Professional Documents
Culture Documents
Rahmi Apak - Yetmişlik Bir Subayın Hatıraları
Rahmi Apak - Yetmişlik Bir Subayın Hatıraları
T Ü R K T A R İ H K U R U M U Y A Y I N L A R I
XVI. Dizi - Sa. 5 ı
1 9 88
ISBN 975 - 16 - 0075 - 8
İÇİNDEKİLER
BİRİNCİ BÖLÜM
Harp okulundan Balkan Harbine kadar 1 1
Moral, terbiye 13 .-Bir müstebit nasıl konuştu ,15. -Vazifeye katılış
16.-Trakya Türklerinin durumu 19.-Komitacılarla çatışmalar 19.- Dcrt
li Mıstaa Bey 24.-Bir softa - askeri öğrenci kavgası 24.-Peygamberın va
siyeti dolaşıyor 2+-Dilaver Bey 25.-Genç Türk ayaklanması ve istibdat
idaresinin yıkılması 27. -Telgrafhaneye baskın 28.-Edirne'deki hadiseler
29.-Meşrutiyetin ilanı 30.-Yahudinin demeci 3ı.-Edirne askerinin
ayaklanması 31.-Amatör tiyatrocular 3+-Öğretmenlik hayatım '.H·
Bundan 46 yıl önce komünist bir Türk öğrencisi tanıdım 34.-3 ı I\lart
35.-Mehmetçiğin sağduyusu 36.
İKİNCİ BÖLÜM
Balkan Harbi 42
Harp Akademisine girişim 44. -Sudanlı Tarık ne biçim adamdır)
45 .-Diğer üç Şamlı öğrenci 45.-İki Iraklı öğrenci 45.-Selanik'te topçu
luk stajı 46.-Redif babalar 47.-Rum doktor neler yumurtladı? 47.-Ev
veli Şam, ahiri Şam 48.-Vardar ordusu karargahında vazife alışım 49.
Bıyıklar nasıl kırpıldı" 50.-Esirlik tehlikesi içinde geçen saatler ()3.-Kur
tuluş 65. -Halk kasabalarının etrafında kavga istemiyor 66.-Komanova
Meydan l\luharebesinin kısaca hikayesi b7.-Kırçova l\1uharebesi ()8.
'tvlanastır Meydan l\luharebesi 69.- Bektaşi babasının marifetleri 72.-Bal
dıran çorbasından zehirlenen l\lehmetçikler 73.-Kirasova köyünü nasıl
bastık? 74.-Daha 19ı2'de Atatürk İnkılabını gören bir adam 79.
Hürriyet kahramanı :\'iyazi Bey'i ilk görüşüm 80.-Çekilme istikametini
tayin için Kur'an'dan tefeül 80.-Fiyeri hatıraları 81.-Grebneli Bekir
VI RAHMİ APAK
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Birinci Cihan Savaşı 93
Türk Başvekili Prens Sait Halim ağlıyor 94. - Enteresan bir konuşma
99.-Van bölgesine hareket ıoo.-Ürken hayvan ahıra kadar geri kaçar
ı oı . -Bir haydut yakaladık ve astık ı o2.-İlk savaşım ve patlıcan dolması
ı o2. -Rus Çarı'nın en sadık kulu 1 06.-Bulanık muharebeleri - bir
Müslüman ve Türk Rus kumandanı 1 07.-Çok sıkıntılı bir muharebe da
ha, müthiş bir topçu d üellosu, Bağdatlı Yüzbaşı Ferit top başında yandı
ı og .- Bir atlı hücum l l ı .-400 Türk 3000 Rus'u nasıl kaçırdı? l 1 2.-İs
tanbullu bir külhanbeyi l 1 3.-Türkün büyük evladı Süleymanof l 1 3.
Cephemiz gerisindeki Ermenilerin Ruslara yardımları l 1 4.-Yeni Rus ta
arruzu ve 1 5 kilometre geriye çekilişimiz l 1 5.-Bir doktorumuz nasıl bir
Kazağı kovaladı? l 1 6 .-Tekrar taarruza geçtik l 1 6. -Tek bir (Balimus) adi
ateşli dağ topumuz bir Rus seri ateşli sahra bataryası ile nasıl dövüştü?
ı l 7.-"Devletli efendim beni kesmeyiniz" diye yalvaran Rus yaralıları
ı l 7 . -İnsan olduğuma utandığım ve ömrüm boyunca iğrenç duyacağım
facialar l 1 8 . - 1 5 yaşındaki zavallı Türk kızı neden kendisini Murat Nehri
ne atarak boğuldu? l 1 9. - Sağ kanat grubunun takip hareketi 1 20.-Bir
yaralı Ermeni bizi sabaha kadar uyutmadı ı 2ı.-Çar orduları taarruz mu
harebesini müdafaadan daha iyi yapıyorlardı 1 22.-Birisinin adı asker, bi
risinin de yolcu imiş 1 22.-Karaköse ateşler içinde 1 23.-Duraklama ve
takip kolları teşkili 1 23.-Rusların karşı taarruzu 1 23.-Dikkatsizliğimiz ve
müsamahamız yüzünden Teğmen Vahit ile iki erimiz tek bir Rus şarap
neli ile nasıl şehit oldu? 1 24.- "Amanın din kardeşleri bizi bırakmayın"
ı 24.-52 nci Tümenin bir alayı IX uncu Kolorduyu kurtarıyor ı 26.-Dost
düşman yanyana yürüdüğümüzün farkında değilmişiz l 27 .-Abdülkerim
Paşa 1 27.-Bağdat yolculuğu 1 28.-Anadolu yqylası çocuklarının yüksek
beden kabiliyetleri l 30. -Tümen karargah çobanı Yozgatlı Mustafa'nın
marifetleri 1 30. -Adem Baba'dan kalma bir gemi 1 32.- Bizim gelişimiz
den önce Irak'ta yapılan askeri hareketler 1 33.-Üç hain hakim 1 33.-Çı
rılçıplak İngiliz deniz subayları 1 35.-Kut Muhasarası ve buradaki kanlı
kavgalar 1 36.- Selamet ya efendi 1 37.- Sultan Murat'ın topu 1 38 . -Hu-
YETM İŞLİK BİR SUBA'ıT\J HATIRALARI vıı
BEŞİNCİ BÖLÜM
Barış devri hatıraları 267.-
Lenin vefat ediyor 267 .-Büyük milletlerin başında büyük diplo
matlar mı vardır? 269.-Kafkasya'ya seyahat 269.-Ateşli bir Azeri
öğrenci 270.-Geçit resmi 2 70.-Bir espiri 27 ı .-İttifakı İraniyan Okulu
27 ı . -Çalışıkuşu Romanı 272.-Askeri Gürcistan yolu 272.-Viladikaf
kas'ta 273.-Damarlarındaki kanın Slav kanı olduğunu söyleyen bir Türk
Büyükelçisi bayanı 273.-Türk'ün kafası işlemezmiş 274.-Yeni iktisadi
politika 275.-Troçkicilik ve Stalincilik 275.-Deli Petro takdis ediliyor
276.- 1 2 yaşındaki Rus muçosu daha o zaman bana neler söyledi? 276.-
0dessa'daki VI. Rus Kolordusu Kumandanı 1 93;'de Kremlin'de 278.
Dil ve yazı meselesi 279.-Rusya Türkleri nasıl Ruslaştırılıyor ve nasıl
komünistleştiriliyor? 280.-Çözülmesi çok güç bir muamma 28 1 .
YAZARIN BİRKAÇ SÖZÜ
Ben hatıralarımın yetmiş yılın tarihine önemli bir kaynak olacağı id
diasını ileriye sürecek kadar kendimi üstün durumda görmüyorum. Fakat,
yüksek mevki sahibi kimselerin yazdıkları hatıralarda, şahsi şeref duygusu
yüzünden ekseriya zedelenmektedir.
Rahmi APAK
GİRİŞ
Ben, Trakya'nın küçük bir kasabasında doğdum. Babalarım ve dede
lerim gacaldır [*]. Ailemiz içinde yalnız babam memurluğa heves etmiş
olduğundan küçüklüğümde o zamanki Trakya'nın birçok kasaba ve şehir
lerini birlikte dolaştım.
Bütün bu kasaba ve şehirlerde iki türlü halk yaşardı. Birisi, memleke
tin sahibi olan Türklerdi ki, bunlar mutaassıp Müslüman, geri kafalı, fa
kir ve yoksuldular. Köylerde ve kasabalarda çiftçi veya bekçi, şehirlerden
ise devlet memuru, polis, jandarma ve ordu mensubu idiler. Diğeri ise,
Müslüman olmayan azınlıklar yani Rum, Yahudi, Ermeni ve Bulgarlardı.
Türk köylüsü buğday, arpa ve mısırdan başka ziraat bilmediği ve yapa
madığı halde, Rum ve Bulgar köylüleri üzümcülük ve şarapçılık, ipekbö
cekciliği gibi çeşitli ziraati öğrenmişlerdi. Bütün çiftçi mahsullerini kıymet
lendirmek yani köylüden toplayıp iç ve dış pazarlara satmak ve bu komis
yonun rahat kazancını sağlamak faydasını Rumlar kapmışlardı. Bu suretle
zenginleşmiş olan yerli Hıristiyanlara Çorbacı ve yabancı Hıristiyanlara da
Çelebi denilirdi. Kasaba ve şehirlerde Avrupa mallarını satanlar yani ma
nifaturacı, beyaz, camcı, hırdavatçı, kırtasiyeci ve diğer bütün esnaflık
-başta Ermeniler olmak üzere- Yahudilerin ve Rumların işiydi. Büyük
ithalatçılığı da Ermeni, Yahudi ve Rumlar yapıyorlardı.
F 1
RAHMİ APAK
parçalarını bir bakır sahan içindeki sulu yemeğe batırarak, bandırarak ye
mek yediklerini hatırlarım. Yemekte bir masa başına oturup çatal, kaşık
ve bıçakla yemek günah sayıldığından, bu temizliği ancak Müslüman ola
mayanlar yapıyorlardı.
Benim doğduğum kasabada, yemekte çatal ve bıçak kullanan, gecele
yin bir karyola üzerinde uyuyan, evinde sandalye bulunduran tek bir
Türk ailesini çocukluğumda hatırlamıyorum. Fakat, rakı ve şarap içen,
komşusunu aldatan, hırsızlık eden, yalan söyleyen, büyüklere ve yaşlılara
saygısızlık gösteren Türkler de parmakla gösterilecek kadar azdı.
r 8 78'de Rusların Ayastafanos'a geldiklerini, milyonlarca Türk'ün peri
şan bir surette Anadolu'ya göç ettiklerinin hazin hikayeleri ile kulakları
mız çocuklukta dolmuştu. Daha o zaman yerli Rumlarla Bulgarların kaça
mayan Türk halkına yaptıkları fenalıkları öğrenmiştik.
1879 (Osmanlı - Yunan) Savaşı' nda Tisilya'da yaralanan Türk er ve
subayları trenlerle Selanik'ten İstanbul'a nakledilirken, okuldan kaçıp yedi
kilometre uzaktaki demiryolu istasyonuna onları görmeye gittik. Girit Ada
sı için yapılan bu harbi kazanmıştık, fakat ne Girit'i ve ne de oranın
Türklerini kurtaramamıştık.
lırdı. Şöyle ki, meydanın ortasına bir asker beyliği (battaniyesi) serilir ve
bu t>attaniyenin iki tarafında elleri sopalı iki subay ayakta mevki alır. Haf
talık emirde, işlenen suç ve buna takdir edilen sopa sayısı yüksek sesle
okunur. Bunun itiraz temyizi yoktur. Suçlu hemen meydanın ortasına
çağrılır. Battaniyenin önüne gelince bir temenna çakar ve balıklama batta
niyenin üzerine uzanır. Bu balıklama uzanma, uzun bir yılan balığının
kaygısızca ve süzülerek denize kayması gibi maharetli ve maniyerli yapıl
ması, suçlunun soğukanlılığına ve korkusuzluğuna delalet edeceği için,
öğrenciler arasında onun şeref ve itibarını arttırır ve meydan dayağı yiye
cek adaylar, bunu dershanede talim ve tecrübe ederler. Sonra iki er birer
ayağından ve bir er de başında olmak üzere yerdeki yüzükoyun yatan
suçluyu tutarlar. Subaylar da birisi bir yandan, öteki onun karşısından
nöbetleşe yatmış suçlunun kıçına vurmaya başlarlar. Talimatnameye göre
bu vuruşlar, gayet hafif olmak gereksede subaylar bu talimatnameyi hiçe
sayarak olanca güçleri ile kızılcık sopalarını öğrencilerin kıçlarında kırar
lardı. Bu vuruşlara dayanamayıp bağıran veya acıdan kıçlarını oynatan
öğrenciler arkadaşları arasında gözden düştükleri için, dişlerini sıkıp hık
dememeye gayret ederler. Hatta meydan dayağı yiyeceklerini önceden
tahmin edenler, donlarının altına etlerinin üzerine pestil kaplarlar. Hem
sopanın acısı azalsın ve hem de çıkan ses et sesini andırsın da çakılmasın
diye.
Rüştiye'den sonra geçtiğimiz Askeri İdadisi yatılı idi. Burada tam as
kerce bir idare tatbik ediliyordu. Öğretmenlerimiz ağırbaşlı, saygıdeğer su
baylardı. Fakat yukarıda belirttiğim iki türlü dayak amansız devam ediyo
du. Ders programları zamana uygun değildi. Kitabet denilen edebiyat ile
Fransızca'ya önem veriliyordu. Kitabetten kastedilen şey, dejenere Osmanlı
gramerine uygun olarak ve fazla sayıda Arapça ve Farsça sözler kullana
rak yazmayı öğrenmekti. Ne Ziya Paşa'yı, ne Namık Kemal'i, ne
Abdülhak Hamid'i ve ne de Tevfik Fikret'i tanımadık. Divan edebiyatı ne
dir bilmedik. Öğrencilerin en çok korktukları ders cebir idi. Musiki hak
kında en ufak bir fikrimiz yoktu. Spor ve oyun yasaktı. Haftada bir kere
okul avlusunda trapez, barfiks ve halkalarda idman yapardık. Fakat içsu
baylarının bulunmadığı zamanlarda dershanelerde ve avluda birbirimizle
bol bol güreşirdik.
Bulgar komitacıları
Yıl 1900, Bulgar ihtilalcileri Makedonya'da olduğu gibi Trakya'da
dahi ortaya atılmışlardı. Türk köylerine saldırıyorlar, tek buldukları jan
darmaları ve bekçileri öldürüyorlardı. Okulun bitişiğinde bir piyade
bölüğü vardı. Bu bölükte erlere fişek yani cephane dağıtıldığını öğrendik.
Çünkü atış talimi yapılmadığından cephaneler sandıklarda saklanır, erlerin
Üzerinde bulundurmazlardı. Cephanenin dağıtılması tehlikeli durumu
gösteriyordu . Okulun etrafında devriyeler gezdirilmeye başlandı. Okulu
muz yüksekçe bir yerde olduğundan üst kat pencerelerinden karşı köyler
deki yangınları görüyorduk. Bunlar Bulgar komitacılarının yaktıkları köyle
rin , harmanların, samanlıkların alevleri idi.
Yataklarda tahammül edilmez bir tahtakurusu bolluğu vardı. Uyu
mak güçtü. Vaktihali yerinde olanlar tulum yaptırdıkları cibinliklerin içine
girerler ve bunun ağzını içerden bir iple büzerek bağlarlardı. Bir gece uy
ku içinde ve duvar dibinde bir silah patladı ve düdük sesleri ve koşuşma
lar işitildi. Herkes tetikte olduğundan bir baskın sandık. İçerde, acele ile
cibinliklerin ağzını açamayanların tekme ve yumrukla cibinliklerini yırtma
larına güldük, fakat yırtık cibinliklerini yenileyemeyen fakir öğrencilerin
haline de acıdık. Çünkü tahtakurularından uyuyamaz oldular. Meğerse,
hadise silahını doldurup, boşaltmasını dahi bilmeyen bir nöbetçinin silahı
nın yanlışlıkla patlaması imiş. Atış talimini yapmayan, silahını kullanma
sını öğrenmeyen askerlerle sonra Balkan Savaşı'nı kaybetmiştik.
Alaya çıkanlar
Okulda aynı sınıfta iki defa dönen okuldan çıkarılırdı. Eğer bunların
yaşları on sekizden küçük ise evlerine gönderilirler, on sekizden yukarı
yaşları askerlik hizmetlerini yapmak üzere kıtalara gönderilirlerdi ki, okul
argosunda buna alaya çıkmak denirdi. Her yıl imtihanlardan sonra, okul
dan sekiz on öğrencinin, arkadaşlarının acıklı bakışları önünde ve silahlı
muhafızlar arasında okuldan uzaklaştırılmalarının acıklı törenini seyreder
dik. Hatta bir iki kardeşin de aynı zamanda okuldan çıkarılarak alaya
gönderilmeleri, bunları martir haline sokmuş ve türküleri çıkarılmıştır:
"Maşrapamı verdim yeni kalaya .. Maşrapamın kalayı elli paraya. . iki kar
deş gidiyoruz artık alaya; takacağız palaskayı ince bellere . . .
"
ve esprilerini tasdik ettirirdi. Mesela; yeni gelen bir yüzbaşı, bir öğrenciye
hitabederken külhanbeyi argosu ile: "Bana bak, ben madik yutmam" demiş.
Hemen onun adı madik olmuş. Gayet şık fakat kadın tavırlı bir subaya
kontes demişler. Elinde büyük bir sopa taşıyan, Kırcaali'den gelmiş
Yüzbaşı Mustafa'ya Katırcı adı vermişler. Elbisesinin kumaşı o zamanki
trenlerin ikinci mevkilerinin kumaşına benzeyen birisine İkinci Mevki adı
verilmiş. Baba Ahmet, Keykavüs, Alibaba, Evliya, Ayıboğan, Öküz Arif
v.s. lakaplar da hatırlarım.
O zamanki Edirne
O tarihte Edime, İkinci Ordu'nun merkezi idi. Kırklareli'nde de bir
tugay vardı. Edime' deki garnizon kırk elli binden aşağı düşmezdi. Piyade,
süvari, topçu, kale topçusu v.s. olarak. Bu ordunun kumandanı Müşir ya
ni Mareşal Arif Paşa idi. Kısa boylu, siyah sakallı ve güzel yüzlü bir
adam. Arif Paşa, aynı zamanda Edirne ilinin de valisi idi. İmzasında,
bundan başkaca Padişahın Ekrem Yaveri (has emirsubayı) titrisi de var
dır. O zaman hesap edildiğine göre ayda iki yüz sarı liradan artık maaş
alırmış. Bu para bugünkü alım kudretin<' göre yirmi bin lira demektir. Üç
yıl içinde ancak bir kere Ordu Kumandam Arif Paşa'nın askeri okulumu
za geldiği oldu. Bir de okulu bitirip de İ stanbul'a Harp Okulu'na gidece
ğimiz zaman bizi hükümet konağına götürüp takdim ettiler. Karşımıza
çıktı: "Cenabı Hak sizi hidematı mebrure ifasma muvaffak eylesin" deyip
odasına çekildi. Döndüğümüzde hemen lügat açtık, mebrur kelimesinin
manasını öğrendik. İyi demekmiş. Yani iyi hizmetler yapasınız demek iste
miş. Bu mülakattan ettiğimiz istifadenin yeni bir Arapça kelime bellemek
ten ileri gitmediği malum. Bu adam, sonra Padişahın sevgisizliğine uğradı,
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI 7
Mareşal Arif Paşa'dan başka birçok paşalar daha vardı. Ayrı birlik
halindeki topçuların kumandanına Deli Şükrü Paşa derlerdi, halk arasında
iyi şöhreti vardı. Vilayet Jandarma Kumandanı, Ordu Levazım Reisi, Or
du Sıhhiye Reisi, Merkez Kumandanı hep general rütbesinde idiler. Ayrı
ca Redif Tümeni Kumandanı Alaylı Memduh Paşa dahi halk tarafından
tutulurdu.
İşte bizim nesil, böyle geri, kısır ve manasız bir muhitte doğdu ve
büyüdü.
BU KİTAP NİÇİN YAZILDI?
Bu hatıraları anlatan son elli yılın askerlik ve politika hadiselerine fiili
olarak katılmıştır. Bu hadiseler: Makedonya ve Trakya kaynaşmaları,
Meşrutiyet ayaklanması ve devrimi, Edirne Askeri ayaklanması, Otuzbir
Mart vak'ası, Türk - İ talyan Savaşı, Balkan Savaşı, Birinci Cihan Savaşı ve
İstiklal Savaşı v.s. dir. Bu yarım yüzyıllık zamanda bu milletin başından
geçenler yalnız bu kadar değildir. Yemen isyanları, Arnavutluk ayaklan
maları. Dürzi ayaklanması gibi daha bazı önemli hadiseler de gelip geç
mışur, fakat ben bunların içinde bulunmadığımdan hikayesi bana
düşmez. Ben bu hadiselerde otuz yedi muharebeye girmiş, yenilginin acı
larını, zafer sevinç ve neşelerini tatmış, aç kalmış, atlı ve yaya olarak bin
lerce kilometre gezmiş dolaşmış, düşman asker ve subaylarını esir almış
veya kendisi esirlik çekmiş bir adam olarak kendimi bir canlı tarih san
dım, sandım amma bu hatıralarıma tarih adı veremem. Benim hatırala
rım, büyük tarih ırmağına akan küçük bir dere, bir koldur.
Okul programlarında moral gıda verecek birşey yoktu. Hatta harp ta
rihi bile okutulmazdı. Vatan, millet sözlerini ifade etmek yasaktı. Herkes
Müslüman idi, Türklük dahi zikredilmezdi. Okul idaresi tarafından mec
canen öğrencilere dağıtılmış olan Fransızca'dan Türkçe'ye Şemsettin Sami
Lügat'ında patrie kelimesinin karşılığı olan vatan sözü yazılmış olduğu bir
ajan tarafından saraya jurnal edilmiş ve birgün kitap dolapları karıştırıla
rak bu kıymetli lügat toplatılarak kaldırılmıştı.
Moral terbiye
Harp Okulu'nda moral terbiye düşünülmemiş ti. Yalnız askeri liselerde
ve Rüştiyelerde ve bir de Ramazan günlerinde camilerde verilen vaizlerde
İslam Dini'nin Cihad (Harp) için koyduğu düsturlarla kulaklarımız doldu
rulmuştu: "Cennet kılıçların gölgesi altındadır. Nöbet beklerken ölen şehit
olarak gider. Allah yolunda kavga ediniz" gibi dövizler hepimizin ez
berinde idi. Oteki dünyadaki azaplardan, cehennemden kendimizi kurtar
mak için kavga meydanlarında can vermekten başka çare yoktu. Bu saye
de günahlı analarımızı ve babalarımızı sevdiklerimizden yetmiş kişiyi de
cennete sokmak imtiyazını kazanmış olacaktık. İşte bizi fedakarlığa hazır
layan ilk amil. Biz ikinci moral gıdamızı da vatan şairi Namık Kemal'den
aldık. Karakterlerimizi yaratmak hususunda onun şiirleri ve yazıları. :Mu
hammed'in dövizlerinden daha tesirli oldu ve subaylık hayatımızda onun
bütün eserlerini gizli gizli ve yutarcasına okuduk. Ezberledik. Diyebilirim
ki, Namık Kemal yeni bir nesil yaratmıştır. Sonra, Namık Kemal'in yay
dığı Osmanlılık ve hürriyet aşkını İttihatçılar ve Ziya Gökalp Türkçülük
sevgisine çevirtti.
isteyenler, bir cani dahi olsalar, bir ecnebi vapuruna kapağı attılar mı
hükümet bunu vapurdan alamazdı.
Bir gün Karaköy' den Yüksek Kaldırım'a çıkmak üzere iken bir polisi
mizin şapkalı bir adamı tutmak istediğini ve polisten daha kuvvetli olan
bu şapkalının polisimizi itip kakalamakta olduğunu gördüm. Biraz sonra
diğer bir memurumuz da katılınca birkaç şapkalı da kendi adamlarına
yardıma koştular. Bunun üzerine, birkaç fesli de polislerin yardımına ge
lince <ıralarında bir itişme, çekişme ve ağız kavgası başladı. Nihayet polis
ler şapkalı herifi serbest bıraktılar. Toplantıya katılanlardan kelli felli bir
adam da, polisimiz tarafından karakola götürülmek istenildiği ve Karadağ
lı olduğu anlaşılan herife yardıma gelen şapkalıya Fransızca: "Polisin işine
karışmaya hakkınız yoktur" dedi ve cevap alamayınca: " Monsieur, est-ce
que etes consulaire?". Siz konsoloshane mensubu musunuz? tarzında sor
gular yapıp durdu. Sonunda iş anlaşıldı. Bizim tatlı su aydını Türk'ün
kendisine Fransızca hitap ettiği şapkalı da bir Rum palikaryası imiş ve po
lisimizin çekelediği Karadağlı'yı da hiç tanımıyormuş, ancak şapka te
sanüdü bakımından yardıma gelmiş. Bizim aydın Türk de hem Fransızca
bildiğini göstermek ve hem de kapitülasyon hükümleri mucibince ancak,
konsoloshanelere mensup olanların bu gibi müdahalelere hakkı olabilece
ğini de bildiğini göstermek istemiş. Ağlar mısın güler misin?
Her elçilik ve konsolosluk binasının önünde bir posta kutusu asılı idi.
Ecnebiler kendi memleketlerine, kendi pulları ve servisleri ile mektup yol
larlardı. Acı tarafı, bir kısım aydın Türkler de Avrupa'ya gönderecekleri
mektuplarını, daha emniyetlidir diye bu ecnebi postalarına verirlerdi.
Türk çocuğu vardı, çünkü zamanın modası Fransız kültürü idi. Robert
Koleji öğrencilerinin yüzde doksanı Türk olmayanlardı. Fransız papaz
okullarında biraz Türk bulunurdu. Fakat bütün bu müesseselerde yetişen
Türk çocukları, vatan ve millet sevgisi duyguları bakımından, kendi geri
programlı okullarımıza nispetle, lazım gelen gıdayı alamıyorlardı. İspatı
da: Gerek Meşrutiyet İnkılabı'nda ve gerekse Atatürk İnkılabı'nda ortaya
atılmış simalar arasında bu kaynaklardan yetişmiş elemanlar görülmemesi
dir. İnkılap hareket ve faaliyetlerinin yuvaları en çok tıp ve harp okulları
olmuştur. Avrupa'daki Jöntürklerin yolladıkları ve evrakı-mızırra denilen
kitaplar, risaleler, gazeteler bu okullarda dolaşırdı. Türk düşmanı Avrupa
yayınının o zaman hatırımda kalan başlıca konuları: "Hasta Adam, Doğu
meselesi, Makedonya meselesi, Ermeni katliamı, Komitacılık, Kızıl Sul
tan.. " Dillerine doladıkları bunlardı.
Vazifeye katılış
1906 yılının sonbaharında, Pangaltı Harp Okulu'nu bitirenlerden üç
yüz kişilik bir subay kafilesi bir akşam Sirkeci'den kalkan trenle yola çık
mıştı. Bu genç subaylar, ikinci ve üçüncü sınıf yolcu vagonlarına seçmek
sizin tıklım tıklım dolmuşlardı. Y okuluk Edirne'ye kadar bütün gece de
vam edecektir. Bir yataklı vagonda veya birinci mevkiin koltuğunda rahat
ça uyumayı düşünen yoktu. Yersizlikten çoğu, sabaha kadar, ayakta dikili
kaldılar, bundan ötürü de şikayet eden olmadı. Yeni bir hayata gidiyorlar
dı. Politik durum gergin idi. Balkanlar Rus salatası gibi karmakarışıktı.
Bulgarlar, bütün Trakya'da ve Makedonya'nın önemli bir kısmında o za
man komitacılık denilen çetecilikle etrafa dehşet salıyorlardı. Trakya'nın
kıyı kısımları ile Güney Makedonya'da Yunanlılarda kendi hesaplarına
teşkilatlanmışlar ve hükümete kafa tutuyorlardı. Sırp çeteleri de, eğer laf
anlamayan Arnavutlardan çekinmeseler, daha geniş ölçüde sahneye çıka
caklardı. Bu çeteleri besleyen, konuklayan köyler ve köylüler aleyhine ted
bir almakta hükümetin gösterdiği gevşeklik ve zaaf yüzünden hareket gün
geçtikçe genişliyordu. Çarlık Rusyası başta olmak üzere Fransız ve İngilte
re gibi büyük devletler, Abdülhamit Türkiyesi aleyhine bu hareketi des
tekliyorlardı. Avusturya, Selanik'e inmek için Kuzey Arnavutları (Kegalar)
ile Hıristiyan Arnavutlar için çalışıyordu. Osmanlı Hükümeti, Makedon
ya'da Hıristiyanlara karşı yapıldığı iddia edilen zulüm ve adaletsizliğin ya
lan olduğunu ispat için birtakım ecnebi subaylarının, memleketin iç niza
mını kontrol etmek üzere Makedonya' da hizmet ve vazife görmelerine
müsaade etmeye mecbur olmuştu. Böylece, İngiliz, Rus, Fransız, İtalyan
ve Avusturyalı subaylar Makedonya'nın muhtelif illerinde jandarma hiz
metinde yer aldılar, fakat bunlar, bulundukları yerlerdeki Bulgar ve Rum
ayaklanmasını el altından daha ziyade kışkırtmaya başlayınca işler daha
ziyade fenalaştı. İşte, ben, bütün diğer arkadaşlarım gibi böyle gergin bir
hava içinde sonbaharın yağmurlu bir gününde Dedeağaç'taki piyade Do
kuzuncu Alay'ın Dördüncü Taburu'nun Dördüncü Bölüğü Asteğmeni ola
rak işe başladım.
tapu ve vergi işlerinden başka Türk otoriteleri ile görülecek işleri yoktu.
İhtiyar heyetlerini de kendileri seçerlerdi. Bunların muhtarlarına eskiden
kalma bir tabir ile Kocabaş veya Kahya denirdi.
