala kullanılabilir durumda
olsa Shi Qing Xuan bir hareketiyle dalgaları geriye itebilirdi, ancak şu anda
ölümlü bir bedendeydi, sesi bile uzaklara ulaşamıyordu ve tek yapabileceği
hüzünlü bir şekilde izlemekti.

Pei Ming konuştuğu anda ise sesi güçlü ve geniş bir şekilde yankılandı. “SU
USTASI-XIONG! QING

XUAN’I BULDUM!”

Kelimeler dudaklarından döküldüğü anda Shi Wu Du gözlerini açtı.

Aynı anda bir diğer devasa dalga göklere yükseldi ve tekrar indi. Gemi
havaya fırlatılmıştı ama dalgalarla aynı anda çökmedi, kısa bir anlığına
havada asılı kaldıktan sonra hızla düşmeye başladılar.

Xie Lian bedenini sabitlemek için bin ton büyüsünü kullandı ve Hua
Cheng’in elini sıkıca tuttu. “Dikkat et!”

Komik bir histi; Hua Cheng açıkça ondan daha uzundu ve Xie Lian’ı tek
eliyle kaldırmak onun için hiçte zor olmazdı, ancak yine de Xie Lian onun
her zaman tüy kadar hafif olduğunu düşünüyordu, sanki eğer dikkat
etmezse Hua Cheng kaybolacaktı, bu nedenle Xie Lian’ın tutuşu katı ve
sımsıkıydı. Hua Cheng de aynı anda onun elini tutmuştu. Kenardan Pei
Ming seslendi. “SU USTASI-XIONG, ODAKLAN!

EĞER DALGALARI KONTROL ALTINA ALAMAZSAN KÜÇÜK


KARDEŞİN GÖZLERİNİN ÖNÜNDE

BOĞULACAK!”

Shi Wu Du uzaklardaki gemiyi gördü ve onun sesini duydu. Yüzünde bir


kasvet belirdi ve el mührü aniden değişti, etrafındaki ruhani bariyer
patlamıştı. Etrafını saran su ejderleri aniden saldırıya uğramışlardı, tufana
dönüşerek gürültüyle sulara çakıldılar.

Yağmur damlaları taşlar gibiydi, güverteye çarpıyor, acı vererek bedenlerine


vuruyordu. Ancak yağmur dindikten sonra, fırtına da yavaşlamış ve
durulmuş görünmeye başlamıştı. Shi Wu Du yavaşça indi ve gemiye ayak
bastı. Hepsi boğulmuş köpekler gibi baştan aşağıya sırılsıklamdı. Shi Qing
Xuan yüzünü sildi ve titreyerek mırıldandı. “…Ge.”

Shi Wu Du’nun yüzü hala karanlıktı ve geniş adımlarla yanına gitti. “SANA
OLDUĞUN YERDE KAL

DEDİM AMA YİNE DE BURAYA GELMEN GEREKİYORDU! EĞER


SİNİRİMDEN ÖLÜRSEM O ZAMAN

MUTLU OLACAK MISIN???”

Shi Qing Xuan sahiden ne söyleyeceğini bilmiyordu. Ağabeyini


göremeyince endişelenmişti, şimdi onu görünce ise olan biteni hatırlamıştı,
kalbindeki bir yer ne olursa olsun kabullenemiyordu. “…oof, ben sadece…
ben…”

Nihayetinde sadece başını kaşıdı ve iç çekti. “Musibeti atlattığın sürece


gerisi önemli değil. Ben, ben hala…”

Shi Wu Du sözünü kesti. “Musibetin bittiğini kim söyledi?”

Shi Qing Xuan şaşırmıştı. “Bu değil miydi?”


Pei Ming elleriyle saçındaki suları sıvıyordu. “Bu kadar çabuk sevinme. Bu
ağabeyinin üçüncü Cennet Musibeti, kolay olmayacaktır. En az yedi gün
yedi gece sürer. Biraz önceki karşılama ekibinden başka bir şey değildi.”

Gerçeği söylemek gerekirse birinci Cennet Musibeti olsa bile bu kadar


kolay olmazdı. Geçmiş

düşünülürse, Shi Qing Xuan’ın geçtiği ‘Cennet Musibeti’ diğer


herkesinkine kıyasla oldukça zayıflatılmıştı. O da bu düşünceye varmış
olmalıydı ki yüzü asıldı. Xie Lian hala bu yolculuğun amacını
düşünmekteydi ve ruhani iletişim rününden sordu. “Ling Wen? Su Ustasının
Cennet Musibetiyle yüzleştiği alana girdik. Fırtınanın sürüklediği
balıkçıların nerede olduğunu bize söyleyebilir misin?”

“Lütfen biraz bekle.” Ling Wen yanıtladı. Bir süre sonra konuştu.
“Meşakkatli olacak. Bugün iki yüz altmış bir balıkçı Cennet Musibetinin
yakınlarına sürüklendi ve hepsi bir yerlere dağıldı, her yerdeler…”

Sesi aniden kesilirken başka bir şey söyleyemedi ve Xie Lian artık onu
duyamıyordu. “Sorun ne? Ling Wen?”

Belki yine güçleri bitmiştir diye düşündü, ancak başını kaldırıp Pei Ming’in
yüzünü gördüğü zaman, açıkça onun da aynı şeyi yaşadığını gördü. Ekip
konuşmaya vakit bulamadan Xie Lian yakınlarda su yüzeyinde birkaç kırık
tekne daha görmüştü. “Belki de ilk görevin art şoku çok büyüktü ve ruhani
iletişimi ekledi. Kısa zamanda düzelebilir. Ling Wen iki yüz altmış bir
balıkçının dalgalar tarafından etrafa dağıldığını söyledi, gidip
kurtarabildiğimiz kadar ölümlüyü kurtaralım.”

Shi Wu Du yorgun görünüyordu. Başını yana eğdi, bir başka kamaranın


kapısını açtı ve meditasyon yapmak için içeriye girdi. Shi Qing Xuan ona
ciddi bir şey söylemek istermiş gibi görünüyordu ama Cennet Musibeti
henüz geçmediği için doğru zaman gelmemişti, bu nedenle kelimelerini
yuttu ve mutsuz bir şekilde Ming Yi’nin yanına gitti. Ancak Shi Wu Du
tekrar gözlerini açtı ve kesin bir sesle konuştu. “Tekrar kaçma. Gel ve
yanıma otur.”

Ve böylece Shi Qing Xuan, Shi Wu Du’nun yanına diz çöktü.


Yarım gün geçtikten sonra gece derinleşirken gemi Doğu Denizin
derinliklerinde süzüldü.

Her ne kadar ruhani iletişim hala bir işliyor bir işlemiyor olsa da, yine de
arada sırada kullanılabiliyordu. Bu süre zarfında Xie Lian ve diğerleri
çoktan iki yüz balıkçıyı kurtarmışlardı. İlk başta balıkçılar her zamanki gibi
avlanmaya çıkmışlardı, ama böylesine fırtınalı rüzgarlar ve dalgaların
aniden kabaracağını tahmin etmemiş ve denizin derinliklerine çekilmişlerdi.
Eğer kendi başlarına olsalardı geri dönebilmelerine imkan yoktu. Eğer
birkaç gün sürüklenselerdi, açlık veya susuzluktan ölebilir, güneşten
kavrularak kurumuş cesetlere dönebilirlerdi. Bu nedenle kurtarılınca,
sahiden ölümün eşiğinde bir umut ışığı bulmuş ve hepsi çok sevinmişlerdi.

Denizde böylece sürüklenirken kim bilir kaç gün sonra balıkçılar


kurtarılabilirdi ve kim bilir Shi Wu Du’nun Cennet Musibeti tam anlamıyla
ne zaman başlayacaktı; bir anda tehlikeye düşebilirlerdi.

Böylesine zor şartlar altında Pei Ming hala her zamanki gibi davranıyordu;
akşam birkaç balıkçı kızı kurtarmışlardı, kızlar yaşlı gözleriyle bakarken,
onlara sıkıca sarılmış ve nazik sesiyle yatıştırmıştı, sevecen ve çekici
haliyle tatlı romantizmin ete kemiğe bürünmüş haliydi. Ancak kızları
büyüledikten sonra onları kamaraya göndermişti ve kızların hiçbirinin
gitmeye niyeti yoktu, kapıyı bir kez daha açtıklarında tekrar onu bulmayı
umuyorlardı. Shi Wu Du bu süre boyunca meditasyon yapmış ve gücünü
toplamıştı, yüzü artık çok daha iyi görünüyordu. Gözlerini açtı. “Senin
yüksek standartların yok muydu?”

Her ne kadar balıkçı kızlar gençliklerinin doruğunda olsalar da, yine de


sadece vasat tiplerdi, sahiden Pei Ming’in öncesinde avladığı hedeflere
yaklaşamazlardı bile. Ancak Pei Ming’in kadınlara sarıldıktan sonra yüzü
ışıldamaya başlamıştı ve çenesini ovaladı, gülüyordu. “Sürekli çarpık
sakallı yaşlı balıkçıları kurtarıp durduktan sonra her kadın kıyasla sevimli
görünür, hahahaha.”

Bunu duyunca hem Shi Qing Xuan hem Ming Yi artık ona bakmak
istemiyorlarmış gibi göründüler. Xie Lian ise başını iki yana salladı,
söylediklerini komik bulmuştu, ardından o ve Hua Cheng kenara gittiler ve
yan yana oturdular. Bir an sonra aniden midesindeki boşluğu hissetti.
Gemideki hiç kimsenin yemek yemesine gerek yoktu ve her ne kadar Shi
Qing Xuan şu anda bir ölümlü olsa da, Xie Lian Shi Wu Du’nun ona
karnını günlerce dolu tutabilecek türden, bir çeşit kutsal iksir verdiğinden
şüpheleniyordu, bu nedenle Shi Qing Xuan acıkmaya dair hiçbir belirti
göstermiyordu. Bu gemi ölümlü diyarda yapılmamıştı bu nedenle erzak
içerme ihtimali de yoktu. Xie Lian tam gidip denizden birkaç balık
yakalayacakken, yanında Hua Cheng ona bir şey uzattı. Xie Lian başını
eğdi ve kar beyazı, yumuşak bir buğulu çörek olduğunu gördü.

Tekrar oturdu ve fısıldadı. “Teşekkürler San Lang.”

Hua Cheng de fısıldadı. “Şimdilik bunu al gege. Yakında her şey


düzelecek.”

Buğulu çörek ikiye bölünmüştü ve ikisi yan yana oturarak yavaşça


çiğnemeye başladılar. Geminin diğer ucunda Pei Ming onların
fısıldaştıklarını gördü ve tekrar saçlarını düzeltti. “İkiniz bir şeyler mi
buldunuz? Neden küçük dünyanızdan çıkıp biz geri kalanlarımızla
paylaşmıyorsunuz?”

Xie Lian tam onu yatıştıracak bir şeyler söylemek üzereydi ki aniden
kaşlarını çattı. “Sizce de bir tuhaflık yok mu?”

Ming Yi de kaşlarını çattı ve yukarıya baktı. “Evet.”

Xie Lian ayaklandı. “Bu gemi çok daha yavaş gitmeye başladı. Güçleri mi
tükeniyor?”

“Nasıl olur.” Pei Ming. “Gemide depolanan ruhani güçler en az iki gün
daha denizde gitmesine yeter.”

Xie Lian geminin kenarına yaklaştı, elleri tırabzanlardaydı. “Ama yine de


gemi sanki aniden ağırlaşmış

gibi…” Cümlesinin orta yerinde ansızın durdu. Shi Wu Du ve diğerleri de


geminin kenarında toplandı.

“Bu ne?”
Sormalarına gerek yoktu. Tek bir bakış atmak yeterliydi. Karanlık
gökyüzüne rağmen, geminin gövdesindeki su seviyesinin anormal bir
şekilde çok daha yükselmiş olduğu hayal meyal görülebiliyordu. Ve sular
tırmanmaya devam ediyordu!

Xie Lian hemen konuştu. “Gemi su mu alıyor?! Sığ bir yere mi vurduk?
Yoksa denizde delik açan bir şey mi var?”

“İmkansız!” Pei Ming bağırdı. “Sığ bir yere vursak nasıl fark etmeyelim?
Hem bu gemi sıradan bir gemi değil, normal bir şey gemide delik
açamamalı, tabi…”

Sanki aniden aklına bir şey gelmişti ve tıkandı.

“Tabi ne?” Ming Yi sordu.

“Olamaz.” Pei Ming.

“Ne olamaz?” Shi Qing Xuan bilmek istiyordu.

Pei Ming başını çevirdi ve konuştu. “Gemiler iblislerin inine girdiklerinde


batacaktır. Kara Su İblisinin İnine sürüklendik.”

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 119: İblislerin İnindeki Gemiler Batacaktır Xie Lian sordu. “Dört
Yüceden birisi olan, Gemileri Batıran Kara Su mu?”

“Dört Musibetten birisi, dört Yüceden değil.”

“…” Xie Lian Qi Rong’u unuttuğunu anladı ve özür diledi. “Ah, pardon,
benim hatam.” ‘Geceleri Gezen Yeşil Işık’ın diğer üçüyle aynı seviyede
olmasına imkan yoktu.

Parşömenleri karıştıran birisi olarak Xie Lian bu Gemileri Batıran Kara Su


hakkında bir iki şey biliyordu.
Efsanelere göre bu kişi, dış denizlerde gizlenen güçlü bir su hortlağıydı.
Tıpkı Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuru gibi, o da TongLu Dağında katliam
yaparak yolunu açmıştı. Her ne kadar gözlerden uzak durmaya meyilli olsa
da, bu durum sadece ölümlü ve cennet diyarlarındakiler için geçerliydi.
Kabaca en az beş yüz hayaleti tüketmişti ve aralarından dört yüz kadarı
yüksek seviyeli su hortlaklarıydı. Kara Su İblisinin İni onun bölgesiydi.

Tıpkı Hua Cheng’in yetkisi altındaki Hayalet Şehirde oluğu gibi, ‘Bir kez
sınırlarına ayak basınca, dünya artık kanunsuzdur’ – kişi eğer onların
dünyasına adım atarsa, artık onların sözleri kanundu. Ölüler diyarında daha
yaygın bir söz bile vardı: ‘Kızıl Karayı Yönetir; Siyah Sulara Hükmeder’.
Kızıl elbette Hua Cheng’e atfediyordu, dolayısıyla Siyah da Kara Su İblisi
Xuan’dan başkası değildi.

Pei Ming konuştu. “Su Ustası-xiong, bu kez sahiden çok şanssızsın. İblis
Xuan, Yeşil Cin’e benzemez, sadece sorun çıkan bir tip değildir. Neyse ki
çok uzaklara sürüklenmedik, fark edilmeden geri dönmeliyiz.”

Diğerleri ona döndüler. “O zaman neden rotayı değiştirmiyorsun? Gemiyi


yöneten sen değil misin?”

Pei Ming de onlar kadar şaşkındı. “Rotayı değiştirmedi mi? Gemi otomatik
olarak değiştirmeliydi, müdahale etmek gerekmemeli.”

Ancak dümen hiç kımıldamadı. Başka seçenekleri olmadığı için, Pei


Ming’in kendisi dümene geçti.

Ancak elleri dümene değdiğinde kaşlarını çattı. Xie Lian yardıma gitti.
“Hareket etmiyor mu?”

Pei Ming’in güçsüz kalması imkansızdı. Kendi gücüne az çok güvenmekte


olan Xie Lian da hareket ettirmeyi başaramamıştı. Durumu inceledikten
sonra Ming Yi duyurdu. “Bir şey gemiyi yakalamış

olabilir, ben bakmak için aşağıya iniyorum.”

Shi Qing Xuan da olaya dahil oldu. “Ben de geliyorum Ming-xiong!”


Shi Wu Du sertçe konuştu. “Geri dön! Etrafta dolanıp durma.”

Ağabeyi hala sınamasının ortasındaydı ve dikkati dağıtılmamalı, duygusal


anlamda sarsılmamalıydı.

Shi Qing Xuan riske atamazdı bu nedenle itaatkar bir şekilde geri döndü,
Ming Yi’yi tek başına güvertenin altına gönderdi. Xie Lian da yardım
etmek istiyordu ama söz konusu inşa ve tamirat olduğu zaman Toprak
Ustası kadar becerikli olmadığının farkındaydı. Yanında gitse bile çok
yardımı dokunmazdı zaten. Etraflarını saran zift gibi suları izlerken, aniden
Xie Lian’ın aklına bir şey geldi ve sordu. “Denizin bu tarafına sürüklenen
balıkçılar da var mı?”

Arama kurtarma sırasında Xie Lian’a eşlik eden Hua Cheng, çıkmaza düşen
balıkçıları ilk fark eden kişiydi. Etrafı hızlıca taradı ve ardından konuştu.
“Pek mümkün değil. Kara Su İblisinin İni Güney Denizinde, bu kadar
uzaklara sürüklenemezler. Ayrıca, bu bölgedeki alanda bir bariyer var; her
isteyen buraya giremez. Girdiyseler bile, kurtarılma ihtimalleri yok. Burada
sürüklenirken batmayacak hiçbir şey yok.”

Güney Denizi. Bu kadar uzağa sürüklendiklerini hiç fark etmemişlerdi…


Xie Lian ruhani iletişim rününü denedi ve sahiden kullanamadığını fark etti.
Her ne kadar öncesinde problem yaşamış olsalar da yine de
kullanabiliyorlardı, ama şimdi karşısında tam bir ölüm sessizliği vardı.
Deniz huzurlu görünmesine rağmen, aşağıda ne tehlikelerin yattığını ve
onları pusuya düşürmek için beklediğini kim bilebilirdi?

Gökyüzü gittikçe kararıyordu ve Xie Lian rahatsız olmaya başlamıştı. “Bu


bölgede balıkçılar olmadığına göre, eğer Toprak Ustası gemiyi tamir
edebilirse, biz gemiden ayrılıp kara arayabiliriz. Su Ustası Doğu Denizine
musibeti için geri döndüğü zaman, biz de orada kurtarma çalışmalarına
devam edebiliriz.”

“Aynen.” Pei Ming kamaranın kapısını açarken onunla hemfikirdi.

Kapıyı çekip açtığı anda, karşısında kara manzarası yerine boş bir
kamaranın içi vardı. Yüz ifadesi anında değişti. “Mesafe Kısaltma Rünü de
gücünü kaybetmiş.”
Hua Cheng kahkaha attı. “Normal değil mi? Ruhani iletişim rününü bile
kullanamıyorsunuz, neden Mesafe Kısaltma Rünleri işlesin?”

Pei Ming onlara döndü ve sordu. “Buradaki küçük dostumuz bir genç için
fazlasıyla sakin ve neden hiç endişelenmemiş gibi görünmüyor?”

Xie Lian araya girdi. “Gemi çoktan hayalet bölgesine sürüklendi ve biz
konuşurken de batmaya devam ediyor. İstesek bile gidemiyoruz. Önce bu
problemimizi çözelim.”

Shi Qing Xuan güvertenin altına seslendi. “Ming-xiong, nasıl gidiyor?


Tamir edebildin mi?”

Ming Yi’nin sesi duyuldu. “Hiçbir şey bozulmamış! Gemiyi yakalayan bir
şey de yok. Geminin güçlerini kaybetmesine neden olan başka bir şey.”

“Burası artık İblis Xuan’ın oyun alanı.” Pei Ming belirtti.

O konuşurken gemi tekrar alçaldı. Bir bakışla, Xie Lian suların çoktan
geminin yarısını yuttuğunu fark etti. Eğer sıradan bir gemi olsa, çoktan
teslim olmuş olurdu. Ancak tanrılar tarafında inşa edildiği için, batmaya
direniyor ve su üstünde kalmak için savaşıyordu. “İstisnalar olabilir.
Buradaki her şeyin batması imkansız.” Israr etti. “Batmayan bir şey olmalı.”

“Var.” Hua Cheng.

Tüm dikkatler onun üzerine çekildi. Kıvırdığı kollarıyla tembelce konuştu.


“Kara Su İblisinin İninden batmadan geçebilecek tek bir tahta tipi var.”

Xie Lian bilindik özel ağaç türlerini denedi. “Sandal ağacı? Öd ağacı?
Karaağaç?”

“Tabut.” Hua Cheng cevapladı.

“Tabut mu?!”

“En.” Hua Cheng devam etti. “Bir kişi dışında Kara Su İblisinin İnine
girdikten sonra geri dönebilen kimse olmadı. Bu kişi ölen sevgilisinin
cesediyle evine gidiyordu. Tekne battığı zaman, tabutun üzerinde kıyıya
geri sürüklenmişti.”

Pei Ming kaşını kaldırdı. “Bu küçük dostumuz sahiden çok şey biliyor.”

Hua Cheng ifadesini taklit etti ve cevapladı. “Pek sayılmaz. Sadece sen çok
az biliyorsun, hepsi bu.”

Her ne kadar Shi Wu Du meditasyon duruşunu bozmadıysa da, o da


dikkatini Hua Cheng’e yöneltmişti ve gözleri kısıldı. “Pei-xiong, öncesinde
de sormak istiyordum ama, bu kim?”

Pei Ming açıkladı. “Korkarım bu soruyu Ekselanslarına yöneltmen gerek.


Sonuçta bu kişi onun sarayındanmış.”

Shi Qing Xuan araya girdi. “Tamam, tamam, ne bilip bilmediğinin bir
önemi yok. Şimdi büyüler gücünü kaybettiğine göre, buralarda bir tabut
bulmak için nereye gitmemiz gerekiyor?”

“Gerek yok, çözüm basit.” Pei Ming cevapladı. “Gege senin için hemen bir
tabut yapıyorum. İşleri kendi eline almanın ve yemek, kıyafet
zenginliğinin ne anlama geldiğini sana göstereceğim.”

*ÇN: Muhtemelen Çin geleneksel cenazelerinde yapılan, cesede güzel


giysilerin giydirilmesi ve yiyecekler sunulması, kağıt paralar yakılması vs.
ile ilgili bir gönderme. Sanırım Pei Ming ‘Bak bu kardeşin sahte ölüne bile
neler yapacak’ diyor.

“…”

“İşe yaramaz.” Hua Cheng belirtti. “Tabutun içinde bir ceset bulunmalı.”

Bir tabut yapıp ardından içlerinden birisini seçip içine atamazlardı.

Konuşmaları sırasında gemi tekrar battı. Üzerinde durdukları hafif eğimli


güverte neredeyse suyla aynı seviyeye gelmişti. Ağırbaşlı bir meditasyon
pozunda durmakta olan Shi Wu Du az kalsın düşüyordu. “Pes ediyorum. Bu
meseleyi ben çözeyim.” Soğuk bir şekilde konuşmuştu.
Yelpazesini çıkarttı ve alnına hafifçe vurduktan sonra sallamaya başladı,
önünde su kelimesi ve sırtında üç kıvrımlı çizgiden oluşan dalga resmi
belirdi. Kollarını kaldırdı ve seslendi. “Su, sesimi duy!”

Xie Lian hemen geminin yükseldiğini hissetti, altındaki güverte sudan


birkaç santim yükselmişti, beraberinde bir güvenlik hissi de. “Su Ustasının
yelpazesi Kara Su İblisinin İnindeki suları bile kontrol edebiliyor mu?”
Şaşkın bir halde sordu.

“Buradaki suları kontrol edemez.” Hua Cheng düzeltti. “Dış denizdeki


suları buraya çağırıyor.”

Görünüşe göre henüz Kara Su İblisinin İnine yeni girmişlerdi ve çok


uzaklaşmamışlardı. Shi Wu Du yakın denizlerdeki suları çekerek gemiyi
aşağıdan yükseltebiliyordu.

Pei Ming övdü. “Çok güzel Su Ustası-xiong! Dümen işe yaramaz hale
geldiği için gemi geri dönemiyordu. Çabucak suları gemiyi geri çekmek
için kullan.”

Shi Wu Du cevap veremeden gemi bir kez daha battı. İblisin İni geri
çekilmeyi reddediyor ve dış

denizlerden gelen sularla çarpışıyordu. Bu kez darbe çok güçlüydü,


güvertenin daha da eğilmesine neden olmuştu. Dengesini kaybeden
mürettebat geminin iskele tarafına kaydı. Her ne kadar Shi Wu Du narin ve
yakışıklı bir yüzle doğmuş olsa da, kişiliği son derece inatçıydı, geri
çekilmeyi reddediyordu. Yelpazesini sertçe kapattı ve tekrar açtı, üç dalga
çizgisi artık daha büyüktü.

Okyanustaki suları ikiye katlanmıştı ve gemi bir kez daha çekildi.

Bir güç gemiye batmasını emrederken diğeri yükselmeye zorluyordu, bu git


gel devasa bir halat çekme yarışması gibiydi. Ani yükselme ve düşüşleriyle
geminin bu düzensiz hareketleri etraflarındaki deniz suyunun vahşice
çalkalanmasına ve geminin içine girmesine neden oluyordu. Eğer gemide
başkaları olsa, çoktan korkudan ruhlarını teslim ederlerdi. Xie Lian bir
eliyle pervaza diğeriyle sıkıca Hua Cheng’e tutunmuştu. “Neler oluyor!
Gemi dönüyor!” şaşkın bir halde sordu.

Sözlerini doğrularcasına gemi belli bir yöne doğru dönmeye başladı. Ne


kadar hızlı dönerse o kadar daha batıyordu. Ancak o zaman Xie Lian
geminin devasa bir girdaba düştüğünü ve yavaşça içine çekildiğini fark etti!

“Herkes dikkatli olsun!” Uyardı. “Suyun iki gücü çarpışıyor!”

Shi Wu Du’nun kendi sahasında savaşmadığı aşikardı. Dış denizlerden


çağırdığı sular güçlüydü, ama sınırı geçtikten sonra güçleri belirgin ölçüde
baskılanıyordu. İblisin İnindeki su miktarına kıyasla açıkça dezavantajlıydı.
Tahmin edilebileceği gibi kelimeler Xie Lian’ın ağzından çıktığı anda
devasa gemi girdabın içine düştü. Son saniyede Xie Lian Fang Xin’i attı,
Hua Cheng’i çekti ve ikisi kılıcın üzerine basarak yukarı uçtular.

İlk başta Fang Xin’in uçacak gücü olmamasından korkmuştu ama ikisi
güverteden ayrıldıkları anda rahat bir nefes verdi. Her ne kadar titrek olsa
da yine de uçabiliyordu. Yukarıdan aşağıyı izlerken, tüm bölgenin
korkutucu bir siyaha boyandığını gördü. İki farklı renkteki suyun
çarpıştığını görebilmek çok kolaydı. Bu girdabı doğuranda çetin
savaşlarıydı. Girdabı gözü gemiyi yutarken iki su kütlesi ayrıldı.

Ancak savaş bitmekten çok uzaktı. İki zehirli engerek gibi, birbirlerine
saldırmaya devam ettiler. Her bir çarpışma kızgın dalgalardan bir dağ
oluşturuyordu. Xie Lian etrafına baktı ve seslendi. “Rüzgar Ustası? Toprak
Ustası? General Pei?”

Shi Qing Xuan’ın sesi on adım arkasından yükseldi. “Ekselansları!


Buradayız!”

“Siz de kutsal kılıçlarınıza mı…” Xie Lian arkasını döndü ve önündeki


sahne dilinin tutulmasına neden oldu. Ming Yi küreğin sapında duruyor, Shi
Qing Xuan ise küreğin ucuna oturmuş ona el sallıyordu.

Kutsal bir kılıç değildi bu, kutsal bir… kürekti. Böyle bir görüntü sahiden
gözleri kör edecek cinstendi!
Diğer taraftan Pei Ming’in sesi duyuldu. “Su Ustası-xiong nerede?”

Pei Ming’in kılıcının üzerinde yalnız olduğunu ve Su Ustasından hiçbir iz


olmadığını görünce Shi Qing Xuan da seslendi. “Ge? Ge?!”

Xie Lian rahatlattı. “Endişelenmeye gerek yok, o Su Ustası, batması zor


olacaktır.” Ama ardından girdabın gücünü hatırladı ve Hua Cheng’e döndü.
“San Lang, belime sıkıca tutun, sakın düşme.”

Hua Cheng itaatkar bir tutum sergiledi ve cevapladı. “En, tamam, ama gege,
sana söylemem gereken bir şey var.”

“Nedir?” Xie Lian sordu.

“Kara Su İblisinin İninde uçamazsın. Bu durum yaratıkları çeker.”

Daha bir saniye geçmeden, keskin bir haykırış gökleri deldi ve devasa
beyaz bir yaratık su yüzeyine çıkarak doğrudan Pei Ming’in üzerine atladı.

Pei Ming bir kılıç ustasıydı. Öldürme güdüsünü sezdiği anda eli kılıcına
gitmişti, ancak kılıcının ayaklarının altında olduğunu fark etmişti. Şansına
tepkisi çok hızlıydı. Bir sıçramayla havada kılıcını kapmış ve gelen yaratığı
ikiye bölmüştü. Yer çekimi kontrolü eline almadan ve tek bir saç teli
bozulmadan da tekrar kılıcının üzerindeydi. Sanki hiçbir şey olmamış gibi
istikrarlı bir şekilde yukarı uçmuş ve tam bir sükûnet içerisinde sormuştu.
“Yaratık bu muydu?”

Kesilmiş yaratık cesedi su yüzeyinde görülebiliyordu. Xie Lian daha iyi


görebilmek için gözlerini kıstı.

“Balık?”

Sahiden de bir balıktı, ama sıradan bir balık değildi. Akvaryum genişliğinde
ve metrelerce uzunluğunda bir balık kılçığıydı!

Bu ‘balığın’ ne eti vardı ne pulları, sadece ağzındaki keskin dişlere


bağlanan çıplak beyaz kemikleri vardı. Zehirli veya değil, eğer ısırabilse
kesinlikle çok acıtacaktı. Pei Ming daha da yukarı uçtu ve uyardı. “Hepiniz
tetikte olun, ondan daha çok var!”
Tahmin edildiği gibi, ‘çok’ dediği anda ikinci bir tanesi derinliklerden
yükselmişti. Bu kez doğrudan Ming Yi ve Shi Qing Xuan’a doğru
gidiyordu!

Ne yazık ki Toprak Ustası bir savaş tanrısı değildi ve ruhani güçleri de fazla
sayılmazdı. Rüzgar Ustası ise şu anda bir ölümlünün bedenindeki bir
tanrıydı. Dahası Ming Yi kutsal… küreği konusunda epeyi körelmişti. Her
ne kadar ikisi ısırılmasalar da, yine de dengelerini kaybederek denize
düşmeye başladılar. Havada düşerken Shi Qing Xuan çaresizlik içinde
haykırdı. “Ming-xiong! Bugünden sonra umarım hazinenle daha sık pratik
yapmayı unutmazsın aaah –”

Ming Yi sertçe. “Kaybol.”

Pei Ming iç çekti ve ikisini kurtarmak için atıldı. Pei Ming’in yardım etmek
için öne çıktığını görünce Xie Lian bu meseleyi tek başına halletmesi
gerektiğini anlamıştı. Aslında Toprak Ustasının suçu değil, diye
düşünüyordu, insanın kıymetli bir silah olarak öyle bir küreği olunca, kimse
utancından onu dışarı çıkarmaya cesaret edemez.

Tam bu sırada içini ürperten bir rüzgar ona doğru esti. Xie Lian
düşüncelerini toparladı ve yumuşak bir şekilde konuştu. “San Lang sıkı
tutun. Dikkat et, bir şey bize doğru geliyor.”

“Peki.” Beline sarılmış olan eller biraz daha sıkıştırdı.

Uzun bir süre geçmeden dört su duvarı yükseldi ve etraflarını sardı. Dört
devasa balık kılçığı denizden yükselmişti.

Dört devasa kemik beyazı ceset balıktan çok ejdere benziyordu aslında.
Arka yüzgeç kemiği çıkıntıları, tehlikeli derecede keskin boynuzları, uzun
yılankavi bedenleri ve dışarıdaki Xie Lian ile Hua Cheng’i saran dört
pençeyle, kaçmalarına fırsat tanımıyorlardı. Yukarıya yükselmeye gelince,
Fang Xin en fazla bu kadar yükselebilirdi. Aşağı inecek olurlarsa ölüm
kadar sessiz okyanusla yüz yüze geleceklerdi.

Xie Lian yenilgiyle iç çekti. “Pekala… İlk kim geliyor?”


Bir an düşündükten sonra ellerini birleştirdi. “Hepiniz öyleyse.”

Kısa bir süre sonra, doğu tarafındaki kemik ejder uzun bir uluma koyverdi
ve ileriye atıldı. Xie Lian ellerini kaldırdı ve onu işaret etti.

Anında kemik ejder donakalmıştı. Böylesine muazzam bir yaratığın tek bir
kılıç, tek bir kişi ve tek bir parmak tarafından hapsedilmesi ve bir adım da
atamamasıyla, yaratık öfkeyle kuyruğunu ve pençelerini savurmaya başladı,
dalgadan duvarlar yaratıyordu. Diğer üçü de öne çıktılar. Xie Lian’ın eli bir
pençeye döndü. Kemik ejderin boynuzunu yakaladı ve bir silahmış gibi
etrafına savurdu.

Gürültülü bir uğultu sesi gökyüzünü deldi. Gelen üç diğer ejder bir anda
Xie Lian’ın fırlattığı ejderle bütünleşmiş, ardından kemik yığınlarına
dönerek okyanusa düşmüşlerdi. Xie Lian ellerini silkeledi ve nefes verdi.
Arkasını döndü ve sordu. “San Lang, iyi misin?”

Hilal şeklini almış gözleriyle Hua Cheng gülümsedi. “Gege’nin koruması


altındayken, nasıl iyi olmam?”

Bu şekilde cevap vermesi Xie Lian’ın tuhaf hissetmesine ve utanmasına


neden olmuştu. Şimdi düşününce, böyle şeylerle ilgilenmek Hua Cheng için
oldukça kolay olmalıydı, nasıl iyi olmasındı? Bu da Xie Lian’ın sorusunun
özellikle övgü almak için sorulmuş gibi görünmesine neden olmuştu. Hoş,
bütün dürüstlüğüyle, bu soruyu gerçekten endişelendiği için sormuştu.
Düşüncelere dalıp gitmişken, kılıcı aniden battı ve Xie Lian daha neler
olduğunu anlayamadan hızla düşmeye başlamış ve buz gibi sulara
gömülmüşlerdi.

Bir şey onları aşağıya çekmemişti. Sadece Fang Xin yaşlı olduğu için
düşmüşlerdi – bunca zaman dayandıktan sonra, artık dinlenmesi
gerekiyordu!

Kemiklerine işleyen deniz suyu her yerden üzerlerine geliyordu. Yanlışlıkla


biraz su yuttuktan sonra Xie Lian ağzını kapattı ve yukarıya yüzmeye
başladı. Ancak Kara Su İblisinin İnin söylendiği kadar haindi. Xie Lian iyi
bir yüzücü sayılırdı ancak bu sulardayken sanki bedeni demirden bir
külçeydi. Ne yaparsa yapsın yukarıya çıkamıyordu. Gözlerini açtı, ama su o
kadar çamurluydu ki Hua Cheng’in nerede olduğunu bir türlü
belirleyemiyordu. Elleriyle etrafı yokladı. Fang Xin dışında hiçbir şeye
ulaşmayı başaramadı ve içinde yükselen telaşı hissedebiliyordu. Ancak ne
kadar tedirgin olursa hareketleri o kadar ağır bir hal alıyor ve o kadar hızlı
batıyordu. Şansına kısa bir süre sonra sanki sisler aralanmış gibi, yukarıda
bir ışık huzmesi gördü. Birisinin elini tuttuğunu ve belini kavradığını, hızla
onu suyun üzerine çektiğini hissetti. Suyun dışına çıkınca, Xie Lian
nefeslendi ve yüzündeki suları sildi, kurtarıcısının Hua Cheng olduğunu
gördü.

Herkesin dilindeki ‘ölü batar’ söylemini düşününce oldukça tuhaf bir


durumdu. Teknik olarak bir ceset olan Hua Cheng, Xie Lian’dan hızlı
batmalıydı. Ancak hafif ve çabasız bir şekilde su yüzeyinde duruyordu.
Başını eğdi ve Xie Lian’a baktı. “İyi misin?”

Xie Lian başını salladı. Aşina sahne aniden aklına kısa bir süre önce benzer
bir durumda yaşananları getirmişti. Bir anda sanki yüzü alev aldı. Bir eli
Xie Lian’a sarılmış olan Hua Cheng diğer elini kullanarak suyu karıştırdı ve
yavaşça onları yönlendirdi. “Gege, bana tutun. Eğer bırakırsan batarsın.”

Ne diyeceğini şaşıran Xie Lian birkaç kez boş boş kafasını salladı.
Onlardan çok uzakta olmayan bir yerde, suda hareketlenmeler vardı ve bir
sıra boynuzumsu kemik su yüzeyine çıkıyordu. Köpekbalığı sürüsü gibi,
inanılmaz bir hızla onlara doğru yüzüyorlardı. Xie Lian tarafından dövülen
dört kemik ejder intikam için geri dönmüştü.

Bir yırtıcının aç bakışlarıyla ikisini çevrelediler ve nihayetinde daha fazla


kendilerini tutmaya dayanamayarak acımasız bir şekilde dalışa geçtiler.
Elinde Fang Xin’i sıkıca tutan Xie Lian saldırmak için bir an bekledi.
Hemen yanındaki Hua Cheng ise rahatsızlıkla cıklamıştı.

Kemik ejderlerin onları parçalamalarına neredeyse bir kol boyu mesafe


kalmıştı, ama sesi duyunca, öldürme istekleri anında yok oluverdi. Xie
Lian’ın boğazını parçalamaya hazırlanan dişlerle dolu ağız, sanki öpücük
vermek istermiş gibi öne çıkmış ve Fang Xin’i dürtmüştü.

Xie Lian şaşırmıştı. “???”


O hala sersem bir halde suda savrulurken, dört yaratık kuyrukları
bacaklarının arasında kaçışıp gitmişti. Xie Lian’ın dili tutulmuştu ama Hua
Cheng çoktan tekrar yüzmeye başlamıştı. “Gege şimdi öğrenmiş oldun.
İleride bir evcil hayvan almak istersen, kesinlikle bunlardan almayı
düşünme. İşe yaramaz pislikler sadece.”

“…”

Evcil hayvan derken???

Xie Lian süklüm püklüm cevapladı. “Yok, hiç düşünmemiştim…”

Aniden bir kemik ejder su yüzeyine çıktı ve doğrudan gökyüzüne yükseldi.


Xie Lian başını kaldırdı ve yaratığın tepesinde Shi Wu Du’nun oturmakta
olduğunu gördü, elleri agresif bir saldırı mührü oluşturarak kenetlenmişti.
Yüzü gergindi, sanki bir güce karşı aktif bir savaş veriyordu. Bir zamanlar
huzurlu ve sakin olan okyanus, şimdi dönüp durmaya başlamıştı. Rüzgar
Ustası ve diğerlerinden hiçbir iz göremeye Xie Lian seslendi. “Rüzgar
Ustası! Toprak Ustası! General Pei! Neredesiniz?!”

Loş ay ışığının altında etrafını dikkatle inceledi. Dostlarını bulmak yerine,


kendisini büyük bir gölgeyle yutulmuş olarak buldu. Etrafında döndü ve
gökler kadar yüksek devasa bir dalganın onun üzerine doğru düşüşünü
izlerken gözleri ardına dek açıldı. Bir an sonra her şey karardı.

Çekilen deniz ve okyanusun akıntısı tarafından uzunca bir süre


sürüklendikten sonra Xie Lian en sonunda gözlerini açtı.

Her ne kadar oturmasa da, hissiyatı ona karaya vardığını söylüyordu. Orada
yatıp gücünü toplamaya çalışırken, bir kolunu kaldırdı ve elinin uzun süre
suda kaldığı için buruş buruş olduğunu gördü.

Belinin altında bir şey hissediyordu ve bakmak için başını çevirdiğinde bu


şeyin Hua Cheng’in kolu olduğunu gördü. Kısa bir değerlendirme onun
yanında yattığını söylüyordu ve görünüşe göre Hua Cheng onu hiç
bırakmamıştı.
Her ne kadar o uyanmış olsa da, Hua Cheng uyanmamıştı. Gözleri hala
kapalıydı. Xie Lian oturdu ve onu nazikçe dürttü. “San Lang? San Lang?”

Hua Cheng cevap vermedi. Xie Lian etrafını incelerken onu tekrar dürttü.
Karadaydılar, ama sonsuz bir orman oluşturarak bir araya gelen çok
sayıdaki ağaç dışında, etraflarında ne bir rıhtım vardı ne de insanlar.
Anakara yerine ıssız bir adadaydılar. Her şeyden önce, en şaşırtıcı olan şey
ise, çoktan günün doğmuş olmasıydı. Tüm bir gece boyunca
sürüklenmişlerdi! Nereye gelmişlerdi?

O sürekli dürtüp dururken, Hua Cheng hala derin bir uykudaydı ve bir parça
bile kımıldamamıştı.

Hayaletler boğulamazdı, ya da en azından Xie Lian böyle biliyordu. Ancak


Hua Cheng’in boğulamıyor olması, okyanustaki zehirli kemik balıklar gibi
diğer şeylerin ona saldıramayacağı anlamına gelmiyordu. Bu nedenle Xie
Lian Hua Cheng’in üzerini aradı, göğsünden başladı, kollarına ve
bacaklarına kadar hiçbir yerinde yara olmadığından emin oldu. Ancak Hua
Cheng’in sağlam bir vücudu olduğunu keşfetmek dışında başka hiçbir şey
bulamamıştı. Xie Lian allak bullak olmuş ve endişelenmeye başlamıştı.
“San Lang şakayı bırak.”

Cevap yoktu.

Panik anında Xie Lian başını Hua Cheng’in göğsüne yaslayıp kalp atışına
baktı. Ardından hemen fark etti, iblislerin kalbi atmazdı ki. Ama şaşırarak
sahiden duymuştu. Xie Lian donakalmıştı. Aniden aklında bir düşünce
belirdi.

Mantıken gerçek formunda Hua Cheng boğulamazdı, ama şu anda on yedi,


on sekiz yaşlarında bir insan formundaydı, o zaman bu kural hala geçerli
miydi?

Her ne kadar Hua Cheng’in böyle kusurları görmezden gelmeyeceğini


düşünüyor olsa da, yine de başka bir açıklama bulamıyordu. Ne yaparsa
yapsın onu uyandıramıyordu. Uzun bir iç çatışmanın ardından Xie Lian
yavaşça elini uzattı ve nazikçe Hua Cheng’in yüzüne dokundu.
Yüz hatları çarpıcı olmanın çok ötesindeydi. Hua Cheng’in yüzünü bu
şekilde avuçlarının arasına almış

ve biraz sonra yapacaklarını düşünürken, Xie Lian’ın zavallı kalbini


sakinleştirmesi inanılmaz zordu. Bu karmakarışık halde oturup, etrafta
kimsenin olmadığından emin olurken tekrar Hua Cheng’ baktı.

Uyandığına dair hiçbir işaret yoktu. Hepsi buydu. Kendisini hazırladı ve


dişlerini sıktı. Bir fısıltıdan hallice bir şeyler söylemeyi başardı. “…
Şimdiden özür dilerim.”

Konuşurken sesi titriyordu. Ellerini birleştirerek sessiz bir dua ettikten


sonra kapalı gözleriyle eğildi ve dudaklarını Hua Cheng’in dudaklarına
bastırdı.

Aynı anda Hua Cheng’in gözleri ardına dek açıldı.

• MXTX, Yazar Notu:

Hua Hua aslında sadece yaramazlık yapmak istemişti, ölü taklidiyle şaka
yapacaktı, ama kimin aklına gelirdi ki...

Lütfen herkes CPR’ın nasıl yapıldığını öğrensin; Xie Lian hiçte doğru
yapmıyor...

Çevirmen: Nynaeve

Not: CPR, kalp masajı.

Bölüm 120: Birleşen Cesaret, Tabuttan Tekne İblis Sularına Giriyor


Ancak Xie Lian son derece gergin ve fazlasıyla mahcup olduğu için, gözleri
sımsıkı kapalıydı ve olan bitenden tamamen habersizdi.

Geçen sefer su altındayken ona hava veren kişi Hua Cheng’di. Oldukça
otoriter davranmıştı ve öpücük derindi, ve ardından Xie Lian olanları
hatırlamaya cüret edememişti, sadece dudaklarının şiştiğini ve uyuştuğunu
anımsıyordu. Bu kez kendisi başa geçtiği için, oldukça dikkatliydi ve
dudaklarını yumuşak bir şekilde diğerine değdirmişti, sanki fazla güç
kullanırsa Hua Cheng’i uyandırmaktan korkar gibiydi.

Ama bu hatıraların üzerine fark etti, esas düşüncesi Hua Cheng’i


uyandırmak değil miydi zaten? Eğer öpücüğü fazla hafif olursa ve
dudakların arasındaki küçük boşluktan hava dışarıya sızarsa, hepsi bir hiç
uğruna olmaz mıydı?

Bu nedenle Xie Lian gözlerini kapalı tuttu ve bir yandan yıldırım hızıyla
Etik Vecizelerden alıntıları aklından geçirirken, geri çekildi, derin bir nefes
aldı, ardından dudaklarını bir kez daha Hua Cheng’in dudaklarına bastırdı.

Bu kez öpücük öncesine göre çok daha derindi. Xie Lian, Hua Cheng’in
ince, soğuk dudaklarını tümüyle esir etmiş ve nazikçe hava üflüyordu.

Bu süreçte gözleri hep kapalı kalmıştı, tek bir bakış atmaya dahi cüret
edemiyordu ve beş nefes daha verdikten sonra, belki Hua Cheng’in göğsüne
basması gerektiğini düşündü, ancak gözlerini açtığı anda doğrudan Hua
Cheng’in ardına dek açılmış gözlerine bakacağı kim aklına gelirdi?

“…”

“…”

Xie Lian’ın elleri hala Hua Cheng’in yanaklarındaydı ve dudakları henüz


yeni ayrılmıştı, yumuşak ve nazik uyuşukluk hissi hala sürüyordu. Bir anda
ikisi de taştan heykellere dönmüşlerdi, sanki tek bir rüzgar ikisini de
parçalara ayıracaktı. Xie Lian elbette taş kesmişti ama her zaman yüzeyde
tasasız görünen Hua Cheng de eşit derecede sersemlemişti.

Xie Lian sahiden beynine hücum eden onca kan nedeniyle nasıl oracıkta
ölmediğini bilmiyordu ve konuşmayı başarana dek uzunca bir süre geçmesi
gerekmişti. “San Lang, uyanmışsın.”

Hua Cheng konuşmadı.


Xie Lian hemen ellerini indirdi ve birkaç adım geriledi. “…
HAYIRHAYIRHAYIRHAYIR!

HAYIRHAYIRHAYIR! DÜŞÜNDÜĞÜN GİBİ DEĞİL! BEN


SADECE…”

Sadece ne? Hava mı vermek istemişti??

Hayaletler oksijene ihtiyaç duyar mıydı? Yüksek sesle söylerse kendisi bile
bu dediğine inanmazdı!

Kelimeler boğazına takıldı ve Hua Cheng bu sırada doğrulmuştu, sanki


kendisini sakinleşmeye zorlar gibi elini ona doğru uzatmıştı. “…
Ekselansları, sen, önce sakinleşelim.”

Xie Lian elleriyle başını tuttu, tümüyle berbat bir haldeydi ve en sonunda
dua edermiş gibi ellerini birleştirdi ve af delirmişçesine Hua Cheng’in
önünde eğildi.

“ÖZÜRDİLERİMÖZÜRDİLERİMÖZÜRDİLERİM!!!”

Özürlerini bağırdıktan sonra arkasını döndü ve koştu, kaçıyordu. Hua


Cheng en sonunda kendine geldi ve ayaklanarak peşinden gitti, arkasından
bağırıyordu. “EKSELANSLARI!”

Xie Lian kulaklarını tıkadı ve kefaretini koşarken haykırdı. “ÖZÜR


DİLERİM!!!”

Öl! Öl! Eğer ölemiyorsa bir yerlerde çukur kazacak ve ölüymüş gibi
yapacaktı!

Hızla koşuyordu ve hemen sık ormana varmıştı. Koşarken aniden keskin bir
oka benzeyen bir şey ona doğru uçtu. Xie Lian büyük bir sarsıntı yaşamış
olabilirdi ama yetenekleri hiçte eksilmemişti, kemik mahmuzu elini bir
savurmasıyla yakaladı. Aniden durdu ve saldırının geldiği noktaya baktı
ancak orada titreyen dallardan başka hiçbir şey yoktu. Tehlike çalıların
arasındaydı ve bir anda sakinleşmişti, arkasını dönerek geri koştu. “San
Lang!”
Hua Cheng zaten hemen arkasındaydı ve Xie Lian neredeyse onun kollarına
koşmuştu. Xie Lian onun elini tuttu ve ormandan dışarıya fırladı. “Kaç,
ormanda bir şeyler var!”

Onun peşinden koşan Hua Cheng, şimdi geldiği yere geri çekiliyordu.
Ancak sahile geri döndükleri zaman Xie Lian rahat bir nefes aldı. “Takip
edilmiyoruz, ooh. Şükürler olsun.”

Hua Cheng de yorum yaptı. “En. Bu adada küçük şeyler var, ama
endişelenme, bizi buraya kadar takip etmezler.”

Bunu duyunca Xie Lian hemen hatırladı, Hua Cheng nasıl o şeylerden
korkardı? Ardından aşağıya baktı ve hala elini tutmakta olduğunu gördü,
Xie Lian tekrar dondu, aceleyle elini bırakarak kenara sıçradı.

Aralarında belli bir mesafe olunca ikisi de bir anlığına sessiz kaldılar ve
Hua Cheng iç çekti, ardından giysilerinin yakasını çekti. “Neyse ki biraz
önce gege beni kurtardı. İnsan bedeni sahiden çok külfetli, sırf denize
girdim diye ağız dolusu tuzlu su yuttum. İğrenç.”

Xie Lian kanmamıştı. Hua Cheng’in ona bir çıkış yolu sunduğunun
farkındaydı ama tek yapabileceği şey ayak uydurmaktı ve başı önde belli
belirsiz geveledi. “Önemli değil, unut gitsin.”

Bir an duraksadıktan sonra Hua Cheng ekledi. “Ama, gege doğru


yapmıyordun.”

Xie Lian şaşırmıştı ve endişeyle sordu. “Doğru değil miydi? Ben… Ben
sadece biraz hava üflemek gerek sanmıştım.”

“Hayır. Öyle olmuyor.” Hua Cheng cevapladı. “Gelecekte bunu başka


kimseye yapma, yoksa…”

Yoksa başkasının hayatını kurtaramamakla kalmaz, bir de hayatına son


verebilirdi. O kadar ciddi bir sesle konuşmuştu ki Xie Lian utanmış hissetti.
Neyse ki daha önce hiç böyle bir şey yapmamıştı, yoksa günah işlemiş
olurdu. Hemen yemin etti. “Yapmam, yapmayacağım.”
Hua Cheng başını salladı, ardından sırıttı. Her ne kadar Xie Lian sahiden
Hua Cheng’e doğrusunun ne olduğunu sormak istese de bu konuda daha
fazla konuşmaya cüret edemedi. Zihnen not etti ve etrafına baktı. “Burası
sahiden insanların bulunmadığı terk edilmiş bir ada mı?”

“Elbette.” Hua Cheng cevapladı. “Burası Kara Su İblisinin İninin kalbi,


Kara Su Adası.”

Kendinden çok emindi. Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuru ve Gemileri Batıran


Kara Su birbirlerini tanıyor olmalıydılar, Xie Lian sordu. “San Lang, daha
önce buraya gelmiş miydin?”

Hua Cheng başını iki yana salladı. “Hayır. Ama adayı biliyorum.”

Xie Lian kaşlarını çattı. “Rüzgar Ustası ve diğerleri nereye sürüklendiler


merak ediyorum, acaba onlar da adadalar mı?”

Burası Güney Denizindeki Kara Su İblisinin İniydi, onun bölgesi. Pei


Ming’in ana bölgesi kuzeyken, Toprak Ustası bir savaş tanrısı değildi ve Su
Ustasının durumundan bahsetmeye gerek bile yoktu. Eğer

bir şey olur ve öfkeli Kara Su İblisi Xuan ile karşılaşırlarsa, tek karşılık
verebilecek kişi Su Ustasıydı.

Ancak Shi Wu Du’nun Cennet Musibetinin ne zaman geleceğini kimse


bilemezdi, bu nedenle gidişat hiçte iç açıcı görünmüyordu. Xie Lian sordu.
“San Lang, Kara Su İblisi Xuan sinirli birisi midir? Eğer cennet mensupları
yanlışlıkla onun bölgesine ve evine girerlerse ne yapar?”

“Söylemesi güç.” Hua Cheng. “Ama gege söylenenleri daha önce


duymuştur. Kızıl karayı yönetir; Siyah sulara hükmeder. Kara Su İblisinin
İnindeyken, ben bile ayağımı denk almak zorundayım.”

Sadece burası Kara Su’nun ana bölgesi olduğundan değil, aynı zamanda her
ikisi de Yüce oldukları için, Hua Cheng ileride hala görüşebilmek
istiyorlarsa karşısındakine saygı göstermeliydi. Xie Lian. “O

zaman en kısa zamanda buradan gitsek iyi olur.”


Kabaca ada etrafında bir tur attılar ama bir daha ormana girmediler. Xie
Lian birkaç kez seslendi ama Rüzgar Ustası veya diğerlerinden bir karşılık
alamadı. “Belki de Kara Su Adasına sürüklenmemişlerdir.”

Hua Cheng tahminde bulundu.

Tekrar sahil kenarına dönmüşlerdi. Denizin üzerine kasvet çökmüştü. Xie


Lian yerden bir kütük aldı ve uzaklara fırlattı. Böyle bir kütük aslında su
üzerinde yüzmeliydi, ancak metrelerce uzakta su yüzeyine değdiği anda
hemen batmıştı. Xie Lian arkasındaki sık ormana bir bakış attı ve konuştu.
“Kano yapmak işe yaramayacak gibi. Mesafe Kısaltma Rünü de işe
yaramıyor, adadan nasıl ayrılabilir sence?”

“İşe yaramayacağını kim söylemiş?” Hua Cheng.

“Ama sadece içinde merhum bulunan tabutlar Kara Su İblisinin İninde


yüzebilir…” Sözlerini bitirmeden hatırladı. Tabut. Burada her yer ağaçtı;
peki merhum? Hemen gözlerinin önünde bir tane vardı.

Sahiden Hua Cheng de gülümsedi. “İçine ben uzansam işe yaramaz mı?”

Her ne kadar gülümsüyor olsa da, nedense Xie Lian kalbi sıkıştı.

Hua Cheng avucunu düzleştirdi ve eğri kılıç E-Ming elinde belirdi. Kararı
verdikten sonra doğrudan işe koyuldular ve ikisi malzemeleri toparlamaya
başladılar. Ormanın derinliklerine girmedikleri için pusu kuran yaratıklarla
karşılaşmadılar ve kısa bir süre sonra bir grup ağacı devirmişlerdi. Bütün
gün süren çalışmaları göz açıp kapayıncaya dek bitti ve gökyüzü kararmaya
başladı. İkisi işi böldüler ve görevleri almak için birbirleriyle savaştılar, bu
nedenle fazlasıyla etkin çalışmışlardı. Akşama kadar, tabut neredeyse
yapılmıştı.

Tüm yolculukları boyunca Xie Lian sadece yarım buğulu çörek yemişti ve
çoktan açlıktan kıvranmaya başlamıştı, ama tabutu ne kadar çabuk
yaparlarsa o kadar çabuk gidebilirlerdi, bu nedenle tabut bittikten sonra bir
bahane bularak balık tutmaya gitti. Ancak Kara Su İblisinin İnindeki
sularda nasıl balık olurdu? Eli boş dönen Xie Lian ormanın kenarına
yaklaştı ve tehlikeli olmayan bölgelerden biraz yabani meyve topladı. Geri
döndüğü zaman Hua Cheng’in çoktan küçük bir kamp ateşi yakmış olacağı
kimin aklına gelirdi ki; ateşin yanına oturmuş, bir eli yanağında diğer elinde
ise kızarmakta olan yabani tavşana geçirilmiş bir dal parçası tutuyordu.

Tavşan çoktan temizlenmişti, derisi öyle kızarmıştı ki yağlar damlıyordu,


çıtır çıtır ve altın rengindeydi, etin kokusu çok güzeldi, ağzını
sulandırıyordu. Xie Lian’ın geri dönüğünü fark ettiğinde Hua Cheng
gülümsedi ve elini çekerek dal parçasını ona uzattı. Xie Lian kabul etti ve
karşılığında birkaç yabani meyve verdi. “Hepsi yenilebilir şeyler.”

İkisi de hala ıslaktı ve hem deniz suyuna battıkları için hem de kıyafetleri
çalışırken terden ıslandığı için üzerlerinden sular damlıyordu. Ancak sözsüz
bir anlaşmayla her ikisi de kıyafetlerini kurmaları için

çıkartmayı teklif etmemişti. Yabani tavşan etinin dışı gevrek ama içi
yumuşacıktı ve küçük bir ısırık aldıktan sonra Xie Lian dişlerinin yandığını
hissedebiliyordu ama yine de yemeğini yemeye ara vermedi, tadı
damağında kalmıştı. Yine de Xie Lian yemeği ikiye böldü ve diğer yarısını
Hua Cheng’e uzatırken huşuyla iç çekti. “San Lang ne kadar harika
yeteneklerin var.”

Hua Cheng kahkaha attı. “Sahi mi? Öyleyse övgün için teşekkür ederim
gege.”

“Sahiden.” Xie Lian. “Konu ister ahşap işlemek olsun ister yemek yapmak,
senden daha iyi hiç kimseyi tanımadım. O soylu, zarif, özel kişi sahiden çok
şanslı.”

Bunu söyledikten sonra tavşanını yemeye odaklanmış gibi davrandı ama


Hua Cheng sessiz kalmıştı.

Bir süre sonra Hua Cheng’in yumuşak sesi duyuldu. “Onunla tanışabildiğim
için esas şanslı olan benim.”

“…”

Xie Lian ne söyleyeceğini bilemedi ve yemeye daha da odaklandı. Hua


Cheng’in ona seslendiğini duyduğunda uzunca bir süre geçmişti. “Gege,
gege.”

Sersem bir halde, Xie Lian cevapladı. “Hım?”

Hua Cheng ona bir mendil uzattı ve Xie Lian ancak o zaman yüzünü yağ ile
kaplayacak kadar yemeğe gömüldüğünü fark etti, çok şapşaldı. Bir utanç
dalgası yükseldi ve mendile uzanarak kendisini temizledi. Hua Cheng ona
kızartılmış tavşanın diğer yarısını da uzattı. “Gege çok acıkmış olmalısın,
acele etme.”

Xie Lian kızarmış tavşanı aldı ve bir an için dondu, ama en sonunda yine de
kendisini tutamayarak sordu. “San Lang, bu özel kişi nasıl birisi? Nasıl
onun kalbini henüz kazanamadın?”

Eğer Hua Cheng birisini isterse, bu dünyada hiç kimsenin ona karşı
koyamayacağına canıgönülden inanıyordu. Ancak geçen gün Hua Cheng
henüz o kişiyi kazanamadığını söylemişti, bu yüzden de hayalet kralın
sevgisinin büyüdüğü bu kişiye karşı biraz sert, tuhaf bir hissiyat duymaktan
kendisini alamıyordu. Belki bu kişinin zevksiz olduğunu, belki de Hua
Cheng’in değerini bilmediği düşündüğü içindi.

Hua Cheng cevapladı. “Gege bana gülebilir, ama gerçek şu ki,


korkuyorum.”

Ya adaletsizlik hissindendi ya da Hua Cheng’in kendisini alçaltıyor olması


korkusundan, ama Xie Lian ciddi bir sesle karşılık verdi. “Korkulacak ne
var? Sen Yüce Hayalet Kralı, Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuru’sun.”

Hua Cheng yüksek sesle bir kahkaha attı. “Ne rezil bir hayalet kralı ama?
Eğer sahiden o kadar müthiş

olsaydım, yüzlerce yıl önce insanlar beni dövmek için tavana asarken o
kadar güçsüz durmazdım, hahahaha…”

“Öyle söyleme.” Xie Lian. “Herkesin büyüyebilmek için bir şeyler


atlatması gerek…” Ama konuşurken kendisinin ilk yükselişini hatırladı,
böyle bir aşağılamayı hiç yaşamamıştı ve hafifçe boğazını temizledi.
Hua Cheng. “O beni en kötü halimle gördü.”

“O zaman ona imreniyorum.” Xie Lian cevapladı.

Onun böyle söylediğini duyunca Hua Cheng’in bakışları üzerinde toplandı.


Xie Lian yemeyi bıraktı ve nazikçe konuştu. “Ama, neler hissettiğini… az
çok anlayabiliyorum.”

Bir an durduktan sonra devam etti. “Benim de hayatımda hiç kolay


geçmeyen bir dönem vardı ve o süre boyunca sürekli aklımdan, eğer birisi
benim bu çamurlarda yuvarlanan ve ayağa kalkamayan halimi görür, ama
yine de beni olduğum kişi için severse harika olur diye geçiriyordum. Yine
de, öyle birisi var olabilir mi bilmiyorum ve şu anda da kimseye geçmişimi
anlatmaya cesaret edemem.

“Ama eğer San Lang’ın özlem duyduğu birisi varsa, bence, en kötü halini
bile gördüyse ‘aa, demek o kadar iyi değilmişsin’ gibi bir şey
söylemeyecektir.”

Yüzü ciddileşti. “Bana göre, sonsuz bir ihtişamla parlayan da sensin;


gözden düşen de. Önemli olan

‘sen’sin, içinde bulunduğun durum değil.

“Ben… sana hayranım San Lang, bu yüzden, senin hakkındaki her şeyi
anlamak istiyorum. Bu nedenle, çoktan senin o halini gören kişiye çok
imreniyorum. Bu sadece tesadüfen elde edilebilecek bir yakınlık, yalvarsan
da bir daha ele geçmez ve bu bağın devam edip etmeyeceğinin onda üçü
kaderse, kalan kısmı cesaretine bağlı!”

Kamp ateşleri gürültüyle çıtırdıyordu ve uzunca bir süre her ikisi de sessiz
kaldı. Xie Lian hafifçe boğazını temizledi ve alnını ovaladı. “Çok mu
konuştum? Ne utanç verici.”

“Hayır, söylediklerin çok güzeldi. Çok doğru.” Hua Cheng cevapladı.

Xie Lian rahat bir nefes aldı ve hızla yabani tavşanını kemirmeye döndü.
Hua Cheng ekledi. “Sorun sadece bu değil, başka sebeplerim de var.”
Xie Lian çok konuştuğunu hissediyordu ve konuyu hemen kapatmak
niyetindeydi. Ayrıca biraz önce neden bu kadar çok şey söylediğini ve Hua
Cheng’i neden cesurca sevdiğinin peşinden koşması için cesaretlendirdiğini
anlayamıyordu. Sonuçta evliliklerden sorumlu olan cennet mensubu o
değildi, bu yüzden cevap olarak sadece mırıldandı. “En…”

Konuşmanın ardından, sanki etraflarındaki hava kırılgan bir hal almıştı ve


hızla yemeği bitirerek çalışmaya geri döndüler. Kısa bir süre sonra tabut
resmi olarak tamamlanmıştı.

Hua Cheng yeni tabutlarını suya attı ve yumuşak bir şekilde içine zıpladı,
oturdu. O uzun ve ağır ağaç parçası sahiden suda yüzüyor ve batmıyordu.
Tabutun genişliği çok fazla değildi ve Xie Lian yanına geçmek için
cübbesini kaldırdığında oturması için yeterince yer olmadığını hissetti. Tam
bu sırada göklerden bir fırtınanın bastırılmış kükremeleri duyuldu ve
kasvetli bulutlar hareketlendi. Şimşeklerin mor ışıkları çaktı ve gürleme
sesleri beklenmedik bir şekilde sanki kulaklarının dibindeydi. İnce yağmur
damlaları gökyüzünden süzüldü ve kısa bir süre sonra gittikçe kalınlaşmaya
başladılar.

Görünüşe göre fırtına geliyordu.

Neyse ki ikisi çalışırlarken tembellik etmemişlerdi ve tabutun kapağı bile


vardı, yoksa tabut denize atıldıktan sonra yağmur suyuyla dolması ve
derinliklere batması hiçte uzun sürmezdi.

İkisi bakıştılar ve Xie Lian kısık bir sesle. “Özür dilerim.”

Hua Cheng de başka bir şey söylemedi ve tabuta uzandı. Xie Lian da içeri
girdi ve kapağı kapattı. Sanki hafif bir rüzgar esse karanlığa batacaklardı.

Tabut denize girdi ve bir süreliğine öylesine savruldu. Dışarıda, bardaktan


boşalırcasına yağan yağmur tabutun kapağına vuruyordu; içeride, ikisi de
tek kelime etmiyordu. Dar bir alana sıkışırken bedenleri mecburen sıkıca
birbirine yaslanmış, dalgaların kah itip çekmesine, kah döndürmesine
mecburen izin veriyorlardı. Xie Lian kendisini sabitlemek için bir elini
tabutun kenarına bastırdı, daha fazla yer açabilmeyi umuyordu, başı hafifçe
kapağa çarptı. Hua Cheng hemen uzandı ve bir elini sırtına koyarak
onu göğsüne bastırdı, diğer eli ise başını koruyordu. Xie Lian’ın hızlı nefes
almaya bile cesareti yoktu.

“San Lang… değiştirsek nasıl olur?”

Hua Cheng sordu. “Neyi?”

“…Sen üste ben alta geçsem.” Xie Lian cevapladı.

“Üstte altta aynı değil mi?”

Xie Lian çok ağırlık yaptığından çekiniyordu. “Bu yolculuğumuz en az bir


gün sürecek. Şu anda bedenin sadece on yedi, on sekiz yaşlarında değil mi?
Sonuçta ben bir savaş tanrısıyım, çok ağırım…”

Sözlerini bitiremeden ekledi. “San Lang, yapma… aniden büyüme!”

Her ne kadar karanlıkta görmek zor olsa da, sıkıca bastırılmış bedenlerinden
Hua Cheng’in değişmekte olduğunu hissedebiliyordu ve her ne kadar
sadece bir an sürse de yine de fark etmişti ve muhtemelen Hua Cheng’in
gerçek haline büründüğünü tahmin ediyordu. Sahiden de Hua Cheng tekrar
konuştuğu zaman kahkahası derin bir sesteydi, gerçek halinin sesi olduğuna
hiç şüphe yoktu. Xie Lian onun göğsünde yattı, acizdi, ama değişim
ardından o bilinmeyen acemilik bir nebze rahatlamıştı. Hafifçe bacağını
kaldırdı, bedenini döndürmek ve pozisyon değiştirmek istiyordu ama aniden
Hua Cheng gülmeyi bıraktı ve karanlık bir sesle konuştu. “Hareket etme.”

Xie Lian dondu. Tam bu sırada büyük bir ses duyuldu ve ikisini götüren
tabut aniden battı. Xie Lian afallamıştı. “Neler oluyor?!”

Kısa bir süre sonra bir başka kükreme sesi yükseldi ve ikisi gelen darbeyle
tabutun içinde ters döndüler. Görünüşe göre tabut tekneleri çoktan tersyüz
olmuştu. Şükürler olsun ki hiç sızdırmıyordu, ama birkaç kez daha böyle bir
şey yaşanırsa su almayacağının garantisi yoktu. Hua Cheng onu kendisine
bastırdı. “Bir şey tabut tekneyi gözüne kestirdi.”

Çevirmen: Nynaeve
Bölüm 121: Birleşen Cesaret, Tabuttan Tekne İblis Sularına Giriyor
Tam kelimeler dudaklarından döküldüğünde ikisi aniden bir kez daha tüm
ağırlıklarını kaybetmiş

hissettiler ve uzanma pozisyonundan, dik bir konuma geçtiler – tabut


birdenbire ayaklanmış ve hızla derinlere dalmıştı, zorla ters düz edilmişti!

Hua Cheng’in bir kolu sıkıca Xie Lian’ın beline sarılmıştı ve diğer eli de
onun başını koruyordu, bağırdı.

“Bana tutun!”

Eğer dışarıda olsaydı tüm bu dönmeler üç kat daha vahşi olurdu ama Xie
Lian hepsiyle başa çıkabilirdi, problem dar, sıkışık bir alanda sıkışmış
olmalarıydı, bacaklarını bile esnetemiyorlardı ve dışarıda olup bitenden
bihaberlerdi. Gerginlik ve endişe. Xie Lian merak ediyordu. “Ya tabut tekne
kırılırsa?”

“Merak etme. Kırılsa bile ben buradayım, batmayacaktır.” Hua Cheng.

Bu esnada sımsıkı birbirlerine yapışmışlardı öyle ki Hua Cheng sözlerini,


dudaklarını Xie Lian’ın saçlarına sürerek söylemişti, ve Xie Lian neredeyse
hafifçe titreyen adem elmasını hissedebiliyordu, aklı başından gidiyordu.
Ardından tüm dikkati bir diğer vahşi yuvarlanmayla çalındı. Sanki tekneleri
küçük bir çocuğun elinde itilip kakılan bir oyuncağa dönüşmüş gibiydi,
durmadan sarsılıyor ve sallanıyorlardı. Başka şansı olmadığı için Xie Lian
bir eliyle Hua Cheng’e sarıldı ve diğeriyle tabutun kenarına tutundu.

Kaosun ortasında ikisi bir dalıp bir çıktılar, kim bilir kaç farklı şekilde ters
düz olup birbirlerinin her yerine sertçe çarptılar, her yerlerine sürtündüler.
Her ne kadar Hua Cheng genç bir adamın görüntüsüne sahip olsa da, bu
şekilde yuvarlanıp dururken Xie Lian onun tüm vücudunun baştan aşağıya
sert ve sımsıkı olduğunu fark etmişti. Bu eziyetten dolayı Xie Lian
neredeyse kendinden geçmişti ve bu his en sonunda bir anlığına
solduğunda, Hua Cheng’in artık onun üzerinde olduğunu, ağır bir şekilde
üzerine yüklenerek onu boğduğunu fark etmişti.
Büyük bir güçlükle Xie Lian bir elini kaldırdı ve Hua Cheng’in kendisini
desteklemek için onun yanına koyduğu kolunu kavradı, başı dönüyordu.
“Daha bitmedi mi…”

Nedense Hua Cheng ona cevap vermedi. Ancak daha cümlesini


tamamlayamadan, Xie Lian’ın da nefesi kesildi. Çünkü birdenbire,
vücudunun belli bir kısmının imkansız bir dönüşümü tecrübe ettiğini fark
ediyordu.

“……………….”

Xie Lian demirden bir ağacın çiçek açtığını görse, muhtemelen bu kadar
kuşku duymazdı. Çünkü en azından demirden ağaç çiçek açsa, zihni bu
kadar boş olmazdı.

Korkutucu bir utanç ve acemilik onu, dışarıdaki fırtınanın tabutu


dövdüğünden daha beter dövdü. Xie Lian aceleyle dizlerini kapattı. Ancak
dizlerini kapatmak görünüşe göre doğru hareket değildi ve dokunmaması
gereken bir şeye dokunmuştu, çünkü Hua Cheng sertçe homurdandı.
“Hareket etme!”

Sesi derin ve keskindi, Xie Lian hızla tekrar bacaklarını düzleştirdi. Ama
eğer bacaklarını kapatmazsa Hua Cheng’in vücudunun tepkisini fark
etmesinden korkuyordu, ki bu durumda pekala başını tabuta vurarak
kendisini öldürebilirdi. Olanlar ‘istemsiz doğal bir tepki’ olarak
açıklanabilirdi, ama sorun şuydu ki, zaten adadaki olay da vardı. Bir veya
iki kez kasti olarak yapmadığını söyleyebilirdi, ama üçüncü veya dördüncü
kez olduğunda, kendini nasıl açıklayacaktı?

Böyle korkunç şartlar altında, Xie Lian söyleyiverdi. “Hayır! San Lang…
bana, bana dokunma!”

Kısa bir sessizliğin ardından, Hua Cheng karanlık bir sesle konuştu.
“Pekala. Çıkalım buradan.”

Sanki beraat etmiş gibi, Xie Lian haykırdı. “HADİ!”


Aniden onları yer çekiminden koparan bir şiddetli saldırı daha geldi ve
ikisini taşıyan tabut havaya fırlatıldı.

Bu sırada Hua Cheng ve Xie Lian aynı anda tabutun iki yanına vurmuş ve
paramparça etmişlerdi. İkisi tekneden kaçtılar ve ay ışığı altında dışarı
fırladılar. Xie Lian arkasına baktı ve tabutun kırılmış

parçalarının devasa bir su ejderinin ağzından sarktığını gördü, yağmurun


altında kükrerken sivri dişlerini gösteriyordu, sanki yemekle dolu olduğunu
sandığı boş kutuya sinirlenmişti. Biraz önce bu su ejderi ağzıyla tabut
tekneyi bir ısırıp bir bükerek atıyor olmalıydı.

Tabut tekne ilk başta denize açılmış ve bir süre boyunca sürüklenmişti, ama
su ejderi tarafından geri getirilmişti. İkisi karaya çıkmış ve bir kez daha
Kara Su Adasına dönmüşlerdi. Sahile geldiklerinde orada iki kişi daha
olduğunu gördüler ve onlar Su Ustası Wu Du ile General Pei’ydi. Shi Wu
Du ruhani mührünü çıkartmış, sanki bir su ejderi çağıracakmış gibi yağmur
ve rüzgarlara sesleniyordu. Pei Ming onun omzuna vurdu. “Su Ustası-
xiong! Biraz sakin ol tamam mı? Bu tur bitti ama diğerinin ne zaman
geleceğini kim bilir, şimdilik gücünü saklamaya çalış.”

Görünüşe göre aniden bastıran yağmur Shi Wu Du’nun Cennet Musibetine


eşlik ediyordu. Fırtına yatışıyor gibiydi ve Shi Wu Du pes etti, Hua Cheng
ve Xie Lian’a dönerek sorguladı. “Sizin neyiniz var?”

“…”

Pei Ming de dahil oldu. “Evet, Ekselansları. Neden açıklama


yapmıyorsunuz? Neler oluyor? İkinizin burada ne işi var?”

Tabut tekne patladığında onların sımsıkı kucaklaşması gözler önüne


serilmişti. Xie Lian gözlerini kırpıştırdı ve tam konuşacaktı ki aniden hem
onun hem Hua Cheng’in, dar tabutta yuvarlanıp durduktan sonra hem
saçlarının dağıldığını hem kıyafetlerinin buruştuğunu fark etti, hayal
edilebileceği kadar uygunsuz görünüyorlardı. Ve yüzündeki yağmuru
sildikten sonra bile yanakları hala yanıyordu.
Hua Cheng bir adım öne çıktı, onu örtüyordu. Bir an sonra Xie Lian
boğazını temizledi. “…Hiçbir şeyin olduğu yok. Sadece… tabut çok dardı.”

Shi Wu Du’nun kafası karışmıştı. “Ondan bahsetmiyordum.”

Pei Ming onların sahilde bıraktıkları artan ağaç parçalarını işaret etti ve
sordu. “Tabutu burada yapmıştınız değil mi? Neden daha büyük
yapmadınız?”

“…”

Tabutun nasıl olacağına hem Hua Cheng hem Xie Lian karar vermişti ve o
sırada ikisinin aklına da daha büyük yapmak gelmemişti, bu nedenle Xie
Lian’ın tek yapabileceği beceriksizce gülmekti. “Haklısın.

Haha, haha. Lordlarım bu adaya yeni mi geldiniz?”

“Evet.” Pei Ming cevapladı. “Su Ustası-xiong Kara Su İblisinin İnindeki


yaratıklarla savaştı ve daha biraz önce adaya gelebildik. Kara Su İblisinin
denizlerinde sürüklenen bir tabut görmeyi hiç beklememiştim, çok merak
uyandırıcı bir görüntüydü.”

Xie Lian kalbinin çöktüğünü hissedebiliyordu ve gülümsedi. “Sahiden


öyle.”

“Sen.” Shi Wu Du Hua Cheng’e döndü ve gözlerini kıstı. “Gemideyken


sadece içinde merhum bulunan bir tabutun batmayacağını söylememiş
miydin?”

Pei Ming kılıcını çekti ve telaşsızca konuştu. “Evet. Tabut orada, peki
merhum nerede?”

Hua Cheng de gülümsedi. “Eğer ölünün kim olduğu sizi bu kadar


endişelendiriyorsa, gidip kendinizi öldürmenizi tavsiye ederim.”

Pei Ming kılıcını ona doğrulttu. “Böyle bir kibir. Çiçeğe Uzanan Kan
Yağmuru’ndan da bu beklenirdi!”
Şüphelendikleri gibi, çoktan tahmin etmişlerdi. Hua Cheng kahkahalara
boğuldu ve bir savaşın patlak vermek üzere olduğunu görünce Xie Lian
Hua Cheng’in önüne geçti. “Lordlarım, lütfen sakinleşin.

Endişelenmenize gerek yok, San Lang bu yolculuğa sadece destek olmak


için katıldı.”

“San Lang mı?” Pei Ming merak etmişti. “Daha önce hiç Çiçeğe Uzanan
Kan Yağmurunun bir eve dahil olduğunu duymamıştım. Destek mi?
Ekselansları, ondan bahsederken bu kelimeyi kullanmak istediğinizden
emin misin?”

Shi Wu Du ilgi odağı olmalıydı bu yüzden Pei Ming’i kenara itti ve keskin
bir sesle konuştu.

“Seyahatimizde işleri karıştıran sen miydin? Bizi Kara Su İblisinin İnine


çekmekteki amacın ne? Qing Xuan nerede?”

“Burası başka birisinin bölgesi, sence burada olmak ister miyim?” Hua
Cheng cevapladı.

Xie Lian çoktan böyle durumlara alışmıştı ve konuyu tecrübeli bir rahatlıkla
değiştirdi. “Rüzgar Ustası yok mu? General Pei onlara bakmaya gitmemiş
miydi?”

Pei Ming kollarını açtı. “Önce onları çıkarttım, ama Su Ustası-xiong devasa
bir dalga yarattığı için sürüklenip gittiler.”
“Yanlış bilgi verme Pei-xiong.” Shi Wu Du. “Ben bu dalgaları
yükseltemem. Denizdeki yaratıklar birbiri ardına senin üzerine gelip
duruyorlardı, bu yüzden onları bulamadın!”

Xie Lian hızla konuştu. “Sakin olun, sakin olun. Ee… Rüzgar Ustası
sonuçta Toprak Ustasının yanında, bu yüzden büyük bir problem
olmamıştır.”

Shi Wu Du öfledi. “Toprak Ustası mı? Toprak Ustası neye yarar! Vasat,
ortalama biri, üstelik savaş

tanrısı da değil, ruhani güçleri Qing Xuan’ınki kadar bile yok.” Ardından
Shi Qing Xuan’nın artık ruhani güçleri olmadığını hatırlamış gibi göründü
ve yüzü düştü, sessiz kaldı. Xie Lian ise her ruhun bir odağı olduğuna
inanıyordu, bu nedenle her ne kadar Ming Yi bir savaş tanrısı olmasa da
veya ruhani güçleri parlak sayılamayacak olsa da, yine de onun Su
Ustasının tanımladığı kadar kötü olmadığını düşünüyordu. Ayrıca Toprak
Ustasının BanYue Geçidinde gösterdiği güçler hiçte fena değildi; çok iyi
olmasa da, kötü sayılmazdı.

Pei Ming de hemfikirdi. “Şimdiden endişelenmeye başlama. İblis Xuan’a


denk gelmedikleri sürece Toprak Ustası ona göz kulak olur.”

Hua Cheng kahkaha attı. “Cennet Musibeti zaten her yere peşinden gelip
seninle savaşıyor. Onun inini darmadağın ettin ve sahiden gelmiş bölgenin
efendisinin olanları fark etmediğini mi umuyorsun?”

Aniden Shi Wu Du’nun yüzü buruştu ve cübbesinden bir altın uzun yaşam
madalyonu çıkarttı. Pei Ming sordu. “Su Ustası-xiong, bir şey mi oldu?”

Altın uzun yaşam madalyonu avucunda titriyor gibiydi ve Shi Wu Du


konuştu. “Qing Xuan yakınlarda…

ve acı çekiyor!”

Xie Lian elindeki altın madalyona bir bakış attı ve Shi Qing Xuan’ın geçen
gün taktığının aynısı olduğunu gördü, koruyucu rünü çizerken kullandığı ve
orada bıraktıkları madalyondu. “Rüzgar Ustası hala madalyonunu takıyor
mu? Öncesinde çıkarttığını hatırlıyorum.”

“Ben geri alıp tekrar boynuna geçirdim.” Dedi Shi Wu Du.

Bu iki uzun yaşam madalyonu iki kardeşin altın özünden dövülmüştü.


Birbirlerine yaklaştıklarında ve diğeri acı çektiğinde, madalyonlar
birbirlerine seslenir ve ne kadar yakın olurlarsa o kadar güçlü haykırırlardı.
Bu bir tür büyü değildi, doğal bir bağlılıktı ve bu nedenle İblis İninin
güçlerinden etkilenmiyordu. Shi Wu Du uzun yaşam madalyonunu
boynundan çıkarttı ve zincirini eline astı, kolunu dümdüz tutarak yavaşça
bir daire çizdi. Belli bir yöne döndüğü zaman, altın madalyonun titreşimi
belirgin ölçüde arttı.

Ormanı işaret ediyordu, yalnız adanın, dipsiz kalbine doğruydu. Shi Wu Du


zalim bir sesle konuştu.

“Görünüşe göre Qing Xuan şu anda adada.”

Ardından ormana doğru uzun adımlar attı. Doğal olarak Pei Ming de
yanında gitti. Xie Lian düşündü, Rüzgar ve Toprak Ustalarının her ikisi de
adada olduğu ve Rüzgar Ustası yaralanmış olduğu için, o zaman önce onu
bulmalıydılar, daha sonra diğer konularda endişelenirdiler. “Lordlarım,
ormanın içinde gizlenenler var, pusulara karşı tetikte olun.”

Hua Cheng de yanlarında geldi ve Xie Lian önce onun elini tutmayı
düşündü, ama ardından aklına biraz önce tabuttaki yüz kızartıcı hali geldi
ve uzattığı eli tekrar geri çekildi. Nihayetinde Hua Cheng’in kol yenine
tutundu, yüzüne bakmaya cesaret edemiyordu. Pei Ming ise sık sık arkasına
bakıyor ve oldukça ilgili görünüyordu. “Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuru,
Ekselansları, ikiniz sahiden yapıştırılmış gibi hep bir aradasınız. Senin gibi
bir İblis Kralı bizi açık açık takip ediyor ve şüphe çekmemeye çalışmayı
denemiyorsun bile.”

Xie Lian süzgün bir halde cevapladı. “General Pei neler diyorsun? Bu
şartlar altında bizimle gelmesi daha az şüphe çeker. Yoksa eğer Lordlarım
bir tehlikeyle karşılaşırlarsa ve Lordlarım ondan şüphelenirlerse, nasıl adını
temize çıkartmayı umabilir?”
“Yüce unvanını kazanmış birisinin gözümüzün önünde olup olmaması ne
fark eder? Bir kopyasını yaratmak onun için zor bir şey mi?” Dedi Pei
Ming.

Tam cümlesini bitirdiği anda, keskin bir ses havayı deldi. Pei Ming elini
kaldırdı ve gizlenmiş oku yakaladı. “Demek sahiden bir şeyler var mış, çok
yakındı! Su Ustası-xiong, dikkatli ol…”

Sözlerini bitiremeden ıslık sesleri arttı ve daha fazla sayıda gizli ok onlara
doğru uçtu. Çın Tın. Pei Ming kılıcını savurdu ve kederle sordu. “Bu ne
şimdi?”

Shi Wu Du bir kahkaha attı. “Pei-xiong, bence sen dikkatli olsan daha iyi
olur!” Ardından adımlarını hızlandırdı.

Söz konusu sadece bir yerlerden gizlenerek tuzak kuran oklardı, korkulacak
bir şey değildi, sadece çok sinir bozucuydular. Kızan Pei Ming fundalık bir
alanı düzleştirdi ve kısa bir süre sonra birkaç küçük yardakçıyı çıkarttı.
“Çok cesurmuşsunuz!”

Küçük hayaletler cılız ve benzi atmış görünüyorlardı, en düşük seviyedeki


yaratıklardı ve ellerinden sarkarken, generalin korkusuyla büzüşmüş ve
merhamet için yalvarıyorlardı. Onlar sadece kapıyı koruyorlardı sonuçta, bu
nedenle davetsiz misafirlerle savaşmalarında şaşılacak bir şey yoktu. Pei
Ming birkaç kelimeyle onları korkuttuktan sonra serbest bıraktı. Ancak
sonrasında daha kurnaz ve hırçın olanlarıyla karşılaştıkları zaman, Pei Ming
onları top haline gelene dek sıkıştırdı ve yol boyunca

yolda sürüdü. Dördü dalların arasından geçtiler ve sık ormandaki yollarını


çalıları iterek açtılar, kim bilir ne kadar zamandır yürüyorlardı, ama Shi Wu
Du’nun elindeki altın madalyon gittikçe daha yüksek sesle haykırıyordu. En
sonunda ormanın ortasındaki boş bir bölgeye ulaştılar.

Ormanın kalbinde bir göl vardı ve dördü oraya doğru ilerlediler. Aniden Pei
Ming konuştu. “Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuru, eğer şakanda ısrarcı olursan
sana daha fazla tahammül etmeyeceğim.”
Hem Hua Cheng hem Xie Lian ona döndü, ardından birbirlerine baktılar.
Pei Ming kaşlarını çattı. “Eğer dövüşmek istiyorsan adam gibi meydan oku.
Pei o otuz üç cennet mensubuna benzemez, senden korkmuyorum. Arada
sırada beni dürtmen anlamsız.”

Hua Cheng kaşlarını kaldırdı. “Gege, bana inanman gerek. Ben hiçbir şey
yapmıyorum.”

Xie Lian araya girdi. “General Pei, bu anlamsız şakaları o yapmıyor.”

Pei Ming şüpheliydi. “Sahi mi?”

Xie Lian tedirgin oldu. “Dikkatli olun, bu adadaki başka bir şey ortalığı
karıştırıyor olabilir.”

Pei Ming konuşmayı kesti. Tam bu sırada Shi Wu Du adımlarını yavaşlattı.


“Burada.”

Altın uzun yaşam madalyonu bu alanda en yüksek sesle haykırıyor gibiydi,


bunun anlamı da Shi Qing Xuan’ın buralarda bir yerlerde olduğuydu.
Ancak görebildikleri tek şey; önlerindeki göl dışında, koca bir hiçlikti.

“Bir yeraltı sarayı olabilir mi?” Pei Ming sordu.

Shi Wu Du suyun yüzeyine baktı ve Xie Lian konuştu. “Suların altında


olması da mümkün.”

Ancak Kara Su Adasındaki bu göle öylece girilmemeliydi, en azından


girdikten sonra bir daha yüzeye çıkamayabilirlerdi. Suyun yüzeyi en ufak
bir dalgacık dahi içermiyordu, devasa bir ayna görevi görerek, yıldızsız ve
bulutsuz gece gökyüzünde asılı duran bembeyaz ayı yansıtıyordu. Dördü
gölün kenarına yürüdüler. Xie Lian hala nehrin dibini nasıl incelemeleri
gerektiğini düşünürken, hiçbir uyarı olmadan, ürpertici bir çığlık gece
havasını deldi.

Onlara yol gösteren Shi Wu Du’ydu, arkalarını kollayan ise Pei Ming.
Öndeki üç kişide arkaya bakmıştı ve çığlık atan şey, Pei Ming’in yolda
yakaladığı küçük bir hayaletti. Kafatası yoktu ve boynundan akan siyah kan
metrelerce uzağa sıçrıyordu, havaya fırlatılan kafası ise delici çığlığı
atıyordu.

“General Pei, neden birden öldürmeye başladın?” Xie Lian sordu.

Pei Ming ise haykırdı. “HAYIR!” Ama daha kendisini açıklayamadan


bedeni çöktü, bir dizi yere vurmuştu. Hua Cheng kahkaha attı. “Böyle
formalitelere de gerek yok?”

Ancak Pei Ming dehşete düşmüş gibi görünüyordu ve bağırdı. “SU


USTASI-XIONG, DİKKAT ET!!!”

Ancak dikkat edilecek ne vardı ki? Gölün kenarındaki üçü dışında, başka
hiçbir şey yoktu!

Sanki Pei Ming görünmez bir şeyle bağlanmış gibiydi; Shi Wu Du ona
yardım etmek için hareketlenirken, aniden havada ürpertici bir ışık
parlayarak onu karşıladı. Tam zamanında kenara çekilmişti, ama
yanaklarından birisinde kandan ince bir iz belirmişti. Kanı eliyle sildi ve
ardından yüzü düştü.

Xie Lian, Hua Cheng’i korumak için önüne geçti ve konuştu. “Görünmezlik
büyüsü mü?”

Pei Ming en sonunda onu bağlayan şekilsiz şeyden kurtuldu ve tekrar


bağırdı. “TOPLANIN!

UZAKLAŞMAYIN!”

Shi Wu Du daha az umursayamazdı; uzun yaşam madalyonunun tekrar


haykırdığını duyduğu anda göle doğru koşmaya başlamıştı, telaşla
sesleniyordu. “QING XUAN! QING XUAN!”

Kaotik bir durumdu, ancak tam da bu karmaşanın içindeyken Xie Lian


aniden son derece sinir bozucu bir şey fark etti.

Gölün kıyısı boyunca, kenarlar düz ve boştu, hiçbir şey görünmüyordu.


Ancak gölün yüzeyinden yansıyan göl kıyısı bambaşkaydı.
Yansımada, gölün diğer kıyısında kömür karası bir bina vardı. Bina
ürpertici derecede kasvetliydi, bir meskenden çok hapishaneye benziyordu.
Kapısı yoktu, sadece çok yukarılarda sarsılmaz bir şekilde demir çubuklarla
mühürlenmiş bir sıra pencere vardı. O demir parmaklıkların arasından
solgun beyaz bir el sarkıyordu, yardım için yalvarırken, el çaresizce
sallanıyordu.

Xie Lian hızla başını kaldırdı ve önündeki kıyıya baktı, uzun yaşam
madalyonunu uzatan Shi Wu Du dışında gerçekten hiçbir şey yoktu. Tekrar
aşağıya baktığında, gölün üzerindeki yansıma da gerçekten hala ürpertici
demir hapishaneyi gösteriyordu. Shi Wu Du hemen önündeki demir
hapishaneyi arıyor, ama göremiyordu.

Xie Lian söyleyiverdi. “LordlarIM! BULDUM! BAKIN…”

Tam o anda gözbebekleri aniden küçüldü. Kara Su Gölüne yeni bir şey
yansımıştı.

Karanlık bir şekil sessizce o ve Hua Cheng’in arkasında belirmişti.

• MXTX, Yazar Notu:

Ve böylece o gün, bu zamana dek X’le ilgisi olmadığını düşünen veliaht


prens, aniden taş

kadar sert olduğunu keşfetmişti~

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 122: Ölü Su Köşkü, Siyah Cübbeler Beyaz Kemikler Ancak


kıyıda, arkalarında kimsecikler yoktu!

Xie Lian tüm yolculuk boyunca Fang Xin’i üzerinde taşımıştı ve yansımayı
gördüğü anda hemen kılıcını savurdu. Karanlık gölgeyi kesin olarak
delmişti, ancak sanki kılıcını dalgalara saplamış gibi hissediyordu ve varlık
küçük dalgacıklara bölünerek anında yok olmuştu. Hua Cheng de hafifçe
kaşlarını kaldırmıştı, karanlık gölgenin yok olduğu alana baktı ve kaşlarını
çattı.

Kısa bir süre sonra, suyun yansımasında daha fazla karanlık figür belirdi,
bembeyaz yüzleri ve soluk elleri siyah gecede tek göze çarpan şeydi. Xie
Lian kılıcını kınından çekti ve savurdu, bağırıyordu.

“GENERAL PEI! SUYA GİT VE YANSIMALARA BAK! SUYUN


YANSIMASI YARATIKLARI ORTAYA ÇIKARIYOR!”

Eğer İblis İninde olmasaydılar, bu küçük hayaletler cennet mensuplarının


yanına bile yaklaşamazdı.

Pei Ming öncesinde düşmanlarını görememişti, ama şimdi su üzerinden


gözlemleyebiliyordu, yansımayı izledi ve sadece iki kez kılıcını
savurmasıyla, kolayca etrafını saran hayaletlerin icabına baktı. Shi Wu Du
da en sonunda tuhaf yansımaları fark etmişti ve suyun yanına diz çöktü,
başı önde göle doğru bağırıyordu. “QING XUAN? ORADA MISIN?!”

Su siyahtı, demir hapishane de öyle. Renkler birbirine karışırken


seçebilmek çok güçtü; sadece o tek el beyazdı. Aniden demir
parmaklıkların arasında bir yüz belirdi ve Shi Qing Xuan’a aitti!

Demir hapishanenin dışındaki Shi Wu Du’yu göremiyor gibiydi ve yüzü


soğuk bir dehşet ifadesiydi. İki eli demir parmaklıkları kavramış, çaresizce
başını dışarıya çıkartmaya çalışıyordu, yardım çağırıyormuş

gibi görünüyordu ama hiçbir ses onlara ulaşmıyordu. Bir süre bağırmıştı ki
birçok buruşmuş, çürümüş

el onun başını yakaladı, yüzünü, boynunu, omuzlarını çektiler ve onu


aşağıya düşürdüler!

Bunu görünce Shi Wu Du küfretti ve tam suya atlamak üzereydi ki Pei


Ming onu geri çekti. “Su Ustası-xiong, yapma! Tuzak olduğunu görmüyor
musun? Güney Denizindeki sulara hükmedemiyorsun ve bir Su Tanrısı
olarak, eğer bir başkasının bölgesine girersen, katledileceğini göremiyor
musun?”

Shi Wu Du omzuna vurdu ve sadece tek bir şey söyledi. “O zaman dışarıda
nöbet tutarak bana yardım et.” Ardından onu itti, zıpladı ve Kara Su Gölüne
atladı!

Suya girdiği anda doğruca batmıştı. Pei Ming seslendi. “SU USTASI-
XIONG!” Ama o gölün yüksek ihtimalle bir ‘sınır’ olduğunu bildiği için
peşinden gidemiyordu. Tıpkı antik mezarlardaki gibiydi, dışarıdakiler
mezar kapılarını açarak izinsiz bir şekilde girebilirlerdi ama bir kez içeriye
girdikten sonra, kapılar kendiliğinden kapanır ve bir daha asla içeriden
açılamazdı, tuzağa düşen davetsiz misafirler ölüme terk edilirdi. Bu
‘sınır’ın da benzer bir şekilde çalışmadığını söylemek çok güçtü. Xie Lian
seslendi. “General Pei! İçeriye girme. Hemen ayağının yanında bir ceset
var, sahile geri dön ve bir tabut inşa ederek tahliyeye hazırlan. Ben
giriyorum!”

“Ekselansları? Başına bir şey gelmesin?!” Pei Ming sordu.

“Buraya geldikten sonra ruhani güçlerinin neredeyse hepsi yok oldu, bu


sayede şu anda eşit durumdayız. Çıplak elle savaşmak konusunda ise ben
senden daha tecrübeliyim!”

Pei Ming ardından Xie Lian’ın yanında durmakta olan Hua Cheng’e bir
bakış attı ve onun su üzerinde durabildiğini hatırladı, bu nedenle bu iki kişi
onun olabileceğinden çok daha faydalı olurlardı, daha azı değil, bu nedenle
ses çıkartmadan küçük hayaletin cesedini aldı ve ormana koştu. Xie Lian,
Hua Cheng ile yüzleşmek için döndü. “San Lang, bana tekrar birazcık
ruhani güçlerinden ödünç verebilir misin…

sadece birazcık, çok çok azcık yeterli olur!”

Tek kelime etmeden Hua Cheng tekrar omzuna nazikçe vurdu. Xie Lian
Fang Xin’i tekrar savurduğu zaman, devasa bir sütun gibi beyaz bir ışık
çaktı ve etraflarındaki tüm küçük hayaletler darbenin etkisiyle öldü. Xie
Lian bir an konuşamadı ve hemen kılıcını kınına soktu. “Ben gidiyorum!”
İkisi aynı anda suya atladılar. Ancak Kara Su Gölünün içinde, anormal
soğukluktaki su dışında hiçbir tuhaflık yoktu. Bu su aynı zamanda Kara Su
İblisinin İnindeki gemi-batıran sulardan da farklıydı ve tıpkı normal bir göl
gibi isterlerse pekala yüzebilirlerdi. Xie Lian şaşkındı ve doğrudan aşağıya
doğru yüzdü. Dibine ulaşması çok uzun sürmedi ama orada da görünebilen
tuhaf bir mekanizma yoktu ve ne Su Ustasını ne Rüzgar Ustasını
görebiliyordu. Kaşlarını çattı ve bir an düşündükten sonra tekrar yukarıya
yüzdü. Birkaç saniye sonra Xie Lian sudan çıktı ve bir süre nefeslendi,
yüzündeki ıslaklığı sildi ve ancak o zaman kıyıdaki manzaranın değiştiğini
fark etti!

Kara Su Gölünün yanında demir bir hapishane yükseliyordu ve biraz önce


su yüzeyine yansıyanın aynısıydı.

Ancak hapishane dışında, kıyadaki her şey birebir aynıydı. Aynı zamanda
da oldukça sessizdi, yerin lanetlenmişlik hissiyatını vurguluyordu. Shi Wu
Du çoktan kıyıya çıkmış ve iri bir kayayla demir hapishanedeki devasa
kilide vurmaktaydı. O suyu kontrol eden cennet mensubuydu, şimdi ise
suyu kontrol edebilen bir başkasının bölgesine girmişti ve suya hükmetme
yeteneğini kaybetmişti, dişleri ve pençeleri çıkarılmış bir yaratık gibiydi.
Xie Lian ve Hua Cheng kıyıya tırmandıklarında, Shi Wu Du’nun gözleri
Xie Lian’ı gördüğü anda ışık saçtı ve elini kaldırdı. “Bir savaş tanrısı!
Şükürler olsun!

Çabuk, savaş tanrısı yöntemlerini kullanarak şu işi hallet!”

“…”

Xie Lian yaklaşırken içinden, Artık herkes bir savaş tanrısının faydalarını
anlıyor mu?!, diye geçirdi ve kilide bir tekme atarak gürültüyle parçaladı.
Bir diğer tekme ve hapishanenin kapıları açıldı. Shi Wu Du hemen atıldı ve
haykırdı. “QING –”

Ancak o içeriye giremeden önce büyük bir kalabalık dışarıya fırladı, inliyor
ve uluyorlardı. “OO OO OO

OO AA AA AA AA AA VU VU VU VU VAA VAA VAA VAA VAA!”


Bu gelenlerin hepsi darmadağın ve perişan haldeydi, bir deri bir kemik
kalmışlar ve kupkuruydular, boş gözleriyle, paçavraya dönmüş kıyafetleri
hiçbir yerlerini örtmüyor, aksine kaburgalarını gösteriyordu. O kadar
pislerdi ki on senedir banyo yapmamış olmalıydılar; elleri sallanıyor ve
öylesine uzanıyordu, göğüslerine vurarak ve arada duraksayarak tutarsızca
uluyarak ağlıyorlardı, son derece korkutucu bir manzaraydı ve Shi Wu
Du’yu şoktan donmuş bir halde bırakırken, dışarıya kirli sulardan bir dalga
gibi çıktılar.

Ancak sadece kaçmaya çalışıyorlardı; onları rahatsız etmek için durmadılar


ve her ne kadar Shi Wu Du anlık olarak yerine mıhlanmış olsa da onlar
umurunda değildi ve binanın içine koştu. “QING –”

Ancak daha birkaç adım atmıştı ki tökezledi, neredeyse düşecekti – yerler


inanılmaz kaygandı! Aynı zamanda demir hapishaneden sızan tarifi zor bir
çürümüşlük kokusu vardı ve dışarıdaki Xie Lian bile kokuyu duyabiliyordu,
nefesini tutmuştu. Bu nedenle Shi Wu Du da burun deliklerini kol yeniyle
kapattı ve yürümeye devam etti, en sonunda tüm ismi söyleyebilmişti.
“QING XUAN?!”

Hapishanenin içi kapkaranlıktı ve etraflarında sadece boğuk hıçkırıklar ve


sohbet eden tuhaf fısıltılar vardı. Bir süre sonra zayıf bir ses duyuldu. “…
ge…”

Sahiden. Shi Qing Xuan demir hapishanenin en dip köşesinde, kırık dökük
bir halde duvara yaslanarak oturuyordu. Duvarda demir hapishanenin tek
uzun penceresi vardı ve içeriye sızan ay ışığı onu aydınlatarak kağıt kadar
beyaz görünmesine neden oluyordu. Yanında etrafını saran bir grup pis

yaratık vardı. Bazılarının tüm vücutları çürümüş yaralarla kaplıydı, bazıları


domuz gibi ağlıyor, bazıları ise tavuk gibi yerleri gagalıyordu, ve bazıları
Shi Qing Xuan’a sarılmıştı, inliyor ve ona bebek diye sesleniyorlardı, hepsi
delirmişti.

Shi Qing Xuan bir zamanlar saygıdeğer bir cennet mensubuydu ve daha
önce hiç böyle bir duruma düşmemişti. Shi Wu Du hemen yanına koştu ve
patlamayla konuştu. “KAYBOLUN! BUNLAR NE TÜR
HAYALETLER?!”

Shi Qing Xuan’la birbirlerine çok benziyorlardı ama haleleri tamamen


farklıydı. Her ne kadar şu anda ruhani güçleri kesilmiş olsa da, Shi Wu
Du’nun kudreti çok daha baskıcıydı ve deliler korkuyla dağıldılar. Xie Lian
onlara acımaktan kendini alamadı ve Shi Qing Xuan da azarladı. “Ge,
dövüşme, onlar hayalet değiller. Onların hepsi… canlı insanlar!”

Sahiden her ne kadar iblislerden daha şeytani görünseler de, yakından


bakınca hepsinin sahiden insan olduğu anlaşılıyordu. Xie Lian gerilemekten
kendini alamadı, Neden Kara Su İblisi Xuan buraya bir grup insanı
kapatmış?

Shi Wu Du ise, hiçte umursamıyordu. Bir eliyle uzun yaşam madalyonunu


tuttu ve diğeriyle Shi Qing Xuan’ın kolunu yakaladı. “Buraya nasıl geldin?
Yaralandın mı?”

Shi Qing Xuan sahiden çok kirlenmişti, ama bacağındaki biraz kanayan bir
sıyrık dışında yaralanmışa benzemiyordu. “Buraya nasıl geldik bilmiyorum.
Bir dalga yükseldi ve bizi bayılttı, kendimize geldiğimizde çoktan
buradaydık. Sadece küçük bir sıyrık, ciddi bir şey değil! Ming-xiong’un
yaraları çok daha ciddi.”

Ancak o zaman Ming Yi’nin de yakınlarda yatmakta olduğunu fark ettiler,


kül rengiydi ama bu kez öfkeden solmamıştı. Yüzü mor ve mavi yamalarla
doluydu ve Xie Lian sordu. “Toprak Ustasına ne oldu?”

“Denizdeki yaratıklar onu ısırmış sanırım.” Shi Qing Xuan cevapladı. “O


Kılçık Balıkların dişlerinde ve kemiklerinde yeşil yosunlar vardı ve hepsi
çok zehirliydi! Ona yanımdaki ilacı verdim ama… oof.”

Xie Lian yere çömeldi ve onu dikkatle inceleyecekti ama mekanın iğrenç
kokusu nedeniyle neredeyse bayılıyordu. Etrafına baktı, yerleştirilmiş
birkaç ahşap kova vardı ve kovaların hepsi doluydu, burnunu sızlatan, ağır
bir koku yayıyorlardı. Yaraların ve kanın çürümüş kokusu da vardı, ve
lazımlıkların korkunç kokusu aylardır boşaltılmadıklarını ima ediyordu.
Shi Wu Du daha fazla dayanamayacaktı. “Ne kadar iğrenç bir eğlence bu
böyle, görünüşe göre Gemileri Batıran Kara Su da kalitesiz herifin teki.
Qing Xuan gidelim!”

Shi Qing Xuan’ı ayağa kaldırdı ve sürüklemeye başladı ama Shi Qing Xuan
konuştu. “Ben iyiyim, yardım etmene gerek yok.” Ardından Ming Yi’yi
taşıyarak yavaşça demir hapishaneden çıktı.

Ancak gelmek gitmekten kolaydı. Kara Su Gölündeki sınır geçişi çoktan


mühürlenmişti. Suya birkaç kez girdiler ve yüzeye çıktılar ancak manzara
hiç değişmeyerek sahiden Kara Su Gölünün sınırlarında kapana
kısıldıklarını, ayrılamayacaklarını kanıtladı.

“General Pei nerede?” Shi Qing Xuan sormuştu.

“Pei-xiong’u dışarıda bıraktım. O bir yol bulur.” Shi Wu Du cevapladı.

“Ben General Pei’ye bir tabut tekne yapmasını söyledim, böylece dışarı
çıktıktan sonra buradan ayrılabilecektik.” Dedi Xie Lian.

“Eğer tabutu yaptıysa, o zaman bizi almaya gelmeden önce önden gidip
rapor etse de olur.” Dedi Shi Wu Du.

Ancak Ming Yi yaralanmıştı ve onlar zehrin ne kadar güçlü olduğundan


emin değillerdi, bu yüzden yine de en kısa zamanda gitmeleri daha iyi
olurdu, o kadar uzun süre bekleyemeyebilirlerdi. Bir süre dikkatle
düşündükten sonra Xie Lian konuştu. “Kara Su İblisi Xuan buradaki sularda
inzivaya çekilmiş

olabilir ama hiç dışarıya çıkmaması imkansız. Sahiden her dışarıya çıkmak
istediğinde bütün Kara Su İblisinin İnini kat ediyor olmaz ya?”

“Haklısın.” Dedi Shi Wu Du. “Bu adada bir yerlerde Mesafe Kısaltma Rünü
işliyor olmalı.”

Shi Wu Du ilk başta Xie Lian’ı hiç umursamıyordu, ama şimdi zorluklara
beraber göğüs germişlerdi ve Xie Lian Shi Qing Xuan’ı defalarca
kurtarmıştı, doğal olarak artık ona başka bir gözle bakıyordu ve hiç sorun
çıkartmadan sözlerine katılmıştı. Tam bu sırada Ming Yi hafifçe elini
kaldırdı ve Shi Qing Xuan sordu. “Ming-xiong? Ne söylemek istiyorsun?”

Gücünü toplamak istiyormuş gibi görünen Ming Yi konuşmadı ve sadece


elini daha da kaldırdı.

Diğerleri elinin gösterdiği yöne baktılar ve ormanın derinliklerinde siyah,


kasvetli bir binanın yükseldiğini gördüler.

Ming Yi elini indirdi ve hırlayarak konuştu. “Orası… orada ne var, biliyor


musunuz?”

“Hayır.” Dedi Xie Lian. “Buraya gelirken görmemiştik.”

Shi Wu Du gözlerini kıstı. “Kara İblis Xuan’ın Ölü Su Köşkü olmalı.”

Söylentilere göre Kara İblis Xuan’ın meskenine ‘Ölü Su Köşkü’ deniyordu.


Kararını veren Shi Wu Du tekrar konuştu. “Gidelim.”

Sahiden hiçbir şeyden korkmayarak köşke doğru yürümeye başlamıştı. Her


ne kadar düşüncesiz derecede kaba bir hareket gibi görünse de, bu şartlar
altında başka ne şansları vardı ki?

Eğer öncesinde başka birisinin arka bahçesinde dolaşıyorlardıysa, o zaman


şimdi doğrudan ön kapısından evin içine girmişlerdi. Xie Lian Hua Cheng’e
fısıldadı. “San Lang, böyle bir şey senin için de zor olur, gelmek zorunda
değilsin.”

Ancak Hua Cheng de oldukça karamsar görünüyordu ve konuştu.


“Adımlarını hızlandır gege. En kısa zamanda buradan ayrılalım.”

Xie Lian başını salladı ve konuşmayı bıraktı. Ancak Hua Cheng’in bir
nedenle endişeli olduğunu hissedebiliyordu ve bu endişesi bölgesinin
efendisine karşı değil, başka bir şeye yönelik gibiydi.

Hep bir şeylerin eksik olduğunu hissetmişti, şimdi ise bu zamana dek
biriken tüm o küçük soruları düşünüyordu ve o da endişelenmekten
kendisini alamadı. Etrafta koşturan deli insanlara rağmen kısa bir süre sonra
ormanı geçtiler ve rahatsız edici kara binaya vardılar.
Ancak o zaman bu ‘Ölü Su Köşkü’nün oldukça büyük bir saray olduğunu
fark ettiler, işçiliği ve görünüşü zarif Rüzgar ve Su Ustasının Sarayına
oldukça benziyordu. Sarayın kapıları sıkıca kapatılmıştı ve sayısız merdiven
çıktıktan sonra kapıların önünde durdular, Xie Lian kapıyı çaldı ve canlı bir
şekilde seslendi. “İzinsiz geldiğimiz için özür dileriz! Biz, yanlışlıkla,
rahatsızlık verdik. Çok özür dileriz.”

Kimse cevap vermedi. Xie Lian düşüncelerini toparladı ve saray kapılarını


yavaşça itti.

İlk olarak, Xie Lian’ın yıllanmış tecrübelerine ve eski örneklere göre, eğer
içeride bir şey varsa bile kapılar açıldığı zaman dışarı çıkıp onları
karşılamayacaktı. Ancak kendi kendisiyle çelişmişti. İçeriye attığı ilk
bakışta taşa döndü.

Muhteşem salonun geniş ferah merkezinde birisi oturuyordu. Ve bu kişi


siyahlara bürünmüştü, yüzü kar kadar beyazdı – bir cesetti!

Xie Lian hemen kapıları gürültüyle kapattı.

İçinden, Belki de kapıları yanlış şekilde açtım? Böyle bir şey kendini bu
kadar çabuk göstermez ki?, diye geçiriyordu.

Tekrar selamlamayı denemek ve yinelemek istiyordu ama Shi Wu Du


çoktan yanından geçmiş ve kapıları açmıştı, homurdandı. “Zaten geldik,
bizi karşılamıyorsa ne olmuş yani?”

Ekip yavaşça saraya adım attı ve gizli bir şekilde siyahlara bürünmüş
iskelete yaklaştılar. Xie Lian dikkatle inceledi ve merak etti. “Bu kimin
cesedi? Neden burada ona tapılıyor?”

Ming Yi kaşlarını çattı. “…General, Pei, geride kalmıştı, değil mi? O


olmasın?”

Bu sahiden bir ihtimaldi. Shi Wu Du hafifçe donmuş gibiydi ve birkaç kez


daha baktı ve hemen yalanladı. “O olamaz. Bu kemiklerin şekli General
Pei’ninkilerden daha düz.”
Aniden Shi Qing Xuan konuştu. “Durun.”

Hepsi ona döndüler ve Shi Qing Xuan devam etti. “Cevabı çok açık değil
mi? Burası Ölü Su Köşkü.

Doğal olarak Ölü Su Köşkünde sadece tek bir şeye tapılıyor olabilir…”

Xie Lian ne demek istediğini anlamıştı. “Kara Su İblisi Xuan mı?”

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 123: Ölü Su Köşkü, Siyah Cübbeler Beyaz Kemikler Ardından


bu fikrinden vazgeçti. “İmkansız.”

Xie Lian Hua Cheng’e doğru baktı. “Küller hayalet diyardakilerin yaşam
kaynağıdır, ölümcül zayıflıkları.

Nasıl bu kadar önemli bir şey ortada bırakılsın?”

Bu Hua Cheng’in ona ilk tanıştıklarında söylediği bir şeydi. Konuyu


ispatlamak için söylemişti ama nedense, farkında olmadan Hua Cheng’in
ona bu konuda söylediği diğer şeyleri hatırlamıştı. Hua Cheng de dikkatle
onu izliyordu ve Xie Lian bir an için dalıp gitti. Ardından hemen başını
çevirdi ve hafifçe boğazını temizledi.

“O zaman… bunlar kimin kemikleri?” Shi Qing Xuan merak etti.

Hep birlikte lanetli kemiklerin etrafını sardılar ve incelemeye başladılar.


Xie Lian konuştu. “İlk olarak bir erkek.”

“Görüyoruz.” Diğerleri karşılık verdi.

Xie Lian devam etti. “İkincisi, bu adamın elleri ve ayakları az da olsa


maharetli olmalı, özellikle parmakları. Bir süre dövüş sanatlarına çalışmış
ama fazla güçlü değilmiş muhtemelen. Öne çıkan dövüş sanatları
ustalarının çoğu saf bir şekilde bedenen eğitilmişlerdir, kemik yapısı bu
şekilde olmamalıydı.”
Shi Wu Du ise sadece birkaç kez cesede baktıktan sonra gözlerini çevirdi.
“Yolumuza çıkmadığı sürece kim olduğu bizi ilgilendirmez. Toprak Ustası,
Mesafe Kısaltma Rününü nereye çizebiliriz sence…”

Ancak daha cümlesini bitiremeden aniden iskelet başını kaldırmış ve hiçbir


uyarı vermeden üzerine atılmıştı!

Şansına Xie Lian hızlı tepki vermiş ve eliyle bir darbe savurarak iskeletin
kırık kemiklerden bir yığın halinde yere düşmesine neden olmuştu. Shi
Qing Xuan haykırdı. “Ge!”

Beş kişilik gruplarında, Hua Cheng hiçbir zaman başkasını korumak için
yardım eli uzatmamıştı ve Xie Lian, içlerindeki tek savaş tanrısı, aniden son
derece önemli bir konuma gelmişti. Her ne kadar saldırıya uğramış olsa da
Shi Wu Du sakinmiş gibi görünüyordu ve öncesinde de sadece bir adım
gerilemişti. “Bu iskelet ne? Hala içinde bir ruhu mu var?”

Xie Lian çömeldi ve kemikleri çevirdi, yığını inceledikten sonra başını


çevirdi. “Çok tuhaf.”

“Tuhaf olan ne?” Shi Wu Du sordu.

Xie Lian ayağa kalktı. “Bu iskeletin içinde kesinlikle bir ruh parçası dahi
kalmamış, yoksa yaklaştığımız zaman garip hareketlerini fark ederdik.”

“Eğer öyleyse o zaman nasıl aniden kalkıp zarar verebiliyor?” Shi Wu Du


sordu.

Bir süre hımladıktan sonra Xie Lian cevapladı. “Bence, ölüm iyiliği.”

*ÇN: Psikiyatrik ve nörolojik hastalıklarda hastanın ölümünden kısa bir


süre önce görülen beklenmedik düzelme. Kaynak: Researchgate Shi Wu Du
şaşırmıştı. “Ölüm iyiliği mi? Bu sadece yaşayanlara özgü değil miydi?
Yani, ölümün eşiğinde olanlar… hala yaşıyor sayılır.”

“Ölüler de aynıdır.” Xie Lian açıkladı. “Örneğin Yedinci Gün’de ruhun


ailesini selamlamak için geri dönmesi de bir tür ölüm iyiliğidir. Hatta aynı
şeydir. Bence Su Ustası biraz önce onu kışkırttığı için aniden son gücünü
topladı ve böyle bir hamle yaptı.”

Mantıklı konuştuğu için, Shi Wu Du onun sözlerine gittikçe daha çok değer
vermeye başlamıştı. “O

zaman Ekselanslarına göre, bu kışkırtma neydi?”

“Ya yaptığın ya söylediğin bir şeydi.” Dedi Xie Lian.

“Ne söyledim ki?” Shi Wu Du merak etmişti.

Ming Yi bir nefes verdi. “…‘Yolumuza çıkmadığı sürece kim olduğu bizi
ilgilendirmez.’”

Shi Qing Xuan başını kaşıdı, şaşkındı. “Bunun nesi yanlış? Bu iyi dostumuz
aksi birisi mi acaba?”

Tartışmaya devam etmek bir sonuç vermeyecekti bu nedenle Xie Lian


konuştu. “Her şekilde ruhlar artık gitti, boş verelim.” Ardından kemikleri
aldı ve tekrar sunağın üzerine yerleştirdi, bir duayla ellerini birleştirdikten
sonra birkaç kez eğildi. Shi Qing Xuan da geldi ve rastgele birkaç kez
eğildi.

Ardından beşi Ölü Su Köşkünde dolaşmaya başladı. Etrafta kimse yoktu, bu


nedenle görünüşe göre efsanevi Kara Su İblisi Xuan evde yoktu. Su
Köşkünün yapısı karmaşıktı; içinde pek çok küçüklü büyüklü oda vardı,
ama içlerinden sadece bir tanesi gizli ve dardı, kapılarının üzerine tuhaf bir
rün çizilmişti, Mesafe Kısaltma Rünlerinin burada çizildiğinin oldukça eski
bir kanıtı vardı.

Görünüşe göre bu Kara Su Adasında sahiden Mesafe Kısaltma Rünlerinin


kullanılabildiği bir yer vardı ve orası bu küçük odanın içerisiydi. Bir odayı
özellikle bağlantı noktası olarak belirlemek, sıfırdan bir rün çizmekten çok
daha az ruhani güç gerektirirdi. Kullanabilecekleri pek fazla ruhani güçleri
olmadığı için mükemmel bir durumdu. Ming Yi bu işte uzmandı ve sadece
tek bir bakış atarak bildirdi. “Bu rün sadece tek yönde işliyor.”
Xie Lian anladı. “Bunun anlamı sadece gidebileceğimiz, ama hiç kimsenin
buraya bir daha gönderilemeyeceği değil mi?”

Ming Yi başını salladı. “Böylece gerekli olan ruhani güç miktarı daha da
azalıyor.”

“Tam da ihtiyacımız olan şey bu değil mi?” Shi Qing Xuan konuştu.
“Sadece gitmek istiyoruz. Harika!

Hadi gidelim buradan, Kara Su ustanın bizi fark etmesine izin vermeyelim.”
Ardından bir kolunda Ming Yi ile, diğer elini kapıyı itmek için kullanacaktı
ki Ming Yi keskin bir sesle bağırdı. “Dur! Tuzak var!”

Bunu duyunca Shi Qing Xuan tökezleyerek üç adım geriledi. “Ne tuzağı?!”

Ming Yi de onunla birlikte üç adım geri çekilmişti ve bir an konuşamadı.


Ardından Shi Qing Xuan’a ona eşlik etmesini işaret etti ve tekrar kapıya
gittiler. Ming Yi kapıdaki büyüleri bir süre inceledikten sonra katı bir
şekilde bildirdi. “Bu bir tuzak. Bu odada çizilen rünler tek seferde en fazla
bir kişiyi gönderebiliyor.”

“Böyle bir şey mi var?” Shi Qing Xuan haykırdı. “O zaman iki kişi beraber
gönderilirse ne oluyor???”

Ming Yi soğuk bir sesle yanıtladı. “İkisi istikamete vardıkları zaman,


kendilerini tek bir kişi olarak sıkıştırılmış halde buluyorlar.”

“…”

İçlerinden sadece Ming Yi bu konularda bir uzmandı. Diğerleri bir su


tanrısı, bir rüzgar tanrısı ve bir savaş tanrısıydılar, hiçbirinin bu tür büyülere
karşı özel bir bilgi dağarcığı yoktu. Xie Lian’ın ilk tepkisi Hua Cheng’e
bakmak olmuştu ve onun rünü sadece karanlık bir bakışla izlediğini ama
hiçbir itirazı olmadığını gördü, görünüşe göre Ming Yi yalan söylemiyordu.
Xie Lian hımladı. “Eğer sahiden öyleyse

o zaman bu rünü kaçmak için kullanmaya çalışan bihaber davetsiz


misafirlerin sonu oldukça… vahşi olacaktır. Bir tuzak olarak kullanılmasına
şaşmamalı.”

Tam bu sırada dışarıdaki göklerde bir gürleme oldu. Çarpık yıldırımlar


kasvetli bulutların üzerinde süründü, Ölü Su Köşkündekilerin yüzüne beyaz
ve mavi ışıklar çakıyor, onların beş tehditkar hayalet gibi görünmesine
neden oluyordu. Hepsi birbirlerine baktılar ve Shi Qing Xuan konuştu. “Ge,
sanırım bir diğer…”

Shi Wu Du’nun yüzü düşüyordu ve tepki vermedi. Ancak hepsi Cennet


Musibetinin yine peşine düştüğünü biliyordu. Pei Ming’in öylesine
söylenmiş sözleri Xie Lian’ın zihninde tekrar yankılandı, ‘Su Ustası-xiong,
bu kez sahiden çok şanssızsın…’.

“Mesafe Kısaltma Rününü burada kullanabildiğimize göre, o zaman acele


edip buradan çıkalım.” Shi Qing Xuan bastırdı. “Eğer Cennetin Yıldırımları
tepemize iner ve Su Köşkünü yıkarsa, o zaman…” O

zaman bu çok daha büyük bir düşmanlık uyandırırdı. Bir cennet


mensubunun tapınağını yıkmak, sembolünü yok etmek demekti ve büyük
bir nefret yaratırdı. Her ne kadar hayalet diyarda aynı tabunun olup
olmadığı net olmasa da, kimse sebepsiz yere evinin yıkılmasını istemezdi.

“O zaman Toprak Ustası, ilk sen gitmelisin. Yaralısın.” Dedi Xie Lian.

Ancak Ming Yi başını iki yana salladı. “Her kullanımda rün tekrar çizilmeli.
Hiçbiriniz nasıl çizeceğinizi bilmiyorsunuz, bu yüzden ben arkada kalıp
rünü sürekli yenilemeliyim.”

“Ming-xiong, o zaman ben de seninle kalıp sondan ikinci olacağım.” Dedi


Shi Qing Xuan.

“Ne diyorsun sen?” dedi Shi Wu Du. “Eski… Eğer kalsan bile hiçbir işe
yaramazsın. Şimdi git ve Doğu Denizine var!”

Ancak Shi Qing Xuan karşı çıktı. “Şu anda herkes eşit derecede işe
yaramaz, bu yüzden bir farkımız yok. Bütün bu olanların Ming-xiong’la
hiçbir alakası yok ama yine de bunca acı çekti, ben…” İç çekti.
“Sahiden kendimi çok kötü hissediyorum.”

“Hepimiz aynı yere gideceğiz zaten, uzun sürmeyecekte, neden


korkuyorsun ki?” Shi Wu Du sordu.

Eskiden olsa Shi Wu Du’nun sadece birkaç kelime söylemesi yeterli olur,
Shi Qing Xuan onu dinlerdi.

Ancak artık hiçbir şey eskisi gibi değildi ve Shi Qing Xuan kulak
asmıyordu, onun yerine sordu. “Eğer biz gidersek, General Pei’ye ne
olacak? Arkada kalmış olmaz mı?”

Shi Wu Du da küçük kardeşinin artık söz dinlemediğinin farkındaydı ve


ifadesi karmaşık bir hal aldı. Bir an sonra cevapladı. “Sorun olmaz, Pei-
xiong’un inatçı bir dirençliliği var. Biz cennetten destek getirene dek
bekleyebilir.”

“…” Xie Lian gülse mi ağlasa mı bilmiyordu. Her ne kadar içgüdüleri ona
Su Ustasının haksız olmadığını ve hiçbir kötü niyeti olmadığını söylüyor
olsa da, yine de Pei Ming için üzülmekten kendini alamadı.

Bir an duraksadıktan sonra konuştu. “Bekleyin.”

Hepsi ona döndü. Xie Lian konuştu. “Toprak Ustası, bu odada Mesafe
Kısaltma Rünü çizilebileceğinden emin misin? Bir problemle
karşılaşmayalım? Ben hala dikkatsizce kullanmanın mantıklı olmadığını
düşünüyorum, neden önce denemiyoruz?”

Ming Yi’nin eli sahiden durdu. “Nasıl? Eğer denememiz gerekiyorsa bir
gönüllüye ihtiyacımız var.”

Shi Qing Xuan elini kaldırdı. “O zaman ben gönüllü oluyorum.”

Hua Cheng tüm bu olanlar boyunca hiç konuşmamıştı ama şimdi kollarını
bağlamış ve konuşmaya dahil olmuştu. “Lafa karıştığım için kusura
bakmayın ama hiçbirinizin aklına ufak bir soru işareti gelmiyor mu?”

“Lordumun aklında nasıl saygıdeğer bir düşünce var?” Ming Yi sordu.


“Gönüllünün belirlenen lokalizasyona varıp varmadığını nereden
bileceksiniz?” Hua Cheng belirtti.

Xie Lian gözlerini kırpıştırdı. “Haklısın. Toprak Ustası bu rünün sadece tek
bir yöne işlediğini söyledi.”

Bunun anlamı da kişi bir kez gittikten sonra bir daha geri dönemezdi ve
diğerleri de onun güvenli bir şekilde doğru yere ulaşıp ulaşmadığını
bilemezdi. Şu anda bulundukları yer de dış dünyadan izole edilmişti, ruhani
iletişim rünü hala blokeydi, bu nedenle çıkmaz bir sokağa ulaşmış gibi
görünüyorlardı. Görünüşe göre bu gerçeği hepsi bir an için unutmuşlardı.

Hua Cheng sonlandırdı. “Bu nedenle, bu konuda tartışmak tamamen


anlamsız. Sadece tek bir mesele var: git veya kal. Çabuk karar verin.
Korktunuz mu? O zaman ben arkada kalırım.”

Her ne kadar gülümsüyor olsa da Xie Lian Hua Cheng’in sanki bir an önce
bu yerden ayrılmak istiyormuş gibi biraz huzursuz olduğunu
hissedebiliyordu. Huzursuzluğu Shi Wu Du’nun su ejderleri tarafından geri
getirildiklerinden beri vardı ve gittikçe kötüleşiyordu.

Shi Wu Du da daha fazla beklemek istemiyordu. Cennetin Fırtınası


kulaklarında uğulduyordu ve eğer gitmezse er yada geç saldıracaktı ve
sonrasında hiçbirinin başına hoş şeyler gelmeyecekti. Bu nedenle yan odaya
hızla girdi ve kapıyı kapattı. Ming Yi hemen rünü tamamladı. Ardından
kapı bir kez daha açıldığında, içeriden belli belirsiz bir duman yükseliyordu
ama hiç kimse yoktu.

“Tamam. Sıradaki.” Dedi Ming Yi.

“O zaman, Ekselansları…” Shi Qing Xuan konuşmaya başladı ama o daha


sözlerini bitiremeden Ming Yi çoktan onu yakalamış ve içeriye tıkmıştı,
kapıyı kapattı, rünü tamamladı. İkinci kez kapıyı açtığı zaman Ming Yi
geride kalan ikiliye baktı. Xie Lian konuştu. “San Lang, neden sen önden
gitmiyorsun?”

Ancak Hua Cheng onu yanında çekti ve karanlık bir sesle konuştu. “Gege,
beraber gidiyoruz.”
Xie Lian şaşırmıştı. “Ama bu rün bir kerede sadece…”

“Ben canlı değilim, endişelenme.” Dedi Hua Cheng.

Xie Lian bir nedenle çok endişelenmiş hissetti ama sebebini bulamıyordu.
Hua Cheng onu kapıya getirdi ve dışarıda beklemekte olan Ming Yi’ye
hitaben konuştu. “Puji Mabedi.”

Ming Yi sessizce başını salladı. Kapılar yavaşça Xie Lian’ın önünde


kapandı ve kaybolan aralıktan Ming Yi’nin karanlık ifadesini izledi,
kendisine rağmen merak etti, Toprak Ustası sahiden dayanabilir mi?

Hua Cheng eliyle kapıyı kapattı, bir an bekledi, ardından tekrar açtı.
İkisinin önünde beliren yer, Puji Manastırının iç kısmıydı. Gecenin bir
yarısı olmuştu; Qi Rong sanki vahşi bir şekilde katledilmiş gibi serilmiş
yatıyordu ve tüm battaniyeleri almıştı, horlamaları gökleri inletiyordu. Gu
Zi’nin eskiden iyi bir uyku duruşu vardı, ama belki de ucuz babasının kötü
örneği nedeniyle o da şimdi Qi Rong’un karnı üzerinde ölü bir balık gibi
serili halde yatıyordu. Lang Ying’in kendisi ise bir köşeye düzgünce
kıvrılmış

ve yüzünü birkaç gömlekle saklamıştı. Xie Lian Qi Rong’u örten


battaniyeleri kaldırdı, yüzünü dümdüz etme isteğini bastırdı ve iki küçük
çocuğu örttü.

“Artık… geri mi döndük?” diye fısıldadı.

Hua Cheng arkasından kapıyı kapattı. “En. Artık bitti.”

“Henüz değil, sanmıyorum.” Dedi Xie Lian. “Rüzgar Ustası ve diğerleri


dönebildiler mi henüz bilmiyoruz.”

Hafifçe iterek kapıyı açtı ve tapınağın dışına çıktığı zaman sesini yükseltti,
öncesinde geçici olarak kurdukları ruhani iletişim rününden konuşuyordu.
“Toprak Ustası? Geri dönebildin mi?”

Cevap yoktu. Ming Yi’nin çabuk hareket edememiş olabileceğini düşünerek


Xie Lian Cennetin ruhani iletişim rününe girdi. İçerisi tam bir kaostu. Tüm
cennet mensupları bağırıyordu ve Ling Wen bile sinir krizi geçirmekteydi.
“HER İŞE YARAMAZ BİLGİYİ ÖNÜME ATMAKTAN VAZGEÇİN,
HER GÜN NELER

YAŞADIĞIMI BİLİYOR MUSUNUZ? BANA SORMADAN ÖNCE


BEYİNLERİNİZİ BİRAZ KULLANSANIZ YA?!”

“Ling Wen!” Xie Lian aceleyle seslendi. “Su Ustası ve diğerleri geri
döndüler mi?!”

Sanki tamamen farklı birisine dönüşmüş gibi, Ling Wen hemen ona yapıştı.
“Ekselansları! Neden sesin birden yükseldi… Doğu Denizinden döndün
mü? Su Ustası ve General Pei nereye gitti?? Nasıl iletişime geçmezsiniz?”

“Ben Güney Denizinden döndüm.” Dedi Xie Lian.

“Güney Denizi mi?”

“Güney Denizi, Kara Su İblisinin İni.”

Ling Wen şaşkına dönmüştü. “Ama… nasıl oraya gittiniz?! Oraya asla
uğramayız. Yaşlı Pei ve diğerleri orada mı?”

“Uzun hikaye.” Dedi Xie Lian. “Su Ustası musibetiyle yüzleşiyordu ve


yanlışlıkla Kara Su İblisinin İnine girdik. En sonunda kaçmayı başardık. O
ve Rüzgar Ustası benden önce yola çıkmışlardı, artık Doğu Denizine
ulaşmış olmalılar, onları görmüyor musun?”

“Hayır!” Dedi Ling Wen. “Doğu Denizi uzun zaman önce duruldu ve iki
yüz kadar balıkçının hepsi kurtarıldı, ama ne karada ne denizde, onlardan
tek bir iz dahi yok!”

“Nasıl olur?!” Xie Lian haykırdı. “Yoksa…”

Yoksa ne?

Ling Wen gergin bir şekilde sordu. “Yoksa ne? Ekselansları? Ekselansları
başka bir şey mi söyleyeceksin? Güney Denizine hemen cennet mensupları
gönderelim mi?”
Xie Lian mırıldandı. “Artık çok geç.”

Ruhani iletişim rününden çıktı ve başını hızla çevirdi. “San Lang.”

Hua Cheng çoktan ne soracağını tahmin etmiş gibiydi ve yumruk haline


gelmiş elleriyle sessizce bekliyor, onu ciddi bir ifadeyle izliyordu. Xie Lian
sordu. “Sen ve o, uzun zaman önce bir anlaşma mı yaptınız?”

Hua Cheng hemen cevap vermedi ama dudakları hareket etti, Xie Lian
telaşla konuştu. “Hayır hayır hayır, bana söyleme! Bana cevap vermek
zorunda değilsin. Eğer uzun zaman önce bir anlaşma yapıldıysa, kesinlikle
benim yüzümden sözünden dönmeni istemem. Sorduğum için kabahat
bende, seni zor bir duruma sokmak istememiştim.”

“Özür dilerim Ekselansları.” Dedi Hua Cheng.

Xie Lian başını iki yana salladı. “Özür dileme. Uzun zaman önce fark
etmeliydim. Belli bir anlaşma nedeniyle müdahale edemiyor ve bana
doğrudan gerçeği söyleyemiyordun.”

Hua Cheng onu durdurmaya çalışmamış değildi ama Xie Lian’ın isteğine de
engel olamamıştı ve sadece ona yol boyunca eşlik etmiş, tüm bu zaman
boyunca onu korumuş, hatta kaçış planını çoktan hazırlamıştı. Sadece, hep
Xie Lian’ı olayın ortasına çeken bir şeyler olmuştu.

“Aslında sana teşekkür etmem gerek.” Dedi Xie Lian.

“Her şeyi anladın mı?” Hua Cheng sordu.

Xie Lian başını salladı. “Çoğunu. Hatta, uzun zaman öce fark etmiştim ama
o, sahiden inanılmaz birisi.

Ben sık sık gereğinden fazla düşünürüm, kendi şüphelerimi görmezden


gelir ve günün sonunda en bariz ihtimali hep gözden kaçırırım.”

Bir an duraksadıktan sonra devam etti. “Ve o, sahiden sana çok saygı
gösteriyor. Beni kazasız belasız göndererek, dikkate değer bir çaba gösterdi
ve çok zaman harcadı.”
“Ekselansları.” Dedi Hua Cheng. “Artık hepsi geride kaldı. Bitti.”

Xie Lian iç çekti. “Ben de öyle olmasını istiyorum. Ama bir çizgiyi aşmış
olabilir.”

Bir anlık sessizliğin ardından Hua Cheng nazik bir şekilde konuştu. “Ama
artık geri döndün ve İblis İnine dönebilmene imkan yok. Artık bu meseleyi
kendi aralarında çizmelerine izin verebilirsin.”

“O kadar emin olma.” Dedi Xie Lian.

Bunu duyunca Hua Cheng dondu.

“Aniden aklıma bir fikir geldi. Rüzgar Ustasıyla bağlantı kurabilmemin bir
yolu var.” Dedi Xie Lian.

Ellerini kaldırdı ve bir el mührü oluşturdu. “Bu yüzden, özür dilerim San
Lang, ama bir süreliğine geri dönmem gerek.”

Hua Cheng el mührünü gördüğü gibi anlamıştı. Açıkça böyle bir hamle
beklememişti ve gözleri büyüdü. “…gege?”

Xie Lian berrak bir sesle konuştu. “RUH DEĞİŞTİRME BÜYÜSÜ!”

Gözlerini kapattıktan sonra, sanki ruhu çekiliyormuş gibi gelen aşina bir
ağırlıksızlık hissi onu sardı ve havaya attı, ardından yere çekti ve gözlerini
tekrar açtığı zaman karşısında Hua Cheng’in yüzü değil, sonsuz bir karanlık
gece ve her iki tarafında hızla gerileyen dağlardaki ağaçlar vardı. Xie Lian
aynı zamanda kendi ağızından çıkan ağır nefesleri ve hızla atan kalbini
hissedebiliyordu.

Başarı!

Ruh Değiştirme Büyüsü sık kullanılmazdı ve bol miktarda ruhani güç


gerektirirdi. Ruhani iletişimden çok daha güçlüydü ve aynı zamanda çok
daha çarpık ve enderdi, bu nedenle ruhani bariyerler çoğu zaman bu büyüyü
dahil etmezdi.
O gün Shi Qing Xuan’la Ruh Değiştirme Büyüsünü kullanmışlardı ve Shi
Qing Xuan güçlerini kaybedip bir ölümlü olmadan önce henüz ruhani
bilincini mühürleyecek vakti bulamamıştı. Sanki ikisi evlerinin
anahtarlarını birbirlerine vermiş ve diğerinin evine alışmış gibiydiler. Kendi
evine dönünce Shi Qing Xuan bir daha Xie Lian’ın girememesi için hemen
kilitleri değiştirmeliydi, ama yapamamıştı. Bu nedenle Xie Lian hala aynı
anahtarı kullanabiliyor ve Shi Qing Xuan’ın kapısını açabiliyordu. Sadece,

Shi Qing Xuan artık Xie Lian’ın kapısını açamıyordu. Bu nedenle, şu anda
ikisi aynı bedendeydiler ve Xie Lian’ın bedeni gevşeyerek düşmüş
olmalıydı. Belki de Hua Cheng onu yakalamıştır?

Shi Qing Xuan koşarken nefessiz kalmıştı, dehşete düşmüş, sanki peşinden
biri koşuyor ve o da kaçıyor gibiydi. Xie Lian dikkatle dinledi ve rüzgarın
yanı sıra, arkasından bir sürü uluma ve inleme duydu – demir hapishaneye
kapatılmış çıldırmış delilere ait gibiydiler. Görünüşe göre sahiden Shi Qing
Xuan’ı çok seviyorlardı, ya da daha çok, bu davranışlarına ‘arzu’
denebilirdi. Geriye kaçmış

gözleri ve dışarı sarkmış dilleriyle durmadan takip ediyorlardı ve Shi Qing


Xuan’ın kaburgaları, ciğerleri yanıyordu, ağlamak istiyordu ama gözlerinde
hiç yaş yoktu, çığlık atmak istiyordu ama sesi kısılmıştı.

Xie Lian koşuşunun metotsuz olduğunu fark etti, eğer böyle devam ederse
uzun süre koşamazdı, bu nedenle doğrudan bedenin kontrolünü eline almayı
seçti. “Rüzgar Ustası!”

Konuşmak için Shi Qing Xuan’ın ağzını kullanıyordu ve Shi Qing Xuan o
kadar şaşırmıştı ki neredeyse dilini ısıracaktı. “KİMSİN?! BEDENİMDE
KİM VAR?!?!?!?”

“Lordum sakin ol!” Dedi Xie Lian. “Ruh Değiştirme Büyüsü kullanarak
seni bulmak için geri döndüm.

Bedenini bana ver, koşmana yardım edeceğim.”

Xie Lian Shi Qing Xuan’ın gözlerinden iki sıcak yaş çizgisinin aktığını
hissetti. “Ekselansları?! ŞÜKÜRLER
OLSUN!!! ÇOK GÜVENİLİR BİRİSİN!!! TEŞEKKÜR EDERİM!!!”

“Teşekkür etmene gerek yok!” Dedi Xie Lian. “Beni dinle Rüzgar Ustası,
kaç!”

“ŞİMDİ DE KAÇMIYOR MUYUM ZATEN?!” Shi Qing Xuan haykırdı.

“Bundan bahsetmiyorum.” Xie Lian haykırdı. “Demek istediğim, kurtulman


gerektiği…” Tam o konuşurken bir grup delirmiş, pis manyak
yakınlarındaki ağaçlardan fırladı ve aniden Shi Qing Xuan’ın üzerine
atıldılar. Xie Lian ellerini sıktı ve sıçradı, onlara otuz kadar güçlü tekme
atarak, delileri yerden kalkamayacak hale getirdi. Shi Qing Xuan irileşmiş
gözleriyle şok olmuştu. “Bunu ben mi yaptım?

Muhteşem. Savaş tanrıları harika! Ben de artık bir savaş tanrısı olmak
istiyorum.”

Xie Lian ise neşesini öldürdü. “Lordum, olamazsın. Bedenin bir savaş
tanrısı olmak için biçilmemiş…”

İkisi aynı bedeni kullanarak konuşuyorlardı, sanki bir kişi soruyor ve kendi
sorularını cevaplıyor gibiydi ve bir başkasının görüş açısından sahiden tuhaf
görünürdü. “Rüzgar Ustası, Su Ustası nerede?” Xie Lian sordu.

Shi Qing Xuan etrafını taradı. “Ming-xiong veya abim nereye gitti
bilmiyorum. Kapıyı açtığım zaman hala Ölü Su Köşkünde olduğumu fark
ettim, sadece farklı bir odaya gönderilmiştim. Problem neydi
bilmiyorum…”

Aniden Xie Lian’ın ayağının ucuna bastı ve yukarı zıpladı, bir ağaca
uçtular. Shi Qing Xuan neden bedeninin havaya kalktığını anlamamıştı ve
böyle serbest bir şekilde hareket ediyor olmak tuhaf bir his olduğu için Xie
Lian’ın bedenini tümüyle kontrol etmesine izin vermişti, hafif ve maharetli
bir şekilde bir ağacın üst dalına tırmanmışlardı. “Ekselansları, neden
aniden…”

Sözlerini bitiremeden Xie Lian onun ağzını kapattı.


Aslında kendi ağzını kapatmıştı. Xie Lian hızla dalın ucuna gitti ve oturdu,
kalın yapraklar onları örtüyordu. Kısa bir süre sonra, yolun sonundan ince
bir gölge görüş alanlarına girdi. Yakından bakınca, Ming Yi olduğu
anlaşılıyordu.

Yüzü hala kül beyazıydı, yakışıklılığına bir kasvet havası katıyordu, ama
nasılsa hala yürüyebiliyordu.

Shi Qing Xuan çok sevinmişti ve ona seslenmek için tam ellerini
indiriyordu ki Xie Lian tekrar ellerini

kaldırarak ağzını kapattı. Bu kez her iki elini de kullanmıştı, o kadar güç
kullanıyordu ki onu boğabilirdi. Shi Qing Xuan aceleci birisi değildi ve Xie
Lian’ın nedensiz yere böyle davranmayacağını biliyordu bu nedenle
mücadele etmedi. Ming Yi’nin önlerindeki küçük patikadan geçişini
izledikten sonra Xie Lian hafifçe ellerini gevşetti gizlice ağaçtan kayarak
sık ormana sızdı.

Bir süre koştuktan sonra Shi Qing Xuan arkasına baktı ve fısıldadı.
“Ekselansları, neden biraz önce Ming-xiong’a seslenmedik?”

Xie Lian cevap vermedi ama bedeni aniden kaskatı kesildi. Shi Qing Xuan
tekrar başını çevirdi ve gözbebekleri küçüldü.

Ming Yi, biraz önce açıkça geçip gitmiş olan, tam önünde duruyordu. Veya
daha doğrusu, onların önünde duruyordu.

Ming Yi ağaca dayadığı bir kolla kendisine destek oluyor gibiydi ve


kaşlarını çattı. “…Neden sen de buradasın?”

Shi Qing Xuan konuşuverdi. “Ben…”

Xie Lian tek kelime etmedi ama ellerini arkasına çekti ve salladı, ona
burada üçüncü bir ‘kişinin’

olduğunu kesinlikle belli etmemesini işaret ediyordu. Shi Qing Xuan


anlamıştı ama Ming Yi’nin kaşları daha da çatılmış gibiydi. “Ellerin
arkanda ne yapıyor? Bir şey mi saklıyorsun?”
Shi Qing Xuan hemen iki elini de açarak ona gösterdi. “HAYIR!”

Xie Lian kanının donduğunu ve dizlerinin çözüldüğünü hissetti. Görünüşe


göre Ming Yi her ne kadar Shi Qing Xuan’ın aklında güvenilir birisi olsa
da, bu ani belirişi onu da çok korkutmuştu.

Ming Yi şaşkın görünüyordu. “Açık açık göstermeni istememiştim aslında.”

Her ne kadar ifadesi tiksinti dolu olsa da, onun için son derece normal bir
durumdu bu nedenle Shi Qing Xuan rahat bir nefes aldı, diken diken olan
tüyleri yavaşça kayboluyordu. Xie Lian son derece tedirgin olsa da, bu
durumda aceleyle konuşmaya cüret edemiyordu.

“Su Ustası nerede?” Ming Yi sordu.

“Sen de mi abimi görmedin?” Shi Qing Xuan sordu. “Onu her yerde
aradım. Bizi Kara Su Adasından gönderebileceğini söylememiş miydin?
Nasıl Ekselansları geri döndü de biz dönemedik?”

Xie Lian dinledikçe daha da endişeleniyordu. Her ne kadar aşırı derecede


gerilince Shi Qing Xuan’ın söyleyeceği ‘hahaha, hahaha’ları bastırabilmek
için elinden geleni yapıyor olsa da, bu kadar sakince konuşmakta hiç Shi
Qing Xuan’lık değildi. Bu nedenle hızla saçlarını çekiştirdi ve Ming Yi’yi
işaret ederek bağırdı. “MING-XIONG!!!! Sana fırsat buldukça antrenman
yap dememiş miydim? Paslandığın için adamakıllı çizemedin dimi?!!”

Her ne kadar biraz abartılı olsa da, son derece etkili olmuştu. Sahiden Ming
Yi bir tuhaflık olduğunu düşünmemişti ve yüzü düştü. “Kaybol! Eğer çok
biliyorsan kendin çiz.”

Böyle söylemiş olsa da, yine de yanına geldi. Shi Qing Xuan hala olduğu
yerde donakalmıştı bu yüzden Xie Lian onun yerine hareket ederek Ming
Yi’nin omzunu tuttu. “Ming-xiong, yaraların ne durumda?

Zehir daha da ilerlemedi değil mi?”

Ming Yi başını iki yana salladı. “İyiyim. Gidip Su Ustasını bulalım.”


Shi Qing Xuan başını salladı ve ikisi yavaşça yürümeye başladılar. Xie Lian
onu uyarmaya fırsat bulamamıştı, her adımda daha da endişeli ve gergin
oluyordu. Aniden ağzının hafifçe açıldığı hissetti,

Shi Qing Xuan sessizce dudaklarını oynatıyordu. Xie Lian hemen


keyiflendi ve dikkatle oluşturduğu şekilleri incelemeye başladı. ‘Neler
oluyor?’ demişti.

Xie Lian Ming Yi çok yakında olduğu için fark etmesinden korkuyordu bu
nedenle başını hafifçe eğdi ve o da basit dudak hareketleriyle cevapladı: ‘O
sahte’.

Kelimler oluştuğu anda Xie Lian kollarındaki tüylerin diken diken


olduğunu hissetti.

Shi Qing Xuan’ın gözleri yerinden fırladı ve dudaklarıyla sordu, ‘Sahte?!


Kim o zaman?!’

Xie Lian sessizce cevapladı.

‘Boş Lafların Saygın Efendisi’ demişti.

Shi Qing Xuan bir nefes aldı ve Ming Yi’nin sesi duyuldu. “Ne oldu?”

Shi Qing Xuan nefesini tüm ciğerine doldurdu ardından bıraktı, sesi
titriyordu. “Korkuyorum.”

Bir anlık sessizliğin ardından Ming Yi konuştu. “Korkmak için henüz çok
erken.”

Eğer öncesinde olsa şüphesiz sözleri çarpık bir rahatlatma şekli olarak
anlaşılırdı. Ancak şimdi sözlerinden ağza alınmaz bir ürperti sızıyor, kulağa
bir tehdit gibi gelmesine neden oluyordu.

Shi Qing Xuan başını eğdi ve Xie Lian’la konuştu, ‘Olamaz. Boş Lafların
Saygın Efendisi şekil değiştiremez!’

Gerçeği söylemek gerekirse kelimler dudaklarından dökülürken Xie Lian da


‘Boş Lafların Saygın Efendisi’nin uygun olmadığını fark etmişti. Aslında,
fazla saygısız bir söylemdi; münasebetsizdi. Birkaç gün önce Shi Qing
Xuan’ın karşılaştığı ‘Boş Lafların Saygın Efendisi’ bir asttan veya zavallı
bir klondan fazlası değildi, veya kırıntı artıklarından. Bu nedenle ikinci bir
cevap verdi:

‘Kara Su İblisi Xuan.’

Shi Qing Xuan takıldı. Ming Yi konuştu. “Yine ne var?”

Shi Qing Xuan’ın dişleri takırdıyordu. “Ölmek istiyorum…”

Ming Yi soğukça cevap verdi. “Çok beklersin.”

Yine. Aynı dondurucu ses tonu ve eş derecede soğuk, acımasız sözler.


Öncesinden hiçte farklı değillerdi ama şimdi tamamen farklı bir anlama
geliyorlardı. Ancak cevabı henüz tamamlanmamıştı.

Xie Lian sessizce üçüncü bir isim verdi:

‘He Xuan.’

Shi Qing Xuan daha fazla dayanamayacak gibiydi.

Kalbi delirmiş gibi atıyordu ve Xie Lian da fark etmişti. Tesadüfen tam bu
sırada küçük bir dereden geçiyorlardı ve hemen karar veren Xie Lian
konuştu. “Ming-xiong, bence aramamıza devam etmeden önce biraz
dinlensen iyi olur!”

“Şimdi dinlenilecek zaman mı?” Dedi Ming Yi.

“Zehirlendin. Hareket ettikçe zehir bedenine daha hızlı yayılır.” Dedi Xie
Lan. “Ve senin dinlenmene gerek olmasa bile, benim gibi bir ölümlünün
dinlenmesi gerek. Otur, sana biraz su getireyim.”

Böylece, ellerini ayaklarını hiçbir titreme belirtisi göstermeden tutarak,


Ming Yi’nin çimenlere oturmasını sağladı ve kendisi dereye gitti, etraftaki
sesleri kullanarak kısık bir sesle konuşabiliyordu.
Shi Qing Xuan bir avuç su aldı ve kendi yüzüne attı, sakinleşmişti.
Ardından fısıldadı. “Ekselansları sen ne diyorsun??? Arkamdaki tam olarak
kim??? O üçünden biri Ming-xiong’un bedenine mi büründü???

Yoksa hepsi mi Ming-xiong’u ele geçirdi???”

“Rüzgar Ustası sakinleş!” dedi Xie Lian. “Onlar değil, o! Şu anda


yanındaki, tek bir kişi. En başından beri hep tek bir kişiydi. Kimse
başkasının bedenine bürünmedi. Kimse ele geçirilmedi!”

Shi Qing Xuan mırıldandı. “Ama, ama Ming-xiong, o…”

“Ona artık Ming-xiong deme. Gerçek Ming-xiong çoktan öldü!” Dedi Xie
Lian.

Shi Qing Xuan haykırdı. “Nereden biliyorsun? Gördün mü?”

“Tek gören ben değildim.” Dedi Xie Lian. “Sen de gördün. Gerçek Toprak
Ustası, Ölü Su Köşkünde tapınılan iskeletti! Neden Toprak Ustasının Hilal
Küreğini iyi kullanamıyor sanıyorsun? Çünkü en başından beri ona ait
değildi! Arkandakinin, yüz binlerce yıl önce adı He Xuan’dı. Bir Yüce oldu
ve adını Kara Su İblisi Xuan’a çevirdi. Boş Lafların Saygın Efendisini yedi
ve yaratığı seni bulması için gönderdi. Gerçek Toprak Ustasını hapsetti ve
katletti, ve onun adını aldı, cennetteki konumuna sahip oldu!!!”

Tam son kelimesini söylediği anda tüm bedeni aniden dondu.

Bir el, hiçbir uyarı vermeden omzuna vurmuştu.

• MXTX, Yazar Notu:

Yani Kara Su aslında çoktan ortaya çıkmıştı ve herkesin gözü önündeydi.

Rüzgar Ustası hiç gerçek Ming Yi ile tanışmadı; önündeki hep o kişiydi ve
aynısı sizler için de geçerli.

Bu kitaptaki bir numaralı aktör olduğu tescillendi!


Uzun, çok uzun bir zamandır kendimi tutuyordum ve şimdi harika
hissediyorum. Lütfen henüz okumayanlar için bu anı mahvetmeyin!!!
Forumlarda bu konuda ipucu veya spoiler vermeyin!

Sahiden okuma deneyimini etkiliyor!! Hiçbir anlamı kalmaz.


Mahvetmeyin! Mahvetmeyin!

Önemli şeyler üç kez söylenmelidir!!!

Çevirmen: Nynaeve

Not: Neden özel mesajlarda dahi vermekten çekindiğim bir spoiler


olduğunu umarım şimdi anlamışsınızdır. Kitabın en çarpıcı anlarından birisi
bence.

Bölüm 124: Kör Düğümü Çözmek, Su Ustası Ve İblis Xuan’ın Savaşı


Arkalarından Ming Yi’nin sesi duyuldu, “Kendi kendine ne
mırıldanıyorsun?”

Shi Qing Xuan’ın bedeni kaskatı kesildi, “Ben... ben... ben...”

Xie Lian cevap vermesine yardım etmek istedi fakat dilini kontrol
edemiyordu. Elinden hiçbir şey gelmiyordu. En çok güvendiği, değer
verdiği arkadaşının bunca zamandır yanı başında saklanan en korkulu
düşmanı olduğu ortaya çıkmıştı. Şimdi ise etrafta kimse kalmadığına göre
neler yapacağını kim bilebilirdi, kim korkmazdı ki?

Ming Yi aniden parmaklarını Shi Qing Xuan’ın omzuna gömdü ve acı


omzunda filizlenirken onu aşağı bastırdı.

Bir anda soluk beyaz bir el su birikintisinden fırlayarak Shi Qing Xuan’ın
boynuna atıldı.

Bir su hortlağı!
Beyaz el, Ming Yi’nin hareketi ile hedefini kaçırdı. Ardından avucuyla bir
patlama yarattı ve suyun içinden tiz çığlıklar duyuldu. Yaratık muhtemelen
bu patlama ile yok olmuştu. Shi Qing Xuan neredeyse düşerek yere oturdu,
Ming Yi onu yerden kaldırdı, “Kafanda bir sorun mu var senin, Kara Su
İblisinin İninde bulduğun birazcık suyla yüzünü yıkamaya çalışıyorsun?”

“...”

Shi Qing Xuan, yüzünü yıkayıp biraz sakinleşmek ve belki rahatlamak için
cesetlerin ve su hortlaklarının barındığı suyu kullanmıştı ve şu an iğreniyor
olmalıydı, ne var ki zihni böyle detayları fark etmek için fazla bulanıktı.
Yüzü ve saçlarından hâlâ sular damlıyordu, ıslak bir köpek gibi
sırılsıklamdı, perişan ve harap bir haldeydi. Sersemlemiş bir şekilde Ming
Yi’nin onu kaldırmasına izin verdi, ve sersemce onu takip etti.

Doğruyu söylemek gerekirse, iyice düşünüldüğü zaman bu ‘Ming-xiong’


hakkındaki her şeyden şüpheli kokular geliyordu.

O, Toprak Ustasıydı. Dolayısıyla yolda karşılaştıkları bütün Mesafe


Kısaltıcı Rünler onun tarafından çizilmişti. Bu onun uzmanlık alanı
olmalıydı, ne var ki rünlerin çiziminde sık sık hata yapılmıştı.

Dörtlü, Puji Mabedinden ayrılırken bilinmeyen bir sebepten ötürü Fu Gu


şehrine gönderilmişti ve bir sebepten dolayı Rüzgâr ve Su Ustalarının
ışınlanmasında sorunlar çıkmıştı. Bu senelerce kullanılıp onarılmanın
ardından işlevini yitiren rün ile mi alakalıydı? Sorunlara başka bir şey mi
sebep oluyordu?

Her şeyin arkasındaki bu kişi bu kadar güçlü müydü?

Neden bu kadar düşünmeye gerek olsundu ki? En basit cevap, her şeye
burnunu sokan bu kişinin Ming Yi olmasıydı!

Rüzgâr Ustasının, Boş Sözlerin Efendisi tarafından ilk alıkonuluşunda onun


izini kaybeden kişi Ming Yi idi; güçlerini kaybettiği zaman Rüzgâr
Efendisini bulan kişi de; Shi Qing Xuan’ın yanında olan ve bütün
korkularını avucunun içi gibi bilen de; ve Shi Qing Xuan’i kapıyı açması
için tehdit eden ‘Boş Sözlerin Efendisi’ne onun şifresini vermiş olabilecek
tek kişi de oydu.

Zamanında Rüzgâr ve Su Tapınağının levhasını da hissizce kendi elleriyle


kırmıştı. Bunu belki zorunluluktan yapmıştı, ya da belki buna başından beri
niyeti vardı.

Bir bahanenin ardına sığınarak düşmanının tapınağındaki levhayı kırmak ve


üstüne düşmanının minnettarlığına sahip olmak. Ne cüretkârca bir küstahlık
ama!

Bunun gibi küçük olaylar Xie Lian’ı kuşkulandırmamış değildi, ve o üç


soruyu sorarak durumu irdelemeye çalışmıştı da. Ancak böylesine akla
hayale sığmaz, böylesine küstahça bir şeyin

gerçekleşebileceği aklının ucundan bile geçmezdi; bir hayalet, bir cennet


mensubunun kılığına girmişti ve bunca zamandır aralarında saklanıyordu!

Gemileri Batıran Kara Su her zaman pasif mi olmuştu?

Yaşamını yıllarca başka bir kimlik altında sürdürmek, elbette pasif olmuştu.

Ming Yi’nin verdiği cevaplarda hiçbir kusur yoktu. Boş Sözlerin


Efendisi’ni benliğine katmış ve güçlerini ele geçirmişti, ona canının istediği
gibi emir verebilirdi. Bir Yüce Hayalet Kralı elbette çok daha güçlü
olmalıydı ve dolayısıyla bu özelliği istediği gibi etkisiz hâle getirebilirdi.
Eğer doğruyu söylemek istiyorsa doğruyu, karşısındakini kandırmak
istiyorsa yalan söyleyebilirdi.

Karşılaştıkları iskeletin Toprak Efendisinde olması gerektiği gibi maharetli


elleri ve ayakları vardı. Kara Su İblisinin İninde tapılmasının sebebi neydi
peki? Yapılması gerekiyordu. Sonuçta o bir cennet mensubuydu; eğer
mümkün olduğunca dikkatli bir biçimde ilgilenilmez ve umursamazca
gömülürse huzura eremezdi. O da elinden geleni yapmış ve bunun
olmaması için kendi salonunda da olsa resmiyeti tamamlamış ve ona
saygılarını sunmuştu.
Ne var ki Xie Lian’ın onun gerçek kimliğini tahmin etmesinin asıl sebebi
bu değildi.

Ming Yi’nin Su Efendisinin sorusuna aceleyle verdiği cevap, “Yolumda


durmadığı sürece kim olduğunun bir önemi yok,” idi fakat olayı asıl
tetikleyen şey bu soru değildi. Bundan sonraki sözcüklerdi. “Toprak
Efendisi,”! Çünkü o, gerçek Toprak Efendisiydi. Ve onun kimliğini çalan
kişi gözlerinin önünde duruyor, umursamazca yolu gösteriyordu.

Bazı zamanlarda ise ‘Ming Yi’ normalde yaptığının tam tersini yapar ve
şüpheleri kendi üzerinden çekecek şeyler söylerdi. Örneğin, bir keresinde
Hua Cheng’e, “Cennette gerçekten de bir ajanın var,”

demişti. Asıl ajan kendisi değil miydi? Hua Cheng’in böylesine ironik bir
cevap vermesinin sebebi de buydu, “Bunu zaten bilmiyor muydun?”
Söylemeye çalıştığı, “Niye rol yapıyorsun?” idi.

Ne var ki ‘ajan’ sözcüğü tam olarak doğru sayılmazdı. Buna daha çok iki
taraf arasındaki bir anlaşma, veya istihbarat alışverişi denmesi daha doğru
olurdu.

İki Hayalet Kral, ortak çıkarları olduğu için iş birliği yapmışlardı, böylece
iki taraf da kazançlı çıkacaktı.

Kara Su, Cennete sızarak orada olan büyük küçük bütün olayları
gözlemleyecek ve rapor edecekti.

Öteki Taraftan Hua Cheng, ona tapanların sayısını artırarak güçlenmesini


sağlayacaktı. Bunun haricinde bir konuda iş birliği yapıp yapmadıkları ise
meçhuldü.

Jun Wu’nun Toprak Ustasını Hayalet Şehrinde göreve göndermesi,


ejderhanın inini su basmasından farksızdı.

Toprak Ustası maskesinin altındayken bu zamana kadar gerçekleştirdiği iki


büyük hata vardı. Birincisi, Yükselen Ateş Ejderinin Büyüsü idi.
Bir taklitçi elbette böylesine anlamsız bir harekette bulunmazdı. Xie Lian
bunu yapanın kaçmayı başarmış olan gerçek Ming Yi olduğunu
düşünmüştü.

Kişinin kendisini tamamen farklı bir kişiymiş gibi göstererek cennete


sızması için olayları kimliğine büründüğü kişinin gözünden görebilen, onun
gibi düşünebilen birisi olması gerekiyordu. Bu sebeple kimliği çalınan
kişinin hayatta tutulması ve deneyim, yetenek, ruhsal aletin kullanılması
gibi küçük meselelerin yavaşça kazılarak çıkarılması gerekiyordu. Sahte
Ming Yi, gerçek olanı büyük ihtimalle Cennet Musibeti’ni geçtikten sonra
ama henüz cennetlere yükselmeden önce yakalamıştı. Çünkü eğer gerçek
Ming Yi cennetten birileriyle tanışmış olsaydı sahtekarın ortaya çıkması
işten bile olmazdı.

Bu olay bir kazaydı. Dolayısıyla Hua Cheng haberi alır almaz astına haber
vermiş ve sonuçlarla ilgilenmesini istemişti. Ne tesadüf ki bu haber Xie
Lian’ın kulağına da varmıştı, Jun Wu’nun Hayalet Şehri’nden kurtarma
görevi.

O zaman bu konu üstünde fazla kafa yormamıştı. Fakat operasyon olması


gerektiğinden daha başarılı geçmemiş miydi? Xie Lian gerçekten de Toprak
Ustasını zindanlardan kurtarmıştı fakat zindanların yerini tam olarak nasıl
bulmuştu ki?

Bütün bunun sebebi önce Hua Cheng’in iblis maskesi takan astının
bileğindeki lanetli zinciri görmesi, ardından ise Zevk Köşkünde onu takip
etmesi değil miydi?

Bir lanetli zincir küçük düşürülmüş olmanın sembolüydü ve sürgün edilmiş


cennet mensupları zincirlerini ne olursa olsun büyük bir özenle saklarlardı.
Öyleyse maskeli adam neden kendisininkini bu kadar açık bir şekilde
bileğinde taşıyordu? Bunun ‘umursamazlık’ haricinde tek bir açıklaması
olabilirdi ve bu da Xie Lian’ın dikkatini çekmekti. Böylece Xie Lian onu
takip edebilir ve tutsak olan Toprak Ustasını kurtarabilirdi. Sinyali gönderen
gerçek Ming Yi muhtemelen bu olayın hemen ardından öldürülmüştü.
Cesedi umursamazca yok edilemeyeceğinden fakat diğerlerinin onu
tanımasına da izin verilemeyeceğinden dolayı kemiklerine kadar
çözülmüştü.
İkinci kaza ise Shi Qing Xuan, Boş Sözlerin Efendisi tarafından korkutulup
Xie Lian’ın yardımını istediği zaman yaşanmıştı.

Hua Cheng’in Xie Lian’ı bu olaya bulaştırmak istemediği aşikardı ve bu


yüzden Ming Yi, “Buraya gelmek niyetinde değildim,” diye belirtmişti.
Basamaklı Şarap Terasında iken Hua Cheng’in ayrılma sebebi muhtemelen
Ming Yi’yi bulmak ve ona neler olduğunu sormaktı.

Xie Lian’ın bütün bunları ayrıntılarıyla beraber Shi Qing Xuan’a


açıklayacak zamanı yoktu, fakat Shi Qing Xuan geçen süre zarfında bu
detayları düşünmüş olmalıydı ki elbisesinin kollarının içinde kalan elleri tir
tir titriyordu.

İkili yan yana yürümeye devam etti, fakat Xie Lian’ın zihninde bir soru
işareti vardı, Shi Wu Du nereye gitmişti?

Ründen geçen ilk kişi Shi Wu Du, son kişi ise Ming Yi idi ve dolayısıyla
Shi Qing Xuan’ın önünden giderek Shi Wu Du’ya bir şey yapmış olmasına
imkân yoktu. Bu, üç ihtimalin varlığına işaret ediyordu: bir, Shi Wu Du
başka bir yere gönderilmişti; iki, Shi Wu Du’nun gönderildiği yerde onu
bekleyen birileri vardı ve çoktan o kişinin eline geçmişti; üç, Shi Wu Du
kendi iradesiyle ayrılmıştı.

Eğer birinci veya ikinci ihtimalden birisi söz konusuysa şu anki Ming
Yi’nin Shi Qing Xuan’ın önünde bu şekilde davranmasına gerek yoktu.
Buraya kadarki olayları çözen Xie Lian aniden Ming Yi’nin sesini duydu,
“Altın kolyen nerede?”

Shi Qing Xuan’ın bir anlığına afallaması Xie Lian’ı endişe ile doldurmuştu.
Shi Qing Xuan kendine gelip konuşmadan önce Ming Yi’nin aynısını birkaç
kez daha sorması gerekti, “Ha?”

Ming Yi sertçe konuştu, “Altın Uzun Ömür Kolyelerinizin senin ve abinin


altın özlerinden dövüldüğünü ve bir tarafın başına bir şey gelmesi halinde
diğer tarafın haberi olacağını sen söylememiş miydin?”

“...”
Shi Qing Xuan, Ming Yi’ye her şeyini söylemişti, yani bu ruhani aygıtının
nasıl çalıştığını da bildiği anlamına geliyordu. Bu da şu demekti, kolyeyi
kullanarak Shi Wu Du’nun nerede olduğunu bulacaktı!

“Ama... ama benim yaralarım iyileşti!” dedi Shi Qing Xuan.

“Bunu çözmek kolay.” Ming Yi soğukça konuştu. Ardından kolunu hafifçe


kaldırdı. Xie Lian hemen alarma geçti, Rüzgâr Efendisine zarar mı
verecekti??? Kendini savunmak istercesine gerildi, ne var ki Ming Yi diğer
kolundaki yarayı açmakla yetindi.

Kabuk tutmaya başlamış olan yara tekrar kanamaya başladı, “Kolyeyi bana
ver, ben takacağım.”

“...”

Bunu gören Xie Lian kendini etkilenmekten alıkoyamadı.

Eğer bu jestin arkasında yatan böylesine kötü bir niyet ve öldürme isteği
olmasaydı bu kişi gerçekten de dost olmaya layık bir kişi demekti!

Ne var ki Shi Qing Xuan adeta olduğu yere kök salmış, hareket etme
konusunda tereddüte düşmüştü.

Kolyeyi ona verdiği anda iki altın kolye birbirine seslenmeye başlayacaktı.
Shi Wu Du bunu fark eder etmez onu bulmaya gelecekti. Ming Yi kaşlarını
çattı, “Korkuyor musun, aptal?”

“...Hayır!” dedi Shi Qing Xuan, “Aslında, bu, bu kolye, sana söylememiş
miydim? sadece ben takarsam çalışıyor.”

Ming Yi şüpheci gözüküyordu, “Gerçekten mi?”

Shi Qing Xuan Uzun Ömür Kolyesini sıkıca kavrayarak başını salladı, “Bu
doğru!”

Ming Yi bir süre ona baktı fakat bu fikirden vazgeçmiş gibi gözüküyordu.
Ardından kolundaki yaraya baktı ama hiçbir şey söylemedi. Tam o sırada,
Shi Qing Xuan’ın boynundaki kolye titreşmeye başladı.
Shi Qing Xuan’ın bir anda rengi attı ve Ming Yi hızla tepki vererek
duraksamadan kolyenin işaret ettiği tarafa yöneldi.

Bunun anlamı Shi Wu Du’nun yaralandığıydı. Oysa az önce rüne girdiğinde


hiçbir sorun yoktu, onu ne incitmiş olabilirdi?

Xie Lian, Shi Qing Xuan’ın ne kadar endişeli olduğunu hissedebiliyordu.


Kara Su Gölündeki illüzyonda kapana kısılmışlardı ve adada onlar
haricinde tek bir kişi vardı. Pei Ming bir tabut inşa ediyor ve onların
dönüşünü bekliyordu. Shi Qing Xuan şu anda bir ölümlüydü, Shi Wu Du
yaralandıysa bile ne dünyadan ne de cennetten kimse seslerini duyamazdı,
nasıl kaçabilirlerdi ki?

Kısa bir süre sonra Shi Qing Xuan konuştu, “Ming... xiong, bence bu bir
tuzak. Gitmemek en iyisi olur!”

“Ne tuzağı?” diye sordu Ming Yi.

Shi Qing Xuan yüzsüzce yalan söyledi, “Abim nasıl yaralanmış olabilir ki?
Öbür uçta bizi bekleyen bir başkası olmalı.”

Ne var ki Ming Yi’nin gitmek için daha fazla gerekçesi vardı ve cevabı
daha rasyoneldi, “Yüce Hayalet Kralı’nın bölgesindeyiz. Su Ustası bir
şekilde kendisini koruyamamış olabilir. Ne olursa olsun, önce gidip bir
bakalım.”

Shi Qing Xuan gitmemek için başka bir bahane düşünemedi, ve Xie Lian’ın
da aklına daha fazlası gelmiyordu, bu yüzden ses çıkarmadı. Lakin her an
harekete geçmeye hazırdı.

İkili Uzun Ömür Kolyesinin titreşimlerini takip ederek gittikçe hedefe


yaklaşıyorlardı, ve çok geçmeden karnını tutarak yerde bir köşeye kıvrılmış,
acı çekiyor gibi gözüken Shi Wu Du’yu gördüler.

Shi Qing Xuan şaşkınlıkla bağırdı, “GE!” Ardından hemen arkasında Ming
Yi ile birlikte ona doğru koşmaya başladı. Fakat ona yaklaştığı an Shi Wu
Du yerden fırlayarak ona sarıldı ve manyak gibi gülmeye başladı. Kolları
tarafından sarılmış olan Shi Qing Xuan’ın aklı karışmıştı, işte tam o anda
adamın çarpık yüzünü gördü – bu Shi Wu Du değildi! Shi Wu Du’nun
kıyafetlerini giymiş ve kolyesini takmış olan bir kaçıktı!

Ağzını açıp konuşmaya dahi fırsat bulamadan hemen yanı başında duran
Ming Yi yere yıkıldı.

Göğsünün tam ortasında küçük bir top büyüklüğünde bir delik açılmış,
delikten taze kan akmaya başlamıştı. Beyazlar içindeki bir kişi, bir ağacın
tepesinden atladı, onu kavradı ve bağırdı, “KAÇ!”

Xie Lian dikkatlice baktı. Bu gerçek Shi Wu Du idi!

“GE?!” diye bağırdı Shi Qing Xuan.

Shi Wu Du kısık sesle gürledi, “Konuşma ve benimle gel! O iyi birisi


değil!”

Xie Lian neler olduğunu anında anlamıştı. Görünüşe göre Shi Wu Du da hiç
küçümsenecek birisi değildi. Işınlandığı yerin neresi olduğunu gördüğü
anda bir şeylerin yanlış gittiğini anlamıştı. Olayları Xie Lian’ın düşündüğü
kadar karmaşıkça ele almamıştı ve çok daha kurnazdı. Şüphelendiği ilk kişi
Ming Yi idi, dolayısıyla kendisini görünmez yaparak saklanmış, neler
olduğunu gölgeler arkasından izlemeye başlamıştı. Büyük olasılıkla Shi
Qing Xuan’dan farklı bir yere gönderilmiş olmalıydı, eğer aynı yere
gönderilmiş olsalardı onu da yanına alırdı ve birlikte saklanırlardı. Ming Yi
ve Shi Qing Xuan’ı bulduktan sonra kendisi gibi giydirmek için bir kaçık
bulmuş, kolyeyi boynuna takmış, bir patlama yaratarak yaralanmasını
sağlamış ve Ming Yi’nin dikkatini çekmişti. Bu gaddarca bir hamleydi,
özellikle Ming Yi’nin gerçekten suçlu olup olmadığı hakkında kesin bir
kanıtı olmamasına karşın direkt öldürmek niyetiyle saldırması!

Shi Qing Xuan kendisine hâkim olamayarak arkasına baktı, ve baktığında


kalbinin ortasına delik açılmış olan Ming Yi’nin biraz uzandıktan sonra
kalkıp oturduğunu, başını eğerek kanlı deliğe baktığını ve ardından ayağa
dikildiğini gördü. Xie Lian, Shi Qing Xuan’ın kanının donduğunu
hissedebiliyordu.
Cennet mensupları söz konusu olduğunda bile kim böyle bir darbe aldıktan
sonra kolayca ayağa kalkabilirdi ki? Karşılarındaki insan olmayan bir varlık
olmalıydı!

İki kardeş hızla koşmaya başladıktan kısa bir süre sonra Xie Lian’ın
sırtındaki tüyler diken diken oldu ve bağırdı, “DİKKAT ET!”

Su Ustasını ittirdi ve o anda havayı delen bir ıslık sesi duyuldu. Xie Lian
bunu yapmış olmasaydı Su Efendisi kafasını çoktan kaybetmiş olacaktı.

Bu suyun yansımasındaki o görünmez yaratıklardandı!

Shi Wu Du küfretti. Su Yelpazesini açtı ve salladı. Yelpazenin yüzeyinden


çıkan ince ve uzun sudan oklar etraflarını sararak koruyucu bir bariyer
oluşturdu. Artık o görünmez yaratıklar onlara zarar veremezdi. İkili
kaçmaya devam etti fakat Shi Qing Xuan kendisine hâkim olamayıp bir kez
daha arkasına baktı. Bu sefer bütün tüylerinin diken diken olduğunu
hissedebiliyordu, “O... o bize yetişiyor!”

Gerçekten de Ming Yi sadece altı metre kadar arkalarındaydı ve yavaşça


onlara doğru yürüyordu.

Adımları her ne kadar yavaş gözükse de aralarındaki mesafe hızla


kapanıyordu. Birkaç adım daha atarsa cübbelerine dokunabilecekmiş gibi
görünüyordu.

Shi Wu Du asla arkasına bakmadan yelpazesini salladı ve yelpazenin


yüzeyinden yirmi otuz kadar ejderha şeklinde su okları fırladı. Sudan
yapılmış olmalarına karşın adeta çelikten birer kılıç gibi havayı deldiler. Bir
kez daha salladı ve sayıları ikiye katlandı. Yelpazesini birkaç kez sallayarak
yüzlerce su okunu Ming Yi’ye doğru gönderdi. Yanış bir harekette
bulunduğu anda vücudu oklar tarafından delik deşik edilecekti. Ne var ki
Ming Yi su oklarından birisini sanki bir halatı yakalarmış gibi çıplak
elleriyle yakaladı ve yelpazeyi Shi Wu Du’nun ellerinden fırlattı!

Yelpaze elini bıraktığı anda havada çılgınca dans eden sudan ejderhalar
işlevsiz damlalara dönüştü ve tepelerinden yağmaya başladı. Shi Wu Du bir
anda durdu ve inanamayarak ellerine baktı. Bu yüzlerce yıl içerisinde ilk
kez birisinin yelpazesini elinden almayı becerişiydi. Artık kaçamayacağını
biliyordu ve arkasına baktı. Ming Yi, kendinden emin adımlarla onlara
doğru yürüyordu.

Baştan aşağı bir dönüşüm geçiriyordu. Attığı her adımda başka bir şey
değişti. Halihazırda bütün kanı çekilmiş gibi duran yüzü daha da soluklaştı,
Hua Cheng ile aynı neredeyse saydam renge büründü.

Alnının hatları daha da sivrileşti, kaşları kalınlaştı ve bu yüzünü doğal


olarak daha kasvetli gösterdi. Bir zamanlar tek renk olan cübbesinin
dikişlerinde ince ipliklerden dokunmuş gümüş dalga desenleri sessizce
büyümeye başladı. Su ve Rüzgâr Ustalarının önüne geldiğinde ise yüzü
neredeyse aynıydı, fakat tamamen bir başkası hâline gelmişti.

Toprak Ustası bir savaş tanrısı değildi ve dolayısıyla dövüş sanatlarıyla


fazla arası yoktu, ruhani gücü de ortalama bir seviyede olmalıydı. Ne var ki
önlerinde duran kişi bir başkasıydı.

“Sen kimsin böyle?” Shi Wu Du temkinli bir sesle sordu.

Ming Yi bu soruyu komik bulmuşa benziyordu ve gözlerini kıstı, “Benim


bölgemdesin ve buna rağmen kim olduğumu sorma gereği mi duyuyorsun?”

“...Kara Su İblisi Xuan?” Shi Wu Du mırıldandı.

Ming Yi, Shi Qing Xuan’a doğru baktı fakat Shi Qing Xuan hiçbir tepki
vermedi. Shi Wu Du devam etti,

“Toprak Ustası başından beri sen miydin? Ya da...” olup biteni yavaşça
anlarken gözlerini kaçırdı,

“Anlıyorum.”

Ne var ki anladığı şey Kara Su İblisinin yalnızca Cennetlere sızmış


olduğuydu. Shi Wu Du konuştu, “Sen ve ben bunca zaman kendi işimize
baktık; kendi bölgelerimizi yönettik. Senin bölgene karışmak gibi bir
niyetim hiç olmadı, öyleyse neden ikimiz de geri adım atmıyoruz?”
“Su Tiranı,” Ming Yi konuştu, “Senin bile acımasız olmaya cüret
edemediğin zamanlar varmış demek ha?”

Shi Wu Du’nun gururlu bir mizacı vardı ve bunu duyduktan sonra yüzünde
bir memnuniyetsizlik belirdi. Fakat bir başkasının çatısının altında oldukları
ve daha da önemlisi, kardeşi yanında olduğu için başını eğmek zorunda
kaldı. Yine de geri çekilmeye niyeti yoktu, “Eğer bu kadar yanlış bir yer ve
zamanda olmasaydık, senden korkmuyor olurdum.”

Ming Yi bir adım daha attı ve ürpertici bir tonla konuştu, “Shi Wu Du,
yüzüme bak. Kim olduğumu biliyor musun?”

Shi Wu Du kaşlarını çatarak onu izledi. Toprak Efendisinin yüzünü


defalarca görmüştü, bu yüzden ne demek istediğini anlamadı. “Kim
olduğunu mu söylememi istiyorsun?” biraz durakladıktan sonra karşısındaki
kişinin kimliğinin açık edilmesini istemediği kanısına vardı, “Kim olduğun
umurumda değil. Su Ustası isminin üzerine yemin ederim ki ben ve
kardeşime karışmadığın sürece yaptığın hiçbir şey...”

Henüz cümlesini bitiremeden Ming Yi, buz gibi soğuk bir ifadeyle sözünü
kesti, “Asiller gerçekten de unutkan. Su Tiranı, benimkini bulmadan önce
kaç tane ölümlünün adına, kaç tanesinin doğum tarihine göz gezdirdin? Ne
yani, aradan sadece birkaç yüzyıl geçmesine rağmen neye benzediğimi
unuttun mu yoksa?”

Bu sözlerden sonra Shi Wu Du’nun yüzü seğirmeye başladı.

‘Hayalet görmüş gibi’, sadece ölümlülerin yüzünde beliren bu ifade


ömründe ilk kez yavaşça yüzüne oturdu. Shi Wu Du’nun göz bebekleri bir
nokta gibi oluncaya kadar küçüldü ve ağzından şu sözler döküldü, “Hâlâ
hayatta mısın?!”

“Ölüyüm!” He Xuan soğukça konuştu.

Ardından elini kaldırdı, parmaklarını birbirine bastırdı ve avucunu salladı.


Xie Lian başında keskin bir acı hissetti, görünüşe göre Shi Qing Xuan, He
Xuan’ın ruhani gücünden etkilenmiş ve bayılmıştı.
Bir süre sonra Xie Lian’ın bilinci de Shi Qing Xuan’ınki ile birlikte geri
geldi. Gözleri açılmadan önce bir şeyin vücuduna süründüğünü hissetti.

Gözlerini yavaşça açtığında, hissettiği şeylerin birkaç pis ve saçla kaplı kafa
olduğunu gördü. O

kaçıklardan oluşan bir grup etrafını sarmış, çatlak gülüşleri ile yüzüne
bakıyor ve pis ellerini bütün vücudunda gezdiriyordu. Xie Lian kendisini
sakinleştirebildi çünkü bunun hayatını tehdit eden bir durum olmadığının
farkına varması uzun sürmedi. Kaçıklar biraz pasaklı ve ürkünçtü, ama bir
tehdit

oluşturmuyorlardı. Öteki taraftan Shi Qing Xuan buz kesilmiş, anında onları
kendisinden uzaklaştırmaya yeltenmişti. Fakat bu hareketini demir
zincirlerin çınlaması ile el ve ayak bileklerindeki soğukluk takip etti.
Uzuvlarını hareket ettiremiyordu. Demir zincirler ve bir kalas ile duvara
kelepçelenmiş, kolları başının yukarısına sabitlenmişti.

Yerlere ve tavana bakılacak olursa Kara Su İblisinin İninde olmalıydılar.


Xie Lian, Shi Qing Xuan’ın hissettiği her şeyi hissedebiliyordu ve o an
başında keskin bir acı vardı. Xie Lian konuşmak için ağzını açtı, “Rüzgâr
Ustası, sakin ol, bunun gibi kelepçelerden nasıl kurtulabileceğimizi
biliyorum...” fakat sesi çıkmıyordu!

Şaşkınlığa uğrayan Xie Lian durumunu analiz etmeye çalıştı. Ruhsal


güçlerinin büyük bir kısmı bitmişti ve Shi Qing Xuan’ın vücudunda
kalmaya devam edecek kadar gücü olsa bile onu kontrol etmek için fazla
güçsüzdü. Hua Cheng’den ödünç aldığı güçler tükenmiş miydi?

İmkânı yoktu. Ruh Değiştirme Büyüsünün tam olarak ne kadar enerji


harcadığını biliyordu. Hua Cheng’in ödünç verdiği güçlerin buna
yetmemesinin imkânı yoktu. Buna rağmen gücünün hızla azaldığını
hissedebiliyordu. Endişeleniyordu. O sırada, kulak tırmalayan bir ses ona
seslendi, “Qing Xuan!”

Shi Qing Xuan’ın gözleri sulanmıştı, sesin geldiği yöne baktığında


kendisine seslenenin Shi Wu Du olduğunu gördü.
Demir zincirlerle bağlanmamıştı, fakat beyaz cübbesi pislik içinde kalmıştı.
Yerde diz çöküyordu, Shi Qing Xuan’ın ayıldığını görünce yüzünde hoşnut
bir ifade belirdi. Yanına gitmek istedi fakat bitişiğindeki kişi tarafından bir
kez daha yere tekmelenerek zorla dizleri üstüne çöktü. Bu adam gövdesinin
iki kenarında sıkılmış yumrukları, soğuk ve melun ifadesi ve tüyleri diken
diken eden soluk yüzü ile Kara Su İblisi Xuan veya daha doğrusu, He Xuan
idi.

Arkasında kutsal bir sunak, üzerinde dört adet obsidyen vazo duruyordu.
Paramparça edilmiş iki yelpaze yere atılmıştı – bunlar Su ve Rüzgâr
Ustalarının yelpazeleriydi.

Baba, anne, kız kardeş, nişanlı.

“Diz çök.” dedi He Xuan.

Shi Wu Du’nun gözleri Shi Qing Xuan üzerinde sabitlenmişti ve


dudaklarından bir cevap döküldü,

“Tamam.”

Ardından gerçekten de dizlerinin üstüne çöktü ve vazoların önünde dong,


dong, dong, on defadan fazla secdeye kapandı. Ardından biraz diklenmeye
yeltendiğinde He Xuan kafasını ayağıyla bir kez daha yere bastırdı ve
konuştu, “Ayağa kalkmana izin verdim mi?”

Shi Wu Du’nun başı yere çarptı ve bütün yaralarından kanamaya başladı.


Dişlerini gıcırdattı, “...Hayır.”

Bir zamanlar kimseye boyun eğmeyen gururlu büyük kardeş, şimdi birisinin
ayakları altında çiğneniyordu. Shi Qing Xuan, onun yaptığı şeylerin bundan
kat be kat fazla cezayı hak ettiğinin farkındaydı fakat yine de onu bu şekilde
görmeye dayanamıyordu. “Ge...”

Sesini duyan He Xuan’ın ürpertici gözleri ona çevrildi. Başını kaldıramıyor


da olsa Shi Wu Du, bu korkak ve titrek sesin kendilerine yardımcı
olmayacağını biliyordu ve bağırdı, “SEN SESSİZ OL!”
Bir süre ölçüp tarttıktan sonra He Xuan, ayağını kafasından kaldırdı. Shi
Wu Du korkuyla dolmuştu fakat ayağa kalkamadan inledi, “Qing Xuan!”

He Xuan baygın adımlarla yaklaştı. Kaçık adamlar ondan ölesiye


korkuyorlardı ve anında dört bir yana dağıldılar. Fakat yine de gözlerini
arada bir Shi Qing Xuan’a çeviriyorlardı. Shi Qing Xuan duvara
zincirlenmişti, bir zamanlar tanıdıktan da öte olan bu yabancı yüzün
kendisine adım adım yaklaşışını izledi.

He Xuan önünde çömeldi, duraksadı, ardından sordu, “Boş Sözlerin


Saygıdeğer Efendisi korkunç mu?”

Sesi soğuk ve ruhsuzdu, fakat Shi Qing Xuan’ın gözlerinde canlılık belirtisi
yoktu, dudakları titriyor ve konuşamıyordu.

Boş Sözlerin Efendisi korkunçtu; ne var ki onu bünyesine katmış önündeki


bu kişi, gençlik yıllarının kabusundan on kat, yüz kat daha dehşet vericiydi.
Fakat bu korku, uzun zaman önce çoktan yüzleşmiş

olması gereken bir korkuydu.

“He Xuan,” Shi Wu Du konuştu, “Bir adam yaptıklarının bedelini kendisi


ödemelidir. Onun kötü kaderini seni kullanarak engellemek benim fikrimdi.
Kardeşimin bununla hiçbir alakası yok.”

He Xuan alayla gülümsedi, “Alakası yok?”

Gözlerini kırpmadan Shi Qing Xuan’a baktı ve her kelimeyi tane tane
vurgulayarak konuştu, “Kardeşin; sıradan, alelade bir insan, bir şekilde tanrı
olmak için gereken yeteneği elde etti. Benim kaderimden çalınmış sonsuz
görkemi, benim alınyazımdan elde ettiği zenginlikler... Ve bunun onunla
alakası olmadığını mı söylüyorsun?”

Her bir sözcük, kalbine saplanan bir hançer gibiydi. Bu sözler özellikle Shi
Qing Xuan’ın duyması için söylenmişti ve Shi Qing Xuan her ne kadar her
şeyi biliyor da olsa yine de başını eğdi, bir daha asla kaldıramayacakmış
gibi hissediyordu. Shi Wu Du sahte bir sakinlikle konuşmaya devam etti,
“Bunca zaman... yanında olduğun için, seni kandırmadığımı biliyor olman
gerekir. O sır saklayabilecek birisi değildir. Bunun hakkında gerçekten
hiçbir şey bilmiyordu!”

He Xuan sıktığı dişlerinin arasından bağırdı, “İŞTE TAM OLARAK BU


YÜZDEN AŞAĞILIĞIN TEKİ! HİÇBİR

ŞEYİ BİLMEMEYE NEREDEN HAKKI VAR?!”

Shi Qing Xuan başını biraz daha eğdi.

Göğe ulaşmak için başkasının kanını emip, kemiklerini çiğneyip, buna


karşın huzurlu olmaya; bütün ayrıcalıklardan hiçbir vicdan azabı çekmeden
tatmaya nereden hakkı vardı?

He Xuan ekledi, “O zaman bilmiyordu, peki ya şimdi?!”

Shi Qing Xuan gözlerini yerden kaldırdı ve titrek bir sesle konuşu, “Ming-
xiong, ben...”

“KAPA ÇENENİ!” He Xuan bağırdı.

Yüzünde neredeyse vahşi denebilecek bir ifade vardı. Shi Qing Xuan bunu
gördüğünde bütün tüyleri diken diken oldu ve sustu. He Xuan arkasını
döndü ve bir ileri bir geri yürümeye başladı, “Sana birçok şans tanıdım!”

Shi Qing Xuan gözlerini kapadı ve yumruklarını sıktı. Fu Gu şehrindeki


fazlasıyla öfkeli “Peki! Öyle olsun!” sözleri ve Ming Yi’nin Shi Qing
Xuan’ın önünü keserek Pei Ming ile Doğu Denizine gitmeyi engelleyişi Xie
Lian’ın aklında belirdi.

Fakat Shi Qing Xuan her seferinde Shi Wu Du’ya yardım etmeyi seçmişti.

Fısıldadı, “...Özür dilerim.”

He Xuan durdu ve konuştu, “Özrünün bana ne yararı var?”

Dört vazo sıra halinde Shi Qing Xuan’ın önüne dizilmiş, adeta kuş tüyü
ağırlığındaki özrüyle dalga geçer gibi duruyorlardı, kalbine ıstırabın
saplanmasına, bütün iç organlarının ağrımasına neden oluyorlar ve
söylediği her şey faydasız gibi hissettiriyorlardı. Shi Qing Xuan yalvardı,
“...nafile olduğunu biliyorum, ama ben...”

He Xuan soğukça konuştu, “Ama sen ne? Nafile olduğunu biliyorsun ama
buna rağmen samimiyetinle beni etkileyebileceğini ve benim bu kinden
kurtulup bu nefreti arkamda bırakacağımı mı düşünüyorsun?”

Shi Qing Xuan aceleyle konuştu, “HAYIR! Hayır! Kastettiğim bu değildi!


Sadece... sadece, ben, ben, ben seni haksızlığa uğrattığım için çok özür
dilerim. Gerçekten. Ming... He... Genç Efendi He. Hem abimin hem de
benim yanlış yaptığımızı biliyorum. Ve şimdiden sonra geri dönüşün
olmadığını da, yani...”

He Xuan dikkatle dinliyordu, “Yani?”

Ne var ki o an söyleyebileceği her şey acınası ve zayıf sözlerden başka bir


şey değildi. Shi Qing Xuan çaresizce bir şeyler söylemeye çalıştı, ama
sözcükler bir türlü dilinden dökülmüyordu.

He Xuan’ın sesi buz gibiydi, “Hadi, konuş. Neden durdun? Günahların için
ölmeye razı mısın?”

Shi Qing Xuan afallamıştı. Shi Wu Du daha fazla dinleyemedi ve bağırdı,


“HE XUAN! Suçlu benim, suçlu Boş Sözlerin Efendisi. Qing Xuan ölmeyi
hak edecek bir şey yapmadı, sen...”

“Ve benim ailemden kim, ne yapmıştı?” He Xuan karşılık verdi, “Ailemden


kim ölmeyi hak etmişti?”

Shi Wu Du’nun boğazı düğümlendi. He Xuan devam etti, “Hadi. Söyle


bana. Razı mısın?”

“...Razıyım.” Shi Qing Xuan fısıldadı.

Bunu duyan He Xuan alayla güldü. Shi Qing Xuan’ın başı eğik olduğu için
Xie Lian ifadesini göremiyordu, ancak görse bile şu an ne hissettiğini
çıkarabileceğini zannetmiyordu.
Ardından He Xuan yumrukları iki tarafında sıkılı bir şekilde oradan
uzaklaştı. Kaçıklardan oluşan grup onun uzaklaşmasını fırsat bilerek yine
Shi Qing Xuan’ın etrafında toplandılar. Kollarına ve bacaklarına sarılıyor,
saçlarını çekiyor, boynuna asılıyorlardı. Gözlerinde sanki onu yemek
istiyorlarmışçasına delice birer pırıltı vardı. Xie Lian her ne kadar daha
önce defalarca evsiz insanların arasında yaşamış

olsa da kanının donduğunu hissetti ve merak etmekten kendini alıkoyamadı,


“Kim bu insanlar böyle?

İblis Xuan neden böyle insanları bir araya topladı?”

Ne var ki Shi Qing Xuan ses çıkarmaya korkuyor, kaçıkların kendisini bir o
tarafa bir bu tarafa çekiştirmesine sessizce izin veriyordu. He Xuan olanları
bir süre soğuk gözlerle izledi, ardından konuştu, “Bu insanların kim
olduğunu biliyor musun?”

Çürümekte olan çubuk gibi incecik birkaç parmak Shi Qing Xuan’ın
yüzünü tırnaklıyor ve eller vücudunda geziniyordu. Fakat o nefes almaya
dahi cüret edemiyordu. Dolayısıyla bu insanların kim olduğunu düşünecek
halde değildi. Başını salladı. He Xuan cevapladı, “Kötü kaderler, sefil
talihler, yaratıklardan bile alçakça hayatlar. İnsanı delirtebilecek cinsten
alınyazıları.”

“...”

Büyük bir korku Xie Lian’ın kalbini pençeleri içine aldı, He Xuan’ın ne
yapmak istediğini aşağı yukarı kestirebiliyordu. Shi Wu Du da anında
anlamıştı, gözleri sonuna kadar açıldı, “...SEN?!”

He Xuan, Shi Wu Du ve Shi Qing Xuan’ın arasında durdu ve soğukça


konuştu, “Şimdi, iki seçenek veriyorum.”

Önce parmağını Shi Wu Du’ya doğrulttu, “Birinci seçenek. Sen, bu


kalabalığın arasından kaderini kardeşinin kaderi ile değiştirmek için birisini
seç. Ardından geri kalan yaşamını bir ölümlü gibi insanların arasında
gizlenerek sürdür.”
Shi Wu Du’nun gözleri kan çanağına dönmüştü, omuzları sarsılmaya
başladı. He Xuan devam etti,

“Kader değiştirmekten bu kadar hoşlandığına göre bu işte oldukça yetenekli


olmalısın. Nasıl yapılacağını öğretmeme gerek yok.”

Her ne kadar Shi Qing Xuan’ın orijinal kaderi onu bir tanrı yapacak
seviyede olmasa bile hayatını huzur içinde yaşamasını sağlayacak kadar
iyiydi. Bu kaçıklara bakıldığında açıkça belliydi ki ya bir hastalık, ya
delilik, ya da başka bir şey yüzünden geri dönüşü olmayan hallere
düşmüşlerdi. Eğer Shi Qing Xuan’ın kaderi onlardan birisi ile değiştirilecek
olursa o da aynı durumlara düşmez miydi? Bir adamı delirtebilecek
kaderler, sonsuza kadar ıstırap içinde kıvranmasına neden olmaz mıydı?

Shi Wu Du’nun bu seferki musibeti geçemediği aşikardı ve bu yaptıkları


ortaya çıktıktan sonra cennete kalmaya devam edebilmesinin imkânı yoktu.
Sürgün edildikten sonra Shi Qing Xuan’a yardım edemezdi. Bütün güçlerini
kaybetmiş bir ölümlü ve kaderlerin en kötüsüyle baş başa kalmış acınası bir
adam, hayatlarını nasıl sürdürebilirlerdi ki?

Shi Wu Du nefes verdi ve dişlerini gıcırdattı, “Ve ikinci seçenek?”

He Xuan devam etti, “İkinci seçenek. Sen.”

Bu sefer işaret ettiği kişi Shi Qing Xuan idi.

Her bir sözcüğü vurgulayarak konuştu, “Kaderine el sürmeyeceğim. Ama,


tam burada, benim için kardeşinin kafasını keseceksin.”

ÇAT! Yere paslı bir kılıç attı. Shi Qing Xuan kılıca baktı, gözleri sonuna
kadar açılmıştı. He Xuan devam etti, “Ardından gözümün önünden kaybol,
ve ben de sen hiç var olmamışsın gibi davranayım.”

Bir nefret, o kadar derin ki, yüzlerce yıl iliklerine kadar işlemiş...
Gözlerinde yanan o hararetli, o deli ateşi gören herkes blöf yapmadığını
anlardı. Kısa bir sessizlikten sonra Shi Wu Du konuştu, “...Ben kendim
bitireceğim. Kendim yapmama izin ver.”
“Benimle pazarlık yapacak konumda değilsin,” dedi He Xuan.

Shi Wu Du, Shi Qing Xuan’a baktı ve acınası bir biçimde mırıldandı, “Bu
istediğin şey...”

Öteki taraftan Shi Qing Xuan, onun kadar ümitsiz değildi ve aceleyle
konuştu, “Ge! Ge! Hadi, hadi ilk seçeneği seçelim. Birincisini.”

Bir süre sonra Shi Wu Du sakinleşti, “Hayır. İkinciyi seçiyorum.”

“...” Shi Qing Xuan neye uğradığını şaşırmıştı, “Neden ikinci seçenek?
İkimiz de hayatta kalamaz mıyız? Ge, ben yapamam, gerçekten yapamam.”

Shi Wu Du öfkeyle gürledi, “SESSİZ! Anlamıyor musun? Benim elimdeki


her şeyi kaybetmem ve senin pis bir yaratığa dönüşmeni izlemem, bunu
yapabilir miyim zannediyorsun? Neden şimdi gidip aklımı kaybederek
ölmüyorum öyleyse!”

“Ge!” Shi Qing Xuan konuştu, “Önemli değil... yaşamak yine de ölümden
iyidir. Ayrıca, gerçekten, eğer düşünecek olursan, biz... biz yüzyıllarca
yaşamadık mı? Artık... artık...” Shi Qing Xuan konuştukça geçmiş birkaç
yüzyılı ne gibi bolluklar ve lüks içinde yaşadığını hatırladı. Kendisinden o
kadar utanıyordu ki, konuşmaya devam edemedi.

He Xuan hâlâ aynı soğuk ifade ile onları izliyordu. Shi Wu Du sonunda
emekleyerek ayağa kalktı ve pastan benek benek olmuş kılıcı eline alarak
duvara doğru topalladı. Küçük kardeşinin omzunu kavradı ve konuştu,
“Hadi!” ardından sertçe fısıldadı, “...General Pei’i bul. Seninle ilgilenmesini
rica et.”

Kılıç korkunç biçimde ağır ve pasla kaplıydı, adam öldürmek bir yana, bu
kılıcı kullanarak basit bir tavuğu kesmek bile zor olurdu. Eğer bu kılıç
birilerinin kafasını kesmek için kullanılacak olursa hem cellat, hem de
mahkum büyük acılar yaşardı. Shi Qing Xuan o kadar dehşete düşmüştü ki
kılıcı elinde tutamadı ve yere düşürdü. “Boş ver, ge, boş ver! Bunu bana
kendin söylememiş miydin? Bu dünyada
herkes kendi başının çaresine kendi bakar, neden kimse benimle ilgilensin
ki? bunca zaman birbirimizle biz ilgilenmedik mi? Lütfen bu şeyi bana
verme, BU ŞEYİ BANA VERME!”

Shi Wu Du bağırdı, “QİNG XUAN! Çocukça davranma!”

Ardından yüzüne acı bir gülümseme yerleşti, “...Senin abinin adı Su Tiranı,
bunu biliyorsun. Bunca yıl dalgalar arasında savaş verdim, yerden
cennetlere kadar binlerce, belki de daha fazla düşman edindim. Ben
ölürsem her şey daha kolay olur. Ben ölürsem sana hiçbir şey olmaz. Eğer
ben ölmezsem ama hayatım dışında her şeyi kaybedersem, işte bu ölümden
daha kötü bir kader olur. Eğer Su Ustası olmazsam sana bakamam. Kendimi
bile koruyamam. Birkaç gün bile dayanabilir miyiz...

bilmiyorum... AL BUNU!”

Shi Qing Xuan dehşetten hıçkıra hıçkıra ağlıyor, gözyaşlarını kontrol


edemiyordu, “HAYIR! YAPAMAM

YAPAMAM YAPAMAM, GE, GERÇEKTEN YAPAMAM! BENİ


ZORLAMA! BANA VERME! YARDIM EDİN, YARDIM EDİN,
YARDIM EDİN!!!”

Shi Qing Xuan, sesi kısılana kadar bütün varlığıyla bağırmaya, yardım
istemeye devam etti. Shi Wu Du atıldı, “HER ŞEY YOLUNDA! Korkma,
Qing Xuan, bu kader değiştirmek ya da bütün güçlerinden arınmak kadar
acıtmayacak...”

He Xuan’ın sabrı tükenmişti, “Sessizlik! İğrenç sevgi gösterinize yeterince


katlandım. Gözlerinizi açın ve nerede olduğunuza bakın. Kimse
duygulanmayacak.”

Beklenmedik bir şekilde, ağız dolusu kan kustuktan sonra Shi Wu Du ayağa
fırladı ve Shi Qing Xuan’ın boynunu kavradı. Xie Lian afallamıştı, kanın
beynine hücum ettiğini ve nefesinin kesildiğini hissetti.

Shi Qing Xuan güçlükle soludu, “...Ge?”


Shi Wu Du kanla kaplı dişlerini gıcırdattı, “Qing Xuan! Seni bu şekilde
yalnız bırakamam! Eğer ben ölürsem senin bu dünyada hayatta kalabilmene
imkân yok, o yüzden sen de benimle geliyorsun!”

Ardından Shi Qing Xuan’ın boynunu çevreleyen ellerine güç verdi ve sıkıca
kavradı. Shi Qing Xuan’ın gözleri kararıyor ve boğazından acı iniltiler
yükseliyordu. Xie Lian sarsılmıştı, Su Ustası gerçekten de Rüzgâr Ustasını
öldürünceye kadar boğacak mıydı?!

Saniyeler sonra boğazındaki basınç bir anda ortadan kayboldu; temiz hava
ciğerlerini doldurdu ve Shi Qing Xuan deli gibi öksürmeye başladı. Ne var
ki yanında duran kişi, Shi Wu Du’nun Shi Qing Xuan’ın boynundan iki
kolunu da dirseğinden koparan He Xuan’dı. “Üçüncü bir seçenek verdim
mi?”

İki kolu da bedeninden ayrılmış olan Shi Wu Du’dan bir çeşme gibi kanlar
saçılıyordu, fakat seslice kahkaha atmaya başladı. He Xuan elindeki iki
kolu çöp atarcasına yere fırlattı, “Neye gülüyorsun?”

Shi Wu Du cübbesinin kana bulanmış kollarını sallayarak konuştu, “Sana


gülüyorum! Eline koz geçtiğini düşünüyor olmana düşünüyorum! Bunca yıl
acı çektikten sonra sonunda intikam aldığını mı düşünüyorsun? İyi
hissettiriyor mu?”

“Seni böyle paramparça görmek, gerçekten de iyi hissettiriyor.” Dedi He


Xuan.

“Öyle mi?” dedi Shi Wu Du, “Öyleyse şunu söylememe izin ver, ben de iyi
hissediyorum!”

Kan fışkıran kollarıyla He Xuan’ın yakasını çekiştirdi, “Çünkü öfkeyle dolu


olan seni görüyorum, ıstırapla dolu olan, nefretle dolu olan, ama buna
rağmen elinden aileni geri getirmek gelmiyor!

Gölgelerdeki bir çukurun dibindeki acınası bir hayaletten başka bir şey
değilsin. İSTEDİĞİN KADAR
ÖFKELEN, GERİ GELMEYECEKLER! Ama ben, ben ve kardeşim,
uzunca yaşadık, asırlarımızı cennette geçirdik, şu andan sonra bunları
kaybetse de, hayatını kaybetse de, o kazandı! KAZANAN HÂLÂ

BENİM! O YÜZDEN SENDEN BİLE İYİ HİSSEDİYORUM!


HAHAHAHAHAHAHAHAHA...”

Bu sözleri dinledikçe He Xuan’ın yüzü gittikçe daha da düştü ve ardından


odadaki hava aniden soğudu. Shi Qing Xuan benliğinin derinliklerine kadar
dehşete düşmüştü ve kısık bir sesle konuştu,

“...Ge, konuşmayı bırak. Konuşmayı lütfen bırakır mısın? Ge, aman tanrım.
Neler söylüyorsun? Ne saçmalıyorsun...”

He Xuan elini kaldırarak Shi Wu Du’nun boynunu kavradı, “HİÇ VİCDAN


AZABI ÇEKMİYOR MUSUN!”

Shi Wu Du vahşice güldü, “Vicdan azabı? HAH! NE ŞAKA AMA! Ve


karşımdakinin Yüce Hayalet Kral, Gemileri Batıran Kara Su olduğunu
düşünmek! VİCDAN AZABI HAKKINDA MI KONUŞMAK

İSTİYORSUN? ÖYLEYSE SÖYLEMEME İZİN VER, ÖYLE BİR ŞEY


YOK!”

Shi Qing Xuan inledi ve Shi Wu Du başını dik tutarak konuşmaya devam
etti, “BUGÜN SAHİP

OLDUĞUM HER ŞEY, HEPSİ İÇİN KENDİM MÜCADELE ETTİM!


SAHİP OLMADIĞIM ŞEYLER İÇİN

MÜCADELE EDERİM! SAHİP OLMADIĞIM KADERİ KENDİ


ELLERİMLE DEĞİŞTİRİRİM! KADERİME

CENNETLER DEĞİL, BEN KARAR VERİRİM!”

Bu, Xie Lian’ın bu sözü bu şekilde ilk duyuşuydu, kendisini dehşete


düşmekten alıkoyamadı. He Xuan, sanki Shi Wu Du’nun yaptığı yanlışları
inatla kabul etmeyişi gözlerini yeni bir dünyaya açmışçasına gülmeye
başladı. İfadesi gittikçe daha da ürpertici bir hal aldı, Shi Qing Xuan
paramparça olmuştu,

“Gege, yalvarıyorum, yalvarıyorum konuşmayı kes, lütfen kapa çeneni.


Yardım...”

Ne var ki Shi Wu Du’nun küstahlığının sınırı yoktu, “Qing Xuan, gege


önden gidecek. Seni aşağıda bekliyor olacağım. Hahahahaha...”

Cümlesi henüz bitmeden He Xuan elini başının üstüne koydu ve


saçlarından kavradı. Shi Qing Xuan’ın ruhu bedenini terk etmek üzereydi,
demir zincirler deli gibi duvara çarparak yankılandı, “MINGXIONG!
MING XIONG! ÖZÜR DİLERİM, ÖZÜR DİLERİM ÖZÜR DİLERİM
ÖZÜR DİLERİM ÖZÜR DİLERİM

ÖZÜR DİLERİM! BİZ HATALIYDIK! BİZ YANIŞ YAPTIK. BENİM


HATAM! YAPTIKLARINI BENİM YÜZÜMDEN

YAPTI! GÖRMÜYOR MUSUN, AKLI BAŞINDA DEĞİL! BEN... SEN...


SEN...”

Merhamet dilemek istedi. Ancak yakarışları dudaklarından dışarı


dökülmüyordu bir türlü. Gözleriyle adeta yere kapanıyordu. He Xuan onu
izledi ve bir anlığına bir şeyleri hatırlar gibi oldu. Sakinleşti, ve durdu.

Bunu gören Shi Qing Xuan rahatlarmışçasına bir nefes verdi. Göz yaşları
yanaklarından aşağı dökülüyordu. Fakat henüz konuşmaya fırsat bulamadan
He Xuan’ın acımasız sesi yankılandı, “Yanlış

kişiye seslendin.”

Ardından eli yukarı fırladı ve Shi Wu Du’nun başını gövdesinden ayırdı!

“AAAAAAAAAAHHHHHHHHHHHHHHHHHHHH--!!!”

Başının vücudundan ayrılmasıyla boynundan kan fışkırmaya başladı.


Fışkıran kan, Shi Qing Xuan’ın yüzünü ve vücudunu kırmızıya boyadı.
Sonunda, Shi Qing Xuan daha fazla dayanamaz hale gelmişti ve aklını
yitirmişçesine bağırmaya başladı.
Başı olmayan cesedi gören kaçıklar bunu oldukça ilginç buldu, hepsi
neşeyle cesedin etrafını sardı.

Çıplak ayakları her tarafa kırmızı ayak izleri bırakıyordu. Etrafında


dönerken ellerini sevinçle çırpıyorlardı, “YO YO YO! ÖLDÜ! ÖLDÜ!”

“ÖLÜ! ÖLÜ! HEHEHE!

Shi Qing Xuan kim bilir ne kadar süre bağırmaya devam etti, ruhu
vücudundan çıkıyormuş gibi hissettirene kadar bağırdı, ne zaman sustuğunu
hatırlamıyordu. Xie Lian bilincini geri kazandığında çoktan kanla kaplı
zeminde cansız bir biçimde yatıyor haldeydi.

He Xuan elinde gözleri hâlâ sonunsa kadar açık olan Shi Wu Du’nun kafası
ile ondan birkaç adım ileride duruyordu. Yukarıdan Shi Qing Xuan’a baktı.

Bir süre sonra sakince sordu, “Söylemek istediğin başka bir şey var mı?”

“...”

Shi Qing Xuan’ın gözleri bir ölününkileri andırıyordu. Odaklanamayan


bakışlar ile önce sunağın üstündeki vazolara, sonra yerdeki parçalanmış
yelpazelere baktı. Kendine gelip mırıldanmadan önce uzun bir süre bekledi,
“...ölmek istiyorum.”

He Xuan soğukça cevapladı, “Fazla güzel düşünüyorsun.”

Ardından He Xuan, elini Shi Qing Xuan’a uzattı ve Shi Qing Xuan
gözlerini kapadı.

Tam o sırada, Xie Lian’ın ruhu aniden yukarı fırladı!

Geri düştüğünde ve gözlerini açtığında, kırmızılar içindeki bir adamın


kucağında yattığını fark etti. Bir eli nazikçe çenesini kaldırmış, Hua Cheng
dudaklarını derin bir öpücükle hapsetmişti. Xie Lian’ın ruhani güçlerinin
hızla azaldığını hissetmesine şaşmamalıydı. Görünüşe göre Hua Cheng, Xie
Lian’a ödünç verdiği gücü geri almak için en etkili yöntemi seçmiş ve Xie
Lian’ın ruhunu kendi vücuduna geri getirmişti.
Çevirmen: Jason

Çevirmen notu bırakabiliyor muyum?

Çevirmen Notu: iyi değilim..

Bölüm 125: Kör Düğümü Çözmek, Su Ustası ve İblis Xuan’ın Savaşı


Xie Lian’ın kendine geldiğini görünce Hua Cheng yavaşça dudaklarını
ayırdı, geri çekiliyor gibi görünüyordu. Ancak böyle acil bir durumda, Xie
Lian artık hiç umursamıyordu. İki kolunu da kaldırdı, onun boynunun
etrafına doladı ve Hua Cheng’in emdiği ruhani güçleri geri emmek için
hareketlendi.

Bariz bir şekilde Hua Cheng böyle bir şey yapmasını beklememişti ve
ruhani güçler Xie Lian’a doğru akarken bu durum onu şaşkına çevirmişti.
Onun uzaklaşmasından korkan Xie Lian, yüzünü ellerinin arasına kaldı,
vücutlarını ters çevirdi ve Hua Cheng’i yere bastırdı. Bedeni serin bir hisle
doldu ve boğazından midesine doğru hareket etti, sıcak ve hoş bir histi. Tam
bu sırada, Puji Mabedinin küçük ahşap kapısı gıcırdayarak açıldı ve devasa
yeşil bir tırtıla benzeyen bir gölge dışarıya süründü.

“Sikeyim, hangi cesur orospu çocuğu geldi?! Hırsız pislik? BENİM evime
gelip hırsızlık yapmaya ve BENİM uykumu bölmeye cüret mi ediyorsun?!
Hapşuu! Bu ata sana dünyanın kaç bucak…” Mabedin dışındaki birbirinin
kollarına dolanmış, ateşli ve ihtiraslı bir şekilde öpüşen iki figürü görünce
kelimeler boğazına takıldı, biri kırmızı diğeri beyaz iki beden bir olmuştu,
başka kim olabilirlerdi ki? Hemen çığlığı bastı.
“YİİİİİİİİİİİİİİİİİİİAAAAAAAAAAAAAAAAAA!!”

Hua Cheng kolunu kaldırmış ve Xie Lian’ın omzunu tutacaktı, ama Qi


Rong’un çıkardığı sesleri duyunca bileğini çevirdi ve Qi Rong haykırarak
içeriye fırlatıldı, hemen arkasında da kapı bir PAT!

Sesiyle kapanmıştı. Hua Cheng ancak o zaman onları tekrar ters çevirdi ve
Xie Lian’ın bedenini yere batırdı. Yüzünü kaldırdı, nefesleri birbirine
karışmıştı, gözleri karanlık ve ışıkla titriyorlardı.
“Ekselansları!”

Xie Lian’ın açıklayacak vakti yoktu; kollarını kaldırdı ve Hua Cheng’in


boynuna dolayarak onu bir kez daha kendisine çekti. Yeterince ruhani güç
emdikten sonra zorla bir nefes aldı, ardından haykırdı.

“RUH DEĞİŞTİRME BÜYÜSÜ!”

Bu sefer tam ruhunu çekilirken, daha yukarıya doğru atılamadan sanki ona
engel olan bir duvar varmış gibi tekrar kendi bedenine çakıldı. Şaşkınlıkla
‘Ah’ladı. Gözlerini açtığı zaman üzerinde hala yıldızlarla dolu gece göğü ve
Hua Cheng’in telaşlı yüzü vardı. Xie Lian oturdu ve başına sarıldı,
mırıldanıyordu. “…Artık geçiş yapamıyorum.”

Shi Qing Xuan ölmüş müydü? Ya da Kara Su İblisi Xuan bariyeri mi


güçlendirmişti? Ne olursa olsun her şekilde artık Shi Qing Xuan’ın
bedenine giremiyordu. Aceleyle Güney Denizine gitse bile geç kalmış

olacağından emindi.

Onun şaşkın halini görünce Hua Cheng konuştu. “Ekselansları, özür


dilerim.”

Xie Lian ona baktı. Hua Cheng ekledi. “Ama yabancılar bu meseleye
müdahale edemez.”

Xie Lian başını salladı. “…Özür dilemene gerek yok. Gerçeği söylemek
gerekirse, orada olsam bile çok bir faydam dokunmaz.”

Ruh Değiştirme Büyüsüyle sadece Shi Qing Xuan’ın bedenine girebilirdi.


Ancak Shi Qing Xuan sadece bir ölümlüydü ve Xie Lian onun zincirlerden
kurtulmasına yardım edebilse bile, nasıl Kara Su İblisi İninin efendisine
karşı savaşabilirdi? Kaçması bile imkansızdı.

Kendisini topladıktan sonra, Xie Lian hızla cennetin ruhani iletişim rününe
geri döndü. “Ling Wen yola çıktınız mı?”

“Ekselansları!” Ling Wen haykırdı. “Nasıl bu kadar zaman sessiz


kalabildin? Çoktan Güney Denizine gitmek için cennet mensupları yola
çıktı. Ekselansları Qi Ying geri döndü, bu nedenle birazdan o da yola
çıkacak, ama Kara Su İblisinin İnine girmek kolay değildir, karşılarına ne
çıkacak kim bilir.”

Xie Lian konuştu. “Bekleyin, ben de sizinle geleceğim. Belki yolu


hatırlarım. Ama beni alması için birini Puji Manastırına göndermen gerek.”

“Pekala. Şimdi varmış olmalı.” Dedi Ling Wen.

Hafifçe şaşıran Xie Lian başını arkaya çevirdi. Hua Cheng kaybolmuştu, iki
ast mensup ise Puji Köyünden gelmekteydi ve arkalarında uzun, dalgalı
saçlı bir genç vardı. Quan Yi Zhen’di.

Xie Lian onları selamlamak için başını eğdi. Quan Yi Zhen formaliteleri
bilmezdi bu yüzden karşılık vermedi ama Xie Lian umursamadı. Etrafına
baktı ama Hua Cheng’i hiçbir yerde göremiyordu, Hua Cheng’in ona bu
meseleyle ilgilenmesi için zaman verdiğini anlamıştı.

İkisi ve ast mensuplar Güney Denizine doğru yola koyuldular. Xie Lian’ın
önerilerine uyarak, beklenmedik bir duruma karşı hazırlıklı olmak için,
içinde ölü bulunan on kadar büyük tabut almak için biraz yıllarını uzattılar.
Gemi altı saatten uzun bir süre suda yol aldıktan sonra, denizin yüzeyinde
absürt bir görüntüyle karşılaştılar.

Devasa kılçık balıklarının cesetlerinden bir grup denizin üzerinde yüzüyor


ve gemilerine çarpıyordu.

Pek çok cennet mensubu hemen alarma geçti. “YOKSA GELDİK Mİ?!”

“Gelmiş olamayız.” Dedi Xie Lian. “Eğer Kara Su İblisinin İnine varmış
olsaydık gemi su üzerinde yüzmeye devam edemezdi ve üstelik hala çok
hızlı gidiyoruz.”

Ancak bunlar açıkça General Pei ve Su Ustasının önceki geceki savaşından


arta kalan cesetlerdi. Quan Yi Zhen geminin tırabzanlarına tünemişti, zor
bir pozisyonda duruyordu ki aniden konuştu.

“Karşımızda siyah bir ada var. Bu o mu?”


Xie Lian gözlerini odakladı ve sahiden de gölgeli adayı gördü. Aynı
zamanda, uzaklardan, sahiden Kara Su Adasına benziyordu!

Xie Lian hafifçe kaşlarını çattı. “Sahiden böyle görünüyordu. Ama nasıl bu
kadar kolay bulabildik ve gemimiz batmadı? Tedbiri elden bırakmayın,
tuzak olabilir.”

Ama tam kelimeler dudaklarından döküldüğü anda bir tuzak olmadığını


fark etti. Sahilde, parlak güneşin altında bir kişi vardı, düşmanlarını
öldürmek için yaratılmış bir kılıçla, tabut yapmak için kütükleri kesiyordu.
Kenarda çoktan tamamlanmış üç tabut vardı ve bu esnada dördüncüyü
yapmaktaydı. Xie Lian el sallamaya başladı. “GENERAL PEI! Bu General
Pei! Bu ada olduğuna hiç şüphe yok!”

Gemi anında yön değiştirdi ve hızla oraya doğru yönlendi. Pei Ming destek
güçlerin geldiğini görünce, sevinmiş görünmedi, onun yerine kılıcını yere
attı, burnunu sildi ve sordu, sesi çok sertti. “Ben bunları yapmayı bitirdikten
sonra mı geliyorsunuz, hay lanet.”

“Herhangi birisinin buraya gelebilmesi bile mucize.” Dedi Quan Yi Zhen.


“Seni kurtarmak için olduğunu duyunca, herkes aniden meşgul olduğunu
fark etti.”

“…” Pei Ming’in yüzünde, çocuklarla uğraşmak istemez bir ifade vardı ve
Xie Lian’a döndü.

“Ekselansları, önce sen mi geri döndün? Nasıl bu gemiyi yaptın? Nasıl İblis
İninin sularında yüzebiliyor?”

“Maharet gemide değil bence.” Dedi Xie Lian. “Kara Su İblisinin İnindeki
lanet kayboldu.”

Şaşıran Pei Ming kılıcını denedi ve sahiden tek bir hamlesiyle koca bir
alandaki büyük ağaçlar devrildi.

Ruhani güçleri geri dönmüştü. Bir an konuşamayan Pei Ming başını iki
yana salladı. “Bilseydim, bu tabutları yapmak için bu kadar uğraşmazdım.”
Sahiden tüm bir gece boyunca yorulmak bilmeden çalışmıştı. Dört kişi için
tabut yapmıştı ama artık üç tanesi işe yaramaz hale gelmişti.

Cennet mensupları adaya girdiler ve doğrudan ormanın kalbine koştular.


Ormanda avlanan küçük hayaletler daha önce hiç böyle bir savaş düzeni
görmemişti ve hepsi dehşet içinde kaçışmıştı, sağa sola, her yöne
koşuyorlardı. Ağaçların arasındaki Kara Su Gölüne ulaştıkları zaman ise
görünmez yaratıklarla karşılaşmadılar. Yabancı ruhani bariyerlerin verdiği
rahatsızlık olmadan, bir süre inceledikten sonra sınırı geçebildiler, illüzyonu
aştılar ve kısa bir süre sonra demir hapishane ve Ölü Su Köşkü gözlerinin
önünde belirdi.

Ölü Su Köşküne girdikleri zaman Xie Lian siyah cübbeli iskeletten geriye
kalanları topladı, sarayda koşarken ellerinde tuttu. Kısa bir süre sonra
büyük salonu buldular. Ebruli duvarda, iki kanlı zincir boş

duruyordu. Salonun ortasında başsız bir ceset yatıyordu ve kanı çoktan


kurumuştu, delirmiş insanlar ise ona buldukları nesneleri atıyorlardı. Cennet
mensupları içeriye girdikleri anda deliler çok daha heyecanlanmışlardı.

Pei Ming içeri girdiği zaman, uzunca bir süre donakaldı, ardından cesedin
kime ait olduğunu fark etmeye cüret etti. Sarsılmış bir halde haykırdı. “…
Su Ustası-xiong!”

Xie Lian çoktandır olanları biliyordu ve yol gösterdi. “Lütfen herkes burayı
ve tüm adayı Rüzgar Ustası, veya… cesedi için arayabilir mi?”

Ancak ne kadar ararlarsa arasınlar, adada Shi Qing Xuan’dan tek bir iz bile
yoktu.

Kara Su İblisi Xuan Rüzgar Ustasını götürmüş müydü? Veya belki de


doğrudan Rüzgar Ustasını katletmişti ve ölü beden denizin derinliklerine
gömülmüş, bedeni balıklar tarafından yenmişti?

Her ne kadar Shi Wu Du sonlara doğru delirmiş gibi hareket etmiş ve He


Xuan’ı onu vahşice öldürmesi için kışkırtmış, nihayetinde ölmüş olsa da,
Shi Qing Xuan’ın ellerinde ölmemişti, bu nedenle He Xuan Rüzgar
Ustasının kaderini mi değiştirmişti?
Sinir bozucu delileri kovalarken, Pei Ming yere yarı yarıya çömelmişti ve
konuşmadan önce uzunca bir süre düşüncelere dalmıştı. “Su Ustası-xiong.
Gururunla yaşadın, ama böyle bir sonla karşılaştın.

Gözlerin kapalı mıydı, onu bile bilmiyorum. Sahiden, insan ne kadar


yükselirse, o kadar çok batıyor.

Hayat sürprizlerle dolu ve kimse başına geleceklerden kaçamıyor. Bir


ölümlü tanrı olduğu zaman bile, zamanı geldiğinde kadere mani olacak
şansımız olmuyor.”

*ÇN: Gözleri kapalı ölmek, huzur içinde yatacağı anlamına gelir.

Quan Yi Zhen bu kadar hassas düşünceler içerisinde değildi ve gürültüyle


Ölü Su Köşkünde koşturdu.

Geri döndüğü zaman ölü bedene baktı ve onu tuhaf bulmuştu. “Kafası
nerede?”

“Kara Su İblisi Xuan tarafından alıkonuldu.” Xie Lian cevapladı.

“Bu ne kin, İblis İninin Efendisinin ona karşı ne garezi vardı? Ve Qing
Xuan nerede? Toprak Ustası? Su, Toprak ve Rüzgar mensuplarının üçü de
yok mu oldu?”

“Sahiden büyük bir kin, büyük bir garez.” Dedi Xie Lian. “Toprak Ustasına
gelince, hangisinden bahsettiğine göre değişir. Gerçek Toprak Ustası
ellerimde, sahte olan ise Su Ustasının kesilmiş kafasını alarak gitti.”

“Ne?!”

Xie Lian ona baktı ve yumuşak bir sesle konuştu. “General Pei bilmiyor
musun? Kara Su İblisi Xuan’ın gerçek soyadı He, ismi ise Xuan.”
Bunu duyunca Pei Ming’in yüzü değişti. Görünüşe göre Pei Ming ve Ling
Wen, Shi Wu Du’nun yaptıklarından tamamen bihaber değillerdi. Sadece ne
kadar bildikleri bilinmiyordu.

Rapor edilmesi gereken her şey raporlanmıştı, uğraşılması gereken her


şeyle uğraşılmıştı. Xie Lian tekrar Puji Köyüne döndü, tüm bir gün
geçmişti. Xie Lian’ın adımlarından yorgunluk akıyordu.

Puji Manastırına geri döndüğü ve kapıyı açtığı zaman, Qi Rong’un


havlamalarını ve bağırtılarını işitebiliyordu. “HUA CHENG ŞEREFSİZİ!
XIE LIAN SENİ KÖPEK SİKİCİ! HİÇ Mİ UTANMANIZ YOK
AAHHHH

SİKEYİM! GECENİN BİR YARISI NE BOK YİYORDUNUZ ÖDÜM


KOPTU!!! BU YÜCE ÜSTADIN GÖZLERİ

KANADI, BANA BORÇLUSUNUZ!!!”

Ağzından küfürler ve lanetler dışında hiçbir şey çıkmıyordu ve Xie Lian


hemen önceki gece o ve Hua Cheng’in sırayla birbirlerini yere atarak,
ruhani güçler için verdikleri mücadelenin, dehşet verici görüntüsünü
hatırladı. O sırada utanç verici olduğunu düşünmemişti ama şimdi kaçacak
hiçbir yeri yoktu ve nedeyse sıvışmak için kapıyı geri kapatıyordu. Hua
Cheng sandalyesini geriye yaslamış, bacakları çaprazlanmış ve botları
masaya yaslanmıştı, ama Xie Lian’ın içeriye girmek için kapıyı ittiğini
duyduğu anda bacaklarını indirdi ve aşina bir hareketle Qi Rong’un
kafasının arkasına bir tane geçirerek onu bayılttı. Ayağa kalktı. “Gege.”

Xie Lian başını salladı ve arkasından kapıyı kapattı, yerde küçük yeşil bir
solucan gibi kaskatı kalmış Qi Rong’un üzerinden atladı ve oturdu. “Gu Zi
ve Lang Yi oynamaya mı çıktılar?”

“Evet, onları dışarı saldım. Çok çalıştın.” Dedi Hua Cheng.

“Hayır, sen benden daha çok yoruldun.” Dedi Xie Lian.


Hua Cheng gülümsedi. Ardından konuştu. “Gege’nin beni suçlayacağını
düşünmüştüm.”

Xie Lian başını iki yana salladı. “San Lang’ın bu kadar çok düşünmesine
gerek yok. Sahiden seni suçlamıyorum. Hatta tüm bu mesele konusunda son
derece haklıydın. Yabancılar sahiden… bu olaya müdahale edemezler.”

Bir süre düşündükten sonra, yine de sordu. “San Lang, Kara Su İblisi Xuan
Rüzgar Ustasına ne yapacak dersin?”

Hua Cheng bir süre sessiz kaldıktan sonra cevapladı. “Ben de bilmiyorum.
Kara Su tuhaf bir kişilik.

Uzun yıllar boyunca kendisini tuttu, aklından geçenleri kimse bilemez.”

‘Aklından geçenleri kimse bilemez’ – Xie Lian’ın aklına Üst Cennetteki


pek çok cennet mensubunun Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuru’na da aynı
benzetmeyi yaptığı gelmişti.

Gemileri Batıran Kara Su milyonlarca hayaleti katlederek TongLu


Dağından çıkmıştı. Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuru da öyle. He Xuan bunca
yıl tek başına dayanmıştı; Hua Cheng de ondan daha azını çekmiş olamazdı.

Gemileri Batıran Kara Su’yu bugüne getiren nefretiydi. Peki ya Çiçeğe


Uzanan Kan Yağmuru’nu?

Hua Cheng’i bugünkü Hua Cheng yapan neydi?

Bir anda Xie Lian’ın aklına pek çok düşünce doluştu ve başını iki yana
salladı, ‘soylu, zarif özel kişi’yi aklından çıkarttı ve düşüncelerini toparladı.
“Ama San Lang, anlamadığım bir şey var. Su Ustasının sahtekarlığıyla ilgili
tüm bu olanlar, oldukça gizli saklı yapılmış olmalıydı. Hilesi bunca süre
dayanmışken, nasıl Kara Su gerçekleri öğrenebildi? Eğer cevap vermen
uygun olmayacaksa bir şey söylemene gerek yok.”

“Kaçtı ve bölgesini taşıdı ve hatta sahte bir cennet mensubu kılığına girdi,
cevap vermemin nesi uygun olmasın?” Hua Cheng yanıtladı. “Aslında çok
basit. Kara Su öldüğü gün, Shi Wu Du ölümünü tescil etmek için gitmişti.”
“Tek avı öldüğü için, Boş Lafların Saygın Efendisi başka bir hedef bulmak
için gider diye mi?” Xie Lian sorguladı.

“Evet. Kara Su onun kim olduğunu bilmiyordu ama yüzünü hatırlıyordu.


Ancak hayalet olup, cennet ve dünya hakkında daha fazla şey öğrendikten
sonra o adamın Su Tanrısı olduğunu keşfetti.”

Elbette. Ama yine de kafa karıştırıcıydı. Neden saygıdeğer Su Tanrısı yok


yere bir ölümlünün cesedini incelemeye giderdi? Xie Lian sordu. “Ama bu
kaderi değiştirdiğini anlamasına yetmez?”

Hua Cheng cevapladı. “Bu yüzden gerçek Toprak Ustasını hapsetti ve


incelemek için cennete sızdı.

Yorum yapmam gerekirse, oldukça gözüpek bir hareket bence.”

“Eğer gerçek Toprak Ustasını sonrasında öldürmese ve o iki yüz balıkçıyı


içeri çekmese, o zaman sahiden cesur ve zeki diyebilirdim.”

Ancak Hua Cheng başka türlü düşünüyordu. “Gege, gerçek Toprak Ustasını
o mu öldürdü bilmiyorum.

Ama korkarım o balıkçıları Doğu Denizine sürükleyen başka birisiydi.”

• MXTX, Yazar Notu:

Metinde birkaç kez açıkladım ama tekrar açıklayacağım. Boş Lafların


Saygın Efendisi konusu çözmenin tek yolu yükselmekti. Orta Cennetteki
pek çok cennet mensubu işe yaramaz olduğu ve Shi Wu Du da küçük
kardeşini 7/24 gözetim altında tutamayacağı için, Shi Qing Xuan’ı Orta
Cennete ataması sorunu hiçte çözmüyordu.

Çevirmen: Nynaeve
Bölüm 126: Konu Sapıyor, Uyandırılmış Kalpten Mürekkep İzleri
Sızıyor Xie Lian şaşırmıştı. “O zaman kim olabilir? Teknik olarak, öyle bir
bora elli kişiden fazlasını içine çekememeli.”

“Ben bizi BanYue Geçidi olayına yönlendiren boş kabuğu yollayan kişiyle
aynı kişi olduğundan şüpheleniyorum.”

Eğer bu doğruysa, o zaman her seferinde onu, her olayın kalbine sürükleyen
birisi vardı. Afallayan Xie Lian merak etti. “Bu kişi neyin peşinde?”

Hua Cheng başını iki yana salladı ama o da derin düşüncelere dalmış
gibiydi. Tam bu sırada dışarıda oynayan çocuklardan kahkaha sesleri
yükseldi ve keskin gözleri hemen oraya çevrildi. Onun bakışlarını takip
eden Xie Lian pencereden dışarı baktı, ama tek görebildiği dışarıda
oynamakta olan iki küçük çocuktu; Gu Zi, Lang Ying’in omuzlarına binmiş,
dertsiz ve neşeli görünüyordu.

Su Ustasının gözüpek, hileli yer değiştirme aldatmacası, Rüzgar Ustasının


bir sahtekar oluşu, Toprak Ustasının da sahtekar oluşu ve Su Ustasının
kafasının bedeninden ayrılmış, bilinmeyen bir yerde olması. Bu dört olayın
her biri öncekinden daha tahrip ediciydi, cennete dört bomba gibi düşmüş,
Üst ve Orta Cennete yükselen bir tsunami etkisi yaratmışlardı.

Bir anda herkes şok olmuş ve sarsılmıştı; kimse ne söyleyeceğini


bilmiyordu ve reddediş Büyük Savaş

Salonunu sarmıştı. Jun Wu bile artık kendisini toparlayamıyor gibi


görünüyordu.

Ming Yi kimseyle arkadaşlık etme teşebbüsünde bulunmadığı için, sadece


başkalarını sık boğaz etmeyi seven ve fazlasıyla samimi ilişkileri olduğunu
düşünen Shi Qing Xuan onunla iyi geçiniyordu, onunla yakın olan
neredeyse başka hiç kimse yoktu. Ancak içlerinden birisinin efsanevi Yüce
Hayalet Kralı olduğunu fark ettikleri anda, yaşadıkları şok müthişti.

Toprak Ustası rolünü layığıyla oynayabilmek için, geçen onca yılda, bu


Hayalet Kral sıkı ve özenli bir çalışma sürdürmüş, ölümlü diyardan fazla
sayıda inanan biriktirmişti ve hatta Ay Festivalinin Fener Savaşları sırasında
ilk ona bile girmeyi başarmıştı, sahiden ürperticiydi, Yüce İblis Kralından
da bu beklenirdi.

Kara Su İblisi Xuan ve Su Ustası Wu Du arasındaki kin meselesi bir yana,


gerçek Toprak Ustasının cinayetinin arkasında hiç şüphesiz Kara Su İblisi
Xuan vardı. Bu nedenle Üst Cennet mensupları ele geçirme emri
vermişlerdi. Ancak herkes, eğer bir Yüce İblis Kralı saklanmak isterse, onu
kolayca bulamayacaklarını biliyordu.

Dedikleri gibi, bir erkek düştüğü zaman herkes üzerine basardı. Eskiden
Rüzgar ve Su Ustaları azamet ve ihtişamla yükselirken yüzlerce kişi
emirlerine amadeydi. Shi Wu Du her belirdiğinde övülür ve kutlanırdı. Ama
şimdi ani ölümüyle, bir anda tüm destekçileri nefes almaya dahi cüret
edemez hale gelmişti. Shi Qing Xuan arkadaş edinmeyi severdi ve çok
cömertti, ancak sayısız ‘iyi arkadaşı’, kim bilir nereye kaybolmuştu. Pei
Ming, Shi Wu Du’nun başsız cesedini almıştı ve cenaze gününde her yer
sessiz ve bomboştu. Xie Lian ve Ling Wen dışında, katılan cennet mensubu
sayısı oldukça azdı.

Xie Lian not etti, geçen birkaç günde, bilerek veya değil, Rüzgar ve Su
Tapınaklarını yakan ve kirleten insan grupları türemişti. Her ne kadar
izlemeye dayanamadığı için onları birkaç kez durdurmaya çalışmış olsa da,
zaman geçtikçe daha fazla insan dualarının artık cevaplanmadığını fark
etmişti, bu saldırgan davranışlar ise daha da beter olmuştu. Onları bir kez
durdurabilirdi, ama sonsuza dek değil.

On yıl geçince, belki de sadece birkaç yılda, insanlar eskiden cennetin


zirvesinde hükmeden Rüzgar ve Su cennet mensuplarını tamamen
unutacaklardı. Kendisini hüzünlenmekten alamıyordu.

Cenaze bittikten sonra Xie Lian Ling Wen’e döndü. “Rüzgar Ustasını…
Qing Xuan’ı bulup bulamamak artık sana kaldı. Sana güveniyoruz.”

Ling Wen de ciddi görünüyordu, günlerdir gülümsememişti.


“Ekselanslarının ricası olmasa bile görevimde elimden geleni yapacağım.”

Pei Ming ise. “Ekselansları, Ling Wen Sarayının eski kırık öküz arabasının
ayakları yerine, neden doğrudan senin Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuru’na
sormuyorsun, bak bakalım Delirmiş Kara Su’ya, Qing Xuan’ı nereye
götürdüğünü sorabilecek mi? Su Ustasının kafasını aldı zaten, daha ne
istiyor?”

Xie Lian başını iki yana salladı ve çaresiz bir şekilde cevap verdi. “General
Pei lütfen bu kadar düz mantık düşünme. Eğer bir Yüce İblis Kralı bir şey
yapmak isterse, sence başkalarına hesap verir mi?”

Böylece Pei Ming konuyu uzatmadı.

Xie Lian Puji Manastırına döndüğü zaman, mabedi sarmış, fısıldaşan pek
çok köylü vardı. Xie Lian’ın neler olduğunu sormasına gerek yoktu, çünkü
şu anda Puji Manastırından kükremeler ve çığlıklar yükseliyordu. Köyün
başı hem korkmuş hem gergindi, ona tutundu. “Daozhang, senin deli
kuzenin, o o o, o…”

Xie Lian’ın diğerlerine sunduğu bahane, Qi Rong’un onun deli kuzeni


olduğu, ona bakacak kimsesi olmadığı, herkesçe reddedildiğiydi, bu yüzden
Xie Lian yükümlülüğü gereği onu yanına almıştı. Bir açıdan yalan da
sayılmazdı.

“Yine mi çıldırdı? Merak etmeyin, kilitlenmiş durumda. Kaçamaz. Herkes


evine dönsün.” Dedi Xie Lian.

Köylüler mırıldandı. “Ah. Gidelim, gidelim.” Gitmeden önce, köyün başı


Xie Lian’a bir sepet yumurta verdi. “Ee, Daozhang, senin Xiao Hua…”

*ÇN: Xiao; Ufaklık, küçük anlamında. Çirkin kız ‘Minik’ Ying’i


hatırladınız mı? O da aslında ‘Xiao Ying’miş, Xiao’yu orada çevirmeyi
uygun görmüşlerdi. İnternette gezerken fark ettim.

Xie Lian ilk başta şaşkına dönmüştü. “??? Xiao Hua???” Ardından dank
etti. “Ah, San Lang mı?” Hua Cheng’in dış dünyaca bilinen şu anki
kimliğinin evden kaçan ve eğlenmek için gelen küçük kardeşi olduğu aklına
gelmişti, ve Xie Lian biraz bocalamaktan kendini alamadı.

“Evet. Senin Xiao Hua bugün yine bir şeyleri tamir etmemize yardım etti,
bu akşam ona güzel bir ödül vermelisin.” Dedi köyün başı.
“Evet! Ona takviye bir şeyler ver ki güçlensin ve gelişsin. İş konusunda
daha bile iyi olsun!”

Xie Lian gülümsedi. “Tamam, tamam. Kesinlikle.”

Kapıyı açtığı zaman, Lang Ying çoktan köşeye kıvrılmıştı. Qi Rong yerde
ölü gibi yatıyor ve inliyordu, sanki bağırsakları alev almış gibi
görünüyordu. Gu Zi omuzlarına masaj yapmaktaydı, sırtına vuruyordu.
“Baba, daha iyi misin?”

“…”

Xie Lian başındaki bambu şapkayı çıkarttı ve yumurtaları yere bıraktı.


“Senin neyin var? Kötü bir şey mi yedin?”

Qi Rong söz dalaşına girdi. “Sen bana iğrenç şeyler pişirmediğin sürece,
yerdeki boku ve pisliği yalasam bile karnım ağrımaz!”

Onun abartışını dinlerken Xie Lian ellerini kol yenlerine soktu. “O zaman o
dediklerini yalayıp karnının ağrıyıp ağrımadığını bir denesene?”

“TÜÜ, TÜÜÜ, TÜ!” Qi Rong kaldığı yerden devam etti. “Bu yaşlı usta ne
diyor? Yine kara kalbini gösteriyosun, bana işkence etmek için başka şeyler
üret! AİİYOOOOOYOOOYOO, benim canım oğlum, aferin, aferin, şurama
da. Hehehehe~ Aiieee siktir, neler oluyor, biraz önce kızgınlıktaki erkek
kedi gibi ölümüne sinirliydim. HASTA MIYIM YOKSA?! KUZEN
VELİAHT PRENS! HASTA OLDUM! BANA İŞKENCE

ETTİĞİN İÇİN HASTALANMIŞ OLMALIYIM! Seni sikik kar nilüferi,


kanın kurusun!”

Xie Lian çömeldi ve alnına dokundu. “Ateşin mi var?” Bir an duraksadıktan


sonra elini indirdi ve kaşlarını çattı. “Hayır. Rol yapıyorsun değil mi?”

Qi Rong tekrar küfretmeye başlayacaktı ki Gu Zi zavallı bir halde konuştu.


“Daozhang, babam yalan söylemiyor. Bir süredir hiç iyi değil ve uzun
zamandır inliyor.”
Qi Rong’un yerde kıvranmasını izleyen Xie Lian başını iki yana salladı ve
ayağa kalkarak ilaç kutusuna gitmeye hazırlandı, tam bu sırada birden bağış
kutusunun ağırlaştığını fark etti. Şaşıran Xie Lian anahtarı çıkarttı ve içini
açtığı zaman şaşkına döndü. Bir kez daha parlak altın külçeler tarafından
kör edilmişti.

PA! Xie Lian hızla bağış kutusunu tekrar kapattı.

Su Ustasının verdiği altın külçeleri iade etmemiş miydi? Başka kim ona
böyle bir hediye verirdi??

Hua Cheng olamazdı, onu altın külçelerle boğacak kadar basit ve çiğ bir şey
yapmazdı. Xie Lian başını çevirdi ve sordu. “Qi Rong, birisi mi geldi?”

Qi Rong onun yüzünü işaret etti ve lanetledi. “HEY, SENİN DERDİN NE!
BENİ SAHİDEN BEKÇİ KÖPEĞİ

Mİ SANIYON? YÜCE Mİ SANDIN KENDİNİ? BİR YÜCE BİLE BU


KADAR UTANMAZLIK ETMEZ. BOKTAN

KARA SU VE HUA CHENG SİKİĞİ BİLE BANA BEKÇİ KÖPEĞİ


MUAMELESİ YAPMAYA CÜRET EDEMEZ!”

BAM! Puji Manastırının kapısı tekmelenerek açıldı ve içeriye Hua Cheng


girdi. Onu gördüğü anda Qi Rong sustu ve sessizce kenara süründü, o gece
gördüklerine dair tek kelime daha etmeye cüret edemiyordu.

“San Lang, dönmüşsün.” Dedi Xie Lian.

Hua Cheng neşeyle gülümsedi. “Evet.”

“Çok çalıştın.” Dedi Xie Lian. “Köyün başı seni ödüllendirmem için bana
bir şeyler verdi, bu akşam güzel bir şeyler yiyelim.”

“İyi fikir.” Dedi Hua Cheng. “Ama gege, bu akşam bana gitmeye ne
dersin?”

“Hayalet Şehre mi?” Xie Lian sordu.


“En.” Hua Cheng cevapladı. “Ve bu şeyi de götürelim.” Qi Rong’u işaret
etti. “Ruhunu çıkartabilir miyiz diye bir bakalım.”

Bir süre düşünen Xie Lian kabul etti. “Haklısın. Her şekilde böyle ayak
sürümemiz iyi bir şey değil zaten.” Elbette en önemli nokta Qi Rong’un çok
yemesi ve onun Puji Manastırının artık buna gücünün yetmemesiydi.

Qi Rong onu Hayalet Şehre götüreceklerini duyduğu zaman dehşete düştü


ve tüm gücüyle karşı çıktı.

Ancak itirazlarını kimse duymuyordu. Bir duman patlaması ardından Hua


Cheng tarafından yeşil bir darumaya çevrilmişti ve Hayalet Şehre doğru
yola çıkarken Gu Zi onu ellerinde taşıyordu.

Hayalet Şehir her zamanki gibi hareketliydi ve ana caddede yürürlerken,


tüm hayaletler Xie Lian’ı hatırlamıştı. Yine geldiğini görünce hepsi
sesleniyordu. “BÜYÜK AMCA!... Ah, yani, Chengzhu’nun Saygın
Arkadaşı, yine gelmişsin!”

“Vak! Özel sokak lezzetlerimizi özledin diye mi geldin, vak!”

Xie Lian yumurta sepetini de yanında getirmişti ve ölümlü diyardan


hatıralar olarak etraftakilere dağıttı. Yumurta alanların pek çoğu sevinçten
uçuyordu, bazıları kendi kanlarıyla birlikte yemeye karar vermişti ve bu
yumurtalardan sekiz metrelik canavarların çıkacağını söylüyorlardı. Hua
Cheng, Qi Rong’un üzerindeki büyüyü kaldırdı ve yeşil bir dumanın
ardından Qi Rong’un ele geçirdiği adamın bedeni ortaya çıktı, başına
sarılmış ve savunma pozisyonunda büzülmüştü, tek kelime etmiyordu. Bazı
hayaletler onun üzerindeki kokuyu almışlardı ve haykırdılar. “Ne? Bu Yeşil
Hayalet mi?”

Tüm hayalet kalabalığı yaklaştı ve etrafını sardı, koklayanların hepsi


kendinden geçmişti.

“HAHAHAHAHA, SAHİDEN YEŞİL HAYALET! BU APTAL *** GENE


BURAYA DÜŞTÜ HAHAHAHAHAHA!”
“GEÇEN SEFER YETERİNCE DAYAK YEMEDİN Mİ HAHAHAHAHA
VE YİNE GELMEYE CÜRET EDİYON!”

“Ufaklığa dikkat edin.” Dedi Hua Cheng. “Büyük olana gelince, bedene
zarar vermeden onu içinden çıkarmanın bir yolunu bulun.”

“EMMREDERSİNİSS! LORDUM!”

Böylece pek çok güzel hayalet kadın Gu Zi’yi aldı, küçük birer ninni
mırıldandılar ve onu uyuttular.

Diğer hayaletler, canavarlar ve hayaletler ise hemen ardından Qi Rong’u


kovalamaya başladı. Çığlık çığlığa kaçıyordu ve peşinde hayaletlerden bir
sürü vardı. Hua Cheng ve Xie Lian bir süre izledikten sonra başlarını
çevirdiler ve QianDeng Tapınağına doğru yola koyuldular.

Telaşsız adımlarla salona adım attıklarında, doğrudan sunağa ilerlediler.


Sunak hala fırçalar, mürekkep ve kağıtlarla kaplıydı. Xie Lian bir süredir
rahatsız hissediyordu ve bu dinginliği görünce, ortamı yumuşatmak istedi.
Hafifçe gülümsedi. “Geçen sefer sana öğretirken, vakit buldukça pratik yap
demiştim. Ama sanırım hiçte yapmadın.”

Hua Cheng boğazını temizledi. “Gege diğerlerinin bana verdiği ödülü


başkalarına verdin, bu akşam ne yiyeceğim?”

Xie Lian onu taklit etti ve kaşlarını biraz kaldırdı. “Konuyu değiştirme.”

“Kılıç çalışabilirim, ama yazım işi zor.” Dedi Hua Cheng. “Eğer gege bana
yön göstermek için yanımda olmazsa, muhtemelen kendi başıma çalışırken
farklı yönlere kayarım ve yazdıkça daha da kötüleşirim.”

Xie Lian’ın kaşları daha da yükseldi. “San Lang çok zekisin, nasıl iyi
olmadığın bir konu olur?”

Hua Cheng fırçayı aldı ve mürekkebe batırdı, oldukça alçakgönüllü


görünüyordu. “Gerçeği söylüyorum. Dilerim gege bana öğretir.”

Xie Lian iç çekti. “Neden bir şey yazmayı denemiyorsun?”


Böylece Hua Cheng tüm ciddiyetiyle iki mısra yazdı. Xie Lian bir süre
izledi ama sahiden daha fazla dayanamayacaktı. “…Dur, dur. Sen… sahiden
dursan daha iyi olacak.”

Kaliteli kağıt ve mürekkebi daha fazla heba etme. “Ah.” Hua Cheng itaatkar
bir şekilde sahiden yazmayı keserek fırçayı kenara koydu. Xie Lian başını
iki yana salladı. “San Lang, kimseye… kimseye benim sana yazmayı
öğrettiğimi söyleme.”

“Gege, elimden geleni yaptım.” Hua Cheng somurttu. Sesi kulağa sahiden
incinmiş gibi geliyordu.

Gururlu Yüce Hayalet Kralı; adı geçtiği zaman üç diyar korkuyla titrerdi.
Ama şimdi genç bir öğrenci gibi durmuş, itaatkar bir şekilde Xie Lian’ın
eleştirilerini dinliyordu. Birkaç önemli noktaya parmak bastıktan sonra Xie
Lian tekrar geçen seferki gibi elini tuttu. “Tekrar dene. Bu kez ciddiye al.”

*ÇN: İncinecek tabi, ayıp be… Eleştiri değil hakaret resmen…

“Pekala.” Dedi Hua Cheng.

İkisi yazı yazmaya odaklandılar. Bir süre devam ettikten sonra Xie Lian
gelişigüzel bir şekilde sordu.

“Neden yine ‘Ayrılığın Acısı’nı yazıyorsun?”

*ÇN: Hua Cheng’in 97. bölümde de yazdığı şiir.

Hua Cheng de üstünkörü cevapladı. “Bu şiiri seviyorum.”

“Ben de öyle.” Dedi Xie Lian. “Ama San Lang, başka sevdiğin şiirler yok
mu? Bu şiiri yazmaya alışınca, başka şeyler yazmayı denersin.” Kabaca
hesaplarsa, bu şiirde az sayıda farklı harf vardı. İkisi neredeyse on sefer
yazmışlardı, bu nedenle artık başka bir tanesine geçme vakitleri gelmişti.
Hua Cheng inatçıydı. “Bunu yazmak bana yeter.”

Fırçayı bıraktı, mürekkebe hafifçe üfledi ve gülümsedi. “Eğer birisini


seviyorsam, o zaman kalbimde başka hiç kimseye yer olmaz ve onu hep el
üstünde tutarım. Bin yıl, milyonlarca yıl, kaç yıl geçerse geçsin bu hiç
değişmez. Bu şiir için de aynısı geçerli.”

“…” Xie Lian küçük bir gülümseme bahşetti. “Öyle mi..”

“En.” Hua Cheng cevapladı.

“…”

Xie Lian elini bıraktı ve sessizce boğazını temizledi. “Peki o zaman. San
Lang duygusal bir adam. Bu iyi bir şey… ah, neden biraz kendi başına
çalışmıyorsun? Ah, sahi. Qi Rong bir süredir kendini iyi hissetmiyordu.”

Hua Cheng kağıdı bıraktı ve fırçayı tekrar eline aldı. “Nasıl yani?”

Xie Lian sırtını Hua Cheng’e döndü. “Çalkantılı hissettiğine dair bir şeyler
söyledi. Ama kontrol ettim ve ele geçirdiği bedende hiçbir problem
olmadığını gördüm. Havalar kötü diye mi acaba?”

Arkasındaki Hua Cheng sordu. “Ne zaman başlamış?”

“Son birkaç gündür sanırım.” Diye yanıtladı Xie Lian. “Bugün özellikle
kötüydü…”

Daha cümlesini bitiremeden, kötü bir şey olacağı hissi aniden zihnine
doluştu. Tam bu sırada arkasından hafif bir çarpma sesi yükseldi, sanki bir
şey yere düşmüştü.

Xie Lian hızla kafasını çevirdi. “SAN LANG?!”

Biraz önce Hua Cheng’in elinde tuttuğu fırça düşmüştü, kar beyazı kağıda
çarparak uzun mürekkep izlerinin saçılmasına neden olmuştu. Hua
Cheng’in yüzü asılmıştı, vücudu sallanıyordu ve bir eli sunağın ucunu
kavrayarak kendisine destek olurken, diğer eli sağ gözünü kapatmıştı.

• MXTX, Yazar Notu:


Hua Hua da kışkırtılmış hissediyor! Yine [ ] mevsimi geldi!

Çevirmen: Nynaeve

Not: Efenim, yazar notu bir sonraki bölümde daha iyi anlaşılıyor.

Bölüm 127: TongLu Dağı Tekrar Açılıyor, Tüm Hayaletler Harekete


Geçiyor Yüz ifadesine bakılırsa, sağ gözü zonkluyor ve korkunç derecede
acı veriyordu. Xie Lian hemen öne atıldı. “İyi misin?”

Hua Cheng’in ağzının kenarı seyirdi ama kelimelerini yuttu. E-Ming’in


kabzasına kazınmış gümüş göz aniden açıldı ve göz küresi delirmiş gibi
dönmeye başladı. Hua Cheng’in sunağın köşesinde duran elinin üzerinde
damarlar belirdi, her an masayı ters çevirmekle tehdit eder gibiydi. Xie Lian
elini uzattı, yardım etmek istiyordu ama Hua Cheng kükredi. “Geri çekil!”

Xie Lian’ın donduğunu görünce Hua Cheng sıkılmış dişleri arasından


konuştu. “…Ekselansları, lütfen, çabuk benden uzaklaş. Ben…”

Xie Lian sözünü kesti. “Bu haldeyken bana nasıl gitmemi söylersin?!”

Hua Cheng konuşurken sesi tümüyle nazikti. “Eğer burada biraz daha
kalırsan, ben –”

Bir anda sıra sıra yükselen hayalet inlemeleri ve haykırışları QianDeng


Tapınağının dışından yükseldi.

Hayaletler şehrin ana caddesinde koşuşturuyor, iki göz iki çeşme ağlıyor,
başlarını tutmuş inliyorlardı, sanki kafaları ikiye yarılmış ve ölümün
eşiğindeymiş gibilerdi. Kaosun ortasında, Qi Rong en önden koşuyordu.
İnsan bedenine sahip olduğu için, her ne kadar etten bedeni güçlerini azaltsa
da, aynı zamanda da hayaletlere yönelik olan saldırılara karşı bir tür
koruyucu kalkan görevi görüyordu. Sırf bu sayede Qi Rong rahat bir şekilde
koşuyordu ve kaçmak için bir fırsat yakalamıştı. Gu Zi’yi sarmalayan kadın
hayaletler de yere düşmüş ve baş ağrıları çekerek ağlıyorlardı. Uyuşturucu
melodilerini söyleyemedikleri için Gu Zi sersem bir halde uyanmış ve ilk
gördüğü şey delirmiş gibi kaçan Qi Rong olmuştu. Ayaklandı ve bağırarak
arkasından koşmaya başladı. “Baba! Baba! Beni bekle!”

Koşarken Qi Rong arkasına baktı, dilini çıkardı ve dudak büktü.


“LULULULULALALALA, AFERİN SANA, BABACIK KAÇIYOR!
HAHAHAHAHAHAHA.”

Ancak Gu Zi iki küçük bacağıyla hala peşinden koşuyordu. Aralarındaki


mesafenin açılmaya başladığını görünce gözyaşlarına boğuldu. “Baba!
Lütfen beni bırakma! Baba, beni de al!”

Qi Rong durmadan tükürüyordu. “KAYBOL! KAYBOL! BENİ TAKİP


ETME! NE ÇİLE AMA!”

Tükürüğü uzaklara uçmuş ve Gu Zi’nin alnının ortasına çarparak onu popo


üstü devirmişti. Daha çok ağlamaya başladı, öyle ki kalbi parçalanacak ve
ciğerleri yerinden çıkacak gibiydi. Xie Lian daha fazla dayanamadı ve
QianDeng Tapınağından öfkeyle çıktı. “Qi Rong!”

Qi Rong önündeki yolu kapatan Xie Lian’ı gördüğü anda korkuyla arkasını
döndü ve geldiği yöne doğru gerisin geri kaçtı. Koşarken Gu Zi’yi yerden
kaptı ve tehdit etti. “SAKIN YAKLAŞMA! GELİRSEN

GÖZLERİNİN ÖNÜNDE BU KÜÇÜK VELEDİN KAFASINI


ISIRIVERİRİM!! Uslu oğlan, babacığın akşam yemeği olacak, evlat gibi
evlat! Yarın babacık seni pişirecek! Ateşte mi yoksa buharda mı pişeceğini
seçebilirsin! HAHAHAHA!”

Tehdidi Xie Lian’ın cesaretini hiçte kırmamıştı. Ancak tam peşinden


koşacaktı ki arkasında büyük bir gürültü koptu. Sanki aniden öfkeye
kapılmış gibi Hua Cheng mürekkep, fırça ve kağıt tomarını masadan atmış
ve yere devirmişti. Kendini en kötüsüne hazırlayan Xie Lian’ın artık Qi
Rong’la uğraşacak vakti yoktu ve hemen arkasını döndü. “San Lang…”

Aniden Hua Cheng ona sımsıkı sarılmıştı. Yüce Hayalet Kralı fısıldarken,
sesinde bir titreme vardı.
“Yalan söyledim. Beni bırakma.”

“…” Güçlü kolların arasında kapana kısılan Xie Lian, bir heykel kadar
hareketsizdi. “San Lang? Benim kim olduğumu biliyor musun?”

Sanki tüm mantığını kaybetmiş ve karşısında kimin olduğunu ayırt


edemiyormuş gibi görünüyordu.

Xie Lian’ı kollarıyla daha da sıkı sardı ve mırıldanmaya devam etti. “…


Yalan söyledim. Beni bırakma.”

Xie Lian’ın gözleri büyüdü. Tapınağın dışında, Gu Zi kontrolsüz bir şekilde


ağlarken, Qi Rong histerik kahkahalarından bir diğerine boğulmuştu. Kıkır
kıkır gülüyordu. “HEHE! HUA CHENG SİKİK SENİ!! BU

SÜREKLİ BENİ AŞAĞILADIĞIN İÇİN SANA BİR DERS OLSUN!


BÜTÜN GÜN UKALA UKALA GEZEN SEN, ŞU

HALİNE BAK! KARMA İŞTE! KENDİN KAŞINDIN!!”

Bunu duyunca sokaktaki acıdan tükenmenin eşiğine gelmiş hayaletler


hemen sövmeye başladılar.

“Yeşil hayalet! Seni işe yaramaz çöp torbası, lordumuza küfretmeye cüret
mi ediyorsun?!”

Etraflarındaki hengame Hua Cheng’i köşeye sıkıştırıyordu ve daha da


kızışmıştı. Sanki onları paramparça edecekmiş gibi elini kaldırdı. İçgüdüsel
olarak Xie Lian elini indirmesi için ona sarıldı.

Yatıştırmaya çalıştı. “Tamam, tamam. Yanındayım, yanındayım.” Elini


sallamasıyla QianDeng Tapınağının büyük kapıları kendiliğinden kapandı.
Qi Rong’un bu şartlar altında tapınağın içine girmesine izin vermemek için,
Xie Lian kovaladı. “Eğer gideceksen, defol git! Seninle uğraşmaya vaktim
yok! Eğer kaybolmazsan o zaman sana neler yapaca… – AH!”

Meğer Hua Cheng onun sığ kucaklamasından tatmin olmamış ve Xie Lian’ı
yeşim masanın üzerine itmişti. Mürekkep, kağıt, fırçalar, hepsi düştü ve
yere saçıldı. Mücadele eden Xie Lian’ın elleri yanlışlıkla masanın
üzerindeki ıstampaya değmiş, altındaki kağıda kızıl-kırmızı izler bırakmıştı.

‘Ayrılığın Acısı’nın üzerindeki ‘Wu Dağı kalktıktan sonra, bulutlar artık


bulut değildir’ mısrasındaki ‘Wu Dağı’ kelimeleri şimdi parlak kan
kırmızısı izlerle lekelenmiş, çarpıcı derecede güzel görünmesine neden
olmuştu. “San…” Xie Lian konuşmaya başladı.

Ama sözlerini bitiremeden Hua Cheng onu omuzlarından tuttu ve onu


öpmek için eğildi.

Qi Rong şüphesiz bir tuhaflık olduğunu seslerde anlamıştı ve kahkaha attı.


“Kuzen Veliaht Prens, dikkat etsen iyi olur! Hua Cheng muhtemelen köpek
gibi kudurmuştur, kimi görse ısırır! Ben, şahsen, gidip haberleri yayacağım.
Hua Cheng’den intikam almak isteyen bir sürü keşiş ve efsuncu var, onunla
ilgilenmek için gelmek isteyebilirler! AHAHAHAHAHA…” Qi Rong’un
sesi uzaklara doğru kısılırken, Xie Lian’ın kalbi gittikçe sıkışıyordu. Eğer
Qi Rong sahiden Hua Cheng’in yanlış yaptığı efsunculardan büyük bir ekibi
çağırırsa, iblislerin şu anki zayıf hali göz önünde bulundurulduğunda,
Hayalet Şehri savunabilirler miydi?

Ancak bu esnada, Hua Cheng ona düşünecek fırsat tanımıyordu. Her ne


kadar yaşamadığı için sıcaklık yayamıyor olsa da, şu anda tüm bedeni
yanıyordu, sanki ateşi çıkmış gibiydi. Dudakları birbirine kenetlenmişken,
Xie Lian gelen sıcaklık dalgalarını kabul etmeye zorlanmıştı. Aslında Hua
Cheng’i itmek için uzattığı elleri, şimdi omzundaki kırmızı kumaşların
arasına gömülmüştü.

Belki de Hua Cheng’in ruhani güçleri çok büyük miktarda olduğu için, Xie
Lian boğazının, göğsünün ve karnının sıcaklıkla dolduğunu hissediyordu,
öyle ki rahatsız hissetmeye başlamıştı. Eğer böyle devam ederse, içinde
dökülen bütün bu güçlerle patlayacakmış gibiydi. Çenesi kasıldı ve vurmak
için elini kaldırdı. Her ne kadar tokadı atmış olsa da, kendisini Hua Cheng’e
vurmaya ikna edemediği için eli sadece omzuna isabet etmişti, darbesi ne
güçlü ne zayıftı. Etkilenmeyen Hua Cheng bileğini tuttu, yere bastırdı ve
Xie Lian’ın dudaklarına saldırmaya devam etti.
Sahiden daha fazla böyle devam edemedi. Bu kez Xie Lian her iki elini de
kullandı. Hua Cheng’i ittikten sonra panikle sunağın kenarına kaçtı, nefes
nefeseydi. Ancak kan çanağına dönmüş gözleriyle, Hua Cheng bırakmadı
ve peşinden giderek onu sunağa yatırdı. Xie Lian haykırdı. “San Lang!”

“…”

Belki sesi ona ulaştığı için, uzun bir süre onun yüzüne bakan Hua Cheng
aniden, kemiklerini ezecek kadar sertçe sarıldı.

Onun biraz kendine geldiğini ve ilerlemesinin durduğunu görünce Xie Lian


rahat bir nefes verdi. Ancak Hua Cheng’in kollarının arasında dururken,
Yüce’nin içindeki kararsız bir enerjinin dışarıya çıkmak için savaştığını
hissedebiliyordu. Hua Cheng’in onu yakaladığı anda öpmesine
şaşmamalıydı. İçinde böyle bir savaş koparken, defetmek için bir çıkış
bulmalıydı. Bununla birlikte, tamamen kendine gelebilmesi için, kanın
tümüyle akması gerekiyordu. Ancak Hua Cheng canlı değildi, kanı nasıl
olurdu?

Bir süre düşündükten sonra Xie Lian bir karara vardı. “…Beni affet.”

Hua Cheng’in yüzünü ellerinin arasına aldı ve gönüllü olarak dudaklarını


onunkilere sardı, nazikçe sıcaklığın çalkantılı akıntısını kendi bedenine
yönlendiriyordu, onun acısının ve çektiği işkencenin azalmasına yardım
ediyordu. Hua Cheng içgüdüsel olarak kollarını Xie Lian’ın beline sardı,
Xie Lian sadece birazcık titredi. Bir an sonra sunağın üzerinde
yuvarlanıyorlardı.

Sahiden hiç adil değildi. Xie Lian, Hua Cheng’in birazcık bile tehlikeli
olabilecek hiçbir yerine dokunmaya cesaret edemiyordu. Ancak, zihni
bulanıklaşan Hua Cheng’in parmakları hiç utanmadan bedenin her noktası
keşfediyor, Xie Lian’ın sessiz bir işkence çekmesine neden oluyordu. Bu
sunak normalde tanrıya adak sunulması için yerleştirilmişti, ama şimdi
üzerinde dilleri ateşli bir savaşla birbirine dolanmış bir hayalet ve bir tanrı
ikamet ediyordu. Her ne kadar abes bir durum olsa da, görüntü nefes
kesiciydi.
Geçmişte, her ikisi de az çok kendindeydi ve her zaman haklı çıkartacak bir
neden vardı. En azından böyle bir şey yaparken kontrollüydüler, sadece
dudakları birbirine değiyordu sonuçta, olan başka hiçbir şey yoktu. Ancak
bu kez, puslu bir zihinle birleşen hareketli eller, sadece dudaklar ve
dişlerden oluşan sınırı açıkça aşmıştı. Xie Lian sersemlemiş bir halde en
sonunda bir şeyin farkında vardı. Her ne kadar her seferinde olaylar
kontrolü dışında gelişiyor ve başka şansı kalmıyor olsa da, aslında,
hepsinde içinde tutamadığı, gizli bir arzu da vardı.

Tüm bir gece boyunca işkence çektikten sonra, Hua Cheng’in içindeki
kararsız enerji en sonunda sakinleşmeye başlamıştı. Xie Lian’ı tutan el,
yavaş yavaş gevşedi. Xie Lian döndü ve oturdu. Hua Cheng’in uyuyan
yüzünü izlerken, en sonunda rahat bir nefes aldı.

Diğer tarafa döndüğünde, E-Ming’in gözünün hala delirmiş gibi dönmekte


olduğunu gördü. Xie Lian eğri kılıcı aldı ve ancak uzun bir süre
okşamasının ardından kılıç hilal şeklindeki gülümsemesine geri kavuştu,
sanki en sonunda tatmin olmuş gibiydi. Kısa bir süre sonra Hua Cheng
uyuduğu yerden hızla doğruldu. “…Ekselansları?!”

Xie Lian hızla yüz ifadesini toparladı. Arkasını döndü ve ışıldadı. “Uyandın
mı? Artık her şey yolunda.”

Hua Cheng hızla etrafını taradı. QianDeng Tapınağının içinin yerle bir
olduğunu olduğunu söylemeye gerek yoktu. Hua Cheng ise ondan
beklenmeyecek kadar dağılmış görünüyordu, sanki dün gece neler olduğunu
hatırlayamıyor gibiydi. Xie Lian konuşma fırsatını kaçırmadı, sesi sakin ve
kendinden emindi.

“Dün gece ne mi oldu? Tüm astlarının ya aniden ateşi çıkmış ya baş


ağrısıyla kıvranıyorlardı. Kimse yerinde duramıyordu. Sen de öyle, ve
oldukça huysuzdun!”

Hua Cheng bilmek istiyordu. “Başka?”

“Başka ne? Hepsi bu kadar.” Xie Lian gözlerini kırpıp açtı.


Yüce onu sorguya çekerken, Hua Cheng’in bakışlarını üzerinde
hissedebiliyordu. “Sahiden başka hiçbir şey olmadı mı? O zaman nasıl
sakinleştim?”

Xie Lian hafifçe boğazını temizledi, sanki biraz utanmış gibi görünüyordu.
“Gerçeği söylemek gerekirse… San Lang lütfen bana kızma. Bunlardan
başka…” Hali hazırda okşamakta olduğu E-Ming’i işaret etti ve kabul etti.
“Ben, ehem, ehem, bir de seninle dövüşmek zorunda kaldım.”

“…”

Hua Cheng ona şüpheli bir şekilde bakıyordu. “…dövüştük mü?”

Xie Lian kalesine tutundu ve içten bir şekilde ona baktı. “Evet öyle. Bak,
dövüştüğümüz için salon karmakarışık oldu.”

“…”

Hua Cheng rahat bir nefes almadan önce bir an duraksamıştı ve başını eline
yasladı.

Daha fazla zorlamayacağını fark edince, Xie Lian en sonunda asılı kalmış
kalbinin tekrar attığını hissetti ve sessizce tuttuğu nefesini verdi.

“Açıldı.” Hua Cheng aniden fısıldadı.

“Ne açıldı?” Xie Lian sordu.

Hua Cheng başını kaldırdı ve oldukça ciddi bir sesle konuştu. “TongLu
Dağı tekrar açıldı.”

Bu sözleri her ikisi için de daha açık olamazdı. Xie Lian’ın gözleri irileşti.
“Yeni bir hayalet kralı…

doğmak üzere?”


Xie Lian rapor vermek için geri döndüğü zaman, Üst Cennette de
durmaksızın fırtınalar kopuyordu.

Büyük Savaş Salonuna gelen Xie Lian farkında olmadan sorgulayacak


birisini aradı. “Fırtına Ustasının nesi var?” Ancak kelimeler dudaklarından
döküldükten sonra Rüzgar Ustasının bir zamanlar durduğu yerin boş
olduğunu fark etmişti. En önde duran Su Ustası ve köşede oturan Toprak
Ustası da yoktu.

Şaşırdı, kalbi sızladı, ardından etrafına baktı ve Lang Qian Qiu’nun salona
girdiğini gördü.

Onu uzun bir süredir görmüyordu, kilo verdiğini fark etti, çok daha
karamsar görünüyordu. Xie Lian’la göz göze geldikleri zaman tek kelime
etmeden başını çevirmişti.

Xie Lian etrafını tarafı ve öylesine konuşabileceği hiç kimsenin olmadığını


fark etti.

Bir ses ona cevap verdi. “Bir şeyi yok. Bir Hayalet Kralı doğmak üzere;
hayaletler ağlıyor ve tanrılar sesleniyor, fırtınalar durmayacak.”

Ona cevap veren Feng Xin’di. Bir nedenle, Xie Lian onu görünce inanılmaz
bir dostluk hissetmekten kendini alamadı. Ancak Feng Xin’in gözlerinden
birisi morarmıştı ve Xie Lian uzaklarda, salonun öteki ucunda durmakta
olan Mu Qing’e bir bakış atmaktan kendini alamadı. Mu Qing’in yanağı
kızarmıştı.

Görünüşe göre bunca yıldır biriken kinleriyle, geçen seferki kavgaları


oldukça sert geçmişti.

Jun Wu konuştu. “Bugün hepinizi buraya çağırmamın nedenini, eminim


hepiniz biliyorsunuz.”

Cennet mensupları biliyordu. Jun Wu yavaşça devam etti. “Evren bir


ocaktır, tüm akıllı varlıklar ise bakır; derin sularda ve kızgın ateşlerde, tüm
sınamalar onun içinde var olur.
“TongLu Dağı, şeytani haberlerle dolu uğursuz bir yerdir, her an
patlayabilecek canlı bir volkanı bulunur.

“Birkaç yüzyılda bir, dağdaki Gu Şehri kapılarını açar ve milyonlarca


hayaletin içinde, en çok önceki Hayalet Krallarını etkiler. Yüce olmaya
susayan her canavar, iblis ve hayalet TongLu Dağına gider.

Hepsi buluştukları zaman, TongLu Dağı bir kez daha mühürlenir ve katliam
resmi olarak başlar.

“Geriye tek bir kişi kaldığı zaman, yeni bir Hayalet Kral doğmuş olur.

“Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuru ve Gemileri Batıran Kara Su, bu şekilde


doğmuş olan Hayalet Krallardır.

İkisi de Yüce olarak Dağdan çıktılar. Kara Su on iki yıl harcadı. Hua Cheng
ise on sene de çıkabildi.”

Mu Qing soğuk bir sesle konuştu. “Bir Kara Su ve bir Hua Cheng’le bile
başa çıkmak bu kadar zor.

Neler yaptılar baksanıza. Bir üçüncüsü gelirse, gözümüzü bile kırpamayız.”

Xie Lian nazik bir şekilde yorum yaptı. “General Xuan Zhen, Kara Su İblisi
konusunda yorum yapmayacağım. Ama Hua Cheng uygunsuz bir şey
yapmadı.”

Mu Qing şişmiş, kızarık yaklarıyla ona bir bakış attı. Pei Ming söze girdi.
“Onlarla başa çıkmak güç. Bu yüzden milyonlarca hayaletin toplanmasına
engel olmalıyız, değil mi?”

“Haklısın.” Dedi Jun Wu. “Milyonlarca hayaletin toplanması sadece birkaç


ay sürüyor. Onları öncesinde durdurmalıyız.”

“Peki ya zamanında yetişemezsek? Oyalamanın bir yolu var mı?” Xie Lian
sordu.

“Var.” Dedi Jun Wu. “Ama umarım iş o noktaya varmaz. Uyarılmış


hayaletler kaos yaratıyor ve hapsedilen pek çok canavar ile iblis yerlerinden
kaçtı, ilgilenmemiz gereken en acil durum bu. Büyük çoğunluğu kadın
hayalet Xuan Ji, cenin ruhu, Brokarlı Ölümsüz gibi oldukça tehlikeli
insandışı varlıklar.

Şu anda TongLu Dağına doğru koşuyor olmalılar. Acilen bir kez daha
alıkonulmaları gerekiyor.”

“Hepsi kaçtı mı?” Xie Lian altını çizdi. “O zaman sahiden tam bir kaos
yaşanıyor.”

“Bu yüzden de korkarım bütün savaş tanrıları dikkatli olmalı ve kendi


bölgelerini dikkatle incelemeli.”

Dedi Jun Wu.

“O zaman… peki ya ben?” Xie Lian sordu.

Her ne kadar Xie Lian şu anda Hurda Tanrısı olsa da, yine de geçen iki
seferinde savaş tanrısı olarak yükselmişti ve şu anda da bir savaş tanrısı
sayılırdı, onlardan tek farkı kendine ait bir bölgesi bulunmamasıydı. Bir
süre düşündükten sonra Jun Wu tekrar konuştu. “Xian Le, neden Qi Ying ile
gitmiyorsun.”

• MXTX, Yazar Notu:

Veliaht Prens bir aydınlanma yaşadı, bakalım ilk kim itiraf edecek~

Elbette kışkırtılmış olması Hua Hua’nın öpüşmesi gerektiği anlamına


gelmiyor, ama, Hua Hua sahiden çok öpüşmek istiyordu! Elbette başka
şeyler de…

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 128: Kalbin Kararttığı, Brokarlı Ölümsüz Kanla Dövülmüş


Bir an duraksadıktan sonra Jun Wu sordu. “Qi Ying nerede?”

Xie Lian etrafına baktı ve sahiden genç savaş tanrısından hiçbir iz


göremedi. Belki cennette olay üstüne olay yaşandığı için, Ling Wen Sarayı
her an alev alacakmışçasına meşguldü ve Ling Wen’in gözlerinin altında
fazladan birkaç siyah halka daha vardı. “Qi Ying bu toplantılara uzun
zamandır katılmıyor. Onunla iletişime geçmeyi hiç başaramadık.”

Bazı cennet mensupları cıkladı. “O küçük velet yine nereye kayboldu?”

“Yine mi yok? Toplantıları pas geçebilmesini çok kıskanıyorum.”

“Şu anda Qi Ying’in nerede olduğunu bilmediğimiz için, bulduğumuz


zaman sana haber vereceğiz ve ikiniz beraber hareket edeceksiniz.” Dedi
Jun Wu.

Xie Lian onaylayarak başını eğdi. “Elbette Lordum.”

Ölümlü diyarda sonbahar rüzgarları esiyordu, hava soğuktu, Puji


Manastırının içi de öyle. Her ne kadar Xie Lian sadece bir kat giysi giyiyor
olsa da üşümüyordu; ancak yine de hurda toplayarak kazandığı parayla
yolda giderken Lang Ying için iki yeni cübbe daha aldı.

Hua Cheng’in Hayalet Şehre dönmesi gerekmişti ve Qi Rong yanında Gu Zi


ile kaçmıştı, bu nedenle artık Puji Manastırında sadece Lang Ying vardı.
Önceden kalabalık gelen mabet, şimdi aniden terk edilmişlik hissiyle
sarılmıştı. Xie Lian uzaklardan yürürken, Lang Ying’in sessizce tapınağın
önünü süpürdüğünü görebiliyordu, düşmüş altın yaprakları bir yığın halinde
kenara topluyordu.

Belki sadece ona öyle geliyordu ama, eskiden korku ve gerginlikle sarılan
kambur Lang Ying, artık sanki uzuvlarını esnetmiş, en sonunda neşeli bir
oğlanın görüntüsüne kavuşmuştu ve Xie Lian istemsizce mutlu oldu.
Yaklaştı ve süpürgeyi aldı, ve tam onu içeriye götürecekti ki, bir süredir
saklanmakta olan köylüler yerlerinden fırladılar, teyzeler ve yaşlılar,
amcalar ve kızlar, hepsi etrafını sarmışlardı. “Daozhang geri dönmüşsün!”
“Yine şehirden hurda mı topladın? Çok çalışıyorsun, çok… Ee, neden son
zamanlarda Xiao Hua’yı hiç göremiyoruz?”

“Evet, evet, günlerdir ortalarda yok! Özledik keratayı.”

“…” Xie Lian beceriksiz bir şekilde gülümsedi. “Xiao… Hua eve gitti.”

“Ne?” Köyün başı şaşırmıştı. “Hangi eve? Xiao Hua’nın evi burası
sanıyordum? Seninle yaşamıyor muydu???”

“Hayır, hayır.” Xie Lian yanıtladı. “Sadece eğlenmek için geliyordu. Şimdi
her ikimiz de meşgul olunca, yolumuzu ayırdık.”

O akşamın sonrasında Hua Cheng cevap alabilmek için çok üstüne gitmişti,
ama Xie Lian inatla sadece kavga ettiklerini söylemişti. Şimdi TongLu Dağı
tekrar açılmıştı ve Hua Cheng’in yapması gerek işler çok daha artmıştı.
Eğer yeni bir Yüce Hayalet Kralı sahiden yükselirse, üç diyarda tehdit
altında demekti. Hua Cheng ve Kara Su’dan her ne kadar birisi göze çarpan
diğeri ise sönük olsa da, her ikisinin de kendilerine has bir tarzı vardı ve az
çok yerlerini biliyor, kendilerini kontrol altında tutuyorlardı. Ama bu kez
nasıl bir yaratığın geleceğini kim bilebilirdi ki? Eğer TongLu Dağında Qi
Rong gibi deli bir adam doğar ve onlarla bölgeleri için savaşırsa, o zaman
baş edilmesi çok güç olurdu. Bu

nedenle Xie Lian meşgul olduğu bahanesini kullanmış, ikisinin bir süre
birbirini görmemesinin ve kendi görevlerine odaklanmalarının en iyisi
olacağını söylemişti, ardından vedalaşmışlardı.

Her ne kadar sanki bir dostuna sırtını dönmüş gibi, ani ve soğuk bir hareket
gibi gelse de, Xie Lian başka ne yapabileceğini bilmiyordu.

Şu anda hislerini saklayabileceğine güvenmiyordu.

Tam bu sırada arkasındaki Lang Ying aniden konuştu. “Ateş.”

“..???”

Xie Lian ancak o konuşunca düşüncelere daldığını fark etmişti, yanlışlıkla


çanak ve ıspatulayı almış, daha yeni Puji Manastırına getirdiği et ve
sebzeleri mahvetmişti. Çanağın altındaki alevler metrelerce yükseliyordu,
nerdeyse tavanı yakacaklardı, Xie Lian aceleyle elini savurarak ateşi
söndürdü. Ancak elini çok sert savurmuştu ve bu nedenle çanak da
devrilmişti. Uzun bir mücadelenin ardından Xie Lian bir elinde tencereyle
şaşkın bir halde dikiliyor, ne yapacağını bilmiyordu. Tam yemek saatiydi ve
köylüler ellerinde kaplarla neşeyle kapının dışında yemeklerini yiyorlardı.
Karmaşaya şaşırarak hepsi geri koşmuşlardı. “NELER OLUYOR?! NE
OLDU BÖYLE?! Daozhang, evin yine mi patladı?!”

Xie Lian aceleyle pencereyi açtı. “Bir şey yok, bir şey yok! Öhö öhö öhö
öhö…”

Köyün başı görebilmek için yakına geldi. “Amanın, tam bir facia!
Daozhang, bence Xiao Hua’yı tekrar çağırsan iyi olur.”

Bir an konuşamayan Xie Lian. “Sorun yok. Sonuçta… o benim evimden


değil.” Diye cevaplayabildi.

Kendisine geldiği zaman, Lang Ying çoktan yerdeki pisliği temizlemeye


başlamıştı ve masanın üzerinde kırmızı ve mor renklerde bir şeyler içeren
bir tabak vardı – o dalgın bir halde dikilirken tabağa konulmuştu. Eğer bir
önceki sefer pişirdiği yahninin adı ‘Her Mevsimde Aşk’sa o zaman bu
seferkinin adı ‘Renklerin Kızarmış İsyanı’ olabilirdi. Ama Hua Cheng
dışında bu dünya üzerindeki herhangi bir insanın tek bir kaşık
yiyebilmesine imkan yoktu. Xie Lian’ın kendisi bile bakmaya dahi
dayanamıyordu ve çanağı yıkamaya giderken alnını ovaladı. “Boş ver,
bundan yeme. Çöpe at gitsin.”

Ancak çanağı yıkayıp geri döndüğü zaman, Lang Ying’in sessizce tabağı
almış ve çoktan yemeğe başlamış olduğunu gördü. Şaşıran Xie Lian hemen
yanına giderek onu durdurmak istedi, omuzlarından tuttu. “…Tanrım, iyi
misin? Bir yerin acıyor mu???”

Lang Ying başını iki yana salladı. Yüzü tamamen bandajlarla sarılmış
olduğu için yüz ifadesini göremiyordu. Qi Rong ve Kara Su bile onun
pişirdiklerini yiyince kendilerini kaybetmişlerdi, ama Lang Ying hiçbir
sorun yaşamamıştı, bu çocuk ne kadar açtı? Ya da aniden güçlenmiş miydi?
Xie Lian kendisiyle dalga geçti ve zorla gülümsedi, ardından temizlik yaptı
ve yatağına gitti.

Puji Manastırında iki hasır vardı, herkes için bir tane. Xie Lian altındaki
hasırda o ve Hua Cheng’in beraber yattıklarını hatırlayınca uyuyamadı,
gözleri ardına dek açıktı, ama Lang Ying’i uyandırmak istemediği için
dönüp durmaya cesaret edemiyordu. Bir süre daha içsel bir savaş verdikten
sonra, tam temiz hava almak için dışarıya çıkmaya karar vermişti ki
pencerenin gıcırdadığını duydu. Birisi yumuşak bir şekilde pencereyi itmiş
ve içeriye zıplamıştı.

Xie Lian’ın sırtı pencereye dönüktü ve yerde yan bir şekilde yatarken şok
içindeydi.

Bir insan nasıl Puji Manastırına hırsızlık yapmak için gelecek kadar
düşebilirdi? Hiçbir karşılık alamayacağı bir iş için gelmiş olmuyor muydu?

Bu kişinin ayakları hafifti, son derece yetenekliydi ve Xie Lian’ın


olağanüstü keskin duyuları olmasa, kimse onun geldiğini fark edemezdi.
İçeriye atladıktan sonra doğrudan bağış kutusuna doğru gitmişti.

Xie Lian hemen altın külçeleri anımsadı, demek bu kişi altınlar için
gelmişti? Ama altın külçeleri uzun zaman önce sahibinin bulunması için
Ling Wen’e teslim etmişti. Dikkatle dinleyen Xie Lian bu kişinin kutuyu
açmaya çalışmadığını fark etti, aksine bağış kutusuna birbiri ardına bir
şeyler koyuyordu!

Bu kişi işini tamamladıktan sonra ayrılmak için tekrar pencereden


atlayacakmış gibi görünüyordu. Xie Lian o pencereden atladıktan sonra
peşinden gitmeyi kafasına koydu, nereye gideceğini merak ediyordu. Ancak
beklenmedik bir şekilde bu kişi sunağın yanından geçerken dolu tabakları
görmüştü, muhtemelen açtı ve düşünmeden Renklerin Kızartılmış
İsyanından geriye kalanlardan birkaç ısırık almıştı, birkaç ağız dolusu
lokma boğazından aşağıya inmişti.

Bir an sonra PAT! Ve yere serilivermişti.


Xie Lian hemen döndü ve ayaklandı, Beni bütün o çabadan kurtardı!,
görebilmek için ışıkları yaktı ve yerde ölü gibi yatmış mor suratlı birisi
vardı ve Xie Lian hemen hayatını kurtarmak için koştu, boğazından aşağıya
bol miktarda su döküldükten sonra adam yavaş yavaş kendine gelmeye
başladı.

Uyandığı gibi söylediği ilk şey: “O ŞEY NEYDİ!” oldu.

Xie Lian duymamış gibi yaptı ve ciddiyetle azarladı. “Ekselansları Qi Ying,


sahiden çok acelecisin, ne olduğunu bilmeden önüne geleni yiyorsun.”

Gencin düz bir burnu ve kalın kaşları vardı, başını çevreleyen kuzgun karası
kıvırcık saçları; Batının Savaş Tanrısı, Quan Yi Zhen’den başka kim
olabilirdi ki?

Ters ters baktı. “Birinin kendi mabedinde sunulan yiyecekleri


zehirleyeceğini nereden bilecektim ki?”

“…” Xie Lian alnını ovaladı ve bağış kutusunu açtığı zaman ağzına kadar
kalın altın külçelerle dolu olduğunu gördü. “Geçen sefer koyan kişi de sen
miydin?”

Quan Yi Zhen başını salladı. Xie Lian sordu. “Neden bunları bana
veriyorsun?”

“Çünkü bende çok var.” Quan Yi Zhen cevapladı.

“…”

Aslında o söylemese bile, Xie Lian altın külçeleri muhtemelen Ay Festivali


nedeniyle ona hediye ettiğini biliyordu, Xie Lian yemek çubuklarıyla
sahnedeki perdeleri indirmişti. “Geri al, sebepsiz yere verilen ödülleri kabul
etmeyeceğim.” Dedi Xie Lian.

Quan Yi Zhen hiçbir şey söylemedi, bariz bir şekilde dinlemiyordu.

Xie Lian ağlasa mı gülse mi bilemiyordu. Tam bu sırada Lang Ying soğuk
bir sesle konuştu. “Sana geri al dedi.”
O ne ara uyanmıştı? Xie Lian ona bakabilmek için arkasını döndü, tuhaf
hissediyordu. Eskiden Lang Ying neredeyse görünmez olur, çaresizce bir
köşede büzülmeye çalışırdı, o zaman neden bugün hiç çekinmeden
konuşuyordu? Ve ses tonu da hiçte dost canlısı değildi. Ama üstünde fazla
durmadı ve eğer işe yaramazsa, zaten kutuyu Quan Yi Zhen’e göndermesi
için tekrar Ling Wen’e verebilirdi. Yüz ifadesini düzeltti. “Ekselansları, tam
zamanında geldin. Bugün Büyük Savaş Salonundaki toplantıya katılmamıştı
ama Jun Wu bize bir görev verdi, parşömeni gördün mü? Her neyse, sorun
değil, henüz bakmamışsındır diye tahmin ediyorum. Ben çoktan okudum.
Bu sefer beraber çalışacağız ve sorumlu olduğumuz yaratığın adı ‘Brokarlı
Ölümsüz’.”

Boş Lafların Efendisine ‘efendi’ denmesinin sebebi, insanların onlara


doğrudan dolandırıcı, beş para etmez, veya sinir bozucu pislik demek
istememesiydi, yani farazi bir övgüydü. Peki neden bu Brokarlı Ölümsüze
ölümsüz denilerek saygı gösteriliyordu? Çünkü efsanelere göre, bu yaratık
bir zamanlar bir tanrı olma potansiyeline sahipti.

Efsaneler yüzlerce sene öncesine dayanıyordu, antik bir krallıkta genç bir
adam vardı, doğası gereği saf ve aptaldı, zekası altı yaşındaki bir çocukla
ancak yarışabilirdi, ama savaş meydanına çıktığı zaman işin rengi
değişiyordu. Dövüş yetenekleri olağanüstüydü ve cesur ama nazikti. İki
krallık savaşa tutuştuğu zaman, onun krallığı kendisi ön saflarda savaştığı
için ezici galibiyetler alıyordu. Zihnen zayıf olduğu ve ailesi olmadığı için,
savaştan kazandığı tüm ödüllere başkaları el koyarak onu beş parasız
bırakıyorlardı. Hiçbir aile böyle bir adamla kızlarının evlenmesine izin
vermiyordu ve çok az kadın ona isteyerek yaklaşıyordu. Genç adam da bu
konularda çekingendi ve çocukluğundan beri kadınlarla hiç iletişim
kurmuyor, tek kelime etmeye cesaret edemiyordu.

Ancak bu kişi yükselme potansiyeli taşıyordu ve birkaç sene içerisinde


cennete çıkacaktı. İlk başta kızların ondan hoşlanıp hoşlanmaması hiç
problem değildi, ancak üzücü olan kısmı, onun sonradan birisine aşık
olmasıydı ve kara sevdaya düşmüştü. Doğum gününde, kız ona hediye
olarak brokarlı bir cübbe örmüştü.

Her ne kadar brokarlı bir cübbe olsa da, son derece tuhaf bir görüntüsü
vardı. Daha çok çirkin bir cebe benziyordu. Bu genç adam ise hayatında ilk
kez bir hediye alıyordu ve bu hediye sevdiği kızda gelmişti, büyük
mutluluğuna eklenen aptallığıyla, hiçbir tuhaflık fark etmemiş ve hevesle
‘brokarlı cübbe’yi üzerine geçirmişti. Kollarının çıkabileceği kol delikleri
yoktu, bu nedenle aşkına sormuştu.

“Neden kollarımı çıkartamıyorum?”

Kız neşeyle gülümsemişti. “Hayatımda ilk kez dikiş yaptım, bu yüzden çok
iyi olmadı. Ama, eğer kolların olmasaydı, o zaman sorun da kalmazdı değil
mi?”

Böylece genç adam kılıcını kaldırmış ve kollarını kesmişti. Şimdi, cübbe


üzerine uyuyordu. Ancak yeterli değildi ve bu yüzden tekrar sormuştu.
“Neden bacaklarımı uzatamıyorum?”

Kız cevaplamıştı. “Eğer bacakların olmasaydı, o zaman sorun kalmazdı


değil mi?”

Böylece genç adam bacaklarını da keser ve son olarak sorar. “Neden başımı
dışarıya çıkartamıyorum?”

Cevap kolayca tahmin edilebilirdi.

Aslında Xie Lian ilk başta bu ‘Brokarlı Ölümsüz’ün brokarlı cübbe giyen
bir canavar veya iblis olduğunu düşünmüştü, ama aslında cübbenin ta
kendisiydi. TongLu Dağı tekrar açıldığı ve milyonlarca hayalet
uyandırıldığı zaman, birisi cübbeyi çalmıştı. Genç adamın takıntılı kanını
emen brokarlı cübbe, son derece kötü ve güçlü bir ruhani eşyaya
dönüşmüştü ve yüzlerce yıl boyunca hayaletler arasında el değiştirmiş,
zarar vermek için kullanılmıştı. Bu nedenle bilinmeyen bir yerden gelen
eski, kullanılmış

kıyafetleri kabul etmeyin ve eğer gecenin bir yarısı sokaklarda size brokarlı
bir cübbe hediye etmek isteyen birisiyle karşılaşırsanız, sakın almayın. Eğer
bu brokarlı cübbeyi giyerseniz, beyinsiz bir katile dönüşürsünüz.

Elbette, bunlar sadece bir efsaneydi ve kulağa fazlasıyla saçma geliyordu,


pekala brokarlı cübbenin özgün doğasından dolayı insanların uydurduğu bir
hikaye olabilirdi. Yine de, bu brokarlı ölümsüzün durdurulması
gerekiyordu. TongLu Dağına gitmesine izin veremezlerdi.

• MXTX, Yazar Notu:

İlk olarak, gerçek Lang Ying’in Hua Hua’yla hiçbir bağlantısı falan yok.
Ama, bana inanın, bu dünyada veliaht prensin pişirdiklerini tek yiyebilecek
olan kişi Hua Hua (Yani, Hua Hua aslında hiç gitmedi! Sadece Lang
Ying’le yer değiştirdi.)

Neden kimse fark etmedi anlamıyorum _(:3 ⅃ <)_ Fazlasıyla bariz


sanıyordum!!! Madem öyle, o zaman ben de maskesini doğrudan
düşürürüm, hahahaha!

Çevirmen: Nynaeve

Not: Suika artık drivedan yazı kopyalanmasına izin vermiyor bu yüzden


MXTX’in yüz sembolünü tam yapamadım :((( Bu işlerden hiç anlamam…

Bölüm 129: Kalbin Kararttığı, Brokarlı Ölümsüz Kanla Dövülmüş

“Ekselansları Qi Ying? Ekselansları? Dinliyor musun?”

Xie Lian uzandı ve ellerini Quan Yi Zhen’in önünde salladı. Quan Yi Zhen
dalmış gibi görünüyordu ve ancak şimdi ruhu bedenine geri dönmüştü.
“Ah.”

Görünüşe göre dinlemiyordu. Xie Lian fazla konuşabilecek bir konumda


değildi bu yüzden. “Görevimiz acil ve brokarlı cübbeyi bulmak zorundayız.
Orijinal formu…”

Quan Yi Zhen sözünü kesti. “Kolsuz, başsız, çuval gibi kana bulanmış bir
cübbe.”
Xie Lian gülümsedi. “Demek biliyorsun. Parşömeni okumadığını
sanmıştım. Ama cübbe nihayetinde kötü, binlerce formuyla büyülü bir
nesne. Bu dünyada milyonlarca giysi var, yani böyle bir cübbeyi aramak,
samanlıkta iğne aramaktan farksız.”

“Ah.” Dedi Quan Yi Zhen. “O zaman ne yapacağız?”

Xie Lian açıkladı. “Eline böyle bir cübbe geçen hayaletler ve iblisler
genelde satıcı kılığına bürünür ve kalabalık sokaklarda insanları satın
almaları veya eski kıyafetleriyle takas etmeleri için kandırırlardı.

Ama bu yüzlerce yıl önceydi, şimdi birisi böyle bir şey yapmaya kalksa az
çok tuhaf gelir. Ama alışkanlıklar ve yöntemler kolay kolay değişmez. Her
neyse, şehre gidelim ve böyle tuhaf haberler duyacak mıyız bir bakalım.”

Hayaletler insanlara kıyasla böyle bir nesneyle daha çok ilgilenirlerdi.


Hayalet diyardan gelen gizli bilgiler, insan diyarındakilere göre çok daha
faydalı olurdu, bunun anlamı da doğrudan Hua Cheng’e sormanın işlerini
çok kolaylayacağıydı. Ancak Xie Lian ona bir süreliğine görüşmemeleri
gerektiğini söyleyeli çok olmamıştı ve bir şeye ihtiyaç duyduğu anda
sözünden dönmesi hoş olmazdı. Ayrıca Brokarlı Ölümsüz daha yeni
çalınmıştı ve hırsız henüz zarar vermek için onu dışarıya çıkartmamış

olabilirdi. Quan Yi Zhen başını salladı, ayaklandı ve onu takip etti. Xie Lian
aynı zamanda Lang Ying’in de peşlerinden geldiğini fark etti. “Sen burada
kal.”

Lang Ying başını iki yana salladı. Xie Lian başka bir şey söyleyemeden
aniden arkasından bir PAT! sesi daha yükseldi. Quan Yi Zhen tekrar
devrilmişti.

Xie Lian hızla başını çevirdi. “İyi misin?”

Quan Yi Zhen’in yüzü tekrar bir mor tonuna boyanmıştı ve bir an sonra
daha fazla dayanamadı, döndü, yere çömeldi ve “ÖĞĞĞĞ” kustu.

“…”
Kustuktan sonra Quan Yi Zhen kenara yuvarlandı, yüzü tavana bakıyordu,
ruhu ağzından çıkar gibiydi.

“Qi Ying… yürüyebilecek durumda mısın?” Xie Lian dikkatle sordu.

Quan Yi Zhen’in tüm uzuvlarını dümdüz uzatmıştı. “Bence. Hayır.”

“…”

Üzülen Xie Lian’ın tek yapabileceği, tüm savaşma isteğini kaybetmiş Quan
Yi Zhen’i kenara sürüklemek ve üzerini örtmekti, şimdilik gücünü
toplamasına izin verecekti.

Quan Yi Zhen’in biraz daha iyi görünmesi ancak ertesi günü bulmuştu. Her
şekilde Xie Lian artık onun rastgele şeyler yemesine izin vermiyordu ve
köyün başının evine gidip lapa istedi, diğer ikisinin yemesi için Puji
Mabedine getirdi. Quan Yi Zhen normalde Hua Cheng’in işgal ettiği yerde
oturuyordu

ve nedense, Lang Ying sürekli ona bakıyor, son derece düşmanca


görünüyordu. Xie Lian lapayı ikisinin önüne koydu ve farkında olmadan
seslendi. “San Lang…”

Kelimeler tümüyle dudaklarından dökülemeden, diğer ikisi dönerek ona


bakmışlardı. Xie Lian hemen donakaldı ve ancak o zaman ne söylediğini
fark ederek boğazını temizledi. “Lütfen devam edin.”

Sunak masasında diğer ikisi lapalarını yerken, Xie Lian da baltayı aldı ve
dışarıya çıktı. Odunları keserken parşömenden öğrendiği ipuçlarını gözden
geçiriyordu. “Brokarlı Ölümsüz, Büyük Savaş

Salonunun altına mühürlenmişti ve tapınaktaki mühür son derece güçlüydü.


Salonu koruyan sıkı güvenliğin ön saflarını yetenekli ustalar oluşturuyordu
ve hayaletlerin uyanmış olması kendi başına kaçmasını sağlayacak etki
oluşturamaz, bunun anlamı birisinin fırsat kolladığı ve kaostan yararlanarak
onu çaldığıdır…”
Öncesinde odunları kesen hep Hua Cheng olmuştu ve şimdi kendisi
yapıyordu, bir nedenle Hua Cheng kadar iyi yapamadığını hissetti. Quan Yi
Zhen zavallı bir halde sulu lapadan birkaç yudum almış ve doğrudan
uykusuna geri dönmüştü. Lang Ying ise yardım etmek için yanına gelmişti.

“Gerek yok. San… Lang Ying, gölden su al ve banyo yap.”

Şimdi aklına gelmişti, Lang Ying uzun zamandır banyo yapmıyordu.


Hayaletler derilerinin yağlanması veya pislenmesinden mustarip değillerdi,
ama bütün gün dışarıda dolanıp dururken elbette tozlanıyordu. Yine de,
özgüvenine zarar vermemek için kendisini doğrudan söylemekten
alıkoyuyordu. Lang Ying ise şaşkın görünmüştü ve karşılık vermemişti,
ama Xie Lian çoktan bir grup kütüğü su ısıtmak için içeriye taşımıştı. “Dün
şehirde biraz hurda sattım ve sana baharlık iki cübbe aldım. Banyon bitince,
neden üzerine uyacaklar mı diye denemiyorsun?”

Lang Ying tam yeni cübbeleri giyecekti, ama onu duyunca tek kelime
etmeden gitmek üzere hareketlendi. Xie Lian onu yakaladı, ciddiyetle
azarladı. “Gitme! Banyo yapacaksın, itiraz istemem.

Merak etme, başındaki sargıları çıkartmayacağım.”

Lang Ying yine de karşı çıktı ve kapıdan çıkarak kasvetle odun kesmeye
gitti, içeriye girmeyi reddediyordu. Usanan Xie Lian’ın tek yapabileceği
odunları almak, suyu ısıtmak ve kendi kıyafetlerini çıkartmaktı. Xie Lian’ın
göğsüne sarılmış olan RuoYe de kendisini çözdü. Lang Ying elinde büyük
bir odun yığınıyla geri geldiği zaman Xie Lian’ın çıplak üst bedenini gördü
ve gözleri ardına dek açıldı. Xie Lian ise, eliyle suyun sıcaklığını kontrol
ediyordu, ayarında olduğuna kanaat getirmiş, üzerinde iç pantolonuyla
banyosuna giriyordu. Lang Ying’in geldiğini görünce seslendi. “Ah, harika
zamanlama.

Duvardaki bambu şapkanın altındaki parşömeni bana uzatabilir misin?”

Lang Ying yanına gitmemekle kalmadı, gerileyerek tekrar dışarıya çıktı ve


BAM! diye kapıyı kapattı. Xie Lian şaşırmıştı. Bir an sonra, Lang Ying
sanki aklına bir şey gelmiş gibi zorla iterek kapıyı açtı. Xie Lian hemen
haykırdı. “Kapıyı tekmeleme! O kapıyı…”
Lang Ying ise ona bakmadı bile. Doğrudan içeriye yürüdü, yerde ceset gibi
yatmakta olan Quan Yi Zhen’i aldı ve kapıdan dışarıya sürükledi. Quan Yi
Zhen derin bir uykuya dalmış gibi görünüyordu, onu uyandırabilecek tek
şey dağların sallanması gibiydi, bu nedenle sürüklendiği süre boyunca
hiçbir şey hissetmedi. Xie Lian gülse mi ağlasa mı bilmiyordu. “Ne
yapıyorsun sen? Sorun yok, kız değilim sonuçta. İçeriye gel.”

Hua Cheng etrafta olmadığı zamanlarda, Puji Manastırının içinde banyo


yapmıyor değildi. Sonuçta Puji Manastırı oldukça küçüktü ve pek
mahremiyet sağlamıyordu. Banyo yapmak için bulunan su küveti ona
yetiyordu; metrelerce uzunluğunda perdeleri olan, banyo yaparken
yüzmesine ve oynamasına izin verecek bir havuz küveti yoktu. Ancak
bilerek veya değil, Xie Lian daha önce hiç Hua

Cheng’in önünde banyo yapmamıştı. Şimdi karşısındaki kişi Hua Cheng


değil, bir başkası olduğu için, şu anda durumu hiçte garipsemiyordu.

“…”

Lang Ying, Quan Yi Zhen’i kenara çekti, başının üzerine yığmak için bir
yerden kıyafetler buldu, ardından Xie Lian’ın istediği parşömeni aldı ve
başı önde bir şekilde uzattıktan sonra tekrar köşesine çekildi. Diğer yandan
Xie Lian ise tekrar parşömeni açmış ve saçını salarken dikkatle okuyordu.

Buhar yüzünü ısıtarak pembemsi bir ışıltı katmıştı. Uzun saçları ve


kirpikleri ışıltılı siyahtı ve sular damlatıyorlardı. Aniden göğsündeki ince
gümüş zinciri hissetti ve zincirin ucundaki elmas yüzüğü.

Xie Lian yüzüğü tuttu, parmaklarını sıkıca etrafına sarmıştı. Aniden göz
ucuyla, sunağın köşesinde küçük bir çiçek olduğunu gördü.

Farkında olmadan çiçeği aldı ve yüzüne doğru getirdi, zihninin tıpkı etrafını
saran sıcak hava gibi bulutlandığını hissetti ve sersemliği üzerinden atmak
için yardıma ihtiyacı vardı. Tam bu sırada kapı çalındı.

Ses onu düşüncelerinden sıyırdı ve Xie Lian çiçeği tekrar yerine bıraktı.
Tam kimsiniz diye soracaktı ki, sesin Puji Manastırının değil, yan evdeki
köyün başının kapısından geldiğini fark etti.
Vurma sesleri arasında, narin bir kadının sesi çınladı. “Kimse yok mu?
Eskisini yenisiyle değiştirin, eskisi yerine yenisi. Elimde işime yaramayan
yepyeni bir cübbe var ve hoşuma gidebilecek eski bir cübbeyle takas etmek
istiyorum. Bu evin efendilerinden ilgilenen var mı? Evde kimse var mı?”

Aramasına gerek bile kalmadan, yaratık doğrudan kapısına gelmişti!

Kadın kapıyı çaldı ve her evi tek tek sorguladı, ancak hiç kimse ona kapıyı
açmıyordu. Xie Lian hurda toplamadığı zamanlarda doğal olarak Puji
köyünde ders veriyordu, teyzelere ve ninelere kötü yaratıkları nasıl
tanıyabilecekleri konusunda yüzlerce küçük numara öğreterek onları
eğitiyordu.

Böylesine tuhaf, davetsiz bir misafirle gecenin bir yarısında karşılaşınca,


elbette kimse kapısını açmayacaktı. Bugünün insanları eskisi kadar kolay
kanmazdı. Yaratık her kapıyı çalıyordu ama kimse ona cevap vermemişti.
En sonunda Puji Manastırının kapısına geldi. Xie Lian nefesini tuttu, gergin
bir şekilde bekliyordu. Ancak görünüşe göre yaratık daha kapıyı çalmadan,
burasının gelmemesi gereken bir yer olduğunu hissetmişti. Bir ‘Ayay’
sesiyle, ayak sesleri uzaklaştı ve Xie Lian hızla seslendi. “BEKLE!

Ben takas etmek istiyorum!” Ardından Lang Ying’e fısıldadı. “Kapıyı aç,
çabuk. Korkma, sana hiçbir şey olmayacak!”

Lang Ying hiçte korkmuyordu. Ayağa kalktı ve kapıyı açtı. Kapının dışında
bir kız duruyordu, bedeni ince ve cezbediciydi, ve yüzünün alt yarısını
gören herkes onun sevimli ve çekici olduğunu düşünürdü.

Ancak yüzünün üst yarısını saran bir atkı vardı, sanki gözleri yokmuş
gibiydi, oldukça yıldırıcı görünüyordu.

Kız içeriye göz gezdirdi ve kıkırdarken ağzını örttü. “Daozhang, benim yeni
kıyafetlerimle değiştireceğin, ne tür eski kıyafetler?”

Xie Lian onu gafil avlayabilmek için hala küvetteydi. Gülümsedi. “Yeni
kıyafetlerin nasıl göründüğüne bağlı.”
Kız kolunu uzattı ve nazikçe salladı. Çantasından parlak bir brokarlı cübbe
çıkmıştı ve katlarını açarak sergiledi, göz kamaştırıcı ve güzeldi, ama tarzı
biraz tuhaf görünüyordu ve tümüyle kötücül bir enerji yayıyordu. Xie Lian
övdü. “Güzel. Güzel. Lang Ying, genç hanıma şehirden getirdiğim
kıyafetlerden birini ver.”

Lang Ying bir eliyle kıyafeti uzattı. Kız yeni cübbeyi aldı ve kıkırdayarak
eski cübbeyi uzattı. Tam arkasını dönecekti ki aniden yüzü düştü, sanki bir
şey elini ısırmış gibi çığlık attı, eski cübbeyi yere atmıştı. Giysi yığınının
içinde RuoYe vardı, kim bilir ne zaman arasına sızmıştı, ve kol yeninden
çıkarak beyaz bir engerek gibi kıza tıslamıştı.

Ve o ‘kız’ da bir kız değildi. Çığlık atıp geriye sıçradıktan sonra, yüzündeki
atkı pusu kuran RuoYe tarafından sıyrılmış ve yere düşürülmüştü. Her ne
kadar yüzünün alt yarısı çekici olsa da, üst yarısı kırışıklıklarla dolu, son
derece yaşlıydı, korkunç bir tezat yaratıyordu – ne ‘kız’ı? Açıkça seksen
yaşında bir kocakarıydı!

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 130: Renkleri Ayırmak, Dokuma Evi Açılıyor Bu bir Yarı Boyalı
Kadın’dı!

Yarı Boyalı Kadın, yaşlı kadınların genç kızlara olan kıskançlığından doğan
aşağılık bir yaratıktı. Kendi yaşlanmalarını kabul edemez ve genç kızlarını
kanlarını ve etlerini tüketerek gençliklerini geri getirebileceklerini
inanırlardı. Tiz seslerle konuşmaya bayılır, genç kızların seslerini taklit
ederlerdi.

Ancak denildiği gibi, ‘gözler kalbin aynasıdır’; yaşlılık ne kadar


çabalarlarsa çabalasınlar saklayabilecekleri bir şey değildi ve daha çok kan
emdikçe, yüzlerinin alt yarısı da o kadar gençleşir, üst yarısı ise o kadar
yaşlanırdı ve yüzlerindeki tezat daha da belirginleşirdi. O zaman bile
yaptıklarındaki yanlışlığı görmeyi inatla reddederlerdi.
Xie Lian sular damlatarak küvetten çıktı, bir ayağını küvetin kenarına
yasladı ve atlamaya hazırdı, ancak Quan Yi Zhen ölümden dönmüştü ve
fırlayarak bir tokat atmıştı. Yarı Boyalı Kadın sahiden çok zayıftı ve
inleyerek ağlarken yere kapaklanmıştı. “MERHAMET EDİN!”

Xie Lian aceleyle cübbesini kaptı ve üzerine sardı. “Brokarlı Cübbeyi çalan
sen misin?”

Yarı Boyalı Kadın hemen haykırdı. “Ben değilim, değilim! Büyük Savaş
Tapınağına girmeye cüret edemem!”

Düşününce, söyledikleri mantıklıydı. Sıradan alt seviye hayaletler Büyük


Savaş Tapınaklarına girmeye cesaret edemezdi; anında parçalarına
ayrılırlardı. Ayrıca bu Yarı Boyalı Kadın’ın muhtemelen Brokarlı
Ölümsüzle hiçbir bağlantısı yoktu ve kaba bir hesapla, muhtemelen
seksenlerindeydi, Brokarlı Ölümsüz ise yüzlerce yaşındaydı.

“O zaman bu brokarlı cübbe nereden eline geçti?” Xie Lian sorguladı.

Yarı Boyalı Kadın atkısını aldı ve yüzünün üst yarısını tekrar kapattı, sesi
tekrar tizleşmişti. “Dao…

Daozhang’a cevap vereyim! Ben… Ben Hayalet Şehirden aldım…”

“…”

Öyle bir şey miydi bu? Hayalet Şehirden alınabilecek???

Xie Lian bir an konuşamadı, ardından sorguladı. “O zaman bu brokarlı


cübbeyi sana kim sattı?”

Yarı Boyalı Kadın endişeyle cevapladı. “Daozhang! Yalvarırım, lütfen beni


bırak! Ben de bilmiyorum.

Hayalet Şehirdeki işlerde on seki göbekten ata incelenmez sonuçta!”

Bu da doğruydu. Eğer Hayalet Şehirde iş yapmak isteyen herkesin on sekiz


kuşak öteden ataları kontrol edilse, şimdiki gibi kalabalık olmazdı. Ancak
kaçamaklar olursa şehirler zenginleşirdi. Xie Lian bir süre daha sorguladı
ama sonuç vermemişti ve bu Yarı Boyalı Kadının bir kukladan fazlası
olmadığına karar verdikten sonra seslendi. “Qi Ying, ast cennet
mensuplarından birisi bu kadını almaya gelebilir mi?”

Ancak Quan Yi Zhen. “Hayır. Benim sarayımda ast cennet mensupları


yok.” Dedi.

“Bir tane bile mi?” Xie Lian sordu. “Hiç vekil general atamadın mı?”

Quan Yi Zhen kendinden emin bir şekilde cevapladı. “Bir kez bile.”

“…”

Demek, Batının Savaş Tanrısı tam bir yalnız kurttu ve yanına hiç kimseyi
almamıştı, zor işlerde yardım edecek bir yardımcısı bile yoktu. En azından
Xie Lian’ın bütçesi yoktu. Quan Yi Zhen’in durumu ise

muhtemelen sadece eksantrik karakteriyle açıklanabilirdi. Başka seçeneği


olmadığı için Xie Lian’ın tek yapabileceği kil bir kap çıkartıp Yarı Boyalı
Kadını içine mühürlemekti. Ardından Lang Ying’in elindeki brokarlı
cübbeyi aldı. İncelemek için açtığı zaman ise kaşları çatıldı.

Sahiden kötücül bir şeydi, ama, nasıl tanımlayabilirdi ki? Xie Lian’a göre,
bu tür bir kötücül enerji çok yüzeyseldi, sanki birkaç kat kozmetik fondöten
gibi sadece üzerindeydi ve içinden sızmıyordu. İçinden bir ses Xie Lian’a
bu elindekinin efsanelerdeki kadar tehlikeli olmadığını söylüyordu, ama
yine de tedbiri elden bırakmadı. Tam bu sırada Quan Yi Zhen cübbeye bir
bakış attı ve konuştu. “Sahte.”

Xie Lian şaşırmıştı. “Nereden biliyorsun?”

“Bu cübbe sahte.” Dedi Quan Yi Zhen. “Daha önce gerçek Brokarlı
Ölümsüzü görmüştüm. Bundan çok daha güçlüydü.”

Xie Lian şaşırmıştı. “Görmüş müydün? Eskiden Brokarlı Ölümsüzü gören


çok sayıda insan var ama anlaşılması yine de oldukça güçtür, gerçek mi
sahte mi olduğunu nasıl anlıyorsun?”
Ama Quan Yi Zhen konuşmayı kesmişti. Tesadüfen Ling Wen tam bu sırada
iletişim rününden ona ulaştı, sesi kulaklarında çınlıyordu. “Ekselansları,
elinde Brokarlı Ölümsüz bulunan küçük bir hayaletin Puji Manastırının otuz
kilometre yakınına vardığının haberini aldık. Gidip kontrol etmeni isteyerek
sana zahmet vereceğiz.”

“Bir tane daha mı? Tamam.” Xie Lian cevapladı. Ardından Quan Yi Zhen’e
bir bakış attı hiç ses çıkartmadan ründen sordu. “Aa, bu arada, bir şey daha
var. Ling Wen, Qi Ying daha önce Brokarlı Ölümsüzü hiç görmüş müydü?”

“Qi Ying mi?” Dedi Ling Wen. “Görmekle kalmadı. Bundan çok daha
fazlası var.”

“Ne demek istiyorsun?” Xie Lian sordu.

“Karmaşık bir hikaye.” Ling Wen cevapladı. “Ama duymamış mıydın


Ekselansları? Batıyı yöneten savaş

tanrısı önceden Qi Ying Sarayı değildi. Yin Yu Sarayıydı.”

Xie Lian bir keresinde Zevk Köşkündeyken Rüzgar Ustasının ona böyle bir
şey söylediğini anımsar gibiydi ve kalbi istemsizce acıdı. “Duymuştum. İki
Ekselansları eskiden shixiong ve shidi’ymiş sanırım?”

Yin Yu yükselmeden önce, sektinin önde gelenlerindendi. Bir gün atılgan


küçük bir sokak çocuğu görmüş ve bir anlık yufka yürekliliğiyle sektin
efendisinden onu yanlarına almalarını istemişti. Bu küçük çocuk Quan Yi
Zhen’di.

Aynı nesilden öğrenciler olarak, Yin Yu her daim Quan Yi Zhen’e çok iyi
bakmıştı. İlk yükseldiği zaman Quan Yi Zhen’i vekil generali olarak dahi
atamıştı. Ling Wen devam etti. “Qi Ying’le birkaç kez karşılaştın, bu
yüzden biliyor olmalısın. O biraz…”

“Herkesten farklı davranıyor? Bu iyi bir şey.” Dedi Xie Lian.

Ling Wen kıkırdadı. “İyi ya da kötü, kişiye ve duruma bağlı olarak değişir.
Bazıları onun bencil bir serseri mayın olduğunu ve insanlara hak ettikleri
saygıyı göstermediğini düşüyor. Cennete ilk adım attığı birkaç yılda, onu
koruyan Ekselansları Yin Yu olmasaydı, muhtemelen kim bilir kaç kişi
tarafından ölümüne dövülürdü.”

“O zaman bu iki Ekselanslarının çok iyi bir ilişkisi olmalı.” Xie Lian
düşüncelere daldı.

“Başta iyiydi.” Dedi Ling Wen. “Ancak üzücü olan, sonrasında, Qi Ying’in
kendisi de yükseldi.”

Her ikisi de Batı’dan yükselmişti, o zaman ne olacaktı? Böylece Batıyı


beraber yönetmeye karar vermişlerdi.

Shixiong ve shidi ikilisinin bir bölgeyi beraberce gözetmesi kulağa güzel


bir hikaye gibi geliyordu, ancak, sonuçta, iki aslan bir posta sığmaz.

Eğer Ying Yu’nun cennetin ona, milyonda bir şans verilen, bir Cennet
Musibeti göndermesine yetecek kadar yetenekli olduğu söylenebilirse, o
zaman Quan Yi Zhen rahatça üç Cennet Musibetini aşabilirdi ve böyle bir
yetenek milyonda bir bile gelmezdi. Başlangıçta her şey yolundaydı,
farkları bariz değildi, ama zaman geçtikçe ikisinin arasındaki fark gittikçe
açılıyordu. Quan Yi Zhen sahiden asosyaldi; diğer cennet mensuplarıyla
ilişki kurmadığı yetmezmiş gibi, isimlerini bile öğrenmeye tenezzül
etmiyordu, ve hatta kendi inananlarını dövecek kadar bile cüretkardı, onlara
küfürler ediyordu. Fazlasıyla saygısızdı. Ancak bölgesi gittikçe
genişliyordu ve takipçilerinin sayısı artmaktaydı. Karşılığında, Yin Yu
Sarayı ise ışıltısını yitirmekteydi ve en sonunda kıpırtılar başlamıştı.

Doğum günlerinde, shixiong ve shidi ikilisi her zaman birbirlerine hediye


verirlerdi. Bir sene, Quan Yi Zhen’in doğum gününde, Yin Yu ona etkileyici
bir zırh hediye etmişti.

“…”

“Brokarlı Ölümsüz mü?” Xie Lian sordu.

“Aynen öyle.” Dedi Ling Wen.


Bu Brokarlı Ölümsüz sadece kan emmek ve katletmekle kalmıyordu, aynı
zamanda korkunç bir yetisi vardı; hediye olarak alan kişi, hediye eden
kişinin verdiği tüm emirlere itaat etmek zorundaydı.

Shixiong ve shidi’nin her daim iyi bir ilişkisi olageldiği için, Quan Yi Zhen
bir an düşünmeden zırhı giymişti. Kısa bir süre sonra, kasti görünmeyen bir
şekilde, Yin Yu bir şaka yapmıştı. Brokarlı Ölümsüzün kontrolü altında,
Quan Yi Zhen düşünce yetisini kaybetmiş ve söylenileni yapmıştı. Eğer
tuhaf bir durum olduğunu fark eden ve zamanında müdahale eden Jun Wu
olmasa, neredeyse kendi kafasını kesiyor ve top gibi yuvarlıyordu.

“Yani, bu mesele zamanında çok büyümüş, çok ses getirmişti.” Dedi Ling
Wen. “Saygın bir cennet mensubu olarak, bir diğer cennet mensubuna zarar
verecek bir şey yapan Yin Yu doğal olarak hemen sürüldü.”

Bunun anlamı, iki cennet mensubunun kavga edeceğiydi. Ancak Xie


Lian’ın aklına Ay Festivalinde Qi Ying Sarayının inanlarının düzenlediği
şapşal oyun gelmişti, Quan Yi Zhen’in arkasında zıplayıp duran palyaço
muhtemelen Yin Yu olmalıydı, ancak o esnada, Quan Yi Zhen’in tepkisi
öfke olmuştu, arkasından kendi inanlarını dövmek için aşağıya atlamıştı.
“Bence Qi Ying hala Ekselansları Yin Yu hakkında olumlu şeyler
düşünüyor. Belki de bir yanlış anlaşılma yaşanmıştı?”

“Kim bilir.” Dedi Ling Wen. “Yanlış anlaşılma veya değil, söz konusu kişi
uzun yıllar önce sürüldü, kimin umurunda?”

Xie Lian başını salladı ve o tam veda ederken Ling Wen ekledi. “Dur.
Ekselansları, dahası var.

Öncesinde henüz bitirmemiştim. Puji Manastırının doksan kilometre kadar


ilerisinde de elinde Brokarlı Ölümsüz olan bir yaratık belirdi.”

“…Biraz fazla uzak değil mi? Neden bir tane daha var?” Xie Lian sordu.

“Daha bitmedi.” Dedi Ling Wen. “Dikkatle dinle, dahası var: altmış yedi
kilometre kuzeybatı, yirmi dört kilometre güneydoğu, otuz beş kilometre
kuzey…”
Yirmi yedi lokalizasyonu tek nefeste saydıktan sonra, Ling Wen en
sonunda. “Tamam. Şimdilik hepsi bu kadar.” Dedi.

O bir yandan rapor verirken, Xie Lian diğer her şeyi unutmuştu ve üzgün
hissetmeye başlamıştı. “Bu kez sarayın oldukça etkileyici bir iş çıkartmış
ha. Ama, ‘şimdilik’ derken? Dahası da olabilir mi diyorsun..? Hayalet Şehir
Brokarlı Ölümsüz mü dağıtıyor?”

“Muhtemelen.” Ling Wen cevapladı. “Hayalet şehirde sahte derilerle taklit


eşyalar satan pek çok satıcı var. Sahtelerini sattıktan sonra yüzlerini
değiştirirler, bu nedenle işin ehli olanlar rastgele şeyleri satın almaz. Yine
de hayaletler bunları antika eşyalar almak olarak görür, belki bu sefer
turnayı gözünden vuracaklarını düşünürler. Brokarlı Ölümsüzün çalınınca,
hayalet diyardaki pek çok küçük satıcı haberini almış oldu ve bu fırsatı
alıcılarını kandırmak için kullanıyor, buldukları her cübbenin Brokarlı
Ölümsüz olduğunu söylüyorlar. Hala bunca hayaletin kanabilmesi sahiden
ilginç, ve tabi insanlar üzerinde denemeye kalkmaları da. Bilgi toplamaya
çalışmak sahiden başımıza ağrılar sokuyor.”

Olanlar aslında gerçek Brokarlı Ölümsüzü bulma arayışlarını çıkmaza


sokuyordu; her yerde beliren bunca ‘Brokarlı Ölümsüz’ varken, kim bilir
hangisi gerçek olanıydı?

Yine de, görev onlara verildiği için, tamamlayacak bir yol bulmalıydılar.
“Galiba, en yakın olandan başlayarak teker teker arayacağız.” Dedi Xie
Lian.

Xie Lian’ın ruhani güçleri neredeyse yoktu, Quan Yi Zhen ise Mesafe
Kısaltma Rünü çizmeyi bilmiyordu ve her ikisinin de ast cennet mensupları
yoktu. Ama neyse ki, Ling Wen’in saydığı yerlerden en yakın olanı sadece
sekiz kilometre uzaklıkta, terk edilmiş bir dokuma eviydi. Hiç
oyalanmadan, gecenin bir yarısında aceleyle yola koyuldular.

İlk başta Xie Lian, Lang Ying’i Puji Manastırında bırakacaktı, ama
kendiliğinden peşlerine takılmış ve geri gitmeyi reddediyordu. Seyahatleri
çok tehlikeli olmayacağı ve Lang Ying’e tecrübe kazandıracağı için, zaten
Lang Ying’e kendini geliştirmeyi de öğreteceğini düşününce, Xie Lian onu
da yanlarında getirmişti.
Üçü hızla yola koyuldular. Aniden, önlerindeki yoldan ürpertici bir çalışma
şarkısı yükseldi. “YI YU XI!

YI YU XI!”

Aşina şarkıyı duyunca Xie Lian adımlarını yavaşlattı. Sislerin ötesinde,


gölgeden devasa bir karaltı, süzülmekte olan dört lanetli hayalet ışığıyla
birlikte yavaşça belirdi. Quan Yi Zhen hamle yapmak üzereydi, soru
sormadan karşına geleni dövecekti, ama Xie Lian onu geri çekti. “Sorun
yok. Onları tanıyorum.”

Sahiden, tahtırevanı taşıyan dört altın iskelet önlerinde belirdi. Quan Yi


Zhen daha önce hiç böyle büyülü bir şey görmemişti ve gözleri irileşti,
parlak ve ışıldıyorlardı. Önderleri olan iskelet şakıdı. “Xian Le’nin Veliaht
Prensi, Ekselansları mısınız?”

“Evet. Size nasıl yardımcı olabilirim?” Xie Lian cevapladı.

Altın iskelet. “Yok yok, sadece, kardeşlerimle boş vaktimiz vardı ve


Ekselansları Veliaht Prensin acelesi var mı soralım dedik, belki gideceğiniz
yere götürerek yardımımız dokunur diye?”

Yolları uzun değildi bu yüzden Xie Lian reddetmek istiyordu ama Quan Yi
Zhen araya girdi ve heyecanla “EVET!” diye bağırdı ve çoktan hevesle
tırmanmaya başlamıştı, bu tuhaf ama görkemli tahtırevana binmeyi sahiden
çok ister gibiydi. Xie Lian gülse mi ağlasa mı bilemiyordu ve tam onu
tutmak için o da yukarıya çıkmıştı ki aniden tahtırevan devrildi, zorla Quan
Yi Zhen’i dışarıya attı. Xie

Lian da düşecekti, ama birisi ona destek oldu. Konuşuverdi. “San…” ama
arkasını döndüğü zaman, kimse farkın varmadan Lang Ying’in de arabaya
binmiş olduğunu gördü ve Xie Lian’ın kolunu sıkıca tutmuştu, mürekkep
karası gözler onu sessizce, tek kelime etmeden izliyordu.

İskeletler aceleyle tahtırevanı kaptı, sekiz bacak dört çift ateşten çember
gibi dönüyordu, bağırırken hızla uzaklaşıyorlardı. “Çekil, çekil! Yolu
kapama, yolu kapama!”
Quan Yi Zhen zalimce yere atılmıştı, ancak çoktan ayağa fırlamış, henüz
pes etmeye hazır görünmüyordu ve tekrar sıçramayı planlar gibiydi, ama
iskeletler çok hızlıydı ve hep bir adım arkada kalıyordu, bu yüzden
peşlerine takılıp kalmıştı, sahiden, ama sahiden bu tahtırevana bir kez olsun
binmek istermiş gibi görünüyordu. Onun dinç bir şekilde takip edişini
izlerken, tahtırevanın üzerindeki Xie Lian, olanların biraz acımasız
olduğunu düşünmekten kendini alamadı, bir çocuğa zorbalık ediyor
gibiydiler. Her ne kadar bu tahtırevan Hua Cheng’e ait ve başka cennet
mensuplarının binmesini istemeyecek olsa da, yine de sormaktan kendini
alamadı. “Ee… üç kişi binemez miyiz acaba?”

İskeletler şakıdı. “Olmaz, olmaz! Sadece iki kişi binebilir!”

Tüm yol boyunca alev almış gibi koştular ve Quan Yi Zhen tüm bu zaman
boyunca arkalarındaydı.

Vardıkları zaman ise altın iskeletler Xie Lian ve Lang Ying’i bıraktılar,
ardından tahtırevanı alarak gözden kayboldular. Sonuç olarak Xuan Yi Zhen
araca binmeyi başaramamıştı, özlemle tahtırevanın uzaklaşmasını izliyordu.
Xie Lian Lang Ying’in elini tutarak araçtan inmişti ve önlerinde haykırışlar
ve ağlamalar yükseliyordu, hepsi de terk edilmiş Dokuma Evinden
geliyordu. Xie Lian şaşırmıştı.

Burasının terk edildiğini söylememişler miydi?

Yaklaştılar ve en sonunda haykırışlardan bir şeyler çıkartabildiler:

“BU AŞAĞILIK YARATIK Bİ DAHA YÜCE HUA CHENGZHU’NUN


BÖLGESİNDE TAKLİT ŞEYLER SATMAYA CÜRET ETMEYCEK!”

“BİR DAHA ASLA! AMA, LÜTFEN YÜCE CHENGZHU’YA


SÖYLEYİN, BEN DE O SAHTE BROKARLI ÖLÜMSÜZLERİ DİĞER
HAYALETLERDEN SATIN ALDIM! BEN DE KURBANIM!!!”

Üçü dokuma evinin önüne geldiler ve içeriden çıkmakta olan siyah cübbeli,
hayalet maskeli bir adamla karşılaştılar, uzun zamandır onları bekler
gibiydi. Hafifçe başını eğdi ve selamladı.
“Ekselansları.”

Ses, Xie Lian’ın Lang Ying’i yakalamasına ve onu Zevk Köşküne


getirmesine yardım eden hayalete aitti.

O zaman Xie Lian bileğindeki lanetli kelepçeyi görmüştü.

Çevirmen: Nynaeve

Suika Notu: TGCF hala düzenlenmekte ve bazı kısımlar üzerinde hala


çalışılıyor. Öncesinde, 42.

Bölümün düzenlenmemiş versiyonunda, Shi Qing Xuan çoktan Yin Yu ve


Quan Yi Zhen’i anlatmıştı, ama şimdi o kısım bölümden kesildi. Belki
MXTX o zaman henüz bu bölüme kadar hikayeyi ilerletmemişti.

Bölüm 131: Renkleri Ayırmak, Dokuma Evi Açılıyor Rüzgar Ustası ona
bir keresinde bu kişinin muhtemelen Yin Yu olduğunu söylemişti, sonuçta
yakın zamanda sürülen sadece bir avuç cennet mensubu vardı. Bu nedenle
Xie Lian sordu. “Size nasıl hitap etmeliyim, beyefendi?”

Hayalet maskeli adam cevapladı. “Lütfen Ekselansları. Ben isimsiz bir


hizmetkardan fazlası değilim.”

Terk edilmiş dokuma evine girerken Xie Lian şaşkındı. Ahşap çubuklardan
dizi dizi her türden kıyafet asılıydı: düğün giysileri, resmi kıyafetler, kadın
satenleri, formalar, çocuk kıyafetleri… yanlarında son derece basit ve
kalitesiz kanlı çuval kumaşından gömlekler de vardı, sanki insanların bu
işte bir yanlışlık olduğunu anlayamamasından korkarmış gibi onları da
koymuşlardı. Yığın yığın, kat kat, lanetli ve tuhaf, kötülüğün enerjisiyle
ağırlaşmış, sanki her birinin içerisinde yaşayan bir ölü varmış gibiydi.

Brokarlı Ölümsüz değillerse bile, kesinlikle sıradan şeyler de değillerdi.

Çeşitli renklerdeki uzun kumaşlar yığınların üzerinde asılıydı; bazıları


solgun beyaz, bazıları kirliydi.
Uzun zamandır kimse onlarla ilgilenmemişti. Quan Yi Zhen siyah boyalı
büyük bir fıçının önüne çökmüştü, başını içeriye uzattı, komik rengi olan
boyaları inceliyordu, sıvının tuhaf bir kokusu vardı.

Xie Lian biraz sonra parmağını batırıp tadına bakmasından korkuyordu, bu


yüzden aceleyle onu geri çekti. Dışarıdaki bahçede, bir grup hayalet ve
canavarın tek bir demir zincir tarafından bağlanmış

olduğunu gördü, başlarına sarılıp çömelmişlerdi, Xie Lian merak etti.


“Ne…?”

Hayalet maskeli adam cevapladı. “Yakın zamanda Hayalet Şehir ve diğer


yerlerde Brokarlı Ölümsüz sattığını iddia eden tüm hayaletler ve yaratıklar
burada. Toplanda doksan sekiz parça kıyafet toplandı.”

Doksan sekiz parça. Ve hepsi de bu kadar kısa bir zamanda yakalanmıştı.


Xie Lian etkilenmişti. Hayalet maskeli adam devam etti. “Eğer yeni tuhaf
hareketler görürsek, en kısa zamanda onları da Ekselansları için
yakalayacağız.”

Bunu duyunca Xie Lian söylemeden edemedi. “Gerek yok. Lütfen San…
Hua Chengzhu’ya böyle bir zahmete girmesine gerek olmadığını söyle.
Kendim de halledebilirim.” Sonuç aynı olurdu, sadece biraz daha zaman ve
emek gerekirdi, hepsi bu. Cennet için çalışan resmi bir cennet mensubuydu
sonuçta ve her ne kadar fazla tapınanı olmasa da, yine de iyi bir iş
çıkartıyordu.

Hayalet maskeli adam cevapladı. “Doğal olarak, Chengzhu Ekselanslarının


tüm bunları çabasız bir şekilde halledebileceğini biliyor. Ama tam da bu
yüzden Lordum böyle herkesin yapabileceği ayak işleriyle uğraşmamanızı
umuyor. Ekselanslarının zamanı ve emeği daha önemli işler için
kullanılmalı.”

“…”

Xie Lian tereddüt etti ama nihayetinde yine de sordu. “Chengzhu’nuzun şu


sıralar neler yaptığını sorabilir miyim…”
Lang Ying, Xie Lian’ın yanında öylesine dolanıyordu ve hayalet maskeli
adam cevapladı. “Chengzhu şu sıralar çok meşgul.”

Xie Lian hızla yanıtladı. “Ah. İyi o zaman. Umarım her şey yoluna girer.
Dilerim başarılı olur.”

Bağlanmış her bir hayalet ve iblisi sorguladılar ve hepsi ama hepsi inatla
mallarını gizemli maskeli bir adamın dağıtımından aldığını söylüyordu ve
sözleri yalana benzemiyordu. Ama Hayalet Şehir gibi bir yerde, bir günde
sokakta kim bilir kaç tane maskeli adam dolaşıyordu?

Sorgu nafileydi ve bu yüzden hayalet maskeli adam zinciri çekti ve çene


çalan hayaletleri sürüklerken veda etti. Ancak, doksan sekiz parça hayalet
giysisi geride kalmıştı. Xie Lian hurda ve eski kıyafetle geçirdiği bunca
yılda hiç bu kadar kıyafeti bir arada görmediğini düşünebiliyordu sadece.
Evirip çevirdi, hiçbirisinin gerçekte aradıkları olmadığını seziyordu ve
Quan Yi Zhen’e hitaben konuştu. “Qi Ying, neden gelip bir bakmıyorsun?”

Ancak Quan Yi Zhen sadece dağınık, kıvırcık saçlarını karıştırdı ve başını


iki yana salladı. “Çok var.”

Çok fazla hayalet cübbesi. Her bir kıyafet kötülük enerjisi saçıyor,
diğerlerine bulaştırıyor, insanın mukayese yeteneğini kaybetmesine neden
oluyordu.

Bu tıpkı keskin bir tat duyusuna sahip bir kişinin, her ne kadar armut ve
elma ile doldurulmuş

yiyeceklerdeki lezzet farkını anlayabiliyor olsa da, birbirine karışmış


doksan sekiz farklı meyveden oluşan bir karışımı tatması istenirse,
tamamen tat duyusunu yitirecek olması gibiydi. Xie Lian başka bir yöntem
düşünüyordu ama etrafına bakmak için başını çevirdiği anda, Quan Yi
Zhen’in yerden bir cübbe aldığını ve doğrudan üzerine giymekte olduğunu
gördü. Xie Lian hızla onu durdurdu ve giysiyi tekrar askıya astı. “Dur, dur,
dur. Qi Ying, baştan anlaşalım: birincisi, her bulduğunu ağzına atma, ve
ikincisi, rastgele kıyafetler giyme. Bunlar çok tehlikeli davranışlar.”

Ancak Quan Yi Zhen arkasındakini işaret etti. “Peki ya o?”


Xie Lian aniden bir yanık kokusu işitti ve Quan Yi Zhen’in işaret etmekte
olduğu yöne bakmak için döndüğü zaman, Lang Ying’in bir köşeden çubuk
bulduğunu ve ucunu yaktığını gördü, ve elinde yanan çubuğu tutarken bir
hayalet cübbesini ateşe veriyordu, bu sırada durgun bir sabra sahipti.

“…Ateşle… de oynama???” Xie Lian haykırdı.

Hayalet cübbe ateş yüzünden acı çekermiş gibi görünüyordu ve cübbenin


ucunun yukarıya kıvrılıyor, delirmiş gibi kıvranıyor, uzaklaşmaya
çalışıyordu, bir kıyafetten çok yaşayan bir yılana benzerken oldukça
acımasız bir tabloyu gözler önüne seriyordu. Ancak her ne kadar yanık
kokusu olsa da, kıyafetin yanıyor olduğuna dair hiçbir iz yoktu. Görünüşe
göre hayalet cübbelerin üzerinde onları yanmaktan koruyacak kadar çok
kötülük enerjisi vardı.

Xie Lian’ın ona ateşle oynamamasını söylediğini duyunca, Lang Ying


tutuşmuş çubuğu yere bıraktı ve alevleri söndürmek için birkaç kez üzerine
bastı, bir kez daha uslu görünüyordu. Xie Lian ise gülse mi ağlasa mı
bilemedi ve yanına gitti. “Bugün neden… böylesin?”

Konuşmasının ortasında durdu, yüz ifadesi aniden ciddi bir hal almıştı.

Ahşap rafın tepesinde, çok uzak olmayan bir yerde asılı uzun ve güzel
beyaz bir kumaşın akşam rüzgarında nazikçe salındığını görmüştü.
Kumaşın üzerinde insan benzer bir gölge vardı ve yavaşça hareket
ediyordu. Bu gölgenin başı yoktu.

Xie Lian Lang Ying’i arkasına çekti ve hemen kılıcını çekti. “HERKES
DİKKATLİ OLSUN!”

Kılıcı savrularak hem kumaşı hem de gölgeyi ikiye böldü. Ancak, kumaş
yere değdiği zaman arkasında tek bir ruh bile yoktu, başsız gölge
kaybolmuştu. Arkasındaki bir şey onun tüylerini diken diken ederken, Xie
Lian gidip kontrol etmeye fırsat bile bulamamıştı. Hızla başını çevirdi ve
gözbebekleri küçüldü. Bir şekilde, güzel giysilere bürünmüş bir kadın
sessizce arkasında belirmişti.

Hayır! Bir kadın değildi, sadece cübbeydi!


Biraz önce ikiye böldüğü şey de bir cübbeydi ve yere düştüğü gibi diğer
kumaşlarla örtülmüştü.

Etraflarında, her yerde, aniden insansı figürler belirmiş, süzülüyor ve


yavaşça sallanarak üçüne doğru

yaklaşıyorlardı. Görünüşe göre, onlar farkına varamadan bahçede,


koridorda, tüm dokuma evinde asılı duran doksan sekiz parça hayalet
cübbenin tamamı raflardan kurtulmuştu!

Xie Lian şaşkındı. “Biraz önce hiçbir sorun yoktu, şimdi ne oldu?”

Yanından kısık bir ses işitti. “Milyonlarca hayaletin uyanışı.”

Xie Lian görmek için başını çevirdi ve onunla konuşan kişinin Lang Ying
olduğunu fark etti. Her ne kadar hiç gergin görünmüyor olsa da, solgun
elinin sırtında damarlar belirginleşmişti, bariz bir şekilde o da bir şeyden
etkilenmişti.

Bir diğer uyanış! TongLu Dağı’nın kapılarını açacağı gün yaklaştıkça


onlara hatırlatmak için hayaletlerin kulaklarındaki titreşimler de güçlenirdi.
Xie Lian’ın aklına gelen ilk şey, San Lang nasıl???, oldu.

Ancak şu durumda düşünecek vakti yoktu. Zihni hızla çalışırken, yirmi


kadar hayalet çoktan onlara yaklaşmıştı. Quan Yi Zhen yumruğunu
savurmadan önce ne gözünü kırptı ne de bir an düşündü. Eğer yumruğu bir
duvara veya zemine isabet etseydi, kesinlikle yer yerinden oynardı, dağlar
sallanır, kayalar ve yer parçalanırdı. Ama bin ton ağırlığındaki yumrukları
sadece kıyafetlere isabet ediyordu.

Çocuklar bile ‘taş, kumaş, makas’ oynamayı bilir, kumaş taşı sarar. Hafif bir
hareketle, yumuşak ve esnek kumaş mükemmel bir şekilde yumruğunu
soğurmuştu! Yumrukları ne kadar sert olursa olsun, kumaş yumuşak bir
şekilde etrafına sarılıyor ve hiç hasar görmüyordu, sadece Xie Lian’ın kılıcı
işe yarıyordu. Ancak hayalet cübbeler kaçmakta ustaydı, küçük bir hareket
aralarında metrelerce mesafe açıyordu ve neredeyse hiç ağırlıkları olmadığı
için, ne ses çıkartıyor ne de nefes alıyorlardı, bu yüzden pusuya
yakalanmamak için hareketlerini fark etmek, bir insanınkini fark etmekle
kıyaslanamazdı.

Normalde insanlar kıyafetlerini seçerlerdi. Şimdi, kıyafetler insanları


seçiyordu. Doksan sekiz hayalet cübbe, hevesle kendilerine uyacak bir
beden, hoşlarına gidecek bir insan arıyordu. Kadınlar, erkeklere kıyasla
kıyafet seçmeyi daha çok severlerdi; hayalet cübbeleri içinde de, kadın
kıyafetleri insan seçmeyi seviyordu. Farklı renk ve tarzdaki on kadar uzun
kadın giysisi delirmiş gibi kendilerini Xie Lian’a bastırdılar ve kılıç bile
onları uzakta tutmaya yetmiyordu. Bu savaş, bir grup kadının hoşlarına
giden güzel bir cübbe için verebilecekleri tüm savaşlardan daha çetindi. O
anda, Xie Lian sanki açan çiçekler ve ipeklerle sarılmış gibiydi, her
yerinden çeken kadın cübbelerinin arasına sıkışmıştı.

Quan Yi Zhen inatla kendilerini onun başının üzerine geçirmeye çalışan bir
sürü çocuk kıyafetini aldı ve bir kenara attı. Xie Lian’a bakarken şaşkındı,
merak etti. “Neden kadın kıyafetlerinin hepsi seni sevdi?”

“Belki daha dostane göründüğüm içindir???” Xie Lian cevapladı.

Ancak tek bir cübbe bile Lang Ying’i rahatsız etmemişti. Belki o da bir
hayalet olduğu için ondan hiçbir fayda göremeyeceklerini biliyorlardı, bu
yüzden ona hiç yaklaşmamışlardı. Xie Lian kılıcını yatay bir şekilde
savurdu ve bir grup kadın giysisini biçti, ama ikiye kesildikten sonra bile
bazıları hala istekle hareket ediyordu ve nasılsa artık saldırılarından daha
kolay kaçınmaya başlamışlardı. Xie Lian göz ucuyla bir grup giysinin
pencerelere doğru süründüklerini gördü ve bağırdı. “KAPIYI KAPAT, BİR
RÜN

ÇİZ! DIŞARIYA ÇIKMALARINA İZİN VERME!”

İçeride iki tanrı ve bir hayaletlerdi, bu durumla hala başa çıkabilecek


durumdaydılar, ama eğer o hayalet cübbeler dışarıya çıkıp başkalarına
bulaşırlarsa o zaman güç bir durum oluşurdu. Ancak sesi çok geç ulaşmıştı.
Dokuma evi açık bir alandaydı ve pahalı kol yenlerini savuran uzun bir
cübbe, devasa bir yarasa gibi gece gökyüzüne doğru uçuyordu. Xie Lian
içinden, Ne çile ama!, diye ağladı ve
tekrar bağırdı. “Qi Ying! Dokuma evini sana bırakıyorum!” Ardından
sıçradı ve duvardan atlayarak uzun hayalet cübbeyi yakaladı.

Bir insanın tüm ağırlığı üzerine eklenince, uzun cübbe kol yenlerini ne
kadar çırparsa çırpsın işe yaramadı ve bir kıvrımını ölüm kadar katı bir
şekilde yakalamış olan Xie Lian’la birlikte yere düştü.

Ancak, son derece kurnazdı ve CIIRRT! Kendi kolunu kesen bir savaşçı
gibi kendi köşesini yırttı ve hızla Xie Lian’ın ellerinden kurtuldu. Tam da
bu sırada, içki içerek geçirilen bir akşamın sonrasında evine gitmekte olan
birisi vardı ve başsız bir yaratığın ona doğru uçtuğunu görünce korkudan
çığlık attı.

“AAAAHHHHHH BAŞSIZ BİR HAYALET! BAŞSIZ!”

Xie Lian hemen oraya fırladı ve cübbeyi yoldan geçen adama göstermek
için tekrar yakaladı, rahatlatmaya çalıştı. “Korkma, korkma! Başsız değil, o
hiçbir şey!”

Yoldan geçen adam baktı ve sahiden cübbenin katlarının arasının boş


olduğunu gördü, hiçbir şey yoktu! Bu kesinlikle başsız bir hayaletten çok
daha korkunçtu ve gözleri arkaya devrilerek oracıkta bayıldı. Xie Lian onu
hızla yakaladı ve nazikçe yere yatırdı. “Çok özür dilerim! Hemen onunla
ilgileneceğim.”

İsyan dalgası dindikten sonra, Xie Lian en sonunda dokuma evinin


dışındaki tüm hayalet cübbeleri yakalamayı başarmıştı. Hepsini saydı, tek
bir parçanın dahi eksik olmadığından emin olduktan sonra rahat bir nefes
verdi.

İşler böyleyken, Xie Lian konuştu. “Sanırım Qi Ying’in basit yöntemini


kullanabiliriz. Bütün cübbeleri deneyip görelim.”

Kendisi denemeyi umursamazdı, ama aynısının diğer iki kişi için de geçerli
olup olmadığını kestirmek güçtü. Eğer sahiden Brokarlı Ölümsüzü giyerse,
sonrasında gelişebilecek durumlarla baş edebilirler miydi bilmiyordu. En
sonunda, diğer ikisi giyinirlerken nöbet tutmaya karar verdi.
Böylece hem Lang Ying hem Quan Yi Zhen dış cübbelerini çıkardılar ve
birbiri ardına cübbeleri denemeye başladılar, ve her yeni cübbede uyup
uymayacaklarını görebilmek için Xie Lian ‘zıpla’ veya

‘dön’ gibi basit emirler veriyordu.

Ancak, doksan sekiz cübbenin tamamını denedikten sonra, her ikisi de kırk,
elli kadar denemişlerdi, hiç tuhaf bir harekette bulunmadılar. Görünüşe göre
bu hayalet cübbelerin hiçbirisi Brokarlı Ölümsüz değildi ve bütün geceleri
bir hiç uğruna harcanmıştı.

Lang Ying ve Quan Yi Zhen üzerlerindeki tek kat giysilerle yere çökerken,
Xie Lian her türden kıyafetten oluşan yüksek yığının üzerine oturdu.
Elleriyle alnına destek olurken mırıldandı. “Sahte olanları almanın ne
faydası var…”

Bir süre daha oturduktan sonra iletişim rününden Ling Wen’e ulaştı. “Ling
Wen bazı hayalet cübbeleri topladım ve her ne kadar gerçek Brokarlı
Ölümsüz muhtemelen içlerinde olmasa da, onlar da kötü varlıklar; baş
etmesi çok güç. Onları alması için aşağıya birini gönderebilir misin?”

“Anlaşıldı. Hemen organize ediyorum. Kaç parça toplayabildiniz?” Ling


Wen cevapladı.

“Doksan sekiz parça.” Diye Xie Lian cevap verdi.

“…”

Ling Wen belirtti. “Ekselansları sahiden çok maharetli, sana verdiğim


rapordakinden daha fazlasını toplamışsın.”

Xie Lian hafifçe boğazını temizledi. “Aslında ben değil…”

Ama sözlerini bitiremeden aşina bir ürperti omurgasından aşağıya süzüldü.


Xie Lian titredi ve başını kaldırdı.

Karşısında, onca hafif ve güzel beyaz giysinin arasında bir insan siluetine
ait karanlık bir gölge yükseliyordu.
Bu kez, ne başsızdı ne süzülüyordu. Perdemsi uzun kumaşların arkasında
duran bu kişi pekala bir erkekti. Oldukça genç uzun bir adam olduğunu
kestirmek kolaydı ve hatta dağılmış saçları da siluetin etrafında
görülebiliyordu.

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 132: Doksan Dokuzuncu Hayalet Cübbe Tehlikeden Saklanıyor


Xie Lian hemen ayaklandı. “BROKARLI ÖLÜMSÜZ?!”

Doğal olarak şekil ona cevap vermedi ve hareket de etmedi, sadece orada,
öylece duruyordu. Xie Lian ellerini diğer ikisinin omuzlarına attı ve
fısıldadı. “Hareket etmeyin.”

Bir an sonra, gece rüzgarı esti ve erkek silueti ortadan kaybolmadan önce iç
çekti, yerinde yeller esti.

Xie Lian hızla ayağa fırladı. Tam bu sırada dokuma evinin dış kapısı birden
çalındı. Üçü de oraya doğru döndü ve Xie Lian sesini yükseltti. “Kim o?”

Kapının dışından bir erkek sesi duyuldu. “Ekselansları benim.”

Xie Lian kapıyı açmak için öne çıktı, dokuma evinin dışında açık çehreli bir
adam vardı, temiz ve pak görünüşüyle elleri iki yanında içeriye girdi. Xie
Lian şaşırmıştı. “Ling Wen, kendin mi geldin?”

Ling Wen kol yenlerini düzeltti. “Ekselanslarının işler zorlaştı dediğini


duyunca, sıradan cennet mensuplarının yardımcı olamayacağını fark ettim,
bu yüzden kendim geldim. Merhabalar Ekselansları Qi Ying. Neden yerde
oturuyorsun? Sorun ne? Bu bakış neden?”

Ling Wen erkek formundaydı. Xie Lian kumaş perdelere ilerledi ve açtı,
arkasında hiçbir şey yoktu. Bir an sonra başını çevirdi. “Brokarlı Ölümsüz
kendisini gösterdi.”

Ling Wen şaşkın görünüyordu. “Ne?”


“O olmalı, eminim.” Dedi Xie Lian. “Genç bir adamdı, oldukça uzun, belki
benden beş santim daha uzundu. Kemik yapısı göz önünde bulundurulursa,
kesinlikle savaş sanatları konusunda maharetli birisiydi.”

Ling Wen nedense şüpheliydi. “Ekselansları emin misin? Geçen onca yılda,
Brokarlı Ölümsüzün kendisini birinin önünde gösterdiğine dair hiçbir şey
duymadım. Ayrıca, o doksan sekiz parça kıyafetten hiçbirisinin gerçek
olmadığını kendin söylememiş miydin? Birisi kılık değiştirerek numara mı
yapıyor yoksa?”

“Korkarım böyle bir şey imkansız.” Diye cevapladı Xie Lian. “Büyük bir
kaosun ardından, hayalet cübbelerin dışarıya sızarak ölümlülere zarar
vermesine engel olmak için kapıyı ve pencereleri kapattık ve bir rün çizdik.
İçeridekiler dışarıya çıkamaz ve dışarıdakiler de içeriye giremez. Dokuma
evinde sadece üçümüz vardık, kimse numara yapmış olamaz.”

Bir süre mırıldandıktan sonra Ling Wen konuştu. “O zaman gerçek Brokarlı
Ölümsüzle ilgili özel bir durum olmalı, ya da, senin gördüğün şey, hayalet
cübbelerden birisini ele geçiren intikam arayan bir ruhtun siluetiydi.”

Lang Ying ve Quan Yi Zhen yere çökmüştü, her ikisi de dalgın


görünüyorlardı. Xie Lian ve Ling Wen bağladıkları kollarıyla ayakta
duruyor, erişkinlere ait bir görüntü oluşturuyorlardı ve ciddiyetle
tartışıyorlardı. En sonunda, Ling Wen öneride bulundu. “Neden bu
cübbeleri Ling Wen Sarayına götürüp astlarımın incelemesine izin
vermiyoruz? Eğer bu da işe yaramazsa, o zaman bir sonraki toplantıda
tartışırız. Eminim Üst Cennetten birisi bu konuda uzmandır.”

Önerisini düşünen Xie Lian başını salladı. “Muhtemelen en iyisi bu olur.


Ama, sonuçta bu görevin sorumluluğu bizde, hala bir şeyler daha yapmak
istiyorum. Gerçek Brokarlı Ölümsüz burada bir yerde olduğu için, onu
ortaya çıkarabilmek için bir şeyler daha düşünmeme izin ver. Eğer yarına
kadar hala bir çözüm bulamamış olursam, o zaman doksan sekiz hayalet
cübbeyi sana teslim edeceğim.” Sonuçta bu mesele Ling Wen sarayının
yetki alanına dahil değildi.

“Ekselansları bu kadar resmi olmana gerek yok.” Dedi Ling Wen. “Ah, eğer
onları yarın göndereceksen, yüz bir tane olacaklar değil mi?”
Xie Lian şaşkındı. “Neden üç tane daha ekledin?” Ardından fark etti. “Şu
an üzerimizde olan cübbelerden mi şüpheleniyorsun?”

“İmkansız değil.” Dedi Ling Wen.

Xie Lian cübbesinin kol yenini kaldırdı, o kadar yıpranmıştı ki üç ipliği


sarkıyordu. “Bu cübbeyi yıllardır giyiyorum, kesinlikle bir problemi yok.
Lang Ying’in şu anda giydiği ise yeni alındı, ama benim emirlerime itaat
etmiyor, bu yüzden onda da bir problem olmamalı.” Lang Ying’e
çalışmamasını söylemişti ama Lang Ying yine de odun kesmişti; ona evde
kalarak uslu bir çocuk olmasını söylemişti ama Lang Ying yine de gelmişti.

Ancak Ling Wen başını iki yana salladı. “Kastettiğim o değildi.


Ekselansları, farkında olmayabilirsin ama Brokarlı Ölümsüzün halesi
güçlüdür ve burada bulunduğu için, normal kıyafetleri de etkilemiş

olabilir. Her şekilde, güvende olmak için şu anda üzerinizde bulunan


kıyafetleri giymeyin, bu konuda bir şey yapmak gerek.”

Bunu duyunca Xie Lian hızla Lang Ying ve Quan Yi Zhen’in dış
cübbelerini çıkarttı. “Artık bunları giymeyin, giymeyin. Çıkarın, çıkarın.
Öyleyse yarın bu kıyafetleri toparlayıp Ling Wen sarayına getiriyorum.”

“Alması için birisini göndereyim mi?” Dedi Ling Wen.

“Gerek yok, gerek yok.” Dedi Xie Lian. “Her seferinde seni uğraştırmak
beni yeterince utandırıyor zaten. Sarayın çok meşgul, bu meseleyi ben
hallederim.”

Ertesi gün Xie Lian gayretle devasa kıyafet yığınını topladı ve kendisi
bizzat Cennete yükselerek büyük bohçalar halinde taşıdı.

Ling Wen uzun zamandır onu sarayında bekliyordu ve bugün, önceki


seferlerde olduğu gibi saray, bir oraya bir buraya koşturan tanrılarla
hararetlenmiş gibi görünmüyordu. Xie Lian hayalet cübbelerden büyük
bohçaları çözdü; rengarenk giysiler dışarıya fırladı ve her yere yayıldılar. O
alnındaki terleri silerken Ling Wen sakince yürüdü. “Bir şey bulabildin
mi?”
Xie Lian çaresizce iç çekti. “Oldukça utanarak hiçbir şey bulamadığımı
itiraf etmeliyim. Şimdiden özür dilerim; yarım eden kimse olmadığı için,
biraz dağınık bir halde olmalarına engel olamadım. Dün öyle bir kaos vardı
ki, tüm cübbeleri getirebildim mi onu bile bilmiyorum. Sürekli bir yada iki
parça eksikmiş gibi geliyor ama emin de değilim.”

“Hiç problem değil.” Dedi Ling Wen. Ardından aşağıya baktı ve kabaca
saydı. “Sahiden eksik parçalar var. Ekselansları, görünüşe göre yanındaki
küçük hayaletin giydiği cübbe burada yok?”

Xie Lian’ın sağ eli yumruk oldu ve hafifçe sol avucuna vurdu. “Ah,
haklısın! Şimdi hatırladım. Lang Ying cübbesini alıp giymişti ve almayı
unuttum. Şimdi gidip getireceğim.”

Ling Wen kıkırdadı. “Acelesi yok. Kendine iyi bak Ekselansları.”

Ancak Xie Lian gitmek üzere hareketlenmedi ve onun yerine olduğu yerde
durdu, yüz ifadesi ağırlaşıyordu. Ling Wen tam altındaki birkaç cennet
mensubuna hayalet cübbeleri almalarını söyleyecekti, ama arkasını döndü
ve hala orada durmakta olduğunu gördü, salonda sadece ikisi vardı,
şaşırmıştı. “Ekselansları, söyleyeceğin başka bir şey daha mı var?”

Xie Lian onu okunmaz bir ifadeyle izliyordu. “Pek bir şey yok. Sadece,
aklıma geldi de, eğer sana sahiden Brokarlı Ölümsüzü getirseydim ve
arkamı dönseydim, benden gerçeği saklar mıydın?”

“…”

Ling Wen’in gülümsemesi soluyordu ama hala son derece kibardı.


“Ekselansları?”

Xie Lian onu sakince izledi. “En başından beri içimde bir his vardı.”

“Nedir?” Ling Wen heyecansız bir şekilde sordu.

“Normal insanlar, sıradan iblisler ve hayaletler Büyük Savaş Tapınağına


girmeye cüret edemez. Eğer Büyük Savaş Tapınağında mühürlenmiş
nesneleri çalabilecek kadar oraya aşina olan birisi varsa ve yakalanmamayı
başarabildiyse, o zaman korkarım bu kişi Jun Wu’nun kendisi dışında,
sadece sen olabilirsin, Ling Wen Zhen Jun.”

Sonuçta, Ling Wen Sarayı her gün tüm sarayları geziyordu ve herkesin
bölgesine aşina olduğu söylenebilirdi.

Ling Wen sırıttı. “Ekselansları, mantığın biraz fazla gerçekçi. ‘En kolay
ulaşabilecek olan kişi en şüpheli konumdadır.’ Bu düşünce dizisini takip
edersek, Jun Wu’nun kendisini soyma ihtimali daha yüksek olmuyor mu?”

Xie Lian başını salladı. “Kabul etmeliyim ki haklısın. Ama Yarı Boyalı
Kadın beni şüphelenmeye itendi.”

“Ne Yarı Boyalı Kadını?” Ling Wen sordu.

Xie Lian cevapladı. “Elinde sahte bir Brokarlı Ölümsüz vardı ve nasılsa
kapımda bitiverdi. Nasıl bu sadece bir tesadüf olabilir? Ayrıca, yüzüne
‘şüpheli’ de yazsa olurdu, sanki onu şüpheli bulmamdan korkarmış gibiydi.
Niyeti çok barizdi.”

“Aa? Neymiş o?”

“Kendisi söylemedi mi?” Dedi Xie Lian. “‘Eskisini yenisiyle değiştirin’


İstediği Puji Manastırımdaki eski kıyafetlerdi!”

Geçmişi düşününce, Brokarlı Ölümsüzün çalındığını Büyük Savaş Salonu


çok çabuk fark etmişti ve anında soruşturmaya başlamışlardı. Bu nedenle
hırsız elinde tutmaya cesaret edememiş ve ilk olarak saklamıştı. O zaman,
saklamak için en iyi yer neresi olurdu?

Yapraklar ormanda saklanır.

Eğer Xie Lian’ın kendisi Brokarlı Ölümsüzü saklamak istese, son derece
sıradan ve normal görünümlü bir kenevir cübbeye çevirir ve ölümlü diyara
atardı, ama uzaklardan takip ederdi. Normalde, kimse o kadar kalitesiz bir
cübbeyi almak istemezdi. Ancak Xie Lian’ın hayatı pekte normal
sayılmazdı ve kendisi yıllardır aynı köşeleri dökülmüş cübbeyi giyiyordu;
parası ancak böyle kıyafetlere yetiyordu.
Ayrıca, kıyafet sıcak tuttuğu ve temiz olduğu sürece onun için yeterliydi,
seçici değildi. Üstüne, kendisi onca diğer kıyafetle dolu sepetlerin
içerisinden en tehlikeli kıyafetleri seçmek konusunda inanılmaz bir
yeteneğe sahipti. Bu nedenle, büyük indirimi yakaladığı için kendisini
tebrik ederek satın almış ve efsanevi Brokarlı Ölümsüzü eve getirmişti.

“Ekselansları, söylediklerin biraz fazla.” Dedi Ling Wen. “Sonuçta bir savaş
tanrısı geçmişin var, bu yüzden eğer düşünürsen, bir Yarı Boyalı Kadın
senin kapına gelirse onu hemen alaşağı edersin.

Senden hiçbir şey almayı başaramayacaktır, ne yeni ne eski.”

“Sahiden hiçbir şey alamadı, ama alması gerektiğini kim söyledi? Eğer
başka bir durum söz konusu olmasaydı, onunla nasıl başa çıkardım?” diye
sordu Xie Lian.

Eğer Xie Lian Yarı Boyalı Kadının gerçek Brokarlı Ölümsüze sahip
olduğunu düşünseydi, o zaman kesinlikle Ling Wen’e rapor eder ve
ardından, Ling Wen’in kendisi muhtemelen aşağıya gelirdi. Tıpkı önceki
gün olduğu gibi, muhtemelen Xie Lian’a güvenliği için tüm kıyafetlerin
incelenmek üzere Ling Wen sarayına getirilmesi gerektiğini söylerdi.

Sahiden Quan Yi Zhen’in de orada bulunması talihsizlik olmuştu. Ve sadece


bir kez Brokarlı Ölümsüzü giymeyi tecrübe ettikten sonra, doğrudan Yarı
Boyalı Kadın’ın elindekinin sahte olduğunu söyleyebilmesini kimse
beklememişti. Bunun anlamı da Ling Wen’in Puji Manastırındaki tüm
giysileri alabilmesinin ne kolay ne de mantıklı olacağıydı.

Xie Lian’ın tüm sahip olduğu bilgileri Ling Wen sağlamıştı ve aynı
zamanda doğrudan sorgulama da yapabilirdi; Xie Lian’ın nerede olduğu ve
nereye gittiği tamamen onun elindeydi. Yarı Boyalı Kadının foyası ortaya
çıktıktan sonra, Ling Wen hemen Xie Lian’a iletişim rününden yeni bir
mesaj iletmiş ve ona Hayalet Şehrin ilgilenilmesi gereken pek çok sahte mal
sattığını söylemiş, sorgulanması gereken hiçbir şeyin üzerinde durmasına
fırsat tanımayacak kadar görevi üzerine atmıştı.

“O sahte malları sen mi dağıttın bilmiyorum, ama bana bilgi veren


kesinlikle sendin. Bu adımla birlikte beni Puji Manastırından uzaklaşarak
Lang Ying’in peşinden gidecektin.” Dedi Xie Lian.

Ancak beklenmedik bir şekilde Lang Ying de onların peşine takılmış ve


dışarıya çıkmıştı.

“Brokarlı Ölümsüzün aniden kendisini göstermesi senin tahminlerine dahil


miydi bilmiyorum, ama sen hızlı düşünürsün ve plan değiştirmek senin için
hiçte zor değildir.”

Gerçek mi sahte mi olduğu ayırt edilemeyen onca hayalet cübbeyle, kaosun


ortasında gerçek Brokarlı Ölümsüzü kaçırmak içten bile değildi, ve Brokarlı
Ölümsüzün kendisini göstermesi de eklenince, Ling Wen bu bahaneyi
kullanarak doğrudan kendisi aşağıya inebilirdi; alenen etraftaki tüm
cübbeleri toplayacaktı. İşlerin nasıl çözüleceği ve gerçek olanın nasıl
bulanacağına, beliren siluetin açıklamasına gelince ise, hepsinin çözümü
Ling Wen’e dayanıyordu.

Bu noktaya dek dinledikten sonra Ling Wen durmasını işaret etti.


“Ekselansları, lütfen burada dur.

Yani Lang Ying’in, adı buydu değil mi? Giydiği cübbenin Brokarlı
Ölümsüz olduğuna inanıyorsun değil mi? Unutma, üzerine geçirdikten
sonra senin emirlerine uymamıştı değil mi, yanılıyor muyum?

Kendin söylemiştin. Brokarlı Ölümsüzün yetileri son derece güçlüdür ve bir


Hayalet Kral bile onunla karşılaşırsa bir istisna teşkil edemez.”

Xie Lian cevapladı. “Aynı zamanda sen demiştin ki: ‘Özel bir durumla
karşılaşmış olmalı’. Bu özel durumun tam olarak ne olduğuna gelirsek,
eminim sen bu konuda çok daha bilgilisindir, bu soruyu benim için
aydınlatacağını umuyorum.”

Ling Wen hafifçe kaşlarını çattı ve yumruklarını sıktı. Yumuşak bir sesle
konuştu. “Ekselansları, bunun anlamı beni bir hırsız olarak gördüğün mü?
Dürüstlüğümü mazur gör, ama bu beni oldukça… rahatsız etti.”

Xie Lian hafifçe başını eğdi. “Özür dilerim.”


“Özrün kabul edildi.” Dedi Ling Wen. “Ancak Ekselansları, bu konuda katı
olmalısın, bir kanıtın olduğu sürece olabilirsin de. Sonuçta, tüm bunlar
sadece bir spekülasyon.”

Xie Lian yavaşça cevapladı. “Bugüne dek, hiçbir kanıtım yoktu. Hatta, Ling
Wen Sarayına adım atana dek elimde hiçbir şey yoktu. Ama, konuşmaya
başladığımızdan beri var.”

Ling Wen eliyle bir işaret yaptı. “Lütfen söyle.”

“Kanıtım, biraz önce, hayalet cübbeleri tam olarak saymaya çalışmaman.”


Dedi Xie Lian.

Ling Wen’in ifadesi çok az değişti, ancak, kaşları hafifçe çatılmış gibiydi.
Xie Lian devam etti.

“Getirdiğim hayalet cübbelerin sayısı sahiden az, ama sadece bir tanesi
eksik değil. Aslında, sadece seksen sekiz tanesini getirdim – toplamda on
tane cübbe eksik!

“Şüpheli olduğunu düşündüğüm tüm giysileri tuttum ve buraya getirmedim.


Sayıda bir problem olduğunu hiç düşünmemiştim ama tek bir bakışla Lang
Ying’in giydiğinin burada olmadığını söyledin.

Bu yüzden, umarım beni aydınlatırsın, özellikle onun eksik olduğunu nasıl


fark ettin?”

Ling Wen elini kaldırdı. “Lütfen bekle.”

Acele etmeden yerdeki tüm cübbeleri bir kez daha saydı ve sahiden yerde
seksen sekiz tane giysi olduğunu fark etti. Hissiz ses tonunu koruyarak
cevap verdi. “Sanırım kimse mükemmel değildir diyebiliriz, her zaman bir
şeyler fark edilmeden kalır.”

“Pekala.” Dedi Xie Lian. “Bu kez ciddi bir şekilde saydığın için tüm
parçaları incelemiş olmalısın, sana bir şey söyleyeyim: fark ettin mi? Dün
Lang Ying’in üzerinde olan cübbe bu seksen sekiz parçanın içinde!”

“Ekselansları ne demeye çalışıyorsun?” Ling Wen sordu.


Xie Lian çömeldi ve giysi yığınının içinden bir cübbe çıkarttı, sallayarak
açtı ve elindeki düz, beyaz bir keten cübbeydi. “Dün Lang Ying’in
üzerindeki cübbe buydu, hemen önümüzde değil mi? Biraz önce sayarken
nasıl gözden kaçırabildin?”

“Ekselansları sen de bu keten cübbenin hiçbir özelliği olmadığını kabul


etmelisin, tek bakışta fark etmediğim için beni suçlayamazsın.” Dedi Ling
Wen.

“Ahım şahım bir şey değil sahiden.” Dedi Xie Lian. “O zaman, sen, ehil ve
güven telkin eden, çalışkan ve dikkatli Ling Wen Zhen Jun, tam bir sayım
yapmadan neden aceleyle bu kadar dikkat çekmeyen bir cübbenin burada
olmadığını söyledin?”

Ling Wen’in gülümsemesi bozulmadı. “Bunca cübbe var, gözlerim


bulanıklaştı; parşömenler dağ gibi birikti, bunaldım.”

“Gözlerin bulanmadı, tam tersi.” Dedi Xie Lian. “Gözlerin fazlasıyla


keskin. Sana ikinci bir şey söyleyeyim: Aslında Lang Ying’in dün giydiği
cübbeyi getirmedim. Şu anda elimde bulunan gerçeği taklit ederek
oluşturulmuş bir kopyası – ama detaylar konusunda son derece
dikkatliydim, bu yüzden, sadece tek bir bakışa Lang Ying’in gerçekte
giydiği cübbenin burada olmadığını nasıl söyleyebildin?”

Ling Wen şaşırmıştı. “Sahte veya değil, her şekilde görememiştim.


Ekselansları, her zaman görevlerde bu kadar sıkı çalışır ve bu kadar çok mu
düşünürsün? Neden bir kopya yaratmak için bu kadar emek harcadın?”

Xie Lian beyaz kenevir cübbeyi kaldırdı ve yumuşak bir sesle konuştu. “…
Bu kenevir cübbeyi yığının içinden rastgele seçtim. ‘Gerçeği taklit eden
kopya’ ve ‘detaylar konusunda dikkatli olmak’, bunların hepsini biraz önce
uydurdum. Dediğin gibi, kim bir kopya yaratmak için bu kadar emek harcar
ki?

Kandırıldın. Bu dün Lang Ying’in giydiği cübbeyle aynı renkte bile değil,
ama bunu gözünün önünde tutarak seni sorguladım, bir kez bile bunun tuhaf
olduğunu düşünmedin mi?”
“…”

Xie Lian dikkatle Ling Wen’e baktı. “Ling Wen, şu anda, tek ihtiyacım olan
son derece basit bir soruyu cevaplaman: Lang Ying’in dün giydiği cübbe ne
renkti?”

Ling Wen hemen konuşmadı, sadece yavaşça kaşlarını kaldırdı.

Beyaz kenevir cübbe yere düşerken Xie Lian konuştu. “Saygıdeğer bir
numaralı sivil tanrı olarak, Üst Cennetin sayısız bin parşömeni her gün
elinden geçerken, hafızan bu kadar kötü olmamalı. Nasıl Lang Ying’in dün
giydiği cübbenin rengini hatırlayamazsın?

“Cevap veremezsin, çünkü benim olası hilelerime karşı tetiktesin; kolayca


cevap vermeye cüret edemezsin çünkü ne renk olduğunu zaten bilmiyorsun.
Çünkü dün, onun üzerinde gördüğün tek şey başsız, kolsuz, eski püskü bir
giysi torbasıydı!”

Her kelimesinin üzerine bastı. “Brokarlı Ölümsüzün binlerce görünümü


vardır, ama tüm bunların bir illüzyon büyüsü olduğuna hiç şüphe yok.
Ancak, bu illüzyon ne kadar güçlü olursa olsun, asla belli bir kişinin
gözlerini boyayamaz – onu yaratan kişinin!

“Hangi şekle bürünürse bürünsün, yaratıcısının gözlerinde her daim gerçek


halinde olacaktır. Biraz önce seksek sekiz cübbenin olduğu yığına göz
gezdirdin ve başsız, kolsuz, tuhaf bir çuval görmedin, bu yüzden elbette
Brokarlı Ölümsüzün bu yığında olmadığını anladın!”

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 133: Hayalet Kralı Tanımak, Hayalet Kralla Oynamak İlk başta
sadece şüpheli hayalet cübbeleri tutmayı ve tekrar kendisi dikkatlice
incelemeyi planlamıştı, ama Ling Wen’in düşünmeden yapılmış bir
yorumuyla, onun yalanlarında büyük bir boşluk yakalayabileceğini hiç
düşünmemişti. Xie Lian bu konuda düşünmeye başladığı anda kendini
gidişata kaptırmış ve sürekli onu kandırmıştı. En sonunda ise sahiden Ling
Wen’in zırhında bir çatlak açmayı başarmıştı.

Ling Wen donuk bir halde duruyordu. Xie Lian devam etti. “Elbette tüm
bunları inkar edebilirsin. Ama gerçek olup olmadığını kanıtlamak kolay
olacaktır. Cübbeyi getirip Büyük Savaş Salonunda sunduğum zaman,
Semavi İmparatorun önünde formunu değiştirdikten sonra, senden cübbenin
nasıl göründüğünü tarif etmeni isteyeceğim, o zaman her şey
aydınlanacaktır.”

Brokarlı Ölümsüz ölümlü diyarda dolaşırken beş yüzden fazla insanın


kanını emmişti; içinde barındırdığı kötülük muazzamdı. Eğer Ling Wen
Büyük Savaş Tapınağına brokarlı cübbeyi çalmak için girmiş ve henüz
kimseye zarar vermek için kullanmaya fırsat bulamadıysa, o zaman çok
büyük bir suç değildi ve affedilebilirdi. Ancak Ling Wen yükselmeden önce
de bir vekil generaldi. Brokarlı Ölümsüze dair duyulan ilk haberler, Ling
Wen vekil general olduktan yıllar sonra yayılmıştı.

Bunun anlamı da, Ling Wen kutsal görevlere atandıktan sonra olmasıydı;
Brokarlı Ölümsüzü bir cennet mensubu olarak yaratmıştı!

Görevi ölümlüleri korumak olan bir cennet mensubunun yolundan saparak


bir ölümlüyü baştan çıkarması ve öldürmesi ciddi bir suçtu. Baştan
çıkardığı ve öldürdüğü ölümlü de geleceğin bir cennet mensubuydu üstelik.
Ne yazık ki bu olay affedilerek geçiştirilemezdi. Ling Wen iç çekti.
“Ekselansları, sen sahiden…”

Bir an duraksadıktan sonra devam etti. “Belki de bu görevin sana verilmesi


benim talihsizliğim. Her ne kadar bugün Ling Wen Salonunda sadece
ikimiz bulunuyor olsak da, aramızda yüzlerce yıllık bir dostluk var, ama,
bence, bunca yıllık geçmişimiz adına senden bu olayı görmezden gelmeni
istesem kabul etmezsin ve onun yerine beni Büyük Savaş Salonuna gidip
teslim olmam konusunda cesaretlendirirsin, haksız mıyım?”

Xie Lian da iç çekti. Her ne kadar o ve Ling Wen birbirlerini yüzlerce yıldır
tanıyor olsalar da, her zaman tümüyle görev konuşmuş ve asla
yakınlaşmamışlardı. İlişkileri kötü değildi, ve hatta üçüncü kez yükseldiği
zaman herkes onunla Çöp Tanrısı diye dalga geçerken, Ling Wen ona hiç
yukarıdan bakmamıştı. Aksine, ona daha da yardım etmiş ve göz kulak
olmuştu. Ama bu Brokarlı Ölümsüz görevi onun başına kalmıştı ve bir kez
gerçek ortaya çıktıktan sonra, her ne kadar rapor edilmesi güç olsa da, rapor
etmemesi imkansızdı.

Xie Lian içten bir şekilde cevapladı. “Ben de bu konuda şanssız olan
taraftayım.”

Ling Wen kollarını çaprazladı ve başını iki yana salladı. “Ekselansları, senin
gibi birisi… bazen çok zekisin, bazen ise pek zeki sayılmazsın; bazen
merhametlisin, ama bazen de taş kalpli.”

Duraksadı ve ardından sordu. “Peki şimdi cübbe nerede?”

“Bende.” Xie Lian yanıtladı. “Sonrasında şahsen Büyük Savaş Salonuna


teslim edeceğim.”

Ling Wen başını salladı, söyleyecek başka bir şeyi yokmuş gibi
görünüyordu. Xie Lian ekledi. “Eee, söylesene, neden Lang Ying üzerinde
Brokarlı Ölümsüzün etkisi işe yaramıyor?”

“Tahminde bulunabilirim.” Dedi Ling Wen. “Ama eğer Ekselansları cevabı


bilmek istiyorsa, önce bir isteğimi yerine getirmeli.”

“Nedir?” Diye sordu Xie Lian.

“Görmeme izin verecek misin?” Dedi Ling Wen. “Brokarlı Ölümsüzü.”

Xie Lian şaşırmıştı. Ling Wen devam etti. “Sadece bir günlüğüne ihtiyacım
var. Sonuçta eğer kendimi Büyük Savaş Salonuna teslim edeceksem,
sonrasında onu görmek için hiçbir fırsatım olmayacak.

Yanlış anlama. Hiçbir şey yapmayacağım. Sadece, dün kendisini


gösterdiğini söylediğin zaman çok şaşırdım.”

Başını iki yana salladı, gözleri dalıp gitmişti. “…Onca yıl geçti, ama Bai
Jing kendisini hiç göstermedi.”

“Demek genç savaşçının adı Bai Jing’di?” Xie Lian sordu.


Ling Wen tekrar kendisini toparlamış gibiydi. “Ah. Evet. Ama insanlar ona
Xiao Bai derdi.”

*ÇN: Bai Jing, Beyaz Brokar demek. Beyaz aynı zamanda ‘boş’ anlamında
da kullanılabilir. ‘Xiao Bai’ ise ‘Minik Beyaz’, ‘Benekli’?? gibi bir köpek
ismi ve ‘Bai Chi’ boş beyinli, yani aptal demek.

“Xiao Bai mi?” Xie Lian meraklandı. “Kulağa sanki…” Bir köpeğe seslenir
gibiydi, veya birisine aptal demek gibi. Ling Wen kıkırdadı. “Evet öyle.
Ona Bai Jing adını ben verdim. Kimse ona böyle seslenmez, bu yüzden pek
az kişi adını bilir. Ama eğer ona adıyla seslenirsen mutlu olur.”

Brokarlı Ölümsüz efsanesinde, kızın genç adama davranış şekli sadece


acımasız ve korkunç olarak düşünülebilirdi; eğer müthiş bir nefret söz
konusu değil ise o zaman da sadece saf acımasızlık olarak tarif edilebilirdi.
Ancak Ling Wen genç adam hakkında konuştuğu zaman ses tonu
dostaneydi; ne aşk ne nefret vardı. “Yapacak mısın? Eğer Ekselansları
kaçmamdan endişeleniyorsa beni RuoYe ile bağlayabilirsin. Sonuçta bir
savaş tanrısı değilim, kaçamam.”

Bir nedenle, Xie Lian Ling Wen’e güvenmesi gerektiğini hissediyordu. Bir
süre düşündükten sonra, yavaşça başını salladı. “Pekala.”

İkisi sanki hiçbir şey olmamış gibi Ling Wen Sarayından çıktılar. Büyük
Savaş Caddesinde yürürken, her zamanki gibi yoldan geçmekte olanları
selamladılar hatta. Ling Wen her zamanki gibi görünüyordu, kol yenlerinin
altında, ellerinin RuoYe tarafından sıkıca bağlandığına dair hiçbir şeyi belli
etmiyordu.

Çok uzaklaşamamışlardı ki, devriye görevinden dönmekte olan Pei Ming ile
karşılaştılar, ve ikisi birbirlerini selamladılar, yol kenarında durarak
üstünkörü iyi dileklerde ve art niyetli yorumlarda bulundular. Pei Ming tüm
bu zaman boyunca Xie Lian’a bakıyordu ve Xie Lian biraz gerilmişti.
“Neden bana öyle bakıyorsun General Pei?”

Pei Ming çenesini ovaladı ve dürüstçe cevap verdi. “Yalan söylemeyeceğim


Ekselansları, seni her gördüğümde endişeleniyorum ve tüm kaslarım
geriliyor, sanki senin yanında her kim yürürse başına kötü bir şey
gelecekmiş gibi hissediyorum. Bu yüzden seni Ling Wen’le yürürken
görünce kalbim hızlı atmaya başladı. Ling Wen, bir süreliğine kendine göz
kulak olsan iyi edersin.”

Ling Wen kahkaha attı. “Nasıl olur? General Pei, lütfen şakayı bırak.” Xie
Lian ise ağlasa mı gülse mi bilemiyordu. Bir noktada, Pei Ming’in
içgüdüleri son derece doğruydu.

Puji Manastırına dönünce, uzaklardan yaklaşırken Lang Ying’in mabedin


önündeki eski bir ağaca yaslanmış olduğunu görebiliyorlardı, sol eli muzip
bir şekilde hiç umursamadan süpürgeyi çeviriyordu ve ayağının dibinde
altın yapraklardan büyük bir yığın vardı. Xie Lian gözlerini kıstı ve uzunca
bir süre onu izledikten sonra onun duyabilmesi için bilerek adımlarına
ağırlığını verdi. Lang Ying arkasını dönmedi, ama varlığını fark etmiş
olmalıydı ve oldukça doğal bir şekilde duruşunu değiştirdi, arkasını

dönene kadar süpürmeye devam etti ve ardından Xie Lian ve Ling Wen’in
yaklaştığını ancak o zaman fark etmiş gibi davrandı. Xie Lian hafifçe
boğazını temizledi. “Yine mi süpürge yapıyorsun?”

Lang Ying başını salladı. Onu böyle görünce Xie Lian dayanamadı ve
büyüklerin yapacağını gibi onun başını okşayarak övdü. “Akıllı çocuk.”

Lang Ying övgünü basit bir şekilde kabul etti. Ling Wen hiç yorum
yapmadan onları izliyordu ve Xie Lian Puji Manastırının kapılarını açarken
onu yönlendirdi. “Burada…”

Ancak beklenmedik bir şekilde kapıları açtığı anda, bağış kutusunun önünü
çökmüş bir şekil fark etti, bir kez daha gizlice ağır altın külçeler koyuyordu.
Xie Lian hızla koşarak onu geri çekti. “Qi Ying, bırak şunu, bu kadarı yeter
bile. Geçen sefer koyduklarını bile daha çıkartamadım, hepsi içine sıkıştı.”
Ling Wen başını salladı. “Selam olsun Ekselansları Qi Ying.”

Qi Ying de ona döndü. “Selam.”

Puji Manastırının tam ortasında durmakta olan ahşap bir giysi askısı vardı
ve askının üzerinde düz bir keten cübbe asılıydı. Elbette bu sadece Xie
Lian’ın gördüğüydü. Ling Wen yaklaştı, ciddiyetle bir süre inceledi, ama
cübbe tepki vermedi. Hafifçe başını eğdi. “Lordlarım, tek başıma bakmak
istiyorum, eğer uygunsa?”

“Tabi.” Dedi Xie Lian.

RuoYe ellerini bağlamıştı ve Ling Wen bir savaş tanrısı değildi, bu yüzden
hiçbir şey yapamazdı. Xie Lian endişelenmiyordu ve elini Quan Yi Zhen’in
omzuna attı. “Hadi dışarı çıkalım.”

Bu görev sonlanmış sayılırdı ve Xie Lian rahatlamaya başlamıştı. Bir de


komşuları ona bir sürü meyve ve sebze hediye etmişti, bu yüzden Xie Lian
onları mutfağa götürdü, pişirmeye hazırdı. Yenilmez ruh buna denirdi işte.
Bunca günden sonra Quan Yi Zhen onun Puji Manastırını bir tür mutlu
çiftlik olarak görüyor gibiydi, bir aşağı bir yukarı zıplıyor, bazen ağaçlara
tırmanıyor, bazen balkabağı çalıyor, bazen balık tutuyor, bazen kurbağa
yakalıyordu. Xie Lian’ın bir anlık dikkatsizliğiyle, Quan Yi Zhen mutfağa
sızmış ve bir tatlı patates yürütmüştü. Tezgahtaki boşluğu fark eden Xie
Lian başını çevirdi ve ağzından patates sarkmakta olan Quan Yi Zhen’i
gördü, ağdan kaçan bir balık gibi hızla uzaklaşıyordu.

Xie Lian haykırdı. “Daha pişmedi, yeme onu!”

Ancak zaten henüz pişmediği için hızla yenmesi gerekiyordu ya zaten. Xie
Lian pişirdikten sonra, artık yenecek durumda olmayacaktı. Xie Lian başını
iki yana salladı, ardından Lang Ying’in ona doğru yürümekte olduğunu
gördü ve gözleri sevgiyle kısıldı. “Lang Ying boşta mısın? Sebzeleri
kesmeme yardım etsene.”

Lang Ying tam Quan Yi Zhen’in çaldığı patatesi geri almak üzereydi ama
Xie Lian’ın konuştuğunu duyunca, hiç düşünmeden yardım etmeye geldi.
Doğrama tahtasındaki bıçağı aldı, lahananın üzerine koydu ve doğramaya
başladı, görevini oldukça ciddiye alıyordu. Xie Lian bir süre onu izledi,
ardından başını çevirerek pirinç yıkamaya döndü, bir yandan sohbet
ediyordu. “Lang Ying şimdiye kadar Puji Mabedinde pek çok tanrı ve
hayalet gördün değil mi?”

Her biri bir öncekinden daha tuhaftı üstelik. Yanından, Lang Ying cevap
verdi. “En.”

Xie Lian devam etti. “O zaman, sana bir sorum var: Eğer seçmen gerekse,
tüm o tanrılar ve hayaletler içerisinde en yakışıklısı hangisi?”

Lang Ying tek kelime etmeden sebzeleri kesiyordu, oldukça dikkatle


düşünür gibiydi. Xie Lian hafifçe kaşlarını kaldırdı. “Söylesene. Gerçek
düşüncen neyse söyle sadece.”

Böylece, Lang Ying cevap verdi. “Sen.”

Xie Lian kahkaha attı. “Ben hariç.”

“Kırmızı olan.” Dedi Lang Ying.

Xie Lian kahkahasını zapt etmeye çalışırken neredeyse karnı patlayacaktı.

Ciddi bir sesle karşılık verdi. “Hıhı. Bence de öyle.”

Bir an duraksadıktan sonra Xie Lian tekrar sordu. “O zaman, sence en


güçlüsü hangisi?”

Lang Ying yine “Kırmızı olan.” Diye cevapladı.

Xie Lian hiç ara vermeden hızla sorularına devam etti. “En zengini?”

“Kırmızı olan.”

“En çok hayranlık duyduğun?”

“Kırmızı olan.”
“En aptalı kim?”

“Yeşil olan.”

Sorular birbiri ardına hiç duraksamadan sorulmuştu, ama yine de en


sonunda cevabını değiştirmeyi başarmıştı, bu da aklının ne kadar hızlı
çalıştığını ve tepkilerinin ne kadar çevik olduğunu ortaya koyuyordu. Xie
Lian yorum yaptı. “Görünüşe göre kırmızı giyinen gege’yi çok sevmişsin.
Onun adı Hua Cheng, unutma. O zaman, onun çok iyi birisi olduğunu mu
düşünüyorsun?”

Lang Ying farkında olmadan elindeki bıçak biraz yavaşlamış gibi


görünüyordu. “Çok iyi.”

Xie Lian konuştu. “O zaman, boş kaldığımız zaman, onu tekrar eve davet
edelim mi?”

“En. Elbette. Etmeliyiz.” Lang Ying cevapladı.

“Bence de.” Dedi Xie Lian. “Ama astları onun son zamanlarda çok meşgul
olduğunu söyledi, bu yüzden oldukça ciddi meselelerle uğraşıyor olmalı.
Bence en iyisi onu rahatsız etmemek olur.”

Bu yorumun ardından, Lang Ying’in doğradığı sebzelerden yükselen kıtırtı


sesleri aniden daha ağırlaşmış gibi gelmeye başladı. Xie Lian destek
alabilmek için ocağın kenarına tutunmuştu, karnı kahkahalarını tutmaktan
ağrıyordu. Aniden Quan Yi Zhen pencereden başını uzattı, tatlı patatesten
bir ısırık aldı ve etrafı inceledi. Ardından Lang Ying’e hitaben konuştu.
“Paramparça etmişsin, artık tadı bi şeye benzemez.”

“Ha? Ne dedin?” Lang Ying tehdit etti.

Xie Lian bakmak için başını çevirdiğinde, lahananın sadece


parçalanmadığını, geriye noktalar halinde minik parçacıklar dışında hiçbir
şey kalmadığını gördü. Yumuşak bir şekilde boğazını temizledi.

“Tanrım, sahiden çok kötü bıçak kullanıyorsun.”

“…”
Her türden baharatı tencereye boşalttıktan sonra Xie Lian ellerini çırptı ve
hepsinin iki saat kadar pişmesine karar verdikten sonra mutfaktan ayrıldı.
Ling Wen’e bir bakış attı; hala düzgün bir şekilde sunakta oturuyordu, bu
yüzden ev işlerini yapmaya devam etti. Odun parçalarından daha büyük bir
ahşap kütük yaptı, köyün başının evinden mürekkep ve fırça ödünç aldı ve
ardından ön kapıya oturdu,

bir elinde kütük diğer elinde ise fırça vardı, düşüncelere dalmıştı. Lang
Ying de yanına geldi ve Xie Lian başını kaldırdı. Sıcak bir sesle sordu.
“Lang Ying okumayı biliyor musun? Yazmayı peki?”

“Biliyorum.” Diye cevapladı Lang Ying.

“Yazın nasıldır?” Xie Lian sordu.

“Ortalama.” Lang Ying cevapladı.

“Tamamdır.” Dedi Xie Lian. “Okunaklı olduğu sürece yeter. Hadi bana
yardım et.”

Kütük ve fırçayı Lang Ying’e uzattı ve gülümsedi. “Mabedimizin uygun bir


levhası yok. Benim için bir tane yazar mısın?”

“…”

Xie Lian’ın teşvikiyle Lang Ying fırçayı aldı. Elindeki küçük fırça, sanki
tonlarca ağırlığındaymış gibi ne olursa olsun hareket ettiremiyordu.

En sonunda, bir an sonra, yenilgisini kabul etmiş gibiydi ve fırçayla kütüğü


yere bıraktı. Sargıların arkasından çaresiz bir ses yükseldi. “…Gege, hata
ettim.”

Ses Lang Ying’e ait değildi, açıkça Hua Cheng’indi. Sadece, her
zamankinden daha toydu, kulağa bir oğlana aitmiş gibi geliyordu. Xie Lian
çaprazladığı kollarıyla duvara yaslanmıştı ve bir süre onun kıvranışını izledi
ve en sonunda pes etti, artık sahiden daha fazla dayanamayacaktı. Xie Lian
kahkahalar atarak yere düştü. “San Lang sahiden çok meşgul!”
Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 134: Hayalet Kralı Tanımak, Hayalet Kralla Oynamak İlk başta,
Xie Lian birbirlerini uzun zamandır görmediklerini hissediyor, sahiden onu
çok özlüyordu.

Her ne kadar bu ‘uzun zaman’ sadece birkaç gün olsa da. Ancak kimin
aklına Hua Cheng’in hep yanında, saklanıyor olduğu gelirdi ki, ve aniden
Xie Lian neşelenmişti, önceki tüm endişeleri ve gerginliği tamamen
unutulmuştu. Öyle gülüyordu ki bir daha doğrulamayacak gibiydi.

“Gege, beni oyuna getirdin.” Hua Cheng suçladı.

Xie Lian fırça ve kütüğü aldı, ve konuştu. “Suçu bana atma, önce San Lang
benimle oynadı. Dur tahmin edeyim… ocağı patlattığım günden beri
buradasın değil mi?”

Hua Cheng övdü. “Ah, sahiden de öyle. Gege nereden bildin? Harikasın!”

Xie Lian elini salladı. “Ne harikası? San Lang eğer bir başkasının kılığına
girmek istiyorsan böyle tembellik etme. Eğer fark edemesem o zaman bir
tuhaflık olurdu. Ve ben de gelmiş yemeğimi ikinci bir kişinin yiyebileceğini
düşünüyordum… ehem, ama, ‘En yakışıklısı kim? En güçlüsü? En zengini?
En çok hayranlık duyduğun?’ Hahahahaha…”

“…Gege, lütfen olanları unutalım.” Hua Cheng yumuşak bir sesle konuştu.

Xie Lian ise kesin olarak reddetti. “Hayır. Sonsuza dek hatırlayacağım.

Hua Cheng kederle konuştu. “Gege her ne kadar sen mutlu olduğun için
mutlu olsam da, sahiden bu kadar komik mi?”

