You are on page 1of 295

ATATÜR K KÜLTÜR, D İ L V E TAR İ H Y ÜK S E K K U R U M U

T Ü R K T A R İ H K U R U M U Y A Y I N L A R I
XVI. Dizi - Sa. 5 ı

YETMİŞLİK BİR SUBAYIN


HATIRALARI

E. Kur. Alb. RAHMİ APAK

TÜRK TARİH KURUMU BASIMEVİ - ANKARA

1 9 88
ISBN 975 - 16 - 0075 - 8
İÇİNDEKİLER

Yazarın birkaç sözü XI.- Giriş ı .-Bulgar komitacıları 5.-Alaya çı­


kanlar 5 .-Öğretmen ve içsubaylara lakap 5.-0 zamanki Edirne 6.-Bu
kitap niçin yazıldı? ı o .

BİRİNCİ BÖLÜM
Harp okulundan Balkan Harbine kadar 1 1
Moral, terbiye 13 .-Bir müstebit nasıl konuştu ,15. -Vazifeye katılış
16.-Trakya Türklerinin durumu 19.-Komitacılarla çatışmalar 19.- Dcrt­
li Mıstaa Bey 24.-Bir softa - askeri öğrenci kavgası 24.-Peygamberın va­
siyeti dolaşıyor 2+-Dilaver Bey 25.-Genç Türk ayaklanması ve istibdat
idaresinin yıkılması 27. -Telgrafhaneye baskın 28.-Edirne'deki hadiseler
29.-Meşrutiyetin ilanı 30.-Yahudinin demeci 3ı.-Edirne askerinin
ayaklanması 31.-Amatör tiyatrocular 3+-Öğretmenlik hayatım '.H·­
Bundan 46 yıl önce komünist bir Türk öğrencisi tanıdım 34.-3 ı I\lart
35.-Mehmetçiğin sağduyusu 36.

İKİNCİ BÖLÜM
Balkan Harbi 42
Harp Akademisine girişim 44. -Sudanlı Tarık ne biçim adamdır)
45 .-Diğer üç Şamlı öğrenci 45.-İki Iraklı öğrenci 45.-Selanik'te topçu­
luk stajı 46.-Redif babalar 47.-Rum doktor neler yumurtladı? 47.-Ev­
veli Şam, ahiri Şam 48.-Vardar ordusu karargahında vazife alışım 49.­
Bıyıklar nasıl kırpıldı" 50.-Esirlik tehlikesi içinde geçen saatler ()3.-Kur­
tuluş 65. -Halk kasabalarının etrafında kavga istemiyor 66.-Komanova
Meydan l\luharebesinin kısaca hikayesi b7.-Kırçova l\1uharebesi ()8.­
'tvlanastır Meydan l\luharebesi 69.- Bektaşi babasının marifetleri 72.-Bal­
dıran çorbasından zehirlenen l\lehmetçikler 73.-Kirasova köyünü nasıl
bastık? 74.-Daha 19ı2'de Atatürk İnkılabını gören bir adam 79.­
Hürriyet kahramanı :\'iyazi Bey'i ilk görüşüm 80.-Çekilme istikametini
tayin için Kur'an'dan tefeül 80.-Fiyeri hatıraları 81.-Grebneli Bekir
VI RAHMİ APAK

82.-Az kalsın Bektaşi oluyordum 83.- İstanbul'a dönüşümde gördüğüm


memleket manzarası 87.- Balkan Harbinin kısaca politik analizi 88. -Bal­
kan Savaşından Birinci Cihan Savaşına kadar geçen kısa zaman 9 ı .-Di­
ran Kelekyan' ın kötü propagandası 92.

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Birinci Cihan Savaşı 93
Türk Başvekili Prens Sait Halim ağlıyor 94. - Enteresan bir konuşma
99.-Van bölgesine hareket ıoo.-Ürken hayvan ahıra kadar geri kaçar
ı oı . -Bir haydut yakaladık ve astık ı o2.-İlk savaşım ve patlıcan dolması
ı o2. -Rus Çarı'nın en sadık kulu 1 06.-Bulanık muharebeleri - bir
Müslüman ve Türk Rus kumandanı 1 07.-Çok sıkıntılı bir muharebe da­
ha, müthiş bir topçu d üellosu, Bağdatlı Yüzbaşı Ferit top başında yandı
ı og .- Bir atlı hücum l l ı .-400 Türk 3000 Rus'u nasıl kaçırdı? l 1 2.-İs­
tanbullu bir külhanbeyi l 1 3.-Türkün büyük evladı Süleymanof l 1 3. ­
Cephemiz gerisindeki Ermenilerin Ruslara yardımları l 1 4.-Yeni Rus ta­
arruzu ve 1 5 kilometre geriye çekilişimiz l 1 5.-Bir doktorumuz nasıl bir
Kazağı kovaladı? l 1 6 .-Tekrar taarruza geçtik l 1 6. -Tek bir (Balimus) adi
ateşli dağ topumuz bir Rus seri ateşli sahra bataryası ile nasıl dövüştü?
ı l 7.-"Devletli efendim beni kesmeyiniz" diye yalvaran Rus yaralıları
ı l 7 . -İnsan olduğuma utandığım ve ömrüm boyunca iğrenç duyacağım
facialar l 1 8 . - 1 5 yaşındaki zavallı Türk kızı neden kendisini Murat Nehri­
ne atarak boğuldu? l 1 9. - Sağ kanat grubunun takip hareketi 1 20.-Bir
yaralı Ermeni bizi sabaha kadar uyutmadı ı 2ı.-Çar orduları taarruz mu­
harebesini müdafaadan daha iyi yapıyorlardı 1 22.-Birisinin adı asker, bi­
risinin de yolcu imiş 1 22.-Karaköse ateşler içinde 1 23.-Duraklama ve
takip kolları teşkili 1 23.-Rusların karşı taarruzu 1 23.-Dikkatsizliğimiz ve
müsamahamız yüzünden Teğmen Vahit ile iki erimiz tek bir Rus şarap­
neli ile nasıl şehit oldu? 1 24.- "Amanın din kardeşleri bizi bırakmayın"
ı 24.-52 nci Tümenin bir alayı IX uncu Kolorduyu kurtarıyor ı 26.-Dost
düşman yanyana yürüdüğümüzün farkında değilmişiz l 27 .-Abdülkerim
Paşa 1 27.-Bağdat yolculuğu 1 28.-Anadolu yqylası çocuklarının yüksek
beden kabiliyetleri l 30. -Tümen karargah çobanı Yozgatlı Mustafa'nın
marifetleri 1 30. -Adem Baba'dan kalma bir gemi 1 32.- Bizim gelişimiz­
den önce Irak'ta yapılan askeri hareketler 1 33.-Üç hain hakim 1 33.-Çı­
rılçıplak İngiliz deniz subayları 1 35.-Kut Muhasarası ve buradaki kanlı
kavgalar 1 36.- Selamet ya efendi 1 37.- Sultan Murat'ın topu 1 38 . -Hu-
YETM İŞLİK BİR SUBA'ıT\J HATIRALARI vıı

dayri Kalesi 1 38.-Tümenimiz Klıt'ten güneye nakledildi ve ilk muhare­


bemiz İmam Muhammet'te verildi 1 40.-Bir topçu bataryamız bir
düşman süvari alayını yok etti 1 40.-Vadi-i Kela.J Muharebesi 1 42. -Bir
manga İngiliz bizim bölüğün arkasına takılmış birlikte yürüyor 1 43.-Bi­
rinci Fellahiye Muharebesi Ingilizlere 3000 ölü ve yaralıya mal oldu 144.­
Bağdat' tan Şam'a yolculuk 1 45 .-Ananas kompostosu 1 46. --Yaylım ateş
1 49.-Van Gölünde, binlerce boğulmuş Türklerin cesetlerini görmüştüm
1 50.-İyilik et, kemlik gör 1 5 1 .-İleri hizmetten, geri hizmete 1 5 1 .-Ce­
mal Paşa'nın astırdığı Arap liderleri 1 52.-Araplığın matem günü 1 53.­
Menzil hizmetinden affedildim ı 53.-Amanım aman, hallerin yaman, Er­
zurum Dağını, bürüdü duman 1 53.-İstikamet Çapakçur 1 54.-Kazak -ça­
vuşunun heybesinde neler buldum? 1 55 .-Arpadan yapılmış kahvenin ke­
rameti 1 56.-Tekrar Halep'e dönüş 1 56.-Açlık ve fakirlik 1 57.- Filistin
cephesinde hareket 1 57.--Kötü bir rüya 1 58 . -İngilizlere esir olduk 1 58 . ­
General Arriyeri 1 60.-Kuvve-i umumiye n e demektir, İngilizler nasıl al­
dandı? 1 60.-Harbi kazanacağım hakkında ümitlerim ilk defa neden sar­
sıldı? 1 6 1 .-İngilizler esirleri nasıl sorguya çekerler? 1 62 .-Seydibeşir'deki
hayatımız 1 63.-Paşazade Tevfik 1 63.-Mısırlı Lütfi Barudi 1 64.-Kamp­
tan kaçan 6 Türk subayı 1 64.-Açlık grevi 1 65.-Seydibeşir esirler kam­
pında yeni vukuatlarımız 1 67.-Kaçma teşebbüsü 1 67.-Çingene Mehmet
Ali 1 67 .-Ağır yaralanan İngiliz taraflısı iki Türk subayı 168.-Kots'un
bana hazırladığı komplo ve büyük bir kavga 1 68.-Ermeni tercümanın
gırtlağına sarılan alaylı teğmen 1 69.-General Allenbi'nin yüksekten atan
bir mesajı 1 69.-İngiliz çavuşu ile yaptığım 1 5 dakikalık boğuşma 1 7 1 .­
Kasrı-el-Nil'de 4 ay kaldım 1 72.-Esrarengiz bir Yugoslav 1 73.-Portatif
Hakkı 1 74.-Aynı muamele ne için bana da yapıldı? 1 75.-Meçhul bir
semte gidiyoruz ı 7 5. -Yugoslav arkadaşın kurnazlığı ı 77. -Malta'ya varış
1 7 7.-Alman esirlerinin isyan hareketi 1 78.-İngiliz kamp kumandanının
blöfü para etmedi 180.-Alman esirleri memleketlerine gidiyorlar 18 1 .-İt­
tihatçı liderler Malta'ya getirildiler ı 8 ı .-Bu liderler içinde alafranga ap­
teshaneyi kullanmayı bilmeyenler de varmış 1 8 1 .-Büyüklerimize karşı İn­
gilizlerin muamelesi 1 8 2 .-Bir konferans ve bir münakaşa 182. -Ziya
Gökalp 183.-Kuşçubaşı Eşref 184.-Maltız Mahkemeleri nasıl adalet tev­
zi eder? 184.-İngiliz kamp kumandanını nasıl kandırdık? 185.-Eski Mil­
letvekili Sudi Bey'in yüksek Jesti 1 8 7 .-İngiliz Sosyalist Partisinin yemini
1 97
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
İstiklal Savaşı 189

Ekspres evlenme l 9 ı .-Yunan askerleri eşımı kaçırmak istediler


ı 9 ı .- 1 920 yılının ilkbaharında Milli Mücadele durumu 1 92.-Anzavur is­
yanları 1 93 . -Anzavur Bursa'yı tehdit ediyor 1 93.-Çerkez Ethem'in mağ­
rur ve küstah bir tarzda Bursa'ya girişi 1 94.-Kasap Osman Karacabey ve
Susığırlık'ta 1 95.- İstanbul'un işgalinin Bursa'daki akisleri 1 95.- İngiliz
deniz kuvvetlerinin Marmara kıyılarındaki tehditleri ve Mudanya'ya as­
ker çıkarmaları 1 96.-Bu çıkarma hareketinden maksat ne idi? 1 97 .-Al­
bay Bekir Sami Eskişehir'deki XX nci Kolordu Kumandanlığı'na tayin
edildi l 97 .- Çekilişte rastlanan acı sahneler l 98.-İngiliz Başvekili Lloyd
George'un demeci 1 99.- Büyük Millet Meclisi muvaffakiyetsizliğin mesul­
lerini arıyor 200. - 1 l inci Tümen Kurmay Başkanıyım 2o r .-Ayıcı Arif
Kazancı'daki düşman mevzilerine saldırmaya beni neden memur etti?
20 1 .- Kavgada ölecek olanlar önceden belli oluyor 202.-Ayıcı Arifin ayı­
sının marifetleri 204.- 1 l inci Tümenin çeteleri 205.-İnegöl isyanı Abaza
İzzet 205.- İnegöl'ü nasıl bastım? 207.-0sman Bey'in hilekarlığı 208.­
Korkusundan altına pisleyen kabadayı 209.-Gediz Muharebesi 2 ı o. -Ba­
şı kopmuş ve sırtının derileri yüzülmüş Yunan askeri 2 1 2.-Yeşil Ordu -
Kızıl Elma 2 1 2.-Batı Cephesi kumandanının değiştirilmesi 2 1 3. -Atatürk
çeteciliği ortadan kaldırmaya karar vermişti 2 l 3.- Atlı piyade alayı ne de­
mek? 2 1 4.- Birinci Kuvve-i Seyyare denilen Çerkez Ethem kuvvetlerine
karşı taarruz 2 1 5.-Yunan Ordusu taarruza geçiyor 2 1 7 .-Birinci İnönü
Savaşı nasıl olmuş? 2 20.-Tekrar Çerkez Ethem aleyhine dönüş 2 2r .- Za­
vallı Hamid Ağa 2 2 r . - Grubumun Yunanlıları kovalama hareketi 2 2 r .­
Grubuma katılan milletvekilleri 222.-Mebus mu, mahpus mu? 222.­
İkinci İnönü Muharebesi 223.-Güney Cephemiz 223.-Yunan Başku­
mandanının pek büyük bir hatası 224.-İnönü'deki hadiseler 225. - Kova­
lama 226. - 1 6 yaşında bir çocuğun bir kahramanlığı 227.-Hamamda yı­
kanmayı yarıda bıraktım 227.-Tekrar Güney Cephesine dönüş 2 28. ­
Berber Mihal 229.-Eskişehir - Kütahya muharebeleri 229.- Kırmızı min­
tanlı Mehmetçiğin şaşkınlığı 230.-Bir teğmenin şaşkınlığı 233.-Eskişehir
- Kütahya kavgasının kısaca hikayesi 235.-Kendi alayımın harp ceridesin­
de neler yazılı? 237. - Kendi topçumuzun gülleleri ne kadar acı patlıyor?
239.-Kanlıpınar Muharebesi 239.-Eskişehir - Kütahya muharebeleri
hakkında birkaç söz daha 240.-Sakarya kavgası 24 r .- Düşman, sağımız­
dan mı yoksa solumuzdan mı çevirecek? 242.- Düşman ordusunda Türk
YETMİŞLİK B İ R SUBAYlN HATIRALARI ıx

Ordusunun takip edilmesi hususundaki fikirler 242. -Türkiye'yi tamamıy­


la yok etmek lüzumunu ileri süren büyük devlet 243.-İki taralin kuvvet­
leri 243.-Yunan Ordusunun ileri yürüyüşü 243.-Yunan Ordusu çark
yapıyor ve taarruza başlıyor 244.-Deli Halit ne biçim bir adam? 245.-3
gün önce İstanbul'dan gelen esmer teğmenin gırtlağından fışkıran kanlar
247.-Yeni bir uğursuzluk 248 . -Vicdan azabı 248.- Deli Halit'le karşı
karşıyayım 249.-Deli Halit'in kavga taktiği 250.-Deli Halit beni harca­
mak için yeni bir çare buldu 25r . - ı ı inci Tümen dahi geliyor 25 1 . - Ben
de yaralandım 252. -Aman efendim söyle de atmasın 252.-Makineli
tüfek Teğmeni Kazım'a atılan tokat 253.-Geriye çekiliş 254.- Düşmanın
bizden korktuğunu nasıl anlıyordum? 254.-"Aman kumandanım sana kız
kardeşimi veririm, bir de ev yaptırırım" 255.-İkinci Yunan Kolordusu
Kumandanı Prens Andrea'nın isyanı 256.- Düşman, düşmanın halini bil­
mezmiş 257.- Bu Mehmetçikler neler bilmezler, bu çarıklı kurmaylar
257.-Sakarya Zaferimizin ve benim İstiklal Savaşı hatıralarımın sonu
258.-Suphi Yoldaş ve Trabzon Kahyası 260.-Ali Kemal nasıl öldürüldü?
262.-Köfte teşkilatı 265.

BEŞİNCİ BÖLÜM
Barış devri hatıraları 267.-
Lenin vefat ediyor 267 .-Büyük milletlerin başında büyük diplo­
matlar mı vardır? 269.-Kafkasya'ya seyahat 269.-Ateşli bir Azeri
öğrenci 270.-Geçit resmi 2 70.-Bir espiri 27 ı .-İttifakı İraniyan Okulu
27 ı . -Çalışıkuşu Romanı 272.-Askeri Gürcistan yolu 272.-Viladikaf­
kas'ta 273.-Damarlarındaki kanın Slav kanı olduğunu söyleyen bir Türk
Büyükelçisi bayanı 273.-Türk'ün kafası işlemezmiş 274.-Yeni iktisadi
politika 275.-Troçkicilik ve Stalincilik 275.-Deli Petro takdis ediliyor
276.- 1 2 yaşındaki Rus muçosu daha o zaman bana neler söyledi? 276.-
0dessa'daki VI. Rus Kolordusu Kumandanı 1 93;'de Kremlin'de 278.­
Dil ve yazı meselesi 279.-Rusya Türkleri nasıl Ruslaştırılıyor ve nasıl
komünistleştiriliyor? 280.-Çözülmesi çok güç bir muamma 28 1 .
YAZARIN BİRKAÇ SÖZÜ
Ben hatıralarımın yetmiş yılın tarihine önemli bir kaynak olacağı id­
diasını ileriye sürecek kadar kendimi üstün durumda görmüyorum. Fakat,
yüksek mevki sahibi kimselerin yazdıkları hatıralarda, şahsi şeref duygusu
yüzünden ekseriya zedelenmektedir.

Yetmiş yılın tarihini parlamentolar zabıtlarından, siyasi partilerin de­


meçlerinden, hükümetler ve devlet vesikalarından, basın yayınlarından isti­
fade ederek vücuda getirmek isteyen yazarlar, benim hatıralarım nev'inden
ve fakat tamamıyla hakikat olan hikayeleri kendi eserleri için bir garnitür
olarak okuyabilirler.
Hatıraların yazılmasındaki esas düşünce bundan maada gençliğe ve
bilhassa ordunun genç subaylığına faydalı olması içindir.

Rahmi APAK
GİRİŞ
Ben, Trakya'nın küçük bir kasabasında doğdum. Babalarım ve dede­
lerim gacaldır [*]. Ailemiz içinde yalnız babam memurluğa heves etmiş
olduğundan küçüklüğümde o zamanki Trakya'nın birçok kasaba ve şehir­
lerini birlikte dolaştım.
Bütün bu kasaba ve şehirlerde iki türlü halk yaşardı. Birisi, memleke­
tin sahibi olan Türklerdi ki, bunlar mutaassıp Müslüman, geri kafalı, fa­
kir ve yoksuldular. Köylerde ve kasabalarda çiftçi veya bekçi, şehirlerden
ise devlet memuru, polis, jandarma ve ordu mensubu idiler. Diğeri ise,
Müslüman olmayan azınlıklar yani Rum, Yahudi, Ermeni ve Bulgarlardı.
Türk köylüsü buğday, arpa ve mısırdan başka ziraat bilmediği ve yapa­
madığı halde, Rum ve Bulgar köylüleri üzümcülük ve şarapçılık, ipekbö­
cekciliği gibi çeşitli ziraati öğrenmişlerdi. Bütün çiftçi mahsullerini kıymet­
lendirmek yani köylüden toplayıp iç ve dış pazarlara satmak ve bu komis­
yonun rahat kazancını sağlamak faydasını Rumlar kapmışlardı. Bu suretle
zenginleşmiş olan yerli Hıristiyanlara Çorbacı ve yabancı Hıristiyanlara da
Çelebi denilirdi. Kasaba ve şehirlerde Avrupa mallarını satanlar yani ma­
nifaturacı, beyaz, camcı, hırdavatçı, kırtasiyeci ve diğer bütün esnaflık
-başta Ermeniler olmak üzere- Yahudilerin ve Rumların işiydi. Büyük
ithalatçılığı da Ermeni, Yahudi ve Rumlar yapıyorlardı.

Sanatkarlar da büyük ölçüde onlardandı. Demircilik Ermenilerin.


mandıracılık Yahudilerin, eczacılık Rumların ve Ermenilerin, hekimlik ve
bilhassa dişçilik ve büyük şehirlerde berberlik, değirmencilik, kunduracılık,
balıkçılık, sarraflık ve bankacılık dahi bu azınlıkların ellerinde idi. Hasılı
nerde kolay ve bol para kazanılırsa orasını onlar tutmu�lardı.

Türkiye'de para akan yerleri hep azınlıklar tuttuğundan bu vatandaş­


lar zengin olmuşlar ve medeni bir yaşayışa girmişlerdi. Kasaba ve şehirler­
de mahalleleri ayrı idi. Evleri muntazam, yeyip içmeleri daha insanca idi.
Mesela; bulunduğum kasabanın en büyük idare amiri olan kaymakamın
evinde bile, ortaya bir hasır üstüne konan bir eleğin üstüne yerleştirilen
yuvarlak sininin etrafına çevrelenen kaymakam ailesini, ellerindeki ekmek

(*) Gacal eski ve yerli Trakyalı demektir.

F 1
RAHMİ APAK

parçalarını bir bakır sahan içindeki sulu yemeğe batırarak, bandırarak ye­
mek yediklerini hatırlarım. Yemekte bir masa başına oturup çatal, kaşık
ve bıçakla yemek günah sayıldığından, bu temizliği ancak Müslüman ola­
mayanlar yapıyorlardı.
Benim doğduğum kasabada, yemekte çatal ve bıçak kullanan, gecele­
yin bir karyola üzerinde uyuyan, evinde sandalye bulunduran tek bir
Türk ailesini çocukluğumda hatırlamıyorum. Fakat, rakı ve şarap içen,
komşusunu aldatan, hırsızlık eden, yalan söyleyen, büyüklere ve yaşlılara
saygısızlık gösteren Türkler de parmakla gösterilecek kadar azdı.
r 8 78'de Rusların Ayastafanos'a geldiklerini, milyonlarca Türk'ün peri­
şan bir surette Anadolu'ya göç ettiklerinin hazin hikayeleri ile kulakları­
mız çocuklukta dolmuştu. Daha o zaman yerli Rumlarla Bulgarların kaça­
mayan Türk halkına yaptıkları fenalıkları öğrenmiştik.
1879 (Osmanlı - Yunan) Savaşı' nda Tisilya'da yaralanan Türk er ve
subayları trenlerle Selanik'ten İstanbul'a nakledilirken, okuldan kaçıp yedi
kilometre uzaktaki demiryolu istasyonuna onları görmeye gittik. Girit Ada­
sı için yapılan bu harbi kazanmıştık, fakat ne Girit'i ve ne de oranın
Türklerini kurtaramamıştık.

Bu Yunan harbi, körpe dimağlarımıza ilk milli duyguyu sokmuştu.


Kasabanın tek sınıflı ilkokulunda, uzun değnekli, sarıklı hoca bize moral
gıda verecek vasıfta değildi. Lakin bu harp hakkındaki yazılar bize heye­
canlar veriyordu. Mehmet Emin'in: " Ben bir Türk'ü m, dinim cinsim ulu­
dur. . Sinem özüm ateş ile doludur" mısrasını bilmeyen kasaba çocuğu
yoktu .
İlkokulumu birkaç kasaba ve şehrin tek sınıflı topluluğu içinde yap­
tım. O zamanki orta eğitimin başlangıcı sayılan Rüştiye'ye Edirne'de gir­
dim. Bu Rüştüye AskeriRrüştiyesi idi. Öğretmenler ve idareciler subaydı.
Dahiliye zabiti (içsubayı) denilen idarecilerin elleri sopalı idi.
Oynamak ve koşmak bile bir çocuk için suç sayılır ve bu yüzden bu
subaylar kıçımıza ve narin ayaklarımıza, kızılcık ağacının dallarından ke­
silmiş sopaları bize acımaksızın indirip dururlardı.
Bu dayak faslı, sonra sınıflı Askeri İdadisi'nde dahi cömertçe ve bolca
devam etti. Orada biri resmi, diğeri iki türlü dayak vardı: Resmi olana
(meydan dayağı) denirdi. Okulun talimatına göre, her hafta perşembe
günleri, öğleden sonra, karar verilen sayıda ve suça göre bu meydan sopa­
sı, bütün öğrencilerin kale nizamındaki topluluğu ortasında merasimle atı-
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI 3

lırdı. Şöyle ki, meydanın ortasına bir asker beyliği (battaniyesi) serilir ve
bu t>attaniyenin iki tarafında elleri sopalı iki subay ayakta mevki alır. Haf­
talık emirde, işlenen suç ve buna takdir edilen sopa sayısı yüksek sesle
okunur. Bunun itiraz temyizi yoktur. Suçlu hemen meydanın ortasına
çağrılır. Battaniyenin önüne gelince bir temenna çakar ve balıklama batta­
niyenin üzerine uzanır. Bu balıklama uzanma, uzun bir yılan balığının
kaygısızca ve süzülerek denize kayması gibi maharetli ve maniyerli yapıl­
ması, suçlunun soğukanlılığına ve korkusuzluğuna delalet edeceği için,
öğrenciler arasında onun şeref ve itibarını arttırır ve meydan dayağı yiye­
cek adaylar, bunu dershanede talim ve tecrübe ederler. Sonra iki er birer
ayağından ve bir er de başında olmak üzere yerdeki yüzükoyun yatan
suçluyu tutarlar. Subaylar da birisi bir yandan, öteki onun karşısından
nöbetleşe yatmış suçlunun kıçına vurmaya başlarlar. Talimatnameye göre
bu vuruşlar, gayet hafif olmak gereksede subaylar bu talimatnameyi hiçe
sayarak olanca güçleri ile kızılcık sopalarını öğrencilerin kıçlarında kırar­
lardı. Bu vuruşlara dayanamayıp bağıran veya acıdan kıçlarını oynatan
öğrenciler arkadaşları arasında gözden düştükleri için, dişlerini sıkıp hık
dememeye gayret ederler. Hatta meydan dayağı yiyeceklerini önceden
tahmin edenler, donlarının altına etlerinin üzerine pestil kaplarlar. Hem
sopanın acısı azalsın ve hem de çıkan ses et sesini andırsın da çakılmasın
diye.

Askeri İdadisi'nin son sınıf imtihanlarını veriyorduk. Sınıfımızda Bile­


cikli Sabri denilen bir öğrenci vardı ki, buna (Ayı Sabri) derdik. Yaşı iler­
lemiş ve kalın kafalı idi. Yazılı imtihanları koğuşlarda yatak üzerine otu­
rarak yapıyorduk. Fransızca imtihanında Ayı Sabri, benim karyolamın biti­
şiğindeki karyolaya oturarak kendisine kopye yaptırmaklığımı benden iste­
di. Bunu reddetmek ayıp sayılır. Herkese yarımşar tabaka ve mühürlü bi­
rer kağıt dağıtılır, ben kendi kağıdıma Sabri'nin adını, Sabri de kendi ka­
ğıdına benim adımı yazdı. İ mtihan soruları verilir verilmez, ben derhal
Sabri'nin kağıdına orta derecede cevap yazdım ve kimse görmeden kağıtla­
rımızı değiştirdik. Ayı Sabri heyecanlandı ve kalkarak herkesten önce kağı­
dını öğretmene verince ve cevabın da iyi olduğu görülünce şüphe uyan­
dırdı. Öğretmen derhal yanıma gelip benim cevaba yeni başladığımı
görünce, Ayı Sabri'nin cevabını benim yazdığımı anladılar. Okulun Ebuce­
hil adında binbaşı rütbesinde bir müdürü vardı. Yüzü hiç gülmezdi. Beni
derhal onun odasına götürdüler. Yere oturtup ayaklarıma falakayı geçirdi­
ler. Kopya yaptırmadığımı söyletmek için bana atılacak ilk sopayı tabanla­
rımın altına indirdikleri zaman, beynimin sarsıldığını ve gözlerimin içinde
RAHMİ APAK

şimşekler çaktığını duydum. Bu nasıl vuruş, bu ne kalın sopa . . . Hem de


vuran koca Binbaşı. Ben belki bu acı ile birdenbire ölebilirdim. Bu adam
da katil olabilirdi. Bu adamlarda merhamet yoktu, bilgi de yoktu. Yaşım
henüz onbeşti. Sınıfın en çalışkan ve uslusu idim. Bu ıstırap altında suçu
işlemeseydim bile kabul edecektim. Tabii suçumu itiraf ettim. Talimatna­
mesi mucibince, her ikimize de onbeş değnek meydan dayağı hükmet­
mişler. Ayrıca Fransızca'dan da çakmış oluyorduk. İki gün sonraki per­
şembe günü, mlıtad üzere öğrenciler bir dörtken nizamında toplandılar.
İki kopyecinin dayak yeyişini seyredecekler. Battaniye ortaya serildi ve
önce Ayı Sabri'nin kıçında onbeş değneğin sesleri çıktı. Sabri hık deme­
di. Sıra bana gelmişti. Adım okununca sıradan çıkıp meydanın ortasına
doğru ilerlerken başım dönüyor ve bütün öğrencileri ayakları havada, baş­
ları yerde imiş gibi görüyordum. Battaniyenin üstüne balıklama değil, fa­
kat dizlerimin bağları çözülmüş gibi yıkıldım. Aklım başıma geldi. Eğer
dayağa tahammül edemeyip de bağıracak olursam, okulda benimle alay
edilecekti. Sağ elimi dişlerimin arasına alarak ısırdım ve bunun acısı ile
sopanın acısını hafifletmeyi düşündüm. Fakat, ne oldu? Birisi Yüzbaşı, di­
ğeri Teğmen olan iki içsubayı merhamete geldiler. Ellerindeki sopayı kıçı­
mın üstüne dokundurup kaldırıyorlardı, hiç vurmuyorlardı. Şimdiye kadar
görülmemiş olan bu dayak karşısında arkadaşlarımın gülüşmelerini işitiyo­
rum. İşi bitince, herkes bana: "Aferin be çıtak * kahraman imişsin" diye
takıldı.

Rüştiye'den sonra geçtiğimiz Askeri İdadisi yatılı idi. Burada tam as­
kerce bir idare tatbik ediliyordu. Öğretmenlerimiz ağırbaşlı, saygıdeğer su­
baylardı. Fakat yukarıda belirttiğim iki türlü dayak amansız devam ediyo­
du. Ders programları zamana uygun değildi. Kitabet denilen edebiyat ile
Fransızca'ya önem veriliyordu. Kitabetten kastedilen şey, dejenere Osmanlı
gramerine uygun olarak ve fazla sayıda Arapça ve Farsça sözler kullana­
rak yazmayı öğrenmekti. Ne Ziya Paşa'yı, ne Namık Kemal'i, ne
Abdülhak Hamid'i ve ne de Tevfik Fikret'i tanımadık. Divan edebiyatı ne­
dir bilmedik. Öğrencilerin en çok korktukları ders cebir idi. Musiki hak­
kında en ufak bir fikrimiz yoktu. Spor ve oyun yasaktı. Haftada bir kere
okul avlusunda trapez, barfiks ve halkalarda idman yapardık. Fakat içsu­
baylarının bulunmadığı zamanlarda dershanelerde ve avluda birbirimizle
bol bol güreşirdik.

(*) Okulda bana çıtak derlerdi.


YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI 5

Bulgar komitacıları
Yıl 1900, Bulgar ihtilalcileri Makedonya'da olduğu gibi Trakya'da
dahi ortaya atılmışlardı. Türk köylerine saldırıyorlar, tek buldukları jan­
darmaları ve bekçileri öldürüyorlardı. Okulun bitişiğinde bir piyade
bölüğü vardı. Bu bölükte erlere fişek yani cephane dağıtıldığını öğrendik.
Çünkü atış talimi yapılmadığından cephaneler sandıklarda saklanır, erlerin
Üzerinde bulundurmazlardı. Cephanenin dağıtılması tehlikeli durumu
gösteriyordu . Okulun etrafında devriyeler gezdirilmeye başlandı. Okulu­
muz yüksekçe bir yerde olduğundan üst kat pencerelerinden karşı köyler­
deki yangınları görüyorduk. Bunlar Bulgar komitacılarının yaktıkları köyle­
rin , harmanların, samanlıkların alevleri idi.
Yataklarda tahammül edilmez bir tahtakurusu bolluğu vardı. Uyu­
mak güçtü. Vaktihali yerinde olanlar tulum yaptırdıkları cibinliklerin içine
girerler ve bunun ağzını içerden bir iple büzerek bağlarlardı. Bir gece uy­
ku içinde ve duvar dibinde bir silah patladı ve düdük sesleri ve koşuşma­
lar işitildi. Herkes tetikte olduğundan bir baskın sandık. İçerde, acele ile
cibinliklerin ağzını açamayanların tekme ve yumrukla cibinliklerini yırtma­
larına güldük, fakat yırtık cibinliklerini yenileyemeyen fakir öğrencilerin
haline de acıdık. Çünkü tahtakurularından uyuyamaz oldular. Meğerse,
hadise silahını doldurup, boşaltmasını dahi bilmeyen bir nöbetçinin silahı­
nın yanlışlıkla patlaması imiş. Atış talimini yapmayan, silahını kullanma­
sını öğrenmeyen askerlerle sonra Balkan Savaşı'nı kaybetmiştik.

Alaya çıkanlar
Okulda aynı sınıfta iki defa dönen okuldan çıkarılırdı. Eğer bunların
yaşları on sekizden küçük ise evlerine gönderilirler, on sekizden yukarı
yaşları askerlik hizmetlerini yapmak üzere kıtalara gönderilirlerdi ki, okul
argosunda buna alaya çıkmak denirdi. Her yıl imtihanlardan sonra, okul­
dan sekiz on öğrencinin, arkadaşlarının acıklı bakışları önünde ve silahlı
muhafızlar arasında okuldan uzaklaştırılmalarının acıklı törenini seyreder­
dik. Hatta bir iki kardeşin de aynı zamanda okuldan çıkarılarak alaya
gönderilmeleri, bunları martir haline sokmuş ve türküleri çıkarılmıştır:
"Maşrapamı verdim yeni kalaya .. Maşrapamın kalayı elli paraya. . iki kar­
deş gidiyoruz artık alaya; takacağız palaskayı ince bellere . . .
"

Öğretmen ve içsubaylara lakap


Okulda hemen hemen her öğretmen ve içsubayın bir lakabı vardı.
Bu lakaplar o kadar yerinde ve iyi seçilirlerdi ki, genç öğrencilerin zeka
6 RAHMİ APAK

ve esprilerini tasdik ettirirdi. Mesela; yeni gelen bir yüzbaşı, bir öğrenciye
hitabederken külhanbeyi argosu ile: "Bana bak, ben madik yutmam" demiş.
Hemen onun adı madik olmuş. Gayet şık fakat kadın tavırlı bir subaya
kontes demişler. Elinde büyük bir sopa taşıyan, Kırcaali'den gelmiş
Yüzbaşı Mustafa'ya Katırcı adı vermişler. Elbisesinin kumaşı o zamanki
trenlerin ikinci mevkilerinin kumaşına benzeyen birisine İkinci Mevki adı
verilmiş. Baba Ahmet, Keykavüs, Alibaba, Evliya, Ayıboğan, Öküz Arif
v.s. lakaplar da hatırlarım.

Bir gün dershaneleri süsleyeceğiz diye öğrencilerden para toplandı.


Pencerelere perdeler ve birkaç Arapça levha tedarik edilerek dershane ka­
pı sına, iç duvara asıldı. Sarı yaldız ile ve çok güzel yazılmış olan bu levha­
lardan birisi : "Elcenneti tahte zılalissüyuf' idi ki, Türkçe'ye tercümesi :
"Cennet kılıçların gölgesi altındadır" demek ise de asıl manasını kimse
açıklamadı. Yani bunun asıl demek istediği: "Barış istersen kavgaya hazır­
lan" mıdır; yoksa: " Harpte ölürsen cennete gidersin" demek midir? Diğer,
Arapça, daha büyük bir levha da şöyle yazılı idi: "Atiullı1ha ve atıurrasule
ve Ülülemre minküm" yani "Allah'a ve Peygamber'e ve içinizden emir
vermek mevkiinden olanlara itaat ediniz". O zamanın şakşakçıları bu ha­
dis ile kastedilen ülülemir yani buyrukçunun Padişah olduğunu tefsir
ederlerdi.

O zamanki Edirne
O tarihte Edime, İkinci Ordu'nun merkezi idi. Kırklareli'nde de bir
tugay vardı. Edime' deki garnizon kırk elli binden aşağı düşmezdi. Piyade,
süvari, topçu, kale topçusu v.s. olarak. Bu ordunun kumandanı Müşir ya­
ni Mareşal Arif Paşa idi. Kısa boylu, siyah sakallı ve güzel yüzlü bir
adam. Arif Paşa, aynı zamanda Edirne ilinin de valisi idi. İmzasında,
bundan başkaca Padişahın Ekrem Yaveri (has emirsubayı) titrisi de var­
dır. O zaman hesap edildiğine göre ayda iki yüz sarı liradan artık maaş
alırmış. Bu para bugünkü alım kudretin<' göre yirmi bin lira demektir. Üç
yıl içinde ancak bir kere Ordu Kumandam Arif Paşa'nın askeri okulumu­
za geldiği oldu. Bir de okulu bitirip de İ stanbul'a Harp Okulu'na gidece­
ğimiz zaman bizi hükümet konağına götürüp takdim ettiler. Karşımıza
çıktı: "Cenabı Hak sizi hidematı mebrure ifasma muvaffak eylesin" deyip
odasına çekildi. Döndüğümüzde hemen lügat açtık, mebrur kelimesinin
manasını öğrendik. İyi demekmiş. Yani iyi hizmetler yapasınız demek iste­
miş. Bu mülakattan ettiğimiz istifadenin yeni bir Arapça kelime bellemek­
ten ileri gitmediği malum. Bu adam, sonra Padişahın sevgisizliğine uğradı,
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI 7

Hicaz'a kumandan olarak gönderildi ve orada öldü. İşittiğime göre, bu


akıbete düçar olmasına, Edirne belediye binasında bir balo vermesi sebep
olmuş. Ecnebilerle temas ve dans etmek. Mutaassıp güruh derhal Padişa­
ha j urnal etmiş. Yoksa, etliye sütlüye karışmaz, askerin talim ve terbiyesi
ile ilgilenmez, kimseye fenalık etmez bir adamdı.

Mareşal Arif Paşa'dan başka birçok paşalar daha vardı. Ayrı birlik
halindeki topçuların kumandanına Deli Şükrü Paşa derlerdi, halk arasında
iyi şöhreti vardı. Vilayet Jandarma Kumandanı, Ordu Levazım Reisi, Or­
du Sıhhiye Reisi, Merkez Kumandanı hep general rütbesinde idiler. Ayrı­
ca Redif Tümeni Kumandanı Alaylı Memduh Paşa dahi halk tarafından
tutulurdu.

Müslümanlar yani Türkler ile Müslüman olmayan Yahudiler, Rum­


lar ve Ermeniler ayrı alemlerde yaşarlardı. Bu azınlıklar Kaleiçi denilen,
sokakları ve evleri nispeten muntazam ve temiz bir mahallede, oldukça
ileri bir hayat sürüyorlardı. Alipaşa denilen kapalı çarşıda bütün dükkan­
lar onlar tarafından tutulmuştu. Türklerin büyük arazi sahiplerinden gay­
rısı geri bir hayat sürdüklerinin ve Türk olmayanlara bakılınca gerilikleri­
nin farkında bile değillerdi. Şehirde Türklerin elinde kalan sanatlar çu­
bukçuluk (sigara ağızlığı) misk sabunculuğu, helvacılık, mlıtaflık, saraçlık
gibi Avrupa mamulleri önünde hergün biraz daha ölen işler idi.

Revaçta olan birşey de kıraylık idi. Kıray, Edirne'nin apaşlarına de­


nirdi. Bu kelime belki, Tatar asılzadesi olan gelme giraydan olacak. Bun­
lar, yani Edirne külhanbeyleri kalıpsız feslerini, kırık ve yana atarlar, ipek
kuşaklar sararlar ve kuşakların içinde bıçak, kama, muşta ve altıpatlar ta­
şırlar, en küçük bahane ile birbirlerini vururlar, yaralarlar ve hatta
öldürürlerdi. Sanki gıdasızlık, pislik, bakımsızlıktan ölenler yetişmiyormuş
gibi, ayrıca manasız babayiğitlik yüzünden öldürmek ve ölmek, cezaevleri­
ni doldurmakta buna eklenince, azınlıkların hızlı artan nüfuslarına kıyas
edilince Türk nüfusu azalıyordu. Bu işleri anlayacak, önleyecek hükümet
adamı yoktu. Halbuki önlenmesi çok kolaydı. Bizde ı 953 yılına kadar, bu
manasız adam öldürülmesini önleyecek kanuni müeyyideler koymaya te­
şebbüs eden bir hükümet gelmedi. Gramofon Türkiye'ye yeni girmişti.
Hafız Sami'nin ve Hafız Aşir'in gazelleri ve şarkıları bol bol dinleniyordu.
İlk sinemayı Edirne'de bir kahvede seyretmiştim. İngiliz - Boer Harbi'ne
ait bir film. Arasıra Kel Hasan'ın ve Manakya'nın tiyatrolarına giderdik.
Edirne kopukları , evdeki son tencerelerini satarak tiyatroya gelirler ve o
zamanın meşhur artistleri olan Şamram ve Peruz gibi göbekli nazenirıler
kantoya çıkıp göbek atmaya başlayınca aah! .. diye bağırırlardı.
8 RAHMİ APAK

Edirnelilere çingene derler. Güya bir zamanlar, çingeneler askerlik


hizmetine alınmazken, askerlikten kurtulmak için birçok Türkler kendileri­
ni çingene kaydettirmişler. Fakat, Edirne'nin çingene mahallesinden geçi­
lince gübrelikler üzerinde keman meşk eden çingene gençleri görülürdü.
Çoğu çingenelerden olmak üzere kurulmuş birkaç ince saztakımı, akşamla­
rı gazino ve içkili bahçelerde akşamcıların neşelerini açarlardı.
Ayrıca, birçok kahvehanelerde, bilhassa mahalle kahvelerinde, Rume­
li' nin milli musiki aleti olan cura eksik olmazdı. Burada gençler bu aleti
çalmaya heves ederlerdi. Bu alet ile on altılık, hatta otuz ikilik notaları
maharetle çalan sanatkarlar vardı. Biihassa cezaevinde uzun zaman yaşa­
yan cezalılar arasında kuvvetli curacılar bulunduğunu hatırlarım.
Erkekle kadın ayrı yaşadığından halk için eğlence konusu erkeklerin
inhisarında idi. Milli yağlı güreş müsabakalarını daha ziyade erkekler sey­
rederdi. Bir kere Sarayiçi'nde meşhur Kurtdereli ile Adalı'nın güreşlerini
seyretmiştim. Bu iki dev adam, çayırın üstüne çömeldiler. Sarıklı ve uzun­
boylu birisi arkalarına geçerek ve birer elini güreşçilerin sırtına koyarak:
"İki yiğit çıktı meydane .. .İkisi de birbirinden merdane . . . Arslan gibi itişir­
ler... Kaplan gibi tepişirler" tekerlemesinden sonra bunların ok gibi ortaya
fırlayarak peşrevlerini ve el işaretiyle yaptıkları dualardaki mani yerlerini
bugün dahi gözlerimin önünde canlandırırım.
Sarayiçi'nin Tavuk Ormanı mesiresi ile Karaağaç civarındaki Sinekli
mesiresine kadın erkek birlikte piknik için gidilirdi.
Ramazan ayı, camilerde bir hareket yaratırdı. Sultanselim, Üçşerefeli
ve Eskicanıi gibi büyük camiler gündüzleri öğleden sonra tıklım tıklım
dolardı. Her köşede bir vaizcinin veya hafızın etrafında yüzlerce dinleyici
halka olurdu. Vaizler içinde bazı meşhur simaları, padişah idaresine gizli
yollardan ve imalarla çekiştiren bazı vatansever din adamlarını hatırlarını.
Edirne'nin kırk elli minaresi kandillerle ve mahyalarla ışıklanır ve so­
kaklarda sahura kadar hayat ve hareket devam ederdi.
Biraz da Edirne'deki tekkelerden ve tarikatlardan bahsedeyim. Edirne'
de; Mevlevi, Nakşibendi, Kadiri Rufai, Sadi v.s. gibi tarikatlar ve bunların
tekkeleri vardı. Bizim oturduğumuz Karanfiloğlu mahallesinde bir Sadi
tekkesi vardı ki, ben bile bunun müritlerindenim. Haftada birkere mürit­
ler toplanır, şeyh ortaya oturur, kasideler okunur, sonra zikre başlanırdı.
Zikreden dervişler ALLAH ALLAH diye cuşuhuruşa gelirler, ağızları sal­
ya köpükleri ile dolar, cezbeye gelirler ve nihayet kendilerini fırlatıp sema-
YETMİŞLİK B İ R SUBAYIN HATIRALARI 9

hane denilen ibadet salonunun ortasına atılırlar ve kaskatı kesilirler. Sonra


şeyh efendi yavaş yavaş kalkarak bu baygınların yanlarına gider, kuiakla­
rına birşeyler söyleyerek veya okuyarak bunları ayıltır. Biz de bu pando­
mimayı seyrederdik.

İşte bizim nesil, böyle geri, kısır ve manasız bir muhitte doğdu ve
büyüdü.
BU KİTAP NİÇİN YAZILDI?
Bu hatıraları anlatan son elli yılın askerlik ve politika hadiselerine fiili
olarak katılmıştır. Bu hadiseler: Makedonya ve Trakya kaynaşmaları,
Meşrutiyet ayaklanması ve devrimi, Edirne Askeri ayaklanması, Otuzbir
Mart vak'ası, Türk - İ talyan Savaşı, Balkan Savaşı, Birinci Cihan Savaşı ve
İstiklal Savaşı v.s. dir. Bu yarım yüzyıllık zamanda bu milletin başından
geçenler yalnız bu kadar değildir. Yemen isyanları, Arnavutluk ayaklan­
maları. Dürzi ayaklanması gibi daha bazı önemli hadiseler de gelip geç­
mışur, fakat ben bunların içinde bulunmadığımdan hikayesi bana
düşmez. Ben bu hadiselerde otuz yedi muharebeye girmiş, yenilginin acı­
larını, zafer sevinç ve neşelerini tatmış, aç kalmış, atlı ve yaya olarak bin­
lerce kilometre gezmiş dolaşmış, düşman asker ve subaylarını esir almış
veya kendisi esirlik çekmiş bir adam olarak kendimi bir canlı tarih san­
dım, sandım amma bu hatıralarıma tarih adı veremem. Benim hatırala­
rım, büyük tarih ırmağına akan küçük bir dere, bir koldur.

Bu hatıraların yazılmasında başlıca iki amaç vardır.

ı . Bu tarzda yazılacak diğerleri gibi tarihe kaynak vermek,

2. Gençliğe yani yeni nesle manevi bir gıda sağlamak.

Yeni nesil kendi ağabeylerinin ve babalarının, batmakta olan bir vata­


na ve çökmekte olan bir milleti kurtarmak için neler çektiklerini öğrene­
cektir. Vatanın ve milletin kurtulması işi henüz tamamlanamadığına,
çünkü bizim, ileri medeni memleketlerle aramızda açılmış olan ve hala da
açılmakta devam eden gerilik mesafesini kapatmak için, daha birçok ham­
lelere başvurmaklığımız gerektiğinden, yeni neslin omuzları üstünde dahi
ağır yükler vardır. Bu yükü muvaffakiyetle çekebilmesi için gençlere moral
gıdalar vermeyi eksik etmemeliyiz. Bu hatıralar, bu moral gıdaların bir
kısmıdır.

Hadiseler birbiri ardından gelen zaman devreleri içinde vukua geldi­


ğinden kitap, bir veya birkaç ve önemli hadisenin vukua geldiği zaman
devrelerine taksim edilerek yazılmıştır. Bu suretle, okuyucuların, bu devre­
ler içinde yazarla birlikte mazbut bir seyahat yaparak, elli yılın tarihi hak­
kında kolay ve berrak fikirler edineceklerini düşündüm.
BİRİNCİ BÖLÜM

Harp Okulu'ndan Balkan Harbi'ne kadar

Biz Harp Okulu'nu, Beyoğlu'ndan Pangaltı Caddesi'ndeki emekli bi­


nada yaptık. O zamanlar bu müesseseye her yıl .Manastır, Edirne, Şam,
Bağdat, Erzurum, Bursa ve nihayet Çengelköy (Kuleli) Askeri Liselerinden
gelip katılan öğrencilerin sayısı sekiz yüz ile bin arasında olurdu. Buradan
piyade ve süvari subayları çıkardı. Topçu ve İstihkam Okulu Haliç'te idi.
Muhabere, levazım, nakliye, hava v.s. sınıflar yoktu.
B izim tahsilde bulunduğumuz yıllarda, Padişah İkinci Sultan Hamit
memlekette tam bir diktatör durumunda idi. Evvelce Abdülaziz'in tahtan
indiği saltanat darbesinde Harp Okulu da rol oynamış olduğundan,
Abdülhamit Harp Okulu'nu sıkı kontrol altında bulundururdu. Mesela;
öğrencilerin ellerine verilen silahlar mekanizmaları sökülmüş, namluları
kavallaştırılmış ve süngüsüz Martin Hanri tüfekleridir. Halbuki o zaman
Türk Ordusu yeni savaştan çıkmış ve Almanya'dan satın alınmış mavzer
silahları ile teçhiz edilmiştir. Öğrenciler tüfeklerin, cephanenin yüzünü bile
görmezler. Tek bir fişek atmazlar, atış talimleri yapılmaz ve böylece bir
tüfeğin nasıl patladığını hiç işitmemiş olarak kıtalara askerleri yetiştir­
mek ve icabında düşmanla boğuşmak için gönderilirler. Ata binme talimi­
nin piyadelere, dershane sıraları üzerine binilerek gösterildiği de olurdu
(furusiyet denilen binicilik). Dershaneler ve koğuşlar, kışın sac sobalarla
ısıtılır. Geceleyin havagazı ile ışıklandırılır, rutubetli, karanlık havasız yer­
lerdi. Her sınıfta mevcut sekiz yüz ile bin arasındaki öğrenciler seksen ita
yüz yirmi kişilik kısımlara ayrılırdı. Bu dershanelerin bazılarından ha­
mamböcekleri eksik olmazdı. Dershanelerin gerisine bir küp içine doldu­
rulan suyu aynı çinko bardaktan bütün öğrenciler içerlerdi.
Üç yıl içinde öğrencilerin birbirlerine kaynaştıkları görülmemiştir. Bağ­
datlılarla Şamlılar, Türklerden büsbütün ayrı yaşarlar, okulun avlusu­
nu rejionalizma canlandıracak surette Manastırlılar, Edirneliler, Bursalılar
aralarında paylaşarak ekerler ve çiçeklendirirler ve sınırlandırırlardı. Bazı
kere bir Bağdatlı'nın bir Manastırlı'ya çatması ile başlayan bir kavga bütün
Bağdatlılarla Manastırlıların yani altmış yetmiş öğrencinin birbirine girme­
si kadar genişleyen büyük kavga haline gelir. Hasılı, Araplarla Türkler se­
vişmeksizin okulu bitirip giderlerdi.
12 RAHMİ APAK

Hergün beş vakit namaz kılmak mecburi olduğundan, namaz kılmak


için aptest almak da şart olduğundan birçok öğrenciler aptestsiz olarak ca­
mide yatıp kalkarlardı.

Her akşam okulun avlusunda üç binden artık öğrenci dörder dizilerek


kısım çavuşları vasıtasıyla yoklama yapılır, çavuşlar subaylara tekmil habe­
rini verir, arkadan da borazanın bir tiy . . işareti ile üç bin kişi bir ağızdan
Padişahım çok yaşaaa diye bağırırsa da bazıları : "Padişahım başaşaaa" di­
ye haykırmayı ihmal etmezlerdi ve fazla gürültü arasında bu türlü bağırış
belli olmazdı.

Okul programlarında moral gıda verecek birşey yoktu. Hatta harp ta­
rihi bile okutulmazdı. Vatan, millet sözlerini ifade etmek yasaktı. Herkes
Müslüman idi, Türklük dahi zikredilmezdi. Okul idaresi tarafından mec­
canen öğrencilere dağıtılmış olan Fransızca'dan Türkçe'ye Şemsettin Sami
Lügat'ında patrie kelimesinin karşılığı olan vatan sözü yazılmış olduğu bir
ajan tarafından saraya jurnal edilmiş ve birgün kitap dolapları karıştırıla­
rak bu kıymetli lügat toplatılarak kaldırılmıştı.

Öğrenciler gerek yazılı ve gerekse ağızdan yapacakları dileklerde önce


padişaha bağlılık ve sevgi duası yapmak ödevinde idiler. Bu duanın muh­
telif formüllerini herkes ezberlerdi . Bir kitap neşreden her müellif ve yazar
da kitabın başında padişaha hulus çakmazsa kitabın basımına izin veril­
mezdi. Orduda ve sivilde her rütbenin bir elkabı vardı. Bir asteğmen yazı­
lan tezkerede Gayretli Efendi, üsteğmene Hamiyetli Efendi, yüzbaşıya
Fütüvvetlu Efendim, binbaşıya Rufalı Efendim, yarbay ve albayı İzzetlu
Efendim, tuğ ve tümgenerallere Saadetlu Efendim, orgenerale de Devletlu
Efendim diye hitabedilirdi. Padişahtan bahsedilirken: "Tanrının yeryüzün­
deki gölgesi, Müslümanların Emiri ve Halifesi, Osmanlıların Padişahı" de­
nirdi. Yalnız Rusların korkusundan Türklerin Hakanı lafı yoktu. Okuyup,
yazma bilmeyenlere Merkum, memurlara ve aydınlara Mumaileyh ve
büyüklere de Müşarileyh diye gıyabında bahsedilirdi. (İhtilalden önce
Çarlık Rusyası'nda dahi her rütbe böyle elkap kullanılırdı).

Harp Okulu'na bağlı bir de Zadegan sınıfı vardı. Okulun talimhaneye


bakan kısmı bunlara ayrılmıştı. Bunlar büyük rütbeli paşaların oğulları
olup hemen hepsinin rütbeleri vardı. Daha anasının karnında kendilerine
üstteğmen, sünnet oldukları zaman yüzbaşı ve Harp Okulu'na girince de
binbaşılık rütbesi verilmiş olan bu zadegan yani sözüm ona asilzadeler
okula gelip kendilerinden daha küçük rütbeli öğretmenlerden ders öğren­
meye tenezzül ederlerdi .
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI 13

Moral terbiye
Harp Okulu'nda moral terbiye düşünülmemiş ti. Yalnız askeri liselerde
ve Rüştiyelerde ve bir de Ramazan günlerinde camilerde verilen vaizlerde
İslam Dini'nin Cihad (Harp) için koyduğu düsturlarla kulaklarımız doldu­
rulmuştu: "Cennet kılıçların gölgesi altındadır. Nöbet beklerken ölen şehit
olarak gider. Allah yolunda kavga ediniz" gibi dövizler hepimizin ez­
berinde idi. Oteki dünyadaki azaplardan, cehennemden kendimizi kurtar­
mak için kavga meydanlarında can vermekten başka çare yoktu. Bu saye­
de günahlı analarımızı ve babalarımızı sevdiklerimizden yetmiş kişiyi de
cennete sokmak imtiyazını kazanmış olacaktık. İşte bizi fedakarlığa hazır­
layan ilk amil. Biz ikinci moral gıdamızı da vatan şairi Namık Kemal'den
aldık. Karakterlerimizi yaratmak hususunda onun şiirleri ve yazıları. :Mu­
hammed'in dövizlerinden daha tesirli oldu ve subaylık hayatımızda onun
bütün eserlerini gizli gizli ve yutarcasına okuduk. Ezberledik. Diyebilirim
ki, Namık Kemal yeni bir nesil yaratmıştır. Sonra, Namık Kemal'in yay­
dığı Osmanlılık ve hürriyet aşkını İttihatçılar ve Ziya Gökalp Türkçülük
sevgisine çevirtti.

Üçüncü ve önemli moral gıdayı da yaşadığımız bölgelerden aldık.


Makedonya'da ve Trakya'da yaşayan Türkler, 1 878'de Tuna'yı geçerek
Balkanlar'a ve oradan İ stanbul kapılarına kadar dayanan Rus ordularının
önünde ve ardında milyonlarca kardeşlerinin B ulgarlar ve diğer yerli H ı­
ristiyanlar tarafından kesildiğini, köylerinin ve kasabalarının yakılıp, yıkıl­
dığını görmüşlerdi. Bizim analarımız ve babalarımız bu vahşet tufanının
sağ kalıp kurtulanları idi. Yabancı memleketlerden her türlü yardımlar
gören, sınır dışından gelen propagandalarla zehirlenen Hıristiyan azınlıklar
aynı vatan içindeki Türkleri ve Osmanlı Hükümeti'ni küçümsüyorlar ve
tahkir ediyorlardı. Kapitülasyonlara dayanan yabancılar ise aklı başında
her Türk'ün dayanamayacağı derecede şımarık idiler. Hiç unutmam,
Harp Okulu'nda öğrenci iken, bir cuma günü Galata rıhtımında dolaşa­
rak Tophane'ye doğru gidiyordum. Rıhtıma yanaşmış olan büyük bir sey­
yah vapuru kalkmak üzereydi. Birçok seyyahlar ellerinde paketlerle vapura
dönmekte idiler. Vapurun kıç güvertesinde çoğu kadın bir grup halka ol­
muş, ortalarında yaşlıca bir adam çarşıdan aldığı kalıpsız ve kıpkırmızı bir
fesi kulaklarına kadar geçirmiş, çırpınarak ve horoz gibi öterek kadınları
güldürüyordu. Fes o zaman bizim milli serpuşumuz idi. Bu serpuşu,
Türk vatanında bir alay vasıtası yapmak terbiyesizlik idi. Türk Polisi bir
ecnebi vapuruna kara sularımızda dahi giremezdi. İstanbul'dan kaçmak
RAHl'vfİ APAK

isteyenler, bir cani dahi olsalar, bir ecnebi vapuruna kapağı attılar mı
hükümet bunu vapurdan alamazdı.
Bir gün Karaköy' den Yüksek Kaldırım'a çıkmak üzere iken bir polisi­
mizin şapkalı bir adamı tutmak istediğini ve polisten daha kuvvetli olan
bu şapkalının polisimizi itip kakalamakta olduğunu gördüm. Biraz sonra
diğer bir memurumuz da katılınca birkaç şapkalı da kendi adamlarına
yardıma koştular. Bunun üzerine, birkaç fesli de polislerin yardımına ge­
lince <ıralarında bir itişme, çekişme ve ağız kavgası başladı. Nihayet polis­
ler şapkalı herifi serbest bıraktılar. Toplantıya katılanlardan kelli felli bir
adam da, polisimiz tarafından karakola götürülmek istenildiği ve Karadağ­
lı olduğu anlaşılan herife yardıma gelen şapkalıya Fransızca: "Polisin işine
karışmaya hakkınız yoktur" dedi ve cevap alamayınca: " Monsieur, est-ce
que etes consulaire?". Siz konsoloshane mensubu musunuz? tarzında sor­
gular yapıp durdu. Sonunda iş anlaşıldı. Bizim tatlı su aydını Türk'ün
kendisine Fransızca hitap ettiği şapkalı da bir Rum palikaryası imiş ve po­
lisimizin çekelediği Karadağlı'yı da hiç tanımıyormuş, ancak şapka te­
sanüdü bakımından yardıma gelmiş. Bizim aydın Türk de hem Fransızca
bildiğini göstermek ve hem de kapitülasyon hükümleri mucibince ancak,
konsoloshanelere mensup olanların bu gibi müdahalelere hakkı olabilece­
ğini de bildiğini göstermek istemiş. Ağlar mısın güler misin?

Her elçilik ve konsolosluk binasının önünde bir posta kutusu asılı idi.
Ecnebiler kendi memleketlerine, kendi pulları ve servisleri ile mektup yol­
larlardı. Acı tarafı, bir kısım aydın Türkler de Avrupa'ya gönderecekleri
mektuplarını, daha emniyetlidir diye bu ecnebi postalarına verirlerdi.

Beyoğlu'nda dükkan ve mağazaların tabelaları Fransızca idi. Ancak


bazılarının altında küçük harflerle, adeta bir lütuf kabilinden Türkçesi de
bulunurdu. Demiryollarında, tramvaylarda çalışan memurların büyükleri
ecnebi, küçükleri de Rum veya Ermeni idi (İstanbul-Edirne), (Edirne­
Dedeğaç), (Dedeağaç-Selanik) ve diğer Rumeli demiryollarında istasyon şe­
fi, tren şefi ve kondüktör olarak tek bir Türk'e rastlanmazdı. Türk olma­
yan bu memurlar ise Türk yolculara her türlü eziyet ve hakareti esirge­
mezlerdi. Demiryollarında resmi dil Fransızca idi. Tren kalkacağı zaman
kondüktörler komplo! ! veya fertik!! diye bağırırlardı. İ şte, kendi özyurdu­
muzda gördüğümüz bu aşağılık manzara yüreğimizi yakıyordu .
Askeri okullarda ecnebi dili iyi öğrenilemezdi. O zaman Galatasaray
Lisesi'ne giden vaktihali yerindeki Türk gençleri iyi Fransızca öğreniyor­
larsa da iyi bir ruh alamıyorlardı. Alman okuluna devam eden pek az
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI

Türk çocuğu vardı, çünkü zamanın modası Fransız kültürü idi. Robert
Koleji öğrencilerinin yüzde doksanı Türk olmayanlardı. Fransız papaz
okullarında biraz Türk bulunurdu. Fakat bütün bu müesseselerde yetişen
Türk çocukları, vatan ve millet sevgisi duyguları bakımından, kendi geri
programlı okullarımıza nispetle, lazım gelen gıdayı alamıyorlardı. İspatı
da: Gerek Meşrutiyet İnkılabı'nda ve gerekse Atatürk İnkılabı'nda ortaya
atılmış simalar arasında bu kaynaklardan yetişmiş elemanlar görülmemesi­
dir. İnkılap hareket ve faaliyetlerinin yuvaları en çok tıp ve harp okulları
olmuştur. Avrupa'daki Jöntürklerin yolladıkları ve evrakı-mızırra denilen
kitaplar, risaleler, gazeteler bu okullarda dolaşırdı. Türk düşmanı Avrupa
yayınının o zaman hatırımda kalan başlıca konuları: "Hasta Adam, Doğu
meselesi, Makedonya meselesi, Ermeni katliamı, Komitacılık, Kızıl Sul­
tan.. " Dillerine doladıkları bunlardı.

Bir müstebit nasıl konuştu?


1905 yılında, Balkanlar'da siyasi gerginliğin artması ve Bulgar komita­
cılarının da işi daha ziyade azıtmaları üzerine, Harp Okulu'nun bizim
önümüzdeki son sınıfının acele imtihanları yapılarak öğrenciler vaktinden
üç ay önce subay yapılmış ve Rumeli'deki askeri birliklere sevkedilmek
üzere hazırlıklar yapılmaya başlanmıştı. Bu esnada bu yeni subaylar diğer
öğrenciler gibi zorla camiye sevkedilmeyi ve zorla namaz kılmayı kabul et­
mediklerinden bunların bu hareketleri açıkgözün birisi tarafından padişa­
ha ayaklanma diye jurnal edilmiş. Okullar Bakanı ve Tophane Mareşali
meşhur Zeki Paşa koşarak okula geldi. Ufak bir tahkikattan sonra subay
olmuş üç öğrenciyi, üç bin arkadaşının önünde ortaya koyup kendi eliyle
bunların üniformalarını sökerek subaylıktan tardedildiğini beyan eyledik­
ten sonra sözünü şöyle devam etti: "Efendiler. siz hepiniz adi ve fakir aile­
lerin evlatlarısınız. Padişahımız Efendimizin ekmeğini yiyerek burada oku­
dunuz, subay oldunuz. Buna şükretmeyerek üstlerinize itaatsizlik etmişsi­
niz. Bunu padişahımız haber almış. Beni gönderdi ve size şu lafları söyle­
mekliğimi irade buyurdu: Efendimizin size hiç ihtiyacı yoktur. Sizin gibi
binlercesini, vapurlara doldurarak denizin dibine dökebilir. Efendimize an­
cak sadık kullar gerektir, bunu böyle bilesiniz. Padişahım çok yaşa" dedi,
döndü, gitti. İşte istibdadın mareşalı, kendi müstebit efendisinden aldığı
emri böylece yaptı. Bizim de ağzımız açık kaldı.

Ertesi 1906 yılının sonbaharında da bizim sınıf okulu bitirdi ve büyük


kısmı Rumeli' deki birliklere gönderildi.
16 RAH M İ APAK

Vazifeye katılış
1906 yılının sonbaharında, Pangaltı Harp Okulu'nu bitirenlerden üç
yüz kişilik bir subay kafilesi bir akşam Sirkeci'den kalkan trenle yola çık­
mıştı. Bu genç subaylar, ikinci ve üçüncü sınıf yolcu vagonlarına seçmek­
sizin tıklım tıklım dolmuşlardı. Y okuluk Edirne'ye kadar bütün gece de­
vam edecektir. Bir yataklı vagonda veya birinci mevkiin koltuğunda rahat­
ça uyumayı düşünen yoktu. Yersizlikten çoğu, sabaha kadar, ayakta dikili
kaldılar, bundan ötürü de şikayet eden olmadı. Yeni bir hayata gidiyorlar­
dı. Politik durum gergin idi. Balkanlar Rus salatası gibi karmakarışıktı.
Bulgarlar, bütün Trakya'da ve Makedonya'nın önemli bir kısmında o za­
man komitacılık denilen çetecilikle etrafa dehşet salıyorlardı. Trakya'nın
kıyı kısımları ile Güney Makedonya'da Yunanlılarda kendi hesaplarına
teşkilatlanmışlar ve hükümete kafa tutuyorlardı. Sırp çeteleri de, eğer laf
anlamayan Arnavutlardan çekinmeseler, daha geniş ölçüde sahneye çıka­
caklardı. Bu çeteleri besleyen, konuklayan köyler ve köylüler aleyhine ted­
bir almakta hükümetin gösterdiği gevşeklik ve zaaf yüzünden hareket gün
geçtikçe genişliyordu. Çarlık Rusyası başta olmak üzere Fransız ve İngilte­
re gibi büyük devletler, Abdülhamit Türkiyesi aleyhine bu hareketi des­
tekliyorlardı. Avusturya, Selanik'e inmek için Kuzey Arnavutları (Kegalar)
ile Hıristiyan Arnavutlar için çalışıyordu. Osmanlı Hükümeti, Makedon­
ya'da Hıristiyanlara karşı yapıldığı iddia edilen zulüm ve adaletsizliğin ya­
lan olduğunu ispat için birtakım ecnebi subaylarının, memleketin iç niza­
mını kontrol etmek üzere Makedonya' da hizmet ve vazife görmelerine
müsaade etmeye mecbur olmuştu. Böylece, İngiliz, Rus, Fransız, İtalyan
ve Avusturyalı subaylar Makedonya'nın muhtelif illerinde jandarma hiz­
metinde yer aldılar, fakat bunlar, bulundukları yerlerdeki Bulgar ve Rum
ayaklanmasını el altından daha ziyade kışkırtmaya başlayınca işler daha
ziyade fenalaştı. İşte, ben, bütün diğer arkadaşlarım gibi böyle gergin bir
hava içinde sonbaharın yağmurlu bir gününde Dedeağaç'taki piyade Do­
kuzuncu Alay'ın Dördüncü Taburu'nun Dördüncü Bölüğü Asteğmeni ola­
rak işe başladım.

Bizim taburumuzun, Ferecik denilen istasyondan başlayarak Dede­


ağaç ve sonra Gümülcine'ye kadar olan demiryolunun korunmasına me­
mur edilmişti. Bulgar komitacıları, demiryolu köprülerine ve tünellerine
dinamitler yerleştirerek trenleri havaya uçurmak gibi terör işlerine girişmiş
olduklarından, Rumeli' deki bütün demiryolları asker korunması altına
alınmıştı.
YETMİŞLİK B İ R SUBAY I N HATIRALARI

Bizim bölük, Ferecik'ten Dedeağaç'a uğramadan denizden uzak ola­


rak dolaşan otuz kilometre kadar uzunluğundaki askeri hat denilen kısma
tahsis edilmişti. Bu demiryolu parçası boyunca 7-8 barakamız ve her ba­
rakada sekiz on erimiz bulunuyordu. Barakaların arası üç ila beş kilomet­
re idi. Ayrıca, Dedeağaç'a yirmi kilometre kadar kuzeyde, dağlar içinde
Domuzdere denilen bir Bulgar köyünde de otuz kişilik bir müfrezemiz
bulunduruluyordu. Tabur teğmenleri ve asteğmenleri sıra ile ve üçer ay
müddetle gidip burada kalırlardı.
Askerlik müddeti üç yıl olmasına, fakat mevcutları dolgun tutmak
için beş yıldan beri terhisleri yapılmamış erlerin bile hala kıtalarda bulun­
masına rağmen , onbaşı ve çavuş yoksulluğu karşısında kaldım. O zaman
gedikli teşkilatı mevcut olmadığından çavuş ve onbaşılar, çoğu alaydan ye­
tişme yüzbaşılar tarafından seçilirler ve basit bir imtihanla tayin edilirlerdi.
Bölüğümüzün kumandanı da yaşı elliyi aşmış, hastalıklı, okuryazarlığı ol­
mayan, alaydan yetişme ve teğmen rütbesinde bir biçare idi. Onun seçtiği
onbaşılar ve çavuşlar da, köylerden ona bolca tavuk ve yumurta tedarik
edenlerdi. Bu yüzden, bölüğümüzde mevcut yüz yirmi kadar Anadolu ço­
cuğunun sağlık, ahlak ve eğitim sorumluluğu bana ve benimle birlikte
bölüğe katılan ve benim gibi on dokuz yaşında sınıf arkadaşım Sofyalı
Galip'e yüklenmişti. Söylediğim gibi bu erler, birbirinden üç beş kilometre
ıraklıkta ayrılmış barakalara dağıtılmışlardı. Bunların talim ve eğitim işleri
ile hiç meşgul olunmamıştı, her dakika düşman karşısında bulunan bu er­
ler silahın nasıl patladığını bilmiyorlardı. Vakıa, cephaneler kendilerine
dağıtılmış idi, fakat bir tek fişek sarfetmeye hiçbir kumandan izinli değildi.
İlk yapılacak iş her er için hiç olmazsa on fişek yaktırarak bir atış talimi
yaptırmaktı. Buna da şöyle bir çare düşündüm. Geldiğimin haftasında, bir
gece Ferecik merkez barakasına üç kilometre uzaklıktaki baraka civarına
kendim giderek, Ferecik köyünden işitilecek bir yerde beş on el silah attır­
dım ve ertesi gün tabura bir rapor vererek barakaya yakın köprüye gecele­
yin kuvvetlice bir Bulgar çetesinin saldırdığını, bu çete ile merkez karako­
lu erlerinin de katılması iie bir saat kadar süren muharebe yaptığımızı,
neticede Bulgarların emellerine muvaffak olamayarak kaçtıklarını, bizim
taraftan hiçbir kayıp olmadığını, fakat ertesi sabah yaptığım keşifte arazi
üzerinde birçok kan lekeleri görüldüğüne göre yaralı ve ölülerini beraber
alarak gecenin karanlığından istifade ederek kaçmış olduklarının anlaşıldı­
ğını bildirdim. Baştarıbaşa yalan ve uydurma olan bu kavgada tarafımız­
dan binbeşyüz mermi sarfedilmiş olduğunu da ilave ederek bu kadar mer­
minin sarf gösterilerek kuvveden düşülmesini de istedim. Tabur kumandanı
F. 2
18 RAH M İ APAK

verdiği cevapta benim uydurma gaziliğimi kutlayarak teşekkürlerini bildir­


di ise de, sarfedilen cephaneyi fazla bulduğundan ileride bu hususta daha
dikkatli olmaklığımı da ihtar etti. Ben, bu uydurma muharebe ile elde et­
tiğim cephane ile hemen atış talimlerine başladım ve her ere hiç olmazsa
on mermi yaktırarak hakiki atış yaptırmaya muvaffak oldum.
Her gün külüstür mekkare atına binerek her barakaya gider, meh­
metçiklere şimdiye kadar hiç gösterilmemiş olan avcılık talimleri yaptırır­
dım. Şimdi ederime biraz güvenebilirdim, erlerim de kendilerine güvene­
bilirlerdi. Çünkü bu atışlar, çok az nazari hazırlığa rağmen kötü sonuç
vermemişlerdi.

Zamanım şöyle geçerdi: Bir hafta Ferecik istasyonundaki barakamda


ve bir hafta da Badoma istasyonunda kalır, her gün askerlerime talimler
ve dersler yaptırırım, cuma günleri de Dedeağaç'a giderek tabur ve alay
arkadaşlarımla buluşur, deniz kenarında bir iki bardak bira içer ertesi sa­
bah barakama dönerdim.

O zaman Dedeağaç mutasarrıflık merkezi idi. Kaza ile vilayet arasın­


da bir idari makam, şehrin ahalisinin dörtte üçü Rum kalanı da Türk ve
Bulgar. Şehir, ancak otuz yıllık ve yeni kurulmuş, muntazam sokakları ve
evleri ile bayındır bir kasaba. Rumlar zahire ve hayvan ihracatçılığı yapar­
lar, meşe kozalağı da satarlardı. Rumların refahı iyi idi. Şehirde bazı ec­
nebi konsolosluklarından başka Yunan ve İ ran konsoloslukları da vardı.

Şimdi sırası gelmişken, o zamanki büyük Edirne vilayetinden de bi­


raz bahsedeyim : Nüfus sayısı o zaman bir milyonu aşan ve bütün Doğu
ve Batı Trakya'yı kaplayan ve merkezi Edirne olan bu vilayetin Kırklareli,
Tekirdağ, Dedeağaç, Gümülcine ve Gelibolu adında beş mutasarrıflığı var­
dı. Kırklareli, üzümü, rakı ve şarabı ile Tekirdağ, ihraç iskelesi olmakla,
Edirne; sebzecilik, zahirecilik ve ipekböcekçiliği ile Gümülcine zahire ve
tütüncülükle oldukça gelişmekte idi. Fakat şunu da itiraf edelim ki, bu
gelişmede Türk olmayan unsurların önemli rolü olmuştur. Hayat standart­
ları oldukça gelişmiş olan bu Trakya Hıristiyan ve Yahudileri adeta ayrı
cemaat halinde idiler. Orta eğitimlerini kendi okullarında yaptıktan sonra
Rumlar Yunanistan'a, Bulgaristan'a ve Yahudiler ise Alliyans okullarını
bitirince Fransa'ya giderek yüksek eğitim yapıp dönerlerdi. Bulgar köyle­
rindeki öğretmenlerin hemen hepsi Bulgaristan'da yüksek tahsil yapmış ve
komita teşkilatına girmiş gençlerdi. Bunların babaları ve dedeleri Türkçe
konuştukları halde, bunlar Türkçe bilmezler ve öğrenmeye de tenezzül et­
mezlerdi. Aralarındaki ihtilafları kendi cemaatları içinde hallettiklerinden
YETMİŞLİK BİR st:BAYIN HATIRALAR! l (j

tapu ve vergi işlerinden başka Türk otoriteleri ile görülecek işleri yoktu.
İhtiyar heyetlerini de kendileri seçerlerdi. Bunların muhtarlarına eskiden
kalma bir tabir ile Kocabaş veya Kahya denirdi.

Trakya Türklerinin durumu


Trakya'daki azınlıkların iktisat, sanat ve kültür bakımından
üstünlüklerini anlattım. Şimdi bir kere daha Trakya Türklerini ele alaca­
ğım. Zahire tüccarı Rum, buharlı ve büyük değirmen sahibi Rum, şarap
ve rakı yapan Rum, balıkçı Rum, demirci ve kuyumcu Ermeni, tuhafiyeci
Yahudi ve Ermeni, bakkal Rum, yapı kalfası Rum ve Ermeni, kunduracı
Rum, fırıncı Ermeni. su değirmeni yapan usta Ermeni, ithalatçı ve ihra­
catçı Rum veya Ermeni veya Yahudi olduktan sonra, Türklere ne kalıyor­
du' Türklere kalan nalbantlık, kahvehane işletme, mutaflık ve saraçlık. Sa­
rıklı softalar dünya malına heves etmeyiniz, bir lokma bir hırka ile yaşayı­
nız diye haykırıyorlar. Türk bunlara inanıyor. Evler pis, tahtakurusu, bit
ve pire salgın halinde. Şehirlerde verem, köylerde malarya, çok şükür
frengi yok. İçki adeti kasaba ve köylere girmemiş. Bu cihetten üstün du­
rumdayız. Alışverişte düzgün ahlak, devlete bağlılık, büyüklere saygı da
Türkler hesabına ayrı bir üstünlük. Bu sözlerle Trakya Türklüğünün du­
rumunu çizdim sanırım. Eski Trakyalılar, çocukları dünyaya gelince ağla­
yıp sızlar ve dövünürlermiş, ölümü ise kurtuluş töreni ile kutlarlarmış, iş­
te benim çocukluk zamanımın Trakyası da galiba bu geleneği saklıyordu.

Komitacılarla çatışmalar
Bölüğe katıldığımın üçüncü veya dördüncü ayı idi. Dedeağaç'a yakın
Ilıca adındaki B ulgar köyüne, Bulgaristan'dan geçen Bulgar komitacıları­
nın geldikleri haber alınmış. Bir sonbahar günü idi. Bizim tabur kuman­
danı Binbaşı Şükrü Bey, iki yüz kadar asker ve jandarma ile geceleyin ge­
lip köyü sarmış ben de, haydutların kuzeye kaçmalarını önlemek için
köyün on kilometre kadar kuzeyinde pusu tutmak emrini almıştım.
Şükrü Bey şafakla beraber, köyün ihtiyar heyetini tevkif ederek köyde
yabancı olup olmadığını sormuş, hayır cevabını alınca iki arama grubu ile
evleri ve ahırları aramaya başlamış. Hepsi birden kenarda bir samanlık
içine gizlenmiş olan haydutlar köyde yakalanmamak için muhasara çem­
berini yarıp çıkmak istemişler ve köyden dışarı fırlamışlar. Köyün etrafı
yirmi otuz adım aralıklı çifte nöbetçilerle zincirleme çevrili. Karşılarına çı­
kan ve gaflet içinde yere uzanmış olan ilk çifte nöbetçiye yaptıkları ateş
Üzerine mevcudiyetleri ve kaçmak teşebbüsleri meydana çıkınca her taraf-
20 RAHM İ APAK

tan Üzerlerine ateş edilmeye başlanmış. Bulgarların ikisi yere yatıp ateş et­
mek ve askerlerin kaçanları takip etmesini önlemek ve diğerlerinin uzak­
laşmasını sağlamak suretiyle ve kademe yaptıkları müdafaa ile her yirmi
otuz metrede ikişer Bulgar ölmüş, böylece toprak üstünde dokuz Bulgar­
dan altısının cesedi kalmış, diğer üçü uzaklaşıp kurtulmaya muvaffak ol­
muş. Ben askerlerimle köyden çok uzak bulunduğumdan ne kavgaya katı­
labildim, ne de kaçanları görebildim. Ancak yarım saat kadar devam eden
silah sesleri kesildikten sonra köye geldim. Birbirlerinden yirmi otuz adım
mesafe ile ikişer ikişer yerde yatan Bulgar ölülerinin beherinde on onbeş
kurşun yarası vardı. Ben bunlara bakarken köyün papazı da gelmişti.
Güya bunların defnedilmesini köylüye bırakmışlar. Papaz da gelmiş dua
yapacak. Papaz dua yapmıyor. dokuz kişiden hangilerinin öldüklerini,
hangilerinin kurtulduklarını teşhis etmeye çalışıyordu. Hepsi sivri sakallı,
efendi kıyafetinde adamlardı. Elbiseleri, ayakkabıları düzgündü. Bizim yer­
li Bulgar köylülerine hiç benzemiyorlar. Her ölünün yanında yirmi otuz
boş kovan. Adamlar sonuna kadar çarpışmış ve üç arkadaşlarını kurtar­
mışlar. Bizim taraftan da dört ölü üç yaralı var. Bizden iki yüz kişi var,
onlar dokuz kişi. Buna rağmen üç Bulgarın kurtulup kaçabilmesi bizim
taraftaki idaresizliğin, talim ve terbiye noksanlığının neticesi olmuş.

Dertli Mıstaa Bey


Bu hadise bana, bundan beş yıl önce, ben henüz askeri lise öğrencisi
iken vukubulan bir vukuatı hatırlatı. Bulgar komitacıları yeni faaliyete
başlamışlardı. Edirne'nin en zengin adamlarından sayılan Dertli Mıstaa
(Mustafa) denilen zatın Edirne civarındaki çiftliğini, günün birinde basan
komitacılar, Mıstaa Bey'in oğlu Hacı Nuri Bey'i kaçırırlar ve on bin lira
kurtuluş bacı isterler. Hükümet işe el koyar. Tümgeneral Deli Şükrü
süvari, piyade ve hatta topçudan mürekkep bir kuvvet Edirne'nin kuzeyin­
deki Bulgar köylerine gönderilir. Komitacıların izi bulunur. Bunlar askere
karşı koyarlar. Çarpışma olur. Hatta Deli Şükrü bunlara karşı top da attı­
rır. Fakat neticede Bulgarlar, kendi müdafaa mevzilerinde birçok boş ko­
van ile yarı ölü bir halde Hacı Nuri Bey'i bırakarak kaçıp giderler. Süvari­
ler de onları bulamaz, yakalayamaz.

O zaman Edirne'de bu genç için çok heyecanlı bir cenaze töreni ya­
pılmıştı. Kadınlar ve erkekler sokaklarda ağlaşmışlardı. Birkaç gün sonra
da sokaklarda şöyle bir türkü işitiliyordu:

Çiftliğimin lambaları parlıyor,

Doktor gelmiş yaraları bağlıyor,


YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI 21

Annem, babam başucumda ağlıyor,

Çare bulan olmadı bu yareye

Pek yazık oldu Hacı Nuri Bey'e . . . .


Ilıca'daki vak'adan b i r ay kadar sonra, bir gün, öğle zamanı binbaşı­
dan şöyle bir emir aldım:
Asteğmen gayretli . . . Efendi;

Ferecik nahiyesinin Vakıf adındaki Bulgar köyüne Bulgar komitacıla­


rının geldikleri haber alınmıştır. Bu akşam hiçbir sezintiye meydan ver­
meksizin, barakalardan çekeceğiniz askerlerle otuz kişilik bir müfreze yapı­
nız. Oradaki istasyondaki alay on iki tabur ikiden de Asteğmen Fayık ku­
mandasında yirmi kişilik bir müfreze size katılacaktır. Karanlık basınca
nahiye müdürü ile birlikte köye gidip sarınız ve eşkiyayı ölü veya diri ya­
kalayınız. İmza; Binbaşı Şükrü.
Ferecik'te bizim bölük merkezinden başka komşu On İ kinci Alayın
İkinci Taburunun bir bölüğünün de merkezi vardı. Hatta onlar on ikinin
ikisi ordunun tilkisi diye kendilerini övünce biz de dokuzun dördü ordu­
nun kurdu cevabını verirdik.

Ferecik bucak merkezi idi. Halkın üçte ikisi Türk ve üçte biri Bulgar­
dı. Akşam olunca bucak müdürünün camları kırık, döşemeleri çökük ko­
nak odasına gittim. Hareket saatini kararlaştırdık.

Mevsim kış idi. Geceler uzun idi. Gece yarısından dört saat sonra yo­
la çıktık. Çok ağır yürüyüşle bir saatlik yolu iki saatte aldık ve köye gelir
gelmez, karanlıkta, dere içine gizlenmiş olan köyün etrafındaki sırtları ses­
sizce sıkı bir zincir halinde işgal ettik. Tam bu esnada kilisenin çanı, hafif
olmak üzere iki defa çalındı. Kerata Bulgarlar, çan kulesine nöbetçi
gözetçi koymuşlar. Köyün etrafındaki sırtları tutmak üzere çömelik
yürüyen askerlerimizin siluetleri ancak kilisinin yüksek çan kulesinden
görülebilir. Bu halde bu çan sesi bir alarm işareti idi. Biz sarma tertibimi­
zi henüz bitirmiştik. Ben, kendimi sabah olunca köye girecek arama kolu­
na ayırmıştım, Teğmen Fayık, köyün kuzeyinde ve köyden kuzeye giden
yolu tutan tepecikte yerleşmişti. Çan sesinden hemen iki dakika sonra
Teğmen Fayık'ın bulunduğu yerden silah sesleri geldi. Ben yanımdaki on
askerle fırlayıp köye daldım ve köyün kuzey çıkağına doğru koştum, fakat
aynı yerde biraz önce köyden kaçan komitacıların hemen arkasından iler­
lediğim için karanlıkta beni tanımayan bizimkilerin ateşine tutuldum.
22 RAHMİ APAK

Kendimi bir gübre yığını ile bir ev duvarı arasına attım ve olanca sesimle
bağırarak bana edilen ateşi kestirdimse de bu duraklama kaçan Bulgarla­
rın karanlıkta kaybolmasına sebep oldu. Sonra kalktık, kaçanların arkasın­
dan tekrar koşmaya başladık. Köyün kuzeyi düzlük idi. İki yüz adım ka­
dar koştuktan sonra alaca karanlıkta yere yatmış bir insan gördük. Komi­
tacının birisi, arkadan kurşunu yemiş, can çekişiyor. Tüfeğini aldık, ileriye
koşmaya devam ettik. Bu köye iki kilometre mesafede bir Türk köyü var­
mış. Silah seslerine uyanmışlar, av çiftesini kapan dışarıya fırlamış. Bun­
lardan ikisi, Bulgarın kendi yanlarından geçtiğini görünce, çifte ile ateş et­
mişlerse de vuramadıklarını, Bulgarın da kendilerine ateş ettiğini ve ku­
zeybatıya doğru kaçtığını söylediler.