Komitacılarla çatışmalar
Bölüğe katıldığımın üçüncü veya dördüncü ayı idi. Dedeağaç'a yakın
Ilıca adındaki B ulgar köyüne, Bulgaristan'dan geçen Bulgar komitacıları
nın geldikleri haber alınmış. Bir sonbahar günü idi. Bizim tabur kuman
danı Binbaşı Şükrü Bey, iki yüz kadar asker ve jandarma ile geceleyin ge
lip köyü sarmış ben de, haydutların kuzeye kaçmalarını önlemek için
köyün on kilometre kadar kuzeyinde pusu tutmak emrini almıştım.
Şükrü Bey şafakla beraber, köyün ihtiyar heyetini tevkif ederek köyde
yabancı olup olmadığını sormuş, hayır cevabını alınca iki arama grubu ile
evleri ve ahırları aramaya başlamış. Hepsi birden kenarda bir samanlık
içine gizlenmiş olan haydutlar köyde yakalanmamak için muhasara çem
berini yarıp çıkmak istemişler ve köyden dışarı fırlamışlar. Köyün etrafı
yirmi otuz adım aralıklı çifte nöbetçilerle zincirleme çevrili. Karşılarına çı
kan ve gaflet içinde yere uzanmış olan ilk çifte nöbetçiye yaptıkları ateş
Üzerine mevcudiyetleri ve kaçmak teşebbüsleri meydana çıkınca her taraf-
20 RAHM İ APAK
tan Üzerlerine ateş edilmeye başlanmış. Bulgarların ikisi yere yatıp ateş et
mek ve askerlerin kaçanları takip etmesini önlemek ve diğerlerinin uzak
laşmasını sağlamak suretiyle ve kademe yaptıkları müdafaa ile her yirmi
otuz metrede ikişer Bulgar ölmüş, böylece toprak üstünde dokuz Bulgar
dan altısının cesedi kalmış, diğer üçü uzaklaşıp kurtulmaya muvaffak ol
muş. Ben askerlerimle köyden çok uzak bulunduğumdan ne kavgaya katı
labildim, ne de kaçanları görebildim. Ancak yarım saat kadar devam eden
silah sesleri kesildikten sonra köye geldim. Birbirlerinden yirmi otuz adım
mesafe ile ikişer ikişer yerde yatan Bulgar ölülerinin beherinde on onbeş
kurşun yarası vardı. Ben bunlara bakarken köyün papazı da gelmişti.
Güya bunların defnedilmesini köylüye bırakmışlar. Papaz da gelmiş dua
yapacak. Papaz dua yapmıyor. dokuz kişiden hangilerinin öldüklerini,
hangilerinin kurtulduklarını teşhis etmeye çalışıyordu. Hepsi sivri sakallı,
efendi kıyafetinde adamlardı. Elbiseleri, ayakkabıları düzgündü. Bizim yer
li Bulgar köylülerine hiç benzemiyorlar. Her ölünün yanında yirmi otuz
boş kovan. Adamlar sonuna kadar çarpışmış ve üç arkadaşlarını kurtar
mışlar. Bizim taraftan da dört ölü üç yaralı var. Bizden iki yüz kişi var,
onlar dokuz kişi. Buna rağmen üç Bulgarın kurtulup kaçabilmesi bizim
taraftaki idaresizliğin, talim ve terbiye noksanlığının neticesi olmuş.
O zaman Edirne'de bu genç için çok heyecanlı bir cenaze töreni ya
pılmıştı. Kadınlar ve erkekler sokaklarda ağlaşmışlardı. Birkaç gün sonra
da sokaklarda şöyle bir türkü işitiliyordu:
Ferecik bucak merkezi idi. Halkın üçte ikisi Türk ve üçte biri Bulgar
dı. Akşam olunca bucak müdürünün camları kırık, döşemeleri çökük ko
nak odasına gittim. Hareket saatini kararlaştırdık.
Mevsim kış idi. Geceler uzun idi. Gece yarısından dört saat sonra yo
la çıktık. Çok ağır yürüyüşle bir saatlik yolu iki saatte aldık ve köye gelir
gelmez, karanlıkta, dere içine gizlenmiş olan köyün etrafındaki sırtları ses
sizce sıkı bir zincir halinde işgal ettik. Tam bu esnada kilisenin çanı, hafif
olmak üzere iki defa çalındı. Kerata Bulgarlar, çan kulesine nöbetçi
gözetçi koymuşlar. Köyün etrafındaki sırtları tutmak üzere çömelik
yürüyen askerlerimizin siluetleri ancak kilisinin yüksek çan kulesinden
görülebilir. Bu halde bu çan sesi bir alarm işareti idi. Biz sarma tertibimi
zi henüz bitirmiştik. Ben, kendimi sabah olunca köye girecek arama kolu
na ayırmıştım, Teğmen Fayık, köyün kuzeyinde ve köyden kuzeye giden
yolu tutan tepecikte yerleşmişti. Çan sesinden hemen iki dakika sonra
Teğmen Fayık'ın bulunduğu yerden silah sesleri geldi. Ben yanımdaki on
askerle fırlayıp köye daldım ve köyün kuzey çıkağına doğru koştum, fakat
aynı yerde biraz önce köyden kaçan komitacıların hemen arkasından iler
lediğim için karanlıkta beni tanımayan bizimkilerin ateşine tutuldum.
22 RAHMİ APAK
Kendimi bir gübre yığını ile bir ev duvarı arasına attım ve olanca sesimle
bağırarak bana edilen ateşi kestirdimse de bu duraklama kaçan Bulgarla
rın karanlıkta kaybolmasına sebep oldu. Sonra kalktık, kaçanların arkasın
dan tekrar koşmaya başladık. Köyün kuzeyi düzlük idi. İki yüz adım ka
dar koştuktan sonra alaca karanlıkta yere yatmış bir insan gördük. Komi
tacının birisi, arkadan kurşunu yemiş, can çekişiyor. Tüfeğini aldık, ileriye
koşmaya devam ettik. Bu köye iki kilometre mesafede bir Türk köyü var
mış. Silah seslerine uyanmışlar, av çiftesini kapan dışarıya fırlamış. Bun
lardan ikisi, Bulgarın kendi yanlarından geçtiğini görünce, çifte ile ateş et
mişlerse de vuramadıklarını, Bulgarın da kendilerine ateş ettiğini ve ku
zeybatıya doğru kaçtığını söylediler.
Kurtulan asiyi tekrar bulup yakalamak için on beş kişilik bir müfreze
ile günlerce dağda, bayırda dolaştım. Mevsim kış, idi. Lapa lapa yağan
karlar içinde yaya olarak ve elimde silah bir köyden diğer köye seğirtiği
mi, tek tek kulübelere ve değirmenlere baskınlar yaptığımı, gece sabahlara
kadar bazı gediklerde ve geçit yerlerinde pusuda yattığımı, orman içinde
yaktığımız ateşlerle elbiselerimizi ve vücudumuzu kuruttuğumuzu bugün
dahi hatırlarım. Köy muhtarlarını tazyik etmeye salahiyetimiz yoktu. On
ları söyletmek için biraz sıkıştırsak gelip hükümete hatta ecnebi konsolos
hanelere başvururlardı. Bir defasında, Çingene Hakkı denilen, benden dört
yıl önce subay olmuş ve Makedonya'daki bir kıtadan son zamanda bizim
alaya naklen gelmiş olan bir arkadaşla birlikte komitacı kovalamaya git
miştik. Bir gece önce komitacıların geceyi geçirdiklerini öğrendiğimiz bir
köyü sardık. Haydutları bulamayınca Hakkı Bulgar muhtarını sorguya
çekti ise de muhtar neznam (bilmem) den başka cevap vermiyordu. Bu
nun üzerine Teğmen Hakkı Makedonya'da öğrendiği ve vücut üzerinde
hiçbir iz bırakmayan bir işkence usulünü tatbik ederek, muhtarı söyletmek
istedi. Muhtarı köyün kenarında bir samanlığa soktu, pabuçlarını çıkarta
rak muhtarın iki ayaklarının başparmaklarını iple sıkıca birbi
rine bağladı. Sonra muhtarın kafasını zorla muhtarın bacakları arasına
soktu. Şişman adamlar böyle bir hareketi yapamazlar. Çocuklukta ve ke
miklerin elastikiyetli devrelerinde birçok çocuklar başlarını bacakları arası
na sokarlarsa da kırkından sonra alışmamış bir insana bunu zorla yaptır
mak çok ıstırap vericidir. Bay Hakkı, bundan sonra, Bulgar muhtarın ka
fası ile bacaklarının teşkil ettiği çatalın arasına vücudunun bütün ağırlığı
ile oturarak sıkıştırmaya başladı. Herif, yüzü mosmor inledi, soluğu kesil
di, pufladı fakat neznamdan başka birşey söylemedi. Bu adam herşeyi bi
liyordu ve Trakya terör örgütüne pek tabii olarak dahildi, lakin ne yapsak
YETMİŞLİK BİR SUBAYI N HATIRALARI
Buna karşılık, İslam dininin önderleri olan ulema sınıfı ki, bunlara
hoca denilirdi, medrese denilen ve camilerin bir köşesine eklenmiş olan
taş, havasız, bakımsız okullardan yetişirdi. Bunların genel bilgileri hiç yok
tu. Din ilmini Arap dili ile öğrenmeye çalışırlardı. Yirmi yıl medresede
Arapça okudukları halde bir kelime Arapça konuşamazlardı. Bunlar asker
lik ödevinden kaçmak için medreseye girerlerdi. Softalar askerlik yapmaz
dı. Tahsilleri müddetince bunlara Evkaf fdaresi'nden hergün fodla denilen
pidemsi bir ekmek ve bir tas çorba ve cuma günleri de pilav, zerde veri
lir. Bunlar her yıl Ramazan ayından on beş gün önce medreselerden bo
şanırlar, memleketin her tarafına dağılarak kasabalarda ve köylerde Rama
zan geceleri Kuran okurlar, imamlık ederler veya vaiz verirlerdi. Buna cer
re çıkmak denirdi. Cer, Arapça çekmek demektir. Yani bunlar açıkça para
çekmeye giderlerdi. Halk Bayram fitre paralarını bunlara verirdi. Otuz
Ramazan da yiyeceklerini halk sağlardı, hem bol ve nefis Ramazan yemek
leri ve iftarlıklarla. Böylece bir yıllık masraflarını cer turnelerinden sağla
mış olan softalar medreselerine dönerlerdi.
RAHMİ APAK
Dilaver Bey
Yine çocukluğumda hatırlarım. Edirne'de Dilaver Bey adında bir be
lediye başkanı vardı. Bu zat ileri fikirli, çalışkan, anlayışlı , medeni cesaret
sahibi idi. Türkiye'nin Avrupa kapısındaki ilk şehri olan Edirne'yi bayın
dırlamak azminde idi. Bugün hala yaşayan eserleri vardır. Selimiye Cami
i'nden aşağıya inen caddeyi düzeltmekle işe başladı. Güzel bir belediye bi
nası yaptırdı. Düşmanları derhal bu adamı dinsizliklikle itham ederek
aleyhine çalışmaya başladılar. Bir gün okula gidiyordum. Eski Cami bitişi
ğindeki muvakkithanenin, duvarına bu zatın aleyhine yazılmış bir kağıt
yapıştırmışlar. Sekiz on kişi etrafına toplanmış okuyor. Güya Dilaver Bey
şöyle söylemiş: " Müslümanlıktan önce mevcut bir adeti yerine getirmek
için yani Kabeyi ziyaret etmek için kırk elli sarı lira sarfederek Arabistan
çöllerine gelen giden insanlara şaşarım. Bu para ile bir Avrupa seyahati
yapıp da medeniyet dünyası görseler ya". Böyle dinsizin Belediye Başkanlı
ğında kalması caiz mi? Hakikaten Dilaver Bey Belediye Başkanlığından
atıldı. Yüz binden artık nüfuslu, Türk mimarisinin ulu ve ünlü eserlerini
sinesinde yükseltilmiş olan Edirne şehri de eski bakımsızlığına bırakıldı.
Ferecik ile Badoma arasındaki demiryolu boyunda üç ay kadar dolaş
tıktan sonra, bölüğümüzden bir müfrezenin bulunduğu Domuzdere
köyüne gönderildim. Köy kenarında bir Bulgar evine doldurulmuş otuz
erin başındaydım. Üst katta penceresiz tek odaya yerleştim. Sonbahar ile
kışı burada geçirdim. Tam altı ay konuşabilecek insan yüzü görmedim.
Köyün üç yüz kadar evi ve iki kahvesi var. Bazı günler köy kahvesine gi
derim. Fakat ben girince, içerideki Bulgarlar birer birer sıvışıp beni
yalnız bırakırlar. Geceleri, köyün beş altı kilometre kadar uzaklarında ge
çit yerlerinde pusularda beklerim. On dokuz yaşını yeni bitirmiş bir genç
tim. Bir kadına veya kıza elim dokunmamıştı. Bu altı aylık insanlıktan
tecrit edilmiş hayattan şikayet etmek hatırımdan geçmedi. Bir vergi tahsil
darı köye gelince bana misafir olur ve zevkle konuşurduk. Birgün odamda
RAHMİ APAK
otururken bir köylü Bulgar koşup geldi: "Efendi, köy meydanına kırağası
geldi, seni çağırıyor". Kırağası ne demekti? Hemen köy meydanına koşup
gittim. Meğerse, sınıf arkadaşım Süvari Asteğmen Bayramiçli Sabri imiş.
Otuz kadar atlı ile Dimetoka'dan, asayiş gezisine çıkmış. Tabii, o gece mi
safirim oldu, neşeli bir akşam geçirdim. Bulgarların atlı jandarma ve aske
re Kırağası dediklerini ilk ve son defa olarak işittim.
Yaşlı Bulgarlar iyi Türkçe konuşurlar ve mükemmel espiriler yapar
lardı.
ya'dan getirilmişti.
Son zamanlarda Pangaltı Harp Okulu, her yıl ortalama bin subay ye
tiştiriyor ve bunların dörtte üçü Makedonya ve Trakya'ya gönderiliyordu.
Bu gençler orada, Bulgar ve Rum çeteleri ile yıllarca dağlarda, bayırlarda
çarpışmışlar, istibdadın kötü idaresini zaafını, aczini görmüşlerdir. Paris'te
çalışan İttihat ve Terakki, gizlice bu subaylık içine girmiş teşkilat yapmış
tır. Zamanın küçük devlet memurlarının, küçük idare amirleriyle posta ve
telgraf memurlarının bu harekete olan yardımı unutulmamalıdır.
Telgrafhaneye baskın
Biraz sonra Ankaralı Naci sözle başladı: " Bizim bu halimiz ne ola
cak? Maaşlarımızı vermiyorlar. Yoksulluk, sıkıntı içinde yaşıyoruz. Haydi
gidelim, bu gece Dedeağaç'ın en zengin tüccar falanın evinden zorla alıp
dağa kaldıralım ve onbin lira kurtuluş bac'ı istiyelim. Başka türlü parasız
lıktan kurtulamayız" dedi. Sofyalı Ali hemen evet dedi. Rasim ile ben bu
fikri reddettik. Hükümet maaşlarımızı vermiyorsa kabahat Rum zenginin
de değil ya zorlu bir iş yapmak lazımsa telgrafhaneye gidelim, kimseyi
içeriye sokmayalım, her tarafa telgraflar çekerek tehditler savuralım, de
dim. Bu teklif kabul edildi. Cesaretimizi arttırmak için birkaç kadeh daha
yuvarladık. Kalkıp kışlaya gittik. Naci'nin bölüğünden birer mavizer ve
tüfek başına yüz kadar mermi alarak telgrafhaneye daldık. Zavallı muha
bere memuru bizi böyle görünce şaşırdı. Onu manüple başından kaldıra
rak bir köşeye oturttuk. Kaplan Naci morsla muhabereyi biliyormuş. Bize
marifetini gösterecek bir gurur ile manüple başına oturdu. İstanbul, Yıldız
ve Mabeyn işaretlerini memurdan sorup öğrendikten sonra evvela İstan
bul'u ve sonra diğer merkezleri buldu. Her merkezi buldukça: "Biz Dede
ağaç'ta telgrafhaneyi basan ve isyan eden subaylarız, aradan çıkın ve bize
yol verin" diye tekrarladı. Ancak bir saatte Mabeyn merkezini bulduk ve
padişahı telgraf başına çağırmaların ı söyledik. O gece telgrafhanede, teftişe
gelmiş bir müfettiş karşıki odada uykuda imiş. Adamcağız geldi, bize çok
makul nasihatlarda bulundu, kim dinler? Nihayet Mabeyn Başkatibi Tah
sin Bey'in telgraf başında olduğu ve Padişahımıza arzetmek üzere arzuları
mızı bildirmekliğimizi bize yazdırdı. Biz, mutlaka padişahın gelmesinde ıs
rar ederek, gelmedikleri takdirde, silahla karşı koyarak telgrafhaneden çık
mayacağımızı bildirdik. Beklemekliğimiz cevabı verildi. Yarım saat sonra
tekrar gelerek Zatışahanenin bize selamlarını söyledikten sonra: "Efendi
miz rahatsızdır, gece yarısı buraya gelemezler, ne arzunuz varsa yazınız,
kendilerine arzedeceğim" dedi. Bir bölük asker telgrafhaneyi sarmış başla
rındaki subay yalvarıyor, fakat yaklaşmaya cesaret etmiyor, daha doğrusu
yaklaşmak istemiyordu. Sabah olmaya başlamış, bizim de sarhoşluğumuz
geçmişti. Babayiğitliği daha ileriye götürmeyerek, padişaha gayet sert ve
tehditli bir telgraf çekerek dışarıya çıktık ve beherimiz kendi bölüğümüze
YET M İŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI
giderek, şayet ertesi gün bizi tevkif etmek istedikleri takdirde, kandırabile
ceğimiz askerlerimizle birlikte ve hepimiz bir araya toplanarak isyan bay
rağını çekmek için sözleştik. İşte ihtilalin Dedeağaç garnizonundaki ilk te
zahürü oldu.
Meşrutiyet ilanı
Birkaç gün sonra Mebuslar Meciisi 'nin toplanması ve memlekette me
bus seçimi yapılması için despot padişahın iradesi gazetelerde yayınlandı.
O günkü gazeteleri okuyanlar bunu tereddütle karşıladılar. Temmuz'un
onuncu günü idi. Büyük bir hadise, rejim değişmesi vardı. Bu değişmeyi
de zamanın diktatörü İkinci Hamid bir lütuf olarak veriyordu. Oldukça
kültürlü geçinenler bile Meşrutiyet, hürriyet mefhumlarını bilmiyorlardı.
Bu yüzden halk ne bir sevinç ne de heyecan göstermedi. İşin önemi anla
şılmamıştı.
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRA.LARI
Y ahudi'nin demeci
Hürriyet Selanik'te bir gün önce yani Dokuz Temmuz'da ilan edil
miş. Sonradan Selanik'ten milletvekili seçilmiş olan Yahudi Karasu Efendi
verdiği bir demeçte yurtdaşlara hürriyeti şöyle anlatmış: "Vatandaşlar,
hürriyet demek yezme (gezme) demektir. Amma nasıl yezme, tamamı ta
mamına yarın bir yuneş (güneş) doğacak, kimin için? Senin için, benim
için, bütün Osmanlılar için v.s.". İşte Karasu Efendi hiç olmazsa hürriyet
kabesinde hürriyeti bu kadarcık olsun tarif etmiş. Üç gün sonra, hürriyeti
Edirne halkına bildirmek üzere, İttihat ve Terakki Partisi tarafından Sela
nik'ten gönderilen bir heyet Edirne'ye geldi. Bu heyetin başında Kurmay
Kolağası (Kıdemli Yüzbaşı) Ruşeni vardı. Heyet Edirne'ye gelirken yol
üstünde Gümülcine ve Dedeağaç' a dahi uğramış, buralarda büyük göste
riler yapılmış, Dedeağaç'ta ise dörtte üçü Rum olan halk, Ruşeni Bey'in
arabasının hayvanlarını çıkarıp kendileri çekmişlerdi. Edirne'nin Karaağaç
istasyonu o gün bir mahşer kalabalığı arzediyordu. Bir alaydan artık as
ker, bütün generaller, yüksek sivil işyarlar, Genel Meclis ve belediye üye
leri, mahallin ileri gelenleri, sarıklı müftüler, metropolitler, hahamlar kar
şılamaya çıkmışlardı. Gelen heyetin başı ise bir yüzbaşı idi. Fakat İttihat
ve Terakki Partisi'ni temsil ediyordu. Tren istasyona girerken otuz bir pare
top atıldı. Vagondan ilk çıkan Ruşeni'nin göğsüne hamailvari asılmış ge
niş bir ipek kurdele üzerine yağlı boya ile: "İttihat ve Terakki'nin En
Küçük Fedaisi" yazılmıştı. Ruşeni otuz üç yıl çektiklerimizi anlattıktan
sonra: "Yaşasın hürriyet, yaşasın adalet, yaşasın vatan. . . " diye bağırdı. Ru
şeni kürsüden inerken gözüne ilişen bir binbaşının göğsündeki nişanı ko
parıp yere attı ve ayaklarının altında çiğnedi.
Amatör tiyatrocular
İki adliyeci, üç subay, bir maliyeci ve bir de serbest arkadaştan
mürekkep bir tiyatro heyeti kurduk. İçimize bir de çiçek bozuğu Ermeni
kızı kattık. Namık Kemal'in (Vatan yahut Silistre) piyesini, bir iki prova
dan sonra Dedeağaç'ta temsil ettik. Bu büyük bir ilgi çekti. Sonra turneye
çıktık. Dimetoka ve Sofulu'dan sonra Edirne'de de üç temsil verdik. İki
bin sarı lira net gelirimizi İttihat ve Terakki Partisi'ne hediye ettik. Edir
ne'deki temsilde, bir adamcağız heyecandan öldü. Hatırımda kaldığına
göre İstanbul' da dahi aynı piyes oynanırken bir ölüm hadisesi olmuştur.
Bu, otuz üç yıl diktatörlükten sonra kavuşulan hürriyetin yarattığı coşkun
luğu ifade eder.
Öğretmenlik hayatım
Edirne Askeriye İdadiyesi'nde Fransızca öğretmenliği boşalmış. Daha
Meşrutiyet ilanından önce İkinci Ordu subayları arasında müsabaka imti
hanı açıldı. Altı subay arasında ben kazanmışım. Edirne' den taburuma
döndükten sonra tayin emrim geldi. Taburumdan ayrılarak Edirne'de
öğretmenliğe başladım, rahat bir iş.
Biraz zaman sonra da, Alliyans Yahudi Okulu'nun isteği üzerine bu
rada da haftada üç saat Türkçe dersi vermeye başladım. Küçük Yahudi
ciklere biraz askerlik disiplini vermekliğim arzu edilmişti. Ders verdiğim
sınıflara öğrencileri arasından birer sınıf çavuşu seçtirdim. Ben dershaneye
girerken, sınıf çavuşu: "Bak! " kumandasını veriyor, çocuklar hep birden
ayağa kalkıyor, selamlayıp oturuyorlar. Bu merasim, çocukların o kadar
hoşlarına gidiyor ki, benim dersimi iple bekliyorlardı. Sokakta da asker gi
bi beni selamlıyorlardı. Kazara verilen selamı görmeyip de iade etmezsem,
sokak ortasında eteğime yapışıp çekiyorlar ve zorla bana selam verdiriycr
lardı.
3 1 Mart
Askeri okulda, sivil lisede, Yahudi okulunda hummalı bir çalışma
içinde iken, bir gün Edirne garnizonunda bütün subayların askeri kulüpte
toplanmaları bildirildi. Ben de gittim, o zaman garnizondaki tanınmış ve
sevilmiş iki genç kurmay kürsüye çıkarak, İstanbul'daki askeri garnizonu
nun ve bilhassa Manastır bölgesinden İstanbul'a nakledilen avcı taburları
erlerinin isyan ettiklerini, kendi subaylarını kovduklarını, dövdüklerini,
hatta öldürdüklerini, donanma erlerinin ve birçok sarıklılarla külhanbeyle
rinin de bunlara katıldıklarını, Millet Meclisi'ni bastıklarını ve şeriatı ve
padişahı isteriz diye sokaklara dağıldıklarını, binaenaleyh meşrutiyet rej i
minin tehlikeye girmiş olduğunu ve sonuç olarak da Üçüncü ve İkinci
Ordulardan bir tepeleme kuvvetinin derhal İstanbul üzerine sevkedilerek,
isyanın bastırılması gerektiğini, kendilerinin İttahat ve Terakki Partisi ile
asla ilgileri olmadığını, ordu gençliğinin bir kere daha nizamı tekrar kur
ması icabeylediğini beyan ettiler. Bu haber büyük bir heyecan yarattı. Biz
askeri okuldan dört subay derhal subay elbiselerimizi çıkarıp er elbisesi giy
dik ve kasaturayı belimize, mavizer tüfeğini de omuzumuza koyarak bize
gösterilen bir piyade taburunun birer bölüğünde yer aldık.Trene binmek
üzere istasyona giderken, Alliyans Yahudi Okulu'nun genç öğretmenlerin
den birisi peşime takılarak istasyona geldi, kendisinin de gönüllü olarak
gelmesini ısrarla istedi. Kurnazlıkla tabur kumandanına söyledim. Onu da
RAHMİ APAK
sivil elbiseli olarak kabul ettiler. Bizim gizli ödevimizi tabur kumandanın
dan başka kimse bilmiyordu. Hatta bölük yüzbaşıları da, bizi her bölüğe
bir tane celep * o larak vermişlerdi. Vazifemiz, mehmetçikler arasında İs
tanbul asileri aleyhinde propaganda yapmak ve bu hareket aleyhinde bu
lunacak olanları gizlice tabur kumandanına bildirmekti.
Tren hareket etti. Ben kendi bölüğümün erleri arasında ve kırk sekiz
kişilik yük vagonundayım, kımıldamak bile güç, tıklım tıklım gidiyoruz.
Ceplerimde asker sigara paketleri dolu. Sigara ikramı sayesinde, kısa za
manda mehmetçiklerle ahbaplığı ilerlettik. Bu Anadolu çocukları nereye
gittiklerini bilmiyorlardı. Öğrenmeyi merak da etmiyorlar. Ben, yavaş ya
vaş açılmaya başladım: " Ulen bu İstanbul askerleri katip gibi giyinirler,
çifte karavana yerler, kışlaları saray gibi, böyle olmakla beraber bunlar
ayaklanmışlar. Şeriat isteriz, diye İstanbul sokaklarında silah atıyorlarmış.
Bu işin içinde Rus parmağı var. Hele bir İstanbul'a varalım da, bunlara
gösteririz" diye konuşuyorum.
(*) Garip bir tesadüf. Bu vakadan iki yıl sonra, ben Yıldız'da Harp Akademisi'nde
tahsilde iken, bir mide rahatsızlığından Haydarpaşa Askeri Hastanesi'nde tedavi ediliyor
dum. Bitişik yatakta, Askeri Veteriner Okulu'ndan bir teğmen öğrenci yatıyordu. Bu zat,
sık sık dikkatle benim yüzüme bakarak : "Yahu, ben senin simanı çok iyi tanıyorum, fakat
bir türlü uyduramıyorum" der dururdu. Nihayet: "Otuz Bir Mart vakasında bir yalan ih
bar yüzünden beni tevkif etmişler ve yirmi otuz kişi arasında beni de bir hayvan vagonuna
bindirerek Selanik'e yollamışlardı. Küçük bir istasyonda vagonumuzun kapısı açıldı ve yüzü
seninkine, sesi tıpkı seninkine benzeyen bir er, bütün askerleri bizim yüzümüze
tükürtmüştü" demesi üzerine iş anlaşıldı. Veteriner devam etti: " Biz bu yolculukta neler
çektik? Serez istasyonunda kapı aralığından bizi tabanca ile tehdit ettiler. N ihayet Selanik'te
trenden indirilince ikişerli kol halinde ve etrafımızda süngülü muhafızlar olduğu halde bizi
Beyazkule'deki cezaevine sevkederlerken, muhafızların arasından geçip yaklaşan ve aldın mı
babayı; (yani Padişahı) diyerek bağıran bir Yahudi delikanlısından yediğim yumruğu hiç
unutamayacağım".
RAHMİ APAK
ma ile on adım uzaktaki musalla taşının arkasına geçtim, orada ateş eden
bir piyade erinden düşmanın nerede olduğunu sordum. Bana karakolun
üst kat pencerelerini gösterdi. Orada kimseyi görmemekle beraber iki el
ben de ateş ettim. Subaylar düdük çalarak, mendil ve paltolarını sallaya
rak güçlükle ateş kestirdiler. Ayağa kalktık, süngülü olarak karakola girer
ken üst kattan ateş bir eden İstanbul subayının, elinde lüverver dışarıya
çıkmak üzere olduğunu görünce jandarmalar bunu süngülemek üzere
iken içimizden bir jandarma ileri atıldı: "Aman vurmayın" diye bağırarak
bu subayı kurtarmak istedi. Fakat şaşkın subay, elindeki altıpatlarla, kendi
sini kurtarmak isteyen bu j andarmamızı vurdu, tabii biz de derhal bu
adama namluları boşalttık. Karakol kapısının eşiğine düştü, kendini kay
betti ve ölüm solukları almaya başladı. Gayet zarif giyinmiş, ütülü panto
lonlu, subyeli, siyah, kozmotikli bıyıklı dik, güzel yüzlü bir adamdı bu.
Bu deli herif, karakolun üst katına saklanmış, pencereden tek başına bize
ateş etmiş. Aynı zamanda karakol hizasındaki medreseden ve cami için
den de bazı softalar yanımızda ve gerimizde ateş etmişler. Bunların sayısı
sekiz on kişiyi geçmiyorsa da ortalığı karıştırmaları neticesi, karakolun
önüne teslim olmaya çıkan ve herbiri dev gibi Anadolu çocuklarından se
kizi vurulmuş kanlar içinde yattıkları yerde kalmışlardı. Kimisinin yarası
ağır, can çekişiyor, fakat hiçbirinin ağzından ne bir inilti ve ne de bir şi
kayet ve ne de bir yardım talebi çıkmıyordu . Mehmetçik, yine haksız ve
sebepsiz vurulmuştu, o bunu da tevekkül ile kabul ediyordu. Bunda bizim
de günahımız olmadığını anlamıştı, kader böyle istemişti.