Xie Lian karnına sarıldı. “Elbette! Seninle karşılaştıktan sonra mutlu


olabilmenin çok kolay bir şey olduğunu yeniden keşfettim, hahaha…”

Bunu duyunca Hua Cheng gözlerini açıp kapattı ve Xie Lian’ın kahkahaları
biraz dindi, biraz önce söyledikleriyle biraz fazla şey açık ettiğini fark
etmişti. Şimdi sakinleşince, biraz acemice davrandığını bile düşünüyordu.
Boğazını temizledi, Xie Lian gözlerinin kenarını ovuşturdu ve kendisini yüz
ifadesini toparlamaya zorladı. “Pekala, bu kadar eğlendiğimiz yeter. Gerçek
Lang Ying nerede? Neden onun yerine geçtim? Onu geri getir.”

Hua Cheng tembelce cevapladı. “Onu geçici bir konuk olarak Hayalet Şehre
gönderdim.”

Onu alan Hua Cheng olduğu için Xie Lian endişeli değildi. Başını salladı ve
tekrar konuşmak üzereydi ki, ahşap kapı gıcırdayarak açıldı. Ling Wen Puji
Manastırından elleri iki yanında yürüyerek çıktı.

“Ekselansları.”

Hua Cheng’in gerçek kimliğini ifşa etmeye niyeti yoktu bu yüzden Xie Lian
da bahsetmedi, diğerlerinin önünde o hala Lang Ying’miş gibi davranacaktı.
Ling Wen’in ciddi ifadesini görünce Xie Lian da farkında olmadan
ciddileşti, gülümsemesi tamamen silinmişti. “Nasıldı? Brokarlı Öl… Bai
Jing’in bir şeyi mi var?”

“Hayır. Gayet iyi.” Dedi Ling Wen. “Sadece, mutfaktan tuhaf bir koku
yükseliyordu. Ekselansları bir şey mi pişiriyorsun?”

Xie Lian hızla cevapladı. “Ah evet. Yemek yapıyorum.”

Bir süre düşündükten sonra, Ling Wen saygılı bir ton kullanarak oldukça
saygısız bir şey söyledi.

“Lütfen çöpe dök Ekselansları. Her ne pişiriyorsan, muhtemelen şimdiden


rezalet hale gelmiş.”

“…”

İki saat sonra akşam çökmüştü.

Puji Manastırında, sunak masasında Hua Cheng, Ling Wen ve Quan Yi


Zhen küçük ahşap masanın etrafında bir daire oluşturmuşlardı. Xie Lian
mutfaktaki tencereyi getirdi ve masaya koydu. Kapağını açtığı anda, pek
çok kar beyazı ve sevimli, yuvarlak ve yumuşak köfteler ortaya çıktı,
tencerede bilgiç bir halde duruyorlardı.
“Suyla yahni yapmamış mıydın? Nasıl köfteye döndüler?” Quan Yi Zhen
bilmek istedi.

Xie Lian tanıştırdı. “Bu yemeğin adı ‘Bozulmaz Erdem Köftesi’”

ÇN: ‘Yeşim Kadar Temiz; Buz Kadar Saf’ olarak geçen deyim ‘Bozulmaz
Erdem’ anlamına gelir. Genellikle kızları tanımlamak için kullanılır. Xie
Lian ise küçük sevimli köfteleri için kullanmış.

“Suyla yahni yapmamış mıydın? Nasıl köfteye döndüler?” Quan Yi Zhen


cevap talep etti.

Xie Lian sunumuna devam etti. “Köfte yoğurmak belli bir güç gerektirir, ne
çok sert ne de çok yumuşak, bu yüzden yemeği tamamlamak çok zaman ve
ilgi istedi.”

“Suyla yahni yapmamış mıydın? Nasıl köfteye döndüler?” Quan Yi Zhen


bir kez daha cevap talep etti.

“…”

Quan Yi Zhen katı konuştuğu için Xie Lian sıcak bir şekilde açıkladı.
“Pişirmek için su kullandım, haklısın. Ama ateşi ve zamanlamayı kontrol
etmekte biraz sıkıntı yaşadığım için tüm tencere kurumuştu, bu yüzden yeni
baharatlar ekledim ve köfteye dönüştürdüm.”

Bunu duyunca Ling Wen içten bir şekilde övdü. “Ekselansları sahiden
sıradışı bir düşünce tarzın var, tarihte emsali yok, bu hizmetkar derin bir
saygı duyuyor.”

“Teşekkür ederim, teşekkür ederim, övgünü hak etmiyorum.” Dedi Xie


Lian.

“Hiçte değil.” Dedi Ling Wen. “En azından, inanıyorum ki, tarihte başka
hiç kimse ‘Bozulmaz Erdem Köftesi’ adında bir yemek yapmayacaktır.”

Xie Lian herkese yemek çubukları uzattı. “Kim bilir, kim bilir. Lütfen
başlayın.”
Ling Wen ve Quan Yi Zhen yemek çubuklarını sağ elleriyle aldılar ve aynı
anda masanın kenarında durmakta olan soğuk çöreklere uzandılar. Sadece
Hua Cheng Bozulmaz Erdem Köftesine uzanmıştı, ağzına atmış ve bir an
sonra belirtmişti. “Çok güzel.”

Bunu görünce Quan Yi Zhen’in gözleri irileşti. Hua Cheng ardından ekledi.
“Tadı biraz yavan.”

“Tamam. Düzgünce not edildi.” Dedi Xie Lian.

Yanında oturmakta olan sargılı çocuğun parlak, çimento topları kadar


pürüzsüz köftelerden yediğini ve böyle bir geribildirimde bulunduğunu
ardına dek açılmış gözleriyle izleyen Quan Yi Zhen tamamen ikna olmuş
görünüyordu. Bir süre düşündükten sonra, o da köftelere uzandı.

Xie Lian gülümsemesini korudu. Gülümsedi ve Quan Yi Zhen’in yutmasını


izledi. Onun yüzü solarken gülümsemeye devam etti. O bir daha
kalkamayacak halde yere düşerken gülümsedi. Xie Lian sorarken de
gülümsemeye devam etti. “Bir sorun mu var?”

Hua Cheng cevapladı. “Muhtemelen çok hızlı yiyip boğuldu.”

Ling Wen sırıttı. Tam bu sırada Xie Lian aniden kulağının dibinde aşina bir
ses duydu. “Gege.”

Lang Ying’in boğuk sesi değildi ve küçük Hua Cheng’in toy ve tembel
sesine de benzemiyordu, Hua Cheng’in her zamanki sesiydi. Xie Lian’la
ruhani iletişim rünleri aracılığıyla konuşuyordu. Xie Lian’ın kirpikleri
hafifçe kalktı ve cevap verdi. “Efendim?”

“Ling Wen acımasız ve kurnaz birisi, kalpsiz ve merhametsiz. Onu buraya


getirdiğin için, artık işler kolayca sonlanmayabilir.”

Xie Lian hayatında ilk kez birisinin Ling Wen hakkında böyle yorumlar
yaptığını duyuyordu. Bir süre kafa yorduktan sonra yanıtladı. “Görünüşe
göre Brokarlı Ölümsüze karşı iyi bir niyetle yaklaşıyor, bu kısmı yanlış
olamaz.”
“İyi bir niyet ve merhametsizlik taban tabana zıt değildir. O cennetteki bir
numaralı sivil tanrı, onun gözleri ve kulakları her yerde, ve elleri her yere
uzanır. Gege onun yardımcılarına karşı tetikte olmalısın.”

“General Pei mi?” Xie Lian sordu.

“O değil.” Hua Cheng cevapladı. “Eğer Su Tiranı hala etrafta olsaydı


kesinlikle bu durumu baskılaması için Su Tiranından yardım isterdi, çünkü
Shi Wu Du her zaman yakınındakilere yardım eder, mantıklı olan seçeneğe
değil. Ama söz konusu Pei Ming’se, ona tüm gerçekleri anlattığın sürece
bozulmuş

tarafa yardım etmeyi seçmeyecektir. Gege, dikkatli ol.”

“Pekala, olacağım.” Dedi Xie Lian. “Günün bitiyor olması iyi bir şey.”

Ancak Hua Cheng’in kulaklarındaki sesi hala karanlıktı. “Hayır. Gege,


yanlış anladın. Sana başka bir şeye karşı dikkatli olmanı söylüyorum.
Burada başka birisi daha var.”

Tam bu sırada bir dizi çın, çın, tiz çan sesi Xie Lian’ın kulaklarına çalındı.
Hua Cheng hafifçe kaşlarını çattı. Xie Lian penceredeki çatlaklardan
dışarıya baktığı zaman elinde bir çan bulunan orta yaşlı bir efsuncu gördü,
Puji Manastırına çanı sallayarak yaklaşıyordu.

Adamın üzerindeki cübbe oldukça pahalıydı, sırtında bir hazine sandığı


taşıyordu ve göğsü sarı tılsımlarla kaplanmıştı. Yürürken çanı çalmaya
devam etti. Xie Lian’ın böyle şeyleri tanırdı ve elindekinin iyi bir eşya
olduğunu anlayabiliyordu. Eğer etrafta sıradan canavarlar veya iblisler olsa,
muhtemelen çan sesiyle başlarına ağrılar girer ve geri çekilme zorunda
kalırlardı. Efsuncu yaklaştı, birkaç geniş, beyaz kaşlı ve sarı cübbeli keşiş
de ellerinde asalarla ona katıldı.

Kısa bir süre sonra sanki bir buluşma planlanmış gibi elli altmış kişilik bir
kalabalık oluştu. Birbirlerini gördüklerine hiç şaşırmayarak Puji
Manastırının etrafını sardılar.
Ekip sadece gösteriş yapmıyordu, bedenleri çeşitli ruhani eşyalarla sarılıydı,
elleri ve ayakları istikrarlı bir şekilde duruyor, açıkça yetenekli kişilerdi.
Cennet mensupları ruhani güçlerini tapınanlarının adaklarından alırdı ve
efsuncular ile keşişler ise inandıkları cennet mensuplarından ruhani güç
alırdı.

Bu keşişler ve efsuncular, cennet mensubu, Xie Lian’dan bile daha fazla


ruhani güç barındırıyorlardı.

Bunca kişi aniden geldiği için, toplanma sebepleri iyi bir şey olamazdı. Xie
Lian hafifçe kaşlarını çattı, barış içinde geldiklerini hiç sanmıyordu.

Hua Cheng kasesini ve yemek çubuklarını bırakarak ayağa kalktı. Xie Lian
ruhani iletişim rününden onun ofladığını duydu. “Yaşlı keşişler ve pis
efsuncular beni buraya kadar takip etmeye cüret etmişler.

Kapına bela getirdiğim için özür dilerim gege. Ben çıkıp dikkatlerini başka
yöne çekerim.”

Xie Lian onu yakaladı. “Hareket etme.”

Ling Wen irkilmişti. “Neler oluyor?”

Xie Lian iletişim rünlerinden Hua Cheng’le konuştu. “Gitme. Dürüst ol,
TongLu Dağının açılması seni sahiden etkiliyor mu?”

“Hayır.” Hua Cheng cevapladı.

Xie Lian sargıların ardındaki gözlere dikkatle baktı. “Yalan söyleme. Sen
Yüce Hayalet Kralısın. Onlar gibi ölümlülerden korkman için hiçbir sebep
yok, o zaman neden onları dövmek veya doğrudan kovalamak yerine,
dikkatlerini başka yöne çekiyorsun? Bu forma sadece şaka olsun diye
bürünmedin değil mi?”

TongLu Dağının tekrar açılmasıyla, hayalet veya iblis ne kadar güçlü


olursa, üzerindeki tesir de o kadar güçlü oluyordu. Hayaletler ilk
uyandırıldıklarında Xie Lian kendi gözleriyle Hua Cheng’in çektiği çileyi
görmüştü. Kapıların tekrar açılma zamanı yaklaştıkça, titremeler gittikçe
şiddetleniyordu. Bu şartlar altında, eğer Xie Lian’ın kendisi olsa, geçici
olarak gerçek halini mühürlemeyi ve küçük bir yaratığa dönüşmeyi tercih
ederdi, ruhani güçlerini muhafaza eder ve delirmesine engel olurdu, mührü
kaldırmadan önce ise kapıların resmi olarak açılmasını beklerdi.

Ancak bu durum her ne kadar hiddet işkencesinden korusa da, ruhani güçler
mühürlendiği için başkalarının gafil avlamasına olanak tanıyordu. Xie Lian
lanet etti. “Qi Rong, seni…”

O gece Qi Rong, Hua Cheng’e karşı kinlenmiş olan tüm efsuncuları ve


keşişleri öne sürmekle tehdit etmişti, ama Xie Lian sadece blöf yaptığını
düşünmüştü. Hua Cheng hafifçe başını iki yana salladı.

“Gege, buraya sadece benim için geldiler. Ben gidince burada bir işleri
kalmayacak. Her ne kadar şu anki durumda onları tek darbeyle
öldüremesem de, hala defolup gitmelerini sağlayabilirim.”

Ancak, Xie Lian tehdit etti. “Eğer şimdi gideceksen, bir daha sakın beni
görmeye gelme.”

“…”

“Ekselansları!” Hua Cheng haykırdı.

Hua Cheng her zaman kaygısız görünür, ama bir yandan da oldukça dikkatli
bir şekilde düşünceli davranırdı. Geçmişte pek çok kez Xie Lian’a yardım
etmişti ve şimdi, en sonunda, Xie Lian ona yardım etmek için bir fırsat
bulmuştu, nasıl Hua Cheng’in tek başına gitmesine izin verebilirdi?

Xie Lian karanlık bir sesle konuştu. “Otur. Ben gidip onları
karşılayacağım.”

Quan Yi Zhen müthiş bir zorlukla gözlerini açtı ve sersem bir halde
sorabildi. “Biri… birisi mi geldi?

Ben… onları döveyim mi?”

“…”
Sesi boğuktu. Xie Lian gözlerini kapatmasına yardım etti. “Qi Ying, sen
sadece uzan. Ayrıca ölümlüleri öylece dövemezsin, meritlerini
kaybedersin.”

Xie Lian bir süre kendini sıkıca ahşap kapıya yaslayarak dışarıdaki
hareketleri dinledi. Bazı köylüler hala dışarıdaydılar ve bu günlük işlerini
bitirmek üzereydiler, henüz akşam yemeği için evlerine dönememişlerdi ki
dışarıda bunca efsuncu ve keşişi birden görünce şaşırmışlardı, soruyorlardı.

“Efendiler burada ne işiniz var? Hepiniz Xie Daozhang için mi geldiniz?”

Öldürme güdüsüyle dolu bir keşiş ellerini bir duayla birleştirdi. “Amitabha
Buddha. Değerli hayırsever kişi, bu yerin kötü yaratıklar tarafından ele
geçirildiğini biliyor muydun?”

*ÇN: Bir tür dua gibi, daha doğrusu Müslümanlıktaki


‘bismillahirrahmanirrahim’ gibi düşünebilirsiniz.

“Ne?!” Köylüler şok olmuştu. “KÖTÜ YARATIKLAR MI??? NE TÜR


KÖTÜ YARATIKLAR?”

Bir diğer keşiş gizemli bir şekilde yanıtladı. “Dünyaya kaos getiren türünün
tek örneği bir Hayalet Kral!”

“N-ne yapacağız şimdi biz?!” Köylüler haykırdı.

İlk gelen lüks cübbelere bürünmüş efsuncu onları yanıtladı. “Bize bırakın!
Bugün, aynı yolda yürüyen bizler buraya tam olarak bu sebepten dolayı
geldik, o kötü yaratığı yakalamak için ömürde bir gelecek bir fırsat doğdu!”
Ardından tam ileriye yürüyecekti ki köyün başı onu itti. Efsuncu ona ters
ters baktı.

“Sen kimsin? Ne yapıyorsun?”

Köyün başı konuştu. “Ee, efendiler. Ben bu köyün başkanıyım. Burada


olmanıza minnettarım, ama, hehe, gerçeği söylemek gerekirse, hepiniz çok
pahalı görünüyorsunuz…”

“…”
Müsrif giysili efsuncu tekrar konuştu. “Kötülüğü defetmeye geldik, ödül
beklediğimizi mi sandın?!”

Ardından tekrar öne çıkacaktı, ama köylüler onları tekrar durdurdu. Keşişler
ve efsuncular gittikçe sinirleniyordu ama insanları zorla itemezlerdi de, bu
yüzden sabırsız bir sesle bilmek istediler. “Şimdi ne var?!”

Köyün başı ellerini ovuşturdu. “Eğer bedavaysa harika, cömert kalpleriyle


kötülüğü yok etmeye gelen efendilere çok teşekkürler. Ama… sadece, bu
köydeki işlerin hepsiyle Xie Daozhang ilgilenir. Eğer efendiler buraya Xie
Daozhang’ın işini çalmaya geldilerse bizim için zor bir durum oluşacaktır.”

Keşiş ve efsuncular topluluğu birbirleriyle bakıştı. “Xie Daozhang?”

Böylece tartışmak için toplandılar. “Bu bölgede Xie hanesinden tanınmış,


yetenekli bir efsuncu var mıydı?”

“Hiç sanmam.”

“Her şekilde ben duymadım. Muhtemelen sıradan birisidir.”

“Eğer duymadıysak o zaman önemli değildir. Boş verelim.”

Tartıştıktan sonra müsrif giysili efsuncu tekrar döndü. “Bu bahsettiğiniz Xie
Daozhang burada yaşayan kişi mi?”

Köylüler cevapladı. “Evet.” Ardından bağırdılar. “Xie Daozhang! Xie


Daozhang! Başka efsuncular geldi!

Çok kalabalıklar! Evde misin?”

Sarı cübbeli bir keşiş dua ederek ellerini birleştirdi. “Amitabha Buddha. Xie
Daozhang’ın burada olup olmaması önemli değil. Ama kötü yaratık şu anda
evin içerisinde!”

Köylüler şok olmuşlardı. “NE????!”

Tam bu sırada Xie Lian kapıyı itti ve sakince dışarıya çıktı. “Buradayım.
Neler oluyor?”
Köylüler hemen haykırdılar. “Daozhang, bu seçkin keşiş ve efsuncuların
hepsi senin evinde bir… bir…

hayalet…”

Xie Lian gülümsedi. “Aa? Nasıl fark ettiniz?”

“Ne çabuk kabul etti!”

Xie Lian onlara doğru bir kap attı. “Evet, sahiden bir hayalet var!”

Müsrif cübbeli efsuncu kabı yakaladı ve ilk başta çok sevinmiş göründü,
ama içini açtığı anda gülümsemesi kayboldu. “Bir Yarı Boyalı Kadın mı?”

Ardından kabı geri attı, açıkça memnuniyetsiz görünüyordu. “Rol yapma


dostum. Böylesine aşağılık bir yaratığa ‘Vahşet’ demek bile çok! Neden
bahsettiğimizi sen de biliyorsun.”

Xie Lian kabı yakaladı ve adamın fırlatırken ki kol gücünün hiçte zayıf
olmadığını fark etti, yıllarca sıkı bir şekilde kendisini geliştirmiş birisiydi ve
dikkate değerdi. Diğer keşişler müsrif cübbeli efsuncuya hitaben konuştular.
“Dao-Xiong, bu efsuncunun bedeni kötülük özüyle taşıyormuş gibi
görünüyor, belki o…”

Müsrif cübbeli efsuncu konuştu. “Onun olup olmadığını ben, Cennet’in


Gözü, tek bakışta söyleyebilirim!”

Ardından uzun bir çığlık attı, parmağını ısırdı ve alnına bir çizgi çekti ve
birden yüzünde üçüncü bir göz büyüyormuş gibi göründü. Bu yeteneğini
görünce Xie Lian da içten içe onu övdü ve kapıya yaslanarak gösterinin
tadını çıkarttı. Müsrif cübbeli efsuncu ona baktı ve bir süre dikkatle
inceledi. “Biliyordum…

Kötülük özü! ÖYLESİNE AĞIR Kİ!!! HAYALET KRAL! DEMEK


SAHİDEN YÜZÜNÜ DEĞİŞTİRDİN!”

Xie Lian donakaldı.


Onun gibi saygıdeğer, unvanlı bir cennet mensubunun üzerinde nasıl
kötülük özü bulunabilirdi? Tam bu adamın biraz yetenekli olduğunu
düşünüyordu ki, birden işler değişmiş ve hızla saçmalamaya mı başlamıştı?

Onu duyunca, etraftaki elli altmış kadar usta sanki korkunç bir düşmanla
yüzleşmiş gibi göründüler ve her biri savaş duruşuna geçti. Hua Cheng ise
iletişim rünlerinden Xie Lian’la konuştu. “Bu insanlar çok sinir bozucu.”

“Sorun yok. Her şey yolunda. Sen sadece otur.” Diye cevapladı Xie Lian.

Bir an sonra müsrif cübbeli efsuncu tekrar konuştu ama biraz kafası
karışmış gibiydi. “…Öyle değil mi?”

Yanındaki keşiş sordu. “Ne değil?”

Müsrif cübbeli efsuncu alnındaki kanlı işareti ovaladı. “Tuhaf. Bu adama


bakarken bazen kötülük özüyle sarılıyor, ama bazen ruhani ışıkla parlıyor
ve bazen karanlık, cansız görünüyor… sahiden çok tuhaf.”

“Ne? Nasıl olur? Dao-Xiong, sahiden bu meseleyi çözebilir misin? Yoksa


bırak biz halledelim.”

“Evet, nasıl o kadar tuhaf olabilir ki?”

Müsrif cübbeli efsuncu sinirle konuştu. “Ne? Yapamaz mıyım sandınız?


Eğer ben yapamazsam, sizin yapabileceğinizi mi düşündünüz bir de? Ben,
Cennet’in Gözü, yıllardır bu işin içindeyim ve çok nadiren yanılırım!”

Xie Lian alnını ovuşturdu, başını iki yana salladı ve nazik bir sesle sordu.
“O zaman, neden bir bakıp vücudumun hangi kısmında kötülük özünün
yoğunlaştığını söylemiyorsun?”

Cennet’in Gözü alnını sertçe ovaladı ve bir an daha baktıktan sonra katı bir
sesle bildirdi.

“DUDAKLARIN!”

“……………….”
• MXTX, Yazar Notu:

Kötülük Özü gibi bir şey dişler fırçalanarak veya ağız çalkanarak
silinemez… Kutsal su kullanılmalıdır. (Oldukça acı ve oldukça tuhaftır)

Xie Lian’ın yeni tarifler silahlar üretmesine izin vermek bana Hua Cheng’in
yeni kıyafetler giymesinden sadece bir parçacık daha az keyif veriyor.

Çevirmen: Nynaeve

Not: Suika hala drive’daki yazıların kopyalanmasına izin vermiyor. Bazen,


özellikle geç saatlerde, çeviri yaparken direk satır veya paragraf atladığımı
fark ediyorum… Çok dikkat ediyorum ama umarım eksiklik olmuyordur.

Bölüm 135: Puji Mabedim Yüce Bir Şekilde Çökecek

“Bu doğru, dudaklarında!”

Cennetin Gözü böyle bir kesinlikle söyleyince tüm keşişler ve efsuncular


donakalmıştı.

“Neden dudaklarında?”

“Nasıl kötülüğün özü sadece dudaklarında olabilir? Dudak kremi ruhu mu?”

Xie Lian düşünmeden elleriyle anında dudaklarını kapattı.

Tüm gece QianDeng Tapınağı’nda sarılıp öpüştükten sonra Hua Cheng’in


üzerine geçen özünün hala uçmadığını düşünememişti.

Cennetin Gözü ona doğru işaret etti. “Ne güzel, ne güzel, hepiniz görüyor
musunuz? O da suçunun farkında!”

Xie Lian hemen ellerini indirdi. Arkasını dönüp Hua Cheng’in yüzünün
bandajlarla sarılı olmasına ve hiçbir şeyin gözükmemesine rağmen, bunları
duyduktan sonraki tepkisine bakmamak için kendini zor tuttu ve nazikçe
açıkladı. “Ee, arkadaşım Dao, yanılıyorsun.
Aslında yaşamımın birazcık lekelenmiş olmasının nedeni, her ev eşyasının
birkaç kullanım alanının olması, mesela bu tencere.”

Kilden tencereyi eliyle kaldırdı ve ciddiyetle devam etti. “Bazen bu


tencereyi hayaletleri yakalamak için kullansam da normalde sebzelerin
turşusunu kurmak için kullanıyorum. Bu tencerede kurulmuş olan turşuların
özel bir tadı var, yediğiniz zaman doğal olarak… Bana inanmıyorsanız
hepiniz deneyip görebilirsiniz.”

…Teknik olarak bu imkansız değildi. Keşişler ve geliştiriciler birazcık


şüpheli hissediyorlardı, tüm köylüler de ağızlarını kapattılar. “NEY? Xie
Daozhang, bize daha önce verdiğin turşuların da bu tencerede kurulduğunu
mu söylüyorsun?”

“Bizim ağızlarımız da kötülüğün özüyle dolu olmayacak mı?”

Köylüler ona meyve ve sebze teklif ettiklerinde o da çoğunlukla


minnettarlığını onlara turşu vererek gösteriyordu. Hızla elini salladı. “Panik
yapmayın, sizin için turşu kurduğum kavanozlar farklı!”

Cennetin gözü kızgınlıkla sordu. “Sen salak mısın? Böyle şeyleri


tüketmenin ömrünü kısaltacağından korkmuyor musun? Nefesini harcamayı
kes, hala tapınağında saklanan insanlar var ve sadece bir kişi de değil!
Kenara çekil!”

Bu sefer yeniden köy şefinin onu durduracağından korktuğundan


konuşmasını bile bitirmeden hızla öne atılmıştı. Durumun bu kadar hızlı
değiştiğini gören Xie Lian aceleyle eve dönerek bayılmış olan Quan Yi
Zhen’ı yerden kaldırdı ve bir yandan onu yakasından tutup delicesine
sallarken bir yandan da kulağının dibinde bağırdı. “Qi Ying! İyi dinle! Sana
tekrar o Bozulmaz Erdem Köftesini yedireceğim!”

Bunu duyunca Quan Yi Zhen’ın gözleri anında açıldı. Tam o anda içeri
hızla girmiş olan Cennetin Gözü çığlık attı ve alnını kapatarak geri çıktı.
“KİMSE İÇERİ GİRMESİN! PUSUYA DÜŞÜRÜLDÜK!”

Bunu duyan keşiş ve efsuncu topluluğu gerçekten de hareket etmeye cesaret


edemeyerek onu korumak için etrafında toplandılar. “Cennetin Gözü-xiong,
ne gördün?”

Cennetin Gözü cevapladı. “Hiçbir şey görmedim, sadece kocaman kör edici
beyaz bir ışık vardı!”

“Hayır olamaz, Dao-xiong! Cennet gözünden duman çıkıyor!”

Cennetin Gözü alnına dokundu. Harbiden de alnındaki kırmızı işaret kara


bir işarete dönmüştü, yeni söndürülmüş bir mum gibi yumuşak, beyaz bir
duman hafifçe etrafa yayılıyordu. Şaşırmış ve dehşete düşmüş bir şekilde
konuştu. “N… NE?!”

Ling Wen tembelce yarısı yenmiş, buğulamış çöreğini masaya koydu.


“Dışarıdan çok ses geliyor, neler oluyor?”

Bir keşiş konuştu. “Cennetin Gözü-xiong, bak, bu geliştiricinin dışında


tapınakta iki çocuk ve bir kadın var. Dört kişiler. Hangisi ‘o’?”

Cennetin Gözü sertçe alnını ovdu ancak gözünü tekrar açamıyordu. Beyaz
ışık topu Quan Yi Zhen’ın spritüal halesiydi. Bir cennet mensubu kendisini
son derece tehlikeli bir durumun içinde bulduğunda ve hayatının söz
konusu olduğunu sezdiğinde vücudunu koruyan spritüal hale parlayarak
genişlerdi. Xie Lian o kör edici, güçlü ışığı patlatarak Cennetin Gözü’nü
kör etmişti ancak onun on yıllık çalışmasını mahvetmiş değildi, sadece
sonraki birkaç gün boyunca gözünü açamayacaktı, hepsi buydu. Quan Yi
Zhen, şimdi tamamen uyanıktı ve zorla Xie Lian’ın elini kaptı, boğuk bir
sesle konuştu. “Yemeyeceğim.”

Xie Lian tersine onun ellerini tuttu. “Korkma, bunlar senin için değiller!”

Puji tapınağını çevreleyen ustaların hepsi birbirleriyle bakıştılar ve


neredeyse aynı anda bağırarak öne doğru koştular. Fakat, Xie Lian onlarla
buluşamadan önce görünmez bir bariyer tarafından geriye sıçratılmışlardı.

Üzerlerindeki gökyüzünde derin bir ses geldi. “Siz yaşlı keşişler ve salak
efsuncular sinekler gibisiniz. Rahatsızlık vermekten usanmadınız mı? Beni
buraya kadar takip etmeye cüret ediyorsunuz, yaşamaktan mı sıkıldınız?!”
“Hua, Hua, Hua…”

Birkaç kere ‘Hua’ diye geveledi ancak en sonunda Cennetin Gözü, Hua
Cheng’in gücüne yenik düşerek onu adıyla çağırmaya cesaret edemedi;
yerine kekelemeye başladı. “… HUA CHENGZHU! Blöf, blöf yapmayı
bırakın! Hepimiz sizin yakında açılmış olan TongLu Dağı’ndan etkilenmiş
olduğunuzu biliyoruz. Şu anda normalde olduğunuz kadar küstah
olamazsınız. Tes, tes, teslim olun..”

Her ne kadar çok konuştukça sözlerindeki güç o kadar azalmış olsa da Xie
Lian, Hua Cheng’in artık sinirlenmiş olduğunu hissedebiliyordu ve hemen
içeri onu almaya döndü. Fısıldadı.

“Daha fazla konuşma! Güçlerini boşa harcama, onları biriktir. Her şeyi bana
bırak!”

Hua Cheng’in vücudu başta kaskatıydı ancak kucağa alındıktan sonra


yavaşça sakinleşmiş gibi gözüküyordu, kısık bir sesle cevapladı. “Pekala.”

Xie Lian, Hua Cheng’i tutarken onun yaşının yeniden küçülmüş olduğunu
fark etti, muhtemelen on iki veya on üç yaşlarından daha büyük değildi ve
endişelenmeden edemedi.

Bir eliyle Hua Cheng’i tutarken diğer eliyle Fang Xin’i kavradı ve dışarı
çıktı. “Hiç Yeşil Cin Qi Rong’un sizi kandırıyor olduğunu düşündünüz
mü?”

Ancak beklenemedik bir şekilde onu duyduklarında tüm keşişler ve


efsuncular şaşırdılar.

Cennetin Gözü sordu. “Yeşil Cin Qi Rong? Bizi kandırmak? Neden bizi
kandırsın ki?”

Xie Lian hafifçe kaşlarını çattı. “Size buraya gelmenizi söyleyen o değil
miydi?”

Qi Rong değil miydi? O zaman nereden biliyorlardı?


Daha fazlasını düşünemeden keşişler ve efsuncular çoktan saldırmaya
başlamışlardı. Xie Lian kılıcını bir kez savurmasıyla bir çok kılıcı ve kişiyi
defetmişti. Keşişin biri sordu. “Amitabha Buddha, Neden bu Dao dostu
kötülüğün yaratığını koruyor?”

Xie Lian bir santim bile geri çekilmeden cevapladı. “Usta, ne olursa olsun,
insanlar güçsüzken onlara tuzak kurmak iyi bir şey değil.”

Cennetin Gözü bağırdı. “O bir hayalet, insan değil! Saçma sapan bir mantık
yürütme seni olgunlaşmamış genç!”

Ruhani asalar ve değerli kılıçlarla bıçakların hepsi aynı anda saldırıya geçti.
Bu durumda Xie Lian, Fang Xin’i kullanırsa ölümlüleri yaralayabilirdi.
Adaletli olması için ölümlüler cennet yetkililerine vurabilirlerdi ancak
cennet yetkilileri ölümlülere vuramazlardı çünkü cömert, hoşgörülü,
merhametli ve ölümlülere karşı sevecen olmalılardı, onlarla
dövüşmemelilerdi.

Eğer cennet yetkililerinden biri, bir ölümlüye vurursa meritleri alınırdı. Xie
Lian, Quan Yi Zhen kadar kontrolsüz ve zengin değildi, zaten hiç meriti de
yoktu. Eğer alınacak olursa eksilere inecekti. Bu yüzden kılıcının kenara
koydu ve bağırdı. “RUOYE, GEL! QI YING, LING WEN’E

BAK!”

RuoYe ne zaman erkekleri bağlıyor olsa mağdur hissederdi ancak konu


kadınlara gelince iş

değişirdi. Xie Lian’ın onu isteksiz bir şekilde Ling Wen’i bırakabilmesi için
iki kere çağırması gerekmişti. Sonraki saniye beyaz bir ışık onlarca insanın
ellerini kırbaçlayıp geçti ve güçleri istikrarsız bir hale gelince daha fazla
ruhani araçlarını tutamaz oldular. Şaşırmış bir şekilde hepsi sordu. “Bu
hangi ruhani araç?”

“O bir ruhani araç mıydı? …Nasıl olurda bana asmak için kullanılan beyaz
bir kumaş gibi geldi? Kötülük kokuyor…”

“Sen ne biliyon ki, bu veledin aslında birkaç hamlesi var.”


Beklenmedik bir şekilde, tam Xie Lian o ustalara karşı kendini korurken
Ling Wen kafasını sallayıp kıyafetinin kollarını silkeledi ve ayağa kalktı.
“Sıcak misafirperverliğiniz için teşekkür ederim. Artık gitme zamanım
geldi.”

Xie Lian şaşırmıştı. “Ling Wen, gün hala bitmedi! Nereye gidiyorsun?
Sözünde durmayacak mısın?”

“Bu doğru. Sözümde durmayacağım.” Dedi Ling Wen.

Sesinden kendine güvendiği ve kararlı olduğu belli oluyordu, sanki cennetin


isteği üzerine kötülüğü katletmek üzereydi. Xie Lian aynı şekilde karşılık
veremedi. Kısa bir sürenin ardından konuştu. “Onlara bilgiyi veren Qi Rong
değildi, sendin.”

Ling Wen gülümsedi. “Ben bir savaş tanrısı değilim ve RuoYe tarafından
bağlanmıştım ancak iletişim rünüyle bir çok şey gerçekleştirilebilir.”

Anlamıştı! Ancak nasıl olmuştu da Ling Wen o bandajlı çocuğun Hua


Cheng olduğunu bilmişti? Onunla neredeyse hiç konuşmamış, görmemişti.
Xie Lian bile onun anladığı kadar hızla anlamamıştı!

Onun neredeyse ayrılmak üzere olduğunu görünce Xie Lian hâlâ eli kolu
bağlı olduğunu için bağırdı. “QI YING! ONUN GİTMESİNE İZİN
VERME!”

Daha önce Bozulmaz Erdem Köftesi yemiş olmasına rağmen Quan Yi Zhen
artık kendini yerden kaldırabiliyordu, gücü geri dönmüştü. Ayrıca Ling Wen
sivil bir tanrıydı, güçsüzdü ve Quan Yi Zhen onu bir parmağını bile
oynatmadan durdurabilirdi. Quan Yi Zhen’in uzaktan

“TAMAM!” dediğini duyan Xie Lian rahatlayarak kalabalıkla olan


kavgasına geri döndü. Biraz zaman geçtikten sonra bir gümbürtü koptu ve
Puji Tapınağının çatısı parçalandı, beraberinde bir figür de havaya uçmuştu.

Xie Lian arkasına baktı, şoka girmiş bir şekilde tapınağa doğru bağırdı. “QI
YING! O ŞEKİLDE
SAVAŞMA!”

Savaş tanrıları için etrafa savrulmak hiçbir şeydi, dövülerek büyürlerdi.


Ancak ne kadar Ling Wen’e bakarsan bak o kadın bir cennet görevlisiydi ve
bir de sivil tanrıydı. Eğer Quan Yi Zhen böyle acımasızsa savaşırsa Ling
Wen toz haline gelirdi!

Ancak dışarı çıkmış olan figür sakince söylendi. “Bai Jing, o şekilde
savaşma.”

Ses soğuk ve canlıydı, Ling Wen’e ait olduğu belliydi. Ancak dışarı çıktığı
anda Xie Lian kısacık bir illüzyon gördüğünü düşünmüştü, sanki dışarı
çıkan Ling Wen değil de oldukça uzun, halesinden cennete kadar uzanan
intikam akan, genç bir adamdı. Fakat Xie Lian odaklandığı zaman hala Ling
Wen’in yalnız figürünü görmüştü.

Ling Wen’in sivil bir tanrı olduğu kesindi. Eğer geçmişte bilerek gücünü
saklamış olsa bile buna rağmen Xie Lian’ı kandıramazdı. Nasıl olmuştu da
aniden Quan Yi Zhen’i gökyüzüne fırlatabilmişti???

Hua Cheng fısıldadı. “Gege dikkatli ol, o cübbeyi giydi.”

Demek ki durum böyleydi! Hala Ling Wen simsiyah giyiniyormuş gibi


gözükse de içten içe kaynayan siyah bir hale onu koruyordu, sanki tamamen
farklı bir insana dönüşmüştü.

Öldürme isteği delirtiyordu ancak bembeyaz olan yüzü hala sakindi ve bu


tuhaf bir zıtlık oluşturuyordu. Xie Lian onu kılıcıyla dürterek küçük bir
deneme yapmak istedi, Ling Wen darbeyi kolunun bir hareketiyle geri
yolladı. Şans eseri Quan Yi Zhen yukarıdan uçarak yere büyük bir
gürültüyle tam zamanında çakılmıştı ki bu sahneyi görebilmişti. Anında
gözleri parladı. “Mükemmel!”

Xie Lian’ın da gözleri parlamıştı. O da belirtti. “Mükemmel!”

Ling Wen’in hamlesi gerçekten de çok güzeldi. Hayır, asıl söylenilmesi


gereken o Brokarlı Ölümsüzün Ling Wen’in savuşturmasına yardım ettiği
hamle olmalıydı.
Brokarlı Ölümsüz diğerleri tarafından giyildiği zaman ya giyenler aklını
kaybediyordu ya da kanları kuruyana kadar çekiliyordu. Ancak onu Ling
Wen giydiği zaman tek bir silah bile geçirmez olmuştu, ayrıca kontrollü bir
şekilde saldırabiliyordu. Hemen bir sivil tanrı Batının Savaş Tanrısını
uçurabilir bir hale gelmişti. Kimse daha önce Brokarlı Ölümsüzün böyle
inanılmaz bir yeteneğinin olduğunu duymamıştı. Kim o Brokarlı
Ölümsüzün kafasını ve uzuvlarını kestikten sonra hâlâ ona, onu
kullanmasına izin vereceğini düşünürdü ki?

Sadece Puji kasabasının köylüleri değil keşiş ve efsuncu grubu da


afallamıştı. Cennetin Gözü konuştu. “Ne, mükemmel mi?! Vurulmak
gerçekten o kadar güzel mi? O tapınağın içinde normal olan biri var mı?
Sanırım tek bir kişi bile insan değil!”

Quan Yi Zhen kavga etmek istiyordu ve bir kere daha saldırmak için ayağa
fırladı. Ling Wen kısık bir sesle söyledi. “Dedim ki daha fazla ortalıkta
dolaşma!”

Bu kelimeler Brokarlı Ölümsüze yönelikti ancak kendi bedeni Ling Wen’i


dinlemiyordu ve dirseği Quan Yi Zhen’in yumruğunu engelledi. Dövüşüyor
ve savuşturuyor, savuşturuyor ve dövüşüyorlardı, yumrukları Puji
Tapınağının yıkılmaya hazır eski duvarlarını sallıyordu.

Yükselme potansiyeline sahip olan Brokarlı Ölümsüzden beklenildiği gibi


Quan Yi Zhen’e zor anlar yaşatıyordu. Xie Lian kendini tutamadı ve
bağırdı. “Şey… pardon, biraz daha uzakta dövüşseniz olmaz mı? Biraz daha
uzakta lütfen!”

Ancak cümlesini bitiremeden keşişler ve efsuncular yeniden onu çevreledi,


kırk elli tane kılıç, balta ve asanın hepsi üzerine doğru geliyordu. Xie
Lian’ın yüzü düştü ve ellerini kaldırdı.

“DURUN, YAPMAYIN! HAYIIIR!!!”

Ve o trajik çığlığın arasında birçok dövüşü görmüş ancak ayakta kalmayı


başarmış olan Puji Tapınağı sonunda, gerçekten de, tamamen yıkıldı.
Xie Lian şaşkına dönmüştü, kalbini perişanlık doldurdu. “Hiçbir evimin
yarım yıldan daha fazla dayanmayacağını biliyordum. Şimdi gerçekten de
yeniden inşa etmek için bağış dilenmek zorundayım.”

“Gege, üzülme. Sadece bir ev, etrafta daha fazlası var.” Hua Cheng onu
teselli etti.

Xie Lian kendini güçlü kalmaya zorladı fakat ardından Cennetin Gözü
tökezleyerek geldi, eli alnını kapatıyordu, ona doğru işaret etti. “Sende
hilelerden başka hiçbir şey yok! Benim bunca yıllık emeğimi mahvetmeye
cesaret ettin! Kim senin ustan? Hangi nesle aitsin? Hangi tapınağın altında
çalışıyorsun? Nasıl bir tanrıya tapıyorsun?!”

Xie Lian kafasını çevirdi, yüzünden keskin bir ürperti geçti. Kendini
dikleştirdi ve ciddiyetle belirtti. “Benim kim olduğumu mu soruyorsun? İYİ
DİNLE! --- BEN, YÜCE VELİAHT PRENSİM!

Siz isyankar pislikler ÖNÜMDE EĞİLİN!”

Sesi temiz gökyüzünde gürleyen bir gök gürültüsü gibiydi, ve gerçekten de


bazıları dizlerine çökmüşlerdi ve arkadaşları onları çekene kadar ne
olduğunu anlayamamışlardı. “Ne yapıyorsun? Harbiden eğilecek misin?”

“Ç-çok garip, fark etmeden çöktüm…”

Xie Lian sertçe devam etti:

“BEN, SEKİZ YÜZ YILDAN FAZLA YAŞADIM. HEPİNİZİN YAŞLARI


TOPLAMINDAN DAHA YAŞLIYIM. SİZİN YÜRÜDÜĞÜNÜZ
YOLLARDAN DAHA FAZLA KÖPRÜ AŞTIM.

“BEN, BU TOPRAKLAR ÜZERİNDE TAPINAKLARA SAHİBİM;


TAKİPÇİLERİM VE BANA İNANLAR

DÜNYANIN DÖRT BİR YANINDA. EĞER İSMİMİ BİLMİYORSANIZ


BU SİZİN CAHİLLİĞİNİZ VE

UMURSAMAZLIĞINIZDAN KAYNAKLANIYOR!
“BEN, TANRILARA TAPMIYORUM.

“BEN, BİR TANRIYIM!”

Kalabalık utanmaz ama yine de benzeri olmayan bir şekilde etkileyici olan
konuşmayı duyduklarında sersemlemişlerdi, farkına bile varmadan ağızları
açılmıştı. “…NE???”

Xie Lian tüm bu saçmalığı bunu beklediği için uydurmuştu. Elinde tuttuğu
tabağı savurdu ve tüm o küçük beyaz köfteler demir toplarmışçasına havaya
dağıldı, her bir yöne fırladı ve şoka girmiş kişilerin ağızlarına istisnasız bir
şekilde girdiler. Ardından terini sildi. “Herkes biraz önce dediklerimi
unutabilir mi? Ben aslında sadece bir hurda toplayıcısıyım!”

Köfteleri yiyenlerin yüzleri anında düştü. “Huh?! Biz, biz kandırıldık!”

Daha hızlı olanlar kılıçlarıyla köfteleri durdurdu ancak o kılıçları gözlerinin


önlerine getirdiklerine o köftelerin hızla dönerek kılıçlara sürtündüklerinde
ışıltılar oluşturduklarını gördüler. Kalabalık dehşete kapıldı. “BU… BU
NASIL BİR GİZLİ SİLAH?!?! Kıyaslanamaz bir şekilde katı ve parlıyor,
yoksa bu? Efsanevi…

“Bu doğru!” Xie Lian böldü. “Efsanevi Bozulmaz Erdem Köftesi! Yüksek
oranda zehirli. Bir günde seksen bir bardak temiz su içmezseniz midenizde
patlarlar!”

Daha önce kimse böyle bir şey duymamış olsa da herkes daha da dehşete
kapıldı. “AAH!

GERÇEKTEN DE O KADAR ZEHİRLİ Mİ?”

“Ne olursa olsun su içmemiz lazım! Panzehir sadece su! Hadi buradan
gidelim! GİDİP SU

BULALIM!!!”

Saniyeler içinde büyük kalabalık tuzağa düştü ve kayboldu.


Diğer yanda Ling Wen daha da agresifçe savaşıyor, Quan Yi Zhen’i iki
eliyle tutarak boğuyordu. Belli ki galip geliyordu ancak mutlu
gözükmüyordu, kısık bir sesle bağırdı. “Bai Jing! Onu öldürecek misin?
Daha fazla savaşmaya gerek yok, sadece gidelim!!!”

Neyse ki Xie Lian’ın hala bir tane köftesi vardı ve Ling Wen ‘gidelim’
sözcüğünü söylediği anda elini savurdu ve köfte onun ağzına düştü.

Hemencecik Ling Wen’in gözlerindeki ışık sönmüştü, sanki yuttuğu şey


tarafından emilmişti, ayrıca onu çevreleyen siyah halenin de tonu açılmıştı.

Kusmuğunu tutuyormuş gibi bir ifadeyle Xie Lian’a baktı, dudakları


sessizce titredi ve bir süre katlandıktan sonra Quan Yi Zhen’i yere attı ve
elleri şakaklarını desteklerken ortadan kayboldu.

Quan Yi Zhen zıplayarak ayağa kalkıp onun kovalamaya başladı. Xie Lian
da onları takip etmek istiyordu ancak o keşiş ve efsuncular kalabalığı önüne
kesip bağırdı. “HERKES, DAYANIN! DESTEK GELİYOR!”

Daha fazlası mı?! Puji Kasabasında daha fazla duramazdı, ilk önce kaçıp
sonra düşünmeliydi.

Quan Yi Zhen, Ling Wen’i kovalarken çoktan ortadan kaybolmuştu. Xie


Lian özenle Hua Cheng’i kucakladı. “Bana sıkıca tutun!” Ardından
fırlayarak kalabalığı geçti ve kayboldu.

Hua Cheng onun dediğini yaptı ve onu sıkıca tuttu. Bazı nedenlerden dolayı
bu sahne Xie Lian’a tanıdık geliyordu ancak geçmişi düşünecek zamanı
yoktu, olanları en kısa zamanda cennete bildirilmeliydi. Düşünmeden Özel
İletişim Rününe mesaj yolladı: “Ling Wen, bir şey oldu! Ben…”

Ling Wen: “… Biliyorum.”

Xie Lian: “… Seni rahatsız ettiğim için çok üzgünüm.”

Ardından hemen iletişimi kesen Ling Wen olmuştu.

Xie Lian’ın da söyleyecek bir sözü yoktu. Geçmişte her zaman Ling Wen
ile direkt olarak iletişim kurardı ancak şimdi Ling Wen’in kendisi
problemdi. Kendisinin bunu algılamaya zamanı olmamıştı ve gerçekten de
olanları ona bildirecekti. Gülmesi mi ağlaması mı gerektiğini bilmiyordu.
Xie Lian genel iletişim rününe girdi ve kucağındaki Hua Cheng’le lanet
ederek bağırdı. “HERKES! LÜTFEN TÜM CENNETİ UYARIN! LİNG
WEN BROKARLI ÖLÜMSÜZÜ

GİYERKEN KAÇTI!!!”

Çevirmen: Kae

Bölüm 136: Puji Mabedim Yüce Bir Şekilde Çökecek Ancak


beklenmedik bir şekilde, ruhani iletişim rünündeki hiç kimse onu
dinlemiyordu. Sanki büyük bir olay olmuş ve tüm mensupları gürültülü bir
şekilde gevezelik ediyordu. Xie Lian Feng Xin’in bağırdığını duydu.
“Ekselansları? BİR ŞEY Mİ SÖYLEDİN? BURADA TAM BİR KAOS
VAR…”

Xie Lian sesini yükseltti. “FENG XIN! DEDİM Kİ, BROKARLI


ÖLÜMSÜZÜ YARATAN KİŞİ LING WEN!

ÜZERİNE GİYDİ VE KAÇIYOR, ONA DİKKAT EDİN!”

“NE?!” Feng Xin haykırdı. “NE OLDU?!”

Xie Lian detaylara girmek üzereydi ki kulaklarındaki ses aniden durdu ve


artık hiçbir şey duyamıyordu.

Şaşırarak tekrar seslenmeyi denedi. “Millet? Herkes hala burada mı?”

Birkaç kez seslendi ama kimse cevap vermedi. Hua Cheng konuştu. “İşe
yaramaz. Üst Cennetteki ruhani iletişim rününü Ling Wen kurmuştu,
şimdiye dek onu bozabilmiş olmalı. Tekrardan yapılması gerek.”

“O zaman ne yapacağız?” Xie Lian’ın nefesi kesildi. Normalde Üst


Cennetle iletişime geçtiği zaman ya ruhani iletişim ağını kullanır ya
doğrudan Ling Wen’le konuşurdu, ya da Rüzgar Ustasıyla. Diğer cennet
mensuplarının sözel parolalarını bilmiyordu. Artık ne Ling Wen’e ne
Rüzgar Ustasına bel bağlayabilirdi, ve ruhani iletişim rünü yok edilmişti,
şimdi ne yapacaktı?

Hua Cheng endişelerini sezmiş gibiydi ve konuştu. “Endişelenme, gege


çoktan ana konuyu aktarmadın mı? Üst Cennetteki tüm cennet mensupları
aptal değil ve Jun Wu da şu anda Üst Cennette. Mesaj ona ulaştıktan sonra
her şey yoluna girecektir.”

Xie Lian da öyle düşünüyordu ve başını salladı. Çılgın koşturmasının


ardından çoktan pek çok dağ

sırasını geçmiş, ustaları arkasında bırakmıştı, ama sonuçta yine de Brokarlı


Ölümsüz ve Quan Yi Zhen’e ayak uyduramazlardı. Hua Cheng ekledi.
“Gege, eğer hala Brokarlı Ölümsüz meselesini araştırmak istiyorsan acele
etmen gerek.”

Ancak Xie Lian başını iki yana salladı. “Artık değil. Qi Ying zaten Ling
Wen’in peşinde, bu yüzden şu anda bizim ilgilenmemiz gereken daha
önemli meseleler var. San Lang.” Dikkatle kollarındaki Hua Cheng’e baktı.
“Görünüşün… tekrar değişti.”

Hua Cheng öncesinde Lang Ying’in kılığına girdiğinde, on beş yaşlarında


bir oğlanın dış görünüşüne sahipti ve Xie Lian’ın onu taşıması zordu.
Taşıyabilse bile göze hiçte hoş gelmezdi. Ama şimdi, Hua Cheng’in bedeni
küçülmüş gibiydi, en fazla on iki yaşında görünüyordu ve Xie Lian onu tek
eliyle taşıyor ve hatta kolundan sarkıtıyordu. Öyle olsa bile, Hua Cheng’in
sükûnet havası bir parça bile bozulmamıştı. “Hiç problem değil. Form
değiştirmek sadece geçici bir plan. Tüm bunlar bittiğinde eski halim geri
dönecek.”

Konuşurken bir yandan başındaki sargıları çözdü. Kar beyazı yüzünde, bir
çift yoğun, siyah göz Xie Lian’ı izliyordu ve kaşlarının arasında hala
yakışıklı genç bir adamın gölgesini taşıyordu. Açıkça bir çocuğun yüzüydü,
ama duruşu ve ifadesi her zamanki karanlığı yansıtıyordu.

Xie Lian onu sersemlemiş bir şekilde izledi, tek kelime etmedi.

Hua Cheng hafifçe kaşlarını çattı. “Ekselansları, sen…”


Aniden Xie Lian’ın diğer eli uzandı ve yanağını sıktı.

O kadar beklenmedik bir hareketti ki, sıkmanın etkisiyle yüzü şekil


değiştirirken Hua Cheng’in gözleri büyüdü. “…GEGE!”

Xie Lian kahkaha attı. “Hahahahaha… Özür dilerim San Lang, ama çok
tatlısın kendime engel olamıyorum, hahahaha…”

“…”

Xie Lian onu şefkatle sıkmaya devam ederken nazikçe konuştu. “O zaman,
San Lang, değişmeye devam mı edeceksin? Beş yaşında sendeleyerek
yürüyen bir çocukta olacak mısın? Ya da daha iyisi, küçük bir bebek?”

Onun umut dolu sesini duyunca Hua Cheng çaresizce cevapladı. “Korkarım
gege’yi hayal kırıklığına uğratmak zorunda kalacağım.”

Xie Lian elini indirdi ve sırıttı. “Saçmalık. San Lang beni hiç hayal
kırıklığına uğratmadı. Seni korumak için elime geçen bu fırsat beni çok
mutlu ediyor.”

Ancak Hua Cheng somurtarak konuştu. “Beni etmiyor.”

“Neden ki?” Xie Lian sordu.”

Hua Cheng’in sesi soğudu. “Ben… böyle görünmekten nefret ediyorum!”

Xie Lian sesindeki tiksintiyi duyabiliyordu ve biraz şaşırdı. Hua Cheng


başını eğdi. “Beni böyle aciz bir halde görmeni istemiyorum ve kesinlikle
beni korumak zorunda kalmanı istemem!”

Belki her ne kadar duyguları kabarıyor olsa da Hua Cheng’in yaşı etkiyi
azaltıyordu. Xie Lian kalbinin çalkalandığını hissetti ve hızla onu kollarının
arasına aldı, kahkaha atarken hafifçe sırtına vuruyordu.

“O zaman sana göre, beni onca kez berbat bir halde gördüğün için kendimi
öldürüvermeliyim. Ayrıca, tamamen işe yaramaz sayılmazsın, sadece geçici
olarak güçlerini saklıyorsun, hepsi bu.”
“…” Hua Cheng yüzünü onun omzuna gömdü ve boğuk bir sesle
homurdandı. “Aynı şey değil.

Ekselansları, sen en güçlüsün. Ben de diğer herkesten daha güçlü


olmalıyım. Ancak o zaman ben…”

Her ne kadar sesi şu anda genç ve tiz olsa da, yorgunluğun izlerini de
taşıyordu. Xie Lian sakinleştirdi.

“Sen hep en güçlüydün. Ama, her günün uyanık her anında olmak zorunda
değilsin. Sadece… bunu bana biraz saygı göstermek olarak düşün ve bu
seferlik seni korumama izin ver. Lütfen? Olur mu?”

Hua Cheng tekrar başını kaldırana dek uzun bir zaman geçmişti ve başı
yerine bu kez ellerini Xie Lian’ın omuzlarına koydu, onu izliyordu.
“Ekselansları, bekle beni.”

“Pekala, seni bekleyeceğim.” Xie Lian söz verdi.

Hua Cheng tekrar oldukça ciddi bir şekilde güven verdi. “Bana birazcık
zaman tanı, kısa bir süre sonra normale döneceğim.”

Xie Lian gülümsedi. “Acele etmene gerek yok.”

Ertesi gün ikisi küçük bir kasabaya vardılar.

Xie Lian Hua Cheng’in elinden tutuyordu ve bir erişkin bir çocuk
sokaklarda dolaştılar, tembelce sohbet ediyorlardı. Xie Lian sordu. “TongLu
Dağının tekrar açılmasıyla, önceki tüm Hayalet Krallar titreşimlerden
etkilendi. Bunun anlamı Kara Su’nun da etkilendiği değil mi?”

Hua Cheng’in bir eli sırtında, diğer eli ise Xie Lian’ın elinde cevapladı.
“Evet. Ama durumlarımız farklı, çalışma yöntemlerimiz farklı, bu yüzden
doğal olarak kışkırtmaya karşı direnme yöntemlerimiz de öyle.”

“Örneğin?” Xie Lian sordu. “O nasıl başa çıkıyor?”

“Uykuya yatarak, muhtemelen.” Hua Cheng cevapladı.


‘Açken ye, doyunca uyu’ sözleri Xie Lian’ın zihninde belirdi.

Hua Cheng devam etti. “Kara Su ölümlüyken hapishane işkencesine maruz


kaldı. Üç günde sadece bir öğün yerken, verilen şey iğrençte olsa yutmak
zorundaydı. Açlık midesini mahvetti; bazen hiç durmadan yer, bazen ise
yemek yemeyi tümden reddeder.”

“Her şeyi yiyip yutmakta bu kadar başarılı olduğuna şaşmamalı.” Xie Lian
düşüncelere dalmıştı.

Aslında, He Xuan’ın durumunda aç hayaletleri tüketmeye odaklanabilirdi,


çünkü doğal olarak bu özelliğe sahipti, böylece aç hayaletler onun zevkine
daha uygun olurdu. Ancak Kara Su İblisi Xuan tarafından yutulan beş yüz
kadar hayalet ve iblisin büyük çoğunluğu su hortlaklarıydı. Shi Wu Du’nun
yüzünü hatırladığı ve onun su büyüsünü aşmak istediği için olmalıydı. He
Xuan hepsini bilerek yapmıştı. Ve onca şeyi yedikten sonra, sindirmek için
bir süre uyuması gerekirdi.

“Aynen öyle.” Dedi Hua Cheng. “Qi Rong’un insan etiyle ziyafet
çekmesinin nedeni de bilerek He Xuan’ı taklit etmeye çalışması olduğunu
da söyleyebilirim.”

Bir anlığına Xie Lian’ın dili tutuldu ve düşündü, Nasıl insanları yemek
hayaletleri yemekle aynı şey olabilir?, bir süre düşündükten sonra sordu. “O
zaman baş aşağı sarkan cesetler ormanı? Orada da seni mi taklit etmeye
çalışıyor?”

“Doğru.” Hua Cheng yanıtladı. “Kan damlalarından bir yağmur sahnesi


yaratmak istiyor ama benim nasıl yaptığımı bilmediği için, basit ve aşağılık
bir şekilde sıra sıra ölüleri havaya asıyor.”

“…”

Bugün Xie Lian en sonunda Qi Rong’dan bahsedildiği zaman neden hiç


kimsenin ne söyleyeceğini bilemediğini tamamen anlamıştı. Dış görünüşe
sahipti, ama zarafete değil. Xie Lian iç çekti ve düşündü, Qi Rong Gu Zi’yi
aldı, zavallı çocuk kim bilir yendi mi, yoksa terk mi edildi… Rüzgar
Ustası…
Kara Su onu aldı mı kim bilir? Umarım her ikisi de güvendedir. Ardından
sordu. “Peki ya Hayalet Şehir?

Birileri orada sorun çıkartmasın?”

Hua Cheng yanıtladı. “Ayrılırken Hayalet Şehri mühürledim ve nerede


olduğum konusunda bazı yalan haberler yaydım. Eğer birisi sorun
çıkartmaya kalkarsa bile, bana ulaşılmadığı sürece çok zorlanmayacaklardır.
Ama eminim şu anda pek çok kişi Hayalet Şehir için fırsat kolluyor.”

Hua Cheng Hayalet Şehre geri dönemezdi ve Xie Lian da onu cennete
götüremezdi, en iyi ihtimalle bir cennet mensubu onu ifşa ederdi, bu yüzden
ikisi bir hedefleri olmadan ölümlü diyarın keşmekeşinde eğleniyorlardı.

Xie Lian hafifçe kaşlarını çattı. “Yalan haberler yaydın, ama Ling Wen de
gerçek yerini söyledi. Hala senin Lang Ying kılığına girdiğini nasıl fark etti
bilmiyorum.”

“Benim anlamadığım başka bir şey var.” Dedi Hua Cheng.

“Nedir?” Xie Lian sordu.

“O aşağılık efsuncu Cennetin Gözü, onunla birkaç kez oynadım, yetenekleri


fena değildir.” Dedi Hua Cheng.

Xie Lian hemfikirdi. “En. Haklısın. Sahiden yetenekli ve çok çalışmış.”

“Evet. O zaman neden gege’nin dudaklarının kötülük özüyle kaplı


olduğunu söyledi?” Hua Cheng sorguladı.

“…”

Xie Lian’ın yumrukları anında sıkılmıştı, ama hala Hua Cheng’in elini
tutmakta olduğunu hatırlayınca hemen tutuşunu gevşetti. Hua Cheng kısık
bir sesle bastırdı. “Gege, aptalları yatıştırmak için kullanacağın kelimelerle
beni başından atma. Bana o gece tam olarak sana ne yaptığımı anlat.”

“…”
Xie Lian içinden, Mesele senin bana ne yaptığın değil, aslında benim sana
ne yaptığım… diye geçirdi.

Aniden gözleri parladı. “Dur, San Lang, şuraya bak.”

“Gege?” Hua Cheng sordu.

Ama Xie Lian onu çoktan yol kenarındaki lüks ve müsrif bir dükkana
sürüklemişti. Dükkan sahibi ikiliyi baştan aşağıya süzdü, bir efsuncu ve
çaylağın tuhaf bir birleşimi, ve sordu. “Sizin için ne yapabilirim,
Daozhang?”

Xie Lian Hua Cheng’i kaldırdı ve gülümsedi. “Benim için değil. Onun
için.”

Hua Cheng onun kollarında başını eğdi.

Beş dakika kadar sonra Hua Cheng tekrar dükkandan çıkmıştı.

Lang Ying’in on beş yaşlarındaki bir çocuğa uygun giysileri artık Hua
Cheng’e uymuyordu, bu nedenle Xie Lian ona yeni bir kıyafet almıştı.
Dışarı çıktığı anda Xie Lian’ın gözleri ışıldadı.

Kar kadar beyaz, bu nasıl bir ten küçük genç efendi!

Akçaağaç alevleri kadar kızıl bir cübbe ve üzerinden gümüş zincirler sarkan
geyik derisinden bir çift bot giymişti, Hua Cheng hem yakışıklı hem cesur
görünüyordu. Kuzguni saçları açılmıştı ve önünde sadece sağ yanağına
doğru uzanan ince bir örgü vardı, ama Xie Lian uyumlu olması için diğer
tarafına da bir örgü eklemekten kendini alamadı, onun daha da hayat dolu
görünmesine neden olmuştu.

Ancak esas fazla olan yüz ifadesiydi; gözleri canlı ve parlaktı, duruşu sakin
ve istikrardı, hiçte bir çocuğa benzemiyordu! Böyle bir tezat insanın
gözlerini ondan almasına müsaade etmiyordu.

Dükkandan alışveriş yapan tüm kadınlar donakalmıştı ve etrafını sardılar,


beğeniyle “Aaay, aaay” diye haykırırlarken ellerini kalplerine
götürmüşlerdi.
Hua Cheng sakince Xie Lian’a yaklaştı ve Xie Lian alkışladı. “Biliyordum.
San Lang’a en çok kırmızı yakışıyor.”

Hua Cheng çaresizce sol tarafındaki örgüyü çekiştirdi ve somurttu. “Gege


mutluğu olsun yeter.”

Xie Lian elini tutmak için uzandı ve dükkanın önüne doğru yürürken
gülümsüyordu, ödeme yapmaya hazırdı. Hua Cheng’in giysisi hiçte ucuz
değildi ve Xie Lian’ın pek parası yoktu, bu yüzden genelde böyle yerlere
girmezdi. Ancak mabedi yenilemek için küçük bir servet biriktirmişti ve
artık yenilenecek bir şey kalmamıştı. O tam sikkeleri birer birer sayarken,
Hua Cheng kenarından çıktı ve PAT! tezgaha altın bir varak bıraktı.

Xie Lian. “…”

Dükkan sahibi. “…”

“Üstü kalsın.” Dedi Hua Cheng. “Gege, hadi, gidelim.”

Xie Lian’ın kol yenini çekiştirdi ardından elleri iki yanında dükkandan
ayrıldı. Xie Lian gülümsedi ve tam birkaç adım atmıştı ki Hua Cheng
geriledi ve tekrar içeriye girerek onun kollarına çarptı. Xie Lian onu
omuzlarından tuttu ve sordu. “Sorun ne?” Ardından başını kaldırdı ve
kalabalıkla dolup taşan sokaklardaki bir şeklin gölgesini yakaladı ve kalbi
sıkıştı. Tesadüfen, dükkan sahibi de sordu. “Başka bir şeyler daha mı almak
istiyorsunuz?”

Xie Lian elini kaldırdı. “Evet. Lütfen bana şu cübbeyi getirin!”

• MXTX, Yazar Notu:

Hua Hua: O gün, Ekselansları beni müsrif bir dükkana marka şeyler almak
için götürmüştü (Haa???

Veliaht Prens turşu kurmakta çok iyidir. Çünkü buğulu çörek ve lapa yerken
tek gereken şey turşudur, yüzlerce yıldır bu konuda pratik yaptığı için
oldukça tecrübeli. Ayrıca, turşu kurarken zamanın büyük çoğunluğunda ne
yaptığınızı düşünmenize gerek yok; sadece bir köşeye bırakıyorsun ve
kimya işini yapıyor. Başarısızlıklarının çoğu yeni bir şeyler yaratma
tutkusundan kaynaklanıyor.

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 137: Çorak Tepelerde, Ayaklanan Kara Kalpli Han Dükkan


sahibi geriledi. “Ne? O mu? Daozhang karıştırmış olmayasınız?”

Xie Lian doğruladı. “Yok, o!”

Ardından aceleyle o cübbeyi kaptı, Hua Cheng’i aldı ve dükkanın arkasına


koşturdu, perdelerin arkasına süzüldü. Giysi dükkanı oldukça cüretkardı ve
bir de yenilikçi. İçeride kıyafet değiştirmek için küçük bir yer vardı, bu
nedenle kıyafet alamaya gelenler hemen deneyebiliyorlardı. Etraftaki
herkes şaşkındı. Bir an sonra, gösterişli giysiler giymiş bir efsuncu
dükkanın önünden geçti, alnını ovalarken somurtuyordu ve arkasında onu
takip eden kötücül görünen bir tayfa vardı, tuhaf keşişler ve efsunculardı.
Dükkanda bir insan kalabalığı olduğunu görünce, efsuncu havladı,
memnuniyetsizdi. “Ne bakıyonuz?!”

“Oof, boş ver, hadi acele et. Yine tuvalete gitmem gerek!”

“Bekle, Cennetin Gözü-Xiong, burada pek çok insan var, neden onlara
görüp görmediklerini sormuyoruz?”

“Hayırsever hanımefendiler, yanında sargıları olan bir çocukla beyaz


cübbeli bir efsuncuyu buralarda gördünüz mü?”

Kalabalık sessizdi, ancak içlerinden bazıları bilinçsizce dükkanın arkasına


bakmıştı. Çete dikkat kesildi ve elleriyle ‘gidip bakalım’ diye işaret ettiler.
Cennetin Gözü dükkanın içine girdi, nefesini tuttu ve yavaşça perdelere
yaklaştı. Bir an sonra ise kaldırarak açtı. Gözbebekleri anında küçüldü.

Perdelerin arkasında, kuzguni saçları dağınık bir topuzla toplanmış bir


kadın gördü, ince ve beyaz bir boynu ve üzerinde ince gümüş bir kolye
vardı. Cübbesi yarı yarıya sıyrılmış, kar beyazı omuzlarını ve sırtının bir
kısmını ortaya çıkarmıştı, sarkmış ve her an düşecek gibi görünüyordu, kim
görse yüzü kızarır ve kalbi hızla çarpardı.

Perdeler açıldığında kadın titredi, kol yenleriyle yüzünü kapattı ve hafifçe


inledi, sanki bu ani, kaba hareket nedeniyle şok olmuş ve dehşete düşmüş
gibiydi. Cennetin Gözü hemen perdeyi bıraktı. “B-B-B-B-B-BEN ÖZÜR
DİLERİM!!!!”

Cennetin Gözünün peşinden gelmekte olan keşişler ve efsuncular da


bağırmaya başladılar. “BU NE

GÜNAH, NE AYIP!” Ve hepsi kendi gözlerini kapattılar. Bunu fırsat bilen


‘kadın’ hızla döndü – Xie Lian’dan başka kim olabilirdi ki? Hua Cheng
kollarındaydı ve Xie Lian’ın bedeninin arkasında kaldığı için onu kimse
görmemişti. Xie Lian her ne kadar bir erkek olduğu için omuzları ortalama
bir kadından daha geniş olsa da, en iyi açıdan göstermek için cübbesinin
sadece bir kısmını aşağıya çekmiş, muhteşem bir etki yaratmıştı.

Bir kolunda Hua Cheng’le, Xie Lian diğer elini eteklerini kaldırmak için
kullandı ve kapalı gözleriyle çığlıklar atan efsuncular ile keşişleri geçerek,
rüzgar gibi kaçtı. Dükkan sahibi ve hanımlar şaşırıp kalmışlardı ve onun
kaçtığını görünce dükkan sahibi önce durdurmak istedi, ama açılıp kapanan
ağzıyla, kolayca iki cübbe ve fazlasını satın alabilecek olan altın yaprağa
baktı, omuz silkti ve artık umursamıyordu.

Xie Lian tüm yolu kolunda Hua Cheng’le delirmiş bir şekilde koştu,
arkasında sadece tozlar kalmıştı.

Sokaktan geçmekte olanlar sadece bir jaguar kadar esnek ve vahşi, boğucu
tozlardan bulutlar yaratan bir ‘kadın’ın kolunda bir çocukla kaçarken ki
halinin bulanık bir gölgesini gördüler, ve hepsi boğuldu, öksürdüler,
gözlerine inanamıyorlardı. Yolun kenarındaki küçük bir yiyecek dükkanı
toza bulanmıştı ve dükkan sahibi sövmeye başladı. “SENİN SORUNUN
NE!”

Xie Lian başını çevirmek için biraz zaman ayırdı ve yüksek sesle bağırdı.
“HER ŞEY! ÖZÜR DİLERİM!
ÖZÜR DİLERİM!” Tam bu sırada arkasından bir bağırtı duydu. “ORADA
DUR –!!!”

Arkasına baktı ve çetenin kıyafet dükkanından çıkmakta olduğunu gördü,


Xie Lian, Sahiden insanlar

‘orada dur’ derken akıllarından ne geçiyor merak ediyorum. Açıkça


durmayacaklardır. Onun yerine nefeslerini tutar ve daha da hızlı koşarlar!,
diye düşündü ve hemen işe koyuldu, daha da hızlı koşmaya başladı.

Büyük tantanalı bir kalabalık sokaklardan geçiyordu, tozlar uçuştu ve


havayı doldurdu ve şimdi yemek satıcısı artık kimseye sövemiyordu,
öfkeyle kendi tenceresini yere attı. “NE BOKUNA UĞRAŞIYORUM

Kİ!”

Dört saat kadar kovaladıktan sonra, en sonunda, koşarken bir yandan


bağıran efsuncu ve keşişler nefes nefese kalmışlardı, adımları yavaşlıyordu.
Kaçma sanatında oldukça başarılı olan Xie Lian ise en sonuna dek sessizce
dayanmıştı. En sonunda tamamen izlerini kaybettirdiklerinde Xie Lian Hua
Cheng’i yere bıraktı ve yol kenarında durarak nefesini toplamaya çalıştı.
Hua Cheng onun omuzlarını tuttu ve kısık bir sesle konuştu. “Bu kadar
derin nefesler alma, kendine zarar vereceksin.”

Xie Lian başını kaldırdı ve Hua Cheng’in küçük kaş çatmasını bir çocuğun
yüzünde gördü, yüksek sesle gülmekten kendini alamadı. “HAHA,
HAHAHA… Ah!”

Çok ani gülmüştü; göğsünden keskin bir acı yükselince yanlarını tutmak
zorunda kaldı. Hua Cheng’in korkmuş halini görünce elini salladı. “Bir şey
yok… ne? Şurada bir han mı var?”

Sahiden, çok uzak sayılmayacak bir mesafede, akşamın sarsılmaz


maviliğinde sanki yolculara gelmelerini işaret eden sıcak sarı bir ışıltı saçan
bir han vardı. Xie Lian doğruldu ve konuştu. “Hadi gidip dinlenelim.”

“Pekala.” Dedi Hua Cheng.


Xie Lian elini tuttu ve ikisi küçük binaya doğru yürüdüler. Girişin önüne
geldikleri zaman Xie Lian bu hanın iki katının olduğunu fark etti, uzaktan
gördükleri halinden çok daha şatafatlıydı. Kapılar kapalıydı ve Xie Lian
elini kaldırdı, nazikçe çaldı. “Kimse yok mu? Gece kalmak için bir yer
arıyoruz.”

Kısa bir süre sonra içeriden birisi seslendi. “Geldim, geldim!”

Bir an sonra kapı açıldı ve pek çok hizmetçi selamlamak üzere öne çıktı,
yüzleri gülümsemelerle doluydu. “Beyefe…”

‘Beyefendi’ demek istemişlerdi ama önlerindeki kişinin kadın kıyafeti


giydiğini görünce değiştirdiler.

“Genç Han…”

Kelimeler dudaklarından dökülemeden Xie Lian ve elini tutmakta olduğu


Hua Cheng tümüyle karanlıklardan sıyrılmıştı. Eğer bir çocuk varsa, o
zaman genç hanım demek uygun olmazdı, bu yüzden tekrar değiştirdiler.
“Mada…”

‘Madam’ kelimesinin yarısı hala dudaklarındaydı ve Xie Lian’ın yüzü


handaki ışıkla tamamen aydınlatılmıştı. Her ne kadar kadın kıyafetlerine
bürünmüş ve yüzü nazik bir çehreye sahip olsa da, eğer dürüst olmaları
gerekirse, neresinden bakarlarsa baksınlar bu bir erkek yüzüydü.
Hizmetçilerin hepsi susuverdi ve ilk baştaki selamlamalarına geri
dönmeden önce uzun bir süre öyle kaldılar.

“Beyefendi, içeri buyurun lütfen.”

Xie Lian başını sallarken gülümsedi. Herhangi bir şeyi giymek konusunda
oldukça tecrübeliydi ve ne zihinsel ne fiziksel anlamda bir rahatsızlık
taşımıyordu. Elinde Hua Cheng’le, oldukça alçak olan kapı

eşiğini geçti ve girişin köşesindeki masaya oturdu. Handa hizmetçiler


dışında hiç kimse yoktu. İçeriye girdikleri anda hizmetçiler hemen kapıyı
kapattı ve etraflarına toplandılar, yüzlerine yine gülümsemeler
istiflemişlerdi. Xie Lian’ı rahatsız eden de daha fazla gülümsemeleriydi.
Menü kağıdını aldı ve konuştu. “Böyle boş bir arazide han bulmak kolay bir
şey değildir, çok şaşırdım!”

Hizmetçiler cevapladı. “Böyle boş bir arazide müşteri bulmak da öyle!”

Bir nedenle, her ne kadar gülümsüyor olsalar da, gülümsemeleri kalemle


çizilmiş gibi görünüyordu, oldukça sahteydi. Xie Lian’ın ne bir kası oynadı
ne de gülümsedi. Menü kağıdını çevirdi, birkaç yemek sipariş etti, ardından
hizmetçiler mutlulukla siparişlerini iletmek üzere mutfağa gittiler.

Hua Cheng yemek çubuklarıyla oynuyordu. “Gege, hayaletler tarafından


işletilen karanlık bir hana geldik.”

“En.” Xie Lian farkındaydı.

Eğer bir tuhaflık olmasaydı, hiçliğin ortasında tek katlı ve sadece birkaç
tane hizmetçisi olan küçük bir han bile bulmak oldukça harika bir şey
olurdu; neden bunca hizmetçisi olan bu kadar lüks bir işletme vardı?

Elbette, kesin bir kanıt yoktu. Esas şüphelenme nedeni Xie Lian’ın hana
girdiği anda yoğun, taze kan kokusu almasıydı.

Normal insanlar muhtemelen kan kokusunu fark etmezlerdi, ama Xie Lian
kadar tecrübeli ve duyuları keskin birisi için havadaki koku o kadar ağırdı
ki, fark etmeden edemezdi. Xie Lian konuştu. “İkinci katta başkaları da var,
ayak seslerini duydum. Acaba burada geceyi geçirmeyi planlayan başka
yolcular mı?”

Eğer öyleyseler, onları kurtarmaları gerekiyordu. İkisi karşılıklı oturdular ve


yüzlerini birbirlerine yaklaştırdılar, bir süre fısıldayarak konuştuktan sonra
hizmetçiler en sonunda yemeklerini getirmişlerdi. “Geliyor!”

Xie Lian tam konuşmak üzereydi ki dışarıda bir hareket gözüne ilişti.
Hemen ayağa fırladı. “Gidip odamızda dinleneceğiz, yemekleri yukarıya
getirmenizi istersek çok zahmet vermeyiz umarım?”

“Hiç sorun değil, hiç sorun değil!”


Xie Lian Hua Cheng’in elini tuttu ve diğer eliyle eteğini tecrübeli bir halde
kaldırarak merdivenlere yöneldi. Arkasına baktı. “Ah, bu arada, eğer bizi
soran olursa, lütfen hiç görmediğinizi söyleyin.”

“Hiç sorun değil, hiç sorun değil!”

Xie Lian aceleyle merdivenleri tırmandı. Kapı sertçe vurulduğunda henüz


uzun süre geçmemişti ve boğuk bir ses duyuldu. “Aç kapıyı, aç!”

Hizmetçiler yüzlerinde gülümsemelerle kapıyı açtılar. İçeriye doluşan


kalabalık Cennet’in Gözü ve durmak bilmeyen keşiş ve efsuncu çetesiydi!

Xie Lian ve Hua Cheng bu esnada ikinci kattaki odalarına girmişlerdi.


Arkalarından kapıyı kapatırken, içeriye giren insanların handa bağırdığını
duyabiliyorlardı. “TUVALET TUVALET TUVALET!” ve onlar kabinlere
koşarken diğerleri talep ediyordu. “PATRON! SU VAR MI?!”

Bunca kişinin bir anda geldiğini görünce hizmetçiler çok sevinmişlerdi.


“Var var, var, lütfen bekleyin, hemmen geliyor!”

“Ooof, tıka basa doluyum!” Cennet’in Gözü şikayet etti. “İnanamıyorum.


Şu ‘Bozulmaz Erdem Topağı’

zamazingoları sahiden güçlü bir zehirmiş. Şimdiden yirmi bardak su içtim,


seksen bir tane içmem daha ne kadar sürecek?”

“…”

Xie Lian bu keşiş ve efsuncuların sahiden bu kadar dürüst olmalarını


beklememişti. Onlara seksen bir bardak su içmelerini söylemişti ve sahiden
tam olarak seksen bir bardak su içmeyi planlıyorlardı.

Keşişlerden birisi cevap verdi. “Amitabha Buddha. Bu keşiş şimdiye dek


yirmi beş bardak su içti ve söylemem gerekir ki, panzehir olarak oldukça
başarılı. Bu keşiş şimdiden daha iyi hissediyor.”

Bunu duyunca Xie Lian gülse mi ağlasa mı bilemedi ve gözetleyebileceği


bir çatlak olup olmadığını kontrol etmek için yerleri yokladı. Hua Cheng
yanında yere yarı diz çökmüştü. “Gege, buraya bak.”
Xie Lian da diz çöktü ve yerde işaret ettiği yere baktı ama hiçbir şey
göremedi. “Orada ne var ki?”

Aniden Hua Cheng dürttü ve anında katı zeminde minik bir delik açıldı,
ince bir ışık huzmesi parladı.

“İşte. Şimdi görebiliriz.”

“…”

Xie Lian eğildi ve delikten aşağıya baktı. Çete girişin ortasındaki uzun bir
masaya yerleşmişti ve Cennet’in Gözü masaya vurdu. “HMH! Bu kez çok
dikkatsiz davrandık. O hain efsuncuyu bir daha gördüğümüzde, bizden
faydalanmasına izin vermeyeceğiz! Hua, Hua, Hua Chengzhu’yu alaşağı
etmeli ve cennet adına kötülüğü silmeliyiz!”

Xie Lian fısıldadı. “San Lang, onları nasıl kızdırdın?”

Hua Cheng cevap vermedi ama, birisi Xie Lian yerine soruyu tekrarladı.
“Sahi, daha önce hiç sormadım ama, neden hepiniz buraya o hayalet kralı
yakalamaya geldiniz? Hikayesi ne?”

Böylece çete ayıplamalarına başladı.

“Sadece bahsetmek bile kalbimi öfkeyle dolduruyor! Yirmi sene önce,


domuzdan bir yaratığın delirdiği ve efendisinin evini yıktığı bir köy vardı.
Ev yıkılınca tüm aile ölmüştü. Domuz Hayalet Şehre kaçtı. O zamanlar işe
henüz yeni girmiştim, bu nedenle peşinden gittim, ama bir grup hayalet
tarafından ölümüne dövüldüm ve kaçmaktan başka şansım kalmadı. Ne
aşağılamaydı! Ayrıca bana ben bir domuz ailesi yiyebilirken, bir domuzun
intikam olarak bir aileyi katletmemesi için hiçbir sebep olmadığını söyleyen
bir uşak bile gönderdi. Eğer domuz intikam aramazsa şanslısın, eğer ararsa
o zaman hak etmişsindir. Söyleyin bana, bu nasıl hastalıklı bir mantıktır!”

“Ne tesadüf! Bizim sektimizde benzer bir olay yaşadı ama söz konusu bir
horoz ruhuydu!”
“Bizim hikayemiz basit. Bizim sektimizin tapındığı tanrı onun meydan
okuduklarından biriydi, bu nedenle ne kadar tapınak inşa edersek edelim
yakıp yıktı. Bu ne hakaret! Tümüyle mantıksız!”

“Ben de ben de. Hepiniz shixiong’umu tanıyordunuz, değil mi? Sonsuz bir
gelecekle taçlandırılmış

olan! Tek bir kötü huyu vardı: kadınlarla oynamaya bayılırdı. On yıllar
önce, küçük bir fahişe hayalet shixiong’umu baştan çıkarttı ve onu kuru bir
et parçası haline gelene dek emdi ve o Hua, Hua, Hua, o hayalet kral ona
sığınma izni verdi.”

Aşağıda eleştiriler yağıyordu ama üstlerinde, Hua Cheng sadece sıkılmış


gibi görünüyordu, onlara sinir bozucu sırıtışıyla bile bakmıyordu. Cennet’in
Gözü konuştu. “Sanırım shixiong’unu daha önce duymuştum. O sahte ritüel
ve seramonilerle evli kadınları kandıran ve onlara zorla sahip olan adam
değil miydi? Hani şu üç ay hapse atılan?”

“Ehem ehem ehem!”

Tam bu sırada hizmetçiler yemeklerini getirmişlerdi ve kalabalığın dikkati


hızla dağılmıştı. “Yemek geldi, yemek geldi, gelin gelin gelin, artık
konuşmayalım Cennet’in Gözü-xiong, hadi yiyelim.”

Xie Lian doğruldu, hizmetçilerin getirdiği yiyeceklere bir bakış attı ve Hua
Cheng konuştu. “Bakmana gerek yok, yemekleri yedikleri anda düşüp
bayılacaklar.”

Xie Lian kısık bir sesle konuştu. “Çok sıkıntı verici olacak.”

Her ne kadar keşiş ve efsunculardan oluşan çete insafsız ve son derece gıcık
edici olsa da, yine de onların bu tuhaf, karanlık işletmede ölmelerine izin
veremezlerdi. Ancak onları uyarmakta mantıklı bir hareket olmazdı. Tam bu
sırada Cennet’in Gözü konuştu. “Durun!”

Yemeklere odaklanmıştı ve diğerlerini durdurdu, gözleri keskin ve ışıl ışıldı.


Xie Lian içten içe övdü, Sahiden yetenekli!
Diğerleri meraklanmıştı. “Cennet’in Gözü-xiong, sorun ne?”

Cennet’in Gözü bir parmağını uzattı ve tabağın kenarlarını sildi, ardından


parmağını havaya kaldırdı, öfkeyle bağırıyordu. “PARMAKLA BİR KEZ
SİLMEKLE BUNCA YAĞ GELİYOR! Tabaklar temiz bir şekilde
yıkanmamış, burada nasıl bir iş yapıyorsunuz siz?!”

“…”

Xie Lian bir şey fark ettiğini düşünmüştü ama böyle bir olacağını tahmin
etmemişti. Her ne kadar biraz dili tutulmuş olsa da, sonuç istediği yere
gitmişti. Cennet’in Gözü şikayet ettiği anda, diğerleri de vızıldamaya
başladılar. “Tanrım, o haklı! Bu ne, tükürük gibi yapış yapış… durun! BU
YEMEKTE SAÇ

VAR!”

Birisi yemek çubuklarını karıştırmak için kullandı ve sahiden birkaç siyah


saç telini ortaya çıkartmıştı.

“HAY ANASINI NASIL BİR MUTFAĞINIZ VAR BÖYLE? ARKADA


KİM VAR?”

Hizmetçiler ellerini ovuşturdular ve gülümsediler. “Eee… Yakın zamanda


birkaç domuz kesmiştik, muhtemelen domuz kıllarıdır!”

Ancak yemek çubuğu saçları yakaladığında kıllar gittikçe uzadı, uzadıkça


uzadı. “NE TÜR BİR

DOMUZUN BU KADAR UZUN SAÇLARI OLUR? PATRONUN


KARISI SAÇLARINI MUTFAKTA MI YIKIYOR?!”

“Hepsini alın ve tekrar pişirin!”

“Evvet efendimmm hemmmenn!” Hizmetçiler hemen razı oldu, “Hepsini


tekrar yapacağız, hemen!

Lordlarım lütfen su için, su için.”


Su içmekte güvenli bir seçenek değil, diye düşündü Xie Lian, Suda da bir
şeyler olmalı!

Hizmetçiler daha uzaklaşmadan, su çetenin dudaklarına ulaşmak üzereyken


Cennet’in Gözü tekrar seslendi. “Hemen geri dön!”

Hizmetçiler geri döndü, özür dilercesine gülümsüyorlardı. “Lordum


Daozhang’ın bir ihtiyacı mı var?”

“Size sorayım, buralardan geçen oldukça tuhaf bir kadınla yanında küçük
bir çocuk gördünüz mü?”

Cennet’in Gözü sordu.

Demek sahiden sorguluyordu, Xie Lian içinden, Şükürler olsun ki onlara


bir şey söylememelerini tembihledim, diye geçirdi. Ancak kimin aklına
gelirdi ki, tam düşünceler aklından geçerken, hizmetçi bir an duraksamadan
cevap verdi. “Ah, gördüm!”

Xie Lian: “???”

Çete şok olmuştu ve sularını masaya bıraktılar, sesleri kısıktı. “Neredeler?”

Hizmetçi de sesini alçalttı. “Üst katta!”

Çete anında alarma geçmişti, bakışları üst kata kaydı. Xie Lian hızla Hua
Cheng’in parmağıyla açtığı deliği örttü. Bir an sonra üst kata çıkan bir grup
insanın ürpertici sesi duyuldu. Xie Lian kapıya yaslandı, ayak seslerini
dinledi ve hizmetçinin çeteyi yönlendirdiğini fark etti, onlara doğru sinsice
yaklaşıyorlardı. Sol koluna Hua Cheng’i aldı, sağ elinde kılıcı ışıldadı,
RuoYe hemen yanında onları koruyordu, tüm silahlar hazırdı, gergin ve
tetikteydi. Ancak, ayak sesleri kapılarının önünden geçti ve uzun koridorda
ilerlemeye devam etti. Şaşıran Xie Lian kapıya yaslandı ve çatlaklardan
dışarıyı gözledi. Çete onların odasını geçmiş ve başka bir odanın girişini
çevirmişti.

Kapının arkasından muhtemelen birisi vardı; kağıttan pencerelerden solgun


bir ışık sızıyor ve masanın kenarında durmakta olan bir kadının siluetini
yansıtıyordu.

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 138: Çorak Tepelerde, Ayaklanan Kara Kalpli Han


Hizmetçilerin sahiden sözlerini tutacağı ve onları ele vermeyecekleri hiç
aklına gelmemişti. Başka birisinden bahsediyorlardı.

Görünüşe göre ikisi dışında başka ‘oldukça tuhaf bir kadın’la küçük bir
çocuk, gece için bu handa kalmaya gelmişti.

Cennet’in Gözü ve ekibi bakıştı ve neredeyse aynı anda el işaretleri yaptılar,


kapıyı tekmeleyerek açmaya hazırlardı. Aniden, odanın içindeki ışık söndü
ve siluet kayboldu. Hemen ardından ise bir grup hızlı ‘pat, pat, pat’ sesi ve
hızla kapıyı açan bir kadının aceleci ayak sesleri duyuldu, sövüyordu. “SİZ

LEŞ KOKULU HERİFLER GECENİN Bİ YARISINDA NE BOKUNA


KAPIMIN DIŞINDA DİKİLİYONUZ? BÜYÜK

ANNENİZ BANYO YAPACAK, NE PLANLIYONUZ? HAA?!”

Kadın inceydi ve şehvetli bir vücudu vardı, makyajsız yüzü cennetlikti; her
ne kadar dövüşçü bir horozun endamına sahip olsa da, yine de büsbütün bir
kadındı. Cıkladı, kollarını kıvırdı ve sövmeye devam etti. “VE Bİ DE Bİ
SÜRÜ KEŞİŞLE EFSUNCU. SİZ DİNDAR RAHİPLER DEİL MİSİNİZ?
İFFET

YEMİNLERİNİZE NOLDU?!”

Bazı keşişler mırıldandı. “Yanlış anlaşılma, sadece bir yanlış anlaşılma…”

Kadın kaşlarını imkansız derecede kaldırdı, saldıracakmış gibi ellerini de


yükseltti. “YALNIŞ

ANLAŞILMAYMIŞ BULUŞMAYMIŞ SİKİMDE DEĞİL, DEFOLUP


GİDİN YOKSA BU BÜYÜK ANNE SİZE
BANYO SUYUYLA DOLU KOCA BİR KÜVET VERECEK!”

“HEY HEY HEY, HAYIRSEVER HANIM, NASIL BÖYLE


DAVRANIRSIN? EDEBİNİ TAKIN!”

“Hadi gidelim buradan…”

Her ne kadar Xie Lian kadının yüzünü tanımasa da, yine de sesinin ve
tavrının oldukça aşina geldiğini düşünüyordu. Bir an sonra fısıltıyla sordu.
“Lan Chang?”

“Evet. Bu o.” Hua Cheng cevapladı.

Kalabalığın dağıldığını görünce, Lan Chang rahat bir nefes vermiş gibi
göründü, etrafına baktı ve aceleyle tekrar odasına girerek kapıyı kapattı.
Ağır bir makyajla yüzünü boyamamıştı, dünyaya sade yüzünü gösteriyordu
ve gözlerinin etrafında bir hayli kırışıklıklar vardı, yaşı kendini belli
ediyordu, beklenmedik bir şekilde zarifti ve Xie Lian neredeyse onu
tanıyamayacaktı. Eğer Büyük Savaş

Salonuna bugünkü haliyle gelse, Pei Ming’in masumiyeti o zamanki kadar


inanılır olmazdı. TongLu Dağı ilk açıldığı ve hayaletleri ilk kışkırttığı
zaman, her yerdeki pek çok canavar ve iblis mühürlerinden serbest kalmıştı,
ve Lan Chang ile cenin ruhu da onlar arasındaydı. Eğer hizmetçinin
‘oldukça tuhaf bir kadın’la kastettiği Lan Chang ise, o zaman onun
yanındaki küçük çocuk da…

Xie Lian Hua Cheng’e fısıldadı. “Cenin ruhu da onunla olmalı. Yaratık çok
tehlikeli, böylece kaçmalarına izin veremeyiz.”

Ancak zaten karanlık bir handaydılar ve Hua Cheng’in peşinde ölümlü


ustalardan bir grup vardı. Bu şartlar altında onları yakalamaları hiçte kolay
değildi.

Keşiş ve efsunculardan oluşan kalabalık basamaklara vardı ve hizmetçi


sordu. “Ee? Lordlarımın aradığı kadın o değil miydi?”
“Değildi!” Diye yanıtladı Cennet’in Gözü. “Oof! O zaman sana sorayım,
yanında küçük bir çocuk olan bir efsuncu gördün mü?”

Hizmetçi düşündü ve konuştu. “Yanında çocuk yok, ama tek başına bir
efsuncu var.”

Bunu duyunca çete bir kez daha neşelenmişti ve kısık bir sesle sordular. “O
nerede?”

Hizmetçi de kısık bir sesle yanıtladı. “Şurada.”

Bu kez başka bir odayı işaret ediyordu. Kalabalık bakıştı ve bir kez daha
onun peşinden seyirdiler.

Ancak beklenmedik bir şekilde, bu kez, daha kapıya varmalarına üç adım


kala, aniden keskin bir ses havayı yardı ve kapının deliklerinden sarı bir
tılsım fırladı, Cennet’in Gözünün yanağını sıyırıp geçti ve hemen
arkasındaki duvara çakıldı. Şok olan kalabalık tılsıma bakmak için üzere
koşturdu ve demir bir levha gibi duvara yarı yarıya gömülmüş olduğunu
gördüler.

Pek çokları kapıya koşmak üzereydi ama Cennet’in Gözü onları durdurdu.
“O değil! Ama etkileyici birisi, aceleci davranıp kavga çıkartmak
istemeyiz.” Ardından elini bir selamlamayla birleştirdi ve seslendi. “Sizi
rahatsız ettiğimiz için özür dileriz, yetenekli efendi. Ama bir yanlış
anlaşılma oldu.”

Odanın içerisindeki kişi cevap vermedi, sahiden tam bir yetenekli efendiye
yakışır şekilde davranıyordu. Kalabalık şaşırdı ve birisi sordu. “Dao-xiong,
neden kapının arkasındaki o değil dedin? O

saçma efsuncunun da bu kadar güçlü gizli silahları yok muydu?”

Saçma efsuncu… Xie Lian’ın bahsi geçen ‘Gizli silah’ın Bozulmaz Erdem
Köfteleri olduğunu anlaması için sahiden bir süre düşünmesi gerekmişti,
Eee, pekala…
Cennet’in Gözü kısık bir sesle yanıtladı. “Elbette o değil. Her ikisi de gizli
silahlar kullanıyorlar, ama odadaki kişinin elleri ve gücü, saçma efsuncudan
bir parça daha zayıf…”

Daha sözlerini bitirememişti ki arkalarından yedi sekiz kadar daha sarı


tılsım daha fırladı, ok gibi kapılara ve duvarlara saplanmışlardı. Kalabalık
korkmuştu ve tek kelime daha etmeden alt kata kaçtılar. Herkesin gittiğini
görünce Xie Lian gizlice kapıyı açtı, sarı tılsımı duvardan çıkarttıktan sonra
odalarına geri döndü. Hua Cheng tılsımı yakmak için iki parmağını kullandı
ve tek bir bakış attıktan sonra bir kenara fırlattı. “Cennet’in Gözü’nün gözü
sahiden fena değil.”

Sarı tılsımın yüzeyinde bir ruhani hale katmanı vardı, bu nedenle bıçak
kadar keskindi, fırlatıldığı zaman çelik kadar güçlüydü ve duvarın
derinlerine saplanabilmişti.

Ancak öncesinde, Xie Lian köfteleri fırlatırken o kadar çok saf güç
kullanmıştı ki demir topaklar gibi fırlamışlardı ve hiçbir ruhani güç
eklenmemiş, kendisinin kontrol edilmiş gücüyle hepsi serbest bırakılmıştı.
Sonuçta, yüz yıllarca ruhani güç kullanmadan yaşamıştı ve uzun zaman
önce bu şekilde yaşamaya alışmıştı. Cennet’in Gözü bunu kullanarak güç
farkını belirlemişti.

Xie Lian merak etmekten kendisini alamadı, Bu handa kaç farklı tür insan
toplanmış böyle? Neden bir efsuncu burada kalıyor? O da mı kötülüğü
yenmeye gelmiş? O sıradan keşiş ve efsuncuların hiçbir şey fark etmemiş
olması normal, ama o seviyede güçlü bir kişi, nasıl bu handa bir tuhaflık
olduğunu fark etmez? Her şekilde, şimdi kesinlikle onların San Lang’ın
burada olduğunu fark etmelerine izin veremem. Eğer konuşmaya başlarlar
ve yan odadaki kişi de kulak misafiri olursa, kovalamacaya bir kişi daha
eklenir. Üstelik baş edilmesi onlar kadar kolay olmaz.

Çete tekrar alt kata inmiş ve girişe geri dönmüştü, yine uzun masada
oturuyorlardı. Xie Lian Hua Cheng’in açtığı delikten göz attı ve hizmetçi
konuştu. “Tekrar siparişlerinizi hazırlamak için şimdi mutfağa dönüyorum,
Lordlarımın biraz daha beklemelerini dilerim, hehehe.”

“BEKLE! Suları da al. Sunmadan önce bardakları da düzgünce yıka.”


“Elbette, elbette. Hehehe.”

Hizmetçi güller açan yüzüyle gitti ve muhtemelen mutfağa ilerliyordu. Xie


Lian’ın aklına mutfağın hanın altında olduğu gelmişti, bu nedenle Hua
Cheng’i aldı, pencereden atlayarak hanın dışına indi.

Xie Lian bu karanlık işletmenin sahibinin kim olduğunu görmek için


yaklaştı.

Mutfaktaki ışık soluktu, sadece birkaç ölü ışık yanıyordu ve görünürde hiç
kimse yoktu. Ama dikkatle dinleyince, bir yerlerden çiğneme sesleri
geliyordu.

Xie Lian birkaç açı denedi ve en sonunda sesin ocağın üzerinden geldiğini
keşfetti. Görüş alanı ise ocağın kendisi tarafından kapatılmıştı ama ocağın
yanındaki tezgahta bir insan bacağı vardı. Bariz bir şekilde adam çoktan
ölmüştü, ama çiğneme ve yutma sesleriyle birlikte hala kımıldıyordu.

Tam bu sırada birkaç hizmetçi mutfağa girdi. “Kralım…”

Ocağın üzerinden, darmadağın, pis bir adam aniden başını kaldırdı, hala
çiğniyordu ve uykulu bir halde cevapladı. “NE?!”

Adamın dudakları taze kanla kaplanmıştı, gözleri yeşil bir ışıltı saçıyordu
ve ağzından tavuk budu gibi bir insan eli sarkmaktaydı. Her ne kadar ifadesi
ve görüntüsü korkunç olsa da, kolayca görünebiliyordu – bu adam Qi
Rong’un ele geçirdiği babaydı!

Dolmuş yanaklarıyla, henüz tümüyle yenmemiş elin parmaklarını emdi ve


bir an sonra birkaç kemik tükürdü, isabetle hizmetçilerin suratlarına
çarpmışlardı. Küfretti. “Sizi bok çukurunda doğmuş işe yaramaz pislikler!
Yas tutar gibi ağlıyonuz ve ben de gelmiş bu ataya yemek getirdiğinizi
düşünüyom.

Ee? İnsanlar nerde? Et nerde? SİZE ZATEN ZEHRİ VERMEDİM Mİ, NE


DİYE HALA BEKLİYONUZ?”
Görünüşe göre, yerde yatmakta olan ve an itibariyle kemirilen kişi ya bu
işletmenin gerçek sahibi ya da buralardan geçmekte olan başka bir
yolcuydu.

Hizmetçiler tahrik olmuştu. “Kralım, biz işe yaramaz değiliz, sadece


keşişler ve efsuncular sürekli konuşarak işleri zorlaştırıyorlar. Önce tabaklar
çok yağlı diye haşladılar, ardından tabaktaki saçları küçümsediler.
Sunduğumuz yemekleri yemeyi reddediyorlar.”

Qi Rong çiğnedi ve yuttu, ardından on parmaktaki kanları emdi. “NE?


NEEEE?! BU ATA BİZZAT

ONLARA HARİKA BİR YEMEK PİŞİRDİ. Onları diz çöktürüp yeri


yalatmadığım için çoktan sevinç gözyaşları dökmeleri gerekiyordu, HANGİ
SİKİK onlara küçümseme hakkını verdi? Kuzen veliaht prensin yemeklerini
bir denesinler, O BOK, BOKTAN BETER, O SİKİKLER BU ATANIN
ÖNÜNDE

MİNNETTARLIKLA EĞİLMELİ!”

Xie Lian: “…”

“…Gege, ona işe yaramaz pisliğin söylediklerine kulak asma.” Hua Cheng
rahatlatmaya çalıştı.

“…Haklısın.”

“HEPİNİZ İŞE YARAMAZ PİSLİKLER OLDUĞUNUZ İÇİN, TABAK


BİLE YIKAMAYI BİLMİYORSUNUZ!”

Qi Rong ayağa fırladı ve hizmetçileri döverken küfretti. Öfkesi tatmin


olunca, Qi Rong kollarını sıvadı, kanla kaplı dudaklarını eliyle sildi ve
ıspatulayı aldı, demir tavaya tık tık diye vuruyor ve küfrederken emir
veriyordu. “GEL BURAYA!!! Boktan gözlerini aç, bu atanın yeteneklerine
şahit olmana izin vereceğim! Bakalım sonrasında söyleyecek lafın kalcak
mı!”
Alevler göklere ulaştı ve kısa bir süre sonra, başka yemekler hazırlamış ve
hizmetçilere servis etmelerini emrediyordu.

Ne yemeklerdi ama; eti boldu, sebzeler ise taze, leziz ve cezbediciydi. Xie
Lian ikinci kattaki misafir odasına geri döndü ve aşağıyı gözledi, keşişler ve
efsuncular mest olmuştu. “Güzel görünüyor!”

“Evet! Harika yapılmış, özellikle de bu tuzlu ve karabiberli tavuk, hem


büyük hem çıtır… Biraz fazla iri ve çıtır değil mi? Daha önce hiç bu kadar
uzun bir tavuk budu görmemiştim?”

Hizmetçiler yanıtladı. “Ah! Bu müessesemizin özelliğidir, her yerdeki tavuk


butlarına benzemez, beyaz anka tavuğunun budu pençeleri çıkarılarak
özenle servis edilir. Bir genç kız kadar yumuşak ve narin görünmüyor mu,
baştan çıkartıcı ve cezbedici?”

“Haklısın. Ama ben en çok bu domuz derisini beğendim; domuz derisi hem
gevrek hem yumuşak, ateş

tam olması gerektiği gibi ayarlanmış… bekle biraz, neden bu domuzun


dövmesi var?”

Hizmetçiler açıkladı. “Ah! Çünkü aşçımız cennetten çıkma oyma


yeteneklerini sergilemek istiyor, biraz görsellik katmak için bilerek yapılmış
bir numara, hepsi bu.”

“Bu tatlı ekşi pirzolalar iyi pişmemiş gibi ve sosu da çok katı, tatlı ekşi
sosla bir şeyleri örtmeye çalışmıyorsunuz, değil mi?”

Hizmetçiler açıkladı. “Hayır! Hiçte değil. Müessesemizdeki her et günlük


olarak kesilir ve aynı gün satılır, sadece aşçımız güçlü tatları sever, hepsi
bu.”

“…”

Onların yemekleri nasıl hiç durmadan övdüklerini ve yemeğe başlamak


üzere olduklarını görünce Xie Lian daha fazla dayanamadı ve öncesinde
aldığı küçük çakıl taşını atarak, minik delikten aşağıya gönderdi.
Atışı ‘arınmak’ üzere içeceği çay bardağını kaldırmış olan Cennet’in
Gözünün kullandığı eline çarptı ve kolu titredi, bardağı dökülmüştü. Su hala
gülümsemeyi sürdürmekte olan hizmetçilerden birisinin yüzüne sıçradı.

Su hiçte sıcak değildi, ama su sıçrayan hizmetçi kaynar suymuş gibi yüzünü
eliyle kapatarak bağırdı.

“AAHH!!!”

Şimdi herkes gerilmişti ve kılıçlarını çektiler. “NELER OLUYOR?!”

Cennet’in Gözü hizmetçinin elini yakaladı ve kenara çekti. Kalabalık “AH”


etti. Hizmetçinin yüzünün yarısı erimişti, sanki su boş bir kağıt parçasına
sıçramış ve mürekkep yaymış gibi görünüyordu. Bulanık ve muğlak bir
halde, mürekkep izleri yanaklarına aktı ve döküldü.

Yüz hatları ve gülümsemeleri fırçayla çizilmişti!

“…”

Bir an beklemeden, çete masayı devirdi ve hemen hizmetçilerle kavgaya


tutuştu.

Hizmetçiler dayak yerken elleriyle başlarını kapatıyor, uluyorlardı.


“LORDLARIM!!! LÜTFEN DURUN!

EE, O EE, ARADIĞINIZ ACAYİP KADIN VE KÜÇÜK ÇOCUK!!!


TUHAF EFSUNCU! O ÜST KATTA! ONLAR

ÜST KATTALAR! GİDİP ONLARI BULUN! BİZİ BIRAKIN! BİZ


BURADA SADECE YARIM GÜN

ÇALIŞIYORUZ!!!”

“PÜÜ!! YARIM GÜN MÜ? SEN KİMİNLE DALGA GEÇİYORSUN?”

“BİZİ KANDIRMAYA MI ÇALIŞIYORSUNUZ? BİZİ SAF MI


SANDINIZ? ARTIK ÇOK GEÇ!”
Hizmetçiler sinirlenmişti. “Yalan söylemedi! Doğruyu söylüyor!”

Aşağıdaki kavga gittikçe kızışıyordu ve ustaların ezici üstünlüğünü görünce


Xie Lian başını iki yana salladı. Umursamayı bıraktı ve tam kargaşadan
faydalanarak Lan Chang ile cenin ruhunu yakalayacaktı ki beklenmedik bir
şekilde daha o kapıyı açamadan koridordan bir çığlık yükseldi. Lan
Chang’ın korkmuş sesi çınladı. “Hayır… Sana yalvarırım, gitmek
istemiyorum! Lütfen, yalvarırım, bizi bırak! Diz çökecek ve secde
edeceğim!”

Genç bir adamın sinirli sesi karşılık verdi. “Senin diz çökmen kimin
umurunda? Eğer gidersen, o zaman ben… generalim ne yapar? Siktir, siz
ana oğul ikilisi bu sefer cidden onun başını belaya soktunuz!

Yeter bu kadar çene çalmak, benimle geliyorsunuz!”

Sesi duyunca Xie Lian hızla kapıyı açtı. “Sen misin?!”

Uzun koridorda, siyah giysili bir genç Lan Chang’in önünü kapatarak
dikiliyordu, yüz ifadesi karanlıktı.

Xie Lian dışarı çıktığı anda, hafifçe başını kaldırdı ve irkilmişti. “Sen mi?!”

Xie Lian kapıdan çıktı. “Fu Yao? Burada ne işin var?”

Lan Chang da onu gördü ve gözleri irileşti. “…Veliaht Prens?”

“…” Fu Yao bir an için onu aşağı yukarı süzdü, dudakları titredi ama en
azından gözlerini yuvarlamamıştı. Sorusuna aynen karşılık verdi. “Senin
burada ne işin var?”

Xie Lian da başını eğerek kendisine baktı ve aceleyle kadın cübbesini


üzerinden sıyırdıktan sonra karşılık verdi. “Uzun hikaye.”

Tam bu sırada Fu Yao yanında durmakta olan Hua Cheng’i fark etti ve
gözbebekleri kasıldı.
Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 139: Çorak Tepelerde, Ayaklanan Kara Kalpli Han Fu Yao


haykırdı. “…SEN?!”

Hua Cheng soğuk bir şekilde hıhladı ve onu görmezden geldi. Lan Chang’a
gelince, onları gördüğü anda kaçmak üzere döndü. Fu Yao fark etti ve hızla
başını çevirdi. “ORADA DUR!”

O daha bir adım atamamıştı ki uzun beyaz bir ipek uçtu ve kadının ayak
bileğini tuttu. Lan Chang anında yere düştü, öne doğru dönerken karnını
tutuyordu. Görünüşe göre cenin ruhunu yine karnında saklıyordu. Xie Lian
RuoYe’yi geri çağırırken konuştu. “Eğer durmasını istiyorsan, böyle
yapacaksın… bağırmak işe yaramaz. Bu arada, biraz önce generalinden
bahsediyordun, generaline ne oldu?”

Fu Yao karşılık vermedi. Homurdandı ve Lan Chang’in kolunu tutmaya


gitti, son derece sinirli görünüyordu. Sırf kadını zorla yakalamakla
kalmamıştı, hareketi affedilmez ve çok sertti, öncesinde bir de “siktir”
demişti; bu tanıdıkları Fu Yao’ya hiç benzemiyordu. Ancak beklenmedik
bir şekilde o Lan Chang’i ayağa kaldıramadan, karnı aniden balon gibi
şişmiş, beyaz bir şekil fırlamış ve Fu Yao’nun üzerine atlarken tiz bir çığlık
atmıştı.

Bu cenin ruhuydu!

Annesinin karnına her geri döndüğünde enerji depoluyordu. Bu nedenle


saldırısı haindi ve Fu Yao dövüşe odaklanmak zorundaydı, vurmak için elini
savurdu. Cenin ruhu top gibi darbeyle geriye savrulmuş ve bam sesiyle
duvara çarpmıştı, ardından Xie Lian’a doğru fırladı.

“Yakala! Kaçmasına izin verme!” Fu Yao bağırdı.

Xie Lian daha kımıldayamadan Hua Cheng çoktan onu korumak için önüne
geçmişti. Top gibi cenin ruhu onun önünde aniden durdu ve tekrar Fu
Yao’ya hamle etti. Bu hayalet top koridorda sekiyor ve saldırıyordu, ama
aynı zamanda alt katta tam bir kargaşaydı. Aşağıdan ‘hizmetçilerin’
merhamet haykırışlarını duyabiliyorlardı: “Lordlarım, lütfen bağışlayın! Biz
zavallılar bunu sadece boğazımıza bir parça yemek girsin diye yapıyoruz!”

“Evet, bundan sonra yapmayacağız! Gerçeği söylemek gerekirse biz en


fazla yakındaki yerlerden yemek için tavuk çalarız, hepsi yeşil… Yaşlı Yeşil
Usta, o biz astlarını bunları yapmaya zorluyor, şu anda mutfakta!”

Durumun tam bir kaosa döndüğünü görünce, aniden Xie Lian’ın aklına bir
şey geldi ve ikinci kattan atladı. Qi Rong mutfaktaydı, bacaklarını
çaprazlamış, ‘yemeklerinin’ kendilerini servis etmesini beklerken dikkatle
dişlerini karıştırıyordu. Aniden büyük bir patırtı sesi yükselmişti; birisi
duvarı tekmelemiş ve saldırgan bir şekilde içeriye fırlamıştı. “Qi Rong! Gu
Zi nerede?”

Bu klasik savaş tanrısı girişi Qi Rong’u şok etmişti. “SEN?! Burda ne işin
var? NORMAL İNSANLAR GİBİ

KAPI ÇALMAYI BİLMEZ MİSİN?!”

Bir an kaybetmeyen Xie Lian yürüdü ve ona bir tane geçirdi, onu kesme
tahtasına ördek gibi dayamıştı. “Saçmalığı kes! Çocuğa ne yaptın?”

Qi Rong tüm dişlerini göstererek gülümsedi. “Hehehe, bak, yer onlarla dolu
değil mi?”

Yer neyle doluydu ki? İnsan kemikleriyle!

Xie Lian’ın kalbi öfkeyle doldu ve kullandığı gücü artırdı. Qi Rong


ardından inlemeye ve ulumaya başladı. “AY AY AY AY AY KOLUM!
KOLUM KIRILDI! KIRILDI KIRILDI! KUZEN VELİAHT PRENS
BEKLE!

TAMAM, TAMAM, TAMAM, DÜRÜST OLUYOM, YALAN


SÖYLEDİM, ONU YEMEDİM! YEMEDİM!

YİYECEKTİM AMA DAHA YEMEDİM!”

“Şu anda nerede?” Xie Lian buyurdu.


“EZMEYİ KES, EZMEYİ KES! Söyleyeceğim, o küçük Ayak-Bağı
kenardaki yerde bağlı, GİT Bİ BAK, GÖRECEKSİN!”

Xie Lian RuoYe’ye Qi Rong’u bağlamasını emretti ve mutfağın kenarındaki


küçük kapıyı açtı. Sahiden Gu Zi içeriye kıvrılmıştı. Xie Lian burnunun
altına elini götürerek nefesini hissetti, nefesleri stabildi, küçük yüzü kırmızı
ve terliydi, derin uykudaymış gibi görünüyordu. Ancak Xie Lian çocuğu
kaldırdığı zaman, çocuğun bedeninin ateşliymiş gibi çok sıcak olduğunu
fark etti ve kalbi sıkıştı.

Tam bu sırada keşiş ve efsuncular da içeriye doluşmuşlardı ve mutfağa


girdikleri anda yerdeki insan kemiklerinden oluşmuş yığına bastılar ve
neredeyse düşüyorlardı. Görüntü şok edici ve dehşet vericiydi, hepsi
haykırmaya başladı. “NE? BURASI KORKUNÇ BİR YER!”

“DEMEK TÜM O YEMEKLER… HEPSİ… İNSAN ETİNDEN Mİ


YAPILMIŞTI?!”

“Size daha önce hiç o kadar uzun bir tavuk bacağı görmedim demiştim!”

Tam bu sırada, bir diğer büyük gümbürtü koptu ve tavanda yeni bir delik
açılmış, beyaz renkli bir top yığını aşağıya düşmüştü. “O NE?!” Çete
haykırdı.

Kısa bir süre sonra Fu Yao da delikten atladı, elini bir savurmasıyla on tane
sarı tılsım daha fırlattı, bağırıyordu. “KAYBOLUN! İŞİME BURNUNUZU
SOKMAYIN!”

“AH! BU YETENEKLİ USTA!” Çete ağladı.

Ardından Lan Chang da peşlerine takılmış ve o da atlamıştı. “ONA


VURMAYI KES!”

“NE-! BİR DE KADIN!” Çete tekrar ağladı.

Sarı tılsımlar demirden çiviler gibi saplanıyordu, uçan bıçaklar gibiydiler ve


Xie Lian bedeninin hafif bir hareketiyle kaçınırken, Qi Rong kaçamamıştı
ve hepsi tümüyle sırtına saplanıp kalmıştı. Acınası bir şekilde haykırdı.
“HAYALET KATİLİ!!!”

Çete oraya geldi ve tılsımları incelemek için etrafında toplandılar,


hayranlıkla nefeslerini tutmuşlardı.

“Vay be, tılsım atmakta ne yetenekli böyle…”

Zavallı eski mutfak bir anda sıkışmış ve kalabalıklaşmıştı, gürültüyle


dolmuştu. Fu Yao cenin ruhunu kovalarken bir zıplıyor bir iniyordu, Lan
Chang ise delirmiş gibi Fu Yao’nun arkasından koşuyordu. Xie Lian yüzünü
doğrama tahtasına bastırırken Qi Rong’un yüzünün yarısı şekil
değiştirmişti, kalabalık tarafından incelenirken sırtı Fu Yao’nun fırlayan
tılsımları için bir hedef tahtasına dönüşmüştü ve Lan Chang arada sırada
onun üzerine basıyordu. Acınası bir halde ağıt yaktı. “NEDEN? NERDEN
ÇIKTI BUNCA İNSAN? SİZ KİMSİNİZ? VE SİZ KİMSİNİZ? KİMSE
YEMEK BİLE YEMEME İZİN VERMEYCEK Mİ???

NEDEN HER NEREYE GİTSEM BÖYLE OLUYO??? HEPİNİZİN


BENİMLE DERDİ NE??”

O ağlarken, gözleri döndü ve çökmüş mutfak duvarından dışarıyı gördü.


Hua Cheng içerideki kargaşayı görmemiş gibi görünüyordu ve bir ağacın
altında altın yapraklardan saray inşa edecek kadar sakin bir şekilde
oturuyordu. Kim bilir ne zamandır oynuyordu, ama önünde, çoktan ondan
fazla altın yapraktan inşa edilmiş küçük görkemli bir köşk belirmişti.

Qi Rong hemen ses tonunu değiştirdi ve avazı çıkana kadar bağırdı.


“HERKES DIŞARIYA BAKSIN, HEMEN! ÇİÇEĞE UZANAN KAN
YAĞMURU VELEDE DÖNMÜŞ!!! EĞER ONUNLA Bİ DERDİNİZ
VARSA

ŞİMDİ GİDİN!!! BU FIRSATI KAÇIRMAYIN, EĞER BU FIRSATI


TEPERSENİZ BAŞKA Bİ TANE DAHA BULAMAZSI…!!!”

O sözlerini bitiremeden, ürpertici, ışıl ışıl, kanlı bir kasap bıçağı dişlerinin
arasından ağzına saplanmıştı.
Kasap bıçağının sapı Xie Lian’ın elindeydi.

Xie Lian gülümsedi. “Hı? Ne diyordun?”

Qi Rong, Xie Lian’ın bıçağı nasıl ağzına sapladığını görmemişti; sadece


dudaklarındaki ürpertiyi hissediyordu ve dili aniden yeni, inanılmaz keskin
bir nesne fark etmişti. Her ne kadar yaralanmamış

olsa da, eğer bir santim bile hareket etse ağzı kanayacaktı ve sesi boğazında
kayboldu.

Ancak kalabalık çoktan hanın dışında altın yapraklardan saray inşa etmekte
olan Hua Cheng’i görmüştü. “BU O MU?!”

“MUHTEMELEN!”

Bir elinde Gu Zi, diğer elinde RuoYe ile Xie Lian diğerlerinden önce
ulaşmak için dışarıya fırladı. Qi Rong hala RuoYe ile bağlıydı ve yere
düşerken tiz çığlıklar attı. “XIE LIAN SENİ KÖPEK SİKİCİ BİLEREK

YAPIYORSUN DEĞİL Mİ HİÇ SENİN KADAR KÖTÜSÜNÜ


GÖRMEMİŞTİM SENİ BEYAZ NİLÜFER

AAAAAAAAAAAHHH—“

Çete etraflarına toplandı. “Saldırıyor… muyuz?”

“Gözünüz açık olsun? Önce biraz gözlemlesek mi?”

Aynı zamanda Hua Cheng’in küçük altın sarayı bitmişti ve ayağa kalktı, yan
gözle inşa etti küçük binaya bakarken kaşlarını kaldırmıştı ve nazikçe bir
tekme attı.

Pat, pat, pat, altın saray yerle bir oldu.

Ve aynı zamanda han da çökerken bir gürültü koptu.

İllüzyon kalkmıştı. Xie Lian arkasını döndü ve baktı, arkasında artık bir han
yoktu, onun yerine çökmüş
küçük bir kulübe vardı, böyle bir çorak tepede bulunabilecek bir binaydı.
Biraz önceki han görüntüsü ise illüzyon ile yaratılmıştı.

Henüz saldırıp saldırmamaya karar verememiş olan keşiş ve efsunculardan


oluşan kalabalık ise göçük altında kalmıştı, çürümüş odunlar ve
parçalanmış samanlarla bayıltılmışlardı. Xie Lian hafif bir koşuyla Hua
Cheng’in yanına gitti. “San Lang, böyle güçlerini kullanman seni
etkilemeyecek mi?”

Hua Cheng kendinden emin bir şekilde elini salladı ve altın yapraklar
ortadan kayboldu. “Merak etme gege, böyle küçük bir şey sorun olmaz.”

Tam bu sırada, kırık çatı parçalarından birisi hareket etti ve Fu Yao bir
saman yığınını iterek ortaya çıktı, sinirle bağırıyordu. “SANA BİR ŞEY
OLMADI, BANA OLDU!”

En sonunda cenin ruhunu yakalamıştı, ancak aniden görüş alanı kararmış ve


yukarıya baktığı zaman çürük çatı parçalanıyor ve içeriye çöküyor, hemen
tepesinde ufalanıyordu, ne çileydi! Fu Yao saçından bir saman parçası aldı
ve Xie Lian ile Hua Cheng’in önüne atladı, şu anda ondan daha kısa olan
Hua Cheng’e ters ters bakıyordu ve öfkelenmişti. “SEN… Bunu bilerek
yaptın!”

Hua Cheng gözlerini kırpıştırdı ama azarlamadı, kışkırtmadı da, sadece


mürekkep karası gözlerini Xie Lian’a bakmak için çevirdi. Xie Lian hemen
kolunu indirdi ve onun omzunu tutarak arkasına çekti.

“Hayır, hayır, kesinlikle yapmadı. Çocuklar kendilerini kontrol etmeyi


bilmez… çok özür dileriz Fu Yao.”

Fu Yao darmadağın saçlarıyla onu inanmayan gözlerle izledi. “…Çocuklar


mı? Ekselansları, sahiden onun kim olduğunu anlamayacak kadar kör
olduğumu mu sanıyorsun?”

Xie Lian masum bir şekilde cevap verdi. “Neden bahsediyorsun? O son
derece normal bir çocuk.”

“…”
Fu Yao kısılan gözlerini Hua Cheng’e dikti, ama bu sırada arkalarından
hafif bir gıcırtı sesi duyuldu ve görünüşe göre Lan Chang de bir çatı
parçasını itmiş ve sürünerek dışarıya çıkıyordu. Fu Yao tekrar ona döndü.
Xie Lian rahat bir nefes verdi, Gu Zi’yi yere bıraktı, ama tam böyle
yaparken kulağında telaşlı ses duydu. “…Ekselansları?”

Xie Lian hemen doğruldu. “…Feng Xin?”

Sahiden konuşan Feng Xin’di ve onun da sesi rahatlamış geliyordu.


“Şükürler olsun! Demek sözel parolanı sahiden değiştirmemişsin.”

Xie Lian ses çıkartmadan kuru bir şekilde güldü. Sekiz yüz yıl önce sözel
parolasını ilk kez aktive ettiğinde, ‘Ahlaki vecizeleri bin kez oku
sadece’ydi, sekiz yüz yıl sonra bile hiç değişmemişti ve Feng Xin hala
hatırlıyordu. Xie Lian onca sene önce Feng Xin’in parolasını ilk duyduğu
zaman nasıl sesi kısılana dek güldüğünü hatırladı ve her ne kadar doğru bir
zaman olmasa da kendini eskiyi yad etmekten alamadı.

“Evet, değişmedi. Üst Cennet ne durumda? Semavi İmparator Ling Wen


meselesinden haberdar edildi mi?”

Hua Cheng onun Üst Cennetten bir cennet mensubuyla konuştuğunu


duymuş ve bilinçli bir şekilde kenara çekilmişti, elini Gu Zi’nin alnına
koyarak hasta olup olmadığına bakıyordu. Diğer taraftan, Feng Xin’in sesi
ciddileşti. “İyi değil. Biliyor. Tüm Üst Cennette kaos hakim şu anda.”

Xie Lian iç çekti. “Üst Cennetteki tüm koordinasyon ve düzenleme işleri


hep Ling Wen tarafından idare edilirdi, o yüzden yapacak bir şey yok. Onun
yerini hiçbir sivil tanrı alamıyor mu?”

“Aldılar bile ama etkili olamadılar.” Dedi Feng Xin. “Normalde, Ling Wen
Sarayını yermekte üstlerine yoktur, onlar o durumda olsa daha iyisini
yapabilecekmiş gibi konuşurlar. Şimdi ise görevi onların üstlenmesine
ihtiyacımız var, ama içlerinden hiçbirisi onun yaptığı işin yarısını bile
yapamıyor. Sadece haberlerin ve bilgilerin düzenlenmesiyle idaresi bile
hepsinin başını döndürdü; pek çok tanrı çoktan işi bıraktı ve pozisyonu
reddetti.”
Xie Lian başını iki yana salladı ve Feng Xin ekledi. “Ve sadece Ling Wen
değil, Mu Qing’e de bir şey oldu. İlk başta hapsedilmişti, ama gardiyanını
dövüp yaraladı, ardından kaçtı.”

“Ne?!”

Bunu duyunca Xie Lian ani bir tepkiyle hemen Fu Yao’ya döndü. Siyah
giysili genç Lan Chang’a bir şeyler söylüyordu ve yüzünde
memnuniyetsizlik varken, daha çok endişe hakimdi. Xie Lian biraz daha
uzaklaştı ve sesini alçalttı. “Mu Qing’e ne oldu? Nasıl böyle bir şey
yapar???”

“Sadece hapsedilmemişti, tüm Xuan Zhen Sarayı soruşturma beklerken


kapatılmıştı.” Diye yanıtladı Feng Xin. “Hepsi cenin ruhu yüzünden.”

Xie Lian’ın sesi daha da yumuşadı. “Cenin ruhuna ne oldu? Olayla bir
bağlantısı mı vardı?”

“En.” Dedi Feng Xin. “Her yere hapsedilen tüm iblisler ve canavarlar bu
kez kaçtılar; Mu Qing ise kadın hayalet Lan Chang ve cenin ruhundan
sorumluydu, ama onları yakalamayı başaramadı, kaçmalarına

izin verdi. Ama kovalamaca esnasında, cenin ruhu fark edilebilir bir şekilde
Mu Qing’i tanıdı ve dedi ki, onu annesinin rahminden koparan ve küçük bir
hayalete çeviren Mu Qing’miş.”

“İmkansız!” Xie Lian konuşuverdi. “Olamaz! Her ne kadar Mu Qing


biraz… Eh, böyle bir şeyi yapmak için hiçbir sebebi yok?”

“Kim bilir.” Dedi Feng Xin. “Ama görünüşe göre, ölü bebekleri kullanmayı
içeren kötü bir ayin yöntemi yükselmeyi hızlandırıyormuş. Şimdi ise pek
çok kişi onun yükselmesinin ardında bir şey olmasından kuşkulanıyor, bu
nedenle geçmişteki hareketleri dikkatle incelenirken onu hapsetmeyi
planladılar, ancak kimin aklına oturduğu yerde duramayacağı ve
kendiliğinden kaçacağı gelirdi ki? Şimdi herkes onun suçlu olduğuna ve bu
nedenle kaçtığına inanıyor.”
“Bekle, bekle, bekle.” Dedi Xie Lian. “Bu, sahiden doğru olamaz. Eğer fail
Mu Qing’se, o zaman neden cenin ruhu ve Lan Chang onu Büyük Savaş
Salonunda doğrudan tanımadılar ve sadece yakalandıktan suçlamaya
kalktılar? İftira bariz değil mi?”

“Ben olanları öğrendiğimde işler çoktan bu noktaya dek ilerlemişti, o


yüzden ben de tam olarak neler olduğunu bilmiyorum.” Dedi Feng Xin.
“Görünüşe göre cenin ruhu ve Lan Chang de büyüyü tam olarak kim
yaptığını bilmiyorlar, ama küçük hayalet ilk şekillendiği ve saldırdığı
zaman, bir berraklık anı gerçekleşmiş, kontrolden kurtulmuş ve o kişide bir
yara bırakmış. Cenin ruhu Mu Qing’le dövüşürken, Mu Qing’in kolunda bir
ısırık izi olduğunu gördüm ve o yara da yüzlerce yıllıktı.”

“…O ısırık izi cenin ruhunun çenesiyle uyuşuyor mu?” Diye sordu Xie
Lian.

“Bire bir.” Feng Xin cevapladı.

“Ve Mu Qing yarayı nasıl açıkladı?” Xie Lian ciddiyetle sordu.

“Cenin ruhunu daha önceden gördüğünü kabul etti.” Dedi Feng Xin. “Ama
failin kendisi olduğunu kabul etmiyor, iyilik olsun diye cenin ruhunu
kurtarmış ama o esnada ısırılmış. Böyle bir itiraf yerine hiçbir şey
açıklamasa da olurdu.”

Haklıydı, ‘iyilik olsun diye yardım etmek’, ‘çocukları sevmek ve korumak’,


‘övünmeden iyilik yapmak’, herkese göre, bunlar Mu Qing’in asla
yapmayacağı şeylerdi. Mu Qing her zaman ‘yalnız’dı, asla gereksiz nezaket
göstermezdi ve sahiden cennette hiç yakın dostluklar kurmamıştı. Şimdi ise
bir olay olmuş, tartışsa bile kimse ona inanmayacaktı ve doğal olarakta
kimse onun arkasında durmayacaktı.

Muhtemelen bu yüzden kaçmış ve gerçeği kendisi araştırmaya karar


vermişti.

“Burada hala işler kontrolden çıkmış bir halde Ekselansları.” Dedi Feng
Xin. “Neredesin? Semavi İmparator, hayaletlerin toplanmasının şimdiye
dek durdurulamaz bir halde gelmiş olduğunu söyledi.
Acele et ve bize katıl!”

“Ben şu anda…” Xie Lian başladı.

O daha devam edemeden Fu Yao’nun soğuk sesi arkasından duyuldu.


“Kiminle konuşuyorsun?”

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 140: Sivri Bir Dil ve Keskin Dişler, Rüzgarlar Yuttu ve Oklar
Paramparça Xie Lian iç çekti ve döndü. “Oof, birisiyle konuşmak
istiyorum ama Üst Cennetteki ruhani iletişim rünü yok olduğu için ve ben
de diğer cennet mensuplarının sözel parolalarını bilmediğim için, istesem
bile bir şey söyleyemem. Fu Yao, diğer cennet mensuplarının sözel
parolalarından bildiğin var mı? Böylece onlara geri dönüş yapabilir ve
nerede olduğumu söylerim, ve tabi yardım isterim.”

Sakin ve doğal görünüyordu, oldukça ikna ediciydi ve Fu Yao’nun


başındaki kasvetli bulutlar dağıldı.

Yatıştırdı. “Bilmiyorum. Şu anda tüm cennet karmakarışık, herkes çok


meşgul. Kendi başının çaresine bak.”

Tam bu sırada, kenardan Hua Cheng konuştu. “Gege, bu çocuk iki gündür
hiçbir şey yememiş ve ateşi var.”

Xie Lian kontrol etmek için yanına gitti ve sahiden Gu Zi’nin alnı üzerinde
yumurta pişirecek kadar sıcaktı. Hemen Qi Rong’u çekti ve sorguladı. “Bu
çocuğa nasıl göz kulak oluyorsun böyle?”

Qi Rong kanla kaplı yüzüyle tükürdü. “Bu ata onun gerçek babası falan
değil! Onu yememiş olmam bile benim için inanılmaz derecede büyük bi
şefkat göstergesi! Üzerime merit at, hadi!”

“Bence muhtemelen ateşi varken tadı güzel olmaz diye onu yemedin.” Xie
Lian yorum yaptı.
Kenarda, Lan Chang bir an tereddüt ettikten sonra konuştu. “Çocuk hasta
mı? Bakayım mı?”

O da yıkılmış kulübenin çöken kirişleri nedeniyle kesikler ve çürüklerle


kaplıydı, ama yine de çocuğa üzülmüştü ve yanlarına geldi, Gu Zi’yi
kollarına aldı ve elini alnına koydu, soğuk bedenini kullanarak Gu Zi’nin
ateşini düşürmeye çalışıyormuş gibi görünüyordu. Fu Yao elinde bir tılsım
tarafından dertop edilmiş cenin ruhuyla birlikte yanlarına geldi. “Gitme
vakti.”

Lan Chang bariz bir şekilde gitmek istemiyordu, ama oğlu elindeydi bu
yüzden çaresizdi. Xie Lian konuştu. “Bekle, biraz dur. Fu Yao, şu anda
generalinle iletişime geçebiliyor musun?”

Fu Yao ona baktı. “Ne istiyorsun?”

Xie Lian lafı ağzında geveledi. “Aslında…”

Kelimenin tamamını söylemeden önce, eli aniden öne uzanmış ve yıldırım


kadar hızlı bir şekilde hemen Fu Yao’nun elini sırtına doğru bükmüş ve
sımsıkı tutuyordu, ancak bundan sonra cümlesine devam etti. “Aslında,
çoktan başının belada olduğunu biliyorum!”

Fu Yao dikkatsiz davranmış ve yakalanmıştı, hem şokta hem sinirliydi.


“SENİ! SENİ SİNSİ-!”

“Hayır, hayır. Hepsini tümüyle fiziksel güçle yaptım. Aynı yöntemle sen de
beni gafil avlayabilir ve beni tutup tutamayacağına bakabilirsin.”

Hua Cheng nazikçe el çırptı. “Katılıyorum.”

Fu Yao öfkeden gözlerini yuvarlayacaktı. “O ZAMAN NEDEN BENİ


ŞİMDİ BIRAKMIYORSUN, BÖYLECE

DENERİM, HA??”

Xie Lian yüz ifadesini düzeltti. “Bir dahakine, eğer fırsat olursa. Şu anda
endişelenecek daha büyük problemlerimiz var. Fu Yao, generaline Üst
Cennete dönmesini tavsiye ettiğimi iletir misin?”
“…Dönmesini mi?”

Fu Yao’nun öfkesi kısık bir sesle zorlukla bastırılmıştı. “Söylemesi kolay!


Eğer o durumda olan sen olsaydın, geri döner miydin? Başkaları sana geri
dön dese ne yapardın? Haksızlığa ve yalan ithamlara mı geri dönsün? Onu
bekleyen ölümüne mi?!”

“Hemen kızma, ciddiyim.” Dedi Xie Lian. “İroni yapmaya çalışmıyorum.


Generalin ve ben farklı kişileriz, onun içinde bulunduğu durum geri dönüşü
olmayan bir noktada değil; en kötü kısmı ise onun kaçması. Eğer onunla
konuşabilirsen, ona araştırmasında yardım edeceğimi söyle.”

Fu Yao şok olmuştu. “Sen. Araştırmasına yardım edeceksin?”

“Evet. Pek çok araştırma yapmışlığım var, bu yüzden baya tecrübeliyim.


Ondan daha tecrübeliyim en azından.” Dedi Xie Lian.

“Ekselansları, size cennete döndükten sonra kaç cennet mensubunu


incelediğinizi hatırlatmam gerekiyor mu?” Dedi Fu Yao. “Ve bu cennet
mensuplarının kaç tanesinin siz inceledikten sonra düştüğünü?”

Xie Lian hafifçe boğazını temizledi. “Bu farklı. Sorun bende değil. Eğer
sahiden hiçbir suç işlemediyse, o zaman tabi ki masumiyetini
kanıtlayacağım.”

Fu Yao bıkkınlıkla bir kahkaha attı ve sözünü kesti. “Bu kadarı yeter! İkiniz
arasındaki kişisel meseleleri bilmeyen yok ki. Araştırmasına yardım etmek
mi istiyorsun? O zaman bu meseleyi düzeltmek için en ufak bir şansı kalır
mı? Eğer bu fırsatı kullanarak onu aşağı çekmek ve alay etmek istiyorsan,
bu sahte tavrın yerine söyle gitsin.”

Bunu duyunca Hua Cheng’in yüzü karardı. Bir an sonra ise gülümsedi.
“Boş ver gege. Bu çocuk gördüğü zaman iyiliği tanımıyor, neden nefesini
boşa harcıyorsun ki? Bazı insanlar nankör doğar işte, ve kalbinde doğruluğu
taşıyan bir adamı kendi çarpık, kapalı zihinleriyle tartarlar. Sana
güvenmiyor ve eh, benim de onunla uğraşacak vaktim yok. Bırak boğuşsun
ve kendisi işin içinden çıkmaya çalışsın.”
Fu Yap ona baktı ve kışkırttı. “Çocuk mu?”

Hua Cheng saygısına karşılık verdi ve o da dalga geçti. “Ast Cennet


Mensubu mu?”

Fu Yao’nun yüzü hafifçe düştü. Xie Lian tutuşunu katılaştırdı ve nazik bir
sesle konuştu. “Eh, o ve bu, tamamen farklı durumlar, kişisel meseleler ve
iş asla karıştırılmamalıdır. Aramızda bir husumet olması başka bir mesele,
bir suç işleyip işlemediği ise bambaşka. Mu Qing gibi birisi, her ne kadar
bağnaz, ehemmiyetsiz, hassas ve şüpheci, kötü bir karaktere sahip olsa da
ve sürekli atıp tutuyor, hoş şeyler söylemiyor, kafa ütülemeyi seviyor,
sürekli insanları gücendiriyor ve ondan hiç hoşlanmayan pek çok kişi var,
ve tabi hiç arkadaşı da yok, en küçük, en önemsiz meseleleri uzun yıllar
boyunca aklında tutuyor…”

“…”

Xie Lian ifadesiz bir yüzle tek nefeste hepsini söylemişti, ama en sonunda
bir sonuca bağladı. “Ama sonuçta onu çocukluğumuzdan beri tanırım, yine
de prensipleri vardır.”

“…”

Xie Lian devam etti. “Hoşlanmadığı birisinin bardağına tükürebilir, ama


asla başkalarına zarar vermek için suları zehirlemeyecektir.”

“…”

Hua Cheng düz bir şekilde yorum yaptı. “Sahi mi? Hala iğrenç ama.”

Fu Yao’nun damarları fırlamıştı. “HAYIR! Tükürmez de!”

“Müshil koyar o zaman.” Dedi Xie Lian.

Fu Yao kendisini kontrol altında tutmaya çalışıyormuş gibi görünüyordu.


“Sen… ondan bu şekilde bahsetmek zorunda mısın? Onun tarafını mı
tutuyorsun yoksa ona karşı mısın?”
“Özür dilerim, şu anda aklıma daha iyi örnekler gelmedi.” Xie Lian özür
diledi.

Fu Yao bir süre mücadele etti ama tutuşundan kurtulamıyordu ve panikle


bağırdı. “Biraz önce cennetteki birisine mi ispiyonluyordun?”

Xie Lian ağır bir şekilde cevap verdi. “Henüz değil. Sadece sohbet
ediyordum. Merak etme, generaline zarar vermeyeceğim. Eğer sahiden geri
dönmek istemiyorsa, o zaman neden bana eşlik etmiyor, böylece beraber
hareket edebiliriz? Bu şekilde, yaptığı her şey için bir şahidi olur, yoksa
adını temize çıkaramaz ve işler daha da kötü bir hal alır…”

Tam bu sırada, arkalarından çiğ bir kahkahanın kükremesi yükseldi. Qi


Rong, Lan Chang’in yüzüne bakıyordu ve aniden delirmişti.
“HAHAHAHAHAHAHA BEN DE BU KİM DİYODUM! BU ŞEY
DEĞİL Mİ, HANIMIM JIAN LAN?”

İlk başta Lan Chang Gu Zi’yi kollarında tutuyor, ateşini düşürüyordu, ama
onu duyunca aniden titredi ve gözleri irileşti. “Sen kimsin? Sen nasıl…”

Qi Rong kıs kıs güldü. “Nasıl mı bildim? LÜTFEN! Bana az kalsın küçük
kuzen demen gerekecekti! Eee, herkes hayalete mi döndü yani? Her yerde
aynı tanıdık yüzler, dünya sahiden küçük ve harika, hehe!”

Xie Lian kaşlarını çattı. “Qi Rong yine mi delirdin? Jian Lan kim?”

“Heh, kuzen veliaht prens, kör müsün salak mı?” Qi Rong sataştı. “Kim
olduğuna yakından bak, Xian Le’mizin bir numaralı genç kızı – Jian Lan
Hanım! Ailesi politikacılar ve tüccarlardan oluşurdu, tarifsiz bir azamet ve
görkem. Ne güzel ne çirkindi, ama ne zaman Xian Le’nin güzellik övgüleri
sunulsa adı listede yer alırdı. O kadar gururluydu ki kafasının tepesinden
gözleri fırlayacaktı; kimseyi görmez ve kimseyi umursamazdı. Neredeyse
hareme girecek ve eş seçilecekti!”

*ÇN: Şimdi burada ‘concubine’ diyor, daha çok metres anlamında. Ancak
bence burada ‘eş’ anlamında da kullanılmış olabilir? Bir de, bu novel’da
öyle mi bilmiyorum ama (Çin Tarihçesi hakkında en-ufak bir fikrim dahi
yok), okuduğum bir başka Çin usulü BL’de imparator oğullarının resmi
haremlerinde ilk 2’si ‘eş’, sonraki 3’ü ‘metres’ olmak üzere toplamda 5
kadınları vardı.

“Ne?”

Xie Lian’ın gözleri farkında olmadan Lan Chang’in yüzüne kaydı.


Geçmişte, kral ve kraliçe sahiden onun için bir eş seçmek niyetiyle onu
çağırmış ve bir şölen ile saraya davet edilen özenle seçilmiş

kızları, sırf içlerinden hoşuna giden birisi olur mu diye sergilemişlerdi.


Ancak, genç Xie Lian’ın tüm kalbi kendini geliştirmeye adanmıştı ve
sadece tek bir tur atarak şöleni terk etmişti, o kızların ne yüzünü ne
isimlerini hatırlamaya tenezzül etmediği için hiçbir şey anımsamıyordu.

Lan Chang Fu Yao’ya bir bakış attı ama Fu Yao sadece homurdandı.
“Generalim böyle bir şeyden bahsetmedi. Bu kadın da Xian Le ulusundan
birisi, bu nedenle onu geçmişte görmüş olmalısın.”

Xie Lian Hua Cheng’e döndü ve o hiçte şaşırmış görünmüyordu, bu yüzden


muhtemelen bu meseleyi ilk kez duymuyordu. Xie Lian Lan Chang’a döndü
ve mırıldandı. “Sen sahiden…”

Ancak Lan Chang aceleyle kulaklarını kapattı ve haykırdı. “Söyleme! Dile


getirme! BANA SESLENMEK

İÇİN O İSMİ KULLANMA!!! Ben… uzun zaman önce adımı değiştirdim.”

Xie Lian ilk başta şaşırdı, ama kollarını indirdi ve derin bir iç çekti.

Mazideki soylu bir ailenin kızı artık hayalet diyarda bir fahişeydi. İsmini
muhtemelen yitmiş ailesine utanç getirmemek için değiştirmişti ve o
zamanki kişinin kendisi olduğunu kabul etmeyecekti.

Bu kadın bir zamanlar onun inananıydı, halkından birisiydi, nasıl iç


çekmezdi.

Tam bu sırada aniden elinde bir sıcaklık hissetti ve aşağıya baktığı zaman
Hua Cheng’in ona bakmadığını ama elini tuttuğunu gördü.
Her ne kadar şu anda bir çocuğun görünüşüne sahip ve vücut ısısı düşük
olsa da, bu kadar küçük, serin bir el onunkini tutunca bir sıcaklık
hissetmişti.

Qi Rong ise en ufak bir sempati taşımıyordu ve cıkladı. “Kimin aklına


geçmişteki ulaşılmaz Jian Lan Hanım’ın şimdi böyle yaşlı ve çirkin bir
cadıya döneceği gelirdi ki! Hiç çok güzel olduğunu düşünmemiştim zaten,
ama şimdi, gözlerim epeyi keskindir, fena değil bile demem! Hatta sormam
gerek, doğurduğun bu salak yaratığın babası kim?”

Sözleri fazlasıyla bayağıydı ve Jian Lan’ın yüzü gittikçe soluyordu. Qi


Rong devam etti. “Kuzen veliaht prens olamaz dimi? Hayır hayır, benim
kuzenim muhtemelen kaldıramıyordur bile, bu yüzden bütün yıllarını sanki
erdemliymiş de kadınlar hiç aklına gelmiyormuş gibi geçirdi, sahtekar işte.
Nasıl bir oğlu olsun? Ah-HAA! Nasıl unuttum? Xian Le düştükten sonra
leydim o tarz bir yere satılmamış mıydı?

Kesin bir Yong An aşağılığının dölüdür!”

Xie Lian daha fazla dayanamadı ve tam onun çenesini kapatacaktı ki Jian
Lan ondan hızlı davrandı ve Qi Rong’a sert bir tokat attı. “NE
SAÇMALIKLAR ANLATIYORSUN SEN?!”

Tokat nedeniyle burnu kanayan Qi Rong ters ters baktı. “VAHŞET VEYA
ŞİDDET SINIFINDAN DAHA YÜKSEKTE OLAMAZSIN, SENİN GİBİ
BİR HİÇ, BENİM GİBİ NEREDEYSE YÜCE OLMUŞ BİRİSİNE
VURMAYA NASIL CÜRET EDER?!”

Jian Lan yüzüne tükürdü, ardından boğazına yapıştı, tekrar iki kez tokatladı.
“NE BOKTAN BİR YÜCE!

OLAY ÇIKARMAYI ÇOK İYİ BİLİYORSUN! SEN KİM OLDUĞUNU


SANIYORSUN DA, ÜÇ YÜCEYLE KENDİNİ

BİR TUTMAYI DÜŞÜNMEYE DAHİ CÜRET EDEBİLİYORSUN? EN


İYİ ÖZELLİĞİN NE? UTANMAZLIĞIN MI?

TABİ SANA VURURUM!”


Sözleri Qi Rong’un yarasına tuz basmıştı ve Qi Rong da sinirlendi, her yere
tükürüklerini saçıyordu.

“LANET KALTAK PİS ELLERİNİ ÇEK ÜZERİMDEN! BU ATA SENİ


İĞRENÇ BULUYOR! ÖĞĞ ÖĞĞ ÖĞĞ!!!”

İkisi kavga etmeye başladılar, ancak Jian Lan’ın tek taraflı savaşıydı; Qi
Rong RuoYe tarafından bağlandığı için tek bir kasını bile oynatamıyordu,
kükredi. “XIE LIAN! NE DİYE BU SEFER ARAYA GİRMİYORSUN??
AZİZ KALBİNE NE OLDU??”

Xie Lian’ın bir elinde Fu Yao vardı, ve başı Hua Cheng ile konuşurken
eğilmişti, Qi Rong’un çığlıklarını hiç duymamış gibi görünüyordu. Jian Lan
Qi Rong’u tekmeledi, gözleri kızarıyordu ve öfkeyle bağırdı.

“Avamın sömürdüğü bu yaşlı kadın bile senin gibi bir solucanın kendisine
dokunmasını istemez! Senin gibi hiç kimsenin istemediği bir yaratık
tarafından, PİSLİK! Kendini başka insanlara aşağılık diyecek kadar üstün
mü görüyorsun! Sen kime aşağılık diyorsun??”

Qi Rong çok sinirlenmişti. “İstenmeyen mi? BEN, PİSLİK Mİ?! SENİN


GİBİ KEMİKLERİNE DEK ÇÜRÜMÜŞ

BİR ŞIRFINTININ BENİMLE BÖYLE KONUŞMAYA NE HAKKI VAR?


Senin aşağılık heriflerden başka kim beğenir?!... BEKLE!!! BIRAK O
KAYAYI!!!”

Onlar kavga ederken göklerden bir gümbürtü koptu. Hepsi aynı anda
başlarını kaldırdılar ve Fu Yao bilmek istedi. “İspiyonlamadığını ve sadece
sohbet ettiğini söylememiş miydin?”

Hua Cheng hafifçe kaşlarını çattı, ofladı. “Davetsiz misafir.”

Gece gökyüzünde bir çatırtı koptu ve hepsi ani ışık patlamasıyla gözlerini
kapattılar. Tekrar açtıklarında çok uzakta olmayan bir yerde uzun, siyah
giysili bir cennet mensubu sırtında taşıdığı bir yay ile onların yanına geniş
adımlarla yaklaşıyordu. “Ekselansları!”
Xie Lian ellerini indirdi ve hızla Hua Cheng’i arkasına çekti. “Feng Xin!
Neden buradasın?”

Feng Xin hızla yanına geldi. “Birden cevap vermeyi bıraktın, bu yüzden
ben de sorguladım ve ruhani güç kalıntılarından nerede olduğunu buldum.”
Ardından kaşlarını çattı. “Burada ne oluyor? Ne kaos ama. Karşına bir şey
mi çıktı?”

Xie Lian tam cevap verecekti ki Feng Xin onun zapt ettiği Fu Yao’yu ve
arkasındaki Hua Cheng’i fark etti.

Bu görüntü hayal gücünün sınırlarını zorluyordu ve ne yapacağını


bilemeyecek kadar şaşırmış gibiydi.

“Ne…”

En sonunda Hua Cheng’i işaret etti ve sordu. “…Bu çocuk kim?”

Xie Lian kuru bir şekilde güldü. “Çok tatlı, değil mi?”

Feng Xin ona ters ters baktı ve Hua Cheng’in Xie Lian’ın yorumuyla hiç
uyuşmayan yüzüne baktı ve tereddütle sordu. “…Tatlı mı? Ama, neden
bana birisine fazlaca benziyormuş gibi geliyor…”

Xie Lian kolayca cevapladı. “Oğlum gibi değil mi?”

“??? Sen ne ara çocuk yaptın?” Feng Xin şok olmuştu.

Xie Lian gülümsedi. “Henüz yapmadım. Sadece, eğer bir oğlum olsaydı,
onun kadar tatlı olurdu diyorum, ne dersin?”

Hua Cheng onun elini tuttu ve gülümsedi. “Evet.”

Feng Xin. “…”

Fu Yao. “…”

“Hahahaha… ne? Lan Chang Hanım, kaçma!” Xie Lian seslendi.


Feng Xin döndü ve Qi Rong’un yanından kaçmakta olan bir kadının
gölgesini gördü, delirmiş gibi koşuyordu ve Feng Xin bir an tereddüt
etmeden okunu çekti ve kadının bacaklarını hedef aldı.

Ancak beklenmedik bir şekilde, belki annesi tehlikede olduğu için, Fu


Yao’nun elinde sarı tılsımlarla bir top haline gelmiş olan cenin ruhu aniden
titremeye başladı, ardından tılsımlardan kurtardı ve bir çığlıkla Feng Xin’in
üzerine atladı. Jian Lan panikten kafası kesilmiş gibi koşuyordu ama sesi
duyduğu zaman oğlunun başkalarının elinde olduğunu bir kez daha
hatırladı. Döndü ve haykırdı. “CUOCUO!”

*ÇN: C harfi Çince’de ‘tSS’ olarak okunurmuş, yani ‘Cuocuo’


‘tSuo/tSuvo’ gibi bir şekilde telaffuz ediliyor. Cuo; hata-yanlış anlamına
geliyor.

Bir kelimeyi tekrarlamak kulağa sevimli veya çocukça gelmesi için-imiş.

Xie Lian ilk kez cenin ruhunun adının öğreniyordu. Demek adı
Cuocuo’ydu. Feng Xin’in oku hedef değiştirdi ve kar beyazı cenin ruhuna
doğru atıldı. Ancak, sadece bir çıtırtı sesi duyuldu ve cenin ruhu havada
birkaç takla atarak yakındaki bir ağaca zıpladı. Oku dişlerinin arasında
kırmıştı ve herkes onun görünüşünü net bir şekilde izleme fırsatı buldu.

Bir ceninden çok, deforme olmuş küçük bir canavara benziyordu. Teni
sanki pudralanmış gibi kireç beyazıydı; anormal derecede büyük gözleri
tuhaf bir ışıkla parlıyordu ve başının üzerinde birkaç sarı

tel vardı. İki sıra jilet kadar keskin diş Feng Xin’in okunu kemirmekteydi,
ikiye böldükten sonra parlak ok başını tükürerek Feng Xin’in ayaklarının
dibine attı. Ardından uzun, koyu kırmızı bir dil ağzından bir yılan gibi
dışarıya süzüldü, sanki onlara sataşır gibiydi.

Tek kelime etmeden, Feng Xin tekrar bir ok çekti ve hedef aldı. Cenin ruhu
bir kertenkele gibi ağaçta bir aşağı bir yukarı gidip geliyordu, fazlasıyla
çevikti, Fu Yao’nun onu kolayca yakalayamamasına şaşmamalıydı. Jian
Lan endişeyle haykırdı. “Onunla savaşma, KAÇ!!!”
Böyle iğrenç bir yaratık için ancak gerçek ebeveynleri endişelenirdi. Feng
Xin hedefe kilitlendi, yayın kirişini gevşetti ve ok uçtu. Cenin ruhunun
küçük bacağı yere çivilenmişti ve yaratık çığlık attı, artık sürünemiyordu.
Jian Lan hızla geri koştu, oku çekmek için uzandı ama güçsüz bir hayalet
olduğu için okun tüylerine dokunduğu anda geriye fırlatılmıştı ve hatta
dokunduğu noktadan kıvılcımlar çıkıyordu. Birkaç kez daha geri fırlatıldı
ama yorulmak bilmeden çekmek için tekrar gidiyor, her yere kıvılcımlar
saçıyordu.

Feng Xin yayını kaldırdı ve yaklaştı. “Pekala, geri dönme vakti geldi. Bize
daha fazla sorun çıkartma…

JIAN LAN?!”

Tekrar geri fırlatılmış olan Jian Lan onun sesini duyunca titredi ve hareket
etmeyi keserek hızla diğer tarafa döndü. Ancak Feng Xin onu tekrar çekti
ve sorusunu yineledi. “Jian Lan?”

“…” Xie Lian bir sorun olduğunu sezebiliyordu ve sordu, şaşkındı. “Neler
oluyor?”

Jian Lan başı önde belli belirsiz mırıldandı. “Birisiyle karıştırdın.”

“Sen neden bahsediyorsun? Seni nasıl başkasıyla karıştırabilirim?” Feng


Xin haykırdı. “Şu anda çok farklı görünüyorsun, ama ben yine de…”

Ama sözleri boğazına dizildi, çünkü öncesinde Jian Lan kendisini Lan
Chang olarak gösterip, ağır makyajlı bir fahişe olarak geldiği zaman onu
sahiden tanımamıştı.

Yapacak bir şey yoktu. Feng Xin tıpkı bir zamanlar olduğu gibi
görünüyordu ama Jian Lan’daki değişim muazzamdı.

Görünüşü, makyaj, tavrı, konuşması, hali… kendi anne babası bile biricik
kızlarını tanımayabilirlerdi.

Feng Xin afallamıştı. “…Sensin. Sahiden sensin. Sensin! …evlendiğini ve


iyi bir hayat sürdüğünü düşünmüştüm. Nasıl… nasıl bu hale geldin…”
Bu noktaya dek dinledikten sonra Jian Lan aniden döndü ve onu itti,
küfrediyordu. “SENİ OROSPU

ÇOCUĞU!”

Feng Xin onun itmesiyle birkaç adım geriledi, konuşamıyordu. Jian Lan
onu uzaklaştırmaya devam etti, tüm gücüyle göğsünden onu iterken çığlık
atıyordu. “SANA BEN O KADIN DEĞİLİM DEDİM, İNSANLARIN
DİLİNDEN ANLAMIYOR MUSUN? SALAK MISIN YOKSA?!
‘SENSİN, SAHİDEN SENSİN’ DE NE

OLUYOR?! BENİ TANIMIYORMUŞ GİBİ DAVRANAMAZ MISIN?


BENİ TANIMAMIŞ GİBİ DAVRANAMAZ

MISIN?! YÜCE USTA, SANA YALVARIYORUM, BIRAK


SAYGINLIĞIMIN BİRAZINI KORUYAYIM, OLMAZ

MI? OLMAZ MI??”

Böyle davranırken bir sokak kadınından farksızdı ve muhtemelen Feng


Xin’in anılarındaki Jian Lan’dan çok farklıydı, bu yüzden sadece ona aptal
bir ifadeyle bakıyor ve konuşamıyordu. Xie Lian da aynı durumdaydı. Tek
mest olan Qi Rong’du, kahkaha atarak yerlerde yuvarlanıyordu.
“HAHAHAHAHAHA HASİKTİR! KUZEN VELİAHT PRENS! NELER
OLDUĞUNU GÖRÜYOR MUSUN? EN SADIK KÖPEĞİN KARINI
SİKMİŞ!!!”

Jian Lan vahşi bir şekilde Qi Rong’u tekmeledi. “İT! SENİ İT HERİF!”

Kesin konuşmak gerekirse, Jian Lan bir zamanlar omuzunda tüm ailesinin
yüküyle ağır bir görev üstlenmişti, ama resmi olarak hiç hareme girmemişti
ve bu nedenle de hiç eşi olarak seçilmemişti, bu nedenle Qi Rong’un
sevinci sadece saçmalıktı. Ancak Xie Lian artık sahiden ne söyleyeceğini
bilmiyordu.

Kadınlarla sadece başka hiçbir seçeneği kalmadığı zaman konuşan Feng


Xin’in, bir kadınla…
Tam bu sırada cenin ruhu onu tutan oku çiğneyerek parçaladı ve bir kez
daha Feng Xin’in üzerine atıldı. Bir anlık dikkatsizlik nedeniyle Feng Xin
kolunun ısırılmasına izin verdi ve kan sıçradı, hiç durmadan akıyordu.

Sağ kolu Feng Xin’in kullandığı koluydu. Ama bir savaş tanrısı için,
normalde kullandığı kolunun yaralanması hiçbir şeydi ve Feng Xin
saldırmak için sol elini kaldırırken Jian Lan haykırdı. “ONA VURMA!”

Feng Xin’in eli havada aniden durdu ve birden bire dehşet verici bir
düşünce filizlenmişti.

Sadece o da değil; duyan herkes aynı şeyi düşünüyordu. Feng Xin cenin
ruhunun bir pirana gibi kolunu ısırmasına izin verirken Jian Lan’a
bakıyordu. “…O… benim..?”

Çevirmen: Nynaeve

Not: Feng Xin’in sağ kolundan bahsederken ‘habitually (alışkanlık) used


(kullanılan)’ denmişti, mantıken dominant kol anlamına gelmeli ama kesin
karşılığını bilmiyorum-bulamadım. Bir de cümlelerin gariplikleri nedeniyle,
Feng Xin aslında solakta sağ kolu mu ısırıldı, yoksa sağlak ama savaş

tanrıları için sağ-sol fark etmiyor mu, çok emin olamadım… 2. Cümlenin
başına ‘Ama’ ekleyerek mantıklı bir paragraf elde etmeyi başardım gerçi.
Hoş Feng Xin sağlak mı solak mı, çok önemli mi, soru işareti…

Bölüm 141: Yürüdüğüm Yolu Kendim Seçerim

Xie Lian’ın aklına aniden bir şey geldi. O gün Büyük Savaş Salonunda, Lan
Chang rastgele herkesi eliyle işaret etmişti, ama parmağı hiç en göze çarpan
yerde durmakta olan Feng Xin’i göstermemişti.

Jian Lan hemen inkar etti. “DEĞİL!”

Fu Yao’nun yüzünde de kuşku vardı. Görünüşe göre o da Feng Xin ile bu


kadın arasında bir bağlantı olduğundan bihaberdi ve şu anda afallamıştı.
Onun konuştuğunu duyunca ise en sonunda kendine gelmişti. “Daha bir şey
sormadı bile, neden bu kadar çabuk cevap verme ihtiyacı duydun?”

“Lütfen! Ne soracağı barizdi.” Dedi Jian Lan. “Sana diyorum, değil!”

Ancak Feng Xin hala cenin ruhuna bakmaktaydı. “Ona ne demiştin?


Cuocuo mu?”

İsim özel bir anlam taşıyor gibiydi. Jian Lan ağzını açtı ve ardından tekrar
kapattı, daha fazla tartışmak istemiyordu, onun yerine hüsran dolu bir
şekilde konuştu. “Neden senin gibi büyük bir adam bu kadar çok
konuşuyor? Değil dediysem, değil işte! Kim gayrimeşru oğullarını tanımaya
bu kadar istekli olur!”

Feng Xin öfkeyle cevapladı. “Neden bahsediyorsun? Eğer benimse, o


zaman tabi ki…”

“Tabi ki ne? Onu tanıyacak mısın? Büyütecek misin?” Jian Lan karşılık
verdi.

“Ben…” Feng Xin çıkmaza girmişti. Başını eğdi ve kolundan sallanmakta


olan deforme küçük yaratığa baktı. Cenin ruhu ona karşı özel bir nefret
besliyor gibiydi ve koluna takılı kalmış yırtıp ısırırken, ‘va vaa va’ diye
ağlıyordu. Feng Xin onunla ne yapacağını bilmiyordu, kandan kızıla
boyanmış eli bir yumruk oldu.

Onun donakaldığını ve gerçeği kabullenmekte güçlük çektiğini gören Jian


Lan hemen laf dalaşına girdi.

“Çoktan senin değil dedim ve hala ısrar ediyorsun! Onun seninle hiçbir
alakası yok, bu yüzden endişelenmeyi bırak!”

Qi Rong uludu. “SAÇMALIK! ONUN OLMALI! Bak, yanılmamışım,


aşağılık bir herifin dölüymüş! Herkes gelip baksın, Feng Xin’in kendi oğlu
annesinin karnını parçalamış ve küçük bir hayalete dönüşmüş, hehe.
İnsanların sahiden ‘Oğlan Bağışlayan Nan Yang’e dua ettiklerine
inanamıyorum. Dikkat edin, dua ettikçe oğullarınız yaratıkla…”
Xie Lian elini kaldırdı ve RuoYe Qi Rong’un ağzını kapattı ve Jian Lan da
başına sertçe birkaç kez tekme attı, onun daha yüksek sesle sövmesine
neden olmuştu. Tam bu sırada Gu Zi güç bela uyanmıştı ve Qi Rong’un
ayaklar altında ezildiğini görünce hemen kendini ona doğru attı. “Yapma…
babama vurma..”

Gu Zi’nin Qi Rong’un başına sarıldığını görünce Jian Lan daha fazla


vuramadı. Onun yerine hedefini değiştirdi ve cenin ruhunun kireç beyazı iki
bacağını tuttu ve fırladı, sinirle bağırıyordu. “Sana ısırmayı bırak dedim!
Söz dinle!”

Feng Xin dalıp gitmişti ve onları zamanında yakalamayı başaramadı, ve Xie


Lian bilinçsizce emretti.

“RuoYe yakala!”

RuoYe peşlerinden gitti. Ancak ipek bez uçtuğu zaman Xie Lian’ın aklına
onun Qi Rong’u bağladığı geldi. Arkasına baktı ve sahiden, Qi Rong
kafasında Gu Zi ile birlikte doğrulmuş ve memnun görünüyordu, herkese
duyurdu. “BU ATA BİR KEZ DAHA ÖZGÜR KALDI!”

Feng Xin’in en sonunda kendine geldiğini görünce, Xie Lian emrini


değiştirdi. “RuoYe geri dön.”

Böylece RuoYe uçarak geri döndü ve PAT! Sesiyle Qi Rong’a bir tane
indirdi. Qi Rong daha yeni kurtuluşunu ilan etmişti, ama bir anda olduğu
yerde üç tur atmış ve düşmüştü, yüzünü örtüyordu. Bir an yerde kaldıktan
sonra aniden delirdi ve RuoYe’yi yakaladı, bağırıyordu. “SENİN GİBİ BİR
PAÇAVRA BİLE BANA VURMAYA CÜRET EDİYOR!!!”

Bu kez RuoYe onun tutuşuna hapsolmuştu ve bükülüp duruyordu ama


kendisini serbest bırakamıyordu; sanki Qi Rong aniden güç kazanmış
gibiydi. Xie Lian tam onunla şahsen ilgilenecekti ki, Qi Rong aniden
başının üzerinde küçük bir çocuk olduğunu fark etti ve Gu Zi’yi aşağıya
çekti, kendisini korumak için onu bir kalkan olarak kullanıyordu. “BİR
ADIM DAHA ATMA! BURAYA GELİRSEN ONU
BOĞARIM! HEY HEY HEY, ARKANA BAK, HUA CHENG SİKİĞİ
ÖLECEK!”

Şok olan Xie Lian hızla arkasını döndü ve sahiden Hua Cheng’in kaşları
sertçe çatılmıştı, iki yandaki elleri titriyordu, sanki kendisini bir şeyleri
bastırmaya zorlar gibiydi. Xie Lian’ın ona baktığını görünce hemen bağırdı.
“Ben iyiyim!”

İblislerin uyanışı!

Bu seferki titreşimler diğer üçünden daha güçlüymüş gibi görünüyordu. Bir


anda karar veren Xie Lian onu tutmaya gitti. Bunu fırsat bile Qi Rong
elinde Gu Zi ile kaçtı. Lan Chang da bir baş ağrısından mustaripmiş gibi
görünüyordu, elleriyle kulaklarını kapatmıştı ve cenin ruhu, böyle bir
etkinin altında daha da vahşi bir şekilde ısırmaya ve kopartmaya başlamıştı.
Feng Xin şimdiye dek en az on kez ısırılmıştı, kanı hiç durmadan akıyordu
ama hala ona vurmaya cüret edemiyordu ama Jian Lan’ın kolunu sıkı sıkı
tutmuştu. Cenin ruhu ise hiçte kendisini tutmuyordu ve pençelerini Feng
Xin’in yüzüne doğru savurdu. Pençeleri kötü bir şekilde kesmişti ve Feng
Xin omurdandı, yarasını tutarken gözlerinin zarar görüp görmediğinden
emin değildi. Xie Lian mahcup olmuştu ve tam RuoYe’yi yardıma
gönderecekti ki Jian Lan ayağını öfkeyle yere vurdu. “EĞER BÖYLE
YAPMAYA DEVAM EDERSEN

SİNİRLENECEĞİM!!!”

Ancak annesi bağırdıktan sonra cenin ruhunu onun kollarına geri döndü,
itaatkar bir şekilde duruyordu. Jian Lan Feng Xin’e bir bakış attı ve dişlerini
sıktı. “Onun seninle hiçbir alakası yok. Seni uyarıyorum, bizi rahat bırak!”
Ardından bir eli başında, diğer eli oğluna sarılmış bir şekilde, anne ve oğul
kaçtılar. Bunu görünce Fu Yao haykırdı. “Bırak beni!”

Feng Xin yere yarı diz çöktü, yüzünün yarısını kapatmıştı ve Xie Lian
kollarında Hua Cheng’le yanına yaklaştı. “İyi misin? Yaralarına bakayım
mı? Gözüne geldi mi?”

Parmaklarının arasından kanlar sızıyordu ve Feng Xin kapalı gözleriyle


cevap verdi. “…Hayır. Sorma.”
“Feng Xin, Lan Chang… Jian Lan Hanım, o neden bahsediyordu…” Xie
Lian sordu.

Ancak o sözlerini bitiremeden Feng Xin yumruğunu savurdu. Devasa bir


çatırtıyla yanlarındaki ağaç ikiye bölünmüştü. Kükredi. “SANA SORMA
DEDİM!”

Sesi öfkeyle doluydu ve Xie Lian onun öfkesinin kendisine yönelik


olduğunu hissedebiliyordu ve kendisini gerilemekten alamadı.

Ancak Hua Cheng soğuk bir sesle yorum yaptı. “Karını ve oğlunu kim
hayalete çevirdi? Eğer elinde bir ateş varsa git doğru kişiyi yak.”

Bunu duyunca Feng Xin hafifçe başını kaldırdı, kırmızı gözleri Fu Yao’nun
üzerindeydi. Gerileyen Fu Yao anında sinirlendi. “Sen ne diye bakıyorsun?
Sahiden ben… benim generalimin yaptığını düşünmüyorsun değil mi?
Lanetlenmiş bir talihsizlikti! Sadece kadının Xian Le’den geriye
kalanlardan ve kraliyet ailesinden birisi olduğunu görmüştü, yardım eli
uzattı. Cenin ruhunu kurtarmak istiyordu

ama öylesine cahil olduğunu kim bilebilirdi ki, sadece kurtarılmak


istememekle kalmıyordu bir de Vahşet sınıfına dönüştü! Hiçbir şey
yapamamış oldu bir de üstüne boka bulaştı. Bilseydi uğraşmazdı bile! O
velet kendi babasının bile kim olduğunu bilmezken, onu öldüreni mi
tanıyacak?!”

Belki de yaşanan bunca cesaret kırıcı olay zihnini meşgul ettiği içindi;
konuşurken ki sözleri bile biraz kabaydı. “Generalin sadece bu kadarcık
şeye lanetlenmiş bir talihsizlik mi diyor? O zaman ondan daha beter şeyler
atlatanlar nasıl yaşasınlar?” Dedi Hua Cheng.

Feng Xin başını iki yana salladı ve mırıldandı. “…Neden böyle oldu? Nasıl
böyle olabildi?”

“Neden… önce yaralarınla ilgilenmiyorsun.” Xie Lian denedi. “Yanında hiç


merhem var mı?”
Feng Xin ona bir bakış attı ve karanlık bir sesle konuştu. “Ben iyiyim. Boş
ver!”

Elleri yaralarını örterken, onlarla ilgilenmedi bile ve ayağa kalktı,


tökezleyerek uzaklaştı. Xie Lian ve Fu Yao arkasından birkaç kez
seslendiler, cennete mi döndüğünü yoksa peşlerinden mi gittiğini
soruyorlardı ama cevap bile vermedi, ve kısa bir süre sonra gözden
kayboldu. Fu Yao tekrar mücadele etti ve öfkeyle haykırdı. “Ekselansları!
Eğer eski dostun peşlerinden gitmeyecekse, en azından beni bıraksan??”

Xie Lian kendine geldi ve avantajlarla dezavantajları değerlendirdi,


konuştu. “Pekala.” Ve sahiden onu bıraktı.

Fu Yao onun işbirliği yapacağını düşünmemişti ve bileklerindeki kramplarla


uğraştı, homurdanıyordu.

“Neden şimdi beni bırakmaya karar verdin?”

Xie Lian alnını ovaladı. “Üst Cennet muhtemelen tahmin ettiğimden daha
büyük bir karmaşa içerisinden… Off, şimdi düşününce, generalini geri
dönmesi için cesaretlendireceğime, aslında dışarıda serbestçe hareket
etmeli.”

Bir an duraksadıktan sonra ekledi. “Şimdi ne yapacaksın? Cenin ruhunu


sadece kaçmak için uzaklaştığını sanmıyorum. Bence arka planda onu
manipüle eden birisi var.”

Fu Yao kol yenlerindeki tozları sildi ve konuştu. “Neler olduğu kimin


umurunda? Tong Lu Dağına doğru gidiyor, bu yüzden onu yakalayacağım!”

Ardından aceleyle uzaklaştı. Pek çok insanı buluşturan han bir anda sessiz
ve terk edilmişti. Xie Lian döndü, yıkılmış küçük kulübeye baktı, kirişlerle
samanları döndürdü ve kenara çekti, keşiş ve efsuncuların sadece
bayıldıklarından ve kısa bir süre sonra kendilerine geleceklerinden emin
oldu.

Rahatlamış bir şekilde kendisi de uzaklaştı.


Bir süre yürüyüp, çorak tepeleri arkalarında bıraktıktan sonra, en sonunda
gerçek bir han buldular ve dinlenmek için içeriye girdiler.

Xie Lian geçen birkaç günün berbat olduğunu hissediyordu ve düşüncelere


dalmış bir şekilde pencereye oturdu. RuoYe doluna dolanmıştı, mırlarmış
gibi nazikçe koluna sürünüyordu ve farkında olmadan onu okşadı.

Aniden Hua Cheng pencereye geldi, aynı ay ışığında yıkanıyorlardı.


“Seninle hiçbir ilgisi yok.”

Xie Lian düşüncelerinden birden sıyrılmıştı ama kısa bir süre sonra ne
demek istediğini anladı ve başını iki yana salladı. “Sahiden benimle bir
ilgisi yok mu bilmiyorum… Feng Xin, Jian Lan Hanım’la Xian Le’nin
düşüşünden sonra ve kendi yükselişinden önce dost olmuş olmalı. Zaman
tam olarak benim ilk sürgün yıllarıma denk geliyor.”

“Ama bu olayların geldiği noktada senin bir suçun olduğu anlamına


gelmiyor.” Dedi Hua Cheng.

Bir süre düşündükten sonra Xie Lian tekrar konuştu. “San Lang, sana hiç
sürgünümden bahsetmedim değil mi?”

“Hayır.” Dedi Hua Cheng.

“Kimseye bahsetmedim, umarım seni gevezeliklerimle boğmamı


umursamazsın.” Dedi Xie Lian.

Hua Cheng yumuşak bir şekilde kendisini pencereye çekti ve o da oturdu.


“Hayır. Devam et.”

Xie Lian anılara dalarken konuşmaya başladı. “O zamanlar, geride kalan tek
destekçim Feng Xin’di ve hayat çok zordu. Bir savaş tanrısı olarak sıfırdan
başlamıştım ve veliaht prens olarak sahip olduğum her şey rehin verilmişti.”

Hua Cheng kıkırdadı. “HongJing de dahil, değil mi?”

Xie Lian neşesiz bir şekilde gülümsedi. “Hahaha… evet. Jun Wu’nun bunu
öğrenmemesi gerek, sırrımı tut lütfen. Ve o onlarca altın kemer de rehin
verilmişti.”
“En. Yani, Feng Xin senin altın kemerlerinden birisini aldı ve Lan Chang’a
mı hediye etti?” Hua Cheng sordu.

Xie Lian başını iki yana salladı. “Öyle olduğunu sanmıyorum. Feng Xin
benim eşyalarımı öylece almaz.

Ben ona kemeri satmasını ve parayı kendisinin almasını söylemiştim.”

Gerçekte, kendisi Feng Xin’e sebepsiz yere büyük bir miktar para
veriyordu. O zamanlar, Feng Xin uzunca bir süre itiraz etmişti, ama en
sonunda Xie Lian pes etmediği için. “Senin için alıyorum öyleyse.”
Demişti.

“Utanarak söylüyorum, ona satmasını ve parayı almasını söylememin


nedeni sadece suçluluk değildi, aynı zamanda korkuydu.”

Tüm inanları gitmişken, sadece Feng Xin ona hala Çiçek Taçlı Savaş
Tanrısı ve Ekselansları Veliaht Prens’miş gibi davranıyordu. Ancak o zaman
Xie Lian her ne kadar beraber büyümüş olsalar da – Feng Xin onun
güvenilir fedaisi ve korumasıydı – bir kez bile Feng Xin’in en ufak bir ödül
dahi almadığını fark etmişti. Aniden Xie Lian korkuyu öğrenmişti.

Feng Xin’in de bu hayatı zor bulacağı ve onu terk edeceği korkusunu. Bu


nedenle altın kemer bir ödül olmamıştı ve tam olarak bir hediye veya
hizmetlerine karşılık da değildi, daha çok yaltaklanma ve rüşvetti.

Cenin ruhu tarafından yaratılan illüzyonda Xie Lian bir koruma tılsımı
görmüştü ve o da muhtemelen Feng Xin’in Jian Lan’a hediye ettiği bir
şeydi. Sonuçta Xian Le düştükten sonra, Xie Lian’ın tüm tapınakları ve
mabetleri yıkılmıştı, artık Xian Le’de Veliaht Prens’e tapınan tek bir kişi
bile kalmamıştı ve tüm koruyucu tılsımlar çöpe atılmıştı. Ancak Feng Xin
hala kararlıydı ve yorulmadan onları dağıtıyordu, Xie Lian’a, bak, hala
inananların var diyordu. Ama Xie Lian hep bu tılsımların fırlatıp atıldığını
içten içe biliyordu.

Xie Lian yavaşça konuştu. “Onca yıl boyunca, Feng Xin’in birisinden
hoşlandığını hiç bilmiyordum. Hiç sormadım ve hiç fark etmedim de.”
Sonuçta, doğduğu günden beri cennetin sevgilisiydi, yüce ve güçlü, ve Feng
Xin sanki o dünyaymış gibi doğal bir şekilde etrafında dönüyordu, nasıl
onun kendisine ait bir hayatı olduğu, kendisine ait bir kalbi olduğunu
bilebilirdi?

“Bir kıza sana başkasının hediye ettiği bir şeyi hediye etmek kulağa doğru
gelmeyebilir ama o esnada, altın kemer muhtemelen Feng Xin’in
verebileceği en güzel hediyeydi. Sonuçta, ikimizde sık sık öğün atlamak
zorunda kalıyorduk. Feng Xin ise asla savurgan birisi olmadı. Bu yüzden
Jian Lan Hanım’ı ne kadar sevdiği hayal etmek hiçte güç değil. Eğer onu
sahiden bu kadar sevdiyse… neden ayrıldılar?”

Cenin ruhu Feng Xin’in oğlu olsa da olmasa da, eğer onları ayıran
fakirlikse, o zaman ne olursa olsun Xie Lian kendisini affedemezdi.

Ancak Hua Cheng konuştu. “Eğer ondan hoşlandıysa ve eninde sonunda


ayrıldıysalar, o zaman demek ki sadece ondan ‘hoşlanmış’.”

Xie Lian özlemle dolu bir şekilde gülümsedi. “San Lang, hiçbir şeyin
keskin çizgileri yoktur. Bazen, hangi yoldan yürümenin kolay olduğunu
kendin seçemezsin.”

Hua Cheng yumuşak bir sesle konuştu. “Kolay yolun hangisi olduğunu
seçemeyebilirim, ama hangi yoldan yürüyeceğim tamamen bana kalmış.”

Bunu duyunca Xie Lian gözlerini kırpıştırdı ve kalbindeki bir düğümün


çözüldüğünü hissetti.

Konuşamadan Hua Cheng’e baktı. Hua Cheng başını eğdi. “Gege, yanılıyor
muyum?”

Onun siyah gözlerini kırptığını görünce Xie Lian onu aniden yakaladı ve
kucağına aldı. “Hahaha, San Lang, çok haklısın!”

“…”

Hua Cheng onun bu hareketiyle şok olmuş gibiydi ve onu havaya


kaldırmasına izin verdi. Xie Lian kahkaha attı. “Böyle arsız bir şey
söylerken ki halin ve tavrın bana gençliğimi hatırlattı.”

Hua Cheng ona böyle sarılmasına alışmış gibiydi ve kaşlarını kaldırdı.


“Rüya gibi.”

İkisi bir süre daha odada oyalandılar ve Xie Lian Hua Cheng’i yatağa attı,
ardından kendisi de tırmandı, tavanı izliyordu. Tam konuşmak üzereydi ki
aniden Hua Cheng oturdu, gözbebekleri küçülmüştü, odanın köşesine
bakarken gözleri kısılmıştı.

Xie Lian hemen bir yanlışlık olduğunu sezdi ve o da doğruldu. Gördüğü


anda, bütün bedeni soğuk terlerle kaplandı. Önünde çoktan demlenmiş bir
çayla, odadaki masada, sessiz sedasız bir şekilde, kim bilir ne zamandır
oturmakta olan birisi vardı, çayın kokusu çok hoştu. Ancak o fark etmemişti
bile!

Xie Lian iliklerine dek ürperdi ve Fang Xin’i öne uzattı. “KİMSİN SEN?!”

Adam nazikçe cevap verdi. “Korkma. Çay alır mısın, Xian Le?”

“…”

Görünüşü ve sesi bir gence aitti, son derece aşinaydı ve Xie Lian rahat bir
nefes verdi, biraz önceki oyunlarından dağılmış saç tellerini kulaklarının
arkasına attı, kalbi hala güm güm atıyordu. “Lordum…”

Ancak, daha tuttuğu nefesinin tamamını vermeden çekti ve battaniyeyle


hem kendisini hem Hua Cheng’i örttü. “…Lordum neden geldi?”

Battaniyenin altındaki eli Hua Cheng’i sıkıca tutuyor, ona


endişelenmemesini söylüyordu. Jun Wu sakince üç bardak çay
doldurduktan sonra ayağa kalktı. “Sen geri dönmedin, bu yüzden doğal
olarak seni görmeye geldim.”

Konuşurken ellerini birleştirmiş, ona doğru yürüyordu ve yavaşça,


gölgelerden bir şey sıyrıldı. Xie Lian’ın gözleri beyaz cübbeyi takip etti ve
Jun Wu’nun elinde bir kılıç olduğunu gördü. İrkilerek yataktan fırladı.
“Lordum, açıklayabilirim…”
Ancak beklenmedik bir şekilde arkasındaki Hua Cheng battaniyeyi sıyırdı,
bağdaş kurduğu bacaklarıyla oturdu, elleri dizlerindeydi ve gülümsedi.
“Gerekli olduğunu sanmıyorum.”

• MXTX, Yazar Notu:

Xie Lian ve Mu Qing aynı gelişim yöntemini kullanıyorlar ve her ikisi de


efsuncu. Ancak Feng Xin hiç Kutsal Kraliyet Köşküne katılmadı bu yüzden
bir efsuncu değil, dümdüz bir savaş

tanrısı, bu yüzden Xie Lian ve Mu Qing’le aynı saflık ilkelerini sürdürmesi


gerekmiyor.

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 142: Yürüdüğüm Yolu Kendim Seçerim

Xie Lian ikisinin arasına geçti. “Bence, hepimiz oturmalı ve konuşmalıyız.


Şu çocuğa bakın Lordum, tıpkı benim…”

“Oğluna benziyor değil mi?” Jun Wu gülümsedi.

“…Ha, haha, hahahaha…”

Xie Lian bir süre garip bir şekilde güldü. “Lordum ne söyleyeceğimi
nereden bildi?”

Jun Wu en sonunda gözlerini Hua Cheng’den ayırdı, hafifçe Xie Lian’ın


omzuna vurdu ve konuşmadan tekrar masaya oturdu. Xie Lian bu
hareketinden şimdilik hiçbir yüzleşme olmayacağını anlamıştı ve farkında
olmadan rahat bir nefes verdi.

Eğer Jun Wu birisini öldürmek istese, kılıcını çektikten sonra ne kadar


korkunç olabileceğini Xie Lian kendi gözleriyle görmüştü. Xie Lian hiçbir
şart altında Hua Cheng’in Jun Wu ile karşı karşıya gelmesini istemiyordu.
Ancak Hua Cheng’in gözleri hiç Jun Wu’nun üzerinden ayrılmadı ve hala
temkinli bir şekilde onu izliyordu. Jun Wu birkaç çay fincanını öne itti.
“Her ne kadar Hazretleriyle ilk defa karşılaşıyor olmasam da, ilk kez bu
kadar birbirimize yakın mesafedeyiz. Barışçıl bir buluşma olduğu için,
neden şarap olarak çay içip ortamı yumuşatmıyoruz?”

Xie Lian hafifçe boğazını temizledi ve dış cübbesini üzerine geçirirken


olabildiğince resmi görünmek için elinden geleni yaptı, botlarını ayağına
geçirirken sordu. “Lordum, Üst Cennette durumlar nasıl?”

“…”

Jun Wu çay fincanını bıraktı ve başını çevirdi, pencereden dışarıdaki ayı


izliyordu, iç çekti. “Bu konudan bahsetmek istemiyorum.”

“…Pekala. Bahsetmeyelim.” Dedi Xie Lian.

Görünüşe göre durum sahiden çok kötüydü. Ancak Jun Wu tekrar ona
döndü ve düz bir yüzle konuştu. “Dalga geçiyorum. Eğer bahsetmek
istemiyorsam bile konuşmalıyız. Xian Le, şimdilik küçük dostundan ayrıl
ve benimle dışarıya gel.”

Görünüşe göre konuşacakları şeylerin üçüncü kişiler tarafından


duyulmaması gerekiyordu. Xie Lian tam ona hareketlenecekti ki arkasından
Hua Cheng’in tembel bir şekilde konuştuğunu duydu. “Sizin Üst Cennetiniz
cehenneme dönmüş durumda, bu bir sır bile değil. Küçük bir köy hayaleti
bile bu sefer hayaletlerin toplanmasının durdurulamayacağının farkında ve
heyecandan durmadan uluyor, neden dışarıda konuşacaksınız?”

O da yataktan kalktı ve yavaşça masaya yaklaştı, çay fincanını aldı ve bir


süre oynadı, çay içmek ilgisini çekmiyormuş gibi görünüyordu. Bir an
sonra üçü de masaya oturmuşlardı. Hua Cheng’in şu anki görüntüsü bir
çocuktu, ama ifadesi ve hareketleri karşısındakinin bu durumu unutmasına
neden oluyordu. Jun Wu nazikçe cevapladı. “Hazretlerinin gözlerinden
hiçbir şey kaçmıyor.”

Sonuçta çayı Jun Wu koymuştu, gösterilmesi gereken saygıdan ötürü Xie


Lian çayı içti ve bir yandan da sordu. “Resmi olarak açılması ve Tong Lu
Dağı kapılarının mühürlenmesine daha vakit yok mu?

Yoksa çoktan belli oldu mu?”

Her ne kadar Feng Xin öncesinde bahsetmiş olsa da, Xie Lian onun
abarttığını düşünmüş ve sözlerini ciddiye almamıştı. Ancak Jun Wu teyit
etti. “Evet, bu kez durdurulamayacak.”

“Görünüşe göre esas planın tıpkı önceki seferler gibiydi; savaş tanrılarını
göndererek Tong Lu Dağına giden tüm yolları kapat ve iblislerin yolunu
kes.” Hua Cheng yorum yaptı. “Ama Mu Qing hapishanesinden çıktı ve
kaçtı, nerede olduğu bilinmiyor, bu yüzden güneyde aniden bir gedik
açıldı.”

Xie Lian sorguladı. “Feng Xin Cennete döndü mü? Ne durumda? Bir şey
söyledi mi?”

“Döndü, ama iyi bir halde değil.” Jun Wu cevapladı. “Nan Yang yaralı bir
şekilde döndü ve hızla gerçekleri anlattı, bana kadın hayalet Lan Chang ve
oğluna dokunmamaları için tüm cennet mensuplarına emir vermem için
yalvardı. Rapor verdikten sonra tekrar aşağıya inmek istiyordu, ama yaraları
hiçte iç açıcı değildi, sağ kolu güç bela hareket edebiliyordu, bu yüzden
iyileşene dek onu Üst Cennette tutuyorum. Ancak bu durumda güney
kuşatması artık deliklerle dolu.”

Eğer herhangi başka bir mesele olsaydı, mesela canavar öldürmek veya
ruhani eşyalar çalmak gibi bir şey, Xie Lian ısrarla gönüllü olurdu. Ancak
taburlara öncülük etmek kendi başına öne atılmak kadar kolay bir şey
değildi. Bir adam milyonlarca kişilik bir ordudan sıyrılabilirdi ama tek
başına milyonlarca kişilik orduya karşı savunma yapamazdı. Xie Lian uzun
zaman önce insanları ve orduları yönetmenin başarılı olduğu bir konu
olmadığını anlamıştı. Cüretkar bir şekilde öne atılmasındansa, bu pozisyon
için daha uygun bir kişinin seçilmesi daha iyi olacaktı, bu yüzden hemen
gönüllü olmamıştı. Onun yerine sordu. “Görevi üstlenebilecek başka bir
savaş tanrısı var mı?”

Jun Wu yanıtladı. “Diğer savaş tanrılarının zaten ilgilenmeleri gereken


kendi bölgeleri ve görevleri var ve daha fazla sorumluluk üstlenecek
durumda değiller. Ming Guang Sarayından Pei Su’yu ödünç alabilirdik ama
uzun zaman önce sürgün edildi. Qi Ying’e gelince, o da seninle aynı,
dünyaya tek başına kafa tutmayı seven deli bir adam, canı ne isterse onu
yapıyor. Ayrıca, şu anda nerede olduğunu bilmiyoruz ve o çocuk ruhani
iletişim teşebbüslerine hiç karşılık vermiyor. Bir de Ling Wen Sarayının
başındaki cennet mensubu da kayıp. Geçici bir kişi yerleştirdik, ama diğer
sivil tanrılar, her ne kadar işlerinde başarılı olsalar da, iletişimi yürütmek,
karar vermek ve organizasyonu sağlamak konusunda tümüyle yetersizler.
Geçen şu birkaç günde…”

Onu dinlerken, kulağa sanki geçen birkaç günde Üst Cennet


parçalanıyormuş gibi geliyordu. Xie Lian dinlemeye dayanamıyordu ve
sempati duymaya başladı. “Bir keresinde Lordumun, hayaletlerin
toplanması durdurulamasa bile, durumla ilgili başka bir çözüm olduğunu
söylediğini hatırlıyorum. Ne yapılabilir?”

“Çözüm mü?” Dedi Hua Cheng. “Daha çok intihar, muhtemelen.”

Jun Wu ona bir bakış attı ve iç çekti. “Aynı zamanda, eğer kesin olarak
gerekli değilse böyle bir adım atmak istemiyorum da demiştim.”

Xie Lian’ın kalbi sıkıştı. “Yoksa…?”

Jun Wu yavaşça cevapladı. “Evet. Şu anda durumu kontrol altına


alabilmemizin tek yolu Tong Lu Dağındaki hayaletlerin arasına karışması
için bir savaş tanrısı göndermek.”

Katliamın başlaması durdurulamayacağı için, tek yapabilecekleri kıyımdan


tek bir kişinin bile sağ

çıkmayacağından emin olmaktı!

Xie Lian cübbesinin altında kollarını çaprazladı ve kaşlarını çattı. “Tong Lu


Dağına aşina değilim ve kuralların nasıl işlediğini bilmiyorum, bu nasıl
yapılabilir? Dağa giren tüm canavar ve hayaletleri öldürerek mi?”

Ama anlaşılmaz bir nokta vardı. Tong Lu Dağına sızmak için, kim
olduğunu gizlemeliydi ve yanına çok fazla yardımcı da alamazdı, yoksa
eğer hayaletler aralarına bir cennet mensubunun sızdığını fark

ederlerse, kesinlikle etrafını sarar ve yok edene dek durmazlardı. Tong Lu


Dağı tümüyle kötülükle dolu bir yerdi; bir cennet mensubunun ruhani
güçleri büyük ölçüde kısıtlanırdı, tıpkı Kara Su İblisinin İninde olduğu gibi.

Ancak Jun Wu konuştu. “Hayır, öyle büyük bir çaba içerisine girmeye
gerek yok.”

“Ben Tong Lu Dağını biliyorum. Gege, dışarıya bak.” Dedi Hua Cheng.

İşaret ettiği yöne doğru, Xie Lian pencereden dışarıya baktı. Pencerenin
ardında, çiçekler ve çimenler ekilmiş geniş bir arazi vardı ve bir de köşede
küçük bir çiçek saksısı. Hua Cheng pencereye sıçradı ve saksıyı işaret etti.
“Tong Lu Dağının kalbinde devasa bir Ocak vardır.”

Kelimeler dudaklarından döküldüğü anda, küçük çiçek saksısı aniden düştü


ve arazinin ortasına dek yuvarlanarak gittikten sonra kendiliğinden
doğruldu. Kısa bir süre sonra, merkezinde saksı duran bir zamanlar düz olan
alan birdenbire titredi ve dalgalanmalar oluştu, etrafı çeşitli büyüklüklerde
tepeciklerle doldu.

Hua Cheng devam etti. “‘Ocak’ etrafında onu çevreleyen bir dağ sınırı
vardır. Tüm bölge Tong Lu Dağının erişim alanındadır. Yedi şehir
büyüklüğündedir.”

Xie Lian izlerken çok etkilenmişti ve hafifçe sıçrayarak pencereden atladı.


Küçük toprak yığınlarının arasında durmak ona sanki aşağıya bakan bir
devmiş gibi hissettiriyordu.

Hua Cheng devam etti. “Hayaletlerin kıyımı dağ sınırının uzak uçlarında
başlar ve dağın kalbindeki

‘Ocak’a doğru devam eder.”

Eliyle bir hareket yaptı ve yerdeki pek çok küçük nesne titremeye başladı.
Xie Lian çömeldi ve yakından izledi ve pek çok ot ile küçük yaprağın
titreştiğini gördü, dağ sınırını geçmekte olan küçük insanlara benziyorlardı.
Belirtti. “Bunun anlamı, merkezdeki ‘Ocak’a yaklaştıkça, hayaletlerin daha
güçlü olacağı mı?”

“Doğru.” Dedi Hua Cheng. “Çünkü zayıflar henüz kenarlardayken yok


edilecekler.”

Eliyle yaptığı bir diğer hafif hareketle usul bir rüzgar esti ve tüm otlar
esintiyle uçup gitmişti. Boş

küçük toprak yığınları aniden terk edilmiş, üzgün görünmeye başlamışlardı.


Ancak, merkezdeki küçük çiçek saksısı aniden kırmızı bir ışık yaymaya
başladı, sahiden Ocak’ın küçük bir alevine benziyordu. Xie Lian saksıya
baktı ve küçük kırmızı bir çiçek olduğunu fark etti ve etrafına zıplamış
birkaç önemsiz ot parçası bulunuyordu, dans eden insanlar gibi saksının
etrafında dönüyorlardı. En vahşi dans ise küçük kırmızı çiçeğinkiydi. Hua
Cheng de yanına diz çöktü. “En sonunda, sadece bir avuç hayalet ‘Ocak’ın
iç bölgesine girebilir. Ve sonrasında ‘Ocak’ kapanır.”

O ‘küçük insanlar’ etrafta zıpladılar ve içeriye düştüler, siyah bir çamur


tarafından yutulmuşlardı. Hua Cheng devam etti. “Sonrasında, kırk dokuz
gün içerisinde, bir hayalet bu ‘Ocak’tan çıkmalı.”

Küçük çiçek saksısı güçle titredi ve aniden patladı, kör edici bir kırmızı ışık
çaktı, tozdan bir rüzgarla etrafı sardı.

Bu ‘toprağı titreten’ doğuma eşlik ederek, küçük kırmızı çiçek topraktan


sıçradı ve iki küçük yaprağını kaldırıp rüzgarlara doğru bağırarak sanki
dünyaya gücünü ilan ediyordu. Bunu görünce Xie Lian küçük bir kahkaha
atmaktan kendini alamadı.

Ancak, belki biraz fazla heyecanlandığı için, küçük kırmızı çiçek saksının
kenarından kaydı ve düşmek üzereydi. Xie Lian hızla elini uzattı ve nazikçe
yakalayarak onu elinde tuttu. Küçük kırmızı çiçeğin düşme nedeniyle başı
dönmüş gibiydi ve ‘başını’ salladı, ‘yüzünü’ kaldırarak onu yakalayıp tutan
kişiyi

görmeye çalıştı. Xie Lian üzerine bulaşan toz tanelerini silkeledi ve sordu.
“Yani bu ufaklık Tong Lu Dağından doğan yeni Hayalet Kralı mı?”
Hua Cheng başını salladı. “Doğru. İlk baştaki hayaletleri katletmek bir
güçlenme evresidir ve pas geçilemez. Eğer ‘Ocak’a giren bir hayalet
yeterince güçlü değilse dışarıya çıkamaz, bu durumda içeride boğulur, toza
dönene dek yanar ve bir başkası için besin olur.”

Ayağa kalktı ve içeride oturmakta olan Jun Wu’ya seslendi. “Düşüncen


güçlüyü kesmek ve otları bırakmak. Hayalet Kral olma potansiyeli taşıyan
çok az kişi var; onlar yok edildikten sonra geriye kalan zayıflar ‘Ocak’a
ulaşabilseler bile dışarıya çıkamayacaklardır. Eğer dışarıya çıkabilseler bile,
yine de Hayalet Krallar olarak tanınmayacaklardır.”

Xie Lian başını salladı. “Yapılabilir gibi. Ama işe yarar mı? Böyle bir şey
daha önce denendi mi?”

Jun Wu pencereye yaklaştı ve konuştu. “Hayır. Daha önce hiç böyle bir şey
denenmedi. Geçmişte, iblisler her daim içeriye giremeden önce
durduruldular.”

Hua Cheng kollarını bağladı. “Korkarım yapılabilir değil. O şartlar altında


savaşmanın intihar etmekten hiçbir farkı yok. Önerim böylesine parlak bir
planı düşünen kişi olarak bizzat kendinizin gitmesi.”

“Ben de o niyetteyim.” Jun Wu kolayca cevapladı.

Xie Lian şaşırmıştı. “Lordum?”

Jun Wu konuştu. “Xian Le, ben tam olarak bu sebep nedeniyle dünyaya
indim. Tong Lu Dağına doğru yola çıkacağım. Senden istediğim Cennete
dönmen ve ben yokken görevlerimi yerine getirmen.”

Xie Lian’ın elleri iki yana düştü ve ayağa kalktı. “Böyle olmaz! Sizin
yerinize geçici olarak ben mi bakacağım? Lordum, lütfen dalga geçmeyin,
kimse beni dinlemez.”

Jun Wu güldü. “O zaman, bu dinlemeye başlamaları için iyi bir fırsat


olacak.”
Xie Lian alnını ovaladı. “Lordum, özür dilerim ama bu kez sahiden sizinle
hemfikir olamam. Bu çok saçma. Ölümlü diyardan bir örnek alalım, bir
imparator savaş alanına girebilir, ama hiçbir imparatorun içeriye sızdığını
ve suikastçı olduğunu duydunuz mu? Üst Cennetin böylesine ihtişamla
parlayabilmesinin nedeni sizsiniz. Başka hiçbir cennet mensubu bu görevi
üstlenemez, hepsi Lordumun sayesinde. Eğer orada olursanız gökler
düşmez. Eğer olmazsanız, gökler sahiden düşecektir.”

Jun Wu ise, elleri kenarda kenetlenmiş bir şekilde cevap verdi. “Xian Le,
sadece cennet düştü diye bu dünyada tek bir kişi bile yitmez. Bir kez
alıştıktan sonra kim yok olursa olsun, hayatın devam ettiğini öğreneceksin.
Her daim eskisinin yerini almak için bir yenisi olacaktır. Yeni bir Hayalet
Kral doğuyor, eğer bir diğer Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuru veya Gemileri
Batıran Kara Su olursa hiç sorun değil, ama tane daha Beyaz Giysili
Musibet doğarsa, o zaman tüm dünya kaosa sürüklenir.”

Xie Lian’ın gözlerinin içine baktı. “Onun gibi bir ‘Yüce’yi öldürmenin ne
kadar zor olduğunu kendi gözlerinle gördün. Giden ben olmak
zorundayım.”

Xie Lian da Jun Wu’nun mütevazı davranmadığını biliyordu. En zayıf


halinde, milyonlarca hayaletin ortasında kalmışken ve içlerinden en güçlü
olanları doğru bir şekilde belleyip öldürmek veya baskılamak gerekirken,
kendisi bile böyle bir şey yapabileceğinden emin değildi. Başarma şansı en
yüksek olan kişi Jun Wu’ydu. Ama tüm bunlar on sene bile sürebilirdi. Dış
dünyaya ne olacaktı? Üst Cennete ne olacaktı?

Tam bu sırada Hua Cheng konuştu. “Başka yolu olmadığını kim söylemiş?”

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 143: Tong Lu Dağının Kapıları Açık, Milyonlarca Hayalet


Buluşuyor Ertesi gün Xie Lian ve Hua Cheng yolculuklarına başladılar.

Hua Cheng, Xie Lian’ın elini tutuyordu ve konuştu. “Gege, bir daha Jun
Wu’yu gördüğünce, onunla konuşma, arkanı dön ve kaç.”

Xie Lian şaşırmıştı. “Neden?”


“Çünkü biliyorum, ne zaman sen aramaya gelse, hiçbir zaman altından iyi
bir şey çıkmıyor.” Dedi Hua Cheng.

Xie Lian kahkaha attı. “Ne diyorsun? Bana vermeyi planladığı görev
aslında bu değildi.”

Ancak Hua Cheng konuştu. “Fark etmez. İster Tong Lu Dağına gitmek
olsun ister cenneti idare etmesine yardım etmek, hiçbiri iyi bir
görevlendirme değil. Üst Cennet şu anda altüst olmuş durumda,
parçalanmasına izin bile verilebilir. Senin kucağına koca bir çamur yığını
fırlatıyor, neden? Bu yaptığının, intihar etmen için sana kılıç veya hançer
seçmeni söylemesinden hiçbir farkı yok.”

Xie Lian gülmekten kendini alamadı, ama kahkahaları dindiğinde kendinde


bir şekilde konuştu. “Yine de, Tong Lu Dağında bana eşlik etmek için
gönüllü olacağını hiç düşünmemiştim. Bir süredir aklımda, kesinlikle
söylemem gerektiğini hissediyorum: San Lang, kesinlikle kendini zorlama.”

Aklına sürekli Hua Cheng’in onun aklından neler geçtiğini bildiği için ona
eşlik ettiği geliyordu.

Sonuçta, Xie Lian başarı olmadığı bir konu olan cenneti idare etmektense,
memnuniyetle Ocak’ta kilitlenip canı istediği gibi öldürmeyi tercih ederdi.
Ancak Hua Cheng konuştu. “Gege, üç kez kendimi zorlamadığıma yemin
ettim bile, bana güvenmiyor musun?”

“Elbette o yüzden söylemiyorum…” Dedi Xie Lian.

Hua Cheng başını salladı. “O zaman rahatla gege. Ben sınırlarımı


biliyorum. Kendini bana borçluymuşsun gibi de hissetme. Tamamen kendi
kararımı veriyor olsaydım da, yeni bir Hayalet Kralı daha doğmadan yok
etmeyi kesinlikle umursamazdım.”

Şu anda, mevcut olan Hayalet Krallar ve Cennet tamamen bu konuda aynı


şeyi düşünüyorlardı.

Sadece belli bir miktar pirinç vardı ve herkes bir ısırık istiyordu. Zaten
mevcut olanı paylaşamıyorlardı ve arada sırada sürtüşmeler çıkıyordu,
yemekten kendine pay çıkarmak isteyen birisinin daha çıkmasını kimse
istemezdi. Ayrıca, eğer bu yeni kişi uç bir karakter olursa ve delirirse, o
zaman kimseye yiyecek bir şey kalmazdı.

Jun Wu, Hua Cheng’in önerisini dinledikten sonra, dikkatle


değerlendirmişti. Eğer Xie Lian tek başına giderse, kesinlikle uygun
olmazdı ve kendisi gitmeliydi ama eğer Xie Lian yanında bir zamanlar
Tong Lu Dağında eğitilmiş bir İblis Kralının kendisiyle gidecek olursa o
zaman bu kombinasyon kesinlikle daha avantajlı olacaktı.

Elbette, Hua Cheng boş yere gitmiyordu. Jun Wu onun koşullarını kabul
etmişti: Tong Lu Dağı bir kez daha açılana kadar, tüm Cennet Hayalet
Şehirden uzak duracaktı. Ayrıca, tüm cennet Çiçeğe Uzanan Kan
Yağmurunun yiğitçe davranışlarını duyuracak ve bir sene boyunca
övgülerini şarkı söyleyerek ifade edeceklerdi… Xie Lian hayal etmeye
çalıştı ve muhtemelen şarkı ‘Siz cennet mensupları bir avuç aptalsınız! Sizi
kim kurtardı biliyor musunuz!’ anlamına gelen bir şeydi. Zaten Hua
Cheng’e karşı temkinli olan ve ona karşı karmaşık hisler besleyen cennet
mensupları için bu düpedüz işkenceydi, yüzlerine tükürmekti.

Hua Cheng gülümsedi. “Ben yanındayken yolculuk çok daha kolay


geçecektir.”

Düşüncelerden sıyrılan Xie Lian yanıtladı. “Bence yine de senin kışkırtma


dönemin bittikten sonra gitmeliyiz, her zamanki haline döndükten sonra.”

“Bu konuda da endişelenmene gerek yok. Çok az kaldı.” Dedi Hua Cheng.

Xie Lian şaşırdı. “Ne…”

“Ne oldu? Gege sorun ne?” Hua Cheng sorguladı.

Xie Lian üzgün bir halde konuştu. “…Bunun anlamı San Lang’ın
büyüyeceği mi?”

Hua Cheng yumruklarını sıktı. “En. Bunca zamandır katlanıyordum.


Sabırsızlanıyorum.”
Ancak beklenmedik bir şekilde sözlerini bitirdiği anda Xie Lian onu
kaldırdı, kollarıyla havaya attı ve kahkahalar atıyordu. “Çok yazık!
Büyüdükten sonra artık seni havaya atamayacağım, o yüzden en iyisi şimdi
sarılabildiğim kadar sarılayım, hahahahaha…”

“…”

Tong Lu Dağına giderken, Mesafe Kısaltma Rünleri kullanamıyorlardı bu


yüzden tek yapabilecekleri şey yürümekti. On gün sonra, ikisi en sonunda
kasabalar ve yaşayan canlıları epeyi geride bırakmış ve yemyeşil ormanlarla
dolu sonsuz arazilerin olduğu dağlara girmişlerdi.

Ormanın derinliklerine girdikçe, yolda gittikçe daha fazla sayıda canavar ve


iblis görüyorlardı, çeteler gittikçe büyüyor ve kalabalıklaşıyordu, şekilleri
ve formları tuhaftı, hızla hareket ediyorlardı. Xie Lian Hua Cheng’le el ele
yürüyordu ve fısıldadı. “Çok fazla kişi gelmiş.”

“Bu seferki kesinlikle öncekine kıyasla daha kalabalık. Cennet barikat


kuramadığı için gelmeyi düşünmeyenler bile gelmişler.” Dedi Hua Cheng.

Ancak, sadece yalnız hayaletler yoktu, pek çokları grup halinde gelmişlerdi.
Bir süre sonra Xie Lian ve Hua Cheng bakımsız ve dağılmış hayaletlerden
büyük bir gruba denk geldiler, yüzleri vahşiydi, şarkılar söyleyerek
ilerliyorlardı:

“DÜNYA OCAK OLUR; RUHLAR İSE BAKIR!”

“SULAR DERİNDİR VE ATEŞ YAKAR; TERSLİKLER İÇİNDE


YATAR!”

“DÜNYA OCAK OLUR; RUHLAR İSE BAKIR!”

“SULAR DERİNDİR VE ATEŞ YAKAR; TERSLİKLER İÇİNDE


YATAR!”

Onların bağırışlarını dinlerken, sesleri hem korku dolu hem istekliydi. Ama
sözleri duyunca Hua Cheng’in ifadesi duygusuz bir hal aldı. “Ne dediklerini
anlamıyorlar bile ama herkesten daha yüksek sesle bağırdıkları kesin.”
Düşününce, pek çok canavar ve iblis daha önce bu müsamereyi tecrübe
etmemişti ve acımasızlığını anlamıyorlardı, bir Yüce olmayı kolay
kazanılabilecek bir şey sanıyorlardı ve her biri kahramanlara yakışır bir
kararlılıkla doluydu, tecrübe edenlere hoşnutsuzluk veriyorlardı.

“Aynı zamanda birlikler de oluşturabiliyorlar mı?” Xie Lian sordu.

“Onlar çoğu zaman öncesinde birbirlerini tanıyanlar oluyor ve birlikte


dağda gitmeyi planlıyor, birbirlerine merhamet edeceklerine dair yemin
ediyorlar. Ancak, sözlerin hiçbiri tutulmayacak çünkü sonuna dek savaşmak
gerekiyor ve daha çok öldürdükçe daha güçlü oluyorsun, daha fazla kişiyi
hayatta bıraktıkça kendi hayatta kalma şansın düşüyor ve en kolay hedef en
yakınındakiler.”

Ardından kaşlarını sertçe çattı, sağ gözünü örttü, görünüşe göre bir diğer
baş ağrısı gelmişti. Xie Lian hızla onu tuttu ve kenardaki ağaçların arkasına
sakladı, çömeldi, endişelenmiş hissediyordu. “San Lang, dağa girmek
üzereyiz. İyi olacağından emin misin?”

Kaşlarını kaldıran Hua Cheng cevapladı. “Endişelenme Gege, her şey


yolunda. Kısa bir süre sonra daha iyi olacağım.”

Xie Lian nasıl sırf o söyledi diye endişelenmeyi bırakabilirdi? Ardından


Hua Cheng ekledi. “Gege, yaklaş, sana bir şey söyleyeceğim.”

Xie Lian onun ne planladığını bilmiyordu bu yüzden yüzünü yaklaştırdı.


Hua Cheng onun yüzünü ellerinin arasına aldı ve alınlarını hafifçe
birbirlerine değdirdi. Xie Lian gözlerini kırpıştırdı ve olduğu yerde
kalakalmıştı. Hua Cheng’in onu bırakmasını bekledikten sonra sormaya
çalıştı. “San Lang, sen ne…”

Hua Cheng gülümsedi. “Oldu. Buradaki herkes hayalet veya iblis; gege ise
bir cennet mensubu, kokun burada oldukça dikkat çekecektir. Bu birazcık
örtmene yardım edecek.”

Demek buydu. Xie Lian’ı kendi kokusuyla lekeliyordu. Xie Lian ruhani
güçlerini ondan nasıl ödünç aldığını ve o durumdaki hislerini hatırlamaktan
kendini alamadı ve Hua Cheng’in de hatırlayacağından korktuğu için hızla
konuyu değiştirdi. “Pekala. Kılık değiştirelim öyleyse.”

Milyonlarca hayaletin arasına sızmak için, doğal olarak kılık değiştirmeleri


gerekiyordu. Ancak dökümlü bir pelerinden fazlası ellerinde yoktu. Ancak
pek çok hayalet ve canavar maskeler ve pelerinler takıyordu, bu yüzden
tuhaf sayılmazdı. İki basit bir şekilde giyindiler ve Xie Lian Hua Cheng’in
elini tutmaya devam ederek ilerledi. Kısa bir süre sonra önlerindeki yoldan
belli belirsiz konuşma sesleri yükseldi. Neler olduğundan emin olamayan
Xie Lian sordu. “Tong Lu Dağına girdiğini söyleyen tabelalar falan var
mı?”

“Var.” Hua Cheng cevapladı. “Ama onlara güvenme.”

Xie Lian sorularına devam edecekti ama önlerinden yükselen konuşmalar


gittikçe daha ne geliyordu.

İkisi ormandan çıktıklarında, karşılarında sarp bir sırtın kenarında en az üç


yüz, belki dört yüz canavar ve iblisten oluşan geniş karanlık bir kalabalık
buldular. Ancak, bu sayı bu seferki toplanma düşünülünce buzdağının
sadece görünen kısmıydı.

“Neden yol kapatılmış? Yanlış yolda mıyız?”

“Olamaz… Bu yol Tong Lu Dağına gidiyor dememişler miydi?”

Belki de resmi olarak Tong Lu Dağının eteklerinde olmadıklarından ve


kıyım başlamadığındandı, hayalet kalabalığı nispeten barışçıl görünüyordu.
Xie Lian kenardan rastgele bir hayalet seçti ve normal bir şekilde sordu.
“Burada neler oluyor?”

Hayalet bağırdı. “GÖZÜN YOK MU BE SENİN? YOLUMUZDA DAĞ


VAR DAĞ, GEÇEMİYOZ!”

“…”

Xie Lian yanındaki hayalete baktı, kafasının yarısı ikiye bölünmüştü ve


sahiden gözleri olmayan oydu.
Ama Xie Lian bu konuda yorum yapmayacaktı onun yerine başka bir şey
söyledi. “Etrafından dolaşılmıyor mu?”

Tam bu sırada diğer taraftan birkaç hayalet fırladı, dilleriyle tükürüyorlardı.


“Siktir, bu dağ çok kötü!

Bir saat koşturup durduk ve sonu yok! Geri dönmek için bir saat daha
koştuk!”

Hayalet Xie Lian’a döndü. “Hayır.”

Xie Lian sordu. “Tırmansak veya üzerinden uçsak?”

Tam kelimeler dudaklarından dökülürken, büyük, iki metrelik bir kuş


VOOOŞ diye uçtu ve gökten düştü, sertçe yere çarpmıştı ve çarptığı yerde
ölüvermişti. Bir hayalet ağladı. “ÖLDÜ! KUŞ

YORGUNLUKTAN ÖLDÜ VE YİNE DE KARŞIYA GEÇEMEDİ!”

Hayalet tekrar Xie Lian’a döndü. “Hayır.”

Xie Lian tekrar denedi. “O zaman biz…”

Ama o daha sorusunu tamamlayamadan etraftaki tüm hayaletler sanki


sahiden çenesini kapatmasını istiyorlarmış gibi onu şişştledi. “SORMAYI
BIRAK, ŞOM AĞAZLI!”

“Pekala.” Xie Lian itaat etti.

Yüzlerce hayalet ve iblis bu aşılamaz, tırmanılamaz, geçilemez dağ sırtında


takılı kalmıştı, ve bir sürü ses vızıldıyor, inanılmaz bir gürültü yapıyorlardı.
Birileri konuştu. “Anladım! Bu sıradan bir dağ değil, bir perde.”

Bazıları ise. “Millet, bu dağı geçtikten sonra Tong Lu Dağı hemen ardında
olmalı. Bu dağ muhtemelen Tong Lu’ya girmek için aşılması gereken ilk
engel. Eğer böylesine basit bir testi geçemiyorsak, o zaman bundan sonra
gelecekleri geçebileceğimizi düşünmemiz bile çok saçma, evlerimize
dönsek daha iyi.”
“DURUN!”

“Neden ki?”

Şaşkın bir ses konuştu. “Neden… burnuma garip bir koku geliyor?”

“Ne kokusu? Yanında ölü bir insan taşımadığından emin misin?”

Ses devam etti. “Hayır, hayır. Ölü kokusu değil bu, yaşayan kokusu! Hayır
hayır hayır, bu da doğru değil!... Daha çok… BİR CENNET
MENSUBUNUN KOKUSU!!!”

Kelimeler duyulduğu anda bir alarm yükseldi ve kalabalıktaki tüm


hayaletler haykırmaya başladı.

“NE?! BENİMLE DALGA MI GEÇİYORSUN, BURDA CENNET


MENSUBUNUN İŞİ NE?”

“AHH DURUN! Ee… BEN DE ALDIM!”

“Biz neden almıyoruz?”

“Şimdi siz bahsedince, sahiden de… BİR CENNET MENSUBU


ARAMIZA MI SIZDI?!”

“İmkansız… Hangi cennet mensubu böyle bir yere gelecek kadar gözüpek
olur ki?”

Tüm bu sesler çınlarken, telaş her yerden yükseliyordu. Xie Lian biraz
endişelenmeye başlamıştı ama yüzü hiçbir şeyi ele vermiyordu.

Hua Cheng biraz önce kokusunu saklamasına yardım etmişti, neden hala
kendi kokusu dışarıya sızsındı ki? Kimse onun araya karıştığını fark
etmemeliydi.

Hua Cheng elini tuttu ve fısıldadı. “Gege dikkatli ol, birisi ortalığı
karıştırıyor ve bilerek kargaşa yaratıyor.”
“Benden başka bir cennet mensubunun da içeriye sızmış olması muhtemel.”
Dedi Xie Lian.

Tam bu sırada, ilk insana ait bir koku aldığını duyuran hayalet bir tümseğe
sıçradı. “MİLLET! Belki bu cennet diyarındaki geberesice cennet
mensupları bizi durduramayacaklarını görmüş bu nedenle kutlamamızı
berbat etmek için Tong Lu Dağına birilerini göndermişlerdir. Maske ve
pelerin takan veya ağır katmanlar giyen herkesin üzerindekileri çıkarmasını
öneriyordum, böylece ruhani haleleri hemen fark edelim. Millet, birer birer
unvanlarınızı söyleyin, onlara aramıza karışmaları için fırsat tanımayın!”

Hayalet kalabalığı fikri alkışladı ve hayalet devam etti. “İlk ben başlıyorum!
Ben ‘Hayatı Hızla Söndüren Kılıç İblisi’ – bir celladın kafa kesen kılıcı.
Sadece öldürmek ve kafaları kesmek için var olmuş

bir bıçak!”

“…”

Xie Lian’ın tecrübelerine göre, bir unvan ne kadar abartılırsa, ‘eşi benzeri
olmayan’, ‘bin elli’,

‘muhteşem’ veya ‘hayat söndüren’ gibi, o kadar kolay yok edilebilir


olurlardı. Çoğu zaman tek hamle yeterli gelirdi. Bazen ise üç tanesi tek
hamlede yok edilebilirdi. Hemen ardından yüzlerce unvan gürültüyle
bağırıldı ve Xie Lian dinlerken başını iki yana salladı. Aniden yanındaki
hayalet ona dirsek attı. “Hey, sen neden hala pelerinini çıkartmadın? Nesin
sen?”

Saygısız bir şekilde söylemek istemiş gibi görünmüyordu; eğer insan


değilse, o zaman ‘kim’ yerine sadece ‘ne’ diye sorabilirdi o yüzden ortada
bir kabahat yoktu. Hatta, etrafta maskelerini ve pelerinlerini çıkartmamış
pek çok hayalet vardı; üstelik birisi Xie Lian’ın yakınındaydı ve bağladığı
kollarıyla etrafı izliyordu. Ama ilk seslenilen Xie Lian olmuştu ve tüm
gözleri üzerinde görünce, kendi bedbahtlığını kabul etti ve pelerini çıkarttı,
nazik bir şekilde konuştu. “Ben Kukla Ustasıyım.”
Hayaletlerin hepsi yaklaştı ve etrafını sardılar. “Anladım! Demek o yüzden
bu kadar çok insana benziyorsun. Hayatımda ilk kez bir Kukla Ustası
görüyorum!”

Xie Lian konuşmadan gülümsedi. Kukla Ustası, oldukça zayıf kötülük


özüne sahip bir tür hayaletti.

Mükemmel kuklayı üretmek için, pek çok farklı materyalle çalışırdı ve bu


yüzden pek çok farklı kokuyla sarılması tuhaf karşılanmazdı. Özellikle de
insan derisine bayıldıklarından, insan kokusu çoğu zaman bedenlerinde ağır
olurdu. Bir Kukla Ustasının en büyük hayali de bir cennet mensubunun
saçlarını yolmak ve kuklaları için bir peruk yapmaktı, ve bazıları bunu
deneyecek kadar cüretkardı bile.

Böylece, etrafta cennet mensubu kokusu olması da tuhaf karşılanmayacaktı.

Bir hayalet sordu. “O zaman kuklan nerde?”

Xie Lian etrafı taradı, ardından eğilerek Hua Cheng’i kaldırdı.

Tüm hayaletler mest olmuştu. “Vay, ne kadar narin!”

“Ne tür materyaller kullandın? Cık cık cık, çok gerçekçi olmuş.”

“Sıkı bir rakip olacak bu herif…”

“Nesi gerçekçiymiş? Bence sahte görünüyor. Derisi biraz fazla beyaz değil
mi? Neden çocukların o kadar uzun kirpikleri olsun?”

Her ne kadar Hua Cheng ifadesiz bir yüzle kollarını bağlamış olsa da, yine
de etraflarındaki pek çok kadın hayaletin atmayan kalpleri onun
görüntüsüyle çarpılmıştı. “Ölüyorum, ne kadar yakışıklı bir kukla!”, “Usta,
komisyon kabul ediyor musun? Aynısından bir tane sipariş edebilir miyim?
Ücrette anlaşırız.” Bazıları denemek ve sevmek için uzandı bile, kendilerine
engel olamıyorlardı. Xie Lian hemen onu tekrar kollarına aldı ve hayaletleri
üzdü. “Ne kadar pintisin! Dokunmamıza bile izin vermeyecek misin?”

Xie Lian sol koluyla Hua Cheng’i daha da sıkı tuttu ve sağ eliyle saçlarını
savurdu. “Elbette. O benim kuklam. Ayrıca, oldukça sinirlidir. Ona benden
başka kimse dokunamaz, yoksa çok sinirlenir.”

Kollarındaki Hua Cheng kaşlarını kaldırdı ve tüm hayaletler yüksek sesle


güldü. “AİİYYAA, KAŞLARINI BİLE KALDIRABİLİYOR! VALLAHİ
ATARLI!”

Tam bu sırada aniden bir ses yükseldi. “Bence yalan söylüyor.”

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 144: Tong Lu Dağının Kapıları Açık, Milyonlarca Hayalet


Buluşuyor Xie Lian bakmak için döndü ve konuşanın ‘Hayatı Hızla
Söndüren Kılıç’ olduğunu gördü. Suçluyordu.

“Üzerindeki insan kokusu biraz fazla güçlü.”

Kalabalıktaki hayaletlerin hepsi azarladı. “O bir Kukla Ustası…


anlaşılabilir bir durum. Üzerinde kötülük özü de var.”

Hayatı Hızla Söndüren Kılıç İblisi karşı çıktı. “Hayır, hayır, yakından bakın
millet. Bu ‘Kukla Ustası’nın üzerindeki kötülük özü içinden sızıyormuş gibi
değil de, daha çok üzerine bulaşmış gibi görünüyor.”

Üzerindeki kötülük özü lekesi normalde ayırt edilmez olmalıydı ama bir
kez hayaletlerden oluşan kalabalığa işaret edilince, detaylar bir anda
büyümüştü. Hayatı Hızla Söndüren Kılıç İblisi ilk başta zekiymiş gibi
görünmemişti, tıpkı Cennetin Gözü gibi, ve Xie Lian onu önemsiz birisi
olarak değerlendirmişti, ama kimin aklına kandırılması kolay olmayan birisi
olduğu gelirdi ki? Bir hayalet konuşmaya başladı. “Bu konuda oldukça
bilgiç görünüyorsun, sözlerini kanıtlamanın bir yolu var mı peki? Nereden
bileceğiz? Bir fikrin var mı?”

Hayatı Hızla Söndüren Kılıç İblisi cevapladı. “Evet. Onun ne olduğunu tam
olarak belirleyebilecek bir silah var!”

Kol yenlerinden bir nesne çıkarttı. Gördükleri anda tüm hayaletler


gerilemişlerdi. “SİKTİR! ÜZERİNDE
SARI TILSIM MI VAR SENİN?! CENNET MENSUBU SEN
OLMAYASIN?”

Hayatı Hızla Söndüren Kılıç İblisi dürüst bir şekilde açıkladı. “Hayır!
Buraya gelirken yolda birkaç efsuncu öldürdüm ve eşyalarını aldım, hepsi
bu. Bunlar sadece küçük hayaletler ve önemsiz minik canavarlarla
ilgilenmek için kullanılan sıradan sarı tılsımlar. Hepiniz buraya
varabildiğinize göre, eminim bu tılsımların size bir zararı dokunmaz.
İzleyin!”

Ardından sarı tılsımı alnına yapıştırdı. Çıt çıt, sarı tılsım yüzünde siyah bir
duman bulutu oluşturarak yandı, geriye sadece alnında siyah kül izi
kalmıştı. Hayatı Hızla Söndüren Kılıç İblisi konuştu. “Her ne kadar bu
tılsım bana hiçbir şey yapamasa da, benim kim olduğumu gösteriyor.”

Kağıt tılsımlar hayaletler ve iblislerle baş etmek için kullanılabilecekleri


gibi, bir yandan da, kişinin sahiden bir insan olup olmadığını da
belirleyebiliyordu. Hayatı Hızla Söndüren Kılıç İblisi Xie Lian’ı işaret etti.
“Eğer sahiden bir Kukla Ustasıysan, o zaman alnına bir sarı tılsım yapıştır.
İz bırakıp bırakmadığını göreceğiz.”

Xie Lian görünürde hiçbir tepki vermedi ama zihni hızla çalışıyordu. Ancak
Hua Cheng fısıldadı.

“Endişelenme gege.”

Böylece, Xie Lian Hua Cheng’in ihtimaller konusunda emin olduğunu


biliyordu. Hua Cheng’i yere bıraktı ve kolayca uzandı, tılsımı aldı ve alnına
yapıştırdı. Çıt çıt, sarı tılsım siyah bir duman bulutu oluşturarak yandı,
ancak duman dağıldıktan sonra Xie Lian’ın alnında hala hiçbir iz yoktu!

Bu da üzerindeki kötülük özünün sadece yüzeysel bir şekilde bulaştığını


kanıtlıyordu.

Kollarını çaprazlamış olan pelerinli kişi dışında tüm hayaletler anında


etrafını sardılar, bağırıyor ve uluyor, her yerden tuhaf tuhaf silahlar
çekecekmiş gibi görünüyorlardı, ama bir anda görünmez bir kalkana
çarptılar. Kalabalıkta tüm hayaletler şaşırmışlardı. “Vay, vay! Yetenekliymiş
de!”

Xie Lian ellerini açtı. “Ben hiçbir şey yapmadım.”

Tam bu sırada arkasında durmakta olan Hua Cheng konuştu.

Yumrukları iki yanında yaklaştı. “Sizi cahil köy kabağı hayaletleri, ne diye
şaşkın görünüyorsunuz”

“Ve sen dünyadan biri misin, küçük bir hayalet bebek?”

“Üzerinde kötülük özü olmadığı yalan değil. Siz ikiniz kimsiniz, hemen
kendinizi tanıtın, şimdi!”

Hua Cheng cevapladı. “Hepiniz salaksınız. Elbette onun üzerinde kötülük


özü yok, çünkü gerçek Kukla Ustası benim!”

Kelimeler dudaklarından döküldüğü anda etraftaki tüm hayaletler son


derece ürpertici bir esintinin yanlarından geçtiğini hissettiler, sanki tüm
bölge donacakmış gibiydi. Soğuk bedenleri olmasına rağmen üşümüşlerdi.
“…Ne… Neler… oluyor?”

“Size dünyamdan bir tat sunuyorum, hepsi bu.” Dedi Hua Cheng.

Halesini baskıladı ve hayalet kalabalığı en sonunda titremeyi kesti. Hayatı


Hızla Söndüren Kılıç İblisi sorguladı, korkmuş görünüyordu. “Eğer… Eğer
sen Kukla Ustasıysan ve o da Kukla Ustasıysa, o zaman kukla kim? Hayır
hayır, o olamaz, o nasıl bir varlık?”

Hua Cheng daha cevap vermeden Xie Lian gülümsedi. “Açık değil mi, ona
ait bir varlığım.”

Hayalet kalabalığı bir anlığına şaşırmıştı, ardından en sonunda anladılar.


“Demek – Demek tam tersiydi? O usta ve o da kukla mı?!”

Hayatı Hızla Söndüren Kılıç İblisi hala şüpheliydi. “O zaman neden biraz
önce ben Kukla Ustasıyım demedin? Yalan söylemekteki amacın nedir?”
Hua Cheng gülümsedi. “Komik olur demiştim.”

Xie Lian da gülümsedi. “Evet. Efendimin komik bulması en önemli


sebebi.”

Kadın hayaletler ilk şoku atlattıktan sonra uzun pençelerini ve dillerini


çıkarttılar ve Xie Lian’ın etrafını yeniden dolaşmaya başladılar, onu
inceliyorlardı. Bir nedenle, kadın hayaletlerin onun hakkında yaptıkları
yorumlar, Hua Cheng’i incelerken yaptıklarından tamamen farklı bir
konsepte sahipti.

Nedense, daha da cüretkar olmuşlardı:

“Yani bu küçük gege gerçek kukla mı? Aiiyaa, bu yaş daha çok hoşuma
gitti, şimdi daha da fazla bir tane istedim! Sipariş almadığından emin
misin?”

Xie Lian nazikçe cevap verdi. “Eee… İlginize teşekkür ederiz. Ama aslında
ben oldukça yaşlıyım…”

“Bu materyal insan derisi, değil mi? Çok temiz bir şekilde ilgilenilmiş, o
kaba saba heriflerin üzerindeki kokuşmuş, iğrenç Yang kokusu da yok.
Usta, bu bakımı sağlamayı nasıl başarıyorsun? Parfüm mü kullandın?”

“İnsan derisi.” Xie Lian cevapladı. “Parfüm yok. Sadece düzenli aralıklarla
banyo yapmak ve bol su içmek yetiyor.”

“Vay! Bu kukla pek çok şey yapabiliyor! Bir sürü. Hem yüzü hem vücudu
baya iyi değil mi? Görünüşe göre cildinin dokusu da çok yumuşak. Ama
biraz fazla zayıf, acaba şu kıyafetleri çıkartsa altında biraz daha et bulabilir
miyiz hehehehehe…”

Xie Lian tüm bu zaman boyunca nazik ve mütevazı bir gülümsemeyi


koruyordu, ama bazı kadın hayaletlerin parlayan gözleriyle onun göğsüne
dokunmak için yaklaştıklarını görünce kaşları titredi.

Hua Cheng iki parmağını birleştirdi ve hafifçe onlara doğru savurdu, narin
ve bir yandan da çürümüş
olan eller uzağa itilmişti. Xie Lian hemen saklanmak için Hua Cheng’in
arkasına çömeldi. Kadın

hayaletler kızmışlardı. “Ne, yoksa bu hayaletinde sinirli olduğunu ve başka


insanların ona dokunmasından hoşlanmadığını mı söyleyeceksin? Gayet
tatlı görünüyor!”

Hua Cheng uzandı ve Xie Lian’ın çenesini kaldırdı. “O sahiden iyi


huyludur, ama ben değilim.

Sevdiğime benden başka kimse dokunamaz.”

Xie Lian ona uydu ve yüzünü kaldırdı, kahkahasını tutmakta o kadar


zorlanıyordu ki karnına ağrılar girmişti. Yine de işbirliğine devam ediyordu
ve Hua Cheng’in gözlerinin içine baktı, içten bir şekilde konuştu. “Hayır.
San… Efendim de oldukça iyi huyludur.”

Hua Cheng de kahkaha attı, oldukça tatmin olmuş görünüyordu. İkisi


bakışmaya devam ediyorlardı, role oldukça girmişlerdi, ama kenardaki
başka bir hayalet araya girdi. “Yine de üzerindeki insan kokusu bence fazla
güçlü.”

“O zaman ne yapacağız?” Kadın hayalet sorguladı.

Hayalet cevap verdi. “Duyduğuma göre kuklaların içinde et olmazmış, bu


yüzden bıçaklandıklarında kanamazlarmış. Ona bir kılıç saplayayım ve
bakalım…” Sözlerini daha tamamlayamadan sert bakışlar onu korkudan
susturdu.

Hua Cheng soğuk bir şekilde konuştu. “Ona dokunmayı dene, yap bakalım.
Tüm kalbimle sevdiğim şeylerin senin tarafından dokunulmasına izin
vereceğimi mi düşünüyorsun?”

Hayalet kalabalığı biraz önce onun halesi tarafından geriye itilmişti ve


şimdi Hua Cheng tehdit etmeye başlamıştı, tek bir kaslarını dahi
oynatmadılar ve bilinçsiz bir şekilde onlara daha fazla alan açmak için
geriye çekildiler. Her şeyi başlatan Hayatı Hızla Söndüren Kılıç İblisi
işlerin sarpa sardığını gördü ve birdenbire ortamı yumuşatmak için ilk öne
atılan kişi olmuştu. “Lütfen kızma Kukla Ustası. Henüz Tong Lu Dağının
sınırlarına girmedik, yol boyunca konuşabiliriz. Şimdiden kendi aramızda
çekişmeye başlamayalım.”

Hua Cheng’in gözleri etrafa baktı. “Benim kuklamla uğraşacağınıza, neden


hala pelerinlerini çıkartmayanlarla konuşmuyorsunuz?”

Tuhaf pelerinli tip tüm bu zaman boyunca kenarda durmuş ve kargaşa


başladıktan sonra da pelerinini çıkartmamıştı ve sanki memnun bir halde
gösteri izlermiş gibi kollarını çaprazlamış duruyordu, şamataya tamamen
aykırıydı. Şimdi Hua Cheng onu işaret edince, kendisi gösterinin yıldızı
haline geldiği için daha fazla izleyemeyecekti. Hayatı Hızla Söndüren Kılıç
İblisi öne çıktı. “Bu dostumuzda görebilmemiz için pelerinini çıkartacak
mı?”

Pelerinli kişi uzun bir süre boyunca duraksadı ve Xie Lian tam onun
arkasını dönüp kaçacağından emin olduğu sırada pelerinli aniden uzandı ve
pelerinini çekip çıkarttı.

Pelerinin altında yakışıklı ama sıradan ve normal bir yüz vardı.

Böyle bir kişi, eğer bir kalabalığın ortasına atılırsa, kötü görünmezdi ama
kolayca unutulurdu, görüntüsü o kadar sıradandı ki gören hayaletlerin hepsi
hayal kırıklığına uğramıştı. Ancak Xie Lian endişelenmeye başlamıştı.

“Bariz, sahte bir yüz.” Dedi Hua Cheng.

Sesini sadece Xie Lian duyabiliyordu ve Xie Lian başını salladı. Bazen, bir
cennet mensubu veya tanınmış bir hayaletin ölümlü diyarda işi olduğu
zaman, gerçek hallerini kullanmak yerine böyle bir sahte yüz seçerlerdi.
Böyle zamanlarda değişimin en önemli noktası ‘sıradan ve normal’di,
yakışıklı veya değil, yüzüne bir kişi ne kadar uzun süre bakarsa baksın,
arkasını döndüğü anda unutacağı kadar

sıradan olduğu sürece fark etmezdi. Başarılı bir dönüşümün tescili buydu.
Pelerinli kişinin yüzü böyle bir değişim için anahtar noktalara sahipti, bu
yüzden yüksek ihtimalle gerçek bir yüz değildi ve gerçekte kim olduğu
bilinmiyordu.
Hayatı Hızla Söndüren Kılıç İblisi sarı bir tılsım uzattı. Pelerinli kişi tılsımı
aldı ve tereddüt etmeden alnına yapıştırdı. Çıt çıt, duman, bir iz.

Görünüşe göre bu kişi de bir hayaletti ve insan değildi.

Tüm bu karmaşanın ardından kalabalık sinirlenmeye başlamıştı. “Yani


aramıza karışmış bir cennet mensubu var mı yok mu?”

“Bunu ilk kim demişti? Yanılmadıysan iyi edersin.”

Hayatı Hızla Söndüren Kılıç İblisi elini kaldırdı. “İlk fark eden benim, ama
haklıyım! Kesinlikle bir cennet mensubu kokusu aldım… AH!”

Beklenmedik bir şekilde konuşmasının ortasında aniden çığlık attı ve


yuvarlandı. Şok olan Xie Lian öne atıldı ve iblisin bedenin fazladan kanlı
bir delik olduğunu gördü. Bir şey karnına saplanmıştı ve yaranın üzerinde,
sadece bir cennet mensubunun vücudundan bulunabilecek ruhani ışığın
hafif bir kalıntısı vardı!

Kalabalıktaki hayaletler şok olmuşlardı. “YARASINA BAK! SAHİDEN


ARAMIZDA BİR CENNET MENSUBU

VAR!”

Hayatı Hızla Söndüren İblis Kılıcı kanlı deliği kapattı ve haykırdı, çok
korkmuştu. “MİLLET DİKKATLİ

OLUN! BİZİ ÖLDÜRMEK İSTİYORLAR!”

Hayalet kalabalığı bir anda korkudan delirmişti, patlayan bir kazan


gibiydiler ve hepsi silahlarını çekmiş herhangi bir yönden gelecek düşmanla
yüzleşmeye hazırlardı, bağırıyorlardı. “KİM O? KİM BİZİ

ÖLDÜRMEK İSTİYOR?! NEDEN SAKLANIYORSUN?!”

Hayatı Hızla Söndüren Kılıç İblisi yaralandığı zaman, Xie Lian’ın aklından
geçen ilk şey, ‘Kendilerine böyle komik unvanlar verenlerin ilk öleceğini
biliyordum!’ olmuştu. Ardından gözlerini kırpıştırdıktan sonra bağırdı.
“MİLLET GÖRDÜNÜZ DEĞİL Mİ? EFENDİM VE BEN TÜM BU
ZAMAN BOYUNCA SİZİN

GÖZETİMİNİZ ALTINDAYDIK, HİÇBİR ŞEY YAPMADIK.”


Konuşurken pelerinli figüre doğru sert bir bakış

attı. O da elini kaldırdı, bastırılmış kısık sesiyle konuştu. “Ben de.”

Xie Lian Hayatı Hızla Söndüren Kılıç İblisinin yaralarına bakmak için
eğildi ve bildirdi. “Bu bir kılıç yarası. Şu anda her kim kılıç kullanıyorsa…”
Başını çevirdiği zaman kelimeler boğazına dizilmişti.

Görünüşe göre kılıç sadece ölümlü ve cennet diyarında popüler bir silah
değildi, hayalet diyarda da öyleydi. Mevcut olan dört yüz kadar hayaletin
içerisinde en azından üç yüz tanesi kılıç taşıyordu, sayılamayacak kadar
çoklardı. Xie Lian boğazını temizledi. “Eğer önceki gibi sarı tılsımlarımız
olsaydı, kimin kim olduğu konusunda endişelenmemiz gerekmezdi.”

Elbette, öylesine yapılmış bir yorumdu, kendisini yardım ediyormuş gibi


göstermeye çalışıyordu. Eğer sahiden bu kalabalığa sızmış cennet
mensupları varsa, kesinlikle onları ifşa etmek istemezdi. Hayatı Hızla
Söndüren Kılıç İblisinde de daha fazla sarı tılsım olmasına imkan yoktu.
Ancak beklenmedik bir şekilde tam o yorumunu yaparken, Hayatı Hızla
Söndüren Kılıç İblisi sahiden kalın bir deste sarı tılsım çıkarttı. “AH!
FAZLASIYLA VAR!”

“…”

Xie Lian kendini geriye bakmaktan alamadı. “Onları nerenden çıkarttın


sen?”

“BUNUN BİR ÖNEMİ YOK!” Dedi Hayatı Hızla Söndüren Kılıç İblisi.

“Hayır, elbette önemi var.” Dedi Xie Lian. “Normalde yolda giderken
üzerinde bu kadar ağır yükler taşımazsın, insanları öldürmeye yetecek
ağırlıkta tuğlalar kadar kalınlar… toplamda kaç efsuncu öldürdün sen?”
Hayatı Hızla Söndüren Kılıç İblisi ona ters ters baktı. “Yirmi kadardı
herhalde.”

…Demek öyleydi. Eğer öldürdüğü her efsuncunun üzerinde on taneden


fazla tılsım bulunuyorsa, hepsi birleşince iki yüzden fazla ediyorlardı!

Daha fazla gecikmeden, hayaletlerden oluşan kalabalık aralarındaki cennet


mensubunu bulmaya niyetliydi, hızla bu kaba metodu uygulamaya koymaya
başladılar. İkişerli gruplara ayrıldılar, her biri karşısındakinin alnına sarı
tılsımı yerleştirdi ve alınlarında kül izi kalacak mı diye baktılar. Bazı küçük
hayaletler hala korkuyorlardı. “Bunu yapmak zorunda mıyız? Ruhuma zarar
vermesin…”

“Vermez, vermez, hepsi biraz önce kullandığımız tılsımlar gibi, oldukça


zayıflar, bu yüzden en fazla iz bırakırlar.”

“Aa…”

Hua Cheng gözlerini kıstı ve bir şey fark etmiş gibi görünüyordu. Kısa bir
süre sonra dört yüz kadar hayaletin ardı ardına alınlarına sarı tılsımlar
yerleştirilmişti, tuhaf ve komik görünüyorlardı. Ancak tılsımlar
yapıştırıldıktan sonra hiçbir şey olmadı.

Hayaletler birbirlerine baktılar. “Neler oluyor?”

“Hey, Hızlı Kılıç İblisi, ne tür efsuncular öldürdün sen? Neden tılsımlar bu
kadar boktan, işe yaramıyorlar.”

Xie Lian en başından beri bir tuhaflık olduğunu hissediyordu ve şimdi


kaşları çatılmıştı. Tam konuşacaktı ki yanındaki bir kadın hayalet
dudaklarını büzdü ve inledi. “Artık bunu yapmayacağım, ben bu şeyi
yırtıcam… ne? Neler oluyor? Üzerimden neden çıkartamıyorum?”

Birkaç kadın hayalet daha aynı anda çığlığı bastılar. “BEN DE! NEDEN
ÇIKMIYOR?!”

Lanet!

Aynı anda Hua Cheng kısık bir sesle uyardı. “Gege, eğil!”
Xie Lian hemen talimatlarına uygu ve Hua Cheng kulaklarını kapattı. Çok
uzak sayılmayacak bir yerde, pelerinli kişi de hızla pelerinini çekti, yere
yarı diz çökmüştü. Kısa bir süre sonra BUM BUM BUM BUM

BUM BUM! Havai fişek seslerine benzeyen patlama gürültüleri gökleri


inletti!

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 145: Tong Lu Dağının Kapıları Açık, Milyonlarca Hayalet


Buluşuyor Xie Lian sadece her yönden yükselen vahşi titreşimleri
duyabiliyordu ve tarif edilmesi zor, tuhaf bir koku havaya karışmıştı.

Sarı tılsımların hepsi patlamıştı!

Ve onları alınlarına yapıştıran hayalet ve iblislerden, katı olanlarının


beyinleri uçmuş, kan ve et sıçramıştı ve bedeni olmayanlar şekilsiz bir hale
gelmiş, siyah dumanları tütüyordu. Dağ sırtı uluma ve ağlama sesleriyle
dolmuştu. Hiç etkilenmemiş gibi görünen Hua Cheng, Xie Lian’ın
kulaklarını koruyan ellerini indirdi. Xie Lian ayağa kalktı, tetikteydi. Biraz
önce o sarı tılsımları birer birer incelemişti ve hepsi de sıradan ruh çıkartma
tılsımlarıydı, nasıl böylesine şok edici bir etki meydana getirebilmişlerdi?

Tam bu sırada dumanı tüten göklerden parçalanmış bir kağıt düştü ve hızlı
bir hareketle Xie Lian bakmak için kağıdı yakaladı ve hemen olanları
çözmüştü. “Ne kurnaz.”

Bir sarı tılsımın parçalanmış bir köşesiydi. Eğer parçalanmamış olsa fark
edilmeyebilirdi, ama şimdi iki katmandan oluştukları görünebiliyordu!

Bir kağıt katmanı üst kısmını kapatmıştı ve üzerinde sıradan büyüler işliydi,
ama son derece ince bir diğer kağıt parçası daha vardı ve her ne kadar
büyünün tanınmasına izin veremeyecek kadar yanmış

olsa da, pis ve saldırgan bir efsunun yazılı olduğuna hiç şüphe yoktu.
Toz bulutları uçtu ve havayı doldurdu, etraf net seçilemiyordu ve hala
birisinin bu fırsatı pusu kurmak için kullanacağından korkan bazı hayaletler
çığlık atıyorlardı. Xie Lian hemen dikkat çekmemeye karar verdi ve bir
hayalet bağırdı. “DURUN! KATLEDİLİŞ HENÜZ BAŞLAMADI, NEDEN
ŞİMDİDEN HAMLE

YAPIYORSUNUZ?!”

“EVET! HEPİMİZ HAYALET OLDUĞUMUZ İÇİN ÖNCE BARIŞÇIL


BİR ŞEKİLDE DAĞA GİDEN BİR YOL

BULMAK KONUSUNDA ANLAŞMAMIŞ MIYDIK??”

Kaba bir ses güldü. “Sizin gibi aptallar ilk turdan elenmeyi hak ediyor!
Katliamın ne zaman başlayacağını belirten bir tabela hiç var olmadı ve
madem ki hepimiz rakibiz, elbette hızlı olan kazanacak! Saldırmadan önce
selam vereceğimi mi sandınız?”

“DUR! DUR! GERİ ÇEKİLİYORUM! DAHA TONG LU DAĞINA


GELMEDİK! ŞİMDİ GERİ ÇEKİLSEM OLMAZ

MI??”

Duman ve toz bulutları yavaşça aralandı ve tüm hayaletler açıkça


görebilmeye başladılar, hepsinin ödü kopmuştu. “HA?! BU NASIL
OLDU?!”

Sadece onlar da değil, Xie Lian bile önündeki manzara nedeniyle


çarpılmıştı.

İlk geldiklerinde karşılarındaki yolda ne geçilebilen ne aşılabilen bir dağ


sırtı önlerini kapatıyordu.

Ancak şimdi bakınca, bir nedenle, dağ kaybolmuştu.

Hayır, kaybolmamıştı. Arkalarına geçmişti.

Görünüşe göre, onlar farkına bile varamadan Tong Lu Dağının sınırlarına


girmişlerdi!
Xie Lian aniden anladı, Tong Lu Dağına ait tabelalar olup olmadığını
sorduğu zaman, Hua Cheng var olduklarını ama onlara güvenmemesi
gerektiğini söylemişti. Çünkü o ‘tabelalar’ oyunlar yapan haylaz bir
çocuktan farksızlardı ve kendi kafalarına göre hareket ediyorlardı!

Aniden, Xie Lian arkasındaki bir sesin alay ettiğini işitti. “Ne tür bir
kukladan yapıldığını görmeliyim, belki de başka bir şeysindir?”

Hayatı Hızla Söndüren Kılıç İblisi!

Xie Lian hızla döndü ancak RuoYe henüz uçamadan, ürpertici bir ışık çaktı
ve Hayatı Hızla Söndüren Kılıç İblisi çığlık atmaya fırsat bulamadan ikiye
bölünmüştü!

Xie Lian kontrol etmek için baktı ve sahiden kelimenin tam anlamıyla temiz
bir şekilde ikiye kesildiğini ve daha ölü olamayacağını teyit etti. Başını
kaldırdı ve saldıran kişinin tuhaf görünümlü pelerinli kişi olduğunu ve bu
esnada kılıcını yavaşça kınına koyarken istikrarlı, emin adımlarla
yürüdüğünü gördü.

Xie Lian hem figürün hem yürüyüş tarzının ona tanıdık geldiğini
hissediyordu ve doğruldu. “İyi Beyefendi, siz kimsiniz?”

Adam sırıttı ve tam cevap verecekti ki aniden eğildi. Bu beklenmedik


hareketi görünce Xie Lian’ın kafasında alarm zilleri çaldı ve onu dikkatle
inceledi, sürpriz bir saldırıya karşın tetikteydi. Ancak adam sadece eğilmiş
ve iki kolunu iki kadın hayaletin ince beline sarmıştı. “Leydilerim iyiler
mi?”

İki kadın hayaletin de çekici yüzleri ve fizikleri vardı, ve kılıç taşımadıkları


için sarı tılsımları kullanmamış ve böylece felaketten kaçabilmişlerdi. Yine
de, patlamanın yarattığı dalga onları bayıltmıştı. Şimdi ise birisi onları
kucağına almış, tutkuyla sesleniyordu ve yavaşça kendilerine geldiler,
minnettar hissediyorlardı. “İyiyim, teşekkür…”

Ancak aniden daha ‘teşekkür ederim’ dudaklarında tam olarak


şekillenemeden kadın hayaletlerin yüzü değişti ve pelerinli garip adamı
ittiler. “DEFOL GİT BURADAN!” Ardından aceleyle kaçtılar. Adam iki
kez tokatlandığı halde sinirlenmiş görünmüyordu daha çok şaşkın gibiydi,
çenesini ovalarken kaşlarını çattı. “Nasıl yani? Bu surat o kadar da çirkin
değil?”

“…”

Her ne kadar kılık değiştirmiş olsa da Xie Lian onun kim olduğunu hemen
anlamıştı. “General Pei, senin burada ne işin var?”

Adam ona döndü ve gülümsedi, elini yüzünün önünden geçirdi ve gerçek


yüzü belirdi. Pei Ming’di sahiden.

“Doğal olarak, İmparator Ekselanslarına yardım etmemi söylediği için


buradayım.”

“Sahiden mi?” Dedi Xie Lian. “Teşekkür ederim, teşekkür ederim. Zorluk
çıkarttığım için üzgünüm.

Burası oldukça tehlikeli, görebileceğin üzere.”

“Gege, minnettar olmana gerek yok. Jun Wu’dan hizmetlerinin karşılığını


alacaktır.” Dedi Hua Cheng.

Pei Ming yaklaştı ve Hua Cheng’in önünde durdu, eğildi ve o anki boyunu
gösteren bir el işareti yaptı, kahkaha atıyordu. “Gözlerim beni yanıltıyor
mu? Bu Lordum Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuru değil mi?

Kişi sahiden zamanla iyi yönde değişirmiş, tersine büyümek için ne yedin?
Ha…”

Sadece bir kez ‘ha’ diyebilmişti ve Xie Lian’ın ipek bandajı serbest kaldı, o
kadar sert bir şekilde savrulmuştu ki az kalsın Pei Ming’i uçuracaktı, ucu
ucuna kaçabilmişti, geriye sıçradı. “Ekselansları, Hua Chengzhu’ya ne
kadar değer veriyorsun böyle? Şaka bile yapamayacak mıyım?”

Xie Lian ağırbaşlı bir şekilde sordu. “Sen sahiden General Pei misin?”

Pei Ming belindeki kutsal kılıca dokundu, görmesi için kaldırdı. “Gerçek ve
hakiki, sahteyse değişim yapılır.”
“Değişim falan yok. Eğer sahteyse, doğrudan geri veririm.” Dedi Xie Lian.

“Gege, öldür onu. O sahte.” Dedi Hua Cheng.

“Hey!”

“Eğer sahiden General Pei’ysen, o zaman neden sarı tılsım alnında kül izi
bıraktı?” Xie Lian sorguladı.

“Çok basit.” Dedi Pei Ming. “Hepsi bunun sayesinde.” Ardından Xie Lian’a
küçük bir şey attı. Tetikte olduğu için Xie Lian eliyle yakalamadı, onun
yerine kılıcını kullanarak ucuna geçirdi ve gözlerine yaklaştırdı. “Şeker
mi?”

Kılıcının ucunda siyah ve parlak küçük bir şeker vardı. Pei Ming birini de
ağzına attı. “Hayalet Şehirden satın alınmış Hayalet Kokusu Şekeri. Bir
tane çiğnersen ağzın kötülük özüyle doluyor, tüm içten dışa sarıyor. İnsan-
dışı bir yaratık kılığındayken oldukça elverişli.”

Xie Lian hayalet tadının nasıl olduğunu çok merak ediyordu ve Hua
Cheng’e döndü. “Eğer öyleyse, biz de gelmeden önce Hayalet Kokusu
Şekeri satın almalıydık.”

Ancak Hua Cheng şekeri ondan aldı ve konuştu. “Gege, eğer Hayalet
Şehirden bir şey istiyorsan bana söylemen yeterli. Ama böyle şeyler
yememelisin.”

“Neden?”

Hua Cheng hiç güç kullanmamıştı ama şeker çığlık attı ve siyah bir dumana
dönüştü. Açıkladı. “Hayalet Şehirdeki her şey tehlikelidir. Tıpkı bu şeker
gibi; şaibeli bir imalat evinde üretiliyor ve içerikleri çoğu zaman nereden
geldikleri bilinmeyen en aşağılık, cılız hayaletler. Bunlardan yemek
bedenine zarar verir.”

Pei Ming çokta düşünmüyordu. “Sorun yok. Sadece acil durumlar için,
sürekli yenecek bir şey değil.”
Hua Cheng devam etti. “Ve kokusu oldukça acı. Cennet mensupları ve
ölümlüler kokuyu alamaz, ama hayalet ne kadar aşağıysa, kokusu da o
kadar iğrenç olur.”

Pei Ming. “…”

Hua Cheng pis pis sırıttı. “Şimdi o kadın hayaletler neden sana defol dedi,
anladın mı?”

“…”

Çünkü Pei Ming’in üzerindeki kötülük özü son derece aşağılık ve iğrençti!

Xie Lian hafifçe boğazını temizledi ve nazik bir şekilde konuştu. “General
Pei, artık… bu şeylerden yemeyin.”

Pei Ming bir hareket yaptı ve Hayalet Kokusu Şekerlerinden geriye


kalanları çıkarttı, hepsini atmıştı.

“Tamam. Ama daha sadece Tong Lu Dağının dış sınırlarına ulaşabildik.


İlerledikçe karşımıza çok daha güçlü, tek bakışta şüpheli göründüğümüzü
fark edebilecek canavarlar ve iblisler çıkacak. O zaman ne yapacağız?”

Kadın hayaletler Hua Cheng’in etrafında pervane olmuşlardı, kokusunu


sevdiklerine hiç şüphe yoktu.

Hua Cheng’den ona geçen kötülük özü şüphesiz yüksek kalitedeydi, bu


yüzden Hayalet Kokusu Şekerlerinden almasına hiç gerek yoktu. Sadece,
eğer kimsenin özün sadece yüzeye bulaştığını fark etmesini istemiyorsa, o
zaman geçen seferki gibi dudaklarını birleştirmeleri ve vücut sıvıları ile
hava değiştirmeleri gerekebilirdi. Bunu düşünürken Xie Lian hızla düşünce
dizisini durdurdu ve gerçekçi bir şekilde konuşta. “Bunu da bilmiyorum.
Ben sadece bir kuklayım.”

Bunun anlamı rol yapmaya devam edeceğiydi.

“Pekala. O zaman Ekselansları, şimdilik efendinin dizinin dibinden


ayrılmasan iyi olur.” Dedi Pei Ming.
Xie Lian duymamış gibi davrandı ve etraflarını taradı, mırıldanıyordu.
“Daha en başından kayıpların bu kadar çok olacağını düşünmemiştim.”

İlk başta burada toplanan dört yüz hayaletin çoğu ya ölü ya ağır yaralıydı.
Xie Lian, Hua Cheng’in ona geçen gece gösterdiği sahneyi hatırlamadan
edemedi ve sahiden hiçte abartmadığını fark etti.

Sahiden sanki bir rüzgar esmişte tüm otlar yolunmuş gibiydi. Bu sınamadan
kaçmayı başaran ve tümüyle ölmeyenler mahvolmuş ve az sayıdaydılar,
uzuvları her yere saçılmıştı, inliyor ve uluyorlardı.

Hua Cheng önlerinde durdu. “Şimdi Tong Lu Dağının nasıl bir yer
olduğunu anlıyor musunuz?”

Hayatta kalan hayaletler ses çıkartmadılar. Xie Lian nazik bir şekilde
konuştu. “Şu anda sadece dış

sınırlardasınız, geri çekilmek için bir şansınız var. Eğer devam etmek ve
daha korkutucu şeylerle yüzleşmek istemiyorsan, o zaman burada bekleyin
ve kaçmak için bir fırsat kollayın.”

Hayaletler de tam olarak bunu istiyorlardı ve Xie Lian’la yanındakilerin


onları öldürmek niyetinde olmadığını fark ettiklerinde hızla birbirlerini
ayağa kaldırdılar, yanlarındakilere destek oluyor ve kaçabildikleri kadar
hızlı kaçıyorlardı. Onların geri çekilişini izlerken Xie Lian manidar bir
şekilde konuştu. “O Hayatı Hızla Söndüren İblis Kılıcı’nın abartılı bir ismi
olabilir ama beklemedik bir şekilde etkileyici bir karakterdi. Tehlikeli.”

Pei Ming hemfikirdi. “Yaratık manipüle etmek konusunda oldukça


yetenekliydi ve en başından beri bir şeyler kaynatıyordu. Aynı zamanda
seriydi de. Ekselansları, anlık hamlen ona yaralarını kullanarak herkesi
kandırmak için mükemmel bir fırsat sundu.”

Xie Lian gözlerini kırpıştırdı. “Bekle, ‘hamlem’ mi? Ne hamlesi? Ben


kılıcımı çekmedim ki.”

“Çekmedin mi?” Pei Ming merak etti. “O karnındaki küçük kesi. Eğer o
panik ortamını yaratmasaydı ve küçük yara senin ruhani ışığınla
parlamasaydı, hiçbir hayalet ona inanmazdı ve asla alınlarına tılsımları
yapıştırmazlar.”

Xie Lian şaşırmıştı. “Dürüst olmak gerekirse, ben hamleyi senin yaptığını
düşünmüştüm General Pei?”

“Ekselansları, benimle ilgili kafanda yanlış fikirler mi var? Ben pusu


kurmam ya da sinsi saldırılarda bulunmam.” Dedi Pei Ming.

“Eğer sen değilsen ve ben de değilsem, o zaman burada üçüncü bir cennet
mensubu mu var? Yoksa sorun Hızlı Kılıç İblisinin yarasındaki ruhani ışıkta
mı…” İncelemek üzere arkasını dönmüştü ki, Hayatı Hızla Söndüren Kılıç
İblisinin cesedinin bulunduğu yerin artık boş olduğunu gördü.

İrkildi. “Hızlı Kılıç İblisinin cesedi nerede?”

Pei Ming de biraz tedirgin olmuştu. “Daha biraz önce onu ikiye
bölmüştüm.”

Hua Cheng karanlık bir sesle konuştu. “Gege, dikkatli ol. Tong Lu Dağında,
kaç rakip öldürülürse, katleden de o kadar güçlü olur.”

Ve biraz önce, sadece bir saniye, Hayatı Hızla Söndüren Kılıç İblisi
yaklaşık dört yüz canavar ve iblisi katletmişti!

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 146: Çelişkili Pişmanlıklar, General Pei Menfur Kılıcı Kırıyor


Cesetler her yere yığılmıştı, karanlık duman ise dağılıyordu ve üçü de
gergin ve tetikteydi.

Yüksek dağ fark edilmeden arkalarına geçtikten sonra, önlerindeki patika


en sonunda gözler önüne serilmişti. Kalın, siyah ağaçlar her yeri kaplamış
ve üst üste binmişlerdi, tümüyle korkunçtu ve arada bir siyah kargaların
tuhaf ciyaklamaları duyuluyordu. Xie Lian tüm duyularını açmışken,
bilinçsiz bir şekilde aynı anda Hua Cheng’in eline uzandı. Ancak
beklenmedik bir şekilde elleri birbirine dokunduğu anda uyarıcı bir işaret
fark etti.

Hua Cheng elbette bir hayaletti, ama şu anda, vücut ısısı sanki ateşi varmış
gibi yakıcı bir sıcaklıktaydı.

Xie Lian hemen geriledi ve fısıldadı. “San Lang, sen… değişiyor musun?”

Her ne kadar Hua Cheng alnından parmak uçlarına dek yanıyor olsa da, yüz
ifadesi hiç değişmemişti.

“Az kaldı.”

Hua Cheng eski haline geri dönecekti ve şu anki durumda, bu sahiden çok
iyi bir haberdi. Ancak, gerçek haline dönmesinden hemen önceki zaman en
önemli, en kritik süreç olmalıydı. Ani bir karar alan Xie Lian haykırdı. “Bir
rün çizip seni koruyacağım!”

Ardından hemen işe koyuldu. RuoYe’yi çağırdı ve Hua Cheng’in etrafında


dört metre uzunluğunda bir çember oluşturdu, ardından Fang Xin’i
çemberin önüne savurarak, çemberi mühürleyen bir ‘kapı sürgüsü’ görevi
görmesini sağladı. Hua Cheng meditasyon yapmak için yere oturdu ve
konuştu.

“Gege, Fang Xin’i kendini savunmak için al.”

“Hayır, bu ründe bir hata bulunmamalı, insan kanı değmiş keskin bir silah
olması gere…”

Sözlerini bitiremeden sırtına dokunan bir şey olduğunu hissetti ve etrafına


baktığı zaman anında dili tutulmuştu. Hemen arkasında durmakta olan
küçük gümüş bir kılıç vardı, büyük gümüş gözünü kırpıyor ve kabzasını
ona sürtüyordu, sanki görev için kendisini sunar gibiydi.

“…” Xie Lian eğildi. “E-Ming, sen nereden çıktın?”

Kötü şöhretli eğri kılıç E-Ming’in gövdesi normalde uzun ve inceydi,


kötücül bir şekilde cezbedici ve vahşi, ama şimdi yarı boyutuna
küçülmüştü. Gümüş göz eskiden uzun ve dardı, ama şimdi bir çocuğun
gözüne dönüşmüş gibi görünüyordu, büyük ve yuvarlak, parlak ve ışıltılar
saçıyordu. Ancak Xie Lian’ı duyunca, sanki incinmiş gibi göründü ve
kabzasını Xie Lian’ın eline ısrarla itmeye devam etti. Pei Ming de eğildi.
“Demek bu kötü şöhretli eğri kılıç E-Ming?”

Sanki uzanıp dokunacakmış gibi görünüyordu ama E-Ming’in yüzü anında


değişti, kılıcının ucunu tehditkar bir şekilde Pei Ming’e doğru çevirdi.
Şansına, Pei Ming tam zamanında gerilemişti, yoksa kesinlikle kanı
dökülürdü. Xie Lian E-Ming’i okşadı. “Fang Xin yine de daha uygun.”

Fang Xin hareket etmedi. Şevkle kendini sunan E-Ming göz göre göre
reddedilmişti, ağlaya ağlaya Hua Cheng’in yanına geri döndü. Hua Cheng
ona ona elinin tersiyle bir tane vurmadan önce dönüp bakmamıştı bile. “Ne
diye ağlıyorsun sen? İşe yaramazsın teki olduğun için böyle olmadı mı?
Değersiz şey!”

E-Ming istenmeyen bir metal parçası gibi yere düştü, sanki darbesi
nedeniyle ölmüş gibiydi. Xie Lian gülse mi ağlasa mı bilemiyordu ve hızla
E-Ming’i kaldırdı ve elinde birkaç kez okşadı. “Hiçte değil. Sen onu
dinleme, sen değersiz değilsin, son derece işe yararsın!”

Pei Ming artık çemberdeki ortama katlanamıyordu ve dışarıya çıktı, sınırda


duruyordu ve bir kez daha yavaşça kılıcını çekti. “İşler bu kadar stresli bir
hale gelmemeliydi ama daha en başından bu kadar

yetenekli, baş belası bir karakterle karşılaşacağımız kimin aklına gelirdi ki?
Ekselansları sahiden inanılmaz şanslı.”

Bu ekibin Tong Lu Dağına gelmesinin nedeni Yüce olma potansiyeli


taşıyan adayları yok etmekti, bu yüzden de hayaletlerin arasında en
güçlülerini aramalıydılar. Xie Lian bunun şans mı yoksa şanssızlık mı
sayılması gerektiğini bilmiyordu. Ancak Hua Cheng de yorum yaptı.
“Neden General Pei sorunun Ekselanslarının şansında olduğunu düşünüyor?
Hiç aklına Hayatı Hızla Söndüren Kılıç İblisinin senin peşinde olabileceği
gelmedi mi?”

Pei Ming yüksek sesle güldü. “Eğer o hayalet bir kadın olsa inanırdım.”
Ancak beklenmedik bir şekilde, uzun bir süre gülememişti ki aniden yüzü
değişti ve kenara sıçradı.

Tekrar baktığı zaman kan damladı ve yanaklarına süzüldü.


Pei Ming’in yüzünde kanlı bir kesik belirmişti!

Yüzü şüpheyle doluydu ve tüm eli kanla yıkanmıştı; bu hafif bir çizik
değildi. Her ikisi de tetikteydi ancak Xie Lian’a hiçbir şey olmamıştı ve
kendisine yöneltilmiş hiçbir öldürme isteği fark etmemişti, bu yüzden
dürüst bir şekilde konuştu. “Görünüşe göre… Sahiden senin için geliyor,
General Pei.”

Pei Ming tam konuşacaktı ki havayı kesen keskin bir kılıcın sesi bir kez
daha duyuldu. Bu kez hazırlıklıydı ve kılıcını savurdu. Darbesi sahiden bir
şeye çarptı ve havada bir şekil belirdi, hamlesiyle ikiye bölünmüş ve yere
çarpmıştı, bir yarısı üst bedeni diğer yarısı alt bedeniydi, gözleri kasvetli ve
hırçındı, Pei Ming’e ters ters bakıyordu. Bu Hayatı Hızla Söndüren Kılıç
İblisiydi!

Pei Ming ona gitti ve göğsüne bastı, kılıcının ucu boğazına doğrultulmuştu.
“Nesin sen?”

Yaratık bir zaman bir celladın kılıcı olduğunu söylemişti, ama eğer sahiden
öyleyse, o zaman Pei Ming onu ikiye böldükten sonra gerçek formunu
göstermeli ve bu komik gösteriye son vermeliydi. Nasıl bir kılıç ikiye
bölündükten sonra hala böylece durabilirdi?

Ancak beklenmedik bir şekilde Hızlı Kılıç İblisi gözlerini devirdi, güldü ve
Pei Ming’in kılıcını çıplak elleriyle böldü!

ÇIN! Pei Ming’in gözleri ardına dek açıldı.

Sadece o da değil, Xie Lian da benzer bir tepki vermişti.

Sonuçta, Pei Ming düzgün bir şekilde yükselmiş bir savaş tanrısıydı ve
Tong Lu Dağında olsa bile, ruhani güçleri her ne kadar en aşağıya çekilmiş
olsa da yine de onun ruhani eşyası bu kadar kolay bir şekilde
kırılamamalıydı!

Hayatı Hızla Söndüren Kılıç İblisi yüksek sesle güldü. “Böyle işe yaramaz
bir kılıç kullandığına inanamıyorum!”
Kılıç kırılmıştı, bu yüzden Pei Ming kılıç olarak yumruklarını kullanmaya
karar verdi, ama Hayatı Hızla Söndüren Kılıç iblisi sol elini yere vurdu ve
kendisini havaya attı, sağ elindeki parmaklarını birleştirdi ve bir patlama
gönderdi. Elinin gittiği yerde, parlak ışıltılı bir metal parladı; jilet kenarlı bir
rüzgardı bu.

Görünüşe göre gerçek formu keskin bir silahtı!

Xie Lian çemberde ayağa kalktı ve tam yardıma gidecekti ki Hua Cheng’in
kısık sesi tarafından durduruldu. “Gege, dikkatle izle.”

Pei Ming de bağırdı. “ARAYA GİRMENE GEREK YOK!” Eğer kendisi,


kuzeyin soylu savaş tanrısı, Tong Lu Dağının henüz eteklerindeki basit bir
kılıç iblisini yenemeyecekse, aynaya nasıl bakabilirdi?

Ancak her ne kadar kılıç iblisinin sadece üst bedeni olsa da, yaratık son
derece süratliydi ve Pei Ming nereye saldırırsa saldırsın, her hamlesini
çoktan tahmin etmiş gibi görünüyordu, bu da işlerin Pei Ming açısından
karamsar görünmesine neden oluyordu. Yüzlerce hamlenin ardından Pei
Ming’in üzerinde on kadar kesik belirmişti. Xie Lian artık daha fazla
izlemeye dayanamayacaktı ve seslendi.

“General Pei, çembere geri dön!”

Pei Ming’i yüzü gittikçe asılıyordu. Geri çekilmeyi reddetti ve Xie Lian da
ikiye karşı bir olacak bir kavgaya birden dalamazdı. Bazı savaş tanrıları,
teke tek savaşırken gelen yardımları aşağılama olarak görürlerdi. Xie Lian
tekrar denedi. “General Pei, önce geri dön! Tuhaf bir şeyler oluyor, fark
ettin değil mi? Bu adam senin kılıç tekniklerine fazlasıyla aşina!”

Doğal olarak Pei Ming de bunu fark etmişti, sadece şu anda inanamıyordu.
Ama kenardan izlemekte olan Xie Lian bile fark ettiyse, istemese bile
inanmak zorundaydı. Xie Lian Fang Xin’i çekti ve geçici olarak küçük bir
boşluk yarattı. Pei Ming bu fırsatı kullanarak çemberin tekrar içine girdi,
yüz ifadesi inanılmaz sertti. Xie Lian Fang Xin’i tekrar yerine koydu ve
sordu. “General Pei, kırılmış ruhani silahını geri almayacak mısın?”
Pei Ming alnındaki kanı sildi ve karanlık bir sesle konuştu. “O benim ruhani
silahım değil. Öylesine bulduğum iyi bir kılıç sadece.”

Bunu duyunca Xie Lian rahat bir nefes verdi. Her ne kadar Pei Ming
rastgele bulduğu her kılıç muhteşem sayılabilecek olsa da, yine de bir
ruhani eşyanın seviyesine ulaşamazdı. Sordu. “Neden General Pei buraya
gelirken ruhani silahını getirmedi?”

“Yok ki.” Diye cevapladı Pei Ming.

Xie Lian daha da meraklanmıştı. “Neden?” Normalde savaş tanrıları en


makul silahlardan ruhani eşyalar döverlerdi ve tıpkı savaş meydanındaki bir
kaplanın kanatlanması gibi bir etki yaratırdı. Pei Ming daha
cevaplayamamıştı ki Hayatı Hızla Söndüren Kılıç İblis soğuk bir sesle
ofladı. “Çünkü onun için en makul olan kılıç artık yok!”

Pei Ming kaşlarını çattı. “Kimsin sen?”

“Onun ‘ne’ olduğunu sormak daha uygun olmaz mı?” Xie Lian sordu.

Hayatı Hızla Söndüren Kılıç İblisi bir kez daha ofladı. “Kim miyim? HA!
Pei Ming, geçmişte beni avucundan çıkan bir patlamayla parçalamıştın.
Bugünün yaşanacağı hiç aklına gelir miydi?”

Xie Lian’ın gözleri ardına dek açıldı. “General Pei, onu tanıyor musun?”

Pei Ming uzunca bir süre düşündü ve yüz ifadesi gittikçe daha da
ciddileşiyordu. Denedi. “Sen… Ming Guang mısın?”

İsmi duyunca Hayatı Hızla Söndüren Kılıç İblisinin gülümsemesi silindi. Şu


anki hali önceki sıradan, cılız küçük hayalete hiç benzemiyordu. Xie Lian
sorguladı. “Adı ‘Ming Guang’ mı? General Pei, General Ming Guang sen
değil misin?”

Bir anda, hileli ikameler gibi pek çok olası hikaye aklına üşüştü, ama
cennette emsalleri olduğu için, çokta uzak tahminler sayılmazlardı. Kendini
düşünmekten alamadı, Toprak Ustası Yi gibi birisi daha mı var?
Pei Ming ne düşündüğünü yüzünden anlamış gibiydi ve elleriyle yaralarını
kapatırken konuştu.

“Ekselansları, aklından ne geçiyor senin? Sana hakiki, gerçek General


Pei’yim dedim ya. Ben gerçeğim!”

“O zaman neden ona Ming Guang dedin?” Xie Lian bilmek istedi.

“Çünkü onun adı Ming Guang. Benim bulduğum bir isim. O benim
kılıcım!”

Xie Lian ‘Ah’-ladı ve konuştu. “Yoksa ‘Kılıcını Kıran General’ mi?”

“Evet.” Pei Ming cevapladı. “‘Ming Guang’ bir ölümlüyken benim


kılıcımdı ve yüzlerce yıl önce bendeniz onu bizzat kırdı.”

Elbette!

Elbette bu ‘Hayatı Hızla Söndüren Kılıç İblisi’ Pei Ming’in kılıç


tekniklerine her hamlesini önceden bilecek kadar aşina olacaktı. Elbette
ikiye bölünmesine rağmen, sanki karnına aldığı bu yara bir hiçmiş

gibi istekle hareket etmeye devam edebilecekti. Çünkü bu kılıç Pei Ming’i
takip etmiş ve kuzeyden güneye onunla birlikte sayısız zafer kazanmıştı,
doğal olarak Pei Ming’in sanatını her yönüyle biliyordu; ve çünkü çoktan
ikiye bölünmüştü!

“O zaman dağın orada aldığı yarayı kendi kendine mi açtı?” Dedi Xie Lian.
“O zaman üzerindeki ruhani ışık neydi?”

“Benimdi.” Dedi Pei Ming. “Geçmişte onu ikiye böldüğüm anda


yükselmiştim. Sanırım ışık ona bulaşmış olmalı. Asla da
temizlenemeyecek.”

Hayatı Hızla Söndüren Kılıç İblisi – hayır, Ming Guang ellerini kılıç olarak
kullanmaya başladı, her hamlesinde Fang Xin’e doğru atılıyordu. Yüz
ifadesi karamsar ve haşindi, sanki doğrudan Pei Ming’e saldırıyormuş gibi
görünüyordu. Xie Lian sormaktan kendini alamadı. “Ee… General Pei,
neden kılıcın senden bu kadar nefret ediyor? Ona ne yaptın? ‘Kılıcını Kıran
General’in arkasındaki hikaye ne?”

Pei Ming merhem şişesini ararken cevapladı. “Yüzlerce yıl öncesinin tozlu
bir hikayesi, şimdi konuşmanın ne faydası var? Önce onu indirmenin bir
yolunu bulalım!”

Her ne kadar RuoYe bir çember oluşturmuş olsa da, eğer Fang Xin kesilirse,
rünün yarısı çökerdi, tıpkı sürgü düştükten sonra geriye kapı kalması gibi.
Xie Lian arkasına baktı; Hua Cheng meditasyon yapıyordu, gözleri sıkıca
kapatılmıştı, dış dünyadaki hareketlerden bihaber görünüyordu ve Xie Lian
bir parça rahatladı. Ancak Pei Ming’in sesi onu gerçekliğe geri çekti.
“Ekselansları, kılıcın dayanabilecek mi?”

Xie Lian tekrar başını çevirdi. “Bilmiyorum. Fang Xin çok yaşlı.”

“Pekala.” Dedi Pei Ming. “Ming Guang da baya yaşlı.”

Xie Lian rahat bir nefes verdi. “Eğer öyleyse, dışarıdan birileri yardım
etmediği sürece, bir süre dayanaca…”

Ancak beklenmedik bir şekilde o daha cümlesini bitiremeden orman


tarafından ağır ayak sesleri işitildi. Kısa bir süre sonra devasa, yabani
görünüşlü, kara tenli, parçalanmış bir zırh giyen iri yarı bir adam belirdi.

İri adam anormal derecede uzundu ve onu gördükleri anda Xie Lian da Pei
Ming de soğuk terler dökmeye başlamışlardı.

İri adam onların olduğu yönde bir adamın çıplak elleriyle delirmiş gibi bir
kılıca vurduğunu görmüştü ve görünüşe göre bu olay ilgisini çekmişti, bu
yüzden onlara doğru ilerledi. Xie Lian da Pei Ming de aynı anda elleriyle
yüzlerini kapatıp arkalarını döndüler. Ming Guang’a gelince ise, ona doğru
gelen

devasa cesedi fark etmişti, oldukça da güçlü görünüyordu, ona seslendi.


“Hey, koca adam, bana yardım et! Bu kılıcı devirip rünü bozmama yardım
et, içerideki kafaları beraber keseriz!”
Ancak iri adam merkez ovalardan gibi görünmüyordu, orada bir hayalet
olarakta ölmemişti, bu yüzden dilleri çok farklıydı ve ne dediğini
anlamıyormuş gibi görünüyordu, karşılık olarak sadece bağırdı. İkisi bir
süre birbirlerine bağırdılar ama damarlarının fırlamasından başka hiçbir şey
elde edememişlerdi. Pei Ming yüzünü saklarken olabildiğince doğal ve iyi
görünmek için elinden geleni yapıyordu, fısıldadı. “Ekselansları, o yabani
ne diye bağırıyor?”

Xie Lian da fısıldadı. “Kılıcının onu kışkırtmaya çalıştığını düşündü bu


yüzden sinirlendi, ona diz çökmesini ve merhamet için yalvarmasını
söylüyor, yoksa onu ölümüne dövecek.”

“Oh güzel.” Dedi Pei Ming. “O zaman umarım en kısa zamanda dövüşmeye
başlarlar.”

Ancak beklenmedik bir şekilde iri adam fısıltılarını duymuş gibiydi ve


başını çevirdi, onları yakından inceliyordu. Xie Lian ve Pei Ming yüzlerini
saran ellerini daha da kaldırdılar, artık doğal görünmeyi önemsemiyorlardı
bile. Ancak iri yarı adam yine de onları tanımıştı ve ayağını yere vurdu,
sanki tüm dünya titremişti. Kükredi. “SENSİN! ÇÖP TOPLAYAN
EFSUNCU! PEİ SU’NUN PATRONU!”

Tanındıkları için ikisi de ellerini indirdiler. Bir süre tereddüt ettikten sonra
Xie Lian BanYue dilini kullanarak sıcak bir şekilde konuştu. “General Ke
Mo, lütfen sakinleş.”

Tuhaf iri adam Ke Mo, doğal olarak Tong Lu Dağının titreşimleri sayesinde
mühürlerinden kaçmayı başarmış olan milyonlarca hayaletten birisiydi. Onu
ilk yakalayan Xie Lian’dı ve yargılanması esnasında Pei Su’nun yanında
duran Pei Ming’i de görmüştü. Düşmanlarını görünce gözleri kızardı ve tek
kelime etmeden Fang Xin’i tekmeledi ve kılıç anında merkezden bir santim
kaymıştı!

Bunu görünce Ming Guang el çırptı ve tezahürat etti. “ALA!” ve birbiri


ardına patlamalar göndermeye devam etti. Fang Xin’in onların birleşmiş
saldırıları altında gittikçe daha çok titrediğini gören Xie Lian, Hua Cheng’in
alnına dokundu ama elini sıcaklık nedeniyle hemen geri çekmişti. “Şimdi ne
yapacağız?!”
Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 147: Çelişkili Pişmanlıklar, General Pei Menfur Kılıcı Kırıyor


Xie Lian rünle Hua Cheng’i korumalıydı ve onun dikkatinin dağılmasına
izin veremezdi, ve Pei Ming son derece aşina olduğu kılıca karşı bir tehdit
bile teşkil edemiyordu.

Tam bu sırada Ming Guang aniden sövdü. “SENİ LANET YABANİ! BEN
VURURKEN VURMASAN

OLMUYOR MU?? ELİME VURDUN!” Ancak Ke Mo onu tümüyle


görmezden geldi. Aralarında bir sürtüşme yaşandığını görünce Xie Lian
hemen Pei Ming’i yakaladı. “General Pei! Ke Mo ona bir zararının
dokunmadığına inanmayacak ve peşinden gelmeye devam edecektir!
Çabuk, tüm parmaklarını birleştir, bileğini başının üzerinden geçir, ardından
bastır ve kollarını aç. Bu insanların ateşkes isterken kullandıkları harekettir.
Her şekilde ona iyi niyetini göstermiş olacaksın ve bir anlığına duracaktır!”

Pei Ming irkildi. “NE? Ke Mo ile onun arasındaki nefretin küçük bir yanlış
anlaşılma olmadığını biliyorsun, basit el işaretleri nasıl yatışmasını
sağlayabilir?”

Ama Xie Lian onu umursamadı ve tekrar tuttu. “Hadi, durması için benimle
beraber yap!”

Ancak, Pei Ming’in eli yaralıydı ve onun tutuşuyla dudaklarının kenarı


titremişti. Tam ona söyleneni yapacaktı ki Ming Guang ne konuştuklarını
çoktan duymuş ve hızla Ke Mo’nun önüne atlamıştı, ellerini başının
üzerinden geçirdi ve kollarını açmadan önce bastırmıştı, çemberdeki ikiliye
pis pis gülüyordu. “Size izin verirmişim gibi!”

Ancak beklenmedik bir şekilde, Ke Mo bu hareketi gördüğü anda, gözleri


irileşti ve demir karası teninde damarlardan kalın şeritler belirdi. Avucunu
açtı ve elini sanki hasırotundan bir yelpazeymiş

gibi savurarak Ming Guang’ı havaya fırlattı.


Tokat savurulurken hem Pei Ming hem Ming Guang neler olduğunu
anlayamamışlardı. Ancak bir an sonra Pei Ming olan biteni anladı ve Xie
Lian’a döndü. “Ekselansları, Ming Guang’ı sinsi bilirdim, senin ondan daha
kurnaz olacağın ise hiç aklıma gelmezdi. Etkilendim.”

Xie Lian döktüğü soğuk terleri sildi. “Yok bir şey yok, çok utandım.”

Konuşması Pei Ming’e hitaben gibi görünmüştü ama aslında Ming


Guang’ın duyması içindi. Ming Guang duyduğu gibi, onların istedikleri
hamleyi yapmalarına izin vermemek için elbette kendisi Ke Mo’ya karşı iyi
niyetini göstermek isteyecekti. Ancak, Xie Lian’ın gösterdiği hareket
müzakere isteği değil, bir kışkırtmaydı. Ve BanYue dilindeki en ağır
hakaretlerden oluşuyordu, ‘Orospu beynini dağıtacağım’, ‘Karını sikeyim’,
‘Tüm aileni gebertirim’, ‘Atalarının mezarına işerim’ gibi söylemlerle ifade
edilebilirdi; aynı anda dört büyük saldırıyla, Ke Mo nasıl bu hareketleri
görünce sinirlenmezdi?

Hiç ihtimali yoktu. Ming Guang Xie Lian’ın sözlerinin doğruluğundan


şüphe edebilirdi ama acil bir durum söz konusuydu ve Pei Ming neredeyse
ellerini kaldırmıştı ve Ming Guang’ın hareket etmeden önce düşünmeye
fırsatı olmamış, bu nedenle tuzağa düşmüştü.

Ming Guang, Ke Mo onu uçurduktan sonra hızla kendine geldi ve durumu


düzeltmek istedi, ama iletişim kuramadıkları için sadece içgüdüsel olarak
bağırıyordu, daha çok Ke Mo’ya küfredermiş gibi görünüyordu. Aynı
zamanda birkaç el hareketi de denemişti, baş parmaklarını kaldırmak gibi,
ama bu yaptığının en korkunç, aşağılık küfürleri eden birisinin aniden
dönüp merhamet dilenmesi ve iyi niyet göstermesinden hiçbir farkı yoktu,
bu yüzden de hiçte samimi görünmüyordu ve birkaç kez daha tokat yedi.
Dahası, Ke Mo az çok onların dilinin küfürlerine hakimdi, bu yüzden
saldırırken küfrediyordu ve Ming Guang da biraz kızmaya başlamıştı, ikisi
gittikçe daha sert vurmaya başlıyorlardı. Pei Ming ise neredeyse tezahürat
yapacaktı.

Ming Guang onlara bir bakış attı, inanılmaz sinirlenmişti ve aniden uzandı,
Ke Mo’ya el salladı ve el hareketlerini tekrar yapmadan önce ikisini işaret
etti.
Ke Mo sahiden durdu ve kaşlarını çatarak sordu. “Bunu bana mı yapıyorsun
onlara mı?”

Xie Lian endişelenmeye başlıyordu ama fevri bir şekilde konuşmakta


istemiyordu, çünkü Ke Mo’yu hangi sözlerle kandırabileceğinden emin
değildi. İşlerin tersine dönebileceğini fark eden Ming Guang çabalarını
artırdı ve Pei Ming’e dönerek hareketi vahşi bir zevkle tekrarladı, ama
tekrar Ke Mo’ya döndüğü zaman sakindi. Gözlerindeki benzer ifadeyi ve
tekrarlı hareketlerini görünce Ke Mo en sonunda ne demek istediğini
anlamıştı:

Düşmanları ortaktı!

Bir kez daha birleşince, Ming Guang ve Ke Mo hızla rüne koştular. Xie
Lian’ın zihni hızla çalıştı, derin bir nefes aldı ve BanYue dilinde avazı
çıktığı kadar bağırdı. “GENERAL KÜÇÜK PEI! BAN YUE!”

Bu iki ismi duyunca Ke Mo aniden durdu ve buyurdu. “O İKİSİ


YAKINLARDA MI?”

Xie Lian ona cevap vermedi sadece seslenmeye odaklandı. “GENERAL


KÜÇÜK PEI! BAN YUE! KE MO

BURADA, YAKLAŞMAYIN, ÇABUK KAÇIN! VE SAKIN GERİ


GELMEYİN!”

Ancak Ke Mo çoktan gitmişti. Ming Guang ayağını sinirle yere vurdu.


“GERİ ZEKALI!”

Xie Lian ikinci kez alnındaki soğuk terleri sildi, müteşekkir hissediyordu.
“Bir dil öğrenmek tüm bir hayat boyu son derece faydalıdır!” Ve Ming
Guang’ın tekrar Fang Xin’e saldırmak niyetinde olduğunu görünce ellerini
kaldırdı. “Dur! Devam edersen ben de nezaketi bırakırım!”

“Ve bana nasıl bir nezaket gösteriyormuşsun?” Ming Guang karşılık verdi.

“Bir şey mi unuttun?” Diye sordu Xie Lian.

“Neyi?”
Pei Ming konuşmak üzereydi ki durdu, ardından arkasından bir şey çekti.
“Bu kadar büyük bir şeyi nasıl unutabiliyorsun?”

Çektiği şey iki bacağı olan alt bedeniydi. Ming Guang gördüğü anda ifadesi
dondu. “NE? ALT

BEDENİM!”

Biraz öncesinde ayakları yerine ellerini kullanıyordu, kendisini doğrultmak


için kollarını kullanıyor ve zıplıyordu, ve görünüşe göre farkına varmadan
bu şekilde hareket etmeye alışmış, bedeninin alt yarısını geri almadığını
unutmuştu. O ve Ke Mo dövüşürlerken bunu fırsat bilen Pei Ming
çemberden ayrılmış ve terk edilmiş, hareketsiz alt bedeni sınırların içine
çekmişti. Pei Ming tehdit etti. “Gereksiz bir harekette bulunma.”

Sadece, bu tehdidi oldukça komik geliyordu. Eğer esirleri bütün bir insan
olsa, tehditler savururken Pei Ming parmaklarını esirin boğazına veya
kafasına geçirebilirdi, ve bu sahne blöf yapmadığını işaret eder, çok daha
ikna edici olurdu. Ancak şu anda elinde sadece yarım bir alt beden vardı,
hem korku salıp hem de kendini tuhaf bir duruma sokmayacağı bir yeri
gösterme ihtimali var mıydı?

Pei Ming’in aklına bir yol gelmedi ve doğrudan bacağın üstüne bastı.
“Benimle dalga mı geçiyorsun?”

Dedi Ming Guang.

Xie Lian da bu sahnenin hiçte ciddi görünmediğini düşünüyordu ve nazik


bir şekilde konuştu. “General Pei, bacağın üstüne basmak sahiden pek ikna
edici değil, belki acaba… kritik bir noktaya mı vursanız?”

“Ekselansları, böyle bir şeyi bu kadar kolay söyleme.” Dedi Pei Ming.
“Böyle çirkin bir şeyi yapmaya razı olsam bacağına basar mıyım sanmıştın?
Neden sen kritik noktasını tutmuyorsun?”

“…”
Her şekilde ikisi de böyle bir şey yapmaya yanaşmayacaktı. “Boş ver.” Dedi
Xie Lian. “Neden böyle yapmıyoruz!”

Karışıklığın ardından her ikisi de Ming Guang’ın bir bacağını yakaladılar.


Şimdi daha tehditkar görünüyorlardı ve komikte değillerdi. “Lütfen geri
çekil.” Xie Lian buyurdu. “Yoksa bedenin bir ayrılma daha yaşayacak.”

Ancak Ming Guang dudak büktü. “Ha! Alt bedenim tümüyle işe yaramaz
mı sandınız?”

Tam sözlerini bitirdiği gibi Xie Lian kollarından yükselen bir öldürme isteği
sezdi ve bacağı hemen bıraktı. “General Pei dikkat et!”

Ölü görünen alt beden aniden iki bacağını savurmuş ve hiçbir uyarı
vermeden tekme atmıştı. Pei Ming de uzvu zamanında bırakmış ve rüzgarda
bıçaklar taşıyan hızlı bacakların hedefi olmaktan kurtulmuştu. İki bacak
kendini havada çevirdi ve yere tek bir dizin üzerinde çöktü. Ardından
yavaşça doğruldu ve kendi başına ayakta durdu. Hareketleri temiz ve
etkileyiciydi, Xie Lian her şeye rağmen övmekten kendini alamadı. “Çok
iyi!” Ama ardından hemen ses tonu değişti. “HİÇ İYİ DEĞİL!”

Sahiden de hiç iyi değildi. Zahmetli bir şekilde oluşturulan koruyucu


çember Ming Guang’ı dışarıda tutmak için vardı, ama şimdi işler sarpa
sarmıştı; her ne kadar Ming Guang’ın üst yarısı dışarıda olsa da, alt yarısı
artık içerideydi!

Pei Ming de fark etmişti. “Kandırıldık.”

Gerçek bedenleri ikiye bölünen hayalet ve iblislerin bazıları sadece bir


yarıyı kullanmayı başarabilirdi ve bazıları ise her ikisini de hareket ettirirdi.
Ming Guang’ın hangi kısma ait olduğundan emin değillerdi ama öncesinde
alt bedeni ölü kadar katıydı, üzerine bastıklarında bile hareket etmemişti, bu
nedenle Pei Ming onun ilk gruba dahil olduğunu sanmıştı. Görünüşe göre
hareket edemiyormuş

gibi davranmıştı. Ming Guang dışarıda neşe ile alkışlıyordu. “EVET!


BUNUN ADINA BİZ ‘KENDİ
ELLERİYLE MEZARINI KAZMAK’ DİYORUZ!”

Şimdi üçü çemberin içindeydiler, Hua Cheng meditasyon yapmak için


gözlerini kapatmıştı ve kritik bir noktadaydı, Pei Ming’in kılıcı ise uzun
zaman önce Ming Guang tarafından kırılmıştı ve Xie Lian’ın Fang Xin’i
koruyucu çemberin sürgüsü olarak işlev görüyordu, bu nedenle ellerinde
hiçbir silah yoktu.

Başka şansı kalmayan Xie Lian seslendi. “E-MING!”

Yerde metal parçası gibi yatmakta olan eğri kılıç E-Ming hemen ayaklandı
ve Xie Lian’ın eline uçtu. Xie Lian kabzasını kavradı ve kesti. Ming
Guang’ın alt bedeni bir bacağını kaldırarak tekmeyle karşılık verdi, hamleyi
karşılamıştı ama birkaç adım gerilemesi gerekmişti, neredeyse sınırdan
düşecekti. Üst beden ise dışarıdan izlemekteydi, ifadesi tereddütlüydü, hatta
endişeli görünüyordu. Ellerini çırptı ve alt bedeni gerçek haline büründü;
neredeyse bir metre boyunda, havada asılı dururken öldürme isteği yayan
Yeşil Ağızlı Bir Kılıç.

Xie Lian nadiren eğri kılıç kullanırdı, ama E-Ming elindeyken rahattı. Tam
saldırmak üzereydi ki Pei Ming konuştu. “Ekselansları, böyle bir zamanda
sorun çıkartmaya çalışmıyorum, ama Hua Chengzhu’n sanki biraz sıkıntı
yaşıyor?”

Şok olan Xie Lian başını çevirdi ve sahiden Hua Cheng’in kaşlarının daha
da sıkı bir şekilde çatıldığını gördü, mühür oluşturan elleri de artık
dizlerinin üzerinde titriyorlardı. Xie Lian’ın dikkati dağıldığı

anda kırılmış yeşil kılıç hemen bu fırsatı saldırmak için kullandı. Ama tam
zamanında E-Ming Xie Lian’ın kontrolünden kendiliğinden sıyrıldı ve
kırılmış kılıcı havada yakaladı!

Xie Lian seslendi. “E-Ming, lütfen biraz daha dayan!” Ardından Hua
Cheng’in önüne diz çöktü. “Neler oluyor? Sorun ne?”

“Bana bakma Ekselansları.” Dedi Pei Ming. “Ben Hayalet Kralı senin kadar
yakından tanımıyorum!”
Xie Lian Hua Cheng’e seslendi. “San Lang? Beni duyuyor musun? Artık
çabalama, bırak!”

Tam bu sırada Ming Guang çemberin dışından seslendi. “O KÜÇÜK KILIÇ


BENİ DURDURMAYA CÜRET

Mİ EDİYOR?!”

Hamleleri esnasında kırılmış kılıç Ming Guang ve E-Ming pek çok kez
çarpışmış ve kıvılcımlar uçuşmuştu. Eğer her zamanki eğri kılıç E-Ming
olsa, açıkça üstünlüğü kazanırdı. Ancak şu anda Ming Guang’ın uzun
kılıcının önünde, küçülmüş E-Ming bir erişkinden dayak yiyen bir çocuktan
farksızdı.

Her ne kadar hırslı olsa da, yeterince uzun olmadığı için kısıtlanıyordu. Kıl
payı kurtulduğu çok oluyordu ve Xie Lian odaklandığı Hua Cheng’den bir
anlığına ona doğru baktı. “DİKKAT ET!”

O seslendikten sonra E-Ming aniden fırladı ve gümüşten bir hortum


yaratarak başarıyla kırılmış kılıca saldırdı. Çemberin dışındaki Ming Guang
‘Ah’ dedi, görünüşe göre hafif bir darbe değildi. Xie Lian övdü. “Aferin E-
Ming!”

Pei Ming aniden konuştu. “Bekle, Ekselansları, sanırım onu övdüğün


zaman, büyüdü?”

Xie Lian yakından baktı. “Sahiden mi?”

“Öyle görünüyor.” Dedi Pei Ming. “Bir daha denesen?”

Sadece birkaç övgüydü, büyütülecek bir şey değildi, bu yüzden Xie Lian
konuşmaya başladı. “Pekala.

E-Ming iyi dinle: Sen yakışıklı ve pervasız, sevimli ve nazik, akıllı ve zeki,
kibar ve kararlı, dünyanın bir numaralı…”

Sesi ansızın kısıldı ve konuşmayı kesti. Pei Ming alkışlamaya başlamıştı ve


çemberin dışındaki Ming Guang’ın yüzü gördüklerine inanamıyormuş gibi
görünüyordu, öfkeyle ağladı. “NE TÜR KORKUNÇ BİR
BÜYÜ BU BÖYLE? BEN NEDEN DAHA ÖNCE HİÇ DUYMADIM?!”

Sahiden! Xie Lian’ın söylediği her övgüyle, E-Ming biraz daha uzuyordu;
eğer öncesinde on yaşında bir çocuk gibi görünüyorsa, şimdi on dört
yaşında bir genç adamdı!

Şimdi büyümüş E-Ming’le yüzleşen kırılmış kılıcın baş beladaydı, güç bela
sağ sola hareket ediyor, oysa ki E-Ming’in hareketleri gittikçe daha seri ve
tahmin edilemez oluyordu. Müsamerenin sonucu belli olmaya başlarken,
çemberin dışında, Ming Guang bir el mührü yaptı. Pei Ming gördüğü anda
bağırdı. “Hiç iyi değil, tüm ruhani güçlerini vücudunun alt yarısına
gönderiyor!”

Sahiden, kırılmış kılıcın etrafını saran karanlık hale parladı ve E-Ming


saldırdığı zaman hale tarafından geri itildi, doğrudan yere saplanmıştı. Xie
Lian hemen onu geri çekti. “İyi misin?”

“Merak etme, şunu izle.” Dedi Pei Ming, ardından E-Ming’i onun elinden
aldı. Xie Lian hala şaşkındı ve aniden yüzünde soğuk bir şey hissetti ve
PAT! Pei Ming eğri kılıcı yüzüne yapıştırmıştı ve kabza kısmı tesadüfen
dudaklarındaydı.

“…” Xie Lian E-Ming’i yüzünden çekti ve çarpmanın etkisiyle biraz acıyan
dudaklarını ovaladı, şaşkındı.

“General Pei, bu hareketinin bir anlamı var mı?”

“Elbette. Oldukça anlamlı.” Dedi Pei Ming. “Ekselansları lütfen aşağıya


bak.”

Xie Lian baktı ve nutku tutulmuştu. E-Ming daha da büyümüştü.

Ming Guang sahiden artık daha fazla dayanamayacaktı ve çemberin


dışından bağırdı. “NELER

OLUYOR, VE NE TÜR BİR KÖTÜLÜKTÜR BU? TÜM


NUMARALARINIZI TEK SEFERDE GÖSTERSENİZE!”
“Gerçeği söylemek gerekirse buna neyin sebep olduğunu ben de bilmek
istiyorum.” Dedi Xie Lian.

Bir kez daha enerjiyle dolan E-Ming ayaklandı ve kırılmış kılıç Ming
Guang’a doğru atıldı. Biri düz diğeri eğri olan kılıçlar havada acımasız bir
mücadeleye başladılar. Xie Lian tekrar Hua Cheng’i kontrol etmeye gitti ve
Pei Ming biraz ötede duran Ming Guang’ı izledi. Şu anda Ming Guang’ın
tüm ruhani güçleri E-Ming’le savaşmakta olan alt bedenine gönderilmişti,
bu nedenle üst bedenin oluşturduğu tehdit son derece düşmüştü. Herkes bu
durumun farkındaydı ve Pei Ming hamle yaptı, onu indirmeye hazırdı, tam
bu esnada koşan ağır ayak sesleri tekrar duyuldu, Ke Mo geri dönmüştü.
Çok öfkeliydi.

“SİNSİ MERKEZ OVALILAR! YİNE YALAN SÖYLEDİN! GİT


ÖMRÜNÜN SONUNA KADAR HURDA TOPLA!

YAKINDA FALAN DEĞİLLERDİ!”

Xie Lian da Ke Mo’yu uzun süre oyalayabileceğini düşünmemişti, ama


tahmin ettiğinden daha erken dönmüştü ve şu anda hiçte uygun bir zaman
değildi. Ming Guang çok sevindi ve Fang Xin’i işaret etti.

“KOCA ADAM! ÇABUK! KILICI DEVİR! RÜN BOZULUNCA


İÇİNDEKİLER ÇARESİZ KALACAK!”

Hiçbir şey söylemesine gerek yoktu; Ke Mo kılıcını kesmek için indirdi ve


Fang Xin iki santim daha kaymıştı; bir diğer hamle ve iki santim daha; bir
hamle daha ve Fang Xin düşmüştü!

Koruyucu rün en sonunda bozulmuştu!

Kırılmış kılıç E-Ming’le savaşmayı bıraktı ve çemberden dışarıya uçtu,


tekrar Ming Guang’ın yanına dönmüş ve iki bacağa dönüşmüştü, tekrardan
bütün bir beden oluşturuyorlardı. Ming Guang bacaklarıyla zıpladı ve Ke
Mo’nun omzuna vurdu, önce Pei Ming’i ardından kendisini işaret etti, Xie
Lian’ı gösterdi ve Ke Mo’yu işaret etti. Ke Mo anlamıştı – avlarını
bölüşeceklerdi. Başını salladı, demirden yumrukları Hua Cheng’in önünde
durmakta olan Xie Lian’a doğru giderken çıtırdıyordu.
Ming Guang ise, bacaklarını esnetirken vahşice güldü. “Pei Ming, beni
tekrar ikiye mi böleceksin?

Gelip denesene?”

Pei Ming konuşmadı. Ming Guang dudak büzdü. “‘Kılıcını Kıran General’,
Kılıcını Kırmış Olan General, hehe! Ne güzel bir hikaye ama. Böyle bir
şeyin güzel bir hikaye haline gelmesi dünyanın kör olduğunu çok iyi
anlatıyor.”

“Ben hiç güzel bir hikaye olarak düşünmedim.” Dedi Pei Ming.

“Saçmalık!” Ming Guang tükürdü. “Onca yıl seni takip eden kaç tane
kardeş ve astı öldürdüğünü çok iyi biliyorsun.”

Bu esnadan, Ke Mo Xie Lian’a yaklaşmıştı. Xie Lian E-Ming’i sıkıca


kavradı; ondan korkmuyordu, ama dikkatsiz davranırsa Hua Cheng’e bir
şey olmasından endişeleniyordu. Ke Mo onun gözlerinin düşünürmüş gibi
odağını kaybettiğini fark etti ve konuştu. “Daha fazla kurnaz hamle
düşünmene gerek yok, artık sana kanmayacağım!”

“Sana yalan söylemiyordum.” Dedi Xie Lian. “Ban Yue ve General Küçük
Pei öncesinde sahiden bu bölgedeydiler, sadece ben onlara haber verince
kaçtılar. Ne? Ban Yue? Burada ne işin var?!”

Ke Mo öfkelendi. “BENİ SALAK MI SANIYORSUN? BÖYLE SAÇMA


BİR TUZAĞA…”

Ancak sözlerini bitiremeden üzerinde bir ses duydu. “KE MO!”

BanYue dilindeydi ve ses son derece tanıdıktı. Ke Mo hemen başını kaldırdı


ve üzerine bir sürü şarap kırmızısı bir şeylerin düştüğünü gördü. Yüzü
hemen düştü, kükrerken yüzüne sarılmıştı. “GİT

BURADAN!”

Üzerine düşenler sadece BanYue’de doğan zehirli yılanlardı, akrep


kuyruklu yılanlar! Ve onları atan doğal olarak BanYue Krallığının Baş
Rahibesiydi.
Ban Yue ağaçtan atladı ve Xie Lian’ın yanına indi. “General Hua…”

Xie Lian Ke Mo’ya döndü. “Sana söylemiştim, sahiden Ban Yue…”

Ke Mo onun ne söylediğini hiç dinlemiyordu, sadece Ban Yue’ye doğru


kükredi. “SEN BANA ATTIN!! O

AKREP YILANLARINI BANA ATTIN!!! AKREP KUYRUKLU


YILANLARDAN NEFRET ETTİĞİMİ BİLİYORSUN

AMA YİNE DE ONLARI BANA ATTIN!!!”

Ban Yue yere çömeldi. “Özür dilerim… ama, ben sadece akrep yılanları
atmayı biliyorum…”

Ming Guang da durumun değiştiğini fark etmişti ve alarma geçti. “KİM


VAR ORADA!”

Karanlık bir gölge bir ağaçtan zıpladı ve önünü keserken cevap verdi.
“Ming Guang Sarayının eski Vekil Savaş Tanrısı, Pei Su!”

Cennetten düşmüş mucizevi savaşçılar gelmişti ve Pei Ming şaşkındı.


“Minik Pei? Sen nereden çıktın?”

Xie Lian ise başka bir soru soruyordu. “Ban Yue, sen Yağmur Ustasıyla
değil miydin?”

Yağmur Ustasının adını duyunca Pei Ming kaşlarını hafifçe çattı. Ban Yue
cevap verdi. “En. O yüzden geldik, Yağmur Ustasını takip ediyorduk.”

Çevirmen: Nynaeve

Not: Yeşim Ağızlı Kılıç, bu kılıcın iki ayrı kökeni varmış: ilki, Taoizm’de
oldukça tanınmış bir şahıs olan efsanevi savaşçı tanrı Er-Lang’a ait bir
silahmış ve kötülükleri yenerken sık sık bahsi geçermiş. İkincisi, Üç
Krallığın Aşk Macerasında (???) İmparator Liu Bei’ye ait çift elli bir
kılıçmış. İki kılıçtan birisi kuşatma esnasında kaybolmuş ve sonrasında bu
kılıcın Tang Hanedanlığının kuruluş döneminde bir Tang Generali olan Hou
Jinji tarafından kullanıldığı söylenmiş-miş.

Bölüm 148: Çelişkili Pişmanlıklar, General Pei Menfur Kılıcı Kırıyor


Ming Guang hesaplar bir şekilde Pei Su’ya baktı. “Sen Minik Pei misin?”

“Öyleyim.” Pei Su cevapladı.

Ming Guang gözlerini kıstı ve Ban Yue’ye baktı, sataştı. “Bir cennet
mensubu olmayı küçük bir kız için çöpe attığını duydum? Haha, Pei Ming,
eskiden hep ‘Kardeşler uzuv gibidir; Kadınlar ise kıyafet’

demez miydin? Neden soyundan gelen bu adam sana hiç benzemiyor?


Kadınlara bakarken sendeki gözün onda birine bile sahip değil; bu BanYue
Baş Rahibesi küçük bir kuşa benziyor, şuna bir bak!

Belki yüzlerce yıl önce kandırıldın ve başkasının dölünü aldın?


Hahahaha…”

“Saçmalık.” Dedi Pei Su, ardından avucundan bir patlama gönderdi. Ke Mo


da havaya sıçramış

kükrüyordu. “BİZ EZELİ DÜŞMANIZ!”

Ming Guang bağırdı. “HEY! KOCA ADAM, İKİMİZ AYNI


TARAFTAYIZ!”

Ke Mo başını geri çevirdi ve Ming Guang’ın sıçradığını gördü, uzun yeşil


bir kılıca dönüştü ve avucuna düştü. Ke Mo kocaman demir ellerini açtı,
kabzayı kavradı ve devasa bedeninden bir anda siyah bir hale fışkırmaya
başladı.

Elinde şeytani bir kılıç olan tehditkar bir ceset, zehirli dişleri çıkan korkunç
bir yaratık gibiydi.

Biraz önce Pei Ming’in Xie Lian’ın yüzüne E-Ming’i sürmesi Xie Lian’a
bir fikir vermişti. Her ne kadar nedenini anlayamıyor olsa da, aynı
numaranın Hua Cheng’e de yardım edebileceğini hissediyordu ve kimse
bakmıyorken ona gizlice biraz hava üflemek niyetindeydi, bunun onu
rahatlatıp rahatlatmayacağını merak ediyordu. Ancak korkunç sahnenin
şekillenmesini izlerken kendini bağırmaktan alamadı. “DİKKAT ET!”

Pei Ming’in savaşa katılması tuhaf olacaktı, bu nedenle sadece Pei Su ve


Ban Yue ikilisi saldırıyorlardı.

Birisi tez canlı ve doğrudanken, diğeri çevik ve eksantrikti, ama fiziksel


anlamda yetersizlerdi; Pei Su’nun ruhani güçleri yoktu ve Ban Yue yeterli
saldırganlığı göstermiyordu. Hem ruhani güçleri olan hem saldırgan bir Ke
Mo ile yüzleşirken gergin hissediyorlardı.

Ban Yue daha yeni Ke Mo tarafından azarlanmıştı, bu yüzden daha fazla


akrep yılanı atmaya utanıyordu, ama Pei Su hiçte çekinmiyordu, o yağmur
gibi yılanları yağdırırken Ke Mo hiç durmadan öfkeyle uluyordu ve Ming
Guang kılıcının koruyucu halesi sağ olsun yılanların hiçbirisi yaklaşmaya
cüret edemiyordu. Ancak, hal böyleyken, Xie Lian bir süre izledikten sonra
rahatlamaya başladı.

Çünkü Ke Mo ile Ming Guang’ın pek uyuşmadıklarını fark edebiliyordu.

Ke Mo BanYue Krallığında büyümüştü ve gürz kullanmaya alışkındı.


Büyük ve ağır silahlar kullanırdı, bu yüzden kılıç yetenekli olduğu bir alan
değildi. Her ne kadar akıl almaz bir güce kavuşmuş ve elindeki kılıç
kıyaslanamaz derecede keskin olsa da; bir aradayken her ikisi de tam
gücüne ulaşamıyordu ve birbirlerinin numaralarını hemen
kavrayamamışlardı. Bu neden, Xie Lian bunu fırsat bildi ve ellerini bir
duayla Hua Cheng’in önünde birleştirdi. “Beni affet!”

Ama önündeki gözleri kapalı, yakışıklı, kar beyazı küçük yüze bakınca, Xie
Lian harekete geçmekte zorlandı ve en sonunda kararını verdiğinde,
yaklaşmak için gözlerini kapattı ve gerginliğinden dolayı hedefi ıskaladı ve
Hua Cheng’in alnını öpmüş oldu. Yumuşak ve nazikti ama kalbi neredeyse
parçalanacakmış gibi atıyordu. Yanından bir ses yükseldi. “Ekselansları,
yanlış anladın. Alnından öpmenin ne faydası olur ki?!”

Xie Lian şoktan neredeyse düşecekti. Bakmak için kafasını çevirdiğinde,


Pei Ming’in yanına diz çökmüş
olduğunu gördü. Anormal derecede içerlemiş ve alınmış görünen Xie Lian
konuştu. “General Pei, bakma!”

Pei Ming ellerini kaldırdı. “Tamam, tamam, tamam, bakmam.” Ardından


döndü ve savaşı diğer kenardan izlemek üzere hareketlendi. Bir süre
inceledikten sonra Ke Mo’ya hitaben konuşmaya başladı. “Kılıç öyle
kullanılmaz. Eğer kılıç kullanmayı bilmiyorsan kullanma!”

Doğal olarak Ke Mo ne dediğini anlamamıştı ama elindeki Ming Guang


karşılık verdi. “Evet, senin gibi şahsen kılıçları kıran birisi sadece kenarda
işe yaramaz bir halde dikilir ve yorum yapar!”

Tam o bağırırken Pei Ming aniden uçtu ve savaşa katıldı, Ke Mo’nun


hemen önüne inmişti. Ke Mo kılıcı savurdu ama oldukça gevrek bir çıtırtı
sesi kopmuştu. Darbesi hiçbir şeye çarpmamıştı ama aşağıya baktığı zaman
şaşkına dönmüştü.

Elindeki Ming Guang Kılıcı bir kez daha kırılmıştı.

Bunu fırsat bilen Pei Su bir diğer akrep yılanı grubu fırlattı, sanki koca bir
boya teknesi atılmış gibi, Ke Mo’yu koyu şarap kırmızıyla baştan aşağıya
kaplamıştı ve kaygan yılanları üzerinden çaresizce atmaya çalışırken Ke Mo
uluyordu. Pei Ming ise, kılıca baktı ve konuştu. “Benim tekniğime tümüyle
hakimsin ve doğal olarak, ben de seni en kolay nereden kırabileceğimi
biliyorum.”

Ban Yue gökyüzünden elinde iki kavanozla indi ve tek kelime etmeden
kavanozların ağızlarını aşağıya uzattı, şok olmuş Ming Guang ve kükreyen
Ke Mo’yu içlerine hapsetmişti. Ve böylece, Xie Lian en sonunda rahat bir
nefes verebildi, içten içe kendine hatırlattı, İnsan sayısı fazla olunca işler
sahiden daha hızlı yürüyor!

Ban Yue kil kavanozları mühürledi ve onları ellerinde salladı, içerideki


yankıları dinlemek için kulağına götürdü. Xie Lian aceleyle seslendi. “Ban
Yue oynamayı bırak. Onları bir kenara koy ve dikkat et kaçmasınlar.”

Ban Yue başını salladı, Xie Lian’ın önüne diz çöktü ve Hua Cheng’e baktı.
“General Hua, bu sizin oğlunuz mu?”
Xie Lian gülümsedi. “Ne yazık ki değil.”

Ama kısa bir süre sonra artık gülümseyemiyordu. Ban Yue ‘aa’ dedi ve
konuştu. “Biraz önce onu öptüğünü gördüm, ben de oğlundur sandım.”

“…”

Xie Lian artık daha fazla konuşmak istemiyordu ve alnını eliyle kapattı.
Ban Yue ise, Hua Cheng’den hoşlanmış gibiydi, küçük örgülerinden birisini
çekiştirdi ve büyük bir endişeyle konuştu. “Hasta gibi görünüyor.
Toparlaması için onu da bir çanağa koyayım mı? Geçen sefer General Hua
beni kile koyunca çok hızlı toparlandığımı hissetmiştim.”

Pei Su da en sonunda yanlarına gelmişti. “Gerek yok. Onu boş ver,


Ekselansları onunla ilgilenir.”

“Aa.” Dedi Ban Yue.

Tam bu sırada Pei Ming ona bir bakış attı. “Sen BanYue Baş Rahibesi
misin?”

Ban Yue’ye küçümser bir şekilde yukarıdan bakıyordu; Ban Yue yere
çömelmişti ve onun gölgesinde kalıyordu, başını salladı. Pei Su farkında
olmadan öne doğru bir adım attı ama Pei Ming onu kenara itti ve Ban
Yue’nin önüne geçti, onu yakından incelemek istermiş gibi görünüyordu.
Ancak beklenmedik bir şekilde onunla arasında iki adım kalınca Ban
Yue’nin yüzü aniden düştü ve Xie Lian’ın arkasına

saklandı, sanki yeterince hızlı kaçamayacakmış gibiydi. Ancak, yüz


ifadesine bakılırsa korkmuyordu.

Herkes şaşırmıştı ki Xie Lian anladı ve nazik bir şekilde ima etti. “General
Pei, şey… Hayalet Kokusu Şekeri…”

Pei Ming gözlerini açıp kapattı, yüzü kararıyordu. Görünüşe göre Hayalet
Kokusu Şekerinin tadı henüz silinmemişti ve Ban Yue bir kadın hayalet
olduğu için üzerindeki aşağılık kötülük kokusuna dayanamıyordu ve
kokudan kaçmıştı…
Xie Lian kendini gülümsemekten alamadı ama hemen yüz ifadesini düzeltti.
“Neden Yağmur Ustası da Tong Lu Dağına geldi? Lordum nerede peki?
Neden beraber değilsiniz?”

“Hayaletlerin kışkırtılması nedeniyle, pek çok insan-dışı varlık Tong Lu


dağına doğru yola koyuldu.

Yushi Ülkesinden geçerken ise erzak olarak birkaç çiftçiyi kaçırdılar. Bu


esnada Yağmur Ustası da Koruyucu Muhafız da yoktu; olay öğrenildikten
sonra takip etmeye başladık.” Diye açıkladı Pei Su. “İlk başta hep
beraberdik, ama yolda, Ekselanslarının bize Banyue dilinde seslendiğini
duyduk, bu yüzden kontrol etmek için ayrıldık.”

O esnada Xie Lian sadece acil durum nedeniyle rastgele bağırıyordu ve


onların yakınlarda olacağı hiç aklına gelmemişti, yanlışlıkla doğru bir şey
yapmıştı. Yushi Ülkesi sessiz sakin bir kasaba gibi görünürdü, bu nedenle
etrafta hayaletlerin dolaşması ve aptalca bir harekette bulunarak insanları
alıkoymaları hiçte şaşırtıcı değildi. Pei Ming kaşlarını çattı. “Öncesinde seni
ölümlü diyarda bulamamıştım. Yağmur Ustasıyla nasıl karşılaştın? Sakın
bana Banyue Baş Rahibesinin peşinden gittiğini söyleme.”

Pei Ming hafifçe başını eğdi. “Hayır. Yağmur Ustası beni kurtardı.”

Görünüşe göre, Pei Su alt diyara sürüldükten sonra amaçsız bir şekilde
dolaşmaya başlamıştı.

Fazlasıyla boş vakti olduğu için de gitmiş ve Qi Rong’un küçük inlerine


birkaç kez saldırmıştı. Rahatsız olan Qi Rong kim bilir nelerden oluşan
geniş bir ekip toplamış ve etrafını sararak onu yok emişti. Eğer Pei Su’nun
ruhani güçleri olsaydı o ilkel yaratıklar ona hiçbir şey yapamazdı, ama artık
bedeni bir ölümlüye aitti, bu nedenle yüzlerce hayalet ona saldırınca
nihayetinde yaralanmıştı, oldukça kötü bir vaziyette köşeye sıkışmıştı. Tam
ipin ucundayken ise, öküzünün üzerinde gezmekte olan Yağmur Ustası
olaya denk gelmiş ve yardım eli uzatmıştı. Kimliğini ve hikayesini
açıkladıktan sonra, Pei Su alınarak iyileşmesi için Yushi Ülkesine
götürülmüştü.
Pei Ming fazlasıyla şaşırmış görünüyordu. “Yağmur Ustası sana sorun
çıkartmadı mı?”

Shi Qing Xuan’a göre, Yushi Ülkesi ile Ming Guang Sarayı geçmişte
anlaşmazlıklar yaşamışlardı ve yüzlerce yıl önce Yağmur Ustası, Pei
Ming’in bir önceki vekil generalini kovmuştu. Görünüşe göre Pei Ming,
Yağmur Ustasının cömert birisi olduğunu hiç düşünmüyordu. Ancak Pei Su
cevap verdi. “Hayır.

Yağmur Ustası bana hiçbir sorun çıkartmadı. Aksine, çok yardımı


dokundu.”

Tam bu sırada yankılanan bir ses duyuldu. “Yağmur Ustası mı? Yağmur
Ustası, Yushi Krallığından mı?”

Xie Lian düşünmeden cevapladı. “Evet öyle.” Ama cevap verdikten sonra
senin Ming Guang’a ait olduğunu fark etti. Çoktan kil kavanoza
hapsedilmişti ama hala dikkatle dışarıyı dinliyordu. Xie Lian karşılık
verdikten sonra ise cıkladı. “Pei Ming! Onca kadınla bu kadar işe yaramaz
bir soyun olsun diye mi yattın?! Hayatta kalmak için Yushi Krallığından
birisinin korumasına ihtiyaç duyuyor ve hattan onlardan iyi bir şekilde
bahsediyor! Sahiden, her gelen nesil bir öncekinden beter! HA!”

Onu duyunca Pei Ming tuhaf bir sükûnete bürünmüş gibiydi. Xie Lian ise
anlamamıştı ve Ban Yue’ye fısıldadı. “Neden bahsettiklerini anladın mı?”

“Pek sayılmaz.” Dedi Ban Yue. “Ama, sanırım Pei Su gege’nin daha önce
generalinin yükselişinden bahsettiğini duymuştum, Xuli Krallığının bir
generaliymiş.”

“…”

Pei Ming’in bir Xuli Generali olmasında bir problem var mıydı?

Pekala vardı!

Çünkü Xie Lian’ın bildiği kadarıyla Yushi Krallığı, Xuli Krallığının


demirden eliyle dümdüz edilmişti!
Ban Yue ekledi. “Yağmur Ustası, Yushi Krallığının son hükümdarı.”

Pei Ming’in her Yağmur Ustasından bahsedildiğinde tuhaf görünmesine


şaşmamalıydı ve Yağmur Ustasının da söz konusu diğer vekil cennet
mensubunu cezalandırmak konusunda hiçte kendini tutmamasına. Görünüşe
göre ikisi arasında eski bir kin vardı.

Her ne kadar cennet mensupları için, ölümlü diyardaki krallıkların


çarpışması ve yok olması, sahnedeki oyuncuların hiç durmadan değişmesi
normal bir şey olsa da, sıra kendilerininkine geldiği zaman çoğunlukla
kabul etmekte zorlanırlardı. Eğer kendi krallıklarını yok eden kişiyle aynı
noktada durmaları gerekirse ve bu kişi cennete son derece görkemli bir
şekilde yükseldiyse, oldukça can sıkıcı bir durum teşkil ederdi.

Pei Su bir tılsım ekledi ve kavanozun üzerine yapıştırdı ve Ming Guang’ın


ses aniden sustu. Sordu.

“General neden geldi?”

Xie Lian Hua Cheng’in sözlerini hatırladı. Görünüşe göre Pei Ming’in Tong
Lu Dağına gelmesi nedeniyle Jun Wu’dan alacağı ‘kazanç’ buydu. Pei
Ming, Pei Su’nun omzuna vurdu. “Madem buradasın, o zaman beni
gururlandır. Eğer iyi bir iş çıkartırsan belki Üst Cennete daha erken geri
dönersin.”

Pei Su henüz cevap verememişti ki kavanoza koyduğu büyülü tılsım yanıp


gitti. Kavanozun içindeki Ming Guang öfkesiyle tılsımı yakmıştı. “PEI
MING!!! ESKİDEN NE SÖYLERDİN HALA HATIRLIYOR

MUSUN?!”

Pei Su onu susturmak için tam bir tılsım daha ekleyecekti ki Pei Ming onu
durdurdu. “Bu yaşam boyunca pek çok söz söyledim. Hangisinden
bahsediyorsun?”

Ming Guang nefretle bağırdı. “Seni yıllarca takip eden onca insanı
katlederken kullandığın bahaneyi hala hatırlıyor musun? ‘Bazı insanlar
öldürülebilir, bazıları öldürülemez; bazı şeyler yapılabilir, bazı şeyler ise
yapılamaz.’ – Herkesi affeden Buda’nın kalbine sahipmişsin gibi
konuşmuştun! Ve şimdi?

Senin Küçük Pei’nin yaptığı ağza alınmaz şeyleri kimse bilmeyecek mi


sanıyorsun? FISILTILAR ÇOKTAN

YAYILDI! Ve sen de gelmiş onun götünü silip geçmişini saklamasına


yardım mı edeceksin? Yani seni kuzeyden güneye tüm savaşlarda takip
eden kardeşlerin ölmeyi hak etmişlerdi, ama söz konusu senin torununa
gelince, o hak etmedi mi? SENİN GİBİ KULLANILMIŞ KIYAFETLERİ
ATAN VE UZUVLARI YAKAN

BİRİSİNE GÖRE, KÜÇÜK PEI’N BULUNAMAZ BİR TAŞ, BİZ İSE


YABANİ OTLAR MIYIZ?!”

Öfkeyle ve düşünmeden bağırıyordu, ama Pei Ming sonuna kadar


dinledikten sonra aniden konuştu.

“Sen, Ming Guang değilsin.”

Kavanoz hemen sustu. Bir an sonra Ming Guang’ın telkin eden sesi
duyuldu. “Ne saçmalıyorsun sen?

Benim Ming Guang olup olmadığımı biraz önce görmedin mi? Benim
gerçek halimi görmedin mi?!”

Ancak Pei Ming’in hükmü katıydı. “Hayır. Sen Ming Guang değilsin.”

Kavanozdaki ses mızmızlanıyordu. “O zaman kim olacağım?”

Pei Ming kavanozu Pei Su’nun ellerinden aldı, kendinden emin


görünüyordu. “Bence sen Rong Guang’sın.”

İsim zikredildiği anda kavanoz tümden sessizleşmişti.

İsmi duyunca Pei Su’nun gözleri hafifçe irileşti. Xie Lian sordu. “General
Küçük Pei, Rong Guang kim?”
Pei Su kendine geldi ve cevaplamadan önce sadece bir an tereddüt etti.
“General yükselmeden önce, onu en uzun süre takip eden vekil generali ve
en yetenekli astıydı.”

Ve Xie Lian en sonunda ‘Kılıcını Kıran General’in ardındaki hikayeyi


öğrenmişti.

Pei Ming hala bir ölümlüyken hem aşk hem harp meydanlarında başarılıydı;
onlarca yıl boyunca ismine tek bir mağlubiyet lekesi sürülmemiş sürekli
galip gelen bir general. Kendi cesareti ve yetenekleri elbette ki önemliydi,
ama vekil generalinin de desteği göz ardı edilemezdi. Bu Vekil General’in
adı Rong Guang’dı.

Rong Guang kurnaz aldatmacalar ve manipülasyon konusunda epeyi


ünlüydü. Her ne kadar ikisinin karakterleri ve tarzları çok farklı olsa da,
çocukluklarından beri birbirlerini tanıyorlardı ve beklenmedik bir şekilde
iyi bir ikiliydiler; birisi ışık diğeri gölgeydi, dostlukları yıllarca sürmüştü,
demirle birleştirilmiş bir bağ idi. Pei Ming’in kutsal kılıcı ‘Ming Guang’
beraber kararlaştırdıkları bir isimdi, isimlerindeki ‘Ming’ ve ‘Guang’dan
meydana geliyordu.

Pei Ming nasıl savaşması gerektiğini biliyordu ve tarihin kaotik


sayfalarında, nasıl savaşacağını bilmek, nasıl para kazanacağını veya başka
bir şey yapacağını bilmekten daha değerliydi, bu yüzden doğal olarak
sürekli terfi etmişti. Ancak ne kadar yükseğe tırmanırsa tırmansın,
çıkabileceği en yüksek nokta

‘General’di. Generalin önünde sayısız onurlu ve saygın unvan daha


olabilirdi, ama her daim üzerinde oturan birisi olacaktı; kralın önünde
eğilmeli ve diz çökmeliydi.

Kendisi bu konu üzerinde pek düşünmüyordu. Ancak, kale ardına kale


kuşatırken ve zırhı gittikçe daha fazla görkemle ışıldarken, Rong Guang’ın
emri altındaki birlik gittikçe huzursuzlanıyordu.

Pei Ming asla nereden geldiğini ve prensiplerini unutacak kadar gururlu


birisi olmamıştı, ama astları onun yerine sürekli kabarıyorlardı.
En büyük suçlu da Rong Guang’dı. Askerlerle arasında sağlam bir bağ
olduğu için, kolayca onların kalbini istediği yöne çekebiliyordu ve emektar
askerlere ‘General Pei ona verilen statüden çok daha fazlasını hak ediyor’u
işlemişti; ‘General Pei ve biz eziliyoruz’, ‘Xuli Krallığı kurtarılmak için
General Pei ve bize ihtiyaç duyuyor’. Pei Ming’i Kral ilan etmek için Xuli
Kraliyet Sarayına bir baskın planlamışlardı, emektar askerlerine müthiş bir
başarı getirecek ve tarihteki en güçlü krallık olacaklardı. Hatta demirden
binekleriyle dört denizi de geçecekleri ve dünyayı birleştirecekleri yalanını
bile ortaya atmışlardı.

Ne yazık ki, Pei Ming’in kendisi kral falan olmakla ilgilenmiyordu.

Hayattaki en büyük zevki muzaffer savaşlarda çarpışmak ve güzel


kadınlarla yatmaktı, ve bunları yapabilmek için kral olmasına gerek yoktu.
Ayrıca her ne kadar Xuli Kralı muazzam birisi olmasa da, yanlış bir şey de
yapmamıştı. Eğer ele geçirecek olursa, ondan daha iyisini de
yapamayabilirdi.

Götürüsü getirisinden fazla olacak bir yıkıma düşünmeden girişmek… Ne


diye boş yere sorun çıkartacaktı ki? Bu nedenle Rong Guang heyecanla ona
ima etmeye çalıştığı her seferinde, Pei Ming başarıyla onu engellemişti.

Pek çok denemenin ardından, Rong Guang ona inanmamakla kalmamış,


gittikçe daha da kafaya takmıştı, en sonunda bir gün, ekipçe bir karara
varmışlardı, ne olursa olsun önce ayaklanma çıkartacaklardı. İş bittikten
sonra Pei Ming’in artık kendisini tutmasına gerek olmayacaktı.

Bu noktaya kadar dinlerken Xie Lian’ın dili tutulmuştu, aklından, Böyle bir
şey nasıl ördekleri yemlemek kadar hafife alınabilir…

Pei Su onun düşüncelerini tahmin etti ve konuştu. “Rong Guang gerçekte


Pei Ming’i Kral yapmak istememiş olabilir ama isyan için General’inin
adını ödünç almak zorundaydı. Kendi saygınlığı generalinki kadar yüksek
değildi, eğer kendi bayrağını kaldırırsa insanların desteğini
göremeyebilirdi.”

Xie Lian kafa yordu. “Tam olarak öyle olmayabilir.”


Pei Ming’in adını kullanmalarının nedeni Pei Ming’i tahta oturtmaktı, doğal
olarak Pei Ming de hiçbir şeyden haberi yokmuş gibi davranamazdı. Hemen
kılıcını kapmış ve küçük, güvenilir bir asker birliğiyle savaşmak için saraya
koşmuştu.

Ve bu savaş, hayattaki son savaşıydı.

Çevirmen: Nynaeve

Not: Çeviri yaparken ‘Bir bağ idi’yi birleşik yazamadığımı fark ettim…
‘Bağaydı’? ‘Bağdı’??? Nasıl yazılıyor ya bu???

Bölüm 149: Sağda ve Solda Panik, Doğu veya Batı Kararı Verilemiyor

“General Pei kazandı mı, yoksa kaybetti mi?” Diye sordu Xie Lian.

“Kazandı. Ve kaybetti.” Pei Su cevapladı.

Tüm direnişçiler Pei Ming’in kılıcının altında can vermişlerdi ve içlerinde


onlarca yıldır dostu olan pek çok emektar savaşçı da vardı.

‘Ming Guang’ kılıcı yanlarında savaşan bir dostken, şimdi onları biçen bir
kasap olmuştu.

Tam katliam sona yaklaşırken ve savaşın sonucu artık belli olmuşken,


Xuli’nin hükümdarı akılcı bir hamleyle kana bulanmış, güç bela hareket
edebilen Pei Ming’in ihanet suçuyla etrafının sarılmasını emretmişti.

Pei Ming savaşmakta iyi olabilirdi, ama bu savaş meydanı gerçek kılıçlar ve
silahlar içermiyorsa, kazanamayabilirdi. Açık bir şekilde düşmanla
savaşmış ve tahtı korumuştu, ama en sonunda sadece

‘Gördüğünüz yerde öldürün” kazanmıştı!

Pei Ming kavanozu elinde tuttu; ne konuştuklarını duymuyor değildi,


sadece uğraşacak vakti yoktu.
“Sen olduğunu anlamalıydım. Tam senlik bir hareket.”

Düşününce, milyonların kanına bulanmış kırık kılıcı ele geçiren Rong


Guang’ın nefreti olmalıydı ve onun burukluğuyla bağlandığı için bunca
zaman hayatta kalmayı başarmıştı. Ancak, kavanozun içindeki ses soğuktu.
“Kardeşlerin uzun zaman önce öldü. Ben sadece bir kılıcım.”

Xie Lian muhtemelen gerçeği hiçbir zaman kabul ettiremeyeceklerini


biliyordu ve sorgulamaya devam etmek işe yaramayacaktı. “Boş ver,
General Pei.”

Pei Ming başını salladı ve kavanozu tekrar Pei Su’ya verdi.

Böylece özellikle öfkeli olan iki hayalet boyunduruk altına alınmış oldu.
Diğer şeyler görmezden gelinirse, bu iyi bir başlangıç sayılabilirdi.
“General Pei ve ben Tong Lu Dağına doğru ilerlemeye devam edeceğiz.”
Dedi Xie Lian. “Ban Yue, peki ya siz ikiniz? Gidip Yağmur Ustasını mı
bulacaksınız?”

“Yağmur Ustası çoktan çiftçileri kaçıran hayaletlerin peşinden gitti.” Dedi


Pei Su. “Eğer sizinle gelirsek aynı yola çıkmış olacağız, bu nedenle General
ve Ekselanslarına yardım ve eşlik etmeye hazırız.”

Pei Ming düşüncelerinden sıyrıldı ve hafifçe kaşlarını çattı. “O zaman acele


etsek iyi olur. Yushi’nin Hükümdarı bir savaş tanrısı değil ama bizden hızlı
hareket ediyor, önlerine bir tehlike çıkabilir.”

Böylece Xie Lian Hua Cheng’i aldı, Ban Yue iki kavanozu kaldırdı ve ekip
kalın ormanın derinliklerine doğru yol almaya başladı.

Tong Lu Dağının dış sınırlarında oldukları için, etkileyici kişilerle


karşılaşmadılar; çoğu sadece birer hiçti ve kendileri de savaşmaya istekli
değillerdi, doğrudan yanlarından geçiyorlardı. Bazıları onlara meydan
okuyacak kadar aptaldı, ama hepsi Ban Yue ve Pei Su’nun yılanlarından
korkup kaçıyorlardı.

Bu nedenle, yolculuğun ilk gününde, en sonunda ormandan çıktılar ve Tong


Lu Dağının ikinci seviyesine geçtiler.
Burada ağaçlar dağınık yerleşmişlerdi ve yollar gittikçe genişliyordu,
medeniyete ait izler vardı. Xie Lian yolun kenarında yıkılmış, kararmış
küçük bir ev bile gördü, bu terk edilmiş topraklarda oldukça sıradışı bir
görüntüydü ve merak etti. “Neden burada evler var?”

Ban Yue ve Pei Su başlarını bilmediklerini ifade eder biçimde iki yana
salladılar. Pei Ming de yorum yaptı. “Korkarım bu kollarındaki Hayalet
Kralı Lorduna sorman gereken bir soru.”

Xie Lian sorusunu dile getirdiği zaman, eğer uyanık olsa Hua Cheng’in
sorularına cevap verebileceğini zaten düşünmüştü ve başını eğdi. Her ne
kadar Hua Cheng’in alışılmadık vücut ısısı yavaşça düşüyor olsa da, gözleri
hala kapalıydı ve Xie Lian endişelenmekten kendini alamadı.

Pei Ming hatırlattı. “Ekselansları, bir sonraki seviyeye geçmek üzereyiz.


Yolda karşılaşacaklarımız artık çok daha güçlü olacaklar. Biraz ara verip
Hua Chengzhu’nun uyanmasını mı beklesek?”

Tam bu sırada yol çatallandı. Bir yol doğuya diğeri batıya uzanıyordu. Xie
Lian düşündü ve mırıldandı.

“Hava karardı, bu gecelik burada kamp kuralım.”

Bütün bir gün boyunca seyahat ettikten sonra, dinlenmek ve Hua Cheng’i
toparlanması için korumak için iyi bir zamandı. Ban Yue konuştu. “Pei Su
gege’nin de dinlenmesi gerek.”

Ancak o zaman Pei Su’nun şu anda bir ölümlü olduğunu hatırladılar ve


gıdaya ihtiyaç duyduğu gibi, dinlenmesi de gerekiyordu, sadece tüm bu
zaman boyunca hiç ses çıkartmamıştı. Xie Lian’ın vücudunda lanetli
kelepçeler vardı ve o da aynı durumdaydı, ama Hua Cheng için
endişelendiğinden, tümüyle unutmuştu.

Ekip böylece yol ayrımında durdu ve kamp kurdular. Ban Yue ateşi yaktı ve
Pei Su avlanmaya gitti. Xie Lian herkesin kendi işe baktığını görününce
tekrar Hua Cheng’in yüzüne bakmaya başladı. Bir an sonra, içgüdüleri ona
başını çevirmesini söyledi ve sahiden de Pei Ming’in onları izlediğini
gördü.
İkisi bakıştılar ve Pei Ming kuru bir kahkaha attı. “Tamam. Gidiyorum.”

“Hayır, sorun değil.” Dedi Xie Lian.

Görülmemesi gereken bir şey yaptığını düşünmüyordu sonuçta, neden sinsi


sinsi hareket etmeye çalışıyordu ki?!

Tam bu sırada Ban Yue elinde yemek için bir çanakla geri döndü. “General
Hua…”

Hem Xie Lian hem Pei Ming başını çevirdi. “Ne oldu?” Xie Lian sordu.

Kara çanağın içinde dehşete düşmüş yabani bir tavuk bağlıydı. Ban Yue
onlara çanağı gösterdi. “Pei Su gege bunu pişirmem için yakaladı, ama,
yemek yapmayı bilmiyorum.”

Pei Su avlandıktan sonra keşfe gitmişti. Pei Ming ise Ban Yue’ye nasıl
bakarsa baksın hoşnutsuz oluyormuş gibiydi ve kendinden emin bir şekilde
azarladı. “Sen kız değil misin? Bütün gün dövüşüp adam öldürüyorsun,
makyaj bile yapmıyorsun, ama yemek yapmayı dahi nasıl bilmezsin?”

Xie Lian’ın da Ban Yue’nin de dili tutulmuştu. Ban Yue normal bir evde
yetiştirilmiş narin bir kız değildi ve Pei Ming’in güzellik standartları
hakkında en ufak bir fikri yoktu. Sözlerini anlayamamıştı ve şaşkındı. Xie
Lian’a gelince, şimdiye kadar olanları çoktan çözmüştü. Pei Ming söz
konusu kadınlar olduğunda tarif edilmesi güç bir kişilikti. “Yere bırak Ban
Yue. Ben sana öğretirim.” Dedi Xie Lian.

*ÇN: Aashashsaha Xie Lian’ın bu özgüveni… Öğretecekmiş bir de :D


Tong Lu Dağında yemekten zehirlenerek ölmeseler bari.

Ban Yue zaten ona hayrandı, bu nedenle mutlulukla komutlarına itaat etti.
Beş dakika geçti. Xie Lian yabani tavuğun tüm tüylerini yolmuştu ve Pei
Ming kanla kaplanmış ellerini kaldırdı, yas tutuyordu.

“Tavuk-Öldüren General ve Tüy-Yolan Veliaht Prens de artık meşhur


hikayeler arasına girer.”
Xie Lian onun çıplak elleriyle tavuğu öldürmesini izledi, kanlı ve pis bir
sahneydi. “General Pei, bıçak falan kullansan olmaz mıydı? Daha temiz
olurdu.”

“Var mı ki?” Pei Ming sordu.

Tam kelimeler dudaklarından dökülürken ikisi de kenarda durmakta olan


kavanozlara baktılar.

Kavanozun içindeki Rong Guang ikisinin tuhaf bakışlarını fark etmiş


gibiydi ve kavanoz aniden vahşice sallanmaya başladı, bağırıyordu.
“DEFOLUN BURADAN! UZAKLARA GİDİN! DİKKATLİ OLUN,
KILICIMA ZEHİR SÜRMÜŞ VE HEPİNİZİ ZEHİRLEYECEK
OLABİLİRİM!”

İkisi hemen harekete geçtiler. Kavanozun duyamayacağından emin


olduktan sonra Pei Ming başını iki yana salladı ve Xie Lian’a hitaben
konuştu. “Ve bir de inkar ediyor. Hep böyle tavırlıydı, elbette o.”

Xie Lian da Rong Guang’ın Pei Ming’e nasıl sövdüğünü duymuştu ve uzun
zaman önce garip bir sempati duymaya başlamıştı. “Tümüyle anlıyorum.
General Gong gibi bir kuzenim var benim de. Nasıl küfredeceği dışında pek
bir şey bilmiyor.”

En azından Rong Guang, Pei Ming’e savaşlarda yardım etmişti. Eğer Qi


Rong Xie Lian’a savaş

meydanında yardım etmeye kalksa, o zaman daha Xie Lian düşmanları


tarafından katledilmeden Qi Rong tarafından mahvedilmiş olurdu. Pei
Ming, sadece sövmeyi bilen ve savaşmayı bilmeyen bir Rong Guang hayal
etti ve içten bir şekilde yorum yaptı. “Sahiden çok korkunçmuş.”

Xie Lian tümüyle yolunmuş tavuğu çanağa attı, suyu koydu ve ateşin
üzerinde pişirmeye başladı, sürekli tat katmak için yabani meyveler veya
otlar atıp duruyordu. Ban Yue de ona uydu ve çanağı doldurmak için
yenilebilir görünün her şeyi bulmak için elinden geleni yaptı. Pei Ming ne
yaptıklarını bilmiyordu, ama daha önce kendisi hiç mutfağa girmediği için
bir sorun da görememişti, bu nedenle ateşe odun atarak yardım etti.
“Ekselansları, sana hep sormak istediğim bir soru vardı, ama hiç samimi
olmadığımız için sormam uygun olmazdı.”

Sahiden de yakın değillerdi. Öncesinde Xie Lian, Pei Ming’in hep fiziksel
anlamda yetenekli ama kötü niyetli bir zampara olduğunu düşünmüştü ve
birkaç kez karşı karşıya bile gelmişlerdi. Ancak şimdi yolları kesişince,
nedense, fikri değişmişti ve ilişkileri biraz daha dostane sayılabilirdi.
“Lütfen General Pei, istediğini sor.”

“İki kez sürgün edildin, üzerinde iki tane lanetli kelepçe var.” Dedi Pei
Ming. “Üçüncü kez yükseldikten sonra, İmparatordan onları çıkartmasını
isteyebilirdi, neden istemedin?”

Xie Lian Ban Yue’nin uzunca bir süre dikkatle düşündükten sonra neşeyle
birkaç uzun, şarap kırmızısı akrep yılanı çıkartışını ve kaynayan kazana
atışını izledi. Kolayca cevap verdi. “O zaman General Pei, benim de sana
sormak istediğim bir soru var.”

“Buyur.” Dedi Pei Ming.

“Neden Ming Guang’ı kırdıktan sonra, yeni bir ruhani silah dövmedin?”
Xie Lian sordu.

Pei Ming kaşlarını kaldırdı. “Nahoş bir soru.”

Xie Lian’ın ifadesi birebir aynıydı. “Aynı şekilde.”

İkisi biraz kıkırdadılar. Aniden Pei Ming konuştu. “Daha önce hiç güzel bir
hikaye olduğunu düşünmemiştim.”

“Anlıyorum.” Dedi Xie Lian.

Tam konuşmak üzereydi ki aniden arkasında bir hareketlenme oldu ve kalbi


yerinden fırlayacaktı, arkasına baktı. “San Lang?”

Sahiden Hua Cheng ayağa kalkmıştı.

Xie Lian hem şaşırmış hem çok sevinmişti ve hemen yanına gitti,
omuzlarını tuttu. “San Lang!
Uyanmışsın! Sen… büyümüş görünüyorsun?”

Öncesinde sahiden Hua Cheng on yaşından biraz büyük görünüyordu ama


şimdi en az on üç yaşındaydı ve sesi de bir çocuğunkinden, bir ergenin hafif
kulak tırmalayan sesine dönmüştü. “Evet.

Teşekkür ederim gege, bana rahatlık sunduğun için.”

“Ne sevinçli bir durum.” Pei Ming yorum yaptı.

“Bana teşekkür etmene gerek yok, ben…” Xie Lian cevabını


tamamlayamadan ‘rahatlık’ kelimesini fark etti ve gülümsemesi dondu,
merak etti, Düşündüğüm şeyden mi bahsediyor yoksa?

Bir an sonra Hua Cheng onun omuzlarını tuttu ve karanlık bir şekilde
konuştu. “Ekselansları, beni dinle. Doğudan bir şey hızla yaklaşıyor.
Şimdilik oradan uzak durmanız gerek!”

Xie Lian şaşırmıştı. İkisi de sanki karanlığın içerisinde süzülen birisini


görebilecekmiş gibi sonsuz geceye baktılar. Her ne kadar Xie Lian hiçbir
şey hissedemese de yine de sözünü dinledi. “Pekala!

Gidiyoruz.”

“Nereye?” Diye sordu Pei Ming.

Çatalın sadece iki ucu vardı ve Xie Lian konuştu. “Batıya!”

Ban Yue alevlerin üzerindeki yemek çanağını kaldırdı, onu da yanlarında


getirecekmiş gibiydi. “Pei Su gege geri dönmedi!”

O tam konuşurken aniden batıdaki yolda bir gölge belirdi, Pei Su keşif
görevinden geri dönüyordu.

“General! Bu yoldan gitmeyin! Şu anda üzerimize gelen kalabalık bir


hayalet grubu var!”

“Kaç tane?” Hua Cheng buyurdu.


Pei Su soran kişinin Hua Cheng olduğunu fark etmişti ve bir anlığına
donakaldı. “Yerdeki titreşimlere bakılırsa en az beş yüz!”

Bir savaş tanrısı olarak, eğer başka hiçbir şans yoksa ‘geri çekilme’yi
önerirdi. Pei Ming sordu. “Batıya mı doğuya mı gidiyoruz?”

Hua Cheng katı bir şekilde konuştu. “Batı!”

Xie Lian da öyle. “Batı.”

Bir nedenle, her ne kadar batıdan çok fazla sayıda hayalet geliyor olsa da,
doğudaki tek bir gölgeye karşın, Xie Lian’ın içgüdüleri ona batının çok
daha güvenilir bir seçenek olduğunu söylüyordu. Daha fazla gecikmeden
hızla yola koyuldular. İlk başta, Xie Lian hiç tereddüt etmeden öldürmeye
hazırdı, ama birkaç kilometre koştuktan sonra hiç kimseyle karşılaşmadılar
ve şaşırmıştı. “General Küçük Pei, nerede ve ne zaman beş yüz tane
hayaletin yaklaştığını duydun?”

“Hemen şurada.” Dedi Pei Su. “O esnada on kilometre kadar gerimdeydiler


ve hızla hareket ediyorlardı.”

“Çok tuhaf!” Dedi Xie Lian.

Grup batıya doğru ilerlemeye devam etti ve o beş yüz kadar hayalette
doğuya koşuyorlardı; her iki ekipte çok hızlıydı bu nedenle çoktan
karşılaşmış olmalıydılar. O zaman neden tek bir hayalet, tek bir hareket
görmemişlerdi?

“Küçük Pei yanlış duymuş olmalı.” Dedi Pei Ming. “Belki aynı yönde
ilerliyoruzdur?”

“Çok ihtimal vermiyorum.” Dedi Pei Su. “Çünkü çok hızlı gidiyorlardı.
Sanki…”

“Canlarını kurtarmak için kaçıyor gibiydiler.” Dedi Hua Cheng.

Aniden Xie Lian durdu. Sadece o da değil tüm grup durdu. Çünkü önlerinde
görüş açılarını kapatan cesetlerden bir yığın vardı.
Cesetlerin bazıları yaratıklardı, bazılar insansı, her tür ve şekilden beden
vardı, hatta yıpranmış ruhlar, siyah duman bulutları ve hayalet alevleri
havada süzülüyordu. Son derece ürpertici bir görüntüydü.

Xie Lian incelemek için eğildi ve konuştu. “Canlarını kurtarmak için


kaçıyorlarmış, sadece…

başaramamışlar.”

Pei Su onları duyduktan sonra hemen Xie Lian ve diğerlerini bilgilendirmek


için geri dönmüştü. Ve o gittikten hemen sonra bir şey yaklaşmış ve hepsini
tek seferde katletmişti.

“Bu tek bir kişinin işi.” Dedi Hua Cheng.

Xie Lian başını salladı. Eğer her iki tarafta kalabalık sayıda olsaydı, katliam
bu kadar temiz olmazdı ve savaşta bu kadar çabuk bitmezdi.

Ve bu kadar kısa bir zaman içerisinde beş yüz hayalet ve canavarı


öldürdüğüne göre, hiç şüphesiz Hayatı Hızla Söndüren İblis Kılıcından
daha güçlü bir şeydi, bu nedenle dikkatli olmaları gerekecekti.

Ban Yue çanağını tutarak konuştu. “Umarım Yağmur Ustası bu yolu


seçmemiştir…”

“Endişelenmene gerek yok, Lordumun koruyucu muhafızı var.” Dedi Pei


Su.

Tam bu sırada Xie Lian çok uzak olmayan bir yerden tuhaf bir tıkırtı sesi
duydu ve bakmak üzere hareketlendi, çenesi hareket eden bir kafatası vardı
ve ses ondan geliyordu. Birisinin kendisini fark ettiğini görünce ağladı,
dehşete düşmüştü. “MERHAMET ET, BİR DAHA ASLA
GELMEYECEĞİM, GERİ

DÖNMEK İSTİYORUM, EVE GİTMEK İSTİYORUM!”

Xie Lian onu her iki eliyle tuttu ve nazik bir sesle konuştu. “Korkma, biz
sadece yoldan geçiyoruz. Bize burada tam olarak ne olduğunu anlatabilir
misin?”
Kafatasının çenesi konuşurken tıkırdadı. “S-siz yoldan mı geçiyorsunuz?
Daha fazla devam etmeyin, orada sahiden çok korkunç bir şey var… bize
bir bak, çoktan bin tane hayaleti katletti ama hala tatmin olmadı, o hala,
hala…”

Bin tane!

Tahmin ettiklerinden çok daha fazlaydı demek. Xie Lian sordu. “Kimden
bahsediyorsun? Adını biliyor musun? Veya namını? Ya da neye benziyor?”

“H-Hayır.” Dedi kafatası. “Net göremedim. Bizi öldürmesi uzun sürmedi.


Sadece siyahlara bürünmüş

bir adam gördüm, çok gençti, yüzü çok solgundu…”

“Kulağa sorun gibi geliyor.” Dedi Pei Ming. “Ekselansları, Hua Chengzhu,
şu anda doğu yerine batıya gitmemiz gerektiğinden emin misiniz?”

Kafatası onları duydu ve çığlığı bastı. “DOĞU OLMAZ! DOĞU DA


OLMAZ!!!”

“Doğuda ne oldu?” Xie Lian sordu.

Kafatası. “Biz… doğuya gitmeye cüret edemedik, bu yüzden batıdan


geldik. Çünkü doğu yolunda, beyaz cübbeli genç bir adam var, bir gün
içerisinde en az iki bin hayaleti öldürmüş. O batıdakinden çok daha dehşet
verici…”

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 150: Sağda ve Solda Panik, Doğu veya Batı Kararı Verilemiyor
İki bin!

Bunu duyunca hepsinin ifadesi katılaştı. Xie Lian Hua Cheng’e bir bakış
attı ve konuştu. “Demek batıyı seçmek doğru bir kararmış.”
Kurukafanın dişler tıkırdadı. “Oof! Her iki yol da hatalı, gidilebilecek hiçbir
yer yok!”

Sahiden sıradan küçük canavarlar için, her iki yol da yok olacakları bir
felaketti. İster doğu ister batı olsun, her iki tarafta onları kolayca ezebilirdi;
hangi yolu seçerlerse seçsinler, sonucunda duman bulutu olacak ve
başkalarına yem olacaklardı. Kuru birkaç ulumanın ardından kurukafanın
boş göz çukurlarındaki hayalet alevleri en sonunda söndü.

Xie Lian onu nazikçe yolun kenarına bıraktı. “San Lang, doğudaki yaratığın
ne olduğunu biliyor musun?”

“Şu anda emin değilim.” Diye cevapladı Hua Cheng. “Ama hala bize doğru
geliyor. Şu anki şartlar altında onunla doğrudan karşılaşmayı önermem.
Batıdaki baş edilmesi çok daha kolay bir hedef.”

Xie Lian başını salladı. “Pekala. O zaman batıya gidiyoruz.”

Hep birlikte ceset diyarını geçtiler ve aceleyle yola devam ettiler. Bütün bir
gece boyunca yürümüşlerdi ama kurukafanın bahsettiği siyah cübbeli
adamla hiç karşılaşmadılar, Yağmur Ustasından da bir iz de göremediler ve
Xie Lian endişelenmekten kendini alamadı.

Yolculukları esnasında, yolun kenarındaki evler ve yapılar gittikçe arttı, ve


kısa bir süre sonra fakir bir gecekondu mahallesinde olduklarını fark ettiler,
bir an sonra zamanında insanların boş zamanlarını geçirdikleri bir tiyatro
evi gördüler, şurası market alanıydı, şurası zengin bir evin arka bahçesi…

üzerinde yürüdükleri yol da insanlar tarafından taşla döşenmişti, tuğlaların


üzerindeki şekiller hala belli belirsiz görünüyordu. Açıkça, gelişmiş küçük
bir kasabadaydılar, sadece yaşayanlar yoktu ve tuhaf bir şekilde ıssız ve terk
edilmişti.

Yolun kenarında eski bir kuyu da vardı ve suyu çektikleri zaman nispeten
temiz olduğunu gördüler, bu nedenle dinlenmeye karar verdiler. Xie Lian ve
Pei Su biraz su içip yüzlerini yıkadılar. Yukarı baktıklarında Ban Yue
yanlarına geldi.
Ban Yue siyah kilden çanağı uzun zamandır tutuyordu ve şimdiye dek
beklemişti. “General Hua, Pei Su gege, bir şeyler yiyin.”

“Pekala. Eline sağlık.” Dedi Pei Su.

“Emeği geçen herkese teşekkürler, hadi deneyelim.” Dedi Xie Lian.

Böylece hepsi toplandılar. Ancak Ban Yue çanağın kapağını açtığı anda pek
çoklarının yüzü dondu.

‘Koku’ renksiz ve şekilsizdir, ama Ban Yue kapağı açtığı anda açıklıktan
gizemli bir nesne büküler çıkıp etrafa dağıldı.

Uzunca bir süre çanağa baktılar, hepsinin gözlerinden dipsiz, sonsuz bir
karanlık yansıyordu, bu onları cehenneme götürebilirdi ve gözlerinden
yansıyanları tarif edecek hiçbir kelime yoktu. Bir an sonra Xie Lian Ban
Yue’nin omzuna vurdu ve baş parmağını kaldırdı. “Fena değil. İlk denemen
için gayet iyi.”

Pei Ming ona inanmaz gözlerle baktı. “O ilk kez deniyor, peki ya
Ekselansları? Yanlış hatırlamıyorsam, senin ona söylediğin her şeyi doğru
bir şekilde yerine getirdi ve sen ondan çok daha fazla iş yaptın.

İkinizin bir şeyleri yanlış yaptığınızı biliyordum, demek sadece bana öyle
gelmemiş.”

Ancak Hua Cheng onu şok etti. “Öyle mi? Eğer gege yaptıysa, tadına
bakmam gerek.”

Bunu duyunca Pei Ming ve Pei Su’nun gözleri anında ona çevrildi,
gözlerinden korku, dehşet, saygı ve başka duygular okunuyordu. “Gege, bu
yemeğin adı ne?” Hua Cheng sordu.

Xie Lian hafifçe boğazını temizledi. “…Devrilen Ankalar.”

*ÇN: Bir değim, ‘ortalığı karıştırmak’ veya ‘düşüp kalkmak (cinsel)’


anlamında.

“Güzel bir isim.” Hua Cheng içten bir şekilde övdü.


Ardından sonsuz karanlıktaki çanağa uzandı. Pei Ming ve Pei Su’nun onu
izleyişi, sanki tüm çanağı tümüyle yutmasından korkar gibi görünmelerine
neden oluyordu. Ancak Hua Cheng sakin bir şekilde parçalanmış cesede
benzeyen küçük, yanmış bir şeyin parçasını aldı ve sakin bir şekilde ağzına
koydu.

“Nasıl?” Pei Ming sordu.

“Tadı tıpkı adı gibi.” Dedi Hua Cheng.

Pei Ming, ifadesi okunamayacak kadar karmaşık olan Pei Su’ya baktı.
“Senin için yapıldı. Afiyet olsun.”

Pei Su. “…”

Çanağı Ban Yue’nin ellerinden aldı ve ifadesiz bir yüzle elini uzattı.

Xie Lian tekrar yüzünü yıkamak için soğuk suya baş vurdu, saçını düzeltti
ve arkasını döndü, artık diğerlerine bakmıyordu. Etrafını taradı ve sordu.
“Nasıl dünyanın geri kalanından ayrılmış bu yerde yerleşime dair bu kadar
iz olur? Tong Lu Dağı sahiden yaşanabilecek bir yer mi?”

Bu soruyu çoktan önceki gün sormuştu, sadece, o esnada ona cevap


verebilecek kimse yoktu. Ama şimdi vardı. Hua Cheng cevapladı. “Evet,
ama bu uzun zaman önceydi. Tong Lu Dağı yedi kale şehri boyutunda,
bölgesi geniş ve engin ve eskiden antik bir krallıktı. Bu evlerin hepsi eski
uygarlığın şehir ve kasabaların antik kalıntıları. ‘Ocak’ın kalbine
yaklaştıkça, bu eserlerin sayısı da artacak ve gittikçe daha ongun
görünecekler.”

Xie Lian onun cevabını hiç sorgulamadı. “Anladım.”

Tam bu sırada arkalarından Pei Ming’in sesi duyuldu. “Minik Pei, ne


yapıyorsun? Erkekler bu kadar kolay diz çökmemeli, ayağa kalk!”

Xie Lian arkasını dönmedi. “Antik krallığın adı neydi? Biliyor musun, San
Lang?”
Hua Cheng de arkasını dönmemişti ve elleri her iki yanında rahatça
duruyordu. “Wu Yong Krallığı.”

Pei Ming azarladı. “Ekselansları? Ekselansları, yanında panzehri falan var


mı? Onu böylece bırakamazsın. Ve sen. Ona ne verdin böyle? Bu yılanlar
da ne? Bunca zaman piştikten sonra nasıl hala hareket ediyorlar? Ruh mu
oldular?!”

Görünüşe göre Ban Yue durmadan onun ayaklarına kapanarak özür


diliyordu. “Özür dilerim… Özür dilerim… Özür dilerim… sahiden ruha
dönüştüler, ruh olana dek ne kadar pişirilmeleri gerektiğini bilmiyordum…
Özür dilerim…”

Xie Lian bir eliyle yanağını destekledi ve kafa yordu. “Cahil ve bilgisizim,
bu krallığın ismini duyduğumu hiç hatırlamıyorum. Ne kadar eski?”

Ancak kelimeler dudaklarından dökülürken artık o kadar emin değildi. Wu


Yong, Wu Yong. Aniden duyunca ona yabancı gelmişti. Ama dikkatlice
düşünürse, sanki uzun, uzun zaman önce birisi bu ismi kullanmıştı.

“Detaylar net değil.” Dedi Hua Cheng. “Ama Xian Le Krallığından eski
olmalı. En az iki bin yıl kadar.”

Xie Lian etrafını inceledi. “Ama şu binaların görüntüsüne bak, hiçte iki bin
yıldır ayaktaymış gibi görünmüyorlar.”

“Doğal olarak.” Dedi Hua Cheng. “Çünkü çoğu zaman Tong Lu Dağı
dışarıya kapalıdır. Tıpkı mühürlenmiş devasa bir türbe gibi, tüm dış
dünyadan ayrıdır, elbette hala iyi görünecekler.”

Xie Lian başını eğdi ve düşüncelere daldı. Diğer yandan Pei Ming en
sonunda Pei Su’yu kendi haline bırakmış ve yanlarına gelmişti. “Hayalet
Kral sahiden her şeyi biliyor. Ama bu bilgi biraz fazla yabancı değil mi?
Kaynağının ne olduğunu sorabilir miyim? Bu olanlar hakkında ben tek
kelime bile duymadım.”

Hua Cheng ona bakmadı. “Ve ben de General Pei’ye sorabilir miyim, nasıl
bir varlık Tong Lu Dağı hakkında böyle bir bilgiye ulaşabilir?”
“Mantıken, herhangi bir hayalet.” Dedi Pei Ming. “Ama Tong Lu’nun
katliam kuralları gereğince, kişi ne kadar değerli bir bilgi elde etmek isterse
o kadar uzun süre kalmalıdır, o yüzden bu kişi son derece güçlü olmalı.”

“Ve nasıl bir varlık Tong Lu Dağından tüm bu bilgileri topladıktan sonra
ayrılabilir?” Hua Cheng sordu.

“Lordum gibi bir Yüce Hayalet Kralı.” Dedi Pei Ming.

“Yani.” Dedi Hua Cheng. “Bu bilgileri kendim topladım. Ben


bahsetmediğim sürece, elbette dışarıdan kimse duymayacaktır.”

Başını arkaya çevirdi ve biraz dalga geçti. “Üst Cennetteki cennet


mensupları için sır tutmak cennet musibetlerini aşmaktan daha zor olabilir
ama benim için öyle değil.”

“…”

Haksız sayılmazdı. Eğer böyle önemli bir bilgi Üst Cennetten bir cennet
mensubunun kulağına gitse, heyecanlı bir şekilde ruhani iletişim rününde
konuşulması iki saat bile sürmezdi. Hua Cheng’in bunca yıl kimseye
satmaması ve övünmek için anlatmaması, ne kadar olgun ve kararlı
olduğunu gösteriyordu.

“Anladım.” Dedi Pei Ming. “Görünüşe göre, söz konusu Ekselansları


olunca, Hua Chengzhu sadece her şeyi bilmekle kalmıyor, aynı zamanda
bildiği her şeyi de anlatıyor.”

“Hayır.” Dedi Xie Lian aniden.

Herkes ona döndü. “Ne hayır?”

Xie Lian bir süredir derin düşüncelerdeydi ve şimdi, en sonunda sağ elini
yumruk yapmış ve sol eline vuruyordu. “Öncesinde Wu Yong’un adını daha
önce duymadığımı sandığımı söylemiştim. Ama duydum!”

Hua Cheng biraz gerilmişti. “Gege, nereden duydun?”


Xie Lian başını çevirdi. “Gençliğimde Xian Le’nin Kutsal Kraliyet
Köşkünde çalışırken, ustan Xian Le’nin Baş Rahibiydi. Beni ilk eğitmeye
başladığı zamanlarda, bana bir hikaye anlatmıştı.”

Aslında bir hikaye sayılmazdı, daha çok genç Xie Lian’ın aklına efsanelerin
görkemli, ihtişamlı görüntülerini sokmak içindi – bir zamanlar antik bir
krallık varmış. Bu krallıkta son derece yetenekli, zeki ve akıllı, hem savaş
hem edebi sanatlarda başarılı bir veliaht prens varmış, ve böylesine
harikulade bir karakter ancak tarihte bir kez gelirmiş. İnsanlarını severmiş
ve insanları da onu.

Ölümünden uzun süre geçtikten sonra bile insanları onu hiç unutmamış.

Baş Rahip ciddi ve şefkatli bir şekilde konuşmuştu. “Çocuğum, umarım


onun gibi birisi olursun.”

O zamanlar, genç Xie Lian düzgün ve dikkatli bir şekilde oturmuş ve


düşünmeden cevap vermişti.

“Ben onun gibi birisi olmak istemiyorum. Ben bir tanrı olmak istiyorum.”

“…”

Xie Lian. “Eğer o veliaht prens dediğin kadar harika birisiyse nasıl bir tanrı
olamadı?”

“…”

Xie Lian devam etmişti. “Eğer insanlar onu sahiden unutmadılarsa, o zaman
neden bu veliaht prensin adını hiç duymadım?”

“……”

Xie Lian bu soruları ilk sorduğu zamandan, asla kızdırmayacağı ve isyan


etmeyeceğine dair yemin etmişti, ama çok meraklıydı, sorularının cevabını
bekliyordu. Ancak, Baş Rahip onu dinledikten sonra yüzü kararmıştı.

Xie Lian nasıl mı Ahlaki Vecizeleri ezberden öylece okuyabiliyordu?


Çünkü o akşam, Baş Rahip ona Ahlaki Vecizeleri iyiliğe yönelmesi için yüz
kez yazdırmış ve ‘hem bedenini hem zihnini geliştirmişti’.

Xie Lian eğer veliaht prens olarak saygın bir konumda olmasa, yazı
yazarken Baş Rahibin ona diz çöktüreceğinden ciddi ciddi şüphelenmişti.

Her şekilde, bu olaydan sonra, Ahlaki Vecizeler Xie Lian’ın aklına


kazınmıştı. Aynı zamanda, ‘Wu Yong’un Veliaht Prensi’nin küçük bir anısı
da.

Xie Lian her zaman okumayı sevmişti, ama Wu Yong Krallığına ait bir
esere hiç denk gelmemişti, bu yüzden de bu hikayenin onu eğitmek için Baş
Rahibin uydurduğu bir şey olduğunu düşünmüştü, veya Baş Rahibin çok
fazla kart oyunu oynadığı için yanlış hatırladığını. Ancak, ne onu
utandırmak ne de Ahlaki Vecizeleri yüz kez daha yazmak istemişti, bu
nedenle gerçeğe dair mücadele etmeye kalkışmamış ve önemsememişti.

“Ekselansları, görünüşe göre Xian Le’nin Baş Rahibinin oldukça etkileyici


bir geçmişi varmış ve çok bilgiliymiş.” Dedi Pei Ming. “Ona ne olduğunu
sorabilir miyim?”

Bir süre tereddüt ettikten sonra Xie Lian yanıtladı. “Bilmiyorum. Xian Le
düştükten sonra, pek çok kişiyi bir daha görmedim.”

Tam bu sırada, aniden bileğinde bir şeyin sıkılaştığını hissetti ve dondu.


“ORADA NE VAR?!”

Tam tekme atmak ve oradaki her neyse kemiklerini kırmak üzereydi ki,
başını eğdiğinde rahat bir nefes verdi. “General Küçük Pei, ne diye böyle
beliriyorsun? Çok yakındı, neredeyse elini kıracaktım.”

El sahiden Pei Su’ya aitti. Tüm bedeni yerde sürünüyor, yüzü çamur
içindeydi, iki kolunu uzatmıştı ve bir eli Pei Ming’i tutmuştu diğeri ise Xie
Lian’ı. İkisi de çömeldiler. “Bir şey mi söylemek istiyorsun?”

Ban Yue çanağını tutuyordu. “Bilmiyorum. Biraz önce Pei Su gege yerde
sürükleniyordu ve sanki önemli bir şey fark etmiş gibi göründü.”
“Ah?” Pei Ming etkilenmişti. “Bu halde bile bir şeyler bulabiliyor musun?
Minik Pei’den de bu beklenirdi. Ne buldun?”

Pei Su onun üzerindeki elini gevşetti ve bir yönü işaret etti. Xie Lian
gösterdiği yere baktı. “Bu…”

Hepsi incelemek üzere toplandılar. “Öküz toynağı izi?”

Pei Su çamurdan yüzünü kaldırdı ve vırakladı. “Bu… i,zler L,ordum


Yağmur Ustasının Koruyucu Muh,afızının.”

“Pei Su gege, her yerde duraksadın.” Ban Yue belirtti.

Pei Su cevapladı. “Ben iyi,yim. Yağmur Ustası, Lord, Lord…”

‘Lord’ kelimesinde takılı kalmış ve artık devam edemiyordu. Xie Lian


merak etti. “Akrep Yılanları yüzünden mi zehirlenmiş acaba?”

“Onların zehri bu şekilde işlemez…” Dedi Ban Yue.

Hua Cheng. “Yağmur Ustası çoktan batıdaki siyah cübbeli adamla karşılaştı
ve savaştı.”

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 151: Sağda ve Solda Panik, Doğu veya Batı Kararı Verilemiyor

“Sahi mi? Nereden biliyorsun?” Xie Lian sordu.

Hua Cheng tam konuşmak üzereydi ki konuşmakta güçlük yaşayan Pei Su


titreyen bir parmağını uzattı ve yere yazmaya başladı. Bilinmeyen bir saygı
dolayısıyla hepsi toplanarak onu izlediler ve parmağının altında çarpık
harflerle ‘savaş düzeni’ kelimeleri oluşmuştu. Yazması bittikten sonra,
sanki son kalan gücünü kullanmış gibi elini yumruk yaptı ve hareket etmeyi
kesti.
Hua Cheng başını kaldırdı. “Aynen öyle. Yağmur Ustasının Koruyucu
Muhafızı, Yushi Krallığının Kraliyet Eğitim Salonunun kapı tokmağı olan
altın bir yaratıktan, siyah bir öküze dönüştürülmüştür.

Normalde yürüdüğü zaman ardında iz bırakmaz, ama savaşa girdiğinde,


biçim değiştirir. Bu toynak izleri normal toynak izlerinden faklı; çok daha
büyük.”

“Lordum Hayalet Kral şaşırtıcı derecede fazla bilgili.” Pei Ming yorum
yaptı.

Hua Cheng yerdeki izleri işaret etti ve Xie Lian’la konuşmaya devam etti.
“Gege buraya bak.”

Xie Lian başını yaklaştırdı. “Evet, haklısın… Bu toynak izleri aniden


belirmiş, düşmanla bir anda karşılaşmış olmalılar.”

“Evet.” Dedi Hua Cheng. “Ve bu izler derin, düşmanları hiçte zayıf
değilmiş. Öküz düşmanıyla toynakları ile savaşmış ve yere iki santimden
fazla saplanması gerekmiş.”

İkisi yeni yaşanan savaş sahnesini canlandırıyorlardı ve Pei Ming de geri


durmadı. “Ama en sonunda, galip gelen olmamış.”

“Haklısın.” Dedi Xie Lian.

Yerde ne kan lekesi vardı ne de solmakta olan kötülük özü, yani görünüşe
göre karşılaştıkları zaman her ikisi de hızlı ve güçlü saldırmışlardı, ama
karşıdakinin zorlu bir rakip olduğunu fark ettiklerinde her ikisi de savaştan
geri çekilmişti.

Hua Cheng onları doğudaki yaratığın yön değiştirdiği konusunda uyardı ve


ekip batıya doğru yola devam etti, ama artık yavaş ilerliyorlardı. Kısa bir
süre sonra devasa, tuhaf bir bina yol kenarında belirdi. Uzaktan bakınca bile
gördükleri tüm binalardan daha etkileyiciydi ve her ne kadar bazı duvarlar
ve çıkıntılar yıkılmış olsa da, yine de varlığı bir huşu yaratıyordu. Xie Lian
bilinçsizce bir adım attı. “Burası ne?”
Hua Cheng tek bir bakış attı ve cevap verdi. “Wu Yong’un kutsal tapınağı.”

Pei Ming, Pei Su’yu çekebilmek için onun bir kolunu omzuna atmıştı. “Ve
Hua Chengzhu bunu nereden biliyor?”

“Çünkü üzerinde yazıyor.” Dedi Hua Cheng.

Bunu duyunca hepsi başlarını kaldırdılar. Binanın kapılarının önündeki taş


kirişin yüzeyine, sahiden bir sıra büyük harfler ile bir şeyler kazınmıştı. Her
ne kadar yıllar içerisinde yıpranmış olsalar da, ve üzerlerinde çizikler
bulunsa da, yine de net sayılabilirlerdi.

Ancak kısa bir süre sessizliğin ardından Xie Lian konuştu. “Bunlar sahiden
harf ama…”

Ama ne yazıldığını hiçbir şekilde anlayamıyordu!

Böyle bir şeyin bile Hua Cheng’e zorluk çıkarmayacağı hiç aklına
gelmezdi.

Hua Cheng ona döndü. “O sırada yazan kelimelerin genel anlamı ‘Seçkin
Veliaht Prens Wu Yong Topraklarında Sonsuza Dek Parlamak Üzere
Geliyor’ ve bu gibi anlamsız övgüler. Gege bak, şuradaki son kelimeler,
‘Wu’ ve ‘Yong’u andırmıyorlar mı?”

‘Soylu Veliaht Prens’i duyunca Xie Lian’ın yüzü fark edilmez bir şekilde
buruştu ve yakından baktığı zaman her ne kadar diğer kelimeler bir çocuğun
elinden çıkmış daireler ve kıvrımlar ile tuhaf sembollerin karışımı gibi
görünse de, ‘Wu Yong’ kelimesi düzgün ve tanıdıktı, kendi yazılarının bir
türevi gibiydi.

“Hua Chengzhu antik bir krallığın unutulmuş yazısını okuyup


yorumlayabiliyor, sahiden çok etkilendim.” Dedi Pei Ming.

Hua Cheng bir kaşını kaldırdı ve sahte bir şekilde gülümsedi. “Tong Lu
Dağında on sene kaldım. Bir ayda bile neler yapılabilirken, on sene
kaldığım bir yerin yazısını yorumlayamıyorsan kendimi bir yerden atsam
daha iyi, haksız mıyım?”
Üst Cennetteki en güçlü on sivil tanrı bile böyle sözleri söylemeye cüret
edemezken, bir savaş tanrısı olan Pei Ming ne yapabilirdi? O da sadece
sahte bir şekilde gülümsedi. “Belki de.”

Xie Lian hafifçe bir nefes verdi. “Şükürler olsun San Lang yanımızda.”

“Ben sadece kabaca birkaç Wu Yong kelimesini tercüme edebilirim.” Dedi


Hua Cheng. “Eğer yolda karşımıza bundan daha karmaşık şeyler çıkarsa,
gege ile birlikte değerlendirmemizi rica edeceğim.”

Xie Lian’ı ter bastı. “Ee… Bu konuda San Lang kadar iyi olduğumu
sanmıyorum. Ama Wu Yong’un tapındığı tanrı da veliaht prensleri miydi?”

Hua Cheng kollarını bağladı. “Sanırım evet.”

Xie Lian düşünceyle kaşlarını çattı. “Eğer ustam Wu Yong’un veliaht


prensini tanıyorduysa, o zaman yükseldiğini de biliyor olmalıydı. O zaman
neden bana veliaht prens ‘öldü’ dedi.”

“Üç ihtimal var.” Dedi Hua Cheng. “İlki, bilmiyordu; ikincisi, yalan
söyledi; üçüncüsü, yalan söylemedi ve Wu Yong’un veliaht prensi sahiden
öldü, ama sıradan bir ölüm değildi.”

“Eğer İmparator burada olsaydı o zaman ona bu krallığı bilip bilmediğini


sorabilirdik, belki o bu kişiyi tanıyordur.” Dedi Pei Ming.

Ancak Hua Cheng ona katılmıyordu. “Muhtemelen tanımıyordur. Wu Yong


Krallığı iki bin sene önce yok oldu. Kıyasla, Jun Wu sadece bir çocuk.
Tümüyle farklı hanedanlardanlar.”

Jun Wu yaklaşık bin beş yüz yıl önce yükselmişti ve savaş döneminde ünlü
bir generalken ardından kral olmuştu ve kısa bir süre sonra başarıyla
yükselmişti. Bin yıldır hüküm süren bir numaralı savaş

tanrısı olarak geçmişi herkese açıktı. Hua Cheng’in bahsettiği ‘hanedan’lara


gelince, cennetteki hanedanlıklardan bahsediyordu.

Şu anda, Jun Wu hükümdardı ve Üst Cennette toplanmış yüzlerce cennet


mensubuyla, bir hanedan oluşuyordu ve onlardan önceki yöneticiler başka
bir hanedana aitlerdi. Tıpkı ölümlü diyardaki değişen rejimler gibi, cennet
diyarı da hanedan değişiminden geçiyordu. Her ne kadar aradan geçen süre
çok ama çok uzun olsa da, mantık aynıydı. Yeni tapınanlar eskilerinin yerini
alır ve yeni tanrılar eskilerin yerine geçerdi.

Bazen, bir tanrının reddedilişi yaptığı hatalardan veya sürülmesinden


kaynaklanmazdı, daha güçlü bir tanrı ortaya çıkardı veya sadece insanların
yaşamları ve inançları yavaş yavaş değiştiği için artık ona gerek kalmazdı.

Örneğin, atları kontrol eden bir cennet mensubuna çok iyi davranılmalıydı,
yoksa insanlar seyahat etmek istedikleri zaman atlarını ve arabalarını kendi
başlarına bırakamazlardı. Kim atlarının güçlü ve sağlıklı olmasını,
yolculuğunun güvenle geçmesini istemezdi ki? Bu nedenle bu cennet
mensubunun aldığı adaklar hiç azalmazdı.

Ancak eğer bir gün ölümlüler atlardan daha hızlı yepyeni bir ulaşım aracı
keşfederlerse, o zaman bu yeni icat atların yerini alır ve atları kontrol eden
bu cennet mensubunun inananları kaçınılmaz bir şekilde azalırdı. Bu
şekilde kayan yıldızlar gibi ışıldayan cennet mensupları, cennetin büyük bir
kısmını oluşturuyorlardı.

Böyle bir reddedilişlik acımasızdı, çünkü geri dönüş şansı yoktu. Bu kişi
cennetten atlayıp, ölümlü olmaya geri dönerek yeni bir yönde kendini
geliştirmediği ve yepyeni bir tanrı olarak tekrar yükselmediği sürece, yok
olana dek kendi reddedilişini izlemek zorundaydı. Ancak, herkesin böyle
bir cesareti veya şansı da olmazdı.

Önceki hanedanlardaki tanrıların bu şekilde solup gittiği söylenirdi ve


bazıları da büyük bir felaket yaşandığını, korkunç bir savaş verildiğini ve
bu yüzden de hepsinin bir anda düştüklerini söylerdi.

Ancak kanıtlanamıyordu ve artık bir önemi de kalmamıştı. Sonuçta birkaç


yüzyıl sonra Jun Wu doğmuş ve yeni bir kutsal hanedanlık dönemi
başlamıştı. Aynı zamanda, onun hemen ardından büyük sayıda cennet
mensubu hemen yükselmiş, inanlar için boşlukları doldurmuş ve yavaş
yavaş

günümüzdeki istikrarlı Üst Cennet’i oluşturmuşlardı.


Bunun anlamı da, bin beş yüz yaşındaki Jun Wu’dan daha yaşlı bir cennet
mensubu yoksa, Wu Yong Krallığında tapınılan tanrının nasıl hiçbir iz
bırakmadan sessizce yok olduğunu bilmenin bir yolu olmadığıydı.

Grup çoğunlukla çökmüş olan çevreyi geçti ve karanlık bir büyük salona
girdiler. Xie Lian’ın tuhaf bir şey olduğunu sezmesi sadece birkaç adım
sürmüştü.

İç kısım yıllardır ışık görmediği için büyük salonun karanlık olduğunu


sanmıştı, tüm pencereler kapalıydı. Ancak içeriye baktıkça, her şey daha da
tuhaf gelmeye başlıyordu. Yakınındaki duvara yürüdü, parmaklarını hafifçe
üzerine sürttü ve ardından gözlerinin önüne getirdi, konuşuverdi. “Bu…”

“Siyah.” Dedi Hua Cheng.

Işık az aldığı için değildi, muhteşem kutsal salonun duvarlarının hepsi


siyaha boyanmıştı!

“Bildiğim kadarıyla, Tong Lu Dağındaki neredeyse tüm kutsal tapınaklar


böyle.” Dedi Hua Cheng.

Ürpertici bir görüntüydü. Neden kutsal tapınakların duvarları cehennem


gibi bir siyaha boyanırdı ki?

Sırf renkleri görmek bile insanı geriyordu, böyle bir durumda kim içten bir
kalple burada dua edebilirdi?

“Hepsi mi böyle?” Pei Ming merak etti. “İhmal nedeniyle çürümüşlerdir


belki?”

“Öncesinde geçtiğimiz evler de böyle siyahlardı.” Dedi Xie Lian. “Teknik


olarak, evler de aynı yaştalar.”

Konuşurken dokunmaya devam etti ve kutsal tapınağın duvarlarını inceledi.


Ürpertici bir siyah renge boyanmaları bir yana, aynı zamanda
yıpranmışlardı, tıpkı mahvolmuş bir kadının yaralarla dolu yüzü gibi, ve
son derece katıydılar. Xie Lian’ın aklına bir şey geldi. “Bu tapınak
öncesinde yanmış.”
“Nereden bildin?” Dedi Pei Ming.

Xie Lian ona döndü. “Kutsal tapınağın duvarları öncesinde resimlerle


süslenmiş olmalı, özel bir boyayla boyanmış, oldukça kalın bir tabakayla
üstelik. Alevler yaktıktan sonra ise siyaha dönmüşler ve eriyen kısımlar
şekil değiştirmiş. Katılaştıktan sonra ele kaba ve sert bir his veriyorlar.”

“Ekselansları sahiden çok bilgili, sen de beni huşu içinde bırakacaksın


herhalde.” Dedi Pei Ming.

Xie Lian alnını ovaladı ve hafifçe boğazını temizledi. “Bu… hiçte hayran
olunacak bir şey değil.

Bilmemin tek nedeni, benim veliaht prens tapınaklarım yakıldıktan sonra


tıpkı bu hale gelmiş

olmaları.”

“…”

Bunu duyunca herkes sessizleşti. Aniden Xie Lian’ın aklına başka bir şey
geldi. “Ve dışarıdaki taş kiriş!

Taş kirişin üzerindeki övgülerin etrafında pek çok çizik izi vardı ve sıradan
yıpranma izlerine hiç benzemiyorlardı, insanlar kılıçlarla vurmuş olmalılar.”

Pei Ming kaşlarını çattı. “Neden böyle bir şey yapsınlar ki?”

Hua Cheng soğuk bir sesle cevapladı. “Çünkü kendi yazdıkları sözlere artık
katılmıyorlardı.”

“Aynen öyle.” Dedi Xie Lian. “Bir tabelayı kırmakla aynı mantık.”

Ban Yue şaşırmıştı. “O zaman bu tapınak Wu Yong’un kendi insanları


tarafından mı yakılmıştı?”

Bir anlık sessizliğin ardından, Xie Lian tam konuşmak üzereydi ki Pei Ming
aniden konuştu. “Bunun anlamı ne?”
Xie Lian görmek için başını çevirdi ve Pei Ming’in sol kolunu kaldırdığını
gördü, bir akrep yılan sert bir şekilde sol elini ısırmıştı ve kuyruğu
savruluyor, onu sokmaya çalışıyordu. Ban Yue tekrar diz çökmeye hazırdı.
“Özür dilerim, vücudumun her yerinde yılanlar var…”

Xie Lian gülse mi ağlasa mı bilemedi ve onu ayağa kaldırdı. “Özür dilemek
için diz çökmeyi alışkanlık haline getirme. General Pei, yılanları seni soktu
mu?”

Pei Ming elini kaldırdı, ifadesi karanlıktı. “Nereden bileyim? Sadece kızın
omzuna kolumu atmıştım ve birden böyle oldu.”

Xie Lian sabırlı bir sesle sordu. “O zaman General Pei, neden kolunu onun
omzuna atıyordun?”

“…” Ancak o zaman Pei Ming fark etmiş gibi göründü ve sorusu üzerine
düşünmeye başladı. Bir an sonra ise cevapladı. “Alışkanlık. Bu gibi
karanlık, korkunç yerlerde bir kadının korkularını yatıştırmak için onu
tutmak normal değil midir?”

“Özür dilerim ama korkmamıştım.” Dedi Ban Yue.

“..” Xie Lian anlamıştı. Bilinçsiz bir şekilde elleri seğiren Pei Ming’den
daha trajik hiçbir şey yoktu. Pei Ming en sonunda akrep yılanı çıkarttı ve
sol eli oldukça şişmişti. “Bana panzehri ver, çabuk.”

“Özür dilerim, elimdeki tüm ShanYue otları tükendi.” Dedi Ban Yue.

“Sorun değil.” Dedi Xie Lian. “General Pei bir cennet mensubu. Şişlik
birazdan iner.” Ardından arkasını döndü ve duvarları incelemeye devam
etti. Aniden, gözleri karanlık bölgeyi tararken bir anda dondu.

“Millet, gelip bakın.” Diye seslendi. “Bu duvarda hala bir yüz var!”

• MXTX, Yazar Notu:


Ben… daha önce hiç duvar resimlerindeki kimyasal maddeleri
araştırmamıştım, ve yandıktan sonra ne hale geldiklerini de. Millet, lütfen
bu duvar boyalarını gizemli, eşsiz bir karışım olarak kabul edin…

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 152: Dört Kutsal Kral Kararmış Duvarlarda Saklanıyor


Sahiden de bir yüz vardı. Belki alevler tümüyle yakamadığı için, belki de
yukarıdan eriyen boyalar aşağıya süzüldüğü ve yüzü sararak mahvolmasına
izin vermediği içindi, ama her şekilde Xie Lian’ın parmağının ucunda kesin
olarak küçük, yarım bir insan yüzü vardı. Dikkatli bir şekilde katılaşmış
siyah malzemeyi kazımaya başladı ve Pei Ming oldukça şişmiş sol elini
tutarak yorum yaptı. “Ekselansları duvar resimleri sizi büyülüyor mu
yoksa?”

“Ondan değil.” Diye cevapladı Xie Lian. “Ama cüretkar bir fikrim var.”

“Duyalım.” Dedi Pei Ming.

“Tong Lu Dağına gelmek için eşsiz bir fırsatımız olduğuna göre, potansiyel
Hayalet Kralları durdurmak dışında, belki kökenlerinin kaynağını da
araştırabiliriz? Örneğin, onları kim yarattı ve nasıl bir güç tüm bunlara
olanak sağlıyor? Belki de tek bir saldırıyla onu yok edebilir, dünyayı bu
felaketten tamamen kurtarabilir ve bir daha asla yeni bir Hayalet Kralın
doğmasından endişe etmeyebiliriz.”

“Sahiden gözüpek bir düşünce.” Dedi Pei Ming. “Ama Hua Chengzhu
hiçbir şey bulamadı, muhtemelen biz de boşuna zaman harcamış oluruz. Bu
şartlar altında uğraşmamamızı öneriyorum.”

Ancak Hua Cheng de söze girdi. “Ben yeteneklerim yetersiz ve sınırlı


olduğu için hiçbir şey bulamadım.
Ayrıca sürekli öldürmekle meşguldüm. Eğer araştırmanın başına Gege
geçerse, o zaman sonuçlar farklı olacaktır.”

“Hayır hayır. Sınırlı yeteneklere sahip olan kişi esas benim. San Lang
benden çok daha muktedir.”

Dedi Xie Lian.

“…”

Pei Ming daha fazla dinlemeye dayanamıyormuş gibi, Pei Su’yu Ban
Yue’ye attı ve yürümek üzere arkasını döndü. “Sanırım ben biraz temiz
hava alacağım.”

Diğer tarafta, Xie Lian’ın katılaşmış siyah maddelerin bir kısmını


temizlemesi hiçte zor olmamıştı, gözlerini açıp kapattı. “Bunlar yoksa…”

Bu katman hafifçe yanmış görünüyordu, sert materyal büyük tabakalar


halinde soyulabiliyordu!

Kısa bir süre içerisinde büyük bir kısmı temizleyebilmiş, bir bebeğin
yumruğu büyüklüğünde insan yüzünü ortaya çıkartmıştı. Her ne kadar
çizgiler basit görünse de, yüz ifadesi canlıydı, sanki bir şeyin peşinden
koşuyormuş gibiydi ve gözlerindeki tutku bile çok güzel betimlenmişti. Bu
siyah katılaşmış

katman bir tür koruyucu tabaka gibiydi ve tabakanın altındaki renkler sanki
yeni işlenmiş gibi canlıydı.

Xie Lian başını geriye çevirdi. “San Lang, beraber yapalım…”

Hua Cheng hareket etmedi, ama karanlıkta gümüş ışıklardan bir alan
parladı. Kısa bir süre sonra gümüş kelebekler sessizce belirdi, uçuştular ve
kararmış duvarların önünde durdular. Kanatlarındaki tek düze çırpınmalarla
birlikte, Xie Lian minik parçalanma sesleri duydu ve bir maskenin
parçalanması gibi, kara duvarlarda sayısız küçük çatlaklar belirdi.

Ve ardından çökme geldi.


Duvarları kaplayan siyah, katı materyallerin hepsi kaybolmuş, arkalarındaki
resmi ortaya çıkartmışlardı –

Devasa, renkli bir duvar resmini!

Xie Lian duvara bakmak için başını kaldırdı, tek hissedebildiği şey zihninin
çırpınışıydı.

Tüm duvar resmi görülebilir bir şekilde dört seviyeye bölünmüştü. En


üstteki seviyede bulutlarla örtülmüş ışıl ışıl altın bir ışık vardı, insanlar
yoktu.

İkinci seviyede sadece tek bir karakter çizilmişti ve yakışıklı, beyaz cübbeli
genç bir adamdı. Altın ışık bu insanı çevreliyordu ve ışık birinci
seviyedekiyle aynı boyadan tasvir edilmişti.

Üçüncü seviyede dört kişi çizilmişti. Her birinin yüzü, kıyafeti, ifadesi ve
duruşu farklıydı, ve ikinci seviyedeki beyaz cübbeli genç adamın yarısı
boyutundaydılar.

Dördüncü seviyede ise, ki bu sonuncusuydu, sayısız insan vardı ve onlar da


üçüncü seviyedekilerin yarı boyutundaydılar. Her birinin yüzü tamamen
aynıydı, ifadeleri açıktı, her biri tutku, tapınma, sevinçle doluydular. Xie
Lian ilk soyduğu yüz en alttaki yüzlerden birisiydi.

Tüm duvar resmindeki çizimler narin ve olgundu, Xie Lian tekrar


konuşabilene dek uzun bir süre tutulmuş kaldı. “San Lang, sen… sen bunu
daha önce görmüş müydün?”

Hua Cheng yavaşça konuştu. “Tong Lu dağının neredeyse yarısını gezdim


ve Wu Yong’un kutsal tapınaklarının muhtemelen hepsine girdim, ama
yemin ederim böyle bir şeyi hiç görmedim.”

Xie Lian. “Bu duvar resminin iki bin yıllık olduğunu sanmıyorum.”

“Olmasına imkan yok.” Dedi Hua Cheng. “Renklerin ne kadar iyi olduğuna
bak ve ne şartlar altında tutulduğuna, bence en fazla yüz seneliktir. Belki de
daha yeni.”
Bunun anlamı, duvar resminin sonradan yapıldığıydı!

Xie Lian en üst seviyeyi işaret etti. “Bu seviye ‘cennet’i tasvir ediyor
olmalı, sonuçta “Cennetin Yolu”

tüm varlıkların üstündedir.”

Ardından ikinci seviyeyi işaret etti. “Bu seviyedeki Wu Yong’un veliaht


prensi olmalı. Sonuçta bu tapınak Wu Yong’un veliaht prensine adanmış,
dolayısıyla bu duvar resmindeki ana kişi o olmalı, o zaman bu duvar
resmindeki en büyük kişi cenneti saran ışıkla aynı renkle boyanmış. Cennet
Yolundan sadece bir adım geride.”

Ardından dördüncü seviyeyi işaret etti. “En alt seviyedekiler en küçükleri,


yüzleri tümüyle aynı, onlar Wu Yong’un halkı olmalı.”

En sonunda üçüncü seviyeyi işaret etti. “Ama peki ya bu dördü? Duruşları


ve yüzleri bir yana, Wu Yong insanlarının üstüne ve veliaht prensin altına
yerleştirilmişler. Bunun anlamı dördünün aynı mertebede olduğu. Valiler?
Astları? Veya…”

Hua Cheng birkaç adım yaklaştı ve yardım etti. “Gege, bak, onların da
bedenlerinde bir parça ruhani ışık var.”

Sahiden de vardı, sadece, Wu Yong’un Veliaht Prensinin etrafındaki hale


çok güçlü olduğu için, kıyas yapıldığında onların halesi gölgede kalmıştı.
Xie Lian durumu kavradı. “Onlar veliaht prensin yükseldikten sonra atadığı
vekil generalleri.”

Bunun anlamı da bir zamanlar Feng Xin ve Mu Qing ile aynı durumda
olduklarıydı.

Xie Lian büyük salonda bir tur attı ve sadece kapılara bakan bu duvarın
sırları olduğunu teyit etti; diğer duvarlar öyle yanmışlardı ki daha da küle
dönemezlerdi.

Bu duvar resmini kim çizmişti? Kim içindi? Ne tür bir mesaj taşıyordu?
Sadece bu resimle, Xie Lian daha fazla sonuç çıkartamazdı. Bir an
düşündükten sonra Hua Cheng’e döndü. “Yola devam ederken Wu Yong
tapınaklarına biraz daha dikkatli bakalım. İçimden bir ses bu duvar resminin
tek olmadığını söylüyor.”

Hua Cheng başını kaldırdı. “Ben de öyle düşünüyorum.”

İkisi ve Pei Su’ya destek olan Ban Yue kutsal tapınaktan ayrıldılar ve ancak
o zaman Xie Lian ekiplerinde bir kişinin daha olduğunu anımsadı. “General
Pei nerede?”

Pei Ming hava almak için dışarıya çıkacağını söylemişti ve ilk tapınaktan
çıkan oydu, onlar uzunca bir süre tapınakta oyalandıktan sonra bile geri
gelmemişti. Xie Lian birkaç kez seslendi ama cevap alamadı. “Umarım
böyle bir zamanda kaybolmamıştır.”

Dördü küçük, terk edilmiş kasabanın etrafına baktılar ve Tong Lu’da ruhani
iletişim rünü kullanamadıkları için çabaları sonuçsuzdu. Tam Xie Lian
çaresizliğe düşecekken Hua Cheng konuştu.

“Gege, endişelenme. Bir yolu var.”

Elini uzattı ve avucundaki küçük bir gümüş kelebek yavaşça kanatlarını


çırpmaya başladı, Xie Lian’ın etrafında uçarak birkaç tur attı. Her ne kadar
Xie Lian hayran olmuş olsa da, ne yapacağını bilmiyordu.

“Ne…”

Ta bu sırada, aniden birkaç zorlu nefes sesi duydu. Kısa bir süre sonra ise
gümüş kelebeğin bedeninden bir erkeğin sesi yükseldi.

Adam konuştu. “Seni burada göreceğim hiç aklıma gelmezdi.”

Pei Ming!

Xie Lian Hua Cheng’e baktı. Hua Cheng kıs kıs güldü. “Dün herkesin
üzerine bir gümüş kelebek bıraktım.”
Pei Su zahmetle başını kaldırdı. “…Yani, gümüş kelebekler, kimse fark
etmeden başkalarının, her hare, ketini takip etmek, için kullana, biliyorsun?
Çiçeğe Uzanan, Kan Yağmurundan da bu beklenirdi.”

“Bilip bilmeden konuşma.” Hua Cheng lafı ağzına tıktı.

“…”

Xie Lian gümüş kelebeği avucunda tuttu ve seslendi. “General Pei?


Neredesin? Karşında kim var?”

“Özür dilerim gege.” Dedi Hua Cheng. “Sadece dinleyebiliriz,


konuşamayız.”

Xie Lian bir an düşündü. “Makul.” Eğer dinleyen kişinin sesi de karşı tarafa
iletilse, o zaman fark edilmeleri çok kolay olmaz mıydı?

Kısa bir süre sonra bir başka genç adamın duygusuz sesi bitap bir halde
konuştu. “Yaşlı Pei, uyarıyorum – şu anda saçmalamasan iyi olur. Dikkatli
olmazsan seni ölümüne dövebilirim.”

Sesi duyunca Xie Lian’ın gözbebekleri irileşti.

Bu Ling Wen’in erkek formuydu!

“Anladım!” Dedi Xie Lian heyecanla. “Bunca zamandır öldüren siyah


cübbeli adam… Ling Wen’in erkek formuydu.”

“General Pei’yi alıkoyan, Üstat Ling Wen mi?” Pei Su soruyordu.

“Bilmiyorum. Hala dinlemekteyim.” Diye cevapladı Xie Lian.