Kurtulan asiyi tekrar bulup yakalamak için on beş kişilik bir müfreze
ile günlerce dağda, bayırda dolaştım. Mevsim kış, idi. Lapa lapa yağan
karlar içinde yaya olarak ve elimde silah bir köyden diğer köye seğirtiği­
mi, tek tek kulübelere ve değirmenlere baskınlar yaptığımı, gece sabahlara
kadar bazı gediklerde ve geçit yerlerinde pusuda yattığımı, orman içinde
yaktığımız ateşlerle elbiselerimizi ve vücudumuzu kuruttuğumuzu bugün
dahi hatırlarım. Köy muhtarlarını tazyik etmeye salahiyetimiz yoktu. On­
ları söyletmek için biraz sıkıştırsak gelip hükümete hatta ecnebi konsolos­
hanelere başvururlardı. Bir defasında, Çingene Hakkı denilen, benden dört
yıl önce subay olmuş ve Makedonya'daki bir kıtadan son zamanda bizim
alaya naklen gelmiş olan bir arkadaşla birlikte komitacı kovalamaya git­
miştik. Bir gece önce komitacıların geceyi geçirdiklerini öğrendiğimiz bir
köyü sardık. Haydutları bulamayınca Hakkı Bulgar muhtarını sorguya
çekti ise de muhtar neznam (bilmem) den başka cevap vermiyordu. Bu­
nun üzerine Teğmen Hakkı Makedonya'da öğrendiği ve vücut üzerinde
hiçbir iz bırakmayan bir işkence usulünü tatbik ederek, muhtarı söyletmek
istedi. Muhtarı köyün kenarında bir samanlığa soktu, pabuçlarını çıkarta­
rak muhtarın iki ayaklarının başparmaklarını iple sıkıca birbi­
rine bağladı. Sonra muhtarın kafasını zorla muhtarın bacakları arasına
soktu. Şişman adamlar böyle bir hareketi yapamazlar. Çocuklukta ve ke­
miklerin elastikiyetli devrelerinde birçok çocuklar başlarını bacakları arası­
na sokarlarsa da kırkından sonra alışmamış bir insana bunu zorla yaptır­
mak çok ıstırap vericidir. Bay Hakkı, bundan sonra, Bulgar muhtarın ka­
fası ile bacaklarının teşkil ettiği çatalın arasına vücudunun bütün ağırlığı
ile oturarak sıkıştırmaya başladı. Herif, yüzü mosmor inledi, soluğu kesil­
di, pufladı fakat neznamdan başka birşey söylemedi. Bu adam herşeyi bi­
liyordu ve Trakya terör örgütüne pek tabii olarak dahildi, lakin ne yapsak
YETMİŞLİK BİR SUBAYI N HATIRALARI

ağzından laf alamazdık. Eğer Bolşeviklerin icat ettikleri modern, teknik,


merhametsiz işkence ve söyletme usulleri o zaman bilinseydi ve bunu tat­
bik edecek katı yürekli insanlar da işbaşında bulunsaydı, o zaman bu
muhtar da bülbül gibi konuşur, söylerdi. Avrupa'da, bilhassa İngiltere ve
Amerika'da Rusya'nın bir iç ayaklanma ile devrileceğine, hala inanan ve
akıllı geçinen zavallılara şaşarım. İşkence metodları ile merhametsizce ya­
şatılan hiçbir rejim kendi içinden yıkılmaz.

Çingene Hakkı köy muhtarını daha fazla sıkıştırmadı, bıraktı. Fakat


her Bulgar köyünde bütün aklı eren Bulgarlar Bulgaristan'dan gelen ko­
mitacıların kurdukları bu örgüte girmişlerdi. Papazlar ile köy öğretmenleri
bu teşkilatın elebaşısı idiler. Bulgaristan'dan gizlice getirilen silah, cephane
ve bombalar kiliselerin bodrumlarında saklanıyordu. Türk sarıklısı ne ka­
dar bilgisiz, ahmak ve menfaatperest ise Bulgar papazı aksine olarak ihti­
lalci, milletsever, kurnaz ve feragat sahibi idi. Oldukça yüksek olan tahsil­
lerini Bulgaristan'da yapmış olan Bulgar veya Türk uyruklu Bulgar genç­
leri, dağların arasında ve her türlü vasıta ve konfordan mahrum, pis ve ge­
ri Bulgar köylerinde, boğaz tokluğuna ilkokul öğretmenliği yapıyorlar ve
yeni bir nesil yetiştiriyorlardı. Kendi ağabeyleri ve babaları olan ve Bul­
garca'dan ziyade Türkçe konuşan eski Bulgarlara da milliyet sevgisini ve
Türk düşmanlığı duygusunu aşılıyorlardı.

Buna karşılık, İslam dininin önderleri olan ulema sınıfı ki, bunlara
hoca denilirdi, medrese denilen ve camilerin bir köşesine eklenmiş olan
taş, havasız, bakımsız okullardan yetişirdi. Bunların genel bilgileri hiç yok­
tu. Din ilmini Arap dili ile öğrenmeye çalışırlardı. Yirmi yıl medresede
Arapça okudukları halde bir kelime Arapça konuşamazlardı. Bunlar asker­
lik ödevinden kaçmak için medreseye girerlerdi. Softalar askerlik yapmaz­
dı. Tahsilleri müddetince bunlara Evkaf fdaresi'nden hergün fodla denilen
pidemsi bir ekmek ve bir tas çorba ve cuma günleri de pilav, zerde veri­
lir. Bunlar her yıl Ramazan ayından on beş gün önce medreselerden bo­
şanırlar, memleketin her tarafına dağılarak kasabalarda ve köylerde Rama­
zan geceleri Kuran okurlar, imamlık ederler veya vaiz verirlerdi. Buna cer­
re çıkmak denirdi. Cer, Arapça çekmek demektir. Yani bunlar açıkça para
çekmeye giderlerdi. Halk Bayram fitre paralarını bunlara verirdi. Otuz
Ramazan da yiyeceklerini halk sağlardı, hem bol ve nefis Ramazan yemek­
leri ve iftarlıklarla. Böylece bir yıllık masraflarını cer turnelerinden sağla­
mış olan softalar medreselerine dönerlerdi.
RAHMİ APAK

Bir softa - askeri öğrenci kavgası


ı 907 yılında İstanbul'dan kalkıp Selanik'e gidecek olan bir Avusturya
vapuruna cer turnesine gidecek üç yüz kadar softa ile, Harp Okulu tatili
münasebetiyle memleketlerine; anaları, babaları yanına gidecek olan yüz
elli kadar askeri öğrenci binerler. Vapur Çanakkale'yi geçtikten sonra as­
keri öğrencilerin bazıları ile bir iki softa arasında çıkan ağız kavgası yum­
ruk ve tekme faslına döner ve sonra genişler. Elli altmış softa bir tarafta,
bir o kadar askeri öğrenci de karşılarında birbirlerine girerler. Kafalar ya­
rılır, burunlar kanar. Bardaklar, testiler kafalarda kırılır. Kaptan bütün va­
pur tayfasının yardımıyla ve güçlükle kavgayı bastırırsa da Dedeağaç'a ge­
lince hükümete başvurarak yardım ister. İş telgrafla padişaha bildirilir.
Derhal irade çıkar, asıl suçlu olan softalara ilişmezler, onlar Selanik'e, yol­
larına devam ederler, fakat kavgaya giren girmeyen bütün askeri zorla va­
purdan dışarı çıkarıp Dedeağaç'a gözaltına koyarlar ve kendilerini bekle­
mekte olan ana ve babalarına ancak bir ay sonra kavuşabilirler.

İ şte Bulgar'ın papazı ile Türk'ün softası arasındaki fark. Bu Türk'ün


softası sonra İstiklal Savaşı'nda dahi kötü rol oynadı. Çünkü bu softa
çok geri müsbet bilgi düşmanı idi. Terakkiye bid'at diyordu. Bu, fataliz­
mi, yoksulluğu ve pisliği telkin ediyordu. On bir, on iki yaşında bir çocuk
iken Edirne' de tanık oldu,ğum bir hadise.

Peygamberin vasiyeti dolaşıyor


Medine'de yatan Muhammed'in türbedarı, güya rüyasında Muham­
med'i görmüş. Muhammed, türbedarına birçok serzenişlerde bulunmuş ve
bu serzenişli vasiyetini ağızdan ve yazıyla bütün ümmetine yaymasını
türbedarından istemiş. Hatırımda kalan vasiyet metni şu: "Benim ümme­
tim doğru yoldan saptı. Namaz kılanlar, oruç tutanlar, hacca rağbet eden­
ler azaldı. Gıybet ve zina yayıldı. Günah işleyenler çoğaldı. Kıyamet günü
vaklaşmaktadır. Yakında Deccal çıkacaktır. Deccal, at ile çekilmeksizin
kendiliğinden yürüyen bir arabanın içinde gelecektir. Elindeki yüksek sesli
bir boruyu öttürerek ümmetimi arabasına çağıracaktır. Bu arabaya binen­
ler doğruca cehenneme gideceklerdir" v.s. Görülüyor ki, tarif edilen atsız
araba, o tarihte henüz Türkiye'ye girmemiş olan, fakat Amerika ve Avru­
pa'da yayılmaya başlayan otomobil idi. Türbedar cenapları yani softalık,
bu yeni medeni nakil aracı aleyhinde Müslümanları, bilhassa Türkleri
tahrik ediyordu. Şimdiki kafamızla bu vasiyetnamenin, o zaman Rus In­
telligence Sen·ice'in aj anları tarafından uydurulup dağıtıldığından şüphe
YETMİŞLİK BİR SCBAYil'\ HATIRALARI

etmeyiz. Her devirde yayınlanan bu vasiyetnameler, takriben aynı mealde


olup elden ele dolaştırmakta ve nüshalarını çoğaltmakta müsamaha eden­
leri Peygamberin laneti ile tehdit ederlerdi.
Hayret edilmesin, Sultan Hamid devletin başında kaldıkça elektriği ve
yürütücü motoru memlekete sokmadı. Otomobili sokmadığı gibi telefonu
da sokmadı, uzaklardan iç düşmanları birbirleriyle gizlice konuşup da ona
kumpas kurmasınlar diye.

Dilaver Bey
Yine çocukluğumda hatırlarım. Edirne'de Dilaver Bey adında bir be­
lediye başkanı vardı. Bu zat ileri fikirli, çalışkan, anlayışlı , medeni cesaret
sahibi idi. Türkiye'nin Avrupa kapısındaki ilk şehri olan Edirne'yi bayın­
dırlamak azminde idi. Bugün hala yaşayan eserleri vardır. Selimiye Cami­
i'nden aşağıya inen caddeyi düzeltmekle işe başladı. Güzel bir belediye bi­
nası yaptırdı. Düşmanları derhal bu adamı dinsizliklikle itham ederek
aleyhine çalışmaya başladılar. Bir gün okula gidiyordum. Eski Cami bitişi­
ğindeki muvakkithanenin, duvarına bu zatın aleyhine yazılmış bir kağıt
yapıştırmışlar. Sekiz on kişi etrafına toplanmış okuyor. Güya Dilaver Bey
şöyle söylemiş: " Müslümanlıktan önce mevcut bir adeti yerine getirmek
için yani Kabeyi ziyaret etmek için kırk elli sarı lira sarfederek Arabistan
çöllerine gelen giden insanlara şaşarım. Bu para ile bir Avrupa seyahati
yapıp da medeniyet dünyası görseler ya". Böyle dinsizin Belediye Başkanlı­
ğında kalması caiz mi? Hakikaten Dilaver Bey Belediye Başkanlığından
atıldı. Yüz binden artık nüfuslu, Türk mimarisinin ulu ve ünlü eserlerini
sinesinde yükseltilmiş olan Edirne şehri de eski bakımsızlığına bırakıldı.
Ferecik ile Badoma arasındaki demiryolu boyunda üç ay kadar dolaş­
tıktan sonra, bölüğümüzden bir müfrezenin bulunduğu Domuzdere
köyüne gönderildim. Köy kenarında bir Bulgar evine doldurulmuş otuz
erin başındaydım. Üst katta penceresiz tek odaya yerleştim. Sonbahar ile
kışı burada geçirdim. Tam altı ay konuşabilecek insan yüzü görmedim.
Köyün üç yüz kadar evi ve iki kahvesi var. Bazı günler köy kahvesine gi­
derim. Fakat ben girince, içerideki Bulgarlar birer birer sıvışıp beni
yalnız bırakırlar. Geceleri, köyün beş altı kilometre kadar uzaklarında ge­
çit yerlerinde pusularda beklerim. On dokuz yaşını yeni bitirmiş bir genç­
tim. Bir kadına veya kıza elim dokunmamıştı. Bu altı aylık insanlıktan
tecrit edilmiş hayattan şikayet etmek hatırımdan geçmedi. Bir vergi tahsil­
darı köye gelince bana misafir olur ve zevkle konuşurduk. Birgün odamda
RAHMİ APAK

otururken bir köylü Bulgar koşup geldi: "Efendi, köy meydanına kırağası
geldi, seni çağırıyor". Kırağası ne demekti? Hemen köy meydanına koşup
gittim. Meğerse, sınıf arkadaşım Süvari Asteğmen Bayramiçli Sabri imiş.
Otuz kadar atlı ile Dimetoka'dan, asayiş gezisine çıkmış. Tabii, o gece mi­
safirim oldu, neşeli bir akşam geçirdim. Bulgarların atlı jandarma ve aske­
re Kırağası dediklerini ilk ve son defa olarak işittim.
Yaşlı Bulgarlar iyi Türkçe konuşurlar ve mükemmel espiriler yapar­
lardı.

Altı ay sonra beni, taburum Edirne'ye gönderdi. Sultan Hamid'in ya­


verlerinden genç Korgeneral Cevat Paşa İstanbul' dan Edirne' ye gelmiş, or­
dunun talim ve terbiyesi işine önem verilmiş. Almanya'dan gelen Albay
Mehmet Ali'nin emri altında, Nümune Bölüğü adında bir bölük kurul­
muş. Bizim tümenin her taburundan bir subay gönderilmiş. Bizi burada
altı ay çalıştırdılar. O zaman bir asteğmenin maaşı iki yüz otuz yedi bu­
çuk kuruştu. Fakat maaşlar üç ayda ancak bir kere verildi. Bu Nümune
Bölüğü için gelen on altı subaya Yanık Kışla' da bir oda gösterilmişti.
Öğle yemeklerini (beş, beş) beş paralık ekmek, beş paralık peynir ve bir
bardak su ile tamamlardık.
Nümune Bölüğü'ndeki stajımız bittikten sonra tekrar Dedeağaç'a ta­
buruma döndüm. Dedeağaç'a, yedi kilometre ıraklıktaki Badoma istasyo­
nuna takımımın başına gittim. İki dağın arasına sıkışmış dar bir boğaz.
İstasyon Şefi Bay Azarikyan ile benden başka kimse yok.

Dedeağaç'tan Selanik'e giden dört yüz kilometre uzunluğundaki bu


demiryoluna Dedeağaç - Selanik iltisak hattı derlerdi. İktisadi bir teşebbüs
olmaktan ziyade askeri idi. Trakya ile Makedonya'yı, daha doğrusu İstan­
bul ile Makedonya'yı birleştiriyordu. Deniz Kuvvetlerimiz olmadığından
aradaki bağlantıyı bu demiryolu yapacaktı. 1 878 Osmanlı-Rus Harbi'nden
sonra Sultan Hamid Türk donanmasını ihmal etmişti. 1 897 Osmanlı -
Yunan Harbi'nde bu donanma Adalar Denizi'ne açılmak üzere İstan­
bul'dan yola çıkmış, fakat Çanakkale'den daha ileri gidememişti. Gemile­
rin, ya kazanı patlamış, ya kömürü bitmiş veya uskuru kırılmıştı. Uzun
zamanlar Sultan Hamid'e deniz kuvvetleri kumandanlığı yapmış olan Ha­
san Paşa'nın bir gemiyi direkleri ile birlikte yuttuğu söylenirdi. Fransız ya­
zarı Piyer Lotti'nin romanında belirttiği üzere tersaneli denilen o zama­
nın deniz subayları Kasımpaşa'da ve Unkapanı'nda kahve işletirler, tu­
lumbacılık yaparlar ve anormal cinsi münasebetler peşinde koşarlardı.
O zaman Kazımpaşa tezgahlarında Abdülkadir adında bir zırhlı istenil-
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI

miş, kaburgası, omurgası kurulmuştur. Biz hemen, her ay yapının ne de­


receye kadar ilerlediğini görmek hevesiyle tersaneye giderdik ve çabuk bit­
mesini isterdik. Fakat, araya bir iki ay ziyaret fasılası bıraktıktan sonra
tekrar gittiğimizde, Türk yapısı zırhlının ne kaburgasının ne de omurgası­
nın kalmadığını iki yıl çalışıldıktan sonra meydana getirilen işin iki ay gibi
kısa bir zamanda tamamıyla bozulduğunu, geminin sökülüp oradan kaldı­
rıldığını gorunce, yapma kuvvetimizin küçüklüğü yanında yıkma
gücümüzün büyüklüğünün bir misalini daha gördüm ve sonra bütün ya­
şayışım boyunca bu memleketteki yıkıcılık zevkini müşahede ettim. Çeke­
memezlik ve haset, bu yıkıcılığın sebebidir. Birisinin yaptığı yani başladığı
bir iş bitmemiş ise, ondan sonra gelen, bu iş faydalı da olsa, onu bozar.
Bir hükümetin yaptığını, yerine geçen hükümet bozar. Bu hastalık şifa
bulmaza benziyor.
İ şte Türk Deniz Kuvvetlerinin Osmanlı - Yunan Harbi'nde Çanakka­
le' den dışarıya çıkmamalarıyla elden gitmiş olan Ege deniz üstünlüğü
yüzünden, bu demiryolu, bir Fransız şirketi tarafından yapılmıştı. Hatta
o zaman Türkiye' de iş bile bulunamadığından işçilerin dörtte üçü İtal­

ya'dan getirilmişti.

Genç Türk ayaklanması ve istibdat idaresinin yıkılması

Biz buna Meşrutiyet Inkılabı adını vermişiz. Fakat bu devrim bir


ayaklanmanın mahsulüdür. Yani yalnız bir devrim değil, aynı zamanda
bir ayaklanmadır. Bu devrim ordunun eseridir. Daha doğrusu devrimden
önceki on beş yıl içinde Pangaltı Harp Okulu'nun yetiştirdiği subayların
eseridir. O subaylığa bu duyguyu veren, besleyen Genç Türkler'in eseri­
dir. Ali Süavi'nin eseridir. Namık Kemal'in eseridir. Mithat Paşa'nın eseri­
dir.

Son zamanlarda Pangaltı Harp Okulu, her yıl ortalama bin subay ye­
tiştiriyor ve bunların dörtte üçü Makedonya ve Trakya'ya gönderiliyordu.
Bu gençler orada, Bulgar ve Rum çeteleri ile yıllarca dağlarda, bayırlarda
çarpışmışlar, istibdadın kötü idaresini zaafını, aczini görmüşlerdir. Paris'te
çalışan İttihat ve Terakki, gizlice bu subaylık içine girmiş teşkilat yapmış­
tır. Zamanın küçük devlet memurlarının, küçük idare amirleriyle posta ve
telgraf memurlarının bu harekete olan yardımı unutulmamalıdır.

Ferecik ve Badoma istasyonlarında, bu ücra yerlerde bile saltanat


aleyhindeki yazılar (evrakı mızırra) elimize geçiyor, padişah düşmanlığı ka­
falarımızı dolduruyordu.
RAH M İ APAK

Birgün Badoma'dan bisikletle Dedeağaç'a geliyordum. Akşam üzeri,


şehrin kenarında çimenler üzerine oturmuş, rakı alemi yapan üç alay ar­
kadaşı, beni görünce zorla yanlarına oturttular. Ankaralı Naci, Sofyalı Ali,
Trabzonlu Rasim. Bir iki kadeh rakıyı bana da içirdiler.

Telgrafhaneye baskın
Biraz sonra Ankaralı Naci sözle başladı: " Bizim bu halimiz ne ola­
cak? Maaşlarımızı vermiyorlar. Yoksulluk, sıkıntı içinde yaşıyoruz. Haydi
gidelim, bu gece Dedeağaç'ın en zengin tüccar falanın evinden zorla alıp
dağa kaldıralım ve onbin lira kurtuluş bac'ı istiyelim. Başka türlü parasız­
lıktan kurtulamayız" dedi. Sofyalı Ali hemen evet dedi. Rasim ile ben bu
fikri reddettik. Hükümet maaşlarımızı vermiyorsa kabahat Rum zenginin­
de değil ya zorlu bir iş yapmak lazımsa telgrafhaneye gidelim, kimseyi
içeriye sokmayalım, her tarafa telgraflar çekerek tehditler savuralım, de­
dim. Bu teklif kabul edildi. Cesaretimizi arttırmak için birkaç kadeh daha
yuvarladık. Kalkıp kışlaya gittik. Naci'nin bölüğünden birer mavizer ve
tüfek başına yüz kadar mermi alarak telgrafhaneye daldık. Zavallı muha­
bere memuru bizi böyle görünce şaşırdı. Onu manüple başından kaldıra­
rak bir köşeye oturttuk. Kaplan Naci morsla muhabereyi biliyormuş. Bize
marifetini gösterecek bir gurur ile manüple başına oturdu. İstanbul, Yıldız
ve Mabeyn işaretlerini memurdan sorup öğrendikten sonra evvela İstan­
bul'u ve sonra diğer merkezleri buldu. Her merkezi buldukça: "Biz Dede­
ağaç'ta telgrafhaneyi basan ve isyan eden subaylarız, aradan çıkın ve bize
yol verin" diye tekrarladı. Ancak bir saatte Mabeyn merkezini bulduk ve
padişahı telgraf başına çağırmaların ı söyledik. O gece telgrafhanede, teftişe
gelmiş bir müfettiş karşıki odada uykuda imiş. Adamcağız geldi, bize çok
makul nasihatlarda bulundu, kim dinler? Nihayet Mabeyn Başkatibi Tah­
sin Bey'in telgraf başında olduğu ve Padişahımıza arzetmek üzere arzuları­
mızı bildirmekliğimizi bize yazdırdı. Biz, mutlaka padişahın gelmesinde ıs­
rar ederek, gelmedikleri takdirde, silahla karşı koyarak telgrafhaneden çık­
mayacağımızı bildirdik. Beklemekliğimiz cevabı verildi. Yarım saat sonra
tekrar gelerek Zatışahanenin bize selamlarını söyledikten sonra: "Efendi­
miz rahatsızdır, gece yarısı buraya gelemezler, ne arzunuz varsa yazınız,
kendilerine arzedeceğim" dedi. Bir bölük asker telgrafhaneyi sarmış başla­
rındaki subay yalvarıyor, fakat yaklaşmaya cesaret etmiyor, daha doğrusu
yaklaşmak istemiyordu. Sabah olmaya başlamış, bizim de sarhoşluğumuz
geçmişti. Babayiğitliği daha ileriye götürmeyerek, padişaha gayet sert ve
tehditli bir telgraf çekerek dışarıya çıktık ve beherimiz kendi bölüğümüze
YET M İŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI

giderek, şayet ertesi gün bizi tevkif etmek istedikleri takdirde, kandırabile­
ceğimiz askerlerimizle birlikte ve hepimiz bir araya toplanarak isyan bay­
rağını çekmek için sözleştik. İşte ihtilalin Dedeağaç garnizonundaki ilk te­
zahürü oldu.

Kısa zaman sonra Manastır bölgesinde Niyazi ve Enver Beylerin dağa


çıktıkları haberi geldi. Biraz sonra, Selanik Merkez Kumandanını vurduk­
larını ve Ordu Müşiri Tatar Osman Paşa'yı da Manastır'da dağa kaldır­
dıkları haberini aldık. Manastır'daki isyanı bastırmak üzere Sultan Ha­
mid'in güvendiği Arnavut Şemsi Paşa da o günlerde trenle geçip Selanik'e
gitti. Ben Badoma istasyonunda bunun birkaç mahiyetini tren penceresin­
den bakar gördüm, kendisi meydana çıkmıyordu.

Edirne' deki hadiseler


Bizim tabur kumandanı İ brahim Şükrü Bey beni çağırdı; "Efendi,
haydi sen Edime'ye git" dedi ve elime de dört mecidiye para verdi. Ben
de başüstüne, dedim. O akşam kalkan trenle yola çıktım. Şükrü Bey bana
ayrıca bir emir ve talimat vermediğine göre beni Edirne'ye gönderdiğinin
sebebini anlamadım, fakat kendisinden birşey de sormadım? Her halde
cereyan etmekte olan hadiselerle ilgili olacağını ve oraya bana talimat
göndereceğini düşündüm. Edirne'ye vardığım sabah Edirne telgrafhanesi­
nin elli altmış kadar topçu subayı tarafından işgal edilmiş olduğunu
gördüm . Meğer bunlar buraya bir derece terfilerini Padişahtan istemek
için gelmişler. Daha önce yine böyle bir grup gelmiş, terfilerini istemişler,
Padişah da telgrafla bunların terfilerine irade vermiş. Manastır'daki arka­
daşları, padişah denilen bu despot aleyhinde dağa çıkarken bunların bu
despottan iltifat dilenmeleri, işin curcunaya bindiğini gösteriyordu. Bu top­
çu subayları evlerinden yatak ve yorganlarını getirmişler, yerlere yaymış­
lar, kimisi uyukluyor, kimisi de peynir ekmek yiyordu. Bu manzaradan çok
üzüntü duydum. Bursalı Cemal adındaki sınıf arkadaşımın evine gittim
geceleyin, orada bir tabaka kağıt üzerine: " Ey topçu subayları, Sultan Ha­
mid denilen alçaktan terfi dilenmek için askerlerinizi ve vazifelerinizi bıra­
karak burada yerlerde yuvarlanmaktan utanmıyor musunuz? Dost ve
düşmanlar karşısında kendinizi rezil ediyorsunuz. Haydi kışlalarınıza
dönünüz ayıptır". İmza; bir subay arkadaşınız. Gece yarısı, onlar orada,
serilmiş uyurlarken bu kağıdı görülecek bir yere çiriş ile yapıştırdım.

Yahudilerin devam ettikleri İstanbul Kıraathanesi denilen bir kahve


vardı. Ertesi günü bir ahbap Yahudi beni oraya götürdü. Belçika'da çıkan
RAHMİ APAK

Indepence Belge Gazetesi'nin son iki üç nüshasını gördüm. Türkiye'ye ait


havadis kısmında İttihat ve Terakki Partisi'nin açık ve kapalı faaliyetlerin­
den bahsediyordu. Bu öğrendiklerim benim için bir sürpriz idi. Geceleyin
derhal yine Bursalı Cemal'in evine gittim. Yeni evli idi, Paşa kapısı karşı­
sında bir evde oturuyordu. Bu defa, birlikte, otuz tabaka kağıda, otuz tane
beyanname yazdık. Altında İçtima ve Terakki Komitası imzasını taşıyan bu
elyazısı beyannamede Edirne'deki askeri paşalarla Mülkiye Erkanı'ndan
öldürülmelerine karar verilenierin adları sıralanmıştı. Edirne'de bu komi­
tanın bir şubesi olup olmadığını bile bilmiyordum. Mademki, binbaşım
beni Edirne'ye göndermişti, boş duracak değildim ya, ben de birşeyler ya­
payım dedim, yanlış, doğru. Sonra bu beyannameleri geceleyin sabahlara
kadar dolaşarak Üçşerefeli, Eskicami, Zindanaltı, Selimiye v.s. gibi Edir­
ne'nin meydanlarında duvarlara çiriş ile yapıştırdım. Ertesi günü sabahle­
yin bu meydanlardan mahsus geçerken dikkatli bir dedektif, suçlunun
ben olduğumu halimden anlayabilirdi. Astığım beyannamelerin bazıları
koparılıp alınmış, hala yerlerinde duranların etrafında üç dört meraklı
durmuş okuyor. Biraz sonra, sınıf arkadaşlarımdan Teğmen Rusçuklu Ha­
lil ile karşılaştım. Hemen bana dönerek: "Ulan duvarlara o kağıtları sen
mi yapıştırdın?" demesin mi? Birdenbire bozuldum ve birşeyden haberim
yokmuş tavrı alarak doğruca Cemal'i buldum ve eve saklandım. Meğerse
Asteğmen Halil, benim Dedeağaç'tan geldiğimi bildiği için şüphe üzerine
beni iskandil etmiş. Yazı benim elyazım idi. Fakat herkesin kafası
o kadar karmakarışık ve hükümet o kadar şaşkın idi ki, bu işi meydana
çıkarmayı kimse düşünemezdi.

Üç gün sonra Arnavut Şemsi Paşa'nın Manastır'da İhtilalci Fedayi


Teğmen Atıf tarafından öldürüldüğü ve Atıfın kaçıp kurtulduğu haberi
yayıldı.

Meşrutiyet ilanı
Birkaç gün sonra Mebuslar Meciisi 'nin toplanması ve memlekette me­
bus seçimi yapılması için despot padişahın iradesi gazetelerde yayınlandı.
O günkü gazeteleri okuyanlar bunu tereddütle karşıladılar. Temmuz'un
onuncu günü idi. Büyük bir hadise, rejim değişmesi vardı. Bu değişmeyi
de zamanın diktatörü İkinci Hamid bir lütuf olarak veriyordu. Oldukça
kültürlü geçinenler bile Meşrutiyet, hürriyet mefhumlarını bilmiyorlardı.
Bu yüzden halk ne bir sevinç ne de heyecan göstermedi. İşin önemi anla­
şılmamıştı.
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRA.LARI

Y ahudi'nin demeci
Hürriyet Selanik'te bir gün önce yani Dokuz Temmuz'da ilan edil­
miş. Sonradan Selanik'ten milletvekili seçilmiş olan Yahudi Karasu Efendi
verdiği bir demeçte yurtdaşlara hürriyeti şöyle anlatmış: "Vatandaşlar,
hürriyet demek yezme (gezme) demektir. Amma nasıl yezme, tamamı ta­
mamına yarın bir yuneş (güneş) doğacak, kimin için? Senin için, benim
için, bütün Osmanlılar için v.s.". İşte Karasu Efendi hiç olmazsa hürriyet
kabesinde hürriyeti bu kadarcık olsun tarif etmiş. Üç gün sonra, hürriyeti
Edirne halkına bildirmek üzere, İttihat ve Terakki Partisi tarafından Sela­
nik'ten gönderilen bir heyet Edirne'ye geldi. Bu heyetin başında Kurmay
Kolağası (Kıdemli Yüzbaşı) Ruşeni vardı. Heyet Edirne'ye gelirken yol
üstünde Gümülcine ve Dedeağaç' a dahi uğramış, buralarda büyük göste­
riler yapılmış, Dedeağaç'ta ise dörtte üçü Rum olan halk, Ruşeni Bey'in
arabasının hayvanlarını çıkarıp kendileri çekmişlerdi. Edirne'nin Karaağaç
istasyonu o gün bir mahşer kalabalığı arzediyordu. Bir alaydan artık as­
ker, bütün generaller, yüksek sivil işyarlar, Genel Meclis ve belediye üye­
leri, mahallin ileri gelenleri, sarıklı müftüler, metropolitler, hahamlar kar­
şılamaya çıkmışlardı. Gelen heyetin başı ise bir yüzbaşı idi. Fakat İttihat
ve Terakki Partisi'ni temsil ediyordu. Tren istasyona girerken otuz bir pare
top atıldı. Vagondan ilk çıkan Ruşeni'nin göğsüne hamailvari asılmış ge­
niş bir ipek kurdele üzerine yağlı boya ile: "İttihat ve Terakki'nin En
Küçük Fedaisi" yazılmıştı. Ruşeni otuz üç yıl çektiklerimizi anlattıktan
sonra: "Yaşasın hürriyet, yaşasın adalet, yaşasın vatan. . . " diye bağırdı. Ru­
şeni kürsüden inerken gözüne ilişen bir binbaşının göğsündeki nişanı ko­
parıp yere attı ve ayaklarının altında çiğnedi.

Edirne askerlerinin ayaklanması


Padişaha sevgileri ve halifeye bağlılıkları kuvvetli olan erlere iki üç
gün içinde yapılan telkinler tesiriyle, heyetin Edirne' den ayrılışının ikinci
günü, Yanık Kışla' daki askerler ayaklandılar, Çarıklı Kolağası denilen bir
subay yobazı ile bir de tabur imamının peşine düşerek, tüfekli ve süngülü
olarak: "Padişahımızı isteriz, Babamızı isteriz" sesleri ile kışlalardan boşa­
nıp şehre yürüdüler, karşılarına nasihat için ilk çıkan Kurmay Yarbay
Kayserili Galip Bey'i attan indirip temizce dövüp hırpaladılar. Ayaklanıcı­
ların elebaşıları nişancı taburunun çavuşları idi. Bu, küçük ölçüde bir
Otuzbir Mart idi.

Ben, bir subay arkadaşımla birlikte, Ü çşerefeli Camii karşısında bir


kahvenin önünde oturuyordum, hiçbir şeyden haberim yoktu. Birdenbire,
RA H M İ APAK

Paşakapısı önünden, süngüleri takmış, kalabalık askerlerin bağırtılarla iler­


lediğini gördüm. Herkes sağa sola kaçışıyor dükkanların kepenkleri indiri­
liyor. Sokaklarda kimseler kalmıyor. Kalabalığın baş tarafında ilerleyenler
saldırgan durumda. Beni subay kılığında gören birkaçı bana doğru ilerle­
diler, yanımdaki arkadaşım çoktan sıvışmış. Ben de hemen tabanları yağ­
ladım. Çok çevik ve sporcu idim. Süngülü mehmetler beni kovalıyorlar,
yetişemiyorlar. Silah atmadılar. Ben de kepenklerini indirmeye çalışan bir
kereste mağazasının içine daldım. Kereste deposu uzun ve karanlık. Bir­
birinin üstünde duvara dayatılmış olan tahta istiflerinin aralarındaki bir
yere girerek bir tahta alıp önüme koydum ve kendimi kapadım. Biraz
sonra beni kovalayanlar: "Ülcn ard gapıdan gaçmış" diyerek art kapıdan
acele beni kovalamaya çıktılar. Bir tahta kerestenin gerisindeki bu saklam­
baç oyununa on dakikadan fazla dayanamadım, çıktım. Hemen bana
komşu olan diğer bir aralığa da tıpkı benim gibi gizlenmiş tanıdığım bir
üsteğmenin de aynı zamanda çıktığını görmeyeyim mi? Biz çıktıktan son­
ra, depo sahibi Rum tüccar da deposunu tamamıyla kapadı. Ben depo­
dan çıktıktan sonra Tunce Nehri'ne doğru yürüyerek şehrin kenarına kıra
çıktım. Orada ağaçlıklar arasında yarım saat kadar bekledim ve tekrar
şehre girerek ana caddeye doğru ihtiyatla ilerledim. Mehmetçiklerin istas­
yona doğru akışları üçer beşer devam ediyor, fakat bunlar uslu uslu
yürüyorlar ve hatta bazıları subaylara selam dahi veriyorlardı. Bundan ce­
saret aldım ve benim gibi ortaya çıkmış iki tanıdık subayla yürüyerek is­
tasyona gittim. İsyancıların başında yürüyenler şehirden geçerken epeyi
taşkınlık yapmışlar. Halkın kollarındaki hürriyet kokartlarını süngü ucu ile
kopartıp atmışlar. Dükkanını kapamakla meşgul bir Ermeni'yi zorla üç
defa padişahım çok yaşa diye bağırtmışlar. Yağma, hırsızlık ve sarkıntılık
yapılmadı. Azgın mehmetler: "Ülen yaşasın Vartan (Vatanı Vartan yap­
mı şlar) diye bir Ermeni için bağıracağınıza (Vatan kelimesi kullanılmadığı
için bilinmezdi), Padişah için bağırsanız ya gavur herufler" diyorlardı.

İstasyona varınca istasyon binasının geniş kordon altına alındığını, bu


kordonun içine erden başka kimsenin bırakılmadığını gördüm. Hatta
üstübaşı muntazam olan erleri de bırakmıyorlardı. İki metreye yakın boy­
lu, genç bir istihkam eri , başlıca geçitte nöbetçi. Yanına yaklaştım, beni
içeriye geçmekten menetti : "Hemşeri, kendiliğinizden yaptığınız bu işler
memleket için tehlike getirir. Bir memlekette askerler isyan edip de kendi
başlarına hüküm ederlerse o memleketin ordusu bozulmuş demektir. Bu­
nu gören düşmanlar derhal harekete geçer. Yanı başımız ucunda bulunan
Bulgar askerleri belki bu akşam, belki yarın sınırı geçip vurdumuza girer-
YET\1İŞLİK BİR SCBAYIN HATIRA.LARI 33

!erse onları kim durdurur?" tarzında nasihat ettim . Mehmetçik


. kızdı ve:
"Ulen, biz Bulgarın anasını bilmem ne ideriz" dedikten sonra tüfeğin dip­
çiği ile beni uzaklaştırmak için üzerime yürüdü. Ben, bu dipçik darbesin­
den kurtulmak için geriledim ve karşıki duvarın dibinde bir sandalye üze­
rine oturmuş Tümgeneral ve alaydan yetişme şişman Memduh Paşa'nırı
kahkahalarla gülerek bana: "Abe birader, senin işin mi yok? Beni bile içe­
ri sokmadılar. Git rahatına bak" dediğini işittim.

İsyan merkezinin ortasında Edirne'nin meşhur Dokuzuncu Alay ban­


dosu İzmir Marşı'nı ve Cezayir Marşı'nı çalıyor. Kordon içindeki kalaba­
lık arasında hareketli gidiş ve gelişler görülüyor. Nihayet kordonun başka
bir yerinden geçtim , fakat subay apoletlerini sökmüştüm. Kalabalığın içine
karıştım. Nişancı taburunda bir Yüzbaşı Cavit vardı. Bu zat İstiklal Sava­
şı'ndan sonra genç tümgeneral olarak ölmüştür. Halen ordumuzda korge­
neral olan Rüştü Erdelhün'ün ağabeyisi. Bu zat askerlerine kendisini sev­
dirmiş. İsyanın elebaşıları da nişancı taburunun çavuşları olduğu için, on­
ların aralarına girerek işin fena bir yola gitmesini önledi ve her birlikten
seçilen sekiz on nefer ki toptan üç yüz kişilik bir kafileyi geceleyin hususi
bir trenle İstanbul'a yola çıkardı. Kendisi de birlikte gitti. Bu erler ertesi
günü Yıldız'da padişah tarafından kabul edildi. Babanın sağ olduğunu ve
esir olmadığını kendi gözleriyle gördüler, üç gün sonra döndüler. Mesele
de böyle yatıştı. Eski askerleri terhis ettiler, fakat bir ay sonra elebaşılarını
memleketlerinde yakalayıp Edirne'ye getirdiler ve askeri mahkeme kararıy­
la yedi kişiyi Edirne meydanlarında astılar.
Bu ayaklanmanın civar garnizonlara da sirayet etmesi ihtimalıni
düşünerek kıtama katılmak üzere, o gece trene binip Dedeağaç'a gittim ve
bölüğümün başına geçtim. Bereket versin isyan Edirne hudutlarını aşma­
dı. Başka yerlerin haberi bile olmadı. Her yerde olduğu gibi Dedeağaç'ta
da yeni rej imin heyecanı dalgalanıyordu. Birçok türküler ve marşlar çık­
mıştı:
Geceler gündüz oldu, dideler rfışen oldu,

Sancağımız şanımız, Osmanlı unvanımız,


Vatan bizim canımız, feda olsun kanımız,

Ordumuz etti yemin, titredi hakü zemin,

Yaşasın Niyaziler Enverler, varolsun hamiyetli askerler,


diye sokaklarda çocuklar, gazınolarda ince saz takımları söylüyorlardı. En­
ver ve l\'iyazi Beyler hürriyet kahramanı olarak takdis ediliyorlardı. Her
F 3
34 RAH M İ APAK

fırsattan istifade eden hatipler: "Otuz üç yıldanberi" sözü ile konuşmaya


başlıyorlardı. Fakat padişaha küfür ve hakaret edilmiyordu. Hatta bu şar­
kıların birisinin sonuna: "Sayei şahanede, felaketten kurtulduk" tarzında
bir mısra ekleniyordu.

Amatör tiyatrocular
İki adliyeci, üç subay, bir maliyeci ve bir de serbest arkadaştan
mürekkep bir tiyatro heyeti kurduk. İçimize bir de çiçek bozuğu Ermeni
kızı kattık. Namık Kemal'in (Vatan yahut Silistre) piyesini, bir iki prova­
dan sonra Dedeağaç'ta temsil ettik. Bu büyük bir ilgi çekti. Sonra turneye
çıktık. Dimetoka ve Sofulu'dan sonra Edirne'de de üç temsil verdik. İki
bin sarı lira net gelirimizi İttihat ve Terakki Partisi'ne hediye ettik. Edir­
ne'deki temsilde, bir adamcağız heyecandan öldü. Hatırımda kaldığına
göre İstanbul' da dahi aynı piyes oynanırken bir ölüm hadisesi olmuştur.
Bu, otuz üç yıl diktatörlükten sonra kavuşulan hürriyetin yarattığı coşkun­
luğu ifade eder.

Öğretmenlik hayatım
Edirne Askeriye İdadiyesi'nde Fransızca öğretmenliği boşalmış. Daha
Meşrutiyet ilanından önce İkinci Ordu subayları arasında müsabaka imti­
hanı açıldı. Altı subay arasında ben kazanmışım. Edirne' den taburuma
döndükten sonra tayin emrim geldi. Taburumdan ayrılarak Edirne'de
öğretmenliğe başladım, rahat bir iş.
Biraz zaman sonra da, Alliyans Yahudi Okulu'nun isteği üzerine bu­
rada da haftada üç saat Türkçe dersi vermeye başladım. Küçük Yahudi­
ciklere biraz askerlik disiplini vermekliğim arzu edilmişti. Ders verdiğim
sınıflara öğrencileri arasından birer sınıf çavuşu seçtirdim. Ben dershaneye
girerken, sınıf çavuşu: "Bak! " kumandasını veriyor, çocuklar hep birden
ayağa kalkıyor, selamlayıp oturuyorlar. Bu merasim, çocukların o kadar
hoşlarına gidiyor ki, benim dersimi iple bekliyorlardı. Sokakta da asker gi­
bi beni selamlıyorlardı. Kazara verilen selamı görmeyip de iade etmezsem,
sokak ortasında eteğime yapışıp çekiyorlar ve zorla bana selam verdiriycr­
lardı.

Bundan 46 yıl Önce komünist bir Türk öğrencisi tanıdım


İl merkezlerinde, şimdiki liselere muadil idadiye okulları vardı. Edirne
Sivil Lisesi'nin son sınıflarında boş olan tarih ve coğrafya öğretmenliğini de
altı ay kadar yaptım. Bu münasebetle, lisede geçen enteresan bir hadiseyi
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI 35

anlatacağım. Altıncı sınıf öğrencilerinden, adını hatırlayamadığım, fakat


Malkaralı olduğunu hatırlamakta olduğum bir öğrenci, Kari Marks'ın bir
fotoğrafısini, yanında oturduğu duvara takmış ve resmin altına da: "Ahir­
zaman Peygamberi Kari Marks Hazretleri" diye yazmış. Hem de bunu
din dersinde yapmış. Sarıklı din hocası bunu görünce: "Vay bire kafir" di­
yerek resmi yakalamış ve okul müdürüne götürmüş. Okul idaresi bu
öğrenciye bir haftalık muvakkat kovma cezası vermiş. Malkaralı öğrenci,
ertesi haftaki din dersine, elinde bir tabanca olduğu halde geliyor ve din
dersi hocasına: "Benim Peygamberime hakaret eden sen misin?" diyerek
atış etmeye başlıyor. Sarıklı hoca kürsünün altına saklanıyor, birkaç
öğrenci de acele yerlerinden fırlayıp Malkaralı'nın elinden silahını alıyor­
lar ve cinayeti önlüyorlar.

Ne yalan söyleyeyim, ben o zaman komünistlik nedir, Kari Marks


kimdir?, bunlardan hiç haberim yoktu. İlk defa o zaman öğrendim. Me­
ğerse bu fikirler okulda okuyan beş altı Bulgar talebeden bizimkilere geç­
miş.

3 1 Mart
Askeri okulda, sivil lisede, Yahudi okulunda hummalı bir çalışma
içinde iken, bir gün Edirne garnizonunda bütün subayların askeri kulüpte
toplanmaları bildirildi. Ben de gittim, o zaman garnizondaki tanınmış ve
sevilmiş iki genç kurmay kürsüye çıkarak, İstanbul'daki askeri garnizonu­
nun ve bilhassa Manastır bölgesinden İstanbul'a nakledilen avcı taburları
erlerinin isyan ettiklerini, kendi subaylarını kovduklarını, dövdüklerini,
hatta öldürdüklerini, donanma erlerinin ve birçok sarıklılarla külhanbeyle­
rinin de bunlara katıldıklarını, Millet Meclisi'ni bastıklarını ve şeriatı ve
padişahı isteriz diye sokaklara dağıldıklarını, binaenaleyh meşrutiyet rej i­
minin tehlikeye girmiş olduğunu ve sonuç olarak da Üçüncü ve İkinci
Ordulardan bir tepeleme kuvvetinin derhal İstanbul üzerine sevkedilerek,
isyanın bastırılması gerektiğini, kendilerinin İttahat ve Terakki Partisi ile
asla ilgileri olmadığını, ordu gençliğinin bir kere daha nizamı tekrar kur­
ması icabeylediğini beyan ettiler. Bu haber büyük bir heyecan yarattı. Biz
askeri okuldan dört subay derhal subay elbiselerimizi çıkarıp er elbisesi giy­
dik ve kasaturayı belimize, mavizer tüfeğini de omuzumuza koyarak bize
gösterilen bir piyade taburunun birer bölüğünde yer aldık.Trene binmek
üzere istasyona giderken, Alliyans Yahudi Okulu'nun genç öğretmenlerin­
den birisi peşime takılarak istasyona geldi, kendisinin de gönüllü olarak
gelmesini ısrarla istedi. Kurnazlıkla tabur kumandanına söyledim. Onu da
RAHMİ APAK

sivil elbiseli olarak kabul ettiler. Bizim gizli ödevimizi tabur kumandanın­
dan başka kimse bilmiyordu. Hatta bölük yüzbaşıları da, bizi her bölüğe
bir tane celep * o larak vermişlerdi. Vazifemiz, mehmetçikler arasında İs­
tanbul asileri aleyhinde propaganda yapmak ve bu hareket aleyhinde bu­
lunacak olanları gizlice tabur kumandanına bildirmekti.

Mehme tçiğin sağduyusu

Tren hareket etti. Ben kendi bölüğümün erleri arasında ve kırk sekiz
kişilik yük vagonundayım, kımıldamak bile güç, tıklım tıklım gidiyoruz.
Ceplerimde asker sigara paketleri dolu. Sigara ikramı sayesinde, kısa za­
manda mehmetçiklerle ahbaplığı ilerlettik. Bu Anadolu çocukları nereye
gittiklerini bilmiyorlardı. Öğrenmeyi merak da etmiyorlar. Ben, yavaş ya­
vaş açılmaya başladım: " Ulen bu İstanbul askerleri katip gibi giyinirler,
çifte karavana yerler, kışlaları saray gibi, böyle olmakla beraber bunlar
ayaklanmışlar. Şeriat isteriz, diye İstanbul sokaklarında silah atıyorlarmış.
Bu işin içinde Rus parmağı var. Hele bir İstanbul'a varalım da, bunlara
gösteririz" diye konuşuyorum.

Mesele çok nazik idi. Mürteci padişahın endirekt tesiriyle patlayan bu


iç ayaklanmada vuruşmak, ölmek ve öldürmek için mehmedi nasıl
sürükleyeceğiz? Din uğruna diyemeyiz, çünkü dini isteyen isyancılar, yani
İstanbul askerleri, onlarda hem Müslüman ve hem de Türk. Padişah uğ­
runa diyemeyiz, çünkü padişah isteyen onlar, istemeyen ise biz. Bütün
dayanak noktamız: "Hudutlarda Bulgarlar ve Ruslar bize saldırmak için
hazırlandıkları bir sırada isyan çıkaran bu alçaklar gavura hizmet ediyor­
lar'' dan ibaret. Mehmetçiği, iyi bir arkadaş, sigara ikram eden bir arka­
daş olarak ve bu sözlerle kavgaya götürüyoruz. Kavgacı milletler menfaat
ve idealden ziyade sevdiklerinin arkasından giderek ölürler.
Makedonya bölgesinden de askeri birlikler geliyor. Fakat bunların
arasında karışık milliyetlere mensup gönüllü çeteler hatta Bulgar ve Rum
çeteleri de var. Esasa bakılırsa bunların mevcudiyeti de bizim için bir zaaf
noktası. Biz, istikla! mücadelesinde dahi, padişaha rağmen bu mehmetçik­
leri kavgaya sürdük, fakat o zaman karşımızda memleketi istila eden bir
yabancı düşman vardı. Buna rağmen irtica ile ne kadar uğraştık? Hatta iç
irtica hareketleri yüzünden, kaç defa, davayı kaybetmeye kıl kalmış buh­
ranlı zamanlar yaşadık. İrtica karşısında ne kadar kurbanlar verdik.

(*) Celep, başka bir birlikten gelen asker demektir.


YETMİŞLİK BİR SUBAY I N HATIRALARI 37

O günlerde dahi mehmetçiğin sağduyusuna dayandık. Mehmetçik


mutaassıp, mehmetçik padişahçı, fakat onun sağduyusu bu taassup ve pa­
dişahçılık duygusuna üstün geldi. Onun içine girdik, onu aydınlattık.
O bizimle birlik oldu, birlikte ölüme gitti. O zamanda yüzde beş bile ol­
mayan Kemalistler, hem dış düşmanları, hem de iç mürtecileri, mehmet­
çiğin sağduyusu sayesinde ezebildiler.
Ben, taburun Dördüncü Bölüğünde idim. İkinci Bölükten bir çavuş:
"Yahu, bizi nereye götürüyorlar? Padişahın askerlerine karşı kavga etmeye
gidiyor muşuz, Müslüman, Müslümanı öldürür mü?" tarzında konuşmuş.
O bölükteki ajan arkadaşımız derhal binbaşıya haber vermiş. Bu çavuşu
bir bahane ile Lüleburgaz istasyonundan geriye yolladılar.
Çantama bolca zarf kağıt da almıştım. Her istasyonda mehmetçiklere
mektup yazıyordum. Zaten tren her istasyonda üç saat bekliyordu. Demir­
yolu çok dolu idi. Edirne'den Hadımköy istasyonuna kadar iki günde git­
tik. Mehmetçiklerle dostluğumuz ve karşılıklı sevgimiz o kadar artmıştı ki,
benim kim olduğumu, nereli olduğumu hiç öğrenmek bile istemeyen bu
Anadolu çocuklarını, artık yalnız başıma arkamdan sürükleyebilirdim.
Büyükçekmece'den sonra, adını unuttuğum küçük bir istasyonda tre­
nimiz durmuştu. Bizden önce gidip Yeşilköy ve Bakırköy'ü işgal eden
öncüler, orada bazı şüpheli ve ihbar edilmiş kimseleri bir hayvan vagonu­
na doldurmuşlar, Selanik' e sevkediyorlardı. Ben mehmetçikleri toplayarak
bu vagonun kapağını açtırdım. Vagonda kimisi sarıklı, kimisi sarıksız yir­
mi kadar insan vardı. Askerlere dönerek: "Arkadaşlar, bu hainlerin yüzle­
rine tükürünüz" diye bağırdım. Mehmetçikler hep birden bu suçlu suç­
suz tutukluları bir tükrük yağmuruna tuttular *.

(*) Garip bir tesadüf. Bu vakadan iki yıl sonra, ben Yıldız'da Harp Akademisi'nde
tahsilde iken, bir mide rahatsızlığından Haydarpaşa Askeri Hastanesi'nde tedavi ediliyor­
dum. Bitişik yatakta, Askeri Veteriner Okulu'ndan bir teğmen öğrenci yatıyordu. Bu zat,
sık sık dikkatle benim yüzüme bakarak : "Yahu, ben senin simanı çok iyi tanıyorum, fakat
bir türlü uyduramıyorum" der dururdu. Nihayet: "Otuz Bir Mart vakasında bir yalan ih­
bar yüzünden beni tevkif etmişler ve yirmi otuz kişi arasında beni de bir hayvan vagonuna
bindirerek Selanik'e yollamışlardı. Küçük bir istasyonda vagonumuzun kapısı açıldı ve yüzü
seninkine, sesi tıpkı seninkine benzeyen bir er, bütün askerleri bizim yüzümüze
tükürtmüştü" demesi üzerine iş anlaşıldı. Veteriner devam etti: " Biz bu yolculukta neler
çektik? Serez istasyonunda kapı aralığından bizi tabanca ile tehdit ettiler. N ihayet Selanik'te
trenden indirilince ikişerli kol halinde ve etrafımızda süngülü muhafızlar olduğu halde bizi
Beyazkule'deki cezaevine sevkederlerken, muhafızların arasından geçip yaklaşan ve aldın mı
babayı; (yani Padişahı) diyerek bağıran bir Yahudi delikanlısından yediğim yumruğu hiç
unutamayacağım".
RAHMİ APAK

İspartakule istasyonunda bizim tabur trenden indirildi. Şimdi yaya


olarak İstanbul üzerine yürüyoruz. Ertesi sabah, bir köy civarında, bizim
taburdaki dört subaya j andarma elbisesi giydirdiler. Harp Akademi­
si'nden, Topçu Harp Okulu'ndan İstanbul'dan kaçıp gelmiş daha yirmi
subay ve öğrenci de jandarma eri kılığında bize katıldı. Böylece otuz kişi­
lik bir jandarma müfrezesi, bir süvari bölüğü, bir piyade alayı ve bir top­
çu bataryasından ibaret olan müfrezemiz, Kurmay Yarbay Sadettin komu­
tasında sabah erken Münzevi kışlası üzerine yürüdü. İstanbul askerleri
makineli tüfekleri pencerelerin içlerine yerleştirmişler, müdafaaya hazırlan­
mışlar idiyseler de tek tüfek patlamadan İstanbul'a kaçmışlardı. Hadisesiz
olarak Münzevi kışlasını aldık. Sonra Rami kışlasına girdik. Buradaki as­
kerler de cuma olduğundan şehire izinli gitmişler, orayı da elde ettik.

Bizim jandarmalara şehir kenarına doğru ilerleyip keşiflerde bulun­


mak vazifesi verildiğinden, ikisi önde, ben arkada Hamidiye mahallesi ev­
lerine doğru kayıtsızca giderken bir subay kumandasında altı erden
mürekkep bir İstanbul keşif kolunun, bir sokak kenarında kucaklarına
düşmeyelim mi? Bu askerler İplikhane Garnizon Kumandanı tarafından
bizim Türk mü yoksa Bulgar mı olduklarımızı öğrenmek için gönderilmiş­
ler. Vincister tüfekleri ile silahlanmış olan bu askerlerin altısının da par­
makları tüfeklerinin tetiklerinde olmasına ve başlarındaki yaşlı ve alaylı
yüzbaşının da elinde kocaman bir altıpatlar bulunmasına, halbuki bizim
arkadaşların tüfekleri omuzlarında asılı ve derhal ateş edemeyecek durum­
da bulunmasına göre, İstanbul askerleriyle birdenbire iki adım mesafeye
gelmiş olan bizimkilerin durumu çok tehlikeli olduğundan, ben hemen
yere yatarak onları koruyacak veçhile ateşe hazırlandım. Bizimkiler soğuk­
kanlılıklarını hiç bozmaksızın, onlara: "Haydi arkadaşlar, teslim olunuz da
kışlaya gidelim, bütün perakende İstanbul erleri orada toplanıyor. Bizim
kumandan da orada, belki sizinle, İplikhane'deki kumandanınıza haber
gönderir" teklifinde bulunmuş. İstanbullular ise: "Biz sizin Türk olup ol­
madığınızı anlamaya geldik, siz bizimle birlikte geliniz de kumandanımız
sizi görsün " diyorlardı. Fakat ilk teklif bizimkilerden geldiği için bizim du­
rumumuzun tehlikesine rağmen İstanbul askerleri daha fazla ısrar etmedi­
ler, geriye dönerek çekilmeye başladılar, biz de lüzumsuz kan akıtmamak
için uzaklaşmalarına, müsamaha ettik ve kötü durumdan da kurtulmuş
olduk.
Akşama doğru cuma izninden dönmekte olan Rami kışlası erleri
dörder beşer grupçuklar halinde bizim jandarmalar tarafından kendi kışla­
larına, boş koğuşlara sokuldular. Bunları karşıladığımız zaman: "Haydi ba-
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI 39

kalım önümüze düşün, yürüyün" diyoruz, onlar da bizim kim olduğumu­


zu bilmeden ve ne için onları süngülerimiz altında koğuşlarına doldurdu­
ğumuzu dahi sormadan, sanki İstanbul ayaklanmasını yapan suçlular ken­
dileri imiş gibi, koyun gibi sözümüzü dinliyorlar ve yüzlerimize bak­
maksızın yürüyorlardı. Bu fatalist mehmetçik kadere boyun eğer, duygu­
sunu içinde saklar. Gariptir ki, ertesi günü bunları Bakırköy istasyonun­
dan trenlere bindirdikleri zaman dahi hiçbirisi ağzını açmamış. Selanik' e
gitmek üzere tren kalkacağı zaman birisi yanlarına yaklaşıp: " Hemşeri ne­
riye gidiyorsunuz?" diye sormuş: "Ne bilelim yesir olduk, neriye
götürürlerse oraya gidiyoruz" cevabını almış. Biz bu isyana lratılmadık, bi­
zim hiç suçumuz yoktur, tarzında ağzını açan olmamış, başkalarının yap­
tıkları suçtan dolayı Makedonya bölgesine sürgün edilmelerini sessizce
kabul etmişler. Tabii birçokları, bizim düşman olmadığımızı derhal anla­
mıştı, fakat İstanbul'daki arkadaşlarının günahlarını kendilerinin çekmele­
rine itiraz etmemişlerdi.

Geceyi Rami kışlasında geçirdik ve biz jandarmalar bütün gece saba­


ha kadar kışla meydanında avcı hattında kaldık. Bu serin Nisan gecesinin
ayazı ve uykusuzluk hala hatıramda yaşar.
Ertesi sabah bütün Hareket Ordusu kıtaları İstanbul'un iki kapısın­
dan ve Kağıthane Köy - Şişli üzerinden olmak üzere üç koldan, aynı za­
manda şehire girdiler. Bizim kolun başında bizim otuz jandarma yürüyor­
du. Fatih Camii istikametinde sokaklardan geçerken tek bir insan ne so­
kaklarda ve ne de evlerin pencerelerinde görünmüyordu . İstanbul tıspıs.
Sanki bütün halk suçlarından utanıyormuş gibi bizi görmemek için sak­
lanmıştı.
Fatih Camii'ne gelince, oradaki cami karşısındaki karakolun önüne
kırk kadar askerin iki sıra dizilmiş ve teslim olmak üzere silahsız olarak
beklemekte olduğunu gördük. Bunların kendi subayları kaçıp saklanmış
olduğundan bir yabancı mektepli subay bunları kandırıp bu nizama sok­
muş. Biz j andarmalar, bu askerleri teslim almak ve saymakla meşgul iken
arkamızdan gelen süvari bölüğümüzle bir piyade taburumuz meydana
gelmişti. Süvari bölüğü yüz adım ileride attan indi. Bu sırada sağdan ve
soldan silahlar patlamaya başladı. Derhal yere yatan süvari bölüğümüz ile
piyade taburunun iki bölüğü de ateşe başladılar. Düşman kim idi, nerede
idi, bilen yok. Bir anda dar meydanda yüzlerce tüfek patlıyor, dost ve
düşman ayakta kalanlar vuruluyor. Ben de derhal yere yattım, teslim ol­
mak üzere ayakta dikilen İstanbul askerlerini de yere yatırdım. Bir sıçra-
RAHMİ APAK

ma ile on adım uzaktaki musalla taşının arkasına geçtim, orada ateş eden
bir piyade erinden düşmanın nerede olduğunu sordum. Bana karakolun
üst kat pencerelerini gösterdi. Orada kimseyi görmemekle beraber iki el
ben de ateş ettim. Subaylar düdük çalarak, mendil ve paltolarını sallaya­
rak güçlükle ateş kestirdiler. Ayağa kalktık, süngülü olarak karakola girer­
ken üst kattan ateş bir eden İstanbul subayının, elinde lüverver dışarıya
çıkmak üzere olduğunu görünce jandarmalar bunu süngülemek üzere
iken içimizden bir jandarma ileri atıldı: "Aman vurmayın" diye bağırarak
bu subayı kurtarmak istedi. Fakat şaşkın subay, elindeki altıpatlarla, kendi­
sini kurtarmak isteyen bu j andarmamızı vurdu, tabii biz de derhal bu
adama namluları boşalttık. Karakol kapısının eşiğine düştü, kendini kay­
betti ve ölüm solukları almaya başladı. Gayet zarif giyinmiş, ütülü panto­
lonlu, subyeli, siyah, kozmotikli bıyıklı dik, güzel yüzlü bir adamdı bu.
Bu deli herif, karakolun üst katına saklanmış, pencereden tek başına bize
ateş etmiş. Aynı zamanda karakol hizasındaki medreseden ve cami için­
den de bazı softalar yanımızda ve gerimizde ateş etmişler. Bunların sayısı
sekiz on kişiyi geçmiyorsa da ortalığı karıştırmaları neticesi, karakolun
önüne teslim olmaya çıkan ve herbiri dev gibi Anadolu çocuklarından se­
kizi vurulmuş kanlar içinde yattıkları yerde kalmışlardı. Kimisinin yarası
ağır, can çekişiyor, fakat hiçbirinin ağzından ne bir inilti ve ne de bir şi­
kayet ve ne de bir yardım talebi çıkmıyordu . Mehmetçik, yine haksız ve
sebepsiz vurulmuştu, o bunu da tevekkül ile kabul ediyordu. Bunda bizim
de günahımız olmadığını anlamıştı, kader böyle istemişti.
İstanbul yüzbaşısı tarafından yaralanan jandarmamız, Topçu Harp
Okulu'ndan kaçarak bize katılan bir öğrenci idi. Zavallı genç eskiden tanı­
dığı bu çılgın herifi kurtarmak istemiş, fakat o çılgın bu genci bacağından
vurmuştu. Zamanında müdahale edilemediğinden iki saat içinde, fazla
kan kaybetti ve Fatihin Eczanesi içinde öldü.
İşte bizim yürüyüş kolunun bütün kavgası bundan ibaret kaldı. Ben
o gün kötü bir tesadüfle yaralanan bu İstanbul askerlerinin haline baka­
rak gözyaşlarımı tutamadım. Benim ağladığımı gören bizim ukala arka­
daşlardan birisi yanıma sokularak: "Ne oluyorsun be! .. Ne ağlıyorsun,
yoksa sen de onlardan mısın?" demesin mi. Böyle vicdansızlar her zaman
çıktı ve bunlar bir davanın müfrit ve imanlı sadıkları rolünde her devirde
sivrildiler.

Otuzbir Mart vak'asında asıl mukavemete uğrayan, Kağıthane, Şişli,


Harbiye üzerinden ilerleyen kolumuzdur. Bu kolun başında hayvan
YETM İ ŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI

üstünde yürüyen Kurmay Kolağası Muhtar Bey, isyancıların Taksim kış­


lasından yaptıkları ilk ateşle şehit oldu. Şimdi Hürriyet Abidesi tepesinde
yatıyor. Kıymetli bir subay idi. Taksim ve Taşkışla'daki askerler hayli di­
rendiler. Hareket Ordusu'nun buradan ilerleyen kolu topçu ateşleri ile bu
kışlaları düşürmek zorunda kalmıştır. Burada her iki taraf kayıplar vermiş­
tir. Edirne Alliyans Okulu öğretmeni olan genç Yahudi bu kolda bulun­
muş, alnından hafifçe yaralanmış. Edime'ye dönüşte verdiği bir konferans­
ta: " Efendiler, eğer bu menhus kurşun daha bir santim sağdan geçseydi,
şimdi size söylemek şerefinden mahrum kalacaktım" tarzında sözünü biti­
rince çoşkun alkışlar topladı.
Otuzbir Mart'ta İstanbul'da olup bitenlerin tafsilatı çok enteresan ise
de, bu kitapta yalnız benim gördüklerim yazılmakta olduğundan ben bu
tafsilat ile ilgilenmeyeceğim. Bu, İstanbul softa ruhunun, gizlenmiş monar­
şistlerin, geriliğinin tezahürü olup İstanbul askerleri, hürriyet rejimini sağ­
layan mektepli subaylığı yok etmeye tahrik edilmiş, fakat genel bir yok et­
me tatbik edilememiştir. Bir hafta müddetle İstanbul: "Şeriat isteriz" diye
sokaklarda dolaşıp bağıran serserilerin, softaların elinde kalmıştır. Birçok
mektepli subaylar öldürülmüş, tahkir edilmiş, evler basılmış, hürriyet se­
verler yakalanmış, kaçanlar ve saklananlar kurtulabilmiştir.
Ayaklanma bastırılınca, otuzüç yıl memleketi cahilce bir istibdat ve
zülum altında bulunduran ve Kanlı Sultan adı ile anılan Padişah İkinci
Sultan Hamid devrilmiş, yakalanarak Selanik'e, orada Alatini Köşkü'nde
göz hapsine alınmıştır. Yerine de Beşinci Reşat adı ile biçare ve salak biri­
si getirilmiştir.
Ben üç gün Fatih karakolunda er olarak kaldım, sonra bizim jandar­
maları Yıldız Sarayı'nda toplayıp muhafazaya memur ettiler, çünkü
Hürriyet Ordusu mensupları orada bazı yağmacılık yapmışlardı. Yıldız
Sarayı'ndan tam dört yüz kişilik bir Habeşli haremağası kafilesinin dörder­
li yürüyüş kolunda uzaklaştırıldığını ve yüzlerce saraylı kız ve kadınların
oradan ayrılır ayrılmaz kendilerine koca bulduklarını gördüm. Otuzbir
Mart perdesi böylece kapandı.
İKİNCİ BÖLÜM
Balkan Harbi

Harpten önceki iç ve dış politikamızın çok kısa bir izahı: Balkan har­
bi hatıralarına girmezden önce, bu harp öncesi iç ve dış politika durumu­
nun -pek kısada olsa- bir hulasasını yapmamak bir eksiklik olacaktır.
Balkan harbi, Meşrutiyet inkılabından dört yıl sonra patlamıştır. Meş­
rutiyet inkılabı ile Osmanlı varlığının kuvvetlenmesinden ürken Avusturya
- Macaristan ve Bulgar devletleri fiilli olarak işgalleri altında bulundur­
makta oldukları Osmanlı topraklarına hukuk bakımından dahi sahip ol­
mak için derhal olup bittilere müracaat ettiler. Bulgaristan, hukuk bakı­
mından Türkiye'nin bir eyaleti sayılan Batı Rumeli'yi yani Balkan dağları­
nın güneyindeki Meriç vadisi düzlüklerini ve Avusturya - Macaristan dahi
Bosna - Hersek eyaletlerini kendi ülkelerine katmış olduklarını ilan eyledi­
ler.
İnkılap zorlukları içinde kıvranan Türkiye, bu olup bittilere karşı bir
harekete geçemedi. Yalnız halk, Avusturya - Macaristan'a karşı dargınlık
ve kızgınlığını göstermek için iktisadi boykot ilan etti. Türk'ün başına giy­
diği fes Avusturya fabrikalarında yapılıyordu ; herkes fes giymemeye yemin
etti. Fesler atıldı, fakat yerine giyecek başka bir şey olmadığından ve
Müslüman Türkler, başıkabak gezemediklerinden kimisi kalpak, kimisi
Arnavut keçekülahı giydi. Bu gösteri de ancak bir iki ay devam edebildi.
Sonunda kırmızı fesler tekrar başlara geçirildi.
Böylece, Avrupalıların: " Hasta Adam" dedikleri Türkiye'nin canlan­
ması ihtimaline karşı, bu iki devletin ilan eyledikleri hukuki ilhaklarda
sağlanmış oldu.
Sonra İtalyan "İrredanta" sının tahakkuk alanına çıkarılması te­
şebbüsü vaki oldu. İtalyan hükümet adamları, barışçıl niyetleri hakkında
son zamana kadar Türk Hükümeti'ni aldattılar ve günün birinde kısa
müddetli bir ültimatomun ardından Libya'ya asker çıkardılar.
Türkler, mahalli Sünusi kabilesi ile işbirliği yaparak bu İtalyan askeri
işgalini Libya kıyılarında çivilediler. Hatta bu çıkarmadan bir ay sonra iç
topraklara ilerlemek isteyen İ talyan kuvvetlerini silahsız ve topsuzluklarına
rağmen bir karşı saldırış ile geriye atarak İtalyan deniz kuvvetlerinin top-
YETMİŞLİK B İ R SUBAY I N HATIRALARI +3

!arının himayesine sığınmaya mecbur ettiler. Buradaki harekatı idare et­


mek için Enver Bey ve Mustafa Kemal bizzat Libya çöllerinde çalıştılar.
Eğer, Balkan harbi gelip çatmasaydı İtalyanların Libya'yı elde edebilecek­
leri çok şüpheli idi. Mamafih İtalyanlar bizi sıkıştırmak için Oniki Adayı
işgal ettikleri zaman gerek buralardaki garnizonlarımızın müdafaalarını ve
gerekse Türk kurmayının bunlara yardım için çalışmasını methedecek du­
rumda değilim.
İşte, dirilmesi muhtemel " Hasta Adam"ın vücudunda yapılan bu üç
operasyondan sonra daha geniş ve hayati uzuv kesme teşebbüsleri hazır­
lanmıştır. Bunun birisi de Balkan savaşıdır.
Balkan savaşını Rusya hazırlamıştır. Dört Balkan devletini aleyhimiz­
de birleşmeye teşvik ve tahrik eden Rusya'dır. Fransa, Rusya'yı gücendir­
memek için, Almanya ise Balkanlar'ın en kuvvetli devleti gördüğü Bulga­
ristan'ı elinden kaçırmamak için bu kombinezonun aleyhinde bulunma­
mıştır. İngiltere'ye gelince, ittihatçıların İslam İttiyadı politikasından rahat­
sız olduğundan ve aynı zamanda Rusya aleyhinde hareket etmiş olmamak
için sesini çıkarmamıştır.
İç durumumuza gelince, Meşrutiyet inkılabı ile bir zaman için beliren
ittihadıanasır, yani Osmanlı birliğini kuran milliyetlerin birleşmesi ve dost­
lukları parolası kısa zamanda iflas etmiştir. Makedonya'da ve Trakya'da
komitacılık hareketleri tekrar başlamış ve buna ek olarak da Arnavut­
luk'un bağımsızlığı hareketi meydana çıkmıştır. Selanik Milletvekili Rum
Boşo Efendi Osmanlı Meclisi'nde Mahmut Şevket Paşa'ya: " Sen benim
Osmanlılığımdan şüphe mi ediyorsun? Ben Osmanlı Bankası'ndan daha
kuvvetli Osmanlıyım" diye bağırarak alay etmiştir. Avlonya Milletvekili İs­
mail Kemal Bey'e mecliste atılan bir tokatın bütün Arnavutların suratına
atılmış olduğu haykırılmıştır. Yüzbaşı Tayyar, Yüzbaşı Kalkandelenli Tah­
sin gibi Meşrutiyet inkılabının tanınmış olan Arnavut subayları ordudan
kaçarak Arnavutluk'ta hükümet aleyhine çeteler kurmuşlurdır. ı g ı o ve
1 9 1 1 yıllarında Yemen, Aşir, Havran, Malisya ve Kuzey Arnavutluk'ta çı­
kan ayaklanmalar Osmanlı Ordusunu çok uğraştırmış ve yormuştur.

Osmanlı Meclisi'ndeki Arap üyeler, Arap bağımsızlığı, hareketini ha­


zırlamakta iken "Teavün Cemiyeti" adında İstanbul'da bir parti kurmuş­
lar, hatta Çerkezler bile Guvaze adlı Çerkezce bir gazete çıkarmışlardır.
Bütün bunlar yetişmiyormuş gibi, İttihat ve Terakki Partisi'ni çekeme­
yen bazı Türkler de bu partiye muhalif gruplar halinde toplanmaya başla-
44 RAHMİ APAK

mışlardır. Prens Sabahattin isminde bir zat Desantralizasyon (merkeziyet­


sizlik) davası ile ortaya atılmıştır. Bu dava, Arapların, Ermenilerin, Arna­
vutların ve Makedonya'nın bağımsızlığını güdüyordu.

Ayrıca, Enver Bey vesaire gibi orduda üstün bir durum elde etmiş
olan ittihatçı askerlere karşı (Kurtarıcı Subaylar) adında ikinci bir askeri
mücadele grubu kurulmuştur. Bu yeni ve gizli teşekkül yaydığı gizli bir
beyanname ile: "Meşrutiyet inkılabını ordu sağladı, fakat iş başına geçenler
memleketi eskisinden daha kötü duruma sürüklediler. Askerlerin başka sa­
natı yoktur. Bunların yüzünden memleket batarsa, İttihatçı olmayan su­
baylar aç kalacaklardır. Halbuki bugün hamiyyet taslayan bu ittihatçı su­
baylar, memleket batsa dahi geniş ve ferahlı yaşayacak kadar dünyalık el­
de etmiş bulunuyorlar. . . " suretinde propaganda yapıyordu. Son kabinede
Milli Müdafaa Vekili olan ve Balkan harbinde kendisine Başkumandanlık
Vekaleti vazifesi verilen Nazım Paşa, el altından bu kurtarıcı subaylar ce­
miyetini destekliyordu. r 6 Temmuz r g r 2 'de Sait Paşa Hükümeti düşüp de
içine Nazım Paşa'nın dahi girdiği ve diktatör durumuna geçtiği ve adına
büyük kabine denilen Ahmet Muhtar Paşa Hükümeti kurulduğu zaman
memleket böyle bir anarşi içinde ve dış düşmanların saldırma iştihalarını
celbedecek bir durumda bulunuyordu.

Ahmet Muhtar Paşa Hükümeti, aylarca önce hazırlanmakta olan Bal­


kan birliğini görememiş, zamanında seferber olma yapmamış, hatta harp­
ten on gün önce yetişkin askerlerden kırk bin kişiyi terhis ederek memle­
ketlerine göndermiştir.

Balkan devletleri r g r 2 yılı Eylülü'nün sonunda açık olarak seferber


olmalarını ilan etmişler ve 30 Ekim' de de bize karşı harp ilan etmişlerdir.

İşte ben bu kadarcık bir iç ve dış politika açıklaması yaptıktan sonra


hatıralarımın hikayesine devam edeceğim.

Harp Akademisi'ne girişim


Yapılan bir müsabaka imtihanı ile Harp Akademisi tahsilini yapmak
hakkını kazandım ve r g r 2 yılında İstanbul Yıldız Sarayı'nın eski Şehzade­
ler Dairesi'nde açılmış olan Harp Akademisi'ne girdim. Bu müessesenin
eski adı Kurmay Okulu idi. İnkılaptan sonra bazı Alman öğretmenler ge­
tirtilmiş ve adı değiştirilerek Almanya'da olduğu gibi Harp Akademisi
denmiştir. Tahsil müddeti üç yıl idi.
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI 45

Birinci sınıfta 32 öğrenci idik. Bunların üçü Suriyeli, ikisi Iraklı Arap
ve birisi de Arnavut olup geri kalanları su katılmadık Türk idi, ha, unut­
tum, bir de Tarık adında Sudanlı bir zenci vardı.

Sudanlı Tarık ne biçim adamdır?


Tarık, Afrika'nın Çat Gölü bölgesindeki bir zenci Müslüman kabilesi­
ne mensuptur. Babası ile birlikte, Hacca gitmek için Trablusgarp'a gelmiş
orada babası hastalanarak ölmüş, mahallin Kumandanı Mareşal Recep Pa­
şa bunu himayesine alarak okutmuş, İstanbul Kuleli Askeri Lisesi'ni bitir­
dikten sonra Harp Okulu'nu da tamamlayarak tığ gibi bir süvari subayı
olarak çıkmış. Yüzünde kabile işareti olan çizgiler var. Teni zeytin gibi
kara, fakat vücudu çok mütenasip. Gayet şık giyinir ve biraz aklaşmak
ümidi ile her sabah saatlerce sabun ve süngerle yüzünü ovuşturur. Fran­
sızca' dan maada biraz İtalyanca ve Rumca konuşur. Beyoğlu tatlı su
Frenkleri ile sıkı teması olduğu gibi kordiplomatik arasında da tanınmış­
tır.
Fransız Büyükelçisi Mösyö Bunpar'ın akşam yemeklerinde ve kok­
teyllerine davetlidir. Ecnebilere casusluk etmesinden veya hiç olmazsa ge­
vezelik suretiyle ağzından lakırdı kaçırmasından şüphe ederdik. Çok ko­
nuşkan ve gevezedir. Bizi beğenmez, kendisini bizden üstün görür, mama­
fih bazı kere de: "Ulen bu millet adam olur mu?, içinde ben bile varım"
gibi hakikatte söylerdi. Bu adam sonunda yüzellilikler arasında memle­
ketten ayrıldı. İtalyan - Habeş harbinde gönüllü olarak Habeşlilere katıldı­
ğını gazetelerde okumuştum. Şimdi emekli binbaşı olarak Şam'da oturu­
yor. Akça pakça bir Türk kadını ile evlenmiş, çoluk çocuğu da yok.

Diğer Üç Şamlı öğrenci


Bunlar halis kan Arap olmakla beraber, fena arkadaşlar değildi. Arap
bağımsızlığını Türklerle birlik olmak kaydı ile isterlerdi. Son zamana ka­
dar yani Birinci Büyük Harp'in sonuna kadar orduda sadakatle çalıştılar.

İki Iraklı öğrenci


Birisi Bağdatlı Bekir Sıtkı. Türkleri severdi. Irak Türkiye'den ayrıldık­
tan sonra oraya gitti. Musul'da tümen kumandanı iken Irak Hükümeti
aleyhine bir hükümet darbesi yaptı, bir yıl kadar Bağdat'ta Genelkurmay
Başkanı olarak diktatörlük ettikten sonra, bir ordu çavuşu tarafından
öldürüldü. Diğer Iraklı ise Bağdatlı Nuri idi. Sonra Nuri Sait adını almış­
tır. Üçüncü sınıfta iken kaçtı. Irak ve Mısır'a giderek eniştesi Cafer Askeri
RAHMİ APAK

ile ve Kahireli Aziz ile askeri teşkilat yaptı. İngilizlerle işbirliği ederek Hi­
caz' da Mekke Emiri Hüseyin'in ayaklanmasında meşhur İngiliz Lavrens
ile birlikte, Hicaz demiryolunun tahribi ve demiryolu muhafız kıtalarımıza
yapılan baskın işlerinde fiili olarak bize karşı harp etti. Şöyle böyle otuz
yıldan beri lrak'ta Eminans grlz durumundadır. Belki yedi sekiz defa baş­
bakanlık ve bir o kadar defa da genelkurmay başkanlığı ve milli savunma
bakanlığı yapmıştır. lrak'ta İngilizlerle işbirliği yapmak taraftarıdır. Bütün
bunlara rağmen Türk düşmanı değildir ve Türk Arap birleşmesini her za­
man açıkça ifade eder.

İşte görülüyor ki bu beş Arap'ın hepsi Türkler için kötü ınsan sayıl­
mazlar.

Cavit adındaki Arnavut ise, Balkan harbinden sonra Arnavutluk'ta


kalmış oranın ilk genelkurmay başkanı olmuş, ı 93 2'de Arnavutluk'u An­
kara' da temsil etmek üzere elçi olarak Türkiye'ye gelmiş ve nihayet Arna­
vut komünizm ihtilalinde Enver Hoca tarafından asılmıştır. O da Türkleri
severdi.

Selanik' te topçuluk stajı


Birinci sınıfı bitirdiken sonra, beş arkadaşımla birlikte, topçuluk stajı
yapmak üzere Selanik'teki 15 inci Topçu Alayı'na gönderildim. Burada üç
ay kadar bir bataryada çalıştım ve ikinci sınıfa devam etmek Üzere tekrar
Akademi'ye döndüm. Topçu alay kumandanı bir Alman idi.

Akademi ikinci sınıf çalışmalarımız daha kesif ve verimli oldu. Bu yıl


Alman öğretmenlerin sayısı arttırılmıştı ve içlerinde kıymetli Alman subay­
ları vardı.

İkinci sınıfımızın sonlarına doğru, İtalyanlar Türkiye'ye harp ilan et­


mişler ve Libya'ya asker çıkarmışlardı. Anadolu kıyılarına da bir İtalyan
saldırışı ihtimaline karşı hükümet yarım bir seferber olma yaptı ve Çanak­
kale ile İzmir'de birer ordu topladı. Bu orduya mensup birliklerin büyük
kısmını Redif Tümenleri teşkil ediyordu.

İkinci sınıf imtihanları biter bitmez Harp Akademisi'nin bütün öğren­


cilerini tabur ve alaylarda emir subaylığı yapmak üzere bu ordulara
gönderdiier. Bu arada beni de Çanakkale'deki Redif Alayının bir taburu­
na emir subayı tayin ettiler.
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI 47

Redif babalar
Bir Redif Taburu demek, dört bölüğü ve tabur karargahının subayları
ve personeli yani kadrosu mevcut ve bu kadrolar ikmal yerlerine dağılmış
olarak yerleşmiş, tabur karargahının bulunduğu yere bin kişinin silahı,
cephanesi, elbise ve teçhizatı depo edilmiş bir iskelet demektir. Alay ve
tümen kadroları da mevcuttur.
Orduda muvazzaf hizmetini bitiren erler, terhislerinden sonra ihtiyat
sınıfına geçerler. Hatırımda kaldığına göre 32 yaşına kadar ihtiyatlıkta ka­
lırlar ki, bir seferber olmada bunlar muvazzaf kadroları doldurmak için
davet edilirler. 32'den 45'e kadar olan yaşlılar dahi redif teşkilatı içine gi­
rerler.
Çanakkale'de teşkil edilen ordunun emrine birisi Çanakkale Redif
Tümeni, diğeri de İzmit Redif Tümeni olmak üzere iki Redif Tümeni ve­
rilmişti. Çanakkale Redif Tümeni Çanakkale'de, İzmit Redif Tümeni de
Gelibolu'da toplanmıştı. Benim, emir subayı olarak tayin edildiğim Ça­
nakkale Redif Taburu şehrin bir kilometre b r b r doğusunda çadırlı ordu­
gahta yerleşmişti.
Gerek subayları ve gerekse erleri alışmış oldukları hayattan alınıp si­
lah altına getirildiklerinden hiç de memnun değillerdir. Bunların talim ve
terbiyeleri için başladığımız hummalı çalışma ise erlerdt'n ziyade subayla­
rın hoşuna gitmiyordu. Tabur ve alay kumandanları miskin ve biçare
kimselerdi. Bütün talim ve terbiye işlerini ellerimize almıştık.
Redif babaların sağlık durumları hiç de iyi değildi.

Rum doktor neler yumurtladı?


Vazifem olmadığı halde her sabah doktorun vizitelerinde hazır bulu­
nuyordum. Taburun doktoru silah altına alınmış bir Rum idi. Beni asker­
lerin sağlık durumları ile böylece yakından ilgili görünce ve yüzde on beşi
frengili olan bu mehmetçiklerin durumlarına olan merhametimi anlayınca
bana nereli olduğumu sordu ve cevabımı alınca: " Sen Türk değilsin. Her­
halde Rumsun, Rum değilsen bile senin kanında Rum karışıklığı vardır.
Çünkü bir Türk bu kadar vazife düşkünü ve dikkatli olamaz" demesin
mi? Benden lazım gelen cevabı aldı. Fakat o zaman Türk olmayanların
Türkler hakkındaki zihniyetini belirttiğinden dolayı bu hatırayı da buraya
koymadan geçemedim. Bu münasebet ile ileride belki tekrar dokunacağım,
bir başka hadiseden bahsedeceğim. Cumhuriyet Türkiyesi zamanında bi-
RAHMİ APAK

zim Moskova' da bir büyükelçimiz vardı. Bu adam ve karısı Boşnak idiler.


Büyükelçilikte verilen bir akşam yemeğinde ve Rusya'nın hariciye komise­
ri Çiçerin'in yanında oturan büyükelçimizin hanımı kendisinin Boşnak ol­
duğunu ve damarlarında akan kanın Slav kanı olduğunu lüzumsuz yere
söylemişti. Çiçerin güzel bir cevap verdi. Nasyonalist Türkiye'nin Slav
Rusya'daki temsilcisinin yüzüne dönerek: "Madam böyle şeyler bizi ilgi­
lendirmez" sözü ile dersini verdi. Bizzat büyükelçi dahi görüştüğü Ruslar­
la Türkiye'deki büyük adamların tarihte ve şimdi Türk olmayan Slavlar,
Arnavutlar ve Rumlar arasından sivrildiğini söylemek itiyadında idi.

Evveli Şam, ahiri Şam


Taburda İdris adında bir emirerim vardı. Bigalı İdris ile bazı defalar
yarenlik ederdim. Bir gün "İdris, köyde senin neyin var?" diye sormuş­
tum. İdris Bulgaristan göçmenlerinden imiş. "Şu kadar dönüm tarlam var,
öküzüm, ineğim, şuyum, buyum var, bir de atım var" dedi. "Atı sabana
mı koşuyorsun ?" deyince. " Hayır baba nisahatı, evde daima bir binek
hayvanı bulundururum, ne olur ne olmaz, gavur buralara kadar gelirse
arkamız Şam'a kadar açık" demişti. Evveli Şam, ahiri Şam hikayesi.

Çanakkale Redif Tümeni'nde ancak bir ay kalabildim. Beni Gelibo­


lu' daki İzmit Redif Tümeni'ne gönderdiler. Tümen Kumandanı Fahri Paşa
adında centilmen bir adamdı. Beni İzmit Redif Alayı emir subaylığına ta­
yin etti. Alay Kumandanı Rami Bey adında çalışkan gösterişli, fakat alay­
dan yetişme bir zat idi. Burada daha verimli ve kesif çalışmalar yaptım.
Redif babalara hergün arazi üzerinde tatbikat ve muharebe talimleri yap­
tırdık. r g r 2 yılının haziran veya temmuz ayında meşhur Gelibolu depremi
oldu. İkibine yakın insan öldü ve yaralandı. Bu deprem bir ay kadar de­
vam etti. İlk deprem gecesi ben bizim alayın Gelibolu içinde bulunan Ka­
ramürsel Redif Taburu Kumandanı Binbaşı Fuat Bey'in misafiri idim.
Gelibolu redif deposunun üst katında ve denize bakan bir odanın içinde
seyyar karyolamda Fuat Bey'le birlikte uyurken sabaha karşı büyük bir
gürültü ve sarsıntı ile uyandım. Kendimizi güç hal ile ve her odadan fırla­
yan üç dört subay merdivenlerde takla atarak sokağa çıkabildik. Deprem
durup elbiselerimi almaya yukarı kata çıktığım zaman denize bakan duva­
rın denize uçtuğunu ve benim karyolamın bitişiğindeki duvarın da yarısı­
nın karyolamın üstüne yıkıldığını gördüm. Enkaz arasından elbiselerimi
zorla çıkarıp aşağıya indim ve giyindim. Böyle dehşetli bir deprem haya­
tımda görmemiştim.
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI 49

Hatırımda kaldığına göre temmuz ayında bizim tümeni Arnavutluk'ta


çıkan isyanı bastırmak üzere oraya göndermek kararı verilmiş. Muratlı'da
trenlere binmek üzere bir sabah erkenden bütün tümen yaya yürüyüşle
yola çıktık ve Malkara üzerinden yaptığımız bu yürüyüşte susuzluktan ve
güneşten yalnız bizim alaydan yedi sekiz redif babanın bayıldığını ve bir
ikisinin öldüğünü hatırlarım. Abdülkadir adında Şamlı ve genç bir doktor
büyük fedakarlıklarla ve suni teneffüslerle bu kendinden geçmiş redif ba­
baların dörtte üçünü ölümden kurtardı.

Tekirdağ'ına yaklaşırken bizi durdurdular ve Tekirdağ batısındaki bir


vadide bütün tümeni çadırlı ordugaha geçirdiler, Arnavutluk'a gitmekten
vazgeçilmişti. Balkan harbi patlak vermek üzere imiş.