İstanbul yüzbaşısı tarafından yaralanan jandarmamız, Topçu Harp
Okulu'ndan kaçarak bize katılan bir öğrenci idi. Zavallı genç eskiden tanı
dığı bu çılgın herifi kurtarmak istemiş, fakat o çılgın bu genci bacağından
vurmuştu. Zamanında müdahale edilemediğinden iki saat içinde, fazla
kan kaybetti ve Fatihin Eczanesi içinde öldü.
İşte bizim yürüyüş kolunun bütün kavgası bundan ibaret kaldı. Ben
o gün kötü bir tesadüfle yaralanan bu İstanbul askerlerinin haline baka
rak gözyaşlarımı tutamadım. Benim ağladığımı gören bizim ukala arka
daşlardan birisi yanıma sokularak: "Ne oluyorsun be! .. Ne ağlıyorsun,
yoksa sen de onlardan mısın?" demesin mi. Böyle vicdansızlar her zaman
çıktı ve bunlar bir davanın müfrit ve imanlı sadıkları rolünde her devirde
sivrildiler.
Harpten önceki iç ve dış politikamızın çok kısa bir izahı: Balkan har
bi hatıralarına girmezden önce, bu harp öncesi iç ve dış politika durumu
nun -pek kısada olsa- bir hulasasını yapmamak bir eksiklik olacaktır.
Balkan harbi, Meşrutiyet inkılabından dört yıl sonra patlamıştır. Meş
rutiyet inkılabı ile Osmanlı varlığının kuvvetlenmesinden ürken Avusturya
- Macaristan ve Bulgar devletleri fiilli olarak işgalleri altında bulundur
makta oldukları Osmanlı topraklarına hukuk bakımından dahi sahip ol
mak için derhal olup bittilere müracaat ettiler. Bulgaristan, hukuk bakı
mından Türkiye'nin bir eyaleti sayılan Batı Rumeli'yi yani Balkan dağları
nın güneyindeki Meriç vadisi düzlüklerini ve Avusturya - Macaristan dahi
Bosna - Hersek eyaletlerini kendi ülkelerine katmış olduklarını ilan eyledi
ler.
İnkılap zorlukları içinde kıvranan Türkiye, bu olup bittilere karşı bir
harekete geçemedi. Yalnız halk, Avusturya - Macaristan'a karşı dargınlık
ve kızgınlığını göstermek için iktisadi boykot ilan etti. Türk'ün başına giy
diği fes Avusturya fabrikalarında yapılıyordu ; herkes fes giymemeye yemin
etti. Fesler atıldı, fakat yerine giyecek başka bir şey olmadığından ve
Müslüman Türkler, başıkabak gezemediklerinden kimisi kalpak, kimisi
Arnavut keçekülahı giydi. Bu gösteri de ancak bir iki ay devam edebildi.
Sonunda kırmızı fesler tekrar başlara geçirildi.
Böylece, Avrupalıların: " Hasta Adam" dedikleri Türkiye'nin canlan
ması ihtimaline karşı, bu iki devletin ilan eyledikleri hukuki ilhaklarda
sağlanmış oldu.
Sonra İtalyan "İrredanta" sının tahakkuk alanına çıkarılması te
şebbüsü vaki oldu. İtalyan hükümet adamları, barışçıl niyetleri hakkında
son zamana kadar Türk Hükümeti'ni aldattılar ve günün birinde kısa
müddetli bir ültimatomun ardından Libya'ya asker çıkardılar.
Türkler, mahalli Sünusi kabilesi ile işbirliği yaparak bu İtalyan askeri
işgalini Libya kıyılarında çivilediler. Hatta bu çıkarmadan bir ay sonra iç
topraklara ilerlemek isteyen İ talyan kuvvetlerini silahsız ve topsuzluklarına
rağmen bir karşı saldırış ile geriye atarak İtalyan deniz kuvvetlerinin top-
YETMİŞLİK B İ R SUBAY I N HATIRALARI +3
Ayrıca, Enver Bey vesaire gibi orduda üstün bir durum elde etmiş
olan ittihatçı askerlere karşı (Kurtarıcı Subaylar) adında ikinci bir askeri
mücadele grubu kurulmuştur. Bu yeni ve gizli teşekkül yaydığı gizli bir
beyanname ile: "Meşrutiyet inkılabını ordu sağladı, fakat iş başına geçenler
memleketi eskisinden daha kötü duruma sürüklediler. Askerlerin başka sa
natı yoktur. Bunların yüzünden memleket batarsa, İttihatçı olmayan su
baylar aç kalacaklardır. Halbuki bugün hamiyyet taslayan bu ittihatçı su
baylar, memleket batsa dahi geniş ve ferahlı yaşayacak kadar dünyalık el
de etmiş bulunuyorlar. . . " suretinde propaganda yapıyordu. Son kabinede
Milli Müdafaa Vekili olan ve Balkan harbinde kendisine Başkumandanlık
Vekaleti vazifesi verilen Nazım Paşa, el altından bu kurtarıcı subaylar ce
miyetini destekliyordu. r 6 Temmuz r g r 2 'de Sait Paşa Hükümeti düşüp de
içine Nazım Paşa'nın dahi girdiği ve diktatör durumuna geçtiği ve adına
büyük kabine denilen Ahmet Muhtar Paşa Hükümeti kurulduğu zaman
memleket böyle bir anarşi içinde ve dış düşmanların saldırma iştihalarını
celbedecek bir durumda bulunuyordu.
Birinci sınıfta 32 öğrenci idik. Bunların üçü Suriyeli, ikisi Iraklı Arap
ve birisi de Arnavut olup geri kalanları su katılmadık Türk idi, ha, unut
tum, bir de Tarık adında Sudanlı bir zenci vardı.
ile ve Kahireli Aziz ile askeri teşkilat yaptı. İngilizlerle işbirliği ederek Hi
caz' da Mekke Emiri Hüseyin'in ayaklanmasında meşhur İngiliz Lavrens
ile birlikte, Hicaz demiryolunun tahribi ve demiryolu muhafız kıtalarımıza
yapılan baskın işlerinde fiili olarak bize karşı harp etti. Şöyle böyle otuz
yıldan beri lrak'ta Eminans grlz durumundadır. Belki yedi sekiz defa baş
bakanlık ve bir o kadar defa da genelkurmay başkanlığı ve milli savunma
bakanlığı yapmıştır. lrak'ta İngilizlerle işbirliği yapmak taraftarıdır. Bütün
bunlara rağmen Türk düşmanı değildir ve Türk Arap birleşmesini her za
man açıkça ifade eder.
İşte görülüyor ki bu beş Arap'ın hepsi Türkler için kötü ınsan sayıl
mazlar.
Redif babalar
Bir Redif Taburu demek, dört bölüğü ve tabur karargahının subayları
ve personeli yani kadrosu mevcut ve bu kadrolar ikmal yerlerine dağılmış
olarak yerleşmiş, tabur karargahının bulunduğu yere bin kişinin silahı,
cephanesi, elbise ve teçhizatı depo edilmiş bir iskelet demektir. Alay ve
tümen kadroları da mevcuttur.
Orduda muvazzaf hizmetini bitiren erler, terhislerinden sonra ihtiyat
sınıfına geçerler. Hatırımda kaldığına göre 32 yaşına kadar ihtiyatlıkta ka
lırlar ki, bir seferber olmada bunlar muvazzaf kadroları doldurmak için
davet edilirler. 32'den 45'e kadar olan yaşlılar dahi redif teşkilatı içine gi
rerler.
Çanakkale'de teşkil edilen ordunun emrine birisi Çanakkale Redif
Tümeni, diğeri de İzmit Redif Tümeni olmak üzere iki Redif Tümeni ve
rilmişti. Çanakkale Redif Tümeni Çanakkale'de, İzmit Redif Tümeni de
Gelibolu'da toplanmıştı. Benim, emir subayı olarak tayin edildiğim Ça
nakkale Redif Taburu şehrin bir kilometre b r b r doğusunda çadırlı ordu
gahta yerleşmişti.
Gerek subayları ve gerekse erleri alışmış oldukları hayattan alınıp si
lah altına getirildiklerinden hiç de memnun değillerdir. Bunların talim ve
terbiyeleri için başladığımız hummalı çalışma ise erlerdt'n ziyade subayla
rın hoşuna gitmiyordu. Tabur ve alay kumandanları miskin ve biçare
kimselerdi. Bütün talim ve terbiye işlerini ellerimize almıştık.
Redif babaların sağlık durumları hiç de iyi değildi.
F. 4
50 RAHMİ APAK
(*) Recep Efendi bilahara uzun zamanlar vekillikler yapmış ve 1 945 - 1 946'da başve
killiğe getirilmiş merhum Recep Peker'dir.
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI
genç bir adam. Kendisi Arnavut imiş ve sonra Arnavutluk bağımsızlık ya
pınca oraya katılmış. Bana bir mekkari ile bir binek hayvanı verdi. Hiç
durmadan yola çıktım. Geceyi yolda bir Arnavut köyünde geçirdim. Bu
Kazanın ahalisinin hepsi Arnavut ve Kega. Türkçe bilenleri de pek az. Er
tesi günü öğle zamanı Gilan'a geldim. Bir dağın eteğinde bir kasabacık,
kuzeye doğru büyük dağların başladığı bir yer. Hamid Ağa'yı aradım. İle
ri gelenlerin birisinin evinde imiş. On beş kadar Arnavut Ağa'sı ve Bey'i
ile geniş bir odada bağdaş kurmuş oturuyorlardı. Ortaya büyük bir man
gal konmuş nargileler, gümüş ve kehribar ağızlıklarla tütün ve tömbekiler
çekiliyor, kahveler içiliyordu. içlerindeki asker elbiseli, uzun boylu, kırmızı
yanaklı, pos bıyıklı altmışlık adam herhalde Hamid Ağa olacaktı. Bir te
menna çaktım. Ve kolordunun emrini kendisine verdim: "A be mori, şu
zarfi yırt, içindekini sen kendin oku, bende dinliyeyim" dedi. Meğerse
okuyup yazma bilmiyormuş. Okudum: "Kurmay Okulu son sınıf öğrenci
lerinden Üstteğmen filan efendi kurmaylığınıza tayin edilmiştir. Hüsnüis
tihdamı (iyi kullanılması) tavsiye olunur... " Hamid Ağa dinledikten sonra:
"Ha bire mori eyi oldu da geldin. Bana yazıcı olarak göndermişler. Ben
emirlerimi ağızdan veririm, amma bazı kere uzak yerlere yazmak lazım
olunca bu işi sen yaparsın be kardaş. Haydi otur da bir yorgunluk kahve
si iç bakalım" dedi, kahveyi içtik. Onlar Arnavutça konuşup duruyorlar,
ben birşey anlamıyorum. Muhabbet devam ediyor, vakitler geçiyor. Sa
bırsızlanmaya başladım. Nihayet Hamid Ağa'ya: "Binbaşı Bey, beş bin ki
şi toplanacak imiş, bunlar nerede? Bunları bir meydanda toplasak da
bölük, tabur ve alay haline soksak, biraz talim yaptırsak, işe başlasak".
Cevap olarak: " Ha mori, silahı alan evine gidiyor. Bunları ben nasıl topla
rım. Bir kısmı hudut üzerine Hogoşta'ya ve bir kısmı Zarbinçe'ye gitmiş
ler. Oradaki hudut bölüğünün içine katılsınlar diye haber yolladım. Baka
lım, onlar yavaş yavaş Hogoşta'da toplanacaklar" dedi: " Öyle ise, biz he
men kalkıp Hogoşta'ya gidelim ve kaymakam ile jandarma kumandanına
da emir vererek, bütün silah alanların Hogoşta'ya gönderilmesi için çalış
malarını söyliyelim" diye ekledim. Hamid Ağa muvaffakat etti: "Yarın sa
bah erken yola çıkarız" dedi. Geceyi kötü bir handa geçirdim. Ertesi sa
bah Hamit Ağa ve ben atlı olarak ve dört beşte jandarma yaya olarak yo
la çıktık. Ne dağlar, ne dereler. Bir dağdan aşıyoruz, bir dereye iniyoruz.
Keçi yollarından yürüyoruz. Hogoşta denilen Sırp köyü oraya altı saat
sürüyormuş. Dört saat kadar yürüdükten sonra kuzeyden dağları inleten
top sesleri gelmeye başladı. Harbin ilan edildiği hakkında hiçbir bilgiye
malik değildik. Hamid Ağa birdenbire hayvanını durdurdu. Kırmızı
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI 53
mazmış, çünkü boru çalınca geriden imdat gelirmiş. Gilan müftüsü ve İt
tihat ve Terakki düşmanlarından Abdülkadir Efendi'nin de bu havayı ya
ratmakta etkisi olmuş.
Hamid Ağa, bütün talakatı, kabiliyeti ile bunları teskin etmeye çalıştı.
Biraz sükunet buldular. İğneleri kırılan tüfekler yüzde ondan fazla değildi.
Hamid Ağa bu Arnavutları tekrar hudut kulelerimizi takviye etmek için
göndermeye zorluyordu. Ben müdahele ettim. " Hamid Ağa, kuvvetin hep
sini burada toplayalım, bu gece ve yarın sabaha kadar iki üç bin kişi top
lansın. Bu kuvvetle derhal taarruza geçer, bu iki Sırp taburunu geriye ata
rız ve bize verilen vazifeyi yapmak üzere İvranya istikametine ilerleriz" de
dim. Fakat Hamit Ağa'ya söz anlatmak mümkün değil: "Bire mori biz
buraya toplanmışız ne fayda. Sırp gavuru zayıf kulelerimize girer onları
alır. Ben kuleleri gavura veremem" diye tutturdu: "Anan yahşi, baban
yahşi Hamit Ağa, muharebe öyle olmaz, biz bu adamları hemen teşkilat
altına alalım, her bayrağa bir bölük diyelim, büyük bayrakçıları (İdris Sa
fer gibi) tabur kumandanı yapalım ve onlara binbaşı rütbesi verelim.
Böylece bir alay yapalım" diye ısrar ettim.
Hamid Ağa'ya, bana itaat etmesi için hiçbir emir verilmemişti. Onun
fikrine göre ben bir yazıcı parçası idim. Tabii beni dinlemedi. On kişi bir
kuleye, on beş kişi diğer kuleye, söz geçirebildiklerini yollamakta devam
etti ve gece oldu.
Sırpların iki toplu, bir bataryalı var. Uzaktan bizim kulelerimizin bir
kaçını o gün topçu ateşi ile yıktılar.
Gelelim bana, Hamid Ağa benden ayrılmıştı. Ben beş jandarma ile
yavaş yavaş geriye aşağıya indim. Orada Sırp Hogoşta köyünün içinde iki
ton kadar peksimetimiz vardı. M uhtarı buldum: "Peksimeti iyi muhafaza
ediniz, sonra idam cezası görürsünüz" diye bir gözdağı verdim. Bir saat
kadar geriye gitikten sonra bir tepenin üstüne çıktım, birisi bana demişti ki,
bir tepenin üstüne çıkıp da beş altı el silah atarsan Arnavutlar derhal et
rafına toplanırlar, onların adetleridir. Belki toplanırlar diye ben de bunu
tecrübe ettim. Yarım saat kadar tepenin üstünde jandarmalarla bekledim
ve arasıra hududa doğru ateş ettim, ne gelen oldu ne de var diyen. İş an
laşıldı, ben de beş jandarma ile akşama doğru Gilan'a döndüm.
Geri kalan dört kişi ikişer saat nöbet bekleyecek, uyumayacak kararı veril
di. Tarlanın çamurları içine herkes istediği şekilde uzandı.
Sabahleyin, şafakla ilk önce ben uyandım. Meğerse bizi Tanrı bekle
miş ve korumuş. İlk nöbeti alan bizimle birlikte uyumuş, sabaha kadar
beşimiz de baygın gibi yatmışız. Eğer Sırp köylüleri bizim burada olduğu
muzu görselerdi ve ertesi günü Sırp askerlerinin buraya varacaklarını bil
miş olsalardı, bu gece bizi bu tarla içinde gıcır gıcır keserlerdi. Verilmiş
sadakamız varmış dedim, hemen hala derin uykuya dalmış arkadaşları
uyandırdım.
Ayağa kalktık, yürümek istedim. Bu sabah, dünkünden daha kötü
durumdayım. Tek adım atmak bile mümkün değil. Ayaklarımın altı şiş
miş, birçok yerlerinden cerehatlar akıyor. Bu acıyı başına gelmeyen bil
mez. Benim de ilk başıma geliyordu. Ayak vurgunlarının askeri
yürüyüşlerde birçok döküntülere sebep olacağını ve her yürüyüşten önce
bütün erlerin ayaklarının, çoraplarının, kunduralarının muayeneden geçi
rilmesi lazım geldiğini bize Harp Okulu'nda öğretmişlerdi. Bu derslerin
boşuna verilmemiş olduğunu şimdi takdir ettim. Çünkü eski zaman harp
lerinde piyadelerin yaya yürüyüşleri büyük rol oynardı.
Ben, artık belki üç dört gün bu çamurlu mısır tarlası içinde kalmaya
mahkum idim. Ne yiyecektim, ne içecektim, beni buradan gelip kim kur
tarabilirdi? Ümitsiz bir durum, fakat o halimle moralim de hiç bozuk de
ğildi. Halimden şikayetçi değildim. Bu kavgaya sebep olanlara hiddet et
miyordum. Binek hayvanımı altımdan alan topçu tabur kumandanına ve
top arabası üzerinde beni uyur bırakıp çekilip giden mehmetçiklere dahi
lanet etmiyordum. Beni dünyaya getirdiklerinden dolayı anama ve baba
ma da kızmıyordum. Bunlar, harbin zaruretleri idi ve harp de insanlar
için bir zaruret idi. Memleketimiz bir müdafaa harbi yapıyordu, kimsenin
toprağını elinden almak için barışçıl memleketlere saldırmamıştık. Hergün,
benim gibi ne kadar Türk, düşman silahları ile öldürülüyor, kötürüm edi
liyordu. Benim de bunların arasında bulunmaklığım bir tesadüften başka
birşey değildı. Dünyanın zevkini tatmadan daha yirmi beş yaşında belki
en müthiş işkenceler altında can verecektim. Bundan da bir üzüntü duy
muyordum.
Şimdi, 68 yaşında, o günkü durumumu analiz ediyorum. Biz, ne ka
dar bencillik bilmeyen bir nesil imişiz. Başkasının rahatını, zenginliğini
kıskanmak bilmediğimiz gibi, başkası yaşadığı halde bizim ölmekliğimiz
den de şikayetçi değildik. Demekki bizim o zamanki nesil böyle imiş. Te-
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI
vekkül yani fatalizm beğenilir bir doktrin değildir. Fakat vatan ve millet
müdafaası gibi yüksek ülkülerde insan için bir kuvvet kaynağı oluyor.
Kurtuluş
Gözlerim şoseye bağlı, nereden, sağdan mı, yoksa soldan mı kimse
veya bir askeri birlik görünecek? Hah, işte, Kalkandelen istikametinden
bize doğru bir atlı grup gelmeye başladı. Dur bakalım, belki bızır yetişi
yor. Fakat, acaba bu süvariler, Kalkandelen üzerine geceleyin keşif için
yürüyüp de şimdi geriye dönmekte olan Sırp atlıları mı? 25 30 kadar at
-
lı, ağır ağır ilerliyor. Fakat bunların 200 metre kadar ilerisinde üç atlı gi
diyor. Bu halde Sırplıların taarruz istikametine karşı emniyet tertibi almış
olmalarına göre Türk süvarisi olmaları çok muhtemel. Hepimiz tarlaya
yüzükoyun yapıştık. Mısır sapları arasından gözetliyoruz. Önde giden üç
atlı hizamızdan geçti. Tamam, bizim süvariler. Arkadaki büyük kısım hi
zamıza gelince ben tarlanın içinden ayağa kalktım, seslendim. Ellerimi
kaldırdım, bağırdım: "Durunuz, durunuz" durakladılar. İki arkadaşım kol
tuk altlarımdan tutarak beni atlıların yanına götürdüler. Çok mu sevin
dim, az mı sevindim bugün hiçbir şey hatırlamıyorum.
Keşif kolomuz sabahın erken saatinde, Kalkandelen'den yola çıkarıl
mış ve Üsküp'ten sonra Sırplıların ileri hareketlerini anlamaya memur
edilmiş. Yirmi dört er ve iki subaydan mürekkep. Subayların birisi, iki
metre kadar uzun boylu Üsküplü Hüseyin, diğeri de Erzincanlı Kemal,
ikisi de teğmen. Halimi gördüler, derhal bir eri attan indirip beni bindir
diler. Bu er ve diğer dört arkadaşım yaya olarak geriye iki saat ötede Kal
kandelen'e geldik.
Ben, bu Üsküplü Hüseyin'i bir daha göremedim. Fakat Erzincanlı
Kemal hakkında biraz yazmak istiyorum. Bu genç, ittihatçı propagandası
ile gıda almış, müfrit Türkçü, müfrit vatansever bir delikanlı idi. Ordu,
Manastır muharebesinde dahi yenilgiye uğrayarak güney Arnavutluk'a çe
kildiği zaman, Berat şehrinde, Beşinci Kolordu Kumandanı ve Hürriyet ve
İtilafçı Kara Sait Paşa'yı öldürmek için makamında kendisine silahla ateş
etmiş ise de muvaffak olamamıştı. Kolordu kumandanı, ordunun müdaha
lesi ile bu subayı kurşuna dizememiş. Erzincanlı Kemal, barış olunca İs
tanbul'a dönmüştü. Sonra öğrendik, ittihatçılar, bu delikanlıyı fedai ola
rak, zamanın Kürtçülük hareketinin başında bulunan eski Elçilerden Şerif
Paşa'yı öldürmek üzere Paris'e göndermişler. Fakat zavallı Kemal Paris' teki
otelinde oturan Şerif Paşa'ya da ateş ettiği halde isabet ettirememiş, Şerif
Paşa'nın adamları tarafından otelin salonunda öldürülmüştü.
F 5
66 RAHMİ APAK
Kırçova Muharebesi
Kırçova, ahalisi Bulgarca konuşan bir kasabadır. Buranın Müslüman
ları yani Türkleri de Bulgarca konuşuyorlar. Ertesi sabah, ileriye atılmış
bir Sırp kıtası Kırçova' da bize yetişti ve saldırdı. Zayıf bir kuvvet imiş,
topçusu da yok. Tümenin bir kısım kuvvetleri kasabanın kuzeyinde bu
düşmana karşı muharebeye girdiler ve iki saat kadar süren bir çarpışma
dan sonra Sırplıları geriye püskürttüler. Kırçova ahalisi kendi silahları ile
askerin yardımına geldiler ve en ön hatta kadar ilerleyip bizimle birlikte
savaştılar. Bulgarca konuşan kasaba kadınları, ellerindeki testilerle: "Asker
voda, asker voda . . . " diye bağırarak en ileri hattaki askerlere ve kendi koca
larına su taşıdılar.
Muharebeyi idare eden tümen kumandanının bu küçük Sırp birliği
karşısında gösterdiği telaşı görmek, işten anlayanları ürkütecek birşeydi.
Güya, kasabanın kenarındaki bir sırttan, karşıdaki Sırp kuvvetlerine bay
rakla işaret eylediğinden dolayı tevkif edilip kurşuna dizilmek üzere paşa
nın yanına getirilen bir Kırçovalı Bulgarı, kazanılan zafer şerefine paşanın
affetmesinin ilan suretiyle yaptığı jest dahi pek acemice birşey oldu. Ben
bu kumandanı küçültmek için bu satırları yazmadım. O zaman Sair Pa
şa'dan sinirleri daha sağlam ve otoriter kumandanlar yok gibi idi. Biz baş
tanaşağı, muharebenin ne olduğunu, nasıl yapılacağını bilmiyorduk. Bunu
bize, Balkan harbinden sonra gelen Almanlar ve Büyük Harp'in tecrübe
leri öğretti.
Ben, o günkü muharebede, kıtasız ve aylak olduğum için, kendiliğim
den ileriye atılarak ön hatlara gittim. Bir barakanın arkasına, boğazından
vurulmuş çok genç bir istihkam teğmeni arkası üstü yatırılmış, askerleri
nin kucağına başını dayamış, yarası sarılmak üzere bekliyor. Boynunda
aslı dürbünün şeritleri yara deliğinin üzerine gelmiş, elimi uzatıp
dürbününü boynundan çıkarmak istedim, hemen elimi itti ve dürbününe
sarıldı. Benim de subay olduğumu görüyordu, dürbününü alıp kaparım
mı, sandı. Bu gencin bu hareketini hiç unutamam. Biraz daha ilerledim.
Üç tane Kırçovalı başıbozuk, yanyana yatmışlar ateş ediyorlar. Sırp piya
deleri de birer ikişer, bizim sevk ve idaresiz ateşimiz altında sıçramalarla
ilerliyor. Başıbozukların birisinin elinden silahı alarak ne zaman ateş edi
leceğini onlara gösterdim. Düşman askerini ayağa kalkıncaya kadar bekle
melerini ve sıçrama için kalkınca ateş etmelerini öğrettim. Bu esnada ben
den bir kişi ötedeki başıbozuğun ağzından bir kurşun girdi. Dişleri kırıl
mış, ağzını açmış kanlı ağzı ile: "He he he" diye kekeliyor. Geriye gidip
YETMİŞLİK BİR SCBAYIN HATIRALARI 6<)
kendisini doktora göstermesini söyledim, lakin kırık dişleri ve çenesi ile ye
rinden ayrılmadı, ateş etmekte devam etti.
Elimizde ne kuvvetli bir kumaş, bir malzeme varmış. Bu kahraman
insanları derleyip toplayıp bir inzibat altında kullanamadık ve bilgisizlik
yüzünden Balkan harbini ve Rumeli'yi kaybettik.
Erkeği ve kadını büyük bir kahramanlık misali veren bu Kırçova hal
kını, öğleden sonra terkederek Manastır istikametinde geri yürüyüşe devam
ettik ve bu vatanseverleri kendi mukadderatlarıyla başbaşa bıraktık.
Yolda, altımdaki hayvanı gören bir subay, bu hayvanın kendi kıtası
nın malı olduğunu beyan ederek hayvanı elimden çekip almak istedi. Ha
kikaten bizim tümen karargahı bu hayvanı başka bir kıtadan çalmış. I\Ie
ğerse, her birlik geceleyin komşusunun mekkari ve binek hayvanını çalı
yormuş. Halimizin ne olduğunu gösterecek bir misal daha.
lesi be. Bu Arabistan Arnavutluk'a bu kadar yakın mı imiş be? . . . ". Öteki
cevap veriyor: "Ulen Mehmet, Berut'ta vapura atlar Kastamonu'ya gideriz
be".
Zavallı mehmetçik, sen tarih boyunca yürüdün, bilmediğin diyarlarda
şeref ve ilerleme yürüyüşleri yaptığın kadar ızdırap ve gerileme yürüyüşleri
de yaptın. Fakat seni bekleyen yuvana döndüğün pek nadir olmuştur. Be
rut'ta ve Fiyeri'de seni açlık ve tifüs bekliyor.
Bütün gece ve ertesi günü yürüyüşe devam ettik. Nemli, ıslak, güneş
siz hava dahi devam etti. Bulutlar arasından tek bir güneş ışığı yüzümüze
gülmedi. Döküntü kafilesi, Mısır firavunları tarafından kovulmuş İsrail
göçebeleri gibi yürüdü durdu. Yalnız şu farkla ki onların başına bir Musa
geçmiş, onları derlemiş, toplamış ve perakendelere sahip olmuş. Bizde
öyle de değil. Perakende subaylar kendi başlarına gidiyor. Bazı, kıta halin
de derli toplu yürüyen ve subayları başlarında birlikler de var. Fakat bun
lardan hiçbirisi perakendelere ilgi göstermiyor. Bunları kendi kıtalarının
içine sokmuyor. Belki de onları doyuracak erzakları olmamasından veya
sözleri geçmeyecek korkusundan, fakat herhalde iyi bir subayın böyle ol
maması gerekirdi.
ler. Akıllarınca şeref kazanmak istiyorlardı, fakat bizi köylerine kadar çek
tikten sonra, sayıca bizden üstün oldukları halde müdafaa etmediler. Ma
demki müdafaa etmeyeceklerdi, niye caka satıp da bizi harekete geçirdiler.
Köylülerin rahatını bozdular. İşte akılsız başlar kendi adamlarına böylece
fenalık getirirler. Biz, mağlup olmuş bir ordunun döküntüleri idik. Kavga
yı hiç istemiyorduk, aç kalmamak ve barışı beklemekten başka düşünce··
miz yoktu.
O gece bütün askerler ve subaylar rahat bir uyku çektik. Ertesi günü
köyün içinde dolaşıyorduk. Bir er, üç arı kovanının arasına uzanmış, bay
gın bir halde yatıyor. Yukarıdan, aşağıdan gidiyor. Etrafında iki üç er
ayakta ona bakıyor: "Ne olmuş?" diye sordum: " Efendim, üç arı kovanı
nın içinden bütün balları çıkarmış. Sabaha kadar hepsini yemiş. Tabii ze
hirlenmiş, kusuyor ve ishal de olmuş. Yerinden kalkacak halde değil:
"Ulen körboğaz herif biraz bal da bize bıraksan ne olurdu" diye hayıflan
dılar. Biraz asit laktik tedarik ederek yirmi damlasını bir su içinde içir
dim. Beş altı saat sonra iyileşmiş.
O sabah ileri karakolları gözden geçirdik. Bir baskın halinde köyde
mevcut ve duvarları kalın taştan iki kilisenin içine kapanmak için bölük
kumandanlarına talimat verdik. Ondan sonra evlerin ambarlarında ve ye
raltında gömülü olan arpa, buğday, mısır, tereyağı, un vesaire yiyecek
maddelerini araştırmaya başladık. Bizim mehmetler bu hususta çok usta.