Diğer tarafta Pei Ming konuştu. “Soylu Jie, bu hiddet neden.”

“Kapa çeneni.” Dedi Ling Wen. “Sana konuşma dedim, hiddetlenen ben
değilim, başkası. Sana söylüyorum, şu anda bedenimi ben kontrol
etmiyorum, yani seni enkaza çevirirsem sorumlusu ben değilim.”
“İkimiz de aynı durumdayız, tek kasımızı bile oynatamıyoruz, neden
korkutuyorsun ki?” Dedi Pei Ming.

Xie Lian başını kaldırdı. “General Pei’yi yakalayan Ling Wen değil. Şu
anda ikisi de bir yerde hapisler, birisi onları bağlamış.” Ardından
düşüncelere daldı. “Brokarlı Ölümsüzü bile baskılayabiliyor, bu kim
olabilir?”

“Hala giyiyor musun…” Diye sordu Pei Ming.

Yüksek sesle söylememişti, ama herkes neden bahsettiğinin farkındaydı.

Brokarlı Ölümsüzden!

“Evet. Senin sahiden hiç sevmiyor, bu yüzden laflarına dikkat et.” Ling
Wen cevapladı.

“Ne düşündüğünü nereden biliyorsun?” Pei Ming merak etmişti. “Dürüst


olmam gerekirse, sana inanamıyorum. Ne diye aptal aptal bu karmaşayı
çıkarttın? Uluorta Büyük Savaş Salonunu soydun, altın kaseni kırdın ve
şimdi de Tong Lu Dağında koşuşturuyorsun. Ne yani, o mu sana bunları
yapmanı söyledi?”

“O hiçbir şey yapmadı, gelmek isteyen bendim.” Dedi Ling Wen. “Yaşlı
Pei, soru sormayı bırak!

Sinirleniyor. Hissedebiliyorum.”

Pei Ming çenesini kapattı. Bir süre sonra Ling Wen küçük bir nefes verdi,
görünüşe göre Brokarlı Ölümsüz en sonunda sakinleşmişti. Bu nedenle
Ling Wen sordu. “Ve, sende ne var Yaşlı Pei? Tong Lu Dağına gelmekte ne?
Ve böyle yaralı görünmesi için sol kolunu bin tane eşek arısı falan mı
soktu?”

Pei Ming’in sesi de incinmiş ve kederliydi. “Kötü şans, karmaşık bir durum.
Kısaca, Minik Pei işimi hiç kolaylaştırmıyor. İşlerin bu kadar acıklı bir hale
gelmesine gerek yoktu, ama kimin aklına geldiğim gibi talihsizlik
yıldızımla karşılaşacağım gelirdi ki? Yaralanmasam birisinin beni bu lanet
yere sürüklemesine izin verir miydim sanıyorsun? Kim olduğunu
göremedim bile.”

Bu lanet yerin tam olarak neresi olduğu söyler misin? Xie Lian iç geçirdi,
Bir mağara mı ev mi yoksa başka bir şey mi, en azından nereye bakacağımı
bilirim.

Ancak hiçbir ipucu yoktu. Mesafe Kısaltma Rünü Tong Lu Dağında


kullanılamazdı, bu nedenle Pei Ming çok uzaklaşmış olamazdı. Sesleri silik
yankılarla birlikte biraz derinden geliyor gibiydi, muhtemelen geniş bir
alandaydılar. Ve bir de Xie Lian su sesi duyuyordu.

Öncesinde buraya gelirken nehir veya göllerden geçmemişlerdi, ve Wu


Yong’un kutsal tapınağından daha geniş bir yer de görmemişlerdi. Bu
nedenle bulundukları yer sadece –

Yeraltında olabilirdi!

Ama bu küçük kasaba çokta küçük değildi, yeraltına giriş neredendi?

Pei Ming sordu. “Ve peki ya sen? Senin bin tane canavar ve iblis
öldürdüğünü duydum, herkesin ödünü kopartmışsın. Tebrikler. E yani, artık
bir numaralı sivil tanrı olamayacaksın artık, neden

kariyerini başka bir yönde ilerletip biz savaş tanrılarına katılmıyorsun? Seni
buraya bağlayabilen nasıl bir yaratık böyle?”

Ling Wen tatsız bir şekilde güldü. “Ben de bilmiyorum. Kazayla Yağmur
Ustasıyla dövüştüm ve sonrasında sersemlemiştim, bu nedenle muhtemelen
biri arkamdan yaklaşıp pusu kurdu. Sormana gerek yok, er ya da geç
kendisini gösterecektir. Sadece kim olduğunu ifşa etmemeye dikkat et.”

Tam bu sırada üçüncü bir ses konuşmaya katıldı. “Pei Ming, Nangong Jie,
sizi lanet ikili, şansınızı zorlamanıza gerek yok. Sahte derilerinizin altından
sizi tanıyamayacağımı mı sandınız?!”

Çevirmen: Nynaeve
Not: Kısa hatırlatma, Nangong Jie; Ling Wen’in gerçek-insan ismi. ‘Ling’
ne demek bilmiyorum (Google: Bilge/Zeki/Ruh), ama ‘Wen’ ‘Literatür’
(Google: Kültür/Dil/Yazım) demek. Bu unvanı.

Not 2: Çeviri hataları için şimdiden çok özür dilerim, uzun zamandır çeviri
yapmıyordum ve bu bölümü yarım bırakmıştım, aynı nedenle de takıldığım
yerlerde yardım alacağım kimse de yoktu…. :(

Bölüm 153: Neden Xuli Bu Değil, Neden Jing Wen Değil?

Bir erkek sesiydi, ancak hiç tanıdık gelmiyordu. Xie Lian her ne kadar karşı
tarafın onu duyamadığını bilse de, içgüdüsel bir şekilde sesini alçalttı.
“Birisi geldi. General Pei’ye bir şey yapar mı kestiremiyorum, onları en
kısa zamanda bulmalıyız.”

Diğer taraftaki ikili ise gelen kişi nedeniyle donakalmış gibiydi, Pei
Ming’in konuşabilmesi için uzun bir süre geçmesi gerekmişti. “Lordumun
kim olduğunu sorabilir miyim? Buralara kadar geldik, neden yüzünü
göstermiyorsun?”

“Bu sorunun cevabını veren kişi sen olmalısın.” Dedi ses.

“Garezi sana olmalı.” Dedi Ling Wen. “Muhtemelen mahvettiğin kadın


hayaletlerden biridir.”

“Açık açık saçmalamaya devam et, hatta başlamışken neden… Bu… şeyin..
nesi kadın hayalete benziyor? Ayrıca, sadece beni yakalamadı, belki de
garezi sanadır?”

“Boş versene. Böyle bir zamanda meseleyi nazik nazik itelemenin anlamı
yok, bu engeli beraber aşmalıyız.” Dedi Ling Wen. “Ayrıca ikimize birden
garezi olması da pekala mümkün. Aklına özellikle birisi geliyor mu?”

“Hayır. Çok var.” Dedi Pei Ming.

Adam yaklaşmış gibiydi, artık sesi daha yüksek duyuluyordu, ama tuhaf
olan ayak seslerinin duyulmamasıydı, onun yerine tuhaf bir patırtı sesi
vardı. Adam ikilinin dikkatini üzerine topladı. “Daha az utanmaz davranıp,
önümde flört etmeseniz olmaz mı?”

Görünüşe göre söylediği kelimeler ve ses tonu bir şeyi ifşa etmişti, ve kısa
bir sessizliğin ardından Ling Wen konuştu. “Sen… Jing Wen Zhen Jun
musun?”

Ses cevap vermedi. Pei Ming de biraz şaşırmış gibiydi. “Jing Wen Zhen
Jun? İmkansız. Jing Wen Zhen Jun’un hiç böyle nezaket dışı laflarını duyan
olmuş mudur?”

Ling Wen homurdandı. “Hep böyleydi. Başkalarının önünde maske takar ve


benim önümde çıkartırdı, elbette sen tanıyamazsın.”

Diğer tarafta ise Xie Lian kaşlarını çattı. “Jing Wen Zhen Jun?”

Unvan bir parça tanıdık geliyor gibiydi ama emin olamıyordu. Sanki bir
sivil tanrı gibiydi, ama isminin başında ‘Literatür’, ‘Saygı’, ‘Huzur’ gibi
unvanlar olan pek çok sivil tanrı vardı. Tam bu sırada Pei Ming kısık bir
sesle konuştu. “Jing Wen Zhen Jun, bir, önceki, en iyi sivil tanrı, ki kendisi,
Ling Wen, Zhen Jun’u cennete ilk atayan kişi.”

Bunu duyunca Xie Lian en sonunda hatırladı. O ilk yükseldiği zaman, Ling
Wen Orta Cennetten bir ast mensuptu. Üst Cennetteki bir numaralı sivil
tanrı o değildi, bir başkasıydı ve görünüşe göre bu kişi Jing Wen Zhen
Jun’du!

Ancak tanrı Jing Wen uzun zaman önce reddedilmişti; sekiz yüz mil
çevrede hiçbir yerde tek bir Jing Wen Tapınağı bile bulunmuyordu. Xie
Lian meraklanmaktan kendini alamadı. “Madem herkes birbirini tanıyor.
Neden barışçıl bir şekilde konuşmuyoruz? Dövüşmek ve konuşmadan önce
üstünlük sağlamak zorunda mıyız?”

Ancak Hua Cheng hemfikir değildi. “Asıl herkes birbirini tanıdığı için önce
üstünlük sağlanmaya çalışılmalı.”

Kelimeler dudaklarından döküldüğü anda, diğer tarafta Jing Wen tekrar


konuştu. Kimliği ifşa olduğu için, artık eski rolüne bürünmeliydi ve bu
nedenle ses tonu değişti, daha kibar bir hal aldı; ancak, kelimeleri iğnelerle
doluydu. “Nangong, Üst Cennetteki en üstün sivil tanrı olmak hoşuna gitti
mi?

Buraya koşturmak için neden altın kaseni kendin kırdın?”

Pei Ming hemen lafa girdi. “Gördün mü? Derdi seninle. Senin yüzünden
ben de bulaştım.”

Ancak Jing Wen devam etti. “General Pei, sırf Nangong’dan intikam almak
istiyorum diye seni serbest bırakacağımı sanma. Bu kaltak benim Jing Wen
Tapınaklarımdaki inanlarımı aşağıladı ve taciz etti, gizlice tapınaklarımı
kirletti ve yaktı, ona yardım etsinler diye kim bütün astlarını işe koştu
bilmiyorum sanma!”

“…”

Jing Wen devam etti. “Sen de gülme Nangong. Seni o zamanlar yeteneğine
acıdığım için atadığımı düşündükçe… Bana borcunu böyle mi ödüyorsun?
Nankörsün, hain kızın tekisin. Bugünü çok uzun zamandır bekliyordum,
çok uzun zamandır!”

Xie Lian alnını eliyle kapattı, manen düşünüyordu, Üç Yumru’lar sahiden


isimlerinin hakkını veriyor, her biri diğerinden daha beter!

Ancak beklenmedik bir şekilde, Ling Wen dümdüz bir şekilde ona karşılık
verdi. “Jing Wen Zhen Jun, burada şu anda bizden başka hiç kimse yok ve
söylemek istediklerini söyledin, neden hala rol yapmaya devam ediyorsun?
Beni vekil general olarak atamanın tek nedeni sadece yeteneğime acıman
mıydı sahiden? Neden beni atadığını ve atadıktan sonra bana nasıl
davrandığını başkaları bilmeyebilir ama, eminim ki sen kesin olarak
biliyorsun.”

Xie Lian dinledikçe daha da meraklanıyordu. “Jing Wen Zhen Jun ve Ling
Wen arasında neler yaşandı?

General Küçük Pei, sen hikayeyi biliyor musun?”


Pei Su da onun kadar dikkatle dinliyordu. “Özür, dilerim. O zamanlar ben
daha, henüz, yüksel, memiştim, bu nedenle, çok, bilmi, yorum.”

Xie Lian kederle eksik parçaları hiç bulamayacağını düşündü. Kenardan ise
Hua Cheng konuştu.

“Gege, başkalarına sormana gerek yok, bana sorman yeterli.”

Xie Lin etkilenmişti. “San Lang, cennetin eski skandallarını da mı


biliyorsun?”

Görünüşe göre tahmininde yanılmamıştı. Söz konusu Üst Cennetteki tüm


önde gelen mensuplarının karanlık geçmişleri ve söylentileri olunca, Hua
Cheng dersine dikkatle çalışmıştı. Başını salladı ve Xie Lian’a bildiklerini
anlattı.

Meğerse, Jing Wen ve Ling Wen Xuli Krallığında doğmuş sivil tanrılardı.
Jing Wen, Ling Wen’den yüzlerce yaş daha büyüktü ve Xuli Krallığındaki
kökleri derinlere uzanıyordu. İlk başlarda, bu ikisinin yolları hiç
kesişmemişti.

Ancak, bir sene Xuli Krallığında sivil tanrıları yüceltmek ve onlara


tapınmak için törensel bir festival düzenlenmişti. Festivalin bir parçası
olarakta küçük bir yarışma vardı. Genç alimler isimlerini belirtmeden
konusu Xuli Krallığı olan, içeriği serbest bırakılan makaleler yazacak ve
yazılarını krallıktaki en büyük sivil tanrı tapınağına asacaklardı – o
zamanlar bu tapınak Jing Wen Sarayıydı.

Makaleler insanlar tarafından incelenecek ve sonunda, en iyisi övülmek


üzere kazanan seçilecekti.

Tesadüfen o gün Jin Wen Zhen Jun da vakit geçirmek için ölümlü diyara
inmişti ve anlık bir fikirle genç bir alim kılığına girerek yarışmaya
katılmanın eğlenceli olacağını düşünmüştü. İki dakikada gösterişli,

zarif bir tane yazmış, Xuli Krallığının ihtişamına methiyeler düzmüştü,


makalesinin diğerleri arasında parlayacağından emindi. Yarışma sonuçları
açıklandığında ve kendisi birinci olduğu zaman, eğer gerçek görüntüsüne
bürünür ve birincinin aslında Jing Wen Zhen Jun’un kendisi olduğunu
ortaya çıkarırsa, isminin güzelce gelecekteki pek çok nesle aktarılacağını
hayal edebiliyordu.

Eğer işler sahiden onun hayal ettiği gibi olsa, mutlu bir son olacaktı. Ancak
beklenmedik bir şekilde tuhaf bir şey olmuştu.

Tören bittikten ve sıralama belirlendikten sonra, kazanan Jing Wen’in ‘Xuli


Övgüsü’ değildi, onun yerine ‘Xuli Bu Değil’ adında politikayı eleştiren bir
söylevdi.

Olayların beklenmedik bir şekilde sonuçlanması utandırıcı bir durum


olabilirdi, ama diğer herkes için, ilgi çekiciydi. Xie Lian sorguladı. “San
Lang, ‘Xuli Bu Değil’ yazısını hiç okudun mu?”

“Şöyle bir bakmıştım.” Dedi Hua Cheng. “Eğer gege okumak istiyorsa, bir
ara senin için bir özet çıkartırım.”

Xie Lian aceleyle konuştu. “Hayır, gerek yok. Ama, çoktan yükselmiş olan
Jing Wen Zhen Jun’u yenebildiğine göre, çok iyi yazılmış olduğunu tahmin
ediyorum.”

Hua Cheng yorum yaptı. “Fena değil, ama çokta muhteşem değil. Sadece o
zamanlar Xuli Krallığındaki politik durum sarsıntılı olduğu için insanlar
şikayetlerle doluydu, bu nedenle böyle bir yazı gördüklerinde tam onlara
göre olduğunu düşündüler. Ayrıca herkes ‘Xuli Övgüsü’ gibi şeyler
yazmıştı, bu nedenle insanlar çoktan bıkmışlardı. İkisini kıyaslayınca, doğal
olarak ‘Xuli Bu Değil’ kazanıyor.”

Xie Lian hafifçe başını salladı. “Söz konusu edebiyat olunca, birincilik
aslında olmaz, sübjektif sonuçta.

Böyle bir şey çok anlamlı değil, özellikle de aynı konuda olmadıkları için.”

“Doğru.” Dedi Hua Cheng. “Jing Wen de ilk başta böyle sanmıştı.”

Xuli insanları her yerde ‘Xuli Bu Değil’in yazarını aramış, ama elbette
sahip çıkan olmamıştı. Kim böyle bir yazıyı yazdığını söylemeye cüret
edebilir ki? Ün kazanmak isteyen açgözlüler ise kısa sürede ifşa oluyorlardı.
Bir süre sonra ise yetkililer olaya dahil olduğu için birinci seçilen makaleyi
festivalden kaldırmışlardı.

Jing Wen Zhen Jun’a gelince, yarışmadan pek memnun olmamış ve burun
kıvırmıştı, yine de birkaç ay sonra olan biteni tümüyle unutmuştu. Ancak
birkaç ay sonra bir trajedi yaşanmıştı, Üst Cennetteki sivil tanrılar arasında
şok edici söylentiler dolaşmaya başlamıştı – ‘Xuli Bu Değil’i yazan ve
Xuli’nin Sivil Tanrılar Törensel Festivalinde birinciliği kazanan kişi
bulunmuştu ve yakalanarak hapse atılmıştı. Ve bu kişi, sokaklarda ayakkabı
satan genç bir kadındı!

Bu nasıl olabilirdi! Kabul edilemezdi!

“…A-ayakkabı satıcısı mı?” Xie Lian şaşırmıştı.

“Evet.” Diye cevapladı Hua Cheng. “Nangong Jie’nin ölümlüyken yaptığı


iş buydu.”

İnsanların gizli gizli Ling Wen Sarayına ‘Yıpranmış Ayakkabılar Sarayı’


dediğini duymasına şaşmamalıydı, üstelik sadece bir kez de kulağına
çalınmamıştı. Xie Lian da böyle bir şeyin nedenini öğrenmenin doğru
olmadığını düşündüğü için, bu deyimin nereden geldiğini hiç
öğrenememişti.

Normalde kimse ‘Xuli Bu Değil’i ayakkabı satan bir genç kızla


bağdaştıramazdı. Ancak bu genç kız ek iş

olarak bazen diğerlerinin mektup veya şiir yazmasına yardım ediyordu, ve


bir gün, müşterilerinden birisi yazı stilinin birinci seçilen makale ile çok
benzediğini fark etmiş ve konuyu bildirmişti, böylece de yakalanmıştı.

Haberleri duyduktan sonra Jing Wen Zhen Jun fırçasını sallamış ve hemen
Nangong Jie isimli genç kızı cennete atamıştı.

Bilinmesi gerekir ki, o zamanlar kadın cennet mensuplarının sayısı zaten


oldukça azdı. Hiç yok değillerdi ancak pek çokları çiçek ve bitkiler, dikiş
nakış, şarkılar ve dans gibi konular üzerinde hakimiyet sahibiydiler. Vekil
atarken bile hiç kimse Alt Cennetteki astı olarak bir kadın seçmezdi.

Hanım literatür tanrıları ise daha bile nadirdi. Kadın sivil tanrılarının hepsi
hoş güzelliklerdi ve literatürle bağlantılı şeyleri kontrol etmezlerdi, dahası
mürekkep öğütmüş ve kağıt karıştırmış nazik ruhlardı; cennet mensubu
sayılmazlardı, daha çok takdir edilen nesnelerdi.

Jing Wen Zhen Jun’un bu hareketi, yeteneğe olan saygısından ötürü diğer
sivil tanrılar tarafından oldukça övülmüştü, ve herkes bu küçük kızın bilge
gözler taşıyan Jing Wen Zhen Jun gibi birisiyle karşılaşmasının büyük bir
şans olduğunu haykırıyordu. Sırf hapisten kaçmakla kalmamış, ağaçların
üzerine çıkarak bir anka olmuştu, sahiden güzel bir hikayeydi.

Ancak, şu anda, bu ‘güzel hikaye’nin ana karakterleri birbirlerini


gırtlaklıyorlardı.

Diğer taraftaki Jing Wen cevap verdi. “Sendeki ışığı gördüm ve seni çok
çalıştırdım, ama sen sanki kötü bir niyetim varmış gibi aktarıyorsun.”

Ling Wen her daim başkalarına nazik davranan birisi olmuştu, sesi hiç
küçümser veya sataşırmış gibi duyulmazdı. Ancak şimdi sesi alayla
doluydu. “Lütfen. Sahiden insanlara beni nasıl da yüce gördüğünü
anlatmana hiç gerek yok. Eğer sahiden öyle görseydin, onlarca yıl saraydaki
herkese bana çay ve su servis ettirmezdin, masa sildirmezdin, onlarca
kilometreyi sadece bir tomar şiir için yürütmezdin ve her tatil gününde
diğer cennet mensuplarına bitmeyen hediyeler vermeye göndermezdin.”

Xie Lian düşüncelere daldı ve sahiden gerçeklik payı olduğunu fark etti. İlk
yükseldiği zamanlarda, Ling Wen’i ne zaman görse hep ayak işi yapıyor
oluyordu. Sürekli ayak işi yaptığı için de Xie Lian onu çok az hatırlıyordu.
Jing Wen de karşılık verdi. “Nihayetinde, sırf seni terfi ettirmedim diye
kızdın. Neden seni terfi ettirmeme nedenimi hiç düşünmedin?”

“Neden?” Dedi Ling Wen. “Ben de nedenini bilmek istiyorum. Ölümlüyken


okuyup yazacak vaktim ve lüksüm vardı, hapse atıldığım zaman bile en
azından sakince duvara bakarak hatalarımı gözden geçirebiliyordum.
Atandıktan sonra ise, bir günüm bile senin için koşuşturmadan, ayak işlerini
yapmadan ve secde etmeden geçmedi. Eğer bana işkence etmek istediysen,
o zaman harika bir fikirdi.”

“NANGONG!” Jing Wen bağırdı. “Şimdi bile hatalarını kabullenmemeye


nasıl cüret edebiliyorsun?!”

Ling Wen karşı çıktı. “Ee, nedir bu yaptığım hatalar?”

“Her şey için beni mi suçluyorsun?” Jing Wen diretti. “Sana yaptırdıklarım,
senin için en iyisiydi. Öyle küçük meselelerle bile ilgilenemiyorsan, daha
önemler işler yapmaya ne hakkın olur? Sana kendini geliştirmen ve zihnini
eğitmen için fırsat veriyordum. Beceriksiz olan sensin ama gelmiş seni terfi
ettirmediğim için beni mi suçlamaya cüret ediyorsun? Kendini çok üstün
görüyorsun, ama sonuçta bir kadınsın, o kadar yükselemezsin. Gerçekleri
kabul etmek zorundasın!”

Ling Wen kahkaha attı, çok sinirlenmiş görünüyordu, sesi düştü. “Pekala! O
kadar yükselemeyeceğimi söyledin, o zaman, sana sormam gerek, Jing Wen
Sarayının en yüce günündeki şöhreti, benim Ling Wen Sarayımın tırnağı
olabildi mi??”

Xie Lian eski düşmanlıkların ve öfkenin ağır kokusunun yoğunlaştığını


hissedebiliyordu ve onların daha fazla konuşmasına izin veremeyeceğine
karar verdi. Başka şansı olmadığı için, oldukça kaba bir yöntem belirledi.

Kuvvetli bir şekilde yere yumruk attı ve hayret verici büyük bir
gümlemeyle bir anda etrafında devasa bir oyuk açıldı.

Hua Cheng hemen onun ne planladığını anlamıştı ve haykırdı. “Gege!”

Xie Lian etraftaki toz bulutunu dağıtmak için ellerini salladı ve birkaç kez
öksürdü. “Böylesi daha dolaysız. Ben bu tarafı hallederim! San Lang, sen
ve General Küçük Pei… diğer tarafta durun!”

İlk başta Hua Cheng ve Pei Su’nun diğer tarafı denemesini istemişti ama
mevcut durumları düşünülünce ikisi de yapamazdı. Sanki Hua Cheng onu
dinlermiş de, uslu uslu kenarda yatarmış gibi!
Xie Lian’ın gittiği yönün tam tersine hareketlendi, E-Ming’i çağırdı ve
kılıcı savurarak yeri deldi.

Bu saldırı ve Xie Lian’ın biraz önceki yumruğu aynı etkiyi yaratmışlardı.


İkisi birbiri ardına sırayla gürültüler çıkartıyorlardı, gittikçe birbirlerinden
uzaklaşıyorlardı. Birkaç kez daha yumruk attıktan sonra Xie Lian dinlemek
için durdu, ama Pei Ming ve Ling Wen hiç tepki vermemişlerdi, sanki
yarattığı gürleme seslerini hiç duymamış gibiydiler.

Jing Wen’e gelince, Ling Wen yarasına tuz basmış gibiydi ve nezaket
maskesi paramparça olmuştu, onlara lanet ikili derken ki karanlık ses tonu
geri gelmişti. “Nangong Jie, sanki kazanmışsın gibi önümde sefil sefil
kuyruk sallamayı bırak! Eğer ben seni cennete atamasaydım, kim bilir
hapiste kaç kişinin dölünü taşırdın!”

Sözler o kadar bayağıydı ki Xie Lian’ın eli neredeyse kayıyordu. Pei Ming
bile artık dinlemeye katlanamayacaktı. “En azından bir zamanlar bir
tanrıydın, nasıl bu kadar bayağı olabiliyorsun?”

“Gördün mü, Nangong.” Jing Wen suçladı. “İyi aşığın seni nasıl savunuyor
bak! Sen kim oluyorsun General Pei de beni bayağılıkla
suçlayabiliyorsun?”

“Senin küçük hayal dünyanda, kim benim aşığım değil ki?” Ling Wen
dudak büktü. “Ceza mı istiyorsun? Cezalardan konuşalım öyleyse!”

Xie Lian bu zamana kadar oldukça ilerlemişti ve bir kez daha yere vurdu.
Bu kez, diğer uçtaki kelebeğin oradaki Jing Wen irkildi. “Bu ses ne?!”

Xie Lian’ın kalbi çarptı, doğru yöndeydi!

Pei Ming ve Ling Wen de duymuşlardı. Pei Ming tereddütle sordu.


“Yukarıda birileri savaşmaya mı başladı?”

Hızlanan Xie Lian, birkaç metre daha ilerledi ve bir kez daha fırtına gibi
gürledi. Pei Ming haykırdı.

“Şimdi daha yüksek geldi! Ne kadar güçlü bir darbe! Yukarıdan geliyor!”
Burasıydı!

Xie Lian başka yumruk atmadı; Fang Xin’i çekti ve kılıcı aşağıya doğru
sapladı –

Kılıcın halesi patladı ve içeriye girerken yer titredi. Kısa bir süre sonra
dondurucu yeraltı mağarasına düştü. Xie Lian içinden Pei Ming veya Ling
Wen’i ezmemek için dua ediyordu ve ayağa kalkarken elleriyle tozları
uzaklaştırdı, elinde kılıçla geri döndü ve seslendi. “Jing…”

Jing Wen Zhen Jun’un görüntüsü görüş alanına girdiğinde, gözleri ardına
dek açıldı.

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 154: Neden Xu Li Değil, Neden Jing Wen Değil?

Davetsiz misafiri görünce Jing Wen irkilmişti. “SEN KİMSİN?!”

Ancak, Xie Lian’ı sorgulayan kişi aslında bir ‘adam’ değildi, oldukça kötü
bir şekilde şekillendirilmiş bir taştan erkek heykeliydi, bedeni çıplaktı ama
kumaşlara sarılmıştı, bir taraftan absürt ve bir taraftan da şapşal
görünüyordu.

Yürürken ayak sesleri değil de tuhaf patırtıların çıkmasına şaşmamalıydı;


onu görünce Pei Ming ile Ling Wen’in donup kalmasına da; ve gözleri açık
olduğu halde Pei Ming ve Ling Wen saçmalamasına da. Çünkü, bu şeyin
kadın bir hayaletle uzaktan yakından hiçbir alakası yoktu.

Pei Ming ve Ling Wen parşömen benzeri bir materyalle sarılmışlardı, Jing
Wen’in elinde sıkıca bağlıydılar, kımıldayamıyorlardı. Xie Lian en sonunda
kendine geldi. “???Ben mi???”

Ancak Jing Wen konuştu. “Sen Xian Le’nin Veliaht Prensi misin?”

Xie Lian şaşırdı. “Ne? Beni tanıdın mı? Eh, bu sahiden…”

Ama aslında tuhaf değildi. Xie Lian ilk yükseldiği zaman, yeri yerinden
oynatan bir sınav olmuştu. O
Üst Cennetteki tüm cennet mensuplarını tanımıyor olabilirdi ama Üst
Cennetteki herkes onu tanıyordu. Tıpkı şimdi olduğu gibi, o Jing Wen’in
nasıl göründüğünü hiç hatırlamıyordu ama Jing Wen onu yine de tanımıştı.
“Elbette. Ekselanslarının tanrılık mertebesindeki seyahati çıkışlar ve
inişlerle dolu, seni tanımamak daha zor olurdu!”

Xie Lian garip bir şekilde duygulanmıştı ve bilinçsizce cevap verdi. “Onur
duydum, onur duydum…

Ama, sen bu hale…”

“Bu hale nasıl mı geldi?” Jing Wen onun yerine sorusunu tamamladı.

Xie Lian hafifçe boğazını temizledi ve başını salladı, sorusunun biraz kaba
olduğunu düşünüyordu. Jing Wen ise bu fırsatı hakaret etmek için kullandı.
“HEPSİ NANGONG JIE OROSPUSU YÜZÜNDEN! Jing Wen Sarayı
reddedildikten sonra, ruhani güçlerim gittikçe zayıfladı ve o da yarama
aşağılama ekledi, beni öldürmek için peşime düştü. Bugüne dek hayatta
kalmak için tek yapabileceğim bu taş heykele bürünmekti!”

“Sana kıyasla bence ben hiçte kötü değilim.” Dedi Ling Wen. “Gece
yarısına dek Jing Wen Sarayında kalmamı sen bizzat emretmiştin, ardından
ise utanmadan dönüp seni taciz etmek için bu kadar geçe kadar kaldığımı
söylemiştin. Sözler şekilsiz cinayetlerdir; açık açık şiddetle karşılık vermem
benim nezaketimdendi.”

Bu sırada, aniden tekme attı ve doğrudan Jing Wen’in alt kısmına isabet
ettirmişti. Xie Lian’a göre bu saldırısı hiçte güçlü görünmemişti, sonuçta taş
heykelin insansı bedeni olmadığı için, en fazla Jing Wen’in üzerindeki
birkaç kıyafet yırtılırdı. Ancak beklenmedik bir şekilde, Jing Wen sahiden
kasıklarından tekmelenmiş gibi trajik bir şekilde uludu ve aceleyle alt
kısmını örttü.

Ancak, çok geç kalmıştı. Kasıklarını örten kumaş çoktan Ling Wen
tarafından uzaklaştırılmıştı ve Xie Lian hızlı bir bakış atabilmişti. Beyaz
kumaşın altında, hiçbir şey yoktu.
Hiçbir şeyin olmamasının anlamı, her ne kadar bu anadan doğma çıplak bir
taş heykel olsa da, kasık kısmında olması gerekenlerin yerinde
olmamasıydı.

Bu bir hadımın heykeliydi!

Demek bu hadım bir kölenin heykeli! , diye düşündü Xie Lian.

Bu tür taş heykellere cariye mezarlarında sık rastlanırdı ve gömülmeleri


dolup taşan yin özünü etkilerdi, etkili bir çözümdü sahiden. Ancak, Jing
Wen gibi söz konusu bir kadına karşı kaybetmek olunca oldukça dar fikirli
olan bir erkek cennet mensubu için, durum oldukça ironikti!

Ling Wen kahkahalara boğuldu. “Ve ben de gelmiş ne bu kadar gergin ve


öfkeli olduğunu merak ediyordum! Demek bu yüzdendi! Ben o kadar
yükselemez miyim? Kendine dön de bir bak, sen ne kadar yükselebilirsin
görmek için sabırsızlanıyorum! Hahahahaha…”

Jing Wen utancını örten kumaşlardan geriye kalanları yırttı ve üzerine bastı,
öfkeden delirmiş gibiydi, Ling Wen’in saçını çekti bağırdı. “KAPA
ÇENENİ! OLDUĞUN YERE GELEBİLMEK İÇİN SEN KAÇ CENNET

MENSUBUYLA YATTIN?? KENDİNE BU KADAR GÜVENME!


HEMEN ÖZÜR DİLE!”

Ling Wen’in saçının büyük bir kısmı neredeyse başından sökülüyordu, ama
özür bir yana, merhamet bile dilenmeden acıya katlandı. Pei Ming
tiksinerek yorum yaptı. “Sen bir literatür tanrısı mısın? O

kadar bayağı ve zarafetten uzaksın ki, sokaktaki şirret kadınlar bile senden
daha iyidir!”

Xie Lian içten içe acıyla ağladı, Jing Wen’in bir anlık sinirle ikisini de
boğarak öldürmesinden korkuyordu, yine de “Hey!” diye bağırdı, elini
kaldırdı. “Sakin ol! Jing Wen Zhen Jun! Şeyinin olup olmaması hiçbir fark
yaratmıyor! Sahiden! Doğru söylüyorum!”
Jing Wen’in bir elinde Ling Wen vardı, diğer eli ise kasıklarını örtüyordu,
kükredi. “YALAN! NASIL FARK

ETMEZ?! NEDEN SENİNKİNİ YOK EDİP NELER OLDUĞUNU


GÖRMÜYORSUN??”

Xie Lian içten bir şekilde konuştu. “Doğru söylüyorum! İnan bana! Her ne
kadar! Ben de olsa da! Ama!

Olmasa da aynı şey olurdu! Çünkü ben şeyim!”

Bir kez daha kendisini feda etmişti, kanıt olarak kendisini sunmuştu. Bunu
duyunca Jing Wen biraz yatıştı. “Sen nesin?”

“Şeyim işte! Anladın.” Dedi Xie Lian. “Ve her ne kadar bende olsa da, hiç
kullanmadım! Ehem, aslında, ister kadın ister erkek cennet mensupları
olsun, ya da, diğer cennet mensupları, bu tür şeyler çok yüzeysel, bu kadar
düşünmeye gerek yok…”

Jing Wen sözünü kesti. “Madem bu kadar önemsiz, neden kanıtlamak için
kesip atmıyorsun?”

Xie Lian. “???”

Jing Wen hemen ekledi. “Farkı yok dememiş miydin? İkiyüzlü. Apaçık
kaybetmeye gönülsüzsün, bu tür saçmalıklarla beni kandırmaya çalışmaktan
vazgeç! Ben sırf bana bir iki şeker verdin diye ağlayıp tövbe edecek bir
çocuk değilim! Kendininkini kesmesen de olur, ben bununkini keserim!”

Pei Ming’e hitaben konuşuyordu. Pei Ming şok olmuştu. “NEE?!”

İşte şimdi işler çığırından çıkmıştı. Her ne kadar pek çokları General
Pei’ninkini kesmek istemiş olsa da, Xie Lian’ın burada Jing Wen’in
istediğini yapmasına izin vermesine imkan yoktu ve aceleyle konuştu. “Jing
Wen Zhen Jun! Her ne kadar Ling Wen’in sen reddedildikten sonra sana
zorbalık etmesi yanlış olsa da, sen de ona zorbalık etmiştin bu nedenle
teknik olarak eşit durumdasınız. Bu kadar uç bir şey yapmana gerek yok!”
Konuşurken dikkatini dağıtmayı deniyordu, aynı anda gizlice RuoYe’yi
serbest bırakmıştı ve o da bir yılan gibi Jing Wen’in arkasına süzülmüştü.

Ancak Jing Wen karşı çıktı. “Eşit durumda mıyız? Bu kadar basit değil.
Şimdi sen bahsedince, o kaltağı sorgulamak için bana bir şey lazım! –
Nangong, Xuli Krallığının düşünde senin rolün var mıydı??”

Jing Wen Xuli Krallığının taptığı bir sivil tanrıydı, bunun anlamı da
Xuli’nin onun kaynağı olduğuydu.

Kaynağı yok olduktan sonra doğal olarak o da hasar almıştı, hatta


reddedilme acısını çekmişti. Bu

nedenle Jing Wen’in Ling Wen’den şüphelenmesi doğaldı. Ancak, soru


sorulunca, Ling Wen dudaklarını mühürledi ve cevap vermeyi reddetti. Jing
Wen bağırdı. “SÖYLE GİTSİN! GÖLGELERDE BİR

BOKLAR YİYEN SEN MİYDİN?? SEN OLDUĞUNU BİLİYORDUM!


SENSİNDİR KESİN, YOKSA KRALLIK NASIL

O KADAR HIZLI YOK OLURDU! HEPSİ BU SİNSİ KALTAĞIN SUÇU!


O APTAL GENERAL DE SENİN

AVUCUNA DÜŞMÜŞTÜR!”

Ling Wen cevap bile vermedi, kendi sorunu kendi kendine cevapladın…,
diye iç geçirdi Xie Lian, Bekle, bir dakika? Ne generali?

Diğer tarafta, Ling Wen aniden gizlice sırıttı. Eğer Jing Wen’in yüzü bir
hadım heykelini ele geçirdiği için ifadeye bürünemiyor olmasaydı,
muhtemelen uzun zaman önce dişlerini sıkıyor olurdu. “Ne diye gülüyorsun
sen?”

Ling Wen hafifçe başını kaldırdı ve umursamazca konuştu. “Onun yüzüne


karşı aptal demenin sonuçlarından haberdar mısın?”

Jing Wen henüz ne dediğine anlam verememişti ki bir an sonra, Ling Wen’i
bağlayan parşömen bir anda yırtıldı ve parçalarının arasından, siyah kol
yenlerinden uzanan bir el onun kafasını yakaladı.
Jing Wen yakalandığında daha tek kelime edememişti ve kaba yüzünde bir
çatlak belirdi, ardından bir diğeri, ve bir diğeri…

Üç çatlama sesiyle tüm bedeni paramparça oldu!

Ling Wen’e gelince, esaretinden kurtulmuştu ve olduğu yerde etrafından


siyah dumanlar çıkararak duruyordu, parçalanmış taşlardan oluşan yığın
ayaklarının dibindeydi.

Görünüşe göre Brokarlı Ölümsüzün efsanelerinde geçen ‘antik krallık’ Xuli


Krallığıydı ve Bai Jing de Xuli’den birisiydi. Xie Lian tam düşüncelerini
toparlıyordu ki hala parşömenlerle sıkı sıkıya sarılmış

olan Pei Ming’in konuştuğunu duydu. “Ling Wen? Kes şunu.”

Ling Wen dönmüş ve adım adım ona yaklaşıyordu. Öncesinde Ling Wen’in
Pei Ming’e ‘O seni hiç sevmiyor.’ Dediğini hatırlayan Xie Lian içinden,
Olamaz, onu öldürecek mi?, diye geçirdi.

Ling Wen ise yürürken onu yatıştırıyordu. “Bai Jing, o zaten öldü. Hepsi
saçmalıktı, onu dinleme.”

Ancak, pekte etkili olmuşa benzemiyordu, bu nedenle Ling Wen Pei Ming’e
döndü. “Yaşlı Pei, onu durdurmama imkan yok. Jing Wen’in senin benim
aşığım olduğunu söylediğini duydu ve tüm aklını seni öldürmekle doldurdu.
Ekselansları, yardım et!”

Sormasına gerek yoktu, Xie Lian çoktan kılıcını savurmuştu ve Pei Ming’i
bağlayan parşömeni kesti ve Pei Ming de ayağa fırladı, ikisi yeraltı
mağarasından çıktılar, bir kez daha yeryüzüne gelmişlerdi.

Mağaraya doğru aşağıya baktıkları zaman, Ling Wen’in biraz önce Pei
Ming’in yattığı yeri yumrukladığını gördüler ve bir enkaz uçuştu, gücü
saygıya değerdi, biraz önce Xie Lian’ın onları ararken attığı yumruklardan
bile daha sertti!

Xie Lian RuoYe’yi kaldırdı, bileğine bağladı ve Pei Ming de kollarındaki


bağları çözdü. Bunca zaman bağlı kaldıktan sonra, sol kolundaki şişlik
nasılsa inmişti, artık milyon tane yerine sadece elli bin tane arı sokmuş gibi
görünüyordu.

“Bu lanet kızgınlığı da ne böyle…” Diye başladı ama o daha bitiremeden


Ling Wen önünde belirmişti!

İkisi de bir hamle yaptı ve birkaç metre geriye uçmuşlardı. Xie Lian ve Pei
Ming bakıştılar, bu işin çok uğraştıracağına karar vermişlerdi ve aynı anda
geriye fırladılar. Koşarken Xie Lian başını çevirdi ve bağırdı. “LING WEN!
GENERAL BEI’Yİ TEKRAR SAKİNLEŞTİRMEYE ÇALIŞABİLİR
MİSİN??”

Ling Wen hemen peşlerindeydi. “DENEDİM! AMA ARTIK BANA


İNANMIYOR!”

“ONA YALAN SÖYLEDİĞİN İÇİN ÜZÜLMÜŞ OLMALI!” Pei Ming


bağırdı.

“LING WEN!” Xie Lian haykırdı. “KADIN FORMUNA GERİ DÖNE


BİLİR MİSİN? BİR KADININ

BEDENİNDEYKEN GÜCÜN BİRAZ DAHA AZALIR!”

“HAYIR!” Ling Wen cevapladı.

“NEDEN?”

“BANA İZİN VERMİYOR!” Dedi Ling Wen.

“Anlıyorum!” Dedi Pei Ming. “Piç herif bir kadının bedenine değmekten
korkuyor! Pısırık!”

PAT! Bir çatı uçarak onlara doğru geldi, neredeyse Xie Lian ve Pei Ming’i
eziyordu. Ling Wen haykırdı.

“ONU BEN FIRLATMADIM! ONA HAKARET ETTİĞİNİZ İÇİN BU


SİZİN SUÇUNUZ, ŞİMDİ DAHA DA KIZDI, HER İKİNİZ DE
TEHLİKEDESİNİZ!”
Xie Lian aceleyle haykırdı. “NE?! BENİM NE SUÇUM VAR? BEN
HİÇBİR ŞEY DEMEDİM! LING WEN, BENİ

BU İŞİN DIŞINDA BIRAKMASINI SÖYLEYEBİLİR MİSİN??”

“SENİ DE KATSA DAHA İYİ OLUR, YÜKÜ OMUZLAMAK İÇİN


DAHA FAZLA İNSANIN OLMASI İYİDİR.” Ling Wen bağırdı.
“EKSELANSLARI, KÜÇÜK PEI NEREDE? HAYALET BAN YUE?
ÇİÇEĞE UZANAN KAN

YAĞMURUN?”

“Onları bulaştırma, sizi aramak için onlar diğer yöne gitmişlerdi.” Xie Lian
da ona doğru bağırdı.

“Şimdiden metrelerce koştuk, önce koşalım sonra konuşuruz! O çoktan bin


tane hayaleti emdi, şu anda doğrudan yüzleşmek hiçte mantıklı olmaz!”

Ancak beklenmedik bir şekilde kelimeler dudaklarından döküldüğü gibi


aniden hafiflediğini hissetti ve tüm bedeni yukarıya kalktı. Sadece o da
değildi, Pei Ming de aynı durumdaydı ve baktıkları zaman büyük ağlar
tarafından yakalanmış ve havaya asılmış olduklarını fark ettiler.

Bela sanki yoktan var olmuş gibiydi ve ağ özel bir tür materyalden
yapılmışa benziyordu, çıplak elleriyle yırtamamışlardı. Tam bu sırada
etraftaki tüm ağaçlardan yüz veya iki yüz tane dişli canavar ve iblis fırlayıp
çıktı, neşeyle el çırpıyorlardı. “YAKALADIK!!!”

“HAHAHAHA KAÇ OLDU TOPLAMDA? BU TUZAKLAR ÇOK İYİ!”

“BAKALIM NE YAKALAMIŞIZ, KAÇ BAŞ!”

Görünüşe göre panikten kaynaklanan anlık dikkatsizlikleri nedeniyle düşük


seviyeli küçük yaratıkların tuzağına düşmüşlerdi. Xie Lian ağı kesmek için
düşünmeden Fang Xin’e uzandı ama sırtının boş buldu, aniden yukarıya
çekildiği zaman Fang Xin’in elinden kayıp düştüğünü fark etti. Küçük
yaratıklardan oluşan çete henüz neyin geldiğini anlayamamıştı ve hepsi çok
mutluydu. “BİR TANE DAHA!”
Ling Wen ellerini kaldırdı ve elinde iki yuvarlak, siyah renkte hayalet
alevleri belirdi. Xie Lian ve Pei Ming’le yüzleşmek için başını kaldırdı.
“İkiniz, bu… bu sahiden benim elimde değil.”

Xie Lian zorla bir nefes verdi. “Ling Wen, eğer o şey bize isabet ederse
neler olacağını sorabilir miyim?”

“En son bu kadar büyük hayalet alevi kullandığım zaman Ekselansları Qi


Ying’e vurmuştum ve yaralanmıştı, ama çokta kötü değildi. Yine de koşup
kaçabilmişti.”

Hasar çok büyük olmayacakmış gibi geliyordu, yani eğer darbe alsalar bile
çokta kötü olmayacaktı, bu nedenle Xie Lian da Pei Ming de rahat bir nefes
aldılar. “Tamam, tamam…”

Ama tam ikinci ‘tamam’ da, Ling Wen’in elindeki iki hayalet alevi aniden
on katına çıktı, göklere uzanan iki devasa ateş sütununa dönüşmüşlerdi!

Xie Lian. “…”

Pei Ming. “…”

“…Ama bu boyuttaki alevler size değerse ne olacağını söyleyemem…”


Dedi Ling Wen.

Pei Ming kükredi. “BEKLE! BEN SAHİDEN SENİN SEVGİLİN FALAN


DEĞİLİM AMA?!?!?!?!?!?”

“Biliyorum! Ama sadece ikimiz biliyorken hiçbir anlamı kalmıyor!” Diye


haykırdı Ling Wen.

Canavar ve iblislerden oluşan çete ise tutuşan iki hayalet alevinden topun
karşısında donakalmış ve hızla silahlarını geri çekmişlerdi, dargın bir halde
etraflarını sarmış, küstahça bağırıyorlardı. “PİSLİK!

NE CÜRETLE BİZİM AVIMIZI ÇALARSIN! YAKALAYIN ŞUNU!!!”

Ancak onlar gibi zavallı küçük yaratıklar Brokarlı Ölümsüz’e hiçbir tehdit
oluşturmuyordu, sadece bir sıra daha taze besin kaynağıydılar. Ling Wen
hafifçe başını eğdi, gözbebekleri hayalet alevlerinin parlak ışığını
yansıtırken, sanki kendisini feda etmeye hazır olan yenilerinin gelişine
hazırmış gibi görünüyordu. Tam bu sırada, vahşi bir kasırga esti.

Korkmuş haykırışlar silsilesi arasında, minik yaratıklardan oluşan çete göz


açıp kapayıncaya dek gökyüzüne süpürülmüştü!

‘Rüzgar’la gökyüzüne uçmuştansa aslında daha çok şekilsiz, tuhaf, devasa


bir el onları yakalamış ve gökyüzüne atmış gibiydi!

Brokarlı Ölümsüz sanki bir şey sezmiş gibi alarma geçmişti ve Ling Wen’in
elindeki yakıcı hayalet alevleri de etrafı tararken bir parça azaltmış gibiydi.
Xie Lian gayretle başını kaldırdı, ama ağacın kalın dalları görüş alanını
kapatıyordu. Hayaletlerin inlemeleri de ani bir şekilde durmuştu, bu nedenle
de yukarıda tam olarak neler olduğunu çıkartamıyordu. Pei Ming de
tetikteydi. “Gelen kim?”

Bir süre dikkatle inceleyen Xie Lian aniden konuştu. “Kokuyu almıyor
musun?”

“Ne kokusu?” Diye sordu Pei Ming.

“Çiçekler.” Xie Lian cevapladı.

Pei Ming’in kafası karışmıştı. “Burada çiçek mi var?”

Xie Lian gözlerini kapattı. Bir an sonra kesin bir kararla konuştu. “Evet.
Çiçek kokusu bu.”

Çiçeklerin kokusu tatlı, tuhaf, taze ve ferahtı. Koku bilinmeyen bir yerden
geliyordu, çiçeklerin ismi meçhuldü. Son derece hafifti, inanılmaz derecede
yumuşak, sanki aslında yokmuşlar gibi hafif.

Pei Ming kaşlarını çattı. “Ben çiçek kokusu almıyorum, ama kesinlikle bir
koku var…”

Cümlesini tamamlayamadan yüzüne bir şey damladı. Düşünmeden eliyle


sildi ve bir anda gözbebekleri küçüldü.
Kandı.

Birkaç damla Ling Wen’in elindeki hayalet alevlerine de damlamıştı ve


alevler hemen biraz daha küçülmüştü. Yüz ifadesi daha da tedirgin bir hal
aldı ve başını hemen yukarıya kaldırdı. Tam bu sırada-

Göklerden dökülen kan yağmuruydu!

Pei Ming, Xie Lian’dan daha yükseğe asılmıştı ve aniden bastıran kan
tufanıyla yıkanarak, kanda boğulmuş fareye dönmüştü, geriye sadece
yuvarlak, fal taşı gibi açılmış, siyah ve beyaz renkte gözleri kalmıştı. Ling
Wen’in elindeki hayalet alevler ise uzun zaman önce tümüyle sönmüştü ve
savunmasız Pei Ming ile aynı kaderi yaşamamak için bir ağacın altında
kaybolmuştu. Xie Lian’a gelince, aniden ağın yırtıldığını hissetmişti, bedeni
düşmüş ve aşağıya doğru savrulmuştu. Düşerken havada takla atmış ve tıpkı
üzerine dökülmekte olan kan yağmuru gibi istikrarlı bir şekilde yere inmişti.

Kaçacak vakti yoktu, bu yüzden Xie Lian kolunu kaldırmıştı, elinden


gelebildiği kadar kendisini koruyacaktı. Ancak karanlığın ardından,
yumuşak, kısık bir kahkaha duymuştu sadece.

Aniden hava gizemli, cezbedici çiçeklerin kokusuyla dolmuştu.

Xie Lian başını hafifçe kaldırdı ve yukarıya baktı. Yüzüne çarpan yağmur
damlalarını hissetmiyordu; onun yerine, yumuşak ve nazik bir şey
sürtünerek geçmişti.

Uzandı ve yakaladı. Aşağıya baktığında, avucunun kalbine sessizce düşen


şey küçük bir parça parlak kırmızı renkte çiçek yaprağıydı.

Bir kez daha başını kaldırdı, nefesi kesildi. İnanamıyordu.

Gökyüzünü saran kan yağmuru, çırpınan çiçek yapraklarına dönüşmüştü!

Kimin geldiğini tahmin etmeye gerek bile yoktu. Xie Lian parmaklarını
kıvırdı ve elini sıktı, isim dudaklarından dökülürken çiçek yaprağını
sıkıyordu. “San Lang!”
Arkasını döndü ve Ling Wen’in sessizce yere düştüğünü gördü, ve o
yumuşak kahkaha, kuzguni siyah saçlar, kızıl kıyafetlerle orada durmakta
olan uzun ve ince genç adam Hua Cheng’den başka hiç kimse olamazdı.

Yapraklar kan damlaları gibi yağdı; kan, rüzgardaki yapraklar gibi dans etti.
O yüz, ilk tanıştıkları günkü kadar enerjik ve yakışıklıydı, gözleri ışıl ışıl ve
canlı. Gayretsiz bir şekilde uzun, ince gümüş eğri kılıcını tekrar kınına
yerleştirdi ve derin bir sesle konuştu. “Ekselansları, geri döndüm.”

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 155: Aşılmaz Dağlar ve Bitmeyen Yollar, Dar Patikalar İse


Kapatılmış

Zarif yeşim parçalarından kızıllıkla boyanmış yerleri adımlarken, Xie Lian


yavaşça yürüdü. Hua Cheng’in omuzlarının kırmızı çiçeklerle kirlenmiş
olduğunu görünce onları silkelemek istedi, ama aniden bu hareketinin fazla
samimi olabileceğini fark etti, bu nedenle kendisine hakim olmaya çalıştı ve
kollarını arkasına attı, gülümsedi. “Sadece kandan yağmurlar getirmekle
kalmayıp, bir de çiçeklerin yağmasına sebep olabildiğini bilmiyordum. Ne
güzel!”

Hua Cheng de ona yaklaştı, kolayca omuzlarındaki çiçekleri silkeledi, o da


gülümsüyordu. “Sadece anlık olarak esinlendiğim bir şeydi, biraz önce
aklıma geldi. Normalde her zamanki kan yağmuru olacaktı, ama birden
gege’nin de burada olduğu düşününce, sırılsıklam olsan bana kızmaz
mıydın? Bu nedenle son saniyede geri çekildim ve onun yerine çiçeklere
dönüştürdüm. Beğenmene çok memnun oldum.”

Ancak, Xie Lian ıslanmamış bir şekilde dururken, Pei Ming sırılsıklamdı.
Havada asılı bir halde seslendi.

“Affedersiniz, siz ikiniz, beni indirecek misiniz?”

Birkaç gümüş kelebek yukarıya uçtu, kanatlarında gümüşi ışıltılarla ağı


yırtıp en sonunda Pei Ming’i özgür bıraktılar, Pei Ming sakince yere indi.
Xie Lian aşağıya baktı ve Ling Wen’in belinin üzerinde bir gümüş
kelebeğin durmakta olduğunu gördü. “San Lang, Ling Wen ve Brokarlı
Ölümsüz iyiler değil mi?”

“Bir şeyleri yok.” Dedi Hua Cheng. “Sadece onları geçici bir süreliğine
uyuttum.”

Xie Lian etkilenmişti. “Brokarlı Ölümsüz çılgına dönmüştü ama sen onu
çok hızlı bir şekilde kontrol altına aldın.”

Hua Cheng kaşlarını kaldırdı. “Sorun olmadı. Nedense benimle dövüşmek


istemiyordu.”

Xie Lian hımladı ve konuştu. “Doğru. Öncesinde onu giydiğin zaman, sana
hiçbir şey yapmamıştı ve hatta kendisini göstermişti.”

Tam bu sırada Pei Ming yanlarına geldi. “Siz ikiniz, sonra konuşursunuz.
Önce cübbeyi üzerinden çıkartmayacak mısınız?”

“Ee… bu biraz uygunsuz olmaz mı?” Dedi Xie Lian.

Pei Ming hiçte öyle düşünüyormuş gibi görünmüyordu. “Şu anda erkek
formunda, utanacak ne var ki?” Konuşurken elleri hareketlendi, tam Ling
Wen’in yakasına ulaştığı anda, sanki bir şey onu sokmuş

gibi yüzü düştü, hızla kolunu geri çekti, elleri kanla kaplanmıştı. “Bu
cübbe! Isırıyor!”

Ancak o zaman Hua Cheng gevşek bir şekilde konuştu. “Brokarlı Ölümsüz
Ling Wen’i bırakmayacak, onu üzerinden çıkartamazsın.”

Pei Ming kanlı ellerine baktı. “Eğer bir daha böyle bir durum söz konusu
olursa, Lordum Hayalet Kral beni daha erken uyaracak mı?”

Xie Lian nazik bir şekilde konuştu. “General Pei, seni uyarmadı değil,
sadece ellerin çok hızlı hareket etti.”

Hua Cheng sırıttı. “Aynen öyle.”


“…”

Her ne kadar hasar almış olsalar da, iradeleri bakiydi. Üçü geldikleri yere
geri dönmek üzere hareketlendiler ve birinin erkek Ling Wen’i taşıması
gerekiyordu, bu yüzden Pei Ming tek kelime etmeden sorumluluğu üstlendi.

Pei Su ve Ban Yue hala önceki küçük kasabadaydılar, grup Wu Yong’un


kutsal tapınağının önünde tekrar bir araya geldi ve Pei Su onların geri
döndüğünü gördüğü zaman karşılamak üzere yanlarına geldi. “General,
Ekselans, ları, tapınaktaki, duvar, resmi, kayboldu!”

Pei Ming bir eliyle Ling Wen’i taşırken diğer eliyle kana bulanmış saçlarını
düzeltti. “Ne resmi?”

Pei Ming’in şarap kırmızına bulandığını görünce Ban Yue’nin gözleri


ardına dek açıldı. Xie Lian, Pei Ming’e kısa bir özet geçti ve ardından
kontrol etmek üzere Pei Su ile birlikte içeriye girdi. Sahiden de duvar, diğer
üç yanmış duvarla tıpatıp aynı görünüyordu, sanki o duvar resmi hiç var
olmamıştı.

Hua Cheng ellerini duvara koydu. “O duvar resmi büyüyle yaratılmış.”

Xie Lian başını salladı. “Belki, onu bırakan kişinin endişeleri vardı ve çok
uzun süre görülmesine cesaret edemedi.”

Diğer tarafta, Ban Yue uzunca bir süre tereddüt etmiş, ama en sonunda yine
de Pei Ming’e soracak cesareti bulmuştu. “Sen… iyi misin?”

Pei Ming ona bir bakış attı ve konuştu. “Neden bu soruyu yılanlarına
sormuyorsun?”

Pei Su sanki konuşmak istermiş gibi ağzını açtı, ama adil olmak adına
konuşup konuşmaması gerektiğinden emin değildi. Ban Yue’nin gözleri ise
daha da büyüdü, tartışmaya çalışarak mırıldandı.

“Ama… akrep yılanların ısırıkları bunun gibi tüm vücudu sarmaz ki…”

Pei Ming ısırık izini taşıyan sol elini kaldırdı ve onun önünde salladı,
sahiden de ısırıldığını kanıtlıyordu.
‘Demirden kanıt’ dağlar kadar gerçekti ve Ban Yue’nin tek yapabileceği
özür dilemekti. “Özür dilerim…”

Pei Su daha fazla izlemeye dayanamadı ve omzuna vurdu. “Bu kadar,


ciddiye alma. Bu yılanlarının ısırması, yüzünden olmadı.”

Xie Lian da daha fazla dayanamayacaktı, çileden çıkmış bir şekilde


konuştu. “General Pei, böyle bir zamanda küçük kıza sataşmasan olmaz
mı?”

Ancak, Pei Ming’in yaşam kaynağı buydu. Ruhani güçlerini kullanarak


kendisini kan ve pislikten temizledi, kahkaha atarken yüzü aydınlık ve
canlıydı. “Küçük kızlar sataşılmak için yok mudur zaten?

Ayrıca, Banyue’nin Baş Rahibesi kaç yüzyıl yaşına girdi? Ne küçük kızı?
Utanmasından mı korkuyorsun?”

“…” Artık hiç kimse onunla konuşmak istemiyordu.

Her ne kadar Pei Su’nun kesik cümleleri iyileşememiş olsa da, artık normal
bir şekilde yürüyebiliyordu ve Ling Wen’i taşıma görevini o üstlendi.
Beraberce küçük bir kasabadan geçtiler ve Tong Lu Dağının bir sonraki
aşamasına ilerlediler.

Bir gün sonra, küçük bir vadiye ulaştılar.

Vadinin kenarında sert taşlı tepeleriyle sarp, yüksek dağların arasında bir
dağ patikası vardı. Ancak bu noktaya dek ulaştıktan sonra Ling Wen en
sonunda sersem bir halde uyanmıştı.

Her ne kadar uyanmış olsa da, yine de hareket edemiyordu, çünkü gümüş
kelebek hala sırtında durmaktaydı. Ling Wen birisinin sırtında taşındığını
fark ettiği zaman, yüz ifadesi hiç değişmedi,

sadece şaşkın bir halde sordu. “…Neden bu kadar çok insan var? Nasıl
hepiniz buradasınız? Burası Tong Lu Dağı değil mi?”

“Bu kadar çok mu?” Pei Ming cevapladı. “Haberin olsun, ilerde daha fazla
kişi olacak, henüz herkesi görmedin. Kart oynamaya yetecek kadar
kalabalığız.”

Xie Lian tüm kalbiyle bu cümleye katılıyordu ve kendisini gülümsemekten


alamadı. Bir anlık duraksamanın ardından konuştu. “Bu arada, Ling Wen,
Puji Manastırında Qi Ying seni kovalıyordu.

Peki o nerede?”

Ling Wen cevapladı. “Bilmiyorum. Tong Lu Dağına girdikten sonra, her


yerde bir sürü insan-dışı yaratık geziyordu ve Ekselansları Qi Ying
kalabalıkta kayboldu. Şu anda nerede olduğunu ben de bilmiyorum.”

Pei Ming iç çekti. “Xuli’nin son yaşam dalını çekenin sen olduğunu bana
söylemediğine inanamıyorum. Çok kötüsün.”

Ancak o zaman Xie Lian, Pei Ming’in de Xuli Krallığından olduğunu


hatırladı. Ancak, görünüşe göre Xuli’yle hiçbir gönül bağı kalmamıştı,
sonuçta sadece bir generaldi, kral değildi ve yükselmeden hemen önce kral
tarafından sabote edilmişti, bu yüzden sesinde ne bir parça öfke ne de
aksilik vardı, daha çok eğlencesine takılıyor gibiydi. Ancak Xie Lian yine
de Xuli’den çok fazla bahsetmenin Brokarlı Ölümsüzü kışkırtacağından
korkuyordu, bu nedenle hızla konuyu değiştirdi, soru sormak için başını
çevirdi. “San Lang, hep bir şeyi merak etmiştim.”

Vadiye girdiklerinden beri, Hua Cheng iki yüksek dağı dikkatle izliyordu.
“Nedir?”

“Tong Lu Dağındaki ‘Ocak’, tam olarak nedir? Devasa bir fırın mı?” Xie
Lian sordu.

Hua Cheng hafifçe gülümsedi ve tekrar ona baktı. “Elbette değil. Ama, iyi
bir soru, gege.” Elini kaldırdı ve işaret etti. “Tam da şu anda görebiliyoruz.”

Grup onun işaret ettiği yöne baktı ve hepsi de farkında olmadan oldukları
yerde durdular.

“…Bu… ‘Ocak’ mı?” Diye sorguladı Xie Lian.

Hua Cheng kollarını kavuşturdu. “Evet öyle.”


Mürekkep siyahı gözlerinden yansıyan inanılmaz derecede uzaktaki büyük
bir dağdı.

Sanki dünyanın kenarında duruyormuş gibi uzaktı, cennete uzanırmışçasına


yüksek, tüm diğer tepelerin arasında küçümsercesine taçlanmış, koyu deniz
mavisine boyanmış, zirvesi bulut denizleriyle ve ilahi rüzgarlarla sarılmıştı.
Bir kar tabakası ise sanki hiç erimeyen bir buz parçası varmış

gibi belli belirsiz görülebiliyordu.

Hua Cheng sakince konuştu. “‘Ocak’ aktif bir volkan ve tüm Tong Lu
Dağının kalbidir. Yeni bir hayalet kral doğduğu zaman, o da uyanır.”

“Yani yanardağ patlaması mı?” Xie Lian sordu.

“Evet öyle.” Dedi Hua Cheng. “Yani, tüm Yüce Hayalet Krallar parlayan
alevler, lav ve yok edici felaketlerle doğar.”

Gözlerini kızıl bir ışıkla parlatan korkunç senaryoyu hayal eden Xie Lian
düşüncelere daldı. Pei Ming konuştu. “Çok uzakta. Eğer bu hızla devam
edersek, yolda karşılaşacağımız hayaletleri saymıyorum bile, çok uzun
sürecektir.”

Xie Lian başını salladı. “Bu nedenle tarihsel olarak Tong Lu Dağı her
kapılarını açtığı zaman, doğum kadar zorlu geçer.”

Hua Cheng kıkırdadı. “Gege’nin metaforu oldukça yerinde.” Ardından


aniden durdu. “Geldik.”

“???” Xie Lian şaşkına dönmüştü. “Bu kadar çabuk mu?”

Hua Cheng açıkladı. “Geldik, ama Ocağa değil. Burası bir Wu Yong kutsal
tapınağı.”

Sahiden, vadinin ortasında eğik, büyük bir tapınak vardı.

Bu karşılarına çıkan ikinci Wu Yong tapınağıydı. Xie Lian neredeyse


gözlerini ovuşturmak isteyecekti, kafası karışmıştı. “Bu tapınak gerçek
mi?”
Sorusu haksız sayılmazdı. Hatta herkes tapınak bir anda belirdiği için onun
kadar şüpheciydi.

Burada olmamalıydı. Kim bir tapınak veya mabedi küçük bir dağ yolundaki
böyle dar bir vadiye inşa ederdi ki? Nasıl bir çarpık felsefeydi bu?

Buraya inşa edildiyse bile en azından kenara yerleştirilmeliydi. Ama bu Wu


Yong tapınağı beyinsiz küçük bir zorba gibi körlemesine vadi yolunun
ortasına inşa edilmiş, yüzsüz bir şekilde dağ yolunu kapatıyordu!

Pei Ming sesini alçalttı. “Tuhaflıkların olduğu yerde kötülük de vardır,


herkes dikkatli olsun.”

Tüm ağırlığıyla Pei Su’nun omzuna yatmış olan Ling Wen, sert bir şekilde
başını kaldırdı. “Millet, eğer içeriye girmek istemiyorsanız, zıplayıp tepeleri
aşabilirsiniz.”

Ancak, Xie Lian katılmıyordu. “Hayır. İçeriye girmek zorundayız. Başka


duvar resimleri var mı bakalım.”

“Merak etme gege.” Dedi Hua Cheng. “Eğer içeri girip bakmak istiyorsan
öyle yapacağız. Problem değil.”

O böyle söylediği için nedense herkes rahatlamıştı ve yavaşça tapınağa


yaklaştılar. Tüm yürüdükleri zaman boyunca, girişe gelene dek, tuhaf hiçbir
şey olmadı. Tapınağın kapılarından geçip büyük salona girdiler, sahiden de,
bu tapınağın duvarları da yangın sonrasının kara rengine bürünmüştü.
Hafifçe çizince, sertleşmiş katmanlardan küçük parçalar tıpkı önceki
tapınakta olduğu gibi düştü.

Xie Lian ilk başta gergin ve tetikteydi, ama karanlık köşelerde bir şey
saklanmıyormuş gibi görününce, biraz rahatladı ve konuştu. “Hadi
başlayalım.”

Kısa bir süre sonra, duvardaki külden ‘koruyucu’ katman parça parça
temizlenmiş, ardındaki resmi gözler önüne sermişti. Xie Lian ve Hua Cheng
dikkatle incelemek üzere yaklaştılar.
Bu kutsal tapınaktaki duvar resminin içeriği bir öncekinden tamamen
farklıydı. En yüksek seviyeden incelemeye başladılar, resmin en üstünde
güzel bir şiltenin üzerinde oturmakta olan beyazlara bürünmüş genç bir
adam vardı, oldukça yakışıklıydı. Bu Wu Yong’un veliaht prensiydi.
Gözleri sıkıca kapanmıştı ve duruşuna bakılırsa, derin bir meditasyona
halindeydi. Ancak, sakin değildi.

Ekselansları veliaht prensin kaşları sertçe çatılmıştı, alnında birkaç damla


soğuk ter parçası belirmiş

gibiydi. Etrafında dört kişi vardı, yüz ifadelerinde derin bir kaygı vardı –
önceki resimde veliaht prensin altındaki dört koruyucu vekildi bunlar.
Takıları ve kıyafetleri önceki resimle birebir aynıydı. Aşağıya doğru
bakmaya devam ederken, koruyucu katman dökülmeye devam etti, ancak
hala tümüyle temizlenmemişti ve Xie Lian kaotik kızıl bir alan gördü.
Hafifçe kaşlarını çattı. “Tuhaf.”

Uzandı ve hafifçe duvara dokundu, şaşkındı. “Bu duvar resmi güzelce


saklanamamış mı?”

Her ne kadar Xie Lian henüz resmin neyi tasvir ettiğini çıkartamamış olsa
da, bu çizgi ve renklerin bulanık ve puslu olduğunu görebiliyordu, sanki sis
bulutunun ardına gizlenmiş, solup gidiyordu. Ama bu duvar resmi büyüyle
yaratılmıştı, nasıl normal bir resim gibi solabilirdi?

Hua Cheng de dikkatle inceliyordu, kaşlarını çattı. “Biraz bekleyelim.”

İkisi bakıştılar. Yanmış, siyah, sertleşmiş materyal tümüyle temizlenip tüm


resim ortaya çıkınca, ikisi de birkaç adım gerileyerek omuz omuza durdular.
Xie Lian’ın gözlerine tüm resim yanmıştı, nefesi kesildi ve başının
uyuştuğunu hissetti.

Donakalmış bir halde yüksek sesle düşündü. “Bu… cehennem mi?”

Çevirmen: Nynaeve
Bölüm 156: Aşılmaz Dağlar ve Bitmeyen Yollar, Dar Patikalar İse
Kapatılmış

Hua Cheng karanlık bir sesle konuştu. “Hayır. Ölümlü diyar.”

Sahiden de ölümlü diyardı, çünkü resimde tasvir edilmiş sıkışık evler,


yoğun ormanlar, kalabalıklar vardı; ancak, hepsi ateş ve akan lavlardan
engin, sonsuz denizlere batmışlardı.

Evler ve ağaçlar tutuşmuştu, alevler insanların bedenlerini yakmıştı, çığlık


atıyorlardı. Korkunç yüzler o kadar gerçekçi çizilmişti ki Xie Lian
neredeyse onların çığlıklarını kulaklarında hissediyordu.

Resmin ortasında Ocak gibi sıcaklıkla parlayan, son derece korkunç canlı
kırmızı renkte büyük bir dağ

vardı. Alevler ve lav bu dağdan çıkıyordu.

“Bu resmin anlamı… yanardağ patlaması, Wu Yong Krallığının düşüşü


mü?” Xie Lian kafa yordu.

“Evet. Ve hayır.” Dedi Hua Cheng.

Xie Lian’ın aklına bir fikir geldi. “Sahiden tümüyle doğru değil, çünkü
bu… bir rüya.”

Resmin altındaki trajedi tasviri, Wu Yong Veliaht Prensinin rüyasını


betimliyor olmalıydı.

Wu Yong’un Veliaht Prensi ve dört koruyucu tanrı altın bir haleyle


çevrelenmişti, bunun anlamı çoktan yükseldiğiydi. Rüya ona işkence
ederken tasvir edilmişti, bu nedenle rüya durumunun çizgileri ve renkleri
‘gerçeklik’ ile kıyaslanınca daha ‘boş’tu.

Bazı cennet mensupları muazzam ruhani güç taşırdı, yetenekleri anormal


derecede etkileyici olurdu ve küçük alametler gördükleri zaman,
rüyalarında geleceğe bakabilirlerdi. Bu yüzden de bunlara kehanet rüyaları
denirdi. Ekselansları Veliaht Prensin bu rüyası gerçekleşmiş miydi? Wu
Yong Krallığı böyle mi düşmüştü?
Bir an düşünen Xie Lian belirtti. “Birileri bize bir şeyler anlatmaya
çalışıyor olmalı. Bu duvar resmindeki hikaye diğerinin devamı olmalı.
Bence ‘Ocak’a yaklaştıkça sorularımızın daha büyük bir kısmı cevaplanmış
olacak.”

Tam bu sırada penceren dışarıyı izlemekte olan Ling Wen konuştu. “Millet,
sormam gereken bir şey var. Siz bunu tuhaf bulmuyor musunuz?”

“Neyi?” Diye sordu Pei Ming.

“Doğru hatırladığımdan emin değilim ama şu iki dağ arası hep bu kadar
yakın mıydı?”

Herkes pencereden dışarıya baktı. Sahiden de, öncesinde içeriye girdikleri


zaman dışarıda dağlar arasında üç metre kadar boşluk vardı, ama şimdi,
inanılmaz yaklaşmış hatta her an birleşecek gibi görünüyorlardı. Xie Lian
tam dışarıya çıkıp kontrol edecekti ki bir dizi tuhaf tıkırtı, gıcırtı sesleri
duydu, toprak ve ağaçların, taş ve duvarların sıkıştırılmasının rahatsız edici
sesi gibiydi.

Şimdi hepsi hissedebiliyorlardı. “Neler oluyor?”

Ayaklarının altındaki toprak sallanıyordu, başlarının üzerindeki tavan da


öyle, bir parça, iki parça, pek çok moloz parçası ve toz aşağıya düştü.
“Deprem mi oluyor?” Pei Ming merak etti.

Tam kelimeler dudaklarından döküldüğü sırada, duvarlar basınç nedeniyle


çoktan şok edici

‘çatlaklar’a bölünmüştü. “Deprem değil bu!” Xie Lian haykırdı. “Bu…”

İki dağ sırası ortalarında durmakta olan Wu Yong tapınağını iki yandan
eziyorlardı!

Açıklayacak zaman yoktu. Bağırdı. “KAÇIN!”

Onlara söylemesine gerek kalmadan Pei Ming çoktan bir duvarı tekmelemiş
ve onlara çıkış yolu açmıştı. Hep birlikte duvardan geçtiler ve çıktılar,
koşuyorlardı. Ancak, mekan çok uzun ve derin olduğu için hala Wu Yong
tapınağının içindeydiler ve büyük salon dışında, çok fazla sayıda yan
odalar, küçük odalar, tütsü odaları, antrenman alanları ve benzerleri vardı.
Bu nedenle koşmaya ve duvarları yıkmaya, kapıları tekmelemeye devam
ettiler. Böyle zamanlarda sahiden savaş tanrılarının her zamanki yöntemleri
çok faydalı oluyordu. Ancak daha sadece iki yan odayı geçmişlerdi ki,
neredeyse bir adam boyutundaki devasa bir kaya parçası çatıdan düşerek
Xie Lian’ın hemen ayağının dibine indi.

Her iki taraftaki dağların üzerinden büyük kayalar düşüyordu!

Göklerden daha da fazla taş yağmaya devam ederken çıkan gümbürtülerin


ardı arkası kesilmiyordu.

Su fıçıları gibi büyük olanları, yumruk kadar küçük olanları vardı ve hepsi
çok yükseklerden düştüğü için güçleri inanılmazdı. Neyse ki üstlerinde
onları yavaşlatan çatı katmanı vardı ve hepsi fiziksel anlamda dikkate değer
kişilerdi, zamanında kaçınmayı başarıyorlardı. Sadece Hua Cheng çok rahat
görünüyordu; Xie Lian koşup kaçınmaya çalışırken, aniden Hua Cheng’in
ona seslendiğini duydu.

“Gege, buraya gelmek ister misin?”

Görmek için başını çevirdi. Hua Cheng hemen arkasındaydı, adımları


uçuyormuşçasına istikrarlıydı, elinde tuttuğu, kim bilir nereden çıkarttığı
kırmızı bir şemsiye vardı ve o şemsiyenin altında ışıldayarak
gülümsüyordu. Düşen kayalar büyük bir gürültüyle şemsiyeye çarpıyordu
ama Hua Cheng tek eliyle bir parça bile tökezlemeden onu tutmaya devam
ediyordu!

Xie Lian hemen şemsiyesinin altına saklandı. “Oof, çok yakındı. Harikasın
San Lang.”

Hua Cheng gülümsedi ve düşünceli davranarak şemsiyeyi daha çok onun


tarafına çekti. “Yaklaş.”

Her ne kadar son derece yanlış bir zaman olsa da, Xie Lian yine de kalbinin
hızla atmaya başladığını hissetti. “Tutmaktan yoruldun mu? Ben biraz senin
yerine tutayım…”
Diğerleri hızla kaçıyor ve kayalardan kaçınıyor, delirmişçesine koşuyorlardı
ve diğer ikisinin nasıl mutlu mesut göründüğünü fark edince
dayanamayarak bağırdılar. “Hey! Hiçte adil değil!”

“Hua Chengzhu, fazladan şemsiyen var mı acaba??”

“Ben de şemsiyenin altına gelebilir miyim??”

Hua Cheng sahte bir şekilde gülümsedi. “Hayır. Ve hayır.”

Diğerlerinin itirazları karşısında Xie Lian biraz utandı ve mırıldandı. “Ah,


bu dağ cidden tuhaf!” Ve tam konuşurken sıvışacaktı ki, Hua Cheng göze
çarpmayacak bir şekilde onu durdurdu ve sakince açıklama yaptı. “Gege
haklı, dağlar cidden tuhaf. Ruh gibiler. Tong Lu Dağında üç büyük dağ var
ve isimleri

‘Yaşlılık’, ‘Hastalık’ ve ‘Ölüm’. Her ne kadar diğer dağlardan bir farkları


olmasa da, onlar Tong Lu Dağı alanı içerisinde serbestçe hareket
edebiliyorlar, bu yüzden, bazıları onları Tong Lu Dağının sınırları olarak
alır.”

Kayalar vahşice düştü, ama şemsiyenin altında barış ve ahenk hakimdi. Xie
Lian cevapladı. “Anladım!

O zaman öncesinde Rong Guang Hayatı Hızla Söndüren Kılıç İblisi


kılığındayken önümüzü kapatan dağ, üç dağ ruhundan birisi miydi?”

Ling Wen, Pei Su’nun sırtında bir aşağı bir yukarı zıplıyordu ama gayretle
konuşmaya katılmaya çalıştı.

“Bu Wu Yong kutsal tapınağının ‘vadi’nin ortasına tuhaf bir şekilde inşa
edilmesine şaşmamalı.

Muhtemelen orijinal lokalizasyonu bu kadar ilginç değildi ve o iki dağ ruhu


saldırmaya geldiler!”

“Ama ‘Doğum’, ‘Yaşlılık’, ‘Hastalık’, ‘Ölüm’ bir bütündür.” Dedi Xie


Lian. “Diğer üçü burada, ‘Doğum’
nerede?”

*ÇN: Doğum, Yaşlılık, Hastalık ve Ölüm, Budizm’de dört acı çekme


sebebidir-miş.

“Ne yazık ki, ‘Doğum’ yok. En azından ben daha önce görmedim.” Dedi
Hua Cheng.

“Yani burada yaşama şansı yok öyle mi? Çok acı!” Dedi Xie Lian.

Hemen ardından Ban Yue haykırdı. “Dağlar yaklaşıyor!”

Vadiye ilk girdikleri zaman, dağ patikası birkaç kilometre genişliğindeydi,


onlar ilerledikçe daralmıştı.

Wu Yong tapınağının kapılarına ulaştıklarında genişlik otuz metreden daha


fazla değildi. Ve şimdi, iki dağ arasındaki boşluk ancak on metre kadardı,
bina ve duvarlar basınç nedeniyle tümden çatlamış ve eğiliyordu. Wu Yong
tapınağının kirişleri taş ve diğer tür sert yapı malzemelerinden yapıldığı
için, aynı anda iki yandan ittirmekte olan iki dağ arasında sıkışıp kalmıştı.
Ancak, daha fazla direnemeyebilirdi ve Pei Ming bağırdı. “Ne
ilerleyebiliyoruz ne geriye gidebiliyoruz, çatıyı açıp yukarıya gidelim! Bu
kaya yağmuru hiçbir şey, parçalayın gitsin!”

Ancak Xie Lian haykırdı. “Olmaz! Şu anda ikisi arasında tapınak duruyor,
eğer yukarıya çıkarsak ve dağlar bir hamle falan yaparsa? Ölümüne
sıkışırız!”

Konuşmaları esnasında her iki tarafta daha da yaklaşmaya başlamıştı, yerler


gümbürdüyor, titriyorken aradaki boşluk altı metreye kadar inmişti. Bu
şartlar altındayken, Ling Wen hala hareket edemiyordu ve haykırdı.
“BİRİSİ DAHA ÇABUK BİR ÇÖZÜM ÜRETEBİLİR Mİ ACABA???
ÖLÜMÜNE SIKIŞTIRILMAK

İSTEMİYORUM, TEŞEKKÜR EDERİM!”

Alevler sırtlarını yakıyordu, ama fikirler o kadar hızlı gelmeyecekti.


Alanları küçülmeye devam etti, sadece bir insan boyuna dek ulaştı, Pei
Ming aniden bir nara attı ve yan bir şekilde zıpladı. Sol taraftaki dağı
kolları, sağ taraftakini bacakları itiyordu, tüm bedeni bir ‘çivi’ye dönmüştü,
iki büyük dağın arasında takoz görevi görüyordu. “ÖLÜMÜNE EZİLECEK
OLSAM BİLE O İKİ BOKTAN ŞEY BUNU

YAPAMAYACAK. ŞİMDİLİK ONLARI TUTARIM, ACELE EDİN VE


BİR YOL BULUN!”

*ÇN: Ne ara yangın çıktı? Yoksa mecaz anlamda mı kullanılmış? Hiçbir


fikrim yok. Belki ‘acele edilmesi gereken durum’ anlamında kullanılmış?
Belki de bina yıkılırken yangın çıkmış?

“…”

Herkes yaptığı bu hareketle şaşkına dönmüştü ve hatta Ling Wen büyük bir
gayretle onu tebrik etti.

“Yaşlı Pei, adam gibi adam!”

Pei Ming dişlerini sıktı. “NE DEMEK!”

Savaş tanrılarının gücünü açıklamaya gerek yok; iki dağ hala ortaya doğru
yaklaşmaya çalışıyordu ama görünüşe göre Pei Ming tarafından güçle
durdurulmuş ve çıkmaza düşmüşlerdi. Ancak bu Pei Ming’in sahip olduğu
tüm ruhani güçleri harcaması demekti ve çok uzun süre dayanamayacaktı.
Xie Lian kaçmak için hızla bir yol bulmaya çalışırken, iki dağ gittikçe
üstünlüğü ele geçirmeye başlamıştı, Pei Ming’i dizlerini bükmek zorunda
bırakmışlardı.

İşlerin iyiye gitmediğini görünce Pei Su haykırdı. “GEN, ERAL, BEN,


YARDIMA, GELİ, YORUM!”

Omzundaki Ling Wen’i Ban Yue’ye attı ve insandan takozluğa o da katıldı.


Ancak şu anda bir ölümlüydü, nasıl ruhani güçlerini kullanabilirdi? Ling
Wen’in üzerindeki Brokarlı Ölümsüz faydalı olabilirdi, ama risk çok
büyüktü ve onu serbest bırakmak yangına körükle gitmek olurdu, çakal
sürüsünün ininde zehirli bir yılana basmak gibi. Bu nedenle Ban Yue Ling
Wen’i yere bıraktı ve konuştu. “Ben de…”
Ancak sonuçta küçük bir kızın bedenine sahipti, uzuvları iki erişkin adamın
uzunluğuna yaklaşamazdı bile, duvarların arasında durmak için çok kısaydı,
bu nedenle avuçlarını Pei Su’nun sırtına yerleştirerek ona ruhani güçlerini
gönderdi. İkisinin birleşen güçleri patladı, ikisinin de yüzleri kızarmış ve
damaları belirginleşmişti.

Hua Cheng’e gelince, ki gruptaki şu anda en güçlü kişi oydu, elindeki


kırmızı şemsiyeyi çevirerek onları izliyordu sadece, bir parça bile endişeli
değildi. Aniden Xie Lian kendi avucuna bir yumruk attı ve ağladı.
“BULDUM! BULDUM! BULDUM! BULDUM!”

Aklına bir fikir gelmişti. Xie Lian konuştu. “İleriye, geriye veya yukarıya
gidemeyeceğiz madem, o zaman aşağıya gidelim! Şimdilik bir çukur kazıp
saklanalım!”

Ling Wen hemen anlamıştı. “İyi fikir! Hemen şimdi başlar mısın lütfen!”

Pei Ming dişlerini sıkarak konuştu. “O ZAMAN… LÜTFEN… ACELE…


EDİN!!!”

“Tamamtamamtamam.” Xie Lian delirmişçesine bir çukur açmak için Fang


Xin’i yere saplarken cevap verdi, kum ve toprak her yere uçuyordu. Hemen
yanında Hua Cheng onun üzerine şemsiyeyi tutmuştu ve sadece yardım
etmemekle kalmadığı yetmiyormuş gibi bir de onu şımartıyordu. “Gege,
artık kazma. Oturup dinlen.”

Artık hepsinin sabrı tükenmişti, bir ağızdan haykırdılar. “HUA


CHENGZHU!!!”

“Hm? Bana mı seslendiniz?” Dedi Hua Cheng.

Ling Wen yığıldığı yerden konuştu. “Hua Chengzhu, hem sen hem de
Ekselansları da burada bizimle birlikte, eğer aklında bir fikir veya bir
numara varsa neden paylaşmıyorsun? Sonuçta hiçbirimiz taşların arasında
sıkışmak istemiyoruz.” Ve hiç kimsenin söylemeye cüret edemediği cümle:
Eğer aklına bir şey gelmediyse, lütfen gidip sen de insandan takoz olur
musun?
Her ne kadar Xie Lian gergin olsa da, yine de içgüdüsel olarak Hua
Cheng’e güveniyordu, bu nedenle çukuru kazmaya ara vermeden sordu.
“San Lang, aklında bir şey mi var?”

Hua Cheng kıkırdadı. “Sadece beklesen yeter gege, hiçbir şey yapmana
gerek yok, biraz sonra hepsi geçecek.”

Alevler artık yanlarına dek ulaşmıştı ve her ne kadar hepsi onun bir planı
olduğunu fark etmiş olsa da, yine de ateşin sıcaklığını hissetmeden
edemiyorlardı. Ling Wen tam tekrar söze girecekti ki, aniden Xie Lian
konuştu. “Bu ses ne?”

Düşen kayaların gürültüleri arasında hızla yaklaşan başka bir tuhaf ses
vardı. GIRK GIRK! GIRK GIRK

GIRK GIRK! Hızlıydı, gittikçe yaklaşıyordu. Xie Lian’a sanki daha önce bir
yerde duymuş gibi tanıdık geliyordu ve delirmişçesine kazmaya ara verdi.
“Bu… YOKSA?!”

Tam konuştuğu kelimesini sonlandırdığı sırada, ayağının hemen yanında bir


delik açıldı, iki insanın sığabileceği kadar geniş bir kara delik belirmişti.
Deliğin içinden bir kürek yükseldi, parlak beyaz bir ışık yansıtıyordu.

Toprak Ustasının kutsal küreği!

Kürek kendini gösterdi ama hızla tekrar deliğe gömüldü. Hua Cheng
konuştu. “Biraz geç kaldı, ama en azından yetişti. Hadi gidelim.”

Tek kelime etmeden Xie Lian Ling Wen’i yakaladı ve aşağıya attı, ardından
Ban Yue ve Pei Su ve son olarak Pei Ming. Ortadaki ‘çivi’ takoz kalkınca,
iki dağ da hızını artırdı ve gıcırtı, titreşim sesleri arasında, Hua Cheng
kolunu Xie Lian’ın beline sardı ve onu sıkıca tuttu. “Acele edelim!”
Ardından onu

tutmaya devam ederek yeraltı yoluna atladı. Xie Lian sadece karanlığa
gömülüyormuş gibi hissetti ve kısa bir süre sonra yukarıda yeri göğü inleten
bir gürültü koptu.
İki büyük dağ en sonunda, tümüyle birleşmişti!

Eğer şu anda hala yukarıda olsaydılar et yığınlarına dönüşürlerdi. Herkes


bir parça sakinleştikten sonra karanlıkta iki küçük ateş topu yanmıştı. Xie
Lian şu anda bulundukları yeraltı patikasında etrafına baktı, ne geniş ne
dardı, derli topluydu, Toprak Ustasının kutsal küreğiyle kazılmış bir patika
da ancak böyle olabilirdi. Diğer atlayan herkes yere serilmişti, ofluyorlardı.
Hua Cheng belini bıraktı ve Xie Lian da farkında olmadan onun omzuna
attığı elini indirdi, küreği tutan siyah giysili adamı izliyordu.

Siyah cübbeli adam da zor nefes alıyordu, küreğine yaslanmış, alnındaki


terleri silmekteydi. Xie Lian birkaç adım daha attı, yakından inceledi. Bu
kişi düzenli ve tertipli genç bir adama benziyordu, dikkate değer bir şekilde
yakışıklıydı ama en fazla yediydi. Sadece çok karakteristik bir özelliği
yokmuş gibi görünüyordu. Normalde varlığı oldukça belli belirsiz olan
birisi olduğuna hiç şüphe yoktu.

Xie Lian ona yaklaştı ve siyah cübbeli adam başını kaldırdı.


“Ekselansları…”

Ama o daha bitiremeden Xie Lian çoktan bileğini yakalamıştı. “Rüzgar


Ustası nerede?”

Siyah cübbeli adam şaşırmıştı. “Ne? Ben… Bunu bilmiyorum.”

Xie Lian derin bir nefes aldı ve ciddi bir sesle konuştu. “Lordum Kara Su,
neden rol yapıyorsun?

İntikamın beni hiç ilgilendirmez, ama Rüzgar Ustası senin arkadaşındı ve


asla hiçbir günah veya suça dahil olmadı, bu yüzden umuyorum ki…”

Tam bu sırada Ling Wen araya girdi. “Kara Su mu? Ekselansları, neden
onun Kara Su olduğunu düşünüyorsun? Yüzleri çok farklı.”

Xie Lian arkasına baktı ve tereddütle cevapladı. “Çünkü Toprak Ustasının


kutsal küreğini tutuyor.
Ayrıca hepimiz iyi bir kılık değiştirmenin özünü bilmez miyiz? Yüzü sıkıcı
derecede sade, kalabalıkta hiç dikkat çekmez, sahte olmalı.”

Kılık değiştirmenin inceliklerini öncesinde tartışmışlardı ve önlerindeki


siyahlara bürünmüş adam mükemmel bir şekilde kusursuz sahte yüzün ana
kriterini taşıyordu: sıkıcı derecede sade.

Eğer birisi iki saat boyunca bu yüze baksa bile, akşam uyuyup uyandıktan
sonra, ertesi gün tümüyle yüzünü unuturdu, bu yüzden de bunun
şekillendirilmiş bir sahte yüz olduğuna hiç şüphe olmamalıydı?

“…”

Ancak bir an sonra siyah cübbeli genç konuştu. “Özür dilerim Ekselansları,
ama ben… ben sahiden böyle gözüküyorum.”

“…”

Hua Cheng de geldi ve hafifçe boğazını temizledi. “Gege, bu kişi, sahiden


Kara Su değil.”

“…”

???

“Bu onun gerçek yüzü.” Dedi Hua Cheng.

Yani, bu gerçek, doğal olarak meydana gelmiş sıkıcı bir yüzdü!

Xie Lian avucunu alnına vurdu ve bir an sonra ellerini tümden dua eder gibi
önünde birleştirdi, özür dilemek üzere eğilmişti de. “…Özür dilerim.”

Sahiden oldukça duygusuz bir şekilde düşünmüştü. Gidip bir insanın


yüzüne sıkıcı derecede sade olduğunu, hiç dikkat çekmediğini söylemişti.
Yapacak bir şey yoktu, bu yüz sahiden de mükemmel kılık değiştirmenin
muhteşem bir modeliydi!

Siyah giysili adam da durum yüzünden tuhaf hissediyordu ve ellerini


salladı. “Merak etme, önemli değil, çoktan alıştım…”
Ardından Ling Wen konuştu. “Ekselansları Yin Yu, neyse ki geldiniz.”

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 157: Aşılmaz Dağlar ve Bitmeyen Yollar, Dar Patikalar İse


Kapatılmış

Hitabı duyunca Xie Lian gözlerini açıp kapattı ve ancak o zaman genç
adamın sesinin tanıdık geldiğini fark etti, daha önce birkaç kez duymuş
olmalıydı. Bir an sonra ise gözlerini aşağıya çevirdi ve gencin bileğine
baktı. Her ne kadar bilekleri kol yenleriyle kapatılmış olsa da, Xie Lian
onların altında karanlık lanetli kelepçelerden bulunduğuna emindi.

Pei Ming de genç adamın kim olduğunu teyit etmek için ayağa kalkmıştı.
“Ekselansları Yin Yu mu? Vay anasını. Seninle burada karşılaşacağım hiç
aklıma gelmezdi. Sen neden…”

Yin Yu parmağının ucuyla burnunu kaşıdı ve onları selamlamak üzere


döndü. “Ling Wen Zhen Jun, General Pei, General Küçük Pei.”

Aniden bir ses homurdandı. “Yin Yu mu? Sen acınası bir şekilde kendi
shidi’sine yenilen Yin Yu musun?”

Tüm cennet mensuplarının yüzleri katılaştı ve ses devam etti. “Söylemem


gerek, biraz fazla zavallı değil misin? Sürülmen bir yana, öylece her şeye
sırtını dönüp bir hayaletin ayak işlerine kendini adamana inanamıyorum.
Quan Yi Zhen’e kıyasla, sahiden senin için işler çok kötü gitmiş ve bir de
onun shixiong’usun…”

Ses kavanoza kapatılmış olan Rong Guang’dan geliyordu. Pei Su hemen


onu susturmak için üzerine bir tılsım kapattı.

İster Jun Wu’nun ister Hua Cheng’in emri altında olsun, Yin Yu her zaman
bir ayakçı olmuştu ve şu anda arada hiçbir fark yoktu, yine de, yıllar sonra
cennetteki yoldaşlarıyla aynı yerde hayalet diyara ait birisi olarak
bulunuyordu, sanki bir polis hırsıza dönüşmüş ve eski dostlarına
yakalanmış gibiydi, bu nedenle ortamdaki hava gerilmişti. Kimse ne
söyleyeceğini bilmiyordu, bu yüzden Yin Yu sessizce döndü ve Toprak
Ustasının küreğiyle kazmaya devam etti.

Grup onun kazdığı yoldan geçmeye devam etti. Pei Ming’in aklında hala
eski dostunun kardeşi vardı ve sordu. “Hua Chengzhu, Toprak Ustasının
küreğini almayı başarabildiğine göre, bunun anlamı iki lordumun iletişime
geçtiği mi? O zamanlar Ekselanslarına sorduğumda, Ekselansları Lordumu
mazur görmemi söylemiş ve Lordumun Kara Su İblisi Xuan ile yakın
olmadığını bu nedenle de nerede olduğunu bilmediğini söylemişti. Eğer
mümkünse, İblis Xuan’a bir seslenip, eğer henüz öldürmediyse Qing Xuan’ı
lütfen serbest bırakmasını isteyebilir misin?”

Ancak Hua Cheng’in cevabı olumsuzdu. “Yanılıyorsun. Kara Su’nun


nerede olduğunu sahiden bilmiyorum.”

“O zaman kürek nereden çıktı?”

“Yerde buldum.” Dedi Hua Cheng.

“…”

Yani inatla kabul etmeyi reddedecekti. Elden ne gelirdi? Kimse ona hiçbir
şey yapamazdı ve bu şartlar altında hepsi onun eline bakıyordu, bu yüzden
Pei Ming sadece somurtabildi. “Pekala, tamam. Hua Chengzhu bir ruhani
silahı bu kadar kolay bir şekilde bulabilmen sahiden büyük şans.”

Pei Su’nun sırtında taşınmakta olan Ling Wen alışkanlığı gereği konuştu.
“Bu kutsal kürek Üst Cennetteki cennet mensuplarına aittir, Hua Chengzhu
geri vere…” Ancak cümlesini tamamlayamadan artık Üst Cennetle bir
bağlantısı olmadığını hatırladı, cennet adına malzemeleri toplamasına gerek
yoktu, bu yüzden çenesini kapattı.

Xie Lian alnını ovaladı ve tam gizlice Hua Cheng’e sorup sormaması
gerektiğini düşünüyordu ki, Hua Cheng’in sadece onun duyabileceği kadar
kısık bir sesle konuştuğunu duydu. “Kara Su bırakmıştı.
Toprak Ustası rolünü bıraktığı zaman, küreği Hayalet Şehre attı ve kaçtı.
Tong Lu Dağına gelmeden önce, faydalı olabileceğini düşündüm, bu
nedenle alması için birini gönderdim.”

“Anlıyorum.” Xie Lian cevapladı. “Ve ben de gelmiş Rüzgar Ustasının


nerede olduğunu bulabileceğimi düşünüyordum… bu kutsal kürek dağ
ruhlarıyla baş etmek için birebir, San Lang sahiden her şeyi düşünüyor.”

“Sadece geçen sefer o dağ ruhlarının kovalamacası konusunda tecrübe


kazanmıştım, hepsi bu.” Dedi Hua Cheng.

Xie Lian, Hua Cheng’in ilk Tong Lu Dağına girdiği zaman toy haliyle
güçlüklerle karşılaşmasını hayal etmeye çalıştı. Tam bu esnada küçük
gümüş ışıklardan minik birkaç top belirdi, karanlıkla ışıldayan hayalet
kelebeklerdi bunlar, onların yollarını aydınlatıyorlardı. Xie Lian avucunu
küçük gümüş bir kelebeğin altına getirdi ve başını kaldırdı. “Bu dağ ruhları
tam olarak ne oluyor? Neden bize saldırıyorlar?”

“Ne olduklarını kestirmek güç.” Diye cevapladı Hua Cheng. “Ben ilk
geldiğimde, zaten uzun zamandır buradaydılar. Ama, özellikle bize
saldırmıyorlar. Tong Lu Dağına giren herkesi durdurmaya çalışıyorlar ve
eğer durduramazlarsa, saldırıyorlar.”

“Kişi ayırt etmeksizin mi?” Xie Lian merak etmişti. “Düşününce, aslında
amaçları bizimkiyle aynı.

Yağmur Ustası ve Ekselansları Qi Ying de burada, umarım onlara bir şey


olmaz.”

Yin Yu özenle kazıyor ve onlara için yol açıyordu, ama Quan Yi Zhen’in
ismini duyduğu anda bir anlığına bocalamış gibiydi. Xie Lian fark etti ve
ona doğru baktı, öncesinde yüzünde maskesi varken Quan Yi Zhen ile
karşılaştıklarını hatırladı. Sadece, o zaman, Yin Yu sanki Quan Yi Zhen’i
hiç tanımıyormuş gibi davranmıştı. Eğer Quan Yi Zhen shixiong’unun
hemen önünde durduğunu bilse ne olurdu acaba?

Ling Wen güçlükle başını kaldırdı. “Ekselansları Yin Yu, Ekselansları Qi


Ying’i gördün mü? Pek çok kez Ling Wen Sarayıma seni bulmasına yardım
etmemi istemek için geldi.”

Yin Yu bir anlığına kekeledi. “S-sahiden mi?”

“Evet.” Dedi Ling Wen. “İlk düştüğün zaman, neredeyse her gün geliyordu.
Sonrasında, hiç haber alınamayacağında üç günde bire düştü, ardından ayda
bire. Kısa bir zaman öncesine kadar ise en azından yılda bir kez geliyordu.
O hep Brokarlı Ölümsüz olayında aranızda bir yanlış anlaşılma olduğuna
inandı ve hikayeyi bir de senin tarafından dinlemek istiyordu, böylece
diğerlerine de açıklama yapabilecekti. Ancak senden hiçbir iz yoktu, hiçbir
haber de.”

Yin Yu sessizliğe gömüldü ve sadece derin bir iç çekti, yenilenmiş bir


azimle tekrar kazmaya odaklanmıştı, Artık bu konudan bahsetmek istemiyor,
diye düşündü Xie Lian.

Ling Wen de sezgileri güçlü biriydi ve anlamıştı, bu yüzden daha fazla


konuşmadı, Yin Yu’yu yol açma işiyle başbaşa bıraktı. Yin Yu tekrar
konuşana dek uzunca bir süre geçmişti. “Chengzhu, Ekselansları, neredeyse
elli kilometre kadar kazdık. Devam edecek miyiz?”

Toprak Ustası küreğinin büyüsü rüzgarlar gibiydi ve yeri sanki


yumuşacıkmış gibi kazıyordu, ardında ise bir parça bile kazılmış toprak
bırakmıyordu. Kaçarcasına koştukları için de, yukarıda olduklarından çok
daha hızlı hareket etmişlerdi ve göz açıp kapayıncaya dek elli kilometre
koşmuşlardı. Xie Lian soruya kendisinin de dahil edildiğini fark etti, kafası
karışmıştı, nazikçe cevap verdi. “Bana sormana gerek yok.”

“Bana fark etmez.” Dedi Hua Cheng. “Gege ne düşünüyor?”

Xie Lian kafa yordu. “Dağ ruhları bizi ezmeye geldiği zaman neredeyse
vadiden çıkmıştık, elli kilometre yetmiş olmalı. Yeraltındaki hava hiç uygun
değil, eğer burada durmaya devam edersek başımız dönmeye başlayacak,
bu yüzden yukarı doğru kazabiliriz.”

Yin Yu onayladı. “Başüstüne!” Ve anında yön değiştirdi, açılı bir şekilde


yukarıya doğru kazdı, giderken çamurdan güzel merdivenler bile
oluşturuyordu, Bu adam sahiden bir yardımcı olarak olağanüstü; eli çabuk
ve ehil, ve hiç şikayet etmiyor, Xie Lian içinden övdü.

Herkes Yin Yu’nun arkasındaydı ve on basamak kadar tırmandıktan sonra


Xie Lian aniden sert ve çıkıntılı bir şeye bastığını hissetti. Ne taş gibiydi ne
çamur, bu yüzden aşağıya baktı ve eğildi, eliyle yeri kazıdı. Bir an sonra
kaşları hafifçe çatıldı. Hua Cheng de fark etmişti ve haykırdı. “Gege,
dokunma!”

Ancak çok geç kalmıştı. Xie Lian tekrar ayağa kalktığı zaman çoktan
ellerinde sallanan birer kafatası vardı. “Millet, sorum var. Biz mezar mı
kazıyoruz?”

Pei Ming de bir uyluk kemiği çekti. “Muhtemelen. Şu kemiklerin yapısına


bak. Uzun, ince bacakları olan inanılmaz güzel bir kadına ait olmalı.
Kemiklerinin buraya gömülmesi ne kadar üzücü.”

“Sahiden de çok üzücü.” Dedi Hua Cheng. “Bacakları çok uzunmuş, bu


nedenle de, kesin olarak bir erkek kemiği.”

Pei Ming bir kadına ait olmadığını öğrendiği anda tüm ilgisini yitirmiş ve
kemiği kenara fırlatmıştı. Hua Cheng ekledi. “Daha kesin konuşmak
gerekirse, hayalet olduktan sonra deforme olmuş bir erkeğe ait bir kemik,
bu nedenle üzerinde ceset zehri olmalı.”

Pei Ming ellerini açtı ve sahiden kemiğe dokunduğu yerlerde şimdi


sızmakta olan yeşil renkte ceset halesi vardı.

“Ellerine hakim olmayı becerebilir misin? Bir kerelik?” Dedi Ling Wen.

“Ceset, zehri, zarar, vermez. Gen, eral bir cennet mensubu, biraz, sonra
geçer.” Dedi Pei Su.

Attığı uyluk kemiği ince uzun olduğu gibi aynı zamanda dayanıklıydı da;
fırlatırken sağlam ve hafif gelmişti, bu nedenle Pei Ming gidip onu geri
aldı, ucuna tutmak için bir kumaş parçası sardı, bir silah olarak kullanmayı
planlar gibiydi. “Ekselansları, sen nasıl o iki kurukafayı rahat rahat
tutabiliyorsun?”
Xie Lian nazikçe iki kafatasını yere bıraktı ve ellerini diğerlerine gösterdi.
Görünüşe göre onun elleri de yeşille parlıyordu, ama hızla solmaktaydılar.

Xie Lian açıkladı. “Gerçeği söylemek gerekirse ben pek çok kez cesetler
tarafından zehirlendim, bin kez değilse sekiz yüz kez olmuştur, bu yüzden
oldukça dirençliyim. Bu seviyede bir zehir benim için problem değil.”

Açıklamasını dinleyince hepsi aslında oldukça komik bulmuşlardı ve


gülmek istediler. Hua Cheng ise hiçte mutlu görünmüyordu ve öne çıktı,
kafataslarına basarak hepsini paramparça etti.

Xie Lian ilk başta rahat görünüyordu ama kemiklerin parçalanmasının


vahşi, hatta neredeyse gaddar sesini duyunca, Hua Cheng’in kötü bir ruh
halinde olduğunu fark etti. Neler olduğunu sormak istiyordu ama nedense
bu kızgınlığının sebebinin kendisi olduğunu hissediyordu bu yüzden
donakalmış bir halde sormaya cüret edemedi.

Bir an sonra, Hua Cheng talepkar bir şekilde sordu, sesi ruhsuzdu. “Neden
bu kadar uzun sürüyor?”

Tünelin yüzeyle olan uzaklığı altı metreden fazla olmamalıydı ve açılı bir
şekilde kazdıkları için bu mesafe en fazla biraz daha artardı, bu kadar uzun
sürmemesi gerekiyordu. Yin Yu da şaşkındı. “Ben de anlamadım… Bekle,
oldu. Çıktık!”

Tam Hua Cheng sorguladığı anda Toprak Ustasının küreği yüzeye ulaşmıştı
ve Ying Yu büyük bir açıklık oluşturdu, ilk o dışarıya çıkmıştı. “Biz…
çıktık?”

Diğerleri de tırmandı. Ancak ayakları ‘yüzeye’ değdiği anda hepsi


şaşırmışlardı.

“Tekrar yeryüzünde miyiz? Hayır değiliz. Burası ne böyle?” Pei Ming


soruyordu.

Çıktıkları yer kesinlikle dışarısı değildi, çünkü neredeyse göz gözü


görmüyordu. Ling Wen yorum yaptı.
“Vadiden geçerken hala gündüz olduğuna göre, havanın bu kadar çabuk
kararması için hiçbir sebep yok.”

Birkaç hayalet kelebek ışıldayarak uçtu ve etrafı çevreledi. Grup en


sonunda açık bir şekilde nerede olduklarını görebiliyordu.

Oldukça geniş bir mağaradaydılar. Boş ve ferahtı, tavan o kadar yüksek ve


genişti ki, karanlık bir gece göğüne benziyordu. Etraflarında sayısız küçük
mağaralar vardı, ve her bir mağara farklı yöne gidiyordu. Xie Lian
şaşırmıştı. “Burası insan yapımı mı, doğal olarak mı oluşmuş?”

Hua Cheng kollarını bağladı ve tek bir bakış attı. “Doğal olarak oluşmuş.”

Her ne kadar hala Xie Lian’ın tüm sorularına cevap veriyor olsa da, Xie
Lian yine de biraz önceki garip anı aklında tutuyordu. Hua Cheng ekledi.
“Yukarıya doğru kazmaya karar verdiğimiz nokta, tam da dağın altına denk
gelmiş. Dağa doğru kazdık.”

Xie Lian başını salladı. “Anlıyorum. O zaman çabucak bir çıkış yolu
bulalım.”

Pei Su konuştu. “Ama, hangi, yol, dan?”

Günün sorusu buydu. Hiç kimsenin sığamayacağı küçük oyuklar


sayılmazsa, geriye en az yedi sekiz tane geçişe izin veren yer kalıyordu. Xie
Lian kollarını bağladı ve düşünmeye başladı, bu esnada Pei Su tekrar
konuştu. “Gruplara, ayrıla, lım? En, hızlı, yöntem, bu.”

Xie Lian kollarını indirdi. “Hayır. Böyle bir durumda dağılmak


yapabileceğimiz en kötü şey. Eğer gölgelerde saklanan bir şey varsa, bizi
tuzağa düşürmesi çok kolaylaşır. Güçlerimizi bölmektense, uzun bir süre
doğru yolu aramayı tercih ederim.”

Pei Ming uyluk kemiğinden oluşan yeni silahını elinde tutuyordu, onu
savurmak fazlasıyla hoşuna gidiyormuş gibiydi, savurmaya devam ederken
o da fikir beyan etti. “O zaman hep beraber gidelim.

Önce bu taraftan.”
Böylece bir yol seçmişlerdi ve beraberce ilerlediler. Hua Cheng ve Xie Lian
en önden giderek başı çekiyorlardı. Bir süre sessizce yürüdükten sonra Xie
Lian nabız yoklamak istedi ve fısıldadı. “San Lang?”

Hua Cheng uzun zaman önce kendine gelmiş gibiydi, cevapladı. “Gege’nin
sorusu mu var?”

Xie Lian öncesinden neden kızdığını şimdi sormasının tuhaf olacağını


hissetti ve öylesine konuştu.

“Hayır, yok bir şey. Sadece… bu tünel dönüp dolaşıp duruyor, biraz başım
döndü.”

Hua Cheng hemen karşılık verdi. “Ara vermek ister misin?”

Hiçte şaka yapıyormuş gibi değildi. Xie Lian aceleyle konuştu. “Gerek yok,
gerek yok.” Arkalarından, Pei Ming lafa karıştı. “Doğru mu duydum?
Ekselansları, birazcık yürüyüş başınızı mı döndürdü?”

“…” Xie Lian bu öylesine yaptığı yorumun biraz utanç verici bir hal
almaya başladığını hissediyordu, sanki zorla konu açmaya çalışıyormuş
gibi, bu nedenle Pei Ming’i hiç duymamış gibi davrandı ve ciddiyetle
konuştu. “Millet, yakından takip edin, bu tünelde çok fazla dönemeç var, bir
şeylerin olması…”

Tam konuşurken bakmak için başını çevirdi ve hemen şokla durdu, Hua
Cheng’i de durdurmak için ona uzandı. “San Lang!”

“Sorun ne?” Hua Cheng de bakmak için döndü ve o da kaşlarını çattı.

Arkalarında hiç kimse yoktu!

O konuşmadan hemen önce, Pei Ming oldukça yakındaydı ve ona


sataşıyordu, ama şimdi, karanlık mağarada ikisi dışında hiç kimse yoktu.
Hua Cheng hemen Xie Lian’ın omzunu tuttu, sesi karanlıktı.

“Gege, yanımda kal. Sakın uzaklaşma.”


Xie Lian da nefesini tuttu, gergin ve tetikteydi. “Bu dağda saklanan bir şey
mi var?”

“Hayır.” Dedi Hua Cheng. “Ama zaten hiçbir şey olmadığı için daha kötü
ya.”

Çünkü bunun anlamı, onlar farkına bile varmadan bir şey gelip herkesi
kaçırabiliyordu!

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 158: Beraber Canlı Canlı Gömülmek, Nur İçinde Yatmak Yok
Xie Lian kısık bir sesle konuştu. “…Arkamızdan yaklaşıp çalmış, bu kadar
büyük bir şeyi bize fark ettirmeden yapmış olmasına imkan yok.”

Xie Lian kendi gözlem yeteneklerine güvenmese bile, Hua Cheng’e


güveniyordu. Ayrıca, gerçekçi olması gerekirse, söz konusu tehlikeyi
sezmekse, kendisine de baya güveniyordu. “Adımlarımızı geriye takip edip
öğrenelim.” Dedi Hua Cheng.

İkisi yan yana yürüyerek geldikleri yere geri döndüler, mağaranın dönüp
geldikleri köşelerinden geriye giderken bir süre sonra aniden durdular.

İsteyerek durmamışlardı, sadece, artık gidecekleri bir yer olmadığı için


durmak zorunda kalmışlardı.

Her ne kadar tünel dolambaçlı olduğu için, her yerde dönemeçler olsa da
yine de sadece tek bir yol vardı, ancak onlar daha başlangıç noktalarına
ulaşamadan, soğuk, sert bir kaya bir anda önlerinde belirmişti!

Hiç tereddüt etmediler. Xie Lian sorguladı. “Bu illüzyon mu yoksa gerçek
mi?”

Bir gümüş kelebek tembelce oraya geldi ve yıpranmış taş duvara hafifçe
vurdu. Tuhaf görünün hiçbir şey yoktu ama kelebek geriye fırlatılmıştı.
“Gerçek.” Dedi Hua Cheng.
Xie Lian başını salladı. “O zaman kötü desene.”

Normalde iki türden şeytani duvar olurdu: ilki büyü ile yaratılanlardı, yani
aslında orada bir duvar olduğunu düşünürdün ama olmazdı, sadece bir
illüzyondu. Bu kurtulması kolay olandı; sadece duvara dokunmak veya
kendine bir tokat atmak, uyanmak için üzerine bir kova soğuk su döktükten
sonra gidip dokunmak yeterli olurdu.

İkincisi kişinin yön duygusunu ve patikanın yolunu bulandıranlardı. Bu


türden olanlar biraz daha güçlüydü. Örneğin, yol çatallandığı zaman solu
seçtiğini düşündüğünde, zihnin şaşırır ve aslında sağ

tarafa giderdin. Ve sözde ‘Şeytanın Daire Çizdirmesi’ de aslında ufak bir


numaraydı: insanlar sağ ve sol adımlarını atarlarken, adımlar arasında hafif
bir kayma olması çok normaldi ve insan-dışı varlıklar bu arayı açmak için
zihnini bulandırabilirlerdi. Böylece de, sen dümdüz bir çizgide yürüdüğünü
sanırken, aslında büyük bir çember çiziyor olurdun ve tam yol
tamamlandığı zaman kafan karışırdı: Ne? Nasıl buraya geri döndüm ben?!

Ancak, onlar için bu tür yöntemler sadece ucuz numaralardı. Önlerindeki bu


soğuk taş duvara gelince, aslında o üçüncü bir türe aitti: gerçekti.

Xie Lian tam tüm gücüyle duvara bir yumruk indirip arkasında bir şey var
mı diye düşünüyordu ki, Hua Cheng’in konuştuğunu duydu. “Gege, bana
elini ver.”

Xie Lian: “?”

Her ne kadar şaşırmış olsa da, yine de itaat ederek Hua Cheng’e elini uzattı.
Hua Cheng nazikçe elini tuttu ve kendi avucunun içine aldı, diğer eli ise
sanki bir şey takıyormuş gibi hemen yanındaydı.

Xie Lian bir an için nefesini tuttu ve kısa bir süre sonra elini kaldırdı, merak
etmişti. “Bu?”

Sol elinin üçüncü parmağında oldukça ince kırmızı bir ip vardı ve Hua
Cheng bizzat bağlamıştı. Bu kırmızı ip ayrıca devam ediyordu, uzayarak hiç
Hua Cheng’in parmağındaki kırmızı düğüme bağlanıyordu.
Hua Cheng kendi elini de kaldırdı ve ona ikisinin ellerindeki birebir aynı
kelebek düğümleri gösterdi, gülümsüyordu. “Şimdi birleşmiş olduk.”

Bunu duyunca Xie Lian yüzünün alev aldığını hissetti. Belki biraz fazla
düşünüyordu ama aceleyle yüzünü ovaladı, kalbinin hızla çarpmaya
başladığını Hua Cheng’in fark edeceğinden korkuyordu.

Gülümsedi. “Bir tür büyü mü?”

“Evet.” Hua Cheng yüz ifadesini nasılsa biraz toparladı ve elini indirdi.
“Her ne kadar kendi isteğimizle ayrılmayacak olsak da, ne olur ne olmaz. İp
kopmayacak veya kısalmayacak. Eğer ip kopmazsa, diğer taraftaki kişi iyi
demektir. Eğer karşıdaki artık yoksa, onun dışında, ip diğerine yol
gösterecektir.”

“Nasıl ‘yoksa’?” Diye sordu Xie Lian.

“Ölmüş veya yitmiş.” Hua Cheng açıkladı.

Xie Lian tam konuşacaktı ki bir anda, uzaklardan hafif titreşim sesleri
yükseldi. Dikkatle dinledi ve merak etti. “Birisi yumruk mu atıyor?”

Bu güç ve sıklık göz önünde bulundurulunca, sanki birisi sürekli dağa


yumruk atıyor gibiydi. Xie Lian belirtti. “Bu güç kesinlikle bir ölümlüye ait
olmaz, kesinlikle bir savaş tanrısı olmalı. General Pei mi acaba?”

“Ses önümüzden geliyor.” Diye gözlemde bulundu Hua Cheng.

‘Önümüz’ ile kastettiği elbette gitmeyi planladıkları yoldu, ama Pei Ming
ve diğerleri kaybolduğu için geri dönmüşlerdi. Ancak Pei Ming ve diğerleri
arkalarında kaybolmuşlardı, nasıl şimdi geri belirmiş

olabilirlerdi? Ve eğer bu kişi Pei Ming değilse, kimdi?

İkisi bakıştılar ve yan yana yola koyuldular, kontrol etmeye hazırlardı.


Ancak patikanın yarısında, dağa yumruk atan ses anide kayboldu, kasti
miydi yoksa enerjisi bittiği için miydi bilmiyorlardı.
Ama çoktan buraya kadar geldikleri için, neden geri döneceklerdi ki? Bu
yüzden Xie Lian ve Hua Cheng sesin geldiği yöne doğru ilerlemeye devam
ettiler. Birkaç gümüş kelebek mavimsi, karanlık mağarada önlerinde dans
ederek yollarını aydınlatıyordu. Aniden, Xie Lian taş duvarda tuhaf bir
şeyin görüntüsünü yakaladı. “Ne bu? Kırmızı bir ip mi?”

Uzaktan, sahiden ne olduğunu seçemiyorlardı, ama son derece tuhaftı,


kırmızı bir ip gibi görünüyordu ama çok daha kalın ve kıvrılıp duruyordu,
daha çok kırmızı, uzun bir solucana benziyordu. Xie Lian kolayca yaklaştı
ve yakından inceledi. “Bu Ban Yue’nin akrep yılanlarından değil mi?”

Sahiden de şarap kırmızısı akrep yılanının alt yarısı duvarın dışında


kalmıştı, dönüyor kıvranıyordu. Üst yarısı ise görünüşe göre duvarın içine
gömülmüştü. Xie Lian sordu. “Bir deliğe girdi de çıkamıyor mu?”

“Muhtemelen hayır.” Dedi Hua Cheng.

Bu akrep yılanın tüm bedeni havada asılı duruyordu ve yılanlar duvarlara


tırmanamazlardı, bir deliğe girmek için nasıl bu kadar yüksek bir yere
sürünebilirdi? Ayrıca, taş duvarda pek çok delik vardı, yani eğer illa
sürünecekse, neden bu kadar küçük bir taneyi seçecekti ki? ‘Delik’ de
oldukça tuhaftı, akrep yılanın boyutuyla birebir aynıydı, bu nedenle bedeni
tümüyle sıkışmıştı.

Xie Lian görebilmek için yılanı tutup çekmek istedi ama yılan anormal
derecede tetikteydi, delirmiş

gibi kuyruğunu savuruyor, rastgele iğneliyor, neredeyse Xie Lian’ı


sokuyordu. Bu nedenle Hua Cheng ona bir fiske attı, sanki öylesine yapmış
gibi görünüyordu ama yılan sanki şok olmuş gibiydi, hareket edemeyecek
kadar donmuştu. Xie Lian gülse mi ağlasa mı bilmiyordu, ve tam
konuşacaktı ki aniden ağzını kapattı. “Duydun mu?”

“Duydum.” Dedi Hua Cheng.

İkisi de aynı anda yola baktılar.


Karanlıkta bir dizi yavaş nefes sesi vardı, son derece düzenli, son derece
sakin.

İki hayalet kelebek kımıldadı ve birbirlerinin etrafında dans etti, ardından


nefes sesine doğru ilerlediler, yükseldikçe yükseliyorlardı, gümüş ışık da
gittikçe uzaklaşıyordu. Yavaş yavaş bir çift el parlamaya başladı.

Bir insanın eliydi. Bir erkeğin elleri. Elinin sırtı kanla lekelenmiş, kesiklerle
kaplanmıştı, ölüymüş gibi yere sarkmışlardı. Yukarı çıktıkça, bir insanın
karışık saçları belirdi ve başı da ölüymüş gibi düşmüştü.

Ancak, alt bedeni yoktu.

Taş duvarın üzerine ‘asılmış’ olan bu kişinin alt bedeni yoktu. Sadece taş
duvardan fırlamışa benzeyen bir üst bedeni vardı!

Geçmişte Xie Lian başarıyla nadir bir avı avladıkları zaman, avın kafasını
kesip, çürümemesi için kimyasal solüsyonlara batıran ve malikanelerindeki
duvarlara asan soylular ve aristokratlar görmüştü.

Önündeki bu görüntü ona kaplan, antilop, kurt ve diğer kesilip düzgün bir
sıra halinde başı duvara asılan hayvanları anımsatıyordu. Ancak bu adam
açıkça hala nefes almaktaydı, bu yüzden hala hayattaydı!

Xie Lian bir adım yaklaştı. “Bu yaratık ne? Dağ ruhunun gerçek bedeni
mi?”

Ancak yanındakinden cevap gelmemişti. Xie Lian aniden korktuğunu


hissetti. Hızla başını çevirdi ve sahiden de – Hua Cheng gitmişti!

“SAN LANG?!” Xie Lian haykırdı.

Doğal olarak kimse ona cevap vermedi, ama duvara asılmış olan adam
mırıldandı, sanki uykusunda konuşuyormuş da, uyanmak üzereymiş
gibiydi. Bu şartlar altında ise adam Xie Lian’ın umurunda bile değildi ve iki
kez çember çizdikten sonra tekrar bulunduğu noktaya geri dönmüştü ki
aniden parmağına sarılmış olan kırmızı ipi hatırladı ve neşeyle elini
kaldırdı. Sahiden kırmızı ip hala oradaydı, kopmamıştı. Böylece Xie Lian
biraz rahatladı ve kırmızı ipi yakaladı, yürürken çekiyordu. Yürüdü ve
yürüdü, ve en sonunda ipin ucuna ulaştı.

İpin diğer ucu taş duvardaydı!

Xie Lian inanmadı ve iki kez çekti, ama her seferinde taş duvardan daha
fazla ip geliyordu, bu da onun duvarın için şu anda Hua Cheng’in olup
olmadığını merak etmesine neden oluyordu.

Böyle bir ihtimalin olma düşüncesi aklına geldiği anda, Xie Lian tek kelime
etmeden Fang Xin’i çekti, duvarı parçalamaya hazırdı. Ancak beklenmedik
bir şekilde daha kılıcın ucu duvara ulaşmamıştı ki, tüm görüş alanı karardı
ve sanki önündeki taş duvar bir anda devasa bir ağıza dönüşmüş gibi uludu
ve onu bütün olarak yuttu!

Gözlerindeki kararma çabucak geçmemişti ve Xie Lian yutulurken gittikçe


daha da kararmaya başlamıştı. Etrafında sadece onu ezen kum ve çamur
parçaları vardı, oldukça boğucuydu. Kum ve çamur bir yandan da
durmadan ilerliyordu, sanki devasa bir yaratığın midesine doğru yol
alıyorlarmış

gibi hissetmesine yol açıyordu ve bu yaratık o hariç pek çok farklı şey de
yemişti, her şeyi sindirmek için midesini alt üst ediyordu. Bir yandan da
bataklığa çekiliyormuş gibiydi, sanki gücü yetmiyor ve daha çok
çabaladıkça daha da derinlere batıyordu. Xie Lian kaçmak için duvarı
yıkmak istiyordu ama belki de Hua Cheng oradaydı, bu yüzden geri
çekilmek yerine ilerledi, kırmızı ipi çekerek ilerlerken

toprak ve kumdan kurtulmak için kollarını sallıyordu. Tam bu sırada bir el


aniden önünde belirdi, kontrollü bir şekilde bileğini tuttu. Xie Lian paniğe
kapılmıştı. “KİMSİN?!”

Ağzını açtığı anda ağız dolusu çamur içeriye doldu ve sefil bir halde
tükürdü. Ele gelince, onu tutmuş

ve çekmişti, birinin kollarındaydı, tanıdık bir ses hemen başının üzerinden


yükseldi. “Gege, benim!”
Sesi duyunca, Xie Lian’ın tüm vücudu gevşedi, sıkıca ona sarıldı,
konuşuverdi. “…Şükürler olsun, kırmızı ip kopmadı. Sahiden seni
buldum!”

Hua Cheng de ona sıkıca sarıldı, endişeyle konuştu. “Kopmadı! Ben de seni
buldum.”

Görünüşe göre her ikisi de aynı tuhaf kazaya maruz kalmışlardı. Xie Lian
yukarıdaki duvardan asılan yarım adamı inceliyordu ve Hua Cheng de etrafı
kolaçan etmekteydi, gölgelerde onları bekleyebilecek bir şeye karşı
tetikteydi. Ancak beklenmedik bir şekilde hemen yanında durmakta olan
Xie Lian’ın kaybolması sadece bir saniye sürmüştü, onun yerine yoktan var
olan bir taş duvar belirmişti. Hua Cheng kırmızı ipe asılmış, arayarak yola
koyulmuş ve bittiği yerde bir duvarla karşılaşmıştı, bu yüzden doğrudan Xie
Lian’ı aramaya koyulmuştu.

Aslında ilk başta ikisini ayıran sadece bir duvardı, ama her ikisi de diğerinin
duvarın içinde olduğunu düşündüğü için aynı anda harekete geçmişlerdi.
Xie Lian defalarca Hua Cheng’in her şeyi düşündüğünü tekrar etmişti.
“Neyse ki kırmızı ip bizi bağlıyor! Yoksa, birbirimizi bulabilir miydik kim
bilir? General Pei ve diğerlerinin aniden kaybolmasına şaşmamalı, yani
kimse bizi pusuya düşürmemişti, onun yerine… dağ ruhu tarafından
yutuldular.”

“Evet öyle.” Dedi Hua Cheng. “İyi bir yer seçemedik ve kendimizi dağ
ruhunun karnında bulduk.”

Xie Lian yumuşak bir şekilde boğazını temizledi.

Evet öyleydi. Şu anda üç dağ ruhundan birisinin karnında olduklarına hiç


şüphe yoktu. Yin Yu Xie Lian’a yukarı kazıp kazmamasını sorduğu zaman,
tam olarak dağ ruhunun dinlendiği yerde duruyorlardı demek ki ve Xie Lian
neşeyle kabul etmişti. Şanssızlığı sahiden bu dünyaya biraz fazlaydı, yalan
yoktu. Etraflarındaki tüm kum ve çamur alanlarını daraltıyordu, gittikçe
daha da sıkışıyorlardı, gittikçe daha bunaltıcı bir hal alıyordu. Xie Lian
sahiden orada daha fazla durmamaları gerektiğini hissediyordu ve sordu.
“Buradan nasıl çıkabiliriz?”
Hua Cheng cevapladı. “Dibe kadar kazdı, o yüzden çok iyi durumda
sayılmayız. Şu anda ise bizi sindirmeye çalışıyor, bu yüzden biraz zordayız.
Ama rahat ol gege, eninde sonunda çıkacağız.”

Ardından espri yaptı. “Beraber gömülerek ölmek, muhtemelen böyle bir


şey.”

Xie Lian bunu duyunca geriledi, ama dudaklarının köşeleri aslında yukarıya
doğru kıvrılmıştı. Fark edince hemen ifadesini düzeltti. “Dışarıdaki yarım
adam muhtemelen dağ ruhu tarafından yutulmuştu. Dağa atılan yumruk ise
muhtemelen onun kaçmaya çalışırken çıkarttığı seslerdi, taş

duvarlara vuruyordu. O ve akrep yılan aynılar, tümüyle yutulmadılar,


sadece bir yarılarını yitirdiler.”

Bu nedenle de etkisi oldukça ürperticiydi.

“Ama o bizimle birlikte Tong Lu Dağına gelen ekipten birisi değil.”

Xie Lian aniden dağınık saçları anımsadı. “Bekle, kim olduğunu biliyorum.
Muhtemelen Qi Ying’di!”

Hua Cheng bir süre düşündükten sonra hatırlamışa benziyordu. “Ah, şu


kıvırcık saçlı olan.”

“Acaba iyi mi?” Dedi Xie Lian. “Bayılmış mıydı? Bilinci yerinde değilmiş
gibi görünüyordu.”

“O iyi, sadece uyuyordu.” Dedi Hua Cheng.

“…”

“Nereden biliyorsun?” Xie Lian sordu.

“Dışarıda birkaç gümüş kelebek bırakmıştım.” Dedi Hua Cheng. “Daha


yeni bir tanesini gönderdim.

Sağ gözüm şu anda dışarıda olup biteni görebiliyor.”


Tam kelimeler dudaklarından dökülmüştü ki hafifçe “Hm?” dedi, tuhaf bir
şey görmüşe benziyordu.

“Dışarıda neler oluyor?” Dedi Xie Lian.

Hua Cheng hiçbir şey söylemedi, sadece başını hafifçe yana eğdi, alınları
birbirine değene dek nazikçe Xie Lian’ın çenesini kaldırdı. Xie Lian’ın
gözleri ardına dek açıldı, ama ardından gözlerini kapattı ve sonra tekrar açtı.
“Bu sahiden… büyüleyici.”

Sağ gözü, önlerinde olandan tamamen farklı bir sahneyi izliyordu. Her ne
kadar hala karanlık olsa da, yine de kabaca siluetleri görebiliyordu.

Diğer tarafı gözetleyen gümüş kelebek görünüşe göre bir çok yeşilliğin
arkasındaydı, ve sahnenin altında, karanlık bir gölge yavaşça
yaklaşmaktaydı. Xie Lian fısıldadı. “Birisi geliyor, kim acaba. Gümüş

kelebeğin nerede saklanıyor? Yakalanmasın?”

“Saçında.” Dedi Hua Cheng. “Işığını gizledi, yakalanmayacaktır.”

Karanlık gölge en sonunda yeterince yaklaştı ve başını kaldırdı, yüzü


bembeyazdı.

“Yin Yu?” Dedi Xie Lian.

Çevirmen: Nynaeve

Not: “Yaşarken tek döşek; ölünce tek mezar” – Bu dizeler ‘QingPing Dağı
Kısa Hikayeleri Derlemesi(?)’

kitabında yer alan hikayelerden birisi olan ‘Romantizmin Cömert


Köşkü’ndendir, ki kitap Çin tarihinde kaydedilmiş en eski eserlerden
birisidir. Dizeler birbirine çok aşık evli bir çifti tasvir eder. Hua Cheng

‘Beraber gömülerek ölmek’ dediği zaman, dizelerin ‘ölüm bile bizi


ayıramaz’ cümlesi ile aynı anlamda çevrilebilecek olan ikinci yarısına atıfta
bulunuyor.

Bölüm 159: Bu Yeşim Atılan Bir Tuğla Olmayı Reddediyor Sahiden de


Yin Yu idi.

Toprak Ustasının küreği hala elindeydi. Kutsal eşya elindeyken, dağ ruhu
tarafından yutulduğu zaman bile kaçmak için kendisine bir yol açabilmişti,
bu nedenle de, buraya gelebilmesi tuhaf değildi.

Sonuçta, Quan Yi Zhen’in biraz önceki vahşi yumrukları oldukça dikkat


çekiciydi.

Sağ ve sol gözün gördüklerinin farklı olması son derece rahatsız edici bir
durumdu ve Xie Lian gözlerini açıp kapattı, bu da gözleri kapalıyken bile
sağ gözünün hala dışarıdaki sahneyi görebildiğini fark etmesini sağladı, bu
nedenle de gözlerini tümüyle kapattı. Tam bu sırada, görüş alanı bir anda
titredi, ardından vahşice sallandı, bir sağa bir sola sürükleniyordu.
Görünüşe göre Quan Yi Zhen en sonunda kendine gelmiş ve başını
sallıyordu.

Onun başını kaldırdığını görünce Yin Yu hızlı tepki verdi ve hayalet


maskeyle yüzünü örtmek için elini kaldırdı. Ancak Quan Yi Zhen uyandığı
zaman, ona dikkat etmeye zaten hiç fırsatı olmamıştı, tüm bedeni sert bir
şekilde geriye çekildi ve biraz daha battı.

Dağ ruhu Quan Yi Zhen’in bedeninin bir parçasını daha yutmuştu!

Kollarının hala dışarıda olmasını fırsat bilen Quan Yi Zhen, kollarıyla


duvarı yumruklamaya devam ederken bir yandan da kendini çekmeye
çalışıyordu. Ancak bu dağ ruhu muhtemelen binlerce yaşındaydı, habis
güçleri muazzamdı ve bir kez daha yutmak üzere ağzını açtı. Quan Yi Zhen
gittikçe daha da batıyordu, ta ki her iki eli de taş duvara batıp, duvara vuran
yumrukların sesi kesilene dek.

Tam bu esnada dağ ruhunun hareketleri de durmuş gibi göründü. Ancak,


Quan Yi Zhen’in dışarıda sadece sol elinin parmakları kalmıştı.
Ancak o zaman altında durmakta olan bir şey olduğunu fark etmiş gibiydi
ve düşünmeden buyurdu.

“Sen kimsin?”

Yin Yu karşılık vermedi, ama maskesinin altından sert gözleri


görülebiliyordu.

O gözler insanı iliklerine dek ürpertirdi. Xie Lian düşünmekten kendini


alamadı, …O gözler hiçte tekrar görüşmek istiyormuşa benzemiyor?

Quan Yi Zhen düşünmeden konuşmaya devam etti. “Elindeki kürek mi?


Beni bu duvardan kazıp çıkartsana, dışarıya çıkmak istiyorum.”

Hep böyle konuşurdu. Toy, duygusuz, korkusuz ve sonuçları düşünmeyen,


neredeyse bir çocuk gibi.

Yardıma çağırmadan önce karşısındakinin kim olduğunu bile öğrenmemişti,


böyle şartlar altında karşısında beliren tuhaf karanlık kişinin buraya onu
öldürmek için gelme ihtimalinden tamamen bihaberdi. Talebini duyunca,
Yin Yu’nun Toprak Ustasının küreğini tutan eli daha da sıktı.

Bir an sonra, elindeki kar kadar parlak kürekle, yavaşça Quan Yi Zhen’e
yaklaştı. Birer birer attığı adımlarla, büyük bir suç işlemek üzere olan bir
katil gibiydi. Bir nedenle, olayların gelişmesini izlemek Xie Lian’ın
cesaretinin kırılmasına neden oluyordu. “…Bekle, neden Qi Ying’in
kafasını kürekle oyup çıkartmak istiyormuş gibi görünüyor?”

“Yapabilir.” Dedi Hua Cheng.

Xie Lian. “???”

Hua Cheng ekledi. “Ama, şu anda Quan Yi Zhen’i öldürmesine izin


veremeyiz. Dağ ruhu şu anda sadece bütün olarak yutabiliyor bu yüzden
sindirmesi kolay olmuyor, ama eğer Quan Yi Zhen ölür de

geride sadece cesedi kalırsa, o zaman çok daha kolay sindirilir. Eğer dağ
ruhu bir cennet mensubunu yutarsa, güçleri katlanarak artar, yani dışarıya
çıkmamız çok daha zorlaşır.”
Xie Lian hızla konuştu. “Dur, dur, dur. San Lang, kolay sindirim ayrı
mesele, Yin Yu senin astın, yani senin onu tanıdığın kadarıyla, sence Qi
Ying’i öldürecek mi? Aralarında ciddi bir husumet mi var?”

Quan Yi Zhen, Yin Yu’yu arayışında oldukça kararlıydı ve sonuçta aynı


sektte yetişmiş oldukları için, kişiliğini tanıyamamış olmasına imkan yoktu,
bu yüzden de Xie Lian, Quan Yi Zhen’in bulmaya değer gördüğü için Yin
Yu’yu aradığını düşünmüştü. Ve Quan Yi Zhen’in kişiliği göz önünde
bulundurulunca, birinin onu öldürmek istemesine yol açacak hiçbir şey
yapmış olamazdı.

Hua Cheng cevapladı. “Yok. Ama, bazen, birisini öldürme isteği


husumetlerden kaynaklanmaz; pekala küçük meselelerden de doğmuş
olabilir. Özellikle de farkında olmadığın küçük meseleler.”

“Ne küçük meseleleri?” Diye sordu Xie Lian.

Tam cümlesini tamamladığı anda, sağ gözündeki sahne aniden değişti.


Gördüğü şey Hua Cheng’in kırmızı giysileri değildi, dışarıdaki taş duvarda
asılı başa bakan bir adam değildi, geniş bir sokaktı. Xie Lian tam neler
olduğunu soracaktı ki uzaklardan büyük bir gürültü geldi.

Yolda bir grup efsuncu vardı, görünüşe göre birinin etrafını sarmış ve
öfkeyle bağırıyorlardı. Yakından baktığı zaman, kalabalığın ortasında
çömelmiş küçük bir çocuk olduğunu gördü, başı kıvırcık saçlarla sarılmış
ve yüzü kanla kaplanmıştı.

Böyle bir kalabalık tarafından sarılmış ve bağırılmaktayken, normal bir


çocuk çoktan korkmuş ve ağlamaya başlamış olurdu, ama bu yaklaşık on
yaşındaydı ve hiç korkmamakla kalmıyor, dahası heyecanlı gibi
görünüyordu, gözleri etrafı tarıyor, küçük yumruklarını denemek için
sabırsızlanıyordu.

Tam bu sırada kalabalığın yanından genç bir efsuncu geçti ve yaklaştı.


“Bırakın, bağırmayı kesin, şimdiye kadar hatasını anlamış olmalı.”

Xie Lian “Ah” -ladı.


Genç efsuncunun parlak gözleri, ışıldayan, enerjik bir yüzü vardı, dimdik
sırtıyla upuzundu, bu Yin Yu’ydu.

Ancak, muhtemelen Yin Yu gençliğinin baharında olduğu için son derece


özgüvenli ve gözüpekti, ve henüz zamanın akışı onu tüketmemiş,
söndürmemişti, ilk tanıştıkları zaman Xie Lian’ın aklında oluşan silik
izlenimden çok daha göz alıcı görünüyordu, ve onu gören herkes etkileyici
bir genç adam olarak tanımlayabilirdi. Neredeyse bambaşka birisiydi. Xie
Lian içinden, O zamanlar sıkıcı derecede sade değilmiş!, diye geçirdi.

Hua Cheng kahkaha attı. “Kim bir zamanlar genç değildi ki?”

Xie Lian ancak o zaman aklından geçenleri yüksek sesle dile getirdiğini
fark etti. “San Lang, sağ gözün böyle şeyleri de görebiliyor mu?”

“Maharet gözümde değil, başka bir şeyde. Sadece görmek için ödünç aldım,
hepsi bu.”

“İnanılmaz. Etkileyici.” Xie Lian hayran olmuştu.

“Kolay aslında.” Dedi Hua Cheng. “Eğer bir ast seçeceksen, derinlemesine
bir geçmiş taraması yapmak şarttır. Ben ise bu konuda oldukça başarılıyım.
Gege, eğer gelecekte birinin geçmişini incelemek isterse, her zaman bana
gelebilirsin.”

Tam bu sırada sağ gözün gösterdiği sahnede, Yin Yu’nun yaşlarında bir
diğer oldukça yakışıklı genç adam öfkeyle konuştu. “Hatasını anlamış-mış!
Şuna bak, hatasını anlamışa benziyor mu? Bu veledin hiçbir şey bildiği
yok! Kendi halimizde sabah antrenmanımızı yapıyorduk ve durduk yere taş
ve çamur atarak bütün konsantrasyonumuzu bozdu, ona bir ders vermemiz
gerek!”

Yin Yu onu durdu. “Bırak onu Jian Yu. Onu zaten dövmüşsün, bir dahakine
böyle bir şeye cüret etmeyeceğine eminim. Hepiniz sinirinizi çıkartmışsınız,
daha verilecek ne dersi var? Eğer biraz daha devam ederseniz ölecek. Şu
çocuğun üzerindeki kıyafetlere bakın, evinde onu eğitebilecek hiç kimse
yoktur. Görmezden gelin ve kendinizi sakinleştirmeye odaklanın.”
Jian Yu laf dalaşına girerek ona döndü. “Sana söylüyorum bu velet deli,
normal değil! Şuna bak, insanlar onu dövünce nasıl mutlu oluyor! Bence
biraz daha devam etmek istiyor!”

Yin Yu onları ittirerek uzaklaştırdı. “Of! Deli diyorsun madem, ne onunla


vakit kaybediyorsun?”

Sektinde Yin Yu’nun sözlerinin bir ağırlığı olduğu kolayca anlaşılıyordu ve


kalabalıktakiler hala sinirli oldukları halde yine de uzaklaştılar. Yin Yu
yerde oturmakta olan çocuğa baktı ve çömeldi, ama daha o ağzını açamadan
küçük çocuk bir avuç doluşu çamur aldı ve yüzüne attı, yüz ifadesi
heyecanlıydı.

Çamur Yin Yu’nun suratına çarptı ve bir an için konuşamadı bile. Yüzünü
sildi ve sordu. “Küçük çocuk, neden bu kadar yaramazsın? Neden
tapınağımızın efsuncularına sataşıyorsun?”

Küçük çocuk ayağa fırladı ve saldırı pozisyonu aldı. “Gel bakalım!”

“…”

Yin Yu ayağa kalktı. “Bu saldırı duruşu bizim sektimizin öğretisi, bunu
kimden öğrendin?”

Küçük çocuk sadece sataşmakla yetindi. “Gelsene hadi!” Şapşal bir


maymun gibi zıplayıp olduğu yere geri indi ve hatta yerden bir avuç daha
çamur ve taş alarak ‘rakibine’ attı, oldukça isabetli bir atıştı.

Yin Yu ondan birkaç yaş daha büyüktü ve statüsünü de göz önünde tutarak
bir çocukla dövüşemezdi, bu yüzden sadece saldırılarından kaçınmakla
yetindi. “Bu dövüş duruşu da sektimizin, öğrenebilmek için her gün
duvarlara tırmanıp gizlice izledin mi… Bana vurmayı kes! SANA ATMAYI
KES DEDİM! SANA VURMUYORUM BİLE! SAHİDEN DÖVÜŞMEYİ
BU KADAR MI ÇOK SEVİYORSUN?!”

Ancak beklenmedik bir şekilde sözlerini bitirdiği zaman, Quan Yi Zhen


sahiden aniden durdu ve başını salladı, çamurlu, kirli küçük ellerini
ovuşturdu. “Seviyorum.”
Sahiden çok ciddi bir şekilde konuşmuştu, hem Xie Lian hem de Yin Yu
donakalmıştı.

Bu çocuğun kim olduğunu düşünmeye gerek bile yoktu. Xie Lian huşu
içindeydi. “Qi Ying sahiden dövüş manyağı. Bir savaş tanrısı olmak için
doğmuş.”

Her ne kadar şu anda diğer herkes Quan Yi Zhen’i deli bir çocuk olarak
görüyor olsa da, Xie Lian empati kurabildiğini hissediyordu.

Sonuçta kişinin ‘ilahi’ seviyeye ulaşmadan önce, bu şeye karşı


‘düşkünlüğü’ olması gerekiyordu.

İşler bu noktaya gelince, kimisi bu takıntının arkasındaki potansiyeli


anlardı, bir ihtimal olduğunu; anlayamayanlar ve sadece bu ‘deli’lere
‘aptal’lara nasıl sataşacaklarını bilenlerin ise, bu yolda en başından beri
umutları yoktu.

Yin Yu önce gözlerini bir açıp kapattı ardından kahkaha attı. Ancak daha
uzun süre gülememişti ki suratına bir çamur topu daha sıçradı ve hızla
seslendi. “Hey! Bana vurmayı kes dedim… Beni dinle!
Bizim sektimize – gelip, nasıl dövüşeceğini öğrenmeye ne dersin?”

Bunu duyunca Quan Yi Zhen duraksadı, elinde de bir çamur topuyla, ama
Xie Lian o topu atıp atamadığını hiç öğrenemedi, çünkü kısa bir süre sonra
dışarıdaki taş duvardan büyük bir patırtı sesi koptu ve Yin Yu Toprak
Ustasının küreğini duvara saplamıştı.

Küreğiyle Quan Yi Zhen’in boynunu kopartmamıştı, ama keskin metal


Quan Yi Zhen’in yüzünü sıyırmıştı, neredeyse kesecekti.

Quan Yi Zhen’in saçındaki gümüş kelebek oldukça sabitti ve o ani darbe ile
titremezken, Xie Lian sağ

gözündeki sahnenin değişimini şok içinde izlemiş ve her şeye rağmen


bağırmıştı. “YAPMA!”

Hua Cheng ise çoktan bunu beklemiş gibiydi. “Sadece izle. Sahiden aslında
niyeti var ama öldürme isteği o kadar güçlü değil.”

Quan Yi Zhen’in sadece kafası dışarıdaydı. “Beni öldürmek mi istiyorsun?”

Yin Yu cevap vermedi.

Quan Yi Zhen kafası karışmış gibi görünüyordu. “Yanlış bir şey mi


yaptım?”

Xie Lian da sordu. “Bir şey mi yaptı?”

“Kestirmesi güç.” Dedi Hua Cheng. “Gege, dikkat et.”

Ardından, Xie Lian’ın sağ gözündeki imge uzun beyaz duvarlı ve siyah taşlı
bir meditasyon alanını gösterdi. Yin Yu biraz öncekine göre birkaç yaş
büyümüş görünüyordu ve temkinli bir şekilde oturmuştu, hararetle yazı
yazmaktaydı. Yanında ise kederle, öfkeyle ve adalete olan açlıkla ağlayan
çömezlerden büyük bir grup vardı. “Yin Yu shixiong, Quan Yi Zhen’in
yemek yiyişi katlanılamaz! Her yemek saatinde pirinç etrafa saçılıyor ve
herkesten üç kez fazla yiyor, aç bir hayaletmiş gibi sanki pirinç tasına
yapışıyor, kimse yemek yiyemiyor!”
“Yin Yu shixiong, artık ona katlanamıyorum, oda değiştirmek istiyorum.
Sabahları hep çok huysuz oluyor, her gün beni tekmeler mi kaburgalarımı
kırar mı diye korkuyorum, ona dayanamıyorum!”

“Yin Yu shixiong, artık onun grubunda olmak istemiyorum. O piç hiç


kimseyle işbirliği yapmıyor, hiç kimseyi düşünmüyor da, tek umursadığı
rasgele yumruk atmak ve gösteriş yapmak, onunla beraber olmaktansa en
güçsüz shidi’yle bir olurum daha iyi!”

Yin Yu tüm bu şikayetlerden bıkmıştı. “Peki, peki, o zaman, şuna ne


dersiniz. Önce araştıracağım ve araştırdıktan sonra en iyi çözüm yolunu
seçeceğim. Bugünlük herkes yerine geri dönsün.”

Masaya vuran ve en yüksek sesle şikayet eden elbette Jian Yu’ydu ve açıkça
aldığı cevaptan memnun olmamıştı. “Yin Yu, en başından o veledi Usta’ya
kabul ettirmeyecektin, şimdi şikayetler kapıya dizildi.

Baksana, ne zamandır bizimle? Hangi gün sorun çıkartmadı? Hangi


günlerde yıkıma yol açmadı?!”

Kalabalık onu zorlamaya çalışıyordu bu yüzden Yin Yu yatıştırmaya çalıştı.


“Yaptığı şeyler kötü değil ama…”

“KÖTÜ DEĞİL Mİ?! BİZİM HUZUR VE SÜKUNETİMİZİ ÖLDÜRDÜ,


NASIL HUZURLA KENDİMİZİ

GELİŞTİREBİLİRİZ?”

“Evet, eskiden bu kadar sıkıntımız olmazdı!”

Yin Yu’nun tek söyleyebileceği. “Yi Zhen’in kötü bir niyeti yok, sadece
dünyanın gidişatından bihaber ve başkalarıyla nasıl iletişim kurabileceğini
bilmiyor.”

“Dünyanın gidişatından bihaber olmak özür yerine geçmez, bilmiyorsa da


öğrenemez mi? Sonuçta hepimiz insanlarla dolu bu dünyada yaşadığımız
için, başkalarıyla geçinmeyi öğrenmek zorundayız.

Kaç yaşına bastı, hep çocuk kalamaz ya? Onun yaşında baba olanlar var!”
“Usta’nın adam kayırması bir yana, o velet en fazla kaç senedir burada?
Buraya geldiği anda tüm imkanları üzerine aldı; en iyi çalışma salonu ona
verildi, her sezon imal edilen en iyi iksir ona verildi, hatta sabah ve öğlen
derslerine gelmese bile oluyor, vecizeleri ezberlemekten muaf ve hatta usta
onu yakaladığı zaman bile sadece birazcık azarlanıp bırakıyor, hiçte ders
verilmiyor! ONDA BU KADAR İYİ

OLAN NE VAR?! Yin Yu shixiong! Sen içimizden en kıdemli olansın, eğer


sen böyle davranırsan o zaman hepimiz bırakacağız, hiçbir şey
söylemeyeceğiz. Ama kim bu çocuk? Hiçbir eğitimi, terbiyesi yok, ne
olmuş yetenekliyse? Hiçbirimiz onu kabul etmeyeceğiz!”

Bunların ardında gizliden gizliye Quan Yi Zhen’i yabancılaştırma niyeti


vardı ve kalabalıktakiler hep bir ağızdan katılmışlardı. Yin Yu duyduğu
zaman, yüz ifadesi hemen çökmüş ve fırçasını sıkı sıkı tutmaya başlamıştı.
Xie Lian işlerin moral bozucu bir hal aldığını düşünüyordu.

Sıradan sabra sahip insanlar kolayca bu tuzağa düşerlerdi ve eğer dar kafalı
birisiyse, o zaman tuzağa gerek kalmadan çoktan kendi ayağıyla atlardı, bu
yüzden yem atıldığında, hemen yutması gerekmez miydi?

Ancak, beklenmedik bir şekilde, bir süre düşündükten sonra Yin Yu


fırçasını bıraktı ve ciddiyetle azarladı. “Shidi, söylediklerinizin doğru
olmadığını düşünüyorum.”

Kalabalık şaşkındı. Yin Yu devam etti. “Hoş olmayan şeyler söyleyeceğim.


Hangi yolda kendimizi geliştirirsek geliştirelim, yetenek sahiden olağanüstü
bir şeydir. Ayrıca, o sadece yetenekli olmakla kalmayıp aynı zamanda da
çok çalışkan birisi. Eğer sahiden ustanın gözdesi olduğunu düşünüyorsanız,
o zaman ona yetişmek için daha çok çalışın ve onu alt edin, o zaman
salonların ve iksirlerin kapınıza kadar geldiğini göreceksiniz. Eğer herkesin
sinirlenecek vakti varsa, neden bu gücü kendinizi geliştirmek ve eğitmek
için kullanmıyorsunuz, haksız mıyım?”

Onun azarını duyunca, herkesin hevesi kursağında kaldı ama yine de cevap
verdiler. “Shixiong cömert davranıyor, onunla hiç tartışmıyor.”

“Sadece bu sabrı bile ona ne kadar yol aldırdı.”


Ancak Jian Yu ise uyardı. “Yin Yu, bugün onun adına konuşuyorsun, ama
gelecekte sana yapacağı şeylere karşı gözün açık olsun!”

Her şekilde, bir tur şikayetler dizisi ardından, iki tarafta memnun
ayrılmamıştı. Diğer gençler odadan ayrıldıktan sonra, Yin Yu kapıyı kapattı
ve tam pencereyi de kapatmak üzereydi ki aniden birisinin oraya tünemiş
olduğunu gördü ve şaşkınlıkla zıpladı. “Kim var orada?!”

Quan Yi Zhen başını eğmişti, pencereye tünemiş duruyordu ve Yin Yu o


olduğunu görünce sorguladı.

“Neden geldin?” Çekmeye çalıştı ama Quan Yi Zhen kımıldamadı. “Yi


Zhen, eğer tüneyip duracaksan git kendine başka yer bul. Pencereyi
kapatacağım.”

Quan Yi Zhen aniden sordu. “Shixiong, ben sinir bozucu muyum?”

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 160: Bu Yeşim Atılan Bir Tuğla Olmayı Reddediyor Yin Yu kuru
bir kahkaha attı ve konuştu. “Duydun mu?”

Quan Yi Zhen başını salladı ve Yin Yu’nun yüz ifadesi karmaşık bir hal
aldı, bir parmağının eklem yeriyle burnunun kemerini ovuşturdu. “…Sen…
sanırım… o kadar…kötü… değilsin…”

Herkes bu sözlerin ne kadar zorlama olduğunu hemen anlardı, ama Quan Yi


Zhen kelimeleri sadece olduğu gibi almışa benziyordu. “Ah.”

Yin Yu da kelimeleri gerçek anlamıyla kabul ettiğini fark etmişti ve


gülümsedi, sonrasında ise en sonunda ona cesaret verdi. “Sen onları kafana
takma. Yanlış bir şey yapmadın, sahiden. Bir problem yok.”

Gözü olan herkes diğerlerinin neden Quan Yi Zhen’e katlanamadığını ve


neden her şeyde hata bulduğunu görebilirdi, sorun iştahlı olması, sabahları
aksi olması veya ekip çalışmalarında düşüncesiz olması, sadece gösteriş
yapması değildi.
Günün sonunda, aslında dayanamadıkları son kısmıydı: en son katılan
olduğu halde en çok imkanı alan oydu.

Quan Yi Zhen başını salladı. “Bence de öyle.”

Yin Yu omzuna vurdu. “Git çalış! En önemli şey bu. Gereksiz şeylere kafa
yorma.”

Böylece Quan Yi Zhen pencereden atladı. Gittiği yöne bakılırsa, sahiden de


çalışmaya gidiyordu. Yin Yu’ya gelince, penceresini kapattı ve o da
masadaki kitaplarını alarak çalışmaya başlamıştı.

İki sahneyi izledikten sonra Xie Lian övdü. “San Lang, bu astının sahiden
eşsiz bir karakteri var. Ne harika bir kişilik.” Ama ardından Yin Yu’nun
biraz önce neredeyse Quan Yi Zhen’in kafasını Toprak Ustasının küreğiyle
kesecek olduğu aklına geldi ve hızla sordu. “Orada her şey yolunda mı?”

Böylece Hua Cheng ona dışarıyı gösterdi. Yin Yu sakinleşmişti, Toprak


Ustası küreğini çekmiş ve Quan Yi Zhen’in kafasıyla ne yapacağına karar
vermeye çalışıyormuş gibi görünüyordu. Xie Lian biraz rahatladı ve
konuştu. “Sanırım aralarındaki problem yükseldikten sonra başladı?”

“Doğru.” Diye cevapladı Hua Cheng.

Ardından Xie Lian’ın gözünün önünde muhteşem bir salon belirdi.

Yin Yu büyük salonun merkezinde düzgün ve uygun bir şekilde oturmuştu


ve Jian Yu ile Quan Yi Zhen arkasında dikkatle durmaktaydılar, birisi
sağında diğeri solundaydı. Salonun içine birbiri ardına tanrılar girip
çıkıyordu; hepsi de Üst Cennetten mensuplardı. Xie Lian pek çok tanıdık
yüz gördü, erkek formundaki Ling Wen, soğuk Pei Ming, mükemmel
gülümsemesiyle Lang Qian Qiu gibi… ellerinde büyük kırmızı hediye
kutuları ile arkalarında durmakta olan ast cennet mensuplarıyla, tümü resmi
kıyafetleriyle katılmışlardı.

Bariz bir şekilde burası cennetteki Yin Yu Sarayıydı. O gün Yin Yu


Sarayının Açılış Seremonisinin, kutsal malikanesinin kurulduğu büyük
gündü.
Xie Lian biraz şaşkındı. Hua Cheng’in ölümlü diyarda yaşanan olaylardan
sahneler görmesi zor olmamalıydı. Ölümlü diyar onun bölgesiydi, bir ağ
kurmak istediği anda, yoldan geçmekte olan herhangi birisi, öylesine bir
ruh, kuş veya yaratık onun gözleri olabilirdi. Ancak, Üst Cennet, cennetin
sınırındaydı, nasıl orayı da görebiliyordu?

Hua Cheng onun aklından geçenleri tahmin etmişe benziyordu ve konuştu.


“Gege, salonun girişindeki köşeye bir bak.”

Xie Lian onu dinledi ve baktı. Bu ‘köşe’nin boyutları oldukça büyüktü,


salon da küçük sayılmazdı sonuçta, ve girişin yanındaki köşede en az
içeriye girip çıkan on kadar kişi vardı. Hua Cheng ekledi.

“Tahmin et hangisi Kara Su?”

Ancak o zaman Xie Lian, He Xuan’ın hep gizli bir şekilde Üst Cennette
olduğunu hatırladı, Hua Cheng’e tüm bu bilgileri satan da o olmalıydı. Xie
Lian odaklandı ve tahmin etmeye çalıştı, bir an sonra uygun görünen
birisini buldu. “Siyah giyinen mi?”

“Tahminin çok ölçülü oldu, yanlış. Tekrar bak.” Dedi Hua Cheng.

“Şu gülümsemeyen konuşmayan mı?” Xie Lian tekrar denedi.

“Yine yanıldın.” Dedi Hua Cheng.

Birkaç tahminde daha bulundu ve hepsi de yanlıştı. Tam bu sırada, birisi


duyurdu. “KARŞINIZDA: RÜZGAR USTASI –”

Xie Lian hemen büyük salonun girişine baktı. Shi Qing Xuan rüzgar ustası
yelpazesini sallıyor, eşiği geçerken salınarak yürüyordu, yüzü bahar
rüzgarlarıyla parlıyordu. Hediyesini bir kenara attı ve ellerini kibar bir
şekilde kaldırdı. “Yin Yu Sarayının muhteşem açılışını tebrik ederim, geç
kaldım, ceza olarak bana şarap verin, hahahaha!”

Tahtında oturmakta olan Yin Yu gülümsedi. “Saçmalık, Lordum hiç geç


kalmadı. Rüzgar Ustası, bu taraftan lütfen!”

Hua Cheng en sonunda cevabı açıkladı. “Şuradaki.”


Xie Lian. “?? Rüzgar Ustası mı Kara Su?”

İşte bu inanılmazdı. Hua Cheng güldü. “Gege yanlış anladın. O değil,


hemen arkasındaki.”

Xie Lian yakından baktı ve Shi Qing Xuan’ın arkasında, salon girişinin
kenarında durmakta olan, tüm misafirlerden hediyeleri almakla görevli olan
düşük seviyeli bir cennet mensubu olduğunu gördü, dış

görünüşü vasattı ama yüzünde güller açıyordu. Shi Qing Xuan salonu
oldukça halinden memnun bir şekilde aştı ve ona bahşiş olarak öylesine
küçük bir inci attı. Cennet mensubunun gözleri parladı, her iki eliyle inciyi
yakaladı ve Lorduna bol bol teşekkür etti, her haliyle bir hizmetkara
benziyordu. Xie Lian yorum yapmaktan kendini alamadı. “…Bu mu Kara
Su? Böylesine parlak bir gülümsemeyle mi?”

“Bu o.” Dedi Hua Cheng. “Gülümsemesi sahte, hepsi bu. Cennette en az
elli kopyası bulunan bir adamdı sonuçta, her birinin farklı bir kimliği vardı
ve böylece Üst Cennetteki seksenden fazla cennet mensubunu ve Orta
Cennetteki üç yüz kadar kişiyi gözlemleyebiliyordu. Yoksa, sadece Toprak
Ustası kimliği yeter de artardı bile.”

“…” Xie Lian, Kara Su’nun taklit yeteneğinde etkilenmekten kendisini


alamadı, kopyalar yerleştirmekteki yeteneğinden ve anlaşılmaz derecede
bol olan enerjisinden de. “O zaman, şimdi o elli tane kopyası nerede?”

“Jun Wu muhtemelen şu anda birer birer onları yerlerinden söküyor.” Diye


cevapladı Hua Cheng.

Tam o konuşmuştu ki, dışarıdan aniden keskin bir ses yükseldi.


“Ekselansları YIN YU, BUGÜN SHİDİNİN

YAPTIKLARI İÇİN BİZE İYİ BİR AÇIKLAMADA BULUNSAN İYİ


EDERSİN!”

Cennet mensuplarının yüzlerindeki gülümsemeler anında düştü ve hepsi


aynı anda sesin geldiği yöne döndüler. Görünüşe göre içeriye girmek
isteyen ama durdurulan birisi vardı, bu yüzden de inatla dışarıda
bağırıyordu. “KENDİNDEN YÜKSEK RÜTBELİ CENNET
MENSUPLARINI DÖVEN SHİDİ’N QUAN Yİ

ZHEN’E TERBİYE VERMEYECEK MİSİN?”

Yin Yu’nun gülümsemesi kayboldu ve sesi alçaldı, arkasındaki ikiliyi


sorguladı. “Neler oluyor? Yi Zhen, yine birisiyle kavga mı ettin?”

“Evet.” Diye cevapladı Quan Yi Zhen.

Jian Yu’nun gözleri öfkeyle irileşti, dişlerini sıktı. “Yine mi, lanet velet!”

Böyle olaylar olduğu zaman, Shi Qing Xuan hep ilk konuşan olurdu ve
sırtına fırçasını yerleştirdiği gibi konuşmuştu. “Neler oluyor? Bugün
Salonun Açılış günü, mesele bekleyemez mi?”

Böyle önemli günlerinde insanlara sorun çıkaran bir kimse ya kör ve cahil
olurdu, ya da bilerek olay çıkartmaya çalışırdı. Dışarıdaki çete tekrar
bağırdı. “PEKALA, DEMEK LORDUMUN NEŞE VERİCİ BÜYÜK

SARAY AÇILIŞ GÜNÜ, BİLMİYORDUK. AMA BEYİMİZ KAVGA


ARARKEN HANGİ GÜN OLDUĞUNA DİKKAT

ETMEZKEN, BİZ NEDEN İNTİKAM İÇİN SEÇTİĞİMİZ GÜNE


BAKACAĞIZ? QUAN Yİ ZHEN YIN YU

SARAYINDAN, BİZZAT EKSELANSLARI YIN YU TARAFINDAN


ATANDI, ONA SÖYLEMEYECEKSEK KİME

SÖYLEYELİM?”

İşte: olay çıkartmaya gelmişlerdi. Ling Wen’in kaşları hafifçe çatıldı.


“Neden bugün?”

Yin Yu uysal bir şekilde ayağa kalktı. “Anlıyorum. Ancak, şu anda hiç
uygun değilim, sonrasında konuşsak olur mu?”

Dışarıdakiler burun kıvırdı. “TEK DİLEĞİMİZ YIN YU SARAYININ


OLAYI ÖRTBAS ETMEMESİ!”
Daha neler olduğu bile konuşulmamıştı ama ‘örtbas etme’ suçlaması çoktan
ortaya atılmıştı, sahiden de belalarını arıyorlardı. Shi Qing Xuan tekrar
konuşmaya hazır görünüyordu ki Quan Yi Zhen aniden Yin Yu’nun
arkasından yere atladı. “GİDİYOR MUSUNUZ GİTMİYOR MUSUNUZ?”

Sorun çıkarmaya gelenler bariz bir şekilde Quan Yi Zhen’in böyle bir
etkinlik esnasında misilleme yapmaya cüret edeceğini düşünmüyorlardı, hiç
korkmadan bağırdılar. “NEDEN, GİTMEZSEK

SALDIRACAK MISIN? TÜM DİĞER CENNET MENSUPLARININ


GÖZLERİ ÖNÜNDE…”

Ancak Quan Yi Zhen, mantık çerçevesinde ne yapacağı kestirilebilecek


birisi değildi ve tek kelime daha etmeden yumruklarını kaldırmış ve
dışarıya fırlamıştı. Sarayın dışından korkunç ulumalar yükseldi ve salonun
içindeki cennet mensupları donakalmışlardı!

Ling Wen’in konuşabilmesi için uzun bir süre geçmesi gerekmişti.


“Muhafızlar, gidip onu durdurun, öldürülecekler!”

Yin Yu da şaşırıp kalmıştı ve aceleyle konuştu. “Hemen kesin şunu!” Ama


çete sadece bağırdı. “YIN YU

SARAYINI ÇOK MU İYİ SANIYORSUN?! İYİ, ÇOK İYİ! SHIXIONG


VE SHIDI BİRLEŞMİŞ İNSANLARA ZORBALIK YAPIYOR!”

O akşam Yin Yu Sarayının yan odasında, Yin Yu volta atarken, Jian Yu


öfkeyle ayağını yere vuruyordu.

“MÜKEMMEL DERECEDE GÜZEL BİR AÇILIŞ SEREMONİSİ O


LANET VELET YÜZÜNDEN MAHVOLDU!!!”

Xie Lian Jian Yu’nun öfkesini tümüyle anlayabiliyordu.

Xie Lian’ın kendisi Sarayların Açılış Seremonileri gibi şeyleri çok


önemsemezdi, ama pek çok cennet mensubu bu tür olayları oldukça anlamlı
bulurdu. Seçilmiş bir cennet mensubunun Üst Cennete resmi olarak taşınma
ritüeliydi. Uygun bir emsal olamamasına neden olan yaşanan olay ise,
ölümlü diyardaki bir imparatorun taş giyme töreninin mahvolmasıyla aynı
şeydi, kim sinirlenmezdi ki?

Yin Yu iç çekti. “Boş ver. Önce diğerleri onu kızdırmıştır. Ayrıca, bugün
aslında problem çıkartmadı, diğerleri kavga çıkartmak için özellikle bugünü
seçti, elden ne gelir?”

“Üst Cennette bunca kişi var, neden diğerleri başkalarına sataşmıyor da


sadece onu kızdırıyorlar?”

Jian Yu ikna olmamıştı.

“Nedenini biliyorsun.” Dedi Yin Yu. “O asla yediği yumruğa karşılık


vermeden edemez. Diğerlerine de sataşıyorlar, sadece diğer herkes
kışkırtmalara tahammül ediyor, ama o edemiyor.”

“Burası cennet.” Jian Yu bağırmaya devam etti. “Ölümlü diyar değil. Başını
öne eğip dikkat çekmemeye çalışmak bu kadar mı zor?! Eğer hiç sorun
çıkartmasa ve dürüst bir insan gibi dursaydı, o zaman bugünkü olaya asla
fırsat vermezdi! Şimdi halimize bak. Hepimiz çok utandık! Onca cennet
mensubu izliyordu! Bir kez olay yaşandıktan sonra kim başlatmış kimin
umurunda? Sadece Yin Yu Sarayının ne kadar mantıksız olduğundan ve
gündüz gözüne insanları tartakladığından bahsedecekler, kimin haklı kimin
haksız olduğu kim düşünecek?? Sebepleri mi var sanıyorsun?? YOK!! İşler
bu hale geldiği anda, sen bir yumruk attığın anda düşüncesiz olan olursun!
BİR BOKTAN ANLADIĞI YOK! TEK

BİLDİĞİ BAŞIMIZA BELA AÇMAK!”

Bu patlamanın ardından Jian Yu öfkeyle odadan ayrıldı, Yin Yu’yu ise


olduğu yerde, endişeyle ağırlaşmış bir kalple bırakmıştı.

Bir an sonra arkasını döndü, bir insan gölgesi pencere pervazına tünemişti.
Yin Yu tanıdık sahne nedeniyle şaşkınlıkla sıçradı. “Neden yine pencereye
tünedin? Ne zaman geldin? Alışkanlık haline mi getirdin artık?”
Quan Yi Zhen sorusuna cevap vermedi, onun yerine başka bir şey söyledi.
“Önce onlar başlattı.”

Yin Yu konuşmak için ağzını açtı ama ardından tekrar kapattı. Onu
yatıştırdı. “Yi Zhen, Jian Yu’nun söylediklerini büyütme.”

Quan Yi Zhen sadece aklında olanları söylemeye devam etti. “Önce onlar
başlattı. Onları tanımıyorum bile. Benim düşük seviyeli bir cennet mensubu
olduğumu söylediler ve hiç ortada sebep yokken bağırmaya başladılar. Bana
güldüler, defolup gitmemi ve yollarında durmamamı söylediler. Özür
dilemelerini söyledim ama dilemediler, ben de dövdüm. Anca onları
dövdüğüm zaman sustular, yoksa onlara vurmazdım.”

Her ne kadar şu anda ortam oldukça huzurlu olsa da, eski günlerde hem Üst
hem de Orta Cennetten bazı cennet mensupları sahiden de rütbelerini
kullanarak diğer tecrübesiz ve alt seviyedeki cennet mensuplarına
sataşırlardı. Sık yaşanan bir şeydi üstelik. Yin Yu iç çekti.

“Alt rütbelerdeki cennet mensupları diğer insanlara göre değersiz mi?”


Quan Yi Zhen sordu.

“Hayır.” Dedi Yin Yu.

Değiller miydi?

Açıkça kendisi bile söylediği sözlere inanmıyordu ve Quan Yi Zhen de bu


kez fark etmişti. Uzun bir zaman sonra dümdüz bir şekilde konuştu. “Burayı
sevmedim.”

Yin Yu hiçbir şey söylemedi. Quan Yi Zhen devam etti. “Benim sinir
bozucu olduğumu düşünüyorlar ama ben onlara daha çok gıcık oluyorum.
Önceden günde en az on altı saat antrenman yapabiliyordum ama şimdi bu
zamanın yarısı konuşmak ve insanların saçmalıklarını dinlemekle geçiyor,
selamlamakla, ziyaret etmekle. Burada beni ayıplayan, bana vuran insanlar
var, üstelik sebepsiz yere, özür bile dilemeden ve bir de karşılık dahi
vermemem gerekiyor. Burası cennet değil.

Burayı sevmiyorum.”
Yin Yu iç çekti. “Ben de sevmiyorum.”

“O zaman geri dönelim.” Dedi Quan Yi Zhen.

Ancak Yin Yu sadece başını iki yana salladı. “Her ne kadar burayı
sevmesem de kalmak istiyorum.”

Quan Yi Zhen anlamamıştı. “Madem sevmiyorsun, neden kalacaksın?”

Yin Yu ne söyleyebileceğini bilmiyordu, gülümsemesi ümitsizdi, ona


açıklayamıyordu. Quan Yi Zhen’e Cennette olmanın kendini geliştirme
yolunu seçen insanların hayali olduğunu, onun yaşında birisinin yükselmeyi
başarmasının ne kadar zor olduğunu nasıl açıklayabilirdi? Yin Yu denedi.
“Çünkü…

yükselmek sahiden çok zor. Kolay başarılamadığı için, buraya


ulaşabilmişken, daha iyisini yapmak istiyorum.”

Quan Yi Zhen ise o kadar düşünmüyordu. “Yükselmenin nesi bu kadar


güzel! Yükselmeyi kim bu kadar ister?”

Yin Yu hem çileden çıkmış hem de komik bulmuşa benziyordu. “Ne demek
nesi bu kadar güzel?!

Neden kendin denemiyorsun o zaman?”

Bu noktaya dek izledikten sonra Xie Lian yorum yaptı. “İnsanlar böyle
şakaları hafife almayı bırakmalı.”

“Sahiden.” Dedi Hua Cheng. “Yarım yıl sonra Quan Yi Zhen yükseldiği
zaman, artık kimse gülmüyordu.”

“O kısmı da izleyebilir miyiz?” Diye sordu Xie Lian.

“İzleyebiliriz. Bekle biraz.” Dedi Hua Cheng.

Sahne değişti ve bu sefer hala Üst Cennetteydiler; ancak ayın aydınlattığı


bir gecedeydiler. Xie Lian bir an için izledi ve sordu. “Ay festivali mi?”
“Evet öyle.” Dedi Hua Cheng.

“Kara Su bu kez nerede saklanıyor?” Xie Lian sordu.

“Yemek yiyene bak.” Diye cevapladı Hua Cheng.

Şölendeki tüm cennet mensupları kadeh tokuşturmak, selamlaşmak ve


eğlenmekle meşguldü, sadece önündeki tek bir kişi kendisine kocaman bir
kase doldurmuş ve kafasını gömmüştü. Bu kez He Xuan saklanmıyordu,
Toprak Ustası kılığında bir köşede oturmaktaydı ancak yine de hiç kimse
onu fark etmiyordu.

Yin Yu ve Jian Yu ‘Toprak Ustası’nın hemen yanında oturmaktaydılar,


yerleri şölenin köşesinde sayılabilirdi. Yin Yu ne yemek yiyor ne de
kimseyle konuşuyordu. Hemen yanındaki Jian Yu ise ona fısıldadı.”
Şükürler olsun o deli, lanet velet gelmedi!”

Yin Yu onu duydu ve karşılık verdi. “O yükseleli bir hayli oluyor, onun
hakkında böyle konuştuğunu başkalarının duyması iyi olmaz, daha dikkatli
ol.”

“Gerçek bu ama, haksız mıyım?” Dedi Jian Yu. “Ne olmuş yükseldiyse?
Kaç yüz tane kafası olursa olsun beyni asla daha fazla gelişemeyecek.”

Onlar konuşurken başka bir grup cennet mensubu belirdi ve kendi


hallerinde bir kenara oturdular.

Çoğu yeni yükselenlerdendi ve basit bir şekilde selam verdiler, bir cennet
mensubu ise düşünmeden sorguladı. “Ve bu lordum?”

Bir diğer cennet mensubu da aynı kayıtsızlıkla cevapladı. “Bu lordum batıyı
yöneten savaş tanrısı.”

Bunu duyunca soruları soran cennet mensubu bir anda heyecanlandı ve


kadehini kaldırdı. “Ah! Aa aa aah! Hakkında çok şey duydun! Lorduma
uzun zamandır hayranım!”

Yin Yu da hızla ayağa kalktı gülümsüyordu. “Lütfen, o kadar uzun


zamandır burada yokum bile.”
Cennet mensubu cevap verdi. “Ah, bu kadar mütevazı olmayın Lordum!
Sahiden uzun zamandır size hayranım! Batıdaki Ekselansları Qi Ying’in son
derece genç ve yetenekli olduğunu çok uzun zaman önce duymuştum,
yükseldikten sadece birkaç yıl sonra tapınanlarınızın kalbinde taht
kurmuşsunuz.

Bu senenin Ay Festivalinin Fener Savaşında ilk ona bile girdiniz! Sahiden


batının kahramanısınız sahiden, sarsılmaz bir yeriniz var, geleceğiniz
öylesine parlak, ışıl ışıl! Lordumu bugün görünce, düşündüğümden biraz
daha yaşça büyük olduğunuzu fark ettim? Ama hala çok gençsiniz, genç ve
yetenekli övgüsünü sonuna dek hakkediyorsunuz!”

Bunları duyunca Yin Yu’nun yüzündeki gülümseme dondu ve adına


kaldırılan kadehi kabul edip etmemesiyle ilgili de tuhaf bir duruma
düşmüştü. Diğer cennet mensubu ise iyi bir ilişki kurmak adına coşkuyla
konuşmaya devam ediyordu, hatta ona kardeşlermiş gibi hitap etmeye
başlamıştı. “Dürüst olmam gerekirse, nadiren birini layık görürüm, ama
Quan kardeşim ailemin bir parçası gibi! Benim bölgem de batıda, bu
yüzden de gelecekte en ufak bir yardım gerekirse, aklına geldiğim anda
bana haber ver yeter! Birbirimize yardımcı olmalıyız, değil mi? Hahaha…”

İçten bir şekilde güldü ve kenarda Yin Yu’nun kim olduğunu bilenler de
öyle. Xie Lian neredeyse zamanda geriye gitmiş ve havada kaynamakta
olan boğuculuğu hissedebiliyordu.

Jian Yu’nun yüzü öfkeden maviye dönmüştü ama Yin Yu ise hala
kendindeydi. Eli bir an için titrese de kendisini toparladı. “Ne yazık ki…”

Ancak tam o yanlış anlaşılmayı toparlayacaktı ki, birisi seslendi. “Qi Ying
geldi!”

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 161: Bu Yeşim Atılan Bir Tuğla Olmayı Reddediyor Diğer


taraftaki cennet mensupları hareketli ve neşeliyken, bu taraftakiler şok
olmuşlardı. “Ne? Sen –
Sen Ekselansları Qi Ying değil misin???”

Ancak o zaman diğerleri kahkahalar atarak açıkladılar, elleriyle karınlarını


tutuyorlardı. “Yanlış kişiyle konuşuyordun dostum! Unuttun mu? Batıyı
yöneten iki savaş tanrısı var, birisi Yin Yu diğeri Qi Ying.

Onlar aynı sektten shixiong ve shidi, şu anda karşında durmakta olan ise
Ekselansları Yin Yu, hahaha…”

Söz konusu cennet mensubu hemen konuştu. “Ah ah ah, yanlış kişiyle
konuşuyormuşum, ne kadar utanç verici, hahahaha, ne kadar dikkatsizim,
sadece Qi Ying hakkında konuşulduğunu duymuştum…”

kekeleyerek sustu, ama Yin Yu çoktan sanki sözleri onu çok yormuş ve
sosyalleşmekten vazgeçmiş gibi gözlerini kapatmıştı. Birisi işlerin yolunda
gitmediğini fark etti ve cennet mensubuna dirseğiyle vurdu, ancak o zaman
sözlerinin ne kadar kırıcı olduğunu fark etti. Haha-ladı ve hızla kaçtı.
“Ehem ehem, ben gideyim artık, Ekselansları Yin… Yin Yue, ah, hayır
hayır, Ekselansları Yin Yu! Bir ara yine görüşelim, festivalin tadını çıkartın,
hahaha…”

Uzaklaşırken kadehini tekrar kaldırdı ve kutladı, Quan Yi Zhen’e doğru


gidiyordu. Diğer tarafta, çoktan cennet mensuplarından oluşan kalabalık bir
grup toplanmıştı ve hepsi de Quan Yi Zhen’i selamlamak için kavga
ediyorlardı, kalabalık o kadar yoğundu ki merkezdeki insan görülmüyordu
bile.

Görünüşe göre bu sahne de Quan Yi Zhen yükseldikten sonraydı, ama


çoktan kendi sarayını kurmuştu ve şöhretinin zirvesindeydi, öncesinde onu
sevmeyenlerden iz bile yoktu. Her ne kadar her ikisi de batının savaş
tanrıları olsalar da, etkisi bariz şekilde Yin Yu’dan daha büyüktü ve insanlar
etrafına doluşmuştu, öyle ki kenarda sadece hala çorbasını içmekte olan He
Xuan kalmıştı, masası boş ve sessizdi. Yin Yu’nun tekrar oturması da
ayakta kalması da tuhaf görünecekti, bu yüzden bir an sonra Yin Yu aniden
konuştu. “Geri dönelim.”

İkisi yerlerinden ayrıldılar ve hiç kimse onları fark etmedi bile. Jian Yu
sinirlenmişti. “Şu sığ, iyi gün dostları! Ve bir de cennet mensubu olacaklar!
O velet Üst Cennete ilk geldiğinde hepsi onu terslemişti, her gün onu
şikayete geliyorlardı. Şimdi bak bir de. Velet yükseldi, fenerlerini aldı ve
onu överek göklere çıkardılar! Sayfa çevirmekten hızlı tavır değiştiriyorlar,
ne sarsılmaz yeri? Genç ve yetenekli mi? Tapınanları da tıpkı onun gibi
deli! Onun gibi bir manyağa sadece aptallar tapınır!”

Tam bu sırada Shi Qing Xuan elinde bir kadeh şarapla geçmekteydi ve Yin
Yu fısıldadı. “Artık konuşma, çıkalım buradan!”

Ancak yanlarında birisini görünce Jian Yu en sonunda susabilmişti. Shi


Qing Xuan şaşırmıştı. “Yin Yu, gidiyor musun? Qi Ying daha yeni geldi
ama? Geçen sefer ikinizin uzun zamandır görüşemediğini söylemiş ve hatta
bana senin nasıl olduğunu sormuştu. Arayı kapatmak için biraz sohbet
etsenize?”

Yin Yu zorla gülümsedi. “Maalesef, çok iyi hissetmiyorum, erken


kalkacağım o yüzden.”

Shi Qing Xuan çok üzerinde durmamıştı ve arkalarında oturmakta olan


‘Toprak Ustası’nı görünce neşeyle gülümsedi. “İyi istirahatler, gelecek sefer
sohbet ederiz. Ming-xiong! Sana oraya oturma dedim! Gel gel, benim
masama gel hadi…”

Shi Qing Xuan yürüyüp gidene ve onları unutana dek beklediler, ardından
Jian Yu sesini alçalttı ve söylenmeye devam etti. “Arayı kapatmakmış! O
veledin övünmek için çok vakti kalmadı, yakında ayağının altındaki halı
kayar ve yıkıcı bir darbe alır. O günü iple çekiyorum!”

Homurdanmaya, Yin Yu’nun sessiz hüsranını kışkırtmaya devam ediyordu.


“Boş ver, ve bu kadar kindar olma.”

“Boş ver boş ver, tek söylediğin şey ‘boş ver’.” Yin Yu şikayet ediyordu.
“Bu mesele nasıl boş verilir?

İlk buraya geldiğinde eğer sürekli onun boklarını örten ve arkasından özür
dileyen sen olmasan, uzun zaman önce dışarı atılmış olurdu. Artık sahiden
daha fazla izlemeye dayanamıyorum, senin adına hakkım yenmiş gibi
hissediyorum!”
İkisi çoktan hızlı bir şekilde Yin Yu Sarayına dönmüşlerdi. Sarayın Büyük
Açılış Seremonisindeki özel canlılığa kıyasla, şimdi içerideki az sayıda ast
cennet mensubu ile salon ıssız ve terk edilmiş

görünüyordu. Kapıları kapattıktan sonra Yin Yu’nun ses tonu yükseldi.


“Artık konuşma! Duymak istemiyorum! Yükselmiş bir cennet mensubunun
saray kurması son derece normal bir şey, normalin dışında hiçbir şey
yapmadı. Sırf ondan bahsetmek bile seni bu kadar kızdırıyorken, neden
onun hakkında konuşup duruyorsun?”

“Yersiz konuştuğumu düşünme, ama birisinin sana hatırlatması gerek. Yin


Yu, batıdaki bölge belli bir büyüklükte ve sadece belli sayıda inanan
potansiyeli var. O kadar çok insanı çaldı ki; o kurt canavarı resmen zorla
aldı! Şimdi haline bir bak, bölgen gittikçe küçülüyor, şu anda elinde ne
kadarı var? Böyle devam ederse tutunmaya nasıl devam edeceksin?”

“Bunun nesi çalmak oluyor?” Dedi Yin Yu. “Ona tapınsınlar diye kimsenin
boğazına bıçak dayadığı yok sonuçta, herkesin iradesi hürdür. Ayrıca o kurt
canavar…”

İç çekti ve dobra bir şekilde konuştu. “Sahiden de onu yenemezdim. Bana


dua etmeleri bir işe yaramıyor, elbette onu seçecekler.”

Jian Yu başını tuttu, kalbi acıyordu. “Ben sadece… sadece bu kavganın


devam etmesinden ve bizden geriye hiçbir şey kalmamasından korkuyorum.
Sikeyim, o düşük seviyeli mensuplar bile onun kıçını öpüyor, hepsi boş
bahaneler kullanarak diğer cennet mensuplarından kaçıyorlar, işe yaramaz
göt laleleri!”

Yin Yu tekrar iç çekti, dua şiltesine oturdu. “Ne kavgası… neden böyle bir
şeyi kafana takıyorsun?

Gidecek olan zaten gidecektir ve kalacak olan da doğal olarak kalacaktır.


Ben kimseyle güç yarıştırmak için yükselmedim, bölgeler için savaşmak
için de, bu yüzden neden bu meseleyi kapatmıyorsun?”

‘Aynı çöplükte iki horoz ötmez’ derlerdi, şimdiki örnekle aynı


durumdaydılar: Feng Xin ve Mu Qing de güneye atanmışlardı ve yıllardır
birbirlerinin boğazındaydılar. Eğer aynı bölgede olmasalar, birbirlerini biraz
daha tolere edebilirlerdi belki ama ‘düşmanlar karşılaşmaya mahkumdur’,
kişinin tanındığı ve yükseldiği yer onun bölgesidir. İnsanın ölümlü
hayatındaki geçmişteki kimseler sık sık yükseldikten sonra problem
yaratırdı. Cennette, ölümlü diyarda, insanlar kadar tanrıyken de, hayat
böyleydi. Quan Yi Zhen’in batı bölgesinden ayrılması ve başka bir bölgeye
geçmesi için hiçbir sebep yoktu. İkisi tartışmalarının ortasındayken,
kapılarındaki birisi aniden gürültüyle vurmaya başladı. Jian Yu seslendi.

“KİMSİNİZ?!”

“Benim.” Kapıdaki kişinin cevabı sadece bu olmuştu.

Jian Yu, Yin Yu’ya öfkeyle döndü ve fısıltıyla konuştu. “…Bu lanet velet
neden geldi?”

Yin Yu ona gitmesini işaret etti ve yüz ifadesini toparladıktan sonra, en


sonunda kapıyı açtı. Sahiden de kapıda dikilmekte olan Quan Yi Zhen’di.
Geçen seferden beri uzamışa benziyordu, Xie Lian’ın onunla ilk tanıştığı
zamanki kadar uzundu ve en sonunda pencerelere tünemeyi bırakmıştı.

Yin Yu konuştuğu zaman, oldukça sakindi. “Yi Zhen, senmişsin. Ay


Festivaline katılmayacak mısın?

Neden geldin?”

Quan Yi Zhen onun peşinden büyük salona girdi ve yine pat diye
konuşmuştu. “Bugün benim doğum günüm.”

“…”

Demek ki Ay Festivali Quan Yi Zhen’in doğum günüydü ve hediyesini


almaya gelmişti.

Xie Lian da Yin Yu’dan bahsedildiğini duymuştu, bir shixiong olarak, her
zaman Quan Yi Zhen’e doğum günü hediyesi verirdi. Muhtemelen sene
içinde yaşanan olaylar yüzünden ise bu sene hediye hazırlamamıştı. Shi
Qing Xuan’ın festivaldeki sözleri göz önünde bulundurulduğunda,
muhtemel Yin Yu şimdiye dek bilerek ondan uzak durmuştu. Birisi
buluşmaktan kaçınınca ve hediye vermeyi kesince, biraz hassas olan herkes
zaten durumu fark eder ve asla hediye istemeye gitmezdi. Ancak Quan Yi
Zhen orada duymuş, yanlış bir şeyler olduğundan bihaber halde tüm
özgüveniyle kapıyı çalmıştı. Xie Lian daha önce hiç bu kadar üzücü
derecede utanç verici bir olaya şahit olmamıştı. Eğer şu anda Hua Cheng’le
alın alına duruyor olmasalardı muhtemelen elleriyle gözlerini kapatırdı,
böylece daha fazla izleyemezdi.

Yin Yu kuru bir kahkaha attı. “…Ah, sahi, bugün senin doğum günün. Ama,
son zamanlarda sarayda çok yoğundum, bu yüzden…”

Quan Yi Zhen bunu duyunca gözleri ardına dek açıldı. “Hiç mi?”

Yin Yu da gidişattan hoşlanmamış gibiydi, bu nedenle kelimeler tam


dudaklarının ucuna gelmişti ki hemen yön değiştirdi. “Hayır, unutmadım.
Arkada, bekle biraz.”

Quan Yi Zhen olduğu yere oturuverdi, her iki eli dizlerinde dinleniyordu,
enerjik bir halde başını sallarken oldukça umutlu görünüyordu. Yin Yu yan
odaya kaçtı Jian Yu kasvetli bir halde orada oturmaktaydı. Elbette Yin Yu
hediye hazırlamamıştı, bu yüzden odaya girdiği gibi tüm çekmeceleri ve
dolapları, sandıkları, rafları karıştırmış ama uygun bir hediye bulamamıştı,
bu nedenle Jian Yu’ya seslendi. “Bir şey bulmama yardım et, çabuk, bir
hediye olarak kullanabileceğimiz bir şey.”

Jian Yu kenardaki bir paçavrayı yakaladı ve yere attı, iki kez üzerinde
zıpladıktan sonra nefretle konuştu. “Bunu ver.”

“Jian Yu!” Yin Yu azarladı.

“Böyle bir şey bile hak ettiğinden fazlası.” Dedi Jian Yu. “Gelecek kadar
yüzsüz olduğuna inanamıyorum!”

Yin Yu kederle konuştu. “Hiçbir şey anladığın yok. Geçtiğimiz tüm bu


yıllar boyunca ona hep hediye verdim, eğer bu sene bir şey vermezsem çok
kasti görünür. Herhangi bir şey olur, sırf hediye olsun yeter. Şöyle yapsak.
Gidip bana geçen sefer aldığımız Altın Ruh Çıkarma Kolluğunu getirsene?
Uygun bir hediye olmaz ama en azından hediye olur.”

Jian Yu kızarak gidene dek birkaç kez daha ısrar etti. Yin Yu ardından
büyük salona döndü ve Quan Yi Zhen’in karşısına oturdu. “Biraz daha
beklemen gerek. Şu anda her şey karışmış durumda bu yüzden Jian Yu’yu
hediyeni bulmaya gönderdim. Bu arada, günlerin nasıl geçiyor? Her şey
yolunda sanıyorum? Geçen birkaç ayda sarayının inanlarının sayısı beş
katına çıkmış diye duydum, tebrik ederim.”

Quan Yi Zhen cevapladı. “İnananları falan bilmem, ben sadece kendim


oluyorum ve onlar gelip nedense tapınaklarımı kalabalıklaştırıyorlar, tuhaf.
Geçenlerde bir kurt canavar kestim.”

Yin Yu’nun gülümsemesi katılaştı. Dayanamadığı şey Quan Yi Zhen’in bu


kadar çabasız bir şekilde yapmasıydı. Bu tıpkı aşık olduğun kızın seni
tamamen görmezden gelmesine, onun kalbini asla kazanamamana, ama
kollarına ağlayarak koştuğu kişinin onun yüzüne bile bakmaya tenezzül
etmeyerek bir de sana gelerek kızın nasıl çokta bir şeye benzemediğini,
hiçte etkileyici olmadığını anlatmasına benziyordu. Sahiden acı bir histi.
Quan Yi Zhen bir süre daha konuştu, ardından aniden ekledi. “Seni Ay
Festivalinde gördüm. Konuşmak istiyordum ama çok erken kalktın.”

En sonunda kendi bölgesinde yaşanan güncel savaşlar hakkında heyecanla


konuşmayı kesince, Yin Yu da rahat bir nefes aldı. “Ah, bir şey çıktı, bu
yüzden erken kalktım.”

Quan Yi Zhen başını salladı. “Birisi bana seni başkasıyla karıştırdılar diye
gittiğini söyledi.”

Bunu duyunca Yin Yu’nun yüzü hemen düştü, ama Quan Yi Zhen hiçte fark
etmemişti, dudakları yukarıya kıvrılmıştı. “Çok komik, çok salakmış!”

Xie Lian daha fazla izlemeye dayanamayacaktı ve yüzünü Hua Cheng’in


kollarına gömdü. “Bu… bu, bu, bu… izlemek acı veriyor.”

Elbette Xie Lian tüm kalbiyle Quan Yi Zhen’in bu olayı birisi aptalca bir
hata yaptığı için komik bulduğuna inanıyordu, ve aynı zamanda da söz
konusu kişi olan Yin Yu için olayın hiçte komik olmadığını fark etmiyor
olduğuna da, ama bu yine de ikisinin bu utanç verici konuşmaya devam
edeceği, bunalmaktan öleceği gerçeğini değiştirmiyordu. Neyse ki o
boğulmadan, Jian Yu en sonunda hediye kutusuyla çıkagelmişti. Yin Yu da
tüm günahları affedilmiş gibi görünüyordu ve kutuyu doğrudan Quan Yi
Zhen’e verdi. Quan Yi Zhen aşırı mutlu görünüyordu ve kutuyu almak için
olduğu yerde sıçramıştı. Ancak Yin Yu’nun gülümsemesi çoktan
yorgunlukla dolmuştu. “Neden eve gidince açmıyorsun?”

Quan Yi Zhen başını salladı. “Tamam. Ben gidiyorum. Gelecek ay devriye


bende, eğer vaktin olursa shixiong, bana eşlik edebilirsin.”

Yin Yu sahiden onun söylediklerini artık dinleyebilecek durumda değildi ve


onaylayarak onu yatıştırdı.

Oğlan gönderildikten sonra, Jian Yu söverek geldi, başını duvarlara


vuruyordu. “O KİM OLDUĞUNU

SANIYOR?! ANASI DOĞURURKEN KAFASININ ÜZERİNE YÜZ


KERE FALAN MI DÜŞÜRDÜ ONU?? EĞER

DEĞİLSE O ZAMAN BURAYA BİLEREK SENİNLE DALGA


GEÇMEYE GELİYOR. NE, ‘İNANLARI FALAN

BİLMEM’İ, NE DEVRİYESİ, GÖSTERİŞ Mİ YAPMAYA ÇALIŞIYOR?


NE KADAR KARA BİR KALBİ VAR!”

Bu kez o bağırmaya başladığı zaman Yin Yu onu durdurmadı. Sessizce


odasına geri döndü ve bir daha da çıkmadı. Xie Lian içgüdüsel olarak Quan
Yi Zhen’e verilen hediyede bir sıkıntı olduğunu biliyordu.

“Yoksa? Brokarlı Ölümsüz o kutuda mıydı?”

“Doğru tahmin.” Dedi Hua Cheng.

“O zaman Jian Yu Brokarlı Ölümsüz meselesinden sorumlu olan kişiydi,


neden Yin Yu bu kadar ağır bir şekilde cezalandırıldı?” Diye sordu Xie
Lian.
“Gege üç gün sonrasında nedenini anlayabilir.” Hua Cheng cevapladı.

Üç gün demişti ve üç gün geçti. Sakin Yin Yu Sarayının üzerine güneş


ışıkları vurmaya başlamıştı ve Yin Yu tembel bir halde yan odaya geçti, bir
şey arıyormuş gibi görünüyordu. Sandıkları karıştırdı ve çekmeceleri arayıp
taradı. Ancak, beklenmedik bir şekilde, karıştırırken aniden masada
efsunlarla

kaplanmış parlak altından bir kolluk buldu. İlk başta umursamadı ve bir
kenara attı, ama bir an sonra, aniden eline aldı ve seslendi. “Jian Yu?”

Jian Yu odaya girdi. “Efendim?”

Yin Yu kolluğu kaldırdı ve şaşkın bir halde sorguladı. “Altın Ruh Çıkartma
Kolluğu neden burada? Ona hediye etmemiş miydin? Bunu hediye kutusuna
koydurmamış mıydım?”

Jian Yu homurdandı. “Hediye mi? Senin tükürüğüne bile layık değil o!”

Yin Yu usanmıştı. “Ona sahiden gidip o paçavrayı vermedin değil mi?


Neden insanları gücendirmek zorundasın?” Ancak Jian Yu sadece
esrarengiz bir şekilde gülümsedi. “Vermedim. Ona daha iyisini verdim.”

Yin Yu’nun yüzü anında değişti ve artık konuşmalarını hiçte hafife


almıyordu. “Ne? Ben de neden bulamadım diyordum. O cübbe zihni
manipüle edebilir, kan emer!” Ardından aceleyle döndü ama Jian Yu onu
yakaladı. “Neden bu kadar gerildin! O cübbe manipüle ediyor evet, ama ona
veren sensin, yani senden başka hiç kimse onu kontrol edemez. Kan
emmesine gelince, belki ölümlüler üzerinde etkili olabilir ama cennet
mensuplarına bir şey yapabileceğinden şüpheliyim. Bak, üç gün geçti ama
ona hala hiçbir şey olmadı!”

Yin Yu bir süre düşündü ve odada volta attı. Jian Yu devam etti. “Ayrıca, o
velet çok becerikli değil mi?

Genç ve yetenekli, bakalım ne kadar yetenekliymiş.”


En sonunda Yin Yu ellerini havaya attı. “Olmaz böyle! O şeyin ne kadar
tehlikeli olduğunu bilmiyoruz, eğer bir şey olursa işimiz biter! Nasıl bu
kadar hafife alabiliyorsun?! Of!”

Ardından Jian Yu’nun seslenmelerine hiç tepki vermeden dışarıya fırladı,


yolda pek çok cennet mensubuna çarparak hızla Qi Ying Sarayına fırladı.
Söz konusu kişi orada değildi, bu yüzden etraftaki insanları tuttu ve
endişeyle sordu. “Qi Ying nerede? Acil bir durum söz konusu, onu bulmam
gerek!”

“Qi Ying mi?” Dedi sorduğu kişi. “Ekselansları Qi Ying Büyük Savaş
Salonunda toplantıda! Üst Cennetteki en yüksek mertebedeki savaş tanrıları
bugün orada…”

Yin Yu koşarak gittiği için cümlenin sonunu dinlememişti. Ancak Büyük


Savaş Salonunun kapılarına geldiğinde giremediğini fark etti. İlk olarak, bu
toplantı için sadece ‘en yüksek mertebedeki savaş

tanrıları’ çağırılmıştı ve o davetli değildi; ikincisi, içeriye girse bile herkesin


önünde bu meseleden bahsedemezdi, bu nedenle tek yapabileceği salonun
önünde beklemekti. Pencerelerden, Xie Lian içeriye bir bakış attı ve
sahiden de bir sürü tanıdık yüz gördü, Feng Xin, Mu Qing, Pei Ming gibi,
hepsi içeride ve dikkatle dinliyorlardı. Yin Yu’nun gördüğü ise, etkileyici,
parlak bir zırha bürünmüş Quan Yi Zhen’di.

Son derece normal görünüyordu, dahası, tahttaki Jun Wu’nun yanında


durmakta olan Ling Wen’in dikkati dağılmış gibiydi, sık sık hata yapıyordu,
öyle ki Jun Wu konuşmak zorunda kaldı. “Ling Wen?

Ling Wen?”

O birkaç kez seslendikten sonra Ling Wen kendisine gelmişti. “Ne? Ne


oldu?”

Jun Wu hafifçe güldü. “Bugün neyin var? Qi Ying’e bakıp duruyorsun.


Yoksa sen de benim gibi yeni zırhının çok güzel olduğunu mu
düşünüyorsun?”
Salondaki birkaç savaş tanrısı daha gülmeye başladı ve Ling Wen bir özür
mırıldandı, belli etmeden alnındaki soğuk terleri sildi. Ancak fırçayı tutan
eli hala titriyordu.

Eğer Xie Lian o gün orada olsa, muhtemelen sadece gülümserdi. Ancak
şimdi Ling Wen’in muhtemelen Quan Yi Zhen’in giymekte ve göstermekte
olduğu, yüzlerce yıl önce kendisinin yarattığı kanlı cübbe yüzünden
donakalmış ve tedirgin olduğunun tümüyle farkındaydı.

Yin Yu salonun dışında volta attı, kah oturdu kah ayakta durdu, telaşlı ve
gergindi. En sonunda toplantı bittiğinde, Quan Yi Zhen ilk dışarıya çıkan
olmuştu. Dışarıda Yin Yu’yu gördüğünde selamladı.

“Shixiong, burada ne işin var?”

Yin Yu hemen ayağa fırladı ve tutarsızca birkaç söz söyledikten sonra


hemen konuya girdi. “Zırhın…”

“Harika!” Dedi Quan Yi Zhen. “İmparator ve Ling Wen biraz önce övdüler.
Teşekkürler, Shixiong.”

“…”

Yin Yu zorlama bir sakinlikle konuştu. “Sahiden öyle, ama zırhı döven kişi
bir problem olduğunu söyledi ve biraz düzeltmek için geri götürmemi
istiyor.”

Eğer doğrudan Quan Yi Zhen’e ‘zırhı çıkart’ diye emretseydi, Quan Yi


Zhen’in manipüle edildiği gerçeğini fark etmesine neden olabilirdi ve
olayın ortaya çıkması hiçte iyi olmazdı, bu yüzden Yin Yu onun bir tuhaflık
olduğunu fark etmesine izin veremezdi, bu nedenle de tek yapabileceği
böyle dolambaçlı bir yolla istemekti. Ancak Quan Yi Zhen şaşırmıştı. “Ne
problemi? Bence hiçbir sıkıntı yok.”

Verilen hediyenin geri istenmesi de tuhaf bir durumdu zaten ve Yin Yu ne


söyleyeceğini dikkatle düşünüyordu ki Quan Yi Zhen tekrar konuştu. “Bu
arada shixiong, gelecek ay beraber devriye gezebiliriz.”
Yin Yu hemen başını kaldırdı, biraz şaşkındı. “Ne?”

“Adımın devriye listesinde olduğunu sanmıyorum?” Neredeyse Brokarlı


Ölümsüz mevzusunu tümden unutmuştu.

Quan Yi Zhen oldukça mutlu ve heyecanlı görünüyordu. “Var. Öncesinde


bahsettim ve İmparator değerlendireceğini söyledi.”

“…”

O salisede Xie Lian neredeyse Yin Yu’nun başından aşağıya dökülen


kaynar suları görebiliyordu.

Yıllarca biriken içerlemeler ve gömülen sorunlar en sonunda bugün


patlamıştı. Yin Yu bağırdı. “SENİN

SORUNUN NE??”

Quan Yi Zhen ilk defa Yin Yu’yu bu kadar sinirli görüyordu ve gözlerini
açıp kapattı, kafa karışıklığı tüm ifadesini doldurmuştu. Geçmekte olan
birkaç cennet mensubu da izlemek için kenara saklanmışlardı.

Yin Yu başına sarıldı. “İSTEDİĞİMİ HİÇ SÖYLEDİM Mİ?? SAVAŞ


TANRILARININ DEVRİYESİNDEN BANA NE?? SENDEN
İSTEMEDİĞİM HALDE, SEN KİM OLUYORSUN DA İMPARATOR’A
BAHSEDİYORSUN??”

İzlemekte olanlar Yin Yu’nun nasıl böyle öfkesine yenik düştüğünü


bilmiyor olabilirlerdi ama Xie Lian tümüyle anlamıştı. Sonuçta, son derece
gururlu bir savaş tanrısı için bu yaşananlar büyük bir aşağılanmaydı.

Savaş Tanrılarının Devriyesi sadece en yüksek seviyelerdeki savaş


tanrılarının yer alabileceği bir tür seremoniydi. Devriye esnasında seçilen
savaş tanrıları güçlerini sergiler ve canavarlar ile iblisleri zapt eder veya
öldürürlerdi. Bu sadece isimlerini duyurmalarına yardım etmekle ve
inanlarının sayısını artırmakla kalmazdı, bu aynı zamanda diğer katılan
savaş tanrılarına meydan okumak için de bir fırsattı, becerilerini geliştirmek
ve iyi ilişkiler kurmak için. Her şekilde, büyük bir meseleydi ve
katılacak olan savaş tanrıları için dikkat çekici bir temel ve üst düzey
yetenekler kesin şarttı; örneğin, en azından dört bin tapınağı olması veya ilk
onda olması gerekiyordu.

Yin Yu’nun nitelikleri düşünüldüğünde, Savaş Tanrılarının Devriyesine


katılmaya hak kazanamayacağı kesindi. Eğer gidebilse ve bir şeyler
kazanabilse bile, onun durumunun farkında olan herkes elbette konuşacaktı.
Vurdumduymaz olanlar elbet böyle şeyleri umursamaz, pek çok küçük
cennet mensubu araya sıkışabilmek için her şeyini verirdi, ama Yin Yu
açıkça böyle bir kişi değildi ve içten içe kriterleri karşılamadığını biliyordu,
kendisini dahil etmek için nasıl bir başkasının bağlantılarına itimat ederdi?

Ayrıca, bu kişi bir zamanlar cennetten sırf onun sayesinde kovulmamış olan
Quan Yi Zhen’di!

Quan Yi Zhen hiçbir şeyin farkında değildi. Muhtemelen iyi bir şey
yaptığını düşünmüş ve bu nedenle bahsetmişti, hesaba katması gereken
başka şeyler olduğunu hiç düşünmemişti. Ancak, Yin Yu öfkeli göründüğü
için, hayatında ilk kez, Quan Yi Zhen bir şey söylemek istemiş ama
kendisini tutmuş gibi göründü, konuşmaya cüret edemiyormuş gibi
görünüyordu. Bir an sonra, mırıldandı. “Shixiong, neden kızdın? Yanlış bir
şey mi yaptım?”

“…”

Yine aynı cümleler!

Xie Lian ona konuşmayı kesmesi için yalvarmak istiyordu. Yin Yu’ya
gelince ise, alnındaki damarlar belirginleşmişti, delirmenin eşiğinde
bocalıyordu ve kendi saçını çekiştirdi. “YETER! BIKTIM!

DELİRECEĞİM! SENİN YÜZÜNDEN DELİRECEĞİM!” Ardından


Büyük Savaş Salonunu işaret etti. “QUAN

Yİ ZHEN, ARTIK BENİMLE KONUŞMA! GİT ÖNERİNİ GERİ ÇEK!


BANA SORUN ÇIKARTMAYI BIRAK!

HEMEN ŞİMDİ!”
O kükredikten sonra, tek kelime daha etmesine gerek kalmadan Quan Yi
Zhen hemen döndü ve hızla Büyük Savaş Salonuna koştu. Yin Yu gözlerini
kırpıştırdı ve ancak o zaman Quan Yi Zhen’in hala Brokarlı Ölümsüzü
giymekte olduğunu hatırladı, bu davranışı hatasını anladığı ve işleri yoluna
koymak istediği için değildi, Brokarlı Ölümsüz tarafından kontrol edildiği
içindi!

Büyük Savaş Salonunda hala gitmemiş olan birkaç savaş tanrısı vardı ve
hepsi Quan Yi Zhen hızla içeriye girerken şaşkınlıkla onu izliyorlardı. Yin
Yu salonun dışındaydı, hafifçe titriyordu ve tekrar bağırdı. “DUR!”

Quan Yi Zhen neredeyse Jun Wu’nun yanına varmıştı ki anormal bir şekilde
irkildi ve sahiden de durdu. Ancak uzun bir dakikanın ardından şaşkına
döndü. “Bana ne oldu biraz önce?”

Jun Wu da kaşlarını çatmıştı. “Qi Ying, hareket etme! Gel ve sana bir
bakayım. Biraz önce gözlerinin odaklanmadığını fark ettim, kötücül bir
haleyle çevrelenmiştin, üzerine korkunç bir büyü yapılmış

gibi.”

Quan Yi Zhen boynunu eğdi, kafası karışmıştı. “Pekala.” Ve ilerlemek üzere


hareketlendi. Başka şansı kalmadığı için Yin Yu’nun tek yapabileceği emir
vermekti. “GERİ GEL! ÇIK ORADAN!”

Emri verdiği anda, Quan Yi Zhen hemen döndü ve delirmiş gibi salondan
çıkarak Yin Yu’ya doğru koştu. Belki öfkeden bulanan zihni yüzündendi,
belki de sıkıntıdan delirdiği içindi ama Yin Yu da şaşkın bir halde
koşmaktaydı, ayakları birbirine dolaşıyordu üstelik, kaçan bir suçluya fena
halde benziyordu.

Jun Wu görmezden gelemezdi ve ayağa kalktı. “DURDURUN ONLARI!”

Savaş tanrılarının hepsi onayladı. “EMREDERSİNİZ LORDUM!”

Yin Yu gittikçe ümitsizliğe düşüyordu, zihni karmakarışıktı ve yüzünü


kapatarak bağırdı. “GİT! HEMEN
GİT! KIYAFETLERİNİ ÇIKART!”

Quan Yi Zhen’in gözleri boştu, zırhını çıkartırken hızla koşmaya devam


ediyordu. Ancak beklenmedik bir şekilde savaş tanrıları önlerini kesmişti,
doğrudan tutuklamak için geliyorlardı. Emre uymasına engel olan pek çok
kişi tarafından kısıtlandığını görünce Quan Yi Zhen’in gözleri vahşetle
yandı ve yumrukları uçtu, görüş alanındaki on savaş tanrısını hedef olarak
aldı ve yumruklarıyla delik deşik etti!

“AAAAAHHHHHH!! CİNAYET!!! ÜST CENNETTE CİNAYET –!!!!”

Çığlıklar ve kan havayı doldurdu ve Yin Yu da donakalmıştı, yüzü kağıt


kadar beyazdı. Muhtemelen ondan daha solgun görünen tek kişi Ling
Wen’di.

Brokarlı Ölümsüzün bu kadar güçlü olduğunu hiç düşünmemişti, bu kadar


kötü olduğunu da! İşler tamamen çığırından çıkmıştı!

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 162: Bu Yeşim Atılan Bir Tuğla Olmayı Reddediyor Zapt


edebilmek için öne atılan düşük seviyeli mensuplar Quan Yi Zhen’in
yumruklarına hiç karşı koyamıyorlardı ve hepsi bir anda yok olmuşlardı.
İşlerin ciddi bir hal aldığını gören Feng Xin, Pei Su ve Lan Qian Qui aynı
anda zıplayarak Quan Yi Zhen’i çevirdiler, saldırmaya hazırlardı. Yin Yu
haykırdı.

“ONU BIRAKIN! DOKUNMAYIN! O ZAMAN KİMSEYİ


ÖLDÜRMEZ!”

Quan Yi Zhen’in emrini yerine getirmesine engel olmadıkları sürece, o da


kimseye zarar vermeyecekti.

Ancak Quan Yi Zhen çoktan on tane kadar savaşçı cennet mensubunu


öldürmüştü, kim onun kaçıp gitmesine izin verirdi ki? Elbette kimse Yin
Yu’nun sözlerine inanmadı. Eğer hızlı tepki veren ve kaosun ortasında bile
sakin kalan biri olsaydı, hemen bağırırdı. “Yere yat, pes et ve hareket etme.”
Diye, veya bu etkiyi yaratacak bir emir verirdi, ama işler çok hızlı
gelişmişti, tepki verecek zaman yoktu. Yin Yu daha önce hiç böyle bir
olayla karşılaşmamıştı, ayrıca zaten çok sıkıntılı bir haldeydi, karar
verebilme yeteneği tümden yok olmuş gibiydi, birbiri ardına hatalar yapıp
duruyordu; birbiri ardına hatalar yapınca gerisi domino taşları gibi
devrilmişti. Yin Yu kafası kesilmiş gibi koşuşturup dururken Mu Qing
aniden arkasında belirdi. “Kaçıyor musun?”

Ancak o zaman Yin Yu nereye olmadığını bilmeden kaçtığını fark etti ve


anında durdu, kendini açıklamaya çalıştı. “Ben hayır…” Ama Mu Qing
onun konuşmasını beklemeden onun kollarını arkaya doğru büktü ve Xie
Lian ÇATIRT sesini duymuştu, Yin Yu’nun yüzü buruştu.

Bir savaş tanrısı olarak, hem yetenek hem güç bakımından kendinden daha
iyi bir savaş tanrısı tarafından alıkonulmak hem bedenen hem zihnen büyük
bir darbeydi. Sadece kenarda durmuş, dahil olmadan izlemekte olan Pei
Ming’e gelince, uzaklardan yorum yapıyordu. “Nasıl böyle aniden güç
patlaması yaşadı?”

Elbette Quan Yi Zhen’i kastediyordu. Quan Yi Zhen zaten savaşmak


konusunda oldukça iyiydi, ama üzerinde Brokarlı Ölümsüz varken tüm
gücü ikiye katlanmıştı. Diğer savaş tanrıları onunla birer birer
yüzleştiklerinde, aslında ikiye karşı bir durumdaydılar ve hiçte adil
olmuyordu, ama bu sırrı kimse bilmediği için, birleşerek saldırmaya da
utanıyorlardı, sonuçta çok acınası bir duruma düşmezler miydi? Onlar
dövüşürken, Quan Yi Zhen Cennet’in ana caddesinden koştu, baştan
aşağıyla kanla kaplanmıştı ve aniden yolda bir saray görünce doğrudan
içeriye girdi. Kalabalık haykırdı. “YIN YU

SARAYINA GİRDİ!”

Yin Yu’nun ona verdiği emir ‘git’ idi, ama nereye olduğunu söylememişti,
bu yüzden Quan Yi Zhen rasgele seçmişti. Peşinde birkaç savaş tanrısı
vardı. Diğer herkesin aklı başında olduğu için, Quan Yi Zhen ile savaşırken
kendilerini tutuyorlardı ama o kimseyi umursamıyordu ve emirlere
uymasını engelleyen herkesle tüm gücüyle savaşıyordu. Bu nedenle diğer
savaş tanrıları da kızmaya başlamışlardı. Feng Xin bağırdı. “BU VELET
KÖTÜLÜK KOKUYOR, ÖNCE DÖVELİM SONRA KONUŞURUZ!”

Herkes tam olarak aynı fikirdeydi ve Feng Xin bağırdığı anda kimse
kendini daha fazla tutmadı ve hepsi birden içeriye girdiler, etrafını sararak
pelte haline gelene dek Quan Yi Zhen’i dövdüler. Kılıçlar savuruldu,
tokatlar atıldı, yumruklar uçtu, tekmeler yağdı; bunların yarısı bile Yin Yu
Sarayının hemen yıkılmasına neden olabilirdi!

Hala Mu Qing tarafından tutulmakta olan Yin Yu sarayının kavga nedeniyle


yıkılmakta olduğunu görünce gözleri ardına dek açıldı ve bağırdı.
“LÜTFEN DÖVÜŞMEYİ BIRAKIN!”

Sanki bu sözleri savaş tanrılarını durdurabilirmiş gibi, ama Quan Yi Zhen


emrini duymuştu ve aniden yumruklarını indirmişti. Şimdi başarmıştı işte.
Tüm savrulan kılıçlar, güç patlamaları, yumruklar ve tekmeler ağır bir
şekilde Quan Yi Zhen’in üzerine inmişti; bir diğer trajedi patlak vermişti!

Lan Qian Qiu’nun uzun kılıcını geri çekmeye fırsatı olmamıştı ve kılıç
Quan Yi Zhen’in omzunun derinliklerine gömülmüştü. Neyse ki kılıç kördü
ve Quan Yi Zhen ikiye kesilmeden saldırısını durdurabilmişti. Lan Qian Qiu
bağırdı. “DÖVÜŞMEYİ KESİN, ARTIK HAREKET EDEMİYOR!”

Feng Xin yüzündeki kanı sildi. “En sonunda!”

Quan Yi Zhen sanki kumaşlara sarılmış gibi yerde katı bir şekilde
duruyordu. Kenarda ise Mu Qing Yin Yu’nun bileklerini İlahi Bağlam
Kementi ile bağlayarak onu bırakmıştı. Yin Yu sersemlemiş bir halde yere
düştü, Yin Yu Sarayının geldiği hale bakarken şaşkın görünüyordu. Etrafı
taradı, gözleri ondan önce yere düşmüş olan Quan Yi Zhen’in üzerine geldi.
Quan Yi Zhen sahiden çok güçlü bir yaşam enerjisi vardı; daha biraz önce
birkaç savaş tanrısı tarafından ölümüne dövülmüş olmasına rağmen bedeni
basitçe çarpılmış gibiydi, uzun süre orada yatmamıştı ki aniden dimdik bir
şekilde oturma pozisyonuna geçmişti, şaşkındı. “Neler oluyor?”

“…”
Savaş tanrıları öfkeden delireceklerdi ve hepsi aynı anda bağırdılar.
“BAŞIN BÜYÜK BELADA!”

Ling Wen onları takip etmekte ve yakından incelemekteydi ve en sonunda


rahat bir nefes verdi, yüzü bembeyazdı ama yine de iki parmağını
şakaklarına bastırırken yardım işini organize etmeyi başarmıştı, ruhani
iletişim rününden bağırdı. “ŞİFACILAR, ACİL YARDIM GEREK,
HEMEN!”

Quan Yi Zhen hala şaşkındı. Arkasına bakınca Yin Yu’nun yerde olduğunu
gördü, bu nedenle ayağa kalkmaya çalıştı, ona yardım etmek ister gibiydi.
Yüzü arka plandaki yıkılmış kutsal tapınağıyla birebir aynı olan Yin Yu
sessizdi ama yüzü yavaş yavaş buruşuyordu.

Quan Yi Zhen’in neler olduğu hakkında en ufak bir fikri bile yoktu ve
sordu. “Shixiong, ne yapıyorsun?”

“…”

Sanki Yin Yu aniden tüm mantığını yitirmişti. Aniden bir kahkaha attı ve
kıpkırmızı gözlerle bağırdı.

“GEBER!”

Bu haykırışı duyunca, diğer cennet mensuplarının ve Xie Lian’ın gözleri


ardına dek açıldı. Emri alan Quan Yi Zhen bir an düşünmeden eyleme geçti,
yerdeki kılıcı aldı ve bir elinde kılıç, diğer eliyle kendi saçını çekti, hedefi
boğazıydı.

O hareket ettiği anda, savaş tanrılarının ilk tepkisi onun sinsi bir saldırıda
bulunacağı olmuştu, bu nedenle birkaç adım gerilemişlerdi. Ancak, kendi
boğazını kesmesini hiç beklememişlerdi ve fark ettikleri anda kılıcı almaları
için artık çok geçti ve hepsi birden bağırdılar. Yin Yu da hayrete düşmüştü
ama hala kendine gelememişti. Tam kanlar fışkıracaktı ki Jun Wu aniden
Quan Yi Zhen’in arkasında belirdi.

PAT PAT PAT PAT, bir anda Quan Yi Zhen’in dört uzvu da yerinden
çıkmıştı.
Ardından, Jun Wu temiz bir şekilde Quan Yi Zhen’in boynunun arkasını
kesti ve Quan Yi Zhen bilincini tümden yitirdi, bir yığın halinde yere düştü,
artık bedeni bir insanınkine hiç benzemiyordu, etrafında kandan bir göl
oluşmuştu. En sonunda herkes, Xie Lian dahil, rahat bir nefes verdi. Jun Wu
hariç.

O arkasını döndü, yüz ifadesi ne öfkeli ne de neşeliydi onun yerine son


derece katıydı, Yin Yu’ya döndü. “Böylesine olaylar gelişmişken, bir
açıklama yapacağına inanıyorum?”

Yin Yu’nun başı ellerine gömülmüştü ve ancak onu duyduğu zaman


bilinçsiz bir halde başını kaldırdı.

“Ben bilmiyorum. Hiçbir alakam yok. Ben değildim. Ben..!”

Ancak kekelerken aniden kendine geldi, sanki neler söylediğini aniden fark
etmiş gibi görünüyordu.

Onlarca gözün altında Quan Yi Zhen’e ölmesini söylemişti ve Quan Yi


Zhen de eyleme geçmişti!

Birilerinin bir şeyler anlamamış olması imkansızdı. Mu Qing konuştu.


“Lordum, Qi Ying’in biraz önceki tepkisi üzerindeki kötü bir büyü
yüzündendi. Üzerindeki bir şey onun Yin Yu’nun emirlerine itaat etmesini
sağlıyor. Ama ne olduğunu bilmiyoruz.”

Doğal olarak kenarda durmakta olan Ling Wen bu şeyin ne olduğunu tam
olarak biliyordu ama tek kelime etmeye cüret edemedi. Yardım edecek olan
kişileri çağırmak tek yapabileceğiydi. Lang Qian Qiu hayretle konuştu. “Bu
dünyada öyle bir şey yok???”

Tam bu sırada birisi içeriye girmek için kalabalığı itti, bu kişi Jian Yu’ydu.
Yin Yu’nun arkasından koştuğu ve onu aradığı açıktı, daha şimdi geri
dönmüştü ama neler olduğunu bilmiyordu. “Siz ne yapıyorsunuz? Ne… Yin
Yu Sarayına ne oldu? NASIL BU HALE GELDİ?! BUNU KİM YAPTI??”

Jin Wu sakince Yin Yu’ya yaklaştı. “Senin emirlerine uydu. Onu nasıl
kontrol ediyorsun?”
Sesi sert değildi, ama hakim olan baskılayıcı bir güç taşıyordu, son derece
boğucuydu ve yukarıdan Yin Yu’yu süzerek, kalbine bir korku katmanı
daha salıyordu. Xie Lian büyük hatalar yapmamış değildi, ama Jun Wu’yu
daha önce hiç böyle görmemişti. Görünüşe göre Jun Wu sahiden onu
kayırmıştı.

Yin Yu’nun zihni dağılmış durumdaydı ve Xie Lian’ın görebildiği kadarıyla


zaten sağlam bir zihne de sahip değildi ve tepkileri zayıftı, böyle bir
durumda tek kelime bile söyleyemiyordu. Onun cevap vermediğini görünce
Jun Wu konuştu. “Pekala. Konuşmasan da ben zaten biliyorum. Sorun
zırhta.”

Bitmişti. İşi bitmişti. Her şey mahvolmuştu.

Yin Yu yere çöktü, o başını tekrar ellerinin arasına alırken etrafındakiler


konuşmaya başlamışlardı:

“İnanılmaz… daha önce cennette hiç bu kadar akıl almaz bir şeyle
karşılaşmamıştım!”

“Bir cennet mensubu bir diğer cennet mensubunu başkalarını hiç


çekinmeden öldürmesi için manipüle ediyor. Üstüne on kişiyi katlettirdikten
sonra gidip bir de ona geber diyor?!”

“Nasıl kara bir kalp…”

Kalabalığın arasındaki Jian Yu, büyük bir olay olduğunu kavradığı zaman
yüzü anında bembeyaz oldu.

Yine de dişlerini sıktı ve öne çıktı, yere diz çöktü. “Lordum! O ZIRH,
ZIRHI, QUAN YI ZHEN’E VEREN

BENDİM, YIN YU’NUN BU İŞLE HİÇBİR İLGİSİ YOK!”

Ancak o zaman Yin Yu kımıldanmış ve konuşmuştu. “Jian Yu…”

Jian Yu cesaretini topladı ve yüksek sesle haykırdı. “BEN SADECE O


VELEDE BİR DERS VERMEK
İSTEMİŞTİM, AMA HİÇ AKLIMA… BU KADAR BÜYÜK BİR OLAYA
YOL AÇACAĞI GELMEMİŞTİ…”

Kenarda Quan Yi Zhen hala baygın ve kendi kanından bir gölde


yatmaktaydı, şifa ile görevli ustalar ve cennet mensupları ise içeriye koşmuş
ve onun etrafını sarmışlardı. Jian Yu devam etti. “Ben hep o veletten nefret
ettim ama Yin Yu hep ona iyi davrandı, içinizden pek çokları buna şahit
oldunuz. O zırh hakkında hiçbir şey bilmiyor!”

Ancak, bu sözlerin ardından artık çok geçti. Artık hiç kimse Yin Yu’nun bir
ilgisi olmadığına inanmıyordu. Aniden birisi araya girdi. “Sadece Yin Yu
Sarayındaki düşük rütbeli bir cennet mensubusun ama nefretin seni ona
zarar vermeye itecek kadar büyük. Hizmet ettiğin cennet mensubunun daha
iyi olduğuna inanmak güç.”

Hatta kışkırtanlar bile vardı. “Hiçbir şey bilmiyor mu? Eğer hiçbir şey
bilmiyorduysa neden ona ‘geber’

dedi? Sadece ‘şaka yapıyordu’ deme olur mu?”

Eğer Yin Yu’nun tüm hareketlerinin mantıklı olduğu ve sadece stresten


kendini kaybettiği söyle bile, son sözü olan ‘geber’ hepsiyle çelişiyordu,
suçlamalardan kaçamazdı.

Ling Wen ilk Xie Lian’a bu hikayeyi anlattığında, Yin Yu’nun sadece ‘kötü
bir şaka’ yaptığını söylemişti, şimdi Xie Lian bu sözlerinin Yin Yu’yu biraz
olsun korumak için olduğunu fark ediyordu. Jian Yu ise bu sözlere
inanmamıştı. “Ne? Saçmalamayı bırakın, Yin Yu nasıl böyle bir şey söyler?
Her zaman ona velede karşı kibar ve nazik davrandı, neden ona ‘geber’
desin? Yin Yu, öyle bir şey söylemedin değil mi? Öyle şeyler söylemezsin
değil mi? Söylemezsin!”

Ancak Yin Yu ona cevap vermedi, onun yerine gözlerini kapattı. Jian Yu
kabullenemiyordu ve etraflarındaki herkes sus pus olmuştu. “Hepimiz kendi
kulaklarımızla duyduk, nasıl inkar edebilir?”

Jian Yu hızla konuştu. “Bir yanlış anlaşılma olmalı! Bilmediğiniz çok fazla
şey var!”
“Nasıl bir yanlış anlaşılma olursa olsun, bilsek de bilmesek de, kişinin
kendi shidi’sinin ölmesini isteyeceği kadar büyük bir yanlış anlaşılma
yoktur.”

Bunu duyunca hem Yin Yu hem de Jian Yu sessizliğe bürünmüşlerdi.


Konuşan cennet mensubu devam etti. “Quan Yi Zhen’in bağımsız olduğu ve
kendi sarayını kurduğu günden beri, Yin Yu Sarayındaki insanların onunla
ilgilenmeyi bıraktığını duydum. Quan Yi Zhen ne zaman ziyaret etse,
herkesin bir yerde olduğuyla ilgili bahaneler uyduruluyormuş. İlk başta
şaşırmıştım, demek ki ona katlanamıyormuşsunuz ha…”

“Sırası gelmişken, geçen gün Ay Festivalinde birisi onları karıştırmamış


mıydı? O esnada yüzleri nasıl karardı ben gördüm.”

Bunların hepsi inkar edilemeyecek gerçeklerdi, ama varılan sonuç yanlıştı.


“Ah, o olayı ben de biliyorum, çok garip olmuştu, ama yine de birisine
zarar vermek isteyecek kadar kötü değil ki…”

“Evet, fazla dar fikirli…”

Jian Yu çok sinirlenmişti ve bağırdı. “SİZE SÖYLEDİM Ekselansları’nın


BU MESELEYLE HİÇBİR İLGİSİ YOK, BU SUÇU İŞLEYEN KİŞİ
BENİM! HER ŞEYİ İTİRAF EDİYORUM, YETMEZ Mİ?!”

Ancak Yin Yu eğer Sarı Irmakta yıkansaydı bile, adını temize


çıkartamazdı. Diğerlerinin gözünde, bu yaşananlar Yin Yu’nun sadık bir
shidi’sine kötülük yaptığını kanıtlamaya yetiyordu. Ayrıca, sadece tek bir
kelime bile tüm karşıt görüşleri susturmaya yeterdi. “Eh, ‘geber’ diyen
başka kimseyi duymadım!”

*ÇN: Sarı Irmak bir tür günahlardan arındırdığı var sayılan nehir??

İşler gittikçe daha da kızışıyordu ve Jun Wu araya girdi. “Hepsini aşağıya


götürün. Ling Wen, burada kal ve Qi Ying’e göz kulak ol.”

Ling Wen başını sallayarak emri kabul etti ve Jun Wu Yin Yu Sarayında
dolaşmaya başladı. Birkaç savaş
tanrısı Yin Yu’yu ayağa kaldırdılar ve Yin Yu kalbinden vurulmuş gibiydi.
“Boş ver Jian Yu. Artık konuşma.”

Jian Yu da tutulmuş ve İlahi Bağlam Kementiyle bilekleri sarılmıştı,


haykırdı. “Hep ‘boş ver, boş ver’

diyorsun, bu kez boş veremem! Boş verirsem işin biter! Sürülürsün!


Sürüleceksin!”

Ancak Yin Yu sadece iç çekti. “Boş ver. Eğer sürüleceksem sürülürüm.


Burada kalsam bile… zaten hiçbir anlamı yok.”

Jian Yu acı bir şekilde bağırdı. “…SEN, SEN ASLA, AMA ASLA BÖYLE
SÖYLEMEMELİSİN. SADECE TEK BİR

KELİME YÜZÜNDEN İŞLERİ YOLUNA KOYMAK İÇİN TÜM


UMUDUNU YİTİRDİN! ONA DAHA ÖNCE HİÇ

GEBERİP GİTMESİNİ SÖYLEMEDİN, NEDEN BUNCA ZAMAN


İÇİNDE ŞİMDİ SÖYLEDİN? NEDEN!”

Yin Yu sanki on yaş yaşlanmış gibiydi ve gözlerindeki ışık kaybolmuştu.


Kaybolmuş gibi görünüyordu, başını iki yana salladı. “Ben de bilmiyorum,
sadece… Oof, artık tartışmak istemiyorum.”

Götürülürken tökezleyerek birkaç adım attı ve Jian Yu aniden tekrar


haykırdı. “NEDEN?!”

Herkes dönerek ona baktı. Jian Yu devam etti. “TEMBELLİK ETMİŞ


DEĞİLSİN! ONDAN BİN KAT DAHA GÜÇLÜSÜN, MİLYON KAT
DAHA İYİSİN! QUAN YI ZHEN BİR HİÇ! NE OLMUŞ ONDAN
NEFRET

EDİYORSAM? NEDEN O BÖYLEYKEN SEN BU HALDESİN? NEDEN


SÜRÜLEN O DEĞİL??”

Nefretle dişlerini sıktı, yaşanan bu olay yüzünden nefretle doluydu,


gözlerinden nefretle dolu gözyaşları süzüldü. Ama bu dünyada sadece çok
çalışarak elde edilmeyecek şeyler vardı.
Belki o da aslında içten içe biliyordu, ama kabullenemiyordu, nefretini
yutamıyordu.

Onun haykırışını dinlerken Yin Yu’nun adımları hareket edemeyeceği kadar


ağırlaştı.

Yüzünü ellerine gömdü ve Yin Yu Sarayının önünde yere düştü, bağırdı.


“YETER! SANA ARTIK

KONUŞMA DEDİM!!! LÜTFEN BENİ RAHAT BIRAK!”

Kulaklarını kapattı ve sesi kısılana dek bağırdı. “BANA TEKRAR


TEKRAR HATIRLATMAYI BIRAK, KONUŞMAYI BIRAK, LÜTFEN,
HEPİNİZE YALVARIYORUM, ARTIK KONUŞMAYIN!!!”

Xie Lian daha fazla izlemeye dayanamayacaktı. “…Bu kadarı yeter.”

Böylece Hua Cheng göstermeyi bıraktı ve ikisi hafifçe alınlarını ayırdılar.

Uzun zaman boyunca alınları değince Xie Lian biraz uyuşuk ve hatta biraz
da kaşınıyormuş gibiydi, rahatsız edici derece sıcaktı. Ovalamak için elini
kaldırmak istedi ama uzuvlarını hareket ettiremiyordu. Hua Cheng onu
rahatsızlığını fark etmiş gibiydi ve sanki dünyadaki en doğal şeymiş gibi
elini kaldırarak onun alnını ovaladı, ardından elini indirdi. Taş duvarın
dışındaki hayalet maskesi giyen Yin Yu volta atıyordu ve bir süre sonra
Quan Yi Zhen’e döndü ve soğuk bir sesle konuştu. “Çıkmak mı istiyorsun?”

Bilerek sesini değiştirmişti. Quan Yi Zhen başını salladı. “İstiyorum.”

Yin Yu cevapladı. “Pekala. Buraya bak!” Ardından neredeyse


seçilemeyecek bir hızla kürek Quan Yi Zhen’in kafasına vurdu!

KLANK! Quan Yi Zhen anında sessizliğe gömülmüştü. Xie Lian donakaldı.


“Olmaz. Ona ölümüne vurdu mu sahiden?? Sahiden onu öldürdü mü??”

Hua Cheng içten bir şekilde güldü. “Endişelenme gege, ölmedi, sadece
bayıldı.”
Kürek savurulduktan sonra Yin Yu bir nefes verdi. En sonunda Quan Yi
Zhen’i sahiden duvardan çıkartmaya karar vermişti, Toprak Ustasının
küreğini kaldırarak duvarı adım adım kazmaya başladı. Xie Lian anlamıştı.

Eğer Yin Yu, Quan Yi Zhen’i doğrudan kurtarmaya kalkacak olursa, Yin Yu
onunla dövüşürse kazanamayacağı için kimliğini ifşa etme riskiyle yüz yüze
kalırdı, ki bu da istemediği bir şeydi. Shixiong ve shidi’nin arasındaki ilişki
son derece sıkıntı vericiydi ve hangisinin daha çok sıkkın olduğu aşikardı.

Yin Yu’nun onu tanımıyormuş gibi davranması muhtemelen en iyi


çözümdü.

“San Lang, biz de buradan çıkmanın bir yolunu mu bulsak?” Dedi Xie Lian.

Hua Cheng oldukları yerde halinden epeyi memnundu. “Hm? Şimdiden


mi?”

Xie Lian gülse mi ağlasa mı bilmiyordu. “Eee, evet? Burada mı yaşamak


isterdin?”

“Eğer gege yanımda olacaksa, neden olmasın?” Dedi Hua Cheng. “Peki,
tamam. Şakaydı.” Yüz ifadesini düzeltti ve Xie Lian’ın kulaklarını
kapatmak için uzandı.

“Bu neden?” Dedi Xie Lian.

Hua Cheng gülümsedi. “Yürümeye çok üşeniyorum, bu yüzden de her yeri


yıkmak daha kolay geldi.”

“…”

Xie Lian tam dağ ruhu tarafından yutulan diğerlerinin patlamadan etkilenip
etkilenmeyeceklerini düşünürken aniden yüz ifadesi değişti. “Bekle.”

Hua Cheng aynı yüz ifadesiyle ellerini indirdi. İkisi dikkatle dinlediler ve
bir an sonra Xie Lian fısıldadı.

“Duydun mu?”
Hua Cheng de sesini alçalttı. “Duydum.”

Duvarın bir tarafındaki Yin Yu Toprak Ustası küreğiyle duvarda delikler


açıyordu ve duvarın diğer tarafında, konuşmakta olan birisi vardı.

Gözlemekte olan kelebekler yoktu, sesi kendi kulaklarıyla duymuşlardı, bu


kişi taş duvara çok ama çok yakın duruyordu, neredeyse yaslanmıştı ve
konuşuyordu. Xie Lian dinlemek için nefesini tuttu ama sadece boğuk,
yarım, ayırt edilemeyen ‘yedin mi?’, ‘Üst Cennet’, ‘savaş tanrıları’ gibi
kelimler duydu.

Zihni hızla çalışıyordu ve Hua Cheng’le bakıştı, ardından sese yaklaşmaya


çalıştı.

Ses bir erkeğe aitti ve görünüşe göre birisiyle sohbet ediyordu, çünkü ne
zaman bir şey söylese bir an için duruyordu. Ancak Xie Lian konuştuğu
kişinin sesini hiç duymuyordu. Belki diğer kişi daha uzakta olduğu içindi.

Sessizce yaklaştıkları zaman ses daha net duyulmaya başladı. Her ne kadar
bazen kelimeler boğulsa da, Xie Lian en azından daha tam cümleler
duyuyordu.

Adam konuştu. “Ekselansları Veliaht Prens de geldi. Bunu yapmak


istemiyorum, eminim sen de öyle, ama o artık kurtarılmanın ötesinde.”

Xie Lian içten içe merak etti, Ben mi? Kurtarılamaz mıyım? Bekle bu ses…

Ses oldukça tanıdıktı; daha önce duymuş, uzun, uzun zaman önceydi,
üstelik sadece bir iki kez de değil. Ama uzun, uzun zaman önce olduğu için
Xie Lian sesle kişiyi hemen eşleyememişti. Tam o tüm gücüyle düşünürken,
adam ekledi. “O zaman bırakın gelsin.”

Aniden Xie Lian sesin kime ait olduğunu hatırladı.

Dudakları kımıldadı ve hiç ses çıkarmadan iki kelime oluştu. “Baş Rahip?!”

Taş duvarın diğer tarafındaki kişi, bir zamanlar onu Xian Le Krallığında
eğiten saygın ustayla birebir aynı sese sahipti!
Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 163: Gizemli Baş Rahibin Kafa Karıştırıcı Bilmecesi Xie Lian’ın
kalbi hızla atmaya başladı ve hatta parmakları bile hafifçe titriyordu. Ancak
kendine hakim oldu ve hiç ses çıkartmadı, sadece başını biraz kaldırarak
Hua Cheng’in kulağına fısıldadı. “…San Lang, kımıldama. Oradaki ses
benim ustamınkine benziyor. Fark edilmememiz gerek…”

Her ne kadar çok benzese de, emin olamazdı, sonuçta sesleri birbirine
benzeyen insanlar hiç yok değildi. Ayrıca, Baş Rahibi yüz yıllardır
görmemişti, bu yüzden pekala yanlışta hatırlayabilirdi. Eğer fevri bir
harekette bulunmaz ve olayları sadece sakince gözlemleyebilirlerse belki
bir şeyler öğrenebilirlerdi. Hua Cheng de başını hafifçe eğdi, beline
sarılmıştı. “Pekala… sen de hareket etme.”

Kayalar ve toprak her yönden onları eziyor, bedenlerini birbirlerine sımsıkı


yapışmaya zorluyordu, yüzleri birbirlerininkine sürtünürken, kulakları
sıcaktı. Her ne kadar uygun bir zaman olmasa da, bir düşünce Xie Lian’ın
zihninde belirdi, Beraber gömülmek, kulağa o kadar da kötü gelmiyor. Tam
bu sırada ses aniden tekrar duyuldu. “Peki diğer ikisi? Onlar nereye kaçtı?”

‘Diğer ikisi’? İki kişi daha mı vardı?

Xie Lian yakından dinlemek ve konuştuğu kişinin kim olduğunu öğrenmek


istiyordu ama tuhaf olan,

‘Baş Rahip’ – şimdilik ona baş rahip diyecekti – sorusunu sorduktan sonra
hiçbir cevap gelmiyordu.

Sahiden de tuhaftı. Bu mesafeden hem Xie Lian hem de Hua Cheng ‘Baş
Rahip’in sorusunu duyabiliyorlardı ve sesi de yüksek sayılmazdı, avazı
çıkana kadar bağırmıyordu, yani diğer kişi de çok uzakta olamazdı. Eğer
cevap veriyorsa en azından bir şeyler duymaları gerekirdi. Ancak duyulan
hiçbir şey yoktu.
‘Baş Rahip’ tekrar konuştu. “Çabaları için onlara teşekkür et, ama artık
önemsiz meselelerle ilgilenmeye gerek yok, onlardan bir şey çıkmaz. Şu
anda çok daha önemli bir işimiz var.”

Neler oluyor?, Xie Lian merak etmişti, Bu apaçık bir cevap aldığını ve
birisiyle konuştuğunu gösteriyor?

‘Baş Rahip’ neredeyse kendi kendine konuşur gibiydi veya havayla.


Ürpertici bir resim Xie Lian’ın zihninde belirdi ve hemen bu düşünceyi
silkeledi, başka bir ihtimal daha olduğunu düşünüyordu, bu da bu kişinin
sesini ‘Baş Rahip’ten başka hiç kimsenin duyamıyor olduğuydu.

Zihnindeki şüphe gittikçe güçlendi ve daha da dikkatle dinlemeye başladı,


zihninde ‘Baş Rahip’in söylediği sözleri evirip çevirirken ‘Baş Rahip’
ekledi. “Herkes dağın içinde mi? Her şekilde, önce onları Ocak’a götürelim,
onlarla teker teker ilgilenmek için bir şeyler düşüneceğim. Ne kadar hızlı
olursa o kadar iyi, iki gün içerisinde oraya varmaları gerek.”

Ocak!

Ve o ‘iki gün’ içerinde. Mesafe Kısaltma Rünleri Tong Lu Dağında


kullanılamıyordu, nasıl iki gün içerisinde oraya gideceklerd? Ve ‘onlarla
ilgilenmek’ de ne oluyordu?

Bir an duraksadıktan sonra ses devam etti. “Diğer ikisini çağır, hep beraber
Ocak’a gidelim.

Ekselansları Veliaht Prensle yüzleşirken hiçbirimiz eksik olmamalıyız.


Şimdilik hala uyanmadı. Eğer uyanırsa… bu kez ne yapacağını kestirmek
güç.”

Xie Lian şok oldu. Ondan mı bahsediyorlardı?

Tam bu sırada dağdan patlayıcı bir ses yükseldi. Xie Lian, ‘Baş Rahip’nin
sorguladığını duydu. “Neler oluyor?”

Dağın içinde, o da sormak için Hua Cheng’e sordu. “Neler oluyor?”

“Dışarıda bir şey oldu.” Diye fısıldadı Hua Cheng.


Xie Lian daha cevap verememişti ki Hua Cheng alnını onunkine yasladı.
Xie Lian’ın sağ gözünde, diğer taraftaki Yin Yu ve Quan Yi Zhen’in
bulunduğu mağara bir kez daha belirdi. Ve biraz önceki sesin kaynağı. Yin
Yu en sonunda Quan Yi Zhen’i taş duvardan çıkartmış, çalışkan bir şekilde
yere indirmiş

ve rahat bir nefes vermişti. Ancak beklenmedik bir şekilde bilinçsiz Quan
Yi Zhen aniden ayağa fırlamış ve Yin Yu’nun yüzündeki maskeyi
çıkartmıştı!

Quan Yi Zhen aslında biraz önce sadece bayılmış taklidi yapıyordu!

Xie Lian şimdi tekrar düşününce, Quan Yi Zhen Yin Yu’nun düşünürken
volta atma alışkanlığına oldukça aşina olmalıydı, konuşma tarzına,
vururken ki gücüne de ve belki Yin Yu küreği ona doğru attığı anda, çoktan
maskenin altındaki yüzü biliyordu. Sadece Quan Yi Zhen gibi birisinin
böyle bir aldatmaca yapması oldukça şaşırtıcıydı. Her ne kadar basit bir
numara olsa da, yapan kişi Quan Yi Zhen olunca sanki yer yerinden
oynamış gibi geliyordu, bu yüzden de hiç kimse tahmin etmemişti.

Maskenin altındaki dehşete düşmüş ve belli belirsiz solgun yüzlü Yin Yu,
elbette şaşkınlıktan dona kalmıştı. Quan Yi Zhen ise ölümüne heyecanlıydı,
kanla kaplanmış kafasıyla zıplıyordu. “SHIXIONG!”

Yin Yu ise sanki inanılmaz korkunç bir şey görmüş gibi görünüyordu,
dudakları büzüldü, ardından aniden başını kollarının arasına aldı.
“BİRİSİYLE KARIŞTIRDIN!”

Bağırdıktan sonra fırladı. Koşarken onu durdurmak için arkasındakine


yıldırım gönderdi. “BANA YAKLAŞMA! BENİ TAKİP ETME!”

Quan Yi Zhen de arkasından fırladı, yıldırımı tümüyle görmezden gelmişti,


sadece bağırdı. “SHIXIONG!

BENİM!”

Yin Yu heyecandan konuşuverdi. “LANET OLSUN, SEN OLDUĞUN


İÇİN KORKUYORUM YA ZATEN! BENİ
TAKİP ETME!”

İkisi tüm yol boyunca koşup dövüştüler, dağın yıldırımlardan yıkılmasına


neden oluyorlardı. Kenardaki Baş Rahip ise şaşkındı. “Orada ne yapıyorlar?
Bu sesler de ne?”

Hala onunla konuşan kimse yoktu ama Baş Rahip cevabını almış gibiydi.
“Anlıyorum. Zamane gençleri fazla enerjik. Ben önden gidiyorum. Ocak’a
yaklaştığın zaman beraber devam edelim.”

Gidecekti. Bunu duyunca Hua Cheng Xie Lian’ın kulaklarını tekrar örttü ve
Xie Lian gözlerini kapattı.

Bir an sonra her yerden vahşi titremeler duyuldu ve bedenlerinin yapıştığı


taş duvar en sonunda parçalandı. İkisi beraber zıpladılar, ayakları tekrar
yere bastığı zaman bir kez daha taze hava soludular. Ancak dışarısı da boş
bir mağaraydı; ne Baş Rahip vardı ne de gizemli ikinci kişi, bedenleri
tümüyle ortadan kaybolmuştu.

Xie Lian ve Hua Cheng bakıştılar. Yakalamak için acele etmişlerdi ve daha
mağaranın sınırından ayrılmamışlardı ki koşturan siyah cübbeli bir adama
denk geldiler. Yin Yu’ydu bu. Toprak Ustası küreğini salladı ve ikisine
doğru delirmiş gibi koştu. “CHENGZHU!!! Ekselansları!!!”

Hemen arkasından, aldığı darbeler yüzünden kanla kaplanmış olan Quan Yi


Zhen de geldi. Hua Cheng başını kaldırmaya tenezzül etmedi ve sadece
parmağını şıklattı. BUM sesi yükseldi ve Quan Yi Zhen hemen korunmak
için kollarını kaldırdı ancak Hua Cheng’in kullandığı hamleyi
yumruklarıyla savuşturamazdı. Duman dağıldıktan sonra Quan Yi Zhen’in
durduğu yerde büyük, yuvarlak gözlü, oldukça masum görünen bir daruma
bebeği vardı. Ancak o zaman Yin Yu delirmiş koşusuna bir son verdi,
yaklaşırken terini sildi. “Çok minnettarım Chengzhu.”

“Gerçekten korkmana gerek var mıydı?” Diye sordu Hua Cheng.

Yin Yu hala biraz sarsılmış haldeydi ve acı bir şekilde gülümsedi. “Gerçeği
söylemek gerekirse, şu anda ne zaman Ekselansları Qi Ying’i görsem,
sadece olabileceği kadar uzağa kaçmak istiyorum.”
Xie Lian bunu duyunca aslında komik buldu ama sempati duymaktan da
kendini alamadı. Görünüşe göre Quan Yi Zhen’in ‘kişiliği’ Yin Yu’nun
kalbinde acı bir gölgeydi. Daruma bebeği hala yerdeydi, kocaman
gözleriyle kimse ona dikkat etmeden bir ileri bir geri sallanıyordu. Xie Lian
ona acıdı ve tam gidip alacaktı ki yerler aniden sarsıldı, onun bedeni de
sarsıntı nedeniyle devrildi, neredeyse daruma bebeğinden daha çok
sallanıyordu. Hızla kendisini sabitledi. “Neler oluyor? Deprem mi?”

Her ne kadar Xie Lian’ın yardıma ihtiyacı olmasa da, Hua Cheng yine de
kolunu tutarak ona destek oldu ve Yin Yu’ya döndü. “Tünel aç ve gidip bir
bak.”

Yin Yu hemen kendisine geldi ve onayladı. “Derhal!”

Ardından Toprak Ustası küreğini kaptı, hızlı ve kısa öz bir şekilde tüneli
kazdı. Güneş ışığı içeriye sızdı; Yin Yu bakınca yüzü şaşkınlıkla dolmuştu.
Xie Lian sordu. “Ekselansları Yin Yu, bu deprem mi yoksa dağ mı
devriliyor?”

“İkisi de değil!” Diye cevapladı Yin Yu. “Dağ ruhu… koşuyor!”

Koşuyor mu? Xie Lian ve Hua Cheng bakıştı, ikisi de dışarıya bakmak için
koştu.

Sahiden koşuyordu! Dağın dışarısında, tüm doğa, manzaralar hızla geride


kalıyorlardı, neredeyse renkli rüzgarlar gibiydiler. Görünüşe göre, sanki çok
hızlı bir atın sırtındaydılar veya delirmiş gibi koşan bir devin omuzlarında!

Tepeler, nehirler, yeşil alanlar, orman, hepsi yol açmak için ezen bu dağ
ruhunun ayaklarının altında çiğnenmişlerdi. Açılan delikten rüzgarlar
esiyordu ve saçlarıyla kurdeleler rüzgarda dans etmekteydi.

Yin Yu belirtti. “Koşma hızına bakılırsa, muhtemelen Ocak’a varması


sadece iki gün sürecek…”

İki gün mü? Bunu duyunca Xie Lian bir anda anladı.
Şaşmamalıydı! ‘Diğer kişi’nin cevaplarını duyamamalarına şaşmamalıydı
ve Baş Rahibin diğerlerini iki gün içerisinde Ocak’a getirmesini istemesine
de.

Çünkü o sırada ‘Baş Rahip’ başka bir kişiyle konuşmuyordu, bu dağın


ruhuna hitap ediyordu!

Hua Cheng de anlamış olmalıydı. “İyi. Onun gücünü kullandığımız için


artık yavaş yürümemize gerek kalmayacak. Oraya vardığımız zaman taş
duvardaki kişi bir kez daha kendisini gösterecek. O zaman ne istediğini
öğreniriz.”

Xie Lian ise oldukça kasvetli görünüyordu. Hua Cheng fark etti ve sordu.
“Gege sorun ne?”

“Henüz uyanmadı, derken ne demek istedi?” Diye sordu Xie Lian.

Biraz öncesinde ses ‘şimdilik hala uyanmadı. Eğer uyanırsa… bu kez ne


yapacağını kestirmek güç.’

demişti, Xie Lian ekledi. “Eğer o sahiden benim ustamsa ve benden


bahsediyorsa, tüm bunlar ne anlama geliyor?”

“Gege, şimdilik buna kafa yorma.” Dedi Hua Cheng. “İlk olarak, o adam
senin ustan olmayabilir; ikincisi, ‘veliaht prens’ sen olmayabilirsin.”

“Ama ya bensem?” Xie Lian ısrar etti. “Temelsiz birkaç çıkarımda


bulundum, beni dinleyip mantıklı olup olmadıklarını söyleyebilir misin?”

“Pekala. Gege, söyle hadi.” Dedi Hua Cheng.

Xie Lian bildirdi. “O adamın ustam olduğunu varsayıyorum, üç dağ ise:


Yaşlılık, Hastalık ve Ölüm, Doğum yok. Dağ ruhlarıyla iletişim kurabiliyor.
Kendisi bir insan, ama onunla konuşan kişi dağ ruhu.

Konuşmalarında ‘diğer ikisi’nden bahsettiler ve onlar da diğer iki dağ ruhu


olabilir. Dört kişiler.
Düşündüm ki, üç dağ ruhu da insan benliği barındırıyor? Veya belki de, ilk
başta insandan dönüştüler, ve Baş Rahip kayıp ‘Doğum’du!”

Gittikçe daha çok düşünüyordu, nefes alıp verişi hızlanmıştı ve devam etti.
“Tong Lu Dağı bir zamanlar Wu Yong Krallığının bir parçasıydı. ‘Doğum,
Yaşlılık, Hastalık, Ölüm’ bir dörtlü; tesadüfen, Wu Yong’un Veliaht
Prensinin de dört Koruyucu Tanrısı vardı; ve aynı zamanda ben büyürken
Xian Le’de de dört Baş Rahip vardı! Krallıklarda normalde bu kadar çok
sayıda Baş Rahip olur mu? Geçmişte hiç düşünmezdim, ama şimdi
sayılarının çok fazla olduğunu fark ediyorum. Sence tesadüf mü? Veya
bunların altında daha derin bir anlam mı gizli?”

Hua Cheng cevapladı. “Başka bir şey olduğunu sanmıyorum. Belki de


sadece öyle denk gelmiştir. Dört Meşhur Masal da dört tane değil mi? Dört
Musibet olmadığı için birisi zorla terfi ettirildi ayrıca.”

Ancak Xie Lian hala kendi düşünce dizini takip etmekteydi. “Haklısın, eğer
benim dört ustam Wu Yong’un Veliaht Prensinin dört Koruyucu Tanrısı
olsaydılar, neden Xian Le’ye Baş Rahip olmak için gelsinler ki? Neden beni
eğitmeye gelsinler? Kendim hakkında farkında olmadığım bir şey mi var?

Yoksa, ben aslında…”

Ele geçirilmiş gibi bir şey söyleyecekti ki Hua Cheng onu omuzlarından
tuttu, ikna edici bir şekilde konuşuyordu. “Mümkün değil! Sana yemin
ederim, sen sensin. Başka hiç kimse değilsin. Güven bana.

Bu kadar derin düşünme ve olmayan şeyler hayal etme.”

Ebeveynleri dışında, Xie Lian’ın en yakın ve samimi olduğu kişi Baş


Rahipti. Her ne kadar Baş Rahip onu sık sık azletse ve Xie Lian’ın konumu
bildiği için mesafeli davransa da, yine de, iyi bir öğretmendi.

Aniden tanıdığını sandığın bir kişinin başka birisi olabileceğini öğrenmek


kolay kabul edilebilir bir şey değildi. Hua Cheng sesini yumuşattı. “Pekala
gege. Dikkatle düşün, Xian Le’nin Baş Rahibi nereden gelmişti?”

Xie Lian mırıldandı. “…Emin değilim.”


Sahiden, ustasının nereden geldiğini hatırlayamıyordu. Bir an düşündükten
sonra, Xie Lian tekrar konuştu. “Baş Rahip, ben doğmadan önce de Baş
Rahipti, tek bildiğim adının Mei Nianqing olduğu, ama elbette sahte bir
isimdi. Geçmişte de böyle düşünürdüm; Baş Rahip inanılmaz birisi, nasıl
hiç yükselmedi? Eğer biraz önceki oysa, o zaman bu dünyada geçirdiği
zaman, benimkinden bile daha fazla.”

“Her seferinde tek bir sorunu çözeceğiz.” Dedi Hua Cheng. “Unutma, eğer
bir şey olursa, ben buradayım. Hep yanında olacağım.”

Xie Lian ona baktı, donakalmış ve konuşamıyordu. Bir an sonra yüzünde


küçük bir gülümseme belirdi.

Yin Yu’nun varlığı normalde zaten silikti ve tüm bu zaman boyunca


konuşmadığı için de onu direk olarak unutmuşlardı. Ancak şimdi söze
girmişti. “Chengzhu, diğerlerini bulamamız gerekiyor mu?”

Onlar çıkmışlardı, ancak Pei Ming ve diğerlerinin hangi köşede dağ ruhu
tarafından sindirildiğini kim bilirdi? Xie Lian hızla cevapladı. “Evet! Hadi
onları bulalım. Lütfen bekle Ekselansları Yin Yu.”

“Ekselansları, bana Ekselansları demenize gerek yok… ben artık Üst


Cennetten bir cennet mensubu değilim.” Dedi Yin Yu.

Xie Lian gülümsedi. “O zaman sen de bana adımla hitap edebilirsin, bu


kadar nazik olmana gerek yok.

Ben de uzun zamandır veliaht prens değilim.”

Yin Yu, Xie Lian’ın arkasında durmakta olan Hua Cheng’e bir bakış attı ve
hızla cevapladı. “Ben… cüret edemem. Hitap edemem. Etmemeliyim.”

“Neden endişendin böyle?” Dedi Xie Lian ve birkaç adım attı, Quan Yi
Zhen’in daruma bebeğini almaya hazırdı ki aniden gökten bir kişi düştü ve
hemen önüne indi, kemiklerin kırılma çıtırtısı havada yankılandı.

Çevirmen: Nynaeve
Bölüm 164: Gizemli Baş Rahibin Kafa Karıştırıcı Bilmecesi Xie Lian’ın
ilk tepkisi Fang Xin’e uzanmak ve saldırmak olmuştu. Ama neyse ki iyi
alışkanlıkları vardı ve saldırmadan önce bir bakış atmış, hareketin ortasında
kendisini durdurmuştu. “General Pei?”

Adam takla attı ve ayağa kalktı. Pei Ming’di. Omuzlarındaki tozları


silkeledi, inanılmaz derecede rahat görünüyordu ve onlara baktı. “Görünüşe
göre Ekselansları ve Lordum Hayalet Kral burada çok eğleniyor.”

“Evet, evet.” Dedi Xie Lian. “Ama General Pei, iyi misin? Biraz önce
kırılma sesi duydum sanki…”

“Ah, iyiyim.” Dedi Pei Ming. “Ekselanslarının ilgisine teşekkürler. Kırılma


sesi kendi kemiklerimden değil, bu kemikten geldi.” Bir nesne kaldırdı,
talihsiz adam uyluk kemiğiydi bu, kemik çoktan bükülmüş ve kırılmıştı.
Ekledi. “Bu iyi kardeşim sayesinde Pei Ming dağ ruhunun bedeninden
kaçacak bir tünel kazabildi. Her ne kadar bir erkek kemiği olsa da, oldukça
sağlam iyi bir adammış.”

Tam konuşmasını bitirdiği anda, çok uzakta olmayan bir yerden iki kişi
daha düştü, aşağıya indi ve sertçe çaptılar. Görmek için yaşlaştıkları zaman
bu kez Pei Su’yu buldular. Kollarının arasında korumak için çabaladığı Ban
Yue vardı ve Ban Yue’nin kollarında Ke Mo ve Rong Guang’ın bulunduğu
iki siyah kil bulunuyordu. İkisinin de yüzleri kül rengi ve dağınıktı, ama
ciddi bir şeyleri yok gibi görünüyorlardı, hızla ayağa kalktılar. Pei Su birkaç
ağız dolusu kül tükürdü. “Gen, eral! Eksel, ans, ları.”

Pei Ming başını kaldırdı. “Görünüşe göre dağ ruhu bizi yeterince lezzetli
bulmayarak tükürüyor.”

Hua Cheng ve Xie Lian bakıştılar, ardından Xie Lian yavaşça konuştu.
“Tam olarak değil. Belki de birisi sizi tükürmesini söyledi.”

Pei Ming birkaç adım attı ve anormal sarsıntıyı hissetti, kaşları çatıldı. “Bu
dağın nesi var? Neden böyle sallanıyor?”

“Çünkü şu anda bizi taşıyarak Ocak’a doğru koşuyor.” Xie Lian


cevaplamıştı.
Pei Ming, Yin Yu’nun kazdığı deliğe doğru ilerledi ve dışarıya baktı.
“Amma hızlı! Bizi baya bir yoldan kurtaracak.”

Ancak, şu anda, hala bir eksikleri vardı. Xie Lian sordu. “Ling Wen
nerede?”

Hua Cheng sağ gözünü kullanarak etrafa bakıyor gibiydi ve cevapladı.


“Sırtındaki gümüş kelebeği dağ

ruhu yutmuş. O gitti.”

Bunun anlamı, Ling Wen ve Brokarlı Ölümsüzün artık istedikleri gibi


hareket edebilecekleriydi. Hiçte hoş bir durum sayılmazdı. Xie Lian
aceleyle haykırdı. “Gidip onu bulalım!”

Böylece hepsi dağ ruhunun bedeninde dolaşmaya başladılar. Hua Cheng


birkaç yüz hayalet kelebeği daha aramaya gönderdi ve en sonunda,
kelebekler onları bir deliğe yönlendirdi.

Delik zorla açılmıştı, kenarları çentikliydi ve aralıktan uçuşan manzaraları


izlemek mümkündü, uğuldayan rüzgarlar doğrudan dağ ruhunun bedenine
doluyor, iblis ulumasına benzer haykırışlara neden oluyorlardı. Ling Wen
dağ ruhu tarafından yutulduktan sonra, muhtemelen bu deliği açmış ve
kaçmıştı. Xie Lian deliğin kenarlarına baktı ve kaşlarını çattı. “Şimdi ne
yapacağız? Brokarlı Ölümsüz’ün yıkıcı gücü oldukça fazla, onu kendi
haline bırakamayız.”

“Endişelenme.” Dedi Hua Cheng. “O da Ocak’a gidiyor sonuçta, sadece


aynı noktaya farklı yollardan gitmiş oluyoruz.”

Herkes toplandıktan sonra Xie Lian neler duyduklarının kısa bir özetini
geçti, ancak birkaç detaydan bahsetmemişti. İşi bittikten sonra hep
beraberce oturdular. Sonuçta, şu anda dövüşecekleri canavarlar yoktu ve
kendilerinin seyahat etmesi gerekmiyordu, bu nedenle boş ve sıkıcıydı.

Yin Yu, Quan Yi Zhen ile nasıl iletişim kuracağını bilmediği için, ve sırf
yüzünü görünce bile başına ağrılar girdiğinden, Xie Lian da onu serbest
bırakmanın doğru olmayacağını düşünüyordu, bu nedenle geçici olarak bir
daruma bebeği olarak kaldı. Pei Ming çok sıkılmıştı bu yüzden oynamak
için bebeğe vurmaya başladı. Xie Lian daruma bebeğinin nasıl sertçe
sallanıp durduğunu görünce üzüldü ve araya girmek zorunda hissetti.
“General Pei, lütfen oynamayı bırak.”

Pei Ming ona uydu. Ancak Xie Lian’ın içi geçip, dağın duvarına yaslanarak
uyuklamaya başladığı zaman o da oyununa geri döndü. Umursayacakları
kimse yoktu ve Yin Yu deliği korumaktaydı, zihnen ne kadar yol gittiklerini
hesaplıyor, uzakları gözlüyordu. Pek çok kez bir şey söylemek istiyormuş
gibi görünmüş ancak hiçbir şey söylememişti, ancak beklenmedik bir
şekilde böyle huzurlu anlarda felaketler olurdu; Pei Ming hala daruma
bebeğine vurmaya devam ediyordu ki aniden Pei Su bir PAT

sesiyle yere diz çöktü. Pei Ming anında oyuncağını unutmuştu ve Pei Su’yu
yakaladı. “Minik Pei?

Sorun ne?!”

Yin Yu sessizce yanlarına geldi, daruma bebeğini aldı ve Xie Lian’ın yanına
bıraktı. Hua Cheng sinirlenmişti. “Bu gürültü de ne, ölmez merak etme.
Ekselanslarının uyuduğunu görmüyor musun?”

Xie Lian bir süredir uyumaktaydı ve sahiden de ses yüzünden uyanmıştı.


Uyandığı anda kendisini Hua Cheng’in omzuna yaslanırken bulmuştu. Hua
Cheng’in sesi hemen kulağının dibindeydi. “Gege uyandın mı?”

Xie Lian gözlerini ovaladı, hemen yanında Quan Yi Zhen öne arkaya
sallanıp duruyordu. “Neler oluyor?”

“Hiç.” Dedi Hua Cheng. “Eğer uykun varsa biraz daha dinlenebilirsin.
Yakında varmış oluruz.”

Xie Lian odasının karşısında Pei Ming’in Pei Su’nun yakasına yapıştığı ve
onu sallayıp durduğunu gördü, şok olmuştu, işte şimdi uyanmıştı. Bir sorun
olduğunu düşünerek görmek için yaklaştı ve ardından konuştu. “Ah, merak
etme, General Pei. General Küçük Pei sadece yorgun ve aç, ve daha fazla
dayanamamış.”
Sonuçta Pei Su artık bir ölümlüydü ve bunca zaman yemeden içmeden
dayanmıştı, Xie Lian’ın bir öğünün üç gün yetmesi ve on yenilen dayağın
ona bir hiç gelmesi gibi açlık ve dayak yemek konusundaki engin
tecrübeleri olmadan, Pei Su daha fazla dayanamazdı ve en sonunda
yıkılmıştı. Pei Ming belirtti. “Bu ölümlü bedeni çok külfetli. Yanında
yiyecek bir şeyler olan var mı?”

Kimse cevap vermedi. Ban Yue tencereyi çıkarttı. “Özür dilerim, ama
sadece bu var…” bu Devrilen Ankalar’dı. Pei Ming bağırdı. “Neden hala o
şeyi yanında taşıyorsun? Dök şunu!”

Gürültülü ve kaotik bir ortamdı ve Hua Cheng Xie Lian’a döndü. “Gördün
mü, sana bir şey yok demiştim. Neden biraz daha dinlenmiyorsun?”

Dağ ruhu tüm gün boyunca koşmuştu ve Xie Lian dışarıdaki havanın
kararmakta olduğunu görebiliyordu. “Ne zamandır koşuyor?”

Yin Yu deliğin orada saymaktaydı ve cevapladı. “Yaklaşık bin iki yüz


kilometre oldu.”

Kesinlikle onların yürümesinden çok daha hızlıydı. Xie Lian da deliğin


kenarına geldi. İlk başta sadece öylesine bakacaktı ama gözleri etrafı
tararken aniden bir şey gördü ve bir anda ensesindeki tüyler diken diken
oldu. “Orada ne var?”

Dağ ruhundan aşağıya bakınca, gecenin karanlığında, çok aşağılarda devasa


bir insan yüzü vardı!

Yüzün gözleri hilal şeklindeydi, dudakları yukarıya kıvrılmış ve ürpertici


şekilde gülümsüyordu. Xie Lian her şeye rağmen bir adım geriledi. Hua
Cheng arkasındaydı ve onu tuttu. Xie Lian kendisini toparladı ve tekrar
yakından baktı. Görünüşe göre bu ‘yüz’ sadece tepeler ve çukurlardan
oluşan bir imgeydi, göz yanılmasıydı. Ancak bu yanılma çok gerçekçiydi ve
öylesine bir bakış atınca oldukça şok edici bir görüntüydü.

Xie Lian merak etmişti. “Neden bu su yolu ‘göz’ ve ‘dudak’ gibi?”


Hua Cheng cevapladı. “Bu Wu Yong nehri, Wu Yong’un ana kaynağı.
Yüksek dağlardan kaynak alır ve eriyen karlar nehre şekil verir. Elbette,
tümüyle kurumuş durumda. Ama buraya geldiğimize göre Ocak’a çok
yaklaşmış olmalıyız.”

Xie Lian başını salladı ve tekrar sordu. “Peki ya ‘burun’?”

Hua Cheng cevapladı. “Wu Yong nehrinin yanındaki canlı bir kasaba.
Aşağıya inip görmek ister misin?”

Xie Lian başını eğdi. “Aşağıda görmeye değer bir şey var mı?”

“O kasabada bir diğer Kutsal Wu Yong Tapınağı bulunuyor.” Dedi Hua


Cheng.

Eğer bir tapınak varsa, o zaman duvar resmi bulunma ihtimali de vardı. Xie
Lian hemen konuştu.

“Hadi gidelim!”

Wu Yong’un veliaht prensi hakkında daha fazla şey öğrenmek için


sabırsızlanıyordu. Pei Ming de ayağa fırladı. “Gidelim! Minik Pei’ye
yiyecek bir şeyler bulalım. Nasıl çıkacağız peki?”

Hua Cheng elini salladı ve herkesin etrafında birkaç gümüş kelebek


uçuşmaya başladı, ışıklarını parlatarak herkesin omuzlarına, sırtlarına,
başlarına ve kollarına yerleşmişlerdi. Diğerleri söylenip bu kelebeklerin
onları bir yere götürüp götürmeyeceklerini merak edebilirlerdi ama Xie
Lian RuoYe’yi serbest bırakıp herkesi birbirine bağlarken tek kelime bile
etmemişti. Böylece havada birbirlerini kaybetmeyeceklerdi. Yin Yu deliği
genişletti, böylece aynı anda beş altı kişi geçebileceklerdi.

Hazırlıklar tamamlanmıştı, Xie Lian ve yanındakiler beraberce deliğin


kenarına geldiler. “Millet, hazır olun –”

“Bekle!” Pei Ming seslenmişti.

Xie Lian dönerek baktı. “General Pei bir sorun mu var?”


“Sormak istediğim bir şey var.” Dedi Pei Ming. “Parmağınızdaki ne?”

Onun bakışlarını takip ederek Xie Lian da başını eğdi ve kendi elini gördü.
Elini kaldırdı, ancak o zaman hem onun hem Hua Cheng’in parmaklarına
sarılmış olan kırmızı ipin hala yerinde durduğunu fark etti.

“…” Xie Lian hafifçe boğazını temizledi. “B-Bu… bir tür ruhani bağ.”

“Ah.” Dedi Pei Ming. “Zorluk çıkartmasın? Sonuçta bir ip, ya ona takılırsan
veya bir şeye dolanırsa, kazalar olur.”

Hatırlatması oldukça mantıklıydı, ama her nedense, Xie Lian ipin


kesilmesine hiçte gönüllü değildi.

Sanki içsel bir çatışma yaşıyormuş gibi tereddütlü olan ifadesini görünce
Hua Cheng başını eğdi ve gülümsedi. “Sahiden bu şekilde zorluk
çıkartabilir.”

Ardından Xie Lian parmaklarındaki kırmızı ipin kaybolduğunu gördü.


“Böyle çok daha pratik.” Dedi Hua Cheng.

Xie Lian kırmızı ipin kaybolduğu boşluğa baktı, biraz şaşkındı.


Kaybolmadan önce, sadece onları kısa bir süreliğine birbirlerine bağlamıştı.
Her ne kadar büyük bir şey olmasa da, hayır, çok ama çok küçük bir şeydi,
yine de, biraz üzgün hissediyordu. Diğerlerinin fark etmesinden korkan Xie
Lian zorla gülümsedi. “Gidelim! Hazır – ZIPLA!”

Dağ ruhu ileriye doğru koşmaya devam ediyordu ve çekirge boyutundaki


insanların kendi bedeninden zıpladığını hiçte fark etmemişti. Hayalet
kelebeklerle sarılmış bir halde, tek kıllarına zarar gelmeden tüy gibi yere
indiler. İndikleri yer, devasa gülümseyen yüzün ‘burun’ kemiğiydi.

Doğrulduktan sonra Xie Lian’ın kafası karışmıştı. Etrafı tarafı. “San Lang,
burada bir Wu Yong tapınağı ve kasaba mı var?”

“Evet.” Dedi Hua Cheng.

“Ama… burası bomboş?” Diye belirtti Xie Lian.


Haklıydı da. Yere indikleri zaman ilk kutsal tapınağın bulunduğu küçük
kasaba gibi bir manzarayla karşılaşacağını sanmıştı, sokaklar, dükkanlar,
evler, kuyular, tapınaklar vesaire göreceğini. Ancak, önünde sadece dümdüz
bir arazi vardı, burada bulunmuş bir kasabaya ait hiçbir iz taşımayarak boş
ve ıssızdı. Pei Ming Pei Su’yu taşıyordu ve bir bacağını kayaya attı.
“Nerede bu ‘canlı kasaba’?”

“Ayağının altında.” Dedi Hua Cheng.

“Ne?”

Grup oraya doğru hareketlendi. Pei Ming’in ayağının altında bir kaya vardı,
Xie Lian sordu. “Gizli bir mekanizma falan mı var?”

“Gel burada dur.” Dedi Hua Cheng.

E-Ming’i çıkarttı, ucunu yere doğru hizaladı ve kayanın hemen yanındaki


yere sapladı. Eğri kılıcın ucu yeri deldi ve ilk başta, bir çatırtı sesi duyuldu,
küçük örümcek ağımsı yarıklar toprağı sardı. Ardından, bu yarıklar hızla
yayıldı, çatlaklar gittikçe büyüdü, oyuklar derinleşti. En sonunda, yerin
büyük bir kısmı bir patlamayla çökerek, ürpertici derecede karanlık bir
çukuru gözler önüne serdi.

Önce Hua Cheng atladı. Xie Lian onun ilk atlayacağını hiç düşünmemişti,
hızla çukurun kenarına geldi.

“SAN LANG?”

Bir an sonra, aşağıdan Hua Cheng’in sesi yükseldi. “Burada her şey
yolunda. Sen de gelebilirsin.”

Görünüşe göre etrafı kolaçan etmek için önden inmişti. Xie Lian rahat bir
nefes aldı ve hemen o da atladı. Diğerleri de birer birer onu izledi. Hua
Cheng Xie Lian’ın eline uzandı ve onu ayağa kaldırdı.

“Burası çok karanlık.” Xie Lian belirtti.

Tam söylediği gibi, birkaç gümüş kelebek karanlıkta yandı, tembelce dans
ediyorlardı ve birkaç hayalet alevi de belirdi, anında deliğin karanlık
kısımlarını aydınlatmışlardı. Önlerinde beliren ise uzun bir sokaktı.

Bin yıl önce, burası işlek bir sokak olabilirdi, dükkanlarla ve büyük evlerle
doluydu. Biraz önce Pei Ming’in bastığı kaya bu binalardan birisinin
çatısıydı. Xie Lian başını kaldırdı. “Anlıyorum. Demek şehir gömülmüş?
Ne gömmüş? Deprem mi? Heyelan? Ya da…”

“Yanardağ külü.” Dedi Hua Cheng.

Xie Lian ona bakmak için hızla kafasını çevirdi. Hua Cheng ekledi.
“Yaklaşık yedi metre kalınlığındaki yanardağ külleri tüm şehri yeraltına
gömdü. Şu anda görmekte olduğun kısım, denemek için Tong Lu Dağına
gelen canavar ve iblislerin kazdığı kısımlar. Hala küllerin altında olan pek
çok kısım var.”

Bunun anlamı, Wu Yong’un Veliaht Prensinin rüyasındaki felaketin gerçek


olduğuydu!

Pei Ming, Pei Su’yu yol kenarına bıraktı ve konuştu. “Şimdilik bunları boş
verin. Su var mı? Eğer yiyecek bir şey yoksa, birkaç yudum su da iş görür.”

“Eğer şanslıysak, derinlerde yeraltı kaynak suyu bulabilirsin.” Dedi Hua


Cheng.

Böylece, Pei Ming ve Ban Yue su aramaya çıktılar. Xie Lian hala
düşüncelere dalmış bir haldeydi ki Hua Cheng yanına geldi. “Gege, eline
bak.”

Xie Lian çok düşünmeden söylediği şeyi yaptı ve bir süre baktıktan sonra
kırmızı ip gittiği halde, üçüncü parmağındaki parlak kırmızı düğümün hala
yerinde durmakta olduğunu gördü.

Hua Cheng öncesinde eğer aralarındaki ip koparsa, düğümün de


kaybolacağını söylemişti, neler oluyordu?

Onun donakaldığını görünce Hua Cheng gülümsedi. “Küçük bir maskeleme


efsunu sadece, hepsi bu.
Kırmızı ip gizlendi; artık mesafelere bağlı değil ve ona takılmaktan da
korkmana gerek yok, ama aslında kopmadı. Yakınlık düğümü bağlı olduğu
sürece, kırmızı ipin diğer ucundaki kişi güvende demektir. Ocak’a
yaklaştığımız zaman, tehlikeler de artacak. Henüz bizi neyin beklediğini
bilmiyoruz, bu yüzden kırmızı ipi çözemeyeceğimi düşündüm. Ne dersin?”

Kırmızı ipin hala orada olduğunu öğrenince, Xie Lian’ın dudakları


istemsizce yukarıya doğru kıvrıldı, ama fark ettiği anda hemen yüz ifadesini
düzeltti ve büyük bir ciddiyetle cevap verdi. “Ah, evet. Eğer öyleyse,
anında diğerinin güvende olup olmadığını öğrenebiliriz. Oldukça pratik bir
efsun.”

Hua Cheng de ışıldayarak gülümsedi, ama kısa sürede gülümsemesi


kayboldu. “Ama, Ekselansları, söylemem gereken bir şey var.”

Onun ciddi olduğunu görünce Xie Lian sordu. “Nedir?”

“Ölemeyeceğini biliyorum, ve ölmekten korkmadığını da, ama ne kadar


güçlü olursan ol, asla incinmeyeceğini düşünme.” Dedi Hua Cheng.

Xie Lian şaşırmıştı. Hua Cheng devam etti. “Ölmemek incinmemekle aynı
şey değildir ve kesinlikle canının acımayacağı anlamına kesinlikle gelmez.
Tuhaf ve tehlikeli bir şey gördüğün zaman, dokunma.

Beni bul. Bırak ben ilgileneyim.”

Aniden Xie Lian’ın aklına ceset zehriyle kaplanmış kafa kemiklerine


dokunduğu anda, Hua Cheng’in ifadesinin hızla karardığı geldi. İçten içe
merak etti, acaba Hua Cheng o zaman bu yüzden mi kızmıştı?

Eğer sahiden öyleyse, ne söyleyeceğini bilmiyordu. Bir süre sonra ise


boyun eğdi. “Pekala. Öyle bir şey yapmam.”

Onun içten yeminini duyunca Hua Cheng tatmin olmuş gibiydi. Başını
salladı ve tam dönmüş, devam etmeye hazırdı ki Xie Lian seslendi. “San
Lang, bekle!”
Hua Cheng arkasını döndü. Xie Lian uzunca bir süre düşünüp taşındı,
ardından en sonunda yumuşak bir şekilde büyük bir gayret göstererek
konuşabildi. “…Sen de. Eğer tehlikeli bir durum söz konusu ise, sen de
dokunma. Ben de dokunmam, anlaştık mı?”

Sözlerini duyunca Hua Cheng’in dudakları kıvrıldı. Bir adım yaklaştı ve


tam konuşmak üzereydi ki aniden çok uzak olmayan bir noktadan Pei
Ming’in sesini duydular. “Bu da ne?”

“İnsan gibiler.” Dedi Ban Yue.

“Sahiden!” Diye bildirdi Pei Ming. “Ama neden insanlar böyle şeylere
dönüşmüşler?”

Hua Cheng ve Xie Lian bakıştılar, onların seslerinin geldiği yöne doğru
ilerlemeye başladılar. “Neye dönüştüler?” Diye sordu Xie Lian.

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 165: Uğursuz Yıldızın Altında Doğan Aziz

Pei Ming ve diğerleri bir malikanenin bahçesine girmişlerdi, muhtemelen


bir kuyu aramaktaydılar. Xie Lian bahçeye adım attı ve öylesine yorumda
bulundu. “Bu sokaktaki evler çok etkileyici.”

Hua Cheng cevapladı. “Ocak kraliyet başkentinde, Wu Yong Krallığının


kalbinde yer alır ve burası Ocak’a çok yakın, ya da aslında, iki bin yıl
önceki başkente çok yakın, bu yüzden de zengin bir yer.

Sıklıkla önemli kişiler ve devlet yetkilileri burada yaşadıkları için, doğal


olarak etkileyiciler.”

Sahiden bir kuyu da vardı üstelik, sadece, kuyunun yanındaki görüntü son
derece korkunçtu. Kuyunun etrafına dağılmış sekiz kişi vardı, sanki
susuzluktan ölüyormuş gibiydiler ama oraya gelmeye çalışırken yitip
gitmişlerdi. Yakından inceleyince Xie Lian gözlerini kırpıştırdı. “Bu…
bunlar insandan çok, taştan heykellere benziyorlar?”
Elbette yaşayan insanlar değillerdi, ama cesette değillerdi, ve kesinlikle
iskelet olamazlardı. Her biri kabaca oyulmuş, kül grisi ‘taş heykeller’di. Xie
Lian tam uzanıp dokunacaktı ki, yanındaki Hua Cheng ona bir bakış attı.
Hemen tuhaf ve tehlikeli şeylere dokunmamak konusundaki sözlerini
hatırlayan Xie Lian, isteğini bastırdı. Şimdi düşününce, kim bu kadar
korkunç heykeller yapardı ki? İnsanlardı elbette, ama bir nedenle bu hale
gelmişlerdi.

Evin kapıları ardına dek açıktı ve Xie Lian içeriye göz gezdirdi, yerde iki
kişinin daha yatmakta olduğunu gördü, sımsıkı birbirlerine sarılmışlardı.
Her ne kadar yüzleri bulanık ve ifadeleri belirsiz olsa da, hareketlerinden
yola çıkarak kalplerinin korkuyla dolu olduğu anlaşılabiliyordu. İkisinin
arasında, sıkıca sarıldıkları bir yığın vardı ve yakından bakınca Xie Lian
bunun bir bebek olduğunu gördü.

Burada yaşanılanlar artık çok netti. Xie Lian konuştu. “Dışarıdakiler evin
hizmetçileriymiş ve içeridekiler ise evin üç sahibi olmalı.”

“Evet.” Dedi Hua Cheng. “Volkan patladıktan sonra, Wu Yong Nehrinden


lav akmaya başlamış. Yüksek yerlerde yaşayanlar lav veya yakıcı alevlerle
ölümüne tutuşmamışlar, ama üzerlerini örten volkanik küllerden
kaçamayarak boğularak ölmüşler.”

Volkanik küller anında tüm bedenlerini sarmış ve yüzeyde sert birer kabuk
oluşturmuştu, bu insanların son anlarını koruyarak onları taştan birer
heykele dönüştürmüştü.

Eski kuyu ise elbette uzun zaman önce kurumuştu. Pei Ming de ölülerin
yüzlerini incelemeye hiçte meraklı değildi, bu yüzden uzaklaştı, yanında Pei
Su’yu da götürüyordu ve su aramaya devam edecekti. Aniden, Xie Lian
tuhaf bir şey fark etti ve eve zıpladı, üç kişilik ailenin taştan bedenlerinin
yanına çömeldi. Hua Cheng de içeriye girdi ve sordu. “Ne gördün?”

Xie Lian hafifçe kaşlarını çattı. “Sadece pozisyonlarını biraz tuhaf buldum.
Bu iki yetişkin bir kollarıyla birbirlerini sıkıca tutuyorlar, ama diğer
kolları…” Diğer kolları göğüslerindeydi, bir şeyi sıkıca kavramaktaydılar.

“Ellerinde ne olduğunu görmek ister misin?” Diye sordu Hua Cheng.


Xie Lian sadece başını sallamıştı ki Hua Cheng birleşmiş taş heykellerin
üzerine bir kez bastı. Xie Lian haykırdı. “Bekle, bu cesetlerine büyük bir
saygısızlık olma…” Ancak Hua Cheng ondan hızlı hareket etmişti ve üç
kişilik aile anında parçalanmış gri küllere dönüşmüştü. Hua Cheng sessizce
konuştu. “Bu kadar endişelenmeye gerek yok. Uzun zaman önce ölmüşlerdi
ve onlardan geriye zaten bir şey kalmamış.”

Parçaların arasında hiçbir şey yoktu. ‘Taş heykel’lerin içi bomboştu.

Her ne kadar yüzeyde, volkanik küller koruyucu bir kabuk oluşturmuş gibi
görünse de, içerideki cesetler çoktan çürümüş ve parçalanmıştı. Çürüme
bittikten sonra geriye sadece yüzeydeki külden kabuk kalmıştı.

Tüm yaşam, geride ebediyen yaşamayacak olacakları bırakarak sonlanırdı.

Yerdeki külden parça ve yığınların arasında, heykeldeki insanlara ait


tümüyle çürümemiş kumaş ve aksesuar parçaları vardı, yüzükler, küpeler,
kolyeler gibi. Xie Lian ölümle yüz yüzeyken bu çiftin sarıldıkları şeyin bu
mücevherler olduğunu sanmıyordu ve tam yığını karıştırmaya başlıyordu ki
Hua Cheng yerden bir şey aldı ve ona uzattı.

“Bu ne?” Diye sordu Xie Lian.

“Ellerindeki şey buydu.” Dedi Hua Cheng.

Bir kolyeydi, zincirinden ışıldayan altın bir plaka ve kemiğe benzer bir şey
sarkıyordu. Altın plakanın üzerine bir desen işlenmişti ve Xie Lian detaylı
bir şekilde inceleyebilmek için yüzeydeki külleri hafifçe üfledi. “Uğursuz
yıldız?”

Kolyede tasvir edilen kutsal bir çizimdi. Cennet için altın, yıldızlar için akik
vardı, bu da ‘Uğursuz Yıldız’

işareti dedikleri şeydi, yani Kızgın Şaşkınlığın Yıldızının, Kalp


Takımyıldızından geçtiği göksel zamandı.

Kızgın Şaşkınlığın Yıldızı tarihsel olarak Savaş ve Ölüm Yıldızı olarak


görülmüştü ve Kalp Takımyıldızından geçtiği zaman, çok daha uğursuz
kabul edilirdi, özellikle de yöneticiler, imparatorlar ve diğer liderler için, o
zaman neden böyle bir göksel olay bir takıya işlenmişti?

Hayır, bu bir takı olamazdı. Xie Lian bir süre daha kabuk parçalarının
arasında arandı ve tıpatıp aynı iki kolye daha buldu. Toplamda üç olmuştu,
çiftin kollarındaki bebekte bile vardı. Hangi şartlar altında bir takıdan üç
tane olurdu?

“Bu bir koruyucu tılsım olamaz, değil mi?” Xie Lian merak etmişti.

Sadece koruyucu tılsımlar ölümün pençesindeki insanları sımsıkı tutmaya


iterdi, böylece dehşetin içinde umudun son kırıntısıyla dua ederlerdi.

“Öyle.” Dedi Hua Cheng. “Bu şehrin de bir kısmını kazmıştım ve şu


heykellerde bu koruyucu tılsımlardan pek çoklarını buldum.”

Xie Lian mırıldandı. “Wu Yong insanları veliaht prenslerine tapınıyor, o


yüzden bunlar da veliaht prensin koruyucu tılsımları olmalı. Ama neden
koruyucu tılsımın üzerine gök işaretleri var? Veliaht Prensin uğursuz
yıldızla bir bağlantısı mı var?”

“Çünkü o doğduğu gün, gökte uğursuz yıldız vardı.” Dedi Hua Cheng. “Bu
nedenle Wu Yong insanları bu yıldız tablosunu onu sembolize etmek için
kullandı.”

“San Lang, bunu nereden öğrendin?” Diye sordu Xie Lian.

Hua Cheng altın plakayı çevirdi. “Üzerinde yazıyor.”

Sahiden de arka kısmına bir sıra karakter işlenmişti. Hua Cheng açıkladı.
“Bu sözlerin anlamı ‘Uğursuz Yıldızın Altında Doğan Aziz’. Belki şu anda
Kızgın Şaşkınlığın Yıldızının, Kalp Takımyıldızından geçmesi uğursuz bir
işaret ama, işler iki bin yıl önce belki de farklıymış.”

Xie Lian kelimeleri parmağıyla okşadı, kalbi hüzünle dolmuştu, sonuçta,


onun doğduğu gün de, Uğursuz Yıldız vardı!

Tesadüfler biraz fazla değil miydi?


Ayağa kalktı. “Hadi kutsal tapınağa gidelim.”

İkisi uzun caddede yan yana yürüdüler. Pei Ming ve diğerlerinin arayışı pek
verimli geçmemişti, bu yüzden onlar da peşlerine takıldılar. Sokakta pek
çok araba kalıntısı vardı, kimisi yol kenarında duruyordu, kimisi ise
tümüyle tepetaklak olmuştu. Aynı zamanda yerde yatmakta olan dağılmış
taştan insan heykelleri de vardı, her birinin hareketleri tuhaftı, ama
çoğunluk felaketten kaçmak için kendi evine geri dönmüştü, yani yerdekiler
evsiz dilenciler veya zamanında evlerine varamamış olan gezginlerdi.
Ölümden hemen önceki haykırış ve kıvranışlar tümüyle korunmuştu,
beraberce bu tuhaf manzaranın yanından geçtiler.

Hua Cheng Xie Lian’a hangilerinin zengin tüccarların evi olduğunu,


hangilerinin eğlence bölgesine ait olduğunu işaret ediyordu. Xie Lian
sormaktan kendini alamadı. “San Lang, Wu Yong Krallığı iki bin yıl önce
düştü ve soyundan gelen hiç kimse de kalmadı, sen nasıl bu dili okumayı
öğrendin?”

Hiçbir dayanağı olmadan öğrenmiş olamazdı, nizam için bir kapıya ihtiyacı
vardı. “Çok zor değil.” Dedi Hua Cheng. “Bazı Wu Yong karakterleri
modern karakterle oldukça benzer Gege.”

“Öyle.” Dedi Xie Lian. “‘Wu’ ve ‘Yong’ karakterleri sahiden de modern


karakterlerle oldukça benzer.”

“Evet. Bu iki karakter Wu Yong kelimelerinden ilk öğrendiklerim oldu


böylece.” Hua Cheng açıkladı.

“Böyle birkaç tane karakter daha var ve cümlenin içinde oldukları zaman,
kalan kelimeler tahmin edilebiliyor. Birkaç tane aynı karakterle yazılan ama
farklı anlama gelen karakter var, ama çok fazla değiller.”

Xie Lian başını salladı ve Hua Cheng devam etti. “Ve bir de, sık sık tekrar
eden kelimeler var. Bu ikisi gibi.”

Sokaktaki iki binayı işaret etti. “Bunlar ne tür yerler olduğunu kestirmek
kolay. Tabelalarda üstteki karakterler farklı ama alttakiler aynı. Bu nedenle
de alttaki kelimelerin ne olduğu kolayca kestirilebiliyor, ya taverna ya da
restoran. Böyle pek çok yöntem var. Eğer gege öğrenmek isterse, zaman
oldukça anlatırım.”

Demek böyleydi. Bu dünyada sahiden sadece kendi güçlerini kullanarak


hiçbir yardım almadan her şeyi anlayabilen insanlar vardı. Xie Lian
etkilenmekten kendini alamadı.

Wu Yong’un kutsal tapınağı yine bölgedeki en büyük ve en etkileyici


binaydı. Beraberce tapınağa vardılar, ama içeriye girmeden önce aniden Pei
Ming konuştu. “Bu ses ne?”

Gıcır gıcır gıcır, gıcır gıcır gıcır. Ses uzaklardan geliyordu ve uzaklarda
dağılıyordu. “Fare mi?” Dedi Xie Lian.

“Sıradan fareler değil. Ama, eğer fare varsa, yakında su da var demektir.”
Dedi Hua Cheng.

Tapınağa girdiler, bu kez, duvarlarda yanıklardan iz yoktu. Sadece başlarını


kaldırarak duvar resminin harika, parlak renklerini görebiliyorlardı. Ancak
bu kez, tek bir duvar resmi yoktu, solda, ortada ve sağda olarak tam üç tane
vardı! Her duvarda bir tane!

Hep beraber ilk duvar resmine geldiler ve başlarını kaldırdılar. Wu Yong’un


Veliaht Prensi bulutlarda oturuyor, bedeni altın ışıkla parlıyordu. Ancak yüz
ifadesi katıydı. Sol elinde bir ışık topu vardı ve ışıltının ardında ateşler
saçan bir dağ görünüyordu; sağ elinin beş parmağı birleştirilmişti, avucu
öne bakıyordu, sanki el sallar gibiydi.

Altında bir saray vardı ve sarayda on kişi oturuyordu, her birinin kıyafeti ve
takıları müsrif ve şatafatlıydı, ve her birinin jesti farklıydı. Bazılarının
kolları ardına dek açıktı, bazıları zırh giymiş ve ok taşıyordu ve bazıları
telaşlı bir ifadeyle uzakları işaret ediyordu.

Resmin çok detaylı ve karmaşıktı, Xie Lian uzunca bir süre inceledikten
sonra döndü. “Bu resimden anladıklarımı söyleyeyim mi?

“Wu Yong Veliaht Prensinin sol elindeki ışık küresinde küçük bir volkan
patlaması sahnelenmiş, bunun anlamı da rüyasını aşağıdakilerle paylaştığı.
Sağ elindeki harekete gelince, bariz bir şekilde reddediş, yani bir şeyi kabul
etmiyor olmalı.”

“Neyi kabul etmiyor peki?” Pei Ming sormuştu.

“Aşağıdaki insanların tavırlarına bağlı.” Diye cevapladı Xie Lian. “Bu saray
ölümlü diyarda varmış, müsrif ve gösterişli, bu nedenle de bir kraliyet
sarayı olmalı. Bu insanlar da Wu Yong’un kraliyet ailesi ve soyluları. Şu
kolları açık olanın hareketi göz önünde bulundurulduğunda, bir tür
‘genişletme’ ifade ediyor. Neyi genişletiyor peki? Bunu da eli gösteriyor.”

Kalabalık yaklaştı, elinde bir harita vardı. Pei Ming bunun anlamına
fazlasıyla aşinaydı. “Sınırlarını!”

“Evet.” Dedi Xie Lian. “Ve şu generallerin hepsi zırhlarını kuşanmış,


gönderilmeye ve savaşa girmeye hazırlar. Ayrıca kenardakiler de yolu işaret
ediyor. Bakın, gösterdikleri yön çok açık, sanki ‘şuraya git, burada savaş’
der gibiler.

“Bunlarla birlikte resmi anlamak çok kolaylaşıyor – noktaları birleştirirsek,


görünüşe göre Wu Yong Veliaht Prensi kehanet rüyasını kraliyet sarayının
bakanlarıyla paylaşmış. Volkan patladığı zaman, sonucu acı olacak ve Wu
Yong Krallığına yıkımı getirecek bir felaketle sonuçlanma ihtimali var.

Krallığın sınırları yeterince büyük değil, volkan ise tam merkezde yer
alıyor, bu nedenle en önemli şehirler yok olacak. Peki çözüm ne olmalı?”

“Eğer bölgeleri yeterince büyük değilse, o zaman gidip başkasınınkini


almak.” Dedi Hua Cheng.

“Evet.” Dedi Xie Lian. “Bu yüzden de bakanlar sınırları açmayı ve komşu
diğer ülkeleri işgal etmeyi öneriyorlar.

“Ancak Wu Yong Veliaht Prensi bu yöntemi onaylamıyor, bu nedenle de


sağ eli reddediyor.”

İlk resmi yorumladıktan sonra ikinci duvara doğru yaklaştılar. Bu duvar


resminin renkleri bir öncekine göre çok daha kasvetliydi, muhtemelen savaş
alanındaki bir katliamı tasvir ettiği içindi.

Savaş meydanının altında, kan nehirler gibi akıyordu ve her iki taraftaki
askerler de acımasızca öldürülmüşlerdi. Xie Lian hangi taraftaki askerlerin
Wu Yong’a ait olduğunu görebiliyordu, önceki resimdeki generallerle aynı
zırhı giymişlerdi. Wu Yong askerleri vahşi ve saldırgan görünüyorlardı,
düşmanlarının başlarını ayaklarının altında eziyor, cesetler kargılara
geçiriliyor, kol ve bacaklar katliamda havaya uçuyordu, kanlı ve acımasızdı.
Hatta vahşi gülümsemelerle dertop olmuş çocuk ve kadınlara uzanan
askerler bile vardı. Tümüyle savaşın dehşeti resmedilmişti.

Savaş meydanının üzerinde ise kasvetli bulutlar her yanı sarmıştı, ancak
bulutların arasında bir parça beyaz ışık huzmesi vardı. Wu Yong’un Veliaht
Prensi bulutlardan bedeninin yarısını sarkıtarak aşağıdaki savaşı izliyordu,
hiddetliydi. Bir kolu öne uzatılmıştı, pek çok altın ışıktan sütun
gönderiyordu ve ışığın içindeki Wu Yong askerlerinin hepsi diz çöküyordu.

Bu resmin açıklaması bir öncekinden çok daha kolaydı. Xie Lian bir an
inceledikten sonra yumuşak bir şekilde konuştu. “Görünüşe göre, generaller
ve bakanlar veliaht prensin önerilerini dinlememiş ve

yine de komşu ülkeleri ele geçirmek için sefere çıkmışlar. Askerler çok
fazla kişi katletmiş, diğer krallıkların kadınlarına, çocuklarına ve zayıflarına
bile zulmetmişler. Veliaht Prens olanları öğrendiği zaman çok sinirlenmiş
ve Wu Yong askerlerinin öfkesini durdurmak için hareketlenmiş.”

Pei Ming onun sözlerini duyunca düz bir şekilde yorum yaptı. “Ne kadar
dokunaklı. Ama dürüst olmam gerekirse, eğer krallıklardan birisinin yok
olması gerekiyorsa, o zaman kendi krallığını korumayı seçmek
kaçınılmazdır. Askerler ön cephede çarpışıyor, eğer düşmanları tarafından
katledilmezlerse o zaman kendi veliaht prenslerine olan öfkeden ölürler.
Ben asla onun gibi bir kral için savaşmak istemezdim.”

Xie Lian kuru kuru güldü ve biraz kederli bir halde konuştu. “General Pei,
ee, haklı.” Diğer yandan Hua Cheng ise sadece soğuk bir şekilde
homurdandı. Pei Ming devam etti. “Yani volkan patlamak üzere.
Bu Ekselansları Veliaht Prens ne yapmayı planlıyor? Kendi insanlarının
ölümü beklemesine izin veremez ya?”

“Hadi üçüncü resme bakalım.” Dedi Xie Lian. “Cevap onda olmalı.”

En sonunda üçüncü resme gelmişlerdi. Bu resmin renkleri bir öncekiyle


anormal derecede tezattı.

Parlak ve enerjik renkler geri dönmüştü, her yer kutsal ışıkla dolmuştu.
Ancak tek bir bakışta, Xie Lian tümüyle sarsılmış ve gözleri ardına dek
açılmıştı.

Pei Ming bir bakış attı. “Tanrım, Wu Yong’un Veliaht Prensinin aklına bu
mu gelmiş? Ha! Gözüpek.

Takdire şayan.”

Üçüncü duvar resminin altında Wu Yong Krallığı resmedilmişti. Wu Yong


Nehri bölge boyunca akıyordu ve veliaht prens ile dört yardımcısı da
oradaydı. Ancak odak noktası onlar değildi. Bu resimdeki en önemli nesne,
resmin ortasındakiydi, bir köprü.

Beyaz ışıkla parlayan devasa bir köprü, Wu Yong’un Veliaht Prensi ve dört
yardımcısı tarafından tutulmaktaydı ve insanlar yüzlerinde gülümsemelerle
köprüye doğru hareket ediyorlardı.

Wu Yong’un Veliaht Prensi insanlarını cennet diyarına götürmek için


cennete bağlanan bir köprü inşa etmişti!

Çevirmen: Nynaeve

Not: Kalp Takımyıldızında Dinlenen Kızgın Şaşkınlığın Yıldızı veya


Uğursuz Yıldız [Kızgın, akkor halinde, yanan anlamında] – Antik Çin
gökbilimcileri Mars’ın hem yörüngesinin hem de ışığının değişken
olduğuna inanırlarmış, bu nedenle de ona ‘Kızgın Şaşkınlığın Yıldızı’
demişler, ‘Yıkım’, ‘Salgın Hastalıklar’, ‘Ölüm’,
‘Kıtlık’, ‘Savaş’ ve diğer kötü alametlere yorulurmuş. Çin astronomisindeki
Kalp Takımyıldızı, Akrep’in Doğusunda yer alır ve Veliaht Prens,
İmparator’u simgeler, veya nerede bulunduğuna göre Avam’ı.

Yani, Mars Kalp Takımyıldızına girip içinde ilerlediği zaman, sık sık
politika ve hanedanlarda büyük değişikler, yüceliğin yitirilmesi olarak
yorumlanırmış.

Bölüm 166: Uğursuz Yıldızın Altında Doğan Aziz

Duvar resmine bakarken Xie Lian’ın nutku tutulmuştu. Pei Ming yorum
yaptı. “Bunu yapabilir mi?”

“Neden olmasın?” Dedi Hua Cheng.

Herkes ona döndü ve Hua Cheng devam etti. “Vekil general atamak da
cennete ölümlüleri davet etmek değil mi? Eğer sadece kraliyet
başkentindeki insanları geçici olarak cennete taşıyacak ve felaket sona
edikten sonra onları geri bırakacaksa, neden yapamasın ki?”

“Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuru, bu kadar kolay bir şeymiş gibi söyleme.”
Dedi Pei Ming. “Lordumun bilmesi gerek, generalleri atamak ruhani
güçlerinden götürür. Kaç tanesini birden atıyor şu anda?”

Aslında general atamak, kişinin kendi ruhani güçlerini bir ölümlüyü cennete
‘hazırlamak’ için kullanmasıydı, kendileri tarafından kullanılmak üzere.
Diğer türlü, eğer hiçbir kısıtlama olmazsa, neden her cennet mensubu
atamak istediği herkesi atamasındı ki? Neden bir imparator bütün haremini,
bütün kurulunu ve bütün generalleriyle birlikte ordusunu taşımasın?

“Geride kalan eserler göz önünde bulundurulduğunda, tüm Wu Yong


Krallığının nüfusu yüz bin kadar olmalı. Kraliyet başkentinin nüfusu da
muhtemelen on bin kadardır.”

Xie Lian sessizce yorum yaptı. “Zor olabilir… ama yine de mümkün, ucu
ucuna gerçi.”
“Sadece birkaç on bin kişi de olsa, hiçbir cennet mensubu bu kadar çok
kişiyi atamaya cüret edemez.

Eğer sahiden böyle bir şeye kalkıştıysa, cesareti için mi tebrik edilmiştir
yoksa aptallığı için mi kestirmesi güç. En azından, kesinlikle tarihte onun
gibi birisine rastlanmamıştır.” Dedi Pei Ming.

Xie Lian resimdeki köprüyü inceledi, düşüncelere dalmıştı. Onun


gözlerinde, beyaz cübbeli veliaht prens ve dört vekil tanrısının yüzleri
gittikçe daha da tuhaf bir hal alıyordu, gittikçe onun ve dört Baş

Rahibinin yüzlerine benziyordu. Ardından aklına uğursuz yıldızın döngüsü


geldi; bu hikaye bir reenkarnasyon öyküsüne o kadar çok benziyordu ki
sonrasında neler olduğunu öğrenmeye can atıyordu, ama aynı zamanda da
zaten çoktan biliyormuş gibi hissediyordu.

Daha fazla duvar resmine bakmaya cüret edemedi ve arkasını döndü, sordu.
“Su buldunuz mu?”

Ban Yue, Pei Su’yu sürüklemekteydi ve cevapladı. “Gege aramaya gitti.”

Yin Yu’dan bahsediyordu. Xie Lian gözleri kapalı duran Pei Su’ya bir bakış
attı ve bir an düşündü, yine de konuşmaya karar vermişti. “Bence, Ocak’a
doğru gitmeye başladığımızda, en iyisi General Küçük Pei’nin burada
kalması olacaktır.”

Sonuçta Pei Su bir ölümlünün bedeninde, pek çok yönden dezavantajlı


durumdaydı. Ayrıca, hala önlerinde onları neyin beklediğini bilmiyorlardı.
Pei Ming yere çömeldi ve Pei Su’ya baktı. “Evet, katılıyorum. Ama
Ekselansları lütfen nedenini onun önünde söyleme olur mu? Bu çocuk
anlıyor. Bırak ona ben söyleyeyim.”

“Merak etme, General Pei, anlıyorum.” Dedi Xie Lian. “Yoksa bilinci
kapalıyken konuyu açmazdım.”

Pei Su bir zamanlar cennette parlak bir geleceği olan genç bir savaş
tanrısıydı sonuçta, şu anda ise onlara ayak uyduramayacağı için geride
kalması gerekiyordu, bu onu üzerdi. Ancak, hatalar cezalandırılırdı;
sürgünde zaten böyle hissetmeliydi ve tek yapabileceği şey kabullenmekti.

Tapınakta kaldılar ve bir süre tartıştılar ve Xie Lian merak etti, kafası
karışmıştı. “Yin Yu nerede? Bunca zamandır neden geri dönmedi? Henüz su
bulamadı mı?”

Diğer tarafta Hua Cheng parmak uçlarındaki birkaç hayalet kelebeğe


dikkatli bir şekilde bakmaktaydı.

Bu kelebekler öncesinde çok faydalı olmuşlardı ve hepsi ona geri


dönmüşlerdi, güçlerini toplamak için dinleniyorlardı. Hafifçe başını
kaldırdı. “Bu kadar uzun sürmemeliydi.”

Xie Lian panikledi ve ayağa kalktı. “Gidip bakayım. General Pei, burası
sana emanet. San Lang, benimle geliyor musun?”

Elbette ikisi beraber gideceklerdi. Bu nedenle Xie Lian RuoYe’yi geride


bıraktı ve koruyucu bir çember oluşturdu. İkisi tapınaktan çıktılar ve yeraltı
şehrinin derinliklerine doğru ilerlediler.

Yolda pek çok ev ve başka şeyler vardı; Xie Lian yerden hoşuna giden bir
kavanoz alınca, Hua Cheng bunu komik bulmuş gibi göründü. “Neden onu
aldın ki?”

“Eğer su bulabilirsek General Küçük Pei’ye götürebilelim diye.” Dedi Xie


Lian. Sonuçta hurda toplamaya alışkındı ve farkında bile olmadan elleriyle
kavanoza vurdu. “Düşününce, bu binlerce yıllık bir antika.”

Hua Cheng kahkaha attı. “Eğer böyle şeyleri seviyorsan bir ara bana
gelmelisin. Bende de birkaç şey var, hoşuna giden bir şeyler var mı diye
bakarsın.”

Beş dakika kadar sonra ikisi en sonunda silik bir su sesi duydular. Kısa bir
süre sonra Xie Lian haykırdı.

“Burası!”
Zeminde sahiden gizli bir nehir vardı. Xie Lian aldığı kavanozu suya
yerleştirdi ve dikkatle yıkamaya başladı. Binlerce yıllık kül çoktan dış
kısımda kalın bir tabaka oluşturmuştu, yıkanarak çıkamazdı, ama sırf
yüzeydeki tozları yıkamak kullanmak için yeterli gelirdi. Suyu doldurdu ve
başını eğdi, tam bir yudum almak üzereydi ki, bir yandan etrafı gözlemekte
olan Hua Cheng ona döndü ve gördü, hemen uyardı. “İçme.”

Xie Lian çoktan dudaklarını kavanoza değdirmiş, ama onun dur dediğini
duyunca şaşırmıştı. “Ne oldu?”

Tam bu sırada bir ses duyuldu. “Çok sıcak.”

Etrafta sadece ikisi vardı, bu üçüncü ses nereden gelmişti? Xie Lian
bilinçsiz bir şekilde sesin geldiği yöne doğru döndü ve sesin elindeki
kavanozdan geldiğini fark etti!

Hemen başını eğdi, kavanozun içinde iki kızıl nokta vardı, suyun üzerinde
yüzerek onu izliyordu.

Bu şey ne?? Neresinden bakarsa baksın bir çift gözdü!

Göz göze geldikleri anda, o şey doğrudan Xie Lian’ın yüzüne atıldı.
ŞAPIRT ŞAPIRT sular sıçradı ve Xie Lian’ın elleri hızla hareket ederek
kavanozu bir anda metrelerce öteye fırlattı. Duvara çarptı ve bir kırılma
sesiyle binlerce yıllık antika paramparça oldu. İçinde gizlenmekte olan şeye
gelince, tekrar gölgelere saklanmakta hiç zaman kaybetmemişti. Xie Lian
aceleden tam olarak ne olduğunu görememişti, sadece siyah bir şeyden
büyük bir yığındı. “O şey de ne?”

Hua Cheng önünde durmuş onu koruyordu ve Xie Lian kederlendiğini


hissetti. “Önceden o kavanozun içinde değildi dimi?”

“Hayır.” Dedi Hua Cheng. “Suyun içinden yüzerek geldi. Sık sık böyle
toplanan ve gizli nehirlerde yüzen yaratıklar olur, bu yüzden içme
demiştim.”

Ama General Küçük Pei’nin içmesine izin verecektin… Diye düşündü Xie
Lian. Aniden sırtında bir ürperti hissetti ve bağırdı. “KİM VAR ORADA?!”
Hemen biraz önce uzaklardan birisinin öksürdüğünü duymuştu!

Kesinlikle hayal etmemişti, hemen tetikte bekleyerek gerilmişti. Kısa bir


süre sonra, konuşmalar ve gevezelik sesleri bir gelgit gibi geldi ve içeriye
doldu. İkisinin etrafındaki her yerden, kırmızı noktalardan çiftler aydınlandı
ve etraflarını sardı, ortada onlar kalmışlardı. “Merak etme, insan değiller.”
Dedi Hua Cheng.

Zaten insan olmadıkları için endişelenmemiz gerekiyor, tamam mı… Diye


düşündü Xie Lian.

Onların konuşmalarını dikkatle dinleyen Xie Lian kelimeleri çıkartmaya


başladı:

“Öhö, öhö, öhö…”

“Çok sıcak çok sıcak…”

“Yanıyorum…”

“Oooof”

“Boğuluyorum… Kimse yok…”

“Hareket edemiyorum, hareket edemiyorum!”

Sesler kısıktı, ama net ve acıyla doluydular, sanki kulaklarına doluşmuş


küçük karıncalar gibiydiler ve Xie Lian tam Fang Xin’e uzanacaktı ki bir
ses keskin bir şekilde haykırdı. “Ekselansları, Ekselansları NEREDE??
KURTAR BİZİ, KURTAR BİZİ!!!”

Son haykırış Xie Lian’ın tüm tüylerini diken diken etti ve bir anda ona
seslendiklerini düşünmeye başladı. Ancak Hua Cheng elini salladı, binlerce
hayalet kelebek uçuştu ve parlayan kızıl ışıklara doğru uçtular!

Gümüş kelebeklerin ışıkları parladığı zaman, karanlıkta konuşmakta olan


sayısız yaratığı aydınlatmışlardı. Sahiden de insan değillerdi. Onlar fareydi!
Hua Cheng onu yakaladı ve konuştu. “Bir sürü fare var demiştim. Hadi
gidelim!”

Xie Lian yürürken hala donuktu. “Onlar fare mi? Neden daha çok kediye
benziyorlar…”

Haklıydı. O farelerin her biri kedi yavrusundan büyüktü, tüyleri mürekkep


kadar siyah ve iğneler kadar sivriydi. Küçük kırmızı gözleri karanlıkta
öfkeyle parlıyordu ve pek çokları duvarlara tünemişlerdi, onları yakından
izliyor, insan diliyle konuşuyorlardı, tümüyle ürperticiydiler. Gümüş
kelebekler onlara uçtuğu anda birbirlerini katletmeye başladılar; kızıl ve
gümüş çarpıştı ve ayrıldı, savaşın durumu bilinmiyordu ama oldukça kirli
ve vahşiydi.

“Yin Yu o yaratıklar tarafından bir yere götürülmüş olamaz değil mi?” Diye
merak etti Xie Lian.

“O kadar işe yaramaz olamaz. Muhtemelen başka bir şey onu oyaladı.”
Diye cevapladı Hua Cheng.

İlk cümle Xie Lian’ı hafifçe rahatlattı, ama ikincisi tekrar gerilmesine neden
oldu. “Farelerin ne kadar büyük olduğu bir yana, asıl kaç taneler? Bu kadar
büyümek için ne yemişler?”

“Basit.” Dedi Hua Cheng. “Ölüleri, elbette. Onların hepsi ceset yiyen
fareler.”

Görünüşe göre, bu şehir volkanik küllerle kaplandığı zaman, insanlar ve


öküzler, atlar, kuzular gibi büyük evcil hayvanların kaçacak hiçbir yeri
olmamıştı, ama, fareler yeraltının derinliklerini kazarlardı ve hava ile
yiyecek stoklarının miktarına bağlı olarak mağaralarda hayatta
kalabilirlerdi.

Küller yerleştikten sonra, deliklerinden dışarıya çıkmış ve şimdi cehenneme


dönmüş şehirde yiyecek arayışına çıkmış olmalıydılar. Ancak her şey yok
olmuştu; ya lav altında kalmış ya da volkanik küllerle kaplanmışlardı. Pek
çok şeyi dişlemiş ancak uzunca bir süre boyunca yiyecek hiçbir şey
bulamamışlardı.
Ancak bir gün, çürümüşlüğün kokusunu almışlardı.

Çürük koku o insansı taş heykellerden geliyordu. Bazı cesetler kül


kabuklardan ince bir tabakaya sarılmışlardı ve bu nedenle çürümeye
başlamışlardı, berbat bir koku ve ceset suyu yayıyorlardı.

Böylece de, açlıktan ölmek üzere olan fareler etrafını sarmış ve heykellerin
yanına kurulmaya başlamışlardı, ısırarak küçük delikler açmış ve
deliklerden içeriye girerek içlerindeki cesetleri kemirmeye başlamışlardı.

En aşağılık ve en iğrenç yaratıklar sık sık en uzun süre hayatta kalanlar


olurlardı. Ölülerin cesetleri küllerle sarılıydı ve dehşet, öfke, hüsran ve
diğer güçlü duyguları da küllerin içindeydi. Fareler cesetlerin bedenlerini
yedikleri zaman, o güçlü duyguları da yemişlerdi ve insan diliyle
konuşmaya başlamışlardı, insanların ölürken söylemek istedikleri ancak
söyleyemediklerini ifade ediyorlardı.

Xie Lian aydınlanmıştı. “Anlıyorum, o yüzden öyle şeyler söylüyorlardı.


Ben de neden diyordum…”

Ancak beklenmedik bir şekilde Hua Cheng aniden sordu. “Ne dedin?”

Xie Lian gözlerini kırpıştırdı. “Ne mi dedim?”

Hua Cheng ona baktı. “Ne söylediler? Ne duydun?”

“San Lang, sen duymadın mı?” Dedi Xie Lian. “Sadece ‘çok sıcak’,
‘boğuluyorum’, ‘hareket edemiyorum’, ‘kurtar beni’ falan dediler…”

Ancak daha Hua Cheng hiçbir şey söylemeden Xie Lian hemen anlamıştı.

Bu doğru değildi!

Ceset yiyen farelerin tekrar ettikleri Wu Yong insanlarının nefretiydi, yani


doğal olarak Wu Yong dilinde konuşmalıydılar.

O zaman o nasıl Wu Yong lisanını anlayabiliyordu?!


Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 167: Kıskanç Hayalet Kral, Dostluğa Dair Üç Soru Hua Cheng
kendi çıkarım maharetlerini ve öğrenme yeteneklerini kullanarak Wu Yong
dilini çözebilmişti. Kelimelerin anlamlarını çıkartabilmişti, ama kelimeleri
ona sesli olarak okuyabilecek yaşayan hiç kimse olmadığı için, sesler ile
kelimeleri eşleyemiyordu. Bunun anlamı da onun, ceset yiyen farelerin
konuşmalarını anlayamadığıydı. Ama, Xie Lian, daha önce hiç Tong Lu
Dağını ziyaret etmediği halde anlayabiliyordu. Peki bunun anlamı neydi?

Tek bir bakışla Hua Cheng Xie Lian’ın aklından geçenleri anlamıştı ve
hemen konuştu. “Gege, hemen endişelenme. O kelimeleri sana hemen
tekrar edeceğim, dinle sadece.”

“…Pekala.” Dedi Xie Lian.

Hua Cheng’in hafızası istisnaiydi ve ceset yiyen farelerin olduğu yerden


ayrıldıkları gibi kelimeleri açık bir şekilde tekrar etti. Xie Lian gergin bir
şekilde ona baktı ve bir dizi orta bir hızla söylenen ve birazda tuhaf
telaffuzlar duydu. Bu tuhaf kelimelerin onlar için antik bir ritmi vardı ve
onların Hua Cheng’in dudakları tarafından kontrol edilerek istikrarlı bir
şekilde telaffuz edilişini dinlerken, ton derin ve güzeldi, kulağa çok hoş
geliyordu. Bir anlığına kelimelere odaklandıktan sonra Xie Lian konuştu.

“Anlamıyorum.”

İşte bu tuhaftı. Ceset yiyen farelerin söylediği kelimeleri anlayabiliyordu


ama şimdi Hua Cheng aynı şeyleri söylediği zaman anlayamamıştı. Ama
yaşadığı şeyin bir hezeyan olması da imkansızdı.

Hua Cheng sorguladı. “Öncesinde, o sesleri duyduğun zaman, hemen


anladın ve çok doğal bir şekilde ne söylediklerini biliyordun değil mi?”

Xie Lian başını salladı. “Evet. Zihnimde hiç çeviri süreci olmadı.” Bu
yüzden de başka bir dilde konuşulduğunu fark etmemişti.

“Anlıyorum.” Dedi Hua Cheng.


“Ne?” Diye sordu Xie Lian.

“Anladığın şey Wu Yong dili değildi, ölen kişilerin duygularıydı.”

Xie Lian anlamıştı ama aynı zamanda anlamamıştı da. Hua Cheng
açıklamaya devam etti. “Bunun anlamı da, uzun zaman önce, birisi ölülerin
sesini duymuş, onları anlamış ve hatırlamış, ardından, bir şekilde bu anıları
sana işlemiş, seni bu duygularla etkilemiş. Bu kişi zaten Wu Yong dilini
biliyormuş, bu nedenle de senin Wu Yong dilini bilmene gerek kalmadı. O
sesler senin zihninin derinliklerine işlenmiş ve duyduğun anda doğrudan o
duygular tarafından çekilmişsin.”

“Anlıyorum…” Dedi Xie Lian. “Ama sorun şu ki, bana bu anıları ve


duyguları kim taşıyabiliyor? Ve neden?”

Bir an duraksadıktan sonra mırıldandı. “…Baş Rahip?”

Ancak Hua Cheng tekrar konuştu. “Emin olamayız. Gege, ustanın Wu


Yong’dan olduğunu çoktan kabul etmiş gibisin. Ama eğer durum sahiden
buysa, o zaman öncesinde biz dağın karnındayken, Wu Yong dilinde
konuşmaları gerektiği hiç aklına geldi mi? Neden konuşmuyorlardı?”

Açıklaması zor değildi. Xie Lian. “Wu Yong Krallığı iki bin yıl önce yok
olmuş, bunun anlamı da, geçen iki bin yıllık süreçte, eğer sahiden bu
dünyada kaldıysalar o zaman modern dili kullanmaya alışmaları daha
mantıklı. Bu yüzden de iletişim kurarken doğal olarak daha akıcı
konuştukları dili kullanacaklar.”

Hua Cheng onu omuzlarından tuttu, ses gittikçe katılaşıyordu. “Gege,


kendini bu yönde düşünmeye itme.”

Xie Lian en sonunda dönerek onunla yüzleşti. “Peki. O zaman San Lang,
anıları ve duyguları bir başkasına aktarmak için, normalde ne tür koşullar
vardır?”

Hua Cheng cevapladı. “İki tane var: ilki, bu kişiye hiçbir şüphe taşımadan
tümüyle güvenmek zorundasın, ve bir de, bu kişinin seni yönetmesine izin
vermen gerek.”
Kısa bir süre düşüncelere daldıktan sonra, Xie Lian aklında adayları
belirledi. Hua Cheng devam etti.

“Veya ikincisi, bu kişiden öç almaya gücün olmamalı, tümüyle seni


bastırabilecek güçte olmalı ve bu kişiye karşı gizliden gizliye derin bir
korku beslemelisin. Gege, dikkatle düşün. Bu yıllar boyunca, bu kriterlere
uyan birisi karşına çıktı mı?”

Xie Lian bir süre düşündü ve kısa bir tereddüdün ardından yavaşça cevap
verdi. “Toplamda üç kişi var.”

“Çok güzel. Kim onlar?” Diye sordu Hua Cheng.

“İlki Baş Rahip.” Dedi Xie Lian.

Her ne kadar ailesini çok sevse ve onlara karşı hiç gardını almamış olsa da,
içten içe biliyordu, o ve babası farklı yollardan yürümüşlerdi bu nedenle de
hiçbir zaman onun kendisini yönetmesine izin vermezdi. Ancak onu alan ve
her şeyi öğreten Baş Rahip ilk koşulu karşılıyordu. Ki bu da beklenen bir
şeydi. Hua Cheng sordu. “O zaman ikincisi?”

“Jun Wu.” Diye cevapladı Xie Lian.

Jun Wu’ya içten bir hayranlık ve saygı duyuyordu, diğer kısımlardan


bahsetmeye gerek bile yoktu, ilk koşulu o da sağlıyordu. Hua Cheng çok
etkilenmiş görünmüyordu ama yorum yapmadı. “Ve sonuncusu?”

“Üçüncüsü.” Dedi Xie Lian. “İlk koşula değil ikincisine uyuyor.”

Hua Cheng anlamıştı. Karanlık bir şekilde konuştu. “…Yüzü Olmayan


Beyaz?”

Xie Lian gözlerini kapattı ve başını salladı, bir eli önünü kapatıyordu. “…
Sana yalan söylemeyeceğim.

Her ne kadar herkesin önünde bunu göstermemiş olsam da, o zamanlar


Feng Xin ve Mu Qing’e karşı bile moral bozucu hiçbir şey söylememiş
olsam da, ama aslında ben…”
Aslında, kalbinin derinliklerinde, bu yaratıktan çok korkmuştu.

Sadece ismi duymanın bile onu korkudan tir tir titrettiği bir zaman dilimi
bile olmuştu. Ancak Xie Lian asla bunu kimseye göstermeye cesaret
edememişti, çünkü Yüzü Olmayan Beyaz’a karşı olan savaşta tek umutları
oydu. Eğer o bile korkuyorsa, o zaman herkes umutsuzluğa düşmez miydi?
Öyle olursa da, her şey yerle bir olurdu!

Elbette, şu anda her şey daha iyiydi. Hua Cheng omuzlarını daha sıkı
kavradı. “Önemli değil.

Korkmakta utanılacak bir şey yok.”

Xie Lian anlık görünüp kaybolan bir gülümsemeyle cevap verdi. “Evet.
Sadece yeterince cesur değilim, hepsi bu.”

Hua Cheng yatıştırdı. “Kendine bu kadar yüklenmene gerek yok. Korku


olmadan cesaret de olmaz.”

Xie Lian başını salladı. Yani, bu üç kişiden birisi Wu Yong insanlarının


volkan patlamadan önceki anılarını ve duygularını ona aktarmıştı. Hua
Cheng derin düşüncelere daldı, kaşlarını çattı, ama bir anlık sessizliğin
ardından konuşan Xie Lian oldu. “Hepsi bu kadar değil.”

Hua Cheng dönüp ona baktı. “Ne?”

Xie Lian bir nefes aldı ve devam etti. “…Sadece o üçü dedim, ama
dördüncü bir kişi daha var. İlk koşula uyuyor. Ama bu anılar ve duygularla
hiçbir bağlantısı yok.”

Hua Cheng tümüyle ona odaklandı. “Ah? Nasıl yani? Ekselansları ve bu


kişi uzun yıllardır derin bir dostluk mu paylaşıyor?”

Çok uzun sayılmaz, dedi Xie Lian, ama derin bir dostluk… Sayılabileceğini
düşünüyordu, ama yüksek sesle söylemeye çok utanmıştı, bu yüzden
belirsiz bir şekilde cevapladı. “Her şekilde… en çok güvendiğim kişi o
olabilir, ustamdan ve Jun Wu’dan bile fazla.”

“Bu nasıl olabiliyor?” Hua Cheng sordu.


Xie Lian boğazını temizledi ve utangaç bir şekilde cevap verdi. “Söylerken
utanıyorum. Ama… eğer büyük bir hata yaparsam veya başım belaya
girerse, aklıma ilk gelen kişi o oluyor… Ve bu güven ustama veya
İmparator’a duyduğumdan daha farklı…” Sözlerini tamamlayamadan Hua
Cheng’in ifadesinde bir donukluk olduğunu fark etti ve sesi canlılığını
yitirdi. “San Lang?”

Ancak o zaman Hua Cheng kendine geldi ve kaşlarını kaldırdı. “Ah. Yok
bir şey, başka bir şey düşünüyordum. Ekselansları sahiden bu kişiye çok mu
güveniyor?”

Her ne kadar normalde kaşlarını kaldırdığı zaman ya rahat ya da sataşmak


üzere görünse de, bu kez doğal durmamıştı.

Xie Lian başını salladı. “Evet…. Bir sorun mu var?”

Hua Cheng hafifçe başını eğdi, kollarındaki gümüş zırh parçalarını düzeltti
ve konuştu, umursamaz görünüyordu. “Önemli bir şey değil. Sadece kişisel
bir görüş. Başkalarına bu kadar kolay güvenmesen daha iyi olur gege.”

“…”

Bunu duyunca Xie Lian, Hua Cheng’in onun kimden bahsettiğini anlayıp
anlamadığından emin olamadı, ve daha fazla ipucu vermeye cüret edemedi,
bu yüzden sadece ‘aa’ dedi.

Bir an duraksadıktan sonra yine de dayanamadı ve sordu. “San Lang, bu


kişinin kim olduğunu sormayacak mısın?”

“Hım? Ben mi?” Dedi Hua Cheng. “Gege ona güveniyor ve bu olayla bir
alakası olmadığından da emin, bu yüzden sormama gerek yok.”

Xie Lian alnını ovaladı, ve kısa bir süre sonra Hua Cheng tekrar konuştu.
“Ama eğer gege söylemek istiyorsa, memnuniyetle dinlerim.”

Her ne kadar sözleri kulağa oldukça doğru gelse de, eğer Xie Lian ona uyar
ve şimdi söylerse, kendisini tuhaf hissedecekti, sanki insanların ona
dünyada en çok güvendiği kişiyi sormasını çok istiyormuş gibi görünecekti.
Xie Lian aynı zamanda Hua Cheng’in kibar davranmaya mı çalıştığını
yoksa sahiden umursamadığını mı anlayamıyordu. Tesadüfen tam bu sırada,
ceset yiyen farelerle kanlı bir katliama karışan hayalet kelebekler de geri
dönmüşlerdi. Bu yorucu savaşın ardından, gümüş kelebekler biraz

alçaktan uçuyorlardı, sanki tükenmiş gibiydiler. Xie Lian hızla onları


karşılamaya gitti, özellikle minik olan bir gümüş kelebeği yakalamak için
uzandı ve konuştu. “Elinize sağlık!”

Şimdi başarmıştı işte. Kelebekler havada asılı kaldı ve bir an sonra, sanki
lezzetli bir yiyecek koklamış

gibi hepsi delirmişçesine ona doğru uçtu. Elindeki küçük kelebekle Xie
Lian kalakaldı. Hua Cheng sakin bir şekilde öksürdü ve kelebekler tekrar
durdu, ardından düzgün bir şekilde ona doğru uçarak, kollarındaki gümüş
zırha kondular, işlenmiş kelebek desenleriyle bir olmuşlardı.

İkisi Yin Yu’yu aramaya devam ettiler. Bir süre yürüdükten sonra Hua
Cheng aniden konuştu. “Feng Xin değil, dimi?”

Xie Lian çoktan başka şeyler düşünmeye başlamıştı, onu duyduğu zaman
gözlerini kırpıştırdı. “Hı?

Ne?”

“Gege’nin bahsettiği kişi.” Dedi Hua Cheng.

Xie Lian hemen ellerini salladı. “Elbette değil.”

Hua Cheng’in kaşları titredi. “…Mu Qing de değil, dimi?”

Xie Lian’ın alnından bir damla ter aktı. “Daha bile imkansız. Ama, San
Lang neden tekrar bu konuyu açtın?”

Hua Cheng gülümsedi. “Düşündüm ve sonrasında bu dördüncü kişinin en


şüpheli kişi olduğuna karar verdim. Bu nedenle, sürprizlere açık kapı
bırakmamak adına, gege bana bu en güvendiğin ve uzun yıllar güçlü bir
dostluk paylaştığın kişinin adını söyleyebilir misin?”
“…”

Xie Lian onun yüzündeki gülümsemeyi izledi, içinden bir ses bu


gülümsemenin inanılmaz sahte olduğunu söylüyordu. Tam derin bir nefes
almış ve konuşmaya hazırdı ki, etrafı tarayan gümüş

kelebeklerin soluk ışıltısı aniden kayboldu.

Karanlık her yeri sarmıştı ve Hua Cheng hızla Xie Lian’ın elini tuttu ve bir
ara sokağa daldı. Xie Lian bir yanlışlık olduğunu hissedebiliyordu, fısıldadı.
“San Lang, bir şey geliyor, değil mi?”

Her ne kadar karanlık aniden gelmiş ve hiçbir şey görünmüyor olsa da, yine
de Hua Cheng’in adımlarını yakından takip etmiş ve tereddütsüz bir şekilde
saklanmak üzere bir eve girmişti. Hua Cheng’in sesi hemen kulağının
dibindeydi. “Burada.”

Karanlıkta, aniden tuhaf bir ses duyuldu.

Dong, dong, dong.

Her ne kadar uzaklarda olsa da, her sürüme inanılmaz ağırdı ve her sesle,
öncekine göre biraz daha yaklaşıyordu, hızı inanılmazdı. Xie Lian sesin
tanıdık geldiğini düşünmeden edemiyordu, daha önce kesinlikle duymuştu
ve ses yaklaştığı zaman dışarıya baktı.

Sahiden de yeraltı şehrinin ana caddesinde düğün giysilerine bürünmüş bir


kadın belirmişti.

Kadın düğün giysilerine bürünmüştü ancak cübbenin kendisi paçavraya


dönmüş ve parçalanmıştı, son derece ürpertici görünüyordu. Her ne kadar
yüzü çok güzel olsa da, yaşamdan hiçbir iz taşımıyordu.

Başının üzerindeki yeşil hayalet ışığının parıltısı, bembeyaz yüzünün yeşil


yapıyordu. Kollarında küçük bir çocuk vardı, onun da yüzü solgundu, ama
ondan çok daha canlı görünüyordu, yaşayan bir insandı.

“Yine eski dostlara rastladık.” Dedi Hua Cheng.


Bunlar kadın hayalet Xuan Ji ve Gu Zi’ydi!

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 168: Tepedeki Hayalet Işığı Bağını Açan Efsun Onlar da Tong Lu
Dağına gelmişlerdi!

“Gu Zi burada, o zaman Qi Rong da mı burada?” Diye merak etti Xie Lian.

“Başının tepesindeki yeşil hayalet ışığına bak, burada olduğuna hiç şüphe
yok.” Dedi Hua Cheng.

“…”

Gu Zi, Xuan Ji’den biraz korkuyormuş gibi görünüyordu, kollarındaki


küçük beden sabit ve hareketsizdi. Ancak muhtemelen Xuan Ji’nin bedeni
soğuk ve rahatsız olduğu için gizlice birkaç kez kımıldandı, ama Xuan Ji
hemen azarladı. “Hareket etme!”

Ağzını açtığı anda, yeşil hayalet ışığının parlaklığıyla yüzündeki kaslar


daha bile çarpık görünmeye başladı. Hayalet ışığı zaten şu noktada Yeşil
Hayalet’in simgesi sayılıyordu, son derece zevksizdi elbette, ve Xie Lian
normal bir zevk sahibi ve kendi imajına önem bir kadın hayaletin böyle
gösterişli bir hayalet ışığını kafasının üzerinde taşımayı reddedeceğini
düşünüyordu. Bahsetmeye gerek bile yoktu, Qi Rong onu zorluyor
olmalıydı. Yeşil alevler ve kırmızı düğün cübbesi şok edici bir görüntü
ortaya çıkartıyor, gözlerine saldırıyordu, ustanın kişiyi inanılmaz çirkin bir
forma giymeye zorlamasından daha beterdi.

Gu Zi yalvardı, gözleri yaşlarla parlıyordu. “Jie jie, o suyu içtikten sonra


göbeğim acımaya başladı.”

Su mu? Xie Lian soğuk soğuk terledi. Yeraltı suyu, ceset yiyen farelerle
kaynıyordu ve her ne kadar zehirli olmasa da, zayıf bir bağışıklık sistemine
sahip bir çocuk, içtikten sonra muhtemelen ishal olurdu. Xuan Ji bariz bir
şekilde çocukları sevmiyordu ve ona karşı hiç sabrı yoktu. “Dayan. Dönüş
yolundayız zaten.”

Sırtları kayboldu ve karanlığa karıştılar. Başka bir konuşmaya gerek


duymadan Xie Lian ve Hua Cheng sessizce peşlerine takıldılar. Xuan Ji’yi
takip ederlerken, kısa bir süre sonra, birkaç köşeden döndüler ve bir diğer
ana caddeye girdiler. Sokağın sonunda oldukça gösterişli bir ev vardı ve
içeriden sesler yükseliyordu, hedefleri orası olmalıydı. Gölgelerde
saklanarak Xie Lian ve Hua Cheng önce öne atladılar, ardından evin
çatısına çıktılar, ve çatlakların arasından içeriyi izlemeye başladılar.
Sahiden de Qi Rong, malikanenin büyük salonunun ortasında oturmaktaydı.

On kadar kabuk taş heykeli içeriye getirmişti, başları ona dönüktü ve


heykellerin hepsi de yere kapaklandıkları için ona boyun eğiyormuş gibi
görünüyorlardı. O da bu ‘secde’ durumundan hoşlanıyormuş gibiydi ve bir
kolu ısırırken halinde oldukça memnun görünüyordu. Köşede birkaç çiftçi
oturuyordu ve içlerinden birisinin başı öne eğikti ve özellikle dikkat
çekmeyen birisine benziyordu, Yin Yu’ydu elbette!

Şüphelendikleri gibi Qi Rong tarafından yakalanmıştı. Her ne kadar hiçbiri


iplerle bağlanmamış olsa da, yağlı yeşil hayalet ışıkları her birinin başının
üzerinde asılı duruyordu. Yakından bakınca, bu hayalet ışıkları Xuan Ji’nin
kafasındaki gösterişli olandan farklı görünüyordu. Bunların beş duyusu da
gelişmişti, gözleri aşağıya doğru kısılmış, kötü yüz ifadeleriyle, korkunç
adamlara benziyorlardı; her biri dikkatle altındaki kişiyi izliyordu.

Xie Lian fısıldadı. “O alev topları onlara bir şey yapıyor olmalı.”

Hua Cheng cevapladı. “Bu Qi Rong’un Hayalet Işığı Bağı. Bir kez seni
gördüğü zaman, eğer kaçmaya çalışırsan bir büyü aktive eder ve anında
ölümüne yanarsın.”

Qi Rong kolu keyifle kemirirken Xuan Ji’nin sesi dışarıdan yükseldi.

“Lordum, geri döndüm.”

Hemen kolu bir kenara attı ve ağzındaki kanları sildi. Xie Lian biraz
şaşkındı; bu hareketin anlamı neydi? Birisinin görmesinden mi korkuyordu?
Sahiden Qi Rong’un birisinin onun nasıl yemek yediğini göreceğinden
utandığı, gün en sonunda gelmiş miydi?

Xuan Ji içeriye girmeden önce Gu Zi’yi yere bıraktı. Gu Zi, ta-ta-ta, içeriye
koştu, doğrudan Qi Rong’un yanına gitmişti. Ama onu gördüğü zaman ise
parmağıyla gösterdi. Haykırdı. “Baba yine gizli gizli kötü şeyler yiyor!”

“Yemiyorum!” Qi Rong inkar etti.

“Kokusu geldi! Ağzın yediğin şey kokuyor!” Diye suçladı Gu Zi.

Qi Rong elini kaldırdı ve avucuna birkaç nefes verdi; ağzının kan ve


çürümüşlük kokusunu almış

olmalıydı. Karşı çıkamazdı, sinirlendi. “LANET OLSUN! XUAN JI! NE


DİYE ONU HEMEN GERİ GETİRDİN?

YEMEK YERKEN SANA ONU GEZDİR DEMEMİŞ MİYDİM??”

Xuan Ji bir nefes aldı ve açıkladı. “Su içtikten sonra karnı ağrıdığıyla ilgili
bir şeyler söyledi, bu yüzden erken getirdim. Lordum, lütfen artık çocukla
benim ilgilenmemi istemeyin, ne yapacağımı bilmiyorum!”

Qi Rong ters ters baktı ve suçladı. “NE?! SEN KADIN DEĞİL MİSİN??
NASIL BİR KADIN HAYALET ÇOCUK

BAKMAYI BİLMEZ??”

“Ama kendi çocuğum bile değil!” Diye karşı çıktı Xuan Ji.

Gu Zi, Qi Rong’un kol yenini çekti. “Baba, artık öyle şeyler yeme, sana iyi
gelmiyor…”

Qi Rong onun dırdırından bıkıyordu ve azarladı. “Git git git! İnsanları sinir
etmek için ortada dolanıp durma. Bu ne böyle, çocuklar yetişkinleri
azarlıyor, dışarı git ve kendi başına oyna!”

Ve böylece Gu Zi’nin tek yapabildiği ayak sürüyerek dışarı çıkıp tek başına
çamurla oynamak oldu.
Gitmeden önce üzgün bir şekilde evdeki diğerlerine de bakmıştı.

O dışarıya çıktıktan sonra ise Xuan Ji konuştu. “Lordum, sahiden


anlamıyorum, neden ona sinir oluyorsanız yanınızda dolaştırıyorsunuz?
Tüm yol boyunca açtı ve susuz, ve ağlıyordu, ve sırnaşıp duruyordu. Eğer
dağ ruhuna denk gelip kendimizi taşıtmasaydık kim bilir bizi ne kadar
yavaşlatırdı.”

Qi Rong alayla güldü. “Beş para etmez oğlum bana baba demeye kararlı,
bırak desin! Pfft, ne saçma, elbette o küçük salak kafa ütüleyiciyi yiyicem!
Küçük bir çocuğun eti çok yumuşak olur, baharat katmadan bile yeterince
lezizdir!”

“O zaman neden hala yemediniz?” Xuan Ji sorguladı.

Qi Rong’un gözlerinde yeşil bir ışık belirdi. “Hiçbi şeyden anladığın yok!
Şişmanlayınca yiycem! En iyisini sona saklıycam! Ayrıca, hala bir sürü
erzağımız var, acele etmeye gerek yok!”

Xuan Ji Yin Yu’ya baktı. “Bence bu yeni yakaladığınız tuhaf bir tip. Epeyi,
epeyi tuhaf. Lordum, onun nereden geldiğini buldunuz mu?”

Qi Rong’un Hua Cheng’den ne kadar nefret ettiği düşünülürse, eğer Yin


Yu’nun Hua Cheng’in astı olduğunu bilseydi, onu hemen yerdi.

Qi Rong cevapladı. “Evet, buldum. Bu piç de Yağmur Ustasına yardım


etmeye gelmiş.”

Zayıf bir mevcudiyet ve düz bir kişilik bazen iyi bir şeydi; insanlar Yin Yu
ve Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuru’nu çoğu zaman bağdaştıramıyorlardı.
Görünüşe göre Yin Yu kim olduğu konusunda başarılı bir yalan
uydurmuştu. Xie Lian rahat bir nefes verdi. Xuan Ji’nin yüzü ise düştü.
“Yushi Huang bizim peşimizde mi?!”

“Yok.” Dedi Qi Rong. “Bu pislik yeraltı şehrini bizim gibi kazara bulmuş.
Yağmur Ustası bizi bulamadı.
SİKEYİM TANRILARI!” Aniden küfretti. “Neden Yağmur Ustasıyla
uğraşmak bu kadar zor? Bize o kadar yaklaşmıştı ki gelip buraya saklanmak
zorunda kaldık! YEMEK İÇİN KÖYDEN BİRKAÇ ÇİFTÇİ KAPTIK

SADECE, NE DİYE BU KADAR CİMRİLİK EDİYO? Bir cennet


mensubu bir de, BİLİYORUM işte o cennet mensuplarının hiçbiri bi boka
yaramıyor! HEPSİ BAĞNAZ VE PİNTİ!”

Her zaman önce başkalarına zarar verir ve sonrasında büyüklük taslardı.


Önce sen gidip bir başkasının sadece kendi işine bakan çiftçilerini adice
alıyorsun, ama sonrasında dönüp onu sana birkaç tane daha verecek kadar
cömert olmadığı için mi kızıyorsun?! , konuşması Xie Lian’ın
yumruklarının kaşınmasına neden olmuştu.

“Neden bu insanları serbest bırakmıyoruz?” Dedi Xuan Ji.

Qi Rong ise, düşünceyi tümüyle utanç verici buluyor gibiydi. Ters ters
baktı. “HAYIR! Yarısını çoktan yedim, kalan yarısını bıraksam bile işe
yaramaz. EĞER BENİ ZORLARSA BU ATA HEPSİNİ ATEŞE VERİR!

KİMSE BU İŞTEN ÇIKAR SAĞLAYAMAZ!”

“Bende işlerin bu noktaya geleceğini düşünmemiştim. Benim bildiğim


Yushi Huang’a zorbalık yapmak çok kolay, eskiden böyle değildi.
Düşündüm ki, eğer Yushi Ülkesinden insanları kaçırırsak, her şey hasır altı
edilir ve hakaret yutulur; böyle bir şey yapmaya cüret etmemin tek nedeni
buydu. Bu kadar sorun çıkacağı hiç aklıma gelmezdi, tümüyle şaşkınım!”

Xuan Ji sahiden Yağmur Ustasını tanıyordu ve ona saygı duyuyormuş gibi


de görünmüyordu.

Muhtemelen hala ölümlü oldukları dönemden tanışıyorlardı.

Eski efsaneleri düşünerek Xie Lian fısıldadı. “Yoksa Xuan Ji eskiden Yushi
Krallığının bir generali miydi?”

“Gege doğru tahmin etti.” Dedi Hua Cheng. “Tam olarak öyleydi.”
Xie Lian şaşırmıştı. “Nasıl yani? Yağmur Ustası Yushi hanedanının bir
üyesiydi, saygın bir konumu vardı. Xuan Ji ise sadece bir generaldi, alt
seviyeli bir kimse, nasıl hükümdarına bu gözle bakar? Ve bir de ‘zorbalık
yapması kolay’ gibi bir şeyler dedi…”

Tam bu sırada Qi Rong cevapladı. “Yağmur Ustası İt Ustası kimin


umurunda, sadece bu Hayalet Kral Ocak’ta Yüce olana dek çalışana dek
bekle! Öyle büyük bir güçle doğacağım ki cennet titreyecek, ve hepsi
ayaklarıma kapanacak! Önümde diz çöküp ayaklarımdaki çamuru
yiycekler! Ardından Hayalet Şehri yıkacağım, Kara Su Adası batacak ve
Jun Wu bile adımlarını dikkatli atmak zorunda kalacak.

HAHAHAHAHAHAhahahaha…”

“…”

Onun spekülasyonlarını, keyifle geleceğini hayal edişini dinlerken; Xie


Lian gülme isteği dışında başka hiçbir şey hissetmiyordu. Diğer yandan
Hua Cheng ise gülmeye dahi enerji harcamak istemiyordu.

Qi Rong, Xuan Ji ile konuşmaya devam etti. “Ardından senin oynaman için
Pei Ming’in sikini kesicem ve onu senin kölen yapıcam.”

İsmi duyunca Xuan Ji yumruklarını sıktı, solgun yüzünde bir yaşam izi
belirdi. “GEREK YOK! Lordum onu bana vermeye, onunla kendim
ilgilenmeme izin verdiği sürece, Xuan Ji minnettar olacak!”

Konu Pei Ming’e gelmediği sürece, Xuan Ji normal bir kadın hayalet gibi
görünüyordu. Ama General Pei’den bahsedildiği anda, Xie Lian Yu Jun
Dağındaki delirmiş ve takıntılı kadın hayaleti görebiliyordu.

Qi Rong’dan absürt bir beklentisi vardı; bu da sadece delilik olarak


tanımlanabilirdi.

Elbette, doğrudan içeriye girip Qi Rong ve Xuan Ji’yi dövebilirlerdi, ama


çiftçiler ve Yin Yu esir alınmışlardı. Qi Rong bir hayduttu; eğer attıkları her
yumrukla bir kişiyi ateşe verirse, o zaman kaybeden onlar olurlardı. Tıpkı
söylediği gibi, eğer onu zorlarlarsa herkesi ateşe verirdi.
Hua Cheng bir parça bile endişeli değildi. “Qi Rong’un Hayalet Işığı Bağını
çözen bir efsun var. Önce onu kandırarak öğrenmenin bir yolunu bulalım.”

“Bunu kim yapacak ki? O nasıl kandırılır? Biz kesinlikle yapamayız.” Dedi
Xie Lian.

Tam cümlesini tamamlamak üzereyken bakışları evin dışında çamurla


oynamakta olan Gu Zi’ye döndü.

Bir an duraksadıktan sonra Xie Lian devam etti. “Olmaz. Çok tehlikeli. Qi
Rong zaten Gu Zi’yi yemeyi planlıyor, eğer hileyi anlarsa…”

“Onun beyninin herhangi bir şeyi anlayıp anlayamayacağı bir yana,” dedi
Hua Cheng. “eğer çocuğa herhangi bir şey yapmaya kalkarsa girip onu
kurtarırız. Neden gege bu çocuğun bunca zaman Qi Rong’la birlikte
kaldıktan, ondan etkilendikten sonra zihinsel durumunun hala normal olup
olmadığından endişelenmiyor?”

Bu kadar uzun bir süre Qi Rong’u takip ettikten sonra sahiden onun da bir
canavara dönüşüp dönüşmediğini kestirmek zordu.

“Deneyelim mi o zaman?” Dedi Xie Lian.

Böylece, Hua Cheng parmaklarını uzattı ve avucundan genç minik bir


gümüş kelebek bıraktı.

Tembelce havada süzülmeye başladı.

Qi Rong ve Xuan Ji hala evin içinde konuşmaktaydılar ve dışarıdaki Gu Zi


çamura resim çiziyor; küçük birinin elini tutan büyük bir kişinin. Aniden
soluk gümüşi bir ışık yayan gümüş bir kelebek gördü.

Hemen başını kaldırdı, gözleri irileşti ve tam “VAAY!” diyecekti ki gümüş


kelebekten fısıldayan bir ses duyuldu. “Gu Zi konuşma. Konuştuğun anda
giderim. Benim. Beni hatırlıyor musun?”

Eğer Gu Zi yine de bağırsaydı, Hua Cheng gümüş kelebek aracılığıyla onun


zihnini karıştırırdı ancak Gu Zi elleriyle ağzını kapattı, sahiden itaatkar bir
çocuktu. O da fısıldadı. “Hatırlıyorum. Hurda-toplayan gege.”
“…Hahaha, hafızan gerçekten iyi.” Xie Lian sahte bir şekilde güldü. “Evet,
benim, hurda-toplayan adam. Gizlice kenara doğru gel, Qi… baban fark
etmeden.”

Gu Zi başını salladı. Ayağa kalktı ve tam gizlice gitmek üzereydi ki evin


içindeki Qi Rong onu fark etti.

Bağırdı. “HEY! Bİ YERLERE KAÇMA, DUYDUN MU BENİ? BURADA


KAL VE Bİ YERE KAYBOLMA, BÜYÜK

FARELER YER SENİ! GERİ DÖN!”

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 169: Tepedeki Hayalet Işığı Bağını Açan Efsun Gümüş kelebek
hemen kenara uçarak gizlendi. Gu Zi’nin gözleri ardına dek açılmıştı.

Cevap verdi. “Ben… Ben işiycem!”

Qi Rong cıkladı. “Veletler bokla ve çişle dolu!”

Ve ardından umursamayı bıraktı.

Gu Zi el yordamıyla kenara gitti ve tekrar fısıldadı. “Hurdacı gege, hurdacı


gege!”

Xie Lian hala çatıdaydı. “…Daozhang desen olur. ‘Hurdacı gege’ biraz
tuhaf, hahaha… Gu Zi. Babanın kaçırdığı bu insanlar çok kötü bir durumda.
Onlar bir başkasının evinde yaşıyorlardı ve efendileri babanı dövmek için
onu takip ediyor. Onları bırakmamıza yardım eder misin?”

“Biliyorum!” Dedi Gu Zi. “Onlar büyük, siyah bir öküze binen tanrının
evinden!” Başını kaşıdı. “Ben de onları bırakmak istiyorum.. ama babam
hasta. İyileşmek için insan eti yemesi gerektiğini söyledi, insan eti yemenin
çok normal bir şey olduğunu. Ben hala çok küçüğüm, büyüdüğümde nasıl
yendiğini bana da öğretecek. Bence iyi bir şey değil…”
İyi bir şey olmamaktan öteydi! Kıl payı yetişmişiz, diye düşündü Xie Lian.
Qi Rong’un yanında uzun süre kaldıktan sonra Gu Zi de yoldan çıkmaya
başlamıştı. Eğer yanlış yolda yürümeye devam etseydi, belki de sırf alıştığı
için her şeyi normal kabul eder ve insan eti yemek de sıradan bir şey olarak
gelirdi.

Xie Lian hızla konuştu. “Hiç iyi bir şey değil! İnsan eti yemek her türden
korkunç hastalıklara yol açar; yenen kişilerin hayaletleri sana ve babana
musallat olur, gece gündüz rahat bırakmazlar. Baban hasta değil, sadece
yemeği bırakamayan bir obur. Tekrar yemeden önce onu durdurmanın bir
yolunu bulman gerek, yoksa babasız bir çok olacaksın!”

“Ne yapabilirim?” Gu Zi çok korkmuştu.

Hua Cheng Xie Lian’a döndü. “Gege bana bırak.”

Gümüş kelebeğe birkaç cümle söyledi ve diğer taraftaki Gu Zi dinledi, her


şeyi hatırlamak için elinden geleni yapıyordu. İşi bittikten sonra Hua Cheng
tekrar başını kaldırdı. Xie Lian’la konuştu. “Önce Xuan Ji’yi yoldan
çekelim.”

Evin içinde Xuan Ji konuştu. “Bence bu adam çok şüphe çekiyor. Yushi
Huang’ın astı olduğunu söyledi ama kötülük enerjisiyle dolu. Doğruyu
söylediğini hiç sanmıyorum, onu biraz daha sorgulayacağım.”

Gu Zi’nin uzaklaştığını görünce, Qi Rong sırtını kapıya dönmüş ve tekrar


kolu kemirmeye başlamıştı, öylesine cevap verdi. “Tamam.”

Xuan Ji’nin Pei Ming’le karşılaştığı zamanlardaki deliliği olmadığı zaman,


Qi Rong’a göre çok daha ayrıntıcı ve dikkatliydi, bir kadındı sonuçta.
Ayrıca Gu Zi de ondan biraz korkuyordu, eğer o etrafta olursa çok daha
kolay yakalanabilirdi.

Xie Lian başını salladı. “Onu nasıl uzaklaştıracağız ki?”

İki bakıştılar ve aynı anda konuşmuşlardı. “General Pei.”


Xie Lian dua ederek ellerini birleştirdi. “Başka yolu yok. Kısa bir süreliğine
kendisini feda etmesini istemek zorundayız. General Pei, kurtulduktan
sonra herkes sana teşekkür edecek.”

Hua Cheng’in kol zırhındaki işlemelerden bir kelebek daha ortaya çıktı ve
Xie Lian’ın kulağına doğru uçtu. Bir adamın sesi süzülerek onlara geldi, bu
Pei Ming’di. Görünüşe göre Hua Cheng onlar ayrılmadan önce birkaç
kelebeği arkada bırakmıştı ve diğer taraftaki sesleri onlara taşıyorlardı. Xie
Lian bir süre dikkatle dinledi.

Fısıldadı. “Şurayı biraz keselim ve şu cümleleri kullanalım…”

Xuan Ji’nin sırtı pencereye dönüktü, bir şahin gibi gözlerini Yin Yu’ya
dikmiş, onu sorguluyordu.

Yin Yu sakince cevap verdi. “Yushi Krallığında, kayıp aç hayaletlerle


ilgilenmek benim görevim. Kapıyı çaldıkları zaman onlara pirinç verir ve
yollarına uğurlarım, bu nedenle kötülük özüyle sarılıyım.”

Diğer mahkumlar Yushi ülkesinin gerçek çiftçileriydi ve her ne kadar


sahiden bu tür yardımcılar olsa da, o kesinlikle onlardan biri değildi.
Uydurduğunu biliyorlardı, ama hiçbiri sesini çıkartmadı.

Qi Rong kıkırdadı. “Ho ho, ben de aç bir hayaletim, neden bana yardım
etmiyorsun? Sadece birkaç kişiyi yedim ve ölümüne kovalanıyorum, neden
o pinti çok cömertmiş gibi davranıyor?”

Diğer yandan Xuan Ji ise sadece küçümseyerek yorum yaptı. “Bu dünyada
pek çok aç hayalet var, nasıl hepsine birden yardım eder? Yaptığı sadece
göstermelik bir şey.”

Tam bu sırada, ışığı gizlenmiş bir gümüş kelebek sessizce arkasına uçtu,
ardından parladı ve gizlendi.

Tüm tutsaklar görmüşlerdi, ama hepsi sükûnetini korudu; sessiz bir


anlaşmayla, hepsi görmemiş gibi davrandılar. Xuan Ji sorgusuna devam
edecekti ki aniden bir erkeğin sesini işitti.
“…Eğer öyleyse,… önce… bunlar. Başka… var mı..? Bana… ver…”

Orijinal cümle ‘Eğer öyleyse, önce bunları, fareleri kızart. Başka yılanın var
mı? Bana ver.’

Xie Lian, Pei Ming’in sözlerini ilk duyduğu zaman hem şok olmuş hem
acımıştı. Onlara doğru gelen ceset-yiyen fareleri normal fareler sanmış
olmalıydılar, Pei Ming de öldürerek Pei Su’ya yemek olarak sunuyor
olmalıydı. O fareleri yemek sahiden insana zarar vermez miydi? Hızla geri
dönseler iyi olacaktı.

Ancak Hua Cheng cümlelerden birkaç kelimeyi çıkardıktan sonra etkisi


oldukça gizemli olmuştu; bir anlamı var gibiydi, ama tam olarak ne olduğu
çıkartılamıyordu. Xuan Ji duyduğu anda tir tir titredi ve hızla başını geriye
çevirdi. Ancak gümüş kelebek kurnaz bir şekilde atikti; hiçbir ışık
yaymıyordu ve o başını çevirdiği zaman çoktan kenara uçarak gizlenmişti.
Xuan Ji sarsılmıştı, mahkumları sorgulamak üzere döndü.

“Biraz önce bir şey duydunuz mu? Bir şey gördünüz mü?”

Yin Yu başı çekti ve diğer tüm mahkumlar da başlarını iki yana salladılar.
Qi Rong kanla kaplanmış

ağzıyla onlara baktı. “Ne duydun?”

Xuan Ji’nin kafası hala karışıktı. “Ben sandım ki… Pei Ming’in sesini
duyduğumu sandım.”

“Muhtemelen hayal gördün.” Dedi Qi Rong. “Ben hiçbir şey duymadım.”

Gümüş kelebek Xuan Ji’ye sıkı sıkı yapışmıştı, bu nedenle ses aktarılırken
başka hiç kimse duymamıştı.

Xuan Ji şüpheliydi. “Sahi mi? Ama ben… yakınlarda olduğunu


hissediyorum. Belki telepatidir? Lordum, neden gidip bir kez daha kontrol
etmiyorum?”

Xie Lian bu kadar kolay olacağını düşünmemişti ve sessizce yumruklarını


sıkarken Hua Cheng’e gülümsedi. Ancak beklenmedik bir şekilde Qi Rong
hayallerini suya düşürdü. “PFFT! Zaten kontrol

etmemiş miydin? Ne telepatisi; hayal gördün sadece. Günde sekiz yüz kez
onu düşünmekten başka hiçbir şey yapmıyorsun, elbette hayal görürsün.”

Görünüşe göre sözleri Xuan Ji’yi biraz ikna etmişti ve orada kaldı,
kararsızdı. Her ne kadar bu girişimleri başarısız olsa da Xie Lian’ın cesareti
kırılmamıştı, çünkü birkaç saklı numarası daha vardı.

Xuan Ji tam sorgusuna devam edecekti ki bir kez daha Pei Ming’in sesini
duydu.

“…Seni küçük aptal! Buraya gel, sana öğreteceğim.”

Kısa bir süre sonra bir kız sesi duyuldu. “…Lütfen, General Pei. Daha önce
bir kez yaptım. Artık tecrübeliyim. Bırak ben yapayım…”

Elbette, duyduğu şey Pei Ming’in Ban Yue’ye Minik Pei yesin diye fare
kızartmayı öğretişiydi. Ancak kelimeler Xuan Ji’nin kulaklarına ulaştığı
anda tümüyle bambaşka bir anlama bürünmüşlerdi. Tiz bir çığlık koyverdi,
gözleri kıpkırmızı oldu ve başının üzerindeki hayalet ışığı patladı, sanki
kalbindeki kıskançlık alevlenmişti. Kendi saçını çekti ve bağırdı. “BU O!!!
EMİNİM, BURADA OLMALI, ONU

HİSSEDİYORUM, KALBİM ONU HİSSEDİYOR!!! PEI MING! SENİ


GEBERTECEĞİM!!!”

İki kırık bağını sürükleyerek atlarken bir yandan bağırıyordu. Qi Rong


lanetler etti. “HEY! XUAN JI! BU

NE ŞİMDİ! KIRIK BACAKLARLA NASIL O KADAR HIZLI


KOŞABİLİYOSUN? O ERKEK FAHİŞE SAHİDEN

BUNA DEĞER Mİ?!”

Xie Lian, Xuan Ji’nin tökezleyen ve savrulan sırtının kayboluşunu izledi ve


nedense hüzünlendi. Hua Cheng onun muhtemelen tapınaktakilerin
güvenliği için endişelendiğini düşünüyordu.
“Endişelenmene gerek yok. Hayalet kelebek onu tam tersi yöne götürecek.
Eğer onları bulsa bile onları korumak için RuoYe orada, çemberin içine
giremez. Buradaki işimizi çabucak bitirelim.”

Şimdi Xuan Ji gittiğine göre, Gu Zi’nin sahneye çıkma vakti gelmişti.


Ayağa kalktı ve ellerindeki çamuru poposuna sildi. Xie Lian biraz
endişeliydi. “Sahiden iyi olacak mı?”

Hua Cheng yumuşak bir sesle konuştu. “Gege, güven bana. Eğer işe
yaramazsa, başka bir yol buluruz.

Bir sürü yedek planımız var. Eğer bir aksilik olursa, Qi Rong’un ömrünün
sonuna kadar konuşamamasını sağlarız ve bu sırada bir yol buluruz.”

“…”

Gu Zi eve girdiği zaman Qi Rong çoktan ellerindeki kanı yalayarak


temizlemişti. Onu gördüğü zaman seslendi. “Evlat, buraya gel ve babacının
bacaklarına masaj yap!”

Böylece Gu Zi bacaklarına masaj yapmaya gitti. Bir süre itaatkar bir şekilde
devam ettikten sonra sordu. “Baba, şu köşedeki insanlar iplerle bağlı
olmamalarına rağmen neden kaçmıyorlar?”

Sorusu Qi Rong’a enerji vermişti. “Hehe, tabi ki babacından çok


korktukları için hepsinin bacakları pelteye döndü!”

“…” Gu Zi’nin gözleri ve ağzını ardına dek açık kalmıştı. “O KADAR


MUHTEŞEM MİSİN?!”

Qi Rong’un egosu tatmin edilmişti, cevapladı. “Evet öyle! Buraya bak,


bugün sana babanın ne kadar harika olduğunu göstereceğim! Şu ateş topunu
görüyor musun? Ona bir emir verdiğim anda, VUUUŞŞ, ve ölümüne
yanarlar, bu nedenle de benden korkuyorlar! Ve diğer iki küçük hayalet,
onları unutma.”

Gu Zi tahıl eşeleyen bir civciv gibi başını salladı. Qi Rong devam etti. “Biri
Hua Cheng, diğerinin lakabı Kara Su, o ikisi zayıf birer hiçler. O iki pislik
çok iyilermiş gibi davranıyorlar sırf biraz şansları yaver gitti diye, ama
aslında unvanlarının içi boş. Boş unvan ne demek biliyor musun? Sana
öğreteceğim. Bir

değim. Anlamı da yüzeyde çok güçlü göründükleri, ama konu gerçek güce
geldiği zaman benim yanıma bile yaklaşamadıkları.”

Gu Zi anlamışa benziyordu, ama bir yandan da anlamamıştı. “Aa…”

Qi Rong ekledi. “Sadece şanslılar! Eğer o şans bende olsaydı onlardan on


kat daha yüce olurdum!

SADECE BEKLE! Bu kez babacın bu testi geçecek ve hemen onları siyah


ve maviye dönene dek dövecek! KİMSE BENİ HOR GÖRMEYE CÜRET
EDEMEYECEK! SADECE BEN İNSANLARA TEPEDEN

BAKABİLİRİM!”

Kararlılığı alevleniyor, bağırarak kollarını sallıyordu ve her ne kadar Gu


Zi’nin onun kim olduğuna neden bahsettiğine dair hiçbir fikri olmasa da,
gayretle onu yüreklendiriyordu. “YAPABİLİRSİN, BABA!”

“…”

Çatının üzerinde, Xie Lian eliyle yüzünü kapattı.

Qi Rong’un büyüklük konuşması dilinin tutulmasına neden olmuştu. Qi


Rong’un onun kuzeni olduğunu düşündükçe utanıyordu, Hua Cheng’e
döndü. “San Lang, bu… o… ben…”

Aslında tarih boyunca kendisini övmeyi sevmeyen bir erkek hiç olmamıştı.
Kerhanede çalışan bir kızın mendili uçarak bir adamın eline gelirse, adam
döner ve saygın fahişelerden en güzelinin ona aşık olduğunu anlatırdı;
imparatorunun cariyesinin amcasının torununun kuzeninin cariyesinin
ayakkabılarını taşımak ve sandalyesini silmek, kraliyet akrabalarının
malikanesinde önemli bir idareci olmak olurdu, statüsünü yükseltirdi. Bu
nedenle kendini öven erkekler hiçte nadir değillerdi.
Erkekler ilk olarak kendilerini bir kadına karşı överlerdi, ikincisi, oğullarına
karşı. Xie Lian hatırlıyordu, gençken babası sık sık gizli veya aleni bir
şekilde kendisinin kahramanlıklarını ve politik konulardaki yüceliğini
anlatırdı; tam da bu sebeple gençken babasının soylu ve cesur bir hükümdar
olduğuna, adının şüphesiz tarih sayfalarındaki yerini alacağına inanırdı.
Sonrasında gerçeği öğrendiğinde, hiçte iyi bir zaman sayılmazdı, bu
nedenle de ‘o kadar da iyi değilmişsin’ diye hissetmiş, son derece büyük bir
hayal kırıklığına uğramıştı.

Aklına gelince Xie Lian başını iki yana salladı, komik bulmuştu, Neden Qi
Rong’u babamla kıyaslıyorum?

Sahiden öylesine aklına gelivermişti; muhtemelen ikisi de kendisini


olduğundan yüce göstermeyi sevdiği içindi. Ancak söz konusu ister babası
olsun ister bir başkası, en azından onlar normal sınırlar içerisindeydiler. Qi
Rong tam bir utanmazlık, haklı bir terbiyesizlik seviyesine ulaşmıştı.
Gözlerden uzak kalan Kara Su’nun bile ondan tiksinmesine ve
karşılaştıkları zaman onu dövmek için bahane bulmasına şaşmamalıydı.
Ama Xie Lian biraz şaşırmıştı; Qi Rong nasıl diğerlerine küfreder de Xie
Lian’ın kendisini pas geçerdi?

Ama Xie Lian bir yandan da neden Qi Rong’un Gu Zi’yi yemek için
oyalandığını da biraz olsun anlamaya başlamıştı. Eğer normal birisine böyle
şeyler söylese, eğer ondan biraz daha büyük, hayat konusunda bir parça
tecrübeli bir insana bahsetmiş olsa kimse ona inanmazdı. Eğer yüzeyde
inanıyormuş gibi görünseler bile, samimiyeti hissettiremezlerdi veya
tepkileri Qi Rong’un altındaki küçük hayaletler gibi fazlasıyla abartılı
olurdu. Ancak Gu Zi’nin övgüleri farklıydı. Bütün kelimeleri kalben
söylüyordu; sahiden babasının dünyadaki en güçlü kişi olduğuna
inanıyordu!

Muhtemelen Qi Rong uzun zamandır bu kadar içten bir şekilde kendisini


övmemişti ve son derece tatmin olmuştu. Tehdit etti. “Uslu olacaksın,
duydun mu beni? Eğer beni dinlemezsen, senin de tepene hayalet ışığı
koyarım!”

Sahiden Gu Zi korkmuştu ve aceleyle başını örttü.


“Hayır, onlardan takmak istemiyorum… ah sahi, baba.” Hua Cheng ve Xie
Lian’ın ona söyledikleri aklına gelmişti, gergin bir şekilde devam etti. “Şu
yeşil ışıkları bir kez takınca, bir daha çıkartamıyorsun değil mi?”

Eğer ‘takıldığı gibi geri de çıkartılabiliyordur?’ diye sorsaydı Qi Rong


gerçeği söylemeyebilirdi, ama sorusu ‘bir daha çıkartamıyorsun değil mi?’
olmuştu. Şüphe dolu bir soruydu ve elbette Hua Cheng ile Xie Lian ona
öğretmişlerdi.

Qi Rong hemen bir tekme attı ve taştan heykellerden birinin kafasını uçarak
gönderdi. “SAÇMALIK!

EĞER BABACIN BAĞLAMAK İSTERSE BAĞLAR, EĞER AÇMAK


İSTERSE AÇAR! BAK! BABACIN SANA GÖSTERMEK İÇİN BİRİNİ
AÇACAK!”

Ardından bir çiftçiyi işaret etti ve bağırdı. “İT SİKİCİ XİE LİAN!”

Xie Lian. “…”

Hua Cheng. “…”

Çiftçinin başındaki hayalet ışığı söndü ve o da ayağa kalktı. Ancak çok


uzaklaşamadan Qi Rong yüksek sesle tükürdü; bir diğer yağlı yeşil hayalet
ışığı ağzından çıktı ve çiftçinin başına kabus gibi çöktü. Qi Rong
kahkahalar attı ve Gu Zi’nin başını okşadı.

“Ne dersin? Babacık çok güçlü dimi?”

Çatının üzerinde, Xie Lian yüzündeki terleri sildi. Hua Cheng sakin ve
umursamaz görünüyordu ama sesi buz gibiydi. “Bence bu pislik
olduğundan daha çöp bir hale gelmek istiyor.”

Eklem yerleri çatırdıyor gibiydi, Xie Lian aceleyle konuştu. “Sorun yok,
sorun yok. Beklediğimden çok daha kolay kandırdık!”

Normalde bilgiyi alabilmek için Gu Zi’ye birkaç yol daha göstermişlerdi,


ama görünüşe göre hiçbirine gerek kalmamıştı. Qi Rong’un öncesinde Xie
Lian’a küfretmemesine şaşmamalıydı; çünkü ona edilen küfür bağları açan
efsundu. Sahiden ona olan nefreti çok derinlerdeydi. Bu noktada, ikisinin
artık saklanmasına gerek kalmamıştı. Hemen çatıyı delerek aşağıya
atladılar!

Gürültü Qi Rong’un şaşkınlıktan sandalyesinden düşmesine neden olmuştu.


“KİM VAR ORDA??? KİM

VAR ORDA??”

Ve kim olduğunu gördüğü zaman. “İT, İT…”

Muhtemelen ona küfretmek istiyordu, ama bunun çok önemli bir çözücü
efsun olduğu aklına gelince Qi Rong hızla ağzını kapatmıştı.

Köşede, çiftçilerden birisi konuştu. “Bence biraz önce efsunu söyledi, ne


dersiniz… biz çözebiliyor muyuz diye kontrol edelim mi?”

“Evet, sadece küfretmişti değil mi? Her ne kadar bu Xie Lian kişisi için
üzülsem de, sonuçta burada değil, bu yüzden sorun olmamalı!”

Yin Yu ise sakince öğüt verdi. “Burada veya değil, hepinize söylememenizi
tavsiye ediyorum, yoksa sonuçları şu anda bulunduğumuz durumdan daha
kötü olacak…”

Diğer tarafta, Qi Rong kendisini korumak için Gu Zi’yi kalkan olarak


kullanıyordu, ses tonu değişti.

“İTİN SİKTİĞİ XİE LİAN! SENİ UTANMAZ! SENİ CASUS! SİNSİ!”

Xie Lian biraz üzgündü. “‘İtin siktiği’ de ne oluyor?”

Qi Rong ekledi. “Eğer efsunu öğrenmiş olsan da işe yaramaz! Kendine mi


küfredeceksin? Başkaları sana küfretse umurunda olmayacak mı?”

Bunu duyunca Hua Cheng’in ifadesi karardı. Elleri birkaç kez daha
çatırdadı, kendisini tutamayacakmış

gibi görünüyordu. Xie Lian ise endişelenmiyordu. “Evet? Önemli değil ki.”
Ardından hiç tereddüt etmeden sözleri beş altı kez tekrar etti, sonuçta her
seferinde tek bir kişiyi serbest bırakabiliyordu. Şimdi tüm tutsaklar efsunda
küfredilen kişinin o olduğunu biliyorlardı ve kalplerinde ona teşekkür
etmekten kendilerini alamıyorlardı, içlerinden ‘gerçek bir adam!’ diye
geçiriyorlardı.

Ancak hiçbirinin kafasındaki Hayalet Işığı Bağı çözülmemişti. Xie Lian’ın


yüzü hafifçe değişti ve Qi Rong kahkahayı bastı.

“HAHAHAHAHA! YEDİN! EĞER ÇÖZEN BEN DEĞİLSEN İŞE


YARAMAZ! BOŞ YERE KÜFRETTİN!

HAHAHAHAA…”

Gümüş bir kelebek Gu Zi’nin gözlerinin önünden geçti. İki kez gözlerini
kırptı, göz kapakları düştü, ardından hemen uyuyakaldı. Qi Rong hala kendi
kendine gülüyordu ki aniden kolundaki bir el onun on sekiz kez dönmesine
ardından da duvara çarpmasına neden oldu.

Konuşuverdi. “İT SİKİCİ XİE LİAN!”

O küfrettikten sonra Yin Yu’nun başının üzerindeki hayalet ışığı kayboldu.


Yin Yu ayağa fırladı ve hızla aralarına iyi bir mesafe açtı. Qi Rong hemen
ağzını kapattı.

Xie Lian hoş bir şekilde konuştu. “Hadi hadi hadi, merak etme, kendini
tutma. Bırak, küfretmeye devam etti.”

Sakin bir şekilde konuşmaya devam ederken kollarını sıvadı ve onu


yakaladı, Qi Rong bu durumdan ne çıkartacağını sahiden bilemiyordu. Tüm
gücüyle bağırdı. “DEVAM ET! VUR BANA! BENİ ÖLÜMÜNE

DÖVSEN BİLE BİR DAHA O KÜFRÜ ANMAYACAĞIM!”

Hemen yanlarındaki Hua Cheng buz gibi bir sesle konuştu. “İyi.”

Qi Rong bakmak için döndü. Hua Cheng daha sahte olamayacak bir
gülümsemeyle gülüyordu, ama bir anda kaybolmuştu. Bir an sonra ise
kafası yerin iki metre altına gömülmüştü.
“…”

Hua Cheng kafasını yerden geri çekti. Qi Rong kükredi. “BENİ BÖYLE
TEHDİT ETMEYE NASIL CÜRET

EDERSİN! BIKTIM! HEPSİNİ YAKICAM! HEP BERABER


ÖLEBİLİRİZ! HUA CHENG SENİ SİKİK! YAN!”

Görünüşe göre ‘Hua Cheng seni sikik’ de yanmayı başlatmak için gereken
diğer sözdü. Ancak o bağırdıktan sonra kimseden ağlama veya acı çığlıkları
yükselmedi, tereddütle gözlerini açtı. Çiftçilerin hepsi iyiydi, diğer kenarda
durmuş onu izliyorlardı. Qi Rong şok olmuştu.

“NELER OLUYOR? NEDEN HİÇBİRİNİZ ÖLMEDİNİZ? GİDİN


GEBERİN! KİM SİZİ SERBEST BIRAKTI??”

“Sen.” Dedi Xie Lian.

Hemen yanındaki gümüş kelebeği işaret etti, gümüş kelebek biraz önceki
kükremenin aynısını yayınlamaktaydı: “BOŞ YERE KÜFRETTİN!
HAHAHAHAA…”

Gümüş kelebek her şeyi kaydetmiş ve sesini taklit etmişti, efsunlar da dahil.
Tek bir küfrüyle sonsuza dek bağları açabilirdi.

Hua Cheng konuştu. “Gezegeni tek başına terk ediyorsun. Üzgünüm, kimse
seninle gelmiyor.”

Ardından bir diğer vahşi yumrukla Qi Rong yeraltına gömüldü.

Çiftçilerin hepsi kalkıp görmek için yaklaştılar. “O… oradan çıkabilir mi?”

Yin Yu, Hua Cheng’in yumruğunun açtığı delikten aşağıya atladı ve bir an
sonra tekrar çıktı, elinde yeşil bir daruma bebeği vardı. “Chengzhu,
Ekselansları, onu aldım.”

Yağlı yeşil daruma bebeği dişlerini gösteriyordu, gözlerini geriye atmış,


uzun dilini dışarıya çıkartmıştı; sanki birisine güler gibiydi, ama aynı
zamanda da birisine yaranmak için gösteri yapıyor da olabilirdi.
Her şekilde sonra derece çirkin görünüyordu; çocuklar bile görse tiksintiyle
bir kenara atarlardı. Xie Lian bu tasarıma Qi Rong’un kendi kişiliği mi
neden oldu yoksa Hua Cheng mi onu böyle yarattı bilmiyordu.

“O şeyi bize verme. Uzaklara götür, çok uzaklara.” Dedi Hua Cheng.

“Emredersiniz.” Dedi Yin Yu.

Dürüst olması gerekirse Xie Lian da o şeyi tutmak istemiyordu, onun yerine
Gu Zi’yi yerden aldı.

Hayalet kelebekler farklı yönlerden gelerek Hua Cheng’in eline kondular.

Aşağıya baktı ve konuştu. “Hemen kutsal tapınağa dönmemiz gerek.”

Xie Lian hemen başını çevirdi. “Bir şey mi oldu?”

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 170: Öfkeli Kadın Hayalet, Kıskançlığın Alevleri Sevgiyi


Yakıyor Hua Cheng hafifçe elini kaldırdı ve avucundaki gümüş kelebeği
Xie Lian’ın kulağına getirdi. Gümüş

kelebeğin kanat çırpma sesleri arasında Pei Ming’in sesi onlara doğru geldi.

“Küçük aptal, o tuhaf sesi duydun mu?”

Muhtemelen Pei Ming uzun zamandır kadınları kovaladığı içindi; Xie Lian
onun Ban Yue’ye karşı hiçbir şey hissetmediğini biliyor olsa da, ses tonu
insanı şüpheye düşürecek cinstendi.

Ban Yue acımasız bir şekilde cevapladı. “Ben aptal değilim… duydum. Ses
çok tuhaftı, General Hua’nın geri döndüğünü sanmıyorum.”

Elbette dönmüyordu! Çünkü o pat! pat! sesi Xuan Ji’nin kırık bacaklarıyla
zıplarken çıkardığı sesti!
Uzunca bir süre pat! pat! sesleri yükseldikten sonra ikisi sessizleştiler ve
ardından da deli bir kadının kahkahası yükseldi. “Hehe, hehehe,
hahahahAHAHAHA…”

Kahkahası yankılandı ve boş yeraltı şehrini sardı, ardından da gümüş


kelebekler aracılığıyla onlara taşındı ve eklenen parazit sesiyle beraber
doğrudan duymaktan çok daha ürpertici bir hale büründü.

Doğal olarak, bu kahkaha mest olmuş ve acı verici bir şekilde nefretle
dolmuş Xuan Ji’nin, en sonunda bir kez daha Pei Ming’i gördükten sonraki
sesiydi.

“Gümüş kelebek onu tam ters yöne götürmüyor muydu?” Diye sordu Xie
Lian.

Hua Cheng cevapladı. “Tahmin ettiğimden daha zeki.”

Görünüşe göre Xuan Ji hayalet kelebeği delirmişçesine kovalıyordu,


şaşırtıcı derecede hızlıydı ve kısa sürede ana caddenin ucuna dek koşmuştu,
ama orada kimse yoktu. Bir zamanlar savaş meydanında bir kadın generaldi
sonuçta, hemen uzaklaştırıldığını fark etmişti. Teknik olarak fark ettiği anda
hemen Qi Rong’a dönmeliydi, ama aklının her köşesini Pei Ming
dolduruyordu, bu neden onun yerine dönmüş ve tam ters yöne koşmaya
başlamıştı, efendisi Qi Rong’u tamamen unutmuştu.

Xie Lian bir nedenle bunu komik buluyordu, ama bu duygusunu tam olarak
tarif edemiyordu. Hızla kaçan esirleri de yanlarına aldı ve beraberce şehrin
merkezindeki kutsal Wu Yong tapınağına koşmaya başladılar. Kadın hayalet
Xuan Ji çok, ama çok uzun zamandır Pei Ming’i bekliyordu; sadece
kahkahasını duymak bile yüzünün ne kadar çarpık bir hal aldığını hayal
etmek için yeterliydi. Pei Ming muhtemelen ürkmüştü ve şoku atlatıp
konuşabilmesine dek uzun bir zaman geçmesi gerekmişti.

“Sen…”

Xuan Ji soğukça dudak büktü.


Ancak beklenmedik bir şekilde, bir an duraksadıktan sonra Pei Ming sordu.
“Sen kimsin?”

“…” Xuan Ji vahşi bir öfkeyle dolmuştu, sesi keskin ve titriyordu. “SEN…
SEN BENİ BİLEREK

KIZDIRMAYA ÇALIŞIYORSUN DEĞİL Mİ? SAHİDEN KİM


OLDUĞUMU BİLMİYOR MUSUN?”

Xie Lian alnındaki soğuk terleri sildi ve konuştu. “Olamaz, General Pei…
bunu sahiden bilerek mi yapıyor yoksa onu tanımadı mı?”

“Muhtemelen ikincisi.” Dedi Hua Cheng.

Sonuçta, eğer söylentiler doğruysa geçen yüz yıllarda Pei Ming en az bin
kadar güzellikle beraber olmuştu; nasıl her birini aklında tutacaktı?
Özellikle de yüzlerce yıl önceki birini. Ayrıca, Yu Jun

Dağındaki hayalet gelin olayı Pei Su’nun eline bırakılmıştı; kendisi hiç
gelmemiş ve Xuan Ji’yi görmemişti.

Xuan Ji kendi kendine mırıldandı. “Sahi. Beni bilerek kızdırıyorsun.


Yemezler. Hah. Yalan söylemek istiyorsun, beni hatırlamadığını, bana yalan
söylemek istiyorsun, hehe.”

Ardından çığlık attı, buyurdu. “KİM O KÜÇÜK FAHİŞE? NORMALDE


STANDARTLARIN YÜKSEK DEĞİL

MİYDİ? NE, BU KEZ FARKLI BİR ŞEYLER Mİ DENEMEK İSTEDİN?”

Ban Yue. “?”

Pei Ming. “?”

Her ne kadar ikisi de şaşkın sesler çıkartsalar da, öfkeli ton Pei Ming’in
hafızasında bir şeyleri tetiklemiş gibiydi, hafifçe kaşlarını çattı. “Xuan Ji?
Nasıl bu hale geldin?”
Ancak o zaman Xie Lian, Xuan Ji’nin darmadağın bir hale geldiğini
hatırladı. Gözleri vahşi hayaletler gibi kırmızıydı, kırmızı gelin cübbesine
bürünmüş, alt etekleri pis ve parçalanmıştı, halsiz bir şekilde sürünüyordu
ama topraktaki bir timsah kadar tehlikeliydi. Şu anda onu aşağı yukarı
böyle görüyorlardı; sahiden onu soylu ve havalı bir kadın generalle
bağdaştırmak zordu, bu nedenle de onu tanıyanların hemen kim olduğunu
anlayamaması anlaşılabilir bir durumdu.

“Nasıl mı bu hale geldim? NEDEN BÖYLE OLDUĞUMU SORMAYA


CÜRET Mİ EDİYORSUN?! HEPSİ

SENİN SUÇUN DEĞİL Mİ, HEPSİNİ SENİN İÇİN YAPTIM!”

“Koruyucu çembere saldırdı.” Diye bilgilendirdi Hua Cheng.

Tam o konuştuğu anda gümüş kelebekten bir çığlık yükseldi. Xuan Ji geri
itilmiş ve birkaç metre uçmuş olmalıydı, bir kez daha karanlığa karışmıştı.

Pei Ming’in sesi duyuldu. “Ekselanslarının ruhani eşyası oldukça faydalı.


Bir ara bende kendime böyle bir şey yapmalıyım.”

Eğer onun nasıl yapıldığını bilseydin, böyle söylemezdin… diye düşündü


Xie Lian.

Ama o daha düşünce dizini tamamlayamadan Pei Ming bağırdı. “NE


YAPIYORSUN? KES ŞUNU!”

Xuan Ji haykırdı. “BURADA SAKLANMAYA DEVAM


EDEBİLECEĞİNİ SANMA!”

GÜMBÜR GÜMBÜR!

Adımlarını hızlandırırken Xie Lian şaşkındı. “Ne yaptı?”

“Görünüşe göre kutsal tapınağın üzerinde zıpladı ve taş çatı çöktü.”

Demek öyleydi. Xuan Ji RuoYe’nin koruyucu çemberinden geri sekmişti ve


içeriye giremiyordu, bu nedenle de tüm tapınağı yıkıyordu.
“General Pei ve diğerleri iyi mi? Küçük Pei ve Ban Yue de orada!” Dedi
Xie Lian.

“İyiler. Pei Ming onlara kalkan oldu.” Dedi Hua Cheng.

Taş tavan gürültüyle çöktüğü anda Pei Ming kendi bedeniyle Pei Su ve Ban
Yue’yi korumuştu. Xie Lian rahat bir nefes verdi. “O zaman sorun yok.
Koruyucu çemberi bozamaz.”

Diğer tarafta, Pei Ming çok öfkeliydi. “Delirdin mi sen? Göklerde tepinsen
bile içeriye giremezsin!”

Ancak Xuan Ji kötücül bir şekilde güldü ve Ban Yue haykırdı. “General Pei
dikkat et!”

“Ne…”

Bunların hepsi aynı anda gerçekleşmişti ve kaosun ortasında Xie Lian


keskin bir kılıcın göğsü delerken çıkardığı sesi duydu. Pei Ming’in
bıçaklandığına hiç şüphe yoktu.

Xie Lian endişelenmişti. “Neler oluyor?! Koruyucu çember bozuldu mu?


İmkansız… bekle, kılıç?!”

Bir anda Xuan Ji’nin ne planladığını anlamıştı. Demek öyleydi!

Xuan Ji kahkahaları dindikten sonra sakin bir sesle konuştu. “İçeriye


girmek istediğimi kim söyledi?”

Bir diğer ses de kahkaha atmaya başladı. “Hey, Pei Ming, bak burada kim
var! Eski sevgilin!”

Rong Guang!

Xuan Ji’nin tapınağın üzerinde zıplamasının nedeni öfkeden deliye dönmesi


değildi, koruyucu çemberin de içine girmek gibi bir niyeti yoktu. Amacı
Ban Yue’nin çemberin içine koyduğu iki mühürlü hayaleti barındıran kil
kapları kırmaktı, böylece hayaletleri serbest bırakacak ve onlar içeriden
saldıracaklardı!
Rong Guang kapından çıktıktan sonra hızla kılıç formuna geçmiş ve Pei
Ming’e saldırmıştı. Pei Ming onu çekmeye çalışıyor gibiydi ama Rong
Guang inatla yılmıyordu, kılıç bedeninin hala içindeydi. “ÇOK

BEKLERSİN! ÖLME VAKTİN GELDİ!”

Pei Ming dişlerini sıktı. “Diğer kap sağlam mı??”

Her iki taraftan saldırıya uğruyordu eğer denkleme Ke Mo da katılırsa o


zaman işi biterdi.

Ban Yue cevapladı. “Evet! Ke Mo hala mühürlü!”

Durum ciddi bir hal almaya başlamıştı ve Xie Lian da gittikçe


endişeleniyordu. Tam daha da hızlanacaktı ki Hua Cheng aniden duraksadı.
Xie Lian irkildi ve arkasına baktı. “San Lang?”

Hua Cheng’in elinde bir hayalet kelebek daha vardı, ona bir şeyler fısıldar
gibiydi. Raporu dinlemesi bittikten sonra başını kaldırdı ve gülümsedi.
“Gege, endişelenmeye gerek yok. Biz yetişemesek bile sorun olmayacak.”

Diğer tarafta, Rong Guang Pei Ming’in göğsünü delmişti ve Xuan Ji


elleriyle onun çizmelerine yapışmış

bacaklarına doğru tırmanan kızıl bir geko gibiydi. Giysileri ve başındaki


hayalet ışığıyla, delirmiş bir kadın hayaletin vücut bulmuş haliydi.

Pei Ming haykırdı. “SEN –!”

Xuan Ji ise mırıldanıyordu. “Pei aşkım… Pei aşkım!...”

Aldığı pozisyondan onu ölümüne boğmak mı istiyor yoksa sımsıkı sarılmak


mı, anlaşılmıyordu. Aniden göz ucuyla Pei Ming tarafından korunmakta
olan Pei Su’yu gördü. Onu geçen sefer yakalayan soğuk ve hissiz savaş
tanrısını hatırlamıştı ve dişlerini sıktı. “SENİ KÜÇÜK SIÇAN!”

Tam pençeleri aşağıya inecekti ki bir diğer el bileğini kavradı. Her ikisinin
bileği de eşit derecede soluktu, ve görmek için başını eğdiği zaman onu
durduranın Ban Yue olduğunu gördü. Xuan Ji Pei Ming’in yanındaki diğer
kadını gördüğü zaman kalbi alev aldı, haykırdı. “Senin küçük aşağılık
hayatını almaya henüz gelmemiştim, ama kendi ayağınla bana geldin!”

Ardından Ban Yue’nin başını tuttu. Ancak Ban Yue diğer iyi ve uslu küçük
gelinler gibi olduğu yerde durup ölümü bekleyecek değildi, ve Xuan Ji’nin
diğer bileği de bir anda yakalanmıştı.

Xuan Ji hayattayken bir generaldi; kendi gücünün pek çok erkeği


utandıracak seviyede olduğunu biliyordu ve sıradan kadın hayaletler sadece
ölümüne dayak yiyebilirlerdi. Ancak bu küçük kızın, bu kadar zayıf ve
güçsüz görünen, sanki en ufak bir esintide uçup gidecekmiş gibi görünen bu
kızın kollarında böylesine korkutucu bir güç taşıdığını hiç tahmin
etmemişti, neredeyse Xuan Ji’nin kendisinden güçlüydü! Sadece onun iki
bileğini yakalamak ve hareket etmesine engel olmakla kalmamıştı, ikisinin
gözleri buluştuğunda Xuan Ji daha da şaşırmıştı. Bu küçük kızın gözleri
öfke ve öldürme isteğiyle doluydu, savaştaki bir kılıç gibi parlıyorlardı; ona
savaş meydanını hatırlatmıştı.

Kalbi titredi ve onun tutuşundan kurtulmak için ellerini fırlattı.

Ban Yue, Pei Su’yu yakaladı ve birkaç metre uzaklaştı, ayakları üzerine
hafif bir şekilde düşmüştü.

“General Pei’yi bırak!”

Pei Ming’in içindeki kılıç kışkırttı. “Pei Ming, kadınlar konusunda sahiden
şanslısın. Görüyor musun, iki kadın hayalet senin için kavga ediyor!
Hahaha…”

Xuan Ji eğri bir yılan gibi Pei Ming’e tutunmuştu, on parmağı da boynunu
sıkıyordu. Soğuk bir sesle konuştu. “Küçük aşığın yetenekliymiş.”

Pei Ming ağız dolusu kan tükürdü. “Değil! Benim aşığım falan değil!”

“HALA İNKAR ETMEYE Mİ ÇALIŞIYORSUN?!” Xuan Ji haykırdı.


“EĞER AŞIĞIN DEĞİLSE BANA NEDEN

SENİ BIRAKMAMI SÖYLÜYOR?”


“Eğer yaşlı anam burada olsaydı o da sana beni bırakmanı söylerdi. Senin
tanımına göre o da mı benim sevgilim oluyor?” Pei Ming karşı çıktı.

Bu noktada sadece hoppa kişiliği suçlanabilirdi, altında hiçbir sebep


olmadan insanlara ‘küçük aptal’

demesi nedeniyle Xuan Ji kıskançlıktan deliye dönmüştü. “Ne? Şimdi


kabullenmekten mi korkuyorsun? Neden ona seslenirken o kadar
samimiydin? Eskiden eline yeni birisi geçtiği zaman daha açık olmaz
mıydın? Bana karşı hep çok dürüsttün, hislerim hiç umurunda olmadı. Ne
kadar acı çektim biliyor musun? Neden şimdi kabullenmekten
korkuyorsun?? General Pei, yoksa ölmekten mi korkuyorsun? Yoksa onu
sahiden çok seviyorsun da onun saçının teline bile zarar vermeme
dayanamaz mısın??”

Hala kutsal tapınağa uzak olan Xie Lian, sahneyi öteden izlemişti ve artık
sahiden dayanamayacaktı.

Arkasına baktı. “San Lang, önce gidip onları kurtarsak nasıl olur?”

Hua Cheng güldü. “Panik yapmaya gerek yok gege. Bizim yerimize bir
başkası belirecek. Ayrıca, eğer şimdi gitsek bile Xuan Ji Pei Ming’in
yakasını bırakmaz.”

Haklıydı da. Etrafında rehineler varken, işler hiçte iyi gitmezdi. Yin Yu ve
çiftçiler gergin bir halde izliyorlardı ve yorum yapmaktaydılar,

“Evet, kadın hayaletin aşkının nefrete dönüştüğünü hissedebiliyorum,


sıyırmış!”

“Hiç sanmıyorum. Bence yapamaz. Kabak çekirdeği yemek isteyen var


mı?”

“Ben alırım, teşekkürler.”

“Nasıl kabak çekirdeği yiyebiliyorsunuz şu durumda?” Xie Lian kaşlarını


çattı.

“Ekselansları, sen de bir avuç yemedin mi?” Dedi insanlar.


“Ne?”

Xie Lian ancak o zaman bir az önceki görüntüye odaklanmışken bilinçsiz


bir halde kendisine uzatılan çekirdekleri aldığını ve hepsini yediğini fark
etti. Alnına vurdu. “Ne kabayım…”

Diğer tarafta, Pei Ming ipin ucundaydı. “Xuan Ji, her seferinde böyle
düşünmesen olmaz mı? Onca yıl geçti, neden hala el sıkışıp kendi
yollarımıza gidemiyoruz? Neden hep böylesin?”

Xuan Ji’nin ellerini onu boğuyordu, daha da sıktı, badem gözleri


yerlerinden fırlayacak gibiydi. “Önce sen beni mahvettin ve el sıkışıp kendi
yoluma mı gidecekmişim? ÇOK BEKLERSİN!”

Pei Ming iç çekti. “Sen sahiden… bir parça bile değişmedin. Tam da bu
yüzden yürümedi ya.”

Xuan Ji yüzünü onunkine yaklaştırdı ve öfkeyle haykırdı. “BU YÜZDEN


Mİ? NE YÜZÜNDEN? YETERİNCE

GÜZEL DEĞİL MİYİM? SANA YUSHI’NİN SAVAŞ PLANLARINI VE


ORDU SIRLARINI VERMEYİ REDDETTİM

DİYE Mİ? KENDİN İSTEMEDİN! BENİM GÜÇLÜ OLMAMI


SEVMEDİĞİNİ SÖYLEDİN, BENSE SENİN

UĞRUNA BACAKLARIMDAN VAZGEÇMEYE HAZIRDIM! SENİ


YETERİNCE SEVMİYOR MUYUM?? SENİ

BENDEN DAHA ÇOK KİM SEVEBİLİR? YA SEN? BANA


BAKMADIN BİLE, GEÇTİĞİMİZ ONCA YÜZYIL

BOYUNCA BİR KEZ BİLE BAKMADIN! BENİ BİR KEZ OLSUN


GÖRMEYE GELDİN Mİ??”

Pei Ming kendisininkinin dibine girmiş olan yüzü itti ve bağırdı. “ÇÜNKÜ
SENİ GÖRMEYE GELSEM SENİ

ZİYARET ETMEDİĞİM İÇİN DELİYE DÖNECEĞİNİ BİLİYORDUM!”


Xuan Ji göğsündeki Ming Guang kılıcını yakaladı ve birkaç santim daha
sapladı, ardından çekti. Pei Ming biraz daha kan kustu.

Xuan Ji haykırdı. “SÖYLE! CENNET MENSUBU OLARAK KONUMUN


ADINA, BUNDAN SONRA SADECE

BENİMLE OLACAĞINA YEMİN ET. BİR DAHA ASLA BAŞKA


KADINLARA BAKMAYACAĞINA YEMİN ET, YOKSA GÖZLERİNİ
OYARIM!”

Rong Guang halinden çok memnundu. “Çabuk söyle Pei Ming! Söyle de
küçük hayatını kurtar!”

Pei Ming küfretti. “KAPA ÇENENİ! Lanet olsun. Onca savaş meydanında
ve dünyanın en kutsal kılıcının altında ölmek yerine, gelmiş deli bir kadın
hayaletin elinde öleceğime inanamıyorum!”

İstediği cevabı alamayan Xuan Ji tümüyle öfkeye boğulmuştu ve pençeleri


öne atılarak başını yakaladı.