V ardar Ordusu karargahında vazife alışım


Bizim Akademi öğrencilerini derhal İstanbul'a çağırdılar ve yeni vazi­
feler verdiler. Beni, dokuz arkadaşımla birlikte, karargahı Köprülü'de ku­
rulacak olan ve Garp Ordusuna bağlı bulunan Vardar Ordusu karargahına
tayin ettiler. Bizim Vardar Ordusu Sırp kuvvetlerine karşı ve sağ cenahı ile
de bir kısım Bulgarlara karşı hareket edecektir. Kumandanımız Halepli
Zeki Paşa idi. Bu zat zamanın askerlik bilgisi yüksek hocalarındandı. Fa­
kat halim ve selim bir adamdı. Ordunun Kurmaybaşkanı eski Sadrazam
Ferit Paşa'nın damadı ve fevkalade terbiyeli ve kibar bir zat olan ve aslen
Arnavut fakat memlekete bağlı Albay Halil idi. Merhum Mareşal Fevzi
Çakmak da yarbay rütbesinde ve ordunun harekat şubesi başkanı idi.

Şimdi açık söyleyeyim, eğer bu orduların başına tam salahiyetle üç


dört Alman generali veyahut bu kıratta Türk subayları tayin edilse idi, biz
Balkan harbini ne Bulgar cephesinde ve ne de Sırp ve Yunan cephesinde
kaybetmezdik. Türk Ordusunda harp mefhumunu bilen kumandan yok
gibi idi. ı 878 yılından beri Osmanlı Ordusu savaşı unutmuştu. Sultan
Hamid orduyu öldürmüştü. Dört beş yıl içinde ölü canlanamamıştı. Alay­
ları taburları, hatta tümenleri ve daha yukarı birlikleri sevk ve idare edebi­
lecek binbaşı, albay ve general yok gibi idi. Yoksa silah bakımından
düşmanlardan üstün ve sayı bakımından ise pek aşağı değildik. Redif
Tümenlerinin savaş kabiliyeti ve disiplin ve intizamları pek geri idi. Bu
bahse sonra tekrar geleceğim . Türk Ordusu harbi Balkan savaşından son­
ra Birinci Cihan Savaşı'na kadar süren iki yıl içinde öğrenmiştir. Bu da
seksen kadar Alman öğretmenin enerjik çalışmaları sayesinde olmuştur.

F. 4
50 RAHMİ APAK

Bıyıklar nasıl kırpıldı?


Türk subayları, Almanlar gibi bıyıklarını burarlar ve yukarıya diker­
lerdi. Alman İmparatoru il. Giyyom'un Fransızların tabiri veçhile gözleri­
ni tehdit eden yukarı kalkık bıyıklarından birisinin ucu bir sigara yakışın­
da yanınca öteki ucunu da kestirmek zorunda kalmış ve derhal bütün Al­
man subayları bıyıklarını kesip kırpmışlar. Bu moda derhal bizim orduya
da sirayet etti. Pos bıyık yerine kırpık bıyık fakat tabii daha temiz. Bir
gün Beşiktaş'ta Berber Zekai'de tıraş olurken muzip bir arkadaşım ben
görmeden berberin makası ile benim de bıyığımın bir tarafını kesince ben
de bıyıkları kırpmaya mecbur oldum. Fakat o akşam eve dönünce annem
hayretle yüzüme baktı: "A oğlum sen köçek olmuşsun" dedi. Bu küçük
hatırayı da burada zikrettikten sonra hatıramıza dönelim.
İ stanbul'dan trenle Selanik'e geldiğim vakit bir sene evvel tanıdığım
şehrin havası büsbütün değişmiş. Herkes hayret ve hüzün içinde, gülen
konuşan yok. Sanki bir ay sonraki facia herkese malum olmuş gibi.
Selanik'ten derhal trene bindik. Doğruca Köprülü'de trenden inerek
orada karargaha katıldım. Beni dördüncü şubeye mülhak olarak verdiler.
Bu şube muamelat şubesi idi. Gelen-giden evrakı kaydediyoruz. Benim gi­
bi Harp Akademisi'nde iki yıl okumuş, bir taburun, bir alayın sevk ve ida­
resi hakkında en mütehassıs Almanlardan ders almış genç, ateşli bir su­
bay için yazıcılık yapmak hiç de yakışır bir ödev değil. Üç gün sonra
Merhum Recep Efendi * ile birlikte bir istida vererek bölük kumandanı
olarak ilk hatlarda vazife görmek istediğimizi, ateş altında çalışmayı tercih
eylediğimizi bildirdik. Beni bölük kumandanlığında kullanılmak kaydı ile
Üsküp'te toplanan Yedinci Kolordu'ya ve Recep Efendi'yi de Bulgarların
cephesine karşı daha sağda toplanmakta olan Altıncı Kolordu'ya tayin etti­
ler. O zaman benim rüd:ırr;: i i ·:tteğmen, Recep'in rütbesi de teğmen idi.
250 mevcutlu bir oolüğu Sırplılann karşısında açmak, yaymak, ateşe
sokmak, taarruz veya müdafaa da onlara yol göstermek, bütün bu askerleri
avucumun içinde ustalıkla kullanarak onlarla düşmana büyük zararlar
vermek ve ordunun umumi savaşı içinde hizmetler eylemek hülyaları ile
trende Üsküp'e kadar gittim. İlk defa gördüğüm Üsküp güzel bir Türk
şehri. Halkının büyük bir çoğunluğu halis Türk. Kolordu Kumandanı
Fethi Paşa ataşemiliterlikler yapmış kibar ve centilmen bir adam. Kolor-

(*) Recep Efendi bilahara uzun zamanlar vekillikler yapmış ve 1 945 - 1 946'da başve­
killiğe getirilmiş merhum Recep Peker'dir.
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI

du Kurmaybaşkanı Albay Çolak Faik enerjik ve kahraman bir muharebe


adamı. Bilahara Birinci Genel Savaş'ta Kafkas cephesinde kolordu kuman­
danı iken şehit olmuştur.

Kolorduda dahi beni karargahta alıkoymak istediler. Emrimin bölük


kumandanlığında kullanılmak olduğunu hatırlattım ve kabul etmedim.
Bunun üzerine beni Gilan müfrezesi kurmaylığına tayin ederek ağızdan
şu talimatı verdiler: "Askerliğe alınmayan genç ve yaşlı beş bin Arnavut,
Sırp sınırına yakın bir mevki olan Gilan'da toplanmaktadır. Bunlara beş
bin muaddel martin tüfeği ve lüzumu olan cephanesi gönderilmiştir. Ku­
mandanları, Hamit Ağa adında alaylı bir Arnavut Binbaşısıdır. Sen onun
kurmayı olacaksın. Beş bin kişi büyük bir kuvvet, vazifeniz de çok önemli,
biz, ordu ile muharebeyi Komanova bölgesinde kabul etmek fikrindeyiz.
Sırplılar ilerleyince, siz oradan Sırp toprakları içine gireceksiniz. Zaten,
hududun durumu, orada Sırbiye'ye doğru bir girinti yapar. İvranya deni­
len ve Belgrat'a giden demiryolunun bir istasyonu olan bu Sırp şehri hu­
dudumuza ancak on beş kilometre uzaklıktadır. Böylece Sırp Ordusunun
gerisindeki bu istasyonu ve demiryolunu tahrip edeceksiniz ve Sırp Ordu­
sunun ikmal işlerini güçleştirerek büyük yardımlar yapacaksınız''.
Fakat, şayet bu beş bin Arnavut ile Sırp topraklarına girer ve İvranya'
yı işgal edersek demiryolunun ne gibi vasıtalar kullanarak tahrip edileceği­
ni ne ben onlara sordum, ne de onlar bana birşey söylediler. Herhalde
tahrip malzemesi de Gilan'a gönderilmiş olacaktır diye düşünmüştüm.

Hamid Ağa'ya hitaben bir emir yazdılar elime tutuşturdular. Ben de


hemen bavulumu ve seyyar karyolamı alarak trene atladım. Firzovik deni­
len ilçe merkezinde trenden inecek, oradan karadan Gilan'a gidecektim.
Bavulumun içinde en kıymetli şeylerim birkaç kitabım idi. Kaçanik deni­
len istasyona geldiğimde orada kendi hemşehrim olan Teğmen İsmail'i
gördüm. Demiryolu muhafizı bölüğünün subayı imiş. Kitaplarımı ona bı­
raktım. Bilhassa Rusça'dan Fransızca'ya ve Fransızca'dan Rusça'ya iki cilt.
MakaroPun lügatları vardı. Bir sarı liraya Moskova'dan getirtmiş idim. İş­
te o zamanki akıl, kitapla muharebeye gidiyoruz. Hem de lügatlarla,
çünkü hükümet beni, lisanı tekemmül ettirmek için Rusya'ya göndermeye
karar vermişti. Ben de her fırsatta Rusça'ya çalışıyordum.

Firzovik'te trenden indim. Hükümet, müstahfız denilen üçüncü sınıf


yaşlı askerlere ve ı g yaşına kadar olan gençlere silah dağıtmak mekkari ve
binek hayvanı tedarik etmek için harıl harıl çalışıyor. İlçe kaymakamı
52 RAHMİ APAK

genç bir adam. Kendisi Arnavut imiş ve sonra Arnavutluk bağımsızlık ya­
pınca oraya katılmış. Bana bir mekkari ile bir binek hayvanı verdi. Hiç
durmadan yola çıktım. Geceyi yolda bir Arnavut köyünde geçirdim. Bu
Kazanın ahalisinin hepsi Arnavut ve Kega. Türkçe bilenleri de pek az. Er­
tesi günü öğle zamanı Gilan'a geldim. Bir dağın eteğinde bir kasabacık,
kuzeye doğru büyük dağların başladığı bir yer. Hamid Ağa'yı aradım. İle­
ri gelenlerin birisinin evinde imiş. On beş kadar Arnavut Ağa'sı ve Bey'i
ile geniş bir odada bağdaş kurmuş oturuyorlardı. Ortaya büyük bir man­
gal konmuş nargileler, gümüş ve kehribar ağızlıklarla tütün ve tömbekiler
çekiliyor, kahveler içiliyordu. içlerindeki asker elbiseli, uzun boylu, kırmızı
yanaklı, pos bıyıklı altmışlık adam herhalde Hamid Ağa olacaktı. Bir te­
menna çaktım. Ve kolordunun emrini kendisine verdim: "A be mori, şu
zarfi yırt, içindekini sen kendin oku, bende dinliyeyim" dedi. Meğerse
okuyup yazma bilmiyormuş. Okudum: "Kurmay Okulu son sınıf öğrenci­
lerinden Üstteğmen filan efendi kurmaylığınıza tayin edilmiştir. Hüsnüis­
tihdamı (iyi kullanılması) tavsiye olunur... " Hamid Ağa dinledikten sonra:
"Ha bire mori eyi oldu da geldin. Bana yazıcı olarak göndermişler. Ben
emirlerimi ağızdan veririm, amma bazı kere uzak yerlere yazmak lazım
olunca bu işi sen yaparsın be kardaş. Haydi otur da bir yorgunluk kahve­
si iç bakalım" dedi, kahveyi içtik. Onlar Arnavutça konuşup duruyorlar,
ben birşey anlamıyorum. Muhabbet devam ediyor, vakitler geçiyor. Sa­
bırsızlanmaya başladım. Nihayet Hamid Ağa'ya: "Binbaşı Bey, beş bin ki­
şi toplanacak imiş, bunlar nerede? Bunları bir meydanda toplasak da
bölük, tabur ve alay haline soksak, biraz talim yaptırsak, işe başlasak".
Cevap olarak: " Ha mori, silahı alan evine gidiyor. Bunları ben nasıl topla­
rım. Bir kısmı hudut üzerine Hogoşta'ya ve bir kısmı Zarbinçe'ye gitmiş­
ler. Oradaki hudut bölüğünün içine katılsınlar diye haber yolladım. Baka­
lım, onlar yavaş yavaş Hogoşta'da toplanacaklar" dedi: " Öyle ise, biz he­
men kalkıp Hogoşta'ya gidelim ve kaymakam ile jandarma kumandanına
da emir vererek, bütün silah alanların Hogoşta'ya gönderilmesi için çalış­
malarını söyliyelim" diye ekledim. Hamid Ağa muvaffakat etti: "Yarın sa­
bah erken yola çıkarız" dedi. Geceyi kötü bir handa geçirdim. Ertesi sa­
bah Hamit Ağa ve ben atlı olarak ve dört beşte jandarma yaya olarak yo­
la çıktık. Ne dağlar, ne dereler. Bir dağdan aşıyoruz, bir dereye iniyoruz.
Keçi yollarından yürüyoruz. Hogoşta denilen Sırp köyü oraya altı saat
sürüyormuş. Dört saat kadar yürüdükten sonra kuzeyden dağları inleten
top sesleri gelmeye başladı. Harbin ilan edildiği hakkında hiçbir bilgiye
malik değildik. Hamid Ağa birdenbire hayvanını durdurdu. Kırmızı
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI 53

yuzunun sapsarı kesildiğini görünce hayret ettim. Makedonya'da Bulgar


ve Sırp çetelerine karşı yaptığı kavgalarda kahramanlığı ile tanınmış olan
bu adam korkar mı, , bu halde yüzü neden sarardı? Sonradan anladım ,
Hamit Ağa tüfek ateşinden korkmaz, ürkmez, fakat top sesi hiç işitmemiş.
Bu ilk top sesi onun benzini sararttı. Bir iki şaka yaptım. Gülüştük ve es­
kisi gibi sükunetle sırtları tırmanmaya devam ettik.

Öğleye doğru, hudut bölüğünün merkez karakolunun olduğu yere


geldik. Burası hudut bölük kumandanı yüzbaşının barakası imiş. Diğer
hudut barakaları daha ileride, sağda ve solda idi. Buradaki hudut bölüğü
mıntıkası Zarbinçe ve Hogoşta mevkilerini ihtiva etmek üzere yirmi beş
kilometre kadar genişliğe malik idi. Bu genişlik üzerinde bölüğün sekiz
kadar hudut kulesi vardı. Hamid Ağa'nın evvelce verdiği emir ile bazı
gönüllü Arnavutlar dahi hudut kulelerindeki askerlerimizin arasına katıl­
mışlar, müdafaa ediyorlar. Yaralıların geriye gelmekte olduklarını gördük.
Burada ayrıca altı yüz kadar Arnavut toplanmıştı. Bunlar kendi bayraktar­
larının emri altında idiler. En başlıca Sergerde İdris Safer denilen bayrak­
çı idi. Onun etrafındaki kalabalık dört yüz kadardı. Bunlar bölük merkezi
karakolunun yanındaki düzlükte dörtgen halinde toplandılar. Hamit Ağa
da ortalarına geldi. Arnavutça bir münakaşa başladı. Ben birşey anlamı­
yordum. Yalnız TO Pi ISKA, BOROZANI ISKA, MURTA.Tİ MURTA.­
Tİ diye bazı kelimeler sık sık ve yüksek sesle söyleniyordu. Hamid
Ağa'nın benzi tekrar sararmıştı. Meğerse bizim bilmediğimiz işler olmlt§.
Bir gün önce, bu gönüllü Arnavutlar, kimseden emir almadan Sırp hudu­
dunu aşıp Sırp toprağına girmişler. Sırp hudut karakolları geri çekilmiş,
bunlar da Sırpları kovalayarak kendi tertip ve nizamları ile ha babam içe­
riye ilerlemişler. Fakat tam bir çukur araziye girince karşılarına iki Sırp
taburu çıkmış, Sırplar yüksekte bunlar alçakta, bunlara dağıtılan muaddel
martin tüfeklerinin iğneleri beş on atıştan sonra kırılmış tüfekler ateş et­
mez olmuş. Eski Martin Hanri tüfeklerinin namluları mavzer namlusu ile
değiştirilmiş ve mekanizmalarına yeni iğneler takılmıştı. Bizim tophane
mühendisleri bu iğneleri sağlam çelikten yapmadıkları için sürekli ateşe
dayanamamış. Tüfekler patlamayınca, Arnavutlar barutun bozuk olduğu­
nu sanmışlar, muharebeyi terkederek geri çekilmişlerse de yetmiş seksen
kadar şehit ve yaralı vermişler. Pek haklı olarak da fena halde kızmışlar.
İttihatçılar bize mahsus bozuk barutlu fişekler verdiler, bizi düşmana
öldürtmek için diyorlarmış. İttihatçılar bizi düşmana sattılar, murtatlar
(mürtet, eski tabir) diyorlarmış. Sırp'ın topu var, bizim topumuz yok,
Sırp'ın borazanı var, bizde borazan yok. Onların fikrince borazansız harp ol-
54 RAHMİ APAK

mazmış, çünkü boru çalınca geriden imdat gelirmiş. Gilan müftüsü ve İt­
tihat ve Terakki düşmanlarından Abdülkadir Efendi'nin de bu havayı ya­
ratmakta etkisi olmuş.

Hamid Ağa, bütün talakatı, kabiliyeti ile bunları teskin etmeye çalıştı.
Biraz sükunet buldular. İğneleri kırılan tüfekler yüzde ondan fazla değildi.
Hamid Ağa bu Arnavutları tekrar hudut kulelerimizi takviye etmek için
göndermeye zorluyordu. Ben müdahele ettim. " Hamid Ağa, kuvvetin hep­
sini burada toplayalım, bu gece ve yarın sabaha kadar iki üç bin kişi top­
lansın. Bu kuvvetle derhal taarruza geçer, bu iki Sırp taburunu geriye ata­
rız ve bize verilen vazifeyi yapmak üzere İvranya istikametine ilerleriz" de­
dim. Fakat Hamit Ağa'ya söz anlatmak mümkün değil: "Bire mori biz
buraya toplanmışız ne fayda. Sırp gavuru zayıf kulelerimize girer onları
alır. Ben kuleleri gavura veremem" diye tutturdu: "Anan yahşi, baban
yahşi Hamit Ağa, muharebe öyle olmaz, biz bu adamları hemen teşkilat
altına alalım, her bayrağa bir bölük diyelim, büyük bayrakçıları (İdris Sa­
fer gibi) tabur kumandanı yapalım ve onlara binbaşı rütbesi verelim.
Böylece bir alay yapalım" diye ısrar ettim.

Hamid Ağa'ya, bana itaat etmesi için hiçbir emir verilmemişti. Onun
fikrine göre ben bir yazıcı parçası idim. Tabii beni dinlemedi. On kişi bir
kuleye, on beş kişi diğer kuleye, söz geçirebildiklerini yollamakta devam
etti ve gece oldu.

Sırpların iki toplu, bir bataryalı var. Uzaktan bizim kulelerimizin bir­
kaçını o gün topçu ateşi ile yıktılar.

Geceyi Arnavut gönüllüsü, hudut eri, Hamit Ağa ve hudut yüzbaşısı


ile birlikte bölüğün merkezinde tahta üstünde yatarak geçirdik. Sabahleyin
uyandığımızda, hudut yüzbaşısı, geceleyin uyurken gümüş tabakasının ar­
ka cebinden aşırıldığını söylemesin mi? Bereket versin benim dürbünümü
aşırmamışlardı, boynumda asılı idi. Ağlar mısın, güler misin? Uykudan
uyanıp dışarı çıkınca baktım , dünkü kalabalıktan eser kalmamış. 600 Ar­
navuttan kala kala 20-30 kişi meydanda. Hudut kulelerini takviye için
gönderilenler de evlerinin yolunu tutmuşlar. Zavallı hudut erleri mütema­
diyen takviye edilmeleri için haber gönderiyorlar. O gün hemen yarısı şe­
hit veya yaralı, fakat mevkilerini terketmediler. Hamid Ağa'yı aradım
o da meydanda yok. Birlikte geldiğimiz j andarmalara sordum: "Yanımız­
daki derede gusül abdesi alıyor" dediler. Hava soğuk, altmış yaşındaki
adam çırılçıplak soyunmuş küçük bir derenin kenarında yıkanıyor, abdes
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI 55

alıyor. İtikadına göre vurulup ölürse cenabet gitmek istemiyormuş. Bekle­


dim, giyindi ve geldi: " Hamid Ağa kimse kalmamış ne yapacağız" dedim:
"A be mori ben ne yapayım. Bu Allahtan korkmaz herifler kavga etmiyor­
lar. Geriye Gilan yolunu tuttu. Bak başımıza gelenlere, nerde beş bin Ar­
navut, nerde taarruz, nerde Sırp toprağına girmek, nerde İvranya'yı zap­
tetmek, nerde istasyonu ve demiryolunu tahrip etmek. " Bütün bu plan su­
ya düştü ve iki Sırp taburunun önünde beş bin Arnavut dağıldı gitti. Ta­
bii hudut bölüğü kumandanı da elinden geldiği kadar yaralılarını geri
göndererek kulelerdeki askerini merkeze topladı ve aldığı emirler tabur
merkezine katılmak üzere, Zarbinçe istikametine gitti.

Gelelim bana, Hamid Ağa benden ayrılmıştı. Ben beş jandarma ile
yavaş yavaş geriye aşağıya indim. Orada Sırp Hogoşta köyünün içinde iki
ton kadar peksimetimiz vardı. M uhtarı buldum: "Peksimeti iyi muhafaza
ediniz, sonra idam cezası görürsünüz" diye bir gözdağı verdim. Bir saat
kadar geriye gitikten sonra bir tepenin üstüne çıktım, birisi bana demişti ki,
bir tepenin üstüne çıkıp da beş altı el silah atarsan Arnavutlar derhal et­
rafına toplanırlar, onların adetleridir. Belki toplanırlar diye ben de bunu
tecrübe ettim. Yarım saat kadar tepenin üstünde jandarmalarla bekledim
ve arasıra hududa doğru ateş ettim, ne gelen oldu ne de var diyen. İş an­
laşıldı, ben de beş jandarma ile akşama doğru Gilan'a döndüm.

Bir de ne göreyim, sokaklar binlerce silahlı adamlarla dolu. Memleke­


tin ileri gelenleri posta telgraf binasına dolmuşlar, Üsküp'ten haber alma­
ya çalışıyorlar. Komanova Meydan Muharebesi olmuş, neticeyi öğrenmek
istiyorlar, umumi bir telaş. Bir kısım halk eşyalarını topluyor. Hamid
Ağa'yı aradım, bir kahvenin sediri üzerine uzanmış uyuyor. Yaşlı adam
yorulmuş. Her dakika bir düşman süvari keşif kolu veya bir süvari bölüğü
koca kasabaya girebilir. Çünkü hudutta yani kuzeye doğru artık tek asker
yok. Bu memlekette beni kimse tanımaz, bilmez. O zamanki aklım ile,
karanlıkta sokağın ortasına dikildim. Türkçe olarak: " Allahını seven, dini­
ni seven benim arkamdan gelsin. Kasabanın kenarına gidip siper kazalım.
Bu gece olsun düşmanın şehre girmesini önleyelim" diye avazım çıktığı
kadar bağırmaya başladım. Ondan sonra yüksek sesle tekbir getirdim. Si­
lahlı halk yavaş yavaş etrafıma toplandı. Üç yüzden fazla adam birikti:
"Haydi arkamdan geliniz" diye haykırdım ve kasabanın kuzey çıkağına
doğru yürümeye başladım. Kalabalık da arkamdan geliyordu. Fakat ilerle­
dikçe yan sokaklara sapanlar olmaya başladı. Her adımda beni terkeden­
ler arttı. Ben hala bağırıp duruyordum. Yirmi dört yaşında genç sporcu
56 RAHMİ APAK

bir insandım. Gözümü ateşten esirgemeyen bir yaradılışta idim. Kasaba­


nın dışına çıktığım zaman kırk kişi kadar kalmıştı. Ay ışığı vardı, sağda ve
soldaki arazi iyi seçiliyordu. Bir müdafaa mevzii arıyordum. Yanımda
Türkçe bilen bir genç bana beş dakika ileride boğazımsı bir yerde jandar­
ma karakolunun bulunduğu mevkide iyi bir mevzi olacağını söyledi. İler­
lemeye devam ettim. Fakat jandarma karakolunun yanına geldiğim zaman
jandarmaların da karakolu terkedip çekildiklerini gören Arnavutlar hiçbir­
şey söylemeden beni terk edip geri gittiler. Yanımda tek bir Arnavut kal­
dı, o da on yedi yaşlarında bir çocuk. Güzel Türkçe konuşuyor, ortaokulu
bitirmiş. Silahı ve cephanesi bol, gürbüz bir delikanlı. Beni terketmeyece­
ğini söyledi. Fakat iki kişi ne yapabilirdik: " Haydi arkadaş biz de kasaba­
ya dönelim" dedim. Bu hare ket yani gidiş ve dönüş bir saatten fazla
sürmüştü. Meğerse halk Komanova'da bizim ordunun bozulduğunu,
düşmanın Üsküp'e doğru ilerlemekte olduğunu haber almış. Bir kısım
halk hayvanlara eşyalar;nı yüklemişler, göç etmeye başlamışlar. Ben de
Hamid Ağa'yı uyandırmadım. Ben jandarmamızı ve henüz gönüllülere
dağıtılmamış kırk elli kadar tüfek ile iki üç sandık cephaneyi üç mekkari
üzerine yükleyerek gece yarısından sonra Kaçanik istikametinde yola ko­
yulduk. Ben ve Hamid Ağa hayvanlar üstünde, jandarmalar yaya. Az git­
tik, uz gittik, dere tepe düz gittik. Sabah oldu. B ulutlu ve nemli bir hava,
güneş meydanda yoksa da, bereket versin yağmur da yağmıyor.
Sabah saat sekiz ile dokuz arasında, kafilemiz Slatina adında bir
köyün içine girmek üzere iken kırk elli kadar Arnavut avcı nizamında,
tüfekler ateşe hazır bizim yolumuzu kestiler. İçinden iki üç tanesi Hamid
Ağa'nın atının dizginlerini yakaladı ve sert sert konuşmaya başladılar.
Hamid Ağa'nın kırmızı yüzü yine sarardı. Bu Arnavutlar bizim müfreze­
nin adamları, yani bizden silah alanlar. Hamid Ağa da kumandanları.
Hamid Ağa'yı çektiler, götürdüler. Fakat nereye? Hiç öğrenemedim. Son­
ra benim yanıma geldiler. Yanımda beş jandarma var. Arnavutlardan biri­
si Türkçe olarak: "Mori siz neye kaçıyorsunuz" Gavurdan mı kaçıyorsu­
nuz?" demesin mi. Halbuki onlar bir gün önce kaçmışlardı. Ben yüksek
sesle: "Kaçan biz değil, kaçan sizsiniz. İçinizde gavurdan korkmayan varsa
gelsin. Haydi geri dönelim, gavura karşı gidelim" diye bağırdım ve hayva­
nımı jandarmaya vererek ve bu jandarmanın silahını alarak geriye
döndüm. Bunlar: "Haydi mori, haydi gidelim . . . " dediler. On adım kadar
beraber geldikten �onra: " Mori dur bakalım" sözü ile durdular. Bu defa,
jandarmalarını dahi silaha davranmışlardı. Bu esnada sarıklı bir hoca ya­
nıma yaklaştı ve Türkçe olarak bana: "More Efendi, bunlar sizin hayvan-
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI 57

!arın üstündeki silahları ve cephaneyi istiyorlar. Beyhude yere kan


dökülmesin, bu silah ve cepaneleri sen onlara ver".

Vakıa silahlar ve cephaneler benim senedim ile alınmış değildi. Ben,


onları Gilan' daki depoda düşman eline kalmasın diye almıştım. Fakat
devletin silah ve cephanesini bu muharebe kaçaklarına vermek de kolay
bir iş değildi. Vakıa bu silahlar, bu gönüllüler için gelmişti. Lakin şimdi
durum büsbütün değişmişti. Beş jandarma ile kırk elli kişiye karşı gel­
mek de delilikti. Jandarmaların da kaçının samimi olarak benim emrimi
dinleyeceklerini kestiremezdim. Onları da tanımıyordum, çok genç idiler.
Bir kısmı Anadolu çocuğu, bir kısmı da Makedonyalı. Güç bir duruma
düştüm: " Ben devletin silahını kendi elimle veremem, alırlarsa yarın
hükümete kendileri cevap versinler, cezasını çekerler" dedim, fakat daha
bu lafımı bitirmeden, jandarmaların ellerinden hayvanların yularlarını çe­
kip götürmekte olduklarını gördüm. Bu esnada jandarmalar da köyün ca­
miine doğru uzaklaştılar. Beş altı Arnavut benim etrafımı çevirdi. İçlerin­
den birisi Türkçe: "More sen hem kaçarsın,hem de burada bize bağıra
bağıra konuşursun" dedi ve elindeki tüfeğin dipçiği ile omzuma vurdu. Bu
esnada birkaç tekme ve dipçik darbesinin sırtıma ve kafama şiddetle indi­
ğini ve aynı zamanda onüç ondört yaşlarında ve okul üniformalı bir genç
çocuğun bağırarak benimle Arnavutların arasına girmiş olduğunu hatırlar
gibi oldum ve kendimden geçerek yere yuvarlandım. Sersemlik ile baygın­
lık arasında bir iki dakika debelendim. Kafamdan ağzımdan kanlar aktığı­
nı görerek ayıldım. Genç çocuk başımın ucunda, bir ibrik su getirmiş, ba­
şıma döküyordu, iki Arnavut kanlarımı yıkıyordu. Ne dürbünüm, ne de
para çantam üzerimde yoktu. Ayakkabılarım dahi çıkarılıp alınmıştı.
Çünkü onlar çok yeni idiler. Genç çocuğun elbisesinin yakasında Üsküp
İdadiyesi yazılı idi. Arnavutların beni öldürmesine mani olmuş ve canımı
kurtarmıştı. Kanlarımı yıkayan iki Arnavut'un onun adamları olduğu an­
laşılıyordu. Bunlar kollarımdan tutup beni camiin içine soktular. Kirli bir
bez getirip başımı sardılar. Camiin hasırı üstüne perişan bir halde uzan­
dım. Camiin kapısına iki nöbetçi diken genç çocuk yanıma geldi, Türkçe:
"Merak etme, bu adamlar seni muhafaza edeceklerdir" dedi ve gitti.

Nöbetçilerin ikisi de biraz Türkçe biliyorlardı. Sormaklığım üzerine


bu genç çocuğun, o havalinin başlıca Arnavut Beyi olan Şaban Paşa'nın
oğlu olduğunu söylediler. Bu Arnavut Beylerinin ileri gelenlerine Sultan
58 RAHMİ APAK

Hamid PAŞALIK rütbesi verirdi. Bunun da ne kadar makul bir siyaset


olduğu meydandadır.*
Karanlık bastı, camiin hemen yanından geçen yol üzerinden göçmen
kafilelerinin güneye doğru akışlarını görüyordum. Silahlı silahsız, atlı, ya­
ya, mekarili kimseler ve hayvanlar üzerine bindirilmiş kadınlar ve çocuk­
lar, sessizce müteharrik siluetler halinde görünüyorlar. Biraz sonra beni
bekleyen Arnavutlar da uzaklaştılar. Ben de camiin içinden çıkıp bu akı­
nın arasına katıldım. Y alınayak, güneye doğru yollandım. Sabaha karşı
ayaklarımın ıstırabı içinde Kaçanik'e geldim.

Kalkandelen'in tanınmış ailelerinden ve Abdülhamit'in sivil paşaların­


dan Mehmet Paşa'nın kumandasındaki Priştine müfrezesine katıldım. Bu
müfreze bizim solumuzda olarak, bizim Gilan müfrezesi gibi teşkil edil­
mişti. Onlar Kaçanik'e çekilmişler. Üç bataryalı bir topçu taburu oraya
bunları takviyeye gelmiş. Geçitin ağzına ve Zivesda (Yıldız) tepesi denilen
yerde bir müdafaa yapmak düşünülmüş. On iki tane çabuk ateşli, büyük
kadanalar koşulu top. Müfrezenin kurmayı da Adem Bey adında bir Bin­
başı (bu Adem Bey bilahara harita sınıfına geçmiştir. Kendisini Ankara'da
görmüştüm). Yağmur hafif çiseliyordu. Mehmet Paşa ve kurmaybaşkanı
birer mahruti çadıra sığınmışlar. Adem Bey'e müracaat ettim, beni topçu
taburuna emir subayı olarak verdi. Böylece bir binek atına sahip oldum.
Müfrezede makineli tüfek kumandanlığı yapan sınıf arkadaşım Zeyrekli
Muammer de bana bir çift ayakkabı ile bir er kaputu verdi.
Tabur kumandanına sormadan üç bataryayı yanyana mevziye sok­
tum. Kaçanik boğazının ağzında ve hakim bir bölgedeyiz. Altımızda Fir­
zovik Ovası açılıyor ve kasabanın evleri uzaklardan farkediliyordu.
Etrafta silahlı birçok Arnavutlar dolaşıyor. Bunları topların önüne bir
avcı hattı halinde topladım. Gerek topçu batarya kumandanlarının ve ge­
rekse başıbozuk Arnavutların bana itaat etmelerine hayret ediyor ve sevi-

(*) Garip tesadüflerdendir. 1 9 26 yılında, Viyana'da vapurla Tuna üzerinden İstanbul'a


dönüyordum. Yani; bu hadiseden 1 4 yıl sonra. Vapurda birisi ile tanıştım. Arnavut imiş.
Yugoslav uyruğu imiş. Viyana'da tahsilde imiş, memleketine dönüyormuş. Arnavutluk'un
hangi semtinden olduğunu sordum. Firzovik bölgesinden olduğunu ve babasına Şaban Paşa
denildiğini söylemesin m i ' Ağzını yokladım, meğerse, beni ölümden kurtaran gencin karde·
şi imiş Hadiseyi kendisine anlattım . Benden şu ricada bulundu: " Bizim için artık memle·
ketimizde yaşamak zordur. Türkiye'ye göç etmek istiyoruz. Bunun hakkındaki formaliteleri
bize bildir". Avdette kendisine cevap verdim ve orada bir kere daha minnetlerimi kendisine
söyledimdi.
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI 59

niyordum. Ben bu tertibatı almakla uğraşırken bize katılan silahlı Arna­


vutların sayısı arttı. Beş yüz kadar Arnavudu topların önüne dizdim.
Tercümanlar vasıtasıyla yerlerinden ne ileriye ve ne de geriye gitmemeleri­
ni Sırplılar ilerledikçe topçu ateşiyle birlikte yakın mesafeye kadar geldik­
ten sonra ateş açmalarını tembih ettim ve bu tembihi birkaç defa tekrarla­
dım. Bu terbibat için iki üç saat zaman geçti ve arkasından, Firzovik'in
içindeki yürüyüş kolu çıkarak bize doğru ilerlemeye başladı. Önde iki piya­
de taburu, arkada bir piyade taburu olmak üzere yürüyen bu Sırp
yürüyüş kolu dört kilometreye kadar yaklaştığı zaman ı 2 topumuz birden
Üzerlerine şiddetli bir ate� açtı. Bu on iki topun çıkardığı sesler Kaçanik
dağlarının içinde korkunç yankılar yarattı. Topların gürlemesi ile beraber
Arnavutların yerlerinden şahlanarak avazelerle Sırplara doğru saldırmaları
bir oldu. Yazık bu güzel ve hakim mevzide Sırpların yaklaşmasını bekle­
mediler. Çok iyi nişancı olan bu Kegalar tembihim veçhiyle yerlerinde
bekleselerdi, bedavadan çok Sırp telef edeceklerdi. Topçu ateşi altında Sırp­
lar açılıyor ve yayılıyorlardı. Koşarak ilerleyen Arnavutlar kısa zaman da
bunlara çattılar ve beş yüz Arnavut kısa bir muharebeden sonra Sırp ala­
yını yüzgeri ettirdi. Firzovik'e kadar çekilen Sırplar, bir taburlarını orada
eski Osmanlı kışlasının içine artçı olarak bırakıp daha gerilere gittiler.
Düşman gözden kaybolunca topçumuz ateş kesti. Çünkü topçunun ileriye
doğru mevzi değiştirmesine arazi müsait değildi. Zaten, bu toplar buraya
demiryolu ile gelmişler ve Kaçanik geçidinin bu hakim sırtlarına güçlükle
tırmandırılmışlardı. Hava yağmurlu gidiyordu.
Akşama doğru, Arnavutların ikişer beşer gruplar halinde geriye gel­
mekte olduklarını gördük. Onlarca kavga bitmişti, muharebeyi kazanmış­
lardı. Yaralı ve ölü Sırp askerlerinin ve subaylarının silahlarını, tabancala­
rını, paralarını ceplerine doldurmuşlardı. İki üç Arnavut bir yaralı beygir
yakalamış, zorla çekerek geliyor. Plaçka tamam. Zaten: "Toplanın, yarın
tekrar muharebe edeceğiz" diye emir veren kimse de yok. Bu muharebe
de sırf benim insiyatifim ile yapılmıştı.
Gündüzleyin, Binbaşı Avni Bey kumandasında tam mevcutlu bir pi­
yade taburu (bilahara Adana Milletvekiliği yapan Avni Paşa) Kaçanik'e
geldi. Fakat asker trenden indirilmeden tekrar Üsküp'e geriye döndürül­
dü.
Bizim topçu tabur kumandanı, yaptığım bu muharebenin mükafatı
olarak binek hayvanımı geri aldı. Ben de tekrar yaya kaldım. Güneş bat­
tıktan sonra bütün Piriştine müfrezesi ve topçu taburu geriye Kaçanik'e
döndü, yaya yapıldak ben de beraber.
60 RAHMİ APAK

Topçu taburu , ı 2 top birbirinin gerisinde, Kaçanik istasyonunun ça­


murlu geçidi içinde koşulu olarak yürüyüşe hazır bekliyor. Onlar nereye
giderse ben de birlikte giderim diye bir cephane arabasının üstüne numa­
ra neferlerinin yanına oturdum: "Sen kimsin, neye yanımızda oturuyor­

sun,,' diyen olmadı.

Ü kadar yorgun ve uykusuzdum ki oturur oturmaz kendimden geç­


m i ş uvumuş kalmışım. Oturduğum yerde, ne kadar uyuduğumu bilmiyo­
rum. Ancak gözlerimi açtığım zaman günün alacalığı belirmeye başlamış­
tı . Ne öten bir horoz, ne kişneyen bir beygir ve ne de yürüyen veya konu­
şan bir insan yoktu. Gelin gibi on iki topu, ce_phane arabaları ile birlikte
uzun bir kol halinde çamurlu yol üzerinde terkedilmiş gördüm. Bütün as­
kerler ve hayvanlar ortadan kaybolmuştu. Terkedilmiş topların subayları
ve numara neferleri koşum hayvanlarına binerek çekilip gitmişler. İ ki da­
ğın arasındaki bu ıslak ve çamurlu dar vadide, insan gırtlağına dizilmiş
lokmalar gibi bu yedi buçukluk Krup topları sıkışıp kalmışlardı. Ben ha­
yatımda, böyle bir askerlik, bu mükemmel topları hiç olmazsa tahrip et­
meden olduğu gibi bırakıp kaçmanın fecaatını bir kere, bir hikaye olarak
dinlemiştim:
Harp Okulu'nda İsmail Asaf adında bir sınıf arkadaşım vardı. Onun
babası Balkan harbinden önce emekliye ayrılmış bir topçu paşası idi.
Üsküdar'da otururlardı. 1 878 Osmanlı - Rus Savaşı'nda kendisi topçu
yüzbaşısı ve batarya kumandanı imiş. Topları da o zamanın en iyi silahla­
rından olan adi ateşli fakat man telli Krup topları imiş. Cuma geceleri ev­
lerine gidip kalırdım. Yaşlı paşa, bize Rus Harbi hikayeleri söylerdi. Plev­
ne düştükten sonra bunlar Tuna kenarından Dedeağaç'a inmek emrini al­
mışlar. Fakat Balkanları geçerken, yolsuzluktan bütün bataryayı, o zaman­
ki altı topu ve cephane arabalarını Balkan geçitlerinde terkederek koşum
hayvanlarına binip Dedeağaç'a indikleri hikayesini hatırladım. 30 küsur yıl
sonra, aynı sahneyi daha feci olarak şimdi kendim seyreyledim. 30 yıl
sonra aynı insanlar idik, o zaman da toplar tahrip edilmeksizin Ruslara
bırakılmıştı.
Taburun buraya demiryolu ile geldiğini yukarıda söylemiştim. Geriye
yol yoktu. Boğazın ağzına da Sırplar varmıştı. Müdafaa edilmeyecek olan
bu topları bırakmak çaresizliği vardı. Fakat hiç olmazsa birer dinamit pa­
keti ile namluların ağzı kırılamaz mı idi, yahut, hiç olmazsa kamaları
sökülüp alınamaz mı idi? Bunlar yapılmamış, fakat Allah rızası için beni
uykumdan uyandırmak zahmetini de kimse yapmamıştı.
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI 6ı

Arabadan aşağı atladım. Şimdi yapayalnızım. Çamurlar içinde yere


atılmış bir tüfek buldum. Sağlam, yüz kadar da fişek topladım. Bunları
cebime doldurdum. Tüfeği omuzladım, demiryolu boyunca, güneye aşağı­
ya yürümeye başladım. Yollarda in cin yok. Dar vadinin içi insansız. Bi­
raz sonra önümde yürüyen bir mehmetçik gördüm. O da yalnız, fakat
omuzunda bir silah. Yaklaştım, çok genç bir çocuk. Yeni askere gelmiş,
Karadenizli. Hemen kaynaştık ve iki perakende birbirimizden ayrılmama­
ya karar verdik. Bir tünele girdik çıktık, ikinci bir tünel. Bu ikinci tünelin
karanlıkları içinde bir ateş yanıyor. Yaklaştık, iki jandarma ile bir meh­
metçik daha. Ateş başında kurunuyorlar ve ısınıyorlar. Selam verip yanla­
rına oturduk. Jandarmalardan birisi bir onbaşı. Hiç unutmam Giritli imiş,
adı da Hüseyin. Priştine bölgesinde jandarma imiş. Bunlar da perakende.
Kafilemiz beş oldu. Hepimiz silahlı. Benim subay olduğumu görünce ben­
den ayrılmamaya karar verdiler. Kurunup ısındıktan sonra tekrar
yürüyüşe geçtik. Üsküp'e doğru yürüyoruz. Sağımızda büyük Şardağı, so­
lumuzda da Sırbistan hudutlarına kadar uzanan dağlar. Dar vadi, yokuşa­
şağı uzanıyor. Biraz sonra, bir Amavutun eşyasını ve karısını bir trezineye
koyup demiryolu üzerinden yokuş aşağı indiğini gördük. Kendisi Kaçanik
istasyonunun makasçısı imiş. Eline geçirdiği trezine ile Üsküp'e göç edi­
yor. Kasabada kalamamış, zaten Kaçanik kasabası da bomboştu. Herhal­
de, halk ormanlara doğru çekilip saklanmışlardı. Biz tünelden, tünele ge­
çerek yürüdük. Öğleye doğru bu Amavutun geriye döndüğünü ve bu defa
trezineyi yokuş yukarı itmekte olduğunu görünce sebebini sorduk: "Mori,
Sırplar Üsküp'e girmiş, ne yapayım geriye kasabaya gideceğim" dedi.

Biraz sonra bir istasyona geldik. İstasyonda ne memur var, ne de şey­


tan. Yazıya baktım, İlyashan istasyonu, ilk işittiğim bir ad. Artık Sırpların
girdiği Üsküp istikametine yürüyemezdik. Ordu, herhalde Kalkandelen
üzerine çekilmiş olacaktı (Üsküp-Kalkandelen), yoluna Şardağı eteklerin­
den kestirme ulaşmakla belki Sırplardan önce bu yola varabilirdik. Dereyi
yaya geçtik. Şardağı eteklerinden tırmanmak lazımdı. Küçük ormancıklar
ve sık ağaçlar derenin kenarından itibaren başlıyordu. Bu ağaçlara tutuna­
rak ve aralarından sıyrılarak bir dağcılık yürüyüşüne başladık. Yarım saat
tırmandıktan sonra ormandan kurtulduk, yürüyüşe daha elverişli sırtlara
doğru güney-batı istikametinde yürümeye başladık. Cebimde kalmış olan
küçük bir pusula ile istikamet tayin ediyordum. Biraz sonra önümüze bir
köy çıktı. Elli altmış haneli Kıyıcık'ta, minareli bir de camii var. Camiin
içine girdik, biraz istirahat edelim diye. Çok yorulmuştuk. Bilhassa benim
iki ayağım da, ayağıma büyük gelen kunduralar yüzünden vurulmuş idi.
RAHMİ APAK

Ayak parmaklarımın altı şişmiş ve cerahatlanmış idi. Zaten Slatina


köyünden Kaçanik'e kadar yalınayak yürümek ayaklarımı çok hırpalamış­
tı. Camiye yakın bir evden bir adam çıktı ve beni evine çağırdı. Jandarma
Hüseyin Onbaşı ile birlikte eve girdik. Recep Çavu ş adında bir Arnavut,
_
uzun zaman askerlik etmiş, hürriyeti müteakip İstanbul'a gönderilen Ar­
navut taburlarında bulunmuş, çavuşluğa yükselmiş, iyi Türkçe konuşuyor.
Ocakbaşında, bize hemen bir tepsi börek hazırlattı. Ben iki günden beri
ağzıma bir lokma koymamıştım. Böreğin bir kısmını Hüseyin Onbaşı ile
birlikte hapur hapur yemeye başladık, diğer kısmını da camideki arkadaş­
lara yolladık. Recep Çavuş, iki gün önce Komanova Muharebesi bozgu­
nunda kıtasından ayrılarak köyüne dönmüş. Ocakbaşında, duvarda iki
mavzer tüfeği asılı duruyor. Recep Çavuş bana şunları söyledi: " Eh , dört
yüz yıldanberi buranın sahibi siz Türkler idiniz. Kaybedilen Komanova
Muharebesi'nden sonra artık buralara tekrar döneceğinizi hiç sanmıyorum.
Arnavutların sonu hayırlı mı olacak, hayırsız mı olacak bunu da kestire­
mem. Gavurların bize bağımsızlık vereceklerini hiç ummuyorum. Allah
bizi kötü akıbetlerden korusun".
Ben, Recep Çavuş'a: "Belki bugün, belki yarın Sırp süvarileri
köyünüze girebilirler. Evvela, duvarda asılı olan ve her Arnavut için en
kıymetli birşey olduğunu bildiğim bu mavzer tüfeklerini iyice yağlayarak
ve bezlere sararak su geçmez sandıklar içinde yere gömmekliğinizi size
tavsiye ederim. Memlekete girecek Sırplılara karşı kafa tutmaya kalkmayı­
nız. Onlar Osmanlılar gibi hareket etmezler. Verecekleri cevap yangın ve
kurşundur. Barış zamanını sabırla beklersiniz''. Recep Çavuş bu tavsiyeye
hak verdi. Yemeğimizi yedik. Büyük bir kahve cezvesi ateşe sürülmüştü.
Ansızın odanın kapısı açıldı ve kır sakallı, uzun boylu bir ihtiyar odaya
girerek; Recep Çavuş'a Arnavutça heyecanlı heyecanlı birşeyler söyledi.
Lafın bitmesini bile beklemeyen Recep Çavuş ayağa kalkarak: "Aman,
derhal kuytu yerlerden köyü terkediniz. Düşman atlıları köyün kuzey çı­
kağına doğru geliyorlarmış" dedi.
Biz silahlarımızı kapıp karşımızdaki camiye koştuk, arkadaşlarımızı da
alarak köyün güneyindeki mezarlığa girdik. Recep Çavuş arkamızdan ba­
ğırdı: "Sakın ateş etmeyin, köyümüzü mahvettirirsiniz".
Köyün evlerine siper alarak acele adımlarla köyden dışarıya çıktık ve
bir sırt arkasında duraklayarak gelen Sırpları gözetledik. Bunlar, yedi sekiz
atlı bir keşif kolu idi. Çekingen ve ağır yürüyüşlerle köye yaklaşıyorlardı.
Onlar bizi hiç göremediler. Biz de ateş etmedik. Yoksa at üstünde bir
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALAR!

ikisini devirebilirdik. Bu köyden sonra Kalkandelen istikametinde hep yo­


kuş aşağı yürüdük. Beş altı saat sonra Kalkandelen şosesine ulaştık.

Şimdi bir muamma karşısındayız. Acaba Üsküp'e giren Sırplar, bizim


orduyu takip ederek, şosenin Kalkandelen istikametinde bu bizim ayak
bastığımız yerine kadar varmışlar mı, hatta daha ileri geçmişler mi, yoksa
henüz buraya kadar gelmemişler mi? Şose üstünde yürüyecek olursak
Sırp ileri kıtaları arasına düşmüş olmaz mıyız?

Esirlik tehlikesi içinde geçen saatler


Kurumuş mısır tarlaları arasına saklanarak yarım saat kadar yolu
gözetledik. Ne giden var, ne de gelen. Kalkandelen'e ne kadar mesafede
olduğumuzu da bilmiyoruz, aramızda buraları iyi tanıyan kimse yok. Et­
rafta da bilgisine başvurulacak kimse görünmüyor. Uzaklara kadar uzanan
ova içinde tek bir canlı mahluk yok. İnsanlar ve hayvanlar saklanmışlar.
Herhalde Sırplılar buralara kadar ulaşmış olsalardı, yol üzerinde irtibat ve
muhabere atlılarının gidiş gelişleri olurdu diye düşünerek şoseye çıktık.
Lakin bu yarım saatlik moladan sonra, benim yaralı ayaklarım, Üzerlerine
basılmayacak halde bana acı vermeye başladılar. Her attığım adımda
ayaklarımın altına çiviler saplanır gibi oluyordu. Bir müddet, çamurlu şo­
se Üzerinde emekleyerek yürümeyi tecrübe ettim. Meğerse insan emekle­
yerek en çok elli altmış metreden fazla yol alamıyormuş. Arkadaşlarım
kollarıma girdiler, bir müddet beni sürüklemek istediler. Bu da mümkün
değil. Bu defa herkesin beni yüz adım sırtında götürmesi kararlaştırıldı.
Bir müddet de böyle yürüdük. Fakat bu da olamayacak: "Arkadaşlar, siz
beni talihime bırakınız. Yolunuza devam ediniz. Orduya yetişiniz. Benim
yüzümden siz de düşman eline geçmeyiniz, şimdiye kadar gösterdiğiniz
sadakatten ve arkadaşlıktan dolayı . teşekkür ederim, haydi size Allah sela­
met versin, yolunuz açık olsun" dedim. Fakat birçok ısrarlarıma rağmen
beni terketmeye yanaşmadılar. Hem de dördü de aynı fikirde idi.

Hava kararmaya başlamıştı. Üsküp ile Kalkandelen arasındaki şose


boylarında Sırp köylerinin bulunduğunu biliyordum. Geceyi burada geçir­
mek de tehlikeli idi, fakat başka çare de yoktu.

Mevsim sonbahar, mısır tarlalarındaki mısırların koçanları alınmış,


yüksek sapları yerlerinde. Bu saplar oldukça kalın ve sık idi. Yoldan
görünmeyecek derecede bir tarlanın derinliğine daldık. Ateş de yakmadık.
Burada sabahlamaya karar verdik. Arkadaşlarım beni nöbetten affettiler.
RAHMİ APAK

Geri kalan dört kişi ikişer saat nöbet bekleyecek, uyumayacak kararı veril­
di. Tarlanın çamurları içine herkes istediği şekilde uzandı.
Sabahleyin, şafakla ilk önce ben uyandım. Meğerse bizi Tanrı bekle­
miş ve korumuş. İlk nöbeti alan bizimle birlikte uyumuş, sabaha kadar
beşimiz de baygın gibi yatmışız. Eğer Sırp köylüleri bizim burada olduğu­
muzu görselerdi ve ertesi günü Sırp askerlerinin buraya varacaklarını bil­
miş olsalardı, bu gece bizi bu tarla içinde gıcır gıcır keserlerdi. Verilmiş
sadakamız varmış dedim, hemen hala derin uykuya dalmış arkadaşları
uyandırdım.
Ayağa kalktık, yürümek istedim. Bu sabah, dünkünden daha kötü
durumdayım. Tek adım atmak bile mümkün değil. Ayaklarımın altı şiş­
miş, birçok yerlerinden cerehatlar akıyor. Bu acıyı başına gelmeyen bil­
mez. Benim de ilk başıma geliyordu. Ayak vurgunlarının askeri
yürüyüşlerde birçok döküntülere sebep olacağını ve her yürüyüşten önce
bütün erlerin ayaklarının, çoraplarının, kunduralarının muayeneden geçi­
rilmesi lazım geldiğini bize Harp Okulu'nda öğretmişlerdi. Bu derslerin
boşuna verilmemiş olduğunu şimdi takdir ettim. Çünkü eski zaman harp­
lerinde piyadelerin yaya yürüyüşleri büyük rol oynardı.
Ben, artık belki üç dört gün bu çamurlu mısır tarlası içinde kalmaya
mahkum idim. Ne yiyecektim, ne içecektim, beni buradan gelip kim kur­
tarabilirdi? Ümitsiz bir durum, fakat o halimle moralim de hiç bozuk de­
ğildi. Halimden şikayetçi değildim. Bu kavgaya sebep olanlara hiddet et­
miyordum. Binek hayvanımı altımdan alan topçu tabur kumandanına ve
top arabası üzerinde beni uyur bırakıp çekilip giden mehmetçiklere dahi
lanet etmiyordum. Beni dünyaya getirdiklerinden dolayı anama ve baba­
ma da kızmıyordum. Bunlar, harbin zaruretleri idi ve harp de insanlar
için bir zaruret idi. Memleketimiz bir müdafaa harbi yapıyordu, kimsenin
toprağını elinden almak için barışçıl memleketlere saldırmamıştık. Hergün,
benim gibi ne kadar Türk, düşman silahları ile öldürülüyor, kötürüm edi­
liyordu. Benim de bunların arasında bulunmaklığım bir tesadüften başka
birşey değildı. Dünyanın zevkini tatmadan daha yirmi beş yaşında belki
en müthiş işkenceler altında can verecektim. Bundan da bir üzüntü duy­
muyordum.
Şimdi, 68 yaşında, o günkü durumumu analiz ediyorum. Biz, ne ka­
dar bencillik bilmeyen bir nesil imişiz. Başkasının rahatını, zenginliğini
kıskanmak bilmediğimiz gibi, başkası yaşadığı halde bizim ölmekliğimiz­
den de şikayetçi değildik. Demekki bizim o zamanki nesil böyle imiş. Te-
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI

vekkül yani fatalizm beğenilir bir doktrin değildir. Fakat vatan ve millet
müdafaası gibi yüksek ülkülerde insan için bir kuvvet kaynağı oluyor.

Kurtuluş
Gözlerim şoseye bağlı, nereden, sağdan mı, yoksa soldan mı kimse
veya bir askeri birlik görünecek? Hah, işte, Kalkandelen istikametinden
bize doğru bir atlı grup gelmeye başladı. Dur bakalım, belki bızır yetişi­
yor. Fakat, acaba bu süvariler, Kalkandelen üzerine geceleyin keşif için
yürüyüp de şimdi geriye dönmekte olan Sırp atlıları mı? 25 30 kadar at­
-

lı, ağır ağır ilerliyor. Fakat bunların 200 metre kadar ilerisinde üç atlı gi­
diyor. Bu halde Sırplıların taarruz istikametine karşı emniyet tertibi almış
olmalarına göre Türk süvarisi olmaları çok muhtemel. Hepimiz tarlaya
yüzükoyun yapıştık. Mısır sapları arasından gözetliyoruz. Önde giden üç
atlı hizamızdan geçti. Tamam, bizim süvariler. Arkadaki büyük kısım hi­
zamıza gelince ben tarlanın içinden ayağa kalktım, seslendim. Ellerimi
kaldırdım, bağırdım: "Durunuz, durunuz" durakladılar. İki arkadaşım kol­
tuk altlarımdan tutarak beni atlıların yanına götürdüler. Çok mu sevin­
dim, az mı sevindim bugün hiçbir şey hatırlamıyorum.
Keşif kolomuz sabahın erken saatinde, Kalkandelen'den yola çıkarıl­
mış ve Üsküp'ten sonra Sırplıların ileri hareketlerini anlamaya memur
edilmiş. Yirmi dört er ve iki subaydan mürekkep. Subayların birisi, iki
metre kadar uzun boylu Üsküplü Hüseyin, diğeri de Erzincanlı Kemal,
ikisi de teğmen. Halimi gördüler, derhal bir eri attan indirip beni bindir­
diler. Bu er ve diğer dört arkadaşım yaya olarak geriye iki saat ötede Kal­
kandelen'e geldik.
Ben, bu Üsküplü Hüseyin'i bir daha göremedim. Fakat Erzincanlı
Kemal hakkında biraz yazmak istiyorum. Bu genç, ittihatçı propagandası
ile gıda almış, müfrit Türkçü, müfrit vatansever bir delikanlı idi. Ordu,
Manastır muharebesinde dahi yenilgiye uğrayarak güney Arnavutluk'a çe­
kildiği zaman, Berat şehrinde, Beşinci Kolordu Kumandanı ve Hürriyet ve
İtilafçı Kara Sait Paşa'yı öldürmek için makamında kendisine silahla ateş
etmiş ise de muvaffak olamamıştı. Kolordu kumandanı, ordunun müdaha­
lesi ile bu subayı kurşuna dizememiş. Erzincanlı Kemal, barış olunca İs­
tanbul'a dönmüştü. Sonra öğrendik, ittihatçılar, bu delikanlıyı fedai ola­
rak, zamanın Kürtçülük hareketinin başında bulunan eski Elçilerden Şerif
Paşa'yı öldürmek üzere Paris'e göndermişler. Fakat zavallı Kemal Paris' teki
otelinde oturan Şerif Paşa'ya da ateş ettiği halde isabet ettirememiş, Şerif
Paşa'nın adamları tarafından otelin salonunda öldürülmüştü.
F 5
66 RAHMİ APAK

Kalkandelen'e çekilen birlikler, Ondokuzuncu Tümeni oraya artçı


olarak bırakmışlar. Bu tümenin Kumandanı Sait Paşa adında bir zat.
Kurmayında da Yüzbaşı Kırklarelili Şakir (sonra general olarak vefat et­
miştir) bulunuyor. Hemşeri olduğumuzdan bana bir binek atı verdirdi,
ben de tümen karargahına katıldım.

Tümen, kendisine çeki düzen vermek, askerin yiyeceğini sağlamak,


fazla ağırlıkları Manastır'a yola çıkarmak ile uğraşıyordu. Karargahı Bek­
taşi tekkesinde idi.

Şar dağının her yamacından fışkıran bol sularla sulanan Kalkandelen


ovası Arnavutluk'un çok kıymetli bir parçasıdır. Toprağı pek bereketli
meyveleri ve bilhassa elması ve armudu meşhurdur. Halkının çoğunluğu
Arnavut Kega'dır. Bazı Sırp ve Ulah köyleri de vardır. Gerek Kuzey ve
gerek Güney Arnavutluk'ta Bektaşilik çok yayılmıştır. Her kasabada ve
dağ yüksekliklerinde Bektaşi tekkelerine tesadüf edilir. Herhalde, Arnavut­
ları Osmanlı idaresine yaklaştırmak için bu Bektaşi tekkelerinin çok fayda­
sı dokunmuş olacak. Sırası gelmişken söyleyeyim. Irak'ın Kerbela şehrinde
hala mevcut olan bir Bektaşi tekkesini idare eden aile bir Arnavudun to­
runlarıdır.

Geceyi Kalkandelen'de geçirdik, ertesi sabah geri yürüyüşe başladık.


Kalkandden' den sonra Gostuvar denilen bir ilçe merkezinden geçtik.
Hükümet dairesi tamamıyla boşalmıştı. Merak şevkiyle hükümet konağına
girdim. Kaymakam odasının kapısında (makamı a!ii kaim mekami), yani
kaymakamlık yüksek makamı yazılı bir levha duruyor. Kendi makamının
yüksek olduğunu bildirmek isteyen bir kaymakamın marifeti olacak.

Halk kasabalarının etrafında kavga istemiyor


Halk, kendi kasabalarının civarında düşmanla harp edilmesinden çok
ürküyordu. Üsküp'te, Kalkandelen'de ve diğer kasabalarda dahi halkın
ileri gelenleri çekilmekte olan kıta kumandanlarına başvurarak kendi kasa­
balarında istirahat edilmeksizin yola devam edilmesini talep etmişlerdir.
Buna hayret edilmemelidir. Biz, su katılmamış Türklerle meskun olan ba­
zı Anadolu kasabalarında dahi, İstikliil Savaşı esnasında, çekilen kıtalarımı­
zın derhal uzaklaşmasını isteyen, Yunan Ordusunu karşılamak için Rum
papazının etrafında toplanıp Yunan kumandanına ekmek ve tuz götüren
eşrafı da gördük. Bereket versin ki bunlar azınlıkta kaldılar ve vatansever
Türkler bu bozgunculara üstün geldiler.
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALAR!

Komanova Meydan Muharebesi'nin kısaca hikayesi


Ondokuzuncu Tümenle birlikte Manastır İstikametinde çekile dura­
lım, içinde bulunmadığım Komanova Meydan Muharebesi hakkında ar­
kadaşlarımdan dinlediklerime göre aklımda kalan birkaç satırı yazmak ki­
tabım için lüzumludur.

Balkan harbinde, Osmanlı orduları sayı ve silah bakımından düşman­


larından çok aşağı değildi. Komanova Muharebesi'nde Sırp Ordusunun
karşısında Beşinci, Altıncı ve Yedinci Kolordularımızla bir süvari tümeni­
miz vardı. Yalnız, en sağdaki Altıncı Kolordumuzun bir kısım kuvvetleri
Sofya'dan ilerleyen bir Bulgar koluna da karşı koymak zaruretinde idi. Si­
lahları ve bilhassa topçusu kuvvetli olan bu üç kolordumuz sayı bakımın­
dan noksanlığına rağmen iyi bir emir kumanda altında, düşman kuvvetle­
rini mağlup etmese dahi büyük kayıplarla ve birkaç muharebe vererek Ba­
tı Rumeli' de tutunabilirdi.

Ordunun en zayıf yeri tümen, alay ve tabur kumandanlarının kabili­


yetsizliği idi. Türk Ordusu Sultan Hamid zamanında savaş gücü olarak
yetiştirilmemişti. Orta komuta heyeti savaş mefhumunu hiç bilmiyordu.
Mesela; Komanova ilerisinde Sırplılarla ilk temas yapıldığı zaman, ilk ça­
tışmada kuvvetli darbeler vurulmuş ve o gün akşama kadar muharebenin
talihi lehimize görülmüştür. Gece basınca bazı tümen kumandanları mu­
harebe idare yerlerini terkederek Komanova kasabasına inmişler, askerleri­
nin başından ayrılmış ve hatta bazıları o gün kendilerine tebliğ edilen ge­
nerallik rütbesinin alametlerini taktırmak için gece yarısı kasabanın terzile­
rini uyandırıp, pantolonlarına kırmızı paşa zırhı taktırmakla meşgul ol­
muşlar. Seferber olmalarını tamamlayamayan Redif Alayı ve Tümenleri
ise o gece kıtalarını terkederek dağılmışlar. Bir muharebe esnasında en zi­
yade lazım olan demir gibi bir inzibat şiddetini gösterecek subaylar ve ku­
mandanlar yokmuş. tvievkiini terkeden bir kıtanın boşalmış yerine ihtiyat­
lar sürülmemiş, elden çıkan bir mevziin tekrar geri alınması için derhal
karşı taarruza geçmek akıl edilememiş.

Talim ve terbiyesi ve zabt ve rabtı noksan orduların birinci düşmanı


olan yağmur, çamur ve kar dahi işin içine girmiş. Hulasa, bilgisizlik, ida­
resizlik yüzünden diğer muharebelerin olduğu gibi Komanova Meydan
Savaşı da kaybedilmiş.

Ondokuzuncu Tümen, Gostvar' dan sonra Kırçova'ya çekildi. Burada


bir gece istirahat edildi.
68 RAHMİ APAK

Kırçova Muharebesi
Kırçova, ahalisi Bulgarca konuşan bir kasabadır. Buranın Müslüman­
ları yani Türkleri de Bulgarca konuşuyorlar. Ertesi sabah, ileriye atılmış
bir Sırp kıtası Kırçova' da bize yetişti ve saldırdı. Zayıf bir kuvvet imiş,
topçusu da yok. Tümenin bir kısım kuvvetleri kasabanın kuzeyinde bu
düşmana karşı muharebeye girdiler ve iki saat kadar süren bir çarpışma­
dan sonra Sırplıları geriye püskürttüler. Kırçova ahalisi kendi silahları ile
askerin yardımına geldiler ve en ön hatta kadar ilerleyip bizimle birlikte
savaştılar. Bulgarca konuşan kasaba kadınları, ellerindeki testilerle: "Asker
voda, asker voda . . . " diye bağırarak en ileri hattaki askerlere ve kendi koca­
larına su taşıdılar.
Muharebeyi idare eden tümen kumandanının bu küçük Sırp birliği
karşısında gösterdiği telaşı görmek, işten anlayanları ürkütecek birşeydi.
Güya, kasabanın kenarındaki bir sırttan, karşıdaki Sırp kuvvetlerine bay­
rakla işaret eylediğinden dolayı tevkif edilip kurşuna dizilmek üzere paşa­
nın yanına getirilen bir Kırçovalı Bulgarı, kazanılan zafer şerefine paşanın
affetmesinin ilan suretiyle yaptığı jest dahi pek acemice birşey oldu. Ben
bu kumandanı küçültmek için bu satırları yazmadım. O zaman Sair Pa­
şa'dan sinirleri daha sağlam ve otoriter kumandanlar yok gibi idi. Biz baş­
tanaşağı, muharebenin ne olduğunu, nasıl yapılacağını bilmiyorduk. Bunu
bize, Balkan harbinden sonra gelen Almanlar ve Büyük Harp'in tecrübe­
leri öğretti.
Ben, o günkü muharebede, kıtasız ve aylak olduğum için, kendiliğim­
den ileriye atılarak ön hatlara gittim. Bir barakanın arkasına, boğazından
vurulmuş çok genç bir istihkam teğmeni arkası üstü yatırılmış, askerleri­
nin kucağına başını dayamış, yarası sarılmak üzere bekliyor. Boynunda
aslı dürbünün şeritleri yara deliğinin üzerine gelmiş, elimi uzatıp
dürbününü boynundan çıkarmak istedim, hemen elimi itti ve dürbününe
sarıldı. Benim de subay olduğumu görüyordu, dürbününü alıp kaparım
mı, sandı. Bu gencin bu hareketini hiç unutamam. Biraz daha ilerledim.
Üç tane Kırçovalı başıbozuk, yanyana yatmışlar ateş ediyorlar. Sırp piya­
deleri de birer ikişer, bizim sevk ve idaresiz ateşimiz altında sıçramalarla
ilerliyor. Başıbozukların birisinin elinden silahı alarak ne zaman ateş edi­
leceğini onlara gösterdim. Düşman askerini ayağa kalkıncaya kadar bekle­
melerini ve sıçrama için kalkınca ateş etmelerini öğrettim. Bu esnada ben­
den bir kişi ötedeki başıbozuğun ağzından bir kurşun girdi. Dişleri kırıl­
mış, ağzını açmış kanlı ağzı ile: "He he he" diye kekeliyor. Geriye gidip
YETMİŞLİK BİR SCBAYIN HATIRALARI 6<)

kendisini doktora göstermesini söyledim, lakin kırık dişleri ve çenesi ile ye­
rinden ayrılmadı, ateş etmekte devam etti.
Elimizde ne kuvvetli bir kumaş, bir malzeme varmış. Bu kahraman
insanları derleyip toplayıp bir inzibat altında kullanamadık ve bilgisizlik
yüzünden Balkan harbini ve Rumeli'yi kaybettik.
Erkeği ve kadını büyük bir kahramanlık misali veren bu Kırçova hal­
kını, öğleden sonra terkederek Manastır istikametinde geri yürüyüşe devam
ettik ve bu vatanseverleri kendi mukadderatlarıyla başbaşa bıraktık.
Yolda, altımdaki hayvanı gören bir subay, bu hayvanın kendi kıtası­
nın malı olduğunu beyan ederek hayvanı elimden çekip almak istedi. Ha­
kikaten bizim tümen karargahı bu hayvanı başka bir kıtadan çalmış. I\Ie­
ğerse, her birlik geceleyin komşusunun mekkari ve binek hayvanını çalı­
yormuş. Halimizin ne olduğunu gösterecek bir misal daha.

Manastır Meydan Muharebesi


( 14 - 18 Kasım 1 9 12)
Manastır'a döndükten sonra, ben asıl vazifem olan Vardar Ordusu
karargahına katıldım. Bu karargahta Harp Akademisi mensuplarından yedi
sekiz arkadaşım vardı. Bunlar hiçbir eşyalarını kaybetmemişlerdi.
Ordu, Manastır'da son bir müdafaa savaşı yapmak üzere derlenip,
toplanıyordu. Düşman sıkı bir takip yapamamıştı. Sol cenahı göle ve sağ
kanadı da geniş bataklıklı Keserna Çayına dayanmak üzere şehrin beş altı
kilometre kuzeyinde sırtlar üzerinde üç kolordu mevzilere girmişler, sıper­
ler ve hendekler hazırlıyorlar.
Orduca yazılarak bastırılan ve kıtalara dağıtılan bir beyannamede, bu
son savaşta geri gitmek, çekilmek olmayacağı, bu savaşın Rumeli'nin mu­
kadderatını belirteceği, herkesin vatan savunması için kanının son damla­
sını akıtması lazım geleceği bildiriliyordu. Ordu muharebe idare yeri Be­
şinci Kolordu'nun muharebe idare yeri olan sırtın gerisinde idi. Kolordu
kumandanları ve hatta ordu kumandanı muharebe sahasının büyük kısmı­
nı nezaretleri altında bulunduruyorlardı. Hava hafif yağmurlu ve toprak
tamamıyla çamur. Aklımda kaldığına göre, Vardar Ordusu Manastır'da
60.000 kadar bir kuvvet toplayabilmişti. Fakat bunun hepsini muharebe
hattına sokamamıştı. Sakarya Muharebesi'nde derme çatma 40.000 kişi
ile yüz binden fazla Yunan askerini karşılayan Kemalist kuvvetlerin
RAHMİ APAK

gösterdikleri cesaret ve inadın yarısını Manastır'da gösterebilmiş olsa idik,


Sırp Ordusunu bu son muharebede yenilgiye uğratabilirdik. Daha ilk
günkü tutumu, o zamanki aklımla beğenmemiştim. Çünkü ordu ve kolor­
du karargahları geceleri dönüp şehirde gecelemekte ve ertesi sabah atlara
binerek muharebe idare yerlerine gitmekte idiler. Birçok subaylar bilhassa
kıtasız kalmış olan kumandanlar kepdi yaverleri ve emir subaylarıyla gelip
muharebeyi seyretmekle vakit geçiriyorlar. Kolorduların tümen alay birlik­
leri ile telefon bağlılığı kurulmamış oldu,ğ undan, karargahlardan cephelere
emir subayları ile haber gönderiliyor.
C stelik bu seyirciler iş başındaki mesul kumandanları tenkit ediyorlar.
İşi kalmamış olan Efe Kazım adında bir Albay, muharebenin cıvcıvlı bir
zamanında seyirci olarak bulunduğu Beşinci Kolordu muharebe idare ye­
rinde kolordu kumandanına akıl öğretmeye kalkıyor. Kolordu kumandanı
kendisini dinlemeyip susmasını ihtar edince aylak Albay Efe Kazım orada
kolordu kumandanına tabanca çekiyor. Yanlarındaki subayların müdaha­
lesi ile silah patlamıyor. B unu ben gözlerimle gördüm. Kolordu Kuman­
danı Kara Sait Paşa hürriyet ve itilafçıdır, Albay Efe Kazım ise İttihat ve
Terakki Partisi'ne mensuptur.
Düşmanla temasın ikinci günü bütün cephe boyunca piyade ve topçu
ateşi şiddetlendi. Sırplıların ancak iki adet on santimetrelik uzun menzilli
topu var. Bu toplar ordu kumandanının muharebe idare yerine kadar
atışlarını uzatıyor, fakat düşen mermiler çamura saplanıp patlamıyor.
Askerler ve kumandanlar, geride demir ve zalim bir elin kendi arkala­
rında bulunmadığını biliyorlar. Daha muharebenin üçüncü günü sabahı,
bir topçu bataryamızın hayvanlarını koşarak geriye kaçmaya başladığını
gördük. Bu kaçış, batarya civarındaki piyadelere de sirayet etti. Yüzlerce
askerimizin geriye çekilişleri başladı. Genç Kurmay Yüzbaşı Kazım (Eski
Bakan ve Meclis Başkanı Kazım Özalp) kendiliğinden roververini kullana­
rak bu kaçışı durdurdu. Fakat yalnız bir el ne kadar şakırtı yapabilir.
Nerde o Sakarya' nın kahraman ve eli tabancalı kumandanları, böyle gev­
şek muharebe mi olur. Askerler ne kadar kahraman olursa olsunlar zafer­
ler daima bölü k, tabur ve alay ve daha yüksek kumandanların fedakarlığı,
enerj i ve idare ve bilgisi ile kazanılır. Manastır Savaşı'nın taktik ve stratejik
tafsilatını askeri eserlere bırakıyorum. Bunlara benim kitabımda yer veril­
memiştir. Muharebenin dördüncü akşamı sol cenahımızın bozulması
yüzünden ordu genel çekilme emrini verdi. Biz de meçhul akıbetimize
doğru çekilmeye başladık.
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI

Nereye gidiyoruz? Güneyde, çekiliş istikametimizde Yunan Ordusu


bizden altı saat arkadaki Florina'ya doğru ilerliyor. Yolumuz Filo<İna'dan
geçecek. Bu gece Yunanlılar Filorina'ya girmezden önce buradan geçmek
ve sonra batıya dönen şoseyi takip ederek Görice'ye ve oradan da Güney
Arnavutluk'a sığınmak kararı verilmişti. Güney Arnavutluk bağımsızlığını
ilan etmiş, Kartal işaretli Arnavut bayrağını çekmişti. Fakat Yanya henüz
düşmemişti. Binaenaleyh, elimizde kalan döküntülerle Sırplara karşı bir
cephe kurmak ve bir kısım kuvvetlerle Yanya'yı takviye ederek vazifemizi
sonuna kadar uzatmak işini yapacağız.
En sol kanatta bulunan Yedinci Kolordu'nun Kumandanı Fethi Paşa
şehit olmuştu. Bu kolorduya çekilme istikameti verilemediğinden geceleyin
her erin ve subayın: "Yedinci Kolordu Berata ... . '' diye bağırması tembih
edildi.
Hafif bir yağmur altında, Manastır şehrinin kenarından geçip Florina
şosesi üzerinde yürüyoruz. Gece karanlık, çamur dizlere kadar. Yol üze­
rinde terkedilmiş arabalar, cephane arabaları ve bazı topları görüyoruz.
Uzun bir döküntüler kafilesi. Bazı, bölük halinde ve subaylarıyla yürüyen
muntazam kıtalar da var. İkide bir: "Yedinci Kolordu Berata. . . " sesleri
yükseliyor. Biz üç arkadaş hayvan üstünde yanyana gidiyoruz, konuşmu­
yoruz. Akıbetimizin vahimliğini düşündüğümüz bile yok. Felaketi tabii
görüyoruz. Artık ızdıraplara ve felaketlere alışmışız demek. Harbin ilk
günü Gilan ilerisinde hudut kulemizi terkedip geriye çekildiğim zaman ve
Sırp köyündeki iki bin kiloluk peksimet depomuzu bıraktığım vakit büyük
bir acı duymuştum. Şimdi kasabaları, şehirleri, vilayet ve kıtaları bırakıp
çekiliyoruz. Her tarafta perişanlıklar, devrilmiş arabalar, terkedilmiş toplar,
dizlere kadar çamurlar içinde yürüyen mehmetçikler, karanlık, yağmur,
soğuk bize dokunmuyor. Demekki kanıksadık.
Yürüyüş devam ediyor, seslere devamda: "Yedinci Kolordu Berat'a .. " .

Berat, Güney Arnavutluk'ta o zaman mutasarrıflık merkezi olan büyükçe


bir şehirdir. Semeni suyunun suladığı verimli ve geniş bir ovanın içinde­
dir. Gece yarısına doğru Filorina civarından geçtik. Yunanlılar henüz gel­
memiş. Belki yarın, orada Sırplılarla birleşecekler. Arkadaşımın birisi:
"Bunlar yarın birleşirken birbirlerini tanımayarak Türk sanıp birbirleriyle
muharebeye tutuşurlarsa bizim için faydalı bir iş yapmış olurlar" diye şa­
kalaştı. Şimdi önümüzde dört beş mehmetçik yürüyor, bir ses: "Yedinci
Kolordu Berut'a ... ". Ağızdan ağıza verilen emir derhdl başka kalıp almış.
Mehmetçiklerin konuşmalarını dinliyorum: " Ulen, Berut Arabistan'ın iske-
RAHMİ APAK

lesi be. Bu Arabistan Arnavutluk'a bu kadar yakın mı imiş be? . . . ". Öteki
cevap veriyor: "Ulen Mehmet, Berut'ta vapura atlar Kastamonu'ya gideriz
be".
Zavallı mehmetçik, sen tarih boyunca yürüdün, bilmediğin diyarlarda
şeref ve ilerleme yürüyüşleri yaptığın kadar ızdırap ve gerileme yürüyüşleri
de yaptın. Fakat seni bekleyen yuvana döndüğün pek nadir olmuştur. Be­
rut'ta ve Fiyeri'de seni açlık ve tifüs bekliyor.
Bütün gece ve ertesi günü yürüyüşe devam ettik. Nemli, ıslak, güneş­
siz hava dahi devam etti. Bulutlar arasından tek bir güneş ışığı yüzümüze
gülmedi. Döküntü kafilesi, Mısır firavunları tarafından kovulmuş İsrail
göçebeleri gibi yürüdü durdu. Yalnız şu farkla ki onların başına bir Musa
geçmiş, onları derlemiş, toplamış ve perakendelere sahip olmuş. Bizde
öyle de değil. Perakende subaylar kendi başlarına gidiyor. Bazı, kıta halin­
de derli toplu yürüyen ve subayları başlarında birlikler de var. Fakat bun­
lardan hiçbirisi perakendelere ilgi göstermiyor. Bunları kendi kıtalarının
içine sokmuyor. Belki de onları doyuracak erzakları olmamasından veya
sözleri geçmeyecek korkusundan, fakat herhalde iyi bir subayın böyle ol­
maması gerekirdi.

Akşamleyin, bir büyük köy veyahut bucak merkezinde kaldık. Geceyi


kapalı bir yerde geçirmek için bir Bektaşi tekkesine girdik. Tekkenin se­
mahane denilen geniş ibadet salonunun döşemesi tahtadan. Henüz seyyar
karyolalarını muhafaza eden bizim üç sınıf arkadaşı bu karyolaları kurdu­
lar, yatak ve battaniyelerini açtılar, soyunup yattılar. Benim hiçbir şeyim
yok, kuru tahta üzerine yastıksız uzanmak da pek rahat birşey değil. Tek­
ke şeyhinin makamında serili parlak ve çok büyük bir koyun postu var.
Ben de postun üzerine uzandım. Arkadaşlar, bir sigara paketinin ortasına
bir de mum diktiler. Ölü bir ışık içinde uykuya daldılar. Bende kolumu
yastık yaptım gözlerimi kapadım.

Bektaşi babasının marifetleri


Bir iki dakika sonra birisi geldi, kolumu dürttü : " Efendi burada yat­
ma kalk. . . . " bu, tekkenin hizmetçisi imiş: " Neden?" dedim : ''Burası şevhin
postudur, iyi değildir, seni burada uyutmazlar" dedi: "Haydi yahu. git işi­
ne. Ben uykusuzluktan ölüyorum. Alayın sırası değil" diye cevap verdim,
adam da uzaklaştı. Öyle amma, galiba içime de bir kurt girmiş olmalı.
Tam kendimden geçmek üzere iken birdenbire birisi saçımdan bir tutam
yakalayarak ç·ekmesin mi. Fırladım, kimseler yok. Arkadaşlar karvo laları n -
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI 73

da uyuyorlar. Mum, titrek ve soluk ışığıyla yanmakta devam ediyor. Hay


başıma gelenler. Bu herifin telkini sinirlerime geçmiş demek. Tekrar
gözlerimi kapadım. Dalayım demeye kalmadı, birisi kuvvetlice kulağıma
asıldı ve çekti. Hemen doğruldum, meydanda kimse yok. Arkadaşlar derin
uykuda. Mum yanıyor. Tekke hizmetçisi bu işi yapamaz. Arkadaşların da
şaka yapacak halleri yok, şakanın da zamanı değil. Şeyhin ikinci manevi
marifetine de aldırış etmedim. Tekrar kafamı koluma dayadım, gözlerimi
yumdum. Tam kendimden geçmek üzere iken bu defa birisi yanağıma
öyle şiddetli bir şamar attı ki, uyanınca şamarın acısının devam ettiğini ve
kulaklarımın çınladığını duydum. Anlaşıldı, bu post üstünde yatmakta ıs­
rar edecek olursam Bektaşi babası bana sabaha kadar bir araba dayak
atacak.
Yavaş yavaş ve sürünerek postu bıraktım ve arkadaşlarımın birisinin
karyolasının dibine kuru tahtanın üzerine uzandım ve hemen derin bir
uykuya daldım, sabaha kadar deliksiz bir uyku.

Baldıran çorbasından zehirlenen mehmetçikler


Sabahleyin kalkıp tekkenin avlusuna çıktım. Bir de ne göreyim, üç as­
ker, altında ateş yanan bir tencerenin başında yanyana uzanmışlar, can çe­
kişiyorlar ve inliyorlar. Elleri ve yüzleri mosmor ve şişmiş. Tencerede bal­
dıran kaynatmışlar, bunu yemişler ve üçü de zehirlenmişler. Artmış baldı­
ranların bir kısmı tencere içinde, bir kısmı yerlerde saçılı, ne köylüler ve
ne de başka askerler aldırış etmiyor. Arnavudun birisinden yoğurt iste­
dim: "Yok" cevabını verdi. Hemen bir mecidiye çıkardım: (Bugünkü para
ile on lira karşılığı) ve: " Haydi be kardeş sen de Müslümansın, al bu me­
cidiyeyi, bir kase yoğurt bul ne olursun ? " dedim. Arnavudun gözü faltaşı
gibi açıldı. Koştu, koca bir kase yoğurt getirdi. Fakat, mehmetçiklerin
ikisinin ağzı bile açılmıyordu. Hayat kalmamıştı, birisi henüz canlı idi.
Parmaklarımı sokarak bunun ağzını zorla açtım, Arnavut da yoğurdu ağ­
zına döktü. Bir saat kadar meşgul oldum ve bu askeri kurtardım. Kendisi­
ne geldi, diğer iki mehmetçik kurtulamadı. Zavallı mehmetçikler, ne Ar­
navutluk'un Berut'una gidebildiler ve ne de orada vapura binip Kastamo­
nu'ya ulaşabildiler. İlgisizliğin, bilgisizliğin ve açlığın kurbanı oldular.

O gün yürüyüşe devam ederek Görülce'ye geldik. Burası da o zaman


mutasarrıflık merkezi, büyükçe bir şehir, ahalisi içinde bolca sayıda Ulah­
lar var. Bunlar Romanyalı Hıristiyanlar. Bulgarlara ve Yunanlılara sevgile­
ri yok. Erkekleri de entari ile gezıyor. Ticaret ve alışverişle meşgul kimse­
ler.
74 RAHMİ APAK

Görülce'den sonra küçük bir Arnavut kasabası olan Leskovik'e geldik.