Sopalarla yere vurarak çıkan ses delaletiyle erzak gömülü tünelleri çabuk
buluyorlar. İki gün bu erzağı çıkardık, sonra isyan etmemiş olan ve ilk
günü gecelediğimiz büyük köyden kırk kadar hayvan ve eşek getirterek
bunları yükledik ve ilk erzak kafilesini Koniçe'ye gönderdik. Arama tara
ma hergün devam etti ve iki üç günde bir de hayvan ve eşek kafileleri er
zağı taşıdı. Ben de Tabur Kumandanı Binbaşı Hikmet, Yüzbaşı Hüsnü ve
tabur emir subayı ile oturduğumuz evde poker oynayarak vakit geçiriyo
ruz. Pokeri yeni öğreniyordum. Bop bir metelik (on para), bir per, iki per,
kent , ful diye oyun devam ederken öğleden evvel köyün dört bir tarafın
daki sırtlardan köyün içerisine bir ateş baskını yapıldı. Hiç unutmam ca
mı kırıp içeri giren bir kurşun poker masamızın üstündeki kağıtları deldi,
havaya fırlattı, bizde yere yattık. Meğerse çeteler geceleyin köyü sarmışlar,
bizim emniyet karakolları kışın şiddetinden yerlerini terkederek köyün ke
narındaki evlere kadar çekilmişler. Böylece baskına uğramış olduk.
Köyün geri çekiliş yeri üzerindeki jandarma bölüğü d e orada bizi müda
faa vazifesini yapmayarak savuşup gitmiş ve bu yüzden iki jandarma eri
de şehit düşmüş. Böylece geri çekiliş yolumuz da kapanmış olduğundan
dört taraftan sarılmış olduk.
Piyade cephanemiz, insan başına elli altmış fişekten ibaret. l: zun bir
muharebe yapacak durumda değiliz. Benim bulunduğum kilisedeki sekiz
subay kilisenin avlu duvarının arkasında me·:zi aldı. Köye doğru inmeye
yeltenen Rumlara yakın mesafeden tam isabetli ateşe başladık. l\laksat
cephaneyi tasarrufla kullanmak idi. Bu ateş karşısında Rumlar köye gire
mediler ve hatta orada vurulmuş ölü ve yaralılarını dahi çekemediler. Bi
raz sonra, köyün doğu kenarında bulunan kilisedeki bölüklere haber yol
ladık, oradan bir çıkış hareketi yapmalarını emrettik. İlk önce yirmi erle
bir subay bir çıkış yaptı, fakat şiddetli ateş yediğinden geriye kilisenin içe
risine girdi ve başlarındaki . Teğmen Salim yaralandı *. Gündüzleyin bir
çıkış hareketinin pahalıya malolacağı anlaşıldı, geceyi beklemekten başka
çare yoktu.
Askerlerimizin karınları tok, bir haftadan beri de istirahat ettiler.
Maddi ve manevi bakımdan iyi muharebe edecek durumdalar. Geceleyin,
herhangi bir istikamette bir süngü hücumu ile bizi çeviren çemberi yara
cağımıza güveniyoruz, başka yapacak birşey de yok.
Akşama kadar çok az bir cephane sarfı ile, Epirli çetecilerini oldukları
yerden bir adım ilerletmedik. Karanlık bastı, köyün kenar evlerini kuvvetli
keşif kolları ile tutturduk. Gece hiç uyumadık, düşmandan arasıra tüfek
ateşleri yapılıyordu. Sabaha karşı ve alacakaranlıkta, iki bölükle yanaşık
nizamda kuzeybatı istikametinde ve hafif meyil ile yükselen sırtlara doğru
süngü takılı olarak ilerledik. Sırtın üstüne çıktığımız halde karşımızda
kimseleri görmedik, aydınlık oldu. Bizi saran çetecilerin ortadan yok ol
duklarını görerek şaşırdık kaldık.
Sonradan öğrendik, bunlar birisi beş yüz çeteciye ve diğeri de bin yüz
çeteciye komuta eden iki kaptanın idaresi altında imişler. Bizi tamamıyla
sardıktan sonra ertesi sabah hangi kaptanın bizi esir alacağını görüşmüş
ler, fakat anlaşamadıklarından birbirlerine darılmışlar, şeref payı
yüzünden. Bu sebepten beş yüz kişilik kaptan askerlerini alıp çekilince ve
gündüzleyin ateşlerimiz yüzünden verdikleri kayıpları da görerek korkup
(*) Teğmen Salim Altuğ, sonra askerlikten ayrılmış, Erzurum Belediye Reisliği ve bir
kaç devre Erzurum Milletvekilliği yapmıştır.
RAHMİ APAK
Fiyeri hatıraları
Benim, Fiyeri'deki hayatım pek uzun sürmedi. Yalnız iki üç ay kadar
birşey, bu iki üç aylık hatıralarımı zorlayacağım.
Vardar Ordusunun Kurmaybaşkanı Albay Halil eski Başbakanlardan
Arnavut Ferit Paşa'nın damadı ve Taşlıca Kumandanı Süleyman Paşa'nın
oğlu ve kendisi de sütbesüt Arnavut, çok kamil ve terbiyeli bir insan. Bir
Türk'ten ziyade devleti sever. Arnavut olması döküntü ordumuza bazı yar
dımlar sağlamasına yaradı. Bir gün, iki arkadaş onun bir mektubunu Av
lonya'ya Devlet Reisi İsmail Kemal'e götürmeye memur edildik. Fiye
ri'den üç dört saat uzakta Viyosa Nehri yerine kadar olan arazide henüz
Arnavutluk hükümeti kurulmamış. Bu hükümet geçit noktasından sonra
başlıyor. İki subay ve iki de emir atlısı geçit yerine geldik. Suyun karşı ta
rafına geçmek için karşı taraftaki karakola silahlarımızı teslim etmekliğimi
zi istediler. Hiç Arnavuda verilen silah geri alınabilir mi? Hem de bu ge
çitten sonra Avlonya'ya kadar daha üç dört saatlik yol var. Köylüler yol
larda bizi soyarlar ve öldürebilirler: " Silahlarınızı bırakmazsanız, tarafsız
Arnavutluk'a giremezsiniz" diye, başı Arnuvut takkeli şef ısrar etti ve ka
yıkta "Yaşasın Kartal" diye salın gerisine çekilmiş olan Arnavut bayrağını
göstererek bağırdı. Yanımdaki arkadaşım sinirlendi, ben susmasını işaret
ettim. Karşı yakaya geçince Üzerlerinde henüz Türk jandarma elbisesi bu
lunan Arnavut jandarmalarının çavuşunun eline sıkıştırdığım iki mecidiye
(Bugünkü para ile yirmi lira) karşılığında hem ilk Arnavut emniyet teşki
latının ahlakını bozduk ve hem de Arnavutluk'un tarafsızlığını.
Avlonya'ya girdiğimizde bir otele yerleştik. Bizden evvel J\rnavutluk'a
katılmış olan sınıf arkadaşım Leskovikli Cavit'i buldum. İsmail Kemal'in
başkanlık ettiği muvakkat Arnavutluk devletinin genelkurmay başkanlığına
tayin edilmiş, maaşı dört yüz kuruş. Halbuki o zaman Türkiye'de bir
üstteğmen maaşı altı yüz elli kuruş idi. Akşam üzeri bizi deniz kenarında
J';'_ 6
RAHMİ APAK
bir bahçeli gazinoya götürdü. Üç çingene, ut, keman ve kanun ile bir in
ce saz takımı yapmışlar, çalıyorlar ve okuyorlar. Tabii Türkçe. Henüz Ar
navut milli musikisi yaratılmamış olacak. Otelde akşam yemeğini yerken
yanımıza beyaz keçe külahlı ve asker elbiseli birisi geldi. Avlonya polis
müdürü imiş. Bize ciddi bir çehre ile: "Arnavutluk devleti tarafsız bir dev
lettir, yirmi dört saatten fazla bu topraklarda kalamazsınız. Yarın hudut
dışına çıkmalısınız" diye ültimatomu bastı. Yanımızdaki Genelkurmay
Başkanı Cavit ağzını açıp birşey söyleyemedi. Otelde rahat bir uyku çek
tikten sonra ertesi sabah geriye döndük. Yola çıkarken, bir Arnavut yanı
ma yaklaşarak binek hayvanımı kendisine satmaklığımı teklif etti. Hayva
nım genç bir Arap atı idi. Devlet malını satamayacağımı söyledim, homur
danarak uzaklaştı. Viyosa geçidine tekrar geldik ve hayvanlarla birlikte sa
la binerek karşı yakaya geçtik. Geçit yerinden yüz elli adım kadar uzak
laşmıştık, arkamızdan birdenbire sekiz on tüfekle bir yaylım ateşi açıldı.
Ben hayvanın üstünde yumruk gibi içime girerek küçüldüm ve dörtnala
kaçmaya başladım. Arap hayvanı bu, yel gibi uçuyor. Fakat arkadaşım
yüzbaşının hayvanı lenduha bir kadana, geride kaldı: "Yavaş yahu beni
bekle" diye bağırdığını işitiyordum. Kim dinler yarım dakikada kurşun
menzilinin dışına çıktık ve kendimizi kurtardık. Kurşunlar başımızın
üstünden vızıldayarak geçiyordu. Kasıtlarının, hayvanlara zarar vermeden
bizi sakatlamak ve hayvanlarımızı ele geçirmek olduğu anlaşıldı. Bilhassa,
mermilerin en çoğu benim kafamın üstünden aşmakta olmasına göre
gözleri benim Arap atında idi. Herhalde bu pusuyu, Avlonya polis
müdürü tertip etmişti. Bu vartayı da böylece atlattık ve hemen bir Arna
vut köyünün içine girerken yüksek geçen kurşunların vızıltısını duymuş
olan bazı insanların evlerinden dışarıya fırlamış olduklarını gördük.
Grebneli Bekir
Ben hemen yürüyüşü adetaya geçirdim ve hiçbir hadiseye hedef ol
mamışız gibi soğukanlılıkla arkadaşımla gülerek konuşmaya başladım ve
atılan silahların bize atılmamış olduğu intibamı yarattım, fakat köyden çı
kar çıkmaz tekrar dörtnala kalktık ve uzaklaştık. Bir müddet sonra buraya
doğru ilerleyen bir Türk yürüyüş koluna rastladık, r ooo kadar mevcutlu
bir kıta. Buraya çadır kurmaya gelmiş, meşhur Grebneli Bekir'in gönüllü
kıtası, bu zatı ilk defa görüyordum. Saçları bir kadın saçı gibi uzun, ta
ranmamış, ince uzun boylu güzel yüzlü ve genç bir adam. Yunanlılara ve
Epirli Rum çetelerine karşı Yanya müdafaasının sol kanadında büyük ya
rarlılıkları görülmüştü. Bu kahraman Grebneli sonra Birinci Umumi Sa-
YETMİŞLIK B İ R S UBAYIN HATIRALARI
vaş'ta tümen kumandanı olarak bulunurken Rusların yaptığı bir gece bas
kınında şehit düşmüştür. Bir gün sonra da aynı geçit yerinde, bu geçitteki
Arnavut hudut bekçileri, meşhur Hürriyet Kahramanı Niyazi Bey'i
öldürdüler. Bir zamanlar: "Yaşasın Niyaziler, Enverler, varolsun hamiyetli
askerler" türküsü ile bütün memlekette alkışlanan Hürriyet kahramanı bu
rada ölüme kavuşmuş oldu.
bir şerir ile diğer birkaçı öldürüldü ve bir ikisi yaralı olarak ele geçirildi
ve bu çarpışmada Cemal Bey' in emir subayı bir yüzbaşı da öldü.
Haziran ı g ı 3'de öldürülen Mahmut Şevket Paşa vak'asını müteakip
İstanbul'da geniş şekilde tevkifler yapıldı ve yirmi kadar suçlu Beyazıt
meydanında asıldı. Bunların arasında Osmanlı hanedanına damatlık eden
Salih Paşa adında birisi de vardı. Sınıf arkadaşlarımdan Samsunlu Osman
idam ekibi içinde çalışmıştı. Bana şöyle anlattı: "Suçluların hepsini aynı
zamanda ve aynı dakikada asmak mümkün olmadığı için, asılmakta geri
kalanlar, diğerlerinin asılmasını seyretmeye tahammül edemiyorlardı. Bazı
ları ceplerindeki paraları vererek asılma sırasının öne alınması için yalvarı
yorlardı. Bu arada Salih Paşa da kendisini çok bekletmemekliğim için ve
derhal asmaklığım için bana altın saatini hediye etti".
Balkan savaşı hakkında daha akademik bir siyasi analiz benim kom
petansımın dışındadır. Ben ancak, o zaman içinde yaşadığım havayı kısa
ca belirtmekle iktifa ediyorum.
ıçın (Heyeti İslahiye) adı altında seksen kadar Alman subayından mürek
kep bir misyon Türkiye'ye geldi. Bunların başında, Korgeneral rütbesinde
ve Liman Yon Sandres adında bir general vardı. Bu meyanda Yıldız'daki
Harp Akademisi'nin bütün öğretmenleri ve hatta müdürü bile Almanlar
oldu.
İ tiraf etmeli ki, binbaşı, yarbay ve albay rütbesinde ve mesul kıta ku
mandanı olarak ordumuzun içine sokulmuş olan bu Alman eğitim heye
ti , kısa zamanda Türk Ordusunda bir çalışma, disiplin ve ponktüalite ru
hu yarattılar. Bir yıl sonra girdiğimiz Birinci Cihan Savaşı'nda Türk Or
dusunun gösterdiği yüksek kabiliyette, bu çalışmanın tesiri inkar edilemez.
Akademinin son sınıfı dahi, Alman öğretmenlerin idaresinde kesif bir
çalışma içinde geçti. Derslerimizin içinde askerliğe ait olanlardan maada
siyasi tarih ve harp hukuku dahi vardı. İktisat bilgisi hakkında bize hiçbir
şey öğretilmedi.
Siyasi tarihi meşhur Diran Kelekyan okutuyordu.
Harp Akademisi üçüncü, yani son sınıf hayatımızı kısaca hikaye et
tim. Biz, bu son sınıfı bitirdiğimiz zaman Avusturya İmparatoru'nun oğlu
ve saltanatın veliahdı olan Prens Ferdinand Bosnasaray'da Prençipi adında
bir Sırplı tarafından öldürüldü (28 Haziran 1 9 1 2). 88 yaşındaki, babası
Fransuva Yozefin yerine geçecek olan Ferdinand , Slavlık için tehlikeli ola
cak, azim ve irade kuvveti fazla bir şahsiyet idi. Bu hadise Avusturya'nın
Sırbistan aleyhinde şiddetli harekete geçmesini ve Sırbistan'ı kuvvet ile
tehdide kalkarak, seferber olma ilan etmesini mucip olunca, arkasından
Rusya'da dahi harp hazırlıkları başladı. Bu hazırlıklara mani olamayan
Almanya dahi seferber olma ilan ederek mevcut plan mucibince Batı'ya
yani Hollanda ve Belçika'ya saldırışa geçti. Arkasından Osmanlı memleke
tinde dahi seferber olma başladı.
F. 7
98 RAHMİ APAK
v an bölgesine hareket
ı g ı 5 ilkbaharında, karlar erimeye başlayınca, Ruslar yeni getirdikleri
kuvvetlerle bizim sağ kanadımızdan ilerlemeye başladılar. Van Gölü'nün
kuzeybatısındaki bu bölge aşiret süvari kıtalarıyla örtülüyordu. Ruslar Ka
rakilise, Kılıçgeçiği, Malazgirt Üzerlerinden Muş'a doğru sarkmaya başla
mışlardı. Ayrıca, bizden sonra Halil Bey'in komutasında yeniden teşkil
edilerek, İran Azerbeycanı'na giren Birinci Seferi Kuvveti geriye atan Bara
tof adındaki Ermeni komutasındaki Rus birlikleri de Van Gölü güneyin
den hudutlarımızı geçmişlerdi. Birinci Seferi Kuvvet Bitlis üzerine çekili
yordu. Turan yolunu Birinci Seferi Kuvvet dahi açamamıştı ve bu çekilişte
Ermeniler Van havalisinde büyük vahşetler ve katliamlar yapmışlardı.
Bu durum karşısında, Üçüncü Ordu , bizim tümeni kendi sağ kanadı
nı korumak için Van Gölü kuzey bölgesine yollamak kararını verdi. He
men Hınıs'a hareket ettik. Hınıs'tan sonra, Muş istikametinde yürüyüşe
devam ederken bir taburumuzu Bulanık'a gönderdik. Bu tabur Bulanık
güneyindeki sırtları işgal eden derme çatma depo kıtasını takviye edecek
YETMİŞLİK BİR SCBAYIN HATIRALARI ıcı
görmeyeyim mi? Kırk elli adım mesafede, süngüleri takılı, bağırarak ilerle
yen bu Rusların manzarasını ömrüm boyunca unutamayacağım. Sarı sa
kallı ve küçük mavi gözlü hayaletler. Bereket versin ellerindeki tüfeklerin
tetiğini çekmeyi akıl etmeyerek bize doğru bağırarak koşuyorlar, ateş etse
lerdi kalbura dönerdik. Meğerse bunlar bizim iki dakika önce üstüne in
diğimiz tepenin doğu kenarına kadar gelmişler, orada toplanmışlar ve Ali
cenap'ın ileriye sürdüğü başıbozuklara süngü hücumuna kalkmışlar. Ateş
etmemelerinden istifade ederek, hemen geriye hayvanımın yanına koştum
ve hayvana atlayarak dörtnala ben de kaçmaya başladım. Yüksek mevkide
bulunan Ruslar bu defa ardımızdan şiddetli bir ateş açtılar. Sağımda ve
solumda kaçan başıbozukların kimisinin hayvanı, kimisinin de kendisi vu
ruluyor ve yerlere yuvarlanıyorlardı. Ben de hayvan üstünde hedefimi
küçültmek için yumulmuş, kulaklarımın kenarlarında vızıldayan kurşunla
rı dinleyerek uzaklaşmaya çalışırken, hayvanım birdenbire öne tökezledi,
yuvarlandı ve ben de topraklar içinde iki üç takla attım. Hayvanım kır bir
kısrak idi. Meğerse vurulmamış, fakat tökezlemiş lakin ayağa kalkınca be
ni bırakıp kaçtı. Şimdi on adım koşuyor yere yatıyorum, tekrar kalkıp ko
şuyorum ve yatıyorum. Fakat kurşun yağmuru beni bırakmıyor. Rusların
bağırtılarını işitiyorum. Bu esnada Emir Subayı Alicenap dörtnal yanımdan
geçerken beni gördü. Vefakar kavga arkadaşı, beni bırakmak istemedi.
Ateş altında geri döndü, ayağını uzattı, arkama terkiye bin dedi. Fakat
o kadar yorulmuştum ki, binemedim: "Otuz kadar Rus atlısı geliyor. Bin
yaya kaçamazsın" dedi. Fakat yine binemedim. Bu esnada sahibi vurul
muş kaçmakta olan bir başıbozuk atını yakaladı, bana verdi, ben bu ata
atlayarak kaçtım ve birlikte artık Rus piyade ateşinin tutamayacağı bir al
çaklığa eriştik. Tam bu esnada gelmekte olan alayımızın öndeki bölüğü
göründü.
Perişan halimi erlere ve subaylara göstermemek için at üstünde ken
dime çeki düzen verdim. Her tarafımdaki tozları ve toprakları silktim ve
bütün soğukkanlılığımı takınarak başta yürüyen bölük kumandanına yak
laştım: "Attan in, bölüğü saf nizamına geçir, süngü taktır, tepeye süngülü
hücum .. '' emrini verdim.
Bir şahane manzara, ömür dolusu gider. Bölük Kumandanı Hakkı kı
saca boylu, tıknaz ve Bulgaristanlı bir genç. Bölüğü derhal saf nizamına
geçirdi. kılıç yerine kullandığı palasını sıyırdı ve safın ortası ilerisine geçti.
Ölmeye ve öldürmeye karar vermiş bir kahraman. Güzel yüzünde tatlı
gülümseme: ''Haydi arkadaşlar, anamız bizi bugün için doğurdu . . . " diye
haykırdı. Bir süngü duvarı. metin adımlarla ve hiçbir saf pürüzü yapmak-
YETMİŞLİK BİR SCBA YIN HATIRALARI
ı o :ı
sızın geçit resmi yapıyormuş gibi ilerlemeye başladı. Ben attan indim ve
yaklaşan tabur kumandanına diğer iki bölüğün sağa ve sola kademeli ola
rak takip ettirilmesini söyledim. Birdenbire başım dönmeye ve midem bu
lanmaya başladı. Biraz uzaklaştım ve kusmaya başladım. Halbuki ağzıma
bir lokma birşey koymamıştım. Sinirlerim o kadar bozulmuştu ki müte
madiyen kusuyordum. Hayvanımın dizginlerini tutarak çömeldim. Kus
tum, kustum, kustum. Olduğum yerde biraz sonra tepenin üstünden çoş
kun Allah Allah seslerini işittim. Hemen hayvana atlayarak dörtnal tekrar
tepeye çıktım, fakat tepenin üstünde kimseler kalmamış beş altı Rus
ölüsü, ölmeye çalışan yaralılarından maada. Bizim bölük tepenin düşman
tarafına inmiş, bağırtılar, şiddetli ateşler: "Vur, at, tut, yürü ... " sesleri.
M uharebe çok tuhaftır. Bakınız iş nasıl olmuş? Rus bölüğü tepeyi al
dıktan ve bizi bu hale soktuktan sonra arkadan gelen yanlış bir emirle
tekrar bu tepeyi terkederek geriye gitmiş. Rus tabur kumandanı, bu yanlış
hareketi düzeltmek ve bu önemli tepeyi tekrar tutturmak için atını sürerek,
bu bölüğün yanına gelmiş ve Rus bölüğünü tekrar tepeye sürmüş. Fakat
iş işten geçmiş. Rus bölüğü tepeye tekrar çıkarken bizim kahraman Hak
kı'nın askerleri açılmış ve süngü takılı bir halde tepeye ayak basmışlar ve
Ruslara bir süngü hücumu yapmışlar. Ruslar bu hücumu kabul edemeye
rek geriye kaçmaya başlamış, bizim kahramanlar da beş altı Rus'u
süngüledikten sonra kaçanların arkasına düşmüşler, tepenin doğu kenarı
na gelmişler, vadiye ve dereciklere doğru kaçan Rusların arkasından şid
detli bir ateş takibi ve süngü ile kovalamaya başlamış. Ben tekrar hayvan
dan indim. Bu defa beni, mukavemet edemediğim bir uyku bastı, hayvanı
bırakarak tepenin ortasına uzandım. Güneş altında uyumaya başladım.
Göz kapaklarım açılmıyordu. Uykunun mağlubu oldum. Birdenbire
düşman topçusu tepenin üstüne ateş etmeye başladı. Gülleler sağıma ve
soluma düşüyor, müthiş gürültü ile patlıyor. Yüz metre uzağa çömelmiş
olan emir subayı: "Bay kurmay, vurulacaksın tepeden kalk, yan taraflara
kaç . . . . " diye bağırıyor. Bunu işitiyorum, fakat kalkamıyorum. Yüzde yüz
ölsem yine uyuyacağım. Bu defa uyuyorum, uyuyorum, uyuyorum . . .
Bereket versin R u s topçusu beş o n gülle attıktan sonra ateşi kesti.
Çünkü tepe üstünde kimse kalmamıştı.
Seyislerim geldiler, beni kaldırdılar. Bize saldıran bütün Ruslar geri
gitmişler. Ahlat'taki taburun cephesine saldıranlar yakın mesafelere kadar
sokulmuş ve hatta bir iki yerde bizimkilerle süngüleşmiş olmalarına rağ
men kaçmışlar, muharebe sona ermiş.
ı o(j RAHMİ APAK
mından Malazgirt'te yerleşmiş, bazı defa taarruz ederek Osman Bey'in as
kerlerini geriye Belican sırtlarına çekilmeye mecbur ediyor. Kop kasabası
na giriyor, orada aşar gelirinden toplanmış iki bin ton kadar buğdayı geri
ye nakletmeye uğraşıyor. Sonra bizimkiler kendilerini gösterince tekrar
Malazgirt'e doğru çekiliyor, bu defa da bizimkiler bu buğdayı geriye yol
lamaya gayret ediyorlar. Kop kasabası, Belican sırtlarının tehdidi altında
bulunduğundan iş bu sırtları elde etmedikçe, Rusların kasaba içinde ba
rınmaları güç oluyor. Bizimkiler kasabaya girince, hükümet konağını ka
rargah ittihaz eden Rusların acele geri çekilerek karargahın taksimat lev
halarını kaldırmamaları yüzünden Rus kumandanının, emir subayının,
haberleşme takımının, levazım ve iaşe hizmetlerinin hangi odalarda otur
duklarını öğreniyorlarmış. Bir tuhaf şey de, maliye ve nüfus idareleri oda
larındaki büyük defterlerin boş sahifelerini Süleymanofun emir subayı ke
serek bunlardan zarf yapmak adeti olduğundan ve bizim de zarf ihtiyacı
mız pek fazla olduğundan Rusları Kop'tan kovup da kasabaya girdiğimiz
zaman, bizim tümen emir subayı da Rus'un hazırladığı zarflara saldırır ve
yüzlerce yapılmış zarf sağlardı. Biz Ahlat'tan geldiğimiz gece Ruslar tekrar
Malazgirt'e çekilmişler ve bizim emir subayına bol bol yapılmış zarf ka
zandırmışlardı.
mından Malazgirt'te yerleşmiş, bazı defa taarruz ederek Osman Bey'in as
kerlerini geriye Belican sırtlarına çekilmeye mecbur ediyor. Kop kasabası
na giriyor, orada aşar gelirinden toplanmış iki bin ton kadar buğdayı geri
ye nakletmeye uğraşıyor. Sonra bizimkiler kendilerini gösterince tekrar
!\lalazgirt'e doğru çekiliyor, bu defa da bizimkiler bu buğdayı geriye yol
lamaya gayret ediyorlar. Kop kasabası, Belican sırtlarının tehdidi altında
bulunduğundan iş bu sırtları elde etmedikçe, Rusların kasaba içinde ba
rınmaları güç oluyor. Bizimkiler kasabaya girince, hükümet konağını ka
rargah ittihaz eden Rusların acele geri çekilerek karargahın taksimat lev
halarını kaldırmamaları yüzünden Rus kumandanının, emir subayının,
haberleşme takımının, levazım ve iaşe hizmetlerinin hangi odalarda otur
duklarını öğreniyorlarmış. Bir tuhaf şey de, maliye ve nüfus idareleri oda
larındaki büyük defterlerin boş sahifelerini Süleymanofun emir subayı ke
serek bunlardan zarf yapmak adeti olduğundan ve bizim de zarf ihtiyacı
mız pek fazla olduğundan Rusları Kop'tan kovup da kasabaya girdiğimiz
zaman, bizim tümen emir subayı da Rus'un hazırladığı zarflara saldırır ve
yüzlerce yapılmış zarf sağlardı. Biz Ahlat'tan geldiğimiz gece Ruslar tekrar
Malazgirt'e çekilmişler ve bizim emir subayına bol bol yapılmış zarf ka
zandırmışlardı.
böylece susturuldu. Düelloyu Zihni Bey kazandı. Biz heyecan içinde kah
raman topçu Kumandanımızı alkışladık ve üç dört gün sonra da onun
Binbaşılığa terfi ettiği hakkındaki Başkumandanlık emrini ona müjdeledik
(bu Zihni Bey r 945'de Tümgenerallikten emekliye ayrılan Zihni Toyde
mir'dir). Muharebe kızışıyordu . Bu defa, iki süvari alayından mürekkep
bir Rus süvari tugayı bizim sol kanadımızın dört kilometre uzağından
uzun bir yürüyüş kolu halinde, sol gerimize doğru sarkmaya başladı. En
solda bulunan iki toplu bir dağ bataryamız bu süvari koluna ateş açtı ise
de Rus süvarileri bana mısın demeyerek ve istiflerini bozmayarak
yürüyüşlerine devam ettiler. Bir batarya topları da var. Bunlar Muş is�ika
metine yürüyorlar, bizim geri ile olan biricik muvasalamızı kesecekler.
Bütün kıtalarımız mevzilere muharebe hattına sokulmuş. Bir makineli
tüfek takımı ile bir piyade bölüğü tasarruf ederek gerimize gönderdik ve
arkamızı korumaya memur ettik. Gerimizdeki tehlikeye karşı sevk edebil
diğim kuvvet ancak bu kadar. Gerideki seyyar hastanemizin Muş'a kaç
masını ve sıhhiye bölüğümüzün de bize kadar sokulmasını emrettik. Ayrı
ca erzak ve cephane kollarımızın da bütün erlerini iki bölük haline soka
rak bir hesap memuru ile iki tabur imamının emri altında, gerimizde
müdafaa mevzii tutmalarını düşündük ve bunlara böylece emir gönderdik.
Akşama doğru, Kazak tugayının yine uzun y ürüyüş kolu halinde geri
ye gitmekte olduğunu görüyoruz. Uzaktan bir iki top mermisi savurarak
lıu tugayı teşyi ettik. Gerimizin kapanması tehlikesi ortadan kalktı. Hafif
yaralıların yaya olarak geriye gitmelerini sağladık. Ağır yaralılar da sıhhiye
bölüğünün yaylı arabaları ile geriye gönderilmeye başlandı, bu üstü kapalı
yaylı arabalar Rus topçusunu galiba çok sinirlendiriyordu. Bu arabaları
topçu mu sanıyorlardı nedir? Her tek araba yola çıkıp Rus topçusu tara
fından görüldükçe Ruslar beş on mermi atıyorlar tabii neticesiz, biz bu
atışlara güldük durduk.
II2 RAH M İ APAK
F 8
I J4 RAHMİ APAK
!inde. Bizim tümen emrinde bir atlı bölüğü ve bir yaya taburu vardı.
Bur,,ar başlarına beyaz kavuğu giydiklerinden, cephe içinde Ruslar ve bil
hassa Kazaklar bunların bulundukları yerlere saldırmayı tercih ederlerdi.
Bu son taarruza karşı aynı cephede kaç gün dayandığımızı şimdi kati
olarak hatıriamıyorum. Hatırladığım birşey varsa tümen mevcudumuzun
yarısını kaybetmiş olmamız. Bir zaman geldi ki, cephenin bütün uzunlu
ğunda bir mangacık ihtiyatımız bile kalmadı. Gözlerimiz kuzeye çevrilm i�.