Xie Lian artık daha fazla bekleyemeyecekti. “San Lang, işler sahiden
çığırından çıkıyor. Şu bahsettiğin kişi vaktinde gelecek mi? Eğer
gelemeyecekse ben gidiyorum!”

“Sorun yok.” Dedi Hua Cheng. “Gege, bak. Geldi bile.”

Tam kelimeler dudaklarından dökülürken, öfkelenmiş ve delirmiş Xuan Ji


donakalmıştı.

Sanki birisi tüm bedenini kaskatı kesecek bir büyü yapmış gibiydi; bedeni
ve yüz ifadesi donmuştu. Pei Ming çoktan onun tarafından pek çok kez
bıçaklanmıştı; tüm yeri kapatacak kadar kan kustu.

Karanlığın içinden temiz ve net bir şekilde öküz toynakları duyuluyordu,


istikrarlı ve sakindi, klik klak, klik klak. Kısa bir süre sonra siyah bir öküze
binen kişi önlerinde belirdi.

Siyah öküzün üzerindeki kadın yeşil bir cübbeye bürünmüştü, gözleri


parlaktı, yüz ifadesi ise sakin ve sessiz. Yavaşça yaklaşırken başı dikti,
sanki uzaktaki bir şeyi izler gibiydi. Pei Ming donakalmıştı.

“…Kraliçe Yushi.”

Kadın başını çevirdi ve ona baktı, duruşu değişmedi. Hafifçe gülümsedi,


selamına karşılık verircesine hafifçe başını eğdi.

Xie Lian da şok olmuştu. “Kraliçe Yushi mi?”

Hua Cheng cevapladı. “Evet. Cennetin şu anki Yağmur Ustası, Yushi


Krallığının on altıncı prensesi, Yushi Huang, aynı zamanda da Yushi
Krallığının son kraliçesi.”

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 171: Son Prenses, Saray Kapıları Önünde Kesilen Boğaz

“Yağmur Ustasıyla tanışma şerefine hiç erişmemiştim, bu nedenle de


Yağmur Ustasının bir prenses olduğunu bilmiyordum…” Dedi Xie Lian.

Diğer tarafta, Xuan Ji dişlerini sıktı. “Ne… yaptın… sen… neden…


hareket… edemiyorum?!”

Yağmur hastası gözlerini Pei Ming’den ayırdı ve nazikçe konuştu. “YuLong


Kılıcını getirdim.”

*ÇN: YuLong ‘Yağmur Ejderi’ demekmiş.

“YuLong Kılıcı mı?” Diye merak etti Xie Lian.

“Yushi Krallığının kutsal koruyucu kılıcı, tarih boyunca hükümdarları


tarafından taşınmıştır.” Diye cevapladı Hua Cheng. “Yağmur Ustası
yükseldikten sonra onu bir ruhani eşya olarak dövdü ve doğal olarak Yushi
insanlarına hükmetmesini sağlayan bir güç kazandı. Xuan Ji bir haindi,
korku ve pişmanlık hala kalbini yiyip bitiriyor. Bu nedenle elbette ki itaat
etmekten başka hiçbir şey yapamaz.”
Yağmur Ustası ona kımıldamamasını söylemişti, bu nedenle de
kımıldayamıyordu.

Rong Guang haykırdı. “Eğer sen hareket edemiyorsan, ben de kendim


yaparım!”

Ardından tam Pei Ming’e bir kez daha saldıracaktı ki, daha yarım santim
delemeden kızıl bir duman patladı ve ÇIN! Pei Ming’in göğsünü delen kılıç
kayboldu. Bir parmaktan daha uzun olmayan minik bir kılıç yere düştü ve
Rong Guang öfkeyle kükredi. “NELER OLUYOR? NEDEN BEN DE
HAREKET

EDEMİYORUM??”

Xie Lian ve diğerleri en sonunda uzaktan izlemeyi bırakmış ve dışarıya


çıkmışlardı. Hua Cheng oyuncak gibi görünen yerdeki Ming Guang kılıcına
bir bakış attı ve sırıttı. “Çok daha iyi.”

“Bırak onu Xuan Ji.” Dedi Yağmur Ustası.

Xuan Ji’nin elleri kontrol edilemez bir şekilde Pei Ming’in boynundan
düşmeye başladı ama boyun eğmeyi reddediyordu, elleri titredi.
“BIRAKMAYACAĞIM! ONU YAKALADIM, BIRAKMAYACAĞIM!”

“Daha iyi hissetmek için illa bir şeye tutunman gerekiyorsa neden attığın bir
şeyi almıyor ve onu tekrar tutmuyorsun?” Diye sordu Yağmur Ustası.

Kutsal koruyucu kılıç sahiden güçlüydü ve Xuan Ji zorla geriye çekildi,


yere düştü, hırpani ve zavallıydı.

“Beni azarlamaya ne hakkın var? Kendini sahiden krallığın hükümdarı mı


sanıyorsun? Kraliçeliğinin nasıl olduğunu unuttun bence! SENİ
TANIMIYORUM! TANIMAYACAĞIM!”

Yağmur Ustası sessizdi. Kenarda Ban Yue bunu fırsat bilmiş ve hemen bir
kil kap çıkartarak Xuan Ji’yi içine hapsederek anında mühürlemişti!

Ve böylece, bütün bu karmaşa en sonunda dinmişti. Xie Lian Pei Ming’in


yanına yaklaştı ve kalkmasına yardım etti. “General Pei iyi misin?”
“Bu beni öldürmez.” Dedi Pei Ming. “Acaba, Ekselansları, hepiniz bir
süredir burada mıydınız?”

Xie Lian cevapladı. “…Haha, ne demek istiyorsun?”

Pei Ming şimdi minicik olan, mühürlenmiş Ming Guang kılıcını eline aldı.
“Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuru, mührün ne kadar sağlam? Biraz baskıyla
kırılmaz değil mi?”

“Elbette hayır.” Diye cevapladı Hua Cheng. “Sapından tutup ruhani güçler
aktararak zihnen onun serbest kalmasına izin verirsen serbest kalacaktır.
Diğer türlü mühür kazara veya kandırmayla ne olursa olsun açılmaz.”

Ancak o zaman Pei Ming rahat bir nefes aldı. Qi Rong’un esaretinden kaçan
çiftçilere gelince, hepsi öne atılmışlardı. “LORDUM YAĞMUR USTASI!”

*ÇN: Yağmur Ustasından hep ‘lord’ ‘he/erkek’ olarak bahsediyorlar. Kadın


formunda olduğu halde üstelik… Anlamadım gitti.

Diğer taraftakiler ise döndüler. Xie Lian başını eğerek selamladı. “Kraliçe
Yushi.”

Yağmur Ustası siyah öküzünden indi ve elinde iplerle o da nezaketen başını


eğdi. “Prens Hazretleri.”

Bu selamlama boyunca Xie Lian farkında olmadan onun boynunu gördü ve


şaşırdı, ama kısa bir süre sonra konuştu. “Geçmişte, Xian Le’nin kuraklık
zamanlarında, lordum bana Yağmur Ustasının şapkasını vermiş ve güç
zamanımda yardım etmişti, hiç şahsen teşekkür edemedim. Bugün ise
dileğim yerine geldi.”

Ardından öne doğru yerlere kadar eğildi. Yağmur Ustası olduğu yerde
durdu, hareketsizdi ve cevap vermeden önce onun doğrulmasını bekledi.
“Eğer Prens Hazretlerinin bu seferlik eğilmesine izin vermezsem, lordumun
hiç rahatlamayacağını düşündüm. Şimdi ise bitti, ikimizde olanları
unutalım.”
Ses tonu net ve sakindi, yavaş ve bir parça tebessümle sükûnet doluydu,
özellikle huzurlu görünüyordu.

Aniden bir ses yükseldi. “Hey Pei Ming, sence de utanç verici değil mi?
Seni kurtarması için bir kadının gelmesi gerekti ve o kadın da Yushi Huang!
Hehehehahaha…”

Yağmur Ustasının duruşu hala değişmemişti, hala çok rahattı ama Pei Ming
artık öyle görünmüyordu.

Xie Lian fark etti ve hızla çenesini kapatmak için küçük kılıca bir tılsım
yapıştırdı. Yağmur Ustasının öküzü de aniden Pei Ming’e doğru ağır
nefesler almaya başlamıştı, başını sallıyor, kuyruğunu savuruyordu. Her ne
kadar Hua Cheng’i hedef alıyor olmasa da, Xie Lian boğaların
öfkelendikleri zaman sadece kırmızı gördüklerini biliyordu ve kovalandığı,
saldırıya uğradığı pek çok acı verici anı hala aklındaydı. Bu nedenle hızla
Hua Cheng’in önünde geçti, öküzün biraz daha kızacak olursa Hua
Cheng’in cübbesindeki kırmızı renge odaklanacağından korkuyordu.

Bu noktada Pei Ming’in bir şey söylemesi gerekiyordu. Bu nedenle burnunu


kaşıdı ve kibarca konuştu.

“Minik Pei’yi kurtardığı için Kraliçe Yushi’ye teşekkür ederim.”

Yağmur Ustası da nazikti. “Önemli değil.”

Ban Yue geldi ve Yağmur Ustasının kol yenini çekti. “Lordum Yağmur
Ustası, Pei Su-Gege açlıktan bayıldı…”

Hua Cheng bir bakış attı. “Önce gidip toplanalım.”

Ban Yue’nin problemi en etkili şekilde Yushi Ülkesinin insanları tarafından


çözülmüştü. Yağmur Ustası iklime hükmettiği için, insanları neredeyse hiç
aç kalmazdı. Bir kez daha yüzeye çıktıkları zaman, gece geçmiş ve güneş
doğmuştu. Yağmur Ustası hemen öküzdeki çantasından tohumlar aldı, bir
toprak parçası buldu ve ekiverdi. Küçük arsanın ekinlerle dolması hiçte
uzun sürmemişti. Acıkan herkes tezahürat etti.
Xie Lian Gu Zi’nin de muhtemelen günlerdir düzgün bir şey yememiş
olduğunu hatırladı ve onu uyandırdı. Ancak Gu Zi’nin uyandığı gibi ilk
sorduğu şey babasının nerede olduğuydu ve babasının onu tekrar terk
ettiğini düşünmüştü. Uzunca bir süre ağladı ve Xie Lian’ın ona inanılmaz
çirkin daruma

bebeğini vermekten başka çaresi kalmamıştı. Gu Zi ise onun babası


olduğunu duyduğu zaman sanki bir hazine almış gibiydi; ağlamayı kesi ve
yemek yerken ona sarıldı.

Bu sırada Xie Lian, Hua Cheng, Yağmur Ustası ve Pei Ming ciddi
meseleleri konuşmak üzere toplandılar.

Yukarıdaki Ocak’ı görebiliyorlardı. Yakından bakınca, dağın alt yarısı


büyük kızıl yamalarla kaplanmıştı, sanki kan gibiydi, üst yarısı ise kardan
kalın tabakalarla örtülmüştü.

Xie Lian konuştu. “Sadece General Küçük Pei değil, Ban Yue, Gu Zi ve
diğerleri de burada kalmalı. Artık devam edemezler. Eğer gerekirse karlı
dağlara tırmanmamız gerekecek.”

Pei Ming yaralarına küçük bir şişeden iyileştirici buhar sürüyordu, iç


çekerken başını iki yana salladı.

“Tüm bu yol boyunca çok şanssızdık, engeller birbiri ardına belirdi.”

Bu sözleri şu ana dek olan yolculuklarını tanımlıyordu, son derece


şanssızlardı ve oldukça perişan hissediyordu.

Yağmur Ustası Xie Lian’ın yanına oturmuştu ve bir süre düşündükten sonra
konuştu. “Ekselansları bu seferki görevin Yüce olma potansiyeli taşıyan
tüm canavar ve hayaletleri boyunduruk altına almak. O

zaman, dikkat etmen gereken bir tanesi var.”

Xie Lian heyecanlandı. “Yağmur Ustası yolda birisine mi rastladı?”

Yağmur Ustası başını hafifçe salladı. “Evet. Yolda gelirken beyazlara


bürünmüş genç bir adamla karşılaştım.”
Xie Lian hafifçe ‘ah’ladı. “Lordumun bahsettiği kişiden biz de yolda haber
aldık. Hayaletlerin pek çoğu ondan korkuyordu ve neredeyse onunla yüz
yüze gelecektik. Lordum onu şahsen gördü mü? Nasıl kaçtın?”

“Çok utanıyorum.” Dedi Yağmur Ustası. “Eğer Koruyucu Muhafızın bu


kadar güçlü bacakları olmasaydı veya o genç adam dövüşmek istiyor
olsaydı, karşılaşmanın nasıl sonuçlanacağını kestirmek güç.”

“Nasıl görünüyordu?” Xie Lian bastırdı.

“Net değil.” Dedi Yağmur Ustası. “Çünkü başı sargılarla sarılıydı.”

Başı sargılarla mı sarılıydı?!

Xie Lian şok olmuştu. “Lang Ying miydi?!”

Pei Ming kaşlarını çattı. “Ekselansları onu tanıyor mu?”

“Emin değilim.” Dedi Xie Lian ve hemen Hua Cheng’e döndü. “San Lang,
Lang Ying kesin olarak Hayalet Şehirde değil mi?”

Hua Cheng de ciddi görünüyordu ve bir an duraksadıktan sonra cevap


verdi. “Oradaydı, ama hala orada mı kestirmesi güç. Gege, neden
kesinleştirmiyoruz?”

Böylece Xie Lian sorgusuna devam etti. “Lordum Yağmur Ustası, bu beyaz
cübbeli genç adamın başının sargılarla sarıldığını söylediniz. Yaklaşık on
yaşında mıydı, belki biraz daha büyük? Her şekilde çelimsiz bir çocuk.”

Ancak beklenmedik bir şekilde Yağmur Ustasının cevabı farklıydı. “Hayır.


Genç adam on altı, on yedi yaşlarındaydı, fiziki olarak Ekselanslarına
benziyordu.”

“Ne?” Xie Lian’ın beklentilerinden tümüyle farklı çıkmıştı. “On altı, on


yedi mi? Lang Ying o kadar büyük değil.”

Demek o değildi? Şu anki bilgilere dayanarak kesin bir karara varamıyordu.


Pei Ming işi bittikten sonra küçük ilaç şişesini bir kenara attı ve konuştu.
“Her şekilde, işin sonunda Ocak’a gideceğiz, bekleyip görelim.”

Sonuçta bir savaş tanrısıydı ve yenilenme hızı özellikle etkileyiciydi.


Sadece bir şişe ilaçla hayati yarası neredeyse tümüyle iyileşmişti. Yağmur
Ustası başını eğdi. “Neden General Pei’nin kılıcı yok?”

Pei Ming onun kendisine doğrudan bir soru sormasını beklememişti ve en


iyi cevabı bulmaya çalışıyordu. Kenarda, Pei Su en sonunda kendine
gelmişti, kızartılmış tatlı patates yerken cevap verdi.

“General, Pei’nin, kılıcı, kırıldı.”

Yağmur Ustası bunu duyunca bir an düşündükten sonra kendi kılıcını


çıkarttı ve her iki eliyle Pei Ming’e uzattı.

Yüz ifadesinde hiçbir tuhaflık yoktu ve hem sözleri hem hareketleri oldukça
terbiyeliydi. Ancak Pei Ming’in yüzü aniden değişti, sanki ona zehirli bir
yılan uzatmış gibi görünüyordu.

Bir süre tereddüt ettikten sonra konuştu. “Teşekkürler ama bu Yağmur


Ustasının kutsal koruyucu kılıcı. Muhtemelen benim ellerimde savrulması
uygunsuz olur.”

“General Pei bir savaş tanrısı, yetenekli bir kılıç ustası.” Dedi Yağmur
Ustası. “Burada yeni bir hayalet kralın doğmasına engel olmak için
bulunduğumuza göre, kılıcın benim yerime senin ellerinde olması çok daha
etkili olacaktır.”

Pei Ming uzunca bir süre daha tereddüt etti ama en sonunda oldukça kibar
bir şekilde reddetti. “Pei Kraliçe Yushi’ye nezaketi için teşekkür eder.
Ancak gerek yok.”

Bunu görünce Yağmur Ustası daha fazla ısrar etmedi. Bir süre daha sohbet
ettiler ve Yağmur Ustası da Rüzgar Ustasından haberleri olup olmadığını
sordu. Ancak o zaman Xie Lian onun da aradığını ancak aramasının bir
sonuca ulaşmadığını öğrendi ve iç çekmekten kendini alamadı.
İki saat daha dinlendikten sonra yola koyulmaya karar verdiler. Xie Lian bir
süre yürüdü, bir ağaca sırtını yaslamak ver biraz uzanmak istiyordu, ama
Hua Cheng kim bilir nereden bir sürü cübbe ve kumaş bulmuş ve iki ağaç
arasına iki tane hamak yapmıştı. İkisi de tırmandılar, hamaklar oldukça
genişti, uzanması çok rahattı. Bir süre uzandıktan sonra Xie Lian kollarını
başının altına yastık yaptı ve şaşkın bir halde yüksek sesle düşündü. “San
Lang, neden General Pei Yağmur Ustasının kılıcını almadı?”

Bir savaş tanrısı kılıcını kaybetmişti, ama yenisini bulmaya


heveslenmiyordu? Dayak yemeği mi bekliyordu?

Hua Cheng de kollarını kendisine yastık yapmıştı ve sakince cevap verdi.


“Pei Ming gibi kadınları seven birisinin kadınlar hakkında iyi düşünceleri
olmayabilir. Kurtarıldığı için, ve bu kişi bir kadın olduğundan ötürü, elbette
aralarında bir geçmişte olduğundan oldukça hüsrana uğramış olmalı, utanç
verici olduğunu düşünüyordur. Ayrıca Yağmur Ustası öncesinde onun
atalarını yola getirmişti; belki de Yağmur Ustasının onunla dalga geçtiğini
düşünmüştür. Nasıl kılıcı kabul etsin?”

“Oof, ne mantıksız bir gurur.” Diye yorum yaptı Xie Lian. “Bu arada San
Lang, gördün mü? Yağmur Ustasının boynundaki eski yarayı.”

“Bilmem için görmeme gerek yok.” Dedi Hua Cheng. “Sonuçta o ‘Kendi
Boynunu Kesen Prenses’.”

Xie Lian doğruldu. “Biliyordum.”

Hua Cheng de doğruldu. “Gege Yağmur Ustasının yavaş konuştuğunu fark


etti mi? Bunun nedeni de boynundaki eski yara.”

“Ah! Bense kişiliği yüzünden sanmıştım.” Dedi Xie Lian. “Bir prenses
olarak, neden kendi boğazını kesti ki? Xuan Ji de ona ‘kraliçelik döneminin
nasıl geçtiğini unuttun mu’ demişti, meraklandım. Onun hükümdarlığında
ne oldu?”

“Uzun hikaye ama, özetleyeceğim.” Diye yanıtladı Hua Cheng.


Yushi Huang sahiden Yushi Krallığının bir soylusuydu, ilk olarak kralın
kızıydı ve ikincisi de en alt seviyedeki bir cariyeden doğmaydı, bu nedenle
statüsü hiçte yüksek sayılmazdı. İçe kapanık kişiliği nedeniyle ondan büyük
on beş kardeşi ile bir o kadarda ondan küçük kardeşinin arasında, içlerinden
en iltimas edilmeyen oydu.

Yushi Krallığının Kraliyet Çalışma Salonu YuLong Tapınağıydı. Tarih


boyunca her hükümdar oraya gidip kendisini geliştirecek bir soylu evlat
seçmişti, bolluk ve barış için içten bir şekilde cennete dualarını etmişlerdi.
Kulağa yüce bir görev gibi geliyordu ama aslında sadece bir ayak işiydi.
YuLong Tapınağının kendini geliştirme yöntemi ağır işler yapmaktan
geçiyordu; ne hizmetçilere ne de konforlu eşyalara izin vardı, ve bir kez
oraya girdikten sonra ağır işlerde çalışmak gerekiyordu. Geçmişte, bu
pozisyon kişiden kişiye itilip durmuştu; hatta bazıları yerlerine birini
bulmak için takdire değer hazineler saçmışlardı. Ancak sıra bu nesle geldiği
zaman bir seçim süreci olmamıştı. En başından Yushi Huang’ın gitmesine
karar verilmişti.

“Xuan Ji’nin Yağmur Ustasından saygıyla bahsetmemesine şaşmamalı.”


Diye belirtti Xie Lian.

“Elbette.” Dedi Hua Cheng. “Xuan Ji bir prenses olmayabilir ama onun da
etkileyici bir ailesi ve pek çok talibi vardı. Kraliyet ve soylular için o çok
daha değerliydi.”

Şimdi ise Xuan Ji kendisini bu hale getirmişti, huzurla ekinler eken Yağmur
Ustasına katlanamamasına şaşmamalıydı. Yağmur Ustası onu bırakmaya
zorlamıştı, ama Xuan Ji’nin gözlerinde onun sözleri muhtemelen bir
küçümsemeydi.

Xie Lian başını iki yana salladı. Her ikisi de aynı soylu geçmişe sahiplerdi
ve ikisi de kraliyet gelişim salonlarına girmişlerdi, ama Yağmur Ustasının
tecrübesi onunkinden tümüyle farklıydı.

Her şekilde bu olaydan sonra Yağmur Ustası günlerini YuLong tapınağında


huzur ve çalışmayla geçirmişti. Ta ki bir gün Xuli Krallığından birkaç
saygın misafir gelene dek.
Xuli ve Yushi hemen düşmemişlerdi; ilk başlarda zorlama bir incelik ve
yapmacık bir nezaket vardı.

Sahte bir barış sağlamak adına Xuli Krallığı birkaç soylu, general ve sivil
çalışanı Yushi Krallığının ulusal şölenine katılmak üzere göndermişlerdi ve
hazır oradayken Yushi’nin kraliyet salonlarını ziyaret ediyorlardı.

O gün Yushi Huang tapınağın çatısını temizliyordu ve tam aşağıya inmek


üzereyken birisinin merdiveni aldığını fark etmişti.

Aşağıdakiler ise onun çatıda mahsur kaldığını, aşağıya inemediğini görmüş


ve hepsi alay etmişlerdi.

Yushi’nin prensleri ve prensesleri bile ağızlarını örterek gülüyorlardı.


Sadece Xuli’nin bir generali biraz güldükten sonra yukarıya atlamış ve onu
aşağıya indirmişti.

Bu general elbette Pei Ming’di. Tam bu sırada bir ses aniden yükseldi. “Pei
Ming malı nereye giderse gitsin hep aynı, tıpkı her yere işeyip bölgesini
işaretlemek isteyen bir köpek gibi.”

Xie Lian kötücül ve adi benzetme nedeniyle anında günümüze dönmüştü.


Arkasını döndüğünde yerden inanılmaz küçülmüş minik bir kılıç aldı.
“General Rong, ağız mühürleyen tılsımdan ne zaman kurtuldunuz? Sahiden
konuşmayı seviyorsunuz galiba.”

“Bırak bu ata konuşsun!” Dedi Rong Guang. “Pei Ming’in tüm kirli
çamaşırlarını biliyorum, üç gün üç gece geçse hepsini anlatmama yetmez!
Xuli’nin Yushi’yi işgal edeceğini biliyordu, ama yine de gitti ve en gözde
prensesleri baştan çıkarttı. Hepsi ona deli oluyordu, kıskançlıktan
birbirlerine girdiler. Sizce de biraz ahlaksız değil mi?”

Sahiden hoş bir şey değildi. Önceki gün gülüp eğlenirken ertesi gün evini
ele geçirip yakıp yıkmak. Xie Lian onların adına üzüldü. “Kraliçe Yushi ve
General Pei’nin o zamanlar da arası iyi miydi?”

“Hiçbir alakaları yoktu.” Dedi Rong Guang. “Pei Ming malı Yushi
Huang’la sadece iki kez karşılaştı.
Yushi’de pek çok güzel kadın vardı; onu ertesi gün unutmuştu.”

Bu dünyada sadece kadınlar hızla birbirlerine düşmezdi; erkekler daha


çabuk düşerlerdi, sadece sonuçları farklıydı. Kadınlar birbirlerine
düştüklerinde, belki sadece birkaç tokat veya tırnak iziyle biterdi, ama
erkekler söz konusu olduğunda pekala ölümle sonuçlanabilirdi. Xuli sahte
barışı artık sürdürmek istemediğine karar verdiğinde işgal etmek için bir
bahane üretmişlerdi. Pei Ming orduyu yönetmiş ve Saray Kapılarına dek
dayanmıştı, o zamanın Yushi kralını sarayda gizlenmeye zorlamıştı, son
savunma hattındaydılar. Ancak Pei Ming’in tek ihtiyacı bir parça daha baskı
uygulamaktı, salyangoz kabuğu gibi hassas savunma katmanlarıyla sarılı
sarayı kırabilirdi.

Ama basitçe onları parçalamamıştı, onun yerine Rong Guang’ın önerisine


uymuştu.

Xuli askerleri, Yushi’de ölüme mahkum edilmiş yüz kadar aşağılık suçluyu
getirip normal siviller olarak giydirmiş ve saray kapılarına getirmişlerdi.
Ardından Yushi Kralına hitaben konuşmuştu: eğer kendiliğinden dışarıya
çıkar ve insanlarına olan zulmün cezasını ödemek için üç kez secde eder ve
ardından kefaret olarak kendisini öldürürse, o zaman siviller serbest
bırakılacak ve kraliyet ailesinden geriye kalanların saçının teline bile zarar
gelmeyecekti. Eğer reddederse, Pei Ming sivillerin kafasını kesecekti.
Kraliyet ailesine üç gün vermişti, ve her geçen gün yeni bir grup
öldürülecekti. Üç gün geçtikten sonra soyluları öldürmek için saraya
girecek, ardından kalan sivilleri öldüreceklerdi.

“General Rong, ne kadar kurnaz ama güzel bir hamle.” Diye belirtti Xie
Lian.

Rong Guang sinirlenmemiş, hatta oldukça sevinmişti. “İltifat olarak


alıyorum.”

Böylece de Xuli’nin Yushi’yi işgal etme sebebi ‘Yushi Kralı ihmalkar ve


zalim bir kraldı, Xuli adalet için acı çeken Yushi halkını kurtardı’ olacaktı,
güzel bir hamleydi.
Eğer Yushi Kralı dışarıya çıkmayı reddederse, o zaman bencil ve halkını
sevmeyen birisi olacaktı. Tuhaf olansa, Yushi Kralının her zaman halkını
kendi çocukları gibi seven bir kral olarak kendisini tanıtmasıydı; eğer
sözleri ve hareketleri çelişirse, doğal olarak halkı ondan nefret edecek ve
kandırıldıklarını düşüneceklerdi. “Halkını çocukların gibi sevdiğini
söylememiş miydin? Kraliyet hanedanı için halkın idam edilirken sırtını mı
döneceksin?” Bu Yushi hanedanlığını yok ederdi.

‘Sivil’leri öldürdükten sonra, onların aslında idam bekleyen kötü adamlar


olduklarını duyurabilirlerdi, zaten ölüme mahkum edilmişlerdi ve bunu
sadece Yushi kraliyetinin yalanlarını ve bencilliklerini gözler önüne sermek
için kullandıklarını söylerlerdi. Böyle bir tezatlık Yushi halkının kalplerinde
büyümekte olan korkuyu sakinleştirebilirdi, ki bu da Xuli’nin sonradan
yönetimi ele geçirme planını çok kolaylaştırırdı.

Ancak eğer Yushi Kralı sahiden çıkar ve kendisini öldürürse de, hiçbir şey
değişmezdi, onları bir sürü problemden kurtarırdı. Ayrıca, Kral Yushi’nin
asla kefaret olarak çıkıp kendisini öldüreceğine inanmıyorlardı. Aslında,
hiçbir hükümdar kendisini böyle bir utançla öldürmezdi. Sivillerin ve
düşman ordusunun önünde eğilmek, kendi hatalarını kabul etmek ve
sonrasında intihar etmek mi? Çok beklerlerdi!

Ancak beklenmedik bir şekilde, sadece bir gün sonra, tam Pei Ming ilk grup
‘sivil’lerin idam edilmesini emredecekken, Yushi’nin hükümdarı sahiden
dışarıya çıkmıştı.

Saray kapıları açılmıştı. Belinde kutsal koruyucu kılıç YuLong ile


hükümdar dışarıya çıkmış, insanların önünde diz çökmüş ve üç kez secde
etmişti. Ardından ise kılıcı çekmişti, kendi boğazını kesmiş ve kapıları
kanla boyamıştı.

Xie Lian artık neler olduğunu tahmin etmişti. “Dışarıya çıkan Yağmur
Ustası mıydı?”

“Evet.” Dedi Hua Cheng.

Sonrasında, ancak tüm saray çalışanları ve diğer kraliyet üyeleri sıkıca


sorgulandıktan sonra neler olduğu anlaşılmıştı. Pei Ming ve Rong Guang ile
diğer askerler, sarayın dışında bağırıyorlardı, bir ileri bir geri volta atıyor,
son derece kibirli bir tavırla durmadan kahkaha atıyorlardı. Diğer yandan
sarayın içinde ise tam bir kaos hakimdi, ağlamalar ve haykırışlar her yanı
sarmıştı. Doğal olarak Kral Yushi’nin kendisini öldürmesine imkan yoktu
ve tahtında katı ve solgun bir yüzle oturmaktaydı. Bu sırada ise normalde
krala yaranmak için elinden geleni yapan tüm kız ve erkek kardeşleri uzun
süre ağlamış ve bağırmışlardı, ancak yine de kralın kılını kımıldatmadığını
görünce her biri onu dikkatli bir şekilde ikna etmeye çalışmaya başlamıştı.
Her türden sebep ortaya sürülüyordu; ‘bu insanlar için’, ‘ölsen bile tarih
seni unutmayacak’, ‘eğer böyle giderse insanlarımız yok olacak’ gibi, her
şeyi denemişlerdi. Ancak hiçbiri işe yaramıyordu ve kısa bir süre sonra gün
bitecekti. Bazı oğlanlar endişelenmeye başlamışlardı ve hepsi gergin bir
halde babalarına bağırıyorlardı.

Kral henüz ölmemişti ve çok sinirliydi, hizmetkarlara onları dövmelerini


emrediyordu. Eğer böyle bir durum öncesinde yaşansa o oğullar ve torunlar
asla misilleme yapmazlardı ama şimdi kritik bir durumdaydılar ve kimse
umursamıyordu. Bu nedenle de prenslerden birisi dayanamamış ve karşılık
vermişti. Ancak yumruğu çok güçlüydü, altmış küsür yaşındaki kralı
devirmişti, başı kanlarla kaplanmış

ve bir daha ayağa kalkamamıştı.

Prens ve prensesler önce sersemlemişlerdi ama kısa bir süre sonra hala
sinirli olduklarını fark etmişlerdi. Bilinçsiz kralı nasıl dışarıya
taşıyacaklarını ve sonrasında da secde etmesi ve kendini öldürmesini
gerektiren zor görevi nasıl başaracaklarını tartışıyorlardı. Onu iplerle
bağlayarak kuklaymışçasına oynatmak gibi uçuk fikirler bile hararetli
tartışmanın bir parçasıydı ve kral dinlerken gözleri öfkeden kıpkırmızıydı.
En sonunda yaşlı kralın kefareti ödemesi için iki kişi tarafından taşınmasına
karar vermişlerdi. Ancak bu da ortaya yeni bir sorun çıkartmıştı. Bu ki kişi
kim olacaktı?

Tehlikeli bir pozisyonda olacaklardı; kim bilir belki de Pei Ming memnun
olmaz ve bir ok atarak onları da öldürürdü?

Çekişme ve tartışmalar sürdükçe sürüyordu. Aniden bir kenarda sessizce ve


fark edilmeden oturmakta olan on altı yaşındaki prenses yerde yatmakta
olan krala bir şey söyledi.

Yushi Huang. “Lütfen tahtı bana devret.” Demişti.

Kral Yushi hayatı boyunca yüzüne bile bakmadığı kızına bakmış ve


gözlerinin kenarlarında en sonunda gözyaşları birikmişti.

Ancak sadece tek bir damla akmıştı.

Böylece bir saatten kısa bir süre içerisinde Yushi Krallığının tarihindeki en
rezil ve en hızlı taç giyme töreni gerçekleşmişti, kraliçe olma ihtimali en
düşük olan hükümdar başa geçmişti.
Yeni Yushi Kraliçesi boğazını kestiğinde kan ırmaklar gibi akmıştı; hiç
şüphe yoktu, kurtarılamazdı. Pei Ming ise işlerin hiç bu noktaya geleceğini
düşünmemişti ve o esnada tümüyle donakalmıştı. Rong Guang küfretmiş,
nasıl böyle olduğunu bağırmıştı. Nasıl bunu yaparlardı?! Önemsiz birinin
ölmesiyle; sadece insanların sadakati korunmakla kalmamıştı bir de yaşlı
herifi de artık öldüremezlerdi.

Her ne kadar artık Xuli askerleri bile izlemeye dayanamıyor ve kraliçeyi


kurtarmak için koşuyor olsalar da, sonuçta yarası hayatiydi ve tüm
sıhhiyeciler onun kurtarılamayacağını söylemişlerdi. Böylece günün
sonunda tek yapabilecekleri sözlerini tutmak ve sivillere yada kraliyet
hanedanlığına dokunmamaktı. ‘Hükümdar’ı ise YuLong Tapınağına
göndermişlerdi, son nefesini verdikten sonra YuLong Tapınağına gömülmek
üzere…

Ancak o gece hiç kimsenin aklına gelmeyen bir şey yaşanmıştı, Yushi
Huang son nefesini verdiği anda, başının üzerindeki Yağmur Ustası ilahi
heykeli nefes almıştı.

Fırtınalar gürlemiş ve şimşekler çakmıştı; yeni Yağmur Ustası yükselmişti.

Xie Lian düşüncelere daldı. “General Pei’nin kılıcı görünce öyle bakmasına
şaşmamalı.”

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 172: Siyah Öküzü Sürmek, Ocak’a Uçan Toynaklar O Yushi


Huang’ın kendi boğazını kesmek için kullandığı kutsal koruyucu kılıçtı,
yani elbette almayacaktı! Bir ruhani eşyaydı evet, ama aynı zamanda da bir
silahtı.

Rong Guang konuştu. “Yushi Huang sahiden çok cömert, yada özellikle onu
korkutmak için yaptı.

YuLong’u kullanmaya cüret eder mi sanıyorsunuz? Hahaha…”


Xie Lian artık içinde tutamayacaktı. “Sanmıyorum. Böylesi bir kurnazlığa
gerek yok bence?”

Ardından Rong Guang’ın ağzına bir tılsım daha yapıştırdı. Tam da bu


esnada Pei Ming de uzaklardan sesleniyordu. “Ekselansları, Çiçeğe Uzanan
Kan Yağmuru, dinlendiniz mi? Yatakları kaldırıp yola koyulma vakti geldi.”

Dinlenme vakti zaten uzun tutulmamıştı ve onlar sohbet ederken bir anda
geçmişti.

Xie Lian, Hua Cheng ve Pei Ming yola çıkarken diğerleri geride kaldılar.
Yağmur Ustasının bir bineği vardı ve onları Ocak’ın dağ eteklerine dek
götürmeyi teklif etmişti. Xie Lian ona içten bir şekilde teşekkür etti. Siyah
öküz ise sallandı ve dönüştü, öncekine göre üç kat daha büyük bir hale
gelmişti, şimdi sırtında altı kişiyi taşıyabilecek kadar yer vardı. Hayvan ön
dizlerini kırdı, bedenini yere yaklaştırdı ve Yağmur Ustası bindi, en önde o
vardı. Hemen ardından Pei Ming geçti ama ikisi arasında geniş bir mesafe
bırakmıştı. Son binenler Xie Lian ve Hua Cheng’di.

Xie Lian oturduğu zaman siyah öküz ayağa kalktı, boyu inanılmaz uzundu.
Xie Lian yumuşak ve parlak siyah kürkü hissetti, şaşkındı. “Lordum
Yağmur Ustasının bineği sahiden büyüleyici. San Lang, sanırım önceden
bahsetmiştin ama o nasıl var oldu?”

Siyah öküz dört toynağının üzerinde doğruldu ve koşmaya başladı; her iki
taraflarındaki manzara hızla geride kalıyordu, son derece hızlı ve sarsılmaz
bir yolculuktu. Hua Cheng Xie Lian’ın arkasına oturmuş, hafifçe beline
sarılmıştı, sanki düşeceğinden korkar gibiydi. “YuLong Tapınağının yan
kapılarından birindeki kapı tokmağıydı, Yushi’nin kraliyet salonundaki.”

Görünüşe göre YuLong Tapınağında bir gelenek vardı: birisi kapı


tokmağında altın bir yaratık gördüğü zaman ona okşadığında, yaşam halesi
bahşederdi. Tapınanlar ziyarete geldikleri zaman, sık sık ejderha, kaplan,
balıkçıl gibi diğer kutsal yaratıkları okşarlardı; kimse öküze tamah etmezdi,
bu nedenle de terk edilmiş ve yalnızdı. Bu nedenle Yushi Huang YuLong
Tapınağında kendini geliştirdiği zaman, ne zaman su almaya gitse o kapıdan
geçer ve öküzün başını okşardı. Kapı tokmağı onu yaşam enerjisini emerdi
ve Yağmur Ustası olarak yükseldiği zaman öküz de onunla birlikte
yükselmişti.

Vekillerine gelince, ondan başka kimseyi atamamıştı.

Siyah öküz hızla yol alıyordu ve Xie Lian’ın bedeni eylemsizlikten ötürü
hafifçe geriye yaslanmıştı, neredeyse Hua Cheng’in kollarında oturuyor
gibiydi. Dinlerken gülümsüyordu. “Sahiden San Lang’ın bilmediği hiçbir
şey yok; hiçbir hikaye, hiçbir mit bu durumu haksız çıkaramıyor.”

Hua Cheng de gülümsedi. “Gege’nin bilmek istediği başka bir şey var mı?
Sana her şeyi anlatırım, tabi eğer biliyorsam.”

Pei Ming önlerinde oturuyordu ve Yağmur Ustasıyla sohbet etmeye


çalışmak istemediği için onları dinlemekteydi. “Sahiden Lordum Hayalet
Kral. Ekselansları, neden ona Çiçeğe Uzanan Kan Yağmurunun geçmişini
sormuyorsunuz? Bakalım size cevap verecek mi?”

Xie Lian’ın gülümsemesi bocaladı.

Bir Hayalet Kralın geçmişini sorgulamak oldukça kaba olurdu. Xie Lian’ın
aklında uygunsuz bir örnek belirdi, böylesine kişisel bir sır bir erkeğe
erkekliğinin boyutunu sormakla aynı şeydi. Hemen konuyu değiştirdi.
“General Pei!”

“Ne?” Diye sordu Pei Ming.

“Önümüzde tümsekler var, dikkat et!” Dedi Xie Lian.

“Neden bahsediyorsun sen?”

Tam kelimeler dudaklarından döküldüğü anda dördünü taşımakta olan siyah


öküz bir çan gibi derin bir sesle uzun bir haykırış kopardı ve Pei Ming uçtu.
Şaşkına dönmüştü. “Bu neydi şimdi?”

Ne duyulmuş ne görülmüş bir şeydi. Fırlaması bir yana, sonuçta hatalar


olurdu, ama neden en öndeki veya en arkadaki değil de ortadaki fırlamıştı?
Böyle bir şey mümkün müydü bir kere?
Öküz hiç duraksamamıştı. Xie Lian başını arkaya çevirdi, bağırışları arkada
kalıyordu. “Önümüzde tümsekler var dikkatli ol dememiş miydim General
Pei…”

Tüm yolculuk boyunca Pei Ming yedi sekiz daha düşmüştü. Yağmur
Ustasının koruyucu muhafızındaki dörtlü en sonunda Ocak’ın eteklerine
ulaşmıştı.

Ocak kraliyet kentinde oturan enfes yeşil bir dağdı, zarif ve hoş bir
manzarası vardı tıpkı TaiCang Dağı gibi. Dağın eteklerinde ise muhteşem
kraliyet başkenti vardı, en refah kent.

Kraliyet kenti muhtemelen önceden yeraltına gömülüydü, ama pek çok


deprem sonrasında tekrar yüzeye çıkmış, tekrar yeryüzüne katılmıştı. Xie
Lian siyah öküzde oturdu ve bir anlığına gözleri etrafı tarafı. Tam inmek
üzereydi ki Hua Cheng’in ayakta durmuş ona doğru elini uzattığını gördü.
Kalbi bir anlığına durdu ve ona elini uzattıktan sonra aşağıya indi. “Kraliyet
başkentinde de kutsal tapınak olmalı değil mi?”

“Sahiden var.” Diye cevapladı Hua Cheng.

Her ne kadar yolculuk boyunca Pei Ming yedi sekiz kez düşmüş olsa da, bir
savaş tanrısından bekleneceği üzere çok sağlamdı ve yürürken bir kez bile
topallamamıştı. Hatta öküzün boğazını sevmek için uzanmıştı bile.
“Şehirdeki en yüksek bina ya saray yada kutsal tapınak olmalı bence.”

Hua Cheng. “Hayır. Kraliyet şehrindeki Wu Yong Tapınağı dağın


tepesinde.”

Eliyle işaret etti. Sahiden koyu kızıl dağın yarısında bir saçağın köşesi
görülüyordu, ama binanın büyük kısmı puslu kırmızı gölgelerde
saklanmaktaydı.

Xie Lian merak etti. “Neden bu dağ kırmızı…”

Daha sorusunu tamamlayamamıştı ki aniden öküz kükredi ve başını geriye


attı. Çoktan yola koyulmuşlardı ama irkilerek arkalarına baktılar. Öküz
yerde yuvarlanıyordu ve Yağmur Ustasının sıkıca elinde tuttuğu ip bir parça
bile gevşememişti.

“Neler oluyor?”

Öküz bir insan çığlığı attı. “AAAAAAAHHHHHHHHH –!!!”

Xie Lian en uzaktakiydi ve neler olduğunu tam olarak göremiyordu, ama


Yağmur Ustasını gördü, haykırışı duyduğu anda YuLong’u çekmiş ve siyah
öküze saplamıştı.

Kılıcın ışığı parladı ve siyah, tüylü bir şey uçtu, sokaktaki bir duvara
çarparak büyük, kızıl bir çiçekten iz bıraktı. Bu bir ceset yiyen fareydi!

Biraz önce çığlık atan ise siyah öküz değil, ceset yiyen fareydi, kimsenin
bakmadığı bir zamanda öküze tırmanmış ve onu ısırmıştı. Her ne kadar fare
ölümün eşiğinde olsa da hala çığlık atıyordu.

“Prens Hazretleri – Ekselansları Ekselansları Ekselansları! KURTAR BENİ


KURTAR BENİ KURTAR BENİ!”

BUUM!

Xie Lian’ın kalbi hızlandı, kulakları çınlıyordu. Hua Cheng hemen onu
arkasına çekti ve elini kaldırdı ve ceset yiyen fare bir anda puslu kandan bir
topa dönüşmüştü. Ancak duvara yapışıp kalmış küçük gözleri hala delilikle
parlıyordu.

“Yağmur Ustası, bineğini kontrol etmeni tavsiye ederim.” Dedi Hua Cheng.

Yağmur Ustası oturdu ve siyah öküzün başını çevirdi. “Sadece bir sıyrık.”

Ancak etraftan gittikçe daha çok insan çığlığı yükseliyordu.

“Öhö, öhö, öhö, beni götür, beni götür!”

“Uzun zaman önce kaçmalıydım…”

“Onun saçmalıklarına inanmamalıydık, ne yanlış bir ölüm!”


“Gege, gege? Ekselansları!”

Son cümle fazlasıyla netti ve ses Hua Cheng’indi. Ancak o zaman Xie Lian
kendine gelebildi. “Özür dilerim!”

Hua Cheng ciddi görünüyordu. “Yine ne söylediklerini anladın mı?”

Xie Lian başını salladı. Hua Cheng uzandı ve kulaklarını kapattı. “Onları
dinleme. Sözleri sana yönelik değil.”

“Biliyorum.” Dedi Xie Lian.

Binlerce ceset yiyen fare dördüne doğru koşmaya başladı, siyah bir dalga
gibi dökülüyorlardı. Burası kraliyet başkentiydi, önceki şehre göre nüfus
daha yoğundu, bunun anlamı da daha fazla kişinin öldüğüydü, fareler için
daha çok besin sağlamışlardı. Bu nedenle sayıları oldukça etkileyiciydi.
Etrafları sarılıyordu. Pei Ming ciddiye almaya başlamıştı ve etrafında onu
saran ince bir koruyucu hale vardı.

“Siz önden gidin, ben onları uzaklaştırırım…”

Ancak beklenmedik bir şekilde o daha sözlerini bitiremeden büyük,


okyanus gibi fare sürüsü çığlık attı ve belli bir yöne doğru koşmaya
başladılar – Yağmur Ustasına doğru gidiyorlardı!

Kimse fark etmeden Yağmur Ustası çoktan tekrar bineğine binmişti ve tam
ters yöne doğru koşuyorlardı. Öküz çoktan on metre kadar uzaklaşmıştı,
ama çok hızlı gitmiyordu; ceset yiyen farelerin yetişemeyeceği kadar
hızlıydı ama onların görüş alanında kalacak kadar da yavaştı, onlara
yetişemeden kovalamalarını sağlayacak mükemmel mesafeyi koruyordu.

Yushi Huang uzaklardan seslendi. “Lordlarım, lütfen yolunuza devam edin


ben onları uzaklaştırırım.”

Yağmur Ustası öküzünün sırtında ilerlerken, yol boyunca olgunlaşmış beyaz


pirinçler saçıyordu.

Fareler pirinci severlerdi sonuçta ve kim bilir kaç yüz yıldır böylesine olgun
ve beyaz tahıllar
görmemişlerdi, bu nedenle hepsi onun peşindeydi. Pei Ming’in yapmak
istediği şey Yağmur Ustası tarafından çalınmıştı, yüzünde çelişkili bir ifade
vardı.

Hua Cheng ellerini indirdi ve konuştu. “Gege, gidelim.”

Xie Lian ceset yiyen farelerin sesini duyduğu zaman başına ağrılar
giriyordu, bu nedenle fareler uzaklaşınca rahat bir nefes aldı ve başını
salladı. Ancak Pei Ming onlara döndü. “Böylece gidecek misiniz?”

“Evet?” Dedi Hua Cheng.

Pei Ming kaşlarını çattı. “Yağmur Ustası tek başına başa çıkamaz, böylece
kaçması inanılır gibi değil.”

Ardından bir süre düşündükten sonra nihai kararını verdi. “Ekselansları, siz
ikiniz önden gidebilirsiniz.

Eğer size yetişirsem, kutsal tapınakta buluşuruz!”

Ardından döndü ve Yağmur Ustasının peşinden koşmaya başladı.

Xie Lian şaşırıp kalmıştı. “Neden General Pei, Yağmur Ustasının kendi
başının çaresine bakamayacağını düşünüyor? Düşününce, Yağmur Ustasının
oldukça avantajlı olduğu bariz değil miydi?”

Hua Cheng güldü. “Muhtemelen bir kadının onu korumasını


kabullenemiyor.”

Daha fazla vakit kaybetmeden kraliyet şehrini ve sayısız boş kabuktan taş
insanları aştılar, ve büyük dağa doğru koşmaya başladılar.

En sonunda Ocak’a adım attılar.

Dağın kan rengine boyanmış gibi görünmesinin nedeni, dağdaki tüm


ağaçların kırmızı renkte olmasıydı. Akçaağaç değillerdi, ama akçaağaç gibi
kızıllardı; kan rengiydiler. Xie Lian aynı zaman kan kokusu da alabiliyordu.
Görünüşe göre buradaki bitkilerin besin maddesi uzunca bir süre boyunca
öfke ve insan kanı olmuştu.
Dördüncü Wu Yong Tapınağı Ocak’a çıkarken yolun yarısına yerleşmişti,
dört tapınağın en büyüğüydü ve kıyasla, içlerinden en iyi korunmuş
olanıydı. Salonun içerisinde de pek çok taş insan vardı, her birinin pozu ve
yüz ifadesi birbirinden farklıydı. İkisi doğrudan büyük salona koştular ve
içeriye girdiklerinde bir duvar resmi daha gördüler.

Ancak Hua Cheng bir bakış attı ve konuştu. “Görünüşe göre bizden önce
başka birisi gelmiş.”

Büyük salonda sadece bir duvar resmi vardı. Diğer ikisi, bulundukları
duvarlar sağlam olduğu halde çizilmiş ve yok edilmişti.

İlk defa böyle bir durumla karşılaşıyorlardı. Xie Lian şaşkındı. “Bunu kim
yapmış olabilir?”

Duvar resimlerini kimin yaptığını bile bilmiyorlardı ve bir de denkleme


resimleri yok eden birisi daha eklenmişti. Yine de vakitleri sınırlıydı, bu
nedenle de geride kalan resmi incelediler. Daha tek bir bakışta, daha yanına
bile yaklaşmadan Xie Lian’ın tüyleri diken diken olmuştu. “BU NE?!”

Bu duvar resmi diğer üç tapınaktakinden tamamen farklıydı. Bu resimde tek


bir kişi vardı, ancak renkler karaydı, çizgiler ve yüzler tümüyle çarpıktı,
resimdeki kişinin kim olduğu bile anlaşılmıyordu, sadece parçalanmış
kıyafetler içinde birisiydi.

Ama bu daha hiçbir şeydi. Xie Lian’ı ürperten şey bu kişinin işkence çeken
yüzüydü. Kendi kıyafetlerini yırtmış ve cildini gözler önüne sermişti.

Bedenin üzerinde üç adet yüz vardı ve her biri kendisi kadar büyük acılar
içerisindeydi.

Bu İnsan Yüzü Hastalığıydı!

Böyle bir sahnenin ardından Xie Lian farkında olmadan başına sarılmış
mırıldanıyordu. “…Bu aynısı.

Aynısı!”

Wu Yong’un Veliaht Prensi de İnsan Yüzü Hastalığından mustaripti!


Neden bu kişi kendisiyle aynı şeyleri yaşamıştı?!

Hua Cheng onun nasıl bir anda çöktüğünü fark etmişti ve destek oldu.
“Ekselansları, artık bakma.”

Bir süre tereddüt ettikten sonra, Xie Lian’ı çekti ve kollarının arasına aldı,
ses tonu katı ama nazikti.

“…Pekala! Ekselansları, beni dinle. Beni dinle… daha önce karşılaştığımız


tüm duvar resimleri kronolojik bir sırayla ilerliyordu; en sonuncusunda Wu
Yong’un Veliaht Prensi bir köprü inşa etmişti, bu nedenle bir sonraki hemen
sonrasında yaşanan olayları göstermeliydi. Ama bu duvar resmi
sonuncusuyla bağlantılı değil, zaman çizgisinde bir kopma var, değil mi?”

Bu esnada Xie Lian İnsan Yüzü Hastalığı nedeniyle tümüyle sarsılmış bir
haldeydi, hastalığın gölgesi kalbinde büyük bir yer kaplıyordu, bu nedenle
donakalmıştı. Ancak hemen kendisine geldi ve düşünmeye başladı.
“Haklısın… eksik bir parça olmalı. Birisi biz gelmeden önceki iki resmi
yok etmiş.”

“Bu kişi diğer iki resmi yok ettiği halde neden sonuncusunu yok etmemiş?”
Diye sordu Hua Cheng.

“Neden sadece bunu bırakmış? Ve neden İnsan Yüzü Hastalığını göstereni


bırakmış?”

“İki ihtimal var.” Dedi Xie Lian. “İlki, bu duvar resminin konuyla alakası
olmaması, geride kalsa da bir şey değiştirmeyeceği. Diğer ikisini görmemiz
daha önemliydi.”

“Peki ikincisi?” Diye sordu Hua Cheng.

Xie Lian yavaşça konuştu. “Bu kişi üç duvar resmini de yok etti, bu ise
sonrasında resmedildi. Sahte.”

“Evet.” Dedi Hua Cheng. “Yol boyunca gördüğümüz tüm duvar resimleri
bile sahte olabilir. Cevaba çok yakınız, bu yüzden, şimdilik buna çok kafa
yormayalım olur mu?”
Bunca zamandır onun kollarında duran Xie Lian en sonunda, duvar resmini
tümüyle aklından uzaklaştırabilmişti. Ancak o zaman dışarıdan nasıl
göründüklerini fark etti ve kendisini onun kollarından uzaklaştırmaya
çalıştı. “Ne kadar utanç verici, San Lang biraz önce ben çok…”

Ancak Hua Cheng onun kaçmasına izin vermedi ve hemen daha sıkı sarıldı,
gülümsüyordu.

“Utanılacak bir şey yok, ama…”

Başını eğdi ve devam etti. “Aslında, üçüncü bir ihtimal daha var.”

Xie Lian’ın yüzünün alt yarısı onun omzuna gömülmüştü ve Hua Cheng’in
sesi hemen kulağındaydı; çok ama çok kısıktı, öyle ki Xie Lian dışında hiç
kimse duyamazdı.

Xie Lian solukları hafifçe sıklaştı ve Hua Cheng’in fısıltısını dinledi.

“Üçüncü bir ihtimal daha var, bu kişi aslında üç duvar resmini de yok etmek
istemişti, ama vakti kalmadı. Tam diğer ikisini yok etmişti ki biz geldik.
Yani şu anda büyük salonda saklanıyor.”

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 173: On Bin Tanrının Mağarası, On Bininin de Yüzü Saklı Hua


Cheng’in nefesi sıcaktı, ama kelimeleri kalbini dondurmuştu.

Büyük salonda mı saklanıyordu?

Bir düşünce aklında çaktı, ve Xie Lian hemen Hua Cheng’e sımsıkı sarıldı.

Elbette ona korktuğu için sarılmıyordu. Eğer sahiden salonda onlara fark
ettirmeden birisi saklanıyorsa, bunun anlamı bu kişinin çok güçlü
olduğuydu. Eğer bu kişi bir şeyden şüphelenecek olursa harekete geçmek
zorunda kalabilirdi. Sadece Hua Cheng’in ona sarılması, üstelik böyle sıkı
bir şekilde, şüphe çekebilirdi. Ama ikisi birbirlerine sarılırlarsa daha normal
görünebilirdi.
Xie Lian fark edilmeyecek bir şekilde etrafı tarafı ve fısıldadı. “Sence
nerede?”

Büyük salonun sadece bir tane kapısı vardı ve onlar da oradan girmişlerdi.
Salonun içi ise bomboştu, yerinde olmayan hiçbir şey yoktu, birisinin içine
saklanabileceği ne bir sunak ne de bir kutu vardı.

Onlar dışında, tapınaktaki herkes taşa dönmüştü.

İkisi aynı anda fısıldadılar. “Kabuklar.”

Taş insanların içi boştu, bunun anlamı da içine birisinin gizlenebileceğiydi.


İnsanlar gizlenemezdi elbette, ama hayaletler yapabilirdi!

Bu bilgiyi doğruladıktan sonra Xie Lian bir şey hissetti ve başını kaldırdı.
Hua Cheng’in altı metre arkasındaki bir taş heykeli gördü ve gözleri kasıldı.

Yüksek statülü bir genç adama benziyordu ve oldukça sakindi. Bu heykeller


Wu Yong’un ölen insanlarına ait oldukları için, çoğu başını ellerinin arasına
almış bağırıyor veya dertop olmuşlardı, ve bu heykel ayakta duran birkaç
taneden birisiydi. Ancak Xie Lian’ın onu fark etmesine neden olan şey
duruşu değil yüz ifadesiydi.

Her ne kadar hatları bulanık olsa da, yine de yüzünü seçebiliyordu: sol
tarafında yarım bir gülümseme vardı, sağ tarafı ise ağlıyordu!

Xie Lian haykırdı. “O!”

Ardından kılıcını çekti ve Hua Cheng seslenirken saldırdı. “Gege?”

Taş heykel paramparça oldu, kabuğun kırılmış parçaları yerlere saçıldı.


Ancak içinde hiçbir şey yoktu.

Xie Lian zaman kaybetmeye cesaret edemedi ve diğer boş kabuklara


yöneldi. Hua Cheng elini tuttu.

“Gege! Ne gördün?”
Xie Lian yere eğildi ve kırılmış parçaları aldı. “San Lang, bu taş heykelin,
yüzü… Yüzü Olmayan Beyaz’ın maskesindendi.”

Hua Cheng’in yüzü hafifçe değişti, ama yine de konuşabildi. “Bekle biraz.”

Ardından tüm parçaları toplayarak bir araya getirdi, yüzü tümüyle yeniden
oluşturmuştu. Baktıkları zaman ise ikisi de sessiz kaldılar.

Biraz önce Xie Lian açık bir şekilde yarı ağlayan yarı gülen iblis maskesini
görmüştü. Ama Hua Cheng’in bir araya getirdiği bulanık yüz, diğer taş
heykel yüzlerinden hiçte farklı değildi.

Halüsinasyon mu görmüştü? Ya da bir illüzyon büyüsüne mi yakalanmıştı?

Öylece oturup durmak onlara bir sonuç vermeyecekti ve büyük salonu


aramaya başladılar, tüm taş

heykelleri kırdılar. Bir süre düşündükten sonra, birisinin onlardan önce dağa
çıktığına hemfikir oldular.

Pei Ming’i beklemek için oyalanmak yerine doğrudan zirveye gitmeye


karar verdiler.

Ocak’ın tuhaf bir yerçekimi vardı, onları yere çekiyor, hızlı ilerlemelerine
izin vermiyordu. Bu nedenle ancak bacaklarına güvenerek
tırmanabiliyorlardı. Yükseklere çıktıkça da, patika daha dik, hava daha
soğuk oluyordu. İlk başta yerde ince bir kar tabakası vardı. Ardından, onlar
yukarıya tırmandıkça, kar da kalınlaşmıştı ve neredeyse çizmelerinin
yarısına dek tırmanıyordu. Dört saat sonra biriken karlar en sonunda
dizlerine dek ulaşmıştı, tırmanmayı daha da zor hale getiriyordu.

Hiç durmadan yürüdükleri için, Xie Lian soğuğu hissetmiyordu, hatta ince
bir ter tabakasıyla kaplanmıştı, yüzü kırmızı yanakları dışında bembeyazdı.
Elinin sırtıyla terini sildi ve arkasına baktı, tam Hua Cheng’le konuşacaktı
ki aniden ayağı boşluğa düştü ve tüm bedeni neredeyse iki metre yere
gömüldü.
Bedeni ağır karların altına düşüyordu. Neyse ki Hua Cheng yakından takip
ediyordu ve oldukça doğal bir halde onu yukarıya çekmişti. “Gege, dikkatli
ol.”

Xie Lian onun yanında durdu ve düştüğü yere baktı. Bölge karlardan
arınarak kim bilir nereye giden derin, karanlık bir çukuru gözler önüne
sermişti. Eğer Xie Lian zamanında tutunmasa veya Hua Cheng yavaş
hareket etseydi, kesin olarak düşerdi.

Hua Cheng ekledi. “Bu bölgede pek çok çukur var. Genel olarak yerlerini
hala hatırlıyorum, bu yüzden beni yakından takip et. Acele etmezsek bir
sorun yaşamayız. Gege biraz önce çok hızlı yürüyordu.”

Görünüşe göre karların altındaki dağ arazisi oldukça zayıftı. Her yerde
büyüklü küçüklü çukurlar vardı, ama kaç tane oldukları veya nereye
ulaştıkları bilinmiyordu. Ancak onlar tırmanırken Hua Cheng sahiden
hepsinin yerini hatırlamıştı.

Xie Lian bir nefes verdi. “Pekala. Yakın duralım. Zaten karlı bir dağda
bağıramayız hatta yüksek sesle bile konuşamayız, bu nedenle bir şey olursa,
yardım çağırmamız kolay olmayacaktır…”

Ancak beklenmedik bir şekilde tam cümlesini tamamlayacaktı ki, ileriden


öfkeli bağırışlar yükseldi.

“BİTİRDİN Mİ –?!”

“…”

Kim böylesine dik ve tehlikeli bir dağda bağırmaya cüret ederdi ki?!

Xie Lian sesin geldiği yöne doğru baktı, şaşkındı. Karlarla örtülmüş
dünyanın içerisinde, iki küçük siyah noktanın kavgaya tutuştuğunu gördü.
Birinin elinde uzun bir yay vardı, durmadan ok atıyordu. Diğeri ise eğri bir
kılıç tutmuş, kaplan gibi savuruyor, her bir oku ikiye bölüyordu. Hem kılıç
hem oklar ruhani ışığın parıltısıyla sarılmıştı. Her iki tarafta birbirine
küfrediyordu ve kılıçlı adam bağırdı.
“SANA O KÜÇÜK PİÇİ BEN ÖLDÜRMEDİN DEDİM, BEN DE
ONLARI ARIYORUM!”

Nan Feng ve Fu Yao’ydu bunlar!

Onların burada ne işi olduğu kısmına girmeden, Xie Lian tam ‘çenenizi
kapatın!’ diye bağırmak üzereydi ki, zamanında fark etmiş ve kelimelerini
yutmuştu. Onlar gibi kendisi de bağırırsa ve üçü birbirlerine bağırmaya
devam ederlerse, dağdaki kar nasıl yerinde duracaktı???

Hua Cheng kollarına sarıldı ve tek kaşını kaldırdı. “Karlı bir dağda
bağırmanın çığ oluşmasına neden olduğunu bilmiyorlar mı?”

“O kadar aptal olamazlar?!” Dedi Xie Lian. “Belki biliyorlar ama onlar…
sinirlendikleri zaman, her şeyi boş veriyorlar!”

Nan Feng ve Fu Yao son derece sinirliydiler, kavga ederken küfrediyorlardı


ama çok uzaktaydılar, kelimeler bölük pörçük onlara ulaşıyordu ve neden
kavga ettiklerini duyamıyorlardı, ve elbette dağa gelen diğerlerini fark
etmemişlerdi bile.

Xie Lian koşarak onları ayırmak istiyordu ama ağır karlar adımlarını
yavaşlatıyordu ve yerde delikler vardı, onları durdurmak için zamanında
ulaşmasına imkan yoktu. Xie Lian birkaç adım koşarak gitmişti ki bir diğer
çukurla karşılaştı. “Böyle kavga etmelerine izin veremeyiz!”

Tam kelimeler dudaklarından dökülmüştü ki, bir gümüş kelebek ok gibi


uçtu. Xie Lian önce irkilmişti, ama ardından hemen rahatladı.

İyi fikir! İkisi de onları durdurmak için zamanında ulaşamayacaklardı, o


zaman neden gümüş kelebek önden gidip onların yerine konuşmuyordu?

Gümüş kelebek tahmin edilebileceği gibi müthiş bir hızla uçuyordu ve diğer
tarafa varması sadece üç bağırış sürmüştü. Ancak daha Xie Lian daha
onlarla konuşmayı deneyemeden, Hua Cheng’in ifadesi buz gibi bir hal
aldı.

Bir şeylerin yolunda olmadığını anlayan Xie Lian sordu. “Sorun ne?”
Hua Cheng’in dudaklarındaki gülümseme tümüyle kaybolmuştu, onun
yerine yüzü karlı dağ kadar katı bir hal almıştı.

Xie Lian bastırdı. “San Lang, neler oluyor?”

Hua Cheng’in dudakları titredi ve o daha cevap vermeden, bir nedenle Xie
Lian paniklediğini hissetti.

Başını hızla çevirerek yukarıya baktı ve gözleri ardına dek açıldı.

Yukarıda, karşı tepelerde, dağın büyük bir kısmı titriyordu, ardından ise
çöktü.

Diğer tarafta, hararetli kavgalarının ortasındaki Nan Feng ve Fu Yao da


sessiz baskıyı hissetmişlerdi.

Her ikisi de başlarını kaldırdılar ve en sonunda neler olup bittiğini anladılar.

Bir an sonra, dağ kütlesi binlerce kilometrelik bir set gibiydi. Koptuğu
zaman, tümüyle ayrıldı, kardan bir tsunamiyi taşıyarak gümbürdedi ve
onlara doğru yuvarlanmaya başladı.

Çığ düşmesine neden olmuşlardı!!!

Xie Lian Hua Cheng’in elini tuttu, döndü ve koşmaya başladı. Ama daha
birkaç adım atmıştı ki diğer taraftaki ikilinin düşen çığa daha yakın
olduklarını hatırladı ve adımları anormal bir şekilde durdu, arkasına baktı.
Sahiden de diğer ikisi kavgalarına son vererek beraber kaçıyorlardı. Fu Yao
daha yeni koşmaya başlamıştı ki ayağı bir çukura girdi, bedeninin
yarısından çoğu gömülmüştü ve neredeyse göğsüne dek karlarla sarılıydı.
Ondan daha hızlı koşan Nan Feng arkasına baktı, bir an tereddüt ettikten
sonra onu kurtarmak ister gibi görünmüştü. Ancak tam bu esnada kar
çoktan saldırmıştı.

Tam onlar yutulmak üzereyken Xie Lian RuoYe’yi serbest bıraktı. Beyaz
ipek sargı mesafeleri katetti neredeyse bir an sonra Fu Yao ve Nan Feng’i
sararak onları yukarıya çekti.

Hua Cheng karanlık bir sesle konuştu. “Gege! Bırak onları, uğraşma!”
Xie Lian RuoYe’yi sıkıca tuttu, koşarken ikisini de çekiyordu. “Yapamam!
Bir çukura düşüp kara gömülebilirler!”

“Çok geç!” Dedi Hua Cheng.

“Ne?! Bu kadar çabuk mu??” Diye haykırdı Xie Lian.

Başını kaldırdı ve baskın gölgelerin önlerine uzanmaya başladığını gördü.

Xie Lian Nan Feng ve Du Yao’yu kurtarmak için döndüğü zaman, bir anlık
zaman kaybı karın onu tümüyle yutmasına neden olmuştu. Soğuk ve ağır
kar dalgası durmadan saldırıyor, onu ve Hua Cheng’i ayırıyordu. Xie Lian
güçten düşmek üzereydi, beyaz fırtınayla tökezliyor ama bir şekilde
mücadele etmeyi sürdürüyordu. Ancak çok fazla kar vardı, çok güçlüydüler,
ve defalarca Xie Lian’ın başının sürekli örterek boğulduğunu hissetmesine
neden oluyorlardı.

En sonunda Xie Lian bağırdı. “SAN LANG!” dayanamayarak nihayetinde


gömülmüştü, buz gibi karların içinde yok olmuştu.

Karlı dağlar en sonunda sakinleştiğinde, ne kadar zaman geçtiğini hiç kimse


bilmiyordu.

Uzunca bir süre sonra, düzleşmiş kar tabakasında aniden bir el belirdi!

El, karı yokladı, bir kol yükseldi ve ardından da bir omuz, en sonunda ise
bir kafa. Kısa bir süre sonra birisi yukarıya tırmandı. Başını iki yana salladı
ve uzun bir nefes verdi. Bu Xie Lian’dı.

Çökmüş karlardan oluşan kalın bir tabakadan elleriyle kazarak çıkmak,


insanın kendi mezarından çıkmasına benziyordu. Xie Lian’ın yüzü ve elleri
soğuk ısırığından kıpkırmızıydı, neredeyse tümüyle uyuşmuştu ama yüzünü
sadece birkaç kez ovaladıktan sonra başını kaldırdı, kaybolmuştu.

Beyaz örtüde, kırmızı hiçbir şey yoktu.


Ancak Xie Lian öylesine bağıramazdı da. Eğer bir çığ düşmesine daha
neden olursa her şeyi kaybederdi, bu nedenle sadece ayağa kalktı, kardan
dünyada bir hedefi olmadan tek başına yürümeye başladı ve yürürken kısık
bir sesle seslendi. “San Lang? Nan Feng? Fu Yao?”

Bariz bir şekilde öncesinde yürüdükleri yöne doğru ilerliyordu, ama şimdi,
Hua Cheng’le beraber yürüdükleri zaman göre çok daha soğuk geliyordu.
RuoYe de kolunda değildi. Xie Lian şaşkındı; RuoYe onunla olmalıydı. O
bıraksa bile, RuoYe yine de ona sarılırdı, neler oluyordu?

Bir tuhaflık olduğunu biliyordu ama tam olarak çıkartamıyordu ve


sersemlemiş bir halde yürümeye devam etti. Aniden, önündeki karlı
rüzgarların arasından bir kişi belirdi. Beyaz bir cübbesi, siyah saçları vardı,
başı önde yavaş bir şekilde yürürken kol yenleri rüzgarda savruluyordu.

Yolcuyu görünce, Xie Lian çok sevinmişti ve öne çıktı. “Dostum! Sen…”

Ama o konuşmaya başladığı anda adam başını kaldırdı. Yüzünde beyaz ve


ürpertici bir maske vardı, yarısı gülüyor yarısı ağlıyordu.

Sanki birisi onu bıçaklamış gibi Xie Lian bağırdı.

Ve bağırdıktan sonra gözlerini açtı ve doğruldu. Birkaç hızlı nefes aldıktan


sonra sarsılmış bir şekilde fark etti, karlı bir dağda yürümüyordu, onun
yerine karanlık bir yerde yatıyordu.

Demek ki rüya görmüştü.

Şaşmamalıydı. Rüyada bir şeyler hep yanlış gelmişti ve Xie Lian


rahatlayarak derin nefesler aldı, alnındaki soğuk terleri sildi. Etrafını bir
süre yokladıktan sonra, altında çimenlerle kaplı kayaların

olduğunu fark etti. Fang Xin belindeydi ve RuoYe koluna sarılmıştı. Xie
Lian kendisini toparladı ve bir avuç meşalesi yaktı, oturduğu yeri
aydınlatırken hemen seslendi. “San Lang? Orada mısın?”

Ancak beklenmedik bir şekilde alevler içeriyi aydınlattığı anda, karanlıkta


hemen yanında birisinin daha durmakta olduğunu gördü, hiç ses
çıkartmıyordu.

Hiçte küçük bir sürpriz sayılmazdı ve Xie Lian terle kaplandı, eli hemen
Fang Xin’e gitti. Bu kişi ona o kadar yakın duruyordu ki fark etmemesine
imkan yoktu!

Ancak yakından bakınca teri hemen kayboldu. Görünüşe göre canlı değildi;
taştan bir heykeldi.

Ve volkan patladığında ölen insanların taştan heykellerinden de değildi; bu


heykel yapılmıştı ve bir ilahi heykeldi.

Elinde avuç meşalesiyle, Xie Lian etrafı dolaştı ve bir mağarada olduğunu
fark etti. Mağaranın içinde bir ilahi heykel vardı ve tapınılıyordu, duruşu
zarifti, cübbesinin kıvrımları ve uçuşan çizgileri zarifçe yapılmıştı. Ancak
tuhaf bir şey vardı.

İlahi heykelin yüzü ince bir tülle örtülmüştü.

İnce tül sis gibiydi. İlahi heykelin yüzünde tuhaf görünmüyordu, çirkin
değildi. Onun yerine gizemli bir güzellik katmıştı. Ancak Xie Lian daha
önce hiçbir cennet mensubunun yüzünün kapatıldığını duymamıştı.
Farkında olmadan uzandı, tülü yüzünden çekecekti ki arkasından bir ses
yükseldi.

“Gege.”

Xie Lian hemen başını çevirdi ve mağaranın girişinde beliren kırmızı figürü
gördü. Bu Hua Cheng’di.

İlahi heykelin yüzü hemen zihninin derinliklerine attı ve ona koştu.

“San Lang! Şükürler olsun, nerede olduğunu merak ediyordum. İyi misin?
Yaralandın mı? Çığa çok hazırlıksız yakalandık.”

Hua Cheng içeriye girdi. “İyiyim. Gege sen nasılsın?”

“Hiçbir sorunum yok.” Dedi Xie Lian. “Burası neresi?”


Mağaradan çıktıktan sonra Xie Lian dışarıda uzun koridorlar olduğunu fark
etti. Oldukça uzaklara gidiyor gibiydiler ve nereye ulaştıkları tam bir
muammaydı. Oldukça büyük bir yer altı mağarasındaydılar.

Xie Lian Hua Cheng’in her şeyi cevaplamasına çok alışmıştı, ancak bu
sefer Hua Cheng’in yanıtı farklıydı. “Bilmiyorum. Muhtemelen karlı dağın
altındayız.”

Xie Lian şaşkındı. “Ben de San Lang’ın bulduğu bir sığınaktayız


sanmıştım. İnanamıyorum, sen bile nerede olduğumuzu bilmiyor musun?”

“Hayır.” Dedi Hua Cheng.

Pekala, her şeyin bir ilki vardı.

Hua Cheng dağdaki tüm delikleri ezberlemişti, ama şu anda nerede


olduklarını bilmiyordu. Mağara hiçte küçük sayılmazdı, nasıl daha önce
burayı keşfetmemişti?

Xie Lian biraz tuhaf bulmaktan kendisini alamadı ama baskı yapmadı, ve
avuç meşalesini daha da yukarıya kaldırdı. “Buraya nasıl geldik?”

Hua Cheng de birkaç gümüş kelebek çağırdı, soluk ışıklarıyla etrafta


uçuşmalarına izin verdi ve yumuşak bir sesle konuştu. “Belki yanlış bir
adım attık ve bir çukura düştük. Birisi bilerek bizi buraya getirmiş olamaz.”

Onun böyle söylediğini duyunca, Xie Lian’ın aklına biraz önce gördüğü
rüya geldi ve iliklerine dek ürperdi.

Aklına başka bir şey daha gelince sordu. “Biz buradaysak, Nan Feng ve Fu
Yao nerede?”

Hua Cheng sesinde bir parça sempati olmadan yanıtladı. “Muhtemelen kara
gömülmüşlerdir. Kimin umurunda, onlar cennet mensupları. Ölmezler.”

Xie Lian gülse mi ağlasa mı bilemedi. “Ölmeyecek olsalar bile, eğer kimse
onları çıkartmazsa, birkaç on yıl boyunca gömülü kalmanın hoşlarına
gideceğini hiç sanmam. Belki onlar da buraya düşmüşlerdir?
Hadi arayalım. Ah, bu arada San Lang, gümüş kelebeğin öncesinde onların
yanına gittiğinde neler duydun?”

Hua Cheng sırıttı. “Sadece saçma sapan argümanlar, ne olacaktı ki?”

Xie Lian bu kadar basit olduğunu düşünmüyordu, yoksa Hua Cheng onları
duyduğunda neden yüz ifadesi aniden değişecekti ki? Şimdi bile, her ne
kadar Hua Cheng gülüyor olsa da, gözleri sertti.

Ancak, eğer söylemeyecekse Xie Lian da sormayacaktı. İkisi taş mağaranın


uzun koridorunda yürüdüler.

Bir süre yürüdükten sonra ise karın altındaki bu taş mağaranın


düşündüklerinden çok daha karmaşık olduğunu fark ettiler. Bir yöne doğru
ilerleyen tek bir patika yoktu; onun yerine yol boyunca pek çok büyüklü
küçüklü mağaraya ilerleyen çatallarla karşılaşmışlardı.

Her mağarada bir ilahi heykel vardı; bazıları uzun bazıları kısaydı, bazıları
çocuksu bazıları ise gençti, cübbeler hep değişiyordu, her birinin duruşu
farklıydı: uzanan, ayakta duran, oturan, kılıç tutan, dans eden gibi.
Heykellerin kalitesi de değişiyordu; kimisi kaba ve ham bir şekilde
yontulmuştu, bazıları ise inanılmaz derecede zarifti, neredeyse cennetten
çıkmaydı. Muhtemelen tek bir kişi tarafından yapılmamışlardı.

Xie Lian yolda ilerlerken etkilenmiş bir şekilde konuşmaktan kendini


alamadı. “Bu… Burası On Bin Tanrı Mağarası. Bu mağarayı yapan kişi son
derece adanmış bir inanan olmalı.”

Ancak tüm ilahi heykellerde aynı tuhaflık vardı. Yüzleri ince bir tülle
kapatılmıştı.

Bazılarının tüm bedenleri örtülüydü, ki bu da son derece tuhaftı. Xie Lian


oldukça meraklanmıştı ve ilahi heykellerden birini yüzünü görmek
istiyordu, ama arkasından Hua Cheng seslendi. “Gege, yapmamanı tavsiye
ederim.”

Xie Lian arkasını döndü ve sordu. “Neden ki? Bence bu heykeller biraz
tuhaf.”
Hua Cheng ona yaklaştı ve açıkladı. “Zaten tuhaf oldukları için
dokunmaman en iyisi olur. Eğer yüzleri kapatıldıysa, kapatılmalarının bir
nedeni vardır. Baş, insanın ruhani enerjisinin toplandığı yerdir, eğer tül
açılırsa, bu tuhaf heykellerde toplanan gücün ne yapacağını kestirmek zor.”

Konuşması oldukça alakasız, ama mantıklıydı da. Eğer tül kaldırılır ve


heykeller uyandırılırsa, artık komik görünmezlerdi. Xie Lian bir süre
düşündü ve en sonunda ellerini indirdi. “Sadece hangi tanrı olduğunu merak
etmiştim, hepsi bu.”

Hua Cheng. “Wu Yong Krallığındayız, muhtemelen Wu Yong’un Veliaht


Prensidir. Şaşırılacak bir şey yoktur.”

Ancak Xie Lian katılmıyordu. “Bence değil.”

“Ah? Nasıl yani?” Diye sordu Hua Cheng.

Xie Lian ona baktı. “Yol boyunca gördüğümüz tüm duvar resimlerinde Wu
Yong Veliaht Prensinin ve halkının giydiği kıyafetler bu ilahi heykellerin
giysilerinden çok farklıydı. Yani bence bu ilahi heykellerin Wu Yong’un
Veliaht Prensiyle bir bağlantısı yok. Hatta, Wu Yong halkından birisi
tarafından yapılmamışlar.”

Hua Cheng ona ışıl ışıl gülümsedi. “Öyle mi? Gege sahiden detayları çok
güzel seçiyor.”

Xie Lian da gülümsedi. “Yok ya. Sadece heykellerin tarzı, ister oyulma tarzı
olsun ister kıyafetleri, dalgalı hatları, sonrasındaki dönemlere ait gibi
görünüyor. Örneğin… Xian Le tarzına.”

Hua Cheng kaşlarını kaldırdı. “Görünüşe göre gege bu alanda oldukça


bilgili.”

“Yok. İnsan heykel gibi şeylerden çok fazla görünce bir yerde bir şeyler
öğreniyor sadece.” Dedi Xie Lian.

Her ne kadar tam olarak ifade edemese de, içgüdüleri ona öncesinden beri
Hua Cheng’de bir tuhaflık olduğunu söylüyordu. Ve bu noktaya kadar
konuştuktan sonra, Hua Cheng neredeyse fark edilmeyecek bir şekilde
gergin görünmeye başlamıştı.

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 174: On Bin Tanrının Mağarası, On Bininin de Yüzü Saklı


Ancak yine de baskı yapmadı.

“San Lang bakmamamın daha iyi olacağını söylüyorsa, o zaman dikkatli


olacağım.”

Hua Cheng hafifçe başını salladı ve yollarına devam ettiler. Tam bu sırada
bir diğer çatala gelmişlerdi ve Hua Cheng doğrudan sola yöneldi. Xie
Lian’ın adımları yavaşlayarak durdu ve onu takip etmedi.

Hua Cheng arkasını döndü. “Ne oldu?”

“San Lang daha önce bu mağaraya hiç gelmedi değil mi?” Diye sordu Xie
Lian.

“Elbette.” Diye cevapladı Hua Cheng.

“O zaman sola gitmemiz gerektiğinden neden bu kadar eminsin?” Xie Lian


sorguladı.

“Emin sayılmam aslında.” Dedi Hua Cheng. “Öylesine seçtim.”

“Buraya daha önce gelmediysen nasıl körlemesine seçim yapabiliyorsun?


Hangi yöne gideceğimizi daha dikkatli bir şekilde seçmemiz gerekmez mi?”

Hua Cheng gülümsedi. “Daha önce gelmediğimiz için körlemesine


seçmemiz gerekiyor bence. Her şekilde, burası hakkında herhangi bir
bilgiye sahip değiliz, bu nedenle şansımızı denememiz gerek ve benim
şansım hep yaver gider.”

Her ne kadar mantıklı konuşsa da, asında, ikisi ne zaman bir yere gitseler,
kararı veren hep Xie Lian olurdu. Hua Cheng’in onlara yol göstermesi ise
çok nadiren gerçekleşirdi. Xie Lian başını salladı ve tam ikisi soldan gitmek
üzereydiler ki, Xie Lian aniden konuştu. “Bekle! – San Lang, duydun mu?”

“Neyi?” Diye sordu Hua Cheng.

“Sağ taraftan.” Dedi Xie Lian. “Sesler geliyor.”

Hua Cheng’in yüzü hafifçe değişti ve bir süre dikkatle dinledikten sonra
konuştu. “Gege bence yanlış

duydun. Orada hiçbir şey yok.”

“Var!” Dedi Xie Lian. “Dikkatle dinle, bir erkek sesi!”

Hua Cheng dinlemeye çalıştı ve kaşlarını çattı. “Sahiden hiçbir şey


duymuyorum.”

Xie Lian şaşırdı ve merak etti, Yine hayal mi görüyorum?

“Ekselansları, tuhaf bir durum söz konusu, bizi yanıltmaya çalışıyor


olabilirler.” Dedi Hua Cheng.

“Buradan kurtulduktan sonra tartışabiliriz.”

Xie Lian biraz tereddüt etti ama ardından kararını verdi. “Hayır! Nan Feng
veya Fu Yao orada olabilir, gidip bakmamız en doğrusu olur!”

Ardından koşarak sağdaki tünele girdi, Hua Cheng arkasından bağırdı.


“Gege! Koşma!”

Ancak silik bağırışı duyduktan sonra diğer taraftaki kişinin son derece
tehlikeli bir durum içerisinde olduğunu ve gecikemeyeceğine karar
vermişti. Xie Lian dikkatsiz davranmaya da cesaret edemiyordu bu yüzden
hızla koşarak gitmişti. Tünelin derinliklerine doğru ilerledikçe, bir erkeğin
öfkeli haykırışları daha da netleşiyordu.

Xie Lian çok sevinmişti, Bunlar Nan Feng ve Fu Yao!, diye düşünüyordu.
Xie Lian tünelde ne kadar zamandır koştuğunu bilmiyordu, ama en sonunda
seslerin kaynağını bulmuştu ve devasa bir mağaradaydı. Bu mağarada ilahi
heykeller yoktu, onun yerine derin bir çukur vardı ve Nan Feng ile Fu
Yao’nun sesleri de oradan geliyordu. Görünüşe göre her ikisi de çukurun
dibinde mahsur kalmışlardı ve yukarıya tırmanamıyorlardı. Ancak, hala
birbirlerine bağıracak kadar enerjileri vardı, bu nedenle de şu anda
yaşamlarını tehdit eden bir durum söz konusu olmamalıydı.

Herhangi bir şey görebilmek için aşağısı çok karanlıktı ve Xie Lian
avuçlarını ağzına götürerek yukarıdan bağırdı.

“HEY –!! SİZE NE OLDU?”

Dipteki ikili birisinin seslendiğini duymuşlardı ve hemen tartışmalarına bir


son verdiler ve Fu Yao’nun sesi yükseldi. “EKSELANSLARI? SEN
MİSİN? ÇABUK BİZİ YUKARIYA ÇEK!”

Diğer taraftan Nan Feng konuşmamıştı. Xie Lian şaşırdı. “Kendiniz


tırmanamıyor musunuz? Çukur o kadar da derin değil gerçi, size ne oldu?”

Tüm yol boyunca kavga ettikleri için, Fu Yao öfkeyle doluydu.


“SAÇMALIK! EĞER KENDİMİZ

TIRMANABİLSEYDİK ÇOK YAPMAZ MIYDIK! EKSELANSLARI,


KÖR MÜSÜN?”

Xie Lian gözlerini kıstı. “Net bir şekilde göremiyorum. Hala ruhani
güçleriniz var mı? Bir avuç meşalesi yakın da aşağıdaki durumu
görebileyim. Eğer yapamıyorsanız aşağıya bir alev topu atacağım…”

Ancak beklenmedik bir şekilde o daha cümlesini bitiremeden aşağıdaki ikili


aynı anda bağırdılar.

“YAPMA!!!”

Onu durdurmak için çıkarttıkları ses, panik ve dehşete eşdeğerdi.

Fu Yao tekrar seslendi. “KESİNLİKLE HİÇBİR TÜRDEN ATEŞ


YAKMA!”
Eğer ateş yakamıyorsa, ortamı aydınlatmak için başka bir yol kullanabilirdi.
Xie Lian’ın ilk tepkisi arkasına bakmak olmuştu. “San Lang…”

Ancak San Lang peşinden gelmemişti. Arkasında hiç kimse yoktu. Xie Lian
şaşkındı; ilk başta endişelenmişti ama ardından kafası karışmıştı. Yolunu
kaybetmiş olamazdı ya?

On Bin Tanrının Mağarasına girdiklerinden beri Hua Cheng oldukça tuhaf


davranıyordu ama Xie Lian tam olarak nedenini çıkartamıyordu. Soluna ve
sağına baktı, ardından omuzunda durmakta olan minik bir gümüş kelebek
olduğunu fark etti. Hafifçe dokundu. “…Merhaba?”

Hayalet kelebek onun dokunuşunu hissettiğinde birkaç kez kanat çırptı ama
uçup gitmedi; sadece ona kanatlarını gösterir gibiydi. Yolculuk boyunca,
Hua Cheng ona gümüş kelebeklerin pek çok farklı çeşidi olduğunu
söylemişti. Bu kelebeğin ise hangi kategoriden olduğunu bilmiyordu,
görevinin ne olduğunu da, ama her ne için buradaysa, en azından biraz ışık
çıkartabilirdi.

Bu nedenle sordu. “Aşağıya inip bakabilir misin?”

Sahiden de kelebek kanatlarını çırptı ve aşağıya uçtu. Xie Lian arkasından


seslendi. “Teşekkür ederim!” ve onun çukurun dibine ulaşmasını bekledi.
Yumuşak gümüş ışık aşağıdaki manzarayı aydınlattığı zaman Xie Lian’ın
gözleri ardına dek açıldı.

Çukurun dibi ürpertici bir beyazlıkla sarılıydı; tüm çukur kalın bir ipek
tabakasıyla örtülmüştü!

Nan Feng ve Fu Yao ipeklerin arasında iki kozayla sarılmışlardı, örümcek


ağına yakalanmış iki küçük sinek gibiydiler. Her ikisinin de yüzleri siyah-
maviydi, başları kanla kaplanmıştı, ama önceki kavgalarından mıydı
bilmiyordu. Xie Lian biraz önce dikkatsiz davranmadığı için kendisini
tebrik etti, eğer aşağıya bir meşale atacak olsaydı, tüm çukur alev alırdı.

“Neler oluyor?” Diye sordu Xie Lian. “Bunlar örümcek ağı mı? Bir
örümcek ruhunun yuvasında mısınız yoksa?”
“KİM BİLİR!” Diye bağırdı Fu Yao. “HER ŞEKİLDE
KURTULAMIYORUZ!”

Görünüşe göre kaçmaya can atıyordu. Nan Feng’in ise okunmaz bir yüz
ifadesi vardı. İlk başta yardım çağıracak gibi görünmüştü ama gelen kişinin
Xie Lian olduğunu fark ettiği zaman, katılaşmış ve kelimelerini yutmuştu.
Onun yerine yorum yapmıştı. “Henüz aşağıya inemezsin, ipek çok kalın.
Bir kez seni yakaladığı zaman kurtulması imkansız.”

“Aşağıya gelmeyeceğim.” Dedi Xie Lian.

Bir süre düşünüp taşındıktan sonra Xie Lian RuoYe’nin bir ucunu Fang
Xin’in kabzasına bağladı ve aşağıya ulaşacak mı diye denemek için
çukurun içine uzatacaktı. Ancak beklenmedik bir şekilde, RuoYe daha yolu
yarıladığı örümcek ağları onları fark etmiş ve hızla yukarıya doğru
atılmışlardı, kavgaya hazır gibiydiler. RuoYe ise korkuyla yukarıya
kaçmıştı, ancak çok geç kalmıştı. Onu yakalayan örümcek ağları sıkıca
düğümlenerek aşağıya çekiyorlardı, bir yandan da Xie Lian’ı.

Bu örümcek ağlarının bu kadar güçlü olmalarını beklememişti!

Xie Lian çukura düştüğü anda, ipek iplikler anında ona doğru uçmuş ve
sıkıca sarmışlardı. Geriye kalan örümcek ağları ise yavaşça tırmanıyorlardı,
Nan Feng ve Fu Yao’nun ‘koza’larına destek oluyorlardı. Fu Yao öfkeden
köpürecekti. “Nasıl sen de düştün? Şimdi şu halimize bak, üç salak! Hep
birlikte burada geberip gideceğiz!”

“Ne saçmalıyorsun sen?” Nan Feng karşılık verdi. “Bizi kurtarmaya


çalıştığı için bu hale düştü!”

Diğer yandan Xie Lian ise kendisine daha fazla hakim olamadı. “Hahaha,
hahaha, hahaha…”

İkisi şaşkın bir halde ona döndüler.

İlk konuşan Fu Yao oldu. “Düşerken kafanı mı çaptın? Aklını mı kaçırdın?”


Xie Lian gözlerinden gülmekten yaşlar geliyordu ve güç bela konuşabildi.
“H… Hayır, hahaha… o örümcek ağları… çok… gıdıklıyor, ben…
hahahaha…”

Düştüğü zaman ipek yatak onu oldukça nazik bir şekilde sarmıştı ve onu
kozalamaya gelen örümcek ağları da oldukça nazikti. Onu hareket edemez
hale getirirken, sürekli yumuşak bir şekilde ona sürtünüyorlardı, sanki onu
gıdıklar gibiydiler. Xie Lian cenin haline gelmiş, onlara direnmeye
çalışıyordu. “Hayır, durun, bekleyin! Durun! Durun! Pes ettim!
DURUN!!!”

Ancak o zaman beyaz ipek ellerini arkasından bağladı ve durdu. Nan Feng
ve Fu Yao onu izliyorlardı.

Bir an sonra Fu Yao kasvetle konuştu. “O ağlar neden bizi sararken o kadar
kabaydılar da, seni bu kadar gevşek bir şekilde sarıyorlar? Yüzün bile
açıkta.”

Xie Lian en sonunda nefesini toplayabilmişti ve konuştu. “Sizin, sizin


yüzleriniz de açıkta değil mi?”

Fu Yao gözlerini devirdi ve konuştu. “Kapalıydılar, kendimize geldikten


sonra dişlerimizle ısırarak açtık, yoksa ses çıkartabilmemize imkan yoktu.”

Xie Lian biraz mücadele etmeye çalıştı ama örümcek ağları sahiden
sıkıydılar ve geri çekilmiyorlardı.

Ayrıca biraz önce bağıra bağıra gülüyordu, kaburgaları o kadar acıyordu ki


geçici olarak görev dışıydı.

Bu nedenle bir süre dümdüz uzanmaya karar verdi.

“Peki ikiniz buraya nasıl geldiniz?”

“Bilmiyorum.” Dedi Fu Yao. “Çığ düştüğünde, kar sanki gökler yerinden


düşermiş gibi üzerimize yağdı ve uyandığımızda çoktan buradaydık.”

“Hayır, hayır.” Dedi Xie Lian. “Demek istediğim Tong Lu Dağına nasıl
geldiniz?”
Konu açılınca Fu Yao öfkeden köpürdü. “Kadın hayalet Lan Chang ve
cenin ruhunu takip ediyordum ama ONUN neden burada olduğunu
bilmiyorum!”

“Ben mi?! Ben de çocukla annesini kovalamak için buradayım…” Diye


cevapladı Nan Feng.

Fu Yao tükürdü. “Neden onların peşindesin? Neden bana vurdun?? Ben…


Benim generalim cenin ruhunun onunla hiçbir alakasının olmadığını açıkça
belirtmişti, o onları öldürmedi! İyi kalpliliği yüzünden aptal yerine koyuldu,
gerçekten, iyi bir insan olmaya çalışmasına hiç gerek yok!”

Xie Lian alışkanlık gereği araya girdi. “Tamam tamam, kavga etmeyi kesin.
Şu anki durumu anlıyorum.

Kavga etmeyi ve tartışmayı bırakın. Biraz önce çığ düşmesine neden


oldunuz, neden biraz ara vermiyorsunuz? Birlikte buradan kurtulmanın bir
yolunu bulalım önce.”

Ancak Nan Feng de sinirlenmişti. “Generalin normalde nasıl birisi


olduğunun farkında değil mi? Eğer insanlar ondan şüpheleniyorlarsa,
boşuna şikayet etmesin!”

Fu Yao parladı. “Ne dedin sen?! Sıkıysa bir daha söyle!”

Nan Feng daha da sertti. “SÖYLERİM! Tekrar söylüyorum: Hiçbir iyi


niyetin yoktu, sadece tahammül edemediğin insanlara iyiymiş gibi
görünürsün, bu nedenle de içten içe kendine bayılıyorsun. Sadece
başkalarının kendisini rezil etmesini bekleyerek tatmin oluyorsun. Bana
sakın gelip ‘iyi niyeti suiistimal edildi’ saçmalıklarından bahsetme, kendini
iyi birisi olarak görmeyi bırak! İyi insanlar sana hiç benzemezler, ASLA
İYİ BİR İNSAN OLMADIN!”

Fu Yao’nun alnındaki damarlar fırladı, dudakları titriyordu. “HEPSİ


SADECE SENİN HAYAL DÜNYANIN

BİR ÜRÜNÜ, TÜMÜYLE SAÇMALIK!”


Nan Feng de bağırdı. “SAÇMALIK MI DEĞİL Mİ EN İYİSİNİ SEN
BİLİRSİN, SENİ NASIL TANIMAM?!”

Fu Yao’nun damarları artık boynuna kadar inmişti. “BANA DERS


VERMEYE NE HAKKIN VAR SENİN?

İNSANLARA BU KADAR YÜKSEKTEN BAKMAYA DEVAM


EDERSEN DÜŞÜP BACAĞINI KIRACAKSIN!”

“BEN HER AÇIDAN SENDEN DAHA GÜÇLÜYÜM!” Nan Feng karşılık


verdi. “KİMSENİN SENİN NE

BOKLAR YEDİĞİNDEN HABERİ YOK MU SANIYORSUN?”

Son kurduğu cümle Fu Yao’yu daha da kızdırmış gibiydi. “…EVET!


YAPTIM, KABUL EDİYORUM! AMA SEN BENDEN NASIL DAHA
GÜÇLÜ OLUYORSUN? KENDİNİ SADAKATİN VÜCUT BULMUŞ
HALİ

SANIYORSUN, EFENDİNİ KARIN GELİNCE TERK ETMEDİN Mİ?


KARIN VE OĞLUN SENİN İÇİN DAHA ÖNEMLİ OLMADI MI?! HER
KOYUN KENDİ BACAĞINDAN ASILIR, HERKESİN ÖNCELİĞİ
KENDİSİDİR! O

ESKİ BOKTAN MESELEYİ BENİM ÖNÜMDE AÇMAYA


UTANMIYOR MUSUN?”

‘Karın ve çocuğun’ lafını duyunca, Nan Feng hepten kendini kaybetmişti.


“SENİ SİKİK… SEN!... !? Sen?”

Her ne kadar ikisi de kımıldayamıyor olsalar da, birbirlerinin boğazlarına


sarılmış gibiydiler ve o esnada birbirlerine ‘senin generalin’ ‘benim
generalim’ diye hitap etmektense ‘sen’ ‘ben’ demeye başladıklarını fark
etmemişlerdi, son derece sinirlendikleri için, bir şeyleri ifşa ettiklerinden
bihaberlerdi, ama şimdi uyanmışlardı. Xie Lian uzun zaman önce
konuşmayı bırakmıştı.
Nan Feng ve Fu Yao aynı anda başlarını ona doğru çevirdiler ve Xie Lian
sessizce ipek yatakta dönmüş

olduğunu gördüler, onlara sırtını dönmüştü. “Ee… ben hiçbir şey


görmedim. Yani şey, hiçbir şey duymadım.”

“…”

“…”

Xie Lian taş duvarlara bakarken nazik bir sesle konuştu. “Daha devam
edecek misiniz? Ee, tartıştığınız konuya gelince, tek yorumum eş ve
çocuğun elbette daha önemli olduğu olacak. Doğrusu da bu zaten. En temel
insani duygu. Bunlar sahiden çok eski meseleler, bu yüzden artık bunlara
kafa yormayalım ve kaçmanın bir yolunu bulalım…”

Fu Yao sözünü kesti. “…Biliyor muydun?”

Daha fazla kaçamayacağını fark eden Xie Lian’ın tek yapabileceği boyun
eğmekti. “Evet…”

Fu Yao inanamıyordu. “Ne zaman fark ettin? Nasıl anladın?”

Xie Lian’ın gerçeği söylemeye gönlü el vermedi. “Unuttum.”

Gerçek cevap ise: çok, çok uzun zaman önce’ydi. Yu Jun Dağından beri
içinde bir şüphe vardı ama Ban Yue Geçidine ulaştıklarında emin olmuştu.

Orta Cennetten ast savaş tanrıları mı? Öyle bir şey yoktu. ‘Nan Feng’ ve
‘Fu Yao’, Feng ile Mu Qing’in yarattığı birer klondu sadece!

*ÇN: Nan, Feng Xin’in ilahi unvanı olan ‘Nan Yang’ ile aynı kelimede,
‘Feng’ ise ‘Feng Xin’ ile aynı. Fu Yao’ya gelince kelime anlamı
‘uçmak/havalanmak’ gibi, ‘merdivenleri hızla tırmanan/hırslı’ anlamında.

Fu Yao kim olduğunun bu kadar kolay bir şekilde anlaşılmasına şaşıp


kalmış gibiydi ve aman vermiyordu. “Anladığın neydi tam olarak? Nasıl?
Bir şey ele vermiş olmalı, kusurum neydi?!”
“…”

Xie Lian sahiden gerçeği söyleyemeyecekti. Ele veren bir şey yoktu, ikisi
de baştan sona kusurluydular!

Sonuçta üçü beraber büyümüşlerdi; Xie Lian onların nasıl hareket ettiğini,
nasıl konuştuklarını bilmezdi? Baştan savma sahte isimlerden, asla
değişmeyen karakterlerine… anlaması hiç zor olmamıştı. Eğer sahiden o
ikisinin kim olduğunu anlayamasaydı, yüzlerce yıldır boşuna yaşıyor
olurdu.

Ama, bazı şeyleri en iyisi kendine saklamaktı ve bazı şeyler hiç


yapılmamalıydı. Örneğin, bir cennet mensubu olarak kimliğini önemseyen
bir kişi gözlerini devirebilir veya lanet edebilirdi, ama bambaşka bir
kimlikte çok daha rahat davranabilirdi. Bu nedenle Xie Lian onları ifşa
etmeyi hiç düşünmemişti.

Fu Yao – hayır, artık ona Mu Qing demeliydi. Mu Qing dişlerini sıktı ve


ürpertici bir sesle konuştu.

“…Yani, demek uzun zamandır biliyordun, ama hiçbir şey söylemedin.


Durduğun yerden rol yapmamızı izliyordun yani, öyle mi?”

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 175: On Bin Tanrı Mağarası, On Bininin de Yüzü Aydınlatılıyor


Onun bu kadar alındığını görünce Xie Lian kafa yordu ve yol gösterici bir
tavır almaya karar verdi.

“Aslında, o kadar da abartılacak bir şey değil…”

Mu Qing dudak büktü. “Haklı olduğumu biliyordum! Eğlendin mi? Benim


rol yapmamı izlemek hoşuna gitti mi? HA???”

Artık birbirlerine karşı dürüst oldukları için, yepyeni ama gerçek bir tavırla
saldırıyordu. Diğer kenardaki Nan Feng, hayır, Feng Xin de ilk başta
utanmış görünmüştü ama artık Mu Qing’i dinlemeye dayanamıyordu.
“Laflarına dikkat et!”

Mu Qing solgun yüzlü ve utangaç birisiydi, kanın başına sıçradığını görmek


çok kolaydı ve şimdi tüm yüzü kızarmıştı. Başını hızla ona çevirdi. “Neye
dikkat edeyim? Seninle de dalga geçtiğini unutma! Ben senin kadar cömert
değilim, bunca zaman birisinin eğlendirip sonra şikayet etmeden
duramam!”

“Kendinizi rezil etmenizi falan izliyor değildim.” Dedi Xie Lian.

Feng Xin de ekledi. “İnsanları kendin kadar dar fikirli sanma. Bulaştığım
boktan işler seni Cennet’in Hapishanesine attığı zaman bile Ekselansları
sana yardım etmeye çalıştı…”

“HA! Vay be, çok teşekkürler. Ama benim hapse düşmemin tek sorumlusu
senin oğlundu! NE!

DÖVÜŞMEK Mİ İSTİYORSUN?! OĞLUN OLMASINDAN


KORKMUYORSUN DA BAHSİNİN GEÇMESİNDEN

Mİ KORKUYORSUN??”

Oğlunun konusunu açtığı için Feng Xin sahiden ona bir tane geçirmek
istiyordu. Ne yazık ki üçü de örümcek ağlarıyla sarılmış durumdaydılar, bu
nedenle kılını bile kımıldatamıyordu ve tek yapabilecekleri birbirlerine
küfretmekti, tüm nezaket kuralları ve zarafetleri yok olmuştu.

Xie Lian Feng Xin’in yüzünün öfkeden kızarmaya başladığını fark etmişti
ve kendisini kaybettiği anda savaş tanrılığını bırakıp sokak ağız dalaşlarına
düşeceklerinden korkuyordu. Bu nedenle biraz kımıldandı, birkaç kez
döndü ve Mu Qing’in yanına gitti. “Mu Qing, Mu Qing? Biraz dönebilir
misin?”

Mu Qing bağırmayı bıraktı ve bir nefes aldı. “Ne istiyorsun?”

“Feng Xin çok uzakta, oraya kadar gidemem, ama bu örümcek ağları
dişlerle kesilebildiğine göre deneyip senin ellerini serbest bırakmaya
çalışacağım.” Diye açıkladı Xie Lian.

Mu Qing bir an ona ters ters baktı, yüz ifadesi bir anda cenneti izleyen ölü
bir balık kadar soğuk hale gelmişti. “Hayır teşekkürler.”

“Sahiden yardım etmek istiyorum.” Dedi Xie Lian çaresiz bir şekilde.

“Ekselansları bin altınlık bir beden taşıyor, yüceliğini böyle bir şeyle
lekeleyemem.” Dedi Mu Qing soğuk bir şekilde.

Feng Xin küfretti. “NE SAÇMALIYORSUN SEN! BÖYLE BİR


DURUMDA BİLE KİNAYELİ KONUŞMASAN

OLMUYOR MU?? SANA YARDIM EDİYOR, SENİ KURTARMAYA


ÇALIŞIYOR, SANA NASIL BİR BORCU

OLABİLİR HA?!”

Mu Qing başını kaldırdı. “Kim ondan yardım istedi? Xie Lian! Her
seferinde böyle şartlarda mı karşılaşmak zorundayız??”

Xie Lian geriledi ve aniden belli belirsiz bir şekilde uzun zaman önce Mu
Qing’in ona aynı soruyu sorduğunu hatırladı. O zaman ne cevap vermişti?
Hatırlamıyordu.

“Böyle zamanlarda gelmem bir problem mi?”

Mu Qing sırt üstü uzandı. “Her şekilde, senin yardımına ihtiyacım yok.”

“Neden?” Xie Lian sorguladı. “Bazen ayağa kalkmak için başkalarından


yardım almamız gerekir.”

“Onunla nefesini tüketme.” Dedi Feng Xin. “Sadece bir gösteriş budalası,
senden yardım alırsa utanacağını düşünüyor.”

Mu Qing ve Feng Xin bir yanda birbirlerine düşmüşken, diğer tarafta


hayalet kelebek Xie Lian’ın yanında sakince dans etmekteydi, soluk ışığıyla
parlıyordu, acele etmiyor ve sakindi. Bu da Xie Lian’ın aklına bir şey
gelmesine neden olmuştu, bu yüzden hemen konuyu değiştirdi. “Kavga
etmeyi kesin, ikinizde. Eğer başkaları sizi böyle görürse artık komik olmaz.
Birazdan birisi bizi almaya gelecek.”

Mu Qing alayla güldü. “Bu cehennemde ne cennet ne dünya sesimizi duyar,


bizi kurtarmaya kim gelecek? Tabi bir…”

Sözlerini bitiremeden aklına birisi gelmişti ve düşüncesini sonlandıramadan


ansızın durdu.

Feng Xin ise doğrudan sordu. “Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuru yanında mı?”

Mu Qing şüpheliydi. “Ona bu kadar mı güveniyorsun? Geleceğinden emin


misin?”

Xie Lian emindi. “Gelecek.”

Her ne kadar Hua Cheng tüm yol boyunca tuhaf davranmış olsa da, ve
birkaç kez de onun sahte Hua Cheng olduğunu düşünmüşse de, içgüdüleri
ona bunun imkansız olduğunu söylüyordu.

Mu Qing ekledi. “Gelse bile, bu mağarayı bulabilir mi?”

Feng Xin öneride bulundu. “Neden biraz bağırmıyoruz? Ne kadar çok kişi
bağırırsak sesimiz o kadar gider.”

“Gerek yok.” Dedi Xie Lian. “Sadece oturup bekleyeceğiz. Hayır, uzanıp
bekleyin. Hua Cheng ve beni bağlayan kırmızı bir ip var…”

Cümlesini tamamlayamadan Feng Xin ve Mu Qing’in yüzlerinin titrediğini


gördü, sanki kulaklarına böcek kaçmış gibiydiler.

“…Neyiniz var?” Diye sordu Xie Lian. “Yanlış anlamayın. Bahsettiğim


kırmızı ip ‘kaderin kırmızı ipi’ gibi bir şey değil, bir ruhani eşya. Sadece bir
ruhani eşya.”

Ancak o zaman yüzleri tekrar normale döndü.

Feng Xin cevapladı. “Ah, anlıyorum.”


Diğer yandan Mu Qing ise şüpheliydi. “Ne tür bir ruhani eşya bu? Ne işe
yarıyor?”

“Oldukça faydalı bir şey.” Dedi Xie Lian. “Her ikimizin de ellerine
görünmez bir şekilde bağlanmış

kırmızı bir ip. Birbirimizi bulmak için kırmızı düğümü kullanabiliyoruz,


diğer taraftaki kişi nefes aldığı sürece ip hiç kopmuyor…”

Sözlerini tamamlayamadan, ikisi de daha fazla dinlemeye dayanamayarak


lafını kestiler.

“BUNUN ‘KADERİN KIRMIZI İPİ’NDEN NE FARKI VAR? TAM


OLARAK AYNI ŞEYLER!”

Xie Lian şaşırdı. “Hayır, hiç sanmıyorum… farklılar!”

“Biraz düşün lütfen, nesi farklı? Tamı tamına aynı şey, değil mi?!” Mu Qing
haykırdı.

Xie Lian bir süre düşündü ve bunun doğru olduğunu fark etti! Düşünmeye
devam ettikçe bu ruhani eşyanın anlamı ve fonksiyonun ‘kaderin kırmızı
ipi’yle oldukça benzer olduğunu anlıyordu. Tam kafa yormaya devam
edecekti ki yukarıdan bir ses yükseldi.

“Gege? Aşağıda mısın?”

Sesi duyduğu anda Xie Lian rahatladığını hissetti ve hemen başını kaldırdı.
“SAN LANG! BURADAYIM!”

Ardından çukurdaki diğer ikisine döndü. “Gördünüz mü? Size gelecek


demiştim.”

Onun ne kadar mutlu göründüğü fark edince, hem Feng Xin’in hem Mu
Qing’in yüzü karmaşık bir hal almıştı. Hua Cheng başını çukura
uzatmamıştı ama hepsi onun çaresiz sesini duyabiliyorlardı. “Gege, sana
koşma demiştim. Şimdi ne yapacağız.”
Onun ses tonunu duyunca Xie Lian şaşırdı ve sevinci kursağında kaldı.
“Ne? Bu örümcek ağı o kadar güçlü mü? E-Ming kesemez mi?”

Sanki Hua Cheng’in kısık bir sesle “Zor olan ağ değil…” Dediğini duyar
gibi olmuştu ama emin değildi.

Kısa bir süre sonra Hua Cheng yumuşak bir sesle konuştu. “E-Ming şu anda
iyi bir durumda değil.”

Xie Lian bunu tuhaf bulmuştu, E-Ming en son gördüğünde gayet iyi ve
enerjiyle dolu değil miydi? Nasıl şimdi kötüydü?

Hemen yanında Mu Qing homurdandı. “Artık sormana gerek yok. Nasıl E-


Ming’i kötü bir durumda olabilir ki? Açık açık bahane üretiyor.”

“Öyle söyleme.” Dedi Xie Lian.

E-Ming’in cezalı olduğunu ve Hua Cheng’in onun dışarıya çıkmasına izin


vermediğini düşünmek daha makul geliyordu. Tam aklından bunlar
geçerken yukarıda siyah bir gölge belirdi ve bir an sonra kırmızıya
bürünmüş bir figür Xie Lian’ın hemen yanına sessizce indi ve elini tutmak
üzere uzandı.

Xie Lian bakışlarını ona çevirdi ve aceleyle konuştu. “San Lang, neden sen
de atladın? Örümcek ağlarına dikkat et!”

Sahiden de çukurun dibindeki beyaz ipek iplikler saldırıya geçmişlerdi. Hua


Cheng başını çevirmeye bile tenezzül etmedi. Öylesine elini salladı ve
yüzlerce hayalet kelebek belirerek arkasını korudu, kelebeklerden bir zırh
oluşturmuş ve yorulmadan örümcek ağlarıyla savaşıyorlardı. Hua Cheng,
Xie Lian’ı saran beyaz ipek bağları kesti ve sol kolunu onun beline doladı,
sağ elinde ise kırmızı şemsiye belirdi.

“Hadi gidelim!”

Geride kalan ikili ise onları kurtarmaya hiç niyeti olmadığını fark ettiler ve
şaşkına döndüler. “İkiniz bir şey unutmadınız mı?”

Xie Lian daha konuşamadan Hua Cheng arkasını döndü. “Ah, sahi.”
Ardından sımsıkı sarılmış Fang Xin doğrudan eline uçtu. Hua Cheng kılıcı
Xie Lian’a uzattı. “Gege, kılıcın.”

“…”

Unuttuğu bu muydu?

Feng Xin ve Mu Qing aynı anda haykırdılar. “HEY!!!”

Hua Cheng Xie Lian’ı daha da yakınına çekti, sağ elini savurarak şemsiyeyi
açtı. “Gege, sıkı tutun.”

Ve şemsiye yükselmeye başladı, ikisini yukarıya taşıyordu. Xie Lian


söylendiği üzere ona sımsıkı tutundu ve tam yerden altı metre kadar
yükselmişlerdi ki diğer ikisinin haykırışları yükseldi ve Xie Lian gülse mi
ağlasa mı bilemedi. “Unutmadım!”

Ardından sağ eliyle RuoYe’yi serbest bıraktı. İpek sargı kendisini iki devasa
kozaya birkaç kez sardı ve onları da beraberlerinde çukurdan çıkarttı. Yarı
yolda Feng Xin seslendi. “BEKLE! Bekle! Geride bir şey bıraktım!”

“Ne?” Dedi Xie Lian.

“Bir kılıç!” Feng Xin haykırdı. “Köşeye düştü!”

Xie Lian aşağıya baktı ve sahiden köşedeki beyaz ipeklerin arasında bir
kılıç kabzanın durduğunu gördü. Bu nedenle RuoYe’nin biraz daha
uzamasını sağlayarak kılıcı da sardırdı, onu da beraberlerinde getirdi. En
sonunda dördü de yüzeye varmışlardı.

RuoYe iki koca kozayı yere bıraktı ve kendisini hemen Xie Lian’ın
kollarına doladı, hafifçe titriyordu, sanki beyaz ipeğin kendisine çok
benzemesinden ama çok saldırgan ve kötü olmasından korkmuş

gibiydi. Xie Lian Fang Xin ile diğer ikisini serbest bırakırken onu
sakinleştirdi. Feng Xin ve Mu Qing hareket edebilmeye başladıkları zaman
ikisi de ayağa fırladılar ve ağlardan geriye kalanlardan kurtuldular. Xie Lian
RuoYe’nin yukarıya çıkardığı kılıcı Feng Xin’e uzattı ama aşağıya baktığı
zaman şaşkına dönmüştü. “Bu… HongJing mi? Nan Feng, generalin kılıcı
tamir mi etti?”

Farkında olmadan konuşmuştu, ama kelimeler dudaklarından döküldüğü


anda ne kadar yanlış

olduklarını fark etmişti. Feng Xin ve Mu Qing hala ‘Nan Feng’ ve ‘Fu Yao’
formundaydılar, bu nedenle Xie Lian bir anlığına kimliklerinin ifşa
olduğunu unutarak rol yapmaya devam etmişti. Esas amacı düşünceli
davranmak olsa da, bu düşünceli davranışın etkisi hiçte olumlu olmamıştı
ve her ikisi de tuhaf bir sessizliğe gömüldüler.

Feng Xin yüzünde beliren ifade ve utanmışlık hissini gizleyemiyordu.


Gerçek haline büründü ve kılıcı aldı. “…Evet, tamir edildi. Tong Lu
Dağında pek çok hayalet var sonuçta, onu kullanmak işleri kolaylaştırıyor.”

Xie Lian hemen yanında durmakta olan HongJing’in parçalanma sebebine


baktı ve hafifçe boğazını temizledi. “Zahmet verdiğim için üzgünüm.”

Sonuçta, paramparça olmuş bir kılıcı onarmak hiçte kolay bir iş değildi.

Mu Qing de kendi gerçek görüntüsünü aldı ve geriye kalan örümcek


ağlarını uzaklaştırdı. “Tamir olması iyi bir şey. Sonuçta pek çok canavar ve
iblis kendisini gizler, bu nedenle kişi eğer aklını kullanamıyorsa tek umudu
HongJing’le kandırılmaktan korunmak olur.”

Feng Xin sinirlendi. “Sen kime pasif-agresif halinle aptal diyorsun?


Anlayamaz mıyım sanıyorsun?”

Yine başlamışlardı. Xie Lian başını iki yana salladı ve Hua Cheng’e döndü.
“San Lang, öncesinde çok hızlı koştum, seni geride bıraktığım için
üzgünüm.”

Hua Cheng şemsiyeyi kaldırdı ve cevapladı. “Endişelenme. Gege bir daha


öyle kaçmadığı sürece sorun yok.”

Xie Lian sırıttı, ama tam konuşacaktı ki aniden Mu Qing’in Hua Cheng’e
doğru baktığını gördü.
Bakışları durdu ve onda sabitlendi, yüzünde tuhaf bir ifade vardı.

Bu nedenle Xie Lian yön değiştirdi. “Mu Qing? Sorun ne?”

Sorusunu duyunca Mu Qing hemen kendine geldi ve ona bir bakış attı.
“Hiç. Çiçeğe Uzanan Kan Yağmurunu daha önce hiç böyle görmemiştim bu
yüzden merak ettim, hepsi bu.”

Xie Lian onun açıklamasına inanmıyordu. Her ne kadar bu sahiden Mu


Qing’i Hua Cheng’in gerçek halini ilk görüşü olsa da, Hua Cheng’in on
altılı yaşlardaki halini görmemiş değildi, o zaman da çok farklı
görünmüyordu. Neden öyle bakmıştı ki?

Dördü mağaradan ayrıldılar ve sadece birkaç adım sonra Feng Xin şaşkına
dönmüştü. “…Bu yer de ne böyle?”

Mu Qing de donmuştu. “Neler oluyor?”

İkisi ağlı çukurun içinde hapsolmuşlardı bu nedenle de çevrelerini


incelemeye hiç fırsatları olmamıştı.

Bu nedenle de dışarıya çıktıkları gibi kendilerini karlı dağın altında, son


derece gizemli, hatta uhrevi ilahi heykellerle dolu bir mağarada bulunca çok
şaşırmışlardı.

“Burası On Bin Tanrının Mağarası.” Diye açıkladı Xie Lian.

Mu Qing etrafı inceledi ve mırıldandı. “Böyle bir yeri inşa etmek kim bilir
kaç yıl, ne kadar kan ve ter aldı. Burası sahiden… sahiden…”

Tanımlamak için bir kelime bulmakta zorlanır gibiydi. Xie Lian onu
anlayabiliyordu. Sonuçta kendini geliştirmek ve tanrılara tapınmak için
adanmış bir taş mağaraydılar, ve geçmişte ailesi de Xie Lian’ın bu tür
mağaralar inşa etmişti. Hangi cennet mensubu böylesine devasa bir On Bin
Tanrı Mağarası karşısında şaşırmazdı ki? Böyle bir yerde kendi heykellerine
tapınılsaydı, ilahi güçlerinde müthiş bir fark yaratırdı.

Feng Xin şaşkındı. “Bu mağarada hangi tanrıya tapınılıyor? Neden hepsinin
yüzleri örtülü?”
“Doğal olarak, buraya gelenlerin görmesine engel olmak için.” Diye
cevapladı Xie Lian.

“Bu tuhaf işte.” Dedi Mu Qing. “Heykellerin kafalarını yok edebilecekken


neden bunca zahmete girilmiş? Eğer sahiden görmek istersen böyle ince
tüller hiçbir engel teşkil etmez.”

Konuşurken sahiden en yakındaki ilahi heykelin yüzünü görmek üzere


hareketlenmişti. Xie Lian daha onu durdurmaya fırsat bulamadan, Mu
Qing’in parmaklarının bir santim kenarında gümüş bir bıçağın ucu belirdi.

Bu ani öldürme isteği dördünün etrafındaki havayı bir anda değiştirmişti.

Feng Xin tetikteydi. “Ne yapıyorsun sen?”

Önündeki kılıç karşısında bile Mu Qing korkmuş görünmüyordu. “Eğri


kılıcın gayet iyi görünüyor, öncesinde neden ‘iyi değil’ demiştin?”

Hua Cheng hemen arkasındaydı ve tembelce konuştu. “Kimse sana başka


insanların bölgesindeki eşyalara kafana göre dokunmaman gerektiğini
söylemedi mi?”

“Burası sana ait değil, neyin adaletini arıyorsun?” Mu Qing karşı çıktı.

Hua Cheng düz bir şekilde konuştu. “Gereksiz sorunlar çıkmasını


istemiyorum sadece. Tong Lu Dağındayız sonuçta, tüller kaldırılırsa neler
olacağını kim bilebilir.”

“Günün birinde Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuru gibi küstah bir kişinin
gereksiz sorunlara yol açmaktan korkacağını söyleseler hayatta
inanmazdım.” Dedi Mu Qing.

Ardından eli aşağıya indi, bu kez de heykelin cübbesine dokunmaya


çalışıyordu. E-Ming hemen ardından gitmiş ve bir kez daha onu tehdit
ediyordu. “Bu kez sadece heykelin neyden yapıldığını incelemeye
çalışıyorum, tülü kaldırmayacağım, neden Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuru
beni yine durdurmaya çalışıyor?” Mu Qing sorguladı.
Hua Cheng sahte bir şekilde gülümsedi. “Sorun çıkartmana engel
oluyorum.”

Xie Lian ikisinin arasına girdi ve konuştu. “Durun, durun. Burada tapınılan
tanrının kim olduğunu bilmemize gerek yok. Uzun süre burada
oyalanmamalıyız, hadi gidelim. Unutmayın, hala bir görevimiz var.”

Hua Cheng Mu Qing’in eline bakıyordu. “Gege böyle dediyse, o zaman


hepimiz ellerimizi çekip yola koyulalım.”

“Mu Qing, geri çekil, olur mu?” Xie Lian neredeyse yalvaracaktı.

Mu Qing ona ters ters baktı. “Delirdin mi sen? Neden önce o geri
çekilmiyor? Ya ben geri çekildiğimde o hamle yaparsa?”

Bir cennet mensubu ve hayalet söz konusu olunca, Feng Xin doğal olarak
cennet mensubunun tarafını tutmayı seçmişti. “En azından her iki taraf aynı
anda geriye çekilmeliler.”

Hua Cheng hiçte geri adım atacakmış gibi görünmeyerek onayladı. “Nasıl
istersen.”

İkisinin de geri çekilmeyeceğini fark eden Xie Lian bir elini Mu Qing’in
koluna koydu ve nazik bir şekilde teşvik etti. “Mu Qing, bırak hadi.
Sonuçta, ilk öne çıkan sendin, bu yüzden ilk geriye çekilen de sen
olmalısın, tamam mı? Bunu bana bir iyilik yapıyormuşsun gibi düşünsen?
Sana söz veriyorum sen geri çekildiğinde San Lang da sözünü tutacak.”

Mu Qing her ne kadar istekli olmasa da, bir süre tereddütte kaldıktan sonra
yavaşça elini indirdi ve böylece tekrar yola koyuldular. En sonunda
gerginlik gevşemişti ve Xie Lian da rahat bir nefes almıştı.

Bu esnada ise bir diğer çatala ulaşmışlardı ve Hua Cheng’e döndü. “Bu kez
hangi taraftan gitmeliyiz sence?”

Hua Cheng öylesine seçmiş gibi göründü. “Bu taraftan.”

Feng Xin ve Mu Qing hemen arkalarındaydı ve görünüşe göre tekrar


birbirlerinin boğazına atlamak üzereydiler, ama laf dalaşlarına ara verdiler,
Mu Qing buyurdu. “Nasıl seçtiğiniz? Neden bu taraftan?”

Öndeki ikili başlarını çevirdi. “Rasgele seçtik.”

Feng Xin kaşlarını çattı. “Nasıl rasgele seçersiniz? Körlemesine gitmeyelim


yoksa başka bir çukura düşeriz.”

Hua Cheng gülümsedi. “Eğer çukura düşsek bile ben Ekselanslarını


kurtarmak için bir yol bulurum.

İsterseniz takip edin, eğer istemezseniz kendi başınıza gidebilirsiniz. Ama


dürüst olmam gerekirse, sizi bir daha kurtarmak istemiyorum.”

“SENİ –!”

Ama Hua Cheng böyle konuşurdu. Yüzünde her ne kadar bir gülümseme
olsa da, her ne kadar sesi son derece nazik olsa da, kulağa inanılmaz sahte
geliyordu. O sahte gülümsemesi büyüdükçe de, insanlar daha da kadar
sinirleniyordu, öyle ki Feng Xin yayına bir ok sürmüştü.

Xie Lian onun sahiden oku bırakmayacağını biliyordu. “Kusura bakma


Feng Xin. Ama şu anki durumumuzda hangi yönü seçtiğimiz bir şey
değiştirmiyor.”

Hua Cheng içten bir şekilde güldü. “Aah, çok korktum. Sanırım en iyisi
sizden uzak durmam olacak.”

Xie Lian’a kaşlarını kaldırdı ve sahiden de biraz uzaklaştı. Xie Lian diğer
ikisini geride bırakmaya çalıştığını biliyordu ve gülümseyerek başını iki
yana salladı, peşinden gitmeye hazırdı ki aniden Mu Qing uzandı ve onu
tutarak durdurdu. Xie Lian arkasına baktı, şaşkındı. “Mu Qing? Sorun ne?”

Ancak beklenmedik bir şekilde Mu Qing cevap vermedi. Xie Lian’ı tuttu de
doğrudan diğer yola doğru koştu, bağırdı. “ŞİMDİ!”

Önlerindeki Hua Cheng de bir tuhaflık olduğunu fark etmiş ve bakmak için
dönmüştü. Ancak Feng Xin çoktan duvara bir yumruk atmış ve kayalar
düşerken gürlemeye başlamıştı, yol tamamen kapatılmıştı.
İkisi hızla öne çıktılar ve göz açıp kapayıncaya dek kayaları tılsımlarla
örtmüşlerdi. Böylece de Hua Cheng ve diğer üçü kaya yığınlarıyla
birbirlerinden ayrılmışlardı.

Görünüşe göre ikisi biraz önce arkalarında kavga etmiyor, nasıl


saldıracaklarını planlıyorlardı! Xie Lian şaşkına dönmüştü. “Siz ne
yapıyorsunuz?”

Kıvranarak Mu Qing’in elinden kurtuldu, arkalarında kalmış Hua Cheng’i


kontrol etmek istiyordu ama Feng Xin onu durdurdu. Mu Qing’le birlikte
ikisi de birer kolundan tutarak onu sürüklemeye başladılar, koşuyorlardı.

Feng Xin bağırdı. “Hadi çabuk ol, çabuk! Tılsımlar uzun süre dayanmaz!”

Mu Qing azarladı. “Ve ne yaptığımızı sormak zorunda mısın? Ne kadar


tuhaf davrandığını fark etmemiş miydin?”

“Nasıl tuhaf?” Diye sordu Xie Lian.

“Bence sahiden inanılmaz aptallaştın. Her tarafı tuhaftı, kör olan sendin!”
Diye haykırdı Mu Qing.

Feng Xin kükredi. “KONUŞMAYI KES VE KOŞ!!! SİKTİR, SANIRIM


HAYALET KELEBEKLER BİZE YETİŞTİ!”

Mu Qing bağırdı. “MAĞARA GİRİŞİNİ KAPAT!”

Böylece Feng Xin koşarken yumruk attı ve pek çok mağara girişi tümüyle
devasa kayalarla yıkıldı. İkisi Xie Lian’ı sürüklediler ve sonsuz uzunluktaki
yeraltı koridorlarında koşmaya devam ettiler ve Xie Lian’ın tüm bu
olanlardan başı dönmeye başlamıştı.

Bağırdı. “DURUN! DURUN!”

Bu kadar uzun bir süre koştuktan sonra ikisi en sonunda nefeslenmek için
durdular.

Fırsattan istifade eden Xie Lian hemen konuştu. “Hayır, demek istediğim,
ikiniz neden beni aniden kaçırıyorsunuz? Bir şey mi fark ettiniz?”
Feng Xin’in iki eli de hala dizlerindeydi, soluk soluğa kalmıştı. “Bir daha,
anlatsın.”

Mu Qing doğruldu ve Xie Lian’a döndü. “Bu kadar bariz ama göremiyor
musun? O inci! İnciyi hatırlıyor musun?”

“Ne incisi?” Dedi Xie Lian.

Mu Qing her kelimeyi vurguladı. “ShangYuan Kutsal Töreninde Tanrıyı


Memnun Eden Savaşçı kostümünün bir parçası olan koyu mercan kırmızısı
inci küpeler, senin tekini kaybettiğin!”

“…”

Xie Lian uzunca bir süre duraksadı ama hala hatırlayamıyordu, kulak
memesini çekiştirdi, kaybolmuş

gibiydi. “O zamanki küpelerin koyu mercan kırmızısı mıydı? Birini kayıp


mı ettim?”

Mu Qing’in dudaklarının kenarı titredi ve öfkeyle konuştu. “Küpeni


çalmakla beni bile suçlamıştın, böyle bir şeyi nasıl unutursun?”

“Sekiz yüz sene geçti sonuçta…” Diye başladı Xie Lian, ama Feng Xin onu
susturdu. “Bir şeyler saçmalamayı bırak, kimse seni suçlamadı, kendi
kendine bir şeyler hayal eden sendin!”

Xie Lian ellerini salladı. “Kavga etmeyin, kavga etmeyin. Neden bir anda
inciden bahsetmeye başladınız?”

“Çünkü inci bulundu!” Diye haykırdı Mu Qing. “Hua Cheng’in saçındaki


kırmızı mercanı görmedin mi?”

Xie Lian’ın gözleri ardına dek açıldı. “Yoksa demek istediğin…”

Mu Qing emindi. “Evet!”

“…”
Demek bu yüzden Mu Qing öncesinde Hua Cheng’i gördüğü zaman tuhaf
davranmıştı.

Xie Lian sorguladı. “Mercan incinin onda ne işi var? Yanlış hatırlıyor
olmayasın?”

Mu Qing sözünü bıçakla kesti. “Bütün bir sene boyunca o küpeyi her yerde
aradım ve hiç pes etmedim. Herkes yanlış hatırlayabilir ama ben asla!”

Xie Lian kollarını bağladı ve ellerini kol yenlerine soktu, düşünüyordu,


kaşları çatılmıştı. “Yine de yanıldığını düşünüyorum. İncinin onda
olmasının hiçbir nedeni olamaz sonuçta? Yüksek kalitedeki incilerin hepsi
birbirine benzemez mi? Ayrıca San Lang ender hazineleri toplamayı sever.
Binlerce yaşında antikaları bile var.”

Mu Qing başını salladı. “Peki. Tamam. Yanıldığımı mı düşünüyorsun? Peki.


O zaman şuna bak.”

Bir kutsal heykelin yanında duruyordu ve konuşurken, aniden heykelin


yüzündeki tülü çekti. “Neden heykele bir bakmıyorsun? Bu konuda da mı
yanılıyorum yoksa!”

Tül düştüğü anda Xie Lian bir bakış attı ve gözleri ardına dek açıldı.

İlahi heykelin yüzü ne deforme ne de korkunçtu. Neşeli genç bir adamın


gülümsemesini taşıyordu, kaşları nazik ve kibardı. Ancak Xie Lian yüzü
gördüğü anda iliklerine dek ürpermiş ve tüyleri diken diken olmuştu.

Nasıl şok olmazdı? Bu yüz Xie Lian’ın kendi yüzünün birebir aynısıydı!

Heykele yakından bakmak, tuhaf bir aynadan kendine bakmaya benziyordu


ve kibar olması planlanmış o gülümseme bile şimdi rahatsız ediciydi. Xie
Lian ürpermekten kendini alamadı. “Bu…”

Mu Qing soğuk bir şekilde konuştu. “Bana yine yanıldığımı mı


söyleyeceksin?”

Xie Lian büyük bir zahmetle konuşabildi. “…Burada benim bir kutsal
heykelimin ne işi var?”
Mu Qing ise. “Bir tane mi? Sadece bir tane değil. Yakından bak.”

Ardından bir diğer kutsal heykelin tülünü açtı. Bu yüz de hiç şüphesiz Xie
Lian’a aitti!

Beş altı tane daha kutsal heykeli açtı, hepsi de birebir aynıydı!

“Burası sahiden On Bin Tanrının Mağarası.” Dedi Mu Qing. “Ama aslında


burada sadece tek bir tanrıya tapılıyor!”

Ve o tanrı kendisiydi!

Etrafı kendi yüzleriyle çevrilmişti, Xie Lian gizemli tuhaf bir rüyada
gibiydi. Başı o kadar dönüyordu ki bir süreliğine kendine gelemedi ve
aniden bir şeyin farkına vardı. “Bekle. Mu Qing. Öncesinde heykelleri
görebilmeye fırsatınız olmamıştı, değil mi? Tülü kaldıracaktın ama
durdurulmuştun.”

Mu Qing homurdandı. “Heykelin senin olduğunu anlamam için yüzünü


görmem gerekmiyor.”

“Nereden anladın peki?” Diye sordu Xie Lian.

Mu Qing ipek tülleri bir top yaparak kenara attı, damarları hafifçe
belirginleşmişti. “Nereden mi anladım? Çünkü tüm kıyafetlerin, takıların ve
günlük yaşantın eskiden benim sorumluluğumdaydı.

Senin için yıkayıp onarıyordum; senin dolabında birbirinin aynısı hiçbir


eşya bulunmuyordu, ve bu heykeller inanılmaz detaylı, her şey burada,
tümüyle aynı, tümüyle! Elbette kıyafetleri gördüğümde yüzlerin sana ait
olduğunu anlayacaktım!”

“…” Xie Lian alnını kapattı ve yol boyunca Hua Cheng’in nasıl tuhaf
davrandığını düşündü.

Yanındaki Feng Xin konuştu. “Heykellerin yüzüne bakmamıza izin


vermeyişi de bir tuhaflık olduğunu belli ediyordu. Çığ nedeniyle kazara
buraya düşmemiz meselesi de muhtemelen bir saçmalıktan ibaret. Burasının
ne olduğunu biliyor olmalı.”
Mu Qing ekledi. “Hepsi bu da değil. Bizi örümcek ağlarıyla dolu o çukura
atan da o olmalı. Bizi sahiden öldürmeye çalışıyor.”

“Ama… bu heykeller ne için?” Diye merak etti Xie Lian.

Yakından bakınca, her biri heykel sanki canlıymış gibi resmedilmişti,


öylesine detaylıydılar ki neredeyse korkutucuydu. Heykeltıraşın ilahi
heykeldeki kişiyi ne kadar yakından incelediğini görmek çok kolaydı. Xie
Lian geçmişte Xian Le’nin en tanınmış heykeltıraşlarının bile bu kadar
muhteşem eserler oraya koyamayacağını düşünüyordu. Heykeltıraşın tüm
düşünceleri bu kişi üzerindeydi ve gözleri sadece onu görüyordu.

Üçü aynı yüze sahip heykellerle çevrelenmişlerdi ve Feng Xin şiddetle


titredi. “Sahiden… hasiktir…

korkunç… çok aşırı gerçekçi.”

Ve çok fazlaydılar da.

“Bence bu heykeller bir tür korkunç bir büyü için gerekiyorlar, onları yok
etmemiz gerek.” Dedi Mu Qing.

Ardından birinin parçalamak üzere elini kaldırdı. Xie Lian hemen daldığı
düşüncelerden sıyrıldı ve onu durdurdu.

“DUR!”

Mu Qing ona baktı. “Emin misin? Bu büyünün hedefi sensin.”

Xie Lian bir süre düşündü ama nihayetinde konuştu. “Aceleci


davranmayalım. Bence kötü bir büyü yapılıyor olma ihtimali oldukça
düşük.”

“Bence oldukça yüksek.” Dedi Feng Xin. “Sahiden, hasiktir… bu şeylere


bakınca korkmuyor musun?”

Mu Qing Xie Lian’a baktı, ki o da kendisine bakmaktaydı. “Ve bu teorin


neye dayanmakta?”
“Hiç.” Dedi Xie Lian. “Ama bu ilahi heykeller oldukça iyi bir şekilde
yapılmış, titiz bir şekilde oyulmuş.

Hiçbir şey bilmeden onları yok edersek, pişman olabiliriz.”

Bir an duraksadıktan sonra ekledi. “San Lang… bana bir konuda yalan
söylemiş olabilir, ama bence, bana zarar verecek hiçbir şey yapmaz.”

Mu Qing kulaklarına inanamıyordu. “…Zihnini bulandırmak için sana büyü


falan mı yaptı? Bence yüzünün ortasına ‘şüpheli’ yazsa bile sen aniden
okuma yazmayı unutursun.”

İkisi konuşurlarken, Feng Xin’in yüzü aniden sanki korkunç bir düşmanla
karşılaşmış gibi değişti.

“DİKKAT ET!”

Xie Lian ve Mu Qing gerildiler. “Ne var?”

“Örümcek ağları yine üzerimize geliyor!” Diye haykırdı Feng Xin.

Sahiden de, avuç meşalesi önlerindeki duvarı aydınlatıyordu ve duvarın


üzerinde kalın beyaz iplikler diziliydi. İçlerinden lanet ettikten sonra,
kendilerini bir diğer saldırıya hazırladılar. Ancak beklenmedik bir şekilde,
sanki çukurdaki saldırgan ipekler onlar değilmiş gibi, bu ipekler ne hareket
etti ne saldırdı, sıradan bir iplikten hiçbir farkları yoktu.

Üçü bir süre beklediler, ve Xie Lian konuştu. “Bu ipek ağlar canlı değil
gibiler.”

“Eğer canlı değillerse ne işe yarıyorlar?” Diye sorguladı Feng Xin.

Artık Xie Lian’ın da canını sıktıkları için öne çıktı ve bir süre inceledi,
ardından onayladı. “Bence bir şeyi koruyorlar.”

Üçü taş duvarın önüne geldiler. Xie Lian çekmeyi denedi ve beyaz ipeklerin
büyük bir kısmını yırttı.
Beyaz ipek oldukça güçlüydü ve yırtması kolay sayılmazdı, ama imkansız
da değildi.

Tüller ilahi heykellerin gerçek yüzünü gizlemişti. Peki taş duvarda ne


saklıydı?

Diğer ikisi de ona katılarak ipek ağları yırtmaya başladılar, her biri farklı bir
bölgeyi seçmişti. Kısa bir süre sonra Xie Lian’ın tarafındaki taş duvar
açılmaya başladı. “Bir duvar resmi!”

Taş duvarın üzerinde, örümcek ağları devasa bir duvar resmini gizliyorlardı.
Tüm duvar yüzeyi kalın çizgiler, renkler ve küçük şekillerle sarılıydı.
Küçük kısımlara bölünmüşlerdi, her biri farklı bir tarzdaydı; kimisi kaba
saba ve vahşiydi, kimisi narin, kimisi seçkin, kimisi ise tuhaftı.

Bir süre inceledikten sonra, Xie Lian konuştu. “…Bunu o çizdi.”

“O mu?” Mu Qing’in sesi yankılandı. “Hua Cheng mi? Emin misin?”

Xie Lian yumuşak bir sesle konuştu. “Evet. Buradaki kelimeler ve


şuradakiler, onun tarafından yazılmış.”

Duvardaki kan kırmızısı küçük şekli işaret etti ve hemen yanında bir sürü
dağınık, seçilmez çarpık harf vardı, sanki trans halinde veya acı çekerken
yazılmış da yazar kendini ifade eder gibiydi. Harflerden

yola çıkarak Xie Lian çizilmiş kan kırmızısı şeklinde Hua Cheng’in kendisi
olduğunu çıkartmıştı, ama bilinmeyen bir nedenle kendisini son derece
çirkin ve çarpık resmetmişti.

Feng Xin bir bakış attı ve yorum yapmaktan kendisini alamadı. “Bu yazı…
o kadar çirkin ki gözlerim kanadı. Ben bile ondan daha güzel yazarım.”

Feng Xin’inkinden daha çirkin bir yazı sahiden kurtarılamayacak bir


seviyede demekti. Xie Lian’ın gözleri ise tüm o renkler nedeniyle şaşkına
dönmüştü; o kadar çok şey vardı ki nereden başlaması gerektiğini
bilmiyordu, ama bu yazının Hua Cheng’e ait olduğunu kanıtladıktan sonra
aniden devasa bir hazineye kavuşmuş gibiydi, öyle ki parmakları hafifçe
titriyordu. Tam bu sırada Mu Qing bir şey keşfetmiş gibiydi ve seslendi.
“…Ekselansları, çabuk gel. Gel ve bak!”

Ancak o zaman Xie Lian kendine geldi. “Ne var?”

Feng Xin ve Mu Qing’in çoktan dili tutulmuştu, tek yapabilecekleri


duvardaki bir yeri işaret etmekti.

Duvar resmi oldukça büyüktü ve tam ortasında yüksek bir kale kulesi vardı.
Altında bir grup insan gösterişli bir sahnenin önünde toplanmışlardı.
Çizgiler oldukça basitti, ancak sadece birkaç çizikle sahnenin aynısı
canlandırılmıştı.

Mu Qing resmin merkezini işaret etti ve titreyen bir sesle konuştu.


“Demek… o… oydu?”

Xie Lian da onların baktığı yere odaklanmıştı.

Tüm resim renksizdi ve sadece iki şekil renklendirilmişti. En altta küçük bir
şekil vardı, bembeyazdı ve ışıldıyor gibi görünüyordu. Ellerini uzatmış
gökyüzüne bakıyordu, kaledeki kuleden düşmekte olan diğer küçük şekli
yakalamak üzereydi.

Ve bu küçük şekil kırmızısıydı, kan kırmızısı.

Mu Qing mırıldandı. “…O muydu? O muydu? ShangYuan İlahi Geçit


Töreninde kuleden düşen o küçük çocuk? Nasıl o olabilir? İnanamıyorum?
Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuru? O mu???”

Feng Xin delirmiş gibi vurdu ve diğer tarafı işaret etti. “Dahası da var!”

Xie Lian oraya yürüdü ve diğer resme baktı, bakımsız küçük bir mabet
vardı ve sunağın üzerindeki ilahi heykel de soluk beyaz bir ışıkla
parlıyordu. Bir elinde bir kılıç vardı ve diğer elinde ise aşağıya doğru
eğilmiş kırmızı bir şemsiye. En altta ise çirkin küçük kırmızı şekil, ellerini
uzatmış heykele çiçek sunuyordu.

Xie Lian aniden başının ağrıdığını hissetti, elini zonklamaya başlayan


şakaklarına götürdü ve bakmaya devam etti.
Bir sonraki resim bir savaş meydanını tasvir ediyordu. Büyük askeri
birlikler zırhlarını kuşanmış

saldırmaya hazırlardı ve gökyüzünde küçük beyaz bir şekil vardı, bir elinde
uzun kılıcıyla güçlü ve göz kamaştırıcıydı. Aşağıda ise karanlık birliklerin
arasında bir diğer küçük kırmızı şekil vardı, başını kaldırmış,
gökyüzündekine bakıyordu.

Xie Lian düşüncelere gömülmüştü ki Feng Xin’in kuşku dolu sesi çınladı.
“Bu kırmızılı, hepsi tek bir kişi değil mi? Hepsi o mu??? Bu Hua Cheng
mi? Hasiktir… Bunca zamandır seni mi takip ediyordu?!”

Mu Qing de şaşkın görünüyordu. “Sadece takip etmekle kalmıyor, aynı


zamanda izliyor. Çok yakından.

Hem de çok. Her yerde! Bak, burası ana cadde, Buyou ormanı, bu ne?
BeiZi Tepesi mi? Tanrım…

heykelleri de yapan o muydu?!”

Feng Xin duvar resimlerine bakarken artık titremeye başlamıştı.


“Sikeyim… o kim? Sekiz yüz yıldır seni mi izliyor?! Ve hala, şimdi bile?
Hasiktir! Büyülenmiş falan mı? Ne istiyor amacı ne? Normal inananlar bile
böyle şeyler yapmaz, ne istiyor bu??”

“Bir tuzak olmalı… olmalı!” Mu Qing haykırdı. “Bakmaya devam edelim,


bir yerlerde bir ipucu olmalı!”

Xie Lian çoktan iliklerine dek sarsılmıştı. Duvardaki küçük kan kırmızısı
figüre bakıyor, anlamakta güçlük çekiyordu. Unutmadığı ama hiç üzerinde
durmadığı pek çok, pek çok anı olduğunu hissediyordu ve zorla zihnine
doluşuyorlardı, o kadar çoklardı ki neredeyse nefes alamıyordu. Tam bu
sırada diğer taraftaki ikilinin bağırdığını duydu ve Xie Lian kendine geldi.
“Ne oldu?”

Feng Xin ve Mu Qing bir taş duvarın önünde durmuş, son derece berbat bir
şey görmüş gibi görünüyorlardı. Xie Lian’ın onlara doğru geldiğini görünce
ise Feng Xin hızla döndü ve onu durdurdu, geriye itiyordu. “Siktir,
BAKMA!”

“? Ne?” Xie Lian şaşkındı. “Ne var? Neden bakmayayım?”

Mu Qing’in yüzü de karanlıktı. “…Artık bakmayalım. Burada iyi bir şey


yok, en hızlı şekilde kaçmamız gerek!”

İkisi de birer koluna girdiler ve tüm yol boyunca koştular. Xie Lian
sürüklenirken bir yandan şikayet ediyordu. “Siz ne yaptığınızı
sanıyorsunuz? Duvar resimlerinin daha hepsine bakmamıştım!!”

Feng Xin koşarken öfkeyle bağırdı. “ARTIK BAKMANA GEREK YOK!


O ŞEYLERİ GÖRMEMELİSİN!

SİKEYİM BÖYLE İŞİ! TÜM HAYATIM BOYUNCA HİÇ BÖYLE BİR


ŞEY GÖRMEDİM! NASIL BİR İNSAN O!!!”

Xie Lian tümüyle şaşkına dönmüştü. “Ne gördünüz? San Lang ne yapmış?”

Mu Qing azarladı. “NE YAPIYORSUN SEN, NEDEN HALA ONA SAN


LANG DİYORSUN? KES ŞUNU!

YETERİNCE HIZLI ÇIKARTAMADIK SENİ! ARTIK ONUN YANINA


BİLE YAKLAŞMA, O NORMAL DEĞİL, DELİRMİŞ, DELİRMİŞ!!!”

Xie Lian daha fazla dinlemeyecekti. “Neden ona böyle küfrediyorsunuz?


Hiçbirimiz tümüyle normal değiliz tamam mı?”

“SORMAYI BIRAK!” Feng Xin haykırdı. “ANLAMIYORSUN! O BİZİM


GİBİ DEĞİL! DELİRMİŞ! SANA KARŞI, O, O… O…”

“Bana karşı ne!” Xie Lian bilmek istiyordu. “Lütfen beni bırakın. Geri
dönmeme ve kendim görmeme izin verin tamam mı?”

Birisi geri dönmek istiyor diğer ikisi ise tüm güçleriyle çekiyorlardı. Üçü
bir anlığına hareket edemediler, ardından önlerinden tüyler ürpertici soğuk
bir ses yükseldi.
“Başkasının bölgesindeki eşyalara kafanıza göre dokunmayın dememiş
miydim?”

Üçü de dondu ve başlarını çevirdiler. Önlerinde kırmızı bir şekil duruyor.


Hua Cheng taş duvara yaslanmış, yollarını kapatmıştı ve gülümsüyordu.
“Yoksa neler olacağını kestirmek güç olur.”

Yüzü gülümsüyor olsa da, gözlerinde bir parça neşeden iz yoktu, onun
yerine karanlık ve bulanıklardı.

Bir eli koluna sarılmıştı , boştaki diğer eli ise tembel bir şekilde küçük bir
şeyle oynuyordu.

Bu koyu mercan kırmızısı inciydi, saçındaki küçük bukleye sarılmıştı.


Mercanın nazik kırmızı ışıltısı parlak ve göz kamaştırıcıydı, tıpkı
parmağındaki kırmızı düğüm gibi.

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 176: On Bin Tanrı Mağarası, On Bininin de Yüzü Aydınlatılıyor


Yüzlerce büyülü tılsım ve ağır kayalar onu hiçte durduramamıştı!

Feng Xin ve Mu Qing hızla tepki verdiler; Feng Xin birbiri ardına oklar
gönderdi diğer yandan Mu Qing kılıcını savurdu, ona doğru havadan
bıçaklar gönderiyordu, ardından Xie Lian’ı yakaladı ve koştu. Feng Xin de
hemen onu taklit etti ve bağırırken kayalara vurmaya başladı. “HASİKTİR!
NASIL BİZİ BU KADAR

ÇABUK BULDU?”

“Ben nereden bileyim??” Mu Qing de ona bağırdı. “…Kırmızı ip! Kırmızı


ip! Kırmızı ip hala parmağında!!”

İkisi fark ettikleri anda Xie Lian’ın eline hamle yaptılar.

Sanki Xie Lian onlara izin verirmiş gibi. Diğer elini uzatarak, kırmızı
düğümün olduğu elini korudu ve haykırdı. “YAPAMAZSINIZ!”
Feng Xin haykırdı. “Ekselansları, kırmızı ip bağlı olduğu sürece bizi
bulacak. Eğer yetişmesini istemiyorsan çözmek zorundayız!”

Ancak Xie Lian elini bırakmayı reddediyordu. “Eğer bizi yakalasa bile,
korkmuyorum ki. Ben… ona sormak istiyorum.”

Mu Qing’in gözleri ardına dek açıldı. “Onunla hala konuşmak mı


istiyorsun? Onun ne kadar güçlü olduğunu anlaman için seni tümüyle
yutması gerekecek galiba.”

“Ama ben zaten onun ne kadar güçlü olduğunu biliyorum.” Xie Lian karşı
çıktı. “Bana o duvar resminde ne olduğunu söylemiyorsunuz, görmeme de
izin vermiyorsunuz. Bu şekilde beni hiçbir şeye ikna edemezsiniz.”

“O bir hayalet kral ve davranışları oldukça anormal. Normal insanlar bu tür


iki şeyden uzak dururlar, herhangi bir şeyle ikna edilmelerine gerek
kalmadan üstelik!”

Xie Lian iki parmağını uzattı. “İki seçeneğiniz var: ya geriye dönmeme izin
verirsiniz ve ondan bir açıklama isterim, ya da beni duvar resmine bakmaya
götürürsünüz.”

Feng Xin ve Mu Qing sanki korkunç bir şey hatırlamış gibiydiler ve


birisinin dudakları titriyordu diğerinin ise kaşları daha fazla çatılamazdı.
Her ikisi de önünü kestiler ve aynı anda konuştular. “İKİSİ

DE OLMAZ!”

Böylece Xie Lian kollarını sıvadı. “İkiniz de hayır dediğinize göre, o zaman
bunu yumruklarımızla çözeceğiz! İlk hanginiz? Ya da aynı anda mı
geleceksiniz?”

Mu Qing Feng Xin’e döndü. “Önce sen!”

Ardından geriye çekildi. Feng Xin, Xie Lian’a karşı kazanabileceğinden


emin değilmiş gibi görünüyordu, ama kayıp bir gençliği kurtarmak için
elinden geleni yapacaktı, bu yüzden yayını kavradı. “PEKALA!

Ekselansları, küstahlığımı mazur görün!”


Xie Lian da ona döndü. “Sen de…”

Ancak beklenmedik bir şekilde nezaketle açılışı yapamadan, sırtına sıcacık


bir şey değdi. Birisi arkasından bağırıyordu. “HAREKET ETME,
KONUŞMA!”

Ve ardından tüm bedeni metal bir plakaymışçasına dondu.

Sadece o da değil, artık sesi de çıkmıyordu!

Mu Qing, Xie Lian’ın arkasından çıktı ve Feng Xin’e hitaben konuştu.


“Onu sürükleyelim. Tılsım onu geçici bir süreliğine tutar, ama uzun
sürmez.”

Feng Xin şaşkındı. “Neden ona pusu kurdun? Birebiri kabul etmemiş
miydik?”

Xie Lian da Mu Qing’in hemen sözünden dönmesini beklememişti. Bir


zamanlar astı olan bu ikiliye bu kadar güvenmese, bu kadar kolay
kanmazdı.

“Şimdi birebir dövüşülecek zaman mı?” Dedi Mu Qing. “Bilerek yapıyor.


Hua Cheng’in yetişmesi için zaman kazanmaya çalıştığı aşikar. Şu andaki
halini görmüyor musun? Ona kapılıp gitmiş durumda! Şu anda ona ne
söylersen söyle dinlemeyecektir. Karşılaştıkları anda ise, Hua Cheng’in tek
yapması gereken birkaç tatlı sözle onu eğlendirmek, hemen ona inanacak,
tilki ruhuyla efsunlanmış gibi.”

*ÇN: Halk hikayelerinde tilki ruhları baştan çıkarıcılardır, masum insanları


efsunlamaları ve kendilerine aşık etmeleriyle tanınırlar.

Feng Xin düşünüp taşındı ve Mu Qing’in mantıklı konuştuğuna karar kıldı.


İç çekti. “Ekselansları, seni bilerek kandırmadık ama onun sana karşı
düşünceleri oldukça… uygunsuz. Yüksek sesle söyleyemem bile! Lütfen
bizimle gel.”

“Hadi gidelim.” Dedi Mu Qing.


Mu Qing’in sözleri ne bir öneri ne de yakarıştı, onun yerine bir emirdi.
Biraz önce Xie Lian’ın sırtına yapıştırdığı bir Emir Tılsımı olmalıydı, kendi
kanıyla çizilmişti. Emir Tılsımı hedef kişinin, büyüyü yapan kişiye itaat
etmesini sağlardı, ama aslında sadece ‘konuşma’, ‘yürü’, ‘dur’, ‘koş’ gibi
basit emirlere uyulmasını sağlayabilirdi. Daha karmaşık emirlere uyulması
daha zordu ve tılsım kişinin zihnine müdahale edemezdi. Sadece Brokarlı
Ölümsüz gibi güçlü hayaletler daha fazlasını yapabilirdi.

İkisi yine Xie Lian’ın peşinde hızla yürümeye başladılar, ama moloz
yığınıyla karşılaşınca durmak zorunda kaldılar.

Feng Xin yolun kesildiğini fark edince yüksek sesle düşündü. “Neden bu
kayalar yolumuzu tıkıyor?

Neden devam edemiyoruz?”

“Kayaları deviren sen değil miydin? Neden bana soruyorsun?” Dedi Mu


Qing.

Feng Xin sorguladı. “Yol gösteren sendin, bu yüzden suç sende. Eğer daha
önce buradan geçtiysek nasıl geri döndük?”

Mu Qing sorgulanmayı reddediyordu. “Saçmalık; yolu bildiğim falan yok,


nasıl ben yol göstereyim?

Biraz önce koşturup duran sen değil miydin?”

Tekrar kavga edeceklermiş gibi görünüyorlardı, ve Feng Xin elini salladı.


“Boş ver, senin tartışacak vaktim yok. Delip geçelim!”

Hua Cheng peşlerindeydi, bu yüzden sadece ileriye gidebilirlerdi. Geri


çekilmekte bir seçenek değildi, yoksa karşılaşırlardı. Yolları kapamak
kolaydı ama kazıp geçmek büyük bir dertti. İkisi Xie Lian’ın uslu bir
şekilde kenarda beklemesini sağladıktan sonra Feng Xin rasgele yumruk
atmaya başladı ve Mu Qing, alnındaki damarlar yerinden fırlamıştı, kılıcını
etkileyici bir şekilde savuruyordu. Kısa bir süre içerisinde yol kazıldı.
Kayalar yuvarlandı ve tozlar uçuştu. Tam Xie Lian’ı çağıracaklardı ki,
beklenmedik bir şekilde toz dağıldıktan sonra önlerinde kırmızılara
bürünmüş bir figür belirdi. Xie Lian’ın gözleri anında ışıldadı. Bu Hua
Cheng’di!

Gözleri soğuktu ve ellerini arkasında birleştirmişti, sessizdi.

Feng Xin konuşuverdi. “NE DİYE GİTMİYORSUN SEN?!”

Israrcılığın vücut bulmuş haliydi sanki. Biraz öncesinde açık bir şekilde onu
geride bırakmışlardı, nasıl bir an sonra önlerinde belirebiliyordu??? Ve kim
bilir ne zamandır orada duruyordu, sessiz bir şekilde bekliyor, onların
yoldaki engeli temizleyerek kendilerini sunmasına izin veriyordu. Bu son
derece büyük bir ısrarcılık ve ürkütücü bir şey değil miydi?

Feng Xin ve Mu Qing hemen uzun adımlarla geriye çekildiler. Hua Cheng
onlara bakmadı. Gözleri kenara kaydı ve Xie Lian’a doğru bir adım attı.
Feng Xin ve Mu Qing onun için geldiğini anlayınca hemen Xie Lian’ın
önüne geçerek onu korumaya aldılar.

Birlikte bağırdılar. “YAKLAŞMA!”

Hua Cheng’in yüzü kapkaranlıktı.

Normalde, eğer birisi Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuruna bir şey yapmamasını
söylerse, umurunda bile olmazdı; eğer gülüp söylediklerinin tam tersini
yapmazsa tuhaflık bunda olurdu. Ancak bu kez, sanki gerçekten temkinli ve
fevri davranmaya cesaret edemiyor gibiydi, adımları duraksadı.

Kısa bir süre sonra en sonunda konuştu, kelimeleri yavaştı. “Ne yapmaya
çalışıyorsunuz?”

Ses tonu neredeyse sakindi. Feng Xin ise çok daha doğrudan konuştu.
“Artık rol yapmamıza gerek yok, eski inini bulduk. İlahi heykelleri ve
resimlerini çoktan gördük, her şeyi gördük!”

Hua Cheng onlarla doğrudan yüzleşmiyordu, yan bir şekilde durmuştu. Onu
duyunca sırtındaki elleri kasılmış gibiydi, iki parmağı katı bir şekilde
kıvrıldı.

“…”
Başını eğdi ve yumuşak bir sesle sorguladı. “Ekselansları da gördü mü?”

Sesi çok ama çok kısıktı ve her ne kadar etkilenmemiş gibi görünse de, bir
parça çatlamıştı, normal değildi.

Xie Lian içinden haykırdı, Hayır!

Aslında, sahiden büyük bir kısmını görmemişti ama Xie Lian şu anda ne
hareket edebiliyor ne konuşabiliyordu. Sadece taş duvarın köşesine
yaslanmış öylece durabiliyordu, ikisinin arkasına saklanmış gibi
görünüyordu, sanki Hua Cheng’le yüzleşmekten korkuyormuş ve onunla
konuşmayı reddediyormuş gibiydi.

Feng Xin yayını çekti. “Evet. Artık… amacının… ne olduğunu biliyoruz.


Bir Hayalet Kral olarak saygınlığından ötürü, eğer hala bir parça onurun
varsa, bir daha Ekselanslarının yanına yaklaşma.”

Bu esnada Xie Lian’ın duyguları yanmış bir ev gibiydi, siyah duman ağır ve
kalındı. Hua Cheng onda bir tuhaflık olduğunu fark etmiş olmalıydı ve Xie
Lian’ın tek umudu Hua Cheng’in ona bir soru sormasıydı.

Ama Hua Cheng herhangi bir şeyi fark edebilecek bir ruh halindeymiş gibi
görünmüyordu ve sadece soğuk bir şekilde konuştu. “Onun yanına
yaklaşmayayım mı? Ve siz ikiniz, bana bunları söyleme hakkını nereden
buluyorsunuz?”

Cevap vermelerini beklemeden, Hua Cheng’in gözleri tehlikeli bir şekilde


parladı. “Ama aklıma aramızda bitmemiş bir mesele olduğunu getirdiniz!”

Cümlesini bitirdiği anda, sayısız gümüş kelebek ikisine doğru uçtu, çığlık
atıyorlardı.

Bu fırtınalı saldırıyla yüzleşince, tek umutları ruhani bir kalkandı. Feng Xin
ve Mu Qing aynı anda haykırdılar. “KALKAN!”

Kelebek seli şekilsiz bir ruhani kalkanla engellenmişti ve havada ışıldayan


gümüş parçalara bölünmüşlerdi. Hızla yeni kelebeklere dönüşüyorlardı ve
tekrar tekrar saldırıyorlardı, durdurulamazlardı. Saldırıyı engellemeye
devam ederek geri çekildiler çünkü Hua Cheng adım adım onlara
yaklaşmaktaydı. Ruhani halesinden yükselen hortumlar kuzguni saçlarını
karıştırıyor ve rüzgarda vahşice dans etmelerine neden oluyordu; gümüş
kelebeklerin kör edici ışıltısında, delirmiş

öfkesi ve vahşet gözlerini tümüyle doldurmuştu. Sadece kalkanın arkasında


durmanın bir faydası olmayacaktı ve Feng Xin ile Mu Qing bakıştılar,
doğrudan saldırmaya karar vermişlerdi. Böylece üçü dar koridorda
dövüşmeye başladılar. Feng Xin hayalet kelebeklere yönelirken Mu Qing
Hua Cheng’le yüzleşiyordu. Hua Cheng kolunu savurdu ve sol elinde E-
Ming belirdi, saldırmaya hazırdı!

Xie Lian ilk kez E-Ming’i ciddi bir şekilde dövüşürken görüyordu. Eğri
kılıç uzun ve inceydi, öldürme isteğiyle titriyordu, gümüş ışıltısı tehditkardı
– sahiden de kötülükle dolup taşan habis bir kılıçtı!

Dövüş heyecan vericiydi; Hua Cheng yerinde durmuş iki kişiyle


dövüşüyordu ve Xie Lian nefesini tutmuş, gözlerini bile kırpmadan
izliyordu. Kısa bir süre sonra E-Ming’in ucu kıvrıldı ve Mu Qing’in kılıcını
kayalara sapladı. Her ne kadar Mu Qing hala kabzasını tutuyor olsa da
kılıcını kayadan kurtaramıyordu. Bir anlık şoktayken, Hua Cheng çoktan
yumruğunu savurmuş ve çenesine bir yumruk indirmişti, darbenin etkisiyle
Mu Qing’in tüm bedeni havaya uçmuştu, en sonunda kılıcın kabzanı
bırakmak zorunda kalmıştı. Diğer yandan Feng Xin’in yayından çıkan her
ok hayalet kelebeklerin keskin kanatları tarafından ikiye bölünmüştü ve
ezici bir sayısal üstünlükleri vardı, başa çıkması çok güçtü!

Zafer ve mağlubiyet bu noktada belirgin bir hal almıştı. Köşelerden sayısız


beyaz ipek filiz sürünerek çıktı, ve ikisini bir kez daha devasa kozalara
sardı. Mücadele ettikçe daha sıkı sarılıyorlardı ve Mu Qing ipeği yırtarken
bağırdı. “BİZİ O ÇUKURA SENİN ATTIĞINI BİLİYORDUM!”

Feng Xin haykırdı. “Bu örümcek ağı değil! Bu…!”

Xie Lian da fark etti. Bu kelebeklerin ağıydı!

Kelebeklerin çıkması için kozalar açılmadan önce, ipeğimsi krizalitler


belirmişti. Bu tuhaf, örümcek ağımsı beyaz ipek tümüyle Hua Cheng’in
işiydi ve muhtemelen inanılmaz saldırgan kelebeklerle bağlantılıydılar!

Dövüş sona erdikten sonra Hua Cheng kılıcını geri çekti ve dalga geçti.
“Sizi kurtarmak için çukura attım. Sonuçta, bağırarak çığ düşürmeseydiniz,
On Bin Tanrının Mağarasına asla düşmezdik. Zavallı hayatlarınızı
kurtardığım için bana neden teşekkür etmiyorsunuz?”

Hua Cheng’in esas planı muhtemelen çığ durana dek beklemek ve karlı dağ
sakinleştikten sonra Xie Lian’ı dışarıya çıkartmaktı, Feng Xin ve Mu Qing’i
ise geride bırakacaklardı. Ancak beklenmedik bir şekilde ağızlarındaki
bağları kemirmiş ve ses çıkartmışlardı, bu da Xie Lian’ın onları
keşfetmesine ve sonrasında gelişen olaylara sebep olmuştu. Eğer onlar
olmasa, Xie Lian sahiden Hua Cheng’in peşinden gidip tek bir ilahi
heykelin yüzünü görmeden dışarıya çıkabilirdi.

Ancak şimdi, en kötü senaryo gerçekleşmişti. Her sır çekilmiş ve gün


yüzüne çıkartılmıştı.

Xie Lian’ın kalbi hızla çarpıyordu, ama bedeni itaatkar bir şekilde
durmaktaydı. Hua Cheng’in gözlerindeki soğukluk gittikçe yayılıyordu ve
yukarıdan Mu Qing’e doğru bakmaktaydı.

Kısık bir sesle konuştu. “Görünüşe göre eğri kılıçlar konusunda yetenekli
olan benim. Sen değilsin.”

Mu Qing’in boğazı pek çok beyaz ipek şeridiyle kapanmıştı, yüzü ise
boğuşmaktan bir maviye bir kırmızıya dönüyordu, dudaklarının kenarından
köpükler çıkıyordu. Boğulur gibiydi. “Seni! …sen…?

Anlıyorum, anlıyorum…”

Feng Xin de dişlerini sıkıyordu. “…Neyi… anlıyorsun?”

Mu Qing konuştu. “Bu yüzden… bu piç benden bu kadar nefret… ediyor,


muhtemelen seninle aynı sebepten!”

“Ne… öhö, ne sebebi?” Feng Xin sordu.


Mu Qing nefretle konuştu. “Çünkü delirmiş! Duvar resimlerindekileri
unuttun mu? O… BeiZi Tepesinden dönünce Ekselanslarının terfi ettirmek
istediği genç asker. Ekselansları kılıçla iyi olduğunu ama eğri kılıçla daha
başarılı olacağını söylemişti… öhö, öhö.”

“Neden senden bunun için nefret etsin ki??” Feng Xin sorguladı.

Ancak Mu Qing konuşmayı kesti. BAM! Hua Cheng suratına bir yumruk
indirdi ve ürpertici bir şekilde gülümseyerek onun yerine cevap verdi.
“Çünkü beni ordudan attı.”

Mu Qing böyle bir şey mi yapmıştı?!

Feng Xin de şaşkındı. “…HASİKTİR? NE DİYE ONU ORDUDAN


ATTIN? SENİ KIZDIRDI MI??”

Mu Qing cevapladı, yüzü kanlar içindeydi. “Onu sadece eve yolladım,


savaşmak pekte iyi bir şey sayılmaz! Onun böyle delireceğini ve bu zaman
dek kin güdeceğini nereden bilecektim!...”

Sözlerini bitiremeden bir diğer yumruk daha indi, BAM!, ve yüzü neredeyse
dağılmıştı. Hua Cheng gülümsedi. “O zaman beni neden ordudan attığını
bilmiyor muyum sanıyorsun? Ha?”

Mu Qing’in gözleri ışıldadı. Hua Cheng ise güldü. “İşe yaramaz pisliğin
kim olduğu şimdi çok bariz değil mi?”

“…”

Sanki Mu Qing’in yarasına tuz basmıştı. Bir ağız dolusu kan tükürdü,
ardından kindar derecede yavaş

bir şekilde konuştu. “Neyse ki seni atmışım. Yoksa, eğer orduda kalsaydın,
Ekselanslarına yaklaşırdın ve aklında gezen ağza alınmaz pis düşüncelerle
onu her gün izlerdin! İğrençsin!”

Xie Lian’ın kalbi vahşice sıkılıyordu sanki. Mu Qing’in son cümlesinde


Hua Cheng çoktan yumruğunu kaldırmıştı, ama ‘iğrenç’ kelimesini
duyduğu zaman eli havada asılı kaldı. Solgun elinin sırtında damarlar
belirdi. Parmaklarını sıktı ve gevşetti, gevşetti ve tekrar sıktı.

Kısa bir süre sonra Hua Cheng ürpertici bir sesle konuştu. “Şimdilik seninle
tartışmayacağım. Sadece söyle, dürüst ol: ikinizin çığ düşmeden önce
söyledikleri doğru muydu?”

Mu Qing’in gözleri ardına dek açıldı ve Feng Xin’e baktı. Feng Xin de ona
bakıyordu, gözleri o kadar açılmıştı ki yerlerinden düşeceklerdi. İkisi de
nasıl cevap vermeleri gerektiğini bilmiyorlardı.

Hua Cheng sert bir şekilde konuştu. “Sabrım sınırlı. Üçe kadar sayacağım
bana cevap verin. Bir! İki!”

Demek sahiden bu kadar buyurgan bir şekilde davranabiliyordu! Tam bu


sırada paniğin ortasında Mu Qing’in aklına bir fikir geldi. Haykırdı.
“Ekselansları, KAÇ!!!”

Emir duyulduğu anda, sırtında kanlı tılsımla Xie Lian hemen tepki verdi ve
koştu. Hua Cheng hemen arkasına döndü ve iki sıra beyaz ipek uçarak Xie
Lian’ı zorla tuttu. Daha iki adım bile atamadan yere düşmüştü.

Bu şartlar altında, sanki tüm bu zaman boyunca sarsılmış ve şok girmiş gibi
görünüyordu, ya da gerçeği kabullenmekte zorlanmış gibi, dövüşe engel
olmak istememiş gibi. Kendinden geçmiş bir

halde tüm bu zaman boyunca orada durmuş ve en sonunda kaçmaya karar


vermişte başarısız olmuş

gibi. Ama aslında, kaçmayı bir an bile düşünmemişti!

Xie Lian’ın hem elleri hem kolları ağır beyaz ipeklerle sarılmıştı. Dağınık
bir şekilde yerde yatıyordu, siyah saçları ve beyaz cübbesi savrulmuştu,
bambu şapkası ise kenara yuvarlanmıştı. Hua Cheng yavaşça arkasını
döndü ve uzunca bir süre duraksadıktan sonra ona doğru yürüdü. Birkaç
adımdan fazla atamamıştı ki Feng Xin kendini daha fazla tutamadı ve
bağırdı. “HUA CHENG!”
Hua Cheng duraksadı ve başını hafifçe çevirdi.

Feng Xin kendisini yalvarmaya zorladı. “Ekselanslarını… bırak! O


yeterince acı çekti. Ona, zarar…”

Hua Cheng konuşmadı. Xie Lian’ın yanına gitti ve ellerini Xie Lian’ın
dizlerine ve sırtına koyarak onu kaldırdı, Xie Lian’ın kollarına almıştı.

Xie Lian onun koluna yaslandı, iki devasa kozanın yüz ifadesini
seçemiyordu. Feng Xin sanki bir kuzunun kaplanın avucuna düşmesini izler
gibiydi, sanki Xie Lian parçalanıp yok edilecekmiş gibi görüyordu,
bağırmaya başladı. Mu Qing tekrar ipek bapları dişlemeye başlamıştı ama
bu kez yanlış

açıdaydı ve işe yaramıyordu. Hua Cheng On Bin Tanrının Mağarasını


avucunun içi gibi biliyordu ve pek çok dönüş ve köşenin ardından ikisi kısa
bir süre sonra kayboldular, sesleri de.

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 177: On Bin Tanrı Mağarası, On Bininin de Yüzü Aydınlatılıyor


Xie Lian Hua Cheng’in kollarında taşınırken mağaranın en karanlık
yerlerine doğru ilerlemeye devam ediyorlardı.

Çevrelerindeki tek ışık kaynağı yumuşak bir şekilde uçuşan gümüş


kelebeklerdi. Xie Lian Hua Cheng’in yüzündeki ifadeyi seçemiyordu, ama
Hua Cheng’in tüm bedeninin kaskatı olduğunun farkındaydı.

Geçmişte Hua Cheng onu bu şekilde hiç taşımamış değildi, ama şimdi bariz
bir şekilde bir şeyler değişmişti ve Hua Cheng doğrudan onun boynuna
veya ellerine bile dokunmuyordu. Xie Lian Hua Cheng’in yüzüne bakmaya
devam etti, güçlükle göz kırptı, ama Hua Cheng onun bakışlarından
kaçınıyordu, göz göze gelmeyi reddediyordu ve bir mağara odasına
varmışlardı. Odada taştan bir yatak vardı ve hemen Xie Lian’ı oraya
bırakmak üzere hareketlendi. Tam Xie Lian’ı yatağa yatırırken aniden bir
şeyin farkına vardı. Xie Lian’ın sırtını kontrol etti ve konuştu: “Sana büyü
mü yaptılar?”

Xie Lian çok sevinmişti. En sonunda fark etmişti!

Ancak Hua Cheng’in onda bir tuhaflık olduğunu bu kadar geç fark etmesi,
öncesinde ne kadar kendinde olmadığını gösteriyordu. Xie Lian, Hua
Cheng’in sırtındaki tılsımı sökmesini bekliyordu ancak beklenmedik bir
şekilde, her ne kadar Hua Cheng çoktan elini uzatmış olsa da, yarı yolda
duraksadı.

En sonunda elini geri çekti ve Xie Lian’ı düz yatağa bıraktı.

Belki Xie Lian’ın endişelenmemesi içindi ama sessizce konuşuyordu.


“Ekselansları, endişelenme.

Şimdilik o işe yaramaz iki pisliği öldürmeyeceğim. Her ne kadar çok


istesem de…”

Taş yatağın üzerinde kalın ama yumuşak bir saman tabakası vardı. Xie Lian
gevşek bir şekilde üzerinde uzanıyordu, hiç endişeli değildi, ama o kadar
gergindi ki kalbi ağzındaydı sanki. Hua Cheng’in neden tılsımı
çıkartmadığını anlayamıyordu. Tam mücadele etmek için çaresizce
kıvranıyordu ki, Hua Cheng’in belindeki kuşağa uzandığını ve kemerini
çözdüğünü gördü.

Tam bu sırada, yersiz bir tesadüfle Xie Lian sırtındaki Emir Tılsımının
solmaya başladığını hissetti ve dudaklarının arasından bir ‘ah!’ haykırışı
çıkarken bacağını sertçe çekti.

Her ne kadar ölü bir balığının hayatının son saniyesindeki beyhude


çabasından fazlası gibi görünmese de ve itirazının hiçbir ağırlığı olmasa da,
Hua Cheng donakalmıştı ve hemen ellerini geri çekti.

“Yapamayacağım!”

Sanki Hua Cheng ses tonunun fazla katı olmasından ve Xie Lian’ı
korkutmasından, onun kaçmasından çekiniyor gibiydi, bu nedenle birkaç
adım geriledi ve ses tonunu yumuşattı, yüz ifadesi okunmaz bir haldeydi,
son derece dikkatli ve boyun eğmiş görünüyordu.

Sakin bir şekilde konuştu. “Ekselansları, sana hiçbir şey yapmayacağım.


Kork… Korkma.”

Xie Lian en sonunda anlamıştı.

Hua Cheng efsunu kaldırdıktan sonra Xie Lian’ın nasıl bir tepki
vereceğinden emin değildi, bu yüzden de cevabını duymayı tümüyle
reddediyordu.

Hua Cheng bir tür dürtüye karşı direniyor gibiydi ve bir kez daha tümüyle
güven verici, yumuşak bir ses tonuyla konuştu. “Ekselansları, güven bana.”

Ama bu ‘güven bana’ öncesinde aynı şeyi söylediği zamanlara göre oldukça
cılız çıkmıştı. Xie Lian ona cevap vermek istiyordu ama yapamıyordu ve
yanlış anlaşılmayı derinleştirmemek adına mücadele etmeye bile cesaret
edemiyordu. Bu nedenle tek yapabildiği hiç hareket etmeden öylece yatmak
ve

Emir Tılsımının solmasını beklemekti. Xie Lian’ın artık ‘direnç’


göstermediğini görünce Hua Cheng tekrar yaklaştı, uzandı ve ihtiyatlı bir
şekilde Xie Lian’ın kemerini çözdü.

San Lang???, Xie Lian içinden haykırıyordu.

Elbette Hua Cheng’in çaresiz durumdaki insanlardan faydalanmayacağına


tüm kalbiyle inanıyordu, ama bu gelişme onun beklentilerinin çok
dışındaydı ve istemsiz bir şekilde gözleri ardına dek açıldı.

Hua Cheng, Xie Lian’ın cübbesini çözerken hala onun tenine dokunmamak
için elinden geleni yapıyordu, bu yüzden işi uzun sürmüştü. Uzunca bir süre
sonra Xie Lian’ın cübbesi çıkartılmıştı, ardından ise iç cübbesi açılmıştı.
Ancak ondan sonra bir hayalet kelebek Xie Lian’ın omzuna uçtu ve oraya
tünedi, sıcak ve gıdıklayıcı bir his tenine doldu, Xie Lian ise omuzlarının
hafifçe kızarık ve soyulmuş olduklarını fark etti, cildinin bazı yerleri
çatlamıştı hatta. Gümüş kelebek omzuna tünedikten sonra ise iyileşmeye
başlamışlardı.

Bunlar soğuk ısırığının yaralarıydı, karlı dağa tırmanırken oluşmuşlardı.

Xie Lian fark etmemişti bile, sonuçta uzun zamandır acıya karşı hassas
değildi. Eğer soğuk ısırığı varsa, o zaman soğuk ısırığı vardı; bu tür yaraları
fark etmese bile muhtemelen kendiliğinden yavaş yavaş

iyileşirlerdi. Ancak Hua Cheng onun yaralandığını kendisinden daha iyi


biliyordu, aklında tutmuş ve ne olursa olsun yaralarıyla ilgilenmeye
kararlıydı.

O dalgın bir şekilde otururken Hua Cheng ise kolunu kaldırdı. Ellerinde ve
ayaklarında daha da fazla yara vardı ve çaresiz bir şekilde oradan oraya
koştuğu ve çekiştirildiği için bazıları kanamaya başlamıştı. Xie Lian acıdan
korkmuyordu, ama gıdıklanıyordu. Dahası geçmişteki pek çok bölük
pörçük anı istemsizce zihnine doluşmaya başlamıştı. Karanlık bir mağarada,
bir oğlanın titreyen ve sıcak elleri, rasgele dokunuşları, düzensiz nefesleri
ve hızla çarpan kalbi…

Bu anılar normalde o kadar kaybolmuşlardı ki neredeyse tümüyle solup


gitmişlerdi ve uzun zaman önce onları mühürleyerek bir kenara atmıştı.
Şimdi ise anıları tekrar yüzeye çıkıyordu, şaşırtıcı bir şekilde artık farklı
gibiydiler, başını ellerinin arasına alıp çığlık atmak istemesine neden
oluyorlardı.

Özellikle de şimdi karşısında Hua Cheng varken, yine neredeyse aynı sahne
yaşanıyorken. Xie Lian yüzü ve zihni sanki alev almıştı. Hua Cheng’in
görmesinden korkuyordu, ama Hua Cheng ona bakmıyordu bile, tümüyle
sözünü tutuyor ve asla çizgiyi aşmıyordu. Başını hafifçe diğer tarafa
çevirmişti, bakışlarını yarı yarıya gözler önüne serilmiş beyaz omuzlarından
uzakta tutuyordu.

Ancak beklenmedik bir şekilde tam bu sırada bir ses Hua Cheng’in
arkasından yükseldi. “Hua Cheng!

Seni deli herif, Ekselanslarına ne yaptığını sanıyorsun?! İğrençsin!”


Hua Cheng hızla başını çevirdi ve Xie Lian da gözleriyle onu takip etti,
gözleri mağara odasının girişine kaydı. Konuşan Mu Qing’di!

Hemen yanında Feng Xin duruyordu. İkisi öncesinde Hua Cheng tarafından
devasa kozalara sarılmışlardı ama bir şekilde serbest kalarak odayı
bulmuşlardı.

Odanın içindeki sahneyi gördüklerinde ise yüzleri solmuştu. Xie Lian’ın da


yüzü soldu.

Sahiden korkunç bir sahneydi!

Feng Xin Hua Cheng’i işaret etti, ardından kıyafetlerinin yarısı soyulmuş
Xie Lian’ı. Uzunca bir süre geçtikten sonra zorla konuşabildi. “SEN…
SEN… ONU HEMEN BIRAK!”

Hua Cheng hemen Xie Lian’ın giysilerini örttü ve soğuk bir şekilde
konuştu. “Siz iki işe yaramaz pislik peşimizden gelmeye nasıl cüret
edersiniz, sanırım yaşamaktan bıktınız.”

Mu Qing alayla güldü. “Pis ellerini çek. Çirkin kurbağa kuğudan bir parça
mı istiyor? Sekiz yüz yıl hayalini kursan da, bin sene daha dua etsen de,
Ekselanslarının saçının tek teline dokunamayacaksın.”

Bunu duyunca Xie Lian’ın kalbi titredi. Öfkesinin ardında, bir tuhaflık
olduğunu hissedebiliyordu.

Bu ikisinin nesi vardı? Her ne kadar biraz önce Hua Cheng onları pelte
olana dek dövmüş olsa da, onunla bu kadar kaba bir şekilde konuşmalarına
gerek yoktu, özellikle de Mu Qing’in. Sanki Hua Cheng’i bilerek kızdırıyor
gibiydiler. Hua Cheng’i kızdırmanın ise hiçbir faydası yoktu; onu
yenemezlerdi, amaçları neydi? Dahası sinsi bir şekilde sesleriyle Xie
Lian’ın olduğu yöne doğru işaret ediyorlardı, sanki kargaşa çıkmasını
bekliyor, Hua Cheng’in çok sinirlenirse Xie Lian’a bir şey yapacağını
umuyor gibiydiler.

Sahiden de Hua Cheng çok sinirlenmişti ve bembeyaz yüzü karanlıkla


sarılmıştı. Yumuşak bir sesle tehdit etti. “Madem ölmek için geldiniz –”
Xie Lian gözlerindeki çıplak öldürme isteğini görebiliyordu ve kalbi
korkuyla doldu. “YAPMA!!!”

Çok geçti. Eğri kılıç kınından çıktı ve E-Ming’in soğuk ışıltısı parladı.

Feng Xin ve Mu Qing gerildiler ve başlarını eğdiler. Neyse ki


yaralanmamışlardı.

Ancak beklenmedik bir şekilde onlar daha biraz bile rahatlayamadan, bir
saniye sonra bir PAT! Sesiyle üst bedenleri alt bedenlerinden ayrıldı.

Kan sıçradı ve her yere fışkırdı, yerlere akıyordu.

Xie Lian böyle bir şeyin olacağını hiç tahmin etmemişti ve şoka girmişti,
yattığı taş yatakta donakalmıştı.

Hua Cheng – sahiden Feng Xin ve Mu Qing’i kesmişti!

İkisi henüz ölmemişlerdi, ve yerde yuvarlanıyorlardı, biri dişlerini sıkmıştı


diğeri ise öfkeyle bağırıyordu, trajik bir sahneydi. Eğri kılıcını kınına
sokarken Hua Cheng’in yüz ifadesi katıydı. Yüzünün sadece küçük bir
kısmına kan sıçramıştı, küçük kızıllık kaşlarının arasındaki korkunç haleye
uyuyordu, onun çok daha çarpıcı görünmesine neden oluyordu.

Bir anlığına kan havuzunun ortasında durdu, ardından geriye baktı ve Xie
Lian’a doğru ilerledi. Xie Lian ardına dek açık gözlerle Hua Cheng’in
kasvetli ifadesiyle kendisine yürümesini izledi ve ancak o zaman Xie Lian
kendine geldi.

Ama Hua Cheng çoktan yanına gelmiş ve elini tutmuştu. Onu oturttu ve
kollarıyla sımsıkı sardı, fısıldıyordu. “…Nasıl seni bırakırım.”

Xie Lian onun kollarıyla sıkıca sarılmıştı, konuşamıyordu ve Hua Cheng


kulağına bir şey daha fısıldadı.

Kalbi delicesine çarpıyordu, sanki yerinden çıkacak gibiydi ve aniden


bedeni gevşedi.
Mu Qing’in çizdiği ve sırtına yapıştırdığı Emir Tılsımı en sonunda tümüyle
çözülmüştü.

Her ne kadar onu bırakmayacak olduğunu söylemiş olsa da, Xie Lian’ın
Emir Tılsımından kurtulduğunu fark edince Hua Cheng yine de kollarını
açtı ve Xie Lian’ı serbest bıraktı. Xie Lian derin bir nefes aldı, ayağa kalktı
ve yerdeki kan havuzuna koştu. “Feng Xin? Mu Qing? Hayatta mısınız?!”

Mu Qing’in yaraları daha ciddiydi ve dudaklarının kenarından kanlar


akıyordu, gözlerindeki ışık söndü.

Feng Xin hala nefes alıyordu ve Xie Lian’ın eline sıkıca yapıştı. “Ekse…
lansları…”

Xie Lian da onun elini tuttu. “Ne? Ne söylemek istiyorsun?”

Feng Xin bir ağız dolusu kan yuttu ve zorla konuştu. “Hua Cheng’e…
dikkat et… Ona yaklaşma… O… bir canavar!”

Ölmeden önce tüm enerjisini onu uyarmak için kullanmış gibiydi, ama
beklenmedik bir şekilde Xie Lian’ın yüz ifadesi yavaşça sakinleşti.

“Canavar mı?” Feng Xin’in elini bıraktı ve ayağa kalktı. “Merak ediyorum.
Siz ikinizden daha mı canavar?”

Bunu duyunca Feng Xin şaşırmıştı. Ancak kelimeler dudaklarından


döküldüğü anda Xie Lian Fang Xin’i çekti ve bir an sonra Feng Xin’in
kalbini delerek onu yere mıhladı!

Feng Xin gözlerine inanamıyordu. “Ekselansları, sen!...”

Sözlerini bitiremeden, yitip gitmişti. Xie Lian Fang Xin’i onun kalbinden
çekti, sallayarak kanı temizledi ardından Hua Cheng’in yanına geldi,
kılıcının ucu yerdeki cesetleri gösteriyordu. “Kan döküldüğüne göre, bu
cesetlerle daha fazla konuşmaya gerek yok?”

“Hahaha…”
Yerden ürpertici bir kahkaha yükseldi. Mu Qing, bedeni ortadan ikiye
bölünmüş olan, boynunu çevirmişti. Kahkaha onun dudaklarından
yükseliyordu.

Üst bedeni yere uzanmıştı. Yüzünü çevirmek istese de, yüzünün yarısı
yerde kalıp hareket edememeliydi. Ancak başını tümüyle çevirmiş ve
yerden kalmış, Xie Lian’a gülüyordu.

Tahmin ettiği gibi. Bu ikisi gerçek Feng Xin ve Mu Qing değillerdi, onun
yerine kim bilir nereden gelmiş

iki taklitçiydiler.

Gerçek Feng Xin ve Mu Qing hala kozalarının içinde olmalıydı, kemirerek


kendilerini serbest bırakmaya çalışıyorlardı. Biraz önce Hua Cheng Xie
Lian’ın Emir Tılsımını serbest bırakmaya çalışırken ona söylediği şey
buydu.

Yüzleri şok oldukları veya korktukları için beyaz değildi, insan olmadıkları
içindi!

Xie Lian çoktan kılıcını çekmişti, ‘Feng Xin’ ve ‘Mu Qing’ ise ürpertici bir
şekilde gülüyorlardı, aynı anda konuştular:

“Nasıl istersen.”

Arından kalın bir kan tabakasına benzeyen iki havuza dönüştüler Hua
Cheng onu korumak için Xie Lian’ın önüne geçti ve iki kan havuzu sallandı
ve katılaştı, kaynarmış gibi fokurduyorlardı, ve kısa bir süre sonra bir erkek
formuna büründüler. Kendisini adım adım bir şeylerden oluşturmasını
izlerken, Xie Lian iliklerine dek ürperdi.

Kısa bir süre sonra ‘Feng Xin’ ve ‘Mu Qing’ tümüyle önlerinden
kaybolmuştu ve onun yerine beyazlara bürünmüş uzun ve ince genç bir
adam belirmişti.

Dış görünüşüne bakılırsa, bu genç adam on yedi, on sekiz yaşında olmalıydı


ve yüzünde bir maske vardı, yarısı ağlıyor, yarısı gülüyordu. Yüzü
görünmüyordu, genç bir adama ait parlak ses ise maskenin arkasından
geliyordu.

Sıcak bir şekilde konuştu. “Nasılsın, Xie Lian?”

Xie Lian’ın dudakları farkında olmadan titredi, zihni uyuşmuş gibiydi.


Önünde ona kalkan olan Hua Cheng ise kılıcını kaldırdı ve saldırdı.

Eğri kılıç E-Ming’in korkunç keskinliği karşısında, beyaz cübbeli adam


hiçte korkmuş görünmüyordu ve yana adım attı, kılıç onu birkaç milimle
ıskaladı. Ardından bir saniye sonra, Hua Cheng’in arkasına geçti elini
uzattı, Xie Lian’ı hedef almıştı, yüzüne dokunmak istermiş gibi
görünüyordu. Gümüş bir ışık süzüldü ve Hua Cheng ona engel oldu, bir kez
daha Xie Lian’la arasına girmişti.

Sesi soğuktu. “Pis ellerini çek.”

Hua Cheng kendisine söylenenleri ona iade etmişti. Beyaz cübbeli adamın
eli ise E-Ming tarafından kesilmiş ve yere düşmüştü. Ancak onu hiçte
etkilemişe benzemiyordu. Geniş kol yenlerini salladı, kesilmiş uzvunu bir
an gizledikten sonra tekrar kolunu salladı ve yaranın olduğu yerde yeni bir
el belirdi. Parmakları katı birer pençeye dönüşmüştü ve doğrudan Hua
Cheng’in sağ gözüne doğru atıldı!

Tüm bu olanlar sadece bir saniye sürmüştü. Hua Cheng hızla kaçındı ancak
yine de sol yanağında kanlı izler belirdi.

Hua Cheng ilk defa rakibinden yavaş kalmıştı. Gözleri keskinleşti ve hemen
taktik değiştirdi. Binlerce kelebeği çağırarak adamın üzerine gönderdi.
Kelebekler beyaz cübbeli adamı gümüşe sardılar, titreyerek insan şeklinde
bir koza oluşturmuşlardı, ama muhtemelen uzun süre dayanamayacaklardı.

Hua Cheng tam Xie Lian’ı yakalamak üzereydi ki, gümüş kelebekler
haykırdı, göz kamaştırıcı gümüşi tozlara dönüştüler!

Hua Cheng’in yüz ifadesinin değiştiğini görünce Xie Lian işlerin yolunda
gitmediğini anlamıştı, binlerce kelebek bir anda yok edilmişti. Beyaz
cübbeli adam hayalet kelebeklerin ışıldayan gümüşi tozlarının arasından
havada belirdi ve yeni büyümüş eliyle saldırdı, bir kez daha Hua Cheng’in
sağ gözünü hedeflemişti!

Bu kez sıra Xie Lian’daydı, Fang Xin’i çekti ve saldırdı! Darbesi sadece
beyaz cübbeli adamın kolunu kesmekle kalmamış, neredeyse tüm bedenini
ikiye bölmüştü.

Bunu fırsat bilen Hua Cheng seslendi. “Ekselansları, gidelim!”

Xie Lian da dövüşe devam etmemeleri gerektiğinin farkındaydı, bu nedenle


geri çekildi ve ikisi mağaraya doğru koşmaya başladılar, yollarına hiçbir
engel çıkmadan mağaranın derinliklerine doğru karanlık tünelde
koşuyorlardı.

Xie Lian koşarken haykırdı. “Bu o! O… o ölmedi!”

Yolu gösteren Hua Cheng’di, hızlıydı ama aynı zamanda daha sakin olandı.
Kelebekler ve ipeklerle yol boyunca ağır engeller oluşturuyordu. “O gerçeği
olmayabilir.”

Xie Lian aniden durdu ve başını ellerinin arasına aldı. “Hayır…


hissedebiliyorum. O olmalı! Sadece ölmemekle kalmamış daha da
güçlenmiş. Bir şey onun yeniden doğmasına neden olmuş… yoksa, nasıl bu
kadar kolay bir şekilde Feng Xin ve Mu Qing’in şekline bürünsün? Cennet
mensuplarını taklit etmek oldukça zordur, onların sahte derilerine bürünmek
neredeyse imkansız!”

Ses tonunun gittikçe boğulduğunu fark eden Hua Cheng de durdu ve ellerini
tutmak için döndü.

“Ekselansları! Korkma. Güçlenmiş olmasına gerek yok. Başka bir ihtimal


daha var ve o da Feng Xin ile Mu Qing’i yakinen tanıyor olması. Bu sayede
onların görünümünü alabildi. O hepinizin tanıdığı birisi olma…”

Sözlerini bitiremeden Xie Lian’ın gözleri kendisininkini tutan ellere takıldı.


Bunu görünce Hua Cheng’in hem sesi hem ifadesi dondu. Yüzü soldu,
ellerini hemen geri çekerek arkasına sakladı ve ilerlemeye devam etti. Xie
Lian ise peşinden gitmedi. “San Lang.” Diye seslendi.
Hua Cheng’in bedeni kaskatı kesildi ve durdu, ama geriye dönmedi ve
sadece karşılık verdi.

“Ekselansları.”

Sesi kulağa sakin geliyordu. Xie Lian arkasında durdu ve konuştu. “Pek çok
şey yaşandı, ve herkesin kafası karıştı.”

“Evet.” Dedi Hua Cheng.

Xie Lian devam etti. “Her ne kadar hala kendimize gelememiş olsak da,
yine de bu fırsatı sana bir soru sormak için kullanmak istiyorum, umarım
bana dürüst ve ciddi bir şekilde cevap verirsin.”

“…”

“Peki.” Dedi Hua Cheng.

Xie Lian ciddiyetle sordu. “Şu bahsettiğin ‘soylu, zarif, özel kişi’ kim?”

Hua Cheng’in eli kırmızı bağlılık ipiyle düğümlenmiş parmağı fark


edilmeyecek bir şekilde birkaç kez titredi.

Bir süre sessiz kaldıktan sonra yavaşça cevapladı. “Eğer Ekselansları


çoktan öğrendiyse, o zaman neden soruyor.”

Xie Lian başını salladı. “Anlıyorum. O zaman yanlış anlamadım. Sahiden


doğru.”

Hua Cheng konuşmadı.

Bir an duraksadıktan sonra Xie Lian sordu, sesi ifadesizdi. “Sen… benim
bu konuda… ne düşündüğümü bilmek istemiyor musun?”

“…”

Hua Cheng başını hafifçe çevirdi, sanki ona bakmak istiyor ama aynı
zamanda Xie Lian’la göz göze gelmekten korkuyor gibiydi. Bu nedenle
sadece yanağındaki iki kızıl iz görünmüştü.
“Ekselansları… bana söylemeyecek mi?”

Sesi çatlamıştı.

Xie Lian konuştu. “Özür dilerim. Böyle bir konuda net bir şekilde
konuşulmalı.”

Hua Cheng’in nefes almaya ihtiyacı yoktu, ama bunu duyduğu anda, yine
de derin bir nefes aldı.

Her ne kadar yüzü korkunç bir şekilde beyazlamış olsa da, yine de
gülümsedi ve nazik bir şekilde karşılık verdi. “Haklısın. En iyisi bu.”

Sanki darağacındaki bir suçlu gibiydi, cezasını bekliyordu, gözlerini kapattı.


Ancak beklenmedik bir şekilde, gözlerini kapattıktan sonra daha birkaç
saniye geçmişti ki aniden tekrar açtı.

Bir çift kol ona dolanmış ve aniden tüm gücüyle ona sarılmıştı.

Xie Lian yüzünü onun sırtına gömdü ve o da konuşmadı. Her ne kadar


hiçbir şey söylememiş olsa da, yeterliydi.

Uzunca bir süre geçtikten sonra Xie Lian sarıldığı kişinin ona döndüğünü,
kendisine sarıldığını, sımsıkı sardığını hissetti.

Hua Cheng’in titreyen sesini duydu. “…Ekselansları. Beni sahiden…


öldüreceksin.”

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 178: On Bin Tanrı Mağarası, On Bininin de Yüzü Aydınlatılıyor


Tam bu sırada, mağaranın derinliklerinden bir patlama sesi yükseldi ve
uzaklardan karanlığın içerisinde kör edici beyaz bir ışık belirdi ardından da
gümüş kelebeklerin çığlıkları yükseldi.

İkisi de başlarını kaldırdı ve yüz ifadeleri değişti. Xie Lian Hua Cheng’in
kollarındaki tutuşunu bıraktı.

“Sonra konuşalım!”
Böylece ikisi yollarına devam ettiler. Ancak bu kez, biri diğerinin elini
sımsıkı tutuyordu.

Xie Lian’ın yüzü hala yanıyordu ve sanki hiçbir şey olmamış gibi sakince
konuşmaya zorladı. “San Lang, Feng Xin ve Mu Qing’in sahte olduğunu
nasıl fark ettin? Gerçekleri nerede?”

Hua Cheng de onunla aynı durumdaydı ve cevapladı. “O iki işe yaramaz


pisliği izlemek için geride hayalet kelebekler bırakmıştım, bu yüzden de
aniden iki tane belirince anladım. Endişelenme Ekselansları, onlar iyiler,
ölmeyecekler!”

“O zaman önce gidip Feng Xin ile Mu Qing’i kozalardan kurtaralım.” Dedi
Xie Lian. “Yoksa önce onları bulursa, karşılık verecek güçleri olmayacak!”

Hua Cheng cevapladı. “Bu taraftan, hadi!”

On Bin Tanrının Mağarası sahiden ona aitti ve yolda beş altı tane çatala
denk gelmiş olsalar da hemen ve doğru bir şekilde yolu seçmişti; ilk
ayrıldıkları noktaya kısa bir süre içerisinde varmışlardı.

Uzaklardan bile ikisinin birbirlerine bağırışlarını duyabiliyorlardı.

“NEDEN EKSELANSLARINA KAÇMASINI SÖYLEDİN?? BAŞARDIN


İŞTE, ONU ALIP GÖTÜRDÜ!”

“NE, ÖYLECE DURUP KATLEDİLSİN Mİ İSTERDİN??”

“HA? SADECE ONUN HUA CHENG’İN DİKKATİNİ DAĞITARAK


BAŞKA YÖNE ÇEKMESİNİ İSTEDİN, DEĞİL

Mİ?”

Xie Lian gülse mi ağlasa mı bilemiyordu. Duvardaki iki devasa koza aynı
anda ipekleri dişlerken birbirlerine bağırıyorlardı, ve onun geri döndüğünü
gördükleri anda o kadar şaşırmışlardı ki ağızlarındaki ipekleri tükürmeyi
unuttular.

“Nasıl kaçtın?”
Xie Lian’ın şapkası hala düşürdüğü yerdeydi ve hızla onu alarak sırtına
bağladı. Ağır beyaz ipekler ikisini serbest bırakarak gölgelere çekildiler, ve
Feng Xin ile Mu Qing, her ikisi de dövülmekten siyah-maviye dönmüşlerdi,
yere düştüler. Xie Lian’ın arkasından Hua Cheng’in çıktığını görünce,
muhtemelen bir diğer dayak seansı için geri döndüğünü ve işlerin tekrar sert
bir hal alacağını düşünmüşlerdi, yüzleri çarpıldı. Feng Xin tam Xie Lian’ın
kolunu tutup geri çekecekti ki Xie Lian ondan önce davranıp Hua Cheng’in
elini tuttu.

“??? Ekselansları?” Feng Xin şok olmuştu.

Hua Cheng ise çoktan yola koyulmuştu. “Gege, bu taraftan.”

O ikisi onları takip etmeye cüret edermiş gibi.

Feng Xin sorguladı. “Ekselansları neden hala onun yanındasın?”

Ardından Mu Qing konuştu. “Sana aklını kaybetti dememiş miydim?


Tamamen yitti.”

Xie Lian onlarla tartışmadı ve nazik ama sıkı bir şekilde Hua Cheng’in elini
tuttu. “Açıklamaya zaman yok. Her şekilde önce buradan çıkmamız gerek,
düşman peşimizden geliyor!”

Elele tutuşurlarken Hua Cheng’in gözleri parlıyordu ve bir an sonra


gülümsedi. “İkinize de dilini tutmanızı ve takip etmenizi öneririm. Keyfim
yerinde, o yüzden şimdilik sizinle tartışmayacağım.”

Bunu görünce ikisinin de yüz ifadesi karmaşık bir hal aldı ve tam bir
şaşkınlık içindeydiler. Onlara göre, Xie Lian’ın hala bu kadar rahat bir
şekilde aklında ağza alınmaz düşüncelerle onu sekiz yüz yıl boyunca takip
eden o piç hayaletin yanında yürüyor olmasının hiçbir açıklaması yoktu. Bu
ateşle oynamak ve yanmaktı.

Mu Qing şüpheliydi, ama en sonunda diğer konudan bahsetmeye karar


verdi ve sordu. “Düşmandan bahsettin? On Bin Tanrının Mağarası onun
yeri, ne tür bir düşman buraya girebilir? Yüzündeki o izleri de düşman mı
yaptı? Bu dünyada Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuruna zarar verebilecek çok
kişi olduğunu sanmıyorum?”

“Yüzü Olmayan Beyaz.” Dedi Xie Lian.

İsmi duyunca Feng Xin ve Mu Qing’in de yüzleri değişti ve hemen tek


kelime daha etmeden Xie Lian’ın peşine düştüler. Xie Lian’ın bu kişi söz
konusu olduğunda asla şaka yapmayacağı ya da yalan söylemeyeceğini
biliyorlardı. Xie Lian onun hakkında hiç yalan söylememişti, hiç
yanılmamıştı da.

Biraz önce On Bin Tanrının Mağarasında birbirleriyle ölümüne dövüşen


grup şimdi beraberce kaçmaya başlamıştı.

“Neler oluyor??” Diye sordu Mu Qing.

Böylece Xie Lian onlara beyaz cübbeli genç adamın onların yüzlerine
bürünmesini anlattı, her ikisi de dona kalmışlardı.

“Bizi mi taklit etti?! Bu nasıl mümkün olabilir!”

“Oldu!” Dedi Xie Lian. “Her ne kadar çok kısa sürse de, çok yakından
bakamamış olsam da, kesinlikle sizdiniz!”

Feng Xin şaşkındı. “Ama Yüzü Olmayan Beyaz nasıl hala yaşıyor?
İmparator onu öldürmemiş miydi?”

“Bu yaratığın kolayca ölmeyeceğini hayal etmek çok zor değil.” Dedi Mu
Qing. “Belki o zaman öldürülmüştü, ama bir fırsat bulup kendisini diriltmiş
olabilir!”

Xie Lian’ın aklına bir şey geldi ve Hua Cheng’e döndü. “San Lang! Tong
Lu Dağına yeni geldiğimiz zaman, aniden meditasyon halinden çıkmış ve
bizi aniden bir şeyden saklanmaya zorlamıştın. O

zaman hissettiğin oydu değil mi?”

Hua Cheng yavaşça başını salladı. “Evet.”


Xie Lian mırıldandı. “Biliyordum! Batıdan gitmeyi seçtik, ama binlerce
canavar ve iblisi öldüren doğudaki kişi oydu. Yeniden doğdu, ama hala
biraz zayıf, ve Tong Lu Dağına giren canavar ve iblisleri basamak olarak
kullanıyor… ve şimdi, gücüne geri kavuştu, ve muhtemelen öncesine göre
çok daha güçlü.”

Sonuçta o dünyadaki ilk Yüce Hayalet Kraldı!

Onlar konuşurken, Mu Qing bir sorun olduğunu fark etti. “Ekselansları, bizi
nereye götürdüğünü biliyor musun? Dışarıya çıktığımızı sanmıyorum?”

Ancak cevaplayan Hua Cheng olmuştu. “Elbette dışarıya çıkmıyoruz,


çünkü şu anda dışarıya giden hiçbir yol yok.”

Feng Xin şok olmuştu. “Ne? Bu mağara sana ait değil mi? Sen de mi
kaybolabiliyorsun?”

“Elbette hayır…” Diye yanıtladı Xie Lian.

Hua Cheng tamamladı. “Çünkü Yüzü Olmayan Beyaz tüm çıkışları


kapatmış durumda. Şu anki halinizle onu yenebileceğinizi düşünüyorsanız,
tüm samimiyetimle söylüyorum, beni takip etmeyi bırakın, sizi
durdurmayacağım. Lütfen, durmayın.”

Feng Xin ve Mu Qing Xian Le’denlerdi sonuçta ve Xie Lian gibi onlarında
kalbinde de bu yaratığa karşı tarif edilmez bir gölge vardı. Kesinlikle
gerekli olmadığı sürece onunla yüzleşmeyeceklerdi.

Feng Xin başını kaldırdı. “Doğrudan mağaranın tavanını yumruklayarak


dışarıya çıkamaz mıyız?”

Hua Cheng takıldı. “Dışarıda karlı bir dağ var, bir çığ daha mı başlatmak
istiyorsunuz?”

Toprak Ustasının küreğini acil durumlarda kullanması için Yin Yu’ya


bırakmış olmaları çok yazıktı.

Gerçi ellerinde olsaydı bile hiçbirisi kullanmayı bilmiyordu, bu nedenle


sessiz bir şekilde kazarak kendilerini çıkartamazlardı.
“O zaman neden hedefimiz olmadan koşuyoruz?”

“Hedefimiz olmadan koşmaya devam ettiğimiz sürece o da peşimizden


gelecek ve böylece çıkışa giden yollardan birini açık bırakacak.” Diye
açıkladı Xie Lian. “Böylece, kaçmak için fırsat bulabileceksiniz.”

Mu Qing kurnazdı ve fark etmişti. “Bekle ‘siz’ derken? Ayrılacak mıyız


yani? Bir grup geride onu yemlemek için kalırken diğer grup kaçacak mı?”

“Aynen öyle!” Dedi Xie Lian. “İmparator’un Yüzü Olmayan Beyazın tekrar
doğduğundan haberdar edilmesi gerek. İkinizde kaçtıktan sonra, haberi
cennete ulaştırmak için bir yol bulmak zorundasınız…”

Mu Qing sözünü kesti. “Bekle, bekle! Kimin yem olup kimin kaçacağını
çoktan seçtin mi?”

Xie Lian başını iki yana salladı. “Ben değil, Yüzü Olmayan Beyaz seçti.”

Mu Qing anladı ve daha fazla konuşmadı. Kimin yem olacağını seçmek


sahiden onlara kalmamıştı.

Eğer Yüzü Olmayan Beyaz’ın kimi en çok kovalamak isteyeceğini soracak


olsalar, Xie Lian’da hemfikir olurlardı.

Feng Xin tereddüt etmeden bildirdi. “Yüzleşme vakti geldiğinde yanında


olacağım.”

Eskiden, bir olay olduğu zaman Xie Lian hep Mu Qing’i rapor vermek
üzere gönderir ve Feng Xin hep yanında kalarak ona yardım eden olursu.
Şimdi de aynı olay tekrarlanıyor gibiydi.

Ancak Xie Lian Hua Cheng’e bir bakış attı ve konuştu. “Teşekkürler! Ama
gerek yok. San Lang benimle kalacak.”

Feng Xin konuşuverdi. “Nasıl kalan o olabiliyor? O…”

Hua Cheng’in kaşları tehditkar bir şekilde çatıldı ama Xie Lian cevapladı.
“Sorun değil. Ona güveniyorum.”
Sesi nazik ama duruşu son derece kararlıydı ve Feng Xin her şeye rağmen
dona kaldı. “Ekselansları.”

Xie Lian onun omzuna vurdu. “Beraber gidin. Tong Lu Dağı artık kapılarını
kapattı, bu nedenle dışarıya çıkmanız zor olacak. Ayrıca hala Lan Chang ve
çocuğu aramanız gerekmiyor mu?”

Bu hatırlatma Feng Xin’in yüzünün kül rengine dönmesine neden olmuştu.

Bir hayalet kelebek Hua Cheng’in bileğindeki zırhın işlemelerinden uçtu ve


Hua Cheng konuştu. “Onu takip edin.”

İkisi önce Hua Cheng’e baktılar, ardından Xie Lian’a, en sonunda Mu Qing
vedalaştı. “Kendinize dikkat edin.” Ardından arkasını döndü ve gümüş
kelebeğin ardından tünelde koşmaya başladı. Kısa bir süre sonra Feng Xin
de onu takip etti.

Böylece dörtlü yol ayrımında ayrılmış oldular ve Xie Lian onların


uzaklaşmasını izlerken uzaktan bir diğer patlama sesi yükseldi. Geride
kalan ikili bakıştı.

Hua Cheng karanlık bir sesle konuştu. “Burada.”

“Gidelim.” Dedi Xie Lian.

Beyaz cübbeli adam Xie Lian’ın peşindeydi, tıpkı tahmin ettikleri gibi. Hua
Cheng yol boyunca hayalet kelebeklerden engeller koymaya devam etti,
beyaz cübbeli adamla aralarında hep bir mesafe kalacağından emin
oluyordu, aynı zamanda da pek çok patikadaki durumu gözlemekteydi. Ne
zaman bir patlama olup hayalet kelebekler bağırsa yüzü kararıyordu ve Xie
Lian’ın da dinlerken içi acıyordu.

Koştular ve döndüler, birbiri ardına dönemeçleri aştılar, ve mağaraya


ulaştılar.

İç çekmekten kendisini alamadı. “İnanamıyorum… bunca gümüş kelebek


yok oldu.”
Diğer diyarlarda hayalet kelebeklerin iyi bir namı yoktu, ama Xie Lian’ın
gözlerinde akıllı ve biricik küçük ruhlardan farksızdılar. Durmaksızın
azimle intihar ediyorlardı ve hepsi de düşmanı sadece bir anlığına
yavaşlatmak içindi, Xie Lian onlara üzülmekten kendini alamıyordu.

Hua Cheng ise sadece homurdandı, sanki gözleri kalın kaya duvarları
aşabiliyor gibiydi. Karanlık bir sesle konuştu. “Endişelenme. Eğer birini
öldürürse on tane daha yaparım. Fırtına gibi bir öfke ve hızla asla geride
kalmayacağım. Bakalım ilk kim pes edecek.”

Xie Lian’ın kalbi bir atışı nedense kaçırdı, ve içinden mırıldandı, …Olamaz,
bu hiç iyi değil.

Her ne kadar Hua Cheng farkında olmadan gösteriş yapmış olsa da, Xie
Lian sahiden onun bu agresif ve asi özgüvenine karşı çok zayıftı.

Bir an sonra Hua Cheng adımlarını yavaşlattı ve bir tür sinyal almış gibi
göründü. Xie Lian’a döndü.

“Uzaklaştı. Diğer ikisi neredeyse çıktılar.”

“Harika!” Dedi Xie Lian. “Şimdi durup düşünebiliriz.”

“Evet. Acele etmemize gerek yok.” Dedi Hua Cheng. “Geride kaldı,
oldukça uzaklarda, şimdilik burada saklanarak bir strateji düşünebiliriz.”

“…”

Ancak beklenmedik bir şekilde ortam bir anda garip bir hal almıştı.

Mahcubiyetle birlikte gelen bir gariplik değildi bu, sadece nedeni


bilinmeyen küçük bir parça utangaçlık vardı. İlk başta yaratık hemen
arkalarındaydı, veya Feng Xin ile Mu Qing yanlarındaydı, bu yüzden de his
kendisini göstermemişti. Her ne kadar ‘sonra konuşalım’ demiş olsa da,
şimdi rahat bir nefes almışlardı, yani ‘sonra’ artık gelmişti ve ne
söyleyeceğine dair en ufak bir fikri bile yoktu.

Xie Lian boğazını temizlemek için iki kez öksürdü, parmağını kaldırarak
yanağını kaşıdı, ama ne yaparsa yapsın fazlaca rahatsız olduğunu
hissediyordu. Konuşmak istiyordu ama o zaman da aniden lafı açacağından
veya çok aptalca ya da fazlasıyla kasti davranmış olacağından çekiniyordu
ve kendisini ilk Hua Cheng’in konuşmasını umarak beklerken buldu. Ancak
Hua Cheng’in ifadesi de gergindi, savaş planlarını oldukça ciddi bir şekilde
düşünürmüş gibi görünüyordu. Ama aslında ne düşündüğünü kestirmek
zordu, çünkü arkasında kavuşturduğu elleri hafifçe titriyor gibiydi.

Tam bu sırada ikisi bir ilahi heykelin yanından geçtiler. On Bin Tanrı
Mağarasındaki ilahi heykellerin hepsi neredeyse gerçek boyutlarına
yakındı, ancak bu daha kabaca yontulmuştu ve boyu yarısı kadardı.
Yanından geçerken Xie Lian rahat bir hareketle yüzünü örten tülü açtı ve
gözleri ışıldadı. “San Lang bunu da sen mi yaptın?”

Hua Cheng oraya baktı ve sessizliğe gömüldü. Bir süre geçtikten sonra ise
cevapladı. “İlk başladığım yıllardan. Gege ona daha fazla bakma.”

Doğru söylediği aşikardı, çünkü bu ilahi heykel inanılmaz çirkindi. Her ne


kadar heykeltıraşın kalbindeki mükemmel şekli ortaya çıkartmak için
elinden geleni yaptığı aşikar olsa da, yetenekleri sınırlıydı, dileği yerine
gelmemişti. Şaşı veya çarpık olduğu söylenemese de, yine de küçük heykel
orantısızdı ve zihinsel engelleymiş gibi gülüyordu.

Yine de, her şeye rağmen, hatasız bir şekilde her detayı tamamlamayı
başarmıştı. Bu neden, Xie Lian bunun bir Tanrıyı Memnun Eden Veliaht
Prens heykeli olduğunu anlamıştı. Bir çift mercan inci küpe bile işlenmişti.

Xie Lian sessizce ağzını kapattı ve başını çevirdi. Doğal görünmek için
yüzünü bile birkaç ovaladı.

Hua Cheng ne söyleyeceğini hiç bilmiyordu, bu yüzden tekrar yalvardı.


“Ekselansları, lütfen artık bakma.” Konuşurken bir yandan da heykeli tekrar
tülle örtmeye çalışıyordu.

Xie Lian hızla konuştu. “Yanlış anlama! Sahiden çok tatlı olduğunu
düşünüyorum!”

Ama ardından aklına geldi, Hua Cheng’in heykeli kendisi değil miydi?
Heykelin sevimli olduğunu söylerken aynı zamanda kendisini de övmüş
olmuyor muydu? Sadece utanmadan yalan söylemekle kalmamış bir de
inanılmaz utanmaz davranmıştı, bu nedenle Xie Lian bir kahkaha atmaktan
kendini alamadı. Onu görünce Hua Cheng de başını eğdi ve kirpiklerini
eğerek o da gülmeye başladı.

Böylece her ikisi de gülerken, o bilinmeyen, gergin-katı hava da silinip


gitmişti.

İlerlemeye devam ettiler ve yatmakta olan bir ilahi heykelin yanından


geçtiler, heykel taştan bir yatakta uzanmıştı, ama tüm bedeni duman beyazı
satenle örtülmüştü. Xie Lian meraklandı ve tam beyaz tülü açmak üzereydi
ki Hua Cheng aniden bileğini tuttu. “Ekselansları!”

On Bin Tanrı Mağarasına girdiklerinden beri Hua Cheng onu çoğu zaman
‘Ekselansları’ diye hitap ediyordu. Xie Lian ona baktı ve Hua Cheng elini
bıraktı, ama hala rahatsız görünüyordu.

“Heykelin bana ait olduğunu zaten biliyorum, yine de bakamaz mıyım?”


Xie Lian sordu.

“Eğer gege bakmak istiyorsa, en iyi eserimi henüz görmedi. Başka bir
zaman gösteririm. Bu mağaradakilere artık bakma.” Dedi Hua Cheng.

Xie Lian anlamamıştı. “Neden? Bence On Bin Tanrı Mağarasındaki tüm


heykeller çok, çok, ama çok iyi yapılmış. Eğer bakmazsam yazık olur
bence. Bahsi açılmışken, duvar resimleri de…”

Ancak beklenmedik bir şekilde Hua Cheng hemen konuştu. “Gidip onları
yok edeceğim.”

Onun sahiden harekete geçtiğini gören Xie Lian hızla koluna yapıştı.
“Yapma yapma! Neden yok edeceksin? Gördüm diye mi? Tamam tamam
tamam… gerçeği söyleyeceğim. Aslında sadece küçük bir kısmını gördüm,
ShangYuan Geçit Töreni ve ordu gibi şeyleri. Çoğuna bakmama Feng Xin
ve Mu Qing izin vermedi, bu nedenle ne çizdiğine dair hiçbir fikrim yok.
Gidip yok edeyim deme sakın!”

“…”
Ancak o zaman Hua Cheng onunla yüzleşmek için döndü. “Gerçekten mi?”

Xie Lian elini tuttu ve tüm içtenliğiyle cevap verdi. “Gerçekten. Eğer
bakmamı istemiyorsan bakmayacağım.”

Hua Cheng rahat bir nefes vermiş gibi göründü ve gülümsedi. “Bakılacak
bir şey değil zaten. Eğer bir şey görmek istersen, senin için resmederim.”

Böyle bir tepki vermesi Xie Lian’ı daha da meraklandırmıştı. Ama Hua
Cheng’in duvar resmini ortadan kaldırmasını da istemiyordu, bu nedenle
zorla isteğini bastırdı.

Birkaç adım daha attıktan sonra Xie Lian aniden kaşlarını çattı. “…Bir
tuhaflık var.”

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 179: On Bin Tanrı Mağarası, On Bininin de Yüzü Aydınlatılıyor

“Sorun ne?” Diye sordu Hua Cheng.

Xie Lian dönerek ona baktı. “Yüzü Olmayan Beyaz. Neden Tong Lu
Dağına geldi?”

“Belki de güçlerini tümüyle geri kazanmamıştı ve Ocak’ı kullanarak bu


dünyada tekrar doğmak istiyordur.” Hua Cheng cevapladı.

“Eğer öyleyse, bunun anlamı onun şu anda bir Yüce… olmadığı mı?” Diye
merak etti Xie Lian.

“Bu tümüyle imkansız değil.” Dedi Hua Cheng.

Öncesinde Yüzü Olmayan Beyaz, Feng Xin ve Mu Qing taklit ederken


aniden saldırdığı zaman, ani ortaya çıkışı hem şok edici hem korkutucu
olmuştu. Dahası Xie Lian’ın ilk tepkisi ‘o yenilmez, kaçalım!’dı, bu
nedenle Hua Cheng’i yakalamış ve kaçmıştı. Onunla uzun bir süre
yüzleşmemişlerdi, bu nedenle de onun şu anki gücünü tam olarak
ölçemiyorlardı.

Hepsi sadece blöf müydü? Yoksa göründüğünden daha mı güçlüydü?


Sadece birkaç saniye boyunca dövüşmekle hiçbir şey anlaşılmazdı.

Xie Lian mırıldandı. “Farkında olmadan sadece o iki sahte deriyi görünce
onun daha güçlü olduğunu düşündüm, ama belki de… tam olarak
yenilenmemişti ve belki de şu anda en zayıf halinde? Yoksa, neden Tong Lu
Dağına gelsin? Belki de… deneyebilirim.”

Onu yenip yenemeyeceğini görebilirdi!

Hua Cheng hemen cevapladı. “Tamam. Gidip onunla dövüşeyim.”

Xie Lian hemen kendine geldi ve aceleyle konuştu. “Hayır, yapma. Onunla
doğrudan yüzleşemezsin.

Benim denemem yeterli olur!”

Normalde Yüce Hayalet Kralları asla birbirleriyle kolay kolay


dövüşmezlerdi, bu sayede Gemileri Batıran Kara Su ve Çiçeğe Uzanan Kan
Yağmuru beraberce var olabiliyorlardı. Hayalet Krallar güçlerini,
saraylarının ne kadar büyük olduğunu, kaç tapınanları olduğunu,
kudretlerinin sınırını takip etmek isteyen herkesle paylaşan cennet
mensuplarına benzemezlerdi; gerçek güçlerini saklarken bir yandan da
geçmişlerini gizlerlerdi. Birbirlerinin güçlerini bilmedikleri için, kimse iki
Yüce dövüşmeye başladığında neler olacağını kestiremezdi, eğer bir denge
kurulabilirse, o zaman böyle devam ederlerdi.

“Endişelenmene gerek yok.” Dedi Hua Cheng. “Kimin kazandığı kim


kaybettiği henüz belli değil. Yoksa gege onunla tek başına yüzleşmesine
izin vereceğimi mi düşünüyor?”

“…”

Xie Lian başını iki yana salladı. “Ondan değil San Lang. Biz aynı değiliz.
O… beni öldürmeyecek, yemin ederim.”
“Neden?” diye sordu Xie Lian.

Bir an tereddüt ettikten sonra Xie Lian yine de cevap vermemeyi seçti. “O
yaratığın ne kadar korkunç olduğunu bilmiyorsun…”

Hua Cheng sert bir şekilde sözünü kesti. “Ekselansları! – Biliyorum.”

Ancak o zaman Xie Lian bir zamanlar Hua Cheng’in de Xian Le ordusuna
katıldığını hatırladı ve Xian Le’nin savaşını ilk elden tecrübe ettiğini, kendi
gözleriyle cesetlerin yığılışının trajedisini görmüştü.

Ama Hua Cheng onun gibi değildi. O hiçbir zaman kendi gözleriyle Jun Wu
ile Yüzü Olmayan Beyaz’ın arasındaki şok edici savaşı görmemişti. Aynı
zamanda daha önce hiç Yüzü Olmayan Beyazla karşılaşmamıştı.

Bunlar aklından geçici Xie Lian zorla başını iki yana salladı. “Sana
güvenmiyor değilim, sadece, ben sadece… sana bir şey olmasını
istemiyorum.”

Bunu duyunca Hua Cheng’in gözleri titreşti. Bir an sonra gülümsedi.


“Gege, endişelenme. Ben zaten ölüyüm, tekrar ölmem hiç kolay değil.
Ayrıca sana öncesinde ne dediğimi unuttum mu? Küllerimi bulamadığı
sürece bana hiçbir şey yapamaz.”

Bu hatırlatmasıyla beraber Xie Lian küllerin varlığını hatırlamıştı ve hızla


konuştu. “Bekle! Hepsi bir yana. San Lang, senin… senin küllerin
düzgünce saklandı mı?”

“Uzun zaman önce.” Dedi Hua Cheng.

Xie Lian başını salladı, ama bir an durduktan sonra ikinci kez kontrol
etmekten kendini alamadı. “İyice sakladığına emin misin? Yeterince güvenli
bir yerde mi? Bulunmaz değil mi?”

Hua Cheng tembelce cevap verdi. “Bana göre, dünyadaki en güvenli


yerde.”

Xie Lian ise, bu dünyada o kadar kesin bir şeyin olmadığını düşünüyordu
ve bastırdı. “Kesinlikle emin misin?”
Hua Cheng neşeyle gülümsedi. “Eğer sakladığım yer yok olursa, o zaman
benim de artık var olmama gerek kalmaz. Elbette eminim.”

Her ne kadar ‘var olmama gerek kalmaz’ kısmına takılmış olsa da, şu anda
güvenli bir yerde duruyor sayılmazlardı ve belki de konuşmalarına kulak
misafiri olanlar vardı, bu nedenle konuyu derinlemesine açmak için doğru
bir yerde değillerdi ve konuyu kapattı. Ama konuşma bu konuya geldikten
sonra Xie Lian’ın sahiden ona sormak istediği bir soru vardı – o nasıl
ölmüştü?

Sahiden bilmek istiyordu ama bir yandan da nasıl soracağını bilmiyordu.


Ölümlüler öldükleri zaman, maddesel dünyada kalmalarının nedeni
saplantılı bağları olurdu. Çoğu zaman acı ve nefret takıntılarının en önde
gelenleriydi ve bir Yüce olmak için, bu saplantıları normalden çok daha
güçlü olmalıydı. Eğer sorarsa, Hua Cheng’in yarası deşilmiş gibi
hissetmesinden korkuyordu. Xie Lian da dinlemeye dayanamayabilirdi. Bu
geçen sekiz yüz yıla Hua Cheng nasıl katlanmıştı?

Düşünceleri bu noktaya gelince, dehşet verici bir düşünce Xie Lian’ın


aklında filizlendi ve anında buz gibi terler döktü. Hemen Hua Cheng’e
döndü. “San Lang!”

“Efendim?” Dedi Hua Cheng.

Xie Lian’ın parmakları hafifçe titriyordu. “S… Sana sormak istediğim


başka bir soru var.”

“Dinliyorum.” Diye yanıtladı Hua Cheng.

Xie Lian ona baktı. “Geçen sekiz yüz yıl içerisinde, Xian Le dışında,
herhangi bir zaman aralığında seninle karşılaştık mı?”

“…”

Hua Cheng başını yavaşça çevirdi. “Ne yazık ki her ne kadar hiç pes
etmeyerek seni bulmak için elimden geleni yapmış olsam da, cevabım
hayır.”
Xie Lian ısrarcıydı. “Gerçekten mi?”

Hua Cheng gözlerinin içine baktı. “Gerçekten. Neden gege soruyor?”

Xie Lian rahat bir nefes aldı ve zorla gülümsedi. “Hiç, sadece, eski
zamanlarda, günlerimi nasıl geçirdiğimi görmeni istemezdim, hoş bir
görüntü değildi, hepsi karanlık ve başarısızlıklarla dolu.

Sadece eğer şahit olduysan, iyi olmaz diye düşünüyordum.”

Hua Cheng güldü. “Nasıl yani?”

Xie Lian ise hiçte gülmüyordu. “Şaka yapmıyorum, sahiden çok


kötüydüm.”

Bunu duyunca Hua Cheng gülümsemesini geri çekti ve ciddileşti. “Sorun


değil. Ekselanslarının kendisi söylememiş miydi?”

“Ben mi?” Xie Lian şaşırmıştı. “Ben ne dedim?”

Hua Cheng sakince tekrar etti. “Bana göre, sonsuz bir ihtişamla parlayan da
sensin; gözden düşen de.

Önemli olan ‘sen’sin, içinde bulunduğun durum değil.”

Xie Lian’a baktı ve manidar bir şekilde göz kırptı, tek kaşını kaldırmıştı.
“Ben de aynı şeyi düşünüyorum.”

“…”

Xie Lian uzunca bir süre donakaldı, aniden bir PAT! Sesiyle kendine tokat
atarak yüzünü örttü, başının alev aldığını hissediyordu. “Bunu, bunu ben mi
söyledim?!”

“Evet!” Dedi Hua Cheng. “Gege sakın inkar etme.”

Xie Lian koluyla tüm yüzünü kapattı. “Ben, bence söylemedim!”

“Gege, izlemek ister misin? Senin için bulabilirim.” Dedi Hua Cheng.
Xie Lian hemen başını kaldırdı. “??? Sen… sen… hayır… San Lang…
sen… sahiden her şeyi kaydediyor musun?!”

“Şaka yaptım, şakaydı.”

“Sana inanmıyorum…”

“Gege bana güven.”

“Sana artık güvenmiyorum!”

İkisi bir yol ayrımına daha geldiler ve tam bu sırada ani bir rüzgar esti ve
Hua Cheng irkildi, hemen önüne geçerek onu korumak istercesine kolunu
uzattı.

Rüzgar aslında hiçbir şey değildi ve doğal olarak herhangi bir koruma
gerektirmiyordu, ama Hua Cheng’in hareketi tümüyle doğal görünmüştü.
Rüzgar geçerken, rahatsız edici bir şekilde saç telleri uçuştu ve Xie Lian
ancak o zaman Hua Cheng’in kendisine bakmadığını fark etti, yüz ifadesi
ve tüm yüz hatları buz gibiydi. Soğukkanlılığı inanılmaz güzeldi, Hua
Cheng hiç tereddüt etmeden hareket ettiğini fark etmemişti bile, sanki Xie
Lian’ı korumak bir refleks gibiydi onun için.

Xie Lian tekrar konuştu. “San Lang!”

Hua Cheng ona bakmak için başını eğdi ve ancak o zaman gülümsedi. “Bir
şey mi oldu Ekselansları?”

Xie Lian, muhtemelen Hua Cheng’in gülümsüyor olduğunu fark etmediğini


düşündü.

İçinden net ve güçlü bir ses ona bu adamın onu sahiden bir tanrı olarak
gördüğünü söylüyordu.

Xie Lian sessizce yumruklarını sıktı. “Tong Lu Dağından çıktıktan sonra,


sana söylemek istediğim pek çok şey var.”

Hua Cheng hafifçe başını salladı. “Pekala. İple çekiyorum.”


“Feng Xin ve Mu Qing çıktılar mı?” Diye sordu Xie Lian.

“Çoktan.” Diye cevapladı Hua Cheng.

“Peki ya Yüzü Olmayan Beyaz?” Diye sordu Xie Lian. “Bize yetişemedi ve
onları da durdurmaya gitmedi? Şu anda nerede? Bizden ne kadar uzakta?”

Hua Cheng cevapladı. “O…”

Cümlesini tamamlayamamıştı ki yüz ifadesi değişti iki parmağını hafifçe


sağ gözünün üzerindeki kaşına bastırdı. Bir an sonra konuştu. “…O
kayboldu.”

Xie Lian şok olmuştu. “Nasıl kayboldu?”

Hua Cheng sakin sayılırdı ve dikkatle araştırdı. “Ortadan kayboldu.”

Bir hayalet bile olsa, binlerce hayalet kelebekle sarılmış On Bin Tanrının
Tapınağında bir anda ortadan kaybolmak imkansızdı!

Xie Lian. “Ben de bakayım mı?”

Ardından elleriyle Hua Cheng’in omuzlarına tutundu ve parmak uçlarına


yükselerek alnını onunkine değdirdi. Hua Cheng eli bir anlığına onun beline
uzandı. Kısa bir süre tereddüt etti, geri çekecek gibiydi, ama nihayetinde eli
olduğu yerde kaldı ve onu daha da sıkı tuttu.

Hua Cheng’in biraz önce gördüğü sahneler hızla Xie Lian’ın gözlerinin
önünden geçti. Beyaz cübbeli adam yavaş adımlarla taş bir mağaraya
gelmiş ve sayısız hayalet kelebek ona doğru uçuşarak onu insandan
ışıldayan bir kozaya çevirmişlerdi. Donuk bir zamanın ardından hepsi geri
çekilmiş, gümüşi bir ışık patlamasıyla parçalanmış ve gümüş kelebekler
toza dönüşmüşlerdi. Ancak sonrasında gümüş

ışık dağıldığı zaman o da kaybolmuştu!

Hemen ardından Hua Cheng’in sağ gözü bakışlarını çevirdi ve sayısız başka
tüneldeki durumlara göz attı, ama yüzü olmayan beyaz hiçbir yerde yoktu.
Xie Lian şaşkındı ve geri çekildi.
“Gitti mi?”

Diğerleri bilmiyor olabilirdi ama Xie Lian, Yüzü Olmayan Beyaz’ın onu
gördüğü anda bıkmak bilmeden kovalayacağını biliyordu.

“Belki önceki düşüncelerimizde haklıydık.” Dedi Hua Cheng. “İlk amacı


Ocak’ı kullanarak Yüce seviyesine erişmek.”

Sesi hemen kulağının dibindeydi ve Xie Lian ancak o zaman kendine


gelerek Hua Cheng’in yüzünü ellerinin arasına aldığını fark etti. Onu
çekerek belinin hafifçe bükülmesine neden olmuştu. Xie Lian hemen bıraktı
ve haykırdı. “Onu durdurmamız gerek!”

Tong Lu Dağına gelmekteki amaçları Yüce olma potansiyeli taşıyan tüm


adayları ortadan kaldırmaktı.

Öncesinde beyaz cübbeli adamı görmezden gelmişlerdi ama şimdi durum


aydınlatılınca, sayısız ilahi heykelin arasında onu aramaya başlamışlardı.
Onu en son gördükleri yere varmaları uzun sürmedi.

Sahiden de ilahi heykeller dışında içeride hiç kimse yoktu. Gümüş ışıltılar
yerleri sarmıştı ve şok dalgası tarafından tümüyle yok edilemeyen gümüş
kelebekler kırık kanatlarını çırpıyorlardı. Xie Lian eğildi; yardımı
dokunabilir mi bilmese de yine de onları eline almak istiyordu. Tam bu
sırada arkasından Hua Cheng’in konuştuğunu duydu. “…Gege, yanıma
gel.”

Sesinde baskılanmış bir öfkenin izi vardı, ama bu öfke ona yönelik değildi.

Xie Lian başını kaldırdı ve Hua Cheng’in parlayan gözlerinin önlerindeki


ilahi heykele odaklanmış

olduğunu gördü.

İlahi heykel baştan aşağıya beyaz tülle örtülmüştü, hareket etmiyordu ve


genel hatları seçilebiliyordu.

Bir kılıç uzatmış gibiydi ve bir ucu son derece sivriydi.


Ancak tam da bu sırada, keskin kılıcın ucunun gösterdiği noktadan bir
kırmızılık sızmaya başladı, durmadan ilerliyor ve beyaz ipeği kirletiyordu.

Kılıç kanlıydı!

Böyle bir sahneye şahit olan herkes ilahi heykelde bir tuhaflık olduğunu
anlardı. Belki de şu anda beyaz tülün altındaki gerçek ilahi heykel değil,
başka bir şeydi. Xie Lian ayağa fırladı ve Hua Cheng’in yanında durdu,
Fang Xin ilahi heykele doğru çevrilmişti. Karanlık bir ifadeyle Hua Cheng
elini salladı ve tül kaldırıldı.

Xie Lian’ın gözleri ardına dek açıldı.

Tülün altında onun bir kutsal heykeli vardı. Tanrıyı Memnun Eden Veliaht
Prens heykeliydi, bir elinde kılıç diğer elinde çiçek vardı, yüzünde ise bir
gülümseme. Ancak, gülümsemesinde kan vardı.

Kanın kaynağı ise elinde tuttuğu kılıçtı. Kılıca geçirilmiş bir genç vardı,
başı sargılarla sımsıkı sarılıydı, tüm bedeni kanla yıkanmıştı. Bu Lang
Ying’di!

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 180: Mühürlenen Ocak’tan Bir Yüce Yükselecektir Sanki


bilincini kaybetmiş gibi başı bir yana düşmüştü. Xie Lian onun Lang Ying
olduğunu gördüğü zaman hemen onu kurtarmak için hareketlenmek
istemişti ama hızla kendisini tuttu, kendine gelmeye başlıyordu: biraz önce
burada Yüzü Olmayan Beyaz’dan başka hiç kimse yoktu, Lang Ying
nereden çıkmıştı?

Tanrıyı Memnun Eden Veliaht Prensin saf ve kutsal heykelinin kanla


lekelendiğini görünce Hua Cheng sahiden çok sinirlenmişti, yüzü karanlık
bir öfke yayıyordu ve E-Ming’den de ürpertici bir hale sızıyordu.

“İn aşağıya.” Dedi.


Tahmin ettikleri gibi ‘Lang Ying’in düşen başı düzeldi, gözleri açıldı ve
yavaşça kendisini kılıçtan

‘çekerek’ yere düştü.

Öncesinde, Yüzü Olmayan Beyaz ona saldırmak için çevresini saran gümüş
kelebekleri geriye fırlattığında, kör edici gümüş ışığı kendisini ilahi
heykelin tülünün altına gizlemek için kullanmış ve Lang Ying’in
görüntüsünü almıştı. Kendisini Lang Ying gibi gösterebildiğine göre ise,
Lang Ying’i daha önce görmüş olmalıydı.

“Gerçek Lang Ying nerede?” Diye sordu Xie Lian.

“Ekselansları, belki hiçbir zaman bir ‘gerçek Lang Ying’ olmadı.” Dedi
Hua Cheng.

Eğer en başından beri ‘Lang Ying’ hiç var olmadıysa, o zaman sadece
iyileşmekte olan Yüzü Olmayan Beyaz vardı, böylece de her şey kolayca
açılanabilirdi. Ama Xie Lian hala Yu Jun Dağında ölen Minik Ying’i
hatırlıyordu, bu nedenle daha mantıksız bir açıklamayı tercih ederdi.

Katı bir şekilde diğer bir ihtimale geçti ve yavaşça konuştu. “Ya da belki
de… Lang Ying’i tüketmiştir.”

Bunu duyunca önlerindeki ‘Lang Ying’ uzamaya başladı, bedeni yukarıya


doğru genişliyor ve yüzündeki bandajlar sökülerek düşüyor, altındaki maske
ortaya çıkıyordu. Hafifçe başını kaldırdı, gülümser gibi görünüyordu.
“Doğru tahmin.”

Demek sahiden öyle olmuştu.

Yüzü Olmayan Beyaz sahiden Jun Wu tarafından ezilmiş ve yok edilmişti.


Ancak hayata tutunmuş ve parçalanmış bir ruh parçası olarak ölümlü
diyarda kalmıştı. Ne kadar uzun zaman boyunca sürüklendiğini kim
bilebilirdi, ama Lang Ying’i bulmuştu, onunla aynı bedene sahip bir
hayaleti. Lang Ying’in aklını çelmek ve kandırmak için bir şeyler uydurmuş
olmalıydı, böylece de Lang Yin onun bedenini kullanmasına izin vermişti,
yoksa geriye kalan ruhu çok zayıftı, muhtemelen Lang Ying’i bile
tüketmeyi başaramazdı. Lang Ying’in bedeninde kalmış ve yavaş yavaş
iyileşmişti, ve nihayet Xie Lian ile Hua Cheng’in karşısındaydı: hayaletleri
yiyen hayalet, Yüzü Olmayan Beyaz, bedeninde yaşadığı Lang Ying’i
yemişti. Tıpkı He Xuan’ın Boş Lafların Efendisini yemesi gibi, Lang Ying
onun kölesi haline gelmişti.

Sadece birkaç kelimede ‘Lang Ying’ tümüyle Yüzü Olmayan Beyaz’ın


görüntüsüne bürünmüştü.

Hua Cheng ona baktı. “Neden Lang Ying onun ruhani bedenini kullanmana
izin verdi?”

Böylesi bir istek hiç tanımadığın birinin gelip ‘lütfen kapılarını aç ve evinde
yaşamam, senin yemeğinden yememe izin ver’ denmesiyle aynı şeydi. Lang
Ying yine de yüzlerce yaşında bir hayaletti sonuçta, her ne kadar çekingen
ve tereddütlü olsa da, bu kadar aptal olamazdı.

Yüzü Olmayan Beyaz sıcak bir şekilde cevap verdi. “Sorunu elbette
cevaplayabilirim. Ama, yanındakinin cevabı duymak istediğinden emin
misin?”

Hua Cheng başını çevirdi. Xie Lian’ın yüz ifadesi tuhaftı ve onun kendisine
baktığını fark etmemişti bile.

Ardından Yüzü Olmayan Beyaz tekrar konuştu. “Soyadı Lang, Yong An,
İnsan Yüzü Hastalığı. Onu yememe neden mi izin verdi? Nedenini tahmin
edemiyor musun?”

Xie Lian’ın yüzü anında soldu, elinin sırtındaki damarlar belirginleşti ve


kılıcını savurdu, bağırıyordu.

“KAPA ÇENENİ!”

Yüzü Olmayan Beyaz kenara çekildi ve hamlesinden kaçındı, ama bir


çınlama sesiyle saldırı kendi ilahi heykelinin kılıç tutan elini kesti. Şimdi
başarmıştı işte; Tanrıyı Memnun Eden Veliaht Prens heykeli artık kırılmış
bir kılıç tutuyordu ve heykelin kendisi de bu nedenle mahvolmuş bir esere
dönüşmüştü.
Xie Lian hemen kendine geldi, sanki başının üzerine bir kova soğuk su
dökülmüş gibiydi. Sanki hayalet kelebekler de sinirlenmiş gibi ona doğru
koştular. Yüzü Olmayan Beyaz hissiz bir şekilde kahkaha attı, normal ve
rahat davranıyordu, kol yeniyle yüzünü örtmüştü, artık ısrarını
sürdürmüyordu ve hızla karanlığa karıştı.

Xie Lian yerdeki kırılmış kılıca baktı ve Hua Cheng’e mırıldandı. “Özür
dilerim…”

Ancak Hua Cheng. “Gege saçmalama. Neden benden özür diliyorsun. O


gitti. Şimdi ne yapacağız?”

Dedi.

Xie Lian kendisini toparladı ve cevap verdi. “Kaçtı mı? Ocak’a girmesine
izin veremeyiz!”

İkisi On Bin Tanrının Mağarasında onu kovaladılar ve bir kez daha karlı
dağlara çıktılar. Dışarıya çıktıkları anda, depremleri ve dağların titreyişini
hissetmeye başladılar. Başlarını kaldırdılar ve dalgalar halinde çığların
düştüğünü gördüler. Önceki tecrübelerine kıyasla, bu çığ kükremesi çok
daha büyüktü, hiç küçük sayılmazdı. Sanki karların altına gömülmüş bir şey
uyanmış ve kükrüyor gibiydi.

“Hala oraya ulaşabilir miyiz?!” Dedi Xie Lian.

Hua Cheng elini sıkıca tuttu ve konuştu. “Beni takip edersen evet!”

İkisi düşmekte olan buz ve karlara karşı koştular. Sahiden de her ne kadar
zor ve son derece tehlikeli olsa da, ve her attıkları bir adıma karşın üç adım
geri gidiyor olsalar da, yine de karların en vahşi kısmını ve moloz
parçalarını ve sayısız çukuru atlattılar, tükenmeyen enerjileriyle dağda bir
yol açıyorlardı.

En sonunda en yüksek noktaya ulaştılar; buz dağın tepesini mühürlemişti, o


kadar kalındı ki ne kadar derin olduğunu ve altında kaç donmuş katman
olduğunu hiç kimse tahmin edemezdi. Xie Lian bir parça bile daha hızlı
gitmeye çalışsa kayacağını hissediyordu, ama Hua Cheng elini tutmuştu ve
istikrarlı adımlarla ilerliyordu, hiç korkusu yoktu. İkisi volkanın ağzına
geldiler ve giriş cennete baş

kaldıran devasa bir ağıza benziyordu, çok etkileyiciydi.

Aşağıya bakınca, tek görebildikleri karanlıktı. Belki sadece ona öyle


geliyordu ama sanki ara sıra en derin girintilerde ürpertici bir kırmızı ışık
çakıyordu, kah oradaydı kah yok oluyordu. Xie Lian nedense biraz
paniklemiş hissetti ve başındaki bambu şapkayı aşağıya çekerek karlı
rüzgarlardan uçmayacağından emin oldu. “İçeriye girdi mi?”

Hua Cheng sadece tek bir bakış attı ve yüz ifadesi katılaştı. “Evet.”

“Nereden biliyorsun?”

“Ocak kapanıyor.”

Xie Lian şaşırdı, bir anlığına hazırlıksız yakalanmıştı. “Neler oluyor?


Neden bu kadar çabuk kapanıyor?

Katliam başlamadan önce içeride en azından birkaç hayalet olması


gerekmiyor muydu?”

“Normalde evet.” Dedi Hua Cheng. “Ancak, eğer Ocak içeriye girenin
çıkmak için büyük bir potansiyel taşıdığından emin olursa, o hayalet dağın
mühürlenmesini istediği sürece, mühürlenir.” Bir an duraksadıktan sonra
ekledi. “Ben de öyle yapmıştım.”

“O zaman o bir Yüce mi değil mi?” Diye sordu Xie Lian. “Bir Yüce
Hayalet Kralı Ocak’a tekrar girerse ne olur?”

“Yükselmiş bir cennet mensubunun bir diğer Cennet Musibetiyle


yüzleşmesiyle aynı şey.”

Bunun anlamı da eğer zaten güçlüyse, çok daha güçleneceğiydi!

Eğer Yüzü Olmayan Beyaz’ın bu engeli aşmasına izin verirlerse, o zaman


neler olacağını tahmin bile edemezlerdi.
Ve dağdan bir Yüce olarak ayrıldıktan sonra, arayacağı ilk kişi de Xie Lian
olacaktı.

Dipsiz, sonsuz cehenneme bir süre daha baktıktan sonra Xie Lian yavaşça
konuştu. “San Lang, ben…

benim işleri çözümlemek için aşağıya inmem gerekebilir.”

“Gidelim. Ben de geliyorum.” Diye sessizce yanıtladı Hua Cheng.

Xie Lian başını kaldırdı ve ona baktı. Hua Cheng de öyle ve gözleri buluştu,
gülerken tek kaşını kaldırmıştı. “Sadece aşağıya inip göz zevkini bozan bir
şeyi öldürüp ardından Ocak’tan tekrar çıkacağız, hepsi bu. Hiçte zor değil.”

Onu bu kadar sakin görünce Xie Lian’ın da gerginliği çözülmeye başladı ve


gülümsedi.

Bir an sonra Hua Cheng konuştu. “Ancak, bir şey daha var.”

Xie Lian. “?”

Başını eğdi ve Hua Cheng’in kollarından birisi aniden beline sarılarak onu
kollarına aldı, diğer eli ise nazikçe çenesini kaldırdı. Bir an sonra dudakları
buluşmuştu.

Kar fırtınasının içinde uzun bir süre öpüştüler ve sarıldılar, ardından


dudakları yavaşça ayrıldı. Xie Lian bir süre sonra irkildi, kendine geldi ve
kıpkırmızı oldu, gözleri ardına dek açılmıştı.

“…B-Bu nereden çıktı şimdi?!”

Her ne kadar böyle bir şeyi ilk kez yapıyor olmasalar da, öncesinde her
seferinde hareketlerini haklı çıkartmak için önemli ve onurlu gerekçeleri
vardı; ‘ruhani güç ödünç vermek’, ‘hava vermek’, ‘kazara’

gibi. Şimdi ise bir şeyler ifşa olmuştu, bu bahaneler bir anda gerçekliklerini
yitirmiş ve bu hareketlerinin anlamı çok daha bariz olmuştu. Ellerini nereye
koyması gerektiğini bile bilmiyordu; Hua Cheng’in koluna mu tutunmalıydı
yoksa onu göğsünden itmeli miydi? Geri mi çekilmeliydi yoksa Hua
Cheng’in yüzünü mü örtseydi?

Kulağının yanında, Hua Cheng bir nefes vermiş gibiydi ve fısıldadı. “…


Sadece Ekselanslarına acil bir durumda kullanması için biraz ruhani güç
aktardım… kabul edecek misin?”

Xie Lian farkında olmadan yutkundu ve kekeledi. “B-Bu biraz mı? Çok
gibi… Ben, ben daha önceki seferki borçlarımı ödemedim…”

“Çok değil. Acele etmene gerek yok. Ödemekte gecikebilirsin, bir gün
hesap kapanır.” Dedi Hua Cheng.

Xie Lian birkaç kez ‘evet evet’ dedi, ve tam kaçmak üzereydi ki Hua Cheng
onu çekerek durdurarak işaret etti. “Ekselansları! Nereye koşuyorsun?
Yanlış yöne gidiyorsun?”

Xie Lian ancak o zaman geldikleri yöne doğru koşmaya başlamış olduğunu
fark etti ve hemen arkasını döndü, bir kez kaydı bile. Hızla bambu şapkasını
başına bastırdı. “Y-yok. Ben, ben sadece biraz üşüdüm, biraz koşarsam
ısınırım dedim…”

Şapkasını başına çekmişti ama sonra tekrar sırtına aldı, ardından tekrar
başına koydu. En sonunda Hua Cheng’in elini tuttu, sıkıca kavramıştı. İkisi
yan yana durarak aşağıdaki cehennemi izlediler.

Hua Cheng’in sesi her zamanki gibiydi. “Bu mesele çözüldükten sonra,
gege’ye en çok gurur duyduğum heykelimi göstereceğim.”

“Tamam.” Diye cevapladı Xie Lian.

Ardından beraber aşağıya atladılar.

Rüzgar esintileri kulaklarında uçuştu, dalgalar o kadar güçlüydü ki onları


eziyor gibiydi, ama elleri yine de ayrılmadı onun yerine daha sıkı tuttular.

Ancak beklenmedik bir şekilde, yolun yarısında Xie Lian ellerinin boş
olduğunu fark etti.
Ne onun eli kaymıştı ne de Hua Cheng bırakmıştı; avucundaki el bir anda
kaybolmuştu, artık yoktu.

Xie Lian’ın kalbi sıkıştı ve bağırdı. “SAN LANG?!”

Hızla düşüyordu ve biraz önceki bağırışı çoktan metrelerce üzerinde


kalmıştı, sesi gerçek değil gibi geliyordu. Uzun bir süre sonra Xie Lian en
sonunda yere indi. Hemen ayağa fırladı ve seslendi.

“San Lang?”

Cevap yoktu. Sadece yankı ona ne kadar engin ve boş bir yerde durmakta
olduğunu söylüyordu.

Yukarısı dışında her yer kapkaranlıktı ve Xie Lian başını kaldırdı. Yukarıda
kar beyazı bir gökyüzü vardı ve gittikçe küçülüyordu. Bu kapanan Ocak
olmalıydı.

Ama Hua Cheng nereye gitmişti?

Xie Lian bir avuç meşalesi yaktı, etrafı aydınlatmak ve aşağıda ne olduğunu
anlamak istiyordu. Ancak karanlık ölçülemeyecek kadar derindi ve küçük
alevi hiçbir şey göstermiyordu, ışığın kendisi ise karanlığın hiçliğinde
emiliyor gibiydi. Dahası yanlışlıkla güçlerini kontrol etmemiş ve alevler
biraz fazla yükselmişti, neredeyse saçlarını yakacaktı, bu nedenle alevi hızla
yere attı. Tesadüfen alevler biraz uzaktaki solgun beyaz bir figürü
aydınlatmıştı.

Xie Lian hemen seslendi. “KİM VAR ORADA?!”

Beyaz siluet arkasını döndü ve sakince cevapladı. “Kim olduğumu


biliyorsun.”

Her ne kadar konuşmuş olsa da adamın yüzündeki tek bir kas bile
oynamamıştı. Doğal olarak. Sonuçta bu adamın bir yüzü yoktu, onun yerine
yarı ağlayan yarı gülen bir maskesi vardı.

Xie Lian haykırdı. “SAN LANG!”


Her ne kadar bu yüzü gördüğü zaman kontrol edemediği ürpertiler ve
dehşet hissi onu sarsa da, bu haykırışı korktuğu için değildi, endişelendiği
içindi. Elbette yine kimse ona cevap vermemişti ve ağlayan-gülen maske
her adımda ona daha da yaklaşıyordu.

“Artık bağırmana gerek yok. Ocak mühürlendi. Burada sen ve benden


başka üçüncü bir kişi yok.”

Xie Lian tekrar başını kaldırdı. Öncesinde küçük kar beyazı gökyüzü
parçasını görebiliyordu, ama şimdi, o küçük ışık da tümüyle etraflarındaki
karanlık tarafından yutulmuştu. Bunun anlamı da Ocak’ın sahiden
mühürlendiğiydi.

Xie Lian hiç böyle olmasını beklememişti. O ve Yüzü Olmayan Beyaz,


ikisi, Ocak’ta mühürlenmişlerdi.

Sadece ikisi mi? Neden sadece ikisi vardı?!

Xie Lian Fang Xin’i kavradı ve ucunu ona çevirdi. “Burada neler oluyor?
Ne karıştırıyorsun? O nerede?

O nerede dedim?”

Yüzü Olmayan Beyaz kılıcın ucunu iki parmağıyla tuttu ve diğer eliyle
kılıca bir fiske attı ve ÇIN! sesi tüm berraklığıyla çınladı.

“Gitti.”

Xie Lian onu izlerken gözleri buz gibiydi. “Düzgün bir şekilde açıkla. Ne
demek ‘gitti’?”

“Artık seni takip etmek istemiyor. Gitti. Öldü. Sence ne anlama geliyor?”
Dedi Yüzü Olmayan Beyaz.

“…”

Xie Lian önce kalbinin çöktüğünü hissetti ama hemen ardından vahşi bir
öfke içinde gürledi ve saldırdı. “SAÇMALAMAYI KES!”
Yüzü Olmayan Beyaz bir kez daha hiç çaba harcamadan saldırısından
kaçındı. “Tamam, tamam.

Saçmalıyordum. Endişelenme, onu çoktan Ocak’ın dışına gönderdim, yani


içeriye girmek istese bile çok geç kalacak.”

Xie Lian iyi olduğu sürece sahiden Hua Cheng’in yetişip yetişememesini
hiç umursamıyordu, rahat bir nefes verdi.

Yüzü Olmayan Beyaz devam etti. “Ama muhtemelen içeriye girmemesi


daha iyi oldu. Yoksa, eğer şimdi öyle düşünmese bile sonraki halini
görünce, hala seninle olmak ister mi bilmiyorum.”

Xie Lian artık ona katlanamıyordu ve bir kez daha kılıcını savurdu, kükredi.
“KAPA ÇENENİ! BIKTIM

SENDEN! NE İSTİYORSUN? NE İSTİYORSUN? DAHA NE KADAR


BANA YAPIŞIP DURACAKSIN???”

Yüzü Olmayan Beyaz kolayca her hamlesinden kaçınıyordu ve Xie Lian


öfkeyle haykırdı. “Neden ölmedin? NEDEN OCAK’A GELDİN?”

“Senin için!” Dedi Yüzü Olmayan Beyaz.

Xie Lian’ın hareketleri tökezledi ve bir nefes aldı. “Ne demek istiyorsun?”

Yüzü Olmayan Beyaz tembelce cevapladı. “Çünkü sen geldin. O yüzden


ben de geldim.”

Onun böyle bir cevap verdiğini duyunca Xie Lian’ın yüzü çarpıldı.

Ancak ne kadar sinirlenirse sinirlensin, onu ne kadar öldürmek isterse


istesin, sanki Yüzü Olmayan Beyaz onun bir sonraki hamlesinin ne
olacağını tahmin ediyormuşçasına birkaç milimle kaçınıyordu.

Xie Lian saldırdıkça gerçek daha acımasız oluyordu:

Kazanamazdı.
“Evet öyle.” Zihnini okurmuşçasına Yüzü Olmayan Beyaz cevap verdi.
“Kazanamazsın.”

Kelimeler dudaklarından döküldüğü anda bir bıçak Xie Lian’ın bileğini


kesti. Korkunç bir acı tüm bedenini sardı ve Xie Lian istemsizce kılıcın
tutuşunu gevşetti. Bir an sonra saçı yakalanmış; zorla geriye çekilmiş,
ardından başı sertçe yere vurulmuştu!

Kulakları çınlıyordu, ağzından ve burnundan kanlar süzülüyordu,


sersemlemiş bir haldeydi.

Bir süre geçtikten sonra Xie Lian bir elin kafasını tutarak, parçalanmış
yerden kaldırdığını hissetti ve yukarıdan bir ses duydu.

“Ne acı, ne yazık.”

Xie Lian kendi kanında boğulacaktı.

Yüzü Olmayan Beyaz konuştu. “Ekselanslarıyla ne zaman karşılaşsam hep


böyle görünüyor. İnsanı üzüyor. İnsanı heyecanlandırıyor.”

Xie Lian bir diğer ağız dolusu kanı tuttu, öksürerek atmaya direniyordu,
sesi çatladı. “…Bu kadar memnun olma. Saha karşı kazanamıyor olabilirim
ama… bir başkası bunu yapabilir. Ocak’tan çıksan bile Jun Wu seni tekrar
öldürecek.”

Ayrıca hala Hua Cheng de vardı!

Ancak beklenmedik bir şekilde Yüzü Olmayan Beyaz cevapladı. “Ocak’tan


çıkanın ben olacağımı kim söyledi?”

Bunu duyunca Xie Lian şaşırmıştı.

O çıkmayacak mıydı? O değilse kim çıkacaktı?

Yüzü Olmayan Beyaz gözlerine bakmak için yüzünü kaldırdı, sesi sıcacıktı.
“Ekselansları, sanırım yanlış
anladı. Ocak’tan sahiden bir Yüce çıkacak, ama, o ben olmayacağım. Sen
olacaksın.”

Xie Lian tümüyle sarsılmıştı. “…Ne dedin sen? Ben…”

Sözlerini bitiremeden, ne demek istediğini anlamıştı ve bir anda şoktan


soğuk soğuk terledi.

Yüzü Olmayan Beyaz konuştu. “Evet öyle. Tamam olarak öyle. Tebrikler,
en sonunda benim gerçek amacımı anladın. Bu en sevdiğin ‘Üçüncü
Seçenek’ değil mi?”

Şu anda Ocak’ta sadece bir Yüce ve bir Tanrı vardı ve görünüşe göre,
sadece iki ihtimal bulunuyordu.

Ya Yüzü Olmayan Beyaz onu öldürür ve Ocak’tan çıkardı; ya da ikisi


Ocak’ta sonsuza dek kapalı kalır, kaçmanın ancak hayalini kurabilirlerdi.

Ancak aslında üçüncü bir yol daha vardı.

Eğer Xie Lian şu anda kendisini öldürür ve bir hayalet olarak Yüzü
Olmayan Beyaz’ın beyazı katlederse o zaman bir Yüce olur ve Ocak’tan
çıkardı!

Xie Lian en sonunda şoktan sıyrılmıştı. “AKLINDAN BİLE GEÇİRME!


Delirdin mi sen? Ne istiyorsun sen?

Neden bunu yapıyorsun?? Ben Yüce mi olacağım? Ben senin kadar deli
değilim! Seni öldürmemi istesen bile, seni yenmeme imkan yok, Ocak
böyle bir Yüce’yi tanımayacaktır!”

Bu çıplak gerçekti. Bir insan olarak diğerlerini gölgede bırakmak bir tanrı
olmak anlamına gelmiyordu; ve bir tanrı olabilmek de hayalet olabileceği
anlamına gelmiyordu.

Ancak Yüzü Olmayan Beyaz tekrar konuştu. “Sahi mi? Bu kadar emin
olma.”
Ardından bir eli uzandı. Çok uzakta olmayan meşale ışığı sayesinde Xie
Lian elinde bir maske belirdiğini görebiliyordu. Yüzü Olmayan Beyaz’ın
kendi maskesiyle birebir aynıydı.

“Bu ağlayan-gülen maskeyi hala hatırlıyor musun?” Diye sordu Yüzü


Olmayan Beyaz. “Sana yakışıyor.”

Xie Lian’ın gözleri yerinden fırladı ve dehşet bir akrep gibi onu sokmuştu,
zihninin her yanını sararken yoğun ve keskindi.

Zayıf bir şekilde zorla konuştu. “…Çek şunu, çek şunu… ÇEK ŞUNU!”

Yüzü Olmayan Beyaz kahkaha atmaya başladı. “Görünüşe göre


Ekselanslarının hafızası pek iyi değil.

Eğer öyleyse, sana hatırlatayım mı, hım?”

Ardından ona daha fazla karşı çıkma şansı tanımadan, sonsuz bir karanlıkta
eritilmiş trajik ağlayan-gülen maske Xie Lian’ın yüzüne sertçe kapandı.

Üçüncü Kitabın Sonu

Çevirmen: Nynaeve

Not: Dördüncü kitap on sekiz bölüm. Xie Lian’ın bahsetmekten kaçındığı,


düştüğü zamanları anlatıyor.

Dördüncü Kitap: Beyazlara Bürünmüş Musibet

Bölüm 181: Fener Gecesi, Avare Bir Ruha Metelik Atmak

Xie Lian dehşet içinde sıçrayarak uyandı.

Korkudan tüm bedeni buz gibi terle kaplanmıştı ve yatağından fırlayarak


yüzünü ellerine gömdü.
Şok içinde uyanmasının sebebi gördüğü rüyaydı. Rüyada, hem annesi hem
babası intihar etmiş, kendilerini asmışlardı. Buna şahit olmuştu, ama ne
sevinç ne hüzün hissetmişti, dökecek tek damla gözyaşı yoktu ve hissiz bir
şekilde kendisine bir diğer beyaz ipek sargı hazırlamıştı. Tam elleriyle
düğümü atarken aşağıda beyaz cübbeli bir adam görmüştü, ağlayan-gülen
yüzlü bir maske takıyor, onunla dalga geçiyordu. Kalbi titremişti, düğüm
sıkışmış ve ezici boğulma hissi gelmişti. Ardından ise uyanmıştı.

Pencereden çoktan güneşin doğduğunu göre biliyordu ve dışarıdan bir ses


duydu.

“Ekselansları! Uyandın mı?”

Xie Lian düşünmeden cevap verdi. “Uyandım!”

Uzunca bir süre ağır nefesler aldıktan sonra bir şiltede yatmadığını fark etti.
Onun yerine altında hasırdan yapılma bir minder vardı. Her ne kadar pek
çok saman tabakasından oluşmuş ve son derece yumuşak olsa da, ona göre
çok rahatsızdı. Şimdi bile bu kadar basit ve kaba bir yatağa alışamamıştı.

Biraz önce ona seslenen kişi Feng Xin’di. Sabah erkenden çıkmış ve yemek
getirmek için yeni dönmüştü, ve dışarıdan Xie Lian’ı gelip yemek yemesi
için cesaretlendiriyordu. Xie Lian ona uydu ve ayağa kalktı.

Rüyasındaki boğulma hissi çok gerçekçiydi ve elleri bilinçsiz bir şekilde


boğazına uzandı. Sadece orada sahiden beyaz ipekle oluşmuş boğulma
izleri olup olmadığını kontrol etmek istiyordu, ancak beklenmedik bir
şekilde, sahiden bir şey hissetmişti.

Xie Lian ilk başta sarsılmıştı ve hızla yere atılmış, çok uzakta olmayan bir
aynaya doğru koşmuştu.

Yansımasını gördüğü zaman ise, hissettiği şeyin boynunu saran siyah halka
olduğunu fark etmişti.

Böylece de en sonunda rahatlamış ve her şeyi hatırlamıştı.

Bu lanetli kelepçeydi.
Xie Lian’ın parmakları onun üzerinde gezindi.

Bir ölümlü olmak için sürülünce, normal insanlara göre daha yavaş
yaşlanmak dışında pek bir avantajın olmuyordu. Ancak Jun Wu, Xie
Lian’ın lanetli kelepçesini ilk yaptığı zaman, yine de merhamet etmek
istemiş ve ona alışacak zaman tanımıştı.

Bu lanetli kelepçe ruhani güçlerini kilitlerken bir yandan da yaşını ve


bedenini mühürlüyordu, ne yaşlanmasına ne de ölmesine izin vermiyordu.
Dahası Jun Wu ona demişti ki: eğer tekrar yükselmeyi başarırsan, o zaman
önceki yaşamında yaptığın her şey affedilecek ve bu mühür de kaldırılacak.

Ama böyle bir şeyi vücudunda taşımanın, suçluların yüzündeki günahkar


damgasından hiçbir farkı yoktu; şüphesiz ki, derin bir aşağılanmaydı.
Bunları düşünürken Xie Lian kenara uzanmış ve beyaz ipek sargıyı
tutmuştu, başının üzerinden geçirmeye hazırdı. Ancak elini uzattığı anda,
aniden rüyada boğazı sıkılırken yaşadığı boğulma hissinin dehşeti aklına
üşüştü, ve tereddüt etti. Ancak, en sonunda, yine de onu çekti ve sıkıca
boynuna sardı, dışarıya çıkmadan önce yüzünün altını kapatmıştı.

Feng Xin ve Mu Qing onu dışarıda bekliyorlardı. Feng Xin buharı tüten
çörekler getirmişti ve Mu Qing yavaşça kemirmekteydi. Feng Xin ikisini
Xie Lian’a uzattı ama Xie Lian sadece ve kuru basit çörekleri görünce
iştahını kaybetti. Başını iki yana sallayarak reddetti.

“Ekselansları, sabahları bir şeyler yemek zorundasın. Sonrasında


çalışmamız gerek ve sadece oturarak yapılabilen hiçbir iş yok.” Dedi Feng
Xin.

Mu Qing başını kaldırmaya tenezzül etmemişti. “Evet, eğer bunlardan


yemezsen, yiyebileceğin başka bir şey de yok. Tekrar bayılabilirsin, ama
yine de en sonunda yemek zorunda kalırsın.”

Feng Xin ona ters ters baktı. “Laflarına dikkat et.”

Xie Lian sadece birkaç sene boyunca cennette kalmıştı, ama çoktan yemek
yeme gerekliliğini unutmuştu. Birkaç gün önce neredeyse bayılmıştı ve
ancak o zaman günlerdir yemek yemediği için olduğunu anlayabilmişti. Mu
Qing’in bahsettiği olay buydu. Kenarda otururken, Xie Lian o ikisinin
sabah sabah yine kavga etmesini istemiyordu, bu nedenle hemen konuyu
değiştirdi.

“Gidelim. Bugün iş bulabilir miyiz onu bile bilmiyoruz.”

Eski Xie Lian soylu ve saygın birisiydi, ve uhrevi bir bedeni olduğu için
ölümlü besinlere ihtiyaç duymazdı, doğal olarak da önce hiç geçim derdi
çekmemişti. Ancak şu anda, eskiden bir veliaht prens olsa da, Xian Le
Krallığı artık yoktu; bir tanrı olmuş olsa da, uzun zaman önce sürgüne
gönderilmişti.

Şu anda bir ölümlüden hiçbir farkı yoktu, doğal olarak da günlerini nasıl
hayatta kalacağını düşünerek geçirmeliydi. Kendini bu yolda geliştiren
insanların görevi elbette hayaletleri yakalamak ve bu şekilde hizmet
etmekti, ama her gün yakalanacak iblisler ve canavarlar, yapılacak ayinler
yoktu sonuçtu. Bu nedenle de çoğu zaman sıradan işler bulmak
zorundaydılar, geçici işler, malların taşınmasına yardım etmek veya ağır
işlerde çalışmak gibi.

Ama böylesine küçük, ayak işi benzeri işler bile kolay bulunmuyordu. Şu
anda, yerinden edilmiş pek çok yoksul insan vardı. Fakirler bir iş olduğunu
gördükleri zaman ödemeye bile ihtiyaç duymazlardı, sadece bir çörek ve
yarım kase pirince, işi yapmaya gönüllü olur, iş için savaşırlardı, Xie Lian
ve dostları nasıl bununla mücadele edebilirlerdi? Bir şeyler kazanmayı
başarabilseler bile, düşündükçe Xie Lian daha fazla çalışmaları gerektiğini
hissediyordu. Sahiden de uzunca bir süre sokaklarda dolaştıktan sonra bile
hiçbir şey bulamamışlardı.

“Yapacak daha istikrarlı ve saygın bir şey bulamaz mıyız?” Mu Qing


homurdandı.

“Saçmalık. Eğer öyle bir şey varsa bile, uzun zaman önce unuttuk.” Dedi
Feng Xin. “Saygın işlerde yüzünü göstermek gerekmiyor mu? Kim
Ekselanslarının yüzünü tanımaz? Eğer tanınırsa, işte nasıl tutunabiliriz?”

Mu Qing konuşmayı bıraktı. Xie Lian ise, yüzünün alt yarısını kapatan
beyaz sargıyı daha da sıkılaştırdı.
Eğer sahiden birisi onu tanıyacak olursa kaçmaları gerekirdi yoksa dayak
yiyecek ve kovalanacaklardı.

Ve örneğin, eğer koruma olarak bir iş bulacak olurlarsa kim bilinmeyen bir
geçmişi olan, yüzünü bile göstermeyen bir muhafıza rahatça iş verirdi ki?
Gidip suikast işlerine de bulaşamazlardı, bu nedenle seçenekleri oldukça
sınırlandırılmıştı.

Tanrıların açlıktan yorulmaları imkansızdı. Ama ölümlülerin yemesi


gerekiyordu. Xie Lian çocukluğundan beri böyle şeyleri hiç düşünmek
zorunda kalmamıştı ve sahiden hayatında ilk kez bu problemle
yüzleşiyordu. Ancak eğer tanrılar açlıktan ölmenin nasıl hissettirdiğini
bilmiyorlarsa, aç insanların halinden nasıl anlayacaklardı? Nasıl empati
kurabilirlerdi? Bu noktada, bu tecrübeyi bir antrenman olarak görüyordu.

Tam bu sırada, ahenksiz çanlar ve davul sesleri çok uzak olmayan bir
yerden yükseldi ve büyük bir kalabalık neler olduğunu görmek üzere
toplandı. Üçü de onları takip etti ve izlemeye gittiler, ve kalabalıkta tüm
güçleriyle bağıran birkaç savaş göstericisi ve palyaço gördüler. Sokak
sanatçılarıydılar.

Mu Qing tekrar öneride bulunmayı denedi. “Eğer hiçbir şey bulamazsak,


neden gösteri yapmıyoruz?”

Xie Lian da aynı şeyi düşünüyordu ama daha o cevap veremeden Feng Xin
çoktan bir yandan izlemeye devam ederek cevaplamıştı. “Ne saçmalıyorsun
sen? Ekselanslarının bedeni binlerce altın değerinde, nasıl böyle bir şey
yapabilir?”

Mu Qing gözlerini devirdi. “Tuğla taşıyoruz, sokakta gösteri yapmanın ne


aşağı kalır yanı var?”

“Tuğla taşımak fiziksel gücümüzü kullanarak karnımızı doyurmak.” Dedi


Feng Xin. “Sokakta gösteri yapmak ise insanları eğlendirmek, kendimizi
aptal yerine koyarak onlara eğlence olmak, tabi ki farklı!”

Ardından palyaçolardan birisi zıplarken takılıp düştü. O kalkmaya ve


belinden eğilerek yere saçılmış, atılan birkaç sikkeyi toplamaya çalışırken
kalabalık kahkahalara boğuldu. Bunu görünce, Xie Lian’ın zihninde derin
bir reddediş yükseldi ve sertçe başını iki yana salladı, bir iş olarak ‘sokak
gösterisi’ni kafasından silip attı.

Mu Qing ise görünce sadece. “Tamam. Gidip bir şeyleri rehin verelim.”
Dedi.

“Zaten neredeyse her şeyimizi verdik.” Dedi Feng Xin. “Yoksa bu zamana
dek dayanamazdık. Geriye kalanları artık veremeyiz.”

Aniden kalabalığın arkasından sürpriz bağırışlar yükseldi. Birisi


bağırıyordu. “ASKERLER GELDİ!

ASKERLER GELDİ!”

Askerlerin geldiğini duyunca, gösteriyi izleyen gürültülü kalabalık dağıldı.


Kısa bir süre sonra bir asker grubu ellerinde silahlarıyla sokaktan geçtiler,
parlak yeni zırhlar kuşanmışlardı, oldukça etkileyiciydiler. Şüpheli görünen
herkesi sorgulayacaklardı. Üçü kalabalığa karıştılar ve insanların
konuşmalarını dinlediler:

“Kimin peşindeler?”

“Merak etme, buraya birilerini tutuklamak için gelmediler. Kaçan Xian Le


soylularını yakalamaya çalıştıklarını duydum.”

“Duydum ki birisi şüpheli birilerini görmüş, bu nedenle şehir bir süredir


arama işini ciddiye alıyor.”

“Sahi mi?! Tanrım, sahiden buraya mı kaçmışlar?”

Bunu duyunca üçü bakıştılar. Xie Lian fısıldadı. “Geri dönüp kontrol
edelim.”

Diğer ikisi başını salladı. Ayrılarak sessizce kalabalıktan uzaklaştılar ve bir


süre yürüdükten sonra dikkat çekmeden tekrar buluştular, hızla hareket
ediyorlardı.
Küçük bir dağın üzerindeki izbe bir ormana koştular ve Xie Lian uzaktan
ağaçlardan yükselen kalın duman sütununu görebiliyordu. Kalbi hızla
ağırlaştı; yoksa Yong An askerleri çoktan yerlerini bulmuş

ve ateşe mi vermişlerdi?

Yaklaştılar ve muhtemelen bir avcı tarafından bilinmeyen bir geçmişte


bırakılmış, ağaçlarla gizlenen viran küçük kulübeye vardılar.

Xie Lian bağırdı. “ANNE! NELER OLUYOR, ORADA MISIN?”

Bağırışının ardından, bir kadın karşılamak üzere dışarıya çıktı ve neşeyle


seslendi. “Oğlum? Geldin mi?”

Bu kraliçeydi. Sade bir şekilde giyinmiş ve biraz zayıflamıştı, geçmişteki


zengin leydi halinden biraz farklıydı. Annesinin iyi olduğunu ve yüzünün
neşeyle aydınlandığını, rahatsız edilmediğini bariz bir şekilde görünce Xie
Lian rahatladı ama hemen sordu. “Bu duman ne?”

Kraliçe cevapladı, utanmıştı. “…Hiçbir şey. Sadece biraz yemek yapmak


istemiştim…”

Xie Lian gülse mi ağlasa mı bilmiyordu. “Yapma! Ne yemeği? Feng Xin ve


Mu Qing’in her gün getirdiği yemeklerle yetin sadece. Duman çok şüphe
çekiyor; dumanın olduğu yerde insanlar vardır, Yong An askerlerinin
dikkatini çekeceksin. Biraz önce şehirde onlara denk geldik. Bu şehir
güvenliği sıkılaştırmıştı. Tekrar başka bir yere taşınmamız gerek.”

Feng Xin ve Mu Qing alevleri söndürmek için kulübeye girdiler. Kraliçe de


ihmalkar davranmaya cesaret edemiyordu, bu yüzden kralla konuşmak için
odalarına gitti.

Feng Xin dışarıya çıktı ve fısıldadı. “Ekselansları, majestelerini


görmeyecek misin?”

Xie Lian başını iki yana salladı. “Hayır.”

İkisi, baba ve oğul, birisi yıkılmış bir krallığın kralıydı, diğeri ise sürülmüş
bir tanrı. Daha zavallı, daha utanmış olamazlardı, kıyas bile yapılamazdı.
Yüz yüze oturmak zorunda kaldıkları zaman içten bir konuşma yapmak
yerine birbirlerine sadece ters ters bakıyorlardı. Yani birbirlerini
görmemeye çalışmaları en iyisiydi.

Xie Lian seslendi. “Anne, neden toplanmaya başlamıyorsun, bugün


ayrılıyoruz. Akşam sizi almaya geliriz. Şimdi şehre dönüyoruz.”

Kraliçe hızla tekrar dışarıya çıktı. “Oğlum, böylece gidecek misin?


Günlerdir ziyarete gelmemiştin, neden hemen gidiyorsun?”

“Gidip antrenman yapmam gerek.” Dedi Xie Lian.

Aslında gidip iş bulması gerekiyordu. Yoksa, bu kadar insan için yeterli


yiyeceği bulamazlardı.

“Sabah bir şeyler yedin mi?” Diye sordu kraliçe.

Xie Lian başını iki yana salladı. Üçü de çok açlardı.

Kraliçe konuştu. “O zaman kendine zarar verirsin. Neyse ki bir kase lapa
yapmıştım, gel ve biraz ye.”

Xie Lian içten içe merak etti, Neden bu kadar çok duman var, ev yanıyor
gibiydi, eğer sadece lapa içinse…

Kraliçe Feng Xin ile Mu Qing’e döndü. “Siz ikiniz de gelip bizimle yiyin,
hadi.”

Feng Xin ve Mu Qing böyle bir şeyle karşılaşmayı beklememişlerdi ve


reddetmeye çalıştılar, ama kraliçe kararlıydı. Bu nedenle ikisi ürkekçe
masaya oturdu, her ikisi de şaşkın ve gururu okşanmış

hissediyordu.

Ancak kraliçe yemeği getirdiği anda sürpriz uçup gitti.

Şehre döndükten sonra, Mu Qing’in karnı hala alt üst durumdaydı.


Kekeleyerek konuştu. “O lapa…
bayat su gibi kokuyor, gibiydi, ama tadının da öyle olacağı aklıma
gelmemişti!”

Feng Xin dişlerini sıktı. “Kapa çeneni! İnsana o tenceredeki şeyi hatırlatma!
Kraliçe…’nin bedeni binlerce altın değerinde sonuçta… daha önce hiç
yemek yapmamış… bu çok bile… ÖĞR!...”

Mu Qing homurdandı. “Yanlış bir şey mi söyledim? Eğer bayat su gibi


olduğunu düşünmüyorsan, neden… gidip kraliçeden bir kase daha
istemiyorsun! ÖĞR!...”

İkisi tüm yol boyunca böyle devam etmişlerdi ve Xie Lian ikisini de
yakalayarak sırtlarına vurdu.

“Didişmeyi bırakın! Bakın, yukarıda, iş var galiba!”

Sahiden de üçünün tökezlediği yerde, birkaç tertipçi sokaklara bağırıyor,


yardım istediklerini söylüyorlardı. Ödemesi fena değildi ve kişi sayısına bir
sınır koymamışlardı, gelen herkesi kabul ediyorlardı. Böylece üçü hızla
kaydoldular, darmadağın, kemiklerine dek zayıflamış yoksul insanın arasına
karışmışlardı, grup oluştuktan sonra çamurlu, boş bir araziye geldiler.
Görünüşe göre buraya yeni bir malikane inşa etmeyi planlıyorlardı, bu
nedenle de bölge yenilenmeliydi, önce yerleri dolduracaklardı. Üçü sıkı
çalıştılar, üstleri çamur olmuştu.

Feng Xin karnını tutarak toprağı karıştırıyordu, yüzü yeşildi, küfrediyordu.


“…Sikeyim! Sanırım bayat su kasesi karnımda bir ruha dönüştü!”

Xie Lian toprakla dolu bir sepet taşımaktaydı, kısık bir sesle konuştu.
“Dayanabilecek misin? …Biraz kenarda oturmak ister misin?”

Mu Qing Xie Lian’a döndü. “Neden sen gidip dinlenmiyorsun.”

“Hayır. Dayanabilirim.” Diye cevapladı Xie Lian.

Mu Qing gözlerini devirdi. “İnat etme. Eğer kıyafetlerin kirlenirse onları


benim yıkamam gerekecek, onun yerine senin işini de yapmayı tercih
ederim.”
Çok uzak olmayan bir yerden birisi bağırdı. “SIKI ÇALIŞIN VE
KONUŞMAYIN! TEMBELLİK ETMEYİN!

ÖDEME İSTİYORSANIZ TABİ!”

Feng Xin azimliydi ve dayanmaya devam etti, hatta öncekine göre iki kat
fazla çamur çıkartıyordu.

“Sanki çok para vereceklermiş gibi, neden bu kadar abartıyorlar, sahip


olduklarının hepsi bu mu?”
Meşakkatli bir günün ardından, öğleden günbatımına dek çalıştıktan sonra,
iş en sonunda bitmişti.

Fiziksel olarak üçü de tükenmişti, ama bunca işi sadece az bir ödeme ve
yiyecek bir şey için yapmışlardı, bu yüzden ruhsal anlamda çok daha
yorgunlardı. En sonunda biraz boşluk bulduklarında, nispeten temiz
görünen bir yere uzanarak dinlendiler. Tam bu sırada bir diğer grup geldi,
kaba ve gürültücülerdi. Birkaç adam yavaş yavaş yürüyerek bir taş heykeli
taşıyorlardı.

Xie Lian hafifçe başını kaldırdı. “O ne heykeli?”

Mu Qing de baktı. “Belki burayı koruması için yeni bir ilahi heykeldir.”

Xie Lian konuşmadı.

Eğer eskiden olsa, bu bölgeyi korumak için seçilen ilahi heykel hiç şüphesiz
kendisinin veliaht prens heykeli olurdu. Şimdi ise kim bilir hangi tanrıydı.
Muhtemelen Jun Wu’ydu, veya yeni yükselen bir tanrı.

Uzun bir duraksamanın ardından, en sonunda, Xie Lian yine de onun yerine
kimin geçtiğini merak etmekten kendini alamadı. Bu nedenle güç bela
ayağa kalktı ve kalabalığın arasına karışarak baktı. Bu ilahi heykelin sırtı
ona dönüktü bu yüzden yüzünü net olarak göremiyordu, ama diz
çöküyormuş

gibiydi. Şimdi daha da meraklanmıştı işte. Hangi cennet mensubunun secde


eden heykeli vardı ki?

Ardından etrafında büyük bir çember çizdikten sonra dönüp tekrar heykele
baktı.

Gördüğü zaman tüm zihni bir anlığına boşaldı.

Bu heykelin yüzü kendisine aitti!

Diz çöken heykel yere bırakılmıştı ve birisi kaba bir şekilde başını
okşuyordu. “En sonunda geldi. Bu piç çok ağır!”
“Neden böyle bir heykel getirdin? Çirkin bir de, neden Semavi
İmparator’un Heykelinden almadın? Bu yüz şeyin-şeyin…”

“Onun değil mi? Ona tapınmanın bahtsızlık getirdiği söylenmiyor mu? Hala
ona tapınmaya nasıl cesaret edebiliyorsunuz? Ve bir de bunca yol
taşıdınız…”

“Eh, hiçbiriniz anlamıyorsunuz. Talihsizlik Tanrısına tapınmak sahiden kötü


şans getirir, ama bu heykel tapınmak için değil, üzerine basmak için. Eğer
Talihsizlik Tanrısının üzerine basarsan, yaşam boyu sürecek bir şansı
garantilemez misin?”

Kalabalık aydınlanmıştı. “Ne güzel, harika bir sembol olmuş!”

Feng Xin ve Mu Qing de bir sorun olduğunu fark etmişlerdi ve yaklaştıkları


zaman sessizle büründüler.

Feng Xin patlamak üzereydi ama Mu Qing onu tuttu, gözleriyle uyarıyordu.

Gizlice fısıldadı. “Veliaht Prens daha bir şey yapmadı bile, sen ne diye
bağıracaksın?”

Sahiden de Xie Lian sessizdi ve Feng Xin aklında başka bir şey mi vardı
emin olamıyordu, bu yüzden de fevri hareket etmeye cesaret edemedi.
Böylece de, kendisini öfkeli sözlerini yutmaya zorladı, ama gözleri sanki
alev almıştı.

En sonunda birisi mırıldandı. “Bu… çok uygunsuz değil mi? Bir zamanlar
bir tanrıydı, Ekselansları Veliaht Prens’di.”

“Hadi, Xian Le düştü, nerenin Veliaht Prensi?”

Bir diğer daha söze girdi. “Yanılıyorsun. Talihsizlik Tanrısının üzerine


basmak uygunsuz değildir, hatta, bize teşekkür bile etmeli.”

Xie Lian aniden sivrildi. “Ah? Nedenmiş?”

Adam küstah bir şekilde açıkladı. “Tapınakların eşiklerini gördün mü?


Binlerce kişi onlara basarak geçiyor, yüz binlerce kişi, ama Lordum kaç
zengin evin kendileri yerine o eşiklerden birinin kullanılması için ne kadar
para saçmaya heveslenebileceğini fark etmiyor mu? Çünkü o eşiğe atılan
her bir adımda, eşik onların günahlarını emiyor; borç ödüyor ve merit
kazanıyor. Bu diz çöken heykel de aynı amaca hizmet etmekte. Eğer her
birimiz kafasına basarsak, ya da üzerine tükürsek, Veliaht Prens adına merit
kazanmış olmaz mıyız? Bu nedenle de bize teşekkür…”

Xie Lian daha fazla dinleyemedi.

Adam tekrar ‘teşekkür’ dediği anda yumruğu çok kalkmış ve öne atılmıştı.

Kalabalık anında birbirine girdi.

“NE YAPIYORSUN?!”

“DÖVÜŞÜN!”

“KİM SORUN ÇIKARTIYOR?”

Feng Xin zaten insanları dövmeye sabırsızlanıyordu, bu nedenle o da


haykırarak olaya dahil oldu. Mu Qing’in ise kendisi mi katıldı yoksa içeri
mi çekildi belli değildi. Her şekilde üçü de dövüşmeye başlamışlardı.
Kavganın ortasında, pek çok kez Xie Lian’ın yüzündeki sargılar neredeyse
çözülecek gibi olmuştu, ama neyse ki hiç gerçekleşmemişti. Üçü de hala
dövüş sanatları konusunda oldukça ehildi, ama karşı tarafın sayı üstünlüğü
vardı. Ayrıca Mu Qing diğer ikisini geri çekiyordu, ölümlüleri öldürmenin
de günahları arasına eklenmesini hiç istemiyordu, bu yüzden de dövüş
zavallı derecede tutuk geçmişti. Sonuç olarak ise kavga tatmin edici olsa da,
üçü de kovulmuştu.

Darmadağın bir halde nehir kenarında ilerlerken en sonunda adımları


yavaşladı.

Mu Qing öfkeyle şikayet ediyordu yüzü morluklarla doluydu. “Bütün bir


gün boyunca çalıştık, ama elimize hiçbir şey geçmedi, hepsi o kavga
yüzünden!”
Feng Xin dudaklarındaki kanı sildi. “Böyle bir zamanda nasıl para bahsini
açabiliyorsun?”

“Özellikle böyle bir zamanda para bahsini açıyorum ya!” Mu Qing karşı
çıktı. “Böyle bir zamanda mı?

Hangi zamanda? Açlıktan öldüğümüz zamanda! Kabul etmek istemiyor


olabilirsiniz ama parasız hiçbir şey yapılmaz! İkiniz bunu biraz
kabullenmeye ne dersiniz?”

Xie Lian konuşmadı.

Feng Xin söze girdi. “Buna nasıl katlanacaktık? İnsanların basması için
eğilen bir heykeli yapılmış!

Suratına basılan sen değilsin tabi, bu yüzden bu kadar kolay


konuşabiliyorsun.”

“Savaş kaybedildiğinden beri, böyle bir şeyle ilk kez karşılaşmıyoruz.”


Dedi Mu Qing. “Ve gelecekte çok daha fazlasını göreceğiz. Eğer yakın
zamanda alışmayı öğrenmezse, pekala ölebilir.”

Feng Xin tiksintiyle karşılık verdi. “Alışmak mı? Neye alışmak?


Aşağılanmaya mı? Ölümlülerin suratına basmasına mı? Neden böyle bir
şeye alışması gerekiyor?”

Xie Lian öfkeyle haykırdı. “Bu kadarı yeter! Tartışmayı kesin. Böylesine
küçük bir şey tartışmaya değer mi?”

İkisi aynı anda sustular.

Bir an duraksadıktan sonra Xie Lian iç çekti. “Gidelim. Annemle babamı


taşımak için bir araba bulun.

Bu akşam şehirden ayrılmamız gerek.”

Feng Xin. “Tamamdır.”


Bir süre yan yana yürüdüler, ta ki bir anda Mu Qing’in onlara eşlik
etmediğini fark edene dek.

Xie Lian arkasını döndü, kafası karışmıştı. “Mu Qing?”

Kısa bir sessizliğin ardından Mu Qing konuştu. “Ekselansları, bir konu


hakkında seninle görüşmek istiyorum.”

“Nedir?” Diye sordu Xie Lian.

Ama Feng Xin sabırsızdı. “Bu kez ne var? Seninle artık tartışmayacağımı
çoktan söyledim, daha ne istiyorsun?”

Mu Qing’in cümlesi basitti. “Ben gitmek istiyorum.”

“…”

Her ne kadar o daha ağzını bile açmadan Xie Lian’ın içine kötü bir his
doğmuş olsa da, Mu Qing en sonunda kelimeleri söylediği zaman Xie Lian
yine de nefes almayı bıraktı.

Feng Xin yanlış anladığını düşünüyordu. “Ne? Ne dedin?”

Mu Qing sırtını dikleştirdi, kömür karası gözleri boyun eğmiyordu ve


tutumu sakindi. “Lütfen gitmeme izin ver.”

“Gitmek mi?” Feng Xin haykırdı. “Eğer sen gidersen Ekselansları ne


yapacak? Peki ya kral ve kraliçe?”

Mu Qing birkaç kez ağzını açıp kapattı, ama en sonunda yine de konuştu.
“Özür dilerim. Elimden ancak bu kadarı geliyor.”

“Hayır, hemen şimdi bir açıklama yapacaksın, ne demek ‘elimden ancak bu


kadarı geliyor?’” Feng Xin bastırdı.

Mu Qing. “Kral ve kraliçe Ekselanslarının ailesi, ve benim de kendi annem


var. Onun da bana ihtiyacı var. Başka birisine ve başka birisinin ailesine
bakmam gerektiğini ona söyleyemem, kendi anneme sırtımı dönemem. Bu
nedenle, dilerim Ekselansları beni anlar, artık yanında kalmaya devam
edemem.”

Xie Lian bayılacakmış gibi hissediyordu ve kenardaki bir duvara yaslandı.

Feng Xin soğuk bir sesle sorguladı. “Gerçek sebebin ne? Neden daha önce
hiç bahsetmedin?”

“Bu sebeplerden sadece biri.” Dedi Mu Qing. “Diğerine gelince, bir açmaza
düştüğümüzü hissediyorum, ama nasıl kurtulacağımızı bilmiyoruz,
hepimizin farklı bir fikri var. Açık sözlülüğümü mazur görün ama eğer
böyle devam edersek hiçbir şey düzelmeyecek, milyonlarca yıl geçse bile.
Bu yüzden yollarımız ayrılıyor.”

Feng Xin o kadar sinirliydi ki gülmeye başladı ve başını salladı, Xie Lian’a
döndü. “Ekselansları duydun mu? İlk ne demiştim hatırlıyor musun? Eğer
günün birinde sürülecek olursan, ilk giden o olacak.

Dememiş miydim?”

Mu Qing sözleri nedeniyle biraz sinirlenmiş gibiydi, düz bir şekilde


konuştu. “Beni zorlama lütfen olur mu? Sadece gerçekleri söylüyorum.
Herkesin kendi görüşleri var; hiç kimse kaderinde ölümlü diyarın doğruluk
yolunda ilerlemek için doğmaz, kimse dünyanın merkezinde değildir. Belki
başka birisinin yörüngesinde yaşamak senin hoşuna gidiyor, ama herkes
senin gibi düşünmüyor.”

“Tüm bu gizlenmiş acı cümleler nereden çıktı? Umurumda değil.” Dedi


Feng Xin. “Doğrudan bize sırtını dönüp gidemiyor musun?”

“Yeter!”

Xie Lian’ın konuştuğunu duyunca ikisi de sustu. Xie Lian ellerini alnından
çekti ve Mu Qing’e döndü.

Uzunca bir süre ona baktıktan sonra konuştu.

“İnsanları zorlamayı hiçbir zaman sevmedim.”


Mu Qing dudaklarını sıktı, ama hala dik duruyordu.

“Git.” Dedi Xie Lian.

Mu Qing ona baktı, tek kelime etmedi. Yerlere kadar eğildi ve sahiden
dönüp gitti.

Onun uzaklaşarak geceye karışmasını gözlerini dahi kırpmadan izleyen


Feng Xin, inanamıyormuş gibi konuştu. “Ekselansları, onu böylece
bırakacak mısın sahiden?”

Xie Lian iç çekti. “Başka ne yapabilirim ki? İnsanları zorlamayı


sevmediğimi söyledim.”

“Hayır, ama? Piş herif!” Diye haykırdı Feng Xin. “Onun nesi var? Sahiden
öylece gidiyor mu?! Kaçıyor mu? Sikeyim!”

Xie Lian nehrin kenarına çömeldi, alnını ovalıyordu. “Boş ver. Sonuçta
gönlü artık bizimle değildi, onu tutmanın ne anlamı var? Bağlayıp zorla
kıyafetlerimi mi yıkatacaktım?”

Feng Xin de ne söyleyebileceğini bilmiyordu ve o da yanına çöktü. Bir an


sonra öfkeyle sövdü. “Lanet olsun. Piç zenginlikleri paylaşıyor ama
acılarımızı değil, işler boka sardığı anda kaçıp gitti. Senin yaptığın iyilikleri
hiç mi hatırlamıyor?!”

“Ona unutmasını söyleyen bendim.” Dedi Xie Lian. “Sen de öyle…


bahsetmene bile gerek yok.”

“Ama nasıl unuturum?!” Feng Xin karşı çıktı. “Ne bu şimdi! Ama
endişelenmene gerek yok Ekselansları, ben asla, ama asla seni terk
etmeyeceğim.”

Xie Lian zorla gülümsedi ama hiçbir şey söylemedi. Feng Xin tekrar ayağa
kalktı.

“Kralla kraliçeyi almaya gidelim mi? Ben girip arabayı bulurum, sen sadece
bekle.”
Xie Lian başını salladı. “Teşekkür ederim. Dikkatli ol.”

Feng Xin başını salladı ve uzaklaştı. Xie Lian da ayağa kalktı ve bir süre
nehir kenarında yürüdü, tüm bedeni hafifleşmiş gibi hissediyordu, sanki
yaşanan hiçbir şey gerçek değildi.

Mu Qing’in ayrılışı sahiden onu derinden sarsmıştı.

İlk olarak, daha önce hiç bu kadar yakınındaki birisinin çekip gideceğini
düşünmemişti. İkincisi, Xie Lian her zaman ‘sonsuza dek’lere inanmıştı.
Örneğin arkadaşlarının sonsuza dek kalacağına; asla ihanet etmeyeceğine,
asla kandırmayacağına, asla ayrılmayacağına. Belki ayrı düştükleri
zamanlar olacaktı ama sebep hiçbir zaman ‘hayatın berbat olması’ gibi bir
neden olmayacaktı.

Tıpkı masallardaki gibi, kahraman ve güzel kız mükemmel çiftti, ve asla


ayrılamazlardı, sonsuza dek birbirlerine sadık olacaklardı. Eğer sonsuza dek
sürmezse de bunun nedeni ancak trajik bir ölüm olabilirdi, kahraman et
yemeğini güzel kız ise balığı tercih ettiği için ayrılamazlardı, ya da
kahraman genç kıza müsrifliği için, kız ise kahramana kötü alışkanlıkları
için kızdığından olmamalıydı.

Tek bir adımla, sac ayaklarından birisini yitirmişti, milyonlarca kilometre


katettikten sonra hala ölümlü diyarda olduğunu keşfetmek hiçte iyi bir his
değildi.

Bir süre rasgele yürükten sonra aniden başının üzerinde parlayan


milyonlarca altın ışık belirdi. Ancak o zaman Xie Lian kendine geldi.
Yakından baktığı zaman, bu ışıkların aslında fenerler olduğunu keşfetti;
suyun üzerinde birbiri ardına fenerler beliriyor, nehrin üzerinde
sürükleniyorlardı. Birkaç çocuk da vardı, nehrin kenarında kahkahalar
atarak oynuyorlardı.

Xie Lian hatırladı. “Ah, bugün ZhongYuan.”

*ÇN: Hayalet Festivali, ay takviminde yedinci ayın ortasında kutlanır.


Geçmişte Hayalet Festivali için her zaman Kutsal Kraliyet Köşkünde büyük
şölenler düzenlenirdi; o günü iple çeker ve asla unutmazdı. Şimdi ise aklına
bile gelmemişti. Başını iki yana salladı ve yoluna devam etti.

Tam bu sırada yoldan bir ses yükseldi. “Çocuklar, çocuklar, almak ister
misiniz?”

Ses oldukça yaşlı ve kabaydı, kötülüğün ürpertici havasından bir izle


sarılmıştı. Xie Lian içgüdüsel olarak bir yanlışlık olduğunu biliyordu ve o
tarafa baktı, biraz önceki iki çocuğun ellerinde fenerlerle yol kenarına
geldiğini gördü, hem meraklı hem korkmuş görünüyorlardı.

Karanlığın içinde, önlerinde bir adam oturmaktaydı. Siyah cübbelere


bürünmüş bir erişkin gibiydi, karanlık geceye karışırken dağınık ve pisti.
Elinde bir fener vardı ve gölgelerin içinden çocukları çağırıyordu.

“Benim fenerlerim sizin kolunuzdaki sıradan fenerlerden çok farklı. Bunlar


birer hazine; eğer bir dilek tutarsanız, gerçekleşeceğini garanti ederim.”

İki küçük çocuk şüpheliydi. “S-sahi mi?”

Adam konuştu. “Elbette. Bakın.”

Elindeki fener yanmıyordu, ama aniden, bir anda, anlaşılmaz bir kırmızı
ışıkla yandı. Yanında yerde on tane daha fener durmaktaydı, ve onlar da
ürkünç bir yeşil ışıkla tutuşmuşlardı, son derece tuhaftı.

İki küçük çocuk ise mest olmuştu, ama Xie Lian tam olarak neyle yüz yüze
olduğunu biliyordu. Birer hazine mi? Bunlar açıkça ölülerin öz ışıklarıydı!

Böylesine tuhaf bir ışık yayıyor olduklarına göre içlerinde mühürlenmiş


küçük hayalet ruhları olmalıydı. Yaşlı adama gelince, kim bilir nerede
yakaladığı şanssız gezgin ruhları avlayan ve onları fenerlere hapseden zayıf
pislik bir efsuncu olmalıydı. İki çocuk ise bunu bilmiyorlardı ve neşeyle el
çırptılar, fener almak istiyorlardı.

Xie Lian hızla oraya gitti. “Almayın. Size yalan söylüyor.”

Yaşlı adam ters ters baktı. “Seni küçük piç, ne dedin sen?!”
Xie Lian onu doğrudan ifşa etti. “Fener hazine falan değil, şeytani birer alet.
İçinde hapsolmuş

hayaletler var, eğer onları oynamak için eve götürürseniz size musallat
olurlar.”

Çocuklar hayaletlerden bahsedildiğini duyunca daha fazla oyalanmaya


cesaret edemediler ve kaçarken ‘vaaaa’ diye ağlamaya başladılar.

Adam ayağa kalktı ve öfkeyle bağırdı. “İŞİMİ BOZMAYA NASIL CÜRET


EDERSİN??”

Xie Lian mantıklı konuştu. “Nasıl burada böyle bir iş yapabilirsin? Saf
çocuklar bir yana, erişkinler bile senin fenerlerini alsalar korkunç bir
talihsizlikle karşılaşırlar, hatta belki öfkeli hayaletlerle uğraşmak zorunda
kalırlar. Ki bu da çok yanlış olmaz mı? Böyle şeyler satman gerekiyorsa
bile, satmak için bu işler için olan bir yere gitmen gerek.”

Adam azarladı. “Sanki çok kolay da. Böyle şeyleri satmak için olan bir yeri
nereden bulacağım? Herkes rasgele bir yer seçip dükkanını kurar!”

Çirkin, kötü yapılmış fenerlerini aldı, gitmek için hazırlanırken oflayıp


pufluyordu.

Xie Lian aceleyle seslendi. “Bekle!”

“Ne? Ne istiyorsun?” dedi adam sertçe. “Alacak mısın yoksa?”

“Asla.” Dedi Xie Lian. “Sahiden başka bir yerde satmaya devam etmeyi
planlıyorsun? Fenerdeki hayaletleri nereden buldun?”

“Savaş meydanında yakaladım. Her yerdeler.” Diye cevapladı yaşlı adam.

O zaman onlar, ölen askerlerin ruhları olmuyorlar mıydı?

Bunu duyunca artık Xie Lian’ın müdahale etmemesi imkansız olmuştu ve


ciddiyetle bildirdi. “Satmayı bırak. Bugün Hayalet Festivali var! Eğer bu
mesele yüzünden bir sorun çıkarsa artık hiçte komik olmaz. Ayrıca, onlar
savaşçıların kahraman ruhları, onları nasıl satabiliyorsun?”
“Her insan öldüğünde ruh parçası olur, kahramanmış değilmiş kimin
umurunda?” Dedi adam.

“Elbette benim kendi yaşlı kemiklerim daha değerli olacak. Hepimiz bir
şekilde geçinmek zorundayız, eğer satmama izin vermezsen ben ne
yapacağım? Evsiz mi kalayım? Madem bu meseleyle o kadar
ilgileniyorsun, neden biraz para harcamıyorsun, ha?”

“Sen…” Diye başladı, ama en sonunda, Xie Lian yenilgiyi kabul etti.
“Pekala. Alıyorum.”

Ardından ceplerini karıştırdı ve her köşeyi iyice aradı, sadece birkaç sikke
bulabilmişti. “Bu kadarı yeter mi?”

Yaşlı adam bir bakış attı ve haykırdı. “Elbette yetmez! Bu kadarcık para
nasıl yetsin?!”

Xie Lian ne kadar miktarda paranın fener almak için uygun miktara
ulaştığını hiç bilmiyordu ve eskiden bir şeyi satın alırken asla etiketine
bakmazdı. Ama, böyle üzücü şartlar altında öğretilmesine gerek kalmadan
pazarlık yapmayı öğrenmişti.

“Fenerlerin güzel değiller ayrıca da uğursuzluk getiriyorlar. Ucuza satman


bence mantıklı olur.”

“Zaten bu kadar ucuzlar, daha da indirim mi istiyorsun?” Diye tartıştı adam.


“Hayatımda senin kadar fakir hiç kimseyi tanımadım, utanç verici!”

Xie Lian onun sözleriyle cildinin altından utancın tırmanmaya başladığını


hissedebiliyordu. “Ben bir Veliaht Prensim, doğru söylüyorum. Hayatımda
daha önce hiç kimse bana fakir demedi.”

Ama daha kelimeler dudaklarından dökülürken pişman olmaya başlamıştı.


Yine de, yaşlı adam sözlerini hiç ciddiye almamış ve kahkaha atmıştı. “Eğer
sen Veliaht Prens’sen, ben de İmparator’um!”

Xie Lian biraz rahatladı, ama aynı zamanda da tuhaf hissetmişti. Yine de
olan olmuştu. Düz bir şekilde konuştu. “Satacak mısın? Sahip olduğum tüm
para bu.”

Bir süre daha çekiştikten sonra ikisi en sonunda takası tamamladılar. Xie
Lian acınası derecede az olan parasını kullanarak on kadar hayaletli fener
satın almış ve onları nehrin kenarına getirmişti. Adam ise parayı aldığı anda
kaybolmuştu. Xie Lian da kıyıya oturmuş ve fenerlerin üzerindeki her bir
kırmızı düğümü çözmeye başlamıştı, içeriye büyüyle kapatılmış her küçük
ruhu serbest bırakıyor ve onlara bu küçük hizmette bulunuyordu.

Unutulmuş küçük hayalet alevlerinin ışıltıları fenerlerden süzüldü. Bu


ruhların hepsi yakın zamanda ölmüştü; bulanık ve odaksızlardı, kendilerine
ait düşünceleri yoktu, çok zayıf ve kırılgan oldukları için de adam onları bu
kadar kolay yakalayabilmişti. Buruşuk fenerlerden serbest kaldıkları zaman
ise, hepsi Xie Lian’ın etrafını sardılar, etrafında dönüyor, bazen geçerken
sürtünüyorlardı.

Xie Lian ayağa kalktı ve sakince cesaretlendirdi. “Devam edin. Gidin.”

Eliyle nazikçe itmesiyle, ruhlar daha da yükselerek ufka doğru süzüldüler


ve yavaşça kayboldular.

Ruhların geri dönmesi de tam olarak bu oluyordu işte.

Xie Lian uzunca bir süre boyunca yıldızlarla bezenmiş gökyüzünü izledi ta
ki aniden küçük bir ses duyana dek.

“Ekselansları…” Diye sesleniyordu.

Xie Lian şaşırmıştı ve hemen sesin geldiği yöne döndü. Ancak o zaman
geride kalan küçük bir hayalet alevi fark etti, henüz ne cennete doğru
yönelmiş ne de parçalanmıştı.

Görünüşe göre bu küçük ruh diğer hayaletlerden daha güçlüydü. Sadece


kendi bilincine sahip olmakla kalmıyor, aynı zamanda da konuşabiliyordu.
Tetikte bir halde ona doğru yaklaştı. “Sen biraz önce bana ne dedin? Beni…
tanıyor musun?”
Fark edilince, küçük hayalet alevlerinden top hareketlenmiş gibiydi, bir
aşağı bir yukarı zıplıyordu.

Sesinden yola çıkarak, genç bir adama ait olmalıydı. “Elbette sizi
tanıyorum!”

Xie Lian çamurla kaplanmış olduğunu hatırladı, uygunsuz ve berbat


görünüyordu, kendisini daha da tuhaf hissetti. Bir yumruğunu sıktı ve
dudaklarına götürdü, sahiden kim olduğunu ifşa etmek istemiyordu. Ona
yanıldığını söyleyebilirdi belki? Bir an sonra yüz ifadesini toparladı.

“Sen neden geride kaldın? Hepinizi göndermemiş miydim? Bir yanlışlık mı


yaptım yoksa?”

Yoksa onlara yardım ettiği halde neden geride kalacaktı ki?

İsimsiz hayalet onun önünde uçuştu, çok yaklaşmadı ve cevap verdi.


“Hayır. Yaptığın her şey doğruydu. Gitmemeyi ben seçtim, hepsi bu.”

Xie Lian düşüncelere daldı. “Yerine getirilmemiş bir dileğin veya bir bağın
mı var?”

“Evet.” İsimsiz hayalet cevapladı.

“Öyleyse, neden bana söylemiyorsun? Sorun ne?” Diye sordu Xie Lian.
“Eğer zor bir şey değilse, yerine getirmek için elimden geleni yaparım.”

İsimsiz hayaletin arkasında, gecede uçuşan üç bin tane fener vardı. “Hala bu
dünyada olan bir sevdiğim var.”

Kısa bir sessizliğin ardından Xie Lian konuştu. “Anlıyorum. Eşin mi?”

“Hayır Ekselansları. Biz hiç evlenmedik.”

“Ah.”

İsimsiz hayalet devam etti. “Hatta, beni hatırlamıyor bile olabilir. Gerçek
anlamda hiç konuşmadık.”
Hiç konuşmadık mı?, diye düşündü Xie Lian, Eğer öyleyse bu kişi nasıl seni
bu dünyaya bağlayan

‘sevdiğin’ olabiliyor? Kim bilir ne kadar güzel birisi.

Bir süre düşündükten sonra konuştu. “Öyleyse, dileğin nedir?”

İsimsiz hayalet cevapladı. “Onu korumak istiyorum.”

Normalde hayaletlerin dileği ‘ona sevdiğimi söylemek istiyorum’, ‘biraz


sevişmek istiyorum’, veya daha korkuncu ‘onun da benimle gelmesini
istiyorum’ gibi şeyler olurdu. ‘Korumak’ isteği oldukça ilginçti ve Xie Lian
gözlerini kırpıştırdı. “Ama artık bu dünyaya ait değilsin.”

İsimsiz hayalet cevapladı. “Ne olmuş?”

“Eğer zorla burada kalmaya çalışırsan asla huzur bulamazsın.” Dedi Xie
Lian.

İsimsiz hayalet umursamıyor gibiydi. “Umarım asla huzur bulmam.”

Avare bir ruh parçası bu kadar inatçıydı işte. Normalde, bu kadar dirençli
bir ruh onda dokuz ihtimalle son derece tehlikeli olurdu. Ancak bir nedenle
Xie Lian ondan gelen hiçbir öldürme isteği hissedemiyordu, bu yüzden de
endişeli değildi.

Devam etti. “Eğer bu sevdiğin kişi onun yüzünden huzur bulamadığını


bilseydi, vicdan azabı çekip üzülürdü muhtemelen.”

İsimsiz hayalet bir süre tereddüt ettikten sonra cevapladı. “Öyleyse,


kaldığımı öğrenmesine izin vermeyeceğim.”

“Çok şey gördüm, eninde sonunda öğrenecektir.” Dedi Xie Lian.

İsimsiz hayalet. “Öyleyse, onu koruduğumu da fark etmesine izin


vermeyeceğim.” Dedi.

Bu noktaya kadar dinledikten sonra, Xie Lian etkilenmekten kendini


alamamıştı. Bu adamın ‘aşkının’
sırf laftan ibaret olmadığını hissediyordu.

Fenerlerin içindeki yaşlı adamın yakaladığı tüm ruhlar, savaş meydanından


toplanmış avare ruhlardı, demek ki şu anda önündeki kişi de genç bir
savaşçıydı.

Yavaşça konuştu. “Bu savaş seni sevdiğin kişiden ayırdı… Özür dilerim.
Kazanamadım.”

Ancak isimsiz hayalet tekrar konuştu. “Senin için ölmek, benim için en
büyük onurdur.”

Xie Lian donakaldı.

‘Veliaht Prens için savaşta ölmek, bir Xian Le askerinin en büyük onurudur’
Xian Le’nin generalleri tarafından askerlere öğretilen bir sözdü. Bu sloganı
savaşma isteğini körüklemek için kullanırlardı, ölecek olsalar bile, iyi bir
amaç için ölçeklerini ve ölümsüzlerin diyarına taşınacaklarını iddia etmek
için. Elbette yalandı. Ancak bu genç adam ölmüştü ve ruhu ölümlü diyarda
dolaşıyordu, ama yine de içten bir şekilde bu sözlere inanmaktaydı. Ve
öylesine bir ciddiyet ve içtenlikle konuşmuştu ki…

Aniden Xie Lian gözlerinin yandığını hissetti, görüş alanı bulanıklaşıyordu.

Cevap verdi. “Özür dilerim. Beni unut.”

İsimsiz hayaletin alevleri daha da parladı. “Unutmayacağım. Ekselansları,


sonsuza dek senin en sadık inananım.”

Xie Lian hıçkırıklarını güçlükle bastırdı. “…Tüm inanlarımı çoktan


kaybettim. Bana inanmak sana hiçbir şey kazandırmayacaktır, hatta felaket
bile getirebiliyor. Biliyor musun? Dostum bile beni terk etti.”

İsimsiz hayalet konuştu, yemin eder gibiydi. “Ben terk etmeyeceğim.”

“Edeceksin.” Dedi Xie Lian.

Hayalet ısrar etti. “Bana inan Ekselansları.”


“İnanmıyorum.” Dedi Xie Lian.

Artık hiç kimseye inanmıyordu, artık kendisine de inanmıyordu.

Çevirmen: Nynaeve

Not: Aslında ‘isimsiz’ hayaletin söylediği şey: senin için savaşta ölmek,
benim için en büyük onurdur.

Ama böyle çevirmek daha çok hoşuma gitti.

Bölüm 182: Kahraman Bir Sikkeye Yeniliyor

Bütün şehir sıkı bir arama için kapatılmadan önce, Xie Lian ve ekibi bütün
bir gece yol giderek başka bir şehre vardılar.

Yine de kral ve kraliçeyi izbe bir yere yerleştirdikten sonra Feng Xin ile
birlikte para bulmaya gittiler.

Ancak yeni bir şehre gelmek, para kazanmayı mucizevi bir şekilde daha
kolay bir hale getirmiyordu.

İkisi bütün bir gün boyunca çalıştıkları halde, her zamanki gibi sadece cüzi
bir miktar kazanabilmişlerdi, ama asla ayrılmayan üçlüden aniden bir kişi
eksildiği için, ikisi de alışmakta büyük güçlük çekiyorlardı. Örneğin
eskiden para kesesinden hep Mu Qing sorumlu olmuştu, her daim hesabı o
tutardı. Şimdi Mu Qing gitmişti ve Feng Xin doğrudan para keselerini
kazara kaybedebileceğini söylemişti, bu nedenle Xie Lian’ın paraya sahip
çıkmaktan başka yapabileceği bir şey kalmamıştı.

Ayrıca da, eskiden dilencilere verdiği para bile bundan daha fazlaydı.

Mu Qing’in gidişiyle, kral ve kraliçeye yemek getiren kişi de gitmişti, bu


nedenle Xie Lian’ın Feng Xin’i de alarak kral ve kraliçenin gizli yerine
günlük ihtiyaçlarını bizzat taşımaktan başka şansı kalmamıştı.
Kraliçe ise oğlunu bu kadar sık görebildiği için çok mutluydu ve mutlu
olduğu zaman mutfağa girerdi.

O gün, Xie Lian ve Feng Xin için bir kez daha yeni pişmiş bir çorba
yaparak onları masaya sürüklemişti.

“İkinizin de şişmanlaması gerek, çok zayıfladınız.”

Feng Xin soğuk terlerle kaplanmıştı ve poposu sandalyeye değdiği anda


ellerini sallamaya başladı.

“Hayır, hayır Majesteleri, Feng Xin buna cüret edemez, yapmamalıyım!”

Kraliçe memnuniyetle şakıdı. “Yavrum, korkulacak ne var? Gel, hadi


oturun.”

Feng Xin ona gerçeği söylemeye nasıl cüret edebilirdi? Sahiden edemezdi
ve onları zorla oturttuktan sonra, kraliçe çalışmasının meyvesini önlerine
sundu. Feng Xin kesik bir nefes aldı ve tencerenin kapağını kaldırdı. Xie
Lian masanın başına oturmuştu ve tencerenin içindekileri görünce ikisinin
de yüzü soldu.

Xie Lian bıyık altından konuştu. “Bu tavuk… korkunç bir şekilde can
vermiş.”

“…” Feng Xin’in dudakları titredi. “Ekselansları, yanlış gördün sanırım. Bu


tencerede tavuk yok.”

“??? O zaman ölü tavuk gibi yüzen şey ne?” Diye sordu Xie Lian.

“Bence o erişte… ama şekli bir tuhaf?” Diye cevapladı Feng Xin.

İkisi uzunca bir süre tencereyi incelediler ama yine de anlamamışlardı.


Kraliçe Xie Lian’ın önüne koca bir kase koyunca, Feng Xin hızla kendi
yemeğini koymak için hareketlendi. Kraliçe odaya, kralın yanına gidince ise
hemen kaselerini boşalttılar ve dudaklarını siler gibi yaptılar, sanki tek
yudumda bitirmiş ve tadı damaklarında kalmış gibi davranıyorlardı.

“Doydum, çok doydum.”


Bunu görünce kraliçe mest olmuştu. “Güzel miydi?”

Xie Lian boş bir şekilde övdü. “Harikaydı, harika!”

Kraliçe memnuniyetle konuştu. “Öyleyse hadi biraz daha yiyin!”

Xie Lian asla-var-olmaması-gereken-çorba’dan neredeyse bir kaşık kadar


tükürdü ve mendilini kaldırarak dudağını siliyormuş gibi yaptı.

Tam bu sırada kraliçe tereddütle konuşmaya başladı. “Oğlum, bir sorum


var, lütfen anneni mazur gör.”

Xie Lian katılaştı ve mendilini indirdi. “Nedir? Lütfen sor.”

Kraliçe yanına oturdu ve sordu. “Mu Qing nerede? Neden günlerdir hiç
gelmedi?”

Biliyordu.

Mu Qing’den bahsedilince Xie Lian’ın kalbi daha da sıkışmıştı. “Ah, ona


bir görev verdim, bu yüzden başka bir yere gitti.”

Kraliçe rahat bir nefes vermiş gibiydi ve başını salladı. Hemen ardından
tekrar sordu. “Ne zaman gelecek?”

“Belki, uzun bir zaman gelmeyebilir… yakın zamanda dönemeyeceği


kesin.” Dedi Xie Lian.

Bunu duyunca kraliçe sıkıntıya düşmüş gibiydi ve Xie Lian fark etti. “Bir
sorun mu var?”

Kraliçe hemen cevapladı. “Ah, yok yok.”

Feng Xin daha dikkatliydi ve aniden konuşmaya dahil oldu. “Majesteleri,


elinize ne oldu?”

Eline mi?

Xie Lian başını eğdi ve donakaldı.


Annesinin narin, güzelce korunmuş zengin elleri şu anda korkunç
görünüyordu. Eklem yerleri aşınmış

ve soyuluyordu, hatta kandan izler vardı. Xie Lian hızla ayağa kalkarak
ellerini tuttu. “Neler oluyor?”

Kraliçe açıkladı. “Yok bir şey. Sadece biraz kıyafet ve battaniye yıkadım,
ama pek başarılı olamadım.”

Xie Lian haykırdı. “Neden kendin yıkıyorsun? Keşke…”

Ama sözlerini tamamlayamadan kekeleyerek sustu. Keşke, ne? Saray


görevlilerine mi söyleseydi? Mu Qing’den mi isteseydi? Şu anda bunların
hepsi imkansızdı.

Kaçış yollarında, bir hizmetkar gibi davranarak onların gündelik


ihtiyaçlarını gideren Mu Qing olmuştu; Xie Lian, kral ve kraliçe de dahil.
Onun gitmesiyle aniden bu tür işleri yapacak hiç kimse kalmamıştı.

Yemek yapacak kimse yoktu, kıyafet yıkayacak kimse yoktu, battaniyelerle


ilgilenecek kimse yoktu.

Eskinin basit günleri bir anda zor bir hal almaya başlamıştı. Xie Lian’ın
kendisi bunları yaşamayı sorun etmiyordu, sonuçta endişelenmesi gereken
çok fazla şey vardı. Ama hayatı boyunca rahat ve lüks içinde yaşamış
annesi, nasıl böyle zor bir işi yapabilirdi? Ama eğer kraliçenin kendisi
yapmazsa, kim yapacaktı?

Sessizliğin ardından Xie Lian tekrar konuştu. “Sen bununla uğraşma.


Çamaşır yıkama işini ben hallederim.”

Kraliçe gülümsedi. “Gerek yok. Ben kendi başımın çaresine bakarım. Daha
önce ne çamaşır yıkamıştım ne de yemek yapmıştım, ama artık her gün bir
sürü boş vaktim olduğu için kendi işimi kendim görmek eğlenceli gelmeye
başladı. Özellikle de her ikiniz de yemeği beğendiğiniz için çok
mutluyum.”
O tencere yemeği annesinin elleriyle yapılmıştı. Xie Lian ve Feng Xin
bakıştılar, dehşete düşmüşlerdi.

Tam bu sırada kraliçe ekledi. “Ah sahi, bir şey daha var. Yarın biraz ilaç
getirmeniz mümkün mü acaba?”

Xie Lian’ın gözleri belli belirsiz açıldı. “İlaç mı? Ne türden bir ilaç?”

Kraliçe kararsızdı. “Of, ben de emin değilim. Şifacıya gidip sorgulasanız iyi
olabilir, ne türden bir ilaç acaba kan öksürmeye iyi geliyor?”

“Kanlı öksürük mü?!” Xie Lian şok olmuştu. “Kim kan öksürüyor? Sen mi?
Babam mı? Neden daha önce söylemedin?”

Sesi yükseldiği anda kraliçe onu susturdu. “Sessiz ol!”

Ancak çok geçti, kulübenin arkasından öfkeli bir ses yükseldi. “SANA
GEREKLİ GEREKSİZ KONUŞMA DEMİŞTİM!”

Bu kraldı. Onun çoktan duyduğunu öğrenince kraliçe de artık sessizliği


önemsemeyerek odaya doğru seslendi. “Ama böyle devam edemezsin!”

Xie Lian doğrudan odaya doğru gitti ve kralın bir yığın kaba battaniyenin
arasında yatıyor olduğunu gördü. Uzun zamandır ona dikkatli bakmamıştı,
ama şimdi kralın hasta olduğunu, yanaklarının çöktüğünü fark ediyordu,
kasvetli odada olduğundan daha bile hasta görünüyordu. Bir krala hiç
benzemiyordu; kül yüzlü yaşlı bir adamdı sadece.

Uzun zamandır hasta olduğunu bilmesi için Xie Lian’ın onu muayene
etmesine gerek yoktu, ve üstelik hafif bir hastalıkta değildi. Hatta tüm oda
hastalığın boğucu, küflü kokusuyla kaplanmıştı. Kraliçenin semptomları
için ‘kanlı öksürük’ dediğini hatırlayınca, bir anlık hüzünle sesi yükseldi.
“BURADA NELER

OLUYOR??”

Kral yüzünü katılaştırdı. “Sesine hakim ol.”

Kraliçe ve Feng Xin de odaya girdiler.


Xie Lian azarladı. “Sesim kimin umurunda. Eğer hastaysan, neden daha
önce bir şey söylemedin?”

Kral sinirlenmişti. “Sen krala ders mi veriyorsun? Bu kralın ne söyleyip ne


söylemeyeceği seni ilgilendirmez!”

Onu güçlü davranmaya çalıştığını görünce Xie Lian kulaklarına


inanamıyormuş gibiydi. “İnanılmaz!

Böyle bir zamanda unvanının ağırlığını mı kullanmaya çalışıyorsun?”

Kral köpürüyordu. “ÇIK DIŞARI! ÇIK HEMEN DIŞARI!”

Kraliçe ve Feng Xin hemen Xie Lian’ı dışarıya sürüklediler. “Oğlum! Böyle
yapma. O senin baban ve hasta. Alttan al.”

Kaçışları ve bu hastalık, kara buz eklemek gibiydi. Xie Lian yüzünü ellerine
gömdü. “Anne! Neden daha önceden bir şey söylemedin? Eğer söyleseydin
hastalığı kan tüküreceği kadar ilerlemezdi! Tedavisi ne kadar zor biliyor
musun?”

Ya da, işin doğrusu, şu anki durumlarında ne kadar imkansız olduğunu!

Kraliçe hem korkmuş hem incinmişti. “Bu… Bu kadar kötüleşeceğini biz


de bilmiyorduk.”

Feng Xin ekledi. “Evet. Ayrıca, bütün yol boyunca Yong An tarafından
kovalandık, durmaya hiç fırsatımız olmadı.”

Xie Lian ellerini yüzünden çekti. “Onu hemen doktor bulmak için şehre
götürüyorum.”

“GEREK YOK!” Kral diğer odadan bağırdı.

Xie Lian arkasına baktı ve tam ona ‘artık kararları ben veriyorum’ diye
bağıracaktı ki, Feng Xin ilk cevap veren oldu. “Ekselansları, eğer
Majestelerini şehre doktor bulmak için götürürsek yakalanırız.”

Bunu duyunca Xie Lian hemen dondu.


Kraliçe de ekledi. “Korktuğumuz da buydu, bu yüzden de daha erken bir
şey söyleyemedik. Oğlum, neden önce… ilaç getirmenin bir yolunu
bulmuyorsun?”

Odalarında, kral tekrar öksürmeye başlamıştı ve kraliçe hızla onunla


ilgilenmek için gitti. Xie Lian uzunca bir süre hareket edemedi, ardından ise
dönüp gitti.

Feng Xin arkasından seslendi. “Ekselansları! Ne yapacaksın?”

Xie Lian cevap vermedi, ama kulübedeki her çekmeceyi, her sandığı
karıştırmaya başladı.

Feng Xin sordu. “Ne arıyorsun?”

Cevap vermedi ama kısa bir süre sonra sandığın dibinden bir şey çıkarttı.
Kutsal bir kılıç.

Feng Xin görünce sorgulamaya başladı. “HongJing’le ne yapmayı


planlıyorsun?”

Kısa bir sessizliğin ardından Xie Lian cevapladı. “Satacağım.”

Feng Xin şok olmuştu ve hemen haykırdı. “YAPAMAZSIN!”

Xie Lian sandığı sertçe kapattı. “Çoktan bir sürü kılıç sattım, bu sadece bir
tane daha.”

Yolculuk boyunca araba ve kontrol noktalarından geçerken rüşvet için


yeterince para bulmak adına, Xie Lian çok sevdiği kutsal kılıç
koleksiyonunun neredeyse hepsini satmıştı. Ve büyük, kaliteli dükkanlara
giremedikleri için, bazen karanlık tüccarlar tarafından şantaja maruz kalarak
ederlerinin çok altında bile satmışlardı.

Feng Xin haykırdı. “Aynı şey değil! Bu kılıcı çok seviyorsun. Yoksa neden
çoktan satmak yerine sandığın en dibine koyasın ki? Ayrıca, bu kılıcı sana
İmparator hediye etti, satarsan hiç iyi olmaz!”
Xie Lian yorgunlukla konuştu. “Kılıca olan sevgim, bir yaşam kadar önemli
değil. Gidelim hadi.”

Kılıçla birlikte şehre vardılar, her ikisi de üzgün görünüyordu. Rehin


dükkanına geldikleri zaman Xie Lian duraksadı ve elindeki HongJing’e
baktı.

Feng Xin ona bir bakış attı. “Neden satma işini unutmuyoruz? Önce… önce
başka bir yol düşünsek?”

Xie Lian başını iki yana salladı. “Çok geç. Ayrıca yeterince para
kazanmamızı sağlayacak başka bir yol bilmiyoruz.”

Çalmak, gasp etmek, kandırmak istelerdi, hiçbir ölümlü onlarla boy


ölçüşemezdi ve çok daha hızlı para kazanırlardı. Ancak tam olarak bu
sebeple doğru yolda kalmak ve ölümlülerin etik kurallarına uymak
zorundaydılar, dürüst bir şekilde para kazanmalıydılar, bu yüzden bu kadar
zordu.

Kararını veren Xie Lian tekrar konuştu. “Satmak zorundayız. Satınca gidip
ilaç alalım.”

Bunları söylediği halde yerinden kımıldamamıştı.

Feng Xin onun tereddüt ettiğini biliyordu, bu Xie Lian’ın sahip olduğu son
kutsal kılıçtı. Bu yüzden konuştu. “Biraz daha dolaşalım.”

Tam bu sırada, sokağın diğer ucundan bir feryat koptu, bağırışlar ve


haykırışlar yükseldi ve birisi çığlık atıyordu.

“KİM SORUN ÇIKARTIYOR??”

“BU NE CÜRET!”

“YAKALA! YAKALA!”

İkisi de irkilmişlerdi ve Xie Lian tetikte bir şekilde yana çekildi. “Kim?!”
Feng Xin de gerilmişti ve kontrol etmek için gitti, emin olduktan sonra geri
dönmüştü. “Hiç! Merak etme! Bizimle alakalı değildi. Bizi arıyorlarsa bile
Yong An askerleri değillerdi.”

Xie Lian ancak o zaman rahatlayabildi. “Neler oluyor?”

“Bilmiyorum.” Dedi Feng Xin. “Görünüşe göre delirmiş birkaç hizmetçi


kavga ediyor, gidip bakmak ister misin?”

“Hadi gidelim.” Dedi Xie Lian. “Umarım haydudun teki değildir.”

İkisi izlemek için araya karıştılar. Meydanın ortasında birkaç adamın kavga
ettiğini ve çevredekilerin de onları kışkırttığını gördüler.

Feng Xin gösteriyi keyifle izlemekte olan bir adamın sırtına vurdu.
“Dostum, neler oluyor burada?”

Adam kıkırdadı. “Bilmiyor musun? Çok heyecanlı! Hizmetçi efendisini


dövüyor!”

Ne olaydı ama! Xie Lian’ın nutku tutulmuştu. “Nasıl olur? Ve neden bu iyi
bir şey?”

“Elbette iyi bir şey!” Dedi adam. “Bu efendi sahiden beş para etmez bir
herif! Hizmetçisi çocukluğundan beri onun yanındaydı, inanılmaz sadıktı,
ama o! O sadece faydalanmayı bilirdi, yeterince para bile vermiyordu ve
kanının son damlasına kadar ondan faydalandı. Hizmetçi de artık daha fazla
dayamadı, anlıyorsun değil mi, anlıyorsun! Dövüşüyorlar!”

Sahiden de gerçekten saldıran kişi yumruk atarken bir yandan küfrediyordu,


‘o kadar uzun zamandır yanındayım ki!’, ‘Bana ne verdiğine neden dönüp
bakmıyorsun??’, ‘Ailem o kadar fakir ki yiyecek tek lokmaları yok, ama
sen yine de kurumlu kurumlu geziyorsun!’, ‘Bugünden itibaren, artık senin
köpeğin değilim!’ gibi şeyler bağırıyordu. Dayak yiyen efendi ise başını
kollarının arasına almış, kalabalığın tezahüratları arasında çığlıklar atıyordu
ama tüm bu sesler Xie Lian’ın sendelemesine yol açıyordu, nedense
ürpermişti ve düşünmeden Feng Xin’in yüzüne bir bakış attı.
Feng Xin ise onun bu tuhaf davranışını hiç fark etmemişti ve bahsedilen
tüm bu suçlamaları duyunca, düşünmeden yorum yapmıştı. “Anlıyorum,
efendisi sahiden boş herifin teki, hizmetçisinin isyan etmesine şaşmamalı.”

Hiçbir şey kastetmemişti ama Xie Lian’ın kalbi sıkıştı ve HongJing’i daha
da sıkı tuttu.

Tüm bunların ardından, HongJing satılmış ve en sonunda ellerine biraz para


geçmişti. Hemen doktor olup olmadığını sorgulamış ve yanlarında on farklı
ilaçlarla geri dönüş yoluna geçmişlerdi.

Kanlı öksürme semptomuna iyi gelen ilaçlar pahalıydı ve çok kaliteli


olmaları gerekiyordu. Sadece bir iki paket ilaçla birkaç güne iyileşme gibi
bir durum söz konusu değildi ve iyileştikten sonra da kişinin dikkatli bir
şekilde gözlenmesi gerekiyordu. O akşam Feng Xin birkaç deste ilacı
çıkardı ve kulübenin dışında pişirmeye başladı, yırtık bir yelpazeyle alevleri
körüklüyordu. Xie Lian’a gelince, bir kez daha evdeki tüm rafları ve
sandıkları karıştırmıştı. Bir süre sonra en sonunda yumuşak, ışıldayan bir
altın kemer buldu.

Normalde Xie Lian’ın bir sürü altın kemeri vardı, ama onlar da kutsal
kılıçlarla aynı sonu paylaşmış, satılmışlardı. Artık elinde sadece bu kalmıştı
ve Xie Lian’ın esas planı onu bir hatıra olarak saklamaktı.

Ama şimdi, başka bir sebeple kullanmaya karar vermişti.

Tesadüfen Feng Xin başını kaldırarak ona baktı. “Ekselansları, kemer neden
elinde? Onu da satmayı düşünmüyorsun değil mi?”

Ancak Xie Lian’ın yanına gelerek kemeri ona uzattı

Bunu görünce Feng Xin’in gözleri yerinden fırladı, çok şaşkındı. “…Ne
diye bana veriyorsun???

Ekselansları, biraz önce sandığı kapatırken beynini de kapatmadın değil


mi???”
“…” Ancak o zaman Xie Lian’ın aklına Üst Cennette altın kemerin özel bir
anlamı olduğu geldi, ve yüzü karardı. “Çok fazla düşünüyorsun, öyle bir
şey kastetmiyorum. Al sadece, bir parça altın işte!”

Ardından ona itti. Feng Xin boynunun etrafındaki altın kemere ters ters
baktı. “Hayır. Yine de bana neden durup dururken altın verdiğini söylemen
gerek?”

“Bunca zamandır sana biriken borçlarımın bir parçası olarak görebilirsin.”


Dedi Xie Lian.

Feng Xin’in kafası karışmıştı. “Hayır, ama. Nereden çıktı şimdi? Neden
böyle bir zamanda bana ödeme yapıyorsun? Bunu gidip rehin verip ve
Majestelerine ilaç alabilirsin. Ya da tuta da bilirsin. Sende kalsın. Bu sadece
cennet mensuplarının sahip olabileceği bir şey.”

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 183: Kahraman Bir Sikkeye Yeniliyor

Onun ilaçtan bahsettiğini duyunca Xie Lian başını çevirdi ve kral ile
kraliçenin dinlenmekte olduğu kulübenin içine baktı.

Bir an sonra konuştu. “İlaç almak için başka bir yol bulabilirim, al gitsin.”

Xie Lian vermeye kararlıydı ve Feng Xin bunun nedenini anlayamıyordum.


Hem şaşkındı hem de komik bulmuştu. Omuz silkti, eski püskü
hasırotundan yapılma yaprak yelpazeyi aldı ve alevleri yelleyerek ilacı
pişirmeye devam etti. “Tamam, senin için sahip çıkarım. Geri istediğin
zaman, sadece bana söylemen yeterli.”

Xie Lian başını iki yana salladı. “Geri istemeyeceğim, onunla ne istiyorsan
yapabilirsin.”

HongJing’i sattıktan sonra, cepleri biraz daha dolmuştu ve en sonunda


birkaç kez iyi bir yemek yemeyi başarmışlardı. Kraliçenin bu konudaki
yeteneği dehşet içerikli olduğu için, Xie Lian nazik bir şekilde ondan
babasıyla ilgilenmesini ve asla mutfağa girmemesini istemişti, kendisi ise
işi devralarak yemek yapmaya başlamıştı. Her ne kadar tecrübesi olmasa
da, daha önce domuz ayağı görmese de yürüdüklerini biliyordu sonuçta.
Yaptığı yiyecekler yenilebilirdi, bu nedenle de hepsi midelerindeki korkunç
acıdan kurtulmuşlardı.

Kralla kavga ettikten sonraki gün, Xie Lian aslında pişman olmuştu ama
babasından nasıl özür dileyebileceğini bilmiyordu, bu nedenle de tek
yapabildiği onunla çok dikkatli bir şekilde ilgilenmekti.

Kan öksüren birisinin üşümesine izin verilemezdi, bu nedenle de daha fazla


battaniye ve küçük ısıtıcılar getirmişti.

Yong An askerleri Xian Le’nin kaçan soylularının peşindeydi ve kısa bir


süre sonra bu şehir de güvenlik önlemlerini artırmıştı. En sonunda bir yere
yerleşmişlerdi ama tekrar gitmeleri gerekiyordu.

Xie Lian ailesiyle birlikte kaçarken değiştirdikleri şehir sayısını çoktan


unutmuştu. Dürüst olması gerekirse yolda gördüklerinden yola çıkarak, her
şey onun hayal ettiğinden daha huzurluydu. En trajik durum ise Xian Le
başkentindeydi, geri kalan yerler ise o kadar ciddi etkilenmişe
benzemiyordu.

Sonuçta sıradan insanlara göre kral, veliaht prens, başkent, soylular; tüm
bunlar çok uzaktı. Kralın değişmiş olması çok bir şey fark ettirmemiş
gibiydi. Özellikle de yeni kral bir tiran olmadığı için, tahta çıktıktan sonra
katı hiçbir emir vermediğindendi. Bu nedenle de akşam yemeğinden
sonraki sohbetlere yeni bir konu eklemek dışında, hiçbir ağıt yakılmıyordu.

Xie Lian insanların “Kralın adı Xie iken bu toprağı ekmiştim; şimdi kralın
adı Lang ve yine aynı tarlayı ekiyorum!” dediklerini duymuştu.

Yanılıyor da değillerdi. Tuhaf olan ise söz yenilmezlikten, her savaşı


kaybetmeye ilerleyen veliaht prense gelince, herkesin tavrı inanılmaz bir
şekilde tamamen aynı oluyordu, sanki ondan bahsettikleri anda hepsi Xian
Le’nin vatanperver halkına dönüşecekmiş gibiydiler. Xie Lian bunu ne
anlayabiliyor ne de kabullenebiliyordu.
Ancak artık böyle şeyleri düşünmeye harcayacak vakti yoktu. HongJing’i
satarak kazandığı para tümüyle tükenene dek sadece birkaç ay
dayanabilmişti.

İnsana kan öksürten bir hastalığın tedavisi her daim güçtü, ayrıca kral bir
yandan utanç ve depresyonla boğuşuyordu, bu nedenle de onu
dayanabileceği seviyeye getirmek için çok fazla ilaç gerekiyordu. Eğer
ilaçları kesilirse, şüphesiz durumu çok kötüleşirdi. Xie Lian’ın elinde
satabileceği

hiçbir şey kalmamıştı ve bugün, uzun bir süre sokaklarda dolaşırken


düşünüp taşınmıştı ve en sonunda Feng Xin’e döndü. “Neden…
denemiyoruz?”

Feng Xin ona bir bakış attı. “O zaman, deneyelim?”

İlk kez tereddütlü bir şekilde ‘deneyelim’ demiyorlardı, öncesinde de daha


kararlarını vermeden aynı şeyi yaşamışlardı. Ayrıca, bir keresinde onlar
konuşurken kral niyetlerini fark etmiş ve çok sinirlenmişti, büyük bir
yaygara kopmuştu. Xie Lian’ın para için utanç verici bir şey yapmaması
gerektiği konusunda çok katıydı, yoksa ilaç içmeyi reddediyordu, bu
nedenle de ikisi bu düşünceyi terk etmişlerdi. Ancak şimdi çok zor bir
durumdaydılar, dile getirmelerine gerek bile yoktu; her ikisi de anlıyorlardı.
Xie Lian başını salladı ve beyaz ipeği yüzüne daha da sıkı bir şekilde sardı.

“Ekselansları, senin yapmana gerek yok, tek başıma halledebilirim.” Dedi


Feng Xin. “Kral sorsa bile sorun olmaz hem!”

Ardından derin bir nefes aldı, bir an tutuktan sonra aniden sokaktan
geçenlere bağırmaya başladı.

“SOKAKTAKİ DEĞERLİ HALK, SAKIN KAÇIRMAYIN –”

Herkes yerinden sıçramıştı ve etraflarına toplandılar, konuşuyorlardı.

“Neden bağırdı birden?!”

“Neyin peşindesiniz?”
“Bize gösterecek neyiniz var?”

“Göğsünde taş kırmanı istiyorum!”

Feng Xin sırtındaki yayı çıkardı ve gözüpek bir şekilde gerdi. “Benim…
Benim lakabın ‘İlahi Okçu’; yüz metreden hedefi tam ortasından
vurabilirim. Bu utanç verici yeteneğimi herkese göstereceğim. Eğer
gösteriden keyif alırsanız, l-lütfen birkaç sikke atın!”

‘İlahi Okçu’, ‘utanç verici yetenek’ mi; bunları sokak sanatçılarından


öğrenmişlerdi. Her ne kadar hiçbir zaman sokakta gösteri
yapamayacaklarını söyleseler de, kullandıkları kelimeleri uzun zaman önce
akıllarına yazmışlardı.

Kalabalık söylenmeye başladı.

“Nefesini boşa harcama! Başla hadi!”

“Bekliyoruz! Çabuk ol hadi!”

Feng Xin yayına bir ok taktı, kalabalıkta meyve kemirmekte olan bir kişiyi
işaret etti ve konuştu.

“Amca öne çıkar mısın lütfen, elmayı başına koy ve ben de elmanı üç yüz
adım geriden vuracağım!”

Başıboş adam küçüldü ve kalabalığın arasında geriledi. “YAPMIYCAM!”

Feng Xin haykırdı. “Seni vurmayacağım, endişelenme! Eğer seni kazara


vurursam, bedeli neyse öderim!”

Adam da karşılık verdi. “Aptal diğilim ben! Eğer kazara vurursa bedelini
ödeyecekmiş-miş! Madem gösteri yapmaya geldin neden kendine yardımcı
olacak birini falan bulmuyorsun? Şu yanındakini hedef alsana?!”

Kalabalık da katıldı. “Evet!”

Xie Lian da. “Ben yapayım.”


Kalabalıktan birisi bir meyve attı ve Xie Lian yakaladı, başının üzerine
koymaya hazırdı. Ancak Feng Xin hiçbir zaman Xie Lian’ın dahil olmasını
planlamamıştı, buna nasıl izin verirdi? Bir anlık panikle meyveyi yakaladı
ve kendisi yedi, ardından okun yönünü değiştirdi, yüksek bir binadaki
bayrağı hedef almıştı.

Bağırdı. “ONU VURACAĞIM!”

Ardından oku fırladı. Okçulukta inanılmaz yetenekliydi, elbette hedefini


vurmuştu ve kalabalık tezahürat ederken kahkahalar atıyordu.

“VAY BE! HARBİ VURDUN!”

Kahkahalar attılar ve gevezelik ettiler, ve sahiden birkaç sikke atmışlardı.

Küçük, yuvarlak sikkeler şıngırdadı ve yerde yuvarlandı, Feng Xin


toplamak üzere hareketlendi. Xie Lian da toplamak için sessizce çömeldi,
ama kalbi ağırlaşmış gibiydi, sanki bir şeyi yitirmişti.

Geçmişte, Feng Xin veliaht prensin hizmetkarıydı; sıradan halk bir yana,
normal bakanlar bile onu gördükleri zaman nazik ve kibar davranmak
zorundaydılar, hatta kimisi ona yaltaklık etmeye bile çalışırdı. Öncesinde
toprağı kazıyıp taşları ayıkladıkları zaman, bağıran idarecilere itaat etmek
sadece boğucu gelirdi, şimdi ise maymun gibi izlenmeye katlanmaları
gerekiyordu. Yüz metreden hedefi tutturma yeteneği, düşmanları öldürmek
için kullanılmamıştı, kalabalığı eğlendiriyordu; düşüncesi bile insanın
midesini kaldırıyordu.

Tam bu sırada, bir kadının keskin sesi kalabalıktan yükseldi. “KİM


SOKAKTA OK ATIYOR??”

Sesi duyunca Xie Lian sindi. Herkes Feng Xin’i işaret ediyordu.

“O YAPTI!”

Feng Xin afalladı ve kalabalık ayrılırken birkaç kadın öne çıktı, ellerinde
Feng Xin’in biraz önce attığı ok vardı. Kadınlar etrafını sarmışlardı.
“Seni lanet velet! OKU SEN Mİ ATTIN? BU NE CÜRET! Güpegündüz
rasgele ok atıyorsun, sahnemizi mahvettin! Söyle, parasını verecek
misin??”

“Evet, bir sürü müşterimizi kaçırdın!”

Görünüşe göre Feng Xin’in biraz önce attığı ok çok güçlüydü ve birilerinin
bahçesine düşmüştü. Feng Xin zaten kadınlarla konuşmayı sevmezdi ve bu
kadınların yüzlerinde ağır makyajlar vardı, fondötenle yüzlerini
kapatmışlardı, çok boğucu görünüyorlardı. Muhtemelen kötü bir niyetle
gelmişlerdi ve Feng Xin ellerini kaldırarak gerileyecek duruma gelmişti.

Xie Lian aceleyle onun önüne geçti. “Özür dilerim, özür dilerim. Niyeti bu
değildi. Telafi olarak, bir şeyler düşüneceğiz…”

Kadınların öfkesi kızışıyordu ve onu iteklemeye başladılar. “VE SEN KİM


OLUYORSUN? SEN…”

Ancak beklenmedik bir şekilde tüm çekiştirme sırasında Xie Lian’ın


yüzündeki sargılar kaymış ve kadınlar yüzünü görmüşlerdi, kadınların
gözleri parladı, ses tonları ilginç bir değişiklik yaşadı. “Aiyoh, ne kadar
yakışıklı bir küçük gege!”

Xie Lian. “???”

Kadınlardan birisi alkışladı, gözleri hilal haline gelmişti ve çiçekler


açıyordu. “PEKALA! Karar verildi!

Berabersiniz değil mi? O zaman ödeme olarak seni alıyoruz!”

Xie Lian. “???”

Xie Lian daha neler olduğunu kavrayamadan kadınlar tarafından


sürüklenmişti, ta ki müsrif bir işletmeye varana dek. Başını kaldırdığında,
üst katların çiçek açar gibi görünen elbiselere bürünmüş

kadınlarla dolu olduğunu gördü, hepsi kuş gibi şakıyordu. Xie Lian ancak o
zaman bir grup genelev kadını tarafından kaçırıldığını idrak edebilmişti!
Tüm tüyleri diken diken oldu. “Bekleyin, param yok, sahiden hiç param
yok!”

Kadınlar kıkırdadı. “Elbette yok, bu yüzden para kazanman için seni buraya
getirdik!”

“??? Özür dilerim, ama ben erkeğim?” Diye bildirdi Xie Lian.

Kadınlar sinirle cevapladılar. “Erkek olduğunun farkındayız, kör değiliz


ya!”

Kalabalıkla kuşatılmış Feng Xin en sonunda insan denizinden sıyrılabilmiş


ve içeriye fırlamıştı, bağırıyordu. “BIRAKIN EKS… ONU HEMEN
BIRAKIN!”

İkisi berbat bir durumdaydılar ve kaçtılar, hatanın onlarda olduğunu


bildikleri için de karşılık veremiyorlardı. Öfkelenen fahişeler ise otuz kadar
koruma çağırarak şehir boyunca peşlerinden koşuyorlardı. Daha önce
kendilerini hiç böyle bir durumda bulmamışlardı ve sonuç olarak da, bir
daha o bölgeye yaklaşmaya cesaret edemediler.

Ama, sokakta gösteri yapmanın uygulanabilir bir para kazanma yöntemi


olduğunu kesinleştirmişlerdi, bu nedenle yer değiştirerek düzeneği kurdular.
Yeni oldukları için halk oldukça ilgiliydi, ayrıca Feng Xin dürüsttü, düzgün
bir görüntüye sahip iyi bir adamdı, yakışıklıydı hatta. Bu nedenle de ilk
birkaç günde yemek ve ilaç almalarına en az on beş gün yetecek kadar
küçük bir servet biriktirdiler. Ancak iyi şeyler uzun sürmezdi ve kapılarının
çalması on beş gün sürmemişti.

O gün Xie Lian ve Feng Xin toplandıktan sonra, birkaç iri yarı adam onları
aramaya gelmişti. Xie Lian oldukça tedirgindi, Yong An askerleri
olmalarından korkuyordu, kol yenlerinin altında yumrukları saldırmaya
hazırdı.

Kısık bir sesle buyurdu. “Kimsiniz siz?”

Elebaşları homurdandı. “Günlerdir bizim çöplüğümüzde ötüyorsunuz, ama


kim olduğumuzu bilmiyor musunuz?”
Hem Xie Lian hem Feng Xin şaşkındı.

Diğer bir adam konuştu. “İşimizi çaldınız, eğer bir açıklama yapmazsanız
sizce de büyük kabalık etmez misiniz?”

İkisi en sonunda neler olduğunu anlamışlardı. Görünüşe göre bunlar diğer


yerel sokak sanatçılarıydı.

Bu dünyadaki çalışan her adam bir lonca veya çeteye aitti, kendi sınırlarını
çiziyorlardı. İkisi geldiğinde ise tüm müşterilerini çalmışlardı, bu nedenle
de para kazanamıyorlardı, elbette bela çıkarmaya geleceklerdi. İkisi de
dünyanın nasıl işlediğinden bihaberdi, bu nedenle normal kuralları nereden
bileceklerdi?

Eğer bıçak kemiğe dayanmasa, neden işinizi çalalım ki, diye acı bir şekilde
düşündü Xie Lian, ama konuştuğunda terbiyeliydi. “Aslında çalıyor
sayılmayız, değil mi? İnsanlar izlemek istedikleri şeyi izlerler, sonuçta
kimseyi… ateş eden gösterimizi izlemeye zorlamıyoruz.”

Sanki onu dinlerlermiş gibi, diğer adamlar kabaca bağırmaya başlamışlardı.


“ÇALMAK SAYILMAZ MI?

GÜNLERDİR HİÇ KİMSE BİR ŞEY KAZANAMADI, TÜM


KALABALIĞI ALDINIZ!”

ÇATIRT! Çete şaşkınlıkla sıçradı ve sese döndükleri zaman, Feng Xin


kenardaki bir duvara yumruk attığını gördüler. Duvarda devasa bir yumruk
izi vardı, çatlaklar ise her yöne yayılıyordu. Soğuk bir şekilde konuştu.
“Bela mı arıyorsunuz?”

İri yarı adamlar kesinlikle sorun çıkartmaya gelmişlerdi ve yumruklarıyla


konuşmayı planlıyorlardı.

Ama Feng Xin’in yumruğundan sonra, onların daha güçlü olduğuna dair
hiçbir şüphe kalmamıştı ve hemen öfkeleri yarı yarıya dinmişti. Yine de bu
kadar kolay bir şekilde pes etmeyi reddediyorlardı ve elebaşları bir süre
tereddüt ettikten sonra ses tonunu değiştirmeye karar vermişti. “Şuna ne
dersiniz, burada kurallarımız vardır. Yeteneklerimizi yarıştıralım. Kazanan
kalır, kaybeden ise toplanıp gider, bir daha da asla bu bölgede dükkan
açmaz!”

Bir yarışma olduğunu duyunca Feng Xin inanılmaz sevinmişti. Elbette


sevinecekti. Nasıl ölümlüler onunla boy ölçüşebilirdi ki? Kesin bir
galibiyetti!

Xie Lian da rahat bir nefes verdi. “Katılıyorum. Nasıl yapmak istersiniz?”

Adam yüksek sesle bildirdi. “En iyi şov yeteneklerimizi kullanacağız!”

Onlar konuşurlarken diğer iki adam birkaç tane uzun, dikdörtgen taş kayrak
getirdi ve adam taşlara eliyle vurdu. “Göğüste kaya kırmak! Ne dersin,
cesaretin var mı?”

Ne kadar gururlandığına bakılırsa, görünüşe göre onun yeteneği buydu. Xie


Lian çömeldi ve kayrağa dokundu, ardından başını kaldırdı. “Benim için
sorun olmaz, ama, sahiden yapabileceğinden emin misin?”

Kayrak hafife alınacak gibi değildi.

Adam kahkaha attı. “Tipinden yola çıkarak, bence sen kendini düşün!”

Feng Xin de yanına çömeldi. “Ekselansları, ben yapsam?”

Xie Lian başını iki yana salladı. “Hayır. Günlerdir hep sen çalışıyorsun,
bırak bu kez ben yapayım.” O da katkıda bulunmak istiyordu.

Böylece Xie Lian ve diğer adam yere uzandılar, birer taş parçası
göğüslerine koyuldu. Feng Xin büyük bir çekiç aldı, elinde çevirdi ve tam
indirecekti ki Xie Lian aniden konuştu. “Bekle.”

Diğerleri eğlenmişti. “Ne, yenilgiyi kabul mu ediyorsun? Henüz gecikmiş


sayılmazsın, sizi bırakırız!”

“Hayır. Bir taş daha eklemek istiyorum.” Dedi Xie Lian.

Bunu duyunca çete şok olmuştu. “DELİRDİN Mİ SEN???”


Xie Lian tembelce açıkladı. “Öyle konuşmadık mı? Bu bir yarışma. Eğer
ikimiz de birer taş kırarsak yeteneklerimiz arasında hiçbir fark olmaz,
bunun nesi yarışma olur?”

Sokak sanatçıları şüpheci görünüyordu, hatta bazıları delirdiğini


düşünmekteydiler ve blöf yaptığına inananlar da vardı. Bir süre tartıştıktan
sonra, sahiden de göğsüne bir taş daha eklediler. Ancak beklenmedik bir
şekilde, Xie Lian bir tane daha eklemelerini istedi!

İşte şimdi hepsi onun kaybedeceğinden emin olmuştu, ve üçüncü kayrağı


hiç inanmayarak bıraktılar.

Böylece, Xie Lian’ın göğsünde onu ağır bir şekilde yere bastıran üç taş
kayrak olmuştu, oldukça korkutucu bir görüntüydü.

Kalabalığın dikkatli gözleri altında, Feng Xin büyük çekici kaldırdı ve


gözünü bile kırmadan aşağıya indirdi, üç taş kayrak temiz bir şekilde
paramparça edilmişti. Kalabalığın tezahüratları arasında Xie

Lian yerden kalktı, yaralanmamış ve sakindi, herkes huşu içinde izlerken


cübbesindeki tozları silkeledi.

Elebaşının yüzü solgun ama karanlıktı.

Xie Lian içinden, Artık geri çekilmesi gerek, değil mi?, diye geçirdi.

Karşı tarafın onların zaferini kabullenip bir daha gelmeyeceklerini


düşünmüştü. Ancak beklenmedik bir şekilde adamın yüz ifadesi gittikçe
değişmişti, ve aniden, dişlerini sıktı. “Bana da iki tane daha ekleyin! Hayır,
üç tane daha!”

“Yapma koca adam!” Çete haykırdı. “Bu adam pis bir büyü yapıyor olmalı,
onunla bir olma!”

“Evet, kesin bir numaradır!”

Feng Xin öfkeyle haykırdı. “Ne şimdi bu! Yeteneksiz olan sizsiniz, ama
dönüp pis büyüler kullandığımızı, hile yaptığımızı mı söylüyorsunuz?”
Ancak elebaşı bağırdı. “TAŞ KAYRAKLAR VE ÇEKİÇ BİZE AİT, BÜYÜ
YAPSALAR NASIL FARK ETMEYELİM?

BU VELET BİRAZ YETENEKLİ, AMA, ÜÇ TAŞ YIĞMAK BİR HİÇ!


BEN DÖRT TANESİYLE YAPARIM!

KAZANDIĞIMIZ SÜRECE, GİTMELERİ GEREKECEK!”

“İmkansız, pes et!” Dedi Feng Xin. “Böyle bir şey için hayatını kaybetme.”

Ama adam katır gibi inatçıydı, diğerlerini dört ağır taşı göğsüne yığmaya
zorlamıştı. “GÖR BAK!”

Xie Lian işlerin yanlış bir yönde ilerlediğinin farkındaydı ve fısıldadı.


“Feng Xin, durdursak mı?

Ölümlülerin dört ağır taşla baş etmesine imkan yok.”

Feng Xin de ona fısıldadı. “Önce izleyelim? Canına susamış olamaz, sadece
birkaç darbe yeter, geri çekilmesi gerektiğini anlayacaktır.”

Xie Lian hafifçe kaşlarını çattı ve başını salladı, izleyip beklemeye karar
vermişti. Sahiden de çekici tutan küçük adam sadece kaygılı bir şekilde bir
kez vurmuş ve iri adamın yüzü değişmişti. Çekici tutan kişi hemen durdu,
bir daha hareket etmeye cesaret edemiyordu.

Ama adam bağırdı. “DAHA SERT! YEMEK Mİ YEMEDİN? NEDEN BU


KADAR ZAYIF VURUYORSUN?”

Küçük adam ise daha fazla oyalanmaya cesaret edemedi ve ikinci kez
harekete geçti, bu kez tüm gücünü kullandı. BAM! gürültünün ardından,
adamın yüzü kıpkırmızı oldu, sanki ağzı kanla dolmuş

gibiydi.

Xie Lian ve Feng Xin işin yanlış bir yöne gittiğini fark ederek bağırdılar.
“Bekle! Kendini zorlama!”
Adam haykırdı. “KİM KENDİNİ ZORLUYORMUŞ? BU BENİM
YETENEĞİM! İZLE, YENİLGİNİZİN TÜM

KALBİNİZDE HİSSETMENİZİ SAĞLAYACAĞIM!”

Çıldırmış bir yüzle, küçük adam tekrar çekici indirdi. İşte şimdi bitmişti. İri
adam “PFFT”ladı ve bir ağız dolusu kan yerlere saçıldı, küçük adam
korkarak çekici bıraktı.

Çete hemen fırladı. “Bırak, bırak dostum, eğer o pislikler burayı almak
istiyorlarsa bırak alsınlar, senin hayatından değerli değil!”

İri adamın alnındaki damarlar yerinden fırladı ve karnındaki kan köpürdü.


“BIRAKMAYACAĞIM!

Günlerdir yiyecek bir lokmaya muhtacız, eğer böyle giderse ölmeyecek


miyiz? DEVAM ET! Bu zayıf, narin veletle yarışamayacağıma inanmayı
reddediyorum! BU BENİM YETENEĞİM!”

Xie Lian daha fazla izlemeye dayanamadı, ve ilk konuşan oldu. “Bırak.
Eğer durum buysa, mağlubiyeti kabul ediyoruz. Yarından itibaren artık
buraya gelmeyeceğiz. Hadi Feng Xin!”

Ardından arkasını döndü ve gitti. Arkalarından çete tezahürat etti, Feng Xin
ise onu takip ediyordu.

“Ekselansları, böylece bırakacak mıyız?”

En sonunda para kazanmak için bir yol bulmuşlardı, ama terk etmeleri
gerekmişti. Xie Lian iç çekti.

“Başka yol yoktu. İlk birkaç çekiç bile onda büyük iç hasara yol açmıştır,
korkarım şimdiden sakatlanmış durumda. Eğer yarışa devam etseydik,
birileri ölebilirdi. Birisi ölürse, biz de orada kalamazdık.”

Feng Xin başını kaşıdı ve küfretti. “Sahiden canına susamıştı!”

“Hepimiz geçinmeye çalışıyoruz.” Dedi Xie Lian basitçe.


Xie Lian da üzgündü. Biliyordu, eğer üç taş istemeseydi veya mağlubiyeti
daha erken kabullenseydi, adam kendini dört taş isteyecek raddeye
getirmezdi. Her ne kadar kaba ve fevri olsa da, yine de onda saygı duymaya
değer bir şeyler vardı.

“Konuyu artık kapatalım.” Dedi Xie Lian. “Sadece burada gösteri


yapmamıza gerek yok hem, tüm yumurtaları aynı sepete koymak şart
değil.”

Ancak o akşam, gizli yerlerine döndükleri zaman, kraliçe hüzünlü bir


şekilde kralın gittikçe kötüleştiğini ve artık taşınmayı kaldıramayacağını
bildirmişti, uzunca bir süre dinlenmesi gerekti.

Bunun anlamı da şimdilik bu şehirden ayrılamayacaklarıydı.

Xie Lian tekrar tüm rafları ve sandıkları karıştırdı ama satacak hiçbir şey
bulamıyordu, bu nedenle sandığın yanına çökerek düşüncelere daldı. Feng
Xin ilacı hazırlıyor, bir yandan da mırıldanıyordu.

Mırıldandı ve mırıldandı, gittikçe kulağa daha tuhaf gelmeye başlamıştı ve


Xie Lian her ne kadar ilk başta dikkat etmese de bir süre sonra duymazdan
gelememeye başladı. “Neyin var? Neden bu kadar mutlusun?”

Feng Xin başını kaldırdı. “Ne? Yoo?”

Xie Lian ona inanmıyordu. “Sahi mi?”

Geçen birkaç günde, sokakta gösteri yapmaya başladıktan sonra Feng


Xin’in biraz tuhaf davranmaya başladığını fark etmişti. Bazen sebepsiz yere
aptal gibi gülüyordu, bazen aniden sıkıntıdaymış gibi görünüyordu. Mu
Qing etraftayken, Xie Lian ve Feng Xin nadiren birbirlerinin yanından
ayrılırlardı. Mu Qing gittikten sonra ise, bazen Feng Xin yemek götürmeye
veya kral ile kraliçe için başka bir ayak işi yapmaya gidiyordu, bu nedenle
günün bir kısmında beraber değillerdi. Xie Lian onda bir şeylerin
değiştiğini hissediyordu ama umursamaya enerjisi yoktu.

Feng Xin’in pişirdiği ilaca bir bakış attı ve bir süre sessiz kaldı, ardından
sorguladı. “Bu son paket mi?”
Feng Xin yerdeki çıkınları karıştırdı. “Öyle. Eğer yarın çıkmazsak…”
Kralın kulübede olduğunu ve onun duymasına izin veremeyeceklerini
hatırladı, bu nedenle sesini alçalttı. “Eğer yarın sahneye çıkmazsak, ne
yapacağız?”

“…”

Uzunca bir süre sonra, Xie Lian aniden konuştu. “Sen burada kal ve onları
koru. Ben bir yolunu bulurum.”

Feng Xin’in kafası karışmıştı. “Nereye gidiyorsun? Aklına ne gelmiş


olabilir?”

Xie Lian arkasına bakmadan gitti. “Sen kafana takma. Ve peşimden gelme.”

Çevirmen: Nynaeve

Not: Yoksa… Xie Lian kötü yola mı düşecek??? Geçmişinden bahsetmeme


sebebi bu muydu yoksa?!!?!BİR!!? :OOOOO

Bölüm 184: Dağ Yolunu Kesmek, Veliaht Prensin Başarısız Hırsızlık


Girişimi Defalarca söyleyerek Feng Xin’in kralı ve kraliçeyi korumak için
geride kalacağından emin olmuştu, bu esnada kendisi ise küçük, bakımsız
kulübeden ayrılmıştı. Yürürken sürekli arkasına bakıyordu, kalbi çok hızlı
atıyordu. Uzun bir süre yürüdükten sonra, en sonunda Feng Xin’in takip
etmediğinden emin olduğunda rahatlayabilmişti.

Kendisini toparladı, on kilometre yürüyüp durduktan sonra Xie Lian en


sonunda uygun bir konum bulmuştu – kısmen terk edilmiş, ıssız bir dağ
yolu.

Xie Lian etrafını tarafı ve çevresinde hiç kimse yoktu. Ardından yüzünü
beyaz ipekle kapattı, sıkıca sardı ve güvenliğe aldıktan sonra bir ağaca
zıplayarak kendini gizledi. Nefesini tuttu ve odaklandı. Bir sonraki hamlesi
yolcuların geçişini beklemekti.

Evet. Bulduğu ‘yol’ buydu; ‘zenginlerden çalıp fakire vermek’.


Geçmişte, Xie Lian sadece zenginlerden çalıp fakirlere veren
kanundışılardan kitaplarda ve masallarda bahsedildiğini duymuştu. Kendisi
hiç yapmamıştı ve hiç aklından da geçmemişti, sonuçta esas inancı şuydu:
ne kadar cüzi olursa olsun, sebebi ne olursa olsun, hırsızlık hırsızlıktı,
çalmak çalmaktı. Diğer türlü, Xie Lian’ın fiziksel yetenekleriyle çatıların
üzerinde uçarak küçük şeyler araklamak bir yana, muhafızları öldürmek ve
tüm bir hazineyi soymak onun için hiçbir şeydi.

Ama şimdi bu noktaya kadar geldikten sonra başka şansı kalmamıştı. Eğer
illa söylemesi gerekirse

‘soymak’, ‘çalmak’tan minik bir miktar daha iyiydi, muhtemelen nedeni


ilkinin kıyasla daha ‘aleni’

yapılmasıydı. Uzun bir iç çekişmenin ardından Xie Lian eski halinin yüzüne
bir tokat attı ve kendine bir zenginlik sağlamak adına diğerlerinin
hazinelerini çalmayı planladı.

En hızlı yol buydu!

Xie Lian ağaca tünedi. Ay saklanıyor, rüzgar feryat ediyordu ve her yanı
terk edilmişti, yaşamdan uzaktı. Ama kalbi vahşice çarpıyordu.

En gaddar yaratıklarla yüzleşirken bile Xie Lian daha önce hiç bu kadar
gergin hissetmemişti. Soğuk ve sert bir çörek çıkartırken elleri hafifçe
titriyordu.

Hala yemek seçebiliyorsan, bu gerçekten aç olmadığın anlamına gelirdi.


Xie Lian bunu anladığı zaman, aniden buğulanmış böreklerin tadına
alışmıştı.

Kış hızla geliyordu ve geceleri inanılmaz soğuktu. Xie Lian soğuk çöreği
kemirdi ve beyaz buhardan birkaç nefes verdi. Görülmek istemediği için,
Xie Lian daha kalabalık bir yer seçmeyi hiç düşünmemiş

ve özellikle bu terk edilmiş bölgeyi seçmişti. Tam dört saat kadar


bekledikten sonra ise en sonunda dağ yolunun ucundan yavaşça
yaklaşmakta olan bir yolcu belirmişti.
Xie Lian hemen harekete geçti, birkaç ısırıkta çöreği bitirdi ve yavaşça
yaklaşmakta olan yolcuya odaklandı. Ardından onun yaşlı bir adam
olduğunu fark etti.

Çok yaşlı bir adamdı, ama temiz ve parlak giyinmişti, biraz olsun varlıklı
olmalıydı. Ancak elbette Xie Lian’ın faaliyet kapsamına girmiyordu. Xie
Lian hayal kırıklığına mı uğradığını yoksa rahatladığını mı anlayamıyordu,
ama her şekilde kesinlikle yaşlı adamı görmezden gelmeye ve gitmesine
izin vermeye karar vermişti, sıradaki kişiyi beklemeye devam etti.

İki saat sonra, Xie Lian’ın ayakları çömelmekten uyuşmaya başlamıştı ve


alt bedeni neredeyse donmuştu, ama aniden ikinci bir kişi belirmişti. Bu
kişinin de yavaş yürüdüğünü fark ederek merak etti, Yaşlı birisine
saldırmalı mıyım?

Kişi en sonunda yaklaştığı zaman ise onun yaşlı değil aksine genç olduğunu
fark etti.

Genç sıradan ve iyi birisine benziyordu, yüzü gülümsemelerle doluydu ve


yavaş yürümesinin nedeni ağır bir çuval pirinç taşımasıydı.

Xie Lian’ın avuçları terliyordu ve kendi kendisine sordu, …Saldırmalı


mıyım?

Bir an tereddüt ettikten sonra nihayetinde vazgeçti.

Vazgeçmesinin nedeni genç adamın kıyafetlerinin yamalı olmasıydı,


ayağındaki hasır ayakkabılar yırtılarak parmak uçlarını açıkta
bırakıyorlardı; bariz bir şekilde fakir bir hanedendi. Mutlu görünmesinin
nedeni ise muhtemelen sırtında karnını doyurabileceği büyük bir çuval
pirinç olmasıydı ve belki de ailesi günlerdir açlık çekiyordu ve belki de bu
çuvalı evindeki tek ineği satarak kazanmıştı.

Eğer soyulacak olursa mahvolmaz mıydı?

Xie Lian kendi kafasında her türden senaryoyu sahneliyordu. Sonrasında


çuvalın yarısını almak aklına gelmemiş değildi, ama bu olduğu zaman genç
adam çoktan gözden kaybolmuştu. Böylece, Xie Lian katı bir şekilde bir
daha düşünmeyeceğine karar vermişti ve sıradaki kişiyi beklemeye devam
etti.

Böylece ağaca tünemiş ve saatlerdir çaresiz bir şekilde bekliyordu, kararan


geceden ta şafağa dek. Bu süre boyunca yoldan geçen düzinelerce insana
denk gelmişti. Ancak her seferinde tam Xie Lian saldırmak üzereyken, hep
bu durumu uygunsuz çıkaran bir sebep bulmuştu ve gitmelerine izin
vermişti. Pek çok kez, boş ver, demişti, geri dön gitsin. Hiçbir haydut ona
benzemezdi; sahiden soyguna başlasa bir mucize olacaktı. Ama ne zaman
geri döndüğünde evde ne yemek ne de ilaç olacağı aklına gelse, beklemeye
devam etmek için kendisini zorluyordu.

Neredeyse yarım gün geçtikten sonra, dağ yolunun uzak ucunda son yolcu
belirmişti.

Orta yaşlı bir adam, kaliteli giysilere bürünmüştü, ne zengin ne soyluydu,


tipi yabani ve pisti, iğrenç görünüyordu. Xie Lian tek bir bakışta onun iyi
birisi olmadığını anlamıştı.

Ama, kitabı kapağına göre yargılamamak gerekirdi, Xie Lian düşünmekten


kendini alamadı, Ya bu adam sadece dış görünüş olarak böyleyse ama içten
içe iyi bir insansa? Zenginse bile, bu soyulması için bir sebep mi?

İç çekişmeleriyle mücadele ederken aniden karnından gelen gurultu onu


dalgın düşüncelerinden çıkardı ve Xie Lian iç çekti, Boş ver, bu kadar
düşünemem. Sensin!

Kararını verdikten sonra ağaçtan atladı ve bağırdı. “OLDUĞUN YERDE


KAL!”

Yolunu yarıda kesen yüzü maskeli adamı görünce adam şaşırmış ve


haykırıyordu. “Kimsin sen?

Yüzünü saklayarak gizli gizli ortaya çıktın, amacın ne??”

Xie Lian kendisini konuşmaya zorladı. “…BANA… BANA…”


Ama sonuçta zihninde bir engel vardı ve bir süre kekeledikten sonra
nihayetinde sözler ağzından dökülmüştü. “BANA ÜZERİNDEKİ TÜM
PARAYI VER!”

Adamın ağzı ardına dek açılmıştı, yerinden sıçradı ve çığlık attı. “İMDAT!
YARDIM EDİN! HIRSIZ VAR!”

Ardından arkasını döndü ve kaçtı. Onun kaçışından çok Xie Lian’ı


endişelendiren başkalarına sesinin ulaşmasıydı. Her ne kadar bu yer ıssız,
çıplak bir dağ ve birisiyle karşılaşma ihtimalleri oldukça düşük olsa da,
hatta birisi çıksa bile muhtemelen kaçacaktı, ama sonuçta hırsızların vicdanı
suçlulukla doluyordu.

Xie Lian hemen bağırdı. “DUR! BAĞIRMAYI BIRAK!”

Sanki adam onu dinlermiş gibi. Ormana kadar kaçıp koştu, ardından trajik
bir şekilde ‘AAAAY’ diye bağırdı.

Xie Lian ormanda adama saldıran bir yaratık olmasından korkmuştu ve


hemen seslendi. “BEKLE!

Dikkat et!...”

Ancak beklenmedik bir şekilde ona yetişip gördüğü zaman dona kalmıştı,
yüzü gittikçe soluyordu.

Ormanın içinde zaten bir grup insan vardı ve hepsi ona doğru bakıyordu.
Xie Lian yaklaştığı zaman bir tuhaflık olduğunu fark etti. Onlar insan
değildi. Orta yaşlı adam ise onları hiç görmemişti ve hala panik içindeydi.
Ama kendisi için, bu grubun içinde tanıdık yüzler vardı.

Elbette olacaktı. Geçmişte onları Cennette görmüştü, kimisi Üst


Cennettendi kimisi ise aşağıdan.

Onların hepsi cennet mensuplarıydı!

Adamın bir önceki bağırışının nedeni takılıp düşmesiydi ve ellerinde büyük


bir deste koruyucu tılsımla kendi kendisine dua ediyordu. “Tanrım, tanrım!
Gel kurtar beni! Gel kurtar beni!”
Ve tüm dilendiği ‘tanrılar’ sahiden gelmişlerdi!

Tam bu sırada, sayısız cennet mensubunun gözü Xie Lian’ın üzerindeydi,


bakışlarıyla onu mıhlamışlardı. Adam tuhaf maskeli hırsızın donakaldığını
görünce, hızla fırlayıp kaçmıştı. Xie Lian onu kovalamak için tek bir adım
atamıyordu; tüm bedeni katılaşmıştı, soğuk terlerle yıkanmış ve kalbi
dehşetle dolmuştu.

Evet. Dehşetle.

Tek umudu yüzündeki beyaz ipek bandajın daha önceden karşılaştığı cennet
mensuplarının onu tanıyamayacakları kadar sıkı olmasıydı.

Ancak, işler asla umulduğu gibi gitmezdi ve cennet mensuplarından birisi


onu şöyle bir süzdükten sonra şaşkınlıkla konuştu. “…Bu… Prens
Hazretleri değil mi?”

“…”

Bir diğer cennet mensubu daha da şok olmuştu. “Ah, sahiden o!


Ekselanslarının burada ne işi var? Ve neden böyle giyindiniz?”

Xie Lian’ın kalbi gittikçe derinlere batıyordu, yer yarılıp içine girmiş
gibiydi.

“Biraz önceki adam ‘yardım edin’, ‘hırsız var’ demiyor muydu? Hırsız
kovalamıyor muydu onu? Bu hırsız… Ekselansları?!”

“Cennet adına! Ekselansları… Sahiden böyle bir şey mi yapıyorsun?!”

Bunu duyunca Xie Lian olduğu yerde bayılacaktı. Ne kadar zaman geçtiğini
bilmiyordu, en sonunda çatlak sesiyle. “Ben…” diyebildi.

Bir şey söylemek istiyordu, ama kelimeler çıkmayacaktı, boğazına


dizilmişlerdi. Cennet mensuplarının yüzünde okunmaz ifadeler vardı. Bir an
sonra cennet mensuplarından birisi omzuna vurdu.

“Endişelenme, endişelenme, Ekselansları, anlıyoruz.”


Xie Lian’ın omzuna vurulmuştu; hiçte sert değildi ama neredeyse dengesini
kaybedecekti. Tekrar denedi. “Ben…”

O cennet mensubu güldü. “Bunu yapmanın tek nedeni sahiden büyük bir
zorluk yaşıyor olman, anlaşılabilir bir sebep. Endişelenme, kimseye
söylemeyeceğiz.”

Söylemekte zorlanmasının nedeni tam olarak buydu. Diğerleri önce dile


getirdiği için, başka ne ekleyebilirdi sahiden bilmiyordu.

Bir an sonra en sonunda mırıldanabildi. “…Peki, teşekkürler. O zaman…


ben geri dönüyorum.

Gidiyorum.”

Nasıl ayrıldığını da bilmiyordu. Her şekilde en sonunda kendisine


geldiğinde tekrar dağ yolundaydı ve soğuk gece rüzgarı onu kendisine
getirmişti.

Ancak o zaman Xie Lian biraz önce yaşadığı kabusa bir anlam verebilmişti.

O, Xie Lian, Xian Le’nin Veliaht Prensi – bir hırsızdı?!

Nasıl bu hale gelmişti?!

Xie Lian pişmanlıkla dolmuştu; yolda yankesicilik yapmayı düşünen


geçmiş hali delirmiş olmalıydı ve şimdi işler çığırından çıkmıştı. Neden her
ne kadar eline hiçbir şey geçmese de, suçüstü yakalanabilecek kadar
şanssızdı?

Xie Lian geçmiş hayatında daha önce hiç böyle bir şeyle yüz yüze
gelmemişti, bu yüzden ne yapacağına dair hiçbir fikri yoktu. Baştan aşağıya
yanıyordu, zihni tamamen bulanmıştı ve yüzünü elleriyle kapattı. Keşke
zamanı geri alabilseydi; sağlığını ve efsun gücünü bile takas etmeye hazırdı.

Sıkıntı içinde boğulurken, göz ucuyla aniden bulanık beyaz bir siluet gördü.
Xie Lian hemen alarm verdi, hızla başını çevirdi.

“KİM VAR ORADA?!”


Başını çevirdiği anda figür kaybolmuştu ve tekrar buz gibi terlerle sarıldı.

Her ne kadar adamın yüzünü görememiş olsa da, yine de onun maske
taktığını hissetmişti!

Ama bir süre etrafını taradıktan sonra hala hiç kimseyi bulamamıştı ve Xie
Lian da anlık panik nedeniyle hayal gördüğünden şüphelenmeye başlamıştı.
Ne olursa olsun daha fazla orada kalmaya cesaret edemedi ve hızla dağdan
indi.

Döndüğü zaman, Feng Xin neredeyse yarım gündür onu bekliyordu. Onu
gördüğü anda haykırdı.

“Ekselansları, nereye gittin? Aklına ne gelmişti?”

Xie Lian ona söylemeye cesaret edemedi. Hiç kimseye söylemezdi,


özellikle de Feng Xin’e. Xie Lian tüm kalbiyle onun doğruluğuna ve
ahlakına inanan Feng Xin’e böyle bir şeyi söylediği zaman onun aklından
ne geçeceğini hayal dahi edemiyordu. Tek umudu bu olayın sonsuza dek
kalbine gömülmesiydi.

Böylece Xie Lian belirsiz bir yanıt verdi. “Hiç.”

Feng Xin şaşkındı. “Ne? Neden bunca zamandır yoktun?”

Xie Lian’ın zihni uyuşmuştu. “Daha fazla soru sorma. Hiçbir şey
yapmadım.”

Feng Xin afallamıştı, ama ne sorarsa sorsun Xie Lian yanıt vermeyi
reddediyordu. Bir hizmetkar olarak zorlamak haddi değildi ve tek
yapabileceği nihayetinde fısıldamak olmuştu. “Yarın gösteri yapamaya
gidiyor muyuz?”

“Ben artık dışarıya çıkmıyorum.” Diye yanıtladı Xie Lian.

Artık tümüyle bir kaosun içine düşmüştü, aklı imkansız endişelerle


sarılıydı: Ya o orta yaşlı adama denk gelirse? Ya bütün şehir şu anda onu
arıyorsa?
Feng Xin onun tuhaf göründüğünü fark etmişti. “Yorgun olmalısın? O
zaman Ekselansları, şuna ne dersin, sen içeriye gir. Ben kendim giderim.
Sen çalışmaya odaklan.”

Ancak Xie Lian’ın şu anda çalışmaya veya kendini geliştirmeye


odaklanamayacağını bilmiyordu.

Xie Lian ilk başta çalışmayı denemişti, çünkü Üst Cennete geri dönmenin
tek yolu buydu. Ama şimdi Üst Cennete dönme düşüncesi onu dehşete
düşürüyordu.

Her ne kadar karşılaştığı mensuplar kimseye söylemeyeceklerine söz


vermiş olsalar da, sahiden söylemezler miydi? Bu mesele cennetteki
herkesin kulağına çoktan ulaşmış mıydı?

Bu ihtimali düşününce Xie Lian nefes alamıyordu. Bu şekilde yaftalanmaya


kesinlikle dayanamazdı, tüm üst cennet ve alt cennet, hatta tüm ölümlü
diyar tarafından parmakla gösterilmeye!

Tükenmişliği içinde Xie Lian kendinden geçti. Uykusu huzursuzdu ve


dönüp durmuştu, bilinmeyen kabuslar tarafından rahatsız edilmişti ve şok
içinde uyandığı zaman pencereden dışarıya baktı, hava çoktan kararmıştı.

Feng Xin etrafta yoktu; kendi başına gösteri yapamaya gitmişti belli ki ve
henüz geri dönmemişti, ve yan odadan kral ve kraliçenin bastırılmış sesleri
ve kısık öksürükleri duyuluyordu. Xie Lian yerde yattı.

Şimdi uyandığı için düşüncelerine engel olamıyordu, eğer bu mesele


sahiden yayılırsa, ailesi öğrenince ne tepki verecekti? Ne kadar şok
olacaklardı? Kral muhtemelen öfkeyle yere basardı, kan tükürürken öfkeyle
Xian Le için bir utanç kaynağı olduğunu söylerdi. Kraliçe ise, kesinlikle
ona bağırmazdı, ama ıstırapla dolardı, çünkü biricik oğlu onları
utandırmıştı.

Bunlar aklına gelince Xie Lian tekrar nefes almakta zorlanmaya başladı.
Kendi olabileceği bir yere gitmesi gerekiyordu ve sakinleşmeliydi, bu
nedenle hasır şilteden kalktı ve dışarıya fırladı, yüzüne esen duygusuz
rüzgarlarla neredeyse on kilometre körlemesine koştu.
İnsanların olduğu hiçbir yerde durmaya cüret edemiyordu, çünkü diğerleri
sürekli ona bakıyordu, dağınık halini yargılıyorlardı. En sonunda hiç
kimsenin olmadığı bir mezarlığa gelince durdu.

Gece öncekine göre daha soğuktu ve ancak buraya gelince Xie Lian
yüzünün ve ellerinin soğuk ısırıklarıyla katılaştığını fark etmişti, bedeni
titriyordu. Sadece soğuktan da değildi; dehşet ve panik de vardı. Xie Lian
bilinçsiz bir şekilde kollarına sarıldı, birkaç sıcak nefes verdi, gözleriyle
etrafı tarafı ve bir mezarın önünde, sunulmuş iki şarap kavanozu durduğunu
fark etti.

Görünüşe göre bu mezar taşının sahibi hayattayken şarap içmeyi seviyordu,


bu nedenle de ölümünde, diğerleri mezarı temizlemeye gelirken ona şarap
bırakıyorlardı. Xie Lian çömeldi. Daha önce hiç şarap içmemişti, ama
insanların şarabın ısıttığını ve unutmaya yardım ettiğini söylediğini
işitmişti. Bir an tereddüt ettikten sonra aniden şaraba uzandı, mantarı çekti
ve boğazına boşaltmaya başladı.

Şarap hiçte iyi sayılmazdı; ucuz ve büyüktü, tadı acı ve sertti. Xie Lian
birkaç ağız dolusu yuttu ve öksürmeye başladı, ama sahiden de biraz
ısınmış gibiydi. Böylece Xie Lian ağzını sildi ve yere oturdu, kavanoza
sarıldı ve dolu dolu yudumlarla şarabı içmeye devam etti.

Sersem bir halde, küçük bir hayalet alevinden topun uçtuğunu gördü,
etrafında daireler çiziyor, titreşiyor ve gergin görünüyordu. Xie Lian sadece
içmeye odaklanmıştı ve hiç tepki vermedi. Hayalet

alevi topu ise tüm gücünü kullanarak ona yaklaşmaya çalışıyor gibiydi, ama
boş alevlerden başka bir şey olmadığı için ne zaman yaklaşsa, bedeninin
içinden geçip gidiyor ona asla dokunamıyordu.

Kavanozu bitirdikten sonra, Xie Lian çakırkeyif ve sersemdi, sarhoş gözleri


düşmeye başlamıştı. Onun oraya buraya koştuğunu, bir yandan zavallı bir
yandan da komik göründüğünü fark edince ‘pfft’ diye gülmekten kendini
alamadı, kolu şarap kavanozunun üzerinde dinleniyordu.

“Ne yapıyorsun?”
Hayalet alevi topu anında havada donakaldı.

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 185: Otuz Üç Cennet Mensubu Verimli Bir Toprak İçin


Savaşıyor Xie Lian sordu. “Burası senin mezarın mı? Senin şarabını mı
içiyorum?”

Körkütük sarhoştu ve sahiden hayalet alevi bir şey söylüyorsa da


duyamamıştı. Sadece mezarın sahibinin memnun olmadığını, onu
kovalamaya çalıştığını düşünmüştü.

Homurdandı. “Anlıyorum. Gideceğim.”

Xie Lian şarap kavanozuna sarıldı ve sürünerek ayağa kalktı, adım atarken
sallanıp yalpalıyordu. Ancak beklenmedik bir şekilde daha çok
uzaklaşmamıştı ki dengesini kaybetti ve PAT – düşüvermişti.

Görünüşe göre bu mezarlıkta büyük bir çukur vardı. Muhtemelen bir ölüyü
görmek için önceden kazılmıştı; ancak daha merhum gömülemeden içine
Xie Lian düşmüştü.

Xie Lian’ın alnı çukurun dış kenarına çarpmıştı ve acıyordu, sersemliğini


daha da artırmıştı, kafası zonkluyordu. Bir süre aklı karışmış bir halde
durduktan sonra kalkmaya çalıştı, her iki eli de çamurluydu, her yerindeki
sıyrık ve kesiklerle kanla kaplanmışlardı.

Ellerini kaldırdı ve gerçekte bir şey düşünmeyerek onlara baktı, ardından


çukurdan tırmanmaya çalıştı. Ancak bütün bir kavanoz şarabı içmişti;
uzuvları gevşekti, hiç güç kullanamıyordu, bu nedenle de birkaç kez
tırmanmayı denedi ama her seferinde aşağıya kaydı. Xie Lian tekrar
çukurun dibine düştüğünde bulutlu gecede saklanan aya bir süre baktı, çok
sinirlenmeye başlamıştı.

Çukur derin bile sayılmazdı, neden ne kadar denerse denesin


tırmanamıyordu?
Düşündükçe daha da sinirleniyordu ve kendine rağmen söylenmeye başladı.

“…Sikeyim.”

Xie Lian daha önce hiç küfretmemişti. Ağzından ilk kez böyle bir söz
çıkıyordu. Ama tuhaf olan, küfrettikten sonra kalbindeki boğucu gerginliğin
bir anda kaybolmuş gibi olmasıydı. Böylece, şekerin tadını almış bir çocuk
gibi Xie Lian gömü çukurunun bir duvarına tutundu ve tüm gücünü sağır
edici bir sesle bağırmak için kullandı.

“LANET OLSUN!”

Yere vurdu ve bağırdı. “KİMSE YOK MU? BURADAN ÇIKMAMA


YARDIM EDECEK KİMSE YOK MU?”

Elbette kimse yoktu. Sadece durmadan ışıldayan küçük bir hayalet


alevinden top vardı. Xie Lian düştükten sonra hayalet alevi hızla gelmişti,
onu yakalamak ister gibi görünüyordu, ama asla ona temas edemiyordu.

Xie Lian onunla hiç ilgilenmedi ve öfkeyle konuştu. “Beni gömmeye de


gelebilirsiniz tabi!”

İstediği gibi küfrediyor, hala tırmanmaya çalışıyordu. Krşş krşş, Xie Lian
en sonunda kendi gücünü kullanarak tırmanmayı başarmıştı, ama son
derece dağılmış bir haldeydi ve oflayarak yerde yatıyordu, zahmetle soluk
alıyordu. Kısa bir süre sonra döndü ve kendisine sarılarak top haline geldi.

“Çok soğuk.” Diye fısıldadı.

Sesi çok kısıktı, birisinin duymasından endişelenir gibiydi. Ancak hayalet


alevi duymuş ve uçarak gelmişti, kendisini onun bedenine bastırıyordu ve
alevler aniden daha parlak bir hal almıştı, tüm gücüyle kendisini yakıyordu.

Yine de, hayalet alevi soğuk olurdu.

Ne kadar yaklaşırsa yaklaşsın, ne kadar kendisini kül olana dek yakarsa


yaksın yine de yaşayanlara bir parça sıcaklık sağlamaktan acizdi.

Sersem haliyle, Xie Lian küçük, çelimsiz bir ses duymuş gibiydi.
Ses sanki yakın ama uzaktı, bir rüya ama değil gibiydi ve çaresizlikle
ağlıyordu. “Tanrım, lütfen beni bekle, beni bekle… lütfen bana biraz daha
zaman ver… bırak… bırak ben…”

“…”

Xie Lian merak etti, Tanrım mı? Bana mı sesleniyor?

Ama duası ona yönelik olsa bile işe yaramazdı. Bir tanrıyken bile hiçbir şey
yapamamıştı. Şimdi tanrı değildi, yapabileceği şeyler çok daha azdı.

“…Ekselansları? Ekselansları? Ekselansları!”

Xie Lian’ı uyandırmaya çalışan Feng Xin’di.

Güçlükle gözlerini açtı ve küçük bir ara sokakta yatmakta olduğunu gördü.
Feng Xin’in yüzü suratının tepesinde duruyordu ve Xie Lian’ın uyandığını
fark edince rahat bir nefes vermişti, ama kısa bir süre sonra yüzü öfkenin
izleriyle sarılmıştı. “Ekselansları! Senin neyin var? Tek kelime etmeden
günlerdir kaçıp duruyorsun! Eğer yakın zamanda geri dönmezsen,
Majestelerine söyleyecek başka yalanım kalmayacak!”

Xie Lian yavaşça oturdu. “Günler mi?”

Kelimeler ağzından çıktığı zaman boğazının kurduğunu fark etti, sesi


boğuktu ve şakakları zonkluyordu, başı çatlayacakmış gibiydi. Bir şey
anımsamış gibiydi ama aynı zamanda hatırlayamıyordu da. Feng Xin
yanına çömeldi. “Evet! İki gün! Nereye gittin?? Biraz önce neden delirmiş
gibi koşuyordun?”

İki gündür sarhoş muydu? İzbe bir mezarlıkta değil miydi? Neden burada
yatıyordu? Ve Feng Xin’in ses tonunu nedeniyle Xie Lian’ın içine kötü bir
his doğdu. “Ne yaptım ben?”
Feng Xin sertçe konuştu. “Ele geçirilmiş gibiydin! Her yerde tezgah
devirdin, insanları dövdün. Devriye gezen Yong An askerlerini bile
durdurmaya gittin! Öncesinde neler yaptığını ise bilmiyorum!”

Xie Lian Yong An askerleri kısmını duyunca gerilemişti. “Askerleri


durdurmaya mı çalıştım? O zaman…

askerlere ne oldu?”

“Şükürler olsun ki birisi seni fark edip durdurmuş.” Diye cevapladı Feng
Xin. “Ve şu haline bak, seni deli bir sarhoş sanmış olmalılar. Sana sadece
bağırmış ama umursamamışlar, yoksa kesin ölmüş

olurduk. Sana ne oldu? Neden içmiş gibi görünüyorsun?”

Xie Lian kendisine baktı ve baştan aşağıya çamur ve pislikle kaplı olduğunu
gördü. Kafasını kaşıdı, saçları da sorgulanıp idam edilmek üzere götürülen
bir suçlu kadar dağınıktı. Sahiden bütün gün sokaklarda yatan delirmiş bir
sarhoşa benziyordu.

Bir anlık sessizliğin ardından Xie Lian ayağa kalktı ve belirsiz bir şekilde
cevapladı. “Mm… Ben biraz içtim.”

Feng Xin durumu kavrayamıyordu. “Ne? Nasıl içersin? İki gün sarhoş
kalmak için ne kadar içtin?”

Feng Xin’in inanmaz halini görünce, Xie Lian sebepsiz yere sinirlenmişti
ve önden yürüdü. “Çok içmedim dedim, sadece birazdı. Önemli değil.
Neden içemezmişim?”

Feng Xin böyle bir cevabı hiç beklemediği için bir an donakalmıştı,
ardından peşinden gitti. “Ne demek

‘önemli değil’? Neden? Ekselansları unuttu mu? Alkol düşünceyi bozar, sen
düşüncelerini bozamazsın, yoksa nasıl kendini geliştireceksin? Tekrar
yükselmek zorundasın.”

“…”
‘Geliştirmek’ ve ‘Yükselmek’ kelimelerini duyduğu anda Xie Lian dinleme
isteğini yitirmişti ve adımlarını hızlandırdı.

Feng Xin seslendi. “Ekselansları!”

Tekrar yetişti ve bir an tereddüt ettikten sonra denedi. “Bir şey mi oldu?
Bana anlatabilirsin.”

Feng Xin’in dikkatli sorusunu duyunca Xie Lian ağzını açıp kapattı,
konuşmak istiyordu ama yapamıyordu.

Eğer yakın zamanda birisine bahsetmezse parçalanacaktı, ama aynı


zamanda da Feng Xin’in nasıl bir tepki vereceğinden emin değildi.

Kumar oynamaya cesaret edemezdi.

Onun dikkatinin dağıldığını görünce Feng Xin ekledi. “Sahiden,


öldürülemezsin ve soyulmazsın da, neden bana neler olduğunu
anlatmıyorsun?”

‘Öldürülemezsin ve soyulmazsın da’ sözlerini duyunca Xie Lian


boğulacakmış gibi hissetti.

Eğer öncesinde çalkalanmış, bir parça rahatlamış hissettiği söylenebilirse,


şimdi tümüyle paramparça olmuştu.

Xie Lian başını eğdi ve yürümeye devam etti. Tembelce cevapladı. “Hiç…
sadece, çok yorgunum.

Sen…” Tam bir bahane uyduracaktı ki aniden Feng Xin’in yanağında bir
şey fark etti ve duraksadı.

“Yüzüne ne oldu?”

Feng Xin yanağına dokundu, ardından acıyan bir şeye dokunmuş gibi
bedeni kasıldı. Yüzündeki bir bıçak yarasıydı. Ve bir kolu da sargılarla
kapatılmıştı, düzgün ve dikkatli bir şekilde örtülmüştü.
Feng Xin’in kendisi sargıları bağlamış olamazdı ama Xie Lian’ı şu anda
ilgilendiren tek şey onların altında ne olduğuydu. “Nasıl yaralandın?”

Feng Xin’in yetenekleriyle, hiçbir ölümlü onu kolayca yaralayamazdı ve


kolu da sakatlanmıştı. Feng Xin umursamıyor gibiydi. “Ah, hiç. Birkaç
haydut işimi bozmaya geldi, hepsi bu.”

Xie Lian şok olmuş ve afallamıştı. “Geçen günkü sokak sanatçıları mı?”

“Evet, onlar.” Diye cevapladı Feng Xin.

“Neden gösterini bozmaya geldiler?” Diye sorguladı Xie Lian, ama hemen
sonra anlamıştı. “Geçen gün mağlubiyeti kabul edip, sonra yine de gösteri
yapmaya gittiğin için seni kovalamaya mı geldiler?”

Hikaye aşağı yukarı buydu. Nedenini öğrendikten sonra ani bir öfke
patlaması Xie Lian’ın göğsünü tutuşturdu. “Artık oraya gitme!” Dedi Xie
Lian. Sesi sertti.

Ancak Feng Xin onu başından savdı. “Onlar kimin umurunda! İsteseler de
istemeseler de giderim.

Mağlubiyeti kabul eden sendin, ben değil. Ben kabul etmedim, bu nedenle
sözümden geri dönüyor sayılmam. Orada sahneyi kurup ne olursa olsun
gösteri yapacağım. Ayrıca gizli gizli gösteriyi bozmaya geldiler, başka bana
ne yapabilirler ki? Bu kez hazırlıksız yakalandım, ama bir daha olmayacak.
Söz konusu yumruklarsa, onlardan hiç korkmuyorum!”

Bunu duyunca Xie Lian’ı saran öfke aniden kayboldu, onun yerini suçluluk
duygusu aldı.

Feng Xin bu haldeyken kendisi depresyondaydı ve ıstırapla sürükleniyordu.


Hala onu terk etmemiş

olan soylu hizmetkarıyla işler bu noktaya gelmişken nasıl yüzleşebilirdi?

Bunları düşününce Xie Lian iç çekti. “Özür dilerim Feng Xin.”


Feng Xin şaşırdı, ardından durmadan ellerini sallamaya başladı. “Neden
Ekselansları benden özür diliyor? Saçmalama.”

“Günlerdir tek başına para kazanıyorsun, bu kadar sorun çıkarttığım için


üzgünüm.” Dedi Xie Lian.

“Sen kendini geliştirmeye ve tekrar yükselmeye odaklandığın sürece her


şeye değer!” Diye cevapladı Feng Xin.

‘Yükselmek’ kelimesi tekrar zikredilmişti ve Xie Lian başını ağır bir


şekilde salladı.

Kral ve kraliçe Feng Xin’in yalanlarına inanmışlardı ve Xie Lian’ın geçen


birkaç günde antrenman yaptığını düşünüyorlardı. Onun geri döndüğünü
görünce, kraliçe her zamanki gibi neşeyle yemek yaptı. Xie Lian’ın cesareti
yoktu, bu yüzden Feng Xin’in kasesini alarak yemesine yardım etti. O gece
hiç uyumadı.