Bunun güneyinde Koniçe adında bir kasaba daha var ki Epir bölgesine
girer. Bu Epir bölgesindeki Rum ahali de ayaklanmış, çeteler kurmuşlar,
Yanya'da savaşan Yunan Ordusuna yardım ediyorlar. Bunun için Koni­
çe'ye derlitoplu kıtalardan Otuzyedinci Alayın İkinci Taburu gönderilmiş.
Bu taburu beslemek ve ayrıca diğer bölgelerdeki askerlerimizin de ia­
şesine yarayacak erzak tedarik etmek üzere ordu karargahından iki subay
Koniçe'ye gönderilmek kararı verildi. Bunlardan birisi Harp Akademisi sı­
nıf arkadaşlarımdan Arnavut Leskovikli Cavit idi. İ kincisi de bir yüzbaşı
olup ordu karargahından ayrılmayı istemediğinden. onun yerine gönüllü
olarak ben gittim. Başımızda başkan olarak süvari Binbaşısı Faik Bey var.
Elimize 200 sarı lira para verildi. Bu para ile alacağımız yemek ve yem
malzemesi ile Koniçe garnizonunu besleyeceğiz Arnavut Albay Şahap Bey
bu Garnizonun Kumandanı ve Kolağası Muğlalı Mustafa (Orgeneral
Mustafa Muğlalı)'da Kurmaybaşkanı.
Koniçe kasabasındaki nüfusun dörtte biri Rumca konuşan Türkler,
dörtte üçü de Rumlaşmış Hıristiyan, Arnavut ve Rum idi. Civar köyler
hemen kamilen Rum. Rumlar Amerika'da, Romanya'da ve Mısır'da tica­
ret yaparak zenginleşip memleketlerine dönmüşler, muntazam evler ve
büyük köyler vücuda getirmişler. Her köyde eczahane ve doktor da var.
Arazi çok dağlık.
Erzak tedariki oldukça güç idi, Rum ahali bunları saklıyordu. Evleri
basmaktan ürküyorduk. Müslümanları da sıkıştırmak istemiyorduk. Fakat
birbirlerini sevmeyen bu Rumca konuşan Türkler, düşmanlık etmek için
birbirlerinin arpa, saman ve buğdayını ihbar ediyorlardı. Hatta babasının
arpa ve otunu haber veren evlatlar veya oğlunun erzakını gizlice bize bil­
diren babalar gördük. Bu haber verme, askere yardım gibi yüksek bir ide­
al için yapılsa idi, takdire değerdi. Fakat komşusuna veya akrabasına fena­
lık olsun diye yapıldığına göre, buradaki ahlak bozukluğunun manasını
okuyuculara bırakıyorum.
Kirasova Köyü'nü nasıl bastık?
Koniçe'ye on kilometre mesafeye kadar olan Rum köyleri bize karşı
henüz ayaklanmamışlardı. Fakat daha uzaktakiler silaha sarılmışlardı.
Bunlardan mesela, Kirasova adındaki bir büyük köyde silahlı olarak top­
lanmış köylülerin başında bulunan bir Rum kaptan, bize mektup göndere­
rek hakaret edici sözler ile dağlara gelip boy ölçüşmeye bizi davet etti.
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI 75

Dört yüz mevcutlu Otuzyedinci Alayın İkinci Taburu, bir jandarma


bölüğü ve tek bir adi ateşli tophane mamulü dağ topu (Balimus topu)dan
mürekkep bir müfrezeye beni de kattılar ve bir gece sabaha karşı yola çık­
tık. Ben, bu müfrezenin hem kurmayı ve hem de ordu iaşe komisyonu
temsilcisi idim. Başkanımız Faik Bey ile Arnavut Teğmen Cavit Koniçe'de
kaldılar. Ben, gittiğimiz yerlerden zaptedeceğimiz erzakı Koniçe' deki am­
barımıza yollamak üzere emir aldım.
İlk geceyi, adını şimdi unuttuğum büyük bir Epir Rum köyünde ge­
çirdik. Köye girerken, köyün bin beş yüz metre uzağında susuz ve derin
bir dere çukurunun arasındaki sırtta mevzi almış otuz kırk kadar çetenin
ateşi ile karşılandık. Bunlar Kirasova'daki kaptanın emniyet karakolu ola­
cak. Topumuzun ancak yedi güllesi vardı. Bu küçük dağ topunu mevziye
soktuk ve 1 500 metre nişangah ile ilk mermiyi çetecilerin tam kafası üzerin­
de patlattık. Derhal ateş kesildi ve Rum çetesi yok olup gitti. Rum
köyüne girdikten sonra köylüler bu isabetli atışa hayret edip durdular.
Bunlar hayatlarında top ateşi görmemişler. Derin vadiler içinde küçük ye­
di buçukluk balimus topunun sesi müthiş gürültü yapmıştı.
Geceyi köyde geçirdik. Ben köyün doktorunun ve eczacısının evinde
yattım, konfor mükemmel. Ertesi sabah büyük susuz dereyi kuzey istika­
metinde atladık. İki saat dizlere kadar karlar içinde yürüdük. Sonra derin
bir derenin içindeki Kirasova köyünü gördük. Köyün etrafındaki sırtlarda
mevzi almış çeteciler ilk ateşi açtılar. Asker aç, zayıf ve maneviyat kırık.
Mehmetçiklere şöyle haykırdık: "Köyün içinde ne bulursanız sizin haydi
ileri" köye inen ve bele kadar karlarla kaplı sırtlardan mehmetçiklerin ve
subayların saldırışı görülecek bir manzara, hiç kimse kurşun tehlikesini
düşünmüyor. Bir ayak önce bol bol karnını doyurmak hırsı ile köye doğ­
ru atılıyor. Çeteciler, bu atılıştan çok ürktüler ve ateşle mukabele dahi
edemeyerek çil yavrusu gibi kuzey ve kuzeydoğu istikametine kaçtılar.
On dakika sonra tabur köye girdi, askerleri toplayıp düşman istika­
metinde bir ileri karakol tertibatı aldırmak için çok güçlük çektik. Köyde
insan ve hayvan kalmamış. Yalnız kümes hayvanları ile bazı koyunlar ve
birkaç öküz ve inekten maada, o gece mehmetçikler binlerce tavuk yedi­
ler. Geceleyin her evden tavuk ve kuzu bağırtıları işitildi. Odun bol, evler
mazbut, yataklar karyolalar, masalar, tabaklar, fıçılarla yağlar, pekmezler,
ballar olduğu gibi bırakılmış.
Bizim böyle bir sefer yapmaya niyetimiz yoktu. İhtiyacımız olan iaşe
maddelerini peşin para ile satın alıyorduk. Çete kaptanları bizi tahrik etti-
RAHMİ APAK

ler. Akıllarınca şeref kazanmak istiyorlardı, fakat bizi köylerine kadar çek­
tikten sonra, sayıca bizden üstün oldukları halde müdafaa etmediler. Ma­
demki müdafaa etmeyeceklerdi, niye caka satıp da bizi harekete geçirdiler.
Köylülerin rahatını bozdular. İşte akılsız başlar kendi adamlarına böylece
fenalık getirirler. Biz, mağlup olmuş bir ordunun döküntüleri idik. Kavga­
yı hiç istemiyorduk, aç kalmamak ve barışı beklemekten başka düşünce··
miz yoktu.
O gece bütün askerler ve subaylar rahat bir uyku çektik. Ertesi günü
köyün içinde dolaşıyorduk. Bir er, üç arı kovanının arasına uzanmış, bay­
gın bir halde yatıyor. Yukarıdan, aşağıdan gidiyor. Etrafında iki üç er
ayakta ona bakıyor: "Ne olmuş?" diye sordum: " Efendim, üç arı kovanı­
nın içinden bütün balları çıkarmış. Sabaha kadar hepsini yemiş. Tabii ze­
hirlenmiş, kusuyor ve ishal de olmuş. Yerinden kalkacak halde değil:
"Ulen körboğaz herif biraz bal da bize bıraksan ne olurdu" diye hayıflan­
dılar. Biraz asit laktik tedarik ederek yirmi damlasını bir su içinde içir­
dim. Beş altı saat sonra iyileşmiş.
O sabah ileri karakolları gözden geçirdik. Bir baskın halinde köyde
mevcut ve duvarları kalın taştan iki kilisenin içine kapanmak için bölük
kumandanlarına talimat verdik. Ondan sonra evlerin ambarlarında ve ye­
raltında gömülü olan arpa, buğday, mısır, tereyağı, un vesaire yiyecek
maddelerini araştırmaya başladık. Bizim mehmetler bu hususta çok usta.
Sopalarla yere vurarak çıkan ses delaletiyle erzak gömülü tünelleri çabuk
buluyorlar. İki gün bu erzağı çıkardık, sonra isyan etmemiş olan ve ilk
günü gecelediğimiz büyük köyden kırk kadar hayvan ve eşek getirterek
bunları yükledik ve ilk erzak kafilesini Koniçe'ye gönderdik. Arama tara­
ma hergün devam etti ve iki üç günde bir de hayvan ve eşek kafileleri er­
zağı taşıdı. Ben de Tabur Kumandanı Binbaşı Hikmet, Yüzbaşı Hüsnü ve
tabur emir subayı ile oturduğumuz evde poker oynayarak vakit geçiriyo­
ruz. Pokeri yeni öğreniyordum. Bop bir metelik (on para), bir per, iki per,
kent , ful diye oyun devam ederken öğleden evvel köyün dört bir tarafın­
daki sırtlardan köyün içerisine bir ateş baskını yapıldı. Hiç unutmam ca­
mı kırıp içeri giren bir kurşun poker masamızın üstündeki kağıtları deldi,
havaya fırlattı, bizde yere yattık. Meğerse çeteler geceleyin köyü sarmışlar,
bizim emniyet karakolları kışın şiddetinden yerlerini terkederek köyün ke­
narındaki evlere kadar çekilmişler. Böylece baskına uğramış olduk.

Bir baskın halinde yapılacak iş, evvelce kararlaştırılmış olduğundan iki


bölük bir kilisenin, diğer iki bölük de diğer kilisenin içine giriverdi.
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI 7i

Köyün geri çekiliş yeri üzerindeki jandarma bölüğü d e orada bizi müda­
faa vazifesini yapmayarak savuşup gitmiş ve bu yüzden iki jandarma eri
de şehit düşmüş. Böylece geri çekiliş yolumuz da kapanmış olduğundan
dört taraftan sarılmış olduk.
Piyade cephanemiz, insan başına elli altmış fişekten ibaret. l: zun bir
muharebe yapacak durumda değiliz. Benim bulunduğum kilisedeki sekiz
subay kilisenin avlu duvarının arkasında me·:zi aldı. Köye doğru inmeye
yeltenen Rumlara yakın mesafeden tam isabetli ateşe başladık. l\laksat
cephaneyi tasarrufla kullanmak idi. Bu ateş karşısında Rumlar köye gire­
mediler ve hatta orada vurulmuş ölü ve yaralılarını dahi çekemediler. Bi­
raz sonra, köyün doğu kenarında bulunan kilisedeki bölüklere haber yol­
ladık, oradan bir çıkış hareketi yapmalarını emrettik. İlk önce yirmi erle
bir subay bir çıkış yaptı, fakat şiddetli ateş yediğinden geriye kilisenin içe­
risine girdi ve başlarındaki . Teğmen Salim yaralandı *. Gündüzleyin bir
çıkış hareketinin pahalıya malolacağı anlaşıldı, geceyi beklemekten başka
çare yoktu.
Askerlerimizin karınları tok, bir haftadan beri de istirahat ettiler.
Maddi ve manevi bakımdan iyi muharebe edecek durumdalar. Geceleyin,
herhangi bir istikamette bir süngü hücumu ile bizi çeviren çemberi yara­
cağımıza güveniyoruz, başka yapacak birşey de yok.
Akşama kadar çok az bir cephane sarfı ile, Epirli çetecilerini oldukları
yerden bir adım ilerletmedik. Karanlık bastı, köyün kenar evlerini kuvvetli
keşif kolları ile tutturduk. Gece hiç uyumadık, düşmandan arasıra tüfek
ateşleri yapılıyordu. Sabaha karşı ve alacakaranlıkta, iki bölükle yanaşık
nizamda kuzeybatı istikametinde ve hafif meyil ile yükselen sırtlara doğru
süngü takılı olarak ilerledik. Sırtın üstüne çıktığımız halde karşımızda
kimseleri görmedik, aydınlık oldu. Bizi saran çetecilerin ortadan yok ol­
duklarını görerek şaşırdık kaldık.
Sonradan öğrendik, bunlar birisi beş yüz çeteciye ve diğeri de bin yüz
çeteciye komuta eden iki kaptanın idaresi altında imişler. Bizi tamamıyla
sardıktan sonra ertesi sabah hangi kaptanın bizi esir alacağını görüşmüş­
ler, fakat anlaşamadıklarından birbirlerine darılmışlar, şeref payı
yüzünden. Bu sebepten beş yüz kişilik kaptan askerlerini alıp çekilince ve
gündüzleyin ateşlerimiz yüzünden verdikleri kayıpları da görerek korkup

(*) Teğmen Salim Altuğ, sonra askerlikten ayrılmış, Erzurum Belediye Reisliği ve bir­
kaç devre Erzurum Milletvekilliği yapmıştır.
RAHMİ APAK

r ı oo kişilik çete dahi çekilip gitmiş. İleri karakollarımızı tekrar kurarak


köye döndük. Köyde artık hiç yiyecek kalmamıştı, on beş yirmi teneke
gaz ile köyün yirmi otuz hanesini birden ateşledik ve üç yüz hanelik güzel
Kirasova köyünü duman ve ateşler içinde arkamızda bırakarak Koniçe'y<"
döndük.
Köyü yakmaklığımız lüzumsuz bir şiddet oldu. Vakıa, bu köy halkı
henüz Türk uyruğu idi ve devlete karşı silahla isyan etmişti. Bu isyan yu­
vasını yok etmek askerlik bakımından lazım ve hukuk bakımından caiz
idi. Lakin biz, yenik bir ordunun kalıntıları idik. Yüzde seksen buralara
artık dönemeyecek idik. Son zamanda halkın yüreğinde böyle yara açmak
siyasi bir hareket değildi. Rahatça barışı bekledikleri takdirde kısa zaman­
da bizden kurtulacak olan Epirli Rumların tahrik ve taşkınlıkları ne kadar
manasız ve ahmakça bir hareket ise, bizim de bu köyü yakmaklığımız ve
aleyhimizde intikam duygusu yaratmaklığımız o kadar manasız olmuştu.
Mevcudumuzun, cephanemizin azlığına rağmen Kirasova'daki sarıl­
madan ucuz kurtulmuştuk. Fakat biraz zaman sonra, civar köylerden
diğer birisinde yiyecek toplamakta olan iki bölüklü başka bir kuvvetimiz
de bizim gibi ansızın Epir çeteleri tarafından sarıldı. Fakat bu defa çete­
lerle birlikte bir de Yunan taburu gelmiş. İki bölüğümüz bu defa muha­
saradan kurtulamayarak çetelere esir oldu ve hemen hepsi merhametsizce
boğazlandı. Bu hadise üzerine, kuzeyde Sırplıların karşısında bulunan Ca­
vit Paşa, iki üç tabur askerle Koniçe'ye geldi. Cavit Paşa'nın gelmesiyle
birlikte benim de başıma bir bela geldi. Ambarımızda, hasta erlere veril­
mek üzere iki çuval has un vardı. Paşanın karargah kumandanı ambara
gelerek, bu iki çuval has unu paşanın karargahı için vermekliğimi söyledi.
Has un hasta erlere verilmekte olduğundan sağlam kimselere veremeyece­
ğimi söyledim. Yüzbaşı kızgın kızgın döndü ve yarım saat sonra bir man­
ga askerle gelerek beni yakalattı ve bir Rum evinin ahırına hapsederek ba­
şıma da nöbetçiyi dikti. Paşa, aynı zamanda bir de müfettiş göndererek
bizim hesaplarımızı inceletmeye başladı. Güya, Kirasova'dan aldığımız er­
zağı Koniçe'de el altından satıyormuşuz. Böyle ihbar etmişler. İhbar yalan
da değil, ben yer altından çıkardığımız erzağı hayvanlarla, tartmaksızın
Koniçe'ye gönderiyordum. Arkadaşım Teğmen Cavit'in bunları alırken tart­
ması lazımdı. O da tartmadan ambara koymuş benim köyde ne kantarım
vardı, ne de muntazam ambalaj vasıtalarını. Herşey Teğmen Cavit'in na­
musuna kalmıştı. Teğmen Cavit ise Arnavut idi. Beş saat uzaktaki Lesko­
vik kasabasındandı. Bu senetsiz sepetsiz, tartısız ambara koyduğu yiyecek
maddelerinden bir kısmını belki para ile veya parasız başka yerlere vermiş
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI 79

olabilir. Bu adam artık Türkiye'ye dönmeyeceğine göre bir sorumluluk


korkusu da yok. Ateş olmayan yerden duman çıkmaz. Bu yapılan ihbara
göre Leskovikli Cavit'in bazı haltlar yapmasını ben bile mümkün gördüm.
Fakat benim bunda hiç suçum yoktu. Zira Koniçe'de yapılan şeylerden
haberim yoktu. Sorumluluk Cavit ile Komisyon Başkanı Binbaşı Faik
Bey'e ait olmak gerekti. Fakat has unu vermediğim için Cavit Paşa'nın ga­
zabına ben uğradım. Tam bir hafta hapis yattım. Bir taraftan da levazım­
cı müfettiş hesaplarımızı inceledi durdu. Fakat bir sabah erkenden arka­
daşım Teğmen Cavit geldi : "Haydi, hayvanın hazır, Koniçe'yi boşaltıyo­
ruz. Yunanlılar kasabaya girmek üzere, çekileceğiz" dedi. Meğerse Yanya
Kalesi de düşmüş. Artık Rumeli'dc İşkodra'dan başka dayanan bir kale
kalmamış. Vardar Ordusunun da Güney Arnavutluk'a, Semeni Suyu ile
Viyosa Suyu arasına sığınmaktan başka çaresi kalmamış. Beni hapseden
Cavit Paşa da geceleyin Koniçe'den çıkıp gitmiş.
Koniçe'de 2oo'den fazla hasta er ve subay var. Koniçe Rum Metrepo­
liti, İ sviçre' de tahsil etmiş medeni bir insan. Hasta ve yorgun askerlerin
kasabadan çıkabilmeleri için, kasabaya girmekte olan Yunan askerlerini
kasabanın kenarında durdurmuş ve Türklerin çekilmesi için zaman ver­
melerini sağlamış. Biz de rahatça kasabadan çıktık. Ben, yine kıtasız kaldı­
ğım için iaşe komisyonumuzu teşkil eden üç arkadaş ile birlikte Misyofer
hanlarına doğru iniyoruz. Yine ince bir yağmur altında ve çamurlar için­
de, biraz sonra üçlü kafilemize bir kişi daha katıldı. Koniçe'nin ileri ge­
lenlerinden Hüseyin Bey sarışın , zayıf, ince bir adam. Benim yaşımda,
kendisi semerli bir beygirin üstüne bir yatak koymuş, üstüne oturmuş bir­
likte gitmeye başladık. Kendisini evvelceden tanıyorduk. Hüseyin Bey bir­
denbire: " Eh, işte Peygamber'in sünnetini icra ediyoruz" 'dedi. Hayretle
baktığımı görünce: "Canım, Peygamberimiz Mekke'den Medine'ye hicret
etmedi mi yahu. O halde hicret bir sünnettir. Şimdi biz de göçmen ola­
rak sevap kazanıyoruz". Hüseyin Bey'in bu soğuk şakası hoşumuza gitme­
di, sustuk. Fakat o susmadı ve şunları ekledi: " Ey Müslüman arkadaşlar,
biz ne vakit adam oluruz biliyor musunuz? Ne vakit ki, okullarda ders ve
paydos zamanlarını bildirmek için kampana çalarız, ne vakit ki, abdestha­
nede taharetlenmek için kıçımızı kağıt ile sileriz, işte o zaman adam olu-
ruz .
"

Daha 1 9 1 2' de Atatürk İnkılabını gören bir adam


Biz o zaman oldukça koyu mutaassıp Müslümanlar idik. Kampana,
yani kilisedeki çanlar gibi çan çalmak, kağıtla taharet yapmak bizim hav-
80 RAHMİ APAK

salamızın kabul edemeyeceği şeylerdi. Bir Müslümanın ağzından böyle


sözler işitmek bizim için ağır idi. Bununla beraber bu kadar günde herşey
hoş görü1ecekti. Ben de hoş gördüm, amma oldukça da içerledim.
Meğerse, Koniçeli Hüseyin Bey o zaman benim kafamın alamayacağı
derecede ileri fikirli bir insan imiş. O, kafamızı değiştirmeyi Avrupa kafası
edinmek lüzumunu daha o zaman anlamışlardandır. Bu zatın sonra
memleketi terke mecbur edilerek Adana taraflarına göç ettiğini öğrendim.
Lakin bir daha kendisini göremedim.

Hürriyet kahramanı Niyazi Bey'i ilk görüşüm


Bir çukurun içinde ve birkaç yerden boşalan gür suların değirmenleri
çevirdiği, yüzlerce kavak ağaçlarının yükseldiği güzel manzaralı bir yerde
kurulmuş olan bu Misyofer hanında ilk molayı yaptık. Biraz sonra yedi
sekiz kadar arkadaşı ile birlikte Hürriyet Kahramanı Niyazi Bey de oraya
geldi. Hepsi dişten tırnağa kadar silahlı. Düştüğümüz feci akıbet hakkında
dert yanmaya başlanıldı. Niyazi Bey açtı ağzını, yumdu gözünü. Bütün
bu faciadan sorumlu olduğunu beyan eylediği Hürriyet ve İtilafçılara la­
netler yağdırdı durdu.

Çekilme istikametinin tayini için Kur' an'dan tefeül


Ertesi günü küçük kafilemiz, her taraftan çekilen, inen grupçuklar ha­
linde veya teker teker insanlarla erler, subaylar kendi hallerinde batıya
doğru yürüdük durduk. Bir yerde, küçük bir sırt üstünde yedi sekiz suba­
yın halka olarak birşeyler yaptıklarını gördüm, hayvandan inerek onların
yanına sokulduk. Subaylardan birisi Müslümanların kitabı olan Kur'an'ı
ortasından bir iple bağlamış, bu ipe bir anahtar geçirmiş, mukaddes kita­
bı çeviriyor, sonra bırakıyor. Yedi sekiz defa bükülmüş olan ip dolayısıyla
bu defa geriye dönen ve sonra sağa sola ufak hareketler yapan Kur'an ni­
hayet kuzey istikametinde sükunete varınca kitabı çeviren subay: "İşte, ki­
tabın gösterdiği istikamet, bizim için hayırlı olacak istikamet burası, yani
Loşna istikameti. Cavit Paşa'nın bulunduğu yer" dedi.
Meğerse bu perakende subay grubu hangi istikamete gidilmesi lazım­
geldiğini yarım saatten beri burada münakaşa etmişler. Eğer Loşna'da Al­
tıncı Kolordu döküntülerine, yani Cavit Paşa'ya katılacak olurlarsa Sırplı­
lara teslim olacaklarını ve Sırplıların ise, Türk esirlerine iyi muamele ettik­
lerini, halbuki ordu kumandanının emri gereğince Fiyeri'ye gidip oradaki
dökümülere katılacak olurlarsa Yunanlıların Türk esirlerini öldürdüklerin-
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI 81

den caiz olmadığını münakaşa edip durmuşlar. Nihayet Kur'an falına


başvurmaya karar verilmiş. Neticede bu gruptan beş subay Kur'an falının
gösterdiği istikamette yola çıktılar, diğer iki subay da ordunun talimatına
göre Fiyeri'ye gitmek üzere bize katıldılar.
Çok şükür, ne Yunanlılar ve ne de Sırplılar, Türk-Vardar Ordusu
döküntülerinin sığındığı bu bölgeye ilerlemediler. Biz de Yunan süngüsü
veya Sırp düşmanlığından kurtulduk, fakat bizi yarıyarıya kıran açlık, tifüs
ve dizanteriden yakayı kurtaramadık.

Fiyeri hatıraları
Benim, Fiyeri'deki hayatım pek uzun sürmedi. Yalnız iki üç ay kadar
birşey, bu iki üç aylık hatıralarımı zorlayacağım.
Vardar Ordusunun Kurmaybaşkanı Albay Halil eski Başbakanlardan
Arnavut Ferit Paşa'nın damadı ve Taşlıca Kumandanı Süleyman Paşa'nın
oğlu ve kendisi de sütbesüt Arnavut, çok kamil ve terbiyeli bir insan. Bir
Türk'ten ziyade devleti sever. Arnavut olması döküntü ordumuza bazı yar­
dımlar sağlamasına yaradı. Bir gün, iki arkadaş onun bir mektubunu Av­
lonya'ya Devlet Reisi İsmail Kemal'e götürmeye memur edildik. Fiye­
ri'den üç dört saat uzakta Viyosa Nehri yerine kadar olan arazide henüz
Arnavutluk hükümeti kurulmamış. Bu hükümet geçit noktasından sonra
başlıyor. İki subay ve iki de emir atlısı geçit yerine geldik. Suyun karşı ta­
rafına geçmek için karşı taraftaki karakola silahlarımızı teslim etmekliğimi­
zi istediler. Hiç Arnavuda verilen silah geri alınabilir mi? Hem de bu ge­
çitten sonra Avlonya'ya kadar daha üç dört saatlik yol var. Köylüler yol­
larda bizi soyarlar ve öldürebilirler: " Silahlarınızı bırakmazsanız, tarafsız
Arnavutluk'a giremezsiniz" diye, başı Arnuvut takkeli şef ısrar etti ve ka­
yıkta "Yaşasın Kartal" diye salın gerisine çekilmiş olan Arnavut bayrağını
göstererek bağırdı. Yanımdaki arkadaşım sinirlendi, ben susmasını işaret
ettim. Karşı yakaya geçince Üzerlerinde henüz Türk jandarma elbisesi bu­
lunan Arnavut jandarmalarının çavuşunun eline sıkıştırdığım iki mecidiye
(Bugünkü para ile yirmi lira) karşılığında hem ilk Arnavut emniyet teşki­
latının ahlakını bozduk ve hem de Arnavutluk'un tarafsızlığını.
Avlonya'ya girdiğimizde bir otele yerleştik. Bizden evvel J\rnavutluk'a
katılmış olan sınıf arkadaşım Leskovikli Cavit'i buldum. İsmail Kemal'in
başkanlık ettiği muvakkat Arnavutluk devletinin genelkurmay başkanlığına
tayin edilmiş, maaşı dört yüz kuruş. Halbuki o zaman Türkiye'de bir
üstteğmen maaşı altı yüz elli kuruş idi. Akşam üzeri bizi deniz kenarında
J';'_ 6
RAHMİ APAK

bir bahçeli gazinoya götürdü. Üç çingene, ut, keman ve kanun ile bir in­
ce saz takımı yapmışlar, çalıyorlar ve okuyorlar. Tabii Türkçe. Henüz Ar­
navut milli musikisi yaratılmamış olacak. Otelde akşam yemeğini yerken
yanımıza beyaz keçe külahlı ve asker elbiseli birisi geldi. Avlonya polis
müdürü imiş. Bize ciddi bir çehre ile: "Arnavutluk devleti tarafsız bir dev­
lettir, yirmi dört saatten fazla bu topraklarda kalamazsınız. Yarın hudut
dışına çıkmalısınız" diye ültimatomu bastı. Yanımızdaki Genelkurmay
Başkanı Cavit ağzını açıp birşey söyleyemedi. Otelde rahat bir uyku çek­
tikten sonra ertesi sabah geriye döndük. Yola çıkarken, bir Arnavut yanı­
ma yaklaşarak binek hayvanımı kendisine satmaklığımı teklif etti. Hayva­
nım genç bir Arap atı idi. Devlet malını satamayacağımı söyledim, homur­
danarak uzaklaştı. Viyosa geçidine tekrar geldik ve hayvanlarla birlikte sa­
la binerek karşı yakaya geçtik. Geçit yerinden yüz elli adım kadar uzak­
laşmıştık, arkamızdan birdenbire sekiz on tüfekle bir yaylım ateşi açıldı.
Ben hayvanın üstünde yumruk gibi içime girerek küçüldüm ve dörtnala
kaçmaya başladım. Arap hayvanı bu, yel gibi uçuyor. Fakat arkadaşım
yüzbaşının hayvanı lenduha bir kadana, geride kaldı: "Yavaş yahu beni
bekle" diye bağırdığını işitiyordum. Kim dinler yarım dakikada kurşun
menzilinin dışına çıktık ve kendimizi kurtardık. Kurşunlar başımızın
üstünden vızıldayarak geçiyordu. Kasıtlarının, hayvanlara zarar vermeden
bizi sakatlamak ve hayvanlarımızı ele geçirmek olduğu anlaşıldı. Bilhassa,
mermilerin en çoğu benim kafamın üstünden aşmakta olmasına göre
gözleri benim Arap atında idi. Herhalde bu pusuyu, Avlonya polis
müdürü tertip etmişti. Bu vartayı da böylece atlattık ve hemen bir Arna­
vut köyünün içine girerken yüksek geçen kurşunların vızıltısını duymuş
olan bazı insanların evlerinden dışarıya fırlamış olduklarını gördük.

Grebneli Bekir
Ben hemen yürüyüşü adetaya geçirdim ve hiçbir hadiseye hedef ol­
mamışız gibi soğukanlılıkla arkadaşımla gülerek konuşmaya başladım ve
atılan silahların bize atılmamış olduğu intibamı yarattım, fakat köyden çı­
kar çıkmaz tekrar dörtnala kalktık ve uzaklaştık. Bir müddet sonra buraya
doğru ilerleyen bir Türk yürüyüş koluna rastladık, r ooo kadar mevcutlu
bir kıta. Buraya çadır kurmaya gelmiş, meşhur Grebneli Bekir'in gönüllü
kıtası, bu zatı ilk defa görüyordum. Saçları bir kadın saçı gibi uzun, ta­
ranmamış, ince uzun boylu güzel yüzlü ve genç bir adam. Yunanlılara ve
Epirli Rum çetelerine karşı Yanya müdafaasının sol kanadında büyük ya­
rarlılıkları görülmüştü. Bu kahraman Grebneli sonra Birinci Umumi Sa-
YETMİŞLIK B İ R S UBAYIN HATIRALARI

vaş'ta tümen kumandanı olarak bulunurken Rusların yaptığı bir gece bas­
kınında şehit düşmüştür. Bir gün sonra da aynı geçit yerinde, bu geçitteki
Arnavut hudut bekçileri, meşhur Hürriyet Kahramanı Niyazi Bey'i
öldürdüler. Bir zamanlar: "Yaşasın Niyaziler, Enverler, varolsun hamiyetli
askerler" türküsü ile bütün memlekette alkışlanan Hürriyet kahramanı bu­
rada ölüme kavuşmuş oldu.

Az kalsın Bektaşi oluyordum


Bizim Vardar Ordusu karargahında Naki adında bir jandarma yüzba­
şısı arkadaşımız vardı. Bu zat Bektaşi tarikatından imiş. Günün birinde
diğer bir arkadaşımla birlikte bizi civarındaki bir Bektaşi tekkesine
götürdü. Yüksek bir dağın yukarı yamacında yapılmış bir tekke. Tam bir
saat hayvan sırtında veya yaya olarak yukarıya tırmandık. Dağın karnın­
dan fışkıran bol bir suyun yanında ve ağaçlar içerisindeki Bektaşi tekkesi­
nin büyük pordalarından (büyük iki kanatlı kapı) içeri girince hayvanlar­
dan indik: " Buyurun" diye bizi geniş bir odaya aldılar. Yüksekçe ve ko­
yun postları ile örtülü minderlere oturduk. Derhal kahveler hazırlandı.
Uzunca sakallı, kısa boylu, şişmanca Bektaşi şeyhi içeri girdi. Ayağa kalk­
tık ve onunla birlikte tekrar oturduk, iyi Türkçe konuşuyor. Selam sabah­
tan sonra şeyhin sağ omuzunu kımıldattığını farkettim. Naki de cevap ola­
rak, sol omuzunu oynattı. Sonra benim farkedemediğim iki işaret daha
yapmışlar ve böyle iki tarikat mensubu tanışmışlar. Kahveleri içtikten son­
ra Naki ile Bektaşi babası bizi yalnız bırakarak dışarıya çıktılar ve arala­
rında görüştüler. Naki bizi de Bektaşi tarikatına sokmak istiyordu ve be­
nim de niyetim vardı. Fakat beherimizden ikişer sarı lira giriş ücreti isten­
diğini ve bu paranın bir lirasının tekkeye gelir olacağını ve bir lirasının da
giriş töreni gecesi ziyafet ve içki masrafı olacağını dönüşte Naki söyleyince
iki sarı liraya kıyamadım. Şimdi şu iki altını feda edip de şu Bektaşi sırrı­
na vakıf olamadığımdan dolayı hatırladıkça pişmanlık duyarım.

Kış geçmeye ve bahar gelmeye başlamıştı. Fiyeri'de mahruti çadırlar­


da yerleşmiştik. Allah rahmet eylesin, Mareşal Fevzi Çakmak Vardar Or­
dusu Kurmay Birinci Şube Müdürü idi. Akşamları biz genç karargah
mensupları onun çadırına gider, yere oturup etrafında halka olur onu din­
lerdik. Tarihsel bilgileri çok genişti. Adriyatik kıyılarına Türklerin nasıl
geldiklerini, Rumlara, Arnavutlara ve Hırvatlara ne suretle hakim oldukla­
rını, Türk deniz kuvvetleri için kürekçi tedarik edilen kaynakların burası
olduğunu hikaye ederdi. Anormal cinsi münasebet hastalığının Türklere
bu kaynaklardan yani İllirya kıyılarından, geçtiğini söylerdi . Bazı akşamla-
RAHMİ APAK

rı da, Türkiye'ye dönünce, artık küçülmüş ve perişan olmuş bir memle­


kette orduda iş görülmeyeceği için herkes geçimini sağlayacak yeni bir
meslek seçimi fikrini ortaya atardı. Bu arada Mareşal Fevzi Çakmak dahi,
İstanbul şehri kenarında bir yerde bir ahır tedarik edilerek Kırım inekleri­
ni getirtip, sütçülük yapmak düşüncesini ileri sürerdi ve orada kendisi ile
ortak olacak arkadaşlarını bile sağlamıştı.

Kavga durmuştu, yalnız İşkodra ile Edirne'nin müdafaada yaptıkları


sebat ile biraz avunuyorduk. Fakat açlık, sabunsuzluk ve ilaçsızlık vardı.
Askeri birlikler lağvedilerek zuafa taburları yani zayıf asker taburları teşkil
edilmişti. Tifüs ve dizanteri yakamıza yapışmıştı. Elde mevcut para ile
Av usturya'dan Avlonya limanı vasıtası ile un ve ilaç getirilmeye ç·alışılıyor­
du. Bu maksatla Adriyatik kıyısında Raguza (Dobrovnik) namındaki Avus­
turya limanına bir memurun gönderilmesi gerekti. Ordu karargahında en
çok yorulan subay olarak, bilhassa Mareşal Çakmak'ın tavsiyesi ile benim
gönderilmekliğime karar verildi. Oradan İstanbul'a dönecektim, hemen
tekrar Avlonya'ya yola çıktım ve Arnavut bayrağının altında Viyosa'yı geç­
tim. Avlonya'da, bir sarı lira mukabilinde bir takım sivil elbise ve bir de
ciğer gibi kırmızı ve kalıpsız bir fes aldım. İki gün sonra gelen bir Avus­
turya vapuruna atladım.
Deniz sakin, ilkbahar güneşi ılık, vapur rahat. Demekki başka insan­
lar, başka türlü yaşıyorlarmış. Kataro adındaki iskelede dışarı çıktım ve
başımdaki kırmızı fesle gezerken küçük çocukların benimle alay ettiklerini
görünce bir dükkandan bir köylü şapkası aldım. Ne bir çantam, ne bir
bavulum ve ne de bir pardesüm yok. Gömlekte de yaka ve kravat hak ge­
tire.
Kataro'da vapura yirmi otuz kadar genç delikanlı bindi. Bunların ara­
sında iki tane fesli vardı. Fakat tabii bu fesler iyi kalıplı ve muntazam. Bi­
risinin yanına yaklaşarak konuşmak istedim. Söylediğimi anlamadı ve he­
men uzaklaştı, öteki fesli arkadaşını getirdi. Bunlar Boşnak imişler ve ilk
konuştuğum da Bosnalı zengin bir çiftçinin oğlu imiş. Raguza'daki yüksek
ziraat okulu talebeleri imişler. O zamanki çatapat Almancam ile kendileri
ile ahbaplık ettim. Bana çok yakınlık gösterdiler. Muharebelerden sordu­
lar. Zengin çiftçinin oğlu beni Bosnasaray'a, babasının çiftliğine gönder­
mek ve orada bir iki ay istirahat ettirmek teklif etti. Kabul edemedim,
çünkü Raguza'da asker için sipariş edilen ilaç ve un işini halledip bunları
yola çıkardıktan sonra acele İstanbul'a dönmek istiyordum. Anam, babam
ve kardeşlerim Dedeağaç'ta kalmışlardı. Bulgarların Batı Trakya'da büyük
YET'.\IİŞLİK BİR SlJBAYl:\i HATIRALARI

kıyımlar ve terörler yaptıkları haberleri geliyordu. Büyük endişe içinde


idim.
On beş gün sonra vapurla Fiyume'ye gittim. Konsoloslukta memleket
ahvali hakkında biraz bilgi edindim. Ertesi günü bir sarı Türk lirası öde­
yerek Fiyume'den Bükreş'e kadar üçüncü mevki bir bilet aldım. Tren sa­
bah erken kalkmıştı. Mevsim ilkbahar, bindiğim vagon genç Hırvat köylü
kızlarıyla tıklım tıklım doldu. Gülüşüyorlar. Oynaşıyorlar, türkü söylüyor­
lar. Sonra birbirleriyle itişerek yanımdakiler kasten benim Üzerime
düşüyorlar. Rusça yardımı ile dillerini biraz anlıyorum. Avrupa'ya ilk ge­
liyordum. Gençliğin bu neşesini köşemde tasalı bir gıpta ile seyrettim. Ya­
nı başlarında, kendilerinden pek uzak olmayan Osmanlı ülkesinde, Bulgar­
ların Makedonya'da ve Trakya'da seller gibi Türk kanı akıttıklarından, er­
keklerden başka kadınlar ve çocukları da seçmeyerek bir milyona yakın
Türk'ü boğazladıklarından haberleri bile yok. Benim aklım hep anamda
babamda ve kız kardeşlerimde. Onlar, Dedeağaç'ta basılmışlar kalmışlar
olacak. Acaba akıbetleri ne halde? Etrafındaki gençliğin neşesi karşısında
gözlerim sulanıyor, derin endişelere dalıyorum.
Tren uzaklaştıkça her istasyonda beş on genç kız indi. Vagon gittikçe
boşaldı. İki saat kadar süren dağlık bölgeden sonra geniş ovalara indik.
Tren bütün gün, yeşillik ve ağaçlarla bezenmiş düzlüklerde birçok köyle­
rin ve kasabaların yakın ve uzağından geçerek yürüdü durdu.
Gece yarısına doğru ve bilhassa sabaha karşı vagonumuzun içine ka­
labalık insan kütleleri dolmaya başladı. Bunlar Macar işçileri olup Buda­
peşte'ye gidiyorlardı. Mütemadiyen yüksek sesle konuşuyorlar ve kir koku­
larını etrafa saçıyorlardı. Sıkış sıkış devam eden üç dört saatten sonra Bu­
dapeşte'ye geldik. Tren bir saat kadar kalacağından istasyon civarındaki
dükkanları ve mağazaları dolaştım. Bir Avrupa şehrini ilk defa görüyor­
dum. Öğle zamanı tren tekrar yola çıktı. Balkaniarda harp hali olmasına
rağmen çok basit bir gümrük formalitesinden sonra, Romanya topraklarına
girdik. Bükreş'e inince mütevazi bir otel aradım ve orada iki gece ve bir
gün kaldım ve yine Bükreş - Köstence tren ve Köstence - İstanbul deniz
bilet ücreti olarak bir sarı lira ödeyerek yola çıktım. Vapurdan İstanbul'a
çıkar çıkmaz hemen Sirkeci'de Trakyalı hemşerilerimi buldum ve anam ve
babamın Dedeağaç'tan vapurla İstanbul'a geldiklerini ve Çarşamba'da bir
eve girdiklerini öğrendim, derhal onlara kavuştum.
Bulgarların Dedeağaç'ta yapmış oldukları kıyım ve vahşet hakkında
onlardan işittiklerimi bu kitapta yazmamak noksanlık olacak. Şehre ilk
86 RAHMİ APAK

önce Bulgar komitacıları girmişler ve o gece Dedeağaç'ta yedi sekiz yüz


erkek, kadın ve çocuk öldürmüşler. Dedeağaç'ta yalnız üç yüz hane kadar
Türk vardı. Nüfusun dörtte üçü Rumdu. Rumlar zengin ve kültür bakı­
mından ileri kimselerdi. Rum mahallesinde oturan Türkler ilk gece Bul­
gar komitacılarının taarruzuna uğramamışlar. Fakat ertesi sabah bazı De­
deağaçlı Ermeniler bu Türklerin de evlerini Bulgarlara göstermişler ve
yağmacılık ettirmişlerdi.
Müslüman mahallesinde oturan, tanıdığımız bir ailenin evine giren
Bulgar başıbozukları paralarını vermeleri için bir karı kocayı sıkıştırırken,
mahallenin en güzel çocuğu olan altı yaşındaki Nuri yattığı minderin
üstünde: " Anneciğim korkuyorum " diye seslenir ve titrerken Bulgar başı­
bozuğu elindeki tüfeğin süngüsünü zavallı çocuğun karnına sokmuş ve
öldürmüş. Genç bir Türk kadını iki çocuğunu yanına alarak evinin damı­
nın üstüne çıkmış, oraya saklanmış. Fakat Bulgar başıbozuklarının aşağı­
dan çocuklara kurşun atmaya başlamaları üzerine, genç anne de damın
üstündeki kiremitleri aşağıya Bulgarların kafasına atmak suretiyle müdafaa
etmiş ve tabii hepsi dam üstünde öldürülmüştür. Dedeağaç'ın tek Türk
kırtasiyecisi Tevfık'in babası ihtiyar, sakallı Ahmet Efendi dükkanı kapa­
mış ve içine sığınmış. Dükkan kepenklerini kırıp içeriye giren Bulgarlar
zavallı ihtiyar Ahmet Efendi'yi (Çıbıkçı Ahmet Efendi derlerdi), sırtından
süngü sokarak öldürmüşlerdir.
Evlerdeki emirerleri ve kaçamamış bazı kasabalı ve Türk gençleri de­
niz kıyısına yakın meydana götürülerek kurşunla öldürülmüşlerdir. Küçük
bir otel işleten ve Hancı Rasim Ağa denilen kendi halinde zararsız kırkbeş
yaşlarındaki adam Ermenilerin ihbarı ile ve güya gönüllü askerlik yapmış­
tır töhmetiyle aynı meydana getirilmiş, elleri bağlanarak arkasından
süngülenmeye başlanmış. Rasim Ağa, dört beş süngü yediği halde ayakta
durmakta devam etmiş of bile dememiş yalnız: "Vurun kahpe gavurlar
vurun" diye bağırmış.
Dedeağaç'ın kuzeyinde birçok Türk köyleri vardı. Bu köylerin halkı
ecnebi konsoloslarının bulunduğu Dedeağaç şehrine, canlarını kurtarmak
için sığınmışlardı. Bulgar komitacıları medeni Rum halkının ve limanda
demirlemiş İngiliz ve Fransız harp gemilerinin subay ve erlerinin gözleri
önünde bine yakın zavallı köylüyü öldürmüşlerdir. Rum ahali ve yabancı
Avrupalı deniz askerleri bu kasaplığı hoş görmüşlerdir. Halbuki gemiler­
den karaya çıkarılacak yüz kişilik bir deniz kıtası pekala bu katliamı önle­
yebilirdi. Amma öldürenler Hıristiyan ve ölenler de Müslüman olunca
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI

buna kimse itiraz etmez. Dedeağaç - Selanik demiryolunun hükümet ko­


miseri yüksek mühendis, şık, kibar, yüksek terbiyeli bir zat vardı, adını
unuttum. Bu zat Dedeağaç'ın ileri gelen Rum ailelerinin çok sıkı dostu
idi. Dedeağaç'ın Rum aristokrasisi bu zavallı yüksek mühendisin Türk
dostlarını Bulgarların süngülemesini önlememişlerdir.
Bu tahriksiz katliamı Türk gençliği unutmamalıdır. Kezalik Ingiliz ve
Fransız milletlerinin bu katliamlar karşısındaki tavrı hareketini de unut­
mamalıdır.

İstanbul' a dönüşümde gördüğüm memleket manzarası


Memlekete döndükten sonra, Harp Akademisi tekrar açılıncaya kadar
boşta kalmamak üzere beni İstanbul muhafızlığı kurmayına mülhak ola­
rak verdiler. Ordumuz henüz Çatalca'da idi. Fakat Sırp, Yunan ve Bulgar
arasında ihtilaf başlamış ve harp patlak vermek üzere idi. Bu İstanbul
muhafızlığı İstanbul ve civar vilayetlerde askeri ve mülki bir kontrol yapı­
yordu, o zaman İstanbul muhafızı Albay Cemal idi (Büyük Cemal Paşa).
Bu zat sert ve otoriter idi. Biz Rumeli'de Arnavutluk'a sığınmış iken itti­
hatçıların İstanbul'da Kamil Paşa hükümetini devirmek için yaptıkları ve
Başkumandan Vekili Nazım Paşa'yı öldürdükleri, Babıali baskınından
sonra işbaşına gelmiş olan Mahmut Şevket Paşa hükümetinin ve İttihat ve
Terakki Partisi'nin koruyucusu rolünü yapıyordu. Babıali baskını ; 23
Ocak 1 9 1 3 'de ve kabinenin toplu bulunduğu zamanda yapılmıştır. Baskın­
cıların başında Hürriyet kahramanı Enver Bey vardı. Mukavele etmek is­
teyen bir polis komiseri ile iki subay ölür ve baskıncılardan Binbaşı Ya­
kup Cemil de Enver Bey ile görüşmekte olan Nazım Paşa'yı arkasından
vurur. Halbuki burasını muhafaza için bir piyade bölüğü bulunmakta idi.
Bu bölüğün kumandanı olan yüzbaşı ile ahbap idim. Vak'ayı bana şöyle
anlatmıştı: "Bizim birşeyden haberimiz yoktu. Ben, askerlerimin koğuşu­
nun yanındaki odamda namaza durmuştum. Namaz esnasında bazı silah
sesleri duydum ve hemen selam vererek namazı kesip dışarıya çıktığım za­
man bir subay yanıma geldi, haydi askeri koğuşlarına sok. Kamil Paşa is­
tifa etti, N azım Paşa öldü ve Mahmut Şevket Paşa başbakan oldu" dedi.

İstanbul muhafızlığında işe başladıktan bir müddet sonra da Nazım


Paşa'nın intikamını almak isteyen tarafları, Beyazıt meydanında kendi oto­
mobili içinde Mahmut Şevket Paşa'yı öldürdüler ve kaçtılar. Bunların sığı­
nakları Beyoğlu'nda Pire Mehmet sokağında keşfedilerek burası kuşatıldı.
Katiller teslim olmadılar ve silahla karşı koydular. Topal Tevfik denilen
88 RAHMİ APAK

bir şerir ile diğer birkaçı öldürüldü ve bir ikisi yaralı olarak ele geçirildi
ve bu çarpışmada Cemal Bey' in emir subayı bir yüzbaşı da öldü.
Haziran ı g ı 3'de öldürülen Mahmut Şevket Paşa vak'asını müteakip
İstanbul'da geniş şekilde tevkifler yapıldı ve yirmi kadar suçlu Beyazıt
meydanında asıldı. Bunların arasında Osmanlı hanedanına damatlık eden
Salih Paşa adında birisi de vardı. Sınıf arkadaşlarımdan Samsunlu Osman
idam ekibi içinde çalışmıştı. Bana şöyle anlattı: "Suçluların hepsini aynı
zamanda ve aynı dakikada asmak mümkün olmadığı için, asılmakta geri
kalanlar, diğerlerinin asılmasını seyretmeye tahammül edemiyorlardı. Bazı­
ları ceplerindeki paraları vererek asılma sırasının öne alınması için yalvarı­
yorlardı. Bu arada Salih Paşa da kendisini çok bekletmemekliğim için ve
derhal asmaklığım için bana altın saatini hediye etti".

Balkan Harbinin kısaca politik analizi


Kitabım, bir hatıralar ve hikayeler serisidir. Hadiselerin içinde yaşa­
mış, yuvarlanmış bir kimsenin bunları görmemiş veyahut az görmüş ve
noksan işitmiş olanlara ve bilhassa bugünün ve yarının gençlerine bu ha­
diselerin hikayesidir. Lakin objektif hikaye yavandır ve enstrüktif değildir.
Bu hadiseleri o zamanki kafama göre kıymetlendirmekten feragat edeme­
yeceğim.
Balkan harbi bize Ege Denizi adaları ile birlikte şöyle, böyle ı 00.000
kilometre kareye yakın toprak kaybına sebep olmuş, bir milyondan fazla
Türk öldürülmüş ve sürülmüş, memleketin nüfusu 5 milyon eksilmişti. Bu
savaşın sorumluluğu kimin üzerindedir? Meşrutiyet inkılabından sonra ik­
tidara gelen Türk hükümetleri, otuz yıldanberi Sultan Hamid'in yaptığı
gibi bu faciayı biraz daha geciktiremez mi idi? Ben bunları o zamanki ya­
şadığımız havaya göre inceleyeceğim.
Padişahlık idaresi , Osmanlı mevcudiyetine karşı hazırlanmakta olan
darbeyi biraz daha geciktirmek için çalışmamış değildi. Fakat böyle bir
darbeye karşı duracak surette memleketi iktisat ve askerlik bakımından
ayaklandırmak ve kuvvetlendirmek için hiçbir çalışma yapmamıştı. Kendi
başına buyruk olan Sultan Hamid düzenbaz ve desiseli, fakat bilgisiz,
görgüsüz bir diktatör idi. Etrafına toplananlar da aynı kafada idi. Mithat
Paşa ve arkadaşları gibi vatanperver ve bilgili kimseleri ortadan yok ettik­
ten sonra, memleketin modern usulde gelişmesi ve kuvvetlenmesi hakkın­
da fikir sahibi, arzu sahibi olarak sahnede kimse kalmamıştı. Bu halde
Balkan harbi felaketinin bir numaralı sorumlusu Padişah Sultan Ha­
mit'tir.
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI 89

Balkan savaşının iki numaralı sorumlusu da Ruslardır. Rus emperya­


lizm hırsıdır. Deli Petro vasiyeti ile canlandırılan Rus genişleme, ılık de­
nizlere inme politikasıdır. Son iki yüz yılda Avrupa'da ve Asya'da çıkan
kavgaların sebeplerini arayınız. Hepsinin içinde Rus parmağı vardı. Rusya
güya Osmanlı idaresindeki Hıristiyanların kurtarıcısı rolünü yaparken ah­
mak Avrupalıların anlayışsızlığı yüzünden, bütün Orta Asya'yı, Uzakdo­
ğu'yu ve Kafkasları elde ederek dünyanın en büyük imparatorluğunu kur­
muş ve bu bölgelerde milyonlarca Müslüman ve Türk'ü esaret altına al­
mıştır.
Balkan savaşının üçüncü sebebi de, Hıristiyan olan Avrupa memleket­
lerinin Müslüman olan Türklere karşı güttükleri geleneksel düşmanlık
duygularıdır. O zamanki İttihat ve Terakki Partisi'nin bir taraftan İslam
ittihadı ve diğer taraftan da Panturanizm politikası İngilizlerle Ruslar da
bu geleneksel düşmanlık duygularını kamçılamış olduğunu da kabul ey­
lemelidir.
Dördüncü bir sebep, meşrutiyet inkılabının, Osmanlı İmparatorluğu
içindeki muhtelif unsurların Türkler aleyhindeki düşmanlığını arttırmış ve
alevlendirmiş olmasıdır.
Beşinci ve önemli bir sebep, o zaman Avrupa'da kurulmuş olan itti­
faklar sistemidir. Avrupa o zaman (Rusya - Fransa - İngilizler)'den mürek­
kep Üçlü Anlaşma ile buna karşı (Almanya - İtalya)'dan mürekkep Üçlü
Birleşme adı ile iki siyasi bloka ayrılmıştı. İngiltere ve Fransa, Üçlü Anlaş­
manın en kuvvetli bir üyesi olan Rusya'yı darıltmamak için, menfaatlerine
uygun olmadığı halde, bu devletin yani Rusya'nın hasta adam denilen
Osmanlı varlığını likide etmek niyet ve arzusuna engel olmamışlardır.
Üçlü Birleşmenin en kuvvetli ortağı olan Almanya ise, iki sebepten dolayı
Balkan devletlerinin Türkiye'ye saldırmasına göz yummuştur: Birincisi
Türkiye'nin, dört Balkan devletine yenilmeyeceği hakkındaki ümit, ikincisi
de şayet Balkanlı Hıristiyanlar Türkiye'yi alt etseler bile bunların içinde
en kuvvetli sayılan Bulgaristan'ı gücendirmemek endişesidir.
Türkiye'nin dört Balkan devletine yenilemeyeceği ümidi o kadar kuv­
vetli idi ki, Avrupa devletleri harp başlamazdan önce, savaşı kim kazanırsa
kazansın hiçbir toprak değişikliğine müsaade edilmeyeceğini açıkca ilan
etmişlerdi. Bundaki gaye, şayet Türkler Bulgaristan veya Sırbistan toprak­
larına girecek olurlarsa geriye çekilmelerini garanti altına almaktı, yani sa­
libin girdiği yere bir daha hilal tekrar dönemez kaidesinin ilanı. Fakat iş
aksine tecelli ediverince evvelce yapılan bu açık ilan unutuldu gitti.
90 RAHMİ APAK

Balkan savaşı hakkında daha akademik bir siyasi analiz benim kom­
petansımın dışındadır. Ben ancak, o zaman içinde yaşadığım havayı kısa­
ca belirtmekle iktifa ediyorum.

Şimdi, kitabım için en önemli olan şeyin analizine geçecegım. Biz


Balkan savaşını neden kaybettik? Tüfeğimiz, topumuz ve cephanemiz Bal­
kanlı düşmanlarımızınkinden daha az değildi. Kalite bakımından daha
düşük değildi. Giyim ve kuşam bakımından daha noksan değildik.
Düşmanlarımızın sayı üstünlüğü de o kadar korkunç değildi. Bu halde
neden yenildik ve hem de çabucak ve şerefsiz bir surette yenildik. Lüle­
burgaz ve Komanova Meydan M uharebeleri bizim için bir alın karasıdır.
Donanmamızın İmroz civarında Yunan donanması ile yaptığı kavga hiç
iyi değildir. İşkodra garnizonumuzdan maada gerek Edirne kalesinin ve
gerekse Yanya'nın yaptığı müdafaalarla övünecek halde değiliz. Neden,
Balkanlı milletlerin askeri tarihlerine böyle kolay zafer sayfaları açtırdık?
Bu üç meydan muharebesinden en başta göze çarpan şey bu meydan
muharebelerini idare eden kumandanların kifayetsizliğidir.

Lüleburgaz'da Bulgarların karşısına çıkan ordumuzun başında bulu­


nan Abdullah Paşa ile Komanova'da Sırp ordusunun karşısına çıkan or­
dumuzun başında bulunan Zeki Paşa'nın emri altındaki subaylar ve erle­
rin ve halkın tanımadığı şahsiyetler idi. Her ikisi de, bir orduya can ve
ruh verecek vasıflardan mahrumdu, eğer Doğu Ordusu dediğimiz Trakya
Ordusunun başında bir Mustafa Kemal, veyahut bu çapta bir kumandan
bulunsa idi, kezalik Vardar Ordusunun başında dahi savaşçı ve gözü pek
bir şef bulunsa idi ve deniz kuvvetlerimizin başında ise bir Rauf Orbay
olsa idi, Türk askerlik tarihine böyle çirkin hezimetler kaydedilmezdi. Her
üç meydan muharebesi dahi enerj i ve gayretlerin son katresi sarfedilmedi­
ğinden dolayı kaydedilmiştir. Bu son katreyi baştaki kumandan yaratacak
ve koyacaktı. Demekki, birinci hata büyük emir komutadadır.

İ kinci yanlışlık, seferber olmanın geri kalması yüzünden muharebe


meydanlarına düşmanlardan önce bütün kuvvetlerimizi yetiştirmemek ve
toplayamamaktır. Bu eksiklik, ordu kumandanlarının, düşman kuvvetleri
ile çatışmak zamanında, meydan muharebesi alanında plan tertip etmele­
rine imkan bırakmamış, kavgalar gelişigüzel kendiliğinden ve karaktersiz
tarzda vuku bulmuştur. Bir yığınak (sıklet merkezi) kurmak, sağdan çeki­
lip, soldan yüklenmek gibi harp sanatlarına başvurulmamıştır. Halbuki
kavgalar birer manevra kavgası idi.
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI gı

Üçüncü eksiklik, orta sevk v e idaredeki beceriksizliktir. Tümen ve


alay kumandanları için vazifesinin ehli subaylara pek az tesadüf edilmiştir.
Düşman eline geçen bir noktayı derhal geri almak için ihtiyatların ve ci­
var birliklerin kendiliğinden harekete geçmeleri, kaybedilen sırtların derhal
karşı taarruzlarla geri alınması manevraları yapılmamış, sanki savaş alanı­
nın bir yerinden bir sakatlık olunca, bunu derhal onarmak lazım bir işmiş
gibi hareket edilmiştir. Kendi teşebbüsü ve fedakarlığı ile felaketi önleme­
ye kalkanların sayısı çok azdı ve bu kahramanlar ancak kendilerinin ve bir
kısım maiyetinin canlarını feda etmekten daha ileriye gidememişlerdir.
Yenilgimizin dördüncü sebebi de havanın yağmurlu olmasıdır. Türk
subayı ve eri sporcu değildi. Fena hava şartları daima Türk askeri birlikle­
rinin savaş kabiliyetlerini düşürmüştür. Yolların azlığı ve mevcut olanla­
rın ise çamurlu olması ve geri hizmet mefhumunun Türk Ordusunda
mevcut olmaması yenilgimizin beşinci sebebidir.
Türk Ordusunun yarısından fazlasını Redif Birlikleri teşkil ediyordu.
Bunlar, barış zamanı yalnız kadro halindeki yaşlı erlerle tabur, alay ve
tümen olarak mevcut idiler. Fakat talim ve terbiyeleri pek kıt, subayları­
nın da vasıfları çok düşük idi. Savaşın kaybedilmesi sebeplerinden birisi
de bu kıtaların düşük vasıflarıdır.
En nihayet çok önemli bir yanlışlık da, Balkan devletlerinin Türki­
ye'ye saldıracakları gün gibi açık olmasına rağmen, bu saldırıştan on gün
önce Rumeli'de bulunan askeri birliklerden yetişmiş ve eski erattan seksen
bin kadarının ordudan terhis edilerek evlerine gönderilmeleri olmuştur.
Balkan Savaşından Birinci Cihan Savaşı'na kadar geçen kısa zaman
Ordumuz Çatalca gerisinde kendisini toplamak ve büyük kolera afeti­
ni önleme ile meşgul iken Yunanlılar ve Sırplılar birleşerek Bulgarlara sal­
dırdılar. Bundan istifade eden İttihat ve Terakki hükümeti de Bulgarlarla
Londra'da imzalanmış olan barış antlaşmasını bozdu ve Türk Ordusunu
Meriç Vadisine kadar ileri sürerek Edirne'yi geri aldı ve hatta Batı Trak­
ya' da yerli bağımsız bir Türk Hükümeti kurdurdu.
Bundan sonra durum normale girmiş oldu ve ben de noksan kalan
askeri akademi tahsilimi tamamlamak üzere yeniden açılan akademiye de­
vama başladım.
Bulgarların ellerinden kaçan Almanlar bu defa Türkiye'ye daha fazla
yakınlık gösterdiler. Memlekette Alman dostu olarak tanınan Enver Paşa'
nın Savunma Bakanlığının tesiri ile, Türk Ordusunun ıslah ve tanzimi
RAHl\fİ APAK

ıçın (Heyeti İslahiye) adı altında seksen kadar Alman subayından mürek­
kep bir misyon Türkiye'ye geldi. Bunların başında, Korgeneral rütbesinde
ve Liman Yon Sandres adında bir general vardı. Bu meyanda Yıldız'daki
Harp Akademisi'nin bütün öğretmenleri ve hatta müdürü bile Almanlar
oldu.
İ tiraf etmeli ki, binbaşı, yarbay ve albay rütbesinde ve mesul kıta ku­
mandanı olarak ordumuzun içine sokulmuş olan bu Alman eğitim heye­
ti , kısa zamanda Türk Ordusunda bir çalışma, disiplin ve ponktüalite ru­
hu yarattılar. Bir yıl sonra girdiğimiz Birinci Cihan Savaşı'nda Türk Or­
dusunun gösterdiği yüksek kabiliyette, bu çalışmanın tesiri inkar edilemez.
Akademinin son sınıfı dahi, Alman öğretmenlerin idaresinde kesif bir­
çalışma içinde geçti. Derslerimizin içinde askerliğe ait olanlardan maada
siyasi tarih ve harp hukuku dahi vardı. İktisat bilgisi hakkında bize hiçbir
şey öğretilmedi.
Siyasi tarihi meşhur Diran Kelekyan okutuyordu.

Diran Kelekyan'ın kötü propagandası


Diran Kelekyan, Mihran adındaki Ermeni'nin çıkardığı günlük siyasi
Sabah Gazetesi'nin başmakalelerini yazardı. Bu gazete güya tarafsızdı.
Balkan harbi patlak vermek üzere bulunduğu ve bu yüzden Harp Akade­
mısinin kapatılması ve öğrencilerin kıtalara dağıtılması kararı verildiği za­
manda, bir gün Akademinin bahçesinde birlikte otururken bize şunları
söylemişti : "Siz harp edemezsiniz, bakınız, etrafınızdaki on beş subaydan
hanginizin elbisesi birbirine benzer? Herbirinizin elbiselerinin kumaşları
ayrı, biçimler başka. Kiminizin saçı uzun kiminizinki kısa, daha yeknesak­
lık bile sağlamamışsınız. Mısır Ordusunu İngilizler idare eder, hem de
Mısır Ordusu sizin gibi kalpak değil, biçime ve estetiğe zor uyan fes giyer,
her subayın ve erin fesleri müsavi büyüklükte ve santim ve ölçü ile biçim­
leştirilmiştir. Sizin askerleriniz atış yapmasını bile bilmez . . . .
"

Bu bir hakikat idi, fakat Diran Kelekyan'ın bize bunları söylemesin­


deki maksat bir dostluk gösterisi değil, içimizde bozgun yaratmak içindi.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Birinci Cihan Savaşı

Harp Akademisi üçüncü, yani son sınıf hayatımızı kısaca hikaye et­
tim. Biz, bu son sınıfı bitirdiğimiz zaman Avusturya İmparatoru'nun oğlu
ve saltanatın veliahdı olan Prens Ferdinand Bosnasaray'da Prençipi adında
bir Sırplı tarafından öldürüldü (28 Haziran 1 9 1 2). 88 yaşındaki, babası
Fransuva Yozefin yerine geçecek olan Ferdinand , Slavlık için tehlikeli ola­
cak, azim ve irade kuvveti fazla bir şahsiyet idi. Bu hadise Avusturya'nın
Sırbistan aleyhinde şiddetli harekete geçmesini ve Sırbistan'ı kuvvet ile
tehdide kalkarak, seferber olma ilan etmesini mucip olunca, arkasından
Rusya'da dahi harp hazırlıkları başladı. Bu hazırlıklara mani olamayan
Almanya dahi seferber olma ilan ederek mevcut plan mucibince Batı'ya
yani Hollanda ve Belçika'ya saldırışa geçti. Arkasından Osmanlı memleke­
tinde dahi seferber olma başladı.

Şimdi İstanbul Üniversitesi'nin yerleşmiş bulunduğu o zamanki Milli


Müdafaa Vekaleti binasında, Başkumandan Vekili Enver Paşa ile Kuman­
danı Alman Liman Von Sandres olan Birinci Ordu karargahı kuruldu.
Beni bu ordunun kurmayının harekat şubesine mülhak olarak verdiler.
Şubenin Reisi Yarbay İsmet (İsmet İnönü) ve Ordunun Kurmaybaşkanı
da hatırımda iyi kaldı ise Frankınberg adında bir Alman Albayı idi. Baş­
kumandan Vekilinin Kurmaybaşkanı da bir Alman idi. Burada, harekat
şubesini Ali İhsan Bey (Ali İhsan Sabis) idare ediyordu.
Erzurum'da toplanan Üçüncü Ordu'ya İzzet Paşa tayin edilmiş, Goze
adında bir Alman Albayı Kurmaybaşkanlığına, Suriye'deki Dördüncü Or­
du'ya Cemal Paşa gönderilmiş, kezalik Kurmaybaşkanlığına bir Alman se­
çilmiş idi. Böylece ordunun sevk ve idaresi endirekt olarak Almanların
nüfuzu altına verilmişti.
Çanakkale ve İstanbul etrafında toplanan dört kolorduya başlık eden
Birinci Ordu, seferber olmayı tamamlamak ve talim ve manevralar icrası
suretiyle 1 9 1 4 yazını hummalı bir çalışma ile geçirmiştir.
Bu esnada, İngiliz donanması tarafından Kuzey Afrika' da sıkıştırılan
Göben büyük saf gemisi ile Breslav kruvazörü, hızlarından istifade ederek
kaçıp Çanakkale'ye gelmişler ve verilen müsaade ile boğazdan içeriye gire-
94 RAHMİ APAK

rek İstanbul önünde demirlemişlerdir. Bu gemilerin Türkiye'ye satıldığı


ilan edilmiş ve Alman mürettebatının başına kırmızı fesler geçirilmiş ise
de hiçbir Türk, gemilerin içerisine sokulmamıştır.
O zaman iş başında bulunan Prens Sait Halim Paşa hükümetinin
malumat ve muvaffakatı olmadan iki Alman gemisinin Karadeniz'e açılıp
Sivastopol ve Odessa limanlarını bombardıman eylemesi yüzünden, Üçlü
Anlaşma devletleri Türkiye'ye karşı harp ilan eylemeleri ile Türkiye dahi
bu yüce savaşta Üçlü Birleşme devletleri içine katılmış oldu ve Osmanlı
İmparatorluğu'nun yıkılması ile sonuçlanan büyük facia başlamış bulundu.
O zamanki rivayetlere göre, Başvekil Prens Sait Halim ile Maliye Ve­
kili Cavit bizim Birinci Cihan Savaşı'na katılmaklığımızı istemiyorlardı.
Fakat Alman askerlik kudretine ve Almanların zaferine inanmış olan En­
ver Paşa, Üçlü Birleşme devletleriyle birlikte büyük Türkiye'yi yaratmak
hülyası ile Almanların bizi harbe sürükleyerek, olup bittiler yaratmasına
göz yummuştur.
Bolşevik ihtilalinden sonra, Sovyet Rusya hariciye komiserliği tarafın­
dan neşredilen ve tarafımdan eski yazı ile Türkçeye çevrilen ANADOLU­
N UN TAKSİMİ adındaki kitabın seksen birinci sayfasının ortasından iti­
baren bir pasajını buraya nakledeceğim. Bu pasajı her kültür sahibi
Türk' ün bilmesini isterim. İşte pasaj :
" 29 Ekim'de, Girs (Rusya'nın İstanbul'daki Büyükelçisi) bir gezinti es­
nasında Karadeniz'de vukubulan muharebeyi sadrazamın tercümanından
öğrendi. İngiliz Büyükelçisi Mallet bu haberi kafi derecede bir sevinçle
karşıladı. Fransız Büyükelçisi Bonpar ise bu malumatı kafi derecede bir
kayıtsızlıkla karşıladı. Mösyö Bonpar çıktı. Fakat çeyrek saat sonra Mösyö
.\1allet ile birlikte tekrar gelerek her ikimizin kendi hükümetlerimize birer
telgraf çekerek, Türkiye'ye harp ilan eylemeleri ve Türkiye'ye ya harbi ve­
yahut derhal bütün asker Almanların Osmanlı topraklarından uzaklaştırıl­
ması hususunu tercih etmekte muhtar olduğunu teklif eylemeyi, nasihat
etmekliğimizi bize teklif eyledi. Bütün filoya hakim olan Alman subayları­
nı uzaklaştırmaya Türklerin muvaffak olamayacaklarını bildiğimiz halde,
icabeden telgrafları yazdık. Gece saat üçe doğru Hariciye Vekaietimizden,
bütün memurlarımız ile birlikte Türkiye'yi terkeylemekliğimiz hakkında
mahrem bir telgrafname aldım".

Türk Başvekili Prens Sait Halim ağlıyor


Ertesi gunu, Girs ile refikleri Prens Sait Halim tarafından kabul edil­
diler. Girs'in sözlerine göre, Türk Başvekili pek yeisli olup: "Ne kendisinin
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI 95

ve ne de hükümetinin harbi istemediklerini temin etmeye başladı". O Pe­


tersburg'a, Fahrettin'e telgraf çekerek vukubulan hadiseden dolayı, Rus
İmparatorluk hükümetine derin teessüflerini bildirmesi arzusunu izhar ey­
ledi ve Amiral Suhon'un, Rus filosunun kendilerine hücum eylediğine da­
ir iddiasına inanmadığını da ilave eyledi. Kezalik, Almanların kendisini bu
suretle aldatacaklarını hiç beklemediğini de ekledi. Çünkü İstanbul'daki
Alman Büyükelçisi Yon Vanginhaym, Türkiye Hükümeti'nin müsaadesi
olmaksızın Alman harp gemilerinin Ruslara sataşmayacağı hakkında ken­
disine bir mektup ile teminat vermişti. Girs hikayede devam ediyor: ''Mai­
ler, tekrar Sadrazamın yanına çıktı. O dahi pasaportlarını istemek husu­
sunda hükümetinden talimat almış olduğunu söyleyince, Prens Sait Halim
ağlamaya başladı".
Sadrazamın gözyaşları ispat ediyordu ki, hasıl olan durumun vahimli­
ğini o, sevinçli ve gülücü İngiliz büyükelçisinden ve arkadaşı ilgisiz
Mösyö Bunpar' dan daha fena anlamamıştır. Kendisini kolaycacık harbe
sürükleyen Rus diplomasisi ise, Türkiye ile bir harbin -Çar Rusyası'nın
mezarına kadar- kendisini Alman aleyhtarı ittihada bağlayacak pekiyi
düşünülmüş ve hazırlanmış bir vasıta olduğuna akıl erdiremediği açıktır.
Almanlar, Müslüman Türkiye'nin İslam alemi Üzerindeki tesirinden
maada Rusya'da yaşayan otuz kırk milyon Türk'ün maddi ve manevi yar­
dımlarından dahi ümit beklediklerinden, Kuzey İrlanda ve Türkistan
bölgelerinde Ruslara güçlük çıkaracak hareketlerin icrasına Türkiye'yi teş­
vik ediyorlar. Hem Panturanizm ve hem de Panislamizm hülyaları içinde
yaşayan ittihatçılar ise böyle sergüzeştlere girmek için yanıp tutuşuyorlar­
dı.
İ lk olarak, bu bölgelerde kuvvetlice bir sergüzeşt seferi için Enver Pa­
şa'nın amcası Albay Halil (Amca Halil Paşa) kumandası altında Beşinci
Seferi Kuvvet adı altında kuvvetli bir tümen kuruldu, o zaman ben de he­
yecanlı Türkçü ve Turancı idim. Pek sevdiğim ve askeri okuldan talebem
olan Teğmen Salahattin (şimdiki halde Bayındırlık Vekaletinde �falzerne
i\lüdürü) ile birlikte gönüllü olarak bu tümene girdik ve 1 9 1 4 sonbaharı­
na doğru İstanbul'u terk ederek yola çıktık.
Turan'a gidiyorduk. İran Azerbeycanı'na gırıp Azeri Türklerini ayak­
landıracak, sonra Türkistan'a sızacak, oradaki Türklüğü silahlandıracak ve
büyük Turan davası için çalışacaktık.
On altı binden fazla mevcutlu tümenimizde ancak on iki dağ topu ile
her alayda iki makineli tüfekten ziyade otomatik silahımız yoktu. Erler,
96 RAHMİ APAK

Ankara, Yozgat ve Kastamonu gibi Anadolu yaylasının meşhur kavgacı ve


zahmetlere dayanıklı insanları arasından seçilmişti. Subaylar ve erlerde
üstün bir moral atmosferi esiyordu.
Pozantı istasyonuna kadar trenlerle kafileler halinde geldik. Buradan
sonra Torosların henüz açılmamış tünelleri dolayısıyla, demiryolunun eksik
kısımlarını yaya yürüyüşlerle keserek demiryolunun son istasyonu olan
Resülayn'da vagonlardan indik. Urfa'dan geçerek Diyarbakır'a vardık ve
burada, tümenin arkasının alınması için bir hafta bekledik. Tümen karar­
gahından beş subayı Diyarbakır ileri gelenlerinden Behram Paşa oğulla­
rından Arif Bey, evinin selamlık kısmında misafir etti. Diyarbakır ve Sive­
rek'te gördüğümüz konukseverliği ve yiyecek bolluğunu unutamayacağım.
Bazı yerlerde, atlı Kürtler yürüyen taburlarımızın önüne dikilerek tabur
bir gece kendi köylerinde misafir kalmazsa bunu kendilerine hakaret saya­
caklarını ve icabederse taburla kavgaya bile girişecekleri tehdidi ilç binden
artık mevcutlu taburları yollarından çeviriyorlar ve mehmetçikleri patlayın­
caya kadar doyuruyorlardı. Siverek'te bir ağanın evinde on beş subayla
birlikte bulunduğum bir sofrada otuz türlü yemek kabının birbiri arkasın­
dan sofraya getirildiğini gördüm.

Diyarbakır'dan, Silvan üzerinden Van yolu ile İran'a gitmek kararlaş­


tırılmıştı. Yollarda da tümen için insan ve hayvanlara besi maddeleri depo
edilmesi için tertipler alınmıştı. Fakat birdenbire, seferi kuvvetimizin
İran'a gitmekten vazgeçerek Erzurum'a yürüyeceğini öğrenince, Turan
hülyalarımız yandı kül oldu. Meğerse, Enver Paşa'nın meşhur Sarıkamış
Taarruzu muvaffak olamamış, bir kış harbi için hazırlanmamış olan
Üçüncü Ordumuz saldırışında muvaffak olamayarak, daha • iyi g;ydirilmiş
Rus askerlerini Sarıkamış ve Kars'a atamamışlar, Allahuekber Dağında
bozulan ordumuz fazla kayıplar vererek geriye çekilmiş, Erzurum kalesi
Rus tehdidi altına girince bizim tümenin derhal kuzey istikametine döne­
rek, Erzurum Üzerine yürümesi emredilmiş.
Bu münasebetle, bu Sarıkamış hareketi hakkında birkaç söz söyleyece­
ğim. Doğu Prusya'ya giren Rus kolorduları Hindenburg orduları tarafın­
dan ağır kayıplara ve yenilgilere uğratılınca, Ruslar Türkistan'da bulunan
iki kolordularını Alman cephesine nakletmeye başlamışlar. Almanlar bu
Türkistan kolordularının bir kısmını bizim üzerimize çekmek için Üçüncü
Türk Ordusunun taarruza geçmesini isterler. O zamana kadar, Kafkas
bölgesinde muvaffakiyetli müdafaa yapan ve hatta Köprü köyde Rus Kaf­
kas Ordusunun fazla ilerlemiş birliklerini bozarak geriye süren Üçüncü
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI 97

Ordu alaylarımızın bu muvaffakiyetlerinden ümide kapılan Enver Paşa,


Almanların teşviki ile (Sarıkamış - Kars) istikametinde Ü çüncü Ordunun
saldınşa geçmesine karar verir. Üçüncü Ordu Kumandanı Hasan İzzet Pa­
şa, askerin karlar içinde savaşacak surette giydirilmemiş olduğunu ve uzun
menzilli bir saldırış halinde geri hizmetinin kifayetsizliğini ileri sürerek, bu
taarruzu kış esnasında yapmanın muvaffak olmadığını beyan edince, En­
ver Paşa, yanına Hafız Hakkı Paşa'yı alarak Erzurum'a gelir ve Hasan İz­
zet Paşa'yı derhal emekliye ayırarak, ordunun emir komutasını genç arka­
daşı Hafız İsmail Hakkı Paşa'ya vererek bu saldırışı birlikte idare etmek
kararını verirler. Başlangıçta askerlerimiz Rusları geriye atar, Rus hududu­
nu aşarlar ve Rus Türkistan kolordusunun bir kısmını da karşılarına çe­
kerler ve Almanların yüklerini de hafifletirlerse de kar, kıyamet ve ça­
murlar içinde ve cephane yoksulluğu yüzünden bu hareket Allahuekber
Dağında muvaffakiyetsizliğe uğrar. Enver Paşa feci akıbeti görmemek için
İstanbul'a döner, Ordu Kumandanı Hafız Hakkı da tifüse yakalanarak ve­
fat eder, bir kolordu karargahımız ve birçok erlerimiz ve kıtalarımız
düşman tarafından esir edilir, birçok erler ve subaylar donup ölürler, ar­
kasından da yorgun ve aç askerin arasında müthiş bir tifüs salgını başlar.
Erzurum tehlikeye düşer. Yüz bin kişilik Üçüncü Ordunun mevcudu otuz
bine iner.
Eğer kış esnasında bu saldırış yapılmayıp da Üçüncü Ordu birlikleri
Erzurum tabyalarının himayesi altındaki mevzilerinde kalsalar, iyi bakılsa­
lar, kış mevsiminin geçmesini bekleselerdi, maneviyatı çok yükselmiş olan
Ü çüncü Ordumuz ilkbahar ve yaz mevsiminde Rus Kafkas Ordusuna
büyük darbeler vurabilirdi. Enver Paşa'nın kaprisi elli altmış bin insanın
canına malolmuş, ordunun ve halkın yükselmiş moralini hırpalamıştır.
Bu hareketin tenkidini, ona bizzat katılanlar yapmıştır *. Ben bu bap­
ta fazla yazmaksızın kendi tümenimizin hareketine geçeceğim.
Tümenimizin yürüyüş istikameti doğudan kuzeye, yani Erzurum üze­
rine çevrilince, Tümen Kumandanı Halil Bey İstanbul'a çağrılmış ve yeri­
ne Kırk Üçüncü Alaya Kumandanlık eden Bekir Sami Bey getirilmiştir.
Biraz sonra Tümen Kurmaybaşkam Basri Bey dahi ayrılmış ve bu vazife
bana verilmiştir. Ben ise, Harp Akademisi tahsilini tamamlamış olmakla
beraber henüz kurmaylığını tasdik edilmemişti ve rütbem de üstteğmen
idi.
(*) Sarıkamış felaketi hakkında en iyi eser bu harekete Kolordu Kurmaybaşkanı ola­
rak katılmış olan, Kurmay Yarbay Şerif Bey'in, Sarıkamış adında yazdığı kitaptır.

F. 7
98 RAHMİ APAK

Bekir Sami Bey, iri cüsseli, yakışıklı ve gösterişli ve fevkalade iyi


yürekli ve iyi ahlaklı bir zat idi.
Diyarbakır'dan sonra tümen karargahı ilk geceyi Maden'de geçirdi.
Geçtiğimiz köylerde tifüs vak'aları görülmekte olduğundan yürüyüş itine­
renine riayet etmeyerek, hangi köy veya kasabada hastalık yoksa oraya ka­
dar yürüyüşü uzatmaya dikkat ediyorduk. Ondan sonra dağlar içinde Ba­
kırmadeni kasabasında geceledik. Oradan Palu üzerine yürüdük. Palu'dan
sonraki yürüyüş, bele kadar karlar içinde başladı. Kiğı'ya kadar büyük
zahmet içinde geldik. Kiğı'dan sonra Erzurum batısında birkaç köyde
tümen toplandı ve karlı ve tipili bir günde Erzurum şehrinden geçerek
Hasankale civarında, Pasinler ovasında, Ermeniler tarafından boşaltılmış
olan Ermeni köyleri ile ahalisi içinde oturan Türk köylerinde toplanıldı.
Bu yürüyüş kar tipisi altında yapıldığından Deveboynu'ndan geçerken ba­
zı kıtalar donma vak'alaı:ından zayiat verdiler. Meğerse bu Deveboy­
nu'nun tipisi meşhur imiş. Bize hareket emrini veren ordu kumandanlığı
tehlikeden bizi haberdar edebilirdi. Bu ihmal yüzünden vukubulan bu
vak'alardan çok üzülmüştük. Bir defa, Palu ile Kiğı arasında gündüz
gözüyle bir köye geldik. Her taraf bembeyaz karla örtülü. Yerleştiğimiz
evin toprak örtülü damına çıktım. Etrafa bakınıyordum. Birkaç yüz metre
ileride karın içinde bir lekenin kımıldanmakta olduğunu gördüm. Hemen
arkadaşım Salahattin ile fırladık ve kımıltı yerine yetiştik. Donmakta ve
ölmekte olan bir eri kollarından ve bacaklarından tutarak taşıyıp köye ge­
tirip bir odaya aldık. Bizim tümenin alaylarından perakendeye kalmış bir
mehmetçik. Derhal ellerini ve yüzünü karla ovuşturarak masaj yaptık ve
onu ölümden kurtardık.
Kiğı'ya geldiğimizde, kasabanın camiinde on beş kadar askerin ölmüş
olduğunu ve halk tarafından gasil ve tekfin işlerinin yapılmakta olduğunu
gördük. Meğerse bunlar Sarıkamış bozgunundan dönen ve yakalandıkları
tifüs hastalığından soğuk ve sefaletten ölen askerler imiş. Bizim askerlere
bu manzarayı göstermemek için camiin kapılarını kapattım. Biz, sonra,
Pasinler Ovasında eriyen karlar altından ne kadar cesetler çıkarmıştık.
Pasinler Ovasına yerleştikten sonra ilk işimiz hastalıkla mücadeleye gi­
rişmek oldu. Bitleri öldürmek için erlerin çamaşırlarını etüvden geçirecek
vasıtalarımız yoktu. Hergün, yemeklerden önce ve sonra kazanlarda çama­
şırları kaynatıp bit öldürüyorduk. Ayrıca her kıta günde bir saati bitlerden
kurtulmaya tahsis ediyordu. Tifüsün başlıca sirayet vasıtası olan bu para­
zitleri yok edecek D.D.T. o zaman mevcut olsaydı, yalnız bizim tümenden
tifüsten ölen binlerce er ve subayın hayatları kurtulmuş olacaktı.
YETMİŞLİK B İ R SUBAYIN HATIRALARI 99

Fazla yorgunluk ve gıdasızlık dahi tifüs salgınının artmasına sebep ol­


duğundan, Tümen Kumandanı Bekir Sami Bey, askere gündelik istihkak­
larının yarısı kadar eklenerek gıda maddeleri verilmesini yazı ile kıtalara
emretti. Fakat buna rağmen bazı hesap memurları ve iaşe heyetleri kanu­
nun sarahati karşısında sorumluluktan çekinerek bu yazılı emri yerine ge­
tirmeye cesaret edemiyorlardı. Tümen Kumandanı, bu yüzden, hergün ta­
burları dolaşıyor, yazılı emrinin tatbikinden çekinen yüzbaşı rütbesine
muadil rütbeleri olan hesap memurlarını yere yatırarak kıçlarına on beş
yirmi sopa dayak atıyordu . Nihayet, dayak korkusundan bütün taburlar
bu emri tatbik ettiler ve askerler de bir buçuk misli ekmek, et ve yağ ye­
diler. Bu tedbirin, salgının artmasını önlediği muhakkaktır. Ruslarda da
hiçbir mevcut olmadığından ordu ihtiyatı olan tümenimiz üç bin kadar
zaiyat ile tehlikeyi atlatabildi.
Bir gün Bekir Sami Bey ile bir taburun mutfağını yani açıkta kayna­
yan kazanlarını görmeye gittik. Evvelce bu tabur için altı kazan kaynar­
mış, şimdi sekiz kazan kaynıyordu. Kumandan, emrinin tatbik edildiğini
gördükten sonra hayvanlarımıza bindik, köyden çıkarken iki askerin bi r
duvar kenarında çömeldiğini gördük. Askerler, kumandanı görünce, ayağa
kalkıp selamladılar. Bekir Sami Bey bunlara: "Çocuklar, nasıl karnınız do­
yuyor mu?" diye sorunca birisi: "Eh , efendim . .. " tarzında şüpheli bir ce­
vap vermesi Üzerine Bekir Sami Bey: "Ulen , neye eh efendim diyorsun,
ekmek ve yemek eskisinden fazla verilmiyor mu?" dedi. Mehmetçik, hiç
kekelemeden, gülümseyerek: "Efendim, yemeğe doyum olur mu"" deme­
sin mi. İşte Anadolu yaylasının bu kavgacı ve metanetli mehmetçiği, onu
aç bırakmayınız, o harbin her türlü tehlikelerine ve yorgunluklarına karşı,
seve seve tahammül eder. Türk'ün, başka milletlerde bulunmayan bu itaat
ve tahammülü hakkında, sırası geldikçe bu kitapta birkaç defa bahsedile­
cektir.
Bizim tümen, ilkbahara kadar ordu ihtiyatı olarak bu Pasinler Ova­
sında kaldı. Karlar erimeye başlayınca küçük tatbikatlar, atışlarla meşgul
olduk. Hatta subaylar arasında bile müsabaka atışları yaptırdık.

Enteresan bir konuşma


Bir gün, bulunduğum köyün sokağında oturan on beş yaşlarında ka­
dar bir köylü çocuğu gördüm. Şu çocukla biraz yarenlik edeyim dedim:
- Bana bak oğlum senin adın ne?
- Adım Ahmet.
100 RAH � ! İ APAK

- Sen hangi millettensin? (Ermeni olmasından şüphe ediyordum).


- Osmanliyem ...
- Osmanlı n e demek, sen Türk değil misin?
- Hayır, ben Türk değilem, Osmanliyem.
Peki, sen hangi dilden konuşursun, Ermenice mı, yoksa Türkçe
mi?
- Türkçe konuşurem.
- Mademki Türkçe konuşuyorsun o halde sen Türksün.
- Hayır efendim ben Türk değilem.
- Ulen, sen de Türksün, ben de Türküm.
- Efendi , sen Türksen Türk ol. Bana ne? Ben Türk değilem.
- Ulen Padişah dahi Türktür.
- Efendi, günaha girme, Padişah Türk olamaz.
Meğerse, bu havalide Türk demek kızılbaş demek imiş. Bütün Azeri
Türkleri ve Kars ve Ardahan ve Tifüs Türkleri Şii mezhebinden oldukla­
rından Sünni olanlara Osmanlı denirmiş.

v an bölgesine hareket
ı g ı 5 ilkbaharında, karlar erimeye başlayınca, Ruslar yeni getirdikleri
kuvvetlerle bizim sağ kanadımızdan ilerlemeye başladılar. Van Gölü'nün
kuzeybatısındaki bu bölge aşiret süvari kıtalarıyla örtülüyordu. Ruslar Ka­
rakilise, Kılıçgeçiği, Malazgirt Üzerlerinden Muş'a doğru sarkmaya başla­
mışlardı. Ayrıca, bizden sonra Halil Bey'in komutasında yeniden teşkil
edilerek, İran Azerbeycanı'na giren Birinci Seferi Kuvveti geriye atan Bara­
tof adındaki Ermeni komutasındaki Rus birlikleri de Van Gölü güneyin­
den hudutlarımızı geçmişlerdi. Birinci Seferi Kuvvet Bitlis üzerine çekili­
yordu. Turan yolunu Birinci Seferi Kuvvet dahi açamamıştı ve bu çekilişte
Ermeniler Van havalisinde büyük vahşetler ve katliamlar yapmışlardı.
Bu durum karşısında, Üçüncü Ordu , bizim tümeni kendi sağ kanadı­
nı korumak için Van Gölü kuzey bölgesine yollamak kararını verdi. He­
men Hınıs'a hareket ettik. Hınıs'tan sonra, Muş istikametinde yürüyüşe
devam ederken bir taburumuzu Bulanık'a gönderdik. Bu tabur Bulanık
güneyindeki sırtları işgal eden derme çatma depo kıtasını takviye edecek
YETMİŞLİK BİR SCBAYIN HATIRALARI ıcı

ve burada komuta eden Yarbay Osman'ın (Koptagel Osman) emrı altına


girecekti.

Ürken hayvan ahıra kadar geri kaçar


Muş'a geldiğimizde orada mutasarrıflık eden Servet Bey namında bir
zatın evine misafir olduk. Servet Bey'in hikaye ettiğine göre, Ruslar l\fa­
lazgirt'e kadar ilerleyince, evvelce Muş'ta toplanmış, talim ve terbiye edil­
mekte olan sekiz yüz kadar Türk'ten mürekkep depo kıtası, askerlik şube
reisi binbaşının emrine verilerek, derhal Bulanık civarında Rusların karşı­
lanmasına ve bizim tümen yetişinceye kadar Ruslara karşı müdafaa _edil­
mesine orduca emir verilmiş. Askerlik şube reisi olan binbaşı derhal mu­
tasarrıfı ziyaret ederek: "Beyefendi merak etmeyin, ben şimdi hareket edi­
yonım. Bulanık'tan sonra Malazgirt, daha sonra Karaköse ve ondan sonra
da Tiflis'ten size sevinçli haber yollarım" demiş ve yalnız el tüfekleri ile
mücehhez (piyade tüfeği) talim ve terbiyesi kıta erlerinin başına geçerek ve
bir al hayvana binip yola çıkmış. Fakat iki gün sonra bu depo taburunun
darmadağın olduğu ve askerlik şube reisinin de Muş'ta evine gelerek sak­
landığı öğrenilince, mutasarrıf derhal kendisini buldurup makamına cel­
betmiş ve malumat istemiş, binbaşı şaşkın şaşkın: "Beyefendi, ben askerin
maniveyatını yükseltmek için hayvan üstünde en başta gidiyordum. Bir
orman içine girdik. Sağdan soldan silah sesleri başladı. Birdenbire kendi­
mi Rus Kazakları arasında buldum. Geriye dönünce hayvanım ürktü ,
dörtnala kaçmaya başladı. Uzun müddet ahırda besili kaldığından başı
çok sertleşmiş. Dizginlere o kadar asıldımsa da durduramadım, beş altı
saat dörtnala kaçtı ve beni de beraber Muş'a kadar hatta ahırın içine ka­
dar kaçırdı. Ben de taburun ve askerlerin ne olduğunu dahi göremedim"
cevabını vermiş.
İşte Servet Bey, akşam yemeğinde bize bunu anlatmıştı ve binbaşının
Kazak dedikleri kimseler ise milli elbiseler ile orman içinde Ruslara karşı
muharebe etmekte olan Çerkez köylüleri imiş. Tabii binbaşı tevkif edile­
rek askeri mahkemeye verilmişti.
Bu dağınıklık Muş şehrinde kesif bir halde bulunan Ermenileri şı­
martmış ve bunların bir isyan hareketine teşebbüs etmeleri korkusu başla­
mıştı. Zaten, Rus askerlerinin girdikleri ve girmek üzere oldukları bütün
yerlerdeki Ermeniler onları kurtarıcı olarak karşılamakta, Türkler aleyhin­
de katliamlar başlamakta ve genç Ermeniler Rus Ordularına katılmakta
idiler. Bizim tümenin Muş'a gelmesi hükümeti ve Müslüman halkı rahat­
latmıştı.
1 02 RAH M İ APAK

Tümenimiz, ertesi gunu Tatvan civarında toplanmak üzere yürüyüşe


devam etti. Tümen kumandanı bu arada Bitlis'e giderek vali ile görüşmek
istedi. Karanlık basmak üzere iken Alman Hanı denilen mevkii geçip Bit­
lis Boğazına giriyorduk.