Murat Suyu istikametinde yardımcı kuvvetleri bekledik durduk. Nihayet
günün birinde öğleden sonra l\Iurat Suyunun üzerine topçu şarapnelleri
nin düşmeye başladığını ve bazı piyadelerin suyu yürüyerek geçmekte ol
duklarını gördük. Yardımcı kuvvet gelmişti, fakat yukarıda dediğim gibi
geç kalmıştı. Çünkü aynı gün mevzimizin gayet zayıf olan sol kanadına
bir Rus süvari alayının yaptığı atlı hücum neticesinde, bu kısmın bozuldu
ğunu ve bu bozuluşun şimşek gibi bütün cepheye sirayet ederek Haçlıgöl
ı ı6 RAHMİ APAK
- Kop arasındaki bütün askerlerimizin dağınık bir halde geriye sökün et
tiklerini gördük. Hiçbir ihtiyatımız kalmadığından boşalan yeri tıkamak ve
yamamak mümkün olmadı, fakat ne düşman süvarisi ve ne de piyadesi
derhal istekli bir takip yapmadığından, Belican sırtlarının vücuda getirdiği
tabii perdenin arkasında, dağılmış birliklerimizi tekrar toplamak için
büyük kuvvetler sarfettik ve yürüyüş kolumuzu kurarak Kop'tan on beş
kilometre geride bir kuru vadi gerisinde tümeni akşama doğru tekrar top
ladık.
Tek bir (Balimus) adi ateşli dağ topumuz bir Rus seri ateşli sahra
bataryası ile nasıl dövüştü?
Soldan giden kolumuzun öncü bölüğünün yanında tek bir adi ateşli
ve Tophane mamulatından çakaralmaz balyemez topu vardı. Düşman ba
taryası, Belican'ın teşkil eylediği belde mevzi almış, cepheden gelen sağ
kolumuza şiddetli ateş açmıştı. Biz bu b ataryanın yanına düştük ve bal
yemez topunu taş!ıkların arasına yerleştirdik. Hiç unutmam, sekiz yüz
metreden düşman bataryasının yanma ateş açtık. Eğer yanımızda tek bir
makineli tüfek olsa idi, bu dört Rus topunu bir iki Rafa! ateşi ile geçirmek
işten değildi. Balyemezin ilk mermisini Rus bataryasına gönderdik, fakat
iyi b ir isabet sağlayamadık. Mübarek bir kere patlayınca namlusu yukarı
kalkıyor ve şahlanıyor. Sanki attığı merminin isabetini kendisi de görmek
istiyormuş gibi bir ayaklanması var. Bu sebepten nişan bozuluyor, tekrar
kuyruğundan sağa ve sola kımıldatarak nişanı düzeltmek lazım. Bu zaman
zarfında Rus bataryası iki topunu derhal bize çevirdi. Topların alevini
görmemizle birlikte iki Rus güllesinin, arkasına saklandığımız taşlara çar
pıp müthiş bir gürültü ile patlaması bir oldu. Bu patlama kulaklarımızı
sağır edecek kadar dehşetli. Düşman topları beş altı gülle attıktan sonra
bizim balyemez, aralık bularak ikinci gülleyi savurdu, ikinciyi atan sen mi
sin? İki çabuk ateşli Rus topu şimdi kesiksiz bir ateşe başladılar. Gülleler
ne kadar isabetli düşüyor. Topçu subayı ve iki numara neferi ve ben taş
ların arkasına sindik. Eğer bu taşlar olmasa idi bizde ne et kalırdı, ne de
kemik. Duman içindeyiz ve taşlardan kopan parçalar etrafımıza dağılıyor.
Bundan istifade ederek Rus bataryası koşum hayvanlarını rahatça getirdi
ve üç topunu geriye kaçırdı. Yalnız bir top uzak mesafeden ve yandan za
yıf piyademizin ateşleri ile koşum hayvanları vurulduğundan yerinde kaldı
ve bizim elimize geçti.
dört yaşlarında iki kız çocuğu oturmuş ağlıyor. Yanlarına yaklaştım: " Niye
ağlıyorsunuz, sizin ananız, babanız yok mu?" diye sordum. Türkçe anlı·
yarlar. Fakat cevap vermiyorlar. Ağlamakta devam ediyorlar. Çerkezlere:
"Bu çocukları alın da köyünüze götürün" dedim. Çerkez'in birisi hayvan
üzerinde doğrularak çocuğun birisine elini uzattı. Tam bu sırada, hemen
yandaki mağaranın içinde otuz yaşlarında kadar bir kadın çıktı. Çenesin
den bir kurşun yemiş, kan içinde: "Kadın, seni kim vurdu, bu çocuklar
senin mi, aşağıya in de senin yaranı sardıralım" dedim. Kadın bir kere
bana baktı, bir kere de çocuklarına baktı, sonra birdenbire kendisini aşa
ğıya attı. Yükseklik beş altı metre. Aşağıya taşlar, üzerine düştü, inlemeye
başladı. Derhal yanımdaki atlılardan birisini sıhhiye bölüğüne gönderdim
ve bir sedye getirip kadını almalarını tembih ettim. Bu defa çocukları al
makta olan Çerkez, büyükçe olan kız çocuğunu alırken bu çocuk yanım
daki diğer bir mağarayı göstererek: "Burada da benim kardeşim var" de
di. Çerkez oraya tırmandı ve on beş kadar yaşında bir erkek çocuğunun
ölü olarak yatmakta olduğunu söyledi.
muştu? Kızı tutan erlerden birisi bir kağıt uzattı. İleri karakola memur bir
bölüğümüzün yüzbaşısı gönderiyor. Bunlar, tertibat almak için ilerlerken
Murat Suyunun hemen kenarında bir topluluğun üstüne uğramışlar. As
kerlerimizi gören erkekler kaçmaya başlamış, bizimkiler Üzerlerine ateş et
mişler. İkisini vurmuşlar, diğer üçü kaçmaya muvaffak olmuş. Fakat arala
rındaki iki kızdan donları çıkarılmış olan birisi, askerlerimizi görünce he
men kendisini suya atmış ve boğulmuş. Vay zavallı yavrular, bunlar civar
daki bir Türk köyünden imişler. Bu beş namussuz Rus ve Ermeni dökün
tüleri tarafından saatlerce kirletilmişler, kurtarılıp getirilen kızcağızın topal
laması da bu kirletme yüzünden imiş. Kendini suya atan kız, bu şerefsiz
liğe tahammül edememiş. Kendi milletdaşlarından utanmış ve ölümü ter
cih etmiş.
fazla toptan ibaret idi. Bizim ise, mevcutları yarıdan aşağıya inmiş piyade
taburlarımızın sayısı kırkı geçmiyordu, topçumuz da çok azdı.
düzeltmek için oradan ayırdıkları kuvvetleri bizim grubun sol kanat ve ge
rilerine doğru sürmüşler. Bu hareketi bizim ordu çok geç haber almış.
Yani sol kanat ve sol gerimiz tehlikeye girmeye başladıktan sonra, solu
muzda iki tümenli Dokuzuncu Kolordu vardı. Bu kolordu, Sarıkamış fela
ketini görmüş geçirmiş bir kıta idi. Yeni Kumandanı, Selanikli General
Remzi idi. Bizim henüz birşeyden haberimiz yok, Murat Suyu gerisinde
Küpkıran Köyü önündeki sırtları tahkim etmekle meşgulüz.
Akşam olur olmaz, her kıta, ufak bir artçı bırakarak çekilmeye başla
dı. Fakat bazı açılmış deliklerden düşman sızmış olduğundan çok dikkat
lazımdı. Ben Tümen Kurmaybaşkanı olarak, her zaman, geri çekilişlerde
en arkaya bırakılan birliğin yanında kalırdım. Bu defa da, son zamana
kadar artçı taburumuzun yanından ayrılmadım. Yolunu şaşırarak çıkmaz
bir yoldan geriye gitmeye çalışan bir bataryamızı geri çevirerek yola çıkar
dım ve düşman eline geçmesini önledim.
Artçı taburunun sargı yerinde yürüyemeyecek ve kalkamayacak beş
altı yaralımız yatıyordu. Bunları geriye nakletmeye imkan yoktu, çünkü
bütün tümen çekilmişti. Tek vasıta yoktu. Hayvan sırtına dahi binemezler
di. B inebilseler, birisini olsun kendi hayvanıma bindirerek kendim yaya
yürüyecektim. Zavallıların hiç bir şeyden haberi yok. Bunların başına bir
sıhhiye neferi bırakarak bir beyaz bayrak dikmekten başka çare yoktu, fa
kat hiçbir sıhhiyeci kalmak istemiyordu. Eğer bunları gören Rus munta
zam ordu kıtası olursa ve başlarında bir Rus subayı da bulunursa hayat
larına kastedilmeyeceklerini düşünürdük. Fakat ekseriya Rusların önünde
giden Ermeni çeteleri ilk önce bunları görürse hepsinin öldürüleceğinı mi
salleriyle biliyorduk. Ben bir deynek buldum, yere diktim ve ucuna da bir
mendil bağladım. Sargı yeri yol üzerinde idi. Tabur harekete geçti, yaralı
lar karanlıkta. otlar içinde hışırtı çıkararak gerileyen arkadaşlarını görünce
1 26 RAHMİ APAK
Abdülkerim Paşa
O zaman, korgeneral rütbesinde bulunan bu Abdülkerim Paşa'dan
biraz bahsetmemek hatıralarım için bir noksanlık olacaktır.
Sarıkamış taarruzunda Tümen Kumandanlığı yapan bu zat çok dinci
ve sofu idi. Kolordusu için verdiği hareket emirleri şöyle başladı: "Yarın,
Tanrı'nın yardımıyla kolordu kıtaları filan saatte yürüyüşe geçecektir. Ya
hut, Allahın inayeti, Peygamberin şefaati, evliyaların, kırkların ve yedilerin
RAH M İ APAK
kerameti ile ordumuz taarruza geçecektir". Bir diğer yerinde: "Yarın, ko
lordu karargahı inşaallahürahman, filan köyde konaklayacaktır. . . .
"
Bağdat yolculuğu
"Kendisi muhtaca himmet bir dede, nerde kaldı gayrıya himmet
ede" . İşte 1 9 1 5 yazı sonunda bir ileri saldırış, sonra bir gerileme ile
düşmanı oyalamaya çalışan, memleketin birkaç vilayetini düşman istilası
na kaptıran 3 üncü Ordudan iki tümenin, Irak cephesine yollanmasına
başkumandanlık karar ve emir veriyor. Bu iki tümen de XVIII inci Kolor
duyu teşkil eden 5 1 inci ve 52 inci Tümenler. Bu tümenler, Kafkas cephe
sinde Rusları yıldırmış ve 1 9 1 5 yazında Rus Ordularının Bitlis - Muş üze
rinden Anadolu ortalarına ilerlemek yolunu kapamış seçkin kıtalardır.
Şimdi 3 üncü Ordu bu iki tümeni de kaybedince onun hali ne olacaktır.
Onun hali, düşünüldüğü gibi oldu. Ruslar ertesi yaz Erzurum'u
düşürdüler, Erzincan'a vardılar. Karadeniz kıyılarından Trabzon'a ilerledi
ler. Daha güneyde l\luş, Bitlis bölgeleri de düşman eline geçti. Neden
sonra İngilizlerin Çanakkale'den çekilmesi sayesinde serbest kalan tümen
ler, Kafkas cephesine nakledilerek Rusların daha fazla ilerlemeleri durdu
ruldu.
Bunları münakaşa etmek bu kitabın alanı dışındadır. Yalnız bu ka
darcık da söylemeden geçilemez. Memleketin bir tarafı istilaya uğrarken,
oradan kuvvet alıp yine istilaya uğrayan diğer tarafın yardımına gönderi
yoruz. Biz bu aciz duruma, harbe girdikten yedi sekiz ay sonra düştük.
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI ı 29
Yani harbe girdikten yedi sekiz ay sonra dört taraftan toprak kaybetmeye
başladık. Balkan harbinde biz harpten kaçınmıştık, harp istemiyorduk. Bi
ze saldırdılar, namus belası müdafaa ettik. Fakat bu defa harbi biz istedik.
Zayıflığımıza, geriliğimize, parasızlığımıza, fakirliğimize, teşkilatçılık nok
sanlığımıza, yolsuzluk ve demiryolsuzluğumuza ve nihayet vatan içinde
millet birliği ve düzenlik kuramamış olmaklığımıza bakmayarak. Alman
harp gemileri ile Sivastopol ve Odessa'yı bombardıman ettirdik ve harp
açtık.
Dünyanın en kalabalık ve en zengin milletlerinin ve devletlerinın kar
şısına düşman olarak çıktık. Eğer işbirliği ettiğimiz Almanya harbi kazan
sa idi. memleketimizin bir Alman sömürgesi derecesine düşeceği de mu
hakkak idi. Almanya'nın kaybedeceği ise uzun düşünmeden belli bir şey
di. O halde, bir Enver Paşa'nın kaprisi yüzünden bu kavgaya girmiştik.
Hesapsız, kitapsız bir giriş. Bu giriş bir imparatorluğun parçalanmasına ve
harp ve açlık ve hastalık yüzünden yedi sekiz milyon Türk'ün ölümüne se
bep olmuştur. Tanrım, milletleri akılsız başlardan korusun.
Önümüzde 5 1 inci Tümen ve arkada bizim 52 nci Tümen olmak
Üzere yola çıktık. Yürüyüş itinereri şöyle: '·Hınıs-Muş-Bitlis ve Siirt üze
rinden Cizre'ye (o zamanki adı Cezirei ibni Ömer)" yürüyerek gideceğiz.
Oradan sonra hayvanlar, tekerlekli vasıtalar karadan ve insanlar ise kelek
ler vasıtası ile Dicle Üzerinden Samarra mevkiine gidecekler. Oradan da
demiryolu ile Bağdat.
1 9 1 4 kışına doğru Hasankale bölgesine geldiğimizde, tümenimizin in
san mevcudu l 6 bin idi. Orada tifüs salgınında iki binden fazla insan
kaybettik. Sonra Ahlat, Bulanık muharebelerinde ve Rusları kovalarken
yaptığımız takip kavgalarında ve çekilirken verdiğimiz artçı muharebelerin
deki büyük kayıplarımızdan dolayı, Hınıs bölgesinde yerleştiğimiz zaman
tümenimizin insan sayısı altı bine inmişti.
Bağdat için yola çıkmazdan Önce bize 3 bin kadar yeni er verdiler.
Fakat bunlar hiç kavga görmemiş, talim ve terbiye görmemiş gençlerdi.
Askerlik yapmaya hevesleri yoktu. Yola çıktığımızda, her gece on beş yir
mi tanesi kaçıyordu. Bunları kaçırmamak için subayların ve Türk erleri
nin sarfettikleri gayret çok büyük olmuştur. Hınıs'tan sonra bir hazari
yürüyüş yaptığımız için ve hava da müsait olduğundan her vardığımız
yerde çadır kurduruyoruz, geceliyoruz. Her tabur, kendi ordugahının etra
fında Türk erleri ile sıkı bir kordon kuruyordu. Bu kordonun dışına çı
kanlara ateş ediliyor. Yaya yürüyüşünü, askeri yormaksızın, uykusunu bol
F. 9
RAH M İ APAK
Siirt'ten birkaç konak sonra Cizre kasabasına geldik. İlk defa olarak
entari ile gezen ve geniş kahvelerinde iskambil oynayan insanlar gördüm.
Üç hain hakim
Bunun tek misali şudur: İngilizler ı 9 1 5'te Kuveyt ve Basra'ya asker
çıkardıkları zaman halkı arasında şöyle bir türkü çıkmıştır: "Hain olan ha-
1 34 RAHMİ APAK
imdat kuvvetleri gelinceye kadar, burasını bir istinat noktası olarak berkit
meyi daha önceden düşünmüşler.
Bizi Klıt mevkiinde aylarca işgal eden bu tel örgüleri olmuştur.
Selamet ya efendi
B ir gün Kılfa'ya binerek karşı kıyıdaki bu Iraklı taburun siperine git
tim. Orada, Iraklı manga kumandanı bir çavuşa: " Haydi bakalım, bak
karşıda bir Hintli nefer yere yatmış, siper kazmaya çalışıyor. Sen şu ma
kaslı dürbünle bak. Ben ateş edeceğim. Vurulacak mı vurulmayacak mı?"
dedim. Tüfeği kendi elime alarak siperin üstüne koydum, ve ateş ettim.
Gönderdiğim mermi çalışan Hintli'nin gövdesi yanından toz çıkardı, Hintli
nefer sürünerek geriye çekildi, boy siperine girdi. Fakat çalışmaya devam
etmek için tekrar sürünerek çıkacak idi. Bu defa makaslı dürbünün başına
ben geçtim ve Iraklı çavuşa: " Şimdi, ben sana söyleyince sen de tüfeği si
perin üstüne yatırarak ateş edeceksin" dedim. Maksadım onları ateş etme
ye alıştırmak idi. Iraklı çavuş tüfeği aldı. Ben onikilik makaslı dürbünle
Hintli'nin tekrar kabuğundan başını dışarı çıkaran bir kaplumbağa gibi
çukurdan dışarı çıkmaya başladığını görünce: "Haydi ateş" diye seslen
dim. Iraklı çavuş önce bir besmele çekti. Sonra kafasını çıkarmadan elleri
ile tüfeği siperin üzerine koydu. Ve çok ani bir hareketle başını biraz çıka
rır gibi yaparak nişan dahi almaksızın tüfeği ateşlemesiyle birlikte tekrar
siperin içine çömeldiğini ve: " Selamet ya efendi" diye bağırdığını işittim.
Tabii attığı kurşun havada uçmuştu. Siper kazmaya devam eden Hintli is
tifini bile bozmadı.
Biz, siper muharebesini ilk defa yapıyorduk. Mehmetçikler dar siper
lerin içinde uzun müddet kalmaktan sıkılıyorlardı. Bilhassa geceleri, aptes
bozmak için siperlerden dışarı çıkıyorlar ve kör kurşunlarla vuruluyorlardı.
Bu kadar tembih ve dikkatlerimize rağmen bunu önleyemiyorduk. Bu
yüzden her gece üç dört yaralı ve şehit veriyorduk.
İçerideki İngiliz topçusu cephanesini çok ekonomik kullanıyordu. Fa
kat makineli tüfek ve piyade cephanesini israfla sarfediyordu.
Bir müddet sonra, muhasaradaki İngiliz askerlerini kurtarmak üzere
Basra'dan yeni İngiliz kuvvetlerinin gelmekte olduğunun anlaşılması üzeri
ne sağımızdaki 5 ı inci Tümenin bir alayı bu yeni gelen düşman kuvvetle
rini karşılamak Üzere, otuz kırk kilometre kadar güneye gönderildi. Bu za
manda, biz de yer altından ilerleyerek İngilizlerin tel örgülerine iki üç
adım kadar yanaştık. İngilizlerin siperleri bu td örgülerin on beş yirmi
metre gerisinde idi. İki taraf avcıları birbirlerine otuz kırk metre kadar
yaklaşmış oldular. O zaman tüfekle atılan bombalar mevcut olmadığından
ve el ile atılan bombalar da bizde pek az olduğundan bazı geceler uzak
atan nişancılarımızla birkaç el bombası İngiliz siperlerine gönderiyorduk.
RAHMI APAK
namlu Üzerine kazılmış resimleri var. Sultan :Yiurat, Hazreti Ali gibi veya
Herki.il gibi bir kuvvet sembolü olarak asırlarca Irak ve bilhassa Bağdat
halkı arasında tanınmış.
Hudeyri Kalesi
İngiliz tel örgülerine en önce yanaşan tümen bizim tümen oldu. Tel
örgülere vardık, amma bunları sökmek, bertaraf etmek bir mesele. Tek
bir tel makasımız yok. Üstelik, başını siperden çıkaran kurşunu yiyor. Tel
örgüsünü yok etmek için bazı çareler dü�ünüldü. Makineli tüfekle sürekli
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI 1 39
ateş ettik. Bir netice alamadık. Ağaç kirişlere tahrip kalıpları bağlayarak
bunları tel örgülerinin arasında patlattık. Bundan da bir fayda bulamadık.
Nihayet tel örgülerinin altına birkaç yerden lağımlar kazarak, bu lağımları
dumanlı barutla doldurup patlatmayı tecrübe ettik. Bunda muvaffak ol
duk, böylece tümen cephemizde birisi sekiz metre genişliğinde, diğeri de
dört metre genişliğinde iki gedik açtık.
İngiliz siperlerinin en sağında ve nehrin yakınında ve bizim tümenin
solunda kerpiçten yapılmış bir ev düşman tarafından kum torbaları ile
mükemmel bir surette kuvvetlendirilmiş, duvarlarda birbiri üstüne üç sıra
mazgallar açılmıştı. Biz buraya Hudeyri Kalesi diyorduk. Her mazgala
makineli tüfekler ve keskin nişancılar yerleştirilmişti. Bizi çok rahatsız
ediyordu. Yüksekten ateş geliyordu.
İngiliz siperlerine en çabuk zamanda yaklaşmış olmak ve tel örgüle
rinde de iki gedik açmak başarısını gösterdiğimiz için ordu kumandanı bi
zim tümenin derhal düşmana hücum etmesini emretti. İrili ufaklı on beş
kadar topu cephemizin gerisinde mevzie soktuk ve bunlar için bine yakın
topçu mermisi sağladık. Bunun dörtte üçünü düşman siperlerine karşı
harcadıktan sonra hücuma kalkacaktık.
Bir gün, öğleden sonra yapılan ve ikindi zamanına kadar devam eden
topçu atışlarından sonra cephedeki iki alayımız birer taburları ile süngü
hücumuna kalktılar. Fakat büyük kayıplarla kısmen geriye siperlerin içine
çekildiler veya düşman siperleri ile bizim siperler arasında ölü, yaralı ve
diri olarak mıhlanıp kaldılar. Bu kahramanlara zararı dokunacağı için
topçu ateşini kesmeye mecbur olduk. Gece sabaha kadar Hudeyri Kalesi
ile siperlerimiz arasında yaralıları toplamak ve düşmanı bir siper daha ge
riletmek için ilerlemeler ve gerilemeler oldu. Sonunda, bize pek tuzluya
malolan bu hücumdan ertesi sabah vazgeçmek zorunda kaldık. Yüz metre
genişliğindeki bu kısımda yaralı ve şehit olarak üç yüze yakın insan kay
bettik. İngilizler, her siperin ve hendeğin on beş yirmi adım gerisinde tek
rar hendekler açmışlar ve bunları sivri uçlu demir kazıklar ve tel örgüleri
ile birer ölüm yuvası haline koymuşlardı. Bu hücum, iyi keşif yapılmaksı
zın emredildiğinden böyle kötü bir akıbete uğramıştı. Bunda tabur, alay,
tümen ve kolordu kumandanlarının ve kurmaylarının tecrübesizliği ve be
ceriksizliğini aramak lazımdır.
Keşif noksanlığı, topçu cephanesi yoksulluğu yüzünden artık yeni
hücumlardan vazgeçildi. Kabak bizim tümenin başına patlamıştı. Tabak
gibi bu düz arazide ancak düşmana baş kaldırtmayacak den:cede şiddetli
RAH M İ APAK
bir baskı ateşi sağlamayınca hücuma kalkmak delilik idi. Nitekım, ileride
ki muharebelerde görüleceği gibi, günlerce bombardımandan sonra bir iki
d efa İngilizler de böyle delilik yaptılar ve binlerce İngiliz ölüsünü Türk si
perlerinin önüne serdikten sonra muvaffakiyetsizliğe uğradılar.
buçuk saat daha hafif geçiyor. Maksat yıkılan siperlerimizi tekrar onarmak
için piyadelerimize fırsat verilmesin. Biz buna kampana ateşi dedik. Yani
çanlar tamam bir saat çok hızlı çalıyor, bir buçuk saat ağır çalıyor. Bir iki
arkadaş akşama kadar kırk bine yakın İngiliz güllesi ve şarapnelinin atıldı
ğını iddia etti. Kayıpları azaltmak için birinci hat siperlerinde yalnız
nöbetçiler bırakarak, diğer askerleri geri siperlere çektik. Ateş bütün gece
sabaha kadar devam etti. Biz yıkılan siperleri onarmaktan yılmadık. Ertesi
sabah, dünkü ateşe rahmet okutacak bombardımanlar başladı. Biz Kafkas
cephesinde çok muharebeler yapmıştık, fakat böyle dehşetli bir topçu ate
şine henüz tanık olmamıştık.
Ananas kompostosu
Hadiseyi sırasında yazmayı unutmuştum. B iz , daha Fellahiye'ye git
mezden önce İngilizler, Klıt'teki askerlerinin iaşesi için bir vapura yiyecek
maddeleri doldurup nehir vasıtası ile ve karanlıktan istifade ederek bu va
puru Klıt' e sokmayı tecrübe etmişlerdi. Kıyıdaki kıtalarımız bu kaçakçılığı
önlemişler, piyade ateşi ile mürettebat ve kaptanın çalışmalarını durdura
rak k Cıfaya binerek vapura atlamışlar ve vapurla birlikte içindeki bol erzağı
zaptetmişlerdi. Vapurun adına da kendi gelen denildi.
Kolordu kumandanı herkesin sevdiği Halil Bey (Halil Paşa), beni bir
harp madalyası ve bir miktar da nakit para ile taltif ederek sevindirdi.
Ertesi günü, iki emirerim ve bir binek hayvanım ve bir de yük hayva
nımla vapura binerek, nehir yoluyla Bağdat'a müteveccih olarak arkadaş
larımdan ayrıldım. Vapurda kırk kadar yaralı subay ve yüzlerce yaralı er
vardı. Yaralı subayların büyük kısmını yedek subaylar teşkil ediyordu. Da
ha harbin ilk yılı sonunda muvazzaf subay sayısı azalmıştı. Birinci Umu
mi Harp, memleketin güzide ve kültür sahibi gençlerini yedek subay kad
rosunda çok bol sayıda harcamıştır.
O zaman, Bağdat'tan Halep'e Fırat Nehri boyunca gidilen tek bir yol
vardı. Bu da yol değil, bir pist. Yaylı arabalar bu yolu on dokuz yirmi
günde keserlerdi. Sıkıntılı ve uzun bir yolculuk. Kendi hayvanım ve emir
erlerim ile at Üstünde bu uzun yolu yapmak istemiyordum. Nihayet ordu
kurmaybaşkanlığının yardımı ile beni posta arabasına yerleştirdiler. Posta
arabasının hayvanları her menzilde değiştirilmekte ve bazı defalar gece ya
rılarına kadar yol alınmakta olduğundan, posta arabaları bu yolu altı yedi
günde kesiyorlardı. Bir sürücü, bir de Tatar, bir de ben, yaylı posta ara
basına yerleştik. Arkadan kolileri taşıyan iki yaysız araba takip ediyordu.
Seyyar karyolamı ve bavulumu arkadan gelen yük arabasına yerleştirdim.
Tatarın yanında kırk bin lira para varmış. İngilizlerden iğrinam edilen bir
İngiliz tüfeği ile altmış yetmiş mermisi benim yanımda.
Bağdat'tan sonra ilk menzil Felluce oldu. Felluce, Fırat Nehrinin Dic
le Nehrine en yakın geçtiği yerdedir. Yani Bağdat Felluce hattı, lrak'ı su
layan bu iki büyük suyun birbirlerine en yakın geçtikleri bir hat teşkil
eder ki, bu mesafe yetmiş kilometre kadardır. Kasaba Fırat Nehrinin so
lundadır. B u radan sonra bir köprü ile nehrin sağına geçilir.
kah bağdaş kurar, yahut yan yatar, yahut sırtüstü uzanırdım. '.\1iyadin'de
kaldığırrız gece oranın ilçe kaymakamı, İngiliz propagandasının bu civar
aşiretler ırasındaki kötü tesirlerini anlattı. Civarda N asirl adında bir kabi
lenin , 1-Lı,- lı seferleri esnasında Avrupa'dan gelen Haçlıların orada kalmış
torunlar: olduğunu iddia eylediklerini söyledi.
Yaylım ateş
Düz kum üzerinde sarsıntısız ve yumuşak sarsıntılı araba içinde ve
kafam bu hülyalara dalmış olarak giderken birdenbire gayet yakından ve
sol ilerimizde yedi sekiz tüfek birden patladı, hemen doğruldum ve karan
lık havada yanmış paçavraların uçtuğunu ve av tüfeği saçmalarının fısıltısı
nı gördüm ve işittim. Arabacı hayvanlarının dizginlerini kasarak, tu oha . .
diye arabayı durdurmaya çalışırken, karanlıkta o n beş adım ileride beyaz
donlu ve çıplak bacaklı Arapların, arabaya doğru yaklaşmakta olduklarını
farkettim. Hemen yanımdaki İngiliz tüfeğine sarılarak namlusunu arabacı
nın ensesine dayadım : "Dörtnal kaçacaksın, yoksa kafana kurşunu sıka
rım" diye bağırmamla beraber hayvanlar dörtnal kaçmaya başladılar. Ara
banın camsız olan yan penceresinden bu beyaz hayaletlere doğru ilk kur
şunu yolladım, hepsi yere yattılar.
"Her subayın nerede iş göreceğini biz kendimiz tayin ederiz. Subayın ken
di isteğine bırakmayız. Hem, siz dediğiniz gibi eski kumandanlarımz tara
fından sevilmiş olsaydınız, onlar sizi bize vermezlerdi" demesin mi?. Bu in
ce ruhlu ve kibar zatın, beni yaralayan bu sözü, bugün bile hafızamda ya
şamaktadır.
Seferberlik çıkalı.
Amanın aman hallerin yaman,
Erzurum Dağını bürüdü duman.
Evet, harbin henüz ikinci yılı. Erzurum Dağını duman bürümüş, yani
Erzurum düşmüş. Artık cepheye körler ve topallar da sevk ediliyor. Asker
lik şubesi başkanı binbaşı bunları sopa ile sürüyor. Memleketin bu halini
çocuklar sokaklarda bağırarak ilan ediyorlar. Lakin Başkumandanlık Avus
turya'da Galiçya cephesine bir kolordu ve Romanya cephesine de diğer
bir kolordu göndermiş. Almanlar öyle söylemişler, zafer Avrupa'da kazanı
lacakmış . . .