Ertesi gün Feng Xin kalktı ve sabah erkenden gitti, Xie Lian ise kalarak
çalıştı.

Ancak kendisini çoktan toplamış ve tüm enerjisine kavuşmuş olsa da


odaklanamıyordu.

Herkes bilirdi. Kalabalıktan sıyrılmanın yolu çok çalışmaktı, pratik yapmak


mükemmelleştirirdi. Ama, milyonlarca kişiden kaçı pratikle
mükemmelleşebilirdi? Aynı mantıkla, kendisine ne kadar aklını
boşaltmasını söylerse söylesin, sırf söylüyor diye bunu başarabilirdi?

Süregelen on gün boyunca, bir arpa boyu ilerleyememiş, hiçbir şey


başaramamıştı ve Xie Lian endişelenmekten kendini alamadı. Özellikle de
her akşam Feng Xin yorgun argın bir halde geri gelip, kraliçe Xie Lian’a
gelişme kaydedip kaydetmediğini sorarken, Xie Lian’ın tek hissedebildiği
anlaşılmaz yoğun bir baskıydı.

Gerçeği söylemeye cesareti yoktu, bu yüzden de tek yapabileceği boş bir


şekilde evet demekti, gelişme kaydediyordu, ve böylece de Feng Xin ile
kraliçe mutlu oluyordu. Yine de böyle devam edemezdi. İki ay sonra Xie
Lian daha fazla dayamadı.

Bir gün, Feng Xin gece yarısı döndüğü zaman, ikisi masada önceki günden
kalanları yiyorlardı.

Yerlerken, Xie Lian aniden ona döndü. “Korkarım, bir süre gitmem
gerekecek.”

Feng Xin yüzünde pirinçlerle şaşkın bir halde kalmıştı. “Ne? Gitmek mi?
Nereye gidiyorsun?”

Xie Lian yavaşça konuştu. “Ruhani güçle dolu sessiz bir yer arayacak ve
kendimi geliştirmek için oraya kapanacağım.”

Eğer çalışılan yer ruhani güçle doluysa, kişiye büyük bir avantaj sağlardı.
Öncesinde Xie Lian ailesi ve iki yoldaşını geride bırakmayı
kabullenemediği için onlardan hiç ayrılmamıştı. Şimdi ise fikri
değiştirmişti.

Feng Xin üzerinde çok durmadı. “Harika! Ekselansları, bunu uzun zaman
önce yapmalıydın! Sessiz bir meditasyon ortamı en etkilisidir sonuçta!”

Xie Lian başını salladı, duraksadı, ardından konuştu. “Yokluğumda annemle


babama bakma yükünü senin omuzlarına bırakıyorum.”

Feng Xin tam cevap vermek üzereydi ki bir anlığına tereddüt etti. Her ne
kadar salise sürmüş olsa da, Xie Lian onu çok iyi tanıyordu, nasıl bu anlık
tereddüdünü fark etmezdi?

Tam bu sırada arka odadaki kralın sesi yükseldi. “Gitmen gerekiyorsa git.
Bu kralın kendisine bakmak için kimseye ihtiyacı yok.”

Feng Xin ve Xie Lian kaselerini ve çubuklarını indirerek odaya doğru


baktılar. Görünüşe göre kral henüz uyumamış ve konuşmalarını duyarak
araya girmişti.

Xie Lian başını iki yana salladı ve fısıldadı. “Yine güçlü görünmeye
çalışıyor.”
Feng Xin gülümsedi ve konuştu. “Merak etme Ekselansları. Elbette onlara
bakarım.”

Şimdi dürüst bir şekilde cevap vermişti. Yine de Xie Lian cevap vermeden
önceki anlık tereddüdünü unutamıyordu, sanki başka bir endişesi var
gibiydi.

Ancak, düşününce, belki de yanlış gördüğüne karar verdi. Onlar dışında,


Feng Xin hiç kimseyi tanımıyordu, başka hiçbir bağı yoktu, nasıl başka bir
endişesi olacaktı? Bu nedenle Xie Lian düşünmeyi bıraktı ve düşünceleri
sonraki günkü ayrılışına ayırmaya karar verdi.

Ertesi gün, Xie Lian basit bir çantayla ailesi ve Feng Xin’e geçici olarak
veda etti.

Kim bilir kaç kilometre yürüdü, günlerce açıklıkta uyudu ve yemek yedi.
En sonunda bir yer bulmuştu, sessiz derin bir dağ, sükûnetle meditasyon
yapmak için idealdi. Bölgeyi inceledikten sonra Xie Lian ilk başta gerilmiş
ama kısa bir süre sonra kalbi neşeyle dolmuştu.

“Ne şans… buranın fengshui’si harika, en verimli toprak parçasını


buldum!”

Bu noktaya kadar çok şanssızdı, şansı aniden dönünce Xie Lian


inanamamıştı bile ve emin olmak için defalarca tekrar tekrar kontrol etmişti.
Sahiden de, bu bölge ruhani güçle ışıldayan kutsal bir topraktı.

Gelecek birkaç ay kapanır ve kendisini geliştirmeye odaklanırsa, sahiden


yarı çabayla iki kat kazancı olacaktı ve inanılmaz bir gelişme elde edecekti!

Xie Lian sanki umuda dokunmuştu ve karamsarlıkla geçen günler aniden


aralanmış, kalbi sevinçle çarpıyordu.

“Baba, anne, Feng Xin, bekleyin. Kısa zamanda döneceğim!”

Sarp ve tehlikeli dağ yolunu takip etti ve yedi sekiz saat boyunca
tırmandıktan sonra Xie Lian en sonunda günbatımından önce ruhani dağın
derin kısımlarına ulaşmıştı.
Balta girmemiş ormanlardan geçerken, gittikçe ruhani enerji kaynağına
yaklaştığını hissedebiliyordu.

Xie Lian’ın adımları da gittikçe hızlanıyor ve hafifliyordu. Ancak


beklenmedik bir şekilde tam sakin bir yer seçecekken, aniden arkasında
feryat eden adımlar işitti.

Bu kadar ıssız bir dağda nasıl bu kadar çok ayak sesi olabilirdi? Xie Lian
farkında olmadan o yöne baktı. Tek bir bakışla, dudaklarındaki gülümsenin
donacağı hiç aklına gelmemişti.

Arkasında bir grup insan vardı, otuz kişi kadarlardı, hepsi birbirinden
apayrıydı ve farklı kıyafetlere bürünmüşlerdi. Ancak bir ortak noktaları
vardı ki, o da hepsinin cennet mensubu olmasıydı. Bir kısmı cennette bir
rütbeye sahip olmayan Üst Cennet mensuplarıydı, ama büyük kısmı Alt
Cennettendi.

Aralarında öncesinde başarısız olduğu hırsızlık girişiminde yer alan


mensuplar da vardı!

Xie Lian’ı gördükleri zaman yüzleri değişti ve birbirlerini çekiştirip


dirseklemeye başladılar, bıyık altından bir şeyler söylüyorlardı. Xie Lian’a
gelince, onları gördüğü anda elleri titremeye başlamıştı.

İki taraf birbirini izlemeye başladı. Kısa bir süre sonra cennet
mensuplarından birisi boğazını temizledi.

“Burada Prens Hazretlerine rastlamamız ne tesadüf.”

“Sahiden öyle. Prens Hazretleri de mi buraya geldi?”

“…”

Xie Lian başını hafifçe eğdi, kendisini sakin ve kompoze kalmaya zorladı
ve hiçbir aşağı duygu yansıtmadan. “Buraya çalışmak için geldim.”

Her ne kadar bugünkü hali eskisiyle kıyaslanamasa da, yine de Xie Lian
sürülmeden önceki ses tonunu kullanmaya çalışmıştı, kendisinin uşak veya
suçlu biri gibi davranmasına izin vermeyi reddediyordu.
Cennet mensubu gülümsedi. “Daha da büyük bir tesadüf. Biz de çalışmak
için geldik.”

“Evet, evet, burada birbirimize rastlayacağımız kimin aklına gelirdi ki,


hahaha…”

Görünüşe göre bu verimli toprakları tek keşfeden Xie Lian değildi. Bir grup
cennet mensubu da burayı hedef almışlardı.

Böyle bir durumla yüzleşince Xie Lian tereddüt etti. Bu kadar cennet
mensubunun yanında çalışabilir miydi sahiden?

Dürüst olması gerekirse, tüm kalbiyle cennet mensuplarının yanında


çalışma düşüncesini reddediyordu. İlk olarak sessiz bir meditasyon için
kapanmaya gelmişti; eğer tek başına değil de bunca insanlar beraber olursa,
rahatsız edileceğine hiç şüphe yoktu. Bazı insanlar birbirlerine göz kulak
olabilecekleri için gruplar halinde çalışmayı severlerdi ama Xie Lian her
daim tek başına kalmayı tercih etmişti.

İkincisi, hırsızlık olayından beri, ne zaman geçmişte tanıdığı bir cennet


mensubunu görse korkunç derecede geriliyordu, diğerlerinin gözlerinin onu
bıçak gibi delip geçtiğini, işkence ettiğini hissediyordu. Tıpkı şimdi olduğu
gibi, hepsinin onu yargılar gözlerle izlediklerine dair kuruntuları vardı, bu
nedenle de meditasyon yapması imkansızdı.

Söz konusu verimli bir araziyi almak olunca, kural ‘ilk gelen alır’dı. Xie
Lian yeterince güçlü olduğu sürece, ilk kendisinin geldiğini, gidip çalışmak
için başka bir yer bulmalarını pekala söyleyebilirdi.

Ancak hırsızlık meselesinde denk geldiği cennet mensupları hemen


önündeydi, güçlü kalmasına imkan yoktu. Ayrıca böyle bir yeri sırf
kendisine ayırarak bunca cennet mensubunu kovalaması da ayıp olurdu.
Her ne kadar Xie Lian onların yanında çalışmak istemiyor olsa da, başka
şansı yoktu. Bu kadar güç barındıran başka bir yer bulacak vakti de yoktu,
bu nedenle Xie Lian’ın tek yapabileceği başını sallamaktı. “Evet, ne
tesadüf. Öyleyse, ben önden gidiyorum. Lütfen Lordlarım da istediklerini
yapsınlar.”
Ardından aceleyle hareketlendi, kendisini en izbe mağaraya kapatmak
istiyordu. Ancak beklenmedik bir şekilde daha henüz dönmüştü ki, bir
cennet mensubu arkasından seslendi.

“Bekle.”

Xie Lian’ın adımları duraksadı ve başını geri çevirdi, şaşırmıştı. “Ne


vardı?”

Otuz kadar cennet mensubu birbirleriyle bakıştılar, kimisi fısıldıyordu. Bir


an sonra birisi öne çıktı ve gülümsedi.

“Ekselansları geçmişte sayısız verimli araziyi kendisine almıştı. Neden


bunu bizim almamıza izin vermiyor?”

Xie Lian uzunca bir süre donakaldıktan sonra nihayetinde anladı.

Bunun anlamı onun gitmesi gerektiği miydi?

Şok ediciydi. Ne zorbaydılar!

Kan beynine sıçradı. Xie Lian öfkeyle düşündü, İlk ben geldim ama sizden
gitmenizi istemedim, neden beni gitmeye zorlamaya çalışıyorsunuz ki?

Ama harekete geçmeye cüret edemedi. Bir anlık sessizliğin ardından,


çantasını tutan eli daha da sıkılaştı.

Xie Lian sert bir sesle buyurdu. “Lordlarım, bunun anlamı nedir?”

Cennet mensuplarından birisi konuştu. “Şey… biraz önce söylemedik mi…


Ekselansları geçmişte pek çok verimli arazi aldı…”

Xie Lian sözünü kesti. “Bunun konumuzla ne alakası var? Söylemeye


çalıştığın geçmişte pek çok olanağım olduğu için, artık ruhani bölgeleri
kullanamayacağım mı?”

Cennet mensupları tökezledi ve konuşmayı kestiler, utanmış


görünüyorlardı.
Xie Lian sakin kalmaya çalışarak konuştu. “Ayrıca, anlayamıyorum.
Sonuçta ben burada olduğum için başka kimse burayı kullanamayacak diye
bir kural da yok. Kendini geliştirirken ruhani bölgeleri paylaşmak yaygın
bir durum değil midir? Herkes kendi işine baksa ne olur? Neden gitmemi
ısrarla istiyorsunuz?”

Tam bu sırada birisinin mırıldandığını duydu. “…Kibirli davranmayı bırak.


Otuz kişiden fazlayız, eğer burada kalırsan, bize ne kalacak…”

Her ne kadar adam diğerleri tarafından hızla susturulsa da, Xie Lian hemen
anlamıştı.

Demek bu yüzdendi!

Verimli arazilerdeki ruhani güçler oldukça kısıtlıydı. Meditasyon yaparken


eğer birisi yarısını alırsa, diğerleri kalan yarısını paylaşmak zorunda kalırdı.
Eğer birisi onda sekizini alırsa, kalanlar onda ikisiyle yetinmeliydi. Güçlü
olanlar ruhani güçleri kendilerine emerlerdi, diğerleri de artıklarla yetinirdi.

Cennet mensuplarının endişesi, eğer kendisi orada durursa, ruhani güçlerin


büyük kısmını almasından korkmalarıydı. Geriye kalanı ise otuzu
bölüşeceklerdi, bu nedenle de ellerine çok bir şey geçmeyecekti!

Bunu fark edince Xie Lian’ın beynine sıçrayan kan daha da köpürmeye
başladı. Yumruklarını sıktı ve soğuk bir şekilde konuştu. “…Ben burada
çalışacağım.”

Bir diğer cennet mensubu konuştu. “Ekselansları, sana Ekselansları


dememizin tek nedeni saygıdan.

Şu anda bir ölümlüsün sadece, neden bizimle ruhani bir bölge için
savaşıyorsun?”

“Şu anda bir ölümlü olduğum için, siz de cennet mensupları olduğunuz için,
korkacak neyim var?”

Dedi Xie Lian. “Eğer gitmezsem, beni zorla mı göndereceksiniz?”


Elbette olur şey değildi. Eğer bir ölümlü büyük bir suç işlemezse, cennet
mensuplarının ona karşı güç kullanması yasaktı, cezalandırılırlardı. Cennet
mensupları sahiden hiçbir şey yapamazdı. Ancak Xie Lian’ın unuttuğu bir
şey vardı.

Tam inatla otuz kadar cennet mensubuyla yüzleşirken, bir ses aniden araya
girdi. “Ekselansları ölümlü diyara sürüldükten sonra omurgası baya
incelmiş. Sadece ölümleri soymakla kalmıyor, cennet mensuplarını da
kızdırıyor, hahaha!”

Bunu duyunca Xie Lian aniden buzdan bir zindana atılmıştı!

Başını hızla çevirdi ve konuşan kişinin önemsiz bir alt cennet mensubu
olduğunu gördü. Ama onu hırsızlık meselesinin gerçekleştiği gün suçüstü
yakalayan mensuplardan birisi değildi!

Tahmin ettiği gibi çoktan konuşmuşlardı! Biraz önce onu esrarengiz


gözlerle izliyor olmaları, sadece Xie Lian kuruntusu değildi. Herkes
biliyordu. Tüm bu cennet mensupları, hepsi biliyorlardı!

Bir anda Xie Lian tüm kemiklerinin çekildiğini hissetti, damarlarında yanan
alevler sönmüştü, gözleri kıpkırmızıydı, kanla dolmuştu. Sert bir şekilde ast
cennet mensuplarına baktı.

“…Kimseye söylemeyeceğiz demiştiniz.”

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 186: Otuz Üç Cennet Mensubu Verimli Bir Toprak İçin


Savaşıyor Belki gözlerinde kabaran duygular çok güçlü ve delici olduğu
içindi, ama ast cennet mensupları hızla ellerini sallayarak ona bakmaya
başlamışlardı.

“Başkalarına söylemedik!”

Xie Lian buyurdu, gözleri kırmızıydı. “O zaman nereden biliyorlar??”


Sorusunu duydukları zaman, otuz üç cennet mensubu da şaşırmış
görünmemişti. Bu kadar çok kişi çoktan öğrendiğine göre, Üst Cennetten
kaç kişinin kulağına gitmişti?

Onun tarafından böyle sorgulanınca, cennet mensupları bir süre şaşırmış


ama ardından karşılık vermeye başlamışlardı. “Eh, sonuçta biz başkaları
sayılmayız, yakın arkadaşız. Aramızda sır olmaz, bu yüzden bize söylemesi
sayılmaz. Burada bulunan cennet mensupları dışında, hiç kimsenin
haberi…”

Xie Lian onun bitirmesini beklemeden keskin bir sesle haykırdı. “YALAN!
TEK SÖYLEDİĞİNİZ YALAN!

SİZE İNANMIYORUM!!!”

Bu şekilde araya girmesiyle, genç cennet mensupları da utanmaya


başladılar, kalabalığın içinde kaybolmaya çalışır gibiydiler.

Tam bu esnada, içlerinden birisi aniden bağırdı. “İNANSAN NE OLUR


İNANMASAN NE OLUR?

Ekselanslarının ölümlü diyarda yaptığı iyilikleri kimse sızdırmamışken,


gelmiş hala sır olarak saklamamızı mı istiyorsun? Neden senin sırrını
tutacakmışız ki? SAÇMALIK!”

Sanki Xie Lian’ın üzerine bir kova soğuk su boşaltılmış gibiydi, ardından
da kalbine bir bıçak saplanmıştı. Hızla konuştu. “HAYIR! BEN…”

Bir diğeri devam etti. “Eğer yanlış bir şey yapmadıysan, konuşmamızdan
korkmana gerek yok. Kötülük yapan sensin, ve gelmiş başkalarını
konuştuğu için mi suçluyorsun? Eğer insanlar bu yaptıklarını sır olarak
saklamaya devam ederse, esas kötülük bu olur!”

“HAYIR!!!” Diye haykırdı Xie Lian. “BEN…”

Bir nedeni olduğunu söylemek istiyordu, aslında yapmak istemediğini. Ama


aynı zamanda da içten içe nedeni ne olursa olsun bir önemi olmadığını
biliyordu. Sorun şuydu ki, gerçekten birisini soymaya niyetlenmişti!
Böyle bir leke, yüzdeki utanç damgasına benzerdi ve bu durum da onu diğer
cennet mensuplarının önünde o kadar küçültüyordu ki, kendisini savunmak
için sesini yükseltmekten bile çekiniyordu. Onun iradesinin zayıfladığını
görünce, bir savaş tanrısı öne çıktı. “Ekselansları, şimdi neden seninle
beraber çalışmak istemediğimizi anlıyor musun?”

Xie Lian başını eğdi ve yumruklarını sıktı.

Savaş tanrısı devam etti. “Aynı yolda yürümüyoruz, ve aynı yolda


yürümeyenlerin yolları kesişmemelidir. Gitmen en iyisi olur.”

Onun ‘aynı yolda yürümeyenlerin yolları kesişmemelidir’ dediğini duyunca


Xie Lian aniden anladı.

Konuşup durabilirlerdi, ama eninde sonunda bu kutsal toprakları terk etmesi


gerekecekti!

Yumruklarını sıkıyordu ve boğazındaki yumru bir süre onu bastırdı, ama en


sonunda Xie Lian karanlık bir şekilde konuştu. “…Gitmiyorum. Burada
kalıp çalışacağım.”

Bu esnada, bu otuz üç cennet mensubuna olan öfkesi utancını bastırmıştı.

İşler bu noktaya geldikten sonra, tüm çatlak kaseleri kırabilir ve elinden


gelen her şeyi yapabilirdi.

Kuyruğunu bacaklarının arasına kıstırıp kaçmak yerine, yüzünü sertleştirip


bulunduğu yeri korumayı, onları geri adım atmaya zorlamayı tercih ederdi.

Xie Lian başını yukarı kaldırdı ve tekrar etti. “Burada çalışacağım. Bu dağ
hiçbirinizin bölgesi değil, hiçbirinizin bana gitmemi söylemeye hakkı yok!”

Onun böyle sert bir tavra büründüğünü görünce, otuz üç cennet


mensubunun da yüzü karardı.

Xie Lian birisinin mırıldandığını duydu. “Neden böyle yapıyor?”

“Hiç bu kadar yüzsüz birisini görmemiştim…”


Yine de, istediklerini söyleyebilirlerdi, Xie Lian olduğu yerde kalacaktı.
Her ne kadar dudaktan mızraklar ve dilden kılıçlarla yaralanmış, kalbi hiç
durmadan kanıyor olsa da, yine de inatla hareket etmedi.

Savaş tanrısı tekrar konuştu. “Görünüşe göre Ekselansları zorlayacak ve


herkesi mutsuz edecek?”

Xie Lian soğuk bir şekilde konuştu. “Kendinize güveniyorsanız gelip beni
kovalayın! İsteseniz bile gücünüz yetmez zaten!”

Konuştuğu anda, bir grup cennet mensubunun hemen yüzü düştü ve


silahlarını çektiler.

Elbette çekeceklerdi. Savaş tanrıları için, onun sözleri ağır bir


provokasyondu. İçlerinde bulunan savaş

tanrılarının onu duymazdan gelmelerine imkan yoktu.

Etrafı sarılan Xie Lian hiç korkmuyordu. Elinde silah bile yoktu ve tek
yapabileceği yürürken kullandığı asayı sıkı sıkı tutmaktı.

Savaş tanrılarından birisi ciddiyetle konuştu. “Ekselansları, eğer hemen


özür dilersen, bize hakaret ettiğini duymamış gibi davranacağız.”

Xie Lian ağaç dalını öne uzattı. “Hiçbiriniz tanrı olmaya layık değilsiniz!”

Önünde öfkeden bir sel yükseldi.

Birisi cıkladı. “Layık değil miyiz? Ve senin gibi birisi, ölümlüleri soyan bir
hırsız, layık mı?!”

Xie Lian daha fazla dayanamıyordu ve dayanmak istemiyordu da. Dalı


savurdu, saldırmak üzere öne çıktı, bağırıyordu. “ZORBALAR!”

Savaş tanrıları onun saldırısını karşılamak üzere silahlarını hazırlamışlardı.


Arkada durmakta olan cennet mensupları haykırdılar. “Seni gidip soymaya
zorlamadık sonuçta, neden hıncını bizden çıkartıyorsun??”
Ancak, çok çabuk rahatlamışlardı. İlk başta ruhani güçleri ve silahları
olmadan, Xie Lian’ı indirmenin kolay olduğunu düşünmüşlerdi. Ancak
beklenmedik bir şekilde hiçte böyle olmamıştı. Her ne kadar Xie Lian’ın
elinde sadece bir dal parçası olsa da, hırçın bir kılıç gibi savruluyor, onları
geri çekilmeye zorluyordu, son derece güçlüydü. İki taraf daha uzun
zamandır dövüşmüyorlardı ki bir grup savaş

tanrısının kılıçları havaya uçtu. Savrulan dalın yarattığı keskin rüzgarlar


tarafından çizilmeye bile korkuyorlardı, hepsi arkaya saklanmak için
kaçmaya başladılar.

Saygın cennet mensupları sürülmüş bir ölümlüyü bile yenemiyorlardı, ne


utanç vericiydi!

Tam bu esnada, savaşı izlemekte olan cennet mensuplarından birisi aniden


çığlığı bastı. “BU DA NE?!”

Haykırışıyla diğer cennet mensupları da gerilmişlerdi. “NELER


OLUYOR?”

Cennet mensubu büyük acılar içerisinde gibi görünüyordu, yüzünü


kapatmış ve beli bükülmüştü. “Bir, bir hayalet alevi topu biraz önce gözüme
vurdu… o hile mi yapıyor?”

Xie Lian bu cennet mensubunun onu işaret ederek onun bir hırsız olduğunu
söylediğini hatırladı ve homurdandı. “Ne hayalet alevi? Eğer ruhani
bölgemi çalmak istiyorsan söyle sadece, bana daha fazla iftira atmana gerek
yok!”

Öfkesi tekrar alevlenmişti ve saldırıları da daha da sertleşiyordu.


Çevreleyen savaş tanrılarının mızrak ve kılıçlarının hepsi onun normal,
mükemmel boyuttaki dalı tarafından yenilmişti, ve silahlar yerlere
saçılmıştı.

Aniden birisi bağırdı. “YAKALADIM! YAKALADIM! BAKIN!”

Xie Lian duraksadı ve kendisini topladı, cennet mensuplarının ise isyan


etmekte olduğunu gördü.
Birisinin elinde bir şey vardı, herkesin görebilmesi için kaldırmıştı.

“Sahiden bir hayalet alevi var, hile yapıyor! İşte kanıtı!”

Xie Lian yakından baktı ve sahiden de rahatsız edici bir şekilde parlayan
küçük hayalet alevinden topu gördü.

Öfkeyle haykırdı. “NELER OLDUĞUNU BİLMİYORUM BİLE! BENİ


NE CÜRETLE HAYALET ALEVİ

YAKALAYIP HİLE YAPMAKLA SUÇLARSIN? HAYALET ALEVLERİ


MİLYONDA BİR GÖRÜLMÜYOR

SONUÇTA! ÜZERİNDE ADIMIN YAZDIĞINI FALAN MI GÖRDÜN??”

Cennet mensubu ise gözünü tutarak çığlık attı. “Normal hayalet alevleri
neden gözlerime saldırsın?

Eğer senin kontrolünde değilse, neden böyle davransın?”

Xie Lian azarladı. “Ve bende dağda dolaşan bir ruh sizin tarafınızdan
korkutulduğu için saldırmaya gelmiş diyorum! Bu nasıl bir kanıt böyle?!”

İlk hamleyi yapan savaş tanrısı öne çıktı ve hayalet alevini yakaladı.
“Kimin kontrolü altında olduğu kimin umurunda? Böyle zararlı şeyler yok
edilmelidir!” dedi ve daha da sıkmaya başladı, ruhu tutuşuyla paramparça
edecekmiş gibi görünüyordu.

Bunu görünce Xie Lian haykırdı. “BIRAK ONU!”

Nihayetinde öylesine dolaşmakta olan bir ruhun onların kavgalarının içine


çekilmesine dayanamazdı ve hayalet alevini almak için savaş tanrısıyla
savaşmaya gitti. Amacı ruhu almak olduğu için, kendisini tutuyordu ve ikisi
de birbirlerine üstün gelemiyorlardı.

Aniden birkaç cennet mensubu seslendi. “Geldin mi?! Çabuk hadi! Neler
olduğunu kendi gözlerinle gör!”

Görünüşe göre birisi gelmişti.


Cennet mensuplarının hepsi o yöne döndü. “Sonunda geldin!”

“Seni bekliyorduk, hadi bize yardım et!”

Bunu duyunca Xie Lian ilk başta irkilmişti ve ilk düşüncesi, Güçlü birisi mi
yoksa?, olmuştu, ama ardından ikinci düşüncesi, Kimin umurunda. Eğer
bana sorun çıkarırlarsa bir tur daha hepsini döverim!

Hiç kimseden korkmuyorum!!!, olmuştu.

Şu anda iliklerine dek nefretle doluydu ve bir kavgaya daha karışmaya


hazırdı. Ancak beklenmedik bir şekilde kalabalık ayrıldı ve geç gelen kişi
öne çıktı, Xie Lian donakalmıştı.

Gelen kişinin Mu Qing olduğunu asla tahmin edemezdi!

Mu Qing de açıkça Xie Lian’la karşılaşmayı beklememişti. Göz göze


geldikleri anda ikisi de şok olmuşlardı. Xie Lian’ın gözleri ardına dek
açılmıştı ve dövüştüğü savaş tanrılarını neredeyse tamamen unutmuştu.

Mırıldandı. “…Burada ne işin var? Sen…”

Ancak birkaç kelime ettikten sonra olanları anlamış ve hemen çenesini


kapatmıştı.

Mu Qing’in şu anda giymekte olduğu şeyler kaçarken giydiği eski


yıpranmış, siyah cübbe değildi, onun yerine Alt Cennetteki bir savaş
tanrısının kıyafetleriydi.

Eskiden Feng Xin ve Mu Qing, Xie Lian’ın sağ ve sol eli olarak çalışırken,
yetenekleri takdir görür ve beğenilirlerdi, pek çokları onları gözlerine
kestirmişti. Sonrasında Xie Lian sürülünce, Feng Xin ile Mu Qing’in de
onunla beraber sürülmesine çok kişi üzülmüştü. Gizli gizli onların kendi
saraylarına alınıp alınamayacağını bile soranlar olmuştu. Bir cennet
mensubunun, onu takdir ettiği için Mu Qing’i kendisine hizmet etmek üzere
Alt Cennete çekmesi çok anormal bir durum değildi.

Öyle olmalıydı. Dahası, iyi durumda olmalıydı, yoksa bu diğer cennet


mensuplarıyla birlikte kendini geliştirmek üzere verimli bir arazi arıyor
olmazdı.

Xie Lian hala bir ölümlünün bedenindeydi ama Mu Qing çoktan Alt
Cennet’e dönmüştü. Oldukça ironikti.

Diğer taraftan Mu Qing en sonunda müthiş bir güçlükle kendisine gelmişti.


Kafası karışık bir halde sordu. “Burada neler oluyor?”

Cennet mensuplarının hepsi hikayeyi anlatan kişi olmak için savaşıyordu.


Xie Lian uzakta durdu, tüm bedeni kaskatıydı.

Mu Qing’e hırsızlık meselesinden bahsetmediklerini fark etti. Bunun anlamı


neydi?

Demek ki Mu Qing çoktan olayı duymuştu! Mu Qing de onun hırsızlık


yapmaya gittiğini biliyordu!!!

Xie Lian’ın yüzünün etrafı buzdan terlerle sarıldı ve istemeden birkaç adım
geriledi. Bir süredir onunla yüzleşmekte olan savaş tanrısı öfkeyle ofladı.
“Ruhani bölgeyi kendisine alıp bizi kovmak istiyor, Mu Qing, hadi bize
yardım et!”

Yardım mı?

Mu Qing onunla mı dövüşecekti?

Xie Lian öfkeden uyuşmaya başlamıştı, iliklerine dek şok olmuştu. En


sonunda kendine geldi ve sinirle kekeledi. “…Siz, siz hepiniz yalan
söylüyorsunuz, utanmazlar! Hiçte böyle olmadı! Alakası bile yok!”

Mu Qing sadece izliyordu ve Xie Lian öfkeden kudurmuştu. Tekrar dalıyla


öne atıldı. Savaş tanrıları savunmakta güçlük çekiyorlardı, geri çekilmeye
başlarken tekrar bağırdılar. “MU QING! NE DİYE

ORADA DİKİLİYORSUN??”

Diğer cennet mensupları da onlara katıldı, ama Mu Qing hala tereddütlü


görünüyordu, saldırsa mı saldırmasa mı emin değil gibiydi. Xie Lian
onların Mu Qing’i çevresini sarmaya zorladığını duydu ve kalbi öfkeyle
doldu.

“MU QING SİZİN GİBİ DEĞİL. O BENİM DOSTUM VE SİZE YARDIM


ETMEYECEK!!!”

Öfkesi gittikçe kabarıyor, elindeki güç gittikçe artıyordu ve bir kez daha
tüm silahlar havaya fırladı.

Kalan cennet mensupları onun dövüş devam ettikçe daha da gözüpek bir
hale geldiğini görüyorlardı, işler hiçte iyiye gitmiyordu ve tekrar ağladılar.

“MU QING! CANI İSTEDİĞİ GİBİ BİZİ DÖVÜP DURMASINI MI


İZLEYECEKSİN??”

Mu Qing’in yüz ifadesi okunmaz bir hal aldı ve öne bir adım attı,
parmakları seğiriyordu.

Yanındaki cennet mensubu devam etti. “Orada dikilip durma, bize yardım
et!”

Tam da bu esnada birisi kinayeli bir şekilde konuştu. “Mu Qing’in hareket
etmek istemesi anlaşılabilir.

Sonuçta o Ekselanslarının şahsi hizmetkarıydı. Ekselansları ölümlüleri ve


ruhani bölgeleri soyuyor olsa bile, o yine de eski ilişkilerini düşünmek
zorunda. Ekselanslarının tarafını tutmaması bile çok bence, bize yardım
etmesini nasıl beklersiniz?”

Sözleri Mu Qing’i kışkırtmak için söylenmişti, her biri iğnelerle doluydu.


Bir anda Mu Qing’in alnındaki damarlar fırladı.

İşler daha da karmaşık bir hal alamaya başlarken, Xie Lian bir şeylerin
yolunda gitmediğini hissediyordu. “Mu Qing…”

Sadece ismini söylemişti, ama bir an sonra elleri hafiflemişti, ardından ise
bir şeyin parçalanma sesi yükseldi.
Xie Lian gözlerini kırpıştırdı ve başını eğdi. Parçalanan şey onun tek
‘silahı’ydı, ağaç dalı. Başını tekrar kaldırdığında ise Mu Qing’in önünde bir
kılıç tuttuğunu gördü.

Tam bu sırada ise kılıcın ucu Xie Lian’ı gösteriyordu. Eğri kılıcı tutan kişi
soğukça konuştu. “…Lütfen git.”

“…”

Xie Lian elinde kırık dal parçasıyla Mu Qing’e baktı. Uzun bir süre sonra
denedi. “Ben… sahiden kimseyi soymak istemedim. Bu ruhani toprağa da
el koymayacaktım. İlk ben geldim.”

“…”

Mu Qing ifadesiz bir şekilde tekrar etti. “Lütfen git.”

Xie Lian ona baktı ve bir an tereddüt etti. “…Yalan söylemediğimi


biliyorsun değil mi?”

Bunu sorduğu sırada biraz umutluydu, ama bir yandan da korkuyordu.


İçinden bir ses ona daha fazla sorma diyordu, sadece arkanı dön ve git!
Yine de kendisine engel olamamıştı.

Mu Qing daha cevap vermeden Xie Lian bedeninin aniden öne doğru
devrildiğini hissetti ve ağır bir şekilde yere düştü.

Yer dağ yolunun çamurlu toprağındandı, delik ve çukurlarla doluydu,


içlerinde taşlar ve yapraklar vardı. Xie Lian yerde kalakaldı, gözleri
yerinden fırlamıştı ve hala olanlara inanamıyordu.

Cennet mensuplarından birisi onun dikkati dağıldığı anda onu itmiş ve


bunca gözün önünde utanç verici bir şekilde yere düşmesine neden olmuştu.

Sahiden çok utanç vericiydi. Her taraftan sesler yükseliyordu, yüksek ve


kısık, etrafını sarmışlardı, hepsi Xie Lian’ın kulaklarına ulaşıyordu. Gözleri
ardına dek açılmıştı ve kararmış yere bir süre baktıktan sonra yavaşça başını
kaldırdı. Ondan çok uzakta olmayan Mu Qing’i gördü.
Mu Qing o cennet mensuplarının yanında duruyor, ona bakmıyordu. Tıpkı
diğerleri gibi onunda Xie Lian’ın kalkmasına yardım etmek gibi bir
düşüncesi yoktu.

Uzunca bir süre orada yattıktan sonra kendi kendine kalktı.

Cennet mensupları onun bir kez daha delireceğini ve saldırıya geçeceğini


düşündükleri için son derece tetikteydiler, ama Xie Lian artık kavga
aramıyordu. El yordamıyla yerleri ararken başı öndeydi ve kraliçenin onun
için hazırladığı küçük çantayı buldu, sessizce yerden aldı, sırtına attı, döndü
ve adım adım dağdan uzaklaşmaya koyuldu.

Yürürken adımları gittikçe hızlanıyordu. Xie Lian’ın delirmişçesine


koşması için çok uzun süre geçmesi gerekmemişti.

Nefesini tuttu ve dağdan aşağıya koştu, dinlenmek için bir an bile


durmamıştı. Ne kadar koştuğunu bilmiyordu ama aniden adımlarına hiç
dikkat etmediği için bir kez daha düştü, ve tuttuğu nefes en sonunda öfkeli
kanlarla birlikte dudaklarından serbest bırakılmıştı.

Bir anlık panikle, ayağa kalkmayı düşünmedi ve sadece oturarak nefes


almaya çalıştı. Nefes alışverişi normale döndükten sonra bile kalkmayı
düşünmedi, onun yerine olduğu yerde düşüncelere daldı.

Aniden ona bir el uzandı.

Xie Lian yavaşça gözlerini açıp kapattı, ve gözleriyle kolu takip ederek
başını kaldırdı. Mu Qing’di.

Xie Lian’ın yanında durmuştu, yüzü hafifçe soluktu ve elini ona uzatmıştı.
Kısa bir an geçti ve sertçe konuştu. “İyi misin?”

Xie Lian onu boş gözlerle izledi ve konuşmadı.

Muhtemelen ürpertici bakışları nedeniyle rahatsız hissetmeye başladığı için


Mu Qing gözlerini çevirdi.

Yine de eli hala ona uzanıyordu.


“Ayağa kalk.”

Ama eli havada kalmıştı.

Xie Lian elini tutmadı, ayağa da kalkmadı. Sadece kırpmadığı gözleriyle


ona bakmaya devam etti.

İkisi uzun bir süre öylece kaldılar ve Mu Qing’in yüzü gittikçe kararıyordu.
Tam elini geri çekmek üzereydi ki Xie Lian aniden bir avuç dolusu çamuru
tutu ve PAT! sesiyle Mu Qing’e attı.

Mu Qing böyle bir şey yapacağını hiç tahmin etmemişti ve sahiden bu


hareketin kaba mı yoksa çocukça mı olduğunu çıkartamıyordu. Çamurdan
bir top göğsüne yapışmış, yüzüne sıçramıştı ve şaşkına dönmüş
durumdaydı. Bir an sonra sinirlenmeye başladı ama zorla bastırdı. Karanlık
bir yüzle konuştu. “…Seçme şansım yoktu!”

Sahiden de yoktu. O cennet mensuplarıyla arası iyiydi ve eğer Xie Lian


arkadaşlarını döverken yardım etmeyerek sadece durup izleseydi, diğerleri
onun Xie Lian’ın tarafını tuttuğunu düşünür ve her şey berbat olurdu.

Xie Lian sanki nasıl konuşulacağını unutmuş gibiydi ve sadece ona çamur
atmaya devam etti. Mu Qing birkaç kez engel oldu ama sürekli böyle
devam edemezdi.

Sinirle bağırdı. “DELİRDİN Mİ?? SANA BAŞKA ŞANSIM YOKTU


DEMEDİM Mİ? SEN DE BAŞKA SEÇENEĞİN OLMADIĞI İÇİN
HIRSIZLIK YAPMAYA GİTMEDİN Mİ??”

Defol! Yürü git! Git!

Xie Lian’ın zihninde yankılanan kelimeler bunlardı, ama tek kelime dahi
söyleyemiyordu ve sadece deli gibi eline geçen her şeyi fırlatarak karşılık
verebiliyordu. Karşısında kim olduğunu da umursamıyordu. En sonunda
Mu Qing daha fazla dayanamadı ve yüzünü sertleştirerek kollarını
savurarak gitti. Xie Lian bir süre sert nefesler aldı ve geriye düştü. Tekrar
dalıp gitmişti.
Gece çökene kadar bu şekilde uzandı.

Gökyüzü karardıktan sonra bir sürü fosforlu alev uçarak geldi, etrafta dans
ediyorlardı. Xie Lian sanki onları göremiyor gibiydi ve tek kasını
kımıldatmaya çalışmadı.

Ancak fosforlu ışıklar fark edilmemelerine kızmış gibiydiler ve gittikçe Xie


Lian’ın etrafında daha da çoğalıyorlardı. Xie Lian yine de görmezden geldi.

Ta ki, fosforlu alevlerden bir insan şekli oluşuncaya dek.

Bu kişinin her ortaya çıkışı içinde yoğun bir uğursuz his doğmasına neden
oluyordu. Xie Lian bir şey hissetti ve yavaşça başını kaldırdı.

Yaklaşık on metre ötesinde, süzülen sayısız fosforlu alevin arasında beyaz


cübbeli bir adamın silueti duruyordu ve yüzündeki maskenin yarısı korkunç
bir şekilde gülmekteydi.

Nazikçe selamladı. “Nasılsın, Ekselansları.”

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 187: Soğuk Beyaz Hayalet, Veliaht Prensi Şaşırtan Sıcak Sözler
Gece karanlığında Xie Lian’ın gözbebekleri neredeyse iki küçük nokta
oluncaya dek küçüldü.

Sesi titredi. “…Sen misin?!”

Yüzü Olmayan Beyaz!

Xie Lian’ın ensesindeki tüyler diken diken oldu ve ayağa fırladı, kılıcına
uzandı. Ama hiçbir şey yoktu, ancak o zaman tüm kılıçlarını satmış olduğu
aklına gelmişti. Öncesinde bir silah olarak kullandığı dal parçası bile
kırılmıştı. Bunun anlamı da bu yaratığa karşı ne ruhani güç ne de silah
kullanabileceğiydi!
Birkaç sene önce Xian Le düştüğü zaman, Yüzü Olmayan Beyaz ortadan
kaybolmuştu. Xie Lian hiç onu aramaya çalışmamıştı, hiç onu aramayı
düşünmemişti, sadece öylece kaybolup gitmesini ve bir daha hiç
gelmemesini ummuştu. Ancak yaratığın aniden böyle önünde belireceği
kimin aklına gelirdi ki!

Beyaz giysili adam tembelce yaklaştı. Xie Lian ani bir ürperti hissetti ve
birkaç adım gerilemekten kendini alamadı, ancak hemen kendine geldi: geri
çekilmek yoktu! Kaçmak bile işe yaramazdı!

Sertçe haykırdı. “NE İSTİYORSUN??”

Yüzü Olmayan Beyaz cevap vermedi ve elleri iki yanında ona yaklaşmaya
devam etti. Xie Lian baştan aşağıya titriyordu ve dudaklarından çıkan soğuk
nefesler bile bocalarmış gibiydi.

Kendisini alay seslerini hatırlamaya zorladı, soğukluğu ve otuz üç cennet


mensubunun dalga geçen kahkahalarını, ve Mu Qing’in ona sırt çevirişini.
Aniden korkusunu unutmuş ve bağırıyordu, elini bir satır gibi öne uzatmıştı.

Ancak elini daha indiremeden, korkunç bir acı hissetti. Diğeri Xie Lian’ın
hamlesini tahmin etmiş ve bir adım hızlı davranarak arkasına geçmiş,
dizlerinin arkasındaki boşluğu tekmelemişti!

Çok hızlıydı!

Xie Lian’ın dizleri sertçe yere vurdu ve ancak o zaman dehşet verici bir
düşünce zihnine doluştu.

Yaratığın hareketleri onun tahmin ettiğinden çok daha hızlıydı!

Bir an sonra Xie Lian daha da korkunç bir şey hissetti – soğuk bir el,
tümüyle açılmış parmaklarıyla kafasına yapışmıştı!

Çığlık atmaya başladı. El sadece çok küçük bir güç sarf etmişti ve Xie Lian
tüm bedeninin başından ayrılmaya çalıştığını hissediyordu. Xie Lian’ın hiç
şüphesi yoktu, yaratığın gücü göz önünde bulundurulduğu zaman, eğer
parmaklarını bükecek olursa kafatası parçalanır ve beyni bir anda
kemiklerin arasında ezilen kan yumağına dönerdi. Aynı zamanda da Yüzü
Olmayan Beyaz’ın bir sonraki hamlesinin tam olarak bu olduğundan da
emindi!

Xie Lian hızla nefes aldı, kesin olarak öldüğünü düşünüyordu ve sımsıkı
gözlerini yumdu. Ancak beklenmedik bir şekilde, yaratığın gücü artırmaya
hiç niyeti yoktu ve hemen öldürme isteğini geri çekerek yumuşak bir
şekilde iç çekti.

Yumuşak iç çekişinin sesi uzunca bir süre boyunca sürdü ve adam


kımıldayacağına dair hiçbir belirti vermemişti. Ölüm sessizliğinde, Xie
Lian yavaş yavaş gözlerini tekrar açtı.

Hayalet alevleri havayı doldurmuş ve vahşi bir neşeyle dans ediyorlardı.


Her bir alev topu gösteriyi izliyordu, merhumların ruhları kahkahalar
atıyormuşçasına kımıldanıyorlardı. Ancak pek çok hayalet alevi bir şey
nedeniyle donakalmış gibiydi, ikisine yaklaşmaya cesaret edemiyorlardı.
Ateşi anormal

derecede parlak olan bir hayalet alevi topu hemen üzerlerindeydi, tekrar
tekrar alevlerini kullanarak Xie Lian’ın arkasındaki adama saldırmaya
çalışıyordu. Kimse ne yapmaya çalıştığını kestiremiyordu, ama neresinden
bakılırsa bakılsın bir ağaçla dövüşmeye çalışan bir böcek gibiydi.

Ardından, Xie Lian’ın bedeni aniden donakaldı.

Yüzü Olmayan Beyaz ona sarılmıştı!

Xie Lian soğuk ama güçlü kollarla sarılmış, cansız bir kucaklamaya
çekilmiş bir halde toprakta diz çökmüştü.

Kim bilir ne zamandır, Yüzü Olmayan Beyaz da onunla oturuyordu.


Mırıldandı. “Ne acı, ne acı.

Ekselansları, şu haline bak, sana ne yaptıklarına bak.”

Xie Lian’ın başını okşarken yumuşak bir şekilde mırıldanıyordu, elleri


nazik ve merhametliydi, sanki yaralı bir köpek yavrusunu okşuyordu, ya da
korkunç bir hastalıktan vefat etmiş çocuğunu.

Ay ışığı altında, ağlayan-gülen maskenin gülen yüzü karanlığa gizlenmişti,


sadece ağlayan yarısı görünüyordu, sanki içten bir şekilde Xie Lian adına
keder gözyaşları dökermiş gibiydi.

Bu hareketiyle, Xie Lian sahiden tuhaf bir tür sevgi dolu şefkat hissetmişti.
Sanki en yakın arkadaşı veya ailesinin bir üyesi tarafından sarılmış gibiydi,
titreyen bedeni ise mucizevi bir şekilde ısınmıştı.

Böyle bir haldeyken ona şefkat gösterip sıcaklık verecek olan kişinin bu
tuhaf yaratık olacağı hiç aklına gelmezdi.

Xie Lian’ın boğazının derinliklerinde bastırılmış hıçkırıklar yükseldi,


gittikçe daha çok titremeye başlamıştı. Hayalet alevi topu kalbine doğru
uçtu, onu ısıtmak istermiş gibi görünüyordu, ama soğuğu
uzaklaştırabileceğine inanmıyordu, bu yüzden de çok yaklaşmamıştı.

Yüzü Olmayan Beyaz üzerindeki çamurları temizledi ve onu çağırdı.


“Benim yanıma gel.”

“…Ben…Ben…” Xie Lian’ın sesi titredi.

Kelimelerini tamamlayamadan, bir eli aniden fırladı ve doğrudan Yüzü


Olmayan Beyaz’ın maskesine atıldı!

Saldırısı başarılıydı ve maske havaya uçmuştu. Xie Lian ise ayağa


fırlayarak birkaç metre geriye uçmuştu, bir önceki korkusundan ise eser
yoktu.

Öfkeyle karanlık bir şekilde konuştu. “Kim senin yanına gelirmiş, seni…
canavar!”

Korkunç bir şekilde solgun olan ağlayan-gülen maske yere düşmüş ve


havadaki tüm hayalet alevleri donakalmıştı. Ardından aniden düzeni
kaybetmiş, durmadan delirmiş gibi dans ediyorlardı, ses çıkartmadan
çığlıklar atıyorlardı. Yüzü Olmayan Beyaz ise, eliyle yüzünü kapatmış ve
yumuşak bir şekilde kıkırdamaya başlamıştı.
Kahkahası Xie Lian’ın saçlarını diken diken ediyordu. “Sen neden
gülüyorsun?”

Yüzü Olmayan Beyaz yumuşak bir şekilde homurdandı. “Bir gün benim
yanıma geleceksin.”

Sesi kendinden emindi. Xie Lian ne demek istediğini anlayamıyordu ve


kulaklarına inanamıyormuş gibi konuştu. “Senin yanın mı? Sen Xian Le’yi
yok ettin ve hala gelip yanında yer almamı mı istiyorsun?

Deli misin sen? Bence kafayı yemişsin!”

Başkalarına nasıl küfredilir bilmiyordu ve inanılmaz öfkeli olsa da sadece


konuşabiliyordu, yoksa dünyadaki en kirli, en kindar kelimeleri yaratığa
küfretmek için kullanırdı. Yüzü Olmayan Beyaz yüksek sesle güldü, ve eli
yüzünde, başını kaldırdı.

“Geleceksin. Bu dünyada, seni gerçekten anlayabilecek benden başka hiç


kimse yok, ve başka hiç kimse sonsuza dek yanında kalmayacak.”

Xie Lian ürperdiğini hissetti ve karşı çıkmaya çalıştı. “DEFOL GİT


BURADAN! Kibirli saçmalıkların artık yetti! Nasıl sırf sen öyle diyorsun
diye kimsem olmaz?”

Bir hayalet alevi yanına uçtu ve aşağı yukarı sallanmaya başladı, sanki
başını sallıyor gibiydi. Ancak bu tür küçük ruhlar her yerdeydi bu nedenle
de Xie Lian bu tuhaf olanı fark etmedi.

Önünde, Yüzü Olmayan Beyaz sıcak bir şekilde konuştu. “Öyle mi? Birisi
var mı? Belki geçmişte vardı, ama bundan sonra yanında olacaklarına
sahiden inanıyor musun?”

“…”

Xie Lian buyurdu. “Ne demek istiyorsun? Neye varmaya çalışıyorsun?”

Yüzü Olmayan Beyaz cevap vermedi ve sadece alayla gülerek döndü,


uzaklaşıp gidecekmiş gibi görünüyordu.
Yumuşak bir sesle konuştu. “Seni burada bekleyeceğim, Ekselansları.”

Sanki Xie Lian onun böylece gitmesine izin verirmiş gibi. “BEKLE!
GİTME! Onlara ne yaptın? AİLEME YA DA FENG XİN’E DOKUNDUN
MU??”

Peşinden koştu, ellerini uzatarak beyaz cübbeli adamı yakalamaya çalıştı


ama beklenmedik bir şekilde adam kolunu savurmuş ve hayalet alevi
topunu yakalamıştı.

Saldırısı Xie Lian’a yönlendirilmemişti, ama Xie Lian ona doğru gelen
korkunç bir güç hissetti ve tüm bedeni havaya savruldu, bir ağaca çarpmıştı.
Büyük bir çatırtı sesiyle iki adam genişliğindeki ağaç bölündü ve ikiye
yarıldı.

Eskiden olsa Xie Lian on ağaç kırsa kaşlarını bile çatmazdı. Ancak artık
bedeni ölümlüydü ve böyle bir çarpışma tüm kemikleri kırılmış gibi
hissettirmiş ve yere düşerek bilincini kaybetmişti.

Gözleri kapanırken son anda, Xie Lian beyaz cübbeli adamın elini uzattığını
görmüştü. Avucunda yanan hayalet alevi vardı.

Kıkırdadı. “Ruh, söyle bana, senin adın ne? Ne kadar ilginç…”

Kendine geldiği zaman ise hepsi kaybolmuştu.

Xie Lian ağzından göğsüne kadar pıhtılaşmış kanla kaplanmıştı ve başı


uzunca bir süre döndükten sonra aniden ayağa fırladı.

Mırıldandı. “…Baba! Anne! Feng Xin!”

Bayılmadan öncesinde yaşanan her şeyi hatırlıyordu, ve tek bir saniye dahi
harcamaya cüret edemezdi. Onlarca kilometre delirmiş gibi koştu ve en
sonunda, sırtında çantasıyla ayrılışından yirmi gün kadar sonra, kral ve
diğerlerinin saklandığı yere bir gece yarısı döndü.

Xie Lian tüm yol boyunca dehşet içindeydi, son derece gergindi, Yüzü
Olmayan Beyaz’ın çoktan ailesi ve arkadaşına bir şey yapmış olmasından
korkuyordu. Viran kulübeye döndüğü zaman hızla kapıyı açtı ve daha
nefesini toplayamadan seslendi:

“BABA! ANNE! FENG XIN!”

Şükürler olsun ki ev onun tahmin ettiği kadar kötü görünmüyordu ve her


şey de yerli yerindeydi, tıpkı ayrıldığı günkü gibi görünüyordu.

Xie Lian bedeni yaralı bir halde deli gibi koşmuştu, boğazı o kadar kuruydu
ki sanki dumanlar çıkıyordu. Biraz olsun rahatlamıştı ve ancak o zaman
yutkunarak evin kalan kısmını aramaya devam etti.

“Feng Xin! Neredesiniz…”

Bir kapıyı iterek açtı ve sesi solarak kayboldu.

Feng Xin içerideydi ve Xie Lian’ın geri döndüğünü görünce hayretle


haykırdı. “Ekselansları! Neden geri döndün?”

Ancak Xie Lian ona bakmıyordu, onun önündeki kişiye bakmaktaydı. Feng
Xin’in önünde siyah cübbeli bir adam vardı.

Mu Qing’di.

Mu Qing başını çevirerek Xie Lian’ı gördü. Dudaklarını birbirine bastırdı,


katı görünüyordu. Feng Xin onun etrafından dolaştı ve Xie Lian’ı
selamlamak için geldi.

“Çalışmaya gitmemiş miydin? Nasıldı? En azından birkaç ay boyunca


dönmezsin demiştim. İyi bir ilerleme kaydettiğin için mi çabuk döndün?”

Xie Lian Mu Qing’e bakıyordu. “Annem ve babam nerede?”

“Odada uyuyorlar. Dinlenmeye gittiler.” Dedi Feng Xin. “Neden üstün


başın bu kadar pis? Neden yüzünde kesikler var? Kiminle dövüştün?”

Xie Lian cevap vermedi. Ailesinin iyi olduğunu duyunca en sonunda


rahatlayabilmişti, doğrudan Mu Qing’e hitap etti. “Burada ne işin var?”
Mu Qing konuşmadı ve Feng Xin onun yerine cevap verdi. “Bir şey
bırakmaya geldi.”

“Ne?” Diye sordu Xie Lian.

Mu Qing elini hafifçe kaldırarak yan tarafı işaret etti. İşaret ettiği yerde
birkaç temiz çuval vardı, içlerinde muhtemelen pirinç bulunuyordu.

Xie Lian’ın sessiz kaldığını görünce, Mu Qing konuştu. “İlaca ihtiyacınız


olduğunu duydum. Bir sonrakinde getirmenin bir yolunu bulurum.”

“Pekala.” Dedi Feng Xin. “Teşekkür ederim öyleyse. Şu anda her şeye
ihtiyacımız var. Cennet mensupları ölümlülere gizlice bir şeyler veremezler,
o yüzden dikkatli ol.” Ardından Xie Lian’ın yanına geçti ve fısıldadı. “Ben
de çok şaşırdım, gelip sahiden bize yardım ediyor. Onu yanlış yargılayan
benmişim. Her şekilde…”

Ancak Xie Lian aniden konuştu. “Gerek yok.”

Mu Qing’in yüzü bir anlığına küle döndü ve yumruklarını sıktı.

Feng Xin’in kafası karışmıştı. “Gerek yok mu?”

Xie Lian yavaşça tekrar etti. “Senin yardımına ihtiyacım yok. Ayrıca… sana
ait hiçbir şeyi istemiyorum.

Lütfen git.”

‘Lütfen git’ lafını duyunca Mu Qing’in yüzü daha da soldu.

Feng Xin de bir tuhaflık olduğunu fark etmişti ve sordu. “Neler oluyor?”

Mu Qing başını eğdi. “Özür dilerim.”

Mu Qing’i bunca yıldır tanıyorlardı ve ilk defa onun özür dilediğini


duyuyorlardı ve aynı zamanda da ilk defa içtendi, ama Xie Lian’ın
şaşırmaya ayıracak zamanı yoktu.

“Lütfen git!”
Hala duygularını kontrol edemiyordu ve çantaları alarak Mu Qing’e doğru
fırlatmaya başladı. Beyaz pirinç yerlere saçıldı ve Mu Qing de çok
sinirlenmeye başlamıştı. Ama yine de korumak için sadece kolunu
kaldırmış, hala kendisini tutuyordu. Feng Xin, Xie Lian’ı tuttu, şaşkına
dönmüştü.

“Ekselansları! Neler oluyor? O ne yaptı?? Sen kendini geliştirmeye


gitmemiş miydin?? Neler oldu??”

Bir taraftan tutulurken, Xie Lian kıpkırmızı gözlerle konuştu. “…Neden ona
sormuyorsun? Çalışmaya gitmiştim, ama karşılığında elime ne geçtiğini ona
sorsana!”

Çok ses çıkartmışlardı ve arka odalarda uyumakta olan kraliçe gürültü


nedeniyle uyanmıştı. Bir dış

cübbeyi üzerine geçirdikten sonra dışarıya çıktı. “Oğlum, döndün mü? Sana
ne oldu…”

Feng Xin hızla konuştu. “Hiçbir şey! Majesteleri, lütfen odanıza gidin!”
Ardından onu zorla sırtından itti ve kapıyı kapattı. Ardından buyurgan bir
sesle konuştu. “Ne yaptın? Mu Qing sen ne yaptın??

Ekselansları, yüzündeki kesikleri o mu yaptı??”

Xie Lian’ın solukları gittikçe sıkışıyor ve daha gürültülü bir hal alıyordu,
ama tek kelime bile edemiyordu.

Mu Qing haykırdı. “Ben değildim! Ben Ekselanslarına vurmadım, sadece


ondan gitmesini istedim.

Sadece kötü bir şey söylememekle kalmadım, ona tek parmağımı dahi
uzatmadım da! Ruhani bölgeyi kendilerine almaya kararlıydılar ve o şartlar
altında eğer gitmeseydin, bu iş bir sonuca varmayacaktı!”

“SEN!...”

Bu birkaç kelime konuşulduktan sonra, Feng Xin en sonunda neler


olduğuna dair biraz fikir sahibi olmuştu. Gözleri ardına dek açıldı ve Mu
Qing’e parmağını uzattı, konuşamıyordu. Bir an sonra, eğildi ve bir çantayı
kaparak fırlattı, kükrüyordu.

“DEFOL! DEFOL DEFOL DEFOL!”

Mu Qing’in getirdiği pirinç çuvalları suratına atılmıştı ve birkaç adım


geriledi. Evin içindeki üçü de kesik kesik nefes alıyordu.

Feng Xin haykırdı. “BEN DE GELMİŞ NEDEN ANİDEN KARAR


DEĞİŞTİRDİĞİNİ DÜŞÜNÜYORDUM! BUNA İNANAMIYORUM,
KAHRETSİN… BİR DAHA SAKIN GÖZÜME GÖZÜKME!”

Mu Qing çatlamış bir sesle bağırdı. “EVET! HATA YAPTIM, KABUL


EDİYORUM VE ÖZÜR DİLİYORUM!

AMA ÖNCE ELİMİZDEKİ SORUNU ÇÖZDÜKTEN SONRA DİĞER


MESELELERE ODAKLANMAK İSTİYORUM!

Senin ailen ve benim annem, üçümüz, kim bilir ne zamandır çamurda


yuvarlanıyoruz! Eğer ben ayrılırsam, bir şansımız olacağını
düşünmüştüm…”

Feng Xin küfretti. “HEPSİ SAÇMALIK, BOŞ YAPMAYI BIRAK! KİMSE


SENİN BOKTAN BAHANELERİ

DUYMAK İSTEMİYOR, DEFOL DEFOL DEFOL DEFOL DEFOL


DEFOL!”

Mu Qing tekrar denedi. “Eğer kendini benim yerime koyarsan…”

Feng Xin sözünü kesti. “SANA SAÇMALAMAYI KES DEDİM!


DİNLEMİYORUM! EĞER SENİN YERİNDE

OLSAYDIM BİLE AYNI ŞEYİ YAPMAZDIM. KENDİMİ SENİN


YERİNE KOYMAMA HİÇ GEREK YOK, ÇÜNKÜ

SEN SADECE AŞAĞILIK BİR HAİNSİN!”


Mu Qing’in yüzü artık yeşildi ve bir adım öne çıktı. “Ekselansları zor bir
duruma düştüğünde o da hırsızlık yapmayı denememiş miydi? Neden söz
konusu ben olduğumda hiçbir şeyi kabul edemiyorsun?”

Feng Xin tükürdü. “NE? HIRSIZLIK MI? KİM HIRSIZLIK YAPMIŞ?


EKSELANSLARI HIRSIZLIK MI YAPMIŞ?

NE BOKTAN LAFLAR SÖYLÜYORSUN SEN?”

“…”

Xie Lian nefes almayı bıraktı.

Feng Xin’in yüzündeki öfkenin yavaşça şoka dönüşünü izledi, Mu Qing en


sonunda bir yanlış olduğunu fark etmiş ve hızla Xie Lian’a dönmüştü.
“Sen… sen ona..?”

Xie Lian’ın bu olaydan Feng Xin’e bahsetmemesini hiç beklememişti!

“AAAAAHHHHH!!!!!”

Xie Lian delirmişti, eliyle rastgele bir şey kaptı ve Mu Qing’i dışarıya
kovalamaya başladı. Mu Qing de batırdığının farkındaydı ve birkaç kez ona
vursa da hiçbir şey söylemeye cesaret edemedi. Ancak kapıdan kaçarken
arkasına baktı, Xie Lian’ın onu kovalamak için kullandığı şeyin aslında bir
süpürge olduğunu fark etti ve yüzü anında karardı.

“Beni böyle kışkırtmak zorunda mısın?”

Xie Lian yıkılmış bir şekilde haykırdı. “DEFOL GİT BURADAN!”

Xie Lian’ın savrulan yumruğu keskin bir rüzgar yarattı ve Mu Qing’e isabet
etmişti, saldırının etkisinden güç bela kaçınabilmiş ama yanağında küçük
bir kesik belirmişti. Uzandı ve kesiğe dokundu, elindeki kana baktı,
yüzünde okunamaz bir ifade vardı.

“…Tamam. Gidiyorum.”
Xie Lian baştan aşağıya titriyordu ve öne doğru eğilmişti. Mu Qing birkaç
adım öne attı ama yine de pirinç çuvallarını geride bıraktı.

“Sahiden gidiyorum.”

Xie Lian hızla başını çevirdi. Mu Qing onun gözlerini görünce yutkundu.
Daha fazla oyalanmadan kol yenleri savruldu ve gitti.

Ancak o zaman tümüyle sarsılmış olan Feng Xin koşarak dışarıya çıktı.
“Ekselansları! Yalan söylüyor değil mi? Ne hırsızlığı?”

Xie Lian alnını kapattı. “…Artık sorma. Lütfen Feng Xin, yalvarırım
sorma.”

“Hayır, elbette ona inanmıyorum.” Dedi Feng Xin. “Sadece gerçekte neler
yaşandığını merak ettim…”

Xie Lian çığlık attı ve kulaklarını kapattı, koşarak kulübeye kaçmıştı.


Kendisini odasına kapattı.

Feng Xin onun asla böyle bir şey yapmayacağına tümüyle ikna olmuştu,
ama bu da tam olarak en kötü senaryoydu zaten!

Xie Lian sadece kaçmak istiyordu, kimsenin onu tanımadığı bir yere
gitmek. Ama Yüzü Olmayan Beyaz’ın söyledikleri aklına gelince,
uzaklaşmaya da cesaret edememişti ve tek yapabileceği odasına
kapanmaktı. Feng Xin ve kraliçe ona ne kadar seslenirse seslensin dışarıya
çıkmayı reddetti.

Xie Lian en sonunda sakinleştiği zaman iki gün geçmişti ve Feng Xin tekrar
kapısını çaldığı zaman sessiz bir şekilde açmıştı. Feng Xin elinde bir
tabakla eşikte dikiliyordu. “Majesteleri bugün senin için yaptı ve mutlaka
sana vermemi öğütledi.”

Tabakta yeşil-mor bir şey vardı, dehşet verici bir görüntüydü.

Feng Xin devam etti. “Eğer Ekselansları, hayatının tehlikeye gireceğini


düşünüyorsa, ben senin yerine yerim, Majestelerine söylemem, haha.”
Xie Lian, Feng Xin aslında ortamı yumuşatmak ve hırsızlıkla ilgili soru
sormak istediğini anlayabiliyordu, ama aynı zamanda da Xie Lian’ın tekrar
kapanacağından çekiniyordu. Ve bu nedenle de kendisini tutuyor ve olay hiç
yaşanmamış gibi davranıyordu, sanki sorulacak hiçbir şey yokmuş gibi
rahat görünüyordu. Ancak hiç komik birisi olmamıştı ve yaptığı şakalar çok
kuruydu, ortamı daha da geriyordu.

Dürüst olması gerekirse annesinin yaptığı yemekler sahiden çok korkunçtu


ve mutfağa ne kadar çok girerse, ne kadar çok çabalarsa, karşılığında o
kadar daha kötü bir yönde ilerliyordu. Xie Lian da daha önce hiç yemek
yapmamıştı, ama onun yaptığı yemeklerin tadı çok kötü olmuyordu.
Görünüşe göre, bu sadece doğuştan gelen bir yetenekle açıklanabilirdi. Yine
de, Xie Lian tabağı almış ve masaya oturarak yemeye başlamıştı. Her
şekilde, ne yerse yesin tadını alamayacaktı zaten.

En azından tüm bunların içerisinde bir teselli vardı. Öncesinde işinin


bittiğinden ve kralın o akşamki konuşmaları duyduğundan emindi, ama
geçen birkaç gün düşünülünce kral ve kraliçe hırsızlık meselesini bilmiyor
gibiydiler. Yoksa, kralın mizacı düşünülünce, çoktan ona bağırmaya
başlamış

olması gerekirdi. Feng Xin de asla onlara söylemezdi, bu nedenle Xie Lian
şimdilik rahatlamıştı.

O bunları düşünürken, Feng Xin aniden ayağa kalktı ve Xie Lian da


düşüncelerinden sıyrıldı. “Ne yapıyorsun?”

Feng Xin yayını kaptı. “Gösteriye gitme vaktim geldi.”

Xie Lian da ayağa kalktı. “Ben de seninle geliyorum.”

Bir an tereddüt ettikten sonra Feng Xin konuştu. “Boş ver. Biraz daha
dinlen.”

Her ne kadar Feng Xin başka soru sormamış olsa da, Xie Lian yine de çok
rahatsız hissediyordu, sanki Feng Xin artık bu meseleyi öğrendiği için,
aralarında bir daha asla geriye alınmayacak bir şey olmuş
gibi. Feng Xin ona söylediği her şey, attığı her bakış sanki başka bir anlama
geliyordu, hepsinin sorgulanması gerekiyor gibiydi.

Xie Lian başını iki yana salladı ve iç çekti. “Dürüst olamama izin verirsen,
şu anda kendimi geliştirebilecek bir ruh hali içerisinde değilim.”

Feng Xin de tahmin ediyordu, başını eğdi, ne söyleyeceğini bilmiyordu.

Xie Lian devam etti. “Bu nedenle de evde oturup durmak yerine seninle
gösteri yapmaya gelebilirim, en azından biraz para kazanmış olurum, en
azından…”

En azından yük olmazdı.

Ancak bir nedenle son iki kelimeyi bir türlü söyleyemiyordu. Belki de
sahiden kendisini bir yük gibi hissettiği içindi, bu nedenle de bu kadar kolay
bir şekilde kendisini ifşa edemiyordu.

Feng Xin de biraz endişelenmişti. “Tek başıma hallederim. Ekselansları,


geçen iki günde sadece bir öğün yemek yedin, neden birkaç gün daha
dinlenmiyorsun?”

O ısrar ettikçe Xie Lian kendisini kanıtlamak için daha da telaşa düşüyordu.
Aynaya bakmak üzere döndü. “Ben iyiyim, sadece biraz temizlenmem
lazım ve…”

İlk başta üzerini düzeltmeyi düşünmüştü, böylece en azından deli bir dilenci
gibi dağınık gözükmeyecekti. Ancak beklenmedik bir şekilde aynadan ona
son derece korkunç bir görüntü yansıdı.

Aynadaki görüntüsünün bir yüzü yoktu – çünkü yansımasında yüzü yerine


yarı ağlayan, yarı gülen maske vardı.

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 188: Soğuk Beyaz Hayalet, Veliaht Prensi Şaşırtan Sıcak Sözler
Xie Lian hemen çığlık attı ve Feng Xin şaşkınlıkla sıçradı. “NE? NE
VAR??”

Xie Lian aynayı işaret etti, solgun yüzünü. “O! BEN… BEN, BENİM…”

Feng Xin onu takip etti ve aynaya baktı, uzunca bir süre sonra Xie Lian’a
bakmak üzere döndü, şaşkındı. “…Senin neyin var?”

Xie Lian iliklerine dek ürpermişti ve onu sıkıca tuttu, müthiş bir güçlükle
ancak birkaç kelime söyleyebildi. “BENİM! BENİM! BENİM YÜZÜM!
GÖRMÜYOR MUSUN? YÜZÜMDEKİ ŞEYİ??”

Feng Xin yüzüne baktı ve iç çekti. Xie Lian hala neden Feng Xin’in tepki
vermediğini anlayamıyordu ki Feng Xin konuştu. “Ekselansları en sonunda
yüzündeki kesikleri fark ettin mi?”

Xie Lian sanki buzdan bir zindana atılmış gibiydi.

Neden? Bu nasıl olmuştu? Neden Feng Xin böyle diyordu?

Yoksa Feng Xin aynadan yansıyan yüzündeki maskeyi göremiyor muydu?!

Xie Lian haykırdı. “Görmüyor musun? Yüzümde bir şey var!”

Yüzünde morluklar ve üst üste binen kesikler vardı, kayıp ve örselenmiş


görünüyordu, son derece bakımsızdı, zengin bir efendi tarafından pelte
olana dek dövülmüş fakir bir işçiye benziyordu. Xie Lian her şeye rağmen
donakaldı ve yanağına dokundu, içten içe merak etti, …Bu ben miyim?

Tam bu sırada Feng Xin’in konuştuğunu duydu. “Ekselansları, sen… yoksa


yorgun musun? Ya da o pisliğe bağırmaktan güçten mi düştün? Beni dinle,
birkaç gün dışarıya çıkma, ağırdan al.”

Xie Lian en sonunda kendine geldiği zaman, Feng Xin’i sırtında yayıyla
kapıdan çıkarken gördü, elinde de bir tabure vardı.

Aceleyle açıklamaya çalıştı. “Hayır! Benim…”

Feng Xin ona bakarken kapıyı itti. “Bir şey mi var?”


Kelimeler dudaklarına ulaşmıştı ancak zorla onları geri yuttu, çünkü aniden
zihninde garip bir düşünce belirmişti. Şu anda hayatları sahiden çok zordu;
eğer Feng Xin’e Yüzü Olmayan Beyaz’ın onları rahatsız etmek için geri
döndüğünü söylese, Feng Xin ne yapardı?

Feng Xin de Yüzü Olmayan Beyaz yüzünden bir travma yaşamıştı, bu


durumda ne yapardı? Geri çekilmeyi ve Mu Qing gibi gitmeyi mi
düşünürdü?

Onun hayal gücü kontrolden çıkarken, Feng Xin çoktan gitmişti. Xie Lian
kapının kapanma sesiyle kendine geldi ve tek yapabileceği yatağına
büzülerek battaniyelere sarılmaktı, bir kez daha uyumayı planlıyordu.

Aniden, burnuna pis bir koku geldi.

Xie Lian ayağa kalktı. İlk düşüncesi kraliçenin tekrar yemek yaptığı
olmuştu ya da bir köşede bir farenin öldüğü, bu yüzden kontrol etmek için
kalktı. Her yeri aradı, ama en sonunda kokunun kaynağının kendisi
olduğunu fark etti.

Xie Lian ancak o zaman iki haftadır ne üstünü değiştirdiğini ne de


yıkandığını hatırladı, elbette kokacaktı.

Xie Lian nefesini tuttu, kendine olan nefretinden bir dalga üzerine yığıldı.
Hem ailesinin hem Feng Xin’in kokuyu fark etmiş, ama onu utandırmamak
için bir şey söylememiş olması, bir utanç dalgasını daha üzerine yıktı.
Gizlice kapıyı açtı ve etrafına baktı; hiç kimse olmadığını görünce
kendisine temiz kıyafetler buldu ve banyo yapmak için su kaynatmayı
planladı.

Bir süre çabaladıktan sonra, nihayetinde küvete girmişti. Suya gömüldü,


boğuluncaya dek nefesini tuttu ve ancak bayılacakmış gibi hissettiği zaman
tekrar yüzeye çıktı. Sonrasında ise yüzünü sertçe ovmaya başladı.

Kendisini temizledikten sonra Xie Lian kıyafetlerini almak için uzandı.


Dalgın bir şekilde cübbesini sallıyordu ve tam giymek üzereyken, aniden
bir yanlışlık olduğunu fark etti.
Bunlar onun kıyafetleri değildi, onun yerine, Yüzü Olmayan Beyaz’ın geniş
kol yenleriyle, son derece soldurulmuş cenaze giysileri vardı!!!

Xie Lian içinde bulunduğu sıcak suyun bir anda buzdan bir nehre
dönüştüğünü hissetti, tüyleri diken diken olmuştu. Korkuyla haykırdı.
“KİM?! KİM YAPTI BUNU??”

O dikkat etmezken kim onun kıyafetlerini değiştirmişti??

Dışarıya atladı, hala ıslaktı ve üzerinden sular damlıyordu, ve küveti


devirdi. Büyük bir sıçramayla bir anda tüm kulübe banyo suyuyla dolmuştu
ve yan odadaki kral ve kraliçenin irkilmesine neden olmuştu. Kraliçe, bir
yandan krala destek olarak görmek üzere geliyordu ve Xie Lian çırılçıplak
yere düşmüştü, yer suyla kaplanmıştı. Kraliçe şok içinde ona sarılmak üzere
koşarak geldi. “Oğlum, sana ne oldu??”

Xie Lian ıslaktı ve üzerinden sular damlıyordu, saçları dağınıktı, başını


kaldırdı ve o da annesine sarıldı.

“Anne, bir hayalet, bir hayalet var, hayalet bana musallat oldu! Sürekli beni
takip ediyor!”

Şu anki hali akli dengesini kaybetmiş bir adamdan hiçte farklı değildi ve
kraliçe ıstırap içinde ağlayıp oğluna sarılırken artık daha fazla
dayanamıyordu. Kral da Xie Lian’ı sersemlemiş bir halde izliyordu; kırklı
yaşlarındaki adam, şimdi altmışlarında görünüyordu. Kışın hissiz rüzgarları
Xie Lian’ı ürpertti ve işaret etti.

“Kıyafetler. Kıyafetlere bak!...”

Ancak tekrar giysilere baktığı zaman, ortada gömü giysileri yoktu ki?
Duranlar sadece kendisinin beyaz cübbeleri değil miydi?

Xie Lian aniden öfkeyle doldu ve yumruğunu ahşap küvete geçirdi,


kükrüyordu. “NE İSTİYORSUN?

NEDEN BENİMLE OYNUYORSUN?”


Kraliçe gözyaşlarını geri çekilmeye zorladı ve ona sarıldı. “Oğlum, bu
kadar kızma, önce giyin, kıyafetleri giy, üşüteceksin…”

O gün, Feng Xin de çok geç gelmişti. Yüzünden tükenmişliği okunuyordu,


önceki günlere göre çok belirgindi.

Xie Lian uzun zamandır onu izliyordu, sabırsız bir şekilde konuştu. “Feng
Xin sana söylemem gereken çok önemli bir şey var.”

Yüzü Olmayan Beyaz yaratık anormal derecede güçlüydü; eğer Feng Xin’e
söylese bile önceden önlem almaya çalışmaları boşuna olacaktı. Yine de,
uzunca bir süre düşündükten sonra, böyle bir şeyi Feng Xin’den
gizlemesinin doğru olmayacağını düşünmüş, bu nedenle de doğruyu
söylemeye karar vermişti.

Beklenmedik bir şekilde, Feng Xin ona ne olduğunu sormamış ve sadece


konuşmuştu. “Ah iyi. Benim de sana söylemem gereken bir şey var.”

Xie Lian Yüzü Olmayan Beyaz meselesinin daha önemli olduğunu


düşünüyordu, diğer önemli her şey bekleyebilirdi, ama yine de masaya
oturduktan sonra sormuştu. “Önce sen. Sorun ne?”

Feng Xin bir an tereddüt etti ve konuştu. “Ekselansları, önce sen.”

Xie Lian’ın daha fazla nezaket kurallarını umursayamayacaktı ve fısıldadı.


“Feng Xin, çok dikkatli olman gerek. Yüzü Olmayan Beyaz geri döndü.”

“…”

Feng Xin’in yüz ifadesi anında değişti. “Yüzü Olmayan Beyaz geri mi
döndü? Neden böyle söylüyorsun? Onu gördün mü?”

“Evet!” Diye haykırdı Xie Lian. “Gördüm!”

Feng Xin soldu. “Bu… Bu olamaz, neden sana görünsün? Nasıl onu
gördüğün halde hala buradasın???”

Xie Lian yüzünü ellerine gömdü. “…Ben de bilmiyorum! Sırf beni


öldürmemekle kalmadı, üstüne…”
Bir de ona sarılmış ve sevgi dolu bir aile üyesi gibi başını okşamış, ‘yanıma
gel’ diye çağırmıştı.

Geçen birkaç gündeki tuhaf karşılaşmalarını dinledikten sonra Feng Xin’in


şoku yavaşça solmuştu ve onun yerini şaşkınlık almıştı. “Onun aklından
neler geçiyor?”

“Her şekilde, iyi bir niyeti olamaz ve görünüşe göre her yere peşimden
geliyor.” Dedi Xie Lian. “Her durumda… dikkatli olmak zorundasın!
Babam ve annemi de dikkatli olmaları konusunda uyarmama yardım et,
ama onları korkutmamalıyız da.”

“Pekala.” Dedi Feng Xin. “Birkaç gün dışarıya çıkmayacağım. O piçin bize
verdiği şeyler… birkaç gün dayanır.”

Bahsi bile oldukça utanç vericiydi. Mu Qing giderken yine de getirdiği her
şeyi geride bırakmıştı. Her ne kadar o sırada Xie Lian kendisini kaybederek
onun ne yardımına ne de eşyalarına ihtiyaçları olmadığını söyleyerek,
getirdiği her şeyi atsa da, sakinleştikten sonra, yine de yenilmiş bir şekilde
gizlice her şeyi toplamıştı.

Xie Lian iç çekti ve başını salladı. Ardından konuştu. “Ah sahi, bana
söylemek istediğin şey neydi?”

Konu açılınca Feng Xin tekrar tereddüt etti. Bir an duraksadıktan sonra
ağzını açtı ve şaşırtıcı bir şekilde mırıldanıp hımladıktan sonra, başını
kaşıyarak kekelemeye başladı. “Aslında… Ekselansları, sende, hiç para var
mı? Ya da satılabilecek bir şey?”

Xie Lian böyle bir zamanda, böyle saçma bir soru soracağını hiç
düşünmemişti ve kalakalmıştı. “Ne?

Nerden çıktı şimdi?”

Feng Xin terleyerek düz bir şekilde cevapladı. “…Hiç… sadece… eğer
varsa bana… biraz borç verebilir misin?”

Xie Lian acı bir şekilde güldü. “…Param olduğunu mu sanmıştın?”


Feng Xin iç çekti. “Ben de öyle düşünmüştüm.”

Xie Lian biraz düşündü ve konuştu. “Ama öncesinde sana altın kemer
hediye etmemiş miydim?”

Feng Xin mırıldandı. “O yetmez. Yaklaşmaz bile…”

Xie Lian şok oldu. “Feng Xin? Ne yaptın sen? Nasıl altın kemer yetmez?
Birisini dövdüğün için birilerine mi borçlandın? Bana anlatır mısın?”

Feng Xin kendine geldi ve hızla konuştu. “Ah hayır! Önemli bir şey değil,
sadece sormuştum!”

Sorular bittikten sonra, Feng Xin her şeyin yolunda olduğuna yemin etmişti
ama Xie Lian endişeyle sordu. “Peki, eğer bir durum söz konusuysa, bana
anlatman gerek, böylece beraberce bir çözüm bulabiliriz.”

“Sen beni merak etme.” Dedi Feng Xin. “Hiçbir çözüm aniden gökten
düşmez. Ekselansları, sen kendi sorunlarına odaklan!”

Konuyu açınca, Xie Lian tekrar çöktü.

Tahmin ettiği gibi, ardından gelen günler boyunca yaratık hiç durmadan onu
rahatsız etti ve hiç rahat bırakmadı.

Xie Lian ağlayan-gülen maskeyi veya beyaz silueti bir sürü masum yerde
görüp duruyordu. Bazen gecenin bir yarısında yatak başında, bazen suda bir
yansımada, bazen kapıyı açtığında kapının karşı tarafında, ve bazen de,
hemen Feng Xin’in yanı başında.

Yüzü Olmayan Beyaz eğlence olarak onu korkutuyor gibiydi, ve kasti bir
şekilde tek görebilen o oluyordu. Ne zaman Xie Lian dayanamayacak hale
gelerek onu işaret etse, diğerleri hızla koşarak bakıyordu ama o çoktan
kaybolmuş oluyordu. Xie Lian’ın günleri bu sarsıcı kışkırtmalarla geçmişti,
o kadar acıydı ki yaratığı yakalayıp paramparça etmek istiyordu, ama ona
dokunmayı bile başaramamıştı. Kaçınılmaz bir şekilde gündüzleri gece
olmuştu, hem kalbi hem bedeni yorgun düşmüştü.
Bir gün, gecenin bir yarısı uyanmış ve dayanılmaz bir susuzluk hissetmişti.
Tüm gün boyunca kayda değer miktarda su içmediğini düşünerek kalkmış,
içmek üzere su almaya hazırdı. Ancak, odasının dışından kısık sesler işitmiş
ve ince bir mum ışığı görmüştü. Xie Lian irkilerek kapının arkasına
saklanmıştı, kalbi küt küt atıyordu.

Kim olabilirdi? Eğer babası, annesi veya Feng Xin olsa, neden böyle gizli
gizli dolaşacaklardı?

Ancak, gizli gizli dolaşanlar sahiden babası, annesi ve Feng Xin’di.

Feng Xin’in sesi son derece kısıktı. “Ekselansları, şu anda dinleniyor değil
mi?”

Kraliçe de fısıldadı. “Uyuyor.”

“En sonunda.” Dedi kral. “Yarın sabah onu çok erken uyandırmayın, biraz
daha uyusun.”

Bu sözler Xie Lian’ın kalbinin sıkışmasına neden oldu, ardından kısa bir
süre sonra, kraliçenin konuştuğunu duydu. “Aah… eğer böyle devam
ederse, oğlum hiç iyileşebilecek mi?”

Xie Lian kelimelerinde bir boşluk olduğunu hissediyordu ki tam bu sırada


Feng Xin kısık bir sesle konuştu. “Sadece çok çalıştığı için böyle. Kısa
zamanda çok fazla şey yaşadı. Majesteleri eğer onu yakından takip ederse,
ve Ekselanslarında herhangi bir tuhaflık sezerse, lütfen en kısa zamanda
bana haber verin, ama ona belli etmeyin. Ayrıca, onu kızdıracak hiçbir şey
de söylemeyin…”

Xie Lian dinliyordu, kapının arkasına gizlenmişti, ama zihni bomboştu.


Sanki tüm kanı beynine akmaya çalışıyordu.

Bunun anlamı neydi? Ne demek istiyorlardı?

İçinden bağırdı, BEN DELİ DEĞİLİM! YALAN SÖYLEMEDİM! GERÇEĞİ


SÖYLÜYORDUM!
Xie Lian elini kaldırdı ve PAT!, kapıyı parçalayarak açtı. Odanın içindeki
üçlü irkildi ve Feng Xin ayağa fırladı. “Ekselansları? Neden uyanıksın??”

Xie Lian öfkeliydi. “BANA İNANMIYOR MUSUNUZ??”

Feng Xin gerilemişti. “Elbette inanıyorum! Sen…”

Xie Lian sözünü kesti. “Biraz önceki sözlerin ne demekti öyleyse?


Gördüğüm her şeyin hayal ürünü olduğunu mu söylüyordun, benim kuruntu
yaptığımı?”

Kral ve kraliçe onu durdurmaya çalışıyordu ve Xie Lian hemen tekrar


konuştu. “Konuşmayın; siz hiçbir şeyden anlamıyorsunuz!”

“Hayır!” Diye haykırdı Feng Xin. “Sana inanıyorum Ekselansları, ama aynı
zamanda kendini çok yordun ve bu da bir gerçek!”

Xie Lian ona baktı ve konuşmadı, ama kalbinin bir yerinde soğuk rüzgarlar
esmeye başlamıştı.

Her şeye rağmen Feng Xin’in yine de ona inanacağına inanmıştı. En


azından çoğunlukla.

Ama, ona hiç güvenmiyordu. Sonuçta Xie Lian son birkaç gününü deli bir
adam gibi geçirmişti. Eğer dışarıdan bir göz ona baksa, onun deli
olduğundan bir an bile şüphe duymazdı. Bu durumda, başkalarının ona
tümüyle güvenmesini istemeye ne hakkı vardı?

Ama böyle olmamalıydı. Eski Feng Xin ne olursa olsun ona tümüyle
güvenirdi! Sadece yüzde yirmi güvensizlik bile, tahammül edilebilecek gibi
değildi!

Xie Lian öfke ve nefretle doluydu, ama bunun kime yönelik olduğunu
çıkartamıyordu; Yüzü Olmayan Beyaz’a mı, Feng Xin’e mi, herkese mi,
yoksa kendisine mi. Tek kelime daha etmedi. Arkasını döndü ve kapıya
gitti, Feng Xin ise peşindeydi.

“Ekselansları, nereye gidiyorsun?”


Xie Lian kendisini sakin olmaya zorladı. “Beni boş ver, peşimden gelme,
geri dön.”

“Olmaz, nereye gidiyorsun? Seninle geleceğim!” Dedi Feng Xin.

Xie Lian kararını verdi ve aniden tüm gücüyle koşmaya başladı. Feng Xin
onun kadar hızlı değildi ve kısa bir süre sonra geride kaldı, tek yapabileceği
arkasından seslenmek olmuştu. Kral ve kraliçe de dışarıya çıkmış
arkasından bağırıyorlardı, ama Xie Lian duymazlıktan geldi ve daha hızlı
koştu.

İlk hamleyi yapmaktan başka hiçbir şansı kalmamıştı!

Eğer Yüzü Olmayan Beyaz Xie Lian’ı, Feng Xin’i veya ailesini öldürmeyi
planlasaydı, onun için çantada keklik olurdu. Ama öldürmüyor, onun yerine
onunla bir oyuncak gibi oynuyordu, kedinin fareyle oynadığı gibi!

Xie Lian gecenin karanlığına bağırarak koştu. “ÇIK DIŞARIYA!!! SENİ


KARANLIK ADİ CANAVAR!!! GEL

BURAYA!!!”

Yüzü Olmayan Beyaz özellikle onun için geliyordu, bu nedenle de onu her
yere takip edeceğine inanıyordu. Ancak yetersiz bir kelime dağarcığıyla bir
süre dünyaya küfrettikten sonra bile, karanlık

köşelerden gelen her zamanki alaycı gülümsemeden hiçbir iz yoktu, ne de


arkasında belirerek elini başına koyan tembel şekilden.

Kilometrelerce durmadan koştuktan sonra Xie Lian en sonunda güçten


düştü ve öne eğildi, elleri dizlerinde kendisine destek oluyor, kesik kesik
nefes alıyordu, hem göğsünde hem de boğazında paslanmış demir tadı
vardı.

Uzunca bir süre sonra, aniden doğruldu ve öne doğru devam etti, alçak sesle
konuşuyordu. “…Demek olayı uzatmak istiyorsun? Peki, yavaş yavaş
uzatırız!”
Issız, terk edilmiş topraklardan yaşlı ormanlara ve derin dağlara dek
yürüdü, kim bilir ne kadar sürmüştü, ve sisler kalınlaşmaya başlamıştı.

Etrafı pençelerini gösteren kararmış yaşlı ağaçlarla çevriliydi ve hepsi öne


eğilmişlerdi, abartılı bir şekilde aşağıya bastırılmış, sanki onu dönüşü
olmayan yasak araziye girmeye davet ediyor gibilerdi.

Xie Lian önündeki yerde hiçbir iyilik olmadığını biliyordu, ama


kaçınılmazdı da. Ayrıca, bu işi bitirmek zorundaydı, eninde sonunda
olacaktı. Böylece, karanlık bir ifadeyle devam etti. Yürürken, beyaz sisin
içinde, parlayan bir şeyden bir sıra, ışıldayan bir duvar gibi önünde belirdi.

Xie Lian daha önce hiç böyle bir şey görmemişti ve hafifçe kaşlarını çattı,
nefes almayı bıraktı. Bu

‘duvar’ ise, sahiden yavaşça ona doğru ilerliyordu!

Xie Lian telaşla gerildi ve bir dalı kırdı, hazır bir şekilde elinde tuttu. Ancak
o zaman hayretle ondan iki metre ileride durmakta olan bu ‘duvar’ın aslına
bir duvar yerine, sayısız hayalet alevi olduğunu fark etti. Sayıları çok fazla
olduğu için, uzaktan bakınca ışıldayan bir duvar, veya devasa bir ağa
benziyorlardı.

Hayalet alevleri tuhaf olsalar da, hiçbir öldürme isteği yaymıyor ve sessizce
ona doğru süzülüyor, ilerlemesine engel oluyorlardı. Xie Lian etraflarından
dolaşmayı denedi, ama hayalet alevleri hemen yön değiştirerek Xie Lian’a
engel olmaya devam ettiler. Aynı zamanda da pek çok ses duyuyordu.

“Oraya gitme.”

“Gitme.”

“İleride iyi bir şey yok.”

“Geri dön, yürümeye devam etme!”

Bu sesler akıntı gibi sabırlı ve yoğunlardı, onu iliklerine dek ürpertiyorlardı.


Xie Lian’ın etrafı sarılmıştı ve fark etti ki, bu hayalet alevlerinin arasında,
özellikle parlak ve özellikle sessiz bir alev topu vardı.
Her ne kadar hayalet alevi gibi şeylerin gözleri olmasa da, o hayalet alevine
baktığı zaman neredeyse yakıcı bakışlarını kendi üzerinde hissedebiliyordu.

Görünüşe göre bu ruh, içlerinden en güçlü olanıydı. Diğer tüm hayalet


alevleri ise sadece onu takip ediyorlardı.

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 189: Soğuk Beyaz Hayalet, Veliaht Prensi Şaşırtan Sıcak Sözler

“Çekil.” Dedi Xie Lian soğuk bir sesle.

Hayalet alevi çekilmedi.

“Neden yolumu kapatıyorsun?” Diye sordu Xie Lian.

Hayalet alevi cevap vermedi, ve diğer küçük hayalet alevleri sadece ‘oraya
gitme’ demeye hiç durmadan devam ettiler. Xie Lian artık onlarla uğraşmak
istemiyordu ve elini savurdu.

Ruhları parçalamamıştı; eli sadece hayalet alevlerinin yolunu kapatan


düzenini bozmak içindi, bir grup ateşböceği veya balık sürüsünü dağıtır
gibiydi.

Xie Lian hızla aradan geçti, kurumuş dallar ve ölü yapraklar ayaklarının
altında eziliyordu. Ancak geriye baktığı zaman, hayalet alevlerinin hızla
ona yetiştiğini gördü, bir diğer duvar oluşturmaya hazır görünüyorlardı.

Xie Lian uyardı. “Beni takip etme.”

En parlak ve sıcak hayalet alevi en önde geliyordu, sözlerine hiç kulak


asmamıştı ve Xie Lian elini kaldırarak tekrar saldırmaya hazırlandı.

Kızgın bir şekilde uyardı. “Eğer beni takip etmeye devam edersen
ruhlarınızı parçalayabilirim!”
Böyle bir tehdidin ardından pek çok hayalet alevi korktu, çırpınarak ve
titreyerek geriye çekiliyorlardı.

Ancak başı çeken hayalet alevi havada sadece bir anlığına durduktan sonra
peşinden gelmeye devam etmişti, beş adım kadar arkasında mesafesini
koruyordu. Bu hali Xie Lian’a sanki ‘beni yok etsen de umurumda değil’
der gibiydi, veya Xie Lian’ın sahiden ona vurmayacağının farkındaydı.

Ani, anlaşılmaz bir öfke Xie Lian’ı sardı. Eskiden o bağırdığı zaman hangi
küçük yaratık karşı gelmeye cüret edebilirdi? Kuyrukları bacaklarının
arasında, bir anda yok olurlardı. Şimdi sırf insanlar onu canları istediği gibi
ezmekle kalmıyorlardı, bu küçük hayalet alevi topu bile ona itaat etmiyor,
tehdidini hiçe sayıyordu.

Xie Lian’ın gözleri öfkeyle kızardı ve mırıldandı. “…Senin gibi küçük bir
hayalet bile böyle yapıyor…

hepiniz böyle yapıyorsunuz… herkes!”

Bu kadar küçük bir mesele yüzünden bu kadar sinirlenmesi biraz komikti,


ama şu anda Xie Lian öfkeli bir nefretle içten dışa sarılmış bir haldeydi.
Beklenmedik bir şekilde, bu kelimeleri mırıldandıktan sonra, hayalet alevi
onun hem sinirli hem de üzgün olduğunu anlamış gibi havada asılı durdu,
artık hareket etmiyordu. Yüzlerce küçük hayalet alevine de önderlik etti ve
yavaşça geriye çekildiler. Kısa bir süre sonra ise gecede tümüyle
kayboldular.

Xie Lian bir nefes verdi ve dönerek yola devam etti.

Yedi belki sekiz yüz adım kadar sonra, saklayan sislerin arasından silik bir
şekilde çatı saçakları belirdi, sanki dağın derinliklerindeki eski bir
tapınakdı. Xie Lian yaklaşık yakından baktığı zaman ise, gözleri ardına dek
açıldı.

Bu… bir Veliaht Prens tapınağıydı.

Elbette, yıkılmış bir Veliaht Prensin Tapınağıydı. Haydutlar tarafından


yağmalanmış, tabelası yere düşmüş, ikiye bölünmüştü. Xie Lian bir anlığına
tapınağın girişinde durdu, ardından ayağını kaldırdı ve kırılmış levhanın
üzerinden atlayarak tapınağa girdi. Büyük salondaki ilahi heykel uzun
zaman önce

yitmişti, belki parçalanmış belki yanmış, belki de denize atılmıştı. Sunak


boş ve terk edilmişti, geriye sadece heykelin yanık tabanı kalmıştı. İki
taraftaki ‘Beden Cehennemde, Kalp Cennette’ yazıları otuz kez kesilmişti,
tıpkı yüzü bıçakla kesilmiş güzel bir kadın gibiydi; artık güzel değildi,
sadece ürpertici bir şekilde vahşiydi.

Xie Lian sakin kaldı ve büyük salonda yere oturdu, Yüzü Olmayan
Beyaz’ın belirmesini bekliyordu.

Yaklaşık beş dakika kadar sonra bir şekil sahiden tapınağın dışındaki
bulanık sislerin arasında belirdi.

Ancak şekli doğru değildi; Yüzü Olmayan Beyaz kadar rahat değildi ve
ayak sesleri de yanlıştı, çok daha aceleciydi, Yüzü Olmayan Beyaz’ın sessiz
sürünmelerine hiç benzemiyordu. Bu nedenle de gelen kişi Yüzü Olmayan
Beyaz olamazdı, veya tanıdığı herhangi bir kişi.

Öyleyse kimdi?

Xie Lian gergin ve tetikteydi, ve en sonunda adam ta-ta-ta- layarak Veliaht


Prensin Tapınağına girdiği zaman net bir şekilde gördü. Ne yazık ki gelen
kişi hiçbir tahminine uymamıştı – ne kadar incelerse incelesin, hiçbir
kusuru bulunmayan bir yolcuydu sadece.

Ama Xie Lian hemen rahatlamadı; bunun Yüzü Olmayan Beyaz’ın bir
numarası olup olmadığını kim bilebilirdi?

Yabani, ıssız bir dağdaki yıkık bir tapınakta, aniden birisiyle karşılaşınca
Xie Lian ona karşı tetikte bekliyordu, ve adam da Xie Lian’a karşı.

Kısa bir an sonra, adam en sonunda sordu. “Siz… Daozhang? Burasının ne


olduğunu biliyor musunuz?”
Xie Lian hafifçe kaşlarını çattı ve başını kaldırdı. “Burayı bilmiyor musun?
O zaman burada ne işin var?”

“Kayboldum!” Dedi adam. “Etrafta dolaşıp durdum, ama bir türlü buradan
uzaklaşamadım!”

Xie Lian bunun kaybolmak olmadığını biliyordu. Eğer bu adam Yüzü


Olmayan Beyaz’ın kılıklarından birisi değilse, o zaman muhtemelen bir şey
onu buraya çekmişti.

“Artık yürümene gerek yok, çıkamayacaksın.” Dedi Xie Lian.

“Ne? Ne diyorsun?”

Ancak Xie Lian daha fazla cevap vermedi ve meditasyon yapmaya devam
etti. Eğer Yüzü Olmayan Beyaz tarafından buraya çekildiyse, o zaman
paniklemek faydasız olacaktı. Eğer kimsenin gitmesine izin vermiyorsa da,
o zaman kaçmaya çalışmanın da bir anlamı yoktu, bu yüzden de en iyisi ne
yapmayı planladığını görmek için Xie Lian’ın sessizce beklemesiydi.

Adam da koşturup durmaktan yorulmuştu, bu nedenle dinlenmek için


oturdu, ikisi de huzurluydu.

Sislerin içinden bir diğer figürün daha belirmesi uzun sürmemişti, tapınağa
girdi, ve elbette o da şaşkın bir yolcuydu. Tapınağın içinde insanlar
olduğunu görünce hızla yaklaşmıştı.

“Hey dostlar! Burasının neresi olduğunu sorabilir miyim?”

İki yolcu sohbet etmeye başladı ve Xie Lian’ın içinde kötü bir his
filizlenmeye başladı.

Sahiden de Veliaht Prensin Tapınağının ondan fazla insanla dolması iki saat
bile sürmemişti, biri ardına diğeri gelmişti. Erkeği, kadını, yaşlısı, genci,
hepsi; kimisi tek başına gelmişti, kimisi üç dört kişilik gruplar halinde,
kimisi ailecek, ve neredeyse hepsi kaybolduğu için oradaydı. Kaybolma
nedenleri de çeşitli ve absürttü; şehrin sokaklarında kayarken kaybolup
buraya gelenler bile vardı,
inanılacak gibi değildi. Tapınağın içinde Xie Lian taş kırma yarışması
sırasında karşı karşıya geldiği inatçı sokak sanatçısını bile gördü. Hiç iyi
görünmüyordu; görünüşe göre bir önceki yarışmaları onu sahiden
yaralamıştı. Birbirlerini fark etmişlerdi ama tek kelime etmediler, ve sadece
başlarını salladılar.

Hepsinin sıradan insanlar olduklarını fark etmek kolaydı ve hepsi dağın


derinliklerine Yüzü Olmayan Beyaz tarafından çekilmişlerdi!

Xie Lian’ın zihnindeki tehlike çanları gittikçe yükseliyordu, ama yine de


kımıldamadı. Soğuk bir çörek çıkarttı ve dikkatle ısırdı, güçlükle çiğnedi,
ardından güçlükle yuttu. Geleceği kesin olan büyük savaşla yüzleşmek için
tüm gücünü saklaması gerekiyordu.

Dört saat sonra, Veliaht Prensin Tapınağı ‘kayıp’ insanlarla dolup taşıyordu.
Xie Lian sessizce saydı, yaklaşık yüz kişiydiler. Bir tanesi bile ormandan
çıkamıyordu.

Kalabalığın olduğu yerde, gürültü de olurdu ve herkes sohbet ediyordu.

“Sen de mi sebepsiz yere buraya geldin? Burnuma kötü kokular geliyor!”

Birisi önerdi. “Neden çıkıp tekrar başka bir yol aramıyoruz?”

Birisi hemen hemfikir oldu. “Hadi, gidelim, bunca kişi bir araya gelip de
tek birimizin bile dışarıya çıkamamasına inanmayı reddediyorum!”

Ancak köşede oturmakta olan Xie Lian bir anda başını kaldırdı. “Ne kadar
yürürseniz yürüyün fark etmeyecek. Çıkış yok.”

Kalabalık öne döndü. “Neden?”

Xie Lian acı bir şekilde konuştu. “Çünkü hepiniz buraya bir canavar
tarafından yönlendirildiniz. Hepiniz onun oyuncaklarısınız, neden bir anda
sizi serbest bıraksın?”

“…”
Kalabalığın içinde, bazıları onun abarttığını düşünüyordu, bazıları deli
olduğunu ve bazıları ise onun hafife alınmaması gerektiğini.

Birisi doğruldu. “Sen kimsin? Böyle bir şeyi neye dayanarak söylüyorsun?”

“İlk gelen oydu muhtemelen. Ben geldiğimde çoktan buradaydı.”

“Tuhaf…”

“Evet ve yüzü de kapalı.”

“Kanıtın var mı?”

Xie Lian sessizce konuştu. “Kanıtım yok. Bana ister inanın ister inanmayın.
O yaratığın sizi buraya yemeğe davet etmek için toplamadığı belli. Size
daha dikkatli olmanız gerektiğini söylememe gerek yok sanırım.”

Tam sözleri sonlanmışken, daha hiç kimse cevap veremeden, uzaklardan


telaşlı ayak sesleri yükseldi.

Herkes başını kaldırdı.

“Birisi daha geliyor!”

Hemen dışarıya çıkıp kontrol etmek isteyenler belirmişti, ama daha


tapınağın eşiğini geçtikleri gibi aceleyle geri içeriye koştular. Sonuçta,
koşma seslerine eşlik eden delirmiş çığlıklar da yükselmeye başlamıştı.

Çığlık sesleri hiçte bir insana aitmiş gibi değildi ve herkesin yüzü düştü,
tapınağa geri çekildiler.

“Bu ne, nasıl olur? Bir tür yaratık değil dimi o??”

Şekil aldatıcı sislerin arasından hızla yaklaşırken, Xie Lian gözlerini kıstı.
“Hayır, o bir insan!”

Sadece, onlara doğru koşmakta olan ve yenik bir şekilde çığlık atan bu kişi,
elleriyle yüzünü kapatmıştı. Neredeyse tapınağa girmekte olduğunu
görünce, Xie Lian kalabalığın arasından sızdı ve neler olup bittiğini görmek
için en öne geçti. Ancak sanki adam gözleri yokmuş gibi doğrudan Veliaht
Prens tapınağının girişindeki ağaca çarpmıştı. BAM! ve uzunca bir mesafe
geri savrulmuştu, ardından yere düşmüş ve bayılmıştı.

Kalabalık sarsılmıştı ve hepsi sıyrılmaya, başlarını uzatarak görmeye


çalışıyorlardı, merak etmişlerdi.

“…Ne… O adamın nesi ar?”

Kimisi daha cesurdu, sokak sanatçısı da onlardan biriydi, çıkıp adamı


inceleyeceklerdi.

Xie Lian hemen seslendi. “Ona yaklaşmayın!”

İnsanlar onun sert ses tonuyla sıçramışlardı ve sordular. “Ne yapacağız o


zaman? Öylece yatmasına izin mi vereceğiz?”

“Ben gidip bakacağım.” Dedi Xie Lian.

“O zaman dikkatli olacaksın, değil mi?” Dedi kalabalık.

Xie Lian başını salladı ve yavaşça ağaca yaklaştı, çömeldi. Adamın yüzünü
örten eli çekmek üzereydi ki adam aniden sıçradı ve iki kulak tırmalayıcı
çığlık attı.

Evet, iki kulak tırmalayıcı çığlık. Ve her iki ses de aynı anda yükselmişti.
Birisi ağzından çıkmıştı, diğer ise yüzünden gelmişti – adamın yüzünde bir
yüz daha vardı!

İnsan Yüzü Hastalığı!

Xie Lian’ın tüm tüyleri diken diken oldu, gözbebekleri kasıldı ve


tapınaktaki kalabalık da bu sahne nedeniyle donakalmıştı. Adam sıçradıktan
sonra ellerini indirmiş ve insanların olduğu yöne doğru koşmaya
hazırlanmıştı, ama neyse ki Xie Lian hızlıydı ve saldırmıştı. İnsan Yüzü
Hastalığı kurbanı onun vuruşuyla metrelerce geriye uçmuştu. Xie Lian
ardından hızla tapınağın girişini korumak için geriledi, bu esnada
arkasındaki kalabalık ise panik ve şok içinde haykırıyordu.
“O hastalık sadece kraliyet başkentinde çıktı sanıyordum? Başkentte
binlercesi öldü, hastalık bitmemiş miydi??”

“Gerçek değil, gerçek olamaz? Sahiden yüzünde yüz mü vardı??”

Daha da korkunç olan şey, bir an sonra her taraftan haykırışlar yükselmiş ve
ondan fazla sarsakça yürüyen şekil tapınağın etrafında toplanmaya
başlamıştı.

Hepsinin İnsan Yüzü Hastalığı kurbanı olduğunu anlamak için artık


bakmaya gerek yoktu!

Birisi bağırdı. “HERKES KAÇSIN! DAĞILIN! YAKLAŞMALARINA


İZİN VERMEYİN!!!”

Ancak Xie Lian da sesini yükseltti. “DAĞILMAYIN! ORMANIN İÇİNDE


ONLARDAN KAÇ TANE DAHA VAR

BİLMİYORUZ!! EĞER BAŞKALARI DA VARSA İŞİNİZ BİTER!”

“O zaman ne yapacağız??”

“Hedef tahtası gibi bekleyemeyiz!”

“Durduğumuz yerde ölümü mü bekleyelim??”

Xie Lian’ın yolda kopardığı dal belinde duruyordu, ve onu çekti, bir kılıç
gibi tutuyordu.

“Endişelenmeyin, buraya gelemezler. Elbette yaklaşıp


yaklaşamayacaklarına ben karar vereceğim!”

Burası onun bölgesiydi, Veliaht Prensin Salonu!

“Sen…”

Kimsenin soru sormasını beklemeden Xie Lian dışarıya atladı. Dal parçası
savruldu ve bir anda İnsan Yüzü Hastalığı kurbanları yere düştü. Xie Lian
için bu hiçte zor değildi, sözlerini hareketleriyle kanıtlamış ve delilerden
hiçbirinin yaklaşamayacağından emin oluyordu. Tapınaktaki kalabalık
nefesini tutmuş izliyordu, dövüş devam ederken sarsılmışlardı, ve Xie
Lian’ın kazandığını görünce hepsi tezahürat ettiler, cennete teşekkürlerini
sunuyorlardı.

Bu esnada, ormandaki gece havasından bir sürü hayalet alevi süzülerek, her
yerde dans etmeye başladılar. Xie Lian İnsan Yüzü Hastalığı kurbanlarını
uzaklaştırmasına yardım mı ediyorlardı bilmiyordu ama her şekilde
kendisine engel olmayacaklarını hissediyordu.

İşi bittikten sonra Xie Lian alışkanlık gereği kılıcını kınına sokmaya çalıştı.
Ancak kın boş kaldığı zaman Xie Lian elinde tuttuğu şeyin bir kılıç değil de
dal parçası olduğunu fark etti ve bir anlığına tuhaf hissetti. Bir an sonra, çok
uzakta olmayan bir yerde beyaz cübbeli bir şeklin süzüldüğünü, eliyle onu
çağırdığını gördü. Daha yeni savaştan çıkan Xie Lian’ın hala kanı
kaynıyordu ve hemen peşine düştü.

“KAÇMAYI DÜŞÜNME BİLE!”

Hayalet alevi kümesi de üzerinden uçarak onunla beraber öne atıldılar,


sanki yolunu aydınlatmak ister gibiydiler. Doğal olarak Yüzü Olmayan
Beyaz kaçmıyor ve yavaşça yürüyordu, adımları tembeldi, ama her zaman
yedi yüz adım kadar önünde kalıyordu. Xie Lian bir süre takip etti ama
aniden aydınlandı ve hemen geri döndü. Onun peşinden gelmediğini
görünce Yüzü Olmayan Beyaz durdu.

“Neden gelmiyorsun?”

Xie Lian arkasına baktı. “Bir kez daha İnsan Yüzü Salgını yaymak için beni
uzaklaştırmak istiyorsun sadece, neden canının istediğini yap diye seni
takip edeyim ki?”

Ancak Yüzü Olmayan Beyaz sadece güldü. “Hayır, yanılıyorsun. Hedefim


seni yanlış yönlendirmek değil. Hedefim sadece sensin.”

Her ne kadar ağlayan-gülen maskeyle yüz ifadesi gizlenmiş olsa da, bir
nedenle Xie Lian onun gülümsediğini hissedebiliyordu.
Onu yoldan çekmek istemesinin sahiden hiçbir anlamı yoktu. Eğer Yüzü
Olmayan Beyaz tekrar İnsan Yüzü Salgınını yaymak istese, dünyanın
herhangi bir yerinde bunu yapabilirdi ve Xie Lian onu durduramazdı.
Neden bu dağın tepesini seçmişti ki?

Xie Lian durdu. “O zaman planın ne?”

Sayısız kez aynı soruyu sormuştu ve artık sabrını kaybediyordu.

Yüzü Olmayan Beyaz cevapladı. “Sana çoktan söyledim. Yanıma gelmeni


istiyorum.”

Xie Lian ağaç dalını çıkarttı ve ona doğrulttu, her ne kadar hiç tehdit edici
olmasa da, hatta biraz komik olsa da, yine de elindeki tek silahtı sonuçta.
Şükürler olsun ki, özellikle parlak olan bir hayalet alevi dalın ucuna inmiş
ve biraz savaş halesi katmasına yardımcı olmuştu.

Xie Lian sertçe buyurdu. “Senin yanında olmamı mı istiyorsun? Hayatını


almam için mi?”

Yüzü Olmayan Beyaz sadece yumuşak bir şekilde kıkırdadı ve sıcak bir
sesle konuştu. “Ekselansları, güzel bir yeşim parçasısın. Seni yönlendirip
eğitmeme izin ver.”

“…”

Xie Lian hem şüpheci hem öfkeli hissediyordu, ve cıklamaktan kendisini


alamadı. “Ve kendini beni eğitmeye layık mı görüyorsun? Benim ustam
Xian Le’nin Başrahibi, sen kim oluyorsun?? Nereden geldin, seni canavar!”

Yüzü Olmayan Beyaz bir parmağını uzattı ve salladı. “Yine yanılıyorsun.


Ekselansları, muhtemelen sana bu dünyada seni eğitmeye layık olan tek
kişinin ben olduğumu söylemem gerek. Ustan mı? Xian Le’nin Başrahibi
olan?” Sesi kibirli ve horgörü doluydu. “Benim önümde, onun adı
bahsedilmeye değmez. Aksine, benim sana öğrettiğim şeyleri içten içe
benimsiyorsun.”
Xie Lian öfkeyle bağırdı. “Bana ne öğrettin? Sen ne saçmalıyorsun? Tek
kelimesi bile anlam ifade etmiyor!”

Yüzü Olmayan Beyaz dalga geçer gibi homurdandı. “Sana öğrettiğim ilk
şey şuydu: bu dünyadaki pek çok şeye karşı güçsüzsün.”

Bunu duyunca sayısız kaotik görüntü ve ses Xie Lian’ın aklına doluştu. En
sonunda dişlerini sıktı ve

‘kılıcını’ savurdu, ama Yüzü Olmayan Beyaz kolaylıkla kaçındı.

“İkincisi –”

Xie Lian’ı tuttu, dengesini kaybetmesine neden olmuştu ve neredeyse


düşüyordu. Xie Lian başının üzerinde bir el hissetti.

“Sıradan insanları kurtarmak istiyorsun değil mi? Sıradan insanların senin


tarafından kurtarılmaya ihtiyacı yok. Buna değmezler.”

Xie Lian’ın hareketleri bir anlığına bocaladı ve ele vurdu, etrafında dönerek
bir kez daha dalı sapladı.

PA! Yüzü Olmayan Beyaz eliyle dalı bölmüş ve onun arkasına geçmişti, iki
buz kadar soğuk parmak çoktan başının arkasındaki hayati yerlere
oturmuştu!

Bu iki teşvik eden parmakla beraber, Xie Lian her an beyninin


delinebileceğini hissediyordu ve dondu.

Arkasından bir ses yükseldi. “Eğer benim yanıma gelmezsen, asla bana
karşı kazanamayacağını bil ve her daim benim tarafından mağlup
edileceğini.”

Xie Lian nefes nefeseydi ve karanlık bir sesle konuştu. “…Dilediğin zaman
gel!”

Bir an duraksadıktan sonra, yavaşça her kelimeyi vurguladı. “Sadece şu


anda kazanamıyorum. Beni sayısız kez yenebilirsin, ama beni
öldüremezsin. Beni öldüremediğin sürece de, bir gün, seni kesinlikle
yeneceğim!”

Hayalet alevi onun sözlerini duyduğu zaman, daha da vahşi bir şekilde
yanmaya başladı, sanki tüm gece göğünü aydınlatmak ister gibiydi.
Arkasında, Yüzü Olmayan Beyaz bir süre sessiz kaldı.

Ardından sordu. “Seni öldüremez miyim?”

Xie Lian nefesini tuttu ve konuşmadı.

Aslında, Jun Wu’nun ona verdiği bu ölümsüz bedenin ne kadar dayanıklı


olduğunu kendisi de bilmiyordu. Eğer Yüzü Olmayan Beyaz sahiden bir
anlık öfkeyle kafatasını parçalarsa, yine de hayatta kalabilir miydi?

Tam bu sırada Yüzü Olmayan Beyaz sessizce konuştu. “Sahiden, seni


öldüremem. Ama seni öldürmeyeceğim de. Sadece, bu kadar kendine
güvenme. Umarım sonrasında bu söylediklerinden pişman olmazsın.”

Pişmanlık mı? Neden pişman olsundu ki?

Xie Lian daha anlayamamıştı ki, bir el vahşice boynuna vurdu ve bir anda
karanlığa gömüldü.

Karanlığın içinde çok uzaklardan bir ışık ve sıcaklık geliyor gibiydi. Xie
Lian ışığa doğru gitti, ve biraz biraz kendine gelmeye başladı.

Yavaşça gözlerini açtı, ve ilk gördüğü şey yukarıdaki hayalet aleviydi.


Görünüşe göre bilinçsizken hissettiği ışık ve sıcaklık ondan geliyordu.

Onun uyandığını görünce, hayalet alevi hemen yaklaştı, ama sanki ona
yaklaşmanın kabul edilemez olduğunu düşünür gibi hafifçe tekrar
uzaklaşmıştı. Xie Lian bu hayalet alevi topunun özellikle dikkate değer
olduğunu hissediyordu sürekli. Eğer doğru hatırlıyorsa, ona engel olmak
için örülen duvardan da o sorumluydu. Uzanıp ona dokunmak istedi, ama
beklenmedik bir şekilde elini hareket ettiremedi.

Xie Lian donakalmıştı ve hemen kendine geldi. Bakmak için başını eğdi ve
ancak o zaman neden ellerini hareket ettiremediğini anladı. Kolları ve
bacakları bağlanmıştı.

Sıkı bir şekilde bir sunağa bağlanmıştı, bedenin altında yıkık heykelin
tabanı vardı. Sunağın altında ise itiş tıkış bir sürü insan vardı ve birbiri
ardına dizilmiş kırpılmayan gözlerle onu izliyorlardı.

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 190: Yüz Kılıçla Delinen Kalp, Yabani Hayalet Şekil Alıyor
Neden ona böyle bakıyorlardı?

Aniden Xie Lian kenardan bir fısıltı işitti.

“Çok benziyor..”

“Sadece benzemekle kalmıyor… tıpatıp aynısı!”

“Sahiden o mu?”
Birisi doğrudan sordu. “Sen… o prens misin?”

Alışkanlık gereği, Xie Lian konuşmaya başladı. “Değilim…”

Ancak daha sözlerini bitiremeden yüzünü saran beyaz sargıların açılmış


olduğunu fark etti. Bu esnada, onu sımsıkı sarmakta olan şey de tam olarak
o beyaz ipekti. Yüzü şu anda önündeki kalabalığa tümüyle ifşa edilmiş
durumdaydı.

Xie Lian’ın kalbi sanki ipin ucundaydı, ama kendisini sertleştirdi ve


bakışlara karşılık verdi.

Sadece ona mı öyle geliyordu bilmiyordu ama, ona olan bakışlarında küçük
bir parça şüphe görüyordu. Ama en azından, şu anki bulundukları tehlikeli
durum nedeniyle, o gözlerde korktuğu gibi bir nefret veya öfke
göremiyordu. Ancak, bir an sonra, insan dışı ulumalar tapınağın dışından
yükseldi.

Xie Lian hızla başını çevirdi ve ulumanın kaynağının öncesinde bayılttığı


İnsan Yüzü Salgınına yakalananlardan yükseldiğini keşfetti. Bir şekilde
güçlerini toplamış ve sayıca artmışlardı. Elele, Veliaht Prens tapınağını
çevrelemiş, durmadan uluyorlardı. Korkunç bir ritüel mi gerçekleştiriyorlar
yoksa delirmiş iblisler oldukları için sadece dans mı ediyorlardı kestirmesi
güçtü. Tapınağın içindeki kalabalık mutlak bir dehşetle bir araya gelmişti.
Küçük bir çocuk gözyaşlarına boğuldu ve ailesi gözlerini ve kulaklarını
kapatarak onu kollarının arasına aldı. Odadaki her yüz korkuyla
çarpıtılmıştı.

“Ne yapacağız? Ne yapacağız?”

“İçeriye girebilirler mi…”

“İçeriye girmeseler bile, bu kadar yakın olduğumuz için yine de hastalık


kapmaz mıyız? …Yanlışlıkla hastalık kaparsak ne yapacağız?!”

Xie Lian sargılarıyla savaştı, ama bir parça bile gevşetemiyordu. Görünüşe
göre beyaz ipek çoktan güçlendirilmişti ve muhtemelen ruhani güçler
taşıyordu.

Süregelen mücadelesi nedeniyle alnındaki damarlar fırlamıştı, kükredi.


“Yüzü Olmayan Beyaz!”

Cevap gelmedi, onun yerine buz gibi bir el alnına dokundu. Xie Lian
dondu, tüyleri diken dikendi.

Gördüğü sahne hareket edememesine neden oldu.

Aşağıdaki insanların ona tuhaf tuhaf bakmasına şaşmamalıydı – sadece


yüzü ifşa olmakla kalmamıştı, Yüzü Olmayan Beyaz da tam arkasında
oturuyordu, karanlıkların içinde.

Beyazlara bürünmüş bu kadar uç bir karakterin karşısında, dikkatsizce


hareket etmeyi bırak, hiç kimse nefes almaya dahi cesaret edemiyordu.
Sonuç olarak da Yüzü Olmayan Beyaz onlar neredeyse yokmuş gibi
davranıyordu ve, herkesin dikkatli gözleri altında, Xie Lian’ın kalkmasına
yardım etti.

Xie Lian yattığı yerden oturur pozisyona geçmişti. Sunağın üzerindeydi,


adeta bağlanmış, canlı bir heykeldi. Gözleri ve boynunu hareket ettirmek
dışında hiçbir şey yapamıyordu.

Her ne kadar durum korku verici olsa da, dışarıda ulumakta olan Yüz
Hastalığı mustaripleri daha korkunçtu. Kalabalığın dikkati dışarıdaki bozuk
şekilli yaratıklara dönmüştü.

Birisi mırıldandı. “…Duyduğuma göre, aynı bölgede yaşayanlar birbirlerine


bulaştırabiliyormuş, bu hastalık çok hızlı yayılıyormuş! Yakın olunca,
kaçınılmazmış!”

Kısa bir süre sonra korkunç bir vebaya yakalanacaklarını düşününce,


tapınakta çaresizlik dolup taştı.

Birisi öneride bulundu. “Neden birkaçımız dışarıya çıkarak şekilsiz


yaratıkları bayıltmıyoruz, böylece de diğerlerinin kaçması için alan
yaratmış oluruz?”
Ancak, o yaratıkları öldürmeyi başarıp başaramayacakları bir yana, dışarıya
çıkanların Yüz Hastalığına yakalanacakları bir kesinlikti. Bu kişinin
başkalarının hayatını kurtarmak için kendisini feda etmesinin biricik
örneğiydi. Böyle kesin bir kadere karşı, kim çıkmaya gönüllü olurdu? Hiç
kimse.

Xie Lian olurdu tabi, eğer yapabilseydi. Ancak şu anda Yüzü Olmayan
Beyaz tarafından alıkonulmuştu.

Her ne kadar bir kerede yedi sekiz tanesiyle baş edebiliyor olsa da,
onlarcasını durdurmak çok güç olurdu. Elbet birisi kaçıp Veliaht Prens
tapınağına koşacaktı. Yüzü Olmayan Beyaz’ı öldürmeye gelince ise… Bu
ihtimali değerlendirmek için aptal olması gerekirdi.

Ancak, birinin herkesi sakinleştirmesi gerekiyordu. Xie Lian sakinleşti ve


sükûnetle konuştu.

“Lütfen hiç kimse ani bir harekette bulunmasın! O kadar hızlı yayılmıyor,
çözüm bulacak vaktimiz var.”

Sadece ‘o kadar hızlı yayılmıyor’ demesi, herkesi tümüyle ikna etmeye


yetmiyordu.

Şaşırtıcı bir şekilde, çaresizliği kaldıran Yüzü Olmayan Beyaz olmuştu. Buz
gibi bildirdi. “Yüz Salgınından kurtulmanın ve iyileştirmenin bir yolu var.”

Kelimeler dudaklarından döküldüğü anda, kalabalıktaki insanlar anında


başlarını kaldırdılar.

“İyileştirilebilir mi? Nasıl?!”

Xie Lian kalbinin durduğunu hissetti.

Yüzü olmayan beyaz sakince düşüncelere daldı. “Neden Ekselanslarına


sormuyorsunuz? Ekselansları biliyor.”

Bir anda, yüzlerce göz Xie Lian’a döndü. Bakışların keskinliği içgüdüsel
olarak geri çekilmesine neden olmuştu, ama Yüzü Olmayan Beyaz ona
engel oluyordu, aksine onu öne itiyordu.
Birkaçının umut dolu sesini duyabiliyordu. “Ekselansları, sahiden biliyor
musun?”

Xie Lian daha cevap veremeden, birisi heyecanla bağırdı. “Ben de onun
bildiğini duymuştum!”

Şüpheci olanlar da vardı. “Eğer biliyorsa, neden başkent hala..? Tabi, bilip
kimseye söylemediyse?”

“Prens, lütfen bize söyle, olur mu?”

Xie Lian hemen inkar etti. “Bilmiyorum!”

Ancak Yüzü Olmayan Beyaz ısrar etti. “Yalan söylüyorsun.”

Öfkeyle dolan Xie Lian sitem etmek istiyordu ama bunun Yüzü Olmayan
Beyaz’ı daha fazla bilgi vermeye kışkırtacağından korkuyordu. İçten içe,
ister inkar etsin ister etmesin, Yüzü Olmayan Beyaz’ın yine de
söyleyeceğini düşünüyordu.

Bir süre mücadele ettikten sonra, yılgın bir halde kabul etti. “Bir yol… yok.
İşe yaramaz!”

Bir an duraksadıktan sonra, insan deniz kızışmaya başlamıştı. “Ne demek


işe yaramaz? Bize söylemezsen yarayıp yaramadığını nereden bileceğiz?”

Bir damla soğuk ter alnından süzüldü. Xie Lian içinden, Sahiden
söyleyemem…, diye geçirdi.

Söylememeliydi!

Eğer gerçek gün yüzüne çıkarsa, o zaman her şey biterdi!

Kalabalığın içinde, birisi en sonunda bıkmıştı ve ayağa fırladı. “Zaten


ölümün eşiğinde duruyoruz, saklayacak daha ne var? Burada ölene dek
hedef tahtası gibi beklememizi istemiyorsan tabi!”

Nazik bir sesle, Yüzü Olmayan Beyaz öneride bulundu. “O zaman ben size
söyleyeyim.”
“Sessiz ol!” Xie Lian bağırmıştı.

Doğal olarak, sesinde bir parça bile tehdit yoktu ve Yüzü Olmayan Beyaz
onu duymazdan gelerek devam etti. “Başkentte hangi tür insanların Yüz
Salgınından etkilenmediğini biliyor musunuz?”

Kalabalık dikkatle dinledi. Her ne kadar yaklaşmaya korkuyor olsalar da


sormaktan kendilerini alamadılar. “N-ne tür?”

Yüzü Olmayan Beyaz cevapladı. “Askerler.”

Bitmişti.

Yüzü Olmayan Beyaz devam etti. “Neden mi askerler? Çünkü hepsinin


yaptığı bir şey var. Ancak, bu şey normal insan tarafından yapılmaz, ve bu
nedenle de halk Yüz Salgınından etkilenir.”

Kalabalığın gözleri ardına dek genişledi. Nefeslerini tutmuşlardı,


sorguladılar. “Ve bu şey de..?”

Xie Lian ona doğru atıldı, ama en fazla, sadece denemiş olmuştu. Kahkaha
atan Yüzü Olmayan Beyaz onu geri itti.

“Ne diye mi soruyorsunuz?” Diye mırıldandı. “Cinayet.”

Bitmişti!!!

Söylemişti. Sunağın üzerindeki Xie Lian kalbinin donduğunu hissediyordu.

İlk şoku atlatınca, insanlar inanamayarak tekrarlamaya başladılar. “…


Cinayet mi? Bağışıklık kazanmak için öldürmek mi gerekiyor? İyileşmek
için öldürmek mi gerekiyor?”

“Yalan olmalı!”

Ne yazık ki değildi, değildi. Yalan değildi!

Nihai gerçek buydu. Xie Lian bizzat doğrulamıştı. Kanla lekelenmiş el, bir
hayatı sona erdiren el, Yüz Salgınına bağışıktı.
Hiç kimse bağışıklık kazanmanın çaresinin bu olduğunu düşünmemişti.
Kalakalmış, kendi aralarında konuşuyorlardı.

“Nasıl olur?”

“En başından beri tuhaf olduğunu düşünüyordum, ama sahiden ordudan hiç
kimsenin Yüz Salgınından etkilendiğini duymadım! Korkarım gerçek bu!”

“Gerçek bu!”

“Ama bunun anlamı da enfeksiyondan kaçmak için, birisini öldürmemiz


gerektiği değil mi?”

“Kimi öldüreceğiz?”

İlk soruyu soran kişi hemen payladı. “Ne demek ‘kimi öldüreceğiz’?
Sahiden öldürmek istediğini söyleme!”

Adam daha fazla konuşmaya cüret edemiyordu. Ancak öncesinde basit bir
korkuyla dolu olan ve başka hiçbir şey barındırmayan yüzlerce göz şimdi
pek çok duyguyla doluydu. Kimisi merak, kimisi ise şüpheydi.

Xie Lian’ın korkusu da buydu zaten. Yüz Salgınının tedavisi duyulunca, bir
şey kaçınılmazdı.

Birbirini öldürmek.

Xie Lian’ın bağışıklık kazanmak için bir yol bulduktan sonra bunu
kendisine saklamasının tek nedeni buydu. Öldürdüğün sürece, hastalıktan
kurtuluyordun – belki insanların çoğu kendilerine mukayyet olabilirlerdi,
ama riski alacak kadar çaresiz olan bir insan elbet olacaktı. Hastalığı
önlemek için ilk kan döküldükten sonra ise, arkasından bir ikincisi
gelecekti, sonra ise üçüncüsü…

Daha fazla kişi de aynı yola girdikçe, dünya kaosa sürüklenecekti. Eğer
sonucu bu olacaksa, katı bir şekilde korumak ve hiç kimsenin öğrenmesine
izin vermemek çok daha iyiydi.
Xie Lian çarpık bir şekilde gülümsedi. “Şimdi size neden işe yaramaz
dediğimi anlıyorsunuz.”

Kalabalık sessizdi. Xie Lian iç çekti ve tüm gücünü topladı. Nazik bir sesle,
yatıştırdı. “Ne olursa olsun, lütfen sakin kalın ve acele hareket etmeyin,
yoksa, yaratığın avucunun içine düşeceksiniz.”

Kalabalıkta, soylu görünen bir çift vardı. Kollarında çocuğuyla kadın acı acı
haykırdı. “Nasıl böyle oldu?

Nasıl bu hale geldik? Neden bunca insan varken biz? Yanlış hiçbir şey
yapmadık!”

Yakınındaki birisi lafı çarptı. “Ağla ağla ağla, ne diye ağlıyorsun? Tek
bildiğin ağlamak! Buradaki hiç kimse yanlış bir şey yapmadı! Buradaki tek
şanssız kendin misin sanıyorsun?”

Kadın öfkeyle karşı geldi. “Ne var, insanların ağlamasına bile izin
vermeyecek misin?”

“Rahatsız edecek kadar ağlamanın ne faydası var? Çeneni kapatsan daha


iyi!”

Böylesine acınası bir sebepten kavga çıkıyor olması inanılmazdı. Herkes


duygusal bir çöküşün içindeyken, bu kadar küçük bir dokunuş bile
alevlenmesine neden olabiliyordu.

Xie Lian hızla yatıştırmaya çalıştı. “Kavga etmeyi kesin! Sakin olun!
Sadece sakin bir zihin sonuç bulabilir!”

Ancak o kalabalığı sakinleştirmeye çalıştıkça, insanlar o kadar


sinirleniyordu. “Sakin mi olalım? Bu durumda nasıl sakin olabiliriz? Eğer
çok sakinsen neden sen bir şey düşünmüyorsun? Bakalım ne buldun!”

“…” Xie Lian soruyla susturulmuştu. Elinde ne mi vardı?

Hiç!
Bir cevap için zihnini çaresizce aradı, öyle ki zihni patlayacakmış gibi
hissediyordu. Ama önündeki durumu çözebilecek, hiçbir şey
düşünemiyordu!

Aniden, yanağında bir sızı hissetti. Bir el yüzünü tutmuş ve çevirerek


sunağın altındaki kalabalığa çevirmişti. Xie Lian’ın gözleri şaşkınlıkla
açıldı.

Arkasından, buz gibi soğuk bir ses duyuldu. “Kimi mi öldüreceksiniz? Bu


yüzü gördükten sonra, hala kimi öldüreceğinizi mi düşünüyorsunuz?”

“…”

Soruyu duyduktan sonra sadece sunağın altındaki hareketler durmakla


kalmadı, başının üzerindeki hayalet alevi halkası da durdu.

Yüzü Olmayan Beyaz onlara hatırlattı. “Unuttunuz mu? O bir tanrı. Bunun
anlamı da…”

Daha devamını duyamadan, Xie Lian göğsünü yıkayan soğuk bir dalga
hissetti.

Donakalmıştı, aşağıya baktı ve simsiyah bir kılıcının ucunun karnını


deldiğini gördü.

Kılıç uzun ve inceydi, bedeni siyah bir yeşim rengindeydi. Kenarı, kıvrak
gümüş bir çizgi şeklinde ışığı yansıtıyordu. Soğuk çeliğin her bir parçası
dondurucu kış geceleri kadar tehlikeli ve donuktu. Şüphesiz ki, nadir ve
değerli bir kılıçtı. Xie Lian’ın sahip olmak ve bir daha asla bırakmamak için
kafasını patlatacağı türdendi.

Gözlerini ondan alamıyordu, kılıcın ucu yavaşça batmaya başlayarak bir


kez daha karnında kayboldu.

“ –Bedeni… ölümsüz.” Diye bitirdi Yüzü Olmayan Beyaz.

Daha hiç kimse tepki vermeye fırsat bulamadan, Yüzü Olmayan Beyaz
kılıcı onlara doğru attı. ÇIN! Ucu yere saplandı ve sayısız izleyen gözün
altında titreyerek durdu, yoğun, duygusuz halesi yavaşça sızar gibiydi.
Boğazından kanlar taştı ve hayalet alevi topu yarasını sarmak istercesine
ona doğru uçtu.

Xie Lian kanı yuttu ve yüzü çarpıldı. “Sen… Sen!”

Görüş alanında dans eden ışıklar vardı, ve sanki bir anda sinirlenmiş gibi
hayalet alevi doğrudan Yüzü Olmayan Beyaz’a uçtu. Ancak hayalet,
çabasız bir şekilde yakalanmış ve avucunda esir düşmüştü.

“İyi izle.” Dedi Yüzü Olmayan Beyaz.

Bir an sonra diğer eliyle Xie Lian’ın yüzünü çekerek onunla yüzleşti. “Ne
olmuş bana? Sıradan insanları kurtarmak istediğini söyleyen sen değil
miydin?”

Xie Lian denedi. “Ama, ama ben – ben…”

Ama hiç böyle şartlar altında, insanları kurtarmak için böyle bir yöntem
kullanılacağını düşünmemişti?!

Sunağın altında, kanlı sahne yüzünden çoktan korkudan gözyaşlarına


boğulanlar vardı, ama aynı zamanda da cüretkar bir şekilde izlemeye devam
edenler de.

“…O… sahiden ölmüyor mu?!”

“O haklı… bakın, neredeyse kan yok… hala hayatta, hala hayatta ve önceki
gibi nefes alıyor!”

Xie Lian bir diğer yoğun, acı verici öksürükle işkence çekti.

Birisi doğruladı. “Başka bir değişle, eğer onu öldürürsek de ölmeyecek


mi?”

“Harika!”

Kutlayan kişi azarlandı. “Harika mı? Bunun nesi harika?”


Azarlanan kişi sessizce konuştu. “Ölmeyeceği için… şimdi bir çözüm yolu
bulmuş olmuyor muyuz?”

“Ama birisini bıçaklamak, bu çok…”

“Ama o bir tanrı! Eğer onu bıçaklasak bile ölmeyecek! Biz sadece sıradan
insanlarız. Eğer Yüz Hastalığına yakalanırsak, kaderimiz çizilmiş olacak!”

Mücadelenin çözümlenişini izleyen Yüzü Olmayan Beyaz dalga geçti.


“Buradaki sıradan insanlar, onları kurtarmanı bekliyorlar. Lütfen, devam
et.”

Öfkenin alevleri Xie Lian’ın gözlerinde yandı. “İnsanları kurtarmanın tek


yolu senin gibi çarpık canavarların kökünü kazımak!”

Yüzü Olmayan Beyaz alayla güldü. “Sorun ne? Ekselansları, biraz önce
güvenle öldürülemeyeceğini söylemiyor muydun? Şimdi korkmuş
olamazsın ya? Ölemeyeceğine göre, o zaman kendini feda et ve
başkalarının acılarını dindir. Bu güzel bir şey olmaz mı?”

Xie Lian karşılık verdi. “En başından beri planın bu muydu? Bu dünyadaki
herkes senin gibi acı vermekten keyif alıyor mu sanıyorsun?”

Sözlerini doğrularcasına, aşağıdaki insanların yüz ifadesi kurtarılmış


insanlara ait sevinci yansıtmıyordu; onun yerine tereddüt vardı. Çelişen
düşünceler vardı ve hiçbirisi aynı karara varamıyordu. Ancak, aynı
zamanda da, hiçbirisi siyah kılıcı çekmeye cesaret edemiyordu.

Onun zihnini okurmuşçasına, Yüzü Olmayan Beyaz kahkaha attı. Başını


onaylamaz bir şekilde iki yana salladı ve iç çekti. “Aptal çocuk, saf çocuk.”

Xie Lian başını çevirdi ve onun başını okşamasına izin vermeyi reddetti.
Haykırdı. “Kaybol!”

Yüzü Olmayan Beyaz acıdı. “Yapmayacaklar mı sanıyorsun? Yanlış,


istemiyor değiller, sadece hiçbirisi ilk olmak istemiyor, hepsi bu.”

“Ahhhh!”
Sunağın altından acı dolu bir haykırış yükselmişti. Önceki soylu görünümlü
kadındı. “Çocuğum, çocuğum!”

Kollarındaki çocuk kontrol edilemez bir şekilde ağlıyordu ve bir yandan da


tombul kollarında kara lekeler belirmeye başlamıştı. Etraflarındaki insanlar
hemen geri çekilmeye başladılar, aralarında geniş

bir mesafe bırakmışlardı.

“Çok kötü, çocuk yakalandı!!!”

Çiftin gözleri bomboştu. İkisi bir an bakıştılar ve ayağa kalktılar. Sunağın


önüne ilerlediler, yerden siyah kılıcı çekerek çocuklarının eline koydular.
Çarpık bir yüzle Xie Lian’a saldırdılar.

“…!”

Siyah kılıç son derece keskindi, Xie Lian karnındaki işkence eden acıyı
hissettiği zaman, çift çoktan kılıcı çekmiş ve yüksek bir çınlamayla yere
atarak durmadan özür dilemeye başlamıştı bile.

“Özür dileriz… çocuğumuz daha çok küçük, sahiden… başka yolu yoktu.
Özür dileriz, özür dileriz, özür dileriz…”

Hareketlerini telafi edercesine külden ifadelerle, pek çok kez Xie Lian’ın
önünde eğildikten sonra kalabalığın arasına çocuklarıyla beraber geri
döndüler. Boğazını tıkayan kanlarla, Xie Lian tam kusmak üzereydi ki
yanında Yüzü Olmayan Beyaz’ın güldüğünü duydu.

Kanı zorla yuttu ve tısladı. “Ne diye gülüyorsun? İstediğini elde ettiğini mi
sanıyorsun? Hepsi senin zorlamanla oldu!”

Yüzü Olmayan Beyaz’ın elindeki hayalet alevi daha büyük bir güçle
parlamaya başladı.

Hiç acele etmeden açıkladı. “İnsanların gerçek benliklerini ortaya çıkartmak


için zorlamak gerekir.”
Yüz kişinin içinde, artık Yüz Salgınından korkmayan tek bir kişi bile yoktu.
Çocuğun kolundaki siyah lekelerin yavaşça solmaya başladığını görünce,
etraflarındaki insanlar sessiz ama ağır bir şekilde yutkundular.

Uzun bir süre sonra, ölüm sessizliği içinde, bir genç adam en sonunda öne
çıktı.

Duyarsız bir yüzle, sunağa doğru yürüdü. Birleştirdiği elleriyle önünde


birkaç kez eğildi ve yalvardı.

“Özür dilerim, bunu yapmak istemiyorum. Sahiden bunu yapmak


istemiyorum, ama başka yolu yok.

Daha yeni evlendim, annem, karım, hala evdeler, beni bekliyorlar…”

Kelime kelime, artık daha fazla ilerleyemiyordu, bu yüzden gözlerini


kapattı, kılıcı kaldırdı ve Xie Lian’a sapladı.

Ancak, gözleri kapalı olduğu için kılıç kenara kaydı ve Xie Lian’ın yan
tarafına isabet etti. Gözlerini tekrar açtığında ise yerin hayati olmadığını
gördü, bir anlık panikle kılıcı delirmiş gibi çekti ve titreyen elleriyle tekrar
sapladı!

Dişlerini sıkarak ses çıkarmayı reddeden Xie Lian, bu iki ardışık acıyla
sadece küçük bir inleme koyvermişti. Dudaklarının kenarında bir dizi taze
kan sızdı.

Ölmeyeceği doğruydu. Ancak bu yaraları yüzünden acı çekmeyeceği


anlamına gelmiyordu.

Silahla birleşen her bir parça etinin sesi, sıyrılan her kemiğin hissi onu deli
ediyordu, sırf işkenceden kurtulmak için ölmüş olmayı diliyordu. Bu
noktada, bir ölümlüden hiçbir farkı yoktu.

İkinci kişi işini bitirdiği zaman, o da aşağıya inmişti, ama bu kez bir kez
bile eğilmemişti. Yüzünde, yaptığı işten kaynaklanan pişmanlıkla karışık
bir sevinç ifadesi vardı. Hangisinin baskın olduğunu kestirmesi güçtü.
Tekrar kalabalığa karıştığında ise, sessizlik geri dönmüştü.
Çok uzun bir süre geçmeden, birkaç kişi daha kendi sebepleri nedeniyle öne
çıkacakmış gibi görünmeye başladı. Ancak, onlar daha ayağa kalkamadan
birisi araya girdi.

“Artık buna dayanamıyorum.”

Kalabalık sesin kaynağına döndü ve Xie Lian da başını kaldırdı. Konuşan


kişi iri yarı sokak sanatçısıydı üstelik.

Azarladı. “Sahiden bu canavarın size söylediği her şeyi yapacak mısınız?


Benim gördüğüme göre, sadece saçmalayıp duruyor. Söylediği doğruysa
bile, sırf ölmüyor olması bunu bir cinayet olmaktan çıkartmıyor!”

Etrafında izlemekte olanlar ona öğüt verdi. “Dostum, kendine gel, burada
herkes ölmek üzere!”

Sokak sanatçısı savundu. “Peki ya ben? Ben de ölmeyecek miyim? Peki ben
bir şey yapıyor muyum?”

Bir kısım çenesini kapattı ama bir an sonra, birileri suçlamaya başladı.
“Senin gibi birisinin ailesinde yaşlılar veya çocuklar yoktu değil mi? Her
koyun kendi bacağından asılır, ama bizim bakmamız gereken ailelerimiz
var, nasıl seninle aynı olabiliriz?”

Sokak sanatçısı önayak olan çifti işaret etti ve konuştu. “Karım ya da


çocuğum olmadığı doğru, ama olsaydı bile, uğrunda ölmem gerekseydi
dahi, bırak kendi elimle onu yönlendirmeyi, asla oğlumun böyle bir şey
yapmaya karar verdiğimi görmesine izin vermezdim. Eğer çocuk bir katil
olarak büyürse, suçu ebeveynlerinin olacak. Eğer o kadar çaresizseniz,
neden çocuğun sizin kalbinize bıçak saplamasına izin vermiyorsunuz?”

Kadının yüzü ıstırap doluydu. “Oğlumu lanetleme! Eğer lanetlemek


istiyorsan, beni lanetle!”

Kocası da sinirlenmişti. “Sen delirdin mi? Oğlumun kendi anne babasını


öldürmesini mi istiyorsun? Bu ne terbiyesizlik!”
Sokak sanatçısı muhtemelen ne demek istediğini anlamamıştı ve sertçe
karşılık verdi. “Öldürmek öldürmektir! En azından oğlunun seni
öldürmesine izin vermen cesaret sayılır. Bahsi gelmişken, neden maskeli
tuhaf yaratığı öldürmeyi denemiyorsunuz?”

Bunu duyunca Yüzü Olmayan Beyaz kahkahalara boğuldu. Kalabalık


korkmuş ve öfkeliydi. Korkuları canavara karşıydı, öfkeleri ise sokak
sanatçısına.

Seslerini kıstılar ve azarladılar. “Sen..! Çeneni kapat!”

Ya yanlışlıkla canavarı kızdırırlarsa?

Sokak sanatçısı hemen anlamıştı. “Ah, demek büyük kötü adamı öldürecek
kadar erkek değilsiniz, ve onun yerine bir başkasını deşmeyi
seçiyorsunuz?”

Tek bir kabadayının aşağılamasına daha fazla dayanamayan birisi meydan


okudu. “Bu herif durmadan vaaz veriyor ve ben de gelmiş onun özel biri
olabileceğini düşünüyordum. Şimdi bakınca, ölü yüzünde bir damla kan
bile yok, bence en fazla bir iki gün dayanır, ve hiç umursamadan gelmiş bizi
yargılayacak cesareti buluyor. Eğer bu kadar hak yanlısıysan, neden biz
dostlarının yaşaması için kendini feda etmiyorsun?”

Sokak sanatçısı düzeltti. “Kendimi feda etmek istemiyorum, ama başka


birisini de. Kim ister? Sen ister misin? Peki sen? Ama en azından, ben hiç
kimseyi öldürmeyeceğim.”

Birisi konuştu. “Ama o farklı.”

“Nasıl yani?”

“O bir tanrı! Sıradan insanları kurtarmak için – kendisi söyledi. Ayrıca –


Ayrıca, o ölmüyor!”

Sokak sanatçısı karşılık vermek üzereydi ki Xie Lian daha fazla


dayanamadı. Zayıfça öksürdü ve seslendi. “D-dostum! Hey, dostum!”
Ağzını açtı, ama önceki yaraları nedeniyle karşılığında dışarıya çok daha
güçsüz bir ses ulaşmıştı.

Sokak sanatçısı hızla başını çevirdi ve Xie Lian’ın sesi minnettarlık


doluydu.

“Teşekkür ederim! Ama… sorun değil.”

Eğer devam ederse, muhtemelen dayak yiyecekti. Xie Lian geçen seferki
yarışmaları nedeniyle adamın taşıdığı tüm yaraları hatırlıyordu.

Suçlu kalbiyle ekledi. “Teşekkür ederim! Öncesinde taş kırma yarışmasında


aldığın yaralar iyileşti mi?”

“Ah? Ne diyorsun! Ne yarası? Taş kırma benim yeteneğim!” İri adam


gururla bildirdi.

Adamın böyle bir zamanda bile saygınlığını kaybetmekten korkuyor oluşu,


kan kusarken ‘ben çok iyiyim’ demekle aynı şeydi. Xie Lian gülmek istedi.

Aniden, birisi sokak sanatçısını işaret etti ve çığlık attı. “Yayılıyor!


Yayılıyor!”

Xie Lian donakaldı ve sokak sanatçısı da. Parmağın gösterdiği yönü takip
ederek, sokak sanatçısı yüzüne dokundu ve tahmin ettiği gibi, eşit olmayan
bir şey vardı.

Etrafındaki insanlar hemen ondan uzaklaştılar. Xie Lian ağzını açtı, sokak
sanatçısını çağırmak istiyordu. Peki ya ne yapması için? Onun da kılıcı
saplaması için mi?

Kelimeler boğazına dizildi.

Bir an tereddüt ettikten sonra sokak sanatçısı yüzünü birkaç kez ovalayarak
tapınaktan dışarıya fırladı.

Olayın yaşanmasını izleyen Xie Lian arkasından bağırdı.

“Nereye gidiyorsun? Geri dön! Eğer tedavi edilmezse yayılacak!”


Ama adam çok daha hızlıydı ve geri bağırdı. “Geri dönmüyorum!
Yapmayacağım diyorsam yapmayacağım…”

Kısa bir süre sonra şekli gözden kayboldu. Tapınağın dışındaki şekilsiz
yaratıklar bir şekilde adamın onlardan birisi olduğunu biliyorlardı ve bu
nedenle de yolunu kesmediler. Xie Lian seslenmeye devam etti, ta ki artık
gölgesini bile göremeyene dek.

Sunağın altındaki insanlar mırıldandı. “Her şey bitti, o gitti!”

“Gerzek herif! Nereye giderse gitsin yayılacak, çok geç artık! Çoktan
hastalığa yakalandı!”

“O… dağdan birini öldürmek için inmiş olamaz sonuçta değil mi?”

Ancak iri adamın ayrılmadan önce söylediği şeyler tapınaktaki insanları


tereddüde düşürmüştü.

Zaman geçti ve hiç kimse kılıcı almadı. Her şey bir anlığına duraksamıştı.

Xie Lian hissettiği şey neşe mi, tereddüt mü, korku mu bilmiyordu, ama en
önemlisi de şimdi ne yapacağını bilmiyordu. Zihnindeki savaş sürerken,
birisi ayağa kalktı.

“Bir şey söyleyebilir miyim?”

Orta yaşlı bir adamdı. Xie Lian başını kaldırdı ve adamı nedense tanıdık
buldu, ama nerede karşılaştıklarını hatırlayamıyordu.

Hatırlamaya çalışırken, adam bir anda duyurdu. “Tüm dürüstlüğümle, o


beni daha önce soymaya kalktı!”

“…”

O adamdı!!!

Kalabalık şok oldu.

“Soymak mı?”
“O prens değil mi? Bir tanrı değil mi? Hırsızlık mı yapmış?”

Adam onayladı. “Doğruyu söylüyorum.”

“Yani? Ne demeye çalışıyorsun?”

“Hepsi bu. Sadece herkese onun hırsızlık yapmaya çalıştığını söylemek


istedim!” Adam tekrar oturdu ve konuşmasını bitirdi.

Tapınak tekrar ciddi bir sessizliğe bürünmüştü ki, ardından infilak etti. Tek
bir cümleyle, kalplerine karanlığın tohumları ekilmişti.

Hırsızlık…

Aniden, sunağın altından bir diğer uluma yükseldi.

Birisi çığlık attı. “Bacağım, bacağım! Bir… bir tuhaf!”

Yine mi?!

Onları şaşırtan, sadece tek bir kişi de olmamasıydı. Aynı anda bir diğer daha
haykırdı.

“Benim de! Sırtım! Lütfen birisi sırtıma baksın!”

Hiç kimse o ikisine yaklaşmaya cüret edemiyordu, onları birbirlerini


incelemek üzere bırakmışlardı.

Birisi bacağını sıyırırken diğeri üstünü çıkarttı. Bedenlerinin durumunu açık


bir şekilde gördükten sonra, kalan insanlar korkuyla bağırdılar.

Bu iki kişinin üzerindeki yüzler, şekil almayı tamamlamışlardı!

“Nasıl bu kadar hızı büyüdüler?!”

“Unuttunuz mu? Uzun zamandır buradayız!”

“Ama nasıl fark etmediler?!”


“Bariz bir yerde değillerdi ve sadece biraz kaşındı. Bu hale geleceğini
nereden bilecektim!”

“Bitti, bittik. Muhtemelen bizim üzerimizde de çoktan çıkmaya


başlamışlardır.”

“Çabuk! Herkes kontrol etsin! Tüm vücudunuza bakın!”

Veliaht Prens tapınağında mutlak kaos hakimdi. İncelerken çığlıklar havayı


dolduruyordu. Tahmin edildiği gibiydi! Çoktan pek çok kişinin vücudu
yüzlerle sarılmıştı, sadece daha önce fark edememişlerdi. Şimdi baktıktan
sonra, yeni yüzlerin tümüyle geliştiğini, hatlarının tamamen oluştuğunu fark
ediyorlardı!

Sanki durumu biliyormuş gibi, Veliaht Prens tapınağının dışındaki şekilsiz


yaratıklar daha da vahşice dans etmeye başladılar, el eleydiler hala. Ancak,
içeride, her yönden korku ve endişenin yoğun sisleri yükseliyordu. Xie
Lian’ın kalbi göğsünden fırlayacakmış gibi hiç durmadan çarpıyordu.

Hatırladığına göre, Yüz Salgınının yayılması için bir süre geçmesi


gerekiyordu, neden şimdi bu kadar hızlanmıştı?

Yüzü Olmayan Beyaz, Yüzü Olmayan Beyaz olmalıydı!

Başını hızla her şeyi başlatan soğuk gözlü izleyicinin tarafına çevirdi. Daha
ağzını açamadan birisi ayağa fırladı.

Ağır bir şekilde nefes alarak, kızarmış gözleriyle yargıladı. “Sen… sen bir
tanrısın, bir prenssin, ama yine de hırsızlık yapmaya cüret mi ediyorsun?”

Xie Lian kalakalmıştı, bu haldeyken neden bu adamın konuyu açtığını


anlamıyordu, cevapladı. “Ben…”

Adam sertçe onu kesti. “Sana dua ediyoruz, ve sen ne yapıyorsun?


Hırsızlık! Ne getirdin? Bir veba!”

O mu veba getirmişti?
Şok Xie Lian’ın yüzünden okunuyordu. “…Ben mi? Ben yapmadım?! Ben
sadece…”

En sonunda insanların sabrının sınırına ulaştığı noktaya gelmişlerdi.

Gözlerinin kenarı kızarmış bir halde, yüz insan etrafını sardı. En


yakınındaki yerdeki siyah kılıcı çekti.

Xie Lian nefes almayı bıraktı.

Adam siyah kılıcı titreyerek yakaladı, bir yandan mırıldanıyordu. “Sen…


Sen bağışlamamızı isteyeceksin değil mi? Günahlarının kefaretini vermeyi,
değil mi?”

Çok fazla insan vardı. Eğer her biri ona bu kılıcı saplarsa, nihayetinde
ondan geriye ne kalacaktı?

Sayısız kez delinmek, geride binlerce delikten oluşan ve ayırt edilemez bir
et yığını bırakmak dışında, daha bile çok korktuğu bir şey vardı. Eğer
onların istediklerini yapmasına izin verirse, kalbindeki bir şey, bir daha asla
eski haline dönemeyecekmiş gibi hissediyordu.

Daha fazla düşünmek istemeyen Xie Lian haykırmaktan kendini alamadı.

“Yard –”

Ancak daha ‘yardım edin’ tümüyle şekillenemeden, aynı buzdan siyah kılıç
bir kez daha bedenine saplandı. Xie Lian’ın gözleri korkuyla açıldı.

Ardından jilet kadar keskin kılıç kabaca geri çekildi. Ardından gelen
sonraki kişi bir saniye bile harcamadı ve kılıç neredeyse aynı yere
gömülmüştü. Xie Lian’ın boğazında hapsolan ses en sonunda özgür
kalmıştı ve uzun, acı dolu bir çığlık tüm bedenini parçaladı.

Çığlığı o kadar içlerine işlemişti ki etrafındaki insanların tüyleri diken diken


oldu. Gözlerini kapatarak, başlarını çevirenler bile vardı.

“…Bağırmasına izin vermeyin. Hızlanalım ve çabucak bitirelim!”


Xie Lian birisinin ağzına bir şey tıktığını ve elleri ile ayaklarının
tutulduğunu fark etti.

Adam tekrar emretti. “Tutun ve düşmesine izin vermeyin. Ayrıca, yanlış


yerlere saplamayın, eğer hayati olmazsa işe yaramaz!”

“Tek sıraya geçin, kimsenin hakkını yemeyin! Size geçmeyin dedim, ilk ben
gelmiştim!”

“Neresi hayati? Sayılıp sayılmadığını nereden bileceğim?”

“Her neyse, sadece kalp, boğaz veya karnını hedef al yeter!”

“Eğer hayati bir yere sapladığından emin değilsen, bir daha dene!”

“Olmaz! Eğer ikinci kez saplarsa, o zaman diğerlerine nasıl sıra gelecek?”

Başlangıçtaki tereddüt ve gönülsüzlük, yerini kayıtsızlığa bırakmıştı.


Zaman ilerledikçe, hareketleri daha da kolaylaşıyordu. Kılıcın sayısız
saplanışının ardından, Xie Lian’ın gözleri ardına dek açılmış ve yüzü ağır
ter damlalarıyla kaplanmıştı. Kalbinin derinliklerinde, bir ses usulca
çığlıklar atıyor ve haykırıyordu.

Yardım edin.

Yardım edin, yardım edin, yardım edin.

Yardım edin, yardım edin, yardım, yardım, yardım, yardım, yardım, yardım,
yardım, yardım, yardım, yardım, yardım, yardım, yardım, yardım edin!!!!!

Acıyor, acıyor, acıyor, acıyor, acıyor… acıyor, acıyor, acıyor, acıyor, acıyor,
acıyor, acıyor, acıyor, acıyor, acıyor, acıyor, ACIYOR ACIYOR ACIYOR
ACIYOR ACIYOR ACIYOR ACIYOR ACIYOR ACIYOR

ACIYOR ACIYOR ACIYOR ACIYOR ACIYOR ACIYOR ACIYOR


ACIYOR ACIYOR ACIYOR ACIYOR ACIYOR

ACIYOR ACIYOR ACIYOR ACIYOR!!!!!!!!


Neden ölemiyorum.

NEDEN ÖLEMİYORUM?!!!

En acı sesiyle haykırmak istiyordu, ama boğazında tek bir harf dahi yoktu,
muhtemelen çoktan tümüyle kesildiği içindi. Acıdan delirmek istiyordu.
Sanki birkaç ömürlük acıyı çekmiş ve bundan sonra, artık başka hiçbir acıyı
hissedemeyecek gibiydi. Hiçbir şey göremiyordu, dünya kapkaranlıktı,
sadece yanında öfkeyle yanmakta olan hayalet alevi vardı. Daha parlaktı ve
güçlenmişti. Ancak Yüzü Olmayan Beyaz’ın avucunun içinde, kaçmayı
başaramıyordu.

Kendi dehşet dolu çığlıklarını duyamıyordu ama onun yerine bir diğer iç
parçalayıcı haykırışı işitmekteydi, ve sanki bu ses alevlerden geliyordu. Her
ne kadar ona ait olmasa da, duyduğu bu acı onunkiyle aynıydı, sanki o sesi
çıkaran kendisiydi.

En sonunda, daha fazla akıl sağlığını korumayı başaramadı. Boğazında bir


uğultu vardı ve bilinci tümüyle parçalandı. Aynı anda, bir patlama yükseldi
ve öfkeli alevlerden bir dalga Veliaht Prensin tapınağını yıkadı.

“AAAHHHHHHHHHHHHHH!”

Kalın ve tiz çığlıklar birbirlerine girmişlerdi. Kızgın alevler kükredi ve her


yeri ateşe verdi, herhangi birinin kaçmasını imkansız hale getirmişti.
Hayalet alevi canlı bir şekilde titredi. Bir saniye içinde, Veliaht Prens
tapınağının içinde bulunan yüzlerce yaşayan beden, yanarak yüz sıra kömür
karası kemiğe dönüşmüştü!

Alevler en sonunda yatışıp, tekrar bir araya geldiği zaman, ilk baştaki küçük
hayalet alevi topu çoktan yok olmuştu. Onun yerinde belli belirsiz
şekillenmiş genç bir adam silueti vardı.

Genç sunağın yanmış, kara yüzeyinin önünde diz çöktü. Yerlere kadar
eğilmişti, her iki eliyle başını tuttu ve muazzam, kahredici bir acıyla feryat
etti.
Sunakta yatmakta olan kişiye ne olduğuna bakmaya cesaret edemiyordu,
çünkü artık orada yatan şey bir insana benzemiyordu.

Kemikler ve kafatasları Veliaht Prens tapınağının içinde yerlere


saçılmışlardı. Yüzü Olmayan Beyaz dönüp tapınaktan çıkarken kontrol
edilemez kahkahalara boğulmuştu. Öfke alevleri ise sadece Veliaht Prens
tapınağına uğramamıştı, dışarıdaki delirmiş, şekilsiz yaratıklar bile kuru
ceset ve artıklara dönüşmüşlerdi. Sanki görmüyormuş gibi, Yüzü Olmayan
Beyaz bu kömürleşmiş, külden kalıntıların arasından geçip gitti.

Tüm orman, hayır, tüm dağ titriyor ve ıstırapla haykırıyordu!

Sayısız siyah gölge gökyüzüne uçtu. Onlar, artık yaşam barındırmayan bu


yerin, korkudan aklını yitiren ve kaçmak için çabalayan ruhlarıydı. Güçlü
bir esinti ise onları her yöne savurmuştu. Veliaht Prens tapınağının
üzerinde, huzursuzca gürleyen büyük bir siyah bulut katmanı, sanki devasa
bir iblis gözüymüşçesine yavaşça dönmekteydi.

Bu şeytani bir yaratığın doğumuydu, yabani bir ruhun şekillendiğinin


habercisi!

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 191: Ne Neşe Ne Keder, Beyaz Giysiler Dünyaya Felaket


Getiriyor Xie Lian uyanık mıydı yoksa uyuyor muydu bilmiyordu.

Eğer uyanıksa, ne bir şey hissediyor ne de dış dünyadaki herhangi bir şeye
tepki verebiliyordu, hiçbir şeye dair bir anısı yoktu; eğer uyuyorsa da,
gözleri sürekli açıktı.

Kendisine geldiği zaman, Yüzü Olmayan Beyaz çoktan siyah kılıcını onun
beline bağlamıştı, tıpkı bir çocuğa ödül veren erişkin gibiydi.

“Bu sana hediyem.”

Ardından, kabzayı okşamış ve nazik bir sesle devam etmişti, sesi derin
anlamlarla kalınlaşmıştı.
“Kesinlikle Jun Wu’dan topladığın tüm diğer silahlardan daha keskin
olacaktır.”

Xie Lian onun kılıcı beline asmasına izin vermişti, ne konuşmuş ne karşılık
vermişti, sonuçta hepsi faydasız olacaktı.

O halde, yeni bir cübbe giymiş ve yeni bir kutsal kılıç kuşanmış, yeni
doğmuş gibi hissettiği bedeniyle Veliaht Prensin Tapınağından çıkarak
karanlığa doğru adım atmıştı.

Yüzü Olmayan Beyaz ardından arkasından seslenmişti. “Bekle.”

Xie Lian duraksamıştı. Yüzü Olmayan Beyaz ses çıkartmadan yanına


gelmiş ve eline beyaz ipek sargıyı bırakmıştı.

“Bunu unuttun.”

Bu önceleri yüzünü kapatmak için kullandığı beyaz ipek sargıydı, daha


sonra onu bağlamak için kullanılmıştı.

Xie Lian dağdan tek başına tökezleyerek indi.

Çoktan gündüz olmuş, güneş doğmuştu ama güneş ışıkları üzerine düştüğü
zaman, Xie Lian en ufak bir sıcaklık hissetmiyordu.

Dağdan inerken küçük bir akarsu gördü, pıt pat, net ve canlıydı. Akarsuyun
kenarına yürüdü ve suda yansımasını gördü. Xie Lian solgun yüze baktı.

Yüzü pürüzsüz ve tebeşir kadar beyazdı, tek bir kesik yoktu. Aynı şey
boynu, ardından göğsü ve tüm karnı için de geçerliydi, hepsi aynıydı.
Bakmaya devam ettikçe o kadar gözlerini kapatmak istiyordu.

Başını öne eğdi, kaynak suyunu ellerine aldı, yüzünü yıkadı ve birkaç ağız
dolusu içti. İçti ve içti, ta ki aniden akıntı yönünde bir şey fark edene dek.

Yavaşça başını kaldırdı ve gördü, çok uzak olmayan bir noktada, derenin
yukarı kıyısında, devasa bir kayanın yanında, suya düşmüş bir ceset vardı.
Kıyafetlerine bakılırsa, ceset iri yarı sokak sanatçısıydı.
Adam dağdan inmemiş, onun yerine yolda can vermişti. Devasa kayanın
üzerinde özellikle belirgin bir kan havuzu vardı, görünüşe göre ya acıdan ya
korkudan kendisini oraya vurmuş, ve ölmüştü. Ceset çoktan çürümüştü,
yarısı suya batmıştı ve korkunç kokular yayıyordu. Ama yarı çürümüş
yüzünde büyümekte olan bazı küçük deforme yüzler hala bağırıyordu.

Xie Lian akıntının kenarına diz çöktü ve bir saat boyunca içindeki her şeyi
kustu, kan çıkana dek öğürmüştü.

Dağdan indikten sonra, uzunca bir süre yürüdü, aklında hiçbir şey olmadan
ana caddelerden öylesine geçti. Aniden, bir el omzunu tuttu ve onu bir ara
sokağa çekti. Xie Lian etrafına baktı ve daha karşısındakinin yüzüne
bakamadan ilk gördüğü şey yaklaşan bir yumruk oldu.

“GÜNLERDİR NEREDESİN SEN???”

Yumruğun arkasında Feng Xin’in öfkeli yüzü vardı, ve Xie Lian onu
gördüğü anda çoktan yumrukla yere devrilmişti.

Feng Xin onun bu kadar çabuk düşmesini beklememişti ve bakışları kendi


yumruğuna kaydı, ardından yerde yatmakta olan Xie Lian’a, kafası
karışmıştı. Onun daha kalkmasına yardım edemeden, Xie Lian
kendiliğinden doğrulmuştu. Feng Xin’in yüzü değişmişti, ama hala sinirini
çıkartamamıştı.

“Harika huyların var! Kaçıp gitmeden önce tek kelime etmiyor, iki ay
boyunca ortadan kayboluyorsun!

Majesteleri ne kadar endişelendi haberin var mı senin?”

Xie Lian yüzündeki burnundan akan kanları sildi. “Özür dilerim.”

Silerek onun daha da berbat ettiğini görünce, Feng Xin ağır bir şekilde iç
geçirdi.

“Ekselansları! Özrü boş ver, bizim aramızda böyle şeylere gerek yok, ama
sen… sana ne oldu? Bana anlatabilir misin?” Xie Lian’ın belindeki siyah
kılıcı fark etmişti ve sordu. “Ve o kılıç nereden çıktı?”
Xie Lian ona söylemek istedi. Ama ayrılırken Feng Xin ile arasında geçen
tartışmayı ve Feng Xin’in yüzündeki şüphe dolu ifadeyi hatırlayınca, üstüne
de bir daha asla o konuda düşünmek dahi istemediği eklenince, sadece
tekrar etti. “Özür dilerim.”

İkisi saklanma yerlerine döndüler ve kraliçe Xie Lian’ı gördüğü anda ona
sarıldı ve ağladı. Kral tekrar yaşlanmış gibi görünüyordu; eskiden siyahların
arasında beyazlar varken, artık beyaz saçların arasında siyahlar vardı. Anca,
bir nedenle sinirli değildi ve sadece birkaç kelime ettikten sonra sessizliğe
büründü. Üçü de muhtemelen Xie Lian’ın tekrar kızacağından
korkuyorlardı, yine kaçıp gideceğinden, bu nedenle de onun yanındayken
hem kelimeleri hem hareketleri oldukça dikkatli seçiliyordu.

“Feng Xin.”

Basit ve bayağı bir yemeğin ardından, Xie Lian belindeki siyah kılıcı çekti
ve uzattı.

“Kılıcı al. Sat.”

Feng Xin onun kılıcı tutan elinin titremekte olduğunu fark etti, ama
nedenini tahmin edemiyordu.

“Neden satmamı istiyorsun?”

“Öncesinde benden para istememiş miydin?” Dedi Xie Lian.

Bunu duyunca, Feng Xin’in yüzünde bir anlığına incinmiş bir ifade belirdi
ve kısa bir süre sonra başını iki yana salladı. “Artık gerek kalmadı.”

Xie Lian başka tek kelime etmedi. Siyah kılıcı bir kenara attı ve
umursamayı bıraktı, ardından döndü ve uykuya daldı.

Bu kez, döndükten sonra, Xie Lian sanki hiçbir şey olmamış gibi
davranıyordu, her şeyin en kısa zamanda normale döneceğini, önceki haline
geleceğini umuyordu. Kısa bir süre sonra o ve Feng Xin yine sokaklarda
gösteri yapmaya gidiyorlardı.

İlk başta Feng Xin hala endişeliydi. “Boş ver, birkaç gün daha dinlen.”
“İki aydır dinleniyorum zaten.” Demişti Xie Lian. “Eğer o sokak sanatçıları
sorun çıkarmaya devam ederse, o zaman iki kişi baş etmemiz çok daha
kolay olur.”

Ancak Feng Xin. “Uzun zamandır gelmiyorlar.” Demişti.

İri yarı sokak sanatçısı öldüğü ve artık başı çeken kimse olmadığı için
değildi, Feng Xin artık uzun zamandır yerleştiği içindi. İlk geldiği zaman,
herkes yenilik gözüyle bakmıştı. Ama zaman geçtikten sonra, yenilik hissi
uçmuştu ve artık onu diğer sokak sanatçılarını nasıl izliyorlarsa öyle
izliyorlardı.

Öncesine göre, Feng Xin rekabetçi yanını kaybetmişti. Artık bir tehdit
değildi, bu yüzden de diğerleri sorun çıkarmayı bırakmışlardı, sonuçta
herkes aynı miktarda para kazanıyordu, hepsi aynıydı.

Bu nedenle de Feng Xin okunu ne kadar uzağa atarsa atsın, ne kadar


yetenekli olursa olsun, izlemeye gelen insanlar onun çabalarını öncekinin
yarısı kadar ödüllendiriyorlardı. Hatta, onda biri kadar.

Günün yarısından çoğunu çalışarak geçirdikten sonra, Feng Xin tükenmişti


ve çok terliyordu, bir kenara oturmuştu.

“Bırak ben çıkayım.” Dedi Xie Lian.

“Yok, sen merak etme.” Diye cevapladı Feng Xin.

Ancak, Xie Lian daha fazla onu dinlemeye çalışmadı ve ayağa kalktı.
Yüzlerin değiştiğini gördü, yoldan geçenler bir kez daha ilgilenmeye
başlamışlardı.

“Ve senin hangi özel yeteneklerin var küçük dostum?”

Xie Lian cevap vermedi. Bir dal aldı ve kılıç sanatının saldırılarından
birkaçını sergiledi. Savrulmaların tiz sesleri arasında, kılıç halesiyle ucu
sivri görünüyordu ve bu nedenle de birkaç kişi onu utandırmayarak
tezahürat ettiler. Feng Xin kenardan izliyordu, yüz ifadesi karmaşıktı ve bir
süre baktıktan sonra başını çevirmişti.
Xie Lian hiç utanmış hissetmiyordu, ne de kalbinde bir ağırlık vardı, sadece
ciddiyetle kılıcını savurmaya devam ediyordu.

Tam bu esnada, kalabalıktan birisi aniden bağırdı. “SIKICI, ÇOK SIKICI!


NE ACINASI BİR GÖSTERİ! Kim senin dal parçasıyla körlemesine
saplamalarını izlemek ister?”

Feng Xin hemen ayağa fırladı ve bağırdı. “AĞZINI TOPLA!”

Xie Lian’ın hareketleri duraksadı ve oraya baktı. Kalabalığı içinde kavun


kemiren ve çekirdeklerini tüküren bir adam vardı, sorun çıkartmaya geldiği
belliydi.

Feng Xin’e seslendi. “Bu ata, sokak gösterisi izlemek için burada! Canım
ne isterse söylerim, buraya para kazanmak için gelmişsin ve bizleri, para
verecek olanları kızdırmaya cüret mi ediyorsun? Eline gerçek bir kılıç al!
Gerçek kılıç al ve bu üstat o zaman sana birkaç çekirdekle ödeme yapmayı
düşünecek!”

Bağırdığı anda diğerleri de onu taklit etmeye başlamışlardı. Feng Xin


köpürüyordu ve tam harekete geçecekti ki aniden beyaz bir gölge çakmış ve
Xie Lian çoktan adamın yanı başında dikilmeye başlamıştı. Xie Lian adamı
yakaladı ve havaya attı.

Muhteşem bir güç sergilemişti ve adam metrelerce havaya atılmıştı, kavun


kabukları yerlere saçılıyordu. Kalabalığın ağzı beş karış açık kalmıştı.
Adam bir pat sesiyle yere sertçe çaptı, her boşluğundan kan akıyordu,
acınası ve zavallı bir halde ağlıyordu.

Ancak Xie Lian’ın işi bitmemişti, ve onu bir kez daha tutmak için
hareketlendi, düz ve duygusuz bir sesle konuşuyordu. “Gerçek kılıç yok,
ama yine de canını alabilirim. Denemek ister misin?”

Kalabalık dağılmış ve dehşetle kaçışıyordu. “YARDIM EDİN! KATİL!”

Feng Xin daha da şaşkındı. “Ekselansları!!!”


Xie Lian duymazlıktan geldi, ve miskin adamı bir kez daha metrelerce
havaya fırlatmaya ve düşüşüne izin vermeye hazırdı. Ama Feng Xin gelerek
onu tutmuştu, bağırırken kimliklerini gizlemek bile aklına gelmiyordu.

“EKSELANSLARI!!! KENDİNE GEL! ADAMI ÖLDÜRECEKSİN!!!”

Xie Lian’ın gözleri siyah alevlerle yanıyordu. Elini bir kenara itti ve adamı
yere bastırdı. Adam ise hareket etmeyi bırakmıştı. Feng Xin hızla fırladı ve
tam adamın nefes alıp almadığını kontrol edecekti ki, sokağın sonundan
birisinin keskin bir sesle bağırdığını duydu.

“ONLAR! BUNLAR ONLAR!”

Çok kötüydü! Yong An askerleri gelmişti!

Feng Xin hemen fırladı ama Xie Lian’ın hala durduğunu, sanki dövüşmeye
hazırmış gibi Yong An askerlerine ters ters baktığını görünce, geri döndü ve
onu çekti.

“Ne diye hala burada duruyorsun? KOŞ!”

İkisi bütün bir yol boyunca saklana gizlene en sonunda kaçabilmiş ve


saklandıkları küçük kulübelerine nihayet dönebilmişlerdi. Kapıdan içeriye
girdikleri anda kraliçenin gözü önünde Feng Xin bağırmaya başladı.

“NASIL BÖYLE BİR ŞEY YAPABİLDİN??”

Feng Xin eskiden olsa iki Majestelerinin karşısında asla böyle asi bir
davranışta bulunmaya cüret edemezdi, ama bunca olay yaşandıktan sonra,
artık pek çok şey değişmişti.

Xie Lian kraliçeye döndü. “Odana git.”

“Oğlum, neler…” Kraliçe başladı.

Xie Lian haykırdı. “ODANA GİT!”

Kraliçe daha fazla oylanmaya cesaret edemedi ve odasına geçti. Xie Lian
ardından Feng Xin’e döndü.
“Ne yaptım?”

“O adamı öldürecektin!” Dedi Feng Xin öfkeyle.

Xie Lian karşı çıktı. “Ölmedi. Ve, ölse ne olacaktı?”

“…” Feng Xin donakalmıştı. “Ne dedin sen? Ne demek ‘ölse ne olacak’?”

“Sefil herif kendisi kaşındı.” Dedi Xie Lian. “Öyle olunca, ben de kaşıdım.
Yanlış mı yaptım?”

Xie Lian’ın kelime seçimleri yüzünden afallayan Feng Xin’in, tekrar


konuşabilmesi için uzun bir süre geçmesi gerekmişti. “Sorun… çıkartıyordu
evet, ama onu öldürmene gerek yoktu? Biraz tartaklayıp bırakırsın, birkaç
aptalca söz söyledi diye ölmeyi hak etmez.”

Xie Lian sözünü kesti. “Elbette eder. Söyleyecek cesareti varsa, bedelini de
ödemesi gerekir.”

“…” Feng Xin kulaklarına inanamıyordu. “Nasıl böyle bir şey söylersin?”

“Nasıl yani?” Diye sordu Xie Lian.

“Geçmişte daha önce hiç kimseye ‘sefil’ demedin. Daha önce hiç bu
kelimeyi kullanmadın.” Dedi Feng Xin.

“Ne demeye çalışıyorsun?” Dedi Xie Lian. “Sonuçta bir tanrı değilim, ben
de sinirlenemez miyim?

Nefret edemez miyim?”

Feng Xin allak bullak olmuştu, ardından bir an sonra zorla birkaç kelime
edebildi. “Öyle demek istemedim, ama ne olursa olsun, yapmana gerek
yoktu…”

Xie Lian daha fazla dinlemek istemiyordu ve onunla konuşmayı bıraktı,


kendi odasına geçti ve kapıyı sertçe kapattı.

Kapı kapandığı anda çığlık attı ve kendisini yatağa attı.


Kendisine yalan söylüyordu, başkalarına yalan söylüyordu! Hepsi bir
aldatmacaydı!

Ne olursa olsun, hiçbir şey olmamış gibi davranmasına imkan yoktu ve


geçmişe dönmesi imkansızdı!!!

O akşam, birisi kapısını çaldı, Xie Lian Feng Xin olduğunu düşündüğü için
duymazdan geldi. Bir an sonra, dışarıdan kraliçenin sesi yükseldi.

“Oğlum, benim annen. Annen gelip bir sana baksa olur mu?”

Xie Lian hiç hareket etmeden öylece yatmak istiyordu ama kısa bir an
yattıktan sonra, yine de ayağa kalktı ve kapıyı açtı, yorgun bir halde sordu.
“Ne var?”

Kraliçe elinde bir tabakla kapıda duruyordu. “Oğlum, henüz bir şey
yemedin değil mi?”

Xie Lian onu izledi ve uzunca bir süre direndikten sonra, dilinin ucuna dek
gelen ‘hiçbir şey yememiş

olsam bile senin yemeğini yemek istemiyorum’ sözlerini zorla yuttu.


Ardından kenara çekilerek annesinin içeriye girmesine izin verdi ve kraliçe
tabağı masaya bıraktı.

“Bak.”

Xie Lian baktı, o kadar sinirlendi ki gülmek istiyordu. “Bu ne?”

Kraliçe bir hazine sunarmış gibi konuşmaya başladı. “Bu ‘Köfte Dalında
Muhabbetkuşları’, ve bu da

‘Açan Çiçekler ve Mutlu Dolunay Yahnisi’…”

O ‘Muhabbetkuşları’ ölüme benziyordu ve ‘Mutlu Dolunay’ oyuklarla


doluydu. Xie Lian sözünü kesti.

“Neden bu şeylere isim veriyorsun?”


“Yemeklerin isimleri olmaz mı?” Dedi Kraliçe.

“Bu saraydaki kraliyet yemekleri için geçerli.” Dedi Xie Lian. “Sıradan
insanlar yemeklere isim vermez.”

Saray. Kraliyet yemekleri. Sıradan insanlar. Kraliçe bir an duraksadı,


ardından gülümsedi.

“Eh, kimse yemeklere isim vermek için krallara yaraşır şekilde yemem
gerektiğimi söylemedi, bu yüzden de bunu sadece bir iyi dilek olarak
görebilirsin.”

Ardından yemek çubuklarını ona uzattı. Xie Lian ise, gülümsemedi,


çubuklara da dokunmadı.

Kraliçe gülümsedi ve bir süre oturdu, gülümsemesi yavaşça siliniyordu.


“Oğlum.”

“Ne.” Xie Lian kabaydı.

“Neden yine Feng Xin’le kavga ediyorsunuz?” Dedi Kraliçe.

Xie Lian açıklama yapmayı hiç istemiyordu, açıklayacak enerjisi de yoktu


zaten. “Siz ikiniz sadece odanızda oturup keyfinize bakın. Böyle şeyleri
düşünmenize gerek yok.”

Kraliçe bir an tereddüt etti. “Annen bunu muhtemelen söylememesi


gerektiğini biliyor, ama, kaybolduğun günler boyunca, Feng Xin hep seni
arıyordu…”

“Anne, ne demeye çalışıyorsun?” Diye buyurdu Xie Lian.

Kraliçe hızla konuştu. “Oğlum, kızma, seni suçladığım falan yok. Sahiden
yok, senin de zor bir dönemden geçtiğini biliyorum. Tek söylemek
istediğim, Feng Xin hep yanımızdaydı, senin yanındaydı, ve bu da kolay bir
şey değil. Bugüne dek yanımızda kalmasının nedeninin, öyle istediği için
değil de, ikiniz arasındaki geçmiş bağları hala unutmadığı için olduğunu
hissedebiliyorum…”
Bu noktaya kadar dinledikten sonra Xie Lian ayağa fırladı. “KİM KOLAY
OLDUĞUNU SÖYLEDİ? BENİM

İÇİN KOLAY MIYDI SANIYORSUN?? ANNE, LÜTFEN SORU


SORMAYI BIRAKABİLİR MİSİN??

ANLAMADIĞIN ŞEYLERE KARIŞMAKTAN VAZGEÇEBİLİR MİSİN


ARTIK LÜTFEN???”

Onun kapıdan çıkmak üzere olduğunu görünce, kraliçe paniklemeye başladı


ve kalkarak peşinden koştu. “Oğlum, nereye gidiyorsun? Konuşmayacağım,
artık annen hiçbir şey söylemeyecek! Geri dön!”

Xie Lian sertçe bildirdi. “Biliyorum! Herkes zorlanıyor, ama merak etme!
BEN HERKESİN İŞİNİ

KOLAYLAŞTIRACAĞIM!!”

Kraliçe ona yetişemiyordu ve geride kalması hiçte uzun sürmemişti. Xie


Lian elinde birkaç çuvalla döndüğü zaman akşam olmuştu. Kapıdan girdiği
zaman, henüz kimse yatmaya gitmemiş ve hepsi onu bekliyorlardı, yüzleri
kasvetliydi.

Xie Lian elinin tersiyle kapıyı itti ve sorguladı. “Ne var?”

Kral çoktan kraliçeyi azarlamış gibiydi ve kadının gözlerinin kenarları


kıpkırmızıydı. Xie Lian’ın döndüğünü görünce rahatlayarak uzun bir nefes
verdi ve zorla mutlu bir şekilde gülümsedi.

“Oğlum, geri döndün! Bundan sonra gereksiz yere hiçbir şey


söylemeyeceğim, sadece böyle çekip gitme, eğer bir şey söylemek istersen
annen seni her zaman dinler…”

Herkes çok korkmuştu. Bir kez daha dönüp giderse, yine iki ay boyunca
dönmeyeceğinden korkmuşlardı.

Ancak Xie Lian konuştu. “Abartıyorsunuz, bir yere gittiğim yok. Gidip
yatın.”
Kral ve kraliçe odalarına girene dek bekledi ve bir anlık sessizlikten sonra,
Feng Xin konuştu. “Nereye gittiğini sorsam bile bana söylemeyeceksin
değil mi?”

Xie Lian konuşmadı ve çuvalları yere attı. Yere düşerken çınlama sesleri
çıkartmışlardı.

“Onlar ne?” Diye sordu Feng Xin.

Xie Lian çuvalları açtı ve çevirdi, içlerinde neredeyse tüm evi aydınlatacak
kadar çok miktarda, altın ve gümüşten eşyalar yuvarlanıyordu.

Feng Xin hemen ayağa fırladı. “Sen… Bunlar nereden çıktı??”

Xie Lian başını kaldırmaya tenezzül etmedi, sadece yerde oturdu ve


sayarken cevapladı. “Böyle yapmana gerek yok. Sadece şehirdeki büyük bir
evi ziyaret ettim, hepsi bu. Rahatla, hiç kimse görmedi.”

“SEN!...” Feng Xin’in gözleri yerinden fırlayacaktı.

Kral ve kraliçenin yan odada olduğunu hatırlayınca sesini alçalttı. “Sen


çaldın mı?!”

“Bana öyle bakmana gerek yok.” Dedi Xie Lian. “Herkes zor bir dönemden
geçiyor. Böylece işimiz kolaylaşıyor.”

“Yine de çalmaman gerekmez miydi??” Feng Xin haykırdı. “Gösteri


yapabiliriz!”

“Ve sokaklarda kendimizi paralayarak yaptığımız gösterilerden ne kadar


kazanıyoruz?” Diye sordu Xie Lian.

Feng Xin birkaç adım tökezleyerek geriledi ve Xie Lian hayatında ilk kez
onu bayılacakmış gibi görüyordu.

Feng Xin en sonunda kendisini toparlamıştı, yanlış duymadığından emin


olmuştu ve mırıldandı. “Sana ne oldu böyle?”

Xie Lian başını kaldırdı ve sordu. “Ne anlamda?”


Feng Xin deliriyordu. “Sana ders vermek istemiyorum, ama şu haline bir
bak, ne hale geldiğine! Sana hırsızlık meselesini açmayacağıma dair söz
verdim, ama işler nasıl daha da kötüleşebildi??”

Xie Lian homurdandı. “Biliyordum.”

“Neyi?” Diye sordu Feng Xin.

Xie Lian ayağa kalktı. “Hırsızlık meselesini kafandan atmadığını


biliyordum. Bana sormak istedin ama cesaret edemedin değil mi? Kafanda
binlerce senaryo kurdun değil mi? Artık düşünme. Sana anlatacağım.”

Adın adım, Feng Xin’e baskı yapıyordu. “Doğru. Soydum.”

Feng Xin bir adım geriledi. “Sen…” Ardından ileriye çıktı ve sessiz bir
öfkeyle konuştu. “O zaman neden bunca zaman çile çektik? Böyle şeyler
yapmaya hazırdıysan, çoktan yapabilirdin, neden bugüne dek süründük??
Neyden vazgeçtiğinin farkında mısın?? Hala eski Prens Hazretleriyle aynı
kişi misin??”

“Evet sahi, neden bugüne dek çile çektik?” Dedi Xie Lian.

Feng Xin şaşkına döndü ve Xie Lian devam etti. “Eski halime ne olmuş?
Küfür yediği halde karşılık vermez? Dayak yediği halde kavga etmez? Her
zaman yeteneklerini abartır? Sıradan insanları kurtarmak ister? Bunlar ne?
Aptallık değil mi? Aptallığın daha iyi olduğunu mu düşünüyorsun? Şu anda
olmam gereken kişi o mu sence? Eğer o olmazsam, şok mu olursun?”

Feng Xin dondu. “Delirdin mi sen? Neden böyle şeyler söylüyorsun?”

“Yanılıyorsun. Delirmedim.” Dedi Xie Lian. “Sadece birden uyandım.


Ardından, aslında deli olanın eski halim olduğunu fark ettim.”

“…” Feng Xin mırıldandı. “Neden böylesin? Nasıl bu hale geldin? Ben, ben
sahiden bilmiyorum, ben, o zaman neden bunca zaman senin peşinden
geldim…”

“O zaman artık gelme.” Dedi Xie Lian.


Feng Xin söylediklerini kavrayamıyordu. “Ne?”

“Dedim ki, artık peşimden gelme.” Xie Lian tekrar etti.

Ardından kapıyı çarptı.

Dört saat sonra, kapının dışından en sonunda gıcırtı sesleri ve kısık


konuşmalar gelmeye başlamıştı.

Görünüşe göre Feng Xin anne ve babasına veda ediyordu. Feng Xin’in sesi
son derece kısıktı, kraliçe hıçkırarak ağlıyordu ve kral pek bir şey
söylememişti, ama sürekli öksürüyordu. Bir an sonra, kapı açıldı ve
ardından tekrar kapandı, Feng Xin’in sesi kayboldu, adım sesleri gittikçe
uzaklaşıyordu.

Feng Xin gitmişti.

Xie Lian hala odasındaydı, duygusuz ve ifadesizdi, bir an sonra gözlerini


kapattı.

En sonunda gitmişti.

Mu Qing gittiğinden beri Xie Lian hep bundan korkmuştu: bir gün, Feng
Xin’in de gideceğinden.

Çok korktuğu için de, bugün, Xie Lian daha fazla korkunun işkencesi
altında yaşamaya daha fazla dayanamamıştı.

Uzayıp gitmesi yerine, bilenen bir bıçak gibi yavaşça nezaket ve


dostluklarından geriye hiçbir şey kalmayana, her ikisi de birbirlerini
görmekten dahi nefret edene ve kin tutana dek öğütülmesi yerine, erken
patlak vermesi daha iyiydi.

Feng Xin gitmeden önce, korkuyordu. Şimdi Feng Xin gitmişti ve artık
korku yoktu.

Ama her ne kadar korkmasa da, şimdi daha derin bir ıstırap içindeydi.
Normalde, Xie Lian’ın kalbinde çok ama çok küçük de olsa bir umut vardı.
Yapmaması gereken şeyleri yaptığını itiraf etse de, en berbat benliğine
bürünse de, yine de Feng Xin’in kalacağını ummuştu.

Sonuçta, on dört yaşına girdiği gün, Feng Xin onun muhafızı olarak
seçildiğinden beri, ikisi birbirlerinin yanından hiç ayrılmamışlardı. Efendi
ve hizmetkar olsalar da, daha çok iki dosttular. Veliaht Prens olan kendisi
hariç, Feng Xin başka hiç kimseyi umursamazdı. Belki, kral ve kraliçe
dışında.

Ama Feng Xin sahiden gitmişti.

Xie Lian böyle biteceğini tahmin ediyordu zaten, ama aynı zamanda da bu
sona tahammül edemiyordu, ve bir an daha fazla dayanamadı.

Tam bu sırada, sessiz odanın dışından kraliçenin sesi yükseldi. “Oğlum, çok
üzgünüm.”

“…”

Xie Lian yatağından kalktı ve kapıyı açtı, dışarıya çıktı ve yorgun bir
şekilde konuştu. “Sizi hiç ilgilendirmez.”

Kral ve kraliçe eski, gıcırdayan koltukta oturuyorlardı. Kraliçe konuştu.


“Annen ve baban olarak sana yük olduk ve bizim iyiliğimiz için kötü şeyler
yaptın, üstelik Feng Xin ile kavga etmenize bile neden oldu.”

Xie Lian zorla gülümsedi. “Ne kötü şeyleri? Masallar ve efsaneler,


zenginden çalıp fakir yardım eden hikayelerle dolu değil midir? Feng Xin
gittiyse gitti, aslında bu iyi bir şey. Onun gidişiyle artık daha rahat olacağız.
Her açıdan. Siz sadece iyileşmeye odaklanın. Yarın gidip ilaç alabiliriz.”

Ancak kral ona ters ters baktı. “O parayı kullanmayacağım.”

Kraliçe sessizce onu dirseğiyle dürttü.

Xie Lian buyurdu. “O zaman ne istiyorsun?”


Kral birkaç kez öksürdü. “Sen… Feng Xin’in peşinden git ve onu geri getir.
Böyle bir parayı istemiyorum.”

Her ne kadar kraliçe onu dürtmüş olsa da, aslında hemfikirdi. “Evet, neden
Feng Xin’in peşinden gitmiyorsun? O senin en sadık hizmetkarın ve yakın
dostun…”

“Artık sadık hizmetkarlar yok.” Dedi Xie Lian. “Para var olduğuna göre,
kullanın gitsin, soru sormayın.

Size söyledim, anlamadığınız şeyler var.”

Uzun bir sessizliğin ardından, nihayetinde, kraliçe konuştu. “Çok üzgünüm


oğlum. Annen ve baban görüyor, tek başına çabaladığının farkındayız. Ama
annen ve baban sadece birer ölümlü, sana hiç yardım edemiyoruz ve sana
muhtacız.”

Xie Lian’ın artık konuşacak enerjisi kalmamıştı ve onları boş sözlerle


yatıştırdıktan sonra odalarına gönderdi. Zihnini boşaltmak için ise, Xie Lian
sargılarını çözdü ve tüm kıyafetlerini çıkarttı, öylesine bir banyo yaptı,
ardından dalıp gitti.

O kadar derin uyumuştu ki, ertesi gün uyandığı zaman ağırlaşmış gözleriyle
merak etti. “Feng Xin neden beni uyandırmadı?”

Ancak uzun bir süre geçtikten sonra Feng Xin’in gittiğini hatırlamıştı.

Xie Lian döndü ve ayağa kalktı, sersemlemiş bir halde başka bir şeyi daha
hatırladı.

Feng Xin gitmiş olsa bile, peki ya annesiyle babası? Nasıl annesi veya
babası onu uyandırmaya gelmemişlerdi?

Normalde bu zamanlarda, kralın öksürdüğünü duyardı. O ses hiç dinmezdi,


o zaman neden bugün sessizdi?

Bir nedenle, Xie Lian aniden gergin hissetmeye başladı. Giysileri giydi ve
yataktan çıktı, ipek sargısını aradı ama bulamadı, ardından kapıyı açarak
diğer odaya geçti.
“Anne, beyaz sargıyı…”

Kapıyı açtığı anda, gözbebekleri iki küçük nokta olana dek küçülmüştü.

Beyaz ipek sargısını bulmuştu.

Beyaz ipek sargı kirişten sallanıyordu ve aynı zamanda da ona bağlı iki
hareketsiz şekil vardı, bedenleri uzun zaman önce katılaşmıştı.

Annesi ve babasıydı.

Xie Lian belki de hala rüyadayımdır diye düşünüyordu ve sallandı,


dengesini korumak için duvara uzandı. Ama o kadar çok sallanıyordu ki
tutunamamıştı, duvarın kenarından kayarak yere düşmüştü.

Yerde oturdu, elleriyle yüzünü kapattı ve aniden başlayan nefes darlığı


yüzünden boğulacakmış gibi hissetti. Ağladı ve güldü, güldü ve ağladı.

“Ben, ben, ben, ben…”

Hiç kimseye kekeledi ve mırıldandı, ardından ekledi. “Ben istemedim,


hayır, ben, bekle, yapamazsınız, ben…”

En sonunda, tek bir cümle dahi kuramadan, döndü ve çığlık attı, kafasını
tekrar tekrar duvara vuruyordu.

Tahmin etmesi gerekirdi. Babası muhafazakar ve geleneksel bir kraldı, ve


annesi, sevdiklerinin acı çekmesine dayanamayan bir anneydi, özellikle de
onun iyiliği içinse. Her ikisi de saygınlıkla büyümüş

soylulardı; asıl bu zamana kadar kendilerini asmamaları bir mucizeydi.

Xie Lian yüzlerce kez başını duvara vurdu ve mırıldandı. “Feng Xin,
babam, annem, hepsi gittiler.”

Duyan yoktu.

Ancak o zaman ailesinin cesetlerini aşağıya indirmesi gerektiğini fark etti.


Onları indirdikten sonra, Xie Lian yapacak başka hiçbir şeyi kalmamış gibi
evde dolaşmaya başladı. Masanın üzerinde artık buz gibi olmuş berbat
görünümlü yemeklerle dolu birkaç tabak olduğunu gördü. Önceki gece tek
lokma yemeyerek kraliçeye geri götürttüğü yemeklerdi bunlar. Şimdi ise,
dalgın bir şekilde onları kendine çekti ve hepsini yedi, tek bir damla
bırakmaya cüret edemiyordu, bir pirinç parçasını atlayacağından
korkuyordu. Yedikten sonra kusmaya başladı.

Aniden Xie Lian beyaz ipek sargıyı aldı ve kirişe attı, ardından düğümü
kendi boğazına geçirdi.

Boğulma hissi dalga dalga saldırdı, ama yine de zihni açıktı. Gözlerinin
kanla dolduğu, omurlarının çatladığı zaman bile, bilincini korudu.
Ardından, nedense, orada asılıyken, beyaz ipek sargı kendi kendine gevşedi.
Xie Lian yere sertçe düştü ve sersem bir halde, beyaz ipek sargının hiç
rüzgar olmamasına rağmen kendi kendine hareket etmeye başladığını fark
etti. Zehirli bir yılanmışçasına kıvranmaya başlamıştı.

Bu şeyin artık kendisine ait bir ruhu vardı!

Ona verilen ruhani güçler, Xie Lian’ın kanına bulanması ve bir de iki
soyluyu asmasıyla – eğer Xie Lian ölebilseydi üç olacaktı –böyle bir beyaz
ipek sargı, taşıdığı onca yoğun kin ve şer ile, eğer bir ruha dönüşmese daha
tuhaf olurdu.

Daha bu dünyaya yeni gelen küçük ruh, nasıl çaresiz bir durumdan
doğduğunu hiç bilmiyordu ve neşeyle ona can veren kişiye doğru süzüldü,
sanki samimi bir karşılama umar gibiydi. Ancak, Xie Lian fark edecek
durumda değildi. Başını ellerinin arasına aldı ve bağırmaya başladı.

“LÜTFEN!!! BİRİSİ BENİ ÖLDÜRSÜN!!!”

Birisinin o anda gelip canını alması ve bu sonsuz acı ile işkenceden


kurtulmasına yardım etmesi için dua edebilirdi sadece!

Tam bu sırada, uzaklardan, çan ve davul gürlemeleri yükseldi. Xie Lian


hızla bir nefes aldı, kan çanağına dönmüş gözleriyle merak etti, Kim? Neler
oluyor?
Bir tür güç onu ayağa kalkmaya zorladı ve bakmak üzere tökezleyerek
dışarıya çıktı. Uzun bir süre yürüdükten sonra sesin yeni inşa edilmiş
Kraliyet Sarayını kutlamak için olduğunu fark etti, Yong An yeni bir krallık
olarak kurulduktan sonra başkent taşınmıştı.

Cennet bile kutluyordu! Bir zamanlar Xian Le’nin halkından olanların hepsi
şimdi Yong An’ı alkışlıyorlardı. Ana caddedeki herkesin yüzünde güller
açıyordu; çok tanıdıktı. Xie Lian hatırladı. Xian Le’nin başkentinde,
ShangYuan İlahi Geçit Törenindeki insanlar da böyle sevinçliydiler.

Xie Lian geri çekildi ve umursamazca yere oturdu.

Neden Xian Le’nin kral ve kraliçesinin cesetleri ayaklarının dibinde


yatarken, ‘Yong An insanları’nın kahkaha ve kutlamalarına şahit olmak
zorundaydı?

Xie Lian yüzünü ellerine gömdü, ağladı ve güldü.

Bir an sonra, kıkırdadı. “Bu kadar kolay kurtulamayacaksınız.”

Bir ses zihninde şekillendi: İnsan Yüzü Salgını, kızgınlıkları… İnsan Yüzü
Hastalığı yaratmanın yolu…

Yabani bir ışık gözlerinde çaktı ve aniden sesini yükseltti. “Hiçbirinizin bu


kadar kolay kurtulmasına izin vermeyeceğim.”

Yüz ifadesi ağlıyor gibiydi ama gülüyordu, sanki neşe ve keder birbirine
karışmıştı, ve duvarın kenarından yavaşta doğrularak ayağa kalktı.

“Yong An, Sonsuz Barış mı? Çok beklersiniz. Sonsuza dek beklersiniz!
Ben… hepinizi lanetliyorum.

HEPİNİZİ LANETLİYORUM!!! HEPİNİZİN ÖLMENİZİ,


GEBERMENİZİ İSTİYORUM!! HAHA, HAHA,
HAHAHAHAHAHAHAHA!!!”

*ÇN: Yong An, ‘sonsuz barış’ demek imiş.


Kahkahalar attı ve fırtına gibi fırladı. Aynanın önünden geçerken, aniden
duraksadı ve başını hızla çevirdi.

Aynanın içindeki hali tümüyle değişmişti.

Artık giydiği şey, yıkanmaktan yıpranmış beyaz cübbesi değildi, onun


yerine geniş kol yenleriyle kar beyazı bir gömü kıyafetiydi. Yüzü artık
kendi yüzü değildi, yarı-ağlayan, yarı-gülen, ağlayan-gülen maskeydi!

Eğer önceki Xie Lian olsa, kendisini aynada bu şekilde görünce dehşet
içinde çığlık atardı. Ancak, şu anda hiç korkmuyordu. Sanki hiçbir şey
görmemiş gibi manyakça kahkaha attı ve kapıyı kırdı, tökezleyerek dışarıya
fırladı.

Xian Le’nin eski kraliyet kenti artık mahvolmuş bir enkaz alanıydı sadece.

Enkazın yakınlarında, mucizevi bir şekilde ayakta kalmış birkaç ev de vardı


ve gidecek başka hiçbir yeri olmayan insanlar. İnsan Yüzü Hastalığı çıkıp,
kraliyet kenti düştüğünden beri, bir zamanların görkemli kentinde sık sık
ürpertici rüzgarlar esiyor, insanın kemiklerini donduruyordu. Bugün de
görünüşe göre özellikle soğuktu. Sokakta duran az sayıdaki dilenciler de
kaybolmuştu, kaçarken gökyüzünü izliyorlardı. İnsanların hepsi uğursuz bir
şey olacağını fark etmiş gibiydi, en iyisi sokaklarda oyalanmamaları
olacaktı.

Kırık kent kapılarının önünde savaş alanı vardı. Normalde oraya gitmeye
cüret eden çok kişi olmazdı.

Ama şu anda, yaşlı bir efsuncu, koşturuyor, zıplıyor ve kaçan birkaç avare
ruhu yakalıyordu, yakaladığı gibi de fenerlere bağlamak üzere torbaya
koyuyordu. Koştururken, aniden savaş alanının kenarında, tuhaf beyaz
giysili bir şeklin belirdiğini fark etti.

Sahiden tuhaf, sahiden çok garipti. Gömü giysileri giymişti, beyaz cübbe,
geniş kol yenliydi ve koluna bağlanmış beyaz ipek bir sargı vardı, sargı
canlıymışçasına rüzgarda uçuşuyordu. Yüzünde korkunç derecede beyaz bir
maske vardı, yarısı ağlıyor, yarısı gülüyordu.
Yaşlı efsuncu tir tir titredi, ve daha neden kaçtığını bilemeden, bacakları
çoktan onu savaş alanının dışına taşımıştı bile. Paniği ve dehşeti henüz
silinmeden, döndü ve arkasına baktı.

Beyaz giysili adam tek kelime etmemişti ve savaş alanında yürüyordu.


Etrafını ürpertici bir rüzgar sarmıştı ve her adımında savaşta ölenlerin
kemiklerine basıyordu.

Bu topraklarda sayısız ölünün ruhu mücadele ediyor ve ağlıyordu; havanın


kendisi bile kinle doluydu.

Beyaz cübbeli adam soğuk bir şekilde sordu. “Nefret ediyor musunuz?”

Ölü ruhlar inledi ve ağladı. Beyaz cübbeli adam birkaç adım daha attı.

“Korumaya ant içtiğiniz ve uğrunda öldüğünüz insanlar, artık yeni bir


krallığın halkı oldu. Nefret ediyor musunuz?”

Artık ölü ruhların haykırışlarının arasına karışan çığlıklar da vardı.

Beyaz cübbeli adam yavaşça konuştu. “Siz savaşta ölenleri unuttular,


fedakarlıklarınızı unuttular ve sizin hayatınızı çalanları alkışlıyorlar. Nefret
ediyor musunuz?”

Çığlıkların arasında ulumalar ve kükremeler vardı.

Beyaz cübbeli adam sertçe seslendi. “Çığlıklarınız ne işi yarar? Bana cevap
verin, NEFRET EDİYOR

MUSUNUZ??”

Bütün savaş meydanı, sayısız kinli ve ıstırap içindeki sesin yankısıyla


doldu.

“NEFRET EDİYORUM…”

“NEFRET EDİYORUM…”

“ÖLÜM… HEPSİNİ ÖLDÜRMEK İSTİYORUM!!!”


Beyaz cübbeli adam kollarını onlara doğru açtı ve her iki eliyle uzandı.
“Benim yanıma gelin.”

Her bir kelimeyi vurguladı. “Söz veriyorum, Yong An insanları asla huzuru
bilmeyecek!”

Çığlıklar, ulumalar, kükremeler, haykırışlar dünyayı sarstı ve cenneti


salladı. Xian Le askerlerinin ölü ruhları, İnsan Yüzü Hastalığından ölen
merhumlarla karışarak cevap verdi. Ve, siyah sisle kaplanmış

gökyüzünde şekillendiler!

Uzaklardan hepsine şahit olan yaşlı efsuncu dehşete düşmüştü. “Bu…


Bu…!!!”

Bir anda, zihninde sadece üç kelime belirdi.

Beyazlara Bürünmüş Musibet!

Tam bu sırada beyaz giysili adam, arkasından genç bir adamın sesini duydu.

“Ekselansları…”

Arkasını döndü. Kim bilir ne zamandan beri, siyah cübbeli bir genç
arkasında duruyordu. Sonra önünde eğilmişti, tek dizi yerdeydi.

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 192: Beyaz Giysili Hayalet Siyah Savaşçıyı General Olarak


Atıyor

‘Genç’ olduğunu sesine ve fiziğine bakarak belirlemişti.

Temiz ve düzgün bir savaşçı giysisi giymişti, uzun ve inceydi, ama taze
çıkmış bir bambu gibi, gençliğin masumiyetini yansıtan bir havası vardı.
Siyah cübbesi mürekkep gibiydi, yukarıdan topladığı siyah saçları
mürekkep gibiydi. Belinde bir eğri kılıç asılıydı, uzun ve inceydi. Hafifçe
başını kaldırmıştı ve yüzünde yarım ay şeklinde gülümsemesi olan kar
beyazı bir maske vardı.

Tüm tıslamalar ve inlemeler arasında siyah sisten toplar art arda


şekilleniyor, hepsi beyaz cübbeli adamın kollarındaki bir ründe tümüyle
emiliyorlardı, adam sanki bütün bir nehri küçük yeşim bir çantaya
hapsediyor gibiydi. Genç adama gelince, tüm bu kaotik siyah hortumun
ortasında sakin ve kendindeydi.

Beyaz giysili adam sordu. “Kiminle konuşuyorsun?”

Siyah cübbeli genç hala tek dizinin üzerindeydi, bir hizmetkar kadar
itaatkar, bir yandan da yemin eder gibiydi. Cevap verdi. “Size
sesleniyordum Prens Hazretleri.”

Beyaz giysili adam soğuk bir sesle konuştu. “Ben Prens değilim.”

Ancak siyah cübbeli genç cevapladı. “Öylesiniz. Sesinizi ve duruşunuzu


asla unutamam.”

Beyaz giysili adamın artık sesi öfkeyle lekelenmişti. “Sana söyledim, ben o
değilim.”

Beyaz giysili adam elbette Xie Lian’dı, ki gömü giysilerine bürünmüştü ve


ağlayan gülen maskeyi takmıştı.

Yüzü maskenin ardında gizlenmişti, kimse onun kim olduğunu anlayamazdı


ve tanınmak da istemiyordu zaten. Ancak, savaş alanında, serseri bir siyah
savaşçı onun kimliğine doğrudan seslenmişti.

Aniden, Xie Lian’ın geniş kol yenlerine sarılı beyaz ipek sargı yılan gibi
atıldı, siyah cübbeli gence saldırıyordu. Her ne kadar ilk bakışta yumuşak
ve güçsüz bir beyaz kumaş gibi görünse de, saldırdığı zaman acımasızdı,
saldırısı ise bir lanetti. Siyah cübbeli genç bağlanmak üzere gibi
görünüyordu, ama aniden tepki vermiş ve sıkıca beyaz ipek sargıyı
tutmuştu.
Beyaz ipek sargının bir ucu Xie Lian’ın bileğine bağlanmıştı, diğer ucu ise
siyah cübbeli gencin, ve ipek sargının kendisi de gitgide daha da
geriliyordu. Kurtulmak istemiyor değildi, ama siyah cübbeli genç o kadar
sıkı tutuyordu ki, sanki zehirli bir yılanı en hayati yerinden kavramış
gibiydi ve elinden sonsuz ürpertici bir hava sızıyordu.

Bir ölünün ruhu olduğuna hiç şüphe yoktu.

Ve son derece güçlü bir ölü ruhtu!

Beyaz ipek sargı aracılığıyla hissettiği gücün hafife alınmaması gerektiğini


fark edince, Xie Lian sordu.

“Adın ne?”

Bir an sessiz kaldıktan sonra, siyah cübbeli genç cevapladı. “Benim adım
yok.”

Xie Lian da ısrar etmedi. “İsminin olmaması seni bir Wuming yapar.”

*ÇN: Wuming, ‘İsimsiz’ demekmiş.

“Bana nasıl isterseniz öyle hitap edebilirsiniz.” Dedi siyah cübbeli genç.

Xie Lian devam etti. “Sen bu savaş meydanında ölmüş bir askerin ruhu
musun?”

“Öyleyim.” Dedi Wuming.

Ancak o zaman Xie Lian bıraktı. Beyaz ipek sargı hemen ona atladı, siyah
cübbeli gence gücünü göstermek istercesine savrulup duruyordu, sanki
zehirli diliyle tıslar gibiydi.

Savaşta ölen birisinin ruhu olduğu için, çağrısına karşılık vermesine


şaşmamalıydı. Bu siyah cübbeli savaşçı da ‘Yong An’ insanlarına karşı
kinle dolu olmalıydı. Başka bir değişle, kullanılabilirdi, çünkü amaçları
aynıydı.

Bu nedenle Xie Lian konuştu. “O zaman, peşimden gel.”


Elini siyah cübbeli savaşçıya doğru uzattı. “Sana istediğini vereceğim.”

Siyah cübbeli gencin yüzü de bir maske ile gizlenmişti, bu nedenle de


ifadesini göremiyordu. Her ikisi de aynıydı.

Bir anlık sessizliğin ardından, tereddüt etmeden Xie Lian’ın uzattığı eli
tuttu, başını yere kadar eğdi ve soğuk alnını Xie Lian’ın elinin sırtına
yasladı.

Bir an sonra, içten bir şekilde konuştu. “Ekselansları uğruna öleceğime


yemin ediyorum.”

Xie Lian ise, elini geri çekti, kollarını yenlerinin altına sakladı. Arkasını
döndü ve soğuk bir şekilde konuştu. “Çoktan öldün. Gel.”

Siyah cübbeli savaşçı ayağa kalktı ve Xie Lian tekrar arkasını döndüğü
zaman, bu genç adamın tahmininden çok daha büyük olduğunu fark etti.
Muhtemelen on altı veya on yedi yaşındaydı, ama yaşına göre oldukça
iriydi ve hatta ondan birkaç santim uzundu. Ancak bir önemi yoktu, sadece
bir an baktıktan sonra önüne döndü ve yürümeye devam etti.

Xie Lian başı çekti ve tahmin ettiği gibi, isimsiz siyah cübbeli savaşçı da
takip etti.

“Ekselansları, nereye gidiyoruz?”

Xie Lian’ın bakışları ufka kaydı. “Yong An Sarayına.”

Yong An Sarayı, batıdaki başka bir şehirdeydi. Eskiden o şehirde oldukça


etkileyiciydi, ama doğudaki Xian Le başkenti tarafından gölgede
bırakılmıştı. Şimdi ise Xian Le’nin başkenti düştüğü için, yeni kral başkenti
oraya taşımıştı ve eski şehre yetişip, onun görkemiyle sarılması hiçte uzun
sürmemişti.

Xie Lain vardığında gece yarısı olmuştu. Ay ışığı altında, yeni kraliyet
kentinin yoğun ve sıkı sıkı dizilmiş

çatı çıkıntıları arasında sessizce uçarken beyaz bir kedi gibiydi, ve siyah
cübbeli savaşçı da siyah bir tilki ruhuydu, hiç yanından ayrılmıyordu. Kısa
bir süre sonra iki gölge, büyük kapıların önüne indi.

Xie Lian bir terslik olduğunu hissetti. Kapının üzerinden belli belirsiz bir
uğursuzluk hissi geliyordu ve duraksadı. Kontrol etmek için uzanmak
üzereydi ki, siyah cübbeli savaşçı bir adım attı ve önüne geçti.

Avucunu açarak öne uzattı ve sessizce konuştu. “Parçalan!”

Kapıdaki çatlakların arasından alev ışıkları sızıyordu, sanki uzaklarda bir


şeyler yanıyor gibiydi. Ancak o zaman siyah cübbeli savaşçı kapıyı açmak
için uzandı.

“Ekselansları.”

Xie Lian eşikten geçti ve yere baktı. Tahmin ettiği gibi, yere saçılmış
yanmış paçavralar vardı. Xie Lian bir kısmını eline aldı ve burnuna bitki ile
tılsım kağıdı kokusu geldi, siyah cübbeli savaşçıya bir bakış

attı.

Bu hayalet sahiden güçlüydü.

Yanmış tılsım kalıntıları kapının karşı tarafında birisinin defansif büyüler


yapmakta olduğunun kanıtıydı, ve savunması hiçte zayıf değildi. Eğer
sıradan küçük yaratıklar deneseydi ve içeriye girmek ya da kapıyı kırmak
isteseydiler, iç organları yanıp kül olurdu. Ancak bu siyah cübbeli savaşçı
sadece bir saniyede tüm rünü tamamen yok etmişti.

Muhtemelen Yong An Sarayı yeni kurulmuş olduğu için, olağandışı bir


güzelliği yoktu. Tam tersine, Xian Le Sarayıyla kıyaslayınca biraz soğuk ve
mütevazı bile denebilirdi. Tuhaf olan bu değildi. Tuhaf olan, tüm yol
boyunca sürekli olarak kötülükleri uzak tutmak için yapılmış tuzak ve
koruyucu rünlere denk gelmeleriydi. Ancak Xie Lian ne zaman önlerindeki
yolu kapatan bir şey olduğunu hissetse, siyah cübbeli savaşçı hemen öne
çıkarak engelleri kaldırıyor, yolu onun için açıyordu, bu nedenle de
sorunsuz bir yolculuktu.
Bir sat sonra, Yong An Saray’ının devasa ana salonunun tepesinde, iki uzun
ve ince gölge çatı tepesinde durarak aşağıyı izliyordu.

Her ikisinin de yüzünde maske vardı. Beyaz cübbeli adamın geniş kol
yenleri uçuşuyor, bileğine sarılmış beyaz ipek sargı rüzgarda delicesine
dans ediyordu. Siyah cübbeli adam ise, güçlü ve çevikti, belinde uzun bir
eğri kılıçla, beyaz cübbeli adamı koruyordu, her ikisi de aynı yere
bakıyorlardı.

Yeni taç giymiş Yong An Kralı bu salondaydı. Xie Lian dalga geçerek
güldü. “Kötülüğü uzak tutmak için sarayın içine bunca engel koyduğuna
göre, sahiden birisinin gelip kapısını çalmasından korkuyor olmalı.”

• MXTX, Yazar Notu:

Bugün biraz durgunum, özür dilerim. Düşüncelerimi topladıktan sonra


bölümler tekrar uzamaya başlayacak. Bugün farklı bir lezzetteki Hua Hua
deneyelim. _(:з」∠)_

Çevirmen: Nynaeve

Not: Bugün farklı bir lezzetteki Hua Hua deneyelim?? Reiz ne diyon ne?

Bölüm 193: Beyaz Giysili Hayalet Siyah Savaşçıyı General Olarak


Atıyor

“Ekselansları, ben gidip yolu açacağım.” Dedi Wuming.

Ancak Xie Lian onu durdurdu. “Gerek yok, kendim yaparım.”

Ardından rüzgarda bir dalın ucundan düşen beyaz bir çiçek gibi aşağıya
atladı ve sessiz bir şekilde saray salonuna indi.

Tam iterek kapıları açacaktı ki, salonun içinden bir bebeğin ağlama sesi
yükseldi.
Lang Ying’in cariyeleri yoktu ve tek oğlu uzun zaman önce ölmüştü, peki
ya sarayın içindeki bu bebek sesi nereden geliyordu?

Xie Lian daha fazla kafa yormadı. Bir bebek bir yana, eğer içeride saklanan
milyonlarca kişilik bir ordu dahi olsa hiç korkmuyordu. Bir bacağını
kaldırdı ve saray kapısını tekmeleyerek açtı!

Ancak tuhaf olan, büyük salonda sadece tek bir kişi olmasıydı; başka bir
kişi daha yoktu, ve kesinlikle bir bebek bulunmuyordu. Bu kişi, gelen
kişinin kim olduğunu görünce başını kaldırdı.

“Geldin mi? Seni arıyordum.”

Sarayın içindeki kişi Lang Ying’di.

Her ne kadar artık saygın bir kral olsa da, müsrif cübbeler giymemişti ve
tahtın üzerinde rahatsız bir şekilde oturuyordu. Xie Lian bir an verdiği tepki
nedeniyle şaşırmıştı, ardından ise yüzündeki maskeyle gömü giysileri
giydiğini hatırladı. Lang Ying onu Yüzü Olmayan Beyaz sanmıştı.

Saray salonunun içinde de kurulmuş rünler vardı ve Xie Lian içeri girmek
üzere eşikten geçerken, bir şeyin içeriye girişini engellediğini hissetti.
Ancak tek yapması gereken ayağını biraz sertçe yere bastırmak olmuştu,
ardından ise rahat bir şekilde salona adım atmıştı ki bir şeyin parçalanma
sesi havayı doldurdu.

Kış ve akşamın soğuk havası solonun dışından içeriye doluştu, Xie Lian’ın
kol yenlerini rüzgarla dolduruyordu. Ürpertici bir sesle konuştu. “Neden
beni arıyorsun?”

Sesi duyunca Lang Ying’in yüz ifadesi hafifçe değişti. “Sen misin?”

Xie Lian yavaşça yaklaştı, kar beyazı çizmeleri donmuş taş yerlere
vuruyordu, adım adım geliyordu.

“Benim.”

Lang Ying, halktan kaba bir adam, bir ordu yönetmiş ve Xian Le’yi yok
etmişti. Bedenini saran kral halesiyle, sıradan kötü yaratıklar onun yanına
bile yaklaşamazlardı. Ancak şu anda, Xie Lian’ın ona getirdiği şey, savaş
meydanında ölen milyonlarca ruhtu!

Lang Ying’in bu kadar fazla sayıdaki hayalete, o kadar güçlü bir kine karşı
kendisini koruyabileceğine inanmayı reddediyordu. Sahiden de kindar
ruhlar heyecanlanmıştı, sabırsızca düşmanın bedenini ele geçirmek için
bağlarından kurtulmaya hazırlardı. İnsanın onların galeyanını
hissetmemesine imkan yoktu, ama Lang Ying hiç şaşırmış görünmüyordu,
ne de paniklemişti.

“Beni öldürmeye mi geldin?”

Xie Lian cevap vermedi. Bir an sonra, yıldırım gibi Lang Ying’in hemen
önüne uçtu ve saçını yakaladı, onu yere mıhlamıştı.

Başarılı!

Ağlayan-gülen maskenin atında, Xie Lian’ın dudakları farkında olmadan


yukarıya kıvrıldı.

Biliyordu! Biliyordu! Artık Lang Ying’i yenebilirdi!

Bir kral talihine sahip olan bu adam karşısında onu güçsüz duruma getiren
cennet mensubu statüsünün getirdiği esaret olmadan, bir tanrının
bedeninden sıyrılmış olan kendisi en sonunda Lang Ying’i yenebilirdi. Xie
Lian’ın kalbi çarpıyordu ve tam bir sonraki aşamaya geçecekti ki aniden
yüzü düştü.

“Bu ses ne?”

Yiii, vuuu, yine bebeğin ağlama seslerini duyuyordu. Ama bu büyük salonda
kesinlikle bir bebek yoktu.

Tekrar dinledi. Yanılıyordu. Ağlama sesleri şu anda elinin altındaki etkisiz


hale getirilmiş Lang Ying’in dudaklarından geliyordu!

Ya da daha kesin konuşmak gerekirse, ses Lang Ying’in bedeninden


geliyordu. Xie Lian, Lang Ying’in cübbesini yırtarak açtı ve gözleri anında
ardına dek açıldı, ayaklarının üzerine zıpladı.
“…BU NE?!”

Lang Yin yavaşça döndü ve oturdu. “Korkma.”

Sözleri Xie Lian’a yönelik değildi, bedenindeki şeyle konuşuyordu.

Lang Ying’in göğsünde iki belirgin yüz vardı, her biri gerçek insan yüzü
boyutundaydı, iki çıkıntılı tümör gibiydiler. Büyük yüz zarif ve güzeldi, bir
kadına ait olduğu kolayca seçilebiliyordu; küçük olan biraz buruşuktu, bir
bebek gibi, ve tereddütlü ağlamalar bebeğin dudaklarından çıkıyordu.

İnsan Yüzü Hastalığı!

Xie Lian şaşkına dönmüştü. “Sen nasıl İnsan Yüzü Hastalığından


etkilenirsin??”

“Bu İnsan Yüzü Hastalığı değil.” Dedi Lang Ying.

“Nasıl İnsan Yüzü Hastalığı değil? Eğer İnsan Yüzü Hastalığı değilse ne?”
Diye haykırdı Xie Lian.

“Onlar benim karım ve oğlum.” Lang Ying açıkladı. “Onlar tarif ettiğin
şeyden değil.”

Elini kaldırıp bedenindeki iki yüzü okşarken, yumuşak bir sesle açıklamıştı,
sahiden de karısı ve çocuğunu seven bir eş ve baba gibi görünüyordu.
Ancak o iki şekil gözlerini bile açamıyordu, sadece ağlamak ve inlemek
için dudaklarını kullanabiliyorlardı; insan şeklindeydiler, ama insan
değillerdi.

Bir an sonra Lang Ying başını kaldırdı. “Yüzü Olmayan Beyaz nerede?
Eğer bunu yaparsam karımın geri döneceğini söylemişti, ama çok uzun
zaman geçti, neden hala konuşamıyor? Neler oluyor? Ona söyle gelip beni
bulsun, hemen!”

Bunu duyunca Xie Lian anlamıştı. “Yüzü Olmayan Beyaz’ın, karın ve


oğlunun kindar ruhlarını bedenine yerleştirmesine izin mi verdin?”
Demek öyleydi. Sarayda yol boyunca karşılaştıkları büyü ve rünler birisinin
içeriye girmesini engellemek için değil, içeride saklanan şeylerin kaçmasını
önlemek içindi! Artık bir kral olan Lang Ying, kendi canını ve kanını
kullanarak gizlice iki kindar ruhu büyütüyordu!

Xie Lian buraya intikam almak için gelmişti, ama o daha hiçbir şey
yapamadan Lang Ying’in çoktan kendi üzerine İnsan Yüzü Hastalığı
yerleştirdiği kimin aklına gelirdi ki? O iki yüz bedeninde uzun zamandır
bulunuyor olmalıydı; küçük kolları ve bacakları bile vardı, ağır bir şekilde
aşağıya

sallanıyorlardı, deforme ve korkunç görünüyorlardı. Dahası, çoktan beden


sahibinin besinlerini emip kurutmuşlardı; Lang Ying’in kaburgaları anormal
bir şekilde dışarıya fırlamıştı, karnı içeriye çökmüş, ten rengi balmumu gibi
sarıydı; solgun, beti benzi atmıştı, yaşayacak çok zamanı kalmamış gibi
görünüyordu. Artık savaş meydanındaki cesur ve vahşi savaşçıyla aynı kişi
değildi.

Görünüşe göre her ne kadar savaşı kazanıp bir kral olmuş olsa da, öyle
yaşamamıştı. Xie Lian hiçte memnun olmuş gibi hissetmedi ve Lang Ying’i
yakaladı.

Öfkeyle bağırdı. “BU NASIL BİR ŞAKA BÖYLE?!”

Henüz düşmanının hayatını almamıştı bile, ve düşmanı kendi kendisini


öldürüyordu! Kahretsin! Şimdi ne yapacaktı??

Onun yakalamasıyla, Lang Ying’in üzerinden bir şey düştü, kızıl bir ışıkla
parlıyordu, zıplaya zıplaya yuvarlanıp gitti. Lang Ying Xie Lian’ın ellerini
tuttu, sanki bu basit hareket bile onu çok zorlamış gibi görünüyordu.

Nefes nefeseydi. “İnci… O inci.”

Xie Lian başını çevirdi ve yerde yuvarlanan şeyin Lang Ying’e hediye ettiği
mercan inci olduğunu fark etti.

Lang Ying konuştu. “Sana hep söylemek istemiştim: inci için teşekkür
ederim.”
Bunu duyunca Xie Lian geriledi. Aniden böyle bir şey söyleyeceğini hiç
beklememişti. Kalbindeki bir şey dışarıya çıkmaya çalışıyordu, ama onu
zorla bastırdı.

“SEN!..”

Lang Ying yumuşak bir şekilde konuştu. “Bana daha erken verseydin, belki
o zaman her şey daha iyi olurdu. Ne yazık ki…”

O sözlerini bitiremeden, Xie Lian’ın elindeki beden gevşedi ve o ardına dek


açık gözlerle izlerken Lang Ying’in bedeni düştü.

Xie Lian daha tepki vermeye fırsat bulamadan Wuming konuştu.


“Ekselansları, o öldü.”

“…”

“Öldü mü?” Dedi Xie Lian.

Başını eğdi ve Lang Ying’in gözlerindeki ışığın çoktan söndüğünü gördü.


Sahiden ölmüştü.

Xie Lian mırıldandı. “Nasıl böylece ölür?”

Lang Ying’e daha hiçbir şey yapmamıştı, nasıl öldürdü?

Ve şimdi düşününce, Lang Ying kıyasla mutlu bile ölmüştü. Xian Le’ye
olan intikamını almış ve ailesini bedeninde taşıyordu, onlarla ahirette
buluşmaya hazırdı. Yaşayanların dünyasında yeterince acı çekmişti, bu
yüzden de ölüm aslında her şeyi sona erdiren bir kurtuluştu. Tam tersine ise,
Xie Lian’ın artık intikam alacağı hiçbir şey kalmamıştı!

Göğsü kin ve öfkeyle doldu, ve nihayetinde tek bir duyguya dönüştüler –


nefret. Ne kadar rahatsız ediciydi! Kelimenin tam anlamıyla nefretlikti!

Lang Ying düşmüş ve hareket etmeyi kesmişti, ama göğsündeki iki yüz
sanki beden sahibinin öldüğünü fark etmiş gibi aniden ağlayamaya
başlamışlardı. VUUU VUUU Yİİİ Yİİ, sağır edici bir sesti, tırnakla altın
ve gümüş tabakları çizmekten daha beterdi. Xie Lian zaten öfkeden
delirmişti. Siyah kılıcı çekti, saldırarak onları susturmaya hazırdı ki, siyah
cübbeli savaşçı bir çınlamayla eğri kılıcını çekti. Kılıçtan bir ışık çaktı ve
Lang Ying’in cesedi bir anda parçalara bölünmeye başladı, on parçaya, yüz
parçaya…

kan ve et parçaları her yere sıçradı.

Xie Lian daha hareket bile edemeden her şey bitmişti, soğuk bir sesle
konuştu. “Sana kim bunu yapmanı söyledi?”

“Ekselanslarının ellerini kirletmesine gerek yoktu.” Diye cevapladı


Wuming.

Tam bu sırada kapının dışından aceleci ayak sesleri yükseldi ve genç bir
adamın haykırışı eşlik etti.

“AMCA!”

Kim? Xie Lian döndü ve saray kapılarının ardına dek açıldığını gördü ve
girişte onlu yaşlarda bir erkek çocuğu vardı, onlara doğru bakıyordu. İlk
başta yüzü gülümsemelerle doluydu, ama içeriye girip yerdeki dehşet
parçalarını gördüğü zaman bir anda donakalmıştı.

Xie Lian umursamadı ve seslendi. “Sen kimsin?”

Genç adam başladı. “Ben…” Ardından gözleri yana kaydı ve yerdeki ölü
bedenin parçalarına baktı.

Haykırdı. “AMCA!”

Tam bu sırada, dışarıda daha fazla insan belirmeye başlamıştı,


sesleniyorlardı. “Prens Hazretleri!

Koşturup durmayın! Kral sarayda koşamayacağınızı söyledi! Lütfen


gecenin bir yarısında işimizi zorlaştırmayın…”

Prens Hazretleri mi?


Lang Ying’in oğlu çoktan ölmüştü ve bu genç adam Lang Ying’e ‘amca’
diyordu. Demek ki bu Lang Ying’in seçtiği yeni veliaht prens olmalıydı,
Yong An’ın Veliaht Prensi!

Küçük veliaht prens de neler olduğunu en sonunda kavramıştı ve dehşetle


ağladı. “HAYALETLER!

HAYALET VAR! YAR…”

Daha sadece birkaç kelime bağırabilmişti ki, siyah cübbeli savaşçı boğazını
sıktı ve Yong An’ın Veliaht Prensi bilincini kaybetti, yerdeki kan havuzuna
düşmüştü. Ancak çığlıkları çoktan dışarıya ulaşmıştı ve feryat sesleri
yükselmeye başladı.

“NE? DUYDUNUZ MU?”

“MUHAFIZLAR! MUHAFIZLAR!”

Xie Lian bir bakış attı ve siyah cübbeli savaşçı başını eğdi, bu meseleyle
onun ilgilenmesini söylüyordu, ardından genç fırlayıp gitti. Bir anda,
dışarıdaki kalabalığın nefesi kesilmişti. Salondan geçmiş, büyük bir
muhafız gurubu yere serilmişti ve merkezde siyah cübbeli savaşçı
duruyordu, narin ince kılıçtan kanlar damlıyordu. Hepsini tek bir hamlede
bitirmişti. Uzaklardan kargaşa sesleri yükseliyordu ve bir diğer muhafız
grubu belirdi, bağırıyorlardı.

“KRALI KORUYUN!”

“EKSELANSLARINI KORUYUN!!”

Xie Lian soğuk bir şekilde döndü, onları tümüyle görmezden gelmişti.
Sahiden, daha bir saniye geçmeden sesler sanki orakla biçilmiş gibi
kesilmişti, tümüyle yok olmuştu. Kısa bir süre sonra siyah cübbeli savaşçı
sessizce ona katıldı.

Xie Lian hafifçe başını çevirdi. “Sarayı yak.”

“Emredersiniz.” Wuming başını eğdi.


Kükreyen alevler yandı ve iki uzun ince, siyah şekil öfkeli yangının önünde
durdu, yerde gölgeleri çırpınıyor ve durmadan kıvranıyordu, şekil
değiştiriyor, eğrilip bükülüyordu.

Böyle bir yıkıma yol açtıktan sonra, Yong An Sarayındaki tüm hizmetkarlar
sıçrayarak uyanmışlardı ve hava yangını söndürürken ağlayan ve küfreden,
kaçan insanların sesleriyle dolmuştu, tıpkı Xian Le Sarayı ateşe verildiği
zamanki gibiydi.

“Ekselansları, şimdi ne yapacağız?” Diye sordu siyah cübbeli savaşçı.

Beyaz giysili adam buz gibi cevap verdi. “Lang-Er Koyuna.”

Xian Le Krallığı düşmeden önce, Xie Lian Lang-Er Koyunu defalarca


ziyaret etmişti. Gittiği her sefer, insanları kurtarmak için yağmur yağdırmak
içindi, hem bedenini hem ruhunu tüketmişti, adımları her seferinde ağırdı.
Bu kez, tamamen farklı bir sebeptendi ve bedeni hafifti.

Kuraklıktan kurtulduktan ve yeni kraldan güçlü bir destek aldıktan sonra


Lang-Er Koyu çoktan canlılığına geri kavuşmuştu. Sokaklar ve caddeler
neşeyle dolup taşıyordu, insanlar şen ve mutluydu, birkaç yıl önceki
sefaletten yüz seksen derece dönmüşlerdi. Hala önceki gibi acınası kalan
tek yer Xian Le’nin Veliaht Prensinin Sarayıydı.

Kimse yıkılmış Veliaht Prens Sarayına gelmezdi, bu yüzden de Xie Lian


dinlenmek için burayı seçmişti.

Şu anda tapınak salonunda meditasyon yapıyordu.

Kindar ruhlara hızla bir beden bulmalıydı, bu da intikamının bir parçasıydı.


Ancak Lang Ying çoktan öldüğü için, hala ıstırapla cebelleşiyorlardı,
ağlıyor ve durmadan Xie Lian’ı tırmalıyorlardı ve Xie Lian kapalı
gözleriyle onları uzaklaştırdı.

Kaşlarını çattı. “Sadece bekleyin, sabırsız davranmayın. Hepinizin


rahatlamasını sağlayacağım.”

Ardından, bir ses yükseldi. “Ekselansları.”


Xie Lian gözlerini açtı ve siyah cübbeli savaşçıyı gördü, yere tek dizinin
üzerine çökmüştü.

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 194: İsimsiz Hayalet İsimsiz Bir Çiçek Sunuyor Xie Lian’ın
hisleri, kindar ruhların çığlıklarıyla boğulmuştu ve bir anlığına kendisine
gelemedi, bu nedenle de dikkati dağınık bir halde cevapladı.

“…Bana öyle hitap etme.”

Ne zaman birisinin ona böyle seslendiğini duysa, sanki ona bir şey
hatırlatılıyormuş gibi hissediyordu, bu da onu özellikle sinirlendiriyordu,
her duyduğu zaman kalbi tekliyordu.

Ancak Wuming. “Ekselansları sonsuza dek Ekselansları olacak.” Dedi.

Xie Lian ona baktı. Elbette siyah cübbeli savaşçının yüzünü göremiyordu,
sadece gülümseyen maske vardı. Ancak diğeri de ona baktığı zaman sadece
bembeyaz maskeyi görüyordu.

Xie Lian soğuk bir şekilde konuştu. “Eğer bana böyle hitap etmeye devam
edersen ruhunu parçalarım.

O kadar güçlü olduğunu sakın düşünme.”

Siyah cübbeli genç başını eğdi ve konuşmadı.

Xie Lian sakinleşti. “Lang-Er Koyunun etrafını tara ve bir ritüel


gerçekleştirmek için rün çizilebilecek en uygun yeri bul.”

“Emredersiniz.” Diye cevapladı Wuming.

Xie Lian gözlerini kapattı, duraksadı, ardından tekrar açtı ve siyah cübbeli
savaşçıya baktı, kaşlarını çattı. “Neden hala buradasın.”

Siyah cübbeli savaşçı yanıtladı. “Yer belirlendi. Peki ne zaman?”


“Zaman mı?”

“Ölülerin ruhları daha fazla bekleyemezler; en kısa zamanda lanetleyecek


birisini bulmamız gerek, geciktirmeden.”

Sahiden de uzun süre bekleyemezlerdi. Bir süre sessiz kaldıktan sonra Xie
Lian konuştu. “Üç gün.”

“Neden üç gün sonra?” Wuming sordu.

Bir nedenle, Xie Lian ne zaman onunla konuşsa çok kolay sinirleniyordu.
“Üç gün sonra dolunay olacak. O gün İnsan Yüzü Hastalığı yaratmak
gücünü belirgin ölçüde artırır. Çok soru soruyorsun, git.”

Wuming başını salladı ve ses çıkartmadan geri çekildi. Xie Lian tekrar
gözlerini kapattı ve eliyle alnını kapattı, baş ağrısını rahatlatmasını
umuyordu. Tam bu sırada, arkasından soğuk, dalga geçen bir kıkırdama
duydu.

Bu aşina kahkahayı duyunca, sanki Xie Lian’ın tüm kanı dondu. Hemen
arkasını döndü ve sahiden de, arkasında yüzünde ağlayan-gülen maske ile
kar beyazı şekli gördü, geniş kollu gömü giysileri giyiyordu, elleri
saklanmış, sunağın üzerinden onu izliyordu.

Yüzü Olmayan Beyaz!

Xie Lian kılıcını çekti ve saldırdı ve beyaz giysili adam ÇIN! sesiyle
birlikte, iki parmağıyla kılıcı yakalamıştı.

İç çekti. “Tam da düşündüğüm gibi. Bu kıyafetler sana da yakışıyor.”

Eğer maskeleri çıkartmazlarsa ikisi baştan aşağıya, tümüyle aynıydılar. Bir


süre boğuştular, iki beyaz cübbeli adam çarpıştı, kendileri dışında hiç kimse
dışarıdan onları ayırt edemezdi.

Yüzü Olmayan Beyaz, Xie Lian’ın tüm saldırılarından kolayca kaçınırken


sordu. “Ekselansları, neden ebeveynlerini o kadar ıssız, tuhaf topraklara
gömdün, onlara hakaret etmeyesin?”
Xie Lian’ın kalbi dondu. “ANNEMLE BABAMIN CESETLERİNE
DOKUNDUN MU? CESETLERİNİ YOK ETTİN

Mİ??”

“Hayır, tam tersine.” Dedi Yüzü Olmayan Beyaz. “Onlara düzgün, kutsal
bir cenaze vermene yardım ettim.”

Bunu duyunca Xie Lian şaşırdı ve Yüzü Olmayan Beyaz ekledi. “Onları
Xian Le’nin Kraliyet Anıt Mezarlarına taşımana yardım ettim ve hatta
kadavralarını binlerce yıl boyunca koruyacak ender ve seçkin cübbelerle
giydirdim. Yani, onları bir sonraki ziyaretinde, hala hayattalarmış gibi
yüzlerini görebileceksin.”

Xie Lian’a Kraliyet Anıt Mezarının yerini ve içeriye nasıl gireceğini


söyledi. Bunu normalde kral ve Baş

Rahip tarafından Xie Lian’a bizzat söylemeliydi, ama ikisi de


söyleyemeden önce ölmüş veya ortadan kaybolmuştu.

Xie Lian hem şaşkın hem de şüpheciydi. “Kraliyet Anıt Mezarına nasıl
girildiğini nereden biliyorsun?”

Yüzü Olmayan Beyaz gülümsedi. “Ekselansları hakkındaki her şeyi


biliyorum.”

Xie Lian küfretti. “Bir bok bildiğin yok!”

Hala dudaklarından böyle bayağı kelimeler çıkmasına alışamamıştı. Yüzü


Olmayan Beyaz sanki aklından geçenleri okumuş gibi onu baştan aşağıya
süzdü ve nazikçe konuştu. “Merak etme, sorun yok. Bundan sonra, seni hiç
kimse geri çekilmeye zorlamayacak, hiç kimsenin senden gereksiz
beklentileri olmayacak ve kesinlikle seni tanıyan hiç kimse olmayacak. Bu
yüzden de, canın ne istiyorsa özgürce yapabilirsin.”

Bunu duyunca, Xie Lian’ın aklı şaşkınlıkla doldu.

Bu canavarın burada ne işi vardı?


İyi niyetini paylaşmaya gelmişti.

Evet. Her ne kadar kulağa saçma gelse de, Xie Lian’ın içgüdüleri ona bu
yaratığın iyi niyetini dile getirmek için geldiğini söylüyordu. Konu ister
ailesine düzgün bir cenaze vermek, ister onu cesaretlendirmek olsun, hepsi
bu amacından öte geliyordu.

Xie Lian’ın onunla önceki karşılaşmasına göre çok, çok mutlu, aşırı mutlu
olmalıydı. Böyle bir Xie Lian’ı görmek sanki onu inanılmaz derecede
hoşnut ediyordu ve farkında olmadan daha nazik ve kibar oluyordu. Bu
nezaketi bir anlığına Xie Lian’ın minnetle gözyaşlarına boğulmak
istemesine neden olmuştu, ama daha çok tiksinti uyandırmıştı.

Xie Lian buz gibi konuştu. “Bu kadar çabuk sevinme. Senin gibi bir
yaratığın bu dünyada barınmasına izin vereceğimi sanma. Yong An’ı
haritadan sildikten sonra senin için geleceğim. Kendini hazırla!”

Yüzü Olmayan Beyaz ellerini açtı ve omuz silkti. “Açık kollarımla


bekliyorum. Beni öldürmek niyetiyle gelsen bile, yine de seni
bekleyeceğim. Sahiden beni öldürecek kadar güçlendiğin zaman, varisim de
olabileceksin. Ancak –”

Maskenin altındaki gülümseme solmuş gibiydi. “Yong An’ı sahiden yok


edecek misin?”

“Ne demek istiyorsun?” Diye sordu Xie Lian.

“Hamleni şimdiden yapabilirdin, neden üç gün daha beklemeyi seçtin?


Yoksa, aklın tereddütle mi doldu? Yoksa, krallığının düşmesi ve ailenin
ölümü bile, yine de sana intikam arayacak cesareti vermeye yetmiyor mu?
Ekselanslarının bir diğer başarısızlığına daha mı şahit olacağım yoksa?”

‘Başarısızlık’ kelimesi kulaklarını deliyordu. Xie Lian kılıcını kaldırdı ve


atıldı, ama takılarak yere düşmüştü.

Yüzü Olmayan Beyaz bir şekilde kılıcını almıştı ve önceki nazik tonu
küçümsemeyle dolmuştu. “Şu anda neye benzediğini biliyor musun?”
Xie Lian göğsündeki kar beyazı çizmeyi yakaladı, ama ne kadar ittirirse
ittirsin bir santim kımıldatamıyordu. Ayağı tarafından katı bir şekilde yere
mıhlanmış, kalkamıyordu.

Yüzü Olmayan Beyaz hafifçe öne eğildi. “Somurtkan bir çocuk gibisin.
Henüz kararını veremedin.”

“Kim demiş!” Xie Lian öfkeyle haykırdı.

“O zaman şu anda ne yapıyorsun?” Diye sorguladı Yüzü Olmayan Beyaz.


“Lanetin nerede? Ölülerin nerede? Annen ve baban, askerlerin, halkın,
onlara böyle bir tanrı dayatılması ne yazık! Onları hayattayken bile
koruyamadın ve şimdi öldükleri halde intikamlarını alamıyorsun! İşe
yaramaz bir pisliksin!”

Ayağını yere bastırdı ve Xie Lian’ın ağlayan-gülen maskesinin kenarında


bir anda kanlar sızdı; boğazından fışkırıyorlardı.

Yüzü Olmayan Beyaz kılıcı tutan elini indirdi ve yeşim gibi siyah ucu Xie
Lian’ın boğazına dayandı, lanetli kelepçenin izlerinde geziyor, Xie Lian’ın
anılarını canlandırıyordu.

“Sana yüz kılıçla delinmenin nasıl bir his olduğunu hatırlatmam mı gerek?”

Boğucu dehşet hissi Xie Lian’ın nefesini kesti, hareket edemeyecek kadar
çok korkuyordu. Onu korkuttuktan sonra, Yüzü Olmayan Beyaz tekrar dost
canlısı oldu.

Çizmesini çekti ve yerde korkuyla donakalmış olan Xie Lian’ın oturmasına


yardım etti, çenesini tuttu ve onu belli bir yöne doğru bakmaya zorladı.

“Gel, bak. Artık böyle görünüyorsun.”

Bakmaya zorladığı şey saygınlığı bozulmuş sunağın üzerindeki, saygınlığı


bozulmuş ilahi heykeldi.

“Bu hale geldiğin için kime teşekkür etmelisin?” Diye sordu Yüzü Beyaz.
“Ben miyim sanıyorsun?”
Xie Lian’ın zihni sanki bir kez daha zorla yıkanmış gibiydi, ve sürekli yeni
şeyler içeriye doluyordu, kafası gittikçe daha çok karışıyor, gittikçe daha da
şüpheci bir hal alıyordu. Öfkesini bile unutmuştu.

Dalgın bir halde merak etti. “…Amacın ne? Neden bana musallat oldun?”

“Sana söyledim.” Diye cevapladı Yüzü Olmayan Beyaz. “Sana yol


göstermek ve seni eğitmek için geldim. Sana öğreteceğim üçüncü şey şu:
eğer sıradan insanları kurtaramıyorsan, o zaman onları yok et. Ancak
üstlerine bastığın zaman sana saygı duyacaklardır!”

O bu sözleri söyledikten sonra Xie Lian aniden başının çatlayacakmış gibi


ağrıdığını hissetti ve başını ellerinin arasına alarak çığlık attı.

Kindar ruhlar yüzündendi!

Sayısız kindar ruh beyninin içinde çığlık atıyor ve inliyordu, Xie Lian’ın
başı o kadar ağrıyordu ki yere yuvarlandı. Yüzü Olmayan Beyaz ise ona
gülmeye başladı.

Nazik bir sevgiyle konuştu. “Daha fazla bekleyemezler. Üç gün içerisinde,


eğer İnsan Yüzü Hastalığını serbest bırakmazsan, eğer onlara lanetleyecek
bir hedef vermezsen, o zaman lanetledikleri sen olacaksın. O zaman ne
olacak biliyor musun?”

Xie Lian dondurucu siyah kılıcın bir kez daha ellerine bırakıldığını hissetti
ve kulağında bir ses çınladı.

“Artık geri dönme şansın kalmayacak.”

Zonklayıcı ağrı en sonunda kısmen solduğunda, Xie Lian ellerini indirip


gözlerini açtığında, yıkılmış

Veliaht Prensin Sarayında artık sadece o vardı. Tıpkı onun gibi görünen
diğer beyaz giysili adam, uzun zaman önce kaybolmuştu.

Bilinmeyen bir zaman geçti ve gece çöktü. Veliaht Prensin Sarayının içi loş
ve ışıktan yoksundu. Xie Lian bir şeyin farkına varırken kalbi hızla çarptı.
Üç günlük sürenin ilk günü geçmişti.

Tam bu esnada, salonun karanlığında, beyaz bir dokunuş parlamış gibiydi.


Tuhaf bir görüntüydü ve Xie Lian dönmek için baktı, ama o beyazlığın tam
olarak ne olduğunu gördüğü zaman, maskenin altında gözbebekleri
küçüldü.

O şeyi tuttu ve buyurdu. “Bu… Bu çiçeğin burada ne işi var?”

Taze, nazik ve zayıf küçük bir beyaz çiçek, kararana dek yanmış ve uzuvları
yitmiş ilahi heykelin sol eline koyulmuştu. Tezatlık kar gibi lekesiz
görünmesine neden oluyordu, ama aynı zamanda da özellikle kasvetliydi.
Sanki ilahi heykel, tüm o yaraları bu küçük çiçeği korumak için almış gibi
görünüyordu.

Xie Lian neden bu sahneyi görmenin onu bu kadar kızdırdığını bilmiyordu


ve bağırdı. “HAYALET!

ORTAYA ÇIK!”

Bir an sonra, beklenildiği gibi eğri kılıcıyla siyah cübbeli savaşçı belirdi. O
daha konuşamadan Xie Lian buyurdu. “Bu çiçek ne? Kim yaptı bunu? Sen
mi?”

Wuming hafifçe başını eğdi ve gözleri bir anlığına Xie Lian’ın elindeki
boğularak ezilecekmiş gibi görünen çiçeğe kaydı, ardından en sonunda
sessizce konuştu. “Ben değildim.”

“O zaman kim yapabilir??” Diye haykırdı Xie Lian.

“Neden Ekselansları çiçeği görünce bu kadar sinirlendi?” Diye sordu


Wuming.

Xie Lian’ın yüzü karardı ve çiçeği yere attı. “…Böyle şakalar midemi
bulandırıyor.”

Wuming ise. “Neden Ekselansları bunun şaka olduğunu düşünüyor? Belki


de sahiden burada Ekselanslarına inananlar vardır.” Dedi.
Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 195: İsimsiz Hayalet İsimsiz Bir Çiçek Sunuyor Onu duyunca
Xie Lian sanki tokat yemiş gibi oldu ve ona döndü.

“Benimle dalga mı geçiyorsun?”

“Hayır.” Diye cevapladı Wuming.

“O zaman saçmalama! Böyle bir şey nasıl mümkün olabilir?”

Bir an duraksadıktan sonra Wuming konuştu. “İmkansız değil.”

“…”

Xie Lian daha fazla dayanamayacaktı ve kesti. “Bu kadarı yeter. Ne demeye
çalışıyorsun? Sen Xian Le’nin bir askeri değil miydin? Seni savaş
meydanından Yong An adına konuş diye kaldırmadım, sadece benim
emirlerime uyacaksın!”

Yerdeki çiçek kalbini delmiş ve gözlerine saplanmıştı, aniden darmadağın


hissetmesine neden olmuştu. Xie Lian öne çıktı ve üzerine bastı, öfkesini
ondan çıkartırmışçasına eziyordu. Ancak işi bittikten sonra, kendisine
şaşırıp kalmıştı. Neden bu kadar küçük bir çiçek nedeniyle bu kadar
sinirlenmişti? Veliaht Prensin Tapınağından dışarıya fırladı. Ancak soğuk
rüzgarı yüzünde hissedince biraz sakinleşebilmişti.

Arkasından, siyah cübbeli savaşçı da takip ederek, dışarıya çıkmıştı.

Xie Lian sordu. “Bu bölgeyi inceledin. Gözüne olağandışı bir yer çarptı
mı?”

“Hayır.” Dedi Wuming.

“Emin misin?” Diye sordu Xie Lian. “İnsan Yüzü Hastalığı yayarken,
zaman, şans veya mekanda herhangi bir terslik olmaması gerekir.”
“Eminim.” Diye cevapladı Wuming.

Xie Lian’ın başka söyleyecek bir şeyi yoktu ve gökyüzüne baktı.

Bir anlık sessizliğin ardından Wuming sordu. “Ekselansları, kindar ruhların


hastalığını nasıl serbest bırakacağınızı düşündünüz mü?”

“Hala düşünüyorum.” Dedi Xie Lian.

Belindeki siyah kılıca baktı. Milyonlarca kindar ruh bu siyah kılıca


mühürlenmişti, ama onları uzun bir zaman tutamazdı.

Tam bu sırada Wuming konuştu. “Ekselansları, haddimi aşarak, sizden bir


isteğim var.”

“Konuş.”

“Umarım Ekselansları bana kılıcı verir ve İnsan Yüzü Hastalığını serbest


bırakmama izin verir.” Dedi Wuming.

Xie Lian başını çevirdi. “Neden?”

Siyah cübbeli savaşçının maskenin ardındaki gözleri onu dikkatle izliyordu.


“Sevdiğim kişi bu savaşta korkunç yaralar aldı, ölümden beter bir kadere
mahkum edildi. Benim ise tek yapabildiğim çaresizce onun işkence
çekmesini, ıstırapla mücadele etmesini izlemek oldu.”

“Ve?” Dedi Xie Lian.

“Ve bu yüzden, umarım kılıcı tutup, onların intikamını alacak kişi ben
olurum.”

Sebepleri oldukça mantıklıydı, ama bir nedenle Xie Lian ona


güvenemiyordu. Gözlerini kıstı. “Seni fazlasıyla tuhaf buluyorum.”

Arkasına döndü ve soğuk bir şekilde konuşurken Wuming’in etrafında


dolaştı. “Tecrübelerime göre, sen kin ve nefretle yoğurulmuş intikamcı bir
ruha benzemiyorsun. Benden bunu, sahiden İnsan Yüzü Hastalığını serbest
bırakabilmek için mi istiyorsun?”
Kelimeler kendi ağzından çıkmış olsa da, Wuming İnsan Yüzü Hastalığını
serbest bırakmayı, başka neden istemiş olacaktı ki?

İsimsiz siyah cübbeli savaşçı önünde başını eğdi. “Ekselansları, Yong An


insanlarının ölümünü benden çok kimse isteyemez. Dahası, yok edenin
benim ellerim olmasını istiyorum. Eğer bana inanmıyorsanız, hemen gidip
kendimi ispat edebilirim.”

“Bunu nasıl yapmayı planlıyorsun?” Diye sordu Xie Lian.

Siyah cübbeli savaşçı elini eğri kılıcına koydu ve yavaşça geriledi. Geriye
attığı üçüncü adımda, Xie Lian aniden onun ne yapmayı planladığını fark
etmişti.

Kindar bir ruhu olduğunu kanıtlamak için birilerini öldürecekti!

“Dur!” Xie Lian hemen haykırdı.

Wuming durdu. Onu değerlendirircesine izleyen Xie Lian kararını bildirdi.


“Hayır. Kendim yapacağım.”

Siyah cübbeli savaşçı başını eğdi ve yüzündeki maske nedeniyle yüzünde


nasıl bir ifade olduğunu kestirmek zordu. Ama Xie Lian da zaten
başkalarının ne düşündüğünü umursamıyordu ve arkasını döndü.

Yumuşak bir sesle konuştu. “…Ancak öncesinde, senden yapmanı istediğim


başka bir şey var.”

Donmuş yeşim gibi siyah kılıcı kaldırdı ve elindeki parlayan kılıca baktı,
gözlerinde tuhaf bir ışık çaktı.

Siyah cübbeli savaşçı bir gariplik olduğunu fark etmişti ve haykırdı.


“Ekselansları, ne planlıyorsunuz?!”

O daha durduracak zaman bulamadan bir an sonra Xie Lian kılıcın ucunu
kendisine çevirmiş ve kara kılıçla kendi karnını delmişti!

Ertesi gün, Lang-Er Koyunun sokaklarında.


Hava günlerdir kötü gidiyordu, bulutlu ve aniden esen vahşi rüzgarlar
kasvetliydi ve ardından menfur yağmurlar üzerlerine düşüyordu.

Zaten günlerdir, neresi olursa olsun, hiçbir yerde huzur yoktu. Sarayın bile
alev aldığına dair söylentiler vardı, kral ve veliaht prensin her ikisi de
kimseyi karşılayamayacak kadar hasta düşmüşlerdi. Her yerde kaos vardı,
uğursuz imgelerle de birleşince insanlar söylenmekten kendilerini
alamıyorlardı, endişeyle dolmuşlardı. Sadece cahil çocuklar oynamaya ve
hiçbir şeyi umursamadan koşturmaya devam edebiliyorlardı.

Kasvetli bir rüzgar süpürüp geçti, toz duman olmuştu. Ve kısa bir süre
sonra, büyük caddedeki kavşaktan büyük bir patlama sesi yükseldi. Bir
adam göklerden düşmüştü!

Sokaktaki insanlar ani ses nedeniyle irkilmişlerdi ve hepsi sokağın sonuna


döndüler. Yerde çarpma nedeniyle oluşmuş insan şeklinde bir oyuk vardı ve
oyuğun içinde umursamazca yatan bir insan, saçları dağınık ve pisti, bedeni
kanla kaplanmıştı, öyle ki beyaz cübbesi çok korkunç görünüyordu.

Bir anda, sokaktaki herkes toplanmaya başladı.

“BU KİM?!”

“Tanrılar, nereden düştü o? Gökyüzünden mi??

“ÖLMÜŞ MÜ??

“Ben, ben sanmıyorum, hala hareket ediyor!”

“Öyle bir düşüşten sağ çıktığına inanamıyorum!! Bekle, göğsünde ne var?


BİR KILIÇ???”

Kalabalık yeterince yaklaşınca, yerde yatan kişiyi net bir şekilde görebildi.
Her ne kadar pis olsa da, yüzü yakışıklı, temiz ve beyazdı. Sadece gözleri
hiç kırpılmadan gökyüzüne odaklanmıştı, canlıya benzemiyordu. Ama ölü
olduğu da söylenemezdi, sonuçta nefes alıyordu ve karnını delip iç
organlarına saplanan siyah kılıç da göğsüyle beraber zayıf bir şekilde
yükselip alçalıyordu.
Tam bu esnada başka bir kişi hayretle haykırdı. “Durun, bu… bu… O, o
Ekselansları Veliaht Prens değil mi?!”

Şimdi o bahsedince, diğer herkes de tanımıştı.

“…Sahiden o. Eski veliaht prens, Xian Le’nin Veliaht Prensi! Bir keresinde
onu uzaktan görmüştüm!”

“Veliaht prens kayboldu dememişler miydi?”

“Ben yükseldiğini duymuştum.”

“Neden bu halde… kılıç neden, sahiden onu delmiş mi? Çok korkutucu…”

“İzlediğiniz yeter, geçmeme izin verin, geçmeme izin verecek misiniz?


Gitmem gerek bir yer var!”

Sokağın sonunda bir kavşak vardı, yol orada ikiye ayrılıyordu. Yol ise insan
kalabalığı tarafından kapatıldığı için, sonrasında gelen arabalar gidecek yer
bulamamıştı ve bu nedenle de herkes aracından inerek neler olduğuna
baktığı için büyük bir kalabalık toplanmıştı.

Aniden birisi seslendi. “Durun! O sanki… bir şey söylüyor gibi?”

Kalabalık sessizleşti ve herkes dikkatle nefesini tuttu, onun sesini duymaya


çalışıyorlardı. Bir an sonra, biraz dışarıda kalan hiç kimse bir şey
duyamamıştı bu nedenle bağırdılar.

“Ne dedi? Neler oluyor? Ne söyledi?”

Ön sıralardan birisi bağırdı. “Olamaz!”

“Ne söyledi?”

“‘Beni kurtarın’ dedi.”

Xie Lian yerde dümdüz yatıyordu ve o iki kelimeyi söyledikten sonra


dudaklarından tek bir ses daha çıkmadı. Etrafındaki kalabalığın yüz ifadesi
karmaşıktı, çeşitli tepkiler ve farklı ölçüde şaşkınlıklar vardı.
Aşçı gibi görünen tombul bir adam konuştu. “Kurtaralım mı? Onu nasıl
kurtarırız?”

Birisi tahminde bulundu. “Muhtemelen kılıcı çekmemizi söylüyordur?”

Aşçı oldukça cesur görünüyordu ve tam öne çıkıp denemek üzereydi ki, bir
çok el uzanarak onu geri çekti.

“Yapma yapma yapma, sakın yapma!!!”

Adam şaşırmıştı. “Neden?”

İzlemekte olanlar açıkladı. “Yapmamalısın! Duymadın mı? Xian Le savaşı


kaybetti? Neden savaşı kaybetti peki? İnsan Yüzü Hastalığı yüzünden.
Neden mi İnsan Yüzü Hastalığı vardı? Çünkü o bir Talihsizlik Tanrısı ve bu
yüzden…”

“Talihsizlik Tanrısı mı?! Sahi mi??”

Kelimeler yükseldiği anda, artık hiç kimse fevri bir şekilde hareket etmeye
cesaret edemiyordu ve insan şeklindeki devasa çukurun çevresi bir anda
boşalmıştı.

Sonuçta, bir önceki hanedanlığın Veliaht Prensine kimse ne olduğunu


bilmiyordu. O bir Talihsizlik Tanrısı mıydı? Ona temas ederlerse İnsan
Yüzü Hastalığı mı kapacaklardı? Ya da kendilerini korkunç bir talihsizlikle
mi yüz yüze bulacaklardı? Ayrıca görünüşe göre eğer kılıcı çekmezlerse de
hemen ölmeyecekti. Eğer her nereden düştüyse, o yükseklikten düşüp ve
böyle yüksek bir ses çıkarttıktan sonra ölmüyorsa, o zaman insandan öteydi.

Bir an sonra, birisi çekingen bir şekilde konuştu. “Belki yetkililere haber
vermemiz gerekir…”

“Prens Hazretleri yükselip bir tanrı oldu dememişler miydi? Yetkililere


haber vermek ne işe yarar?”

“O zaman ne yapacağız?”
Kalabalık konuşup durdu, ama en sonunda yine de bir karara
varamamışlardı, bu nedenle de nihayetinde yetkililere haber vermeye karar
verdiler. Ellerinden başka bir şey gelmiyordu.

Orada mı yatmak istiyordu? O zaman bıraksınlar da yatsındı. Onu kendi


haline bırakacaklardı.

Böylece, Xie Lian insan şeklindeki çukurda dinlendi, meraklı insanların


yavaş yavaş azalışını ve kayboluşunu izledi. Yolu kesilen arabalar
etrafından dolaşıyorlardı ve sokaklarda oynamakta olan çocuklar
ebeveynleri tarafından evlerine çekilmişlerdi. Arada sırada hala oradan
geçmekte olan insanlar oluyordu, ama araya epeyi bir mesafe bırakıyorlardı.
Xie Lian tüm bu zaman boyunca ifadesiz kaldı, tek kelime etmedi.

Artık izlemeye dayanamayan küçük bir su satıcısı vardı, ve karısına


dükkana göz kulak olmasını fısıldadı. “Onu sahiden öylece bırakmak doğru
mu? Biraz su versek?”

Küçük tüccarın karısı bir anlığına tereddüt etti ve etraflarını tarayarak


fısıldadı. “…Olmaz. Eğer o sahiden Talihsizlik Tanrısıysa, ona yaklaşırsak
başımıza ne geleceğini kimse bilemez.”

Küçük tüccar da tereddüt ediyordu zaten, etrafına baktı ve dükkanında


durmakta olan diğer tüccarların kendisine baktığını gördü, gergin
görünüyorlardı; sanki eğer o yaklaşırsa hepsi bir sınır çekip çok, çok
uzaklaşacaklarmış gibi. En sonunda, öne çıkmaya cesaret edemedi ve
bölgeyi terk etti.

Ve böylece, Xie Lian sabahın pusundan, öğlenin yakıcı güneşine dek orada
kaldı, ardından alacakaranlığa, ve gecenin ileri saatlerine dek.

Bu süre boyunca pek çok kişi onu görmüştü, ama yaklaşanların sayısı çok
azdı ve kesinlikle ona yardım etmek için siyah kılıcı karnından çıkaran
kimse olmamıştı.

Gece yarısı, sokakta tek bir insan dahi yoktu ama Xie Lian hala yerde
yatıyor, gökleri izliyordu.
Karanlıkta, yıldızlar ışıldadı ve düşünceleri dalgın ve gizemliydi. Aniden,
net, keskin bir kahkaha yukarıdan yükseldi.

“Hahahaha… ne yapıyorsun?”

Sesin sahibi tarafından pek çok kez ziyaret edilmiş olan Xie Lian, artık
vahşi bir tepki vermiyordu. Ve onun öfkeli ve panik dolu ‘karşılama’sını
duymayınca, sesin sahibi de ona doğru yürümeyi seçti ve Xie Lian’ın
başının yanında durdu, eğildi ve sesi biraz hayal kırıklığına uğramış gibi
geliyordu.

“Neyi bekliyorsun?”

Yarı ağlayan, yarı gülen maske ters duruyor ve tesadüfen tüm görüş alanını
kapatıyordu. İkisi yüzleştiler, aralarında ancak birkaç santim mesafe vardı.

Xie Lian soğuk bir şekilde konuştu. “Defol git buradan, gökyüzünü
izlememe engel oluyorsun.”

Defolup gitmesi söylenen Yüzü Olmayan Beyaz hiç sinirlenmiş


görünmüyordu. Gülerek doğruldu, sesi daha bile cana yakındı, sanki
şımarık bir çocuğa tahammül eden bir erişkin gibiydi. “Gökyüzünde bu
kadar iyi olan ne varmış?”

“Senden daha güzel.” Diye karşılık verdi Xie Lian.

“Bu tavrın neden?” Diye sordu Yüzü Olmayan Beyaz. “Seni bıçaklayan ben
değildim ve bunca zamandır burada yatmana izin veren de. Hepsini kendine
yaptın. Umduğun karşılığı alamadın ama hala beni mi suçluyorsun?”

“Seni hiç ilgilendirmez.” Dedi Xie Lian.

Yüzü Olmayan Beyaz sempatiyle kıkırdadı. “Saf çocuk. Kılıcı çekmene


birisi yardım eder mi sandın?”

Çevirmen: Nynaeve
Bölüm 196: Cehennemdeki Adam Yağmur Altında Bambu Bir Şapka
Alıyor Xie Lian sertçe azarladı. “Kimsenin gelmeyeceğini biliyorum, ama
hiçbiri seni alakadar etmiyor.”

Yüzü Olmayan Beyaz tembelce sordu. “O zaman neden kendinde bir delik
açtın? İlgi çekmeye mi çalışıyorsun? Artık kimse senin için gözyaşları
dökmez.”

Xie Lian karşı çıktı. “Bunu istediğim için yapıyorum. Seni hiç
ilgilendirmez.”

“Eğer birisi gelip sana yardım ederse ne yapacaksın? Ve eğer yardım


etmeye kimse gelmezse, o zaman ne yapacaksın?”

“…”

Xie Lian küfretmeye başladı. “NE DİYE SÜREKLİ BOK ATIP


DURUYORSUN??? KUSACAĞIM! SENİ HİÇ

İLGİLENDİRMEZ, SENİ İLGİLENDİREN HİÇBİR BOK YOK!!!”

Kelimeleri gittikçe daha batağı ve kaba oluyordu, sesi de gittikçe


öfkeleniyordu, ama ne kadar küfrederse etsin, bildiği sadece birkaç
kelimeydi.

Yüzü Olmayan Beyaz kahkahalar atarken çok eğlenmişe benziyordu,


ardından iç çekti. “Saf çocuk.”

Arkasını döndü. “Sen bilirsin. Her şekilde geriye sadece bir gün kaldı. Bir
süre aptal aptal debelenmene izin verebilirim. Her şekilde, kimse sana bir
bardak su vermeyecek ya da siyah kılıcı çekmene yardım etmeyecek.
Unutma –”

Yüzü Olmayan Beyaz tekrar hatırlattı. “Yarın gün batımında, eğer hala
İnsan Yüzü Hastalığını serbest bırakmadıysan, lanet senin üzerine
düşecek.”

Xie Lian sessizce dinledi, tek bir uzvu kımıldamadı.


Üçüncü gün, Xie Lian hala kavşağın ortasında insan şeklindeki derin
çukurda yatıyordu; duruşu bile değişmemişti.

Kalabalık ise bir önceki günden çokta farklı değildi. Hepsi uzaktan
etrafından dolaşıyor, hayatlarına devam ediyorlardı. Her ne kadar
gökyüzünden düşen bir adamın tuhaf hikayesi yetkililere aktarılmış

olsa da, bu kişinin Talihsizlik Tanrısı olduğunu ve hiçbir sorun


çıkartmadığını, sadece ölü gibi öylece yattığını duyunca, uğraşmak
istememiş ve öylesine ‘birkaç gün içinde inceleyeceğiz’ deyip
geçiştirmişlerdi. Kim bilir, o birkaç günde neler olacaktı.

Birkaç meraklı çocuk koşarak geldi, yatan adama bakmak için çukurun
yanına çökmüşlerdi. Bir dal parçası aldılar, gizlice onu dürttüler ama Xie
Lian hiçbir tepki vermeyen bir ölü gibiydi. Hayrete düşmüşlerdi ve ona
herhangi bir tepki verdirecek bir şey var mı diye görmek istiyorlardı, ama
aileleri onları fark etmiş ve sert bir şekilde azarladıktan sonra eve
kapatmışlardı.

Önceki günkü su satıcısı hala ona doğru bakıyordu. Xie Lian tüm bir gün ve
gece boyunca bir damla su içmemişti ve kurumuş, çatlamış bir deri tabakası
dudaklarını kaplamıştı. Küçük tüccar üzgün hissetti ve bir kepçe su
doldurdu, ona götürmek ister gibi görünüyordu ama karısı ona bir dirsek
atarak kaseyi düşürmesine neden oldu ve böylece geri çekildi.

Kim bilir, belki cennet de eğlenceye katılmak istiyordu, çünkü günün


yarısından sonra gökyüzünde yağmur çiselemeye başladı.

Sokaktaki satıcılar hızla mallarını topladılar ve yoldan geçmekte olanlar da


hızla evlerine gitmek üzere hareketlendiler. Bir süre sonra yağmur gittikçe
şiddetlendi ve Xie Lian’ın yüzü yıkanmıştı, daha da solgun görünüyordu ve
tüm bedeni sırılsıklamdı.

Hiç ses çıkartmadan, beyaz giysili bir adamın gölgesi Xie Lian’ın yanında
belirdi.

Sokakta, bu tuhaf şekli fark edecek başka hiç kimse yoktu. Yüzü Olmayan
Beyaz lütufkar bir şekilde ona bakıyordu.
“Güneş batmak üzere.”

Xie Lian sessizdi.

“Sen Talihsizlik Tanrısı değilsin, onlar buna inanmayı, olmadığına


inanmamayı tercih ediyorlar.” Dedi Yüzü Olmayan Beyaz. “Bir zamanlar,
Cennet’e karşı gelmiş ve Yong An için yağmur yağdırmıştın, ama şimdi
sana bir damla suyu bile çok görüyorlar. Sana yüz kılıç saplamaları belki
çaresizliktendi, ama şimdi, üzerindeki kılıcı çekmek gibi basit bir şeyi
yapmaya bile gönüllü değiller; hepsi bu görevi çok zor buluyor.”

Acırcasına devam etti. “Sana daha önce de söyledim. Kimse yardımına


gelmeyecek.”

Xie Lian’ın kalbinde histerik bir şekilde çığlık atan bir ses vardı.

Kabul et. Söyledikleri doğru. Yok, yok, yok! Sahiden yok! Sana yardım
edecek tek bir kişi bile yok!

Sanki Xie Lian’ın kalbindeki çaresiz haykırışları duymuş gibi, sanki Yüzü
Olmayan Beyaz biraz gülümsemişti, uzandı ve siyah kılıcın kabzasını tuttu.
“Ama, sorun değil. Onlar sana yardım etmeyecek, ama ben edeceğim.”

Ardından, güçle elini geriye çekti ve kılıç Xie Lian’ın karnından


kurtulmuştu ve hemen yanına bir çınlamayla düştü.

Kısa bir süre sonra, beyaz giysili gölge sanki bir şey başarmış gibi hafifçe
güldü, ardından geriledi, Xie Lian’ı kendi haline bırakarak ortadan
kayboldu.

Siyah kılıç çekildikten sonra, Xie Lian’ın yarası gözler önüne serilmişti ve
yağmur altında yıkanırken, çoktan uyuşmuş acı bir kez daha yayılmaya
başladı. Ancak, şu anda hissedebildiği tek şey de oydu.

Şıp şıp, şıp şıp, suya basan aceleci ayak sesleri yükseldi, yağmur altında
hızla koşmakta olan birisi vardı. Ancak, Xie Lian önceki gibi gizlice
umutlanmıyordu.
Yavaşça oturdu, ancak beklenmedik bir şekilde tam o doğrulurken yüksek
bir “AH!!!” haykırışı duydu ve adam ağır bir şekilde yanına düştü.

Adamın sırtında büyük bir sepet vardı ve yağmurdan korunmak için bambu
bir şapka takmıştı.

Muhtemelen yağmur yüzünden çukurda birisinin olduğunu görmemişti ve


yaklaştığı zaman Xie Lian aniden doğrulmuştu. Ayrıca adam sahiden çok
hızlı koşuyordu ve zorla kendisini durduğu için de dengesini kaybederek
ağır bir şekilde yere düşmüştü. Tökezleyip, insan şeklindeki çukurun yanına
düşerken, hemen küfretmeye başlamıştı.

“HASİKTİR!!!”

Bambu şapkası düştü, sırtındaki sepet devrildi ve tüm beyaz pirinç yere
saçıldı. Adam yerde oturdu ve sinirle bağırdı, yere vuruyordu ve ıslak
çamurla pirinç parçaları Xie Lian’ın yüzüne sıçradı. Adam öfkeden
köpürüyordu, havaya zıpladı ve Xie Lian’ın suratına sağlam bir yumruk
indirdi.

“BU NEYDİ ŞİMDİ?! BU ATA PİRİNÇ ALACAK PARA


KAZANABİLMEK İÇİN KIÇINI YIRTTI VE ŞİMDİ HEPSİ

BÖYLECE GİTTİ, BU KAÇ YAŞAMA YETECEK BİR


TALİHSİZLİKTİR?? GERİ ÖDE!! ORADA ÖLÜ GİBİ

OTURUP DURMA VE BANA GERİ ÖDE!!!”

Xie Lian ona bakmaya tenezzül etmedi ve onu görmezden gelmeyi planladı.
Ancak adam pes etmiyordu ve Xie Lian’ın yakasına yapıştı.

“SEN CANINA MI SUSADIN? HEY? SENİNLE KONUŞUYORUM!”

“Evet.” Diye cevapladı Xie Lian soğuk bir sesle.

Adam cıkladı. “EĞER GEBERMEK İSTİYORSAN, GİT KENDİNİ BİR


YERDEN AT VE KENDİ BAŞINA SESSİZCE
ÖL, NE DİYE İNSANLARIN GEÇTİĞİ YOLU KAPATIYORSUN?
HUZURLA ÖLEMİYORSUN BİLE, NE

BELASIN!!!”

Xie Lian yakasından tutulmuş vahşice sallanıyordu, metin ve ifadesizdi, son


derece miskindi.

Küfret. İstediğin kadar küfret. Artık hiçbir şeyin önemi yok, bu yüzden
dilediğince küfredebilirsin.

Her şekilde, yakında hepsi bitecekti.

Güneş batmak üzereydi.

Adam taşlaşmış Xie Lian’ı tutmuş, ona geri ödemesi için baskı yapıyordu
ve dilediğince söverken Xie Lian hiçbir karşılık vermiyordu, ama hala
yatışmıyordu. Bir süre daha onu itip kaktıktan sonra yerdeki bambu
şapkasını almaya uzandı, başının üzerine geçirdi ve mızmızlanarak
uzaklaşmaya başladı. Xie Lian boş bir patırtı sesiyle çukura geri atılmıştı ve
yavaş yavaş feryat sesleri yağmurun sesini bastırmaya başlıyordu.

Siyah kılıca mühürlenmiş milyonlarca ölü ruhun çığlıklarıydı bunlar.

Batıdan parça parça batmakta olan güneşle birlikte, onlar da Xie Lian’ın
zihninde delirmiş gibi bağırmaya ve ulumaya başlamışlardı, yaklaşan
özgürlük ve intikamı karşılıyor ve kutluyorlardı.

Xie Lian elini kaldırdı ve yüzünü örttü.

Tam titreyen elleri yerdeki siyah kılıcı tutmak üzere uzanırken aniden bir
tuhaflık fark etti.

Yağmur durmuştu.

Hayır.

Yağmur durmamıştı. Başının üzerinde bir şey vardı ve yağmura karşı onu
koruyordu.
Xie Lian görmek için başını kaldırdı ve önünde diz çökmüş birisini gördü,
kendi başını üzerindeki bambu şapkayı Xie Lian’ınkine koyuyordu.

…Bu adam ona bağıra çağıra küfreden adamdı!

Ona ters ters baktı, adam da ona aynı şekilde bakıyordu.

“Ne diye bana öyle bakıyorsun? Ne, sadece küfrettim diye sahiden ölecek
misin?” Adam konuşurken yere tükürdü. “Acınası bir haldesin, tıpkı ölülere
ağlıyor gibi, ne şanssızlık!”

“…”

Adam öncesinde kaba ve sinirliydi ama şimdi biraz suçluluk hissederek geri
dönmüşe benziyordu. Bir süre mırıldandıktan sonra kendisini açıklamaya
başladı. “Tamam, tamam, öncesinde hata bendeydi.

Ama o azarı hak ettin. Kim sana git delir dedi? Ayrıca, daha önce kimse
sana sövmedi mi?”

Xie Lian gözleri yerinden fırlayacak gibiydi, konuşamıyordu.

Adam sabırsızlanıyordu. “Tamam, tamam, peki, bugün şans benden yana


değildi, pirincin parasını ödemene gerek yok. Neden hala yerde yatıyorsun?
Koca adamsın, çocuk değilsin ya, annenle baban gelip seni yerden
kaldırsınlar mı diye bekliyorsun? Kalk, kalk, kalk.”

Onu çekerken bir yandan da cesaretlendiriyordu, Xie Lian’ı kaldırdı ve


güçle sırtına iki şaplak attı.

“Kalk bakalım. Evine git hadi!”

Ve böylece, Xie Lian insan şeklindeki çukurundan kaldırılmıştı ve


neredeyse o iki şaplakla tekrar yere düşüyordu, şaşkına dönmüştü.
Kendisine geldiği zaman ise adam çoktan gitmişti.

Geride sadece başındaki bambu şapka kalmıştı, ona hatırlatıyordu: sahiden


birisi onu kaldırmıştı, hayal görmüyordu.
Kim bilir ne kadar zaman geçmişti ki, Yüzü Olmayan Beyaz tekrar
arkasında belirdi.

Bu kez gülümsemiyordu ve sesi önceki gibi umursamaz değildi, ama belli


belirsiz hoşnutsuz ve endişeli gibiydi. “Ne yapıyorsun?”

Yağmur hala göklerden boşalırcasına yağıyordu, ama Xie Lian ona bir
başka tarafından verilen bambu şapkayı takıyordu, bu nedenle de her ne
kadar bedeni sırılsıklam olsa da, en azından artık başı ve yüzü kurtulmuştu.

Ama, yine de, yanakları ıslaktı.

Xie Lian’ın cevap vermediğini görünce, Yüzü Olmayan Beyaz karanlık bir
şekilde ekledi. “Güneş

batmak üzere. Kılıcını al, yoksa, neler olacağını biliyorsun.”

Xie Lian başını çevirmedi, sadece yumuşak bir sesle konuştu. “Siktir git.”

“Ne dedin sen?” Yüzü Olmayan Beyaz’ın sesinde bir buz tabakası vardı.

Xie Lian ona döndü ve sakince konuştu. “Biraz önce duyamadın mı? O
zaman tekrar söyleyeyim.”

Aniden bacağı vahşice havalandı ve fırtına gibi bir tekme Yüzü Olmayan
Beyaz’ı metrelerce geriye uçurdu!

Ayağı yere indi. Xie Lian bir eliyle yarasını tutmuş diğer eliyle Yüzü
Olmayan Beyaz’ın gittiği yönü işaret ediyordu. En yüksek sesini kullandı,
bağırmak için her şeyini veriyordu:

“SANA SİKTİR GİT DEDİM!!! SEN KİM OLDUĞUNU SANIYORSUN


DA BENİMLE BÖYLE KONUŞMAYA CÜRET EDİYORSUN! BEN
VELİAHT PRENSİM!!!”

Yüzünde, gözlerinden akmakta olan iki sıra gözyaşı vardı.

Bir kişi. Sadece bir.


Sahiden.

Sadece tek bir kişi yeterdi!

Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 197: Cehennemdeki Adam Yağmur Altında Bambu Bir Şapka


Alıyor Yüzü Olmayan Beyaz tekmesiyle metrelerce uçmuştu, ama havada
takla attı ve sağlam bir şekilde yere indi.

Bağırdı. “SEN DELİRDİN Mİ?!”

Öfkeden köpürüyordu.

Bunca zamandan beri, Xie Lian ilk kez bu yaratığın bu kadar güçlü bir
duygusunu hissediyordu ve bu onu oldukça memnun etmişti. Yerdeki siyah
kılıcı kavradı ve öne atıldı.

“Delirmedin, sadece geri döndüm!”

Bir önceki tekmesi tahmin edilemezdi, ama artık saldırıları o kadar kolay
olmayacaktı. Yüzü Olmayan Beyaz buz gibi haykırırken kaçındı.
“Unuttun… mu? Ailenin nasıl seni terk ettiğini, insanlarının sana nasıl
davrandığını, inananlarının sana nasıl ihanet ettiğini! Sadece bu adam için,
bu cılız, önemsiz adam için! Her şeyi silip attın mı??”

“Unutmadım! Ama –” Xie Lian kılıcı savurdu ve öfkeyle, dinç bir şekilde
bağırdı. “SENİ HİÇ

İLGİLENDİRMEZ!!!”

Yüzü Olmayan Beyaz kılıcın ucunu tuttu, oldukça katı bir şekilde
tutuyordu. Kan aktı, eklem yerleri çatırdıyordu.

Kendisini neredeyse kaybetmişti ve şüpheyle mırıldanıyordu. “…İşe


yaramaz pislik, işe yaramaz pislik!
Seni işe yaramaz pislik! Buraya kadar geldikten sonra sahiden pişman olup
sırtını dönebiliyorsun ha!”

Xie Lian da kılıca bastırıyordu, sıktığı dişlerinin arasından cevap verdi. “…


Beni iğrendiriyorsun. Bu yüzden, senin kadar iğrenç bir şeye dönüşmeyi
reddediyorum!”

“…”

Yüzü Olmayan Beyaz biraz sakinleşmiş gibiydi ve her şey kendi kontrolü
altındaymış gibi gelen ses tonuna tekrar kavuştu. “Boş ver. Bunlar ölümün
karşındaki son çırpınışların sadece. Sana ne söylediğimi unuttun mu?”

Xie Lian biraz nefeslendi ve Yüzü Olmayan Beyaz her kelimeyi vurguladı.
“Savaş alanındaki ölülerin ruhunu sen geri çağırdın. Artık çok geç.
Durdurulamayacaklar!”

Şiddetli yağmurun altında, Xie Lian’ın elindeki siyah kılıç tiz bir sesle
haykırdı, kulaklarını deliyor ve başına ağrılar giriyordu.

“Ne yapacaksın?” Diye sordu Yüzü Olmayan Beyaz. “Değer mi? O insanlar
için on binlerce yaşamlık laneti üstlenmeye değer mi?”

Önceki tekmeden beri, Xie Lian’ın damarlarındaki kan kaynıyordu ve hepsi


başına toplanmıştı; kılıcı her savuruşu ve konuştuğu her bir kelime, hepsi o
ne yapılması gerektiğini, veya ardından ne olacağını düşünemeden,
doğrudan kalbinden geliyordu. Şimdi Yüzü Olmayan Beyaz’ın sorusunu
duyunca, nasıl cevap vereceğini bilememişti.

“Ne yapmayı planladığımı görmeyeceksin. Ondan önce, senden


kurtulacağım!”

Yüzü Olmayan Beyaz soğuk bir şekilde homurdandı. “Ne küstah.”

Ardından Xie Lian bedeninin hafiflediğini hissetti ve havaya savrulmuştu.

Hemen merkezini bulmak için zihnini sakinleştirdi, ama o daha dengesini


sağlayamadan beyaz bir şekil üzerinde belirdi ve ezici bir güçle ona vurdu.
Xie Lian sanki ezilen bir demir parçası gibi, yüksek bir gürültünün ardından
yerin derinliklerine saplandı.

Eğer Xie Lian’ın içinde, eğer öfkesini serbest bırakırsa kazanacağına dair
bir parça umut vardıysa, bu saldırının ardından, artık çoktan uyanmıştı.

Kazanamazdı!

Çok güçlüydü; ona göre, bu yaratık ezici derecede güçlüydü!

Xie Lian daha önce hiçbir düşmanının ‘ezici’ olduğunu düşünmemişti,


sadece Jun Wu’yla yüzleştiği birkaç ender anda aklından bu düşünce
geçmişti. Ancak Jun Wu gerçekten güçlü olsa da, hesaplı bir şekilde
kısıtlanmış bir güçtü, düşünülmüş ve dikkatliydi; Yüzü Olmayan Beyaz’ın
tam tersiydi. Onun gücünde ise, kötülükle dolu bir ahlaksızlık ve kinle dolu
bir öldürme isteği vardı.

Böylece de sadece tek bir darbesi Xie Lian’ın anlaması için yeterli olmuştu.
Asla Yüzü Olmayan Beyaz’a karşı kazanamayacaktı. Belki sadece Jun Wu
bu yaratığa rakip olabilirdi.

Ama şu anda sesini Jun Wu’ya ulaştırabilmesine imkan yoktu!

Sert bir hareketle, Yüzü Olmayan Beyaz kar beyazı çizmesini Xie Lian’ın
göğsüne bastırdı. Ürpertici bir sesle konuştu. “En başından beri, her şeyin
sebebi senin kibrin ve saf hayallerindi!”

Xie Lian organlarının büzüştüğünü ve çizmenin altından kaçtığını


hissedebiliyordu, acı işkence ediciydi, ama yine de ağzında biriken kanı
yuttu. “Hayır. Ben değildim!”

“Ne?” Dedi Yüzü Olmayan Beyaz memnuniyetsiz bir şekilde.

Xie Lian uzandı ve çizmeyi katı bir şekilde tuttu, gözleri hiç olmadığı kadar
açıktı, parlak ve ışıldıyorlardı. “İnsan Yüzü Hastalığını getiren sendin. Her
şeyin sebebi sendin!”

“…” Yüzü Olmayan Beyaz homurdandı. “Belki de. Eğer öyle istiyorsan.”
Ardından gülümsedi. “Ama anlaman gerek, cennete karşı çıkma kibrin
olmasaydı, asla bu dünyaya gelmezdin. Ben cennetin iradesinden doğdum.”

Xie Lian’ın gözlerindeki alevler yağmurla sönmemişti; aksine, gittikçe daha


büyük bir güçle yanıyorlardı. “Kendini bir şey sanmayı bırak! Bana hiçbir
şey öğretmene ihtiyacım yok, kendi kendime öğrenebilirim. Eğer cennetin
iradesini temsil ediyorsan, böyle bir cennet iradesi yok edilmeli!”

Boğuk fırtınalar ufukta gürledi, rüzgarlar esti. Yüzü Olmayan Beyaz’ın sesi
daha da derinleşti.

Yumuşak bir şekilde konuştu. “Sana öğretmek için azami özeni gösterdim,
ama hala anlayışsız ve inatçısın. Veliaht Prens, sabrımı yitirdim.”

Xie Lian birkaç kez öksürdü ve Yüzü Olmayan Beyaz devam etti. “Ancak,
fark etmiyor. Her şekilde, onları zaten uyandırdın ve şimdi, atılması gereken
son bir adım var. Bırak bu son adımda sana yardım edeyim.”

Xie Lian paniğe kapıldı. “Ne planlıyorsun sen?”

Yüzü Olmayan Beyaz eğildi ve Xie Lian’ın elini tuttu ardından siyah kılıcı
avucuna koyarak onu tutmaya ve gökyüzüne kaldırmaya zorladı!

Göklerden ışıldayan bir yıldırım düştü, siyah kılıcın bedenine işledi ve geri
yansıdı. Kalın ve yoğun kasvetli bulutlar kımıldamaya başladı ve siyah
bulutlardan bir deniz Yong An’daki tüm gökyüzünü kapladı. Sayısız yüz,
kol, bacak ve diğer uzuvlar içinde dönüyordu, sanki cehennem göklere
taşınmış

gibiydi.

Aynı anda güneş battı.

Xie Lian yerde yatıyordu, yuvarlanan siyah bulutlar ve yıldırım


çakmalarıyla dolan gökyüzü ile fırtınanın feryadı gözlerinden yansıyordu.
Yüzü Olmayan Beyaz onu attı ve siyah kılıç bir çınlamayla yere düştü.

Sanki milyonlarca at bulutların arasında çığlık atıyor ve uluyordu,


kıyametin geçit töreni gibiydi ve tüm sokaklarla caddelerde, pek çok kişi
irkilmiş ve neler olduğunu görmek için gelmişti, hepsi şaşkın görünüyordu.

“Neler oluyor?”

“Bu sesler de ne?”

“Bu ne?? Gökyüzünde ne var?? O BİR İNSAN YÜZÜ MÜ??”

“BU KAOS! DÜNYANIN SONUNUN GELDİĞİNİN İŞARETİ!”

Xie Lian çamur ve pislikle kaplanmıştı ve yerden kalkmaya çalışırken


tökezledi. Bağırdı. “EVİNİZE

GİDİN! EVLERİNİZE GERİ DÖNÜN!! DIŞARIYA ÇIKMAYIN!


EVİNİZE GİDİN, KOŞUN!!!”

İnsan Yüzü Hastalığı bir kez daha serbest kalmak üzereydi!

Xie Lian hevesle ellerini sallarken Yüzü Olmayan Beyaz kenarda durmuş
hafifçe kıkırdıyordu. Xie Lian başını çevirdi ve öfkeyle ona baktı.

Yüzü Olmayan Beyaz ellerini kol yenlerine soktu ve sakin, basit bir şekilde
konuştu. “Neden bu kadar kızdın? Zaten geri dönüşün yoktu, neden oturup
intikamın tatlılığını içine çekmiyorsun? Hepsi senin sayende gerçekleşti,
takdir et.”

“…Sen… sahiden elimden hiç bir şey gelmez mi sanıyorsun?” Dedi Xie
Lian.

“Eğer bir yolu varsa, o zaman lütfen, seni tutmayayım?” Dedi Yüzü
Olmayan Beyaz.

Xie Lian derin bir nefes aldı, ardından yerdeki siyah kılıcı aldı ve sokaktaki
kalabalığa doğru ilerledi.

Herkes onu iki gündür yerde yatan önceki hanedanın Veliaht Prensi olarak
tanıyordu, hayalet olmayan bir hayalet, tanrı olmayan bir tanrı, insan
olmayan bir insan olarak ve hepsi korkuyla gerilediler.
Xie Lian bağırdı. “HEPİNİZ, OLDUĞUNUZ YERDE KALIN!”

Bir nedenle, şu anda baştan aşağıya çamur ve pislikle kaplanmış olsa da,
tuhaf bir halesi vardı ve herkes sahiden durdu.

“Gökyüzündeki şeyleri gördünüz mü?” Diye sordu Xie Lian.

Kalabalık bilinçsizce başını salladı.

Xie Lian devam etti. “Onlar İnsan Yüzü Hastalığını tetikleyen kindar ruhlar.
Kısa bir süre sonra, İnsan Yüzü Hastalığı bir kez daha yayılacak!”

Bulutların kara denizi sahiden korkutucuydu ve daha fazla ikna edilmeye


gerek kalmadan kalabalık ona inandı, hepsi dehşete düşmüşlerdi.

“İNSAN, İNSAN YÜZÜ HASTALIĞI MI??”

“NEDEN TEKRAR GELDİ?”

“YOKSA SAHİDEN…”

Kimisi tümüyle kendini kaybetmişti, kimisi ise arkasını dönmüş kaçıyordu


ama büyük çoğunluk huzursuz bir tedirginlikle, onun tekrar konuşması için
bekliyordu. Ancak, Xie Lian’ın söyleyecek başka bir şeyi yoktu ve sadece
elindeki kılıcı kavradı ve öne doğru kaldırdı.

Ürpertici silahı kaldırdığı gibi, kalabalık yerinden sıçradı ve hemen


korkuyla birkaç metre gerilediler, ama Xie Lian tekrar bağırdı. “BUNU
ALIN!”

“…” İnsanlar korkuyla soluklarını tuttular. “…Ne?”

Yağmurun altında, Xie Lian kılıcı tutarken karanlık bir sesle konuştu.
“Kılıcı kullanarak beni deldiğiniz sürece, İnsan Yüzü Hastalığından
etkilenmeyeceksiniz.”

“…”

Yüzü Olmayan Beyaz’ın gülümsemesi bir anlığına bocalamış gibiydi.


Kısa bir süre sonra, nispeten sakin bir sesle konuştu. “Veliaht Prens,
delirdin mi?”

İnsanlar da şaşkına dönmüşlerdi.

“Ne… Ne diyorsun sen?”

“O delirmiş mi?”

“Kılıcı alıp ona mı saplayalım? Sahiden mi? Onun aklından neler geçiyor?”

Kalabalık konuşup durdu ve aniden Yüzü Olmayan Beyaz’dan kahkahalar


yükseldi.

“Aklını mı kaybettin yoksa yüz kılıç tarafından deşilmenin tadı damağında


mı kaldı? Hayır, bu kez, korkarım milyonlarca kılıcın nüfuzu söz konusu
olacak. Gözlerini aç ve gökyüzüne bak!”

Aniden gülmeyi kesti ve gökyüzünü işaret ederek konuştu. “Kindar ruhlar


tüm Yong An’ı sardılar!

Bunun anlamı da eğer ‘sıradan insanları kurtarmak’ istiyorsan, bütün Yong


An’ın sana kılıç saplamasına izin vermen gerek demek, ve bir gün
içerisinde senden geriye sadece bir et yığını kalması! Bu aptal yönteminin
cennete karşı gelmen ve yağmur yağdırmandan ne farkı var? Herkesi
kurtarabileceğini mi sanıyorsun?”

Xie Lian ona sırtını döndü. “Eğer bir gün yetmezse, o zaman bir ay sürer;
eğer bir ay yetmezse o zaman iki ay, üç ay sürer! Eğer on bin kişiyi
kurtaramazsam, o zaman bin kişiyi kurtarırım; eğer bin kişiyi
kurtaramazsam; o zaman sadece yüz kişiyi, SADECE ON, SADECE TEK
BİR KİŞİ BİLE OLSA KURTARIRIM!!!”

Yüzü Olmayan Beyaz öfkeyle haykırdı. “NEDEN???”

Xie Lian kılıcı her iki eliyle kaldırdı ve yüksek sesle gürledi. “NEDENİ
YOK! SADECE İSTİYORUM!!! SANA SÖYLESEM BİLE…” Başını
hafifçe geriye çevirdi. “SENİN GİBİ İŞE YARAMAZ BİR PİSLİK ASLA
ANLAYAMAZ.”
“…”

Küçümsemesi çok belirgindi ve çok derine işlemişti, Yüzü Olmayan Beyaz


farkında olmadan sesini yükseltti. “Sen, bana ne dedin?”

Xie Lian onu boş verdi ve sakince kalabalığa döndü. “Sadece bir kez
saplamanız yeter ve her şey yoluna girecek. Ölmeyeceğim, geçen iki günde
kendi gözlerinizle gördünüz. Ancak herkes sadece bir kez deneyebilirsiniz,
oyalanmak yok, ve hepiniz beni dinlemek zorundasınız. Eğer içinizden bir
şeyler denemeye kalkışan olursa, kafanızı uçururum. Sözüme inanın, tek
elimle yüzlercenizin kafasını ezebilirim.”

Yüzü Olmayan Beyaz kuşkuluydu. “Sen, kendi krallığına felaket getiren işe
yaramaz pislik, bana işe yaramaz pislik demeye nasıl cüret edersin?”

Kimse Xie Lian’ın elindeki kılıcı almaya cesaret edemiyordu, ama kaçmaya
da korkuyorlardı.

Görmezden gelinen Yüzü Olmayan Beyaz gittikçe daha da öfkeleniyordu.

Soğuk bir şekilde konuştu. “…Pekala. O zaman oturup inadının seni yok
edişini izleyeceğim. Ancak, sonunda ne olursa olsun, unutma bunu kendin
istedin. Umarım sonunda parçalanıp, pişmanlıktan ağlayarak bana
gelmezsin.”

Bir ileri bir geri itilip kakılan gökyüzündeki siyah bulutlar gittikçe
kalınlaşıyor ve daha da ağırlaşıyordu, çökecek gibi görünüyorlardı ve
sayısız insan yüzünün kulak tırmalayıcı haykırışları hemen kulaklarındaydı.
En sonunda artık dayanamayacak kadar korkmuş bir baba ve çocuğu
gelerek kılıcı aldı.

“Ben, ben Xiao Bao’yla birlikte deneyeceğim…”

Kenardaki insanlar hala tereddüt ediyorlardı ve onu görünce şaşkınlıkla


haykırdılar. “Sahiden yapacak mısın??”

Baba da tereddüt ediyordu ama kendisini zorladı ve cesur bir şekilde


konuştu. “Ama, ama sahiden ölecekmiş gibi durmuyor! Özür dilerim,
dostum, sahiden özür dilerim! Benim Xiao Bao’m…”

Elini kaldırdı ve kolundaki küçük çocuğun gözlerini kapattı, çocuğun siyah


kılıcı tutmasına izin vermişti.

Yüzü Olmayan Beyaz araya girmedi ve sadece kenardan dalga geçercesine


güldü. Xie Lian hafifçe yumruklarını sıktı, bir an sonra acının saldırmasını
bekliyordu, içinden sürekli kendisine tekrar ediyordu: Sorun değil.
Defalarca acı çektim zaten, kısa bir süre sonra alışırım.

Ancak beklenmedik bir şekilde tam kara kılıç karnını delmek üzereyken,
birisi tarafında gürültüyle yere düşürüldü.

Xie Lian beklediği işkence verici acıyı duymamıştı, onun yerine yüksek ve
net bir. “YAPAMAZSIN!!”

sesi vardı.

“…”

Bakmak için başını hızla çevirdi. Siyah kılıcı düşüren kişi küçük su
satıcısıydı!

Küçük tüccar kalabalığın arasındaydı ve daha fazla izlemeye dayanamadığı


için öne çıkmıştı. “Bence, bu hiçte hoş bir görüntü değil. Karnındaki lekeyi
hepiniz görmüyor musunuz? Hepsi kan. Sahiden ölmez mi? Eğer
ölmeyecekse bile, yine de kanamayacak mı?”

Baba acınası yüzünü buruşturdu. “Ama… ama…”

Su tüccarının karısı kalabalıkta gizlice onu tekrar dürttü, ama küçük tüccar
ona döndü ve susturarak azarladı. “Bana dirsek atmayı kes, eğer bir sorunun
varsa sonra konuşabiliriz!” Ardından arkasını döndü. “Ayrıca, eğer onu
bıçaklarsak bile hastalıktan sahiden etkilenip etkilenmeyeceğimizi
bilmiyoruz, ne diye körlemesine adamı bıçaklıyoruz?”

Baba gökyüzünü işaret etti. “Ama, çok az kaldı…”


Tam bu sırada, kollarındaki küçük çocuk ağlamaya başladı ve küçük tüccar
hemen işaret etti. “Bak, bak! Çocuğuna insanları bıçaklatman onun
ağlamasına neden oldu!”

Sahiden de küçük çocuk gürültüyle ağlıyordu ve siyah kılıcı yere atmıştı.


Muhtemelen babasının ne düşündüğünü bilmiyordu ama yine de korkmuştu.
Bu da, babasının aklındaki tüm düşünceleri öldürmüştü ve oğlunu tutarak
kalabalığın arasına geriledi. Denemeye hazır olanlar vardı, ama ilk öne
çıkan kişinin durdurulup geri döndüğünü görünce, onlar da artık
cesaretlerini yitirmişlerdi, bu nedenle kalabalıkta bağırmaya başladılar.

“Onun ne dediğini duydunuz mu? İnsan Yüzü Salgını gelmek üzere! O


Talihsizlik Tanrısı, bu işi başımıza o açtı!”

Ancak küçük tüccar karşı çıktı. “O Talihsizlik Tanrısı olsa bile, böyle bir
şeyi kendi isteğiyle yapamaz.”

Konuşmaya devam ettikçe ve insanları kızdırmaya başlamıştı. “KENDİSİ


GÖNÜLLÜYKEN, SENİN

SORUNUN NE? HEPİMİZİN ÖLÜP GİTMESİNİ Mİ İSTİYORSUN???”

“Sen sadece suyunu satmaya çalış. İnsanlara para üstünü eksik verip
duruyorsun, şimdi ne diye öne çıktın…”

Su tüccarının karısı ona dirsek atmaya devam ediyordu ama bu sözleri


duyduğu anda patladı, yüzü kıpkırmızıydı. “ANASINI SİKTİMİNİN
YALANCISI, KİM EKSİK PARA ÜSTÜ VERİYORMUŞ?? ÖNE ÇIK DA
YİYORSA YÜZÜME KARŞI SÖYLE!”

Diğer adam hemen büzüşmüştü. Küçük tüccarda sinirlenmişti ama kısa bir
süre sonra kendisini sertleştirdi. “BEN DİYORUM Kİ! Gönüllü olup
olmaması ona kalmış, bizim ne yapıp ne yapmayacağımız ise bize! Bir kılıç
alıp birisine saplamaktan bahsediyoruz! Eğer o iki günde ona bir parça su
vermiş

olsaydım, belki deneyebilirdim, ama… yapmadım! Kim yaptı ki? Her


şekilde… ben kendimden utanıyorum!”
Çevirmen: Nynaeve

Bölüm 198: Cehennemdeki Adam Yağmur Altında Bambu Bir Şapka


Alıyor Sözleri söylediği anda, tüm kalabalık sessizleşmişti, çünkü
yaralarına tuz basmıştı. Geçen iki gün boyunca, Xie Lian’a yardım eden tek
bir kişi bile olmamıştı. Bu su tüccarı ise en azından istemişti, sadece karar
verememişti, ama diğerleri ona doğru tek bir bakış bile atmamışlardı!

Birisi homurdandı. “O zaman şimdi ne yapacağız? Eğer bunu yapmazsak, o


zaman neden başka bir yol bulmuyoruz??”

Kalabalık tekrar kızışmaya başlamıştı, bazıları kendilerini öne atmaya bile


çalışıyordu, ve tam bu sırada başka bir ses vahşice yükseldi.

“BU CURCUNAYI KİM ÇIKARTIYOR? ERKEK OLAN ÖNE ÇIKSIN,


BU ATANIN BİR BIÇAĞI VAR!”

Başlarını kaldırdıkları zaman, Xie Lian gökyüzünden ilk düştüğü gün kılıcı
çekmek isteyen tombul aşçıyı gördüler. Bir şey onu kışkırtmış gibiydi ve
kükredi. “Bu küçük dostum haklı! Eğer geçen gün beni bir sürü kişi
tutmasaydı, neredeyse o kılıcı çıkartıyordum! Ve şimdi, nasıl ben daha
kımıldamadan, hepiniz bağrışmaya başladınız? ZAVALLILAR! Buna değer
misiniz sanıyorsunuz? Gerçi, her gün bu kadar utanmaz insanı bir arada
görmüyorum!”

Aşçı iri bir adamdı, sesi yüksek ve netti, ve öfkesinin doruğunda elinde bir
kasap bıçağıyla, mutfağından yeni çıkmış gibi görünüyordu. En yüksek
sesle şikayet edenler anında suspus olmuşlardı.

Birkaç gün önce neler yaşandığını bilmeyenler de vardı ve bir süre


sorguladıktan sonra, hepsi şok olmuşlardı.

“Olamaz? Kimse yardım etmeye çalışmadı mı?”

“Evet, iki gün boyunca onu öyleye yatmaya mı bıraktınız? Oturmasına falan
bile yardım etmediniz mi?”
Konuştukça, diğerleri daha da utanıyorlardı ve karşı çıktılar. “Siz olsanız
yardım edermişsiniz gibi konuşmayın, her şey olup bittikten sonra tatlı
lafları herkes eder. Unutmayın, yukarıdaki hayaletimsi şeyler bir kez
indiğinde, hiç birimizin kaçacak yeri olmayacak!”

“Heh, o zaman haberin olsun, eğer ben orada olsaydım, kesinlikle kılıcı
çekip çıkartırdım!”

“Elbette, her şey olup bittikten sonra böyle konuşması kolay…”

“DURUN! Ne diye kavga ediyorsunuz? Kılıcı çekip çekmemek artık


problem değil!”

Onlar tartışırken her iki taraftan gürültülü ve azılı sesler yükseliyordu, bir
kavga patlak vermek üzereydi ve yağmur da yavaşça dinmişti. Ancak, siyah
bulutlar gittikçe yoğunlaşıyordu, baskı o kadar güçlüydü ki, aşağıdaki
yüzlerce insanı boğmak üzereydi. Aniden, kalabalıktan bir çığlık yükseldi
ve pek çok parmak gökyüzünü işaret etti.

“GELİYOR!!!”

Xie Lian da başını kaldırdı. Siyah bulutlarda dönüp duran insan yüzleri
aniden çalkalanmaya başlamışlardı ve kayan siyah yıldızlar gibi arkalarında
uzun ‘kuyruk’larını sürükleyerek hızla aşağıya düşüyorlardı.

İnsan Yüzü Hastalığı geliyordu!

Kalabalık taş kesilmiş, benliklerini kaybetmişlerdi; kimisi kaçtı, kimisi


saklanmak için evine gitti ve aynı zamanda da siyah kılıcı tutmak için
geride kalanlar da vardı. Ancak yere atılan siyah kılıç kim bilir ne zamandır
kayıptı ve elleri boş dönmüşlerdi.

Xie Lian öncesinde insanları tepkisi nedeniyle şok olmuş ve ancak şimdi
bunu fark ediyordu. Haykırdı.

“Kılıç nerede? KİM ALDI??”

Kimsenin cevap verecek vakti yoktu, sonuçta her yöne kaçışmaya


başlamışlardı. Ancak düşmekte olan kindar ruhlardan nasıl daha hızlı
hareket edebilirlerdi? Kısa bir süre sonra her yerden yaşayanların
haykırışları ve çığlıkları yükseldi, ve kindar ruhların ulumaları!

Kindar ruhlar yaşayanlara yetiştikten sonra, kalın siyah bir duman gibi
süzülüyor, pes etmez ve yapışkan bir halde her bir delikten sızıyor, yavaşça
onların bedenlerine karışıyordu. Xie Lian onları uzaklaştırmak için
durmadan savaştı, ama çok fazlaydılar, ve tek başına hepsiyle mücadele
edemezdi.

Hayaletler tarafından kovalanırken önündeki sayısız kişinin ağlamasını ve


haykırışlarını çaresiz bir şekilde izledi, küçük tüccar ve karısı, ve tombul
aşçı da yere yatmış siyah duman karmaşasıyla boğuşuyordu. Tüm bu zaman
boyunca Yüzü Olmayan Beyaz yanında durmuş, durmadan alay ediyor ve
her şeyi izliyordu.

Xie Lian hem öfkeli hem endişeliydi, ve kalbini sertleştirerek, kindar


ruhlarla en çok dolu olan yere kükredi. “HEY –!”

Onların uyanışındaki deha oydu sonuçta, ve onun çağrısını yaratıklar doğal


olarak fark etmişlerdi. Xie Lian kollarını ardına dek açtı.

“BANA GELİN!”

Çoktan yaşayanlarla sarılmış kindar ruhlar tereddüt ettiler, gidip gitmemek


konusunda kararsızlardı, ama hala havada duran kindar ruhlar hemen yön
değiştirerek doğrudan Xie Lian’a uçtular.

Başarılı!

Xie Lian’ın kalbi o kadar hızlı çarpıyordu ki duracak gibiydi. Neler


olacağını, kendisinin başına ne geleceğini de bilmiyordu. Ama beynine
hücum eden bütün kanıyla elinden gelen her şeyi yaptı.

İntikamla yansa, her yeri morarana dek dayak yese bile yine de geri
çekilmeyeceğini hissediyordu; eğer yüz binlerce ölünün ruhu daha gelse,
yine de yenilmeyecekti!

Kendime acımamı ve kendimi yok etmemi mi izlemek istiyorsun?


EH, YAPMAYACAĞIM!!!

ASLA YAPMAYACAĞIM!!!

Yerden göklere dek her yeri sarmış olan siyah gelgit Xie Lian’ı sardı ve
kindar ruhlar bedenine girerken inlediler. Bir anda, Xie Lian sanki tüm
bedeni donmuş gibi hissetti ve titredi. Kısa bir süre sonra bir ikincisi geldi,
sonra bir üçüncüsü…

Yaratıklar keskin haleleriyle bıçaklar gibiydiler, onu deliyor, bedenine


geçiyorlardı ve her seferinde ondan geriye kalan bir parça sıcaklığı
götürüyorlardı ve Xie Lian’ın yüzü gittikçe soluyordu. Yine de kararlılığını
korudu ve geri çekilmedi.

Daha sadece birkaç yüz tanesi gelmişti, sadece kısa bir süreliğine durmuştu
ve çok daha fazlası gelecekti. Tüm gökyüzünü kaplayan siyah bulutların
hepsi onlardı!

Xie Lian gözlerini kapattı, kindar ruhların yanan öfkesini kendi gücüyle
almaya hazırdı. Ancak beklenmedik bir şekilde, bir sonraki kindar ruhlar
hiç gelmedi. Kafası karışmış bir halde gözlerini açtı ve şaşırarak,
etrafındaki siyah gelgitin yok olduğunu fark etti.

Hepsi siyah bir maddeye bürünmüşlerdi zaten ve şimdi başka bir yöne
doğru emiliyorlardı!

Donakalan Xie Lian başını kaldırarak baktı. Uzun caddenin sonunda siyah
cübbeli bir savaşçı duruyordu ve elinde uzun siyah kılıç vardı.

Wuming?

Xie Lian ona İnsan Yüzü Hastalığını yaymadan önce gitmesini emretmişti,
burada şimdi ne işi vardı?

Xie Lian neler olduğunu veya siyah cübbeli savaşçının burada ne yaptığını
anlayamıyordu, ama bir an donakaldıktan sonra hemen ona doğru koştu.
Bağırdı. “BEKLE! NE YAPIYORSUN? ONA DOKUNMA!

KILICI BANA GERİ VER!”


Siyah cübbeli savaşçı sesini duymuş gibiydi ve hafifçe başını kaldırdı. Xie
Lian onun gerçek yüzünü göremiyordu, tek gördüğü maskedeki çizili
gülümsemeydi. Ancak, içinde tuhaf bir his vardı.

Siyah cübbeli savaşçının maskesinin altında sahiden de gülümsediğini


hissediyordu.

Ancak, geçici bir histi. Ezici kara işkence ve çığlık atan gelgit bir araya
gelerek bir fırtına yaratmıştı ve toplanıyorlardı, siyah cübbeli savaşçıyı bir
anda yutmuşlardı.

O anda, Xie Lian içini parçalayan, kanını donduran bir çığlık duydu.

Bu sesi daha önce duyduğunu hissediyordu. Bu sesi daha önce duymuş


olmalıydı!

Acı verici. O kadar acı vericiydi ki, sanki aynı ıstırabı çekiyorlardı; o kadar
acı vericiydi ki, ölümden beter bir kaderdi; o kadar acı vericiydi ki, hem
kalbi hem bedeni eziliyormuş gibi hissediyordu; o kadar acı vericiydi ki,
dizlerinin üzerine çöktü, başına sarılarak o da bağırmaya başladı.

“AAAAAAAAAAHHHHHHHHHHHHHH!!!!!!”

Kalbindeki ıstırap verici acı patlaması geldiği hızla kaybolmuştu ve


bilinmeyen bir süre geçtikten sonra, etrafını yavaşça bir sessizlik kapladı.
Xie Lian da yavaş yavaş başına sardığı ellerini indirdi.

Sersemlemiş bir halde başını kaldırdı ve etrafına baktı. Etrafı insanlarla


kaplanmıştı, çoğu bilincini kaybetmişti. Ama onları saran kindar ruhlar yok
olmuşlardı.

Sahne aklını karıştırdı. İnsan Yüzü Hastalığına ne olmuştu? Kindar ruhlar


nereye gitmişti? Kendisine ne olmuştu?

Kara işkenceden geriye de hiçbir iz kalmamıştı. Siyah cübbeli isimsiz


hayaletin durduğu yeri tek hatırlatan şey yere düşmüş siyah kılıçtı. Ve,
kılıcın hemen ucunda, küçük beyaz bir çiçek vardı.

Xie Lian tökezleyerek ayağa kalktı ve oraya gitti, çiçeği ve kılıcı aldı.
Yüzüne dokundu, kollarına baktı ve vücudunda farklı hissettiren hiçbir yer
bulamadı, güçlü bir laneti üstlendiğini gösteren hiçbir şey yoktu. Şaşkın bir
halde dururken, aniden arkasından bir ses yükseldi.

Yumuşak bir şekilde. “Ah.” Dedi.

Xie Lian arkasını döndü ve Yüzü Olmayan Beyaz’ı gördü, kollarını


bağlamış ve ellerini kol yenlerine gizlemişti, geniş kol yenleri rüzgarda
dans ediyordu.

Xie Lian henüz neler olduğunu kavrayamamıştı ama içine kötü bir his
doğdu.

Yüzü Olmayan Beyaz ona baktı ve kıkırdamaya başladı. Kötü his gittikçe
güçleniyordu ve Xie Lian kaşlarını çattı.

“Sen neye gülüyorsun?”

Yüzü Olmayan Beyaz karşılığında ona bir soru sordu. “Hala neler olduğunu
anlayamadın mı?”

“Ne?” Diye sordu Xie Lian.

“O hayaleti tanıyor musun?” Diye sordu Yüzü Olmayan Beyaz.

“…Savaş meydanında ölmüş bir, bir ruh.” Xie Lian denedi.

“Evet.” Diye cevapladı Yüzü Olmayan Beyaz. “Ama aynı zamanda, o senin
bu dünyadaki son inananındı. Şimdi ise yok.”

…İnananı mı?

Bu dünyada sahiden ona inanan bir kişi kalmış mıydı?

Xie Lian’ın zorla birkaç kelime söyleyebilmesi için uzun bir zaman
geçmesi gerekmişti.

Kekeleyerek konuştu. “Ne, demek, artık yok?”


Yüzü Olmayan Beyaz tembelce cevapladı. “Ruhu parçalandı.”

Xie Lian bunu kabullenmekte güçlük çekiyordu. “Ruhu nasıl


parçalanabilir??”

“Çünkü laneti senin yerine o aldı. Çağırdığın ölülerin ruhları onu yok etti,
geriye bir parça bile bırakmadılar.” Dedi Yüzü Olmayan Beyaz.

“…”

Çağırdığı ölülerin ruhları mı?

Laneti onun yerine mi almıştı?!

Yüzü Olmayan Beyaz devam etti. “Ah evet, sahi. Ayrıca onunla ilk kez de
karşılaşmıyorsun.”

Xie Lian sersemlemiş bir halde onu izledi. Yüzü Olmayan Beyaz eğlenmişe
benziyordu.

“O hayalet hep seni takip ediyordu. İlk başlarda onun derin bir kin
güttüğünü düşünmüştüm, bu nedenle yakalayarak sorguladım. Cevaplarının
o kadar ilginç olacağını hiç tahmin etmezdim. Hayalet Festivalinde, fener
gecesinde, gezen hayalet alevi ruhu. Hala hatırlıyor musun?”

Xie Lian mırıldandı. “Hayalet Festivali? Fener gecesi? Gezen hayalet alevi
ruhu?”

Yüzü Olmayan Beyaz tembel bir şekilde ipucu verdi. “Bu hayalet,
hayattayken, senin emrinde bir askerdi. Öldükten sonra, ölü ruhu seni takip
etti. Senin için savaşta öldü; sen yüz kılıç tarafından deşilince vahşi bir
hayalete dönüştü; ama yine senin yüzünden, İnsan Yüzü Hastalığının
serbest bırakılmasıyla ruhu paramparça oldu.”

Xie Lian belli belirsiz bir şeyler hatırlar gibiydi ama daha önce bu inananın
yüzünü hiç görmemişti, adını bile bilmiyordu, nasıl hatırlayabilirdi? Ne
kadar hatırlayabilirdi?

“Belki de sahiden burada Ekselanslarına inananlar vardır…”


Evet. Vardı.

Sadece o vardı!

Yüzü Olmayan Beyaz başka bir şeylerde söylemiş gibiydi, ama Xie Lian o
kadar sersemlemişti ki hiçbir şey duymuyordu ta ki, en sonunda Yüzü
Olmayan Beyaz tekrar konuşana dek. “Senin gibi bir tanrı sahiden acınası
ve gülünç. Ve senin inananın olduğuna göre o daha bile acınası ve gülünç,
öyle ki tahayyül edilemez.”

“…”

Öncesinde Xie Lian’la dalga geçerken, Xie Lian hiçbir tepki vermemişti
ama bu yaratığın onun inananını aşağıladığını ve acınası olduğunu
söylediğini duyunca, sanki Xie Lian saplanan bir kılıçla uyandırılmış
gibiydi. Kontrol edilemez bir öfke içinde gürledi.

Öne atıldı ama kolayca tutulmuştu, Yüzü Olmayan Beyaz soğuk bir şekilde
konuştu. “Bana karşı kazanamazsın. Bu gerçeği anlayana dek sana daha kaç
kez söylemem gerekecek?”

Xie Lian en başından beri ona karşı kazanmak istememişti zaten, ve


kazansa da fark etmezdi. Sadece onu yorulana dek dövmek istiyordu.

Öfkeyle haykırdı. “SEN NE BİLİRSİN! NE CÜRETLE ONUNLA ALAY


EDİYORSUN!!!”

Yüzü Olmayan Beyaz cevapladı. “Bir fiyaskonun takipçisiyle neden alay


etmeye cüret edemeyeyim?

Aptalsın ve senin inananın senden daha aptal. Beni dinle! Eğer beni mağlup
etmek istiyorsan, o zaman benim öğretilerime kulak vermelisin. Yoksa,
bana karşı kazanmayı hayal dahi edemezsin!”

Xie Lian elindeki her şeyiyle ona bağırmak istiyordu ama nefes almakta
bile güçlük çekiyordu. Yüzü Olmayan Beyaz elini çevirdi ve açtı, elinde bir
diğer ağlayan-gülen maske belirdi.

“Şimdi, baştan başlayalım!”


Tam maskeyi Xie Lian’ın yüzüne bastırıyordu ki beklenmedik bir şekilde,
tam bu sırada, bir gümbürtü koptu.

Ufukta bir ışık çaktı ve fırtınalar gürledi, ve tuhaf bir ışık bulut
katmanlarının arasında çaktı. Yüzü Olmayan Beyaz tedirgin olmuştu ve
durdu.

“Bu ne? Bir Cennet Musibeti mi?..”

Bir an duraksadıktan sonra, düşünceyi reddetti. “Hayır, değil!”

Değildi.

Bir Cennet Musibetiydi, ama, sadece o değildi!

Bir adamın sesi tüm gökyüzünü doldurdu. “Eğer o sana karşı galip
gelemiyorsa, peki ya ben?”

Xie Lian başını kaldırdı.

Kim bilir ne zamandır, beyaz bir zırh giymiş ve merhametli bir haleyle
parlayan genç bir savaş tanrısı uzun sokağın sonunda duruyordu. Bedenini
ince bir beyaz ruhani ışık sarmıştı ve adım adım ilerlerken elinde bir kılıç
vardı, bu kasvetli, karanlık dünyada ışıktan bir yol açıyordu.

Xie Lian gözleri ardına dek açıldı.

Jun Wu!

Yağmur dinip, gökyüzü açıldıktan sonra, Xie Lian yanmış toprakta oturdu
ve nefesini toplamaya çalıştı.

Jun Wu kılıcını kınına koydu ve yanına geldi. “Xian Le. Aramıza tekrar hoş
geldin.”

Yorgun bir ifadesi vardı, yüzünde hala Yüzü Olmayan Beyaz tarafından
bırakılan kandan izler bulunuyordu. Onlar dışında, Jun Wu’nun her yeri
sayısız yarayla kaplıydı, kimisi büyük kimisi küçüktü.

Aslında ciddi yaralardı, ama Yüzü Olmayan Beyaz’ın yaraları daha


hayatiydi, öyle ki bedeni parçalanmış ve yok olmuştu, ondan geriye sadece
ağlayan-gülen maske kalmıştı.

Onun ‘aramıza tekrar hoş geldin’ dediğini duyunca Xie Lian şaşırmıştı.
Boynuna dokundu ve ancak o zaman lanetli kelepçenin kaybolduğunu fark
etti.

Jun Wu gülümsedi. “Tahmin ettiğim gibi, yanılmıyordum. Geri dönüşün


tahmin ettiğimden çok daha kısa sürdü.”

Xie Lian yavaşça bu bilgiyi sindirdi. Ardından yüzünde küçük bir


gülümseme belirdi, ama acıydı da.

Nefesini topladıktan sonra konuştu. “Lordum, senden bir şey diliyorum.”

“İzin verildi.” Dedi Jun Wu.

“Ne olduğunu sormayacak mısın?” Dedi Xie Lian.

“Her şekilde, Üst Cennete dönüşün için bir hediye isteyeceksin, bu yüzden
de bu benim sana geri dönüş hediyem olabilir.”

Xie Lian’ın dudaklarının ucu kıvrıldı ve ayağa kalktı, doğrudan Jun Wu’nun
gözlerinin içine bakıyordu.

Tüm saygısıyla konuştu. “O zaman, dilerim Lordum beni bir kez daha
ölümlü diyara sürgün eder.”

Bunu duyunca Jun Wu’nun gülümsemesi sordu. “Neden?”

Xie Lian içten bir şekilde açıkladı. “Bir suç işledim. İkinci İnsan Yüzü
Salgınını ben serbest bıraktım. Her ne kadar sonuçları çok ciddiymiş gibi
görünmese de.”

Sonuçta sadece isimsiz bir hayalet yok olmuştu ve belki bu dünyada, o


isimsiz hayaleti kimse umursamıyordu. Bu nedenle de sonuçları çok ciddi
görünmüyor olabilirdi.

Jun Wu yavaşça konuştu. “Eğer hata yaptığını biliyorsan, o zaman sorun


kalmamıştır.”

Ancak Xie Lian başını iki yana salladı. “Bilmek yetmiyor. Eğer bir hata
yaptıysam, o zaman cezasını çeken de ben olmalıydım, ama, ben bir yanlış
yaptım, benim yerime cezalandırılan kişi…”

Başını kaldırdı. “Bu yüzden, ceza olarak, dilerim Lordum bana lanetli bir
kelepçe verir, hayır, iki lanetli kelepçe. Birisi ruhani güçlerimi mühürlemek,
diğeri ise şans ve talihimi yok etmek için.”

Jun Wu hafifçe kaşlarını çattı. “Tüm şans ve talihini yok etmek mi


istiyorsun? O zaman sahiden inanılmaz şanssız olacak ve sahiden
Talihsizlik Tanrısı olmayacak mısın?”

Geçmişte, Xie Lian kendisine Talihsizlik Tanrısı denmesini sahiden çok


umursardı, ve hemen karşılık verirdi, bunu müthiş bir aşağılama olarak
görüyordu. Ancak, artık böyle şeyleri umursamıyordu.

“Eğer Talihsizlik Tanrısı olacaksam, öyle olsun. Ben olmadığımı bildiğim


sürece sorun değil.”

Talihi bir kez kapandıktan sonra, doğal olarak diğer talihsiz insanların
yanına gidecekti, böylece de bir tür kefaret ödeyecekti.

“Oldukça utanç verici olur.” Diye hatırlattı Jun Wu.

“Fark etmez.” Dedi Xie Lian. “Ve dürüst olmam gerekirse, şimdiye kadar…
neredeyse alıştım gibi.”

Her ne kadar alışmak istediği bir şey olmasa da, bir kez alıştıktan sonra,
sahiden artık ona zarar veremezmiş gibi geliyordu.

Jun Wu onu izledi. “Xian Le, anlaman gerek, ruhani güçlerin olmadan, artık
bir tanrı olmayacaksın.”

Xie Lian iç çekti. “Lordum, bunu herkesten daha iyi anlıyorum.”


Bir an duraksadıktan sonra konuştu, biraz utanmış ve biraz da ümitsizdi.
“İnsanlar bir tanrı olduğumu söylüyor ve böylece ruhani güçlerim oluyor.
Ama aslında, ben… sandıkları tanrı değilim ve diledikleri gibi yenilmez
olamam.

“Bir tanrı bu kadar başarısız olabilir mi? Kendi insanlarımı korumayı


diledim, ama cesetleri ıssız köşelere dağıldı; onların intikamını almak
istedim, ama son saniyede durdum ve bu düşünceyi terk ettim. Yüzü
Olmayan Beyaz benim bir ‘fiyasko’ olmam konusunda yanılmıyordu.

“Eğer artık bir tanrı değilsem, o zaman öyle olsun.”

Jun Wu dikkatle ona baktı ve uzun bir süre sonra konuştu. “Xian Le
büyüdün.”

Bu Xie Lian’ın büyüklerinden duyması gereken bir sözdü. Ne yazık ki,


ebeveynlerinin söylemeye fırsatı olmamıştı.

Bir an sonra Jun Wu konuştu. “Seçtiğin yol buysa, o zaman, pekala. Ancak,
seni ölümlü diyara sürmek için bir nedene ihtiyacım var.”

Çocuk oyuncağı gibi bir cennet mensubunu öylece sürgüne gönderemezdi;


cenneti ne sanıyordu?

Bu konuda ise Xie Lian’ın bir fikri vardı ve konuştu. “Lordum, sanki
elimizde kalan her şeyimizle dövüşmemiş gibiyiz?”

Jun Wu hemen ne demek istediğini anlamıştı ve gülümsedi. “Xian Le,


yaralıyım.”

“Ben de öyle.” Dedi Xie Lian. “Öyleyse eşitiz.”

Jun Wu başını salladı. “Öyleyse, seni durduramayacağım.”

Xie Lian gülümsedi, gözleri olasılıkların getirdiği heyecanla parlıyordu.


“Ben de öyle.”


Ekselansları Veliaht Prens bir kez daha sürülmüştü.

Olağanüstü ve muhteşem bir ikinci Cennet Musibetinin ardından, Xian


Le’nin Veliaht Prensi, öfkeli ve zalim bir şekilde cennete geri dönmüş ve
daha beş dakika bile geçmeden Semavi İmparator tarafından bir kez daha
aşağıya atılmıştı. Cennet mensuplarının hiçbiri bu adamın aklından neler
geçtiğini anlayamıyordu???

Ama Xie Lian da diğer cennet mensuplarının ne düşündüğünü


anlayamıyordu.

Sahiden bu kadar mı merak ediyorlardı? Günlerdir onu izliyor, onu izlemek


için ölümlü kılığına giriyor, onu izlemek için hayvan kılığına giriyorlardı,
günlerdir onu takip ediyorlardı! Erişkin bir adamın tuğla taşımasını izlemek
sahiden bu kadar mı ilginçti???

O tam bunları merak ederken, arkasındaki ustabaşı ona bağırdı.

“ÇAYLAK, SEN, EVET SEN, SENİNLE KONUŞUYORUM! İŞİNİN


BAŞINA GERİ DÖN VE TEMBELLİK ETMEYİ

BIRAK!”

Xie Lian aceleyle doğruldu ve yüksek sesle cevap verdi. “AH!”

Ardından eski püskü sukamışından yelpazeyi aldı alevleri yellemeye


başladı. Önünde birkaç tuğlanın üzerine kurulmuş küçük bir ocak vardı ve
ocağın üzerinde pişmekte olan pirinçle fokurdayan bir büyük bir kazan.

Burası toprağı ve çamuru kazdığı bir inşa alanıydı. Ancak, tuğlalar çoktan
taşınmıştı. Çok uzak olmayan bir yerde iki yeni yapılmış tapınak vardı ve
onun şu anki görevi yemek pişirmekti. Yemeği karıştırdı ve karıştırdı, o tam
elinden gelen her şeyi yaparken, iki araba iki büyük ilahi heykeli taşıyarak
geldi. Xie Lian farkında olmadan tencereye bir şeyler atarken, işinin orta
yerinde heykellere gizlice baktı.

İki ilahi heykel, saygın tapınaklarına taşınıyorlardı. Soldaki tapınağın


salonundan kutlama sesleri yükseldi.
“General Xuan Zhen harika! General Xuan Zhen cömert ve nazik!”

Xie Lian konuşamadı.

‘Cömert ve nazik’ kelimeleriyle Mu Qing’i övmek, bu insanların aklı


başında mıydı?

Ama görünüşe göre kendince sebepleri vardı. Sonuçta, herkes Mu Qing’in


Xian Le’nin başkentinde kalan inatçı kindar ruhları temizleyerek
yükseldiğini biliyordu, bu yüzden de ‘cömert ve nazik’

kelimeleri o kadar da mantıksız değildi. Her şekilde, Xian Le’nin eski


başkenti ona minnettardı.

Sağdaki tapınağın salonundan, yenilmeyi reddeden haykırışlar yükseldi ve


onlar da bağırdı.

“General Nan Yang harika! General Nan Yang cesur ve kudretli!”

Xie Lian başını salladı. İşte buna hiçbir itirazı yoktu. Sadece, bu övgü
kadınlarla yüz yüze geldiği zaman pek geçerli olmayabilirdi.

Her iki taraftaki inananlar da tüm güçleriyle bağırıyorlardı, onlar kazanmak


için her şeylerini verirken, Xie Lian’ın kulaklarını sağır edeceklerdi. İç
çekti, düşünmeden alnını ovaladı, neden böyle yapıyorlardı?

Eğer birbirlerinden bu kadar nefret ediyorlarsa, bu sorunlarını birbirlerinin


dibine tapınak kurmayarak çözemezler miydi?

Cevabı ise – elbette hayır’dı! Bu bölge fengshui’yle dolup taşan bir alan
olduğu için, iki cennet mensubunun inananları da böyle enfes bir toprağı
asla birbirlerini görmemek için terk etmeyeceklerdi; elbette diğerinin
inananlarını çalmak ve birbirlerini tiksindirmek için ellerinden geleni
yapacaklardı.

İki tarafın bağırmaktan kavga etmeye geçmeleri çok uzun sürmemişti.


Kenarda, Xie Lian zamanlamalarının oldukça iyi olduğunu düşündü ve
tencereye vurdu, yüksek sesle bağırıyordu.
“MİLLET, KAVGA ETMEYİ BIRAKIN! YEMEK HAZIR!”

Tartışmanın en hararetli yerinde, o kimin umurundaydı? Xie Lian başını iki


yana salladı ve tencereyi açtı ve koku millerce öteden duyuldu. Şimdi
başarmıştı işte. Kalabalık anında durdu ve bağırmaya başladılar.

“…HASİKTİR… BU KOKU NE??”

“KİM BOK PİŞİRİYOR??”

“VE BU ŞEY TENCERE DİBİ GİBİ KOKUYOR?!”

Xie Lian karşı çıktı. “NE! Bu gizli, kıymetli bir kraliyet tarifidir…”

Ustabaşı eliyle burnunu kapatarak yanına geldi, yüzü yeşile dönmüştü ve


haykırdı, ayaklarını yere vuruyordu. “SAÇMALIK, NE GİZLİ, KIYMETLİ
TARİFİ? NE KRALLIĞI?! SEN? DEFOL GİT BURADAN!

İNSANLARI TİKSİNDİRİYORSUN!”

Xie Lian uzlaştı. “Tamam, peki, gidiyorum. Ama, lütfen bana ödemeyi
yapar mısın…”

Ustabaşı öfkeyle haykırdı. “ÖDEMEDEN BAHSETMEYE NASIL CÜRET


EDERSİN?! Neden bana, HAH!

SEN! GELDİĞİNDEN BERİ! NE KADAR ÇOK HASARA YOL


AÇTIN?? HA? Yağmur yağdığı zaman, şimşek çaktığı zaman, hepsi senin
üzerine geliyor! Atlar ateş aldı ÜÇ KEZ! VE ÜÇ KEZ DE
DEVRİLDİLER! Sen Talihsizlik Tanrısı gibisin! VE GELMİŞ BENDEN
ÖDEME İSTİYORSUN! DEFOL GİT BURADAN! EĞER GERİ

GELECEK OLURSAN AĞZINI BURNUNU KIRARIM!”

“Tamam, öyle demene gerek yoktu.” Dedi Xie Lian. “O şeylerin benim için
geldiğini sen de fark etmişsin, ve her seferinde başka kimsenin zarar
görmediğini, bu yüzden bence sadece ödemeden kaçmak istiyorsun?..”
O sözlerini bitiremeden ustabaşı ve birkaç işçi daha tencereden süzülen
kokuya dayanamayarak kaçmaya başladılar, Xie Lian’ı toz duman içinde
bırakmışlardı.

“DURUN??” Diye seslendi Xie Lian.

Etrafına baktı, ve kavga eden iki tarafın da kokudan kaçmış olduğunu


gördü. Xie Lian’ın dili tutulmuştu.

Kendi kendine mırıldandı. “Eğer yemeyecektiyseniz, neden bu kadar büyük


bir kazan kaynattınız? Sırf paranız var diye neden israf ediyorsunuz?”

Başını iki yana sallayan Xie Lian düşünüp taşındı, ardından iki büyük kase
pirinç aldı, birisini Nan Yang Tapınağına diğerini ise Xuan Zhen Tapınağına
sundu. En sonunda her şeyin yerine geldiğini hissederek ellerini birleştirdi,
tümüyle tatmin olmuştu.

Eşyalarını almak için tekrar dışarıya çıktı, yerdeki şilteyi ciddiyetle sardı ve
kılıçla bağlayarak her ikisini de sırtında taşımaya başladı. Bileğine sarılı
olan beyaz ipek sargı gizlice ona sokuldu ve Xie Lian onu okşadı, başındaki
bambu şapkayı düzeltti.

“Tamam. Ödeme. Ben de gösteri yapmaya giderim.”

Hala özel bir numarası vardı sonuçta – göğüste kaya kırma!

Patikadan ilerlerken Xie Lian aniden yolun kenarında küçük, minicik bir
kırmızı çiçek fark etti, oldukça değerliydi. Eğildi ve nazikçe yapraklarına
dokundu, oldukça neşeli hissediyordu.

Onunla konuştu. “Umarım bir gün tekrar karşılaşırız.”

O uzaklaştıktan sonra bile, küçük, minicik kırmızı çiçek hala rüzgarda dans
ediyordu.

Dördüncü Kitabın Sonu

Çevirmen: Nynaeve
Bölüm 199: Dünyanın ve Cennetin Egemeni: İlahi Varlık Ocak'ı Deliyor

Xie Lian soğuk zemine uzandı, yüzünde hala yarı ağlayan yarı gülen maske vardı ve Yüzü
Olmayan Beyaz da hala yanındaydı. Tam olarak kendisi gibi görünen bu görünüşe hayranlık
duyuyor gibi görünüyordu. Maske Xie Lian'ın yüzüne tuhaf bir güçle sıkıca baskı
uyguluyordu ve ne kadar uğraşırsa uğraşsın maskeyi çıkaramıyordu. Yüzü Olmayan Beyaz
"Bırak kalsın. Gücünü anlamsız mücadelelere harcamayı bırak. Ocak'tan çıkmak mı
istiyorsun? Söylediklerimi yaptığın sürece, Ocak'tan çıkabilirsin." dedi.

Xie Lian o yokmuş gibi davranıyordu. Yüzü Olmayan Beyaz, her zaman Xie Lian'ı
aşağılayacak bir fırsat arardı ve asla vazgeçmezdi. İç çekip ekledi, "Biz dünyadaki en güçlü
usta-öğrenci ve en iyi arkadaşlar olabilirdik. Neden bu kadar inatçı olmak zorundasın ki?"

Xie Lian sonunda uğraşmayı bıraktı ve yüzünde bir tiksinti ifadesiyle yanıt verdi, "Sanki
hayatın tüm zorluklarını ve insanların kalplerini görüyormuş gibi bir ses tonu kullanmayı kes.
Ne senin gibi bir öğretmen ne de bir arkadaş istiyorum."

Ondan tiksindiği inkar edilemez derece açıktı, Yüzü Olmayan Beyaz alaycı bir gülümsemeyle
devam etti, "Kalbinde sana rehberlik yapmalarını istediğin kişileri biliyorum, Guoshi ve Jun
Wu. Öyle değil mi?"

Sesi tonu oldukça tuhaftı; küçümseme ve alayla doluydu. Xie Lian onun sorusunu duymazdan
gelerek başka bir şey sormaya karar verdi, "Lang Ying, YongAn'ın ilk Veliaht Prensi miydi?"

Lang Ying, YongAn'dandı ve insan yüzü hastalığına yakalanmıştı. Bu küçük Veliaht Prens,
Xie Lian'ın aklına gelen tek kişiydi.

Yüzü Olmayan Beyaz cevap verdi, "Doğru. O, YongAn Sarayı'nda yendikten sonra cesedini
milyonlarca parçaya böldüğün ve ardından da ateşe verdiğin Veliaht Prens'ti."

YongAn'ın Veliaht Prensi, Lang Ying'in tek yeğeniydi, bu yüzden muhtemelen insan yüzü
hastalığının kalıntıları ona bulaşmıştı.

Xie Lian daha sonra tekrar sordu, "Hastalığı neden başkasına bulaşmadı?"

Yüzü Olmayan Beyaz yanıtladı, "Çünkü YongAn Sarayı'ndaki insanlar ona insan yüzü
hastalığının bulaştığını fark ettiklerinde, başkalarının da hastalanmaması için gizlice bir
yorganla boğulması emri verildi. Fakat o mücadele edip savaşarak oradan kaçtı."
Bu olaydan sonra YongAn, dış dünyaya hem YongAn Kralı'nın hem de Veliaht Prens'in
hastalıktan öldüğünü duyurmuştu. İçeride ne tür çatışmalar olursa olsun, Lang Ying'in başka
bir yeğeni Veliaht Prens olarak ilan edilmişti; bu kişi Lang Qian Qiu'nun atasıydı.

"Onu kandırmayı nasıl başardın?" diye sordu Xie Lian.

"Onu kandırmadım," diye yanıtladı Yüzü Olmayan Beyaz, "Ona böyle bir canavara
dönüşmesinin asıl suçlusunun kim olduğunu ve kendinden bir parçasını vermeyi kabul ederse,
ona intikamını alması için yardım edeceğimi söyledim."

"Buna bir parça mı diyorsun?!" dedi Xie Lian, duyduklarına inanamıyordu, "Tamamını bir
besin gibi yuttun!"

Yüzü Olmayan Beyaz usulca cevap verdi, "Görünüşü yüzünden, ne insan ne de hayalet, hiç
kimse ona samimiyetle davranmazdı, bu yüzden bu dünyada tek başına kalarak acı
çekiyordu."

Aniden Xie Lian, "Ekselansları??" diye seslendi.

"....."

O anda Xie Lian bu yaratığın bu seslenmeye cevap vermek istediğinden emindi, ama o
kendisini tutmuştu.

Bu yüzden Xie Lian tekrar şansını denedi, "Sen. Sen WuYong'un Veliaht Prensi'sin, değil
mi?"

Kelimeler dudaklarından çıkar çıkmaz, Ocak'ın içindeki boğucu sıcaklığın daha da arttığını
hissediyordu.

Xie Lian düştüğünden beri bu soruyu düşünüyordu.

Ceset Yiyen Fareler'in dillerini anlıyor olmasının sebebi, Jun Wu, Yüzü Olmayan Beyaz ve
Guoshi'den birinin anılarını ve duygularını ona aktarmış olmasıydı. Bu da demek oluyordu ki,
üçünden en az bir tanesi WuYong'dan olmalıydı. Jun Wu, WuYong Krallığı'nın çöküşünden
sonra doğmuştu, bu yüzden Guoshi ve Yüzü Olmayan Beyaz baş şüphelilerdi.
Neden Hua Cheng Ocak'tan atılmıştı ki? Bu, yüce olduğu için değildi, çünkü Xie Lian yüce
olan Hayalet Kralların da, tıpkı göksel yetkililerin yükseldikten sonra tekrar bir Cennet
Musibeti ile karşılaşması gibi Ocak'a girebileceklerini doğrulamıştı. Yine de yolun
yarısındayken birden kaybolmuştu. Xie Lian'ın düşünebildiği tek açıklama, Ocak'ın Yüzü
Olmayan Beyaz'ın emrine itaat etmesiydi!

O halde Yüzü Olmayan Beyaz'ın gerçek kimliği kim olabilirdi?

Bir süre sonra karanlığın içinde adeta ölüm sessizliği vardı, Xie Lian kendinden emin bir
şekilde tekrarladı, "Sen WuYong'un Veliaht Prensi'sin."

Sonunda Yüzü Olmayan Beyaz sessizliğini bozmuştu. Xie Lian'a doğru fırladı, avuç içi
keskin ve güçlü bir şekilde patladı ama bu sefer Xie Lian'ın savunma yapma sırasıydı. Atladı
ve kaçarken tekrar sordu, "Ekselansları sana bir sorum var, nasıl oluyor da yüzünü kimseye
göstermiyorsun?"

Yüzü Olmayan Beyaz tiksintiyle cevapladı, "Ekselansları, bana bu şekilde seslenme. Seni
uyarıyorum."

"Sen bana Ekselansları diyorsun, neden ben sana aynı şekilde seslenemiyorum?" dedi Xie
Lian ve azarlayıcı bir tonla devam etti, "Cevap vermeyeceksen ben kendim tahmin yürütmek
zorunda kalacağım. Kimsenin gerçek yüzünü görmesini istememenin sadece iki nedeni
olabilir. Ya tanıdığım birisin ya da tanımadığım birisin, ya gerçek yüzünü gördüğümde kim
olduğunu kolayca anlayabilirim; ya da gerçek görünüşün son derece çirkin, o kadar çirkin ki
kendin bile dayanamıyorsun! Tıpkı..."

İki vızıltı sesinden sonra kolunda keskin bir acı hissetti, Yüzü Olmayan Beyaz onu
yakalamıştı, "Sevgili Veliaht Prens'im, sana biraz fazla yakın davrandım diye benden
korkmana artık gerek olmadığını mı sanıyorsun?

Ses tonu buz gibiydi ve acı çekerken Xie Lian, bilincinin açık kalması için çabalıyordu. Yüzü
Olmayan Beyaz epey öfkeli görünüyordu, kara kılıcı alıp Xie Lian'a doğrulttu, "Bu kılıca
verdiğin isim Fang Xin mi?"

Bu keskin kılıcın boğazına giderek daha da yaklaşmasını gözünü dahi kırpmadan izleyen Xie
Lian'ın ifadesi ciddiyetini koruyordu, "Bunda bir sorun mu var?"
Yüzü Olmayan Beyaz homurdandı, "Nasıl isim verileceğini bilmiyorsun. İyi dinle, bu kılıcın
gerçek ismi 'Zhu Xin'*."

Ç/N: [芳心] Fang Xin anlamı: "Genç Bir Kadının Duyguları"; [誅心] Zhu Xin anlamı:
"İdam etme niyeti" ya da "İdam edilmiş kalp"

Birdenbire Xie Lian'ın gözleri fal taşı gibi açıldı, "KİM VAR ORADA?"

Her nasılsa, Yüzü Olmayan Beyaz arkasına bakma zahmetine bile girmemişti, "Benimle
çocukça numaralar kullanarak mı savaşacaksın?"

Xie Lian'ın zihni allak bullak olmuştu, "Sen...fark etmedin mi?"

"Hiçbir şey yok, fark edilecek ne var ki?" dedi Yüzü Olmayan Beyaz soğuk bir şekilde.

O fark etmemişti ama Xie Lian kesinlikle bir şeyler olduğunu biliyordu.

Daha öncesinde, Fang Xin'in bıçağı alevlerin ışığını yere yansıtıyordu ve bu alev ışığı
üstlerindeki taş duvarın kenarından geçmişti. O esnada Xie Lian bir yüz görmüştü.

Xie Lian gördüklerinde yanılmadığına yemin edebilirdi. Kesinlikle bir insan yüzü görmüştü,
devasa bir insan yüzü!

Yüzü Olmayan Beyaz, Xie Lian'dan daha güçlü olmalıydı ama nasıl bu yüzü fark etmemişti
ki?!

Tabii bu... Yüzü Olmayan Beyaz'dan daha korkutucu bir şey değilse!

Yüz kısa bir anlığına gözüne çarpmıştı ama görüntü hala hafızasındaydı: bu yüzün beş özelliği
vardı ve oldukça... tanıdık görünüyordu. Xie Lian sırtında bir ürperti hissetti, "Bu Ocak'ın
içinde başka bir şey var!"

Lakin, Yüzü Olmayan Beyaz cevap verdi, "Ocak'ın içinde sen ve ben dışında, sadece kayalar
ve lav var."

Xie Lian tam konuşmasını sürdürecekti ki içten içe şöyle düşündü: Bekle... Kayalar mı? Yüz
mü? Tanıdık mı?
Kafasında aniden bir şeyler aydınlandı ve afallayıp kaldı. Xie Lian tam olarak ne gördüğünü
anlamıştı.

Demek öyleydi!

Anladıktan sonra, elleri gizlice sırtının arkasında mühürler oluşturmaya başladı. Yüzü
Olmayan Beyaz onun hareketlerini anında fark etmişti, "Anlamsız. Bunları yapsan bile..."

Ama beklenmedik bir şekilde, cümlesini bitirmeden önce, arkalarından ve üstlerinden büyük
bir kırılma sesi geldi. Aynı anda, kayalar ve toprak bir fırtına gibi aşağı iniyordu!

Yüzü Olmayan Beyaz kendisine doğru bir şeyin geldiğini fark etti ve engellemek için
harekete geçti. Çok hızlıydı, öylesine hızlıydı ki, mükemmel bir şekilde kaçabiliyor olmalıydı.
Ama ne yazık ki gelen bu şey, devasa büyüklüğündeydi.

Bu; kocaman bir eldi ve parmakları yumruk şekline gelip ağır bir şekilde patlamıştı!- Tam da
Yüzü Olmayan Beyaz'ın hemen üstünde!

Bu el, taştan yapılmış dev bir eldi.

Sahiden de çok büyüktü; neredeyse bir malikane büyüklüğündeydi ve yerdeki ateş sadece bu
kısmı aydınlatabiliyordu. Bileğinden sonraki kısım hala karanlıktı.

Kayaların çatırdayan sesinin ortasında, elini çevirdi ve avucunu Xie Lian'a doğru açtı. Devasa
olsa da, parmakları uzun ve inceydi; eklemleri çiçek tutabilecek kadar narindi ve bir kılıca
sahipti. Xie Lian kılıcı ele geçirdi, yerde sürünürken tökezlemesine rağmen avucunun ortasına
atlamayı başardı.

El tam onu yukarı doğru kaldıracaktı ki Xie Lian aniden bir şeyi hatırladı ve bağırdı,
"BEKLE!"

Aşağı atlayıp bambu şapkasını aldıktan sonra yeniden atladı. Kocaman olan bu dev el yukarı
doğru kalkıyordu, ateşten daha uzağa doğru gidiyorlardı. Xie Lian da daha yükseğe
çıktıklarını hissedebiliyordu, elleri bir kez daha mühürler oluşturdu: "BURADAN DIŞARI
ÇIK!"

Bu emirle beraber, onu tutan dev dizlerini bükmüştü ve bir şey için hazırlanıyor gibi bir
pozisyon almıştı. Sonra aniden yanardağın ağzına doğru zıpladı!
GÜM! GÜM! GÜM!

Şiddetli sarsıntıların yanı sıra, Xie Lian son derece bariz bir çatlama sesi duymuştu.

Bu, bu tür şiddetli çarpışmalara dayanamayan ve paramparça olmak üzere olan taş kayaların
sesiydi!

Çok geçmeden, yukarıdan beyaz bir ışık sızdı.

Dışarı çıkmıştı!

Ocak'ın mühürlü üst kısmı kırılmıştı ve girdaplar bükülürken muazzam derecede kör edici bir
beyaz ışık içeri doğru süzülüyordu.

Xie Lian o devin avucunda duruyordu, bir elini kafasındaki bambu şapkaya bastırırken,
diğeriyle yüzüne üfleyen kar fırtınasını engelliyordu. Boğucu sıcak hava tamamen
kaybolduğunda, soğuk havadan derin bir nefes aldı ve bağırdı, "SAN LANG—!!!"

İsminin ilk hecesi hala yankılanıyordu ve bir çift el onu çekip, arkasından kucaklamıştı. Xie
Lian ilk başta kaskatı kesilse de, aşağı baktığında kırmızı kol yenlerini ve gümüş kol zırhını
görünce rahatladı.

Kulaklarının üzerinden derin, hüzünlü bir ses geldi, "...Delirmek üzereydim!"

Bunu duyunca Xie Lian aceleyle arkasına döndü ve yanaklarını avucunun içine alıp onu
sakinleştirmeye çalıştı, "Delirme, delirme...Bak dışarı çıktım!"

Bu kişi Hua Cheng'di. Hua Cheng'in siyah saçları birbirine girmişti, gözleri dalgındı. Xie
Lian'ın ne yaparsa yapsın çıkaramadığı ağlayan-gülen maske onun tarafından bir çırpıda
çıkarılıp, kenara atılmıştı. Xie Lian neden elleriyle Hua Cheng'in yanaklarını tuttuğunu
bilmiyordu. Muhtemelen onu rahatlatmak için farkında olmadan yapmıştı ve ayrıca Hua
Cheng'in yüzünün kar fırtınası tarafından donacağından korktuğu içindi. Sonuçta, kendisi ne
kadar Ocak içinde kaldıysa Hua Cheng de yanardağın ağzında o kadar süre kalmıştı.

Gayet kolayca birlikte içeri girmişlerdi, ama bir tanesi aniden dışarı atılmıştı ve içeride neler
olup bittiğini bilmeden dışarıda bekliyordu, elbette delirmek üzereydi!
Hua Cheng, Xie Lian'a sıkıca sarıldı, ses tonu çaresizliğini yansıtıyordu, "...Ne yaparsam
yapayım Ocak'a giremedim. Kendi başına kaçmak zorunda kaldın! Gerçekten lanet olsun..."

Xie Lian çabucak yanıtladı, "San Lang, sorun değil, sahiden hiç sorun değil! Hem tek başıma
kaçmadım ki!"

Hua Cheng nihayet bir nebze de olsa sakinleşmişti, "Ne? Gege, oradan nasıl çıktın?"

"Ocak'ı yıkarak çıkmama sen yardım ettin," diye cevapladı Xie Lian, "Baksana."

Konuşurken belirli bir noktayı işaret ediyordu, böylece Hua Cheng parmağıyla gösterdiği yere
doğru baktı.

Karın ve rüzgarın ortasında, dağların taşlarından yontulmuş dev bir adam heykeli; sanki
gökyüzünü tutuyormuş ve yeryüzünde duruyormuş gibi belirsiz bir şekilde bakıyordu. Ve o
esnada, ikisi o dev heykelin avucunun ortasında duruyorlardı.

Bu heykelin yüz hatları oldukça yumuşak ve güzeldi; uzun kirpikleri, gözleri, dudakları özel
bir şekilde işlenmişti ve dudaklarının köşeleri hafifçe yukarı doğru kıvrılmıştı. Sanki
gülümsüyormuş gibiydi, sevecen ama anlamsız değildi, ifadesiz ama kaba değildi. Bu,
şefkatin ve güzelliğin yüzüydü.

一Bu, Xie Lian'ın yüzüydü!

Xie Lian, yüzüne bakmak için başını kaldırdı ve usulca dedi ki, "Bana bahsettiğin şey bu mu
? Yaptığın en iyi ilahi heykel?"

"..."

Hua Cheng de heykele baktı ve gözleri Xie Lian'a geri dönmeden önce uzun bir süre geçti,
"Mn."

Bu devasa taş heykel Hua Cheng Ocak'ın içinde sıkışıp kaldığında ve şiddetli acılara maruz
kaldığında yapılmış olmalıydı.

Yüzyıllar boyunca, her zaman Tonglu'nun en derin karanlığının içinde gizlenmişti ve hatta bir
kısmı hala sarmaşıklarla kaplıydı. Ocak, oradaki en doğal ve tehlikeli mağaraydı ve bu heykel
o muhteşem mağaranın tek tanrısıydı.
Heykel, Ocak ile aynı malzemeden yapılmış bir gövdeye sahipti. Aksi takdirde, sıradan
kayalardan yontulmuş ilahi bir heykel olsaydı, Ocak'tan dışarı asla çıkamazdı ve orada
parçalara ayrılırdı. Ve eğer Xie Lian orada olmasaydı ya da aşağı atlamadan önce Hua Cheng
ona yeterli miktarda ruhsal güç vermemiş olsaydı, Xie Lian bu ilahi heykele seslenerek
hareket ettiremezdi.

Xie Lian Hua Cheng'e doğru döndü, "San Lang, sonuçta dışarı çıktım. Birlikte üstesinden
geldik."

Çevirmen: Maria
Bölüm 200: Dünyanın ve Cennetin Egemeni: İlahi Varlık Ocak'ı Deliyor 2

Tam o sırada, ikisi aniden aynı anda bir sarsıntı dalgası hissetti ve her ikisinin de yüzündeki
gülümseme ifadeleri kayboldu, yerini gerginlik aldı. Xie Lian merak ediyordu, "Neler oluyor?
Titreyen bu ilahi heykel mi? Çökmeyecek, değil mi?"

Ocak'ın tepesinde milyonlarca ton ağırlığında kötülükle dolu taşlar vardı ve bu heykel girişi
kırdığı için parçalanırsa, gerçekten de kendini çok kötü hissederdi.

"Endişelenme, sorun yok. Sarsılan şey dağ." dedi Hua Cheng.

Sahiden de altlarındaki yoğun kar tabakası bir anda çökmüştü ve dağın bazı kısımları ortaya
çıkmıştı. Görünüşe göre bir şey Ocak'ı kırmak üzereydi.

Hua Cheng, Xie Lian'ın önünde durup onu korurken Xie Lian bir yorumda bulundu, "O Yüzü
Olmayan Beyaz."

Tabii ki bu ilahi heykelin Yüzü Olmayan Beyaz'ı öldürmüş olduğuna inanmıyordu; en fazla o
yaratığın birkaç adım sendelemesine neden olabilirdi, o kadar. Bu yüzden Xie Lian oldukça
tedbirli davranıyordu. Lakin, bir süre sonra sıcak ve kavurucu bir havanın yüzlerine
vurduğunu hissettiler.

Yanardağın ağzına doğru bir alevli hava patladı ve kükürt kokusu etrafa yayıldı. Xie Lian
içgüdüsel olarak tehlikenin yaklaştığını hissediyordu, Hua Cheng o sırada seslendi: "Gege,
git!"

Xie Lian bir el mührü oluşturdu, kısa bir süre sonra Hua Cheng ile beraber o dev ilahi
heykelin bileğine atladılar ve kolundan yukarı doğru koştular, ardından omzunda durdular.
İlahi heykel onun emrine itaat ederek, yuvarlanan kar birikintisiyle beraber devasa bir adım
attı. Bir adımı birkaç mil civarındaydı ve karlar vücuduna doğru çarpıyordu. Her ne kadar
bedeni bir milyon tonluk olsa da, iki kolunu da açtığı için dengesini sağlayabiliyordu. Fakat
daha sadece dağın yarısına kadar kaymışlardı ki; dağ sarsılmaya başladı ve bu sebeple ilahi
heykel de sendeledi. Xie Lian ve Hua Cheng yukarı doğru baktılar, devasa bir gümbürtü
duydular. Ocak'ın zirvesinde, kapkara bir duman bloğu patlayıvermişti!

Bu devasa ses, kıyamet dumanıyla beraber hem göğü hem de yeri sarstı; Xie Lian tamamen
şaşkına dönmüştü. Göz açıp kapayıncaya dek tüm gökyüzünü yoğun kara duman bulutları
tarafından çepeçevre sarıldı. Güneşi gizleyen bu kara bulutların içinde sayısız insan yüzü,
kolları, bacakları ve diğer uzuvları dolaşıyordu; son derece dehşet verici bir görüntüydü. Xie
Lian yüzlerce yıl önce böyle bir sahneye tanık olmuştu ve şimdi sanki tarih tekerrür ediyordu!

Xie Lian'ın ağzı açık kalmıştı, "Bu???"

Hua Cheng ciddi bir şekilde cevap verdi, "WuYong Krallığı'ndaki ölülerin ruhları."

Öyle görünüyordu ki, WuYong Krallığı'nda yanardağın patlamasıyla diri diri gömülmüş olan
herkes oradaydı.

Aniden, Hua Cheng uyardı, "Gege, aşağıda, yaklaşık on metre uzaklıkta!"

Bu kelimeler ağzından çıkar çıkmaz Xie Lian ilahi dev heykelin sağ elini yönlendirdi.

Karda yaklaşık on metre aşağıda, bu beyaz alanda, beyaz giyinmiş bir adam figürü vardı; o
kişi Yüzü Olmayan Beyaz'dı. Karla bütünleşmiş gibi görünüyordu, ama yine de onların
gözlerini kandıramamıştı. Ağır, kalın kar katmanları dev bir beyaz tsunami gibi patladı, ancak
hedefine ulaşmadı.

Karanlığın içindeyken oraya düştüğü için, doğal olarak Yüzü Olmayan Beyaz kendini
hazırlamaya vakit bulmuştu. Beyaz bir figür aniden parladı ve kaşla göz arasında devin
dizinde belirdi. İlahi dev heykel tereddüt dahi etmeden kendi diz kapağına yumruğunu
savurdu. Yumruk dizine inmeden önce Xie Lian muazzam bir güç sarf ederek ona engel
olmayı başardı, " Ah, ucuz atlattık!'

Ocak'ın mühürlenmiş olan zirvesi taş heykel tarafından kırılmıştı. Yani Xie Lian eğer
heykelin kendi dizine vurmasına müsaade etseydi, gücünü kontrol edemeyeceği için heykelin
bir uzvu kırılabilirdi. Belki de Yüzü Olmayan Beyaz oraya kasten atlamıştı. Xie Lian heykeli
durdurmaktayken, diğer tarafta Hua Cheng usulca uzun ince gümüş kılıcını çıkarmaktaydı.

Ardından Yüzü Olmayan Beyaz'a emretti, "Defol git!"

Yüzü Olmayan Beyaz onlara doğru bir bakış attı.

Hua Cheng soğukça bir kez daha kükredi, "O pis ellerini ilahi heykelden çek."

Birdenbire Xie Lian, "SAN LANG!!!" diye haykırdı.


Ocak'ın tepesine işaret etti. Bu kara duman bloğunun arkasında dışarı doğru püsküren bir şey
vardı. Kızıl ve altın renginde bir şey; akan ve yanan.

LAV!!!

Bu kızıl-altın renkli lav yuvarlandı ve kara dumanla karışarak gökyüzünü ve dünyayı sardı;
ardından Ocak'ın zirvesinden aşağı doğru akmaya başladı. Bunu fırsat bilen Yüzü Olmayan
Beyaz ansızın sıçradı ve gözden kayboldu.

Xie Lian onun peşine düşme niyetinde değildi, "KOŞ!"

Devasa ilahi heykel onun emrini duydu ve büyük adımlarla koşmaya başladı, DONG! DONG!
DONG! Gürültülü bir şekilde Ocak'tan aşağı atladı ve dağın eteklerinde ayaklarının üzerinde
düz bir şekilde yere indi. Yeryüzü kaydı, dağ sarsıldı.

Gelgelelim dev heykel her ne kadar hızlı olsa da, lavlar ve dumanlar en az onun kadar hızlıydı
ve adeta hemen yanı başındaydı. Yere indikten sonra, Xie Lian hiç vakit kaybetmeden ilahi
heykeli onları taşırken koşmaya devam etmesi için yönlendirdi. Koşarken, Xie Lian nedense
hızının yavaşladığını fark etti. Korku ve şaşkınlık hissederken, Xie Lian aniden vücudunun
durakladığını hissetti; akabinde ilahi heykelle birlikte aşağı doğru düşmeye başladı. Aslına
bakılırsa, ilahi heykel onun emrine itaat etmeyi bırakmıştı ve bir dizini yere koyarak
duraksamıştı.

Diz çöktükten sonra, vücudu da fiziksel olarak tükenmiş ve bayılmak üzereymiş gibi yavaşça
öne doğru düşmeye başlamıştı. Xie Lian'ın kalbi ağzında atıyordu.

Olamaz!! Heykel yere yığılacaktı!

Ve o lavla karışık kara duman da neredeyse onlara yetişmek üzereydi!

Tam o sırada Xie Lian belinin etrafını bir şeyin sıktığını hissetti. Basit bir çekişle Hua
Cheng'in bir eli, onun beline sarılmıştı. Diğer eli çenesini hafifçe yukarı kaldırmış ve soğuk
dudaklarını ona doğru bastırmıştı.

"..."
Serinletici bir hava akışının tüm vücuduna yayılmasıyla, Xie Lian'ın gözleri açıldı. Bu his
bütün uzuvlarına doğru akıyordu, ölü birini tekrar canlandırabilecek gibiydi. Öpücük çok
kısaydı, daha sonra Hua Cheng dudaklarını ayırdı: "Gege, tekrar ayağa kalkmayı dene!"

Xie Lian hemen dışarı çıktı ve el mühürlerini yeniden şekillendirdi, taş heykel yere düz bir
şekilde düşmeden önce, kolları zorla uzandı ve kendini yerden destekledi.

Çok geçmeden ilahi dev heykel tekrar ayağa kalktı!

Görünen o ki, bu devasa taş heykel fiziksel olarak tükenmiş gibi görünmüyordu; sahiden de
fiziksel olarak bitkin düşmüştü. Böyle bir ilahi heykeli kontrol edebilmek için çok fazla ruhsal
güç sarf etmesi gerekiyordu ve Hua Cheng'in daha önce ona ödünç verdiği ruhsal güçler
çoktan suyunu çekmişti. O yüzden doğal olarak yavaşlamış ve çökmek üzereymiş gibi
sallanmıştı. Şu anda yeni güçler yüklendiği için tekrar "canlı" hale gelmişti. Bu sefer
öncekinden daha hızlı koşuyordu ve hareketleri daha çevikti.

Lakin Hua Cheng, "Gege, daha hızlı ilerle!" diye seslendi.

Xie Lian da daha hızlı ilerlemek istiyordu, ama aynı zamanda bu kontrol büyüsünün çok fazla
ruhsal güç tüketmesinden de korkuyordu. Tereddütle yanıtladı, "Daha hızlı gidersek
dayanabilecek mi? Ya ruhsal güçleri tamamen tükenirse??"

Fakat kulağının hemen yanında Hua Cheng'in kendinden emin sesini işitti, "Tükenmeyecek,
sen yalnızca ilerlemeye odaklan! Sakın korkma, ben yanındayım!"

Hua Cheng arkasında duruyordu ve belinden sıkı sıkı tutuyordu ama tek bir kişi yanındayken
bile dünya tamamen arkasındaymış gibi hissediyordu. Xie Lian derin bir nefes aldı ve
gözlerini kapadı.

"Pekala."

Ardından kollarını öne doğru uzattı, sahip olduğu tüm ruhsal güçleri serbest bırakarak, en
güçlü el mühürlerini oluşturdu, "―KOŞ!"

GÜM! GÜM! GÜM! GÜM!

Bu dev ilahi heykel çılgınca koşuyordu ve her adımı birkaç mil uzunluğundaydı. Bir başka
adım daha atarak tepelerin üzerinden uçtu; elbette lavla karışık kara bulutları çoktan geride
bırakmıştı. Gerçekten göz ardı edilemeyecek kadar devasa bir nesneydi; her adımında kayalar
heyecan verici bir şekilde düşüyor ve yuvarlanıyordu.

Tonglu Dağı'na dağılmış sayısız canavar ve iblis, toprağın deli gibi titrediğini hissetti ve hepsi
dehşete düştü. Yukarı baktıklarında, birçoğu gökyüzünde dönen ve yayılan kara bulutu
görebiliyordu ve bazıları şaşkına kaçışırken, bazıları umursamamışlardı. Ne de olsa Tonglu
Dağı'ndaydılar, bu yüzden ortaya çıkan tuhaf manzaralar nadir bir şey değildi.

Kara bulutların içindeki şeyler kinci ruhlar değil miydi? Kendileri kinci ruhlara benzeyen
yaratıklardı, her gün görüyorlardı; bu yüzden korkacak ne vardı ki? Ama yine de, o dev ilahi
savaş tanrısı heykelinin yanlarından geçtiğini gördüklerinde, hepsi donakalmıştı―

O DA NEYDİ ÖYLE????

Bir anda her taraftan haykırış ve feryat sesleri yükseldi.

"NE DEVASA BİR ADAM, AAAAAAAAAAHHHHHHHH!!"

Daha önce hiç bu kadar büyük bir heykel görmemişlerdi. Gerçekten de çok korkunçtu!!!

Xie Lian, ilk başta WuYong'un Kraliyet Başkenti'ni dolambaçlı yollardan geçmek istemişti,
ama ilahi heykelinin iki bin yıllık geçmişi olan eski evleri yıkık enkaza çevirmesi olasıydı.
Sonra birden bir şeyi anımsadı, "San Lang, General Pei, Lord Yağmur Ustası ve diğerleri
burada mı?"

"Evet." diye yanıtladı Hua Cheng.

Xie Lian çabucak haykırdı, "Geri gel, geri gel, geride birileri kaldı, onları da alıp götürelim!"

Böylece, hedefi geçen dev taş heykel birkaç adım geri çekildi. Geri dönmek üzereyken, Xie
Lian aniden vücudunun titrediğini hissetti. Dengesini kaybetti ve tüm vücudu havaya fırladı.

Biraz önce ne olduğunu ancak havadayken idrak etti.

İlahi heykel tökezleyerek yere düşmüştü!!!


Xie Lian ve Hua Cheng, ilahi heykelin göğsüne yavaşça indi ve Xie Lian, onu ayağa
kalkmaya yönlendirmeye çalışırken etrafına bakınıyordu. Bu ilahi dev heykelin düşmesine
sebep olan kendisi değil, başka bir şeydi.

Görkemli bir dağ.

Elbette, karşılarındaki bu dağın büyüklüğü Ocak'ın büyüklüğüyle kıyaslanamazdı ama ilahi


dev heykelin boyutuna göre fazlasıyla devasa görünüyordu. Xie Lian açıkça hatırlıyordu, ilk
geldiklerinde böyle bir dağın yanından hiç geçmemişlerdi. Bu nedenle dağı yakından inceledi
ve arkasında ne olduğuna baktı.

Beklediği üzere, bu dağın arkasında onunla benzer büyüklüklere sahip iki dağ daha vardı.
Yani aslında, ilahi dev heykelin önünde üç büyük dağ engeli bulunuyordu

Hua Cheng söze girdi, "Gege, dikkatli ol. Onlar Tonglu Dağı'nın Muhafızları 'Yaşlılık',
'Hastalık', ve 'Ölüm'."

Çevirmen: Maria
Bölüm 201: Dünyanın ve Cennetin Egemeni: İlahi Varlık Ocağı Deliyor 3

O ilahi dev heykel, ilk dağ ruhu tarafından yere düşürüldüğü için hala yerde sürünüyordu. Xie
Lian, Hua Cheng'in bir zamanlar Tonglu Dağı'ndayken ona söylediği şeyi hatırladı, bu üç
büyük dağ onu kovalayan bir tehditti, bu yüzden doğal olarak hafife alınmamalıydı.

Xie Lian arkasına döndürmeyi planlamıştı, ama daha önce hiç bu kadar büyük bir ilahi
heykeli kontrol etmemişti. Bu tür karmaşık hareketleri yaptırmayı becerememiş, berbat
etmişti; heykel bir kez daha yere doğru yığıldı.

Büyük bir gürültü ile gökler sarsıldı ve adeta, yeryüzü titredi. Bu ilahi dev heykel,
WuYong'un Kraliyet Başkenti'nin yakınlarındayken yere düştü ve bütün bir caddeyi ezdi.
Sadece hafif bir hareketle bile, bir dizi çatlama sesi duyulabilirdi. Bu ses, dev taş heykel
tarafından ezilen ve paramparça edilen göz alıcı malikanelerin ve sarayların sesiydi.

Tüm bu sarsıntıların ortasında, Xie Lian neredeyse tekrar düşecekti, ama Hua Cheng onun
elini sıkıca tuttu ve haykırdı: "Benimle gel!"

Xie Lian'ı aldı ve birkaç adımla o ilahi dev heykelin başına atladı. Görünüşe göre, bu devasa
Çiçek Taçlı Dövüş Tanrısı, saçlarını bağlamak için küçük bir taç kullanıyordu, taç küçük bir
balkona benziyordu ve ikisi de bu tacın üzerine atlamışlar, sonunda dengede durmak için bir
yer bulmuşlardı. İlahi heykelin omzunda ve avcunda durmaktan çok daha iyiydi.

Dağ ruhu tekrar onlara doğru geldiğinde, ilahi dev heykeli birkaç adım geriye çekmek için bir
şans bulamamışlardı, ama neyse ki Xie Lian bu sefer hazırlıklıydı. Yıkılmamıştı, ama
yanlışlıkla yine birkaç tane evi çiğnemişti. Xie Lian onlar için üzülmekten ve zihninde af
dilemekten başka bir şey yapamıyordu.

İlahi heykeli evlerden kaçınmak için hareket ettirirken, Xie Lian şaşkınlıkla merak ediyordu,
"Neden beni düşürmek için kovalamaya devam ediyorlar? Ben ne yaptım ki?"

"Özellikle Gege'yı kovaladıklarından değil, onlar savaşmak için herkesi kovalarlar. Gege şu
anda dikkat çekici görünüyor."

"Böyle büyük bir yaratık, oldukça göze çarpıyor..." dedi Xie Lian ve düşüncelerini bitirmeden
önce, üç dağ ruhu bir araya geldi. İlahi dev heykelin etrafını sardılar ve heykeli parçalara
ayırmaya çalıştılar. İlahi heykel tek bir uzvunu bile hareket ettiremiyordu, dolayısıyla Xie
Lian da hareket edemiyordu. Heykelin geri çekilmesi için tüm gücünü kullanmıştı, fakat
heykel bir milim bile yerinden kıpırdamamıştı!

Sadece kaçmanın başka bir yolu olup olmadığını düşünmeye çalışıyordu. İstemsizce geriye
doğru bir adım attı ve bir göğse çarptı. Arkasına doğru baktı, Hua Cheng iki eliyle onun
omuzlarını kavradı, "Her şeyi bırak ve savaş! Endişelenme, hiçbiri sana denk değil. Bu
dünyada seni durdurabilecek hiçbir şey yok!"

Göğsü kalkanların en güçlüsü gibiydi ve Xie Lian ansızın güvenle dolmuştu, vücudundan
serinletici bir dalga akıyordu. Çevresini kuşatan dağlardan kurtulup geri dönmek için elinden
gelenin en iyisini yapmaya hazırdı!

Büyük bir gürültüyle, bu üç dağ ruhu zorla iki kilometre uzağa itilmişti. Ancak, geri itildikten
sonra bile, bir kez daha saldırmaya hazırdılar.

Xie Lian'ın elleri anında birkaç el mührü çizdi, "YOLUMA, ENGEL, OLMAYIN!"

Bu ilahi dev heykel havaya doğru fırladı, ayakları iki dağ ruhunun başının üzerine indi, sonra
elini belinde asılı olan kılıcın kabzasına dayadı—kılıcı çıkar!

Tüm bu hareket dizisi, bulutların süzülüşü, suyun akışı gibiydi. İlahi dev heykel, görevlerini
akıcı bir şekilde tamamladı, tereddüt etmeyen bir insan figürü gibiydi. Xie Lian derin bir
nefes alarak bağırdı, "Seni keseceğim... Ah, seni henüz kesmeyeceğim, bekle???"

Görkemli bir kılıcı savurmaya, dağları vadileri kesmeye çoktan hazırdı. Ancak beklenmedik
bir şekilde, kılıcı çıkarmaya çalıştığında bir şeylerin yanlış olduğunu fark etmişti. Yukarı
baktığı anda, terlemeye başladı.

O ilahi dev heykel kesinlikle bir kılıç çıkarmıştı, ama... Elinde sadece kılıcın kabzası vardı.
Neler oluyordu???

Kılıcın bıçağı neredeydi???

Xie Lian şaşkına dönmüştü, Hua Cheng başını eğdi ve alnını iki parmağıyla destekledi,
"...Gege, üzgünüm, sana söylemeyi unuttum, bu ilahi heykelin bıçağını yapmadım. Benim
ihmalkarlığım."

"..."
Demek durum buydu!

Hua Cheng bu heykeli Ocak'ın iç taş duvarlarına oymuştu. İlahi dev heykeli, elbiselerinin
savrulduğu, ayakta duran bir duruşa sahipti ve belindeki kılıç kollarının altına gizlenmişti. Bu
yüzden yalnızca bir kılıç kabzası oyulmuştu. İlahi heykele ruhsal güçler iletilmeden ve
hareket etmeye başlamadan önce, özellikle oyulmuş bir bıçağı olmadığı için, doğal olarak bir
bıçak sadece sihirli bir şekilde ortaya da çıkamazdı.

Hua Cheng hafifçe kaşlarını çattı, ifadesi ciddiydi: "Bu benim yanlış hesaplamamdı.
Yeterince zarif değil, bir dahaki sefere her ayrıntıyı yapacağım."

"..."

Xie Lian bu sözleriyle onun ciddi olduğunu söyleyebilirdi, hızlı bir şekilde yanıt verdi,
"Hayır, hayır, zaten çok zarif. Gerçekten!"

Bu durumda, bıçak olmadığı için dağlar kesilemezdi. O yüzden Xie Lian hemen taktik
değiştirdi—KAÇIŞ!

İlahi dev heykeli aceleyle yönlendirdi, böylece iki dağ ruhunun kafasından atladı, işe yaramaz
kılıç sapını arkaya attı ve çılgın koşusuna devam etmek için bacaklarını açtı. İkisi, ilahi
heykelin kafasının tepesinde, vahşi rüzgarların yüzlerine, siyah saçlarına, beyaz cüppelerine
ve kırmızı kollarına çarptığı bir taç üzerinde duruyorlardı. Kaçıyor olmalarına rağmen güzel
bir görüntü çiziyorlardı.

Xie Lian'ın kulaklarının yanında gümüş bir kelebek uçtu ve birkaç insan sesi iletti. Anında
kelebeği tuttu ve bağırdı, "Diğer tarafta Feng Xin ve Mu Qing mi var? Yağmur Ustası ve
General Pei de orada mı?"

Tabii ki, tanıdık sesler kelebeğin diğer ucundan geliyordu.

"Ekselansları... Soru sorarken bu kadar gürültülü olmanıza gerek var mı?" dedi Pei Ming.

"Ah, çok üzgünüm. Şu anda fazlasıyla ruhsal gücüm var ve kontrol etmekte zorlanıyorum."
diye yanıtladı Xie Lian.

"..."
Mu Qing'in sesi de geldi, "Ne? Çok fazla ruhsal gücüm var mı dedin? Senin mi?"

"Hepiniz bir araya mı geldiniz?" diye sordu Xie Lian, "Neredesiniz?"

Mu Qing, "General Pei, Küçük Pei ve diğerleriyle buluştuk. Herkes WuYong Nehri
yakınlarındaki ormanda. Dışarı çıkmak üzereyiz." dedi.

Ardından Feng Xin'in sesini duydu, "Senin tarafında neler oluyor? Az önce Ocak'tan güçlü bir
olağandışı hareket gelmiş gibi görünüyordu! Geri dönüp yardım etmemizi ister misin?"

Xie Lian aceleyle yanıtladı, "Lüzum yok! Sadece orada bekleyin, yakında gelip hepinizi
alacağız, o zaman konuşuruz! Ah, zaten gelmişiz bile!"

Önlerinde kurumuş olan WuYong Nehri vardı, ilahi dev heykel ormanın yanında yere
çömeldi. Tesadüfen Xie Lian, Feng Xin ve Mu Qing'in de ormandan çıkıp etrafa baktığını ve
kendisini aradığını görmüştü. Fakat, yanlış yöne bakıyorlardı, bu yüzden Xie Lian ve Hua
Cheng'i hiç görmemişlerdi.

Feng Xin kelebeğe doğru seslendi, "Ekselansları, henüz gelmediniz mi? Neredesiniz?"

Xie Lian ellerini ağzına doğru yaklaştırıp onlara bağırdı, "BURADAYIZ, YUKARI,
KAFANIZIN ÜSTÜNE BAKIN!"

"..."

Ancak o zaman ikisi devasa bir gölgeyle örtüldüklerini fark ettiler ve düzgün bir şekilde
baktılar.

Böylece ikili aynı da, ormanın yanında çömelmiş vaziyette onlara doğru bakan ve hiçbir şeyle
kıyaslanamayacak kadar devasa olan bir "Xie Lian" gördüler. Yüzündeki dostça
gülümsemeyle beraber sahiden de Xie Lian gibi görünüyordu.

Hua Cheng, aşağıdaki ikiliye bakmakla kendisini yoramazdı, kollarını birbirine sarmış şekilde
yan tarafta duruyordu, tavırları oldukça tembeldi. Xie Lian aşağıya doğru el salladı, "BENİ
GÖRÜYOR MUSUNUZ? BURADAYIM!"
Ancak, "Xie Lian"ın bu devasa versiyonunun görsel şoku öyle büyüktü ki, ilk bakışta başka
bir şeyi fark etmeleri oldukça güçtü. Mu Qing'in tüm görüş alanı bu yüz tarafından tamamen
kapanmıştı, usulca mırıldandı, "Ben... delirmedim, değil mi?"

Feng Xin'in her iki gözü de bu yüze odaklanmıştı, "... Ne oluyor, ne oluyor, ne oluyor, bu
lanet şey nedir???"

Xie Lian, "Ah..."

Hua Cheng kaşlarını kaldırdı, sanki gülmemek için büyük bir çaba sarf ediyormuş gibi
görünüyordu. Gerçek şuydu ki, hiç kimse bu kadar büyük ve inanılmaz derecede gerçekçi bir
şekilde oyulmuş ilahi bir heykel görmemişti. Geçmişte, en büyük ilahi heykel Jun Wu'ya aitti,
ama onun boyu bile bu dev taş heykelin yarısına ancak ulaşırdı...

Hem Feng Xin hem de Mu Qing şoke olmuştu. Xie Lian, gerçek olanın nerede olduğunu
bulmaları için birkaç kez bağırmak zorunda kalmıştı. Diğerleri de birbiri ardına ormandan
çıktılar ve heykele baktılar. İlahi dev heykel yüzünden öylesine afallamışlardı ki, neredeyse
boyunlarını ve ayaklarını inciteceklerdi. Xie Lian gülse mi ağlasa mı bilmiyordu. İlahi devin
elini yere koymasını sağladı, avucunu açtırdı, "Yanardağ patladı, lavlar yakında buraya
ulaşacak. Ayrıca peşimizde üç tane dağ ruhu var. Bu yüzden çabuk olun, hepinizi buradan
götüreceğim."

Hepsi bu ilahi heykelin eline tırmandı ve her biri yerleşmek için kendisine bir yer buldu. Xie
Lian, havadaki boğucu kükürt kokusunu hissedebiliyordu. Geriye baktığında, siyah duman ve
uçan tozun hızla yayıldığını gördü, bu yüzden dev ilahi heykelin avucunu kapattı ve ayağa
kalktı, ileriye doğru büyük adımlar atmaya devam etti.

Pei Ming ve diğerleri şoklarının üstesinden geldikten sonra daha iyilerdi, ama Feng Xin ve
Mu Qing hala kendilerine gelememişlerdi. Bunun nedeni, her ikisinin de bu ilahi heykelin
sahibinin yüzlerine, davranışlarına ve fiziğine fazlasıyla aşina olmalarıydı. Bu yüzden, böyle
bir boyuta büyütüldükten sonraki şok özellikle onlar için çok daha sarsıcıydı. Feng Xin ilahi
heykelin omzunun üstünde duruyordu, ama yine de kuşkuyla sorguladı, "Bunu kim yaptı?
Kim oymuş? Daha önce nasıl görmedim? Daha önce neden hiç duymadım?"

Hua Cheng sahte bir şekilde gülümsedi, "Bu dünyada görmediğin çok şey var."

Her ne kadar kim olduğu açıklığa kavuşmasa da, hemen hemen herkes, özellikle Feng Xin ve
Mu Qing, cevaptan emindiler:
BU ADAM YAPMIŞTI!

"Buna neredeyse inanamıyorum..." dedi Mu Qing, "Bu şeyi nasıl hareket ettiriyorsun? Bunun
ne kadar ruhsal güce ihtiyacı var? Yeterince gücün var mı? Ruhsal güçlerin yok sanıyordum."

Bu sefer Hua Cheng cevap vermedi. Xie Lian ona bir bakış attı, belirsiz bir şekilde cevap
verdi, "Uhm, şey..."

"Güç ödünç alabileceğin biri varsa... Çok kolay bir şey." dedi Pei Ming.

"Hahahaha, evet.."

Yol boyunca, çeşitli canavarlar ve iblisler lavların aşağı doğru aktığını gördüklerinde, işlerin
ters gittiğini fark etmişlerdi. İnsanların bu ilahi dev heykele tırmandığını gördüklerinde, hepsi
bağırmaya başlamıştı: "BENİ DE BEKLEYİN!"

"BEN BEN BEN, BEN DE GELİYORUM!"

"BİZİ AL, BİZİ AL!"

Ancak Hua Cheng, "Cehennemin dibine gidin." dedi ve gümüş kelebek dalgası uçmaya
başladı. Yin Yu, uyuyan Guzi'yi kucağında taşıyordu ve bağırdı, "CHENGZHU! Ekselansları!
Boş Kabuklu İnsanlar ve Ceset Yiyen Fareler aniden başımıza kabadayı kesildiler ve Tonglu
Dağı'nda büyük gruplar halinde hareket etmeye başladılar!"

Öte yandan Yağmur Ustası, kara öküze binerken gökyüzünü dikkatle izliyordu, "Kara
bulutların içindeki bu yaratıklar da dışarıya uçmak istiyor gibi görünüyor."

Söyledikleri doğruydu. Kara bulutların içinde kıvranan bu yaratıkların hepsi, taze, canlı ete ve
insan yüzü hastalığına sahip olmak için susamış olan kinci ruhlardı. Tonglu Dağı'nın içinde
hiçbir canlı yoktu, sadece canavarlar, hayaletler ya da bedenlerini ele geçiremedikleri göksel
yetkililer vardı, bu yüzden elbette dışarı çıkmak istiyorlardı. Milyonlarca çarpık insan yüzü,
uzun siyah duman kuyruklarını sürükleyerek, gökyüzünde solucan gibi dönüyordu. Xie
Lian'ın elleri hafifçe titredi, "Tonglu Dağı'nın bir bariyeri var, dışarıdaki hiçbir şey içeri
giremez ve içerideki hiçbir şey de dışarı çıkamaz. Bu yüzden bu kinci ruhlar, diledikleri gibi
uçup gidemezler..."
Ve yine de beklenmedik bir şekilde sözlerini bitirmeden önce, Hua Cheng aniden onun elini
tuttu. Xie Lian'ın kalbi çarpmaya başladı, "Ne oldu? Çok fazla güç kullandım değil mi?
Üzgünüm, ne kadar kullandığıma dikkat etmeliydim..."

Hua Cheng'in ellerinden biri sağ gözünü kapatıyordu, "Sorun bu değil. Gege, bunun için
endişelenmene gerek yok. Tonglu Dağı'nın bariyeri, yok edildi."

Xie Lian donup kalmıştı, "Ne? Yok mu edildi? Bariyer olduğu için mi endişelenmememi
söylemiştin, neler oluyor???"

"Yok edildi," dedi Hua Cheng, "Muhtemelen bariyeri yok eden kişi Yüzü Olmayan Beyaz'dı.
Şimdi tüm kinci ruhlar uçup gidecek."

Çevirmen: Maria
Bölüm 202: Dümene Geçiş: Dört Savaş Tanrısı Kılıca Dönüşüyor

Eğer kinci ruhların dışarı çıkmalarına izin verirlerse, o zaman insan yüzü salgını üçüncü kez
yayılmaya başlamaz mıydı?

Xie Lian aniden bağırdı, "DURDURMANIN BİR YOLUNU BULMAK ZORUNDAYIZ!"

Heykelin omzunun alt tarafında bulunan Mu Qing'in saçları ve kıyafetleri rüzgarda


uçuşuyordu, "BUNU NASIL YAPACAĞIZ?"

İlahi dev heykel aniden durdu ve ortalığı bir toz ve kum bulutu kapladı, "HERKES ÖNCE
NEFESLERİNİ TUTSUN!"

Daha sonra peşlerinden gelen siyah duman onları yakaladı. Dev heykel bir elini kaldırdı ve
sütun şeklindeki rüzgarları parçaladı. Gökyüzü sarsıldı, eğer yeryüzünde olmuş olsaydı,
asırlık ağaçları yerinden sökecek bir fırtına olurdu. Xie Lian bunu görmeye dayanamadı ve
şöyle dedi: "Keşke bir kılıç olsaydı!"

Hua Cheng onun ne düşündüğünü önceden tahmin etmiş gibiydi, "Gege, kılıç yapmanın bir
yolu var."

Xie Lian sevinçli bir ses tonuyla sordu, "Nasıl?"

"Bu göksel yetkili olan arkadaşlarına bağlı."

"Eğer bir yolu varsa bunu direkt söyle, onu ikna etmeye çalışmayı kes!" dedi Feng Xin.

Xie Lian zaten nasıl olacağını az çok tahmin etmişti, "General Pei ve diğerlerinin bir araya
gelip, bir kılıca dönüşebileceğini mi söylüyorsun?"

"Bu doğru," diye yanıtladı Hua Cheng, "Tonglu Dağı göksel yetkililerin güçlerini kısıtladı
ama yine de burada bir kaç savaş tanrısı var. Dört kişi bir ruh bedenine dönüşüp saldırırsa,
güçleri önemli derecede işe yarayacaktır."

İlk cevap veren Pei Ming oldu, "Bence bu fikir yapılabilir."

Ancak Mi Qing hala şüpheliydi, "Yapılabilir mi? Burada kaç tane savaş tanrısı var? Üç tane,
değil mi? Pei Su ve Yin Yu'nun güçleri tamamen gitti, Yağmur Ustası da savaş tanrısı değil."
Yani bir araya gelebilecek kişiler, Pei Ming, Feng Xin ve Mu Qing'di.

Pei Ming cevap verdi, "Hayır. Dört kişi var. Qi Ying de burada."

"Ha?"

Yin Yu bir an için tereddüt etti, ardından bir eliyle Guzi'yi tuttu, diğer eliyle daruma bebeğini
çıkardı. Ama beklenmedik bir şekilde, mühür serbest bırakılmadan önce, daruma bebeği kendi
başına çılgınca titremeye başladı, hatta keskin bir sesle çığlık attı.

Ses herkesin kulaklarını tırmalıyordu, çaresizce kulaklarını kapatmaya çalışıyorlardı. Yin Yu


aceleyle tekrar mühürledi ve daruma bebeğini ters çevirdi, "Çok özür dilerim. Yanlış bebeği
çevirmişim, bu Yeşil Hayalet Qi Rong'du. Şimdiki doğru olan."

Daha sonra daruma bebeğini havaya fırlattı ve siyah dumanlar arasından genç bir adam
göründü.

İlahi dev heykel onu yakalamak içini elini kaldırdı ama adam kenardan kayıp avucunun içinde
durdu. Kıvırcık saçları ve kanla kaplanmış olan kafasını kaşıdı, karşısında bir grup insan
görünce afallamıştı.

Yin Yu birilerinin arkasına saklanmıştı ama Quan Yi Zhen tarafından çekildi ve bağırdı, "SHI
XIONG!"

"..."

Bir anda, Quan Yi Zhen ayağa kalktı. Ancak Yin Yu'nun sadece yüzünü görmekle bile başına
ağrılar girmişti, Quan Yi Zhen ile bir kelime konuşmaktansa, Qi Rong'un çığlıklarını üç gece
dinleyebilirdi. Neyse ki, Pei Ming onu uzaklaştırdı, "Gel gel, işe koyulma zamanı, Qi Ying.
Konuşmanızı işten sonra yapın!"

Quan Yi Zhen'in kafası oldukça karışmıştı. Ek olarak Pei Ming'e karşı önyargılıydı,
yumruğunu suratına geçirmek için hazır bekliyordu. Daha sonra etrafa bakarken Xie Lian'ın
da orada olduğunu gördü, Xia Lian, ellerini dua eder gibi birleştirdi ve yalvarmaya başladı,
"Lütfen ve teşekkürler Qi Ying."

"..."
Durumu hiç anlamamış olsa da, kafasını kaşıdı ve onlara katılmaya karar verdi. Mu Qing'in
başka bir savaş tanrısı için nasıl kılıç haline geleceği hakkında hala bir fikri yoktu.
Yapamayacağını söylemek yerine, sessiz kalmayı tercih etti. Böylece, ilahi heykelin avcunun
içine, dört kişi, Pei Ming, Feng Xin, Quan Yi Zhen ve Mu Qing sırayla dizildi.

Hua Cheng dirseklerini taç platformun kenarlarına yasladı ve bir bakış attı, "Son ikisinin sırası
değişmedi mi?"

Mantıken, Pei Ming, Feng Xin, Mu Qing ve Quan Yi Zhen'in yan yana olduğu düzen daha
mantıklı olurdu, çünkü Quan Yi Zhen'in güçleri tam olarak yerine gelmemişti. Bu yüzden
kılıcın ortasında yer alırsa ve şiddetli bir şekilde sarsılırsa, herhangi bir tarafa doğru
yapışabilirdi. Xie Lian alnındaki teri sildi, "Hayır, değil. Feng Xin ve Mu Qing asla bir araya
gelmemeli, çünkü birbirlerini dövmeye başlayabilirler. Bu yüzden aralarında onları ayıracak
biri olmalı."

Bunu duyduktan sonra, Hua Cheng kaşlarını kaldırdı. Yüz ifadesi, birbirlerini ölümüne
dövmelerini istiyormuş gibiydi, bunu görmek gerçekten de harika olurdu. Tekrar aşağıya
baktıklarında, ruhsal ışığın aniden bu dört bedenden yayıldığını gördüler. Gittikçe daha güçlü
şekilde parıldıyordu. Tek bir bedene dönüştüler, sonunda manevi ışığın kılıcı olmuşlardı!

Kılıç şekline büründükleri an dev taş heykel kılıcı havaya fırlattı, uzandı ve ardından sıkıca
kavradı!

Elinde keskin bir kılıçla birlikte Xie Lian, artık kanatları olan bir kaplan gibiydi, gücü
katlanarak artıyordu!

Uzun siyah duman çıkaran olan kinci ruhlar, bu manevi ışık kılıcı tarafından kesildiğinde
durmadan çığlık atıp feryat ediyorlardı. Fakat sonra aniden sustular. Zaferin rüzgarlarında
onları kovalayan Xie Lian'ın kılıcı, kır çiçekleri gibi dans etti, milyonlarca hayaleti parçalara
ayırdı, rüzgarların bulutları parçalayışı gibiydi. Sanki bıçağın içinden geçtiği her yerde,
gökyüzünde havai fişekler patlıyordu, izlemesi son derece keyifliydi. Aşağıdaki tüm
canavarlar ve iblisler bu manzara karşısında donakalmışlardı, dev heykelin ayakları neredeyse
onlara çarpacakken kaçmayı hatırlayabilmişlerdi.

Xie Lian'ın bu dev taş heykeli, sanki yere düşecekmiş gibi görünüyordu. Bu yüzden Xie Lian
aceleyle kılıcı yerden kendisini desteklemek için kullandı, bir şekilde dengede kaldı. Kılıç
dizisini oluşturan savaş tanrıları şaşırmışlardı, "Ekselansları, neler oluyor?"
"Savaşmaya devam edin! Tekrar toplanıyorlar!"

Xie Lian çok uzun zamandır bu ilahi heykeli kontrol ediyordu ve yavaştan yorulmaya
başlamıştı. Yüzü artık tamamen terle kaplanmıştı, "Bir şey yok... Sadece..."

Sadece tüm manevi güçleri tükenmişti, olan şey tam olarak buydu!

Hua Cheng sadece bir kaç adım gerisindeydi ve sanki elini uzatsa ona ulaşacakmış kadar
yakında duruyordu. Bu yüzden Xie Lian kafasına takmayı bıraktı ve ona doğru hareket etti.

Hua Cheng'in dudaklarına dokunmadan önce parmak uçlarında yükselip, yüzünü avuçlarının
arasına almıştı.

Feng Xin: "..............."

Mu Qing: "................"

Quan Yi Zhen: "?"

Pei Ming: "Ho ho."

Sadece Hua Cheng'in yanaklarını sıkarak öpmenin yeterince güç aktarmadığını düşünüyordu.
Bu yüzden Xie Lian kollarını Hua Cheng'in boynuna dolayıp, daha derin öpücükler vermeye
başladı. Az önceki tüm yorgunluğu gitmiş, vücudu güçlerle dolup taşmaya başlamıştı.

Feng Xin oldukça sarsılmıştı, "BU NE?? İKİNİZ NE YAPIYORSUNUZ??


EKSELANSLARI????"

Xie Lian yanlışlıkla nefes alamadı ve ancak o zaman dudaklarını ayırdı. Aşağı bakmaya
cesareti yoktu bu yüzden gökyüzüne bakıp bağırdı, "GÜÇ ÖDÜNÇ ALIYORUM! SADECE
RUHSAL GÜÇ ALIYORUM!"

Mu Qing de epey şaşırmıştı, "AMA GÜÇ ALMAK İÇİN BUNU YAPMAK ZORUNDA
DEĞİLSİN?? SADECE BİR TOKATLA BİLE ALABİLİRSİN??"

Xie Lian artık ne söyleyeceğini bilmiyordu o yüzden aniden gülmeye başladı, "HAHAHA,
DEMEK ORTAYA ÇIKTI, ASLINDA GÜÇ ALMAK DEĞİL! HAHAHA"
Hua Cheng onun bu halini görünce o da gülmeye başladı, "Gege, bu kadar gergin olma."

"..."

Garip bir şekilde, Xie Lian aniden normale döndü. Feng Xin ve Mu Qing'in seslerini
duymamış gibi davrandı ve bir kez daha el mühürleri oluşturarak ciddiyetle heykeli
yönlendirmeye başladı. Dev taş heykel, manevi ışığın kılıcını yerden aldı ve tükenmez bir
güçle doluymuş gibi çılgınca kinci ruhları kesmeye başladı!

Quan Yi Zhen birdenbire saygı dolu hissetmişti, "Demek bu yüzden ruhsal güç ödünç
alıyordu. Şimdi çok daha güçlü oldu!"

Mu Qing kendini tutamadı ve bağırdı, "TAMAMEN SAÇMALIK, SEN NE BİLİRSİN Kİ..."

Fakat sonra Quan Yi Zhen gibi bir çocuğa açıklama yapmanın gereksiz olduğunu düşünüp
mırıldandı, "Evet, doğru manevi güç alıyordu."

Pei Ming içten bir şekilde güldü, "Gerçekten de doğru. Ama böyle bir yöntemle güç
alamazsın, anladın mı, Qi Ying?"