Bir haydut yakaladık ve astık


Karargah arkadaşları ile hayvanlarımızdan inmiş ve onları yedekte çe­
kerek biraz yaya yürümek istemiştik. Tam boğaza girdik, çok yakından
bir silah patlaması ve bağırarak kaçan bir adam. Hemen atıldık, kaçanı
kovalayan ve ateş eden adamı yakaladık. Meğerse boğazda pusu kurmuş
bir haydut ;miş. Ellerini bağlayarak Bitlis'e götürdük ve ertesi günü bir
saatlik bir askeri mahkemeden sonra hükümet meydanında astık.
Bitlis valisi, adını u nuttuğum fakat Ispanakçıoğlu soyadını taşıyan sa­
rışın ve genç bir zat idi. Ben, bu zatı harp sonunda Malta'da bir kere da­
ha gördüm. İstanbul'da İ ngilizler tarafından tevkif edilerek I\falta'ya
gönderilen İttihatçılar kafilesi içinde idi.
Ertesi günü Tatvan'a beş altı kilometre mesafede bir su başında ça­
dırlarımızı kurduk. Bir piyade alayımızı Tatvan'a gönderdik ve bu alay da
bir tabur ile iki dağ topunu ileri karakol olarak Ahlat'a gönderdi. Ah­
lat'taki tabur sağ kanadını Van Gölüne dayayarak doğuya ve kuzeydoğu­
ya karşı bir müdafaa mevzii hazırlamak emrini aldı.
Birkaç gün sonra Halil Bey'in karargahı da Bitlis'e gelmişti. Bizim
Beşinci Seferi Kuvvetimiz ile Birinci Seferi Kuvvetin adları değiştirilerek bi­
zimkine Elliikinci Tümen ve diğerine Ellibirinci Tümen adı verildi. Sonra­
dan gelen ve Kazım Bey (Kazım Köprülü) komutasındaki diğer tümen ile
birlikte üç tümenden teşkil edilen Onsekizinci Kolorduya, Halil Bey Ku­
mandan tayin edildi. Ellibirinci Tümen Kumandanlığına da Yarbay Ali
İhsan (Sabis) tayin edildi. Bu esnada ben de yüzbaşı olmuş ve kurmaylı­
ğını tasdik edilmiş idi.

İlk savaşım ve patlıcan dolması


Birinci Cihan Savaşı 'nda ilk kavgaya Ahlat kuzeyindeki tepelerde gır­
dim.
Söze başlamazdan önce, I\ luş'ta, Mutasarrıf Servet Bey'in sofrasında
yapılan bir konuşmadan bahsedeceğim. Bizim Kumandan Bekir Sami Bey,
ırıyan ve eski tabir ile şikemperver, yani yemeğin iyisini ve fazlaca yiyen
YETY!İŞLİK BİR S UBAYIN HATIRALARI

bir zat idi. Almanya'da bulunmuş. Almanların kalpkotlet dedikleri dana


kotletini metheder ve sevgili yemeğim derdi. Sofrada bana: ''Kurmayını,
senin en çok sevdiğin yemek nedir?" diye sorunca, ben de: "Patlıcan dol­
ması" cevabını verdim. Hayretle güldü ve: "Patlıcan dolması.. Allah Allah,
bizim kurmayın liblige şipayzesi" diyerek bana takıldı. Bunun üzerine
Mutasarrıf Servet Bey: "Peki, ilk muharebeyi yapınız kazanırsanız ben de
bay kurmaya buradan bir tencere patlıcan dolması göndereceğim" diye
söz vermişti.
İ şte benim, bu patlıcan dolmasını hakettiğim ve postu deldirmeye ra­
mak kalan ilk savaşımı size anlatayım :
Parlak ve güneşli bir sabah, tümen emir subayı Diyarbakırlı Alice­
nab' ı yanıma alarak, Ahlat'taki piyade taburumuzun muharebe tertiplerini
görmek üzere Tatvan'a doğru hayvan üzerinde yürüyüşe çıktık. O zaman
tümenlerde binek otomobil yoktu. Yarım saat kadar yürüdükten sonra
Ahlat istikametinden top sesleri gelmeye başladı. Hemen hayvanlarımızı
süratliye kaldırdık. Tatvan'a geldiğimiz zaman, alayın Tatvan'daki diğer
iki taburunun dahi yürüyüşe geçmekte olduğunu görerek, alay kumanda­
nına hızlı yürüyüş tavsiyesinden sonra hayvanlarımızı dörtnala kaldırdık.
Yarım saat sonra Ahlat'a yaklaştık. Tabur Ahlat ilerisinde, doğuya karşı
cephe almış taarruz eden Ruslara karşı müdafaada. Durumu iyi görmek
ve ona göre arkadan gelmekte olan diğer iki taburun yapacağı işi düzenle­
mek için, taburun en sol kanadının bulunacağını kestirdiğim yüksek bir
tepeye doğru dörtnala tırmandık. Yarı yolda bir atlı bırakarak gelecek iki
taburun bizim arkamızdan aynı istikamete sürülmesini alay kumandanına
söylemek vazifesini verdim. Bu tepeye çıktığımızda, otuz kadar atlının te­
penin arkasına çekilerek arasıra havaya ateş ettiklerini gördüm. Halbuki
Ahlat'taki tabur kumandanı, kendi sol kanadını korumak için bu başıbo­
zukları bu tepenin üzerine göndermiş. Bunlar ise tepenin düşman tarafın­
da yani doğuya bakan yüzünde mevziye girecekleri yerde, tepenin arkası­
na çekilmişler, hayvanlarının yanına oturmuşlar havaya kurşun atıyorlar.
Hemen hayvanlardan indik. Emir Subayı, Alicenap bu başıbozukları kır­
baçlayarak mevziye sokmaya çalışırken ben de dürbünümü çıkardım ve
taburumuzun cephesine ilerlemekte olan Rus askerlerini yandan gözetle­
meye başiadım. Fakat birdenbire sanki yüzlerce güvercin bir and:ct yerden
havalanıyormuş gibi bir gürültü oldu. İleriye gönderilenler darmadağın
kaçıyorlar. Alicenap elindeki rovf'.rverin tehdidi ile bunları durdurmaya ça­
lışıyordu. Bunlar niye kaçıyorlar diye hayretle bakarken tepenin kenarın­
dan üstüne birdenbire yanaşık nizamda yi.ızlerce Rus askerinin çıktığını
104 RAH?\1İ APAK

görmeyeyim mi? Kırk elli adım mesafede, süngüleri takılı, bağırarak ilerle­
yen bu Rusların manzarasını ömrüm boyunca unutamayacağım. Sarı sa­
kallı ve küçük mavi gözlü hayaletler. Bereket versin ellerindeki tüfeklerin
tetiğini çekmeyi akıl etmeyerek bize doğru bağırarak koşuyorlar, ateş etse­
lerdi kalbura dönerdik. Meğerse bunlar bizim iki dakika önce üstüne in­
diğimiz tepenin doğu kenarına kadar gelmişler, orada toplanmışlar ve Ali­
cenap'ın ileriye sürdüğü başıbozuklara süngü hücumuna kalkmışlar. Ateş
etmemelerinden istifade ederek, hemen geriye hayvanımın yanına koştum
ve hayvana atlayarak dörtnala ben de kaçmaya başladım. Yüksek mevkide
bulunan Ruslar bu defa ardımızdan şiddetli bir ateş açtılar. Sağımda ve
solumda kaçan başıbozukların kimisinin hayvanı, kimisinin de kendisi vu­
ruluyor ve yerlere yuvarlanıyorlardı. Ben de hayvan üstünde hedefimi
küçültmek için yumulmuş, kulaklarımın kenarlarında vızıldayan kurşunla­
rı dinleyerek uzaklaşmaya çalışırken, hayvanım birdenbire öne tökezledi,
yuvarlandı ve ben de topraklar içinde iki üç takla attım. Hayvanım kır bir
kısrak idi. Meğerse vurulmamış, fakat tökezlemiş lakin ayağa kalkınca be­
ni bırakıp kaçtı. Şimdi on adım koşuyor yere yatıyorum, tekrar kalkıp ko­
şuyorum ve yatıyorum. Fakat kurşun yağmuru beni bırakmıyor. Rusların
bağırtılarını işitiyorum. Bu esnada Emir Subayı Alicenap dörtnal yanımdan
geçerken beni gördü. Vefakar kavga arkadaşı, beni bırakmak istemedi.
Ateş altında geri döndü, ayağını uzattı, arkama terkiye bin dedi. Fakat
o kadar yorulmuştum ki, binemedim: "Otuz kadar Rus atlısı geliyor. Bin
yaya kaçamazsın" dedi. Fakat yine binemedim. Bu esnada sahibi vurul­
muş kaçmakta olan bir başıbozuk atını yakaladı, bana verdi, ben bu ata
atlayarak kaçtım ve birlikte artık Rus piyade ateşinin tutamayacağı bir al­
çaklığa eriştik. Tam bu esnada gelmekte olan alayımızın öndeki bölüğü
göründü.
Perişan halimi erlere ve subaylara göstermemek için at üstünde ken­
dime çeki düzen verdim. Her tarafımdaki tozları ve toprakları silktim ve
bütün soğukkanlılığımı takınarak başta yürüyen bölük kumandanına yak­
laştım: "Attan in, bölüğü saf nizamına geçir, süngü taktır, tepeye süngülü
hücum .. '' emrini verdim.

Bir şahane manzara, ömür dolusu gider. Bölük Kumandanı Hakkı kı­
saca boylu, tıknaz ve Bulgaristanlı bir genç. Bölüğü derhal saf nizamına
geçirdi. kılıç yerine kullandığı palasını sıyırdı ve safın ortası ilerisine geçti.
Ölmeye ve öldürmeye karar vermiş bir kahraman. Güzel yüzünde tatlı
gülümseme: ''Haydi arkadaşlar, anamız bizi bugün için doğurdu . . . " diye
haykırdı. Bir süngü duvarı. metin adımlarla ve hiçbir saf pürüzü yapmak-
YETMİŞLİK BİR SCBA YIN HATIRALARI ­
ı o :ı

sızın geçit resmi yapıyormuş gibi ilerlemeye başladı. Ben attan indim ve
yaklaşan tabur kumandanına diğer iki bölüğün sağa ve sola kademeli ola­
rak takip ettirilmesini söyledim. Birdenbire başım dönmeye ve midem bu­
lanmaya başladı. Biraz uzaklaştım ve kusmaya başladım. Halbuki ağzıma
bir lokma birşey koymamıştım. Sinirlerim o kadar bozulmuştu ki müte­
madiyen kusuyordum. Hayvanımın dizginlerini tutarak çömeldim. Kus­
tum, kustum, kustum. Olduğum yerde biraz sonra tepenin üstünden çoş­
kun Allah Allah seslerini işittim. Hemen hayvana atlayarak dörtnal tekrar
tepeye çıktım, fakat tepenin üstünde kimseler kalmamış beş altı Rus
ölüsü, ölmeye çalışan yaralılarından maada. Bizim bölük tepenin düşman
tarafına inmiş, bağırtılar, şiddetli ateşler: "Vur, at, tut, yürü ... " sesleri.
M uharebe çok tuhaftır. Bakınız iş nasıl olmuş? Rus bölüğü tepeyi al­
dıktan ve bizi bu hale soktuktan sonra arkadan gelen yanlış bir emirle
tekrar bu tepeyi terkederek geriye gitmiş. Rus tabur kumandanı, bu yanlış
hareketi düzeltmek ve bu önemli tepeyi tekrar tutturmak için atını sürerek,
bu bölüğün yanına gelmiş ve Rus bölüğünü tekrar tepeye sürmüş. Fakat
iş işten geçmiş. Rus bölüğü tepeye tekrar çıkarken bizim kahraman Hak­
kı'nın askerleri açılmış ve süngü takılı bir halde tepeye ayak basmışlar ve
Ruslara bir süngü hücumu yapmışlar. Ruslar bu hücumu kabul edemeye­
rek geriye kaçmaya başlamış, bizim kahramanlar da beş altı Rus'u
süngüledikten sonra kaçanların arkasına düşmüşler, tepenin doğu kenarı­
na gelmişler, vadiye ve dereciklere doğru kaçan Rusların arkasından şid­
detli bir ateş takibi ve süngü ile kovalamaya başlamış. Ben tekrar hayvan­
dan indim. Bu defa beni, mukavemet edemediğim bir uyku bastı, hayvanı
bırakarak tepenin ortasına uzandım. Güneş altında uyumaya başladım.
Göz kapaklarım açılmıyordu. Uykunun mağlubu oldum. Birdenbire
düşman topçusu tepenin üstüne ateş etmeye başladı. Gülleler sağıma ve
soluma düşüyor, müthiş gürültü ile patlıyor. Yüz metre uzağa çömelmiş
olan emir subayı: "Bay kurmay, vurulacaksın tepeden kalk, yan taraflara
kaç . . . . " diye bağırıyor. Bunu işitiyorum, fakat kalkamıyorum. Yüzde yüz
ölsem yine uyuyacağım. Bu defa uyuyorum, uyuyorum, uyuyorum . . .
Bereket versin R u s topçusu beş o n gülle attıktan sonra ateşi kesti.
Çünkü tepe üstünde kimse kalmamıştı.
Seyislerim geldiler, beni kaldırdılar. Bize saldıran bütün Ruslar geri
gitmişler. Ahlat'taki taburun cephesine saldıranlar yakın mesafelere kadar
sokulmuş ve hatta bir iki yerde bizimkilerle süngüleşmiş olmalarına rağ­
men kaçmışlar, muharebe sona ermiş.
ı o(j RAHMİ APAK

Kasabaya indim. Telgrafhanede, yeni gelmiş Tümen Kumandanı Be­


kir Sami Bey'i buldum. Yaralı yarasız, yetmiş seksen kadar Rus getirdiler.

Rus Çarı'nın en sadık kulu


Biraz sonra bir tabur kumandanı, bizim tepeye saldıran Rus
bölüğünün bağlı olduğu tabur kumandanı da ağır yaralı olarak getirildi.
Bizim mehmetler, zavallı adamın çizmelerini almışlar, çorap ile kalmış.
Yan odaya bir tahta kerevet üzerine yatırdım. Tümen başhekimi yarasını
sardı. Kaçarken arkasından giren bir kurşun karnından çıkmış. Sivri sakal­
lı zayıf bir adam. Kurşun yarasını önden aldığını iddia etti. Halbuki dok­
tor arkadan vurulduğunu söyledi. Biraz sonra tümen kumandanı bana de­
di ki : "Git bu Rus Binbaşısı ile konuş, alay, taburu, mevcutları ve mak­
satları hakkında sorgula" . " Kumandanım, adamcağız ağır yaralı, hem de
binbaşı, diğer Rus esirlerinden malumat alırız. Bunu yapmayalım" dedim:
"Çok laf istemem, dediğimi yap" diye kızgın kızgın tekrarladı. Ben o za­
man oldukça iyi Rusça biliyordum. Binbaşının yanına gittim, bir parça
süt içmek isteyip istemediğini sordum. Muvafakatı üzerine süt arattım.
Söze nasıl başlayacağımı düşünüyordum. Nihayet: "Böyle az kuvvetle çok
kuvvete karşı neden saldırışa kalktınız?" dedim. Cevap olarak: "Keşfetmek
lazımdır" dedi. Yaşını sordum. Kırk altı imiş. "Terfi etmekte geç kalmışsı­
nız, bu yaşta bir askerin hiç olmazsa albay olması iktiza ederdi" dedim.
Cevap olarak: "Ben Rus çarının en küçük bir kuluyum. Bu bana yeter. . . . "
dedi.
Çoluk, çocuğuna ve ailesine bir haber göndermeyi arzu edip etmedi­
,ğini sordum. Tiflis'teki karısına yazılmak üzere bana şu cümleyi not ettir­
di: "Ağır yaralı olarak Türkkrin eline esir düştüm. Hepinizi öperim . . . "
imza Nikitin.
Rus askeri yazarlarından olduğunu öğrendiğim yaralı Binbaşı Niki­
tin'i, diğer üç ağır yaralı Rus eri ile bizim sıhhiye bölüğünün yaylı araba­
sına bindirdik. Arabaya binerken orada toplu bulunan kendi askerlerini
gördü ve onlara şöyle dedi : "Arkadaşlar, bir askerin başına her şey gelir.
Bizim başımıza da bunlar geldi. Yaşasın Rus Çarı . . . " .
Zavallı Nikitin, b u yaylı araba içinde altmış kilometre kadar uzakta
Bitlis'e gidecek ve ancak oradaki hastanede bir operasyon ile belki kurtu­
laı::aktı. Fakat bozuk yollarda, langır langır sallanan bu araba içinde can
verdiğini öğrendim. Ne çare bizim kendi yaralılarımız da aynı akıbet için­
de idiler. Türk Ordusunda geri hizmet yoktu, vasıta yoktu, hiçbir şey yok­
tu .
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI 1 07

O esnalarda Romanya henüz tarafsız bulunduğundan, kolordu ku­


mandanımız, Nikitin'in telgrafını derhal Romanya Üzerinden yollamak in­
sanlığını esirgememiştir.
Ertesi günü biz çekilen Rusları takip için ilerlerken, Muş Mutasarrıfı
Servet Bey'in bir süvari jandarması ile gönderdiği bir tencere dolusu zey­
tinyağlı patlıcan dolması arkamızdan yetişti. Bu dolmayı, haketmiş olarak
yemek de çok zevkli oldu.
Ben, daha padişahlık idaresi zamanında çok genç bir teğmen olarak
Batı Trakya'da Bulgar komitacıları ile çarpıştım. Balkan savaşında da bir­
çok kavgalara girdim. Fakat Birinci Cihan Savaş'ındaki bu ilk muharebem
çok süprizli oldu. Muvaffakiyetimiz fena değildi. Bizim kayıplarımız pek az
idi. Ruslara yüzden fazla ölü ve yaralı verdirdik, altmış yetmiş kadar esir
aldık. İlk çarpışmada muvaffakiyet elde ederek, kıtaların ilk ateş vaftizini
mesut bir tarzda idrak etmeleri gelecek çarpışmalar için moral bakımın­
dan çok faydalı olacağı için önemlidir.
Tümen, çekilen Rusları takip etmek ve Bulanık diğer isimle Kop 'u
zorlamakta olan Rus kuvvetlerini geri atmak için harekete geçti. Güneş
batmazdan iki saat önce küçük bir Rus kıtası yolumuzu kesmek istedi. Bu
kıta, Bulanık'taki Rus kuvvetlerinden ayrılmış bir yancı olmalı idi. Yarım
saatlik bir çarpışmadan sonra bu Rus yancısını geri attık, bu havalede ba­
zı Çerkez köyleri vardı. Bu köylerden aldığımız kılavuzlarla bütün gece
yürüyüşüne devam ederek ertesi sabah Bulanık'a geldik. Koptagel Osman
Bey'in karşısındaki Rus askerlerinin de geri çekildiklerini gördük.

Bulanık muharebeleri - bir Müslüman ve Türk Rus kumandanı


Onsekizinci Kolordu , Van Gölü ile Murat Nehri arasındaki bölgenin
müdafaası vazifesini almış ve (Ahl at-Haçlıgöl) bölgesine Ellibirinci Tümeni
ve (Haçlıgöl-Murat Nehri) kısmına da bizim Elliikinci Tümeni tahsis e.yle­
miş idi.
Bizim tümen için, Kop muharebeleri, kolordu için ise, Göller bölgesi
muharebeleri adı verilecek olan bu kavgalar iki ay devam etmiştir.
Yarbay Osman'ın komutası altına verilen depo kıtası ile Otuzyedinci
Alayın bir taburundan müteşekkil ve Kop Müfrezesi adını verdiğimiz bir­
liğin karşısında iki plastron taburu, iki piyade taburu ve birkaç batarya
top ile süvariden mürekkep ve Süleymanof adında Azeri Türklerden bir
Rus albayının komutası altında bir Rus birliği vardı, bu birlik, esas bakı-
ı o8 RAHMİ APAK

mından Malazgirt'te yerleşmiş, bazı defa taarruz ederek Osman Bey'in as­
kerlerini geriye Belican sırtlarına çekilmeye mecbur ediyor. Kop kasabası­
na giriyor, orada aşar gelirinden toplanmış iki bin ton kadar buğdayı geri­
ye nakletmeye uğraşıyor. Sonra bizimkiler kendilerini gösterince tekrar
Malazgirt'e doğru çekiliyor, bu defa da bizimkiler bu buğdayı geriye yol­
lamaya gayret ediyorlar. Kop kasabası, Belican sırtlarının tehdidi altında
bulunduğundan iş bu sırtları elde etmedikçe, Rusların kasaba içinde ba­
rınmaları güç oluyor. Bizimkiler kasabaya girince, hükümet konağını ka­
rargah ittihaz eden Rusların acele geri çekilerek karargahın taksimat lev­
halarını kaldırmamaları yüzünden Rus kumandanının, emir subayının,
haberleşme takımının, levazım ve iaşe hizmetlerinin hangi odalarda otur­
duklarını öğreniyorlarmış. Bir tuhaf şey de, maliye ve nüfus idareleri oda­
larındaki büyük defterlerin boş sahifelerini Süleymanofun emir subayı ke­
serek bunlardan zarf yapmak adeti olduğundan ve bizim de zarf ihtiyacı­
mız pek fazla olduğundan Rusları Kop'tan kovup da kasabaya girdiğimiz
zaman, bizim tümen emir subayı da Rus'un hazırladığı zarflara saldırır ve
yüzlerce yapılmış zarf sağlardı. Biz Ahlat'tan geldiğimiz gece Ruslar tekrar
Malazgirt'e çekilmişler ve bizim emir subayına bol bol yapılmış zarf ka­
zandırmışlardı.

Biz gelir gelmez Osman Bey'in tutunduğu Belican sırtlarındaki siper­


leri tanzim ettik. M üdafaaya çok elverişli bir mevzi yaptık. Solumuz Mu­
rat Suyuna kadar uzanan geniş bir ova. Sağımız Haçlıgöl. Geldiğimizin
dördüncü günü Ruslar bir saldırış yaptı. Bu, belki de bir keşif ve yoklama
saldırışı idi. Bu güzel mevzide Ruslara mükemmel bir dayak attık. Çok
kırıldılar ve dört beş saat süren muharebeden sonra geriye çekildiler ve
biz de tekrar Kop'a girdik. Bu defa, ben de bizzat Hükümet konağına gir­
dim ve Rus karargah odalarının levhalarını okudum, zarflardan ganimet
hissemi aldım.
Ruslar bine yakın ölü ve yaralı vermişlerdi. Beş on kadar esir de ya­
kaladık. Esirlerle görüştüğümde Rus Malazgirt Müfrezesinin dokuz tabura
yükseldiğini ve kumandanlarının yine Süleymanof olduğunu öğrendim.
Esir Rus askerleri Süleymanofun kendilerini böyle çok müstahkem ve
sarp Türk mevzilerine saldırtarak kırdığından manalı bir surette şikayet
ediyorlardı. Halbuki çok müstahkem dedikleri bu mevzide dikenli tel örgü
engelimiz bile yoktu. Basit boy veya diz siperlerinden ibaret idi.
Rus kıtalarının gerisindeki Çerkez köylüleri arasıra bizim tarafa kaçı­
yorlar ve Ruslar hakkında bize bilgi veriyorlardı. Bu köylülerin de ifadesi-
1 08 RAHMİ APAK

mından Malazgirt'te yerleşmiş, bazı defa taarruz ederek Osman Bey'in as­
kerlerini geriye Belican sırtlarına çekilmeye mecbur ediyor. Kop kasabası­
na giriyor, orada aşar gelirinden toplanmış iki bin ton kadar buğdayı geri­
ye nakletmeye uğraşıyor. Sonra bizimkiler kendilerini gösterince tekrar
!\lalazgirt'e doğru çekiliyor, bu defa da bizimkiler bu buğdayı geriye yol­
lamaya gayret ediyorlar. Kop kasabası, Belican sırtlarının tehdidi altında
bulunduğundan iş bu sırtları elde etmedikçe, Rusların kasaba içinde ba­
rınmaları güç oluyor. Bizimkiler kasabaya girince, hükümet konağını ka­
rargah ittihaz eden Rusların acele geri çekilerek karargahın taksimat lev­
halarını kaldırmamaları yüzünden Rus kumandanının, emir subayının,
haberleşme takımının, levazım ve iaşe hizmetlerinin hangi odalarda otur­
duklarını öğreniyorlarmış. Bir tuhaf şey de, maliye ve nüfus idareleri oda­
larındaki büyük defterlerin boş sahifelerini Süleymanofun emir subayı ke­
serek bunlardan zarf yapmak adeti olduğundan ve bizim de zarf ihtiyacı­
mız pek fazla olduğundan Rusları Kop'tan kovup da kasabaya girdiğimiz
zaman, bizim tümen emir subayı da Rus'un hazırladığı zarflara saldırır ve
yüzlerce yapılmış zarf sağlardı. Biz Ahlat'tan geldiğimiz gece Ruslar tekrar
Malazgirt'e çekilmişler ve bizim emir subayına bol bol yapılmış zarf ka­
zandırmışlardı.

Biz gelir gelmez Osman Bey'in tutunduğu Belican sırtlarındaki siper­


leri tanzim ettik. Müdafaaya çok elverişli bir mevzi yaptık. Solumuz Mu­
rat Suyuna kadar uzanan geniş bir ova. Sağımız Haçlıgöl. Geldiğimizin
dördüncü günü Ruslar bir saldırış yaptı. Bu, belki de bir keşif ve yoklama
saldırışı idi. Bu güzel mevzide Ruslara mükemmel bir dayak attık. Çok
kırıldılar ve dört beş saat süren muharebeden sonra geriye çekildiler ve
biz de tekrar Kop'a girdik. Bu defa, ben de bizzat Hükümet konağına gir­
dim ve Rus karargah odalarının levhalarını okudum, zarflardan ganimet
hissemi aldım.
Ruslar bine yakın ölü ve yaralı vermişlerdi. Beş on kadar esir de ya­
kaladık. Esirlerle görüştüğümde Rus Malazgirt Müfrezesinin dokuz tabura
yükseldiğini ve kumandanlarının yine Süleymanof olduğunu öğrendim.
Esir Rus askerleri Süleymanofun kendilerini böyle çok müstahkem ve
sarp Türk mevzilerine saldırtarak kırdığından manalı bir surette şikayet
ediyorlardı. Halbuki çok müstahkem dedikleri bu mevzide dikenli tel örgü
engelimiz bile yoktu. Basit boy veya diz siperlerinden ibaret idi.
Rus kıtalarının gerisindeki Çerkez köylüleri arasıra bizim tarafa kaçı­
yorlar ve Ruslar hakkında bize bilgi veriyorlardı. Bu köylülerin de ifadesi-
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI ı og

ne göre, muharebe başladığı zaman Süleymanof muharebe idare yerinde


Kur'an okurmuş. Rusların ve Ermenilerin Çerkez köylerine saldırmalarına
mani olur ve onları korurmuş, dini bütün bir Müslüman imiş.

Çok sıkıntılı bir muharebe daha, müthiş bir topçu düellosu,


Bağdatlı Yüzbaşı Ferit top başında yandı
Rusların yediği dayaktan sonra bir hafta geçmedi, bütün cephemiz
boyunca, üstün kuvvetlerle yeni bir saldırışa başladılar. Topçu kuvvetleri­
nin de arttığı görülüyordu . Bizim tümene de iki sahra bataryası eklenmiş­
ti. Bir de öküzle çekilir adi ateşli ve eski Rus harbinden kalma grup ba­
taryamız vardı. Bu bataryanın Kumandanı da Bağdatlı Yüzbaşı Ferit idi.
Yüzbaşı Ferit'in bataryası ileri mevzide yerleşmişti. Ruslar bu bataryanın
yerini çabuk buldular. Çünkü batarya örtülü ve endirekt atış yapamıyor­
du. Topları meydanda idi. Seri ateşli iki Rus bataryası bu bataryamızı
müthiş bir yok etme ateşi altına aldılar. Kahraman Ferit Bey bu kalkansız
topların başından ayrılmadı ve ateş kesmedi . Halbuki bu kadarına da
lüzum yoktu. Bir anda bir Rus güllesi Ferit Bey'in yanında bulunduğu
topun ağzında patladı ve topun yedek cephaneleri tutuştu ve Ferit Bey
kendi topunun başında alevler içinde yandı. Biz, o zaman, Bulanık geri­
sindeki bu sırtın adını Ferit Bey Tepesi koyduk ve kurway haritalarına da
böylece işaret edilmesini Müdafaa Vekaletine yazdık.
Tümen Topçu Kumandanı Yüzbaşı Zihni Bey öç almaya karar verdi.
Daha gerideki sırtta mestur mevzide bulunan seri ateşli sahra bataryasının
toplarını açığa çıkardı. Altı toplu Rus bataryasına ateş açtı. Rus bataryası­
nın topları da açıkta idi. Ben, tümen kumandanı ile birlikte bizim batar­
yanın yetmiş seksen metre açığında yandan bu düelloyu seyrediyorum.
Rus topçusu çok sıhhatli bir ateş yapıyordu. Otuzar adım aralıkla duran
toplarımızın arasına ve yanlarına Rus gülleleri yağıp duruyordu. Hedefin
otuz metre uzağına bile tek bir Rus güllesi düşmüyordu. Bütün Rus
gülleleri hedefin içinde patlıyordu, fakat Zihni Bey de yerinden kımılda­
mıyordu. Biraz sonra bataryanın solundaki topumuza bir tam isabet geldi.
Arası iki dakika geçmeden ikinci bir Rus güllesi onun yanındaki topun
cephane arabasını yaktı ve iki erimiz ağır yaralandı. Zihni Bey hala nu­
mara neferlerini geriye çekmiyor, kendisi de topların başından ayrılmıyor­
du. Sağlam kalan iki topla altı düşman topuna karşı ateşe devam etti. Fa­
kat bu defa bir Türk güllesi bir Rus topunun içinde patlamasıyla beraber
alevler çıkardı ve Rus bataryasının bütün numara neferleri bataryayı ve
topları bırakarak darmadağın geriye ve yanlara kaçtılar. Rus bataryası
ı ıo RAHMİ APAK

böylece susturuldu. Düelloyu Zihni Bey kazandı. Biz heyecan içinde kah­
raman topçu Kumandanımızı alkışladık ve üç dört gün sonra da onun
Binbaşılığa terfi ettiği hakkındaki Başkumandanlık emrini ona müjdeledik
(bu Zihni Bey r 945'de Tümgenerallikten emekliye ayrılan Zihni Toyde­
mir'dir). Muharebe kızışıyordu . Bu defa, iki süvari alayından mürekkep
bir Rus süvari tugayı bizim sol kanadımızın dört kilometre uzağından
uzun bir yürüyüş kolu halinde, sol gerimize doğru sarkmaya başladı. En
solda bulunan iki toplu bir dağ bataryamız bu süvari koluna ateş açtı ise
de Rus süvarileri bana mısın demeyerek ve istiflerini bozmayarak
yürüyüşlerine devam ettiler. Bir batarya topları da var. Bunlar Muş is�ika­
metine yürüyorlar, bizim geri ile olan biricik muvasalamızı kesecekler.
Bütün kıtalarımız mevzilere muharebe hattına sokulmuş. Bir makineli
tüfek takımı ile bir piyade bölüğü tasarruf ederek gerimize gönderdik ve
arkamızı korumaya memur ettik. Gerimizdeki tehlikeye karşı sevk edebil­
diğim kuvvet ancak bu kadar. Gerideki seyyar hastanemizin Muş'a kaç­
masını ve sıhhiye bölüğümüzün de bize kadar sokulmasını emrettik. Ayrı­
ca erzak ve cephane kollarımızın da bütün erlerini iki bölük haline soka­
rak bir hesap memuru ile iki tabur imamının emri altında, gerimizde
müdafaa mevzii tutmalarını düşündük ve bunlara böylece emir gönderdik.

Her taraftan sarılıyoruz. Sağ kanadımızda kuvvet tasarruf etmek için


H açlıgöl'e kadar uzanan bu kanadı geri alarak sağımızı ormanlık ve sarp
Belican tepesinin yamaçlarına dayadık. Öğleden sonra kayıplarımız fazla­
laşmaya ve cephedeki bölükler erimeye başladı. Yanımıza kadar çektiğimiz
sıhhiye bölüğünün etrafı yaralılarla doldu. Hafif yaralıları geriye göndere­
miyoruz, çünkü gerimiz düşman süvarisi ile kapanmış, sağımızdaki Ellibi­
rinci Tümenle dahi irtibatımız yok.
Bu esnada, cephenin tam ortasına doğru üç piyade taburundan
mürekkep yeni bir Rus alayının gelmekte olduğunu görmeyelim mi? Altı
kilometre kadar uzakta gördüğümüz bu alayın taburları yanyana ve
bölükler saf nizamda ilerliyor. Subaylar at üstünde tüfeklere takılı Rus
süngüleri güneş altında parıldıyor. Bir bataryamız, bu yanaşık nizamda
yürüyen Rus alayına altı kilometreden ateş açtı, şarapneller hedef üstünde
duman çıkardılar. fakat alay istifini bile bozmadı, aynı tertipte ilerlemeye
devam etti ve bir müddet sonra bir vadi içinde görünmez oldu.
Biz büyük bir endişe içindeyiz. Şimdi bu yeni Rus alayı cephemizin
neresine yönelecek) Her tarafta zayıf haldeyiz. Taburlarımızın ve alayları­
m ı z ı n ihtiyatları tükenmek üzere, tümenin de tek bir ihtiyatı kalmamış.
YETMİŞLİK B İ R SUBAYIN HATIRALARI ] ] [

Bu yeni Rus alayı ne tarafımıza yüklense orasını yıkacak, cephe çözülecek,


gerimiz kapalı, Elliikinci Tümen ölüme doğru gidiyor. Ne heyecanlı daki­
kalar ve saatler yaşadık. Bir saat sonra Rus alayı tekrar görüldü. Sol kana­
dımıza doğru ilerliyor, çok nazik bir kanat. Tekrar otlar ve vadiler içinde
kayboldu. Şimdi solumuza bir darbe bekliyoruz, fakat tuhaf şey. Bu ne
hal? Yeni Rus alayı geriye döndü ve cepheden altı kilometre kadar tekrar
uzaklaştı. Bu hareket, üç dört saat yedi. Bu defa uzağımızda bir çark ya­
parak sağ kanadımıza doğru yürüyor. Hesap ediyoruz, karanlık basmadan
önce tesirli bir duruma gelemez. Düşman kumandanı niye sol kanadımıza
yüklenmekten vazgeçti? Niye dört beş saat kaybetti, yoksa Süleymanof bu­
nu kasten mi yapıyor? Yakın felaketimizden bizi kurtarmak düşüncesinde
mi ?

Bir atlı hücum


Biraz sonra gerimizden bir haber. Arkamıza sarkan Kazak süvari tuga­
yı, bir alayı ile, bizim geri kollarımızdan kurduğumuz, müfrezeye yandan
bir atlı hücum yapmış. Bunlar yanlarını korumayı bilmemişler. Kazaklar
dört yüz kişilik müfrezemizin içine girmiş. Bir tabur imamı ile hesap me­
murunu kılıçla kesmişler. Müfrezemiz taşlar arasında darmadağın olmuş.
Bereket versin bu ta�lıklar içinde, Rus Kazakları iyi yürüyememiş. Dağılan
mehmetler de beşer onar gruplar halinde ateş etmekte devam etmişler,
çokları kendilerini kurtarmış ve bir hayli Kazak da öldürmüşler. Diğer
süvari alayı ise, hemen geri yakınımızdaki piyade bölüğümüzle makineli
tüfek takımımıza karşı atlı saldırışa kalkmış. Rus süvari bataryası da bun­
lara karşı mevzie girerek bu atlı hücumu desteklemiş, fakat sarp taşlıklı
arazide Kazakların hayvanları hızlı koşamamış, piyade bölüğümüz de ma­
kineli tüfeklerle birlikte bunları şiddetli bir ateşle karşılamış. Ruslar
hücumda muvaffak olamayarak geri kaçmışlar.

Akşama doğru, Kazak tugayının yine uzun y ürüyüş kolu halinde geri­
ye gitmekte olduğunu görüyoruz. Uzaktan bir iki top mermisi savurarak
lıu tugayı teşyi ettik. Gerimizin kapanması tehlikesi ortadan kalktı. Hafif
yaralıların yaya olarak geriye gitmelerini sağladık. Ağır yaralılar da sıhhiye
bölüğünün yaylı arabaları ile geriye gönderilmeye başlandı, bu üstü kapalı
yaylı arabalar Rus topçusunu galiba çok sinirlendiriyordu. Bu arabaları
topçu mu sanıyorlardı nedir? Her tek araba yola çıkıp Rus topçusu tara­
fından görüldükçe Ruslar beş on mermi atıyorlar tabii neticesiz, biz bu
atışlara güldük durduk.
II2 RAH M İ APAK

400 Türk 3000 Rus'u nasıl kaçırdı?


Geceyi, bütün cephede karşılıklı tüfek atışlarıyla geçirdik. Teklifim
üzerine, bölüklerden ikişer üçer manga ayırarak sağ kanadımızda dört yüz
mevcutlu bir ihtiyat topladık. Bir seri ateşli topçu bataryasını da buraya
getirdik. Sabahleyin, buradan bir karşı saldırış yapmaya karar verdik. Ne
kolordu ile ve ne de sağımızdaki Ellibirinci Tümenle hiçbir irtibat sağla­
yamadık. Halimizi soran bile yok. Yarın sabah ne olacağız, acaba yeni
Rus alayı bir gece hücumu yapar mı? Tümen kumandanı bu dört yüz ki­
şilik ihtiyatın komutasını bana verdi. Eğer, bu kanada gelen düşman alayı
bir teşebbüs yaparsa bu kuvvetle karşılayacağız, eğer yapmazsa, sabah er­
kenden bu kuvvetle saldırışa geçeceğiz, belki kendimizi kurtarırız.
Ben, sabaha kadar bu dört yüz kişi ile birlikte, süngüler takılı, uyku­
suz bekledim. Bataryaya da mümkün mertebe fazla cephane tedarik ettik.
Şafak sökmeye başladı. Karşımızda otlar içinde yere yatmış, saklanmış
Rus askerlerinin sayısı hakkında bir fikrim yok. Saldıracağız, ne olursa ol­
sun. Mehmetçiklerin manevi kuvvetlerinde hiçbir bozukluk yok. Anadolu
yaylasının bu kahraman çocuklarına ve başlarındaki subaylara o kadar
güvenim var ki . . .
Güneş doğudan yani düşman tarafından parlamaya başladı. Dört yüz
ağızdan birden: "Annem beni yetiştirdi, bu ellere yolladı, bu sancağı tes­
lim etti, Allaha ısmarladı. .. " şarkısını Belican dağlarının eteklerinde bağır­
dık. Sonra hep birden, yüksek sesle tekbir getirdik. Arkadan dört top bir­
den şiddetli bir ateş açtı ve ateşle beraber dört yüz süngü parladı ve Allah
Allah sesleri . . . Hücuma kalktık. Karşımızdaki Ruslar, tek tüfek atmadan
otların içinden fırladılar ve arkalarına bakmadan kaçmaya başladılar. Sayı­
ları ne kadar çokmuş? Hücumu durdurdum, kaçanların arkasından
öldürücü bir ateş açtırdım. Önümüzden kaçanlar binden fazla, fakat bir
de ne göreyim sağ gerimizden, Belican tepesinin ormanları içinden binler­
ce insan daha çıktı. Bunlar da kaçanlara katıldılar, öndekilerden daha hız­
lı kaçıyorlar. Bizim, sağ gerimize kadar sokulan ve sarma çemberini ta­
mamlayan bu askerler iki tabur imiş. Akşamleyin sağımıza gelen yeni Rus
alayının iki taburu, onlar da darmadağın kaçıyor. Subayları kılıçları çek­
miş, durdurmaya çalışıyor. Kim dinler tamam üç bin Rus, dört yüz
Türk'ün önünden kaçıyor. Topçu bataryamız kaçaklar üzerine ateş yağdırı­
vor. Doğrusu ben biraz ürktüm. Bunlar azlığımızın farkına varır dururlar
ve geriye dönerler mi acaba diye düşündüm. Kovalayan askerlerimizi dur­
durdum, otların ıçme yatırdım. Yalnız ateş takibi ile iktifa ettirdim, tek
YETMİŞLİK B İ R S U BAYI'.\: HATIRALARI ı ı :ı

yaralımız yok. Cephemiz sarılmaktan kurtuldu ve düşman panikledi. Ya­


ralı yarasız esirler elimize geçti ve düşmana bir hayli insan kaybı verdir­
dik.

İstanbullu bir külhanbeyi


Topçu ve piyade ile ateş takibimiz devam ediyor. Ruslardan tek cevap
yok. Üç kilometre uzakta Haçlıgöl'ün kenarında bu kaçaklar derlenip top­
lanıyorlar ve yürüyüş kolu kurarak çekiliyorlar. Hücum da fazlaca ilerle­
miş mehmetçikler yakaladıkları yaralı ve yarasız Rus esirlerini geriye geti­
riyorlar. Bu esnada, başı ve yüzü sargı ile sarılmış bir yaralı Rus ile bir
sivri sakallı, bir mehmetçikle birlikte konuşa konuşa yanımdan geçiyor.
Bunları durdurdum. Başı sarılı Rus beni görünce ve subay olduğumu an­
layınca hemen söze başladı ve İstanbul ağzı bir Türkçe ile: "Amen beyim,
bana geçmiş olsun. Kendimin Türk olduğumu anlatıncaya kadar bu meh­
metçik az kalsın beni tepeliyordu. Yahu, ben Türküm, Müslümanım, vur­
ma abi dedim, dokuz kere salavat çektim. Ölüsü kandilli dinlemiyor ki,
kafamı tüfek dipçiği ile yaraladı. Zorla meram anlattım ... " dedi. Meğerse
Rusyalı imiş. Küçüklüğünde İstanbul'a gelmiş ve İstanbul'da boyacılık
yapmış. Tam İstanbul çocuğu. Harpten birkaç ay önce memleketini
görmeye gitmiş. Harp patlamış. Ruslar onu askere almışlar. Kafkas cep­
hesine yollamışlar. Bizim bu sabah karşı taarruzumuz olunca yanındaki
Ruslar kaçmış o kaçmayıp saklanmış, yanında İranlı bir de Ermeni arka­
daşı varmış, onu da kandırmış. Sivri sakallı olanı da işte o Ermeni. Şimdi
hem o, hem de Ermeni arkadaşı memnun, bu kadarcık bir dipçik yarası
ile kurtulduğuna seviniyor.

Türk'ün büyük evladı Süleymanof


Ruslar tekrar l\falazgirt üzerine çekildiler. Biz de çok kayıp vermiştik.
Kovalamaya takatimiz yoktu, fakat Kop'a tekrar girdik. Tümen Emir Su­
bayı Abidin, hemen Rus emir subayının odasına zarf toplamaya gitmiş,
fakat bu defa masanın Üzerinde bırakılmış ve içinde bir mektup bulunan
bir zarf getirdi. Mektup, kufi yazı ve Azeri şivesi ile şöyle yazılmıştı:
"Ey Müslüman ve Türk kardeşler, Rus'un kuvveti kırılmıştır. Bilhassa
Girmanya cephesinde çok kırgına uğramıştır, fakat Rus'un bir taktikası
vardır. Her yerde kuvvetlerini zayıf bırakır, bir yere toplar ve oradan saldı­
rır. Eğer siz de bütün cepheden birden taarruza kalkarsanız onu yenersı­
niz. İnşallah Kars'ta görüşürüz . . . .
"

F 8
I J4 RAHMİ APAK

Bu mektup imzasız idi ve Süleymanofun emir subayının masası üze­


rinde bulunmuştu. Pek belli ki, bunu Süleymanof yazmış veyahut yazdır­
mıştı.
Süleymanof'un bu hizmeti kendi hayatına malolacak tehlikeli bir ha­
reket idi, fakat bu adam bunu gözüne almıştı demek. Bu zat ile gizli te­
mas için kolordudan müsaade istedik ve bu müsaadeyi aldık. Fakat birkaç
gün sonra yakaladığımız Rus esirlerinden öğrendik. Çar, Süleymanofu
emekliye sevketmiş ve geriye göndermiş.
Bolşevik ihtilalinden sonra Rusya'ya gittiğimde Süleymanofu soruş­
turdum. Bu milletsever adamın Bolşevikler tarafından öldürülmüş olduğu­
nu öğrendim. Biz, Turan'a gitmek üzere İ stanbul'dan yola çıkmıştık, fakat
Turan, Süleymanofun şahsına Malazgirt'e gelmişti.
Süleymanof, emri altındaki Rus birliklerine yanlış hareketler yaptır­
mak ve kasten kötü sevk ve idare etmek suretiyle bizi tehlikeden kurtar­
mıştı, biz onu unutmamalıyız.

Cephemiz gerisindeki Ermenilerin Ruslara yardımları


Hasankale'den kalkıp .tvluş'a geldiğimiz zaman, Muş'taki külliyetli sa­
yıda bulunan Ermenilerin Türkler ve hükümet aleyhinde azgınlıklar ve
taşkınlıklara başlamış olduklarını yukarıda işaret eylemiştim. Tatvan'a ge­
lip Van Gölünü bir deniz gibi seyrettiğimiz zaman, koca göl içinde Erme­
niler tarafından öldürülmüş erkek ve kadın Türklerin cesetlerini su
üstünde şişmiş ve yüzer görmüştük. Ermeniler, tamamıyla kapalı olmayan
cephe aralarında vızır vızır işlemekte ve Türk askeri kuvvetleri ve hareket­
leri hakkında Ruslara haber götürmekte idiler. Bizim tümen casuslardan
üç dört tane yakaladı ve Muş bölgesindeki Ermenileri buralardan kaldır­
maya ve gerilere nakletmeye mecbur oldu.
Bizim Kop cephemizin hemen gerisinde Liz adında büyük bir Erme­
ni köyü vardı. Biz, bu köydeki Ermenilere dokunmadık. Hele kadınlara
hiç ilişilmedi. Bununla beraber köyün içinde erkek Ermeni görünmüyor­
du. Erkekler kaçmış Ruslara katılmışlardı, yalnız kadınlar ve çocuklar kal­
mıştı. Ancak casusluk teşkilatını idare eden bazı erkekler çatı aralarına
saklanmış veyahut kadın kıyafetine girmişlerdi, bunların da bir kısmını ya­
kaladık.
Çerkezler sadakatle Türklerle işbirliği yaptılar. Çoğu aşiret teşekkülle­
rı içinde bizim ordumuza katıldılar, gerek atlı ve gerekse yaya kıtalar ha-
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI ı 15

!inde. Bizim tümen emrinde bir atlı bölüğü ve bir yaya taburu vardı.
Bur,,ar başlarına beyaz kavuğu giydiklerinden, cephe içinde Ruslar ve bil­
hassa Kazaklar bunların bulundukları yerlere saldırmayı tercih ederlerdi.

Yeni Rus taarruzu ve 15 kilometre geriye çekilişimiz


Şöyle böyle, iki aydan beri Haçlıgöl ile Murat Suyu arasında mevzi­
lerde üstün Rus kuvvetlerine karşı savaştık durduk. Ordudan mütemadi­
yen yardım istedik. Bir iki güne kadar mühim takviye birliklerinin gönde­
rileceği bildirildi. Sabredilmesi nasihat edildi. Biz bir iki gün değil, on gün
sabır ve mukavemet ettik. Ruslara mütemadiyen takviyeler geldiği halde
bize yardıma gelen olmadı.

Düşman Üçüncü Ordumuzun sağ kanadında yaptığı yığınak ile Muş


ve Bitlis üzerine yürüyerek memleketin geniş bir kısmını istila etmek ve
Üçüncü Ordumuzu sağından geniş bir kuşatmaya almak kararında idi.
Karşımızdaki Rus askerlerinin Liz - Bitlis - İstanbul parolasını ağızların­
dan düşürmediklerini casuslardan öğreniyoruz. Süleymanofun dediği gibi
Ruslar asıl cepheden kuvvetlerini çekerek bizim karşımıza yığmışlardı. Er­
zurum ilerisindeki esas kuvevetlerimiz ise, oradan karşı saldırışa kalkarak
Rusların bizim tarafa kuvvet kaydırmasını önlemeye teşebbüs etmediler.
Belki de edemediler, çünkü Sarıkamış bozgunundan kurtulup gelen kuv­
vetler henüz maddeten ve manen kafi derecede gelişememişlerdi demek.
Nihayet, Muş bölgesini kurtarmak için iki tümenli yeni bir kolordunun
solumuza getirilerek Abdülkerim Paşa komutasında sağ kanat grubu adı
ile teşkil edilecek kuvvetle düşman aleyhinde yeni bir hareket kararlaştırıl­
dığını öğrendik, fakat gecikmişlerdi. Düşman Van Gölü-Murat Suyu
cephemize yani Onsekizinci Kolorduya karşı taarruza tekrar geçmişti.

Bu son taarruza karşı aynı cephede kaç gün dayandığımızı şimdi kati
olarak hatıriamıyorum. Hatırladığım birşey varsa tümen mevcudumuzun
yarısını kaybetmiş olmamız. Bir zaman geldi ki, cephenin bütün uzunlu­
ğunda bir mangacık ihtiyatımız bile kalmadı. Gözlerimiz kuzeye çevrilm i�.
Murat Suyu istikametinde yardımcı kuvvetleri bekledik durduk. Nihayet
günün birinde öğleden sonra l\Iurat Suyunun üzerine topçu şarapnelleri­
nin düşmeye başladığını ve bazı piyadelerin suyu yürüyerek geçmekte ol­
duklarını gördük. Yardımcı kuvvet gelmişti, fakat yukarıda dediğim gibi
geç kalmıştı. Çünkü aynı gün mevzimizin gayet zayıf olan sol kanadına
bir Rus süvari alayının yaptığı atlı hücum neticesinde, bu kısmın bozuldu­
ğunu ve bu bozuluşun şimşek gibi bütün cepheye sirayet ederek Haçlıgöl
ı ı6 RAHMİ APAK

- Kop arasındaki bütün askerlerimizin dağınık bir halde geriye sökün et­
tiklerini gördük. Hiçbir ihtiyatımız kalmadığından boşalan yeri tıkamak ve
yamamak mümkün olmadı, fakat ne düşman süvarisi ve ne de piyadesi
derhal istekli bir takip yapmadığından, Belican sırtlarının vücuda getirdiği
tabii perdenin arkasında, dağılmış birliklerimizi tekrar toplamak için
büyük kuvvetler sarfettik ve yürüyüş kolumuzu kurarak Kop'tan on beş
kilometre geride bir kuru vadi gerisinde tümeni akşama doğru tekrar top­
ladık.

Bir doktorumuz nasıl bir Kazak'ı kovaladı?


Şimdi ismini hatırlamadığım bu vadi gerisinde kendimizi derleyip
toplamaya zaman kazanmak için, üç dört kilometre ilerimizde bir artçı ta­
buru bırakmıştık. Düşman bu tabura taarruz etti ve şiddetli bir dövüş
başladı. Ben bizzat taburun bulunduğu yere gitmiştim. Akşam yaklaşıyor,
tabur biraz sonra çekilecek, fakat geriye nakledilecek birçok yaralılar var.
Tabur hekimi sakallı ve iriyarı bir adam. Sargı mahallinden ayrılmıyor,
son yaralılara hizmet ediyor. Tabur yavaş yavaş mevziini boşaltarak geriye
esas mevzie çekilmeye başladı. Doktor yaralılarını terk edemiyor. Bu esna­
da bir bölük kadar Rus süvarisi saldırdı, fakat zayiatla tardedildi. Bunla­
rın arasından bazıları avcı hattının içine girdiler ve bir Rus Kazak'ı da
doktorun yanına kadar sokuldu. Doktor bunu görünce yanında bir çakısı
bile bulunmadığından kendini kurtarmak için atma atladı, bu defa Rus
Kazak'ı doktorun ata bindiğini görünce kendine saldıracak diye korktu ge­
riye kaçmaya başladı. Bu kaçıştan doktor cesaret alarak Kazak'ı kovalama­
ya başlamasın mı? Aman Allah görülecek bir manzara. Daha gerideki di­
ğer Kazaklar da kendi arkadaşlarını taklit ederek defolup gittiler, doktor
da son yaralıyı kendi hayvanına bindirerek geri geldi. M uharebe bu, neler
olur! . .

Tekrar taarrruza geçtik


Yirmiyedinci ve Yirmidokuzuncu Tümenlerden mürekkep yeni kuv­
vetlerin düşman sağ kanadında görünmeleri onun takip hareketini önlemiş
ve o gece daha fazla ilerleyememişti. Biz, aldığımız emirle ertesi sabah
tekrar taarruza geçtik. Düşman, terkettiğimiz Belican sırtlarında bir batar­
ya, topçu refakatında bir alay kadar bir artçı bırakmıştı. Biz iki koldan
ilerledik ve sol kolumuzdan yani düşmanın sağından kuşatmaya başladık.
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI 117

Tek bir (Balimus) adi ateşli dağ topumuz bir Rus seri ateşli sahra
bataryası ile nasıl dövüştü?
Soldan giden kolumuzun öncü bölüğünün yanında tek bir adi ateşli
ve Tophane mamulatından çakaralmaz balyemez topu vardı. Düşman ba­
taryası, Belican'ın teşkil eylediği belde mevzi almış, cepheden gelen sağ
kolumuza şiddetli ateş açmıştı. Biz bu b ataryanın yanına düştük ve bal­
yemez topunu taş!ıkların arasına yerleştirdik. Hiç unutmam, sekiz yüz
metreden düşman bataryasının yanma ateş açtık. Eğer yanımızda tek bir
makineli tüfek olsa idi, bu dört Rus topunu bir iki Rafa! ateşi ile geçirmek
işten değildi. Balyemezin ilk mermisini Rus bataryasına gönderdik, fakat
iyi b ir isabet sağlayamadık. Mübarek bir kere patlayınca namlusu yukarı
kalkıyor ve şahlanıyor. Sanki attığı merminin isabetini kendisi de görmek
istiyormuş gibi bir ayaklanması var. Bu sebepten nişan bozuluyor, tekrar
kuyruğundan sağa ve sola kımıldatarak nişanı düzeltmek lazım. Bu zaman
zarfında Rus bataryası iki topunu derhal bize çevirdi. Topların alevini
görmemizle birlikte iki Rus güllesinin, arkasına saklandığımız taşlara çar­
pıp müthiş bir gürültü ile patlaması bir oldu. Bu patlama kulaklarımızı
sağır edecek kadar dehşetli. Düşman topları beş altı gülle attıktan sonra
bizim balyemez, aralık bularak ikinci gülleyi savurdu, ikinciyi atan sen mi­
sin? İki çabuk ateşli Rus topu şimdi kesiksiz bir ateşe başladılar. Gülleler
ne kadar isabetli düşüyor. Topçu subayı ve iki numara neferi ve ben taş­
ların arkasına sindik. Eğer bu taşlar olmasa idi bizde ne et kalırdı, ne de
kemik. Duman içindeyiz ve taşlardan kopan parçalar etrafımıza dağılıyor.
Bundan istifade ederek Rus bataryası koşum hayvanlarını rahatça getirdi
ve üç topunu geriye kaçırdı. Yalnız bir top uzak mesafeden ve yandan za­
yıf piyademizin ateşleri ile koşum hayvanları vurulduğundan yerinde kaldı
ve bizim elimize geçti.

Akşam olunca tekrar Kop'a girdik. Düşman çekilmiş ve temas kaybol­


muştu. Ertesi sabah ileri yürüyüşe devam ettik ve Malazgirt civarında bir
düşman artçısma taarruz ederek kaçırdık.

"Devletli Efendim beni kesmeyiniz" diye yalvaran Rus yaralıları


Bu artçı muharebesini veren Rus kıtası yaralılarını kaçırmaya fırsat
bulamamıştı. Ben, en önde giden piyadelerle Malazgirt'in doğusunda ve
kasabaya yakın yol üzerinde ilerlerken, bir taşlık yerde on beş yirmi kadar
Rus yaralısına rastladık. Genç çocuklar, taşlar üzerine oturmuşlar, yatmış­
lar, yürüyecek halleri yok. Bizi görünce oturdukları ve yattıkları yerden se-
1 18 RAHMİ APAK

iam veriyorlar ve beni hayvan üstünde ve üniformalı görünce tabii Rusça:


" Devletli efendim, size yalvarıyorum, beni kesmeyiniz ... " diyorlardı. Kendi­
lerine "Türklerin harp esirlerini kestiklerini size kim söyledi?" dedim: "Su­
baylarımız öyle söylerler" diye cevap verdiler. "O halde sizi niye birlikte
götürmediler de burada açıkta ve taşlar üzerinde bıraktılar?" dedim: "Çok
acele kaçtılar, doktor da kaçtı" dediler. Burası Rus taburunun sargı yeri
imiş. Hepsinin yaraları sarılmış, fakat vasıtasızlık ve acele yüzünden yaralı­
lar terkedilmiş. Kendilerini iyi dil ile ve şefkatli bir insan olarak teselli et­
tim, sevindiler.
Yorgun, bitkin, uykusuz ve aç askerlerimiz ve subaylarımızla ertesi
gün dahi Tutak istikametinde takip hareketine devam ettik. Günlerden
cuma idi. Nihayet o gün, öğle zamanı grup kumandanlığı, takipten vaz­
geçilerek askerin derhal istirahat ettirilmesi emrini verdi.

İnsan olduğuma utandığım ve Ömrüm boyunca iğrenç duyacağım


facialar
Bizim solumuzda Yirmidokuzuncu Tümen bulunuyormuş. İstirahat
edilince, bizim tümenle bu Yirmidokuzuncu Tümenin aralarında irtibat
sağlamak için harita üzerinde gösterilen ve oralarca Gom tabir edilen bir
mevkie her iki tümenin birer manga asker yerleştirmesini ve bu tümenle­
rin kurmaybaşkanlarının bizzat bu mevkie giderek birleşmelerini grup ku­
mandanı emretmiş. Ben atıma bindim, arkama da iki atlı alarak bu mev­
kii aramaya başladım. Meşhur Süphan Dağının, belki bir zamanlar indifa
ederek ovaya attığı ve her birinin yüksekliği on onbeş metre olan granit
külahlarının aralarından geçiyoruz. Ruslarla birlikte çekilirken geride ka­
lan bazı Ermeni fedailerinin bu granit taş kümelerinin içindeki oyuklara
ve mağaralara saklanarak cephe gerisinde dolaşan askerlere ve subaylara
ateş ettiklerini öğrendiğim için gayet dikkatli yürüyoruz. Bu esnada, üç
dört yüz metre ilerimizden atlı üç başıbozuğun bir iki silah patlattıktan
sonra dörtnal uzaklaştıklarını gördüm. Acaba ne olmuştu? İhtiyatlı ihtiyat­
lı yürürken iki Çerkez atlısının bana doğru koştuklarını gördüm. Benim
kurmay olduğumu pantolonumdaki kalın kırmızı zırhlardan anlamışlar.
Şikayetleri varmış. Bizim tümen emir subayı Abidin bunların köylerinden
iki hayvan almış. Yani at almış. Hiç Çerkez'in atı alınır mı? Emir subayı­
mız Abidin oldukça plavkacıdır, tabiatını bilirim. Gideceğimiz yeri daha
kolay bulurum mülahazası ile benimle birlikte gelmelerini söyledim. Biraz
sonra b u silah patlayan taşın önünden geçiyoruz. Kulağıma çocuk agla­
maları geldi. Bir de baktım, bu taşın ileriye doğru set yapmış yerinde üç
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI l l'. j

dört yaşlarında iki kız çocuğu oturmuş ağlıyor. Yanlarına yaklaştım: " Niye
ağlıyorsunuz, sizin ananız, babanız yok mu?" diye sordum. Türkçe anlı·
yarlar. Fakat cevap vermiyorlar. Ağlamakta devam ediyorlar. Çerkezlere:
"Bu çocukları alın da köyünüze götürün" dedim. Çerkez'in birisi hayvan
üzerinde doğrularak çocuğun birisine elini uzattı. Tam bu sırada, hemen
yandaki mağaranın içinde otuz yaşlarında kadar bir kadın çıktı. Çenesin­
den bir kurşun yemiş, kan içinde: "Kadın, seni kim vurdu, bu çocuklar
senin mi, aşağıya in de senin yaranı sardıralım" dedim. Kadın bir kere
bana baktı, bir kere de çocuklarına baktı, sonra birdenbire kendisini aşa­
ğıya attı. Yükseklik beş altı metre. Aşağıya taşlar, üzerine düştü, inlemeye
başladı. Derhal yanımdaki atlılardan birisini sıhhiye bölüğüne gönderdim
ve bir sedye getirip kadını almalarını tembih ettim. Bu defa çocukları al­
makta olan Çerkez, büyükçe olan kız çocuğunu alırken bu çocuk yanım­
daki diğer bir mağarayı göstererek: "Burada da benim kardeşim var" de­
di. Çerkez oraya tırmandı ve on beş kadar yaşında bir erkek çocuğunun
ölü olarak yatmakta olduğunu söyledi.

Vay zalim başıbozuklar. Demekki, bu çocukların ağlaması üzerine


gelmişler, taşın içindeki iki kovuğa silahlarını boşaltmışlar, birisinin içinde­
ki Ermeni oğlanını öldürmüşler, diğerinin içindeki anasını da çenesinden
yaralamışlar. Rusların ric'ata başlaması üzerine onlarla birlikte kaçmak is­
teyen ve yürüyemeyen bu Ermeni kadınının Liz köyünden olduğunu tah­
min ettim. Tabii, bu iki küçük çocuk ile bu kadıncağız, ric'at eden Rus
askerleri tarafından yardım göremeyince ne kadar yürüyebilir. Buraya. sı­
ğınmış, bu akıbete uğramış. İki küçük kız çocuğunun önünde ve belki de
öldüğünü bildiği ve gördüğü genç oğlunun cesedi yanında, vahşi ve mer­
hametsiz bir alem içinde bu kadın intihardan başka ne yapabilirdi? Bu
nasıl insanlık, bu ne vahşet? Gözlerim yaşlarla dolmuştu. Çerkezler iki kız
çocuğunu terkilerine aldılar. Ben de askerlik vazifemi yapmak için acele
işime gittim. Yarım saat sonra emredilen yere geldik. Yirmidokuzuncu
Tümenin Kurmaybaşkanı Yüzbaşı Sabri ile buluştuk. İşimizi gördükten
sonra çadırlarımızın kurulmaya başladığı tümen karargahına döndüm.

15 yaşındaki zavallı Türk kızı neden kendisini Murat Nehrine


atarak boğuldu?
Karargaha geldim. Çadırların kazıkları kakılıyor ve kuruluyor. Hayva­
nımdan inmek üzere iken iki askerin, topallayan bir kızı, iki taraftan kol­
larından tutarak bana doğru getirdiklerini gördüm. Topallayan kız, Erzu­
rum şivesi ile: "Aman ağam, ben yandım . . . " dedi ve yere düştü. Ne ol-
1 20 RAH M İ APAK

muştu? Kızı tutan erlerden birisi bir kağıt uzattı. İleri karakola memur bir
bölüğümüzün yüzbaşısı gönderiyor. Bunlar, tertibat almak için ilerlerken
Murat Suyunun hemen kenarında bir topluluğun üstüne uğramışlar. As­
kerlerimizi gören erkekler kaçmaya başlamış, bizimkiler Üzerlerine ateş et­
mişler. İkisini vurmuşlar, diğer üçü kaçmaya muvaffak olmuş. Fakat arala­
rındaki iki kızdan donları çıkarılmış olan birisi, askerlerimizi görünce he­
men kendisini suya atmış ve boğulmuş. Vay zavallı yavrular, bunlar civar­
daki bir Türk köyünden imişler. Bu beş namussuz Rus ve Ermeni dökün­
tüleri tarafından saatlerce kirletilmişler, kurtarılıp getirilen kızcağızın topal­
laması da bu kirletme yüzünden imiş. Kendini suya atan kız, bu şerefsiz­
liğe tahammül edememiş. Kendi milletdaşlarından utanmış ve ölümü ter­
cih etmiş.

Ayaklarımın önünde yere yuvarlanan esmerce, fakat yuzunun hatları


çok muntazam, çok şirin ve güzel bir kız. Gözlerimden yaşlar tekrar bo­
şaldı. Ben o zaman yirmi sekiz yaşında ve bekar idim. Derhal bu kızla ev­
lenmeye karar verdim. Çerkezlerin eline bolca para verdim : "Bu kızı
köyünüze götürünüz ve buna bakınız. Allah kısmet ederse ben bu kızla
evleneceğim" dedim. Emir subayının aldığı iki hayvanı da Çerkezlere geri­
ye verdim.

O gece müthiş yorgunluğun tesiriyle derin bir uyku uyudum, sabah­


leyin erkenden kalktım. Ne göreyim, iki Ermeni çocuğunu Çerkezler gece­
leyin getirmişler, benim çadırımın dibine bırakmışlar. Zavallılar yine ağlı­
yorlar, çok içerledim. Çerkezleri buldurdum, azarladım, tehdit ettim. Er­
meni çocuklarını tekrar köylerine götürdüler.

Sağ kanat grubunun takip hareketi


Bir gün istirahatten sonra bütün grup tekrar ileri yuruyuşe geçti.
Ruslar ufak tefek artçı muharebeleri yapıyorlar ve mütemadiyen çekiliyor­
lardı. Tutak bölgesinde hiçbir çarpışma olmadı. Fakat Karaköse düzlüğü­
ne doğru inerken Kariperoyiro Gomu civarında bir tepenin üstünde, öncü
alayımızın bir bölüğü ile dolgun mevcutlu bir Rus artçı piyade bölüğü
haşmetli bir süngü kavgası yaptılar. Biz, yürüyüş halinde iken bu manza­
rayı iki kilometre uzaktan ve yüksekten seyrettik. Hatta derhal yanımızda
giden bir dağ bataryasını mevzie sokarak, bu süngü çarpışmasına topçu
ateşiyle yardım yapmaya bile çalıştık. Çünkü bazen Rus bölüğü geriliyor,
bazen de bizim bölük gerileyerek ikisinin arası açılıyor. Kendi askerlerimi­
ze zarar vermeden bu atışı çok dikkatli icra etmek lazımdı. Akşama doğru
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI !2!

bu süngülü boğuşmanın yapıldığı tepeye geldiğimiz zaman, tepenin


üstünde birbirlerine süngüyü sapladıktan sonra birlikte can vermiş, yüze
yakın Türk ve Rus askerinin serili bulunduğu korkunç manzarayı gözleri­
mizle görerek şehitlerimizi selamladık.

Bir yaralı Ermeni bizi sabaha kadar uyutmadı


Geceyi bu kanlı boğuşmanın yapıldığı sırtın kenarında ve Ruslar tara­
fından kazılmış bir hendeğin içinde geçirdik. Yaktığımız mumun ışığında
kıtalara ertesi günü yapılacak hareketin emrini yazmakla meşgul olduğu­
muz sırada, ölülerin bulunduğu sırtın üzerinden ve tek bir adam tarafın­
dan iki üç dakikada bir defa üzerimize ateş edildi. Hendek içinde olduğu­
muzdan atılan kurşunlar başımızın Üstünden geçiyordu. Ruslar sekiz on
kilometre uzağa çekilmişlerdi. Fakat ölülerin arasında tek birisi bize müte­
madiyen mermi sıkıyordu. Bir keşif kolu gönderdik. Ölüler arasında tek
bir hareket olmadığını ve canlı bir insan bulunmadığını bildirdi. Fakat
kurşunlar aynı istikametten sabaha kadar devam etti. Uykusuzluktan ve
yorgunluktan aldırış etmedik. Mum ışığını da söndürmedik, uyuduk. Erte­
si sabah, gün ışığında bu ölüleri bir kere daha tarattığımızda, bu atışı ya­
panın ayağı süngü darbesiyle kırılmış olduğundan kalkamayan ve yattığı
yerden kendisinin ve yanındaki ölülerin, son kalan mermilerini de bizim
ışık üzerine yollayan bir Ermeni olduğu anlaşıldı, hem de Türkiyeli Erme­
ni. Tek Ermeni'nin kahramanlığını bildirdik ve bir misalini de burada
gördük.
Ertesi günü, Ruslar bütün kuvvetleri ile iki kolordumuz karşısında ve
Murat Suyunun önünde bir müdafaa savaşı daha yaptılar. Bu kavgaya
bütün kuvvetlerimiz katıldı. Taarruzumuz başladıktan dört beş saat sonra
Ruslar bütün mevzilerden çekildiler.
Bu muharebe, tam manasıyla iki taraf için de hırpalayıcı oldu.
O gün muharebe meydanında can vermiş olan bir Rus yüzbaşısının ce­
binde, Rus sol kanat ordusunun buradaki müdafaa muharebesini tesbit ve
tanzim eden ordu emrinin bir nüshası elimize geçti. Ordu kumandanının
ve kurmaybaşkanının imzalarını taşıyan bu ordu emrinde, Rus kuvvetleri­
nin üç müdafaa grubu halinde tanzim edildiklerini öğrendik. Bu emri,
ben tercÜm•: ettim ve derhal kolorduya gönderdim. Karşımızdaki Rusların
piyade, süvari ve topçu olarak miktarları bu emirden meydana çıkıyordu.
Hatırımda kaldığına göre burada geriye sürdüğümüz Rus Ordusunun
m evcudu elliden ziyade piyade taburu, doksan süvari bölüğü ve yüzden
1 22 RAHMİ APAK

fazla toptan ibaret idi. Bizim ise, mevcutları yarıdan aşağıya inmiş piyade
taburlarımızın sayısı kırkı geçmiyordu, topçumuz da çok azdı.

Çar orduları o zaman taarruz muharebesini müdafaadan daha iyi


yapıyorlardı
Mevcutları ve silahları bizden üstün olan ve siperler içerisine
gömülmüş bulunan bu Rusların neden kuvvetli bir müdafaa yapmadıkla­
rına o zaman hayret etmiştik. Mamafih ben birçok tecrübelerle anlamış­
tım, Ruslar, müdafaada metin ve cesur değildirler. Taarruzu daha sert ve
cesur yapıyorlar. Türk Ordusu ise müdafaada çok inatçı ve metindir.
Yüksek beden kabiliyeti talep eden taarruz hareketlerini Türkler müdafaa
kadar parlak yapamıyorlar. Yakın ve uzak tarihte bunun misalleri çoktur.
İşte Plevne, işte Sakarya, işte Çanakkale. Beden kabiliyetleri yüksek ol­
makla beraber o zaman kavga tekniğine pek az vakıf olan İngilizler dahi
müdafaada inatçıdırlar, fakat taarruzu pek ahmakça icra ederler, kırılıp gi­
derler.

Birisinin adı asker, birisinin de yolcu imiş


Bu muharebe akşamüstü bitmişti. Yürüyüş kolunu tekrar kurduk ve
güneş batıncaya kadar takibe devam ettik. Karaköse'ye on kilometre kadar
yaklaşmıştık. Ben, en önde giden tümen süvari bölüğü ile birlikte gidiyor­
dum. Elimizdeki iki yüz bin mikyaslı kurmay haritalarının son paftasını
da tamamlamıştık. Bundan sonra yürüyüşü artık haritasız yapacaktık. . Bi­
naenaleyh, yürüyüş istikametini bildiren mevkileri ancak kılavuzlar vasıta­
sıyla tayin edebileceğiz. Süvari bölük kumandanı beni geceleyin kendi
mahruti çadırına aldı. Uyumazdan önce sabahleyin çok erken civar köyler­
den ve nereden olursa iki üç kılavuz tedarik etmelerini söyledim. Süvari
çavuşu iki adam bulmuş, beni gün ağarırken uyandırdı. Acaba bu adam­
lar Türk mü idi? Önce bir soruşturayım dedim. Birisine adını sordum:
"Benim adım asker" cevabını verdi. Allah Allah olur ya burada asker adlı
insanlar da var demek, Ötekine sordum : "Benim adım yolcu" dedi. Kırk
kırkbeş yaşlarında iki köylü. Merak ettim, yahu senin adın neden asker,
seninki neden yolcu? .
.

- Efendim, ben 1 878 Harbi'nde Kars'ta doğmuşum, o zaman Kars'a


çok asker gelmiş, bu yüzden babam benim adımı asker koymuş. Ötekisi:
- Efendim ben de Karslıyım, o zaman halk Kars'tan göç ederken
ben yolda doğmuşum bu yüzden benim adımı yolcu koymuşlar.
RAH M İ APAK

düzeltmek için oradan ayırdıkları kuvvetleri bizim grubun sol kanat ve ge­
rilerine doğru sürmüşler. Bu hareketi bizim ordu çok geç haber almış.
Yani sol kanat ve sol gerimiz tehlikeye girmeye başladıktan sonra, solu­
muzda iki tümenli Dokuzuncu Kolordu vardı. Bu kolordu, Sarıkamış fela­
ketini görmüş geçirmiş bir kıta idi. Yeni Kumandanı, Selanikli General
Remzi idi. Bizim henüz birşeyden haberimiz yok, Murat Suyu gerisinde
Küpkıran Köyü önündeki sırtları tahkim etmekle meşgulüz.

Dikkatsizliğimiz ve müsamahamız yüzünden Teğmen Vahit ile iki


erimiz tek bir Rus şarapneli ile nasıl şehit oldu?
Ruslar tekrar bizim karşımızda dahi ilerlemeye başladılar. Karaköse
Ovasında topçularını mevzilere sokuyorlar, görüyoruz. Bizim kıtalar da si­
per kazıyor. Biz de tümen muharebe idare yeri için istihkam bölüğümüz­
den Teğmen Vahit'in nezareti altında sekiz on askeri çalıştırıyoruz. Fakat
hepimiz ayakta bir yere toplanmışız. Mevzie girmiş olan Rus topçusundan
bir batarya bizim yüz metre kadar sağımıza iki şarapnel gönderdi. Diğer
iki şarapneli de yüz metre solumuza attı. Biz ise, açıkta olan bize atmıyor
da, sağımıza solumuza boş yerlere şarapnel sarfediyor diye alay ettik. Fa­
kat üçüncüsünde iki şarapnel birden tam tepemizde patlamasın mı? Za­
vallı Teğmen Vahit'in kazdırdığı büyük çukurun içine düşerek can çekiş­
meye başladığını gözlerimle gördüm. İki erimiz de aynı akıbete uğradı ve
birkaç askerimiz de yaralandı. Tümen Kumandanı Bekir Sami Bey de
ayağından bir yara aldı. Meğerse Rus bataryası yanlama çatal yapmış.
Ben usulü bilmiyordum. Çatalın yalnız ileriye ve geriye atışlarla teşkil
edildiğini öğrenmiştim. Bilgisizlik ve dikkatsizliğe kurban olduk. Rus top­
çusu iyi yetiştirilmişti. Ben sonraki muharebelerde dahi bu fikrimi destek­
leyecek çok misaller gördüm. İkinci Cihan Savaşı'nda dahi Alman Ordu­
sunu muvaffakiyetsizliğe uğratan faktörler arasında Rus topçusunun
üstünlüğünün başta geldiğini Bolşevikler iddia etmişlerdir.
Sağ cenah grubumuzun solunun ve gerisinin tehlikeye düşmesi ve bu
yönde ilerleyen Rusların durdurulamaması üzerine aldığımız emirle, Mu­
rat Suyu gerisinde muharebeyi kabul etmeyerek öğleden sonra geri çekil­
dik ve Kılıçgedik'i - Tahirgedik'i bölgesinde muharebeye hazırlandık.

"Amanın din kardeşl e ri , bizi bırakmayın"


Ertesi gunu öğleden sonra Rusların sıkı bir saldırışına uğradık. Akşa­
ma kadar mevzilerimizde çok güçlükle tutunduk. Güneş batınca geriye çe-
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI

kilmek emrını daha gündüzden almıştık. Fakat muharebeyi karanlık ba­


sıncaya kadar devam ettirmek lazım idi. Sıkı duruma düşen kıtaların bir
ayak önce düşmandan kurtulup geriye gitmek için karanlığı nasıl iple çek­
tiklerini, muharebeye girmiş kıtalar çok iyi bilirler. Mübarek güneş bat­
maz, gün her zamankinden fazla uzun görünür. Karanlık, geri çekilecek
kıtaların baş kurtarıcısıdır.
Bazı kısımlarımıza düşman girdi. Cephede bazı karışıklar başgösterdi,
fakat bizim Elliikinci Tümen asla panik yapmaz. Mehmetçiklerimiz muha­
rebe kurdu olmuşlardır. Ufak tefek intizamsızlıklar derhal düzeltilirdi.
Biricik üzüntümüz, sayısı oldukça çok olan ağır yaralılarımızı düşma­
na bırakmamak idi. Evvelce de söylediğim gibi geri hizmet işinde ve bil­
hassa bu geri hizmetin bir kolu olan sağlık işlerinde pek yoksul idik. On
bin kişilik bir tümenin kavga meydanında bırakacağı yaralıları geriye taşı­
mak için ancak altı yaylı arabamız vardı. Bunun da ikisi kırılmıştı, onara­
cak vasıtamız yoktu. Sıhhiye hizmetini kurmayan, kuramayan, bir orduya
sahip olan bir devletin harbe girmesi kadar delilik olamaz. İş başında bu­
lunanlar bunu düşünmelidir. Askerleri yok yere harcamak cinayettir.

Akşam olur olmaz, her kıta, ufak bir artçı bırakarak çekilmeye başla­
dı. Fakat bazı açılmış deliklerden düşman sızmış olduğundan çok dikkat
lazımdı. Ben Tümen Kurmaybaşkanı olarak, her zaman, geri çekilişlerde
en arkaya bırakılan birliğin yanında kalırdım. Bu defa da, son zamana
kadar artçı taburumuzun yanından ayrılmadım. Yolunu şaşırarak çıkmaz
bir yoldan geriye gitmeye çalışan bir bataryamızı geri çevirerek yola çıkar­
dım ve düşman eline geçmesini önledim.
Artçı taburunun sargı yerinde yürüyemeyecek ve kalkamayacak beş
altı yaralımız yatıyordu. Bunları geriye nakletmeye imkan yoktu, çünkü
bütün tümen çekilmişti. Tek vasıta yoktu. Hayvan sırtına dahi binemezler­
di. B inebilseler, birisini olsun kendi hayvanıma bindirerek kendim yaya
yürüyecektim. Zavallıların hiç bir şeyden haberi yok. Bunların başına bir
sıhhiye neferi bırakarak bir beyaz bayrak dikmekten başka çare yoktu, fa­
kat hiçbir sıhhiyeci kalmak istemiyordu. Eğer bunları gören Rus munta­
zam ordu kıtası olursa ve başlarında bir Rus subayı da bulunursa hayat­
larına kastedilmeyeceklerini düşünürdük. Fakat ekseriya Rusların önünde
giden Ermeni çeteleri ilk önce bunları görürse hepsinin öldürüleceğinı mi­
salleriyle biliyorduk. Ben bir deynek buldum, yere diktim ve ucuna da bir
mendil bağladım. Sargı yeri yol üzerinde idi. Tabur harekete geçti, yaralı­
lar karanlıkta. otlar içinde hışırtı çıkararak gerileyen arkadaşlarını görünce
1 26 RAHMİ APAK

ve benim diktiğim direkle beyaz mendile bakınca kendilerini bekleyen feci


akıbeti öğrendiler: "Amanın din gardaşları bizi bırakmayın, amanın din
gardaşları bizi bırakmayın ... " diye bağırmaya başladılar. Sesler duyulma­
yacak kadar ıraklaşıncaya değin bu kahraman çocukların amanın din gar­
daşları bizi bırakmayın feryadını dinledim ve ağladım. Bu bağırtı hala ku­
laklarımda çınlar, şimdi bu satırları karalarken dahi.
İşte bizim mehmetçikten istediğimiz yüksek fedakarlığın karşılığı olan
nankörlük budur.

52 nci Tümenin bir alayı IX uncu Kolorduyu kurtarıyor


Düşmandan sıyrılmak için bütün gece yürüdük, fakat solumuzdaki
Dokuzuncu Kolordunun arkasına giren düşmanı durdurmak ve bu kolor­
dunun gerek muntazam ve gerekse dağınık birliklerini Murat Suyunun
doğusuna geçirmek ve düşmanı suyun batısında tespit etmek üzere bizim
tümenden bir alayın derhal iş bu nehir geçidine gönderilmesi ve geçidin
batısında bir köprübaşı tutulması emrini aldık. Bu nazik hareket için alay­
la birlikte benim dahi gitmekliğimi tümen kumandanı emretti. İki saat ka­
dar batıya yürüdük ve sabahleyin geçit yerine geldik. Askerler, yarı bele
kadar suya dalarak karşı tarafa geçmeye başladılar.
Ben de, hayvan üstünde suyu geçerken, geri çekilişini korumak ödevi­
m yüklendiğimiz Dokuzuncu Kolordu Kumandanı Remzi Paşa'nın, mai­
yeti kurmay heyeti ile birlikte nehrin beri yakasına geçmek için aynı geçit­
ten geçmekte olduğunu gördüm. Kendi kolordusuna mensup olmayan ve
fakat kendi kolordusunu kurtarmaya gelen bu alayımızın ne kumandanına
ve ne de bana birşey söylemedi ve bir talimat vermedi. Yüzümüze bile
bakmadı. Benim talebim üzerine, maiyetindekilerden Kurmay Yüzbaşı
Hüsrev Bey, ayrılarak bizimle geriye döndü ve tutulacak mevzii bize
gösterdi (birçok yerlerde büyükelçilikler yapmış ve İstiklal Savaşı'nda
önemli hizmetler görmüş olan Hüsrev Gerede).
Düşmanın bir süvari alayı, tam bu esnada iş bu geçidi kapamak üze­
re buraya gelmişti. Bize karşı yaya cengine indi. Biz köprübaşı mevziini
genişletmek ve düşman topçusuna, geçidi ateş altına alacak, yakın mevzi­
ler bırakmamak için hemen saldırışa geçtik ve düşman süvari alayını geri­
ye atarak ay şeklinde bir müdafaaya yerleştik. Alayımız o gün karanlık
basıncaya kadar burasını elinde tutarak bütün Dokuzuncu Kolordu birlik­
lerinin nehrin doğusuna geçmelerini sağladı ve en sonra kendisi de aynı
geçitten doğuya geçerek çekilme hareketine katıldı.
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI 1 2i

Onsekizinci Kolordu kıtaları, düşmanın yakın yoldan daima kendi ge­


risine düşmeye çalışan takip hareketinden kurtulmak için doğuya geniş
çark hareketi yaparak, bir kavis üzerinde yürümek zorunda kaidıklarından
bir günde gidilecek mesafeyi bir buçuk günde kesebiliyorlar ve çok uzun
yürüyüşler yapıyorlardı. Bu yüzden geceleri dahi yürümek icabediyordu.
Bu yürüyüşler bizi pek yordu ve bazı malzemenin terk edilmesine sebep
oldu.

Dost, düşman yanyana yürüdüğümüzün farkında değilmişiz


Muharebenin bir tuhaflığını daha gördüm. Ertesi günü güneye doğru
geri yürüyüş yaparken sağımızda nehre yakın, uzunca bir yürüyüş kolu­
nun gittiğini görüyoruz. Aramızdaki mesafe ancak üç kilometre. Biz bu
kolu bizim Dokuzuncu Kolordunun bir kıtası sanıyorduk, meğerse bu kol
bir Rus takip kolu imiş. Onlar da bizi kendilerinden yani Rus sanıyorlar­
mış. Böylece birbirimizi rahatsız etmeksizin üç dört saat yanyana
yürüdük. Bu yürüyüş kolu öğle zamanı bir mola verdi, fakat güneye karşı
emniyet tertibatı aldı. Derhal düşman olduğunu anladık. Bu vaziyette
onunla kavgaya tutuşmak bizim için çok tehlikeli olacaktı. Molasından is­
tifade ederek alçak araziden yürüyüşe devam ettik ve onu oldukça, bu
molası esnasında gerimizde bıraktık, sonra bir tabur piyade ile bir batarya
topu usturuplu bir suretle mevzie sokarak bu yürüyüş arkadaşı kola ansı­
zın şiddetli bir ateş baskını yaptık. Dağıldılar biz de kendimizi kurtardık.
Beş gün devam eden ve zaruret icabı büyük kavisler üzerinde yaptığı­
mız bu geri çekiliş bize büyük yorgunluklar ve fedakarlıklara mal oldu .
Bununla beraber subaylarımızın v e erlerimizin moral kuvvetleri hiç sarsıl­
mamıştı. En küçük bir karışıklık ve intizamsızlık çıkmadı. Ali İhsan Bey'in
kumanda ettiği 51 inci Tümen ile bizim 52 nci Tümen, bozgun ve inti­
zamsızlık bilmeyen Orta Anadolu yaylasının seçilmiş erleri idi. Muharebe­
ler ve yürüyüşler bu tümenleri yıpratamazdı.