İstikamet Çapakçur
Elazığ' a uğramadan cepheye gidiyoruz. Darihini denilen bir yerden
geçtik. Ağaçsız ve ormansız yerler. Fakat arazi, şeytanların bile deynekle
yürümeye mecbur kalacağı kadar sarp ve yolsuz. Aradan çok zaman geçti
ğinden bu yürüyüş hakkında aklımda fazla birşey kalmamış. Çapakçur'u
solumuzda bırakarak, Oğnut Deresini geçtik ve kuzeydoğu istikametine
yürüdük. Eşek yaylası denilen bir mevkiden sonra akşama doğru 7 nci
Tümenin solunda iki alayımızla toplandık. Ertesi sabah bütün ordu taar
ruza geçecekmiş. Biz de ayaklarımızın tozu ile bu saldırışa katılacağız.
Topçumuz henüz gelmedi. Durumu anlamak için 7 nci Tümenin muha
rebe idare yerine gittik. Tümen Kumandanı Albay Halil kolordu ile tele
fonla konuşuyor. Kendi tümeninin taarruzu halinde, sağının ve solunun
açık kalacağını, tehlikeli duruma düşeceğini iddia ediyor. Bu zat kurmay
değil. Taarruz eden bir kıta sağını ve solunu düşünür mü? Saldıran kıta,
bizzat saldırışı ile düşman için bir tehlikedir. Albay Halil'in düşüncesine
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI 1 55
bizim okul mensuplarının aklı ermez. Başka kıtanın işine karışmak bana
düşmezdi. Fikir beyan edecek olsam azar işiteceğim belli idi. Fakat Halil
Bey'in itirazlarına kimse aldırış etmedi ve ertesi günü bir saatlik bir topçu
hazırlığından sonra bütün kıtalar düşmana saldırdılar. Düşman bazı top
lar ve cephane arabaları bırakarak çekildi. Yüz kadar esir aldık. Saldırışa
katılan iki alayımız esas mevzilerden on beş kilometre kadar Rusları kova
ladı. Bizim alayların sağı ve solu da açık idi, fakat bu açık yerlerimize
karşı düşmanın hiçbir reaksiyonu olmadı. Hatta komşu kıtalara nazaran
fazla ilerlediğimizden kolordu emriyle biraz geriye alındık.
boşalttık. On beş gün kadar süren bir hazar yürüyüşü ile Halep'e geldik.
Halep'te yerleşerek canlı ve cansız malzememizi tekrar ikmale başladık.
Açlık ve fakirlik
Dönüşte, Diyarbakır'dan geçerek geldim. İki yıl önce, Beşinci Seferi
Kuvvetimizle Turan' a gitmek için bu şehirden geçerken, selamlığında bizi
misafir eden Behram Paşa ve oğlu Arif Bey'i gidip gördüm. Nerede o ko
nak, nerede o ikram, nerede o bolluk. Zavallı adam, evine kapanmış, mi
safirine bir kahve i kram edecek hali kalmamış.
Halep'e geldikten sonra, anamı, babamı görmek üzere bir ay izin ala
rak İstanbul'a gittim. Osmaniye ile Pozantı arasında demiryolunun henüz
yapılmamış olan kısımlarından Almanların idaresinde kamyonlarla otomo
biller işletiliyordu. Bu Almanlar er olsun, subay olsun Türk askerlerine
haşin muamele yapıyorlar. İstanbul'a gelince, halkı ıztırap ve yoksulluk
içinde gördüm . Bir subaya mensup oldukları için anam ve babama Sarı
yer' de Rumların boşalttığı evlerden bir ev vermişler. Oraya sığınmışlar.
Kafi yiyecek sağlanıyormuş. Asker olmayan ailelerin hali hiç de iyi değil
di.
Askerlik işleri bizi çok meşgul ettiğinden memleketin iç durumu ile il
gilenemiyordum. Fakat Remle kasabasında, Arap halk arasında trahom
denilen göz hastalığının salgın halinde bulunduğunu ve Yahudi doktorla
rın bu hastalığa karşı mücadele için, Müslüman Araplara yardımlar et
mekte olduğunu hatırlıyorum. Gelişimizden bir hafta sonra bizim Kuman
danı Gazze Kumandanlığına tayin ettiler ve elimizdeki kuvvetlerle Gaz
ze'ye hareketimizi bildirdiler. Remle' den Gazze'ye altmış kilometre kadar
bir mesafe var. Kıtalarımızdan önce Gazze'ye varmak ve orada bir Alman
binbaşısının kumandası altındaki garnizonu emrimize almak için, ordudan
bir otomobil istedik. Verilen cevapta, iki gün sonra bir otomobil gönderi
leceği bildirildi. Demekki aceleye mucip bir durum yok. Bunun üzerine
tümenin paytonuna b indik yola çıktık. Kumandanın ayağı yaralı oldu-
,
RAHMİ APAK
General Arriyeri
Bizim etrafımızı saran atlılar, General Arriyeri adında bir süvari tugay
kumandanının maiyeti imiş. Bir flamaları da vardı. Tugay flaması imiş.
Bizı yola arabanın yanına getirdiler. General Arriyeri, elli yaşlarında, şiş
manca bir adam. Süvari tümeni Avusturalya birliği imiş, Arriyeri de
Avust uralyalı. Üstümüzü, ba�ımızı aradılar, ceplerimizdeki kağıtları ve be
nim cebimdeki vaziyeti gösteren haritayı okudular. Harita üzerinde, bizim
tümen Remle' den Gazze istikametinde yürüyüş halinde bir ok ile çizili
olarak gösterilmişti. Yanlarında genç bir Ermeni tercüman vardı.
Fransızca biliyormuş. Bana sert sert: "Ne istiyorsunuz, sıze burada bir
otel mi yaptıralım)" cevabını verdi.
Geceyi burada açıkta geçirdik. Ertesi sabah, beş kilometre kadar geri
ye, Tilı Sahrasını geçip gelen demiryolunun son noktasına bizi götürdüler.
Bir Hintli'yi makineli tüfek kıtasının yanında iki mahruti çadıra yerleştirdi
ler. Henüz yiyecek birşey vermediler. Biraz sonra, gelip tümen yaveri Ga
lip 'i alıp götürdüler.
Gözlerini sildi, tabancasını daha dikkatli tuttu. Sabaha kadar bu adamı sı
kıntıya soktuk. Fakat biz de tabancanın tehditli ağzı altında uyuyamadık.
Ertesi günü Süveyş'te trenden indik. B urada bir gün kaldık. B ize yiyecek
verdiler ve daha ertesi günü trenle İskenderiye'ye götürdüler ve Türk esir
lerinin bulunduğu Seydibeşir esirler kampına tıkadılar.
Paşazade Tevfik
Bilmem hangi paşanın oğlu, yedek subay Teğmen Tevfik, Filistin cep
hesinde İngiliz hatlarına sığınmış yani düşmana kaçmış. İngilizler, bunu
en ileri siperlere yerleştirmişler, kuvvetli bir sığınak içinde, Türk kıtaları
nın telefon muhaberelerini toprak hattı vasıtasıyla dinletmişler. Bizim, ileri
hattaki alay ve taburlarımızın telefon hatları tek kablolu olduğundan, mu
habereleri toprak vasıtasıyla çalınıyormuş. Askeri terimleri bildiği için, ay
da otuz lira mukabilinde bu Paşazade Tt·vfık İngilizlere yardım etmiş. İki
ay sonra, lüzum kalmayınca, esirler kampına iade etmişler. Fakat Tevfik
boşboğazlık etmiş, yapiığı işi Türk arkadaşlarına anlatmış. Bu hainliği ha
ber aldım. Bunu memlekete duyurmak lazımdı. Esirler Türkiye'ye mektup
gönderiyorlar. Tabii bu mektuplar sıkı bir sansürden geçiyordu. Şöyle bir
plan düşündüm. Kudüs'teki Cemal Paşa'nın ordu karargahında. Harp
Akademisi'nin bizden sonraki sınıflarından Çobanoğ!u Zeki adında bir ar
kadaşa şöyle bir mektup yazdım: "Kardeşim Zeki, ben esir olduğum za
man bavulurndaki kitaplarımın arasında iki bin lira param vardı. Hatırım
da kaldığına göre bu para, bavuldaki kitaplarımdan muhabere talimname
sinin filanıncı sahifesi arasında duruyordu. Talimnamenin o sahifesini bul
da, paramı oradan al, anama, babam gönder" . Muhabere talimnamesinin
.
RAHMİ APAK
Açlık grevi
Bu kaçakların hepsi Gabbari Cezaevi'ne getiriliyor. Ü çer kişilik iki
grup halinde, yanyana iki locaya kapatılıyor. Localardan dışarı çıkmak
yok. Küçük ve büyük aptesleri için her locaya bir oturak bırakılıyor. Sa
bah öğle ve akşam, İ ngiliz erlerine verilen yemekten getiriliyor. Altlarında
yatak ve yastık yok. Tek bir battaniye ve taş üstüne serilmiş.
mezseniz, açlıktan ölün" deyip gidiyor. Esirler hiç cevap vermeyerek greve
devam ediyorlar. O akşam vücutlarının harareti artıyor. Hasta olduklarını
anlıyorlar, fakat getirilen yemekleri reddediyorlar. Dördüncü sabah, hekim
kumandan, birkaç İ ngiliz eri büyük bir tencere süt ve bir lastik puar ile
locaya giriyor. En başta serili yatan Çingene Halit'in ellerini ve ayaklarını
tutarak ve ağzını kapayarak bir kiloya yakın sütü burnundan midesine sı
kıp akıtıyorlar. Yüzbaşı Halit, o zamana kadar burnundan karnına yol ol
duğunu bilmezmiş. O zaman öğrenmiş, fakat tatlı ve sıcak sütün midesine
inmesinden de zevk duymuş ise de bunu belli etmemiş ve hemen parma
ğını boğazına sokarak bütün sütleri tekrar kusup dışarı çıkarmış. Diğer ar
kadaşları aynı şeyi yapınca cezaevi kumandanı vaziyetin vehametini anla
mış ve bunları derhal bu localardan çıkararak son olarak benim girdiğim
büyük ve uzun odaya nakletmiş ve o gün her birine birer karyola, yumu
şak kuştüylü yatak, iki üç masa, sandalyeler, noksansız sofra takımı ve
zengin bir mutfak takımı tedarik ettirerek, bir İ ngiliz erini de aşçı olarak
emirlerine vermiş. Cezaevinde sigara içmek yasak olmasına rağmen bunla
ra bol sigara tedarik ettiriyor, tavla, domino, iskambil gibi oyun vasıtaları
da sağlıyor. Böylece açlık grevi sona eriyor. Bu arkadaşlar askeri mahke
menin verdiği on dört günlük hapis cezasını ikmal ederek çıkıyorlarsa da,
Lütfi Barudi'ye ceza üç aydan fazla olduğundan ben geldiğim vakit onu
aynı odada buldum.
Biraz sonra deniz subayı Yüzbaşı Ferhat dahi bize katıldı. Yüzbaşı
Ferhat, İ stanbullu, fakat kuzguni siyah bir zencidir. Türklüğe hakaret etti
diye bir Suriyeli subayın kafasına gramofon makinesini indirmiş, kafasını
yarmış, iki ay hapis cezası yemiş. Böyle, zenci aslından birisinin, Türklüğe
olan sadakatini bir hadise sayan cezaevi kumandanı, arasıra bazı büyük
rütbeli İ ngiliz subaylarını getirip Ferhat'ı gösterirdi. Türklerin, bir zenciyi
kendilerine bu derece Sikı bağlamasına hayret ederlerdi.
di kilere giderek bizim üçümüze mahsus erzağın iki üç misli fazlasını, giz
lice \ erdiği bir iki sigara karşılığında sağlardı.
Halit, esmer olduğu için arkadaşları ona okulda Çingene adını takmışlar
dı. Mehmet Ali'ye gelince, bu Edirne Çingenelerinden maruf bir tefçinin
oğludur. Tam kan çingenedir. Nüfus kağıdında Müslüman kıpfi yazılı ol
duğundan ve Osmanlı devrinde bütün Müslümanlar askeri okullara alın
dıklarından, Edirne Askeri Okulu'na girerek subay olmuştu. Fakat soyunun
istediği hıyaneti yapmaktan kendini alamamış, her nasılsa kulağına varan
bu kaçış teşebbüsünü İngiliz kumandanına haber vermişti.
banca elinde. Bütün bu alarm hareketleri üç silahsız harp esiri için yapılı
yor. Biz ne kadar korkunç insan imişiz.
Karanlık basınca, bir kamyon geldi. Aynı silahlı ve tabancalı muhafız
larla bizi bu kamyona bindirdiler. Doğruca İskendireye'ye, bir de ne göre
yim, ikinci defa Gabbari Askeri Cezaevi'nin demir kapıları açıldı.
Eski mekanı tanıdım. Arkadaşlarım burasını bilmiyorlardı. Bu defa,
üçümüzü de ayrı ayrı localara sokup kapıları kilitlediler.
Kasrı-el-Nil' de 4 ay kaldım
Bizi kışlanın üst katındaki daireye getirerek baştaki kabul odasına
oturttular. Beş dakika sonra önce bir arkadaşımı, sonra diğer arkadaşımı
alıp götürdüler. Yarım saat sonra da beni aldılar. Kışlanın aynı katında,
batıya bakan tek pencereli dar bir odaya soktular ve demir kapıyı kilitle
yip gittiler. Odada, tek bir karyola ve bir de sandalye var. Pencereden
aşağı, sokağı görüyorum. Mısırlılar gelip geçiyorlar. Bir Mısırlı genç, uzak
ta duvar dibine dikilmiş bana bakıyor, güya halime acıyormuş gibi bazı
işaretler yapıyor. Herhalde bir İngiliz tahrikçisi. Geceyi bu odada geçir
dim ve bir yudum yiyecek vermediler.
Ertesi sabah, saat 09.oo'da kapı açıldı ve Müfettiş Albay Vilson, ya
nında genç bir Ermeni tercümanla içeri girdi. Ben, sandalyede oturuyor
dum, hiddetimden ayağa bile kalkmadım. Omuzlarımdan tutarak beni
sandalyeden kaldırdı, kendisi oturdu. Ben de yatağın üstüne oturdum. İlk
sözünü tercüman şöylece Türkçe'ye çevirdi: "Nasıl bir tehlike içinde bu
lunduğunu biliyor musun?", "Hayır bilmiyorum" diye cevap verdim: "Bu
tehlikeyi öğrenmek merakında değil misin? " dedi: "Ben hiç birşeye merak
etmem" dedim: " Öyle ise, bu tehlikeyi ben sana anlatayım. Sen, Seydibe
şir esirler kampında gizli bir terör cemiyeti kurmuşsun. Adamların ile ilk
önce, iki genç Türk subayını ağır surette yaralatmışsın. Sonra da senin bir
adamın, bir Ermeni tercümanı boğmak ve öldürmek Üzere saldırmış. Za
vallıyı zorla ölümden kurtarmışlar. Şimdi ise asıl hedefiniz Kamp Ku
mandanı Yarbay Kots ile diğer İngiliz subaylarını öldürmek imiş. Sen, ya
kında bütün bu suçların için askeri mahkemenin önüne çıkacaksın . . . .
"
Vilson, cebinden sigara kutusunu çıkararak bana bir sigara ikram et
tikten sonra ceketinin cebinden bir kağıt çıkardı : ''Çingen Mehmet Ali"
diye okudu. Vilson'a söylemek üzere tercümana şunları söyledim: "Albay
Vilson gibi muvazzaf İngiliz Ordusunda büyük bir rütbeye erişmiş olgun
bir insanın, yedek subaylıktan yarbaylık rütbesine çıkarılmış ve Seydibeşir
esirler kampına kumandan tayin edilmiş olan Kots'un, yani Ermeni
tercümanların elinde oyuncak olan bu adamın fantezilerini ciddiye alması
na hayret ediyorum. Ben, tel örgüleri içinde hapsedilmiş bir insanım ve
aciz bir durumdayım. Bir de, bu kadar ağır hareketlerin benim için idam
cezasına mal olacağını bilmez miyim? Eğer bir İngiliz subayı öldürmek la
zım gelirse ben bunu barıştan sonra, İngilizlerle tekrar karşı karşıya gele
ceğimiz kavga meydanında yaparım. Ben, Yarbay Kots kadar ahmak de
ğilim. Mamafih, böyle bir suç ile beni mahkemeye vermekte serbestsiniz.
Bir kere daha mahkeme huzurunda dahi gülmek fırsatını bana vermiş
olursunuz".
Portatif Hakkı
Harp Okulu'ndan 1 905 yılında subay olarak çıkmış Şumnulu Hakkı
denilen bir tipten bahsedeceğim. Bu subay, Balkan harbi patlamazdan üç
dört ay önce, kendi bölüğü erlerinin emanet paralarını zimmetine geçir
mekten mahkemeye verilince Bulgaristan'a kaçmıştı. Kendisi de Bulgaris
tanlı ve Şumnuludur. Sonra Bulgar Ordusunun taarruza geçmesinden bir
gün önce tekrar Bulgaristan'dan kaçarak Türkiye'ye gelmiş ve Bulgarların
taarruz için hududumuza doğru ilerlemekte olduğunu söylemiş. Mükem
mel bir Bulgar casusu olacağından şüphe edilmemek lazım gelen bu ada
mı, güya tekrar memleketine dönmek için canını tehlikeye koymuş bir va
tan fedaisi sıfatıyla tekrar orduya almışlar, eski suçunu affetmişler ve
mükafatlandırmışlar.
İki yıl sonra patlayan Birinci Cihan Savaşı'nda bu adamı İngilizler
elinde esir olarak görüyoruz. Bizim tevkif edildiğimiz bu Kasrı-el-Nil kışla
sında bir müddet kalmış. Biz geldiğimiz zaman onu göremedik. Fakat,
burada bulunduğu zaman onunla temas eden ve hala Kasrı-el-:'1fü'de bi
zim arka tarafımızda oturmakta olan ve durumları şüpheli bulunan iki su
bay, hemşerilik gayretiyle, Portatif Hakkı denilen bu Şumnulu Hakkı'nın
hıyanetleri hakkında bana bazı bilgiler verdiler. Portatif Hakkı, daha önce,
buradan , bir İngiliz denizaltısı ile bir gece İzmir kıyılarına çıkarılmış. Der
viş kıyafetinde karadan İzmir'e gitmiş. Şehirdeki İngiliz casus yuvası ile te
masa geçerek aldığı mesajları karaya çıkarıldığı yerde ve muayyen gecenin
bir saatinde kendisini bekleyen denizaltı gemisine getirmiş ve bu gemi ile
Mısır'a dönerek yeni işler almak Üzere Kasrı-el-Nil'e avdet etmiş. İz-
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI 1 75
mir'deki bu casusluk yuvası, orada eski zamandan beri çalışan meşhur Vi
tol ticaret firması tarafından idare ediliyormuş. Portatif Hakkı sonra Sela
nik cephesine gitmek vazifesini almış. Arnavutluk kıyılarına çıkarılarak
Bulgar ve Türk Ordularının gerisine geçmek ve oradan malumat toplaya
rak getirmek vazifesi kendisine verilmiş.
Bu Portatif Hakkı, bundan sonra hiçbir yerde tekrar görülmediğine
göre belki bu ikinci ödevini yaparken yakalanıp öldürülmüş ve belki de
avdetinde, artık kendisine lüzum kalmadığı için İngiliz Intelligence Servisi
tarafından yok edilmiştir. Çünkü Intelligence Servis, bu gibi serserileri
kullandıktan ve artık bunlara lüzum kalmadıktan sonra bunları yok etmek
adetinde imiş.
Üçüncü ayın ortasında, bizim yemeklerimizi yapıp bize getiren �Iısırlı
aşçıya hiddetlenen Yüzbaşı Vasfı yemek tabağını aşçının kafasına attı. Mı
sırlı başından hafif yaralandı. B ize nezaret eden İngiliz çavuşu birkaç as
kerle gelerek Vasfı'nin elini, kolunu bağladı ve ayrıca kendisi yere yatıra
rak karyolanın demirlerine dahi bağladı.
ğumuz küçük birer çanta var. Bunları elimize aldık, kışladan çıktık. Yu
goslav'da bizimle beraber. Bir kapalı kaptı kaçtıya binerek Kahire istasyo
nuna geldik. Trene birinci mevki bir vagona bindik. Nöbetçiler başımızda,
akşama doğru İsmailiye'de trenden indik. Beklemeden rıhtımda duran bir
vapurun içine sokulduk, fakat itibar yerinde. Birinci mevki kamaralarda
bize birer yatak gösterdiler.
Vapur geceleyin kalktı. Bir hastane gemisi imiş. On beş bin tonluk ve
on sekiz mil süratli. Lakin, konvoy (yani kafile) halinde ve geceleri her ge
mi zikzak yürüyüşle gittiğinden Milos Adasına ancak dört günde geldik.
Konvoyun etrafında bir kruvazör ve iki torpido var. Mevsim ağustos, ka
maralar cehennem gibi sıcak oluyor, uyuyamıyoruz. Hatta, İngilizlerin,
kamaralarımızı kasten ısıtarak bizi işkence altında bulundurmalarından bi
le şüphelendik. Fakat bize sabah, öğle, ikindi ve akşam günde dört defa
ve birinci sınıf yolculara mahsus yemek veriyorlar.
Korent Kanalına geldiğimizde bizim vapur konvoydan ayrılarak kanalı
geçti. Fakat aynı zamanda iki arkadaşımla beni ve Yugoslav'ı kamaralar
dan çıkararak en altta üçüncü kat ambara indirdiler. Ambarın kapağını
yarı kapayarak kapağın başına bir de silahlı nöbetçi diktiler. Korent'ten
itibaren Fransız bölgesine ve Fransız kumandanlığı emrine girildiği için
bize yapılan muamelenin değiştirildiğini İngiliz çavuşu söyledi. Halbuki
bu uydurma yalanın hakikatini sonradan anladık. Meğerse, gemide daha
kırk kadar Türk varmış. Bunlar, Hicaz'da esir edilen küçük devlet me
murları imiş. Telgrafçı, posta memuru, mahkeme katibi, tahsildar v.s ... gi
bi. İngilizler bunları geminin ön ambarlarına kapamışlar. Yola çıkıldıktan
sonra da bunları kömür taşımak vesaire gibi işlerde çalışmak için zorla
mışlar. Bunlar, memur olduklarını beyan ederek iş yapmayı reddedince,
bu itaatsizliğin bizim tarafımızdan telkin edildiği şüphesine düşmüşler.
Halbuki bu arkadaşların gemide mevcut olduklarından haberimiz bile
yoktu. Gemide, bizim muhafazamız için bulundurulan on silahlı İngiliz
den başka asker olmadığından, kırk elli esir Türk'ün bu silahlı muhafızlara
hücum ederek İngilizlerin ellerinden silahlarını alıp vapuru zaptetmeleri
ihtimalini de düşünmüşler. Bu yüzden ve bizim bozuk sicilli insanlar ol
duğumuzu bildiklerinden, bizi vapurun alt ambarına kapamaya karar ver
mişler.
Kanalı geçtikten sonra bütün gemi tayfalarına ve muhafız erlerine
cankurtaranlar dağıtıldı. Başımızda, yukarıda ambarın kapağında nöbet
bekleyen silahlı er, eğer Alman denizaltısı çıkıpta vapura bir torpil atacak
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI 1 77
Malta'ya varış
Vapur, çok hızlı gittiğinden, ertesi günü öğleden sonra Malta'yı tuttu.
Bizi burada vapurdan çıkardıkları zaman, Kahire'den Malta'ya sürgün
edildiğimizi anladık. Malta Adasının merkez şehri olan Valeta'nın kena
rında ve birbirlerinden tel örgüleri ve duvarlarla ayrılmış üç esir kampın
dan birisi olan Verdalabarraks'da bizi yerleştirdiler.
Beni Llıtfi Barudi'nin bulunduğu ve bir Avusturyalı askeri veterinerle
birlikte oturduğu geniş bir odaya üçüncü olarak koydular. Llıtfi Barudi
bizden önce buraya sürülmüş.
Verdala'da yedi yüz kadar· esir var. Bunların üç yüz kadarı Mısır'da
yaşayan Almanlar, bir kısmı İngilizler tarafından Çanakkale Boğazı dışın
dan batırılmış Breslav Alman kruvazörünün kurtulan mürettebatı. Selanik
cephesinde tutulmuş Alman subayları, Avusturyalı bazı subaylar ve sivil
ler. Otuz kadar sivil Mısırlı enterne, on kadar Türk subayı o kadar er.
F. 72
RAHMİ APAK
Kamp, iki yüz bin nüfuslu Valeta şehrinin hemen kenar mahallelerin
de olduğundan bu muazzam gürültü şehir halkı tarafından işitilecek, za
ten İtalyanlarla araları açılmış olan İngiliz ve Fransızların esirleri
öldürdüğü haberleri İtalyan gazeteleri ve ajanslarına aksettirilecek ve Mal
tız ahalisi katoliklik münasebetiyle İtalyan muhibbi olduklarından böylece
medeni aleme karşı İngilizler aleyhinde bir tesir yaratılmış olacak. Bu ka
darla bir sonuç elde edilemezse, sabaha karşı kamptaki bütün eşya ve ah
şap yerler gazlanıp yakılacak.
Ayaklanmanın son safhası çok vahim, fakat bu safha için isyan komi
tesi ayrıca emir verecek.
Yanyana bulunan üç kampta, şöyle böyle dört bin esir var. Birkaç
gün sonra, gece yarısı bu dört bin insan, boğazlarının bütün kuvvetiyle
bir anda bağırmaya başladı:
Biraz sonra demir kapı tekrar açıldı. Bir bölük asker daha geldi. Bu
bölük de birincinin yanında ve saf nizamında toplu Almanlara karşı cephe
aldı. Bu defa, kamı-ı kumandanı olan binbaşı da beraber.
başı tekrar geldi. Bu defa yapayalnız. Esirlere susmalarını rica etti ve şöyle
hitap etti:
"Efendiler, size acıyorum, boğazlarınız hasta oluyor. Gidiniz, yatakla
rınıza yatınız. Yarından itibaren sizi vatanlarınıza göndermek için te
şebbüse geçeceğim. Size, İngiltere Devleti'nin şeref ve namusu üzerine söz
veriyorum . . . ".
Bütün esirler bir ağızdan: " İngiltere Devleti'nin şeref ve namusu yok
tur. İnanmıyoruz ve dağılmayacağız" diye bağırdılar.
Bu defa kumandan: "Efendiler, size şahsi şeref ve namusum üzerine
söz veriyorum" dedi.
Esirler sustular ve yandaki ihtilal komitesinden talimat geldi. Hepsi
birden: "Senin şahsi şeref ve namusuna güveniyoruz ve dağılıyoruz" dedi
ler. Herkes odasına çekildi. Böylece, bu isyan komedisi ve buna karışan
İngiliz blöfü sahneleri kapanmış oldu.
Kuşçubaşı Eşref
Verdala kampının tipik esirlerinden Kuşçubaşı Eşref hakkında da bir
iki satır yazacağım. İttihatçıların yetiştirdiği sergüzeştçilerden birisi olan
jandarma Yüzbaşısı Eşref, güya Mekke Şerifi Hüseyin aleyhinde bazı Be
dev!leri ayaklandırmak için bir miktar altın ile Hicaz'a gönderilmiş. Fakat
Bedeviler tarafından yakalanarak İngilizlere teslim edilmiş. Türk Lavrensi
Eşref, yakalanınca kendisini Türk albayı olarak bildirmiş. Ona Kölnel .Eş
ref diyorlar ve müstesna muamele yapıyorlardı. Yalnız başına geniş b_ir
odada otururdu. Odasının bütün duvarlarına Arapça ayetler yazdırmış,
bir ibadet evi haline sokmuştu. Cuma günleri, bitişik kampta bulunan ve
siyasi mevkuf olarak tutulan Müslüman Hintliler onun ziyaretine gelirler
ve elini öperlerdi.
len bir kitabı Kur'an diye önüme sürerek yemin teklif ettiler. Kur'an'a hiç
benzemeyen bu kitabı açtım. Hayretler içinde kaldım. Taş basması
Türkçe ve lutilik hakkında yazılmış çok eski bir kitap, biraz okudum. Her
sahifesinden kepazelik ve ahlaksızlık fışkırıyor. Eşrefin de işitmesi için
yüksek sesle ona da okudum. Hakimler, okumaktan vazgeçerek yemin
törenini yapmaklığımı ihtar edince: "Müslümanlıkta, birkaç ayet okunma
yınca mukaddes kitaba el basmak günahtır" cevabını verdim. Onlar da,
hiç anlamadıkları bu maskaralıkları ben cehren okudukça, kendilerinin ol
mayan bir dinin mukaddes vecibelerine hürmetsizlik göstermemek için
huşu ile dinlediler. )Jihayet, mukaddes olarak getirilen kitaba elimi basa
rak and içtim ve tercümanlık ödevimi sadakatle yaptım. Hakimlerin karar
vermesi için dışarıya koridora çıktığımızda, kütüphaneden kitabı getiren
mübaşir yanıma yaklaştı ve kendisine bir İngiliz Lirası verilecek olursa
mahkemenin Eşref lehine karar vereceğini söyledi. Eşref, mübaşirın avucu
na bir altın lira sıkıştırdı.
Pek aşikar, Eşref haksızdı. Kantinci Maltız, ona istediği numarada bir
ayakkabı getirmişti. Bir Türk albayının sözüne güvendiği için parayı peşin
almamıştı. Beş dakika sonra mahkeme, kantinci .!\1altız aleyhine kararını
verdi. Eşref' de, on lira yerine bir lira cereme ile kurtuldu.
Bizim kampın bir aşırı ötesinde, sırf Mısır'da yakalanmış sivil Türkle
rın yerleştirildiği bir kamp var. Bu kampta iki yüz kadar sivil Türk var.
186 RAHMİ APAK
Ekspres evlenme
Vapurdan çıkınca, Beşiktaş'ta, Tuzbaba'da kaynanasının yanında otu
ran bir kızkardeşime koştum, çok gençti. Bir astsubayla evlenmek için
öğretmenliğini bırakmış, evlendiklerinden iki ay sonra kocasını Diyarba
kır'a göndermişler. Kaynanasının evine sığınmış ve Osman Zeki Terzievin
de iki kağıt lira haftalıkla çalışıyormuş.
Yaşım otuzüç, tehlikeli harp sahalarına gideceğim. Buna rağmen be
kar kalmak istemedim. Benimle her türlü tehlikeleri, felaketleri ve ıstırap
ları paylaşmayı kabul eden şimdiki eşim ile bir din nikahı ile evlendim.