Feng Xin'in ağzı açık kalmıştı, "???SİZ NE DİYORSUNUZ??? BUNA GERÇEKTEN DE


İNANIYOR MUSUNUZ??"

Ancak gittikçe güçlenen bu dev heykeli gören kinci ruhlar, kaçmaya başlamışlardı. Xie Lian
heykele bağırdı, "PEŞLERİNDEN GİT!"

Beklenmedik bir şekilde, dev heykel bir kaç adımdan sonra ansızın yere yığıldı!

Xie Lian fazlasıyla güç almıştı ve şu anda en mükemmel formundaydı. Bu yüzden heykelin
düşmesine imkan yoktu. Tam düşmek üzereyken, Xie Lian aşağıya doğru baktı. Ve ancak o
zaman, ilahi heykelin bacağının üstünde olan ve parçalanmış kayaların aşağı yuvarlandığı dev
bir delik olduğunu fark etti. Beyaz bir adam figürü bir görünüp bir kayboluyordu. Adeta
hayalet gibiydi, gözle takip etmesi zordu. Bu Yüzü Olmayan Beyaz'dı.

Aslında bu adam ilahi heykelin bacağını çıplak elleriyle kırmıştı!

İlahi heykel büyük bir gürültüyle devriliyordu. Neyse ki zamanında tepki vererek, yere
güvenli bir şekilde iniş yapmışlardı.
Xie Lian ve Hua Cheng ilahi heykelin göğsüne atladılar, Xie Lian ayağa kalkmasını
emretmeye çalıştı. Dev ilahi heykel yere doğru iyice yayıldı ve yavaşça kıvranmaya başladı,
son derece zavallı görünüyordu. Kılıç dizisinin içinde bulunan Mu Qing olan biteni anlamaya
çalışıyordu, "Ne oldu? Ayağa kalkabilecek mi?"

"Yine güçleri mi tükendi?" diye sordu Quan Yi Zhen, "Daha fazla mı güç ödünç alman
lazım?"

"Hayır. Bu ruhsal güç meselesi değil," dedi Pei Ming, "Qi Ying, bunların hiçbirini
hatırlamana gerek yok, tamamen unut."

"Sanırım ciddi şekilde yaralandı," dedi Xie Lian, "Tekrar hareket etmesi mümkün
olmayabilir."

Kayalar acı hissetmezdi ama eğer kalkarsa ve hareket etmeye çalışırsa, heykelin bacakları
komple kopabilirdi. Bu sadece güçlerinin kaybedilmesi değil, aynı zamanda Hua Cheng'in
kendi elleriyle yaptığı Xie Lian heykelinin mahvolması demekti. Bu şekilde yok olursa
üzülmekten başka bir şey yapamazdı.

Düşmanlarının çöküşü görünce, havadaki kinci ruhlar neşe ile dans etmeye başladılar. Kinci
ruhların kaçışını öylece izleyecekler miydi?

O yöne doğru bakan Hua Cheng'in yüz ifadesi öfkeli bir hal almıştı, aslında öfkesi Yüzü
Olmayan Beyaz'a karşıydı. Usulca mırıldandı, "Gege..."

Tam o sırada yoğun siyah bulutların arasında parlak, beyaz bir ışık belirdi. Bulutların üstünde
bir yerde, bir şey yanmış gibi görünüyordu.

Hemen ardından başka bir beyaz ışık, bir tane daha, üç, dört...

Sayısız parlak ışık belirdi ve birdenbire kinci ruhları parçalamaya başladı!

Göksel yetkililer bu göz alıcı beyaz ışığa yabancı değillerdi. Ne de olsa Üst Cennet her zaman
bu manevi ışıkla doluydu.

Jun Wu gelmişti!


Çevirmen: Maria
Bölüm 203: Beyaz İmparatorun Gizemli Guoshi Yorumları

Bu güçlü manevi ışık, kinci ruhların üzerine parladığında, elinde bir kılıçla beyaz zırh giymiş
bir savaş tanrısı bulutların arasında belirdi.

Kesinlikle Jun Wu'ydu. Oradakiler onun geldiğini görünce sanki anne babaları hayata dönmüş
gibi sevindiler, "AH!!! Lordum!" diyerek bağırırken gözyaşları yanaklarından süzülüyordu.
Jun Wu, adımlarının her birini görkemli şekilde atarken sordu, "Herkes iyi mi?"

Kılıç haline gelen dört savaş tanrısı tekrar eski formlarına döndüler. Pei Ming sordu,
"Lordum, Cennet Başkenti'ni korumuyor muydunuz? Nasıl oldu da buraya geldiniz?"

"Yağmur Ustası Tonglu Dağı'nın bariyerinin kırıldığını bana bildirdi. Durum korkunç bir hal
alabilirdi, bu yüzden geldim." diye yanıtladı Jun Wu.

Herkes yukarı baktı, Yağmur Ustası siyah öküzüne biniyordu. Herkes içinden, bariyer
kırıldığı için iletişim rünlerinin tekrar aktif olduğunu düşünüyordu. Zihinleri daha öncesinde
yaratıkları yok etmekle doluydu bu yüzden hiçbiri iletişim rününden yardım istemeyi
düşünememişti. Xie Lian öne doğru bir adım attı, "Lordum, Yüzü Olmayan Beyaz. O geri
döndü."

Jun Wu kafasıyla onayladı, "Bu kadar acımasız olacağını tahmin etmiştim."

"Yakalaması zor biri." dedi Xie Lian, "Siz geldiğiniz için, saklanmak için nereye gittiğini
bilmiyoruz."

"Önemi yok." diye yanıtladı Jun Wu. "Onu aramaya gitmeden önce şu kinci ruhları
halledelim."

Herkes gökyüzüne baktı, gökyüzündeki siyah bulutlar Jun Wu'nun ışığı sayesinde dağılıyor,
gök yeniden tertemiz görünüyordu.

Pei Ming konuşmaya başladı, "Yani, yeni Hayalet Kral doğumunu bu sefer engelledik, değil
mi?"

"Sanırım öyle" dedi Xie Lian. "Sonuçta, Ocak'ı kıran bir insan değil, buydu."
Herkes işaret ettiği tarafa doğru baktı. İlahi heykel Xie Lian kontrol etmeyi bıraktıktan sonra
da itaatkar bir şekilde yerde duruyordu. Yere doğru düştüğü için ayrıca uzaktan bir dağ gibi
de görünüyordu.

Xie Lian ellerini kaldırdı ve heykelin yanağını okşadı. Daha sonra Hua Cheng'e dönüp sordu,
"San Lang, bununla biz ne yapmalıyız?"

Hua Cheng düşünceli bir ifadeyle heykeli inceliyordu ve soruyu duyduğunda düşüncelerinden
çıkıp cevapladı, "Gege'nın endişelenmesini gerektirecek bir şey yok. Onarılana kadar onu
burada bırakalım."

"Onarılabilir mi?" diye sordu Xie Lian.

"Tabii ki, Ocak taşı olduğu sürece onarılabilir." dedi Hua Cheng. "Onarılmasını ve tekrar
ayakta durmasını sağlayacağım."

"O zaman şimdilik bırakalım" diye onayladı Xie Lian. "Ocak'ın tepesindeki volkan hala aktif.
Kim bilir ne zaman tekrar güvenli olacak burası."

Tam o sırada havada dönüp duran kinci ruhlar çığlık atmaya ve bir kasırga gibi dönmeye
başladılar. O anda kimse ne olduğunu anlayamadı, ama yakından baktıklarında kinci ruhların
WuYong Tapınağı'na doğru gittiklerini gördüler.

Başlangıçta, beyaz ışıktan saklanacak hiçbir yerleri yoktu ama tapınağa doğru gittikten sonra
birden ortadan kaybolmuşlardı.

Mu Qing şaşkına döndü, "Neler oluyor???"

Xie Lian içinde bir korku hissetti ve bağırdı, "O Yüzü Olmayan Beyaz! Mesafe kısaltan bir
rün çizdi ve bütün kinci ruhları kaçırdı!"

Jun Wu elini salladı ve tapınağın çatısı birden uçtu. Ancak içeride, çizilen büyük rün dışında
hiçbir şey yoktu.

"Ne planlıyor?" diye sordu Feng Xin, "Rün nereye bağlanıyor? Onları nereye gönderdi?"

Eğer bu geçmişte olsaydı, Ling Wen'in onların yerini bulması bir tütsü zamanının yarısını bile
almazdı. Geçici olarak konulan sivil tanrılar bir tanesini bile bulamazdı. Feng Xin küfrederek
bağırdı, "SİKEYİM, KONU GÖSTERİŞ OLUNCA SAVAŞIRLAR, AMA ŞİMDİ
LAZIMKEN BİR TANESİ BİLE ORTADA YOK. BİR DAHA LİNG WEN'İN BAŞARISIZ
OLDUĞUNU SÖYLEMEYECEĞİM!"

Tam o sırada, Hua Cheng'in sesi geldi, "Kraliyet Başkenti'nde."

Herkes aniden ona baktı, "Yaratıkları çeşitli yerlere gönderdi. Ama yalnızca Kraliyet
Başkenti'ndekiler tespit edildi. Çünkü aniden kötülüğün özü ortaya çıktı."

...Göksel yetkili olan sivil tanrılar işe yaramamışlardı. Kinci ruhların yerini belirlemek için
Hayalet Kral'a güvenmek zorundaydılar. Hepsinin utanmaktan başka yapacakları bir şey
yoktu. Ancak durum acil olduğu için utanç duygusu hemen gitti. Mu Qing konuşmaya
başladı, "Beyaz Kıyafetli Felaket'in ne planladığını biliyoruz. Tabii ki de o ruhları insanların
daha çok olduğu yere gönderecekti. İnsan yüzü hastalığı ortaya çıkarsa, hızlı bir şekilde
yayılmaya başlar. Elbette Kraliyet Başkenti en kalabalık yer, bu fırsatı kaçırmayacaktır."

Pei Ming de şöyle dedi: "Bunu hemen halledelim, hiç zaman kaybetmeyelim. Eğer geç
kalırsak, işler çirkin bir hal alabilir."

Geçici olarak atanmış sivil tanrıların suskunluğu Jun Wu'da baş ağrısı yaratmıştı, Hua
Cheng'e döndü ve sordu, "Lordum, diğer kale şehirlerindeki ruhların yerleri de tam olarak
belli mi?"

"Şu anda yerleri belirleniyor. Uzun sürmez. Yin Yu, sen devral." diye emretti Hua Cheng.

"Emredersiniz efendim." Yin Yu hızlı şekilde yanıtladı.

Geçmişte Jun Wu tarafından kovulmuştu ve şimdi karşısında görevini yaparken oldukça


gergin hissediyordu. Hayalet Şehri'ndeki astlarıyla görüştükten sonra Yin Yu lokasyonları
açıkladı, " Üç yüz mil güney, iki yüz yetmiş mil kuzey..."

Jun Wu, Feng Xin'e döndü ve "Nan Yang, sen güneyi al." dedi.

Feng Xin emri hemen onaylamadı biraz tereddüt etti. Xie Lian, Jian Lan ve Cuo Cuo'yu
aramak istediği için olduğunu düşündü ve tam konuşmak üzereyken Feng Xin kendisi için bir
rün çizmeye gitti. General Pei kendinden emin şekilde konuştu, "O zaman ben de kuzeyi
alacağım?"
"Doğal olarak." Jun Wu cevap verdi.

Pei Ming başıyla onayladı, arkasını döndü ve uzaklaşmaya başladı. Arkasından Pei Su'nun
takip ettiğini görünce geri döndü, "Yaraların henüz iyileşmedi, zehrin etkisi de tamamen
geçmedi. Şimdilik Yağmur Ustası ile kal."

Pei Su şaşırdı ve "Generel, ben, zehir,len,medim?

Pei Ming hafifçe omzuna vurdu, "Hala kelimeleri ayırarak konuşuyorsun ve zehirlenmediğini
mi söylüyorsun?" Tek başına ayrılmadan önce Yağmur Ustası'na başını nezaketle eğdi. Jun
Wu devam etti, "Qi Ying, neden sen batıya gitmiyorsun. Unutma…"

Ancak Quan Yi Zhen'in kafası karışmıştı, "Neden ben doğuya gidiyorum? Tam olarak ne
yapacağız?"

"..."

Neler olduğunu anlayamadığı için kimse onu suçlayamazdı. Belki de tüm yol boyunca kafası
karışmıştı: neden dövülmüştü? Neden bir duvarın içine gömülmüştü? Neden bir kılıca
dönüşmek zorunda kalmıştı? Tam olarak neler döndüğünü anlaması için bir fırsatı yoktu.

Onu görünce Yin Yu iç çekti, "Onu ben alacağım. Yolda olanları anlatırım. Muhtemelen
kimsenin o kadar şeyi anlatmaya sabrı yoktu, Quan Yi Zhen coşkuyla cevap verdi, "Tamam!"

Mu Qing sıranın kendisine gelmesini sabırla bekliyordu ama hala bir şey denilmediği için
dayanamayıp sordu, "Lordum, peki ya ben?"

Jun Wu ona doğru baktı ve "Xuan Zhen, bir şeyi unutmuyor musun?" diye sordu.

Mu Qing'in kafası karışmıştı, "Ne??"

"Sen şu anda gözaltındasın." dedi Jun Wu.

"..."

O anda Mu Qing'in yüzü düştü. Olanları unutmuştu. Ve sadece o da değil, diğerleri de onun
kötü büyüler yaparak fetüs yaratmış olma şüphesinden gözaltında tutulduğunu ve Üst
Cennet'ten kaçtığını unutmuştu! Ve bu konu hala açıklığa kavuşmamıştı!
"Sen bu işe karışmak zorunda değilsin. Üst Cennet'e geri dön, tutukluluğun aynen devam
edecek."

"Lordum, gerçekten de ben değildim!" Mu Qing ağlamaklı şekilde konuştu.

"Meselenin aslı ortaya çıktığında, bir suçun yoksa serbest kalacaksın." dedi Jun Wu, "Yoksa
seni şimdi bırakırsam, adaletsizlik olur."

Mu Qing çok kötü hissediyordu ama kabullenmekten başka da çaresi yoktu, "Evet, efendim."

Mu Qing'in acı çektiğini görünce Hua Cheng kendini tutmadan kahkahalarla gülmeye başladı.
Mu Qing ona bir bakış attı, daha sonra gözlerini onun yanında olan Xie Lian'a çevirdi. Bir
şeyler düşünüyor olmalıydı, çünkü yüzü giderek daha da karanlık bir ifadeye bürünüyordu.

Geri kalanlara gelince, Yağmur Ustası bir savaş tanrısı değildi bu yüzden kendini direkt olaya
atmasına gerek yoktu. İhtiyaç durumunda kendisinin çağrılmasını rica etti ve sessizce oradan
ayrıldı. Xie Lian doğal olarak başa çıkılması en zor bölgeyi, Kraliyet Başkenti'ni seçti. Jun
Wu ise orada kalacak, üç dağ ruhu ve Yüzü Olmayan Beyaz ile yüzleşecekti. Hua Cheng bir
zar atıp mesafe kısaltma rünü açtı ve Xie Lian ile beraber oradan ayrıldılar.

Gecenin geç saatleriydi, bu yüzden Kraliyet Başkenti oldukça sessizdi. Bütün evlerin
pencereleri ve kapıları sıkıca kapatılmıştı. Xie Lian ve Hua Cheng sokaklardan birinde ortaya
çıktılar ve kinci ruhları aramaya başladılar. Birkaç adımdan sonra Xie Lian alnının yanına
(şakaklarına) doğru bastırdı ve iletişim rününü açıp konuştu, "Lordum?"

"Ne oldu, Xian Le?" diye yanıtladı Jun Wu, "Kraliyet Başkenti'ne vardınız mı?"

"Evet vardık. Sizinle konuşmak istediğim bir şey var." dedi Xie Lian.

"Çiçeği Gözeten Kan Yağmuru sana bir şey mi yaptı?" diyerek sorguladı Jun Wu.

"..."

Hua Cheng bir şeyleri fark etmiş gibiydi ve bir kaşını kaldırdı. Xie Lian cevapladı, "Hayır. O
bana bir şey yapmadı. Bu başka bir şey. Az önce durum çok acildi ve konuşma şansı
bulamamıştım." Ses tonu biraz daha ciddileşti, "Lordum, ustamı hala hatırlıyor musunuz?"
Bu kişiden bahsettiğini duyduktan sonra, Jun Wubiraz şaşırmış gibi görünüyordu ve bir süre
sonra şöyle cevap verdi: "O zamanlardaki Xian Le Guoshisi'nden mi bahsediyorsun?"

"Evet." dedi Xie Lian, "Geçmişte onunla iletişim kurmuş olmalısınız. Onunla ilgili tuhaf
olan bir şeyler fark ettiniz mi?"

Xian Le Krallığı'nda tüm törenler Guoshi tarafından yapılırdı. Tanrıyla insanları birbirlerine
bağlayan bir köprü görevi görürdü. Bir süre sessiz kaldıktan sonra Jun Wu yanıtladı, "Evet."

Xie Lian nefesini tuttu, "Nasıl bir tuhaflık?"

"Xian Le, bunu gerçekten de duymak istiyor musun?" dedi Jun Wu.

"Evet." diye yanıtladı Xie Lian.

Jun Wu sordu, "Duyduktan sonra hayal kırıklığına uğrayacak olsan bile mi?"

Xie Lian, Hua Cheng'e bir bakış attı ve yanıtladı, "Evet."

Jun Wu söyleceklerini toparlamadan önce kısa bir zamanı olmuştu, "Xian Le Guoshi'si olması
güçleri hakkında kabaca bir fikir veriyordu ama senin ustanın bilgisi ve becerileri senin hayal
gücünün çok ötesinde."

Xie Lian sessizce dinliyordu. Sonraki cümleler ise kalbine saplanıyor gibiydi.

Jun Wu devam etti, "Guoshi'nin bu dünyada geçirdiği yıl sayısının benden az olmadığına
inanıyorum. Belki de benden çok daha fazla."

"..."

Varsayımının bir kısmı doğrulanmıştı.

Eğer Guoshi, Jun Wu'dan daha uzun süredir yaşıyorsa, onun WuYong'un Veliaht Prensi'nin
Dört Koruyucusu'ndan biri olma olasılığı daha yüksekti!

Xie Lian dayanamayıp sordu, "Neden bunu bana daha önce anlatmadınız?"

"Çünkü uzun bir süre ben de emin olamadım." dedi Jun Wu.
"Peki sonra nasıl emin oldunuz?" diye sorguladı Xie Lian.

"Xian Le düştükten sonra onu buldum ve kontrol altına aldım. Ama eninde sonunda kaçmayı
başardı."

"..."

Jun Wu'nun elinden kaçmayı başarabilen Yüzü Olmayan Beyaz dışında biri... Xie Lian hep
Guoshi'nin savaş kaosu sırasında kaçmayı başardığını düşünmüştü. Ama onun Jun Wu'nun
elinden kaçtığını hiç düşünmemişti!

"O zaman... Neden onu etkisizi hale getirdiniz?" Xie Lian sormaya devam etti, "Neden emin
olduktan sonra bana söylemediniz?"

Jun Wu yanıtladı, "Bu iki sorun aslında tek bir soru."

"Ne?" dedi Xie Lian.

"O zaman sana söyleseydim, hayal kırıklığına uğramış hissedecektin." diye cevapladı Jun Wu,
"Ama şimdi bu hayal kırıklığını aşmak için başkalarından güç alabilirsin."

Xie Lian'ın kalp atışı giderek hızlanıyordu, farkında olmadan Hua Cheng'in elini sıkmaya
başlamıştı. Hua Cheng diğer eliyle kenetli olan ellerine sarıldı.

Diğer tarafta Jun Wu devam ediyordu, "Çünkü senin içinde bir şeyleri uyandırmak istediğini
fark ettim."

Çevirmen: Maria
Bölüm 204: Beş Yüzü Arama; Eski Bir Dostla Ani Karşılaşma

"Peki nedir?" diye sordu Xie Lian.

Jun Wu konu hakkında sessizce endişelenmiş gibiydi, "Ne oldu Xian Le? Neden ustan
hakkında sorular soruyorsun? Tonglu Dağı'nda bir şeye mi rastladın? Onunla mı ilgiliydi?"

Xie Lian tekrar kendine geldi ve daha fazla soru sormadan önce diğer taraftan bir çığlık sesi
duydu. "Daha önce bahsettiğiniz üç dağ ruhunu görüyorum, gerçekten çok tuhaf! Önce onlarla
ilgileneceğim, seninle daha sonra konuşuruz. Ama Xian Le, çoktan bu konuyu araştırmaya
başladığın için, tekrar ustanla karşılaşabilirsin. Çok ama çok dikkatli ol!" dedi Jun Wu ve
sonra sessizliğe büründü.

Xie Lian fark edip seslendi, "Lordum?!"

Jun Wu tekrar cevap vermedi. Dağ ruhlarından bir tanesi ile bile başa çıkmak oldukça zordu.
Xie Lian sınırsız güce ve yönetebildiği bir ilahi deve sahip olmasına rağmen onlarla başa
çıkamamıştı. Ama şimdi Jun Wu onların hepsiyle tek başına yüzleşiyordu, yani odaklanması
ve gücünü kullanması gerekecekti. Xie Lian, bu konuşma sonrasında Hua Cheng'e kısa bir
açıklama yaptı ve ikili yürümeyi bırakıp durdular.

O anda oldukça geniş bir caddede bulunuyorlardı. Kasvetli bulutlar ayı gizliyordu, berrak
suya dökülen mürekkebin suyu bulanıklaştırdığı gibi siyah yaratıklar gökyüzünde
süzülüyordu.

Bunlar WuYong Tapınağı'ndan gönderilmiş olan kinci ruhlardı. Henüz şehrin içine
girememişlerdi çünkü saraydaki kralın aurası ve çeşitli tanrılara ait olan tapınaklar parlıyordu.
Böyle doğal oluşmuş bir bariyer yaratıkları gökyüzüne doğru sürüklemişti.

Hemen hemen her şehir buna benzer bir kalkana sahipti. Ayrıca şehirde göksel yetkililer ve
yetenekli insanlar dolaşırdı. Ancak bu bariyer onları sonsuza dek koruyamazdı.

"Bariyere yeterince güçlendirme yaptığımız sürece bir sorun olmaz" dedi Hua Cheng.

Ama problem nasıl güçlendirileceğiydi. Xie Lian düşüncelere dalmıştı, "Tılsımlar? Ruhsal
aletler?" Daha sonra devam etti, "Muhtemelen yeterli olmayacak."
Bu kinci ruhlar tüm gökyüzünü sarmışlardı, ellerinde milyonlarca tılsım ve ruhsal alet
olmadığı sürece onları tutamazlardı. Bir ileri bir geri yürüyen Xie Lian dişlerini sıktı, "San
Lang, bu bariyeri güçlendirebilecek bir fikrim var ama... insanlara ihtiyacım var."

"Kaç tane?" diye sordu Hua Cheng.

"Çok fazla." diye yanıtladı Xie Lian, "Bulabileceğimiz kadar çok, ama en az beş yüz kişi."

Hua Cheng sordu, "Canlı ya da ölü?"

Ciddi bir şekilde dinliyordu ve şaka yapmıyordu. Xie Lian cevapladı, "Canlı. Hayaletler ile
olmaz. Bunu yapabilmem için yaşamın ruhunu ve Yang auralarını ödünç almam lazım."

"Durum böyleyse, bunu yapmak için kendileri gönüllü olmalılar." diyerek yorumladı Hua
Cheng.

"Bu doğru. Gönüllü olmak zorundalar." dedi Xie Lian, "Ayrıca savaşma ve koruma iradesine
sahip olmalılar. Eğer kalplerinde korku varsa ya da iradeleri zayıfsa, ruhlar gizlice girmek için
bundan yararlanmaya çalışırlar."

Hua Cheng başıyla onayladı, "Tıpkı savaşta, cephelerde savaşan askerler gibi, en cesur ve
güçlüler olmalı. Aksi takdirde savaş yerlerini terk ederler ve mutlak bir yenilgi yaşarlar."

"Aynen öyle." dedi Xie Lian, "San Lang böyle kişiler bulabilir mi?"

Biraz derin derin düşündükten sonra Hua Cheng yanıt verdi, "Gege, eğer ölülere ihtiyacın
olsaydı, ihtiyacından fazlasını getirebilirdim. Yaşayanlardan gönüllü olmayanları da
getirebilirdim ama kendi istekleriyle gelmeleri kolay olmayacaktır."

Bir süre durduktan sonra devam etti, "Ölümlülerin dünyasında da Hayalet Kral'a tapan çok
kişi var ama biliyorum ki onlar sadece benden korkuyorlar, bana bir şeyler sormak istiyorlar,
bu yüzden bana itaat ediyorlar. Onları güçle zorlayabilir ve ödüllerle ikna edebilirim. Bu
yöntemler muhtemelen Gege'nın bulmak istediği kişiler üzerinde işe yaramaz. Özür dilerim."

Xie Lian onu dinlerken oldukça etkilenmişti, "Özür dilemene gerek yok. İkimiz bir yol
düşünelim."
"Mn. Ama Gege iyi haberler de var." dedi Hua Cheng, "Önümüzde yaklaşık elli metre ileride
yaşayan insanlar var."

Xie Lian da onları hissetmişti. Köşeyi dönüp onları görmek için hızlıca koştu. Ama onları
gören insanlar birden bağırmaya başladılar, "BİR HAYALET!!!!"

Xie Lian daha yakından baktı ve onları hemen tanıdı, neşeli şekilde bağırdı, "hayalet değil,
benim!"

Keşişler ve çiftçiler oldukça tanıdık gelmişlerdi. Liderlerden biri göz alıcı bir elbise giymişti,
Cennetin Gözü değil miydi? Ve arkasındaki grup onları gittikleri hana kadar takip eden keşiş
ve çiftçi grubu bu değil miydi?

Xie Lian'ın arkasında, Hua Cheng'in elleri sallanıyordu. Kesinlikle şu an ürpertici


gülümsemesi olan çocuk formunda değildi. Cennetin Gözü ileri doğru atıldı ve bağırdı,
"Hayalet olmadığını söylüyorsun. Ondan daha hayalet olan bir şey yok zaten. O BİR
HAYALET KRAL!"

Hua Cheng'in yüzündeki gülümseme kayboldu ve ağzıyla “tsk” sesi çıkardı, bir yorum
yapmaya bile üşeniyordu. Xie Lian canlı ruhlar bulmak için her yere bakıyordu, bu yüzden
aceleyle elini kaldırdı, "Millet, tam zamanında geldiniz. Aslında bir şey var..."

Ama elini kaldırdığı anda, diğer taraftakilerin tepkisi beklenmedik şekilde abartılıydı. Yere
doğru kendilerini attılar ve temkinli bir şekilde birbirlerine bağırıyorlardı, "GİZLİ
SİLAHLARA DİKKAT EDİN!"

"..."

Xie Lian, atıfta bulundukları 'gizli silahın' ne olduğunu hatırlamadan önce biraz düşünmek
zorunda kaldı ve bir süre sessiz kaldı. "Korkmanıza gerek yok, üzerimde gizli silah yok."

Dürüst İffet Köfteleri'ni kesmesi kolay değildi, bıçakla neredeyse yarım gün alırdı.

Ayrıca ekledi, "Geçen sefer beni zorlamanıza rağmen çok bir şey yapmadım, şimdi çok fazla
neden de yok."
Bunu duyduktan sonra kalabalığı oluşturan kişiler, söylediklerinin makul olduğunu
düşündüler. Ama yine de aralarındaki mesafeyi koruyor ve silahlarını, ruhsal aletlerini
ellerinden bırakmıyorlardı.

Cennetin Gözü konuştu, "Dao Zhang, seni günlerdir görmedik ama vücudundaki kötülüğün
özü daha da kötü bir hal almış. Bence hala şansın varken geri dönmen en iyisi. Hem lafını
etmişken, neden bu kadar kötüleşti? Artık yüzünü zar zor görebiliyorum."

...Xie Lian kızarmaya başlamıştı, Hua Cheng'in olduğu tarafa bakamıyordu bile. "Bunu daha
sonra konuşalım. Millet, gece gökyüzündeki işaretleri inceliyordum ve bazı yaratıklar
gördüm. Siz de gördünüz mü?"

"Elbette gördük!" dedi Cennetin Gözü, "Gece gökyüzünü gözlemlemek bizim de her gece
yaptığımız bir iştir. Ben de burada sorun yaratan bazı yaratıklar gördüm. Ama bu... Hua
Cheng...zhu olabilir mi?"

"Tabii ki de değil." diye yanıtladı Xie Lian, "Yoksa gelip burada sizi uyarmazdım. Biz de
Kraliyet Başkenti'ne bu yüzden geldik ve bariyeri güçlendirmenin yollarını arıyorduk."

Cennetin Gözü şüphelenmişti, "İkiniz mi? Yolunu mu arıyordunuz?"

"Hayalet Kral neden bu kadar iyi kalpli olsun ki?"

Hua Cheng hafiften sırıttı, "Bu iyi kalplilikten değil. Kraliyet Başkenti'ne saldırmak
isteseydim, bu kalkanın beni durdurmasının hiçbir yolu yoktu."

Keşişler ve çiftçilerin yüzündeki ifade okunamıyordu. Xie Lian dikkatlerini ve gardlarını bu


kadar kolay indireceklerini düşünmemişti, bu yüzden onları zorlamaya çalışmadı.

"Gökyüzündeki bu yaratıklarla daha önce karşılaştım, onlarla başa çıkmak çok zor. Kraliyet
Başkenti'nin koruyucu kalkanını kırmalarına ve izinsiz girmelerine izin verirsek, her şey
kaosa sürüklenir, bu yüzden şu anda bir rün oluşturmak için yardım arıyorum. Yaklaşık beş
yüz kişiye ihtiyacım var."

Cennetin Gözü oldukça şaşırmıştı, "Beş yüz mü? Bu nasıl bir rün ki beş yüz kişi gerekiyor??
Daha önce hiç duymadım??"
Xie Lian beş yüz kişinin minimum sayı olduğunu söylemeye cesaret edemedi. Eğer açıkça
söyleyebilseydi, o zaman sekiz yüz kişiye ihtiyacı olduğunu söylerdi.

Keşişler ve çiftçiler de aralarında konuşuyorlardı:

"Ben de bunu hiç duymadım, kimse herhangi bir kitapta bunun bir kaydını gördü mü?"

"Bu yaratıklar gerçekten de güçlü mü?"

"Sadece bir ısırıkta beş yüz kişi yiyen canavarları duydum, o kadar çok kişiye ihtiyaç duyan
bir rün çizmeyi hiç duymadım."

"Tehlikeli mi?"

Çok ciddi bir tartışmadan sonra, Xie Lian dürüstçe cevap verdi, "Kesin olarak söyleyemem.
Belki tehlikeli, belki değil. Bu rünü daha önce hiç denemediğim için sadece yüzde sekiz
eminim."

Bunun kayıtlarını herhangi bir kitapta bulmak imkansız olurdu, çünkü bu rün Xie Lian'ın
kitaplardan ya da başka birinden öğrendiği bir şey değildi; bu yaşadığı sekiz yüz yılda aklına
gelmiş bir şeydi.

İnsan yüzü hastalığı tekrar serbest bırakılırsa ne yapılmalıydı? Öylece oturup hiçbir şey
yapamazlar mıydı? O zamanlar, bu büyük krizle tekrar yüzleşmek zorunda kalacağını
düşünmüyordu ve bu yöntemin kullanılacağını da hayal etmemişti.

Öte yandan bu kalabalık grup kendi arasında uzunca bir süre tartışmıştı ve Cennetin Gözü
arkasına doğru döndü.

Dikkatli bir şekilde şöyle dedi: "O kadar kişiye sahip değiliz. Artı..."

Artı, Xie Lian ve Hua Cheng'e güvenmiyorlardı.

Yapacak bir şey yoktu. Ne de olsa, insan yüzü hastalığının ne olduğunu ne kadar güçlü
olduğunu bilmiyorlardı. Başlangıçta, Xie Lian belki de bu adamların usta olduğunu ve
okullarında birkaç öğrenciye sahip olmaları gerektiğini düşünmüştü, bu yüzden belki üç ya da
dört yüz kişiyi toplayabilir ve kalan sayılar hakkında endişelenebilirlerdi. Ama bu umut da
boş görünüyordu.
"Gege, nefesini onlarla boşa harcama." dedi Hua Cheng, "Hadi gidelim."

Xie Lian başıyla onayladı, biraz bile cesareti kırılmamıştı, beraber oradan ayrıldılar. Ancak
Cennetin Gözü ve diğerleri de oradan hemen ayrılmadılar, onları gizlice takip etmeye
başladılar. İyi gizlendiklerini sanıyorlardı, Xie Lian sessizdi, bu keşiş grubunun muhtemelen
Hua Cheng'den korktuğunu bu yüzden peşlerine takıldıklarını düşünüyordu. Endişeleri iyi
niyetliydi, bu durumun komik olduğunu düşünüyordu bu yüzden bunu düşünmeyi bıraktı.

Tam o sırada Hua Cheng bir öneriyle geldi, "Neden gecekonduların olduğu yere gitmiyoruz?
Orada cesur ve ölümden korkmayan bir sürü insan olmalı. Belki de aradığımızı orada
buluruz."

Böylece ikisi rotalarını değiştirdiler ve Kraliyet Başkenti'nin karanlık bölgelerine gittiler.


Oldukça yıkılmış bir tapınağın yanından geçerken bir göz attılar. Tapınağın içinde, tapınağın
dışına kadar uzanan, her yerde uyuyan bir grup insan vardı. Bir grup evsiz ya da daha doğrusu
dilenciler gibi görünüyorlardı. Hava soğuktu, zemin soğuktu ve neredeyse hepsinin üstündeki
kıyafetler yıpranmış ve yırtıktı. Erkekler, kadınlar, yaşlılar ve çocuklar vardı ve hiçbiri bu
uygunsuz yakınlıktan çekinmiyordu.

Bazıları eski püskü bir saman paspastaydı, bazıları ısınmak için samanlara sarılıyorlardı,
bazıları da zeminde uyuyorlardı. Uyanık olanlar ya iç çekiyorlardı ya vücudundaki yaralardan
dolayı kıvranıyorlardı ya da üstlerindeki pireleri koparıyorlardı. Topal bir bacağı sürükleyen,
etrafta dolaşan, hastalara su kaseleri veren birileri bile vardı. Girmeden önce bile boğucu bir
ter kokusu ve tuhaf kokular insanın burnuna çarpıyordu.

En lüks ve hareketli bölge ile en kirli, gecekondu bölgesi arasındaki fark ancak bu kadar
olabilirdi, gerçekten acınasıydı.

Xie Lian'ın durup bunlara üzülecek zamanı yoktu, kapı eşiğinden atladı ve bağırdı, "Herkes
bana yardım edebilir mi?"

Birisi küfür etmeden önce herkes sessiz kalmıştı, "ANNENE DE YARDIM EDELİM! BANA
DA BİRİ YARDIM ETSİN! UYUMAMIZA İZİN VERMEYECEKSEN DEFOL GİT
BURADAN!"

Xie Lian rahatsız olmamıştı ve devam etti, "Bu çok acil bir şey, eğer herkes yardım etmeye
hazırsa, o zaman kesinlikle siz...dünyaya refah getireceksiniz!"
"Takdir edileceksiniz." deseydi o zaman hepsi başlangıçta teşekkür edilmesi için gelecekti, bu
yüzden zihinleri saf olmazdı.

Tapınağın içindeki dilenciler daha da öfkeyle bağırıyorlardı, "DÜNYANIN REFAHININ


BİZİMLE NE İLGİSİ VAR?"

Birisi sorguladı, "O zaman bir karşılığı var mı?"

Xie Lian geriye baktı ve Hua Cheng'in gözleri hoşnutsuzlukla yanıp sönüyordu, daha
da agresif olmaya hazır görünüyordu. Hemen onu geri çekti ve hızlı bir şekilde şöyle dedi,
"Henüz değil. Sen kendin söyledin San Lang, güç kullanamayız. Onları ikna etmek için acele
etmeyeceğim. Bu grupta kullanabileceğimiz yetmiş seksen kişi olmalı."

Ancak o zaman Hua Cheng'in gözlerindeki keskin öfke kayboldu. Tam o sırada, kulak
tırmalayan bir ses geldi.

"Hey hey hey! Herkes, beni dinlesin! BENİ DİNLEYİN! KES ŞU GÜRÜLTÜYÜ! Önce ne
söyleyeceklerini duyalım!"

Sesi duyduktan sonra, Xie Lian geriye doğru baktı ve konuşan kişinin o topal bacaklı dilenci
olduğunu gördü. Kıyafetleri eski püskü, yüzü kirli, saçları darmadağınık, sıska ve bitkin
görünüyordu. Görünüşü belirsizdi, ama sesi oldukça genç geliyordu. Kalabalığı selamlamak
için elini salladı, ama garip olan şey, sadece bir elini sallamasıydı, bu yüzden duruşu biraz
garipti. Diğer dilencilerin hepsi onu dinliyor gibiydiler, bu yüzden küfür ve bağırma sesi
aniden kesildi.

"Teşekkür ederim." diye seslendi Xie Lian, ve hiç zaman kaybetmeden elini ters çevirip bir
avuç alevi yaktı.

Dilencilerin oluşturduğu kalabalık korkudan bağırıyordu, bu yüzden uyuyanlar da uyanmıştı.

"BU KÖTÜ BÜYÜ DE NEDİR?"

Xie Lian ifadesini düzeltti, "Bu kötü büyü değil, manevi büyü. Bu size benim sözlerimin
yanlış olmadığını kanıtlıyor. Gerçek şu ki, Kraliyet Başkenti'ni çevreleyen büyük bir hayalet
ve canavar grubu var ve neredeyse saldırmak üzereler. Kraliyet Başkenti'ni korumak için
yapacağım rüne katılmaya gönüllü beş yüz kişiye ihtiyacımız var. Kimler istekli? Yalan
söylemeyeceğim, tehlikeli olabilir. Kimseyi zorlamıyorum, gerçekten gönüllü olan var mı
diye soruyorum!"

"..."

O yıkık tapınakta adeta bir ölüm sessizliği vardı. Kimsenin öne çıkıp gönüllü olduğunu
söylemeye cesareti yoktu.

Bir süre sonra birisi konuştu, "Kraliyet Başkenti'ni korumak mı? Boş versene."

Xie Lian ona bakıyordu, adam kenara doğru yığıldı ve kendi kendine mırıldanmaya başladı,
"Kraliyet Başkenti beni korumuyor, ha, ama benden onları korumamı mı istiyorlar? Ne
isterseniz yapın, benim sorunum değil!"

Ses tonu öfkeyle doluydu. Açıkçası Xie Lian bu durumu anlayabiliyordu ama hiç faydası
olmuyordu. Bu tapınağın içi de o adam gibi düşünen fakir ve acı çeken insanlarla doluydu. Bir
karşılığı olmadığı ve Kraliyet Başkenti'ndeki yaşamları da böylesine kötüyken neden yardım
etsinlerdi? Kışın ortasında içine girecek bir tapınak bile bulmak zorken neden dışarı çıkmak
istesinlerdi?

Xie Lian son bir kez şansını denedi, "Eğer bu yaratıklar Kraliyet Başkenti'ni istila ederse, çok
kötü bir veba salgını başlayacak. Ve buradaki herkes etkilenecek."

Yerde yatan yaşlı bir dilendi sorguladı, "Vücudumdaki bu yaralardan daha kötü ne olabilir?"

"Eğer veba salgını olursa neden burayı terk etmeyelim ki? Zaten burası da çok iyi sayılmaz
nereye gidersek gidelim hep aynı."

"Eğer yardım gerekiyorsa Kraliyet Başkenti'ndeki zengin ve güçlü ustalar ve hanımlar


etsinler. Neden biz yardım etmek zorundayız?"

" Şey..." Xie Lian onlara doğrudan söyleyemedi. Bu zengin ustalar ve hanım efendiler de aynı
şeyi düşünürlerdi, 'ben gitmezsem mutlaka başkası gider'. Ayrıca Kraliyet Başkenti'nde bir
sürü şeye sahiplerdi, tehlike anında hiçbiri bırakıp gidemezdi. Bu zihniyetin doğru ya da
yanlış olmasıyla ilgili değildi. Eğer herkes bu şekilde düşünürse kimse gidemezdi.

Bir süre bekledikten sonra Xie Lian kararlı bir şekilde, "Tamam." dedi, "Rahatsızlık
verdiğimiz için özür dileriz."
Arkasını döndü ve yıkılmış tapınaktan ayrıldı.

Hua Cheng teselli etmeye çalıştı, "Endişelenme Gege, benim de görevlendirdiğim kişiler var.
Haberler yayıldı, mutlaka birilerini bulacağız."

Xie Lian kafasıyla onayladı. Beş yüz kişiyi bulamamaktan değil de zamanın daralmasından
dolayı endişe ediyordu. Rastgele tutup aldıkları kişiler de işe yaramayabilirdi. Gökyüzüne
baktı, kara bulutlar hala gökyüzünü kaplıyordu ve ne yapacakları kestirilemezdi.

Tam o sırada arkalarından bir ses geldi, "BEKLEYİN! BEKLEYİN! BEKLEYİN! BEN
GELECEĞİM!"

Bunu duyduktan sonra Xie Lian şaşırdı ve kafasını çevirdi. Tek bacağını sürükleyen o topal
dilenci adam tapınağın kapısından atlamıştı.

"Aradığınız insanlar, hayatta oldukları sürece sorun değil, değil mi? Kırık uzuvlar da sorun
olmaz değil mi?"

Görünüşe göre, bu adamın hareketleri garip görünüyordu, çünkü sadece bir bacağı topal
değildi aynı zamanda kollarından biri de kırıktı; gevşek ve halsiz bir şekilde sallanıyordu.

Sonunda gönüllü olarak öne çıkan biri olduğunu görünce, Xie Lian'ın kalbi anında yumuşacık
olmuştu.

Hemen cevap verdi, "Kesinlikle sorun değil!"

Bu adam da oldukça kendinden emindi, "O zaman tamam! Beni de alın!"

Tapınağın içindeki dilenci topluluğu şok olmuştu.

"NE YAPIYORSUN??? ONU DUYMADIN MI, TEHLİKELİ OLABİLİRMİŞ!"

"EVET! VE BİR KARŞILIĞI DA YOK! O KADAR KONUŞTULAR AMA BİR


KARŞILIĞI OLDUĞUNDAN BAHSETMEDİLER!"

"KENDİNİ O ÇAMURLU SUYA DAHİL ETME! GERİ GEL, YAŞLI FENG!"

"..."
Daha önce, Xie Lian bu adamın çok tanıdık geldiğini düşünüyordu. Ama bu görünüm
anılarındaki görünümden çok farklıydı, artı sesi biraz kulak tırmalıyordu, tam olarak aynı
değildi, bu yüzden Xie Lian onu tanıyamamıştı. Şimdi yandaki insanların "Feng" kelimesini
ile seslendiğini duyunca, aniden taşlar yerine oturdu.

[Feng, rüzgâr anlamına geliyormuş.]

Xie Lian onu daha yakından inceledi ve tam emin olmayarak şöyle dedi, "...Rüzgâr
Ustası????"

Dilenci adam yüksek sesle güldü ve elleriyle yüzünü örten siyah saçları kaldırdı.

"Beni yakaladınız, Ekselansları!"

Bu kirli siyah saçların altında, daha önceki gibi son derece parlak bir çift göz vardı.

Çevirmen: Maria
Bölüm 205: Beş Yüzü Arama; Eski Bir Dostla Ani Karşılaşma 2

Xie Lian o kadar şok olmuştu ki ağzını açıp konuşamamıştı.

Daha sonra Shi Qing Xuan başını kaşıdı, "Ayiiaah, hahahahah, başta kılık değiştirip sizi
gizlice izlemek istemiştim ama Ekselansları'nın gözlerinin bu kadar keskin olmasını
beklemiyordum. Ne yapayım demek ki yeteneklerimi ve zarafetimi ne olursa olsun
gizleyemiyorum! Hahahahahaha..."

"..." Xie Lian elleriyle omzuna bastırdı ve seslendi, "...Rüzgâr Ustası."

Shi Qing Xuan hahalamayı bıraktı ama kafasını kaşımaya devam ediyordu, sanki kafası bitler
ve pirelerle dolu gibiydi. "Ekselansları, ben artık Rüzgâr Ustası değilim."

"Pekâlâ, Qing Xuan." dedi Xie Lian, tekrar soru sormadan önce kısa bir süre durdu ve
ardından, "Nasıl bu hale... geldin?" diye sordu.

"Ahh, çok uzun hikâye." diye yanıtladı Shi Qing Xuan, "Neyse, şöyle böyle, bazı şeyler oldu
ve sonra bu hale geldim."

Tam o sırada tapınağın içindeki kalabalıktan sesler gelmeye başladı, "Ne? Yaşlı Feng! Bu
ikisini tanıyor musun?"

Shi Qing Xuan arkasına döndü ve elleriyle Xie Lian'ın omzuna uzanıp sert bir şekilde vurdu.
"EVET! Onlar benim geçmişte tanıdığım iyi arkadaşlarım!"

"NE?! SENİN ARKADAŞLARIN MI??! YAŞLI FENG, NİYE ÖNCEDEN


SÖYLEMEDİN?!"

"Yaşlı Feng, sen bu bir bakışta bal ve etle büyütülmüş oldukları belli olan beyaz yüzlüleri
tanıyor musun? Bahse girerim ki yine saçmalıyorsun!"

Kalabalık oldukça şaşırmıştı, böyle bir konuyu bile bu kadar büyütüyorlardı. Aslında durum
komik olmalıydı ama Xie Lian oldukça üzgün hissediyordu. Çünkü bu üçü arasında gerçekten
de balla ve etle büyütülmüş olan beyaz yüzlü kişi Rüzgar Ustası'ydı.

Shi Qing Xuan öfkelenmişti, "NE DİYORSUNUZ YA? BEN SAÇMALAMIYORUM!"


"Lütfen. Akıl hastası olduğun için bütün gün kendi kendine konuştuğun zamanları hatırla.
Sence biz onları unuttuk mu?"

Shi Qing Xuan kendi kendine anlaşılmaz sesler çıkarak ağlıyordu, "BEN
ARKADAŞLARIMA YARDIM EDECEĞİM, GİDİYORUM, GİDİYORUM! BAŞKA
GELEN VAR MI?"

Bu sefer kalabalık gruptaki insanlar birbirlerine baktılar, "Eğer bunlar Yaşlı Feng'in
arkadaşlarıysa o zaman durum farklı."

"Yaşlı Feng ile gidelim, birileri tarafından dövülmesin. Zaten bir kolu ve bir bacağı kırık."

"HEY!" diye bağırdı Shi Qing Xuan.

Hala pes etmeyenler vardı ve "Bir karşılığı var mı? Ödeme olmasa bile yemek için bir tavuk
budu da iyi olmaz mı?" diye soruyorlardı.

Xie Lian Shi Qing Xuan'a kısa bir açıklama yaptı ve iki taraf da durumu net şekilde anlamıştı.

Shi Qing Xuan bunun üzerinde biraz düşündü ve sonra konuştu, "Bu iş için güç ya da aldatma
teknikleri kullanamayacağımızı anlayabiliyorum ama insanlara yiyecek bir şey vermek iyi
olmaz mı? Buradaki insanlar uzun zamandır düzgün bir şey yemediler."

Aç gözlü bir kalbe sahip olmadıkları sürece bu sorun olmazdı. Xie Lian cevapladı, "Böyle bir
sorun olmaz. Ama şu şekilde..."

Daha sonra Shi Qing Xuan'a doğru eğildi ve fısıldamaya başladı. Daha sonra Shi Qing Xuan
yanıtladı, "Ben de aynı şeyi düşünüyordum."

Sonra arkasına dönüp bağırdı, "İŞ BİTTİKTEN SONRA HERKESE BİR KASE TAVUK
BUDU ÇORBASI VERECEKLER. GELMESENİZ BİLE BİR KASE ÇORBA
ALABİLİRSİNİZ! BİZE SADECE GÖNÜLLÜ GELECCEKLER LAZIM!"

Söylediği şey oldukça kurnazcaydı. "Herkes bir kâse alacak"; herkes gitse de gitmese de bir
kâse alacaktı ama bu durum gelmeye karar verenleri daha değerli yapacaktı.

Shi Qing Xuan bağırdı, "BAŞKA GELEN VAR MI? NE KADAR ÇOK KİŞİ OLURSA O
KADAR EĞLENCELİ OLUR! GELİN, GELİN, GELİN! HERKESE ÖDEME
OLMADIĞINI SÖYLEYİN! BANA SADECE YARDIM EDECEK VE DÜNYAYI
KURTARACAKSINIZ. SADECE GÖNÜLLÜLERİ İSTİYORUZ! HER ŞEY BİTİNCE
HERKESE GÜZEL BİR YEMEK VERECEĞİZ!"

Belki de yol açan biri olduğu için, bir göz açıp kapayıncaya kadar, soğuk ve kayıtsız tapınak
aniden ateş kadar sıcak oldu ve dilenciler de tanıdıkları başka insanları bilgilendirmek ve
yardım istemek için ayrıldılar. Xie Lian, Hua Cheng ve Shi Qing Xuan bu yıkılmış tapınağın
girişinin hemen önünde duruyorlardı. Xie Lian bir bakış attı ve kuruluş levhasının olmasının
gerektiği yerin boş olduğunu gördü. Fu Gu Kasabası'ndaki yıkılmış Rüzgâr ve Su
Tapınakları'nı başı kesik su tanrısı heykelini ve kolları bacakları kırılmış Rüzgâr Ustası'nı
hatırlamaktan kendini alamadı.

Sonunda kendini tutamadı ve Shi Qing Xuan'a dönüp tereddütle sordu, "...Qing Xuan?"

Shi Qing Xuan Xie Lian'ın omzunda olan kolunu indirdi, "Ne oldu? Kusura bakmayın
Ekselansları, ellerim biraz kirliydi. Kıyafetleriniz, haha..."

Tabii ki de kirli elleri Xie Lian'ın beyaz kıyafetinin üzerinde izler bırakmıştı. Elleriyle
kıyafetindeki tozu temizlemek istiyordu ama daha çok kirleteceğinden çekinip ellerini çekti ve
elini garip bir şekilde burnuna sürttü.

ÇN: O kadar üzüldüm ki şu an... Of...

Sanki Xie Lian böyle şeyleri önemserdi de. Onun aklında tek bir şey vardı, "Tanrım...Qing
Xuan, senin kaderin..."

Shi Qing Xuan korkmuştu. "Kaderime ne olmuş?"

"Kara Su onu değiştirdi mi...?" diye sordu Xie Lian.

O zaman Shi Qing Xuan durumu anladı ve hemen yanıtladı, "A hayır hayır hayır. O yapmadı,
o yapmadı. Yanlış anladın, o hiçbir şey yapmadı."

Xie Lian da zaten Kara Su'nun onun kaderini değiştirdiğini düşünmüyordu, "O zaman kolun
ve bacağın?"

Shi Qing Xuan tekrar kafasını kaşıdı ve utanarak cevapladı, "Bunları da o yapmadı. Nasıl
söylesem...Biraz şanssızlık, biraz benim dikkatsizliğim."
Ayrıntıları söylemediği için Xie Lian da ona daha fazla baskı yapmadı. Her nasılsa, belli
belirsiz bir şekilde, Shi Qing Xuan'ın şu anki durumu, Xie Lian'ın varsayımlarını
doğruluyordu.

"O gün, manevi güçlerim aniden emildi ve sana yardım edemedim. Gerçekten üzgünüm." dedi
Xie Lian.

Shi Qing Xuan elini salladı, "Olan o tüm şeylerin seninle bir ilgisi yoktu. Eğer Ekselansları
olanları bana önceden anlatmasaydı, aklım hala bir karış havada olurdu."

"O günden sonra tam olarak ne oldu?" diye sordu Xie Lian.

He Xuan'ın Shi Wudu'nun başını kesmesinin ardından, Shi Qing Xuan düşmüş ve
cansızlaşmıştı. He Xuan'ın anlattıklarını anlayamıyordu ve Kara Su adasından çıkarken
olanları belli belirsiz hatırlıyordu. Daha sonra Kraliyet Başkenti'nde terkedilmişti. Neden
Kraliyet Başkenti olduğunu anlayamıyordu, ama geçmişte, Shi Qing Xuan her zaman ziyafet
ve içki içmek için Kraliyet Başkenti'ne giderdi, bu yüzden bu bölgeye oldukça aşinaydı.

Hiçbir şey net değildi, bu yüzden geçmişini ve ismini gömüp, buraya yerleşmeye karar
vermişti.

Tüm güçlerini kaybedip, sefil bir hayat sürdüğü için ve nerede olduğu kimse tarafından da
bilinmediği için, üst mahkeme tarafından asla bulunamayacaktı.

"Sonuçta, onunla hiçbir ilgisi yok." dedi Shi Qing Xuan, "O zamandan sonra onu bir daha
görmedim."

Birbirlerini bir daha görmemeleri en iyisi olabilirdi. Bu meseleyle başa çıkmak oldukça zordu,
böyle biri, onu öldürür mü yoksa öldürmez miydi? Ayrıca Su Ustası ölümün eşiğindeyken
bile ciddi cümleler kurup He Xuan'ı kışkırtmıştı. Xie Lian, Shi Qing Xuan'ın kaderi için
oldukça endişeleniyordu.

Tam o sırada, dilenciler grubu yanlarında daha fazla insanla geri döndü. İtişiyor ve yüksek
sesle bağırıyorlardı, "YAŞLI FENG, YAŞLI FENG, SENİN İÇİN BU KADAR İNSANI
BURAYA SÜRÜKLEDİK, NE DÜŞÜNÜYORSUN?"

Shi Qing Xuan onlara baş parmağını kaldırıp onaylama işareti yaptı. "AFERİN, İYİ İŞ!
HERKES TAVUK BUDU ALACAK!"
"O kadar çok insan var ki, hepimizi besleyebilecekler mi?"

Shi Qing Xuan elini salladı ve bir an için Xie Lian neredeyse yüz bin merit atacağını düşündü.
Ama o sadece, "BU KADARI HİÇBİR ŞEY DEĞİL! DAHA FAZLA KİŞİYİ BİLE
BESLEYEBİLİRLER!"

Kabaca sayılırsa, dışarıda neredeyse iki yüz kişi vardı. Gerçekten de Xie Lian'ın umduğundan
daha fazlasıydı! Bu yüzden keyfi yerine gelmişti.

"Rüzgar Us..Qing Xuan, bu çok büyük bir yardım!"

Shi Qing Xuan gururlanmış ve memnun olmuştu, "Ama tabii ki de nereye gidersem gideyim
yüzlerce kişi bulabilirim. Belki ilerde bir çete kurup liderleri olurum, hahahahah..."

"Yaşlı Fei yine aklını kaçırdı." diye mırıldanıyordu arkadaki dilenci grubu.

"Evet, doğru! Yine gösteriş yapıyor!"

"Ne? Gösteriş yapmıyorum!" diye bağırdı Shi Qing Xuan.

Dilenci grubu Xie Lian'a doğru konuştu, "Dostum, bunu bilmiyorsun değil mi? Bu Yaşlı Feng
ilk geldiği zaman tanrı olduğunu söyleyip övünmek için bütün gün insanları kovalayıp onlara
dırdır ediyordu."

Shi Qing Xuan biraz hasta görünüyordu ve bağırdı, "Bu saçmalıklarınızı dinleyecek vaktim
yok, ağzınızı tavuk butlarını çiğnemek için kullanın!"

Xie Lian sessizce onları dinledi, gülümsemesi biraz düşmüştü. Kalbi bir topun içine koyulmuş
ve sıkılıyormuş gibi hissediyordu, ama aynı zamanda pirinç yufkası gibi de yumuşak ve
açıktı.

Rüzgar Ustası değişmişti ama aynı zamanda değişmemişti de.

Çok şükür...

Shi Quan Xuan konuşmaya başladı, "Ekselansları şimdi ne yapacağız? Bu kadar insan buraya
geldi ve senin ellerindeler."
Kişi sayısı yeterli olmasa da geçici bir rün kurulabilirdi. Ve daha fazla düşünebilmek için
zaman yaratmış olurlardı.

Xie Lian cevapladı, "Çok iyi. Şimdi bu kadar insanı sığdırabilecek boş bir alan bulmamız
gerek."

Daha önceki konuşmalar sırasında Hua Cheng hiç sözlerini kesmemişti. Bu yüzden Xie Lian
onun olanlar hakkında ne düşündüğünü bilmiyordu. Ancak ağzını yeni açıyordu, "Bu kolay iş.
Gege, benimle gel."

Xie Lian kafasıyla onayladı ve Shi Quan Xuan neşeli bir şekilde topluluğa seslendi,
"HERKES TAKİP ETSİN, YOLUNUZU KAYBETMEYİN!"

Xie Lian ilk başta ona yardım etmek istemişti, ama kimsenin ona yardım etmeye gitmediğini
ve diğer insanlardan da yavaş yürümediğini görünce durumu anlamıştı. Büyük dilenci grubu
gecekondu mahallesinden çok fazla uzaklaşmamıştı ki o sırada öfkeli bir bağrış sesi duydular.

"ORADA DURUN BAKALIM! NEDİR BU? GECENİN BİR YARISI BU KADAR


İNSANLA BİR ŞEYLER BAŞLATMAYA MI ÇALIŞIYORSUNUZ??"

Dilenciler panik olmuştu, "OLAMAZ!! GECE DEVRİYESİ BU!"

Ancak Xie Lian geriye bakmaya zahmet bile etmedi, çünkü Hua Cheng de bakmamıştı. "Boş
ver onları."

Daha sonra bağıran asker aniden yere yığıldı. Dilenci grubu oldukça etkilenmişti ve kendi
aralarında konuşmaya başlamışlardı.

Shi Quan Xuan gruba bağırdı, "SESSİZ OLUN! BAŞIMIZA DAHA FAZLA ASKER
TOPLAMAYIN!"

Böylece dilenci grubu fısıltılarla konuşmaya devam ettiler.

Hua Cheng yürümeyi bıraktı ve dedi ki, "Gege, bu cadde işimizi görür."

"Bu mu" diye sordu Xie Lian, "Kesinlikle yer olarak en uygun olanı burası, ama fazla dikkat
çekmez mi?"
Cadde geniş ve ferahtı. Asfaltlar oldukça düzgündü, çünkü burası Kraliyet Başkenti'nin ana
caddesiydi. Tabii ki de dikkat çekerdi!

Herkes caddeye girdi ve dediler ki, "Evet doğru, ya fark edilir de buradan kovulursak?!"

Ancak Hua Cheng "Sorun yok. Bizi fark etseler bile, kovamazlar." diye yanıtladı.

Xie Lian başıyla onayladı. "Millet şunu açıkça belirtmeliyim. Birazdan yüzleşeceğimiz şey
kötü bir şey ve tehlikeli de olabilir. Ancak bariyer kırılırsa bütün Kraliyet Başkenti tehlikede
olur. O yüzden herkesin bunu gönüllü olarak yapıp yapmadığını ikinci bir kere düşünmesini
istiyorum. Korkan ve geri çekilmek isteyen birileri var mı?"

Hiç kimse yanıtlamadı. Xie Lian devam etti, "Çok iyi. Şimdi o zaman herkes birbirinin elini
tutsun ve bir daire oluştursun."

Birisi şaşırmıştı, "Hangi rün büyüsü bu? Neden çocukların el ele tutuşması gibi oluyor?

Shi Qing Xuan sesini yükselterek konuştu, "Saçmalamayı kesin, sadece size söyleneni yapın!"

"Heh, orada bir yanlışın var Yaşlı Feng, kimse senden daha fazla saçmalayamaz!"

Sohbet muhabbet, koşuşturma sonucunda bu iki yüz kişilik gruptaki bazı kişiler el ele tutuştu
ve Kraliyet Başkenti'nin ana caddesinde bir çember oluşturdular.

Shi Qing Xuan sordu, "El ele tutuştuğumuz sürece bu yaratıklar buraya giremeyecek, değil
mi?"

"Hayır." dedi Xie Lian, "Eninde sonunda aşağı inecekler."

Shi Quan Xuan'ın kafası karışmıştı, "O zaman bu rünü neden yapıyoruz?"

"Bu bir tuzak." diye açıkladı Xie Lian, "Bu rün kurulduktan sonra ve yaratıklar daha fazla güç
kazandıktan sonra oraya buraya saldırmak yerine buraya gelecekler ve tuzağa düşecekler."

Çevirmen: Maria
Bölüm 206: İki Basit Çizgi; Hayalet Kral Savaş Ruhunu Heyecanlandırıyor

"Ve tuzağa düştükten sonra ne olacak?" diye sordu Shi Qing Xuan.

Xie Lian ve Hua Cheng çoktan kendilerini insanlardan oluşan bu çemberde


konumlandırmışlardı.

"Bundan sonrasını bize bırakın. Bir tanesinin bile kaçmadığından emin olmak için onları
yavaşça halledeceğiz. Tek ihtiyacımız olan şey zaman. Şu anda en önemli şey
dağılmadıklarından emin olmak. Tehlikeli olabileceğini söylememin nedeni şu an beş yüz
kişiden daha az olmamız. Bu yüzden çemberin dayanıp dayanmayacağı ve içindeki tüm
yaratıkları tutabileceğimiz kesin değil."

Birisi sert bir şekilde yutkundu ve sordu, "E-Eğer çemberi kırarlarsa ne olur?"

"Güzel olmaz." diye yanıtladı Xie Lian, "Kinci ruhlar önce sizi ele geçirir sonra da veba ile
enfekte ederler..."

"Diyorum ki, eğer, eğer biri bırakıp kaçarsa, o zaman ne olur?"

"Rün bozulursa, ruhlar sizi ele geçirebilir." dedi Xie Lian.

"Yani iki şekilde de kinci ruhlar insanları ele geçirir!"

İçlerinden akıllı olan biri konuştu, "İkisi farklı şeyler. Birincide ele geçirilip veba olma
olasılığı daha yüksek. İkinci seçenekte kaçıp kurtulma şansı var."

"Kesinlikle." diye cevap verdi Xie Lian, "O yüzden, şimdi gitmek isteyen var mı? Başladıktan
sonra gidemezsiniz, şimdi karar vermelisiniz. Umarım ayrılmaya karar verenlere kimse bir
şey demez, çünkü bu tehlikeli bir görev."

Bunlar söylenmesi gereken kelimelerdi, aksi takdirde cesaret ve kararlılığa sahip olanların
kalmasını sağlayamazlardı. Bir süre sonra, birkaç düzine insan birbiri ardına geri çekildi,
aceleyle başlarını eğdiler ve çember tekrar biraz küçüldü.

Rahat bir nefes verdi ve, "Çok şükür." dedi Xie Lian.

"Şükredecek ne var??!" diye bağırdı Shi Qing Xuan, "Şimdi elimizde daha az insan kaldı."
Xie Lian gülümsedi, "Zaten bir sürü insan var, beklediğimden daha fazla."

Başlangıçta sayı yarıya inerse diye ne yapacağını düşünüyordu ama sadece bir kaç düzine
insan ayrılmaya karar vermişti, bu oldukça hoş bir sürprizdi.

Tam o sırada, aniden uzaktan bir ses geldi, "Bekleyin, bu insanların kim olduğunu biliyor
musunuz? Onlara bu kadar kolay güvenemezsiniz, dikkatli olsanız iyi olur, aksi takdirde sizi
kandırırlar!"

Xie Lian geriye doğru baktı, bunlar Cennetin Gözü ve yanındaki arkadaşlarıydı.

Shi Qing Xuan anında söylenmeye başladı, "Siz de kimsiniz? Yardım etmeyecekseniz
başımıza bela olmayın, kimseye zarar gelmeyeceğine söz veriyorum!"

Bu efsun ustaları tabii ki de bir dilencinin sözlerini umursamıyorlardı. "Sen de kimsin be?
Sözlerinin kaç kuruş değeri var?"

Shi Qing Xuan başkalarının kendisi ile ilgili böyle konuşmasına oldukça öfkelenmişti,
parmağıyla kendisini işaret ederek bağırdı, "HA? BENİM ÖNÜMDE PARADAN MI
KONUŞUYORSUNUZ? KİMİNLE KONUŞTUĞUNUZU BİLDİĞİNİZİ SANMIYORUM!
EMİNİM DAHA ÖNCE TAPINDINIZ...öhü öhüü..."

Çok şey söyledikten sonra boğazını temizledi ve geri döndü. Ruhani ustalar grubu onun artık
blöf yapmaya devam edemeyeceğini düşünüyordu ve onun laflarını umursamayı bıraktılar.

Bunun yerine, "Hiçbiriniz bu ikisinin ne planladığını bilmiyorsunuz, hayatlarınızı bir ısırıkta


kaybetmemeye dikkat edin!" diye bağırdılar.

Xie Lian, dilencilerin dostluk ve adalet gerekçesiyle yardım etmek için orada olduklarını
açıklamak üzereydi ki onun yerine Hua Cheng konuşmaya başladı.

"Bu doğru değil. Küçük bir ısırık olmak için değil, dünyayı kurtarmak için buradalar."

Xie Lian biraz şaşırmıştı, neden Hua Cheng böyle söylesin ki? Ancak, diğer taraftakiler
dilleriyle tsk*lamaya başlamışlardı.

"Ne? Dünyayı kurtarmak mı? Körü körüne, böyle bir şey için niye yaygara koparıyorsunuz?
Sadece kendi hayatınızı kurtarmaya odaklanın!"
"Evet, dilencilerin buna katılmasına gerek yok, gidin ve insanların başına bela olmayı
bırakın."

Hua Cheng tembel bir şekilde cevap verdi, "Ah? Yani dilencilerin dünyayı kurtaramayacağını
mı söylüyorsunuz? Bunu yapabilecek yetenekleri olmadığı için mi yoksa buna layık
olmadıkları için mi?"

Bu sözleri duyunca dilenciler de öfkelendiler, küçümsendiklerini düşünüp bağrışmaya


başladılar.

Cennetin Gözü öfkeli şekilde cevap verdi, "Söylediğimiz şey bu değil."

Shi Qing Xuan da hemen konuya dahil oldu, "OY OY OY, BEN ÖYLE DUYMADIM AMA!
Sözlerinizle ima ettiğiniz şey tam olarak bu değil miydi? Ses tonunuz bile küçümseme ile
doluydu, değil mi, MİLLET?!"

"EVET! NE DEMEK İSTİYORSUNUZ? BİZ BUNA LAYIK DEĞİL MİYİZ??"

"GELSEK DE GELMESEK DE BİZE YEMEK VERECEKLERDİ, SADECE YEMEK İÇİN


Mİ GELDİK SANIYORSUNUZ?? İNSANLARA YUKARIDAN BAKMAYI BIRAKIN!!"

Xie Lian Hua Cheng'e döndü ve Hua Cheng kaşlarını ona doğru kaldırdı, sanki "Çocuk
oyuncağı" diyormuş gibiydi. Xie Lian kendi kendine düşünmüştü, hepsi bu. Geride kalan çok
kişi olmasına rağmen, özellikle kararlı değillerdi. Bu yüzden Cennetin Gözü ve diğerleri
eleştirirken Hua Cheng onların "Sizin gibi dilencilerin buna katılmasına gerek yok" derkenki
küçümseme tonunu kullanmış ve dilencilerin kalbinde heyecan verici bir isyan başlatmıştı:
Bunu yapabileceğimizi düşünmüyor musunuz? O zaman ne olursa olsun size göstereceğiz!

Böylece, savaş ruhu dalgalar halinde artmaya başlamıştı. Her iki taraf da birbirlerine
bağırıyordu ve Xie Lian o sırada Cennetin gözünün grubuna doğru döndü.

"Bu konuda gerçekten endişeleniyorsanız, o zaman sadece izleyip bekleyin. Eğer gerçekten
başkalarına zarar verecek bir şey yaparsak, o zaman bizi durdurmanız için çok geç olmaz."

Onun yanındaki Hua Cheng gülümsedi ve sonra ekledi, "En iyisi yolumuza çıkmamanız olur."

"..."
Ruhsal ustalar grubu tüm yol boyunca Xie Lian ve Hua Cheng'i takip etmişlerdi, geri
çekilemeyecekleri için cesurca onların işlerine karışmaya hazırdılar. Ama Hua Cheng'in sahte
gülümsemesini görünce korkup geri çekilmeleri uzun sürmemişti.

Hua Cheng kafasını çevirdi, "Gege, gökyüzüne bak."

Xie Lian onunla birlikte gökyüzüne baktı. Yuvarlak ayın önündeki bu siyah gölgeler artık
daha netti, sanki sessizce yaklaşmışlardı.

Bunca zamandır, yardım edecek birilerini arıyorlardı ve kim bilir ne kadar zaman geçmişti.
Yaratıklar neredeyse şehre girmek üzereydi!

Xie Lian'ın kalbi hafiften hızlanmaya başlamıştı, hayır olamaz, daha fazla kişi bulmak için hiç
zamanları yoktu!! Ama bu endişesini ifadesine yansıtmadı ve bağırdı, "HERKES YERİNİ
ALSIN! SIKI TUTUNUN!

Shi Qing Xuan zaten dikkat çekiyordu, "Eksel...Yaşlı Xie, çok fazla sayılmayız, çemberi
çabucak kırmazlar mı?"

Sonuçta, burası ölümlü bir krallıktı, rastgele çığlıklar yanlış anlaşılmalara ve gereksiz
sıkıntılara neden olacaktı.

Xie Lian cevap verdi, "Burada nöbet tutacağım, hepinizi sürekli kontrol edeceğim ve bir
nokta kırılmak üzere olduğunda, rünü tamir etmek için yukarı çıkacağım. Böylece zamanı
uzatabiliriz."

Basitçe anlatmak gerekirse, açık veren kısımları durmadan onaracaktı.

Shi Qing Xuan cevap verdi "Uuhh, o, o zaman, hayatlarımız senin ellerinde, benimki de dahil
olmak üzere, Eksela...Yaşlı Xie, çok çalışmalısın, tamam mı? Bu çok zor bir iş! Ben şu anda
bir ölümlüyüm!"

"Pekala, Yaşlı Feng, elimden geleni yapacağım."

Herkesin avuç içi terlemişti ve yüzleri de gergindi. Herkes birbirlerinin ellerini sıkıca
kavradıktan hemen sonra, aniden, sessiz gecenin gökyüzünde çığlık atan bir ağlama geldi ve
ses giderek daha da yakınlaşıyordu!
Gelmişlerdi!

Doğru zamanlamayı yakalayan Xie Lian yönlendirdi, "Millet, ileri doğru üfleyin!"

İnsanlar anlamasa da söylediğini yapmışlardı. Her biri yanaklarını doldurup, tüm gücüyle
hava üflemeye başladılar. Soğuk kış günü kalabalık insanların aynı anda hava üflemesi beyaz
bir duman oluşturuyordu. Bunun yanında, Hua Cheng gizlice bir görünmezlik büyüsü yaptı ve
yaratıklar içeride neler olduğunu göremiyorlardı. Normalde dağılıp farklı yerlere saldıracak
olan bu kinci ruhlar sıcak ve yoğun havayı hissetmişlerdi ve o alanda saldırabilecekleri
hedefler olduğunu düşünüyorlardı. Bu yüzden o alanda siyah bir duman sütunu oluşturdular!

O sırada Xie Lian'ın tüm görüş açısı bu siyahlık tarafından kaplanmıştı.

Gruptaki insanlara seslendi, "HERKES ÇOK DİKKATLİ OLSUN, SIKI TUTUNUN,


KAFESİMİZE GİRDİLER!"

Tam o sırada, Hua Cheng'in arkasından, binlerce gümüş kelebek ortaya çıktı ve etrafa yayıldı.

Gümüş kelebekler etrafı aydınlattılar ve Xie Lian'ın görüşünü kapatan siyah sis bulutu dağıldı.
Ve Hua Cheng'in ona elini uzattığını gördü.

"Gege, yanıma gel."

Xie Lian hafifçe irkilmişti ama hemen Hua Cheng'in elini tuttu. Hua Cheng hafif yana kayıp
onu kendine doğru çekti ve belinden tuttu. Gözleriyle bölgeyi incelemeye başladı.

Her ne kadar bu kinci ruhlar iki bin yıl boyunca Ocak'ta kilitli kalsalar ve akıllarını
hapishanede kaybetseler de, yine de yaklaşmaya cesaret edemiyorlardı. Ama neşeyle çembere
düşen kinci ruhlar yanlış bir şeyler olduğunu fark ettiler. Bariyeri aşıp gelmişlerdi ama neden
yaşayanları ele geçiremiyorlardı ve onun yerine kesiliyorlardı? Ayrıca hiç yaklaşamadıkları
iki kişi vardı, gümüş kelebekler keskin bıçaklar ve oklar gibi kanatlarını çırpıp saldırıyorlardı,
çığlık atarak gökyüzüne kaçan ruhları kesiyorlardı!

Kinci ruhlar sonunda tuzağa düştüklerini fark ettiler. Ateşli bir savaş kafesinde kilitli kalmış
vahşi hayvanlar gibiydiler, ama bu iki yüze yakın insanlar bu demir kafesin dışındaki
oyuncular değillerdi; onlar bu kafesin demir çubuklarıydı!
Bunu fark ettikten sonra, kinci ruhlar öfkelenmenin de ötesindeydiler. Onları oraya hapseden
dilencilere şiddetle ve vahşice bağırdılar, ağızları başlarını yutacakmış gibi açıktı, saçları
öfkeyle sallanıyordu, yüzleri ve bedenleri sefil bir şekilde bükülüyordu. Ründeki bazı kişiler
bu manzaradan korkup birkaç adım geri çekildi, ancak yanlarında olanlar tarafından
durduruldular.

"Hareket etmeyin!"

Xie Lian bağırmaya devam etti, "HAREKET ETMEYİN! RÜN SAĞLAM OLDUĞU
SÜRECE SİZE ZARAR VEREMEZLER!!"

Bunu duyduktan sonra, kalabalık biraz sakinleşti. Çığlık atan kinci ruhlara çılgınca tüküren
dilenciler bile vardı, tükürürken bağırıyorlardı:

"PÜ PÜ PÜ! SENİ KİRLETECEĞİM, KİRLETECEĞİM! GİT BURADAN!"

Muhtemelen bir yerlerden hayaletlerin kirli şeylerden korktuklarını duymuşlardı. Xie Lian bu
olaya gülse mi ağlasa mı bilmiyordu.

"Bunu yapmanıza gerek yok! Korkmayacaklar!"

Tam o sırada, aniden insan çemberindeki bir noktanın parçalanmak üzere olduğunu,
hayaletlerin sızabileceği bir delik açıldığını fark etti ve aceleyle baktı. Gözleri şişmiş, nefes
alması oldukça zorlaşmış ve neredeyse bayılmak üzere olan sıska küçük bir dilenci gördü!

Birçok kinci ruh da bu adamın ruhunun zayıfladığını fark etmişti ve ona doğru akın etmeye
başlamışlardı. Xie Lian o tarafa giderken ruhlara kırbaçla vurdu ve acı çeken ruhlar daha çok
bağırmaya başladı. Xie Lian hızlı bir şekilde bu adamı geri çekti, solundaki ve sağındaki
kişilerin bağlanmasını istedi. Tam rahat bir nefes alacaktı ki güneybatı tarafında başka bir açık
ortaya çıktı. Tam oraya doğru aceleyle gidecekken Shi Qing Xuan'ın yanındaki kişiden de bir
açıklık olduğunu fark etti!

Sonuçta kinci ruhların sayısı daha fazlaydı. Ayrıca bu gelen ilk dalgaydı ve daha sonra diğer
ruhlar da akın edecekti!

Zamanında yetişemedi ve Xie Lian yüksek sesle bağırdı, "SAN LANG!"

Ancak Hua Cheng hareket etmemişti, "Gege, endişelenme."


Xie Lian, Hua Cheng'in durumu fark etmediğine ya da görse bile görmezden geleceğine
inanmıyordu ama kinci ruhlar bu delikleri kullanıp içeri girmek üzereydiler!

Bu önemli anda, sarı bir tılsım uçtu ve Shi Qing Xuan'ın hemen yanında patladı!

Bu tılsım herhangi bir kinci ruhu havaya uçurmasa da, yine de geri çekilmelerini sağlamıştı.
Görünüşe göre, bu tılsımı atanlar, tüm bu zaman boyunca onları gözetleyen manevi ustalar
grubuydu.

Aceleyle gelip bağırmaya başladılar, "HEPİNİZE KARIŞMAYIN DEDİK, AMA MADEM


KARIŞTINIZ BARİ SONUNA KADAR DURUN! EĞER YAPAMAZSANIZ, DAHA DA
BELAYA SEBEP OLACAKSINIZ!"

Hua Cheng, Xie Lian'a doğru döndü, "Bak, sana endişelenme demiştim."

Sanki sonsuza dek rahatlamış gibiydi. Xie Lian cevap verdi, "Mn."

Cennetin Gözü ve diğer ustalar en sonunda dayanamayıp gelmişlerdi. Hepsi profesyonel


dövüş ustalarıydı, hızlı ve çevik hareket ediyorlardı. Her biri iki kişinin elini ayırıp kendilerini
araya eklemişti. Daha fazla insan eklendiği için çember anında güçlenmişti.

Cennetin Gözü şöyle seslendi "MESLEKTAŞLARIM! ÇABUK ÇABUK, BAŞKENTTE


OKULLARI VEYA ÖĞRENCİLERİ OLAN HERKES, ONLARA ÇABUCAK
GELMELERİNİ SÖYLESİN!!"

"Gidin gidin gidin!"

"BEN DE ÖĞRENCİLERİMİ ÇAĞIRACAĞIM!"

Kısa bir süre sonra, caddeden aşağıya doğru yüzlerce insan daha geldi.

Bu gelen yüzlerce insan oldukça etkileyiciydi, bazıları keşiş bazıları büyücüydü! Her biri tam
teçhizatla donatılmıştı, fiziksel olarak da formları kahramanlar gibiydi. Xie Lian bu insanları
gördüğünde yüksek sesle sevindiği için herkes şaşırmıştı. Yukarıdaki siyah hayalet grubunu
gördüklerinde daha da hayrete düştüler ama hemen yardım etmek için onlara katıldılar.
Onlar araya katıldıktan sonra çember daha da genişledi, Kraliyet Başkenti'nin bu ana
caddesinde neredeyse yer kalmamıştı. Yeni gelenlerin de azımsanmayacak ölçüde güçleri
vardı, bu sayede rün asla kırılamayacak gibi sağlamlaşmıştı.

Bunu gördükten sonra Xie Lian artık yüzde dokuz kendinden emindi. Ve sakin bir şekilde
seslendi, "MİLLET, SAKIN KORKMAYIN. BU KADAR İNSAN OLDUĞU VE SIKICA
TUTTUĞUMUZ SÜRECE ONLARI TAMAMEN YENMEMİZ AN MESELESİ!"

Kalabalığı oluşturan insanlar da durumun artık kendi lehlerine dönmüş olduğunu gördüler.
Artık bir umutları vardı ve güvenle dolmuşlardı.

Coşkuyla cevap verdiler, "ONLARI YOK EDELİM!"

Öte yandan Cennetin Gözü şöyle dedi, "Bizim tarafımızda yüz altmış sekiz kişi var! Siz kaç
kişisiniz? Ne kadar süre dayanabilir bu rün?"

Diğer uçta Shi Qing Xuan vardı ve dilenci grubunu yüksek sesle sayıyordu, "Burada da yüz
kırk sekiz kişi var!"

Xie Lian, "Toplamda üç yüz on altı kişi var." dedi, "Yani bulmamız gereken..."

Ancak Hua Cheng sözünü kesmişti, "Bu doğru değil."

Xie Lian ona doğru döndü, "Ne doğru değil?"

Hua Cheng'in bakışları Xie Lian'a doğru geri döndü ve ona ciddi bir şekilde baktı, "Sayı
doğru değil. Şu anda burada üç yüz on yedi kişi var."

Çevirmen: Maria
Bölüm 207: Sevgi Arayışı; Hayalet Kralın Sahte Hoşnutsuzluğu

"..."

Hua Cheng sadece bir bakış atmış olsa da, Xie Lian onun yanlış saydığını düşünmüyordu.
Bunu çok sessiz bir şekilde söyledi ve kendinden başka kimse duymadı. Xie Lian da çemberi
hızlı bir şekilde tarayıp tekrar sayıyordu.

Herkes el ele tutuşuyordu, peki bu ekstra kişi ne zaman gelmişti?

Shi Qing Xuan yanlış saymış olabilir miydi?

Xie Lian, "Doğru saydığından emin misin? Kimseyi atlamadın değil mi?" diye sordu.

Shi Qing Xuan bağırarak yanıt verdi, "Hayır! Kişi sayısının önemli olduğunu söylememiş
miydin? Bu yüzden tekrar tekrar saydım, biz yüz kırk sekiz kişiyiz. Ne oldu? Bir sorun mu
var?"

Şu anda durumu açıklamak için doğru zaman değildi ve bunu pervasızca yapmak da sadece
gereksiz paniğe yol açacaktı. Xie Lian, insanların tanımadığı kişileri göstermesini de
isteyemedi çünkü çok fazla insan vardı ve çoğu da birbirini tanımıyordu.

Daha sonra Xie Lian şu şekilde cevap verdi, "Hayır. Sadece kontrol ediyorum."

Cennetin Gözü'nün çağırdığı insanların sayısında da bir yanlışlık olması mümkün değildi,
kendi okullarından getirdikleri öğrenci sayısını mı bilmeyeceklerdi?

Xie Lian arkasına doğru fısıldadı, "Ekstra kişi ne zaman geldi? Ne yapmayı planlıyor?"

"Ya ilk başta geldi ya da efsuncu grubu geldiğinde araya karıştı. Ama kesinlikle bir insan."

En azından bir hayalet değildi. Bu çemberi oluşturmak için herkesin insan olması
gerekiyordu, aksi takdirde kinci ruhları içeride tutamazlardı.

Bu kişi de belli ki şu an açığa çıkmak istemiyordu. Çemberin içine girdiyse ve bırakıp kaçarsa
çember bozulur, canavarlar içeri girerdi. Ama şimdiye kadar çember sağlam kaldığına göre
buradaki görevini iyi yapıyor olmalıydı.
Bu da Xie Lian'ın dikkatsiz davranmaması gerektiği anlamına geliyordu. Eğer bu kişi açığa
çıktığını far kederse, çemberi bırakıp kaçıp kaçmayacağını kimse bilemezdi. Ayrıca bu kişiye
fark ettirmeden ve çemberi bozmadan kim olduğunu öğrenmek oldukça zordu.

Ancak Xie Lian'ın aklına bir fikir gelmesi uzun sürmedi. Hua Cheng'e döndü, "San Lang
kelebeklerini kullanarak kinci ruhları istediğin yöne doğru kovalayabilir misin?"

Hua Cheng onun ne yapmak istediğini hemen anlamıştı, "Evet. Yapabilirim."

Bu kişi kendi iradesiyle araya sızdığı için basit biri olmamalı, dolayısıyla da kinci ruhlardan
da korkmamalıydı.

Eğer Hua Cheng kelebeklerini kinci ruhlarını öldürmeden yönlendirmek için kullanırsa, kinci
ruhlar içeri sızmak için bir insan arayacaklardı, ama bir kişi hariç.

Kendi isteğiyle araya katılan o kişi!

Xie Lian, "Ama bu fikir gerçekten riskli." dedi, "Dikkatli olmazsak, o zaman birisi korkudan
bırakıp kaçabilir. O zaman da kendi ayağımıza sıkmış oluruz."

"Endişelenme." dedi Hua Cheng, "Böyle bir şey olmadan önce kinci ruhları öldürürüm."

Her ikisi planlarını kararlaştırdılar, Xie Lian yüksek sesle bağırdı, "HERKES DİKKAT
ETSİN! KİNCİ RUHLAR ANİDEN GÜÇLENDİLER! SADECE BEKLEYİN,
KORKMAYIN!"

Cennetin Gözü de bağırmaya başladı, "NE?? NEDEN ANİDEN GÜÇLENDİLER??"

Hua Cheng yerinden kıpırdamadı, ama gümüş kelebekler, kaçmaya çalışan kinci ruhları
kovalamaya başladı. Diğerleri neler olduğunu bilmiyordu, ama büyü kullanıcıları bir şeylerin
yanlış olduğunu fark etmişlerdi.

Cennetin Gözü öfkelendi, "HUA CHENG... ZHU! NE YAPIYORSUN??"

Neyse ki bu iki kişinin onunla tartışacak zamanı yoktu. Kinci ruhlar çemberdeki birine hiç
yaklaşmıyordu, öyle ki önünde büyük bir boş alan bırakıyorlardı.

Bu oydu!
Xie Lian ışık hızıyla fırlayıp adamın elini tuttu ve çemberden çıkardı. Diğer iki kişinin ellerini
hemen bağladı.

Cennetin Gözü ve grubu huzursuzlanmıştı, "NELER OLUYOR??"

Hua Cheng kaba bir şekilde cevap verdi, "Bu sizi hiç alakadar etmez."

Sözlerini bitirdiği anda, Xie Lian'ın yanına doğru gitti ve yakaladıkları kişinin neden
olabileceği beklenmedik sorunlardan onu korumaya çalışıyordu. Xie Lian bu adamı sıkıca
tuttu ve sonra onu kendine doğru döndürdü. O anda, ikisi birbirleriyle yüz yüze geldiğinde,
Xie Lian, dilinin ucunda bulunan "Sen kimsin" kelimelerini zorla tutmuştu ve gözleri
kocaman açılmıştı.

Yüzüne bakarak mırıldandı, "Guoshi, yani gerçekten de sendin..."

Bu adam da bir anlığına hayrete düşmüştü ve sonra cevap verdi, "Ekselansları..."

Bu yüz son derece tanıdık olmalıydı, ama bunun yerine inanılmaz derecede yabancıydı.
Anılarında, Guoshi otuz yaşın üzerinde olmalıydı, sakin görünümü ile herkesi kandırabilirdi.
Ancak, şu anda bu adam sadece yirmi beş ya da yirmi altı yaşında görünüyordu, kendisinden
çok daha yaşlı değildi.

Xie Lian, Tonglu Dağı'ndaki dağ ruhunun bedeninde onun sesini duysa bile, hala merak
etmeye devam etmişti, belki de yanılıyordu. Jun Wu ona "Ustan basit bir karakter değil,
kesinlikle dikkatli ol." dediğinde bile, İmparator'un da yanılabileceğini düşünmüştü. Ancak,
karşısındaki adamın kendi ustası ve Xianle—Mei Nianqing'in son Guoshi'si olduğuna şüphe
yoktu!

Bu üç kişi, üç yüz kişiden oluşan bir dairenin içinde birbirlerine bakıyorlardı adeta hava
donmuş gibi görünüyordu. Ancak, Mei Nianqing çemberin dışına çıktığında, kimse tarafından
beklenmedik bir şey yaptı.

Xie Lian hala hayrete düşmüş şekilde bakarken, aniden ona doğru atıldı ve Xie Lian'ı elleriyle
boğmaya çalıştı!

Ancak, Hua Cheng onların hemen yanında duruyordu, bu yüzden Mei Nianqing'in başarılı
olmasına nasıl izin verebilirdi ki? Mei Nianqing geriye doğru fırlatılıp düşürülmeden önce bir
hareket yapmasına bile gerek yoktu. Çemberdeki kişiler ani bir hareketlenme olunca şaşırıp
kaldılar.

"NEDEN KAVGA ETMEYE BAŞLADILAR?"

"NELER OLUYOR?"

"KİMİ DÖVÜYORLAR?"

Hua Cheng endişeyle bağırdı, "Gege! İyi misin?"

"İyiyim!" diye yanıtladı Xie Lian.

Aslında, iyi görünmeyen kişi Guoshi'ydi. Mei Nianqingi, darbeden dolayı kan öksürdü ve
kalabalığın dışına çıkmaya çalışırken zorla ayağa kalktı.

Shi Qing Xuan onun tarafına geldiğini görünce bağırmaya başladı, "NE PLANLIYORSUN?
BAK, SENİ UYARIYORUM! SAKIN BURAYA GELME! EKSELANSLARI!! ÇEMBERİ
KIRMAYA ÇALIŞIYOR!!"

Xie Lian bağırdı, "GERİ DÖN!"

Ruoye hemen uçtu! Ancak, Mei Nianqing'in etrafına sarılmadan önce, bir kılıç gökten düştü
yolunu engelledi. Hemen ardından, cennetten beyaz bir ışık parladı. Bu ışık perdesiyle
birlikte, beyaz zırh giymiş bir savaş tanrısı cennetten indi ve Mei Nianqing'in kaçış yolunu
mühürledi!

Hem arkadan hem yönden yolu kapatılmış olan Mei Nianqing'in başka kaçacak yeri
kalmamıştı. Etrafı sarılınca, çılgın bir neşe içinde dans ediyor gibi görünen Ruoye'ye çarptı,
Ruoye sıkıca bağlarken onu yere düşürdü.

Xie Lian ileri doğru bir adım attı, "Lordum? Nasıl oldu da buraya bizzat geldiniz?"

Jun Wu ayağa kalktı, ifadesi ciddiydi, "Tonglu Dağı geçici olarak kontrol altına alındı, bu
yüzden işler senin tarafında nasıl gidiyor görmek için geldim."

"Kontrol altına almayı nasıl başardınız?" diye sordu Xie Lian.


Jun Wu, "Yeni bir bariyer oluşturdum." dedi, "Ve bu bariyer üç dağ ruhunu ve diğer insanlık
dışı yaratıkları geçici olarak tuzağa düşürüyor."

Xie Lian'ın önemsediği şey, bu dağ ruhları ya da diğer ilgisiz küçük yaratıklar değildi, "Peki
ya...Yüzü Olmayan Beyaz?"

Jun Wu başını yavaşça salladı, "Onu Tonglu Dağı'nda bulamadım. Korkarım ki uzun zaman
önce başka bir yere kaçmış."

Xie Lian etrafına baktı; göz kamaştırıcı bir ışık alanı onları çevreliyordu, onları üç yüz kişiden
fazla insan el ele tutuşuyordu. Şu anda, ışık ekranının dışındaki ölümlüler içeride neler
olduğunu göremiyorlardı. Xie Lian daha sonra yere baktı; Guoshi yerde yuvarlanıyordu ve
Jun Wu'yu gördü ve muhtemelen geçmişte yaptıkları dövüşü hatırlıyordu. Hem şok hem de
öfkeli görünüyordu, ama içten içe öfkelense bile sessiz kalıyordu. Jun Wu da başını eğdi,
konuşmadan önce yukarıdan küçümseyici bir şekilde izliyordu, "Xianle'dan Guoshi,
görüşmeyeli uzun zaman oldu."

Hua Cheng tembel bir şekilde yaklaştı ve Mei Nianqing'e kısa bir bakış attı, "Bu Guoshi
oldukça zayıf görünüyor, nasıl kaçmayı başardı?"

"Kendi gücüyle kaçmadı." dedi Jun Wu, "O zaman, onun yanında üç yardımcısı vardı. O diğer
üç kişi de Xianle Guoshi Yardımcıları'ydı."

Bunu duyduktan sonra, kendini daha fazla tutamadı ve sordu, "Guoshi... Sen tam olarak
kimsin?"

Mei Nianqing, Jun Wu'yu yüzünde karanlık bir ifadeyle izliyordu. Ellerini sıkıyor, ellerinin
arkasındaki damarlar belirginleşiyordu. Jun Wu planlarını bozdu diye mi yoksa Xie Lian onu
açığa çıkardı diye mi öfkeliydi, belli değildi.

Cevap vermeden önce bir nefes aldı, "Çoktan kim olduğumu tahmin etmemiş miydiniz,
Ekselansları?"

Wuyong Veliaht Prensi'nin Dört Koruyucusu'ndan biri!

"Peki ya Wuyong Veliaht Prensi?" diye sordu Xie Lian, "Yüzü Olmayan Beyaz mı?"

Bunu duyduktan sonra, Jun Wu oldukça şaşırmıştı, "Xianle, Wuyong'un Veliaht Prensi mi?"
Ancak o zaman Xie Lian, Wuyong'un işleri hakkında Jun Wu'ya rapor verme şansına hiç
sahip olmadığını hatırladı. Sonunda Guoshi'yi ele geçiren Xie Lian'ın rapor etmesi gereken
birçok şey ve sorması gereken birçok soru vardı, ancak bunu yapmanın şu an ne yeri ne de
zamanıydı.

Xie Lian şöyle cevap verdi, "Lordum, Üst Cennet'e döndükten sonra konuşalım."

"Bence de bu en iyisi." dedi Jun Wu ve birkaç dakika kendi kendine mırıldandıktan sonra
ekleme yaptı, "Şu an Tonglu Dağı'ndan gelen kinci ruhlar buradalar. Sayıları oldukça fazla
olduğu için çok hızlı bir şekilde yok edilemezler. Ben yapsam bile en az yedi gün yedi gece
sürer."

Guoshi'yi sorgulamak için yedi gün beklemek mi zorundaydı? Bu çok geç olurdu, çok çok
geç.

Yüzü Olmayan Beyaz hala bir yerlerde dolaşıyordu! Xie Lian, Hua Cheng konuşmaya
başladığında bile hala ne yapacağını düşünüyordu.

"Burayı bana bırak. Sen istediğin yere gidebilirsin."

Xie Lian ona bakmak için başını çevirdi, ama Hua Cheng zaten onun ne söyleyeceğini tahmin
etmişti.

"Başka bir şey söylemeye gerek yok. Seni burada bekleyeceğim. Eğer Gege bana gerçekten
teşekkür etmek istiyorsa, o zaman işlerini halledince çabucak dönmeli."

"Böylesi iyi olacak mı?" diye sordu Jun Wu.

Xie Lian rahatladı ve gülümsedi, "Mn. Evet."

Tam o sırada, aniden ışık çerçevesinin dışında titreyen bir silüet belirdi. Topallayarak ve
zıplayarak, bağırıyordu, "Ekselansları! Ekselansları, burada ne yapıyorsun? Her şey yolunda
mı?"

Bu kişi Shi Qing Xuan'dı. Görünüşe göre, Jun Wu aşağı inip orayı ışık ile çerçevelediğinde,
dışarıdaki hiç kimse neler olduğunu bilmiyordu ve hepsi ölmekten korkuyordu. Shi Qing
Xuan daha sonra cesurca ayağa kalktı ve neler olup bittiğini görmek için harekete geçmeye
karar verdi. Başka biri olsaydı, korkabilirdi ama geçmişte göksel bir yetkili olarak çalıştığı
için, bu ışık çerçevesi onu tanıdı ve içeri girmesine izin verdi.

İçeri girdiği anda şaşkına döndü, "L-L-L-LORDUM??? Nasıl oldu da şahsen buraya
geldiniz???"

Jun Wu onu görünce hafifçe gülümsedi, "Rüzgar Ustası. Nasılsın?"

"..."

Shi Qing Xuan biraz tereddüt ediyordu ve utanmış görünüyordu. Sonuçta, abisi Shi Wudu'nun
kardeşinin kaderini değiştirdiğini ve onun tanrı olmasını sağladığını bilmemesinin hiçbir
imkânı yoktu, bu hikaye çoktan yayılmıştı hatta küçük çaplı bir isyana neden olmuştu. Eski
yöneticisini görünce, utanç duymak ve suçlu hissetmekten başka hiçbir şey yapamıyordu.
Ancak Jun Wu ona hiçbir şey söylememişti, oldukça nazik davranıyordu. Xie Lian Ruoye'yi
geri çekti ve Mei Nianqing de yavaş yavaş kendi ayakları üzerinde durmaya başlamıştı.

Shi Qing Xuan utancını biraz aştıktan sonra sordu, "Bu kim? Şu anda neler oluyor?"

Mei Nianqing ona baktı ve aniden "Sen Shi Qing Xuan'sın, değil mi?" diye sordu.

Shi Qing Xuan şaşırmıştı, "Sen kimsin? Adımı nereden biliyorsun?"

Ama en önemli soru şuydu: bu görünüşüyle bile onu nasıl tanımıştı???

Mei Nianqing kendi kendine mırıldandı, "Senin adın berbat."

"HA??" Shi Qing Xuan'ın kafası karışmıştı.

Ancak, Mei Nianqing başka bir şey söylemedi ve Jun Wu'yu takip etti, oldukça uysal
görünüyordu. Muhtemelen onun yanında hiç yardımcısı olmadığı için Jun Wu'nun elinden
kaçamayacağını bildiği içindi.

"Xianle, önce onu götüreceğim." dedi Jun Wu, "Sen birazdan geleceksin, değil mi?"

"Evet." diye yanıtladı Xie Lian.

Jun Wu kafasıyla onayladı ve ikisi oradan ayrıldılar.


Xie Lian Hua Cheng'e döndü, ama bir şey söyleyemeden önce, Hua Cheng konuştu.

"Gege, hiçbir şey için endişelenme. Sadece çemberi kontrol edeceğim ve kaçmadıklarından
emin olacağım. Zor bir şey değil."

Shi Qing Xuan da konuya dahil oldu, "Ekselansları, yukarı mı çıkacaksın? Git, git, ben
burasıyla ilgilenirim. Endişelenme!"

Xie Lian başıyla onayladı, "İkinize de emekleriniz için çok teşekkür ederim."

Bu geçmişte olsaydı, Hua Cheng büyük olasılıkla "Bu hiçbir şey" ya da diğer benzer
cevaplarla cevap verirdi. Beklenmedik bir şekilde, bu sefer kollarını sarıp sıkı sıkı sarıldı ve iç
çekti.

"Ahh, oldukça zor..."

"..."

Xie Lian onun bir şey ima ettiğini anlamıştı. Öte yandan Shi Qing Xuan hiçbir şey
anlamamıştı ve heyecanla konuştu, "Evet bu kadar zor bir işi başarınca bizi ödüllendirmeyi
unutma, tamam mı? Bize Kraliyet Başkenti'nin en iyi restoranında bir yemek ısmarlamaya ne
dersin? Hahaha..."

Hala Kraliyet Başkenti'nde ziyafet çekmeyi düşünüyordu ve Xie Lian kendi kendine şöyle
düşündü, "...Rüzgâr Ustası, lütfen daha fazla bir şey söyleme. Onun ima ettiği şey bu
değildi..."

Hua Cheng kafasını sallıyor ve küçük örgüsünün ucundaki kırmızı inciyle oynuyordu.
Kaygısız bir şekilde konuştu, "Gege yanımda olsaydı, daha iyi olurdu. Ama Gege'nın tekrar
yukarı çıkacağını ve beni bırakacağını düşünmek, hm, bu çok zor."

Shi Qing Xuan sonunda tuhaf bir şey olduğunu anlamıştı ama tam olarak ne olduğunu
anlayamıyordu. Gülümseyerek konuştu, "Çiçeği Gözeten Kan Yağmuru, sözlerin çok komik.
Kulağa, Ekselansları cennete döndüğü için yalnız kalıyormuşsun gibi geliyor. Tıpkı yeni evli
bir çift gibi hahahahaha..."

"Yanılmıyorsun." dedi Xie Lian içinden, "Zaten ima ettiği şey bu değil miydi?"
Shi Qing Xuan uzun bir süre güldü ve Xie Lian sonunda artık dayanamayıp konuşmaya
başladı.

"Şey, Rüzgâr Ustası, önce, sen dışarı çıkabilir misin? Kısa bir süreliğine."

Shi Qing Xuan cevapladı, "???Neden?"

Xie Lian tam olarak açıklayamadı, "Sadece... Sen çık, biz vedalaşacağız."

Daha sonra Shi Qing Xuan dışarı çıktı, kafası karışmıştı. Şimdi sadece ikisi ışık çerçevesinin
içinde kalmışlardı ve Xie Lian geri döndü. Hua Cheng hala onu bir kaşını kaldırmış şekilde
izliyordu, bir şey söylemesini ya da bir şeyler yapmasını bekliyormuş gibi görünüyordu.

Xie Lian cesaretini topladı, Hua Cheng'in omuzlarına iki elini sert bir şekilde koydu ve
zıplayıp yanaklarına bir öpücük kondurdu.

Bunu yaptıktan sonra korkarak etrafına baktı ve kimsenin olmadığını görünce rahatladı. Ama
hemen sonrasında belinde bir el hissetti. Hua Cheng onu kendine doğru çekip sarılmıştı.

"Gege, beni sakinleştirmiyor muydun?"

Bu mutsuz ve yarı şaşkın ses tonu Xie Lian'ı şaşırtmıştı. Ve Xie Lian hızlıca haykırdı, "Hayır,
yapmıyordum!"

"Gerçekten mi?" diye yanıtladı Hua Cheng, "Ama benden manevi güçler alırken böyle
davranmıyordun. Şimdi güç almıyorsun diye mi bu şekilde vedalaşıyorsun?"

"..."

Şimdi söylenince, Xie Lian gerçekten de samimi olmadığını hissetti. Bir süre sonra kısık bir
sesle cevap verdi, "...Özür dilerim. Böyle demek istemedim."

Özür diledikten sonra, ne demek istediğiyle ilgili kafasında şimşekler çakmaya başlamıştı.
Hua Cheng ona cevap vermeden önce, Xie Lian'ın vücudu zihninden önce hareket etmiş, Hua
Cheng'in boynuna sarılmıştı. Sıkıca kendine doğru çekip, Hua Cheng'in öpmesini istediği yeri
öpmeye başlamıştı.
Ama kim bilebilirdi ki aniden Shi Qing Xuan'ın sesinin geleceğini, "Ekselansları, düşünüp
durdum da, neden sadece vedalaşacaksanız beni kovdunuz? Ben sadece... Ekselansları?? Ne
kadar çabuk gitti?"

Xie Lian ani panikle, tökezleyerek kaçmıştı.

Çevirmen: Maria
Bölüm 208: Hayalet Aynaya Giriyor; Saklanacak Yer Yok

Cennet Başkenti'nin ana caddesinde tökezleyerek yürürken Xie Lian hala elleriyle yüzünü
kapatıyordu. Caddede yürüyen genç göksel yetkililer onun bu titreyen halini görseler de
yaklaşıp ne olduğunu sormaya cesaret edemiyorlardı.

Xie Lian hızlı bir şekilde ellerini yüzünden çekti, dik durmaya çalıştı ve elleriyle dudaklarını
ovalamaya başladı, "Dudaklarım sanki biraz acıyor, ne olduğunu bilmiyorum hahaha..."

Genç yetkililerin ona doğru olan bakışları daha da garipleşmişti.

Dudaklarının acıması için ne yapmış olmak gerekiyordu??

Aslında gerçekten de biraz acıyordu. Hua Cheng'i öpmek için ona doğru atıldığında dudağını
sert bir şekilde bastırmıştı. Ama daha sonra Hua Cheng'in o sırada gülümsediğini de net
olarak hissedebilmişti. Bu konu üzerinde daha fazla düşünmeyi bıraktı. Genç göksel yetkililer
onu durdurmamıştı, hepsi aceleyle kendi yollarına gidiyordu.

Belki de Tonglu Dağı'nın açılması yüzündendi ama Üst Cennet'teki hava oldukça huzursuz ve
rahatsız ediciydi. Büyük Dövüş Salonu'nda bir sürü göksel yetkili bir araya gelmişti. Tonglu
Dağı'nın kinci ruhları çeşitli yerlere gönderilmişti ama büyük bir çoğunluğu İmparatorluk
Başkenti'ne gelmişti. Xie Lian ve Hua Cheng en zor görevi seçerek şimdiye kadar
uğraşmışlardı, bu yaratıklarla başka birileri karşılaşsaydı çoktan yenilmiş olurlardı. Pei Ming,
Feng Xin ve diğerleri de çoktan Cennet Başkenti'ne dönmüşlerdi, yüzleri yorgunlukla
kaplıydı. Ancak, Xie Lian salona girdiğinde ve insanları selamlamak için yukarı baktığında,
gördüğü ilk kişi uzun zamandır görmediği Lang Qianqiu oldu.

Lang Qianqiu'nun yüzünde karanlık bir ifade vardı. Xie Lian'ı gördüğü zaman, o da şaşırmıştı,
ama sonra kafasını çevirdi.

Kalabalığı oluşturan herkes düşüncelere dalmıştı ve kimse konuşmuyordu. Jun Wu tahtına


oturdu ve Xie Lian'ın geldiğini görünce biraz yükseldi, konuşmaya hazırdı, ama o sırada Lang
Qianqiu öne çıktı.

"Lordum, Yeşil Hayalet Qi Rong'u yakaladığınızı duydum."


Jun Wu ona doğru baktı, "Bu doğru. Ancak, Yeşil Hayalet Qi Rong, kadın hayalet Xuan Ji ve
diğerlerini kendi ellerimle yakalamadım. Hepsi Hayalet Şehri'nden Yin Yu tarafından buraya
gönderildi."

Ancak o zaman Xie Lian, Yin Yu'nun da varlığını farketmişti. Yin Yu farkedilemez biriydi,
çoğu zaman insanlar onun olduğunu unuturlardı. Bahsi geçmişken, bu Yin Yu'nun Büyük
Savaş Salonu'na ilk girişiydi. En yüksek rütbeli göksel yetkililer dışında, Jun Wu'nun izni
olmadan başka hiç kimse bu salona ayak basamazdı. Geçmişte Yin Yu da bir göksel
yetkiliydi, ama seviyesi düşük olduğu için oraya girme şansı hiç olmamıştı. Fakat şimdi
Hayalet Şehri'ne "kendi isteğiyle" düşmüşken, buradaydı. Açıklaması zor, karmaşık duygular
içerisindeydi.

Lang Qianqiu direkt konuya girdi, "Qi Rong, benim klanımı yok eden baş düşmanım,
Lordumun onu bana bırakması için dua ediyorum."

Jun Wu, bir an için Xie Lian'a baktı ve daha sonra devam etti, "Onu sana teslim etmemde bir
problem yok. Ama alıp onunla hesabını kapattıktan sonra, ne yapacaksın?"

Başlangıçta Lang Qianqiu ayrılırken, Qi Rong'la işi bittikten sonra Xie Lian'la hesabını
göreceği konusunda tehditler savurmuştu. Jun Wu bütün bunları biliyordu.

Lang Qianqiu'nun sesi sertti, "Lordumun bu konuda endişelenmesine gerek yok. Lordum bu
soruları cevaplamadığım için, Qi Rong'u suçsuz bulup serbest bırakmayacak, değil mi?"

Geçmişte, Büyük Dövüş Salonu'nda nadiren konuşurdu ve konuştuğu zaman da genelde


saçmalardı. Ama şimdi konuşurken ses tonu gergin ve öfkeliydi. Durum iyi görünmüyordu o
yüzden Pei Ming de konuşmaya başlamıştı.

"Ekselansları Tai Hua bugün oldukça öfkeli görünüyor, değil mi?" Elbette Lordum Qi Rong'u
serbest bırakmayı planlamıyor..."

O tam ortamı yumuşatıp işleri düzeltmeye çalışırken, dışarıdan bir kargaşa sesi geldi. Ve içeri
birisi girdi.

"Lordum, daha fazla bekleyemem!"


Gelen kişi Mu Qing'di. Simsiyah giyinmişti, yüz ifadesi kasvetliydi. Arkasındaki göksel
yetkililer onun içeri girmesini engellemeye çalışmışlardı ama aceleyle onlar da içeri
girmişlerdi.

"Lordum, biz sadece General Xuan Zhen'i..."

Jun Wu iç çekti, bir elini yanağına koymuştu diğer elini de sallıyordu, "Anlıyorum. Aşağı
inin." daha sonra gözlerini Mu Qing'e doğru çevirdi ve devam etti, "Ve bu yüzden??"

Mu Qing sağlam bir ses tonuyla yanıtladı, "Ve bu yüzden asılsız suçlamalara katlanmaya
devam edemem. Lordum o kadını çoktan yakalamadı mı? Onunla yüzleşmek istiyorum!"

Lang Qianqiu da konuştu, "Lordum, Lütfen bana da Yeşil Hayalet Qi Rong'u verin!"

İkisi de yüksek sesle konuşuyordu, sahne oldukça coşkulu görünüyordu, bu yüzden de Jun
Wu'nun başına ağrılar giriyordu.

"Sessizlik! Ben Tonglu Dağı meselesini halledene kadar bekleyebilir misiniz?"

Mu Qing kendi gerekçelerini sunmaya başladı, "Lordum Tonglu Dağı meselesini halletmek
istiyorsa, beni burada kilitli tutmasının ne faydası var? Neden adımı temize çıkarmama ve Üst
Cennet'e hizmet etmeme izin vermiyorsunuz? Lordum o kadınla yüzleşmeme izin verirse,
gerçek ortaya çıkacaktır."

Sözleri oldukça mantıklıydı. Onun adını temize çıkarmak için bir fırsat verilmezse bu
acımasızlık olurdu.

Bu yüzden Jun Wu, "Hayalet kadın Jian Lan'ı getirin." emrini vermişti.

Kısa bir süre sonra Jian Lan getirildi. Kollarında kundak gibi bir şey vardı ve etrafa oldukça
karanlık ve ürpertici bir enerji saçıyordu. Kundağın içinden bembeyaz bir şey dışarı
sarkıyordu, bir eli andırıyordu ama değildi. Kemiğe benzeyen ama kemik olmayan bir şey,
dişlerini ve pençelerini çıkardı. Ama zorla kundağa geri sokulup, sıkıştırıldı. Muhtemelen
Feng Xin ile yüzleşeceği için elleri bağlanmamıştı. Feng Xin hafifçe yutkundu ve kafasını
çevirmeden önce gözleri Jian Lan ile bir an için buluştu. Daha sonra, Feng Xin'in bakışları
kollarındaki "kundağın" üzerine doğru yöneldi ve yüzündeki ifade daha da karmaşık bir hal
aldı.
Öte yandan, Mu Qing zaten sabrının sonundaydı, "Oğlunun neden bana iftira atması
gerektiğini bilmiyorum, ama suçlu olmadığımı kesin olarak biliyor. Başka birinin kontrolü
altında olmalı."

Soğukkanlılığını kaybediyordu, ama Xie Lian bunu anlayabiliyordu. Mu Qing, itibarını


derinden önemseyen biriydi ve başına gelen bu şaibeli duruma maruz kalmak, hatta bu
durumun üst mahkemedeki görevini etkileyecek kadar ileri gitmesi yüzünden ağzına kadar
öfke ile doluydu.

Jun Wu sorguladı, "O zaman kimin kontrol ettiğini düşünüyorsun?"

Mu Qing konuşmadı, ama bakışları başka bir yöne doğru hareket etmişti ve herkes Jian Lan'a
baktığını görmüştü.

Feng Xin'in alnındaki damarlar belirginleşmeye başlamıştı, "Ne demeye çalışıyorsun? Sence
oğlunun sana iftira atmasını ister mi??"

Mu Qing bakışlarını geri çekti ve cevap verdi, "Ben böyle bir şey söylemedim."

"O zaman neden ona bakıyordun?" diye haykırdı Feng Xin, "Sana karşı herhangi bir kini yok.
O yüzden neden böyle bir şey yapsın?"

"Bizim aramızda kesinlikle kin yok ama seni bilemeyiz."

"Ne demeye çalışıyorsun bununla?" dedi Feng Xin, "Her şeyi tek seferde söyle."

Mu Qing, Xie Lian'a baktı ve devam etti "Jian Lan Hanım ile, Ekselansları ilk sürgünü
sırasında tanıştı değil mi?"

Diğer göksel yetkililer de konuyu takip ediyorlardı ve Xie Lian'a bakıyorlardı.

Xie Lian: "???"

Neden yine konuya dahil edilmişti?

Feng Xin de ona bakıyordu ve öfkeyle bağırmaya başladı, "Bunun onunla ne ilgisi var?!"
Mu Qing de o tarafa bakmayı bıraktı ve her şeyi açıkladı, "Elbette her şeyle ilgisi var.
Zamanında Ekselanslarının yanında olmak oldukça zordu. Sen de, ben Orta Cennet'e
döndüğüm için benden nefret ediyordun. Her zaman benim kuyumu kazmaya çalışıyordun, bu
Hanımefendi de senin yatak partnerindi. Dolayısıyla benden nefret etmesi gayet normal. Belki
de Ekselanslarından bile nefret ediyordur. Sonuçta onun yerine Ekselanslarına sadık kalmayı
seçtin. Bu bir terkedişti..."

Feng Xin artık dinleyemeye dayanamadı ve öfkeyle patladı, "SAÇMALAMAYI KES!!"

O sırada yumruğu ona doğru uçtu ve Mi Qing de kendi yumruğu ile karşılık vererek darbeyi
savuşturdu. Jian Lan onları durdurmak istemişti ama fetus ruhu aniden kulak tırmalayıcı
şekilde bağırmaya ve ağlamaya başladı. Pei Ming ve Yin Yu, Feng Xin ve Mu Qing'i ayrı ayrı
geri çekmeye çalışırken, Quan Yizhen yan tarafta duruyordu ve bir kavga başlarsa kimin
kazanacağını düşünüyor gibi görünüyordu. Yani, salonda bir karmaşa çıkmıştı ve Xie Lian da
kenarda sakin sakin duruyor, olayları izliyordu.

Bir süre sonra iç çekip konuşmaya başladı, "Lordum, şu anda ilk önceliğimiz Yüzü Olmayan
Beyaz'ı yakalamak ve yüz hastalığının yayılmasına engel olmak olmalı. Bu puzzle'ın en
önemli parçası daha önce yakaladığımız kişi."

Jun Wu da daha fazla izlemeye dayanamadı ve elini sallayıp emretti, "Hayalet kadın Jian
Lan'ı götürün. Xian Le Guoshisi'ni getirin."

Mu Qing bağırdı, "HAYIR. GÖRMEM GEREKİYOR... NE??"

Feng Xin de şaşkına dönmüştü, "KİMİ GETİRECEKLER???"

İkisi de salonun girişine doğru bakıyorlardı. İkisinin de tanıdığı bu kişi, askerler tarafından
getirilen kişi Xian Le Guoshisi, Mei Nianqing değil miydi?

Feng Xin ve Mu Qing ikisi de oldukça şaşırmışlardı, Feng Xin konuştu, "Guoshi mi?
Gerçekten Guoshi mi??"

Mu Qing bir şey söylemedi ama o da hayrete düşmüştü ve emin değildi. Böyle tepki
verdikleri için suçlanamazlardı. Şimdi bile Xie Lian'a bu durum gerçek değilmiş gibi
geliyordu. Bu adam ile bir zamanlar ona "İki adam ve bir bardak su" sorusunu soran Guoshi
arasında bir alaka kuramıyordu.
Mei Nianqing, Xie Lian'ın yanından geçerek yavaşça öne çıktı. Jun Wu ise büyük salonda
yukarıda oturuyordu.

"Xian Le, aşağıdayken, söyleyecek bir şeyin varmış gibi görünüyordu."

Xie Lian kafasını hafifçe eğdi ve cevap verdi, "Evet."

Böylece Tonglu Dağı'ndan itibaren yaşadıkları tüm önemli olayları anlatmaya başladı.
Kalabalık dinledikçe gözleri fal taşı gibi açılıyordu, Feng Xin ve Mu Qing'i boşvermişlerdi.

Açıklama bittikten sonra Jun Wu konuştu, "Daha önce WuYong Krallığı'nı hiç duymadım."

Diğer yetkililer de katılıyorlardı.

"Ben de daha önce duymadım..."

"Sonuçta iki bin yıl önceydi."

"Kanıtlar kasıtlı olarak silinmiş olmalı."

Mei Nianqing tüm bu süre boyunca tek bir kelime bile söylememişti. Xie Lian ona döndü.

"Guoshi, WuYong Krallığı'nın Veliaht Prensi, Yüzü Olmayan Beyaz. Değil mi?"

"Evet." diye cevapladı Mei Nianqing.

Tam da Xie Lian'ın tahmin ettiği gibi!

Pei Ming de konuya dahil oldu, "O zaman duvar resimlerini kim bıraktı? Ve son tabloyu kim
yok etti?"

Xie Lian, "Bu duvar resimlerini kimin geride bıraktığını bilmiyorum." dedi, "Ama bence son
resim Yüzü Olmayan Beyaz ya da astları tarafından yok edildi. Sonuçta, kimsenin gerçek
kimliğini öğrenmesini istemiyordu."

Mei Nianqing'e döndü, "Ve sen de WuYong'un Veliaht Prensi'nin emrindesin."

Bu da onu Yüzü Olmayan Beyaz'ın astı yapar.


"..."

Mei Nianqing konuşmadı. Xie Lian, Xian Le'nin düşüşü hakkında sorular sormak istiyordu,
Guoshi bu yaratığın Yüzü Olmayan Beyaz olduğunu biliyor muydu? Bu da demek oluyor ki,
beraber komplo kuruyorlardı. Guoshi, onun yardımcısı mıydı?

Fakat sonunda, bunların yerine farklı bir soru sordu, "Yüzü Olmayan Beyaz şu an nerede?"

"..."

"Yüzü Olmayan Beyaz neden Xian Le'yi yıktı?" Xie Lian sorgulamaya devam ediyordu.

"..."

"Neden beni öldürmek istedin?"

Mei Nianqing sonunda konuştu, "Ekselansları, seni öldürmeyi hiç istemedim."

"O zaman neden aşağıdayken boğazıma doğru bir hamle yaptın?" diye sordu Xie Lian.

Mei Nianqing cevap verdi, "Seni boğsam bile ölmen mümkün müydü? Yanındaki buna izin
verir miydi?"

Bu doğruydu. Ancak bu, Mei Nianqing'in öldürme niyetinin olmadığı anlamına gelmiyordu,
çünkü o anki tepkisi anlık bir iç güdüyle olmuştu. Mei Nianqing muhtemelen Xie Lian'ı ikna
edemeyeceğini biliyordu, bu yüzden tartışmaya çalışmayı bıraktı.

Bir süre sessizlikten sonra, Xie Lian en çok sormak istediği soruyu sormuştu.

"Benim içimde neyi uyandırmak istiyordun?" diye sordu Xie Lian.

Jun Wu ona Guoshi'nin onun içinde bir şey uyandırmak istediğini söylemişti, ama bu ne
olabilirdi?

Mei Nianqing ona garip bir şekilde bakıyordu. Xie Lian yumruklarını sıkıyordu.

"Guoshi, devam et. Söyle bana."


Xie Lian kendini biraz huzursuz ve gergin hissediyordu. WuYong'un Veliaht Prensi'nin kaderi
onunkine çok benziyordu. Kendisi ve Yüzü Olmayan Beyaz arasında bilmedikleri bir bağlantı
olabilir miydi?

Yüzü Olmayan Beyaz gibi biriyle bağlantısı olmasına izin veremezdi, bu yüzden bunu
çözmeliydi. Ama yine de Yüzü Olmayan Beyaz ile bir bağlantısı olması onu çok
korkutuyordu.

Mei Nianqing onu bir süre izledikten sonra cevap verdi, "Ekselansları, bu sorduğun sorulara
cevap vermem için doğru bir zaman değil. Cevap versem bile bana inanmayabilirsin." Bir
süre duraksadıktan sonra devam etti, "Ancak şu anda sana verebileceğim tek bir cevap var."

Mei Nianqing her kelimenin üstüne basa basa söyledi, "Şu anda, Yüzü Olmayan Beyaz
burada, Büyük Savaş Salonu'nda. Arkamda duruyor."

Arkasında kim duruyordu?

XIE LIAN!!!

Xie Lian o noktada durmak istemeyip bir iki adım atmıştı.

Onların yakınındaki bir diğer kişi Feng Xin'di ve bağırdı, "Guoshi... Gözlerini aç ve
karşındaki insana bak! O Ekselansları, senin öğrencin!"

Ancak konuşan başkaları da vardı, salonda uzakta bulunan göksel yetkililer elleriyle ağızlarını
kapatarak fısıldaşıyorlardı.

"Ekselansları... Ve Yüzü Olmayan Beyaz, bölünmüş bir ruh olabilir mi?"

"Bölünmüş ruh nedir?"

"Bir kişinin ruhunun ikiye bölünmesi ya da iki parçaya ayrılması. Her yarının kendi anıları
vardır, kişilikleri ve becerileri de farklıdır. Belki de görünüşleri bile farklı olabilir."

"...Bu oldukça mümkün."

"Ben de böyle olaylar duymuştum!"


"Eğer durum gerçekten böylese ne yapmalıyız? Ekselansları, Beyaz Kıyafetli Felaket, Veliaht
Prens mi???"

Bu tür konuşmalar her taraftan geliyordu ve Xie Lian da sonunda şüphelenmeye başlamıştı:
kendisi Yüzü Olmayan Beyaz mıydı? Hep o muydu?

Xian Le'yi yıkan, ve kendisine sekiz yüz yıl boyunca işkence eden kişi olabilir miydi?
Şimdiye kadar olan tüm bu şeyler onun suçu muydu?

Salon içerisinde gürültüler yükselmeye başlamıştı, herkes dedikodu yapıyordu. Feng Xin bile
artık ne söyleyeceğini ya da neye inanacağını bilmiyordu.

Jun Wu ayağa kalktı ve seslendi, "Xian Le, sakin ol!"

Xie Lian adeta paramparça oluyordu, "Ben...ben...ben..."

Her şey gerçekten de onun hatası mıydı?

Eğer gerçekten onun hatasıysa, ne yapmalıydı? Hiçbir şey bilmiyordu!

Kalabalığın seslerinden boğulduğu sırada başka bir ses geldi kulağına:

"Hayır! Yemin ederim sen sensin, başka biri değilsin. Güven bana!"

"..."

San Lang. San Lang!

Hua Cheng bir keresinde ona böyle söylemişti. Bunlar onun hatası olamazdı!

Bunu düşündükten sonra, Xie Lian'ın zihni aniden tertemiz olmuştu ve dik durmaya
çalışıyordu. Ancak Jun Wu çoktan tahtından inip onun yanına gelmişti!

"Xian Le, önce sakinleş..."

Xie Lian tam cevap vermek üzereyken Guoshi kendisinin yakınında olan Feng Xin'in
belindeki kılıcı alıp Jun Wu'ya saldırdı!
Tüm göksel yetkililer bağırmaya başladı. Ancak, hem Jun Wu hem de Xie Lian, kendi
alanlarında en iyisi olan dövüş tanrılarıydı, o zaman neden bu kadar düşük seviyeli bir gizli
saldırıyı önemsesinlerdi ki? Xie Lian yıldırım hızıyla kar beyazı kılıcı tuttuğu sırada, kılıcın
ucu Jun Wu'ya ulaşmamıştı bile.

Xie Lian hemen kendine geldi ve Guoshi'yi yakalamak için koştu. Büyük Savaş Salonu'nda
savaş tanrıların olduğu yerde suikast girişiminde bulmaya çalışıyordu. Ölmek istiyor
olmalıydı.

Feng Xin bağırdı, "Guoshi, yaptığın şeyin hiçbir anlamı yok!"

Ancak o sırada Mei Nianqing faydasız şekilde mücadele ederken, Xie Lian'a yüksek sesle
bağırıyordu:

"BAK!!! ÇABUK BAK!!"

Yin Yu aceleyle geldi, "Ekselansları! İyi misin? Ne oldu?"

Uzaktaki Mu Qing de paniklemişti, "Neye bakacak? Ne demek istiyor? Ne planlıyor?"

Büyük bir karga yaşanıyordu, bir süre boyunca, Xie Lian'ın tek bir kası bile hareket
etmemişti.

Başka bir şey değildi. Kar beyazı bıçağa yansıyan bir şey görmüştü.

Bir yüz.

Bir gençliğin bestelenmiş ve yakışıklı yüzü.

Ve bu yüz üzerinde büyüyen üç farklı yüz vardı!

Bu üç küçük yüz, bu kişinin yüzünü eziyordu, yakışıklı cildini mahvetmişti ve ürpertici bir
şekilde korkunç görünmesine sebep oluyordu. Beş duyusu bile inanılmaz derecede çarpık
görünüyordu. Yüzünün yarısı gülüyor yarısı ise ağlıyordu.

Bu yüz, Xie Lian'a sonsuz derecede tanıdık gelmeliydi. Ama yine de, aynaya benzeyen bir
bıçaktaki yüz o kadar yabancıydı ki, Xie Lian'ın soğuk soğuk terlemesine neden olacak kadar
korkunçtu. İşte o zaman Feng Xin'in yanında taşıdığı bu kılıcın kötülüğü ortaya çıkaran ayna
Hongjing olduğunu hatırladı. Hayaletler aynaya girdiklerinde, saklanamıyorlardı.

Bu açıdan bakıldığında, Hongjing'in yansıttığı şey kendi yüzü değil, arkasında duran kişinin
yüzüydü. Ve bu yüzün üzerinde, şu anda onu yakından izleyen bir çift karanlık göz vardı. Xie
Lian'ın gözbebekleri küçülüyordu, sanki hareketleri yavaşlıyordu. Tam ağzını açacağı sırada
bileğinde bir sertlik hissetti.

Güçlü bir el bileğini tutuyordu, Jun Wu arkasından gülümseyerek seslendi, "Xian Le, neye
bakıyorsun?"

Çevirmen: Maria
Bölüm 209: Üst Cennette Kaos; Hain Dalga Gökleri Sallıyor

Xie Lian'ın tüm vücudunda, omurgasından başlayan bir ürperti hissettiği son zamandan beri
epey oluyordu. Mei Nianqing Yüzü Olmayan Beyaz'ın orada, yakınında olduğunu söylemişti.
Xie Lian ilk başta kendisi olduğunu sanmıştı ama kendi arkasında Jun Wu'nun olduğunu
unutmuştu!

O zamana kadar ondan hiç şüphelenmemişti, bütün tüyleri diken diken olmuştu. Xie Lian
biraz mücadele etti ama bileğini tutan bu kişi ondan çok daha güçlüydü.

Kendisine rağmen "Sen... Senin yüzün..." dedi.

Jun Wu'nun sesi, hiç umursamıyormuş gibi geliyordu, sanki sadece önemsiz bir hatayı fark
etmişler gibiydi, "Ah, bir an dikkatsizlik ettik ve tekrar ortaya çıktılar."

Başka bir acı dalgası Xie Lian'ın bileğine doğru hareket etmişti bu yüzden kılıcın kabzasını
tutamadı ve parmaklarını gevşetti. Uzun kılıç gürültülü bir şekilde yere düştü ÇAT! Ve
yankılanan bu ses salonu doldurdu. Ama çok geçti.

Xie Lian gibi yakında olan göksel yetkililerin bir çoğu Hongjing'e yansıyan bu korkunç yüzü
görmüşlerdi!

Salona bir ölüm sessizliği hakim oldu. En yakında duran ve her şeyi açıkça gören Feng Xin de
dahil olmak üzere hemen hemen tüm göksel yetkililer hayrete düşmüş adeta
donakalmışlardı. Mei Nianqing, bu şansı kurtulmak için kullandı ve yerde bulunan Hongjing'i
yakaladı ve Jun Wu'nun önünde durarak, iki eliyle kaldırdı.

"HERKES, YAKINDAN BAKSIN!! TAM BURADA DURAN ADAMIN YÜZÜNE


BAKIN!!!"

İlk kendilerine gelenler bir dizi savaş tanrılarıydı. Pei Ming ileri doğru atıldı ve bağırdı,
kılıcını çıkardı.

"KİMSİN SEN??"

Daha uzakta duran göksel yetkililer neler olduğunu anlamamışlardı, bu yüzden bağrışmaya
başlamışlardı.
"NELER OLUYOR?"

"GENERAL PEİ KİMİNLE KONUŞUYOR??"

"KILICINI İMPARATORA NASIL DOĞRULTABİLİR?"

Mei Nianqing, Jun Wu'ya gözünü bile kırpmadan bakıyordu, kelimeleri tek tek vurgulayarak
söyledi, "O YÜZÜ OLMAYAN BEYAZ!"

ÇN: Ya bu Jun Wu'da bir şeyler olduğunu anlamıştım ama oha buna da be

Mu Qing şaşkına döndü, "Nasıl Yüzü Olmayan Beyaz olabilir? İmparatoru taklit edip yerine
mi geçti? O zaman gerçek İmparator nerede?"

Xie Lian da gizlice yapılmış bir yer değiştirme olup olmadığını merak ediyordu ama asıl soru
bunun ne zaman yapılmış olduğuydu. Neden yanlış bir şeyler olduğunu fark etmemişti?
Göksel Savaş İmparatoru, dünyasal ustalar gibi güçsüz değildi, ne olursa olsun, eğer biri onun
yerine biri geçtiyse bu tüm üst mahkeme tarafından fark edilirdi!

Mei Nianqing tam tekrar konuşmak üzereydi ki Jun Wu elini sallayıp iç çekti.

"Beni yine hayal kırıklığına uğrattın."

Mei Nianqing'in yüzü aniden düşmüştü ve biri tarafından boğuluyor gibi görünüyordu. Lang
Qianqiu kılıcını aldı ve bir şeyleri keser gibi salladı ama o sırada Jun Wu ona doğru bir bakış
attı ve Lang Qianqiu uçarak geri gönderildi.

Bir sonraki saniye, Pei Ming, Lang Qianqiu, Feng Xin, Mu Qing, Quan Yizhen ve Büyük
Dövüş Salonu'nun içindeki hemen hemen tüm dövüş tanrıları ileriye doğru atılmışlardı.

Ancak az önce öne atılan savaş tanrıları saldırıya uğrayıp yere düşerken, Jun Wu'nun eli hala
Xie Lian'ın bileğini tutuyordu.

Büyük Dövüş Salonu, güçlerini kaybedip yere düşmüş savaş tanrıları ile doluydu, sadece Jun
Wu ve Xie Lian ayakta duruyorlardı. Mu Qing bir ağız dolusu kan kustu ve olduğu yerde
sessizce donakalmış olan Xie Lian'a öfkeyle bağırdı.
"HAREKET ET! BİR ŞEYLER YAP! NE DİYE KENDİNDEN GEÇİYORSUN?
ÖLDÜRÜLMEYİ Mİ BEKLİYORSUN??"

Xie Lian hareket etmek istemiyor değildi, sadece hareket edemiyordu! Xie Lian hafifçe
parmağını bükse Jun Wu bunu farkeder ve bileğini kırabilirdi. Yani bir karşı saldırı
yapamazdı! Ne kadar düşünürse düşünsün en iyisi temkinli olup hareketsiz kalmaktı!

ÇN: Hua Cheng nerdesin Hua Chengggg

Bu, üç krallığın bir numaralı savaş tanrısının gücüydü!

Kenarlarda duran göksel yetkililer korkudan tir tir titriyorlardı. Ama sonra bir anda
kaçabileceklerini düşünüp Büyük Dövüş Salonu'ndan dışarı fırladılar. Çıkışa ulaşırken ağır,
büyük ve görkemli kapılar kapanmıştı. Kapıları boş yere yumrukluyorlardı. Salondaki
yaklaşık yüz tane göksel yetkili ya yerden kalkamıyor ya da kapıları yumrukluyordu.
Gerçekten tam bir kaos ortamı oluşmuştu.

Mei Nianqing'e gelince, vücudu görünmeyen bir güç tarafından öne doğru çekildi, Jun Wu
yakasından tuttu ve gülümsedi.

"Fikrini son dakikada değiştirip, ağzını herkesin önünde açınca hiçbir şey yapamayacağımı mı
düşündün? Öğrenirlerse bir araya gelip beni tehdit edebileceklerini mi düşündün? Hepsini tek
elimle yok edebilirim."

Jun Wu'nun ilk önce Mei Nianqing'i getirmesi sadece Xie Lian'ın Hua Cheng'e veda etmesine
izin vermek için değilmiş gibi görünüyordu. Mei Nianqing'i bir şeyle tehdit etmişti, bu yüzden
Guoshi, direnmeden veya şikayet etmeden salonda sorgulanmayı kabul etmişti. Son saniyede
Mei Nianqing'in sözünden döneceğini kim bilebilirdi ki?

Jun Wu'nun kollarını kavradı ve Xie Lian'a bağırdı, "Ekselansları, KAÇ! O ÇILDIRMIŞ!"

Xie Lian "Guoshi!" diye haykırdı.

Bir sonraki saniye, Mei Nianqing daha fazla konuşamıyordu, sanki bir şey boğazını sıkıp onu
boğuyordu. Ama her zaman boynunu örten cüppeler giyerdi, bu yüzden Xie Lian sorunun ne
olduğunu açıkça göremiyordu.
Jun Wu iç çekti, "Aptal seni; bu yaptığın onları ateş çukuruna itmekten farklı bir şey değil.
Aslında, bu meselenin onlarla hiçbir ilgisi yoktu, ama şimdi, Cennet Başkenti'nde kimse canlı
kalmayacak."

Durum çok acil bir hal aldığı için Xie Lian iletişim rünüyle bağırdı, "SAN LANG!"

Daha önce Hua Cheng'in iletişim rününü kullanacağı bir şey olmamıştı, ama bu durumda
utanacak zamanı da yoktu. Bir kaç kez konuşmasına rağmen diğer tarafta tamamen bir
sessizlik vardı.

Bu iletişim engeli hissi, Tonglu Dağı'ndakiyle hemen hemen aynıydı!

Sadece bir bakışla, Jun Wu onun ne düşündüğünü anlayabilirdi, "Denemeye devam etmene
gerek yok. Eğer ben izin vermezsem, iletişim kuramazsın."

Cennet Mahkemesi Jun Wu'nun gücü üzerine kurulmuştu, burası onun mülküydü. O yüzden
istediği her şeyi yapardı. Bu aynı zamanda tüm üst mahkemenin cennetin diğer alanlarından
tamamen ayrıldığı anlamına geliyordu.

Aniden Büyük Dövüş Salonu'nun kapıları açıldı. Göksel yetkililer güçlerini yeniden
kazandılar ve tam sevineceklerdi ki kapının girişindeki kişiyi görünce şaşırıp kaldılar.

Salonun dışında uzun boylu, simsiyah kıyafetli bir adam vardı, aurası ürpertici ve ulaşılamaz
görünüyordu, herkesin çıkış yolunu engelliyordu. Bu Ölümsüz Brokar'ı giyen Ling Wen'di!

Jun Wu'nun önüne doğru diz çökmüş şekilde bekleyen göksel yetkililer Ling Wen salona
girince artık ne yapacaklarını bilmiyorlardı.

Saygılı bir ses tonuyla konuştu, "Lordum."

"Ayağa kalk ve işe başla." dedi Jun Wu, "Ne yapacağını biliyorsun."

Ling Wen başıyla onayladı ve gülümsedi, "Tabii ki."

Mu Qing duvardan destek alarak ayakta durmaya çalışıyordu ve olanları görünce şok olmuştu,
"Ling Wen hala Tong Dağı'nda değil miydi?"
"Bu doğru." diyerek cevapladı Jun Wu, "Ancak Ling Wen'in oldukça faydalı olduğunu
düşünüyorum. Sadece küçük bir hata yapmıştı bu yüzden onu geri çağırdım."

Gerçekten de Beyaz Kıyafetli Felaket ile karşılaştırıldığında, Ling Wen'in Ölümsüz Brokar
olayı küçük bir hataydı. Ve şimdi hem Ling Wen hem de Ölümsüz Brokar, Jun Wu'nun astları
olmuşlardı. Tam o sırada, bir demet beyaz gölge parlamaya başladı ve Jun Wu'nun ayağına bir
şey sıçrayıp yapıştı. Botunu koklamaya başladı.

Feng Xin öfkeyle bağırdı, "NE YAPIYORSUN? BURAYA GEL!"

Bu şey fetus ruhuydu. Kendi babasının sözlerine uymamakla kalmayıp, aynı zamanda dilini
de kötü niyetli bir şekilde ona sallamaya başlamıştı. Feng Xin, Jun Wu tarafından saldırıya
uğramıştı ve kan kusuyordu, ama şimdi kendi oğlu, babasının kim olduğu hakkında hiçbir
fikri yokmuş gibi, onu yaralayan düşmanının bacağına sarılıyordu. Feng Xin o kadar
öfkelendi ki bir kere daha kan kustu. Kısa bir süre sonra, yüzünde ifade olmayan bir grup
savaş tanrısı salona döküldü.

Bu savaş tanrıları, Jun Wu'nun atadığı ve sadece onun emrine itaat eden yetkililerdi. Jun Wu
kontrolü Ling Wen'e vermişti, Ling Wen de onlara emretti, "Göksel yetkililerin her birini
kendi saraylarına götürüp onları dikkatli bir şekilde izleyin."

Pei Ming yakınlarda oturuyordu, ifadesi karmaşıktı, "Ling Wen, ne kadar da kalpsizsin."

Ling Wen onun omzuna vurdu, "Tanıştığımızdan beri benim ne kadar kalpsiz olduğumu
bilmiyor muydun? Bize katılmaya ne dersin? Sana kapımız her zaman açık."

Pei Ming kuru bir gülüş attı ama konuşmadı.

Bir kez daha Xie Lian özel muamele görüyordu, Xian Le Sarayı'na kadar Jun Wu ona eşlik
edecekti.

Jun Wu seslendi, "Gel."

Xie Lian arkasında duran Mei Nianqing'e doğru baktı. Neler oluyor? Sen kimsin? Ne yapmak
istemiştin? Bu kişi kim? Jun Wu mu yoksa Yüzü Olmayan Beyaz mı? Ne planlıyor?
Sormak istediği çok fazla soru vardı ama bunlar özel bir yerde dikkatlice sorulması gereken
sorulardı. Sadece Mei Nianqing bu soruları cevaplayabilirdi, ama Jun Wu kesinlikle ona bu
şansı vermeyecekti.

Büyük Dövüş Salonu'ndan çıktıkları an, Xie Lian biraz şaşırdı. Cennet Başkenti'nin büyük
caddesi üzerinde, gökyüzü kasvetliydi, bulutlar kötülükle kaplıydı, hepsi göz açıp
kapayıncaya kadar değişmişti. Sadece Jun Wu'nun emrinde olanlar ve savaş tanrılarını
saraylarına götürenler normal davranıyordu ama diğer olan her şey huzursuz ve kasvetli
görünüyordu. Aceleyle kaçmaya çalışan genç göksel yetkilileri ise bilinçleri kapalı bir şekilde
yerde yatıyorlardı.

Bunun Jun Wu'nun işi olduğunu söylemeye gerek bile yoktu. Uzaktan bir çan sesi geldi
DİNG-DONG- . Bu problem çan sesi ile olmuş gibi görünüyordu.

İkisi yavaşça Cennet Başkenti'nin büyük caddesi boyunca Xian Le Sarayı'na doğru yürüdüler.
Yolda, Xie Lian kaçmanın bir yolunu bulmaya çalışıyordu. Ama Jun Wu'ya karşı rakip bile
olamazdı ve düşünebileceği herhangi bir küçük numara imparatora karşı hiç işe
yaramazdı. Ayrıca, Jun Wu sadece dövüş gücüne sahip değildi, aynı zamanda Xie Lian'ın ne
düşündüğünü de görebiliyordu.

Xian Le Sarayına girdikleri zaman, Xie Lian hala herhangi bir fikir bulamamıştı ve kendi
kendine sorun olmayacağını söyledi. Hiçbir fikir bulamasa bile Hua Cheng ile uzun zamandır
konuşamamıştı ve Hua Cheng bir sorun olduğunu kesinlikle farkedecekti. Tabii bu olmadan
önce işler tamamen kontrolden çıkmazsa.

Ancak kapılar kapandıktan sonra Jun Wu aniden şöyle sordu, "Çiçeği Gözeten Kan
Yağmuru'nu özlüyor musun?"

"..."

Jun Wu'nun sözleri yüzünden kalbi hızlıca çarpmaya başlamış, adeta ağzında atıyordu.

Xie Lian nasıl cevap vereceğini bilmiyordu; eğer "evet" derse, Jun Wu Hua Cheng'e bir şey
yapar mıydı? Eğer "hayır" derse, Jun Wu ona inanmayabilirdi.

Bir cevap duyamayan Jun Wu gülümsedi, "Endişelenmene gerek yok, onu özlediğini
biliyorum. Onunla iletişim kurmak istediğine eminim."
Xie Lian ile konuşma şekli hala eskisi gibiydi; sıcak, hoşgörülü, güvenilir. Hiçbir değişiklik
yoktu. Ama o böyle davrandıkça, Xie Lian şaşkına dönüp dehşete düşüyordu.

Daha sonra Jun Wu devam etti, "Eğer onu özlüyorsan, neden onunla iletişim kurup biraz
sohbet etmiyorsun?"

"..."

Xie Lian'ın kapıdan girdiklerinden beri ne düşündüğünü tahmin ediyordu. Her şey onun
elindeydi!

Jun Wu gülümsemeye devam etti, "Xian Le, ne söylemen gerektiğini biliyorsun. Onun
endişelenmesine izin verme. Eminim Çiçeği Gözeten Kan Yağmuru onunla konuşmandan
mutlu olur."

Daha sonra bir elini Xie Lian'ın omzuna koydu. Xie Lian karmaşık bir hareket dalgası hissetti,
Jun Wu'nun iletişimlerinin içeriğini duymasına izin veren bir çeşit büyü yaptığını biliyordu.

Bir süre durakladıktan sonra cesaretini topladı ve Hua Cheng'in iletişim şifresini yüksek sesle
söyledi.

Bu sözlü şifreyi duyduktan sonra, Jun Wu onu komik buldu ve biraz kıkırdadı. Ancak Xie
Lian'ın utanacak zamanı yoktu. Hua Cheng'in sesinin Xie Lian'ın kulaklarına ulaşması bir
saniye bile sürmedi.

İç çekti, "Gege, gege, uzun zaman oldu. Sonunda San Lang'ı hatırladın."

Xie Lian Jun Wu ile bir süre bakıştıktan sonra cevap verdi, "San Lang, daha iki saat bile
olmadı."

Ancak Hua Cheng şöyle cevap verdi, "Benim için önemli olan süresi değil, gitmiş olman. Bir
saniye bile olsa, bu ayrıldığımız anlamına geliyor."

Jun Wu hemen yanında dinliyordu, hey! Şu anda durum tehlikeli olsa bile, Xie Lian'ın utanç
duymasını sağlamıştı.
Jun Wu konuştu, "Ne yazık ki, iki saatten daha fazla bekleyecek. Devam et. Kinci ruhların
icabına bakana kadar seni göremeyeceğini söyle. Dolambaçlı şekilde bir ipucu vermeye
çalışma. Her şeyi duyabiliyorum."

Kinci ruhları tamamen yok etmek yedi gün yedi gece sürerdi. Bir süre durakladıktan sonra,
Xie Lian devam etti, "Eğer iki saat bekleyemiyorsan, daha uzun süre beklemen gerektiğinde
ne yapacaksın?"

"Jun Wu senin üzerine büyük bir görev mi yığdı?" diye sordu Hua Cheng.

"Evet." diye cevapladı Xie Lian.

"O zaman sana yardım edeyim." dedi Hua Cheng.

Jun Wu araya girdi, "Görevi tamamladıktan sonra sana üç yıllık bir izin vereceğimi ona
söyle."

Xie Lian Hua Cheng'e cevap verdi, "Gerek yok. Rünle ilgilenerek bana zaten yardımcı
oluyorsun, diğer şeyleri ben hallederim. İmparator bu görev yığınını bitirdiğimde bana üç yıl
izin vereceğini söyledi. Başka bir şey yapmak zorunda kalmayacağım."

"Sadece üç yıl mı?" diye sordu Hua Cheng.

"Üç yıl yeterli değil mi?" diye karşılık verdi Xie Lian, "Bu zaten büyük bir ödül."

"Tamam, tamam ama-" dedi Hua Cheng, "Gege, bu senin ödülün. Peki ya benimki?"

Çevirmen: Maria
Bölüm 210: Üst Cennette Kaos; Hain Dalga Gökleri Sallıyor 2

''N...Ne ödülü?'' diye sordu Xie Lian.

Hua Cheng onun sorusuna soruyla cevap verdi, "Ne düşünüyorsun?"

Xie Lian, onun bu soruyu sorarken kaşlarının kalktığını ve dudaklarının kıvrıldığını pekala
hayal edebiliyordu, yani buna nasıl cevap verebilirdi?

Hua Cheng devam etti, "Konusu açılmışken, gege hala bana bir hayli ruhani güç borçlu,
yanılıyor muyum?"

"Hayır." diyerek Xie Lian dikkatlice yanıtladı.

Hua Cheng, "O halde gege nasıl geri ödeyeceğini düşündü mü?" diye sordu.

"...Pek sayılmaz." dedi Xie Lian.

Hua Cheng kahkahasını bastırmaya çalışıyor gibi duruyordu, "Bir şey düşünmediğine göre,
neden benim karar vermeme izin vermiyorsun? Bu mesele bitip hallolduktan sonra ve sen
tatilini elde ettiğinde, gege bana her şey için ödeme yapmak adına zaman ayırabilir, kulağa
nasıl geliyor?"

Xie Lian, onun bu ataklarını atlatmaya çalışırken Jun Wu'nun tepkisini görmek için gizlice
ona bakıyordu, ve düşünmeden cevapladı, "Ah, mn, tabii..."

Onu kurnazca bu noktaya adım adım yönlendirip duymak istediği cevabı aldıktan sonra, Hua
Cheng sonunda memnun ve tatmin olmuştu, ve geçici bir süreliğine bu konudan sıyrılmasına
izin verdi, "Ve? Gege'nın bana iletişim rününden ulaşması çok nadir, ne oldu?"

Jun Wu, Xie Lian'a bir bakış attı.

Xie Lian'ın Hua Cheng ile iletişim kurmasına izin vermesinin nedeni Hua Cheng'i zapt etmek,
ve her şeyin yolunda olduğuna inanmasını, itaatkar bir şekilde aşağı diyarda kalmasını
sağlamaktı. Xie Lian tabii ki de Jun Wu'nun ne tarz bir cevap duymak istediğini biliyordu, ve
yavaşça yanıtladı, "Aslında, bir şey için değil, sadece uzun süredir geri dönmediğim için
endişelenmiş olmandan korktum."
"Hm?" Hua Cheng merak ediyordu, "Gege kendisi söylemedi mi? Daha ayrılalı iki saat bile
olmadı, yani neden endişelenmemden korkasın?"

Xie Lian'ın onunla aynı konu etrafında dolaşmaktan dolayı başı dönmüştü, biraz huzursuz ve
aynı zamanda da tuhaf hissediyordu. Birden, Hua Cheng konuştu, "Ah, anladım."

Xie Lian'ın nefesi teklemişti, "Ne anladın?"

Öbür uçtan hafif bir kahkaha geldi. Bir süre sonra, Hua Cheng sakince cevap verdi, "Gege,
belki de bu kadar süre ayrı kaldıktan sonra beni çok özleyen sensindir?"

"..."

Xie Lian öncesinde bir şeyleri belirsizlikle örtbas edebildiyse de, bu cümle gerçekten
fazlasıyla dürüst ve açıktı, bu yüzden pek normalmiş gibi davranamamıştı. Jun Wu'nun
dikkatli bakışları üzerindeyken, yine de Xie Lian'ın yüzü kızarmıştı. Bir süre sonra, yumuşak
bir şekilde yanıtladı, "Mn."

Hua Cheng'in sesi de yumuşaktı, "Ben de. Gerçekten yukarı gelip seni kaçırmak istiyorum."

Xie Lian'ın kalbi sıcacık olmuştu, aynı zamanda da yüreği ağzına gelmişti, ve gözleri Jun
Wu'nunkilerle buluştu.

Hua Cheng gerçekten Cennet Başkenti'ne gelseydi, işler nasıl sonlanırdı? Jun Wu onunla nasıl
başa çıkardı?

Xie Lian kabaran duygularını bastırdı ve elinden geldiğince doğal davranmaya çalıştı, "Ah,
önemli değil. Cennet şu an karmaşa içinde. Eğer gelirsen, herkes muhtemelen aklını kaybeder.
Sadece biraz daha bekle."

Hua Cheng tembel bir şekilde yanıtladı, "Anlıyorum, gege, yukarı gelip onları
kokutmayacağım. Cennet Başkenti'ndeki o parıldayan ışıktan nefret ediyorum, ve hala
buradaki insan çemberini korumam gerek, yani burada güzelce gege'nın gelmesini
bekleyeceğim."

Xie Lian bir oh mu çekti, yoksa soğuk soğuk terledi mi bilemiyordu, ve konuşmaya devam
etti, "Evet, uslu dur."
"Ama," dedi Hua Cheng, "Uslu duracaksam, gege eli boş dönemez. Ödüle ihtiyacım var."

"Elbette, elbette." diye yanıtladı Xie Lian.

Ardından bu ikili birkaç üstünkörü şey daha konuştu, belirsiz ve şüpheli, bir ileri bir geri.
İletişim bitmeden önce de vedalaştılar.

Xie Lian hafifçe bir nefes verdi ve Jun Wu konuştu, "Görünüşe göre, Xian Le aşağıda
heyecanlı bir hayat yaşıyormuş."

Xie Lian buna nasıl yanıt vereceğini bilmiyordu. Jun Wu, Xie Lian'ın omzunu sıvazladı,
arkasını döndü ve Xian Le Sarayı'nı terk etmek üzereydi ki Xie Lian arkasından seslendi.

"LORDUM!"

Jun Wu durakladı. Xie Lian sormaya başladı, "Tam olarak kimsin sen? İmparator musun?
Yoksa başka bir şey mi?"

Baş Rahip ve Yüzü Olmayan Beyaz arasında bir bağlantı olduğundan şüphelenmesi zaten
kabul edilmesi zor bir şeydi. Jun Wu ve Yüzü Olmayan Beyaz'ın bir bağlantısı varsa, bildiği
her şeyin tamamıyla altüst olduğunu hissedecekti.

Jun Wu üç diyarın bir numaralı savaş tanrısı, ve hem saygı hem de hayranlık duyduğu biriydi
ne de olsa!

Jun Wu ona cevap vermedi ve kasten ayrıldı. Xie Lian şimdi tek başına kaldığından dolayı,
yorgun bedenini Xian Le Sarayı'nın arka odalarına sürüklerken kafasında misilleme planları
yapıyordu.

Xian Le Sarayı şu an bir hapishane hücresine dönüşmüş olsa da, yine de güzel bir hücreydi,
ve arka salonda beyaz yeşimden yapılmış bir banyo havuzu bile vardı. Son birkaç günde, Xie
Lian Beyaz Hayalet ile savaşmış, Ocak'a girmiş, sürünmüş, yıkılmış, yuvarlanmış ve
dövüşmüştü, ve şimdi, hem zihnen hem bedenen oldukça yorgundu. Zaten bir süre buradan
ayrılamayacaktı, yani en azından yıkanıp, canlanabilirdi.

Kıyafetlerinden sıyrılıp sıcak suya girdikten sonra, Xie Lian beyaz yeşimden havuzun
kenarına yaslanmış, dalgın bir şekilde kıyafetlerini katlıyordu. Birdenbire, elbise yığınının
arasından, iki küçük şey hafifçe tıkırdayarak yuvarlandı. Xie Lian yakından baktı, iki yaramaz
ve tatlı küçük zar olduğunu gördü.

Zarları aldı ve avuç içinde tuttu, Hua Cheng'in ona söylediği sözleri hatırladı: "Eğer beni
görmek istiyorsan, ne attığın önemli değil. Ortaya çıkacağım."

Her halükarda, Hua Cheng'e iletişim rününden ulaşması zaten fazlasıyla olağandışıydı, yani
belki de Hua Cheng fark etmişti. Ama, Hua Cheng bir şeylerin yolunda gitmediğini anlamışsa
bile yukarı gelmeyi başaramazdı, çünkü Cennet Başkenti şu an dünyanın kalanından izole
edilmişti, tamamıyla Jun Wu'nun kontrolü altındaydı.

Yine de, durumun son derece farkında olmasına ve zarları attığında Hua Cheng'i
göremeyeceğini bilmesine rağmen, Xie Lian yine de denedi. Tıkır tıkır, zar, yeşim taşların
üstünden banyo havuzunun kenarına doğru yuvarlandı. Şansı her zamanki gibi berbattı; bir
bir. Ve beklenildiği gibi, en ufak bir hareket bile yoktu.

Xie Lian iç çekti ve arkasını döndü, ve tam yüzünü ve bedenini sulara gömmek üzereyken, bir
ses duydu: "Gege."

Xie Lian anında her tarafa su sıçratarak doğruldu, "San Lang?"

Gerçekten Hua Cheng'i mi çağırmıştı???

Ama, etrafı dikkatle taradıktan sonra, kimsenin gölgesini görmedi.

Yine de, o ses kesinlikle umutsuzluğun sebep olduğu bir halüsinasyon değildi. Xie Lian'ın
kalbi bir başka ses daha duyduğunda hızla atmaya başladı, "Ekselansları!"

''...''

Ancak o zaman Xie Lian o sesin kendi ağzından geldiğini fark etti!

Kendi sesiydi, sadece, bu geniş banyo havuzunun sıcak havası ve sıçrayan su sesleri arasında,
ses yeterince belirgin değildi. Xie Lian bir süre afallamanın ardından anlamıştı– Ruh Transferi
Büyüsü!

Xie Lian hem şaşırmış, hem de keyiflenmişti, "Rüzgar Ustası??"


Ardından, dudaklarından son derece heyecanlı bir başka ses döküldü, "Evet, benim!
HAHAHAHA, HARİKA, DEĞİL Mİ? Bu Rüzgar Ustası, hayır, yine ruhani güçlerim var!!!"

Daha önce Ruh Transferi Büyüsü'nün çok fazla kullanılmadığı, çünkü ruhani güçleri hızla
tükettiği, sıradan ruhani iletişim büyülerinden çok daha kötü ve ender olduğundan
bahsedilmişti, yani genelde, gizleme bariyerleri bu büyüyü engellemeyi düşünmezdi. Shi Qing
Xuan bütün ruhani güçlerini kaybettiğinde, onu Xie Lian'a bağlayan kapı tek taraftan
engellenmişti, yine de Xie Lian bunun şu an kullanılabileceğini hiç düşünmemişti."

"Qing Xuan, Ruh Transferi Büyüsü çok fazla ruhani güç gerektirir, güçlerini nereden aldın?"
diye sormuştu Xie Lian, ama biraz sonra anlamıştı. Güçlerini başka nerden alabilirdi ki?

Beklenildiği gibi, Shi Qing Xuan yanıtladı, "Uzun hikaye! Ah, şey aslında o kadar da uzun
değil. Senin şu Çiçeği Gözeten Kan Yağmuru bana yemem için birkaç siyah şeker verdi,
oldukça mucizeviler! Onları yedikten sonra ruhani güç patlaması yaşadım! Geçici olmasına
rağmen, yine de bir süre dayanabilir. İletişim kurmak sıkıntı olmayacaktır. Sadece, tadı
gerçekten kötü, tü tü tü!"

''...''

Xie Lian, Pei Ming'in daha önce tükettiği Hayalet Özü Şekerleri'ni hatırlamadan edemedi,
ama Hua Cheng'in verdiği şekerler, yüksek kaliteli ruhani güç şekerleri olmalıydı. Xie Lian
sordu, "Beni az önce kim gege diye çağırdı?"

"Bendim!" dedi Shi Qing Xuan.

Xie Lian gülse mi ağlasa mı bilemiyordu, "Neden beni öyle çağırdın? Ve ben de sandım ki..."

"Biliyorum." Dedi Shi Qing Xuan, "Çiçeği Gözeten Kan Yağmuru seni aramaya geldi sandın,
değil mi?"

Xie Lian hafifçe boğazını temizledi ve Shi Qing Xuan konuşmaya devam etti, "Bana öyle
çağırmamı söyleyen oydu. Dedi ki eğer seni öyle çağırırsam onun geleceğini bilir ve daha iyi
hissedermişsin."

Sanırım bu doğruydu. Az önce "gege" dediğini duyduğunda, başta şaşırsa da, daha güvende
hissetmişti.
Xie Lian konuştu, "Şu an senin yanında mı? Kraliyet Başkent'inde her şey yolunda mı? Kinci
ruhlar birden olay çıkarmaya başlamadılar değil mi?"

"Burada her şey yolunda.'' diye cevap verdi Shi Qing Xuan, "Kinci ruhlar da hala
temizleniyor. Sadece, az önce sen ve Çiçeği Gözeten Kan Yağmuru iletişimdeyken, saniyeler
önce kıkırdayıp seninle kim bilir ne hakkında konuşuyorken, hemen sonra, iletişim sona
erdiğinde, birden yüzü o kadar karanlık bir hal aldı ki, çok korkutucuydu. Ve ruhumu sana
transfer edip edemeyeceğimi görmek için beni çağırdı. Ah evet, bu arada, Ekselansları, sana
şu mesajı iletmemi istedi: 'Ekselansları, lütfen önce giyinin.' Bir süredir dibimde söyleniyor,
sorun ne? Cennette üşütecek değilsin ya."

"..."

Xie Lian az kalsın bayılacaktı, ve çabucak, adeta şimşek hızıyla, kendini sarmak için bir
elbise kaptı, "S-S-S-SAN, SAN LANG GÖREBİLİYOR MU???"

"Tabi." diye yanıtladı Shi Qing Xuan, "Tekrar edip durmak oldukça rahatsız edici, bu yüzden
ben de görebildiğim ve duyabildiğim her şeyi doğrudan ona ilettim, yani yaptığın ve
söylediğin her şeyi biliyor. Sadece direkt olarak seninle konuşamaz veya bedenini kontrol
edemez, bu kadar."

"..."

SEVGİLİ RÜZGAR USTASI, FAZLA AÇIK SÖZLÜSÜN!!!

Eğer bilseydi banyo yapmazdı! Bir fırsat ortaya çıkmadan önce biraz daha düşünmesi
gerekeceğini sanmıştı!

"Sorun değil, Ekselansları." dedi Shi Qing Xuan, "Bu tarz şeyleri umursayacağını
düşünmemiştim. Burada hepimiz erkeğiz, Hua Chengzhu'yu daha önce görmedin mi? Ayrıca,
ben çok bir şey de görmedim..."

Gerçekten de fazla açık sözlüydü. Xie Lian bir eliyle alnına vurdu, çabucak giyindi, ve salonu
terk etmeden önce zarları aldı, hızlıca konuyu değiştirdi, "San Lang, bir şeylerin yanlış
olduğunu nasıl keşfettin?"
Bir duraksamanın ardından, Shi Qing Xuan yanıtladı, "Çiçeği Gözeten Kan Yağmuru dedi ki,
ona ulaştığın an anlamış. Ah, Hua Chengzhu sana şunu söylememi istiyor: 'Gege çok utangaç,
eğer ciddi bir şey olmasaydı neden benim iletişim parolamı söyleme girişiminde bulunsun ki?'

"..."

Yani gerçekten de sebebi buydu. Shi Qing Xuan, Hua Cheng ile konuşuyor gibiydi, "Tamam
tamam tamam, daha fazla saçmalıkla zaman harcamayacağım, iş konuşacağız." dedi ardından,
ekledi, "Ekselansları, o tarafta durum tam olarak nedir? İmparator orada değil mi?"

Xie Lian gerçekten nereden başlayacağını bilemiyordu, ve anlatmaya başladı, "Zaten tam da o
burada olduğundan dolayı olaylar bu hale geldi!"

Sadece kilit noktaları anlattığında bile, Shi Qing Xuan sarsılmıştı, "Tanrım, tanrım, tanrım!
Ekselansları, uykunda sayıklamıyorsun değil mi?? İmparator! İmparatordan bahsediyoruz
burada!"

"Artık o olduğundan emin değilim." dedi Xie Lian, "San Lang, bütün bunlardan ne anlam
çıkarıyorsun?" Bir süre sonra, Shi Qing Xuan cevapladı, "Çiçeği Gözeten Kan Yağmuru çok
şaşırmış gözükmedi ve sadece dedi ki: 'Şaşırmadım. Zaten ona katlanamıyorum.'

Xie Lian'ın dili tutulmuştu ve kahkahalara boğuldu, "Katlanabildiğin birileri var mı?"

Bu cümle Hua Cheng'e yönelikti. Shi Qing Xuan yanıtladı, "Diyor ki: 'Senin dışında, hayır.'
Ben diyorum ki, Hua Chengzhu, bu hiç de nazik değil, ben tam buradayım, biliyorsun! Bana
da mı katlanamıyorsun??? Benim ne eksiğim var???"

"Pekala, pekala, bunlar sadece şaka. Her halükarda, bütün savaş tanrıları alt edildi, ve tüm
göksel yetkililer kendi saraylarına kapatıldı. Cennet Başkenti şu an dünyadan tamamıyla izole
olmuş bir durumda, yani cennete gelmenin hiçbir yolu yok."

Shi Qing Xuan konuştu, "Çiçeği Gözeten Kan Yağmuru dedi ki, 'Oraya gelmenin bir yolu var,
ama birinin yardımına ihtiyacımız olacak.'"

"Kimin?" diye sordu Xie Lian , fakat hemen ardından, bağırdı, "KİM O??"

"Kim o" sorusu Hua Cheng veya Shi Qing Xuan'a yönelik değildi. Böyle söylemişti, çünkü
arkasında olağandışı bir hareketlilik seziyordu.
Biri gelmişti!

Çevirmen: Maria
Bölüm 211: Çatallı Yollar; Ruhlar, Cennet Başkenti'nin Yeraltı

RuoYe çoktan bileğinden çözülmüş, hazırda bekliyordu, ama Xie Lian kim olduğunu görünce
geri çekildi ve sakinleşti. Xie Lian konuştu, "Sen... Yin Yu?"

Kim bilir ne zaman belirmiş iki kişinin geçebileceği genişlikteki devasa bir delikten, elinde
sivri bir kürekle, Yin Yu kafasının yarısını çıkarmıştı. Bir nefes verdi ve alnındaki terini sildi,
"Ekselansları, benim. Şükürler olsun ki yanlış yeri kazmamışım, hadi buradan gidelim!"

Yin Yu'nun ellerinde bir ruhani araç olduğunu aslında unutmuştu— Toprak Ustası'nın kutsal
küreği! Bu araca el koyulmamıştı, bu cennetin bir kutsamasıydı! Görünüşe göre, bazen
varlığının farkedilmiyor olması güzel bir şeydi, öyle ki savaşın getirdiği kaosun ortasında,
düşman bu kişiye dopru kesinlikle gelmezdi; yine de öte yandan, kendi birliğindekiler onu
yanlışlıkla yaralayabilirlerdi. Xie Lian, bedeni istemsizce bir adım geri gittiğinde onu oradan
çıkarmak üzereydi. Yin Yu şaşırdı, "Ekselansları? Sorun nedir?"

Xie Lian da şaşırmıştı, neden geri çekilmişti? Ama az sonra geri çekilenin o değil bedenine
girmiş Shi Qing Xuan olduğunu anladı.

Toprak Ustası'nın küreği oldukça tanıdıktı, yani eskiden onu kullanmış kişilerin akla gelmesi
zor değildi. Anlaşılmaz bir korku Xie Lian'ı kapladı, ve bu muhtemelen Shi Qing Xuan'nın
bilinçsizce bir tepkisiydi. Neyse ki, Shi Qing Xuan'nın tepkisi fazla telaşlı değildi, ve hızla
vücudunun kontrolünü Xie Lian'a geri verdi. Xie Lian da Hua Cheng'e cennete gelmek için
kimin yardımını almaları gerektiğini sormayı unutmuştu, ve alelacele deliğin içine atlamıştı,
daha sonra Yin Yu ile Cennet Başkenti'nin yeraltına indiler.

Yukarılarındaki deliğin kapanması çok vakit almamıştı. Xie Lian bir şeylerin farkına
vardığında, tünelde biraz ilerlemişlerdi, "Yin Yu, Toprak Ustası'nın küreği, Cennet
Başkenti'ni kilit altına alan bu bariyeri delebilir mi?"

"Ben... zannetmiyorum?" diye yanıtladı Yin Yu.

"Ha?"

Shi Qing Xuan konuşmaya başlamıştı, "Yani bu kürek bir ruhani araç olmasına rağmen,
dönüp dolaşıp her yeri kazsan bile yine de Cennet Başkenti'nde kalırsın. Bu onu işe yaramaz
yapmaz mı?"
Yin Yu kafasını kaşıdı, "Tamamen işe yaramaz değil... Yaralarının iyileşmesini yavaşlatmak
için, tüm savaş tanrılarının saraylarının dışına bir bariyer çemberi kuruldu. Ben de düşündüm
ki, eğer saraylarında kalmaya devam ederlerse yıllarca savaş güçleri iyileşemez. Bu yüzden,
neden Toprak Ustası küreğini yeraltında bir yerde gizli bir oda kazmak için kullanıp bütün
savaş tanrılarını oraya taşımayalım, ve herkes neredeyse iyileştiğinde de kaçmayı
denemeyelim?"

"Bekle!'' diye bağırdı Shi Qing Xuan, "Hua Chengzhu diyor ki söyle o işe yaram... o savaş
tanrılarına, kendilerini saklasınlar ve iyileşsinler; Jun Wu'nun elinden kaçmaya çalışırsanız
başınız belaya girer."

Yin Yu şok olmuştu, "Ekselansları, sen... Chengzhu ile konuşabiliyor musun? Bunun
imkansız olduğunu sanıyordum?"

"Hayır hayır hayır." dedi Xie Lian, "Az önce konuştuğun ben değildim."

Shi Qing Xuan araya girdi, "Benim! Benim, Ekselansları Yin Yu!"

Ama ne konuşurlarsa konuşsunlar sözler tek bir ağızdan çıkıyordu, ve Yin Yu'nun kafası
oldukça karışmıştı, "Sensin, ama sen değilsin, değil mi Ekselansları?"

Shi Qing Xuan konuşmaya devam etti, "Hof, benim, ben, Rüzgar Ustası! Dur, artık beni Eski
Rüzgar Ustası olarak çağırmalısın. Ruh Değiştirme Büyüsü'nü kullandım. Ah, mesajları
aktarmak tam bir işkence."

Bu tarafa dinlemek ve izlemek için gelmişti, sonra her şeyi Hua Cheng'e aktarmak için öbür
taraftaki kendi bedenine dönmüştü, durmadan gelip gidiyordu, düşüncesi bile yorucuydu. Yin
Yu hızlıca cevap verdi, "Vay be, oldukça zorlu bir iş. Yani durum buydu!" Ve Yin Yu
yenilenmiş bir güçle tünel kazmaya geri döndü. Ve yeniden konuşmaya başlamadan önce ikisi
bir süre sürünerek ilerlemişti, "Burası... uygun olmalı! Ekselansları, lütfen bir süre burada
saklanın, ben gidip sonraki göksel yetkiliyi alacağım."

Başta girdikleri tünel gitgide kapanıyordu, ve Xie Lian cevap verdi, "Ha? Tek başına mı?
Seninle geleceğim."

"Hayır, sorun değil." dedi Yin Yu, "Doğruyu söylemek gerekirse, Ekselansları, Toprak Ustası
küreğinin kazdığı çukur ne kadar büyükse kürek o kadar güç kullanır, yani tek başıma
gidersem muhtemelen daha hızlı olacaktır. Buraya en yakın savaş tanrısı sarayı..." Devam
etmeden önce bir süre düşünmüş gibiydi, "Ne olursa olsun, hemen döneceğim."

Shi Qing Xuan, Ruh Değiştirme Büyüsü'nü aralıksız kullanmıştı, ve ruhani enerji
kullanımının bu yoğunluğu Xie Lian'ı da etkiliyordu, o yüzden yere oturdu, yorgunlukla
kafasını sallıyordu, hem başının hem vücudunun ağırlaştığını hissediyordu, ve bir elini başını
desteklemek için kullandı, "...Pekala."

Böylece, Xie Lian yerde gözleri kapalı yerde uzanmışken Yin Yu tek başına yeni bir delik
açıp ileri doğru kazmaya devam etti.

Aniden uyandığında ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordu, "Yin Yu?"

Her taraf zifiri karanlıktı, ölüm sessizliği hakimdi. Yin Yu'nun henüz geri dönmediği aşikardı.
Shi Qing Xuan da konuşmaya başladı ve bu gerçeği doğruladı, "Ekselansları, uyandınız mı?
Yorucu, değil mi? Yin Yu daha dönmedi."

Biraz dinlendikten sonra, Xie Lian enerjisini geri kazanmıştı, "Ne zamandır yok? Nasıl oldu
da hala geri dönmedi?"

"Neredeyse iki tütsü süresi kadar." diye yanıtladı Shi Qing Xuan, "Kaybolmuş olamaz, değil
mi?"

Xie Lian bir terslik olduğunu farketmişti, "Gidip onu arayacağım."

Sonra, Yin Yu'nun gittiği tünele doğru yuvarlandı ve sürünmeye başladı. Yin Yu'nun dönmek
için bu tüneli kullanması gerektiğinden dolayı, Toprak Ustası küreği burada bir oyuk açtıktan
sonra, otomatik olarak kapanmamıştı. Xie Lian dikkatlice içeri doğru süründü, ve bir süre
sonra, Shi Qing Xuan konuşmaya başladı, "Çiçeği Gözeten Kan Yağmuru diyor ki: "Gege,
gitmesen daha iyi."

Xie Lian sürünmeyi bıraktı, "Muhtemelen yanlış bir şeyler var, değil mi?"

"Evet." diye yanıtladı Shi Qing Xuan, "Hua Chengzhu bayağı ciddi duruyor."

"Ama tam da bir şeyler yanlışmış gibi göründüğü için gidip onu bulmak zorundayım." dedi
Xie Lian, "Yoksa eğer Yin Yu'nun başı beladaysa..."
Tam o sırada, sırtından aşağı doğru bir ürperti indi. Xie Lian irkildi ve başını çevirdi.

Shi Qing Xuan da sırtından aşağı inen ürpertiyi hissetmişti ve bağırdı, "Tanrım, o da neydi?
Arkası titriyor!"

Arkasında boş, kapkaranlık tünel dışında hiçbir şey yoktu. Yine de, Xie Lian cevap vermeden
önce uzun bir süre gözlerini dikip baktı, ''Yok bir şey.''

Shi Qing Xuan anında çenesini kapadı ve nefesini tuttu, çünkü, Xie Lian sesli bir şekilde
"Yok bir şey" dedikten hemen sonra, sessizce dudaklarını oynatmıştı, "Ses çıkarma, burada
bir şey var!"

Tünelde başka biri daha vardı. Daha az önce tam Xie Lian'ın arkasındaydı, ama geriye baktığı
an gitmişti.

Xie Lian'nın tehlike iç güdüsü onu asla yanıltmazdı, bu yüzden karşı tarafın, onu çoktan fark
ettiğini keşfetmesine izin veremezdi, ve hiçbir şey olmamış gibi davranmaya devam etti.

Ancak, Shi Qing Xuan en çok böyle durumlardan nefret ediyordu, ve kollarındaki bütün
tüyler diken diken olmuştu. Ağzını oynatarak cevap verdi, "Ekselansları Yin Yu değil mi?"

"O olsaydı gizlice dolanmasına gerek olmazdı." diye yanıtladı Xie Lian.

Kısa bir sessizliğin ardından, Xie Lian sessizce sordu, "San Lang herhangi bir şey söyledi
mi?"

Shi Qing Xuan cevap verdi, "Iım, ımm, senin San Lang şu an çok korkunç görünüyor.. dedi
ki, "Gege, eğer durum bunu gerektirirse, Rüzgar Ustası'nın bedenine girmek için Ruh
Değiştirme Büyüsü'nü kullan."

Ancak, Ruh Değiştirme Büyüsü'nü kullanmak için gereken ruhani güce sahip olmayı bırak,
yeterince olsaydı bile, Xie Lian asla kargaşa içindeki Cennet Başkenti'ni geride bırakıp
gidemezdi. Xie Lian yanıtladı, "Endişelenme, San Lang."

Bakmak için hızla kafasını kaldırmadan önce daha ne için endişelenmemesi gerektiğini bile
belirtememişti. Önündeydi!
Az önceki tehlike hissi arkasından gelmişti, ama şimdi önünden geliyordu. Fakat baktığında,
hala kapkaranlıktı ve hiçbir şey net gözükmüyordu. Shi Qing Xuan ağzını oynattı,
"Ekselansları, şimdi ne fark ettin? Ne yapmalıyız? Bu ileriye mi yoksa geriye mi gitmemiz
gerek demek?"

Bir süre dikkatlice gözlemledikten sonra, Xie Lian cevap verdi, "Bu ileri veya geri gitmek bir
şeyi değiştirmez demek, bu yüzden fark etmez!"

Ardından, ileri doğru sürünmeye başladı. Süründü, süründü ama birden, biraz hayrete düşerek
durdu.

Shi Qing Xuan da oldukça şaşırmıştı, "Bu nasıl olabilir?"

Önlerindeki şey bir çatallı yoldu. İki tane tünel vardı!

Shi Qing Xuan merak ediyordu, "Um... Yin Yu bir yol kazmış ve yanlış yöne gittiğini fark
edince başka bir tane daha kazmış olabilir mi?" dedi .

Xie Lian kendi içinden düşünüyordu, 'Yin Yu Cennet Başkenti'nin yollarına aşina olmalı, yani
nasıl böyle bir hata yapmış olabilir? Bu büyük ihtimalle daha kötü bir şey."

Yine de, bunu yüksek sesle dile getirmedi, ve sadece, "Qing Xuan, bana yardım edip San
Lang'dan bir yol seçmesini ister misin? Sol mu sağ mı?" dedi.

Bir süre sonra, Shi Qing Xuan cevap verdi, "Çiçeği Gözeten Kan Yağmuru dedi ki... Hiçbirini
önermiyormuş, 'İkisini de seçme'."

Xie Lian gülse mi ağlasa mı bilemiyordu. Büyük ihtimalle iki yolda da onu bekleyen kötü
şeyler vardı ama bunu bilmesine rağmen, olduğu yerde öylece duramazdı. Biraz düşünüp
taşındıktan sonra, konuşmaya başladı, "O zaman Qing Xuan, sen birini seç."

"Ha? Ben mi?" diye sordu Shi Qing Xuan.

"Evet." dedi Xie Lian, "Eğer sen seçersen, hala yüzde elli şansla daha iyi yolu seçme ihtimalin
var; eğer ben seçersem, o zaman..."

Shi Qing Xuan hızlı bir şekilde yanıtladı, "Pekala, anlıyorum."


Bir süre kafa yorduktan sonra, başını sola doğru çevirdi.

Xie Lian kafasıyla onayladı ve o tarafa doğru sürünmeye başladı.

Onlar derine giderlerse, tünel de o kadar daralıyordu, neredeyse boğucuydu, ama yine de
geçilebilirdi. Dönüp durduktan, uzun bir süre süründükten sonra birden, çok daha büyük bir
alana girdiklerinde mutlu oldular.

Şükürler olsun. Bütün yol boyunca gergin ve dikkatli olmalarına rağmen, herhangi bir
tehlikeyle karşılaşmamışlardı. Xie Lian bir süre çevreye bakındı ve, "Burası neresi?" diye
sordu.

Shi Qing Xuan da pek emin olmayarak cevap verdi, "Bilmiyorum, net göremiyorum. Ama
nasıl az da olsa tanıdık geliyor olabilir... HA??"

Bunu fark eden yalnızca o değildi; Xie Lian da fark etmişti.

Gerçekten de tanıdıktı! Burası Yin Yu'nun dönmesini beklerken Xie Lian'ın biraz yatıp
dinlendiği gizli oda değil miydi??

Kesinlikle emindi. Bir başka tünel daha vardı, ve bu da Yin Yu'nun Toprak Ustası küreğiyle
kazarak açtığı, ve Xie Lian'ın da sürünerek onu aramaya çıktığıydı!

Shi Qing Xuan huzursuz hissediyordu, '"Nasıl buraya geri döndük? Bir başka... sürünerek
geldiğimiz bu yol az önce de burada mıydı??"

Tabii ki değildi! Daha önce onlar ayrılırken, dışarı giden tek bir tünel vardı. Sürünerek geri
döndükleri yol yoktan var olmuştu. Karşılaştıkları çatallı yol, sola gittiklerinde büyük bir
yuvarlak çizmiş ve onları geri getirmişti!

Bunu kazan Yin Yu olamazdı; böylesine anlamsız bir hareket için bu kadar çaba harcamazdı.
Görünüşe göre o da bu tuhaf olaya rastlamıştı. Xie Lian daha önceden, gerçekten onunla
gitmek için onu zorlamalıydı diye düşünüyordu, ve oyalanmadan, buradan ayrılmak için
kullandıkları tünele doğru süründü, ve çabucak çatallı yola geldi.

Bu sefer, sağ tarafı seçti, ve o sürünürken, Shi Qing Xuan konuşmaya başlamıştı, "Görünüşe
göre, görünüşe göre bu sefer benim şansım da o kadar iyi değildi. Yanlış yolu seçtim. En
başta sağ tarafı seçmeliydim!"
Ancak, Xie Lian cevap verdi, "Hayır, bence şansın hala gayet iyi."

"Ha? Ne demek istiyorsun?" diye sordu Shi Qing Xuan.

Xie Lian sözlerini dikkatle seçiyordu, "Hm, nasıl anlatsam...Çünkü, sağdaki bu yol
soldakinden daha bile korkunç olabilir."

Ardından, ikisi de duymuşlardı. Arkadan hızla sürünen ve yaklaşan bir şeyin, toprağı
tırmalama sesi geliyordu.

Xie Lian RuoYe'yi çözdü ve geriye doğru fırlattı, "RuoYe! Bir süre engellememe yardım et!"
Ardından deli gibi ileri doğru sürünmeye başladı, her emekleyişinde neredeyse bir metre
ilerliyordu, ve Shi Qing Xuan panikten delirmişti, "HAHAHAHAHAHAHA ÇOK
HEYECANLI, HEYECANLI! HEYECANLIHEYECANLIHEYECANLI!"

Xie Lian bağırmaya başladı, "En heyecanlı kısım daha gelmedi! Gel! Şuna bak—!"

Shi Qing Xuan "BU NE ŞİMDİ?!" diyerek çığlık attı.

Xie Lian deli gibi sürünmeyi bıraktı ve derin bir nefes verdi, ve önlerinde yine başka bir
çatallı yol daha vardı!

Shi Qing Xuan düşünmeden bağırdı, "SAĞ!"

Xie Lian kararlı bir şekilde sağa doğru döndü, ama yolun devamında, sonu gelmeyen çatallı
yollar belirmeye devam ediyordu. Shi Qing Xuan da bağırmaya devam ediyordu: "SOL!
SAĞ! SOL! SAĞ!" Çoktan neyi seçtiğine dikkat etmeyi bırakmıştı. Ve sürekli anlık gelişen
bu vahim koşullarda, Xie Lian'ın bedenini terk edip Hua Cheng'e ne yapılması gerektiğini
sorması daha bile imkansızdı, çünkü bir sonraki çataldan dönüşte durumun tamamıyla
değişmesi fazlasıyla olasıydı. Arkalarındaki şey RuoYe tarafından bir süreliğine tutulmuştu,
ama yine de hala onlara yaklaşıyordu, ve tüneller de gittikçe daralıyordu, gittikçe tıkanıyordu,
ta ki sonunda, kollarını bile kımıldatamayacağı bir noktaya gelene kadar!

Xie Lian'ın omuzları çoktan sıkışmıştı, ve bağırdı, "Daha ileri sürünemiyorum!"

"O zaman ne yapmalıyız??" diye bağırdı Shi Qing Xuan, "GERİ DÖNMEMİZ Mİ
GEREKİYOR??" Arkalarından gelen şey her an onlara yetişebilirdi!
"Korkmak yok!" diye bağırdı Xie Lian, "Bir adam hem saldırıp hem çekilebilmeli, eğer
ilerlemek bir seçenek değilse o zaman geri çekileceğiz! Eğer gereken buysa varsın olsun!
HADİ!" Ardından geriye iki adım atıp bir kolunu kurtardı, ve tam Fang Xin'in kabzasını
kavrayıp var gücüyle arkadaki şeyle savaşacaktı ki birden, kaskatı kesildi.

Xie Lian'ın zihni de durmuştu. Yukarı baktığında, o şeyin ne olduğunu görememişti bile ama
karanlıkta kıkırdayan biri var gibiydi, ve ona doğru bir el uzandı, Xie Lian'ın başına dokundu.
Gözleri sonuna kadar açılmıştı ve bir süre sonra, bilincini kaybetti.

Xie Lian yavaşça kendine geldiğinde, aradan ne kadar zaman geçtiği belli değildi.

Ancak ayıldıktan sonra farketti ki Xie Lian bir sandalyede oturuyordu ve bütün bedeni sıkıca
bağlanmıştı. Biraz debelendi ama onu tutanın RuoYe olduğunu fark etti.

Xie Lian'ın kafası allak bullak olmuştu, "RuoYe, ne yapıyorsun?"

RuoYe de mağdur gözüküyordu, boynu büküktü, ona sokulmuştu. Xie Lian yakından baktı ve
RuoYe'nin düğümlenmiş olduğunu fark etti.

RuoYe'nin neden savaşamadığı belliydi; en çok korktuğu şey kördüğüm olmaktı. Geçmişte,
akıllanmadan önce hep oynamak için şuursuzca kendine dolanırdı, ve oynadıkça dev bir
düğüm topu haline gelirdi, ve onu her seferinde sinirle çözen de Xie Lian olurdu. Daha sonra,
uslu ve zeki olmayı öğrenip bir daha asla kendi kendine düğümlenmemişti. Aciz hisseden Xie
Lian, debelenerek sandalyeyi doğrudan kırmayı denedi, ama ne yazık ki, sandalye az bile olsa
hareket etmiyordu. Görünüşe göre, oldukça keskin ruhani güçlerden yapılmıştı.

Yerinden kıpırdayamadığı için, o zaman ilk olarak etrafını inceleyebilirdi. Xie Lian çevresini
gözden geçirdi; burası herhangi bir sarayın içi olmalıydı, oldukça yeni ve görkemliydi, ama
hangisi olduğunu bilmiyordu. Her iki durumda da, Büyük Savaş Salonu değildi.

O tam bunu düşünürken, bir el omzuna kondu, ve başının üstünden birinin nazik sesi geldi,
"Xian Le, sevgili Xian Le, gerçekten fazla yaramazsın."

Bu sesi duyunca, Xie Lian anında donup kalmıştı. Adam öne çıkıp bir eli arkasındayken ona
doğru döndü. Bu sahiden de Jun Wu'ydu.

Diğer eli hala Xie Lian'ın omzundaydı, ve her adımında konuşuyordu, "Son yarım yıldır geri
geldiğinden beri, Cennet Başkenti oradan buraya savruldu, baştan sona mahvoldu, bir hayli
yaramaz olduğunu düşünmüyor musun? Sen küçük bir fare değilsin, yeraltında çukurlar kazıp
sinsi sinsi dolaşarak ne yapıyorsun? Çok mu eğlenceli?"

Değerli evladının yaygara koparmasını izleyen bir ebeveyn misali çıkan bu nazik, kibar ses
Xie Lian'ın tüylerini ürpertiyor, inanılmaz derecede cesaretini kırıyordu, ve nasıl cevap
vereceğini de gerçekten bilmiyordu. Sonra birden ayaklarının dibinde bir ürperti dalgası
hissetti, ve aşağıya baktığında, botlarına sarılıp onu fazlasıyla kötücül bir ifadeyle izleyen
beyaz bir şey gördü.

Bu cenin ruhuydu.

Xie Lian yukarı doğru baktı ve olayı aşağı yukarı çözmüştü. Yin Yu, Toprak Ustası küreğiyle
tüneller kazıyordu fakat Jun Wu tarafından yakalanmıştı. Ardından Jun Wu onu durdurmak
için yeraltına bir şeyler salmıştı, bu da öncesinde yaşadığı o dehşet verici deneyimin
sebebiydi.

Xie Lian sonunda ne demesi gerektiğini biliyordu, ve bir süre sessiz kaldıktan sonra
konuşmaya başladı, "...Ne kadar aşağılık hobilerin var."

Tünellerde geçen kovalamaca ona eskiden Yüzü Olmayan Beyaz tarafından takip edildiği o
boğucu zamanları hatırlatmıştı, Xie Lian günlerini panik ve kaygı içinde geçirmişti. Eğer onu
yakalamak istiyorsa, direkt yapabilirdi, bu kadar rahatsız edici bir korku ve dehşet
uyandırmaya ne gerek vardı?

Buna rağmen, Jun Wu fazlasıyla keyifli görünüyordu ve gülümsedi, "Fakat Xian Le şu an


eskisinden daha cesur."

Bu konuşmaya daha fazla devam edemiyordu ve onun yerine, "Yin Yu nerede?" diye sordu.

Jun Wu ellerini sandalyenin arkasına yerleştirdi, ve Xie Lian'ı çevirdi, "Acele etme,
göreceksin. Ve sadece onu da değil."

Xie Lian etrafında döndürülmüştü ve şimdi bir aynaya bakıyordu. Ama, aynaya yansıyan
kendisi değil, beti benzi atmış bir Yin Yu'ydu.

Ayaklarının hemen dibinde başı kan içinde bir başkası yatıyordu, yüzü siyah ve maviydi,
tamamıyla baygındı. Fakat buklelerle dolu kafasından, Xie Lian bunun Quan Yi Zhen
olduğunu anlamıştı.
Xie Lian anında tedirgin olmuştu, "Ne planlıyorsun?"

Çevirmen: Maria
Bölüm 212: Kusursuz Olamamak; Pişmanlıklarla Dolu Bir Kalp

Aynanın yansıttığı şey duvarın öteki tarafıydı. Diğer tarafta, Yin Yu, Quan Yi Zhen'i şiddetli
bir şekilde sarsıyordu.

"Uyan, uyan?"

Quan Yi Zhen nihayet ayılmıştı ve yarı baygın bir şekilde mırıldanıyordu, "Shihong, beği ağ
ön ce kim döğ dü? Ne ğen yağ tın?"

...Zavallı Qi Ying, o kadar pataklanmıştı ki şu an ne konuştuğu anlaşılmıyordu ve Xie Lian da


her şeye rağmen ona acımıştı.

"Seni benim dövdüğümü mü düşündün?" diye sordu Yin Yu.

Quan Yi Zhen kafasını kaşıyordu, ancak o zaman anımsayabilmiş gibi görünüyordu, "Ah,
beği döğen impağatoğdu." Sonra, birden sanki bir şey hatırlamış gibi, yeniden heyecanlandı,
"O seğin küğeğini çağdı, beğim geği çağmamı isteğ misin?"

"Onunla dövüşebileceğini düşünüyor musun..." diye sordu Yin Yu.

Xie Lian sonunda anlamıştı. Burası Qi Ying Sarayı'ydı.

Görünüşe göre, Yin Yu, Quan Yi Zhen'i bulmak için döndüğünde Jun Wu tarafından
yakalanmıştı.

Jun Wu'nun arkasında olmasını fırsat bilen Xie Lian, başını indirdi ve sessizce ağzını oynattı,
"Rüzgar Ustası, hala orada mısın?"

Fakat, ona cevap veren Shi Qing Xuan değil Jun Wu'ydu. Jun Wu arkadan konuşuyordu,
"Tabii ki değil."

''...''

Jun Wu devam etti, "Aniden, Cennet Başkenti'ni kilit altına almış bariyerde bazı sızıntılar
olduğunu hatırladım, bu yüzden Ruh Değiştirme Büyüsü'nü de engelledim."

''...''
Jun Wu omzunu sıvazladı ve dostane bir tavırla konuştu, "Düşününce, o zamanlar sana Ruh
Değiştirme Büyüsü'nü öğreten kişi bendim. Xian Le ona öğrettiğim her şeyi pratik hale
getirmiş, bu oldukça hoşuma gitti."

Daha sonra oradan ayrıldu. Jun Wu'nun o aynanın içinde belirmesi çok uzun sürmemişti.

Quan Yi Zhen bunu fark eden ilk kişi olmuştu, "!"

Yin Yu da hızla döndü ve telaşlı bir şekilde bağırdı, "Lordum?!"

Quan Yi Zhen savaşmak için ayağa zıpladı, ama Jun Wu tek bir el hareketiyle, Quan Yi
Zhen'i şilteye geri yapıştırmıştı, ve bütün şilte yıkıldı. Quan Yi Zhen yine yere düştü, kafası
sarsılmıştı, ve yine bilincini kaybetmişti. Yin Yu son derece tetikteydi, ancak, Jun Wu
konuşmaya başladı, "Bu kadar gerilmeye gerek yok. Şu açıdan bak: tetikte olsan bile bir
anlamı yok, bu yüzden neden biraz rahatlamıyorsun?"

Bu kesinlikle doğruydu. Yin Yu ne diyeceğini bilmiyordu ve her zaman yaptığı gibi sadece
tuhaf bir şekilde gülümseyebilmişti, ama ardından hemen geri çekildi. Diğer taraftan Jun Wu,
gayet rahat ve sakindi.

"Sevgili Yin Yu, sanıyorum ki daha önce geçmişte seninle hiç böyle sohbet etmedik, değil
mi?"

Yin Yu dikkatlice yanıtladı, "...Öyle görünüyor."

Geçmişte, o batıyı yöneten bir savaş tanrısıyken, inananları güçlü değil, meritleri az ve
sıralaması da yüksek değildi. Üst Cennet'teki en düşük göksel yetkili olmasa da, yine de
muhtemelen ortalamanın altındaydı, yani Üst Cennet'in en yüce görevlisi olan Semavi Savaş
İmparatoru'na yakın olmasına imkan yoktu. Geçmişte, Jun Wu sadece sarayının önünden
geçtiğinde bile gerilirdi, ve şimdi, çok daha gergin hissediyordu.

Sözlerine ekleme yaptı, "Ama beni tanımayan ve hiç konuşmadığım çok fazla göksel yetkili
var."

Fakat, Jun Wu yanıtladı, "Bu tam olarak doğru değil. Seni bilen çok kişi var. Seninle daha
önce tanışmamış olsalar da, senden haberleri var."

Yin Yu afallamıştı, "Gerçekten mi?"


"Çünkü, birçoğu Shidi'ni biliyor." diye yanıtladı Jun Wu, "Ve Shidi'nden bahsedilince, senin
konun da sıkça açılıyor. Onun maskarası olan senden."

Bunlar son derece keskin sözlerdi. Sadece duygusuzca söylenmiş donuk bir tabir olsa da, tam
da tabir eden kişi objektif olduğundan, ve doğruyu söylediğinden, bu kadar acı veriyordu.
Quan Yi Zhen'in başı hala dönüyordu, henüz kendine gelememişti, ve Yin Yu yumruklarını
sıkarak başını aşağı eğdi.

Xie Lian, Jun Wu'nun ne planladığını az çok tahmin edebiliyordu.

Yin Yu cesaretini toplamadan önce uzun bir süre geçmişti, "Lordum, ne istiyorsunuz? Zaten
Semavi Savaş İmparatoru'sunuz, size hiçbir şey engel olamaz, üç diyarın en büyük savaş
tanrısısınız, kimse tahtınıza göz dikemez, peki neden bunu yapıyorsunuz? Sadece... ne
istiyorsunuz?"

Tabii ki Jun Wu ona cevap vermemişti. Birdenbire konuşmaya başladı, "Yin Yu, Üst Cennet'e
dönmek ister misin?"

"Ne?!"

Xie Lian da bu soruyu beklemiyordu. Jun Wu neyin peşindeydi? Böyle bir zamanda taraf
değiştirmesi için Yin Yu'yu ikna etmeye çalışmasındaki amaç neydi???

"Aşağı dünyadaki hayalet diyarda ayak işi yapan önemsiz bir adam olmaktan gerçekten
hoşlandığını zannetmiyorum?"

"..."

Yin Yu sonunda onu tersledi, "Lordum çok fazla düşünüyor. Bu hiçbir zaman hoşlanıp
hoşlanmamamla ilgili olmadı."

Xie Lian içinden "ah hayır" diye bağırdı, "Bu şekilde cevap veremezsin. Şimdi muhtemelen
senin zayıf noktanı bulacak!"

Sahiden de, Jun Wu hafifçe gülümsemişti, "Böyle cevap verirsen, aslında istediğin şeyin
'Hoşlanmıyorum; hakkında konuşmamayı tercih ederim.' demek olduğunu biliyor musun?'"

"..."
Kesinlikle. Eğer Yin Yu gerçekten kendine güvenseydi, ve hayalet diyardaki pozisyonundan
memnun olsaydı, direkt olarak "Çok memnunum" diyerek cevap verirdi. Fakat açık sözlü
olmaktan kaçınmak yerine, cevabıyla daha fazla açık vermişti.

Jun Wu devam etti, "Meşhur bir haneden geliyorsun, asla kötü yola sapmamış geleneksel bir
klandan, bir klanda yetiştirildin ve büyüdün, ve genç yaştan beri sana yükselmenin hayattaki
en nihai hedef olduğu söylendi. Böyle bir amaçtan vazgeçmesi oldukça zordur. Hayalet diyara
düşmek yalnızca zorunda kalınmış bir durum olabilir, çaresizlikten doğmuş bir hareket. Tabii
ki hayalet diyardaki pozisyonundan memnun olduğunu söyleyemezsin, çünkü zaten en
başından istediğin bu değildi."

Yin Yu'nun kesinlikle yeterince özgüveni yoktu, ve zayıf bir sesle konuştu, "Chengzhu bana
lütuf gösterdi, beni kurtardı..."

"Biliyorum." dedi Jun Wu. "Sana sürgünde ölen Jian Yu'nun kinci ruhunu yatıştırmakta ve
defetmende bile yardım etti, yanılıyor muyum?"

"...Evet." dedi Yin Yu, "Bu yüzden pozisyonumdan tatmin olup olmamam, hepsi..."

"Bu tatminsizlik." dedi Jun Wu, "Onun nezaketine bağlanmıştın ve gidecek hiçbir yerin yoktu,
yani sadece kendini zorluyorsun."

''...''

Yin Yu başını eğdi ve konuşmadı. Xie Lian soğuk soğuk terliyordu.

Artık Jun Wu'nun nasıl saldıracağını az çok tahmin edebiliyordu, ve Yin Yu'nun bütün
ifadesi, bütün mimikleri, baştan sona zayıflık doluydu!

"O zaman," dedi Jun Wu, "Bunu biraz çevirelim. Sana başka bir soru sormama izin ver: Sen
Quan Yi Zhen'e hiç nezaket gösterdin mi?"

''...''

Jun Wu devam etti, "Neye dayanarak tatmin olmadığın ve kendini adaman gereken bir
pozisyonda kalasın, ve alakasız biri sana nezaket gösterdiğinde kibarlıkla ödeyesin, çünkü sen
Quan Yi Zhen'e nezaket gösterdiğinde, o senin bu kadar düşmene neden oldu?"
"Yin Yu, başkalarına yardım etmek için kendini hor görmen iyi bir huy değil. Bilmelisin ki,
kimse sana teşekkür etmeyecek."

Her adımda zorluyordu, ve her darbe Yin Yu'yu en çok acıtan yerden geliyordu.

Ardından Jun Wu devam etti, "Bütün hayatını yükselmeyi arzulayarak geçirdin. Üst Cennet'te
iyi bir yer arzuladın, Büyük Cennet Salonu'ndaki en üst sıralara katılmak istedin. Quan Yi
Zhen seni mahcup ettiğinde, bir arka plan dekoru, göklerin maskarası yaptığında bile buna
katlandın ve Cennet Başkenti'nde bulunmak için uğraştın. Burada kalmak istediğin için değil
miydi?"

"Sen buraya aitsin, ama Quan Yi Zhen her şeyi berbat etti, ve senin olması gereken her şeyi
çaldı."

"Kim olduğunu sanıyordu?"

"Sen de onun kadar çabalamadın mı? Hayır, sen ondan daha çok çabaladın. Ve. Genel
becerilere bakıldığında, o seninle boy ölçüşemez bile. Nasıl oluyor da Qi Ying şu an yalnız ve
ne yardımcıya ne desteğe sahip olmasına rağmen Üst Cennet'te? Çünkü basit düşünüyor, cahil
ve aptal, duygusuz ve vahşi, bu yüzden kimsenin saygısını kazanamaz. Ama sen. Senin aklın
ve bilgeliğin onunkinden çok daha fazla, bu dünyayı ondan daha iyi anlıyorsun, ne zaman
hücum edileceğini ve ne zaman geri çekileceğini biliyorsun, ve daha çok efor sarf etmeye
gönüllüsün. Eğer onun doğal yeteneğine, ruhani güçlerine sahip olsaydın, senin başarıların
onunkilerden çok, çok daha fazla olurdu, ve herkes sana saygı duyardı."

Yin Yu huzursuz olmaya başlamıştı, "Lordumun tüm bunları neden söylediğini anlamıyorum.
Bütün 'eğer'ler anlamsız, onun ruhani güçleri ona ait..." Birden, çığlık attı ve kendi elini
kaldırdı, telaşlı bir şekilde bağırıyordu, "NE?! BU NE??"

Saf, beyaz ruhani ışık aniden bir elinden patlamıştı, o kadar göz kamaştırıcıydı ki direkt
olarak bakılamıyordu. Jun Wu ilgisiz görünüyordu ve konuşmaya başladı, "Korkmaya gerek
yok, sadece bir parça ruhani güç."

Ancak o zaman Yin Yu biraz sakinleşmişti ve inanamayarak sordu, "Kimin ruhani güçleri?
...Benim? Benim bu kadar..." Onun ruhani güçleri bu kadar güçlü değildi.

"Henüz senin değil." dedi Jun Wu, "Ama senin olup olmayacağı neyi seçeceğine bağlı."
Yin Yu bağırdı, "Eğer benim değilse kimin?? Bir ihtimal..."

Anında biri aklına geldi ve o tarafa doğru baktı. Tesadüf budur ki, hayat enerjisi inatçı
derecede güçlü olan Quan Yi Zhen de ayılmıştı, şaşkın gözüküyordu. Görünüşe göre yine
kafası karışmıştı. Jun Wu yanıtladı, "Doğru. Bu Quan Yi Zhen'in ruhani güçleri."

"Ha?" Quan Yi Zhen'in ağzı kalmıştı.

"Neden onun ruhani güçleri benim içimde?" diye sorguluyordu Yin Yu, "Ruhani güçler böyle
aktarılabilir mi?? Bu nasıl mümkün olabilir???""

Kader bile değiştirilebilir, peki ruhani güçler neden değiştirilmesin?" dedi Jun Wu, "Sandığın
kadar zor olmayan çok şey var. Sadece büyük göksel yetkilisinin birkaç söz ve fırça darbesine
bakar, bu kadar."

Yin Yu ürpermişti, "Bu... BU...!!"

Ellerini sanki alev almış kızgın bir şeyi fırlatıyormuş gibi sallamıştı, ama o zorlu ruhani güç
keyifle elinde sıçradı, parmaklarının gösterdiği yeri patlatıyordu, ve ansızın, Qi Ying
Sarayı'ndaki bir dizi duvar onun tarafından tümüyle parçalara ayrılmıştı. İlahi heykel yıkıldı
ve çatı neredeyse çökecekti. Yin Yu daha da şok olmuştu ve artık ellerini rastgele sallamaya
cesaret edemiyordu.

Jun Wu gülümsedi, "Bu kadar gerilme, acele etme, sadece kontrol altında tut."

Yin Yu o elini diğer eliyle tuttu, sarsılmış ve korkmuştu, kolları titriyordu.

Jun Wu, "Yin Yu, tekrar sormama izin ver. Geri dönmek istiyor musun?" diye sordu.

Yin Yu nefes nefeseydi, gözleri kan çanağına dönmüştü, ve ona dik dik bakıyordu.

Jun Wu konuşmaya devam etti, "Eğer geri dönmek istiyorsan, sadece lanetli kelepçeyi
kaldırmakla kalmam, aynı zamanda Quan Yi Zhen'in bütün ruhani güçlerini sana verebilirim."

Quan Yi Zhen bu tarz şeytani büyülerin var olduğunu bile hiç düşünmemiş gibiydi, ve
tamamıyla sersemlemişti.

Xie Lian hayretle bağırdı, "??? SEN DELİRDİN Mİ??!!"


Jun Wu yavaşça konuşmasına devam etti, "Ve şu andan itibaren, Qi Ying'i bilen ama seni
bilmeyen tek bir kişi bile olmayacak. Kim senin ismini hatırlamamaya cüret edebilir? Bir
daha asla olmayacak."

Yin Yu birkaç adım geri sendeledi, zihni karmaşa içindeydi, "Ben... Ben... Ben..."

Xie Lian o kadar gergin ve endişeliydi ki hala RuoYe tarafından bir sandalyeye bağlı
olduğunu unutmuştu. Nefesini tutmuştu, elleri sandalyeyi kavramış ve vücudu öne eğilmişti.

Jun Wu'nun yanılmadığı bir şey vardı. Xie Lian da biliyordu. Kalbinin derinliklerinde, Yin Yu
cennete daha çok hayranlık duyuyordu. O daha en başından Üst Cennet'e aitti. Bu kalbinin
derinliklerine kazınmış bir şeydi, değiştirmesi zordu.

Ve, Yin Yu gerçekten de Quan Yi Zhen'e karşı tek bir kırgınlık bile beslemiyor olabilir
miydi?

Emin değildi.

Aralarında geçmiş o kadar şeyden sonra, "senden nefret etmiyorum" kelimelerini öyle kolayca
ifade edebilmek tamamen imkansızdı. Bu "nefret" büyük ya da küçük olabilirdi, ve Yin Yu
kararlı biri değildi; yapmak istediği şeyler için büyük ihtimalle çevresindekilerden
etkileniyordu. Çok tanışık olmadıklarından Xie Lian, Yin Yu'nun ne yapabileceğini
bilemiyordu, ve sadece içinden sessizce dua edebilirdi.

Ekselansları Yin Yu... dikkat et!

"Ben... Ben..."

Yin Yu uzun bir süredir aklını kaybediyor gibiydi, ve elleriyle yüzünü kapatarak oturuyordu.
Bir süre sonra, sonunda yukarı bakmıştı, gözleri de soğuk ve kasvetliydi.

Fısıldamadan önce uzun süre, bir çöp yığını gibi tekmelenmiş Quan Yi Zhen'e baktı,
"Lordum, siz, sahiden... bana onun ruhani güçlerini, verebilir misiniz?"

Xie Lian büyük bir endişe ve hayalkırıklığı hissederken, Quan Yi Zhen bakakalmıştı, ağzı
sonuna kadar açıldı, "...Shixiong?"
"Neden şimdi vermiyorum, böylece yapabilir miyim yapamaz mıyım kendin görebilirsin."
dedi Jun Wu.

Yin Yu hala kaygılı gözüküyordu ve sordu, "O zaman... onları geri alabilir mi? Ne de olsa
kendi ruhani güçleri, yani olur da geri almak isterse..."

"Kendin isteyerek vermediğin, veya ölmediğin sürece, onları geri alması imkansız." dedi Jun
Wu.

Yin Yu tereddütle sordu, "O zaman onun ruhani güçleri bana aktarılırsa, Quan Yi Zhen...
ölecek mi? Ya da başka bir şey olur mu..."

Ne olursa olsun, yine de hala Quan Yi Zhen'i kendi elleriyle öldürmek istemiyordu.

Jun Wu cevap verdi, "Bir şey olmayacak, bu sadece biraz acı verici bir süreç, hepsi bu. Fakat
bu hayatta kim acı çekmedi ki? Daha sonra onunla ne yapmak istediğin, ölmesi veya
yaşaması, tamamıyla sana kalmış."

Ardından Yin Yu sordu, "Peki ya diğer göksel yetkililer? Üst Cennet'te, Büyük Savaş
Salonu'nda ne olduğunu gören birçok göksel yetkili var, eğer yayılırsa..."

Jun Wu gülümsedi, "Duyarlarsa ne olmuş? Onlar tek elle ezilebilecek karıncalardan başka bir
şey değil. Hepsini yok et, yeni bir grup göksel yetkili getir, yüzünü ve adını değiştir, yeni bir
hikâye uydur, kim anlayabilir?"

Bunu söylerken ki ifadesi soğukkanlıydı, sanki fincandaki çayın soğuduğunu, döküp yenisini
doldurmasını söylüyormuş kadar sakin ve doğaldı.

Sonunda, Yin Yu sordu, "Yeni Üst Cennet'te, ben, ne... benim yeni kimliğim ne olur?"

"Ling Wen benim sol kolumsa, sen de sağ kolum olacaksın." dedi Jun Wu. "Benim dışımda
senden daha üstün kimse olmayacak."

Yin Yu dişlerini gıcırdattı, ve sonunda, cevap verdi, "...Pekala!"

Karanlık bir ifadeyle konuşuyordu, "Umuyorum Lordum bugün bana verdiği sözü hatırlar. O
zaman, şimdi..."
Devam etmedi, ve sadece bakışlarını Quan Yi Zhen'e çevirdi.

Jun Wu yanıtladı, "Nasıl istersen."

Bu kelimeler dudaklarından döküldüğü an Quan Yi Zhen kıvranmaya başladı. Yüzü


buruşuyordu, ve bağırıyordu, kafasını tutup yerde yuvarlanırken bütün deliklerinden kan
akıyordu, büyük bir ıstırap çekiyor gibiydi. Yin Yu'nun bedenindense ruhani bir ışık
yayılmaya başlamıştı.

Bütün suratı parıldıyor ve ışıldıyordu, bir kolunu kaldırdı, yukarı salladı, ve bütün Qi Ying
Sarayı bir patırtı eşliğinde yıkıldı!

Altın sarayda devasa bir delik belirdi. Yıkıntının ortasında dikilirken, Yin Yu başını eğdi ve
ellerine baktı, yavaşça yumruklarını sıktı. Jun Wu sanki küçük bir çocuğun yeni oyuncağıyla
oynamasını izliyordu.

"Nasıl hissediyorsun?"

Bir süre sonra Yin Yu cevap verdi, "...Daha önce hiç bu kadar güçlü ruhani güçlere sahip
olmadım."

Kenarda yere çökmüş inleyen Quan Yi Zhen'e baktı, yüz ifadesi karmaşıktı, "Ustam bir
keresinde, Quan Yi Zhen'in yükselmek için doğduğunu, yeteneklerinin gökler tarafından
armağan edildiğini söylemişti. Bu göklerin bahşettiği güç mü?"

"Şu andan itibaren, senin." dedi Jun Wu.

Yin Yu hafifçe başını salladı.

Ardından, bir süre sonra, avcunu kaldırdı ve büyük bir patlama yarattı.

Bu patlama için Quan Yi Zhen'in bütün güçlerini kullanmıştı, gücü inanılmaz korkunçtu,
aynadan bembeyaz bir ışık çıktı, Yin Yu sağ eliyle havada devasa bir çember çizdi, o çemberi
eliyle kavradı ve savurdu, Jun Wu'yu kapana kıstırdı. Jun Wu ayaklarını çevreleyen ışık
çemberine baktı, hafifçe kaşlarını çattı, temkinli gibiydi, ve dokunmamaya dikkat ediyordu.
Ardından, Quan Yi Zhen'i yerden kaldıran Yin Yu'ya baktı, kayıtsız görünüyordu.

"Yin Yu, son dakikada sözünden dönmek, bana bir açıklama yapmayacak mısın?''
"..."

Quan Yi Zhen'i sırtında taşıdığından dolayı Yin Yu'nun arkası dönüktü ve cevap vermedi.

Jun Wu konuşmaya devam etti, "Yaptığın takdire şayan, onurlu bir adamsın. Fakat, gerçekten
de istediğin bu mu? Yüzlerce yıldır mağdur ediliyordun, buna katlanmaya devam mı
edeceksin?"

"..."

"Gerçekten şu an kurtardığın kişiye kızgın değil misin? Kızgın değilsen bile, nefret etmiyor
musun?"

"..."

Yin Yu sonunda daha fazla dayanamadı. Yumruklarını sıktı, eklemleri çatırdıyordu, ve hızlıca
arkaya döndü, "KIZGINIM! ONDAN NEFRET EDİYORUM!!! AMA, NE OLMUŞ
YANİ??"

Quan Yi Zhen şaşırmış ve allak bullak olmuştu, konuşurken ağzından ve burnundan kanlar
akıyordu, "Shixiong..."

"KAPA ÇENENİ!!!" diye bağırdı Yin Yu.

Ardından yine Jun Wu'ya doğru döndü, "LORDUM... LORDUM... SİZ! NEDEN BANA
BUNLARI HATIRLATMAK ZORUNDASINIZ?? BENİ ANLIYORMUŞ GİBİ KONUŞUP
DURUYORSUNUZ! EVET, ONDAN NEFRET EDİYORUM, NE OLMUŞ YANİ??
BAŞIMA BİR SÜRÜ İŞ AÇTI, TABİİ Kİ ONDAN NEFRET EDİYORUM??"

"..."

Xie Lian'ın kalbi bir kez daha sanki yüksek bir yamaçtan atılmış gibi acımıştı, gülmesi mi
ağlaması mı gerektiğini bilemiyorken, az daha düşüyordu. Bu nasıl bir mantıktı??

Daha sonra, Yin Yu devam etti, "...AMA... Ama ben sadece... Ben sadece ondan nefret etmek
istedim, bu ona zarar vermem gerektiği anlamına gelmiyor. Nedir bu "benim olması
gereken"? Doğal yetenek dışında, doğumdan itibaren birine ait olan hiçbir şey yoktur. DİĞER
İNSANLARIN SAHİP OLDUĞU ŞEYLER Mİ, BEN BUNLARI İSTEMİYORUM!!"
Xie Lian'ın gözleri parıldadı ve bağırdı, "AĞZINA SAĞLIK!"

Yin Yu devam etti, "Cennete dönmek istiyorum, ilk ona girmek istiyorum! AMA! Bunların
hepsini kendim yapamıyorsam o zaman tamamen anlamsız demektir! Şanssızım, kabul
ediyorum! Onun kadar güçlü değilsem bile, en azından onun kadar güçlü olmadığımı kabul
edebilirim!"

"ONUNLA BOY ÖLÇÜŞEMEYECEĞİMİ KABUL ETMEK O KADAR ZOR DEĞİL!"

Ne kadar da gururlu!

O an, Xie Lian sonunda bir kez daha Yin Yu'da kendi gençliğinde sahip olduğu o olağanüstü
ihtişam ve gururu görmüştü.

"AHH!" Quan Yi Zhen sırtında göz yaşlarına boğulmuştu, kan, gözyaşları ve sümüğe
karışmıştı ve durmadan üzerine damlıyordu.

Yin Yu patladı, "KES ŞUNU!!!"

Quan Yi Zhen hıçkırarak ağlıyordu, "Shixiong, özür dilerim!"

Yin Yu daha fazla katlanamadı, "Benden artık özür dilemek zorunda da değilsin! Nasılsa ne
kadar özür dilersen dile yine de anlamayacaksın. Gerçekten bıktım senden..."

Jun Wu iç çekti ve şakaklarını ovuşturdu.

Yin Yu ekledi, "Ayrıca... ayrıca, ben de tamamıyla işe yaramaz değilim. Kendin söyledin.
Genel yeteneklere bakıldığında, o benimle boy ölçüşemez bile. Benim kendi..."

Bam.

Jun Wu arkasını döndü ve gelişigüzel bir şekilde elini salladı, "Heyecan verici. Sanıyorum sen
ve Xian Le oldukça iyi geçiniyor olmalısınız."

...

Ne?
Ne olmuştu?!

Xie Lian hala sandalyeye bağlıydı fakat kalbi o kadar hızlı atıyordu ki yerinden çıkacak
gibiydi. Yin Yu'ya ne olmuştu?

Konuşmayı bırakmıştı ve ifadesi de tuhaf bir hale bürünmüştü. Jun Wu'ya gelince, ellerini
arkasında birleştirip, sakin bir şekilde güçlü gibi görünen ışık çemberinin üstünden geçti, en
ufak bir kısıtlamaya bile maruz kalmadan.

"Böyle bir tepki vereceğini az çok tahmin etmiştim. Bu yüzden öncesinde lanetli kelepçeleri
kaldırmadım."

Lanetli kelepçe mi?!

Yin Yu'nun kolunda gerçekten de bir lanetli kelepçe vardı! Xie Lian hızla oraya baktı, ve Yin
Yu da bileğini kaldırdı.

Lanetli kelepçeye özgü şerit fazlasıyla sıkışmıştı, o kadar ki sanki Yin Yu'nun elini
koparacakmış gibi gözüküyordu, ve Yin Yu'nun bütün kolu çoktan kağıt gibi feci şekilde
solmuştu, ve o beyazlık yayılıyordu.

Lanetli kelepçe kanını emiyordu!

Xie Lian öne doğru atıldı, ve bütün bedeni sandalyeyle beraber yere yığıldı. Şimdi, aynayı
bile göremiyordu. Yerde deli gibi debelendi fakat faydasızdı, ve sadece aynadan delirmiş gibi
gelen dayak seslerini duyabiliyordu.

Uzun bir süre sonra, gözlerinin önünde bir çift beyaz bot belirdi, bu geri dönen Jun Wu'ydu.

Ellerinde kanı tamamıyla çekmiş koyu kırmızı bir "lanetli kelepçe" vardı, muhtemelen Yin
Yu'dan çıkarılmıştı. Eğildi ve Xie Lian'ın kafasını okşadı.

"Git küçük arkadaşınla vedalaş."

RuoYe'nin kördüğümü sonunda çözülmüştü. Xie Lian sürünerek ayaklandı ve suratına bir
yumruk attı. Tabii ki yumruk isabet etmedi ve neredeyse takılıp düşüyordu, ama zaten Jun
Wu'ya vurmayı beklemiyordu ve sadece hıncını alıyordu. Deli gibi yan salona koştu.
Yin Yu yerde yatıyordu, kurumuş ve buruşmuştu, kağıttan bir bebek gibi beyaz ve zayıftı, ve
yanakları bile solmuştu. Vücudundaki bütün ruhani güçler gitmişti, yara bere içinde ve dayak
yemiş, şimdi tamamıyla tanınamaz haldeki Quan Yi Zhen'e dönmüştü.

Görünüşe göre, ruhani güçler asıl ustasına geri iade edilmişti.

Xie Lian hızla yanına koştu, "EKSELANSLARI YIN YU!!!"

Yin Yu öncesinden bile daha cansız olan gözlerini kırptı, ve onu gördüğünde boğuk bir sesle
cevap verdi, "Ekselansları..."

Quan Yi Zhen yere kapaklanmıştı ve tüm kalbiyle ağlıyor, avazı çıktığı kadar bağırıyordu,
"ÖZÜR DİLERİM SHIXIONG, BEN SADECE KAVGA ETMEYİ BİLİYORUM, AMA
ONUNLA EDEMEDİM!"

Ağzı ve burnundan akan kanlar yeniden Yin Yu'nun yüzüne sıçramıştı, sadece izlemek bile
acınasıydı, ve Yin Yu'nun alnındaki damarlar kabardı, kalan bir damla enerjisiyle bağırdı,
"SANA ŞUNU KESMENİ SÖYLEMİŞTİM!! Tanrım! Boş ver... sadece gitmeme izin ver..."

Yeniden güçten düşmüştü. Bunu görünce, Xie Lian inlemek mi, bağırmak mı yoksa ağlamak
mı istediğini bilememişti, veya belki de kahkahalara boğulmak istemişti.

Birden, Yin Yu'nun gözleri yaşlarla doldu. Fısıldadı, "Biliyordum."

"Yi Zhen bir dahi, ben sıradanım. Ancak bu kadar yükseğe tırmanabilirdim. Bunu
biliyordum."

Güçsüzlük duygusu ve acı hissi Xie Lian'ın tüm kalbini ele geçirmişti.

"Biliyor olmama rağmen yine de kabul edemedim." dedi Yin Yu, "Daha doğrusu, Jian Yu ile
aynı şeyleri düşünmüştüm. Ondan bile daha öfkeli hissettim. Hiç kızgın olmadığımdan
değildi, kızgın olmamak elde değil. Daha sonra, neden Yi Zhen'e Brokalı Ölümsüz'ü giyiyor
olmasına rağmen gidip ölmesini söyledim, bunu asla düşünmeye cesaret edemedim.
Gerçekten delirmiş miydim yoksa sahiden ölmesini mi istemiştim?"

Xie Lian ona sarıldı, "Sorun değil, sorun değil. Bunların hepsi önemsiz, gerçekten.
Ekselansları Yin Yu, bu dünyada birkaç yüzyıl daha yaşayınca bu şeylerin aslında ne kadar
anlamsız olduğunu anlıyorsun. Tamamıyla delirmek, birinin ölmesini dilemek veya hangisi
olursa, fark etmez. Bu düşünceler kimin aklından geçmez ki? Ben, bana yanlış yapan her bir
kişiyi katletmeyi bile düşündüm, bu doğru, ve yalan yok, az kalsın yapıyordum. Ama bak
bana, utanmadan bu ana kadar yaşamaya devam etmedim mi? Ama sonuç olarak hiçbir şey
yapmadın, en önemlisi de bu."

"Ama... en nihayetinde, ben... hala düşünüyorum... bu hiç adil değil." Yin Yu hıçkırarak
ağlıyordu, "Eğer kayda değer biri olmak kaderimde yoksa, o zaman en azından, ben... iyi
kalpli ve kusursuz biri olmak istedim. Ama... onu bile yapamadım. Bu gerçekten.... hiç adil
değil. Ve doğruyu söylemek gerekirse, şu anda bile, Yi Zhen için öldüğüm düşüncesi, bu
küçük sersem için, hala inanamıyorum. Bırakıp gidemiyorum bile, öfke ve pişmanlıktan
arınmış bir kalple ölemiyorum, nedir bu."

Xie Lian onu yumuşak bir sesle teselli etti, "Ekselansları, zaten çok çalıştın. Ve, çok iyi iş
çıkardın. Sen zaten birçok kişiden çok, çok daha iyisin."

Yin Yu sonunda güçlükle hafifçe kıkırdadı, "Birçok kişiden daha iyi, ha?"

Durduktan sonra, bir nefes verdi, ve mırıldanırken sahip olduğu son pişmanlığın sesi de
ruhuyla kayıp gitti, "Ama, ben bir tanrı olmak istemiştim..."

Xie Lian saygıyla başını eğdi, "Ama, ekselansları Yin Yu, aslında bu dünyada tanrı diye
bir şey yoktur..."

Çevirmen: Maria
Bölüm 213: Harekete Geçme; İyi Zamanlanmış Bir Hediye

Aniden, Xie Lian'ın kafasında bir ışık yandı ve, Yin Yu'yu yere yatırıp ayağa kalktı,
"...Lanetli kelepçe. Lanetli kelepçeyi aldı!"

Eğer önemsiz bir şey olsaydı, Jun Wu onu almazdı. Fakat yine de Yin Yu'nun kanını
tamamıyla çekmiş olan lanetli kelepçeyi çıkarıp almıştı, yani belki de, o şey Yin Yu'nun
kanını emmekle kalmamış, aynı zamanda ruhunu da tutsak etmişti!

Xie Lian bunu fark ettikten sonra, dövülmüş ve yaralı olan Quan Yi Zhen'i geride bırakıp Qi
Ying Sarayı'nın arkasına koştu. Ancak Jun Wu artık orada değildi. Daha sonra döndü ve dışarı
çıktı.

Cennet Başkenti'nin devasa bulvarında in cin top oynuyordu ve tamamen terk edilmişti.
Sadece eskiden tüm yüce tanrılarla dolup taşan sarayları gözetleyen ifadesiz muhafızlar vardı,
ve hiçbiri onu umursamıyordu. Xie Lian da onları umursamadı ve doğruca Büyük Savaş
Salonu'na doğru koştu.

Sahiden de, Jun Wu buraya dönmüştü. Tahtında oturuyordu ve bakışları da o lanetli kelepçeye
kilitlenmişti. Xie Lian içeri dalar dalmaz tuhaf bir hırıltı sesi duydu, ve yukarı baktığında,
ihtişamlı tavandan dört uzvuyla sarkan cenin ruhunu gördü, bazı soğukkanlı yaratıklar gibi
baş aşağı şekilde sürünüyordu, son derece tüyler ürperticiydi.

Yüzyıllarca buraya adım atmak için uğraşmış olan göksel yetkililer, bu kadar şeytani bir
yaratığın bile Büyük Savaş Salonu'na girebildiğini görselerdi ne düşünürlerdi merak etmeden
edemedi.

Xie Lian kollarını açarak üstüne doğru yürümeye başlamıştı, ve Jun Wu, "Ne istiyorsun?"
diye sordu.

Tek kelime daha etmeden, Xie Lian elini uzattı ve lanetli kelepçeyi kapmaya çalıştı, ama tabii
ki Jun Wu onun böyle kolayca sıyrılmasına izin vermezdi. Uzun bir süre uğraşmasına rağmen,
Xie Lian hala lanetli kelepçeyi ondan çalamamıştı.

Ve öfkeyle bağırdı, "BU ŞEY SENİN NE İŞİNE YARAYABİLİR? YİN YU SENİN İÇİN
BİR TEHDİT BİLE DEĞİL, GÖZLERİNDE TAMAMEN DEĞERSİZ! ONA NEDEN O
ŞEYLERİ SÖYLEDİN? BU ŞEYİ SAKLAMANIN SANA NE FAYDASI VAR??"
Fakat, Jun Wu konuştu, "İşe yaramadığını kim söyledi? Ne kadar kızdığına bakılırsa, oldukça
faydalı olduğunu kanıtladı değil mi?"

öfkeli ÇN: lütfen şu çocuğu sal artık

Çocuğunun erişemeyeceği mesafeye bir kase meyve koymuş ve ayaklarının ucuna çıkıp ona
ulaşmaya çalışan, fakat ne kadar denerse denesin bunu başaramayan çocuğunu, kenardan
keyifle gülümseyerek izleyen, ve onun bu kızgın, çaresiz, zırlayarak ağlayan halinden
memnuniyet duyan bir yetişkin gibiydi.

Xie Lian öfkeden deliye dönecekti, "SEN RUH HASTASI MISIN?"

"Xie Lian, kullandığın bu ses tonu oldukça saygısız." dedi Jun Wu.

Xie Lian bunca zamandır katlanmıştı fakat daha fazla dayanamıyordu ve küfretti, "SANA
LANET OLASI SAYGI NEYMİŞ GÖSTERİRİM..."

Hayatında ettiği bütün küfürler muhtemelen bu adamaydı. Fakat beklenmedik bir şekilde, o
daha lanet okumayı bitiremeden, boğazının sıkıştığını hissetti, ve nefes alamıyordu!

Xie Lian'ın gözleri kararmıştı, elleriyle boğazını kavradı, dizlerinin bağı çözüldü ve diz üstüne
düştü. Jun Wu önünde oturuyordu, sakince cenin ruhunu seviyordu, saçlarını ve yumuşak
yuvarlak kafasını okşarken, avuç içlerinden simsiyah bir hale yayılıyordu. Cenin ruhu
halinden memnun gibiydi, tuhaf bir sesle mırlıyordu.

Jun Wu, yüzü şişmiş ve öfkeli görünen Xie Lian'ın şiddetli öksürüklerini dinlerken
konuşmaya başladı, "Xian Le, sana eskisi gibi davranmanı öneriyorum; biraz daha itaatkar,
biraz daha saygılı. Ancak o zaman sinirlenmeyeceğim. Unutma, sen de bu şeyden takıyorsun,
ve, üstelik iki tane."

"Öhö öhö öhö... öhö öhö... SEN...!"

Xie Lian ayağa fırladı, ona dik dik bakarken gözleri kırmızıya dönmüştü.

Jun Wu ona cevap verdi, "Ben ne? Sinsi miyim? Xian Le, unutma, onları isteyen sendin."

Şaka gibi, o zamanlar bu lanet şeyin ne olduğunu nasıl bilebilirdi ki!


Olabilir miydi? Guoshi onu gördüğünde, yüzü düşmüş ve boğazına sarılmıştı, Xie Lian'ı
öldürmeye çalışmak yerine bu şeyi çıkarmaya mı çalışıyordu?

Uzun bir süre sonra Xie Lian'ın boğazındaki lanetli kelepçe yavaşça gevşedi, ve sonunda
yeniden eskisi gibi nefes alabiliyordu. Güçlükle nefes alıyordu, istemsizce boğazına uzandı ve
lanetli kelepçeyi hissetti. Başka bir dokunuşla, ve Xie Lian lanetli kelepçeden başka bir şey
daha hissetti.

Çok ince, gümüş bir zincirdi. Eskiden soğuktu, ama onu uzun süredir taktığından, vücut
sıcaklığıyla ısınmıştı. Kristal kadar berrak bir yüzük gümüş zincirin ucunda sallanıyordu.

Onu hissettikten sonra Xie Lian'ın omuzları anında dikleşti, ve yüzüğü sıkıca kavradı. Bir
sebepten ötürü, kalbi gittikçe daha da hızlı atmaya başlamıştı, sanki inanılmaz bir sır öğrenmiş
gibiydi.

Hemen ardından, Jun Wu konuşmaya başladı, "Benim. Ne oldu?"

Benim ne? Ne demek istemişti?

Xie Lian gümüş zinciri kıyafetinin içine geri soktu ve kaşları çatılmış bir şekilde arkasına
doğru döndü. Bunu yapınca Jun Wu'nun az önce söylediklerinin aslında ona yönelik
olmadığını farketti.

Jun Wu iki parmağını kaldırmış ve şakağına dayamıştı. Bu hareket; biriyle iletişim kuruyordu!
Cennet Başkenti'ndeki diğer göksel yetkililerin ruhani iletişim kurmasına izin vermezken,
kendisi aynı kısıtlamalardan muaftı ve dilediği gibi hareket edebiliyordu.

Bir süre duraksamanın ardından, Jun Wu yanıtladı, "Pek bir şey yok. Yakınlarda yaşanan
taklit Toprak Ustası vakasından sonra, Cennet Başkenti'ndeki diğer birçok ajan ve sahte
kişiler de birer birer ortaya çıktılar. Son zamanlarda artan bunca hadiseden sonra, artık
dikkatsiz hatalara yer verilmemeli. Tüm göksel yetkililer şu anda sorgulanıyor, bu yüzden
bütün Cennet Başkenti kapatılmış durumda. Şu an kapıları açık değil ve dışarıyla ruhani
iletişim yasak, bu yüzden tabii ki kimseye ulaşamıyorsun."

Xie Lian nefesini tuttu.

Görünüşe göre şu an Jun Wu ile iletişim kuran kişi Cennet Başkenti'nde olanları bilmiyordu,
bu yüzden Jun Wu soğukkanlı bir şekilde karşı tarafa yalan söylüyordu. Ve bahanesi de son
derece uygundu; gün yüzüne çıkan Kara Su taklidinin sebep olduğu hain dalgalar dikkate
değerdi, bundan ötürü bütün mahkemenin kapatılması gayet mantıklıydı.

Xie Lian bağırıp çığlık atsa bile, diğer uçtaki kişi onu duyamazdı, bu yüzden sakince
gözlemlemeye ve uygun davranmaya karar verdi. Bir süre sonra Jun Wu'nun ifadesinde
belirsiz, ufak bir değişim yaşandı.

Sıcak bir şekilde yanıtladı, "Ah? Cennet Başkenti'ne gelmek mi istiyorsun? Tabii gelebilirsin.
Bu sefer yaşananlar küçümsenecek gibi değil, yani yardım etmek gibi bir arzun varsa, bundan
son derece hoşnut olurum."

...

Karşı taraf Cennet Başkenti'ne gelip yardım eli uzatmak için gönüllü mü olmuştu?!

Kesinlikle desteğe ihtiyaç duyduklarından, bundan birkaç saat önce gönüllü olmuş olsalardı
çok daha yardımcı olabilirlerdi. Fakat, bu zamanlama? Bütün Cennet Başkenti çoktan düşmüş
ve şeytanların ini haline gelmişti, yani bu ateşten bir çukura atlamaktan farksızdı!

Bu taraftan, Jun Wu birkaç basit söz daha söyledi ve iletişimi sonlandırdı.

Xie Lian anında sorgumaya başlamıştı, "Kim geliyor?"

Cenin ruhu ışıktan doğan bir yaratık olmadığını biliyor gibiydi ve sessizce gölgelere sürünüp
saklandı. Diğer yandan Jun Wu, sadece hafifçe gülümsedi.

"Acelen nedir? Yakında göreceksin."

Bu beklentilerinin dışındaydı. Xie Lian şüphe içinde merak ediyordu, "Benim görmeme izin
mi vereceksin? Karşı tarafa bütün Cennet Başkenti'nin kapalı olduğunu ve tüm göksel
yetkililerin sorgulandığını söylemedin mi?"

"Elbette," diye yanıtladı Jun Wu, "Ama güvenilir olan sağ ve sol kola ihtiyacım var."

Ling Wen teknik olarak hala kaçaktı, yani doğal olarak Jun Wu'nun yardımcısı rolünü
oynayamazdı, bu yüzden bu görev Xie Lian'a kalmıştı.
Tam buna kafa yoruyorken, Jun Wu bir süre onu izledi ve samimi bir tonla konuştu, "Xian Le,
sadece uslu dur ve iş birliği yap. Küçük numaralar çevirmeye kalkma, seni çok iyi tanıyorum,
aklından geçen her şeyi anlayabilirim."

"..."

Jun Wu elindeki kanlı lanetli kelepçeyle dalgın bir şekilde oynuyordu ve ekledi, "Kendin
söyledin; bana göre, Yin Yu tamamen değersiz biriydi. Aslında, Üst Cennet'teki bütün göksel
yetkililer, büyük ya da küçük, hepsi gözümde değersiz denilebilir. Eğer herhangi bir açık
verirsen, neler olacağını biliyorsun."

"..."

"Yani, bir şey belli etme. Kendine çeki düzen ver, yakında burada olacaklar."

Xie Lian konuşmadı fakat sürünerek yerden kalktı, üstünü silkeledi, ve gerçekten de kendine
çeki düzen vermişti. Her zaman Jun Wu'nun yanında durduğu yere doğru yürüdü.

Jun Wu onayladı, "Aynen böyle."

Jun Wu'nun tehditi oldukça etkiliydi, Xie Lian aynı zamanda başka bir şey daha fark etmişti –
gelen her kimse, onun Cennet Başkenti'nin düştüğü gerçeğini öğrenmesini istemiyor gibiydi.
Bu da tam olarak kimin geldiğini daha çok merak etmesine sebep olmuştu!

İki tütsü süresi sonra, Büyük Savaş Salonu'nun önünde birkaç figür belirdi. Yapılı siyah bir
öküze binen, yeşil elbiseler içindeki bir kadın efsuncu gördüler, belinden kutsal bir kılıç
sarkıyordu, arkasından onu takip eden farklı boyutlarda birkaç çiftçiyle ağır ağır yaklaşıyordu.

Gelen aslında Yağmur Ustası'ydı!

Xie Lian azıcık şaşırmıştı. Jun Wu'nun açığa çıktıktan sonra nasıl hareket ettiğine bakılacak
olursa, önünde bir engel oluşturan herkesi öldürürdü, ve yaklaşan kim olursa olsun onu
hapsetmesi gerekirdi, peki neden Yağmur Ustası'na karşı temkinliydi?

Doğal olarak şu an hiçbir şey öğrenilemezdi. Büyük Savaş Salonu'na girdiği an, Yağmur
Ustası ikiliye hafifçe başını eğdi.

"Ekselansları, Lordum, nasılsınız?"


Xie Lian her şey yolundaymış gibi davrandı ve selamına karşılık verdi, "Lord Yağmur
Ustası."

Kibar ve sakin gözüküyordu fakat aklından bin bir düşünce geçiyordu. Nasıl Yağmur
Ustası'na Cennet Başkenti'nin içinde bulunduğu gerçek durumu anlatabilirdi?

Jun Wu konuşmaya devam etti, "Yağmur Ustası'nın Üst Cennet'e son gelişinin üzerinden uzun
zaman geçti."

Fakat Yağmur Ustası, alakasız bir cevap verdi, "Cennet Başkenti'ne vurulmuş bu kilit çok
sıkı."

Kelimeleri sanki hayret içindeymiş gibiydi, ve Jun Wu yanıtladı, "Yapacak bir şey yok. Kara
Su mevzusuyla beraber, Orta Cennet'te ellinin üzerinde sahte göksel yetkili daha ortaya
çıkarıldı. Üst Cennet'e yerleştirilmiş başkaları olabileceği ihtimali endişe verici."

"Anlıyorum." dedi Yağmur Ustası.

Üçü bir süre havadan sudan konuştu, ve ancak o zaman Xie Lian fark etti ki Jun Wu
konuştuğunda, yalan ya da doğru olsun, söylediklerini her zaman kusursuz bir şekilde dile
getiriyordu, son derece inanılmazdı. Uyarmak istiyordu, ama birincisi, Jun Wu'nun fark edip
bunu diğer göksel yetkililerden çıkarmasından korkuyordu; ikincisi ise, neler döndüğünden
haberi olmayan Yağmur Ustası'nı bu işe dahil etmek istemiyordu, yani elleri bağlıydı.

Yağmur Ustası da sıra dışı bir şey fark etmiş gibi gözükmüyordu, ve sadece yardım edilecek
bir şey olup olmadığını sormuştu.

Jun Wu ona cevap verdi, "Şu an için yok. Fakat, sorgulama sona erdiğinde, sizlerin
desteğinize sıkça ihtiyaç olacaktır."

"O halde, şimdilik Cennet Başkenti'nde kalacağım, ve davetinizi bekleyeceğim." dedi Yağmur
Ustası.

Jun Wu gülümsemesini korudu, aklından neler geçtiği bilinemezdi, fakat bu noktaya kadar
gelmelerine rağmen, rolünden hiç çıkmamıştı, "Kulağa hoş geliyor. Başkente uzun zamandır
gelmiyorsunuz, bu şansı buraya tekrardan adapte olmak için kullanmanız iyi olur. Yağmur
Ustası Konağı'nız yıllardır boş."
Yağmur Ustası başıyla onayladı ve yavaşça eğildi. Xie Lian o gittiği an izleneceğini biliyordu,
ve hafifçe endişe duyuyordu.

Birden, Yağmur Ustası onlara döndü ve seslendi, "Ekselansları."

Xie Lian'ın kalbi sıkıştı, "Lord Yağmur Ustası'nın söylemek istediği bir şey mi var?"

Sonunda bir şeylerin yanlış olduğunu fark edebilmiş miydii?

Ancak, Yağmur Ustası cevap verdi, "Söyleyeceğim bir şey yok. Yıllardır Cennet Başkenti'nde
yoktum, bu yüzden birkaç hatıra eşya getirdim ve birkaçını size hediye etmeyi düşündüm.
Kabul eder miydiniz?"

Xie Lian böyle bir şey olmasını beklememişti ve gülse mi ağlasa mı bilemiyordu, "Ha? Ah...
Teşekkür ederim."

Tabii ki Jun Wu asla hediye kabul etmezdi, ve Yağmur Ustası'na eşlik edenlerin içeri
girmesine müsaade ederken gülümsüyordu, ''Xian Le, Lord Yağmur Ustası sana hediyeler
veriyor, neden hemen almıyorsun?"

"..."

Sanki Xie Lian genç bir çocukmuş da disipline edilmeye ihtiyacı varmış gibi söylemişti;
misafirler ziyarete gelmiş, çocuk için bir hediye almışlardı, ve çocuk da alınan şeyi kabul
etmeden önce ebeveyni zoruyla bir teşekkür mırıldanmıştı. Xie Lian'ın başka seçeneği yoktu,
bir çiftçi yaklaştı, iki eliyle oldukça sıkı sarılmış bir paket sundu. Xie Lian üstünkörü bir
şekilde teşekkürlerini dile getirdi, dikkati dağınık bir şekilde paketi aldı. Aniden, sanki sıra
dışı bir şey keşfetmiş gibi suratı değişti.

Sırtı Jun Wu'ya dönüktü, ve Jun Wu'nun onun ifadesini görmesine imkan yoktu, fakat yine de
sorguluyordu, "Nasıl bir hediye?"

Yağmur Ustası hediyeyi aldığını gördüğünde, kibar bir şekilde ellerini kaldırdı ve gülümsedi,
"Büyük bir şey değil, sadece toprakta yetişmiş birkaç yerli özel ürün. Eğer başka bir şey
yoksa, ben çekiliyorum."

"Lütfen." dedi Jun Wu.


Böylece, Yağmur Ustası siyah öküzüne bindi, yardımcılarını aldı, ve yavaşça yıllardır terk
edilmiş olan Yağmur Ustası Konağı'na doğru ilerledi. Jun Wu ona seslendiğinde Xie Lian
hala kollarında hediyesini tutuyordu ve ayrılmak üzereydi.

"Bekle."

Xie Lian orada durdu, adeta ayakları yere çivilenmiş gibiydi. Ardından Jun Wu konuşmaya
devam etti, "Buraya gel."

Xie Lian Büyük Savaş Salonu'na geri girdi ve ona bakmak için döndü. Jun Wu tahttan kalktı
ve tekrar konuşmadan önce ellerindeki sıkıca paketlenmiş hediyeyi aldı, "Şimdi gidebilirsin."

Kesinlikle güvensiz biriydi, ve hemen Yağmur Ustası'nın verdiği hediyeyi almıştı. Xie Lian
ona baktı, ve hiç konuşmadan Xian Le Sarayı'na döndü.

Xian Le Sarayı'na döndüğünde, Xie Lian fazlasıyla huzursuzdu, bu yüzden salonda bir ileri
bir geri gidip geliyordu. Bilinmeyen bir süre geçtikten sonra aniden, canlı ve berrak bir ses
duydu.

"Ekselansları?"

Xie Lian hemen arkasına döndü, ve başı sarılı pejmürde kıyafetler içerisindeki bir adamın
farkına varmadan pencerenin pervazına atlamış olduğunu gördü, ve tepesine tünemiş, ona
neşeli bir şekilde bir şekilde sırıtıyordu!

Xie Lian sevinçten havalara uçmuş ve iki adım koşmaya başlamıştı ki gencin onu az önce
"Ekselansları" diye çağırdığını hatırladı, ve Xie Lian yerinde kalakaldı.

Biraz şüphe duyarak sordu, "Sen... San Lang mısın?"

Genç içten bir kahkaha attı, ve pencereden aşağı atlayıp başındaki örtüyü çıkardı. Simsiyah
saçları aşağı döküldü ama anında tepeden toplandı, ve saçlar yüzünden çekilince yakışıklı ve
solgun, tamamıyla farklı bir surat ortaya çıktı. Bu Xie Lian'ın son derece tanıdık olduğu bir
surattı.

Hua Cheng başından çıkardığı örtüyü tembel bir şekilde elinde döndürüyordu ve bir nefes
verdi, "Gege, benim sevgili Gege'm, bu sefer, seni görmek cennete yükselmek kadar
zorluydu."
Öncesinde, Büyük Savaş Salonu'nda, Xie Lian, Yağmur Ustası'nın hediyesini teslim aldığı an,
kesinlikle sıra dışı bir şey hissetmişti. Fakat, sıra dışı olan şey hediyenin kendisi değildi, onu
veren kişiydi.

Paketi aldığında, diğer kişinin elini tuttuğunu ve hafifçe sıktığını hissetmişti.

Doğruyu söylemek gerekirse, bu hareket biraz yersiz olmuştu, ve eğer bir kadına yapılmış
olsaydı, o halde kasten, flört etmek için yapılmış gibi olurdu. O an, Xie Lian sadece gözlerini
kırpıştırmıştı fakat bir şey söylememişti, ve gözleri hiçbir şey belli etmeden o tarafa kaymıştı.
Önünde dikilen kişi uzun boylu bir gençti.

Bu genç yarı çiftçi gibi giyinmiş, yamalı, çamurlu kıyafetlerle kuşanmış ve başı sarılı olsa da,
yüzü hala yakışıklı ve zarifti, gözleri ışıl ışıldı.

Fakat, o ışık sadece ikili göz göze geldiğinde parıldamıştı ve Xie Lian tekrar görmek için
baktığında, genç utangaç ve naif haline geri dönmüş ve başı eğik bir şekilde çekilmişti.

Şimdi Hua Cheng, Xian Le Sarayı'na onun için gelmiş olduğuna göre, doğal olarak çevrede
onu izleyen bütün gözlerin de icabına bakılmıştı. Xie Lian onu gördüğü an, benzersiz bir
şekilde güvende hissetmişti ve artık endişelenecek hiçbir şey yoktu!

Çevirmen: Maria
Bölüm 214: Harekete Geçme; İyi Zamanlanmış Bir Hediye 2

Xie Lian sarılmak için üzerine atladığında, Hua Cheng daha içeri girmemişti bile.

Bayağı sert bir şekilde atlamasına rağmen Hua Cheng bir adım bile sendelememişti. Sadece
ellerini Xie Lian'ın sırtına koymuştu, hiç konuşmadan hafifçe kıkırdıyordu. Xie Lian oldukça
neşeli hissediyordu ki o anda bir şeyi hatırladı.

Xie Lian hemen sordu, "Bekle, San Lang! İmpa... Jun Wu sana karşı oldukça tedbirli, ve senin
de şu an Cennet Başkenti'ndeki insan çemberini koruyor olman gerekiyordu. Seni izlemek
için gözcülerini aşağı göndermiş olmalı, yani aniden ortadan kaybolursan, o bunu fark etmez
mi? Ayrıca, Rüzgâr Ustası'nı çemberi koruması için tek başına bırakmanda da sorun yok mu?"

Ancak Hua Cheng cevap verdi, "Endişelenme, Gege, bununla çoktan ilgilenildi. Şu an hiçbir
açık vermeyeceğiz."

Xie Lian, Hua Cheng'in aşağıda bir klonunu bıraktığını ya da gözcüleri bir şekilde engellemiş
olduğunu fark etmişti, bu yüzden bu konuda daha fazla soru sormamaya karar verdi.

Tam da o sırada Hua Cheng yavaşça şöyle dedi, "Gege beni özlemiş gibi görünüyor."

"..."

Xie Lian, Jun Wu'nun önünde iletişim rünüyle yaptıkları uygun olmayan, karmakarışık
konuşmaları hatırladı, daha sonra Hua Cheng'i gitmesine izin vermeden, sımsıkı tuttuğunu
fark etti. Hemen kollarını gevşetti, kendini düzeltti ve düzgün bir ses tonuyla cevap verdi.

"...Mn, mn. Birinden yardım almamız gerektiğini söylemiştin, demek Yağmur Ustası'ydı."

Hua Cheng ona neşeyle gülümsedi, "Doğru. Yağmur Ustası yıllardır aşağı alemdeydi, Tonglu
Dağı'nın açılmasıyla beraber bir şeyleri fark etmiş oldu. Cenneti kontrol etmek için geri
dönmesi oldukça mantıklı bir neden. Jun Wu eğer onun yükselmesini reddetseydi, Yağmur
Ustası bir şeylerin yanlış olduğunu fark edecekti. Yani, elbette yükselmesine izin vermek
zorundaydı. Gege, endişelenme, sorun yok, beni böyle tutmaya devam edebilirsin, problem
etmem."

Xie Lian usulca boğazını temizledi, "Hayır, sorun değil, teşekkür ederim...Ama neden
Yağmur Ustası'na hiçbir şey yapamıyor?"
"Gege bunu bilmeyebilir. Yağmur Ustası tarımı yöneten bir göksel yetkili. Bu ilahi pozisyon
görünürde sıkıntılı ve getirisi olmayan bir şeymiş gibi görünebilir, bu yüzden çoğu kişi
ilgilenmez. Ama aslında oldukça eşsizdir. Şu anda tarımı yöneten tek yetkili Yushi Huang."

Xie Lian derin düşüncelere dalmıştı ve kendince bu karmaşık nedenler hakkında çıkarımlar
yapıyordu.

Hua Cheng devam etti, "Eğer Yağmur Ustası direkt bir şekilde öldürülürse, ve onun yerine
geçecek daha iyi bir göksel yetkili bulunamazsa, ki insanlar ilk sıraya yiyeceklerini koyarlar,
dünya kaosa sürüklenir. İnsanlara yemek vermezsen onlar da sana iş vermezler. Yağmur
Ustası'ndan hoşnutsuz olmalarının yanı sıra, onun üzerindeki büyük tanrıdan da hoşnutsuz
olmaya başlarlar. Bu da demek oluyor ki, eğer dikkatli olmazsa, yaktığı ateş dönüp onu da
yakabilir. Eğer işler doğru şekilde kontrol edilmezse, insanlar tanrıları devirmek için
ayaklanabilir."

Tapınaklara saygısızlık etmek için ayaklanmalar, ilahi heykellerin yıkılması, Xian Le halkının
bir zamanlar yaptığı şeylerdi.

Hua Cheng sözlerine ekleme yaptı, "Üstelik Yağmur Ustası kendine tapınaklar kurmaz,
yıllardır Cennet Başkenti'nde kalmıyordu ve yükselmek gibi bir derdi de yoktu. Bu yüzden
onu tehdit edebilecek ya da zorlayacak hiçbir şey yok. Dışarıdan, Yağmur Ustası'nı sürgün
etmek için düzgün bir neden bulması çok zor; ayrıca Yağmur Ustası tarımı yönetmeye devam
ettiği sürece kendi yerini koruyabilir. Önce onu aldat, gerçekler ortaya çıkarsa o zaman ne
yapacağına karar ver."

Xie Lian rahatlamıştı, "Anlıyorum, çok şükür, ucuz atlattık. Tam da yardıma ihtiyacımız
olduğu anda geldi. Neyse ki, oyunculuğu da olağanüstüydü. Ah, bu arada, önce Guoshi'yi
bulmalıyız! Düzgün cevaplar almak için ona sormam gereken çok fazla soru var."

İkili daha fazla oynaşmadılar ve hızlıca Xian Le Sarayı'ndan çıkmak için hareketlendiler. Tam
kapı eşiğindelerdi ki, girişte dizilmiş onları izleyen bekçiler tarafından irkildiler. Xie Lian tam
RuoYe ile onları kırbaçlamak üzereydi ki, onların tahta oyuncak bebekler gibi olduğunu fark
etti. Hepsi Hua Cheng tarafından taşlaştırılmıştı.

Giderlerken, Hua Cheng'in gümüş kollukları parıldadı ve kelebeklere dönüştü; yavaş yavaş
renklerini kaybettiler ve havada gizlenmeye başladılar. Şimdiye kadar muhtemelen Cennet
Başkenti'nde gizlenmiş yüzlerce gümüş kelebek bulunuyordu. Yol boyunca bir aşağı bir
yukarı gittiler, bazen saklandılar bazen ortaya çıktılar, devriye muhafızlarını mükemmel bir
şekilde atlatmışlardı.

Birlikte saklanırken Hua Cheng, Xie Lian'ın hemen yanında duruyordu ve bu ikili devriye
muhafızlarını izliyorlardı, Hua Cheng sessizce konuşmaya başladı, "Bu sefer, yukarıdaki yolu
takip edeceğiz."

Xie Lian başıyla onayladı ve Hua Cheng'i takip edip çatıya atladı. İkili geride hiçbir iz
bırakmadan, çatıların üzerinden zıplıyordu. Kısa bir süre sonra, Xie Lian çatının bir kenarına
düşerek aniden durdu, düşünceli bir şekilde Hua Cheng'e bakıyordu.

Onun durduğunu görünce Hua Cheng de durmuştu, "Ne oldu? Bir şey mi farkettin?"

Xie Lian hafifçe kaşlarını çattı ve başıyla onayladı, ve endişeli bir şekilde cevap verdi, "Hayır.
Sadece, sanki bu sahneyi başka bir yerde de yaşamışım gibi..."

Sözlerini bitirmeden önce Hua Cheng onun beline sarıldı. Bir sonraki saniye, ikisi beraber
çatıdan "düşüyorlardı".

Xie Lian birden tepe taklak olmuştu, dünya dönüyormuş gibi hissediyordu, arkasından bambu
şapkası düşerken hızlıca tuttu. O sırada Hua Cheng onu kucaklamıştı, ikisi bir çatının altında
baş aşağı sarkıyordu. Üstlerinden bir şey pat pat diye hızlıca geçti.

Xie Lian bu sese yabancı değildi- bu cenin ruhunun sürünme sesiydi!

Bu yaratığın tantanalı bir şekilde oralarda dolanacağını kim bilebilirdi ki? Tam o sırada
aşağıdan başka bir ses daha geldi.

"Cuo Cuo, Cuo Cuo?"

Jian Lan!

Xie Lian zihninden "Ah hayır, olamaz" diye yakınıyordu. Cenin ruhu hala çatının
üzerindeydi, ve eğer Jian Lan onların alt tarafına doğru yürürse, orada oldukları ortaya çıkmaz
mıydı? Xie Lian, Jian Lan'ın tepkisinin ne olacağını kestiremiyor, Hua Cheng'in hayatını
kurtardığı için hala minnettar olup olmayacağını ya da insanları uyarmak için bağırıp
çağırmayacağından emin olamıyordu.
Bu aceleci ve hafif adımlar daha da yaklaşıyordu ve neredeyse köşeyi dönmek üzereydi.
Neyse ki tam o sırada, cenin ruhu çatının diğer tarafından aşağı atlamıştı.

İkili hemen ters dönüp binanın çatısına zıpladılar. Xie Lian rahat bir nefes verdi.

Jian Lan da duvarından köşesinden bakıp oğlunun aşağı atladığını görünce rahat bir nefes
vermişti.

"Cuo Cuo! Orada burada koşma, burası yabancı ve tuhaf bir yer, daha doğrusu korkutucu,
eğer kaçıp kaybolursan, annen nereye gittiğini bile bulamayabilir...buraya neden geldin?"

Jian Lan üstünkörü bir şekilde etrafa baktı ve sarayın kuruluş levhasını görüp bir kaç adım
geri çekildi. Bu tepkiyi gördükten sonra Xie Lian da, ayaklarının altındaki altın sarayın Nan
Yang Sarayı gibi göründüğünü hatırlamıştı.

Bu da Feng Xin'in şu anda burada kilitli olduğu anlamına geliyordu!

Jian Lan da bunu biliyor olmalıydı ve yüzü hafifçe seğiriyordu. Bir süre sonra, aşağı doğru
baktı ve cenin ruhunu azarlamaya başladı, "Burada ne yapıyorsun?!"

Ancak cenin ruhu beyaz, küçük ve kalın bir şeye sarılıyordu, ve sanki onu kemiriyormuş gibi
kıtır kıtır sesler çıkarıyordu.

Jian Lan ona bağırdı, "Bu ne? Böyle körü körüne ne yiyorsun? Tükür onu çabuk!!"

Xie Lian daha yakında baktı ve onun sert, beyaz bir turp olduğunu fark etti, ve gülse mi ağlasa
mı bilemiyordu. Hiçbir şey söylemesine gerek kalmamıştı, cenin ruhu zaten tadının çok kötü
olduğunu düşünmüştü. Puh puh, turpu zorla tükürdü, sinir krizi geçiriyormuş gibi çığlık
atıyordu.

Jian Lan onu anında kucağına aldı, kundaklamaya başladı, "Tamam tamam tamam, Cuo iyi
bir çocuk, eğer tadı kötüyse o zaman bir daha yeme. Bunları sadece ezik piçler ve tanrılar yer,
biz yemeyiz."

Sadece bir biyolojik anne böyle korkunç bir yaratığı kollarında tutabilir ve yumuşak bir ses
tonuyla rahatlatmaya çalışabilirdi. Bu cenin ruhu annesinin kollarında beyaz bir top haline
gelmişti ve mutlu bir şekilde mırıldanıyordu.
Xie Lian gözünün önündeki bu sahneyi izlerken, kalbinde açıklanamaz bir sempati duymaya
başlamıştı ama aynı zamanda şaşırmıştı da, "Cennet Başkenti'nde nasıl bu kadar büyük bir
beyaz turp olabilir?"

Hua Cheng kaşlarını kaldırdı ve yanıtladı, "Gege, unuttun mu? O Yağmur Ustası'nın sana
verdiği, topraktan gelen hediye."

"..."

Yani Yağmur Ustası'nın ona verdiği hediye buydu!

Xie Lian, Jun Wu'nun hediye kutusunu açıp kocaman bir turp gördüğünde yüzünün alacağı
şekli merak ediyordu ama bunu hayal etmek imkansızdı. Öyle görünüyordu ki, Jun Wu
hediyeyi inceleyip tehlikeli bir şeyler olmadığına karar verdiğinde, cenin ruhunu beslemek
için turpu ona atmıştı.

Yani basitçe bir köpeğin önüne kemik atmak gibiydi.

Başta, cenin ruhu ağzındaki turpu tükürdükten sonra kalan turpu tiksinerek tekmelemişti. Ama
Jian Lan'ın sözlerini duyduktan sonra, düşünceli görünüyordu ve daha sonra annesinin
kucağından atlamıştı. Saraya girmeden önce atlayıp kalan turpu ağzıyla yakalamıştı. Eğer Xie
Lian yakından bakıyor olmasaydı, pürüzsüz tenli, tüysüz beyaz bir köpek gibi görünüyor
olurdu.

Jian Lan bağırmaya başladı, "İÇERİ GİRME! BU..."

Nan Yang Sarayı'nı koruyan askerler muhtemelen daha önceden Jun Wu tarafından bu cenin
ruhu ile ilgili bilgilendirilmişlerdi bu yüzden görmezden gelip, onu durdurmamışlardı. Jian
Lan'ın onu içeriye takip etmekten başka şansı yoktu. Bu cenin ruhu Feng Xin'e karşı derin bir
düşmanlık besliyormuş gibi görünüyordu ve Xie Lian da onun Feng Xin'e zarar vermesinden
endişe duyuyordu.

Kafasını çevirdi, "San Lang?"

Hua Cheng'in parmak ucunda şeffaf bir kelebek vardı, "Çoktan bir tane hayalet kelebek onun
üzerine kondu."
Xie Lian başıyla onayladı, bu ikili şimdi Nan Yang Sarayı'ndaki durumu izliyorlardı. Jian
Lan'ın aşağı doğru eğildiğini gördüler, sanki kimsenin onu görmesini istemiyormuş gibi
saklanıyordu.

Hafifçe fısıldadı, "Cuo Cuo—"

Ama fark edilmemesi mümkün değildi. Cenin ruhu ana salona atlamıştı ve orada meditasyon
yapan bir adam vardı. Gözlerini açıp kırpıştırdığında gözleri Jian Lan'ınkiye buluştu ve ikisi
de şoke olmuşlardı.

Feng Xin başta hayrete düşmüştü ama daha sonra ayağa kalktı, "Jian Lan! Neden geldin? İyi
misin? Tam zamanında geldin, bana yardım et..."

Tam o sırada, cenin ruhu aniden ulumaya başladı, ikisinin arasına atlayıp ağzındaki büyük
beyaz turpu tükürdü ve arka ayaklarıyla tekmelemeye başladı. Bir kaç ısırık alınmış olan
beyaz büyük turp hızlı bir şekilde uçtu ve BAM! Feng Xin'in suratına gürültüyle çarptı!

Turpu tekmeledikten sonra kendinden gurur duyuyor ve oldukça memnun hissediyordu,


WAHAHAH diye bağırıyordu. Rastgele, şeytani bir şekilde kıkırdıyordu, sanki annesinin onu
övmesini bekliyor gibiydi. Feng Xin bu şey tarafından neredeyse yere yıkılacaktı, burnundan
şarıl şarıl kan akıyordu.

Burnunu sildi ve öfkeyle bağırdı, "NE YAPIYORSUN? OLDUĞUN YERDE KAL, TAMAM
MI?!"

O vahşiydi, ama cenin ruhu ondan daha da vahşiydi, dilini yılan gibi sallayarak ona
bağırıyordu. Feng Xin ileriye doğru keskin bir adım attı, onu yakalamaya hazırdı ki cenin
ruhu kolunu geniş, kanlı ağzıyla ısırmıştı. Ve ne yaparsa yapsın kolunu kurtaramıyordu.

Bu tanıdık sahne hem çok korkunç hem de çok komikti, ve Feng Xin tüm çabalarına rağmen
kolunu kurtaramadığı için çileden çıkmış bir şekilde bağırmaya devam ediyordu.

"BU NE AMINA KOYAYIM YA!!! BU NE!!!! DAYAK MI İSTİYORSUN? NEYİN NESİ


BU!!!!"

Jian Lan da kendine gelmiş ve bağırmaya başlamıştı, "DUR! BAĞIRIP ONU DÖVMEYE NE
HAKKIN VAR??"
Böyle söylenince, Feng Xin şaşırmıştı ve kavga ederken sanki ruhu eksiliyordu, "O... O bir
sahtekarı babası olarak gösterdi!!! Neden Jun Wu'nun tarafında olsun ki...nasıl bu hale
geldi???"

Jian Lan dilini tskladı, "Nasıl mı? Senin yüzünden değil mi? Eğer baba olarak görevini yerine
getirip iyi bir şekilde terbiye etseydin, kendi oğlun annesinin rahmini delip böyle bir şeye
dönüşür müydü? NE BU? NASIL LANET BİR ŞEYE HAYAT VERDİN!!"

Her suçlandığında Feng Xin bir adım geri çekiliyordu ve sesi de büyük ölçüde kısılmıştı,
"Ama...ama ben bunların hiçbirini bilmiyordum. O zamanlar, bana çekip gitmemi söyleyen
sendin..."

"HA!" diye bağırdı Jian Lan, "Sana yardım etmek için kaçmanı söylemiştim! Her gün kasvetli
bir şekilde bu fahişenin yatağına geliyordun, ne düşündüğünü bilmediğimi mi sanıyorsun?
Veliaht Prens'e hizmet etmek ve aynı zamanda da benim özgürlüğümü satın almak için para
biriktirmek zorundaydın, hırpalanmış ve yaralanmış, yorgun ve öfkeliydin! Omzundaki yükü
fırlatıp gidemeyecek kadar çekingen olduğun için, o zaman seni sadece ben gönderebilirdim!"

"O zamanlar çok yorgundum!" diye bağırdı Feng Xin, "Ama senden hiç rahatsız olmadım!
Seni kurtarmak istiyordum!"

Jian Lan elini onun göğsüne vurdu, "LÜTFEN! Kurtarmak, kurtarmak, o zamanki
becerilerinle bu fahişenin özgürlük bedelini ödeyip ödeyemeyeceğini gayet iyi biliyordun!
Her kuruşunu ikiye bölüp, ikiye katlamayı diliyordun. Her gün sokakta çalgıcılık yapıyordun
ama yine de gidip Veliaht Prensi'ne ve eski imparatoruna saygılarını sunmak zorunda
kalıyordun, kendimi sana atıp yüklerine yük eklememiş olmam zaten yeterince iyi. Bir de
özgürlüğümü satın almanı beklemek mi? NE HAYAL AMA!"

"Bunu başta söylemedin, birbirimize söz bile vermiştik! Ben her zaman verdiğim sözleri
tutarım..."

Jian Lan onun sözünü kesti, "Ortada bir sürü söz, yemin var, ama kendin düşün bakalım,
şimdiye kadar bana ne verdin, ha? O altın kemerden başka— ah, bekle, SADECE bu altın
kemerdi ve sen satmamam için tekrar tekrar uyarmıştın!"

Feng Xin, Jian Lan'ın itmesiyle beraber, gergin ve utanmış görünen yüz ifadesiyle, adım adım
geri çekiliyordu. Jian Lan konuştukça daha çok öfkeleniyordu.
"YA DA, o lanet koruma tılsımını mı kastediyorsun? O boktan tılsımın koruyacağına
inanmam için kalbime domuz yağı bulaşmış olmalı! Hiç şans getirmedi, AMA BİR TON
BOKTAN KÖTÜ ŞANS GETİRDİ! Gittikçe daha da az para kazanıyordun, daha da öfkeli bir
ruh haline giriyordun, gitmene izin vermekten başka ne yapabilirdim, HA?!

ÖLENE KADAR ACI ÇEKTİRMEK Mİ? BENDEN ŞİKAYET VE NEFRET EDENE,


ÖFKELENENE, HATTA BENİ BİR DAHA GÖRMEK İSTEMEYENE KADAR ACI
ÇEKTİRMEK Mİ?"

"..."

Sadece Feng Xin değil, Nan Yang Sarayı'nın üzerindeki Xie Lian da ne diyeceğini
bilemiyordu.

Demek tüm olanlar bunlardı.

Xie Lian birçok şeyi hatırlamıştı. Sabahın köründe çıkıp gecenin bir yarısı dönen, yorgun
Feng Xin, bazen mutlu bazen depresif olan Feng Xin ve bir zamanlar büyük zorluklarla Xie
Lian'dan borç almaya çalışan Feng Xin.

Anlamsız, alışılmadık tüm hareketlerinin bir açıklaması vardı.

Feng Xin, Xie Lian'ın hizmetkarı ve iyi arkadaşıydı ama kölesi değildi. Kendi evini inşa
edebilir, kendi ailesini kurabilirdi. Ve aslında, en çok acı çektikleri dönem olan Xie Lian'ın ilk
sürgünü sırasında bu kişilerle tanışmıştı.

O sıralarda Xie Lian hayatta kalmakta bile zorlanıyordu, nasıl bu ayrıntıları fark edebilirdi ki?
O acı çekiyordu ama Feng Xin de acı çekiyordu. Herkes acı çekiyordu. Ve sonunda ikisi de
dayanamamıştı. Belki de Jian Lan olacakları önceden görmüştü.

Ancak bu süre zarfında olsa bile, Feng Xin hala onu desteklemek için elinden geleni yapmıştı.
Hatta Jian Lan'a kimsenin umursamadığı o koruma tılsımlarından vermiş, bu şeyin ona iyi
şans getireceğini söylemişti. Bu nedenle Jian Lan onu doğmamış çocuğunun minik
kıyafetlerine sarmıştı.

Tabii ki, sonuçta, bu koruma tılsımının iyi şans getirmediği de kanıtlanmış olmuştu.
Jian Lan söylememesi gereken şeyleri söylemiş gibi görünüyordu bu yüzden yerdeki cenin
ruhunu alıp, oradan ayrılmak için dönmüştü.

Feng Xin bağırdı, "JIAN LAN!!!"

Kendi saçlarını yolarak, sanki her şeyini kaybetmiş gibi iç çekiyor ve ağlıyordu.

"Dön... Geri dön," diye yalvardı Feng Xin, "Ben...ahhh...Ben hala, ben. Ben... ikinize de
bakmak istiyorum. İkinizle de ilgilenmeliyim. Benim bir görevim var, sana söz verdim."

Jian Lan arkasına döndü ve ona dikkatli bir şekilde baktı, kollarındaki cenin ruhunu daha sıkı
tutmaya başlamıştı ve oflayarak cevap verdi, "Gerek yok. Kendi oğlundan iğrendiğini
biliyorum. Gözlerinde şeytani bir yaratıktan başka bir şey değil. Sorun değil, ben
tiksinmiyorum."

Feng Xin sonunda kendine gelmişti ve karşı çıktı, "BEN TİKSİNMİYORUM."

"O zaman nasıl oluyor da ona her seferinde kaba davranıyorsun?" diye sordu Jian Lan, "Onu
gerçekten de oğlun olarak kabul edebilir misin?"

"Doğru yola döndüğü sürece neden etmeyeyim?" diye cevapladı Feng Xin.

Jian Lan sırıtıyordu, "O zaman sana tekrar sormama izin ver: sen göksel yetkilisin, onu oğlun
olarak kabul etmeye cesaretin var mı?"

Feng Xin oldukça şaşırmıştı.

Bu tepki gayet doğaldı. Bu cenin ruhu annesinin kollarına sarılmış, dişlerini çıkarmış, adeta
zehirli bir haşarat, ya da belki de vahşi bir canavar yavrusu gibi ona kıkırdıyordu. İki şekilde
de, insan değildi.

Nasıl bir göksel yetkili böyle bir ilişkiyi açıkça kabul etmeye cesaret edebilirdi ki? Böyle
şeytani bir yaratığı kendi oğlu olarak tanıtabilirdi? Bu kesinlikle adına sürülecek kocaman bir
lekeydi ve inananları, meritleri, itibarı, hepsi büyük ölçüde etkilenecekti!

Çevirmen: Maria
Bölüm 215: Yoldan Sapılmamalı Ama Emirlerin Hepsi Aynı

Ancak, Feng Xin'in verecek bir cevabı olmasından önce, çok fazla süre geçmemişti. Tam
yanıt vermek üzereydi ki Jian Lan onunla alay etmeye başladı.

"Boş versene, bir şey söylemene gerek yok. Sen şu an başkasının tutsağısın, oğlunu kabul
edecek cesaretinin olduğunu söylesen de hepsi boş, söylediğin hiçbir şeye inanmayacağım.
Daha fazla bir şey söyleme. Sen istesen bile, ben istemeyebilirim!"

Cenin ruhu kollarında kıvrılmış, Feng Xin'e doğru dilini sallayarak ve yetişkin sesleri
çıkararak kıs kıs gülüyordu. Jian Lan totişine bir şaplak atarak onu azarladı.

"Hala ne yüz ifadesi yapıyorsun? Sana kaçma demiştim, beni çıldırtıyorsun!!"

Bu çirkin surat birazcık buruşmuştu ve sonunda kıpırdamayı bırakmıştı. Feng Xin


arkalarından bağırırken anne ve çocuk Nan Yang Sarayı'ndan çıkıyordu.

"JIAN LAN! JIAN LAN!"

Cevap yoktu. En nihayetinde, Nan Yang Sarayı'nda yine bir başına kalmıştı. Daha önceden
oturduğu yere geri döndü ve arkada kalmış olan, diş izleriyle dolu büyük beyaz turpa gözünü
dikti. Eliyle başını destekleyerek bir süre daha turpu inceledi, daha sonra yere düz bir şekilde
uzandı.

Nan Yang Sarayı'nın üzerindeki Xie Lian da iç çekiyordu.

Tam o sırada, Hua Cheng aniden konuşmaya başladı, "Gege, Yujun Dağı'nda cenin ruhunun
ortaya çıktığı, o geceyi hatırlıyor musun?"

Xie Lian, onun kasıtlı olarak konuyu değiştirdiğini biliyordu. Yujun Dağı'nda ortaya çıkan
cenin ruhu konusu da şüphe uyandırıyordu, bu yüzden iş birliği yaptı ve konu hakkında
konuşmaya başladı.

"Hatırlıyorum. Düğün arabasındayken, Hayalet Gelin'i bulmam için bana ipucu olarak çocuk
tekerlemesi söylüyordu, o Xuan Ji'ydi. Ayrıca benden başka kimse duyamıyordu, sadece
benim içindi. Nedenini merak ediyorum."

"Muhtemelen Jun Wu'nun yönlendirmesiyle," dedi Hua Cheng.


"O zaman, bilmecenin cevabı Jun Wu'nun hedefi olurdu." dedi Xie Lian, "Ve Jun Wu'nun
emrindeki vahşi bir ruh haline gelmesinin nedeni, korkarım ki bunlar Guoshi'ye sorulması
gereken sorular."

"O halde gidip soralım." dedi Hua Cheng, "Gege için iyi haberlerim var; hayalet kelebekler
Guoshi'nin tutulduğu yeri buldu."

Xie Lian'ın modu hemen yükselmişti, "Nerede??"

Ling Wen Sarayı.

Sarayın içinde ve dışında, dağ gibi yığılmış parşömenlerle beraber oradan oraya koşuşturan
sivil tanrıların hepsi kaybolmuştu. Onların yerini, ifadesiz şekilde gezinen Savaş Muhafızları
almıştı. Çatının bir köşesine hiç ses çıkarmadan atladılar.

Xie Lian, "Guoshi burada mı tutuluyor? Ling Wen mi izliyor onu?" diye sordu.

"Doğru." diye cevapladı Hua Cheng, "Brokarlı Ölümsüz üzerindeyken Ling Wen şu anda hem
savaş tanrısı olarak hem de sivil tanrı olarak kabul edilebilir."

Bir süre dikkatlice gözlemledikten sonra Xie Lian yorumda bulundu, "O zaman bu bayağı
çetrefilli olacak."

Brokarlı Ölümsüz onlara rakip bile olamasa da, yine de ustalıkla yapılmıştı, ve Cennet
Başkenti'nde dolaşan devriye muhafızlarından daha zorlu olmalıydı.

Eğer Hua Cheng ve Xie Lian, Ling Wen Sarayı'na böyle dikkatsiz bir şekilde girerlerse,
Brokarlı Ölümsüz onları yenemese bile, yine de içeri girdiklerini anlayabilirdi. Ve tabii ki de
Brokarlı Ölümsüz onları fark ederse, Ling Wen de öğrenmiş olacaktı.

"Ling Wen ve Jun Wu iletişim rünüyle haberleşiyor olmalı. Eğer Ling Wen bizi fark ederse, o
zaman Jun Wu da öğrenir." dedi Xie Lian, "Eğer Brokarlı Ölümsüz üzerinde olmazsa, sadece
sivil bir tanrı olur ve içeri girdiğimizi fark edemez. Ve giyilmeyen bir Brokarlı Ölümsüz
sıradan bir kıyafet olur, Jun Wu'yu uyaramaz. Bu ikisini ayırmanın bir yolunu düşünmek
zorundayız."

Ancak, Hua Cheng yanıtladı, "Özel bir şeyler düşünmek zorunda değiliz, eninde sonunda
üstünden çıkaracaktır."
Daha fazla açıklamaya gerek yoktu, Xie Lian anlamıştı.

Sonuçta Brokarlı ölümsüz iyi bir şey değildi, kötülük enerjisi hakimdi ve bayağı kalın ve
ağırdı. Ling Wen resmi olarak hala göksel yetkili olarak görünüyordu, bu yüzden onu uzun
süre giymek sağlığını kötü yönde etkilerdi. Ayrıca ruhsal güçlerini tüketen erkek formunu
koruması gerekiyordu, ki böyle bir yorgunluğa dayanabilecek pek fazla kişi yoktu. Bu yüzden
her gün dinlenmek için onu çıkardığı bir zaman olmalıydı.

İkisi birbirlerine fısıldıyordu ki, tam o sırada siyah kıyafetli ve bir eli arkasında olan bir adam
Ling Wen Sarayı'ndan dışarı çıktı. Dışarıyı koruyan askerlere bazı talimatlar verdi ve daha
sonra yan taraftaki odalardan birine doğru yürümeye başladı. Bir müddet sonra, yandaki
odadan çıkıp ana salona gitti.

Bu adam Ling Wen'di. İçeri girdiğinde erkek formundaydı ama dışarı çıktığında gerçek
görünüşünü almıştı. Üzerindeki siyah kıyafet de artık yoktu ve adımları erkek formunda
olduğu kadar hafif ve enerjik değildi, dövüş sanatlarında da o kadar yetenekli görünmüyordu.

Yani kıyafetini çıkarmıştı ve Brokarlı Ölümsüz şimdi yan taraftaki odadaydı!

O anda ikisi birbirine baktı. Hua Cheng, "Şimdi, ayrıldılar. Gege, şansın oldukça iyi." dedi.

Xie Lian bir nefes verdi ve ona bir bakış attı, "Bu oldukça iyi olan şans, San Lang'ın."

Hua Cheng sırıtıyordu, "Ana salon? Yan oda?"

Bir süre düşündükten sonra Xie Lian karar verdi, "Yan odaya gidelim! Kim bilir ana
salondaki durum nasıldır, eğer Guoshi Ling Wen'in yanında korunuyorsa, o zaman onun
etrafından dolaşamayız. Ama eğer Brokarlı Ölümsüz'ü ele geçirirsek, o zaman pazarlık
yapabileceğimiz bir şeyimiz olur."

Böylece ikisi biraz daha beklediler ve muhafızlar değiştiği sırada, bu zamanlamadan


yararlanıp çatıdan atladılar ve yandaki odaya girdiler.

İçeri atladıkları an, Xie Lian soğuk terini sildi.

Ne olursa olsun, kadın bir göksel yetkilinin özel odasına girmek gurur duyulacak bir şey
değildi. Fakat, bu yan odanın durumunu görünce, yüzündeki gerginlik ifadesi kaybolmaya
başlamıştı.
Xie Lian'ın eski odası buradan daha görkemliydi, Feng Xin'in odası daha düzensizdi ve Mu
Qing'in odası daha zarif ve zevkliydi. Her halükarda burası bir kadın göksel yetkili odasına
benzemiyordu, bu yüzden Xie Lian'ın gerginliği azalmıştı.

Odanın içinde çok fazla mobilya yoktu bu yüzden bir şeyi saklaması da zordu. Yani Xie
Lian'ın sandığı bulması çok uzun sürmemişti. Ancak sandığı açtığı anda, yüzünde karanlık bir
ifade belirdi. Bunun nedeni sandığı açtığı anda yüzüne çarpan karanlık enerji değildi, sandığın
içinde birbirinin aynısı olan bir sürü siyah cübbe olmasıydı.

Yine mi aynı şey!

Durum, aynen yüzlerce kıyafet arasından Brokarlı Ölümsüz'ü bulmaya çalıştığı zamandaki
gibiydi. O şeyi aramak tam bir karmaşaydı hatta neredeyse bir kabustu. Bu sefer o kadar fazla
kıyafet yoktu ama yine de bu cübbeler birbirinin aynısıydı. Hangi durumun daha sinir bozucu
olduğunu söylemesi zordu. Brokarlı Ölümsüz gerçekten de burada mıydı?

Başının zonkladığını hisseden Xie Lian perişan bir halde sordu, "San Lang... Jun Wu şu anda
ne yapıyor? Yeterli zamanımız var mı?"

Hua Cheng her yeri kontrol ediyordu ve bu soruyu duyduğunda usulca cevap verdi, "Gege,
rahatla. Bolca zamanımız var. Jun Wu henüz gittiğini fark etmedi. Şu anda Büyük Dövüş
Salonu'na sorgulamak için Mu Qing'i getirdi ve görünüşe göre bu biraz zaman alacak."

Bunu duyunca Xie Lian şaşırmıştı, "Mu Qing mi? Mu Qing'i mi sorguluyor? Neden??"

"Hayalet kelebekler Büyük Dövüş Salonu'na giremiyor, bu yüzden tam olarak duyamıyorum.
Ama biliyorsun ki..." dedi Hua Cheng Xie Lian'a bakarken, "İyi bir şey olmamalı."

Xie Lian, Jun Wu'nun Yin Yu'ya nasıl davrandığını hatırladı ve belli belirsiz bir şekilde
endişeli hissetmeye başlamıştı. Ama şu an endişelense bile bir anlamı olmazdı bu yüzden
kararlı bir şekilde konuşmaya başladı, "O zaman elimizi çabuk tutalım. Kıyafetlerin hepsini
deneyelim. San Lang, gel, bana emir ver."

Brokarlı Ölümsüz fark edilmek istemezse ya da giyen kişiyi öldürmek istemezse, rahatlıkla
giyilebilirdi. Ancak biri giydirir ve ona emir verirse, bu kişinin emirlerine uymak zorunda
kalırdı. Bu yöntemi kullanarak gerçek olanı kesinlikle ortaya çıkarabilirlerdi, tek dezavantajı
biraz tehlikeli olmasıydı.
Hua Cheng, "Ben yapayım." dedi.

Xie Lian kafasını sallayarak reddetti, "San Lang, daha önce Brokarlı Ölümsüz'ü giymiştin,
ama bazı nedenlerden ötürü senin üzerinde işe yaramamıştı. Belki de hayalet krallar üzerinde
bir etkisi yoktur? Şu an bunu sadece ben yapabilirim."

Dış cübbesini çıkardı, beyaz cübbesi ayaklarının dibine düştü. Hua Cheng kaşlarını kaldırdı
ve ona vermek için bir siyah cübbe aldı.

"O zaman teklifini kabul edeceğim."

Xie Lian hızlı bir şekilde o siyah cübbeyi giydi. Şükürler olsun, şükürler olsun, Ling Wen'in
siyah kıyafetlerinin göğüs kısmı açık değildi, şehvetli görünmüyordu aksine oldukça
muhafazakar görünüyordu, bu yüzden giymesi zor değildi. Xie Lian yukarı doğru baktı.

"Tamam, şimdi bana bir emir verebilirsin."

"..."

Hua Cheng'in sağ eli sol dirseğini tutarken, sol eliyle de çenesini destekliyordu ve Xie Lian'a
doğru baktı, bir an için çok ciddi düşünüyor gibi görünüyordu:

"O zaman, Gege, benim emrim—"

Bir süre sonra beklenen emir gelmişti. Hua Cheng mutlu bir şekilde gülümsüyordu.

"—biraz ruhsal güç ödünç al."

"..."

Tabii ki de Xie Lian "ruhsal güç ödünç almak" ile ne kastettiğini anlamıştı, ve kafasından
neredeyse dumanlar çıkıyordu.

Üstündeki cübbeyi çıkarıp aceleyle cevap verdi, "Bu, bu değil!"

"Ah, ne yazık, demek bu değil." diyerek yakındı Hua Cheng.


Xie Lian onu uyardı, "San Lang, sen... bu doğru değil. Daha ciddi olmalısın, böyle emir
verme."

Hua Cheng alçakgönüllü bir şekilde cevap verdi, "Yeterince ciddi değil miyim? O zaman ne
tür emirler vermemi istiyorsa, Gege daha net örnekler verebilir mi?"

"..." Xie Lian hafifçe öksürdü ve ciddi bir şekilde yanıtladı, "Her iki durumda da, bana senden
ruhsal güç aldıramazsın. Her türlü emir olur, örneğin, etrafında dön, iki kere zıpla falan filan,
ne istersen."

Hua Cheng bir kaşını kaldırdı, "Her şey olur, değil mi? Çok iyi, anlıyorum."

ÇN: Xie Lian yandın koçum asıl emir şimdi geliyor bdsm time başlasın fdksasjk

Daha sonra Xie Lian'a başka bir cübbe verdi, Xie Lian onu hızlıca giydi ve tekrar Hua
Cheng'e baktı.

Hua Cheng onu bir süre izledi, "Gege..."

Kısa bir süre geçtikten sonra kocaman gülümsedi, "Benden ruhsal güç ödünç alma."

"..."

Dikkatsiz davranmıştı! Hua Cheng bunu nasıl yapabilirdi?

Xie Lian ışık hızıyla üstündeki cübbeyi çıkarıyordu, "TAMAM! Bu da değ..."

Hua Cheng sözünü kesti, "Bekle, Gege, kim demiş bu da değil diye? Henüz kanıtlamadın."

"Benden ruhsal güç ödünç alma." Hua Cheng'in emriydi. Eğer Xie Lian üzerindekinin
Brokarlı Ölümsüz olmadığını kanıtlayacaksa, o zaman Hua Cheng'in emrine uymamalıydı. Bu
da demek oluyordu ki, tam tersini yapmalıydı— "Hua Cheng'den ruhsal güç ödünç almak."

Dönüp dolaşıp aynı noktaya dönmüşlerdi!

Xie Lian Hua Cheng'in ciddi ifadesini görünce sarsılmıştı, "...Bu, sen çok kurnazsın, bunu
yapamazsın."
Hua Cheng kollarına sarıldı, "Neden olmasın? Gege, kendin söylemedin mi? Benden ruhsal
güç almak dışında her şeyin olabileceğini söyledin. Bu emri beğenmediğin için tam tersi bir
şey verdim, nasıl kurnaz olduğumu söyleyebilirsin? Senin sözlerine sadık kalmadım mı?"

"..."

Xie Lian ona karşılık verebileceği hiçbir şey bulamıyordu, işaret parmağını ona doğru
kaldırdı, "Sen...sen, ah, sana karşı kazanamam, böyle oynamayı bırak."

Daha sonra hızlıca gelip minik bir öpücük kondurdu. Etrafta kimsenin olmadığını biliyor
olmasına rağmen, bu hareketi yaptıktan sonra dikizleyen birilerinin olup olmadığına bakmak
için etrafına bakındı.

Hua Cheng'in yüzünde en ufak bir hareketlenme yoktu, ve sakince "Çok iyi. Bunun da
olmadığı doğrulandı." dedi.

Xie Lian giydiği siyah cübbeyi çıkardı, "...Bu emri bir daha verme, tamam mı?"

Hua Cheng üçüncü cübbeyi uzattı ve gülümsedi, "Peki, peki, Gege nasıl isterse."

Xie Lian siyah cübbeyi ondan alırken şöyle düşünüyordu, "San Lang ile başa çıkmak giderek
daha da zorlaşıyor gibi görünüyor... ya da bu benim hayal gücüm mü?"

Xie Lian, Hua Cheng'in ona daha fazla böyle emirler vermesinden endişe ediyordu, ama iki
kere ona şaka yaptıktan sonra artık vazgeçmişti. Ama şimdi ciddi olduğu için Xie Lian garip
hissediyordu.

Ancak, sandığın içindeki bir düzine cübbeyi giydikten sonra emirlerin hiçbirine uymamıştı.

Gerçek Brokarlı Ölümsüz burada olamaz mıydı?

Bu mümkün değildi. Ling Wen onu çoktan çıkarmış olmalıydı ve bütün da sandık onun kötü
enerjisinden etkilenmişti, yani burada olmalıydı!

Hua Cheng odanın girişindeki kapıya yaslandı, "Gege, öyle görünüyor ki, Brokarlı Ölümsüz
sadece bende değil, senin üzerinde de işe yaramıyor."

O halde sorun neydi?


Çevirmen: Maria
Bölüm 216: Giymesi Zor; Çıkarması Daha Da Zor

Xie Lian sandıktaki bütün siyah kıyafetleri çıkardı, körü körüne Brokarlı Ölümsüz'ü aramaya
çalışıyordu. Biraz önce, kenara attığı beyaz cübbeyi geri giymişti ve Hua Cheng'e doğru
döndü.

"Bu gerçekten de işe yaramıyor... görünüşe göre sandıktaki tüm kıyafetleri yanımıza almak
zorunda kalacağız..."

Bunu duyunca Hua Cheng pffft diye güldü ve Xie Lian da birazcık üzgün, daha doğrusu
gülünç hissetmişti; tehdit materyali olarak bir kaç düzine kıyafet almak, çok aptalcaydı. Ama
durumlar böyleyken, gerçekten de bundan daha iyi fikirleri yoktu.

Yine de beklenmedik bir şekilde, Xie Lian etrafa rastgele saçılmış olan siyah cübbeleri
sandığa geri tıkıştırırken, kapı aniden açıldı ve Ling Wen bir eli arkasında ve tükenmiş
görünen yüz ifadesiyle içeri girdi.

"..."

"..."

Ling Wen muhtemelen yeterince dinlenmişti ve Brokarlı Ölümsüz'ü tekrar giymek için geri
dönmüştü. Ama tam da o sırada odasına girmiş olan iki tane davetsiz misafirle karşılaştı, biri
oldukça masum diğeri de kaygısız görünüyordu. Durum hakkında hiçbir söz söylemeden, iki
parmağını birbirine dokundurup, anında şakaklarına dayamıştı.

Jun Wu'ya haber verecekti!

Fakat, Hua Cheng ondan daha hızlı davrandı. Sadece tek bir bakışıyla, yan odanın kapıları
aniden kapandı ve Ling Wen ellerini indirirken, yüz ifadesi de birden karanlık bir hal almıştı.

"...Hua Chengzu gerçekten de inanılmaz."

"San Lang, kilitli bir hücre mi yarattın?" diye sordu Xie Lian.

"Küçük bir tane kurdum." diye cevap verdi, "Yalnızca bu yan odanın etrafına."
Jun Wu Cennet Başkenti'ni kilit altına alıp, dünyanın geri kalanından izole edebilirdi. Doğal
olarak Hua Cheng de buranın içerisine daha küçük olan ve iletişim kurmalarını engelleyen bir
kilitli alan kurabilirdi. Büyük bir alanın içinde daha küçük bir alan; yani bu yan oda, sandık
içinde sandık gibiydi.

Ancak, sonuçta burası Jun Wu'nun mülküydü; bu hücre, Jun Wu'nun fark etmemesi adına
büyük bir şekilde kurulamazdı.

Xie Lian başını salladı, "Ling Wen, eminim ki Brokarlı Ölümsüz'ün bizim elimizde olduğunu
görüyorsundur. Hayalet ateşiyle paramparça edilmesini istemiyorsan, gereksiz ve düşüncesiz
hareketlerde bulunma."

Yine de, Ling Wen beklenmedik bir şekilde, onu duyduğu anda gülmeye başlamıştı.

"Ama, Ekselansları," dedi Ling Wen, "Brokarlı Ölümsüz aslında sizde değil."

Dürüst olmak gerekirse, Xie Lian da bundan şüphelenmişti. Buna rağmen durumu mantıklı bir
şekilde yorumlamaya çalışıyordu, "Ling Wen, dışarı çıktığında üzerinde değildi. Ben Brokarlı
Ölümsüz'ün bu odadan başka bir yerde olduğunu sanmıyorum."

Ancak Ling Wen, "Ekselansları, bir şeyleri yanlış anlamış olabilir misin? Ben sadece
elinizdeki sandıkta olmadığını söyledim. Bu yan odada olmadığını söylemedim." diye yanıt
verdi.

Bunu duyduktan sonra, Xie Lian aniden bir ihtimali düşündü ve başını hafifçe çevirdi.

Hua Cheng de onunla aynı şeyi düşünmüş olmalıydı ve ikisi de bakışlarını Xie Lian'ın
üzerindeki beyaz cübbeye doğru çevirmişlerdi.

"Mn, doğru tahmin ettiniz." dedi Ling Wen, "Şu anda Ekselansları tarafından giyilmekte."

Daha önce Xie Lian, diğer siyah cüppeleri denerken, giydiği beyaz cübbeyi rastgele bir kenara
atmıştı. Daha sonra cübbeleri incelerken hepsini bir araya toplamıştı. Ama nasıl olduysa,
Brokarlı Ölümsüz onun giydiği beyaz cübbenin görünümünü almış ve ve daha sonra Xie Lian
tarafından alınıp, giyilmişti!

Xie Lian aşağı doğru, kıyafetine baktı ve içten içe, "O zaman benim gerçek cübbem nerede?"
diye düşünüyordu.
Hua Cheng elini gelişigüzel bir şekilde kaldırdı ve içinde siyah kıyafetlerin bulunduğu sandık
devrildi ve kıyafetler etrafa saçıldı. Düzinelerce siyah cübbelerin en dibinde, kırışmış beyaz
bir cübbe vardı.

Xie Lian'ın içeri girerken giydiği, gerçek cübbe buydu!

Söylemeye bile gerek yoktu, bu Brokarlı Ölümsüz'ün yapmış olduğu kötü bir büyü olmalıydı.
İkisi rastgele kıyafetleri denerken, Brokarlı Ölümsüz kendi görünüşünü yerdeki beyaz cübbe
ile değiştirmiş, onun yerine geçmiş ve Xie Lian tarafından giyilmişti.

Xie Lian hiç şaşırmamıştı ama kafası biraz karışmıştı, "...Bu biraz fazla kurnazca değil mi?"

Bu sadece bir giyim eşyası! Ayrıca Brokarlı Ölümsüz'ün pek de zeki olmadığı söylenmemiş
miydi?

Ancak bu fikri ona söyleyenin Ling Wen olduğunu tahmin etmek de zor değildi. Tabii ki de
Ling Wen şöyle cevap verdi, "Ona böyle söylemiştim ama bu kadar işe yarayacağını
düşünmemiştim. Şimdi, sanki Ekselansları'na Brokarlı Ölümsüz'ü ben giydirmişim gibi oldu."

Eğer cübbeyi ona veren ve giymesini sağlayan kişi Hua Cheng olsaydı, ona emir veren kişi de
Hua Cheng olurdu. Fakat, Brokarlı Ölümsüz Ling Wen'in fikrini kullanıp onu kandırdıysa ve
giymesine neden olduysa, yöneten kişi de Ling Wen olmalıydı. Bu da demektir ki Xie Lian,
Ling Wen'in tüm söylediklerini dinlemek ve itaat etmek zorunda!

"Ling Wen," dedi Xie Lian, "Hiç Brokarlı Ölümsüz'ün benim üzerimde işe yaramayacağını
düşündün mü?"

Ling Wen gülümsedi, "Deneyene kadar bilemem— Ekselansları şu andan itibaren bana
saldıramazsın. Beni duyuyorsan, kafanı salla."

Xie Lian başını sallama niyetinde değildi. Ama beklenmedik bir şekilde, Ling Wen emir
verdiğinde, kendisi bile fark etmeden bunu yapmıştı!

Nasıl şimdi üzerinde etkili oluyordu? Daha öncesinde Hua Cheng emir verdiğinde işe
yaramamıştı!

Belki de, yalnızca Hua Cheng emir verdiğinde etkisiz oluyor olabilir miydi?
Eğer durum buysa, işler tersine dönmüş demekti. Xie Lian hareket etmedi ve Hua Cheng de
yerinden kıpırdamadı, bu ikili yalnızca birbirleriyle sakin bir şekilde bakıştılar.

Ling Wen de sakin görünüyordu, "O zaman, şimdi, lütfen Hua Chengzhu odanın etrafındaki
kilidi kaldırabilir mi?"

Xie Lian anında araya girdi, "San Lang, sakın yapma bunu."

"Emin misin, Ekselansları?" dedi Ling Wen, "Sana her şeyi yapmanı emredebilirim."

Hua Cheng hala hareketsiz şekilde duruyordu ve Xie Lian içinden, "Ben Ling Wen'e bir şey
yapamasam bile sorun değil. San Lang onu hazırlıksız yakalayıp, onun bana emir vermesini
engellediği sürece her şey çözülecektir."

Ancak Ling Wen bayağı zekiydi ve ne yapacaklarını önceden tahmin ediyordu. Sözlerine
ekleme yaptı, "Hua Chengzhu, beni hazırlıksız yakalamak için zaman kollamanı tavsiye
etmiyorum. Ekselansları, iyi dinle: eğer Hua Chengzhu bana saldırırsa, ya da bana en ufak bir
zarar vermeye kalkışırsa, ona saldır."

Bununla beraber, diğer ikisinin planladığı şeyi engellemiş olmuştu!

"Pekala, Hua Chengzhu, kilidi kaldırmanın zamanı geldi." dedi Ling Wen, "Hala yapacak
işlerim var, Ling Wen Sarayı hala ilgilenmem gereken, gözden geçirilmemiş sivil meselelerle
dolu, yani bu küçük sorunu hızlı bir şekilde çözebilir miyiz?"

Hua Cheng sadece sırıttı.

Bir sonraki saniye Ling Wen'in gözleri kocaman açılmıştı, sanki bir şey söylemek istiyormuş
da söyleyemiyormuş gibi görünüyordu.

Şu an birisi arkasında duruyor olsaydı, kim bilir ne zamandan beri üzerinde duran kanatları
gümüş renkli olan hayalet kelebeği fark ederdi. Vücudunun hareket etmesini ve sesinin
çıkmasını engelleyen şey bu minik yaratıktı.

Hua Cheng kollarını göğsünün üzerinde bağlamıştı ve inanılmaz derecede samimiyetsiz ve


sahte bir şekilde gülümsüyordu. Tembel bir şekilde konuşmaya başladı, "Eğer birine boyun
eğdirmek istiyorsam, onu hazırlıksız yakalamam gerektiğini mi düşünüyordun?"
"..."

Ling Wen konuşamıyordu ama söylemek istedikleri gözlerinden açıkça anlaşılıyordu: Hua
Chengzhu unuttun mu? Çoktan Ekselansları'na emir verdim!

Ve tam da o sırada Brokarlı Ölümsüz güçlerini etkinleştirdi. Xie Lian aniden döndü, elini
kaldırıp Hua Cheng'e doğru bir hamle yaptı!

Xie Lian'ın görüşünün düzelmesinden önce bilinmeyen bir zaman geçmişti ve anında kendine
geldi.

"...SAN LANG!"

Hua Cheng tam önünde duruyordu ve kırmızı elbisesinin üstünde, tam da kalbinin üzerinde,
ezici bir el vardı. Bu, Xie Lian'ın eliydi.

Hua Cheng bu saldırıdan kaçmamıştı ve Xie Lian'ın tam güçle kalbine doğru saldırmasına izin
vererek, öylece duruyordu.

"..."

Xie Lian, Hua Cheng'in bileğinden sıkıca tutmasından önce hiçbir şeye tepki verememişti,
kısık bir sesle konuşmaya başladı, "Pekala. Saldırı tamamlandı. Emir yerine geldi."

Elbette saldırıyı tamamladıktan sonra Xie Lian, vücudunun gevşediğini ve özgür kaldığını
hissetmişti.

Xie Lian'ı, Ling Wen'nin verdiği emirden kurtarmak uğruna, Hua Cheng aslında orada durmuş
ve kaçınmadan, o darbeyi kabul etmişti. Emir yerine geldikten sonra, Xie Lian anında elini
geri çekmişti, ve yüzü düşmüştü.

Sadece kısa bir an geçtikten sonra sordu, "San Lang, yaralandın mı?"

Hua Cheng'in yüzünü yakından inceliyordu. Fakat, Hua Cheng canlı bir insan olmadığı için,
cildi hiç güneş görmemiş kar rengindeydi ve o anda gözle görülür hiçbir değişiklik de fark
edilmiyordu. Ancak ses tonu da kesinlikle değişmemişti ve gülümsedi.

"Gege gerçekten inanılmaz, ne kadar da güzel bir darbe."


Xie Lian'ın yüz ifadesi sanki ondan korkuyormuş gibi karanlıktı. Ciddi bir şekilde cevap
verdi, "Şaka yapmıyordum. Biraz önce gücümün yedide birini elimde kullandım, gerçekten
iyi misin?"

Ling Wen emir verdiğinde kullandığı kelime "saldırmak"tı. Xie Lian daha önceleri diğer
insanlarla kavga ettiğinde "saldır"mazdı, ya eliyle durdurmaya çalışır ya da kendini korurdu.
O yüzden saldır emri geldiğinde ve saldırdığında karşı tarafa ne olacağını kestiremiyordu.

Hua Cheng usulca cevap verdi, "Şaka yapmıyorum. Gege gerçekten inanılmaz. Bu iki şey
vücudunda olmasaydı, belki de Jun Wu bile sana rakip olamazdı."

Xie Lian farkında olmadan boynuna dokundu ve kelepçeyi hissedince hemen elini aşağı
indirdi.

Tam o sırada Hua Cheng sözlerine ekleme yaptı, "Gege, sana soracağım bir şey var."

"Nedir?" dedi Xie Lian.

"Bu lanetli kelepçeleri çıkarma şansın vardı," dedi Hua Cheng, "neden bu şeylerin seni
sınırlaması için onları üzerinde tuttun?"

Xie Lian onun böyle bir soru soracağını hiç beklememişti ve duyduğu anda şok olmuştu.

"Belki...kendime bir şeyleri hatırlatmak için." dedi, "San Lang, konuyu... konuyu değiştirme.
Ne tür bir kötü alışkanlık bu? Az önceki durumda, beni tutsan da olurdu, neden darbeyi direkt
almayı tercih ettin?"

Hua Cheng cevap verdi, "Gege, bunun da kötü bir alışkanlık olduğunu biliyor muydun? İş
dayak yemeye gelince, bana ders vermeye hakkın yok."

"Ah, gerçekten mi?" dedi Xie Lian.

Ama sözler ağzından çıktığı anda kendini suçlu hissetmeye başlamıştı. Hua Cheng, suda cenin
ruhuyla savaştığı o sırada, onu neredeyse bir kılıcı yutarken suçüstü yakalamıştı.

Hua Cheng yanıtladı, "'Ah, gerçekten mi? Dayak yiyerek sorun çözülecekse neden başka
yollar arayayım ki' bu senin, benim üzerimdeki kötü etkin."
"..." Xie Lian elini salladı, "Boş versene, San Lang, bunun hakkında daha fazla
konuşmayalım. İlk olarak cübbelere bakalım."

Giydiği beyaz cübbenin etek kısmını çekiştirdi, son derece kederli hissediyordu. Harika;
Brokarlı Ölümsüz'ü bulmuşlardı, ama şimdi, onu çıkarmanın bir yolunu düşünmek
zorundaydılar.

Çevirmen: Maria
Bölüm 217: Yüz Yıllık Acı; Bin Yıllık Izdırap

Cübbe halihazırda giyildiği için, yakılmasının kesinlikle bir yolu yoktu, aksi takdirde Xie
Lian da onunla beraber yanardı.

Xie Lian bir fikirde bulundu, "Cübbeyi şimdilik üzerimde tutacağım. Kanımı emecek değil
ya, zaten Ling Wen de daha fazla emir veremez."

Bir mavi renkli sis bulutu esti ve şimdi Ling Wen'in olduğu yerde mavi bir daruma bebeği
duruyordu. İfadesi bayağı ciddiydi ve kollarındaki parşömenler de görülebiliyordu. Xie Lian
onu yerden aldı ve cübbesinin içine soktu, bu ikili yan odadan çıktılar ve gizlice ana salona
girdiler.

Bu onun hayal gücü değildi; Ling Wen Sarayı'nın ana salonu öncekinden çok daha kasvetli
görünüyordu. Yerden yukarıya doğru dağ gibi yığılmış olan rapor parşömenleri, sanki her an
çökecekmiş ve insanları ezerek öldürecekmiş gibi tehlikeli görünüyordu. İkili, sarayın
derinliklerinde bulunan, bir dizi kırmızı kapıya doğru hızla koşarken herhangi bir muhafızla
karşılaşmamışlardı.

Daha yaklaşmamışlardı ki Xie Lian, titreyen, şok edici bir ses duydu.

"...Bu nasıl mümkün olabilir? Bu nasıl olabilir?"

Bu Goushi'ydi! Başka birisi onlardan önce ona ulaşmış olabilir miydi? Xie Lian anında kapıyı
tekmeledi ve bağırdı, "BIRAK ONU!"

Tabii ki de Guoshi odanın içinde yalnız değildi. Kapı tekmelendikten sonra, davetsiz gelen
yeni misafirlere bakmak için herkes başını çevirmişti. Guoshi'nin yüzündeki şaşkınlık ifadesi
de hala kaybolmamıştı.

"...Ekselansları?"

"..."

"..."

Guoshi kafasını yukarı çevireli birkaç dakikadan fazla olmamıştı ki, başını tekrar eğdi.
"Sadece biraz bekleyin- Bu nasıl olabilir, ne biçim bir şans bu?"

Xie Lian ve Hua Cheng, ikisi de söyleyecek söz bulamıyorlardı.

Odanın içinde, Guoshi ve diğer üç kişi bir masanın etrafına dizilmişlerdi ve ateşli bir kart
oyununun ortasındaydılar, oyuna olan tutkuları ve takıntıları, adeta çevrelerinde olan bitene
karşı onları kör etmişti.

"Üç kişi" derken, aslında canlı değillerdi; onlar kabaca hazırlanmış kağıt bebeklerdi,
üstünkörü bir şekilde yapılmışlardı. Kim bilir, onları hareket ettirmek ve hatta kart oynatmak
için ne tür tuhaf büyüler yapılmıştı. Guoshi'ye gelince, onun bağırışları sadece elindeki
kartlardan dolayıydı.

Xie Lian başlangıçta Guoshi'nin işkenceli bir sorgulamaya maruz kalabileceğini ve oldukça
berbat görüneceğini düşünmüştü, ancak Guoshi'nin böyle bir zamanda hala kağıt oynamasını
beklemiyordu. O gülse mi ağlasa mı bilemiyorken, bu görüntü aslında oldukça kıymetliydi.

Nasıl kıymetli olmasındı ki? O zamanlar, o ve Feng Xin Kraliyet Kutsal Malikanesi'nde
yaşarken, ne zaman Guoshi'yi aramaya gitseler, on kereden yedisinde kart, kart, kart
oynuyordu! Sekiz yüz yıldan fazla bir süre geçmişti, ancak Guoshi'nin iskambil kartlarını
böyle oynadığını bir kez daha gördükten sonra, sanki her şey daha dün olmuş gibi
hissediyordu. Guoshi'nin yüzündeki çılgın, tutkulu ifade bile tam olarak aynıydı.

Elindeki kartlara gözünü kırpmadan bakıyordu ve arkasına bile dönmeden konuşmaya başladı,
"Ekselansları, sonunda geldin. Ama önce bu eli bitirmeme izin ver..."

Xie Lian oyun oynarken kimseyi fark etmemesinin, eskiden kalma bir kötü alışkanlığı
olduğunu biliyordu. Büyük Dövüş Salonu'ndaki haliyle karşılaştırıldığında sanki bambaşka
biri gibiydi, hatta neredeyse iki farklı kişiliği varmış gibi görünüyordu. Xie Lian onu masadan
uzaklaştırmaya çalışıyordu.

"Usta, sence saat kaç oldu? Oynamayı bırak!"

Guoshi'nin gözleri kıpkırmızı olmuştu ve bağırdı, "HAYIR, YAPMA, BİTİRMEME İZİN


VER!!! NEREDEYSE BİTTİ! SADECE BU EL! BU ELİ BİTİRMEME İZİN VER!
NEREDEYSE BİTTİ, BU SEFER KAZANABİLİRİM!!"

"Kazanmayacaksın, gerçekten kazanmayacaksın!" diye yakındı Xie Lian.


...

Neyse ki, bu el bayağı hızlı bir şekilde bitmişti. Guoshi daha öncesinde kazanacağı hakkında
yeminler etmişti, ama aslında, kazanamamıştı. Elini salladı ve kağıt bebekler geri çekildiler,
ve Guoshi sonunda o sakin tutumuna geri döndü.

Düzgünce oturdu ve ciddi bir şekilde konuşmaya başladı, "Ekselansları, geleceğini


biliyordum. Seni bekliyordum."

"..."

"Pek de beni bekliyormuşsun gibi görünmüyordu..." diye düşündü Xie Lian, ama tabii ki de
bunu sesli olarak söylememişti, çünkü büyüklerine saygı göstermek önemli ve korunması
gereken bir gelenekti.

Guoshi devam etti, "Soracak çok fazla sorun olduğunu biliyorum."

Hua Cheng kapıya yaslanmış bir şekilde yan tarafta duruyordu. Daha doğrusu orada boş boş
takılıyor gibi görünüyordu ama muhtemelen orada nöbet tutuyordu. Xie Lian da, Guoshi'nin
önünde düzgün bir şekilde oturdu.

"Evet."

Bir süre duraksadıktan sonra, Xie Lian ilk sorusunu sordu, "Önce, bir şeyi onaylamak
istiyorum, Jun Wu... gerçekten de Yüzü Olmayan Beyaz ve aynı zamanda da WuYong'un
Veliaht Prensi mi?"

"Şüpheye gerek yok. O." diye yanıtladı Guoshi.

"WuYong Veliaht Prensi ile hiçbir bağlantım yok, değil mi? Biz tamamen farklı iki kişiyiz,"
dedi Xie Lian.

"WuYong Veliaht Prensi ile paylaştığın tek şey senin krallığını yok etmesi, Xian Le."

"..." Xie Lian daha yumuşak bir ses tonuyla devam etti, "Ama Guoshi, bir keresinde bana
Yüzü Olmayan Beyaz'ın ne olduğunu bilmediğini ve onun benim yüzümden doğduğundan
emin olduğunu söylemiştin."
"Ekselansları, o zamanlar onun ne olduğunu gerçekten de bilmiyordum," diye cevap verdi
Guoshi, "Ve öğrendiğimde de artık çok geçti. Ve senin yüzünden doğduğunu söylemem de
aslında yanlış değildi."

"Bu tam olarak ne anlama geliyor?" diye sordu Xie Lian, "Ve daha önce de sorduğum gibi-
neden Xian Le'yi yok etmek istedi?"

Guoshi onun gözlerinin içine doğru baktı, "Senin söylediğin tek bir söz yüzünden."

Xie Lian şaşırıp kalmıştı, "Söylediğim bir söz mü? Hangi söz?"

"Beden cehennemde ama kalp cennette." dedi Guoshi.

"..." Xie Lian bir süre sessiz kaldı ve daha sonra kuşkuyla sordu, "...Bu kadar mı?"

"Hepsi bu." dedi Guoshi.

"Sadece tek bir cümle mi?" diye sorguladı Xie Lian, "Bu cümlede ne var ki?"

Guoshi karamsar bir şekilde yanıtladı, "Her şey. Her şey senin sözlerinle başladı!"

Xie Lian, Guoshi'nin bundan sonra söyleyeceği şeyin yutkunmakta zorlanacağı bir şey
olacağını, belirsiz bir şekilde anlayabiliyordu. Hua Cheng'i aramak istedi, ama Hua Cheng
çoktan gelip yanına oturmuştu.

"Tonglu Dağı'ndaki o duvar resimlerini gördün, değil mi?" diye sordu Guoshi.

"Evet." dedi Xie Lian, "Duvar resimlerini geride bırakan sen miydin?"

"Evet. Bendim." dedi Guoshi, "Tonglu Dağı'nın kapıları her açıldığında gizlice içeri girerdim.
Bir yandan, yeni bir hayalet kralın doğmasını önlemek, diğer yandan da WuYong Krallığı ve
WuYong'un Veliaht Prensi hakkında başkalarının, gerçekleri öğrenmesi için bir çeşit ipucu
bırakmak için her türlü yolu denerdim."

Xie Lian ciddi bir şekilde merak ediyordu, "Neden insanlara doğrudan söylemedin? Neden
böyle dolambaçlı bir yol kullanman gerekti?"
"Ekselansları, sence neden şu anda dünyada WuYong Krallığı'nı bilen tek bir kişi bile yok?"
diye sordu Guoshi.

Xie Lian cevaplamadan önce Hua Cheng konuşmaya başladı, "Bilen herkes ortadan kaldırıldı,
değil mi?"

"Doğru." diye yanıtladı Guoshi, "Eğer doğrudan söyleseydim ya da ipuçları çok bariz olsaydı
ben de açığa çıkma tehlikesi yaşardım. Gören herkes bu dünyadan kaybolabilirdi. Kaç kişi
olduğu önem arz etmezdi. Şehir kalesi bile olsa, üç gün içinde dümdüz edilebilirdi. Şaka
yapmadığımı bilmelisin."

Xie Lian elbette biliyordu. Ve ironik olan şu ki, bir zamanlar Jun Wu'nun hayalet olmak
yerine, yükselip tanrı olmasına şükrediyordu, aksi takdirde dünya büyük bir kaosa
sürüklenirdi.

Guoshi devam etti, "Bu yüzden, bu dünyada hala bu olayları bilen insanlar olduğunu fark
etmesine izin veremem. Ama yine de bilen tek kişinin, ben olduğumu kabul edemiyorum.
Yeterince özenli ve cesur olanların doğal olarak gerçeği keşfedeceğini düşünüyordum. Onunla
doğrudan savaşacak gücüm olmadığına göre, olayları akışına bırakacağım.

Yıllardır saklanıp duruyordum ve kendimi de iyi şekilde gizlemiştim. Sekiz yüz yıl önce,
neredeyse kaçamadığım o zaman hariç, beni hiçbir zaman yakalayamamıştı. Tonglu'nun
kırmızı ormanındaki o ilahi tapınakta, geride bıraktığım duvar resimlerini keşfettiğiniz ve
daha sonra kimliğini doğru tahmin ettiğiniz için bu sefer beni yakalamayı başardı. Ve böylece,
hala hayatta olduğumu ve insanların bilmesini istemediği şeyleri bildiğimi de öğrenmiş oldu."

Xie Lian, kırmızı ormandaki o tapınaklardan geçerken birkaç duvar resminin birileri
tarafından yok edilmiş olduğunu hatırladı. O sırada, hem o hem de Hua Cheng, birisinin
tapınağın içinde saklandığından şüpheleniyordu, ancak o kişiyi bulamamışlardı. Şimdi tekrar
düşününce, aslında Yüzü Olmayan Beyaz'ın o kutsal tapınağın bir köşesine gizlenmiş olması,
çok gerçekçi bir ihtimaldi.

Xie Lian, "Ama, Guoshi, neden sürekli kaçmak ve saklanmak zorundasın?" diye sordu.

Guoshi yanıtladı, "Tabii ki bunun nedeni..."

"İhanet," dedi Hua Cheng.


Kelimesi biraz keskindi ve Guoshi dönüp ona doğru bakmaya başlamıştı. Fakat, Hua Cheng'in
ifadesi değişmedi.

"Ona ihanet ettin, değil mi?"

"Aşağı yukarı," dedi Guoshi, "Mesele bu."

Xie Lian'a doğru döndü, "Nasıl söylesem, Ekselansları...duvar resimlerinin anlattığı her şey
doğru. WuYong Veliaht Prensi, saygıdeğer Ekselansları, WuYong Krallığı'nın biricik güneşi
gibiydi. Xian Le Veliaht Prensi olduğun zamanlarda, ne kadar çok görkemli olduğun
düşünüldüğünde o bundan çok, çok daha fazlasına sahipti.

Ben ve diğer üç koruyucu, dördümüz, bir zamanlar onun köleleriydik. Veliaht Prens
yükseldikten sonra, hepimizi cennete atadı ve orada, çeşitli göksel varlıkların birçok formuna
ve rengine tanık olduk. Hiçbir abartı olmadan, göksel alemdeki tanrılar denizinde bile, o hala
güneş gibiydi, o kadar parlak bir şekilde parlıyordu ki, yanında olan diğer kişiler renklerini
kaybedecekti."

Guoshi konuşurken, yüzünde bir anlığına, minik bir gülümseme belirmişti. Xie Lian, Guoshi
"Ekselansları" diye hitap ederken, Jun Wu'dan ya da Yüzü Olmayan Beyaz'dan
bahsetmediğini, iki bin yıl önceki Veliaht Prens'ten bahsettiğini biliyordu.

"Sanırım geçmişte, bana da benzer bir şey söylemiştin." dedi Xie Lian.

"Öyle mi? İnsanlar yaşlandıkça hafızaları da kötüleşir." dedi Guoshi.

"Söyledin. Ama, onun yükselmediğini söylemiştin. Bana onun öldüğünü söyledin."

"Muhtemelen yükselmemesini tercih ettiğim içindi." diye yanıtladı Guoshi.

"Tonglu Yanardağı patladığı için mi?"

Guoshi onun sorusuna cevap vermedi ve sadece, "Ekselansları'nın ruhsal güçleri, çok
fazlaydı." dedi.

"Rüyasında, WuYong'un gelecekte bir ateş denizine dönüşeceğini gördü, bu yüzden de


insanları kurtarmanın bir yolunu aradı. Şimdiki aklım olsaydı, bunu yapmasına asla izin
vermezdim. Ama o zamanlar hiçbirimiz işlerin böyle sonuçlanacağını düşünmemiştik. Sadece
insanların öleceğini düşünmüştük, yani onları kurtarmanın nesi yanlıştı ki?

Ama durumlar bu kadar basit değildi.

Yanardağın patlamasını durdurmak imkansızdı ve eğer kimsenin zarar görmesini


istemiyorsak, o zaman tek seçeneğimiz insanların oradan ayrılmasını sağlamaktı. Ancak,
etkilenen alan çok büyüktü; bu sadece bir veya iki şehir kalesi meselesi değildi. Soylular ve
sıradan insanlar için en iyi yol diğer krallıkları istila etmek, yeni toprakları ele geçirmekti;
aksi takdirde, diğer krallıklar WuYong'dan bu kadar çok sayıda insanın kendi ülkelerine
taşınmasına izin vermezdi.

Fakat, Ekselansları için bu bir seçenek bile değildi. Savaşta kan dökülecek, kan aktığı zaman
insanların gözünü de kan bürüyecek ve giderek vahşileşip insanlıklarını bir tarafa
bırakacaklardı.

Yine de WuYong askerlerini göndermişti. Askerler nereye giderlerse gitsinler, geride bir tane
bile canlı ruh kalmamıştı. Amaç, WuYong'un gelecekteki halkının taşınması için "araziyi
temizlemek" olduğundan, generaller diğer krallıkların vatandaşlarının katledilmesi emrini
vermişlerdi; ne kadar çok olursa, o kadar iyiydi. Kan nehirler gibi aktı, cesetler dağlar gibi
yığıldı.

Ekselansları öğrendiğinde çok öfkelenmişti. Hepinizin görmüş olduğu gibi, savaş alanına indi
ve WuYong askerlerini cezalandırdı."

Xie Lian, Guoshi'nin anlattığı şeylerin Jun Wu ve Yüzü Olmayan Beyaz ile ilgili olduğunu
fark ettiğinde, inanılmaz meraklı hissetmişti.

Guoshi devam etti, "Ancak, sinirlenen tek kişi o değildi. Bütün bu olay, WuYong soylularını
ve bazı insanları da kızdırmıştı. Birçoğu Ekselansları'nı sorgulamak için ilahi tapınağa gitti:
sadece hayatta kalmak istedik, daha çok alana ihtiyacımız vardı, ve başkalarınınkini işgal ettik
çünkü başka bir seçeneğimiz yoktu, o zaman nasıl yanılmış olabiliriz?

Bu olayın etkisi tüm beklentilerimizi fazlasıyla aştı ve bazıları, heykellerinin saygısızlığa


uğramasını ve tapınaklarının yakılmasını talep ederek, olayı gittikçe daha ciddi hale
getiriyordu. Ama Ekselansları bunların hepsine katlandı.
Eğer WuYong işgal edilirse, düşmanın sınırdan tek bir adım bile geçmesine izin vermeyerek,
krallığı savunurken öleceğini söyledi. Bu yüzden, kendilerini onların yerine koyarlarsa,
başkalarının topraklarını işgal etmemeliydiler. Herkesin savaştan vazgeçmesini ve bir şey inşa
edene kadar beklemesini istedi- Cennet-Geçiş Köprüsü."

Guoshi usulca sözlerine devam etti, "'Ölümlü alemde artık toprak kalmadı, o yüzden insanları
bir süreliğine barınmaları için göklere çıkaralım.' Bu fikir pratik olarak imkansız olsa da,
dördümüz kesinlikle Ekselansları'na inanıyorduk; yapabileceğine ikna olmuştuk. Daha
doğrusu, yaptığı her konuda onu desteklemek için elimizden geleni yapıyorduk. Elbette diğer
göksel yetkililer aynı fikirde değildi. Göksel diyardakilerin tamamı buna karşıydı ama
Ekselansları yine de buna karşı direnmişti.

Aynı anda üç şeyi üstlenmişti: WuYong'un soylularının ve halkının cehaleti ve şikayetleri,


cennetteki tüm tanrıların aralıksız öfkesi ve o devasa Cennet-Geçiş Köprüsü."

Fakat Hua Cheng homurdanarak araya girdi, "Buna karşılar mıydı? Muhtemelen buna sadece
karşı çıkmıyorlardı."

Guoshi yavaşça başıyla onayladı, "Sadece muhalefet olsalardı, bir önemi olmazdı. Ama..."

Xie Lian ne olduğunu belli belirsiz bir şekilde tahmin edebiliyordu ama yine de sordu,
"Ama?"

Guoshi cevap verdi, "Bu köprünün tamamen inşa edilmesi için muazzam bir zaman ve
korkunç bir manevi güç gerekiyordu ve Ekselansları'nın da asla dikkati dağılmamalıydı.
Neredeyse tamamen, başka bir yere gitmeyi, başka bir şey yapmayı ve inananların dualarını
dinlemeyi bırakmıştı. Sadece bu tek bir şeyi yapmaya odaklanabilirdi.

Fakat, sadece bir şeyi yapabilen bir tanrı, kendi inananlarını elinde tutamazdı. O köprüye ilk
çıktığı gün halk ona minnettar oldu ve onu anımsadı; ikinci gün, üçüncü gün, dördüncü gün de
aynıydı. Bir ay, iki ay geçtikçe hala ona şükrediyor, anımsıyorlardı. Ama bir süre sonra artık
bunu yapmayı bıraktılar.

Yanardağ henüz patlamamıştı ama Ekselansları başka hiçbir şey yapmıyordu ve sessizce
güçlerini biriktiriyordu. İnsanlar onun eskisi kadar güçlü olmadığını, artık kendini
adamadığını düşünmekten kendilerini alamamışlardı. Böyle bir durumda, başka bir tanrıya
tapınmaya başlamaları da kaçınılmazdı.
WuYong Krallığı büyük bir nüfusa sahipti, zenginliği boldu ve vatandaşların inanç gücü de
oldukça güçlüydü. O zamanlar Ekselansları'nın ne kadar başarılı olduğu düşünülünce, böyle
şeylerin olacağı oldukça barizdi. Uzun zamandır, bu alana ve içindeki inananlara ağzı sulanan
birçok göksel yetkili vardı, bu yüzden..."

Xie Lian ne olduğunu anlamıştı ve dedi ki, "Bu yüzden, göksel yetkililer bu fırsattan
yararlandılar. Veliaht Prens'in soyundan gelen WuYong halkının kızgınlık ve tatminsizliğini,
birlikleri geri çekmek için kullandılar. Onları ayarttılar ve inananlarını ve ruhsal güç
kaynağını ayırmış oldular... değil mi?”

Çevirmen: Maria
Bölüm 218: Yüz Yıllık Acı; Bin Yıllık Izdırap 2

"Ekselansları bunu bilmediğinden değildi, ama ne yapacağını da bilmiyordu." dedi Guoshi.

Xie Lian kafasını hafifçe eğdi, ve yorumda bulundu, "O bir tanrıydı ama elbette kendi
inananlarına da, 'başka bir tanrıya tapınmanıza izin vermiyorum' diyemezdi. Muhtemelen
böyle bir talep onu küçük düşürülmüş hissettirirdi."

"Doğal olarak, onu çok iyi anlıyorsun." dedi Guoshi.

Xie Lian ekledi, "Ama, bu tam da inananlarını ve ruhsal güçlerini kaybetmeyi göze
alamayacağı bir zamanda olmuştu ve Cennet Geçiş Köprüsü'nün inşası etkilenecekti."

"Tam da böyle oldu." dedi Guoshi, "Ve olabilecek tüm riskleri anlatmak da dördümüze
kalmıştı."

"Peki nasıl gitti?" diye sordu Xie Lian.

Hua Cheng, "Muhtemelen dikkate değer bir şey olmadı." dedi.

"Gerçekten de öyle." diye yanıtladı Guoshi, "En azından beklentilerimizi karşılayan hiçbir şey
yoktu. Bazı insanlar Cennet Geçiş Köprüsü'nün inşasının dağılacağından endişeleniyordu,
ama Ekselansları'nın despotça davrandığını düşünen, çok sayıda insan da vardı. Duaları
yerine getirilmiyordu, bu yüzden onların başka tanrıya yönelmelerine engel olunamazdı. O
dindar inananlar özgürlerdi, kime inanmak isterseler ona inanabilirlerdi, bu doğal olmaktan da
öteydi.

Herkesi memnun etmek istemediğinden değildi, sadece o gerçekten de..."

Xie Lian iç çekti ve fısıldadı, "Yürekliydi, ama gücü yoktu."

Guoshi devam etti, "Ekselansları bunu öğrendikten sonra bizi durdurdu ve 'eğer gitmek
isterlerse bırak gitsinler' dedi. Çünkü zorla tutulsalardı ona gönülden inanmazlardı. Durum
kesinlikle böyleydi, ve defalarca uyarılmalarına rağmen çoktan inançlarında parçalanmalar
başlamıştı. Kendilerini geri dönmeye zorlasalar bile, bu sadece ortalığı yatıştırmak için
olurdu."
Xie Lian yine yorumda bulundu, "Kendi inananlarına öfkelenemezdi ve göksel yetkililerden
de yardım isteyemezdi,"

"Gidip isteseydi bile, diğer göksel yetkili ona asla yardım etmezlerdi," dedi Guoshi,
"Gerçekten yardım etmeye gönüllü olsalardı, o zaman buna ilk başta karşı çıkmazlardı ve
Ekselansları'nın inananlarını ayartma fırsatından da yararlanmazlardı.

Ekselansları güçlerini köprü inşa etmek için kullandıkça giderek daha sessiz ve kapalı bir hale
gelmişti. Onu her gün izliyordum ve hiçbir şey söylemese de, kendi içinde ne kadar acı
çektiğini anlayabiliyordum. Ve bu ızdırabı ancak kendisi taşıyabilirdi; dördümüz ne kadar
istesek de onun yükünü hafifletemiyorduk.

Sonunda, üç yıl çetin bir şekilde dayandıktan sonra, yanardağ patlamak üzereydi.

Haberler yayıldığı anda, herkes birbiriyle adeta savaşarak köprüye doğru akın etti. Dördümüz
bu köprüyü tek başına desteklemeye çalışan Ekselansları için endişelenirken, aynı zamanda da
kalabalığı yönlendirmeye çalışıyorduk."

Guoshi iç çekti, "Geçmişte onun bir şeyi yapamayacağından hiç endişe duymamıştık ama bu
sefer bayağı kaygı duyuyorduk.

İlk başta, köprü hala, oldukça sağlamdı. Bununla birlikte, kalabalık arttığında ve
büyüdüğünde, köprüyü desteklemek için gereken süre uzadıkça uzadı, ve Ekselansları'nın
elleri titremeye başladı, yüzü de solgunlaşmıştı.

Bizden başka kimse göremiyordu. İşlerin yolunda gitmediğini hissettim ve insanlara, hep
beraber aynı anda koşmamalarını, nefes alması için ona biraz zaman tanımalarını ve onun
herkesi kurtaracağını söyledim. Ancak yanardağ patlamak üzereydi, hayatları tehlikedeydi ve
kimse beklemek istemiyordu. Herkes köprüye çıldırmış gibi koşuyordu, hatta bazıları ezilerek
öldüler ve biz de onların hiçbirini zapt edemiyorduk!

En nihayetinde, korktuğumuz şey başımıza geldi. Bu üç yıl boyunca, inananlarımızı


kaybetmeye devam ettiğimiz için, Ekselansları'nın ruhani güçleri artık eskisi kadar güçlü
değildi. Yüzbinlerce insan o köprüde dolaşıp kurtuluşlarını kutlarken, neşeyle göksel diyara
doğru yürürken, birden köprü çöktü.

Xie Lian nefesini tutmuştu.


Guoshi devam etti, "Göksel gökkuşağı parçalandı. Milyonlarca insan, yoğun ve tıka basa dolu
bir kalabalık, bir anda gökten düştü, ateş denizine düşerken, yürek burkucu bir şekilde feryat
edip çığlık atıyorlardı ve hepsi Ekselansları'nın gözleri önünde, küllere dönüşmüştü!

O zaman şaşkınlıktan donakalmış, ve Ekselansları'nın yüzüne bakmaya cesaret


edememiştim. Köprü tamir edilemiyordu, insanlar yukarı çekilemiyordu ve yangınlar
söndürülemiyordu—onlara yardım etmenin hiçbir yolu yoktu! Ve köprüye tırmanamamış çok
daha fazla insan vardı; lavların içine gömülmüş, uçan küllerle kaplanmışlardı. Çığlık atanlar,
feryat edenler, küfredenler... O sahne gerçekten de dehşet vericiydi... Hayatımda bu kadar
korkunç başka bir şey görmedim."

Xie Lian zihninde canlandırmaya çalıştı ve kalbi anında buz gibi olmuştu. Guoshi hikayesine
devam etti.

"Köprü çöktü. Ve WuYong halkı çıldırdı.

Ekselansları'nın tapınaklarını yakmak için ateşler yaktılar, ilahi heykellerini devirdiler, kalbini
püre haline gelinceye kadar delmek için bıçaklar kullandılar, onun işe yaramaz bir yaratık,
saçma bir tanrı olduğunu söyleyerek onu lanetlediler. O bir tanrıydı ve tanrılar çok ama çok
güçlü olmalıydı; tanrılar başarısız olamazdı.

Ama o başarısız olmuştu. Ve bu yüzden, artık yukarıda bulunamazdı.

Göksel diyardaki göksel yetkililer uzun zamandır bu anın gelmesini bekliyorlardı. Ve ona 'Bu
çabanın imkansız olduğunu sana çok önceden söylemiştik. Çok büyük bir soruna neden oldun,
bu yüzden şimdi buradan ayrılmanı ve aşağıya geri dönmeni istiyoruz.' dediler.

Ekselansları onlara çok saçma bir soru sormuştu, 'Neden hiçbiriniz bana yardım etmediniz?'

Ama bir çıkarı olmadan neden ona yardım etsinlerdi ki? Ayrıca WuYong Krallığı bu felaketi
atlatsaydı, göksel diyarda ona rakip olabilecek tek bir kişi olabilir miydi?

Yani bu gerçekten de çok aptalca bir soruydu. Sanırım bunu kendisi de biliyordu, ama yine de
sormuştu. Elbette ona kimse cevap vermedi ve Ekselansları sürgün edildi.

Ölümlüler diyarına geri dönmüştü, artık bir tanrı ve bir veliaht prens değildi. Hepimiz onu
takip ettik ve ona kesinlikle tekrar yükselebileceğini söyledik. Ve böylece, yeniden kendini
adamaya ve geliştirmeye başladı. Ama çok zordu. Anladığına eminim."
Xie Lian tabii ki de anlamıştı.

Ne kadar yüksekteysen, düşüşün de o kadar sert olurdu. Göklerden ölümlü diyara düştükten
sonra, onu sonsuz soğukluk ve kötülük bekliyordu.

Guoshi devam etti, "Yanardağ hala püskürüyordu ve WuYong Krallığı tarihte daha önce hiç
görmediği bir krizin ortasına düşmüştü. İsyancılar, mülteciler sürekli ayaklanma çıkarıyordu
ve artık herkes sabrının sonuna gelmişti. Ekselansları'na karşı tutumları, öncekinden tamamen
farklı hale gelmiş, tamamen değişmişti. O zaman bile, Ekselansları hala onlara yardım etmek
istiyordu. Ancak, o anda başka bir şey olmak üzereydi.

Diğer birçok göksel yetkili, lütuf göstermeye başlamıştı. Yanardağın patlamasını önlemeye
yardım etmeye istekli olmasalar da, küçük kutsamalar vermekten, biraz ilaç ve yiyecek
dağıtmaktan ya da başka bir şey vermekten oldukça mutluydular. O sırada Ekselansları çoktan
sürgün edildiğinden, elbette onun yapabilecekleri o göksel yetkililer ile karşılaştırılamazdı.

Sanki WuYong halkı aniden bir cankurtaran halatına tutunmuş, ebeveynleri yeniden doğmuş
gibiydi; inananlar daha da hızlı kaybediliyordu. Gerçi, geriye pek de fazla inanan kalmamıştı
zaten. Önceleri Ekselansları'na verilen tüm övgü ve hayranlık, artık diğer göksel yetkililere
veriliyordu, ve onun için geride kalan tek şey reddedilme ve nefretti."

Guoshi gözlerini kapattı, "O zamanlar, her şeyin çok adaletsiz olduğunu düşündük, gerçekten
ihanete uğramış gibi hissettik. Bu göksel yetkili onlara açıkça o kadar da vermemişlerdi ve
sadece felaket bittikten sonra ortaya çıkmışlardı. Ekselansları en çok şeyi yapan kişiydi, her
şeyini verdi ve başarılı olmasına sadece bir adım kalmıştı! Neden en sonunda düşen o
olmuştu? Neden en çok veren kişi göz ardı edilmişti ve azıcık verenlere övgüler yağdırılıp,
teşekkür ediliyordu?

Bu aynı zamanda benim düşüncelerimin de değişmeye başladığı zamandı. Ekselansları en


başından beri rüyasında geleceği hiç görmemiş gibi davranmayı seçmiş ve arkasına yaslanıp
'Bu kader, tanrılar buna hiçbir şey yapamaz' inancıyla gözlemlemeyi seçmiş olsaydı, ve diğer
göksel yetkililer gibi yanardağ patladıktan sonra kutsamalar verseydi, o zaman kesinlikle
insanlar da ona minnettarlık gözyaşları dökecekti, ve ben de böyle düşünmekten kendimi
alamamıştım.

Hua Chen açıkça, "Bunu o zaman mı düşündün? En başından böyle düşünmeliydin. Birini
kurtarmak için etten bir dilim veren insana minnettar olunur. Ama bir dilimden fazlasını kesip
verirse, karşısındaki kişi daha da fazlasını ister. Geriye kemik bile kalmayıncaya kadar da,
tatmin olmazlar." dedi.

"Bu düşüncelerden herhangi birini ona söylemeye cesaret edemedim." dedi Guoshi, "Ama
Ekselansları giderek daha kasvetli hale geliyordu ve ben onun düşüncelerini anlayamıyordum;
onun da aynı şeyi düşünüp düşünmediğini bilemiyordum."

Günden güne, yanardağ durmaksızın püskürüyordu ve WuYong Krallığı'nın tamamı dehşet


içinde batmıştı, kimse kaçamamıştı. Hiç kimse bu kabusu nasıl durduracağını bilmiyordu.
Ama bir gün, Ekselansları aniden bize, yanardağı durdurmanın bir yolunu bulduğunu söyledi.
Fakat bize yöntemi anlattığında, büyük bir kavga ettik."

"Tahmin edeyim," dedi Hua Cheng, "Bu yöntem, yaşayanları kurban etmekti."

"Doğru." diye yanıtladı Guoshi, "Ekselansları dedi ki, bir grup kötü insan bulun, bu
canavarları kurban olarak kullanın, onları Ocak'a atın ve öfke ateşlerini
yatıştırın. Dördümüzün bu konuda farklı düşünceleri vardı, ve genel bir fikir birliği
sağlanamamıştı. Böyle bir şey asla yapılmamalıydı. Başlangıçta, Ekselansları, WuYong'un
diğer krallıkları işgal etmesini istemiyordu, çünkü açıkça, bir hayatı kurtarmak için başka bir
hayatı kullanmayı istememişti. Yaşayanları Ocak'a feda etmenin nesi farklıydı ki? Aslında
daha da kötüydü. Bu fikre aşırı derecede karşı çıkan ve Ekselansları ile doğrudan, büyük bir
tartışmaya giren bir çift vardı.

Bu tartışma oldukça büyümüştü ve iş yumruklarını kullanmaya kadar gelmişti. İlk başta ben
de karşıydım ama dışarıdan gelen saldırılara kıyasla, iç kavgalarla başa çıkmak benim için
daha zordu.

Biliyor olmalısınız ki, dördümüz her zaman Ekselansları'nı desteklemiştik, ama şimdi onun
tek destek direği olarak bizler kalmıştık. Yine de o zaman, sadece karşılıklı darbeler gelmekle
kalmıyordu, hatta birisi, Ekselansları'nı değişmekle, kalbini unutmakla, artık geçmişteki
Ekselansları gibi olmamakla suçlamaya başlamıştı.

Bu sözler gerçekten yürek parçalayıcıydı, ben bile dayanamıyordum. Bizler de onu azarlamak
için ona karşı çıksaydık, o zaman onun tarafında olan tek bir kişi kalmamış olacaktı. Bu
yüzden, ona karşı çıkmadım ve bu meselelere kulak asmayıp, boş vermesini söyledim. Göksel
diyarı, ölümlü diyarı, tüm mültecileri, umursamayı bırakmalarını söyledim. Çok yorucuydu.
Ancak, kimse beni dinlemedi. O büyük kavgadan sonra, benim dışımda, diğer üçü de onu terk
etmişlerdi."

Xie Lian kafasını salladı, ve ne diyeceğini bilmiyordu. Ancak böyle bir zamanda ayrılmak,
kar üstüne kar eklemekten başka bir şey değildi.

"Geride sadece ben kaldım." dedi Guoshi, "Ekselansları da pek bir şey söylemedi ve bana
sadece 'ayrılıyor musun?' diye sordu.

Bana bu soruyu sorarken bir zamanlar veliaht prens olan kişinin yüzündeki o ifade... O anda
gerçekten de, insanları kurban olarak Ocak'a atsa bile, onu anlayabileceğimi hissetmiştim. Ve,
'Ekselansları, gitmeyeceğim.' dedim.

Ekselansları hala pek bir şey söylemiyordu ve bir daha hiç canlı kurbanlardan bahsetmemişti
ve bu fikirden vazgeçti. Ocak'ın yakınına bir rün kurmuştu, ve ben de onunla gitmiştim. Taş
atıp küfür eden mültecilere dayanmaya çalışıyordum.

Yanardağın öfkesini bastırmak için çeşitli şeyler yaptık. Bu meselenin böyle kapandığını
düşünüyordum ama sonra beni iliklerime kadar titreten bir şeyi fark ettim."

Bu cümleleri kurarkan, Guoshi'nin yüz ifadesi berbat bir hal almıştı, sanki onu ürperten bu
şeyi tekrar görüyormuş gibiydi.

Xie Lian da sanki görünmez bir el tarafından kalbi sıkılıyormuş gibi hissediyordu ve "Neyi?"
diye sordu.

"O...aniden kendi yüzünü kapatmaya başladı." dedi Guoshi.

"..."

"Ekselansları görünüşte oldukça yakışıklıydı ve yüzünü asla saklamazdı," diye devam etti,
"Ve yüzüne zarar verebilecek hiçbir şey olmamıştı. Çok uzun yıllar olmuştu ve onu hiç böyle
görmemiştim, bu yüzden kafam karışmıştı. Ona 'Ekselansları, yüzüne bir şey mi oldu?' diye
sordum ve bir yangında kazara yandığını söyledi. Bu yaradan ne zaman acı çektiğini
bilmiyordum ve yaraları incelememe de izin vermiyordu, sadece kendi kendine birkaç şifalı ot
sürüyordu. Nerede olduğu aniden tahmin edilemez hale gelmişti. Bu alışılmadık bir şeydi,
ama sonra harika bir şey oldu ve geçici olarak dikkatimi dağıttı—yanardağ aniden
sakinleşmeye başlamıştı.
Ocak'ta ölüm sessizliği vardı ve yavaş yavaş eski haline dönüp, lav püskürmeyi tamamen
bırakmıştı. Bu mesele üzerinde çalışan kişi Ekselansları olduğu için, insanlar yanardağı onun
söndürdüğünü düşündüler ve ona yeniden tapınmaya başladılar. Ekselansları'nın geliştirdiği
yöntemler daha da başarılı olmaya başlamıştı. En azından artık ortalıkta ona taş atıp
küfredenler yoktu, ve insanlar yavaş yavaş ona gülümsemeye başlamışlardı.

Yine de hep bana doğru gelmeyen bir şeyler vardı. Üç diğer arkadaşımın birbirinden farklı
karakterleri olsa da yine de onları tanıyordum, ve onlar asla böyle hiçbir şeyi umursamadan
çekip gitmezlerdi. Ekselansları'na gerçekten öfkelenmiş olsalar bile, bana da öfkelenmezlerdi.
En azından benimle tüm iletişimlerini kesmezlerdi.

En sıra dışı olan şey ise, Ekselansları'nın yüzüydü. Kendi yüzünü kapatmak için bir şeyler
kullanmaya devam etti; önceleri bunlar paçavralar ve örtülerdi, daha sonra maske takmaya
başladı ve hiçbir suretle çıkarmadı. O zamanlar bu kişinin bir taklitçi mi yoksa gerçekten de
Ekselansları mı olduğundan şüphelenmeye başlamıştım. Konuşma ve davranış şekli, hatta
kişiliği bile tamamen değişmişti. Bazen nazik ve sevecen, bazen aniden öfkeli bir hal
alıyordu.

Evde tek başınayken bir olay oldu ve tüm aynaları kırdı. Kanın nereden aktığını kim
bilebilirdi ki, her şey kana bulanmıştı. Daha da korkunç olan şey ise, sık sık tuhaf sesler
duyuyor olmamdı."

"Nasıl sesler? diye sordu Xie Lian.

"Bazen, gecenin derinliklerinde, birkaç kişinin fısıldayarak tartışması gibi, Ekselansları'nın


odasından insan sesleri geliyordu. Ama kontrol etmek için her seferinde içeri girdiğimde,
odada sadece o oluyordu. Bu birkaç kez olduktan sonra, Ekselansları, odasına girmeme izin
vermeyi bırakmıştı.

Bir gece, yine öyle sesler duydum ve fark ettim ki, bu sesler o üç arkadaşımın sesine
benziyordu! Artık geri çekilemezdim, ve 'geri dönmüş olabilirler mi?' diye düşündüm ama
döndüyseler bunu benden neden saklasınlardı ki? Bu yüzden ben de kalkıp, Ekselansları'nın
odasına doğru koştum.

Garip olan şey şuydu ki, Ekselansları odada yine tek başına yatıyordu. Ve maskesini hala
çıkarmamıştı. Daha sonra bir süre orada durup dinlemeye başladım ve aynı sesleri tekrar
duydum, sesler Ekselansları'ndan geliyormuş gibi görünüyordu.
Ya da daha doğrusu, maskesinin altından geliyordu.

Yavaşça Ekselansları'nın başucuna doğru yürüdüm ve yaklaştıkça seslerin gerçekten de


maskenin altından geldiğinden daha çok emin oluyordum. Ekselansları uykusunda mı
konuşuyordu? Arkadaşlarını, rüyasında seslerini taklit edecek kadar özlemiş olabilir miydi?

Uzun süre tereddüt ettim ve o süre içinde Ekselansları hiç hareket etmemişti. Uyuduğunu
düşündüm, bu yüzden yüzündeki maskeyi nazikçe ve hafifçe çıkardım, daha sonra bir şey
gördüm."

Guoshi'nin gözlerinden gizlenemez bir dehşet akıyordu.

"Üç arkadaşımı gördüm. Konuşan kişi Ekselansları değildi, onlardı. Ekselansları'nın yüzünde
keskin bir silahın bıraktığı dağınık şekilde olan yaralar vardı, yüzü mahvolmuştu, yarısı
kurumuştu.

Ve kim bilir ne zaman, suratında üç yüz daha çıkmıştı; ağızları hareket ediyor, açılıyor ve
kapanıyordu. Arkadaşlarımın yüzleriydi!!!"

Xie Lian titriyordu, "O... Onu terk eden üç kölesini de, Ocak'a mı attı?"

Çevirmen: Maria
Bölüm 219: Yüz Yıllık Acı; Bin Yıllık Izdırap 3

Guoshi ona cevap vermedi. Artık o görüntünün ona getirdiği, o dehşet hissinin içine tamamen
gömülmüş durumdaydı.

"Bu yüzler uzun zamandır ışık görmemişlerdi," dedi, "Bu yüzden, gece yansıyan ay ışığı bile
onlara acı veriyordu. Maskeyi aniden çıkardığımda, sanki şok olmuş gibiydiler ve gözlerini
kısmışlardı, sesleri de artık çıkmıyordu. Ama bir süre sonra, benim olduğumu gördüklerinde...
benim adımı haykırmaya başladılar.

Tamamen buz kesmiştim, Az önce söylediğim gibi, daha önceleri gökten ateş denizine düşen
insanlardan daha dehşet verici bir şey görmemiştim, ama bu görüntü ondan milyonlarca kat
daha korkunçtu!

Maskeyi tutan elim durmadan titriyordu ve eğer taşlaşmış ve donakalmış olmasaydım maske
yere düşüp Ekselansları'nı uyandırırdı. Bu sırada, bu o üç yüz, bana bir şey söyleyecekmiş
gibi endişeli görünüyordu, ağızlarının açılıp kapanma şekli daha da acayip bir hal almıştı.
Ama yine de Ekselansları'nı uyandırmak istemiyorlarmış gibi, seslerini baskılıyorlardı.

Nasıl göründüklerini gördüğümde hem tiksindim hem de korktum, ama yine de bana ne
söylemek istediklerini merak etmekten kendimi alamamıştım. Bu yüzden yaklaştım, nefesimi
tuttum ve dinlemek için Ekselansları'nın yüzüne doğru eğildim.

Çok yaklaştığım için, şifalı otların bile gizleyemediği o kan ve çürük kokusunu alabiliyordum.
Onların, 'Çabuk! Kaç! Ekselansları çıldırdı!' dediklerini duydum.

Demek ki, gittikten sonra endişelenip, gizlice Ekselansları'nı bulmak için geri
dönmüşlerdi. Yine de beklenmedik bir şekilde, çok sayıda insanı Ocak tarafına doğru
koşturan Ekselansları ile karşılaşmışlardı. İşte o zaman, Ekselansları'nın yaşayanları kurban
etme fikrinden vazgeçmediğini anladılar. Şok ve öfke içinde, onu durdurmak için gittiler ve
Ekselansları ile kavga etmeye başladılar. Ama Ekselansları onları da yenip, diğerleriyle
beraber Ocak'a fırlatmıştı!

Diğer insanlar içeri atıldıktan sonra tabii ki de yanıp kül olmuşlardı. Ama o üçü adanmış
kişilerdi ve Ekselansları tarafından öldürülmüşlerdi, yani kinleri son derece derindi. Bu
yüzden, onların ruhları, onun vücudunu konak olarak kullanıp, korkunç çabalarının peşinden
gitmesini engellemek umuduyla her gün, öfkeyle ona dırdır etmişlerdi.
Dinledikçe dehşete düştüm, kafamın karıştığını hissettim, ve ne yapacağımı da bilmiyordum.
Durumla ilgili en korkunç şey aslında şu konuda net olamamamdı; Ekselansları mı daha
korkutucuydu yoksa yüzündeki şu üç şey mi?!

Tam o sırada başıma bir elin dokunduğunu hissettim.

Kaskatı kesilmiştim ve usulca yukarı doğru baktığımda Ekselansları'nı gördüm.

Ne zaman uyandığını bilmiyordum. O ve yüzündeki o üç yüz ile beraber, toplam dört çift göz
bana bakıyordu!

Bu insan yüzlerinin ifadeleri gittikçe daha da abartılı bir hal alıyordu. Dönüp kıvrıldıkça,
yüzdeki yaralar yırtılıp kanıyordu.

Uzun bir süre bana baktı ve iç çekti, 'Sana içeri girmemeni söylememiş miydim?'

Birden bire, son günlerdeki tüm anormal davranışlarını anlamıştım. Ekselansları yüzünün
üzerinde bu üç yaratığın büyüdüğünü fark ettiğinde, bunu kabul edememişti. Aynadaki bu
insanlık dışı, şeytani görünüşüne tahammül edemiyordu, bu yüzden aynaların hepsini
paramparça etmişti.

Bu kanamanın sebebi, onları kesmek için bıçak kullanmasıydı; çürük kokusu kesilen yaraların
iyileşememe kokusuydu. Ve onları kaç kere keserse kessin, her seferinde yeniden
büyüyorlardı!"

Guoshi yüzünün yarısını kapattı, gözbebekleri şiddetli bir şekilde küçülüp büyüyordu.

Ve dedi ki, "Ben...o anda, başucunda dizlerimin üzerine çöktüm. Ekselansları yavaş bir
şekilde yatakta oturur pozisyona geldi ve "Korkma, bana ihanet ettikleri için bu hale geldiler.
Sen de aynı şeyi yapmadığın sürece, sana eskisi gibi davranacağım. Bana sadık bir hizmetkar
olduğun sürece, hiçbir şey değişmeyecek.' dedi.

Ama nasıl korkmayacaktım ki?! Ve nasıl hiçbir şey değişmeyecekti? Her şey çoktan
değişmişti!

Ekselansları çok zekiydi. Daha önceleri asla insanların yüzlerini izlemek zorunda kalmamıştı,
ancak sürgünden sonra ifadeleri gözlemlemeyi öğrenmişti. Ne düşündüğümü tahmin etmiş ve
bana yavaşça sormuştu: 'O halde sen de mi gidiyorsun?'
Dürüst olmak gerekirse bilmiyordum. Eğer sadece bahsettiği 'canavarları' Ocak'a atmış
olsaydı, belki hiçbir şey olmamış gibi davranabilirdim ve onu anladığımı söylerdim. Ama
şahsen en iyi arkadaşlarımızı da öldürüp Ocak'a atmıştı. Birbirimizden başka kimsemiz yoktu!
Bu gerçekten de...bu delilikti. Ben... bunu kabul edemedim.

Ekselansları kendi kendine konuşmaya başladı, 'Sorun değil, bekliyordum, ben bu hale
geldikten sonra kimse kalmayacaktı. Kendi başıma devam edebilirim. Şimdi anlıyorum ki,
aslında hep yalnızmışım!!! ARTIK KİMSEYE İHTİYACIM YOK!!!'

İfadesi aniden vahşileşmişti ve tek eliyle beni boğmaya çalışırken gözünü kırpmadan bana
bakıp, şu sözleri durmadan tekrarlıyordu: 'Tek başıma olabilirim, yapayalnız, yalnız, yalnız
yalnız, yalnız başıma, kimseye ihtiyacım yok, kimseye ihtiyacım yok, kimseye ihtiyacım yok,
kimseye ihtiyacım yok...'

Ekselansları çok güçlüydü. Eğer beni öldürmek isterse, ses bile çıkarmadan anında boynumu
kırabilirdi. Ama o anda ölmemiştim, ve harekete geçtiğinde, onun yüzündeki arkadaşlarım
çığlık çığlığa bağırmaya başlamışlardı. Ekselansları sanki ona bir şey yapıyorlarmış gibi acı
veren bir baş ağrısından dolayı bağırmaya başladı ve ben de çığlık atıyordum. Beşimiz,
kudurmuş gibi çığlık atıyor, kafayı yemiş gibi bağırıyorduk. Ekselansları bir eliyle kendi
kafasını kavramıştı ve diğer eliyle de beni boğmaya çalışıyordu. Gözlerim kararıyordu, artık
daha fazla dayanamıyordum ki, tam o anda... yastığının altında bir şey gördüm.

Yastığının altında bir kılıç vardı. Uyurken hep yastığının altında duruyordu, bu sürgün
edildikten sonra edindiği bir alışkanlıktı. Kabzasını tuttum ve kılıcı çıkardım. Ürpertici bir
ışık parladı ve gözleri kıpkırmızı olan Ekselansları içten bir şekilde gülmeye başladı, 'Sen de
beni öldürecek misin? GEL! ÇABUK SAPLA BANA! TAM KALBİME SAPLA! EN SON
KİMİN ÖLECEĞİNİ GÖRMELİYİM! SEN YA DA BEN!'

Elbette kılıcı ona saplamamıştım. Sadece kılıcı önünde tutuyor ve her şeyimle ağlıyordum:
Ekselansları! Ekselansları! Lütfen kendine gel! Kendine bak! Kendine bir bak! NEYE
DÖNÜŞTÜĞÜNE BİR BAK!!

Bütün aynaları parçalamıştı ve kendi yansımasına en son baktığından beri epeyi zaman
geçmişti. O kılıcın bıçağı keskin ve parlaktı; o zamanki görünümünü yansıtıyordu ve o da
kendi yüzünü görmüştü.
Kendini aynada görünce aniden durdu. Ekselansları'nın beni boğmak için kullandığı güç
azalmamıştı, ama kim bilir ne kadar zaman sonra, bana doğru baktı ve birdenbire gözlerinden
iki sıra yaş aktı.

Onun gözyaşlarını görünce ben de kendimi tutamayıp ağladım. Kılıçtaki o yansıma o kadar
iğrençti ki! Sadece bir bakışla bile iğrenç bulmuştum, bu yüzden neden ne kadar iğrenç bir
yaratık olduğunu ona hatırlatmak için bakmasını sağlamıştım ki? Hala dayanamıyordum ve
kılıç elimden kayıp, yere düşmüştü.

Sonunda, Ekselansları beni zorla yere attı ve 'defol' dedi. Sürünerek ve tökezleyerek kaçtım.

Hikayeyi bu noktaya kadar dinledikten sonra, Xie Lian içinde tuttuğu nefesi geri bırakmıştı.

Guoshi de ellerini indirmişti, "Uzaklara kaçtım, WuYong Krallığı'ndan kurtuldum. Ve Ocak


yanardağının bir kez daha patlaması çok uzun sürmemişti. Bu sefer WuYong Krallığı
tamamen lavlara gömülmüştü, tek bir ruh bile kurtarılamamıştı. Bütün bir ülke böylece yok
oldu.

Bu felaketten kurtuldum ama daha sonra, Ekselansları'ndan bir daha hiç haber alamadım.
Sanki WuYong Krallığı ile birlikte o da gömülmüş gibiydi.

Daha önce cennete yolculuk yapmıştım ve kendi başıma da uygulamalar yapıp bazı başarılar
edinmiştim. Vücudumun durumunu korudum ve ölümlü diyarda amaçsızca
sürüklendim. Küçüklüğümden beri Ekselansları'na hizmet etmiştim ve artık ona hizmet
etmem gerekmediği için, aslında ne yapacağımı bilmiyordum. Ekselansları gitmişti, üç
arkadaşım ölmüştü. Üç tane içi boş kabuk yarattım ve bazı zamanlarda benimle kart
oynamaları için onların konuşmasını sağladım."

'İçi boş kabuklar' kelimelerini duyunca, Xie Lian'ın ifadesi ciddileşti.

Guoshi devam etti, "Daha sonra, benim büyüm gelişti, bu yüzden bu üç arkadaşlarımın
yeteneklerini bu kabuklara aktardım."

Xie Lian usulca sordu, "Diğer üç Guoshi'ler onlar mıydı?"

Her zaman diğer üç Guoshi'nin oldukça garip olduğunu düşünmesine şaşmamalıydı; asla
kendi başlarına hareket etmiyorlardı ve onunla bire bir iletişime geçmemişlerdi. Yani
sahteydiler ve Guoshi'nin yanından ayrılırlarsa açığa çıkacaklardı.
Guoshi cevap verdi, "Evet, onlardı. Öyleyse, sanırım sen de üç arkadaşımın öğrencisisin. Ne
yazık ki ben onlardan biri değilim. Sahte olanlara aktarabileceğim beceri, gerçek güçlerinin
yalnızca yüzde yirmi ya da otuzuydu, bu yüzden pek de bir şey öğretilemezdi. Ve bana bu
kadar uzun süredir eşlik eden o üç sahte kişi de uzun zaman önce onun tarafından yok
edilmişti.

Bir ya da iki yüzyıl sonra, göksel hanedanlık değişti ve geçmişte var olan göksel yetkililerin
hepsi gözden kayboldu. Yavaş yavaş, yeni bir göksel yetkililer grubu onların yerini aldı.
Ancak bunların hiçbiri beni ilgilendirmiyordu ve ben sadece yaşıyor, utanmadan ölümü
bekliyordum.

Ta ki bir gün bir krallıkta, Ominous Yıldızı'nın altında bir veliaht prensin doğduğu güne
kadar. O sendin, Xian Le Krallığı'nın Veliaht Prensi.

En sonunda bu konuya gelmişti. Xie Lian uyluğuna koyduğu ellerini hafifçe sıktı.

Guoshi bağdaş kurup oturdu ve kollarını göğsünün üstünde birleştirerek konuşmaya başladı,
"Bunun oldukça rastlantısal bir şey olduğunu düşünmüştüm, arada çok benzerlik vardı. Ama
gerçekte, WuYong yıllar önce yok edilmişti. Elbette üzerinden bir kaç yüzyıl geçmişti, bu
yüzden bu gerçekten bir tesadüf bile değildi. Ama yine de, kendimin bile anlamadığı bir
duyguyla, rastgele bir isim uydurdum ve gidip Xian Le'nin Guoshi'si oldum."

"Bu ismin uydurma olduğunu biliyordum..." diye düşündü Xie Lian.

"Alınma ama," dedi Guoshi, "araya karışmak ve Guoshi konumunu almak benim için çok
kolaydı. Tek bir sorun vardı ve o da insanların her zaman 'sakalsız birinin aciz olduğunu'
düşünmeleriydi; genç olanlar deneyimsiz ve beceriksiz olmalı, bu yüzden de hor
görülmeliydiler. Şu anki yüzümle görüşmeye gidersem geçemeyebilirdim, bu yüzden yüzümü
biraz değiştirdim, on, yirmi yıl yaşlandırdım ve elbette, hemen araya karışmıştım. Ama
Guoshi olmak demek, göksel yetkililer ile doğrudan konuşmak zorunda olmak demekti.

Böylece Jun Wu ile yüz yüze gelmiş oldum.

Jun Wu'nun görünüşü ile benim tanıdığım Ekselansları'nın görünüşü birbirinden tamamen
farklıydı. Yine de ona çok fazla aşinaydım. Birkaç kez konuştuktan sonra, çoktan
şüphelenmeye başlamıştım. Ama sonuçta her şey şüphelerden ibaretti. Ondan şüphelensem
de, hiçbir şeyi ifşa etmek istememiştim.
Zaten tamamen başka birine dönüşmüştü ve yüzünde çıkmış olan o yüzler de kaybolmuştu.
Üç arkadaşımın kinlerinin geçtiğini düşündüm ve durum eğer böyleyse, o zaman eski olayları
gündeme getirip huzuru bozmanın da hiç gereği yoktu. Öyleyse, ikimiz de birbirimizi
tanımıyormuş gibi davransak daha iyi olmaz mıydı?

"Ben de olsaydım, muhtemelen aynısını yapardım," dedi Xie Lian.

"Ama yine de sonuna kadar öyle yapamadık," dedi Guoshi, Çünkü ikimiz de seni görmüştük.
Ekselansları, senin için neden bu kadar büyük umutlar beslediğimi şimdiye kadar tahmin
etmiş olmalısın. Sen ona çok benziyorsun. Bu yüzden, onun olmak istediği bir tanrı gibi
olacağını ve yapamadığı şeyleri senin yapabileceğini ummuştum. Pişmanlıklarımızı gidermek
için mükemmelliğini kullanabilirdin."

Ancak Hua Cheng araya girdi, "Başından beri yanılıyorsun. Birbirlerine hiç benzemiyorlar."

Guoshi ona doğru baktı, "Tabii ki de şu anda benzer olmadıkları söylenebilir. Ama o zamanlar
benziyorlardı. Ve kötü olan şey ise, birbirlerine gerçekten de çok benzemeleriydi.

Daha sonra tekrar Xie Lian'a doğru döndü.

"O zaman Tanrı Memnuniyet Töreni'nde, şehir duvarından düşen küçük bir çocuğu kurtardın
ve ben bundan pek memnun değildim. Sadece olay, töreni durdurduğu için değil, daha çok
olay çok dikkat çekici olduğu içindi. Sen Jun Wu'nun dikkatini çekmiştin.

Jun Wu bana sürekli senden bahsetmeye başladı. Seninle gerçekten çok ilgileniyordu ve ne
zaman senden bahsetsek ben, belli belirsiz bir şekilde bir şeylerin doğru olmadığı hissine
kapılıyordum. Ama senden gerçekten hoşlandığını da söyleyebiliyordum; bu, uygun iyi bir
filiz bulmanın zevkiydi ve seni görevlendirmeyi düşünüyordu. Her seferinde, onu bunu
yapmamaya ikna etmek için her türlü nedeni kullanıyordum."

Xie Lian, zaten Jun Wu'nun ona olan sevgisinin tamamen sahte olduğuna inanmayı hiç
istememişti, ama şimdi Guoshi, onun hislerinin samimi olduğunu doğruladığı için duyguları
oldukça karmaşık bir hale gelmişti, tarif etmesi zordu.

Guoshi, "Dönüm noktası Yinian Köprüsü oldu." dedi.

Bu kelimeleri duyunca Xie Lian yine dikkatini toplamıştı.


Guoshi devam etti, "Yinian Köprüsü'ndeki o hayaleti hala hatırlıyor musun?"

Xie Lian kısık bir sesle yanıtladı, "Bu benim yükseliş şansımdı, elbette hatırlıyorum."

"O hayalete rastladığında zaten bir şeylerin ters gittiğini hissetmiştim." dedi Guoshi, "Bu kırık
bir zırh giymiş, her adımında kan izleri bırakan, ayaklarının altında karma alevleri bulunan ve
vücudu çeşitli keskin silahlarla kuşatılmış olan hayalet, vahşi doğadaki bir köprüye musallat
oldu. Ve sana üç soru sormuştu—bu sorular beni çok endişelendirmişti, ama tam olarak neyin
yanlış olduğunu anlayamamıştım. Ve o hayaleti köprüde yendikten sonra, o kadar hızlı
yükseldin ki, bir şeyleri çözme şansım olmadı.

Neyse ki, yükseldikten sonra, Jun Wu'nun sana karşı tutumu her zamanki gibi iyiydi, sana
iyilik yapıyordu, seni çok düşünüyordu, sanki hiçbir şey değişmemiş gibiydi. Bu yüzden
kendime de fazla düşünmemem gerektiğini söyledim.

Ve sonra, Xian Le'nin büyük kuraklığı, Yong'an isyanı ve— o yaratığın; Yüzü Olmayan
Beyaz'ın ortaya çıkışı."

Xie Lian nefesini tuttu ve her kelimeyi dikkatlice dinliyordu.

Guoshi sözlerine devam etti, "Daha önce de söylemiştim, ama ilk başta o yaratığın ne
olduğunu bilmiyordum. İnsan yüzü hastalığı ortaya çıktığında bile, sadece şüphelenmiştim,
çünkü asalak kinci ruhlar, yeni olan bir şey değildi, ama daha önce hiç bu kadar geniş bir
alana yayılmamışlardı. Artı, kadere oldukça kızgındım, bu yüzden başlangıçta, Yüzü
Olmayan Beyaz'ın doğadan doğduğunu, cennetin seni cezalandırmak istediğini düşündüm.

Ama o yaratıkla ne kadar temasa geçersen, insan yüzü hastalığı da o kadar kontrolden
çıkıyordu—artı, pek çok başka şey de vardı, bunların da üstünde—bunların hepsi beni en kötü
senaryoyu düşünmeye zorluyordu."

"Pek çok başka şey mi?" diye sordu Xie Lian, "Ne demek istiyorsun? Mesela?"

"Xian Le Kraliyet Başkenti kapılarında ölen, üç kişilik aile," diye yanıtladı Guoshi.

Xie Lian nefesini tuttu, "Bu...?"

"Daha sonra bu üç kişinin cesetlerini inceledim," dedi Guoshi, "Ve onların insan
olmadıklarını, üç boş kabuktan ibaret olduklarını keşfettim."
Xie Lian haykırdı, "Ama onlar içi boş kabuklar; yani organları yoktur ve kanları da akmaz,
değil mi?"

Guoshi, "Organlara ihtiyaçları yoktu." dedi, "Böyle bir yükseklikten düşen kişinin iç organları
elbette zarar görürdü. Sadece boş kabukların karnına et koy ve biraz kanlı sıvı dök, bu yeterli
olacaktır. Üç arkadaşım arasında, bu tür kurnazca şeyler yaratma konusunda uzman olan biri
vardı; boş kabuklu sahte şeyler üretme tekniği, başından beri onun yarattığı bir şeydi. Bize
sadece bu beceriyi öğretmişti. Boş kabuklu sahte şeyler yaratma tekniği o zamanlar pek
yaygın değildi. Yani, arkadaşlarım da öldüğü için benden başka kim böyle sahte, içi boş
kabuklar yaratabilirdi?"

Xie Lian başını eğdi, gözbebekleri küçülüp büyüyordu.

Xian Le Kraliyet Başkenti'nin kapılarının önünde ölen üç kişilik aile, savaşın doğrudan bir
tetikleyicisiydi. Ve bu hayatlar gerçek bile değildi, onlar bir tuzaktı!

"O halde neden bana söylemedin?" diye sorguladı Xie Lian.

"Cesaret edemedim," dedi Guoshi, "Eğer gerçekten o olsaydı ve sana söyleseydim, o zaman
kişiliğin göz önüne alındığında, ona yaptıklarını ödetmez miydin? Bu seni ya da Xian Le'yi
hiç kurtarmazdı ve sadece yok oluşunuzu hızlandırırdı. Ayrıca, bu üç boş kabuk olmasa bile,
er ya da geç..."

Er ya da geç savaşı ateşleyecek başka olaylar olacaktı. Tıpkı başkentin içindeki kayıp köpek
gibi.

"Daha sonra yenildin. Xian Le de yenildi. Artık gerçekten geri çekilemezdim, bu yüzden önce
Kutsal Kraliyet Köşkü'ndeki herkesi gönderdim, sonra Büyük Dövüş Tapınağı'nın içinde
ondan bana lütuf göstermesini istedim. Sonra doğrudan onun maskesini düşürdüm."

Jun Wu'nun bahsettiği şey buydu; sekiz yüz yıl önceki buluşmaları.

Guoshi sözlerine devam etti, "Onu pek çok konuda sorguladım ama hiçbir şeyi kabul etmedi,
inkar da etmedi. En nihayetinde ona şunu sordum: Ekselansları, tam olarak ne istiyorsun?

Sonunda cevap vermişti. Senin, onun kendinden sonraki, mükemmel varisi olmanı istediğini
söyledi. Dünyada onu tamamen anlayabilecek biri varsa, o da sendin. Bunu başardığı zaman,
ona asla ihanet edemezdin!
Niyetini anlamıştım. Tartışmanın ortasında, yumruk yumruğa kavga etmeye başladık. Hiç
kavga edemezdim ve edersem de şüphesiz ölürdüm. Tek parmağını bile kıpırdatmadan beni
öldürebilirdi. Ama tam o anda ifadesi aniden değişti ve yüzünü kapattı. Şaşırmıştım ve ancak
o zaman yüzünde bu üç yüzün yeniden ortaya çıktığını fark ettim!

Onların aslında yok olmadıkları ve ruhani güçleriyle onları baskıladığı ortaya çıkmıştı! Ve
şimdi, bir nedenden dolayı—belki de yükselen duyguları yüzünden ya da benim yüzümden—
yeniden ortaya çıkmışlardı! Aynen bu şekilde, üç arkadaşım bir isyan çıkarmak için tekrar
dışarı çıktılar ve onun çok acı çekmesine neden olan bir baş ağrısı çekmesini sağladılar, yüz
ifadesi korkunçtu. Ve ben bu şansı bir kez daha kaçmak için kullandım.

Ölümlü diyarda bir kez daha oradan oraya sürüklenmeye başladım ve bu sefer de gittiğim her
yerde saklanmak zorunda kaldım. O zamanlar WuYong Krallığı'nın nerede olduğunu merak
ediyordum. Bu sebeple, bakmak için geri döndüm. Ama bu seferki dönüşümde harika keşifler
yapacağımı hayal bile edememiştim. Bazı nedenlerden ötürü, geçmiş WuYong Krallığı'na ait
olan topraklar tamamen mühürlenmiş, dış dünyadan izole edilmişti. O topraklarda uzun bir
süre yürüdüm ve üç arkadaşımla tekrar karşılaştım."

"Onlar üç dağ ruhu; Ölüm, Hastalık ve Yaşlılık mıydı? diye sordu Xie Lian.

"Evet." dedi Guoshi, "Ocak, onları yutmuştu ve onların külleri ile yanardağın külleri birbirine
karışmıştı. Zamanla üstünde daha çok birikinti oluştu. Bin yıl geçtikten sonra, içindeki
ruhlarla beraber, üç büyük dağ ruhuna dönüştüler.

Dağ ruhuna dönüşen arkadaşlarımla iletişim kurmanın yollarını bulmam uzun zamanımı aldı
ama başardıktan sonra birçok şeyi de öğrendim. Görünüşe göre, önceki göksel yetkililer
hanedanlığı ortadan doğal olarak kaybolmamıştı. Onlar tek tek öldürülmüşlerdi. O...bütün
Cennet Mahkemesi'ni katletti, geride bir kişi bile bırakmadı!

Göksel diyarı kanla yıkadıktan sonra bir kez daha ölümlü diyara döndü. Sabırla bir süre
bekledi, adını değiştirdi, yeni bir kimlik oluşturdu, 'ölümlü bir adam' oldu, daha sonra
'yükseldi'. Göksel diyarın önceki göksel yetkililer ölmüştü, kimse tam olarak kimin
öldürdüğünü ve neye benzediğini bilmiyordu. Ölümlü diyardaki 'Göksel Savaş
İmparatoru'nun her yere yayılmış olan, geçmişi, edebi referansları, ilginç söylentileri,
görünüşü, karakteri... hepsi sahteydi. Bunların hepsi onun uydurduğu karmakarışık yalanlardı!

Bu Cennet Başkenti, kendi başına yarattığı ve tamamen kendi kontrolü altında olan yeni
cennet krallığıydı. Önceki hanedanlığın cennet memurlarının cesetleri ve küllerine gelince,
hepsi bu Cennet Başkenti'nin temeline karıştırıldı, her gün onun tarafından çiğnendi ve
üzerine basıldı. Şu anda, belki de ayaklarınızın altında da biri vardır.

"..."

Guoshi devam etti, "Şimdi, göksel krallığın bir numaralı savaş tanrısı, dışarıdan görkemli ve
ışıltılı görünüyor. Ancak kalbinin derinliklerinde, sonsuz bir karanlığı bastırıyor. Kızgınlık,
acı, öfke, nefret... Bu şeylerin serbest bırakılması gerekiyordu. Ancak o zaman kendi içindeki
dengeyi sağlayabilir ve kimseyi öldürmeden, üç diyara da hükmeden bir numaralı savaş
tanrısı olmaya devam edebilirdi.

Bir zamanlar WuYong Krallığı cehenneme dönmüştü ve Ocak sayısız sayıda yaşayan
insanlarla ve üç eski göksel yetkili ile beslenmişti, bu yüzden onu zaten efendisi olarak
tanıyordu. Böylelikle, WuYong'un ölmüş milyonlarca ruhunu, karmanın alevlerini ateşlemek
için kullanarak, Ocak içindeki bu karanlık duyguları düzenli olarak serbest bırakıyordu ve
birçok kötü niyetli şeyi de üretiyordu."

"Bu kötü niyetli şeyleri üretmenin yöntemi, bir Yüce yaratmaktan farklıydı, değil mi?" diye
sordu Xie Lian.

"Gerçekten," dedi Guoshi, "Yüce'ler daha sonra geliyordu, arıtma yöntemini...değiştirdiği


için."

"Bu ne anlama geliyor?" diye sordu Xie Lian.

"Nicelikten ziyade nitelik" diye yanıtladı Guoshi.

Ve Hua Cheng'e doğru başka bir bakış attı.

"İkiniz de bir Yüce'nin yalnızca yüz yılda bir, hatta birkaç yüz yılda bir doğduğunu zaten
biliyor olmalısınız. Bu sebeple, son derece nadirdirler ve yaratılmaları da çok zordur. Ve
Yüce'nin geçmiş yaşamı kendisinden bağımsızdır. Ocak, yalnızca patlamaya hazır olan
doğum sürecini arttırmak için bir ortam sağlar. Yüce olabilecek kişiler, herhangi bir yerde er
ya da geç Yüce olabilirler.

Aslında, 'Yüce' kelimesi 'Eşsiz' ve 'Üstün' anlamlarından türetilmiştir. Ocak içinde eğitilip
eğitilmemesi ile çok da bir bağlantısı yoktur. Yine de, Ocak'ın arıtmasına dayanabilmek,
kesinlikle birini Yüce bir varlık haline getirecektir, çünkü bu acılara katlanabilecek pek fazla
insan yok. Şimdiye kadar sadece üç kişi olmamış mıydı?"

Xie Lian hemen yanında bulunan Hua Cheng'e doğru bakmıştı, ve durum öyleydi ki Hua
Cheng de ona bakıyordu. Xie Lian'ın ona neden baktığını bilmemesine rağmen yine de
gülümsedi.

Guoshi devam etti, "Fakat, Ocak'ın daha önceki yapıtları böyle değildi. İlk zamanlarında,
birkaç yılda bir, Ocak açılırdı, ve her seferinde de farklı sonuçlar doğururdu. Belki de bunun
dengesiz duygularıyla bir ilgisi vardı. Yapılan her şey onun nefreti ve kızgınlığıyla yaratılan
canavarlardı ve aralarında muhtemelen birkaç tanıdık isim de vardı. Örneğin—Boş Sözlerin
Ustası."

"Boş Sözlerin Ustası da Ocak'tan doğan bir şey miydi?" diye haykırdı Xie Lian.

"Doğru." dedi Guoshi, "Bu yaratıkların kendi bilinçleri var, bazıları ondan ayrıldı; bazıları
ayrılmadı ve onlar da onun klonları olarak düşünülebilir. Boş Sözlerin Ustası'nın da kendi
bilinci vardı ve ayrıldıktan sonra kendisini birçok küçük klona bile ayırmıştı. Üç arkadaşım
WuYong Krallığı'nın sınırlarını koruyup bu şeylerin hapishaneden çıkmasına engel olurken,
ben de dış dünyadaki yıllarımı bu yaratıkları arayarak, durumu düzeltmeye çalışarak
geçirdim."

Xie Lian aniden Guoshi'nin Shi Qing Xuan'ı gördüğünde sergilediği o tuhaf tavrı hatırladı
"Usta! Rüzgar Ustası...o zamanlar Shi Qing Xuan'ın servetini anlatan yetenekli fal ustası,
ailesine ziyafet yapmamasını söyleyen kişi, sen miydin?"

"Evet," dedi Guoshi, "Ustandan başka, kim benden daha iyi falcılık yapabilir? Hangi fal ustası
bedavaya, bir kase yulaf lapasına fal bakar ki?"

"..."

"O Boş Sözlerin Ustası, ilk başta genç Shi Wudu'yu yutmak istemişti," dedi Guoshi, "Ama
Shi Wudu, o küçük piç çok acımasızdı, bu kadar genç yaşta bile onunla başa çıkmak zordu.
Onu hiçbir şey alt edemezdi ve hiçbir şeyden de korkmuyordu; kaderi o kadar zalimdi ki,
yutulamazdı. Eğer zorla ısırmaya çalışırsa, tüm dişlerini kanlı bir karmaşa içinde kırabilirdi,
bu yüzden de kaderinde sadece büyük bir servet olan küçük kardeşe yönelmişti. Her ne kadar
hala ısırmayı başaramasa da, iki kardeşin barış içinde yaşayamayacağı kadar çok kedere
neden olmuştu; artı, başlangıçta kaderinde cennete yükselme olan birini ısırdı, bu yüzden pek
de bir zararı yoktu. O şeyi öldürmemiş olmam beni gerçekten üzüyor."

"Çoktan öldürüldü." dedi Hua Cheng.

"He Xuan tarafından yutuldu, değil mi?" dedi Guoshi, "Onu duydum. Her şey bitene kadar
Shi kardeşlere göz kulak olacaktım, ancak Ocak kapılarını açmak üzere olduğu için, onları
yakından takip edememiştim. Ve geri döndüğümde, işler zaten alt üst olmuştu. Shi Wudu
kötülüğe yönelmiş, tamamen kontrolden çıkmış ve büyük bir hasara neden olmuştu! Bana
öyle bir baş ağrısı verdi ki, ilgilenmek istesem bile o noktada yapamazdım."

Gerçekten de, isteseniz de aklınızdan çıkmayacak bir şeye dönüşmüştü.

Guoshi ekledi, "Ama doğruyu söylemek gerekirse, Boş Sözlerin Ustası bu canavarlar arasında
özellikle güçlü bir şey olarak görülmüyordu; sadece ortalığı karıştırmak için dışarı çıkmayı
seviyordu. Aslına bakarsan, yalnızca kusurlu bir üretim olarak kabul edilebilirdi. Daha fazlası
vardı, örneğin..."

Xie Lian kısık bir sesle araya girdi, "Mesela... Yinian Köprüsü'nde ölen birinin ruhu gibi mi?"

Guoshi bir nefes aldı, "...Oydu. Aksi takdirde, neden her şeyin tek bir cümlen yüzünden
başladığını söyledim sanıyorsun? Köprüdeki o hayalet, Ocak'tan çıkardığı siyah bir klondu;
her birkaç yılda bir, nefretini açığa çıkarmak için peşinden koşmak ve öldürmek zorunda
kalıyordu. Ama, sen o canavarı yenmek zorundaydın!

Köprüdeki hayaletin biri tarafından öldürüldüğünü hissedebiliyordu, bu yüzden görmek için


hemen indi ve seni gördü. Ve sen. Bu cümleyi onun yüzüne söylemiştin—'Cehennemdeki
beden; cennetteki kalp.' Bu onu çileden çıkartan bir yumruk, öldürücü bir darbeydi...

"Bu her şeyin dönüm noktasıydı."

Çevirmen: Maria
Bölüm 220: Beyaz İmparator Gizliden Ölüm Kalım Bulmacaları Kuruyor

Xie Lian yumruklarını sıktı, nefesleri düzensizleşti.

Sadece bir cümleydi. Kulağa akıl almaz, hatta komik geliyordu, fakat gülemedi.

Guoshi konuşmaya devam etti, "O canavarlardan başka şeyler de var. Ekselansları, şehir
duvarlarının altında kurtardığın o çocuğu hatırlıyor musun, ve onu Kutsal Kraliyet Köşkü'ne
getirdiğinde nasıl şoke olduğumu?"

"..."

Xie Lian anında arkaya döndü ve Hua Cheng'e hızlı bir bakış attı, "Hatırlıyorum. O çocuğun
olayı ne? Demiştin ki o..."

"Yalnızlığın Yıldızı!" diye bağırdı Guoshi.

Editör Notu: Yalnızlığın Yıldızı (zi wei dou shu), Çin astrolojisinde olan binlerce yıllık bir
falcılık biçimidir. Herkesin kaderini gösteren farklı bir yıldız olduğuna inanılıyor, yılan
yıldızı, at yıldızı gibi çeşitli yıldız isimleri var. Bu Yalnızlığın Yıldızı insanlardan kopup,
yalnız kalacağınızı ve çok çalkantılı bir kadere sahip olacağınızı simgeliyormuş.

Karanlık bir ses tonuyla devam etti, "O zamanlar, o küçük çocuğun sadece kötülüğün özüyle
çok ağır bir şekilde kaplı olduğunu hissetmiştim, inanılmaz derecede anormaldi. Ancak o
üçüyle Ocak'ta yüzleştikten sonra öğrendim ki Ocak sadece canavarlar üretmiyor, aynı
zamanda da lanetleyebiliyor. Sen nasıl talihini dağıtabiliyorsan, Ocak da biriktirdiği
talihsizlikleri dağıtabilir; ve serbest kaldıktan sonra gittiği her yere kaos götürür.

O küçük çocuğun doğumu zaten fazlasıyla riskliydi; eğer şanslı bir kaderi varsa talihlerin en
iyisi; tehlikeli bir kaderse talihsizliklerin en kötüsü onun olacaktı. Doğduğu gün, muhtemelen
dağılan tüm talihsizlikleri kendine çekmişti, bu kadar korkutucu olmasının nedeni de bu. O
geldiği an onun yüzünden neredeyse bütün Taicang Dağı küle dönecekti!"

Xie Lian dinledikçe daha da huzursuzlanıyordu, ve yavaşça kafasını çevirip Hua Cheng'in
olduğu tarafa baktı. Açık bir şekilde onunla ilgili bir meseleyi tartışıyorlardı, fakat Hua
Cheng'in ifadesinde hiçbir değişiklik yoktu; hatta Xie Lian'a gülümsüyordu.
Guoshi devam etti, "Geçmişteki örneklere dayanarak, çocuğun ailesinin erken ölmesi, ve
ölmediyse bile, o çocuktan iğrenmesi veya terk etmesi gerekiyordu. Sonsuz acılar çekecekti,
yani aslında ailesinin ölmesi bir bakıma daha iyi olacaktı. Ayrıca, on sekiz yaşını
göremeyecek, ve çevresindekilerin de ölümüne, ayrı düşmesine, talihsizlikler yaşamasına
sebep olacaktı, sanki Felaket'in kendisi yeniden doğmuş gibi. İşte bu yüzden, o zaman, sana
hemen ondan kurtulmanı, ona yaklaşmamanı söylemiştim..."

Xie Lian daha fazla dinleyemiyordu, "Usta! ...Lütfen daha fazla konuşma."

Guoshi başını salladı, "Susacağım. Sadece bir örnek veriyor, Ocak'ın ne kadar korkunç
olduğunu söylüyordum."

Xie Lian ne diyeceğini bilememişti, fakat Hua Cheng kıkırdadı, "Göründüğü kadar korkunç
değil, ama, Guoshi'nin yorumları oldukça doğru."

"..."

Xie Lian, Hua Cheng'in daha önceden, on sekizini görememe ihtimali olduğunu
düşündüğünde, elleri hafifçe titremeye başlamıştı. Tam o sırada, bir el gelip uzandı, ve
nazikçe onun soğuk ellerini avuçlarının içine aldı.

İkisinin elleri de aynı soğukluktaydı, fakat birbirinin üzerindeyken, bir sıcaklık oluşuyordu.

"Her zaman seni test etmek için, bulmacalar kurup duruyordu," dedi Guoshi, "Xian Le'nin
insan yüzü hastalığı onun ilk sorgusuydu. O zaman, insan yüzü hastalığını YongAn'a
salmışmayı seçmiş olduğun sürece, ondan geçer not almış olacaktın. Seni sürgün etmemekle
kalmaz, bu durumu örtbas etmene de yardım eder, ve seni güvenilir varisi yapar, sen ona bir
adım atarsan o seni cennetin zirvesine iki adım yaklaştıracaktı. Ama sen yanlış cevap verdin."

"Sürgünde olduğun dönem, sana bir başka bulmaca kurmalıydı, ama ona tatmin edici bir yanıt
vermemiştin, bu yüzden de yükseldiğin an, anında geri düştün."

Xie Lian'ın zihninde solgun, gülen bir maske belirdi, ve kısa bir duraksamanın ardından,
sessizce cevapladı, "Aslında bu benim kendi talebimdi."

Hua Cheng de konuya dahil oldu, "Gege, güven bana. Sen talep etmeseydin bile, seni geri
göndermek için bin bir farklı yol bulurdu."
"Ama, Yüzü Olmayan Beyaz da onunla dövüştü." diye yorumladı Xie Lian.

"Ama ölmedi." dedi Hua Cheng.

"O zaman neden onca zahmete girdi?" diye sordu Xie Lian.

"Tabii ki 'Yüzü Olmayan Beyaz' seni öldürebilirdi," dedi Guoshi, "Ama istediği şey seni
öldürmek değildi. Hatta, dediğim gibi, senden gerçekten hoşlanıyor, ve senin ölmeni
istemiyordu. O sadece seni, onun olmasını istediği kişiye dönüştürmek istiyordu."

Hua Cheng de ekledi, "Seni öldürmek onu amacına ulaştırmazdı. Eğer o durumda ölseydin, o
zaman asla değişmezdin, ve bunu kabul etmesi daha bile imkansızdı. Ama Yüzü Olmayan
Beyaz'ın seni kolayca bırakmak gibi bir zorunluluğu yoktu, ve Göksel Savaş İmparatoru'nun
kötülüğü kovmak için ölümlü diyara inmesinden, seni tehlikenin ucundan kurtarmasından
daha iyi ne olabilirdi ki?? Bu şekilde, ona daha çok güvenir ve minnettar olurdun. Fakat iki
kez başarısız olmuştu, buna fazlasıyla canı sıkılmış olmalı."

"İkinci kez kovulup ölümlü diyara sürgün edildiğinde, seni yavaşça 'eğitmek' için sayısız
fırsatı vardı, sen fikrini değiştirene kadar yavaşça bekleyecekti." dedi Guoshi, "Gözlemlerime
göre, ilk başta zaten sakinleşmişti, fakat bu sakinlik yakın zamanda bozuldu. Sebebi de senin
üçüncü yükselişindi.

Dibine kadar çamura batmıştın. Fakat sen... o halde olmana rağmen, onun senin için
planladığı her şeyi tamamen görmezden geldin, olanlara rağmen üçüncü kere yükselmeyi bile
başardın, ve hala önceki gibiydin, hiçbir şekilde değişmemiştin... Seni gördüğünde ne
düşündü bilmiyorum, ama kesinlikle seni test etmek için daha çok bulmaca kuracağını
hissetmiştim."

"Gayet açık, yaptığı onca şeyden sonra," dedi Hua Cheng, "Gege, bir düşün:

üçüncü yükselişinden bu yana neler oldu?"

Xie Lian hemen düşünmeye başladı, ve bir süre kafa yorduktan sonra yanıtladı, "İlk olay,
kadın hayalet Xuan Ji'yi alt ettiğimiz Yu Jun Dağı'ydı. İlk başta Hayalet Damat'ı
bulamamıştım, ve yolun yarısına kadar tekerlemeyle bana yol gösteren cenin ruhuydu.
Sanıyorum ki onun emri altındaydı. Ama bana bu meselede yardım ettiğini düşünmüştüm."
"Görevi bitirmene yardım etti, o kadar." dedi Hua Cheng, "Neticesinde kadın hayalet Xuan Ji
ele geçirildi, fakat dolaylı olarak başka nelere sebep olmuştu?"

Xie Lian risk alarak bir fikirde bulundu, "...General Pei'nin eski aşığını kullanarak ortalığı
karıştırdı, ve onun küçük sıkıntılar çekmesine sebep oldu?"

"Bu küçük bir bulmaca olarak kabul edilebilir bence," dedi Guoshi, "Eğer Pei Ming'i
gücendireceğini bilseydin, bu Hayalet Damat vakasını farklı bir şekilde ele alır mıydın?
Örneğin, bu ilişkiyi gizlemesi için gizlice Pei Ming'i bilgilendirip, Xuan Ji'nin de küçük bir
bölgede küçük sorunlara sebep olmasına izin verilebilir, ve olayların kontrolden çıkması
engellenebilirdi, veya böyle bir şey."

Xie Lian terliyordu, "Şey... Doğruyu söylemek gerekirse, bunun General Pei'yle bir ilgisi
olduğunu çok sonra öğrendim. O zamanlar, kadın hayalet insanları kaçırıp alıkoyuyordu, ve
bu kadar kişi söz konusuyken, bir şeyler yapılması gerekiyordu. Birini gücendirip
gücendirmemeyi düşünecek vakit yoktu."

Hua Cheng gülümsedi, "Gege, o zaman çoktan kararını vermiştin." Ve yorumlamaya devam
etti, "İkinci olay, boş kabuklu bir efsuncunun Puji Manastırı'na gelip seni Banyue Geçidi'ne
çekmesiydi. Kabuğu kimin gönderdiğini es geçelim. Bunun sonucunda ne oldu?"

"General Küçük Pei kovuldu, ve General Pei en güvenilir sağ kolunu kaybetti." diye yanıtladı
Xie Lian.

"Gege, gördüğün gibi, o iki olaydan sonra, Pei Ming'in otoritesini ciddi şekilde sarstın, ve
aynı zamanda onu kızdırdın da." dedi Hua Cheng, "O yüzünü hiç göstermedi; bütün kin sana
doğrultulmuştu, ve sen yine de hala ona minnettar olmalıydın."

"..."

Hua Cheng ekledi, "Yanılmıyorsam, geçen bu sekiz yüz yılda, seni izlemeyi hiç bırakmadı.
Gege, muhtemelen bir zamanlar YongAn'da Guoshi olduğunu ve Lang Qian Qiu'ye hocalık
yaptığını da biliyordu, ve yine de Lang Qian Qiu'yi seninle bir göreve gönderdi. Bana
sorarsan, bu tamamıyla kötü niyetle yapılmıştı."

Guoshi şaşırdı, "Bir saniye? Ekselansları, YongAn'a gidip Guoshi ünvanı mı aldın? Lang
Qian Qiu'ye eskiden hocalık mı yaptın?"
"Evet..." diye yanıtladı Xie Lian.

"Sen Guoshi Fang Xin miydin???" diye sorguladı Guoshi.

"Mn... Bir sorun mu var?" diye sordu Xie Lian, ve kısaca özet geçti.

Guoshi cevap verdi, "Eğer bunu duymuşsa, sana öfkelenmiş olmalı."

Hua Cheng devam etti, "Boş Sözlerin Ustası'yla alakalı olayda, Gege, ilk başta dahil olmak
istemedin, ama sonunda yine de içine çekildin, neyse ki çok derine değildi. Güney
Denizi'ndeki yüzlerce balıkçının Cennet Müsibeti'nin içine sürüklenmesi; Kara Su veya Shi
Wu Du'dan kaynaklı değildi, ve o ikisi dışında, başka kimin buna gücü yeterdi ki?"

Xie Lian sadece bütün olaylar sırasıyla ortaya çıktığında anlayabilmişti; döndüğünden beri
attığı her adım, belki de Jun Wu'nun baskısı ve yakın gözetimi ile olmuştu.

Hua Cheng kollarını göğsünün üzerinde birleştirdi, "Sanıyorum bunu yapıyor çünkü bir
yandan, o sapkın mantalitesiyle kurduğu bulmacalarla seni test ederek hangi yolu seçeceğini
görmek, ve senin için açtığı yoldan ilerlemeni umarken; diğer yandan da, muhtemelen seni
kullanarak göksel yetkililerin gücünü zayıflatmak istiyor.

Bir önceki cennet hanedanından olan göksel yetkililer onda ciddi bir iz bırakmış olmalı.
Oldukça uyanık, her şey üzerinde kontrol sahibi olmak istiyor, gücünü ve konumunu tehdit
edecek hiçbir şeye göz yummuyor, ve tek bir göksel yetkilinin bile ona yetişmesine izin
vermiyor. Ve, bence..."

Xie Lian da aynı şeyleri düşünüyordu, "Ne?"

Hua Cheng devam etti, "Shi Wu Du, Shi Qing Xuan'ın kaderini değiştirdi, ve Kara Su bunu
araştırmak için cennete sızdı, gerçekten bunu bilmiyor olması mümkün mü?"

Xie Lian bunu da düşünmüştü. En yüksekte oturan Jun Wu, sahiden bir şey bilmiyor olabilir
miydi? Hiç de akla yatkın değildi.

Ling Wen'in elinden geçen bütün raporlar ve parşömenler direkt onun tarafından inceleniyor
olmalıydı, yani ortada bir sahtekarlık dönüyorsa, gerçekten de bunu fark etmemiş olabilir
miydi?
Belki de, başından beri farkındaydı, sadece o an Kara Su'nun durumu onun için bir tehdit
oluşturmuyordu, bu yüzden hiçbir şeyi ifşa etmemişti. Eğer bu durum erkenden açığa çıkmış
olsaydı, ve Shi Wu Du sürülseydi, o zaman yeni bir Su Ustası yükselirdi. Yeni Su Ustası'nın
da ele geçirilebilecek bir kozu ve aleyhinde kullanılabilecek bu denli büyük bir günahı
olmayabilirdi.

Su Ustası son derece berbat bir suç işlemişti, bütün dünyayı kandırıp senelerce huzur içinde
yaşamıştı, fakat tam Cennet Mahkemesi'nde daha da yükselecekken ifşa edilmişti, ve He
Xuan tarafından kafası koparılmıştı.

Eğer Jun Wu, Su Ustası'ndan kurtulmak isteseydi, kolunu bile kıpırdatmasına gerek yoktu.
Sadece sessizce Su Ustası'nın gittikçe daha çok çirkinleşmesini, kibirli ve korkusuz olmasını
izlemeliydi, ve Shi Wu Du onun tolere edebileceği o sınırı aştığında, değiştirilmiş kader
meselesi He Xuan'a sızdırılmıştı.

Tabii ki de He Xuan gidip kendisi ve ölen ailesinin intikamını alırdı.

Hua Cheng konuşmaya başladı, "Ocak'ta yeni bir Yüce doğması için milyonlarca hayalet ve
iblisi bir araya getirmesine gelince, bunun nedeni de büyük ihtimalle..."

Xie Lian araya girdi ve cümleyi tamamladı, "...bir denge kurmak."

"Evet." dedi Hua Cheng, "Muhtemelen kötücül bir Yüce'nin doğup ölümlü diyara korku
salmasından keyif alıyordu; ölümlü diyarda hasara yol açan yaratıklar olduğu müddetçe, dua
eden insanlar da olacaktı."

Dua eden inananlar olduğu sürece de, o zaman bir tanrının ruhani güçleri daha da artardı!

Guoshi bir nefes verdi, "Ocak her kapılarını açtığında, dördümüz bunu durdurmak için
giderdik, ve her seferinde başarılı olmuştuk. Bu sefer daha da... işler çığırından çıktı.
WuYong'un kinci ruhlarının küçük bir kısmını öldürdü, çoğunluğunu Mesafe Kısaltma
Büyüsü'yle gönderdi, ardından herkesi yollayıp kendisi bir şeyleri incelemek ve yok etmek
için geride kaldı. Benim seni bulmaya geleceğimi de anlamıştı, bu yüzden Tonglu Dağı'nı
hallettikten sonra, hızlı bir şekilde önce beni yakaladı."

İşlerin böyle devam edemeyeceğini düşünüyordum. WuYong Krallığı yeniden doğdu, ve


bütün ağır uyarılarıyla, muhtemelen cennet diyarındaki cennet hanedanını yeniden değiştirme
vakti gelmişti. Eğer hepiniz hiçbir şeyden şüphelenmemeye devam etseydiniz, o zaman
eninde sonunda Cennet Başkenti'nin altına bir temel olarak gömülmüş olacaktınız. Birden o
küçük yaramaz Feng Xin, HongJing'i getirmiş bulundu, bu yüzden ben de şansımı denedim.
Aslında, ruhani güçleri gittikçe daha da güçlenmişti, bu yüzden HongJing onun suratındaki o
şeyleri yansıtamıyordu. Fakat yakın zamanda o üç dağ ruhuyla savaştığı için, insan yüzleri
yeniden aktive oldu.

Hemen hemen her şeyi açıkladım. Sormak istediğin başka bir şey var mı, Ekselansları?

Hua Cheng lafa girdiğinde Xie Lian hala dalgındı.

"Benim var. Guoshi, WuYong dilini hala hatırlıyor musun?"

"WuYong Krallığı unutulalı çok oldu, yani artık kimse o dili ve sözlerini kullanmıyor, bu
yüzden uzun zaman önce ben ve üç arkadaşım da yeni bir dil öğrendik, aksi takdirde
Ekselansları'nın neler planladığını kavrayamazdık, ve o kadar canavar ve iblisle uğraşmak tam
bir işkence olurdu. Dili hala hatırlıyorum, fakat artık çok ender kullanıyorum." dedi dürüst bir
şekilde ve devam etti, "Kullanmak da istemiyorum."

Xie Lian hatırlamıştı, ve aslında o zaman, Guoshi dağ ruhuna "Ekselansları artık
kurtarılmanın da ötesinde", "Neredeyse uyandı" dediğinde, bahsettiği kişi o değil, Lang Ying'i
ele geçirdikten sonra güçlerini yenilemek için öldüren Yüzü Olmayan Beyaz'dı.

İnsan dili konuşan, ceset yiyen farelere gelince, ona anılarını aktarabilecek adayları sıralarken
nokta atışı yapmıştı, hatta aslında iki nokta atışıydı: Jun Wu ve Yüzü Olmayan Beyaz.

Ve Bin Tanrı Mağarası'ndayken, Feng Xin ve Mu Qing'in sahte kopyalarını yapmak Yüzü
Olmayan Beyaz için kesinlikle zor bir iş değildi, çünkü Jun Wu onları çok iyi tanıyordu!

"O... sanki hep beni WuYong'un Veliaht Prens'i olduğuma, veya onun ruhunun bir parçası
olduğuma inandırmaya çalışıyor gibiydi." dedi Xie Lian.