Abdülkerim Paşa
O zaman, korgeneral rütbesinde bulunan bu Abdülkerim Paşa'dan
biraz bahsetmemek hatıralarım için bir noksanlık olacaktır.
Sarıkamış taarruzunda Tümen Kumandanlığı yapan bu zat çok dinci
ve sofu idi. Kolordusu için verdiği hareket emirleri şöyle başladı: "Yarın,
Tanrı'nın yardımıyla kolordu kıtaları filan saatte yürüyüşe geçecektir. Ya­
hut, Allahın inayeti, Peygamberin şefaati, evliyaların, kırkların ve yedilerin
RAH M İ APAK

kerameti ile ordumuz taarruza geçecektir". Bir diğer yerinde: "Yarın, ko­
lordu karargahı inşaallahürahman, filan köyde konaklayacaktır. . . .
"

Erzurum' da yaralı olarak hastanede yatan Suheyp adında bir subay


arkadaşımdan dinlemiştim. Sarıkamış taarruzunda Ruslar karşı taarruza
geçmişler. Suheyp Efendi, tümenin sağ kanadını korumaya memur bir
bölüğe kumanda ediyormuş. Karı kazmışlar, siper içine yerleşmişler.
Düşman çok üstün kuvvetlerle ilerliyor. Bölük yarıya yakın zayiat vermiş.
Bir zaman gelmiş, Bay Suheyp, mevkiini muhafaza edemeyeceğini anlamış
ve tümen kumandanına şöyle bir tezkere göndermiş: "Bölüğümün yarısı
şehit ve yaralıdır. Siperler içindeki askerlerimin hepsinin ayakları dondu­
ğundan siperleri terkedip dışarı çıkamıyorlar. Bana verilen kanat koruma
vazifesini yapmaklığım imkansız bir hale geldi. Kuvvetim kalmadı, bana
kuvvet gönderiniz . . . .
"

Bay Suheyp'in aldığı cevap şu olmuş: "Eğer kuvvetiniz kalmadıysa,


Lahavle Velakuvvete illa Billah kuvvetine dayanarak yerinizde sebat edi-
nız ... .
. "

Bağdat yolculuğu
"Kendisi muhtaca himmet bir dede, nerde kaldı gayrıya himmet
ede" . İşte 1 9 1 5 yazı sonunda bir ileri saldırış, sonra bir gerileme ile
düşmanı oyalamaya çalışan, memleketin birkaç vilayetini düşman istilası­
na kaptıran 3 üncü Ordudan iki tümenin, Irak cephesine yollanmasına
başkumandanlık karar ve emir veriyor. Bu iki tümen de XVIII inci Kolor­
duyu teşkil eden 5 1 inci ve 52 inci Tümenler. Bu tümenler, Kafkas cephe­
sinde Rusları yıldırmış ve 1 9 1 5 yazında Rus Ordularının Bitlis - Muş üze­
rinden Anadolu ortalarına ilerlemek yolunu kapamış seçkin kıtalardır.
Şimdi 3 üncü Ordu bu iki tümeni de kaybedince onun hali ne olacaktır.
Onun hali, düşünüldüğü gibi oldu. Ruslar ertesi yaz Erzurum'u
düşürdüler, Erzincan'a vardılar. Karadeniz kıyılarından Trabzon'a ilerledi­
ler. Daha güneyde l\luş, Bitlis bölgeleri de düşman eline geçti. Neden
sonra İngilizlerin Çanakkale'den çekilmesi sayesinde serbest kalan tümen­
ler, Kafkas cephesine nakledilerek Rusların daha fazla ilerlemeleri durdu­
ruldu.
Bunları münakaşa etmek bu kitabın alanı dışındadır. Yalnız bu ka­
darcık da söylemeden geçilemez. Memleketin bir tarafı istilaya uğrarken,
oradan kuvvet alıp yine istilaya uğrayan diğer tarafın yardımına gönderi­
yoruz. Biz bu aciz duruma, harbe girdikten yedi sekiz ay sonra düştük.
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI ı 29

Yani harbe girdikten yedi sekiz ay sonra dört taraftan toprak kaybetmeye
başladık. Balkan harbinde biz harpten kaçınmıştık, harp istemiyorduk. Bi­
ze saldırdılar, namus belası müdafaa ettik. Fakat bu defa harbi biz istedik.
Zayıflığımıza, geriliğimize, parasızlığımıza, fakirliğimize, teşkilatçılık nok­
sanlığımıza, yolsuzluk ve demiryolsuzluğumuza ve nihayet vatan içinde
millet birliği ve düzenlik kuramamış olmaklığımıza bakmayarak. Alman
harp gemileri ile Sivastopol ve Odessa'yı bombardıman ettirdik ve harp
açtık.
Dünyanın en kalabalık ve en zengin milletlerinin ve devletlerinın kar­
şısına düşman olarak çıktık. Eğer işbirliği ettiğimiz Almanya harbi kazan­
sa idi. memleketimizin bir Alman sömürgesi derecesine düşeceği de mu­
hakkak idi. Almanya'nın kaybedeceği ise uzun düşünmeden belli bir şey­
di. O halde, bir Enver Paşa'nın kaprisi yüzünden bu kavgaya girmiştik.
Hesapsız, kitapsız bir giriş. Bu giriş bir imparatorluğun parçalanmasına ve
harp ve açlık ve hastalık yüzünden yedi sekiz milyon Türk'ün ölümüne se­
bep olmuştur. Tanrım, milletleri akılsız başlardan korusun.
Önümüzde 5 1 inci Tümen ve arkada bizim 52 nci Tümen olmak
Üzere yola çıktık. Yürüyüş itinereri şöyle: '·Hınıs-Muş-Bitlis ve Siirt üze­
rinden Cizre'ye (o zamanki adı Cezirei ibni Ömer)" yürüyerek gideceğiz.
Oradan sonra hayvanlar, tekerlekli vasıtalar karadan ve insanlar ise kelek­
ler vasıtası ile Dicle Üzerinden Samarra mevkiine gidecekler. Oradan da
demiryolu ile Bağdat.
1 9 1 4 kışına doğru Hasankale bölgesine geldiğimizde, tümenimizin in­
san mevcudu l 6 bin idi. Orada tifüs salgınında iki binden fazla insan
kaybettik. Sonra Ahlat, Bulanık muharebelerinde ve Rusları kovalarken
yaptığımız takip kavgalarında ve çekilirken verdiğimiz artçı muharebelerin­
deki büyük kayıplarımızdan dolayı, Hınıs bölgesinde yerleştiğimiz zaman
tümenimizin insan sayısı altı bine inmişti.
Bağdat için yola çıkmazdan Önce bize 3 bin kadar yeni er verdiler.
Fakat bunlar hiç kavga görmemiş, talim ve terbiye görmemiş gençlerdi.
Askerlik yapmaya hevesleri yoktu. Yola çıktığımızda, her gece on beş yir­
mi tanesi kaçıyordu. Bunları kaçırmamak için subayların ve Türk erleri­
nin sarfettikleri gayret çok büyük olmuştur. Hınıs'tan sonra bir hazari
yürüyüş yaptığımız için ve hava da müsait olduğundan her vardığımız
yerde çadır kurduruyoruz, geceliyoruz. Her tabur, kendi ordugahının etra­
fında Türk erleri ile sıkı bir kordon kuruyordu. Bu kordonun dışına çı­
kanlara ateş ediliyor. Yaya yürüyüşünü, askeri yormaksızın, uykusunu bol
F. 9
RAH M İ APAK

uyutarak yiyeceğini bol bol sağlayarak yaptırmaya gayret ve dikkat ediyo­


ruz. Bu mehmetçikler çok iş gördüler, çok çalıştılar, şimdi Rusların karşı­
sından ayrılıp İngilizlerin karşısma gidecekler. Onların kuvvetlerini muha­
faza etmek gerek. Yol uzun, şöyle böyle yirmi gün kadar ayakla gidilecek.
Bitlis'i geçtikten sonra Siirt'e doğru arazi arızaları azalmaya başladı.
Önümüzü kesen ve birbirlerine paralel dereler ve ırmaklar geçiyoruz.
Bunların bazıları oldukça derin, sığ geçit yerleri buluyoruz. Irmağın iki
yakasına halatlar geriyoruz ki, elbiselerini ve silahlarını başlarının üstüne
koyarak yarı beline kadar su içinden soyunmuş olarak geçen mehmetçik­
ler, iplere tutunsunlar ve akıntıya kapılmasınlar diye.

Anadolu yaylası çocuklarının yüksek beden kabiliyetleri


Bir defasında böyle bir geçiş esnasında Kırkıncı Alay Kumandanı
Süleyman Mesrur Bey bana seslendi: "Bay Kurmay, gel bak sana birşey
göstereceğim" dedi. Yanına gittiğimde: "Şu sudan geçenlere bak. Şu kalın
baldırlı ve geniş kalçalı, suyun akıntısını pervasızca yarıp geçen erler, bi­
zim eski askerler. Anadolu çocukları bir yıldan beri neler çektiler, ne ka­
dar uzun yürüyüşler yaptılar, ne kadar muharebelere girdiler?.

Hakikaten, bunlar disiplin altına girmekten, beden meşakkatlarına ta­


hammül etmekten zevk almıyorlar. Bu adamlar, büyük taşlı dağlarda kek­
lik gibi sekmelerine rağmen, onlar başıboşluğu seviyorlar.

Tümen Karargah Çobanı Yozgatlı Mustafa'nın marifetleri


Askerin beslenmesi için her tabura ve bağımsız birliğe yüzlerce koyun
veriliyordu. Bu koyunlar, kıtaların tahsis ettikleri çobanlar tarafından
sürülüyor, et gıdasının taşınması için ayrıca nakil vasıtası kullanmaya
lüzum olmuyordu. Sürüler, yürüyüş esnasında otlayarak kendilerini besli­
yorlardı. Günlük yürüyüşler on beş ile yirmi kilometreden fazla yapılmı­
yor ve üç dört günde bir istirahat ediliyordu . Sabahleyin, kıtalar hareket
etmezden üç saat önce ağır yürüyen koyun sürüleri ve öküz arabaları yola
çıkarılıyor, arkasından beygirle çekilen arabalara kazanlar ve bir günlük
;·iyecek yükleniyor, en arkadan da piyade kıtaları yürüyüşe başlıyor.
Böylece ordugah kurulacak mevkilere kazanlar ve erzak üç dört saat önce
varıyor, derhal yemek pişiriliyor ve asker yeni ordugahına gelirgelmez ha­
zırlanmış olan yemeğini yiyip uykusuna yatıyordu .
B i r gün, tabur v e alay emir subaylarını yanıma alarak her zaman ol­
duğu gibi bir an önce ordugah mahallerine varıp kıtaları göstermek üzere
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI

at ile giderken bizim tümen karargahının koyun sürüsüne rastladım. Ço­


ban Mustafa sürüsünün arkasında gidiyor, sürünün önünde de çoban ya­
mağı ilerliyordu. Mustafa beni görünce her vakit yaptığı gibi bir paket si­
gara istedi, verdim ve sonra kendisinin mükemmel olduğunu, koyunlara
fiske ile bile dokunmadan onları bir asker gibi disiplin altına aldığını ve
her arzusunu onlara kumanda ile yaptırdığını söyledi. Ben de: " Mademki
senin her emrini bu koyunlar dinlerler, o halde haydi göreyim seni şu
yürümekte olan sürüyü geriye çevir" dedim: "A Kurmayını, bu da marifet
mi? Biraz dur da bunu sana göstereyim" dedikten soma yere çömeldi ·;e
birtakım tuhaf tuhaf sesler çıkararak bağırmaya başladı. Bu bağırtıyı işiten
sürünün içinde beş altı koyun başlarını geriye çobana çeviririp melemeye
başladılar. Çoban Mustafa bundan sonra bağırtısının kuvvetini ve tempo­
sunu arttırdı. Derhal birkaç koyun geriye dönerek çobana doğru koş­
maya başlayınca, bütün sürü bunların ardından geriye döndü ve Musta­
fa'nın etrafında toplandı. Mustafa çantasından bir parça ekmek çıkararak
bu liderlere yedirdi. Meğerse dört beş koyunu böyle bağırmalardan sonra
ekmek vermeye alıştırmış, böylece bütün sürüye hükmediyor. Bir kere bir
nehri de koyunlara böylece geçirttiğini de gördüm. Suyun karşı yakasına
evvela kendisi geçti. Aynı sesleri çıkarmaya başlayınca bu talimli kılavuz
koyunlar kendilerini suya attılar, arkalarından bütün sürü yüzerek geçti.
Bir kitleyi kendi emrine almak için tatbik edilen bu usul yalnız koyunlar
için değildir. Topluluklar, birçok memleketlerde ve birçok hallerde, arala­
rından biraz kısmını doyurmakla idare edilmiyor mu?

Ertesi günü yürüyüşe çıkmazdan önce çok erkenden Çoban Mustafa


beni çadırımda uyandırdı. Çok yorulmakta olduğundan kendisine bir eşek
vermekliğimi rica etti. Ben de bir eşek verdirdim. Fakat üç gün sonra eşe­
ği bir kurdun paraladığını iddia ederek bir eşek daha istemiş. Bana sordu­
lar, haydi bir tane daha verin dedim. Fakat bir hafta sonra bununda de­
rin bir çamura saplanarak çıkamayıp çamurda boğulduğunu söyledi.
Kütulemmare'deki İngiliz Ordusunu sardığımız zaman da geceleyin beş
koyunu kurtların paraladığını iddia etmiş. Fakat ne eşeklerin ve ne de ko­
yunların derilerini gösteremeyince şüphe etmişler, üzerini aramışlar, keme­
rinde otuz san lira bulmuşlar. Yapılan tahkikatta, askere geldiği zaman
beş parası olmadığı ve köyünden de kendisine para gönderilmediği anlaşı­
lınca, çamura batan eşeklerle kurt paralayan koyunları satıp altınları ke­
merine dizdiği anlaşılmış. Yozgatlı Mustafa·nın bu marifeti de meydana
çıkınca paraların büyük bir kısmı müsadere edilmiş ve kendisi bir bölüğe
RAH M İ APAK

verilmiş. İlk gıttıgı gece Kütulemmare siperlerinde şehit olduğunu haber


aldım. Suçlarına rağmen usta çobana acımıştım.
Siirt'e gelmezden önce bana büyük ve iki taraftan delik bir taş göster­
diler. Güya burası soğuk iklimden sıcak iklime geçilen hudut imiş. Haki­
katen artık sıcak bölgelere girmiştik. Siirt o zaman bir mutasarrıflık idi.
Ağaçlı ve yeşil bir memleket ve güzel nar çıkar. Orada yirmi saat istirahat
ettik ve sıcak hamama girip kirlerimizi giderdik.

Siirt'ten birkaç konak sonra Cizre kasabasına geldik. İlk defa olarak
entari ile gezen ve geniş kahvelerinde iskambil oynayan insanlar gördüm.

Adem Baba'dan kalma bir gemi


Buradan sonra, Dicle Nehri üzerinden kelek denilen yüzücü vasıtalar­
la seyahata devam ettik. Kelek nedir? Bunun yapısına ne bir maden ve
bir çivi ve ne de bir ip veya urgan girmiyor. Tabiatın yetiştirdiği bitkilerle
kuruluyor. Kırk adet keçi derisini nefesle şişiriyorlar ve ağızlarını eğilir,
bükülür ince ağaç dallarını ip gibi kullanarak bağlıyorlar. Sonra bu tu­
lumların üzerine kalasları diziyorlar ve kalasları da birbirlerine yine bu
dallarla bağlıyorlar. Dümen ve kürek vazifesini görmek üzere önüne ve ar­
kasına uzunca birer ağaç, takozlara yine bu dallarla bağlanıyor. İşte oldu
bir gemi.

Bu keleklerin beherinin üstüne kırk er, yirmi sandık cephane, yemek


kazanı ve erzak ve çadır konuldu. Kelekler birbirinin arkasından uzun ka­
file halinde suyun akıntısı ile hareket etti. Güneşten kendimizi korumak
için tümen karargahının keleğinin üstüne, üstü örtülü bir çardak yaptık ve
altımıza da sandalyeler aldık. Çok rahat ve eğlenceli bir seyahat.
Günd üzleri böyle gidiyor, karanlık basmazdan önce kelekleri kıyıya bağla­
yıp karaya çıkıyoruz, çadırlarımızı kurarak, yemeklerimizi yedikten sonra
uyuyoruz. Gidiş esnasında keleklerin altındaki tulumlardan birisi patlar
veya havası kaçarsa mevcut iki kürekçiden birisi keleğin altına elini uzata­
rak, havasız tulumu çıkarıyor ve tekrar şişirerek keleğin altına yerleştiriyor.
İptidai, fakat ucuz ve rahat bir gemi. Dicle Nehrinin akıntı hızı pek az ol­
duğundan bu nehir için elverişli, fakat Fırat Nehrinde bununla seyahat
edilemiyormuş, çünkü hem akıntı hızı fazla ve hem dt nehrin yukarı kıs­
mında orman vc> ağaç yokmuş. Orada altı düz kayıklar kullanılırmış. Ke­
lekler, müşterilerini mahalline götürdükten sonra tahtalar ve kalaslar ağacı
az olan �1usul veya Bağdat'ta s::ıtılır, elde edilen para ile birkaç eşek satın
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI

alınarak sönmüş keçi tulumları bu eşeklere yükletilir, tekrar nehrin yukarı­


sındaki hareket mahalline kara yoluyla dönülürmüş.
Biz, Cizre'den sonra bir haftada Musul'a vardık. Nehir çok kıvrıntılı.
Musul'dan sonra Samarra'ya dahi bir haftada erişebildik. Samarra'da ke­
leklerden indik, trene bindik. Meşhur Bağdat demiryolunun Bağdat-Sa­
marra kısmı o zaman yapılmış bitmişti. Üç dört saat sonra Bağdat'ta tren­
den inerek şehir kenarında çadırlarımızı kurup, diğer birliklerin gelmesini
bekledik.
Bağdat'a vardığımız akşam Ramazan gününe tesadüf ediyordu. Şehri
görmek için kufa denilen yuvarlak kayığa binerek karşı yakaya geçtim, bi­
raz şehri dolaştım. Türk dilinde pek çok atasözleri yaratmış olan Bağdat,
diğer şehirlerimiz gibi geri bir memleket idi. "Ane gibi yar olmaz, Bağdat
gibi diyar olmaz, sora sora Bağdat dahi bulunur, Bağdat'ı bihişt abat,
aman aman Bağdatlı, cilvesi baldan tatlı" gibi tekerlemelerden hiçbirisi
doğru değildir. Ane yanında bir uçurum yani bir yar vardır, fakat bizim
Anadolu'daki yarlara nazaran hiçbir şeydir.

Bizim gelişimizden Önce Irak'ta yapılan askeri hareketler


İngilizler, Hindistan'ı yuttuktan sonra Irak ile ilgilenmeye başlamışlar
ve son zamanlarda petrolün büyük önem kazanması yüzünden bu ilgiyi
arttırmışlardır. Ben şu kanatteyim. Bizim Birinci Büyük Harp'e katılma­
mızı İngiltere istemiştir ve el altından bunu hazırlamıştır. Çünkü İngiliz
kapitalistleri Kuveyt, Basra, Kerkük ve Musul petrollerini ancak Türkiye'yi
ortadan kaldırdıktan sonra elde edebilirlerdi.
Yeryüzünde Türklere fenalık etmiş milletlerin birincisi Ruslar ise,
ikincisi muhakkak İngilizlerdir. Onlar, bugün kendileri ile siyasi bir ahit
ile bağlı bulunmaklığımıza rağmen Arap memleketlerinde hala Türkiye ve
Türklük aleyhinde çalışmakta devam etmektedirler.
İngilizlerin bütün Arap memleketlerinde ve bilhassa lrak'ta aleyhimiz­
de yaptıkları propaganda faaliyetlerine rağmen, Birinci Cihan Savaşı başla­
yıncaya kadar, Irak'ta halk kitleleri arasında önemli bir Türk düşmanlığı
vücut bulmamıştı.

Üç hain hakim
Bunun tek misali şudur: İngilizler ı 9 1 5'te Kuveyt ve Basra'ya asker
çıkardıkları zaman halkı arasında şöyle bir türkü çıkmıştır: "Hain olan ha-
1 34 RAHMİ APAK

kimler üçtür, birisi Kuveyt Şeyhi Mübareküssabah, birisi İbnisuut ve birisi


de Talip". O zaman, Kuveyt Şeyhi Mübareküssabah ile İbnisuut ve Bas­
ra'nın zenginlerinden ve Osmanlı Meclisi'nde Basra Milletvekili olan Talip
İngilizlere yardım etmiş. Halk bunu hazmedememiş. Bir halk türküsü ha­
linde bunlar hicvedilmiş.
Irak'tan iki tümen Kafkas cephesine sevkedilmiş. Bu siyasi bir
düşünce, fakat Araplar Kafkasların soğuğuna tahammül edemez, ittihatçı­
lar veyahut Türkler Arapları soğuktan öldürmek için , Kafkaslara gönder­
diler propagandası alıp yürümüş. Buna rağmen aşiretler, mahalli garni­
zonlarımıza yardıma koşmuşlar. Bilhassa Uceymi Paşa denilen bir Sünni
aşiret başkanı, milyonlar değerindeki topraklarını, koyun sürülerini feda
ederek son zamana kadar Türklerle birlikte çalışmıştır. Şimdi de Türki­
ye' de oturmaktadır.
Şiilerin merkezi olan Kerbela ve Necef bölgesinin Türkler aleyhine
hareketi de hükümet ve askerlerimizin yanlış politikalarından ileri gelmiş­
tir.
İngiliz kuvvetleri, Basra' dan sonra Korna'da zayıf kuvvetlerimiz ve ma­
halli aşiretlerle durdurulmaya çalışılmış. Buraya ceste ceste kuvvetler sev­
kedilerek İngiliz ileri yürüyüşü durdurulmaya çalışılmış, pek kahraman ve
enerjik bir adam olan Süleyman Askeri oradaki zayıf kuvvetlerin başına
geçer, ileri geri hareketler olur. Süleyman Askeri, kaybettiği bir muharebe­
den yaralı olarak geriye nakledilirken teessüründen intihar eder.
İngilizler Ammare'yi alırlar. Buraya kadar olan ilerlemeleri birçok
çarpışmalarla olur. Ammare'den sonra Kut düşer. Nehir yoluyla geri hiz­
metlerini tanzim eden ve nehirde yürüttükleri ufak tefek harp gemileriyle
etrafı korkutan İngilizler. Bağdat' ın yirmi kilometre kadar güneyinde Sel­
manı Pak-Ctesiphon mevkiine geldikleri vakit Kafkasya'dan gelen XVII
nci Kolordunun başta bulunan 5 ı inci Tümeni ile takviye edilen ve Albay
Nurettin (Nurettin Paşa) kumandasındaki kuvvetlerle çatışırlar. Bu muha­
rebede ben bulunmadım. Sabahleyin başlayıp her iki taraf içindi". ilerleme­
ler ve gerilemeler kaydeden ve kavgada İngilizler ilk defa olarak karşıların­
da Anadolu çocuklarının cesaret ve inadını görürler ve muharebe alanını
akşama doğru Türk süngülerinin zaferine teslim ederek, birçok kayıplarla
geriye çekilmeye başlarlar. İngiliz Kumandanı General Tavsent ilk önemli
Türk sillesini burada yiyor.
Geriye çekilen İngilizleri kovalayan Türk kıtaları geceleyin Aziziye
mevkii civarında İngiliz birlikleri ile içiçe girmiş olduklarını ve nehrin kıv-
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI ı 35

rıntıları yüzünden bir İngiliz harp gemisinin Türklerin gerisinde kaldığını


şafaida birlikte görürler. Derhal karmakarışık bir kavga başlar. İngilizler
ikinci bir Türk sillesini de burada yerler. Bu kavganın adı da Aziziye Mu­
harebesi ' dir.

Çırılçıplak İngiliz deniz subayları


Türk kıtalarının gerisinde kalan İngiliz nehir muharebe gemısı geri
kaçmak zorundadır. On buçuk santimetrelik uzun topunu patlata patlata
güneye doğru kurtulmak ister. Bir Türk makineli tüfek takımı hemen kıyı­
da mevzie girerek teknesi zırhlı olmayan İngiliz gemisine şiddetli bir ateş
açınca, geminin kumandanı ve subayları ve birkaç tayfası nehre atlayıp
yüzerek nehrin sağ kıyısına çıkarlar, orada askerimiz yok. Bedeviler bunla­
rı yakalar. İç gömleklerine ve iç donlarımı varıncaya kadar, alıp çırılçıplak
soyarlar. Makineli tüfek bölüğünün mensup olduğu tabur kumandanımız
kendi haline terkedilmiş İngiliz gemisini hemen yakalar ve karşı tarafa as­
ker göndererek, çıplak İngiliz subaylarını beri tarafa getirtir. B unların bi­
rer elleriyle önlerini kapayarak ve başları ile selamlayarak bizim tabur ku­
mandanına kendilerini takdim edişini, bu törene şahit olan bir arkadaşım
anlatmıştı.
Aziziye Muharebesi'nden sonra İngilizler oldukça sıkı bir gerileme ile,
Bağdat'ın 1 60 kilometre güneyinde Kı1t mevkiine çekilirler ve orada neh­
rin teşkil ettiği dar bir dirsekten istifade ederek, sağ ve sol kanatlarını neh­
re dayamak suretiyle, iki kilometre genişliğinde dev bir cepheyi siperler
kazmak ve tel örgülerle berkitmek suretiyle tahkim ederler.
Hızla geri çekilen bir ordunun iki gün içinde derhal boy siperleri kaz­
ması, bunları kum torbaları ile kuvvetlendirmesi, ayrıca üç ila altı dikenli
tel örgüsü sırası yaparak, bunları demir ve kuvvetli ağaç kazıklarla sağlam­
ca yere tutturması ve ilk siperlerin gerisinde ihtiyatlar için de boy siperleri
yaparak bu muvazi siperler şebekesini yanlama muvasala hendekleri ile
birbirine bağlaması ve böylece 25 bin kişinin kısa bir zamanda toprak al­
tında gizlenmesi iyi bir eser, iyi bir muvaffakiyettir. Vakıa, toprağın yumu­
şaklığı tahkimatın nefer teçhizatı olan portatif kürek ve kazmalarla yapıla­
bilmesi kolaylığı vardır. Fakat hareket halinde ve bilhassa geri çekilişte İn­
gilizlerin böyle bolca dikenli tel tedarik etmelerine şaştık. Demekki, Bağ­
dat üzerine yaptıkları ileri yürüyüşte her ihtimali dikkate alarak bu malze­
meyi birlikte getirmişler ve Kut kasabasına yığmışlar. Bir yenilge halinde
şimdiye kadar kazanmış oldukları toprakları kaybetmemek için arkadan
RAHMİ APAK

imdat kuvvetleri gelinceye kadar, burasını bir istinat noktası olarak berkit­
meyi daha önceden düşünmüşler.
Bizi Klıt mevkiinde aylarca işgal eden bu tel örgüleri olmuştur.

Kilt Muhasarası ve buradaki kanlı kavgalar


Bağdat'tan, Linç kumpanyasına ait olup hükümetçe el konulan iki va­
purdan birisine bir piyade alayı bindirerek tümen karargahı ile birlikte
nehir yoluyla Kut'e varmak üzere hareket ettik. Bu vapurlar, boğaz içinde
işleyen vapurlar kadar büyük idi. Vapurun önünde ellerinde işaretli sırık­
lar bulunan Araplar sık sık sırıkları suya daldırarak telate moy, erbaa
moy, hamse moy yani üç su, dört su, beş su diye bağırıyorlar. Sığ bir
mahalle gelince nemiş moy diye bağırınca vapur dibe saplanmamak için
tornistan ediyor veyahut derin yerlere doğru açılıyor. Böylece, hatırımda
kaldığına göre, iki buçuk günde Klıtulemmare'ye yaklaştık ve derhal kara­
ya çıkarak bizden önce burasını sarmaya başlamış olan 5 ı inci Tümenin
solunda yerimizi aldık. Nehrin her iki yakasındaki arazi alabildiğine mesa­
felere kadar tabak gibi dümdüz olduğundan atılan bir piyade tüfeğinin
mermisi hiçbir arazi arızasına çarpmaksızın, üç dört kilometre uzağa kadar
vızlayıp gidiyor. Saklanacak tek bir hendek yok. Bunun için geceleyin altı
yedi yüz metreye kadar İngiliz siperlerine yaklaşıp kendimize siperler kaz­
dık ve bu ilk hendekleri açıncaya kadar İngiliz piyade ateşinden dolayı
bazı kayıplar verdik. Bundan sonraki ilerlemelerin hep toprak altından ya­
pılması icabetti. Geceleyin, her bölük elli ila yüz metre ilerisine beş on
münferit avcı gönderiyor, bu avcılar kendileri için teker teker çukurlar ka­
zıyor sonra bu çukurların araları bitiştiriliyor ve çukurlar boy çukuru hali­
ne getiriliyor. Aynı zamanda da ilerideki hatta zikzak ve yanlama hendek­
ler açılıyor. Böylece ancak bir hafta içinde ı oo metre ilerleniyor. Bu ame­
liyeye mani olmak için İngiliz piyade ve makineli tüfek atışları gece ve
gündüz d urmaksızın devam ediyordu ve çok bol cephane sarfediliyordu.
Düşman siperlerine ı oo metre kadar sokulduktan sonra artık yakın mesa­
feden her iki tarafın keskin nişancıları kendi karşılarında hedef arayarak,
münferit atışlara devam ettiler. İtiraf etmeliyim ki, İngiliz piyadesi ateş
üstünlüğünü uzun müddet muhafaza etti. Bilhassa, nehrin sağ yakasına
gönderdiğimiz ve bizim emrimize verilen bir Iraklı taburun askerleri, baş­
larını siperden çıkarıp nehir mesafesi gerisindeki İngiliz avcılarına ateş et­
meye cesaret edemiyorlardı. Burada, İngiliz keskin nişancıları bunları ta­
mamıyla sindirmişti.
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI 1 37

Selamet ya efendi
B ir gün Kılfa'ya binerek karşı kıyıdaki bu Iraklı taburun siperine git­
tim. Orada, Iraklı manga kumandanı bir çavuşa: " Haydi bakalım, bak
karşıda bir Hintli nefer yere yatmış, siper kazmaya çalışıyor. Sen şu ma­
kaslı dürbünle bak. Ben ateş edeceğim. Vurulacak mı vurulmayacak mı?"
dedim. Tüfeği kendi elime alarak siperin üstüne koydum, ve ateş ettim.
Gönderdiğim mermi çalışan Hintli'nin gövdesi yanından toz çıkardı, Hintli
nefer sürünerek geriye çekildi, boy siperine girdi. Fakat çalışmaya devam
etmek için tekrar sürünerek çıkacak idi. Bu defa makaslı dürbünün başına
ben geçtim ve Iraklı çavuşa: " Şimdi, ben sana söyleyince sen de tüfeği si­
perin üstüne yatırarak ateş edeceksin" dedim. Maksadım onları ateş etme­
ye alıştırmak idi. Iraklı çavuş tüfeği aldı. Ben onikilik makaslı dürbünle
Hintli'nin tekrar kabuğundan başını dışarı çıkaran bir kaplumbağa gibi
çukurdan dışarı çıkmaya başladığını görünce: "Haydi ateş" diye seslen­
dim. Iraklı çavuş önce bir besmele çekti. Sonra kafasını çıkarmadan elleri
ile tüfeği siperin üzerine koydu. Ve çok ani bir hareketle başını biraz çıka­
rır gibi yaparak nişan dahi almaksızın tüfeği ateşlemesiyle birlikte tekrar
siperin içine çömeldiğini ve: " Selamet ya efendi" diye bağırdığını işittim.
Tabii attığı kurşun havada uçmuştu. Siper kazmaya devam eden Hintli is­
tifini bile bozmadı.
Biz, siper muharebesini ilk defa yapıyorduk. Mehmetçikler dar siper­
lerin içinde uzun müddet kalmaktan sıkılıyorlardı. Bilhassa geceleri, aptes
bozmak için siperlerden dışarı çıkıyorlar ve kör kurşunlarla vuruluyorlardı.
Bu kadar tembih ve dikkatlerimize rağmen bunu önleyemiyorduk. Bu
yüzden her gece üç dört yaralı ve şehit veriyorduk.
İçerideki İngiliz topçusu cephanesini çok ekonomik kullanıyordu. Fa­
kat makineli tüfek ve piyade cephanesini israfla sarfediyordu.
Bir müddet sonra, muhasaradaki İngiliz askerlerini kurtarmak üzere
Basra'dan yeni İngiliz kuvvetlerinin gelmekte olduğunun anlaşılması üzeri­
ne sağımızdaki 5 ı inci Tümenin bir alayı bu yeni gelen düşman kuvvetle­
rini karşılamak Üzere, otuz kırk kilometre kadar güneye gönderildi. Bu za­
manda, biz de yer altından ilerleyerek İngilizlerin tel örgülerine iki üç
adım kadar yanaştık. İngilizlerin siperleri bu td örgülerin on beş yirmi
metre gerisinde idi. İki taraf avcıları birbirlerine otuz kırk metre kadar
yaklaşmış oldular. O zaman tüfekle atılan bombalar mevcut olmadığından
ve el ile atılan bombalar da bizde pek az olduğundan bazı geceler uzak
atan nişancılarımızla birkaç el bombası İngiliz siperlerine gönderiyorduk.
RAHMI APAK

Piyade havan topumuz yoktu. Obüs topu da hiç yoktu. İngilizlerin


çok küçük kalibreli fakat yatık mahrekli ve siperlere giremeyen topları ara­
sıra bize gülle gönderiyordu. Yumurta kadar gülleler.

Sultan Murat' ın topu


Bizim tümen Klıt cephesinden alınarak aşağıdan yani güneyden gelen
İngilizleri karşılamak üzere gönderildiği zaman, Küt karşısında kalan bir­
liklerimiz, Bağdat'ta hükümet konağı önünde durmakta olan ve zanneder­
sem 46 santimetre çapındaki, Sultan :V1urat zamanından kalma eski topu
cepheye getirmişler. Bunun dört adet içi boş demir güllesi varmış. Bu yu­
varlak gülleleri kara barut ve demir parçaları ile doldurarak ve bir de fitil
takarak İngiliz siperlerine atmışlar. Müthiş gürültü yapmış. İngilizler Ce­
nevre Antlaşması'na aykırı gayri medeni silah kullanıyormuşuz diye pro­
testo etmişler. Bunu sonradan bir arkadaştan dinlemiştim.

Sırası gelmişken bu top hakkında birkaç söz ekleyeceğım. Bu top,


şimdi Bağdat'ta askeri müzenin avlusunda duruyor. Eskiden, hükümet ko­
nağı önünde imiş. Yerli halk, hasta çocukları getirip şifa ümidiyle bu to­
pun namlusu altından üç defa geçirirlermiş. Meşhur Kahraman Genç Os­
man'ın mezarı dahi bunun yanında imiş. 195 1 yılında ben bu topu birkaç
defa gidip gördüm. Araplar topa ABUHÜZAME adını takmışlar. Hüza­
me, Arap kadınlarının süs olarak burunlarına taktıkları halkaya denir ve
erkekler karılarına kızınca, bu halkayı çekerek karılarının burunlarını yırt­
tıkları gibi, Sultan Murat da isabetli atış yapmadığından dolayı, topa kıza­
rak Hüzamesini koparmış ve bu yüzden namlunun ağzı yırtık imiş. Sultan
Murat, bununla da kızgınlığını yenemeyerek topa bir yumruk vurunca
onu Dicle Nehrine yuvarlamış. Yumruğun yeri namlunun geri kısmında
içeriye çöküklük yapmış. Sonra topu sudan tekrar çıkarmışlar, namlusu­
mm üstünde yapışık olarak balıklar da beraber çıkmış. Bu balıkların dahi

namlu Üzerine kazılmış resimleri var. Sultan :Yiurat, Hazreti Ali gibi veya
Herki.il gibi bir kuvvet sembolü olarak asırlarca Irak ve bilhassa Bağdat
halkı arasında tanınmış.

Hudeyri Kalesi
İngiliz tel örgülerine en önce yanaşan tümen bizim tümen oldu. Tel
örgülere vardık, amma bunları sökmek, bertaraf etmek bir mesele. Tek
bir tel makasımız yok. Üstelik, başını siperden çıkaran kurşunu yiyor. Tel
örgüsünü yok etmek için bazı çareler dü�ünüldü. Makineli tüfekle sürekli
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI 1 39

ateş ettik. Bir netice alamadık. Ağaç kirişlere tahrip kalıpları bağlayarak
bunları tel örgülerinin arasında patlattık. Bundan da bir fayda bulamadık.
Nihayet tel örgülerinin altına birkaç yerden lağımlar kazarak, bu lağımları
dumanlı barutla doldurup patlatmayı tecrübe ettik. Bunda muvaffak ol­
duk, böylece tümen cephemizde birisi sekiz metre genişliğinde, diğeri de
dört metre genişliğinde iki gedik açtık.
İngiliz siperlerinin en sağında ve nehrin yakınında ve bizim tümenin
solunda kerpiçten yapılmış bir ev düşman tarafından kum torbaları ile
mükemmel bir surette kuvvetlendirilmiş, duvarlarda birbiri üstüne üç sıra
mazgallar açılmıştı. Biz buraya Hudeyri Kalesi diyorduk. Her mazgala
makineli tüfekler ve keskin nişancılar yerleştirilmişti. Bizi çok rahatsız
ediyordu. Yüksekten ateş geliyordu.
İngiliz siperlerine en çabuk zamanda yaklaşmış olmak ve tel örgüle­
rinde de iki gedik açmak başarısını gösterdiğimiz için ordu kumandanı bi­
zim tümenin derhal düşmana hücum etmesini emretti. İrili ufaklı on beş
kadar topu cephemizin gerisinde mevzie soktuk ve bunlar için bine yakın
topçu mermisi sağladık. Bunun dörtte üçünü düşman siperlerine karşı
harcadıktan sonra hücuma kalkacaktık.
Bir gün, öğleden sonra yapılan ve ikindi zamanına kadar devam eden
topçu atışlarından sonra cephedeki iki alayımız birer taburları ile süngü
hücumuna kalktılar. Fakat büyük kayıplarla kısmen geriye siperlerin içine
çekildiler veya düşman siperleri ile bizim siperler arasında ölü, yaralı ve
diri olarak mıhlanıp kaldılar. Bu kahramanlara zararı dokunacağı için
topçu ateşini kesmeye mecbur olduk. Gece sabaha kadar Hudeyri Kalesi
ile siperlerimiz arasında yaralıları toplamak ve düşmanı bir siper daha ge­
riletmek için ilerlemeler ve gerilemeler oldu. Sonunda, bize pek tuzluya
malolan bu hücumdan ertesi sabah vazgeçmek zorunda kaldık. Yüz metre
genişliğindeki bu kısımda yaralı ve şehit olarak üç yüze yakın insan kay­
bettik. İngilizler, her siperin ve hendeğin on beş yirmi adım gerisinde tek­
rar hendekler açmışlar ve bunları sivri uçlu demir kazıklar ve tel örgüleri
ile birer ölüm yuvası haline koymuşlardı. Bu hücum, iyi keşif yapılmaksı­
zın emredildiğinden böyle kötü bir akıbete uğramıştı. Bunda tabur, alay,
tümen ve kolordu kumandanlarının ve kurmaylarının tecrübesizliği ve be­
ceriksizliğini aramak lazımdır.
Keşif noksanlığı, topçu cephanesi yoksulluğu yüzünden artık yeni
hücumlardan vazgeçildi. Kabak bizim tümenin başına patlamıştı. Tabak
gibi bu düz arazide ancak düşmana baş kaldırtmayacak den:cede şiddetli
RAH M İ APAK

bir baskı ateşi sağlamayınca hücuma kalkmak delilik idi. Nitekım, ileride­
ki muharebelerde görüleceği gibi, günlerce bombardımandan sonra bir iki
d efa İngilizler de böyle delilik yaptılar ve binlerce İngiliz ölüsünü Türk si­
perlerinin önüne serdikten sonra muvaffakiyetsizliğe uğradılar.

Tümenimiz Kut' ten güneye nakledildi ve ilk muharebemiz İmam


Muhammet' te verildi
Basra'dan ilerlemekte olan yardımcı İngiliz kuvvetlerinin sayısı artma­
va başlamıştı. Bu yüzden, bizim tümenin iki alayı bir akşam karanlık ba­
sınca Kut'teki siperlerini yalnız bir alaya teslim ederek güneye tahrik edil­
di. Kut'teki İngilizler, kendi karşılarından kuvvet eksildiğinin farkına var­
mamaları için hareket karanlıkta yapılmıştı. Geceleyin, ancak yerli bir kı­
lavuzla gideceğimiz yönü buldurabildik. Arazi dümdüz ve nehir de çok
kıvrıntılı olduğundan karanlıkta daima yol kaybediliyor.
O gece ve ertesi günü yürüyüşe devam ettik ve ertesi gece İmamı
Muhammet denilen mevkide, müdafaada bulunan birliklerimizin solunda
alçakça bir yerde istirahat eyledik. Bize yeni bir topçu bataryası verilmişti.
Bu batarya, İstanbul'daki topçu atış okulunun bataryası olup gerek subay­
ları ve gerekse gediklileri ve numara neferleri pek iyi yetiştirilmişti.
Bizim iki alayın buraya geldiğini karşımızdaki düşman sezmemişti.
Sabahleyin erken dolgun mevcutlu bir süvari alayı ile bizim birliğimizin
sol kanadını çevirmek istedi. Bize doğru yürüyüşe başladı. Biz, bu süvari
alayını, alçak araziden çıkıp da karşımızdaki düşmanın sağ kanadına sal­
dırmak için ileri harekete geçtiğimiz zaman karşımızda bize doğru ilerler­
ken gördük.

Bir topçu bataryamız bir düşman süvari alayını yok etti


Bir kere muharebe başlayınca, arazinin tabak gibi düzlüğü yüzünden
topçunun muharebe esnasında mevzi değişiir:nesinin çok tehiikeli olduğu­
nu bildiğim için bu topçu bataryasını mümkün olduğu kadar düşmana
yakın bir yerde mevzie sokmayı düşündüm ve batarya kumandanına ar­
kamdan gelmesini söyleyerek hayvanımı süratliye kaldırdım. İki alayımız­
dan birisi iki taburunu yaymış ve açmış olarak ve diğer piyade alayı da
bunun sol gerisinden toplu olarak ilerlerken ben, arkamdaki topçu batar­
yası ile en ilerideki avcı hattımızın aralarında daha ileriye geçtim. Bir ta­
arruzdan topçunun, piyadenin dahi önüne geçmesi pek nadir bir hadise­
dir. Süratli ile piyade avcılarının aralarından geçerek ilerleyen batarya avcı
YETMİŞLİK BİR SlJBAYJ;-,ı HATIRALARI

hattımıza neşe ve heyecan verdi. M ehmetçikler de bağırarak yürüyüşlerini


hızlandırdılar. Avcılarımızın üç dört yüz metre ilerisine geçmiştik ve serap
hadisesinden dolayı hayvanlarının bacakları iki misli uzamış ve bir göl
içinde yürür gibi görülen düşman süvari alayının kuca�ma gitmekte oldu­
ğumuzu gören batarya kumandanı: "Kurmayını, bizi düşman süvarisine
teslim mi edeceksiniz?" diye bağırdı. Ben bundan hiç endişe etmiyordum
ve bu hareketle düşman süvarisini bataryamızın üzerine bir atlı hücum
yapmaya tahrik ediyordum. Çünkü süvari hücumu kaqısında hi\· şa�ala­
mayan piyademizin, bu açık arazide bu alayı şiddetli ateşleriyle eriteceği­
ne güveniyordum. Nihayet d urdum ve batarya kumandanına: " İşte mevzi­
niz burası, hedefiniz de düşman süvarileri . . . " diye seslendim.
Batarya, bir talim meydanında gösteri talimi yapıyormuş gibi munta­
zam bir surette ve ağızları düşman süvarilerine çevrilecek surette dört to­
punu geriye çark ettirdi ve koşum hayvanlarını dörtnal geriye gönderdik­
ten sonra kumandan: "Nişangah sekiz yüz, üç grup" kumandasını verdi.
Bir anda, dört top, birbiri ardından üç kere ateş etti ve on iki şarap­
nel, hiç biri şaşmaksızın, hala yaklaşmakta olan düşman atlılarının tepe­
sinde patladı. İngiliz süvarileri birdenbire yakalandıkları bu ateş baskını
ile karmakarışık oldular ve yerlere yuvarlanmayanlar ile daha gerideki saf­
lar yüzgeri ederek, dörtnal kaçmaya başladılar. Batarya kumandanı arka­
sından ikinci kumandayı verdi: "Nişangah bin iki yüz, dört grup . . . ". Bu
defa da on altı şarapnel tepelerinde patladı. Vurulmayanlar kurtuldular,
İngiliz alayının yarısı yerlere serildi.
Hesap tamam, İ ngiliz süvari alayı kadro dışı edilmişti. Harp tarihinin
böyle bir hadiseyi kaybettiğini ben okumadım. On beş gün sonra, Fellahi­
ye mevzilerimize taarruz ve hücum edip de üç bin İngiliz'in siperlerimizin
önünde serilmesi ile sonuçlanan muharebeden yani Birinci Fellahiye Mu­
harebesinden sonra yaralılarını ve ölülerini toplamak üzere beyaz bayrakla
gelerek bizden beş saatlik bir mütareke isteyen İngiliz mükaleme memur­
ları heyetinin başında, iş bu alayın kumandanı albay vardı. İşini bitirdik­
ten sonra, kendi alayının ortadan kalktığı için şimdi kendisinin parlamen­
terlik yaptığını ve kendi alayını kadro dışı eden topçu yüzbaşımızı görmek
isteğini söyledi. Tabii göremedi. Ben harp tarihlerinde, bir topçu batarya­
sının kendi piyadesinin önüne geçerek bir düşman süvari alayını yalnız
kendi ateşiyle yok ettiğini okumadım. Belki de vardır da ben okumadım.
Biraz sonra, tam dört yüz İngiliz bataryası, bu tek bataryamızm üze­
rine ateşlerini topladılar. Bizim batarya, bir taraftan bunlara cevap veriyor,
RAH M İ APAK

bir taraftan da toprağı kazarak toplarını gömmeye çalışıyordu. Ahmak In­


giliz topçusu bataryamıza karşı yalnız şarapnel kullandı. Halbuki bu şa­
rapnellerin ne misketleri ve ne de boşalan gövde ve tapaları toplarımızın
kalkanlarını delemediğinden, numara neferleri için kazılmakta olan çukur­
lar tamamlanıncaya kadar ehemmiyetli bir tesir yapamadılar. Eğer bu
onaltı İngiliz topu, şarapnel yerine dane kullansa idi belki topların
dördünü de tahrip eder, adamlarımızı top başında yakar veya hiç olmazsa
numara neferlerini topları olduğu yerde bırakarak geri gitmeye mecbur
ederdi.

Vadi-i Kelal Muharebesi


Açık bir meydanda, siperler içinde ve hatta açıkta mevzi almış bir
düşmana taarruzun ne kadar büyük bir facia yarattığını bildiğimizden, ak­
şama doğru piyadelerimiz ve topçumuzu geriye çekerek muharrebe saha­
mızın hemen gerisinde, doğudan gelip batıya doğru akarak Dicle'ye
dökülen Vadi-i KelaI adında küçük bir suyun gerisine çekildik ve bütün
gece siperler kazarak düşmanı bu siperlerde karşılamaya karar verdik.
Böylece dört kilometre kadar uzunluktaki siperleri oldukça derinleştirdik­
ten sonra, üstün düşman kuvvetlerinin solumuzu çevirmelerine engel ol­
mak üzere, lüzumu halinde ihtiyatlarımız tarafından işgal edilmek için so­
la ve geriye doğru hattı uzattırdım. Ben, bilhassa, düşmanın cepheden zi­
yade solumuzu çevireceği kanaatinde idim. Çünkü sağımız Dicle Nehrine
dayalı idi, tam cepheden ilerlemek de düşman için pahalıya malolurdu.
Ertesi sabah erkenden iş bu sol kanada giderek, bu siperleri daha ziyade
uzattırmak ve daha fazla siper kazdırmak için bu en soldaki tabur kuman­
danını teşvik ederken, Ordu Kumandanı Nurettin Bey bulunduğum yere
geldi. Adeta beni azarlar gibi: "Ne hacet, düşman çevirecek diye sen bu
hendekleri Bağdat'a kadar uzatsan olmaz mı?" tarzında konuşarak gitti.
Fakat aynı gün de, şiddetli bir topçu ateşi yardımı ile ilerlemeye baş­
layan İngilizler, cephemize karşı yalnızca bir işgal muharebesi ile iktifa
ederek solumuza taşmaya başladılar. Sola doğru hazırladığımız bu siperle­
ri kısa zamanda ihtiyat kuvetlerle tutmaya ve düşmanı durdurmaya çalış­
tık. Düşman daha ziyade taştı. O taştıkça karşısına bölük bölük asker yol­
lamaya mecbur kaldık. Gece bastığı zaman solumuzdan ve sol gerimizden
çevrilmiş bir durumda bulunuyorduk. Akşam üzeri Alman Mareşali Golç
Paşa muharebe yerine geldi. O gün, ordunun emir ve kumandasını Nu­
rettin Bey'den devralmış. Derhal emir verdi. Bizi üç kilometre gerideki
Fellahiye mevziine çekmeye.
YETMİŞLİK BİR SC BAY!l'i HATIRALARI

Bir manga İngiliz bizim bölüğün arkasına takılmış birlikte


yuruyor
l\luharebenin öyle tuhaflıkları olur ki, hadiseyi kendi gözümle görme­
seydim de bir başkası anlatsa idi, inanmazdım, bıyık altından gülerdim.
Fakat anlatacağım hadise hiç uydurma değil tamamıyla hakikattir. Vadi-i
Kelal'de sarılmış olan birliklerimizi, iki ür,: kilometre gerıye, Fellahiyc mev­
ziine karanlıkta çekeceğiz. Önce cephedeki iki alayı ve topçu bataryasını
g<:'riye alıp, sarılmış olan sol kanadımızı en sonra çekeceğiz. Fakat karan­
lıkta ve dümdüz arazide kıtalann yolu şaşıracağı da muhakkak. Bunun
için bulunduğumuz yere büyükçe bir ateş yaktırdık ve alay kumar.danları­
na da bu ateş üzerine çekilmek ve yanlarındaki kıtalar da aynı zamanda
geri çekileceği için, birbirlerini düşman sanıp ateş etmemeleri için çok dik­
kat etmeleri emrini verdik. Ben tümen kumandanı ile ate� başında bekli­
yorum. Topçu bataryası geldi. Yarım saat sonra soldaki 40 ıncı Alayın
yürüyüş kolunun siluetini ve ayak seslerini farkettik. Aynı zamanda onun
sağından gelen 37 nci Alay da bize yaklaşıyormuş. Birdenbire bu alayın
hizasından ve çok yakınımızdan silahlar patlamaya başladı ve Alay Ku­
mandanı Abbas Bey'in: "Vurun, kaçırmayın" diye bağırdığını işittim. Ey­
vah, 37 nci Alay, düşman sanarak 40 ıncı Alaya mı ateş ediyor, korktuğu­
muz başımıza mı geldi? düşüncesiyle fırladım ve yüksek sesle: "Abbas
Bey, ne yapıyorsunuz, 40 ıncı Alaya mı ateş ediyorsunuz, yapmayın" ba­
ğırtılarıyla ateş edilen yere ulaştım. Abbas Bey: "Kurmayını, sen ne diyor­
sun? İngilizler bizim içimize hem de yürüyüş kolunun içine girmiş" dedi
ve yerde yatan iki İngiliz ölüsünü bana gösterdi.
Ne tuhaf iş, keşif için gönderilen bir İngiliz mangası yolunu şaşırmış,
bizim, geriye gelen alayın hem de ortada yürüyen bir bölüğünü kendi as­
kerleri sanarak, yanaşık nizamda bu bölüğün arkasına girip yürümeye
başlamış. Ne İngilizler ve ne de bizimkiler farkında değil. O esnada,
bölük kumandanı, geride hayvanını yedekte çeken seyisine: "Hayvanımı
getir" diye seslenmiş, seyis hızlı hızlı hayvanı ileri çekerken bölüğün geri­
sinde yürüyen manganın tüfeklerinin kısalığı gözüne çarpmış ve yüksek
sesle: " Ulen, İngilizler. . '' diye bağırmış. Gerideki mehmetçikler arkaya
dönünce İngilizlerin kaçmaya başladıklarını görmüşler, hemen ateş etmiş­
ler ve kovalamışlar. İkisi oracıkta vurularak ölmüş. Diğer ikisini de yakala­
mışlar. Fakat üçü dördü kurtulup kaçmış. Bunlar, İskoç şalvarlı genç deli­
kanlılardı. Kafasından dipçik darbesi ile yaralanm;ş, fakat başka bir arızası
olmayan iki genç İskoçyalı'nın yaralarını ateş başında pansuman yaptırdık
ve bunları geriye gönderdik.
1 44 RAHMİ APAK

Düşman tarafından hiçbir takip görmeksizin gayet muntazam bir çe­


kilişle bir saat sonra yeni mevzimize geldik ve hemen iki alayımız cephede
ve bir alayımız ihtiyatta olmak üzere tahkimat yapmaya başladık. Sağımı­
za da 5 ı inci Tümenin bir alayı yerleşti.

Birinci Fellahiye Muharebesi İngilizlere 3000 ölü ve yaralıya


mal oldu
Fel!ahiye'deki mevzımızın sağı Dicle Nehri ve solu Süveyce Hor'u de­
nilen çok geniş bir göl. Irak'ta böyle büyük veya küçük gölcüklere veya
bataklıklara hor diyorlar. Bu hor o kadar geniş ve büyük ki, İngilizler bu­
nu dolaşarak bizim yanımıza veya gerimize düşemezler. Böyle bir hareke­
te memur edecekleri kıtalar, en aşağı yirmi otuz kilometre kadar, nehir­
den uzağa gitmek zorundadır. İ aşeleri ve su ihtiyaçları sağlanamaz. Bu
yüzden bu sekiz yüz metre genişliğindeki dar mevziimize cepheden saldır­
maktan başka çareleri yok. Klıt'teki kıtalarını kurtarmak için acele etmele­
ri lazım, çünkü Küt'teki İngiliz Kumandanı Tavsent, her saat telsizle erzak
ve cephanenin tükendiğini ve çabuk yetişilmezse teslim olmak zorunda ka­
lacağını bildirmekte imiş. Hatta silahlarını ve toplarını tahrip etmek şartıy­
la kendilerinin serbest olarak geriye iade edilmeleri halinde, iki milyon İn­
giliz Lirası ödeyeceklerini karşılarındaki kolordu kumandanına teklif etmiş­
ler.
Binaenaleyh bu taarruzun İngilizlere pahalıya malolacağını kendileri
de biliyordu. Bütün ümitleri, karşımıza dizdikleri topların bol cephanele­
rinde.
Biz bütün gece toprağı eşeledik. Ertesi gür, de İngilizler tarafından ra­
hatsız edilmeksizin siperlerimizi boy çukuru haline getirdik. :V1erkez geri­
sinde ihtiyatta bulunan 43 üncü Alay da üç taburunu birbiri ardına siper­
lere soktu. Bu alayın iki yüz metre gerisinde de tümen muharebe idare
yeri için derin bir çukur kazdık ve buraya bir de gözetleme merdiveni (is­
kele) kurduk. Askeri iyice doyurduk ve uyuttuk. Ertesi sabah bir İngiliz
uçağı en öndeki siperlerimizin Üzerinde ve bu siperlere paralel olarak uçtu
ve birkaç yılankavi duman salıverdi. Bu dumanın, İngiliz topçusuna ilk
hat siperlerimizi göstermek ve mesafe tayinine yardım etmek için salıveril­
diğini çok geçmedı:n anladık. Çünkü hemen arkasından İ ngiliz topçusu­
nun gülle ve şarapnelleri, ilk hat siperlerimizin içinde ve üstünde patlama­
ya başladı.
Sabahleyin başlayan topçu ateşi akşama kadar ve bütün gece şu su­
retle devam etti: Atışlar bir saat gayet şiddetli ve kesif yapılıyor, sonra bir
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI 1 45

buçuk saat daha hafif geçiyor. Maksat yıkılan siperlerimizi tekrar onarmak
için piyadelerimize fırsat verilmesin. Biz buna kampana ateşi dedik. Yani
çanlar tamam bir saat çok hızlı çalıyor, bir buçuk saat ağır çalıyor. Bir iki
arkadaş akşama kadar kırk bine yakın İngiliz güllesi ve şarapnelinin atıldı­
ğını iddia etti. Kayıpları azaltmak için birinci hat siperlerinde yalnız
nöbetçiler bırakarak, diğer askerleri geri siperlere çektik. Ateş bütün gece
sabaha kadar devam etti. Biz yıkılan siperleri onarmaktan yılmadık. Ertesi
sabah, dünkü ateşe rahmet okutacak bombardımanlar başladı. Biz Kafkas
cephesinde çok muharebeler yapmıştık, fakat böyle dehşetli bir topçu ate­
şine henüz tanık olmamıştık.

Nihayet, geceleyin altı yüz metreye kadar sokulmuş ve yere yatarak


gizlenmiş İngiliz piyadeleri taarruza kalktılar. �1evzimizin sağında, Dicle
Suyu, kenarında iki, solunda da Yüzbaşı Ereğlili Bahattin kumandasında
iki ağır makineli tüfek, iyi gizlenmiş, hiç harap olmamıştı. Bu makineli
tüfeklerin yanlarında bol cephane de depo edilmişti.

İkisi sağdan ve ikisi soldan bu dört Şvartsloze tüfekleri, ilerleyen İngi­


liz piyadelerini müthiş bir çapraz ateşine aldılar. İngiliz topçusu bir türlü
bunların yerlerini tespit edemedi. Ayrıca, birinci hatta kalmış zayıf avcıla­
rımızla ikinci hattaki kesif hatlarımız, tü feklerinin namlularının kızmasına
bakmayarak İngiliz piyadelerini biçtiler, biçtiler. Bir saat kadar bu ateş al­
tında ilerleyen İngiliz piyadelerinden bir kısmı ön siperlerimize girmeye
muvaffak oldu. Fakat iki yüz metre gerideki ve ihtiyattaki 43 üncü Alayın
bir taburu bunlara karşı derhal süngü hücumuna kalktı ve düşmanın gir­
diği siperlere girip bir kısmını öldürdü, diğerlerini esir aldı. Böylece Birin­
ci Fellahiye Muharebesi o gün sona erdi, kendini kurtarabilen İngilizler
kurtuldu. Üçbin İngiliz, yaralı ve ölü olarak siperlerimizin önünde kaldı.
Birinci Umumi Harp'in kanlı vak'alarından biridir. Düz arazide, siperler
içinde bulunan inatçı ve tecrübeli ve disiplinli ve kahraman askerlere sal­
dırışın ne büyük bir delilik olduğunu ispat eden bir hadisedir.

Bağdat'tan Şam ' a yolculuk


Beni, haberim olmadan, lrak'taki 6 ncı Ordudan Şam'daki orduya
nakil ile tayin etmişler. Emrim geleli bir hafta olmuş. Fakat 6 ncı Ordu
itiraz etmiş. Başkumandanlık ısrar edince Birinci Fellahiye I\1uharebesin­
den bir giin önce nakil emrimle birlikte benim yerime tayin edilen Kur­
may Yüzbaşısı Saffet de karargahımıza geldi. Fakat ben Birinci Fellahiye
;_ıuharebesini yapmak için ayrılmadım. İş başında kaldım. Gelen arkadaş
F 70
RAHMİ APAK

henüz kıtalara acemi idı ve muharebe biter bitmez arkadaşlarıma veda


ederek geriye kolordu karargahına gitti m .

Ananas kompostosu
Hadiseyi sırasında yazmayı unutmuştum. B iz , daha Fellahiye'ye git­
mezden önce İngilizler, Klıt'teki askerlerinin iaşesi için bir vapura yiyecek
maddeleri doldurup nehir vasıtası ile ve karanlıktan istifade ederek bu va­
puru Klıt' e sokmayı tecrübe etmişlerdi. Kıyıdaki kıtalarımız bu kaçakçılığı
önlemişler, piyade ateşi ile mürettebat ve kaptanın çalışmalarını durdura­
rak k Cıfaya binerek vapura atlamışlar ve vapurla birlikte içindeki bol erzağı
zaptetmişlerdi. Vapurun adına da kendi gelen denildi.

Kolordu karargahında, eski arkadaşım Yüzbaşı Salahattin (Salahattin


Yurdoğlu), bu vapurdan zaptedilen erzaktan bir kutu ananas kompostosu
açarak bana ikram etti. Ben, ananas denilen meyveyi ilk defa orada kom­
posto halinde yedim ve bunun nefaset ve tadına hayran oldum.

Kolordu kumandanı herkesin sevdiği Halil Bey (Halil Paşa), beni bir
harp madalyası ve bir miktar da nakit para ile taltif ederek sevindirdi.

Ertesi günü, iki emirerim ve bir binek hayvanım ve bir de yük hayva­
nımla vapura binerek, nehir yoluyla Bağdat'a müteveccih olarak arkadaş­
larımdan ayrıldım. Vapurda kırk kadar yaralı subay ve yüzlerce yaralı er
vardı. Yaralı subayların büyük kısmını yedek subaylar teşkil ediyordu. Da­
ha harbin ilk yılı sonunda muvazzaf subay sayısı azalmıştı. Birinci Umu­
mi Harp, memleketin güzide ve kültür sahibi gençlerini yedek subay kad­
rosunda çok bol sayıda harcamıştır.

Tamam dört günde, vapur ile, akıntıya karşı Bağdat'a varabildim ve


Dicle kenarında, sahibi Hıristiyan Arap olan otele indim. Bir buçuk yıl­
dan beri, ilk defa olarak topraksız, temiz bir masada yemek yemek, yu­
muşak bir yatakta yatmak bahtiyarlığını idrak ederken, siperler içinde bo­
ğuşan arkadaşlarımı hatırlamaktan kendimi alamadım. Ben rahattayım, la­
kin onlar ateş, duman ve toprak içinde. Bu durumum karşısında utandım.
Fakat bu nakli ve tayini ben istememiştim. Sebebini de bilmiyordum.
Tümenim ve kolordum benden memnun idi ve beni vermemek için çok
mukavemet etmişti. Benim gibi iltimassız ve kimsesiz bir yüzbaşı parçasını
zamanın omnipotanı olan Cemal Paşa kendi ordusuna almak için neden
ısrar edip durmuştu. Bunu Şam'a vardığım zaman öğrendim ve hayretler
içinde kaldım. Sırası gelince okuyucularım da öğreneceklerdir.
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI 1 47

O zaman, Bağdat'tan Halep'e Fırat Nehri boyunca gidilen tek bir yol
vardı. Bu da yol değil, bir pist. Yaylı arabalar bu yolu on dokuz yirmi
günde keserlerdi. Sıkıntılı ve uzun bir yolculuk. Kendi hayvanım ve emir­
erlerim ile at Üstünde bu uzun yolu yapmak istemiyordum. Nihayet ordu
kurmaybaşkanlığının yardımı ile beni posta arabasına yerleştirdiler. Posta
arabasının hayvanları her menzilde değiştirilmekte ve bazı defalar gece ya­
rılarına kadar yol alınmakta olduğundan, posta arabaları bu yolu altı yedi
günde kesiyorlardı. Bir sürücü, bir de Tatar, bir de ben, yaylı posta ara­
basına yerleştik. Arkadan kolileri taşıyan iki yaysız araba takip ediyordu.
Seyyar karyolamı ve bavulumu arkadan gelen yük arabasına yerleştirdim.
Tatarın yanında kırk bin lira para varmış. İngilizlerden iğrinam edilen bir
İngiliz tüfeği ile altmış yetmiş mermisi benim yanımda.

Bu posta nakliyatını �faraşlı veya Antepli, agavattan bir zat taahhüt


etmiş. Yarı yolda rastlamıştık. Eline on para sadaka verilecek, partal giyin­
miş bir adam. :\1üthiş cimri imiş. Posta arabaları ile daima Halep'ten
Bağdat'a gider gelirmiş ve pist üzerinde büyükçe taşlar görürse, arabanın
tekerleğine dokunmasın diye bunları kendisi kaldırırmış. Çok zengin imiş
ve bu geniş teşebbüs için hayli sermaye gerek. Her kırk kilometrede bir
menzil, her menzilde ahır, sekiz on hayvan, bunların bakıcıları v.s. Arka­
dan gelen iki taşıt arabasında ise, koli halinde kahve ve şeker varmış.
O zaman yani harbin ikinci yılında, Halep'te şekerin ve kahvenin okkası
Bağdat'a nispetle üç dört misline fırlamış. Ç ünkü Bağdat'ta bu maddeler­
den harp öncesi fazla depo edilmiş imiş. Bağdat tüccarları, emniyetli ol­
duğu için şeker ve kahveyi beşer onar kiloluk koliler halinde posta ile Ha­
lep'e gönderiyorlarmış. Posta nakliyatının pahalılığına rağmen çok kazanç­
lı oluyormuş.

Mevsim kış idi. Fakat o yıl, ne lrak'ta ve ne de Suriye de kışı hisset­


medim. Bir sabah çok erken posta kalktı. Tatar arabasının sürücüsü, bur­
nu frengiden düşmüş, sesi kısık bir genç ve Türk. Ne yapacaksın , cimri
mütaahhit ucuz insan sağlamak için hastalıklı kimseleri arıyordu demek.

Bağdat'tan sonra ilk menzil Felluce oldu. Felluce, Fırat Nehrinin Dic­
le Nehrine en yakın geçtiği yerdedir. Yani Bağdat Felluce hattı, lrak'ı su­
layan bu iki büyük suyun birbirlerine en yakın geçtikleri bir hat teşkil
eder ki, bu mesafe yetmiş kilometre kadardır. Kasaba Fırat Nehrinin so­
lundadır. B u radan sonra bir köprü ile nehrin sağına geçilir.

Felluce'den sonra Ramadiye, sonra Miyadin, Elbukemal, Dirizor ve


Halep'e kadar bu yarı çöl içinde hep aynı yeknesak gidiş. Arabanın içinde
RAH M İ APAK

kah bağdaş kurar, yahut yan yatar, yahut sırtüstü uzanırdım. '.\1iyadin'de
kaldığırrız gece oranın ilçe kaymakamı, İngiliz propagandasının bu civar
aşiretler ırasındaki kötü tesirlerini anlattı. Civarda N asirl adında bir kabi­
lenin , 1-Lı,- lı seferleri esnasında Avrupa'dan gelen Haçlıların orada kalmış
torunlar: olduğunu iddia eylediklerini söyledi.

Elbukemal mevkiine geceyarısında varabilmiştik. Posta Tatarı ile ko­


nuşacak bir konu yok. Sırtüstü uzandığım yaylı içinde bu uzun Fırat yo­
lunun h aritasını zihnimde çiziyorum. Tarihte kaç defa bu Irak istila edil­
miştir. Bu istilalar daima Dicle Vadisi üzerinden yapılmıştır. Asuriler,
B üyük tskender, �1oğollar, Karakoyunlu ve Akkoyunlular ve Osmanlılar
hep Dicle Vadisi üzerinden gelip Irak'ı zapt etmişlerdir. Fırat yolu çöl ol­
duğundan buraya rağbet edilmemiştir. Fakat şimdi ilk defa olarak güney­
den yani Basra Denizi üzerinden gelen İngiliz Orduları tarafından istila
edilmektedir.

Ta Londra'dan kalkıp Hindistan'a giden ve oradan Irak'ı almaya ge­


len ve Dicle Nehrinin iki tarafında Selmanpak, Aziziye, Kut ve Birinci
Fellahiye Muharebelerinin beherinde üç dört bin halis kan İngiliz'in canı­
na okuyan faktör nedir? İngiliz'in toprağı mı az, buğday mı bulamıyor,
adasında kömür mü yok? Genç, güzel vücutlu bu İngiliz çocukları, Dic­
le'nin ve Fırat'ın kenarlarında ne yüzden harcanıyor? İngiltere gibi yüz el­
li yıldan beri siyasi bağımsızlığını elde etmiş bir halkın, demokrasi kuran
bir milletin, kendi irade ve kararını kendisi veren, harp kararını kendisi
veren bir milletin ne için evlatlarını kızgın Irak topraklarında ölüme yolla­
dığını düşünüyorum. O zaman bunu şimdiki gibi kestirme ve net olarak
cevaplandıramıyordum. Bütün bu kasaplıklar PETROL için idi. Bas­
ra'nın, Kuveyt'in, Kerkük ve Musul'un petrolü içindi. Bu petrolün kazan­
cı da İngiliz zenginlerinin cebine girecekti.

Almanya'nın Hitler'i , demokrasi yokluğundan Alman milletini felake­


te sürükledi. Fakat r 9 1 5'te demokrat İngiltere kendi evlatlarını İngiliz ser­
mayedarlarının menfaatleri için Irak'ta harcamıştır. O halde demokrasi
dahi menfaat uğruna yapılan harbi, faciayı önleyemiyor. En y üksek kültür
sahibi milletler dahi menfaatler uğrunda çalışanların elinde alet oluyorlar.

Bu İngiliz istilacıları Çanakkale'de ve Irak'ta, sonra Filistin ve Hi­


caz'da ne kadar Türk öldürdüler. Ortadoğu'da Arapları, Hintli Müs­
lümanları Türklerin aleyhine kışkırtan, onları Türklere düşman eden bu
şeytanlardır. Yeryüzünde Türklere fenalık yapan iki millettin birisi Rus
ise, ikincisi de bu İngilizlerdir. Sebebide emperyalizm.
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI 1 49

Yaylım ateş
Düz kum üzerinde sarsıntısız ve yumuşak sarsıntılı araba içinde ve
kafam bu hülyalara dalmış olarak giderken birdenbire gayet yakından ve
sol ilerimizde yedi sekiz tüfek birden patladı, hemen doğruldum ve karan­
lık havada yanmış paçavraların uçtuğunu ve av tüfeği saçmalarının fısıltısı­
nı gördüm ve işittim. Arabacı hayvanlarının dizginlerini kasarak, tu oha . .
diye arabayı durdurmaya çalışırken, karanlıkta o n beş adım ileride beyaz
donlu ve çıplak bacaklı Arapların, arabaya doğru yaklaşmakta olduklarını
farkettim. Hemen yanımdaki İngiliz tüfeğine sarılarak namlusunu arabacı­
nın ensesine dayadım : "Dörtnal kaçacaksın, yoksa kafana kurşunu sıka­
rım" diye bağırmamla beraber hayvanlar dörtnal kaçmaya başladılar. Ara­
banın camsız olan yan penceresinden bu beyaz hayaletlere doğru ilk kur­
şunu yolladım, hepsi yere yattılar.

Yanımdaki posta Tatarı, silahımın patlamasıyla birlikte arabanın içine


sırtüstü uzandı. Tüfeğimi onun şişman göbeğine dayadım, bir el daha
ateş ettim. Adamcağız ölmüş gibi yatıyor, okuyup üflüyor, şahadet getiri­
yor. İkinci atış ile birlikte altmış yetmiş metre uzaklaştık. Araplar arkamız­
dan ateş etmediler. Ben btı defa üçüncü ve dördüncü mermileri arabanın
arka perdesinden hedef görmeksizin gönderdim. Hayvanlar dörtnal koşu­
yor. Elbukemal Kasabasından on kilometre kadar uzaklıkta imişiz. Yarım
saat içinde kasabaya vardık. Jandarma yüzbaşısını bularak vak'ayı haber
verdim.

Bedeviler, gerideki şeker ve kahve yüklü iki arabayı yakalamışlar, on


kilometre çöl içine götürmüşler ve ne kadar şeker ve kahve varsa almışlar.
Ertesi günü Elbukemal'de bekledik. Bu arabalar da boş olarak kasabaya
döndüler. Fakat eşyalarım yağmaya uğramış. Yalnız asker elbisemi, çizme­
lerimi, kalpağımı ve mahmuzlarımı almamışlar. Arabacıların ifadesine
göre: " Haza Sultan" demişler. Fakat bütün iç çamaşırlarım, iki küçük ha­
lı, yün fanilalarını yağma edilmiş.

Sırası gelmişken söyleyelim. Şam'a geldiğim zaman, Bedevilerin soy­


dukları eşyamın bir listesini yaparak, bedelinin tazmin edilmesini Ordu
Kumandanı Cemal Paşa'dan bir dilekçe ile rica ettim. Derhal, fazlasıyla
kayıplarımı ödedi. Bu Cemal Paşa'nın böyle j estleri vardı. Miyadin' den
itibaren , Ermeni göçmenlerine rastgelmeye başlamıştık. Bunlar, Anado­
lu'nun muhtelif bölgelerinden Fırat Vadisi boyuna sürülen Ermeniler, �v1i­
yadin'de derhal çalışmaya başlamışlar. Kahveler, süthaneler açmışlar.
Araplar böyle şey bilmiyorlar. Bunların sayesinde iyi bir kahvealtı yaptım.
Süt, yumurta, tereyağı ile.
1 50 RAH M İ APAK

Geceleyin kaldığım bir han odasının sağ ve solundaki odalar bu Er­


meni göçmenlerle tıklım tıklım idi. Ben yorgun olduğumdan uyumak ihti­
yacında idim. Fakat bunlar yüksek sesle o kadar çok konuştular ve geve­
zelik ettiler ki beni uyutmadılar. Terk ettikleri memleketlerindeki mal ve
mülklerini ve zenginliklerini birbirlerine anlattılar, kendilerini övdüler dur­
dular. Bu felaketli zamanlarında dahi birbirlerine caka satıp duruyorlar.
Bu kırgın insanları gücendirmemek için onları susmaya davet etmedim.
Uykusuzluğa katlandım.

Elbukemal' de dahi bir hayli Ermeni toplanmış. Çalışmaya başlamış­


lar. Tabii mesken sıkıntısı çekiyorlar. Bir kısmı Arapların dar ve berbat
evlerine ve bir kısmı da hanlara yerleşmişler. Elbukemal'den sonra Diri­
zor'a geldim. Burası o zaman mutasarrıflık idi.

Van Gölü'nde binlerce boğulmuş Türklerin cesetlerini görmüştüm


Dirizor ile .Meskene arasında, yolun sağında ve solunda bu göçmen
kafilelerinin içinde hastalanarak ölmüş ve toprağa gömülmemiş cesetler
gördüm. O zamandan, sekiz ay önce, Van Gölü'nde suyun yüzünde yüzen
boğulmuş Türk erkek, kadın ve çocuklarının cesetleri gözümün önüne gel­
di. Bizim Birinci Seferi Kuvvetimizi takip ederek, Van bölgesine giren meş­
hur Ermeni Baratof Tugayı buradan çekilmeye çalışan Türk halkından on
binden fazlasını öldürmüştü. Bunlardan bir kısmı kayıklara ve küçük ge­
milere doldurularak gölün ortasında suya atılmışlardı. Analar, babalar ve
çocuklar birbirlerini görerek, feryatlar içinde gölün sularında boğulmuşlar­
dı. Biz, Tatvan'da ve Ahlfü'ta gölün kıyılarına kadar sürüklenip gelmiş
olan bu cesetleri görüp ağlardık. Bu faciaya rağmen göç esnasında hasta­
lık yüzünden ölüp kalmış Ermenilere acımaktan kendimi alamadım. RUS
E�fPERYALİZMİ, TARİH BOYUNCA TÜRK ve ERMENİLERİ BİR­
BİRLERİNE BOGAZLATMIŞTIR . Ermenileri, kendi vatandaşları olan
Türkler aleyhine kışkırtan Ruslardır. Çar Rusyası, Ermenistan üzerinden
İskenderun'a inmek için, güya bir bağımsız Ermenistan yaratmak yoluna
sapmış ve Ermeni liderleri de köylü ve esnaf Ermenileri Ruslar hesabına
zehirlemişlerdir. İttihat ve Terakki Hükümeti, harp zaruretleri dolayısıyla,
kavga alanına yakın bölgelerden bu Ermenileri uzaklaştırmak zorunda kal­
mıştır. Fakat teşkilatsız ve vasıtasız yapılan bu göç esnasında Ermeni
göçmenlerinin arasında yorgunluk ve hastalıktan ölenler olmuştur. Lakin
o zamanki hesaplarımıza göre Türk halkının ölüm kaybı Ermenilerinkin­
den çok fazla olmuştur.
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI

İyilik et, kemlik gör


Fırat Vadisine sürülen bu Ermenilerin önemli bir kısmını, Ordu Ku­
mandanı Cemal Paşa Suriye'yc almıştır. Hatta Halep bölgesinde bazı Er­
menilere karşı taşkınlık yapan birkaç İttihat ve Terakki fedaisi Türk'ü
idam ettirmiş ve taşkınlığı durdurmuştur. Diyebilirim ki yüz binlerce Er­
meni'yi Halep ve Şam bölgelerinde barındırmak suretiyle, Cemal Paşa Er­
menilere büyük yardım yapmıştır. Fakat ne yazık ki, harp bitip de Cemal
Paşa Bolşevik Rusya'ya çekildikten sonra Tiflis sokaklarında onu öldüren­
ler de Ermeniler olmuştur. İyilik yap, kemlik bul. Bundan büyük nankör­
lük olur mu?

Meskene'ye geldiğinde, burada, güneye geçmek Üzere toplanmış bin


kadar Ermeni gördüm. Bunların iaşe ve yollama işlerine genç bir Ermeni
yedek subay bakıyordu. Bu subay bana kendi ırkdaşlarının söz dinlenme­
mesinden, pisliğinden vesaireden şikayet etti durdu. �1eskene'den sonra ve
yolculuğumuzun sekizinci günü HaJep'e geldim.

Halep'te on beş gün kadar kalarak hayvanlarımı ve emir erlerimi bek­


ledim. Oradan trenle Şam'a geldim.

İleri hizmetten, geri hizmete


Beni, lrak'tan, ne için 4 üncü Ordu emrine Şam'a naklettirmişlerdi.
Sebebini hiç bilmiyordum. 6 ncı Ordu Kumandanı Nurettin Bey ve Kol­
ordu Kumandanımız Halil Bey beni vermemek için ısrar etmişlerdi. Buna
rağmen, Başkumandanlık Vekaleti emir ve kararında ısrar etti. Ben de
hiçbir şey bilmeyerek Şam' a geldim. Sebebini anlayınca da hayretler için­
de kaldım. Meğerse Cemal Paşa'nın menzil müfettişi olan Yarbay Kazım
(Kazım Dirik), beni ismim ile maiyetine almak istemiş. Bu zatı, Harp
Akademisi'nden tanırım. Bizim önümüzdeki sınıftan idi. Rusça derslerine
beraber girerdik. Ben, kendisini pek sevmezdim. Çünkü, Allah rahmet ey­
lesin, daha öğrenci iken mağrur j estler yapardı. Bu defa da, beni maiye­
tinde kullanmak kaprisine yakalanmış. Ne yapayım ? Askerlik bu, itaat la­
zım. Ben bir buçuk yıldanberi Kafkas cephesinde ve lrak'ta düşman ateşi
altında çalıştım. Kendimi sevdirdim. Şimdi, geri hizmette, menzil işlerinde
çalışmak izzetinefsime ağır geldi. Birkaç zaman sonra, ordunun yani Ce­
mal Paşa'nın Kurmaybaşkanı Yarbay Fuat Bey'i gördüm. (Emekli Orge­
neral Fuat Erdem): "Beyefendi, ben kavgacı bir subayım. Irak'taki üstle­
rim bu yüzden beni takdir ederlerdi. Geri hizmette çalışmak bana ağır ge­
liyor. Rica ederim, beni cephedeki kıtalara veriniz" dedim. Cevap olarak:
RAHMİ APAK

"Her subayın nerede iş göreceğini biz kendimiz tayin ederiz. Subayın ken­
di isteğine bırakmayız. Hem, siz dediğiniz gibi eski kumandanlarımz tara­
fından sevilmiş olsaydınız, onlar sizi bize vermezlerdi" demesin mi?. Bu in­
ce ruhlu ve kibar zatın, beni yaralayan bu sözü, bugün bile hafızamda ya­
şamaktadır.

Tamam üç ay, menzil müfettişliğinde ikinci kurmay olarak istemeye


istemeye çalıştım. Mevsim ilkbahar idi. r g r 6 yılının ilkbaharı Şam yeşil­
likler ve ağaçlıklar içinde güzelleşmişti. Berde Nehri sokaklar arasında çağ­
layarak akıyor. Şirin bir memleket. Suriyelilerde henüz Türk düşmanlığı
duygusu uyanmamış. Vazifem rahat, kavga yok, gülle ve kurşun vızıltısı
yok, uzun yürüyüşler ve topraklar içinde yuvarlanmalar yok. Ölülerden,
yaralılardan uzaktayım. Fakat, vazife taksiminde bana düşen deve kolları,
benzin ve ambarlardan nefret ediyorum. Müfettiş Kazım Bey, beni bir ke­
re bir suistimal işini tahkik için Maan'a gönderdi. Bir kere de yeni açtır­
dığını söylediği ambarların fotoğraflarını çekmek üzere, karargah fotoğraf­
çısı ile birlikte Maraş, Kilis ve Tarsus'a yolladı. Oralara gittiğimde fotoğ­
rafisini alacak ne bir ambar ve ne de bir ambar heyeti bulamadım. Am­
barlar açıldığı zaman resimlerini almak direktifini vererek fotoğrafçıyı ora­
lara bıraktım ve kendim Şam'a döndüm. Tabii bu hareketim hoşuna git­
medi .

Cemal Paşa'nın astırdığı Arap liderleri


İşte bu esnada, Cemal Paşa'nın Aliye'de kurduğu askeri mahkeme,
düşmanla işbirliği yapmak suçu ile on kadar Arap milliyetçisini ölüme
mahkum etti ve bunlar Şam' da asıldılar. Tarihini hatırlayamadığım
b ugün, Türklerle Araplar arasında antipatiyi büyük bir nefret ve düşman­
lık çukuru haline koydu. Suriyeliler, zaten sevmedikleri askerlik hizmetin­
den kaçmaya başladılar. Cemal Paşa'nın karargahında bir rehine olarak
nezaret altında bulundurulan Şerif Faysal, bir gece ansızın çöle kaçtı ve
Mekke'deki babasının yanına gitti. Babası Şerif Hüseyin Hicaz'da isyan
bayrağını çekti. Mekke ve Taifteki garnizonlarımız Şerif Hüseyin'in Be­
devileri tarafından sarıldı. Memleket ile her türlü rabıtaları kesildi. İngiliz
casusu Lavrens'in delaletiyle, Mısır askerleri ve topçu birlikleri Şerif Hüse­
yin kuvvetlerine katıldı. M ukaddes Hicaz, İngilizlerle birlikte, Mukaddes
:v1üslümanlann halifesine karşı harp açtı.

Cemal Paşa'nın hareketi harp hukuku bakımından doğru idi. Fakat


siyaset bakımından çok feci bir hata olmuştur. Bu adamları astıracağı yer-
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI 1 53

de, harp sonuna kadar Sinop Kalesine kapamak ve böylece yapabilecekleri


fenalıkları önlemek suretiyle mutedil bir siyaset kullanmak, Cemal Paşa gi­
bi tabiatı şiddetli bir kumandanın havsalasının alamayacağı bir iş olsa ge­
rek.

Araplığın matem günü


Bütün Araplık alemi, bu liderlerin asıldığı günü, hala bir matem
günü olarak her yıl anarlar. Hatta Türklere karşı en çok yakınlık gösteri­
len lrak'ta bile aradan otuz sekiz yıl geçtiği halde, bu matem günü yad
edilir. Toplantılar yapılır. Gazetelerde yayınlar olur. Bu liderler Arap ba­
ğımsızlığı kurbanları olarak takdis edilirler.

Menzil hizmetinden affedildim


Ordu kumandanına yazdığım ciddi bir dilekçe sonunda geri hizmette­
ki ödevime son verildi. 1 9 1 6 yazına doğru beni, Halep'te yeni kurulmakta
olan 53 üncü Tümenin Kurmaybaşkanlığına tayin ettiler. Bu tümen, Ha­
lep'te Başkumandanlık ihtiyatı olarak teşkil ediliyordu. Tümene mürettep
erler, eski Halep vilayeti halkından olup üçte ikisi Maraş, Antep ve Kilis
Türklerinden ve kalanı Halep'in Arap halkındandı. Subayların bir kısmı
jandarma sınıfına mensup idi.

Tümenin talim ve terbiyesi ıçın Halep'te iki ay kadar meşgul olduk


ve yaz ortasında Kafkas cephesine hareket emrini aldık. Bu defa, kararga­
hı Elazığ'da bulunan 2 nci Ordu emrine verildik. Kara yoluyla ve tabur
kafileleri halinde Mardin, Birecik Üzerlerinden yeni cepheye yola çıktık.

Erzurum düşmüş, Van, Bitlis ve Muş Rusların eline geçmişti:


Düşman, batıya Erzincan ve Trabzon'a kadar ilerlemişti. Düşmanın güne­
ye sarkmasını önlemek için yeni kurulan İkinci Orduya İzzet Paşa ku­
manda ediyordu. İsmet Bey (İsmet İnönü) bu ordunun Kurmaybaşkanı
idi. Rusların, batıya, Sivas istikametine ilerlemelerini durdurmak için de,
3 üncü Ordu, Çanakkale' den serbest kalan kıtalarla takviye edilmişti.

Amanın aman, hallerin yaman,


Erzurum Dağını, bürüdü duman.
Birecik'te, kıtalarımızın geçişini tanzim için beş gün kaldık. İlçe kay­
makamının evinde misafiriz. Sokakta, çocukların mahalli şive ile bir harp
1 54 RAHMİ APAK

türküsü çağırdıklarını işitiyorum. Bunlardan bir ikisini çağırttım. Bu


türkünün güftesini yazdım. O zamanki durumu ne güzel tasvir ediyord u :

Kışlanın yanında b i r binek taşı,


Çekin kır atını binsin binbaşı
Selama dursun çavuş, onbaşı

Amanın aman hallerin yaman,


Erzurum Dağını bürüdü duman.

Binbaşı geliyor eli sopalı,


Arkasına takmış körü, topalı,
Halimiz çok yaman oldu,

Seferberlik çıkalı.
Amanın aman hallerin yaman,
Erzurum Dağını bürüdü duman.

Evet, harbin henüz ikinci yılı. Erzurum Dağını duman bürümüş, yani
Erzurum düşmüş. Artık cepheye körler ve topallar da sevk ediliyor. Asker­
lik şubesi başkanı binbaşı bunları sopa ile sürüyor. Memleketin bu halini
çocuklar sokaklarda bağırarak ilan ediyorlar. Lakin Başkumandanlık Avus­
turya'da Galiçya cephesine bir kolordu ve Romanya cephesine de diğer
bir kolordu göndermiş. Almanlar öyle söylemişler, zafer Avrupa'da kazanı­
lacakmış . . .

İstikamet Çapakçur
Elazığ' a uğramadan cepheye gidiyoruz. Darihini denilen bir yerden
geçtik. Ağaçsız ve ormansız yerler. Fakat arazi, şeytanların bile deynekle
yürümeye mecbur kalacağı kadar sarp ve yolsuz. Aradan çok zaman geçti­
ğinden bu yürüyüş hakkında aklımda fazla birşey kalmamış. Çapakçur'u
solumuzda bırakarak, Oğnut Deresini geçtik ve kuzeydoğu istikametine
yürüdük. Eşek yaylası denilen bir mevkiden sonra akşama doğru 7 nci
Tümenin solunda iki alayımızla toplandık. Ertesi sabah bütün ordu taar­
ruza geçecekmiş. Biz de ayaklarımızın tozu ile bu saldırışa katılacağız.
Topçumuz henüz gelmedi. Durumu anlamak için 7 nci Tümenin muha­
rebe idare yerine gittik. Tümen Kumandanı Albay Halil kolordu ile tele­
fonla konuşuyor. Kendi tümeninin taarruzu halinde, sağının ve solunun
açık kalacağını, tehlikeli duruma düşeceğini iddia ediyor. Bu zat kurmay
değil. Taarruz eden bir kıta sağını ve solunu düşünür mü? Saldıran kıta,
bizzat saldırışı ile düşman için bir tehlikedir. Albay Halil'in düşüncesine
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI 1 55

bizim okul mensuplarının aklı ermez. Başka kıtanın işine karışmak bana
düşmezdi. Fikir beyan edecek olsam azar işiteceğim belli idi. Fakat Halil
Bey'in itirazlarına kimse aldırış etmedi ve ertesi günü bir saatlik bir topçu
hazırlığından sonra bütün kıtalar düşmana saldırdılar. Düşman bazı top­
lar ve cephane arabaları bırakarak çekildi. Yüz kadar esir aldık. Saldırışa
katılan iki alayımız esas mevzilerden on beş kilometre kadar Rusları kova­
ladı. Bizim alayların sağı ve solu da açık idi, fakat bu açık yerlerimize
karşı düşmanın hiçbir reaksiyonu olmadı. Hatta komşu kıtalara nazaran
fazla ilerlediğimizden kolordu emriyle biraz geriye alındık.

Kazak çavuşunun heybesinde neler buldum?

Tümen karargahından üç arkadaş, hayvan üstünde yanyana yürüyo­


ruz. Ben en soldayım. Solumda, otlar arasında kara meşinden bir heybe
gördüm. Diğer arkadaşlar farkına varmadılar. Bunun içinde bir harp gani­
meti bulunabilirdi. Bu ganimeti onlarla paylaşmamak için onlara: "Siz
yürüyünüz, ben bir çiş yapacağım" dedim. Onlar biraz uzaklaşınca hay­
vandan indim. Seyisimle birlikte heybeyi kaldırdım, içi dolu. Heybeyi
hayvanımın terkisine taktım, tekrar onlara yetiştim. Gözleri heybeye ilişti:
"Yahu, bu ne?" dediler. Cevap olarak: "Sormayın, geri kalıp sizden ayrı­
lınca bir Rus Kazak'ı gördüm. Hayvanımı üzerine sürdüm. Kaçmaya baş­
ladı, fakat kısa zamanda herife yetiştim. Hayvan üstünde elimi ensesine
attım. Fakat elim sıyrıldı. Arkasında terkisine bağlı olan bu heybe elimde
kaldı" diye bir kıtır attım. İ nandılar mı, inanmadılar mı bilmem, fakat:
"Aç bakalım, içinde ne var?" diye ısrar ettiler. Hayvanlardan indik ve hey­
_
beyi açtım. iki kat çamaşır, bunu derhal kendime ayırdım. Bir çift yeni
ve kuvvetli meşin çizme, bu da kendi seyisimin hakkı dedim. Bir günlük
yedek peksimet, bir kutu konserve et. Ha, bunu da benim seyisim yemeli.
Üç adet bakırdan yapılmış nişan ve madalya. Bunlar da benim olacak di­
ye ayırdım. Bir çift kocaman hantal mahmuz bunu da kimse almayınca
fırlatıp attım. Böylece harp ganimeti benimle seyisim arasında paylaşılınca
kendilerine bir hisse düşmediğini gören arkadaşlar, bir Kazak'ın heybesin­
de neler bulunacağını görmek ve öğrenmekle iktifa ettiler.