Sonra eşim ve kızkardeşim ile birlikte kasabama ana ve babamı ziyarete
gittim. Anam inmeli idi. Ona bu inme, bütün dış düşmanların memleket
te yaptıkları fenalıkların verdiği ızdıraplar ve heyecanlar yüzünden gelmiş
ti. O, 1 878 kavgasında dahi Balkanlardan ilerleyen Rus Ordularının
önünde, henüz on yaşında bir çocuk olarak göçmenler seli içinde İstan
bul'a kaçmıştı.
Bu defa, mütareke olunca, Sarıyer'de kendilerine tahsis edilen eve, sa
hipleri olan Rumlar dönünce, tekrar kasabamıza gelmişler. Dayımın boş
bir evine yerleşmişlerdi.
sele karşısında kalındı. Yani beş kolordu kimin emrine girecekti. Orduya
bir baş lazımdı. Bu baş bulunsa bile, acaba Ankara'daki temsil heyeti ile
bu baş arasında ne gibi bir durum hasıl olacaktı? Eldeki Askeri Dahiliye
Nizamnamesine uymak hareketini en makul telakki eden bazı kolordu ku
mandanları, içlerinden en kıdemli olanının emri altına girmeyi düşünmüş
ler ve bunun için de Bandırma'daki en kıdemli Yusuf İzzet Paşa'ya baş
vurmuşlardı. Yusuf İzzet Paşa bu teklifi reddetmiştir. Fakat diğer taraftan,
iki aydan beri, Mustafa Kemal Paşa Temsil Heyeti Başkanı sıfatıyla kolor
dulara ve bağımsız birliklere direktif ve telkinler vermek suretiyle yarattığı
fiili durum da malum idi. Kendisi kıdemsiz olmasına rağmen Anadolu'da
ki askeri hareketlerin fiili olarak .nazımı mevkiinde bulunuyordu. Milli
Mücadele'nin daha ilk safhalarında, Anadolu'da zuhuru muhtemel emir ve
kumanda ihtilafı, kolordu kumandanlarının vatanseverliği sayesinde halle
dildi. Anzavur'un önünde, Bursa'ya çekilmiş olan Yusuf İzzet Paşa,
Atatürk'ün, Albay Bekir Sami'ye vaki olan iş'arı ve çok vatansever bir
adam olan Albay Bekir Sami'nin aracılğı ile Bursa'yı terkederek Ankara'ya
gitti. Sonra, Sakarya Muharebesi'nde, Yusuf İzzet Paşa bir kolorduya ku
mandan bile tayin edildi.
Tümenimiz, bir alayı ile İnegöl Ovasına hakim olan Ahıdağı bölge
sinde mevki almış ve diğer birliklerini Pazarcık ve civarında toplamıştı.
Yunan ileri mevzilerinin bulunduğu Kazancı sırtlarına yedi sekiz kilomet
re mesafede bulunan İnegöl'de kuvvetli bir süvari keşif kolumuz bulundu
ruluyordu. İnegöl Kasabası, Bursa' dan çekiliş esnasındaki saçma hareket
lerinden dolayı Milli Mukavemet teşkilatımızca kötü not almıştı.
Emir mucibince hareket ederek ertesi günü sabahı bir yalancı pehli
van gibi Yunanlıların karşısına çıktım. Taburlarımın birer bölüklerini ge
niş cephe ile yayarak ve makineli tüfeklerimi düşman mevzilerine yaklaştı
rarak taarruz edecekmişim gibi kendimi gösterdim. Dört topum mevzide
ateşe başladı. Yunanlılarda bir telaş eseri görmedim, yahut vardı da göre
medim. Yarım saat sonra Yunan topçusu ateşe başladı. İlk önce dört top,
sonra sekiz daha sonra on iki. Piyadelerimi düşmana dört yüz metreden
daha yakına sokmadım. Askerlerimi kalın ve yüksek taşlar arasında
düşman piyade ve topçu ateşlerinden muhafaza ediyordum. En iyi ku
mandan, kendi subay ve erlerinin hayatını korumasını bilen ve fakat aynı
zamanda da düşman er ve subaylarından fazla miktarda yaralayan ve
öldürebilmeyi başaran kumandandır. Biz harplerde neler gördük. Hiç
maksatsız olarak ve sırf kendi şan ve şöhreti artsın diye mehmetçikleri ve
subayları düşman mevzilerine saldırtan, geride dahi ilerleyemeyenleri
202 RAHMİ APAK
Saat ona doğru kavganın kesilerek kademeli bir surette geriye çekil
mek tedbirlerini aldım. İlk önce topçu bataryamı, düşman göremeyecek
surette sırtların gerisinden geriye aldırdım ve İnegöl'ün doğusuna geçerek
beklemesini söyledim. Sonra taburlar birer bölüklerini gerideki İkinci sırt-
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI
Vay zalim Ayıcı Arif vay ... Demek ki, beni düşman karşısına sürmesi
nin sebebi keşif veya yoklama değilmiş. İnegöl halkından 20 bin lira sız
dırmak için bu işi yapmış. Demek, Duma Köyünün güneyindeki taşlar
içinde gömdüğümüz genç subay ile iki mehmetçik, Arif Bey'e 20.000 lira
sağlamak için harcanmış.
küskün: " Evet senin marifetin, hani ayı sigara dumanından haz ederdi?
İkinci defa nefesi üflediğim zaman suratıma öyle bir şamar attı ki yüzümü
gözümü yırttı" dedi.
Bir kere de, tümen karargahının, Eskişehir doğusunda bulunduğu bir
köye cephe Kumandanı Fuat Paşa (Cebesoy) gelmişti. İki kumandan ça
dırda konuşurlarken, cephe Kurmay başkanı Binbaşı Saffet (Saffet Arıkan)
şu ayıyı paşanın otomobiline bindirelim, bakalım ne yapacak? dedi. Ayıyı
paşanın arabasına bindirdik. Hemen arka sedire kuruldu oturdu. Fakat
şoför arabayı tahrik edince, ayı korkusundan kendisini pencereden atmak
istedi. Düşüp arabanın altında kalmaması için otomobili durdurduk. Ayı
da pencereden aşağı atladı. Biraz sonra Fuat Paşa, gitmek üzere arabanın
kapısını açıp içeriye girmek Üzere iken birdenbire: "Uuu ... bu ne pislik?"
diye bağırdı. Meğerse, ayı korkudan oturulacak yeri fena halde pislemiş.
Fuat Paşa: " Kabahat ayıda değil, ayı ile şaka edenlerde" diye bize çıkış
mıştı.
İ şte bu ayısı yüzünden Arif Bey'e Ayıcı Arif adı takılmıştı. Bir gün,
Kazancı cephesindeki Yunan tümen kumandanı bir köylü ile Arif Bey'e
şu haberi salmıştı: "Ayı güreştireceğine, gelsin de benimle güreşsin. . . .
"
Arif Bey'in yaptığı gibi kasaba halkından para toplamak istemiş. Halk,
başlarında Belediye Reisi Osman Bey olmak üzere: "Allahını seven vur
sun., diye bağırıp çetecilere ateş ederek beş altısını öldürmüşler. Çetebaşı
İzzet dahi ölenler arasında. Yedi kadarını da esir etmişler, diğerleri kaç
mış. Bu esnada tümen karargahı Pazarkcık'ta idi. Osman Bey beni telgraf
başına çağırtarak hadiseyi anlattı ve halkın heyecanda olduğunu ileri süre
rek, İnegöl'deki keşif kolomuzu geriye çekmekliğimizi teklif etti. Bu bir
küstahlık idi. Kendisine mutedil bir lisanla soygunculara karşı müdafaala
rının meşru olabileceğini, fakat askeri kasabadan geriye çekmek teklifinin
vahim birşey olduğunu söyledikten sonra, kendimin oraya geleceğimi bil
dirdim. Hadiseden fena halde hiddetlenen Arif Bey derhal İnegöllüleri ce
zalandırmak lüzumunu cephe kumandanlığına teklif etti. Ben, onun hid
detini tadil ederek, kendimin şahsen oraya gönderilmekliğimi teklif ettim,
muvafakat etti. Büyük bir tedbirsizlik yaptığımı sonradan anladım. Yozgat
isyanında dahi böyle asileri yatıştırmak için yalnız başına içlerine giden
eski esirlik arkadaşım Yüzbaşı Manastırlı Vasfı' nin başına gelen hal benim
de başıma gelebilirdi. O zavallıyı nasihata gittiği zaman namertçesine
öldürmüşlerdi. Heyecan zamanlarında, ayranı kabardığı vakit cahil halk
ile temasa yanaşmamalıdır. Bereket versin, İnegöl halkı biraz daha yontul
muş bir halktı. İçlerinde Bulgaristan göçmenleri, Boşnaklar ve uslu akıllı
Karadenizliler vardı.
Belediye Reisi Osman Bey'e gelince, barıştan iki yıl sonra bir gün
kahvede otururken, pencereden atılan birkaç kurşun ile öldürüldü. Katil
ler yakalanmadı. Abazalar intikam almışlar.
F. 14
210 RAHMİ APAK
Gediz Muharebesi
Gediz'de bir Yunan tümeni var. Yunanlıların esas kuvvetleri Uşak'ta
olduğuna göre bu tümen esas Yunan kuvvetlerinden uzaklaşmış bizim içi
mize doğru ilerlemiş durumda. Binaenaleyh, Batı Cephesi emrinde, savaş
kabiliyeti tecrübe edilmediği halde iyi sanılan ı ı ve 6 1 inci Tümenlerle,
savaş kabiliyeti çok yüksek olduğu iddia edilen ı inci Seyyar Kuvvetler
(Çerkez Ethem kuvvetleri) tarafından bu Yunan tümenine karşı bir baskın
taarruzu yapılacak olursa, geriden yardım gelinceye kadar bozguna uğratı
lır, düşüncesiyle Batı Cephesi kumandanlığı bu düşman tümenine karşı
bir hareket yapmayı uygun görmüş. Sonradan işittiğime göre, bu taarru
zun yapılması için bilhassa Birinci Seyyar Kuvvetler çok hevesli imişler.
Bunda da gizli bir maksatları varmış: Yeni kurulmuş olan 'bu iki munta
zam tümeni yıpratmak ve Çerkez Ethem çetesine meydanı açık bırakmak.
Fakat, çeteleri ortadan kaldırmak teşebbüsü çok tehlikeli bir işti. Bir
çok aklı erenler bile, zor kullanarak çeteleri intizam altına almanın başarı
lamayacağını, mevcut muvazzaf kıtaların çeteler tarafından kolayca perişan
edileceğini iddia ediyorlardı. Bu inanç, cephede olduğu kadar ve belki dr>.
ha ziyade Ankara'da, Büyük Millet Meclisi içinde de yerleşmişti. Bu te
şebbüs muvaffak olmazsa işin sonu nereye varırdı? :V1emleket, iki üç serse
rinin elinde kalırdı. Bütün kıymetli subaylar ve kumandanlar çeteciler ta
rafından öldürülür, Atatürk dahi aynı akıbete uğrardı.
O gün akşamleyin iki cephe kumandanı yani İsmet Bey'le Refet Bey
(Kütahya-Gediz) şosesi üzerindeki Efendi Köprüsü denilen Tatar
köyünde buluşarak kararlarını verdiler. Her cephenin birlikleri, Ethem' e
karşı yapılan takip hareketinden vazgeçerek derhal kendi cephelerini
müdafaaya koşacaklardır. Yalnız bir istisna ile, Cenup Cephesine ait olan
benim süvari grubum, Batı Cephesi yani İsmet Bey'in ordusunun emrine
veriliyor. İ smet Bey'in, akşam karanlığında bana harita üzerinde parma
ğıyla göstererek: "Kütahya üzerinden İnönü'ye gideceksin. Düşmandan
önce İnönü mevzilerini tutmak için şimdi Alayunt'tan yetiştirebileceğim
piyade birliklerini trenle yola çıkaracağım. Siz, grubunuzla İnönü'ye geldi
ğiniz zaman, burasının Yunan kuvvetlerinin eline geçmiş olduğunu göre
cek olursanız düşmanın gerilerine tesir yaparak durdurmaya çalışırsınız.
Her halde, ben size İnönü güneydoğusundaki Tutluca Köyünde bir tali
mat ve irtibat postası bulunduracağım" dedi.
Ben, derhal Kütahya'ya doğru yürüyüşe geçtim. Gece yarısı Kütahya'ya
geldim. Hayvanların yüzde yetmişinin nalları düşmüştü. Alaylarda nal-
218 RAHMİ APAK
bant ve nalbant takımı, nal ve çivi yok gibi. Kütahya'da ne kadar nalbant
varsa geceleyin evlerinden kaldırdık. Bunları şehrin kenarındaki meydanda
topladık. Meşaleler yakarak hayvanları nallattık. Şafak sökerken Kütah
ya' dan yola çıktık. O zaman Kütahya'dan İnönü'ye doğru giden harapça
bir şoseyi takip ederek hiç dinlenmeden kuzey istikametinde yürüdük.
Adını unuttuğum ve yolun batıya döndüğü yerdeki bir köyün yanında bir
yem molası verdik. Hayvanlar aç susuz ve çok yorgundu. Bu mola iki saat
sürdü. Buradan tekrar bir derenin köprüsünden geçmek suretiyle
yürüyüşe geçtik. Grubun yarısından fazlası yürüyüş koluna geçmiş ve üçte
biri henüz toplu bulunduğu bir sırada bir Yunan uçağı belirdi. Bizi
görünce biraz alçalarak üstümüzde dönmeye başladı. Köprüyü geçmekte
olan kısımlarımızın üzerine bomba atacağını düşündüm. Fakat yürüyüşü
durd urmadım. Yunan gözetleyicisi bizim grubun kuvvetini iyice tesbit
edecek kadar bizi gözetledikten sonra hemen geri döndü, İnönü istikame
tinde geldiği yere gitti. Tamam 1 800 atlı idik. Her alayda iki tüfekli bir
ağır makineli takımı vardı. Ayrıca grubumuzda iki toplu da bir dağ batar
yamız vardı. Toplar hayvan üstünde taşınıyordu.
Bu iddianın bir kısmı doğrudur. Belki, uzun hedefli bir taarruz için
hazırlanmamışlardır. Fakat, geriye çekilmeleri, Türk muntazam kıtalarım
dağıtamadıklarım ve dağıtamayacaklarını anlamış olmalarından ve verdik
leri kayıplardan ve uçakları ile yaptıkları keşif ile birisi bizim süvari grubu
ve diğeri de Çolak İbrahim emrindeki süvari birliğinin, İnönü üzerine
yaklaşmakta olduğunu ve ayrıca (Ankara-Eskişehir) demiryolu üzerinde
hararetli asker nakliyatını müşahade etmiş olmalarındandır.
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI 22 1
İnegöl'e dönünce bana şöyle, zevkli bir hikaye anlattılar. Bölüğün er
leri arasına dağılmış olan bu saylavlar, giyim, kuşam mükemmelliği, silah
ve cephane bolluğu bakımından mehmetçiklerin dikkatini çektiğinden, mu
harebe esnasında mehmetçiklerden birisi, mebuslardan birisine: " Hemşeri
siz kimsiniz, nerelisiniz, nereden geldiniz?" diye sormuş. Saylav arkadaşı
mız da: " Hemşeri biz gönüllü geldik, biz mebusuz" demiş. Bu sözden bir
şey anlamayan mehmetçik: "Ya, siz hangi mahpustan çıktınız? " diye tek
rarlamış.
Kırk yıldan, 1 876'dan beri kullanılan bu mebus kelimesinin manasını
halk öğrenememiş demek.
Ben, bir hafta sonra mevkiimi Çolak İbrahim'in süvari tümenine ter
kederek, eskiden bağlı olduğum Güney Cephesine katılmak üzere gru
bumla birlikte İnegöl'den ayrıldım, Sandıklı'ya geldim.
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI 2 23
Güney Cephemiz
Benim tugayımın bağlı bulunduğu İkinci Süvari Tümeni Sandıklı'da
bulunuyordu. Afyon Cephemize karşı Yunanlıların ileri hareketi başlayın
ca, tümenimiz Afyon Cephemizi solundan çevirmesi muhtemel düşman
kuvvetlerini yandan ve arkadan vurmak ödevi ile batı istikametinde tahrik
edildi. Sandıklı'nın r 5 kilometre kadar kuzeybatısına geldiğimizde çok de
rin ve uzun ve Çalca denilen bir derenin batısına geçtikten sonra bir Yu
nan piyade alayının, arkasını bize vererek kuzeye doğru yürüdüğünü
gördüm. Bizden önce Binbaşı Hakkı Bey kumandasında bir süvari birliği
buraya gönderilmişti. Bu birlik Yunan alayı tarafından geriye
püskürtülmüş. Fakat nereye çekilmiş, meydanlarda bunlardan kimseyi
görmedik. Derhal bir alayımı yaya cengine indirdim ve iki topumu da so
karak bu Yunan piyade alayının arkasından saldırdım. Yaya cengine in
dirdiğim alayımın muharebe hattına soktuğu tüfek adedi ancak iki yüz.
Yunan piyade alayı ise 2000 silahlıdan fazla kuvvette ve yanlarında da
dört toplu bir sahra bataryaları varmış.
RAHMİ APAK
Yunan piyade abyı, gerisinden böyle bir saldırışa maruz kalınca geri
ye döndü , iki taburunu bizim üzerimize taarruza geçirmekle beraber sah
ra bataryasını da mevzie sokarak şiddetli bir ateş açtı. Bizim iki toplu dağ
bataryamız, on dakika içinde susmaya mecbur oldu. Yunan piyadeleri,
cephemize yüz metre sokuluncaya kadar müdafaa ettikten sonra muhare
beyi kestirdim. Yunan piyade alayını Güney Cephemizin solunu çevirmek
için yaptığı hareketten alıkoymuştum. Bölükler, hemen sırtın arkasında
bulunan binek hayvanlarına binerek muntazam bir surette çekildiler. Sey
rek ağaçlı bir orman içinde düşman piyade ateşinden kendimizi koruyarak
tekrar Çalca Deresinin doğusuna geçtik. Çekiliş esnasında düşman topçu
ateşinden biraz zarar gördük.
Bu esnada, süvari tümen kumandanı, tümenin Afyonkarahisar kuzeyi
ne gelmesi emrini almış. Akşama doğru hareketle bütün gece yürüyerek
sabaha karşı 23 üncü Piyade Tümeninin işgal ettiği sırtların gerisine geldik.
23 üncü Tümen, meşhur Resül Baba tepesini müdafaa ödevini almış.
Fakat, tümen kumandanı, çok yüksek olmakla beraber çok taşlı bulunan
bu sırt üzerinde, siper kazmak güçlüğünü ve düşman topçusunun kendi
kıtalarına pek ziyade tesirli olacağını düşünerek, Resül Baba Tepesini boşal
tıp iki kilometre kadar gerideki yumuşak topraklı sırtlara çekilmiş, orada
mehmaemken siperler kazdırmaya başlamıştı.
Bizim geldiğimiz saatte oraya gelen Refet Bey, bu Resi.J Baba Tepesi
ni düşman henüz tutmamıştır zannıyla, tekrar işgal ettirmek için. İsmail
Hakkı Bey'in süvari tuğayı ile 23 üncü Tümenin hücum taburunu hızlı
yürüyüşle tekrar tutturmak için emir vermiş ise de, ne hücum taburu ve
ne de süvari tugayı tam bir düşman tümeni tarafından tutulmuş olan bu
Resül Baba Tepesine çıkamamış, düşman topçu ve piyade ateşleri karşısın
da tekrar geriye dönmeye mecbur olmuştur.
İnönü'deki hadiseler
Yunanlılar, İnönü mevzilerimizle 28 Mart'ta temasa gelmişlerdir. Bu
mevzilerin kilit noktası olan ve 6ı inci Tümen tarafından tutulmuş bulunan
yüksek Gündüz Bey Tepesini, şiddetli bir topçu ateşinden sonra hücuma
kalkan tek bir Yunan taburunun karşısında 6 1 inci Tümen boşal
tarak geriye çekilmiştir ve bu çekiliş intizamsız bir surette olmuştur. Tepe
nin hemen gerisinde ihtiyatta bulunan bir taburumuz mukabil hücuma
kalmış ise de Tabur Kumandanı Binbaşı Erzincanlı Halis Bey, derhal şe
hit düştüğünden bu tabur dahi gerilemiştir. 6ı inci Tümenin bu bozgun-
luğu yine aynı tümenin topçuları tarafından düzeltilmiştir. İki kilometre
geride mevzilerde bulunan bu topçular, kendi piyadelerinin mevsimsiz ve
manasız boşalttıkları bu tepeyi derhal cehennemi bir ateş altına almışlar
dır. Bu ateş altında, tepeye çıkan Yunan piyadeleri fazla zayiat vererek te
penin gerisine tekrar kaçmışlar ve bunların içinden hiçbir Yunan subayı
6ı inci Tümenin intizamsız kaçışını görememiştir. Hatta Yunanlılar bizim
piyadelerin kasten bu tepeyi boşaltarak, kendilerini tepenin Üzerine topçu
ateşlerimizin altına çektiğimizi bilahara iddia etmişlerdir.
Bu kıymetli topçular yalnız bu tepeye düşman ayağını bastırmamak
muvaffakiyetini göstermekle kalmamışlar, bir taraftan da geriye çekilen pi
yadeleri toplayarak intizam altına almaya çalışmalardır. Denilebilir ki,
İkinci İnönü Muharebesi'nin bir numaralı şampiyonu topçularımız ve iki
numaralı şampiyonu da muharebenin sağ kanadına yeni yetişen ı inci
Tümene mensup 3 üncü Piyade Alayının ve Tümenin diğer kuvvetlerinin,
bu boşalmış sırtları tekrar ele geçirmek için üç gün üç gece yaptıkları kar-
F. 75
RAHMİ APAK
Kovalama
Bu defa da çekilen düşmanı kovalarken bütün süvariler Mezit Vadi
sinden geçerek ilerlediler. İki süvari tümeni ile bir bağımsız süvari alayı.
Bunların başında Refet Paşa vardı. Benim tugay, bu uzun kolun başında
yürüyordu. İnegöl Kasabasına kadar düşmanla temas sağlanamadı. Ben,
yaverim ve emir subayımla birlikte dört atlıdan mürekkep tugay kararga
hımla İnegöl Kasabasının içine girdiğim zaman sokaklar bomboştu. Mey
danda tek bir insan görünmüyordu. Evlerin pencerelerinden bizi gören
halk, yaşasın diye bağrıştılar. Küçük karargahımla kasabanın sokakların
dan dörtnal geçerken, belediye binasının önündeki meydanda, yere otur
muş dinlenmekte olan bir Yunan piyade bölüğünün üstüne uğradık. Şa
şıran Yunan askerleri, oturdukları yerden havaya bir salvo ateşi yaptılar ve
fırlayarak sağa ve sola sokaklara kaçışmaya başladılar. Hiç olmazsa iki
üçünün bize dönüp ateş etmek aklına gelmedi, bizi derhal öldürebilirlerdi.
Hemen atlardan kendimizi yere attık. Belediye binasının sütunları gerisin
de yatarak siper aldık. Aramızdaki mesafe ancak onbeş adım. Yunanlılar
birbirlerini çiğneyerek dar sokaklardan kaçıyorlar. Emir subayım Astteğ-
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI 2 27
men Vanlı Saadettin (şimdi Albaydır. Çorlu'da Askerlik Şube Reisidir) bir
erin silahını yakaladı ve arkasında iki erle birlikte bunları hem kovalıyor
ve hem de ateş ediyor.
16 yaşında bir çocuğun kahramanlığı
Siması hala gözlerimin önünde. Sarı saçlı, ak yüzlü bir çocuk. Bir
evin içinden çıkan (herhalde kendi evi olacak) bir Yunan askerini kovalı
yor. Elinde bir balta. Yunan erinden daha hızlı koşuyor. Ona yetişti, kafa
sına baltayı indirdi. Yunan eri cansız yere yuvarlandı. Kaçan Yunanlı, ar
kasına dönüp silahını veya süngüsünü kullansaydı, bu çocuğu kolayca
öldürebilirdi. Diğer bazı sokaklarda da, İnegöllü kadınların, bu kaçan pe
rakende Yunan askerlerinin başlarına pencerelerden testi ve saksılar attık
larını öğrendim. Altı ay önce, Yunanlılarla işbirliği yapmak temayülleri
gösteren ve bu yüzden fena not alan İnegöllüler bugün hamiyet ve vatan
severliğin yüksek misallerini verdiler. Altı ay önce, onları menfi harekete
sürükleyen sebep, çetecilere karşı olan nefretleriydi.
Gerideki alaylarımız yetiştikten sonra, İnegöl'ün içinde onbeş yirmi
geberik bırakan Yunan taburunu kasabanın batısında tekrar sıkıştırdık.
Onu Dimboz mevziine çekilmekten menettik. Bir saat süren bir muhare
beden sonra bu tabur, mevcudunun üçte birini ölü ve yaralı bırakarak
Yenişehir istikametinde tepelere doğru çekildi.
Şafakla beraber Yunan tümeni baştaki alayı ile bana çattı. Sarıldıkla
rını ve önlerinin kesildiğini anlamışlardı. Baştaki taburunu tamamıyla ava
yaydı. İki topçu bataryasını da mevzie sokarak ateşe başladı. >.1akineli
tüfeklerim güzel işliyor, avcılarımız da ateş ediyor. Düşman piyadesinin
taarruzu ağırlaştı, fakat bizim tümenden ve diğer tümenlerden hala haber
yok. Koca piyade tümenini iki yüz kişi ile nasıl durdurabilirdim ? Biraz
sonra Refet Bey bağımsız Yüzbaşı Avni' nin alayı ile yetişti. Sağımda mu
harebeye girdi. Yunan tümeni, benim karşımda bir tabur bırakarak sağa,
Yenişehir Ovasına doğru çark yaptı. Oraya doğru çekiliyor. Yenişehir' de
bizim bir süvari alayımızın gecelediğini biliyorum. Herhalde bu alay da
oraya dönen bu düşmanı önleyecektir diye düşünüyorum. Fakat galiba
kimse önlememiş ki, bize karşı bıraktığı bir piyade taburu ile bizi mıhladı
ve Yenişehir güneyine doğru bizim çemberden kurtuldu. Biraz sonra diğer
süvari birliklerimiz dahi yetişti ise de, biraz geç kalmış olduklarından Yu
nan tümeninin büyük kısmı elimizden kurtuldu. Fakat bize karşı bıraktığı
artçı taburunu kuşa benzettik. Tazı gibi arkasına yapıştık. Bu tabur, mev
cudunun yarısından fazlasını ölü yaralı ve esir olarak bize bıraktı.
ile dahi Güney Cephesi takviye edildi. Bu kuvvetler Refet Paşa'nın emrı
kumandasında Afyonkarahisar doğusuna yerleşmiş olan, Yunan Ordusuna
karşı dört beş gün savaştılar. Refet Paşa süvari birliklerini pek aşırı bir çe
virme hareketi yapmak için Uşak doğusuna düşman gerilerine sürdü.
Berber Mihal
Ben, tugayımla Uşak batısında dağlık ve ormanlık arazide Yunan Or
dusunun gerisine tesir eden çevirme hareketini yaparken, bulunduğumuz
mevkie dört kilometre kadar mesafede bir dağ köyünde cepheden kaçıp
uyumakta olan Yunan erlerinin bulunduğu haberini verdiler. Hemen bir
keşif kolu sevkederek bu cephe kaçaklarını yakalattım. Bir saat sonra yanı
ma getirilen üç Yunan askerinin içinde Edirne'de iken tıraş olduğum ber
ber çırağı l'vlihal'in bulunduğunu görmeyeyim mi? Beni derhal tanıdı ve
yalvarmaya başladı. Kendisi Türk uyruğu sayıldığından hukuk bakımın
dan idam edilmesi lazımdı. Ben bu işi yapmadım ve harp esiri olarak ge
riye sevkedilmesi için bir alayıma gönderdim.
Bu muharebeler sona erdikten sonra Güney Cephesi kumandanlığını
lağvederek bütün kuvvetleri Garp Cephesi emrine bağladılar. Bu arada
beni de, karargahı Poyralı'da olan Birinci Grup Kurmaybaşkanlığına ta
yin ettiler.
Geldiğim gün, hiç olmazsa her bölüğün kendi önüne ve beş altıyüz
metre ileriye, aşağıya fundalıklar içine bir manga sürerek, ilk zayıf bir per
de tesis edilmesini emrettim. Bu tertibat yapıldı. Böylece düşman piyade
si, asıl mevziin altıyüz metre ilerisindeki zayıf perdenin ateşi ile ilk olarak
karşılanacak, yayılmaya ve açılmaya mecbur edilecek, onun kuvvet ve
maksatları hakkında bir fikir hasıl etmekliğimize yardım edecek. Sonra bu
mangalar, fundalıklar içinde geriye asıl mevzie çekilecekler.
hayvan üstünde duran bu Yunan atlısına elinde ateşe hazır silahı olduğu
halde bizim nöbetçi neden ateş etmiyor. Yunan atlısı bizim nöbetçinin
tam yanına sokuldu. İki saniye sonra bizim silahlı nöbetçi sola doğru kaç
maya başladı ve arkasından bir silah patladı. Bu silahın patlaması ile bir
likte Yunan atlısı geri döndü, kaçıyor, daha gerideki iki arkadaşı da kaçı
yor ve bizim manganın attığı mermiler, Yunan atlılarının ayaklarından toz
çıkarıyor. Hiçbirisi vurulmadı ve kurtulup uzaklaştılar.
Bu laf da kırmızı mintanlının uydurması. Cevap olarak: " Ben, 1 6 ncı Alay
filan tanımam. Yasak. . . " diye tekrarlıyor (bizim kırmızı mintanlı, bu ceva
bı ile ı<endisinin ne kadar ciddi bir asker olduğunu bana anlatmak isti
yor) . �t üstündeki Yunanlı kırmızı mintanlının o kadar yakınına sokul
.
" U lan, eşek herif niye Yunanlı'ya vurmadın da, yasak dedin, muhare
bede düşmana yasak denilir mi? O silahı senin eline niçin verdiler? " de
dim. Cevap olarak: "Efendim, bir cahillik ettim. Bir daha yapmam" de
mesin mi? Ağlar mısın, güler misin? Elimiz altındaki erlerin talim ve terbi
ye derecelerini anlatmak için bu vak'ayı burada tafsilatıyla zikrettim. Geri
ye kaçan Yunanlı, kırmızı mintanlıdan aldığı silahtan maada kayışı kopan
kendi silahını da düşürmüş kaçmış. Bütün kazanç bundan ibaret.
talarıydı.