"Tabii ki öyle yapıyordu." diye yanıtladı Guoshi, "WuYong'un varlığı artık


saklanamayacağından, Xian Le'nin Veliaht Prensi ve WuYong'un Veliaht Prensi'ni gören
herkes ikisinin ne kadar benzer olduğunu düşünürdü, bu yüzden her şeyi seninle bağdaştırmak
mükemmel bir çözümdü. Ayrıca, kendinden ve kalbinden şüphe duymaya başladığın sürece,
hareketlerini ve bakış açını istediği yönde saptırmak onun için hiç zor olmazdı.
Eğer 'Ben WuYong'un Veliaht Prensi'yim' diye düşünseydin, onun kaderini tekrarlama
olasılığın artacaktı. Seni hep öncesinden hazırlıyordu, onun yürüdüğü yoldan yürümeni
umuyordu, böylelikle yollarınız bir şekilde benzer yazılacaktı.

İkinizin bu kadar benzemenize rağmen farklı yollar çizmenize katlanamıyordu."

Uzun bir süre sonra, Hua Cheng konuşmaya başladı, "Ben çoktan söylemiştim bunu, onlar
benzemiyor."

Guoshi ona doğru döndü, "Sen, genç adam, senin sorunun ne?"

Xie Lian irkildi ve, 'Sorun ne?' diye düşündü.

Guoshi sanki daha fazla dayanamıyormuş gibi, kollarını sıvadı ve kasvetli, ağır bir tonla Hua
Cheng'e döndü.

"Daha öncesinden beri bunu söylemek istiyordum. Genç adam, gülümsemen nasıl olur da bu
kadar samimiyetsiz olabilir? Sırf Yüce Hayalet Kral oldun diye bana kaba davranabileceğini
düşünme. Tabii, Yüce Hayalet Kral'lar ender görülür, fakat sen benim kaç yaşında olduğumu
biliyor musun? Elbette benim yaşımda bir büyük çok daha enderdir."

"..."

Hua Cheng kaşlarını kaldırdı.

Xie Lian alnını ovalıyordu, "Ah, usta, San Lang kaba olduğundan değil, o sadece..." O sadece
diğerlerine sahte bir gülümsemeyle karşılık vermeye fazlasıyla alışmıştı.

Guoshi, Xie Lian'ı köşeye çekip ciddi bir şekilde konuşmaya başlamadan önce Hua Cheng'e
gelmemesini tembihleyen bir el hareketi yaptı, ciddi bir tonla konuşmaya başladı
"Ekselansları, gördüm."

"Ha?" diye sordu Xie Lian, "Ne gördün?"

"O devasa ilahi heykelin tepesinde." dedi Guoshi.

Devasa ilahi heykel mi? Tepesinde ne olmuştu ki? Xie Lian bir süre düşündükten sonra birden
kafasına dank etti.
Ruhani güç ödünç almıştı!

Xie Lian hiç durmadan öksürüyordu, "Hayır... orada yalnızca ruhani güç ödünç alıyordum...
hayır, aslında sadece ruhani güç ödünç almak da değildi, ama ne olursa olsun sadece..."

Guoshi'nin sesi daha da ciddileşti, "Ekselansları, neler oluyor? Acaba, uzun süredir efsun
çalıştığından ve kadınlardan kaçındığından... o yöne mi döndün???"

"..." Xie Lian elini deli gibi sallıyordu, "ÖYLE BİR ŞEY DEĞİL!"

Guoshi şüpheli gözüküyordu, "O halde... acaba... doğumdan gelen bir şey mi? Hah... Hiç fark
etmemiştim. Hm... pekala, bu yönün kesinlikle ona benzemiyor..."

Xie Lian, "??? BEKLE!? ÖYLE DE DEĞİL!"

Guoshi bir nefes verdi ve iç çekti, "Endişelenme, ekselansları, vaaz falan vermeyecektim.
Seni uzman olmadığım bir konu üzerinde yönlendiremem. Ayrıca, zaten başından çok fazla
şey geçti, endişelenecek ne kaldı ki? Mutlu olduğun sürece erkek ya da kadın olması fark
etmez."

Xie Lian alnını o kadar çok ovalamıştı ki kızarmıştı, ve ufak bir sesle konuştu, "Mn... Çok
mutluyum."

Fakat, Guoshi hüzünlü bir kafa karışıklığıyla ekledi, "...Ama sekiz yüz sene aradıktan sonra,
nasıl oldu da kalkıp bir Yüce Hayalet Kral buldun?"

Xie Lian bunu beklemiyordu. Guoshi devam etti, "Kötü zevklerin olduğunu söylemiyorum,
kötü değil, eminim büyük küçük bütün kadınlar bu tiplerden hoşlanır. Fakat Yüce Hayalet
Kral fazla agresif, demedi deme. Ekselansları, iyice düşünüp taşınmalısın, tamam mı? Böyle
insanlar sana bir kez tutundu mu, ondan kurtulma fikrini unutabilirsin."

"Ah, usta, bekle..."

"Bu konuda kesinlikle haklıyım. Bak diyorum, Çiçeği Gözeten Kan Yağmuru'na bakınca,
onun talihinin nasıl çarpık olduğunu görebiliyorum, vahşilikle bütünleşmiş, her bir yanı
diğerinden daha uçuk, kötülüğün özü boğucu derecede bunaltıcı, bir nevi..."
Hua Cheng tam arkalarındaydı, ve tembel bir tonla sözünü kesti, "Bir nevi Yalnızlığın Yıldızı
gibi, değil mi?"

Xie Lian zaten ümitsizce Guoshi'nin konuşmayı kesmesi için uğraşmıştı, fakat yine de
başaramamıştı, bu yüzden yüzünü kapadı ve sessizce Hua Cheng'in arkasına gizlendi.

Hua Cheng gülümsedi, bir koluyla onu kavradı ve kaşlarını kaldırdı, "Gülümsemem kesinlikle
fazla samimiyetsiz, ama, bir adamın suratına onun bir Yalnızlığın Yıldızı, Felaket'in yeniden
doğmuş hali, en kötü talihlerin sahibi, ailesinin öldüğünü ve on sekiz yaşını bile göremediğini
söylemek— pek hoş değil, değil mi?"

"?"

Guoshi'nin gözleri yavaşça büyüdü, "...Sen, sen?"

Çevirmen: Maria
Bölüm 221: Hayalet Kral İle Tanışma; Veliaht Prens'in Sarayı'nda Gizlenme

Bu sefer Hua Cheng'in gülümsemesi sahte değildi. Aksine, daha da parlaktı. Guoshi hayretler
içerisinde kalmıştı ve elini kaldırıp ona doğru işaret etti.

"... Sen sen sen, sen misin? O çocuk? Sen o çocuk musun?"

Parmağı ve sesi neredeyse titriyordu. Hua Cheng oldukça neşeliydi ve konuşmuyordu, ama
söyledikleri yüzünden okunuyordu: bu doğru, Taicang Dağı'nı neredeyse küle çeviren,
Yalnızlığın Yıldızıyı'm!

"..."

Guoshi döndü ve "Ekselansları, neler oluyor? Biraz açıklar mısın? diye sordu.

Xie Lian, utangaç bir şekilde gülümseyerek ellerini açtı ve omuzlarını silkti "...Bu...tam da
gördüğün gibi."

Guoshi tamamıyla şok olmuştu. Sağ elinin arkasıyla sol elinin avcuna birkaç kere vurmuş,
konuşabilmesi için bayağı bir zaman geçmesi gerekmişti.

"Gördün mü, gördün mü, sana söylemiştim! Yüce Hayalet Kral'ların bu kadar kolay
kışkırtılmaması gerektiğini söylemiştim. Küçüklüğünden beri, korkunç bir ısrarla senin
üzerine geliyordu! Ne kadar oldu, sekiz yüz yıl mı? SEKİZ YÜZ YIL!! Sekiz yüz yıldır seni
gizlice takip ediyormuş! Korkunç, çok korkunç! Benim fallarım gerçekten de doğruymuş!"

"Usta lütfen, lütfen kes şunu, bu konu hakkında daha fazla konuşmayalım..." diye
yalvarıyordu Xie Lian.

İçten içe şöyle düşünüyordu, "On Bin Tanrı Mağarası'nın tamamını dolduran ilahi heykelleri
görmedin bile." Eğer görseydi, Hua Cheng'in çıldırmış, vahşi bir canavar olduğunu düşünür
ve Xie Lian'ı kaptığı gibi oradan kaçardı.

Guoshi hala şokun etkisinden kendine gelememişti, "Hayır, o çok korkutucu, bu çok derin bir
planlama ve ve dehşet verici bir takıntı! Ekselensları, çok dikkatli olmak zorundasın, senden
kolayca faydalanabilir, onun kandırmalarına karşı çok tedbirli ol!"

"San Lang böyle bir şey yapmaz," dedi Xie Lian.


Hua Cheng de soğuk bir ses tonuyla araya girdi, "Lordum çok fazla düşünüyor. Bu dünyada
herkesi kandırabilirim, ama Ekselansları'nı asla."

Guoshi tartışmayı körüklüyordu, "Seni kurnaz genç adam, söyleyemeyeceğimi sanma.


Ekselansları bu konuda çok bilgili değil diye, onun bu zayıflığını kullanmıyor musun? Neden
şu anda, yüzüme karşı, ruhsal güçlerin nasıl ödünç verildiğini söylemiyorsun? Ödünç vermek
için kaç tane yol vardır ve nasıl yapılır?

Ekselanslarına ne söyledin?"

"..."

Xie Lian aniden bağırmaya başladı ve rastgele şeyler zırvalıyordu, "HAHAHAHA, PEKALA
PEKALA! BOŞ VERİN, ÖDÜNÇ VERİLDİĞİ SÜRECE NASIL OLDUĞUNUN BİR
ÖNEMİ YOK, DEĞİL Mİ? HAHAHAHA, HER ŞEKİLDE AYNI, HEPSİ AYNI!!"

Eğer bu konuya devam edilseydi, sudan çıkmış bir balık gibi çırpınmaya başlayacaktı.

Xie Lian aniden ciddileşti, "Öyleyse, ciddi meselelerden bahsedelim. Şu anda bizi buraya
kilitledi ve hiçbir hamlede bulunmadı, sizce ne planlıyor?"

"Muhtemelen senin için başka bir bulmaca oluşturmayı düşünüyor." dedi Hua Cheng.

"Yine de, nasıl yapabilir ki bunu?" diye sorguladı Xie Lian.

"Bunu söylemesi güç," dedi Guoshi, "Dürüst olmak gerekirse, her şey mümkün. Ekselansları,
konuyu değiştirme! Sana bir öğüt veriyorum, sapıklıklarının senin zihnini bulandırmasına ya
da güzel sözlerle seni kandırmasına izin verme, diyorum ki o..."

Tam o sırada Hua Cheng karanlık bir ifadeyle, "Gege, birisi geldi." dedi.

"Bana yalan söyleyebileceğini sanma," dedi Guoshi, "Ben Ekselansları gibi kolay
kandırılabilen biri değilim..."

Fakat Xie Lian sözünü kesti, "Ah, usta, sana yalan söylemiyor, gerçekten de biri geliyor, önce
saklanalım!"
Sonra, Hua Cheng ile birlikte, ikisi ayaklarının ucunda yürüyerek tavandaki kirişe atlayıp
saklandılar.

Kısa bir süre sonra, odanın dışında düzensiz şekilde ayak sesleri gelmeye başlamıştı. Bir adam
kapıyı tekmeledi ve hunharca gülmeye başladı.

"WAHAHAHAHAH, GÖKSEL DİYAR HİÇBİR ŞEY DEĞİL! SONUÇTA BU ATANIN


AYAKLARININ BASMASI GEREKMİYOR MUYDU!"

"..."

"..."

"..."

Üçü bu sesi duydukları anda, şaşkınlıktan hepsinin nutku tutulmuştu.

Yeşil cübbeli bir adam dışarıdan havalı bir şekilde içeri gelmişti ve bu kişi günlerdir
görmedikleri Qi Rong değil miydi?!!

Görünüşe göre, Jun Wu sadece tüm göksel yetkilileri kilitlemekle kalmamış, aynı zamanda
tüm canavarları ve iblisleri de serbest bırakmıştı. Bu yaratıkların Cennet Başkenti'nin
sokaklarını o kadar özgürce dolaşıp tahrip edebilmesi, gerçekten de akıl tutulmasıydı,
inanılmaz derecede tuhaftı!

Guoshi gelen kişinin Qi Rong olabileceğini hiç düşünmemişti, ve bu yüzden de kaskatı


kesilmişti. Qi Rong onu işaret etti ve bağırmaya başladı.

"Seni lanet Guoshi, lanet moruk, gebermeyen bunak! Hehe! Beni nasıl küçümsediğini ve
öğrencin olarak kabul etmediğini hatırlıyor musun? Şimdi ne düşünüyorsun? Yüzüne tokat
gibi çarptı, değil mi? Karma işte, sen böyle bir sonu hak ediyorsun!!"

Arkasından ürkek, küçük bir kafa belirdi, bu Guzi'ydi. Muhtemelen Guzi bu kadar görkemli
bir binaya ilk defa girmişti ve gözleri fal taşı gibi açılmıştı, yeşim tuğlalara dokunmak
istiyormuş gibi etrafına bakınıyordu ama buna cesaret edemiyordu.

Qi Rong kendini beğenmiş ve memnun bir ifadeyle devam etti, "Uslu çocuk, görüyor musun?
Burası göksel diyar ve şimdi benim, babanın mülkü!"
Guzi şok olmuştu, "Gerçekten mi, baba? Burası çok büyük..."

"ELBETTE!" diye bağırdı Qi Rong, "Eğer bana inanmıyorsan, izle, PUH PUH PUH PUH!
İSTEDİĞİM HER YERE TÜKÜRÜYORUM VE KİM BENİ AZARLAMAYA CÜRET
EDEBİLİYOR?"

Guoshi: "..."

Guzi bir an tereddüt etti ve yine de fısıldadı, "Baba, yere tükürmek pek iyi değil. Burası o
kadar güzel ve temiz ki, kirleteceksin."

Qi Rong şaşkına dönmüştü.

Guoshi de kendini daha fazla tutamamıştı, "Kendine bir bak, böyle mi çocuk eğitiyorsun? Kaç
yaşına geldin ve hala nasıl iyi bir örnek olacağını bilmiyor musun? Çocuklar bile senden daha
olgun!"

Her iki taraftan da kendisine ders verilmiş olan Qi Rong'un utancı öfkeye dönüşmüştü ve
zıplayıp küfretmeye başladı, "SENİ LANET MORUK, SEN NE BOK BİLİYORSUN Kİ!
Yaşlıymış gibi davranıyorsun, İKİNİZİN DE BANA DERS VERMESİNE İZİN
VERMİYORUM! VE SEN! BABANLA BÖYLE KONUŞMAYA NASIL CÜRET
EDİYORSUN, SENİ NANKÖR VELET!!"

Guzi azarlanmıştı ve belli belirsiz sesler çıkarmayı da bırakmıştı. Qi Rong bağırmayı


kestikten sonra, suçlu bir şekilde tükürdüğü yerleri ayağıyla sildi, sanki hiçbir şey olmamış
gibi davranıyordu ve Guzi'yi dışarı doğru sürüklerken de küfrediyordu. Ayrılmadan önce,
Ling Wen Sarayı'nın en göze çarpan duvarına büyük harflerle bir satır bile yazmıştı: "Üç
krallığın bir numaralı Hayalet Kralı Yeşil Hayalet Qi Rong buradaydı."

Qi Rong, Ling Wen Sarayı'ndan çıktıktan sonra, Xie Lian'ın kıyafetlerinin arasına sıkıştırdığı
daruma bebeği açığa çıktı ve o büyük duvardaki, Qi Rong'un yazdığı şeyleri ve tükürük
izlerini sildi. Çılgına dönmüştü, sanki öfkesinden kuduruyordu. Xie Lian ve Hua Cheng de
aşağı atladı ve Xie Lian da, daruma bebeğini tekrar yerden aldı.

Guoshi başını salladı, "Prens Xiao Jing gerçekten de... Yüz yıl onun için bir gün gibi, zevki
inanılmaz derecede kötü, hiç düzelmediğine inanamıyorum."
Hua Cheng duvara sadece bir bakış attı ve küçümseyici bir ifade bile gösteremeyecek kadar
tembel hissediyordu. Sadece tek kelimelik bir yorum yaptı: "İğrenç."

Guoshi de sonunda ona katılıyordu ve ellerini kıyafetinin kol kısmına soktu, "Son derece
berbat. Bunca yıldan sonra, Hayalet Şehri'ndeki Kumarbazın İni'nin kapılarındaki bir dizi
cehennem karmaşası dışında -ki bu yazı bundan on kat daha çirkindi- daha çirkin bir şey
görmedim!"

Hua Cheng: "......................"

Öte yandan Xie Lian çaresiz bir şekilde gülmeye çalışıyordu, "Hahahaha, usta, ben de
bahsettiğin dizeleri görmüştüm ve bayağı da iyi yazılmış olduğunu düşünmüştüm? Özgünlük
doluydu, gayet hoşuma gitmişti."

Guoshi oldukça şaşırmıştı, "Ekselansları, böyle bir şeyi nasıl söylersin? Sana dünya çapında
ustalar tarafından hat sanatı öğretildi, güzel ile çirkin arasındaki farkı nasıl anlayamazsın? Üç
diyarın en kötü yazısıydı, en iyi öğretmenler bile onu düzeltemezdi. Tam olarak neyini
beğendin? Zevkin mi değişti?"

Xie Lian cevap verdi, "HAHAHAHAHHAHAHAHHAHAHAHAUSTA, LÜTFEN DAHA


FAZLA BİR ŞEY SÖYLEME!!!"

Aniden Hua Cheng araya girdi, "Gege, Jun Wu bir hamle yapıyor. Muhtemelen gidip seni
arayacak. Şu anda Xian Le Sarayı'na doğru gidiyor."

Guoshi şaşkına dönmüştü, "Ne! O zaman Ekselansları, hemen geri dönmelisin! Çiçeği
Gözeten Kan Yağmuru, sen de kendini iyi gizle, kesinlikle ikinizin bir araya geldiğini fark
etmesine izin vermeyin. Üç arkadaşımın dağ ruhu bedenleri şu anda Tonglu Dağı'nın sınırları
içinde ve özgür kalmaya çalışıyorlar. Ne tür eylemlerde bulunursak bulunalım, onlar serbet
kaldıktan sonra daha kesin bir şansımız olacak. Dikkatsizce davranmamayı unutma!"

Doğal olarak, Xie Lian bunu biliyordu. Guoshi'ye veda eden ikili, Ling Wen Sarayı'ndan hızlı
bir şekilde ve gizlice uçarak, sayısız muhafız ve şeytandan kaçarak oradan ayrıldılar. Tam o
sırada, Xian Le Sarayı'na ulaşmalarına sadece dört büyük bina kalmıştı, ve Hua Cheng tekrar
konuşmaya başladı.

"Gege, Xian Le Sarayı'na ulaşmasına sadece bir bina kaldı."


Xie Lian: "!!"

Onu izleyen gümüş kelebeğe dokundu ve gözlerinin önünde bir sahne canlandı. Yeterince
kesindi ki, bir eli arkasında yürüyen Jun Wu'nun Xian Le Sarayı'na ulaşmasına sadece yüz
adım kalmıştı.

Ne yapmalıydılar?? Bu Jun Wu'dan daha sonra oraya varacakları ya da belki de onunla yolda
karşılaşacakları anlamına gelmiyor muydu? Ayrıca Xian Le Sarayı'nın girişini koruyan
muhafızların Hua Cheng tarafından taşlaştırıldığını da unutmamak gerekiyordu!

Aniden, Jun Wu'nun arkasındaki kutsal sarayın kapıları açıldı. Birisi bu kapıların arkasında
duruyordu ve "Lordum" diye seslendi.

Jun Wu adım atmayı bıraktı ve geriye doğru baktı, "Yağmur Ustası? Ne oldu?"

Onu durduran kişi gerçekten de Yağmur Ustası'ydı. Muhtemelen alakası olmayan kişilerin
Yağmur Ustası Malikanesi'ne yaklaşmamaları talimatını vermişti, bu yüzden muhafızlardan
başka, görünürde hiç canavar ya da iblis yoktu.

Kibar bir şekilde konuşmaya başladı, "Lordum, size vermeyi unuttuğum bir şey var.
Lordumdan bir süre beklemesini isteyebilir miyim?"

Jun Wu başıyla onayladı, "Pekala."

Ve tabii ki de geri dönmüştü. Xie Lian rahat bir nefes verdi.

"Yağmur Ustası için tanrıya şükürler olsun!"

Yağmur Ustası için, döndükten sonra on sekiz tütsü çubuğu yakmaya karar vermişti!!!

Bu şansı kullanan ikili dört binayı daha geçip, Jun Wu'dan önce Xian Le Sarayı'na ulaştılar.
Kapılardan geçerken Hua Cheng gelişigüzel bir şekilde elini sallıyordu ve muhafızların
üzerindeki büyüyü kaldırıyordu. Bir anlığına şaşkına dönmüşlerdi ama yanlış bir şeyler
olduğunu fark etmediler. Xie Lian iç kısımdaki odalara geri döndü, ama rahat bir nefes alma
şansı bulamadan, kapılardaki gardiyanlar Jun Wu'nun gelişini haber vermeye geldiği için, yüz
ifadesi yeniden değişmişti.

Jun Wu çok hızlı gelmişti!


Öyle görünüyordu ki, Yağmur Ustası onu uzun bir süre oyalayamamıştı. Bu ikili birbirine bir
bakış attı, konuşmadan anlaşıyorlardı, ve Xie Lian sırtı dışarıya bakacak şekilde uyuyormuş
gibi yatağa atlarken, Hua Cheng de perdelerin arkasına saklanmak için arkasını dönmüştü.
Perdenin arkasına saklandığı gibi Jun Wu içeri girdi.

Yavaşça masanın kenarına geldi ve konuşmadan önce bir süre sessiz kaldı "Xian Le,
dinleniyor musun?"

Xie Lian ona cevap vermedi. Jun Wu masaya oturmuş, ve elindeki şeyi de masanın üzerine
bırakmış gibi görünüyordu. Daha sonra kendine bir fincan çay koydu.

Nazik bir şekilde konuşmaya başladı, "Xian Le, seni kendi iyiliğin için burada tutuyorum.
Beni dinlediğin sürece, çok iyi sonuçlar doğuracak pek çok şey var."

Xie Lian arkasına dönmemişti, hala sırtı ona doğru bakıyordu. Aksi takdirde, Guoshi'nin ona
anlattıklarını hatırlayıp, kalbi öfkeli denizler gibi kabardığında ve şu anda nazik ve şefkatli
davranan Jun Wu ile yüzleştiği sırada nasıl bir ifade takınacağını bilemiyordu.

Bir sonraki an, arkasında oturan Jun Wu durgun bir ses tonuyla devam etti, "Gizlice oyun
oynamak için dışarı çıkmakla kalmayıp, odana gizlemek için de birini getirmişsin. Öyle
görünüyor ki beni artık hiç dinlemiyorsun."

Çevirmen: Maria
Bölüm 222: Hayalet Kral İle Tanışma; Veliaht Prens'in Sarayı'nda Gizlenme 2

Onun bu söylediğini duyunca Xie Lian'ın sırtından aşağı doğru bir ürperti indi ve tüyleri diken
diken oldu.

Sanki Guoshi'nin Jun Wu'nun odasına gizlice girip o maskeyi çıkardığı gece, onun nasıl bir
şey hissettiğini şu an anlayabiliyordu. Jun Wu'nun masa kenarından ayağa kalkarak yavaşça
onun olduğu tarafa geldiğini duydu.

Hua Cheng yatağın hemen yanında olan perdelerin arkasında duruyordu!

Xie Lian yatağa girerken Fang Xin'i yastığının altına saklamıştı. Kabzayı tutan elini sıkıyordu,
doğru zamanı bekliyordu ama bir şansı olup olmayacağını da bilemiyordu. Yine de
beklenmedik bir şekilde, Jun Wu perdelere doğru gitmedi, bunun yerine yatağın başucuna
doğru gelip Xie Lian'ın üzerindeki örtüyü kaldırdı. Xie Lian vücudunun ürperdiğini ve Jun
Wu'nun da ona dik dik baktığını hissediyordu.

Kısık bir sesle, "Bu cübbe sana yakışmıyor." dedi.

"..."

İşte o zaman Xie Lian hala Brokarlı Ölümsüz'ü giyiyor olduğunu hatırlamıştı!

Brokarlı Ölümsüz şimdi sıradan beyaz bir cübbeye dönüşmüş olsa bile, tabii ki de Jun Wu'nun
gözünden asla kaçmazdı.

Bir süre kasıtlı bir şekilde Xie Lian'ı izledi ve iç çekti.

"Yine beni dinlemedin. Gidip başını belaya soktun, değil mi?"

Xie Lian endişeli bir şekilde bakıyordu ve tam da o anda gözüne, masanın üzerinde duran
hediye kutusu ilişti. Hediye kutusu çoktan açılmıştı ve içinde birkaç lahana, birkaç patates ve
biraz da havuç vardı.

"..."

Görünüşe göre Yağmur Ustası Jun Wu'yu durdurup, ona bir şeyler vermeyi unuttuğunu
söylediğinde Yushi Ülkesi'nden getirdiği bu şeyleri kastediyordu.
Hua Cheng, Jun Wu'nun arkasından sessizce elini kullanıp, perdenin bir köşesini kaldırarak
arkasındaki yüzünü gösterdi. Jun Wu'nun aralarında durduğu yerden Xie Lian'la göz göze
geldi.

Elini belinde sallanan gümüş kılıcın kabzasına koydu, hemen harekete geçmeli mi yoksa
geçmemeli mi diye düşünüyordu. Xie Lian bunun doğru bir zaman olduğunu düşünmüyordu
ve Jun Wu ile konuşmak istemiyormuş gibi görünürken, kafasını sallayarak ona yapmaması
işaretini verdi.

"Ling Wen'i nereye sakladın?" diye sordu Jun Wu.

Tabii ki de ona Ling Wen'i veremezdi. Ling Wen'i gördüğü an, ona neler olup bittiğini
sormasına bile gerek kalmayacaktı; sadece daruma bebeğine bir bakış atarak, Hua Cheng'in
Cennet Başkenti'ne girmiş olduğunu tahmin edemeyecek, hiçkimse yoktu.

Ama Xie Lian merak etmekten kendini alamıyordu—Jun Wu, Hua Cheng'in zaten gizlice
girdiğinden şüphelenmemiş miydi?

Tam o sırada Jun Wu tekrar konuşmaya başladı, "Xian Le, yüz ifaden bir şeylerin 'yanlış'
olduğunu söylüyor. Sorun ne? Brokarlı Ölümsüz dışında başka birini de saklıyor olabilir
misin?"

Xie Lian'ın ifadesi pek de değişmemişti. Jun Wu gerçekten de onu çok iyi tanıyordu.

Jun Wu'nun arkasından Hua Cheng ile bakıştıktan sonra Xie Lian kendine çeki düzen verdi ve
soğuk bir şekilde cevap verdi, "Ne istersen onu düşün. Her iki durumda da kimse, şu anda
buradan ayrılamaz, bu yüzden yapabileceğim pek bir şey de yok. Seni memnun eden şeyi yap,
seni yaşlı moruk."

Daha sonra örtüyü başının üzerine çekerek tekrar yatağa uzandı. Jun Wu'ya gelince, o arkasını
dönmüş ve odanın içinde yavaşça dolaşarak bir şeyleri araştırmaya başlamıştı.

Jun Wu hiç acele etmiyor, her yeri araştırıyordu ama hiçbir şey bulamamıştı. Daha sonra bir
süre düşündükten, perdelerin olduğu tarafa yöneldi ve eliyle uzandı.

Perdeyi kaldırdığı zaman, orada hiçbir şey yoktu.


Bir süre duraksamanın ardından Jun Wu perdeyi indirdi ve yeniden masaya döndü. Hala
yatakta uzanan Xie Lian'a gelince, kalbi adeta ağzında atıyordu ve sakinleşememişti.

Çünkü, örtünün altında, tam da yan tarafında Hua Cheng yatıyordu, yüzleri birbirine son
derece yakındı.

Xie Lian'ın kalbi deli gibi çarpıyordu, panikten kaskatı kesilmişti.

Hua Cheng gülümsedi ve kısık bir sesle, "Korkma, Ekselansları," dedi.

Tam Jun Wu arkasını döndüğü anda Hua Cheng perdeyi kaldırmıştı. Jun Wu yanından
geçtikten sonra hızlı bir şekilde Xie Lian'nın yatağının başucuna gelmişti. Xie Lian onu
görünce hızlı bir şekilde yatağa sokup üstlerini örtmüştü ve Jun Wu da tekrar arkasını
dönmüştü.

Zamanlama oldukça kusursuzdu, doğru düzgün yatağa yerleşememişlerdi ama Jun Wu


döndüğünde dağınık bir battaniyeden başka hiçbir şey göremedi.

Sonunda konuşmaya başladı, "Xian Le uyumayı bırak. Zaten istesen de uyuyamazsın. Kalk ve
benimle gel."

Xie Lian aslında orada kalıp yatakta dinlenmek istiyordu ve Jun Wu'yla gitmek de
istemiyordu ama Jun Wu'nun gelip üstlerindeki battaniyeyi kaldırmasından korkuyordu. Yani
tek seçeneği, kolunun altında sakladığı daruma bebeğini yastığın altına bırakmak ve yataktan
kalkmaktı.

Jun Wu çoktan yatak odasından ayrılmıştı ve Xie Lian arkasına doğru bakıyordu. Hua Cheng
de yataktan kalkmıştı, gözlerinde karanlık bir ifade vardı, onunla gitmeye hazır görünüyordu.
Xie Lian aceleyle elini salladı, kesinlikle kendini ifşa etmemesini, her şeyin yolunda olduğunu
işaret etti.

Çoktan odadan çıkmış olan Jun Wu dışarıdan bağırıyordu, "Sorun ne? Neden gelmiyorsun?
Yatağında gelmene engel olan bir şey mi var?"

Xie Lian anında odaya döndü, masanın üzerinde duran o hediye kutusunu kaptı, sonra dışarı
çıkıp kapıyı arkasından kapattı. Daha sonra hediye kutusunun içinden bir tane havuç çıkarıp
bir ısırık aldı.
Sakin bir şekilde cevap verdi, "Bir şey yok. Ben acıkamaz mıyım?"

Jun Wu onun elindeki şeye baktı ve samimi bir ifadeyle yanıtladı, "Eğer bunu sevdiysen,
bende daha fazlası var. Onları sana başka bir zaman göndereceğim."

Xie Lian, "..."

Birkaç bina ilerledikten sonra, uzaktan bir sesin büyük bir karmaşa çıkardığını duydular.

"HAHAHAHHAHAHAHHAHAHAH! FENG XİN! SENİ İT! BU İBLİS KRAL ŞU ANDA


SARAYINI EZİYOR, BU KONUDA NE YAPACAKSIN? NE? GEL DE BENİMLE
SAVAŞ! HAHAHHAHAHAHAHHAHAHA!!"

Yine Qi Rong'du!

Yaklaştıkça, bu altın sarayının her yerinin onun saldırısı altında olduğunu ve tabii ki de o
berbat "QI RONG BURADAYDI!" yazısını da görebiliyorlardı. Qi Rong çatıya atlayıp
çatının kiremitlerini kaldırmış içerideki göksel yetkililere bağırıp çağırıyordu. Guzi
yanındaydı, çok üzülmüş görünüyordu, konuşmak istiyordu ama kendini tutuyordu.

Şu anda Nan Yang Sarayı'nda zıplayıp duruyordu, fakat Feng Xin'in canı sıkkındı, bu yüzden
onu tamamen görmezden geliyordu. Qi Rong bir süre bağırıp çağırdı ama daha sonra sıkıldı,
bu yüzden Mu Qing'in sarayına gitti ve ona da aynı şeyleri yaptı. Öyle görünüyordu ki, Mu
Qing de sadece onun maskaralıklarına birkaç kere göz devirmişti, Qi Rong öfkeyle ayaklarını
yere vuruyordu, sarayın her yerinde zıplıyordu. Daha sonra Quan Yi Zhen'in sarayına atladı.
Tam ağzını açacaktı ki içeriden saçları kıvırcık olan bir ilahi heykel gelip onu çatıdan aşağıya
fırlattı. Kendi ilahi heykelini bir silah olarak kullanıp, ona fırlatan Quan Yi Zhen tarafından
öfkeli bir şekilde aşağı düşürülmüştü!

Guzi sersemlemişti. Çatının kenarından aşağıya doğru sarkarak bağırdı, "BABA! İYİ
MİSİN?"

Qi Rong'un öfkeden gözü dönmüştü, "QUAN YI ZHEN! SENİ TERBİYESİZ GERİZEKALI!


DEMEK BANA KARŞI GİZLİ BİR TUZAK KURMAYA CÜRET EDİYORSUN!"

Guzi bir an tereddüt etti ama daha sonra şaşkınlık içinde sordu, "Baba, bu nasıl gizli olabilir
ki?"
Quan Yi Zhen ilahi heykeli açıkça ona doğru fırlatmamış mıydı?

Qi Rong bağırmaya devam ediyordu, "SENİ APTAL ÇOCUK! Bana karşı kazandığı sürece,
yaptığı her şey gizlidir! Aksi takdirde bu ataya karşı nasıl kazanabilir ki??"

"Ah..." diye yanıtladı Guzi.

"..."

Ne olursa olsun Qi Rong hala onun küçük kuzeniydi, bu yüzden Xie Lian utançtan yüzünü
kapatmaktan kendini alamamıştı. Jun Wu adımlarını durdurdu.

"Yeşil Hayalet."

Qi Rong bu sesi duyunca yüz ifadesi aniden ciddileşti. Jun Wu'ya karşı çok temkinli
görünüyordu. Bu bakışla beraber hem bu 'baba' hem de 'oğul' Xie Lian'ı görmüşlerdi.

Guzi mutlu bir şekilde bağırdı, "Hurda Toplayıcısı-gege"

Öte yandan, Qi Rong dalga geçerek homurdanıyordu, "Vay! Kim bu? Benim Veliaht Prens
kuzenim değil mi?"

Xie Lian onu en ufak bir şekilde bile onaylamak istemiyordu, ama Qi Rong onun etrafında
daire çizerek dönüyor, onunla alay ederek rahatsız etmeye devam ediyordu.

"Önceden daha şen şakrak değil miydin? Arkandaki iki tane dağla beraber, beni
küçümsüyordun, şimdi niye kaybolmuş bir köpek gibi davranıyorsun?"

Xie Lian şaşırıp kalmıştı, "arkasındaki iki dağ mı?" daha sonra farketti ki, iki dağ derken
bahsettiği kişilerden biri Hua Cheng, diğeri de Jun Wu'ydu. Önünde duran Jun Wu'ya bir
bakış attı ve karmakarışık duygular hissetmekten de kendini alamamıştı.

Birden, Hua Cheng'e uzun zaman önce Jun Wu'nun nasıl biri olduğunu sorduğunu hatırladı. O
sırada Hua Cheng'in bu soruya cevabı, Jun Wu'nun ondan nefret ediyor olması gerektiğiydi.

Qi Rong devam etti, "Hehehe, daha önce Hua Cheng'den güç alıp beni pusuya düşürdün.
Senden intikam almaya niyetim bile yoktu ama benden önce seni başkası alt etti, karma ne
güzel bir şey ya!"
Jun Wu kısık bir ses tonuyla konuşmaya başladı, "Yeşil Hayalet, Xian Le'ye saçma sapan
konuşmayı kes. Şimdi yardımcılarını dışarı çıkarabilirsin."

Her ne kadar daha önceden Qi Rong, Jun Wu'nun arkasından delicesine küfredip onu
lanetliyor olsa da, karşısına gelince kuyruğunu bacaklarının arasına sıkıştırmıştı. Yüz ifadesi
ne kadar isteksiz olduğunu yansıtırken, çatıya doğru atladı ve Guzi'yi alıp kendi işlerini
yapmak üzere oradan ayrıldı.

Daha sonra Jun Wu, Xie Lian'a doğru döndü, "Hadi gidelim."

Xie Lian, Jun Wu'nun onu götürdüğü yola doğru baktı ve içten içe düşündü, "Bu yön, Qi
Rong'un... yardımcılarına mı gidiyor? Olabilir mi..."

Bir süre sonra köşeyi döndüler ve önlerinde kocaman, görkemli bir savaş sarayı belirdi.

Ming Guang Sarayı!

Ve sarayın içinden, öfkeli kükremeler ve abuk sabuk bağırış sesleri geliyordu. Xie Lian
paniğe kapılmıştı, daha öncesinden Jun Wu'nun peşinden koşar adımlarla onu takip ediyordu
ama şimdi adımlarını durdurmuştu.

Kesinlikle sarayın içinde bir kargaşa vardı!

Pei Ming'in yüz ifadesi son derece karanlıktı, Xuan Ji ise ona yapışmış, kendini yılan gibi
etrafında dolamıştı, sarıldıkça sarılıyordu, tıpkı kör bir düğüm atıyormuş gibiydi. Uzun saçları
dağılmıştı, yüzünün rengi atmıştı, dişleri kana boyanmıştı, gözleri vahşice bakıyordu; Pei
Ming'in boynunu ısırmak istiyormuş gibi görünüyordu. Ama kendi boynunu sıktı ve Ban Yue
tarafından geri çekildi; diğer tarafta, Pei Ming'in boynuna sanki her an delecekmiş gibi bir
kırık bıçak doğrultulmuştu, ama hareket edemiyordu çünkü Pei Su'nun elleri de sıkıca
tutuluyordu.

Ban Yue ve Pei Su'nun arkasında, Ke Mo yumruk atarmış gibi ellerini savuruyordu. Onu
aşağı doğru çeken kül-rengi suratlı Pei Ming olmasaydı, Ke Mo'nun demir çekiçlerden bile
daha büyük olan iki dev yumruğu muhtemelen Pei Su ve Ban Yue'yi çoktan ezmiş
olacaktı. Xuan Ji ve Rong Guang ise, Pei Ming'i önce kimin boğacağı ya da bıçaklayacağı
konusunda tartışıyorlardı ve çığlık çığlığa bağırarak ve birbirlerini parçalamaya
çalışıyorlardı.
Xuan Ji çığlık attı, "KAYBOL! PEİ MİNG'İN O BOKTAN HAYATI BENİM, BENİM, HER
ŞEYİ BENİM!!!!"

Ming Guang kılıcına sahip olan Rong Guang ona karşılık veriyordu, "SEN KAYBOL! NE
CAHİL BİR FAHİŞE! PEİ MİNG'İN İSTEMEDİĞİ EN AZ SEKİZ YÜZ BİN KADIN
VARDIR, KENDİNİ ULAŞILMAZ MI SANIYORSUN? PEİ MİNG'İN O BOKTAN
HAYATINI ALACAK KİŞİ BENİM!!!!"

Pei Ming'in öfkeden alnındaki damarlar belirginleşiyordu, "...SİZ...İKİNİZ DE...RUH


HASTASISINIZ! HEPİNİZ, DEFOLUN!!!!"

"..."

Xie Lian ona oldukça sempati duyuyordu. Bazı bakımlardan, bu muhtemelen aşırı popüler
olmanın getirdiği bir talihsizlikti.

Ve ona seslendi, "General Pei, bekle!"

Tam onu kurtarmak için harekete geçmek üzereydi ki, beklenmedik bir anda, bir el omzuna
dokundu.

Arkasında duran Jun Wu konuşmaya başladı, "Xian Le, sırf iyilik yapasın diye mi seni buraya
getirdiğimi sanıyorsun?"

Yaralanmanın ve hırpalanmanın ortasında, Pei Ming ve arkadaşları da onları fark etmişlerdi,


Ban Yue onlara neşeyle seslendi.

"General Hua!"

Omzundaki el biraz baskı uyguladığı anda Xie Lian birdenbire kılını bile kıpırdatamadığını
fark etti, "O zaman beni neden buraya getirdin?"

Jun Wu elini Xie Lian'ın omzunda tutmaya devam ediyordu ve onu sarayın içine doğru itmeye
başladı. İçeri girdiği anda birbirine girmiş olan o kalabalık, bir anda güçlerini kaybedip yere
yığıldılar; sadece birkaçı yuvarlanıp duruyordu.

"Ming Guang," dedi Jun Wu.


Xuan Ji onu artık boğamadığı için Pei Ming'in yüzünün rengi eski haline gelmişti. Rahat bir
nefes verdi ve cevapladı, "Lordum, gerçekten de... çok teşekkür ederim."

Ses tonunda bir alaycılık olmasa da kelimeleri oldukça ironikti. Jun Wu bunu umursamadı ve
ona gülümsedi.

"Bana bu kadar erkenden teşekkür etmene gerek yok, Ming Guang, bir şeyler yapmamda bana
yardım etmen için geldim."

"Ne?" diye sordu Pei Ming.

"Aşağıdaki diyardaki Kraliyet Başkenti'nde," dedi Jun Wu, "şu anda bir tane insan çemberi
var."

Biliyordu!

Jun Wu sakin bir ses tonuyla devam etti, "İnsan çemberini bozarsan, sana Kuzey Savaş
Tanrısı ünvanını geri vereceğim."

Pei Ming, Xie Lian'a doğru bir bakış attı ve kıkırdadı, "İnsan çemberini savunan kişi Çiçeği
Gözeten Kan Yağmuru değil mi? Onu zorla bozamayabilirim."

"Tabii ki de zorla bozamazsın." dedi Jun Wu, "Ama zaten sana zorla bozman gerektiğini
söylemedim."

Eğer öyleyse, bu çemberi bozmak oldukça kolay olacaktı. Çünkü yardım etmek için gitmiş
gibi davranırsa, Shi Qing Xuan onu kesinlikle içeri alırdı ve bu sayede de çemberi bozabilirdi!
Ayrıca Hua Cheng şu anda Kraliyet Başkenti'ni korumuyordu ve bozduktan sonra da onu
tamir edemezdi!!

Çevirmen: Maria
Bölüm 223: Sarma ve Kuşatma; Gümüş Kelebekler ve Kutsama Fenerleri
Kalkanı

Xie Lian konuşmaya başladı, "General Pei...bu insan çemberi Ocak'tan kaçan kinci ruhlar için
yapıldı. Eğer bozulursa, insan yüzü hastalığı üçüncü kez ortaya çıkacak ve yayılmaya
başlayacaktır..."

Muhtemelen bu hastalık dünyaya felaket getirecek ve yaşayan her canlıyı yok edecekti.

Pei Ming burnunu ovuşturdu, "Önce şunu doğrulayayım... Lordum... bana başka bir seçenek
vermedi, değil mi?"

"Elbette verdim." dedi Jun Wu, "Eğer aşağı inersen, senin gitmene izin veririm; eğer
inmezsen de, onlara izin veririm."

Onlar kimdi?

Xuan Ji, Rong Guang, ve Ke Mo!

Yan taraftaki üç hayaletin açlıktan adeta gözlerinden ışık çıkıyordu ve eğer serbest
bırakılırlarsa, ona ne yapacaklarını hayal etmek de oldukça kolaydı. Onu ölümüne boğmak,
bıçaklamak, yumruklamak ya da derisini yüzmek; birini ya da hepsini birden seçebilirlerdi.

Jun Wu ekledi, "Küçük Pei de burada. Sanıyorum ki, kendi soyundan gelenlere çok önem
veriyorsun. Ne de olsa, ona göz kulak olmak için, Ban Yue Geçidi'nde olanları örtbas etmeye
çalışıyordun ve hatta suçu başkalarına atmaya bile çabalamıştın."

Bunu duyduktan sonra, Rong Guang'ın kini yeniden kabarmış gibiydi. Pei Ming'e korkunç bir
arkadaş olduğu için, küçük-küçük-küçük-torununu, kardeşlerine tercih ettiği için delice
küfrediyordu ve Xuan Ji de yan taraftaydı, homurdanıyor ve kendi kinini dile getiriyordu. Pei
Ming etrafını saran bu şeytani seslere katlanmaya çalışıyordu ve üzerinde çok fazla
düşündükten sonra iç çekti.

"Lordum bu konuda daha fazla düşünmeme izin verecek mi?"

"Benim sabrımın bir sınırı var, yani sana daha fazla süre vermek istemiyorum." dedi Jun Wu.
Tam sözlerini bitirdiği anda, o üç hayaletin yüzlerinde birden bir zevk ifadesi belirdi. Aslında
şimdi hareket edebiliyorlardı ve anında ileri doğru hücum ettiler!

Ming Guang Sarayı'nın kapıları kapandı ve Xie Lian birinden gelen işkence çığlıklarını ve
içeriden gelen bir şeyin parçalanma ve yırtılma seslerini duyabiliyordu.

Yüzü düşmüştü ve bağırmaya başladı, "GENERAL PEİ! BAN YUE!!!"

Görmek için içeri girmek istiyordu, ama Jun Wu'nun eli hala omzundaydı ve zorla sokağın
diğer ucuna doğru itiliyordu.

Xie Lian arkasına doğru bakmaya devam ediyordu ama bedeninin kontrolü kendi elinde
değildi.

Öfkeli bir şekilde haykırdı, "NE PLANLIYORSUN?"

"Sıradakini." dedi Jun Wu.

Sıradaki mi? Sıradaki neydi ki? Yolda biraz daha ilerledikten bir süre sonra durdular, Xie
Lian'ın neredeyse nefesi kesilmek üzereydi.

Lang Qian Qiu'nun Tai Hua Sarayı!

Qi Rong da caddenin karşı ucundan gelmişti, Guzi kolunun altına sıkıştırılmıştı, ifadesi
tazelenmiş ve gençleşmiş gibiydi, sanki tüm büyük ilahi sarayları çiğnemiş ve kendiyle gurur
duyuyormuş gibi görünüyordu.

"Beni niye buraya çağırdın?" diye sordu.

Jun Wu, Qi Rong'u Tai Hua Sarayı'na çağırmıştı. Xie Lian önceden bir şeyler sezdi ve onu
azarlamaya başladı, "BURADA SENİ ALAKADAR EDEN BİR ŞEY YOK, GİT!"

Qi Rong'un yüzü düşmüştü ve Jun Wu ona emir verdiği sırada Xie Lian'a tükürmek üzereymiş
gibi görünüyordu:

"İçeri git."

Qi Rong yine zevk içinde gülümsüyordu, "Hehe, burada senin sözlerinin bir önemi yok."
Daha sonra başı dik ve neşeli bir şekilde içeri doğru gitti.

Tai Hua Sarayı'nda, Lang Qian Qiu'nun yüz ifadesi karanlık ve kasvetliydi ve bir eli
arkasında, bir ileri bir geri volta atıyordu. Xie Lian ve Jun Wu'nun geldiğini görünce, şüpheli
bir şekilde sordu, "İkiniz de burada ne yapıyorsunuz?"

Sonra arkalarında olan Qi Rong'u gördü ve beti benzi attı. Öfkeyle bağırdı, "SEN!"

Guzi onun bu öfkeyle kükremesinden dolayı bir kenarda büzülmüştü, ama Qi Rong kesinlikle
ondan korkmuyordu. Salonun dışına oturdu ve bacak bacak üstüne attı, kendini öyle
beğenmişti ki, son derece ukala görünüyordu.

"KORKACAK BİR ŞEY YOK, BENİM USLU OĞLUM! Doğru, BENİM. Lang Qian Qiu,
uzun zamandır öldürmek için beni aramıyor muydun? Ama sonunda sen benim elime
düşmedin mi?"

Lang Qian Qiu çok öfkelenmişti. Alnındaki ve ellerinin üzerindeki damarlar belirginleşmişti,
ama yine de sarayın içinde kilit altındaydı ve tek bir adım dahi atamıyordu. Kızgın bir şekilde
Xie Lian'a döndü.

"NE YAPIYORSUN LAN? ONU BURAYA GÖSTERİŞ YAPSIN DİYE Mİ GETİRDİN?"

"HAYIR" diye bağırdı Xie Lian, "Sakin ol!"

"Ben gayet sakinim!" diye haykırdı Lang Qian Qiu, "Neler olduğunu bile bilmiyorum!"

Jun Wu araya girdi, "Tai Hua, aşağı diyara in ve Kraliyet Başkenti'ndeki insan çemberini boz.
Eğer yaparsan, düşmanını, Yeşil Hayalet Qi Rong'u ilgilenmen için sana teslim edeceğim."

Qi Rong hunharca gülüyordu, "HAHAHAHHAHAHAHHAHAHAHAHAH LANG QIAN


QIU, SENİ YONG'AN KERİZİ... ha? Ne dedin? BENİ ONA MI VERECEKSİN?? NE
DEMEK İSTİYORSUN???"

Jun Wu'nun sözlerini dinlemeden önce uzun bir süre gülmüştü ve duyduğu anda sandalyeden
ayağa fırladı. Şaka gibiydi, Lang Qian Qiu'ya mı teslim edilecekti? Lang Qian Qiu'nun tüm
klanını katletmişti ve Lang Qian Qiu da onu kesinlikle öldürecekti!
Jun Wu onu pek de tasvip etmiyordu ve usulca konuşmaya devam etti, "Aksi takdirde, seni
Yeşil Hayalet Qi Rong'a teslim edeceğim, böylelikle de onun elleriyle öldürülmüş YongAn
Kraliyeti üyelerine bir kişi daha eklenmiş olur."

Lang Qian Qiu'nun yüz ifadesi giderek daha karanlık ve berbat bir hal alıyordu, daha sonra Qi
Rong bağırdı, "BEKLE?!"

Xie Lian buna artık daha fazla dayanamıyordu.

"DELİRDİN Mİ?" diye haykırdı, "NEDEN ONLARI BÖYLE SEÇİMLER YAPMAYA


ZORLUYORSUN? SADECE BANA NEYİ GÖSTERMEYE ÇALIŞIYORSUN??"

Lang Qian Qiu, Qi Rong'u öldürmek için her zaman peşine düşmüştü, ve Qi Rong'un
karakterine dayanarak, Lang Qian Qiu'yu ele geçirme fırsatı olduğu sürece elbette ilk hamleyi
yapan o olacaktı! Ama eğer Lang Qian Qiu insan çemberini bozmayı seçerse, Xie Lian neler
olacağını görmek bile istemiyordu!

"Bir seçim yapmalarını istemiyorsan, neden onların yerini almıyorsun?" dedi Jun Wu.

"Ne?" Xie Lian'ın ağzı açık kalmıştı.

"Xian Le, bunların hepsi senin inatçı kaprislerinin bir sonucu," dedi Jun Wu, "Başından beri
benim talimatlarıma uymuş olsaydın, onlar bu tür kararlarla yüzleşmek zorunda
kalmayacaklardı."

Xie Lian'ın sesi titriyordu, "Bütün bunların benim hatam olduğunu mu söylüyorsun? Neden
beni böyle zorlamak zorundasın ki?"

"Benden nefret mi ediyorsun?" diye sordu Jun Wu, "Nefret etmenin bir anlamı yok! Eğer
gereken güce sahipsen, o zaman beni yen. Ama yenebilir misin ki?"

Xie Lian yumruklarını sıktı, kemiklerinden çatırdama sesi geliyordu.

Jun Wu devam etti, "Doğal olarak, şu an böyle bir güce sahip değilsin. Ama insan çemberini
bozarsan, vücudundaki iki kelepçeyi çıkaracağım için, gerekli olan yeteneği geri
kazanabilirsin."

"..."
Bu iki lanetli kelepçe onu sekiz yüz yıldır mühürlüyordu. Eğer serbest bırakılırsa ne olacaktı?

Qi Rong endişeli ve dikkatli bir şekilde Tai Hua Sarayı'nın iç kısmına doğru baktı ve bir süre
sonra Lang Qian Qiu'nun insan çemberini bozmayı seçeceğinden ve Jun Wu'nun onu Lang
Qian Qiu'ya vereceğinden gerçekten korkmaya başlamıştı. Lang Qian Qiu'nun da bakışları Qi
Rong ve Xia Lian arasında gidip geliyordu.

Birden, Jun Wu onun omzuna koyduğu elini gevşetti.

Xie Lian son derece şaşırmıştı ve kafasını sallamaya başlamıştı. Jun Wu'nun ifadesi sakin ve
soğuktu, başını hafifçe eğdi, boynuna dayanan eğri gümüş kılıca bakıyordu.

Bu E-ming'in bıçağıydı.

Arkasında, Hua Cheng'in gözleri nefretle doluydu ve buz gibi bir ses tonuyla, "Elini çek."
dedi.

"SAN LANG!" diye haykırdı Xie Lian.

Hua Cheng nihayet ortaya çıkmıştı.

Jun Wu hafif bir nefes aldı ve Xie Lian'a gülümsedi, "Xian Le, gözümün önünde Hayalet Kral
ile bir ilişki yaşamaya cüret ettin demek, ne kadar cüretkarsın."

Hua Cheng mırıldandı, "Neden dönüp bir aynaya bakmıyorsun? Bir şey söylemeye hakkın var
mı ki senin?"

Qi Rong daha sandalyesine geri oturamadan tekrar ayağa fırlamıştı, yüzü renkten renge
giriyordu, "H-H-H-H-HUA CHENG SENİ ADİ ŞEREFSİZ? YUKARI NASIL GELDİN?"

Xie Lian belinden Fang Xin'i çıkardı, Lang Qian Qiu'yu içeriye kilitleyen bariyeri kesti ve
bağırdı, "QIAN QIU, KAÇ!"

Lang Qian Qiu hala öfkeyle yanıp tutuşuyordu. Qi Rong'a doğru hücum etti ve onu parçalara
ayırmak istiyormuşçasına sırtındaki uzun kılıcı yakalayıp, ona doğru savurdu. Fakat, Guzi
aşağı atlayıp, Qi Rong'un önüne geçip kollarını açmıştı ve Lang Qian Qiu'ya bağırıyordu.

"BABAMI... BENİM BABAMI ÖLDÜRME!"


Lang Qian Qiu da ona bağırdı, "ÇEKİL! BABANIN BEDENİ ELE GEÇİRİLDİ! O ARTIK
SENİN BABAN DEĞİL!"

Ancak Qi Rong aniden çılgına döndü ve Guzi'yi yakaladı, "YAKLAŞMA! SENİ


UYARIYORUM, BANA YAKLAŞMA! GELİRSEN BU ÇOCUĞU YERİM! ONUN
BAĞIRSAKLARINI DEŞİP GÖZÜNÜN ÖNÜNDE YUTACAĞIM!"

Lang Qian Qiu olduğu yerde durdu ve öfkeyle haykırdı, "O SENİN OĞLUN DEĞİL Mİ? O
HALA SENİ KORUYOR VE SEN DE ONU KALKAN OLARAK MI
KULLANIYORSUN? SENİ ALÇAK KRALLIĞIN UTANMAZ, AŞAĞILIK İBLİSİ!"

Guzi onun kucağında dururken gözlerini kırpıştırıyordu ve Qi Rong ona karşılık verdi,
"SADECE DEĞERSİZ BİR OĞUL, BAŞKA BİR TANE EDİNECEĞİM!"

Jun Wu araya girdi, "Eğer durum böyleyse..."

Onun bu ses tonunu duyan Xie Lian içgüdüsel olarak tehlikeyi sezmişti. Elbette dışarıdan
aniden gelen haykırışların sesini duyması da uzun sürmemişti.

"YANGIN! YANGIN VAR!"

"YANIYOR!"

Xie Lian hızlı bir şekilde Tai Hua Sarayı'ndan çıktı ve dışarıya baktı. Neredeyse gece
olmuştu, ama Cennet Başkent'in üzerinde alevler içinde olan kızıl bir alan vardı. Aşağıdaki
ilahi sarayların çoğu çoktan bir ateş denizinin içine gömülmüştü!

Xie Lian arkasına döndü, "CENNET BAŞKENTİ'NDE YANGIN ÇIKARARAK NE


YAPIYORSUN? BÜTÜN GÖKSEL YETKİLİLER SENİN TARAFINDAN
SARAYLARINA KİLİTLENMİŞ DURUMDA!"

Ve üstelik hepsinin ruhsal güçleri de mühürlenmişti. Bu durum devam ederse, hepsi kendi
saraylarında yanarak ölmeyecek miydi?

"Bu göksel yetkililerin canlı ya da ölü olması onun umurunda değil." dedi Hua Cheng

Lang Qian Qiu da şok olmuştu, bu yüzden Qi Rong bu şansı kullandı ve Guzi'yi koltuğunun
altına alarak oradan kaçtı.
Lang Qian Qiu bağırdı, "DUR!"

Ama sanki Qi Rong dururdu da.

Xie Lian haykırdı, "QIAN QIU! ÖNCE GİDİP DİĞER GÖKSEL YETKİLİLERİ SERBEST
BIRAK!"

Lang Qian Qiu farkında olmadan cevapladı, "TAMAM, USTA!"

Bu kelimeden sonra ikisi de şaşırmıştı. Xie Lian'a bir bakış attı ve oradan aceleyle dışarı
fırladı.

Bu tarafta ise, Hua Cheng belindeki E-Ming kılıcını çekmişti ve binlerce kelebek ileriye
doğru gidip Jun Wu'nun etrafını sarmıştı. Xie Lian'ın elini tuttu ve onu çekti.

"HADİ GİDELİM!"

Bu gümüş kelebekler Jun Wu'yu uzun süre orada tutamazdı, bu sebeple de ikisi, sokaklarda
deli gibi koşturuyordu. Lang Qian Qiu da oldukça hızlı hareket ediyordu ve çok sayıda
muhafızı alt etmişti. Göksel yetkililerin çoğu saraylarından serbest bırakılmışlardı, hepsi
endişeli ve korkmuş bir şekilde Büyük Bulvar'a doğru akın ediyordu.

"Neden yanıyor? Yangını kim başlattı?"

"Kesinlikle normal bir yangın değil, söndürülemiyor!"

Uzaktan hala Qi Rong'un koşarken ulumalarını duyabiliyorlardı, "SİKTİR SİKTİR SİKTİR,


JUN WU, BU ATA HALA BURADA! KENDİ KURDUĞU YERİ YAKIYOR,
SİKTİĞİMİN RUH HASTASI!"

Feng Xin de Nan Yang Sarayı'ndan çıkmıştı ve caddenin ortasında durmuş, sanki birini
arıyormuş gibi görünüyordu.

Öte yandan, Mu Qing sorguluyordu, "Buradan nasıl çıkacağız?"

Oradan çıkmanın bir yolu yoktu!

"Uçabilir miyiz?"
"Herkes yaralı ve ruhsal güçleri de mühürlenmiş durumda, uçabilmelerinin bir yolu yok..."

Bu da demek oluyordu ki, saraylarından çıkabilmiş olsalar da Cennet Başkenti'nde tıkılı


kalmışlardı!

Tam o sırada, yerden şiddetli bir sarsıntı gelmeye başladı, ve insanlar daha çok paniğe
kapılıyordu, "NELER OLUYOR? DEPREM Mİ?"

Lang Qian Qiu haykırdı, "BU NASIL OLABİLİR? BURASI CENNET BAŞKENTİ,
CENNETTEKİ BİR ŞEHİR, NASIL DEPREM OLABİLİR Kİ?!"

"O zaman ne..."

Daha sonra sözler, insan kalabalığının boğazında düğümlendi. Ellerini kaldırıp ileriyi işaret
etmelerinden önce kısa bir süre geçmişti.

Birisi mırıldandı, "O şey ne..."

Alevlerin ışığıyla dolu bir gökyüzünün ortasında, Cennet Başkenti'nin uzun bulvarının diğer
ucunda dev bir kafa belirmişti ve sokaktaki yüzlerce göksel yetkiliye doğru bakıyordu.

Bu kafa gerçekten de çok büyüktü; altın saraylardan bile birkaç kat daha büyüktü, ve
gülümsüyordu. Bu sonsuz karanlık gecenin ve kan kırmızısı alevlerinin ortasında, çok huzurlu
ve şefkatli bir gülümsemesi vardı ve ürkütücü görünüyordu.

"..."

Birisi kendi kafasına vurdu, "HALÜSİNASYON MU GÖRÜYORUM?"

"EKSELANSLARI ÇOK BÜYÜK!"

O ilahi dev heykeldi! Uçuyordu!


ÇN: Berbat paint yeteneklerim için sorry ama bunu yapmasam olmazdı djkgsdkdhd

Xie Lian'ın kendisi de şok olmuştu. Bu Tonglu Dağı'ndaki o ilahi dev heykel değil miydi? Ve
onun kontrolü altında olmadan o ilahi heykelin uçamıyor olması gerekiyordu. Onun emri
olmadan ve herhangi bir ruhsal gücü de olmadan bu ilahi heykel nasıl uçuyordu ki?

Başka bir bakış atınca gördü ki, bu ilahi dev heykelin her yeri parıl parıl parlıyordu. Xie Lian
daha yakından baktı ve o parıltı bu ilahi dev heykelden değil, üzerindeki milyonlarca gümüş
kelebekten ve milyonlarca sayıdaki Kutsama Fenerleri'nden geliyordu.

O ilahi heykeli koruyan ve onu gökyüzünde uçuran güç, bu gümüş kelebekler ve Kutsama
Fenerleri'ydi!

Çevirmen: Maria
Bölüm 224: Dünya Altüst Oluyor; Gökyüzündeki Hararetli İblis Kalesi ile Savaş

O ilahi dev heykel, sayısız endişeli ve şaşırmış göz onu izlerken, giderek daha da
yükseliyordu. Xie Lian heykelin mükemmel durumda olduğunu görmüştü, daha önce Yüzü
Olmayan Beyaz'ın kırdığı bacaktan eser bile yoktu.

Sevinçle seslendi, "San Lang, onu düzelttin mi?"

Hua Cheng gülümsedi, "Eğer Gege'yı almam için cennete gelmem gerekiyorsa, eli boş
gelemem. Hadi gidelim!"

Xie Lian başıyla onayladı, "Herkes acele edip atlasın!"

Fakat, göksel yetkililerden oluşan kalabalık Hua Cheng'in onun yanında olduğunu görünce,
neredeyse dizlerinin üstüne düşeceklerdi.

"EKSELANSLARI, YANINIZDAKİ KİŞİ????"

Feng Xin'in kaşları giderek daha da çatılıyordu ve sonunda dayanamayıp bağırdı "JIAN LAN!
JIAN LAN!"

Kimseden yanıt gelmedi. Lang Qian Qiu, Qi Rong'un sokakların köşesinde gizlice
saklandığını gördü ve beklenmedik bir anda gidip onu yakalamak üzereydi ki, tam Tai Hua
Sarayı'nın önünden geçerken, tüm saray aniden çöktü, sanki içeride bir şey patlamış gibiydi.
Göksel yetkililerin hepsi şoke olmuştu. Bakmak için kafalarını çevirdiklerinde, molozların ve
şiddetli ateşlerin ortasında duran bir figürün baş aşağı sessizce durduğunu gördüler.

Jun Wu gümüş kelebeklerden kurtulmuştu.

Tam da bekledikleri gibi, durdurulamamıştı!

Qi Rong aceleyle Jun Wu'nun arkasına atıldı ve kalabalığa kendini beğenmiş bir şekilde
bağırdı, "ÇÖP TORBALARI! ÇÖPLÜKLER! YİYORSA BURAYA GELİN!"

Sadece o kendi ölümünden habersiz şekilde, yaklaşmaya cesaret edebiliyordu; diğer göksel
yetkililer ağızlarını bile açmaya cüret edememişlerdi.
Beyaz kıyafetli savaş tanrısının bedeninden yukarıya doğru simsiyah bir hale belirdi ve aynı
zamanda da kör edici bir beyaz ışık yayılmaya başladı, bu öngörülemez iki renk sürekli
değişiyordu. Göksel yetkililerin hepsi, önlerinde duran bu yeni Jun Wu'ya karşı kendilerini
oldukça yabancı hissediyorlardı ve nefeslerini tutarak onu izliyorlardı. Bu sırada Xie Lian da
dikkatlice izliyordu ve kalabalığın toplandığı yere doğru yürüyordu. Her adımında,
ayaklarının altında savaşın alevi yanıyordu. İlk başta oldukça parlak alevlerdi, daha sonra
çılgınca her yöne doğru yayılmaya başlamışlardı, cennete doğru esip daha büyük bir alev
haline geliyorlardı.

Alevlerden biri Qi Rong'a ulaşmıştı ve şeytani bir şekilde feryat edip Guzi'yi kolunun altına
alarak kaçtı. Quan Yi Zhen, Yin Yu'nun ölü bedenini hala sırtında taşıyordu, yüzü isle
kaplanmıştı ve caddenin ortasında öylece duruyordu; Jun Wu'yu görünce, gözlerinde öfkeyle
yanıp tutuşan bir ifade belirdi. Sırtındaki ölü bedeni yere bile indirmeden ona doğru yürümeye
başlamıştı ki, Xie Lian onu durdurdu.

Bir gümüş kelebek dalgası daha ileri doğru atıldı ve bu şansı kullanan Xie Lian kalabalığa
bağırdı, "ACELE EDİN! ORADA BEKLEYİP DURMAYIN!"

Göksel yetkililer ilk başta bir an tereddüt etmişlerdi ama daha sonra birbiri ardına ona feryat
ederek cevap verdiler. Yüzlerce göksel yetkili, karınca sürüsü gibi görünerek ilahi dev
heykelin üzerine atlamış, göğsünde ve omuzlarında toplanıyorlardı. Eğer yer kalmadıysa da
etek uçlarına tutunuyorlardı. Bu ilahi dev heykel uçacaksa, sadece gümüş kelebeklerin ve
Kutsama Fenerleri'nin gücü yeterli olmayacaktı; fakat orada çok fazla insan vardı, Xie Lian
Hua Cheng'in olduğu yere doğru hareket edemiyordu. Fikirler hep en acil durumlarda aklına
gelirdi ve Xie Lian rastgele önündeki göksel yetkilileri kenara çekti.

Xie Lian, hemen arkasında duran Hua Cheng'in yüzünü tuttu ve ona derin öpücükler vermeye
başladı.
Zaman geçtikçe Xie Lian'ın tüm vücudu ruhsal güçlerle dolup taşmaya başlamıştı. O
görüntüyü gören bir göksel yetkili kaskatı kesilmişti ve şok içinde bağırmaya başladı:

"ARKAMDA NE YAPIYORSUNUZ???"

Sayısız bakış onların üstlerine doğru yöneldi. Ancak o zaman Xie Lian, diğerlerinin görmesini
engellemek için Lan Qian Qiu'yu önlerine doğru çekmiş olduğunu fark etti. Xie Lian,
zihninden durmadan tövbe ediyordu, nasıl bir günah, nasıl bir günah, bu çocuk bunu
görmemeliydi.
Kalabalığa doğru haykırdı, "BİR ŞEY YAPMIYORUZ! GÖRMENİZ GEREKEN BİR ŞEY
YOK!"

Daha sonra arkasına döndü ve ilahi dev heykele doğru bağırdı, "UÇ!"

O ilahi heykel onun çağrısını duymuş gibi görünüyordu. Sanki bir şeyler etkinleştirilmiş gibi,
gözleri aniden açıldı ve yüzündeki gülümseme ifadesi daha da derinleşti. Gümüş kelebekler
ve Kutsama Fenerleri aniden dağılmıştı, ama yine de gökyüzünde hala uçuyordu; uzun saçları,
kolları ve etekleri de rüzgarda dalgalanıyor gibiydi.

Gerçekten de uçuyordu!

Xie Lian ve Hua Cheng de sıçrayıp ilahi dev heykelin başındaki taç kısmına atladılar, Xie
Lian bağırdı, "HERKES SABİT KALSIN! SIKI TUTUNUN!"

Tam sözünü bitirdiği anda ilahi heykelin tüm bedeni alçalıp, tüm gücüyle öne doğru fırladı!

Hua Cheng ve Xie Lian en üst noktada duruyorlardı, ilahi dev heykel üzerindeki çok sayıda
göksel yetkiliyi Cennet Başkenti'nden uzağa doğru taşıdılar. Ancak, yıllarca bu Cennet
Başkenti'ne yatırım yapmış bir sürü göksel yetkili vardı, umutsuzca ve kederli bir şekilde
arkalarına doğru bakıyorlardı.

Biraz sakinleştikten sonra, Xie Lian daha öncesinde her şeyin telaş içerisinde olduğunu ve
insanları saymamış olduğunu hatırladı.

"Herkes bindi mi? Guoshi nerede? General Pei?"

General Pei'nin büyük bir talihsizlik çukuruna düşüp düşmediğini kim bilebilirdi ki? Sadece
aşina olduğu kişilerin gölgelerini arıyordu ve "Usta!" diye bağırdı.

Uzaklardan Guoshi'nin yanıtı duyuldu, "BURADAYIM!"

Ancak o zaman Xie Lian biraz rahatlamış hissetmişti ki o sırada birisi bağırmaya başladı.

"YETİŞTİ! YETİŞTİ!"

Tam da beklenildiği gibi! Bu ilahi dev heykelin hemen arkasına, kızıl bir ışık neredeyse
ulaşmıştı.
Cennet Başkenti'ydi!

Gerçek Cennet Başkenti talihli ve elverişli bulutlarla sarılmış durumdaydı. Ama şu anda,
savaşın alevleriyle yanıyordu ve hararetli şeytani bir kaleye dönüşmüştü!

Birisi dehşet içinde bağırdı, "Bu İmparator... İmparator Cennet Başkenti'ni hareket ettiriyor...
hepimizi yok edecek..."

"Bize yetişecek!"

Fakat Xie Lian, "O KADAR HIZLI DEĞİL!" diye bağırdı.

Eliyle hızlıca bir mühür çizdi, ilahi heykelin gözleri parıldadı. Göksel yetkililerin kulaklarına
vuran rüzgar şimdi daha hızlı esiyordu, arkalarından gelen kızıl ışıkla aralarındaki mesafe
açılmıştı, ilahi dev heykel şimdi daha da hızlı uçuyordu!

Bu tarafta işler hızlanırken, arkalarındaki kızıl ışık da henüz pes etmemişti. Bir patlama
sesiyle aniden hızlanmıştı, şimdi onlara daha da yakındı, bu da göksel yetkililerin korkuyla
feryat etmelerine sebep olmuştu. Bu mesafe ile, Cennet Başkenti'nin ortasında duran figürü
neredeyse görebiliyorlardı!

Bu arada, ölümlü diyardakilerin neler olup bittiğine dair hiçbir fikri yoktu; çocuklar gülüyor
ve oynuyorlardı, ve üstlerinden bir beyaz bir de kırmızı ışık geçtiğini gördüklerinde ağızları
açık bir şekilde ellerini çırpmaya başlamışlardı.

"Çok güzel!"

Xie Lian işlerin böyle devam edemeyeceğini ve ilahi heykelin tekrar hızlanması gerektiğini
biliyordu, ama biraz başı dönüyordu.

Sonuçta o kadar uzun süre tek nefeste uçmuştu. Hua Cheng de ona yardım ediyordu, ama ikisi
birbiriyle konuşmaya başlamadan önce, Guoshi'nin bağırdığını duydular.

"HEPİNİZ ORADA NEDEN DURUYORSUNUZ? BU KADAR ÇOK GÖKSEL YETKİLİ


HALA RUHSAL GÜÇ ÖDÜNÇ ALMAK İÇİN HAYALET KRAL'A MI İHTİYAÇ
DUYUYOR? KENDİNİZDEN HİÇ Mİ UTANMIYORSUNUZ?"
Bazı göksel yetkililer onun üslubunu beğenmemişlerdi ve haykırdılar, "Sen de kimsin? Bize
nutuk çekmeye ne hakkın var?"

Guoshi karşılık verdi, "Kim olduğumun bir önemi yok; ben Üst Cennet'teyken bile kum
havuzunda oynuyordunuz. Mesele şu ki, acele edin ve ellerinizi şu narin ilahi heykelin üzerine
koyup, olabildiğince ruhsal güç verin! Ancak o zaman bu ilahi heykel daha hızlı uçabilir, tabii
onun sizi yakalamasını beklemiyorsanız? Hepiniz hayatınızın tehlikede olduğunu unuttunuz
mu da kenara çekilip sadece izliyorsunuz? Hala böyle bir şeyi hatırlatmam için bana mı
ihtiyaç duyuyorsunuz?"

Onun bu hatırlatmasıyla, göksel yetkililer sonunda muhakeme yeteneklerini geri


kazanmışlardı. Destek vermek için bu yöntemi kullanabileceklerini unutmuş olduklarından
dolayı gerçekten çok utandılar. Böylece hepsi ellerini ilahi heykelin üzerine koyarak işe
koyuldular.

"EKSELANSLARI, BU ACİZ, AH, SİZE YARDIM EDECEK!"

"Ah, o zaman ben de..."

"Çok fazla değil... ama elimizden geleni yapacağız."

Bununla birlikte, yedi ila sekiz yüz el ve ayakla, ilahi heykele ruhsal güç transfer edildi ve Xie
Lian kendisini yeniden enerji dolmuş gibi hissediyordu. İlahi dev heykel bu sefer daha büyük
bir güçle atıldı ve arkasındaki kızıl ışığı kilometrelerce gerisinde bıraktı!

Göksel yetkililerin hepsi derin bir nefes alarak iç çektiler, her biri alnındaki teri siliyordu.

Birdenbire Hua Cheng, "Gege, aşağı in." dedi.

Söyleyen kişi o olduğu için Xie Lian hiç sorgulamadı ve doğrudan aşağıya doğru indi. İlahi
heykel, bulutların zifiri siyah katmanlarını kırmıştı, ama aşağısı da karanlık bir alandı; bir ışık
ya da duman bile görünmüyordu ve göksel yetkililer de tedirgin olmuşlardı.

"Burası... burası neresi? Neden böyle karanlık? Oldukça korkunç."

"Ekselansları, neden aşağı indik?"

"Bence burada çok kalmamalıyız!"


Fakat Hua Cheng cevap verdi, "Burada kalacağız ve hareket etmeyeceğiz. Bekleyelim."

İlahi dev heykel havada öylece süzülerek bekliyordu, Xie Lian "Mn. Ne için bekliyoruz" diye
sordu.

Hua Cheng fısıldayarak yanıtladı, "Bizi yakalayana kadar bekleyip, bir sefer dövüşeceğiz."

Kelimeler ağzından çıktığı anda, üstlerindeki kara bulutların üzerinden kızıl bir ışık geçti ve
aşağı doğru inmeye başladı. İki taraf da bir kale gibiydi ve gecenin ortasında yüz yüze
geliyorlardı.

Her bir göksel yetkili gözünü bile kırpmadan, sırtlarından aşağı bir ürperti indiğini hissederek
kızıl ışığın yaklaşmasını izliyordu, herkes sorgulamaya başlamıştı:

"Ekselansları, neden gitmiyoruz?"

"Onunla kafa kafaya dövüşmeyi düşünüyor olamazsınız değil mi? Kazanma şansımız yok!"

"Yine aptallaştı! Biliyordum, bu adam aptal olmayı seviyor!!! Yüzlerce yıl geçti ve hep
böyle...beni kim tekmeledi?!"

"Ben." dedi Guoshi, "Bir kelime daha edersen, seni aşağı atarım."

"YA SEN KİMSİN?"

Bu ilahi heykel kocaman olabilirdi ama Cennet Başkenti daha da heybetliydi; eğer kafa
kafaya dövüşürlerse, o zaman bu boyuttaki bir ilahi heykel kesinlikle paramparça
olurdu. Ancak Xie Lian, Hua Cheng'e tamamen güveniyordu ve tek bir kelime bile etmeden
sadece izliyordu. Tam kızıl ışık yarım mil öteye kadar gelmişti ki, Xie Lian aniden
ayaklarının altında bir şeyin hareketlendiğini hissetti.

Aşağı baktığında, hareket eden, sıçrayan, yükselen ve kıvrılan şeyin ayaklarının altındaki
karanlık olduğunu gördü...

Dalgalar.

Xie Lian aniden bu yerin neresi olduğunu anlamıştı.


Ayrıca göksel yetkililer de fark etmişlerdi, ve birisi dehşet içinde konuşmaya başladı, "Aman
tanrım, burası sanki...Kara Su İblisi'nin İni! İblislerin inine getirildik!"

Tam bu sözler söylendiği anda, aşağıda birdenbire karanlığın içinden geçip havaya sıçrayan
birkaç beyaz şerit belirdi!

Dört çift göz; hayalet ateş fenerleri kadar büyük, sekiz devasa göz, bu hararetli iblis kalesine
bakıyordu. Bu kaba davetsiz misafirden rahatsız olmuşlar gibi şeytani bir şekilde uzun uzun
uluyor, devasa kuyruklarını kırbaç gibi ileri geri sallayıp denizin yüzeyini tokatlıyor ve
binlerce metre yükseklikte dalgalar oluşturuyorlardı.

Onların dördü de, Kemik Ejderhaları'ydı!

Başlarını şeytani kaleye kaldırdıkları an, ağızlarından hızlı bir akıntı fışkırdı, çarpma gücü
muazzamdı; demir ve çelik duvarlar bile böyle devasa bir su tabancasıyla delinebilirdi. Xie
Lian kendini tutamayıp yorumda bulundu, "Onları en son gördüğümüzde, biraz... haha,
aslında bu kadar vahşi olduklarını düşünmemiştim."

Bu büyük canavar, zifiri karanlıkta suyun yüzeyine vurdukça, balık ve küçük canavarların
kemikleri, bir uğultu sesiyle bu kaleye çarpıyordu. Göksel yetkililer bu görüntüyü
gördüklerinde şaşırıp kaldılar. Jun Wu onları öldürmek için peşlerine düşerken, Kara Su ve
Hua Cheng onlara yardım ediyormuş gibi görünüyordu. Böyle bir sahne, gerçekten de çok
acayipti.

Bu dört adet Kemik Ejderhası şeytani kalenin etrafını çevrelemiş şekilde çılgınca ateş
ediyorlardı, ama bu pek de etkili olmuyordu, çünkü savaşın alevleri kesinlikle suyla
söndürülemezdi. Balıklar ne kadar mücadele ederse, alevler o kadar öfkeleniyordu ve
neredeyse suların olduğu yere kadar parlıyordu. Kara Su İblisi'nin İni'nin olduğu denizin
yüzeyinde, şiddetli alevler büyüyor ve suyla dans ediyordu. Suyun derinliklerinden
hortlakların uluma ve feryat sesleri yükseliyordu.

Xie Lian'ın alnından bir ter damlası düştü, "Kara Su'nun...bölgesine...böyle bir kargaşayı
getirmiş olmamızda bir sorun yok mu?"

"Böyle şeyler için endişelenme." dedi Hua Cheng, "Bana borcu var. İstediğin gibi savaş."

Xie Lian, "???"


Aniden birisi ileriyi işaret etti, "NE...O NE YAPIYOR?"

Xie Lian da bakışlarını o tarafa çevirdi ve gördüğü anda kalbi sarsıldı.

——

MXTX Notu: Kara Su, fakir bir Yüce olduğu için gerçekten de Hua Cheng'e büyük miktarda
para borçlu. Tüm Yüce'lerin gelir seviyesini ciddi şekilde düşürdü (üç tane olmasına rağmen)
ve borcun tamamı da çok fazla yemekten kaynaklı değil.

Çevirmen: Maria
Bölüm 225: Dünya Altüst Oluyor; Gökyüzündeki Hararetli İblis Kalesi ile Savaş
2

Bir zamanlar Cennet Başkenti olan bu hararetli şeytani kale gökyüzünde titriyor ve
çatırdıyordu. Kalenin gövdesi yavaşça dönerken, sayısız alevli moloz parçası aşağı doğru
yuvarlanarak suya düştü.

İlk başta düz bir şekilde hareket ediyordu ama şimdi dik bir şekilde ayağa kalkmış ve
bölünmeye başlamıştı. Cennet Başkenti'nin zemininde bulunan birçok ilahi saray yer
değiştiriyordu ve bir zamanlar kusursuz bir kale olan bu yapı şimdi yedi-sekiz parçaya
bölünmüştü!

Bir göksel yetkili merak ediyordu, "Onu alt mı ettik? Parçalanıyor mu?"

"Nasıl bu kadar kolay olabilir?" dedi Xie Lian, "Bu muhtemelen..."

Sözlerini daha bitirmemişti ki bu kale, 'kırılan' parçalarını yeniden inşa etmişti. Dev kayalar
arasındaki sürtünme sesi durmaksızın devam ediyordu ve göksel yetkililerinin de gözleri fal
taşı gibi açılmış şekilde, olanı biteni pürdikkat izliyorlardı: hatta bazılarının ağızları sonuna
kadar açılmıştı.

Bu hararetli şeytani kale yıkılmıyordu, aksine kopan parçalarını yeniden inşa ediyordu!

Ve yeniden inşa edildikten sonra, hararetli bir dev haline gelecekti!

Bu dev derin uykusundan uyandı ve havada dik bir şekilde durmaya başladı. İçinde olan altın
kaplama saraylar vücudunu bir zırh gibi sağlam ve güçlü bir şekilde kaplıyordu. Cennet
Başkenti'nin yerini almıştı ve şimdi Xie Lian'ın ilahi dev heykeli ile yüzleşiyordu.

Ancak ikisi birbiriyle karşılaştırıldığında, Xie Lian'ın tarafı küçük ve acınacak haldeki bir
çocuk, diğer taraf ise bir yetişkin gibiydi. İlahi heykel devasa bir nesne olarak kabul
edilebilirdi ama bu hararetli şeytani deve o zaman "Dünyanın ve Cennetin Hakimi" denilmesi
gerekirdi. En az beş ya da altı kat daha büyüktü, o kadar korkunçtu ki, bir adımla ayaklarının
altındaki kaleyi yok edebilecek gibi görünüyordu!

Yeniden inşa edilmesi tamamlandıktan sonra, o hararetli dev usulca başını çevirdi ve ağzından
dört Kemik Ejderhası'na doğru alevler fışkırtarak ilerlemeye başladı. Alev duvarları, su
tabancalarını kolayca kesmişti, ve bu dört Kemik Ejderhası işlerin yolunda gitmediğini
görünce denize geri dönmüştü. Bu şeytani deve gelince, denizin yüzeyine indi, suyun üzerinde
yürüyerek diğer ilahi deve doğru ilerlemeye başladı.

Şeytani devin en yüksek kısmında, başının üzerinde Büyük Dövüş Salonu yer alıyordu, Jun
Wu etrafa insanların üzerinde baskı kuran bir hava yayarak tahtında oturuyordu. Göksel
yetkililer bu hava yüzünden boğuluyor ve feryat ediyorlardı.

"EKSELANSLARI, ORADA ÖYLECE DURMAYIN, ACELE EDİP UZAKLAŞIN,


YOKSA BURADA ÖLECEĞİZ!"

"KAZANAMAYIZ, KAZANMAMIZIN HİÇBİR YOLU YOK! KENDİNİZE GELİN,


EKSELANSLARI, O SİZDEN MİLYONLARCA KAT DAHA BÜYÜK!"

Fakat Xie Lian cevap verdi, "Kaçmaya devam edemeyiz. Kazanamasak da, başka bir yere
gidemeyiz."

Dev onları kavramaya çalıştığında tüm göksel yetkililer şaşırıp kalmışlardı. Gerçekten de, bu
şekilde kaçmaya devam edemezlerdi. Eğer Hua Cheng onlara ruhsal güç desteğinde
bulunmazsa ve sadece onların güçleri ile devam edilirse, artık heykelin uçamayacağı noktaya
kadar güçleri tükenirdi, bu yüzden eninde sonunda savaşacak bir yer bulmaları gerekiyordu.

Ve o şeytani ilahi devi insanların yaşadığı bir yere çekmek yerine neden burada
yüzleşmesinlerdi ki? En azından, Kara Su İblisi İni'nin üzerindeki denizde, bir tane bile ruh
yoktu, bu yüzden yaşayan sıradan bir insan bu olayın içine sürüklenmiş olmayacaktı!

Bunlar, bir göksel yetkilinn, böyle tehditkar ve hararetli bir deve karşı sahip olması gereken
doğal düşünceler olsa da, rakiplerinin kim olacağını ve arkalarındaki suyla savaşıp
savaşmayacaklarını da düşünüyorlardı— Kara Su'dan—kim korkmazdı ki? Ama yine de,
kimse Xie Lian'dan onları insanların da olduğu, başka bir yere götürmesini isteyememişti.

Böylece, Xie Lian bağırdı, "HERKES SIKI TUTUNSUN, DÜŞMEMEYE DİKKAT EDİN!
DÜŞERSENİZ KARA SU İBLİSİ İNİ'NE DOĞRU BATARSINIZ!"

O hararetli dev birçok kez ilahi deve doğru hamle yaptı ve onu kavramaya çalıştı. Xie Lian
çevik bir şekilde sıyrıldı, şiddetli bir şekilde oradan oraya sıçrıyor ve üzerindeki göksel
yetkililerin savrulmasına, hatta bazen de düşmelerine, bazen de yükselmelerine sebep
oluyordu. Hepsi, bir aşağı bir yukarı hareket eden ilahi dev üzerinde çığlık çığlığa
bağırıyorlardı. Çoğunun savaş tanrısı olmadığını, bütün gün saraylarında boş boş
oturduklarını, savaş tanrısı olanların da çok azının böyle çetin olaylar yaşadığını unutmamak
gerekirdi.

ÇN: Mis gibi lunapark size daha ne istiyorsunuz fdsbsjskdsf

Xie Lian, Quan Yi Zhen'in bağırdığını duydu, "SİLAHIN YOK! BİR SİLAHA İHTİYACIN
VAR!"

Göksel yetkililer de kendilerini tutamamışlardı, "AYNEN, EKSELANSLARI! SİLAHINIZ


YOKSA KAZANMANIZ ÇOK ZOR!"

Xie Lian onlara karşılık verdi, "SİLAH OLARAK NE KULLANABİLECEĞİMİ


DÜŞÜNMEYE ÇALIŞIYORUM!"

RuoYe heyecanlı bir şekilde kıvrılıp onun yüzüne doğru yaklaşmıştı ama Xie Lian onu geri
itti.

"Teşekkür ederim, ama sen olamazsın, çok küçüksün!"

Tam o sırada Hua Cheng konuşmaya başladı, "İhtiyaç durumunda, silahımız yok değil ama,
şimdilik bunu kullan."

Daha sonra, Xie Lian çığlık sesine benzer bir uluma duydu. Şeytani kaleden kaçıp denize
dönen dört Kemik Ejderhası denizden tekrar dışarı çıkarak ilahi devin etrafını sarmıştı.

Göksel yetkililer paniklemekten kendilerini alamamışlardı, "Ne planlıyorlar?"

Doğal olarak, saldırmak için etrafını sarmamışlardı. Xie Lian merak içinde bu dört Kemik
Ejderhası'nın birbirine bağlanmasını izliyordu, şimdi bu dört ejderha tek bir uzun Kemik
Ejderhası haline gelmişti!

Birbirine bağlanmış uzun Kemik Ejderhası sıçradı ve uçarak yaklaştı. Xie Lian düşünmeden
elini kaldırdı ve ilahi dev heykel onu kavradı.

Xie Lian merakla mırıldandı, "Bu..."

Bir Kemik Ejderhası Kırbacı!


RuoYe'yi her zaman nasıl kontrol ediyorsa, aynen öyle kontrol edecekti ve her şey
çözülecekti!

Xie Lian elini savurdu ve Kemik Ejderhası Kırbacı denizin üzerine doğru savrularak, hararetli
devin kafasına doğru ilerledi. O hararetli dev de elini kaldırdı ve kırbacın ucunu yakaladı.
Ancak, Kemik Ejderhası Kırbacı aniden ortadan ikiye kırıldı ve ilahi dev heykel öne doğru bir
adım attı; ve elindeki kırbaçla şeytani devin kafasını tekrar kırbaçladı. Bu hararetli dev sanki
çok acı verici bir darbe almış gibiydi, bu yüzden tutuşunu gevşetmişti, onun elinden kurtulan
Kemik Ejderhası, arkasında kalan diğer yarısıyla tekrar birleşti.

Bu Kemik Ejderhası Kırbacı, ayrılıp yeniden birleşebilecek şekilde esnekti. Bazen ikiye,
bazen de dörde bölünüyordu; ayrıca ilahi heykelin hareketleri de oldukça çevikti, o yüzden
aniden kontrol edebilmesi kolay değildi. Göksel yetkililerin bu şiddetli fırtınadan dolayı
saçları başları dağılmış, etekleri suratlarına çarpmıştı.

"Ekselansları'nın birkaç kozu olduğunu hiç düşünmemiştim."

"Onu sadece hurda toplarken görmüştüm; yani gerçekten de bir savaş tanrısıymış!"

"Cümlenin sonundaki 'düşünmemiştim' kısmını çıkarabilirsin," dedi Guoshi, "Ayrıca hurda


koleksiyonu yaptığını söylemene de gerek yok."

Xie Lian, "Ah, hahahaha..."

İnanılmaz derecede uzun, birbirine bağlı Kemik Ejderhası Kırbacı, beyaz çelik bir zincir
gibiydi. Hararetli şeytani devin bedeni suya batmıştı, ve göksel yetkililer de bağırıyorlardı.

"ÇABUK ÇABUK ÇABUK, DENİZE İTİN!"

Savaş alanının altında, Kara Su İblisi İni vardı—şeytani dev sulara batacaktı!

Bu dev ilahi heykel, o Kemik Ejderhası Kırbacı'nı kavradı ve Xie Lian, kuvvet uygularken
dişlerini sıktı, "AŞAĞI GÖMÜL!"

Tabii ki de o şeytani dev biraz daha suya batmıştı. Göksel yetkililer ruhsal güç aktarmak için
hemen ellerini ve ayaklarını ilahi devin üzerine koydular ve tempolu şekilde bağırmaya
başladılar:
"BAT! BAT! HEMEN BAT!"

Jun Wu'ya "bat" diye seslendiklerini duyan Xie Lian, kalbinde hafif bir ürperti hissetti ve
devin tepesindeki Büyük Dövüş Salonu'na doğru baktı. Nedense, içeride oturan kişinin
ifadesini tam olarak göremese de, bir şekilde Jun Wu'nun alay ettiğini hissedebiliyordu.

Bu hararetli şeytani dev, beklendiği gibi denizin dibine çekilmişti, ancak vücudundaki alevler
hala yanıyordu; sulara girdikten sonra bile sönmemişlerdi ve derin denizin karanlığında, kızıl
bir ışık parlıyordu. Kemik Ejderhaları onu daha da derine çektiğinde, bu alevler yavaş yavaş
ortadan kaybolmaya başlamıştı.

Göksel yetkililer rahat bir nefes verdiler ama Xie Lian hala rahatlamış hissetmeye cesaret
edemiyordu.

Uzunca bir süre herhangi bir ses gelmemişti. Xie Lian, Pei Ming'in onun çağrısına cevap
vermediğini ve Ban Yue ile diğerlerinin de sesini duymadığını, bu yüzden muhtemelen şu
anda devle birlikte denize sürüklenmiş olabileceklerini fark etti. Bu sefer içinde bulundukları
durum, onlar için gerçekleşebilecek en kötü senaryo olabilirdi.

Tam o sırada, aşağıdaki deniz yüzeyi dalgalanmaya ve köpürmeye başladı.

Fokur fokur, yayılmaya ve kabarmaya devam ediyordu, hatta beyaz duman dalgaları
oluşmuştu. Deniz suyu kaynıyordu!

Xie Lian tam yukarı doğru uçmaya hazırlanmıştı ki aşağıdan, suyun içinden bir el uzanıp
heykelin ayak bileğini tuttu. Xie Lian vücudunun zorla batırıldığını hissediyordu.

Jun Wu'nun kahkahaları tüm denizde yankılanarak, her köşeyi dolduruyordu. Vahşi bir
kahkaha değildi, alaycı da değildi. Tarif edilemezdi ama kesinlikle çok daha ürperticiydi.

Bu çekilmeyle beraber ilahi dev heykelin yarısı kaynar sulara gömülmüştü, ve alt tarafta olan
göksel yetkililer hızlı bir şekilde yukarı tırmanmak zorunda kalmıştı. Dev ilahi heykelin en
tepesinde duran Xie Lian bile boğucu buharı ve ısıyı hissedebiliyordu, o kadar sıcaktı ki
alnından ve sırtından terler akıyordu. Eğer denize batsalardı, tepeden tırnağa kadar suyun
içinde pişmiş olacaklardı!

Böyle devam edemezlerdi: diğer silahlar ilahi devin tam gücünü açığa çıkaramıyordu, ona bir
kılıç lazımdı!
Aniden, Guoshi'nin sesini duydu, "Iım, pofuduk çocuk, ne yapıyorsun? Bana bir ceset mi
atıyorsun? BEKLE? NE YAPIYORSUN?"

Xie Lian da paniklemişti, el mührünü korumaya çalışırken aşağı doğru bağırdı, "QI YING?"

Sadece, ilahi devin ayağında ilerleyen bir figür gördü, daha sonra bu figür, şeytani devin
kolunda belirdi ve kafasına doğru ilerliyordu.

Xie Lian haykırdı, "QI YING, GERİ DÖN!"

Ancak Quan Yi Zhen kimseye aldırış etmiyordu. Ve şeytani devin kolunda fark edildiği anda,
devin diğer eli sineğe vurur gibi onun olduğu yere vurdu. İnanılmaz hızlıydı ve tam hedefe
doğru BAM! Tam üzerine vurmuştu.

Göksel yetkililer paniğe kapılmışlardı ama yakından baktıklarında Quan Yi Zhen'in hala
koşuyor olduğunu gördüler. Görünüşe göre, devin eli tam üzerine gelse de, baş parmağı ve
işaret parmağı arasındaki açıklığı kullanarak atlatmayı başarmıştı ve kanlı bir et parçasına
dönmekten son anda kurtulmuştu. Dev eliyle vurmaya devam ediyordu, birinci ve ikinci
seferde zar zor kurtulabilmişti ama üçüncü sefer o kadar da şanslı olamayabilirdi. Yani şaplak
geldiği her seferde, kan revan içinde ezilmiş olma ihtimali vardı!

Fakat, Quan Yi Zhen hedefine çoktan ulaşmıştı. Daha sonra şeytani devi içinden çıkılmaz bir
duruma sokan o Kemik Ejderhası'nın kafatasına atladı.

İçeri atladığı an, Kemik Ejderhası'nın gözlerindeki iki hayalet ateş feneri aniden parladı ve
gövdesi bile ince bir beyaz ışık tabakası yaymaya başlamıştı. Başını kaldırdı ve uludu, vücudu
şeytani deve daha da sıkı şekilde sarılıyordu. Xie Lian ezilen kayaların ağır sesini
duyabiliyordu. Böyle bir boğulmaya maruz kalan o hararetli şeytani dev, kavramasını gevşetti
ve sonunda ilahi dev heykelin ayak bileğini serbest bıraktı. Serbest kaldıktan sonra, Xie Lian
anında havaya uçtu ve elini uzattı.

"QI YING, BURAYA GEL, ÇABUK! ONUNLA SAVAŞMA!"

Quan Yi Zhen, birbirine bağlanmış olan Kemik Ejderhası Kırbacı'na biniyordu ve bu kırbaç
şeytani devi bırakmak yerine daha da sıkıyordu. Sayısız moloz ve enkaz, denizin yüzeyine
düştü ve hararetli dev de sabrının sonuna gelmişti, denizden tamamen çıktı. Büyük Dövüş
Salonu'nun içindeki savaşın alevleri yeniden hararetlendi ve kükremeye başladı.
Ve onun vücuduna sarılmış olan Kemik Ejderhası Kırbacı, üzerinde duran Quan Yi Zhen ile
beraber bir ateş denizine gömüldü!

"QI YING!!!" diye haykırdı Xie Lian, aşağı doğru eğildi, deve doğru koşarak Kemik Ejderha
Kırbacı'nın bağlantı kısmına bir yumruk attı!

Yanan eklemlerin beyaz parçaları denize düşüyordu ve tam Xie Lian Quan Yi Zhen'in
üzerinde olduğu kafatasını yakalamak üzereydi ki, şeytani dev bir yumruk atarak, kafatasını
üç dört mil öteye fırlattı. İlahi dev heykel o kafatasını havada yakalayamazdı ve, bu hız ve
mesafe ile Quan Yi Zhen Kemik Ejderhası Kırbacı ile birlikte denize düşmüş de olabilirdi. Ve
şu anda deniz adeta, bir tencere kaynar sudan ibaretti, içine düşeni pişiriyordu!

Son saniyede, dev bir beyaz Kemik Balığı aniden deniz yüzeyinden yukarı doğru uçtu, Kemik
Ejderhası'nın kafasını yakaladı, sonra ağdan kaçan bir balık gibi aceleyle kuyruğunu
sallayarak çok uzaklara doğru yüzdü. Çok korkmuşlardı ama neyse ki ciddi bir tehlike yoktu;
Xie Lian rahat bir nefes verdi ve görmek için hızlıca ilerledi.

Devden koptuktan sonra, Kemik Ejderhası'nın kafatasının dişleri hala takırdıyordu ama
alevler sönmüştü, ağzı nefes nefese kalmış gibi açılıp kapanıyordu. Quan Yi Zhen içeride
yatıyordu, tamamen simsiyah olmuştu, biraz da ısının etkisiyle kızarmıştı. Belki de ateşte
yandığı içindi ama saçları biraz daha kıvırcık görünüyordu. Bununla birlikte, Kemik
Ejderhası'nın kafatasının kemikleri koruyucu bir kalkan görevi gördüğünden dolayı, çok kötü
yanmamıştı ve iyi beslenirse yaraları da iyileşebilirdi. Ne de olsa Quan Yi Zhen çok inatçı bir
hayatta kalma güdüsüne sahipti. Bu dört Kemik Ejderhası'nın durumu daha vahimdi, oradan
oraya çarpmış ve yanmıştı, geri kalan parçaları denize savrulmuştu ve yanmaya devam
ediyordu.

Xie Lian onlara baktığı sırada utanç hissetmekten kendini alıkoyamadı.

"Kara Su'nun bölgesindeki muhafızları da yok ettik, gerçekten de hiçbir sorun yok mu..."

Hua Cheng gülümsedi, "Endişelenme. Bir sorun yok."

Xie Lian merak ediyordu, "Sana ne kadar borcu var ki..."

Göksel yetkililer de Quan Yi Zhen'in bu feci halini görmüşlerdi, "Ben, ben Ekselansları'nın
korkusuzca öne çıkıp, tehlike anında herkesi kurtardığına inanamıyorum..."
Xie Lian, Üst Cennet'te Quan Yi Zhen'e nasıl soğuk davranılmış olduğunu hatırladı, kendi
içinden düşünüyordu, "Gidip herkesi kurtarmak istememişti."

Tam o sırada, çok uzaklardan, arkalarından yine bir çatırtı sesi geldi. Geriye baktıklarında, o
devin vücudunun öfkeli alevlerle tamamen örtülmüş olduğunu gördüler. Saldırmak için onlara
doğru hücum etmemişti, bunun yerine bulutların arasından gökyüzüne uçup gözden
kaybolmuştu. Göksel yetkililerin hepsi şoke oldular, sonra bir felaketten kurtulmuşçasına çok
sevindiler.

"Bize saldırmaktan vaz mı geçti?"

Ancak Xie Lian öyle bir olasılık olduğunu düşünmüyordu, "San Lang, nasıl ortadan
kayboldu?"

"Mesafe Kısaltma Rünü'nü etkinleştirdi." diye yanıtladı Hua Cheng.

"Nereye gitti?" diye sorguladı Xie Lian.

Hua Cheng'in gözlerinde ciddi bir ifade vardı, "Kraliyet Başkenti."

Burası Shi Qing Xuan'ın bulunduğu ve insan çemberini koruduğu yerdi!

Çevirmen: Maria
Bölüm 226: Karmanın Yanan Alevleri; Şeytani Tanrı Kraliyet Başkenti'ne İniyor

Acele edip Kraliyet Başkenti'ne gitmeleri gerekiyordu!

"Burada olanlar için endişelenmene gerek yok. Kendileri ilgilenecekler." dedi Hua Cheng.

Guoshi, Yin Yu'nun bedenini balık kılçıklarından birinin arkasına yerleştirdi ve bu Kemik
Balığı, Kemik Ejderhası kafatasını, Quan Yi Zhen'i ve Yin Yu'yu birlikte taşıyıp ve uzaklara
doğru yüzdü. Bu arada, diğer Kemik Balığı, parçalanan Kemik Ejderhası'nın kemiklerini
toplamaya gitti ve onları tekrar birleştirerek, yavaşça onardı. Görünüşe göre gerçekten de
kendi başlarının çaresine bakıyorlardı.

Kaybedecek hiç zaman yoktu, Xie Lian tek bir kelime bile etmeden, ilahi dev heykeli
gökyüzüne doğru yönlendirdi. Göksel yetkililerin hepsi bağırıyordu.

"Ekselansları, nereye gidiyorsun?"

"Onu kovalamayı düşünmüyorsun değil mi?! Nihayet ondan kaçmışken..."

"Onu takip etmeliyiz!" dedi Xie Lian, "Yoğun insan nüfusu olan bir yere gitti! Fazla
zamanımız yok, lütfen herkes sıkı tutunsun!"

Hua Cheng'in parmaklarının arasında bir zar belirdi ve kısık bir sesle, "Gege, hazır mısın?"
diye sordu.

Xie Lian başıyla onayladı. Hua Cheng o zarı attı ve "Mesafe Kısaltma Rünü, etkinleş!" dedi.

İlahi dev heykel ruhsal güçlerini yeniledi ve tüm gücüyle yukarı doğru fırladı!

Beklendiği gibi, bulutların arasından geçtikten sonra, hararetli şeytani devin canlı kırmızısıyla
yansıyan ufkun siyah alanını görebiliyorlardı. Kraliyet Başkenti'nin gökyüzüne de
gelmişlerdi!

Yeryüzündeki kalabalık, gökyüzünde birdenbire böyle alevli bir canavarın belirdiğini,


yavaşça alçaldığını, hatta onlara doğru yaklaştığını görünce, şaşırıp kalmışlardı, bazıları çığlık
atıyordu, bazıları korkudan neredeyse kaçmak üzereydi.
Shi Qing Xuan da birkaç soğuk nefes aldı ve kalabalığın içine doğru sahip olduğu her şeyle
bağırdı: "SORUN YOK!!! KİMSE PANİKLEMESİN! AŞAĞI İNMEYECEK! BİRİLERİ
DURDURACAK! YUKARIDA BİZE YARDIM EDEN TANRILAR VAR!"

"YAŞLI FENG, GERÇEKTEN DOĞRU MU? BÖYLE BİR CANAVARIN BİZE BİR
TOKAT ATMASI HİÇ DE KOMİK SONUÇLAR DOĞURMAZ!"

Shi Qing Xuan çılgınca gülüyordu, "DOĞRU! BENİM DE BURADA OLDUĞUMU


GÖRMÜYOR MUSUNUZ? EĞER BİRİ ÖLECEKSE, İLK BEN ÖLECEĞİM!
HAHAHAHHAHA..."

O kadar panikliyordu neredeyse aklını kaybedecekti. Xie Lian, ilahi dev heykeli uçması için
yönlendirdi, devin püskürttüğü ateş duvarlarından kaçtı ve o hararetli şeytani devi yakalayıp,
yere daha da yaklaşmasın diye umutsuzca yukarı doğru çekti.

Bütün bunlar olurken bağırıyordu, "HERKES, HIZLI BİR ŞEKİLDE AŞAĞI İNSİN!"

Göksel yetkililer, Xie Lian'ın ilahi dev heykelini kontrol edişinden zaten ölümüne
korkmuşlardı ve bu yüzden yere inmek için acele ediyorlardı, hepsi kendini top gibi yere attı.
Yere indikleri ve Shi Qing Xuan'ı gördükleri an şoke olmuşlardı.

"Rüzgar Ustası? Neden buradasın?"

"Neden bu durumdasın..."

Shi Qing Xuan çok sevinmişti, "Çok soru sormayın, gelin gelin, bize katılın, insan çemberine
katılın, içerideki kinci ruhların dışarı çıkmasına izin vermemeliyiz."

Göksel yetkililerin çoğu tereddüt etmişti ve ilk koşan Lang Qian Qiu oldu.

"BEN YARDIM EDECEĞİM!"

Birinin liderlik etmesiyle beraber, diğer göksel yetkililer de sonunda birbiri ardına onlara
katılmıştı. İnsan çemberi bir kez daha genişledi ve güçlendirildi, çok daha güvenli hale
gelmişti. Xie Lian sadece rahat bir nefes almıştı ve o hararetli şeytani devi yukarı çekmeye
devam ediyordu ki tam o sırada büyük bir çatırtı sesi duydu. O ateşli şeytani dev aslında
yeniden parçalara ayrılıyordu!
Bacaklarından biri kopup aşağı doğru uçmuştu. Sadece bir bacakla bile, çok sayıda insana
çarpıp onları öldürebilirdi. Hatta bu insan çemberi değil, koca bir cadde dolusu insan yok
edilebilirdi!

Ve yine de beklenmedik bir şekilde, daha yolun yarısındayken, bu bacak da aniden birkaç
parçaya bölündü.

Milyonlarca ışıltılı kıvılcım, tıpkı havai fişek patladıktan sonra ortaya dağılan duman gibi,
gecenin karanlığında yok oluyordu, tamamen zararsızdı.

Xie Lian merak ediyordu, "Neden kendi kendine patladı ki?"

Tam o sırada, havai fişeklerin arasından bir figür belirdi ve hava akımına karşı yukarı doğru
hareket etmeye başladı. Birkaç kere zıpladıktan sonra hararetli şeytani devin vücuduna indi.

Xie Lian daha yakından baktı ve sevinçle haykırdı, "General Pei! İyisin, şükürler olsun!"

Pei Ming bir elinde kılıç tutuyordu, diğer eliyle ise saçlarını düzeltiyordu; saçları
mükemmeldi, çekiciliği bozulmamıştı. "Pek iyi değil, ama çoğunlukla iyi."

Kaynar suyla haşlanan, kavrulan ama yine de hayatta kalan savaş tanrıları en inatçı yaşama
güdüsüne sahip olanlardı.

Xie Lian, "Ban Yue ve Pei Su nerede?" diye sordu.

"İyiler." dedi Hua Cheng, "Gege, bak, oradalar."

Xie Lian başını çevirip baktı. Tabii ki de, uzakta, Ban Yue bir evin çatısına inerken Pei Su'yu
da getirmişti. Görünüşe göre Ming Guang Sarayı sıkıca kapatılmıştı ve kaynayan kara deniz
suyu tamamen içeri akmamıştı, bu yüzden herkes çoğunlukla iyiydi.

Ardından Xie Lian tekrar sordu, "Xuan Ji ve diğerleri nerede?"

Gururlu bir ses geldi, "Elbette benim tarafımdan mağlup edildiler!"


Bu ses Pei Ming'in elinden gelmişti ve ancak o zaman Xie Lian, Pei Ming'in kavradığı kılıcın
aslında Ming Guang olduğunu fark etmişti!

"General Pei, Ming Guang kılıcını kullanmaya gerçekten de cesaretin var mı?" diye sordu.

"Bu konu biraz karmaşık." diye yanıtladı Pei Ming.

Fakat Rong Guang kıkırdıyordu, "Hehehehe, nasıl karmaşık? Özür dilemek, yanıldığını
söylemek ve kendini affettirmek için yalvarıp önümde diz çökmedin mi??
HAHAHAHAHAHAHAH, HARİKA HİSSEDİYORUM, MÜKEMMEL
HİSSEDİYORUM!"

"..."

"..."

Xie Lian o zaman neler olduğunu çoğunlukla çözmüştü. Büyük olasılıkla, üç İblis ve
hayaletler gerçekten onu öldürmeden önce, "haksız paylaşım" yüzünden kendi aralarında
savaşmaya başlamışlardı. Rong Guang ezici bir şekilde kazanmıştı, Xuan Ji'yi ve Ke Mo'yu
bir kenara atmıştı ama dışarıdan gürleme ve savaş sesleri geliyordu, oldukları zemin
sarsılıyordu, bu yüzden dışarı çıkamamışlardı. Tek şansları güçlerini birleştirmekti. Rong
Guang, Pei Ming'i hatalarını itiraf etmesi için zorlamış ve Pei Ming de onun istediği şeyi
yapınca çok neşelenmişti.

Hararetli şeytani dev bir bacağını kaybettiği için öfkelenmemişti bile ve hemen yeniden inşa
etmeye başlamıştı. Diğer kayalar ve altın saraylar çatlağa doğru ilerlediler ve bacağın yeniden
inşa edilmesi uzun sürmemişti.

Pei Ming kılıcı Ming Guang'ı kavradı ve Büyük Dövüş Salonu'na doğru hücum etti.

Xie Lian bağırdı, "GENERAL PEİ, DİKKATLİ OL!"

Fakat, elindeki kılıcı Ming Guang ile beraber, Pei Ming'in saldırı gücü aniden
patlamıştı. Rong Guang'un karakterinin korkunç ve sapkın olmasına rağmen, kesinlikle eski
hizmetkarı olarak değerliydi ve ikisi birlikte nasıl çalışacaklarını çok iyi biliyorlardı. Quan Yi
Zhen, üzerine tokatlar inmeden önce Büyük Dövüş Salonu'na hiç yaklaşamamıştı, ama Pei
Ming ondan daha hızlı hucüm ederek Büyük Dövüş Salonu'na girmeyi başarmıştı!
Kılıcın içindeki Ming Guang, Rong Guang savaşırken onu azarlıyordu, "GÖRÜYOR
MUSUN! SANA DEMİŞTİM, BERABER GİDERSEK, YENİLMEZ OLURUZ!
KARŞIMIZDA HİÇBİR ŞEY DURAMAZ! EĞER BENİ DİNLESEYDİN BU KADAR
ASIR GEÇTİKTEN SONRA BİLE SIRADAN BİR GENERAL OLARAK KALMAZDIN!"

Pei Ming'in alnındaki damarlar belirginleşiyordu, "Konuşmayı keser misin?"

Qi Rong, Büyük Dövüş Salonu'nda saklanıyordu ve küstahça bağırıyordu, "SİKTİĞİMİN


ERKEK OROSPUSU, CANINA SUSAMADIYSAN BURAYA GELMEMENİ
ÖNERİYORUM!"

Ming Guang bir BAM sesiyle tokatladı, "BU LANET YEŞİL ŞEY DE NE, YOLU
KAPATMA!"

Qi Rong bu darbeden sonra neredeyse olduğu yerde bir kaç kez dönmüştü, Guzi onu
durdurmak için bacağına sarıldı ve endişeli bir şekilde sordu, "Baba... iyi misin?"

Qi Rong, Guzi'nin önünde itibarını kaybetmişti ve çok öfkeliydi, ancak Pei Ming'in öldürme
niyetiyle nasıl patladığını görünce onunla yüz yüze gelecek kadar da cesaretli değildi. Yine de
ağzı cesaretliydi.

"YİNE GİZLİ HAMLELER YAPIYORLAR!"

Beklenmedik bir şekilde, Guzi ona yanıt vermedi ve yere yığıldı. Qi Rong aşağı baktığında,
Guzi'nin hareket etmiyor olduğunu gördü. Guzi'yi kaldırırken, onu yakasından çılgınca ileri
geri sallıyordu.

"Aptal çocuk, ne oyunlar oynuyorsun?"

Guzi uyuyakalmış gibiydi, gözleri kapalıydı, alnı alev alev yanıyordu. Xie Lian hala o
hararetli şeytani devi çekiyordu, ama aynı zamanda aşağıdaki durumu da fark etmişti, aşağı
doğru bağırdı.
"QI RONG! NEDEN GİTMEDİN, ORASI HALA YANIYOR, GÖKYÜZÜNDE BİR
AŞAĞI BİR YUKARI GİTTİ, AYRICA SUYUN İÇİNE DE GİRDİ, O ÇOCUK ÇOK
KÜÇÜK, DAYANAMAYIP ÖLECEK!"

Qi Rong küfür etmek için yukarı doğru baktı, "BANA NUTUK ÇEKMEYE CÜRET ETME!
KİME BLÖF YAPIYORSUN? BU ÇOCUK DEĞERSİZ BİR ŞEKİLDE YETİŞTİRİLMİŞ,
NASIL BÖYLE KOLAYCA ÖLEBİLİR? AYRILMAM İÇİN BENİ Mİ
KANDIRIYORSUN? BURADAN AYRILDIĞIM AN BENİ KESİNLİKLE
ÖLDÜRECEKSİN!"

ÇN: [Ucuz ve değersiz bir hayatın daha uzun süreceğine dair halk arasında bir inanış
varmış.]

Xie Lian bir hamle yapmasa bile, Lang Qian Qiu hala aşağıda bekliyordu!

Diğer tarafta, Pei Ming ve Jun Wu çoktan kavga etmeye başlamıştı. Savaşın alevleri Qi
Rong'u zaman zaman yakıyordu ve çığlık atıp zıplayarak kaçmasına sebep oluyordu.

Xie Lian öfkeyle haykırdı, "SEN BİR HAYALETSİN, BU ALEVLERE SEN BİLE
DAYANAMAZKEN; BU ÇOCUĞUN DAYANMASINI NASIL BEKLİYORSUN??"

Qi Rong'un kolunun altına sıkıştırılmış şekilde duran Guzi'nin yüzü kıpkırmızı şekilde
yanıyordu ama Qi Rong hala diretiyordu, "HAH, GİTMEYECEĞİM, GİTMEYECEĞİM!!!"

Fırlatılan bir alev zonklayarak yüzüne doğru üflemişti ve Qi Rong, söylediklerini geri almaya
fırsat bile bulamamıştı ki, tökezleyerek sürünmeye başlamıştı.

"IIM, JUN WU, PATRON! ALEVLERİNİ BU KADAR ŞİDDETLE YAKMASAN OLMAZ


MI? BENİ.. YAKTIN!"

Xie Lian aslında onun, "Jun Wu, seni yaşlı haydut, bu atayı yaktın!" demek istediğini
biliyordu, ama hayatına önem verdiği için bu kelimeleri yüksek sesle söylemeye cesaret
edememişti. Sanki Jun Wu onu umursardı da; şu anda yüzünde ürpertici bir gülümsemeyle,
Pei Ming ile kavga ediyordu. Qi Rong'un etrafındaki yangınlar gittikçe büyüyordu, neredeyse
ayakta duracak yer kalmamıştı. İblis olduğu için yangından ölecek olmasa da, yine de işkence
gibiydi. Kısa bir süre sonra, kolunun altına sıkışmış olan Guzi, ateşin yanında yanıyormuş
gibi acı verici bir çığlık attı. Qi Rong, onu kontrol etmek için yukarı kaldırdı ve elbette,
Guzi'nin alnı kan içindeydi, cübbesi yanmış, bir omzunu ortaya çıkaracak büyüklükte bir delik
açılmıştı.

Guzi bu yanıklar yüzünden uyanmak zorunda kalmıştı, hiçbir şeyin farkında olmadan
ağlıyordu, "BABA, CANIM YANIYOR! KORKUYORUM!"

Soğuk terler Qi Rong'un alnından aşağı doğru iniyordu, dudakları donakalmıştı, ne diyeceğini
bilemiyordu.

Guzi yarasını eliyle kapatıyordu, burnu akıyor ve ağlıyordu, "Baba, burada yanarak mı
öleceğiz?"

Qi Rong kekeliyordu, "Um...um...şey"

Guzi burnunu çekti, "Buradaki yerin çok güzel olsa da, pek de harika değil. Buradaki insanlar
bize iyi davranmıyor. Neden yaşayacak başka bir yer bulmuyoruz..."

Qi Rong daha fazla dayanamamıştı. Jun Wu'yu yakalamak için salona girdi. Ama yaklaşmaya
cesaret edemiyordu, bu yüzden uzaktan bağırdı "HADİ KONUŞALIM, JUN... PATRON!
YANGIN ÇIKARMAYA DEVAM ETMEK İSTİYORSAN SORUN DEĞİL, BURASI
ZATEN SENİN BÖLGEN, İSTEDİĞİN HER ŞEYİ BAŞLAT, AMA, HEHEHE..."

Xie Lian öfkesinden dolayı neredeyse devin başındaki taçtan düşecekti, "CANINA
SUSAMADIYSAN ORAYA GİTME, SADECE AŞAĞI İN! SANA
DOKUNMAYACAĞIMA SÖZ VERİYORUM!"

Qi Rong onu hiç dinlememişti. Jun Wu'nun onu görmezden geldiğini, varlığından tamamen
habersiz olduğunu görünce ve Guzi de o kadar güçlü ağlarken, muhtemelen yine değersiz
oğlunun karşısında itibarını kaybettiğini hissetmişti. O yüzden bağırmak için koştu.

"BU NEYİN ÖFKESİ, SANA YAKMAYI BIRAKMANI SÖYLEDİM, BENİ DUYMADIN


MI??"

"QI RONG!!!" diye bağırdı Xie Lian.

Qi Rong daha tam yaklaşmamıştı ki Jun Wu elini kaldırdı ve etrafını tamamen kaplayan bir
ateş topu sardı!
Qi Rong acı acı feryat ediyordu.

Xie Lian "GUZİ!!!" diye bağırdı.

Böylesine büyük bir ateşle, Qi Rong yanmasa bile, ruhu büyük ölçüde zarar görürdü ve Guzi
de doğrudan küle dönmez miydi?

Pei Ming de Qi Rong'un kolunun altında küçük bir çocuk olduğunu görmüştü ve onları
kurtarmayı düşümüştü, ancak Jun Wu hala üstünlük kazanıyordu, kaçamıyordu ve bu kadar
zaman geçtikten sonra muhtemelen artık onların zaten kurtarılmanın ötesinde olduklarını
düşünüyordu.

"Lordum, o sadece bir çocuktu, bu kadar acımasız olmaya gerek yoktu!"

Ama hem Xie Lian hem de Pei Ming artık Jun Wu'nun gözlerinde çocuk olmadığını biliyordu.
Görebildiği tek şey düşmanlar ve onun yolundakilerdi. Bir kol sallandı, şiddetli bir ateş topu
fırladı ve Pei Ming'i de yanına alarak uçtu.

Aşağıdaki göksel yetkililer bağırıyorlardı, "GENERAL PEİ DE YANGINA YAKALANDI!"

Tam o sırada sağanak yağmur yağmaya başladı ve o devin vücudundaki savaş alevlerini
söndüremese de Pei Ming'in vücudundaki alevleri söndürebilmişti. Kalabalığın içinden siyah
bir gölge gökyüzüne sıçradı ve düşen Pei Ming'i yakaladı.

Çevirmen: Maria
Bölüm 227: Karmanın Yanan Alevleri; Şeytani Tanrı Kraliyet Başkenti'ne İniyor
2

"Yağmur Ustası!" diye bağırdı Xie Lian.

Yağmur Ustası kara öküze biniyordu, başı dikti ve onu selamlamak için başını eğmişti. Pei
Ming de öküzün üstündeydi ve arkasında taşınıyordu, azgın yangınlar tarafından yakılmıştı ve
sağanak yağmurla boğulmuş bir sıçan gibi sırılsıklam olmuştu, saçları tam bir karmaşa
içindeydi, sanki mutlak bir sefalet demetine dönüşmüştü. Gözlerini kırpıştırarak açtığında,
onu yakalayanın aslında Yağmur Ustası olduğunu fark etti. Her ne kadar Yağmur Ustası
tamamen öküzü sürmeye odaklanmış ve ona hiç bakmıyor olsa da, şu anki durumunu herkes
görmüştü ve bundan oldukça utanıyordu.

"Lor..."

Beklenmedik bir şekilde, ağzını açtığı anda ağzından bir siyah duman halkası püskürdü.

Rong Guang öfkeliydi, "Kurtarılmak için bir kadına ihtiyacın olduğuna inanamıyorum ve o
kişi de Yushi Huang; Pei Ming, çok utanç verici birisin!"

Pei Ming sinirlenmişti ve ağzını açtığında başka bir siyah duman halkası daha çıktı, "Çeneni
kapar mısın!"

Öte yandan, Pei Su ve Ban Yue, sorunsuz bir şekilde iniş yapan ve Pei Ming'i destekleyen
Yağmur Ustası'nı memnuniyetle karşıladılar; bu tarafta ise, o hararetli şeytani devin
bedeninden aşağı doğru milyonlarca moloz parçası yuvarlanıyordu. Düşen kayalar hala alevli
bir şekilde yanıyordu, her biri bir meteor yağmuru gibi hızlıca yere çarpıyordu.

Gökyüzünü saran yağmur da daha sert iniyordu, ancak yangınlar söndürülmeyi


reddediyorlardı. Öyle görünüyordu ki, Jun Wu alevlere gönderdiği ruhsal enerjisini daha da
güçlendirmişti. Yağmur damlaları yangınları söndürse bile bir işe yaramazdı, çünkü dev
kayalar yine de yere düşecekti ve Kraliyet Başkenti'ndeki bir sürü evi yıkıp, binlerce insanı
öldürecekti. Yine de, ilahi dev heykel, şeytani devi şiddetle çekiyordu, bu yüzden Xie Lian
oradan ayrılamazdı ve aşağıda savaş tanrısı olup olmadığını, kayaları düşmeden yakalayıp
yakalayamayacaklarını da bilmiyordu.
Son derece endişeli olan Xie Lian, Hua Cheng'e doğru döndü, "San Lang, ne...??"

Hua Cheng tam arkasında duruyordu ve elini Xie Lian'ın üzerine koymuştu, "Gege'nın
endişelenmesine gerek yok, sadece burada kalmaya odaklan ve aşağıda olanları önemseme."

Sesi Xie Lian'ın kulağının hemen yanındaydı, nefesi sıcak ve nazikti ve çenesini hafifçe
sallayarak Xie Lian'a bakması için işaret etti. Xie Lian, Hua Cheng'in işaret ettiği yöne doğru
baktı ve insan çemberinin dışından, elleri arkasında, yavaşça yaklaşan kırmızı giyimli bir
figürün geldiğini gördü. Xie Lian gözlerini kıstı, şaşkına dönmüştü.

Bu... Hua Cheng?

Başka bir Hua Cheng??

Neler oluyordu? Xie Lian kaskatı kesilmişti. Hua Cheng tam arkasında değil miydi?

Hua Cheng usulca kıkırdadı, "Bu kadar panikleme, Gege. Buradaki gerçek San Lang, yalan
değil, sahtesiyle değiştim."

Öyleyse, aşağıdaki kişi, Hua Cheng'in ayrılırken geride bıraktığı klonu muydu? Jun Wu'nun
Hua Cheng'in daha önce Cennet Başkenti'ne gizlice girdiğinden şüphelenmemesine
şaşmamalıydı. Ve burada Xie Lian, Jun Wu'nun aşağıyı izleyip izlemediği konusunda
gerçekten şaşkına dönmüştü. Belki de izlemediği için değildi, o baktığında "Hua Cheng" hala
Kraliyet Başkenti'ni koruyordu, bu yüzden tabii ki de hiçbir şeyden şüphelenmemişti.

Shi Qing Xuan'ın gökyüzüne bakacak zamanı yoktu ve Xie Lian ile beraber olan Hua Cheng'i
de görmemişti. Bir "Hua Cheng"in geldiğini görünce hemen ona seslendi.

"ÇİÇEĞİ GÖZETEN KAN YAĞMURU!!! Sonunda geri döndün! Bu kadar uzun zamandır
ne yapıyordun, Ekselansları ile bağlantı kurmanın bir yolunu buldun mu? Hayır hayır hayır,
en iyisi önce buradaki durumla başa çıkmama yardım etmenin bir yolunu düşünmen, gökten
inen tüm bu ateşli kayaları görüyor musun? Hızlı düşün! Bir nefes ver ya da şu kelebekleri
yukarı gönder ya da başka bir şey yap, yoksa öleceğiz..."

"Hua Cheng" bir kelime bile söylemedi, soğuk bir şekilde Shi Qing Xuan'ın o bütün sözleri
tek nefeste söylemesine izin vermişti. Ama en sonunda sabrı taşmış gibiydi, onun sözünü
kesti.
"Bununla kendin ilgilen."

Shi Qing Xuan haykırdı, "Kendim mi ilgileneyim? Böyle bir zamanda şaka yapma, ben
Ekselansları değilim, senin şakalarını anlayamam. Bu kayalarla nasıl kendim başa çıkayım..."

Sözünü bitirmeden önce "Hua Cheng" onu yakasından tuttu ve insan çemberinin dışına
çıkardı.

Shi Qing Xuan inanılmaz şekilde hızlıca tepki vermişti: çemberden ayrıldığı anda hemen
sağındaki ve solundaki kişileri bir araya getirdi, bu sayede insan çemberi bozulmamıştı. Yine
de beklenmedik bir şekilde, "Hua Cheng" onu dışarı çıkardıktan sonra, işi bitmemişti; bir el
ona doğru gelip tokat attı ve onu geriye doğru fırlattı.

Bütün dilenciler şok olmuştu, "YAŞLI FENG???"

Bazıları yüksek sesle "Hua Cheng"e karşı geliyordu, "NEDEN İNSANLARA


VURUYORSUN?"

Shi Qing Xuan uçarak fırlatılmasına rağmen bir kaç kere yuvarlanmıştı ve sürünerek geri
dönüyordu, "Sorun yok, sorun yok, ölmedim! Bana gerçekten vurmadı, sadece ruhsal güç
ödünç veriyordu!"

"Gerçekten..."

Shi Qing Xuan ellerini inceliyor, tepeden tırnağa kadar ruhsal ışık yayan kendi bedenine
bakıyordu, "Hua Chengzhu, Ekselansları'nı göremiyorsun diye böyle olmana gerek var mı?
Ruhsal güç veriyorsan, o zaman kibarca yap, o tuhaf tadı olan şekerlerden birkaç tane daha
yemeyi umursamıyorum, insanlara vurmana gerek yok, pekala. Neden gökyüzüne biraz daha
fazla odaklanmıyorsun, yukarıda hala çok kaya var..."

Tam o sırada, "Hua Cheng" sağ elini salladı ve ona bir şey fırlattı. Shi Qing Xuan
düşünmeden onu yakalamak için elini kaldırmıştı, ama ne yakaladığını görünce, beti benzi
attı.

O şey, Rüzgar Ustası Yelpazesi'ydi!


Bunu görünce, ilahi dev heykelin tepesinde olan Xie Lian, dayanamayıp sordu, "San Lang,
Rüzgar Ustası Yelpazesi değil miydi...orada olan...?!"

"Ona aldırma." dedi Hua Cheng, "Son anda yardım etmesi için onu buldum."

Shi Qing Xuan bu aşina olduğu değerli yelpazesini tutuyordu, boynu kaskatı kesilmişti,
yavaşça "Hua Cheng"e doğru döndü.

"Hua Cheng" daha sonra soğuk bir ifadeyle tekrarladı, "Kendin ilgilen."

Bu yanan meteor yağmuru yere çarpmak üzereydi ve insan çemberindekiler, yüzlerinde


kabaran ısı dalgalarını hissedebiliyorlardı, hem soğuk hem de sıcak şekilde terlemeye
başlamışlardı.

"Yaşlı Feng, doğruyu söylüyorsun, değil mi? Her şey gerçekten de yoluna girecek mi?"

Göksel yetkililer de haykırıyorlardı, "Ekselansları, hızlı bir şekilde bir yol düşünebilir misin?"

Shi Qing Xuan yelpazesini kavradı, ellerinin arkasındaki damarlar belirginleşti ve kan telleri
yavaşça gözlerinin önünden geçti.

Bir süre sonra etrafında döndü ve onu sardı!

Düz bir yerden fırlayan bir kasırga, gökyüzüne doğru yükseldi. Yanan meteor yağmuru
anında bir U-dönüşü yaptı ve göklere doğru geri uçtu!

Dilenciler başlangıçta çok korkmuşlardı ve kaçmaya hazırlanıyor gibiydiler, ama bu vahşi


rüzgar tarafından tamamen havaya uçurulmuş durumdaydılar, gözleri şişmiş, ağızları
sarkmıştı, hepsi tamamen şok olmuştu.

Durumu anlamaları için kısa bir süre geçmişti, "...Bir, bir tanrı mı?"

Aralarından birisi seslendi, "Aman tanrım, yaşlı Feng, sen gerçekten de bir tanrı mısın?"

Yelpazeyi sallayan Shi Qing Xuan'ın eli hala titriyordu, nefes nefese kalmıştı ve kendine
gelmesi için biraz zaman geçmesi gerekmişti. Zar zor cevap verdi, "...E, evet! Hepinize uzun
zaman önce söylememiş miydim? Gördünüz mü, saçmalamadığımı söylemiştim!"
"Hayır hayır hayır saçmalık değil! Sana şu an inanıyorum! Bir tanrı tanıyoruz, o zaman
zengin olduk diyebilir miyiz, hahahahahaha..."

"Yaşlı Feng, hadi konuşalım, bazen zamanın olduğunda bizi uçmaya götür, hey!"

Bütün bunları görünce, "Hua Cheng" yumuşak bir şekilde mırıldandı ve oradan ayrılmak için
arkasına doğru döndü. Shi Qing Xuan hala Rüzgar Ustası Yelpazesi'ni tutuyordu, diğerlerinin
şakalarına dalgın bir şekilde cevap veriyordu, yüzü renkten renge giriyor ve alnından soğuk
terler damlıyordu. Sorgulamak istiyormuş gibi yukarı baktı, ama o kişi çoktan gitmişti.

Tam o sırada, insan çemberinden biraz uzakta, karanlığın içinden, garip sesler çıkmaya
başladı.

Gıcır gıcır gıcır gıcır gıcır gıcır gıcır gıcır gıcır.

Keskin gözlere sahip olanlar bağırdılar, "Bu nedir? Bunlar siyah, tüylü... fareler?"

"Ve arkadaki nedir? İnsanlar? Neden kül-beyazı renginde insanlar var..."

"Canlı görünmüyorlar..."

"Ne?" Xie Lian'ın ağzı açık kalmıştı.

Bunlar Ceset Yiyen Fareler ve Boş Kabuklu İnsanlar'dı. Tonglu Dağı'ndaki canavarlar da
buraya gönderilmişti! Bu Boş Kabuklu İnsanlar yalpalayarak yürüyor, Ceset Yiyen Fareler
oradan oraya bir siyahlık halinde dağılıyordu. Görünüşe göre Jun Wu hiçbir şeyi
önemsemiyordu, insan çemberini bozmaları için her şeyi yapıyordu ve ölümlü diyara kaos
getirmek için de son derece istekliydi!

Öte yandan Yağmur Ustası, Ban Yue ve diğerlerine talimat veriyordu, "General Pei'ye dikkat
edin. Ben çemberi koruyacağım."

Pei Ming bir süredir orada, ağzından siyah dumanlar üfleyerek yatıyordu, ama bu sözleri
duyunca tekrar kalktı, "İyiyim, çemberi koruyabilirim."

Daha sonra sürünerek gelmeye çalıştı ama sonra tekrar yere düştü. Pei Su bile artık onun bu
halini izleyemiyordu.
"Boş ver general. Sadece... yaralarına dikkat et, bırak Yağmur Ustası çemberle ilgilensin."

Muhtemelen Pei Ming'in bir kadının önünde bu kadar küçük düşürüldüğü ilk seferiydi ve aynı
zamanda da bir kadın tarafından ilk kez kurtarılmıştı. Kızgın mıydı yoksa gururu mu
incinmişti bilemiyordu ama yüz ifadesi öfkeden köpürüyormuş gibiydi. Yağmur Ustası onun
fikrini görmezden geldi ve gülümsedi.

"Generalin kendisini zorlamasına gerek yok."

Sonra kara öküzüne binerek oradan ayrıldı.

Pei Ming arkasından bağırdı, "YAĞMUR USTASI!"

Tam o sırada, bir el sürünerek gelip boynunu tuttu. Rahatsız edici bir şekilde seslendi, "Pei,
sevgilim..."

Pei Ming hala zorlu bir şekilde mücadele ediyordu ve bu sesi duyduğu an kan beynine
sıçramıştı, "Neden hala buradasın?"

Xuan Ji aslında başından beri oradaydı, Ban Yue, Ke Mo ile onu beraber almıştı ve ikisi de
Rong Guang tarafından yaralanmıştı. Pei Ming'in ses tonunun kaba olduğunu duyunca anında
vahşileşti.

"Neden mi hala buradayım? HEP BURADAYDIM! Yağmur Ustası'na gözünü dikip bakarak
ne yaptığını sanıyorsun? Duyguların mı değişti? Şimdi onun peşinden mi gitmek istiyorsun,
ha? ONUN NESİ İYİ! BUNA İZİN VERMEYECEĞİM!"

"..."

Pei Ming sonunda buna daha fazla dayanamamıştı. Onu uzaklaştırdı, öfkeyle haykırdı "Xuan
Ji, neden beynin sadece böyle şeylere çalışıyor, hem de böyle bir zamanda?? Değişen
duygularımla hiçbir ilgisi yok, Yağmur Ustası ile zar zor konuşabildim!"

Bu onun Xuan Ji'ye karşı ilk hareketiydi ve Xuan Ji sert bir şekilde yere itilmişti, bu yüzden
tamamen şaşkına dönmüştü.
Bir süre geçtikten sonra şüpheli bir şekilde konuşmaya başladı, "Pei, sevgilim, seni
düşünüyorum çünkü seni seviyorum, bu çok mu yanlış? Bana daha önce hiç bu kadar kaba
davranmamıştın, gerçekten benden bu kadar mı nefret ediyorsun?"

Pei Ming ayağa kalkmak için kılıcını kullandı, "Seninle uğraşamam."

Xuan Ji hala pes etmemişti, "SÖYLE BANA! Gerçekten de beni terk mi edeceksin? Senin
için o kadar şey yaptım, bu hale geldim, hiç mi etkisi olmadı? Kendini hiç mi suçlu
hissetmiyorsun?"

"SANA YÜZLERCE YIL ÖNCE SÖYLEMEDİM Mİ?" diye bağırdı Pei Ming.

Xuan Ji şoke olmuş ve donup kalmıştı. Ne yapacağını bilemiyordu, ama kırılan ellerine ve
ayaklarına rağmen zıplayarak gelip cübbesini kavramıştı, "Pei, sevgilim...Pei,
sevgilim...bekle, neden biraz daha konuşmuyoruz..."

Ban Yue de onu izliyordu. İlk önce Xuan Ji'yi terk eden kişinin Pei Ming olduğunu biliyor
olsa da, bu kadın hayalet de sayısız kişiyi öldürmüştü ve onları da tekrar tekrar öldürmeye
çalışmıştı. Ama yine de şu anki durumda, biraz acınası görünüyordu.

Pei Ming ona baktı ve sonunda sadece şöyle dedi: "Xuan Ji, artık uyanmanın zamanı geldi."

"Neyden uyanmak?" Xuan Ji'nin kafası karışmıştı.

"Bu hale gelmiş olmanın sebebi biraz benim, ama büyük bir çoğunluğu senin kararların. Çok
şey yaptın, ama hep kalbinle hareket ettin; ben çelik kalpli bir adamım. Beni sevmektense,
neden gidip kendini sevmiyorsun?"

Cübbesini Xuan Ji'nin elinden geri çekti ve arkasına bakmadan oradan ayrıldı.

İnsan çemberinde Shi Qing Xuan yelpazesini savurduktan sonra, pek fazla ruhsal gücü
kalmamıştı. Bir panik karmaşasından sonra, çemberi sadece Yağmur Ustası ve birkaç tane
savaş tanrısının savunabileceğinde karar kıldılar. Yine de beklenmedik bir şekilde, her
taraftan bir kargaşa sesi geliyordu:

"Vak vak, bu Kraliyet Başkenti vak, böyle büyük evler vak!"


"Ne kadar yaygaracısın, Chengzhu'nun evleri daha büyük!"

"Evet, ve onlar da Chengzhu'nun evleri kadar güzel değiller!"

Sokakların uçlarından, ara sokaklardan, saçaklardan, her türden tuhaf şekilli kafalar
görünmeye başladı. Birdenbire, Hayalet Şehir'deki tüm canavarlar ve hayaletler burada ortaya
çıkmıştı!

Cennetin Gözü ve insan çemberinde olan arkadaşları bağrışmaya başladılar:

"BU HAYALETLER NEREDEN ÇIKTI! DEFOLUN! DEFOLUN! İMPARATORUN


BÖLGESİNDEYİZ, NE CÜRETLE KRALİYET BAŞKENTİ'NE GELİYORSUNUZ?"

"Seni domuz ruhu, yüzünü önümde göstermeye nasıl cüret edersin!"

"Halüsinasyon görmüyorum, değil mi...bu bir ördek mi...fareyi döven bir ördek mi?"

Birdenbire, mezarlık elmaları üstlerine doğru atılmaya başlanmıştı:

"KESİN SESİNİZİ, SİZİ KÖTÜ EFSUNCULAR! SİZE YARDIMA GELDİK, NE KADAR


DA UTANMAZSINIZ!"

"CHENGZHU EMRETMESE, KİM BURAYA GELİR Kİ!"

"NEDEN DİZ ÇÖKÜP BİZE TEŞEKKÜR ETMİYORSUNUZ?"

Kara bir dalga gibi akın eden Ceset Yiyen Fareler'in gözleri kırmızı ışık gibi yanıp sönüyordu,
ancak durum beklediklerinden çok daha farklıydı. Karşılarında kendilerinden daha kalabalık
olan bir canavar grubu vardı ve bu grup; açlıktan ölüyormuş gibi dirgenler ve tırmıklarla
rastgele şekilde etrafa vuruyordu, oldukça korkutucu bir manzaraydı.

"ÇOK FAZLA FARE!"

"Gel gel gel, hehehe, uzun zamandır bekliyordum! İki bin yıldır hiç böyle bir atıştırmalık
yememiştim, dehşet derecede lezzetli olmalı!"

"Bunların hepsini yiyebilir miyiz?"


"Chengzhu dedi ki, hepsini yiyemezsek, kalanı satabilirmişiz.!"

Ceset Yiyen Fareler durumun oldukça kötü olduğunu fark etmişti, korku içinde geri
çekiliyorlardı. Boş Kabuklu İnsanlar da geri çekilmeye çalışan fareler yüzünden
tökezlemişlerdi. Bu tehlikeli durum anında ortadan kaldırılmıştı, Xie Lian başını çevirip rahat
bir nefes verdi.

"İyi ki San Lang var."

Hua Cheng gülümsedi, "Kendileri gelmek istediler, benimle alakalı bir durum değil. O değil
de, Gege, dikkatli ol."

Son iki kelimede ses tonu birden ciddileşmişti. Xie Lian bakışlarını geriye doğru kaydırdı ve
hararetli şeytani devin, sanki bir şey çıkaracakmış gibi elini beline atıp, yeni bir hamle
yaptığını gördü.

Xie Lian'ın neredeyse kalbi duracaktı.

O şey bir kılıçtı.

Çevirmen: Maria
Bölüm 228: Karmanın Yanan Alevleri; Şeytani Tanrı Kraliyet Başkenti'ne İniyor
3

Şu anki durumunda bile şeytani devi idare etmek zordu. Bir de kılıcı varsa, kanatlı bir
kaplandan farksız olmaz mıydı?

Xie Lian bir şeyler sezdi ve aşağıdaki insanlara bağırdı, "HERKES DİKKATLİ OLSUN!"

Hayaletler tam da hararetli bir şekilde fareleri yakalama peşindeydiler ki, sesi duyunca yukarı
bakmış ve hayret içinde kalmışlardı, "NE KADAR DA DEVASA BİR AMCA...AH,
HAYIR, XIE DAOZHANG!"

"Chengzhu orada iyi vakit geçiriyor gibi görünüyor, vaak!"

"Hayır, biz burada oyun oynamıyoruz." dedi Xie Lian.

Ama cümlesini bitirmeden önce, etrafa öldürücü bir hava saçan o alevli keskin kılıç onlara
doğru savruldu. Xie Lian ellerini serbest bırakarak saldırıdan güç bela kaçtı ama kılıcın bu
korkutucu havası ve bu saldırının sıcak dalgası karşısında paniğe kapılmıştı.

Kılıcı olmadan önce bu ilahi dev heykel, onu zaten zar zor zapt edebiliyordu ama şimdi onun
karşısında bir rakip bile değildi!

Böylesine zorlu koşullar altında, yapmak istemese de savaş tanrılarından onun için kılıca
dönüşmelerini istemesi gerekiyordu. Ama Quan Yi Zhen şu anda Kara Su İblisi İni'ndeki
Kemik Ejderhası'nın kırık parçalarından birinde yatıyordu, iyileşmek için öylece
bekliyordu; Lang Qian Qiu diğer yüzlerce insanın kullanıldığı gibi kullanılıyor, insan
çemberini koruyordu; ve Feng Xin ve Mu Qing, bilinmeyen bir nedenden ötürü buraya
geldiklerinden beri kayıplardı. Sadece Pei Ming boştaydı, ama ağzından duman halkaları
saçarak fareleri kesmeye çalışıyordu ve Yağmur Ustası tarafından görülmeyi de reddediyordu,
bu yüzden muhtemelen o da bu sebeple kullanılamazdı. Şu anda Xie Lian'ın işine
yarayabilecek hiç kimse yoktu!

Tam o sırada yeryüzünden bir ses geldi: "BEKLE, EKSELANSLARI, KILICIN ÇOK
YAKINDA BURADA OLACAK!"

Bağıran kişi Guoshi'ydi. Xie Lian yeşimden yapılmış olan taç platformun kenarına doğru
koştu.
"NE? KILICIM NEREDE?"

Guoshi sesi daha yüksek çıksın diye ellerini ağzının yan taraflarına koydu ve bağırdı,
"ÇİÇEĞİ GÖZETEN KAN YAĞMURU MESAFE KISALTMA RÜNÜ'NÜ
ETKİNLEŞTİRDİ! TONGLU DAĞI'NA! KILIÇ BURADA!"

Hua Cheng kararlılıkla bir zar attı, "Etkinleş!"

Üstlerinde, zifiri karanlık olan bulut katmanlarının arasında bir şey gürlüyordu. Bir süre sonra
Xie Lian gözlerini kısarak yukarı baktı.

Gerçekten de bir kılıç vardı!

İlahi heykel sıçradı ve uzun kılıca uzandı. Xie Lian, oluşturduğu el mührünü kavramak için
iki elini de kullandı ve ilahi dev heykel de kılıcın kabzasını elleriyle kavramıştı, sonra
"Cennet Başkenti"ne doğru kılıcı savurdu!

Diğeri de saldırıyı savuşturmak için hemen kılıcını kaldırdı, ancak iki kılıç çarpıştığında,
kimsenin hayal etmediği bir şey oldu—Xie Lian'ın elindeki kılıç, o hararetli devin kılıcını
kesmişti!

Dünyayı sarsan metal kırılma sesinin ortasında, o hararetli şeytani dev aniden durdu. Sonra
aniden birkaç parçaya ayrıldı ve kısa süre sonra hızla yere düşmeye başladı.

Xie Lian bu kılıcın bu kadar güçlü olmasını hiç beklememişti; tek vuruşta nakavt mı? O ilahi
dev heykelin ellerindeki kılıca tamamen şaşkına dönmüş bir şekilde baktı.

Parıldıyordu ve son derece keskin ve güzel görünüyordu. Neydi bu kılıç?

Daha sonra Guoshi'nin Hua Cheng'e Mesafe Kısaltma Rünü'nü Tonglu Dağı'na açmasını
söylediğini hatırladı ve bu, muhtemelen o üç dağ ruhunun bedenleri tarafından yapılmış bir
kılıçtı!

Ama bunun üzerinde daha fazla düşünecek zamanı yoktu. O dev şey aşağı düşerse, bu hiç
komik olmayacaktı. Xie Lian hemen ilahi dev heykeli aşağıya uçması için yönlendirdi ve
parçalanmak üzere olan devasa kayayı tuttu. Rotayı değiştirdiler, çok daha uzak ve daha kırsal
bir yere dikkatlice inmeden önce onu biraz daha uzaklaştırdılar.

Ancak o zaman o ilahi dev heykel kılıcı beline doğru koydu ve olduğu yerde durdu, bir eli
kılıcın üzerinde duruyordu, diğeri de iki figürü ortaya çıkarmak için avcunu açmıştı, bir çiçeği
tutuyor gibiydi. Hareket etmeyi bırakmıştı, Çiçek Taçlı Dövüş Tanrısı'nın genel duruşuna
dönerken gülümseme ifadesi de yüzüne geri dönmüştü.

Yere bir tane bile kaya parçası düşmemişti. Kraliyet Başkenti'nde hiç kimse en ufak zarar
görmemişti!

Tüm insanların, tanrıların ve hayaletlerin birbirlerine bakmalarından önce kısa bir zaman
geçmişti, "Bitti...bitti mi?"

Xie Lian ve Hua Cheng ilahi dev heykelin avcundan aşağı doğru atladılar ve diğer herkesle
buluştular. Shi Qing Xuan'ın soğuk terleri çoktan sıcak terlere dönüşmüştü ve belinde bir
kullanımdan sonra tekrar kırılan Rüzgar Ustası Yelpazesi asılı duruyordu. Atlamalar,
zıplamalar, topallayarak yürümeler, sallanmalar, insanlar onların yanına geliyorlardı.

"Ekselansları! Bitti mi? Her şey halloldu mu?"

Diğer göksel yetkililerden de bir kaçı toplanmıştı, "İmp...Jun Wu, nerede? Ekselansları, onu
alt mı ettin? Öldü mü?"

Yan taraftan Guoshi cevapladı, "Bu nasıl olabilir? Ekselansları...bu kadar kolayca alt edilmiş
olamaz."

Hua Cheng elini Xie Lian'a doğru uzattı, "Gege, hadi aramaya gidelim."

Xie Lian başıyla onayladı ve ona elini verdi. Hua Cheng onu nazikçe enkazın tepesine doğru
çekti. Hayaletler, telaş içinde kaçışan Ceset Yiyen Fareler'e olan ilgilerini çoktan
kaybetmişlerdi ve bu yüzden hepsi de "Cennet Başkenti'ni temizlemek" istedikleri konusunda
gevezelik ederek oradan oraya zıplıyorlardı.

Ancak Hua Cheng onlara, "Geri çekilin. Alakası olmayan kişiler yaklaşmasın." dedi.

Aksi takdirde, Jun Wu'yla gerçekten karşılaşırlarsa, onlar için sonu kesinlikle ölüm olurdu.
Bunu duyan hayaletler aşağı atlayıp yeryüzünü korumaya devam ettiler.
Fakat şu an bir enkaza dönüşmüş olan Cennet Başkenti'nde Jun Wu'dan hiçbir iz yoktu. Xie
Lian ve Hua Cheng her yere baktılar ve hatta Büyük Dövüş Salonu'nun altın çatısını
kaldırdılar ama kimseyi göremediler.

Tam o sırada Lang Qian Qiu aniden Pei Ming'e doğru döndü, "General Pei! Yapacak bir işim
var, lütfen bir süreliğine benim yerime geç."

Pei Ming'in kestiği fare sayısı, Yağmur Ustası'nınkine yetişememişti ve huysuz bir şekilde
depresif hissediyordu; üstelik, birdenbire çemberi korumak için sürüklenmişti. Yine de sadece
burnunu ovuşturdu ve fazla bir şey söylemedi.

Lang Qian Qiu enkaza atladı ve her yeri karıştırdı. Sonunda, çökmüş bir çatıyı kaldırdıktan
sonra, "ONU BULDUM!" diye bağırdı.

Xie Lian onu duymuştu ve oraya doğru gidiyordu, "Lang Qian Qiu, dikkatli ol!"

Lang Qian Qiu'nun Jun Wu'yu bulduğunu düşünmüştü, ama beklenmedik bir şekilde, bulduğu
şey, dev bir kabukta büzülmüş bir solucan gibi duran, kavrulmuş ve top gibi siyah bir şeydi.
Ufak bir öksürük sesi duyuldu.

Xie Lian kalbinin sıkıştığını hissetti ve görmek için Lang Qian Qiu ile birlikte bu yanmış
kabuğu hemen soydu. Kendi kafasına sarılarak cenin pozisyonunda kıvrılmıştı, ve
muhtemelen yandığı için vücudu kıpkırmızıydı. Ama hayatı tehlikede değildi ve hala
öksürüyordu.

Yuvarlandıktan sonra, yeşil bir hayalet ateş topu da süzülerek dışarı çıkmıştı.

Xie Lian ona baktı, "Bu..."

Lang Qian Qiu bir eliyle o hayalet ateş topunu yakaladı, gözleri alevler saçıyordu "Göklerin
gözleri var, o yüzden Qi Rong, sen ölmedin ve sonunda yine elime düştün!"

Qi Rong gerçekten "Gece Gezen Yeşil Fener" olmuştu. Şimdi düşününce demek ki, Jun Wu
ateş topunu onlara fırlattığında, Qi Rong, Guzi'yi korumuştu, bu yüzden bu çocuk yanarak
ölmemişti. Xie Lian istemese de biraz şaşırmıştı. Sonuçta, Qi Rong'un karakteri göz önüne
alındığında, eğer bir yangın çıkarsa, kendini korumak için Guzi'yi dışarı atması daha uygun
olurdu.

Hua Cheng ne düşündüğünü anında anladı ve şöyle dedi: "Çocuğu yangını engellemek için
dışarı atsa bile pek bir işe yaramazdı, çünkü bir anda küle dönerdi. Korumak ve kalkan olarak
kullanmak onun kitabında çok farklı şeyler değil."

Sebebi bu olsa bile yine de korumuştu. Qi Rong yapışkan bir hayalet topuna dönene kadar
yanmıştı ama dağılmamıştı, şimdi Lang Qian Qiu'nun eline düşmüştü o yüzden dehşet verici
şekilde çığlık atıyordu.

Az önce kurtardıkları Guzi anında uyandı ve Lang Qian Qiu'nun bacağına sarıldı, "Gege,
babamı öldürme!"

Lang Qian Qiu öfkeyle bağırdı, "BIRAK! Sana söylüyorum, yalvarsan da işe yaramaz,
merhamet etmeyeceğim!"

Daha sonra daha da sıkıca kavradı. Qi Rong, klanını yok eden düşmandı; Xie Lian hiçbir
şekilde müdahale edemezdi, ama Lang Qian Qiu'nun öfkesi yüzünden yanlışlıkla Guzi'yi
incitmesinden korkuyordu.

Xie Lian, Guzi'yi ondan çekip uzaklaştıracaktı ama beklenmedik bir şekilde Guzi gelip onun
bacağına sarılmıştı.

"HURDA GEGE, BABAMI KURTAR!"

"Guzi...bu gerçekten de senin baban değil." dedi Xie Lian, "Sana nasıl davrandığından
anlayamadın mı?"

Fakat Guzi cevap verdi, "Bu BENİM babam! Babam bana eskiden iyi davranmıyordu ama
sonradan iyi davranmaya başlamıştı. Sık sık bana yemem için et verirdi ve hatta beni büyük
bir yerde yaşamaya götüreceğini bile söylerdi...O benim için gerçekten de iyi bir baba, hurda
Gege, lütfen onu kurtarır mısın?"

Qi Rong onu azarlamaya başladı, "Aptal çocuk, ona yalvarma! Bu kara-kalpli kar nilüferi bu
atayı kurtarmayacak. Aslında, babanın ölmesi için sabırsızlanıyor, benim yaşayıp yaşamamam
onun umurunda değil!"
Hua Cheng ona göz ucuyla baktı, "Lang Qian Qiu'nun seni öldüremeyeceğinden endişe mi
ediyorsun da, benim de bu meseleye karışmamı istiyorsun?"

ÇN: Beton yetmez betooooon çıldırıyorum offf, n'olur Tanrım bana ve bu novel'ı okuyan
herkese bir Hua Cheng gönder

Qi Rong hala ondan çok korkuyordu ve o konuştuğu anda korkudan büzüşmüştü. Yine de her
iki durumda da ölecekti, bu yüzden umursamayı bırakmıştı.

"HUA CHENG SENİ ADİ ŞEREFSİZ, SENDEN KORKMUYORUM! Xie Lian,


bilmediğimi sanma. Seni göklerdeki bir tanrı sanmıştım, AMA SEN! BENİ NE OLARAK
GÖRÜYORDUN? BENİ HİÇBİR ŞEY OLARAK GÖRMÜYORDUN! Beni görmezden
geliyorsun, beni reddediyorsun, aptal olduğumu düşünüyorsun, deli olduğumu düşünüyorsun,
bana aşağılayarak bakıyorsun. Beni her zaman küçümsedin! BENİ AŞAĞILAMAYA NE
HAKKIN VAR? YONG'AN'I BİLE YOK EDEMEZSİN, SENİ İŞE YARAMAZ ÇÖP
TORBASI!"

"Sen..."

Xie Lian sadece bir kelime söylemişti ve Hua Cheng hareket etmese de, Xie Lian bir şeyler
olacağını hissetmişti bu yüzden onu çabucak geri çekti, "Boş ver, bırak onu."

Hua Cheng sahte bir gülümsemeyle uğraşmak bile istememişti ve mırıldandı, "Sana tepeden
bakıyorsa n'olmuş? Hakkında saygı duyulacak bir şey mi var?"

Qi Rong burnundan soluyordu, "SANA TÜKÜRÜRÜM, TÜKÜRÜRÜM! YANİ, YANİ


HEPİNİZ BENİ KÜÇÜMSÜYOR MUSUNUZ? BU ATA...BU ATA...BU ATANIN BİR
OĞLU VAR!"

"..."

"..."

Qi Rong manyakça kıkırdamaya başladı "Hehe! Ucuza alınmış olsa da, en azından kan bağım
olan iktidarsız korkaklardan daha iyidir! SEKİZ YÜZ YILDIR OLMAMASINI HAYAL
BİLE EDEMEM! HEHEHAHAHAHA..."
ÇN: İktidarsızlık erkekte cinsel gücün yetersizliği veya yokluğu demektir, cinsel organları
erekte olamaz.

Xie Lian ve Hua Cheng onu suskun bir şekilde izliyorlardı. Hua Cheng ayrıca, Qi Rong
hakkında daha fazla kelime tüketmek istemiyordu ve sadece Xie Lian'a doğru kaşlarını
kaldırıp şöyle dedi: "Asla bilemezsin."

Xie Lian onun sadece şaka yaptığını biliyordu ve belli belirsiz bir şekilde gülümsedi.
Beklenmedik bir şekilde, o gülümsediğinde Qi Rong'un da kahkahaları azalmaya başlamıştı.
Sonunda, aşağı yukarı zıplayan yeşil, yapışkan, hayalet ateş topu sönmüştü.

Lang Qian Qiu, Qi Rong'un hayalet ateşinin kendi kendine mi söndürüldüğünü yoksa onu
kendisinin mi boğduğunu bilmiyordu ve orada şaşkın bir şekilde duruyordu. Guzi de
sersemlemişti ve Lang Qian Qiu'nun parmaklarını açmak için yukarı doğru tırmandı. Ama
hiçbir şey olmadığını görünce yere düştü ve yerdeki o kömürleşmiş kalıntı yığınını elleriyle
kazmaya başladı, elleri simsiyah olmuştu. Ama yine de yeşil ışık yoktu, bu yüzden Lang Qian
Qiu'nun cübbesini tutmaktan başka çaresi yoktu.

"Babam nerede..."

O, Lan Qian Qiu'ya yalvarıyordu ama Lang Qian Qiu da ne söyleyeceğini bilemediği için Xie
Lian'a bakıyordu.

Xie Lian da ne diyeceğini bilemiyordu bu yüzden sadece iç çekti, ve gitmek için arkasını
döndü.

Arkasından Guzi'nin sesi geliyordu, "Gege, babam nerede? Hala buralarda, değil mi? Üç
krallığın...en güçlü kralı olacağını söylemişti, o ölemez. Hala burada, değil mi?"

Can sıkıcı Qi Rong sonunda ortadan kaybolmuştu.

Yine de, Xie Lian ne söyleyeceğini bilmiyordu, şu anda ne hissettiğini bile anlayamıyordu.

Dürüst olmak gerekirse, eğer daha dikkatli düşünürse, Qi Rong'un sözleri gerçekten de aksi
iddia edilemez gibi görünüyordu.

Küçüklüklerinden beri, bu genç kuzenine pek de önem vermemişti.


İlk başta Qi Rong'a bir sempati duymuştu ama bunun yerini daha sonra öfke ve baş ağrısı
almıştı, ve onu görmezden gelmek için de elinden geleni yapmıştı; gözden ırak olan gönülden
de ırak olurdu. Ama Qi Rong'a küçümseyerek baktığı söyleniyorsa o zaman...bu da oldukça
doğru görünüyordu.

Sadece küçümseme değildi. Ayrıca bir zamanlar Qi Rong'dan o kadar çok nefret etmişti ki
küllerini ezip tüm dünyaya dağıtmak istiyordu. Ama bu kadar uzun süre yaşamış olduğu, çok
şey deneyimlediği için, Qi Rong'a geri dönüp baktığında, ortada sadece rahatsızlık ve
yorgunluk duygusundan başka bir şey kalmamıştı. Belki biraz küçümsemişti, ama artık bunun
bir önemi yoktu.

Neşe yoktu, keder de yoktu.

Aramalarına devam etmişlerdi ama hepsi sonuçsuzdu. Enkazdan indikten sonra, Shi Qing
Xuan zaten uzun süredir yeryüzünde bekliyordu.

"Ekselansları, durum nedir?"

Xie Lian kafasını iki yana salladı, "Onu bulamadık."

"Bu nasıl olabilir?"

Göksel yetkililer tartışmaya başladılar.

"Gerçekten ölmüş olabilir mi? Küle falan dönmüştür."

"Eğer saklanıyorsa, bu çok daha korkutucu!"

"Nereye saklanabilir ki? Çok fazla insan gözetliyor!"

Shi Qing Xuan etrafına bakınıyordu, "Ekselansları, önce sormak istediğim bir soru var. Nan
Yang ve Xuan Zhen nerede?"

Bu doğruydu, Feng Xin ve Mu Qing'i uzun süredir kimse görmemiş gibiydi. Göksel yetkililer
de tekrar gevezelik etmeye başladılar.
"Bu iki general, General Pei ile aynı olamaz, değil mi? Cennet Başkenti'nde kendi
saraylarında mahsur kalmış ve dışarı çıkmamış olabilirler mi?"

"Bu mümkün değil...General Nan Yang'ın çıktığını gördüm! Üstelik o sırada birini
arıyordu..."

Çevirmen: Maria
Bölüm 229: Marifetli Zar; Hep Yek Yuvarlanıp Kalbi Paniğe Sürüklüyor

Xie Lian, Hua Cheng'e fısıldadı, "Mu Qing'e ne olduğunu bilmiyorum ama Feng Xin, Jian
Lan'ı ve cenin ruhunu arıyor. Onlar..."

Cennet Başkenti'nde kalmış olamazdı, diğer göksel yetkililerle de gitmemişti, yere inip
çıkarken selde hapsolmuş ya da yanmış olabilir miydi?

Ya da belki daha kötüsü olmuştu. Belki ikisi de şu anda Jun Wu'nun elindelerdi!

Tam o sırada Guoshi yanlarına doğru yürüdü, "Ekselansları, aramaya devam etmene gerek
yok. Burada olsaydı, saklanmak için bir nedeni olmazdı. Burada pek çok insan olabilir ama
dikkat etmeye değer pek bir şey yok. Burada olmadığına göre, o zaman sadece bir yere
gidebilir ve orası da senin onu takip etmeni isteyeceği bir yer."

Xie Lian anlamıştı, "Tonglu Dağı mı?"

Guoshi başıyla onayladı, "Belki de Mesafe Kısaltma Rünü'nü etkinleştirmiştir. Cennet


Başkenti'nin yanı sıra onun en güçlü olduğu diğer yer orası."

"Ha? Tonglu Dağı'na mı gidiyorsun?" diye haykırdı Shi Qing Xuan, "O korkunç yere???"

"Biz zaten bir kez gittik." dedi Xie Lian, "Sorun değil, o kadar da korkutucu değil. Belki Feng
Xin ve Mu Qing de oradadır."

Fakat Guoshi onları uyardı, "Gardınızı düşürmeyin. Bu seferki gidişinizde, sizi aynı şeyler
bekliyor olmayacak." Kısa bir duraksamanın ardından devam etti, "Sanırım ben de ikinizle
beraber gideceğim. En iyisi güvenilir olan birkaç tane savaş tanrısı daha bulmak.
Yaralanmamış kişiler olmalı. Eğer yaralı olurlarsa, gelseler bile sizi aşağı çekerler."

O zaman bu, gerçek bir imtihandı.

"Güvenilir savaş tanrısı mı?" Xie Lian merak ediyordu.

Belki daha öncesinde pek çok güvenilir savaş tanrısı vardı, ama şimdi çok fazla kişi
kalmamıştı.

Düşenler, yananlar, kaybolanlar, bacaklarına sarılmış ve ağlayan çocuklar olanlar.


Hua Cheng araya girdi, "Herhangi bir yardımcı aramaya gerek yok, hepsi işe yaramaz. Gege
ve ben yeteriz."

"Kesinlikle yeterli değilsiniz." dedi Guoshi.

Pei Ming uzaktan itiraz etti, "Çiçeği Gözeten Kan Yağmuru, özgüvenli bir şekilde ve
inandırıcı bir tonla 'Hepsi işe yaramaz.' demesen olmaz mı?!"

Shi Qing Xuan da içtenlikle gülüyordu, "General Pei, inanılmaz derecede yandın, Yağmur
Ustası'nın kestiği kadar bile fare kesemedin, yani neden şimdi şikayet ediyorsun ki?"

Pei Ming'i uzun zamandır görmemişti ama Shi Qing Xuan hala onunla alay etmekten büyük
bir keyif alıyordu. Yarasına tuz basılan Pei Ming, daha da depresif hissetmekten kendini
alamamıştı.

Tam o sırada aniden bir ses geldi, "Bekle, ben de. Ben de geleceğim."

Kalabalık gelen kişiyi görmek için yolu açtı ve konuşan kişinin aslında Mu Qing olduğunu
fark ettiler. Ne zamandan beri kalabalığın en arka kısmında bekliyordu kim bilirdi.

Xie Lian da onun ortaya çıktığını görünce rahat bir nefes verdi, "Mu Qing? Ne zaman geldin?
Daha önce nereye gitmiştin? Senin de kaybolduğunu sandım."

Fakat Mu Qing, "Ben hep buradaydım." diye yanıt verdi.

Hua Cheng kollarını kavuşturup ona yan yan baktı, "Hep buradaydın ama hiç konuşmadın. Ve
yardım da etmedin, ha?"

Mu Qing soğuk bir şekilde cevap verdi, "Hep buradaydım dedim. Sadece hiç konuşmadım ve
hiçbiriniz de beni görmediniz, hepsi bu."

Ancak daha fazla insana ihtiyaç duyulan durumlar oluşmuştu ve o asla bulunamamıştı. Hatta
ismiyle seslendiklerinde bile cevap vermemişti bu yüzden herkes General Xuan Zhen'in
kaybolduğunu düşünüyordu. Xie Lian hala Feng Xin'in de kalabalığın içinde olacağından
umutluydu, ama bir kere daha aradıktan sonra onu bulamamışlardı ve Feng Xin gerçekten de
orada değildi.
Bu yüzden sadece şöyle dedi, "Pekala. Yardım etmeye mi geliyorsun? Bu harika, sonunda işe
yarayacak biri var."

Böylece Mu Qing onlara doğru yaklaştı. Onun geldiğini görünce, bu kez şaşırtıcı şekilde
Guoshi'nin ve Hua Cheng'in yüz ifadeleri aynıydı. İkisi de uzun zamandan beri Mu Qing'i
sevmiyordu; Hua Cheng'in meselesi hakkında konuşmaya gerek bile yoktu ama Guoshi, Mu
Qing'i başından beri öğrencisi olarak kabul etmek istememişti. Şimdiki durumda bile, Mu
Qing'in gelip yardım etmesindense, hiç kimsenin gelmemesini tercih edermiş gibi
görünüyordu.

Mu Qing onların bu tavırlarından kesinlikle habersiz olamazdı ama yine de yaklaştı ve usulca,
"Usta." dedi.

Guoshi başını salladı ve pek bir şey söylemedi. Ne de olsa Mu Qing iğrenç ya da suçlu
sayılabilecek bir şey yapmış değildi ve yardıma geldiği için de onun onlarla gitmesine engel
olacağı bir nedeni yoktu.

Guoshi, Shi Qing Xuan'a doğru döndü, "Ekselansları'nın ilahi heykeli burayı koruyacak. Kinci
ruhların tamamından arındırmak için hala birkaç gün daha lazım, ve zaten burada da çok fazla
yardımcı olduğu için, burasıyla kendiniz ilgilenin."

Shi Qing Xuan başıyla onayladı, "Ama tabii! Ama bekle ihtiyar, bunu zaten sana defalarca
sordum, ama lütfen bana cevap verir misin, sen kimsin?"

Guoshi cevap vermedi. Kalabalık Hua Cheng'i takip etti ve yan taraftaki bir konağın önüne
doğru yürüdü. Hua Cheng zahmetsizce bir zar attı ve beklenmedik bir anda kapıyı açmak
üzereydi ki, öylesine bir bakış attı ve yüzü renkten renge girmeye başladı.

Xie Lian zehir gibi bir zekaya sahipti ve anında fark etmişti, "Ne oldu, San Lang? Mesafe
Kısaltma Rünü etkinleşmiyor mu?"

Hua Cheng kendine geldi ve gülümsedi, "Hayır. Sadece benim böyle bir sonuç çıkarmam çok
nadirdir."

Avcunu Xie Lian'a doğru açtı. Xie Lian bakmak için yaklaştı ve o da şoke olmuştu. Soluk,
beyaz renkli avcunun içinde tek bir tane zar vardı ve onun üzerinde de tek bir nokta vardı.
Hua Cheng ne zaman yuvarlasa hep altı tane parlak nokta olurdu ve hep yek atması da
oldukça nadirdi, "...Bu atış ne demek oluyor? Hatalı bir şekilde mi attın?"

ÇN: Elalem buna snake eyes dese de türkçesi 'hep yek'tir ve hep yek atan kişi oyun oynama
sırasını kaybeder.

"Geçmiş deneyimlerime dayanarak, bu muhtemelen ileride beni bekleyen ve inanılmaz


derecede tehlikeli bir şey olduğu anlamına geliyor." dedi Hua Cheng.

"..."

Xie Lian'ın biraz kalbi sıkışmıştı.

Arkalarında bulunan Guoshi araya girdi, "Ah, size, gençlere, kumar oynamanın kötü
olduğunu ve bu kötü alışkanlığı bırakmanızı söylemedim mi? Ekselansları gördün mü bak, ne
biçim kötü bir alışkanlık edinmiş!"

Bu kesinlikle kötüye alametti ama Hua Cheng hiç istifini bozmamıştı ve gülümseyerek zarları
sakladı, "Bu sadece bir referans, ne attığımın bir önemi yok. Tehlikeli olup olmadığını
söyleyecek kişi benim." Daha sonra kapıyı açtı, "Hadi gidelim, Gege."

Döndü ve tam eşikten geçmek üzereydi ki Xie Lian onu farkında olmadan geri çekti
neredeyse ağzından "Daha fazla gitme!" diye kaçıracaktı; ama Xie Lian üzerinde düşünmeden
bile bunun imkansız olduğunu biliyordu.

En nihayetinde, yumuşak bir ses tonuyla cevap verdi, "Gidelim. Ama yanımdan ayrılma. Eğer
herhangi bir şey olursa, ben seni koruyacağım."

Bunu duyunca Hua Cheng donup kalmıştı. Dudaklarının kenarları kıvrılmadan önce biraz
zaman geçti, ve ona kocaman gülümsedi, "Pekala. Gege, beni korumayı unutma."

"..."

Öte yandan, Mu Qing onları izliyordu, ve gözlerinden öfkeli mi yoksa tiksinmiş mi olduğu
okunamıyordu. Hua Cheng kapıyı açtığı an, yüzüne kavurucu bir ısı dalgası geldi ve yüzünde
garip ifadeler belirdi.
Yanardağ kısa bir süre önce patlamıştı ve gökyüzünü kaplayan, uçan tozlar ve küller henüz
dağılmamıştı. Eskiden ormanların olduğu ışıl ışıl yerlerde, şimdi canlı olan her şeyi yutan
alevler vardı, etrafa cehennem gibi kızıl bir renk hakim olmuştu. Tonglu Dağı eski
görünüşünü tamamen kaybetmişti.

Xie Lian ve onun yanındakiler, yüksek bir tepede oturan, kayalık bir mağaradan çıktılar ve
çıktıkları anda havadaki kül yüzünden neredeyse boğulacaklardı.

"Gerçekten de burada mı?"

"Muhtemelen Ocak'a yakın bir yerlerde." dedi Mu Qing.

"Yanardağ patladı, muhtemelen Ocak'ın yanında kalınacak hiçbir yer yoktur."

Fakat Guoshi, "Nerede olduğunu biliyorum. Eğer orası yıkılmadıysa, sadece beni takip edin,
ileride göreceksiniz." dedi.

Bu grup, o yüksek yerden inerek onu takip etti ve o sırada Hua Cheng de Xie Lian'ın önünde
yürüyordu. Yürümenin zor olduğu yerlerde molozları ve uzun otları basamak yaparak Xie
Lian için yol yapıyordu. Aksi takdirde, Xie Lian muhtemelen hızla yere çakılırdı—en yüksek
noktadan aşağıya doğru yuvarlanırdı.

Yine de beklenmedik bir şekilde Xie Lian'ın yerine başka birisi kaydı— Mu Qing arka tarafta
dengesini kaybetti ve sallanmaya başladı. En yakınında Xie Lian vardı ve hızlıca elini uzatıp
onu yakalamıştı.

"Dikkat et!"

Mu Qing kendine gelmeden önce biraz sarsılmış görünüyordu, "Biliyorum."

Xie Lian, Mu Qing'in kesinlikle garip davrandığını düşünerek onu bıraktı. Başını çevirdi,
aniden bir şeyi hatırladı ve hızlı bir şekilde Hua Cheng'in yanına gelip sorusunu fısıldadı:

"Bu arada, Mu Qing ve Feng Xin, o karlı dağın tepesinde kavga ederlerken, ne duydun?
Neden aniden öfkelenmiştin?"
Bunu duyunca Hua Cheng'in yüzünde soğuk bir ifade belirmişti ama bir süre sonra kayboldu,
"Ah, bu. Sadece düşünmeden konuşuyorlardı ve Gege ile ilgili saygısızca şeyler söylediler,
hepsi bu."

"Ha?" diye sordu Xie Lian, "Ne gibi?"

"Gege'nın bilmesine gerek yok." dedi Hua Cheng, "Kulaklarını kirletir. Gel, aşağı indik."

Dördü yüksek tepeden aşağı indiler ve biraz yürüdükten sonra, yollarının bir nehir tarafından
kapatıldığını fark ettiler. Nehirde akan şey berrak su değildi, hala köpüren kızıl-kırmızı renkli
sıvılardı—kavurucu lavdı!

Bu yakıcı sıcaklıkla, normal insanların ölmek için içine düşmesine bile gerek yoktu, sadece
yaklaşmaları yeterdi. Neyse ki, hiçbiri ölümlü değildi, bu yüzden bu kemik-eriten bölgeye
dayanabilirlerdi.

Guoshi yüzündeki teri silmeye devam ediyordu, "Tam karşıda olmalı. Eskiden burası bir
hendekti ama şimdi bu hale geldiği için geçemeyeceğiz."

"Galiba nehrin karşısına geçmemize yardımcı olacak bir şey lazım," dedi Xie Lian.

Çevirmen: Maria
Bölüm 230: Marifetli Zar; Hep Yek Yuvarlanıp Kalbi Paniğe Sürüklüyor 2

Eğer ilahi dev heykel orada olsaydı birkaç devasa adımla karşıya geçebilirlerdi. Fakat Xie
Lian tarafından kinci ruhları bastırması için Kraliyet Başkenti'nde bırakılmıştı ve üç dağ ruhu
da çoktan kılıca dönüşmüştü bu yüzden gelmemiş olmaları daha iyiydi.

"San Lang, gümüş kelebekler bizi karşıya geçirebilir mi?" diye sordu Xie Lian.

"Lavın buharı yüzünden yolun yarısındayken kelebekler eriyebilir." diye yanıtladı Hua
Cheng.

Havadan geçerken yarı yolda düşüp lav akıntısının ortasında kalmak çok da iyi
görünmeyecekti.

Fakat Hua Cheng ekledi, "Ama çoktan hazırlanmış bir yolumuz var."

Grup bakışlarını onun baktığı yöne çevirdi ve bir süre sonra Xie Lian, "Lavın içinde neden
insanlar var?" diye bağırdı.

Bu mutlak bir gerçeklikti, Xie Lian halüsinasyon görmüyordu. Tam o anda, soluk bir elin
lavdan gökyüzüne doğru uzandığını gördü.

Daha yakından incelediğinde, Mu Qing şöyle dedi: "Gerçekten de var! Ve sadece bir tane de
değil?"

En az binden fazla insan vardı. Nehrin yüzeyinde bir dizi ceset ve kafa yüzüyordu, bazıları lav
akıntısının akımıyla yuvarlanıyordu ve hatta bazıları da akımın tersine doğru hareket
ediyordu. Vücutlarının hepsi garip bir beyaz rengindeydi, yüzleri bulanıktı. Onlar yaşayan
insanlar değillerdi.

Xie Lian anlamıştı, "WuYong'un Kraliyet Başkenti'nden gelen şu Boş Kabuklu İnsanlar...
burada lavlar tarafından kaplanmışlar."

Savaş becerileri baz alındığında, bu Boş Kabuklu İnsanlar'ın üzerinden atlayarak karşıya
geçmek onlar için çok zor olmamalıydı. Lavların içinde yanarak işkence görüyorlardı ama bir
de üstlerine basılacaktı. Ama onların şimdi bunun için endişelenecek zamanları yoktu.
Önce Mu Qing ilerledi. Doğru yerleri hedefledi ve birkaç iniş ve çıkışla kısa süre sonra
hendeği geçti, nehrin diğer tarafındaki kıyıda durup onlarınnn geleceği yöne doğru bakmaya
başladı.

Xie Lian, Guoshi'ye döndü, "Önce seni karşıya geçireyim."

Ne de olsa Guoshi bir savaş tanrısı değildi ve dövüş sanatlarını da uygulamamıştı, bu yüzden
onu geçirecek birine ihtiyacı vardı. Başıyla onayladı ve ileri doğru hareket etti.

Fakat Hua Cheng araya girdi, "Gege, ben geçiririm."

Olayları akışına bırakan Xie Lian hemen kabul etti, "Pekala."

Böylece Hua Cheng ileri doğru gitti ve sanki bir yaşlıya yardım ediyormuş gibi Guoshi'nin
koluna girdi, "Guoshi, efendim, lütfen. Adımınıza dikkat edin."

Guoshi başını çevirdi ve ona yardım edenin Xie Lian olmadığını gördü, kaşlarını çattı, "Ha?
Neden sen?"

Xie Lian, Hua Cheng'in onun başka birini yanına almasının uygun olmayacağından
endişelendiğini tahmin etmişti. Ayrıca, Hua Cheng, belirli bir amaç uğruna, kendisinin
yaşlıların önünde çalışkan ve özenli olduğunu göstermek istemişti, bu yüzden de onun yerine
geçmeyi teklif etmişti.

Xie Lian dayanamayıp güldü ve öksürükle güldüğünü saklamaya çalıştı, "San Lang sana
yardımcı olmak istediğini içtenlikle söyledi, bu yüzden ben..."

Hua Cheng'e gelince, yüzünü kaplayan bir gülümseme ile söze girdi, "Ben ya da Gege olması
bir şeyi değiştirir mi? Ayrıca ben size çok saygı duyuyorum, efendim, bu nedenle yardım
etmekten çekinmiyorum, bu pek bir şey değil."

Guoshi'nin bir süre dili tutulmuştu daha sonra cevap verdi, "Bana gerçekten saygı
duyuyorsan, yüzündeki o sahte gülümsemeyi kaldır. Bu sahtelik gerçekten çok fazla..."

Hua Cheng anında gülümsemeyi bırakmıştı, "Ah."

Sonra başka bir söz söylemeden Guoshi'yi taşıdı ve ışık hızıyla karşıya geçtiler.
Hareketleri acayip hızlıydı, Guoshi tepki bile verememiş, Mu Qing'in yanında donakalmış
vaziyette duruyordu. Hua Cheng'in botlarıyla üzerlerine bastığı Boş Kabuklu İnsanlar ise,
üstlerine basıldığını bile fark etmemişlerdi. Şaşkınlık içinde başlarını tutarak lav akıntısında
yüzmeye devam ediyorlardı, yukarı hiç bakmamışlardı.

Guoshi muhakeme yeteneğini geri kazanır kazanmaz Hua Cheng'e dik dik bakmaya başladı ve
ona bir yorumda bulundu: "Fena değil, sanırım."

Bu tarafta Xie Lian içten içe şöyle düşünüyordu, "Bu çok sert. Bunun gibi yeteneklere nasıl
'fena değil' diyebilir ki?" daha sonra diğer tarafa doğru bağırdı, "Ben de geliyorum, şimdi."

Hua Cheng arkasını döndü, "Gege, orada kal. Ben seni almaya geleceğim!"

Ancak Xie Lian, onun sözlerinden daha hızlı davrandı. Çoktan hareket etmişti, yukarı doğru
sıçradı ve ayakları, yüzü yukarı doğru bakan Boş Kabuklu İnsanlar'dan birinin karnına hafifçe
bastı. Ayaklarının altındaki bedenin biraz gömüldüğünü hissetti ama çoktan başka bir
tanesinin kafasına doğru sıçramıştı.

Bu şekilde beş ya da altı tanesine basarak ilerlemiş ve lav akıntısının ortasına gelmişti. Xie
Lian başka bir sıçrama yapmak üzereyken, vücudu aniden battı ve neredeyse dengesini
kaybediyordu. Kendini sabitlemek için kıyaslanamayacak kadar hızlı reflekslerini
kullandıktan sonra aşağı doğru baktı; ayaklarının altındaki şey uzanıp botunu yakalamıştı!

"Yo hayır, tekrar olamaz!" Xie Lian içinden bağırıyordu.

Korkunç kötü talihi yine ortaya çıkmıştı. Önündeki insanlar nehri gayet iyi geçmişlerdi, ama
böyle zor bir canavarla karşılaşan o olmuştu; sağ bileğini tutmuş ve atlamasına izin
vermiyordu!

Bu Boş Kabuklu İnsanlar, içleri oyuk olduğu için sadece lav akıntısının yüzeyinde
yüzebiliyorlardı, bu yüzden çok fazla ağırlığı kaldıramazlardı. Buhar kaynarken, Xie Lian
bolca terliyordu ve kolunun bir köşesi gerçekten de alev almıştı. Orada kalmaya devam
ederse, o zaman bastığı şey ile birlikte lavın içine batacak ve komple alev alacaktı!

Yine son saniyede, böyle bir kriz anında Xie Lian'ın aklına bir fikir geldi. RuoYe uçarak
dışarı çıktı, ileride duran bir başka Boş Kabuklu'yu yakalayıp ona doğru sürükledi ve sol
ayağıyla basmasını sağladı. Böylece bu iki tane kabuk, onun ağırlığını destekliyordu ve lava
batmaktan kurtulmuştu. Kriz atlatılmış oldu, Xie Lian Fang Xin'i çıkardı ve onu tutan kolu
kesti. Tam zıplayacaktı ki, kırmızı bir figür ışık hızıyla yanına gelmişti.

Xie Lian ona şöyle dedi, "San Lang? Ben iyiyim. Gelmene gerek yoktu."

Hua Cheng avcunun içini kullanarak onun ayağını tutan yaratığı parçalara ayırdı, "Bunu
karşıya geçtikten sonra konuşalım."

İkisi karşı kıyıya geçtiler, Xie Lian, "Özür dilerim, seni endişelendirdim." dedi.

"Benim hatam." dedi Hua Cheng, "Geçmeden önce beni beklemeni söylemeliydim."

"Pekala, pekala." diye çıkıştı Guoshi, "Bunu bırakın şimdi. Ekselansları o kadar da güçsüz
değil, oraya gitmesen de kendi başının çaresine bakabilirdi, niye almaya gittin ki? Gelin! Bu
taraftan."

Bu grup karaya çıktıktan sonra bir süre daha yürüdü ve en nihayetinde WuYong Sarayı'na
geldiler.

Sarayın yarısı toprağa gömülüydü. Grup içeri girdikten sonra, yol eğimli olmaya başladı ve
yeraltının derin girintilerine doğru ilerliyordu. Yerüstünü terk ettikten sonra kavurucu hava
yavaş yavaş soğumaya başlamıştı. Yeraltı sarayının tamamı boştu ve en küçük hareket bile ses
çıkarıp, yankılanıyordu.

Her biri etrafı aydınlatmak için avuç meşalesi yaktılar. Bu saray uzun süredir mühürlenmiş
olmasına rağmen, yine de oldukça heybetli ve görkemliydi; altın, ışıltılı desenleri, yontulmuş
sütunları, ışığı yansıtıyordu. Bununla birlikte, bir ruh bile yoktu, havada ölüm sessizliği
hakimdi, sanki burası devasa bir türbeydi.

"Ekselansları'nın büyüdüğü yer burasıydı." dedi Guoshi.

"O gerçekten de burada mı?" diye sordu Mu Qing.

"Sence?" diye yanıtladı Guoshi, "Güçlerinin en yoğun olduğu yer burası, o yüzden dikkatli
olun."

Tam o sırada Xie Lian aniden bir şey fark etti.


Hua Cheng'in belindeki, E-Ming'in kabzasındaki gümüş göz küresi, tedirgin bir şekilde ve
anormal bir hızla dönüyordu. Fakat Hua Cheng odaklanmış ve soğukkanlı bir ifadeyle
duruyordu, onu görmezden geliyordu. Xie Lian kendini tutamayıp onu biraz okşadı ve
nedense E-Ming de biraz sakinleşmişti.

Hua Cheng tam da konuşmak üzereydi ki, aşağı baktığında Xie Lian'ın elinin belindeki kılıcın
kabzasında olduğunu gördü.

Tam o sırada bu büyük salonun her köşesinden "hehehe" diye kıkırdama sesleri gelmeye
başladı. Orta yaşlı, sinsi ve kurnaz bir adamın sesiydi; sanki bir şey planlıyordu, Xie Lian'ın
boynundaki tüm tüyleri diken diken olmuştu. Ve bu sesi daha önce duymuştu.

Bu cenin ruhunun sesiydi!

Mu Qing haykırdı, "ORADA!"

Mu Qing üstlerindeki tavanı aydınlatması için bir alev parçası gönderdi. Sarayın tavanının
köşesine kertenkele gibi asılmış beyaz bir şey görüyorlardı; cenin ruhuydu! Uzun parlak dili
sanki sırtını kaşıyormuş gibi kendini yalıyordu.

ÇN: Hayal etmeliyim, hayal etmemeliyim, hayal etmemeliyim

Alevlerin ona doğru uçtuğunu görünce Mu Qing'e kusmuk gibi bir şey tükürdü.

Mu Qing yüzünde aşağılama dolu bir ifade ile bu tükürüğü savuşturdu.

Guoshi önce yerdeki yapışkan maddeye sonra da yukarıdaki cenin ruhuna baktı. İğrenmiş bir
yüz ifadesiyle konuşmaya başladı, "Bu velet gerçekten de Feng Xin'in mi?"

Xie Lian aceleyle seslendi, "Bekle! Cuo Cuo! Senin adın Cuo Cuo, değil mi?"

Bu cenin ruhu kendi adını duyar duymaz olduğu yerde kaldı ve ona kimin seslendiğine
bakmak için döndü.

Xie Lian devam etti, "Cuo Cuo, biz...babanı...bulmaya geldik. Nerede olduğunu biliyor
musun?"
Cenin ruhu "babanı" kelimesini duyunca homurdanmaya başladı. Tüm uzuvlarını kullanarak
pat-pat sürünerek uzaklaştı ve ortadan kayboldu.

Xie Lian bağırdı, "CUO CUO? Çabuk, bulalım onu!"

Grup hemen avuç meşalelerini yakarak etrafı araştırmaya başladı.

Aniden Mu Qing haykırdı, "BU TARAFTAN?"

"Hangi taraf?" diye yanıtladı Xie Lian.

Mu Qing parmağıyla bir yolu işaret etti, "Bu tarafa gittiğini gördüm."

Gösterdiği yol saray binasının yan tarafındaydı; uzun ve dar bir koridor, kasvetli ve rahatsız
ediciydi. Diğer ucunun nereye çıktığını bilmeseler de, iyi bir yere çıkmadığı çok belliydi.

Hua Cheng aniden şöyle sordu, "Gerçekten de oraya gittiğini gördün mü?"

Mu Qing öfkeli bir şekilde cevap verdi, "Yalan söylememin bana ne faydası var ki?"

Hua Cheng hah-ladı ve bu hah sesi hiçbir duygu içermiyordu ama kulağa pek dostça da
gelmiyordu.

Gua Cheng onlara çıkıştı, "Böyle bir zamanda ne için kavga ediyorsunuz? Şüpheli herhangi
bir yeri gözden kaçırmayın; sadece bir göz atsak da bu yeterli."

O uzun koridor çok dardı. Bir zamanlar çok daha geniş olmalıydı ama ezilmiş gibiydi ve
şimdi bir seferde yalnızca tek bir kişinin geçmesine izin verebiliyordu. Belki de Mu Qing,
daha önce Hua Cheng'in sesindeki şüphenin tonuna kızmıştı, bu yüzden ilk o girdi. Hua
Cheng, yolu açmak için Xie Lian'ın önünde çok doğal bir şekilde yürüyordu, ancak Xie Lian,
Hua Cheng'in belindeki E-Ming'in gözünün yeniden çılgınca döndüğünü fark etti. Birden
zihninde bir şeyler kıpırdadı ve anında Hua Cheng'i arkasına doğru çekti.

Hua Cheng şaşırmıştı, "Ne oldu?"

Xie Lian usulca boğazını temizledi, "Seni koruyacağımı söylememiş miydim...arkamda dur."

Bir süre sonra Hua Cheng hafifçe güldü.


Derinlere doğru yürüdükçe, Xie Lian giderek daha fazla rahatsız oluyordu. Tehlike içgüdüsü
aşırı derecede keskindi ve onu rahatsız eden şey ön taraftan geliyordu.

"Guoshi, bu yolun nereye gittiğini hatırlıyor musun?" diye sordu Xie Lian, "Nasıl oluyor da,
ne kadar yürürsek o kadar ağırlık olduğunu hissediyorum..."

Ölümcül bir hava.

Ve bu canlı bir ölümcül hava değildi aksine soğuk ve dondurucuydu. Derinlere gittikçe,
gerginlik hissi de artıyordu.

Fakat Guoshi ona yanıt vermedi. O anda Xie Lian'ın beyninde bir ampul yandı ve tekrar
seslendi.

"Guoshi?"

Hala bir cevap yoktu. Xie Lian başını hızlıca çevirdi. Kim bilir ne zamandan beri arkasında
hiç kimse yoktu!

Daha önce fark etmemesinin nedeni, Hua Cheng ve Guoshi'nin serbest bıraktığı meşale
ışıklarının hala havada süzülmesiydi, ve hala onu takip ediyor, kaybolan ustalarının yolunu
aydınlatıyorlardı.

Mu Qing de bakmak için arkasına döndü ve şoke oldu, "Çiçeği Gözeten Kan Yağmuru
nerede?"

Xie Lian başka hiçbir söz söylemeden geldikleri yoldan geri dönmek için hareketlendi. Fakat
Mu Qing onu yakaladı.

"Ne yapıyorsun? Neredeyse geldik! Ayrıca Çiçeği Gözeten Kan Yağmuru'nun geri
döndüğünü düşünüyor musun?"

"Hayır." diye yanıtladı Xie Lian.

Tam da Hua Cheng hiçbir söz söylemeden geri dönmüş olduğu için durum bu kadar
korkutucuydu!
Xie Lian aniden Hua Cheng'in ona bıraktığı şeyi hatırladı ve bakmak için elini aceleyle
kaldırdı. Yüzük parmağındaki kırmızı ipin hala parlak olduğunu görünce, Hua Cheng'in iyi
olduğunu anladı ve rahat bir nefes verdi. Yine de oraya gitmeden önce Hua Cheng'in zarla hep
yek attığını hatırladığında yeniden gergin hissetmeye başlamıştı.

"Geri dönsen bile büyük olasılıkla hiçbir şey bulamayacaksın." dedi Mu Qing, "Öyleyse
neden ilerlemeye devam etmiyor ve içeride tam olarak ne olduğunu görmüyorsun? Aksi
takdirde, geri dönüp hiçbir şey bulamazsan ve tekrar gelmek zorunda kalırsan, zaman
kaybetmiş olmaz mısın?"

Xie Lian tam konuşmak üzereydi ki aniden nefesini tuttu, "Şşş. Dinle. Bu ses ne?"

Mu Qing de dikkatle dinledi.

Derin ve sessizce nefes alan bir adamın sesiydi.

İleriden geliyordu!

İkisi son derece dikkatliydi, silahlarını sıkıca kavramışlardı ve ileriye doğru


yürüyorlardı. Sonunda uzun koridordan çıktılar ve bir odaya geldiler. Mu Qing dikkatle
etrafını süzüyordu ve Xie Lian parmağını sallayarak öne doğru bir alev parçası gönderdi ve
yerde yatan figürü aydınlattı.

Figürün sırtını gördüğü an kim olduğunu anlamıştı ve aceleyle koştu, "FENG XIN?!"

Yerdeki adamı kendine doğru döndürdü, gerçekten de Feng Xin'di. Vücudunun her yeri
yaralar ve yanıklarla kaplıydı ama hayati tehlikesi yoktu. Xie Lian hafifçe vurarak sırtını
sıvazlıyordu ve Feng Xin uyandığı anda küfretmeye başlamıştı. Fakat o kişinin Xie Lian
olduğunu fark edince küfretmeyi bıraktı.

"Ekselansları?? Neden buradasın?"

Xie Lian bir nefes verdi, "Neden önce bana burasının neresi olduğunu söylemiyorsun?"

Feng Xin doğruldu ve etrafına baktı, "Burası neresi ki?"

Tam de beklediği gibi, Feng Xin de bilmiyordu, bu yüzden Xie Lian daha fazla soru sormadı.
Xie Lian başını salladı ve elini uzattı.
"Önce kalk. Şimdi seni bulduğumuza göre, artık San Lang'ı aramalıyız."

"Çiçeği Gözeten Kan Yağmuru'ndan mı bahsediyorsun?" diye sordu Feng Xin, "Ona ne oldu?
Seninle beraber değil miydi?"

"Öyleydi." diye başladı Xie Lian, "Beraberdik..."

Sözlerini bitirmeden önce, Feng Xin aniden elini kaldırdı, "Bekle! Arkandaki kim??"

Xie Lian arkasına baktı ve gölgelerin arasında hareketsiz duran bir figür gördü, "Bu Mu Qing.
Ne oldu?"

Feng Xin'in gözleri birdenbire fal taşı gibi açıldı, "TUT ONU, ÇABUK!"

Çevirmen: Maria
Bölüm 231: Marifetli Zar; Hep Yek Yuvarlanıp Kalbi Paniğe Sürüklüyor 3

Karanlığın içinde, bu figür bir adım öne çıktı ve sonunda ateş ışığının altında göründü.

Mu Qing'in yüzünde karanlık bir ifade vardı ve konuşmuyordu.

Feng Xin, Xie Lian'ı tuttu, "Cennet Başkenti'nde insanları ararken birisi beni aniden itti, yoksa
neden aşağı düşeyim ki? "

Düşünceler Xie Lian'ın zihninde hızlıca dönüyordu ve gözlerini kırpıştırdı, "Seni iten o
muydu?"

Feng Xin mutlak bir kesinlikle yanıtladı, "Şüphesiz, oydu!"

"Sana vurduktan sonra hemen bayıldın mı?" diye sordu Xie Lian.

"Neredeyse!" dedi Feng Xin, "Her halükarda, Ekselansları, ona dikkat et ve yaklaşma, onu
yakala."

Mu Qing küfrediyordu, "Saçmal..."

Xie Lian çabucak araya girdi, "Bekle! Feng Xin, burada bir problem var. Eğer sana arkandan
pusu kurulduysa ve ardından bayıldıysan-arkandan vuran kişinin Mu Qing olduğunu nereden
biliyorsun?"

Feng Xin onun böyle bir soru sormasını beklemiyordu ve oldukça şaşırmıştı.

Mu Qing o boşluk anını kullandı ve kısık bir sesle mırıldandı.

"O zamanlar Cennet Başkenti kaos içinde alev alev yanıyordu, herhangi birinin vurup seni
düşürmesi tuhaf olmazdı. Ama bu suçu benim üzerime atıyorsun, hatalı olduğunu kabul
edemez misin?"

Fakat Feng Xin, Xie Lian'a tutundu ve ayağa kalktı, ses tonu karanlıktı, "Hayır. Kesinlikle
sendin!"

"Neye dayanarak beni suçluyorsun?" diye sorguladı Mu Qing.


Feng Xin kendi savını açıkça ileri sürmeye başladı, "Bunun nedeni, Cennet Başkenti'nin alev
alev yanması ve her tarafta ateş ışığı olması. Arkamdaki kişinin gölgesi yansıyordu. Geriye
bakma şansım olmasa da gölgenin şeklini ve hareketlerini gördüm. Senin gölgendi!"

Xie Lian dikkatli bir şekilde bu sözlü münakaşayı izliyordu.

Mu Qing yine de geri adım atmıyordu, "Bunların hepsi boş laf. Kendi gözlerinle hiçbir şey
görmedin. Gölgelerin gerçekliği bulanıklaştırması gayet normaldir, yani ben olduğumdan
nasıl bu kadar eminsin? Neredeyse bayılmak üzereyken ne görmüş olabilirsin ki?"

"Ayrım yapıp yapamayacağımı sen çok iyi biliyorsun. Ekselansları da." dedi Feng Xin.

Xie Lian gerçekten de biliyordu. Ne olursa olsun, üçü birlikte büyüyüp, birlikte gelişmişlerdi
bu yüzden birbirlerinin formlarına ve hareketlerine daha fazla aşina olamazlardı. Yüzünü
görmeseler de kim olduğundan en az yüzde seksen emin olurlardı!

"Ekselansları, ikiniz buraya beraber mi geldiniz?" diye sorguladı Feng Xin, "Yoldayken
şüpheli bir şey yaptı mı?"

"Şey..." dedi Xie Lian.

Dürüst olmak gerekirse, Mu Qing tüm yol boyunca son derece şüpheli, gergin ve kararsızdı.

Ama şu anki durumlarında, Xie Lian'ın bunu, Mu Qing'in yüzüne karşı söylemesi kolay
değildi.

Feng Xin devam etti, "Hayır! İyice düşün, onun gelmiş olması bile şüpheli. Onun kişiliği baz
alındığında, insanları kurtarmak için neden kendini tehlikeye atsın ki? Bu gerçekten de Mu
Qing mi?"

Mu Qing'in ifadesi daha da karanlık bir hal aldı, "Kesin gerçekmiş gibi konuşma. Oğlunun
olması da senin yapacağın bir şey değildi, ama bak neredeyiz?"

"..."
Xie Lian bu konuşmanın nereye varacağını hissedebiliyordu ve hızlıca araya girdi, "Pekala,
tartışmayın. Eğer tartışmaya devam edecekseniz, sakinleşmek için gidip bir ejderha
yakalayın!"

ÇN: Bu
ejderha yakalayın deyimi Hong Kong'dan geliyormuş ve yasaklı madde ot falan kullanmak de
mekmiş. Eroin, ot vs gibi şeyler içmek = ejderha yakalamak kjdhjsad siz sakın ejderha
yakalamayın tamam mı

Mu Qing ekledi, "Ayrıca eğer seni ben bayılttıysam, neden seni tekrar bulmaları için enerjimi
harcayayım ki?"

Feng Xin cevap verdi, "Çünkü arkamdan vursan da senin olduğunu anladığımı bilmiyordun!
Ve kim bilir burası nasıl bir cehennemdir; Ekselansları ve diğerlerini beni bulmaları için
buraya getirsen de, yine de bulamayabilirlerdi. Çiçeği Gözeten Kan Yağmuru yolun yarısında
sizden ayrı düşmedi mi?"

"Ekselansları ve diğerlerini tuzağa düşürmek için beni sahte olmakla mı suçluyorsun? Pekala,
kusura bakma, Ekselansları ve Çiçeği Gözeten Kan Yağmuru tüm yol boyunca benimleydi; ve
hiçbir şey fark etmemiş olamazlardı."

"Bu doğru. Evet..." dedi Xie Lian.

Ama bu sadece yoldaki Mu Qing için geçerliydi. WuYong Sarayı'na girince değiştirilip
değiştirilmediğini kim bilebilirdi ki? Hiçbir şeyden emin olamazlardı.

Mu Qing, Feng Xin'e doğru baktı ve devam etti, "Ekselansları, bence ondan uzak dur. Ne de
olsa geldiğimizden beri orada yatıyor, Çiçeği Gözeten Kan Yağmuru da ortadan kayboldu, ve
şimdi de ikimizi ayırmaya çalışıyor. Onun bir düzenbaz olduğunu düşünmüyor musun?"

Yüzü Olmayan Beyaz daha önce bu ikisinin görünümüne bürünmüştü, bu yüzden bunu tekrar
yapması şaşırtıcı olmazdı.

Xie Lian alnını ovuşturdu, "Peki ya şuna ne dersiniz, neden kimliğimizi doğrulamak için
sadece üçümüzün bildiği bir şeyi söylemiyoruz?"

"Ne gibi?" diye sordu Mu Qing.


Xie Lian kısa bir süre düşündü ve gelişigüzel bir şekilde şöyle dedi, "Karlı dağın
tepesindeyken, birbirinize neden çığlık atmıştınız?"

Öneride bulunduktan sonra ikisinin de yüz ifadeleri donakalmıştı. Xie Lian kollarını
kıyafetinin içine soktu.

"Eğer sözleriniz birbiriyle uyuşmazsa, o zaman birinizden biri gerçek değil demektir. Her
şeyden önce kimliklerinizi doğrulayalım."

Fakat bu ikisi sadece birbirlerine baktılar ve tek kelime bile etmediler. Xie Lian ilk başta bu
kadar meraklı değildi ama şimdi bayağı merak ediyordu.

Bir süre sonra Feng Xin sorudan kaçmaya çalıştı, "İkiniz de asıl noktayı kaçırıyorsunuz. Onun
gerçek olmadığından şüphelenmedim."

Mu Qing gözlerini kıstı, "O zaman ne demeye çalışıyorsun?"

Feng Xing açıkça devam etti, "Başından beri onun gerçek Mu Qing olduğunu düşünüyorum.
İkimize de tahammül edemiyor, bu yüzden bir şey yapması garip olmazdı."

Mu Qing yumruklarını sıktı, eklemlerinin çatırdama sesi geldi. Elini salladı ve ona doğru bir
darbe gönderdi!

Feng Xin yaralıydı ve darbeden zar zor kurtulmuştu. Ve bu sayede ikisi kavga etmeye
başladılar.

Xie Lian böyle olmasını bekliyordu zaten ama yine de başı zonkluyordu.

"Sakinleşin...Neden gidip ejderha yakalamıyorsunuz, hm?"

Xie Lian darbeler yüzünden etraftaki öldürücü havanın ağırlaştığını hissedebiliyordu. Birkaç
ateş topu rastgele bir şekilde uçarak tüm odayı aydınlattı ve Xie Lian duvarlarda her türden
silahların, kılıçların, bıçakların dolu olduğu raflar gördü, inanılmaz derecede ürkütücüydü.

Yani demek ki burası bir cephanelikti. Havanın soğuk ve öldürücü bir aura ile çevrili
olmasına şaşmamak gerekirdi!
Xie Lian da kendisi için çok değerli olan, buna benzer bir cephaneliğe sahipti ve orayı sık sık
ziyaret ederken zamanın nasıl geçtiğini anlamazdı. Ama bu cephanelik onu son derece
rahatsız etmişti ve burada bir dakika bile kalmak istemiyordu. Fakat kimin sözüne
güveneceğini bilmiyordu, bu yüzden de kime yardım edeceğine karar verememişti-doğruyu
söylemek gerekirse, ikisi de çok şüpheliydi!

En nihayetinde Xie Lian sadece, "RuoYe!" diye bağırdı.

Önce ikisini de bağlayacak ve daha sonra konuşacaktı!

Uzun zamandır kendisine sıra gelmesini bekleyen RuoYe sonunda gösteriş yapma fırsatı
bulmuştu ve uçup gitti. Yine de beklenmedik bir şekilde, beyaz ipek kuşak daha ortaya
çıkmadan önce, Xie Lian aniden arkasından başka bir ürperti hissetti.

Saldırısının yönü anında değişti. RuoYe'yi yakaladı ve arkasına doğru salladı. Beyaz ipek
kuşağın bir şey tarafından yakalandığını hissettiği anda, RuoYe'yi tuttu ve zorla geri çekti,
ama bu her ne ise hareket etmiyordu.

Xie Lian çok korkmuştu, ve hemen sonrasında, RuoYe'nin diğer ucundaki şey tarafından
çekildi. O şey sırtından sağlam bir şekilde sarıldı ve üstelik Xie Lian beline batan soğuk bir
şeyin varlığını hissediyordu.

Xie Lian, "????"

Vücudu sert görünmese de fiziksel gücü korkunç seviyelerdeydi. Diğer taraf devasa bir
yaratık değilse, nasıl bu kadar kolay çekilebilmişti ki?

Xie Lian tam da ona karşı savaşmak üzereydi ki, belinin etrafına bir elin sarıldığını hissetti ve
yukarıdan gelen bir ses duydu:

"Gege, benim."

"San Lang??" diye sordu Xie Lian.

Elbette, aşağı baktığında, belini saran elin üzerinde akçaağaç yaprakları, kelebekler ve
hayvanlar oyulmuş gümüş bir kolluk olduğunu görmüştü.
Başını çevirdiğinde, onu yakalayan kişinin, uzun boylu, sakin ve özgüvenli, kırmızı giyimli
bir adam olduğunu gördü, belinde gümüş bir kılıç asılıydı. Daha önce kendi belinde hissettiği
sert şey bu kılıcın kabzasıydı.

ÇN: MDZS okuyanlar, beyninizdekileri biliyorum şşşşt

Hua Cheng!

Xie Lian anında anlamıştı. Demek ki onu Hua Cheng'in yanına çeken RuoYe'ydi ve ikiye
karşı bir olarak savaşıyordu. Tabii ki de o kadar kolayca çekilirdi!

Kendine çeki düzen verdi ve konuşmadan önce RuoYe'ye mırıldanıyordu, "Seni küçük
hain..."

RuoYe akıllıca ölü taklidi yapıyordu, kıpırdamadan yatıyordu. Xie Lian da daha fazla bir şey
söylemek istememişti ve bu konuyu bir kenara bıraktı.

"San Lang, az önce ne oldu? Arkamdan beni takip etmiyor muydun? Usta nerede?"

"Burası çok acayip." dedi Hua Cheng, "Yarı yoldayken, geri dönüş yolumuz tamamen
kapatılmıştı. Biraz zor bir şeyle karşılaştık, bu yüzden ilgilenmemiz biraz zaman aldı."

Eğer Hua Cheng bile biraz zor bir şey olduğunu söylüyorsa, o zaman gerçekten de zor bir şey
olmalıydı.

Xie Lian biraz endişeli hissediyordu, "İyi misin?"

"Tabii ki." dedi Hua Cheng, "Ama Guoshi'nin nerede olduğu belli değil. Bu yüzden daha
derine inmemiz gerekebilir. Bu arada, bu ikisi ne için kavga ediyor? Çok gürültülü."

"Ah, onlar..." Xie Lian onlara doğru baktı.

Yan taraftaki Feng Xin ve Mu Qing sonunda bu taraftaki olayları fark etmişlerdi ve Mu Qing
hemen bağırdı, "Hey! Dikkat et, sen! Aniden ortaya çıkan insanların yanına bu kadar kolayca
gitme!"

Bu ikisi ateşkes yapmışlardı ve Feng Xin de söze girdi, "Ekselansları, gördüğün an onun
kucağına atlama!"
Xie Lian hemen kendi kendini açıklamaya çalıştı: "NE! Bununla ne demek istiyorsun! Ona
atlayan ben değilim, bu RuoYe'nin suçu..."

Neden bu kadar gerildiklerini fark edince, konuyu üstelemedi. Hem Feng Xin hem de Mu
Qing'in sahtekar olduğundan şüphelendiğine göre... Hua Cheng de öyle olamaz mıydı?

Önünde duran kişi gerçek Hua Cheng miydi?

Hua Cheng bir kaşını kaldırdı, "Şimdi hepiniz benim gerçek olup olmadığımdan şüphe
duyuyorsunuz, değil mi?"

Xie Lian'ın bir eli dirseğini desteklerken, diğer elini yanağına koymuştu ve onu dikkatli bir
şekilde gözlemlemeye başlamıştı. Onun bakışlarını fark edince Hua Cheng ona doğru döndü.

"..." Xie Lian artık onun bakışları yüzünden gözlemlemeye devam edemiyordu ve biraz
düşündükten sonra bir sonuca vardı, "Bence bu gerçek."

Mu Qing çileden çıkmıştı, "Senin 'düşüncelerin' doğru olmayabilir. Nerede olduğumuzu


unutma. Burası Yüzü Olmayan Beyaz'ın eski ini, burada her şey imkanlar dahilinde. Test
etmenin bir yolunu bul."

Öte yandan Hua Cheng kıkırdadı, "Hmm, bu bayağı kolay. Gege, buraya gel, test etmen için
sana iyi bir yol söyleyeceğim."

Xie Lian böylece onu dinleyip yanına gitti, "Nasıl bir iyi yol?"

"Lütfen yapmanı söylediği her şeyi yapmaz mısın? Şu anda şüpheli kişi o, anlıyor musun?"

Hua Cheng devam etti, "İletişim rünü şifresinin ilk yarısını oku, ben de kalanı
tamamlayacağım. O zaman gerçek olup olmadığımı anlayacaksın."

"..."

İkili bir süre birbirlerinin kulaklarına fısıldadılar, sonra Xie Lian arkasını döndü, hafifçe
boğazını temizledi ve diğer ikisine, "Şey... bu gerçek olan." dedi.

Feng Xin sonunda artık gergin görünmüyordu, ama Mu Qing hala şüpheliydi, "Emin misin?
Onun yüzüne bakıp, aniden balataları sıyırma."
"Size zaten gerçek olduğunu söyledim neden ikiniz de ben sanki şeymişim gibi..." diye
bağırdı Xie Lian.

"Pekala, bu çözüldü ve bitti." dedi Hua Cheng, "Asıl konumuza geri dönelim-Gege bu ikisi
neden kavga ediyordu?"

Xie Lian kısa bir açıklama yaptı, bir eliyle alnını destekliyordu, "Ve bununla ilgili
olarak...dürüst olmak gerekirse, kimin daha şüpheli olduğunu bilmiyorum."

Fakat Hua Cheng yanıt verdi, "Sormana bile gerek var mı? Tabii ki en şüpheli olan o."

Gösterdiği kişi Mu Qing'di.

Mu Qing öfkeden deliye dönmüştü, "Beni boş yere suçlayacaksan, en azından bir sebebin var
mı? Ne zaman bir şey olsa, benim üstüme atmayın."

"İyi." dedi Hua Cheng, "O zaman sana bir soru sorayım-bileğinde ne var?"

Bunu duyan Mu Qing'in yüzü hemen renk değiştirdi. Birkaç adım geriledi ama Feng Xin daha
hızlıydı ve anında onu yakaladı.

"Bileğinde mi?"

Bileğinde lanetli bir kelepçe vardı!

Mu Qing, Feng Xin'in elini itiyordu, alnındaki damarlar belirginleşmişti ve öfkeyle ona
bakıyordu.

Xie Lian o şeyi görünce kollarını indirdi ve şaşkınlıkla "Mu Qing, senin elin?" dedi.

Mu Qing konuşmuyordu, yüzünde çok karanlık bir ifade vardı.

Hua Cheng araya girdi, "Soracağım sorulara dürüstçe yanıt vermeni öneriyorum: Jun Wu seni
neden Büyük Dövüş Salonu'na çağırdı? Sana ne söyledi? Neden diğer göksel yetkililerden
daha iyi bir muamele gördün ve hiç zarar görmeden geri döndün? Tonglu Dağı'ndaki tüm
tehlikelere rağmen neden bu kadar anormal davranıyorsun, ve alçakgönüllülükle insanları
kurtarmaya çalışıyorsun? Elindeki şey ne? Ve bizi neden buraya getirdin?"
Durumun yokuş aşağı gittiğini gören Mu Qing bir adım geri çekildi ve aceleyle bağırdı,
"Bekle! Hemen saldırmayın! Kendimi açıklamama izin verin."

Hua Cheng açıkça bir hareket yaptı, "Lütfen. Devam et."

Feng Xin araya girdi, "Önce söyle bana, bana vuran sen miydin?"

Bir süre duraksamanın ardından Mu Qing dişlerini gıcırdattı, "...Teknik olarak bendim. Ama
işler sandığınız gibi değil!"

Feng Xin çok öfkelenmişti ama Xie Lian "Devam etmesine izin ver." dedi.

Çevirmen: Maria
Bölüm 232: Marifetli Zar; Hep Yek Yuvarlanıp Kalbi Paniğe Sürüklüyor 4

Mu Qing derin bir nefes aldı ve kabul etti, "... Doğru, Feng Xin'i inciten bendim."

Feng Xin çok öfkeliydi, "Kesinlikle senin olduğunu biliyordum!"

Mu Qing, Xie Lian'a doğru döndü, "Ama bu Cennet Başkenti'nin işi bitmiş olduğu içindi! O
sırada tüm göksel yetkililer kaçmaya çalışıyordu, ve o gelmeyi reddedip orada duruyordu,
çağırsak da gelmiyordu. Orada durmaya devam etseydi, er ya da geç karmanın alevleri
tarafından öldürülecekti, o yüzden onu fırlatmadan önce bayıltmayı planlamıştım!"

"Ama onu bana getirmedin. Bunun yerine Feng Xin kayboldu ve şimdi de burada ortaya
çıktı," dedi Xie Lian.

"Çünkü yolda ufak bir kaza oldu." dedi Mu Qing.

"Ne kazası?"

"Bu cenin ruhu," dedi Mu Qing, "Aniden bana arkamdan tuzak kurdu ve beni ısırdı, onu
götürmeme izin vermiyordu, beni bırakmadı. Cennet Başkenti yeniden şekil değiştirmeden
önce onu yukarı çekme şansım olmadı, bu yüzden..."

Böylece, Feng Xin, altındaki toprak parçasıyla birlikte bir şekilde buraya taşınmıştı. Eğer bu
doğruysa, Mu Qing bunu iyi niyetle yapmış demekti, ama kazara işleri altüst etmişti ve Feng
Xin'e ihanet etmek zorunda kalmıştı. Çok garip bir durumdu.

Xie Lian, "Neden daha önce söylemedin..." dedi

Feng Xin de kuşku duyuyordu, "Cennet Başkenti'nde yanarak ölmeme izin vermeyi
planlamadığına emin misin? Beni bayıltıp orada bırakmak istemediğine?"

Mu Qing'in ifadesi daha da sertleşti ve Xie Lian'a döndü, "Cenin ruhu bütün zaman boyunca
onun göğsünde duruyordu, daha sonra kadın hayalet Jian Lan da geldi, bu yüzden onun
yanmasını izlemek yerine onu uyandırıp oradan götüreceğini düşünmüştüm."

Böylece Xie Lian durumu anlamıştı. Mu Qing, suçluluk duygusundan kurtulmak için
gelmişti; Ne de olsa Feng Xin'i bayıltan kişi oydu. Sorumluluk duygusundan dolayı biraz çaba
sarf etmiş olması gayet doğaldı. Hiç şüphe yoktu ki yol boyunca o kadar gergin olmasının
nedeni Feng Xin'in ölüp ölmediğini bilmiyor olmasıydı...

Yine de bu bahanelere inanmak oldukça zordu. Feng Xin delirmiş gibi onun saçını çekti, "NE
BİÇİM BİR KARGAŞA YARATTIN! ONLARI ARADIĞIMI BİLMİYOR MUYDUN?
BENİ BAYILTMASAYDIN BELKİ ONLARI BULABİLİRDİM!"

Mu Qing sakin bir şekilde yanıtladı, "Cenin ruhu Yüzü Olmayan Beyaz'ın emrinde, o yüzden
onlara kötü bir şey yapmazdı. Ve seninle gitmek istemiyorlardı, bu yüzden orada kalman
sadece zaman kaybıydı. Onları binlerce kez arasan da bunun bir anlamı olmayacaktı, o halde
neden önce Cennet Başkenti'nden ayrılıp ve kendi hayatını kurtarıp, daha sonra onları aramak
için başka bir fırsat yaratmadın ki? Neden böyle korkunç bir durumda, oğlunu kabul etmek
gibi bir şeyi zorluyorsun? Ben o anda herkes için en iyi olan kararı verdim."

ÇN: Ama evlisin...benim değilsin...

Feng Xin onun kadar sakin değildi, "Herkes için en iyisiymiş, kıçımın kenarı! Bunu kendi
ailen olmadığı için söylüyorsun! Bekle, demek istediğin, beni kurtarmaya ve oradan gitmemi
sağlamaya çalıştığın mı?"

Fakat Hua Cheng araya girdi, "Bu kadar saçmalık yeter, sadece beni sorumu cevapla: Jun Wu
sana ne söyledi?"

Mu Qing çenesini anında kapattı ama biraz tereddüt ediyordu.

Hua Cheng ona dik dik baktı, "Şu anda onun emri altında mısın?"

Mu Qing hemen cevap verdi, "Böyle bir şey yok!"

"O zaman lütfen bu lanetli kelepçeyi açıkla," dedi Hua Cheng.

Mu Qing uzun zamandır tartışıyordu, dili damağı kurumuştu. Bir süre sonra kısık bir sesle
yanıtladı, "Çoktan söyledim...bana inanmayabilirsiniz."

"Daha önce sana sorduğumuzda, her şeyi ölümüne inkar etmiştin. Fakat şimdi de kabul
ediyorsun, tabii ki de sana inanmamız kolay olmayacak." dedi Feng Xin.
Mu Qing bu sözlere biraz kızmıştı, "Neden mi kabul etmedim? Daha önce neler olduğunu
anlatsaydım, yine de inanmayacaktınız! Bu tavrınız yüzünden, kim bir şeyleri itiraf edebilir
ki? Bir şeyi itiraf ettiğim an, kendimi açıklama fırsatı vermeyecektiniz, bu yüzden ben de her
şeyi inkar ettim!"

Ayrıca Feng Xin'e bir şey olmadığı için oldukça şanslıydı, ama yine de tüm bu olaylar utanç
vericiydi. Onun karakteri düşünüldüğünde, bir şeyleri kabul etmemesi de gayet doğaldı.

Xie Lian bütün bir zaman boyunca sabırla onu dinlemişti, "Bırak lafını bitirsin." dedi.

Mu Qing, Xie Lian'a baktı ve güçlükle bir şeyler söylemesinden önce kısa bir zaman geçmişti,
"Bu...çünkü, benim Ekselansları'na kötü şeyler yapmamı istedi, ben reddettim, bu yüzden..."

Bu noktada kendisi bile rahatsız olmuştu bu yüzden daha fazla devam edemedi.

Hua Cheng onun yerine cümleye devam etti, "Bu yüzden de, o öfkeyle, sana lanetli kelepçe
taktı?"

Mu Qing konuşmadı.

"Başka bir şey var mı?" diye sorguladı Feng Xin.

Hua Cheng'in ifadesinde özellikle kayda değer hiçbir şey yoktu, "Kalbinin derinliklerinden, az
önce söylediğin kelimelere inanıyor musun?"

"..."

Sanki Mu Qing büyük bir aşağılanmaya maruz kalmış gibiydi ve soğuk bir ses tonuyla
yanıtladı, "İster inan ister inanma. Feng Xin'i bayıltma konusunda büyük bir yanlış anlaşılma
var, ama kimsenin emri altında değilim."

Feng Xin cevap verdi, "Mu Qing...en iyisi doğruyu söylemen."

Mu Qing onun yüz ifadesini gördüğü anda dişlerini sıktı, "Ne söylediysem hepsi gerçekti! Ne
duymak istemiştin? Jun Wu'ya teslim olup hepinizi incitmeye çalıştığımı mı? Olduğumu
sandığınız kişi bu mu? Ekselansları??"
Gözleri duygu yüklüydü, Xie Lian'a bakıyordu. Xie Lian da ona uzun bir süre dalgın şekilde
baktı, tam konuşmak üzereydi ki Hua Cheng kollarını açıp önünde kalkan oldu, Mu Qing'in
gözlerine bakıyordu.

Usulca konuşmaya başladı, "Ekselansları'na böyle bakmana gerek yok. Sonuçta geçmişte bazı
vukuatların var."

"Sana sormadım!" diye karşı çıktı Mu Qing, "Hangi vukuatlar?"

Hua Cheng gülümsedi, "Hangi vukuatlar mı? Ekselansları'nın elinden çaldığın o değerli efsun
hazinelerinden sonra çalışmaların nasıl gitti?"

Gülümsemesi ürpertici bir hava ile doluydu ve ses tonu bayağı rahatsız ediciydi. Mu Qing
afallamıştı, beti benzi attı ve istemeden birkaç adım geriye gitti.

"SEN!..."

Mu Qing efsun güçleri için Xie Lian'la savaşmasının etik olmadığını biliyordu ve insanların
bunun hakkında konuşup onu mimlemesinden de korkuyordu. Hua Cheng'in ses tonu hafif
olmasına rağmen içinde görünmez bir agresiflik barındırıyordu.

Mu Qing şaşırmıştı ama Xie Lian da şaşırmıştı. Şaşırdığı şey şuydu, Hua Cheng bu meseleden
nasıl haberdar olmuştu?

Ne Xie Lian ne de Feng Xin dedikodu yapan tipler değillerdi; insanların arkasından, doğru ya
da yanlış hiçbir söylentiyi yaymaktan zevk almıyorlardı. Mu Qing'in ayrılışı onlar için büyük
bir şok olsa da kimseye şikayet etmemiş, tek bir kelime yaymamışlardı. Bu elverişli topraklar
için olan savaşa gelince, Xie Lian hiç kimseye bunun bahsini açmamıştı, ve Feng Xin'in de
aynısını yaptığından kesinlikle emindi.

Otuz küsür göksel yetkilinin hiçbirine başka birinin ruhsal topraklarını* çaldığını
söyleyemezdi, bu yüzden olanları bir sır olarak saklayacak ve gerçekleri biraz çarpıtacaktı. Bu
sebeple Xie Lian daha önce bu meseleyi kimseye anlatmamıştı.

(Burada bahsedilen şey; Xie Lian'ın yıllarca çalışıp edindiği tüm efsun güçlerini ele geçirmek
istemişler. En başta Hua Cheng'in otuzdan fazla göksel yetkiliyle savaştığı yazıyordu, Xie
Lian'ın güçlerine göz diktikleri için onlara meydan okumuş)
Peki hal böyleyken, Hua Cheng bütün bunları nasıl öğrenmişti ki?

Cennet Mahkemesi'ne bir sürü köstebek yerleştirse bile, bu olay çok uzun zaman önce
gerçekleşmişti. Üzerinden neredeyse sekiz yüz yıl geçmişti ve kimse tek kelime etmemişti.
Yani Hua Cheng'in böyle eski bir meseleyi deşmesi ne kadar mümkündü?

Mu Qing sorguluyordu, "Peki sen bunu nereden öğrendin? Sana kim söyledi?"

Önce Feng Xin'e doğru baktı daha sonra da Xie Lian'a, fakat en sonunda yine baktığı kişi Xie
Lian olmuştu.

Hua Cheng alaylı bir ifade ile söze girdi, "Ekselansları'na bakmana gerek yok. Ekselansları
bana asla böyle şeyleri anlatmaz. Bu karlı dağın tepesinde birbirinize bağırdığınız bir şeydi,
unuttunuz mu?"

Mu Qing'in beti benzi daha da atmıştı. Xie Lian'ın kafa karışıklığı biraz azalmıştı ama onun da
alnından bir damla ter akmıştı. Mu Qing ve Feng Xin birbirleriyle boğaz boğaza kavga
ederlerken genellikle birbirlerine bağırır eski meselelerle vurmaya çalışırlardı. Yani bu
meseleyi birbirlerine karşı kullanmaya çalıştıklarına hiç şüphe yoktu. Hua Cheng'in o kadar
öfkeli olmasına da şaşmamalıydı. Ancak Xie Lian hala belli belirsiz bir şekilde, daha derin bir
şeyler olduğunu düşünüyordu.

Çünkü Xie Lian başka bir şeyi hatırlamıştı: Kırmızı Giyimli Hayalet ve Sivil ve Savaş
Tanrıları'nın Tapınaklarının Yakılması. Hua Cheng otuz üç tane göksel yetkiliyi mağlup
ettikten sonra bir gecede ünlenmiş ve ölümlü diyarda sahip olduğu tüm tapınaklarda yangın
çıkmıştı.

Xie Lian elverişli topraklar için onunla kaç tane göksel yetkilinin savaştığını unutmuştu: hatta
ünvanları ve ona söyledikleri sözler bile zihninden silinmişti. Sadece belli belirsiz bir şekilde
otuz kişinin olduğunu hatırlıyordu.

O halde tam olarak kaç kişilerdi? Otuz küsür göksel yetkili olabilir miydi?

Öyleyse, bu Hua Cheng'in çoktan beri bu olaylardan haberdar olduğu anlamına mı geliyordu?

Mu Qing zırvalamaya başlamadan önce kısa bir süre geçmişti, "O zaman o zamanda kaldı, biz
şu andayız! Her halükarda, aklıma hiç gelmemişti..."
Hala tartışıyorlardı ki aniden Xie Lian'ın bacaklarından biri tekme attı, "DİKKAT ET!"

Mu Qing böyle tekmeleneceğini düşünmemişti. Fiuuv fiuvv, iki tane keskin, tüyler ürpertici
rüzgar yanından geçip duvara çarptı. Mu Qing ayağa fırladı ve göğsündeki ayak izini sildi.

"BUNU KASITLI MI YAPIYORSUN? NEDEN SALDIRIYORSUN?"

Xie Lian'ın zihni başka bir şeyle meşguldü ama yine de yanıt verdi, "Üzgünüm, bu gerçekten
kasıtlı bir şey değildi!"

Kasıtlı olarak vursa, Mu Qing'i tekmesiyle duvara yapıştırır duvarda bir insan şekli yaratırdı.
Herkes az önceki şeylere bakmak için başını çevirdi ve duvara iki keskin kılıç saplanmış
olduğunu gördüler; bıçakları hala titriyordu.

Feng Xin bağırdı, "KİM VAR ORADA?"

"Kimse yok." dedi Xie Lian, "Kendi kendilerine hareket ettiler."

Takur tukur, tıkır tıkır. Etraflarına bir anda ölümcül bir hava yayıldı. Duvarda asılı olan
silahlar da titremeye başlamıştı, tüm odayı bir anda ağır bir atmosfer sarmıştı.

"Hemen buradan çıkalım, acele edin!" diye bağırdı Xie Lian.

Ama beklenmedik bir şekilde, tam da daha önce çıktıkları yere doğru giderlerken Feng Xin
bağırdı, "ORAYA NİYE KOŞUYORSUNUZ? ORADA YOL YOK! Kapı nerede? Bu odanın
nasıl kapısı olmaz??? BURADAN NASIL ÇIKACAĞIZ?"

"Orada bir kapı vardı!" diye haykırdı Xie Lian, "Ama gitmiş! O silahlara neler oluyor? Neden
birden öldürme istekleri patlak verdi?"

Hua Cheng iki parmağını kullandı ve ona doğru uçan bir uzun kılıcı yakaladı. Çok fazla güç
uygulamamıştı ki, o kılıç kırıldı, parçalar yere düşerken çatırdama sesi çıkarıyordu.

Ve söze girdi, "Uzun zamandır kimse gelmediği için yalnızlardı. İnsanlar geldiği için öldürme
istekleri de uyanmış oldu, hepsi bu."

Diğer ikisi de Mu Qing'e bakmak için başlarını çevirdiler.


Mu Qing aniden bağırdı, "BUNUN BENİMLE BİR ALAKASI YOK!"

"Ama," dedi Hua Cheng, "Bizi buraya getiren kişi sensin."

"Ben bu yolu cenin ruhunu gördüğüm için gösterdim!" diye karşı çıktı Mu Qing.

Hua Cheng karşılık verdi, "Onu sadece sen gördün."

Mu Qing'in buna söyleyecek hiçbir şeyi yoktu ve sadece yumruklarını sıktı.

Feng Xin araya girdi, "Peki, şimdi ne yapacağız? Bu silahlar kendi kendine sakinleşemez
mi?"

Hua Cheng tam cevap verecekti ki Xie Lian aniden daha önce böyle canavarlarla nasıl
yüzleştiğini hatırladı ve mırıldandı, "Bu mümkün! Ama...öldürmelerine izin vermeliyiz."

"Ama şu anda buradan bir çıkış yolu yok." dedi Feng Xin, "Ve burada sadece dördümüz kilitli
kaldık. Nasıl öldürmelerine izin vereceğiz? Neyi öldürebilirler ki?"

Tam Xie Lian konuşacakken, Hua Cheng söze girdi, "Üçümüzü."

"Hangi, üçümüzü?" diye sorguladı Feng Xin.

"Sadece bir yanlışı düzeltiyorum," dedi Hua Cheng, "Burada kilitli kalan sadece üçümüzüz."

Xie Lian başını çevirip baktı. Tabii ki de bu cephanelikte dördüncü kişi olarak orada bulunan
Mu Qing ortadan kaybolmuştu! Doğruydu! Mu Qing'in durduğu yerde artık havadan başka bir
şey yoktu.

Feng Xin afallayıp kaldı, "Bu nasıl olabilir?? Daha demin orada duruyordu!"

Hua Cheng daha önce böyle bir şeyle karşılaştığı için pek de şaşırmamıştı. Sadece şöyle dedi,
"Şu an Yüzü Olmayan Beyaz'ın bölgesindeyiz. Herkes onun emrine uyuyor, korkacak hiçbir
şeyi yok, bu yüzden elbette istediği gibi insanları oradan oraya götürebilir."

"..."
Daha öncesinde, Mu Qing'e inanmıyorken, onunla sözlü kavga ederken Feng Xin'in hissettiği
tek şey öfkeydi. Ama şimdi ortadan kaybolunca, ne söyleyeceğini gerçekten de bilemiyordu.

Sonunda konuşmaya başlamadan önce kısa bir süre geçmişti, "Ekselansları...Mu Qing, o,
gerçekten de olabilir mi..."

Xie Lian hızlıca yanıt verdi, "Bunu şimdi konuşmayalım. Bu silahlar vahşileşmek üzere, o
yüzden önce onları sakinleştirmenin bir yolunu bulmalıyız, yoksa burada kıymaya
döneceğiz!"

Daha sonra sırtında taşıdığı Fang Xin'i çıkardı. Ancak, Hua Cheng kararlı bir şekilde eline
doğru bastırdı.

Xie Lian şaşırmıştı ve Hua Cheng'e doğru baktı, ama Hua Cheng de ona bakıyordu, gözlerinin
içinde bir kırmızılık yavaş yavaş yayılıyordu.

Karanlık bir ses tonuyla şöyle dedi, "Gege, kılıcını çekerek, neyi planlıyorsun?"

Çevirmen: Maria
Bölüm 233: Yüz Metrelik Uçurumlar; Lav Şelalelerinde Bin Dönemeç

Xie Lian gözlerini kırpıştırdı, "Bir şey yapmayı planlamıyordum?"

"O zaman neden kılıcını çıkardın?" diye sordu Hua Cheng.

"Kendimi...savunmak için?" diye yanıtladı Xie Lian.

Hua Cheng'in yüz ifadesi korkunç derecede karanlıktı ve kılıcı daha sert sıktı, "Kendini nasıl
savunmayı planlıyorsun? Kılıcını indir!"

Bu, Hua Cheng'in Xie Lian ile ilk kez böyle bir ifade ve üslupla konuşmasıydı ve Xie Lian
tamamen şok olmuştu.

Feng Xin de paniklemişti, "Sen kimsin ki ona kılıcını indirmesini söylüyorsun? Önce onu
bırak!"

Bir savaş baltası uçtu ve hızlı bir tepkiyle, Xie Lian kılıcını kaldırıp onu savuşturdu, "Kendimi
savunmayı nasıl mı planlıyorum?...Böyle!"

Ancak o zaman Hua Cheng'in tavrı biraz sakinleşti ama yine de gitmesine izin vermiyordu,
"Kendini savunmak zorunda değilsin, sadece arkamda dur. Kılıcını indir."

Feng Xin ayağıyla yerde duran yaya vurdu, ve havaya yükselince onu kılıç olarak kullanmak
üzere eliyle kavradı. Bir yandan meteor çekicini savururken diğer tarafından şüphesi
kuvvetleniyordu, "Onu bu şekilde tutarak, ne yapıyorsun? Sen gerçekten de gerçek olan
mısın? Ekselansları, Çiçeği Gözeten Kan Yağmuru'nun iletişim şifresini senin dışında bilen
biri var mı?"

Xie Lian aniden iletişim şifresini bilen kişinin sadece kendisi olmadığını hatırladı. Bu şifreyi
üçüncü bir kişi daha biliyordu.

Jun Wu!

Xian Le Sarayı'ndayken, Hua Cheng ile zorla iletişim kurmasını sağlarken şifreyi net bir
şekilde duymuştu!
Ama öncesinde gelen kişinin Hua Cheng olduğundan emindi, şüphesizdi, sadece... Aniden
çok tatsız bir şeyi hatırlamış gibi görünüyordu, bu yüzden böyle davranıyordu.

Bir süre üzerinde kafa yorduktan sonra Xie Lian, "Pekala." dedi ve sonrasında Fang Xin'i
sırtına geri koydu.

Bir sonraki an gümüş bir ışık parladı ve kılıç kınından çıktı!

E-Ming dışarı çıktığı anda, tüm cephanelik anında gümüş ışıkla dolmuştu, etrafta kıvılcımlar
uçuyordu, ve bir metal sesi kulaklarda durmadan yankılanıyordu. Feng Xin ve Xie Lian, bu
tüyler ürpertici derecede, ölümcül havayla dolu odanın ortasında kıpırdamadan duruyorlardı.
Yaklaşık on darbeden sonra Hua Cheng arkasına döndü ve kılıcı kınına geri koydu. Xie
Lian'ın bakışları da onun üzerindeydi ama daha sonra yere doğru yöneldi.

Daha önceki yüzlerce silahın hepsi E-Ming tarafından kesilmişti.

Xie Lian yere çöktü ve acıma duygusu hissederek bir iki kılıç parçasını eline aldı, "Bunların
hepsi çok iyi, nadir kılıçlardı..."

Tam o sırada Feng Xin araya girdi, "Ekselansları, kapı. Görünüşe göre fazladan bir kapı
ortaya çıktı!"

Xie Lian elindeki parçaları yere bıraktı ve ayağa kalktı, "Anlıyorum, demek ki sadece
silahlarla başa çıktıktan sonra buradan ayrılabilecektik."

Başlangıçta, kapıların açılması için kan dökülmesi gerekiyordu ama Hua Cheng onlara kapıyı
doğrudan ve zorla açtırmıştı. Tam Xie Lian bunu düşünürken, Hua Cheng onun elini tuttu ve
kapıdan dışarı doğru çekmeye başladı.

Nasıl ölümcül bir niyetle kaynadığını gören Feng Xin, "İkiniz de bundan sonra ne yapmayı
planlıyorsunuz?" diye sordu.

ÇN: Evlenmeyi??

"Tabii ki de gidip Guoshi ve Mu Qing'i bulmayı." diye yanıtladı Xie Lian.

Hua Cheng sakince söze girdi, "Eğer Mu Qing gerçekten de Jun Wu'ya teslim olduysa, ilk
önce onun o boktan hayatını alacağım."
"..."

Üçü cephanelikten çıkıp bir süre yürüdüler. Xie Lian biraz tereddüt etti ama en sonunda
sordu, "San Lang, az önce kılıcı kendime saplayacağımı mı sandın?"

Hua Cheng ona yanıt vermedi ama suratı asıktı.

Xie Lian ekledi, "Yapmayacaktım."

Hua Cheng ona bir bakış attı, "Gerçekten mi?"

Xie Lian bu bakıştan sonra kendini suçlu hissetmeye başlamıştı. Dürüst olmak gerekirse,
geçmişte böyle korkunç bir durum olsaydı, meseleyi tam da bu şekilde çözmeye kalkardı.
Ama şimdi böyle bir şeyi asla yapmazdı.

Xie Lian cevapladı, "Evet! Sana söz verdim. Ayrıca, çok fazla kılıç, pala ve bıçak vardı, hepsi
bana saplansa kıymaya dönmez miydim? Hahahaha..."

Gülmeye başlamıştı ama daha fazla gülemiyordu ve "saplansaydı" kelimesini duyunca Hua
Cheng de ona dönüp bakmıştı. Bu bakışları tarif etmek zordu, ama Xie Lian'ın söylemek
istediği tüm kelimeleri karıştırmasına sebep olmuştu.

Daha sonra Hua Cheng ona doğru uzandı ve kollarının arasına alarak sımsıkı bastırdı.

Feng Xin arkalarından geliyordu ve onları görünce sarsılmıştı, "Hassiktir! Ben hala
buradayım???"

Xie Lian gözlerini kırpıştırdı ve Hua Cheng'in sırtını okşadı, "Ne oldu?"

Hua Cheng fısıldadı, "Ekselansları, lütfen artık böyle gülme." Daha sonra Xie Lian'a daha sıkı
sarıldı, "Komik değil, gerçekten...hiç komik değil."

"..."

Daha önceden zehirli kafatası kemiklerini aldığında Hua Cheng'in yüz ifadesinin aynı böyle
tatsız olduğunu hatırladı. Xie Lian mahcup hissediyordu, "Özür dilerim, bir daha böyle bir
şaka yapmayacağım. Sadece endişelenmeni istememiştim, fakat bunun tam tersi bir etki
yaratacağını düşünemedim."
Feng Xin de ortamın bu havasından ürkmüştü, "Bence...de? Bu konuda çok ciddi olduğu
için..."

Hua Cheng sonunda Xie Lian'ı bırakmıştı, usulca şöyle dedi, "Hadi gidelim."

Guoshi olmadan, sarayın derinliklerine devam etmek dışında üçünün başka bir seçeneği
yoktu. Yürümeye başlayalı uzun bir süre geçmemişti ki Xie Lian havada alışılmadık bir şey
sezdi.

"Sizce de biraz...sıcak olmadı mı?" dedi Xie Lian.

Grup yeraltına ilk girdiğinde soğuk ve ürpertici bir hava vardı. Fakat yürüdükçe hava sıcak ve
nemli bir hal alıyordu. Feng Xin de aynı şeyi hissetmiş gibi görünüyordu ve başını çevirdiği
anda şaşırmıştı, parmağını kaldırıp işaret etti.

"Ekselansları, arkaya bak! Işık varmış gibi görünüyor."

Tıpkı söylediği gibi arkalarından bir ışık yavaş yavaş onlara doğru geliyordu.

Zifiri karanlık olan yeraltında bilinmeyen bir ışık kaynağının aniden ortaya çıkması, oldukça
tuhaf bir durumdu. Biri mi gelmişti?

Bu ışığın gerçek görünümünü ortaya çıkarmasını beklerken, Xie Lian sonunda yeraltındaki
havanın ısınmasının kendi hayal gücü olmadığını fark etmişti.

Kızıl-altın renkli bir lav akıntısı köpürerek üçünün üstüne doğru geliyordu. Dışarıdaki lav, su
kanalları boyunca yeraltına akmıştı!

Xie Lian içinden "Ah hayır" diye yakınıyordu ki birdenbire arkasından hızla bir şeyin
geçtiğini hissetti. Anında elini sallayıp ipek kuşağı savurdu.

"TUT! ONA YOLU SORMAMIZ GEREKİYOR!"

Bu adam saldırıdan zar zor kaçmıştı, ve bir anlığına durmuştu. Lav akıntısı yaklaştığı için ışık
yüzüne doğru vurdu ve onun kim olduğunu gördüler.

Feng Xin bağırdı, "MU QING! SENİ PİÇ, OLDUĞUN YERDE KAL!"
Sanki Mu Qing dururdu da. Tek kelime etmeden koşmaya başladı. Üçü tam onun peşinden
koşmak üzereydi ki yer şiddetli bir şekilde sarsılmaya başladı. Kızıl-altın renkli lav akıntısı
birden bire daha da yükseldi ve daha hızlı şekilde üstlerine doğru akmaya başladı! Üçü
dengede durmakta zorlanacaktı ama buraya gelmeden önce Xie Lian zaten böyle bir şeyle
karşılaşmıştı; sadece zorluk derecesi daha yüksekti, hepsi bu.

Şöyle dedi, "Feng Xin, lavda muhtemelen çok sayıda Boş Kabuklu İnsan vardır, suyun
üstünde durabiliyorlar, bu yüzden üstlerine basman yeterli olacaktır."

Daha sonra lav akıntısındaki bir Boş Kabuklu'yu hedef aldı ve üzerine zıpladı!

Üzerine indiğinde Xie Lian çok sevinmişti. Boş Babuklu İnsanlar'ın kafası daha büyük gibi
görünüyordu ve üstüne bastığında lava gömülmemişti bu yüzden güvenli bir şekilde üstlerine
basabilirlerdi. Başka bir sorun olmadığı sürece onları kayık gibi kullanabilirlerdi!

Feng Xin de bir tanesini hedef aldı ve üstüne atladı, elindeki yayı Boş Kabuklu İnsanlar'a
işaret ederek söze girdi, "Düzgün durun, batmayın!"

Beklenildiği üzere, Boş Kabuklu İnsanlar bu tehditten korkmuşlardı ve yüzeyde kalmak için
daha çok çabalıyorlardı. O sırada Hua Cheng kollarını kavuşturdu ve aşağı doğru baktı, o Boş
Kabuklu İnsan ayağının altına yerleşmişti; kötü bir şey yapmaya cesaret edemiyor, var
gücüyle ve en hızlı şekilde yüzüyordu.

Xie Lian'a gelince, dua edermiş gibi ellerini birleştirdi ve Boş Kabuklu İnsan ile pazarlığa
girişti, "Beni bu seferlik taşı, lütfen beni bu seferlik taşı! Daha sonra senin için bir tütsü
yakacağım! Tütsü istemez misin? O zaman ne istiyorsan, bana söyle!"

O Boş Kabuklu son derece tatminsizdi ve zaman zaman kollarını sallayıp yüzmeye
çalışıyordu. Ama Xie Lian sakız kadar yapışkandı ve yuvarlansa bile fırlatılmayı
reddediyordu. Söylemeye bile gerek yoktu, Xie Lian yine başa çıkılması en zor olanı
bulmuştu!

Bu üçü kabuklara bindiler ve akıntıyla beraber aşağıya doğru ilerlediler. Sanki rafting
yapıyormuş gibi sarsılıyorlardı ve aşağı indikçe hızlanıyorlardı. Ayrıca lav akışıyla beraber
aniden karşılarına engeller çıkıyordu ve kaçınmak zorunda kalıyorlardı, bu yolculuk sonsuz
tehlikelerle doluydu. Bir süre sonra, sonunda, önlerinde olan Mu Qing'i yakaladılar.

Feng Xin haykırdı, "MU QING! NEREYE KOŞUYORSUN!"


Mu Qing'in ayaklarının altında da sörf tahtası olarak kullandığı bir kabuk vardı ve arkasına
doğru döndü, "NE, BANA HEP BERABER SALDIRMANIZI MI BEKLEYEYİM?"

Feng Xin'in elinde yalnızca bir yay vardı, ok yoktu bu yüzden sadece bağırabiliyordu, "SANA
SALDIRMAYACAĞIZ! ÖNCE CEPHANELİKTEN NASIL ANİDEN KAYBOLDUĞUNU
AÇIKLA!"

Mu Qing küçümseyerek arkasına baktı, "SİZ HEPİNİZ..."

Sözünü bitirmeden önce Xie Lian önünde olanı gördü ve şokla bağırdı, "ÖNÜNDE!"

Mu Qing hemen önüne döndü ve o anda gittikleri yolun bir anda sona erdiğini fark etti.

Muhtemelen daha önce burada bir yeraltı uçurumu vardı ve son derece dikti; en az yüz
metrelik bir uçurum gibiydi. Önlerindeki manzarada bu kadar ani bir değişiklik beklememişti,
ayrıca yokuş aşağı gittikleri için de lav akıntısı daha hızlı akıyordu. Aklı başına geldiğinde
çoktan hazırlıksız bir şekilde havaya fırlatılmıştı.

Mu Qing'in figürü birdenbire ayağının altındaki kabukla beraber ortadan kayboldu, diğerleri
de çoktan uçurumun en ucuna gelmişlerdi!

Son saniyede, RuoYe arkaya doğru uçtu ve uzaktaki bir saray binasının saçaklarına birkaç kez
sarıldı, sonra kendisini bir düğüm haline getirdi. Xie Lian, bir eliyle RuoYe'yi kavrarken,
diğeriyle Hua Cheng'i tutuyordu, RuoYe'nin diğer ucunu Feng Xin'e doğru fırlattı ve bağırdı:

"YAKALA!"

İpek kumaşla birbirlerine bağlanmış olan bu üçlü, acemice, oldukları yere sabitlenmişlerdi. O
anda uçurumdan en az yirmi adım uzaklıktalardı, biraz daha geç kalsalar uçurumdan
düşeceklerdi. Kelimenin tam anlamıyla, "atlarını uçurumda durdurmuşlardı." (Bir şeyin son
anda olmasına dair bir deyim) Fakat hala lavlar aşağı doğru durmaksızın akıyordu, bu yüzden
Xie Lian emir verdi:

"Geri çek!"

RuoYe hızla küçüldü ve üçünü sarayın olduğu tarafa doğru çekmeye başladı. Kısa süre sonra
bu üçlü sarayın çatısına atladı. Bu saray daha büyüktü, bu yüzden çatısı da oldukça genişti.
Taşlara bastıkları için burada lavların içine gömülme tehlikeleri yoktu, bu yüzden indikten
sonra geçici de olsa rahat bir nefes vermişlerdi.

Feng Xin dengesini sağladıktan sonra şaşkınlıkla o boş "uçuruma" baktı, ve şüphe duyarak
şöyle dedi, "Mu Qing...düştü mü?"

Xie Lian hızla çarpan kalbini sakinleştirmeye çalışıyordu ve nefes nefese bir şekilde alnındaki
teri siliyordu, "Düşmedi!"

Sarayın çatısının en uzak ucuna doğru bakan Xie Lian, o tarafa doğru yöneldi ve bu uçurumun
kenarındaki kayalarda, uzun bir kılıcın çakılmış olduğunu gördü. Ve bir çift el, o uzun kılıcın
uzun kabzasını sıkıca tutuyordu. Bu ellerin altında, dişlerini şiddetle gıcırdatan, kızaran,
kırmızı bir yüz vardı.

Şu anda Mu Qing, aşağı doğru akan şelale benzeri lav akıntısına paralel olan, korkunç bir
konumda bulunuyordu.

Yüzünün hemen önünde ateş kıvılcımları sıçrıyordu; gerçekten de "kaşlarını yakan


ateş"ti.(Çok çaresiz bir durumda olmak anlamına gelen bir deyim) Vücudunu koruyan ve
buharın çoğunu bloke eden ruhsal ışık tabakası olmasaydı, üzerindekiler tamamen yanmış ve
kafası şimdiye kadar alev almış olacaktı. Fakat bu ışık tabakası uzun süre dayanamazdı, ve
eğer bu lav havuzuna düşerse, tüm kemikleri eriyip küle dönüşürdü!

Bu çok korkunç bir sahneydi ve Feng Xin sorguluyordu, "Ne yapmalıyız?! Ekselansları, ipek
kuşak ona uzanabilir mi?"

Xie Lian çoktan bu konuda bir girişimde bulunmuş, ve sonrasında RuoYe'yi geri çekip
üzerindeki alevleri sirkelemişti, "Yapamam! Mesafe çok fazla! RuoYe yarı yolda alev aldı!"

Alevler yavaş yavaş Mu Qing'in cübbesine doğru geliyordu ve kılıcın kabzası da kavurucu
derece ısınmıştı. Yine de sıkı sıkıya tutunuyordu, bırakıp aşağı düşmekten çok korkuyordu.

Eğer bırakırsa, aşağıda onu lavlar ve yanan alevlerden başka bir şey beklemiyordu. Ayrıca,
ölenlerin sayısız ruhunun aç çığlıkları yankılanıyordu, sanki mücadele eden birini
çağırıyorlarmış gibiydi, yukarıdaki yaşamın acele edip kendilerine arkadaşlık etmesi için
katılmasını bekliyorlardı.
Mu Qing kabzayı ölümüne tutuyordu, soluk renkli alnında ter damlacıkları oluşmuştu.
Uzaktan üç kişiyi görünce, yardım istiyormuş gibi dudakları kımıldadı. Ama kişiliği baz
alındığında, dudaklarından "yardım edin", "beni kurtarın" kelimelerinin çıkması bayağı
zordu.

Ayrıca Hua Cheng boşta olsa da olmasa da, muhtemelen onu kurtarmaya gelmezdi. Feng
Xin'in gelip gelmeyeceğini söylemek de zordu. Onu kurtarmaya istekli olabilecek, onu
kurtarma yeteneğine sahip olan ve diğer ikisini de ikna edebilecek tek kişi Xie Lian'dı.

En nihayetinde kendini son gücüyle yukarı çekmeye çalışırken alnındaki damarlar


belirginleşiyordu ve Xie Lian'a doğru bağırdı, "Ekselansları!"

Xie Lian etrafa bakınıyor, bölgeyi gözlemliyordu, ona seslenildiğinde aramayı bırakmıştı. Mu
Qing kısa bir süre sonra bir nefes verdi ve yüzü kıpkırmızı olmuş bir şekilde bağırdı:

"...İNAN BANA! EKSELANSLARI, YALAN SÖYLEMEDİĞİMİ BİLİYORSUN, DEĞİL


Mİ? HİÇBİRİNİZE EN UFAK ZARAR VERMEYECEĞİMİ BİLİYORSUN, DEĞİL Mİ?"

"..."

Xie Lian'a yalvarma şekli, hayatı buna bağlıymış gibiydi ve umutsuzlukla doluydu, birden Xie
Lian'ın başka bir zamandan başka bir sahneyi hatırlamasına neden olmuştu. Yıllar önce,
alacakaranlık çökerken, o da Mu Qing'e aynı şekilde umutsuzca yalvarmıştı—

"Yalan söylemediğimi biliyorsun, değil mi?"

O zamanlar Mu Qing ona nasıl bir cevap vermişti ki?

Yüzlerce yıldır bunları düşünmemişti, ama Mu Qing'in kullandığı bu cümle aniden onları
mühürlendikleri tozlu raflardan dışarı sürüklemişti. Sürüklenmiş ve serbest bırakılmıştı;
sayısız resim ve ses canlanıyordu, ve ancak o zaman Xie Lian, her ayrıntıyı çok net bir şekilde
hatırladığını fark etti; aslında hiç unutmamıştı.

Mu Qing cevabını hiç alamamıştı ve Xie Lian'ın sıra dışı sessizliğinde, aynı sahneyi yavaş
yavaş hatırlıyor gibiydi, yüzü renkten renge giriyordu. Ayrıca, yardım istemek için yanlış
kelimeleri kullandığını anlamıştı ve istemeden Xie Lian'a böyle bir zamanda hatırlatılmaması
gereken o şeyi hatırlatmıştı.
Tam o sırada Xie Lian'ın arkasında duran Hua Cheng usulca konuşmaya başladı, "Gege,
kararını vermeden önce, sana birkaç şeyi hatırlatmam lazım."

Ancak o zaman Xie Lian içinde bulunduğu durumdan çıktı ve sordu, "Nedir?"

"İlk olarak," dedi Hua Cheng, "Lav akıntısının akışı durmadıkça, bir kurtarma girişiminde
bulunmak hayati tehlike oluşturacaktır."

Ama kim bilir ne zaman duracaktı ki? O kılıcın kabzası zaten kor gibi olmuştu, Mu Qing'in
elleri daha fazla dayanamazdı, akıntının durmasını nasıl bekleyebilirdi ki?

Xie Lian sessizdi. Hua Cheng devam etti, "İkincisi, Mu Qing çoktan Jun Wu'ya teslim
olmuşsa, o zaman Jun Wu kesinlikle onu buradan çıkarmanın bir yolunu bulacaktır. Ama sen,
kesinlikle tehlikeye gireceksin. Ve bu olasılık daha fazla. Davranışını ve bu yolculuk boyunca
nasıl davrandığını düşünün."

Feng Xin'i bayıltmış, onları cephaneliğe getirmişti, Feng Xin'i bayılttığını ve oraya getirdiğini
başta reddetse de sonradan kabul etmişti, cephanelikte işler karışınca aniden ortadan
kaybolmuştu, lav akışının manidar olan bu zamanlaması, başladıkları noktaya geri
döndürmüştü.

Ve şimdi, belki de bir kez daha Xie Lian'ı kasten yönlendiriyor olabilir miydi?

Çevirmen: Maria
Bölüm 234: Yüz Metrelik Uçurumlar; Lav Şelalelerinde Bin Dönemeç 2

Xie Lian'ın sessizliği biraz uzamıştı. Kılıcın kabzası kor gibi olmuştu ve Mu Qing de
bağırıyordu, bir eli düşmüş, sadece diğer eliyle kendini tutmaya çalışıyordu. Tek elle uzun
süre dayanamayacağı için tekrar iki eliyle kavramıştı. Bununla birlikte, her iki elinin de
üstünden buhar çıkıyordu, mesafe fazla olsa da diğerleri yanmış et kokusunu alabiliyorlardı.

Hua Cheng gelişigüzel bir şekilde bir gümüş kelebeği serbest bıraktı. Gümüş kelebek
kanatlarını çırptı ve birkaç yüz adım ileri gitti, fakat Mu Qing'e giden yolun üçte birine bile
gelmemişti ki, dumana dönüşüp havada kayboldu. Xie Lian onun gümüş kelebeklerin yardım
edemeyeceğini göstermeye çalıştığını biliyordu; çıkmaz bir sokaktı, ölmelerine değmezdi.

Mu Qing de o gümüş kelebeğin ortadan kaybolma sürecine tanık olmuştu, yüzünü yine bir
umutsuzluk ifadesi kaplamıştı. Anlamıştı. Şu anda, birincisi, onu kurtarabilecek kimse yoktu,
ikincisi de kimse ona inanmıyordu. Ve bazı anılarını yeniden canlandırmasına vesile olan
kelime seçimleri nedeniyle, Xie Lian'ın da hayatı pahasına onu yukarı çekmesi için hiçbir
gerekçesi yoktu.

Ancak bütün bu umutsuzluğa rağmen boyun eğmeyi ve pes etmeyi reddediyordu. Mu Qing
dişlerini sıkarak bağırdı, "EĞER İNANMIYORSAN, YİNE DE SORUN YOK, AMA BU
KADAR KOLAYCA DÜŞMEYECEĞİM!"

Sonra, sertçe kavradı, kabzanın üzerinde durmak için havada bir dönüş yapmaya çalışıyor
gibiydi. Ama beklenmedik bir şekilde, vücudu biraz yükseldikten sonra, şiddetli bir şekilde
batmıştı!

Mu Qing aşağı doğru baktı, aşağıdaki, eriyip kan kırmızısı rengini alan kinci ruhlar, gözlerine
yansıyordu, yüzleri ve bacakları eğilip bükülüyordu ve onu aşağı doğru çekmeye
çalışıyorlardı!

Bu kinci ruhlar başlangıçta akan lavlarla beraber erimişlerdi ama aniden dışarı fırlayıp, birbiri
ardına onun bedenine sarılmışlardı. Ağır ve kaynayan bir sıcaklıkta, ateşe yağ eklemek, kara
don eklemek gibiydi, ve Mu Qing giderek daha çok çıldırıyordu.

"DEFOLUN!!!"

Önceki yüzyıllarda, ölümle burun buruna geldiği çok olmuştu ama ağır yaralanarak hepsini
atlatmıştı. Lavların içinde yanarak ölmek, ağır yaralanarak ölmekten bin kat daha dehşet
vericiydi. Kendisinin de hayalet kelebek gibi dumana karışarak bu dünyada yok olduğunu
hayal ettiği an, buna artık dayanamıyordu.

Mu Qing'in parmakları artık dayanma sınırına ulaşmıştı, on parmağı da gevşemeye başladı,


artık sıkıca kavrayamıyordu.

Kılıcın alt tarafı artık boştu—düşmüştü! Bir figürün silueti aşağıya, yanan ateşlere ve
aşağıdaki lav havuzuna doğru ilerliyordu.

"AAAAAHHHHHHHHHH!"

Ancak, çığlık çığlığa feryat ederken ve vücudu aşağıya doğru düşerken, birden yarı yolda
durakladı, havada asılı duruyordu!

Mu Qing henüz muhakeme yeteneğini yeniden kazanamamıştı, kafasının yarısı uyuşmuştu,


ama içgüdüsel tepkileri kuvvetli olduğu için vücudunda neler olduğunu hissetmişti. Beline bir
ipek kumaş sarılmıştı.

Doğal olarak bu RuoYe'ydi. Ancak Xie Lian'ın bulunduğu o saray, düştüğü uçurumun
yakınında değildi. Eğer RuoYe daha öncesinde ona ulaşamadıysa, bir süre düştükten sonra
onu nasıl yakalayabilmişti ki?

Mu Qing yukarı baktı ve şok içinde Xie Lian'ın aslında o sarayın çatısının tepesinde
olmadığını fark etti— kendi başının hemen üstündeydi.

Daha önce, Mu Qing, uzun kılıcı kayalara saplamış ve bir süre dayanabilmek için kabzayı
tutmuştu. Xie Lian şu anda eğilmiş vaziyette o kılıcın üzerine basıyordu!

Xie Lian aşağı bakarken RuoYe'yi hızla geri çekiyordu ve Mu Qing'in iyi olduğunu görünce
rahat bir nefes verdi, "Çok şükür, çok şükür, tam zamanında yetiştim."

Mu Qing mırıldandı, "...Ekse, Ekselansları?"

Daha önceki o an aşırı derecede şok ediciydi, o kadar ki, zihni hala uyuşuktu ve kafası
karışmıştı. Yuvarlanan lavlarla arasında bu kadar mesafe varken, başka bir iniş noktası
olmadan, Xie Lian en fazla sadece yolun yarısına kadar atlayabilirdi, peki o halde nasıl oraya
gelmişti ki?
Uzaktan Feng Xin'in sesi duyuldu, "Ekselansları! İKİNİZ DE İYİ MİSİNİZ?"

Mu Qing sesin geldiği yere doğru baktı, Feng Xin sarayın çatısında Hua Cheng ile beraber
duruyordu. Hua Cheng kollarını birbirine kavuşturmuş, sadece Xie Lian'ın güvende olup
olmadığını izliyor gibiydi, başka hiçbir şey umurunda değildi.

Ve tam ortada, saray ile onların arasında, kızıl renkli lavların ortasında saplanmış olarak duran
simsiyah bir kılıç vardı.

Fang Xin!

Demek durum buydu! Mu Qing sonunda Xie Lian'ın nasıl geldiğini anlamıştı!

Xie Lian atlama yeteneği ile gerçekten de en fazla yolun yarısına kadar zıplayabilirdi, onun
düştüğü o yere asla gelemezdi. Yani Xie Lian, lav akıntısının ortasında kendisine bir yol
oluşturmak için Fang Xin'i oraya saplamıştı. Daha sonrasında Fang Xin'i basamak olarak
kullanıp, onun tuttuğu kılıca atlamış ve RuoYe'yi serbest bırakmıştı.

"Öncesinde bir yol bulmaya çalışıyordum, ama işe yarar hiçbir şey yoktu, bu yüzden biraz
zaman lazımdı," dedi Xie Lian, "Sen de çok fazla paniklemiştin. Kendini kaybetme, yoksa
daha hızlı düşersin."

Mu Qing, Xie Lian'ın sessizliğinin nedeninin, onu kurtarıp kurtarmayacağına karar vermesi
olduğunu düşünüyordu, ama aslında Xie Lian onu nasıl kurtaracağını düşünüyordu. Ve
şükürler olsun ki, böyle zor bir durumdayken bile Xie Lian açık bir zihinle, bir çözüm
bulabilmişti.

Alnındaki ter damlacıkları daha da fazlalaşmıştı.

Yukarı baktığında Xie Lian'ın gülümsediğini gördü, ona elini uzatıyordu, "Ne olursa olsun
yine de çok geç olmadan bu el sana ulaştı, değil mi?"

"..."

Belki de uzun süredir kabzayı tuttuğu içindi, ama Mu Qing aniden kollarını kıyaslanamayacak
kadar ağır hissetmeye başlamıştı ve kollarını kaldıramıyordu.

Xie Lian elini daha da aşağı uzattı, "Gel."


Mu Qing sonunda onun elini tutmuştu.

Tüm kolu titriyordu ama Xie Lian zar zor da olsa onu yukarı doğru çekiyordu. İkisi Mu
Qing'in daha öncesinde asıldığı kılıcın kabzasında duruyordu. Xie Lian döndü ve yukarı
doğru el salladı.

"SAN LANG, BAŞARILI."

"Çok iyi, Gege." diye yanıtladı Hua Cheng, "Şimdi hemen geri dön!"

Xie Lian cevap verdi, "Pekala, döneceğim!" Daha sonra Mu Qing'e doğru döndü, "Atlayabilir
misin? Atlayamazsan, seni fırlatayım mı?"

Mu Qing'in dudakları hareket etti, "Ben..."

Xie Lian onu dikkatle gözlemledi ve sonrasında kararlı bir şekilde, "Seni fırlatacağım." dedi.

Daha sonra onun sırtını tuttu. Bu geçmişte olsaydı muhtemelen saygısızca davrandığını
düşünerek onun tutuş şekline karşı çıkardı ve gözlerini devirirdi. Ama şu anda Mu Qing tek
kelime bile edemiyordu.

Xie Lian tam hareketlenmek üzereydi ki, ikisi birdenbire ayaklarının altının boşaldığını
hissetti. Sanki işler yeterince ters gitmiyormuş gibi, ayaklarının altındaki kılıç gevşemek için
tam bu anı seçmişti!

Hua Cheng'in yüzünün rengi anında attı, "GEGE!!!"

Bu sefer iki tane figür kızıl lav havuzuna doğru düşmeye başlamıştı.

Böyle zor bir durumda bile Xie Lian hala hızlıca düşünebiliyordu ve bağırdı, "SORUN
YOK!"

Daha sonra havada birkaç kere dönüp kılıcın kabzasını yakaladı. Ve kılıcı iki eliyle kavrarken
bir kez daha onu kayalara sapladı!

ÇINN! Kıvılcım taneleri azdı ama parlak ve göz kamaştırıcıydı. Xie Lian'ın koruyucu ruhsal
ışığının yüzeyinde, bu ateş parçacıkları, parçalanmış altın taneleri gibiydi; eğer o koruyucu
ruhsal ışık tabakası kaybolursa, bir parça ateş bile bedeninde kocaman bir delik açabilirdi!
RuoYe, Mu Qing'i ayağa kaldırdı ve Xie Lian ciddiyetle söze girdi, "Bu kılıç, iki yetişkin
adamın ağırlığını uzun süre kaldıramaz. Bu şekilde devam edemeyiz. Burada sadece
ikimizden biri kalabilir."

Mu Qing yavaş yavaş kendine geliyordu, "Diyorsun ki..."

"Gidebilirsin." dedi Xie Lian.

"...???"

Mu Qing'in gözleri fal taşı gibi açılmıştı ama daha konuşamadan Xie Lian onu tutup yukarı
doğru fırlattı ve o sırada bağırıyordu:

"HAZIR OL!"

Mu Qing uçurumdan yukarı doğru fırlatıldı ve Fang Xin'in olduğu yere doğru uçtuğunu fark
etmişti.

Havada takla atarak kendini sabitledi ve Fang Xin'in üzerine indi.

Buraya indikten sonra, Xie Lian'ın neden önce onu fırlatması gerektiğini anlamıştı.

Bunun nedeni, bu mesafeyle, belki de Xie Lian'ın birkaç adım aşağıda olan kabzadan
atlayabilmesiydi, ama o yapamazdı. Bu mesafe onun için çok fazlaydı. Bunu ancak Xie
Lian'ın fırlatma kuvvetiyle başarabilirdi.

Feng Xin alnındaki soğuk terleri sildi, "Şükürler olsun ki, Ekselansları hızlı tepki veriyor!"

Fakat Hua Cheng'in ifadesi sert görünüyordu ve aşağı doğru seslendi, "Gege! Eğer hemen geri
dönmezsen, ben aşağı gelip seni alacağım!"

Ses tonu bir uyarı anlamı taşıyordu, Xie Lian hemen yanıt verdi, "Şimdi geliyorum! Sorun
yok, başa çıkması zor değil, kendim atlayabilirim, sen aşağı inme."

Ancak o zaman Hua Cheng'in sert tavrı biraz gevşemişti, ama yine de gözünü bile kırpmadan
onu izliyordu.

Feng Xin ona doğru baktı ve dayanamayıp şöyle dedi, "...Birazcık şaşırdım."
Hua Cheng başını çevirmedi ve en ufak merak ifadesi olmadan yanıt verdi, "Ne."

Feng Xin kafasını kaşımaya başladı, "Mu Qing'e önyargılı olduğun için ve kurtarılmaya değer
görmediğin için, Ekselansları'nın onu kurtarmaya gitmesine engel olursun diye
düşünmüştüm."

Ancak o zaman Hua Cheng ona döndü, "Yarısı yanlış, yarısı doğru."

"Ha?"

Hua Cheng devam etti, "İlk kısım yanlış değildi, kesinlikle kurtarılmaya değer görmüyorum.
Nasıl olduğu benim umurumda değil."

Onun ilgisiz ifadesini gören Feng Xin ter içinde kalmıştı, "Biraz fazla açık sözlü değil
misin?!"

Ve bu adamın kendisine karşı da kesinlikle aynı tutumda olduğunu düşündüğü zaman daha da
terlemeye başladı.

Hua Cheng pfft diye güldü ve homurdandı, kısa bir duraksamanın ardından söze girdi, "Ama,
neyi seçeceğine sadece Ekselansları karar verebilir. Asla onun kararlarına karşı
çıkmayacağım."

"..."

Feng Xin daha önce hiç kimsenin böyle bir şey söylediğini duymamıştı. Erkekten bir kadına
ya da bir erkekten diğer erkeğe, hiçbir şekilde tanık olmamıştı; yalnızca Xie Lian duyarsa, bu
cümle önemli bir anlama sahip olurdu.

Feng Xin nasıl bir ifade takınacağını bilemiyordu, ve sadece şu şekilde yanıtlayabildi, "...Ah.
Anlıyorum."

Hua Cheng başını çevirdi, lav akışına bakıp gözlemler yapan ve planlar yapan Xie Lian'a
doğru bakıyordu ve gülümsedi, "Ayrıca, onun bunu yapacağını biliyordum."
Öte yandan Xie Lian bağırmaya başlamıştı, "Mu Qing, acele edip çatıya atla, kaçma. Eğer
gerçekten bir şeyler varsa, bunu daha sonra konuşabiliriz."

Mu Qing, ancak o zaman, Fang Xin'den atlamadığı sürece Xie Lian'ın da gidecek başka bir
yolu olmadığını fark etmişti. Sakin bir şekilde düşünmeye çalışan Mu Qing, tam da
beklenmedik bir anda çatıya geri dönmek üzereydi ki, aşağıda bulunan Xie Lian aniden
bağırdı.

"KİM VAR ORADA?!"

Xie Lian kılıcın üzerinde duruyordu, sessizce enerji depoluyordu, arkasındaki lav akıntısı
aniden ikiye ayrıldı. Düşmek üzereyken, bir çift el uzanıp onu yakaladı. O yaratık açıkça lav
şelalelerinin içinden gelmişti, ama bu eller korkunç derecede soğuktu. Xie Lian sarsılmıştı ve
Hua Cheng'in yukarıdan haykırdığını duydu:

"Ekselansları??"

Bu ellerin sahibi, Xie Lian'ı sıkıca kucakladı ve kılıçtan atlayarak onu da yanına aldı. Xie
Lian afallayıp kalmıştı, ve yukarıdakiler de onu tutan kişinin kim olduğunu açıkça
görmüşlerdi.

Bu adam beyaz bir cübbe giyiyordu, yüzünde yarısı ağlayan yarısı gülen bir maske vardı;
sanki sevinçliymiş, sanki kederliymiş gibi...

Yüzü Olmayan Beyaz!

RuoYe tehlikeyi sezdi ve kendi kendine savrulup Mu Qing'in önüne atladı. Mu Qing farkında
olmadan onu yakaladı ama ipek kuşağın diğer ucundan gelen güç çok fazlaydı. Onu çekmeyi
başaramadığı gibi, kendisi de aşağı doğru çekilmişti.

Xie Lian ateşli kıvılcımların arasına dalmıştı, kulağının dibinde bu yaratığın kahkahalarını
duyuyordu.

"Hahahahahaha...toysun! Çok toysun! Mutlu ve mükemmel bir sona bu kadar kolay


ulaşabileceğini mi düşünmüştün?"
Aşağıda kavurucu buhar dalgaları vardı ama zihni ürpertici bir soğuklukla doluydu. Çatışan
buz ve ateşin içinde, Xie Lian yukarı doğru baktı ve havada, ateş ve ışıkla çevrili, hızla
yaklaşan kırmızı bir siluet belirmişti.

Hua Cheng de aşağı atlamıştı!

Ama aşağıda lav havuzu vardı, hey!

Çevirmen: Maria
Bölüm 235: Cennet-Geçiş Köprüsü; Üç Ahmak Eski Günlere Dönüyor

Bunun yok olma korkusu mu yoksa kavurucu sıcak lav mı olduğunu kim bilebilirdi ki, ama
Xie Lian tamamen dibe batmıştı.

Kendine gelmeden önce uzunca bir süre geçti.

Uyandığı an, soğuk ve sert bir zeminde yattığını fark etmişti. Mu Qing de onun yanına
çökmüş, şaşkınlıkla ona bakıyordu.

Xie Lian'ın görüşü hala kırmızıydı ve anında doğruldu, "SAN LANG!!"

Ama beklenmedik bir şekilde, doğrulduğu anda Mu Qing ona, "HAREKET ETME!" diye
bağırdı.

Xie Lian farkında olmadan destek almak için elini yere doğru uzattı, ama eli boşluğa
düştü; Xie Lian dengesini kaybetti, neredeyse komple devrilecekti.

Oldukça afallamış olan Xie Lian sonunda yerde yatmadığını fark etti.

Bir köprünün üzerinde yatıyordu!

Bu yer, muazzam büyüklükte bir alana sahip, bir yeraltı kaya mağarasıydı, tavanı uçsuz
bucaksız gökyüzüne doğru uzanıyordu, ve mağaranın içinde, "asılı" olan bir köprü vardı.

Köprünün gövdesi sakattı, korkunç derecede zifiri karanlıktı, odun gibi görünüyordu ama aynı
zamanda taştı, sanki binlerce yıl yağmur ve fırtınaların ortasında yaşamış, yanarken de
mühürlenmiş gibi görünüyordu. Onu destekleyecek herhangi bir sütun olmadan havada asılı
duruyordu, her iki ucu da sonsuza doğru uzanıyordu. Başlangıcı ve sonu belli değildi, tam bir
muammaydı. Bazı yerler otuz metre genişliğindeydi, bazı yerler ise sadece tek bir kişinin
geçebileceği kadardı.

Bu kırık köprünün altında, kaynayan ve köpüren, kızıl lav havuzu vardı, cehennemin bir
parçası gibiydi.

Cennet Geçiş Köprüsü?


Bu üç kelime, Xie Lian'ın aklına ilk gelenlerdi. İki bin yıl önce, bir felaketin üstesinden
gelmek için WuYong Veliaht Prensi cennete geçmek için bir köprü inşa etmişti. Bu köprü
onun kalıntıları olabilir miydi?

Yüzü Olmayan Beyaz tarafından aşağı doğru çekildiğini hatırlıyordu, peki bu köprüye nasıl
gelmişti ki?

Xie Lian ayağa kalktı, "San Lang?"

Mu Qing hala yan tarafında duruyordu, "Boşuna seslenme, burada değil."

Xie Lian ona doğru döndü, "Buraya nasıl geldik? Yoldayken Mesafe Kısaltma Rünü mü
etkinleştirildi?"

"Galiba." dedi Mu Qing, "Doğrudan lav havuzuna düşüyordum ama yolun yarısındayken bir
anda buraya gönderildim."

Zavallı Feng Xin; üçü de düşmüştü ama orada kalan tek kişi oydu. Muhtemelen küfür edip
duracaktı. Ama şu anda en önemli şey Hua Cheng'i bulmaktı; o nereye gönderilmişti?

Xie Lian, Fang Xin'i ve yan tarafa fırlatılmış olan uzun kılıcı gördü ve onları aldı, ardından
Mu Qing'e doğru yürümeye başladı. Mu Qing, onun kılıcını salladığını, karanlık bir ifadeyle
ona doğru yaklaştığını görmüştü ve Xie Lian'ın ne yapmayı düşündüğünü bilmediği için yüz
ifadesi aniden gerilmişti.

Fakat Xie Lian önce kılıcı, ardından da elini uzattı, "İyi misin? Eğer iyiysen, ayağa kalk.
Hemen gitmemiz lazım."

Mu Qing, kendisine uzatılan ele baktı ve uzun bir sessizlikten sonra başını salladı, "Gidemem.
Ellerim ve ayaklarım yaralandı."

Xie Lian yere doğru çöktü ve onu bir süre kontrol etti. Elbette, Mu Qing'in iki eli de
kıpkırmızıydı ve bacaklarında da yanıklar vardı, bu yüzden sadece yavaş yavaş yürüyebilirdi.

Kısa bir süre düşündükten sonra Xie Lian, "O halde sana yardım edeyim." dedi.

Mu Qing'i yukarı çekti, bir kolunu omuzlarına dayadı, sonra onu destekleyerek yürümeye
başladı.
Birkaç adımdan sonra, Mu Qing pat diye sordu, "Neden?"

Xie Lian etrafını inceliyordu ve o sırada ona cevap verdi, "Ne neden?"

"Benim iyi olduğumu öğrendikten sonra benden daha fazla şüpheleneceğini düşünmüştüm."
dedi Mu Qing.

"Ah, hayır?" diye yanıtladı Xie Lian.

"Neden?"

"Çünkü biliyorum."

"Neyi biliyorsun?"

"Yalan söylemediğini," diye yanıtladı Xie Lian.

"..."

Mu Qing'nin ifadesinin ne olduğunu söylemek gerçekten de zordu.

Xie Lian, oldukça kararlı bir şekilde söze girdi, "Sana inanmamı istememiş miydin? Sana
inanıyorum. Bu kadar."

"..."

"Nasıl söylesem," diye devam etti Xie Lian, "Sanırım seni yıllardır tanıdığımı söyleyebilirim,
bu yüzden bundan oldukça eminim. Sen öyle biri değilsin. Daha önce söylemedim mi?
İnsanların bardaklarına tükürebilirsin, ama asla insanların bardaklarına zehir koymazsın."

İlk kısmı duyunca Mu Qing neredeyse duygulanmıştı ama son kısmı duyduktan sonra
yüzünde karanlık bir ifade belirmişti.

"Bu örnek çok gereksiz, cidden, bir daha bunu gündeme getirme. Kimsenin bardağına da
tükürmem, bu çok aşağılıkça!"
Xie Lian elini salladı, "Böyle küçük detaylara takılma. Ayrıca, bu milyonda bir denk gelen
talihim ile seni yanlış değerlendirsem bile, San Lang ve beni yenemezsin, seni tek darbede
indiririz, bizim için bir tehdit değilsin, hahahahaha..."

"..."

Mu Qing mırıldandı, "Bunu kasıtlı olarak yapıyorsun, değil mi? Beni ölümüne kızdırmak için
çok uğraşıyorsun..."

"Öhüm, şaka yapıyorum. Her halükarda..." Xie Lian gülmeyi bıraktı, ileri doğru bakarken Mu
Qing'in kolunu kavramıştı, "Kötü bir şey yapmayı reddettiysen ve bu yüzden de Jun Wu sana
kelepçe taktıysa, o zaman bunun için bir bedel ödemene izin veremem."

Sakince devam etti, "Çünkü doğru şeyi yaptın."

Mu Qing bir süre ona baktı, sonra dişlerini gıcırdattı, "Xie Lian, sen gerçekten de..."

Xie Lian anında sözünü kesti, "Kes şunu. Hakkımda ne düşündüğünü bilmediğimi mi
sanıyorsun? Seni desteklemem için hala bana güveniyorsun, seni lav havuzuna atmama sebep
olacak bir şey söyleme."

Mu Qing ofladı, "Ve yine de senin hakkında ne düşündüğümü bilmene rağmen beni
kurtarıyorsun?"

"Aynen öyle. Seni kurtarmamın sebebi kendi prensiplerim," diye yanıtladı Xie Lian, "Ayrıca
her açıdan tuhaf biri olduğun için, seni öldürmek istediğim zamanlar olmuştu, ama
beceremedim ve zamanla da ilgimi kaybettim. Ama ne kadar tuhaf olursan ol ve seni ne kadar
yumruklamak istersem isteyeyim, günahların ölümü hak etmene neden olabilir mi? Eğer seni
kurtarabileceksem, elbette kurtarırım."

Mu Qing'in gururu incinmişti ve birkaç kere homurdandı. Bir süre sessiz kaldıktan sonra
ekleme yaptı, "Ekselansları, ben aslında..."

Tam o sırada ayaklarının altındaki zemin kaymıştı ve ikisinin de beti benzi atmıştı.

Mu Qing yaralıydı ve zamanında tepki verememişti ama neyse ki Xie Lian hala tanrısal bir
hıza sahipti. Parmaklarının ucuyla ileri doğru fırlamış neredeyse otuz metre ileri gitmişti.
Geriye baktıklarında, yürüdükleri köprünün gövdesinin çatlayıp kırıldığını hatta çöktüğünü
gördüler!

BAM!

O kapkara köprünün bir kısmı o kızıl lav havuzuna düşmüştü ve uzun süredir orada bekleyen
kinci ruhlar da ona doğru uzanmışlardı. Yüzlerce el, sanki onu bu ızdırap denizinden
kurtulmalarına bir araç yapmak için birbiriyle savaşıyordu. Fakat sayıları çok fazlaydı. O
harap olmuş köprünün düşen kısmı onların hepsini taşıyamayacak kadar küçüktü ve kısa
sürede batmıştı. Yukarıda olan ikili titreyerek birbirlerine bakıyorlardı.

Xie Lian bir yorumda bulundu, "Görünüşe göre bu köprü çok sağlam değil!"

Mu Qing ağzını açıp kapattı, muhtemelen geri dönebileceklerini, daha önce uzandıkları
köprünün yüzeyinin oldukça geniş olduğunu ve çökmemesi gerektiğini söylemek anlamına
geliyordu bu hareketi. Ama bu çöküşten sonra artık geri dönemezlerdi. Gidebilecekleri tek
yön ileri doğruydu, ama köprünün yüzeyinde geniş ve dar olan bazı bölgeler vardı, tuzaklarla
doluymuş da her köşesinde tehlikeler saklanıyormuş gibiydi. Kim bilir bir sonraki
adımlarında nereye düşeceklerdi!

Xie Lian tek kelime etmeden Mu Qing'i sırtına aldı, "Aynı yerde çok uzun süre kalamayız,
yoksa yıkılıp düşmeyeceğimizi kimse bilemez. Sıkı tutun, hızlı bir şekilde ilerleyeceğim!"

Söz verdiği gibi Xie Lian gerçekten de hızlı adımlarla ilerliyordu. İlerledikçe köprü boğucu
bir şekilde daralıyordu; en geniş kısım bile bir kapıdan daha geniş değildi, en dar alan da
neredeyse bir kişinin beli kadardı!

Ancak, böyle tehlikeli bir durumda bile, Xie Lian'ın geçtiği her yerde, hiçbir şey en ufak bir
şekilde hareket etmemişti. Ayaklarının altı hafifçe eğiliyordu, adeta bir kırlangıç gibiydi, yere
temas ettiği anda ayaklarını geri çekiyordu. Böyle bir hareketi yapabilecek başka bir savaş
tanrısı olmadığı için, eğer bu korkunç durumda böyle kontrollü bir şekilde hareket ettiğini
gören başka bir savaş tanrısı olsaydı, afallayıp kalırdı. Bu, yalnızca ruhsal güçlere bağlı
olmayan ve her gün güçlü bir şekilde eğitilmiş olan birinden gelebilecek ustaca bir beceriydi!

Aniden bir alev bloğu gökyüzüne doğru yükseldi ve Xie Lian'ın yolunu kesti. Eğer zamanında
tepki veren refleksleri olmasaydı, ateşin içinde kalır, gevrek bir kıvama gelene kadar
yanarlardı. İkili aşağı doğru baktı. Kim bilir ne zamandan beri, kızıl rengini almış kinci ruhlar
aşağıda toplanmıştı ve kıkırdayarak ve çığlıklar atarak onlara doğru ellerini uzatmışlardı, bu
alev bloğu da onlar tarafından yapılmış olan bir saldırıydı.

Kulakları belli belirsiz bir şekilde ağrıyordu ve Mu Qing merak etmişti, "Ne ile ilgili çığlık
atıyorlar?"

Xie Lian mırıldandı, "...Aşağı gelin, bize katılın, burada ölümüne çürüyün!"

Mu Qing ona korkuyla baktı, "Onları anlıyor musun? WuYong dilinde konuşuyor olmalılar."

Xie Lian başıyla onayladı, "Mn, onlar...Cennet Geçiş Köprüsü çöktükten sonra lavların içine
düşen ve yanarak ölen WuYong halkı. Onlarla temas etmemeye dikkat et; gördükleri her şeyi
lavın içine çekmeye çalışacaklardır. Bunun Cennet Geçiş Köprüsü'nün kalıntısı olduğunu
biliyordum!"

"İnsanları aşağı çekerlerse kurtulabilirler mi?" diye sorguladı Mu Qing.

"Hayır." diye yanıtladı Xie Lian, "Başkalarını aşağı çekseler de kurtulamazlar. Bu kinci ruhlar
asla kurtulamazlar. Ama başkalarının da aynı kaderi paylaştığını görmekten keyif alıyorlar."

İşte bu yüzden asla affedilmeyeceklerdi ve bu cehennem bölgesinin işkencesine katlanmak


zorunda kalacaklardı.

Mu Qing şaşırmıştı, "Nasıl bu kadar çok şey biliyorsun?"

"Ben de bilmiyorum," dedi Xie Lian, "Ama muhtemelen...bana söyleyen oydu."

Aynı Ceset Yiyen Fareler'in anılarının ona transfer edilmesi gibiydi.

Bu kinci ruhlar, Xie Lian ve Mu Qing'in hala düşmemiş olmasından bayağı hoşnutsuz
görünüyorlardı ve el ele tutuşup fısıldaşıyorlar, etrafta dolanıyorlar ve onlara başka bir saldırı
göndermek için hazırlanıyorlardı. Xie Lian hızlıca koşmaya başlamıştı. Aniden bir alev bloğu
daha ortaya çıktı ve çukurlarla dolu olan köprü daha da harap oldu.

Karşı saldırı yapmadan bu şekilde devam edemezlerdi; Xie Lian da aşağıda bir patlama
yaratmayı denedi ama pek fazla ruhsal gücü kalmadığı için patlaması uzağa gitmemişti. Mu
Qing'in ruhsal gücü daha fazlaydı, daha uzakta bir patlama yaratabilirdi ama o da ıskalamıştı.
Aşağıdan gelen alev bloğunun neredeyse ayaklarını yaktığı durumlar oldu, kinci ruhların bir
araya gelip daha kalabalık bir grup haline gelmişlerdi, kıkırdayıp gülüşüyorlardı, sanki onları
izliyormuş gibi birbirleriyle işaretleşiyorlardı. İkili onlara pek de bir şey yapamıyordu;
inanılmaz derecede aşağılayıcı bir durumdu, hatta öfkeden Mu Qing'in yumruk halindeki
ellerinin çatırdama sesi geliyordu!

Bir süre sonra, Xie Lian'ın sırtında olan Mu Qing, sanki çok önemli bir karar anındaymış gibi
dişlerini gıcırdattı ve birkaç kere derin derin nefes aldı.

"Boş ver, Ekselansları...Xie Lian, indir beni!"

Xie Lian cevaplarken hızlıca koşuyordu, "Ne diyorsun?! Sen hayatını seversin ve ölümden
korkarsın! Böyle şeyler söyleyecek biri değilsin!"

Mu Qing'in alnındaki damarlar şiddetli bir şekilde belirginleşmişti, "Peki, hayatımı sevdiğim
ve ölümden korktuğum için kusura bakma! Her halükarda öleceğim için...Acele et ve beni
yere indir!"

"Dalga geçmeyi bırak ve artık konuşma, yoksa dikkatimi kaybetmeme sebep olacaksın." dedi
Xie Lian, "Şu anda en önemli şey bir an önce bu köprünün sonunu bulmamız."

"KİM DALGA GEÇİYOR?" diye haykırdı Mu Qing, "Eğer bu gerçekten de Cennet Geçiş
Köprüsü'yse, kim bilir daha ne kadar koşmak zorunda kalacağız? Er ya da geç onlar
tarafından aşağı düşürüleceğiz. Beni yere indir, ben gidip o düzenbaz çöpleri aşağı atacağım,
sen devam et!"

Sonra, Xie Lian'ın omzuna hafifçe dokundu ve arkasına inerek uçup gitti. Xie Lian geriye
baktı ve ona doğru bir adım yürüdü, ama Mu Qing açıkça belirtti:

"Buraya gelme. Köprünün bu kısmı çok dar, gelirsen ikimiz de düşeriz!"

Xie Lian olduğu yerde öylece duruyordu. Mu Qing yine mırıldanıyordu.

"Haklısın. Birbirimize benziyoruz. Benim biraz tuhaf olduğumu düşünüyorsun, ama bence
sen de tuhafsın." Daha sonra Xie Lian'ın gözlerinin içine doğru baktı, "Bu noktaya
geldiğimize göre, bunu sana açıkça söyleyebilirim. Senin hakkında pek çok fikrim var."

"Ah...şey...Çoktandır biliyorum. Uzun zaman öncesinden beri." dedi Xie Lian.


Mu Qing soğuk bir ses tonuyla yanıtladı, "Ah, cidden mi? O halde sık sık kendi konumuna
bağlı kaldığını, Ekselansları Veliaht Prens olmana ve büyük bir servete sahip olmana rağmen,
yeteneklerinin benden daha iyi olmadığını biliyor muydun?"

"..."

"Ayrıca bence, bütün bu iyilikleri başkalarına gösteriş yapmak için yapıyorsun ve bu sayede
övgü ve pohpohlanmanın keyfini çıkarıyorsun. Aslında bana da bu yüzden yardım ediyorsun
çünkü, nezaketini gösterebilmen için ben mükemmel bir aracıyım. Dürüst olmak gerekirse,
sana karşı düşüncelerim şu an bile değişmedi. Belki de asla değişmeyecekler. Bu
düşüncelerimi şimdilik göz ardı etsem de, ileride tekrar çıkacaklar."

Xie Lian bu noktada ne söyleyeceğini bilemiyordu, "Bu düşünceleri bu kadar ayrıntılı şekilde
anlatmana lüzum var mıydı?!"

Fakat beklenmedik bir şekilde Mu Qing devam etti, "Ama çoğu zaman...Ben hala sana,
hayranlık duyuyorum."

Xie Lian afallayıp kalmıştı.

Mu Qing cesaretini topladı, sanki birisi boynunu sıkıyormuş da, onu konuşmaya zorluyormuş
gibiydi ve sözlerine ekleme yaptı, "Bu normal değil mi?! Sen...kesinlikle...harikasın.
Ayrıca...sen...benden daha iyi...birisin. Kısacası, ben...senin arkadaşın olmayı...çok istedim."

"..."

Xie Lian bir milyon yıl geçse bile Mu Qing'in ağzında bu sözlerin dökülebileceğini hayal
edemezdi. Kekeleyerek ve istemsizce olsa da samimi bir şekilde ve dürüstçe söylemişti!

Xie Lian'ın gözleri fal taşı gibi açıldı, "Sen..."

Mu Qing bu kelimeler dudaklarından çıkar çıkmaz dişlerini sıkmayı bırakmış ve bir nefes
vermişti, "Xian Le'nin düşüşünden sonraki o olay, doğru ya da yanlış, zor durumda olsam da
olmasam da yine de sana bir özür borçluyum."

Xie Lian bir anlığına şaşkına döndü, "...Her şey geçmişte kaldı, o yüzden unut gitsin. Bunu
bırak da, önce buradan çıkmamız lazım!"
Mu Qing sesini yükseltti, "Bana dedi ki, benden şüphelenirsen, benim yapmadığımı bilsen
bile akışına bırakıp beni kurtarmazmışsın. Çünkü benden nefret ediyormuşsun ve bana
inanmazmışsın."

"O?" Xie Lian "o" derken kimi kastettiğini anlamıştı.

Mu Qing devam etti, "Ona yardım etmeyi kabul etmememe rağmen, söylediği her şeyi ben de
düşünüyordum. Hep içten içe benden nefret ettiğini, küçümsediğini düşünüyordum, bu
yüzden ben, hep...neyse, aslında böyle düşünmüyormuşsun, çok sevindim."

Başka bir alev bloğu yukarı doğru yükseldi ve Xie Lian birkaç adım atıp Mu Qing'den
uzaklaştı. Mu Qing'e gelince, öfkesi tavan yapmıştı, aşağı doğru uzandı ve avucunun içini
köprünün yüzeyine şiddetle vurdu.

Xie Lian'ın gözleri kocaman açıldı, "NE YAPIYORSUN??"

Beklendiği gibi, köprünün o bölümü çöktü ve Mu Qing de onunla beraber düşüyordu. Mu


Qing havada ona doğru bağırdı, "ÇÖPLERİ TEMİZLEMENE YARDIM EDİYORUM!"

Kırık köprü aşağıdaki havuza çarptı, yüksek dalgalar oluşmasına sebep oldu, erimiş kinci
ruhlar mutlu bir şekilde toplanıyorlardı, onu aşağı çekmeye hazırlardı. Ama beklenmedik bir
şekilde bir patlama oldu ve bütün o alanı silip süpürdü. Hayaletlerin feryatlarının ortasında,
Mu Qing o kırık köprünün ortasında duruyordu, onu saran ruhani ışık pasparlaktı.
Küçümseyerek şöyle dedi:

"Gölgelerin oluklarından çıkan pislikler, böyle haince alevler çıkararak kendinizi iyi mi
hissediyorsunuz? PEKALA, BEN GELDİM, ŞİMDİ KAÇIN DA GÖRELİM!"

Artık onun yarattığı patlamalar kinci ruhlara ulaşıyordu!

Mu Qing kan kırmızısı olan avuç içlerini kaldırdı, kinci ruhların hepsini silip süpürüyordu,
kalbindeki hoşnutsuzluğu tatmin ediyordu, o kadar vahşi görünüyordu ki kinci ruhlar çığlık
çığlığa etrafta kaçışıyorlardı.

Alevler kollarını ve kıyafetinin eteklerini yakalamaya başlamıştı, ve Xie Lian köprünün


yukarıdaki kenarında asılı halde duruyordu.

"MU QING? NE KADAR YÜKSEĞE ZIPLAYABİLİRSİN?"


Mu Qing bağırdı, "NE SAÇMALIYORSUN, NEDEN GİTMEDİN???"

Xie Lian karşı çıktı, "BU BENİM SORUNUM DEĞİL. SONUNDA HAYATINDA
MANTIKLI BİR ŞEYLER SÖYLEDİN VE SONRA DA DÜŞTÜN. NASIL SENİ BIRAKIP
GİDEBİLİRİM?!"

Mu Qing öfkelenmişti, "NE DEMEK, SONUNDA MANTIKLI BİR ŞEYLER..."

Sözlerini bitiremeden, ayaklarının altındaki köprü parçası biraz daha battı. İkisinin de yüz
ifadesi değişti. Bu noktada, gerçekten de lav havuzuna düşecek ve kemikleri havaya
karışacaktı!

Mu Qing öncesinde daha neşeliydi ama bir anda beti benzi atmıştı. Avuçlarını kaldırdı,
gözlerini kapattı, yanmadan önce kendi kafatasını patlatacakmış gibi görünüyordu, böylelikle
daha kolay ölebilirdi.

Xie Lian aceleyle haykırdı, "BEKLEBEKLEBEKLEBEKLE ACELE ETME! B-B-B-BİR


PLANIM VAR!"

Mu Qing gözlerini tekrar açtı, "NE PLANI?"

RuoYe en dibe ulaşamasa da, yolun yarısına kadar gidebilirdi ve Xie Lian onu aşağı doğru
attı, "TÜM GÜCÜNLE ATLA! ATLA VE YAKALA! SENİ YUKARI ÇEKECEĞİM!"

Mu Qing'in yüzünün rengi daha da solmuştu, "EĞER ATLAYABİLSEYDİM, BİR YOL


DÜŞÜNMEM GEREKİR MİYDİ?!"

Daha sonra kendini öldürmek için cesaretini yeniden topladı.

Xie Lian bağırdı, "BEKLEBEKLEBEKLEBEKLE! CİDDEN, BEKLE!!! BİRAZDAN BİR


ÇÖZÜM BULACAĞIM!"

"PEKİ, SÖYLE, O HALDE."

Bir yol. Bir yol. Çabuk bir yol bul!

HİÇBİR YOLU YOK!


İkisi de yolun sonuna gelmişlerdi, Mu Qing tekrar elini kaldırdı. Ama beklenmedik bir
şekilde, başka bir el geldi ve BAM! birisi eline vurmuştu.

Daha sonra kafası uyuşmuş vaziyette olan Mu Qing'i tutan bu adam zıpladı! Xie Lian ipek
kuşağın ucunda bir gerilme hissetti, aşağı doğru baktığında hem çok şaşırmış hem de çok
sevinmişti.

"FENG XIN???"

ÇN: Çıldırıyorum a dostlar ağağağa ben bir ölüyüm dncdsı media'nın anlam ve önemi bu
kısım...

Mu Qing'in üzerinde durduğu o kırık, köhne köprünün parçası, köpürerek lav akıntısının
derinliklerine doğru iyice batmıştı. Ve RuoYe'nin ucunda Feng Xin bir eliyle onu tutarken
diğer eliyle Mu Qing'i tutuyordu, yukarı doğru bağırdı.

"Ekselansları, ÇABUK, BİZİ YUKARI ÇEK!"

Aşağıda çok fazla Boş Kabuklu İnsan vardı, Feng Xin bunların üzerine basarak gelmişti. Xie
Lian'ın soru soracak zamanı yoktu, ve aceleyle onları yukarı çekmeden önce biraz daha geniş
ve daha sağlam bir alan buldu. İkisi yukarı doğru çekilirken, erimiş kinci ruhlar yavaş yavaş
yeniden toplanıyordu, art niyetle onlara doğru bakıyorlardı. Hemen sonrasında bir tane daha
alev bloğu yarattılar!

Feng Xin ve Mu Qing havasa asılı durumdalardı bu yüzden kaçamazlardı, Xie Lian RuoYe'yi
tuttu ve bu saldırıdan kaçmak için birkaç adım uzaklaştı. Ancak köprünün başka hiçbir yeri bu
alan kadar geniş ve sağlam değildi, bu yüzden o darbeden kaçtıktan sonra önceki yerine geri
döndü.

Feng Xin alev bloğu yüzünden neredeyse küle dönecekti, öfkeyle bağırdı, "BU KÖPEK
BOKLARINA NE OLUYOR, AŞAĞIDAN İNSANLARA SALDIRIYORLAR, ÇOK
ALÇAKÇA! HEPİNİZİN SÜLALESİNİ SİKEYİM!"

Xie Lian cevap verdi, "EĞER TÜM SÜLALELERİ DE BÖYLEYSE, ONLARI BECERMEK
İSTEDİĞİNDEN EMİN MİSİN?"

Kinci ruhlar pes etmemişlerdi, kıkırdayarak yeniden tuzak kurmak için fırsat kolluyorlardı.
Feng Xin'in öfkesi tavan yapmıştı, Mu Qing'i yukarı doğru kaldırdı.

"Şuna tutun."

Mu Qing aslında öncesinde, kesin öleceğini düşünmüştü, bu şok onun için çok fazlaydı, bu
yüzden şu anda bile tepkisi biraz donuktu ve RuoYe'yi tutması için verilen talimatı bile zar
zor yerine getiriyordu. Feng Xin artık onu tutmak zorunda olmadığı için bir eli boşta kalmıştı,
hemen sırtında taşıdığı uzun yayı, ve kim bilir nereden bulduğu ince çubukları
çıkardı. Çubukları ok olarak kullanarak bir eliyle yayı tuttu ve dişlerini kullanarak yayın
kirişini de sabitledi. Oku ipin üzerine yerleştirerek yavaşça geri çekti— FİUVV FİUVVV
FİİUVV FİUVV, aynı anda dört tane ok fırlatıldı!

ÇN: Gözümde canlanır koskoca mazi... Dört tane ok deyince Wei Wuxian'ı anmazsak olmaz...

Bu oklar lav havuzuna saplandılar, dalga tomurcukları fışkırdı ve kinci ruhlar bir kez daha
dehşet içinde kaçıştılar. Feng Xin küfrediyordu ve sonunda kendini tatmin olmuş
hissediyordu.

"GÖRDÜNÜZ MÜ! SİZİ SİKECEĞİMİ SÖYLEMİŞTİM! KÖPEK BOKLARI SİZİ! BU


ATA SİZİ SADECE TEK BİR ELLE PATLATABİLİR!"

Sonunda, üçü Cennet Geçiş Köprüsü'nde birlikte duruyorlardı. Xie Lian birçok kez alnındaki
teri sildi, kalbi hala deli gibi çarpıyordu.
"Feng Xin, nasıl geldin?"

Bu konu açılınca Feng Xin eliyle başını kavradı, "Nasıl mı geldim? Üçünüz birden aşağı
atladınız, başka ne yapabilirdim ki?? Neredeyse deliriyordum! Sadece o uçurumun dibine
doğru gitmenin bir yolunu bulabildim, sonra da buraya kadar sürüklendim. Siz ikinizi ancak
gürleme seslerini duyduktan sonra bulabildim. Lav havuzuna atlayarak ne yapıyordunuz?
Delilik bu!"

Mu Qing nihayet kendine gelmişti, ve bağırdı, "Ben aşağı sürüklendim!"

Xie Lian, Feng Xin'in tüm yol boyunca küfrederek geldiğini zihninde canlandırıyordu ve
yanıt verdi, "Pekala pekala pekala, sakin olun. Ne olursa olsun, gerçekten de hızır gibi
yetiştin, çok büyük bir yardımın oldu! Bazen ne derler bilirsin, insanlar gerçekten...de
kendilerine yardım etmesi için başkalarına ihtiyaç duyuyor, cidden!"

Üçü neredeyse ölümüne korkmuşlardı, nefes nefeselerdi ve hepsinin beti benzi atmıştı, az çok
neler olduğunu çözdükten sonra, daha fazla orada kalamazlardı. Feng Xin, Mu Qing'i sırtında
taşıyordu ve Cennet Geçiş Köprüsü'nde sıçrayarak ilerlemeye devam ediyorlardı. Olan biteni
birbirleri ile paylaştıkları için Xie Lian, Feng Xin'in de Hua Cheng'i görmediğini
öğrendiğinden beri kalbi sıkışıyordu. Hua Cheng neredeydi? Onu aramak için köprüden tekrar
yürüyemezlerdi.

Tam o sırada Feng Xin sırtında bulunan Mu Qing'e seslendi, "Bu arada, daha önce bağırdığın
kelimeleri biraz duymuş bulundum. İlk kısım çok sinir bozucuydu, seni dövmek istemiştim,
ama seni küçük piç kurusu, bütün bunları kalbinin derinliklerinde düşündüğünü hayal bile
edemezdim!"

"..."

Mu Qing'in yüz ifadesi tamamen karanlık bir hal almıştı. Feng Xin Xie Lian'a doğru döndü.

"Sana demedim mi? Bu adamın duyguları kinci harem cariyelerinden bile daha karışık, akıl
sır ermez!"

"..."

Xie Lian artık Mu Qing'in öfkeden çıldırdığını görebiliyordu, ona deli gibi elini sallıyordu.
Feng Xin onun yüz ifadesinden tamamen habersizdi ve Mu Qing'e döndü.
"Ekselansları ile arkadaş olmak istiyorsan, o zaman öyle söyle! Ekselansları'nın seni
küçümsediğini ve arkadaş olamayacağınızı düşündüğün için ortada dolaşıp laf sokmaya
çalışıyorsun, beyninin içinde neler düşündüğünü anlayamıyorum!"

Xie Lian pes etmişti ve umursamazca elini salladı, "Küçüklüğümüzden beri o böyle değil
miydi? Onu daha fazla azarlama, bak, yüzü kıpkırmızı oldu."

"..."

Mu Qing daha fazla dayanamadı ve öfkeyle kükremeye başladı, "HASSİKTİR!


KAHRETSİN! ÇENENİZİ KAPATIR MISINIZ??"

Xie Lian ona bir hatırlatmada bulundu, "Görünüşe göre Feng Xin'in kelime dağarcığına
ulaşmışsın. Ayrıca küfür etmek hoş bir davranış değil."

Feng Xin araya girdi, "Kendin söyledin, Ekselansları'nın a-a-a-rkadaşı olmak istiyormuşsun."

Mu Qing'in dişlerini gıcırdatarak kekelemesini bile kasten taklit etmişti, Mu Qing'in yüz
ifadesi son derece vahşileşmişti ve eliyle gizlice sırtındaki kılıcı arıyordu.

Feng Xin ekledi, "Pekala, şimdi her şey ortaya döküldü. Her neyse sadece şunu unutma:
Ekselansları zihninde hiç bu kadar pislik olduğunu düşünmemişti. Çizgiyi aştığın ve
sinirlendiği o zamanın dışında, daha sonrasında, benim önümde senin hakkında tek bir kötü
kelime bile söylemedi! Bundan sonra normal bir insan gibi davranacaksın, normal
konuşacaksın, normal bir şekilde kendini ifade edeceksin, eğer bir daha laf sokmaya
çalışırsan, sana bağıracağım!"

Mu Qing ilk bölümü dinlerken başını eğmişti, dudakları mühürlenmiş gibi hiç konuşmuyordu
ama ikinci kısmı duyunca gözlerini devirdi, "Yüzlerce yıldır bana bağırmıyor musun?"

Xie Lian da söze girdi, "Mu Qing, sen bir göksel yetkilisin, insanlarda bıraktığın izlenime
dikkat etmelisin, tamam mı? Böyle kolayca gözlerini deviremezsin, inananların görürlerse
senin hakkında yanlış fikirlere kapılırlar."

"Lütfen," dedi Mu Qing, "Bu adam bütün gün Üst Cennet'te küfürler yağdırıyor."

Feng Xin üff-ledi, "Çünkü sen hak ediyorsun."


"Eski meseleleri ısıtıp ısıtıp önümüze getirme," dedi Mu Qing, "Sen de bir oğul sahibi olup
Ekselansları'nı terk etmedin mi?"

Öfkeden Feng Xin'in alnındaki damarlar patlamak üzereydi, kollarını sıvadı, "Kavga mı
istiyorsun?"

Mu Qing alaycı bir tavırla cevap verdi, "Kendinle kavga et. Ekselansları'na bütün gün benim
hakkımda saçma sapan konuşmasaydın, sence beni küçümsediğini düşünür müydüm ve işler
böyle garipleşir miydi?"

Mesele yine geri dönüşü olmayan yerlere gelecekti bu yüzden Xie Lian konuşmaya başladı.

"Böyle bir zamanda birbirinizin kirli çamaşırlarını ortaya dökmeyi bırakır mısınız? Birbirinizi
incitmenizin ne anlamı var..."

Mu Qing tekrar gözlerini devirdi, "Ayrıca, şu halinize bakın, o zamanlar çıldırıyordunuz. Peki
ya soyduysa nolmuş? Ben Ekselansları'nın yerinde olsaydım, zengin olan on sekiz haneyi de
soyar arkama bile bakmazdım. Ve senin de onun hizmetkarı olduğunu düşününce, sadece
neler olduğunu öğrenmek için Ekselansları'nın peşinde koşuyorsun."

Xie Lian'ın alnından ter damlaları yuvarlandı ve arkasına doğru baktı, "Dur bir dakika, benim
kirli çamaşırlarımı da ortaya dökmenin bir anlamı yok? Her halükarda, San Lang'ı bulmam
lazım, San Lang'ı bulmama yardım edin, hahahaha…”

Çevirmen: Maria
Bölüm 236: Çiçeği Gözeten Kan Yağmuru; Yüzü Olmayan Beyaz ile Şiddetli
Savaş

Tam o sırada, üçü aynı anda aşağıdan gelen bir ısı dalgası hissetti. Hepsi aynı anda çığlığı
bastı, "DİKKAT EDİN!" ve daha hızlı bir şekilde koşmaya başladılar. Gökyüzüne doğru yedi
sekiz tane daha alev bloğu yükselmişti ve aşağıda, eskisinden daha çok erimiş kinci ruh
olduğunu gördüler.

"Feng Xin, bana Mu Qing'i ver!" diye bağırdı Xie Lian.

Başka tek bir kelime bile etmeden Feng Xin, Mu Qing'i fırlattı ve artık Xie Lian'ın sırtında
olan Mu Qing haykırdı, "Onları aşağı gönderin çabuk! Nasıl bir baş ağrısı ama!"

"Bana ne yapacağımı söylemene gerek yok!" diye cevap verdi Feng Xin ve yayı bir kere daha
çekerek tek seferde birkaç ok attı.

Silahının menzil bölgesi Xie Lian ve Feng Xin'in körü körüne yarattığı patlamalardan daha
genişti. Oklar lav dalgalarını parçalara ayırırken, havaya yükselen dalgalanmalar ve kinci
ruhların çığlıkları her yeri sarmıştı.

"İyi iş çıkardın!" dedi Xie Lian, övgü dolu ses tonuyla.

"Fena değil, sanırım!" diye yorumda bulundu sırtında bulunan Mu Qing.

Garez dolu kinci ruhlar bir araya geldikten sonra, oluşan alevleri körüklemek için daha da
ileriye doğru yüzdüler.

Birkaç gürültü patırtıdan sonra Xie Lian konuşmaya başladı, "Köprünün ileride kalan kısmı
ruhlar tarafından yakılmış, yolumuzu tıkamak istiyorlar!"

Feng Xin küfrediyordu, "Hay anasını ya, şu ruhların toplandıktan sonraki yoğun çalışmalarına
bir baksana, neden insanlara zarar vermek dışında başka bir şey yapmıyorlar ki! Eğer bunu
sürdürmeye devam ederseniz herhangi birinizin bir sonraki sekiz bin yıl boyunca
affedilebileceğinden ve lavdan kaçabileceğinden şüpheliyim!"

Yayını kaldırdığı an, erimiş kinci ruhlar yeniden dağıldılar.


Xie Lian söze girdi, "Pekala, daha fazla bağrışmayın, hazırlanın! Atlayacağız! Bir, iki, üç—
!!"

Birinci sayıdayken güçlerini arttırıp hızlanmaya başladılar, iki sayıldığında adım mesafesini
ölçtüler ve üçte de ayaklarını yere doğru itip atladılar—üç figür havaya zıpladı, daha sonra
köprünün arasında bulunan boşluktan geçip diğer tarafa indi. Sonra çılgınca koşmaya devam
ettiler. Bu köprü "cennete geçmek" için yapılmıştı, bu yüzden doğal olarak yavaş yavaş yukarı
doğru yükselecekti, ancak Xie Lian koştukça bir kırlangıç kadar hafifleşiyordu.

"Üçümüz böyle bir şey yapmayalı uzun zaman oldu, ha!"

"Yan yana savaşmamızı mı yoksa hayatımız pahasına koşmamızı mı diyorsun?" diye


sorguladı Mu Qing.

"İkisi de!" dedi Xie Lian.

"Bunu hep yapıyoruz!" diye haykırdı Feng Xin.

"Cidden mi?" Xie Lian merak ediyordu.

Ancak, bazı şeyler ortaya çıktığında, düşünce yapısı tamamen farklı olacaktı. Xie Lian bir an
güldü, gözleri aşağıyı dikkatle izliyordu ama yine de hiçbir zaman kırmızı bir siluet
göremiyordu, bu yüzden gergin hissetmekten kendini alamamıştı.

"SAN LANG!"

Çağrısı geniş ve boş yeraltı mağarasında yankılandı ama kimse cevap vermedi. Xie Lian'ın
dudakları kurumuştu ve onları yaladı.

ÇN: Hua Cheng dudakları kurumuş sevdiceğinin koş

Sırtında Mu Qing, onun tüm bölgeyi inceleyişini izliyordu ve bir anlık sessizlikten sonra,
"Ekselansları, ondan gerçekten hoşlanıyorsun, ha?" dedi.

"..."

Xie Lian onun aniden bunu sormasını beklemiyordu, "Ah. Ah?... Ah."
Yüzünde belirgin bir ifade olmasa da kulaklarının uçları yavaşça kırmızıya dönüyordu. Onu
bu şekilde gören Mu Qing, bir süre suskun kaldı, fakat biraz tereddüt ettikten sonra
konuşmaya başladı.

"Seni kasten korkutmaya çalışmıyorum, ama hatırlatmam lazım. Hiç düşündün mü...belki de
köprüye gönderilen kişiler biz ve bir de Çiçeği Gözeten Kan Yağmuru'ydu...bu olabilir mi?"

"Bu tamamen saçmalık değil mi?" dedi Feng Xin, "Burada sadece ikiniz olduğuna göre, tabii
ki de o başka bir yere gönderilmiştir..."

Mu Qing'in ne söylemeye çalıştığını anlamadığı için bu şekilde yanıt vermişti. Hua Cheng'in
başka bir yere gönderildiğini söylemiyordu aslında, ama...belki de Hua Cheng lav havuzuna
düşmüştü.

Xie Lian dudaklarını yaladı, "B-Bu nasıl mümkün olabilir?"

"İmkansız olduğunu düşünme." dedi Mu Qing, "Çiçeği Gözeten Kan Yağmuru bir Yüce
Hayalet Kral, buna şüphe yok, ama Yüzü Olmayan Beyaz da öyle. Ayrıca Tonglu Dağı'nın
Yüce Hayalet Kralları'nın ilk nesli. Burası onun bölgesi, yani ruhani güçlerinin en güçlü
olduğu bölge."

Feng Xin, Mu Qing'e dik dik baktı ve onu azarladı, "Kes sesini! Senin derdin ne? Böyle bir
zamanda iyi bir şey söyleyemez misin? O Çiçeği Gözeten Kan Yağmuru, sana söylüyorum!"

Mu Qing gerçekten de susmuştu ama aksini kanıtlamak zorundaymış gibi hissediyordu, "Ben
sadece bir şey olursa ne yapacağımızı düşünmemizi söylüyorum."

Xie Lian'ın gözlerinin önünde Hua Cheng'in soluk renkli avucundaki o anormal derecede
parlak kırmızı nokta belirdi ve o da ne söyleyeceğini bilmiyordu. Tam konuşacağı sırada
aniden durdu ve arkasındaki Feng Xin neredeyse ona çarpacaktı.

"NE OLDU?"

Kelimeler dudaklarından çıktığı anda, bunu sormasına gerek olmadığını fark etmişti.

Önlerinde, her tarafını saran, yıldızlar gibi parıldayan milyonlarca gümüş parıltı vardı.
Sanki birisi gümüş tozu dolu bir hazine kutusunu devirmiş gibiydi. Xie Lian, Mu Qing'i yere
indirdi ve ileri doğru yürüdü. Elini uzattı ve yavaşça diğerlerinden biraz daha büyük bir
gümüş ışık parçasını elinin üzerinde hissetti. Dokunduktan sonra avucunu kapattı ve yavaşça
kendi gözlerinin önüne doğru getirdi.

Diğer ikisi de bakmak için yaklaştılar ve Feng Xin mırıldandı, "Bu, bu..."

Mu Qing de söze girdi, "Bu bir...hayalet kelebek parçası mı?"

Feng Xin ona tekrar öfkeyle baktı, muhtemelen Mu Qing'in fazlasıyla açık sözlü olduğunu
düşünüyordu. Xie Lian'ın eli biraz titremeye başlamıştı, zayıf bir ışık yayan o kelebek
kanadını sıktı ve derin bir nefes verdi.

Feng Xin kafasını kaşıyordu, "İyi tarafından bakalım, en azından aslında lav havuzuna
düşmemiş. Burada olmalı, değil mi?"

Mu Qing yan tarafı işaret etti, "O halde burada biriyle savaştı. Çok büyük bir savaş."

Xie Lian'ın bakışları onun işaret ettiği yönü takip etti ve gözleri hafifçe açıldı. Etraftaki
kayalar, keskin bir bıçaktan kaynaklanan sayısız yarıklarla kaplıydı. Bu E-Ming'in bıçağının
izleriydi.

Her kılıç darbesi kemiğe kadar keserdi. Xie Lian, Hua Cheng'in geçmişte kılıcı kullandığını
hiç görmemişti ama tarzı her zaman, kolay ve aceleci, soğukkanlı ve rastgele olmuştu. Bir
silah tuttuğunu söylemek yerine, küçük bir bıçakla oynuyormuş gibi olduğunu söylemek daha
doğru olurdu. Yine de bu bıçak izleri öldürme niyetiyle doluydu. Onunla karşılıklı savaşanın
ne kadar yetenekli olduğunu ve bu savaşın ne kadar tehlikeli geçtiğini hayal etmek bir hayli
kolaydı.

Tek kelime bile etmeden, Xie Lian kontrol etmek için yere doğru çöktü. Köprünün üzerinde,
aşağı düşen birine dair bir iz yoktu ve köprünün altında toplanan kinci ruhlar da yoktu, bu
yüzden Xie Lian nihayet biraz rahatlamıştı ve ayağa kalkıp, tek başına kararlı bir şekilde
koşmaya başladı.

Arkasında olan Feng Xin, Mu Qing'i sırtına almış koşuyordu ve ona zar zor yetişti,
"Ekselansları!"
Xie Lian nefesini tutmuştu, çünkü kendi sert, endişeli olan nefesini duymak bile istemiyordu.
Nefes alıp-verişini düzenleyememek, dövüş sanatlarıyla uğraşan biri için büyük bir
tabuydu; sadece vücuda gereksiz yükler eklemekle kalmamış, aynı zamanda kalbin ritmini de
bozmuş olacaktı. Ama nefesini tutması bir işe yaramıyordu; elleri, kolları ve bacakları komple
titriyordu, ve koştukça, birkaç kere takılıp yere yuvarlandı, hatta neredeyse köprüden
yuvarlanıp düşecekti. Feng Xin ve Mu Qing, ona dikkatli olmasını söyleyerek bağırmaya
başladılar.

Aniden Xie Lian, "Bu ses ne?" diye sordu.

Xie Lian yeniden ayağa kalkmış ve arkasına doğru dönmüştü, "Siz de bir şey duydunuz
mu? Bu bir şeyin sesi miydi?"

Feng Xin ve Mu Qing ikisi de bağırdılar, "Evet! EVET!"

Bu çatışan silahların ve ruhsal güçlerin çarpışmasının, çatırtılı ve gürleyen sesleriydi. Cennet


Geçiş Köprüsü'nün gövdesi bile hafifçe titriyordu. Önlerindeki yolun karanlığında ışıklar
yanıp sönüyordu.

İleride savaşan insanlar vardı! Xie Lian ileri doğru atılırken kah tökezliyor kah sürünüyordu.
Arkasında olan Feng Xin mırıldanıyordu, "Sevgili siktiğimin tanrısı, tüm tanrılar ve budalar
kutsasın, Çiçeği Gözeten Kan Yağmuru olsa iyi olur, yoksa bu aklını kaçıracak!"

"Saçmalamayı kes," diye azarladı Mu Qing, "Hepimiz budalar ve tanrılarız, ama bir bok
yapamıyoruz, sadece ona ayak uydur! Şunun koşma şekline bak, daha adamı göremeden
tökezleyip kanlı bir şekilde ölecek!"

Xie Lian nefesini tuttuğunu tamamen unutmuştu ve beş altı kilometre boyunca kendi düzensiz
nefes nefese kalışını dinlemişti. Birkaç dev dolambaçlı yolu geçtikten sonra, son dönemeçten
de dönünce, parlak beyaz bir ışık aniden görüş alanını kapladı.

Havada asılı olan Cennet Geçiş Köprüsü'nün son kısmında, kırmızı giyimli bir adam ve beyaz
giyimli bir adam, şiddetli bir savaşa girmişlerdi.

O kırmızı giyimli adam ince ve uzun, gümüşi beyaz bir kılıç kullanıyordu, formu şimşek gibi
parlayarak hareket ediyordu—bu Hua Cheng'di. Artık gülümsemiyordu, tamamen
odaklanmıştı, ifadesi keskindi, yakışıklı ve solgun yanağında kanlı bir leke vardı, onun
dondurucun soğuğuna bir parlaklık katıyordu. O beyaz giysili adam elbette Yüzü Olmayan
Beyaz'dı, ve nereden geldiği belli olmayan bir kılıcı kullanıyordu, yarısı ağlayan yarısı gülen
o maske hala yüzündeydi. Sadece bu maske, Xie Lian'ın daha önce gördüklerinden biraz
farklıydı.

Ortası çatlamıştı.

Bu çatlak önemliydi, göz ardı edilemezdi ve alnının ortasından, gözün altındaki kısma kadar
gidiyordu, sanki her an kırılacakmış gibiydi!

Her ikisi de ayakları üzerinde aşırı derecede hafifti, havada birbirlerine saldırırken şimşekler
çakıyordu, kötülüğün aurası yayılıyordu. Saldırılarının her biri, bin ton ağırlığındaydı,
kuvvetleri gökleri aşıyordu. Kılıcın rüzgarlarına karşı kılıcın aurası, çılgınca bir dans, kaotik
bir uçuş... Yukarıdaki hayalet kelebekler de aşağıdaki kinci ruhlarla eşleşmişlerdi, adeta
birbirlerine haykırıyorlardı, bütün bu görsel dağların çökmesi denizlerin taşması gibiydi. Her
çarpıştıklarında, havuzun içindeki erimiş lav metrelerce yükseklikte olan korkunç dalgalara
sebep oluyordu ve kimse yaklaşamıyordu!

Hem Feng Xin hem de Mu Qing daha sonra geldiler ve ikisi de savaş yerini görünce
sarsıldılar, şok içinde oldukları yere mıhlanmış gibilerdi ve tek bir adım bile atamıyorlardı.

Tek bir dövüş tanrısı bile böyle bir savaşı heyecan duymadan izleyemezdi!

Hua Cheng'in oldukça iyi durumda olduğunu görünce, Xie Lian'ın yerinden çıkacakmış gibi
atan kalbi bir parça da olsun sakinleşebilmişti. Hemen yere yığılıp çığlık atmak ve bağırmak
istedi, ama kendini tutmaya zorladı. Yetenekli savaşçılar çarpıştığında, herhangi bir karışıklık,
zaferi ve yenilgiyi belirleyebilirdi. Üstelik bu, zamanlarının en güçlüsü olan iki Yüce Hayalet
Kralı arasındaki bir savaştı!

Uzakta Yüzü Olmayan Beyaz'ın olduğu tarafta duran başka bir figür vardı, bu Guoshi'ydi.

Doğal olarak buraya Yüzü Olmayan Beyaz tarafından getirilmişti. Xie Lian ve arkadaşlarının
geldiğini görünce o da rahat bir nefes vermişti ama ses çıkarmaya cesaret edemiyordu. Yine
de Hua Cheng'in yeni gelenleri fark ettiğini kim bilebilirdi ki, yüzündeki dondurucu ifade az
da olsa erimişti, gülümsüyordu.

"Görünüşe göre yine kaybettin. Ekselansları geldi ve yanında getirdiklerinden tek bir kişi bile
eksik değil."
Xie Lian daha fazla kendini tutamadı ve bağırdı, "SAN LANG!"

Hua Cheng başını eğdi ve "Gege" diye cevap verdi. Sonra ses tonu bir uyarı niteliği taşıyordu,
"Gege, bir dahaki sefere kendini böyle düşürürsen, delireceğim."

Xie Lian da ona cevap verdi, "Bir daha benimle beraber atlarsan ben daha da delireceğim!"

"..."

Bunu duyan Hua Cheng'in yüz ifadesi bir an için sertleşti, sanki Xie Lian'ın sözleri onun
gerçekten de daha temkinli olmasını sağlıyordu. Yüzü Olmayan Beyaz'la karşı karşıya
kaldığında bile, hiç bu kadar temkinli bir ifade takınmamıştı.

Yüzü Olmayan Beyaz çökmüştü.

Vurduğu kişi Hua Cheng'di ama konuştuğu kişi Xie Lian'dı, "Xian Le, siz baharın
rüzgarlarından* çok fazla keyif alıp, beni küçümsüyor olabilir misiniz?"

(Baharın rüzgarları, iki kişinin zamandan ve mekandan kopmaları anlamı taşıyor.)

E-Ming'in kabzasındaki göz küresi, Xie Lian'ı fark etti ve daireler çizerek delice dönmeye
başladı. Hua Cheng elini çevirip hücum etti, o sırada Xie Lian bir KIRILMA SESİ duydu!

Ve o an kalbi durmak üzereydi.

Çevirmen: Maria
Bölüm 237: Çiçeği Gözeten Kan Yağmuru; Yüzü Olmayan Beyaz ile Şiddetli Bir
Savaş 2

Bu bir silahın kırılma sesiydi!

Orada bulunanların hepsi sesin nereden geldiğine aceleyle baktılar. Hua Cheng'in elindeki
kılıcın iyi olduğunu gördüler, ama Yüzü Olmayan Beyaz'ın kullandığı uzun kılıç Hua
Cheng'in saldırısıyla ikiye bölünmüştü!

Xie Lian'ı görünce deli gibi dönmeye başlayan, E-Ming'in üzerindeki göz küresi, hünerlerini
onun önünde sergilemiş gibi görünüyordu, övüleceği için çok mutluydu.

Hua Cheng içtenlikle güldü ve şöyle dedi: "Sorun yok. Gege'nın endişelenmesine gerek yok."
Daha sonra Yüzü Olmayan Beyaz'a döndü, "Neden senin gibilerle uğraşmak zorundayım ki?"

Yüzü Olmayan Beyaz homurdandı, ve Guoshi de artık kendini tutamamıştı, Hua Cheng'in
rakibini daha fazla kışkırtacağından korkuyordu, "GENÇ ADAM, BU KADAR UKALA
OLMA!"

Yine de beklenmedik bir şekilde, Hua Cheng'in bundan sonraki söylediği şey daha da cüretkar
ve ukalacaydı. Kılıcını keskin parlaklığı ve pırıl pırıl görünüşüyle ,Yüzü Olmayan Beyaz'a
doğrultarak gülümsedi.

"Sonuçta, kıskançlıkla dolu bir kalbi olan, yaşlı bir moruktan başka bir şey değilsin."

Onun sahte gülümsemesini azarlamak için tüm enerjisini yitiren Guoshi artık akışına
bırakmıştı, hem Feng Xin hem de Mu Qing de sersemlemişti: bu adam çok cesur!

Kim Jun Wu'nun ya da Yüzü Olmayan Beyaz'ın karşısına geçip böyle bir şey söyleyebilirdi
ki?

Feng Xin ve Mu Qing ona bu sözleri söyleyebilecek tek kişinin muhtemelen Hua Cheng
olduğunu kabul etmek zorundaydı, yüzüne karşı bunları söylemesine rağmen Jun Wu-Yüzü
Olmayan Beyaz ona hiçbir şey yapamamıştı!

Mu Qing, Feng Xin'in sırtından kendi başına indi, birkaç adım attı ve mırıldandı, "Hayır
merak ediyorum, geçmişte...Çiçeği Gözeten Kan Yağmuru geldiğinde, Jun Wu elimizden
geldiğince ondan uzak durmamızı söylerdi, ve onunla kafa kafaya savaşmamamızı."
Tam o sırada, beyaz bir gölge topu, E-Ming'in kılıcının ucunun önüne geçip onu engellemeye
çalıştı. Xie Lian'ın gözleri keskindi ve o yaratığın ne olduğunu açıkça görmüştü.

"San Lang, onu kesme!"

Bu cenin ruhuydu! O görmüştü ama doğal olarak Hua Cheng de görmüştü. Bıçağın ucu yön
değiştirdi, yana doğru döndü ve o cenin ruhunu bir top gibi havaya fırlattı. Feng Xin'in gözleri
fal taşı gibi açılmıştı, cenin ruhunun ikiye bölünmediğini görünce hemen harekete geçti.

"BURAYA GEL!"

Hua Cheng'in cenin ruhunu tam olarak fırlattığı yer, babasının olduğu taraftı. Feng Xin acele
ediyordu ama cenin ruhu onun bağırdığını duyunca, kafasında pek saç olmasa da, olan saçları
diken diken olmuştu ve boğazından bir hırlama sesi geliyordu. Feng Xin yukarı çıktığı an, onu
almasına izin vermeyi reddederek, ona sürekli deli gibi vuruyordu.

Feng Xin dayanamayıp haykırdı, "HAY SİKEYİM YA! ONU GÖRÜNCE ÜSTÜNE
YAPIŞIYOR, BENİ GÖRÜNCE ISIRIYOR; HANGİMİZ SENİN BABANIZ??"

Fakat Mu Qing sakin bir şekilde yorumladı, "Onu hiç oğlun olarak kabul ettin mi? Ona hiç
düzgünce ismiyle seslendin mi?"

Bunu duyan Feng Xin afallamıştı, "Ben..."

Öte yandan, Xie Lian savaşı izleyememişti ve aceleyle onlara talimat verdi, "İkiniz dikkatli
olun, ben gidip bir bakayım."

Mu Qing kısık bir sesle cevap verdi, "Asıl sen dikkatli ol! Unutma üzerinde hala iki tane
kelepçe var..."

Xie Lian biraz şaşırmıştı, farkında olmadan boynuna dokundu ve lanetli kelepçeyi hissetti.
Ama nedense, Yüzü Olmayan Beyaz'ın onu tehdit etmek için lanetçi kelepçeleri
kullanmayacağını düşünüyordu. Bazı şeyleri derin derin düşünecek zamanı yoktu ve aceleyle
ileri doğru koşmaya başladı.

Diğer tarafta kırmızı bir ışık ve beyaz bir ışık şiddetli bir savaşın ortasındaydı, ve bir süre
gözlemledikten sonra, Xie Lian, böyle kaotik bir savaşa pervasızca katılmanın doğru
olmadığında karar kıldı. RuoYe savruldu ve Guoshi'yi geriye doğru çekti.
"Usta! İyi misin?"

Guoshi alnındaki soğuk terleri sildi, "...İyiyim!"

"Eğer iyiysen neden böyle terliyorsun?" diye sorguladı Xie Lian.

"Dilinin kemiği olmayan o küçük piç, Çiçeği Gözeten Kan Yağmuru sağ olsun! Ne biçim bir
korkuydu be!!!" diye azarladı Guoshi.

Tam o sırada Feng Xin'in şaşkınlıkla bağırdığını duydular. Xie Lian başını kaldırıp baktı ve
Yüzü Olmayan Beyaz'ın yavaşça elini indirdiğini gördü.

Kollarından biri yaralanmıştı. Avucunu açtı, kendi elinin kanla kaplı olduğunu gördü ve
kıkırdayarak iç geçirdi.

"...Yıllardır kimse beni bu şekilde yaralayamamıştı."

Xie Lian bir şeyler sezdi ve Guoshi'ye sordu, "Usta, o...öfkelendi mi?"

Guoshi şu anda Yüzü Olmayan Beyaz'ı bu dünyada en iyi anlayan kişi olabilirdi,
"Hayır...öfkeden daha da kötü. O...mutlu."

Kısa bir duraksamanın ardından Yüzü Olmayan Beyaz, Hua Cheng'e doğru döndü, ve meraklı
bir ifadeyle sordu, "Kılıcın, eksik olan gözünden mi yapıldı?"

Hua Cheng'in ona yanıt vermeyi umursamadığı oldukça açıktı ama Xie Lian'ın kalbi yerinden
fırlayacakmış gibi çarpıyordu.

E-Ming'i ilk gördüğünde onun alışılmadık bir kılıç olduğunu biliyordu ama belli belirsiz bir
şekilde Hua Cheng'in eksik olan gözünden yapıldığı ile ilgili tahminlerde bulunmuştu. Yüzü
Olmayan Beyaz'ın ses tonu bayağı kendinden emindi, gerçekten de bu doğru olabilir miydi?

Guoshi kaşlarını çattı, ve bir süre sonra aniden konuşmaya başladı, "Ah, şimdi hatırladım."

"Neyi hatırladın?" diye sordu Xie Lian.

"Bana bir olaydan bahsettiklerini hatırladım," dedi Guoshi, "Yıllar önce Tonglu Dağı'na vahşi
bir hayalet gelmiş."
"Tonglu Dağı'nı ziyaret eden milyonlarca vahşi hayalet olduğuna eminim." dedi Mu Qing.

"LAFIMI KESME!!!" diye haykırdı Guoshi, "—Bu vahşi hayalet, çok kısa bir sürede
oluşmuştu ve dışarı çıktığında neredeyse yok olmak üzereydi. Yine de nedense bu zamana
kadar dayandı, buraya geldi."

Bir nedenden ötürü, Xie Lian'ın kalp atışı çileden çıkmıştı, "Neredeyse yok mu olacaktı?
Nasıl?"

"Çok büyük bir hasar görmüş gibiydi," diye yanıtladı Guoshi, "Ruhu dağılmıştı, zihni çok
berrak değildi ve asla ölmeyeceğini defalarca tekrar ediyordu. Muhtemelen dileği yerine
getirilmediği içindi. Her neyse, Tonglu Dağı'nın açıldığı o yıl bir kaza oldu."

Xie Lian "ölmeyeceğini" söylediğini duyduğunda, nedense kalbi yumuşacık olmuştu ama hala
sıkışıyordu da. Ve aceleyle sordu, "Ne kazası?"

"Tonglu Dağı'nda milyonlarca hayalet içeri girmekle kalmadı, yanlışlıkla canlı insanlardan da
oluşan bir grup kilitli kaldı."

"Ne?!"

"İçeride canavarlar ve iblislerden başka bir şey yoktu. Oraya giren insanlar hiçbir şekilde
dışarı çıkamazlardı, bu yüzden onlara yem olacakları kaderlerini kabul etmelilerdi. Fakat
bilinmeyen bir nedenden ötürü, o hayalet bu canlı grubunu kanatlarının altına aldı ve günlerce
kaçtı. Sonuçta milyonlarca hayaletle çevrilmişlerdi ve çıkışı olmayan bir yerde
hapsolmuşlardı, insanlarla beraber iblislere yem olacaktı."

Xie Lian bu yalnız, oradan oraya sürüklenen vahşi hayaletin Hua Cheng olduğunu biliyordu!

"Peki sonra?" diye konuyu devam ettirdi, "Güvenli bir şekilde kaçmak için bir yol bulabildiler
mi?"

"Evet," diye cevap verdi Guoshi, "Kanlı bir silah yaratmak ve etrafını kuşatanları öldürmek."

Mu Qing kendini tutamayıp araya girdi, "O halde yapılacak en kolay fedakarlık..."

Zaten yok olmanın eşiğine gelmiş olan insanlar olmaz mıydı?!


Feng Xin ve Mu Qing, Yüzü Olmayan Beyaz ve Hua Cheng'e doğru baktı, tamamen
savaşlarına odaklanmışlardı, "O..o..."

Xie Lian da nefesini tutmuştu, Guoshi yanıt verdi, "Mn. Harekete geçti."

Feng Xin ve Mu Qing'in yüz ifadeleri belirsizdi. Fakat Xie Lian'ın da bir mimiği bile
oynamamıştı, Guoshi'nin devam etmesini bekliyordu.

Elbette Guoshi devam etti, "Harekete geçti. Ve bir delilik yapıp gözlerinden birini feda etti."

"..."

"O vahşi hayalet sanki insanlara doğru bir hamle yapacakmış gibi görünüyordu ama bunun
yerine kanlı bir silah yapmak için bir gözünü feda etmişti. Bu hayalet zaten son nefesine zar
zor tutunuyordu; kendi gözünü oyduktan sonra tamamen yok olması gerekiyordu. Yine de bir
şekilde bir şey onu şok etmişti ve muhakeme yeteneğini yeniden kazanmıştı. Böyle bir silahın
bu savaşta kullanılacağını kim bilebilirdi ki? Ve sonrasında daha ilginç bir şey daha oldu."

Xie Lian sakin kalmak için kendini zorluyordu, "N-N-Ne olayı?"

"Görünüşe göre cennet, Tonglu Dağı'na çarpması için bir Cennet Musibeti göndermişti."
Guoshi devam etti, "Bunun ne demek olduğunu anlıyor musun?"

Ne anlama geldiğini açıklamaya gerek var mıydı? Tonglu Dağı'na musibet gönderilmesi,
yükselecek birinin olduğu anlamına geliyordu.

Xie Lian Guoshi'yi tuttu, "Kimdi? Kim yükseldi?"

"Bunların hepsi söylenti," dedi Guoshi, "Ama, Üst Cennet'te Tonglu Dağı'ndan gelen hiç
göksel yetkili yoktu. Ya duyduğum şey tamamen uydurma, ya da..."

Yükselen kişi aşağı atlayıp cenneti reddetmişti!

Mu Qing bunu hazmedemiyordu ve kafası karışmıştı, "Hayalet olarak yükseltilmek mi? Böyle
bir şey mi var? Ve yükselmeyi reddedip geri mi atladı?? O olamaz, değil mi? Tonglu Dağı'na
daha yeni girmişti ve Yüce seviyesine ulaşmamıştı!! Böyle aşağı atlamak...hayatta kalıp
kalmayacağını bile bilmiyordu! Bunu neden yaptı ki??"
Neden bu kadar uç noktalara gitmişti ki?

Birdenbire Xie Lian, Yüzü Olmayan Beyaz'ın iç çektiğini duydu.

"Xian Le, çok sadık bir inananın var."

Sözünü bitirmeden önce, Xie Lian'ın gözünün önünde yarı ağlayan yarı gülen maske belirdi.
Xie Lian tek nefeste, Yüzü Olmayan Beyaz'ın ona doğru yaklaşmasını beklememişti ve
gözleri onun görüntüsünü yansıtıyordu.

RuoYe sanki öfkeliymiş, saldırmaya hazırmış gibi yukarı fırladı, ama sonunda yine de
harekete geçmemişti. Çok zeki olduğu için suçlanamazdı. Saldırısının etkisiz olacağını fark
ettiğinde pes etmişti.

Yarı ağlayan yarı gülen maskenin çatladığı yerden, Yüzü Olmayan Beyaz biraz
gülümsüyormuş gibi görünüyordu.

Bir sonraki an, E-Ming'in bıçağı boynuna dayandı. Ama bir adım geç kalmıştı; Yüzü
Olmayan Beyaz çoktan kaçınmıştı. Şimşek gibi parladı ve Cennet Geçiş Köprüsü'nün en uç
noktasında belirdi, hafifçe elini yukarı kaldırdı.

"Endişelenmene gerek yok, sadece benim olanı geri alıyordum."

Elinde, tamamen zifiri siyah ve yeşim gibi soğuk olan uzun bir kılıç vardı, bıçağın ortasından
gümüş bir iplik geçiyordu. Xie Lian farkında olmadan elini sırtına attı; tabii ki de, sırtında
taşıdığı Fang Xin artık orada değildi.

Fang Xin aslen WuYong Veliaht Prensi'nin kutsal kılıcıydı. Yüzü Olmayan Beyaz kendisine
ait olanı geri almıştı.

Bir parça, iki parça, üç parça. Bu soluk renkli maske, her seferinde parça parça dökülüyordu
ve en nihayetinde son parça da düşünce, arkasındaki gerçek yüz açığa çıktı. Yanan alevlerin
içinde, giydiği beyaz cübbe, beyaz bir zırha dönüşmüştü.

Sonunda, Yüzü Olmayan Beyaz maskesini çıkarmıştı ve Jun Wu'ya dönüşmüştü.

Herkes nefesini tuttu, son derece temkinliydiler.


Tahminde bulunmaya bile gerek yoktu. Bu formdayken daha güçlü olmalıydı.

Çevirmen: Maria
Bölüm 238: Çiçeği Gözeten Kan Yağmuru; Yüzü Olmayan Beyaz ile Şiddetli Bir
Savaş 3

Guoshi, Hua Cheng'e doğru bağırdı, "GENÇ ADAM, RAKİBİNİ SAKIN KÜÇÜMSEME!
Şimdiki formuyla başa çıkmak Yüzü Olmayan Beyaz'dan bile daha zor! Ayrıca az önce silah
avantajına sahiptin, artık değilsin!"

Tabii ki de Jun Wu'nun vücudundaki yaralar göz açıp kapayıncaya kadar iyileşmişti, tepeden
tırnağa düzelmişti. Guoshi'ye baktı ve gülümsedi.

"Başkalarına benim önümdeyken benimle nasıl yüzleşeceğini öğretmek ha; seni


öldürmeyeceğim, ama giderek daha da cüretkar oluyorsun."

Bu gülümseme arkasında gizli bir uyarı barındırıyordu. Guoshi konuşmayı bıraktı ama ona
dik dik bakmaya devam ediyordu.

Xie Lian onu temin etmek istedi ve yanıtladı, "Endişelenme, San Lang rakiplerini asla
küçümsemez."

Bu konuda oldukça netti. Hua Cheng'in yüzündeki gülümseme korkusuz ve ukalaca olsa bile,
elleri asla gevşemezdi.

Jun Wu elindeki kılıca baktı ve yumuşak bir tonla söze girdi, "Zhu Xin, görüşmeyeli uzun
zaman oldu."

Fang Xin—ya da daha doğrusu şimdi ismi Zhu Xin olan kılıç—elindeyken sessiz ve derin bir
uğultu yayıyordu.

Xie Lian hep Fang Xin'in çok eski olduğunu, bu yüzden de kullanmanın kolay olmadığını
düşünmüştü; günün birinde yok olup olmayacağını kim bilebilirdi ki? Eski efendisinin eline
geçeceğini hiç düşünmemişti, yaydığı hava ve gücü kendi elinde olduğundan tamamen
farklıydı!

E-Ming ve Zhu Xin her çarpıştığında, bütün Cennet Geçiş Köprüsü sallanıyordu, sanki her an
çöküp lav denizinin içine düşecekmiş gibiydi. Öncekiyle karşılaştırıldığında, Jun Wu'nun
gücü, gücü ve hızı belirgin şekilde daha fazlaydı. Hua Cheng yine de onun hızına ayak
uyduruyordu, kaşları hafif çatılmıştı ve yüzünde keskin bir ifade vardı. Savaşı uzaktan izleyen
birkaç kişi oldukları yerde kalmışlardı, oldukça endişeliydiler.
Çünkü Jun Wu'nun her saldırısı Hua Cheng'in sağ gözünü hedef alıyordu!

Hua Cheng iki kere bu saldırıyı engellemişti ama ikisi de son derece yakındı, bu yüzden panik
seviyeleri giderek artıyordu. Hemen sonrasında Jun Wu'nun sağ gözünü tekrar tekrar
hedeflediğini, zayıflığı olarak gördüğünü ve tekrar oymak istediğini fark etti. Onun her
hamlesinde, Hua Cheng tüm gücüyle engellemeye çalışıyordu. Ama bu yeni gelişmeyle
beraber, bu bir halat çekme yarışına dönüşmez miydi?

Sanki E-Ming'in göz küresi tehlikeyi sezmiş gibi öfkeliydi. Siyah yeşime benzeyen bıçaklar
tekrar tekrar çarpışıyordu ve sonra ÇINNN! —Hua Cheng saldırıyı savuşturmak için kılıcını
kaldırmamıştı ama Jun Wu'nun kılıcı geriye doğru itilmişti.

Tamamen beyazlar içinde olan Xie Lian, Hua Cheng'in önünde duruyordu.

Az önce, Zhu Xin'in tüyler ürpertici bıçağını savuşturmak için ellerini kullanmıştı!

Xie Lian arkasına yaslanıp öylece izleyemezdi, bu yüzden o da savaşa girdi. Bıçağı çıplak elle
yakalama sanatında oldukça yetenekliydi, ancak bu kadar kötü niyetli bir kılıçla ilk kez
karşılaşmıştı. Sadece hafif bir hareketle kolunun yarısı neredeyse uyuşmuştu, özellikle de
avuç içleri; bu his geri çekilip, birkaç kere kolunu salladıktan sonra ancak geçmişti.

Arkasındaki Hua Cheng seslendi, "Gege?"

"Bunu beraber yapalım." dedi Xie Lian.

İkisi, karşı tarafla savaşmaya odaklanarak sırt sırta duruyorlardı. Bunu görünce Jun Wu'nun
yüzünde daha büyük bir gülümseme belirdi.

"Ah?"

Xie Lian kısık bir sesle fısıldadı, "Sen üst tarafını al, ben alt tarafını alayım."

Sözleri bittiği anda, biri yukarı, diğeri aşağı taraftan hareket ederek, ikiye ayrıldılar ve Jun
Wu'ya doğru ilerlediler. Xie Lian, Jun Wu'nun saldırı tarzını oldukça iyi biliyordu ve bir
sonraki adımda nasıl hareket edeceğini belli belirsiz tahmin edebiliyordu, bu yüzden bağırdı:

"Geri dön!"
Hua Cheng onu takip etti ve kılıcı geri döndü. Elbette Jun Wu neredeyse bu tuzağa düşüyordu
ve Xie Lian daha sonra tekrar talimat verd:

"Patlat!"

Hua Cheng tekrar takip etti ve bu sefer kılıcı kullanmayıp, çıplak elini ruhsal güçlerini
patlatmak için kullandı. Tabii ki de Jun Wu'nun omzuna çarpmıştı ve figürünün sarsılmasına
neden olmuştu; bu korkunç hızı olmasaydı muhtemelen bu iki hamle onu ölümcül bir şekilde
vurmuş olurdu.

Onlar savaşırken, Xie Lian aniden bir şeyin farkına vardı: Hua Cheng yetenekleriyle şu an en
iyi Yüce'ydi, neden Xie Lian'ın yönlendirmesine ihtiyaç duysundu ki? Ne kötü bir hakaret,
Xie Lian'ın eski alışkanlıkları ortaya çıkmış gibi görünüyordu, aceleyle özür diledi.

"Özür dilerim! Beni dinlemek zorunda değilsin!"

Fakat Hua Cheng mutlu bir şekilde gülümsüyordu, "Gege'nın bana söylediği her şey en
iyisidir, neden dinlemeyeyim ki?"

Aniden köprü çöktü ve Hua Cheng dengesini kaybetti, düşmek üzereymiş gibi görünüyordu.
Xie Lian köprünün direklerine çıktı ve RuoYe'yi savurup Hua Cheng'in beline sardı. Hemen
sonrasında boynunda bir ürperti hissetti—Jun Wu arkasından saldırmış, bir elini omzuna
koymuştu.

"Xian Le, güzel yetenek."

Çok yakındı, Xie Lian'ın tüyleri diken diken olmuştu.

Hua Cheng haykırdı, "Gege!"

Sol elini savurdu ve E-Ming havada uçarak geldi. Xie Lian inanılmaz derecede hızlı tepki
vererek başını öne eğdi; E-Ming başının üzerinden teğet geçerek Jun Wu'ya doğru
ilerledi. Ancak o zaman Jun Wu omzundaki elini serbest bıraktı ve Xie Lian bu şansı Hua
Cheng'in yanına atlamak için kullandı. E-Ming daha sonra Hua Cheng'in eline geri döndü.

İkili kusursuz bir şekilde işbirliği yapmıştı ve dışarıdan izleyenler üç tane figürün ışık hızında
hareket ettiğini görüyordu, hayal edilemeyecek kadar hızlılardı.
O sırada Jun Wu'nun onlara cesaret veriyormuş gibi olan kahkahaları lav mağarasının içinde
yankılanıyordu, "İyi. Çok iyi! Devam edin!"

Mu Qing köprünün çöken kısmından kaçarken korku içinde konuşuyordu, "Guoshi! O...ruh
hastası mı? Gülüyor??"

"Çoktan söylemiştim!" dedi Guoshi, "Öfkeli olmasındansa mutlu olması daha kötü! Bu sadece
başlangıç!"

Öte yandan Zhu Xin'i ele geçiren Jun Wu, kanatlı bir kaplan gibiydi. Xie Lian, Hua Cheng'in
sağ gözüne acımasızca saldırmak için kılıcını sürekli olarak kullandığını gördü ve hem
korkuyor hem de panikliyordu. RuoYe'yi savuran Xie Lian, Zhu Xin'in kabzasını ele
geçirmeye çalıştı. Ama beklenmedik bir şekilde, Jun Wu kendine doğru çekmişti, Xie Lian da
ona doğru çekiliyordu.

Xie Lian ilk başta şaşırmıştı, ancak kısa süre sonra sakinleşti. Zaten ilk başta da kılıcı almayı
hedeflemişti, bu yüzden korkulacak bir şey yoktu, doğrudan kılıca doğru gidiyordu, zihninde
olabilecek tüm hamleleri canlandırmaya çalışıyordu. Fakat aniden, havadayken bir el onu
yakalayıp çekti. Xie Lian yere indi, baktı ve Hua Cheng'in önünde kalkan olduğunu gördü,
siyah bir yeşim kılıç kalbini delmişti.

Önündeki bu görüntüyü görünce Xie Lian neredeyse bayılacaktı, "SAN LANG?!"

Hua Cheng'in yüz ifadesi karanlıktı. Jun Wu hala kılıcının Xie Lian'a saplanmasını bekliyordu
ama engellendiğini görünce geri çekmişti, hayal kırıklığına uğramış gibiydi. Xie Lian, Hua
Cheng'in bir hayalet olduğunu tamamen unutmuştu, bu yüzden göğsünde dev bir delik açılmış
olsa bile, hala hareket edebiliyordu. Ama yine de çok endişeliydi iki eliyle birden Hua
Cheng'in göğsündeki kanayan yarayı kapatıyordu.

"San Lang, ne...ne yapıyordun, böyle aniden?!..."

Hua Cheng cevap verdi, "Sanki önümde sana bir kılıcın saplanmasına izin veririm de!"

Bazı nedenlerden ötürü ses tonu biraz yüksekti bu yüzden Xie Lian şaşırmıştı, daha sonra Jun
Wu'nun yumuşak bir ses tonuyla konuşması duyuldu:

"Neden bu kadar acı çekiyorsun, Xian Le? Acıyı hissedecek değil ya. O ölü bir adamdan
başka bir şey değil."
"..."

Ve Xie Lian'a bunu hatırlatmaya cüret etmişti!

Xie Lian ona bakmak için başını kaldırdı, kalbi öfkeyle yanıp tutuşuyordu, "Ve bunların hepsi
senin suçun değil mi?!"

Ancak Jun Wu alaycı bir ifadeyle yanıtladı, "Bunların hepsi benim suçum mu?"

Kendisine yöneltilmiş olan bu soruyu duyunca Xie Lian şaşkına döndü.

Jun Wu konuyu değiştirdi, "Belki de. Ama Xian Le, ölümlü diyarda neler yaptığını unutacak
kadar fazla mı kaldın? Xian Le düştükten sonra neler yaptığını hatırlıyor musun?"

"..."

Jun Wu'nun yüzünde derin ve anlamlı bir gülümseme belirdi ve usulca devam etti, "Wu Ming
isimli hayaleti hala hatırlıyor musun?"

Xie Lian'ın birdenbire beti benzi attı ve bağırdı, "HATIRLAMIYORUM!"

Guoshi bir şeylerin yanlış olduğunu hissetmişti ve haykırdı, "Ekselansları, o ne diyor? Xian
Le düştükten sonra ne yaptın?"

Xie Lian inanılmaz derecede paniklemişti, önce Hua CHeng'e ardından da Jun Wu'ya baktı.
Daha önceki öfkesi şimdi belirsizliğe dönüşmüştü.

Hua Cheng anında onu yakalayıp tuttu ve kısık bir sesle onu sakinleştirmeye çalıştı, "Sorun
yok, Ekselansları, korkma."

Feng Xin de bağırdı, "Evet, sakin kal!"

Öte yandan Mu Qing daha tez canlıydı, "Ne demek istedi? Bir hayalet mi? Hangi hayalet??"

Ama Xie Lian nasıl sakin kalabilirdi ki?

Bunlar hayatının en karmaşık dönemleriydi ve hayatında en çok pişmanlık duyduğu şeyi


yapmıştı. Kendisi bile bunları düşünmeye cesaret edememişti. Ne zaman o solgun,
gülümseyen maske zihninde belirse, hiç uyumaz ve kimse görmeden kıvrılıp tek başına acı
çekerdi.

Hua Cheng, zafer kazanan bir Xie Lian, mağlup olmuş bir Xie Lian, şapşal bir Xie Lian, fakir
ve dilenci bir Xie Lian görmüştü. Fakat bunların hepsi hiçbir şeydi.

Ama çamurlar içinde yuvarlanan, küfredip duran bir Xie Lian, öfke ve nefret dolu olup
Yong'An Krallığı'nı yok eden bir Xie Lian görmemişti. Ve insan yüzü hastalığını ikinci kere
ortaya çıkaran bir Xie Lian'ı hiç görmemişti!

Hayatının o dönemi hatırlanmaması gerekecek kadar korkunçtu. Eğer bu geçmişte olsaydı ve


Yüzü Olmayan Beyaz gündeme getirseydi, o zaman önemsemezdi. Ama şimdi, Xie Lian, Hua
Cheng'in, Xie Lian'ın hayatında böyle bir dönemden geçtiğini öğrendiğinde nasıl bir ifade
takınacağını görmek istemiyordu.

Çünkü o Hua Cheng'in düşündüğü kadar iyi biri değildi. Lekelenmemiş, saf ve temiz
değildi. Hua Cheng, gerçeği öğrendikten sonra sadece bir miktar güvensizlik gösterse bile,
Xie Lian muhtemelen kendini affedemezdi ve Hua Cheng'i bir daha görecek yüzü de asla
olmayacaktı!

Bunu düşündüğü an Xie Lian'ın rengi daha da soldu, soğuk soğuk terliyor ve elleri titriyordu.
Onun nasıl tepki verdiğini görünce Hua Cheng onu daha sıkı tuttu.

Güven verici bir ses tonuyla konuşmaya başladı, "Ekselansları, korkma. Unuttun mu? Sonsuz
ihtişamın tadını çıkaran sensin; lütuftan düşmüş olan da sensin. Önemli olan sadece "sensin",
konumun ya da durumun değil. Geçmişte ne olduğunun bir önemi yok, seni asla
bırakmayacağım. Bana her şeyi anlatabilirsin."

Ve nazikçe ekledi, "Bunu kendin söyledin."

Xie Lian biraz sakinleşmişti, Jun Wu bir kahkaha patlattı ve şöyle dedi, "'Geçmişte ne olduğu
önemli değil, seni asla bırakmayacağım.' En sadık inananlarım hatta arkadaşlarım da bir
keresinde bana böyle demişti."

Guoshi'nin yüz ifadesi değişti ve Jun Wu da ona bir bakış attı, "Ama sonunda, gördüğün gibi.
Kimse verdiği sözü gerçekten tutmadı."

Guoshi artık ona bakmaya dayanamıyormuş gibi görünüyordu ve başını çevirdi.


Hua Cheng yalvaran bir ses tonuyla devam etti, "İnan bana, Ekselansları. Olur mu?"

Xie Lian ona inanmıyor değildi.

Sadece denemeye cesaret edemiyordu.

Xie Lian güçlükle yutkundu, sanki gülümsemesi gerektiğini hissediyordu, başını sallayarak
onayladı ve sesi titriyordu, "...San Lang, neden sen...özür dilerim, ben, ben belki de..."

Hua Cheng kısa bir süre ona baktı ve sonra söze girdi, "Ben aslında..."

Sözünü tamamlayamadan ölümcül bir darbe geldi ve ikisini ayırdı. Kendine biraz da olsa
gelen Xie Lian'ın yüzünün rengi hafifçe yerine gelmişti, "Onun derdi ne? Neden daha çok..."

Hızlı, güçlü?

Yüzü Olmayan Beyaz ile karşılaştırıldığında gücü ikiye katlanmıştı ve artmaya da devam
ediyordu; her saldırıda bu korkunç artışı net bir şekilde hissedebiliyorlardı!

Mu Qing ayrıca başka bir şey fark etti ve bağırdı, "EKSELANSLARI! DİKKAT ET,
TAKTİKLERİNİ DEĞİŞTİRDİ! ARTIK ÇİÇEĞİ GÖZETEN KAN YAĞMURU'NA
SALDIRMIYOR...SADECE SANA SALDIRIYOR!"

Doğal olarak Xie Lian da bunu fark etmişti. Elinde sadece RuoYe vardı ve RuoYe Fang Xin'i
görünce geri çekilmişti, onunla kafa kafaya çarpışamazdı. Neyse ki E-Ming, Jun Wu'nun
kendisine yönelttiği saldırılarını kusursuz bir şekilde engellemişti.

Çevirmen: Maria
Bölüm 239: Beyaz Zırhın Kırılışı; Lanetli Kelepçeleri Parçalayan Fantastik Büyü

Fang Xing çok güçlü bir hava yayıyordu, uzaktan bakanlar bile ürperiyordu, Xie Lian'ı boş
verip adım adım onun saldırılarını izliyorlardı.

Az önce Hua Cheng, tek başına Yüzü Olmayan Beyaz'la başa çıkıyordu ve bu yeterliydi. Ama
Jun Wu'ya dönüştükten sonra ikisi de onunla savaşmak zorundaydı. Tonglu Dağı'nın onun
alanı olmasının avantajı yavaş yavaş belli oluyordu, ve onların olduğu yere doğru baskı yapan
bu gücü Xie Lian da net bir şekilde hissedebiliyordu.

Ve Jun Wu'nun da vücudunu koruyan beyaz bir zırhı vardı, kişisel olarak yaratmış olduğu bin
yıllık ruhsal bir araçtı; savunmasında hiçbir açık yoktu, sadece kafasını koruması gerekiyordu.
Hua Cheng'in kılıcı inanılmaz derecede hızlı ve çok dikkatliydi, Xie Lian da elinden
geldiğince vuruyordu ve Jun Wu'ya iki taraftan darbeler iniyordu; ama boynu, kalbi, sırtı,
omuzları bir gram bile etkilenmemişti!

Mu Qing haykırdı, "GÜCÜNÜZÜ BOŞA HARCAMAYIN! BİR ANLAMI YOK! BU


BEYAZ ZIRH HİÇBİR ŞEKİLDE DELİNEMEZ!"

"Sağ kaburgasının altına nişan al!" diye bağırdı Xie Lian.

Kılıç tekrar serbest kaldı ve Xie Lian'ın yönlendirdiği yerlere saldırdı, ama bekledikleri gibi
hiçbir işe yaramamıştı.

Mu Qing tekrar bağırdı, "SİZE İŞE YARAMAYACAĞINI SÖYLEMİŞTİM! NEDEN ÖNCE


ONU ÇIKARMANIN BİR YOLUNU BULMUYORSUNUZ, SONRA BİZ DE SAVAŞA
KATILACAĞIZ! FENG XIN! OKLARIN VE YAYIN NEREDE?"

Feng Xin o anda, kendisine tüküren ve dilini deli gibi sallayan cenin ruhunu yakalamak için
kayalara tırmanıyordu. Kendisine seslenildiğini duyunca yanıt verdi, "PEKALA!
GELİYORUM!"

Fakat Xie Lian yönlendirmeye devam etti, "Devam et, durma! Sağ kaburgasının altına saldır!"

"Ekselansları!!" diye bağırdı Feng Xin, "BU ZIRH ÇOK GÜÇLÜ, O KILIÇLA YÜZLERCE
KEZ VURSAN BİLE DELİNMEZ!"
Xie Lian hala kararlıydı, "Endişelenme, sadece beni dinle! O kadar çok saldırmaya gerek
yok!"

Hua Cheng nedenini sorgulamadan kılıçla saldırmaya devam ediyordu.

Aniden, bıçağın kesildiği yerde bir çatlak belirdi.

Kanlar fışkırıyordu. E-Ming'in bıçağı Jun Wu'nun sağ kaburgasının altını kesmişti!

Hua Cheng, Jun Wu'nun önünde duruyordu, kılıcı tek elle kavrıyordu, bakışları soğuk ve
keskindi. O sırada Xie Lian, Jun Wu'nun yanındaydı ve bu şansı RuoYe'yi savurup Jun
Wu'nun ellerini bağlamak için kullandı, hareket etmesini engelliyordu.

Öte yandan Mu Qing şoke olmuştu, "Bu nasıl mümkün olabilir?"

O bin yıllık beyaz zırh, Hua Cheng tarafından nasıl bu kadar kolayca delinmişti ki?

Xie Lian, Jun Wu'ya bakarak Ruoye'yi sıkıca geri çekti, "...Unuttun mu? Sekiz yüz yıl önce
sen ve ben bir keresinde savaşmıştık."

Daha sonra Feng Xin ve Mu Qing de anlamışlardı, "İkinci yükselişi mi?"

O zamanlar Xie Lian, Jun Wu'dan onu bir kez daha sürgüne göndermesini ve önlem olarak bir
kere daha yarışmasını talep etmişti. O savaşta hiçbir tarafın merhamet göstermeyeceğine söz
verilmiş olsa da, şimdi düşününce, Jun Wu o zamanlar kendini tutmuş olmalıydı.

Ama Xie Lian sahip olduğu tüm gücüyle saldırmıştı.

Üç binden fazla kılıcı serbest bırakmıştı. Aralarından dört yüzden fazlası Jun Wu'yu
bıçaklamayı başarmıştı. Xie Lian, Jun Wu'ya saldırmak için üç binden fazla kılıcı kullanmıştı
ve sonunda o aşılmaz bin yıllık beyaz zırhı kırarak sağ kaburgalarının altından delmişti.

Ve bu, Hua Cheng'in kılıcının şu anda kestiği yerdi!

Yani, sekiz yüz yıl önce, Xie Lian bu beyaz zırhın üzerinde çoktan eski bir yara izi bırakmıştı;
ve tekrar kırmak için Hua Cheng'in sadece kılıçla üç kesik atması gerekmişti! Hua Cheng'in
kılıcı da Xie Lian'ın hayal ettiğinden çok daha keskindi. Kılıç kalbini delmiş ve çok kritik bir
darbe indirmişti!
Tam rahat bir nefes verecekti ki Guoshi'nin bağırdığını duydu, "BU İŞE YARAMAZ! O..."

Mantıken, ağır yaralar alan Jun Wu'nun hareketleri kısıtlanmalıydı. Ama sadece, yaraya bir
bakış atmak için başını eğmişti, ifadesi değişmemişti. Xie Lian bir şeylerin yanlış olduğunu
hissettiği anda Jun Wu'nun elleri hafifçe hareket etti.

Birdenbire, Xie Lian bir yırtılma sesi duydu ve kavrayışı da gevşemişti.

RuoYe...yırtılmıştı!

O beyaz ipek kuşak ikiye bölünmüştü ve aniden cansız bir şekilde yere düşmüştü. Hemen
sonrasında Xie Lian bir şeyin boğazını sıktığını fark etti, bir şey onu yukarı doğru çekiyordu!

Hua Cheng'in haykırışını duydu, "Ekselansları!"

Ama o ses aniden uzaklaştı. Fakat Jun Wu'nun sesi hala birkaç santim ötesindeydi, "Xian Le,
bir kılıçla delinme konusunda senden daha az deneyime sahip olduğumu mu düşündün?
Umursayacağımı mı düşündün??"

Guoshi uzaktan sesleniyordu, "Yüzlerce kez onu bıçakla delsen bile, işe yaramaz!
Çünkü...öyle görünüyor ki...o artık acıyı hissedemiyor!"

Xie Lian, uzun bir kılıcın gözünü bile kırpmadan kalbine girmesine dayanabilirdi ve Jun Wu
da aynıydı.

Feng Xin çoktan yayını çekmişti ve Jun Wu'ya nişan almıştı ama Guoshi'yi duyduğunda onu
tekrar aşağı indirdi, "NE? Öyleyse bu ona vursak bile bunun işe yaramayacağı anlamına mı
geliyor?!"

Mu Qing de konuşmaya başladı, "Size gözlemlediğim daha fazla kötü haberi de


söyleyebilirim. İyileşme hızının darbe alma hızından daha hızlı olduğundan şüpheleniyorum."

"NE?!"

Öte yandan, Xie Lian bunun gerçekten de doğru olduğunu zaten ilk elden doğrulamıştı. Yarası
çok korkunçtu; eğer bu başka biri olsaydı, belinden tamamen kesilmiş olurdu, ancak onun
kanaması çoktan durmuştu.
"Şaşırmanıza gerek yok." dedi Jun Wu, "Sürekli sırtınızdan bıçaklanıyorsanız ve hemen
iyileşemezseniz, şimdiye kadar bin kere ölmüş olmaz mıydınız? Ama siz ikiniz oldukça
sıradışısınız."

Gülümsedi, "Bu sekiz yüz yıl içinde sadece iki kılıçla yaralandım ve bu ikinizdendi. Çiçeği
Gözeten Kan Yağmuru, uzak dur. Xian Le'nin boynunu kırdığımı görmek istemezsin."

"..."

Hua Cheng'in yüzü karanlıktı, gözlerindeki keskinlik fırtınalıydı. Ve Cennet Geçiş


Köprüsü'nün üzerinde, Jun Wu Xie Lian'ı tutuşunu biraz gevşetirse, Xie Lian'ın aşağıdaki lav
havuzuna düşeceği çok açıktı.

Bir süre sonra kılıcını geri çekti, elini arkasına koydu ve birkaç adım geriye gitti. Oldukça
sakin görünüyordu ama kolunun altındaki kılıç onu ele veriyordu. E-Ming fazlasıyla
telaşlanmıştı, gözleri çıldırmış gibi dönüyor, Xie Lian'a deli gibi bakıyordu. Hua Cheng, Jun
Wu yeterince tatmin olana kadar Cennet Geçiş Köprüsü'nün kenarına geri çekildi.

"Bu yeterince iyi."

Xie Lian elindeyken ikisi de birbirlerine bakıyorlardı. Birkaç saniye sonra, Jun Wu aniden Xie
Lian'ı yakındaki kayalık duvara çarptı.

Bu vuruş çok şiddetliydi; Xie Lian'ın başı zonkluyordu, burnundan ve dudaklarından kan
fışkırıyor, yüzünün kıvrımlarından aşağı doğru akıyordu.

Uzakta panik içinde bağıran çok fazla insan varmış gibi görünüyordu, ama o, kim olduklarını
belirleyemiyordu ve sadece Jun Wu'nun kulağının dibinde yumuşak bir tonla konuşmasını
duyabiliyordu.

"Xian Le, kafan duvara çarptığında canın acıyor mu?"

Xie Lian soruyu tam olarak anlayamamıştı bu yüzden yanıt vermemişti. Bu nedenle de Jun
Wu onu yakasından tutup defalarca kayalara çarpmaya devam etti.

"Acıyor mu? Acıyor mu? Acıyor mu?"


Her sorusuyla onu tekrar tekrar kayalara çarpıyordu, Xie Lian çığlık çığlığa bağırıyordu. Ama
çığlık atarken söylediği şey şuydu, "SAN LANG, SAKIN BURAYA GELME! BEN İYİYİM,
İYİYİM! KESİNLİKLE BURAYA GELMEMELİSİN!"

En azından şimdi değildi. Şu an uygun bir zaman değildi!

İlk vuruşta Hua Cheng çoktan hücum etmeye hazırlanmıştı. Ama daha iki adım bile atmamıştı
ki, Xie Lian'ın ona asla gitmemesini söylediğini duydu, bu yüzden orada kalmak için kendini
zorladı. Ama yüzü tamamen vahşileşmişti ve her iki kolu da titrerken, ellerinin arkasındaki
damarlar patlayacakmış gibi görünüyordu.

Jun Wu ifadesizdi, ama Xie Lian'ı hala deli gibi kayalara çarpıp defalarca soruyordu: "Acıyor
mu? Acıyor mu?"

Guoshi haykırdı, "Ekselansları!!!"

Ama kim bilir kime sesleniyordu.

Xie Lian'ın kanlı elleri kayalık duvarın engebeli yüzeyini itti, haykırırken dişlerini gıcırdattı,
"...ACIYOR!!!"

Ancak o zaman Jun Wu memnuniyetle gülümsedi ve Xie Lian'ın zavallı kafasını okşayarak
onu yere yatırdı.

Xie Lian zonklayan kafasını elleriyle tutuyor bir taraftan da hüngür hüngür ağlıyordu,
yüzünden gözyaşları kanla karışık bir şekilde akıyordu. Jun Wu onun yanına çömeldi. Bir süre
yüzüne baktı, sonra aniden ellerini kaldırdı, Xie Lian'ın kafasını okşadı ve yüzündeki kanı
nazikçe silmesine yardım etti.

"..."

Bu hareketi yumuşak ve sıcaktı, tıpkı çok kötü dayak yemiş oğlunu teselli etmeye ve
rahatlatmaya çalışan bir baba gibiydi.

Bu görüntü hem Feng Xin'in hem de Mu Qing'in tüylerini diken diken etmişti,
"O...o...gerçekten de delirdi mi?"
Hua Cheng'in kılıcın üzerine koyduğu elin parmaklarındaki kemikler çatırdıyordu ve E-
Ming'in gözbebeği sanki kan çanağına dönmüştü.

Xie Lian tek kelime etmedi ve Jun Wu'nun onu temizlemesine izin verdi. Jun Wu kendi
kendine mırıldanıyordu, "Seni aptal çocuk, eğer acıyorduysa neden pes etmedin? Duvara
çarpmaya devam edersen duvarın kendi kendine yıkılacağını mı düşündün? Neden tarafını
değiştirmiyorsun?"

"Pes etmeyeceğim." dedi Xie Lian.

Jun Wu elini kaldırdı ve son derece şiddetli bir şekilde onu tokatladı, Xie Lian gürültülü bir
sesle yere düştü!

Jun Wu onu tuttuğunda, Xie Lian'ın hala başı dönüyordu. Sanki sabrının son damlasına
gelmiş gibi bir ses tonuyla devam etti, "Beni böyle kızdırmak zorunda mısın? Tekrar sorayım,
taraf değiştirecek misin?"

Xie Lian bir ağız dolusu kan tükürerek iki kez öksürdü, "Değiştirmeyeceğim."

Sonunda Jun Wu'nun nazik ifadesinde bir çatlak belirdi ve bir vahşilik parıltısı göründü.

Guoshi'nin yüzü sapsarı olmuştu ve durumun yokuş aşağı gittiğini görünce aceleyle bağırdı,
"EKSELANSLARI! BU ÇOCUĞU HİÇBİR ZAMAN ÖLDÜRMEK İSTEMEDİN, ONU
GERÇEKTEN SEVİYORSUN! KENDİN SÖYLEMİŞTİN, UNUTTUN MU?"

Jun Wu küçümseyici bir ifadeyle yanıt verdi, "Durum böyle olmasaydı, son sekiz yüz yılda
sadece ona karşı tüm sabrımı ve hoşgörümü tüketmezdim. Çoktan Cennet Başkenti'nin bir
parçası olur, ve milyonlarca ayak tarafından ezilirdi."

Birden öfkeyle Xie Lian'a döndü.

"Ama kendisi için neyin iyi olduğunu bilmiyor. İnatçı, kaprisli, her sözüme itaatsizlik ediyor!
Bana karşı geldi! Hiç değişmeyeceksin, değil mi? Pekala, öyle olsun. Öyleyse neden kafan
kırılana kadar bu duvarın yıkılıp yıkılmayacağını görmüyoruz!"

Guoshi onun tekrar Xie Lian'ı kaldırdığını gördü ve haykırdı, "EKSELANSLARI!


EKSELANSLARI!!! EKSELANSLARI...KÜÇÜK EKSELANSLARI HALA ÇOK TOY, BU
SEFERLİK GİTMESİNE İZİN VER, BIRAK GİTSİN! BİR GÜN ANLAYACAKTIR..."
Jun Wu ona doğru baktı, bu sefer daha soğuk bir ifadeyle kıkırdıyordu, "Gerçekten
delirdiğimi mi düşünüyorsun? Bana yalan söyleme. Toy olan kişinin aslında ben olduğunu
düşünüyorsun, değil mi?"

Guoshi afallayıp kalmıştı, Jun Wu ekledi, "Onu yetiştirmek, öğretmek ve ona rehberlik etmek
için çok fazla zaman harcadın, çünkü bana karşı kazanabileceğini umuyordun, böylece benim
hatalı olduğumu ve senin haklı olduğunu göstermiş olacaktın. Mükemmel bir WuYong
Veliaht Prensi yanılsamasını şu anda Jun Wu'ya karşı kullanacaktın. Amacın bu değil miydi?
Ne düşündüğünü bilmediğimi mi sanıyordun?"

"ÖYLE DEĞİL!" diye bağırdı Guoshi, "Doğruyu ve yanlışı, yenilgiyi ve zaferi birbirine
karıştırma, BÖYLE BİR ŞEYİ ASLA DÜŞÜNMEDİM!"

Ama Jun Wu dinlemeyi bırakmıştı, ses tonu yüksek ve keskindi, "BOŞ VERSENE! Hemen
şimdi söyleyeyim, hepiniz boş verebilirsiniz! BANA KARŞI KİMSE KAZANAMAZ!
ÖZELLİKLE DE O!"

Delice gülüyordu, ve aynı zamanda da tekrar sürüklediği Xie Lian'ı kayalara çarpmaya devam
ediyordu.

"DEĞİŞTİRECEK MİSİN? DEĞİŞTİRECEK MİSİN? DEĞİŞTİRECEK MİSİN?"

Sanki Xie Lian da delirmiş gibiydi ve kükreyerek Jun Wu'nun kollarını kavradı,
"DEĞİŞTİRMEYECEĞİM! DEĞİŞTİRMEYECEĞİM! TARAFIMI
DEĞİŞTİRMEYECEĞİM!"

Kayalara çarpıldıkça gözlerinde yıldızlar uçuşsa da, inanılmaz derece de canı yansa da, ona
istediği cevabı vermeyi reddediyordu, "TARAFIMI DEĞİŞTİRMEYECEĞİM! ACI
ÇEKSEM DE DEĞİŞTİRMEYECEĞİM, ÖLSEM BİLE DEĞİŞTİRMEYECEĞİM, ASLA
AMA ASLA DEĞİŞTİRMEYECEĞİM!"

Şimdi Jun Wu onu delirtmiyordu, o Jun Wu'yu delirtiyordu!

Jun Wu'nun gözleri kıpkırmızıydı, tam ona tekrar vurmak üzereydi ki aniden duraksadı.
Aşağıya doğru baktı, bir tane kılıcın çarptığını ve omzuna da sekiz tane okun isabet ettiğini
fark etti.

Ama bunların bir önemi yoktu, bunların hiçbiri üzerindeki zırhı delemezdi.
Ancak sağ eli gitmişti! Xie Lian'ı tutan el artık yoktu, bilekten itibaren düzgün bir şekilde
kesilmişti.

Xie Lian da gitmişti.

Başını çevirdiği anda, şiddetli ve keskin rüzgarların ona doğru yaklaştığını gördü. Sol elini
savurdu ve havadaki şeyi tuttu, ama o anda, aslında tuttuğu şeyin sağ eli olduğunu fark etti.

Hua Cheng, Cennet Geçiş Köprüsü'nün karşısında, tamamen kanla kaplı olan Xie Lian'ı
tutuyordu. Bir kolu Xie Lian'ı kucaklarken, elinde de kılıcını tutuyordu, diğer eliyle de onun
başındaki kanayan yaralarını kapatıyordu.

Ürpertici bir ses tonuyla şöyle dedi, "O pis ellerini çek."

Xie Lian çok inatçıydı ve yenilgiyi reddediyordu, en nihayetinde Jun Wu'yu öfkelendirip
zayıf yönlerini açığa çıkarmasına neden olmuştu!

Jun Wu, sağ elini kavradı ve kendi bileğine yeniden tutturdu, yerine oturtmak için bir kaç kere
çevirdi, sonra omzundaki okları söktü. Aniden, bir şey hatırlamış gibi, başını geriye çevirdi ve
uzun bir kılıcı tutan, solgun yüzlü Mu Qing'e doğru baktı. Onunla gözleri buluşan Mu Qing
biraz korkmuştu ama kendini cesur olmaya zorluyordu. Fakat çok uzun süre sakin
kalamamıştı.

Jun Wu omzuna baktı ve usulca yorum yaptı, "Biliyordum. Xian Le ile kıyaslandığında, hala
eksiksin."

Bunu duyunca Mu Qing'in yüz ifadesi değişmişti, elindeki kılıcı düşürdü ve beti benzi attı.
Bileğine bakmak için kolunu kaldırdı ve siyah lanetli kelepçenin aniden gerildiğini, sanki
sonsuz miktarda kanın damarlarına ve sinirlerine hücum etmekte olduğunu gördü. Feng Xin
de Mu Qing'in kaskatı kesildiğini ve gram hareket etmediğini görmüştü, ona doğru haykırdı,
"ORADA ÖYLECE DURARAK NE YAPIYORSUN, KAÇ!"

Guoshi onu azarladı, "Feng Xin, seni küçük ahmak, bacaklarındaki bu yaralarla nasıl kaçsın?"

Feng Xin şok olmuştu, "SİKTİR YA! ONU TAMAMEN UNUTMUŞUM!"

Bu geçmişte olsa Mu Qing muhtemelen öfkeyle gözlerini devirirdi ama şimdi kaçmaya çalışsa
bile bir işe yaramazdı. Bileğindeki lanetli kelepçe ile nereye kaçtığının bir önemi yoktu!
Feng Xin küfrediyordu ve tam yukarı çıkmak üzereydi ki, Jun Wu omzundaki okları çıkarıp
ona doğru fırlattı. Feng Xin göğsünün soğuduğunu hissetti ve aşağıya baktığında, bu sekiz
okun göğsünü delmiş olduğunu gördü!

Jun Wu ağır ağır Hua Cheng ve Xie Lian'a doğru yürüyordu. Hua Cheng, Xie Lian'a sarılmıştı
ve ona hiç bakmıyordu.

"Gege? Gege?"

Xie Lian daha önce şiddetli ve kanlı darbelere maruz kalmıştı, kendine gelmesi biraz zaman
alıyordu ve kafası hala zonkluyordu. Gözlerini açarken mırıldandı, "...San Lang? İyi misin?"

Hua Cheng bir süre ona baktı ve sonra onu kollarının arasında daha çok sıkarak yumuşak bir
ses tonuyla yanıt verdi, "Tamamen iyiyim. Neden kendine bakmıyor musun?"

Xie Lian da ona sımsıkı sarıldı, ne kadar sıkıca sarılsalar da yaralarına baskı uygulanmıyordu.
Zorla gözlerini açtı ve etrafındaki bütün kargaşa gözlerinin önüne geldi.

Mu Qing bileğindeki bütün kanını çekmeye çalışan kelepçe işe savaşıyor gibiydi, diğer eliyle
bileğini sıkıyordu. Ama solgun yüzüne bakıldığında uzun süre dayanamayacağı da gayet
açıktı.

Öte yandan Feng Xin, bu sekiz okla tamamen delik deşik olmasa da, yaraları oldukça ciddiydi
ve köprünün üzerine yığılmıştı. O cenin ruhu da şeytani bir şekilde uluyor, etrafında aşağı
yukarı zıplıyordu, arka ayağıyla Feng Xin'in yüzüne çılgınca basıyordu. Feng Xin öfkeliydi
ama yine de hareket edemiyordu, aksi takdirde yaraları daha da kötüleşirdi.

O sırada Cennet Geçiş Köprüsü'nün bazı kısımları çöküyordu ve onların bulunduğu yer de her
an çökebilirdi!

Xie Lian bütün bunları görünce sarsılmıştı ve ayağa kalkmak istiyordu. Hua Cheng ona
yardım etti, ikisi ayağa kalktı, gözleri ileriye doğru bakıyordu.

Yavaşça onlara doğru yürüyen Jun Wu'nun figürü, her taraftaki ateş ışığından dolayı bir dev
gibi görünüyordu ve muazzam bir gölge oluşturuyordu. Xie Lian gözlerinin, burnunun ve
dudaklarının yanındaki kanı sert bir şekilde sildi, ve gelen figüre ölümcül bir bakış attı.
Jun Wu, Zhu Xin'i eğimli bir şekilde tutuyordu. Kılıcın gövdesi aralıksız olarak güçle
doluyordu- ruhsal güçler etrafa yayılıyordu. O anda o kadar sakin ve rahat görünüyordu ki,
sanki Xie Lian'ı kayalara vahşice vuran kişi, aynı Jun Wu değildi.

"Xian Le, şüphesiz, yenildiğini çok iyi biliyorsun."

Jun Wu, Xie Lian'ı çok iyi anlıyordu. Nasıl savaşacağını tam olarak biliyordu ve ruhsal
güçleri de ezici bir çoğunlukla üstün gelmişti. Üstelik, birbirlerine karşılıklı darbeler
göndermiş olsalar da, şu anda Jun Wu'nun daha güçlü olduğunu hissedebiliyordu. Tonglu
Dağı onun bölgesi olduğu için, şimdi onların güçleri üzerindeki baskılar daha da belirgin hale
gelmişti.

Xie Lian içten içe onun söylediklerinin doğru olduğunu düşünüyordu. Kazanamazdı.

Ama kazanamasa bile, savaşmak zorundaydı!

Fakat Hua Cheng aniden söze girdi, "Hayır. Ekselansları, kazanabilirsin."

Xie Lian oldukça şaşırmıştı ve ona doğru baktı. Hua Cheng de ona bakıyordu.

"Kazanabilirsin. Ondan daha güçlüsün." Tek gözü büyük bir kesinlik belirterek parıldıyordu,
"İnan bana. O yanılıyor. Haklı olan sensin. Sen ondan çok daha güçlüsün!"

Jun Wu, muhtemelen Hua Cheng'in sözlerinin saf ve eğlenceli olduğunu düşündüğü için derin
ve sessiz bir şekilde kıkırdıyordu ya da belki de elindeki otoriter güçten memnunluk
duyuyordu.

Milyonlarca inananın gücü tamamen onun ellerindeydi!

Hua Cheng omuzlarını iki eliyle kavradı, "Ne olmuş yani? Onlar sadece milyonlarca aptal,
hepsi işe yaramaz çöp parçası! Senin için tek bir kişi yeterli!"

Tek bir kişi mi yeterli?

Hua Cheng onu kendine doğru çekmeden önce başını bile çevirmemişti.

Xie Lian'ın gözleri fal taşı gibi açıldı.


Bir ruhsal güç patlaması oluştu ve onun içine doğru akmaya başladı.

Bu sefer, ruhsal güçlerini transfer ettikleri diğer zamanlardan daha fazla bir güç akımı
oluyordu. Hayalet kelebekler ve erimiş kinci ruhlar bile bu korkunç enerjiyi hissetmiş
gibiydiler, etraflarında birbiri ardına dolaşıyor, çığlık atıyorlardı.

Xie Lian'ın parmakları uyuşuyordu, bacakları da o kadar titriyordu ki dizlerinin üstüne


düşecekti ve zihninde "dur" diye bağırmaya devam ediyordu, artık yeter! Hua Cheng'in elleri
onun başına kilitlenmişti, reddetse bile gitmesine izin vermiyordu.

Kim bilir ne kadar zaman geçmişti, aniden Xie Lian bütün vücudunun gevşediğini hissetti,
sonunda Hua Cheng onu serbest bırakmıştı. Xie Lian'ın dizleri bükülmüştü, yere doğru
düşmemek için elleriyle kendini desteklemeye çalışıyordu.

Jun Wu adımlarını durdurdu, yüzünde çok ciddi bir ifade vardı.

Uzakta yerde yatan Feng Xin, kuşkuyla şöyle dedi, "Eksel, Ekselansları, senin...senin?"

Titreyen ellerle uzanan Xie Lian kendi boynuna dokundu.

Hiçbir şey yoktu.

Hua Cheng ona çok fazla ruhsal güç aktarmıştı. Gerçekten çok fazlaydı, o kadar fazlaydı ki,
lanetli kelepçenin dayanabileceği miktarın tamamen dışındaydı.

Onu sekiz yüz yıl boyunca kısıtlayan iki kelepçe patlamış ve paramparça olmuştu!

Çevirmen: Maria
Bölüm 240: Kırmızı Elbiseler Solarken Uğultulu Gülümseme

Mu Qing mırıldandı, "Bu nasıl olabilir? Nasıl orada çok fazla...???"

Bir kişinin lanetçi kelepçeleri ruhsal gücüyle parçalaması daha önce hiç duyulmamış bir
şeydi!

Hua Cheng yere yığılmış olan Xie Lian'ı kaldırdı, "Gege, tekrar savaşmayı dene!"

Jun Wu kılıcı kullanarak hamle yaptı ve tam da o anda Xie Lian bilinçsizce onun hamlesine
karşılık vermek için elini kaldırdı.

BAM-! Zhu Xin neredeyse fırlıyordu!

Bu saldırı öncekinden tamamen farklıydı!

Xie Lian biraz sersemlemiş hissederek kendi ellerine baktı. Bu duyguyu hissetmeyeli yüzlerce
yıl geçmişti. Bunun kendisi olduğunu neredeyse unutmuştu.

Kendi güçlerini kontrol edemediği bir noktaya kadar asla boyun eğmezdi, her adımıyla dağları
sarsardı. Bin mil gitmek için bir adım, göklere çıkmak için bir adım atması yeterliydi!

Elini sıktı ve Jun Wu'nun yüzüne şiddetli bir şekilde yumruk attı!

Savaş başladığından beri, Jun Wu'nun yüzüne hiç dokunulmamıştı. Bu yumruk doğrudan
yüzüne indi ve sonunda dudaklarının köşelerinden bir damla kan aktı. Başparmağıyla sildi ve
bu kan damlasına baktı.

Sonraki saniye elini savurdu ve Zhu Xin'i kenara attı.

Görünüşe göre Xie Lian ile çıplak yumruklarıyla dövüşecekti!

Xie Lian bir yumruk daha attı ama Jun Wu, onun yumruğunu yakaladı. Yoğun bir acı hissetti,
Xie Lian'ın bir kolu çatlamıştı. Fakat, anında kendisini tekrar düzeltti ve başka bir darbe daha
gönderdi, ancak bu yumruğu da tekrar Jun Wu tarafından yakalandı. Xie Lian, işlerin iyi
gitmediğini görüyordu, bu yüzden de kenara fırlatılmış olan Fang xin'i almayı düşündü. Doğal
olarak, Jun Wu da bu hamleyi yapacağını düşünmüştü ve ona engel oldu.
Fakat, arkasında hala Feng Xin ve Mu Qing'in olduğunu unutmuştu. İkisi de yaralı olmalarına
rağmen arkadan gizlice dolaşıp Fang Xin'i almayı planlamışlardı. Hareketleri son derece hafif
olmasına rağmen sanki Jun Wu'nun sırtında gözü varmış gibiydi, elini hareket ettirdi ve bir
patlama yarattı. Ayaklarının altındaki köprü anında çöktü ve ikisi de düştü, lav akıntısına
doğru daldılar!

Ama son saniyede birisi Feng Xin'in botunu yakalamıştı, o da Mu Qing'inkini yakalamıştı.
Yukarı baktığında, bağırmaya başladı, "HAY SİKEYİM YA! CİDDEN SİKEYİM! GUOSHİ,
YAŞLI EFENDİ, LÜTFEN BIRAKMA, OLUR MU?!!!"

Onları yakalayan kişi gerçekten de Guoshi'ydi. Alnındaki damarlar patlayacakmış gibiydi,


"DEMEK SENDEN DAHA KIDEMLİ OLDUĞUMU BİLİYORSUN! ACELE EDİP
TIRMAN O HALDE!"

Köprünün o kısmı Jun Wu tarafından kırılırken, Xie Lian elini kaldırdı ve onu havada tuttu.
Daha da yukarı çekmek istemişti ama Jun Wu ona izin vermedi. Üçü yuvarlanan lav
akıntısından yirmi adım uzaklıktaydı ama kulaklarıyla fokurdayan lav kabarcıklarının
seslerini duyuyorlardı. Mu Qing en altta asılı şekilde duruyordu, başı aşağıda ayakları
yukarıdaydı, dehşet verici bir durumdaydı, eğer dikkatli olmazlarsa lav akıntısı kafasını
yakabilirdi.

Kaynayan buhar yüzüne doğru vuruyordu, pancar gibi olmuştu ve haykırıyordu, "ÇABUK,
BENİ YUKARI ÇEKİN!"

Ama beklenmedik bir şekilde, daha yukarıdaki ikisi çekmemişlerdi ki tekrar bağırdı,
"BEKLEYİN! YUKARI ÇEKMEYİN!"

Guoshi artık çileden çıkmıştı, "NE İSTİYORSUN!"

Feng Xin bağırdı, "ŞAKA MISIN YA? İYİ, BIRAKIYORUM SENİ!"

Mu Qing küfrediyordu, "HASSİKTİR, GERÇEKTEN BIRAK DA GÖREYİM. AŞAĞI


BAK! BAK, KILIÇ!"

Diğer ikisi onun işaret ettiği yere doğru baktılar ve hemen aşağıda, lav akıntısının ortasına
saplanmış olan, siyah, eski, uzun bir kılıç olduğunu gördüler. Bu köprü sarsılmadan önce
gizlice almaya çalıştıkları Fang Xin'di!
Mu Qing çılgınca kollarını uzatıp tutmaya çalışıyordu hatta o anda bir gibon olmayı bile
dilemişti ama ne yaparsa yapsın ulaşamıyordu, "BENİ BİRAZ DAHA SARKITIN, ÇOK AZ
DAHA, ONU ALACAĞIM!"

ÇN: Gibon Çin'de yaşayan bir maymun türüdür. Kolları ve bacakları genellikle kendi
vücudundan bile daha uzundur djsnjnda

Guoshi'nin alnındaki damarlar patlamak üzereydi, "SİZ İKİ GENÇ ADAM, AŞIRIYA
KAÇMAYIN,, BEN SADECE YAŞLI BİR KEMİK TORBASIYIM!"

Bunu tuttuğu botu aşağı sarkıtırken söylüyordu ve Mu Qing'in yüzü lav akıntısına teğet
durumdaydı. Saçları aşağı doğru kaydı ve saç tellerinin ucu alev aldı.
"Feng Xin haykırmaya başladı, "SİKTİR YA, SAÇLARIN ALEV ALDI!!! HEPSİ
YANACAK!!!"

Neyse ki Mu Qing sonunda kılıcı çekebilmişti. Bir taraftan saçlarına elleriyle vurarak, alevleri
söndürmeye çalışıyordu öte yandan da elini savurarak kılıcı Xie Lian'a doğru atmıştı.

"XIE LIAN, YAKALA!"

Xie Lian da kolunu kaldırdı ve Fang Xin'i yakaladı!

Guoshi ise artık sınırına ulaşmıştı, "BUNU DAHA FAZLA YAPAMAM, SİZ İKİNİZ,
HEMEN YUKARI ÇIKIN!"

Feng Xin, Guoshi'nin titrediğini gördü ve işlerin daha da kötüye gittiğini fark etti, bu yüzden
Mu Qing'i yukarı çekti ve onu zorla fırlattı, "BU MIYMINTI HAREKETLERİNDEN GINA
GELDİ YETER ARTIK!"

Mu Qing fırlatılırken, lav havuzunun hemen aşağısında büyük bir kriz patlak vermek
üzereydi, birkaç düzine kinci ruh aniden dışarı sıçradı!

Bu kinci ruhlar, suyun üzerinde zıplayan balıklar gibiydiler ve atlayıp Feng Xin'in göğsüne
tutunuyorlardı. Vücudunu koruyan ruhsal ışık olmasaydı, muhtemelen Feng Xin çoktan
yanmış olacaktı. Öncesinde Feng Xin'in oklarından korkmuşlardı bu yüzden ona karşı özel bir
kin besliyorlardı. Lavın içinde gizlenip onu takip etmişlerdi ve ona gizlice saldırmak için
doğru anı beklediler. Önceden fark etmedikleri için de, Guoshi bu ani ağırlık artışı işe öne
doğru sürüklenmişti. Bu sefer en üstte olma sırası Mu Qing'deydi ve Guoshi'nin botlarını
yakalamıştı.

Feng Xin zaten yaralıydı hatta üzerindeki oklardan birkaçını bile çıkarmayı unutmuştu. Kinci
ruhlarla çıplak elleriyle savaşıyordu ama çok fazla hareket ederse de yukarıdaki insanların
onu düşürebileceğinden endişe ediyordu, bu yüzden bu çok meçhul bir karşılaşmaydı. Gittikçe
daha fazla kinci ruh aşağıda toplanıyordu, birbiri ardına üzerine yapışıyorlardı, sanki Guoshi
ve Mu Qing ile bir halat çekme yarışına girmişler gibiydi. Her iki tarafın da gücü ciddi
seviyelerdeydi, eğer böyle devam ederse Feng Xin ortadan ikiye bölünecekti!

Feng Xin kükredi, "ŞU İŞİ BİR AN ÖNCE BİTİREBİLİR MİYİZ?"

Mu Qing bağırarak ona karşılık verdi, "KES SESİNİ!"


Birdenbire ellerindeki ağırlığın hafiflediğini hissetti. Görünüşe göre o kinci ruhlar sonunda
onu bırakmışlardı, bu yüzden hızlı bir şekilde diğer ikisini yukarı çekti. Ayağa kalkıp güvende
oldukları sırada, Feng Xin nefes nefese kalmıştı, hala gözle görülür bir şekilde sarsılıyordu.
Aşağıdan kinci ruhların çığlıkları ve kükreyişleri duyuluyordu, dönüp baktılar.

Mu Qing ve Guoshi aynı anda şunları söyledi: "Feng Xin, o senin oğlun!"

"..."

Tabii ki de, erimiş kinci ruhların arasında zıplayan, dişleriyle çılgınca onları parçalayan beyaz
bir yaratık vardı.

Bu erimiş kinci ruhların hepsi en az iki bin yıllık yaşlı hayaletlerdi, ayrıca gruplar halinde
birleşmişlerdi, öyleyse neden bebek bile sayılamayacak küçük bir yaratıktan korkmuşlardı ki?
Tırmalıyor ve ısırıyordu, cenin ruhunun bedeni önceden ürpertici derecede beyazdı ama şimdi
baştan aşağı kızıla boyanmıştı. Korkunç bir sesle uluyordu, kimsede en ufak acıma hissi
uyandırmazdı, aksine dehşete düşmesine sebep olurdu.

Fakat Feng Xin öfke patlaması yaşıyordu, "SİKTİĞİMİN UTANMAZLARI, YETİŞKİN


GRUBU BİR ÇOCUĞA ZORBALIK YAPIYOR!!! CUO CUO! BURAYA GEL!"

Bu cenin ruhu, bu kadar kinci ruhu tek başına yenemezdi ve kalbinde çoktan bir korku hissi
filizlenmişti. Bunu duyunca garip bir çığlık attı ve Feng Xin'in omzuna atladı. Feng Xin
yayını kaldırdı ve göğsündeki okları çıkarıp tek tek onlara doğru fırlattı, lav denizinin
üzerinde patlamalar oluşuyordu. Öte yandan o cenin ruhu, sanki sevinç ve tezahürat
yapıyormuş gibi omzunda zıplıyor ve çığlık atıyordu. Diğer taraftan, Xie Lian onların
tehlikeden kaçtıklarını gördü ve sonunda rahat bir nefes verdi. Tam Jun Wu'yla tekrar
savaşmaya odaklanmak üzereyken, birden göğsünün kasıldığını hissetti.

Jun Wu arkasından gelip onu kilit altına almıştı(ellerini tutarak kilitliyor), "Daha önce
demedim mi? Bu yetenekleri nereden öğrendiğini düşünüyorsun? Bütün hareketlerini
biliyorum!"

Bu kilit ile, eğer Xie Lian mücadele edemezse, ölene kadar tuzağa düşürülmüş olacaktı. Ama
aklına ne gelirse gelsin, muhtemelen Jun Wu da onları düşünüyor olacaktı!

Tam o sırada Hua Cheng'in ona seslendiğini duydu, "Gege, korkma! Onun bilmediği
hareketleri biliyor olmalısın! Sadece senin yapabileceğin, onun yapamayacağı bir hareket!"
Aniden, Xie Lian'ın zihninde bir ışık yandı.

Böyle bir hamlesi var mıydı?

Evet!

Üzerindeki kilidi kıramıyorsa, o halde kırmayacaktı!

Jun Wu'nun etrafında döndü, yüz yüze geldi ve sonra Jun Wu'yu kendi kilidine düşürdü. Her
kelimenin üstüne basa basa şöyle dedi, "Bahse girerim bu hareketi bilmiyorsundur!"

Jun Wu'yu sıkıca tutarken onu sürükledi ve karşıdaki kayalıklara doğru vurdu!

Bu vuruşta tüm gücünü kullanmıştı, kayaların parçalanmasının yanında bir de bir şeyin
kırılma sesini duydu.

Bu ses Jun Wu'dan gelmişti.

Beyaz zırhı tamamen parçalanmıştı!

Jun Wu da onu bıraktı ve öfkeyle kükremeye başladı, "DEFOLUN! DEFOLUN! DEFOLUN!


HEPİNİZ DEFOLUN!!!"

Xie Lian yukarı doğru baktı ve o anda sırtından aşağı doğru bir ürperti hissi indi. Görüş
alanına giren ve Jun Wu'yu çıldırtan şey, yüzlerdi.

Üç yüz yeniden belirmişti!

Xie Lian kılıcını bir kez daha kaldırdı ve Jun Wu'nun kalbini delip onu kayalık olan duvara
çiviledi!

Jun Wu'nun ağzından kan fışkırdı. Xie Lian bu saldırısına yapabildiği kadar güç aktarmıştı ve
Jun Wu'yu deldiği an ruhsal güç patlaması oluşmuştu. Birinin iyileştirme yeteneği ne kadar
güçlü olursa olsun, yine de bu saldırıdan iyileşmesi imkansızdı!