Akşam üzeri, bütün saldıran birlikler yine eski mevzilerine döndüler.


Çünkü 7 nci Tümen Kumandanı Halil Bey'in korktuğu başına gelmiş.
Güya, düşman onun sağ kanadına tesir yapmak istemiş, bu yüzden bu
tümen geriye dönmüş.
RAH M İ APAK

Arpadan yapılmış kahvenin kerameti


Bizim çok ilerleyen iki alayımızın geriye gelmesi emrini bizzat alay
kumandanlarına söyledikten sonra, bizim solumuzda bulunan ve saldırışa
katılmayan ve fakat o gün bizim emrimize verilen yabancı bir taburun
durumunu görmek Üzere oraya gittim. Hava çok sıcaktı. Tabur kumanda­
nı : "Kurmayını, gel otur da sana bir yorgunluk kahvesi içireyim" dedi.
Memnuniyetle kabul ettim. B iraz sonra hizmeteri bir fincan kahve getirdi.
Ben de, anlayışlı bir tiryaki gibi kahveyi höpürdeterek içtikten sonra tabur
kumandanı: "Nasıl, beğendin mi?" diye sordu: "Çok iyi pişirilmiş, te­
şekkür ederim" cevabını alınca gülmeye başladı. Meğerse içinde bir gram
kahve yokmuş. Sararmış arpa başaklarını taşla ezip kaynatmışlar. Söyle­
mese idi katiyen farkında olmayacaktım. Telkin ve propagandanın müspet
tesiri.

Ertesi günü, bizim tümeni, soldaki r inci Tümeni değiştirmek üzere


Oğnut ile Çapakçur arasındaki iki bin metreden daha yüksek dağlık ve
ormanlık bölgeye gönderdiler. Bu tümenin kumandanı Cafer Tayyar Bey
imiş. Tümen, Ruslarla çok çetin kavgalar yaparak hırpalanmış. Onu geri­
ye çektiler ve biz onun bölgesini teslim aldık. Sağımızdan Oğnut Deresi
geçiyor, solumuzda da Edip Servet Bey'in kumanda ettiği, numarasını
unutuğum bir tümen var. Kış gelip çatıncaya kadar bu dağlık ve ormanlık
yerde kah ilerleyerek, kah geriliyerek Ruslarla çarpıştık durduk. Tümenin
yarısını bu muharebelerde yaralı ve şehit olarak kaybettik. Çok enteresan
muharebeler yaptık. Bir defasında, Rusların işgalinde bulunan ve cephe­
den alamadığımız iki bin elli rakımlı bir tepeyi üç tabur ile düşmanın ge­
risini sararak çevirdik. Tek bir kayıp vermeksizin bu tepeyi arkadan zapt
ettik. Ruslardan iki subay ile kırk elli kadar er esir aldık. Yüzlerce Rus'u
ormanlı dereler içinde arkadan yaptığımız ateş baskınları ile öldürdük ve
yaraladık.

Bu hareket benim teklifim ile ve benim kumandam altında yapıldı­


ğından, beni iki yıl kıdem zammı ile taltif ettiler. Nihayet kış geldi. Kıtala­
rı biraz geriye çektiler. İleride pek zayıf birlikler bıraktık ve Çapakçur ka­
sabası civarında zeminlikler ve barınaklar yapmak için çalışmaya başladık.

Tekrar Halep'e dönüş


Hırpalanmış olan tümenimizin kendine tekrar çekidüzen vermek üze­
re Halep'e dönmesi emri verildi. Yaptırmakta olduğumuz kışlaklarımızı
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI 1 57

boşalttık. On beş gün kadar süren bir hazar yürüyüşü ile Halep'e geldik.
Halep'te yerleşerek canlı ve cansız malzememizi tekrar ikmale başladık.

Açlık ve fakirlik
Dönüşte, Diyarbakır'dan geçerek geldim. İki yıl önce, Beşinci Seferi
Kuvvetimizle Turan' a gitmek için bu şehirden geçerken, selamlığında bizi
misafir eden Behram Paşa ve oğlu Arif Bey'i gidip gördüm. Nerede o ko­
nak, nerede o ikram, nerede o bolluk. Zavallı adam, evine kapanmış, mi­
safirine bir kahve i kram edecek hali kalmamış.

Halep'e geldikten sonra, anamı, babamı görmek üzere bir ay izin ala­
rak İstanbul'a gittim. Osmaniye ile Pozantı arasında demiryolunun henüz
yapılmamış olan kısımlarından Almanların idaresinde kamyonlarla otomo­
biller işletiliyordu. Bu Almanlar er olsun, subay olsun Türk askerlerine
haşin muamele yapıyorlar. İstanbul'a gelince, halkı ıztırap ve yoksulluk
içinde gördüm . Bir subaya mensup oldukları için anam ve babama Sarı­
yer' de Rumların boşalttığı evlerden bir ev vermişler. Oraya sığınmışlar.
Kafi yiyecek sağlanıyormuş. Asker olmayan ailelerin hali hiç de iyi değil­
di.

Filistin cephesine hareket


İzinden döndükten sonra Halep'te talim, terbiye ve ikmal işleriyle
meşgul oldum. Böylece kış mevsimi de geçti. ı g ı 7 yılının ilkbaharında
tümenimizin Filistin cephesine hareketi emredildi. Bir alayımızı Hicaz de­
miryolu muhafazasına gönderdik, diğer birliklerle ve demiryolu ile (Yafa­
Remle) bölgesinde toplanmaya başladık.

Askerlik işleri bizi çok meşgul ettiğinden memleketin iç durumu ile il­
gilenemiyordum. Fakat Remle kasabasında, Arap halk arasında trahom
denilen göz hastalığının salgın halinde bulunduğunu ve Yahudi doktorla­
rın bu hastalığa karşı mücadele için, Müslüman Araplara yardımlar et­
mekte olduğunu hatırlıyorum. Gelişimizden bir hafta sonra bizim Kuman­
danı Gazze Kumandanlığına tayin ettiler ve elimizdeki kuvvetlerle Gaz­
ze'ye hareketimizi bildirdiler. Remle' den Gazze'ye altmış kilometre kadar
bir mesafe var. Kıtalarımızdan önce Gazze'ye varmak ve orada bir Alman
binbaşısının kumandası altındaki garnizonu emrimize almak için, ordudan
bir otomobil istedik. Verilen cevapta, iki gün sonra bir otomobil gönderi­
leceği bildirildi. Demekki aceleye mucip bir durum yok. Bunun üzerine
tümenin paytonuna b indik yola çıktık. Kumandanın ayağı yaralı oldu-
,
RAHMİ APAK

ğundan hayvana binemiyord u , binek hayvanlarımız arkamızdan geliyordu.


O geceyi, Remle ile Gazze arasında bir telgraf merkezinin bulunduğu
menzil noktasında geçirdik.

Kötü bir rüya


Geceyi açıkta geçirmiştik. Sabaha karşı bir rüya gördüm. Dişimi çı­
kardılar. Uyandığım zaman adeta dişimin sızladığını hissediyordum.
Rüyada diş çıkarmanın önemli bir felakete delalet edeceğini yormamıştım.
Uykudan önce, Gazze'deki garnizon kumandanına telgrafla, durumlarını
sormuştuk. Talim ve terbiye ile meşgul olduklarını bildirmişlerdi. Bu
yüzden, endişesiz yine paytona binerek sabahleyin Gazze'ye doğru yolu­
muza devam ettik.

Otuz kilometre kadar bir yolumuz vardı. Bunun yirmi kilometreden


fazlasını almıştık. Arasıra, uzaklardan top sesleri geliyordu. Tam, Gazze'ye
yedi kilometre kadar, Beytihanun denilen bir Arap köyünün yanına geldi­
ğimizde bu köyün içinde bazı atlıların koştuklarını gördük ve aynı zaman­
da kadınların bağırtılarını ve tüfeklerin patladığını işittik. Yanımızda, bize
yol göstermekte olan atlı bir Arap jandarması vardı. Yalnız onda tek bir
tüfek var.

İngilizlere esir olduk


Allah, insanın başına bir felaket getireceği zaman ilk önce gözlerini
kör edermiş derler. Biz, dört subayın yalnız gözlerimiz körleşmekle kalma­
mış, bu esnada aklımız da kötürüm olmuş. İlerimizde Gazze'de bir garni­
zonumuz var. Bunun yirmi beş kilometre doğusunda Birissebi mevkiinde
de kuvvetlerimiz var. Fakat iki mevkiin arası açık, boş ve işgal edilmemiş.
Bu iki mevkiin arasından düşmanın küçük büyük kıtaları geçer ve memle­
ket içine sarkabilir. Biz bu durumu biliyoruz. Sonra, bize Harp Akademi­
sı'nde, harp tarihi derslerinde öğretilmişti. Bir kıta, kendi önünde dost
knalar dahi olsa mutlaka emniyet tertibi alarak yürümelidir. Bunu unut­
tuk ve at koşulu bir paytonla cepheye gidiyoruz. Emniyet tertibi almaya
ne lüzum var dedik. Düşmanla sıkı bir temas yok, vuruşma yok, Gazze
önümüzde, orada beş aiti taburluk bir kuvvetimiz var. Arkamızdan kendi
tümenimizin bir kısmı geliyor, bir yıldanberi Filistin'de dost ve düşman
karşı karşıya olduğu halde İngilizler bir hareket yapmamışlar. İki taraf da
hazırlıklarla. kuvvet çoğaltmakla meşgul. Üçyüz gün böyle geçmiş birşey
olmamış. Fakat şansa bakın tam bizim paytonla seyyahate çıktığımızın er­
ken saatinde. İngilizler Gazze'yi almak için ciddi bir saldırış hareketi ter-
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI 1 59

tiplemişler. Güneyden, kuvvetli piyade birlikleriyle ve kuvvetli topçu deste­


ğiyle şehre saldırmakla beraber bir süvari tümenini aradaki boşluktan ge­
çirerek, Gazze'nin kuzeyinden şehri sarmak hareketinin icrasına başlamış­
lar. Bu tümen, iki tugay halinde, dört beş kilometre aralıkla bir çark ya­
parak yürüyor. Biz, Beytihanun köyü hizasına ve yanına geldiğimiz zaman
bu iki tugayın arasına girmiş bulunuyoruz. Silah seslerinin manasını anla­
mak için arabadan inerek bakmaya başlayınca beş altı İngiliz atlısının sa­
ğa ve sola kaçışan silahsız bir iki Türk piyadesinin arkasından ateş ederek
koştuklarını görüyoruz. Hemen arabayı geriye çevirdik.

Kumlar üzerinde hayvanlar dörtnal değil süratli bile gidemiyor. Bu


arada ne görelim , geri kaçış istikametirrıizde İngiliz süvari bölükleri bizim
yolu keserek denize doğru gidiyor. Tümen Kumandanı Kazım Bey daha
önce arabadan inmiş ve Arap j andarmanın atına binmişti. Ayağını üzengi­
ye sokamamakla beraber, denize doğru kumlar üzerinde kaçabileceğini
d üşünerek ben arabayı tekrar Gazze istikametine çevirdim ve belki Gazze­
ye girebiliriz ümidiyle hayvanları kamçılatmaya başlattım. Çünkü Gaz­
ze'ye ancak yedi kilometre mesafede bulunuyorduk. Tümen emir subayı
�1ahmut geride ayakta kalmıştı. Fakat kumandan denize doğru kac,:mayı
akıl etmedi , ayağının yaralı olmasından hayvandan indi yaya olarak bize
arabaya doğru koşmaya başladı. Hem arabanın ardından koşuyor ve hem
de: "Kurmay, kurmay durunuz beni bırakmayınız'' diye bağırıyordu.
Onun boş kalan hayvanını l\fahmut yakaladı, kumlar üzerinden denize
doğru kaçmaya başladı. Biz kumandanı arabaya aldık. Dizlerine kadar
kumlara batan :V1ahmut'un hayvanı denize doğru yol alıyor. Fakat arkası­
na üç İngiliz atlısı takılmış, roververle ateş ederek kovalıyorlar. Bizim ara­
ba ile meşgul olan yok. Bundan istifade ederek beş dakika kadar Gazze
istikametinde yol aldık. Fakat, talih ve mu kadderat, zamanları öyle aleyhi­
mize tertiplemiş ki, kötü akıbetimizden kurtulmak imkanı kalmamış. Elli
adım önümüze iki düşman süvari bölüğü yolumuzu keserek çıktı ve deni­
ze doğru bize ehemmiyet vermeden ilerliyor. Eğer, biz Beytihanun köyü
hizasına yarım saat önce varmış olsaydık, İngiliz süvari tümenin ön birlik­
leri buraya varmadan Gazze'ye ulaşmış olacaktık. Yok, eğer yarım saat
daha geç gelmiş olsaydık, iki İngiliz süvari kolunun içine girmiş olmaya­
caktık, geriye kaçabilecektik. Kamçı yağmuru altında koşturmaya çalıştığı­
mız hayvanları durdurduk. Bizimle meşgul olan olmadığı için arabadan
aşağı atladık ve üç kişi dağınık halde yaya olarak kum yığınları Üzerlerin­
den denize doğru kaçmaya başladık. Bir hendek veya kum yığını gerisinde
saklanmayı düşünüyordum. Fakat hemen sonra on beş yirmi kadar atlı
1 60 RAH M İ APAK

etrafımızı sardı ve tüfeklerini bize çevirdiler. Durduk, uçumüz de birbiri­


mize yaklaştık. Esir olmu�tuk.

General Arriyeri

Bizim etrafımızı saran atlılar, General Arriyeri adında bir süvari tugay
kumandanının maiyeti imiş. Bir flamaları da vardı. Tugay flaması imiş.
Bizı yola arabanın yanına getirdiler. General Arriyeri, elli yaşlarında, şiş­
manca bir adam. Süvari tümeni Avusturalya birliği imiş, Arriyeri de
Avust uralyalı. Üstümüzü, ba�ımızı aradılar, ceplerimizdeki kağıtları ve be­
nim cebimdeki vaziyeti gösteren haritayı okudular. Harita üzerinde, bizim
tümen Remle' den Gazze istikametinde yürüyüş halinde bir ok ile çizili
olarak gösterilmişti. Yanlarında genç bir Ermeni tercüman vardı.

Kuvve-i umumiye ne demektir, İngilizler nasıl aldandı?

Benim, iç sol cebimde, bir gece önce tümen birliklerine gönderdiği­


miz şifreli telgraf müsveddesini buldular. Telgrafta her üç alaya, istihkam
bölüğüne, topçu alayına ve diğer birliklerimize Kuvve-i umumiyelerini tel­
grafla Gazze'ye göndermeleri bildiriliyor. Ermeni tercüman bu telgrafı
derhal Avusturalyalı tugay kumandanına tercüme etti, fakat aynı zamanda
bana da: " Nafile geç kaldınız, bütün kuvvetlerinizi telgraf hızıyla Gazze'ye
çağırıyorsunuz, fakat sizi yakaladık. Şimdi sizin birlikleriniz yetişinceye ka­
dar da Gazze'yi alacağız" demesin mi. Hiç istifimi bozmadım. Ermeni
tercüman, bizim askeri terimleri bilmediği için bu yanlış tercüme ile bize
büyük bir hizmet yapmış oluyor. İngiliz süvari tümeni, kendi sağ yanına
yeni bir piyade tümenimizin yönelmekte olduğu kanaatine varıyor. Gene­
ral Arriyeri saklamaya lüzum görmeksizin bizim yanımızda kısa raporunu
emir subayına yazdırdı ve bunu bir motosikletli ile tümen kumandanına
gönderdi. Vakıa arkadan gelen var. Fakat tekmil tümen değil, yalnız bir
alayımız geliyor. Yeni bir tümenin gelmekte olduğu korkusu ile bizim
kendi kıtalarımızın müdahalesiyle kurtarılmamaklığımız için bizi hemen
arabamıza bindirdiler ve sağımıza ve solumuza on beşer atlı muhafız kata­
rak bizi geriye götürmeye başladılar. Bu esnada Gazze'den atılan Türk
topçusunun mermileri bizim kafilenin yanlarına düştükçe, bu muhafızlar
karmakarışık olup kaçıyorlar ve tekrar yerlerini alıyorlar. Biz de bu fırsat­
tan istifade ederek araba içinde İngilizlerin gözünden kaçan kitap halinde­
ki şifre miftahının yapraklarını yırtarak yere atıyorduk. Böylece bütün şifre
miftahını paraladık ve kumlar üzerine attık.
YETMİŞLİK BİR SlJBA YIN HATIRALARI ı6r

Harbi kazanacağımız h akkındaki ümitlerim ilk defa neden


sarsıldı?
Avusturalya tugay karargahı bizi yakaladığı dakikada dört büyük ka­
dana koşulu bir telefon teli serme arabası yanımıza geldi. Bu araba iki te­
kerlek üzerinde yerleştirilmiş büyük bir makaradan ibaret. Hayvanlar
süratli adımla yürüyor, yürürken tel yere seriliyor veyahut toplanıyor. Biz,
topçu bataryalarımıza koşmak için tek bir kadana bulamazken, İngilizler
telefon kablolarını serecek arabalarına dört kadana koşuyorlar. Biraz sonra
'.'Jil �ehrinin suyunun üç yüz kilometre uzunluğundaki su borusu ile İn­
giliz Ordusunun arkasından buraya kadar getirildiğini de gördük. Bu va­
sıta bollukları ümidimizi sarstı.
Etrafımızdaki muhafızlar bizi geri goturmeye devam ediyor. Ateş et­
mekte olan bir İngiliz bataryasının yanından geçtik. Erler ve subaylar ce­
ketsiz ve kollan kesik gömlekle iş görüyorlar. Bacakları çıplak, mayo şek­
linde bir haki don. Bu kıyafet bizim zihniyetimize aykırı. B unlara hayretle
bakıyoruz. Biraz sonra ihtiyatta bulunan toplu bir piyade alayının içinden
geçiyoruz. Askerlerinin moralini yükseltmek için bizi kasten dolaştırdıkları
anlaşılıyor. İngiliz erleri, bizim üzerimize izmaritler attılar, hakaret ediyor­
lar. Biz hiçbir harp esirine böyle şeyler yapmamıştık. Bir Arap çocuğu, bir
çuvala doldurmuş olduğu portakallarını İngiliz askerlerine satmaya getir­
miş. Askerler bu portakalları yağma ediyor, Arap oğlanı da bağırıp duru­
yor.
Bizimle birlikte, İngilizlerin de geriye çekilmekte olduklarını fark edi­
yoruz. Sonradan öğrendiğimize göre, arkamızdan gelmekte olan piyade
alayımızla 3 üncü Tümenin Birissebi gerisindeki ihtiyat alayı karşı taarruza
geçmiş. Bu kuvvetleri bizim tam mevcutlu 53 üncü Tümen sanan İngiliz
süvari tümeni Gazze muhasarasından vazgeçerek geriye gidiyor. Gazze
cephesindeki piyadelerimiz de metanetle mevkilerini müdafaa ediyorlar.
Bu halde yapılan bu İngiliz saldırışı bizi yakalamaktan daha fazla bir neti­
ce vermedi. Bize yapılan hakaretlerin bir sebebi de, bu yenilgilerin verdiği
hiddettendir.
Akşama doğru, bizi denize yakın ve Refah denilen mevkide kum
üstünde yatırdılar. Yanımızda kırk kadar Bedevi ve köylü Arap da var.
Bunlar kirli ve bitli insanlar. B unlarla sırtsırta ve sıkışık olarak nasıl yata­
cağız? Bu esnada general rütbesinde bir İngiliz geldi. Menzil müfettişi ve­
ya kumandanı imiş. Kendisine, Fransızca olarak, bizim, bu köylülerden
hiç olmazsa on adım açık yatmaklığımıza müsaade edilmesini rica ettim.
F. 1 1
ı 6:ı RAHl\fİ APAK

Fransızca biliyormuş. Bana sert sert: "Ne istiyorsunuz, sıze burada bir
otel mi yaptıralım)" cevabını verdi.
Geceyi burada açıkta geçirdik. Ertesi sabah, beş kilometre kadar geri­
ye, Tilı Sahrasını geçip gelen demiryolunun son noktasına bizi götürdüler.
Bir Hintli'yi makineli tüfek kıtasının yanında iki mahruti çadıra yerleştirdi­
ler. Henüz yiyecek birşey vermediler. Biraz sonra, gelip tümen yaveri Ga­
lip 'i alıp götürdüler.

İngilizler esirleri nasıl sorguya çekerler?


Yarım saat sonra, Teğmen Galip, bet beniz sapsarı döndü : "Benden
bizim tümen hakkında malumat i stediler. Söylemek istemedim. İngiliz
binba�ısı roververini çekerek namlusunu ağzımı soktu. Ya herşeyi söyler­
sin. yahut silahı patlatırım" diye, beni tehdit etti, diye hikaye etti. Arka­
dan beni çağırdılar. Yıanastır şivesiyle Türkçe konuşan bir binbaşı bana:
''Sizin piyade bölüklerinde bugün kaç er ve kaç subay var?" diye söze
başladı. Hiç cevap vermedim: "Niye susuyorsun, bilmiyor musun?'' dedi.
Cevap olarak: " Ben, tümenin kurmaybaşkanıyım. Bunu benden daha iyi
bilen kimse yoktur. Fakat ben, aynı zamanda bunun en önemli bir asker­
lik sırrı olduğunu da bilirim" dedim. Roverver çekmedi ve tehdit dahi et­
medi: ''Sen söylemiyorsun, fakat biz bunu senden daha iyi biliyoruz" diye
ilave etti. Ben de: "Madem ki biliyorsunuz, niye soruyorsunuz?" deyince,
bana : ·'Haydi, siktir oradan git'' diye kabaca konuştu. İşte benim bütün
isticvabım bundan ibaret kaldı. Akşam olunca, bizi Üstü açık bir hayvan
vagonuna bindirdiler. Vagonun dört köşesine konulan dört cephane sandı­
ğının üstüne silahlı ve süngüleri takılı dört İngiliz askeri oturdu. Ayrıca
bir kenara konulan bir sandığın üstüne de bir yüzbaşı çömeldi. Yüzbaşı­
nın elinde altıpatlar, ateşe hazır bir halde.
Bizi vagonun tam ortasına yatırdılar. Oturmak ve ayağa kalkmak ya­
sak. fren hareket etti. Gökyüzündeki yıldızlardan başka birşey görmüyo­
ruz. İki üç saat böylece gittik. Elinde tabanca tutan yüzbaşı uyuklamaya
başladı, uyukladıkça tabancanın namlusu bize doğru düşüyor. Kazara teti­
ği çekiverse, herhangi birimizin kafasını patlatacak. Bu yüzbaşı biraz sonra
birşeyler mırıldanmaya başladı. Bir türlü anlayamıyoruz. Fransızca
söylüyormuş, fakat bütün (R)'leri gırtlağının içinden konuşuyor. Birkaç
defa tekrarladıktan sonra güç hal ile anladım. Kaçmayacağımıza dair şere­
fimiz Üzerine söz verip vermeyeceğimizi soruyormuş. Eğer söz verirsek ro­
ververi kılıfına sokacakmış ve rahatça uyuklayacakmış. Aramızda konuş­
tuktan sonra: " Hayır, söz vermiyoruz" cevabım verince fena halde kızdı.
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI

Gözlerini sildi, tabancasını daha dikkatli tuttu. Sabaha kadar bu adamı sı­
kıntıya soktuk. Fakat biz de tabancanın tehditli ağzı altında uyuyamadık.
Ertesi günü Süveyş'te trenden indik. B urada bir gün kaldık. B ize yiyecek
verdiler ve daha ertesi günü trenle İskenderiye'ye götürdüler ve Türk esir­
lerinin bulunduğu Seydibeşir esirler kampına tıkadılar.

Seydibeşir' deki hayatımız


Ben buraya geldiğim zaman Seydibeşir esirler kampında üçyüz kadar
Türk subayı vardı. Çanakkale, Hicaz Filistin'de tutulmuş esirlerimiz. Ayrı­
ca yirmi otuz kadar Alman subayı ile Hicaz' da tevkif edilmiş, Türk devlet
memurları. Bunların aileleri ayrı bir kampa sokulmuşlardı.
Bizim kampın Kumandanı Kots adında bir yarbaydı. Birkaç Ermeni
tercüman da vzrdı ki, bunların içinde bilhassa Nişan adındaki Ermeni,
esirleri İngiliz kumandanına fitlemek ve bizzat hakaret etmek için hiçbir
fırsatı kaçırmıyordu. Esirler, yeni gelince kayıt muameleleri yapılıyor. Bu
kayıt muamelesini, İngiliz subaylarının yanında yapan Nişan, her subaya:
"Kaç Ermeni öldürdün?" tarzında sualler sorup alay ediyordu.

Paşazade Tevfik
Bilmem hangi paşanın oğlu, yedek subay Teğmen Tevfik, Filistin cep­
hesinde İngiliz hatlarına sığınmış yani düşmana kaçmış. İngilizler, bunu
en ileri siperlere yerleştirmişler, kuvvetli bir sığınak içinde, Türk kıtaları­
nın telefon muhaberelerini toprak hattı vasıtasıyla dinletmişler. Bizim, ileri
hattaki alay ve taburlarımızın telefon hatları tek kablolu olduğundan, mu­
habereleri toprak vasıtasıyla çalınıyormuş. Askeri terimleri bildiği için, ay­
da otuz lira mukabilinde bu Paşazade Tt·vfık İngilizlere yardım etmiş. İki
ay sonra, lüzum kalmayınca, esirler kampına iade etmişler. Fakat Tevfik
boşboğazlık etmiş, yapiığı işi Türk arkadaşlarına anlatmış. Bu hainliği ha­
ber aldım. Bunu memlekete duyurmak lazımdı. Esirler Türkiye'ye mektup
gönderiyorlar. Tabii bu mektuplar sıkı bir sansürden geçiyordu. Şöyle bir
plan düşündüm. Kudüs'teki Cemal Paşa'nın ordu karargahında. Harp
Akademisi'nin bizden sonraki sınıflarından Çobanoğ!u Zeki adında bir ar­
kadaşa şöyle bir mektup yazdım: "Kardeşim Zeki, ben esir olduğum za­
man bavulurndaki kitaplarımın arasında iki bin lira param vardı. Hatırım­
da kaldığına göre bu para, bavuldaki kitaplarımdan muhabere talimname­
sinin filanıncı sahifesi arasında duruyordu. Talimnamenin o sahifesini bul
da, paramı oradan al, anama, babam gönder" . Muhabere talimnamesinin
.
RAHMİ APAK

o sahifesinde, toprak hattı ile muhaberelerin çalınabileceğine dair bir


madde vardır. Belki bu suretle orduyu durumdan haberdar edebilirim di­
ye düşündüm. Fakat sonradan öğrendiğime göre bu mektubum yerine
gitmemiş. Fakat İ ngilizler bu mektuptan birşey sezmiş olacaklar ki, Ku­
mandan Kots beni sıkı bir takip ve gözetleme altına aldı. Selam vermedin,
yan bastın gibi bahanelerle bana ve birlikte bir odada oturduğum iki ar­
kadaşıma karşı tazyiklere başladı. Nihayet, bir gün akşam yoklamasını
müteakip selam vermediğimi bahane ederek beni askeri mahkemeye verdi.
Askeri mahkeme bana 64 gün hapis cezası kesti.
Mahkemenin bu kararı, saf nizamında dizilmiş bir bölük askerin mu­
vacehesinde bana okundu. Bizim esirlerin arasından iki tümen kumandanı
da bu törende hazır bulunuyordu. Ben, bu büyük tören için, İ ngiliz
bölüğünün karşısına getirildiğim zaman, beni kurşuna dizeceklerini san­
dım. Meğerse bütün bu tören, 64 günlük hapsin bana tebliği içinmiş. Ta­
bii neticeyi öğrenince içimden güldüm. O akşam beni İ skenderiye civarın­
da Gabbari denilen bir askeri cezaevine, süngülü askerler arasında götür­
düler.

Mısırlı Liltfi Barudi


Gabbari Cezaevinin kumandanı yaşlı bir yarbay, iyi bir adamdı. Be­
nim cezam localık yani münferit hapis cezası olmasına rağmen, beni daha
önce burada hapsedilmiş olan altı Türk subayının yerleştirildiği geniş bir
odaya koydu. Bu subaylar kamptan kaçmışlar, yakalanmışlar, cezalarını
çekip bitirmişler ve çıkmışlar. İçlerinden cezası daha uzun olan Llitfı Ba­
rudi henüz müddetini doldurmamış. Bu Mısırlı delikanlı, İ ttihatçı Abdüla­
ziz Çavuş'un Mısır'dan kandırıp getirdiği ve Türk Ordusunda astsubay
yetişmiş, fevkalade Türk muhibbi bir Mısırlıdır. İ ngilizce de biliyor. Ceza
müddetimi birlikte geçirdik.

Kamptan kaçan 6 Türk subayı


Seydibeşir kampından kaçmaya muvaffak olan bu altı subayın çok en­
teresan olan kaçma vak'asını burada hikaye etmek bir kadirşinaslık ola­
caktır. Bunlar altı arkadaş. Birisi Yüzbaşı Mehmet Ali (Sultan Hamid'in
mareşallerinden bir zatın oğlu), jandarma Yüzbaşısı İ brahim, Yüzbaşı
Edirneli Çingene Halit, Mısırlı Astteğmen Llitfi Barudi, Yemen' de esir ol­
muş alaylı bir teğmen, bir de adını unuttuğum bir yüzbaşı daha. Bunlar,
her türlü hazırlıkları yapmışlar. Tel kesme makası tedarik etmişler Kum
.
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI 1 65

renginde elbiseler giymişler. Kamp etrafında, kaçacakları mevkiin ampülü­


nü, uzaktan çocukların kullandıkları sapanla saçma atarak kırmışlar.
İ lk önce Yüzbaşı İbrahim, kumların içinde sürünerek dikenli tellere
yaklaşıyor. Halbuki dikenli tellere iki metre yaklaşanlara nöbetçiler ateş
ederler ve kampın etrafı otuzar adım aralıklı yüksek çardaklar üzerinde
yerleşmiş İ ngiliz nöbetçileriyle sarılmıştır. Buna rağmen İbrahim kumun
içinden sürünerek üç sıra tel örgüsünü birbiri ardından keserek, bir insan
geçecek kadar delikler açıyor. Kararlaştırıldığı üzere dışarı çıkınca, elli
adım uzaktaki bir hurma ağacının ardına saklanarak bekliyor. Arkasından
Yüzbaşı Mehmet Ali de çıkıyor. Daha sonra Lfıtfı Barudi de çıkarak bun­
lara katılıyor. Fakat sıra Yüzbaşı Çingene Halit'e gelince iş tehlike gösteri­
yor. Şişman olduğundan açılan deliklerden kıçı sığmıyor. Yakalanmaktan
korkan ilk üç kişilik grup diğer arkadaşlarını beklemeyerek uzaklaşıyorlar.
Lütfü Barudi, bunları, İ skenderiye'de bir arkadaşının evine götürüyor,
orada saklanıyorlar.
Arkalarından diğer üçü de çıkmaya muvaffak oluyorlarsa da ne İ sken­
deriye'yi tanırlar, ne de dil bilirler. Bu sebepten bu ikinci üçlü grup şehir­
de bir otele gidip yatıyorlar ve kendilerini Mısır Hidivi Sarayı'nda aşçı ola­
rak biliyorlar. Ertesi sabah, şüphelenen otelcinin ihbarı ile İngilizler bunla­
rı yakalıyor. İ lk çıkan grup ise saklandıkları evde onbeş gün kaldıktan son­
ra bir gece yarısı, tedarik ettikleri bir kayığa, lüzumu kadar su, ekmek ve
katık koyarak denize açılıyorlar. Tam beş gün beş gece Akdeniz'de çal­
kalandıktan sonra Nil Nehrinin deltalarından birisinin sazlı ağzında kayık­
ları batıyor, kıyı muhafızları tarafından yakalanıyorlar.

Açlık grevi
Bu kaçakların hepsi Gabbari Cezaevi'ne getiriliyor. Ü çer kişilik iki
grup halinde, yanyana iki locaya kapatılıyor. Localardan dışarı çıkmak
yok. Küçük ve büyük aptesleri için her locaya bir oturak bırakılıyor. Sa­
bah öğle ve akşam, İ ngiliz erlerine verilen yemekten getiriliyor. Altlarında
yatak ve yastık yok. Tek bir battaniye ve taş üstüne serilmiş.

Hir subaya böyle bir muamele yapılamayacağını ve milli adetleri ica­


bı aynı odada birbirlerinin yanında aptes bozamayacaklarını bildirerek
protesto ediyorlar ve durumları düzeltilmediği takdirde açlık grevine baş­
vuracaklarını beyan ediyorlar. Getirilen yemekleri reddediyorlar ve iki gün
yemek yemiyorlar. Üçüncü günü, cezaevi kumandanı, yanında bir hekim,
olduğu halde, bunların sağlık durumlarını muayeneden geçirtiyor: "Ye-
166 RAHMİ APAK

mezseniz, açlıktan ölün" deyip gidiyor. Esirler hiç cevap vermeyerek greve
devam ediyorlar. O akşam vücutlarının harareti artıyor. Hasta olduklarını
anlıyorlar, fakat getirilen yemekleri reddediyorlar. Dördüncü sabah, hekim
kumandan, birkaç İ ngiliz eri büyük bir tencere süt ve bir lastik puar ile
locaya giriyor. En başta serili yatan Çingene Halit'in ellerini ve ayaklarını
tutarak ve ağzını kapayarak bir kiloya yakın sütü burnundan midesine sı­
kıp akıtıyorlar. Yüzbaşı Halit, o zamana kadar burnundan karnına yol ol­
duğunu bilmezmiş. O zaman öğrenmiş, fakat tatlı ve sıcak sütün midesine
inmesinden de zevk duymuş ise de bunu belli etmemiş ve hemen parma­
ğını boğazına sokarak bütün sütleri tekrar kusup dışarı çıkarmış. Diğer ar­
kadaşları aynı şeyi yapınca cezaevi kumandanı vaziyetin vehametini anla­
mış ve bunları derhal bu localardan çıkararak son olarak benim girdiğim
büyük ve uzun odaya nakletmiş ve o gün her birine birer karyola, yumu­
şak kuştüylü yatak, iki üç masa, sandalyeler, noksansız sofra takımı ve
zengin bir mutfak takımı tedarik ettirerek, bir İ ngiliz erini de aşçı olarak
emirlerine vermiş. Cezaevinde sigara içmek yasak olmasına rağmen bunla­
ra bol sigara tedarik ettiriyor, tavla, domino, iskambil gibi oyun vasıtaları
da sağlıyor. Böylece açlık grevi sona eriyor. Bu arkadaşlar askeri mahke­
menin verdiği on dört günlük hapis cezasını ikmal ederek çıkıyorlarsa da,
Lütfi Barudi'ye ceza üç aydan fazla olduğundan ben geldiğim vakit onu
aynı odada buldum.

Biraz sonra deniz subayı Yüzbaşı Ferhat dahi bize katıldı. Yüzbaşı
Ferhat, İ stanbullu, fakat kuzguni siyah bir zencidir. Türklüğe hakaret etti
diye bir Suriyeli subayın kafasına gramofon makinesini indirmiş, kafasını
yarmış, iki ay hapis cezası yemiş. Böyle, zenci aslından birisinin, Türklüğe
olan sadakatini bir hadise sayan cezaevi kumandanı, arasıra bazı büyük
rütbeli İ ngiliz subaylarını getirip Ferhat'ı gösterirdi. Türklerin, bir zenciyi
kendilerine bu derece Sikı bağlamasına hayret ederlerdi.

Ben, cezaevi kumandanı yarbay ile iyi münasebetler kurdum. Hergün


geldi , bana bir saat kadar İ ngilizce ders verdi. Her sabah saat onda oda­
mızın kapısını yarım saat müddetle açık bırakırlar, bu esnada Llıtfi Baru­

di kilere giderek bizim üçümüze mahsus erzağın iki üç misli fazlasını, giz­
lice \ erdiği bir iki sigara karşılığında sağlardı.

Cezaevi kumandanı uslu oturduğum için benim dört günümü affetti


ve altmışıncı g ünün sonunda cezaevinden çıkarak Seydibesir'e döndüm.
YETMİŞLİK BİR SUBAY I N HATIRALARI

Seydibeşir esirler kampında yeni vukuatlarımız


Kampa tekrar dönünce, esir subay ve erlerin kültür işleri ile meşgul
olmayı düşündüm. Albay, yarbay ve binbaşı rütbesindeki esir Türk su­
bayları, barakalarına çekilmişler, etliye sütlüye karışmıyorlar, barışı bekli­
yorlar. Fakat yapılacak çok işler var. Dört yüz kadar er var. Bunlar i\in
bir okuma yazma ve yurt bilgisi kursu açtık. Öğretmen meslekli yedek su­
bayları bu iş için ayırdık. Alman subaylarını da, Almanca öğrenmek iste­
yen Türk subaylarına ders vermeye teşvik ettik. Fransızca dersleri de veri­
liyordu. Fakat esirleri bürüyen İngiliz düşmanlığı yüzünden İngilizce
öğrenmeye teşebbüs etmek, bir nevi düşmanla sempati kurmak manasına
geldiğinden tek bir esir İngilizce öğrenmeye yanaşmadı.
Bu faaliyetler esır kampı Kumandanı Yarbay Kots'u tekrar sinirlen­
dirmeye başladı.
Kaçma teşebbüsü
Bir gün, esirlik kampından kaçmak için gizli bir cemiyet kurduk.
Tam yirmi subay, Kur'an'a el basmak suretiyle gizlilik için and içtikten
sonra, mensuplarımızdan üçünün oturduğu bir odanın ortasından bir
tünel kazmaya karar verdik. Önce, bolca kum torbası tedarikledikten sonra
işe başlandı. Geceleri sabahlara kadar çalışılıyor, şafakla birlikte tünelin
ağzı tekrar tahta bir kapak ile örülerek üstüne bir halı seriliyor. Kazma işi
iki istihkam subayının nezareti altında yapılıyor. Her gece, kimlerin gelip
çalışacağı, önceden tesbit edilmiş cetvele göre tarafımdan tebliğ ediliyordu.
Tünelin ağzı üç buçuk metre derin kazıldı. Sonra bir metre yükseklik ve
bir metre genişlik olmak üzere tünel uzatılmaya başlandı. Duvar cidarları
kum doldurulmuş torbalarla iksa ediliyor, tünel tavanına da aralıklı olarak
basit tahtalar konuluyordu. Çıkarılan ve rengi başka olan kum, barakanın
etraflarına geceden yayılıyor, sabah güneşi ile kuruyarak genel manzaraya
uygunlaşıyordu.
Bu tünel, tel örgülerinin altından geçerek kamp dışına kadar otuz beş
metre uzunluğunda olacak idi. Ancak yedi metreye kadar işi ilerletmiştik
ki , bir sabah İngilizler bu kazılan odanın bulunduğu barakayı bastılar. El­
lerinde uzun sırıklarla odalara girerek zemini sırık vuruşlarıyla dinlediler,
tüneli meydana çıkardılar. Birisi haber vermiş.

Çingene Mehmet Ali


Haber veren, Çingene Mehmet Ali denen bir yüzbaşıdır. Bu yüzbaşı,
saikan bir Çingene idi. Kamptan kaçan Çingene Halit gibi değil. Çingene
168 RAH M İ APAK

Halit, esmer olduğu için arkadaşları ona okulda Çingene adını takmışlar­
dı. Mehmet Ali'ye gelince, bu Edirne Çingenelerinden maruf bir tefçinin
oğludur. Tam kan çingenedir. Nüfus kağıdında Müslüman kıpfi yazılı ol­
duğundan ve Osmanlı devrinde bütün Müslümanlar askeri okullara alın­
dıklarından, Edirne Askeri Okulu'na girerek subay olmuştu. Fakat soyunun
istediği hıyaneti yapmaktan kendini alamamış, her nasılsa kulağına varan
bu kaçış teşebbüsünü İngiliz kumandanına haber vermişti.

Ağır yaralanan İngiliz taraflısı iki Türk subayı


Çanakkale muharebeleri esnasında, güya kendi arzuları ile İngilizlere
esir olmuşlardır veyahut İngiliz hatlarına kaçmışlardır diye lekelenmiş iki
genç subay, Seydibeşir esirler kampında, diğer esirlerle birlıkte b ulunmak­
tadır. Bunların, kendi Türk arkadaşları aleyhinde, Kumandan Kots'a ca­
susluk etmekte olduklarını diğer esirler sanıyorlarmış. Bir gece, yüzleri ve
gözleri sarılı iki kişi, bunlar uyurken odalarına girerek her ikisini de bı­
çaklarla ölüm derecesinde yaraladılar.
Ertesi günü, İngiliz kumandanı kamp içinde bir terör havası yarattı.
Suçluları meydana çıkarmak için birçok kimseleri yakalayıp tazyik etmeye
başladı ve en başta, beni, en yakın iki arkadaşım olan jandarma Yüzbaşı­
sı Manastırlı Vasfı ve Deniz Yüzbaşısı İsmail Hakkı ile tevkif ederek kam­
pın bitişiğinde bulunan ayrı ve küçük bir yere tecrit ettiler.
Benim bu yaralama hadisesi ile hiçbir ilgim yoktu. Sonradan öğrendi­
ğime göre bu işi tertip eden, evvelce kamptan kaçan altı arkadaştan birisi
olan Yüzbaşı Mehmet Ali imiş. Bu ateşli vatanperver arkadaş -bilahara
gırtlak vereminden vefat etti. İngiliz Kumandanı Kots, her hadisede benim
parmağımı arıyordu. Tecrit edildiğimiz yere, münasebeti olmayan bir
yüzbaşıyı daha yanımıza koydular. Biz derhal, bunun Kots hesabına ağzı­
mızdan laf almaya veya konuştuklarımızı dinlemeye gelmiş olduğunu sez­
dik ve onun yanında hiç konuşmadık.

Kots'un bana hazırladığı komplo ve büyük bir kavga


Üç gün sonra, beni üç arkadaşımla birlikte içindekilerinin dörtte uçu
Suriyeli ve Iraklı olan C kampına naklettiler. Üç arkadaş bir barakanın
bir odasına yerleştik. Yanımızdaki odada Araplar var. Fakat daha ötede
iki odada da, bize çok bağlı ve sporcu altı Türk subayı var. Daha ilk ak­
şam bitişiğimizde ve bir hasır duvarla bizden ayrılı odadaki bir Bağdatlı
yüzbaşı ile bir Ermeni doktor yarbay yüksek sesle Türklerin aleyhinde
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI i 6g

atıp tutmaya başladılar. Kendilerine seslendim: "Bizim Türk olduğumuzu


biliyorsunuz, yavaş sesle konuşmanızı rica ederim". Sözümü bitirmeye kal­
madı, sağdaki ve soldaki odalardan evvelce hazırlanmış olan on onbeş
Arap subayı fırladı, bizim odaya hücum etti. Fakat aynı zamanda daha
öteki odalardan da bizim arkadaşlar bunlara çullanınca yumruk, sille, to­
kat, tekme, sandalye, bardak ve demirin de araya girmesiyle bir (Türk -
Arap) dövüşü başladı. Ben, bunun Kots tarafından veyahut onun direktifi
ile Ermeni Tercüman Nişan tarafından beni ve iki arkadaşımı hedef tuta­
rak tertip edilmiş bir hadise olduğunu sezdim. Kalabalığın arasından usta­
lıkla sıvışarak doğruca bu kampın kıdemlisi olan Muhabere Yarbayı Ali
Bey'e gittim ve İngilizleri müdahaleye davet etmesini rica ederek onun
odasına saklandım. Ali Bey'in derhal müracaatını reddedemeyen İngiliz
yüzbaşısı sekiz on silahlı askerle gelinceye kadar oldukça kafa, göz patladı
ve kanlar aktı. Biraz sonra Kots'un kendisi de geldi ve bu barakadaki
Türklerin hepsini, içinde ben ve yakın iki arkadaşım olduğu halde Türkle­
rin oturduğu A kampına naklettirdi. Şahitlerin ifadesi ve şikayetin bizim
tarafımızdan yapılması yüzünden İngiliz kumandanı bizi suçlu duruma
sokamadı. Böylece büyük kavganın tahrikçisi olarak cezalandırılmaktan ve­
yahut vahimce birkaç yara almaktan kurtulmuş oldum.

Ermeni tercümanının gırtlağına sarılan alaylı teğme n


A kampına taşındığımızın haftasına varmadı. Bir gün, akşam yokla­
masından adını unuttuğum, fakat Yemen'den esir olarak gelen ve alaydan
yani kıtadan yetişme gürbüz ve genç bir subay, birdenbire iki sıralı yokla­
ma safından ve benim yanımdan fırlayarak, yoklamayı yapmaya gelen İn­
giliz yüzbaşısının yanındaki Ermeni tercümana saldırdı. Tercümanın gırt­
lağını parmakları arasına alarak yere yatırdı, kafasını kumların içine soka­
rak boğmaya başladı. İngiliz yüzbaşısı, elindeki kalın sopa ile teğmenin
sırtına kafasına vuruyor, tekmeliyor ve derhal yetişen üç dört İngiliz eri de
tekme ve yumruklarla bizim subayı ayırmaya çalışıyorlar. Onun bu vuruş­
lara aldırış etmediğini ve parmaklarının arasına aldığı boğazı sıkmakta de­
vam ettiğini görüyoruz. Esirlerden hiçbirisi yardıma gitmedi, yani ayırma­
ya gitmedi. Bu iyi bir hareket olmadı ve bundan dolayı İngilizler çok kız­
mışlar. Nihayet tercüman son nefesini vermeden, İngilizler Türk subayını
ayırmaya muvaffak oldular ve alıp götürdül er.

General Allenbi'nin yüksekten atan bir mesajı


Neler oldu, neler düşünüldü bilmiyorum. Bu hadiseden on gün sonra
akşama doğru beni ve iki arkadaşım Vasfi ile İsmail Hakkı'yı, kamp Ku-
RAHMİ APAK

mandam Kots'un odasına götürdüler. İçeriye gırınce, benim Tümen Ku­


mandanım Musa Kazım Bey'le Hicaz garnizonunda esir edilmiş Albay
Ahmet Bey'i odada oturur gördüm. Ayrıca, sonradan esirler kamplarının
müfettişi olduğunu öğrendiğim Vilson adında bir İngiliz Albayı da masa
başmda oturuyordu. Biz girip de ayakta yanyana durunca, Müfettiş Vil­
son büyük bir sarı zarftan bir kağıt çıkararak elinde tuttu ve bakmaksızın
konuşmaya başladı. Tercüman Nişan her cümleyi Türkçe'ye çeviriyor: "Siz
üçünüz, o kadar ahlaksız ve o kadar adi insanlarsınız ki, Şeyh Sünüsi'nin
ordusunda bile sizin gibi rezil subaylar yoktur''. Ordu Kumandanı Gene­
ral Allenbi'nin, sizin hakkınızdaki emrini size okuyacağım: "Bu subaylar
hakkında her türlü zecri tedbirleri almayı ve harbin sonuna kadar, bunla­
ra karşı milletlerarası kararlar ve adetler dışı muamele edilmesini esirler
müfettişliğine emrediyorum. Bunların, barıştan sonra kendi hükümetleri
tarafından dahi ayrıca cezalandırılmaları için yapılacak barış antlaşmaları­
na hükümler koyduracağımı da kendilerine tebliğ ediniz . . .
"

Hoppala, tamburdan yeni bir nağme daha çıktı. Sükunetle şöyle


söyledim: "Albayım, bu kadar fena tavsif edilmemize sebep olan suçları­
mız nedir?" .
.Müfettiş Vilson, ayağa kalkarak daha yüksek bir sesle: "Siz, şimdiye
kadar koyunlar gibi itaatli duran bu harp esirleri arasına fitne ve fesat
saçtınız. Onları, İngiltere devletinin nizam ve otoritesi ve kanunları aleyhi­
ne tahrik ettiniz, isyan ettirdiniz. Kamp kumandanını vazifesinden bizar
ettiniz. Daha pek çok vahim teşebbüsleriniz de var. Bunların cevabını da
askeri mahkeme önünde vereceksiniz ... " dedi. Ben yine sükunetle: "Ben,
bu suçlarımdan dolayı şeref duyuyorum" dedim. Fakat fazla ateşli olan
arkadaşım Jandarma Yüzbaşısı Vasfi (bu zat, İstiklal Savaşı'nda Yozgat
asileri tarafından namertçesine şehit edilmiştir) hemen atıldı: "Dünyanın
en aşağı ve alçak subayları, sizler yani İngiliz subaylarıdır" derdemez Vil­
son 'un Vasfi'nin gırtlağına sarılmasıyla birlikte, Vasfi de bunun gırtlağına
sarıldı. Kapıda hazır duran beş altı silahlı İngiliz askeri derhal içeri gire­
rek dipçiklerle Vasfi'nin kafasına ve omuzlarına vurdular, kanlar içinde dı­
şarıya attılar. Arkadan beni ve İsmail Hakkı'yı da dipçiklerle dışarı atarak
üçümüzü de bir yuvarlak barakanın içine soktular. İşte, Mareşal Allen­
bi'nin emrinin tebliğ töreni, bizim iki tümen kumandanımızın huzuru ile
böyle bir skandal içinde icra edildi.
Karanlık basıncaya kadar bu yuvarlak baraka içinde kaldık. Baraka­
nın etrafı süngülü bir manga askerle sarılı. Başlarındaki binbaşının da ta-
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI 17ı

banca elinde. Bütün bu alarm hareketleri üç silahsız harp esiri için yapılı­
yor. Biz ne kadar korkunç insan imişiz.
Karanlık basınca, bir kamyon geldi. Aynı silahlı ve tabancalı muhafız­
larla bizi bu kamyona bindirdiler. Doğruca İskendireye'ye, bir de ne göre­
yim, ikinci defa Gabbari Askeri Cezaevi'nin demir kapıları açıldı.
Eski mekanı tanıdım. Arkadaşlarım burasını bilmiyorlardı. Bu defa,
üçümüzü de ayrı ayrı localara sokup kapıları kilitlediler.

İngiliz çavuşu ile yaptığım 15 dakikalık boğuşma


Biraz sonra İngiliz çavuşu tekrar geldi, ceplerimi yokladı. Ceketimi çı­
kardı ve bir daha Üstümü, başımı yokladı. Sonra pantolonumu çıkarmaklı­
ğımı söyledi. Biraz İngilizce öğrenmiştim. İtiraz ettim. Israr etti: "Türkler
soyunmazlar" dedim. Zorlamak isteyince kendisini geriye ittim. Boyum kı­
sa olduğundan arzusunu zorla yapmayı tecrübe etti. Belinden yakaladığım
gibi ayağına çelmeyi atınca yere düştü. Hiddetlendi, cezaevi nizamnamesi­
ni tatbike mecbur olduğunu, her tarafımı aramak vazifesinde bulunduğu­
nu söyleyerek tekrar zorlamaya teşebbüs etti. İkinci defa belinden yakala­
yarak çelmeyi taktım , yere yuvarladım. Ben, memleketimdeki gelenek ica­
bı on yaşından başlayarak güreş yapmıştım. Harp Okulu'nda camide güre­
şirdik, hiçbir öğrenci beni yenemezdi. Bilhassa belim ve bacaklarım çok
kuvvetli olduğundan çelmemden yere düşmeyen kimse yoktu. On beş da­
kika kadar çavuşla boğuştuk, budala İngilizi yedi sekiz defa çelmeye ala­
rak yere yuvarladım. N ihayet yoruldu, birçok küfürler savurarak kapıyı
hiddetle kapayıp defoldu gitti.
Ertesi sabah erkenden bizi aldılar, doğruca istasyona götürdüler ve bir
trene bindirdiler, aynı muhafaza tedbirleri ile.
Trenden Kahire'de indik. Bir kapalı kamyonla büyük bir kışlanın
önünde durduk. Kışlanın adı Kasrı Nil imiş. Bizim Davut Paşa veya Seli­
miye kışlalarını andıran bir mimari tarzı. Yalnız üç kat yapılmış. Nil N eh­
ri önünden geçiyor ve nehre karşı olan cephesi açık bırakıldığından kışla
üç cepheden ibaret. Burada, Kiçner teşkilatından bir alay yerleşmiş. Bu
Kiçner teşkilatı, yirmi yaşından daha genç ve gönüllü askerlerden ibaret­
tir.
Kışlanın doğu cephesinde ve Nil :'\ehrine bitişik sol kenarında ve üst
katta, bazı mevkuflar için bir koridor üstünde olmak üzere yanyana altı
oda ayrılmış. Bu koridorun batıya ve avluya bakan camsız ve geniş pence-
1 72 RAHMİ APAK

releriyle güneye nehre bakan pencereleri dikenli tellerle örülmüş. Odalar­


da birer ikişer karyola var. Aynı koridorun aksi tarafında ve diğer bir kori­
dor üzerinde kezalik beş altı oda var. Fakat bir koridordan diğerine geç­
mek yasak. Muhtelif maksatlarla tevkif edilenler buralarda tecrit edilmiş­
ler.

Kasrı-el-Nil' de 4 ay kaldım
Bizi kışlanın üst katındaki daireye getirerek baştaki kabul odasına
oturttular. Beş dakika sonra önce bir arkadaşımı, sonra diğer arkadaşımı
alıp götürdüler. Yarım saat sonra da beni aldılar. Kışlanın aynı katında,
batıya bakan tek pencereli dar bir odaya soktular ve demir kapıyı kilitle­
yip gittiler. Odada, tek bir karyola ve bir de sandalye var. Pencereden
aşağı, sokağı görüyorum. Mısırlılar gelip geçiyorlar. Bir Mısırlı genç, uzak­
ta duvar dibine dikilmiş bana bakıyor, güya halime acıyormuş gibi bazı
işaretler yapıyor. Herhalde bir İngiliz tahrikçisi. Geceyi bu odada geçir­
dim ve bir yudum yiyecek vermediler.
Ertesi sabah, saat 09.oo'da kapı açıldı ve Müfettiş Albay Vilson, ya­
nında genç bir Ermeni tercümanla içeri girdi. Ben, sandalyede oturuyor­
dum, hiddetimden ayağa bile kalkmadım. Omuzlarımdan tutarak beni
sandalyeden kaldırdı, kendisi oturdu. Ben de yatağın üstüne oturdum. İlk
sözünü tercüman şöylece Türkçe'ye çevirdi: "Nasıl bir tehlike içinde bu­
lunduğunu biliyor musun?", "Hayır bilmiyorum" diye cevap verdim: "Bu
tehlikeyi öğrenmek merakında değil misin? " dedi: "Ben hiç birşeye merak
etmem" dedim: " Öyle ise, bu tehlikeyi ben sana anlatayım. Sen, Seydibe­
şir esirler kampında gizli bir terör cemiyeti kurmuşsun. Adamların ile ilk
önce, iki genç Türk subayını ağır surette yaralatmışsın. Sonra da senin bir
adamın, bir Ermeni tercümanı boğmak ve öldürmek Üzere saldırmış. Za­
vallıyı zorla ölümden kurtarmışlar. Şimdi ise asıl hedefiniz Kamp Ku­
mandanı Yarbay Kots ile diğer İngiliz subaylarını öldürmek imiş. Sen, ya­
kında bütün bu suçların için askeri mahkemenin önüne çıkacaksın . . . .
"

Bu sözleri hayretle dinledikten sonra bana bir gülme geldi. Vilson'a


dedim: " Dünden beri bir lokma ekmek yemedim, bir sigara içmedim ve
hiddetimden çatlıyordum. Böyle bir zamanımda beni güldürecek birkaç
kelimeyi işittiğimden dolayı size teşekkür ederim. Kendimin böyle müthiş
bir komitacı ve korkunç bir adam olduğumu ilk defa sizden işitmekle kol­
tuklarım kabardı. Bütün bu malumatı nereden tedarik ettiğinizi sorabilir
miyim?".
YETMİŞLİK BİR Sl'BA YIN HATlRALARl

Vilson, cebinden sigara kutusunu çıkararak bana bir sigara ikram et­
tikten sonra ceketinin cebinden bir kağıt çıkardı : ''Çingen Mehmet Ali"
diye okudu. Vilson'a söylemek üzere tercümana şunları söyledim: "Albay
Vilson gibi muvazzaf İngiliz Ordusunda büyük bir rütbeye erişmiş olgun
bir insanın, yedek subaylıktan yarbaylık rütbesine çıkarılmış ve Seydibeşir
esirler kampına kumandan tayin edilmiş olan Kots'un, yani Ermeni
tercümanların elinde oyuncak olan bu adamın fantezilerini ciddiye alması­
na hayret ediyorum. Ben, tel örgüleri içinde hapsedilmiş bir insanım ve
aciz bir durumdayım. Bir de, bu kadar ağır hareketlerin benim için idam
cezasına mal olacağını bilmez miyim? Eğer bir İngiliz subayı öldürmek la­
zım gelirse ben bunu barıştan sonra, İngilizlerle tekrar karşı karşıya gele­
ceğimiz kavga meydanında yaparım. Ben, Yarbay Kots kadar ahmak de­
ğilim. Mamafih, böyle bir suç ile beni mahkemeye vermekte serbestsiniz.
Bir kere daha mahkeme huzurunda dahi gülmek fırsatını bana vermiş
olursunuz".

Vilson, biraz düşündükten sonra: "Bay Yüzbaşı, evvelki akşam Seydi­


beşir' de Yarbay Kots'un odasındaki gürültüden sonra sizi tevkif ettiğimiz­
de, senin orada bulunan Tümen Kumandanın Kazım Bey, sana karşı
haksız ve insafsız muamele ettiğimizi, senin centilmen bir subay olduğu­
nu, hatta altı ay önce Halep'te bulunurken orada esir olarak bulunan iki
İngiliz subayını iki defa masana yemeğe davet ettiğini söyledi . Bu doğru
mudur?, sen bu subayların isimlerini bana söyler misin? " dedi. İ simlerin
hatırımda olmadığını yalnız birisinin İrlandalı ve birisinin de İ skoçyalı ol­
duğunu söyledim. Bunun üzerine: "Diğer iki arkadaşın kışlada, münferit
odalarda bulundurulacaktır. Ben seni, daha yedi sekiz mevkufun bulundu­
ğu ve ilk günü girdiğiniz yerde bulunduracağım ve sana iyi muamele edil­
mesini tavsiye edeceğim" diyerek ayrıldı gitti. Arkasından da gelip beni bu
dar ve kasvetli odadan çıkardılar ve eski yere getirerek geniş ve ferah bir
odaya yerleştirdiler.

Esrarengiz bir Yugoslav


Odaya girdiğim zaman, koridorda iki kişi vardı. Birisi yaşlıca, şişman­
ca, iyi giyimli bir adam. Diğeri, zayıf, uçuk benizli, Bektaşiler gibi aşağıya
sarkık bıyıklı bir adam. Bu adam benim açık bulunan kapı ve penceremin
önünde gezinmeye başladı. Biraz sonra, pencereden bana bir sigara paketi
attı. İçini açtım, beş altı sigara ile bir de pusula var. Fransızca yazmış.
Bana, odada oturmamaklığımı, dışarıya koridora çıkmanın yasak olmadı­
ğını yazıyor. Çıktım, kendisi ile tanıştım. Şöyle böyle dokuz on dil ile ko-
1 74 RAH M İ APAK

nuşuyor. Kendisi Yugoslav imiş. İstanbul'da küçük Bebek'te doğmuş, ço­


cukluğunu Türkiye'de geçirmiş. Rusya'da beş altı ay kalmış. Almanya'da
tahsil etmiş . .:v1ısır'da yapı kalfalığı yapıyormuş. Arapça, İngilizce, İtalyan­
ca ve Rumca'dan maada Türkçe, Almanca ve Fransızca dahi biliyor. Bun­
dan maada madeni ve kağıt kalp para basmakta dahi üstad imiş. '.\1arife­
tini göstermek için bir gün kurşun ve kalay ve alçı tedarik ederek beş on
Mısır kuruşu bastı. Hemen pencereden nehre attırdım .
.'.\1 ısır'da komünistlik propagandası yaptığından dolayı yakalayıp bura­
ya tıkmışlar. Hiç rahat durmuyordu. Bizi beklemeye gelen İngiliz nöbetçi­
leri ile görüşür ve onlara solcu fikirler aşılardı. Bununla bir iki dakika
görüştükten sonra İngiliz Kralına küfürler savuran İngiliz askerleri gör­
düm.

Portatif Hakkı
Harp Okulu'ndan 1 905 yılında subay olarak çıkmış Şumnulu Hakkı
denilen bir tipten bahsedeceğim. Bu subay, Balkan harbi patlamazdan üç
dört ay önce, kendi bölüğü erlerinin emanet paralarını zimmetine geçir­
mekten mahkemeye verilince Bulgaristan'a kaçmıştı. Kendisi de Bulgaris­
tanlı ve Şumnuludur. Sonra Bulgar Ordusunun taarruza geçmesinden bir
gün önce tekrar Bulgaristan'dan kaçarak Türkiye'ye gelmiş ve Bulgarların
taarruz için hududumuza doğru ilerlemekte olduğunu söylemiş. Mükem­
mel bir Bulgar casusu olacağından şüphe edilmemek lazım gelen bu ada­
mı, güya tekrar memleketine dönmek için canını tehlikeye koymuş bir va­
tan fedaisi sıfatıyla tekrar orduya almışlar, eski suçunu affetmişler ve
mükafatlandırmışlar.
İki yıl sonra patlayan Birinci Cihan Savaşı'nda bu adamı İngilizler
elinde esir olarak görüyoruz. Bizim tevkif edildiğimiz bu Kasrı-el-Nil kışla­
sında bir müddet kalmış. Biz geldiğimiz zaman onu göremedik. Fakat,
burada bulunduğu zaman onunla temas eden ve hala Kasrı-el-:'1fü'de bi­
zim arka tarafımızda oturmakta olan ve durumları şüpheli bulunan iki su­
bay, hemşerilik gayretiyle, Portatif Hakkı denilen bu Şumnulu Hakkı'nın
hıyanetleri hakkında bana bazı bilgiler verdiler. Portatif Hakkı, daha önce,
buradan , bir İngiliz denizaltısı ile bir gece İzmir kıyılarına çıkarılmış. Der­
viş kıyafetinde karadan İzmir'e gitmiş. Şehirdeki İngiliz casus yuvası ile te­
masa geçerek aldığı mesajları karaya çıkarıldığı yerde ve muayyen gecenin
bir saatinde kendisini bekleyen denizaltı gemisine getirmiş ve bu gemi ile
Mısır'a dönerek yeni işler almak Üzere Kasrı-el-Nil'e avdet etmiş. İz-
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI 1 75

mir'deki bu casusluk yuvası, orada eski zamandan beri çalışan meşhur Vi­
tol ticaret firması tarafından idare ediliyormuş. Portatif Hakkı sonra Sela­
nik cephesine gitmek vazifesini almış. Arnavutluk kıyılarına çıkarılarak
Bulgar ve Türk Ordularının gerisine geçmek ve oradan malumat toplaya­
rak getirmek vazifesi kendisine verilmiş.
Bu Portatif Hakkı, bundan sonra hiçbir yerde tekrar görülmediğine
göre belki bu ikinci ödevini yaparken yakalanıp öldürülmüş ve belki de
avdetinde, artık kendisine lüzum kalmadığı için İngiliz Intelligence Servisi
tarafından yok edilmiştir. Çünkü Intelligence Servis, bu gibi serserileri
kullandıktan ve artık bunlara lüzum kalmadıktan sonra bunları yok etmek
adetinde imiş.
Üçüncü ayın ortasında, bizim yemeklerimizi yapıp bize getiren �Iısırlı
aşçıya hiddetlenen Yüzbaşı Vasfı yemek tabağını aşçının kafasına attı. Mı­
sırlı başından hafif yaralandı. B ize nezaret eden İngiliz çavuşu birkaç as­
kerle gelerek Vasfı'nin elini, kolunu bağladı ve ayrıca kendisi yere yatıra­
rak karyolanın demirlerine dahi bağladı.

Aynı muamele ne için bana da yapıldı?


Bu defa İngiliz çavuşu bana yaklaşarak: "Yüzbaşım sen Yüzbaşı Vas­
fı'nin bu hareketini haksız b ulmuyor musun?" diye sordu. Cevap olarak:
" Dört ay aynı odanın içinden çıkmayan bir insanın sinirleri bozulur. Bu
hareketi haksız bulmuyorum" deyince hemen beni de ellerimden ve kolla­
rımdan bağlayıp yere yatırttı ve kendi karyolamın demirlerine bağladı.
Yarım saat sonra tekrar geldi ve bana: "Yüzbaşım, beni mazur gör,
ben bunu kendiliğimden yapmadım. Aldığım emirle yaptım. Askerler,
kendilerine verilen her emri yapmak zorundadırlar. Mesela; bana, git şu
iki Türk yüzbaşısını öldür, diye emir verseler, hiç düşünmeden gelip sizi
öldürürüm" diye alay edip gitti.
Dört saat kadar bağlı kaldık. Oldukça sıkıcı bir iş. Sonra gelip ipleri­
mizi çözdüler ve bizi kışla ve alay kumandanı olduğunu öğrendiğimiz yaş­
lı bir albayın yanına götürdüler. Bu albay iyi bir adama benziyordu. Kısa
zamanda bizim durumumuzu düzelteceğini ve ara sıra bizi dışarıya gez­
meye çıkarmak müsaadesini sağlayacağını bize vaat etti.

Meçhul bir semte gidiyoruz


Albayın bize yaptığı vaatten bir hafta sonra sekiz asker ile bir gedikli
İngiliz çavuşu gelip bizi aldılar. Her üçümüzde de çamaşırlarımızı koydu-
RAH M İ APAK

ğumuz küçük birer çanta var. Bunları elimize aldık, kışladan çıktık. Yu­
goslav'da bizimle beraber. Bir kapalı kaptı kaçtıya binerek Kahire istasyo­
nuna geldik. Trene birinci mevki bir vagona bindik. Nöbetçiler başımızda,
akşama doğru İsmailiye'de trenden indik. Beklemeden rıhtımda duran bir
vapurun içine sokulduk, fakat itibar yerinde. Birinci mevki kamaralarda
bize birer yatak gösterdiler.
Vapur geceleyin kalktı. Bir hastane gemisi imiş. On beş bin tonluk ve
on sekiz mil süratli. Lakin, konvoy (yani kafile) halinde ve geceleri her ge­
mi zikzak yürüyüşle gittiğinden Milos Adasına ancak dört günde geldik.
Konvoyun etrafında bir kruvazör ve iki torpido var. Mevsim ağustos, ka­
maralar cehennem gibi sıcak oluyor, uyuyamıyoruz. Hatta, İngilizlerin,
kamaralarımızı kasten ısıtarak bizi işkence altında bulundurmalarından bi­
le şüphelendik. Fakat bize sabah, öğle, ikindi ve akşam günde dört defa
ve birinci sınıf yolculara mahsus yemek veriyorlar.
Korent Kanalına geldiğimizde bizim vapur konvoydan ayrılarak kanalı
geçti. Fakat aynı zamanda iki arkadaşımla beni ve Yugoslav'ı kamaralar­
dan çıkararak en altta üçüncü kat ambara indirdiler. Ambarın kapağını
yarı kapayarak kapağın başına bir de silahlı nöbetçi diktiler. Korent'ten
itibaren Fransız bölgesine ve Fransız kumandanlığı emrine girildiği için
bize yapılan muamelenin değiştirildiğini İngiliz çavuşu söyledi. Halbuki
bu uydurma yalanın hakikatini sonradan anladık. Meğerse, gemide daha
kırk kadar Türk varmış. Bunlar, Hicaz'da esir edilen küçük devlet me­
murları imiş. Telgrafçı, posta memuru, mahkeme katibi, tahsildar v.s ... gi­
bi. İngilizler bunları geminin ön ambarlarına kapamışlar. Yola çıkıldıktan
sonra da bunları kömür taşımak vesaire gibi işlerde çalışmak için zorla­
mışlar. Bunlar, memur olduklarını beyan ederek iş yapmayı reddedince,
bu itaatsizliğin bizim tarafımızdan telkin edildiği şüphesine düşmüşler.
Halbuki bu arkadaşların gemide mevcut olduklarından haberimiz bile
yoktu. Gemide, bizim muhafazamız için bulundurulan on silahlı İngiliz­
den başka asker olmadığından, kırk elli esir Türk'ün bu silahlı muhafızlara
hücum ederek İngilizlerin ellerinden silahlarını alıp vapuru zaptetmeleri
ihtimalini de düşünmüşler. Bu yüzden ve bizim bozuk sicilli insanlar ol­
duğumuzu bildiklerinden, bizi vapurun alt ambarına kapamaya karar ver­
mişler.
Kanalı geçtikten sonra bütün gemi tayfalarına ve muhafız erlerine
cankurtaranlar dağıtıldı. Başımızda, yukarıda ambarın kapağında nöbet
bekleyen silahlı er, eğer Alman denizaltısı çıkıpta vapura bir torpil atacak
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI 1 77

olursa, hemen silahının hazinesindeki mermileri bizim üzerimize sıkacağı­


nı ve sonra kendilerinin flikalara binerek kurtulacaklarını, bizim ise gemi
ile birlikte denizin dibine ineceğimizi bize söyledi durdu.

Yugoslav arkadaşın kurnazlığı


Alt kat ambarda, müthiş sıcakta çok sıkıntı içindeyiz. Yugoslav arka­
daşımız: " Ben bir kurnazlık yapacağım, bana yardım ediniz" dedikten
sonra yakasına iliştirmiş olduğu bir toplu iğnenin ucu ile sol elinin şaha­
det parmağını deldi. Sıka sıka bu delikten kan çıkardı. Bu kanı ağzı ile
emerek ağzının yarısını, dudaklarını ve cebinden çıkardığı bir mendili ve
burnunu kanlara bulaştırdı. Sonra sırtüstü yere uzandı, kendisini yarı ölü
bir hale koydu. Zayıf, uçuk benizli bir adam olduğundan hastalık kendisi­
ne yakışıyordu. Biz, nöbetçiye bağırdık: "Coni, coni, bu adam ölüyor".
Nöbetçi yukarıdan kafasını uzattı. Onu bu halde görünce elindeki
düdükle çavuşu çağırdı. Çavuş bu yapma hastayı görünce, geri gidip dok­
toru getirdi. Doktor, hastayı muayeneye lüzum görmeden bir sedye getirt­
ti. Üç dört er inlemekte olan hastayı sedyeye koyup güç hal ile dar mer­
divenlerden yukarı çıkarıp götürdüler. Sonradan öğrendik ki üst güverteye
kaptanın bulunduğu yerin yanına götürmüşler, bir şezlonga yatırmışlar,
ciğerlerinden kan geldiğini sandıkları Yugoslav'ı çaylar ve bisküvilerle bes­
leyerek hoş tutmuşlar. Tabii biz, bütün gece ve ertesi günü öğleye kadar
bu ambarda kaldık.

Malta'ya varış
Vapur, çok hızlı gittiğinden, ertesi günü öğleden sonra Malta'yı tuttu.
Bizi burada vapurdan çıkardıkları zaman, Kahire'den Malta'ya sürgün
edildiğimizi anladık. Malta Adasının merkez şehri olan Valeta'nın kena­
rında ve birbirlerinden tel örgüleri ve duvarlarla ayrılmış üç esir kampın­
dan birisi olan Verdalabarraks'da bizi yerleştirdiler.
Beni Llıtfi Barudi'nin bulunduğu ve bir Avusturyalı askeri veterinerle
birlikte oturduğu geniş bir odaya üçüncü olarak koydular. Llıtfi Barudi
bizden önce buraya sürülmüş.
Verdala'da yedi yüz kadar· esir var. Bunların üç yüz kadarı Mısır'da
yaşayan Almanlar, bir kısmı İngilizler tarafından Çanakkale Boğazı dışın­
dan batırılmış Breslav Alman kruvazörünün kurtulan mürettebatı. Selanik
cephesinde tutulmuş Alman subayları, Avusturyalı bazı subaylar ve sivil­
ler. Otuz kadar sivil Mısırlı enterne, on kadar Türk subayı o kadar er.
F. 72
RAHMİ APAK

Bunlar burada hayatlarını tanzim etmişler. Lokantalar, gazinolar aç­


mışlar. Müzik dersleri, dil kursları, tiyatro temsilleri yapıyorlar. Buradaki
bütün esirlere iyi muamele ediliyor. İçişlerine karışılmıyor, akşamları yok­
lama için avluda ikişer sıra dizilmek gibi rahatsızlıklar verilmiyor. Muay­
yen saatte bir İngiliz subayı odalarına gelerek esirleri sayıyor. Haftada bir
defa, yirmişer otuzar kişilik postalar halinde denize götürülerek banyo
yaptırılıyor.
Ben burada tam 1 4 ay kaldım. Malta'ya geldiğimiz zaman Alman Or
duları, Fransız cephesinde yenilmeye ve çekilmeye başlamıştı. Bir müddet
sonra Zigfrit Alman müstahkem hattı da düştü. Almanya'da Spartaküs
ayaklanması başladı. Ruslar, daha önce Bolşevik ihtilalini yapmışlar ve Al­
manya ile barış haline geçmişlerdi. Biraz sonra harp sona erdi. Herkes bir
ayak önce, vatana dönmeyi düşünüyordu.

Alman esirlerinin isyan hareketi


Yapılan barış antlaşması gereğince Almanya, Avusturya ve Türkiye'­
de bulunan İngiliz ve Fransız harp esirleri ve sivilleri derhal serbest bırakı­
larak memleketlerine döndüler. Fakat İngiltere' deki Alman esirleri serbest
bırakılmıyor. Esirlerin her müracaatına, tonaj (vapur) yok, vapurların
önemli bir kısmı Alman denizaltıları tarafından batırıldığından ve elde ka­
lanlar ise beş milyona yakın İngiliz askerlerini memleketlerine taşımakla
meşgul olduklarından, vapur tedarik edilinceye kadar beklemek zaruri ol­
duğu cevabı veriliyordu.
Barış şartlarına göre, Almanlara ait bütün vapurlar da İngiliz ve
Fransızlar tarafından müsadere edilmiş olduğundan Alman hükümeti,
kendi esirlerini aldırmak için vapur göndermekten aciz bulunuyordu.
Almanlar, birkaç ay kadar sızlandıktan sonra, nihayet bir isyan hare­
keti tertip etmeye karar verdiler. İlk önce umumun verdiği gizli oy ile bir
isyan komitesi seçildi. Bu komitenin vereceği karara herkes itaat edecekti.
Komite, iki gün kadar çalıştıktan sonra, ayaklanmanın ve gösterinin ne
suretle yapılacağını tespit etti ve bunu bütün esirlere bildirdi:
r . Her esir, ses çıkarıcı vasıtalar tedarik ve imal edecek. Boş tenekeler,

kaynana zırıltıları, yüksek sesli düdükler, borular, davullar, tamburlar.


2. Muayyen gecede, gece yarısı kamptaki bütün ışıklar söndürülecek.

3. Bütün esirler, sabaha kadar aynuna. . . Aynuna . . . Aynuna. . . (Maltız­


ca cankurtaran yok mu? demektir.) İngilizler bizi öldürüyorlar, aynuna ...
diye bağıracaklar.
YETMİŞLİK B!R SUBAYIN HATIRALARI 1 79

Kamp, iki yüz bin nüfuslu Valeta şehrinin hemen kenar mahallelerin­
de olduğundan bu muazzam gürültü şehir halkı tarafından işitilecek, za­
ten İtalyanlarla araları açılmış olan İngiliz ve Fransızların esirleri
öldürdüğü haberleri İtalyan gazeteleri ve ajanslarına aksettirilecek ve Mal­
tız ahalisi katoliklik münasebetiyle İtalyan muhibbi olduklarından böylece
medeni aleme karşı İngilizler aleyhinde bir tesir yaratılmış olacak. Bu ka­
darla bir sonuç elde edilemezse, sabaha karşı kamptaki bütün eşya ve ah­
şap yerler gazlanıp yakılacak.

Ayaklanmanın son safhası çok vahim, fakat bu safha için isyan komi­
tesi ayrıca emir verecek.

Yanyana bulunan üç kampta, şöyle böyle dört bin esir var. Birkaç
gün sonra, gece yarısı bu dört bin insan, boğazlarının bütün kuvvetiyle
bir anda bağırmaya başladı:

"Aynuna . . . . Aynuna ... İngilizler bizi öldürüyor... Aynuna . . . . " ve hep­


birden boş teneke gürültüleri, canavar düdükleri, kaynana zırıltıları gece­
nin sükuneti içinde Valeta halkını uykularından uyandırdı. Birçok Maltız­
lar, merakla sokaklara fırladılar, kampın etrafındaki sokakları doldurdular.
Bir taraftan Maltız polisleri bunları evlerine kovmaya çalışırken diğer ta­
raftan esirlerin bağırtısı, gürültüsü daha ziyade arttı.

İngilizlerin, Malta'da iki taburluk bir askeri kuvvetleri vardır. Bunla­


rın erleri ve teğmenleri Maltız olup yüzbaşılar ve binbaşıları İngiliz' <lir.
Kampın büyük demir kapıları açıldı. Bir bölük Maltız askeri, bir İngiliz
yüzbaşısının kumandasında içeri girdi, avluda birikmiş, Alman esirlerinin
karşısında cephe aldı. Şimdi Almanlar " Kahrolsun İngilizler, yaşasın Mal­
tızlar... " diye bağırıyorlar. İngiliz yüzbaşısı, süngülü askerler vasıtası ile
beş altı Alman'ı yakalattı, sürükleterek bir odaya götürdü ve kapısını kilit­
leyerek bunları odaya hapsetti. Derhal Almar:.. ayaklanma komitesi, odala­
rında toplanarak verdikleri kararı yüksek sesle esirlere bildirdi. Esirler der­
hal bu odaya hücum edip kapısını kıracaklar ve hapsedilmiş arkadaşlarını
kurtaracaklardır. Bu emir derhal icra edildi, esirler bu odaya saldırdılar,
kapıyı kırıp içerdeki arkadaşlarını dışarıya çıkardılar, bu zaferlerinden do­
layı neş'e yaygaraları attılar. Bu zorlama karşısında İngiliz yüzbaşısı seyirci
kaldı.

Bağırtılar devam ediyor: "Aynuna . . . Aynuna ... Borular, çan sesleri,


kaynana zırıltıları, boş tenekelere vurulan tokmaklar".
1 80 RAHMİ APAK

Biraz sonra demir kapı tekrar açıldı. Bir bölük asker daha geldi. Bu
bölük de birincinin yanında ve saf nizamında toplu Almanlara karşı cephe
aldı. Bu defa, kamı-ı kumandanı olan binbaşı da beraber.

İngiliz kamp kumandanının blöfü para etmedi


Kamp kumandanı binbaşı esirlere susmalarını işaret ettikten sonra,
yüksek sesle şöylece haykırdı: "Efendiler, siz İngiltere Devleti'nin kanunla­
rı aleyhine isyan etmiş durumdasınız. Bu çok vahim bir şeydir. Şimdi, ka­
nun mucibince, dağılmanız için size üç defa ihtar edeceğim. Dağılmazsa­
nız üzerinize ateş etireceğim".
Arkasından, bölüklere şu kumandaları verdi: "Silah doldur. .. Toplulu­
ğa nişan al.. . " . Mekanizmalar şakırdadı, tüfek dipçikleri omuzlara kondu.
Ben, manzarayı, askerlerin arkasından ve yüksekteki odamdan karan­
lıkta seyrediyorum.
Binbaşı konuştu: "Dağılın ... birr. .. " bütün avludaki Almanlar dört yüz
kişi hep birden: "Kahrolsun İngiltere" diye cevap verdiler ve kımıldamadı­
lar.
"Dağılın . . . İkiiii ... " aynı cevap ve dağılan yok.
Ben, heyecan içindeyim, tabii üçüncü ihtarda dağılacaklar diye
düşünüyorum. Çünkü her Maltız askerinin tüfeğinden çıkacak tek kurşun
dört beş Alman'ı delip geçecek.
u
··
"D agı
" lın. . . çç . . "
Almanlar bir duvar gibi yerlerinde kaldılar v e hep bir ağızdan: "Kah­
rolsun İngiltere . . . " diye haykırdılar.
İşte şimdi tüfekler patlayacak; karanlık içinde yüzlerce Alman'ın kanı
avluda bir göl teşkil edecek.
Kumandan, biraz bekledi. Kampta bir ölü sükutu var. Ateş kuman­
dasını bekliyoruz, fakat kamp kumandanı böyle yapmadı. Askere şöylece
kumanda etti: " Silah yerine . . . Geriye dön marş". Şimdi kumandan ve as­
kerleri geriye gidiyor. Bütün Almanlar bağırıyor: "Yuha ... Yuha. . . Korkak­
lara yuha . . . " Kumandan geriye döndü ve esirlere: "Bağırın, gırtlağınız pat­
layıncaya kadar bağırın" diye haykırdı ve askerlerini alıp demir kapıdan
çıktı, kapılar kapandı.
Bağırtı ve gürültü devam ediyor. Boğazlar kurumaya, sesler kısılmaya
başladı. Eski elan ve şiddet söner gibi. Biraz sonra kamp kumandanı bin-
YETMİŞLİK BİR SlJBAYII\' HATIRALARI ı8ı

başı tekrar geldi. Bu defa yapayalnız. Esirlere susmalarını rica etti ve şöyle
hitap etti:
"Efendiler, size acıyorum, boğazlarınız hasta oluyor. Gidiniz, yatakla­
rınıza yatınız. Yarından itibaren sizi vatanlarınıza göndermek için te­
şebbüse geçeceğim. Size, İngiltere Devleti'nin şeref ve namusu üzerine söz
veriyorum . . . ".
Bütün esirler bir ağızdan: " İngiltere Devleti'nin şeref ve namusu yok­
tur. İnanmıyoruz ve dağılmayacağız" diye bağırdılar.
Bu defa kumandan: "Efendiler, size şahsi şeref ve namusum üzerine
söz veriyorum" dedi.
Esirler sustular ve yandaki ihtilal komitesinden talimat geldi. Hepsi
birden: "Senin şahsi şeref ve namusuna güveniyoruz ve dağılıyoruz" dedi­
ler. Herkes odasına çekildi. Böylece, bu isyan komedisi ve buna karışan
İngiliz blöfü sahneleri kapanmış oldu.

Alman esirleri memleketlerine gidiyorlar


Bir hafta sonra Alman esirlerinin yarısı, kendi paraları ile İtalya'ya
gittiler. Oradan trenlerle memleketlerine dönecekler. On beş gün sonra da
bir vapur geldi. Kalan kısmını da aldı. Böylece Almanların onda dokuzu
kamplardan ayrılmış oldular.

İttihatçı liderler Malta'ya getirildiler


Beş on gün sonra, İstanbul'da İngilizler tarafından tevkif edilen ıttı­
hatçı liderlerden altmış kişilik ilk grup, Malta'ya getirilerek bizim Verdala
kampına yerleştirildi. Hepsi, büyük mevkiler işgal etmiş kimseler.
Şeyhülislam Hayri Efendi, Başvekil Prens Sait Halim, İttihatçıların Harici­
ye Vekilliğini yapmış olan Şişman Halil Menteşe, Hüseyin Cahit Yalçın,
Fethi Okyar, Ahmet Agayef, Atatürk'e yapılan kasıt hadisesinde öldürülen
İaşeci Kemal, Canbulat, Ziya Gökalp, İzmir Valisi Rahmi, İttihatçıların
genç Trabzon Milletvekili Sudi, İ stanbul Merkez Kumandanı Cevat v.s . . .

Bu liderler içinde alafranga apteshaneyi kullanmayı bilmeyenler


de varmış
Ertesi sabah erkenden kalktım, apteshaneye gittim. Beş altı tane yan­
yana alafranga apteshane var. Hangisinin kapısını açtıysam, öğürerek geri­
ye çekildim. Aptes bozmak için apteshanenin tahtalarının üstüne ayakları
1 82 RAH M İ APAK

ile çıkıp çömelmişler. Fakat küvetin tahtalarını, kenarlarını ve hatta parke­


yi boklamışlar. İdrar helanın içinde göl olmuş: "Eyvah, rezil olduk, şimdi
her sabah helaları muayene eden kamp doktoru gelip de bu manzarayı
görürse ne diyecek?" dedim. Hemen, esirler içinde Bosnalı Müslüman bir
eri yakaladım. Eline bir sarı İngiliz lirası toka ettim. Kovalar, su, paçavra
ve bezlerle derhal bütün pislikleri temizlettim ve apteshane kapılarına,
bunların nasıl kullanılacağını izah eden yaftalar yapıştırdım. İlk günü, İn­
gilizlere karşı rezil olmayı önledim. Sonra bu liderlerin bir kaçından para
istedim. Reddetmediler. On İngiliz lirası toplayarak esir Boşnak ere ver­
dim. Apteshanelerin temizlenmesi işi ile ödevlendirdim. Bu bilgisizlik ve
anlayışsızlık tabii aralarından mahdut kimselerden sadır olmuştur, fakat
hepimizi küçük düşürecekti.

Büyüklerimize karşı İngilizlerin kötü muamelesi


İngilizler her akşam büyüklerimizi avluda ikişer sıra dizerek yoklama­
larını yapmaya başladılar. Evvela, bir çavuş bunları iki sıra yapıyor, aralık
ve hizalarını tashih ediyor. Bir iki defa saydıktan sonra, gelen İngiliz teğ­
menine yoklama mevcudunu takdim ediyor. Sonra İngiliz teğmeni dahi
bir iki defa sayıyor güya neticeyi yanlış buluyor. Bunu büyüklerimizin sıra
ve hizalarını muhafaza edemediklerine hamlederek hepsini birer birer ken­
di önünden ala kö lö lö-kaz gibi birbiri arkasından yürüterek sayıyor. Ha­
sılı Osmanlı İ mparatorluğu'nun bu en seçkin devlet adamlarını tahkir ve
tezyif edici hareketler yaptırıyor. Biz, asker esirler, bu manzarayı odaları­
mızdan görerek büyük üzüntüler duyuyoruz.