Düşman, ordumuzun soluna yedi tümenden fazla bir kuvvet ile çul
lanmıştır. İki tümen dahi Beyce'den Kütahya üzerine yürüdüğüne göre
tam g tümenlik bir kuvvetin ve mürettep ve muhtelit birliklerin bir süvari
tugayının ordumuzun soluna yöneldiği ve birinci gruba yani ordumuzun
sağına karşı ancak General Trikopis kumandasında Üçüncü ve Onbirinci
Yunan tümenlerinin bıraktığı görülüyor. Düşmanın harekat planı hakkın
da şu satırları okudum:
kınımdan üstün idiler. Fakat süvari bakımından biz onlardan çok kuv\ etli
idik. Hatırımda kaldığına göre ordumuzun muharip mevcudu 80.ooo' den
aşağı değildi. Sakarya'ya çekildiğimizde bu mevcuı. aldanmıyorsam
30.ooo' e düşmüştü.
Sakarya kavgası
Biz bu kavgaya, Başkumandanın şu parolası ile girdik: " Hiç bir kıta,
Üst kumandanından emir almadıkça geriye çekilmeyecektir. Kanatları ç:ev
rilse, her taraftan sarılsa dahi emirsiz, mevziini terkeden bir birliğin ku
mandanı üst kumandan tarafindan derhal öldürülecektir". İş çok ciddi.
Sakarya Zaferi'ni sağlayan amillerin başında gelen bu şiddet tedbiridir.
Bolşevik Ruslar da, İ kinci Cihan Savaşı "nda iJ;jyJe yaptılar. Alman taarru
zunun daha ilk safhalarında H itler için bir �ürpriz olan ve onu hayal kı
rıklığına u ğratan Rus mukavemetinin sırrı budur.
F 16
RAHMİ APAK
sır' da esirlikte tanıdığım İ zmirli bir doktor arkadaşımı bir eşegın üstünde
giderken görüyorum. Yeni tayin edildiği taburunu arıyormuş.
Ben, arkadan lafa karıştı m : " Efendim, gece hiç birşey görmedik. Aca
ba, bu tepenin üstünde biraz düzlük var m ı ? '' Kafasını geriye çevirdi, ba
na baktı. Hiç bir cevap vermedi. Bu susması şu manaya geliyord u : ''Ulan ,
şimdi seni tepeleri m " .
Tam bir buçuk saat dikkatle, tam bir sessizlik içinde yürüdük. Tepe
nin, tepenin değil batı yamaçlarının ortasına geldik. Kumandanına daha
fazla güvendiğim, Birinci Tabur önde ve İkinci Tabur da on adım mesafe
ile onun gerisinde ve her iki tabur saf nizamında olmak üzere dizildiler.
İlerleme başladı, tırmanarak ilerleme, ağır adımlarla ve dikkatle yürüyo
ruz. Çıt pıt yok. Her adım bizi ölüme yaklaştırıyor. Subaylar ve erler, ha
yatlarını vatana vakfetmiş bir hava içerisinde, tabii bu esnada herkesin ka
fasının içinde beliren düşünceler çok farklı olmasa gerek. Analar, babalar,
evlatlar ve sevgililer, bu kafaların içinde canlanıyor. Vazife, vatan vazifesi
bütün bunların üstüne çıkıyor. Herkes, içinden, söylemeksizin bu sevgili
!erle vedalaşıyor, helallaşıyor. Kimin öleceği, kimin kalacağı belli olmadı
ğından hiç kimse, yakın bir arkadaşına dahi bir vasiyet teslim edemiyor.
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI
Biraz sonra taşsız ve kaba topraklı ve biraz otlu bir yere ayak bastık.
Dağın tam taşlı zirvesine çok yaklaşmışız. Bilmem neden , mehmetçiğin bi
risi yanındaki arkadaşına yüksek sesle bağırdı. Meğerse Yunanlıların beş
altı makineli tüfekle takviye edilmiş ilk bir müdafaa hattının on adım kar
şısına gelmişiz. Müthiş bir ateş, fakat bütün mermiler başlarımızın iki
metre üstünden geçiyor. Ölü bir zaviye, ateş tutmayan bir alçaklık içinde
imişiz. Kimse sendelemedi. Öndeki tabur, Allah Allah sesleri içinde bir
duvar gibi yukarıya firladı. Aynı zamanda, ikinci hattaki tabur dahi koşa
rak bu tabura karıştı ve bir lahzada düşman ateşi kesildi. Taşlıklar içinde
süngü gürültüleri, vur, kaçıyor, bırakma, ateş naraları yükseldi.
Bu ani baskın karşısında ilk Yunan hattı, ağır makineli tüfeklerini bı
rakıp geriye kaçtı. Taşlıklar arasında, yedi sekiz Yunan makineli tüfek ne
feri süngülenmiş yatıyor.
Bu ilk Yunan hattının yüz metre gerisinde, iki taburdan fazla bir
kuvvetin işgal ettiği ikinci bir hattan üzerimize müthiş ve öldürücü bir
ateş yöneltildi. İlk lahzada onbeş yirmi kişimiz vuruldu. Erler ve subaylar,
on beşer yirmişer kişilik kümeler halinde, büyük taşların arkasına sığındı
lar. Öyle kesif ve şiddetli bir ateş ki, hiçbirimiz başımızı kaldıramıyoruz.
Bölükler birbirlerine karıştı. Subaylar, kendi erlerinin hangileri olduğunu
fark edemiyorlar. Şimdi, aynı hamle ile ve ikinci bir Allah Allah ile tekrar
ileriye atılmak ve bu ikinci hattı da geriye kaçırmak lazım. Fakat evvele
mirde intizamı yeniden tesis etmek ve bir ateş himayesi yapmak icabeder.
Taşların arasından biz de ateşe başladık. Biraz ateş üstünlüğü elde edelim
diye bekliyoru m .
Vicdan azabı
, \radan otuz üç yıl geçti. Sebep olduğum katliam için azap duyarı m .
Bu nda b e n i m s u ç u m \' a r m ı " Pala S ü l eyman, t ü men ku mandanın h ü c u m
ıcmrirıi d i n l <e m c d i . alayını b ö y l e b i r felake'tten kurtard ı . B e n . asker olarak
emre it aat ettim. B u itaatim, bu tepeyi zaptederek ordumuzun sol kana
d ı ncb b<elircn t e h l i keyi giderm e k , meydan m u hare'besi n i n kazanı l m asına
ıcsık o lmak gibi yükse k bir amaç da güd üyordu . B i naenaleyh i taatim,
kôrukörüne b i r i t aat de�ildi. Yunan Ord u s u n u n b u sağ kanadı, tekmil or
dumuzun sol kanadını tehdit ediyord u . Bu tı"hdidi önlemek lazım d ı . :\la-
YETMİŞLİK B İ R SCBA Yii\' HATIRALARI 2 49
Halit Bey - Belki alayın tepeye çıkmıştır, fakat sen beraber bulun
mamışsın.
selim ve terbiyeli bir arkadaş olan :'\azmi ile (son zamanda Jandarma Ge-
RAHMİ APAK
Ben de yaralandım
Beş dakika sonra, yüz metre kadar ilerimizde bir düşman şarapneli
havada patladı. Sol kolumun pazısı üzerine sopa ile vurmuşlar gibi birşey
oldu. Kolumdan avcuma doğru kanlar akıyor. Sırtımda yazlık bir ceket
var. Bunun altındaki filtekos fanilanın sol kolu geriye toplanmış yumak ol
muş. Şarapnel misketi, ceketi delmiş bu filtekos yumağını parça parça et
miş, misketin yarısı etimin içine girmiş. Çeketimi çıkardım. Misketi de
kendi elimle çıkartıp arkadaki sıhhiye çavuşuna biraz tentürdiyot sürdüre
rek küçük bir sargı bezi ile sardırdım. Halit Bey bunu görmüştü, fakat
kafasını çevirip bakmadı. Yaralananlara kızıp küfrediyordu. Bana küfret
memek için görmemezlikten geld i .
Bu acemi çocuğu onlara teslim ederek geriye Halit Bey'in yanına gel
dim. Halit Bey, bana, ilerideki tümen ve alay kumandanlarına gönderil
mek Üzere şöylece bir emir not ettirdi: " Ben , avcı hattına ve sizin yanınıza
gelemiyorum. Bunu korktuğuma hamletmeyiniz. Bütün cepheyi görmek
ve buna tedbir almak için biraz gerilerde dolaşmaya mecburum".
lar üzerinde daha fazla tutunamazlar" dedi. Deli Halit hiç aldırış etmedi.
Ben, kendisine: " Haydi oğlu m , durma, geriye git, yaralarını doktor sarsın"
cevabını verdim. Fakat, o konuşmakta devam edince Deli Halit hiddetle
onun Üzerine yürü d ü : " Ulan, ben sizin ne halt ettiğinizi bilmiyor mu
yum F demesiyle birlikte suratına öyle bir şamar aşketti ki, hem kolundan
ve hem bacağından yaralı olan bu genç yere yuvarlandı.
Geriye çekiliş
Yarım saat sonra ilerideki avcı hattımızdan tekrar bir çözülme başla
dı. Sekizer onar kişilik gruplar geriye doğru kaçıyorlar. Deli Halit, taban
casını çekmiş, taştan taşa sekerek bunları vuruyor ve bana da: " Beyefendi,
kaçıyorlar görmüyor musun, ne duruyorsun neye bunları öldürmüyorsun"
d i ye bağırıyor. Ben de tabancamı kullanmaya başladım. Fakat kaçanların
ayaklarına doğru yere ateş ediyorum. Kısa zamanda, Deli Halit, kendi ba
şına bu çözülüşü de durdurdu. Bu adamın b u lunduğu bir yerde çözülme
ve bozgun olmaz. Geriye gelmekten herkes titrer.
Düşman, derhal daha şiddetli bir ateş ile ve aydınlatma fişekleri kullana
rak bu ateşimize cevap veriyor. Demekki bizim bir hücumumuzdan kor
kuyor. Tepeyi boşaltmakta olduğumuzun farkında değil. B i raz sonra ağır
makineli tüfekleri geriye gönderdim. Daha sonra da ihtiyattaki taburu da
yolladım. İki taburdan birisini geriye ihtiyata toplayarak bütün cepheyi
tek ve zayıf bir tabura bıraktım. Fakat zaman zaman açtırdığım şiddetli
ateşlere düşman cevap vermekte devam etti. Sabah yaklaşıyordu. İhtiyat
taburunu da geriye yolladım. Tek tabur kaldı. Şafak sökmek Üzere iken
bu tek taburu da yola çıkardım, kendim, maiyetimdeki sekiz atlı ve emir
subayımla kaldım. Seyrek bir hat halinde on kişi, düşmana ateşe devam
ettik.
İ şin garip tarafı, bu çocuğu, ordu terhis edildikten sonra bir münase
betle evine gidip ziyaret etmiştim. Geniş ebatta çıkarılmış ve duvara asıl
mış bir fotoğrafını gördüm. Elinde silah çapraz fişeklikler ile . . .
Bu emir Üzerine geri çekilme kararı iptal ediliyor. Fakat ertesi gunu
yani ayın onunda bazı Türk kıtalarının iki Yunan kolordusu arasındaki
bu açıklığa karşı bazı taarruz faaliyetleri görününce, Papulas dahi Il nci
Kolordunun geriye gelmesi emrini veriyor. B u , Yunan Ordusunun Sakar·
ya'da muvaffak olmak ümidini kaybettiğinin ilk tezahürüdür.
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI 257
toplamış. Bir iki defa saydıktan sonra bana dönerek: " Hemşeri, bu kağıt
lara mektup yazsak memlekete gider m i ? " dedi. Ben de kısaca: "Gider
gider'' dedim. Sonra şöylece devam etti: " H emşeri, bu zarf ve kağıtları sat
sak para eder m i ? '' Ben: " Kaç para istiyorsu n ? " ded i m . Onbeş yirmi zarf
ve kağıt ayırarak: " Al , kaç para istersen o kadar ver?" diye önüme fırlattı.
Eline bir lira verdim. Parayı aldıktan sonra: " Hemşeri , sende ekmek var
mı)'' ded i : " Var" dedim: " Okkasını kaça satıyon:ı" dedi. Okkası bir liraya
cevabını verince, hemen benden aldığı lirayı önüme fırlatarak: "Bir okka
ekmek ver bakalım " dedi. Emirerimi uyandırarak bir ekmek aldım , kendi
sine verdim ve p a rasını da geriye çevirdim. Bunun Üzerine: " Hemşeri bu
Yunanlılar çok açmışlar be" ded i : ''Nereden anladın" diye sorunca, şu ce
vabı verdi: "Dün gece onların istihkamlarını zaptettik, kaçtılar gittiler.
Baktım ki, bıraktıkları boklarının içi arpa ile dolu. Bizim arpa tarlaların
daki başakları yemişler, mideleri öğütememiş . . . " Kıtasını sordum, 4 ü11cü
Tümenden imiş: " Ulan, senill tümenin buradan gideli iki saat oluyor, sen
buralarda neye dolaşıyorsun: Şimdi senin kafanı kırarı m " demekliğim
üzerine yüklü çantasıyla karanlıkta tin tin uzaklaştı.
dan daha on onbeş bin kişi öldürecektik. Fakat biz de kuv\'etimizin, taka
tımızın sonuna gelmiştik.
Biz Sakarya'da yirmi bin insan şehit ve yaralı verdik. Fakat Y u nanlı
lar bunun iki misli kayıp verdiler. Subay zaiyatımız, er zaiyatına nispetle
çok fazladır. Denilebilir ki, Sakarya bir Türk subay savaşıdır. Bu subayla-
RAHMİ APAK
rın önemli bir kısmı ıse son zamanda İstanbul'dan kaçarak kıtalarımıza
katılan arkadaşlardır.
liyorlar. Bir m ü ddet sonra da, yanında beş altı kişiyi ve bir torba Rus altı
nı ile Suphi Yoldaş ' ı Türkiye'ye gönderiyorlar.
Mazlum ve Cem adında, ikisi de iri yapılı ve genç iki polis komiseri,
Beyoğlu 'nda tıraş olduğu berber d ü kkanından çıkarken Ali Kemal'i zorla
yakalayıp bir taksiye atmışlar. Düşman işgal kuvvetlerinin mevcudiyetine
rağmen, onu bağırtmayarak Kumpkapı'ya götürüp bir eve tıkmışlar. Ge-
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI
şa: "O halde seni askeri mahkeme huzuruna sevkedeceğiz" deyince, Ali
Kemal: " Ben adaletin karşısına çıkmaya hazırım" dedi.
B u , çok ağır bir iş. İzmit'te, merkez kumandanlığı emrinde Kel Sait
adında bir inzibat yüzbaşısı vardı. Bu zatı Birinci Cihan Savaşı'ndan beri
tanırım. Alaydan yetişmedir. Hatta son senelerde emekli olarak Adapaza
rı'nda yerleşmiş gördüm. Yüzbaşı Sait'i çağırttım: "Paşanın yanına git. Sa
na mühim bir emir verecekmiş" dedim. Ben kendim, Paşanın bu emrini
vermek istemiyordum. Sebebi sorumluluk korkusu vey a vicdan azabı de
ğildi. Çünkü, Ali Kemal'in, Milli Mücadele davamıza karşı ne büyük iha
netler ettiğini yakından biliyordum. Benim çekingenliğim, bu ölümün ka
nun yolu dışında yapılmasına taraftar olmadığımdandı. Her askeri mahke
me, pek tabii olarak, Ali Kemal'e ölüm cezası kararını verecekti.
Kel Sait, tertibatını yapmak üzere çıktı gitti. Necip Ali Bey hiçbir şey
den haberi olmaksızın Ali Kemal ile konuşmakta ve notlarını almakta de
vam ediyor. Konuşmalarına kulak veriyorum. Ali Kemal bundan sonra
bütün mevcudiyeti ile Mustafa Kemal davası ile beraber çalışacağını
söylüyordu.
Ali Kemal, iyi bir terzi elinden çıkmış koyu renkli bir elbise giymişti.
Yakışıklı bir adam, pek iyi giyinmiş, orta boylu, biraz tıknaz, gözlüklü, ak
yüzlü ve kırmızıca yanaklı. Beş on dakika sonra başına gelecek olandan
habersiz olduğundan, arkasına düşen kapıdan esen rüzgarın sırtına do
kunduğunu söyleyerek sandalyesinin değiştirilmesine müsaade edilmesini
rica etti. Bu ricası kabul edildi.
On beş dakika sonra, Kel Sait, yarıaçık kapıdan bana herşey tamam
dır işaretini verdi. Ben de Necip Ali Bey'e ; " Haydi Necip Ali Bey, Ali Ke
mal Beyefendi'yi al, birlikte askeri cezaevine götür" dedim. İkisi birlikte
kalktılar, odadan çıktılar. Odamda çalışan diğer arkadaşlarımın da hiçbir
şeyden haberleri yok. Ben, faciayı, gözlerimle görmemek için masamın ba
şında üzüntü içinde bekliyorum. Birdenbire, dışarıda gürültüler, bağırma
lar oldu. Arkasından da, Necip Ali Bey, başından kalpağı düşmüş, saçları
dikilmiş, yüzü, gözü şişmiş ve morarmış ve büyük bir telaş içinde odaya
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI
Köfte teşkilatı
Nu rettin Paşa, çok dürüst, çok hamiyetli, milletsever ve şiddetli tabiat
sahibi bir zat idi. İngilizler, İstanbul Boğazı'nın doğusundaki (Şile-Gebze
Batısı) hattını işgal etmişler. Askerlerimiz daha ziyade ilerlemeye teşebbüs
ettikleri ve İstanbul'a girmek istedikleri takdirde harp edecekleri tehdidini
savuruyorlar. Fakat trenler Ankara ile İstanbul arasında sefer yapmaya
başlamıştı.
RAHMİ APAK
Ben, Rusya'ya gittiğim zaman meşhur Lenin, kötürüm bir halde idi.
Rusya, (Troçki - Stalin - bilmem kim) triyomvirası tarafından idare ediliyor
du. Molotof un adı bile yoktu. Sonra ihtiyar Kalinin Cumhurbaşkanı oldu .
Eğer Lenin sağ olsa idi, acaba o zaman Rusya'da samimi görünen
Komünistlik doktrini devam edecek mi idi? Yani, Bolşevik politikası, son
radan olduğu veçhile Rus nasyonalizmi ve Çarlık emperyalizmi şekline ta
havvül etmeyecek mi idi' Bunu kestiremem, çünkü Lenin, kültür ve me
deniyet bakımından geri olan Doğu memleketlerinde Komünizm faaliyeti
yapılması aleyhinde idi. B ilakis bu memleketlerin iktisadi ve endüstriyel
durumlarını yükselterek, kapitalist memleketlerin buralarda pazar yeri bul
malarını önlemek ve Avrupa sanayiini işsiz bırakmak suretiyle bu memle
ketlerdeki proleteryayı güç duruma sokup kendi devletleri aleyhine kışkırt
mak politikasını güdüyor.
Kafkasya'ya seyahat
Vazife icabı, Moskova'dan Kars'a gittim. Üç gün devam eden bir tren
yolculuğundan sonra Tiflis'e geldim. Orada, Kafkas ardı Rus Ordusu ku-
RAH.\1İ APAK
Geçit resmi
Yemekten sonra, her üç okul, bölükler saf nizamında olmak üzere bir
geçit resmi yaptı. Ermeni ve Gürcü Harp Okullarının geçit resimleri pek
yavan. Azeri Harp Okulu'nun geçit resmi ise, en mükemmel bir Alman
birliğinin geçit resminden daha şahane idi. Bu gençler gürbüz iri çocuk
lar. Öyle muntazam yürüyüşleri ve adımları var ki göğsüm kabardı. Daya
namadım yanımdaki kızgın Komünist Tatar Malikofa sordum : '' Hangi
okul iyi geçt i ? " İstemeyerek cevap verdi : "Azeri Harp Okulu" . "Neden?"
dedim. Cevap olarak: " Askerlik Türklere vergi" dedi : " Bundan iftihar du
yuyor musun? " dedim: " Ben Komünisti m " cevabını verdi. Ertesi günü,
Rusların Aleksantrapol dedikleri Gümrü'ye gittim.
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI 271
Bir espri
Ermeni yurdun u kurmak için, Bolşeviklerden once Amerikalılar tara
fından çok emek sarfedildiği malumdur. Meşhur Amerikalı Ermeni dostu
Nansen ile birlikte oraya giden bir Amerikalı: "Ne için, Türkiye toprakla
rındaki Ararat Dağını Ermeniler milli armalarının içine almışlar?" diye
sormuş. Ermeni cevap vermiş: "Ne için bütün kainatın müşterek malı
olan Ay' ı Türkler Milli Bayraklarına işaret olarak koymuşlar".
Hepsi Türk imiş. Hacı Ahun! uzun boylu, ak sakallı ve gürbüz bir adam.
Kitapsızlıktan şikayet etti. Türk konsolosları ve temsilcileri şimdiye kadar
ne okula ve ne de kendi evine ayak basmamışlar. Zaten böyle birşey yap
salar ı·c okul ile ilgilenseier neticenin okula zarar vereceği malum birşey.
Kendisi dahi Türk olan İran konsolosu ise. Tifüs Türklerinin asıllarının
Far,; olduğunu ve Osmanlı Padişahlarının Azerbeycan Farslarını Türkleş
tirmek için kırk bin Fars'ın dillerini kesmiş olduklarını söyleyip dururmuş.
Çalıkuşu Romanı
Bir gün, Baku parkında, Ferit Bey'le birlikte geziyorduk. Önümüzde
beş altı kız yanyana yürüyor. Dikkat ettim, tam İstanbullu gibi konuşu
yorlar. Hayret ettim: "Bu İstanbullu kızlar burada ne arıyorlar?" diye sor
dum. Ferit B ey cevap olarak: " Buradaki yerli Azeri Türk gençliği arasında
İstanbul şivesi ile konuşmak bir iftihar nişanesidir. Bu gençlerin içinde,
Reşat Nuri'nin Çalıkuşu romanını okumayan yoktur. Elden ele dolaşan,
okunamayacak derecede eskimiş ve yıpranmış olan bu romanın bir geceli
ğine beş lira (şimdiki para ile 60 lira) veriyorlar" dedi. Rüzgarlar eser ol
saltanatın şimdi yerinde.
ı 7 Temmuz ı g'..d d e bir dolmuş taksi ile sabah erken Viladikafkas 'a
gitmek üzere Tiflis'ten yola çıktım. Ben şoförün yanına oturmuştum. A r
kamda oturan iki Rus'tan birisinin iki bacağı da kesik idi. Yolda konuş
tuk. Benim :\loskova'daki Türkiye Büyükelçiliğinc mensup olduğumu
öğrendiler. Meğerse, o kesik bacaklı herif azılı bir komünist imiş. Bana
derhal, Suphi Yoldaş'ı öldürdüğümüzden dolavı adeta hakarete kadar va
ran dil tecavüzlerinde b ulundu. Dağın başında beni temizleyebilirlerdi. Bu
sebepten hep alttan konuştum. B u esnada, Türkiye'de, bazı komünistler
mahkemeye verilmiş ve muhtelif m üddetli hapis cezalarına çarptırılmışlar
dı. Kesik bacak bu vakaları da biliyormuş: "Siz neye komünistleri hapse
diyorsu nuz ? " diye çıkışmaya başladı: " Bana neye söylüyorsunuz, onları
ben mi hapsettim? Komünistlik b izim nizamımıza uymaz. Korksunlar di
ye beş on ay hapis cezası vermişler. Öldürmemişler ya" deyince: "Arka
daş, ağzını topla, komünist korkmaz" dedi. Lafı uzatmamak için susmak
tan başka çare bulamadım.
Viladikafkas' ta
Akşama doğru, Viladikafkas'a geldim, bir otele indim. Henüz
yüzü m ü , gözümü yıkarken birdenbire bir bombardımana benzeyen patla
malar işittim. Hemen fırladım, sokağa çıktım. Meğerse istasyonda bulu
nan Kızılorduya ait cephaneler tutuşmuş. Ateşin harareti ile topçu mermi
leri birbiri ardından patlıyordu. Bu patlamalar bir saatten fazla devam et
ti. On gün önce dahi Tiflis'te iken şehrin kenarındaki dağın içine kazılmış
mağaralar içinde bulunan infilak maddeleri tutuşmuş ve çok şiddetli pat
lamalarla şehri sarsmış idi. Biribiri arkasından gelen bu iki hadiseyi bir
sabotaj olarak kabul etmek mümkündür. Tiflis'teki patlamayı, eskimiş
olan trinitro toleol maddesinin inhilali neticesinde kendiliğinden vukubul
muş bir patlama olarak tefsir etmişlerdi.
Trnçkicilik ve Stalincilik
Troçki ile Stalin arasında çıkan ihtilaf dahi Lenin taktiği yüzünden
dir. Komünist partisinde şöyle söyleniyordu: "Tarihte ilk defa olarak bir
büyük ihtilal muvaffak olmuş ve devam istidadını göstermiştir. Biz, mem
leketimizi yeni nizamın bir kalesi haline koyduk. Bu memleket, dünyanın
altıda biri ve dünya nüfusunun da onda biridir. (İkinci Cihan Savaşı'ndan
önceki duruma göre). Biz, ihtilali yapınca, bütün dünyanın arkamızdan
geleceğini ümit ettik. Fakat her yerde mukavemetle karşılaştık. B unun
Üzerine partide iki fikir belirdi. Bir kısmı, her n e pahasına olursa olsun ih-
RAH'.\1İ APAK
İşte, bugünkü durum Stalin ' i haklı çıkarmıştır. Komünizim vatanı iki
misli büyümüş ve n ü fusu ise i ki misliden fazla artmıştır. Hala, barış pe
şinde koşan ve çalışan Batı Avrupa diplomatları ve profesörleri bu tehlike
yi görmek istemiyorlar. Gözleri kör olsun.
Demek ki, daha o zaman, yani bizimle sıkı dostluk münasebetleri ha
linde iken bile Rus gençliğine bu fikirler telkin edilmeye başlanmıştır. Be
sarabya için ise daha o zaman Rus basını açık olarak Romanya aleyhinde
neşriyat yapıyorlardı.
Bu milletin rej imi ister istibdat, ister hürriyet, isterse diktatörlük ol
sun. Bu millet yeryüzünü yutmak, bütün toprakları yutmak sevdasından
vazgeçmeyecek ve her zaman bu sevda yüzünden dünyanın barışını boza
caktır.
oturmuş, içinde de, kendi soluna beni oturttu. Araba hareket etti. Ku
mandan, başını sağa çevirmiş, bana bakmıyor, benimie dargın gibi. Şehir
den çıkıncaya kadar tek laf etmedi. Nihayet başını çevirdi, yakamdaki
rütbe işaretlerini göstererek: "Ataşemiliter arkadaş, biz böyle süslere önem
vermeyiz" dedi. Süs dediği şey de ne? Yakamda, yarbay rütbemi gösteren
birbiri üstüne konmuş iki sarı demir çubuğun üstünde yanyana duran ve
sarı tenekeden yapılmış iki yıldız.
Hey gidi günler hey ! . Bizim subayların, bugün dahi rütbe işaretleri
aynı basitlikte. Fakat, Komünist ve Proleter Kızılordu subayları, çar ordu
larının üniformalarını, sırmalı apoletlerini giyiyorlar. Bu Bolşeviklerin her
karakterleri işte böyle gayri samimi ve aldatıcıdır.
1 937'de Kremlin' de
Rusça Kremi l , kale (şahika) manasına gelir. Aynı zamanda, Mosko
va'daki Rus Çarlarının sarayının adıdır. Biz ve birçok milletler buna
Kremlin deriz.
o zamanın Harciye Vekili olan Tevfik Rüştü Aras'tan maada ben de bu
lundum. O zaman milletvekili idim. Heyetimizin Stalin tarafından kabul
edileceğini Rus Büyükelçisi Stoklitski söylemişti. Buna rağmen :\1osko
va'da bizim heyete Rusların m lı tad olan sıcak kabul nezaketi gösterilmedi,
Stalin heyetimizle görüşmedi. Ayrıca da, diplomasi nezaketi ve kaideleri
dışında ve diplomasi edep ve terbiyelerine sığmayacak surette bazı tarizler
de bulunuldu. Hükümetimizin o zaman ifşa etmediği ve bilhassa benim
şahsıma karşı yapılan b u tarizleri ve kabalıkları burada i fşa etmek uygun
değildir. Vakıa, b u tarizler ve kaba konuşmalar, devlet memuru olmayan
bana karşı tevcih edilmişti. Fakat ben de bu heyet içinde bir üye olarak
bulunuyordum.
Türkçesi , lehçesi yazı dili ve ağızdan temas yoluyla onların lehçelerine ha
kim olmaya başlamış idi. Bizde, Latin harflerinin henüz kabul edilmediği
1 923 yılında, Moskova'da görüştüğüm aydın bir Kazan Tatarı, Latin harf
lerinin kabulü, muhtelif Türk halklarının dilleri arasındaki diyalekt farkla
rını daha ziyade arttırır, dil birliğini imkansız bir hale koyar tarzında bir
mütala:cıda bulunmuştu. Onun fikrince Arap harfleriyle yazılan Türkçe ke
limeler muayyen kalıplar halinde tespit edilmiş olduğundan bu kalıpların
yavaş yavaş lehçe birliğine büyük yardımı olacakmış. Bu mütalaanın doğ
ruluğu ınkar edilemez. Nitekim, bu inceliği kavramış olan Ruslar, Rus
ya'daki muhtelif Türk topluluklarına beheri için tamamıyla ayrı ve kendi
lehçelerini tebarüz ettirecek alfabeler kabul ettirmek suretiyle lehçe birliği
ni tamamıyla önlemişlerdir. Azerilerin alfabesi ayrıdır. Türkmenlerin alfa
besi ayndır. Tatarların alfabesi ayrıdır. B i rkaç zaman sonra bu çeşitli
Türk halkları, birbirlerinin dillerini anlamaz olacaklardır.
Fiyat,