Dağ çöktü. Jun Wu, ilk başta kayalık duvara asılarak çivilenmişti, ancak kayalık dağ çöktüğü
için artık yerde yatıyordu.
Yine de pes etmemişti. Elini çevirip Fang Xin'in kabzasını kavradı, bıçağın üzerine kelimeler
yazmak istiyor gibiydi. Bu doğal olarak durdurulması gereken bir büyüdü. Fakat, tam Xie
Lian elini kaldırırken Guoshi oraya doğru koştu.

"Ekselansları! Bırak, bırak!"

Xie Lian kime seslendiğini anlamadan, kime bırakmasını söylediğini bilmeden durmuştu.

Jun Wu yine ağız dolusu kan öksürdü ve öfkeyle bağırdı, "UZAK DUR BENDEN!"

Guoshi yanına diz çöktü ve konuşmaya başladı, "Ekselansları, bırak. Gerçekten, bırak artık.
Savaşmaya devam etmenin hiçbir anlamı yok."

"Sen ne anlarsın ki?! DEFOL!" diye bağırdı Jun Wu.

"Haklısın, ben anlayamam." dedi Guoshi, "Çok uzun yıllar geçti; sen bir tanrı ve hayalet
kraldın. Öldürülmesi gerekenler öldü, şimdi her şey senin ellerinde, bunu neden kendine
yapıyorsun? Tam olarak ne istiyorsun? Neyi kanıtlamak istiyorsun?"

Bunu duyunca, Jun Wu'nun yüzünde bir şaşkınlık belirdi. Ama bu sersemliği uzun sürmedi ve
Guoshi'nin boynunu sıkıp bağırdı "BANA VAAZ VERMEYE ÇALIŞMA! BUNA HİÇBİR
ŞEKİLDE HAKKIN YOK! KİMSENİN HAKKI YOK!"

Jun Wu şu anda güçlü değildi ve onun ellerinden kurtulmak da zor değildi bu yüzden Xie
Lian onu kurtarmak için hareketlendiğinde Guoshi eliyle gelmemesini işaret etti.

Devam et, "Benim sevgili Ekselansları'm."

Jun Wu ona soğuk bir bakış attı ama elini gevşetmedi.

Şu anda yeterli güce sahip olmasa bile, Guoshi'nin boynunu sıkmak yine de onun için kolay
bir işti, yani durum oldukça tehlikeliydi. Fakat Guoshi onun kendisini boğmasına izin
veriyordu ve şöyle dedi, "Ekselansları'na öğretmenlik yapmamın nedeni, senin daha iyi bir
versiyonunu, yanlış yolda yürümeyenini yetiştirmek, sonra da sana karşı kullanmak istemem
değildi. O kendisi, sen de sensin. Başından beri, farklı yollarda yürüyen iki ayrı kişiydiniz, ki
bu da çok doğal. Bunu daha önce de söyledim ama bana inanmadın. Peki ya şimdi?"

Jun Wu tek kelime bile etmeden ona bakıyordu.


"Ekselansları'nı gerçekten özlüyorum." dedi Guoshi, "Eski WuYong Krallığı'nı özlüyorum,
insanlarımızı özlüyorum, ve yükseltilmeden önceki günlerimizi özlüyorum. Hepsi bu."

"..."

Daha sonra, Guoshi ekledi, "Çok uzun yıllar geçti, Ekselansları. Sadece izlemesi bile beni
yoruyor, çok yoruyor. Ya sen? Artık yorulmadın mı?"

Üç diyarın bir numaralı savaş tanrısı olan Jun Wu'nun görünüşü ve tavrı her zaman
mükemmel olmuştu, pislikle lekelenmemişti. Ama şimdi Xie Lian, ancak o üç tane yüz
kaybolduğunda, Jun Wu'nun teninin aşırı soluk olduğunu fark etmişti.

Dış hatları çok soğuk ve sertti, gözlerinin altında koyu halkalar oluşmuştu, açıklanamayacak
kadar kasvetli görünüyordu; ışık formunu aydınlatırken ortaya çıkardığı o nazik görüntüden
hiçbir eser yoktu.

Ama şu anki o, artık canlı görünüyordu. Hasta görünse bile.

Guoshi nazikçe söze girdi, "Ekselansları, kaybettin. Artık kendini özgür bırak."

"...Ben yenildim mi?"Jun Wu biraz kaybolmuş gibiydi.

Aşırı güçlü ruhsal güç dalgası kayalık mağaranın üst kısmını kırmıştı ve yukarıdan güneş ışığı
içeri doğru saçılıyordu. Hatta sanki havada yağmur damlaları süzülüyormuş gibiydi. Xie Lian
yukarıdan ona doğru bakarken Jun Wu yere doğru yığıldı, yüzünde rahatlamış gibi bir ifade
vardı.

Merak etmeden duramıyordu-belki de biri tarafından yenilmek, bu acımasız çılgınlık


günlerine son vermek, muhtemelen Jun Wu'nun derin bir dileğiydi.

Kısa bir süre sonra Jun Wu sordu, "Bu hareket. Adı ne?"

"..."

Xie Lian kolunu kaldırdı ve yüzünün yan tarafından akan kanı sildi, "Göğüste parçalanan
kayalar."

Jun Wu şaşırmıştı daha sonra hafifçe gülümsedi ve iç çekerken gözlerini kapattı, "Güzel."
Başka bir şey söylemedi, ama herkes onu gizlenemez bir yorgunluğun ele geçirdiğini
anlamıştı.

Xie Lian nihayet elini Fang Xin'in kabzasından çekti. Şimdi, bir sonraki adım için ne yapması
gerektiğine dair hiçbir fikri yoktu ve bu yüzden farkında olmadan Hua Cheng'e doğru
bakıyordu. Hua Cheng hala aynı yerde duruyordu, Cennet Geçiş Köprüsü'nün henüz
çökmemiş olan kısmındaydı ve uzun süredir kollarını kavuşturmuş şekilde, sessizce onu
bekliyordu. Xie Lian'ın dönüp ona baktığını fark edince gözleri buluştu ve ona gülümsedi.

Guoshi kıpırdamadan Jun Wu'nun yanında duruyordu, "Ekselansları, hepiniz gitmelisiniz."

Ayağa kalkacakmış gibi görünmüyordu bu yüzden Xie Lian, "Usta, sen gelmiyor musun?"
diye sordu.

Guoshi başını iki yana salladı, "Ben Ekselansları ile kalacağım. Ne de olsa, geçmişteyken
onun yanında olamamıştım."

Yağmur daha şiddetli yağıyordu, Jun Wu'nun dinlenen yüzünü ovalayarak yaralarından akan
kanı temizliyordu.

Yağmur onu yıkarken, Xie Lian üç insan yüzünün bir şekilde giderek kayboluyormuş gibi
göründüğünü hissetti. Belki de bu onun hayal gücüydü. Bir anlık sessizlikten sonra, Xie Lian
sırtında taşıdığı bambu şapkayı eline aldı ve Jun Wu'nun yüzüne doğru kapattı.

Mu Qing'nin bileğindeki lanetli kelepçe de kendi kendine kırılmıştı ve onu lav havuzunun
içine doğru tekmelemişti. Bununla birlikte, Feng Xin'in omzundaki cenin ruhu aşağıya atladı
ve dört uzvunu da kullanarak Jun Wu'nun yüzüne doğru süründü, ona dikkatle dokunuyordu,
tavrı Feng Xin'in yüzünü ezdiğinden tamamen farklıydı. Feng Xin bunu görünce öfkeyle
ayağını yere vurmaya başlamıştı.

Fakat Xie Lian başka hiçbir şeyi umursamıyordu. Sanki yeniden doğmuş gibi, hırpalanmış
yüzüyle Hua Cheng'e doğru koşuyordu-aslında gerçekten de ölümden dönmüştü-onun üstüne
koşarak atladı, ""SAN LANG!"

Hua Cheng ona doğru bir elini uzatmıştı ama o atlayınca bir adım geri atmak zorunda
kalmıştı. Kollarıyla onu sardı ve mutlu bir şekilde gülümsedi.
"Gege, gördün mü? Kazanacağını söylemiştim, değil mi?" Daha sonra Xie Lian'ın yüzünü
kaldırdı ve iç çekerek baktı, "Yine kendini bu hale getirdin."

Parmaklarını dokunduğu yerlerde minik bir gülüş kelebek oluştu ve yüzündeki yaralar
kaybolmaya başladı, "Bir daha olmayacak."

Hua Cheng soğuk ve sert bir ifadeyle kaşlarını kaldırdı, "Bir daha diye bir şey yok."

Kısa bir süre sonra, Xie Lian'ın gülümsemesinin yerini ciddi bir ifade aldı, "San Lang, daha
önce, Tonglu Dağı'ndan dışarı çıktıktan sonra sana söylemek istediğim bir şey olduğunu
söylemiştim. Hala hatırlıyor musun?"

Hua Cheng gülümsedi, "Elbette hatırlıyorum. Ben Gege'nın bana söylediği her şeyi
hatırlarım."

Xie Lian başını eğdi, cesaretini toplaması için biraz zaman geçmesi gerekmişti, "Az önce, Jun
Wu'nun ufaktan ifşa etmeye çalıştığı şey bununla ilgiliydi. Dürüst olmak gerekirse, bunu sana
uzun zaman önce söylemeliydim, ama hiç cesaret edemedim, çünkü öğrenmenden çok
korkuyordum..."

Hua Cheng onun yerine devam etti, "Ekselansları'nın neredeyse Beyaz Giyen Felaket'e
dönüşeceğini öğrenmemden korkuyordun, değil mi?"

"..."

Xie Lian allak bullak olmuştu, "Sen...?"

Hua Cheng ona doğrudan cevap vermedi. Önünde sadece bir dizini yere eğdi, ona bakmak
için başını kaldırdı, mırıldanarak gülümsedi, "Böyle nasıl? Gege şimdi hatırlıyor musun?"

Nasıl hatırlamazdı ki?

O sıralarda, o isimsiz hayalet de sık sık bir dizinin üzerinde, yere eğilirdi!

O soluk renkli gülümseyen maske, sanki Hua Cheng'in gülümsemesiyle örtüşüyordu. Xie
Lian'ın kalbi deli gibi çarpıyordu, dizlerinin üzerine çöktü, "...San Lang...o, o sendin!"
Hua Cheng küçük bir kahkaha attı, bir dizi hala yerdeydi, gözlerine derin derin bakıyordu,
"Ekselansları, ben hep seni izledim."

Xie Lian sadece tek bir kelime söyleyebiliyordu, "Sen...sen..."

Nihayet Hua Cheng'in görünüşte kasıtsız olan sözlerinin ne anlama geldiğini anlamıştı.

Demek öyleydi. Wu Ming'in Hua Cheng olabileceğini hiç düşünmemişti!

Her şeyi biliyordu. Her şeyi görmüştü. Başından beri oradaydı!

Birdenbire binlerce duygu, milyonlarca kelime aklına geldi. Minnettarlık vardı, utanç vardı,
gönül yarası vardı, vahşi bir neşe vardı, ama her şeyden önce çaresiz bir aşk vardı.

Xie Lian'ın kalbi o kadar doluydu ki sanki patlayacaktı, ama kendisini ifade edecek tek bir
kelime bile bulamıyordu. Ağlamaklı bir ifade ile bağırdı, "SAN LANG!"

Sanki artık söyleyebileceği tek şey buydu ve tekrar bağırdı, "SAN LANG!"

Hua Cheng yere doğru oturdu, onu kucakladı, içten bir şekilde gülmeye başladı. Daha önceki
tüm korkuları ve endişeleri tamamen silinmişti. Xie Lian kollarını Hua Cheng'in boynuna
sıkıca doladı, gülüyordu ama aslında neredeyse ağlamak üzereydi.

Ama gözyaşları dökülmeden önce aniden bir terslik olduğunu fark etti.

Hua Cheng bir hayalet iken, vücudu hiçbir zaman normal insanlarınkinden farklı olmamıştı.

Ama nedense şu anda Hua Cheng'e sarılırken, bu kırmızı kıyafetler sanki biraz şeffaftı.

Çevirmen: Maria
Bölüm 241: Kırmızı Elbiseler Solarken Uğultulu Gülümseme 2

Xie Lian onu tuttu ve aceleyle sordu, "San Lang?! Neler oluyor?"

Hua Cheng hala oldukça rahattı, yanıt verdi, "Önemli bir şey değil. Sadece biraz abarttım."

Xie Lian şaşkına dönmüştü, "...Neden bana bunu daha önce söylemedin, bu nasıl önemsiz
olabilir?"

Ruhsal güçlerdi, ruhsal güçlerin tamamıydı!

Hua Cheng ruhsal güçleri Xie Lian'a aktarırken, sanki sonsuz bir kaynak varmış gibi, hiçbir
zaman onun için bir yük değilmiş, gibi neşeyle gülümsüyordu. Ama kendi güçleri bile
denizdeki kum taneleri kadar çok değildi, nasıl sonsuz olabilirdi ki?

Xie Lian, daha önce söylemediği için Hua Cheng'i suçlayamazdı, aksine fark etmemiş olduğu
için kendini suçluyordu.

Xie Lian hem panikliyor hem de pişmanlık duyuyordu, "Sana geri vereceğim."

Hua Cheng'in yüzünü tuttu ve onu öptü. Feng Xin ve Mu Qing aslında oraya gelmeyi
planlamışlardı, ancak bu sahneyi gördükleri anda, onlarca metre geriye çekildiler,
mesafelerini korudular ve ikisinin birlikte ihtiyaç duydukları şeyi yapmalarına izin verdiler.

Lanetli kelepçelerden kurtulmuştu, bu yüzden Xie Lian, çaresizce toplayabildiği tüm ruhsal
gücü Hua Cheng'e aktarmaya çalışıyordu ve hemen iyileşeceğini umut ediyordu. Ama onu bir
süre öptükten sonra gördü ki, Hua Cheng'in kırmızı cübbesinin kolları hala yarı saydamdı!

Xie Lian uzun bir süre sarsıldı, korku hissi zihnini ele geçirmişti ve farkında olmadan Hua
Cheng'in yüzüne uzanmıştı, tam ellerini kaldırıp tekrar öpmeye hazırdı ki, Hua Cheng o sırada
ondan daha hızlı davranıp onun yüzünü tuttu ve burunlarını birbirine sürttü, gülümsüyordu.

"Gege'nın benim için bu kadar ileriye gitmesinden mutlu olsam da, artık bana herhangi bir
ruhsal güç vermene gerek yok. Ama Gege bana ruhsal güç vermek yerine sadece öpmek
istiyorsa, bunu hiç sorun etmem. Aslında, ne kadar çok olursa o kadar iyi, sevinçle kabul
ederim."

"..."
Xie Lian ona daha sıkı sarıldı, dağılmanın eşiğindeydi, "Neler oluyor?"

"Sadece biraz ara veriyorum, hepsi bu. Gege, korkma." diye yanıtladı Hua Cheng.

Xie Lian onun başını kavradı, "Nasıl korkmayayım? Çıldırmak üzereyim!"

Ama Hua Cheng'in kişiliği baz alındığında, problem saklayamayacağı kadar ciddi bir boyuta
gelse bile, neden Xie Lian'ın onu öyle bir durumda görmesine izin versindi ki?

Ruhsal güçler o kadar fazlaydı ki lanetli iki kelepçeyi parçalamıştı: tam olarak ne kadardı?
Denizdeki kum taneleri kadar bol olduğu söylense yalan olmazdı, peki bundan nasıl
etkilenmemiş olabilirdi ki?

Bu karışıklıklar çözülmeden önce çok şey yaşadılar, bazı şeyler kördüğüm oldu. Ama
sonunda onun, Mu Qing'in ve Feng Xin'in arasındaki iletişim yolu yeniden açılmıştı. Onu
sekiz yüz yıldır kısıtlayan lanetli kelepçelerden de serbest kalmıştı. Hua Cheng'e hep itiraf
etmek istediği şeyi de söyleyebilmişti.

Ama her şey bittiğinde, kollarına koştuğu ve karşılaştığı Hua Cheng bu durumdaydı, öyleyse
nasıl korkmasındı ki? Çıldırıyordu!

Feng Xin ve Mu Qing bir terslik olduğunu fark ettiler ve uzaktan seslendiler, "Ekselansları?
Ne oldu?"

Bu şekilde birkaç adım koştular, ama sonra, bir nedenden ötürü yarı yolda durdular, bu kadar
aceleyle yaklaşmamaları gerektiğini düşündüler.

O sırada Xie Lian başkalarıyla ilgilenmeyi bırakmıştı. Hua Cheng'i sımsıkı tutuyordu, kalbi
neredeyse duracaktı, çok korkmuş gibi görünüyordu, "NE YAPMALIYIM?"

Hua Cheng sessizce iç çekti, kollarını uzatıp ona bir kez daha sarıldı, "Ekselansları, ben hep
seni izledim."

Bunu ikinci kez söylemişti ama sesi öncekinden daha yumuşaktı. Xie Lian onun kırmızı
cübbesinin göğüs kısmını kavradı, zihni bomboştu, "Biliyorum, biliyorum. Ama...şimdi ne
yapmam lazım?"
Hua Cheng'in uzun ve ince parmakları, Xie Lian'ın kıvrımlı saçlarını nazikçe taradı, "Öyleyse,
Ekselansları, bu dünyayı neden terk etmeyi reddettiğimi biliyor musun?"

Xie Lian, Hua Cheng'in böyle bir zamanda neden hala bu kadar sakin olduğunu
anlayamıyordu, çünkü o kadar panikliyordu ki, zangır zangır titriyordu. Kendini kaybolmuş
gibi hissederken yine de sordu, "Neden?"

Hua Cheng sessizce yanıtladı, "Çünkü hala bu dünyada olan bir sevgilim var."

Bunu duyunca Xie Lian donakalmıştı.

Bunu daha önce bir yerde duymuş gibiydi.

Hua Cheng devam etti, "Sevgilim cesur, asil ve zarif, özel biri. Benim hayatımı kurtardı;
küçüklüğümden beri ona saygı duyuyorum. Ama hep ona yetişmek için daha güçlü biri olmak
istemiştim. Yine de beni iyi hatırlamayabilir. Hiç gerçek anlamda konuşmadık. Onu korumak
istiyorum."

Xie Lian'ın gözlerinin içine bakıyordu, "Eğer senin hayalin sıradan insanları kurtarmaksa,
benim hayalim sadece sensin."

"..."

Xie Lian hafızasına güvenerek, titreyen bir ses tonuyla sordu, "...Ama...sen...huzur içinde
yatamayacaksın...böyle..."

Hua Cheng cevap verdi, "Asla huzur içinde yatmamayı diliyorum."

O anda, Xie Lian'ın nefesi tamamen durdu, donup kalmıştı. Biri sorgulayan, diğeri cevaplayan
iki sesi zayıf bir şekilde duyabiliyordu.

"Sevgilin onun yüzünden huzur içinde yatamayacağını bilseydi, kendini suçlu hissedebilirdi."

"O zaman neden gitmediğimi bilmesine izin vermeyeceğim."

"Ama bu kadar şey olduktan sonra er ya da geç öğrenecektir." dedi Xie Lian.

"O zaman onu koruduğumu öğrenmesine de izin vermeyeceğim."


O hayalet ateş topu. O fener gecesi, birkaç kuruşla satın aldığı zayıf küçük hayalet ateşi.
Donmuş bir kış gecesinde onu mezar mezarlarından çıkarmak isteyen hayalet ateş. Yüzü
Olmayan Beyaz'ın önünde onu engelleyen ve tehlikeye yaklaşmasına izin vermeyen hayalet
ateşi. Yüz kılıcın kalbini deldiği o sırada ona eziyetle haykıran o hayalet ateş!

Hua Cheng kısık bir sesle devam etti, "Ekselansları, ben senin her şeyini anlıyorum.

Cesaretin, umutsuzluğun; nezaketin, acın; öfken, nefretin; zekan, aptallığın.

Eğer yapabilseydim, beni basamak taşı, geçtikten sonra yıktığın köprü, tırmanmak için ezmen
gereken ceset kemiği, olarak kullanmanı isterdim, ben milyonlarca bıçak kesiğini hak eden bir
günahkarım. Ama buna izin vermeyeceğini biliyorum."

Bütün bunları söylerken akçaağaç kırmızısı olan cübbesi yavaş yavaş kayboluyordu.

Xie Lian'ın titreyen elleri onu tutmaya çalışıyordu ve ruhsal güç aktarmayı asla bırakmamıştı,
fakat yine de Hua Cheng'in bedeninin yavaş yavaş kaybolmasına engel olamıyordu.

Gözleri bulanıklaştı, konuşması sendeledi ve kekeliyordu, "...Pekala, daha fazla bir şey
söyleme, anladım...ama böyle yapma, tamam mı? San Lang? Ben...senden o kadar güç aldım
ki, henüz geri vermedim. Ve aslında daha önce söylemek istediğim her şeyi söylemeyi
bitirmemiştim, hala çok şey var. Birileri benim konuşmamı dinlemeyeli çok uzun zaman oldu,
kalmayacak mısın? Bunu...sakın yapma. Buna dayanamam. İki kere, zaten iki kez oldu!
Üçünce kez olmasını istemiyorum!!!"

Hua Cheng zaten bu dünyadan, onun yüzünden iki kez kaybolmuştu!

Fakat Hua Cheng şöyle yanıt verdi, "Senin uğruna savaşta ölmek benim en büyük onurum."

"..."

Bu sözler ölümcül bir darbe gibiydi. Xie Lian'ın gözlerindeki yaşlar artık dizginlenemiyordu
ve dışarı doğru akmaya başlamışlardı.

Hayatının son parçasına tutunuyormuş gibi yalvarıyordu, "Beni asla bırakmayacağını


söylemiştin."

Hua Cheng yanıt verdi, "Bu dünyada sonu gelmeyen hiçbir ziyafet yoktur."
Xie Lian başını eğdi ve konuşamadığı için kafasını göğsünün derinliklerine, kalbinin ve
boynun arasına bastırdı.

Fakat kısa bir süre sonra yukarıdan Hua Cheng'in sesini duydu, "Ama, seni asla
bırakmayacağım."

Bunu duyunca Xie Lian başını yukarı kaldırdı.

Hua Cheng tekrar seslendi, "Geri döneceğim. Ekselansları, inan bana."

Sesi sert olmasına rağmen soluk yüzü kararıyor, şeffaflaşıyordu. Xie Lian yüzüne dokunmak
isteyerek uzandı ama parmak uçları havada kaldı. Şaşırdı, sonra yukarı baktı.

Hua Cheng'in bakışları nazik ve ışıltılıydı, sevgiyle doluydu ve sessizce ona bakıyordu. Bir
şey söylüyormuş gibiydi, ama hiç ses yoktu. Xie Lian pes etmemişti, iki eliyle uzanarak, onu
daha iyi duymak için kollarının derinliklerine çekmeye çalışıyordu.

Fakat, daha önceden ona sarılan kişi, kendisinin de tuttuğu kişi, ortadan kaybolmuştu.

Hua Cheng, önünde bir anda, binlerce gümüş kelebeğe bölündü, kucaklayamadığı ve
tutamayacağı bir parıldayan yıldız esintisine dönüştü.

Xie Lian'ın kolları boş kaldı, hala onu kucaklıyormuş gibi duruyordu, kılını bile
kıpırdatmıyordu. Henüz aklını başına toplayamadığı için mi yoksa hiç hareket edemediği için
mi olduğunu anlayamıyordu ve o rüya gibi kelebek dizisinin içinde diz çöktü, gözleri
kocaman açılmıştı.

Dahası, Feng Xin ve Mu Qing, böyle bir şey olacağını asla hayal etmemişlerdi ve her ikisinin
de beti benzi atmıştı, ileri doğru koşuyorlardı

"EKSELANSLARI!"

Feng Xin gelen ilk kişiydi, "NEDEN BÖYLE OLDU? AZ ÖNCE HER ŞEY YOLUNDA
DEĞİL MİYDİ? LANETLİ KELEPÇELER YÜZÜNDEN Mİ?"

Mu Qing zıplamaya çalıştı ama zıplayamadı bu yüzden kenara çekildi, kelebeklere doğru
bağırıyordu, "ÇİÇEĞİ GÖZETEN KAN YAĞMURU! ŞAKA YAPMA, EĞER
ÖLMEDİYSEN, HEMEN BURAYA GEL!"
Doğal olarak, o gümüş kelebekler ona cevap vermemişlerdi, düzensiz bir şekilde kanat
çırparak gökyüzüne doğru uçtular. Feng Xin, Xie Lian'ı yukarı çekmek için uzandı, fakat Xie
Lian bir taş gibi yerde oturmaya devam ediyordu.

Feng Xin artık ne yapacağını bilmiyordu, "Yardım edebileceğimiz bir şey var mı? Ruhsal
güce ihtiyacın var mı? Kurtarılabilir mi? Ne yapmamız lazım???"

Ancak Mu Qing, sadece izleyerek bile olayları zaten az çok anlamıştı, "Bırak şunu ve çeneni
kapa!—artık hiçbir şey yapılamaz."

Parıldayan, titreyen bir ışıltı havayı kapladı, kelebeklerin kanatları, tıpkı sekiz yüz yılın
ardından ilk buluşmalarındaki gibi parıldıyordu.

Elinin üstüne, yanağına, alnına dokunan kelebek, şefkatli bir özlemle doluydu, sanki son
vedasını fısıldıyordu. Xie Lian uyuşmuş olan elini uzattı, ve orada kalmasına izin verdi.

O gümüş kelebek kanatlarını onun elinde çırpmaktan memnun görünüyordu ve kesinlikle


onun için orada kalıyordu. Ama daha fazla dayanamadı ve rüzgarla birlikte savrulması çok
uzun sürmedi.

Fakat yine de Xie Lian'ın parmağında durduğu yerdeki kırmızı ip, hala parlak ve canlıydı.

"Peki ya sonra?"

"Bitti."

"Bitti mi?"
"Bitti."

Pei Ming daha fazla dayanamamıştı, "Bu mümkün değil. Nasıl olabilir? Benim gibi bir
deneyimsiz bile bitip bitmediğini söyleyebilir."

Mu Qing, o ağır muhasebe raporunu masaya bıraktı ve soğukkanlı bir şekilde şöyle dedi:
"Hesapladığım şey buydu ve bitti. Burada tekrar hesaplayabilirim, General Pei lütfen iyi
dinleyin: sekiz milyon, sekiz yüz seksen bin merit alın, sonra altı milyon altı yüz altmış
milyon merit ekleyin, artı on yedi yüz milyon ve iki yüz bin merit, sonra eksi..."

Feng Xin araya girdi, "Pekala, bu kadar yeter, artık saymana gerek yok. Rakamlar doğru,
ancak epeyce dışarıda bırakılmış olmalı; çünkü durum böyle değilse, sayıların toplanması
gerekirdi!

Mu Qing karşılık verdi, "Bu benim sorunum değil; her halükarda ben yanlışlık yapmadım.
Belki de muhasebeyi yapacak başka birini bulmanız gerekiyordur? Eğer böyle olacağını
bilseydim, kendi işime bakardım."

Cennet Başkenti yıkıldıktan sonra, etrafa yayılmış olan göksel yetkililer bir araya geldiler ve
ölümlülerin umursamadığı bir yer olan Taicang Dağı'nda bir Üst Cennet kurdular. Şu anda
göksel yetkililer yeni bir Cennet Başkenti inşa etmenin hararetli tartışması içindeydiler.

Fakat başlarına gelen bu büyük talihsizlikte sadece Cennet Başkent'inde kurdukları saraylar
yıkılmamıştı, çok sayıda rapor ve parşömen de yok olmuştu ve geçici olarak konaklamak için
çadır kurmak zorunda kalmışlardı. Günlerce tartıştılar ama hala hiçbir hesabı
düzeltememişlerdi!

Pei Ming bir elini diğerinin dirseğine koymuş şekilde çenesini ovuşturuyordu, "Bu benim
hayal gücüm mü yoksa Xuan Zhen bu günlerde giderek daha mı küstahlaşıyor?"

Feng Xin cevap verdi, "O hep böyle küstah değil miydi? Şimdi bunu saklayamayacak kadar
üşengeç."

Mu Qing gözlerini devirdi ve herkes parmaklarıyla ona işaret ederek bağırdı.

"TERBİYELİ OL!"
Mu Qing gitmek için arkasını döndü. Quan Yizhen tamamen bandajlara sarılmıştı, yosuna
sarılmış pirinç gibiydi, sadece dağınık kıvırcık saçları göze çarpıyordu ve belli belirsiz sözler
mırıldandı:

"Şeyi, peki şimdi ne yapacağız? O halde muhasebeyi kim yapacak?"

Herkes boğazını temizleyerek birbirine baktı, sonra geri çekildi. Kimse bu getirisi az olan
görevi üstlenmek istemiyordu.

Bunu görünce Pei Ming iç çekti, "Hah, keşke Ling Wen burada olsaydı. Ne olursa olsun,
kimse işleri yönetme şeklinden şikayet edemezdi. Bütün bu karmaşık raporlar onun beynine
kazınmıştı; Ling Wen Sarayı yansa bile korkulacak bir şey olmazdı. Kesinlikle bir gün
içerisinde sonuçları getirirdi."

Tanrı'nın unuttuğu bu dağda bu kadar uzun süre mücadele ettikten sonra, çoğu zaten
zihinlerinde bunu düşünmüştü, ama bunu yüksek sesle söylemeye cesaret edememişlerdi.

"Aynen."

"Ling Wen Sarayı'nın bir daha işe yaramaz olduğunu asla söylemeyeceğim!"

"Bunu uzun zamandır söylememiştim..."

Tam o sırada dışarıdan biri haber vermeye geldi, "Millet, Yağmur Ustası geldi!"

Bunu duyan tüm göksel yetkililer neşelendiler ve hemen onu selamlamak için dışarı çıktılar.
Pei Ming'in yüz ifadesi okunamıyordu. Bir an tereddüt etmiş gibiydi, ama sonunda yine de
dışarı çıkmamayı seçti.

Tam o sırada başka bir ses geldi, "Ekselansları! Sen de gelmişsin!”

Çevirmen: Maria
Bölüm 242: Taicang Dağı'nın Zirvesi; Binlerce Çeşit Toz Yerleşimi

Birdenbire, tüm göksel yetkililerin ifadeleri Pei Ming'inkinden de daha okunamaz hale
gelmişti.

Beyaz giyimli biri, sakin ve huzurlu bir ifadeyle, kendisini selamlayanları zarifçe kabul
ediyordu. Bu kişi Xie Lian'dı.

Grup onu selamladı: "Ekselansları", "Ekselansları".

İfadeleri ve sözleri çok dikkatli, kibar ve nazikti. Xie Lian da herkesi kibarca selamladı ve hoş
bir hareketle öne doğru çıktı.

"Lord Yağmur Ustası."

Yağmur Ustası, o büyük, koruyucu kara öküzün dizginlerini elinde tutarak, geçici olarak inşa
edilmiş o kulübenin önüne gelmişti. O da selamlamak için başını eğdi.

Kara öküzüyle gelmesinin sebebi, öküzün arkasında devasa kutular bulunmasıydı. Görünüşe
göre getirdiği yiyecekler daha öncesinde ruhsal güçleri üzerinde çok iyi etkiler bırakmıştı, bu
yüzden yine geldiğini görünce göksel yetkililer oldukça heyecanlanmış, ve kendi paylarına
düşenleri almak için harekete geçmişlerdi. Bir de hiç hareket etmeyen insanlar vardı. Xie Lian
da onlardan biriydi.

Yağmur Ustası söze girdi, "Ekselansları, senin için başka bir şey getirdim."

Xie Lian gülümsedi, "Ah, şimdiden teşekkür ederim! Nedir?"

Yağmur Ustası kolunun iç kısmından, beyaz kumaşa sarılı, beyaz bir şey çıkardı ve açtığı
anda Xie Lian'ın gözleri parıl parıl oldu.

"Çok teşekkür ederim, Lord Yağmur Ustası! Her yerde bunu arıyordum!"

Feng Xin de bir göz atmak için gelmişti, "Ne kadar nadir bir ipek! Bu harika! Şimdi nihayet o
oyuncağını tamir edebilirsin!"
Xie Lian ikiye bölünmüş olan ipek kuşağı aramak için kolunun içini karıştırdı ve sevinçle
yanıt verdi, "Evet, nihayet, RuoYe'yi onarabileceğim bir malzeme bulundu! Hemen şimdi
düzelteceğim!"

Fakat Mu Qing onu durdurdu, "Düzeltmek mi? Sen mi?! Boş versene, sen neyi düzeltebilirsin
ki? Başka birinden yardım iste."

Daha sonra başını çevirdi ve bağırdı, "MU QING! HADİ İŞE KOYUL!"

Mu Qing tembel tembel yürüyordu ve soğukkanlı bir şekilde cevapladı, "Ne? Ne demeye
çalışıyorsun? Onu dikmemi mi söylüyorsun?"

"Bu senin ustalık alanın değil mi?" dedi Feng Xing.

Mu Qing oflayarak yanıtladı, "Siz ikiniz insanları kullanmakta fazla iyi değil misiniz? Beni
bir hizmetçi gibi görüp sürekli emirler yağdırıyorsunuz, yarın da muhtemelen yerleri
süpürmemi isteyeceksiniz."

Xie Lian kahkaha attı, "Boş ver, boş ver. Kendim yapacağım."

Ama çoktan Mu Qing gözlerini devirerek, onun elindeki ipekleri almış, dikmek için iğne ve
iplik aramaya koyulmuştu. Daha sonra Pei Ming de selam vermek için geldi. Kara öküzü
okşamak için elini uzatmıştı ki, birden ağzını açıp onu ısırmaya çalıştı, neredeyse
parmaklarını kıracaktı. Hoş karşılanmadığını görünce aceleyle oradan ayrıldı.

Yağmur Ustası sordu, "General Pei'nin kolu hala iyileşmedi mi?"

"Henüz iyileşmedi." diye yanıtladı Xie Lian, "Ming Guang kılıcını kullanmak için Rong
Guang ile bir anlaşma yaptığında, özür dilemesi dışında, bedel olarak bir de kolunu vermek
zorunda kalmıştı. Sonunda, Rong Guang'un kızgınlığı öyle dağılmıştı ki, artık kolunu
istemiyordu. Az da olsa itibarını geri kazanmıştı ama yine de çok ağır bir şekilde yaralandı."

"Anladım." dedi Yağmur Ustası, "Demek bu yüzden biraz farklı görünüyordu."

Xie Lian mırıldandı, "General Pei'nin farklı görünmesinin nedeni kesinlikle bu değil."

Öyle görünüyordu ki, General Pei hala Yağmur Ustası'nın kendisini Tonglu Dağı'nda ve
Cennet Başkenti'nde yangınlardan defalarca kurtarmasını aşamamıştı. Kendisinin gökyüzüne
ve yeryüzüne hükmettiğini düşünen iri ve güçlü bir adam, özellikle de geçmişte aralarında
meseleler olduğu bir kadının önünde itibarını azıcık da olsa kaybetmeye dayanamıyordu.
Yağmur Ustası ile karşılaştırıldığında, muhtemelen Xuan Ji'nin yapmasını daha çok kabul
edebilirdi. Her halükarda, hala bu konuyu kafasına takıyordu ve ne zaman Yağmur Ustası'nı
görse kendini acınası hissediyordu, yani bu nedenle farklı görünüyordu.

Fakat Yağmur Ustası onun böyle hissettiğini hiç anlamamıştı, bu yüzden ona hep kibarca
gülümsüyordu, ikisi tamamen farklı boyutlardaydı, gerçekten de çok acayip bir durumdu.

Yağmur Ustası söze girdi, "Ah doğru ya, Ekselansları, Xuan Ji nasıl?"

"Xuan Ji dağın eteğinde kilit altına alındı." diye yanıtladı Xie Lian, "Onu görmek mi
istemiştin?"

Büyük savaştan sonra, her yana yayılan iblisler ve canavarlar geçici olarak Taicang Dağı'nın
eteklerinde kurulan bir zindanda kilit altına alınmıştı. Xie Lian ona yolu gösteriyordu ama
zindana yaklaştıkça küfür sesleri duymaya başladılar. Pei Su ve Ban Yue girişte oturuyorlardı,
yüzlerinde belirgin bir ifade yoktu.

Şu anda yardım edecek pek fazla insan yoktu, bu nedenle zindanı korumaları için
gönderilmişlerdi. Zindanın içinde Ke Mo da vardı ve düşmanlarını görünce gözünü kan
bürümüştü, günlerini bu ikisine durmaksızın küfrederek geçiriyordu. İkisi onun küfürlerini
anlamıyorlarmış gibi davranıyorlardı ve tahta bebekler gibi orada oturuyorlardı. Xie Lian ve
Yağmur Ustası içeri girdiği sırada ayağa kalktılar.

"Ekselansları, Lord Yağmur Ustası."

Yağmur Ustası onlara birer kutu verdi, Xie Lian konuşmaya başladı, "Emekleriniz için çok
teşekkürler. Lord Yağmur Ustası Xuan Ji'yi görmek istiyor."

Ancak Pei Su bir an tereddüt etti, "Xuan Ji..."

Xie Lian bir terslik olduğunu fark etmişti, hemen sordu, "Bir sorun mu var?"
İkisi zindanın içine girdiler, Xuan Ji'nin tutulduğu yere doğru gittiler ama görür görmez
afallayıp kaldılar. İçeride hiçbir şey yoktu; geriye kalan tek şey yırtık pırtık kırmızı bir gelin
cübbesiydi.

Pei Su açıklama yaptı, "Xuan Ji dün gece yok oldu."

Xuan Ji'nin kini geçtiği için yok olmuştu, ne kadar da inanılmazdı. Takıntıları ve kini
yüzünden Pei Min'i bırakmayı reddederek, boğmaya çalışmasının üzerinden çok da uzun bir
süre geçmemişti.

Xie Lian yorumda bulundu, "Belki de sonunda bir şeyler üzerinde düşünme fırsatı
bulmuştur."

Geçtiğimiz yüzyıllarda, kahraman bir generalden, tanınmış bir hanenin onurlu bir
hanımefendisinden bu kadar farklı, nasıl bu kadar çılgın, aşağılık huysuz bir kadın haline
geldiğini düşünmüştü. Ne kaybettiğini ve ne kazandığını derinlemesine düşünmüş ve bunca
utancın içinde, muhtemelen geriye dönüp bakacak yüzü kalmamıştı.

Bunca zaman, onu terk eden adamın kalbini ve hislerini, tehditleriyle ya da hareketleriyle
değiştirebileceğini ummuştu, ama sonrasında, bazı şeyleri şiddetle tersine döndüremeyeceğini
anlamıştı. Ve böylece her şeyi enine boyuna düşünüp, her şeyi fark etmişti.

Fakat, bu dünyada kalmak için hep ağırlaştırılmış duygularına, Pei Ming'e teslim olmayı
reddetmesine güvenmişti. Bir şeyleri derinlemesine düşündüğü an, artık burada kalmak için
bir nedeni de kalmamıştı. Böyle düşünmesi bile biraz saçmaydı.

Yağmur Ustası bir cenaze ritüeli yapacakmış gibi oturmuştu. Ne de olsa Xuan Ji, kendisi
dışında, Yushi Krallığı'ndan kalan tek kişiydi. Xie Lian'ın onu rahatsız etmesi kabalık, olurdu
bu yüzden ayağa kalkıp dışarı çıktı.

Dışarı çıktığında, Ban Yue ve Pei Su'nun Yağmur Ustası'nın getirdiği meyveleri yediklerini
gördü, bu yüzden Xie Lian oraya gidip bir meyve aldı ve yere çökerek onlarla beraber yemeye
başladı. Ama beklenmedik bir şekilde, bir şeyler hissetti ve bakmak için başını çevirdi.
Uzaklarda, yarım adam uzunluğundaki çalılıkların arasından bir şeyin fırladığını gördü.
Xie Lian aniden elindeki meyveyi fırlattı ve oraya gitmeden önce ikisine seslendi, "Buraya
göz kulak olun!"

Çalılığın içindeki şey fark edildiğini anlamıştı ve daha hızlı kaçmaya başlamıştı. Xie Lian'ın
oraya kadar sekiz adım atması yeterliydi ama tam yolun yarısındaydı ki kim olduğunu fark
etti. Bu yüzden fikrini değiştirerek hızını yavaşlattı.

Biraz daha kaçmasına izin verip, yan taraftan dolaşıp aniden önüne çıktı.

"Jian Lan Hanımefendi, veda etmeden mi gidecektin?"

O kişi gerçekten de kollarında cenin ruhunu taşıyarak etrafta gizlice dolaşan Jian Lan'dı ve
Xie Lian aniden karşısına çıkınca, şoke olmuştu, "SEN!"

Kollarındaki bembeyaz cenin ruhu dişlerini gıcırdatıyor, ona saldırmak üzereymiş gibi
görünüyordu ama Jian Lan onu tutuyordu.

"Beni durdurmaya mı geldin?"

Xie Lian onun panik yapmasını istemiyordu, "Endişelenme, sadece sana bir şey verecektim."

Daha sonra bir eşya çıkardı, "Oğlun Cuo Cuo'nun kini çok kuvvetli, o yüzden bastırılması
gerekiyor. Onu arındırıyor olsan da, bu tek başına yeterli değil, bu yüzden sorun
yaratmayacağını söylemek de zor. Buna ihtiyacın olacak."

Bu eşya, Xie Lian'ın kendi yaptığı bir koruma tılsımıydı ve gizli bir şeyler olmadığını
kanıtlamak için nasıl kullanılacağını bile göstermişti. Jian Lan onu izliyordu ve gerginliği
gerçekten de ortadan kalkmıştı. Sonuçta bu oldukça yararlı bir şeydi. Bu yüzden biraz
tereddüt etse de onu aldı.

"Teşekkür ederim."

"Rica ederim." dedi Xie Lian, "Kullanırken üç kere, 'Ekselansları lütfen beni kutsa' dediğin
sürece işe yarayacaktır. Ve bu şekilde benim sarayımın adıyla işaretlenmiş olacak."

"..."
Jian Lan birkaç adım attı ve bir süre sonra duraksadı. İçinde tutamayıp arkasına döndü, "Beni
durdurmayacak mısın? Neden?"

Xie Lian da onun arkasına bakmasını bekliyordu ama ona yanıt vermek yerine başka bir soru
yöneltti, "Peki Hanımefendi Jian Lan, neden gitmek zorundasın? Feng Xin ikinize de
bakacağına söz verdi."

Jian Lan'ın yüzü hafifçe titredi ama sonra iç çekti, "Tutacağını biliyorum. Ama, boş versene,
şu an en iyisi bu. Artık onunla olmak istemiyorum."

Xie Lian biraz şaşırmıştı, "Sen...artık onu sevmiyor musun?"

Jian Lan muhtemelen koşmaktan yorulmuştu ve yol kenarına oturdu, "Bunun artık sevgiyle
bir ilgisi yok. Kendini bize bağlanmak zorunda hissetmesini istemiyorum."

Xie Lian da yanına oturdu, bir an düşünüp yanıtladı, "Seni gerçekten seviyor olmalı. O
zamanlar tamamen bitik durumdaydı, ama yine de seni bırakmıyordu."

Bunu duyan Jian Lan, sanki çok uzak bir geçmişten gelen bir şeyleri hatırlamış gibi baktı ve
güldü, "Şimdi sen bahsedince hatırladım. O zamanlar hala biraz aptaldı, para kazanmak için
çok uzun süre çalışıyordu ve geceleri de beni satın alıyordu. Ama bütün gece tek yaptığı şey
bir tabure çekip benimle sohbet etmesiydi. Herkes onunla dalga geçerdi, ne kadar komik!"

Xie Lian da gülümsedi, "Gördün mü, seni gerçekten sevdiğini söylemiştim."

Ama Jian Lan gülümsemeyi bırakmıştı, "Bunların hepsi geçmişte kaldı. Sevgi sonsuza dek
sürmez. Ona sıkıntı vermek ve bir hayır işi haline gelmek istemiyorum."

"Neden ona sıkıntı vereceğini düşünsün ki?" diye sordu Xie Lian, "Feng Xin'in nasıl biri
olduğunu bilmiyor musun?"

"Sen, Ekselansları Veliaht Prens, hiçbir zaman sıradan bir hayat yaşamadın, bu yüzden bir
şeylerin bu kadar basit olduğunu düşünmen çok doğal. Evet öyle düşünmeyecek ve
yansıtmayacak da. Ama zamanla ne olacağını kimse bilemez. Eğer onu aramak isteseydim,
bunu çok uzun zaman önce yapardım. Nan Yang Tapınağı'nı bulmak zor değil. Kolayca
bulunabileceği bir zaman olmuştu ama yine de istemedim.
Yükselmişti, her şeye sahipti, muhteşem ve etkileyici görünüyordu, ama biz çoktan hayalete
dönüşmüştük, bu durumda nasıl onu bulmaya çalışabilirdim ki? İki tane hayalet taşıyan bir
göksel yetkili, onu sıkıntıya sokmaz mıydık?

En iyi halimdeyken onu terk ettim, bu gayet iyi, en azından gururlu ve onurluyum. En azından
kalbinde beni o halimle hatırlayacak, şimdiki gibi ağır makyajlı ve kaz ayaklarım kırış
kırışken değil." Daha sonra kendi yanağını sıktı, "Bizi bu şekilde kabul ederse, her gün benim
bu yüzüme ve Cuo Cuo'ya bakarsa, bir noktadan sonra onu yormaya, aşağı çekmeye
başlardık, bu nedenle de ona sıkıntı yaratmış olurduk. Ne gereği var ki? Bu çok üzücü değil
mi?"

O konuşurken, cenin ruhu ıslak, kaygan dilini onun yüzünü yalamak için kullanıyordu,
açıklanamaz şekilde iğrençti ama yaramaz bir şekilde de sevimli görünüyordu. Ancak çoğu
insan için bu görüntü muhtemelen sadece iğrençti ve asla kabul edilemezdi.

Jian Lan oğlunun başını okşadı, "Neyse, Cuo Cuo'ya sahip olmak benim için yeterli. Kim
gençliğinde dağların ve denizlerin üzerine yemin edip, tutamayacağı sözler vermedi ki?
Sevgiden, aşktan, sonsuzluktan bahsediyoruz. Ama dünyada ne kadar kaldıysam o kadar
anladım ki, 'sonsuza kadar' diye bir şey yoktur. Ve asla da mümkün olmayacak. Ona bir kere
sahip olmak zaten yeterince iyiydi. Kimse bunu başaramayacak. Artık inanmıyorum."

Umutsuz bir ses tonuyla devam etti, "Feng Xin iyi bir adam. Sadece...çok uzun zaman geçti.
Her şey değişti, bu yüzden böyle bitmesi daha iyi."

Xie Lian tek kelime etmeden sessizce dinliyordu ama kalbinden şöyle dedi, "Hayır."

Kalbindeki ses dedi ki, "'Sonsuza dek diye bir şey var. Bunu başarabilecek biri var.
İnanıyorum."

Jian Lan yine de Cuo Cuo'yu alıp oradan ayrıldı.

Xie Lian geri döndü ve cenaze ritüelini tamamlayıp Taicang Dağı'na geri dönen Yağmur
Ustası'nı gördü. Feng Xin'e Jian Lan'ın gittiğini söylemek istiyordu ama onu görememişti.
Tam gürültülü kalabalığın arasında onu ararken, biri aniden bağırdı.

"Harika zamanlama, Tai Hua! Boşta mısın? Şunu çözmemize yardım et!"
Hala muhasebe yapması için birilerini arıyorlardı ve Lang Qian Qiu umutsuzca kaçmaya
çalışırken uzaktan bağırıyordu, "O RAPOR YIĞINLARINI BURAYA GETİRMEYİN,
BENİM YAPACAK BAŞKA İŞLERİM VAR, GİDİP BAŞKASINI BULUN!"

Xie Lian iç çekti, gidip bu rapor yığınlarına bir göz atmalı mı diye merak ediyordu, birkaç
adım atmıştı ki o anda arkasından bir ses duydu.

"Ust...Ekselansları."

Xie Lian arkasına döndü ve Lang Qian Qiu tam arkasında duruyordu.

"Konuşmak için vaktiniz var mı?"

"Elbette." diye yanıtladı Xie Lian.

Böylece o ve Lang Qian Qiu kulübenin dışına doğru yürümeye başladılar. Yürürken Xie Lian
şöyle sordu, "Guzi nasıl? İyi mi?"

Lang Qian Qiu biraz acı biraz da çaresiz bir şekilde kıkırdadı, "İyi denilebilir mi bilmiyorum.
Bana her gün babasını soruyor, iyiden ziyade biraz acınacak halde, bu yüzden...Yeşil
Hayalet'in parçalarını biraz topladım ve bir lambanın içine koydum. Şimdi her gün önümde o
lambaya sarılıyor ve lambanın içindeki ruhun ne zaman büyüyeceğini soruyor! Ben
gerçekten..."

Sadece Xie Lian'ın anlayabileceğini düşünerek çaresizce ona bakıyordu. Tüm ailesini öldüren
Qi Rong için neden böyle bir şey yapmak zorunda kalmıştı ki? Xie Lian fark etmeden omzuna
dokunmak için uzandı ama o anda YongAn'da neler yaptığını hatırladı ve geri çekildi.

Nazik bir ses tonuyla yanıt verdi, "Sen elinden geleni yaptın. O halde benimle ne konuşmak
istemiştin?"

Biraz tereddüt ettikten sonra, Lang Qian Qiu cübbesine uzanıp bir şey çıkardı ve ona uzattı,
"Bu."

Xie Lian o şeyi gördüğü anda nefesi kesildi.

Pürüzsüz ve ışıldayan, küçük kızıl bir mercan incisiydi.


Sesi titriyordu, "Bu...?!"

Lang Qian Qiu cevapladı, "Bu mercan incisi, YongAn'ın kurucusunun bıraktığı gizli bir
hazineydi."

Ancak bunu duyduğunda Xie Lian bunun Hua Cheng'in saçının ucundaki değil de bir
zamanlar Lang Ying'e hediye ettiği şey olduğunun farkına vardı.

Hua Cheng'inki değildi. Xie Lian biraz hayal kırıklığına uğramıştı ama yine de o inciyi aldı.

Tam o sırada Lang Qian Qiu devam etti, "Kurucu bir keresinde ona bu inciyi kendisine
verenin kendisine yardım ettiğini ve onun kurtarıcısı olduğunu söylemişti. Çok iyi bir
adammış."

"..."

"Peki ya sonra?" diye sordu Xie Lian.

"Ve sonra," dedi Lang Qian Qiu, "O gün Cennet Başkenti'nde, Çiçeği Gözeten Kan
Yağmuru'nun saçındaki inciye dikkatlice baktım ve babamın bana bıraktığına çok benzediğini
fark ettim. Daha sonra General Xuan Zhen ve diğerlerinin konuştuğunu duydum ve o incilerin
aslında bir çift olduğunu ve size ait olduklarını öğrendim. O nedenle sormaya geldim, bu sizin
mi?"

Bir süre sonra Xie Lian başıyla onayladı, "Benim. Bu, annemle babamın bana küçükken
verdiği bir çift inci."

Lang Qian Qiu kafasını kaşıdı, "O zaman...bunu size geri veriyorum."

Hala Xie Lian'a nasıl hitap edeceğini bilmiyordu ve inciyi geri getirdikten sonra sessizce
ayrılmadan önce biraz oyalanmıştı. Xie Lian aynı yerde duruyordu, mercan incisini avucunda
sıkıyordu.

Neredeyse sekiz yüz yıldan fazla olmuştu. Bunca dolambaçtan sonra o mercan incinin biri
tekrar ellerindeydi.

Ama diğer incinin de orada olması gerekiyordu. Çifti tamamlayabilmeliydi.


Tam o sırada Feng Xin'in gürültülü, coşkulu sesi dağın dibinden geldi.

"EKSELANSLARI! MİLLET! ÇABUK GELİN!"

Çevirmen: Maria
Bölüm 243: Cennetin Kutsamasında Tabular Yoktur

Xie Lian inciyi cübbesinin içine sakladı ve o tarafa doğru baktı. Geçici kulübeden de birkaç
göksel yetkili dışarı çıkmıştı.

"General Nan Feng'e neler oluyor?"

Ama daha sonra Feng Xin'in seslendiğini duydular, "BAKIN KİMİ YAKALADIM!"

Ormanın içinden doğru geldi, elinde siyah giyimli birini tutuyordu, tüm göksel yetkililer şoke
oldular.

"LING WEN!"

Feng Xin'in yakaladığı kişi gerçekten de Ling Wen'di. Feng Xin, Xie Lian'a doğru döndü,
"Tam da şüphelendiğin gibi, Ling Wen Brokarlı Ölümsüz'ü çalmaya gitmişti!"

Lanetli kelepçeler kırıldıktan sonra Xie Lian'ın ruhsal güçleri neredeyse Jun Wu'nun sahip
olduğu güçlerin seviyesine kadar yükselmişti, doğal olarak Brokarlı Ölümsüz ona hiçbir şey
yapamıyordu. Ling Wen büyük savaş sırasında Hua Cheng tarafından bir daruma bebeğine
dönüştürülmüştü ve sonra da ortadan kaybolmuştu. Belli bir süre sonra kişinin üzerindeki
büyü ortadan kalkmış bu yüzden de kimse tarafından bulunamamıştı. Fakat Xie Lian onun
büyük olasılıkla Brokarlı Ölümsüz'ü aramaya gideceğini düşünmüştü, bu yüzden cübbeyi
çıkarmış Hayalet Şehir'de dedikodu yayılmasını istemişti. Tabii ki de Ling Wen bu yemi
yutmuştu.

Ling Wen, bir kaçak olarak tutuklanıp konferans salonuna götürüldüğünde bile hala paniğe
kapılmış gibi görünmüyordu. Pei Ming içeri girer girmez omuzlarına bastırdı ve onu masanın
önüne oturttu.

Karanlık bir ses tonuyla uyardı, "Sonunda bulduk seni! Ling Wen, günahlarının bedelini
ödemen lazım!"

"..."

İfadeleri sanki aç ve susuz bırakılmış kurtlar gibi olan dört tane göksel yetkili de gelmişti.
Ling Wen ancak o zaman biraz korkmaya başladı.
"...Ne planlıyorsunuz?"

GÜM! Tam yetişkin bir adamın boyuna yakın bir yığın rapor ve parşömen önüne atıldı, o
kadar ağırdı ki masa ve sandalyeler sallandı.

Pei Ming BAM! diye önündeki parşömenlere vurdu, "Bunlar. Bunlarla ilgilen."

"..."

Ling Wen rahat bir nefes vermiş gibi görünüyordu ama sonra açıklanamayacak kadar şaşkın
hissetmeye başlamıştı. Tam yine rahat bir nefes verecekti ki önüne rapor atılmaya devam
edildi GÜM GÜM GÜM GÜM GÜM GÜM GÜM!

Düzinelerce gümbürtüden sonra, artık önünde düzinelerce belge yığını vardı, etrafı iyice
sarılmıştı. O göksel yetkililer yığınların arasında çene çalıyorlardı:

"Günlerdir seni bekliyorduk! Acele et ve şunları çöz!"

"Bunlarla da ilgilen."

"Eksik kısımları doldurmayı unutma."

"Bir saat içinde bitirirsen iyi edersin."

...

Ling Wen: "..."

Bir gün ve bir gecenin ardından Ling Wen nihayet geçici konferans salonundan serbest
bırakıldı. Böyle zorlu bir savaştan sonra, her biri özenle ve sırayla kategorilere ayrılmış ve
organize edilmiş tüm parşömen ve rapor karmaşası halledilmişti. Göksel yetkililer inanılmaz
sevindiler her biri kendi saraylarıyla ilgili olan parşömeni aldı ve tekrar kontrol etmek üzere
oradan ayrıldı. Öte yandan Ling Wen'in yüzü çelik gibi olmuştu ve uzun süredir olmayan
koyu halkalar geri dönmüşlerdi.

Tekrar kontrol eden göksel yetkililer daha da sevinçlilerdi.


Pei Ming övgü dolu bir ses tonuyla söze girdi, "Soylu Jie gerçekten de en iyisi! Şimdi her şey
örtüşüyor!"

"Hepsi halledildi! Lord Ling Wen için şükürler olsun!"

Bir suçlu olmasına rağmen, göksel yetkililerin arasında övgüye boğulan Ling Wen kibarca
kıkırdıyordu, "Bir şey değil, bir şey değil."

Bunu görünce muhasebe raporlarını getirmemiş olan diğer göksel yetkililer de yerlerinde
duramadılar ve gelip etrafını sardılar.

"Um, Lordum aslında vermeyi unuttuğum bazı raporlar var, belki bir göz atarsınız..."

Ling Wen, "..."

Xie Lian o sırada haşlanmış çörek yiyordu geçici konferans salonunun dışında yere çökmüş
durumdaydı, bitirince ellerini silkeledi ve sonunda Ling Wen'i bu acıdan kurtarmaya gitti.

"Millet bunu daha sonra çözelim. Bırakalım Ling Wen rahat bir nefes alsın."

Daha önce konuştuğunda, kesinlikle umursayan hiç kimse olmazdı, ama şimdi işler aynı
değildi. Birkaç kişi, "Ekselansları haklı," diye cevap verdi ve daha fazla konuşmaya cesaret
edemedi. Ling Wen bir eliyle alnını kapatırken, sandalyesine oturmuş gözlerini kapatmıştı,
göksel yetkililerin çıkmasını bekliyordu. Konferans salonu boşaltıldıktan sonra Xie Lian'a
doğru döndü.

"Tebrikler, ha, Ekselansları; ruhsal güçlerin geri dönmüş. Bayağı iyi bir taktik; şimdi,
hayaletler bile sana tapıyor, emirlerine uyuyor. Ne kadar da hayal edilemez bir şey."

"Onlar benim inananlarım değiller," diye yanıtladı Xie Lian, "Hayalet Şehir'den arkadaşlarım.
Ben sadece onlardan yardım istedim."

Ling Wen anlayışlı bir şekilde başını salladı.

Kısa bir süre sonra Xie Lian konuşmaya başladı, "Ling Wen, sana sormak istediğim bir şey
var."

"Lütfen devam et Ekselansları," dedi Ling Wen.


"San Lang - yani Hua Chengzhu," dedi Xie Lian, "Brokarlı Ölümsüz'ü giymişti, ama onun
üzerinde işe yaramamıştı, neden olduğunu biliyor musun?"

"Demek soru buydu," dedi Ling Wen, "Ekselansları'nın zaten bildiğini sanıyordum?"

Xie Lian gözlerini kırpıştırdı, "Söyle bana?"

Ling Wen kollarını düzeltti ve oturdu, "Ekselansları, Brokarlı Ölümsüz efsanesini duydun,
değil mi?"

"Duydum," diye cevap verdi Xie Lian, "Sen uydurmuştun."

"Böyle de diyebilirsin." dedi Ling Wen, "Bu cübbede toplanan kinin onu bir canavara
dönüştüreceğini hiç düşünmemiş olsam da, Xuli Krallığı'nın yıkımını hızlandırmak için Bai
Jing'i öldürdüm, bu yanlış değil."

Xie Lian dikkatle dinliyordu. Ling Wen devam etti, "Bu cübbe, sayısız elden geçerek ölümlü
diyarın etrafında dolaştı ve eline geçirdikten sonra sayısız kişi onu cinayet, zarar verme,
aldatma için kullanmayı seçti. Bu aynı zamanda kininin bir kısmını da ortadan kaldırıyordu
ama Bai Jing öyle biri değildi.

O insanlar tarafından kullanılmayı sevmiyordu, onlardan nefret ediyordu. Yani, kendisine


benzeyen biriyle tanıştığı zaman kini artmıyor, aksine seviniyordu."

"Ve kullanıcılar ve alıcılar?" diye sordu Xie Lian.

Ling Wen yanıtladı, "Brokarlı Ölümsüz'ü Çiçeği Gözeten Kan Yağmuru'na giydirdin, ama
kalbinde en ufak kötülük ya da zarar verme arzusu yoktu. Ona bütün benliğinle güveniyordun,
ve Çiçeği Gözeten Kan Yağmuru da senin gibiydi - hayır, aslında, daha çok güveniyordu.
Onun Çiçeği Gözeten Kan Yağmuru'yla uyumlu hissetmesinin sebebi, Brokarlı Ölümsüz'ü
giymesinden bağımsız olarak, senin için her şeyi yapmaya hazır olmasıydı. Senin için ölmek
de dahil."

"..."

"Ayrıca o zamanlar yanındaki kişinin Çiçeği Gözeten Kan Yağmuru olduğunu da böyle
tahmin etmiştim." dedi Ling Wen, "İkinizin arasındaki ilişkiyi tam olarak bilmesem de, başka
birinin olacağını düşünmemiştim."
"Neden?" diye sordu Xie Lian.

Ling Wen elini kaldırdı ve işaret etti, "Ekselansları, boynundaki ne?"

Xie Lian oldukça şaşırmıştı ve farkında olmadan eliyle kapatmıştı.

Ling Wen devam etti, "Daha önce benzer bir şeyler görmüştüm; sevgililerine küllerini
armağan eden eşsiz hayaletler."

Sayısız parşömen ve rapor Ling Wen Sarayı'ndan geçmişti, bu yüzden onu daha önce görmüş
olması garip değildi. Ama doğruyu söylemek gerekirse, Xie Lian'ın kendisi de bunu tahmin
etmişti. Fakat, Ling Wen'nin bunu yüksek sesle söylediğini duyunca; hala o kristal
berraklığındaki yüzüğü sıkıyordu.

"Oldukça nadir bir eşya." dedi Ling Wen, "Ama çok güzel olduğu için, sık sık üzücü bir
olayla sonlanıyor, bu yüzden benim onun hakkındaki izlenimim çok güçlü."

"Sık sık üzücü bir olayla sonlanıyor derken ne demek istedin?" diye sordu Xie Lian.

"Sevginin gözünü kör etmesi, hayatının bağlı olduğu bir eşyayı başkasına vermen, dehşet
verici sonuçlar doğurabilir." dedi Ling Wen, "Gerçek kalbe benzeyen her şey ayaklar altına
alınır. Küllerden yapılmış tüm o hatıralar; bazıları başkaları tarafından çalındı, bazıları
sahipleri tarafından paramparça edildi, basit olarak hiçbir zaman iyi şekilde sonuçlanmadı."

Uzun bir sessizlikten sonra Xie Lian konuşmaya başladı, "'Ona benzer' dedin. Peki General
Bai Jing de böyle miydi?"

Ling Wen hafifçe gülümsedi, "Başka niçin benim tarafımdan aldatılsın ki?"

"Gerçek bir aldatılma da değil, haksız mıyım?" dedi Xie Lian, "Bunu kasıtlı olarak
duyurduğumu fark etmemenin hiçbir yolu yoktu, ama yine de onu almaya geldin."

"İyi bir savunma aracı," dedi Ling Wen.

"Sadece bir savunma aracı olsaydı, onu çalmak için bu kadar riske girmezdin. Başarısız
olduktan sonra, yine de Tonglu Dağı'na götürdün."
Ling Wen ilgisiz bir şekilde yanıtladı, "Tonglu Dağı'na götürmekten başka yapabilirdim ki?
Zaten ifşa edilmiştim. Ekselansları beni suçüstü yakalamıştı."

"Ama doğrusu, bunu örtbas etmek için bir bahane bulmak isteseydin yine de işe yarardı." dedi
Xie Lian, "Biraz rüşvet verirdin, rütben düşürülse bile kaçak durumuna düşmezdin. Aslında
asıl amacın...General Bai Jing'in Yüce olmasına yardım etmek ve onun kendine gelmesini
sağlamaktı, değil mi?"

Ling Wen minik bir kahkaha attı, "Ekselansları, sanki onun için her şeyi yapacakmışım gibi
söyleme. Ne de olsa ben soğuk biriyim, sevdiklerimi bile tanımamazlıktan geliyorum, yani
neden böyle bir şey yapayım ki?"

"Öyle mi?"

"Öyle."

Xie Lian, Kutsal Kraliyet Köşkü'ndeki enkaz ve kırık kayalıkların etrafını temizledi ve geçici
olarak kalmak için bir basit bir kulübe yaptı. Diğerlerinden daha uzaktaydı ve daha ıssızdı.
Ona ihtiyaç duyulduğunda geçici konferans salonuna gidebilirdi ama ihtiyaç yokken burada
sessizce dinlenebilirdi.

Birkaç gün sonra, Mu Qing sonunda RuoYe'yi onardı ve teslim etmeye geldi. Xie Lian kapıyı
açtığı an, üzerine beyaz bir şeyin atladığını gördü, görüşü tamamen kapandı. O şeyi çekip
çıkarmak için elini kaldırdı ve RuoYe, yeniden doğduktan sonra güzel vücudunu
gösteriyormuş gibi kıvrılmaya başlamıştı.

Xie Lian onu uyardı, "Daha yeni onarıldın böyle dönüp durma, tekrar yırtılmamaya dikkat et."

Bunu duyunca Mu Qing de yorumda bulundu, "Bu nasıl olabilir ki? Senin için onardığım
hangi cübben şimdiye kadar yırtıldı?"

"Bu doğru," dedi Xie Lian.

Yosun gibi kıvrılmış olan RuoYe'yi dikkatli bir şekilde kontrol etmek için tuttu. Gerçekten de
son derece iyi dikilmişti, yırtıldığına dair neredeyse hiçbir iz yoktu. Övgü dolu bir ses tonuyla
devam etti, "Maharetlerin gerçekten de harika."
"Böyle bir iltifat beni memnun etmiyor." dedi Mu Qing, "Bunu sadece bu seferlik yaptım, bir
daha olmayacak. Bunu bir daha asla yapmayacağım."

"Demek bununla açıkça gurur duyuyorsun..." diye düşündü Xie Lian.

Mu Qing biraz daha oyalandı, daha sonra konuşmaya başladı, "Pekala, işimi bitirdiğime göre
şimdi gidiyorum. Xuan Zhen Sarayı'nda bazı şeylerle ve hizmetkarlarla ilgilenmem
gerekiyor."

"Sen de mi gidiyorsun?" diye sordu Xie Lian, "Tamam, ben biraz yardıma gideceğim.
Giderken bana haber vermeyi unutma, seni yolcu edeceğim."

Ling Wen'i yakaladıktan sonra, raporlar düzenli bir şekilde bir araya getirilip tüm eksiklikler
tamamlanınca göksel yetkililer Cennet Başkenti'ni yeniden inşa etmeye karar verdiler. Bu
demek oluyordu ki, Taicang Dağı'ndaki geçici konferans salonunu arkada bırakacaklardı. Mu
Qing elini salladı, ne katılıyordu ne de katılmıyordu, birkaç adım attı ve duraksayıp arkasına
baktı.

"Sen...Taicang Dağı'nda mı kalacaksın?"

Xie Lian başıyla onayladı, "Mn."

Bir an tereddüt ettikten sonra, Mu Qing devam etti, "Neden bizimle gelmiyorsun ki?"

Xie Lian gülümsedi, "Şey, beklediğim biri var."

"Yeni Cennet Başkenti'ndeki Üst Cennet'te de bekleyebilirsin," dedi Mu Qing.

Xie Lian kafasını iki yana salladı, "Sanırım geri dönünce, ilk buraya gelecek; bu sayede döner
dönmez onu görebilirim. Eğer buraya dönmezse, Hayalet Şehir'deki Qian Deng Tapınağı'na
döner, Hayalet Şehir de buradan çok uzak değil, yani burası yeni Cennet Başkenti'nden çok
daha uygun."

"..."

Mu Qing uzun bir süredir kendini tutmuş gibiydi, karmaşık bir ifadeyle sordu, "Geri
döneceğine inanıyor musun?"
Xie Lian sanki dünyadaki en mantıklı şeymiş gibi yanıt verdi, "Elbette."

İnsanlar geldikleri gibi geri döndüler. Taicang Dağı yine o eski sessiz haline geri kavuştu.

Taicang Dağı'nın tepesinde, muazzam bir akçaağaç ormanı vardı. O büyük yangında tamamı
harap olmuştu ama bin yıl sonra yeniden canlanmıştı. Bir zamanlar Xie Lian'ın uygulama
yaptığı, atlayıp zıpladığı yerler aynı değildi, ama manzarası aynıydı.

Xie Lian sık sık akçaağaç ormanında tek başına dolaşırdı. Tutkulu, vahşi bir ateş gibi yayılan
kırmızı akçaağaç dağının tamamı, kendisini dev ve sıcak bir kucaklamadaymış gibi
hissettirirdi.

Sekiz yüz yıldan fazla bir süredir günlerini kendi başına geçirmişti, o yüzden buna çok
alışmıştı. Yapılacak iş olduğunda, bazı duaları cevaplamak için dağa iner, biraz hurda
toplardı; hiçbir şey yoksa, o zaman sebze eker, biraz yemek pişirirdi.

Ama nedense, bu yalnız günleri ona artık tuhaf geliyordu, eskiden günler kolay geçerdi ama
artık çok zordu. Xie Lian'ın tekrar yalnızlığa alışması için çok uzun bir zaman geçmesi
gerekmişti.

Belki de bir kişi hayatında sadece acı yerse, acıya alışırdı. Ama aniden bir gün, birisi ona tatlı
yedirdiğinde, ve tekrar acı yemek zorunda kaldığında, yüzünü ekşitir, tekrar alışması zaman
alırdı.

Geçmişte, Xie Lian günlerini sadelik ve sessizlik içinde geçirirken, gizlice birinin gelip onu
aramasını ümit ederdi. Birinin onunla sohbet etmesi ya da ondan yardım etmesini isterdi; en
azından bir yaşam belirtisi olurdu. Ama şimdi, artık bundan hoşlanmıyordu.

Kapının çaldığını her duyuşunda, kalbi her zaman umutla ve mutlulukla doluyordu. Ama
koşup kapıyı açtığında, karşısına çıkan kişi hiçbir zaman beklediği kişi değildi.

Bazen Feng Xin, bazen Mu Qing zaman zaman da Shi Qing Xuan uğrardı.

Bazen de Hayalet Şehir'den hayaletler "kıdemlilerine saygılarını sunmak" için gelirlerdi.

Gelen herkes için mutlu olurdu. Ama hiçbiri gerçekten beklediği kişi değildi.
.

Birinci ayda, Xie Lian girişe çiçek açacak bir ağaç dikti, o harap kulübenin etrafını
güzelleştirmek istiyordu. Belki de Hua Cheng geldiğinde bu ağaç çiçek açmış olurdu.

İkinci ay, Xie Lian kulübeyi yıktı ve yeniden inşa etti ve ayrıca Taicang Dağı'ndaki tüm
yabani otları da temizledi. Aksi takdirde, Hua Cheng geri dönüp bu karmaşayı görünce
kesinlikle temizlenmesine yardım etmek için insanları gönderirdi.

Üçüncü ay, ağaçlar çiçek açtılar. Kiraz kırmızısı renginde çiçeklerle etrafı sarılmıştı, Xie Lian
ağacın altında durur bu güzelliğin keyfini çıkarırdı. O sırada da çiçeklerin tamamen açıldığı
sırada Hua Cheng'in geleceğini düşünürdü.

Dördüncü ay, tüm dağ yollarını yeniden inşa etmişti. Eğer Hua Cheng gelirse, bu yollardan
daha kolay yürüyebilirdi.

Beşinci ay, Feng Xin ve Mu Qing, onu tekrar ziyarete gelmişti. Dışarıda yürüyüşe
çıkacaklardı, onlarla gitmek isteyip istemediğini sordular. Xie Lian onlara yemek ikram etti,
ve gittiler.

Altıncı ay, çiçek açma dönemi bitmişti.

Bekledi, bekledi, bekledi, bekledi. Xie Lian endişeli değildi ve hiç yıkılmamıştı ya da acı
çekerek ağlamamıştı. Aksine giderek daha sakin, daha sabırlı oluyordu.

Düşününce, böyle uzun yaşamış insanların hangisi bir dönemini böyle yalnız geçirmemişti ki?
Hua Cheng onu sekiz yüz yıldan fazla beklemişti, o da Hua Cheng'i daha uzun süre beklese ne
olurdu ki?

Bin yıl geçse de, on bin yıl geçse de yine de onu beklemeye devam edecekti.

Hepi topu bir yıl geçmişti, bunun ne önemi vardı ki?

O gün, Xie Lian her zamanki gibi büyük bir hurda yığını toplamıştı ve bir öküz arabasının
üzerine yığmıştı-Xie Lian'ın yakın zamanda para biriktirip satın almış olduğu- ve dağa doğru
çekiyordu.

Akçaağaç ormanından dağ yolunun yarısına doğru geçerken, Xie Lian istemeden başını geriye
çevirdi ve gece gökyüzünde parıldayan bir şeyler gördü. Onlara derinlemesine baktı ve
Sonsuz Kutsama Fenerleri olduklarını fark etti. Daha sonra anlamıştı.

Kendi kendine mırıldandı, "Demek bugün Shang Yuan Festivali."

Şu anda muhtemelen Üst Cennet'teki göksel yetkililerin hepsi bu fenerlerle boğuşuyorlardı,


orada durdu ve fenerleri izlemeye başladı.
Birdenbire Hua Cheng ile Shang Yuan Festivali sırasında tanışmış olduklarını hatırladı.

O yıl, yüzü pislik ve yaralarla kaplı küçük bir çocuk, kalabalık kalabalığın arasından geçip
şehir duvarlarına bakıyordu; Xian Le'nin Veliaht Prensi ışıl ışıl parlıyordu ve yukarı
baktığında aşağı düşen bir silüet görmüştü. Hiç düşünmeden peşinden atlamıştı.

Büyük Savaş Bulvarı'ndaki, talihli Shang Yuan Festivali. Yüzyıllarca rezilliklere yol açan,
hayranlık uyandıran o ilk izlenim.
Xie Lian'ın yüzünde bir gülümseme vardı, düşen kişinin sadece kendisi olmadığını
anımsıyordu.

Xie Lian arkasını dönerek başını eğdi, dağ yoluna çıkmaya hazırdı. Arabayı çekmeye başladı,
yolun bir bölümü tekerlekler yüzünden gıcırdadı, ama aniden yol, çok ilerideki bir şey
tarafından aydınlatılmış gibi göründü.

Xie Lian başını kaldırdığında gözleri fal taşı gibi açıldı.

O ışık fenerin ışığıydı.

Geçitlerden denize doğru yüzen milyonlarca balık gibi, sayısız Kutsama Feneri dağın
tepesinden yavaşça yükseliyordu. Simsiyah gecenin ortasında parıl parıl parlıyorlardı. Son
derece görkemli olan, en güzel rüya, yolunu aydınlatmıştı.

Xie Lian bu manzarayı daha önce görmüştü ve şimdi tekrar gördüğü için şu anda hem nefesi
hem de kalbi duracaktı. Dağ yolunda ilerledi, arabanın tekerlekleri döndü. Xie Lian, inşa ettiği
o küçük, harap kulübeyi sonunda gördü.

Orada biri vardı!

O eğimli küçük kulübenin önünde, vücudu uzun ve ince, beline gümüş bir kılıç asılmış
kırmızı giyimli bir adam duruyordu. Son Sonsuz Kutsama Feneri'ni kaldırıp göğe yükselirken,
sırtı Xie Lian'a dönüktü.

Xie Lian hala bunun bir halüsinasyon mu yoksa bir rüya mı anlamaya çalışıyordu ve ilk başta
olduğu yerde donakalmıştı. Tekerleklerin dönmesiyle beraber ona daha da yaklaşıyordu.
Adam arkasına dönmüştü, ve giderek onu daha da net görmeye başlıyordu.

Arkasındaki binlerce Kutsama Feneri göğe doğru yükselirken, o adam dönmüş ona bakıyordu.
Akçaağaçtan daha kırmızı elbiseler, kar kadar beyaz bir ten; göz alıcı bir yakışıklılık, ama
hala vahşi bir hava ve yüzünde de gururlu bir ifade vardı.

Siyah bir göz bandı takmasına rağmen, yıldızlar kadar parlak bir göz, Xie Lian'a kesintisiz bir
şekilde bakıyordu.

Xie Lian aşağı doğru atladı.


Hiçbir ses yoktu. İkisi de diğerine doğru yürümeye başladı.

Bir adım, başka bir adım, her adım bir sonrakinden daha hızlıydı ve en sonunda koşmaya
başladılar.

Gözyaşları akarken ona doğru koşuyordu. Xie Lian kalbinde şunu dile getirdi: inanıyordu.

Bu adamın kendisi için defalarca öleceğine ve onun için defalarca yeniden doğacağına
inanıyordu. Cehennemin en dibine düşse bile 'inandığı' için oradan çıkardı.

Geçen sefer birbirlerine kavuşmaları sekiz yüz yıl sürmüştü.

Ama bu sefer, birbirlerine sarılmaları sadece bir an sürmüştü.

Çevirmen: Maria
Bölüm 244: Cennetin Kutsamasıyla Hiçbir Yol Sınırlı Değildir

"Tebrikler, tebrikler!"

"Tebrikler, Ekselansları!"

Yeni inşa edilen Puqi Manastırı hareketli ve canlıydı, insanlar içeri girip çıkıyorlardı, bu
sırada Xie Lian birkaç uzun masanın arasından geçerek, buharı üstünde tüten erişteleri, altın
gibi parıldayan yağlı çorbaları, kar beyazı pilavları dağıtıyordu.

Ortada koşuşturup duruyordu, ve bazen de işlerine ara verip misafirleri selamlamak


durumunda kalıyordu, "Teşekkürler, lütfen oturun!"

Ne yazık ki Puqi Manastırı bir arbede sırasında yıkılmış, daha sonra tekrar inşa edilmişti.

Yeniden inşa edildikten sonra bu küçük manastır daha da görkemli hale gelmişti, hatta birkaç
tane de yeni avlu eklenmişti. Aslında manastırı yeniden inşa edenler Xie Lian ve Hua Cheng
değil, Puqi'nin köylüleriydi. O gün Xie Lian itibarını kaybedince, yıkılmış manastırın enkazını
karıştırmışlar ve bir tane altın külçelerle dolu bir kutu bulmuşlardı. Bu kutu Quan Yi Zhen'in
her gün doldurduğu bağış kutusuydu.

Köylüler daha önce hiç bu kadar altını bir arada görmemişlerdi ve gördükleri sırada neredeyse
akıllarını kaçıracaklardı. Kendilerine geldikten sonra köyün muhtarı Puqi Manastırı'nı yeniden
inşa etmek için bir kısmını kullanmış, kalanına dokunmaya cesaret edemeyip, Xie Lian
dönene kadar güvende tutmuştu.

Xie Lian, geri dönen Hua Cheng'i getirdiğinde, "Dao Zhang" ve "Xiao Hua" diye seslenen
coşkulu selamlamaların yanı sıra, onları aynı zamanda yepyeni bir Taoist tapınağı ve altın
külçelerle dolu bir kutu karşılamıştı.

Xie Lian, bu altın külçeleri Quan Yi Zhen'e geri vermeyi planlamıştı, ama Quan Yi Zhen
kabul etmemişti ve Hua Cheng ona şunları söyleyene kadar da sağda solda bırakacaktı: "Eğer
altın külçeleri geri almazsan ruhları beslemenin doğru yöntemini öğrenmeyi unutabilirsin."
Ancak bunu duyduktan sonra sakinleşti ve külçeleri zorla ellerine tutuşturmaktan vazgeçti.

Selamlaştıktan sonra, Mu Qing önderliğindeki göksel yetkili grubu dikkatli bir şekilde avluya
geçtiler. Bu Taoist manastırına tam anlamıyla baktıklarında, bütün sözler boğazlarında
düğümlenmişti.
Şatafatlı.

Çok şatafatlı!

Kutlama renklerinin parlak, çarpışan kırmızıları ve yeşilleri son derece abartılıydı, gökkuşağı
rengindeki ilahi heykele kötü bile denilemezdi çünkü kuruluş levhası ondan çok daha
kötüydü.

Ve bu kuruluş levhasına ne yazılıp çizilmişti öyle?

Yeni bir manastır kurulduğu için doğal olarak bir kutlama yapılması gerekiyordu. Fakat bu
tapınağın yeni hali o kadar kötü ve zevksizdi ki, hele ki o kuruluş levhası, bu yüzden kimsenin
ağzından tek bir kelime bile çıkmıyordu. Aslında, önceden düşündükleri tüm tebrik ve övgü
cümlelerini tamamen unutmuşlardı.

Ancak Xie Lian bunlara hiç aldırmıyor, manastırın iyi göründüğünü düşünüyordu. En azından
her an yıkılacakmış gibi duran, harap görünen bir yapı değildi.

Tekrar selamladı, "Lütfen oturun?"

Bu göksel yetkili grubu oturmak istemiyormuş gibi görünüyordu, muhtemelen sadece gelip
tebrik etmek ve şöyle bir görünmek için gelmişlerdi. Bu nedenle, hediyelerini teslim ettikten
sonra aceleyle oradan ayrıldılar.

Xie Lian, Mu Qing'e doğru döndü, "Neden böyle aceleyle ayrıldılar?"

"Bir de soruyor musun?" dedi Mu Qing.

"Evet?" diye yanıtladı Xie Lian.

Mu Qing alaycı bir ifadeyle tükürdü, "Öyleyse neden gidip, senin şu iyi San Lang'a
sormuyorsun?"

Öyle görünüyordu ki, Hua Cheng geri döndüğünde ilk öğrenen kişi Xie Lian'dı ve ikinci
öğrenenler ise daha koltuklarını bile ısıtmamış olan Üst Cennet'tekilerdi. Shang Yuan
Festivali gününde bir araya getirmek için çok çalıştıkları Fenerler Savaşı'nın Hua Cheng'in
rastgele üç bin fener dalgası yüzünden alt edilmelerinin üzerinden çok zaman geçtiği için
değildi. Aynı zamanda o gece zil yine deli gibi çalıyordu ve Üst Cennet'e o günü
hatırlatıyordu: cennetin kabusu geri dönmüştü!

Kabus tam da gözlerinin önündeydi, elbette göksel yetkililer yaklaşmaya cesaret edemezlerdi.
Fakat Hua Cheng ve Xie Lian ile ilgili dedikodular Üst Cennet'e almış başını gitmişti,
abartısız olarak her biri son derece sertti. Xie Lian'la aralarını iyi tutmaya çalışıyorlardı,
çünkü bu sayede gelecekte Hua Cheng'den merhamet isteyebileceklerdi.

Xie Lian bütün bunları öğrendi ve bütün bir yıl boyunca Hua Cheng'in Üst Cennet'te
kahramanlıklarını yaymalarını istediğini hatırladı, gülümsedi, "Ukala."

"Bu sadece ukalalık meselesi değil, değil mi?" diye azarladı Mu Qing, "Ona biraz ara
vermesini söyle, giderek kontrolden çıkıyor. Şu anda zil o kadar gürültülü ki kimse
odaklanamıyor, Üst Cennet işini gücünü yapamaz duruma gelmiş durumda. Hatta bazen
düşüp insanlara çarpıyor. Cennet Başkenti daha yeni inşa edildi, böyle bir şey yüzünden tekrar
yıkılmasına izin verme."

"Pekala." dedi Xie Lian, "Onunla birazdan konuşurum. Hazır buradayken, denemek ister
misin?" Masada bulunan pilavı, erişteleri ve çorbayı işaret etti ve ekledi, "Bunları ben
yapmadım."

Mu Qing ilk kısmı duyduğunda reddettiğini açıkça belli eden, soğuk bir ifade takınmıştı ama
ikinci kısmı duyunca normale döndü. Tam o anda Feng Xin de geldi. Avluya girer girmez,
daha genç olan göksel yetkililerden birkaçı da oradan ayrılmak üzereydi.

Onu selamladılar ve daha sonra aralarında fısıldaştılar:

"O General Nan Yang."

"Gerçekten de. Karısının ve çocuğunun başka bir adamla kaçması ne kadar üzücü..."

Feng Xin'in kan beynine sıçradı, alnındaki damarlar şiddetli bir şekilde patlayacakmış gibi
görünüyordu, olduğu yerde küfretmeye başladı, "SİKEYİM YA!!! BUNDAN
YORULMADINIZ MI?! KAÇ AY DAHA BUNUN HAKKINDA KONUŞACAKSINIZ??
AYRICA! SADECE KAÇTI! BAŞKA BİR ADAMLA KAÇMADI! BÖYLE BOMBOŞ
DEDİKODULAR YAYMAYI KESİN!"
Dedikoducu genç yetkililer korktular ve aceleyle oradan kaçtılar. Mu Qing kollarını birbirine
kavuşturmuş şekilde yan tarafta duruyordu.

"Kendini açıklamak zorunda değildin, şimdi kulağa daha utanç verici geliyor."

Feng Xin öfkeden deliye dönmüştü, orada bulunan bir süpürgeyi kaptığı gibi Mu Qing'e
fırlattı. Fakat Mu Qing süpürgeyi havada yakaladı ve homurdanmaya başladı.

"Bu numaralar eskidi artık. Benim üzerimde kullanamazsın."

Feng Xin tam tekrar bağırmak üzereydi ki, Xie Lian aceleyle gelip eline başka bir süpürge
tutuşturdu.

"Ah, şey. Peki ya şuna ne dersiniz? Neden ikiniz bu avluyu süpürmeme yardım
etmiyorsunuz? Daha öncesinde havai fişek patlattık bu yüzden yerlerde biraz çöp var.
Teşekkürler. Eğer sıkılırsanız, atasözlerini sayabilirsiniz."

"???"

Yaklaşık bir saat sonra manastırın dışında insan gürültüleri duyulmaya başlamıştı, ve giderek
yaklaşıyordu. Avludaki konuklar dışarı doğru bakarken, büyük bir insan kalabalığı Puqi
Manastırı'na girdi.

"BURASI MI?"

"BURASI, OHO, BAYAĞI ETKİLEYİCİ GÖRÜNÜYOR."

"GERÇEKTEN DE PİLAV VAR, BİR SÜRÜ PİLAV."

"VE ET DE."

Feng Xin ve Mu Qing'in süpürdüğü yerler, çamurlu ayaklarıyla gelen insan kalabalığı
yüzünden bir kez daha kirlenmişti. Mu Qing, sanki üstüne birisi pire bulaştıracakmış gibi
süpürgesini kavradı, gözleri fal taşı gibi açılmıştı.

"...Bu dilenciler de nereden çıktı?"


Dilenciler kalabalığına önderlik eden bir adam vardı, saçları karmakarışık ve elbiseleri de
terliydi. Bu kişi Shi Qing Xuan'dı. Topallıyor ve zıplıyordu, nezaketle ellerini birleştirdi.

"Ekselansları, sana rahatsızlık vermeye geldim! Geçen sefer kararlaştırdığımız şey hala
geçerli mi?"

Xie Lian güldü, "Herkes hoş geldi, tabii ki de geçerli! Lütfen buyrun, oturun."

"Çok kalabalık değil mi?" diye sordu Mu Qing.

"Hayır!" dedi Shi Qing Xuan, "Geçen yıl Kraliyet Başkenti'nde insan çemberinin
korunmasına yardım eden tüm ustalar burada."

İnsan çemberini korudukları sırada, Shi Qing Xuan herkese görev tamamlandıktan sonra
tavuk butları verileceğini, hiçbir ayrım olmayacağını söylemişti. Fakat kinci ruhlar
arındırıldıktan sonra kimse bulunamamıştı ve bu yüzden de tavuk butları ikramı asla
yapılamamıştı. Nihayet bugün verdikleri söz yerine getirilmiş, tavuk budu ve eriştelerini
alabilmişlerdi.

Shi Qing Xuan bağırdı, "MİLLET, BUGÜN KENDİNİZİ TUTMANIZA GEREK YOK!
HADİ YİYELİM!"

Dilenci kalabalığı masalara akın etti, hepsi inanılmaz neşeliydi, daha sonra büyük yemek
kaselerine giriştiler ve şapırtılar eşliğinde yemeye devam ettiler. O sırada aralarından birisi
konuşmaya başladı.

"Durun, bir terslik var. Bunda kötülüğün özü var!"

Kalabalık konuşan kişiye bakmak için başını çevirdi, ve gördüler ki bu şikayet Cennetin Gözü
ve arkadaşlarından geliyordu.

Xie Lian başında keskin bir ağrı hissetti, "Nasıl oldu da sizler de geldiniz?"

"Geçen sefer biz de yardım etmiştik," dedi Cennetin Gözü, "Neden gelmeyelim ki?" Daha
sonra kasesini yukarı doğru kaldırdı, herkesin yüzünde ciddi bir ifade vardı, "Millet! Beni
dinleyin, kesinlikle yanılmıyorum! Bu kaselerde kötülüğün özü var, muhtemelen iyi bir şey
değil. Çok şüpheli! Kaselerinizi hemen yere koyun, çabuk!"
Kimse onu dinlememişti. Dilenci kalabalığı verilen kaseleri silip süpürmüştü ve boş kaselerini
kaldırıyorlardı, "BİR KASE DAHA!"

Feng Xin ve Mu Qing, havai fişeklerden arta kalan kırmızı artıklarla dolu avluyu süpürürken
süpürgeyle kavga ediyorlardı ama diğerlerini doymuş ve memnun olmuş şekilde görünce
onlar da birer kase alıp masaya oturdular.

Tam o sırada Cennetin Gözü öfkeyle haykırdı, "Neden hiçbiriniz dinlemiyorsunuz?!"

Daha sonra mutfağı kontrol etmek için yerinden kalktı ama Shi Qing Xuan onu durdurdu.

"Cidden, Daozhang, fazla düşünüyorsun. Burası Çiçeği Gözeten Kan Yağmuru'nun bölgesi,
bu yüzden iblislerin ve canavarlarının özünün olması gayet normal. Pekala, endişeleniyorsun,
değil mi? Ben gidip bakacağım. Sen burada otur ve çok da fazla öfkelenme."

Gerçekten ayağa kalktı ve mutfakların olduğu yere doğru yürüdü, perdeleri kaldırdı.

"Gördün mü, şüphelenecek ne var-"

Xie Lian da konuşmaya başladı, "Bekle, ben de gidip bakacağım..."

Fakat onunla beraber Shi Qing Xuan, Feng Xin ve Mu Qing de içeri girip baktıklarında şoke
oldular.

Mutfağın içinde, kesme tahtasını deli gibi kesen bir domuz kasap vardı; arkasından sarkan
domuz bacakları olmasaydı, kestiği şeylerin insan bacağı olduğunu düşünürlerdi. Yan tarafta
dev bir tencerenin altında ateş yakılmıştı ve tencerenin içinde uzun boyunlu bir horoz ruhu
hayatının en güzel anını yaşıyormuş gibi, kendi kendini ovuşturuyordu. Dışarıdan gelen
insanların onu gördüğünü fark edince çığlık attı ve elleriyle göğsünü kapattı.

Xie Lian da tamamen şaşkındı ve fısıldamak için içeri girdi, "Sana bunu yapamazsın demedim
mi?"

Horoz ruhu göğsüne bir şaplak indirdi ve kıkırdadı, "Büyük amca! Gelmeden önce banyo
yaptık, çok temiziz! Üstelik bu çorba mayasının uzun ömürlü etkisi var, bunu yemek kimseye
zarar vermez! Sorun yok! Gönül rahatlığı ile tüketebilir!"

"..."
Shi Qing Xuan sessizce perdeleri indirirken, Feng Xin ve Mu Qing anında kaselerini yere
attılar ve tükürmeye başladılar.

"Senin hazırlamanı tercih ederdim!"

Xie Lian hem neşeli hem de üzüntülü hissediyordu, alnını ovuşturdu, "Yardım etme
konusunda epey kararlıydılar, onlara hayır diyemedim. Bunu sadece iyilik olsun diye
yapıyorlar."

Tam o sırada, Cennetin Gözü gizlice ortada dolaşan bu grubu oldukça şüpheli bulmuştu bu
yüzden o da geldi.

Ama Xie Lian onu hemen durdurdu, "Ne oldu?"

Cennetin Gözü'nün domuz kasabı ve diğerlerini gördüğü anda bir isyan çıkarmasından
korkuyordu. Ama beklenmedik bir şekilde Cennetin Gözü mutfaktakiler için değil, doğrudan,
onun için gelmişti.

Bir kere Xie Lian'ın etrafında döndü ve kafası karışmıştı, "Çok tuhaf..."

"Ne tuhaf?" diye sordu Xie Lian.

Cennetin Gözü şaşırmış görünüyordu, "Doğru olmayan bir şeyler var, Xie Daozhang.
Bedenindeki kötülüğün özü neden daha da kötüleşti?"

"..."

Xie Lian boğazını temizledi.

Mu Qing mırıldanıyordu, "Bütün gün Hayalet Kral'la takılıyor. Tabii ki de daha kötü olur."

Fakat Cennetin Gözü, "Hayır. Öyle olsa bile bu kadar olmazdı." dedi.

"Ne gibi?" diye sorguladı Feng Xin.

Çok fazla tereddüt ettikten sonra Cennetin Gözü doğrudan söyledi, "Nasıl oluyor da
kötülüğün özü bedeninin içine girebiliyor? O...artık vücudunun içine yayılmış durumda."
"..."

"Bu sefer yine büyük bir suç işlemiş olmalısın. Ne yaptın? Nasıl bu kadar kötüleşti?"

"..."

Xie Lian artık öksüremiyordu bile, neredeyse yüzü kanla dolup patlayacaktı.

Feng Xin ve Mu Qing ilk başta anlamadılar, ancak biraz düşündükten sonra ikisi de Xie
Lian'a doğru dönüp sessizliğe büründüler.

"..."

Shi Qing Xuan kafasına dank etmeyen tek kişiydi, "Ne oldu? Yani? Neler oluyor?
Ekselansları kötü durumda mı cidden? Çiçeği Gözeten Kan Yağmuru biliyor mu? Seninle iyi
ilgilenmedi mi?!"

ÇN: İyi ilgilendiği için böyle zaten anlasana sdjbajsd

Hayır hayır hayır. Zaten onun yüzünden böyle olmuştu!

Xie Lian usulca mırıldandı, "Um. Aslında. Hayır. Bence. Sen neden, hmm..."

Zihnini bir görüntü karmaşası dolduruyordu ve kafasını karıştırarak, bir yığın anlamsız sözler
söylemeye çalışıyordu. Aniden sırtı birisinin göğsüne çarptı. Gümüş kolluk takmış bir kol
beline dolandı, tanıdık bir ses sırıtıyordu.

"Bence, neden yerinize dönüp yemeğinize devam etmiyorsunuz ve başka şeyler için
endişelenmeyi bırakmıyorsunuz? Bu nasıl?"

Bu mevcut durumda, Xie Lian gerçekten kurtulmuş gibi mi yoksa daha da garip mi hissetmesi
gerektiğini bilmiyordu ve haykırdı, "San Lang!"

Hua Cheng'i gördükleri an hem Mu Qing'in hem de Feng Xin'in yüzünde karmaşık bir ifade
belirdi. Ama Xie Lian'ın önünde hiçbir şey söyleyemezlerdi.

Sadece Shi Qing Xuan hala ciddi bir şekilde sorguluyordu, "Çiçeği Gözeten Kan Yağmuru,
Ekselansları'nın vücudunu kontrol ettin mi?"
Xie Lian umutsuzca alnını tokatladı, Shi Qing Xuan'ın daha fazla soru sormamasını umut
ediyordu. Tam o sırada dilenci kalabalığından sesler yükselmeye başladı:

"BİR KASE DAHA!"

"BİRAZ DAHA ET EKLEYİN!"

"BU TAVUK ÇORBASI ÇOK YAVAN, BİRAZ DAHA TUZ EKLEYİN"

Mu Qing artık izlemeye tahammül edemiyordu, "Burasının bir manastır olduğunu biliyor
musunuz? Tanrılara tapınmak için yapılmış bir yer, kendinize biraz daha dikkat edebilir
misiniz?"

Ama dilenci grubu bunu önemsemeyi reddiyordu. Çünkü geçen sefer insan çemberi yapıp el
ele tutuştuklarında bazı göksel yetkililerin korkudan titrediklerini hatta son dakikada
kaçtıklarını görmüşlerdi. Ayrıca Shi Qing Xuan ile de tanışıyorlardı, bu yüzden tanrıların
böyle olduklarını düşünmekten kendilerini alamıyorlardı. Hayati tehlikeleri varken, dilenci
grubundan pek de farklı davranmamışlardı, artık tanrıları ulaşılmaz, yüksek ve dokunulmaz
görmüyorlardı.

Aniden mutfağın içinden şaşırtıcı bir çığlık yükseldi, "KİM VAR ORADA?"

Bunu duyan Xie Lian neredeyse kalp krizi geçirecekti, hemen mutfağa koştu. Yaban domuzu
kasabı ve horoz ruhu içeride çığlık atıyor ve bağırıyordu ve Xie Lian onları aceleyle
yatıştırmaya çalıştı.

"Sakin olun! Sakin olun! Ne oldu?"

Horoz ruhu o kadar sarsılmıştı ki, bütün tüyleri diken diken olmuştu, "BÜYÜK AMCA!
HAYALET VAR! Hayaletin biri hazırladığımız tüm yemekleri yemiş! Kafamı et suyuna
sokmuştum, tekrar çıktığımda gördüm ki bir kase bile yemek kalmamıştı! BİR HAYALET
VAR!"

Yaban domuzu kasap tükürdü, "Neyden korkuyorsun! Sen de bir hayalet değil misin?"

Xie Lian da biraz şaşırmıştı, "Bu nasıl olabilir ki? Elli kase hazırladığınızı açıkça
görmüştüm?"
"EVET!"

Ama dönüp baktığında gördü ki elli kasenin de tamamı bomboştu, hatta et suyu bile silip
süpürülmüştü!

Xie Lian'ın aklına birisi gelmişti ama hala şaşkın hissediyordu, arkasına döndüğünde Hua
Cheng'in kapıya yaslanıyor olduğunu gördü.

"San Lang, bu olabilir mi?"

"Muhtemelen," diye açıkla yanıtladı Hua Cheng.

"Mn..." dedi Xie Lian, "Muhtemelen tebrik etmeye geldi. Elbette hoş geldi ama biraz fazla
yedi...şimdi bütün yemeği yediğine göre, ne yapacağız?"

Hua Cheng gülümsedi, "Hiçbir şey. Onlara bırakalım."

Hayalet Şehir'den gelen hayalet grubu pes etti ve sıfırdan yemek hazırlamaya başladılar. Tam
o sırada, büyük salondan ve avludan tartışma sesleri yükselmeye başladı. Xie Lian tam
kavgayı yatıştırmaya gidecekti ki Hua Cheng elinden tutup onu dışarı çıkardı.

İkili el ele tutuşarak Puqi Manastırı'ndan dışarı çıktılar. Yolun üzerinde, yolu kapatan ağaçlar
vardı ve el ele tutuşmayı bıraksalar, geçmeleri daha kolay olurdu. Ancak ikisi de birbirlerinin
elini bırakmak istemiyordu, bu yüzden eğilip bükülerek yürüyorlardı.

Yürürken Xie Lian şöyle sordu, "San Lang, şimdi nereye gidiyoruz?"

"Burası çok gürültülü," dedi Hua Cheng, "Bırak isyan çıkarsınlar. Önce biz gidelim de."

Xie Lian başını arkaya çevirirken, endişeli bir ses tonuyla devam etti, "Onları öylece
bırakacak mıyız? Puqi Manastırı daha yeni inşa edildi, ya yine arbededen dolayı yıkılırsa?"

Hua Cheng pek umursamıyormuş gibi görünüyordu, "Yıkılırsa yıkılsın, yenisini yaparız.
Gege isterse, dilediği kadar manastırı olabilir."

"Hahahahahaha..."
Gece yarısı, Qian Deng tapınağının içi. Banyodan sonra, Xie Lian hafif kar beyazı bir iç
cübbe giymişti, yatağın yanındaki eski masanın önüne eğilmiş kağıda bir şeyler karalıyordu.

Hua Cheng için bir kaligrafi defteri oluşturuyordu. Hua Cheng yan tarafındaki sedirin üzerine
yaslandı ve yakası hafifçe açık bir iç cübbe giymişti. Parmakları saçlarının ucundaki kırmızı
mercan incisini döndürüyordu ve ölümüne sıkılmış gibi görünüyordu.

Yeşim taşı gibi ılık olan bir lambanın ışığında, tüm bu zaman boyunca Xie Lian'a izlemişti ve
bir süre baktıktan sonra gözlerini kıstı, tatmin olmuş görünüyordu.

İç çekti, "Gege, bu kadarı yeterli. Gelip dinlen artık."

Xie Lian az önce bir işkence çekmişti ve tekrar ayartılmamaya kararlıydı. Fakat bu ses tonu
kulaklarının alev almasına neden oluyordu, yazmaya devam ederek sakin kalmaya çalıştı.

Ciddi bir ses tonuyla şöyle dedi, "Hayır. San Lang, bugün yine birisi yazının çok çirkin
olduğunu söyledi, çok çalışmalısın, tamam mı? Yoksa kimsenin benim sana öğrettiğimi
bilmesini istemiyorum."

Hua Cheng hafifçe doğruldu, kaşlarını çattı, "Gege, geçmişte benim yazımı sevdiğini
söylediğini açıkça hatırlıyorum."

Hua Cheng geri döndüğünden beri, Xie Lian onun her sözünü dinliyor, her isteğine cevap
veriyordu, son derece uysaldı. Muhtemelen bu Hua Cheng'in giderek şımarmasının daha
kurnaz hale gelmesinin nedeniydi. Xie Lian karakterleri yazmayı bitirdi, fırçayı yere koydu,
bu kez sesi daha da sertti.

"Kes şunu. Ben bitirdim, sen de gelip pratik yap."

Hua Cheng tembel bir şekilde gelip Xie Lian'a arkadan sarıldı. Belini kucaklayarak hafifçe
eğildi, başını omzuna yasladı. Saçından o kırmızı mercan incisini çıkardı ve kağıdın üzerine
koydu, Xie Lian'ın yazmasına kasten engel olmak için yuvarladı, elini takip etti.

ÇN: Bu sahnenin olduğu


bir fanart görmüştüm nolur bulan varsa atsın bana kafayı yedim saatlerdir
Ne kadar da yaramazdı, ama varlığı ile övünme duygusu çok kuvvetliydi. Xie Lian, Cennetin
Gözü'nün ona "Kötülüğün özünün içine yayıldığını" söylediğini hatırladı. Bu Hua Cheng'in
kokusuydu, Xie Lian'ın kalbi yumuşacık olmuştu.

Biraz mücadele etti ve usulca fısıldadı, "...Düzgünce yaz."

"Peki. Gege'yı dinleyeceğim." dedi Hua Cheng.

Fırçasını kaldırdı, ama iki mısra yazdıktan sonra tekrar bıraktı. Xie Lian bir bakış attı ve
başını salladı, içinden onuncu kez falan "Umutsuz vaka" diyordu. Bir süre duraksadıktan
sonra, o da fırçasını kaldırdı ve Hua Cheng'in mısrasını tamamlamasına yardım etti.

Bitirdikten sonra, Xie Lian hafifçe üfledi ve kağıdı aldı, ikisi birlikte yazdıkları şiire hayran
hayran bakıyorlardı.

Kağıdın üzerindeki mürekkep, cennete ve dünyaya yayılan şu dört zarif ifadeyi oluşturuyordu:

"Denizi geçtiğinde hiçbir su yeterli değildir; zirveyi taçlandıran buluttan başka hiçbir bulut
güzel değildir. Çiçeklerin yanından geçiyorum, yarısı senin iyiliğin için, yarısı da aradığım
Taoizm için."

Masanın kenarında asılı duran E-Ming bile, gözü fal taşı gibi açılmıştı, bu esere hayran kalmış
gibi gözünü bile kırpmadan onları izliyordu.

Hua Cheng güldü, "Gege, çabuk, ismini yaz. Bu sözler kesinlikle tarihe damga vuracak ve
gelecek nesilleri sersemletecek."

Xie Lian daha önce Hua Cheng'in adını yazmıştı, ancak onu duyduğunda, yine de kendi adını
eklemek için fırçayı eline alamadı. Hua Cheng gülmeyi bıraktı ve ciddiymiş gibi davrandı.

"Gege, utandın mı? Sana yardım edeceğim."

Sonra, Xie Lian'ın elini tuttu ve sert darbelerle birkaç kelime yazdı. Doğal olarak kimse direkt
görmeden bu yazdığının iki kelime olduğunu ve aslında Xie Lian'ın ismi olduğunu
anlayamazdı.
Xie Lian, kafasıyla Hua Cheng'in göğsüne sırnaşarak, kendi eliyle yazılan bu şeyi izlediyor ve
gülünç hissediyordu. Birdenbire, bu karakterlerin çok tanıdık geldiğini ve bir yerlerde görmüş
olduğunu fark etti.

Kısa bir süre geçmişti ki, nerede gördüğünü hatırladı. Gözleri parıldadı ve bağırdı, "San Lang!
Kolunda!"

Hua Cheng'in kolunu yakaladı ve heyecanla haykırdı, "Bu o!"

İkisinin Puqi Manastırı'nda birlikte yaşadığı zaman, bir gün Xie Lian'ın Hua Cheng'in kolunda
yabancı bir ülkeden bazı karakterler gibi görünen bir dövme olduğunu fark etmişti. O
zamanlar kafasında düşünüp taşınmıştı ama bunun bir "yabancı yazı" olmadığını hayal
etmemişti. Görünüşe göre bu onun kendi adıydı!

Hua Cheng de kendi koluna baktı ve güldü, "Gege sonunda fark etti mi?"

"Çok uzun zaman önce fark etmem gerekirdi," dedi Xie Lian, "Bu biraz..."

Sadece, Hua Cheng'in yazısı gerçekten iblisin sanatıydı. Hiçbir şey söylemesine gerek yoktu
ve Hua Cheng ne düşündüğünü tahmin edebildi ve Xie Lian'ın beline sarılıp alnını nazikçe
burnunu sürterek gülmeye başladı.

"Endişelenme, Gege'nın yazısı güzel olduğu sürece sorun yok. Benim yazımın güzel
olmasındansa seninkinin güzelliğine milyon kere daha fazla mutlu olurum."

Xie Lian'ın eli dövmenin olduğu yeri okşadı. Dövmenin mürekkebi oldukça derindeydi, ne
kadar acı verici olduğunu hayal etmek pek de zor değildi.

Yumuşak bir ses tonuyla sordu, "Bu sen küçükken mi yapıldı?"

Hua Cheng başıyla onayladı ve gülümseyerek cübbesinin kolunu geri aşağı çekti.

O halde bunu kesinlikle kendisi yapmıştı. Küçük bir çocuğun hayranlık duyduğu birisinin
adını duvara kazıması gibiydi; çocukçaydı. Ama büyük bir cesaret örneğiydi.

Aralarına kırmızı bir ip dolanmış on parmak sıkıca birbirine kenetlendi. Aniden Xie Lian'ın
görüşünde bir sahne oynamaya başladı, bu Hua Cheng'in bir yıl önce Tonglu Dağı'nda
kelebeğe dönüştüğü sahneydi.
O son anda Hua Cheng bir şeyler söylemişti.

Sessiz olmasına rağmen, Xie Lian yine de ne dediğini tam olarak biliyordu.

Bu Hua Cheng'in doğumundan başlayıp, öldükten sonraki sonsuz hayatında yaşadığı bir
cümleydi.

"Ben sonsuza dek senin en sadık inananınım."

------

[Folklor]

Bir zamanlar sıradan dünyada, Hurda Ölümsüzü olduğuna inanıyorlardı. Hurda Ölümsüzü
olarak adlandırılmasına rağmen, kutsamaları hurda koleksiyonu değildi, ölümlü diyara verdiği
huzurdu. Bunun sebebi, aslında savaş tanrıları arasında en güçlüsü olmasıydı.

Yok edemeyeceği bir kötülük, öldüremeyeceği hayalet yoktu. Dünyayı yok etme gücüne
sahipti ama bir çiçeği ezebilecek kadar da yürekli değildi.

Fakat bir tanrıya tapınmak için bir dizi kural ve tabu vardır. Bu ölümsüze tapan biri tapınağa
gelirse, gelişigüzel bir şekilde secde etmemelidir.

Görünüşe göre bu Hurda Ölümsüzü'nün özel bir durumu vardı, ne yaparsa yapsın talihsizlik
onu bulacaktı. İnanmıyor musunuz? O halde bir zar alın, bu ölümsüzün heykelinin eline
dokunun ve zarı atın. Kesinlikle en kötü sonuç gelecektir.

O halde bu ölümsüzün beyaz giyimli heykeline dua etmek, daha da kötü şans getirecektir,
öyle ki su dişlerinin arasına sıkışabilir, Taoist cübbesi giyerken hayaletler görebilirsiniz.
.

Ayrıca ölümlü diyarda, Kızıl Cübbeli Hayalet Kral olduğu söyleniyor.

Bu Hayalet Kral, insanlık dışı olarak kabul edilmesine rağmen, çok sayıda tapanı vardı. Çoğu
zaman, Hayalet Kral'ın tapınağını gizlice kendi bölgelerinde inşa edenler, gece ve gündüz
ibadet edenler, şans için dua edenler vardı.

Görünüşe göre bu Hayalet Kral sadece yenilmez değildi, hiçbir zaman hiç kimse tarafından
mağlup edilmemişti ve şansı da inanılmaz derecede kuvvetliydi.

İnanmıyor musunuz? Zar atmadan önce önünde secde edin. Eğer yardım etmeye istekliyse, bir
sonraki atışınız kesinlikle olağanüstü olacaktır.

Ancak hayaletler tanrılar gibi değildir, bu yüzden doğal olarak daha da fazla tabuları vardır.
Bu Hayalet Kral güçlü olsa da, kişiliği tuhaf ve aşırıydı.

Mutluysa, dua etmeseniz bile size yardım eder; memnun değilse bin altın bile sizi
reddedecektir; eğer gerçekten mutsuzsa, kim bilir, belki de canınızı alabilir?

Yani mantıken saygı göstermek ve uzak durmak en iyisiydi.

Fakat insanlar bu tanrı ve hayaletin ilahi heykellerine birlikte tapınırlarsa bir mucize oluyordu.

O Kızıl Cübbeli Hayalet Kral, Hurda Ölümsüzü'nü saran tüm talihsizliği ortadan kaldırıyor ve
gerçek görünümünü ortaya çıkarmasına izin veriyordu.

İnsanlar Hurda Ölümsüzü'nün gerçek renginin aslında kirli beyaz değil, parlak bir altın rengi
olduğunu keşfediyorlardı.

Efsaneler genellikle gerçeğe dayanır. Ancak, bu muhtemelen çok uzun zaman öncesine ait bir
hikaye. Belki sekiz yüz yıl öncesinden başlayarak anlatılması gerekecekti ve anlatması çok,
çok uzun bir hikaye olurdu. İnsanların dinleyecek sabrı olmayabilirdi.
Ama kesin olan bir şey var ki: ikisinin de en güçlü halini çıkarmak için, ikisine birlikte
tapınılması gerekir.

Bu şekilde inanan kişi servetini ve gücünü ikiye katlayabilir.

Cennetin Kutsamasıyla Hiçbir Yol Sınırlı Değildir!

--

Hikayenin Sonu

Çevirmen: Maria
Bölüm 245- Ekstralar Birinci Bölüm

Fenerler & Bilmeceler, Yuanxiao Gecesi - Yuanxiao'nun tadı, yeniden bir araya
gelmenin tadıdır!

=-=-=

Spoiler Uyarısı: Bu bölüm iki kısımdan oluşmaktadır. İlk kısım 2. ve 4. bölümlerde olmayan
ve Xie Lian'ın geçmişinde bulunan bazı bilgilerden oluşuyor. İkinci kısım ise klasik HuaLian
ponçikliği işte :)

Yuanxiao Festivali: Bu festivalin yuan xiao jie (元宵节) ve shang yuan jie (上元节) gibi bir
çok farklı ismi var. Bu bölümde bir sürü farklı isim kullanılıyormuş ama ingilizceye çeviren
kişi Yuanxiao Festivali ismini kullanmış. Bu festivalin ingilizcesi Lantern Festival, yani Fener
Festivali.

Bu festival Çin yılındaki ilk ayın 15. günündedir. Yapılan genel etkinlikler ise şunlardır:
fenerleri izleme, bilmece oyunları oynama, bekar gençlerin birbiriyle kaynaşması, tatlı ve
çorba servisleri vs vs.

=-=-=

Yuanxiao Festivali, gün batımından sonra güzel bir gece.

Daha ilkbaharın başları olmasına rağmen kış mevsimi pek de uzak değildi, rüzgar keskin ve
soğuktu. Xie Lian'ın rüzgardan dolayı yüzü kızarmıştı ve sırtına bir çuval yüklenmiş vaziyette
yolun kenarında yürüyordu.

Çuvalda biraz önce toplamış olduğu bir yığın hurda vardı. Bunların bir işe yarayıp
yaramayacağını bilmiyordu, ama ne olursa olsun, bundan sonra tek geçim kaynağı bu
olacaktı.

Çok geçmeden, caddenin karşı tarafında bulunan bir pazar tezgahı ile karşılaştı.

Bu tezgaha "Heji Xiaoshi" adı verilmişti ve küçük atıştırmalıklar satılıyordu.

Görünüşe göre, bu tezgah sahibi ve ailesi yan tarafa doğru yerleştirilmiş olan bir masada
oturuyorlardı. İnce ve oldukça güzel bir hanım, sıra sıra dizilmiş olan masaların arasında
hareket ediyordu; tezgah sahibi ona etrafta koşuşturmamasını, gelip masaya oturmasını
söylediğinde "birazdan oturacağım" diyerek onu dinlememişti, sesi tıpkı bir sarıasma kuşunun
sesi gibiydi.

Müşteriler diğer masalarda ikişerli üçerli otursalar da, oraya genç hanımlar için gelmişler gibi
görünüyorlardı, eve gitmeden önce oturup sohbet ediyorlardı. Ne de olsa bugün Yuanxiao
Festivali'ydi.

Tezgahın önünde küçük bir tencere vardı ve tencerenin içindekiler şunlardı: fokurdayan ve
kaynayan suyun içinde üç küçük, parlak beyaz şey.

ÇN: Bu tenceredeki yemeğin ismi yuanxiao'ymuş.

Xie Lian adımlarını yavaşlattı ve içinden şöyle dedi, "Ah, bugün Yuanxiao Festivali."

Küçükken, her Yuanxiao Festivali'nde, Xian Le kralı ve kraliçesi onunla yuanxiao yerlerdi.
Xie Lian yemek seçen biriydi ve yemekler onun damak zevkine uymuyordu. Ünlü aşçıların
yaptığı, altın ve yeşim tabaklarda kendisine servis edilen minik lezzetler bile onu memnun
etmiyordu. Tatlı oldukları için ve yerken dişlerinin komik olduğunu düşündüğü için
sevmiyordu; hiçbir şeyi doyana kadar yemiyordu; birkaç ısırık aldıktan sonra bırakıyordu.

Daha sonra, biraz büyüyüp de, Taicang Dağı'a tarım yapmak için kaçmasından sonra, eve
yalnızca ara sıra Yuanxiao Festivali için gitmeye başlamıştı ve gittiğinde de sadece birkaç
öğün yemek yiyordu. Şimdi bunu düşünen Xie Lian, yuanxiao'nun tadını neye benzediğini
hatırlayamadığını fark etmişti.

Xie Lian tezgahın yan tarafına doğru dikkatlice bir bakış attı ve daha sonra bu sırtındaki çirkin
görünen çuvalı yere indirip tezgaha doğru yürümeye başladı.

Bambu şapkasını çıkarıp eline aldı ve konuşmaya başladı, "Dükkan sahibi, bir kase yuanxiao
alabilir miyim? Burada var mı?"

Tezgah sahibi oldukça yaşlıydı ve Xie Lian'ı dikkatle incelemeye başlamıştı ama o daha
cevap vermeden zayıf ve genç bir hanım söze girdi, "Evet, önce lütfen oturun!" Bunu
söyledikten sonra aceleyle bir kase hazırlamaya gitti. Ama Xie Lian tezgah sahibinin kafasını
iki yana salladığını gördü.
Bunu çok tuhaf buldu ve acaba kıyafetlerini kirli buldukları için mi böyle davranıyorlar diye
başını eğip üstündeki kıyafete baktı. Kirli olmadığını anladıktan sonra rahat bir nefes verdi ve
"Ne oldu?" diye sordu.

Eğer tezgah sahibi çuvalı içeri getirdiği için rahatsız olduysa, o halde hemen dışarı
çıkaracağını düşünüyordu. Fakat tezgah sahibi ona tekrar bir bakış attı ve kafasını sallayarak
şöyle dedi, "Acınası. Ne kadar da acınası."

Xie Lian cevap verdi, "Ah? Ne dediniz?"

Tezgah sahibi yanıtladı, "Yuanxiao Festivali'nde ve bu soğukta birinin yalnız başına bir sokak
tezgahında oturup yuanxiao yemesi ne kadar da acınası."

"....."

Xie Lian yanıtladı, "Böyle yapma. Burada iş yapmıyor musun..."

Tezgah sahibi onunla daha fazla konuşmadı ve boş kaseleri toplamaya başladı. Bir süre
oturduktan sonra, Xie Lian etrafındaki insanların onu incelediklerini ya da daha doğrusu,
beklenmedik şekilde büyük hurda çuvalını incelediklerini fark etti.

Tezgah sahibinin kızı çuvalın içindekileri merak ettiği için çömelmiş çuvalı dürtüyordu ama
annesi birkaç kere seslenince kalkıp gitmek zorunda kalmıştı. Xie Lian o sıralarda bıçakların
ve kılıçların bile delemeyeceği bir kalınlıkta deriye sahip değildi. Bu yüzden çuvalı yoldan
geçenlerin görmemesi için masanın altına ayağıyla itmekten kendini alamamıştı. Ne yazık ki,
orası küçük bir yerdi, masalar ve sandalyeler de küçüktü bu yüzden böyle büyük bir çuvalı
saklayamazdı. Xie Lian hafifçe öksürdü, onu izleyenleri görmezden gelmekten başka şansı
yoktu.

ÇN: Derisi kalın olmak, utanması sıkılması olmamak demektir.

Buna da alışırdı. O kadar da önemli değildi.

Birden bir şeyi hatırladı ve aceleyle elini cübbesinin göğsüne uzatıp bir şeyler aradı.
Düşündükçe ifadesi değişiyordu, "Şimdi bu daha da acınası! Sorun Yuanxiao Festivali'nde bu
soğukta açık havada tek başıma oturup yuanxiao yemek değil, asıl sorun benim yeterli param
bile yok!!!"
Aceleyle kaçmak niyetindeydi, ama tam o anda, tezgah sahibi büyük bir porselen kase ile
gelip masanın üzerine koydu ve şöyle dedi: "Beş parça para."

"....."

Xie Lian sanki nefes alamıyormuş gibi hissediyordu, "Ah.........ben........"

Bir kaç kere elini yumruk şeklinde ağzına yaklaştırıp öksürdü, tezgah sahibi araya girdi, "Hiç
paran yok mu?"

Xie Lian tam gururunun hiçe sayıp, koşarak kaçmaya hazırlanıyordu ki, büyük bir kase
gürültülü bir şekilde önüne koyuldu.

Donup kalmıştı, tezgah sahibi, "Unut gitsin. Ne kadar acınası olduğunu gördüğüm için sana
bir kase vereceğim. Sen bitirdikten sonra burayı kapatmam gerekiyor, çabuk ye ve evine dön.
Bugün Yuanxiao Festivali, ailenle birlikte olmalısın!"

"........"

Xie Lian tekrar oturdu, kendi içinden bu kaseyi bitirdikten sonra gidecek hiçbir yeri
olmadığını düşünüyordu, yumuşak bir ses tonuyla seslendi, "Teşekkür ederim."

Tezgah sahibi yanıt verdi, "Saat çok geç oldu, Yuanxiao Festivali gününde bu kadar geç bir
saatte dönmek çok uygunsuz!"

Karısı araya girdi, "O da çok çalışmış gibi görünüyor, onu azarlamayı bırak, birazdan gidecek
zaten. Miao-er, Miao-er koşuşturmayı bırak. Hep yardım etmeye gelmen, bizi kötü
hissettiriyor. Buraya gel ve bizimle yemek ye."

Genç hanım cevap verdi, "Koşuşturmuyorum!" Daha sonra, son masayı da kaldırdı ve onların
yanına gidip bir kase yuanxiao aldı.

Dört kişi konuşurken ve gülerken başka bir kişinin aralarına katılması için geri gelmesini
bekliyor gibi görünüyorlardı. Xie Lian kaseyi kaldırdı ve bu tatlı çorbadan bir kaşık aldı.

Ama hala tadının nasıl olduğunu bilmiyordu.

+
"Gege, gege?"

Ancak o zaman Xie Lian'ın dikkatini çekmişti. Hua Cheng yan tarafındaydı ve dikkatle onu
izliyordu. Kırmızı cübbe giyen Hua Cheng'in kaşları ve gözleri parlıyordu, fenerlerden gelen
ışık, (cansız göründüğü noktaya kadar) yüzüne yumuşak bir renk katmanı veriyordu.

Xie Lian'ın ona baktıkça dikkati dağılıyordu, "Ne?"

Hua Cheng yanıt verdi, "Gege yorgun mu? Yoksa yürüyemiyor mu?"

Xie Lian fazla düşünmeden kafasıyla onayladı. Hua Cheng devam etti, "Özür dilerim. Dün
gece kendimi tutamayıp biraz abarttım."

Ancak bir süre sonra, Xie Lian söylediklerine tepki gösterdi ve aceleyle ellerini salladı,
"......ne diyorsun, bu öyle bir şey değil! Bunun onunla bir alakası yok!"

Hua Cheng bir kaşını kaldırdı, "Cidden mi? Bununla bir alakası yoksa, yani abartmadım mı?
Eğer öyleyse....."

"....."

Xie Lian aniden Hayalet Şehir'in ana caddesinin ortasında olduklarını hatırladı, ona doğru
şaşkın ama temkinli bir bakış attı. Gerçekten de, zamanın bilinmeyen bir noktasında, şekilsiz
ve tuhaf yaratıklardan oluşan büyük bir kalabalık tarafından kuşatılmışlardı, kulaklarını
uzatan uzun kulaklılar, boyunlarını uzatan kısa kulaklı yaratıklar vardı ve hepsi bakır bir çan
kadar geniş açılmış gözlerle, onlara dik dik bakıyorlardı.

Xie Lian o kadar şaşırmıştı ki bir süre ne diyeceğini bilememişti. Daha sonra kendini
tutamayıp bağırdı, "San Lang!"

Hua Cheng hafifçe gülümsedi ve ellerini arkada birleştirdi, "Pekala, pekala. Benim hatam,
daha fazla konuşmayacağım."

Xie Lian da bakışlarını yuanxiao yaratığının caddenin yanındaki tezgahından çoktan geri
çekmişti. Hayalet Şehrin ana caddesinin her iki yanında bol miktarda parlak kırmızı fenerler
asılıydı ve fenerler bilmecelerle kaplıydı. Hayaletler kalabalığı haykırıyordu, "Bir bilmece
tahmin edin! Bir bilmece tahmin edin! Doğru tahmin ederseniz bir ödül alacaksınız! Çok fazla
ödül var!"
Hua Cheng Xie Lian'a döndü, "Gege, deneyecek misin? Ödül var."

Xie Lian yürümeye devam ediyordu, "Deneyeyim mi?"

Hayalet kalabalığı çok heyecanlanmıştı, birbirlerini itiyorlardı: "Şşt! Şşt! Da Bogong bir
bilmeceyi tahmin edecek! Da bofu bilmece tahmin edecek!!!"

"......."

Kalabalık sanki onun bir dansa girmesini bekliyormuş gibiydi, Xie Lian bu gürültüye maruz
kalınca artık gülse mi ağlasa mı bilemez hale gelmişti. Tam bir bilmece seçmek üzereydi ki,
kim bilir nereden gelmiş olan bir dokunaç bir fener uzattı, "Lütfen! Lütfen!"

Xie Lian'a göre bunların hepsi aynıydı. Bu yüzden feneri aldı ve bir bakış attı. Fenerin
üzerinde bilmece ile dört kelime vardı: "Beyaz bir kafa bul."

Xie Lian üzerinde hiç düşünmeden yanıt verdi, "Ben."

ÇN: Bu bilmece dört karakterden oluştuğu için kelimelerin yerini değiştirerek anlamını
değişiyor ve beyaz kafa kelimesini şapka kelimesi yapıyor. Diğerlerinde de bu mantıkla
kelimelerden başka kelime türetiyor.

Hua Cheng alkışlamaya başladı, "Gege, harikasın."

Onunla birlikte çevresindeki hayalet kalabalığı da gürültüyle alkışlıyorlardı, uluyanlar, havada


takla atanlar, tezahürat yapanlar vardı ve bunların hepsi biraz fazlaydı.

Xie Lian utanmış hissediyordu, "Aslında, bu...çok kolaydı."

Dokunaç ona ikinci feneri uzattı ve yine şöyle dedi, "Lütfen! Lütfen!"

Xie Lian feneri aldı, bu sefer bilmecede şunlar yazıyordu, "Bahar Şenliği'nde bir gün."

Benzer şekilde, Xie Lian'ın tekrar düşünmesine gerek kalmamıştı, "Koca."

Hua Cheng yine elini kaldırdı ve alkışladı. Xie Lian elini salladı, "Gerek yok. Bu da çok
kolaydı."
Hua Cheng'in gözleri parıldıyordu, "Gerçekten mi? Ama ben içtenlikle Gege'nın harika
olduğunu düşünüyorum."

Xie Lian içten içe şöyle düşünüyordu, "Saçmalık, saçmalık. Şahsen bir bana bir bilmece
getirseydin ve ben bunu çözseydim, o zaman harika olurdu..."

Tam o sırada dokunaç üçüncü feneri uzattı, "Lütfen! Lütfen!"

Xie Lian baktığı anda kaşları biraz çatıldı. Kalabalık da bağırmaya başlamıştı, "Vaah! Bu
seferki çok zor!"

Xie Lian başıyla onayladı. Gerçekten de bu, bir bakışta çözebileceği bir bilmece değildi,
"Birisinin hayranlığını ifade etmek için utangaç bir biçimde başını eğmesi."

Ama yine, bu da aşırı zor olmamıştı. Bir süre düşündükten sonra Xie Lian söze girdi,
"'Utangaç bir şekilde' kelimesi mimoza bitkisine atıfta bulunur, çimen kelimesinin bir kısmını
içerir; 'başını eğmek' ise alçak kelimesini içerir; 'hayranlığı ifade etmek' ise dökmek
kelimesinin ortasını içerir. Üçünü bir araya getirirsek, bu...'Hua'. Bu bilmecenin cevabı 'Hua'."

Bunu söyledikten sonra, cübbesini çekiştirdi. Beklendiği gibi, bilmecenin cevabını verir
vermez, etraflarındaki hayaletler, herhangi bir kısıtlama olmaksızın çılgınca dans etmeye
başlamışlardı, hareketleri neredeyse mide bulandırıcı bir şekilde abartılıydı.

Hua Cheng ona bakarken gülümsedi, "Gege, bu sefer, gerçekten de harikaydın."

Dokunaç bir kere daha fenerin birini kaldırıp ona uzattı. Xie Lian da gülümsüyordu, "Daha da
harika olan bir şeyim var. Eğer bilmeceye bakmadan cevabı bildiğimi söylesem, bana inanır
mıydın?"

Hua Cheng'in gözleri fal taşı gibi açıldı, "Elbette. Tahmin edeyim, bu sefer cevap 'Cheng'.
Hua Cheng'deki 'Cheng' değil mi?"

Feneri kaldırınca gerçekten de gördüler ki, "Hançer sapı ve hançerin bıçağı hareket ettikten
sonra güney yönüne sabitlenirler." yazıyordu. Xie Lian yorumda bulundu, "hançer sapı
hareket ettiğinde' sap kelimesini tersine çevirirsek, 'toprak' kelimesi çıkar; güney kelimesini
ve yön kelimesini alırsak, toprak ve bıçakla birleştirirsek, 'Cheng' olur. Bu aslında en zor
bilmece olabilirdi, ne yazık..."
Ne yazık ki, oyunun kurallarını daha önceden tahmin etmişti. Dört cevabı da bir araya
getirince ne elde edilirdi ki?

Xie Lian oyunlarını anladıktan sonra, hayalet kalabalığı artık neşelenmeye cesaret
edemiyordu, bunun yerine öksürmeye başladılar, her biri gökyüzüne doğru bakıyordu. Hua
Cheng'in bakışları yavaşça üzerlerinde gezinirken, çok korkmuş gibi görünüyorlardı, bazıları
fenere dalarken, bazıları yere doğru bakıyordu, her biri kafasını ellerinin arasına almış
ağlıyordu, "Chengzhu, kızma!!! Benim fikrim değildi!!!" "Benimki de değildi!!!" "Saçmalık!
En yüksek sesle katılan sendin!!!"

Hua Cheng yumuşak bir ses tonuyla söze girdi, "Toz olun."

Bir anda, sokaktaki her insan ve hayalet, arkada tek bir kişi bile kalmadan, rüzgarın savurduğu
bulutlar gibi ortadan kayboldu. Xie Lian feneri tekrar rafına astı ve gülümseyerek dedi ki,
"Hadi geri dönelim."

İkisi omuz omuza birlikte Qiandeng Tapınağı'na doğru yürümeye başladılar. Yürürken Hua
Cheng ciddi bir bakışla şunları söyledi: "Gege, lütfen bana öyle bakma. Onlara bunu
yapmalarını ben söylemedim."

Xie Lian gülümsedi, "Biliyorum. Sen olsaydın, bilmeceler böyle olmazdı."

"Ah?" dedi Hua Cheng, "O zaman Gege benim nasıl bilmeceler tasarlayacağımı düşünüyor?"

Xie Lian anında yanıtladı, "Tabii ki de şöyle olurdu, 'Benim kocam San Lang'...."

Xie Lian, ancak bu noktaya kadar konuştuktan sonra, söylememesi gereken bir şeyi
söylediğini anlamıştı ve aceleyle ağzını kapattı. Ancak artık çok geçti. Hua Cheng sesli bir
şekilde kahkaha atmaya başladı, "Gege, anladım! Çok güzel!"

".....muzip, muzip...."

Tam o anda, ikisi Qiandeng Tapınağı'na geri döndüler. Büyük salona girdikten sonra, Xie
Lian, beklenmedik bir şekilde, masanın yeşim taşı gibi olan platformuna bir şeyler koyulmuş
olduğunu fark etti. Oldukça şaşırmıştı ve bakmak için yukarı çıktı. Bunlar iki
kase yuanxiao yemeğiydi.
Arkasına doğru baktı. Hua Cheng de yanına gelerek ona katılmıştı, "Dışarıdayken Gege'nın
baktığı şey buydu, değil mi?"

Xie Lian başıyla onayladı.

Hua Cheng, "Otur ve benimle birlikte ye, Gege." dedi.

"........"

Ama Xie Lian oturmadı, bunun yerine kendisini Hua Cheng'e doğru atarak, başını onun
göğsüne gömdü. Kollarına Hua Cheng'e sımsıkı doladı ve bırakmayı da reddediyordu.

Karşılık olarak, Hua Cheng de ona sarıldı.

Yıllar sonra nihayet yuanxiao'nun tadının ne olduğunu bir kez daha hatırlamıştı.

Yazarın söyleyecek bir şeyi var:

Mutlu Yuanxiao'lar!

[Buradan sonra MXTX herkese teşekkürlerini sunuyor."

Çevirmen: Maria
Bölüm 246: Ekstralar İkinci Bölüm- Hafıza Kaybı

Ekselansları'nın Başına Gelen Tuhaf Olay: Veliaht Prens'in Anıları Kayboluyor

=-=-=

Tetikleyici İçerik Uyarısı: Cinsel taciz, mağduru suçlama.

=-=-=

Xie Lian gözlerini açtığı anda, aslında yerde yatıyor olduğunu fark etti.

Tuhaf bir odadaydı. İnanılmaz derecede kafası karışmıştı.

En son Taichang Dağı'ndaki Kraliyet Tapınağı'nda meditasyon yapıyordu, öyleyse şu anda


neden buradaydı ki?

Biraz kendinden geçmiş hisseden Xie Lian yavaşça olduğu yerde doğruldu. Yoksul biri gibi
beyaz, oldukça düz ve herhangi bir ayrıntıdan yoksun olan bir cübbe giydiğini fark etti.
Malzemesi de iyi değildi, dokusu pürüzlüydü ve rahatsız edici bir şekilde cildine
sürtünüyordu.

Alnını kırıştırdı ve ayağa kalkmayı düşündü. Fakat ayağa kalktığı anda bedeninde daha fazla
bir rahatsızlık hissetmeyi hiç beklememişti.

Kalçası ağrıyor, bacakları ağrıyor, karnı ağrıyor ve boynu ağrıyordu. Bu geceyi soğuk bir
zeminde yatarak geçirmiş olmanın bir sonucu olabilir miydi?

...İmkansızdı. Ayrıca o kadar da hassas ve kırılgan değildi.

Peki ya Feng Xin ve Mu Qing? Onları hatırlayan Xie Lian bağırdı, "Feng....Öhü, öhü,
öhü......????"

Sesi bile ne kadar rahatsız olduğunu yansıtıyordu.

Önceki gece Feng Xin ve Mu Qing'in bir kez daha küçük ve önemsiz bir şey için kavga
etmeye başladığını ve çok gürültü yaptıkları için meditasyon yapamamış olduğunu hatırladı.
Bu nedenle de onlara, dışarıda tartışmalarını emretmişti. Onların bu karşılıklı söz dalaşını
uzun süre dinleyen Xie Lian en sonunda öfkelenmişti ve dinlenmeye karar vermişti. Nasıl
olmuştu da uyuduktan sonra bu akıl almaz ve karmaşık durumun içine düşmüştü?

Bir masanın kenarından destek alan Xie Lian nihayet ayağa kalktı ve çevresini incelemeye
başladı. Burası bir han olmalıydı, ama açık konuşmak gerekirse kamp yapmak yerine bir
handa kalmayı tercih etseydi, bu handa kalmaya bütçesi asla yetmezdi.

Elleri ve ayakları bağlanmamıştı ayrıca kapı da kilitlenmemişti, bu da demek oluyordu ki


orada kilit altında tutulmuyordu. Eğer birisi ona tuzak kurduysa, onu buraya atmasının ne
anlamı vardı ki?

Xie Lian bu durumu ne kadar düşünürse, o kadar da tuhaf buluyordu, ama en tuhaf şey ise
bedeninin şu anki durumuydu. Kollarındaki ağrıya katlanarak, bedeninde ne tür yaralar
olduğuna bakmak için dış cübbesini çıkardı. Ama beklenmedik bir şekilde, Xie Lian cübbeyi
çıkarıp aşağı doğru baktığı anda beti benzi attı.

Karnından göğsüne kadar neredeyse vücudunun tamamı belli belirsiz şekilde kırmızı izlerle
kaplanmıştı. Sanki büyük çiçek yaprakları düşmüş, yeşim kadar beyaz ve soluk olan teninin
üzerini kapatmış gibiydi. O kadar şok olmuştu ki hemen kendisine bakmak için yan taraftaki
aynanın önüne atıldı.

Gerçekten de öyleydi! Sadece göğsünde değil, boynunda hatta sırtında bile bu izler vardı!
"......"

Xie Lian'ın alt kısmına bakmak için kıyafetlerini çıkarmaya gram cesareti yoktu.

Durum gayet açıktı.

Bilmediği bir nedenle bilinçsiz kaldığı bir noktada, birisi... onu kirletmişti.

Bu Xie Lian'ın "bacaklarında güçsüzlük hissettiği" ilk seferdi ama yine de çelik gibi sağlam
durabilmek için kendisini zorluyordu.

Çok eskiden, odasının önünde bekleyen hizmetçilerin aralarındaki konuşmaya kulak misafiri
olmuştu, sarayın dışında olan bazı efsanelerden bahsediyorlardı, bakireleri kaçırıp ilaçla
uyuşturarak kötü şeyler yapanlar, cinsel ya da başka amaçlarla onları satmaya çalışanlar vs
vs...

Xie Lian başını iki eliyle kavradı ve mırıldandı, "Ah, ama ben, ben bir erkeğim!........"

Şu anda gerçekten de oldukça nahoş görünüyordu. Aşk ısırıklarının yanı sıra, bedeni sıkıca
tutulduğu için bazı bölgelerinde çürükler oluşmuştu, ve hatta utanç verici bölgelerinde bile
izler vardı. Xie Lian'ın tüm bedeni buz gibi olmasına rağmen yüzü sanki alev almıştı.

Aniden çok ciddi bir şeyi anımsadı: Hayır olamaz!

Yıllardır yürümeyi seçtiği bu yol mutlak bir iffet gerektiriyordu, şu anda çok büyük bir yasağı
çiğnemiş değil miydi?!

Xie Lian acele bir şekilde güçlerini denemeye çalıştı. Gerçekten de hiç ruhsal gücü
kalmamıştı!

Xie Lian karakter olarak sakin birisiydi ama mevcut durumda sakinliğini koruyamıyordu ve
neredeyse yere yığılacaktı.

Fakat beklenmedik bir şekilde, uyandığı zaman zaten bu haldeydi ve bunu ona kimin yaptığını
ve hangi yöntemlerle onu kandırdığını da bilmiyordu. Üstelik Mu Qing ve Feng Xin de
kayıplara karışmıştı. Şu anda gerçekten de kendisini yere doğru bırakmak istiyordu.
Biraz zaman geçmiş olmasına rağmen hala bu durumu kabul edemiyordu ve oldukça üzgün
hissediyordu. Ancak böyle şaşkın şaşkın orada beklemeye devam edemezdi, bu yüzden
kıyafetlerini alıp o handan çıkmaktan başka bir seçeneği yoktu. Çıkarken onu kimse
durdurmaya çalışmamıştı. Xie Lian sonunda rahat bir nefes verdi, etrafındaki binaların,
insanların, hatta insanların konuşmalarının tuhaf olmasını bile umursamıyordu.

Fakat kalbinde hafif bir titreme vardı, insanların bedenindeki değişimi fark ettiklerini ve ona
dik dik baktıklarını düşünüyordu. Bu nedenle adımlarını hızlandırmış, sonunda da koşmaya
başlamıştı. Ormana doğru koştu ve bir ağaca yumruk attı, ağaçtan çatırdama sesi gelirken,
yüksek sesle bağırıyordu, "Aşağılık herif!!!"

Kendisine bu kadar kötü bir şeyi yapmış olan o kişiye en iğrenç küfürleri etmek istiyordu
ama yine de bulduğu şeyleri etrafa fırlatarak, "Aşağılık herif! Piç! Pislik!" diyerek
bağırıyordu. Yüreğindeki bu ateşin kendisini ele geçirip boğmasına izin veremezdi.

Kendisini salıp ağlayamazdı, bu yüzden de hissettiği bu yoğun duyguları içinde tutmaya


çalışıyordu. Bam bam bam bam bam! Peş peşe onlarca ağaç yıkıldı ve en sonunda zeminden
bir şey çıktı, bacaklarına uzanıp yalvarmaya başladı, "Taizi Ekselansları! Taizi Ekselansları,
daha fazla vurma!"

O sırada Xie Lian'ın kalbi öfkeyle doluydu. Fakat bu yaşlı adam aniden yerden çıkmıştı, belli
ki sıradan bir insan değildi. Yaşlı adamı görünce Xie Lian şaşırıp kaldı, "Sen de kimsin?"

Yaşlı adam gözyaşlarını sildi ve yanıt verdi, "Ben buradaki Yer'im, Taizi Ekselansları! Bu
orman parçası benim tarafımdan büyütüldü! Eğer sizin gibi bir kıdemli, vurmaya devam
ederse, elimde hiçbir şey kalmayacak!"

Xie Lian bu yaşadıklarının başkasını ilgilendirmediğini ve böyle dikkatsizce dışarı vurmaması


gerektiğini düşündü. Ayrıca bu adam küçük olmasına rağmen yine de bir tanrıydı, üstelik
yaşlıydı, bu yüzden saygı duyulması gerekiyordu. Hemen öfkesini bastırıp ellerini çekti, nefes
alış verişi biraz yavaşladı, "...özür dilerim, buna sebep olan bendim. Devirdiğim bütün
ağaçların parasını sana ödesem olur mu?"

Yer, Xie Lian'ın bacaklarına sarılmış olan ellerini serbest bıraktı ve aceleyle bağırdı, "Hayır,
hayır, hayır, gerek yok, gerek yok, sizin gibi bir kıdemli bana nasıl ödeme yapabilir? Benimle
konuşmaya istekli olmanız bile, bu küçük tanrının bölgesini ihtişamla şereflendiriyor!"
Xie Lian söylediklerinin biraz tuhaf olduğunu hissetti, ne olursa olsun bu Yer hala bir tanrıydı
ve görünüşe göre ondan çok daha yaşlıydı, öyleyse neden ondan bu kadar korkuyordu ve hatta
ona "kıdemli" diye sesleniyordu ki? Bütün bunları daha fazla sorgulayacak durumda değildi
bu yüzden nazik bir ses tonuyla şöyle sordu, "Bu bölgenin Yer'i olduğuna göre giriş ve
çıkışları gayet iyi biliyor olmalısın. İki kişiyi aramama yardım edebilir misin?"

Soruyu sorduktan sonra ödeme yapmak için elini cübbesine attı, tam o sırada Yer gördü ve
çılgınca ellerini salladı, "Gerek yok, gerek yok! Kimleri bulmak istiyorsunuz?"

Xie Lian yanıt verdi, "Hizmetkarlarım, Feng Xin ve Mu Qing."

"....."

Yer'in yüz ifadesi birdenbire tuhaf bir hal almıştı. Xie Lian "Ne oldu? Bir sorun mu var?" diye
sordu.

Yer yanıt verdi, "Hayır, hayır, hayır , hayır, hiçbir problem yok. Sadece..." Sadece- sekiz yüz
yıl olmuştu ve Taizi Ekselansları, hala Nang Yang General ve Xuan Zhen General'e
hizmetkarlarım diyerek sesleniyordu. Bu iki generalin ona öfkelenip öfkelenmeyeceğini kim
bilebilirdi ki? İç çekti, iki generalin ona kızması önemli değildi: eğer önündeki kişinin
dediğini yapmazsa, bu kişi daha çok öfkelenebilirdi. Daha sonra devam etti, "Lütfen bir süre
burada bekleyin, ben gidip sizin için arayacağım."

Xie Lian, "Çok minnettarım" diye yanıt verdi. Nezaketle eğildi ve başını kaldırdığında, Yer
çoktan kaybolmuştu.

Xie Lian başının hala sıcak olduğunu hissetti ve alnını tuttu. Ne kadar olduğunu bilmediği bir
süre geçtikten sonra, önünde şüpheli bir ses duydu: "Sorun ne?"

Xie Lian başını kaldırdı, Feng Xin ile Mu Qing'i gördü.

Fakat sanki önündekiler tanıdığı Feng Xin ve Mu Qing değillerdi. Aslında, ikisinin de
görünüşü değişmemişti, ama etraflarındaki hava çok farklıydı, artık iki küstah genç gibi değil
de, arenalarda pek çok zafer kazanmış iki general gibi görünüyorlardı. Dahası, her ikisi de
sıradan insanların giyebileceği türden olmayan, pahalı ve lüks siyah cübbeler giymişlerdi. En
azından, Xie Lian onların böyle kıyafetler giydiklerini bu zamana kadar hiç görmemişti.
Ona soru soran kişi Feng Xin'di ve ilerleyip ona doğru yürümüştü, "Ekselansları burada tek
başına ne yapıyorsun?"

"...."

Xie Lian cevapladı, "Soru sorması gereken asıl kişi benim, ikiniz nereye kaçtınız? Dün gece
tartışmanız için sizi dışarıya gönderdim, bu sabah neden ortadan kayboldunuz?"

Feng Xin ve Mu Qing'in her ikisi de, sanki onun ne dediğini anlamamışlar gibiydiler, Yer gibi
tuhaf ifadeler gösteriyorlardı. Xie Lian'ın başı sanki çatlayacakmış gibi ağrıyordu ve
tekrarladı, "Kıyafetleriniz neden böyle? Neler oluyor???"

Feng Xin başını eğdi ve giydiği cübbeyi inceledi, "Kıyafetlerin nesi var? Gayet normal
değiller mi?"

Daha sonra Mu Qing de araya girdi, "Ne diyorsun? Uyuyunca aklını mı kaçırdın? Ben dün
gece senin yanında değildim."

Xie Lian elleriyle kendi başını kavradı. Bağırmak ve çığlık atmak istiyordu, ama sakin kalmak
için kendisini zorluyordu, bir süre kafa yorduktan sonra söze girdi, "Anlıyorum? Siz de benim
gibi, bir nedenden ötürü kaçırıldınız ve burada tutuluyorsunuz."

Feng Xin'in ve Mu Qing'in ifadeleri giderek daha da tuhaf bir hal alıyordu. Feng Xin, "Benim
ihmalkarlığım. Ekselansları, bizi neden buraya çağırdığını söylemiyorsun?"

Mu Qing de gözlerini devirdi, "Sormaya gerek yok. Dediğim gibi, kendi aramayıp
başkasından bizi aramasını istemiş. Yüzde seksen beyninde bir problem var."

Xie Lian ne hakkında konuştuklarını anlamamıştı, "Kim o kişi? Guoshi mi?"

"...."

Feng Xin ve Mu Qing birbirlerine bir bakış attılar, bir süre duraksadıktan sonra, Mu Qing ileri
doğru bir adım attı, "Taizi Ekselansları."

Xie Lian şaşırmıştı, "Ne??"


Mu Qing devam etti, "Hafızam biraz bulanık durumda. Son birkaç gündür ne yapıyor
olduğumuzu bana söyleyebilir misin?"

Xie Lian yanıtladı, "Son birkaç gündür Kraliyet Tapınağı'nda meditasyon yapmıyor
muyduk?"

Mu Qing, "Hua Cheng nerede?" diye sordu.

Bu ismi duyduktan sonra Xie Lian çok güçlü bir aşinalık duygusu hissetti ama bir süre
düşündükten sonra yine de kim olduğunu anlayamamıştı, "Hua Cheng...kim?"

ÇN: DOSTLAR, ROMALILAR, YURTTAŞLARIM, ADAM KOCASINI UNUTTU YETİŞİN !


İMDAT YA

"......................"

Mu Qing cevap verdi, "Pekala. Anlıyorum."

Yan tarafa doğru bir bakış attı ve durumu tartışmak için oldukça afallamış olan Feng Xin'i
kenara çekti. Xie Lian aniden hareketlerinin bayağı şüpheli olduğunu hissetti ve temkinli bir
şekilde şöyle sordu, "Neyi anlıyorsun? Siz ikiniz neyden bahsediyorsunuz?"

Aralarındaki küçük konuşmayı bitirince ikisi geri döndüler, Feng Xin seslendi, "Ekselansları,
hadi gidelim."

Xie Lian daha da şüphelenmeye başlamıştı, "Nereye?"

Mu Qing de söze girdi, "Seni bu durumu çözebilecek birine götüreceğiz. Hadi gel!"

Xie Lian hala çok temkinliydi ve geriye doğru birkaç adım atmıştı. Xie Lian'ın kaçmak
istediğini görünce Mu Qing "Gitme!" diye bağırdı ve sanki onu tutmak istiyormuş gibi elini
sallayıp bir ışık yıldırımı gönderdi. Ama Xie Lian nasıl bundan kaçamazdı ki?

Koşmaya başladı!

Koşmaya başladığı an Feng Xin ve Mu Qing şoke olmuştu. Rüzgar kadar hızlı bir şekilde
onun peşinden giderken Feng Xin bağırıyordu, "Siktir ya! Sıçtık gerçekten sıçtık! Bu nasıl
oldu? Hafızasını kaybettiyse bile nasıl böyle olabilir! Tek seferde sekiz yüz yılı nasıl
unutabilir??"

Mu Qing de bağırıyordu, "Sonunda! Sonunda o saçma şeyleri yemekten aklını kaybetti!"

"Bu nasıl olabilir? Korkarım ki, yalnızken bir kaza geçirmiş. Acele edip onu bulmamız lazım.
Şu an zihninde on yedi yaşında!"

Bu durumda bile Mu Qing laf sokmaktan geri kalmıyordu, "Evet, naif, aptal ve şımarık Taizi
Ekselansları!"

"Bekle! Önce ona durumu anlatalım, acele edip neler olduğunu anlatalım!"

Böyle bir şey oluyorken elbette o kişiye içinde bulunduğu durumu söylemek zorundalardı!

Xie Lian tek nefeste, neredeyse dört kilometre koşmuştu ve en sonunda nefes nefese kalmış
bir şekilde durmuştu. Hala sanki dev bir ağa takılmış da kaçamıyormuş gibi hissediyordu.

Sahiden neler oluyordu böyle?

Her şey çok garipti. Çok çok garipti!

Mu Qing'in güçlerini nasıl bilmezdi ki? Bu kadar güçlü bir ruhsal ışık çıkarması için birkaç
yıl daha meditasyon yapıp kendisini geliştirmesi gerekiyordu. Kesinlikle bu kişi gerçek Mu
Qing değildi!

Ve kendisi. Kendisi de hiç normal değildi. Böyle bir koşuyla bile bedeni hala bir kırlangıç
kadar hafif hissediyordu. Her zaman bedeni kırlangıç kadar hafif olsa da şu anda eskisinden
çok, çok daha fazla hızlıydı.

Hiçbir şey normal değildi!

Sakin ol, sakin ol, sakin ol. Xie Lian aniden bir şeyi hatırladı: Az önce Mu Qing sanki bir
isimden bahsetmiş gibiydi.

Mırıldandı, "Hua Cheng."


Bu isim ona çok yabancı olmalıydı fakat ismi söylediği an bilinmeyen bir nedenden ötürü,
sanki kalbinin bir köşesinde çiçek açıyor gibiydi, kalbi usulca pırpır ediyordu. Ve bu yüzden,
ileri geri volta atarken, bu ismi tekrarlamaktan kendisini alamamıştı.

Hua Cheng, Hua Cheng, Hua Cheng.

Bu çok önemli birisi olmalıydı, belki de mevcut durumun anahtarıydı. İlk önce onu bulması
gerekiyordu.

Bir karara vardıktan sonra, Xie Lian şehre doğru yürümeye başladı.

Xie Lian vücuduna bir şey olduğunu ilk keşfettiğinde bunu kabul edememişti ama şimdi
hafiften sakinleşmeye başlamıştı. Kalbi ve bedeni hala aşırı derecede rahatsız hissetmesine
rağmen, içinde bulunduğu bu gizemli durumdan ötürü, endişelenecek zamanı yoktu. Gerçek
Feng Xin ve Mu Qing hiçbir iz bırakmadan ortadan kaybolmuştu ve perde arkasındaki
suçluyu ortaya çıkarana kadar, çabucak kendisini toparlayıp, gerçeği araştırması gerekiyordu.

Ve bu şekilde düşünüp yoluna devam etti, şehre adım attığı anda tamamen sakinleşmiş
durumdaydı.

Rastgele bir çayevi seçerek üst kattaki pencerenin yanında bir koltuk seçti, fakat hiç de çay
içecek havada değildi. Xie Lian masadan bir fincanı alıp incelemeye başladı. Fincanın içinde
bazı eski çay lekeleri vardı. Bu manzarayı görmek bile onu yormuştu, bardağı yere koydu ve
görmezden geldi.

Çayevinde elinde pipa tutan ve etrafta şarkı söyleyerek gezinen bir kız vardı, çeşitli yaşlardan
adamlar oturmuş gözleriyle onunsüzüyorlardı. Bu kız evden kaçıp kendisine ait olabileceği bir
yer arayan bir bakire hakkında yerel bir şarkı söylüyordu ama masada oturan adamlar birden
bağırmaya başladılar, "Anlamsız! Kulağa hoş gelmiyor, değiştir!" "Aynen bu şarkı hiç güzel
değil, değiştir, değiştir, değiştir!" "Şarkıyı değiştir!"

ÇN: Pipa telli bir müzik aleti

Herkes aynı fikirde gibi görünüyordu ve dinleyicilerin istediği gibi şarkıyı değiştirmek
durumunda kalmıştı, ama bu sefer de dinleyenlerin baştan aşağıya kadar kızaracağı yavaş,
yumuşak melodili, erotik bir şarkı söylüyordu. Ancak o zaman bu dinleyici grubu tatmin
olmuştu ve şarkıyı onayladıklarını belirtmeye başlamışlardı.
Fakat ikinci kattaki pencerenin önünde oturan Xie Lian için bu şarkı son derece uygunsuzdu.

Şarkı sözlerini dikkatle dinleyince bunun, evlilik gecelerinde genç bir karı koca arasında
geçen şeylerle ve bal gibi tatlı olan tutkularıyla ilgili olduğunu fark etmişti, gerçekten de aşırı
cüretkar bir şarkıydı. Bunu geçmişte duymuş olsaydı, sözlerine dikkat etmez, duymazdan
gelirdi çünkü bu onu ilgilendirmezdi, hayatında böyle şeyler yapmayı asla düşünmezdi. Ama
şimdi durum tam olarak aynı değildi.

Ne olduğunu tam olarak hatırlamasa da, bir şey olmuştu ve böyle şeyler yaşadıktan sonra bu
şarkıyı dinleyen birinin düşünceleri elbette ki farklı olacaktı. Dahası, korkutucu bir şey daha
keşfetmişti: şu anda düşünceleri tamamen kontrolünün dışındaydı!

Bu şarkı duygularını son derece sarsmıştı. Ve zihninde belli belirsiz bazı görüntüler
beliriyordu: parmakları birbirine kenetlenmiş iki el; ve parmakların arasında asla
kopmayacakmış gibi görünen kırmızı bir ip; ve kulağında da baştan çıkarıcı bir sese sahip bir
adamın nefes nefese kalmış sesi.

....Bunlar neydi? Sahiden bütün bu olanlar neydi?!

Xie Lian hem utandığını hem de sinirlendiğini hissediyordu, dudağını ısırıp yumruğunu sert
bir şekilde sıktı. Bir süre sonra neredeyse kemikleri kırılacaktı, nihayet daha fazla dayanamadı
ve acımasızca elini masaya vurdu.

"BAM" sesi, yakınlardaki birkaç masadaki müşterileri yerinden sıçratmıştı ve ona fal taşı gibi
açılmış gözlerle bakıyorlardı. Ancak o zaman Xie Lian, irkilerek kendine geldi ve sessizce
özür diledi. Çaresizce iki elini de kullanarak kulaklarını kapatmaya çalışıyordu, böylece artık
hiçbir şey duyamayacaktı. Kendi kendine şöyle düşündü, eğer kız şarkı söylemeye devam
ederse, o zaman buradan ayrılacaktı!

Aniden şarkı durdu, ve keskin bir çığlık sesi onu kaybolduğu düşüncelerden çekip çıkardı. Xie
Lian başını kaldırdığında, kalabalık bir grubun kızın etrafını sardığını ve onu tuzağa
düşürmeye çalıştıklarını gördü. Şarkıcı kız pipasına sarıldı ve üzgün bir ses tonuyla
konuşmaya başladı, "Lordlarım, şarkılarımı dinlemeniz bizim için yeterli, bana
dokunmayın......"

Adamlardan birkaçı ikna edici bir ses tonuyla yanıt verdi, "Dokunmanın nesi var? Ne de olsa,
sana sadece biz dokunmuş olamayız, burada şarkı söylerken, kimsenin sana dokunmamış
olduğuna inanmayı reddediyorum!"
Şarkıcı kız o kadar korkmuştu ve o kadar üzgündü ki gözleri kıpkırmızı olmuştu, "Ne demek
istiyorsunuz? Ben sadece şarkılarımı satıyorum, bedenimi değil!"

Ancak çevredeki insanlar kasıtlı olarak onun açıklamasını duymazdan geliyorlardı, "Heh!
Bakireymişsin gibi konuşuyorsun. Gerçekten düzgün olsaydın, kendini satmazdın!"

"Aynen! Az önce o erotik şarkıyı söylüyordun ama şimdi de kendini satmadığını


söylüyorsun? Bizi kandırabileceğini mi sandın, tamamen saçmalık!"

Şarkıcı kız o kadar öfkelenmişti ki neredeyse bayılacaktı. Titreyen bir ses tonuyla yanıt verdi,
"Ah, onu söylememe izin veren sizdiniz, siz söylettiniz, ben de söyledim."

Fakat şarkıcı kız ne derse desin bu kalabalığın da ona karşılık verecek sözleri mutlaka vardı,
"Biz izin verdik diye mi söylüyorsun? Sen hep bu kadar itaatkar mısın? Bu zaten, en başından
beri bu insanları baştan çıkarmak için bu şarkıyı söylediğinin bir kanıtı!"

Xie Lian bu adamları dinlemeye daha fazla katlanamıyordu.

Öncesinde zaten öfkeliydi ama şimdi daha da öfkelenmişti. Beyaz bir ışık parladı ve tacizci
adamlar ne olduğunu bilmeden birer birer yere serildiler. Kalabalığı yöneten adam ortaya
geçti ve yüksek sesle bağırdı, "Sen kim olduğunu sanıyorsun? Bizi kızdırmaya mı cüret
ediyorsun?"

Xie Lian, şarkıcı kızın önünde koruyucu bir tavırla duruyordu. Parmak eklemlerini çıtlatırken
yüzünde herhangi bir öfke belirtisi yoktu. Derin bir ses tonuyla yanıt verdi, "Bu kadar yeter.
Böyle bir güzellikle karşı karşıya kalan herkesin kalbinde bir şeyler uyanırdı. Ama ona nasıl
davranacağını bilmiyorsan, bu utanç verici ve aşağılık bir duruma dönüşür."

Aradan birisi bağırdı, "İlk önce kendisi o erotik şarkıyı söylemeye başladı. O istediği şarkıyı
söyleyebilir ama biz istediğimiz gibi ona dokunamayız, öyle mi?"

Xie Lian her kelimenin üstüne basarak cevap verdi, "Doğru. O istediği şarkıyı söyler ve sizler
de istediğiniz gibi ona dokunamazsınız!"

Daha konuşmasını bitirmeden yedi sekiz kişiyi alt kata fırlatmıştı. Kıçlarının üzerine düşenler
şok ve korku içerisinde ona bakıyorlardı. Gerçekte hiçbiri ağır şekilde yaralanmamıştı ama bu
onları korkutmak için yeterliydi. Ne de olsa hiç kimse Xie Lian'ın nasıl saldırdığını net bir
şekilde göremiyordu, hal böyleyken herhangi biri nasıl karşı saldırıdan bahsedebilirdi ki? Bir
anda panik içerisinde dağıldılar. Yukarıda bulunan Xie Lian, arkasına doğru baktı. Şarkıcı kız
ayağa kalktı ve büyük bir minnettarlıkla ona doğru eğildi, "Dao Zhang'a bu kalabalığı
dağıttığı için çok teşekkürler!"

Xie Lian anında yanıtladı, "Elimi sallamaktan daha zahmetli bir şey değildi. Küçük Hanım,
hala burada kalmayı mı düşünüyorsun?"

Şarkıcı kız başıyla onayladı. Xie Lian da "Pekala. O zaman şarkı söylemeye devam et."
diyerek kafasını salladı.

Bunu söyledikten sonra daha önce oturduğu yere doğru yöneldi, cübbesini düzeltti ve oturdu.
Diğer adamlar onun ayrılmadığını, hala orada oturduğunu gördüler, artık tekrar kızı
sıkıştırmaya cesaretleri yoktu. Şarkıcı kız onun orada oturmasının nedenini anlayınca daha da
minnettar hissetti. Ağzını açtığı anda bu kez söylediği şey, canlı ve yerel bir halk şarkısıydı.

Xie Lian kendisine bir fincan çay koydu, tam içmek üzereydi ki başını eğip çay lekesini bir
kez daha fark etti. Bir süre tereddüt ettikten sonra içemedi ve iç çekerek fincanı tekrar masaya
bıraktı. Bir an düşünmeden başını arkaya doğru çevirdi ve gördüğü şey karşısında donakaldı.

Sokağın karşısında, bulunduğu çay evinden bile daha zarif, çok katlı bir şarap evinde tek
başına oturan bir adam ona doğru bakıyordu.

Kırmızı kıyafetler giymiş, uzun boylu bir adamdı.

Ona hafif vahşilik katan siyah bir göz bandı taksa da, yine de bu bant yakışıklılığını
gizleyemiyordu. Giysileri akçaağaç yaprakları kadar kırmızıydı, teni kar kadar beyazdı ve
elinde gümüş gibi ışığı yansıtan, şarapla dolu bir fincan tutuyordu. Tek bir bakışta bile, aşırı
derecede göz alıcıydı. Xie Lian'ın tarafına doğru bakıyordu, uzaktan sanki gerçekten de ona
bakıyordu. Gözleri Xie Lian'ın gözleriyle buluşunca hafif bir şekilde gülümsedi ve ona
saygısını sunuyormuş gibi bardağını hafifçe kaldırdı.

"......."

Açıklanamayan nedenlerden ötürü, Xie Lian'ın bakışları bu adamın bakışları ile birleştiği
anda, vücudundan bir ürperti geçmiş gibi hissetmişti, bu yüzden aceleyle gözlerini kaçırdı.

Fakat soğukkanlıymış gibi davransa da kalbi adeta ağzında atıyordu.


Ne kadar da garipti. Bu adam gerçekten de olağanüstü derecede göz alıcıydı ve gizemli bir
cazibeye sahipti. Ancak geçmişte hiç çekici bir erkek görmemiş değildi, peki neden bu adama
böyle bir tepki veriyordu ki?

Biraz düşününce aslında bu düşüncenin de yanlış olduğunu fark etti. Bu düşünce yanlıştı,
çünkü geçmişte hiç bu kadar yakışıklı bir adam görmemişti.

Düşünceleri bu noktaya gelince Xie Lian kendi kendine, bu kişi çok ender biri olmalı diye
düşündü: En iyisi ona karşı dikkatli olmaktı. Başını tekrar arkaya doğru çevirdi ama bu sefer
kırmızılı adam ortadan kaybolmuştu.

Bir anda böyle kaybolduğunu düşününce, Xie Lian sanki bir akçaağaç yaprağının aşağı
düşüşünü izliyor gibiydi. Yaramazca gözlerinin önünde parıldamış, kaybolmadan önce bir
anlığına da olsa dünyasını aydınlatmıştı. Sanki gerçek değildi bu, geçici bir rüyaydı.

Bir süre daha bu şarap evine bakıp da o adamdan hiçbir iz göremeyen Xie Lian sonunda pes
etmişti. Hayal kırıklığı mı yoksa başka bir şey mi hissettiğini bilmiyordu. Hafifçe nefes verdi,
kaşlarını çatıp, "Boş versene!" diye düşündü.

Beklenmedik bir şekilde, tekrar kendi önüne baktığında, o fark etmeden önce birinin masaya
oturmuş olduğunu gördü. Birisi elini yanağına dayamış şekilde oturuyordu ve hayran hayran
onu izliyordu.
Bu iki adamın gözleri buluştu. Xie Lian hafifçe irkildi ama karşısındaki kişi gülümseyerek
söze girdi, "Dao Zhang bana bir bardak şarap ikram etmek ister mi?"
Bu daha öncesinde uzaktan onu selamlamak için kadehini kaldıran kırmızılı adamdı.

Çevirmen: Maria
Bölüm 247: Ekstralar Üçüncü Bölüm- Hafıza Kaybı 2

Ekselansları'nın Başına Gelen Tuhaf Olay: Veliaht Prens'in Anıları Kayboluyor 2.

=-=-=

Karşısına geçmiş, gelişigüzel bir şekilde oturmuştu.

Xie Lian bir süre gözlerini kırpıştırarak ona doğru baktı, ve sonunda karşısındaki kişinin
kendisiyle konuştuğunu fark etti. Kalbi bu duruma anında tepki gösterdi ve hafifçe sarsıldı.
Ama şu anda yanlış bir tepki vermek onu dezavantajlı duruma düşürürdü, bu yüzden
sakinliğini korumaya çalıştı ve nazik bir ses tonuyla yanıt verdi, "Ne yazık ki, bu güçsüz kişi
şarap içemez ve size de ikram edemez."

Kırmızı giyimli adam güldü ve daha rahat bir oturuş pozisyonu aldı, "Gerçekten mi? Ama
Dao Zhang'a baktığımda onu rahatsız eden bir şeylerin olduğunu anlıyorum. Sanki bir içkiye
ihtiyacı varmış gibi..."

Xie Lian'ın yüz ifadesi hiç değişmedi, "Korkarım ki, Lordum yanılıyor."

En büyük kurallardan birini çiğnemiş olsa da, onurunu korumalıydı. Bu yüzden daha küçük
olan kuralları görmezden gelip, tekrar çiğneyemezdi.

Karşısındaki adamın yüz ifadesi oldukça yumuşak, ses tonu nazik olsa da hala geri adım
atmıyordu, "Madem Dao Zhang gönüllü değil, kendim alsam nasıl olur?"

Xie Lian önce onu, daha sonra da çevresini inceledi. Etraflarında boş masa da yok değildi ki,
öyleyse neden burada şarap içmekte ısrar ediyordu? Ama yine de onu reddetmek için elinde
geçerli bir sebebi yoktu, "Lütfen, kendiniz alın."

Bu cevabı aldıktan sonra karşı taraf tembel bir şekilde eliyle işaret yaptı. Garson daha önce
hiç bu kadar iyi giyimli birisini görmemişti. Hemen iki tane şarap kadehi getirdi ve hızlı bir
şekilde masayı sildi, en ufak bir saygısızlık göstermeye cesaret edemezdi.

Kırmızı giyimli adamın nasıl sakince oturduğunu ve kendisine şarap koyduğunu gören Xie
Lian daha fazla kendini tutamadı, "Lordum böyle hep ilk kez tanıştığı kişilerden kendisine
içki ısmarlamasını mı ister?"
Adam usulca gülümseyerek yanıt verdi, "Ha? Elbette bu doğru değil. Sıradan insanlar benim
yüzümü dahi göremezler."

Üslubu ve ses tonu oldukça küstahtı. Ama Xie Lian bir gram bile rahatsızlık duymamıştı.

İkili oturmaya devam ediyorlardı. Xie Lian sakince etrafına bakınıyor, hiç konuşmuyordu. Ve
yine ağzını açıp konuşmaya başlayan kişi bu kırmızılı adamdı.

Bir eliyle çenesini destekliyordu, "Bu Dao Zhang'ın soyadı nedir? Size nasıl hitap
etmeliyim?"

Xie Lian bir saniye bile düşünmeden sahte bir soyadı uyduruverdi, "Benim soyadım Hua."

Adam bir kaşını kaldırdı, "Ah, demek Hua Dao Zhang."

Xie Lian da aynı soruyu ona yöneltti, "Peki ben size nasıl hitap etmeliyim?"

Adam cevapladı, "Dao Zhang bana San Lang diyebilir."

Xie Lian bu kişinin gerçek kimliğini açıklamak istemediğini fark etti bu yüzden daha fazla
üstelemedi. Tam o sırada, bu kırmızı giyimli adamın yanağına yakın bir kısımda siyah bir
örgü olduğunu ve bu örgünün ucunda mercan kırmızısı bir incinin olduğunu gördü.

Boncuk parlaktı ve ışıltılıydı, küçük olmasına rağmen tek bir bakışta bile inanılmaz derecede
pahalı olduğu anlaşılabilirdi. Ama Xie Lian neden, sanki bu inciyi daha önce kendi odasındaki
mücevherlerin arasında görmüş gibi düşünmekten kendisini alamıyordu ki?

Ama yine de emin olamıyordu. San Lang da onun bakışlarını fark etmişti, "Beğendiniz mi?"

Bunu söylerken ince parmaklarıyla bu mercan kırmızısını parmaklarının arasına almış


çeviriyordu.

Ona bakarken, bilinmeyen bir nedenden ötürü Xie Lian'ın kalbi sıkışmaya başlamıştı. Sanki
birisi aniden bir yerini çimdiklemiş gibi şiddetli bir şekilde irkildi.

Bu hareketi oradaki insanların da dikkatini çekmişti ve diğer masalarda oturanlar ona dönmüş,
bakıyorlardı. San Lang gelişigüzel bir şekilde kaşlarını kaldırdı, o da şaşırmıştı, "Dao Zhang
iyi mi?"
Xie Lian'ın ayağa kalkmasına yardım etmek istiyormuş gibi elini uzattı. Tabii ki de, Xie Lian
onun ayağa kalkmasına yardım etmesine izin veremezdi, aceleyle yerine geri oturdu, "Sorun,
sorun yok. O boncuk..."

"Ah." dedi San Lang, dudaklarındaki gülümseme hala duruyordu, "Bu boncuk mu?"

Parlak bir gülümsemeyle elindeki boncukla oynamaya devam ediyordu, "Bu sevgili eşimden
bir hediye. Dao Zhang bununla ilgili ne düşünüyor?"

"......"

Xie Lian, "Ah, güzel. Gerçekten çok güzel." diye yanıtladı.

Aslında ne söylediği hakkında en ufak bir fikri yoktu, dizlerinin üzerine koyduğu
parmaklarını sıktı. Oldukça rahatsız hissediyordu, bu yüzden sakince oturamıyordu.

Kırmızı giyimli tuhaf adam parmaklarının arasındaki o boncukla oynuyordu ama Xie Lian
hareketlerinde açıklanamaz bir şehvet seziyordu.

Sanki parmaklarının nazikçe okşadığı şey bir boncuk değil de bedeninin hassas bir bölgesiydi.
Xie Lian'ın yüzü sanki alev almıştı, güçlükle nefes alıyordu ve dayanmakta bayağı
zorlanıyordu.

Bu normal değildi. Bu kesinlikle hiç normal değildi.

İsminin "San Lang" olduğunu söyleyen bu kırmızılı adam çok yakışıklıydı ama nedendir
bilinmez, etrafına insanları ürperten bir hava yayıyordu. Xie Lian'ın kalbinde alarm çanları
çalıyordu ve kendisini zar zor sakinleştiriyordu. Korku hissini yenerek bakışlarını onun
üzerine sabitledi ve bir nefes verdi, "Kusura bakmazsanız, neden yaklaşmak için beni
seçtiğinizi sorabilir miyim?"

San Lang gülümsedi ve yumuşak bir ses tonuyla yanıt verdi, "Neden bu kadar
şüpheleniyorsunuz? Dao Zhang'ın zarafeti ve çekiciliği kalbime dokundu. Ve karşı
koyamadım. Eğer sizi gücendirdiysem, lütfen beni bağışlayın."

"....."
Xie Lian ona inanmalı mı yoksa inanmamalı mıydı bilemiyordu, bakışlarını başka yöne doğru
çevirdi. Ama kalbinde hafifçe bir pişmanlık duruyordu, bu kişinin karşısında oturmasına izin
vermemeliydi, bu karmaşık düşünceleri aklını daha da karıştırıyordu. Tam o sırada şarkıcı
kızın çalışma saati bitti, kalabalığa doğru eğilip teşekkür etti ve Xie Lian'a tatlı bir gülümseme
atıp oradan uzaklaştı. Artık kız da gittiğine göre Xie Lian'ın orada kalmak için bir nedeni
yoktu ve ayağa kaltı, "Hoşçakalın Lordum, içkinizi içmek için acele etmeyin."

Son cümlesinin bir miktar meydan okuma anlamı taşımasını istemişti ama sözler ağzına
geldiği anda nazik bir şekilde dudaklarından ayrılmıştı. Xie Lian'ın bu kırmızı kıyafetli adama
daha fazla bakmaya cesareti yoktu bu yüzden alt kata doğru uçtu ve hızlı adımlarla ilerlemeye
başladı. Kendisini kimsenin takip etmediğinden emin olduğunda, rahat bir nefes verdi.

Ama durduğu anda, yine kaybolmuş gibi hissediyordu.

Kıyafetleri gitmişti, parası ve bütün mal varlığı gitmişti, kılıcı, hizmetkarları hatta ruhsal
güçleri bile kaybolmuştu.

On yedi yıllık yaşamında, daha önce hiç bu kadar karmaşık ve çözülemeyen bir durumla
karşılaşmamıştı. Xie Lian başını salladı ve yoldan geçenleri, orasının neresi olduğunu sormak
için durdurdu. Yoldan geçenlerin verdiği cevaptaki ismi Xie Lian bilmiyordu, daha önce hiç
duymamıştı. Bu yüzden onlara başka bir soru yöneltti, "Kraliyet Başkenti'ne ne kadar
uzaklıktayız? Kraliyet Başkenti hangi tarafta kalıyor?"

Xian Le'nin Kraliyet Başkenti'nden bahsettiğini söylememişti. Yoldan geçenler cevap


verdiler, "Kraliyet Başkenti'nin güneyindeyiz. Orası buraya çok uzak."

Tam da beklediği gibi. Buradaki insanların aksanı ve etraftaki binaların yapıları biraz tuhaftı.
Kraliyet Başkenti'ne yakınmış gibi görünmüyordu bu yüzden Xie Lian da uzakta olduğunu
tahmin etmişti. Onu buraya getiren kişiyi ve neden getirmiş olduğunu bilmiyordu.

Bir süre ileriye doğru yürüdükten sonra Xie Lian daha zor bir sorunla karşılaştı.

Acıkmıştı.

Fakat daha önceden de belirtildiği gibi, bütün parası gitmişti. Veliaht Prens olduğunu
kanıtlayacak tüm aksesuarları da ortadan kaybolmuştu ve Yer'e verebilecek bir kaç altın bile
çıkaramamıştı. Daha öncesinde oradan buradan bulduğu bozuklukları çayevinde otururken
harcamıştı ve ağız dolusu bir çay bile içememişti. Ve şimdi midesi bomboştu.
Aç ayı oynamazdı. Devam edebilmek için bu küçük sorunu çözmesi gerekiyordu.

Tam kaşlarını çatmış bunu nasıl çözebileceğini düşünürken, ileride, yerde bir şeyin parladığını
gördü.

İleri doğru yürüdü ve yere çöktü, bu gerçekten de inanılmazdı.

Birisi buraya birkaç tane altın düşürmüştü!

Altınların yanı sıra gümüş paralar da vardı. Güpegündüz yere düşürülmüş paralar bulmuştu ve
Xie Lian şu an şanslı mıydı yoksa şanssız mıydı bilemiyordu.

Xie Lian parayı eline aldığında ilk merak ettiği şey birisinin bu kadar parayı kazara düşürüp
düşürmediğiydi bu yüzden caddeye doğru koştu ve yoldan geçenlere sormaya başladı,
"Affedersiniz, burada para düşürmüş olan biri var mı?"

İnsanların çoğu başlarını iki yana sallamıştı ama bazı tembel kişiler hiç utanmadan yanına
gelip, "Ben düşürdüm! Onu ben düşürdüm" diye yanıtladılar. Xie Lian onlara ne kadar
düşürmüş olduklarını sordu. Ama cevap veremediler ve kahkaha atarak yanından uzaklaştılar.

Xie Lian'ın tüm fikirleri tükenmişti. Bu yüzden bir tütsü çubuğunun yanma süresi kadar
bekledikten sonra caddenin karşısına gidip bir tane buharda pişmiş çörek aldı.

Xie Lian daha önce hiç böyle bir buharda pişmiş çörek yememişti. Kocamandı ve
bembeyazdı, yumuşak ama biraz da tatsız görünüyordu. Ancak parayı daha fazla kullanmak
da istemiyordu. Bu para birisinin çaresizce ihtiyaç duyduğu bir para olabilirdi ve harcamak
onun için oldukça korkutucuydu. Bu yüzden en az miktarda, ihtiyacını karşılayabilecek
kısmını almıştı.

Hayatında ilk defa bu kadar büyük bir çöreği elinde tutuyordu, hala biraz tuhaf hissediyordu.
Küçük bir sokaktan geçti ve daha ıssız bir caddeye ulaştı. Tam çöreği ağzına götürecekti ki, o
sırada, yan tarafından bir el uzandı ve çöreği ondan aldı.

Bu hareket gerçekten olağandışıydı. Xie Lian çok şaşırmıştı, elleri bomboş kalmıştı. Bakmak
için başını çevirdi, beklenmedik bir şekilde, çayevindeki kırmızılı adam tam yanında
duruyordu!

Xie Lian afallayıp kaldı.


Bu adamın onu buraya kadar takip edeceğini hiç beklememişti. Dahası, çöreğini de alacağını
hiç düşünmemişti!

Bir süre şaşkın şaşkın baktıktan sonra, çöreği geri alması gerektiğini hatırladı ve zıplayarak
almaya çalıştı, "Geri ver!"

Çöreği geri almak için oldukça çabalıyordu ama kırmızılı adamın hareketleri ondan daha da
hızlıydı. Ayrıca ondan çok daha uzun boyluydu, bir ışık gibi kenara çekildi, "Bunu yeme."

Bunu söylemesine rağmen çörekten bir ısırık aldı. Artık Xie Lian yemek istese bile o çöreği
yiyemezdi. Bir Veliaht Prens olarak doğmuştu ve başkasının ısırdığı bir şeyi yemesi
imkansızdı. Gözleri fal taşı gibi açıldı, "Sen!"

Bir süre duraksadıktan sonra öfkeyle sordu, "Bunu neden yapıyorsun?"

Bu kişiyi ilk gördüğünde, onun çok farklı birisi olduğunu ve onunla arkadaş olmak
isteyebileceğini düşünmüştü. Ama onun böyle bir haydut olmasını hiç beklememişti!

Biri kırmızı diğeri beyaz olan iki silüet ışık hızıyla hareket ediyordu, izleyenler için bayağı
bulanık bir görüntüydü. Hiç kimse bir çörek için bu iki kişinin böyle heyecan verici bir
kavgaya tutuştuğunu düşünmezdi. Xie Lian daha hızlı olup San Lang'ın hareketlerine ayak
uydurabileceğini düşünüyordu ama uzuvları sanki onunla aynı fikirde değildi. Dahası, bütün
gününü yorgun, hüsrana uğramış ve tetikte hissederek geçirmişti, kalçası ve bacakları
ağrıyordu. Tam kavganın ortasındayken bacakları büküldü ve aniden yere düştü. Beklemediği
bir acı hissetti ve dişlerini sıktı.

Bir yeri acıyordu.

Söylemesi bile utanç verici bir bölgesinden tarif edilemez bir acı yayılıyordu.

Bu acı zaten bedeninde vardı: sadece şu ana kadar kasıtlı olarak görmezden gelmek için çok
çaba sarf etmişti ama bir anda, daha da şiddetlenmişti. Ani düşüşle beraber yüz ifadesi
değişmişti. San Lang'ın da ifadesi değişmişti, hızlıca onun kolunu yakaladı, "Ge..."

Daha sonra hemen konuşmasını değiştirdi, "İyi misin?"


Xie Lian inanılmaz derece utanç duyuyordu, yer yarılsa da yerin içine girseydi. Yüzü kızarmış
bir halde, çaresizce kolunu geri çekmeye çalışıyordu, "Lütfen bana istediğin gibi hitap etme
ve beni böyle yakalama!"

Beklenildiği üzere San Lang onun kolunu bıraktı ama bu sadece sembolikti, bu sefer de Xie
Lian'ın omzunu kavradı, "Sorun ne? Neren acıyor?"

Ses tonu kulağa çok endişeli geliyordu ve rol yapıyormuş gibi de görünmüyordu. Xie Lian
ona kaba bir şekilde yanıt veremezdi, nezakete nezaketle karşılık verilmesi kuralına uyması
gerekiyordu. Fakat, neresinin acıdığı ve neden acıdığını düşündüğü sırada hem utanmış hem
de hüsrana uğramış hissediyordu, bütün günün çabası boşa gitmişti. Tüm gücünü toplayarak
ayağa kalkmaya çalıştı, "......Hiçbir yerim acımıyor, hiç de acımıyor!"

Bu cümleyi söyler söylemez arkasını dönüp kaçmaya başladı. Ama beklenmedik bir şekilde
arkasındaki adam onun bileğini yakalamıştı ve ne kadar çabalarsa çabalasın elinden
kurtulamıyordu. Xie Lian ona doğru döndü ve öfkeyle bakıyordu, onun bu ifadesini gören San
Lang iç çekti, "Ah, Dao Zhang, hepsi benim hatam. Lütfen bana kızma. Peki barışmak için
sana bir içki ısmarlasam nasıl olur?"

Nedendir bilinmez, Xie Lian ne zaman bu kişinin yüzüne baksa kalp atışları
düzensizleşiyordu. Bu duyguya hiç alışık değildi ve hızlı bir şekilde kaçmayı düşünüyordu,
"Kim senden içki ısmarlamanı istiyor? Ben şarap içmiyorum! Çabuk, bırak beni."

"Pekala, pekala." dedi San Lang, "O zaman akşam yemeği olur mu? Acıkmış olmalısın."

Xie Lian çok öfkelenmişti. Bu kişi onunla böyle bir tonla ve böyle bir üslupla konuşmaya
nasıl cesaret ederdi! Sanki Xie Lian bir çocukmuş da onu ikna etmeye çalışıyormuş gibi
davranıyordu. Daha önce hiç bu tür bir aşağılamaya maruz kalmamıştı, "Beni yemeğe
çıkarmanı da istemiyorum. Aç değilim. Lütfen biraz saygı göster!"

Fakat midesi onunla aynı fikirde değildi ve tam sözlerini bitirdiği sırada tuhaf bir ses
çıkarmıştı.

Xie Lian'ın bedeni kaskatı kesildi. Öfkeden yüzü kızarmıştı ve kekelemeye başladı,
"Sen....sen....sen, neden beni rahatsız ediyorsun? Bir rahat ver artık!"

San Lang ona sert bir şekilde baktı, "Dao Zhang, hala fark etmemiş olabilir misin?"
Onun ifadesinin ciddileştiğini gören Xie Lian anında yanıt verdi, "Neyi fark etmemiş olabilir
miyim?"

"Bedeninde lanetli bir nesne var." dedi San Lang.

Xie Lian donakaldı. Aniden bileğindeki bir şey gevşedi, beyaz bir yılan gibi kayarak önünde
yükseldi ve bir sonraki an ona doğru saldırdı!

Ama daha o dokunamadan kırmızılı adam hızlı bir hamleyle onu yakalamıştı, "Bak."

"....."

O bir parça ipek kuşak sanki zehirli bir yılan gibiydi, bakınca bile insanın tüyleri diken diken
oluyordu.

Bunca zaman boyunca, bu yaratık bedeninde saklanmıştı!

Bununla birlikte Xie Lian nihayet anlamıştı.

Gözlerini kırpıştırdı, "Yani....bana yaklaşmanın nedeni bedenimdeki bu lanetli nesneyi fark


etmiş olman mıydı?"

San Lang'ın ifadesi daha da ciddi bir hal aldı, "Mn. Bu oldukça tuhaftı bu yüzden öyle
davrandım. Neyse ki sana zarar vermedi."

Gerçekler nihayet ortaya çıkmıştı. Daha önce karşısındaki bu beyefendiye karşı ne kadar kaba
davranmış olduğunu düşününce Xie Lian oldukça utandı, elleriyle yüzünü kavradı. Bu kişi
ona nazik davranırken o, onun haydut olduğunu düşünmüştü. Kasvetli bir şekilde başını eğdi,
"Lordum, çok teşekkür ederim. Hatalı olan bendim."

Eğilirken San Lang onu yakalayıp kaldırmaya çalıştı, "Bir şey değil. Bir şey değil, ben hiçbir
şey yapmadım."

Başını kaldıran Xie Lian biraz tedirgin hissediyordu. Bu kırmızılı adamın yüzü ciddi olmasına
rağmen bilinmeyen bir nedenden ötürü dudakları ve gözleri gülümsüyormuş gibi
görünüyordu. Onun ne kadar tuhaf davrandığını fark etmiş olduğunu düşünen Xie Lian daha
da utanmış hissetti.
Normalde, kendi yaşıtlarına göre Xie Lian oldukça olgun sayılırdı. Fakat nedense bu adama
ne zaman baksa sakin kalamıyordu. Bu da onun daha da rahatsız hissetmesine neden
oluyordu. Neyse ki San Lang onun bu halini fark etmemiş gibi görünüyordu, "Bu mesele
çözüldüğüne göre, ben yola koyulacağım. Dao Zhang, görüşürüz."

Xie Lian da içgüdüsel olarak cevap verdi, "Mn. Görüşürüz."

San Lang el salladı ve arkasını dönüp oradan uzaklaştı. Ama nedense Xie Lian onun
arkasından birkaç adım atmaktan kendisini alıkoyamamıştı.

Belki de nereye gitmesi gerektiğini bilmediği içindi ya da hala büyük bir karmaşa içerisinde
olduğu içindi. San Lang dönüp arkasına baktığı sırada Xie Lian irkildi ve kendine geldi.
Olduğu yerde durup etrafına bakınıyormuş gibi yaptı. Ama artık çok geçti.

O yönden birkaç kahkaha sesi geldi, Xie Lian kulak memesinin bile kırmızıya döndüğünü
hissedebiliyordu.

İnatla ona doğru bakan San Lang onun kollarına sarıldı ve gülümsedi, "Tekrar karşılaşmayı
beklemeyelim. Şu anın doğru zaman olduğunu düşünüyorum. Peki ya şimdi Dao Zhang
benimle bir içki içmek ister mi?"

Daha önceki zarif ve şık şarap evine döndüler.

Daha yeni tanışmış olduğu bu kırmızılı adam son derece cömertti, restoranın sunduğu en
pahalı yemeklerden ve şaraplardan sipariş veriyordu. Bu yemeklerin Kraliyet
Başkenti'ndekilerden hiç de aşağı kalır yanı yoktu, hatta Xie Lian bazılarını ilk defa
görüyordu. O kadar acıkmıştı ki, gözleri hiçbir şeyi görmeden yemeye devam ediyordu. Fakat
birden, elini çenesine dayamış şekilde kendisini izleyen San Lang'ı fark etti. Sanki Xie Lian'ı
yemeği gibi görüyormuşçasına, tereddütsüz bir şekilde izliyordu.

"....."

Bu şekilde izlenince Xie Lian tekrar rahatsız hissetmeye başlamıştı ve artık yerinde sakince
oturamıyordu. Şu anda çok aç olduğu için görgü kurallarını çiğnediğini ve kötü bir görüntü
sergilediğini düşünüp yemek çubuklarını masaya bıraktı, hafifçe öksürdü, "....Utanç verici bir
şeye şahit olmana neden oldum."
"Ha? Utanç verici olan nedir? Beni umursama. Lütfen, lütfen yemeye devam et."

Buharda pişmiş çörek için kavga ettiğini hatırladığı sırada Xie Lian daha da utanmış hissetti.

Kıyafetlerini düzeltti ve beyaz ipek kuşağa baktı, bu konu hakkında konuşmakta kararlıydı,
"Bu lanetli şey neden bedenimde saklanıyordu? Bunca zaman onun varlığını fark etmemiş
olmam, sanki...."

Sanki aslında çok uzun zamandır üstüne giydiği bir şeymiş ve artık ona alışmış gibiydi.

İpek kumaş hala ona doğru atlamak için çabalıyordu. San Lang tutuyor olmasaydı ona yılan
gibi sarılmış olacaktı. Ona baktığında sanki... Sanki onu çok sevmiş gibiydi.

San Lang kuşağın ona doğru hareketlendiğini görünce yemek çubuklarını kullanarak onu
aşağı doğru çekti, "Görünüşe göre bu lanetli nesnenin bayağı kötü alışkanlıkları var. İyi bir
eğitimden geçmesi gerekiyor."

"Eğitimden ziyade, kökenine bakmak daha iyi olacaktır." dedi Xie Lian.

Bir süre belirli konular hakkında konuştular. Xie Lian Kraliyet Başkenti'nde doğmuş ve
yetiştirilmişti. Şimdiye kadar hiç bu kadar farklı deneyimlere sahip, sohbeti keyifli olan
birisiyle tanışmamıştı. San Lang'ın konuşmasını dinlerken gözleri parlıyor, gülümsemesine
engel olamıyordu. Neredeyse tüm endişelerini unutmuştu. Uzun bir süre geçtikten sonra, Xie
Lian tuhaf bir meseleyi hatırladı, "San Lang, sana birisini tanıyıp tanımadığını sorabilir
miyim?"

San Lang ipek kuşağı yere doğru fırlattı, "Kimi?"

Xie Lian yanıt verdi, "Şey, durum şöyle ki, Hua Cheng isminde birini arıyorum."

Bu ismi duyunca San Lang kaşlarını kaldırdı, "Pekala. O kişiyi bulduğunda ne yapacağını
sorabilir miyim?"

Xie Lian samimi bir şekilde cevapladı, "Dürüst olmak gerekirse, bilmiyorum."

San Lang'ın ses tonundan Hua Cheng'in kim olduğunu bildiğini tahmin eden Xie Lian tekrar
söze girdi, "Senden bir şeyler sakladığımı düşünüyor olabilirsin ama durum gerçekten de bu.
Onu bulduğumda ne yapacağımı ben de bilmiyorum. Bugün uyandığımdan beri kendimi çok
garip durumların içinde buluyorum."

Tek nefeste bütün olan biteni anlattı ama utanç verici olduğunu düşündüğü kısımları atladı,
"Yani ben de bu kişinin önemli biri olduğunu düşünüyorum. San Lang biliyorsa bana
söyleyebilir mi?"

San Lang gülümsedi, "Ah, bunda bir sakınca yok. İlk tanıştığımızdan beri Dao Zhang ve ben
çok iyi anlaşıyoruz, bu yüzden sana yardım etmem çok normal. Hua Cheng...."

Xie Lian dikkatli bir şekilde onu dinliyordu, "Evet?"

"O deli bir adam."

"Nasıl deli bir adam?"

San Lang bir kadeh şarap koydu ve kadehi eline aldı, "Bir inanan."

"Kimin inananı?"

"Xian Le Veliaht Prensi'nin."

"Öhü, öhü, öhüü."

Xie Lian aceleyle bir ağız dolusu çayı yuttu, "Bekle, bekle, ben- Xian Le Veliaht Prensi henüz
bir tanrı olmadı, nasıl olur da bir inananı olur?"

San Lang hiç endişe içermeyen bir ses tonuyla yanıt verdi, "Er ya da geç yükselecek. Sonuçta
tanrılar böyledir. Eğer birinin tanrı olduğunu düşünüyorsanız o zaman o kişi tanrıdır. Hua
Cheng böyle düşünüyor."

Xie Lian gülse mi ağlasa mı bilemiyordu, "Cidden bu çok tuhaf!"

Bir süre duraksadıktan sonra ekledi, "....fakat, Veliaht Prens'in bir tanrı olacağına gerçekten de
bu kadar inanıyor mu?"

San Lang usulca yanıtladı, "Sadece inanç değil."


Daha sonra gülümsedi, "Mutlak bir adanmışlık."

Xie Lian da gülümsedi, "O halde, bu kişinin beklentilerini boşa çıkarmamalıyım."

Kollarını birbirine kavuşturdu, "Ben bu Hua Cheng'i nerede bulabilirim?"

"Dao Zhang, onunla gerçekten tanışmak istiyor musun?" diye sordu San Lang.

"Evet."

Ama San Lang onun bu fikrini onaylamamış gibi görünüyordu, "Hua Cheng çok kötü biri."

Xie Lian hafifçe kaşlarını çattı, "Kötü mü? Ne kadar kötü?"

Kendisinin yükseleceğine inanan birisinin kötü olduğuna inanmak istemiyordu. San Lang
yanıt verdi, "Bu konuda..."

Tam o anda Xie Lian bir şeyi fark etti.

Şimdiye kadar dikkatli davranmış ve San Lang'a doğrudan bakmamıştı. Birbirleriyle sohbet
edip ısındıktan sonra artık ona bakmaya başlamıştı.

San Lang'ın ellerinde birisi yan taraftaki parmaklıklara dayanmıştı ve hafifçe vuruyordu. Beş
parmağı da oldukça uzun ve zarifti, üçüncü parmağına kırmızı bir ip dolanmıştı.

Xie Lian daha önce çayevindeki şarkıcı kızın şarkı söylediği sırada zihninde oluşan
görüntüleri anımsadı: tül perdelerin altında, birbirine sıkıca kenetlenmiş iki el.

Üst kısımda duran elin üzerinde kırmızı bir ip vardı.

Çevirmen: Maria
Bölüm 248: Ekstralar Dördüncü Bölüm- Hafıza Kaybı 3

Ekselansları'nın Başına Gelen Tuhaf Olay: Veliaht Prens'in Anıları Kayboluyor 3

=-=-= =-=-= =-=-=

Bir anda Xie Lian'ın gözleri fal taşı gibi açıldı.

"Sorun nedir?" diye sordu San Lang.

Xie Lian aklındakileri nasıl kelimelere dökebilirdi ki? Kandırılmıştı, oynanmıştı, düşündükçe
kan alnına doğru hücum ediyordu. Avcunu masanın üzerine vurdu, her kelimeyi dişlerini
sıkarak söylüyordu, "...Yani, o, sendin."

Masanın onun darbesine dayanması mümkün değildi, anında kırılmıştı. Neyse ki şarap evinin
ikinci katında onlardan başka kimse yoktu, aksi takdirde dehşete düşerlerdi. Xie Lian'ın elinde
bir silah yoktu, birden yumruğunu savurdu. San Lang hala sakince oturuyordu, sadece hafifçe
başını eğmişti.

Yumruğunun şiddetiyle arkadaki duvar ufalanarak dökülmeye başladı. Fakat San Lang yine
de bir milim bile yerinden kıpırdamamıştı. Kollarını birbirine doladı ve kaşlarını kaldırdı,
"Dao Zhang bu ne anlama geliyor?"

Xie Lian'ın yüzü kızarmıştı, sanki kulaklarından alev çıkıyordu ve şu an nasıl göründüğü
hakkında hiçbir fikri yoktu. Öfkeden yumruğunu sıktı, neredeyse kemiklerinin çatırdama sesi
geliyordu, "Sen....rol yapmayı bırak. Bana neler yaptığını....gayet iyi biliyorsun."

San Lang'ın bakışları biraz yükseldi, "Maalesef, Dao Zhang'a ne yapmış olduğumu
bilmiyorum. Nasıl seni bu kadar öfkelendirdim? Lütfen beni aydınlatır mısın?"

"....."

Karşısındaki kişi ona masum bir yüz ifadesiyle yanıt vermişti. Böyle bir durumda, ona cevap
olarak ne söyleyebilirdi? Xie Lian daha önce hiç böyle biriyle karşılaşmamıştı, öfkeden artık
midesi bulanıyor, kalbi yerinden çıkacakmış gibi atıyordu. Yüzü kıpkırmızıydı, söylediği her
şey tutarsızdı, "Kes sesini! Senin gibi biri....senin gibi utanmaz birini ölümüne
döveceğim...aşağılık...utanmaz..."
San Lang iç çekti, "Dao Zhang, samimi bir şekilde söylüyorum, senden böyle bir tepki
görmeyi beklemiyordum. Neden utanmaz ve aşağılık olduğumu söylüyorsun?"

Xie Lian güçlükle de olsa bir nebze sakinleşmeyi başardı, "Beni daha fazla kandırabileceğini
sanma! Elindeki kırmızı ip bunun bir kanıtı, senin...."

"Ah?" dedi San Lang, elini kaldırdı ve devam etti, "Bundan mı bahsediyorsun? Bu kırmızı
iple ilgili bir sorun mu var?"

O kırmızı ipe baktığında Xie Lian sanki kalbine bıçak saplanmış gibi hissetti, "Anladım. O
zaman...elindeki bu ip...."

"Hangi zaman?" diye sordu San Lang.

"......"

O anda Xie Lian gerçekten de onu ölümüne dövmek istemişti.

Neler olduğunu bilmesine rağmen yine de soruyordu, çok ahlaksızdı!

Ama kan beynine sıçramış olmasına rağmen, anlam veremediği bir nedenden ötürü ona elini
bile kaldıramıyordu. Dahası, hareket etmesine engel olan şey bir başkasının kontrolü altında
olması değil, aksine kendi bedeniydi!

Tam o sırada birkaç kişi üst kata doğru gürültülü bir şekilde geliyordu, "Bu iki Lord ne
yapıyor?! İstediğiniz gibi ortalığı yıkıp dökmeyin!"

Xie Lian arkasına doğru dönüp seslendi, "Burası tehlikeli! Önce, siz...."

Tek bir bakışla donup kalacağını kim bilebilirdi ki?

Oradaki herkesin elinde kırmızı bir ip vardı!

Xie Lian düşünmeden bağırdı, "O elinizdeki kırmızı ipler nedir?"

Aralarından birisi cevap verdi, "Kırmızı ip mi? Sadece kırmızı bir ip, ne var ki bunda?"
Xie Lian'ın kafası çok karışmıştı, bu kırmızı ipi takmak bu bölgede moda olan bir şey olabilir
miydi ki?

Tekrar kafasını çevirdi, San Lang onun neler düşündüğünü anlamış gibi görünüyordu, "Dao
Zhang doğru tahmin etti. Kırmızı ip bağlamak buralarda çok yaygın bir gelenektir.
İnanmıyorsan lütfen aşağıdaki kalabalığa bak."

Xie Lian bakışlarını şarap evinin alt katına doğru çevirdi. Tam da beklediği gibi, kalabalık
grubu oluşturan insanların ellerine dolanmış kırmızı ipler vardı, "Ne tür bir gelenek bu?" diye
sordu.

San Lang hafifçe gülümsedi, "Bu konu, Hua Cheng ile ilgili."

"Ha?"

"Çünkü o ve sevgilisi kırmızı bir ip ile birbirlerine bağlandılar. Birçok kişi bu geleneği takip
ederek, sevdiklerine kavuşmak için parmaklarına kırmızı ip doladılar."

Xie Lian şaşkınlıkla dinliyordu, "Demek ki....bu Hua Cheng harika biri olmalı? Bu kadar çok
insanın hevesli bir şekilde bu geleneği takip etmesini sağlamak..."

"Harika ya da değil, kiminle karşılaştırdığına bağlı. Ah, doğru ya Dao Zhang, yere düşen bir
şey var, onu incelemek için alabilir miyim?"

Bununla beraber sonunda Xie Lian tepki vermeye başlamıştı. Daha öncesinde saldırgan bir
tutum sergiliyordu fakat nihayet öfkesi dinmişti ve böyle davrandığı için de kendini suçlu
hissetmeye başlamıştı. Aceleyle elini çekti, "Özür dilerim, özür dilerim San Lang...çok özür
dilerim. Öfkelenip yine seni yanlış anladım..."

San Lang sakinliğini korumaya devam etti, ve o şeyi almak için eğildi, "Sorun değil. Dao
Zhang, bunu sen mi düşürdün?"

O karmaşanın içinde yere birkaç parça altın düşmüştü. Muhtemelen Xie Lian'ın kolunun
içinden düşmüşlerdi, Xie Lian tam konuşmak üzereydi ki, San Lang'ın gözlerini kısarak
altınlara baktığını fark etti.

"Ah, bu altın parçalar oldukça tanıdık görünüyor."


Konuşma şekli ne çok hızlı ne de çok yavaştı. Belinden ona benzeyen başka bir altın çıkardı.

Bu iki parça, birbirinin tıpatıp aynısıydı!

Hiç düşünmeden Xie Lian söze girdi, "Yani bu altınlar senin miydi?"

"Evet, düşürmüştüm. Daha sonra aramak için geri döndüm ama....."

Bunu duyunca Xie Lian aniden panikledi, bir yanlış anlaşılmaya sebep olduğunu
düşünüyordu, "San Lang, açıklamama izin ver."

"Endişelenmene gerek yok." dedi San Lang, "Elbette Dao Zhang'ın açıklamasını
dinleyeceğim."

Xie Lian rahat bir nefes verdi, "Şöyle oldu: bu altınları caddede buldum. Aslında sahibine geri
vermeyi düşünmüştüm ama uzun bir süre beklememe rağmen kimse aramaya gelmedi. O
sırada, ben gerçekten de çok......."

Bu noktaya gelince biraz utanç hissetti. Başını eğdi, kısık bir ses tonuyla devam etti, "Ve bu
yüzden ben...kendi fikrimle hareket ettim ve paranın bir kısmını yiyecek bir şeyler almak için
ödünç aldım. O çörek...Kullandığım parayı daha sonra faiziyle beraber geri ödeyeceğimi
düşündüm. Ama bunların hiçbiri, bana ait olmayan bir şeyi kullanmış olduğum gerçeğini
değiştirmiyor. Özür dilerim."

"Dao Zhang'ın böyle hissetmesine gerek yok." dedi San Lang, "Bu çok normal bir şey değil
mi? Seni zaten yemeğe davet etmek istemiştim, ayrıca çöreğini de ben yememiş miydim?
Böyle küçük bir şey için lütfen rahatsız hissetme. Çok ilginç değil mi? Benim kaybettiğim bir
şey Dao Zhang tarafından bulunmuş. Karşılaşmamız gerçekten de kaderin belirlediği bir
buluşmaymış."

Onun affettiğini gören Xie Lian'ın kalbi yumuşacık olmuştu, "Hazır lafı açılmışken, San Lang
çok dikkatli olmalısın. Caddeye çok fazla para düşürdün ama yine de farkında olmadın. Bir
dahaki sefere bu kadar dikkatsiz olma."

Tam o sırada yan tarafta bekleyen garsonlar onlara seslendi, "Bu iki Lord sakinleşti mi? Eğer
öyleyse, kırılan masaların maliyetini hesaplayalım."

Xie Lian, ".............."


Eskiden olsa, ne olursa olsun ödemek, onun için sorun olmazdı. Ama şu anda buharda pişmiş
çörek alacak bile parası yoktu. Fakat San Lang öne çıktı, "Sorun değil. Benim hesabıma yaz."

Az önce San Lang'a o saldırmıştı ve bütün bu arbede onun yüzünden olmuştu ama şu anda
yine de San Lang onun kırdıklarını ödemeye gönüllüydü. Xie Lian onun cömertliğinden ve
sıcaklığından öyle etkilenmişti ki, kelimeler kifayetsiz kalmıştı. Zar zor yutkundu, "Sen........"

Bu garsonlar birazcık tuhaftı. O kadar masayı kırıp dökmesine rağmen yine de onları neşe
içerisinde daha zarif bir masaya geçirmişlerdi. İkisi tekrar oturuyorlardı, Xie Lian hem suçlu
hem de minnettar hissediyordu. Şu anki hislerini gerçekten de kelimelere dökemiyordu. San
Lang endişeli bir ses tonuyla söze girdi, "Dao Zhang, sanki az önce bir şey seni rahatsız
ediyormuş gibiydi. Sorun nedir? Kim tarafından, ne yapıldı?"

"......"

Xie Lian olanları nasıl yüksek sesle dile getirebilirdi ki? Daha yeni sakinleşmişti ama utanç
hissi yüzünden yine kulaklarına kadar kızarmıştı, ses tonu çok yumuşaktı, "....Bir şey yok.
Önemli bir şey olmadı."

San Lang hala ısrar ediyordu, "Eğer Dao Zhang için sorun olmazsa bana söyleyebilir mi?
Belki San Lang yardımcı olabilir."

Karşısındaki kişi iyi niyetliydi ama Xie Lian yine de kendisini köşeye sıkışmış hissediyordu.
Kıpırdamadan duramıyordu, çaresiz bir ifadeyle yanıt verdi, "....Gerçekten de bir şey yok. San
Lang lütfen artık sormayı bırakır mısın?"

Gerçeği söylemesi çok zordu.

Onun paniklediğini görünce, artık San Lang daha fazla üsteleyemezdi, "Pekala. Nerede
kalmıştık? Hua Cheng'le tanışmak mı istiyorsun?"

Xie Lian tüm cesaretini toplayarak cevapladı, "Hı-hı. San Lang'ın buna bir çözümü var mı?"

"Elbette var." dedi San Lang, "Ama şu birkaç gün içinde Hua Cheng ile görüşmek oldukça
zor."

"Neden?"
San Lang yemek çubuklarını kullanarak sebze tabağındaki sebzelerle gülümseyen bir yüz
yaptı, "Son zamanlarda sevgilisi biraz rahatsızmış ve onun da sevgilisine eşlik etmesi
gerekiyormuş. Bu yüzden hiç boş zamanı yok."

Xie Lian bu Hua Cheng'in gerçekten de şefkat dolu ve harika bir kişiliğe sahip olduğunu
düşünüyordu ve gözünde daha da olumlu bir konuma yerleşmişti, "Anlıyorum. O halde,
onunla tanışmak için ne kadar beklememiz gerekiyor?"

"En az üç, en çok beş gün. Dao Zhang, endişelenmene gerek yok. Neden o zamana kadar
biraz dinlenmiyorsun?"

Xie Lian tam kalacak bir yeri olmadığını düşünüyordu ki, San Lang tekrar söze girdi, "Dao
Zhang'ın kalacak bir yeri yoksa, neden bir süre benim evimde kalmıyor? Evim çok büyük ve
içinde yaşayan pek de insan yok."

Xie Lian daha fazla kendini tutamamıştı, "San Lang sen...gerçekten de çok iyi birisin."

İlk kez birisini bu şekilde övüyordu ve hafifçe utanmıştı, bunun dışında neler hissettiğini tam
anlamıyla açıklayacak bir kelime bulamıyordu. San Lang bu övgüden çok hoşlanmış gibiydi,
"Dao Zhang ile sanki eski arkadaşlar gibiyiz, çok iyi anlaşmıyor muyuz? Ah sahi, sormayı
unuttuğum bir şey var: Dao Zhang'ın yaşı kaç?"

Xie Lian yanıtladı, "On yedi."

"Ah, on yedi mi?" dedi San Lang, "Benden daha gençsin."

Aslında dış görünüş olarak yirmi yaşlarında görünüyordu. San Lang devam etti, "O halde Dao
Zhang bana Gege demeli."

Xie Lian kraliyet ailesindendi, bu zamana kadar hiç kimseye Gege dememişti. Etrafında böyle
seslenmesine layık olacak kişiler de yoktu. Ama San Lang ona iyi bir his veriyordu bu yüzden
ona bu şekilde seslenmek sorun olmayacaktı, aksine hayatına bir yenilik getirmiş olacaktı.
Gülümseyerek cevap verdi, "San Lang Gege."

"......."

Belki de kendi hayal gücüydü ama ona "Gege" dedikten sonra San Lang'ın gülümsemesi tuhaf
bir hal almıştı.
Basitçe açıklaması oldukça zordu. Sanki San Lang'ın gözleri parıldamıştı, ona baktıkça Xie
Lian'ı sıcak basıyordu. Gözlerini kırpıştırdı, "Sorun nedir?"

San Lang soruyu duyunca hemen eski haline döndü ve gülümsedi, "Bir şey yok. Sadece çok
mutlu oldum. Ailemde benden daha genç biri yok, bu yüzden ilk kez birisi bana bu şekilde
hitap ediyor."

Xie Lian hemen yanıt verdi, "O zaman San Lang için sorun olmazsa bu şekilde hitap
edeceğim."

San Lang'ın tekrar gözleri parıldadı, "Dao Zhang sorun etmezse, ben hiç sorun etmem. Dao
Zhang bana nasıl seslenmek istiyorsa, öyle seslenebilir."

"Benim için de bir sorun yok." dedi Xie Lian, "San Lang Gege, şimdi senin evine dönelim
mi?"

San Lang elindeki yemek çubuklarını masaya bıraktı, "O halde, benimle gel."

San Lang'ın malikanesi oldukça geniş, ferah ve çok zarifti. Xie Lian içerisi girdiği anda Xian
Le Sarayı ile kıyaslanabilecek kadar güzel bir yer olduğunu fark etmişti. Bu, San Lang'ın
sıradan biri olmadığı hakkındaki izlenimini daha da pekiştirmişti.

Gece olunca Xie Lian kendini yatağa attı ve dönüp durdu.

Sanki yan tarafında bir şey eksikmiş gibi hissediyordu, ne kadar dönerse dönsün bu histen
kurtulup uyuyamıyordu. Dahası sırtüstü yatamıyordu çünkü kalçasına baskı uygulanırsa
rahatsız hissedecekti, yüzüstü de yatamıyordu, sırtından bir şey bastırıyormuş gibi
hissediyordu.

Dağınık düşünceler içerisindeyken uyuyakaldı ve bir dizi rüya gördü. Birisi hareket etmesine
engel oluyordu, kulağının dibindeyken ona "Gege" diye sesleniyordu, bazen de "Korkma,
Ekselansları." diyordu.

Son derece şefkatli, biraz arsız biraz da ona dünyanın en değerli hazinesiymiş gibi seslenen
bir ses tonuydu bu.

Bir anda sıçrayarak uyandı. Kıyafetleri terden sırılsıklam olmuştu. Xie Lian nefesini tutarken
yumruklarını sıktı ve acımasızca yatağa bir yumruk savurdu. Parmaklarını hafif nemli
saçlarının arasından geçirdi ve şöyle düşündü, "...Böyle bir şeyi nasıl unutabilirim? O
utanmaz piçi bir yakalarsam kesinlikle..."

Tam o sırada yastığının yanına kıyafet bırakılmış olduğunu gördü. Bu giysiler her ne kadar
bembeyaz olsa da, tarzı hoşuna gitmişti. Düşüncelerine bir ara vermeye karar verdi ve banyo
yapmak için hızlıca malikanenin arka tarafına koştu.

Kıyafetlerini çıkarıp suyun içine gömülünce bir şeyi fark etti. Boynunda gümüş bir zincir
asılıydı.

Zincirin ucunda kristal berraklığında bir yüzük vardı. Kim bilir ne zamandan beri bunu
takıyordu- her halükarda onu şu anda fark etmiş olması çok garipti, "Benim böyle bir kolyem
mi vardı?"

Yüzük öyle güzeldi ki, uzun bir süre onu izleyebilirdi. Ama ne kadar rahatlarsa rahatlasın hala
temkinli olmaya devam ediyordu, birden yan tarafından bir gümüş parıltısı geldiğini gördü ve
bağırdı, "Kimsin?!"

Suya sanki gümüş bir bilye fırlatılmış gibiydi suyun üzerinden sekti. Ama bu şey bir bilye
değil de....bir kılıçtı?

Xie Lian son derece şüpheli hissederek o sert ve inatçı kılıcı yakaladı. Aniden kılıcın
kabzasından bir açıklık belirdi, bir göz küresi ortaya çıktı. Bunu görünce Xie Lian daha da
şoke oldu.

Bu tuhaf şey de neydi böyle?!

Kılıcın kavisli olan bıçağı oldukça uzundu, sanki Xie Lian'ı çok seviyormuş gibi onu
kucaklamaya çalışıyordu. Xie Lian onu durduramamıştı ve katlanamayacağı derecekte
soğuktu, bütün bedeni titrerken "Ah" diye bağırdı.

Kılıçtan bir öldürme niyeti sezmemişti bu yüzden onun tehlikeli olduğunu da düşünmüyordu.
Onu uzaklaştırmak için sert hareketler yapmak yerine yavaşça itiyordu. O anda kırmızı bir
figür hızlıca geçti ve o kılıcı yakaladı, "Demek buradaydın...."

O tarafa doğru baktığı sırada San Lang'ın küvetin yan tarafında durduğunu ve kılıcı elinde
sıkıca tuttuğunu gördü. Yüzünde gülümseme ifadesi olsa da alnındaki damarlar
belirginleşmişti, herhangi bir merhamet göstermeden kılıca vurdu, "Buraya gelmene kim izin
verdi?!"

Xie Lian hemen araya girdi, "San Lang Gege bu...bu senin büyülü silahın mı?"

San Lang ona doğru döndü, kısa süre içinde alnındaki damarlar kaybolmuştu ve şimdi tekrar
sakin görünüyordu, "Bu önemli bir şey değil, Gege....Gege senin böyle utanç verici bir şey
görmene sebep oldu."

Xie Lian sadece daha büyük hayranlık ve saygı hissediyordu. Gözleri parıldadı ve kırmızı
kıyafetlerinin bir ucundan tuttu, "Hayır hayır, San Lang Gege, gerçekten de harikasın! Böyle
akıllı bir büyülü silahın var!"

San Lang tarafından dayak yediği için kılıç haksızlığa uğramış gibi gözünü kısmıştı. Xie
Lian'ın övgüsünü duyunca bir kez daha kendini beğenmiş bir şekilde ve heyecanla dönmeye
başladı, Xie Lian'a doğru atılmaya çalışıyordu. San Lang çok sert bir şekilde ona bir kere daha
vurdu.

Bu sefer pes etti bir "Bam" sesiyle yere düştü, tıpkı ağlayan bir çocuk gibi yerde
yuvarlanmaya başladı. Sanki Xie Lian kulaklarında onun feryat etme sesini duyabiliyordu. Bu
görüntü kalbini acıtmıştı aceleyle ayağa kalktı, "Bekle, San Lang Gege! Bırak gitsin, ona artık
vurma. Sanırım az önce bir yaramazlık yapıp beni selamlamak istedi. Böyle cezalandırmaya
gerek yok."

Ama tam sudan çıktığı anda çırılçıplak olduğunu hatırladı ve yine yüzü kıpkırmızı oldu.
Tuhaf bir şekilde kendini saklamak için tekrar suya girdi. Fakat daha öncesinde San Lang
doğal bir şekilde arkasına dönmüş ve oradan ayrılmıştı.

Xie Lian aceleyle suyun içinden çıktı ve yeni kıyafetlerini giydi. Kıyafetlerin bedenine değme
hissinden ne kadar kaliteli bir kumaştan yapıldığını anlayabiliyordu. En sonunda artık teni
rahatsız hissetmiyordu ve bunun için daha da minnettar hissediyordu. Tekrar evin içine girdi
ve salona doğru yöneldi, San Lang oturmuş onu bekliyordu.

Kim bilir o kılıcı nasıl terbiye etmişti, sakince San Lang'ın belinde duruyordu. Nedense şu
anda etrafına ölümcül bir hava yayıyordu, önceki neşeli halini hayal etmek bile imkansızdı.
Xie Lian'ın geldiğini görünce San Lang gülümsedi, "Ah, geldin mi? Dün gece iyi uyudun
mu?"
Xie Lian dürüstçe yanıt verdi, "Nedendir bilmiyorum gecenin ilk yarısında garip rüyalar
gördüm...ama ikinci yarısında gayet iyi uyudum."

"Belki de çok yorulmuştun." dedi San Lang.

İkili akıllarına ne geliyorsa onun hakkında konuştular ve bununla beraber gün neredeyse
geçmişti. Hua Cheng denilen kişi müsait olana kadar günlerini bu şekilde geçireceklermiş gibi
görünüyordu.

Ama geceleri Xie Lian yine başta huzursuz hissediyor, sonra da garip rüyalar görmeye devam
ediyordu.

Rüyalarında oradan oraya savruluyordu ve bu durum giderek daha da dayanılmaz bir hal
alıyordu. Sıçrayarak uyandığında, yine terden sırılsıklam olmuştu. Öfkeli ve çaresiz
hissediyordu, kalkıp sakinleşmek için birkaç tur yürümekten başka seçeneği yoktu. Fakat
birdenbire, odasına uzak bir köşede bulunan başka bir odanın içinden tuhaf sesler geldiğini
fark etti.

Orası San Lang'ın yatak odasıydı. Aslında odanın ses yalıtımı mükemmeldi ama Xie Lian'ın
kulakları çok hassas olduğu için en yumuşak sesleri bile duyabiliyordu. Sessizce kendi
odasından dışarı çıktı.

Kapı aralığından içeri doğru baktı, San Lang'ın odada olduğunu ve elindeki fırçayla sanki bir
şeyler yazdığını gördü. Yüz ifadesi oldukça soğuktu, Xie Lian'la karşılaştığı zamankinden çok
farklıydı. Yan tarafında yüzünde maske olan siyah kıyafetli bir hayalet vardı, ona bir şeyler
hakkında kısık sesle rapor veriyormuş gibi görünüyordu.

Fakat nedense bu hayaletin varlığı çok zayıftı, dikkatli bakmayan kimse onu fark edemezdi.
Xie Lian tam daha da dikkatlice dinlemek üzereydi ki hayalet raporunu tamamlamıştı. Sadece
son cümlelerini parça parça duyabildi, "Bu yaratık uzun zamandır sorun çıkarıyordu.",
"Sanırım yerleşmek için gittiği yerde bir kaza oldu.", "Araştırmaların sonucu bu."

Olayları yavaş yavaş çözmeye başlamıştı ki o sırada San Lang'ın, "Şu anda ona eşlik etmek
zorundayım. O yaratığı yarın gece buraya getir." dediğini duydu.

Maskeli hayalet usulca yanıt verdi, "Emredersiniz. Son nefesini vermeden mi getirelim?"
San Lang fırçayı kenara koydu ve kağıtta yazanlara baktı. Yazan şeylerden memnun olmamış
gibi görünüyordu, elinde top gibi buruşturdu ve kenara fırlattı. Sonra yavaşça şöyle dedi,
"Birkaç nefeslik canı kalsın, o şeyi açıklamasına izin verin. Daha sonra da o çirkin kafasını
ezin."

Bunu söylerken sesi ve ifadesi tüyler ürperticiydi. Fakat bunu görmesine rağmen Xie Lian en
ufak bir rahatsızlık hissetmemişti. Maskeli hayalet başıyla onayladı ve oradan ayrılmak için
harekete geçti. Xie Lian hemen oradan uzaklaştı ve saklanmaya çalıştı.

Odasına dönmüştü ama Xie Lian yine uyuyamıyordu. Birkaç kere ileri geri volta attı, içten içe
şöyle düşünüyordu, "San Lang tam olarak nasıl biri? Hangi yaratıktan bahsediyordu?"

Duyduklarını baz alırsa, uzun zamandır felaketlere yol açan bir yaratık vardı ve San Lang çok
öfkelenmişti. Ama şimdi kendisine eşlik etmesi gerektiği için o yaratıkla gidip kendi
ilgilenemiyordu.

Düşünceleri bu noktaya geldiğinde, Xie Lian çok utanmıştı. Bu San Lang ona, gerçekten de
son derece samimi davranıyordu.

Aniden aklına bir fikir geldi: Neden burada boş boş duruyordu ki? Hua Cheng ile tanışmak
için beklemesi gerekiyordu ve San Lang Gege da ona bu süreçte çok iyi davranıyordu. Neden
o yaratığı yakalaması için ona yardım etmiyordu?

Anlık alınmış bir karardı. Bir hışımla, arkasında bir mektup bırakarak o malikaneden
ayrılmıştı.

"San Lang Gege, endişelenme Xie Lian geri dönecek."

Çevirmen: Maria
Bölüm 249: Ekstralar Beşinci Bölüm- Hafıza Kaybı 4

Ekselansları'nın Başına Gelen Tuhaf Olay: Veliaht Prens'in Anıları Kayboluyor 4

=-=-= =-=-= =-=-=

Hayalet maskeli kişinin söylediği yer karmaşık değildi: birkaç kilometre güneyde bulunan bir
ine gitmek gerekiyordu. Xie Lian sıradan bir insana göre kendisinin daha hızlı olduğunu
düşünüyordu, hatta bu konuda kendine çok güveniyordu, San Lang'dan önce oraya varacağına
dair inancı tamdı.

Nitekim bir saat sonra oraya varmıştı. Dövüş sesleri, hayvanların ve canavarların ulumaları
tüm dağda yankılanıyordu. Bir süre sonra aradığı mağarayı, nihayet bulmuştu.

Yaratık pek küçük değildi ama yine de kapıyı koruyan yüzlerce hizmetkarı vardı. Üç beş tane
hizmetkar Xie Lian için sorun olmazdı ama bu kadar kalabalık bir grupla başa
çıkamayabilirdi. Bu yüzden acele etmemeye, önce etrafı biraz araştırmaya karar verdi. İyi bir
yere saklanıp hizmetkarların kendi aralarındaki konuşmaya kulak misafiri oldu. İşte o zaman
bu yaratığın birkaç gündür çok zor zamanlar geçiriyor olduğunu öğrenmişti.

"...Evet, doğru. ShanZhu zar zor kaçabildi. Ölümüne korkmuştu, yara bere içinde geri döndü.
Paniğe kapılmış şekilde kaçıp buraya saklandı."

ÇN: Zhu eki bir yerin sahibi olanlar için kullanılıyor,


Hua ChengZhu diye seslendiklerinde Hayalet Şehir'in sahibi olduğu için zhu eki kullanılmış.
Burada ShanZhu "Dağın Efendisi-
Dağın Sahibi" anlamında kullanılıyor, ismi ShanZhu değil yani.

"Demek öyle! Bizi neden aniden çağırdığını merak ediyordum- yani o kişinin intikam için
tekrar buraya geleceğinden korkuyormuş."

"Korkmasına gerek yok. O kişi ShanZhu tarafından birkaç kere ısırıldı. Şimdi uyansa bile
kafası karışmış olacaktır, yönünü bile bulamaz."

"Nasıl korkmasın ki? Duyduğuma göre, bu aniden ortaya çıkan kişi birkaç asırlık olan
ShanZhu'yu fena halde dövmüş. Eğer ısırıp ona zarar vermeseydi, korkarım ki ShanZhu asla
geri dönemezdi."
"Vay be, bu vahşi efsuncu ne kadar da güçlüymüş!"

Xie Lian bu noktaya kadar dinlediklerinin yeterli olduğunu düşündü ve onlara doğru sakin bir
şekilde yaklaşıp, "Merhaba." dedi.

Oradaki canavar hizmetçiler birden irkildiler ve "Kim var orada?" diye bağrışmaya başladılar.

"Bu güzel yüzlü kişi de nereden geldi?"

Xie Lian hafifçe gülümsedi, hiç açıklama yapmadan içeri doğru ilerledi. Önüne çıkan birkaç
canavarı kenara fırlattı. Hiç ruhani güç kullanmamasına rağmen böyle güçlü olduğunu
görünce diğerleri kaskatı kesilmişlerdi, "Bu güzel yüzlü adamın derdi ne?!! Oysa ki, yüz
ifadesi ne kadar da nazikti!!! Nasıl bu kadar güçlü olabilir??!!"

Ve böylece, çok kolay bir şekilde Xie Lian mağaranın içine girmişti. Büyük bir canavarla
savaşmak için kendisini hazırlamıştı ama karşısında göreceği şeyin yerde yuvarlanıp karnını
kaşıyan, insan şeklini almış ve uluyan bir yaratık olacağını nereden bilebilirdi ki?

Xie Lian aslında ilk başta numara yapıyor olduğunu düşünmüştü ama yakından bakınca
aslında durumun öyle olmadığını anlamıştı. Sanki çok korkunç bir şeyi yemiş de midesi
şişmiş gibiydi, Xie Lian onun haline biraz üzüldü ve, "Sorun ne?" diye sordu.

Muhtemelen bu canavar çok acı çekiyordu, Xie Lian'ı görür görmez bağırdı, "Tam zamanında
geldin! Sen! Daha fazla yemeyeceğim! Bir daha asla böyle bir şey yemeyeceğim! Yuttuğum
şeyi sana geri vereceğim!"

Xie Lian yanıt verdi, "Beni biriyle mi karıştırıyorsun? Benim hiçbir şeyimi yemedin ki, neyi
geri vereceksin?"

Ama canavar hala yerde acıyla kıvranıyordu ve ona cevap verme niyetinde de değildi. Xie
Lian ne yapacağını bilemiyordu, bu yüzden eliyle bir tılsım çizdi. Ama beklenmedik bir
şekilde canavar bir daruma bebeğine dönüşmüştü. Xie Lian bu durumu hem çok garip hem de
çok komik bulmuştu. Çizdiği tılsımı inceledi, acaba tılsımda bir yanlışlık mı yapmıştı?

Yine de, bu durum bir sorun teşkil etmiyordu. Aralarındaki dövüş daha başlamadan bitmişti.
Daruma bebeğini kolunun altına aldı ve mağaradan dışarı çıktı, sabah olduğu için artık ortalık
aydınlanmıştı. Yeniden şehre dönmek üzere dağdan aşağı inmeye başladı.
Nihayet San Lang için bir şeyler yapabilmişti ve geri döndüğünde San Lang'ın nasıl tepki
vereceğini düşündükçe mutlu oluyordu. Eğer San Lang canavarı gördüğünde şaşırırsa, onun
karşısında sakin bir yüz ifadesi takınması için zihninde kendisine uyarılarda bulunuyordu.
Bütün gece koşturup durduğu için ve malum olaydan dolayı bedeni tam iyileşmediği için Xie
Lian'ın bacakları ağrımaya başlamıştı. Bu yüzden yol üzerinde mola vermek için durdu ve bir
fincan çay içti.

Tam çayını içiyordu ki, aniden arkasından hızla ona doğru gelen biri seslendi, "Xie Lian!"

Xie Lian elindeki çayı masaya bıraktı.

Caddenin ortasında ona ismiyle hitap eden bu densiz de kimdi? Kraliyet ailesinde ona bu
şekilde seslenen biri yoktu; herkes ona saygılı bir şekilde "Ekselansları" diye hitap ederdi.

Başını çevirince gördü ki, ona bağıran kişi sıradan birine benziyordu ve elinde bir kutu
taşıyarak yaklaşıyordu, "Bekle, bekle! Xie Lian'ı unuttun! Onu da al!"

Demek ki seslendiği kişi kendisi değil, aynı isimde olan bir başkasıydı! Xie Lian şimdi daha
da meraklanıyordu. Birinin ona adıyla seslenmeye cesaret etmesindense, aynı isimde bir
başkasının olması daha da hayret vericiydi!

Fakat o sırada fark etti ki, bu diğer "Xie Lian" bir insan değildi.

Xie Lian'ın yan tarafında oturan bir adam vardı. Kutuyu taşıyan kişi de gelip bu adamın
yanına oturmuştu. Tahta kutuyu okşadı ve konuşmaya başladı, "Xie Lian'ı yanımda getirdim.
Onu ailene götürmeyi unutma! İkisini bir araya getirmek zorundayız yoksa kötü şans getirir!"

"Evet evet, biliyorum..."

Xie Lian artık kendisini tutamayıp araya girdi, "Kusura bakmayın..."

Onun seslendiğini duyunca ikisi de kafasını çevirip ona baktı. Xie Lian devam etti, "Bu kaba
davranışım için bağışlayın ama o kutunun içinde ne var?"

Kutuyu tutan adam yanıt verdi, "Az önce söylemedim mi? Xie Lian var."

Xie Lian anlamamıştı, "Ama...O Ekselansları Xie Lian değil, değil mi?"
İkili bu soruyu oldukça komik bulmuş gibi görünüyordu, "Ekselansları olmadığını kimse
söylemedi. Bak!"

Hemen sonrasında kutuyu açtılar.

Xie Lian'ın gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Beklenmedik bir şekilde, kutunun içinde bir ibadet
sunağı vardı ve sunağın önünde de beyaz kıyafetli, elinde hasır şapkası olan minik bir
heykelcik vardı.

Ne olduğunu anlayamıyordu.

"..."

"Yani bu kutunun içindeki figür Xian Le Veliaht Prensi mi?"

"Başka kim olacaktı?"

Diğer insanlar da başlarına toplanmaya başlamışlardı ve ona sanki tuhaf biriymiş gibi
bakıyorlardı, "Sen çok tuhaf bir gençsin, efsuncuya benziyorsun ama bu kadar basit bir şeyi
bile bilmiyor musun?"

Kalabalığın diğer yarısı o minik "tanrı heykeli"ne bakıyordu: "Vayy! Bu Hurda Toplayan
Ölümsüz heykeli ne kadar da güzel oyulmuş! Ama biraz kederli görünüyor."

"Evet, nedense tek bakışta bile talihsizlikle dolu olduğu anlaşılıyor!"

"Güzel, güzel. Şimdi ne kadar çirkin görünürse o kadar iyidir. Sekiz gün sonra bir araya
getirildiğinde daha da etkili olacak."

"......"

Xie Lian'ın bütün bunlar arasında aklına takılan şey başkaydı, "Hurda Toplayan Ölümsüz mü?
Nasıl Hurda Toplayan Ölümsüz oldu?"

Etrafını saran kalabalık cevap verdi, "Efsuncu, sen gerçekten de çok tuhafsın! Xie Lian
başından beri Hurda Toplayan Ölümsüz'dü!

"....."
Xie Lian genel olarak kolay sinirlenen biri değildi ama bunu duyduğu an biraz öfkelenmiş
hissediyordu.

Sonuçta kimse kendisine hurda toplayıcısı lakabı takılmasından memnun olmazdı. Aniden
ayağa kalktı ve derin bir ses tonuyla söze girdi, "Hepinizin Xian Le Kraliyet Ailesi'ne karşı bir
garezi mi var? Varsa bile, Veliaht Prensi bu şekilde aşağılamanız ne kadar da yakışıksız."

Kalabalıktakiler bir kahkaha patlattı, "Ne? Xian Le mi dedin? Hahaha, o krallık yıkılalı sekiz
yüz yıl oluyor."

.......

Aradan bir saat geçti, Xie Lian hala kafası karışmış şekilde caddede yürüyordu.

Dehşet vericiydi. Şimdiye kadar duyduğu her şey onun için oldukça dehşet vericiydi.

"Xian Le nasıl yıkıldı? Annem ve babam hala hayattadır, değil mi? Nasıl benim tarafımdan
yok edilmiş olabilir ki? Bir savaşı mı kaybettim? Kendi ülkemi mi yok ettim? İki kere sürgün
mü edildim? Nasıl hurda toplayıcısı oldum?"

Kendi içinde tekrar tekrar sorguluyordu ama hep aynı sonuca varıyordu : İmkansız! İmkansız!
Bunların hepsinin gerçekleşmesi imkansız!

Kendi kendini ikna etmeye çalışıyordu, "Hiçbiri gerçek değil. Bu olayların arkasında, tüm
bunları planlayan kötü bir adam olmalı."

Ama yine de bu tuhaf binalar, kıyafetler, insanların aksanları, hatta Mu Qing ve Feng Xin'in
davranışları bile bütün bu olanların bir kabus ya da bir illüzyon olmadığını gösteriyordu.
Böyle bir illüzyonu yaratabilecek güçte hiçbir iblis ya da canavar yoktu.

Sekiz yüz yıl geçmişti.

Sekiz yüz yıl nasıl geçmişti ki?

Bu sekiz yüz yılda nasıl bu hale gelmişti?

Xian Le yıkılmış; anne babası ölmüştü; Feng Xin ve Mu Qing cennete yükselmişti. Ve kendisi
de hurda toplayıcısı olmuştu.
Her şey bu hale nasıl gelmişti?

Böyle olamazdı! Böyle olmamalıydı!

Xie Lian'ın adımları giderek hızlanıyordu ve en sonunda sanki arkasında onu yutacak bir
karanlık kovalıyormuş gibi koşmaya başladı. Aniden kırmızı bir figür ışık hızıyla önüne
geçip, gözlerinin önünde belirdi, "Dao Zhang, nereye gitmiştin? Uzun süredir her yerde seni
arıyorum."

Bu kişi San Lang'dı. Hala gülümsüyordu ve yaklaşıp Xie Lian'ın elini tutmuştu. Ama Xie Lian
onu görünce tuhaf bir şekilde irkildi, tüyleri diken diken olmuştu ve "YAKLAŞMA!" diye
bağırdı.

San Lang onun bağırdığını görünce hemen durdu, ama yüz ifadesi değişmemişti, "Sorun ne?"

Xie Lian yumruklarını sıktı ve soğuk bir ifadeyle yanıt verdi, "Kimsin sen? Amacın ne? Ne
tür planların peşindesin?"

"Dün çok iyi anlaştığımızı ve bu küçük meseleleri çoktan aştığımızı düşünmüştüm."

"Bana yalan söyledin." dedi Xie Lian.

Bir süre sessizlikten sonra San Lang cevap verdi, "Demek öğrendin."

"Evet, şimdi sekiz yüz yıl geçmiş olduğunu...biliyorum."

Normalde bir şeylerin yanlış olduğunu anında fark ederdi ama karşısındaki bu adam onu
kandırmış, kafasını karıştırmıştı. Öyle ki, neresinin kuzey neresinin güney olduğunu bile
bilmiyordu. Ve gerçekleri öğrenmemesi için onu yanında tutmuştu. Aksi takdirde bütün her
şeyi nasıl bu kadar geç öğrenebilirdi ki?

San Lang ona doğru bir adım attı, "Ekselansları."

Xie Lian geriye doğru üç beş adım attı ve bağırmaya başladı, "Yaklaşma!!! Daha fazla
yaklaşırsan sana vururum!!!"

Hem sesi hem de bedeni tir tir titriyordu. Şu an gerçekten de inanılmaz derecede korkuyordu.
Korktuğu şey ne bir iblis ne bir canavar ne de bu karşısında duran iyi mi ya da kötü mü
olduğunu anlamadığı adam değildi. Korktuğu şey bu tuhaf dünyaydı. Ne ailesi, ne
hizmetkarları, ne ülkesi, ne itibarı, elinde şimdi hiçbir şeyi kalmamıştı. Hiçbir şeyi ve hiç
kimsesi yoktu!

ÇN: Kimsen yok değil Xie Lian'cım, bu dünyada herkesin en çok sahip olmak isteyeceği kişiye
sahipsin 💜 Umarım ben de dahil, bu kısmı okuyan herkes seninki gibi bir ruh eşine sahip
olur.

Fakat San Lang tekrar ona doğru bir adım attı, "Korkma Ekselansları."

"....."

Bu cümleyi duyunca Xie Lian'ın yüz ifadesi değişti.

Birdenbire zihninin içinde canlanan kopuk kopuk sahneleri ve kulağının yanında ona
"Korkma Ekselansları." diyen o sesi hatırladı.

Nasıl fark edememişti ki?

Bu ses onun sesiydi!

Öfkeden sarsılıyordu ve sesi titriyordu, "Sendin...O gerçekten de sendin...."

Bu adam onu kandırıp, kötü şeyler yapan kişiydi, ama tanıştıklarında ona saygı ve hayranlık
duymuştu. Hatta "Gege" diye seslenmişti, bütün bunları hatırladıkça öfkesi daha da artıyordu.
Ona doğru saldırmaya başladı ve "YALANCI SENİ!" diye bağırdı.

Savurduğu yumruk San Lang'ın göğsüne denk geldi. Xie Lian tam ikinci yumruğu atmak için
hazırlanıyordu ki, hareket edemediğini fark etti.

Onu engelleyen şey kendi bedeniydi!

Xie Lian neler olduğunu anlayamıyordu, San Lang onun elini tuttu. Xie Lian hemen irkildi ve
tekrar bağırdı, "Bana dokunma! Sen yalancısın, beni kandırdın. Sana bir daha asla
inanmayacağım. Sen........"

"Ekselansları, inan bana." dedi San Lang.


Xie Lian öfkeyle haykırdı, "Sana asla inanmayacağım!!! Asla!...."

Fakat nedense bedeninin saldırısını durdurduğu gibi, dudakları da "Asla" kelimesinden sonra
kendisini durdurmuştu.

Karşısındaki adamın acısı ve endişesi gözlerinden okunacak kadar içten ve gerçekti. Onun
gözlerindeki bu ifadeyi gören hiç kimse, duygularından şüphe edemezdi.

San Lang aniden, onu korkutan bu dünyadan korumak istercesine ona sımsıkı sarıldı.
Dudaklarıyla saçlarına bir öpücük kondurdu, yumuşak bir ses tonuyla kulağına fısıldadı,
"Korkma Ekselansları. Her şey geçmişte kaldı. Hepsini atlattın."

"......"

Uzunca bir süre sonra, Xie Lian'ın bedeni nihayet gevşemişti.

Şimdi bütün utancını ve kafa karışıklığını bir kenara bırakıp düşünmeye başlamıştı:
rüyasındaki ve kopuk kopuk olan anılarındaki bu adamın sesi her zaman sıcak ve nazikti, en
ufak bir zorlama bile yoktu..."

Kendisine gelince...O anılarda merhamet dileniyor olsa da ses tonunda isteksiz olduğuna dair
hiçbir ibare yoktu. Bunu biliyor olmasına rağmen asla yüzleşmek istememişti.

Xie Lian en sonunda neden kendine engel olamayıp bu adama güvenmiş olduğunu anlamıştı.
Öyle görünüyordu ki, sekiz yüz yıldan sonra San Lang ile olan ilişkisi...pek de basit değildi.

Kendi bedenine karşı savaşmaktan vazgeçti, kalbinin arzusuna kulak vererek yüzünü San
Lang'ın göğsüne gömdü. Ve boğuk bir sesle "Biz...." dedi.

"Mn." diye onayladı San Lang.

Uzunca süren bir sessizlikten sonra nihayet Xie Lian konuşmaya karar vermişti,
"Neden...aniden bu sekiz yüz yılda olan her şeyi unuttum?"

"Benim hatamdı." dedi San Lang, "Önceki gece aniden bir dua isteği aldın. Sana yeterince
ruhsal güç vermemiştim ve canavar tarafından ısırılırsan hafızanı kaybedeceğini söylemeyi
unutmuştum."
Xie Lian hemen karşı çıktı, "O halde bu senin hatan değildi. Benim dikkatsizliğimdi."

"Ekselansları asla hatalı olamaz." dedi San Lang.

Xie Lian güçlükle gülümsedi ve kısık bir ses tonuyla devam etti, "Peki San Lang, Xian Le
ülkesinin yıkılmasına nasıl sebep oldum?"

Sonuçta kendi halkına çok değer veriyordu ve Xian Le'nin en az bin yıl daha bollukla
yönetilmesini arzuluyordu.

San Lang ona daha sıkı sarıldı, güven verici bir ses tonuyla "Senin hatan değildi." dedi.

Xie Lian mırıldanıyordu, "Nasıl böyle büyük bir hata yaptım? Nasıl bu hale geldim?"

Kim gökleri ve yeri hareket ettirip, binlerce yıl hayat sürüp büyük başarılara imza atmak
istemezdi ki? Böyle bir başarı milyonda bir olsa bile, Xie Lian o milyonda bir olan ihtimali
gerçekleştireceğine gerçekten de inanıyordu.

Belki de bu yüzden San Lang sekiz yüz yıl geçmiş olduğunu fark etmesine izin vermemişti.

San Lang tekrarladı, "Sen hata yapmadın."

Xie Lian kafasını iki yana salladı, "Artık hiç inananım yok."

"Var."

Sadece düşünmek bile acı veriyordu, "Ben Hurda Toplayan Ölümsüz'üm. Hurda topluyorum.
Kim benim gibi birini tanrı olarak kabul eder ve saygı duyup inanmak ister ki?"

Bu sahip olduğu hayatın hayallerindekiyle yakından uzaktan alakası yoktu.

"Sana az önce söylemedim mi?" dedi San Lang, "Bir inananın var."

Xie Lian kafasını kaldırıp onun yüzüne baktı. San Lang ona gülümsüyordu ve şöyle devam
etti, "Ekselansları, sana Hua Cheng ile yakında görüşebileceğini söylemiştim. Şimdi, onunla
tanıştın."

"......."
Yüzünü daha da dikkatli inceliyordu ve kafası oldukça karışmıştı, "San Lang...beni ne
zamandan beri tanıyorsun?"

"Çok, çok çok uzun zamandan beri." dedi Hua Cheng, "Daha sen cennete yükselmeden önce."

Xie Lian yavaşça gözlerini kırpıştırdı.

Hua Cheng devam etti, "Ekselansları belki de sekiz yüz yıldan sonra şu anda başarısızlığa
uğramış gibi hissediyorsun. Ama inan bana, öyle değil."

Işıl ışıl bakan sol gözü neredeyse sesi kadar yumuşak bir şekilde Xie Lian'a bakıyordu.

"Beni sen kurtardın." dedi Hua Cheng, "Hep seni arıyordum."

"Bu dünyada 'başarılı' denilebilecek sayısız insan var ama hiçbiri senin yaptığın şeyleri
yapamaz ve beni kurtaramaz."

"Benim şu anda bu kişi olmamı sen sağladın, bana ne kadar cesaret verdiğini bilemezsin."

"Kalbimde, sonsuza kadar benim için var olan tek tanrı sen olacaksın."

Xie Lian karşılık verdi, "Sen de sonsuza dek benim en sadık inananım olacaksın."

Bu sözler ağzından çıkar çıkmaz, sanki bu değerli cümleyi daha önce duymuş gibi hissetmişti.
Hua Cheng sesli bir şekilde güldü ve Xie Lian'ın elini tutup avcunun içini öptü, "Evet."

"....."

Uzun bir süreden sonra Xie Lian bir karara varmış gibi görünüyordu, kolundaki daruma
bebeğini çıkardı, "Beni ısırıp anılarımı yutan canavar bu muydu?"

Hua Cheng canavarı aldı, "Demek bu canavarın inini yok eden gerçekten de Ekselansları'ydı."

Xie Lian başıyla onayladı, "Anılarımı geri almak için onu bulmam gerekiyordu, öyle değil
mi?"

Hua Cheng'in elindeki canavar ağzını açtı ve ağzından minik minik ışıltılar çıkıp havaya
yayıldı, "Eğer onları yakalarsan, sekiz yüz yıllık anılarını geri almış olacaksın."
Bunu duyunca Xie Lian havadaki ışıltılara doğru uzandı. Fakat daha dokunmadan, aniden
durdu.

Bu sekiz yüz yıllık anıları geri almak demek, o acıları tekrar hatırlamak ve deneyimlemek
demekti: kalbine saplanan kılıçların acısı, mağlup edilmiş olmanın utancı, güçsüz olmanın
getirdiği o öfke ve hiçbir şey yapamamış olmanın ağırlığı.

Bütün bunların bir anda biteceğini bilmesine rağmen yine de parmak uçları titriyordu.

Hua Cheng arkasında duruyor, sırtını sağlam bir duvara yaslamış gibi hissetmesini sağlıyordu.
Kulaklarında sesini duyuyordu, "Korkma Ekselansları."

Xie Lian başını hafifçe arkasına doğru eğdi, Hua Cheng de kollarını onun beline sardı, "Bana
güven. Ne kadar uzun sürerse sürsün seni bekliyor olacağım. Ne olursa olsun tekrar
buluşacağız."
Bu doğruydu, tekrar buluşacaklardı.
Ve böylece Xie Lian ellerini uzatıp havadaki ışıltılara dokundu.

Minik ışıltılar parmak uçlarına dokunduğu anda yok oldu. Ama gözlerinin önünde daha parlak
başka bir şey vardı ve yaklaştıkça Xie Lian'a sıcak basıyordu. Önündeki bu ışıltılı kişi ona
uzandı, "Tanıştığımıza memnun oldum." dedi.

Bu cümleden sonra o parlak ışık da yok oldu ve Xie Lian yavaşça öne doğru düştü, ama yere
düşmeden önce Hua Cheng onu yakalamıştı.

Uzun bir süre sonra Xie Lian gözlerini açtı, Hua Cheng onun uyandığını görür görmez usulca
ona seslendi, "Gege?"

Xie Lian yavaşça ona gülümseyip elini uzattı ve Hua Cheng'in yüzünü okşadı, "....Tekrar
buluştuk."

Hua Cheng de ona gülümsedi, "Bak ben dememiş miydim? Bana inan."

Xie Lian iç çekti, "Bu sekiz yüz yıl daha birbirimizi beklemiş olduğumuz anlamına mı
geliyor?"

Hua Cheng yanıt verdi, "Sana ne kadar sürerse sürsün seni bekleyeceğimi söylememiş
miydim? Fakat...."

Bunu söylerken birden Xie Lian'ı kendisine doğru çekti, yüzlerinin arasında bir milim bile
mesafe yoktu. Eliyle Xie Lian'ın elini okşadı ve gülümseyerek devam etti, "Fakat, artık bir
dakika bile ayrı kalmaya tahammül edemem."

Geçmişi değiştirmenin bir yolu yoktu.

Sekiz yüz yıl önce, on yedi yaşındaki Xie Lian gelecekte neler olacağını bilmiyordu. Kader
ona iki tane çıkış kapısı sunmuştu, ilki savaş tanrısı olmanın kapısıydı. Diğeri de bir köprüde
ölümsüz bir iblis ile karşılaşmasıydı. Ve Xie Lian kaderindeki bu iki kapıyı da açmıştı.

Daha sonra güçsüzlükle karşı karşıya kalacak ve çeşitli zorluklarla boğuşup hayatta kalmaya
çalışacaktı. Acı, öfke, hayal kırıklığı, yalnızlık, güçsüzlük, umutsuzluk, kalp kırıklığı ve adeta
küle dönmüş bir kalp.

Ama hepsinden sonra, küle dönmüş olan kalbi yeniden canlanmıştı.


Neyse, bunların hepsi artık geçmişte kalmıştı.

.....

"Gege, hoş geldin."

"Mn....."

"Gördün mü, tekrar buluşacağımızı söylemiştim. Sana asla yalan söylemem."

Xie Lian Hua Cheng'e doğru imalı bir bakış attı, "Gerçekten mi?"

Hua Cheng hafifçe gülümsedi, "Tabii ki de. Ne zaman yalan söyledim? Gege, ben......."

"....."

"......"

Xie Lian elini Hua Cheng'in cübbesinin içine doğru soktu ve göğsünden bir kağıt parçası
çıkarıp sesli şekilde okumaya başladı, "San Lang Gege'nın iyiliğini nasıl geri öderim
bilmiyorum. Sahip olduğum azıcık güçle Gege'nın problemini çözmek için yardım edeceğim.
Bu yüzden bir süreliğine ayrılıyorum. San Lang Gege endişelenme, Xie Lian geri dönecek."

Hua Cheng bir kaşını kaldırdı ve ellerini arkasında birleştirdi, hiç konuşmuyordu. Xie Lian
sesli şekilde okumasını bitirince onun hareketlerini taklit edip bir kaşını kaldırdı, "San Lang
Gege, ne kadar da iyi bir Gege'sın."

Hua Cheng kahkaha attı, "İyi mi ya da kötü mü olduğumu Gege zaten başından beri bilmiyor
muydu?"

Xie Lian'ın yüzü kızarmaya başlamıştı, ".....Neyden bahsettiğini bilmiyorum. Otur şu birkaç
gün içinde yapmış olduğun hataları düşün."

Hua Cheng ciddi bir şekilde yanıt verdi, "Gege böyle yapma. Son iki gündür sana nazik ve
terbiyeli davranıyordum. Ve kendimi tutmak benim için çok zordu."

"Terbiyeli mi davranıyordun? Benimle, açıkça.....açıkça alay ettin."


Xie Lian nasıl on yedi yaşındaki haliyle şımarıkça davranıp ortada dolaştığını, Hua Cheng'in
kendisiyle nasıl oynadığını hatırladı. Hatırlamaya devam ettikçe yüzü kızarıyordu, alnına
vurup "Ah"ladı.

Hua Cheng ciddi bir yüz ifadesiyle yanıt verdi, "Yani ahlaksız, aşağılık bir piç olmakla
suçlansam bile, San Lang'ın hiçbir şikayeti ya da pişmanlığı yok."

"......"

"Eğer Gege mutsuzsa, beni azarlamaya devam edebilir. San Lang her şeyi kabul ediyor."

Xie Lian artık dinlemeye tahammül edemiyordu.

Şakaklarına masaj yaparak oradan uzaklaşıyordu. Hua Cheng kafasını çevirdiğinde Xie
Lian'ın çoktan gitmiş olduğunu fark etti ve arkasından bağırdı, "Gege? Tamam tamam kaçma
Gege! Hepsi benim hatam. Gege???"

"Gege diye bağırmayı kes artık!"

Çevirmen: Maria
Bölüm 250: Ekstralar Altıncı Bölüm- Hayalet Kral'ın Başucu Hikayesi

Hua Cheng hastaydı.

Hafif bir hastalık olmasına rağmen Hayalet Kral'ın hastalanması hiç beklenmedik bir
durumdu.

Xie Lian Qian Deng Tapınağı'na dönüp her zamanki gibi Hua Cheng'in el yazısını kontrol
etmeye gittiğinde onun hafif kızarmış yüzünü gördü ve inanılmaz derecede endişelendi.

Diğer elinde bulunan minik Hua Cheng heykelini yatağın kenarına koyduktan sonra -evet,
yatağın üstünde tüm gün yuvarlanıyorlardı- elini önce Hua Cheng'in yanaklarına, daha sonra
da alnına koydu, "Evet, gerçekten de sıcak."

Hua Cheng gülümsedi, "Gege'yı ne zaman görsem sıcak basıyor, Gege bana dokunduğunda
bedenim alev alıyor."

Xie Lian'ın da yüzü kızardı ve aceleyle yanıt verdi, "Hasta olduğun için ağzından çıkanı
kulağın duymuyor."

Hua Cheng samimi bir ifadeyle karşı çıktı, "Ne dedim ki? Söylediklerimde ciddiydim. Gege,
endişelenme, sadece önemsiz bir hastalık."

Ama Xie Lian onun sesinin her zamankinden daha alçak ve boğuk olduğunu fark etmişti, bu
yüzden kaşlarını çattı, "O halde güzelce dinlen. İyileşene kadar yanında kalacağım."

Xie Lian, Hua Cheng'in kullandığı fırçayı ve kağıtları masaya bıraktı. Hua Cheng yataktaki
boş kısma eliyle hafifçe vurdu, "Gege, neden bana katılmıyorsun?"

Yatağa girdiği an, Hua Cheng'in birkaç gün boyunca onun dinlenmesine izin vermeyeceğini
biliyordu. Nazik bir ses tonuyla yanıt verdi, "Katılmasam daha iyi olur. Benim San Lang'ım
zaten çok yorgun."

Hua Cheng sesli bir kahkaha attı, "Saçmalık, eğer Gege yanımdaysa, San Lang neden daha
fazla yorulmaktan korksun ki?"
Xie Lian artık onunla kelime yarıştırmamaya karar verdi, bunun yerine Hua Cheng'in
kopyalaması için el yazısı alıştırmaları yazmaya odaklandı. Hua Cheng yatakta yan döndü,
dirseğini yatağa bastırıp elini yanağına koydu ve Xie Lian'ın yüzünü incelemeye başladı.

Kaç kez buna maruz kalırsa kalsın Xie Lian her seferinde onun bakışları yüzünden
kızarıyordu, "San Lang, bana değil yazdığım el yazısı alıştırmalarına bak."

Hua Cheng iç çekti, "Gege, dürüst olmak gerekirse, bu kağıtlara bakınca bile başım ağrıyor.
Ama Gege yazdığı için bakmadan da duramıyorum. Kimbilir, belki de bu alıştırmalar
yüzünden hasta olmuşumdur."

"Ne zamandan beri böyle bir hastalık var?"

Hua Cheng kıkırdadı, "Peki ya bunlar yerine Gege'ya baksam nasıl olur? Gege bu kağıtlardan
daha güzel görünüyor. Eğer Gege'yı izlersem belki de iyileşirim."

Xie Lian ona karşı kaybetmiş gibi hissediyordu, aslında gülmek istiyordu ama bunun yerine
elindeki fırçayı yere bırakıp başını salladı, "Neden bugünlerde daha da saçma konuşmaya
başladın...Ağzından hiç düzgün bir şey çıkmıyor. Tamam anlaşıldı böyle olmayacak, ne
yapmak istiyorsun?"

"Özellikle bir şey yapmamıza gerek yok." dedi Hua Cheng, "Sadece bana eşlik etmeni
istiyorum, zaten kısa sürede iyileşirim."

Xie Lian tekrar ateşini kontrol etmek için alnına dokundu. Karşısındaki adam erkeksi ve
yakışıklı bir yüze sahipti ama şu anki bu tatlı davranışları Xie Lian'ın sanki yüzü kızarmış
şımarık bir çocuğun battaniyeden kafasını çıkarıp ona baktığını düşünmesine sebep olmuştu.
Onun bu hali Xie Lian'ın kalbini yumuşacık yapmıştı. Bir süre geçtikten sonra söze girdi,
"Ah, doğru ya, bak bugün ne aldım."

Cübbesinin içinden bir şey çıkardı, "İnsanların okumak istemeyeceği bu eski kitabı aldım.
Sana bir hikaye okuyayım."

Elindeki kitap küçüktü ve paçavra gibiydi. Sararmış sayfalarından yayılan mürekkep kokusu
oldukça keskindi. Defalarca kez okunmuş olmalıydı.

Fakat Hua Cheng, "Dinlemek istemiyorum." dedi.


Meraklı bir şekilde "Neden?" diye sordu Xie Lian.

Hua Cheng usulca yanıt verdi, "Sonuçta, bu hikayeler diğer göksel yetkililer hakkında ve ben
de onların işe yaramaz oldukları konusunda oldukça netim. Dinlemeye değer olmayan şeyler
için neden Gege'yı yorayım ki?"

Bu doğruydu. Hua Cheng bu üç krallığın (hayalet şehir, ölümlü diyar, cennet) en karanlık
dönemlerine şahit olmuştu.

"Gege eğer bana bir şeyler okumak istiyorsa, neden başka bir şey anlatmıyor? Mesela seninle
ilgili bir hikaye."

Xie Lian gülümsedi, "Eski meselelerim hakkında senden daha çok bilgi sahibi olan başka biri
var mı ki?"

"Olsun sen tekrar anlat." dedi Hua Cheng, "Ben dinlemek istiyorum. Ne kadar dinlersem
dinleyeyim asla yeterli olmayacak."

Xie Lian, Hua Cheng'in ne kastettiğini biliyordu ve dikkatli bir şekilde onun yanağına düşen
siyah saçlarını okşadı. Kitaba gelişigüzel bir bakış attı ve aniden haykırdı, "San Lang, sanırım
bu kitap senin ve benim hakkımda yazılmış."

"Ne?"

Xie Lian tekrar kitaba baktı ve yanıt verdi, "Gerçekten. 'Kırmızılı Hayalet Kral' ve 'Hurda
Toplayan Ölümsüz' hakkında bir sürü hikaye var."

Bu cümle Hua Cheng'in ilgisini çekmiş gibi görünüyordu, "Ha? Ne yazılmış?"

Xie Lian da insanların Hua Cheng ile ilgili nasıl hikayeler yazmış olduğunu merak ediyordu,
bu yüzden kitabı açtı ve okumaya başladı, "Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, kırmızı
cübbe giymeyi seven bir Hayalet Kral varmış. Bu Hayalet Kral çok güçlü olmasına ve birkaç
dağ büyüklüğünde altını olmasına rağmen çok mutsuzmuş. Bunun sebebi ise yalnız
olmasıymış ve bir eşi olmasını çok istiyormuş."

"............"
Xie Lian bir kahkaha patlattı, gülmekten okuyamıyordu, "Boş yuvasında yapayalnız bekleyen
Hayalet Kral...hahahahha......hahahahhahahaha....."

Hua Cheng bir kaşını kaldırdı, "Bu yanlış değil. Gege yanımda değilken, gerçekten de çok
yalnızdım."

Xie Lian'ın hafifçe yüzü kızardı, hemen okumaya devam etti.

Çok uzun zaman önce, kırmızı cübbe giymeyi seven bir Hayalet Kral varmış. Bu Hayalet Kral
çok güçlü olmasına ve birkaç dağ büyüklüğünde altını olmasına rağmen çok mutsuzmuş.
Bunun sebebi ise yalnız olmasıymış ve bir eşi olmasını çok istiyormuş.

Yüzlerce yıl beklemiş ama sevgilisiyle bir türlü buluşamamış. Bu yüzden yetenekli bir falcıya
gidip gelecekteki eşinin nerede olduğunu sormuş.

Falcı ona şöyle söylemiş, "Gelecekteki eşinle bir dağda karşılaşacaksın ve gelin kıyafetleri
giymiş halde at arabasıyla gelecek."

Hayalet Kral eşini bulmakta kararlıymış bu yüzden dağa gidip onun gelmesini beklemeye
başlamış.

O sırada çok uzaklarda bir yerlerde Hurda Toplayan Ölümsüz isminde biri varmış.

Sağdan soldan hurda toplayan bu kişi göksel yetkililer arasında en fakir olanıymış.

Fakir olsa da çok şefkatli ve iyi yürekliymiş. Bir gün, hurda toplamaktan dönerken yol
üstünde ağlayan bir kız görmüş ve ona "Genç Hanım neden üzgünsünüz?" diye sormuş.

Kız ağlayarak cevap vermiş, "Yakında evleneceğim ama düğün arabasıyla beraber dağdan
geçmem gerekiyor. O dağdan geçen gelinlerin hepsi öldürüldü. Ben de öleceğim."

Hurda Toplayan Ölümsüz kızın haline acımıştı bu yüzden de onu kurtarmak için düğün günü
onun yerini almaya ve o canavarı öldürmeye karar vermişti.

Hurda Toplayan Ölümsüz'ün sadece iki tane arkadaşı vardı. Birisi çok öfkeli ve asi, diğeri de
çok cimriydi, öyleyse onları Huysuz Ölümsüz ve Cimri Ölümsüz olarak adlandıralım. Bu ikisi
sık sık birbiriyle çekişme halindeydi ve Hurda Toplayan Ölümsüz'e şöyle dediler, "O Hayalet
Damat kurnaz ve korkunç bir görünüşe sahip olan ve tüm tanrılardan nefret eden bir Hayalet
Kral olmalı. Seni yakalarsa kesin yer!"

Fakat Hurda Toplayan Ölümsüz gitmekte oldukça ısrarcıydı, bu yüzden arkadaşları onun için
bir düğün arabası yaptılar. Düğün günü Hurda Toplayan Ölümsüz, Rüzgar Ustası'ndan aldığı
gelin kıyafetini giydi. Düğün arabasına bindi ve arkadaşlarıyla beraber dağa doğru yola çıktı.

Gecenin zifiri karanlığında, bu iblis rüzgarı bayağı şiddetli şekilde esiyordu ve araba
ilerledikçe ortalık da ıssızlaşmaya başlamıştı. Etrafta tek bir kişi bile yoktu. Hurda Toplayan
Ölümsüz, damat gelip onu alana kadar uzunca bir süre bekledi.

Damat onu nihayet almaya geldiğinde çok şaşırmıştı. Çünkü karşısındaki kişi son derece
yakışıklıydı ve yüzünde nazik, şefkat dolu bir ifade vardı. Efsanelerde anlatılan o korkunç
Hayalet Kral ile yakından uzaktan alakası yoktu.

Dağ oldukça büyüktü, Hayalet Kral, Hurda Toplayan Ölümsüz'ü kendi inine götürdü ve şöyle
dedi, "Bundan sonra ben senin kocanım ve sen de benim değerli eşimsin. Bu dağ bana ait ama
benim olduğu kadar sana da ait. İstediğin gibi özgürce dolaşıp etrafı keşfedebilirsin. Ama
unutma, dağın arkasında asla gitmemen gereken iki tane ev var."

Hurda Toplayan Ölümsüz, "Neden?" diye sordu.

Hayalet Kral yanıt verdi, "Bu bir sır, bilmen gerekmiyor. Zaten istesen de gidemezsin, o
evlerin önüne çeşitli bariyerler kurdum. Geçmek için üzerinde bana ait bir şeyler olmalı."

"Ne gibi şeyler?" diye sordu Ölümsüz.

"Evlerden birinde çöpler var." dedi Hayalet Kral, "Onu açmak için bana ait olan somut bir
nesne gerekiyor ve bu nesne büyük ya da çok olmalı; diğerinde ise çok değerli bir büyülü eşya
var. O yalnızca bana ait olan ama asla dokunamadığın sıcak bir şeyle açılıyor."

Elbette Ölümsüz onu dinlemeyecekti. Hayalet Kral'ın önünde itaatkar davransa da, o uzaklaşır
uzaklaşmaz gizlice dağın arkasına gitmişti. Gerçekten de evlerin biri çöp doluydu ve içeriden
yardım isteyen, yalvaran çığlık sesleri geliyordu.

Ölümsüz, kaçırılan gelinlerin bu evin içinde olabileceğinden şüphelendi, bu yüzden de


Hayalet Kral'a ait olan bir şeyi çalmaya karar verdi.
Ama ne çalabilirdi ki?

Bu Hayalet Kral'ın saçları simsiyah ve parlaktı, bazen açık bırakır bazen de tuhaf bir şekilde
toplardı. Ölümsüz'ün aklına ilk gelen şey, her gün Hayalet Kral'ın yastığına düşen birkaç saç
telini almaktı. Bu yüzden ona "Aynı odada kalmayacak mıyız?" diye sordu.

"Tabii ki de kalacağız." dedi damat, "Sonuçta artık evliyiz."

Ve böylece ikisi aynı odaya taşındılar. Aynı yatakta uzanmalarına rağmen Ölümsüz, Hayalet
Kral'ın kıyafetlerini çıkarmasına izin vermiyordu. Bu yüzden de Hayalet Kral ona
dokunamıyordu.

Fakat Ölümsüz'ün, damadın saçlarının hiç dökülmediğini fark etmesi pek de uzun sürmemişti.
Saçlarını toplamasına ne kadar yardım ederse etsin, ne yastıkta ne yerde, hiçbir yerde tek bir
saç teli bile yoktu!

Gerçekten de sinir bozucu bir durumdu. Bu yüzden Hayalet Kral'ın uykuya dalmasını bekledi
ve bir kılıç alıp saçlarını kesmek için ona yaklaştı. Ama damat çok temkinliydi, o yaklaşır
yaklaşmaz gözlerini açmıştı. Ölümsüz'ü suçüstü yakalamış olsa da Hayalet Kral oldukça
sakindi. Damadın ondan şüphelenmesine engel olmak için aceleyle kendi saçından bir tutam
kesti ve ona uzattı.

Böyle bir hediye aldığı için Hayalet Kral çok mutlu oldu.

Aradan çok zaman geçmemişti ki Ölümsüz'ün aklında yeni bir fikir daha yeşerdi. Hayalet
Kral'a dönüp, "Seni öpebilir miyim?" diye sordu.

Hayalet Kral bu sorudan çok memnun olmuş görünüyordu, "Tabii ki öpebilirsin. Sen benim
sevgili eşimsin."

Ve sonrasında Hayalet Kral'a sarılarak ona derin öpücükler vermeye başladı. Bu yakınlaşmayı
fırsat bilip, fark ettirmeden saçından bir tutam aldı ve hemen dağın arka kısmına doğru koştu.

Ama oraya vardığında hayal kırıklığı yaşamıştı. Çünkü bu bir tutam saç bariyeri kaldırmak
için yeterli değildi, daha büyük bir şeye ihtiyacı vardı. Ama buna rağmen kafasını içeri
sokmayı başarmıştı, bedeni hala girmiyordu.
Hurda Toplayan Ölümsüz biraz ümitsiz hissediyordu. İlk başta Hayalet Kral'dan bir şeyler
çalmanın çok kolay olacağını düşünmüştü, böyle bir zorlukla karşılaşmayı hiç beklemiyordu.

Arkadaşı Rüzgar Ustası'nı hatırladı ve ona akıl danışmak için sarayına gitti, "Hayalet Kral'a
ait olan başka ne alabilirim?"

"Ah!" diye haykırdı Rüzgar Ustası, "Bu çok kolay. Kadın görünüşünü alıp onunla evlen ve
birlikte ol."

Ölümsüz aceleyle kafasını salladı. Şimdiye kadar yürümüş olduğu yolun mutlak bir bekaret
kuralı vardı, eğer biriyle birlikte olursa güçleri büyük miktarda zarar görürdü. Rüzgar
Ustası'nın planını nasıl uygulayabilirdi ki?

Tam o sırada Su Ustası saraya döndü ve Rüzgar Ustası'nın söylediklerini duyunca öfkeyle
bağırdı, "Bu nasıl olabilir! Böyle uygunsuz bir şeyi nasıl söylersin?!"

Eğer Su Ustası öfkelenirse parasını, insanları ezip geçmek için kullanırdı bu yüzden Ölümsüz
aceleyle oradan kaçtı. Koşarken aklına diğer iki arkadaşı Huysuz Ölümsüz ve Cimri Ölümsüz
geldi, hemen onların yanına gitti.

Bu iki ölümsüz hala birbiriyle kavga ediyordu, kavga ederken Hurda Toplayan Ölümsüz'e
doğru bağırdılar, "Çok fazla insan kaçırıldığı için göksel yetkililer dağa saldırmak üzere yola
çıktı. Hayalet Kral'ı yakalamaya gidiyorlar!"

Ölümsüz afallayıp kalmıştı, onunla geçirdiği birkaç günde Hayalet Kral'ın böyle bir şey
yapmayacağını anlamıştı. Muhtemelen ortada büyük bir yanlış anlaşılma vardı.

Ancak bu Hurda Toplayan Ölümsüz çok fakir olduğu için hiçbir itibarı yoktu ve onu kimse
dinlemiyordu. Çok endişeleniyordu, eğer gerçekleri ortaya çıkarmazsa göksel yetkililer
Hayalet Kral'a saldıracaktı.

Alelacele geri dönüp Hayalet Kral'a şöyle sordu, "Evliliğimizi tamamlayabilir misin?"

Damadın gözleri parıldadı, "Elbette. Sonuçta evliyiz."

Ve bu şekilde, Ölümsüz ve Hayalet Kral evliliklerini tamamlamak için gereken şeyi yaptılar.
Tam ortasındayken Ölümsüz, Hayalet Kral'ın ona istediği şeyden çok vermeyeceğinden
korktu ve ona sımsıkı sarılıp haykırdı, "Hepsini verir misin? Ve birkaç kere istiyorum."

Damat yumuşak sesle cevap verdi, "Eğer sen istiyorsan, elbette."

"İstiyorum..." diye yanıtladı Ölümsüz.

Ve böylece Ölümsüz istediği şeye sahip oldu. Hayalet Kral'a ait olan ve çok olan bir şey...

Ertesi gün Ölümsüz nihayet istediği şeyi Hayalet Kral'a yalvararak elde etmişti ve hemen
dağın arkasındaki eve doğru koşmuştu. Bu sefer sonunda o eve girebiliyordu.

Ölümsüz eve girer girmez yerlerde dağınık halde bulunan cesetleri fark etti, hatta bazılarının
sadece kemikleri kalmıştı!

Bu cesetlerin üzerinde düğün kıyafeti vardı, öyle görünüyordu ki bunlar kayıp gelinlerdi.
Ölümsüz bunu görünce inanılmaz derecede şok oldu ve hayal kırıklığına uğradı.
Fakat sonra arkasında sanki biri varmış gibi hissetti ve anında arkasına döndü. Ama bir de ne
görsün, Hayalet Kral tam arkasında duruyordu ve kimbilir ne zaman gelmişti!

Hurda Toplayan Ölümsüz afallayıp kaldı. Huysuz Ölümsüz ve Cimri Ölümsüz'ün ona Hayalet
Kral'ın çok kurnaz olduğunu ve tanrılardan nefret ettiğini söylemiş olduklarını hatırladı. Artık
ne düşüneceğini bilemiyordu. Bu Hayalet Kral onun niyetini en başta anlamış ve bunca zaman
onu oyalamış olabilir miydi?

Ölümsüz çok incinmiş ve çok öfkeli hissediyordu bu yüzden olabildiğince hızlı şekilde oradan
kaçmaya başladı. Ama koştukça Hayalet Kral'ın ona verdiği şeyler yere doğru akıyordu. Bu
yüzden evin önünde duran bariyer tarafından tekrar engellenmişti.

Hayalet Kral da peşinden gelmişti ve yakalar yakalamaz onu kendine doğru çekip sıkıca
sarıldı. Daha sonra olan biteni Ölümsüz'e anlattı.

Görünüşe göre o gelinleri kaçıran kişi Hayalet Kral değildi. O burada gelecekteki eşini
bekliyordu ve bir gün yürüyüşe çıktığı sırada bir düğün arabasına denk gelmişti. Düğün
arabasındaki damat korkup kaçarak gelini orada bırakmıştı.

Hayalet Kral başına bela almak istemiyordu. Gelin ona, o adamla evlenmek istemediğini ve
bu yüzden geri dönmek istediğini söyledi. Daha sonra buna benzer başka olaylar da
yaşayınca, Hayalet Kral bu yeni evli çiftleri test etmeye karar verdi. Eğer damatlar gelinlerini
korumak isteyip öne atılırlarsa onların gitmelerine izin verecekti, ama eğer birisi canavardan
kaçmak için gelini yem olarak kullanmaya çalışırsa, o damatları ceza olarak bu odaya
kilitleyecekti.

Bu insanlar kalplerinde kötülük taşıdıkları ve ahlaklı olmadıkları için, birbirlerini öldürme


eğilimindeydiler ve en sonunda da ortada çürümüş kemikleri kalmıştı. Gelinlerine gelince,
bazıları güvenli bir şekilde evlerine gitmiş, bazıları sevdikleriyle uzaklara kaçmıştı.

Hayalet Kral söze girdi, "Yüzlerce yıldır seni bekliyordum, Gege, ve sonunda artık benimsin."

Aradaki yanlış anlaşılmalar ortadan kalkınca, ikisi birbirlerine sıkıca sarıldılar. Evden
ayrılmak için yine, Hayalet Kral, Ölümsüz'e vermesi gereken şeyden çok fazla miktarda
vermişti. Ama beklenmedik bir şekilde aniden, gökyüzünden şiddetli bir gürültü geldi. Öyle
görünüyordu ki, göksel yetkililer ölümüne korktukları bu Hayalet Kral'a saldırmak için bu anı
beklemişlerdi!

Ölümsüz aceleyle dışarı fırladı ve bir grup göksel yetkiliyi geri püskürttü. Ama bu göksel
yetkililer çoktan dağın çökmesine sebep olmuş ve Hayalet Kral'ı dağın altına hapsetmişlerdi.

Bu dağ çok büyüktü bu yüzden Ölümsüz, Hayalet Kral'ın ezileceğinden korktuğu için
umutsuzca omuzlarıyla dağı tutmaya çalışıyordu. O anda aniden girmedikleri bir diğer ev
olduğunu hatırladı ve o evde olan o değerli büyülü eşyayı dağdan kurtulmak için
kullanabileceğini düşündü. Bu yüzden hemen o diğer eve koştu. Ama Hayalet Kral da o evin
içindeydi ve gayet iyi durumdaydı, onu görünce rahat bir nefes verdi.

İkisi dağın içinden güvenli bir şekilde dışarı çıktılar ve onlara saldıran göksel yetkililerle
savaştılar. Daha sonra yanyana oturdular ve kalan göksel yetkililerin bir yıldızın kayması gibi
görünen kaçışlarını izlediler.

Ölümsüz şöyle sordu, "Çöp dolu olan evin somut bir şeyle açılacağını ama diğer evin sıcak
ama dokunulmayan bir şeyle açılacağını söylememiş miydin?"

Hayalet Kral gülümseyerek yanıt verdi, "Evet. Gege çok uzun zaman önce böyle bir şeyi
almamış mıydı?"

Hurda Toplayan Ölümsüz nihayet anlamıştı. Dokunamadığı şey, Hayalet Kral'ın ona beslediği
o sımsıcak aşkıydı.
Hurda Toplayan Ölümsüz ve Hayalet Kral mutlu bir şekilde evlerine döndüler, ve bir daha hiç
ayrılmadılar.

"......"

"......"

Hikayeyi okumayı bitirdikten sonra Xie Lian hala üstündeki şoku atlatamamıştı, "Bu ne biçim
bir kitap böyle? Biraz abartılı değil mi? Hayır hayır hayır bu...."

Bu da neydi? Buna nasıl hikaye kitabı denilebilirdi ki?

Ama Hua Cheng o kadar gülüyordu ki, yataktan aşağı düşmüştü. Xie Lian hala şaşkın bir
şekilde sorguluyordu, "Bunların hepsi uydurma! Bu hikaye nasıl ortaya çıktı? Yoksa Jun
Shan'daki olaylarla mı ilgili? Ama orada böyle şeyler olmamıştı ki...Ayrıca çocukların böyle
şeyler okumasına izin vermek doğru mu? Bu çok uygunsuz. Kim yazdı bunu? Peki ya bu
tanıdık gelen karakterler...???"

İlk bakışta, çocuklara başucu hikayesi olarak bile okunabilecek kadar masum bir aşk romanı
gibi görünse de, aslında bir erotizm kitabından bile daha fazla erotizm barındırıyordu. Ama
sonuna kadar okuduktan sonra, Xie Lian gerçekten de bunun kendisiyle bir ilgisi olup
olmadığını merak etmeye başlamıştı.

"Ha?" dedi Hua Cheng, "Ama tamamen uydurma değil, doğru olan bazı noktalar var. Jun
Shan'a gerçekten de Gege'nın düğün arabasını almaya gitmiştim. Diğeri de, düğün odasında
biz gerçekten de...."

Xie Lian her zaman derisinin kalın olduğunu, hiçbir şeyden kolay kolay utanmayacağını
düşünürdü ama Hua Cheng ne zaman böyle şeyler söylese yanakları kızarıp al al oluyordu,
"Böyle bir şeyi...nereden biliyorlar?!!....ve bunların dışındakiler doğru değildi..."

Birçok hikayenin yazıya dökülürken aslından uzaklaşıp bambaşka hikayelere dönüştüğünü


biliyordu ama kendi gözleriyle şahit olunca gerçekten de çok şaşırmıştı. Bazı kısımlarda
okumaya devam edememişti ama Hua Cheng onun okuması için ısrar etmişti. Xie Lian zaman
zaman ona vurmak istemiş olsa da kıyamadığı için vuramamıştı.

Hua Cheng'in yüz ifadesinde bir değişiklik yoktu, "Hikayenin ufak bir kısmını bilen birileri
olmalı. Muhtemelen kendi istedikleri şekilde değiştirip bu kitabı yazdılar."
Xie Lian elindeki kitabı bir kenara fırlattı, "Neyse, böyle saçma ve uydurma hikayeleri
okumayalım. Düzgünce dinlen."

Hua Cheng ellerini ovuşturdu, "Bence çok iyi yazılmış. Yazan kimse, çok yetenekli. Gege
bana hikayeyi okurken enerjiyle doluyormuşum gibi hissettim. Gege, lütfen bir tane daha
oku."

Xie Lian anında reddetti, "Hayır."

"Gege, başım ağrıyor."

"Bu....."

"Gege."

".....pekala."

Sonuçta Hua Cheng'in hasta olması çok ender bir durumdu ve normalde de Xie Lian Hua
Cheng'in isteklerini reddedemiyordu, şimdi bu isteğine nasıl karşı çıkabilirdi ki?

Çok utansa da buna katlanmak zorundaydı. Bir kez daha o sararmış kitabı aldı ve Hua
Cheng'in yanına uzandı. Hua Cheng kollarını Xie Lian'ın beline doladı, Xie Lian da başını
onun göğsüne dayayıp kitabı okumaya devam etti.

"Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, uzak diyarların birinde meditasyon yapan genç bir
Veliaht Prens varmış. Bir gece gizemli bir misafirle tanışmış...."

Çevirmen: Maria
Bölüm 251: Ekstralar Yedinci Bölüm-Aiyaa! On Bin Tanrı Mağarası

Xie Lian gülümseyerek üstüne ağırlık yapan Hua Cheng'i kenara itti. Az önceki tutkulu ruh
hallerinden ötürü hala nefes nefeseydi ki aniden aklına bir şey geldi, "Ah bu arada San Lang,
On Bin Tanrı Mağarası'nda..."

Hua Cheng'in eli bir kez daha Xie Lian'ın göğsüne yöneldi. Parmaklarıyla, -kim bilir ne(?) ile
oynarken usulca şöyle sordu, "Hı? Ne olmuş On Bin Tanrı Mağarası'na?"

"Önemli bir şey değil." dedi Xie Lian, "Birden aklıma geldi de, Tonglu Dağı patlarsa, On Bin
Tanrı Mağarası'nın içindeki heykellere bir şey olur mu?"

Eğer böyle bir şey olursa, gerçekten de çok yazık olurdu. Sonuçta o heykelleri Hua Cheng
kendi elleriyle özenerek yontmuştu, bu yüzden de hepsini çok seviyordu.

"Hayır. Ayrılmadan önce bariyer kurdum. Tonglu Dağı tamamen yıkılsa bile heykellere bir
şey olmayacak."

Bunu duyunca Xie Lian hemen cevap verdi, "Cidden mi? Bu harika, o halde gerçekten de bir
sorun olmayacaktır. Gidip bir bakmak istiyorum. Olur mu?"

Hua Cheng sanki kısa bir süre tereddüt etmiş gibiydi ama sonra gülümseyerek yanıt verdi,
"Tabii ki. Gege istediği zaman gidip bakabilir."

Hua Cheng'in tereddütü Xie Lian'ın ilgisini çekmişti, "O halde yarın gidelim. Sonuçta Tonglu
Dağı kilitli değil ve herhangi bir zaman içeri girilebilir."

Hua Cheng bir kaşını kaldırdı, "Yarın mı? Pekala."

Xie Lian daha fazla bir şey söylemedi ama ertesi gün yine işler biraz karışmıştı.

Kendi yanılsaması mıydı bilmiyordu ama gece olduğunda Hua Cheng sanki her zamankinden
biraz daha vahşiydi ve onu yatakta sert bir şekilde, hamur gibi evirip çevirmişti. İkinci turdan
sonra, ağlayarak merhamet dilenmiş ve sonrasında daha fazla dayanamayıp uykuya dalmıştı.

Normalde gün aydınlanana kadar mışıl mışıl uyurdu. Ama yaklaşık bir saat sonra bedeninin
yan tarafında bir kıpırdanma hissedip gözlerini açtı. Yanındaki kişi çoktan gitmişti.
Xie Lian'ın uykusu açılmıştı, şaşkınlıkla birden olduğu yerde doğruldu.

Düzgünce temizlendikten sonra yataktan kalkıp kapıyı açtı, içinden "San Lang nereye gitti?"
diye düşünüyordu.

İlk kez gecenin bir yarısı uykusundan uyanıp ortadan kaybolmuştu. Malikanenin içinde
dolaştı, daha sonra mesafe kısaltma rünü için kullandıkları odanın önüne geldi. Tam da
beklediği gibi, odanın kapısı açıktı.

Şu anda gördüğü rünün en son çizdiklerinden daha farklı olduğunu fark etti. Rünü çizmek için
kullanılan zinober daha tam kurumamıştı. Xie Lian hiç tereddüt etmeden kapıyı itip içeri
girdi. Artık malikanede değil, zifiri karanlığın ortasındaydı.

ÇN/ Zinober boya maddesi olarak kullanılan bir element.

Xie Lian kapıyı kapattı ve avcunun içinde bir alev yaktı. Önündeki manzarayı görür görmez
donakaldı.

Öyle görünüyordu ki mesafe kısaltma rünü onu büyük ve kasvetli bir mağarının içine
göndermişti.

On Bin Tanrı Mağarası!

Hua Cheng neden gecenin bir yarısı tek başına On Bin Tanrı Mağarası'na gelmişti ki? Ertesi
gün beraber gitmek için sözleşmemişler miydi? Neden ondan önce buraya gelmişti?

Elindeki avuç meşalesiyle beraber o soğuk mağaranın içini inceleyerek yürümeye başladı.

Ayak sesleri mağaranın içinde yankılanıyordu. Heykellerin yüzlerini örten örtüler


kaldırılmıştı. Onu çevreleyen karanlığın içinde kendisiyle aynı yüze sahip sayısız heykel
sessizce duruyordu. Bunu düşünmek bile içinde bir ürperti hissetmesine neden oluyordu.
Yürüdükçe dikkatini başka bir şey çekmeye başladı. Mağaranın ortasında, bir elinde çiçek bir
elinde kılıçla duran, sıcak ve nazik bir gülümsemeye sahip olan "Tanrıları Memnun Eden
Veliaht Prens" heykeli vardı.

Burada en az yüz en çok bin tane heykel vardı. Hua Cheng'in onları ne kadar sürede
yonttuğunu ve bu sessiz karanlıkta ne kadar süre kaldığını tahmin bile edemiyordu.
Bunu düşündüğü an Xie Lian iç çekti ve heykele bakarken hafifçe mırıldandı, "Çok yalnız
kalmış olmalı."

Bu sözle hem karşısındaki heykeli hem de o heykeli yontan kişiyi kastetmişti.

"Tanrıları Memnun Eden Veliaht Prens" heykeli başıyla onayladı.

Xie Lian: "............"

Bu son derece dehşet vericiydi.

Bir süre donakaldıktan sonra ne olduğunu nihayet anlamıştı. Bunun nedeni yakın zamanda
ruhsal güç depolamış olmasıydı, bütün bedeni hala enerji doluydu. Dolayısıyla heykelleri de
etkilemiş, onların canlanmasını sağlamıştı.

Xie Lian aceleyle ruhsal güçlerini dizginlemeye çalıştı ama artık çok geçti "Tanrıları Memnun
Eden Veliaht Prens" heykeli çoktan öne doğru birkaç adım atmıştı. Ama Xie Lian'ın ruhsal
enerjisi düzensiz olduğu için sabit bir şekilde yürüyemiyordu ve sonunda da bir bam! sesiyle
yere düşmüştü.

Xie Lian hemen ona yardım etti, "Dikkatli ol!"

Yardım edildiğini fark edince heykelin yüzündeki gülümseme ifadesi değişmemişti ve hatta
başını kaldırarak ona gururlu ve asil bir ifadeyle, teşekkür ettiğini ifade ediyormuş gibi başını
salladı. Heykelin bu halini görünce Xie Lian neredeyse kahkaha atacaktı ama kendini tuttu,
"Hua Cheng'i gördün mü?"

Heykeller konuşmakta uzmanlaşmış tanrıların heykeli olmadığı sürece konuşamazlardı ama


basit sesler çıkarabilirlerdi. Xie Lian'ın sorusunu duyunca heykelin yüzünde bir şaşkınlık
ifadesi belirdi, öyle görünüyordu ki Hua Cheng'in kim olduğunu bilmiyordu.

Xie Lian sorusunu değiştirerek tekrar sordu, "Kırmızı kıyafetli birini gördün mü?"

Ancak o zaman heykel gülümsedi ve çekimser bir şekilde başını salladı.

"Hangi yöne doğru gittiğini biliyor musun? diye sordu Xie Lian.
Böylesine devasa büyüklükteki bir mağaraya pek de aşina değildi ve kaybolmaktan da
oldukça korkuyordu. Heykel mn-ladı ve belirli bir yöne doğru işaret etti.

Xie Lian heykele yanıt verdi, "Ekselansları'na çok teşekkürler."

Bir süre yürüdükten sonra geri dönüp arkasına baktı. "Tanrıları Memnun Eden Veliaht Prens"
heykeli nasıl yürüneceğini çoktan kavramış gibi görünüyordu. Hatta olduğu yerde kılıç pratiği
bile yapıyordu, duruşu son derece zarif ve mükemmeldi. Sanki bir festivalde binlerce
izleyicinin önünde asil bir şekilde bir performans sergiliyor gibiydi.

Ne yazık ki şu an onu alkışlayacak hiç kimse yoktu.

Xie Lian'ın önüne yine bir çatal çıktı ve tabii ki yine hangi yoldan gideceğini başka bir
heykele sorması gerekiyordu. En yakın mağaraya doğru yürüdü, içeri girdiği an karşısına
umursamaz bir şekilde taş sunakta oturan ve elinde bir kavanoz şarap tutan bir insan figürü
çıktı.

Xie Lian: "......."

Şimşek gibi bir hızla yayına fırlayıp şişeyi aldı, "İçmeyi bırak!"

O heykel de kendisiydi, ama sanki yüzü biraz daha küçüktü ve beyaz kıyafetleri de pek
kaliteli görünmüyordu. Xie Lian onun şarap kavanozunu alınca geri almak için mücadele etti
ama alamayacağını anladığı zaman öfkelenip birden Xie Lian'a sarılarak ağlamaya başladı.

Xie Lian afallayıp kalmıştı, "Ah, ağlamana gerek yok..."

Heykel sanki çok kötü bir zorbalığa ve haksızlığa uğramış gibi daha da şiddetli ağlıyordu.
Artık şarap kavanozunu almaya çalışmıyor aksine Xie Lian'ı sıkıca tutuyor ve bırakmak
istemiyordu. Xie Lian'ın sarhoş olunca böyle yapışkan biri olduğundan haberi yoktu bu
nedenle heykele sarılmak ve sakinleştirmek zorunda kalmıştı, nazikçe sırtına pat pat
vuruyordu "Sorun yok...Sorun yok..."

Tekrar dikkatlice baktığında gördü ki, elindeki şarap kavanozunun içinde şarap bile yoktu. Bu
yüzden kavanozu heykele geri verip vermemesinin bir önemi yoktu, "Kırmızı giyimli birini
gördün mü? Ne tarafa gitti?"
Heykel belirli bir yönü işaret etti, Xie Lian gitmeden önce şarap kavanozunu geri verdi.
Heykel ağlamayı kesti ve oturduğu yere gidip önceki gibi duruş pozisyonunu aldı.

Xie Lian arkasına dönüp bir bakış attı ve iç çekip yoluna devam etti.

Bir süre sonra geniş bir mağaraya geldi ve zincirlerin birbirlerine sürtme sesine benzeyen bir
şangırtı sesi duydu.

Mağaranın çatısından aşağı doğru bir salıncak sarkıyor, salıncakta da Kraliyet Ailesi'nin genç
prensi olan enerji dolu bir heykel oturuyordu. Yaklaşık olarak on altı-on yedi yaşlarındaydı.
Kendi kendini sallamak için tüm gücünü kullanıyordu ama başaramıyordu, oldukça mutsuz
bir ifade takınmıştı. Bu yüzden Xie Lian arkasından onu iterek salıncakta sallanmasına
yardımcı oldu.

Salıncak nihayet hareket ediyordu, rüzgarla birlikte cübbesi ahenkle dans eden heykel artık
mutlu görünüyordu.

Xie Lian ona da aynı soruyu sordu, "Kırmızı giyimli birini gördün mü? Ne tarafa gitti?"

Heykel bir eliyle salıncağa sıkı sıkı tutunup diğer eliyle belirli bir yönü işaret etti. Xie Lian
ayrılmadan önce salıncağı birkaç kere daha itti ve "Pekala, hoşça kal." dedi.

O ayrıldıktan sonra salıncak yaklaşık on kere daha ileri geri sallandı ve sonra tamamen durdu.
Kendisini itecek kimse olmayınca heykel başta şaşırsa da sonrasında yüzünde öfkeli bir ifade
belirdi.

Uzun bir süre yürüdükten sonra Xie Lian usulca mırıldandı, "Gelmiş olmalıyım."

O anda aniden hafif bir ses duydu, sanki biri acı çekiyor gibiydi, "Bu ses de ne?...... Nefes sesi
mi?"

Bu ses hemen ileride bulunan mağaradan geliyordu. Xie Lian kim olduğuna bakmak için
aceleyle içeri girdi.

Taş sunakta yatan, göz kamaştırıcı bir heykel vardı. Üzerindeki beyaz örtü kaymıştı ve yere
doğru sarkıyordu. Olduğu yerde kıvranıyor, acı çekiyor ve kaçmaya çalışıyordu. Sanki birinin
altında işkence görüyor, adeta kaçmak için mücadele ediyordu.
"..........."

Xie Lian tam gidip örtüyü tekrar heykelin üzerine örtmek üzereydi ki, aniden arkasından
uzanan bir el gözlerini kapattı. İç çektikten sonra usulca seslendi, "Gege."

Xie Lian gülümsedi ve sımsıcak bir ses tonuyla yanıt verdi, "San Lang, karşıdakini
görmezsem ne olduğunu anlamayacağımı mı sanıyorsun?"

Uzun bir süre sessizlikten sonra Hua Cheng iç geçirdi, "Gege, özür dilerim."

Xie Lian gözlerini kapatan eli çekti ve arkasına döndü, "Tatlı diyar mı?"

ÇN/ Tatlı diyar, yani "wen rou xiang" fanteziler ve cinsellik için kullanılan bir metafor.

Arkasında kırmızı giyimli uzun bir adam vardı. Elbette Hua Cheng'di.

Ne de olsa suçüstü yakalanmıştı, sonunda cevap verdi, "....evet."

Bu durumda, mağaraya gitme konusunda Hua Cheng'in tereddüt etmesi hiç de garip değildi.

"Buraya gelme amacın, ben gelmeden bu heykeli saklamak mıydı?" diye sordu Xie Lian.

Hua Cheng gözlerini kaçırıp başka yöne doğru baktı, "Evet."

Xie Lian gülse mi ağlasa mı bilmiyordu. Gerçekten de bu heykeli saklamasını gerektirecek


kadar ne vardı ki?

"Neden saklayacaktın? Aslında abartılacak bir şey yok. Ama şimdi başka bir sorunumuz
var..."

Bu sorun, Xie Lian geldiğinde heykellerin etkilenip hareket etmesiydi.

Bu şimdiye kadar tek başına bir problem oluşturmamıştı ama bu "özel" heykel için bayağı bir
sorun oluşturacaktı. Bunun nedeni ise, on yedi yaşında olan "tatlı diyar" temalı yapılmış bir
heykel olmasıydı.
Diğer heykeller kılıç pratiği yapıyor, içki içiyor, salıncakta sallanıyorlardı, kısacası ne
isterlerse onu yapıyorlardı. Ama bu heykel oldukça şanssızdı, çiçek iblisi tarafından
zehirlenmişti. Şehvetle beraber kendisine acı çektiren bu "zehre" maruz kalmıştı.

Heykelden gelen o ağır nefes sesleri dayanılmaz acılarla doluydu ve Xie Lian da dinlemeye
katlanamıyordu. Kendisinin de acı çektiği "o" geceyi hatırlamıştı, "...ne kadar acınası. Şimdi
buradan gidersem, eski haline gelip sabit kalacak mı?"

Eğer öyleyse, bu işkenceye maruz kalmayacaktı. Fakat Hua Cheng yanıt verdi, "Korkarım ki,
hayır. Sonuçta Gege'nın ruhsal gücü şu an çok fazla. Mağaradaki tüm heykeller bu güçten
etkilendiler ve gitsen bile bu heykeller uzunca süre hareket etmeye devam edecekler."

Bu sadece acı verici olmanın da ötesindeydi. "O halde başka bir yolu var mı?" diye sordu Xie
Lian.

Hua Cheng'in her zaman bir planı olurdu. Usulca başını salladı, "Tam da bunu
düşünüyordum. Gege, benimle gel."

Xie Lian'ı başka bir mağaraya götürdü ve içeri girdikleri anda Xie Lian'ın gözleri fal taşı gibi
açıldı. Mağarada ayakta duran, uzun boylu, yakışıklı, dudaklarının kenarları hafifçe kıvrılmış
ve bir gözünde bant olan bir erkek heykeli vardı. Neredeyse yanında duran kırmızı kıyafetli
adamla birebir aynıydı.

Hayalet Kral'ın heykeliydi!

Xie Lian afallamıştı, "Bu......"

"Bunu az önce aceleyle yonttum." dedi Hua Cheng, "Diğer heykelde bir sorun olduğunu fark
ettiğim için bunu yaptım. Yıllardır heykel yontmadığım için yeteneklerim biraz körelmişti.
Gege bak bakalım, bana benziyor mu?"

Dikkatli bir şekilde inceledikten sonra Xie Lian haykırdı, "Evet benziyor! Ama..."

"Ama....ne?"

Xie Lian gülümsedi, "Ama gerçeği daha yakışıklı."

Hua Cheng de güldü.


Kısa bir süre sonra Xie Lian tekrar söze girdi, "O halde San Lang, bahsettiğin plan...."

Bu plan "tatlı diyar" için yapılmış olup zehre maruz kalan heykeli, Hayalet Kral'ın
iyileştirmesi miydi?

Bir süre sessiz kaldıktan sonra Hua Cheng'in yüzünde zorlama bir gülümseme belirdi.
Soğukkanlı bir şekilde bakışlarını Xie Lian'ın yüzüne sabitledi, "Evet."

Xie Lian onun ifadesindeki derin anlamı fark etmemişti, "Bu yöntem biraz..."

Her ne kadar heykelin acılarını dindirecek kesin bir yöntem olsa da, bunu düşünmek bile biraz
saçma hissettiriyordu. Hayalet Kral heykelini kullanarak, içindeki zehri arındırmak ve
arzularını tatmin etmek mi?

Bunu sesli olarak dile getirmek bile çok zordu!

Nasıl karşılık vereceğini bilmiyordu ama tam o sırada Hua Cheng önünde diz çöktü. Xie Lian
birden irkilmişti, aceleyle onu ayağa kaldırmaya çalışıyordu, "San Lang? Ne yapıyorsun?"

Hua Cheng alçak bir ses tonuyla yanıtladı, "Ekselansları, saygısızlık ettim."

Xie Lian onu kaldıramamıştı bu yüzden o da yanına çömeldi, ne olduğunu anlayamıyordu,


"Nasıl saygısızlık ettin?"

Hua Cheng gözlerinin içine baktı, derin bir nefes aldı ve alçak bir ses tonuyla cevap verdi,
"Ekselansları, lütfen bana inan. Bunu aceleyle yontmaktan başka çarem yoktu. Diğer heykeli
de bizzat kendi ellerimle yapmış olmama rağmen, sana karşı en ufak saygısızlık etme
niyetinde değildim. Eğer Ekselansları bu yöntemin uygunsuz olduğunu düşünüyorsa, o halde
başka bir çözüm bulacağım."

En sonunda Xie Lian, Hua Cheng'in neden birdenbire ciddileştiğini anlamıştı.

Aslına bakılırsa, bu kadar heykeli kendi elleriyle yontmuş olduğu için Hua Cheng, Xie Lian'ın
onun bu davranışlarını sapkın bulmasından endişe ediyordu. Üstüne de diğer heykelle ilgili
böyle bir çözümle gelmiş, onu iyileştirmek (!) için kendi heykelini yontmuştu. Xie Lian'ın
tüm bunları uygunsuz bulup, kendisine saygısızlık edilmiş gibi hissetmesinden korkuyordu.
Xie Lian önce iç çekti ve sonra gülümsedi, iki eliyle beraber Hua Cheng'i yine kaldırmaya
çalışıyordu, "Elbette sana inanıyorum. Bana her zaman çok saygı duyduğunu biliyorum."

Ama "hiç yanlışı olmadı" da denilemezdi çünkü Hua Cheng kelebeğe dönüşüp geri döndükten
sonra üç ya da beş günde bir Qiandeng Tapınağı'nın tanrısına zor anlar yaşatırdı.

Xie Lian bunu düşününce öksürdü, "Bence bu yöntem...kötü değil. Aksine iyi, çok iyi."

Ama bunu söyler söylemez yöntemin ne olduğunu anımsadı ve yanakları kızarmaya başladı.
Bu esnada onun onayını almış olan Hua Cheng yavaş yavaş sakinliğini geri kazanıyordu. Xie
Lian ellerini Hayalet Kral heykelinin omzuna koydu ve şöyle dedi, "Ona biraz güç vereyim
mi?

Hua Cheng gözlerini kırpıştırdı ve usulca güldü, "Eğer Gege istiyorsa, karşı çıkmam."

Xie Lian başıyla onayladı. Bir süre sonra heykel bir kaşını kaldırdı ve Xie Lian sonunda
kendini tutamayıp kahkaha attı, "Sana ne kadar da benziyor!"

Heykel sanki bir şey fark etmiş gibi mağaradan dışarı çıktı. Birkaç tanrı heykeli de onu görüp
başına toplandı çünkü karşılarındaki bu heykel kendilerinden çok farklıydı. Hayalet Kral da
onlara merakla bakıyordu, bir kaşını daha da yukarı kaldırmıştı. Çünkü "tatlı diyar" için bir
heykel aradığını biliyordu. Xie Lian da neler olduğuna bakmak istiyordu ve sonunda oradaki
kalabalığı uzaklaştırmıştı ama aradığı heykel ortalarda görünmüyordu, "Tatlı diyar heykeli
nerede?"

Xie Lian bu kelimeyle direkt o heykeli ima ediyordu. Ne zaman olduğu bilinmez, artık taş
sunakta sadece beyaz örtü vardı, tatlı diyar heykeli ortadan kaybolmuştu!

Xie Lian bu durumun tam bir felaket olduğunu düşünüyordu, Hua Cheng de ellerini arkasına
bağlamıştı bir kaşını kaldırmış şekilde neler olduğunu düşünüyordu.

"On Bin Tanrı Mağarası çok büyük." dedi Xie Lian, "Dışarı çıkmak uzun zaman alır. Hemen
onu arayalım!"

"Korkarım ki hayır. Gege bak."


Yere doğru parmağıyla işaret etmişti. Xie Lian daha yakından bakmak için yaklaştı, yerdeki
kayanın üzerine kazınmış bir daire vardı. Sanki birisi fiziksel gücünü kullanıp parmaklarıyla
çizmişti.

Mesafe kısaltma rünü! Xie Lian o heykele ne kadar güç vermişti de bu heykel kendi
parmaklarıyla böyle bir rün çizmişti?! Xie Lian artık oracıkta bayılmak istiyordu.

Heykel tatlı diyar ile etkilenmiş durumdaydı, ölümlü bir kadınla karşılaşırsa neler olurdu kim
bilir? ? ?

"Ne zaman kaçtı? Nereye kaçtı?"

"Gege, panikleme." dedi Hua Cheng, "Eğer tatlı diyar'ın etkisine giren sen olsaydın, ilk kime
giderdin?"

Bu hiç de zor bir soru değildi. Xie Lian biraz düşününce sakinleşmişti, "Ben......"

Cümlesini tamamlayamadan birden iletişim rününde bir mesaj belirdi. Elini şakaklarına koydu
ve Feng Xin'in sesini duydu.

"Ekselansları!! Çok korkunç bir şey oldu!!! Az önce seni taklit eden bir yaratık gördüm!!"

"....."

Tam da beklediği gibi! Eskiden Xie Lian'ın en yakınında olan kişi Feng Xin'di, tabii ki de kriz
anında ilk onu bulmayı deneyecekti!

Neyse ki sokaklarda çılgınca koşmak yerine Feng Xin'in yanına gitmişti. Xie Lian rahat bir
nefes verdi ve aceleyle cevap verdi, "Hayır, hayır! O bir yaratık değil ve beni de taklit
etmiyor."

Feng Xin şok olmuştu, "Ne demek istiyorsun?? Yaratık değil ve seni de taklit etmiyor? Sakın
bana bunun kendin olduğunu söyleme??? Bu olamaz!"

"Hayır ben değilim!" dedi Xie Lian, "Neyse, önce neler olduğunu anlat. Onu yakaladın mı?
Kaçmasına sakın izin verme!"

"Çok geç. Çoktan kaçtı!"


"Ne?? Bu çok kötü!!"

"Aynen." dedi Feng Xin, "Çıplak bir şekilde etrafta koşuşturuyor. İnsanlar görünce ne
düşünecek?!"

Xie Lian giderek panikliyordu, "Ne, ne dedin sen? Çıplak mı? Ben.....hayır, onun üstünde hiç
kıyafet yok mu???"

"Öyle sayılır." diye yanıtladı Feng Xin, "Üstünde bez parçaları vardı ama sanki birisi
tarafından üstü başı yırtılmış gibi görünüyordu. Bu arada, yaratık değilse o ne? Ne haltlar
dönüyor yine? Sanki bir heykel gibi görünüyordu.... Dur bir dakika, heykel mi??? Tonglu
Dağı'ndan mı kaçtı yoksa? Siz ne yapıyorsunuz cidden?!!"

Xie Lian daha öncesinde heykelin üzerinde ne kadar kıyafet olduğunu hatırlayamıyordu. Tatlı
diyar etkisindeyken çok acı çekiyordu ve kıyafetlerini kendisi yırtmış da olabilirdi.

"Daha sonra her şeyi açıklayacağım! Hemen oraya geliyorum!"

Bunu söyledikten sonra iletişim rününü kapattı ve Hua Cheng'e doğru döndü, "San Lang,
hemen XinXian Şehri'ne gitmemiz lazım!"

ÇN/ Ölümsüzlerin ve tanrıların olduğu şehir-Yeni Cennet Başkenti.

Öte yandan Hua Cheng yeni yontmuş olduğu Hayalet Kral heykelini küçültmüş avcuna
sığacak bir boyuta getirmişti, "Pekala!"

Saniyeler içinde bir mesafe kısaltma rünü çizdi ve kısa bir süre sonra XinXian Şehri'ndeki
Nan Yang Sarayı'na ulaştılar.

Kapı açıldığı gibi Feng Xin'in gördüler, Feng Xin'in gözleri Hua Cheng'i gördüğü an fal taşı
gibi açılmıştı, "Çiçeği Gözeten Kan Yağmuru?? Sen neden buradasın? Cennete gelme sebebin
nedir?!"

Yüksek rütbeli bir Hayalet Kral'ın kendi topraklarından ayrılıp, canı ne zaman isterse cennete
gelmesi çok uygunsuz bir davranıştı!

Hua Cheng başta onu görmezden geldi ama sonra söylediklerini az çok dinleyip yanıt verdi,
"Bildiriler nerede? Üst Cennet gerçekten de boş laftan fazlası değil."
Feng Xin doğal olarak bildiriler ile onun ne kastettiğini biliyordu. Bu "Bir yıl boyunca
Hayalet Kral'ın Üst Cennet tanrılarını kurtarmış olduğunun ve yaptığı kahramanlıklarının
anlatıldığı" bildiriler değil miydi? Alnındaki damarlar patlayacak gibi olmuştu, "Gecenin
yarısı bildiri yayınlayacak ne var? Herkes uyuyor, gündüz bildiri yayınlayacağız!"

Hua Cheng bir "Ah" sesi çıkardı ve konuyu daha fazla üstelemeyeceğini belli etmiş oldu. Xie
Lian hemen araya girdi, "Tamam, herkes nasıl isterse öyle olsun! Şimdi önemli olan diğer
benin nerede olduğu, hangi yöne gitti?"

Feng Xin belirli bir yönü parmağıyla işaret etti, "O tarafa doğru kaçtı, tam peşinden
gidecektim ki ikiniz geldiniz!"

Xie Lian aniden kalbinde bir huzursuzluk hissetti, "Bu yön mü, olabilir mi....."

Feng Xin anında yanıt verdi, "Xuan Zhen Sarayı'nın olduğu taraf."

Xie Lian: "........."

Hua Cheng derin bir ses tonuyla, "Hemen gidelim!" dedi.

İkili daha fazla bekleyemezlerdi, aceleyle Xuan Zhen Sarayı'na girdiler ve kapıdan girip
koşmaya başladılar. Mu Qing'i sunağın başında otururken buldular, sanki şok edici bir şey
görmüş gibiydi. Xie Lian yaklaşıp elini gözünün önünde salladı, "Mu Qing?"

Xie Lian'ı görünce kendine geldi ama yüzündeki şok ifadesi hala değişmemişti. Uzun bir
zaman geçtikten sonra şöyle dedi, "Xie Lian, ne yapıyorsun??!"

"Bir şey....mi yaptım? Ben...ne yaptığımı bilmiyorum? Lütfen bana ne olduğunu söyler
misin?"

Mu Qing hala ona dikkatlice bakıyordu, "Neden gecenin bir yarısı, kıyafetlerin paramparça
olmuş şekilde koşarak benim odama geldin?"

"....."

Hua Cheng'in sinirden kaşları seğiriyordu.

"Böyle konuşma, insanlar yanlış anlayacak! Az önce gördüğün şey, ben değildim!"
Mu Qing yüzünü ovuşturdu, az önce gördüğü şey yüzünden gözlerini çıkarıp oymak istiyordu,
"Sen olmasan bile, seninle bir bağlantısı var. Mağaradaki heykellerden biri değil miydi bu?
Toplum ahlakına uymayan bir heykelin gece yarısı ortalıkta koşmasına izin vererek ne
yapıyorsunuz? Çiçeği Gözeten Kan Yağmuru ile aranızda böyle oyunlar mı oynuyorsunuz?"

Hua Cheng alaycı bir şekilde cevapladı, "Bunun seninle bir alakası var mı?"

ÇN/ Hayır memati meme'ini düşünmemeliyim, hayır hayır

Mu Qing öfkeyle bağırdı, "Ne demek benimle bir alakası var mı?! Burası benim evim!"

Hua Cheng soğukkanlılığını koruyordu, "Bu şehrin yeniden inşa edilmesinde benim de payım
var."

"......"

Bu doğruydu, bir dizi tanrı Üst Cennet'in yeniden inşa edilmesi için Hua Cheng'e gelip
yalvarmıştı. Doğruyu söylemek gerekirse, Hua Cheng olmasaydı yeniden inşa edilemezdi.

Xie Lian araya girdi, "Aramızda oyun oynamıyorduk. Bu bir kazaydı. O şimdi nerede?"

"Buradan bir kılıç aldı, ve kaçtı...." diye yanıtladı Mu Qing.

Daha fazla bir şey söylemeye gerek yoktu, Xie Lian heykelin nereye gittiğini biliyordu. Xuan
Zhen Sarayı'nın bahçesinden bir bam! sesi geldi. Hua Cheng'in getirdiği minik Hayalet Kral
heykeli yere atladı ve zıplayarak bahçeye doğru gitmeye başladı.

Xie Lian da aceleyle peşinden gitti. Tam da beklediği gibi, tatlı diyar heykeli bahçede bulunan
sahte kayaların üstünde duruyordu!

Heykelin kıyafetleri parçalanmıştı, pürüzsüz görünen omuzları ve göğsünün neredeyse yarısı


çıplaktı. Alt kısmında da pek fazla bir şey olduğu söylenemezdi, bayağı düşündürücü bir
görüntüye sahipti. Yüzündeki görüntü ise bambaşka bir seviyedeydi, hafif kızarmış yanakları
ve cildinde beliren minik ter damlaları ile olağanüstü bir görünüme sahipti. Ve tüm ona bakan
o gözlerin önünde Xuan Zhen Sarayı'ndan aldığı kılıç ile pratik yapıyordu- bam bam bam
bam!
Kılıcı sürekli kendisine saplıyordu. Doğal olarak böyle bir durumda Xie Lian'ın ilk aklına
gelecek şeyi -zehirden kurtulmak için kılıcı kendine saplamayı- seçmişti.

Fakat Ocak'ın içinde bulunan taşlar çok sert olduğu için kılıç içeri girmiyor aksine eğilip
bükülüyordu. Heykel umutsuzluğa kapılmış gibi görünüyordu, elini kaldırdı sanki kendisini
parçalayana kadar vurmak istiyordu.

Xie Lian aceleyle seslendi, "Sakin ol! Sakin ol!"

Heykel ona üzgün bir şekilde bakıyordu. Hemen yanına uçtu ve tek bir darbeyle onu üstünde
durduğu sahte kayanın üstünden indirdi. Hua Cheng de Xie Lian'ın yanına geldi ve eliyle bir
şeyi fırlattı.

Fırlattığı şey Hayalet Kral heykeliydi!

Aslında Hua Cheng fırlattı demek yerine Hayalet Kral heykeli, tatlı diyar heykelini görünce
yanına gitmek için çırpındı da denilebilirdi. Hayalet Kral heykeli orijinal boyutuna geri döndü
ve tatlı diyar heykelinin üstüne çıktı. Altından irkilmiş bir nefes sesi geldi. Xie Lian da
eceleyle sahte kayalıkların üzerinde atladı, nefes seslerini duyan Mu Qing'i sarayın içine
doğru itmeye çalıştı, "Maalesef yeterli zamanımız yoktu! Bahçeni biraz ödünç almamıza izin
ver!"

Mu Qing afallayıp kalmıştı, "O ikisi ne yapıyor?"

"Sana daha sonra açıklayacağım." dedi Xie Lian, "Çok özür dilerim!"

Hua Cheng araya girdi, "Özür dileyecek ne var? Bugüne kadar kaç kere onların hayatlarını
kurtardın."

"Hayır." dedi Mu Qing, "Şimdi düzgün bir şekilde açıkla lütfen. Az önce ikinizin de o tarafa
doğru gittiğinizi ve bir şeyler fırlattığınızı gördüm. Sahte kayalıklarda neler oluyor?"

Xie Lian onu boynundan tutup içeri sürükledi, "Acil durum! Akıl sağlığın için sakın oraya
gitme! Kendine neden acı çektirmek isteyesin ki?"

Mu Qing öfkeyle adeta kükredi, "XIE LIAN!!!!! Sarayımda ne yapıyorsunuz? Sıçayım ya,
cidden sıçayım!"
"Biz bir şey yapmadık! Tamamen bir kazaydı ve yeterli zamanımız yoktu..."

Yaklaşık bir saat sonra, bu iki heykel nihayet Xie Lian ve Hua Cheng'den aldıkları gücü
tüketmişlerdi.

Bir göz atmak için sahte kayalıklara giden Xie Lian anında elini alnına koydu.

Hua Cheng heykellerle ne yapacağını düşünürken, Xie Lian Feng Xin ve Mu Qing'in gidip
bakmalarına engel olmaya çalışıyordu, "Bunu kesinlikle görmeseniz daha iyi."

Feng Xin doğası gereği meraklı biri değildi ve bir şeyin iyi olmadığını hissettiği an yenilgiyi
kabul edip geri çekilirdi. Fakat Mu Qing öğrenmeden duramazdı, yüzünde karanlık bir ifade
vardı ve öfkeyle bağırıyordu, "Sana inanamıyorum! Sana...inanamıyorum! Benim sarayımda
böyle bir şey olduğunu düşünmek!!!!"

Bunu söyledikten sonra sanki ruhu bedeninden süzülüyordu ve artık asla kendi bahçesindeki
sahte kayalıklara bakamayacaktı.

Doğruyu söylemek gerekirse Xie Lian şu anda ne yapacağını bilmiyordu. Bu olanların hepsi
bir kaza olduğu için utanmalı mı yoksa utanmamalı mı karar veremiyordu. Arkasında kalan
iki-pardon artık iki demek yanlış olur tek beden olmuş olan- heykellere baktı, "Bunlar...böyle
mi kalacaklar?"

"Böyle kalacaklar." dedi Hua Cheng, "Ayırmak mümkün değil."

Xie Lian eliyle yüzünü kapattı.

"....."

Hangi göksel yetkilinin bu pozisyonda olan bir heykeli vardı? Ya biri görürse ne olurdu? Bu
çok uygunsuzdu! Ne kadar da utanç vericiydi!

Xie Lian mırıldandı, ".....San Lang, bunları.....iyi sakla. Kimsenin görmesine izin verme."

Hua Cheng kahkaha attı, "Oldu bil. Gege, sakin ol."


Bu tek beden olmuş heykelleri On Bin Tanrı Mağarası'na geri getirdikten sonra Xie Lian
alnındaki teri sildi.

Ve böylece mağarada bulunan diğer "Xie Lian"lar meraklı bir şekilde oraya toplandılar ve bir
kez daha Xie Lian tarafından uzaklaştırılmak zorunda kaldılar, "Bu çok uygunsuz.
Bakmayın."

Heykellerin oradan ayrılmak dışında bir seçenekleri yoktu. Heykelin en son olan halini
göremeseler de giderken sürekli arkalarına dönüp baktılar. Sanki bu "Xie Lian"ın bir eşi
olmasını kıskanıyor gibilerdi.

Tatlı diyar zehrinden arınmıştı ama yanında bir eşi vardı. Kılıç çalışanın beraber pratik
yapacak, salıncakta sallananın onu itecek, sarhoş olanın ona yardım edecek kimsesi yoktu...

Xie Lian şöyle düşünmekten kendini alamadı, "Keşke her Xie Lian'ın bir Hua Cheng'i olsaydı,
o zaman hiç sorun olmazdı..."

Ama beklenmedik bir şekilde Hua Cheng tam da onun düşündüğü şeyi yüksek sesle dile
getirmişti, "Gege, sence de her Ekselansları'nın bir San Lang'ı olsa daha iyi olmaz mı?"

İkili ortak bir karar alıp mağarada kalmışlar ve heykel yontma yeteneklerini
konuşturmuşlardı.

Birkaç dakika içerisinde Xie Lian, Hua Cheng'in nasıl kaba bir kaya parçasını zarif bir
heykele dönüştürdüğüne kendi gözleriyle şahit olmuştu. Bu yeteneği tarif etmesi gerçekten de
çok zordu, çünkü Hua Cheng öylesine hızlıydı ki hareketleri tam olarak görülemiyordu.
Bunca heykeli nasıl yonttuğunu düşününce Xie Lian'ın onun yeteneklerine olan hayranlığı
daha da büyümüştü.

Kısacası, Hua Cheng arkasını döner dönmez yüzü bandajlı, giysileri yırtık, saçları dağınık
olan yeni yontulmuş ve acınası görünen bir çocuk heykeli belirdi. İki avcunun içinde bir şey
tutuyor ve gitmesine izin vermiyordu. Xie Lian elini çocuğun başına koydu. Hua Cheng
çocuğa biraz güç verdi ve çocuk gözlerini kırpıştırıp etrafına baktı. Üzerindeki eli fark edince
şiddetle bir tekme attı.

Hua Cheng onun böyle bir şey yapacağını tahmin etmişti bu yüzden küçük çocuğu tutup
tekme atmasına engel oldu. Xie Lian küçük Hua Cheng'in bu kadar öfkeli olmasını hiç
beklemiyordu bu yüzden kendisini tutamayıp bir kahkaha patlattı, "Aiiyaaa! Ne kadar da
yaramaz!"

Hua Cheng tsk-ladı ve çocuğu kenara fırlattı. Kenara fırlatılan çocuk bir bam sesiyle yere
çarptı ve öfkeyle Hua Cheng'e baktı. Xie Lian onun çok şiddetli şekilde fırlatılmış olduğundan
endişeliydi, elini uzattı, "San Lang, çok acımasızsın! Ya düşünce kırıldıysa? Ayrıca daha yeni
yontuldu, yeni doğmuş sayılır."

Ama Hua Cheng hiçbir şey olmamış gibi davranıyordu, "Sorun yok. O yaşama tutunma
konusunda bayağı inatçı."

Çocuk Hua Cheng'e öfkeyle bakıyordu ama Xie Lian'a göre oldukça arkadaş canlısı
davranıyordu. Tam ona elini uzatan Xie Lian'a doğru yürüyordu ki, o anda Tanrıları Memnun
Eden Veliaht Prensi bir şeyler hissetmiş gibi hareketlendi. Ayağa kalktı ve yürümeye başladı,
bakışları onların olduğu yere doğru sabitlenmişti.

Tanrıları Memnun Eden Veliaht Prens heykelini görünce çocuk afallayıp kaldı ve bir süre
sonra onu yakalamak istiyormuş gibi gürültüyle sıçradı. Tam da cübbesinin önüne düştü ama
sanki bu önündeki görkemli tanrının kıyafetini kirletmek istemiyormuş gibi mesafeli
duruyordu. Bir süre sonra inatla açmayı reddettiği avcunu açtı.

Öyle görünüyordu ki, avcunun içinde bir çiçek vardı.

Çiçeği görünce Tanrıları Memnun Eden Veliaht Prens şefkatli bir şekilde gülümsedi ve
çocuğu kucağına aldı. Daha sonra ikisi birlikte oradan ayrıldılar. Biri kılıç pratiğini izleyecek
bir hayran, diğeri ise çiçeğini sunacağı birini bulmuştu.

Xie Lian onları izlerken kalbi yumuşacık olmuştu ama o sırada aklına başka bir şey geldi,
"San Lang yontmayı tamamladıktan sonra bu mağara senin ve benim heykellerimle dolup
taşmayacak mı? Birbirlerini karıştırırlar mı? Sonuçta hepsi birbirine benziyor."

Fakat Hua Cheng "Hayır, karıştırmayacaklar." diye yanıt verdi.

"Neden?"

Hua Cheng tekrarladı, "Karıştırmayacaklar."


Xie Lian'a doğru bakışlarını yöneltti ve gülümsedi, "Ekselansları karıştırsa bile, ben
karıştırmayacağım. Çünkü her bir Hua Cheng sonsuza dek sadece tek bir kişinin inananı
olacak. Ve böylece, asla bir diğeriyle karıştırmayacak."

Xie Lian da onun gözlerinin içine baktı, "Ben de karıştırmayacağım. Her Xie Lian'ın sonsuza
dek yalnızca bir tane en sadık inananı olacak. 'Ben' sonsuza dek bunu unutmayacağım.
Ben......"

Bunu söyledikten sonra birden utanmış hissetti.

İkisi sanki şu an iki küçük çocuk gibiydiler, birbirlerine "sonsuza dek yalnızca seni seveceğim
ve hayatımda yalnızca sen olacaksın" diye ilan etmişlerdi. Çok samimiydi ama biraz
çocukçaydı.

Kısa bir süre sessizlikten sonra Xie Lian hafifçe öksürdü, "O halde...sıradaki için, salıncakta
sallanan için, onu itecek güçlü bir Hayalet Kral heykeli yontalım."

Salıncaktaki heykel onu itecek kimse yokken oldukça mutsuz ve hüzünlü görünüyordu. Hua
Cheng sevinçle yanıt verdi, "Tamam, yontalım."

Xie Lian tekrar devam etti, "Peki ya şarap içen? Onu anlaması çok zor, sürekli ağlıyor. Aiyaa,
burada çok fazla heykel var. Kim bilir hepsine ne kadar sürede bir eş yontacağız."

Hua Cheng kıkırdadı, "Sorun değil, acele etmemize gerek yok. Onlar eninde sonunda
birbirlerine kavuşacaklar."

Xie Lian da gülümsedi ve başıyla onayladı, "Mn, kesinlikle kavuşacaklar."

Mağaranın içinde başlangıçta ayrı olan iki heykel, şimdi tek bir beden olmuştu.

Sıkıca sarılmışlardı, yüzleri birbirlerine çok yakındı. Artık bedenleri ve bakışları birbirine
karışmıştı. İşte gerçekten birlikte olmak, asla ayrılmamak böyle bir şeydi.

Çevirmen: Maria
Bölüm 252: Hayalet Kral'ın Doğum Günü

ÇN: Hua Cheng'in doğum günü 10 Haziran, Xie Lian'ınki ise 15 Temmuz.

Son zamanlarda çok önemli bir şey oldu.

Bu olan şey yüzünden Hayalet Şehir'de bir panik havası vardı. Xie Lian neler olduğunu
hayaletlerden öğrendiği zaman irkildi ve kalbi endişeyle doldu, "Doğum günü mü?"

"Kesinlikle!"

Gerçekten de doğruydu. Hayalet Şehir'in sahibi Hua Cheng'in -kaç yaşına giriyorsa artık-
doğum günü yaklaşıyordu!

Xie Lian hazırlıksız yakalanmıştı. Tarif edilemeyecek derecede gergin hissediyordu, "Bu, b-b-
bu...San Lang önceki doğum günlerinde ne yapmıştı?"

Hayaletler kaos içinde ve sevinçle yanıt verdiler.

"Pek bir şey değil, sadece anlamsız bir iki şey yapıyoruz."

"Ama Chengzhu hiçbiriyle ilgilenmiyor!"

Bunu duyunca Xie Lian araya girdi, "Nasıl ilgilenmiyor?"

Hayaletlerden biri yanıt verdi, "Chengzhu, yaşlı adam, o hiç doğum gününü kutlamadı."

"Evet, doğum gününde ne yaparsak yapalım umrunda değil. İnsanların kendisine gönderdiği
hediyelere bir kere bile bakmadı. Her yıl sadece öylesine takılıp, aramızda eğleniyorduk."

"Chengzhu, yaşlı adam, çok şeyi unutuyor. Kendi doğum gününü bile hatırlamıyor."

Xie Lian biraz düşündü ve hemen kararını verdi. Hua Cheng önceki doğum günlerini
umursamadığına göre, Xie Lian onun bu seferki doğum gününü sıra dışı, biraz daha ilgi çekici
yapmanın bir yolunu bulmalıydı. Böylece o gün mutlu olabilirdi. Fakat Xie Lian'ın olduğu
veya olmadığı bir doğum gününün ne farkı vardı ki? İkisi de aynı değil miydi?
Her şeyden önce ona bir doğum günü hediyesi vermesi gerekiyordu. Xie Lian derin
düşüncelere dalmıştı- ne vermeliydi ki?

Hayaletler de onu izliyorlardı, "Xie Dao Zhang , Chengzhu'ya ne hediye vereceğini mi


düşünüyorsun?"

"Mn. Bunu söylemekten utanıyorum ama..." dedi Xie Lian, "Ama Chengzhu'nuzun neyi
beğenebileceğinden emin değilim. Zevkine uymayacak bir hediye vermekten endişe
ediyorum."

Domuz kasap yanıt verdi, "Neden bu kadar endişeleniyorsun ki? Eğer Büyük Amca...Xie Dao
Zhang ne verirse versin, Chengzhu'nun dünyalar kadar mutlu olacağını düşünüyorum."

"Aynen. Bahse girerim ona bir parça hurda versen bile çok sevinir. Büyük A...Xie Dao
Zhang'ın hediyesi başkasıyla nasıl kıyaslanabilir?"

Xie Lian bu tarz bir düşüncenin hem kibirli hem de anlamsız olduğunu düşünerek güldü,
"Böyle söylemesek daha iyi olur. Dikkatli ve özenli bir şekilde hediye seçmeliyiz. Hiç
öneriniz var mı?"

Ne de olsa, Hua Cheng uzun yıllardır Hayalet Şehir'de dolanıyordu; hayaletler onun nelerden
hoşlandığına dair daha çok fikir sahibi olabilirdi. Biraz beyin fırtınası yardımıyla Xie Lian
uygun ve göze çarpan bir hediye bulabilirdi. Ve gerçekten de, hayaletler hep bir ağızdan
bağırdılar, "Biliyoruz, biliyoruz, biliyoruz!"

Onlar konuşurken, düzinelerce tavuk pençesi, domuz ayakları, ahtapot bacakları ve bu gibi
şeyler getirildi ve çeşitli nesnelerden oluşan bir yığın birikti. Xie Lian bunların hiçbirine aşina
değildi. Bu şeylerle çevrelenmenin olağanüstü olduğunu düşünüyordu. Gizemli ve şık bir
yeşim şişeye benzeyen bir nesneyi rastgele aldı ve sordu, "Ha? Bu nedir?"

Şişeyi sunan kişi cevapladı, "Birinci sınıf bir baştan çıkarma iksiri! Sadece birkaç damlayla,
garanti veriyorum kurbanın tutku ve aşkı tavan yapacak, zehirleyen kişiye sırılsıklam
vurulacaktır! Herhangi bir yan etkisi de yoktur!"

"..........."
Xie Lian sertçe karşılık verdi, "Öneri için teşekkürler. Fakat, aşk tabiatı gereği kalpten
gelmelidir. Bunu kontrol etmek için nasıl karışımlar kullanırız? Bundan böyle kimsenin bu
şeyi kullanmaması en iyisi olur."

Şişeyi veren hayalet korkuyla yanıt verdi, "Evetevetevet, e-elbette kullanmayalım. Ama zaten
bu şeyleri kullanmıyoruz, sadece Xie Dao Zhang'a öneri olarak sunmak için getirmiştim
haha!"

Xie Lian gülse mi ağlasa mı bilemiyordu ve içten içe şöyle düşündü, "Neden Hua Cheng'e bir
baştan çıkarma iksiri hediye etmem gerektiğini düşündün ki?"

Daha sonra gülümsedi, "Korkarım Chengzhu'nuz da bu iksirin kullanımını onaylamaz."

Bütün hayaletler çılgınca diğer hayaleti bir kenara ittirip bağırdılar, "Kesinlikle! Chengzhu
birini isterse, iksir kullanma gereği duyar mı? Cidden!"

Xie Lian'ın kendisi de bunun oldukça doğru olduğunu düşünüyordu. Örneğin kendisi için-
herhangi bir iksire ihtiyaç duymuyordu- Hua Cheng'i gördüğü an ayakları yerden kesiliyordu.
Ne kadar da utanç vericiydi.

Bu utanç verici düşünceler yüzünden yüzünün kızarmasına engel olmak için kutulardan birini
kaptı ve açtı, "Bunda ne var? İnci mi? Her derde deva olan ilaç mı?"

Kutuyu getiren hayalet cevapladı, "Bu bir çocuk doğurma hapı!"

".........."

Xie Lian'ın bu ilacın ne yaptığını sormasına gerek yoktu. Kutunun kapağını bir pat! sesiyle
kapattı ve çaresizce, "Bu ne...." diye mırıldandı.

Böyle bir şeyi Hua Cheng'e nasıl verebilirdi ki?

Kısacası Xie Lian hayaletlerden faydalı bir öneri alamayacağını biliyordu. Oradaki hayaletlere
Hua Cheng'in doğum günü için sürpriz bir şeyler planlamalarını söyledi ve kendisi de
hediyesi konusunda düşünmeye devam etti.


Belki de bu konuyu çok fazla düşünüyordu, sıkıntısı yüzünden bile okunabiliyordu. Bugün,
Hua Cheng'e kaligrafi alıştırmasında yardım ediyordu ve aklından bir sürü fikir geçiyordu ki
birden yanı başından bir ses geldi, "Gege."

Xie Lian düşüncelerinden uyandı ve başını çevirdi, "Sorun nedir?"

Hua Cheng ona bakıyordu. Fırçasını bıraktı, "Benim yanılsamam olabilir mi? Gege sıkıntılı
gözüküyor. Ne olduğunu söylemek ister misin, böylece San Lang sıkıntını paylaşabilir?"

Xie Lian gerilmişti. Hemen sert bir ifade takınarak onu uyardı, "Fırçanı bırakamazsın.
Tembellik etme. Fırçanı eline al ve devam et."

Hua Cheng kıkırdadı ve fırçasını geri aldı, sakince iç çekti, "Beni yakaladın."

Xie Lian, onun işine geri döndüğünü görünce bir iç çekti. Fakat iki satır yazdıktan hemen
sonra, Hua Cheng'in gelişigüzel bir şekilde konuşmaya devam edeceğini kim bilebilirdi ki?

"Ama, Gege son zamanlarda biraz garip."

Xie Lian yine gerilmişti ama sakin bir ifadeyle sordu, "Ha? Nasıl yani?"

Hua Cheng onu bir süre derinlemesine inceledikten sonra gülümsedi, "Çok... uysal
gözüküyor."

Xie Lian gülümsedi, "Her zaman öyle değil miyim zaten?"

Xie Lian'ın, doğum günü hediyesi için fikirleri tükeniyordu. Bir risk almaya karar verdi; Hua
Cheng'in aradığı bir şey var mı diye öğrenmek adına önce ona birkaç gereksiz soru soracaktı,
ardından da hiçbir şey yokmuş gibi devam edecekti. Xie Lian ilgisiz bir ifadeyle söze girdi,
"San Lang, sana bir şey sormak istiyorum."

Hua Cheng, "Hı? Nedir?"

Xie Lian, "Sence buralarda yokluğu hissedilen bir şey var mı?"

Hua Cheng, "Yokluğu hissedilen mi? Gege neyi kastediyor? Bir şey mi arıyorsun?"

Xie Lian, "Ah, hayır... Senden bahsediyordum. Öylesine sormuştum..."


Direkt "ne seversin, ne istersin" gibi soruları ona doğrudan sormaya cesaret edememesi ne
kadar da kötüydü. Hua Cheng bir şeyler döndüğünü anlamasın diye sadece lafı
dolandırmaktan başka çaresi yoktu. Fakat böyle yaparak da Hua Cheng'in ne isteyebileceğini
öğrenmesi zorlaşıyordu. Bu durum Xie Lian'ı daha da telaşlandırıyordu.

Hua Cheng, "Ben mi? Gege neyin yokluğunu hissettiğimi düşünüyor?"

....... Bu doğruydu. Xie Lian utanmaktan kendini alamamıştı.

Hua Cheng yeniden söze girdi, "Gege bunu neden soruyor?"

Xie Lian onun öğrenmesinden korkuyordu. Bu yüzden ani bir panikle, onu sertçe itti. Hua
Cheng'in gardı ona karşı hep inikti, bu yüzden bir ''bam'' sesiyle itildiğinde sırtı divana
yaslandı, gözleri fal taşı gibi açılmıştı- halinden şikayetçi olduğundan değildi tabii.
Gülümsedi, "Gege ne yapıyor? Böyle hevesli olman, sen..."

Xie Lian, cümlesini bitirmesini beklemeden cüretkar bir şekilde yanına geldi ve kelimelerini
durdurdu.

Ve bu şekilde, Hua Cheng artık daha fazla soru sorma niyetinde değildi. Onu kollarına alıp
ters çevirdi - Xie Lian'ın ne tür gariplikler yaptığı artık önemsizdi.

Tek başına hediye düşünmek tamamen faydasız gibi görünüyordu, bu yüzden Xie Lian'ın
yardım istemekten başka seçeneği kalmamıştı. Ve tabii ki de yardım istemesi gerekttiği zaman
aklına ilk gelenler eski iki astıydı.

Üçü bilinmeyen gizli, yıkık dökük bir tapınakta oturuyorlardı. Tuhaf bir sessizliğin ardından
Feng Xin söze girdi, "Bana neden bakıyorsunuz?"

Diğer ikisi tek bir kelime bile etmeden ona bakıyordu.

Yapacak bir şey yoktu. Üçü arasında daha önceden biriyle gönül ilişkisi olan tek kişi Feng
Xin'di. Mantıken sevdiği birini mutlu etmenin yöntemlerini biliyor olmalıydı. Fakat onların
bakışları yüzünden Feng Xin'in suratı asılmıştı, ".....Bana bakmanızın bir yararı yok. Ona
sadece tek bir hediye vermiştim."
Bu Xie Lian'ın ona vermiş olduğu altın kemerdi.

Mu Qing, Xie Lian'ın böyle bir şeyi sormak için onları buraya sürüklemesini inanılmaz
buluyordu- hatta nazik davranarak gözlerini bile devirmemişti. Bu meseleyi çabucak
kapatmak istiyordu, "Bu gayet iyi fikir. Kemerler güzeldir. Neden ona da bir altın kemer
vermiyorsun?"

Xie Lian onun sesindeki o tuhaf tonu doğal olarak görmezden geldi, "Uzun zaman önce tüm
varlığımı kaybettim. Hepsi gitti!"

Mu Qing'in ses tonu daha da tuhaflaştı, "Şu an bayağı iyi durumda değil misin? Bir sürü
tapınağın var ve sokaklar inananlarınla dolu. Sadece onların rüyalarına gir ve altın bir kemer
istediğini söyle. Ne olacak ki?"

"Bu çok anlamsız," dedi Xie Lian, "Eğer hediyeyi inananımdan istersem, ne anlamı kalır ki?"

Bu tuhaf ses tonunun Xie Lian üzerinde bir etkisi olmadığını görünce Mu Qing normale
döndü, "Niye bu kadar baş belasısın? Kendin bir tane yap o zaman."

Xie Lian hızlıca yanıtladı, "Çok iyi fikir! Ama nasıl yapacağımı bilmiyorum."

"Öğrenebilirsin."

"Peki. Kimden?"

Mu Qing'in sabrı taşmak üzereydi, "Ben nereden bileyim? Sadece..."

Mu Qing tam cümlesini bitirecekti ki, diğer ikisinin ona dik dik baktığını fark etti.

Yaklaşık iki saat sonra, Xie Lian'ın elleri yara bere içinde kaldığı için sarmak zorunda
kalmışlardı.

Mu Qing daha fazla kendini tutamadı, "Bu nedir?"

Xie Lian iç çekti, "Kemer."

Mu Qing hayrete düşmüştü, "Onun kemer olduğunu biliyorum. Ben üzerine işlediğin şeyleri
soruyorum. Bu işlediğin fasulyeler ne anlama geliyor?"
"Onlar fasulye değil! Görmüyor musun? Onlar iki kişi."

Anlaması için parmağıyla gösterdi, "Bak bunlar iki insanın yüzleri- bunlar gözleri, bunlar
ağızları...."

Mu Qing onların iki insan kafası olduğunu anlayınca gözlerine inanamadı, "İnsan neden bir
kemere kocaman iki insan kafası işler ki? Moda zevkin de öyle kötü sayılmaz, ama ellerinden
böyle bir şey nasıl çıkabilir?"

Xie Lian da bilmiyordu. Evleri tamir etmekte, duvar inşa etmekte oldukça yetenekliydi. Fakat
doğumundan beri ince el becerisi gerektiren işlerde hiçbir zaman iyi olamamıştı. Bir iğneyi
bir ipliği eline ne zaman alsa, durum kontrolden çıkıyordu. Elleri hep yara bere içinde
kalıyordu, ne kadar uğraşırsa uğraşsın beceremiyordu. Çok umutsuz hissediyordu,
"...Tasarımını değiştireceğim."

Fakat iş işten çoktan geçmişti, nasıl değiştirebilirdi ki? İki kafanın etrafına çiçekler yaparak
onları çiçek demetlerine dönüştürmeye çalıştı. Ama bu sefer diğer ikilinin yüz ifadeleri daha
da kötü bir hal almıştı.

Mu Qing'in alnındaki damarlar patlamak üzereydi, "Bunu domuzlara bile öğrettim. Niye bu
kadar sakarsın? İğneyle kendi avcunun içini mi dikiyorsun?"

Feng Xin araya girdi, "Ne zaman domuzlara öğrettin? Ne güzel de yalan atıyorsun!"

Mu Qing Xie Lian'a döndü ve lafını esirgemeden, "Pes et. Hiç yeteneğin yok." dedi.

Her gün Xie Lian'a "Hiç yeteneğin yok," diyemediği için değil de- böyle bir özgüvenle
söyleyebilmek çok iyi hissettirmişti.

Feng Xin daha fazla tahammül edemedi, "Biraz daha az konuşsan olur mu? Ekselansları'na bir
gram bile yararın olmadı. Kıyafet seçip giymekle, kıyafet dikmek aynı şey değildir! Ayrıca o
kadar da kötü değil- bence bu kemer giyilebilir."

"Tamam o zaman. Neden kemeri sen almıyorsun? Eğer dışarıda giyersen ikna olacağım."

Feng Xin cevap vermeden önce Xie Lian o utanç verici ve berbat görünen kemeri çabucak
sakladı, "Tamam ben onu saklayacağım, tamam!"
Böyle bir şey, hediye olarak asla verilemezdi!

Feng Xin ve Mu Qing pek yardımcı olmamıştı, bu yüzden Xie Lian bir başkasına döndü.

"Bir hediye? Ekselansları, sahiden doğru insana sordun. O zamanı düşünüyorum da, ben...
Daha önce görmediğim kıymetli bir hazine?"

İkili sokağın kenarında çömelmişti. Dağılmış saçları, heyecanlı karakteri ve gevezeliğiyle Shi
Qing Xuan'ın bu alanda uzman olduğu tek bakışta anlaşılabilirdi. Xie Lian alçakgönüllü bir
şekilde tavsiyelerini kabul etti. Shi Qing Xuan kendinden emin bir tavırla söze girdi,
"Dışarıda sahipsiz birçok hazine var, fakat onları elde etmek istiyorsan, oldukça uğraşman
gerekir."

Xie Lian hızlıca yanıtladı, "Sorun değil. Benim istediğim de tam olarak buydu." Bir şeyi elde
etmek için ne kadar çaba harcarsan, o kadar kıymetli hale gelirdi. Bu da hediyenin daha içten
olduğunu göstermez miydi? En kıymetli hazine bu dünyada ulaşılması en zor, tek bir kişinin
bile elde etmeyi başaramadığı hazineydi. Eğer bunu Hua Cheng için ele geçirebilirse, anlamlı
bir hediye olurdu. Xie Lian, hediyesinin Hua Cheng'in kaşlarını kaldırtabileceği veya az da
olsa gülümsetebileceğini hayal ettiğinde heyecanını ve beklentisini bastıramadı. Ve bu fikri
denemeye çok daha istekli hale geldi.

Shi Qing Xuan üzerinde biraz düşündükten sonra devam etti,"Yıldız Kavanozu! Ekselansları
daha önce duymuş olmalı, değil mi? Bu kavanoz çok kıymetlidir. Eğer gece gökyüzünün
altına koyarsan, yıldızlar ve ay şaraba yansıyacaktır. Ve göklerin, yeryüzünün, güneşin ve
ayın ruhsal güçlerini özümseyecektir. Sadece zarif bir hediye değil, aynı zamanda
meditasyona da yardımı dokunur..."

Xie Lian onu dinledikçe içindeki kötü his artıyordu, hızlıca sözünü kesti, "Bekle."

"Sorun nedir?"

Xie Lian elleriyle belli bir boyutu ifade ederken konuştu, "Qing Xuan, bahsettiğin şey
yaklaşık bu büyüklükte siyah yeşim bir kavanoz mu? Yeşimde yıldız ışıklarından izlerin
olduğu?"

Shi Qing Xuan afallamıştı, "Ha? Ekselansları nasıl bildi? Daha önce gördün mü?"
"......."

Sadece görmekle kalmamıştı. Geçen ay, kendine biraz su doldurmaya çalışıyordu. Elinin
yaralı olduğunu unuttuğundan dolayı tutuşu gevşemişti ve bahsettiği o kavanoz düşüp tuzla
buz olmuştu.

O zaman, Hua Cheng anında kolundaki incinmeyi sorgulamıştı. Kavanozun ne kadar güzel
olduğunu gören Xie Lian, Hua Cheng'e onarılıp onarılmayacağını sormuştu. Fakat Hua Cheng
onun önemsiz olduğunu, sadece bir oyuncak olduğunu söylemişti. Astlarına kavanoz
kırıklarını temizlemelerini ve atmalarını emretmeden önce yerdeki parçalara bakmamıştı bile
ve Xie Lian'ı koluna bakmak için alıp götürmüştü.

Şimdi düşününce, Shi Qing Xuan'ın ender ve kıymetli bir hazine diye bahsettiği Yıldız
Kavanozu onun kırdığı kavanoz değil miydi?!

Xie Lian kalbinin soğuduğunu hissetti, "Bu... uygun olmayabilir. Başka bir hazineye ne
dersin?"

"Ah."

Shi Qing Xuan ne olduğunu anlamamıştı ve ellerini saçlarına götürdü. Konuşmadan önce bir
süre düşündü, "O halde bir diğeri BaHuang Fırçası olabilir! Bu fırça inanılmazdır. Ucunda
kullanılan kıllar antik bir yaratığın kuyruğunun ucundan alınmış. Sapı Yuzhu ağacının
tepesindeki bir daldan yapıldı. Eğer fırça kullanılmazsa, büyüyüp..."

Xie Lian sözünü kesti, "Yeşil Yuzhu yaprakları mı?"

"Doğru!" dedi Shi Qing Xuan, "Ekselansları, bunu nereden biliyorsun? Yine daha önce
gördüğün bir şey mi?"

Nasıl görmemiş olabilirdi ki? Bu Hua Cheng'in her gün kaligrafi çalıştığı fırçaydı. Tatsız el
yazısını fırçanın kötü olmasıyla suçlardı ve onu yere fırlatırdı. Bazen kim bilir nereye
tekmelerdi. Xie Lian sürekli o zavallı fırçayı arardı ve yerden alıp güvenli bir yere
kaldırmadan önce iyice temizlerdi.

"........"

"Bu da... pek uygun olmayabilir. Başka bir şeye ne dersin?"


Shi Qing Xuan düzinelerce öneri listeledikçe, Xie Lian onun bahsettiği bu efsanevi ve ender
hazinelerin hepsinin tanıdık geldiğini fark ediyordu. Ve son derece acınası olduklarını; hepsi
ya Hua Cheng'in ayaklarını dayayabileceği bir iskemle ya da yerdeki bir halıydı. Eğer
eğlencesi için kullanabileceği bir oyuncak değilse de, kenara atılan ve kaybolup giden
şeylerdi.

Bu oldukça anlaşılır bir durumdu. Bu dünyada Hua Cheng'in gördüğü ve elde edemediği bir
hazine var mıydı ki?

Ve böylelikle bu fikirler de Hayalet Kral'a alınacak hediye için geçersiz sayılmıştı.

Xie Lian, doktor arayan hasta gibi neredeyse sorabileceği herkese ne tür bir hediye
verebileceğini sormuştu. Fakat: Quan Yi Zhen yalnızca altın külçelerin nasıl verileceğini
biliyordu- ki Hua Cheng'in asla paraya ihtiyacı yok. Pei Ming, sadece kadınlara nasıl
hediyeler verileceğini biliyordu. Bir adama ne tür hediyeler verilebileceğini sorarsanız, size
pek yardımı dokunmazdı. Ling Wen, uğraşması gereken birkaç göksel yetkili ve yapacağı çok
işi olduğu için neredeyse yorgunluktan bayılmak üzereydi. Artık resmi evraklardan başka
hiçbir şeyin nasıl yapılacağını bilmiyordu ve sadece dinlenecek küçük bir yer arıyordu.

Kimse yardımcı olamamıştı ve Hua Cheng'in doğum gününe iki gün kalmıştı. Xie Lian'ın
gerçekten de hiçbir fikri yoktu.

Tüm gece ayakta kaldığı için gözleri kan çanağına dönmüştü. Neyse ki daha gün
aydınlanmamıştı, hala düşünecek zamanı vardı.

Düşünceleri netleştikten sonra sessizce yatakta doğruldu ve yanında mışıl mışıl uyuyan Hua
Cheng'e baktı.

Hua Cheng'in saçları kara bir karga gibi simsiyahtı, kirpikleri ışıl ışıldı. İki gözü böyle
kapalıyken gözlerinden birinin olmadığını kimse anlayamazdı. Yakışıklı yüzündeki her
zamanki sert ifade uyuduğu için yok olmuştu. Şu anda onu böyle izlerken, çok nazik
göründüğünü düşünüyordu.

Xie Lian'ın kalbi kıpır kıpır oldu. Bu yüzden kendini tutamayıp sağ elini Hua Cheng'in
yüzünü okşamak için uzattı. Ama onu uyandırmaktan korktuğu için elini hemen geri çekti.
Tam yataktan kalkacaktı ki bir kol beline sıkıca sarıldı ve arkasından tembel bir ses duydu,
"Gege, neden bu kadar erken kalktın?"

Eyvah, Hua Cheng uyanmıştı!

Sesi kısık ve biraz da boğuktu, sanki uykusunun arasında sayıklıyor gibiydi. Xie Lian
hazırlıksız yakalanmıştı ve yatağa geri yatmak zorunda kalmıştı. Son derece suçlu hissederek
usulca yanıt verdi, "Ah, birisi dualarını sundu."

Hua Cheng onu daha da kendine yaklaştırdı ve kulağını öptü, "Ama daha güneş bile doğmadı.
Kim sabahın köründe dua etmeye gider ki? Belalarını mı arıyorlar?"

Belki de kendisini suçlu hissettiği içindi ama Xie Lian kulağının dibindeki bu sesi duyduğu an
biraz yüzü kızarmıştı, "Duaları yeni almadım. Daha önceden birikmişler..."

Konuştukça kendisini daha da açıklanamaz bir duruma düşürdüğünü düşünüyordu. Tekrar


ayağa kalkmaya çalıştığı sırada, Hua Cheng birden kollarını boynuna sarıp onu daha da
sabitledi, "Madem birikti, niye biraz daha ertelemiyorsun? Gege dün gece zaten çok yoruldu.
Biraz daha uyu."

Xie Lian Hua Cheng'in bedenine sarılan kollarına ve çekici sesine zar zor karşı koymaya
çalışıyordu, "Ben...zaten uzun zamandır erteliyorum, daha fazla geciktiremem..."

"Ah, o halde seninle geleyim mi?"

Xie Lian anında reddetti, "Gerek yok. Zaten uzun sürmeyecek, hemen geri döneceğim. Sen
biraz daha dinlenmelisin!"

"Gerçekten benim gelmeme gerek yok mu?"

"Hayır gerek yok!" dedi Xie Lian, "Benimle gelemezsin. Kesinlikle, kesinlikle gelemezsin!"

Hua Cheng yavaşça gözlerini açtı, "Neden?"

"........"

Xie Lian boğulacakmış gibi hissediyordu, bir anda arkasına döndü ve Hua Cheng'in kollarını
tutup ciddiyetle yanıt verdi, "Sen, sen kaligrafi alıştırması yapmak zorundasın."
Hua Cheng gözlerini kırpıştırarak masum bir ifadeyle ona bakıyordu. Xie Lian zar zor devam
etti, "Kaligrafi çalışmak için tapınakta kalmak zorundasın. Geri döndüğümde kontrol
edeceğim!"

Hua Cheng başını hafifçe eğdi, giderek daha da masum görünüyordu. Ama en nihayetinde
itaatkar bir şekilde, "Tamam." diye yanıt verdi.

Xie Lian bu durumun üstesinden gelebilmek için kendisini apar topar yataktan aşağı attı. Hua
Chen yatakta oturur pozisyona geçip arkasına yaslandı ve paniğe kapılmış şekilde odadan
kaçan Xie Lian'ın arkasından gözlerini kısarak onu izlemeye başladı. Daha sonra gülümsedi
ve kafasını kolunun üstüne koyarak yeniden uzandı.

Xie Lian istediği şeyleri almak için önce çorak bir araziye daha sonra da Tonglu Dağı'na gitti.

Tonglu Dağı'ndaki ormanın içinde küçük bir ev vardı. Xie Lian içeri girer girmez, bir masanın
etrafına oturmuş kağıt oynayan Guoshi ve onun üç kabuk arkadaşını gördü. Xie Lian tek bir
kelime bile etmeden oradan ayrılmak için arkasını dönmüştü ki, Guoshi onu fark etti ve
"Olduğun yerde kal!" diye bağırdı.

Xie Lian, Guoshi'nin kağıt oynarken ona "Olduğun yerde kal!" demesinin tek bir nedeni
olabileceğini düşünüyordu. Anında Guoshi masayı itip, "Bu kadar oyun yeter. Yapacak çok
önemli bir işim var, hemen gitmem gerek!" Ekselansları geri dön! Bana bir şey mi
soracaktın?" dedi.

Arkasına dönen Xie Lian yerde yatan üç kabuğu gördü ve Guoshi'nin oyunu kaybetmek üzere
olduğunu anladı, "Önemli bir şey değil."

Guoshi anında yanıt verdi, "Hayır, hayır. Yüzündeki o ciddi ifadeyi gördüm. Kesin önemli bir
şey olmalı! Kart oyunu bekleyebilir, bırak Guoshi sana yardım etsin!"

"......"

Fakat Xie Lian neden oraya gittiğini açıkladığında Guoshi'nin yüzündeki ifade değişmişti.
Guoshi Xie Lian'a öğüt verirken ikisi bir bankta oturuyorlardı, "Bu, o kadar da önemli bir şey
değil. Sadece bir doğum günü- ve sen düşünerek bir sürü zaman harcadın. Bu şeyleri
toplamak için ortalıkta koşturdun!"
Xie Lian başka birinin kendisini anlamayacağını biliyordu. Alnını kızarana kadar
ovuşturmuştu, "Malzemeleri çoktan aldım. Küçükken bana verilen Xian Le tarzı Uzun Ömür
Kilidi'nin nasıl yapıldığını hatırlamıyorum. O yüzden yardım istemek için gelmiştim- neyse
tamam, kendim yapacağım."

Guoshi hala onu anlamıyor gibiydi, "Bir doğum günü hediyesi yapmana gerek yok. Zaten her
gün yanındasın, başka ne isteyebilir ki?"

".........."

Bu "Sen zaten bir hediyesin." demekti, öyle değil mi? Xie Lian bu tarz konuşmalara hiç
dayanamıyordu; hatta bunun üzerinde düşünmek bile istemiyordu. Alnını ovuştururken içten
içe "Ben o kadar kibirli değilim." diye düşünüyordu.

Guoshi onun düşüncelerde kaybolmuş olduğunu görünce tekrar söze girdi, "Sen gerçekten de
işe yaramazsın. Sen üç kere yükselmiş olan Xian Le Veliaht Prensi ve Çiçek Taçlı Savaş
Tanrısı'sın! Kim daha on yedi yaşındayken sıradan insanları kurtaracağını tüm dünyaya cesur
bir şekilde ilan etmişti? On sekiz yaşındayken..."

Xie Lian anında lafını kesti, "Guoshi! Daha fazla bir şey söyleme! Guoshi!"

Bu kasvetli geçmişinde gurur duyulabilecek hiçbir şey yoktu!

Guoshi ona karmaşık bir ifadeyle bakıyordu, "Ekselansları, kendini bu kadar küçük görmek
zorunda değilsin."

"Kendimi küçük görmüyorum, sadece..."

Sadece, konu en sevdiğiniz kişi olduğunda ona her şeyin en iyisini vermek istersiniz. Ve ne
vermeye karar verirseniz verin hep en iyisi olmadığını, daha değerli bir şeyi hak ettiğini
düşünürsünüz.

Onun böyle bir çıkmazda olduğunu görünce Guoshi iç çekti. Biraz düşündü ve kollarını
birleştirdi, "Uzun Ömür Kilidi, değil mi? Bekle, biraz düşüneceğim. Çok uzun zaman geçti,
nasıl yapıldığını tamamen hatırladığımı söyleyemem."

"O kadar da önemli değil," dedi Xie Lian, "Eğer hatırlayamazsan, ben hatırladığım kadarıyla
yapmaya çalışacağım. Olduğu kadar artık."
Aniden Guoshi, "Neden ona sormuyorsun?" dedi.

"........"

Bir isim söylememişti ama "O" derken Xie Lian kimi kastettiğini anlamıştı.

Jun Wu, Tonglu Dağı'nın derinliklerine gönderilerek dizginlenmişti.

Uzun bir sessizlikten sonra, Xie Lian yine de doğru olmadığını düşünerek kafasını iki yana
salladı.

Xie Lian günün büyük bir bölümünü Tonglu Dağı'nda geçirdikten sonra Hayalet Şehir'e geri
döndü.

Şu anda, Hua Cheng'in doğum gününe üç günden daha az bir zaman vardı. Hayaletler ve Xie
Lian hiçbir şey yokmuş gibi davranacakları ve her şeyi gizlice yapacakları konusunda
anlaşmışlardı.

Xie Lian küçük bir dükkana girdi ve çok geçmeden hayaletler etrafını sardılar, "Neler
oluyor?"

Xie Lian onların hırsız gibi dikkatli davrandıklarını düşünüyordu, "Chenzhu'nuz nasıl? Bir
şeylerden şüphelendi mi?"

Hayaletler yanıt verdi, "Hayır, hayır. Chengzhu bütün gün Qaindeng Tapınağı'ndaydı."

Xie Lian bunu biraz garip bulmuştu, "Bütün gün mü?"

"Evet! Chengzhu'nun ruh hali bugün iyi gibi görünüyor. Büyük A...Xie Dao Zhang, Chenhzgu
için doğum günü hediyesi hazırladınız mı?"

Xie Lian rahatlamış gibi görünüyordu, kol kısmından uzun uğraşlar sonucunda yapmış olduğu
Uzun Ömür Kilidi'ni çıkardı, "Hazırladım."

Hayaletler çok sevindiler ve Xie Lian ile beraber kutlamayı nasıl yapacaklarını konuştular. Bu
sırada Hua Cheng Qiandeng Tapınağı'nda hala kaligrafi çalışıyordu.
Xie Lian'ın baskısı olmadan Hua Cheng'in usulca kaligrafi çalışması oldukça nadir bir
durumdu. Demek ki gerçekten de iyi bir ruh hali içindeydi. Elindeki güzel fırçanın böyle
çarpık yazılar için kullanılmasını komik bulan Xie Lian hafifçe kıkırdadı. Xie Lian'ın geri
döndüğünü fark edince Hua Cheng acı çeken fırçayı kenara bıraktı ve nazikçe gülümsedi,
"Gege, geri mi döndün? Tam zamanında geldin, bak ne yaptım."

Xie Lian gülümseyerek "tamam," dedi ve bakmak için yanına doğru yürüdü. Fakat nedense
bir anda adımlarını durdurdu ve kaşlarını çattı.

Hua Cheng hemen bir terslik olduğunu anlamıştı. Anında Xie Lian'ın yanına gitti, "Sorun ne?"

Xie Lian'ın ifadesi yavaşça eski haline döndü, "Bir şey yok."

Bir şey yoktu. Sadece kalbinde hafif bir ağrı hissetmişti.

Hua Cheng böyle şeyleri asla görmezden gelmezdi, Xie Lian'ın bileğini tuttu, " Nereye
gittin?Yine mi yaralandın?"

"Hayır."

Bu doğruydu, gerçekten de yaralanmamıştı. Koşuşturma içinde geçen son birkaç günü gayet
iyi geçmişti, hiçbir tehlikeyle karşılaşmamıştı. Hua Cheng biraz düşündü ama bir şey
bulamayınca daha fazla üstelemedi. Xie Lian da kendisini kontrol etti ama bir sorun yok gibi
görünüyordu. Bu yüzden o hafif ağrının bir yanılsama olduğunu düşündü.

"Belki de kas gerilmesidir. Bakayım ne yaptın bugün?"

Hua Cheng de gülümsedi ve elini tuttu, "Buraya gel."

Xie Lian tam cevap verecekti ki tekrar kalbinde bir ağrı hissetti.

Bu sefer kesinlikle bir yanılsama değildi! İlk baştaki ufak bir iğne batması gibiyse bu
kesinlikle çuvaldız batması gibiydi, acısını açık bir şekilde hissetmişti. Eğer şans eseri Hua
Cheng başka tarafa bakıyor olmasaydı, Xie Lian bu sefer de "Bir şey yok," diyemezdi.

Hua Cheng'i endişelendirmek istemiyordu bu yüzden bir süre Hua Cheng ile vakit geçirdikten
sonra oradan ayrılmak için bir bahane buldu. Ve daha sonra kendisini kontrol etmek için
oradan ayrıldı.
Kendi bileğini tutarak kontrol etti ama şey bulamadı.

Zaten eğer bir sorun olsaydı daha öncesinde Hua Cheng bileğini tuttuğunda fark ederdi.

Ama neden kalbinde böyle nedensiz bir ağrı hissetmişti ki?

Xie Lian biraz düşündükten sonra bunun bir çeşit lanet ya da bir zehir olabileceğinden
şüphelendi ama endişelenmedi- en azından şimdilik. Çünkü Hua Cheng'in doğum gününe çok
az zaman kalmıştı. Eğer bir şey olursa Hua Cheng kutlamak istemeyecek ve bunun yerine onu
tedavi etmeye çalışacaktı. Xie Lian'ın başına böyle tuhaf şeylerin gelmesi normaldi bu yüzden
de acıya bir hayli alışkındı. Bunu bir kenara bırakmaya ve günü sessiz bir şekilde bitirmeye
karar verdi. Her şey bittikten sonra bu konuyla ilgilenecekti.

Xie Lian Qiandeng Tapınağı'na döndüğünde neredeyse gece yarısıydı. Hua Cheng hala
kaligrafi kağıdığına bir şeyler karalıyor, sıkıntıdan patlayacakmış gibi görünüyordu. Xie Lian
kendisini tutamayıp güldü ama o anda kalbinde keskin bir ağrı hissetti. Parmağını göğsüne
masaj yapmak için kullandı ama hiçbir işe yaramadı, "Bu şey bayağı güçlü gibi... Neyse, biraz
daha dayanacağım."

Derin derin nefes aldı ve daha sonra nazik bir ses tonuyla seslendi, "San Lang? Yardım etmen
gereken bir şey var."

Hua Cheng fırçayı yere bıraktı, "Ne oldu?"

"Lütfen gözünü kapat."

Hua Cheng bir kaşını kaldırdı, ama daha fazla soru sormadı ve gözlerini kapattı. Xie Lian
gülümseyerek onun iki elini birden tuttu, "Beni takip et."

Bu sanki Jun Dağı'nda olanların tam tersi gibiydi. Hua Cheng de gülümseyerek "Tamam."
dedi.

Xie Lian onu iki eliyle yönlendiriyordu, "Kapı eşiğine dikkat et."

Fakat kim bilir Hua Cheng Qiandeng Tapınağı'nın içinde ne kadar çok yürümüştü, kapıdan
çıkmak için birinin yönlendirmesine bile gerek yoktu. Ama yine de ayağını kaldırmayıp, Xie
Lian'ın onu uyarmasını beklemişti. Kapıdan çıkıp ana caddeye adım attıklarında
çizmelerindeki gümüş zincirler çınladı.
Bir süre daha yürüdükten sonra Xie Lian, "Tamam gözünü açabilirsin." dedi.

Hua Cheng söyleneni yaptı ve gözünü açtı. O anda simsiyah olan gözbebeği sanki parıldayan
mum alevi gibiydi.

Cadde boydan boya fenerlerle kaplanmıştı ve eskisinden daha temiz görünüyordu. Sanki her
ev yeniden yapılmış, kırık kısımlar onarılmıştı. Hayaletler sessizce etraflarını sardılar, en ufak
bir ses çıkarmaya cesaret edemiyorlardı.

Hua Cheng gözünü açar açmaz bir gürültü bir kıyamet koptu ve, "İyi ki doğdun Chengzu!!!"
diye bağrışmaya başladılar. Ama araya "Lütfen çocuk yapar mısınız??", "Birlikte uzun ve
mutlu bir hayat yaşayabilir misiniz?" gibi sorular da karışmıştı. Bu sorular son derece
uygunsuzdu!

Durumun böyle feci bir yere gittiğini görünce Xie Lian eliyle alnına vurdu. Daha önce birçok
kere pratik yapmışlardı ve hep bir ağızdan söylemişlerdi. Nasıl oluyordu da şimdi böyle
karman çorman bir şekilde bağrışıyorlardı?!

Hua Cheng ifadesizdi, neredeyse hiç kıpırdamadan bakıyordu. Kaşlarını kaldırdı, "Ne
yapıyorsunuz? İnsanları ölümüne rahatsız ediyorsunuz!"

Hayaletler şimdiye kadar pratik yaptıkları şeyden çoktan vazgeçmişlerdi, "Olsun, zaten
burada kimse yok!"

Hua Cheng alaycı bir ifadeyle arkasına döndü ve ellerini arkasına saklamış olan Xie Lian'ı
gördü.

"San Lang, şey...bugün senin doğum günün mü?"

Hua Cheng bunu zaten bekliyormuş gibi görünüyordu. Kollarını birleştirdi ve gülümsedi,
"Mn, evet."

Xie Lian usulca birkaç kere öksürdü ve birden zıplayıp Uzun Ömür Kilidi Kolyesi'ni Hua
Cheng'in boynuna taktı.
"Bu...bunu aceleyle yaptım, umarım beğenirsin!"

Bu Uzun Ömür Kilidi Kolyesi'ne kollarındaki desenlerden işlenmişti; akçaağaç yaprakları,


kelebekler vs. Son derece iyi şekilde saflaştırılmıştı, güçlü bir ruhsal enerji yayıyordu. Bir
bakışta bunun olağanüstü bir şey olduğu anlaşılabilirdi. Hayaletler heyecanla bağrıştılar, "Vay
canına! Çok iyi görünüyor! Bu ne tür bir hazine?!"

"Ah, böyle değerli bir şey ancak Chengzhu'ya yakışır!"

Abartılı şekilde alkışlayıp tezahürat ediyorlardı. Xie Lian gülse mi ağlasa mı bilemiyordu ve
giderek daha da geriliyordu. Hua Cheng'e hediye konusunda ne düşündüğünü sorsa mı
sormasa mı bilemiyordu. Hua Cheng de bir şey söylemiyordu ama gözleri ışıl ışıl
parıldıyordu. Sanki bir şey demek istiyormuş gibi boynundaki kolyeyi kaldırdı.

Ama o anda bir şey olacağını kim bilebilirdi ki?

Xie Lian'ın bacakları birden güçsüzleşti ve yere düşmeye başladı.

Bu çok ani olmuştu. Az önce neşeyle bağrışan hayaletler şimdi korkuyla bağırıyorlardı. Hua
Cheng'in yüzündeki gülümseme kaybolmuştu, yere düşmesine ramak kala onu tuttu, "Gege?
Sorun ne?"

Xie Lian'ın beti benzi atmıştı. Zorla gülümsemeye çalışıyordu, "Bir şey y..."

Sözünü tamamlayamadı.

Kahretsin, tekrar oluyordu!

Yine kalbine nedensiz bir ağrı saplanıyordu! Ve bu seferki öncekinden de daha kötüydü.
Sanki kalbi parçalara ayrılıyor gibiydi.

Xie Lian'ın kötü bir talihi vardı ama yine de ağrının böyle önemli bir anda daha şiddetli bir
şekilde geri gelmesini hiç beklememişti!

Hala sakin olmaya çalışıyordu ama ağrı devam ediyordu. Sanki kalbin, biri bıçakla
deliyormuş gibi hissediyordu. Öyle acı çekiyordu ki nefes almakta güçlük çekiyordu. Hua
Cheng'in ifadesi tamamen değişmişti, "Ekselansları?!"

Xie Lian'ın bileğini kavradı ama yine bir terslik yoktu, "Ekselansları! Dün nereye gittin?!"

Hayaletler endişeyle uluyorlardı. Xie Lian ağzını açıp konuşmak için kendini zorladı ama tek
bir kelime bile edecek durumda değildi.
Hua Cheng'in onu tutarken kolu titriyordu. Her zaman sakin ve ifadesiz görünen Hua
Cheng'in şu anda inanılmaz derecede korkmuş ve endişeli görünen yüzünü görünce Xie Lian
kalbinin daha da ağrıdığını hissetti. Ve sonunda acıya daha fazla dayanayıp bilincini yitirdi.

Kendinden geçmeden önce aklında tek bir cümle dönüp dolaşıyordu, "Özür dilerim."

Ne de olsa, bugün Hua Cheng'in doğum günüydü.

Bilinmeyen bir süre geçtikten sonra, Xie Lian aniden uyandı. Yavaşça nefes alıp vererek
tavana baktı, "Burası...Qiandeng Tapınağı mı? Ben nasıl...uyuyakaldım?"

Yavaşça kendine gelirken kendisini tutan bir eli fark etti.

"Ekselansları?"

Xie Lian başını kaldırdı ve onu gördü. İfadesi karmakarışıktı. Tam konuşacaktı ki Xie Lian
yine kalbinde bir ağrı hissetti.

Bu ağrı onun tamamen uyanmasına neden olmuştu. Öyle kıvranıyordu ki neredeyse elini
göğsüne sokup kendi kalbini söküp atmak istiyordu. Hua Cheng onun kolunu tuttu,
"Ekselansları!"

Eğer Hua Cheng onu durdurmasaydı gerçekten de Xie Lian kendi göğsünde kanlı bir delik
açabilirdi. Tam o sırada yakından bir ses duydular, "Bence burada çok büyük bir terslik var,
neden önce onu bırakmıyorsun?"

Mu Qing gelmişti.

"Bırakırsam ve kendisine zarar verirse ne olacak?!!"

Arkadan Feng Xin'in de sesi duyuldu, "Ben onu tutacağım. Eğer çabuk olup neler olduğunu
bulamazsak, acı çekmeye devam edecek!"

Xie Lian bileklerinde başka bir el daha hissetti ve Hua Cheng usulca onu bıraktı.
Fakat tuhaf bir şekilde, o Xie Lian'ın kolunu bırakır bırakmaz ağrısı bayağı hafiflemişti. Xie
Lian artık hareket edebiliyordu ve Mu Qing ile Feng Xin'in geldiğini de yeni fark etmişti.
Muhtemelen yardım için çağrılmışlardı, Hua Cheng de uzakta durup onlara bakıyordu.

Ona bakınca nedense Xie Lian'ın ağrısı tekrar şiddetlendi ve onun yüz ifadesindeki değişimi
fark eden Mu Qing anında haykırdı, "Uzak dur! Öyle görünüyor ki, sana bakıyorsa ya da sen
yakındaysan ağrısı geri geliyor!"

Bunu duyunca Hua Cheng donakaldı, yüz ifadesi çok endişeliydi. Ne diyeceğini bile
bilmiyordu, hemen daha da uzaklaştı ve odadan ayrıldı. Xie Lian'ın yanından ayrıldıktan
sonra ağrı da hafiften kaybolmaya başlamıştı.

Bu sürekli bir gelen bir kaybolan ağrı yüzünden Xie Lian neredeyse çıldırmak üzereydi.
Nefesini düzenledikten sonra zar zor konuşmaya çalıştı, "Bu..bu...neler oluyor?"

Feng Xin ve Mu Qing onu beraber tutuyorlar, Hua Cheng'in peşinden gidip onu görmesine
engel oluyorlardı, "Onu sana sormak gerek! Neler oluyor? Yine tuhaf bir şeyler yemiş
olmalısın!"

"......Tuhaf...bir şey...yemedim."

Üstelik Hua Cheng de onu kontrol etmişti.

"Son birkaç gün içinde tuhaf bir yere gittin mi?" diye sordu Mu Qing.

"Sadece Tonglu Dağı'na ve...Guoshi Mezarı'na gittim..."

Mu Qing kaşlarını çattı, "Ne? Guoshi Mezarı mı? Hangi Guoshi'nin mezarı?"

Hua Cheng odanın dışında duruyordu ama yine de anlamıştı, "Guoshi Fang Xin'in Mezarı
mı?"

"San Lang...İçeri gelmelisin..."

Dışarıdan Hua Cheng'in ciddi sesi duyuldu, "Gege, iyileşmen lazım. Ben gidip bir
bakacağım."
"Ben de geleceğim!" dedi Xie Lian ama hareket ettiği an yine çok şiddetli bir ağrı hissetti ve
yeniden uzandı. Sonrasında Hua Cheng'in sesini duymadı, çoktan ayrılmış olmalıydı. Xie
Lian tekrar ayağa kalkmak için kendisini zorladı fakat Mu Qing izin vermedi, "Bence etrafta
dolaşmayı bırakmalısın! Ayağa kalkmayı düşünme bile!"

Xie Lian dört koldan mücadele ediyordu, "Daha önce hiç acı çekmemiş değilim. Bir süre
sonra alışırım."

Acı çekiyor diye Hua Cheng'i görmeyecek değildi ya.

"Sen acı çekmeye gönüllü olabilirsin ama San Lang'ın seninle aynı fikirde değil!" diye
haykırdı Mu Qing.

Xie Lian şoke olmuştu. Bilincini kaybetmeden önce Hua Cheng'in yüz ifadesinin nasıl
olduğunu ve Hua Cheng yaklaştığında acı çekerken onun nasıl bir ifade takındığını düşündü.
Nefesi kesildi, ağrısı daha da şiddetlendi ve beti benzi attı. Hem Feng Xin hem de Mu Qing
ona şaşkınlıkla bakıyorlardı.

"Çiçeği Gözeten Kan Yağmuru gitmedi mi? Neden hala acı çekiyor?" dedi Feng Xin.

Mu Qing zeki biriydi hemen anlamıştı, "Az önce onu mu düşünüyordun?"

Xie Lian dişlerini sıktı, ağrıya dayanmaya çalışıyordu, "Ne yani...onu düşünemeyecek
miyim?!"

"Düşünme," dedi Mu Qing, "Ne kadar düşünürsen, o kadar acı çekeceksin. Sana su getireyim
de iç."

Xie Lian'ın başıyla onaylayacak kadar bile gücü yoktu. Mu Qing ona su getirmek için ayağa
kalktı. O da sakinleşmek için gözlerini kapattı ama ne kadar denerse denesin endişesi
katlanarak artıyordu. Hua Cheng ile birbirlerini göremeyecekleri düşüncesi bile
mahvediyordu, ne tür bir şeyle lanetlendiğini bile bilmiyordu. Hua Cheng'in tek başına neler
olduğunu öğrenmeye gittiğini düşününce, sakin kalamıyordu. Bu sırada Mu Qing ona bardağı
uzattı.

O beyaz bardağı önceki gece Hua Cheng kullanmıştı. Bunu düşününce Xie Lian'ın yine yüzü
soldu ve tek kelime bile etmeden uzandı. Mu Qing yine tek bir bakışla aklından geçenleri
anlamıştı, "Neden her şey sana onu hatırlatıyor? Acı çekerek ölmek mi istiyorsun?!"
"......Buna nasıl engel olabilirim ki?"

"Bir kişiyi düşünmemek" bu kadar kolay olsaydı, dünyadaki kimsenin gönül yarası olmazdı.

"Ben diyorum ki, bence onu bayıltalım. Düşüncelerine engel olmaya çalışmaktan daha kolay."
dedi Mu Qing.

Fakat Xie Lian'ın eski astı olarak Feng Xin asla ona el kaldırmazdı. Ve elbette başkalarının da
ona vurmasına izin vermezdi.

Anında reddetti, "Hayır. Bence başka şeylerden konuşarak kafasını dağıtalım. Böylece Çiçeği
Gözeten Kan Yağmuru'nu düşünmez."

"Ne konuşabiliriz ki?" dedi Mu Qing, "Ne söylersem söyleyeyim yine de Çiçeği Gözeten Kan
Yağmuru'nu düşünmeyecek mi? Onu bayıltmak daha mantıklı!"

"Ona vuramazsın! Kelime türetmece oynarsak başka bir şey düşünemez değil mi? Eminim
düşünemez. O halde ben başlıyorum. Shoubi Nanshan!" (Güney dağları kadar uzun bir ömür
demek.)

Mu Qing bu oyundan nefret ediyordu ama oyunu devam ettirmekten başka çaresi yoktu,
"Shanqiong Shui'e...." (Çorak dağlar demek.)

Xie Lian'ın yapacak bir şeyi yoktu, zayıf bir ses tonuyla devam ettirdi, "E'zi duoju..."
(Acımasız morun yerini erdemli kırmızı alır demek.)

Kelimeyi söyler söylemez yine kıvranmaya başlamıştı. Mu Qing şaşkına dönmüştü, "Bu nasıl
hatırlattı? Alakası bile yok!"

Xie Lian ise içten içe "Nasıl alakası olmasın ki?" diye düşünüyordu. Kırmızı renk, kırmızı
kıyafetler. Kırmızı kıyafetleri düşününce nasıl aklına Hua Cheng gelmesindi ki?"

Çok uzun süredir acı çektiği için artık dayanma gücünün sonuna gelmişti. Son bir güçle
ikisinden kurtulmaya çalıştı ve bir bam! sesiyle yataktan aşağı düştü. Feng Xin ve Mu Qing
onun böyle bir şey yapacağını biliyorlardı ama yine de tutmayı başaramamışlardı. Onu tekrar
dizginlemek için peşinden gittiler ama Xie Lian büyük bir darbeyle ikisini yere serdi. Mu
Qing Xie Lian'ın kapıdan çıktığını görünce arkasından bağırdı, "Nereye gidiyorsun? Etrafta
dolaşma!"
Ama Xie Lian son hızla koşuyordu. Kollarından iki tane zar çıkardı ve onları fırlattı.

Hua Cheng bir keresinde, eğer Xie Lian onu görmek isterse zarları atarsa görebileceğini
söylemişti. Hangi sayıların geldiğinin bir önemi yoktu. Geçtiği kapının onu nereye
götüreceğini bile bilmeden koşuyordu. Fakat adımını attığı anda birisinin kollarına düşmüştü.
Yukarıdan Hua Cheng'in şok olmuş sesi geldi, "Ekselansları!"

Xie Lian sanki ortadan kaybolmasından korkuyormuş gibi sıkıca sarıldı. Hua Cheng de onu
kollarıyla sarmak istiyordu ama kendisine zar zor hakim olmuştu, "Ekselansları, geri dön.
Ağrıların daha da şiddetlenecek."

Xie Lian dişlerini sıktı ve ona sımsıkı sarıldı. Titreyen sesiyle yanıt verdi, "Ağrıyacaksa
ağrısın!"

"Ekselansları!"

Ondan uzaktayken zaten düşünerek acı çekiyordu. Her türlü acı çekecekse neden Hua Cheng'e
sıkıca sarılacak çekmesindi ki? Ağrısı ne kadar şiddetlenirse kolları da o kadar sıkı
sarılıyordu. Alnında ter damlacıkları oluşmuştu, cümleleri kopuk kopuktu, "Sadece biraz
bekle. Alışacağım...Acıya katlanmakta...uzman sayılırım. Eğer yanımda kalırsan buna
dayanabilirim...Ama gidersen...o zaman katlanamam..."

Bunu duyunca Hua Cheng irkildi, usulca yanıt verdi, "Ekselansları...ah.."

Sesinde hem bir iç çekiş hem de acı vardı, sanki Xie Lian'dan daha çok acı çekiyor gibiydi.
Xie Lian ona tutundu, bu dayanılmaz işkencenin geçmesini bekliyordu.

Tam sakinleşmeye çalışırken arkadan bir ses duyuldu, "Buradaki maskeyi mi kullandın?"

Xie Lian baş dönmesinin ortasında nerede olduklarını fark etti. Issız ve uğursuz bir mezardı,
iki gün önce ziyaret ettiği Guoshi Mezarı. Arkalarında duran uzun boylu kişi ise Lang Qian
Qiu'ydu.

Xie Lian buraya ilk geldiğinde aklını kaybedecek durumdaydı o yüzden üçüncü bir kişinin
orada olduğunu görmemişti. Şimdi fark edince biraz utanmış hissediyordu. Bu sırada Feng
Xin ve Mu Qing de gelmişti. Mu Qing onun darbesiyle öyle sert bir şekilde yere yığılmıştı ki,
öfkeden köpürüyordu. Alnındaki damarlar adeta patlayacakmış gibiydi, "Niye koşuyorsun! İki
kişi dört koldan durduramadık seni!......Burası da ne? Mezara benziyor!"
Feng Xin de etrafı inceliyordu, "Burası mezarlık, değil mi? O halde burası, Guoshi Fang
Xin'in Mezarı mı?"

Daha sonra Lang Qian Qiu'yu gördü ve şaşkınlıkla, "Ekselansları Taihua neden burada?" diye
sordu.

Lang Qian Qiu'nun ifadesi pek iyi görünmüyordu, "Guoshi Mezarı'nda ters bir şeyler
olduğunu hissettim ve bir göz atmak için geldim."

Bir göz atmak için gelmişti ama tesadüf eseri Hua Cheng ve Xie Lian'la karşılaşmıştı.
Kimseyle selamlaşacak ve sohbet edecek havada değildi. Bu yüzden daha fazla açıklama
yapmaya gerek duymadı ve bir şeyler düşünmeye başladı. Kısa bir süre sonra Xie Lian'a
döndü, "Uzun Ömür Kilidi'ni yapmak için o maskeyi mi kullandın? İki gün önce gelip
buradan o maskeyi mi çıkardın?"

Bir süre tereddüt ettikten sonra Xie Lian başıyla onayladı.

Uzun zaman önce YongAn Krallığı'nın Guoshi'si gümüş bir maske takardı. Üzerindeki gümüş
oldukça nadirdi. Bu, sadece yüzü kapatmak için kullanılan bir maske değildi. Bu maskenin
gelen büyü gücünü yansıtma ve sahibini koruma gibi özellikleri vardı. Guoshi Fang Xin
öldükten sonra bu maske tabutuna yerleştirilmiş ve onunla beraber gömülmüştü.

En sevdiğin kişiye vereceğin hediye elbette çok önemliydi. Bu yüzden Xie Lian çok düşünüp
böyle bir hazine olduğunu hatırlamıştı. Geçmişte böyle bir maskesi vardı, tabuttan çıkarken
onu yanına almamıştı. Bu yüzden gecenin bir yarısı mezarı kazıp kendisine ait olan bu
maskeyi almıştı. Maskeyi eritmiş ve daha sonra da Uzun Ömür Kilidi'ne dönüştürmüştü.

Orada bulunan herkesin yüzünde tuhaf bir ifade vardı. Sonuçta orası kimsenin ziyaret
etmediği Guoshi Mezarı'ydı. Otlar metrelerce yüksekliğe ulaşmıştı. Gecenin bir yarısı o
otların arasından mezar kazabilecek başka hiç kimse yoktu!

Bir süre utanç yüzünden sessiz kalsa da Xie Lian Lang Qian Qiu'nun ifadesini görünce
açıklama yapma ihtiyacı duydu, "Maskeyi ailenden almadım. Daha önce bir iblis tarafından
yapıldı."

Gerçekten de YongAn Krallığı'na ait bir şey olsaydı Xie Lian asla onu eritip Hua Cheng'e
hediye yapmak için kullanmazdı. Lang Qian Qiu'nun hala Guoshi Mezarı'nı kontrol ettiğini
bilmiyordu. Gömüldükten sonra onun bir daha asla buraya gelmeyeceğini ve asla
umursamayacağını düşünmüştü.

Lang Qian Qiu boş gözlerle baktıktan sonra öfkeyle söze girdi, "Bu konuda seninle
uğraşmıyorum!"

Hua Cheng ona bir bakış attı, gözleri buz gibi soğuk ve keskindi. Lang Qian Qiu'nun o öfkeli
ifadesinin yerini korku almıştı.

Xie Lian o gümüş kolyeye baktığında aniden aklına bir şey gelmiş gibi kaşlarını çattı.

Daha sonra Lang Qian Qiu'ya baktı, o da aynı şeyi düşünüyormuş gibiydi. Doğal olarak Hua
Cheng de fark etmişti, "Sorun bu kolyede değil mi? Ekselansları ne olduğunu biliyor musun?"

Xie Lian'ın az çok bir tahmini vardı. Neler olduğunu anlasa da nasıl söyleyeceğini
bilemiyordu. Fakat onun ifadesini görünce Lang Qian Qiu onun yerine açıklama yaptı,
"Kendisi."

Hua Cheng oldukça ciddiydi, "Ne demek istiyorsun?"

Xie Lian aniden araya girdi, "Qian Qiu!!!"

Lang Qian Qiu ona bir bakış attı ve devam etti, "Liujin Ziyafeti'nden sonra onu buraya ben
getirdim."

"Konuşmayı kes!"

Lang Qian Qiu tekrar ona baktı ve bu kez konuşmaya devam etmedi. Muhtemelen buradan
sonrasını nasıl açıklayacağını bilmiyordu. Ama o konuşmasa bile orada bulunanlar gerisini
tahmin edebilirlerdi.

Liujin Ziyafeti'nden sonra YongAn Veliaht Prensi Lang Qian Qiu, Guoshi Fang Xin'i ele
geçirip intikam için onu tabuta diri diri çivilemişti. Tabut ıssız bir kırsalda bulunuyordu,
insanların mezara gitmesi yasaklanmıştı. Elbette, ziyarete gelen çok fazla insan da yoktu.

Çiviler Xie Lian'ın kalbini delerken kanı maskeye akmıştı ve iblis maskesi kanı içine çekerek
canlı kalmasını sağlamıştı. Bu yüzden Xie Lian kendi mezarına gidip maskeyi aldığında o
canlı olan kan bedenine geri dönmüştü.
Hua Cheng'in onun bedenini kontrol edip bir sorun bulamamış olmasına şaşmamalıydı-
demek ki sorunun kaynağı kendi bedeninden geliyordu. Tabii ki bunu kimse anlayamazdı!

Hua Cheng birden harekete geçti. Xie Lian onun ifadesini tam göremese de engel olmaya
çalıştı, "San Lang!!"

Lang Qian Qiu onu intikam için öldürmüştü. YongAn İmparatoru Xie Lian'ın elinde öldüğü
için, karşılık olarak tabuta çivilenmişti. Kalbine yine keskin bir ağrı saplandı ve acıdan dolayı
hafif bir inilti sesi çıkardı. Hua Cheng'in ifadesi yeniden endişeli bir hal almıştı,
"Ekselansları???"

Lang Qian Qiu başta tereddüt etti ama Xie Lian'ın kağıt gibi beyaz olan yüzünü görünce,
"Benim...yardımıma ihtiyacın var mı?" diye sordu.

Xie Lian onun böyle bir şey soracağını biliyordu anında reddetti, "Bir şey yok, bir şey yok.
Yardım etmene gerek yok Qian Qiu. Bu seni ilgilendirmiyor ve senin sorunun değil. Ben çok
dikkatsiz davrandım. Kendini buna dahil etmek zorunda değilsin."

Mu Qing de, Lang Qian Qiu'nun ailesiyle ilgili olan olayda kurban, şu anki durumda ise suçlu
durumunda olmasını çok tuhaf buluyordu, "Doğru. Ekselansları Taihua, onunla ilgilenmek
zorunda değilsin, sen geri dön."

Kısa bir süre sessizlikten sonra Lang Qian Qiu "Tamam." dedi.

Tamam demiş olsa da henüz oradan ayrılmamıştı. Yine de kimse bunu umursamamıştı çünkü
o esnada Xie Lian yerde yuvarlanacak kadar acı çekiyordu. Fakat acı çekse de Hua Cheng'den
uzaklaşmayı reddediyor, ona sıkı sıkı sarılıyordu.

Feng Xin söze girdi, "Önce sorunu çözelim!...Ekselansları, ne yapıyorsun?!!"

Xie Lian öfkeyle mücadele ediyordu. Fakat nereden olduğu bilinmeyen bir bam! sesinden
sonra ortalık birden sessizleşti. Yüzü terle kaplanmıştı, Hua Cheng'in üzerinde kıpırdamadan
yatıyordu.

Hua Cheng güçlü bir şekilde onu tutuyordu, yatıştırıcı bir tonla seslendi, "Tamam,
Ekselansları. Ağrın geçti, değil mi?"
O zaman herkes elinde gümüş renkli bir tozu tuttuğunu gördü. Çok değer verdiği, kalbine
yakın tuttuğu Uzun Ömür Kilidi yok olmuştu.

Eğer Uzun Ömür Kilidi yok olursa, Xie Lian'ın kanı da sakinleşecekti. Bu yüzden Hua Cheng
hiç düşünmeden onu tuzla buz etmişti.

Xie Lian'ın nefesi normale dönmüştü. Başını eğince Hua Cheng'in parmaklarının arasından
süzülen gümüş tozu gördü. Daha sonra Hua Cheng'e baktı, bu sefer başka bir nedenden dolayı
kalbi ağrıyordu.

Mırıldanarak yanıt verdi, "Mn...Artık ağrımıyor."

Sonunda lanet ortadan kalkınca Xie Lian diğerleriyle vedalaştı ve Hua Cheng ile beraber
Hayalet Şehir'e doğru yürümeye başladılar.

İkili omuz omuza yürürken Xie Lian'ın yüzü alev atıyordu.

Bu Feng Xin ve Mu Qing'in hatasıydı.

Vedalaşmadan önce ikisi yanına gelip, "Neden Ekselansları Çiçeği Gözeten Kan Yağmuru'nu
gördüğünde acı çekiyordu?" diye sormuşlardı.

Xie Lian nedenini biliyordu. Bu soruyu duyunca paniklemişti, "Bunun üzerinde fazla
düşünmeyin!"

Feng Xin hala şüpheliydi, "Nedenmiş o? Ya tekrar olursa? En azından nedenini anlamalıyız."

Mu Qing homurdanıyordu, "Anlamıyor musun? Bu kan bedeninden yıllarca ayrı kaldı. O


yüzden alışması gerekiyordu. Kalbi sakinken, bir sorun yoktu..."

Fakat kalbi sakin değildi, giderek hızlanıyordu. Bu yüzden bu kan heyecanlanıyordu ve


dayanılmaz bir ağrıya neden oluyordu. Kalbine çakılan çivinin acısını tekrar tekrar
yaşatıyordu.

Hua Cheng'in o sırada nasıl bir ifade takındığını hatırlayamıyordu ama ömrünün sonuna kadar
Hua Cheng'e karşı itibarını kaybettiğini düşünüyordu.
Mu Qing'in demek istediği şey - sadece Hua Cheng'e baktığında ya da onu düşündüğünde
kalbinin sevinçle hızlandığı değil miydi? Öyleyse bu yüzden çok acı çekecekti!

Bunu düşününce Xie Lian'ın kalp atışları yeniden hızlandı.

Neyse ki, kalbi ne kadar hızlı çarparsa çarpsın ağrı hissetmiyordu.

Uzun süredir sessiz kalan Hua Cheng birdenbire "Ekselansları." diye seslendi.

Xie Lian anında karşılık verdi, "Ne oldu?"

"Tabutun içinde ne kadar kaldın?"

Xie Lian bu soruyu beklemiyordu o yüzden şaşırmıştı, "Artık tam olarak hatırlayamıyorum."

Her halükarda çok, çok uzun bir zaman kalmıştı. O kadar uzundu ki, yılları saymak bile
istememişti. Ağrı, açlık, kan kaybı, halüsinasyonlar. İlk başta hareket etmemişti ama zaman
geçtikçe pişman olmuş ve sonrasında da tabutu kırarak içinden çıkmıştı.

Şu anki acı, delinmenin verdiği o kaçınılmaz acı gibi değildi. Lanet acısı gibi de değildi, bu
seferki sonsuza kadar geçmeyecek gibiydi.

Xie Lian'ın iç çektiğini görür görmez Hua Cheng "Ekselansları ne oldu? Hala ağrın mı var?"
diye sordu.

Kafasını iki yana sallayarak öyle olmadığını ima etti. Biraz zaman geçtikten sonra üzgün bir
tonla, "San Lang, özür dilerim," dedi.

Hua Cheng bunu tuhaf bulmuştu, "Neden benden özür diliyorsun?"

Xie Lian adımlarını durdurdu, "Bugün senin doğum günündü. Güzelce kutlamak istemiştim
ama bunun yerine bütün gün laneti kaldırmak için uğraşmana neden oldum."

Aslında doğum günü bitene kadar bu ağrıya katlanmayı planlamıştı ama en nihayetinde
dayanamamıştı.

"Hatta senin için yaptığım hediye de lanet yüzünden paramparça oldu."


Üstelik Hua Cheng'in ellerinde tuzla buz olmuştu. Xie Lian bugünün gerçekten de çok kötü
geçmiş olduğunu düşünüyor ve aşırı derecede üzgün hissediyordu.

Fakat Hua Cheng yumuşacık bir sesle, "Ekselansları." dedi.

Adımlarını durdurdu ve devam etti, "Ben zaten senden harika bir hediye aldım."

Xie Lian şoke olmuştu, "Sana ne verdim ki?"

Eğer "Sen" gibi bir şey söylerse utançtan ölebilirdi.

Hua Cheng gözlerini ayırmadan ona bakıyordu, "Ekselansları acı verse bile beni görmek
istediğini söyledi. Ne kadar acı çekerse çeksin gitmek istemedi."

"............."

"Çok mutluyum," dedi Hua Cheng.

Xie Lian daha öncesinde Hua Cheng'i sıkıca tutarken onun nasıl endişeli göründüğünü
hatırladı ve utançla yüzünü kapattı. Fakat Hua Cheng birden belinden tutup onu kendine çekti
ve sımsıkı sarıldı.

İrkilen Xie Lian'ın kafası Hua Cheng'in göğsüne gömülmüştü ve konuşurken titreşimi
hissedebiliyordu.

"Çok ama çok mutluyum."

"......."

Xie Lian da içten içe "Ben de çok mutluyum." diye düşünüyordu.

Yüzlerce yıl geçmesine rağmen, Hua Cheng kendisi yüzünden acı çekse de ondan
vazgeçmemişti. Xie Lian bunu düşününce daha da mutlu oluyordu.

Hua Cheng ekledi, "Ama mutlu olsam da, bir daha böyle bir acıya katlanmaya çalıştığını
görmek istemiyorum."


İkili Hayalet Şehir'e döndü. Hayaletler bütün gün endişeyle beklemişlerdi. İkisi sağ salim geri
dönünce o korku dolu atmosfer kayboldu ve tekrar kutlama havasına girdiler. Her zamanki
gibi Hua Cheng umursamadı ve Xie Lian ile beraber Qiandeng Tapınağı'na girdi. Ama içeri
girdiklerinde karşılarına üst üste yığılmış bir sürü hediye çıktı.

"Bunları buraya kim koydu?" diye sordu Hua Cheng.

Xie Lian da bir bakış attı---- hediyeleri kontrol ettikten sonra yanıt verdi, "Ha? Hediye gibi
görünüyorlar. Bu kutu Yağmur Ustası'ndan gelmiş, bayağı taze görünüyorlar...Bu Qing
Xuan'dan mı? Bu da...General Pei'den olmalı...."

Hediyeleri listeledikten sonra gülümsedi, "San Lang! Bunlar Hayalet Kral için doğum günü
hediyeleri."

Önceki günlerde etrafta koşuşturup herkese birisi için doğum günü hediyesi alacağını
söylemişti. İsim vermese de herkes bu "birisi"nin kim olduğunu çoktan anlamıştı.

Öte yandan Hua Cheng hediyeleri umursamıyordu, "Bakma Gege. Daha sonra onları dışarı at,
yer kaplıyorlar."

Gerçekten de çöpe atmak istiyormuş gibi görünüyordu. Xie Lian aceleyle cevap verdi, "Neden
bunları bir kenara koymuyoruz? Her şeye rağmen sana saygılarını sunmak istemişler...Bekle
bir dakika...bunlar neden burada????"

Xie Lian hediyelerin arasında baştan çıkarıcı iksiri ve çocuk doğurma hapını görmüştü. Gülse
mi ağlasa mı bilemiyordu. Aceleyle onları bir kenara fırlattı.

Bu durum Hua Cheng'in ilgisini çekmiş gibiydi. Bir göz atmak için geldi, "Bunlar nedir?"

Xie Lian anında onun yolunu kesti, "İyi bir şey değil! Sakın bakma!!"

Sonunda uzun süre mücadele ettikten sonra Xie Lian Hua Cheng'e doğum günü hediyesi
olarak daha önce yapmış olduğu kemeri verdi.

Hua Cheng onu gördüğünde nefes alamayacak kadar kahkahalara boğuldu-her ne kadar
hayaletlerin nefes almaya ihtiyacı olmasa da. Neyse, yine de onu kucakladı ve öpücüklere
boğdu. Öpücüklerin arasında da övgüler yağdırıyordu. Xie Lian yatakta uzanıp ölü taklidi
yapsa da öpmeye ve övgü dolu sözcükler söylemeye devam ediyordu.

Xie Lian'ın asıl ölü taklidi yapmak istediği olay ertesi gün olmuştu. Hua Cheng sanki çok
normalmiş gibi kemeri takmıştı ve evden ayrılmaya hazır görünüyordu. Xie Lian onu görünce
neredeyse bayılacaktı. Hemen yataktan kalkıp ona sarıldı. Yarım gün boyunca yalvardı ve
Hua Cheng'i kemeri ters çevirmesi konusunda ikna etmeye çalıştı. Böylelikle dışarıdaki
insanlar üzerindeki işlemeyi göremeyeceklerdi. En nihayetinde Xie Lian el becerileri
yüzünden küçük düşmekten ucuz yırtmıştı.

Fakat doğum gününde Xie Lian bayıldığında Hua Cheng bunu öyle büyük bir mesele haline
getirmişti ki, olanları gökyüzü ve yeryüzü bile öğrenmişti. Ve tabii doğal olarak bütün
bunların arkasındaki neden olan Xie Lian'ın Çiçeği Gözeten Kan Yağmuru'nu gördüğünde
ayaklarının yerden kesildiğini de biliyorlardı. Yaşam ve ölüm arasında gezinmek, işte tüm
mesele buydu!

Çevirmen: Maria

You might also like