Bir konferans ve bir münakaşa


Üç dört gün sonra, İttihatçı liderler, İngilizlerin bu kötü muameleleri­
ne karşı ne yapacaklarına karar vermek için, geniş yemek salonunda top­
lanıp konuşmak kararı verdiler. Bizim, Malta'daki esir subaylarımızın he­
men hepsi, Mısır' daki kamplarda İngilizlerin kötü muamelelerine karşı is­
yan ederek buraya sürülmüş arkadaşlar idi ve şimdi, Malta kampındaki
İngiliz kumandanlar, Alman harp ve sivil esirlerine yaptıkları aynı neza­
ketli muameleyi bize de yapıyorlardı. Zaten, yapmayacak olsalar ta­
hammül etmeyeceğimizi de biliyorlardı.
.\1emleketin mukadderatını yıllarca idare etmiş, Genç Türk İhtilal ve
İnkılabını yapmış ve yürütmüş olan büyüklerimizin, karakterleri hakkında
bir fikir edinmek için ben de toplantıda dinleyici olarak bulundum.
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI

Konuşmalarda üç fikir müdafaa eden üç grup belirdi;


Birinci grup şöyle düşünüyordu: "Biz, İngilizlerin elinde tutsak bulu­
nuyoruz. Bize, istedikleri her muameleyi yapabilirler. Buna mani olama­
yız. Mukavemet etmeye teşebbüs edersek onları daha kötü hareket etmeye
teşvik etmiş oluruz. Hatta bizi öldürebilirler bile. Halbuki bizim gibi
tecrübeli insanların hayatı bu millet için lüzumludur. İleride vatan için
tekrar mücadele edeceğiz. Bu mücadele günlerinde bu milletin bize ihti­
yacı olacaktır. Bu sebepten itiraz etmek manasızdır, zararlıdır . . . ". Bu gru­
ba mensup olanların adlarını burada açıklamak iyi bir şey olmayacağın­
dan isim tasrihinden çekindim.
İkinci grubun düşünce ve 'teklifi ise: "Biz, bu memleketin yıllarca ba­
şında bulunduk. Düşman hakaretine sabır ve tahammül eden aşağı insan­
lar rolünü alamayız. En küçük bir hakareti bile reddederek şerefle ölelim.
Yeni nesle, yeni Türk Gençliğine ve Türk tarihine, kendi büyüklerinin fe­
dakarlık hatıralarını devredelim " .
B u teklifin taraftarları, Atatürk'e yapılan suikast hadisesinde, İstanbul­
da öldürülen İaşeci Kara Kemal, kezalik aynı harfisede İzmir'de asılan es­
ki Dahiliye Vekili Canpolat, Kayseri Valisi Muammer unuttuğum birkaç
kişi idi.
Üçüncü grup ise ikisinin ortası bir hal sureti teklif etti. Aralarından
bir heyet seçerek, yoklama saatinde odalarından dışarı çıkmayacakları
hakkında teminat vermek ve yoklamanın, diğer esirler gibi, odalarda yapıl­
masını kamp kumandanından rica etmek.
Çoğunluk bu üçüncü grubun fikrini kabul etti. Kamp kumandanına
bir ricacı heyet gönderildi. Kamp kumandanı da bu ricayı kabul etti.
Burada yazmaksızın geçemeyeceğim iki zattan bahsedeceğim. Birisi
Şeyhülislam Hayri Efendi'dir. İngilizler, onu yoklamaya çıkmak mecburi­
yetinden istisna etmişlerdi. Diğeri ise Medine müdafaasında esir olan Fah­
ri Paşa' dır. Yoklamaya çıkmayı reddetti. Kendisini zorla oraya götürmek
isteyen İngiliz subayına da göğsünü açarak: "İtaat etmiyorum, geliniz,
süngülerinizi batırınız" diye bağırdı. Bu kahraman General yoklamaya çı­
karılamadı.
Ziya Gökalp
Büyük Türk Ziya Gökalp ile kanım çok kaynaşmıştı. Hemen her gün
odama gelir, saatlerce otururdu. Mübarek adam, oturur, fakat konuşmaz.
RAHMİ APAK

Etrafına toplanırdık, onu konuşturmak için seksen dereden su getirirdik.


Nihayet, elindeki tesbihi ile dalmış olduğu alemden uyanır, konuşmaya
başlar, biz de onu vecd ve hayretle dinlerdik.

Kuşçubaşı Eşref
Verdala kampının tipik esirlerinden Kuşçubaşı Eşref hakkında da bir
iki satır yazacağım. İttihatçıların yetiştirdiği sergüzeştçilerden birisi olan
jandarma Yüzbaşısı Eşref, güya Mekke Şerifi Hüseyin aleyhinde bazı Be­
dev!leri ayaklandırmak için bir miktar altın ile Hicaz'a gönderilmiş. Fakat
Bedeviler tarafından yakalanarak İngilizlere teslim edilmiş. Türk Lavrensi
Eşref, yakalanınca kendisini Türk albayı olarak bildirmiş. Ona Kölnel .Eş­
ref diyorlar ve müstesna muamele yapıyorlardı. Yalnız başına geniş b_ir
odada otururdu. Odasının bütün duvarlarına Arapça ayetler yazdırmış,
bir ibadet evi haline sokmuştu. Cuma günleri, bitişik kampta bulunan ve
siyasi mevkuf olarak tutulan Müslüman Hintliler onun ziyaretine gelirler
ve elini öperlerdi.

Eşref, milli harekat esnasında çetecilik yaptı, büyük hizmetler gördü.


Çerkez Ethem'in isyanı ve Yunanlılara iltihakı üzerine o da Yunanlılara
kaçtı.
Eşref, vatansever ve iyi bir adam idi. Komitacılık zihniyeti ile yoğrul­
duğundan lüzumsuz yere kendisini şüphe içinde görerek Yunanlılara sı­
�ınmıştır. Allah kimseyi şaşırtmasın.

Maltız mahkemeleri nasıl adalet tevzi eder?


Şatafatı çok seven Eşref, kampın kantinine Londra' dan getirilmek Üze­
re sekiz numara bir ayakkabı sipariş etmiş. Fiyatı on İngiliz lirası (şimdiki
para ile 600 kağıt lira). Kantin sahibi bu ayakkabıları getirtmiş, fakat Eş­
ref, ayaklarını sıkıyor diye almamış. Maltız, ayakkabılarını Malta' da baş­
.kasına satamayacağını beyan ederek, paranın ödenmesinde ısrar etmiş v e
_
mahkemeye başvurmuş. Mahkeme günü, Eşref, benim tercümanlık yap­
maklığımı rica etti. Birlikte mahkemeye gittik. Mahkeme, biri Türk ve bi­
risi de Maltız iki tercümanın delaletiyle çalışacak. Ben, Türkçe'den İngiliz­
ce'ye çevireceğim, Maltız da, benim İngilizcemi Maltız diline çevirecek.
Tercümanların, kitaba el basarak and içmeleri gerekiyormuş. Bir İncil ge­
tirdiler, Maltız buna elini basarak doğru tercüme yapacağına dair yemin
etti. Ben, Müslüman olduğumu ileri sürerek el basamayacağımı beyan et­
tim. Milli kütüphaneye bir adam gönderdiler. On beş dakika sonra getiri-
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI 1 85

len bir kitabı Kur'an diye önüme sürerek yemin teklif ettiler. Kur'an'a hiç
benzemeyen bu kitabı açtım. Hayretler içinde kaldım. Taş basması
Türkçe ve lutilik hakkında yazılmış çok eski bir kitap, biraz okudum. Her
sahifesinden kepazelik ve ahlaksızlık fışkırıyor. Eşrefin de işitmesi için
yüksek sesle ona da okudum. Hakimler, okumaktan vazgeçerek yemin
törenini yapmaklığımı ihtar edince: "Müslümanlıkta, birkaç ayet okunma­
yınca mukaddes kitaba el basmak günahtır" cevabını verdim. Onlar da,
hiç anlamadıkları bu maskaralıkları ben cehren okudukça, kendilerinin ol­
mayan bir dinin mukaddes vecibelerine hürmetsizlik göstermemek için
huşu ile dinlediler. )Jihayet, mukaddes olarak getirilen kitaba elimi basa­
rak and içtim ve tercümanlık ödevimi sadakatle yaptım. Hakimlerin karar
vermesi için dışarıya koridora çıktığımızda, kütüphaneden kitabı getiren
mübaşir yanıma yaklaştı ve kendisine bir İngiliz Lirası verilecek olursa
mahkemenin Eşref lehine karar vereceğini söyledi. Eşref, mübaşirın avucu­
na bir altın lira sıkıştırdı.
Pek aşikar, Eşref haksızdı. Kantinci Maltız, ona istediği numarada bir
ayakkabı getirmişti. Bir Türk albayının sözüne güvendiği için parayı peşin
almamıştı. Beş dakika sonra mahkeme, kantinci .!\1altız aleyhine kararını
verdi. Eşref' de, on lira yerine bir lira cereme ile kurtuldu.

İngiliz kamp kumandanını nasıl kandırdık?


Alman esirler boş durmadılar. Çalıştılar, fedakarlık yaptılar memleket­
lerine döndüler. Ağlamayan çocuğa meme vermezler. Türk esirlerini İngi­
lizlerin düşündükleri yok. İngiltere devlet mekanizmasının işleme tarzı çok
tuhaf. Eğer mahalli memurlar teşebbüse geçmezlerse, devletin teferruatı
merkezden kendiliğinden düşünüp hareket etmesi çok nadirdir. Malta'da­
ki Türk tutukluları ve tutsaklarının da kendi kurtuluşları için harekete
geçmeleri lazım, fakat bunu kim yapacak? Büyük rütbeli subaylarımızın
hemen hepsi kurşun yutmuş gibi ağır adamlar. Böyle bir teşebbüs için
baş olmayı akıllarından geçirmiyorlar. Belki de haklıdırlar. Tam zamanın­
da arkalarından gelecek adam bulamazlar diye. Esirlikte kimse kimseyi ta­
nımaz olur. Her kafadan bir ses çıkar. İnsan bir işe giriştiğine bin kere
pişman olur. Biz yine, iki dinamik arkadaş, rütbemizin küçüklüğüne bak­
mayarak, boş durmaktan ise bir işe girişmeye karar verdik ve şöylece bir
plan yaptık:

Bizim kampın bir aşırı ötesinde, sırf Mısır'da yakalanmış sivil Türkle­
rın yerleştirildiği bir kamp var. Bu kampta iki yüz kadar sivil Türk var.
186 RAHMİ APAK

Bunların büyük kısmı Türkiye'den Mısır'a kaçmış serseriler. O zamanlar


Türkiye ile Mısır arasında suçluları karşılıklı olarak iade için anlaşma
mevcut olmadığından, Türkiye'de ağır suç işleyen serseriler ekseriya Mı­
sır'a kaçıp sığınırlarmış. İçlerinde İstanbıı l'un en pis külhanbeyleri, katil­
ler, asker kaçakları çoğunluğu teşkil eden bu kamp, Türkiye'nin her türlü
yeni vukuat yapmaya namzet olan cezaevlerine benzemektedir. Bu esirler,
sivri demirler, bıçaklar tedarik etmişlerdir. Arasıra aralarında kavgalar
olur. Yaralama ve hatta öldürme vak'aları da olmuştur. Üç yıl içinde bu
iki yüz kişi arasında otuz kırk yaralama, iki öldürme hadisesi kaydedilmiş
ve bir katil de İngilizler tarafından asılmıştır. Hastalanma yüzünden on
beş kadar insan ölmüştür. Halbuki, dört yıl içinde, dört bin Alman ara­
sında tek bir öldürme hadisesi olmamış, ancak iki kişi eceli ile ölmüştür.
İki milletin ahlak ve sağlık durumlarının mukayesesi bizim için ağlanacak
bir haldir.

Bu arzettıgım güruh içinde dolaşmaktan İngiliz subayları bile


ürkmektedir. Bunların, diğer kampları ziyaretleri de yasak edilmiştir. Yal­
nız, Kızılay'ın Malta'daki fakir esirler için yolladığı bir miktar parayı
muhtaçlara dağıtmak vazifesini İngiliz kamp kumandanı bana vermiş ol­
duğundan, ben ayda bir kere bu kampa gider bunların da paralarını da­
ğıtırdım. Hasbi olarak yaptığım bu hizmetten dolayı bunların içlerinde
bana düşman olanları bulunduğu gibi, en azılı olanlarından bazı dostla­
rım dahi vardı. İşte tam zamanına rastlayan ay başında, para dağıtmak
için tekrar oraya gittiğimde bu azılılardan iki dostuma şöylece ve gizli ola­
rak bir teklifte bulundum. Siz, kampta bir şayia çıkaracaksınız: "Almanlar
ayaklandılar, memleketlerine gönderildiler. Biz de ayaklanacağız, fakat Al­
manlar gibi bağırmak, kaynana zırıltısı öttürmek suretiyle değil. Biz, hepi­
miz, kesici ve delici demir silahlara malikiz. Ölmekten de korkmayız. Bir
gece, iki yüz kişi birden tel örgülerinden atlayıp İngiliz asker ve subayları­
na hücum edeceğiz. Son adamımız can verinceye kadar bu İngilizleri
öldüreceğiz. . . ". Kamp içinde sizin aranızda İngilizlere casusluk edenler de
bulunduğundan bu plan kamp kumandanının kulaklarına gidecek, sizin
böyle bir şayiayı yaymaklığınız kafi. Üç dört gün sonra, ben İngiliz kamp
kumandanından bir randevu isteyeceğim, sizin bu teşebbüsünüzü ve planı­
nızı, kumandanın dostu imişim gibi ona haber vereceğim. Sizi bu hareke­
tinizden caydırmak için çalıştığımı kumandanın iyi bir adam olması dola­
yısıyla onun maiyetinde ona zararı dokunacak kötülükleri yapmanın caız
olmadığını, size nasihat ettiğimi ilave edeceğim .... " dedim.
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI

Dört gün sonra, kamp kumandanının yanına giderek, yakın tehlikeyi


kendisine mahrem olarak açtım. İngiliz binbaşısı, daha önce bu şayiayı
duymuş olacak ki, derhal ayağa kalktı, elimi sıktı, bana defalarca te­
şekkürlerde bulunduktan sonra: "Ben Türk esirlerinin dahi k:sa zamanda
memleketlerine gönderilmeleri işini ele alacağım. Size çok rica ederim, bir
hadisenin önüne geçiniz ... " dedi. Ben de, bir bahane ile tekrar bu kampa
giderek bizim azılı dostları haberdar ettim.
Altı gün sonra, İngiliz kumandanı beni odasına çağırdı. Yanında iki
adam da var. Bu adamlar, bir beyaz Rus vapurunun acenteleri imiş. Va­
pur, Sicilya'dan doğruca İstanbul'a gidecekmiş. Eğer kendilerine bin Türk
Lirası verecek olursak vapuru, üç yüz Türk esirini almak üzere Malta'ya
uğratabileceklerini beyan ettiler.
Derhal arkadaşlarımın yanına döndüm. Bin lirayı nasıl toplayacağız?
O zamanki bin Türk Lirası şimdiki on onbeşbin Liranın karşılığı.

Eski Milletvekili Sudi Bey' in yüksek jesti


Bu teşebbüsün, kendi aralarındaki bir yüzbaşı tarafından yapılmış ol­
masına rağmen, vatana kavuşmak heyecanı ile büyük rütbeli subaylar ve
devlet memurları ve sivil esirlerimiz bunu hoş gördüler. Fakat herkeste
para kıt. Üç gün çalışarak ancak beş yüz lira toplayabildim. Siyasi mev­
kuflar içinde bulunan eski Milletvekili Sudi Bey, bize beş yüz lira yardım
etti. Ben de parayı gidip İngiliz kamp kumandanına teslim ettim. Gönül
ferahlığıyla Rus vapurunun Malta'ya geliş gününü beklemeye başladık.
Üç gün sonra kamp kumandanı beni çağırdı: " Bana getirdiğin bin li­
rayı sana geri veriyorum" diyerek parayı elime uzatınca birdenbire hayal
sükutuna uğradım. Fakat bu acı haberin arkasını tatlı bir haberle bağladı:
"Bu parayı kimlerden topladıysanız onlara iade ediniz. Harp esirlerini
kendi memleketlerine iade etmek İngiltere Devleti'nin vazifesidir. Yarın
büyük ve güzel bir İngiliz vapuru buraya gelecek. Hepinizi alıp İstanbul'a
götürecek. Arkadaşlarınıza söyleyiniz, hazırlansınlar".
Bu müjdeyi soluk soluğa arkadaşlarıma söyledim. O gece sabahlara
kadar gözümüze uyku girmedi. Ertesi günü gayet büyük bir İngiliz vapu­
runa bindirildik. Aynı günün akşamı vapur Malta'yı terketti.
İngiliz Sosyalist Partisinin yemini
Biz hiç bilmiyorduk. Meğerse İngiliz Sosyalist Partisi, harp esnasında
bir karar almış. Harp bittikten beş yıl sonraya kadar müddetle Birinci Ci-
ı 8B RAH.\1İ APAK

han Savaşı'nda İngiltere'ye düşmanlık etmiş, memleketlere ve milletlere ait


canlı ve cansız malzemeyi kendi vapurları ile taşımamak için.
Biz, vapura biner binmez, tayfalar sabotaj hareketine başladılar. Hiç
bir İngiliz yüzümüze bakmıyor, selam vermiyor, selam versek iade etmi­
yor. Gemi kalkmıyor. Biraz sonra Malta'daki İngiliz Umumi Valisi geldi.
Tayfayı topladı ve onlara: "Vapur ordu emrindedir. Askeri kanunlara ta­
bisiniz. Eğer grev ve sabotaj da devam ederseniz, hepinizi tevkif eder bu­
radaki askeri mahkemeye veririm" diye bir gözdağı verdi. Bir korku ile
makinistler, dümenciler, ateşçiler ve diğer hizmet erbabı işlerinin başlarına
geçtiler, vapur da akşamleyin yola çıktı. Vapurun ikinci katibine, aramız­
dan topladığım on İngiliz Lirası rüşvet verdim. İstanbul'a gelinceye kadar
bizi şahane beslediler. Vapur dört gün sonra, İstanbul' da, Galata rıhtımı­
na yanaştı.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
İstiklal Savaşı
Gençliğe ve yeni nesle, İstiklal Savaşı hadiselerini de kısa ve iskelet
noktalarında bir hatıralar serisi halinde dizmek düşüncesindeyim. Bu ha­
diseler içinde, henüz zamanı gelmediğinden dolayı, deşilmesi caiz olma­
yanları ele almayacağım. Bu mücadelede, birinci planda çalışmış olanlar­
dan henüz bir ses işitmedik. Büyük Atamızın Nutuk'u Milli Mücadele'nin
politik ve askerlik bakımından akademik tahlilidir. Benim tarzım ise,
küçük muhitlerin hadiselerinin hikayesi ile son yetmiş yılın tarihine kay­
naklar vermektir. Ben sesleri çıkmayan büyükleri mazur görüyorum. Buna
rağmen, benim hikayelerimde biraz cezrilik görülecektir.
1 942 yılında: " İstiklal Savaşı'nda Garp Cephesi Nasıl Kuruldu" adın­
da bir kitap neşretmiştim. Bu kitabımda da ifşa etmekten çekindiğim me­
seleler olmuştur.
Bu kitabımın başında: "İstiklal Savaşı bizim kuvvetli yerlerimizi oldu­
ğu kadar zayıf yerlerimizi de meydana çıkarmaya yaramıştır. Milletimizin
kuvvet ve kudretini olduğu kadar zayıf yerlerini de yeni neslin bilmesi la­
zımdır" demiştim. Bu hatıralarda da buna dikkat edeceğim .
Şimdi, ilk önce, pek önemli olan bir meseleyi ortaya atacağım. Bir
buçuk yıl kadar süren felaketli Balkan Harbinden sonra, dört yıl süren Bi­
rinci Cihan Savaşı'nda bu memleket can , mal, mülk ve moral bakımından
pek büyük kayıplara uğruyor. 1 91 8 Kasım'ında imzalanan Mondros Müta­
rekesi sonucunda memleketin en mühim merkezleri düşman orduları tara­
fından işgal ediliyor. Yenilmiş ordumuzun bütün silahları düşmanlara tes­
lim ediliyor. Halk, İttihatçı ve İtilafçı denilen ve birbirini sevmeyen iki
gruba ayrılıyor. Devlet merkezi olan kozmopolit İstanbul'da ahmak ve ha­
in bir padişah, Türklüğü dünya haritasından silmek gayretini güden İngi­
liz emperyalistleri ile işbirliği ediyor. Bütün Ermeni ve Rum halkı memle­
keti istila eden düşmanlara yardım ediyor.
Bu durumu Büyük Atatürk Nutuk'un ilk sayfasında ne güzel tasvir
etmiştir: ''Halk, kavgadan bezgindir, mecalsizdir. Yorgundur. Subaylıktan
nefret ediyor. Subayların geçimi kavgaya ba ğlıdır. Kavgayı isteyen onlar­
dır'' diyor.
190 RAHMİ APAK

İş böyle olmasına rağmen, nasıl oldu da bu millet tekrar silaha sarıl­


dı? Hem de, yalnız başına, doğuda Ermeni ordularına, güneyde Frans;z
kuvvetlerine, Karadeniz kıyılarında teşkilatlı Pontus tedhişçilerine, batıda
ise hem İ ngiliz İşgal Ordusuna ve hem de bütün Yunan Ordusuna ve ni­
hayet padişahın İstanbul'da teşkil eylediği halife kuvvetlerine karşı tekrar
harp açtı. Vuruştu, vuruştu ve nihayet hepsinin hakkından geldi. Türk'ü
tekrar kamçılayan, kükreten faktör ne idi?
Okuyucuların müsaadesi ile bu önemli meseleye şöyle cevap verece-
ğim :
Türk'ü tekrar silaha sarılmaya mecbur eden başlıca iki faktörden, bi­
risi 1 9 1 9 Mayısı'nın 15 inci günü Yunan Ordularının İzmir'e çıkarılması,
ikincisi de yerli Hıristiyanların, memieketi işgal eden düşman askerlerin­
den yüz bularak Türklerin mallarına, canlarına, şeref ve namuslarına sal­
dırmak suretiyle yaptıkları şımarıklıklar olmuştur. Bu halde, şöylece bir
iddiada bulunulabilir. Eğer galip işgal orduları, girdikleri yerlerde ve bil­
hassa İstanbul'da Türk halkına karşı medeni tarafsız ve öç alma gütmeyen
bir tavır takınsalardı, yerli Hıristiyanların şımarıklıklarına müsaade etme­
selerdi ve nihayet araya Yunan Ordusunu sokmasalardı, bu bezgin halkı
tekrar silaha sarıltmak işi pek güç olurdu.

Bizi Malta'dan İstanbul'a getiren İngiliz vapuru 1920 yılının Ocak


ayında Galata rıhtımına yanaşmıştı. Bütün esirler, biran önce vatan topra­
ğına ayak basmak, hürriyete kavuşmak için dışarı çıkmaya acele ediyor­
lardı. Bu esnada, vapurun rıhtıma yanaşması ile birlikte, bir İngiliz suba­
yının yanında vapura girmiş ve sırtında bir İngiliz elbisesi taşıyan İstan­
bullu genç bir Ermeni, esir arkadaşlarımızdan birisine: "Ulen neye acele
ediyorsun?" diye bağırdıktan sonra suratına şiddetli bir şamar attı. Dikkat
ettim, etraftaki yüzlerce Türk esiri bu şamarı kendi suratlarına yemişler
gibi irkildiler. Ben şahsen, bu şamarın, kendi yüzümden bir ateş çıkarır
gibi olduğunu duydum. Eyvah, biz esir kaldığımız düşman memleketinde
bile böyle hakaretler görmedik. Biz bu vatanda nasıl yaşayabiliriz? diye
düşündüm ve titredim.

Halbukı. birçok arkadaşlar gibi, ben de, Trakya'daki kasabama çekile­


rek kendime yeni bir hayat kurmak fikrinde idim. Bu düşüncemin sakat
olduğunu derhal anladım ve orada, İngıliz vapurunun içinde, dışarı çık­
mak için ayakta beklediğim zaman da, derhal Anadolu'ya geçip tekrar si­
laha sarılmak kararını verdim.
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI 191

İstiklal Savaşı hakkında yazdığım kitapta belirttiğim gibi, esirlikten


döndükten sonra subaylıktan çekilerek İstanbul'da iş tutmuş olan yüzlerce
ve binlerce subay, İngilizlerin ve yerli Hıristiyanların kendilerine yaptıkları
tecavüz, gasp ve hakaretlere dayanamayarak akın akın Anadolu'ya geçti­
ler, silahlarını tekrar kuşandılar ve arkadaşlarından binlerce vatan evladını
tekrar kavga meydanlarına sürüklediler.

Ekspres evlenme
Vapurdan çıkınca, Beşiktaş'ta, Tuzbaba'da kaynanasının yanında otu­
ran bir kızkardeşime koştum, çok gençti. Bir astsubayla evlenmek için
öğretmenliğini bırakmış, evlendiklerinden iki ay sonra kocasını Diyarba­
kır'a göndermişler. Kaynanasının evine sığınmış ve Osman Zeki Terzievin­
de iki kağıt lira haftalıkla çalışıyormuş.
Yaşım otuzüç, tehlikeli harp sahalarına gideceğim. Buna rağmen be­
kar kalmak istemedim. Benimle her türlü tehlikeleri, felaketleri ve ıstırap­
ları paylaşmayı kabul eden şimdiki eşim ile bir din nikahı ile evlendim.
Sonra eşim ve kızkardeşim ile birlikte kasabama ana ve babamı ziyarete
gittim. Anam inmeli idi. Ona bu inme, bütün dış düşmanların memleket­
te yaptıkları fenalıkların verdiği ızdıraplar ve heyecanlar yüzünden gelmiş­
ti. O, 1 878 kavgasında dahi Balkanlardan ilerleyen Rus Ordularının
önünde, henüz on yaşında bir çocuk olarak göçmenler seli içinde İstan­
bul'a kaçmıştı.
Bu defa, mütareke olunca, Sarıyer'de kendilerine tahsis edilen eve, sa­
hipleri olan Rumlar dönünce, tekrar kasabamıza gelmişler. Dayımın boş
bir evine yerleşmişlerdi.

Yunan askerleri eşimi kaçırmak istediler


Kasabamda, ana ve babamın yanında üç gün kaldım. Orada Çatal­
ca' dan beri, demiryolu boyunca dizilmiş olan Yunan alayına bağlı bir pi­
yade bölüğü bulunuyordu. Kötü bir akıbete düşebilirdim. Üçüncü günü
gecesi, bir arabaya binerek ve tarlalardan geçerek Alpullu istasyonuna gel­
dik. Trenin gelmesini bekledik. Tren gelince eşimle birlikte trene girerken
beş altı süngülü Yunan askeri içeriye girerek Yunan dili ile eşimi dışarıya
çağırmaya başladılar. Sonra Türkçe bilen birisi bana dönerek: " Bu kadın
Rumdur. Sen onu kaçırıyorsun, onu karakola götüreceğiz . . . " dediler.
Zavallı karım, kendisine söylenen Rumca'dan birşey anlamadığından
süngülü Yunanlılara hayretle ve korku ile bakıyordu. Ben, karım ile bu
192 RAHMİ APAK

süngülü Rumlar arasına girdim. Durum çok nazik idi. Süngülerin


gogsume saplanacağım bekledim. Bütün soğukkanlılığımı muhafaza ede­
rek vagonun dar salonunda, onun benim karım olduğunu, Rumlukla ilgisi
bulunmadığını hatta Yıldız'daki Sultan Hamid Camii'nin başimamının kı­
zı olduğunu söyleyerek nüfus kağıdını dahi gösterdim. Askerler birbirleriy­
le konuşarak karakola gitmekliğimizde ısrar ettiler. Bu hadise trenin hare­
ketini geciktirmiş oluyordu. Yandaki kompartımandan kırkbeş elli yaşla­
rında bir kadın fırladı. Beni ve karımı Yunan süngüleri karşısında görünce
galiba birşeyler anladı, kendisi Fransızmış ve İstanbul'daki Fransız işgal
kuvvetlerine mensup yüksek rütbeli bir subayın hanımı imiş. Yunan as­
kerlerine Fransızca olarak yüksek sesle bağırmaya ve treni bekletmeye
hakları olmadığını söylemeye başladı. Bu Fransız kadınının takındığı tavır,
Yunan askerlerini ürküttü. Vagondan indiler ve bizi serbest bıraktılar ve
tren de istasyondan kalktı.
İşte on günde yalnız benim başıma gelen bir hadise.
İstanbul'a 'döner dönmez karımı ve kız kardeşimi alarak bir vapura
atladım. \ludanya'da Anadolu toprağına ayak bastım. Bursa'da bulunan
ve harp içinde Kafkasya ve Irak'ta kurmaybaşkanlığı yaptığım Albay Bekir
Sami'nin yanına gittim. Beni kendi tümenine yani 56 ncı Tümene kur­
maybaşkanı olarak kabul etti.

1 920 yılının ilkbaharında Milli Mücadele durumu


Ben , Bursa'da, hem 56 ncı Tümenin Kurmaybaşkanlığını yapacak ve
hem de Bursa \fodafai H ukuk Cemiyeti'nde çalışacaktım.
Yunanlılar İzmir'e çıktıktan sonra başlıca iki bölgede, kendiliğinden
kurulan mukavemetle karşılaşmışlardır. Birisi 57 nci Tümen tarafından
desteklenen Aydın-Ödemiş bölgesi, diğeri de ı 72 nci Alay tarafından des­
teklenen Ayvalık-Bergama bölgesidir. 57 nci Tümenin Kumandanı Albay
Şefik, 1 72 nci Alayın Kumandam da Albay Ali (Ali Çetinkaya)'dır. Ben,
Bursa'ya gelmezden önce ı g ı g yılının Haziran'ında bu iki bölgede si­
lahlanmış halkın yaptığı savunma ve saldırış hareketleri dolayısıyla Yunan
kuvvetleri kendilerini zayıf hissetmişler ve İzmir'e yeni takviye tümenleri
getirmeye başlamışlardır. Haziran 'm ı 6 ve ı 7 ' sinde \ filli Kuvvetler Yunan
askerlerini Aydın'dan çıkararak şehri geri almışlar ve şehir içinde kanlı bir
kavga yapmışlardı. Sonra Yunanlılar Nazilli-Akhisar-Bergama-Dikili hattını
tutarak kış mevsimini bu bölgelerde geçirmişlerdir. Milli Kuvvetler de bu
müddet zarfında kuvvetlenmek için çalışmışlardır.
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI 1 93

Yunanlılar İzmir'e askerlerini çıkardıkları zaman orada bulunan 56


ncı Tümen dağılmıştı. İstanbul'daki Hükümetin Milli Müdafaa Vekili
olan Şevket Turgut Paşa'dan aldığı ilham ile Yunan istilasına karşı muka­
vemet teşkilatı yapmak amacıyla ı 7 nci Kolordu kumandan vekili olarak
Manisa bölgesine gelen Albay Bekir Sami bu tümeni Bursa'da toplamış
ve kumandanlığını da kendisi almıştı. Fakat gerek parasızlık ve gerekse
halkın orduya karşı olan rağbetsizliği yüzünden piyade taburlarının mev­
cutlarını üç yüzden fazlaya çıkaramıyorduk. Topumuz yok, cephanemiz
noksandı.
Anzavur isyanları
Anzavur Gönen'de, Biga'da ve Adapazarı'nda dört defa isyan hareketi
tertip etmiştir. Çerkez ve Abazaların çokça bulunduğu bu bölgelerdeki
ayaklanmalar, İstanbul Boğazı ile Çanakkale Boğazı'nın iki doğu bölgesin­
de ve bu iki Boğazı Anadolu'ya karşı tampon teşkil edecek iki bağımsız
bölge ihdası için tertip edilmiş olduğu aşikardır. Çünkü bu hareketler, İ s­
tanbul' daki İngiliz Intelligence Servisi'nin adamı olan Papas Fru tarafın­
dan teşvik ve paraca desteklenmişlerdir. Padişah Vahdettin dahi bu husus­
ta İngilizlerle işbirliği ettiğine göre, İngilizler İstanbul' u da bu bölgdere
katarak hepsini Vahdettin'in nüfuzu altında birleştirerek boğazlar üzerin­
deki kontrollerini sağlamayı arzu ettiklerini kabul etmek iazımdır.
Ben bu Anzavur isyanları hakkında tafsilat vermeyeceğim. Ancak, be­
nim vazife sahama giren son Anzavur isyanını zikretmekle iktifa edeceğim.
Bu son Anzavur ayaklanması Nisan,� 92o'de olmuştur. Burada, Anza­
vur, ilk muvaffakiyetlerinden sonra Bandırma'ya yürümüş, oradaki kolor­
du Kumandanı Yusuf İzzet Paşa karargahı maiyetiyle birlikte telaşlı bir
surette Bursa'ya çekilmiştir. Anzavur kısa zamanda Karacabey ve Susığır­
lık'a girdi. "Göğsümde iman, başımda Kur'an ve elimde ferman olarak
geliyorum, kırpık bıyıklı subayların hepsıni keseceğim" diye bağırarak iler­
liyordu.
Anzavur Bursa'yı tehdit ediyor
Biz, derhal elimizde mevcut iki taburla B ursa'nın altı kilometre kadar
batısında Beşevler denilen mevkideki sırtlarda müdafaa hazırlıkları yapma­
ya başladık. Çünkü Gönen ve Karacabey bölgesindeki kuvvetlerimiz dağıl­
mış ve Gönen'de bir Alay Kumandanımız Yarbay Rahmi şehit olmuştu.
XX nci Kolordu Kumandanı Ali Fuat Paşa bize 2 nci Piyade Alayının üç
taburunu birbiri ardından yardıma gönderdi. İlk tabur Bursa'ya otuz kilo-
F. 73
1 94 RAHMİ APAK

metre mesafedeki Dimbos mevkiine geldiği gece dağılarak kaçtı. Arkadan


gelen ikinci taburun içine her bölge bir tane olmak üzere er kıyafetine so­
kulmuş dört subay gönderdik. Bunların yaptığı propaganda ile tabur Bur­
sa'ya kadar dağılmadan geldi. Bir gece Bursa'da kaldıktan sonra ertesi sa­
bah Beşevler'e gitmek Üzere hareket etti. Bursa'nın bağları ve bahçeleri
arasından geçerken burada çalışan veya bulunan Bursalı kadınlar: " Nere­
ye gidiyorsunuz sizi Padişahın askerlerine karşı kavga etmeye gönderiyor­
lar. Müslüman, Müslümana kurşun atar mı?" diye bağırmaya başlayınca
askerler subaylarına karşı silahla isyan ederek dağıldılar. Çok nazik bir
duruma düştük. Eğer bu güruh geriye gelirken Bursa'nın içine girerse
yüzde sekseni padişahçı olan halkın da bunlara katılarak davaya sadık
olan otuz kırk subayın vücutlarının yok edilmesi tehlikesi baş göstereceğini
anladık ve bu dağınık kaçakların şehrin içerisine girmemeleri için on beş
kadar subay ve iki makineli tüfekle şehrin batı kenarında mevzi alarak
bütün gece uyumamak şartıyla ve hiçbir hedef görmeksizin ateş ederek,
_
kaçakların şehrin kuzey bahçelerinden İnegöl ve Yenişehir istikametlerinde
savaşmalarına yardım ettik.
Üç gün sonra gelen Üçüncü Taburu ise, halkla hiç temasa getirmeksi­
zin şehrin bir kilometre kadar uzağında geniş bir böcekliğe sokarak erlerin
bol bol karınlarım doyurmakla iktifa ettik ve sıkı bir kontrol altına aldık.

Çok geçmeden Salihli cephesinden gelen Çerkez Ethem Kumandasın­


daki Milli Müfreze Anzavur'un arkasına yetişti. 16 Nisan 1 92o'de şiddetli
bir muharebeden sonra Anzavur kuvvetlerini bozguna uğrattı. Bursa'yı
kurtardı. Bunu kabul etmek lazımdır.

Çerkez Ethem'in mağrur ve küstah bir tarzda Bursa'ya girişi


Anzavur'u vuran Çerkez Ethem, Bolu isyanını bastırmak üzere Bursa'­
dan geçerek gidecek. Bu geçişte onun ve maiyetindeki çete reislerinin ta­
kındıkları küstah tavrı unutamam. Hükümet konağının önünden geçerken,
Ethem'in kardeşi Yüzbaşı Tevfik, kendisine selam vermediği için, Bursa'­
nın Merkez Kumandanlığını yapan süvari Binbaşısı Eşrefi sokakta tevkif
ederek sürükleye sürükleye götürüp hapsetti. Bir sırasında, bu hareketin,
davaya sadık subaylar arasında teessür uyandırdığını, çete reislerinden Ha­
fız Hüseyin denilen zata söyledim. Hemen sert bir çehre ile: "Kim imiş
o teessür duyanlar? Onların hepsini hemen kurşuna dizeriz" diye cevap
vermesin mi? Herif nerede ise beni de öldürecek. Çetecilerin muvazzaf su­
baylar hakkındaki zihniyetlerini o zaman ilk defa öğrenmiş oldum.
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI 1 95

Fakat herşeye tahammül gerekti. O gün için, iç isyanları ancak bu


başı bozuklar tepeleyebiliyorlardı. Nitekim, Bolu isyanından sonra Yozgat
isyanını da bastıran Ethem'in müfrezesi olmuştur. Memlekette gürbüz,
sıhhatli, açıkgöz ve oldukça kavgacı insanlar çete kıtalarına katılmışlardı.
Muvazzaf birlikler de ise, askerlikten kaçmayı beceremeyen 1 896, 1 897 ve
l 898 doğumlu biçareler kalmıştı. Çeteciler maaşlı ve hayvanlı idiler. Gerek

kendilerinin ve gerekse hayvanlarının yiyeceklerini de geçtikleri köylerden


ve şehirlerden sağladıklarından para biriktiriyorlardı. Ayrıca yaptıkları yağ­
malar ve tecavüzler de yanlarına kar kalıyordu.

Kasap Osman Karacabey ve Susığırlık' ta


Anzavur belası ortadan kalktıktan sonra, tümenimizin l 74 üncü Alay
Kumandanı Yarbay Osman kendi alayını tekrar derleyip toplamak ödevi
ile eski bölgesi olan Karacabey havalisine gönderildi. Fakat o da, oraya gi­
dince işi çeteciliğe döktü. Maiyetindeki bazı subayları çeteci kıyafetine so­
karak, alayını derleyip toplamaktan ziyade bu bölgede bir terör idaresi
kurdu. Hesapsız kitapsız, haklı haksız, suçlu suçsuz buralarda 20 - 25 kişi
astı. Bu yüzden bu zata Kasap Osman adı takıldı.
Bütün bu hadiseler, benim "Garp Cephesi Nasıl Kuruldu" kitabımda
tafsilatlı olarak mevcuttur. Burada kısa kesiyorum.

İstanbul'un işgalinin Bursa' daki akisleri


Malum olduğu üzere; 1 6 '.\fart ı 92o'de İngilizler Şehzadebaşı Karako­
lumuzdaki askerlerimizi bir gece baskını ile yataklarında öldürerek, İstan­
bul'u fiili olarak işgal etmişler ve orada bulunan ve büyük kısmı Anado­
lu' dan gönderilen Saylavlardan ibaret olan Osmanlı Parlamentosu'nu da­
ğıtmışlardı. Bu hadise üzerine, o zamana kadar nominal olarak istan­
bul'daki Milli Müdafaa Vekaleti emrinde bulunan, Anadolu'daki askeri
birliklerin en yüksek emir ve kumanda mercii ortadan kalkmış bulunuyor­
du.
M ustafa Kemal Paşa, Erzurum ve Sivas Kongreleri kararları gereğince
bu kongreleri temsil eden heyetin başı olarak gerek idari teşkilat ve gerek­
se kolordu kumandanları ile memleket müdafaası için hazırlıklar ve teşki­
latlanmalar için uğraşıyor ve direktifler veriyorsa da birçok arzularını İ s­
tanbul' daki hükümet ve İsıanbul'daki '.\lilli .\1üdafaa Vekaleti vasıtasıyla
sağlamak zorunda kalıyordu. Şimdi İstanbul'daki bu baş, sahneden �'eki­
lince Anadolu'da kalan ordunun başına kimin geçeceği gibi nazik bir me-
1 96 RAHMİ APAK

sele karşısında kalındı. Yani beş kolordu kimin emrine girecekti. Orduya
bir baş lazımdı. Bu baş bulunsa bile, acaba Ankara'daki temsil heyeti ile
bu baş arasında ne gibi bir durum hasıl olacaktı? Eldeki Askeri Dahiliye
Nizamnamesine uymak hareketini en makul telakki eden bazı kolordu ku­
mandanları, içlerinden en kıdemli olanının emri altına girmeyi düşünmüş­
ler ve bunun için de Bandırma'daki en kıdemli Yusuf İzzet Paşa'ya baş­
vurmuşlardı. Yusuf İzzet Paşa bu teklifi reddetmiştir. Fakat diğer taraftan,
iki aydan beri, Mustafa Kemal Paşa Temsil Heyeti Başkanı sıfatıyla kolor­
dulara ve bağımsız birliklere direktif ve telkinler vermek suretiyle yarattığı
fiili durum da malum idi. Kendisi kıdemsiz olmasına rağmen Anadolu'da­
ki askeri hareketlerin fiili olarak .nazımı mevkiinde bulunuyordu. Milli
Mücadele'nin daha ilk safhalarında, Anadolu'da zuhuru muhtemel emir ve
kumanda ihtilafı, kolordu kumandanlarının vatanseverliği sayesinde halle­
dildi. Anzavur'un önünde, Bursa'ya çekilmiş olan Yusuf İzzet Paşa,
Atatürk'ün, Albay Bekir Sami'ye vaki olan iş'arı ve çok vatansever bir
adam olan Albay Bekir Sami'nin aracılğı ile Bursa'yı terkederek Ankara'ya
gitti. Sonra, Sakarya Muharebesi'nde, Yusuf İzzet Paşa bir kolorduya ku­
mandan bile tayin edildi.

İngiliz deniz kuvvetlerinin Marmara kıyılarındaki tehditleri ve


Mudanya'ya asker çıkarmaları
Günün birinde, İngiliz zırhlıları ansızın Mudanya'ya gelerek şafak
vakti karaya asker çıkardılar. Mudanya'daki halkın çoğunluğunu Rumlar
teşkil ediyordu. Burada, 56 ncı Tümene ait çok zayıf bir piyade bölüğü
vardı. Baskın halinde yapılan İngiliz çıkarması yüzünden bu bölük tek bir
mermi atamamış, dağılmış, bölüğün kumandanı olan yüzbaşı yattığı otel­
de yakalanarak İngilizlerin eline düşmüştü.
Aynı gün tekrar gemilerine binerek Mudanya'dan çekilen İngiliz de­
niz piyadelerinin arkasından, ben bizzat Mudanya'ya gittim ve evlere ve
kırlara dağılmış olan erleri toplayarak başlarına yeni bir kumandan ver­
dim. Bölüğü ayrıca iki makineli tüfekle takviye ederek bu tüfekleri sokak­
ların denize müntehi oldukları yerlere ve denize karşı ateş edecek surette
yerleştirttim. Aynca deniz kıyısında gece ve gündüz muharebeye hazır pi­
yade mangaları da yerleştirttim.
Bu tertibattan habersiz oları İngiliz Deniz Kuvvetleri birkaç gün sonra
tekrar :V1udanya önüne gelip de harp gemilerinden kayıklara ve filikalara
asker doldurup kıyıya yaklaşmaya başlayınca, ilk defa olarak burada maki­
neli tüfeklerimizin ateşleri ile karşılandılar. Zırh kaplı olmayan filikaların
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI 1 97

ve kayıkların içine doldurulmuş olan İngiliz deniz erleri bu ateşten çok


kayıp verdi. İngiliz zırhlıları, Rum mahallesinin sokakları içinde yerleştiril­
miş olan makineli tüfeklerimize, Rum halkına zarar vermek korkusu ile
topçu ateşi açamadıklarından bu filikaları korumak için acele zırhlıların
gövdesi ile kapadılar. Bundan istifade eden piyadeler ve makineli tüfekleri­
miz kıyıyı terkederek şehrin sokaklarından rahatça, zeytin ağaçları ile
örtülü sırtlara çekildiler. Orada tekrar tertibat alıncaya değin İngiliz deniz
erleri kasabaya tekrar çıkarıldı. İsmini hatırlayamadığım tek bir jandarma
eri kasabanın doğu kenarı dışında yalnız başına bu İngiliz denizcilerine
karşı müdafaada devam ederek orada şehit olmuştur. Şimdi, Mudanya'da
onun küçük bir heykeli, kendiliğinden ve tek başına vatan toprağını
müdafaanın kahramanlık sembolü olarak dikili durmaktadır.
İngiliz zırhlıları 35' lik ağır mermilerle bu zeytinlik sırtları bombardı­
man etmişlerse de sırtların üstünde büyük çukurlar açmaktan ve taşları
parçalamaktan başka bir zarar verememişlerdir. 56 ncı Tümenin, �1arma­
ra kıyılarında, ilk defa olarak İngiliz kuvvetlerine karşı silah kullanması ve
bir ateş baskını ile İngiliz denizcilerine zayiat verdirmesinden sonra İngi­
lizler bu kıyılarımıza bir kere daha asker çıkarma tecrübesini tekrar ede­
memişlerdir.
Bu çıkarma hareketinden maksat ne idi?
Sonradan anladık. Meğerse İngilizler bu deniz gösterilerini ve karaya
asker çıkarmaları, Bursa'daki 56 ncı Tümeni bu bölgede çivilemek ve ya­
kında taarruza geçecek olan Yunanlılara karşı 56 ncı Tümenin cepheye
yardıma gitmesini önlemek için yapmışlar. Haziran ayının 2 2 nci günü
Yunan Ordusu bütün kuvvetleriyle (yedi tümen) saldırışa geçti. Pek tabii
olarak, Marmara Bölgesi'nden yapılması muhterr.el bir İngiliz çıkarma ha­
reketine karşı 56 ncı Tümen mevkiini terkedemeyerek Balıkesir Cephesine
sevkedilemedi.
Albay Bekir Sami Eskişehir' deki XX nci Kolordu
Kumandanlığına tayin edildi
Henüz, Yunan taarruzunun arifesinde, 56 ncı Tümen Kumandanı
Albay Bekir Sami, Eskişehir'de XX nci Kolordu Kumandanlığına tayin
edilmiş ve yerine de Albay Nazmi gönderilmişti. Karargahı bir an önce
teşkil etmek üzere, Bekir Sami Bey beni hemen Eskişehir'e gönderdi. Fa­
kat Yunan taarruzunun başlaması yüzünden tümeni ve Bursa bölgesini iyi
tanımayan N azmi Bey'i, yalnız bırakmak istemeyerek kendisi de Bursa da
ıg8 RAH M İ APAK

kaldı. Yunanlıların Bursa'ya yürüyerek, Beşevler mevkiindeki tümen mev­


zilerine taarruz ettikleri muharebede Nazmi Bey'den ayrılmadı.

Balıkesir'den çekilen 6ı inci Tümen döküntüleri, 56 ncı Tümenin


vücuda getirdiği müdafaa sütresinin gerisine alınarak İnegöl ve Yenişehir
Üzerlerinden Eskişehir' de toplanmaya çalıştılar. Üstün düşman kuvvetleri
ve silahları karşısında 56 ncı Tümen de Beşevler mevziinde uzun müddet
tutunamayarak Bursa'yı boşaltıp geri çekildi.
Yunanlılar, İnegöl'e ı o kilometre mesafedeki ve Duma Köyü karşısın­
daki Kazancıbayırı-Kestel hattından daha fazla ilerlemeyerek burada kal­
dılar. Türk askeri birlikleri de İnönü mevkiinin kuzey ve güneyindeki sırt­
larda tahkimat vücuda getirmek ve dağılan 61 inci ve 56 ncı Tümenler
döküntüleriyle bazı milli çeteleri derleyip toplamakla uğraştılar.

Çekilişte rastlanan acı sahneler


Yukarıda, Bursa halkının oldukça önemli bir kısmının padişah taraf­
tarlığı ve mürteci ruhundan bahsetmiştim. Milli Kuvvetlerin dağılması ve
Yunan Ordusunun ilerlemesi tabii bu mürteci ruhun mukavemet ve
müdafaa taraftarlarına karşı olan hiddetini kamçıladı. Çekilen askerlerimi­
ze ve bilhassa subaylara karşı bazı kasaba ve köylerde çok kötü muamele­
ler yapıldı. Bunlara yiyecek ve hatta su verilmedi ve içlerinden bazıları
öldürüldü. Bazı subaylar, köylülerin tecavüzlerinden korkarak Üzerlerinde­
ki askeri elbiseleri atıp, köylü kıyafetine girmekle kendilerini kurtardılar.
"Garp Cephesi Nasıl Kuruldu?" adındaki kitabımdan bir pasaj ı bura­
da tekrarlamak istiyorum. Bu pasaj, Yunan Ordusunun İzmir'e girdikten
sonraki ileri yürüyüşüne taalluk eder. Yani bir yıl önceye: "İzmir'in işga­
li, onun hemen gerisindeki bir kısım yerlerde bir nefret ve galeyan
değil, maneviyatı öldürücü bir tesir yapıyor. Mesela; Tire' deki du­
rum ağlanacak derecededir. Oradaki askerlik şubesi başkanı Ay­
dın'daki tümen kumandanına çektiği bir telgrafta, her ne kadar asa­
yiş sağlanmış ise de İzmir'den çekilen bazı subaylarla erlerin daha
geriye gitmeyerek, Tire' de kalmaları memleket halkını telaşlandır­
makta olduğundan, bunlara yapılacak muamelenin bildirilmesini so­
ruyor. Aynı günde Tire Belediye Reisi Abdülkadir dahi 18 Mayıs' ta
çektiği bir telgrafta İzmir civarından ricat etmiş ve Binbaşı Aziz
Bey Kumandasında 25 kadar subay ve 50 kadar erattan mürekkep
bir kuvvetin Tire'de kalarak ayrılmadıklarını ve memleketi ihtilale
vermek istediklerini, İslam, Hıristiyan ve Yahudi bütün ahalinin he-
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI 1 99

yecanda olduğunu ve bunlar hakkında ne muamele yapılacağının


bildirilmesini istiyor.
Biz Yunanlıların Balıkesir ve Bursa bölgelerini işgal ettikleri za­
man yerlerinden kıpırdamayan ve düşman işgali önünde çekilirken,
bu kıpırdamayanların, şehirler ve kasabalarına ve köylerine sığınan
kendi milletdaşlarını ve asker arkadaşlarını istemeyen, defedip ko­
van belediye reisini ve askerlik şubesi başkanlarını da gördük. Daha
sonra, Sakarya'ya doğru yapılan çekilmede perişan halli subay ve
memur ailelerinin bir gececik olsun kendi köylerinde yatmalarına
müsaade etmeyen ve emzikteki çocuklara yüz gram sütü vermekten
çekinen bazı köyler dahi gördük. Daha fenalarını da gördük. Çeki­
len kıtaların perakende subay ve erlerini soyan, vuran, öldürenleri
de gördük".
İşte, Bursa'dan Eskişehir'e çekilişte dahi böyle acı sahneler görüldü.
İnegöl Belediye Başkanı Bay Osman, ı 878'de Bulgaristan'dan göçmen
olarak buraya gelmiş bir aileye mensuptur. Düşman istilasının fecaatlerini
herhalde anasından, babasından dinlemiştir. Fakat, o gün etrafına topladı­
ğı beş on silahlı adam ile ve beline kuşandığı eğri pala ile, çekilmekte
olan asker ve subayları, kasabanın önünde durdurup sorguya çekmek,
alay etmek, çalım satmak gibi şaşkınlıklarda da bulunmuştur.

Bu taarruz, Yunan Ordusunun (Uşak-Bursa) hattına kadar ilerlemesin­


den sonra durmuştur.

İngiliz Başvekili Lloyd George' un demeci


Yunanistan'da bayramlar yapılarak kutlanan bu Yunan zaferi, Veni­
zelos'un baş dostu olan Lloyd George'a Avam Kamarası' nda şu martaval­
ları attırıyordu: "Yunan kuvvetleri harekete geçtiler. Venizelos'un planı
tatbik edildi. Yunan kıtaları iyi teşkil edilmiş ve mükemmel sevk ve idare
edilmişlerdir. Büyük bir atılganlık ve cesaretle ve kendi ırklarının büyük
geleneklerine layık surette hareket etmişlerdir. Yunan milleti pek zeki, ce­
sur ve şanlı bir geçmişe malik ve Mösyö Venizelos gibi büyük adamlar
yetiştirmek vasıflarına sahip bir millettir. Böylece, müttefikler, intizamı ia­
de etmek ve barış antlaşmasını tatbik ettirmek için Yunan kuvvetlerinden
istifade etmişlerdir. Yunanlılar da, başarabilecekleri bir işi ellerine aldıkla­
rını ispat etmişlerdir".

Bu felaketin kötü neticeleri hakkında "Garp Cephesi Nasıl Kuruldu?"


adındaki kitabımdan bir fıkra alacağım: " İş bu Yunan taarruzu, milli ha-
200 RAHMİ APAK

reketlerimiz ıçın şiddetli bir darbe olmuştur. Çünkü Anzavur isyanı ve


bütün Hendek, Düzce, Bolu ve Gerede havalisini kaplayan isyan henüz
yeni bastırılmış, inzibatçı kuvvetlerin İzmit üzerinden yapmak istedikleri
teşebbüs durdurulmuş, Ankara'da Büyük Millet Meclisi kurularak Büyük
Kurtarıcı Atatürk merkezi bir otorite vücuda getirmek yoluna girmiş, Er­
kan-ı Harbiye ve Milli Müdafaa teşkilatı yapılmış olduğundan, şimdiye
kadar başsız olarak ve kendiliklerinden ayaklanarak, kendilerini vücuda ge­
tiren Balıkesir, Salihli ve Menderes cepheleri, gerideki bütün memleket ta­
rafından benimsenecek ve desteklenecek bir hale gelmiş olduğundan kısa
zamanda Yunan Ordularının ileri hareketlerinin durdurulmasını sağlaya­
cak surette gelişmeler yola girmek üzere bulunmuştu. Tam bu zamanda
Bursa ve Balıkesir gibi iki büyük vilayetimizin yani 30 bin kilometre kare­
den fazla bir arazi ile bir milyondan artık nüfusumuzun elimizden çıkma­
sı Anadolu'yu çok zayıflatmış oluyordu . . . " .

Büyük Millet Meclisi muvaffakıyetsizliğin mesullerini arıyor


Büyük Millet Meclisi yeni toplanmış ve yenilginin mesullerini arıyor.
Bu hususta ön ayak olanlar arasında başta Bursa Saylavları var. Bunlar,
Ankara'ya gitmek için Bursa'dan Karaköy istasyonuna gelmişler. Orada
trene binecekler, fakat, istasyondaki askeri sevk memuru olan yüzbaşı
bütün mevkili kompartımanları Eskişehir'e çekilmekte olan subayların ai­
lelerine tahsis etmiş. Saylavlar yük vagonları ile gitmek zorunda kaldığın­
dan Albay Bekir Sami'ye fena halde kızmışlar. Mecliste kendisini müdafaa
edecek bir arkadaşı ve dostu olmayan Albay Bekir Sami'ye yüklenmişler.
Halbuki, Bekir Sami Bey, on gün önce aldığı emir mucibince yeni tayin
edildiği XX nci Kolordu Kumandanlığı ödevine katılmak üzere Eskişe­
hir' e gitmesi lazım gelirken, tümenin kumandanlığını yapacak olan Albay
Nazmi'nin muhite acemi olması yüzünden yeni tümen kumandanını yal­
nız bırakmamış, hasbi olarak Bursa'da kalmıştır. Yanında kendi yaveri
Yüzbaşı Salahattin'den başka kimsesi yok. Tümenin muharebesinden w
sevk-i idaresinden sorumlu olan yeni gelen tümen kumandanı olacağı ta­
biidir. Atatürk ile Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Reisi Mareşal Çakmak.
Mecliste Bekir Sami Bey'i müdafaa etmişlerdir. Bekir Sami, Garbi Anado­
lu Milli Kuvvetlerini Manisa, Salihli ve Bergama'da kurmak, halkı Yunan
işgaline karşı ayaklandırmak için yanındaki yaveri Salahattin (Yurdoğlu;
ile kendisini öne atmış ilk fedakarlardandır. Böyle olmasına rağmen kabak
Bekir Sami Bey'in başına patlamıştır. Kendisine yeni bir vazife verilme­
miş, Kastamonu'nun bir kasabasına çekilerek aylarca boş kalmaya mah­
kum olmuştur.
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI 20 1

1 1 inci Tümen Kurmay Başkanıyım


Albay Bekir Sami XX nci Kolordu Kumandanlığından affedilince, be­
nı de ı ı inci Tümen Kurmay başkanlığına tayin ettiler. Tümen Kumanda­
nı Yarbay Arif idi. Adanalı Arif Bey, bilahara Atatürk' e yapılan sui­
kast hadisesinde asılmıştır. Ayıcı Arif adı ile şöhret almış idi.
Karımı Eskişehir'de bırakarak Pazarcık mevkiindeki tümen karargahı­
na 1 920 yılının Temmuz ayında katıldım.

Tümenimiz, bir alayı ile İnegöl Ovasına hakim olan Ahıdağı bölge­
sinde mevki almış ve diğer birliklerini Pazarcık ve civarında toplamıştı.
Yunan ileri mevzilerinin bulunduğu Kazancı sırtlarına yedi sekiz kilomet­
re mesafede bulunan İnegöl'de kuvvetli bir süvari keşif kolumuz bulundu­
ruluyordu. İnegöl Kasabası, Bursa' dan çekiliş esnasındaki saçma hareket­
lerinden dolayı Milli Mukavemet teşkilatımızca kötü not almıştı.

Ayıcı Arif Kazancı'daki düşman mevzilerine saldırmaya beni neden


memur etti?
Bir gün, Tümen Kumandanı Arif beni çağırdı. İki tabur piyade, bir
batarya top ve bir süvari bölüğü ile derhal hareketle geceleyin Kurşunlu
Köyüne gitmekliğimi, ertesi gün de bu köyde istirahattan sonra geceleyin
İnegöl içinden geçerek sabahtan evvel düşmanın kazancı sırtları karşısına
varıp şafakla beraber düşmana bir saldırış gösterişi yaparak Kazancı sırtla­
rındaki düşman kuvvetlerinin miktarını keşfetmekli ğimi emretti.

Emir mucibince hareket ederek ertesi günü sabahı bir yalancı pehli­
van gibi Yunanlıların karşısına çıktım. Taburlarımın birer bölüklerini ge­
niş cephe ile yayarak ve makineli tüfeklerimi düşman mevzilerine yaklaştı­
rarak taarruz edecekmişim gibi kendimi gösterdim. Dört topum mevzide
ateşe başladı. Yunanlılarda bir telaş eseri görmedim, yahut vardı da göre­
medim. Yarım saat sonra Yunan topçusu ateşe başladı. İlk önce dört top,
sonra sekiz daha sonra on iki. Piyadelerimi düşmana dört yüz metreden
daha yakına sokmadım. Askerlerimi kalın ve yüksek taşlar arasında
düşman piyade ve topçu ateşlerinden muhafaza ediyordum. En iyi ku­
mandan, kendi subay ve erlerinin hayatını korumasını bilen ve fakat aynı
zamanda da düşman er ve subaylarından fazla miktarda yaralayan ve
öldürebilmeyi başaran kumandandır. Biz harplerde neler gördük. Hiç
maksatsız olarak ve sırf kendi şan ve şöhreti artsın diye mehmetçikleri ve
subayları düşman mevzilerine saldırtan, geride dahi ilerleyemeyenleri
202 RAHMİ APAK

süngületen ve böylece sivrilmek hırsı ile yüzlerce vatan çocuğunun canını


yakan bazı vicdansızlar gerek Birinci Cihan Savaşı'nda ve gerekse İstiklal
Savaşı'nda görülmüştür ve bunlar cezasız kalmıştır. Ben, üç saat süren bu
muharebeyi ancak iki şehit ve beş yaralı ile kapattım. Şehitler arasında on
sekiz ondokuz yaşında güzel yüzlü tığ gibi bir genç subayın hatırasına ha­
la acırım. Adını unuttum.

Kavgada ölecek olanlar Önceden belli oluyor


Herkeste bir batıl itikat vardır, ya da ben de bazı şeylere inanırım.
Bu subay, kendi tabur kumandanının bir raporunu bana getirmeye me­
mur edilmiş. Benim muharebe idare yerim yarım metre kadar yükseklikte
bir taşın arkası. Onu görüyorum. Ateş altında sıçrayarak bana doğru yak­
laşıyor. On adım koşuyor, yere yatıyor. Tekrar kalkıp koşuyor ve yere ya­
tıyor, fakat her defasında yattığı yere bir Yunan güllesi düşüyor. Sanki
Yunan topçusu bu tek adamı, ateşi ile adım adım takip ediyor. Ölüm, bu
genç subayı kovalıyor. Nihayet nefes nefese yanıma geldi. Benim taşımın
gerisine yatarak tabur kumandanının yazılı raporunu elime tutuşturdu, fa­
kat aynı zamanda iki Yunan topu benim, şimdiye kadar rahat rahat sak­
landığım yeri öyle şiddetli bir ateş altına aldı ki, patlayan güllelerin sesin­
den kulaklarımın zarları patlıyor. Bereket versin taş çok kalın, bizim iki­
mizi ve yanımdaki iki emirerini, hem şarapnellerden ve hem de gülleler­
den koruyabiliyor. Biraz sonra ateş kesilince genç teğmene: "Oğlum, bu­
raya geldin, Yunanın topçu ateşini de birlikte getirdin, haydi buradan
uzaklaş, bende rahat edeyim. Bu Yunanlılar sana büyük saygı gösteriyor­
lar. Her gittiğin yerde top atışları ile seni şenlendiriyorlar" diye şaka ede­
rek tabur kumandanına da ağızdan verilecek cevabı kendisine söyledim.
Zavallı genç teğmen, onun kara büyük gözleri, kara kaşları, asil yüzü,
ince ve zarif endamı hiç hatırımdan silinmez. Yaşı henüz onsekiz ondo­
kuz. Yanımdan ayrıldıktan on dakika sonra başından yediği bir kurşun ile
yere serilmiş. Onu, Kızılbaş Duma Köyünün güneybatısındaki taşlıklar
arasında, şirin vücudunun üstüne beş on kürek toprak atarak bıraktık.
Mukadderat. Bu mukadderat sözünü Atatürk de pekçok defa söylemiştir.
Mukadderat, ezelin yazdığı bir fermandır. Bu ezelin mahiyeti ne olursa
olsun. Ona bazıları Allah demişler, bazıları da bir ad takamamışlardır.

Saat ona doğru kavganın kesilerek kademeli bir surette geriye çekil­
mek tedbirlerini aldım. İlk önce topçu bataryamı, düşman göremeyecek
surette sırtların gerisinden geriye aldırdım ve İnegöl'ün doğusuna geçerek
beklemesini söyledim. Sonra taburlar birer bölüklerini gerideki İkinci sırt-
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI

!arda bırakarak çekildiler. En geride süvari bölüğü ile kaldım. Piyadeler.


düşmandan tamamıyla sıyrıldıktan sonra ben de süvari bölüğünün yanın­
dan ayrıldım. Askere sıcak bir yemek yedirmek istiyordum. İnegöl'ün do­
ğusunda kazanları kaynatmaya başladım. Üç saatten evvel yemek pişmez
amma Yunanlılar arkamızdan gelmezlerse rahatça yemek yenebilirdi. Fa­
kat kazanlar ancak bir saat ateş üstünde kalabildiler. Süvari bölüğümüzün
ardından Yunan piyadeleri ilerlemeye başlamışlardı. Saat onbir buçukta,
İlk Yunan şarapneli İnegöl Kasabasının üstünden aşarak bizi aradı. Süvari
bölüğümüz kasabanın batı çıkağında müdafaa edecekti.

Askerin talim ve terbiyesine güvenim pek az. İnegöl'den Ahıdağı'na


kadar uzayan I O kilometre kadar bir ovada düşmanla kapışmaya hiç niye­
tim yok. Kazanlardaki yemekleri döktürerek askerlerimi derhal yürüyüş
koluna geçirdim. Bu esnada, tümen emir subayı dörtnal yanıma geldi.
Haberim yok, benim arkamdan o da İnegöl'e gelmiş. Bana: "Aman kur­
mayını, geriye çekilmeyin. Tümen Kumandanı Arif Bey, İnegöl halkından
20 bin lira para toplamak için beni göndermişti. Siz muharebe ederken
ben şimdiye kadar ancak ı 2.500 lira toplayabildim, daha yedi bin beş yüz
lira lazım. Yarım saat vakte ihtiyacım var. Hiç olmazsa kasabanın batı çı­
kağına bir tabur bırakınız. Bu parayı toplayıncaya kadar zaman kazana­
lım . . . " dedi.

Vay zalim Ayıcı Arif vay ... Demek ki, beni düşman karşısına sürmesi­
nin sebebi keşif veya yoklama değilmiş. İnegöl halkından 20 bin lira sız­
dırmak için bu işi yapmış. Demek, Duma Köyünün güneyindeki taşlar
içinde gömdüğümüz genç subay ile iki mehmetçik, Arif Bey'e 20.000 lira
sağlamak için harcanmış.

Bu para, senetsiz sepetsiz ve Milli Kuvvetlere yardım olarak halkın


gönül rızasıyla veyahut zoru ile toplanan paralar fasilesindendir. Bunun
hesabı kitabı yoktur. Bu paranın yüzde doksanı toplatanın cebine girer.
Birkaç kişiye de, ağızları kapansın diye elli altmış lira bahşiş verilir.

Daha yedibinbeş yüz lira toplanacakmış, ben bu mali muamele işini


silah kuvvetiyle desteklemeli imişim. Emir subayını sert suratla kovdum.
Askerlerim geri yürüyüşe devam etti. Taburlarını düşman topçu ateşinden
kurtuldu ve uzaklaştı. Sonra geri çekilmesi için süvari bölüğüne de haber
gönderdim. Ben de ağır ağır taburlanmı takip ediyorum. Buna rağmen
İnegöl batısından hala tüfek sesleri geliyor. Süvari bölüğümün düşmandan
sıyrılmadığı anlaşılıyor. Aradan bir saate yakın zaman geçti . Biz, hadisesiz,
Kurşunlu Köyüne yaklaşıyoruz. Bu esnada, geriden dörtnal birisi geliyor.
204 RAHMİ APAK

Bizim tahsildarlık yapan emir subayı. Yanımdan hızlı yürüyüşle geçerken


elindeki banknotları göstererek: "Kurmayını, parayı tamamladım, süvari
bölüğü ricamı reddetmedi. Yerini terketmedi. Düşman da İnegöl'e gire­
medi. Ben de paranın üstünü tamamlayacak zaman kazandım" diye bağı­
rarak uzaklaştı.
Ufak tefek yanlışlıklar veya kabahatler yapmış olan bazı kasabalardan
ve köylerden böyle kollektif para cezası tahsil etmek misalleri İstiklal Sava­
şı'nda çok görülmüştür. Bir defa bir çete reisi böyle cezalanacak bir kasa­
baya gitmiş. . Günlerden Cuma imiş. Cuma ezanı okununcaya kadar
ı o .ooo lira toplanıp verilmediği takdirde kasabanın yakılacağını ilan etmiş.
Halk korkudan keselerinin ağzını açmışlar. Herkes haline göre veriyor. Fa­
kat çoğunluk fakir, ezana beş dakika kalmış, para tamamlanamamış çete
reisi maruf zalimlerden ve dediğini yapar takımından. Koca kasaba yanıp
kül olacak. Bir çare düşünmüşler, müezzini çağırmışlar: " Sen Cuma eza­
nını bir saat sonra oku" demişler. Böylece kazanılan zamanda parayı ta­
mamlamışlar.

Ayıcı Arif'in ayısının marifetleri


Bu ayıyı �1ezit ormanlarından tutup getirdikleri zaman üç aylıkmış.
Tümen karargahı nereye giderse ayı da birlikte götürülür, köylü çocukları
ile güreştirilirdi. Boynundan zincirle bağlı olan ayı gecelediği yerde ışık
bulundurulmazsa yaygarayı basar uyumazdı. 70 inci Piyade Alayı Kuman­
danı Halit Bey' in ı o- r 2 yaşlarında bir kızı vardı. Anası öldüğünden Halit
Bey bu güzel kızını yanında taşıyordu. Ayı bu kıza aşık olmuştu. Kızın
yanına kimseyi sokmaz, sokulmak isteyene saldırır, kızın yanından ayrıl­
mak istemezdi ve müthiş kıskanç idi.

Bir gün, öğle zamanı Pazarcık'ta dolaşırken ayıya yaklaştım. İçmekte


olduğum sigaranın dumanını ayının bumuna üfledim. Ayı sigara duma­
nından kaçmadı. Burnunu dumana yaklaştırarak koklamaya ve bir rahavet
homurtusu yapmaya başladı. Hayret ettim. Kırk yıllık tiryaki gibi sigara
dumanından zevk alıyordu. Tekrar üfledim, tekrar zevklendi ve üçüncü
defa üflerken ayı birdenbire yüzüme bir şamar attı, fakat atik davrandı­
ğımdan şamarı boşa gitti. Bu esnada, Arif Bey' in yaklaşmakta olduğunu
görünce: "Kumandanım senin ayı sigara tiryakisi, sigara dumanından çok
haz ediyor" dedim. Bu sözüm üzerine Arif Bey bir sigara yaktı ve ayıya
yaklaştı. Ben, ne olur ne olmaz diyerek ayrıldım ve büroma gittim. Yarım
saat sonra Arif Bey yüzü gözü sarılı olarak odama geldi : '' Hayrola ku­
mandanım, geçmiş olsun, yüzünüze ne oldu?" deyince Arif bey küskün
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI

küskün: " Evet senin marifetin, hani ayı sigara dumanından haz ederdi?
İkinci defa nefesi üflediğim zaman suratıma öyle bir şamar attı ki yüzümü
gözümü yırttı" dedi.
Bir kere de, tümen karargahının, Eskişehir doğusunda bulunduğu bir
köye cephe Kumandanı Fuat Paşa (Cebesoy) gelmişti. İki kumandan ça­
dırda konuşurlarken, cephe Kurmay başkanı Binbaşı Saffet (Saffet Arıkan)
şu ayıyı paşanın otomobiline bindirelim, bakalım ne yapacak? dedi. Ayıyı
paşanın arabasına bindirdik. Hemen arka sedire kuruldu oturdu. Fakat
şoför arabayı tahrik edince, ayı korkusundan kendisini pencereden atmak
istedi. Düşüp arabanın altında kalmaması için otomobili durdurduk. Ayı
da pencereden aşağı atladı. Biraz sonra Fuat Paşa, gitmek üzere arabanın
kapısını açıp içeriye girmek Üzere iken birdenbire: "Uuu ... bu ne pislik?"
diye bağırdı. Meğerse, ayı korkudan oturulacak yeri fena halde pislemiş.
Fuat Paşa: " Kabahat ayıda değil, ayı ile şaka edenlerde" diye bize çıkış­
mıştı.
İ şte bu ayısı yüzünden Arif Bey'e Ayıcı Arif adı takılmıştı. Bir gün,
Kazancı cephesindeki Yunan tümen kumandanı bir köylü ile Arif Bey'e
şu haberi salmıştı: "Ayı güreştireceğine, gelsin de benimle güreşsin. . . .
"

1 1 inci Tümenin çeteleri


ı ı inci Tümende, Koçanalı Bahri Bey adında çok namuslu ve fedakar
bir zatın kumandası altında elli altmış kişilik bir çete vardı. Arif Bey, bir
defa, bu çeteyi Uludağ'ın batı eteklerinden Yunan kuvvetlerinin gerisine
gönderdi ve Uludağ yaylalarında otlayan Padişaha ait koyun sürülerinden
altı yüz kadar koyunu sürdürerek tümene getirtti. Bu koyunlar tümenin
levazımına satıldı ve parası da adet olduğu veçhile Milli Kuvvetlere yar­
dım faslına girerek Arif Bey' in elinde kaldı.

İnegöl isyanı ve Abaza İzzet


Pazarcık-İ negöl yolunun güneyinde bu yola paralel olarak giden ve
bir ucu İnegöl Ovasına çıkan ormanlıklı Melit Vadisi içinde bazı Abaza
köyleri var. Bu köylerden toplanan 40-50 kadar Abaza, İzzet adında birisi­
nin kumandasında güya ı ı inci Tümene hizmet arzetmişlerdi. Bunlar, bir
gece silahlı olarak İnegöl'e gelmişler ve Yunanlıların tuttuğu Kazancı cep­
hesine gidip kavga edeceklermiş süsü vererek, kasabanın batısından dışarı
çıkmışlar. İ negöllüler bunlardan şüphelendikleri için silahlanmış bulunu­
yorlarmış. Ertesi sabah erkenden bu çete geriye dönüp kasabaya girmiş ve
206 RAHMİ APAK

Arif Bey'in yaptığı gibi kasaba halkından para toplamak istemiş. Halk,
başlarında Belediye Reisi Osman Bey olmak üzere: "Allahını seven vur­
sun., diye bağırıp çetecilere ateş ederek beş altısını öldürmüşler. Çetebaşı
İzzet dahi ölenler arasında. Yedi kadarını da esir etmişler, diğerleri kaç­
mış. Bu esnada tümen karargahı Pazarkcık'ta idi. Osman Bey beni telgraf
başına çağırtarak hadiseyi anlattı ve halkın heyecanda olduğunu ileri süre­
rek, İnegöl'deki keşif kolomuzu geriye çekmekliğimizi teklif etti. Bu bir
küstahlık idi. Kendisine mutedil bir lisanla soygunculara karşı müdafaala­
rının meşru olabileceğini, fakat askeri kasabadan geriye çekmek teklifinin
vahim birşey olduğunu söyledikten sonra, kendimin oraya geleceğimi bil­
dirdim. Hadiseden fena halde hiddetlenen Arif Bey derhal İnegöllüleri ce­
zalandırmak lüzumunu cephe kumandanlığına teklif etti. Ben, onun hid­
detini tadil ederek, kendimin şahsen oraya gönderilmekliğimi teklif ettim,
muvafakat etti. Büyük bir tedbirsizlik yaptığımı sonradan anladım. Yozgat
isyanında dahi böyle asileri yatıştırmak için yalnız başına içlerine giden
eski esirlik arkadaşım Yüzbaşı Manastırlı Vasfı' nin başına gelen hal benim
de başıma gelebilirdi. O zavallıyı nasihata gittiği zaman namertçesine
öldürmüşlerdi. Heyecan zamanlarında, ayranı kabardığı vakit cahil halk
ile temasa yanaşmamalıdır. Bereket versin, İnegöl halkı biraz daha yontul­
muş bir halktı. İçlerinde Bulgaristan göçmenleri, Boşnaklar ve uslu akıllı
Karadenizliler vardı.

O gün derhal atıma binerek yola çıktım. Ahıdağı'nın kuzey yamaçla­


rında, adını unuttuğum bir Türkmen Köyü var. Bu köyde Süleyman Ağa
adında anlayışlı ve genç birisini tanımıştım. Onu buldum. Birlikte ovaya
indik ve İnegöl'ün Yunan cephesine bakan batı kenarlarından kasabaya
girdik. Halk bütün kasaba çıkaklarına ve yol kenarlarına silahlı nöbetçiler
ve postalar dikmiş. Süleyman Ağa'yı herkes tanıdığı için bizi içeriye aldı­
lar. Onar onbeşer kişilik silahlı gruplar sokaklarda dolaşıyor. Bir handa
hayvanlardan inerek hanın kahvesine oturduk. Silahlı halkın j estlerini hiç
beğenmedim. Osman Bey ile diğer söz anlayabilecek kimseler meydanda
yok. Belki de mahsus görünmediler. Biraz sonra yedi sekiz silahlı bulun­
duğumuz yere girdi. Kahvedekilerin nüfus kağıtlarını ve hüviyetlerini tah­
kik etmeye başladılar. Bunların başı orta boylu, şişmanca, ak yüzlü bir
adam. Üzerimdeki kurmay binbaşı subay elbisemi gördüğü halde bana
dönerek: " Sen kimsin hüviyetini göster" diye sert ve kaba konuştu. Ya­
nımdaki Süleyman Ağa: " Biz, Osman Bey'le görüşmeye geldik" deyince
kızgın kızgın kahveden çıktı. Ben tehlikeyi sezdim. Bizim onbeş atlı keşif
kolu da bulundukları hana kapanmışlar, kendilerini müdafaa edecek ha-
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI

zırlığa geçmişler, bekliyorlarmış: " Süleyman Ağa ben bunların durumunu


beğenmedim. Haydi kasabadan çıkıp gidelim" dedim. Süleyman Ağa, hiç
cevap vermeden kalktı ve kahve paralarını ödedi. Atlara bindik, girdiğimiz
yerden dışarı çıktık. Süleyman Ağa'nın köyünde geç vakit karnımı doyur­
dum. Hızlı bir yürüyüşle sabaha karşı Pazarcık'a döndüm. Bir tehlike at­
latmıştım. İki üç saat uykudan sonra durumu tümen kumandanına an­
lattım.

İnegöl' ü nasıl bastım?


Öğle zamanı, iki tabur piyade, bir batarya top ve bir süvari bölüğü
Pazarcık'tan hareket ederek akşamleyin Kurşunlu Köyünde toplandı. Bu
kuvvet, benim kumandamda olarak gece yarısı Kurşunlu'dan çıktık. Saba­
ha karşı, bir piyade taburu ile süvari bölüğü İnegöl'ün Yunan cephesi ta­
rafına gönderdim ve diğer tabur ile kasabanın içine girdim. Dört sahra to­
punu, Osman Bey'in evine karşı ateşe hazır bir halde mevzilendirdim.
Şehrin sokaklarını tutturdum. Meydanda in cin yok. Halbuki bir gece
önce kasabanın sokaklarında üç dörtyüz silahlı dolaşıyordu. Belediye bina­
sına giderek bütün memleket ileri gelenlerinin derhal belediyeye toplan­
malarını tellallarla ilan ettim. Yarım saat içinde toplanan elli altmış kişiye
uzun uzadıya söylediğim sözlerin özü şudur:
"Bir düşünce var, biz, harpte yenilmiş bir memleketiz. Bütün büyük
devletler düşmanımızdır. Ayrıca kuvvetli bir Yunan Ordusu da memleketi­
mizi işgal etmiştir. İstanbul ve padişah düşman elindedir. Ordumuzda si­
lah ve cephane kalmamıştır. Bu halde iken düşmanları silah zoruyla
memleketten kovmaya kalkışmak deliliktir. Silahlı müdafaayı devam ettirir­
sek, memleketin yakılıp yıkılmasına sebep olmaktan başka bir netice elde
edemeyiz. Bu düşünce korkakların, düşmana satılmışların ve alçakların
düşüncesidir.
Şöyle bir propaganda var. Türk askerleri, köylüden arpanın kilosunu
beş kuruşa satın aldıkları halde, Yunan kıtaları yedi kuruştan alıyormuş.
Evet bu doğrudur. Hatta, görüyorsunuz her gün arpa yüklü arabalar bi­
zim bölgeden kalkıp İnegöl'den geçerek Dimboz'daki Yunan birliklerine
arpa götürüyorlar. Köylü kazansın diye biz buna mani dahi olmuyoruz.
Güya geçende, tarlaları çiğnememek için kenar çizgilerinden teker teker
birbiri ardından yürüyen bir Yunan süvari bölüğüne Türk topçusu ateş
açtığı halde, tarlaları çiğnememek için Yunan askerleri dağılmamış aynı
nizamda yürümüş. �e büyük intizam ve adalet duygusu imiş. Gafiller,
şimdi sıkışık zamanda, Türk köylüsünü darıltmamak için düşmanın yaptı-
208 RAHMİ APAK

ğı bu dikkate inanıyor musunuz? Çoğunuz, Bulgaristan'dan geldiniz.


Düşmanlar bu kadar adaletli iseler, niye cennet gibi memleketleri bırakıp
Türk bayrağının altına koştunuz? Yarın barış olur ve Yunanlılar bu mem­
lekette kalacak olurlarsa, sizi rahat bırakacaklarını mı sanıyorsunuz? Fa­
kat, nereye göç edebilirsiniz? Yunan Ordusunu bu memleketten kovma­
sak, düşmanlar vatanın diğer kısımlarını bize bırakacaklar mı sanıyorsu­
nuz? Sizden sonra yaşayacak olan evlatlarınızı düşman çizmeleri ile ezil­
mekte olan bir memlekette mi bırakacaksınız? Biz, dünkü Yunan Kopi­
li'nin bayrağı altında yaşayacak namussuzlar mıyız?

Arkadaşlar; Türkiye, yalnız İzmir, Balıkesir ve Bursa vilayetlerinden


ibaret değildir. Arkada çok geniş Anadolu topraklarında on milyondan
fazla arslan var. Ordumuz, hergün kuvvetlenmekte ve hazırlanmaktadır.
Biz, Yunanlıyı bu memleketten kovacağız, buna inanıyoruz.
Sizin yaptığınız iş ahmaklık ve deliliktir. Dün gece ben buraya gel­
dim. Kasabanın içinde dört yüz kadar silahlı insan gördüm. Bu kabadayı­
lar şimdi nereye saklandı. Şimdi, üç saat içinde sizden dört yüz silah isti­
yorum. Bu müddet zarfında bu silahları getirip teslim etmezseniz başınıza
gelecek felaket büyük olacaktır. Ordu kumandanından aldığım emir ile
Belediye Reisi Osman Bey'i tevkif ediyorum. Haydi Osman Bey, kalk ba­
kalım çık dışın . . . .
"

Osman Bey'in hilekarlığı


Osman Bey birdenbire sendeledi: " Siz beni tevkif ederseniz ve Anka­
ra'ya gönderirseniz beni orada asacaklar. B undan eminim. Sizin insanlığı­
nıza başvuruyorum. Bana bir saat izin veriniz. Gideyim, çoluk çocuğumla
helallaşayım. Tekrar gelir size teslim olurum. Söz veriyorum" dedi.

Kendisine: "Bu kasabanın şaşkın hareketlerine önayak olan sensin.


Fakat günahın henüz asılmaya sebep olacak kadar büyük değil. Fakat da­
ha ileride asılmaya kadar gidebilir, İnegöl için de zararlı olabilirsin. Seni
asmayacaklardır. Buna ben de burada hepinizin önünde söz veriyorum.
Bununla beraber ve ordu kumandanının emrine rağmen sana iki saat izin
veriyorum. Git işlerini gör" dedim. Kalktı çıktı. Sözlerimin ve Osman
Bey'e karşı müsamahamın dinleyiciler üzerinde çok iyi tesirler bıraktığını
yüzlerinden anlıyorum. Yarım saat sonra Osman Bey bana şu mealde bir
mektup gönderdi: " Beyefendi, geriye döneceğime söz vermiştim. Fakat iş
önemli, can meselesi, asılmak istemiyorum ve kaçıyorum. Beni mazur
görünüz". :\1ektubu kalabalık önünde okudum ve derhal hadiseyi tümen
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI 209

kumandanına telgrafla bildirdim. Silahların toplanması ışı bir taraftan ya­


pılıyor. Fakat silah namına çarık çürük eski tüfekler, av tüfekleri getiriyor­
lar. Tekrar tellal bağırttım, evleri basacağımı, kimin evinde silah bulursam
belediye meydanında onu asacağımı ilan ettim.

Korkusundan altına pisleyen kabadayı


Silah teslim etmeye gelenler arasında, bir gece evvel Süleyman Ağa
ile oturduğumuz kahveye gelip hakaretli bir j est ile benden hüviyet vara­
kası isteyen herifi görmeyeyim mi?: " Ulan, sen, dün gece kahveye girip
benden hüviyet soran çete başı değil misin? Alın şunu, götürün, sokak or­
tasında süngüleyip gebertin" diye hiddetle yanımdaki subaylara bağırdım.
Adamcağız üç kere Ah. . . Ah. . . Ah. . . diye bağırarak yere çömeldi. Kolla­
rından tutup çıkardılar. Arkasından, ilişmemeleri emrini gönderdim. Geri­
ye gelen subay, herifin yere çömelince altına ettiğini, çamaşır değiştirmek
üzere evine serbest bıraktıklarını söyledi.

Öğleden sonraya kadar ancak seksen tüfek getirdiler. Bu arada müez­


zinin bana getirdiği şu telgrafı kalabalığa karşı okudum: " İnegöl'ü derhal
yakınız. İmza Cephe Kumandanı Fuat" halk titremeye başladı.

Bu emri yapmayacağım pek tabii idi. Bir iki ahmağın arkasından


sürüklenen beş on budalanın yüzünden koca kasabayı yakacak, fırsattan
istifade ederek şahsi prestij sağlamak ve soygunculuk yapmak suretiyle
milli davayı kirletecek değildim. Cephe Kumandanınında çok makul ve
merhametli büyük bir adam olduğunu biliyordum. O da benim bu emri
yerine getirmeyeceğimi pekala biliyordu. Bu şiddet tezahürünün manasını
sezmiştim. Telgrafı okuduktan beş dakika sonra, kaçak Belediye Reisi Os­
man Bey, boynu bükük olarak geldi teslim oldu. Ali Fuat Paşa'nın telgrafı
tam zamanında, lazım gelen tesiri yapmıştı.

Osman Bey'i bir arabaya bindirerek Pazarcık'a gönderdim.

İnegöllüler sonra Birinci ve İkinci İnönü Muharebelerinde önceki


yanlış hareketlerinin lekesini sildiler. Milli mukavemetin kuvvetli yardımcı­
sı oldular. İçlerinde, iftihar edilecek kahramanlık gösterenler çıktı. Bunu
daha sonra hikaye edeceğim.

Belediye Reisi Osman Bey'e gelince, barıştan iki yıl sonra bir gün
kahvede otururken, pencereden atılan birkaç kurşun ile öldürüldü. Katil­
ler yakalanmadı. Abazalar intikam almışlar.

F. 14
210 RAHMİ APAK

Gediz Muharebesi
Gediz'de bir Yunan tümeni var. Yunanlıların esas kuvvetleri Uşak'ta
olduğuna göre bu tümen esas Yunan kuvvetlerinden uzaklaşmış bizim içi­
mize doğru ilerlemiş durumda. Binaenaleyh, Batı Cephesi emrinde, savaş
kabiliyeti tecrübe edilmediği halde iyi sanılan ı ı ve 6 1 inci Tümenlerle,
savaş kabiliyeti çok yüksek olduğu iddia edilen ı inci Seyyar Kuvvetler
(Çerkez Ethem kuvvetleri) tarafından bu Yunan tümenine karşı bir baskın
taarruzu yapılacak olursa, geriden yardım gelinceye kadar bozguna uğratı­
lır, düşüncesiyle Batı Cephesi kumandanlığı bu düşman tümenine karşı
bir hareket yapmayı uygun görmüş. Sonradan işittiğime göre, bu taarru­
zun yapılması için bilhassa Birinci Seyyar Kuvvetler çok hevesli imişler.
Bunda da gizli bir maksatları varmış: Yeni kurulmuş olan 'bu iki munta­
zam tümeni yıpratmak ve Çerkez Ethem çetesine meydanı açık bırakmak.

Taarruz başlamazdan önce, bu iki muntazam tümen Kütahya civarı­


na nakledildi. Her iki tümenin kurmaybaşkanları, bir hafta önce mahalli­
ne gönderilerek ilk çıkış bölgeleri arazi üzerinde kendilerine gösterildi.
Plana göre, Albay Kazım (Köprülü) Kumandasında Ertuğrul Grubu adı
ile birleştirilen bu iki tümen Kütahya-Gediz şosesinin iki tarafından ilerle­
yecek. Solda gidecek olan bizim ı ı inci Tümenin ilk çıkış noktası Yağ­
murlar Köyüdür. Büyük bir aralıkla bizim tümenin solundan da Seyyar
Kuvvetler düşmanın Uşak'a çekilmesini önlemek için, (Gediz-Hamidiye
hanları) şose kısmına taarruz edecekler.

Tümenler 2 3 / 24 Ekim ı 920 gecesi ilk hazırlık mevzilerine girdiler. Bi­


zim ı ı inci Tümenin sekiz sahra topu bütün gece iplerle çekilerek Yağ­
murlu civarındaki sırtlara yerleştirildi. Bir kudretli cebel bataryası da daha
ileride mevzilendi.

Şafakla beraber oniki top, bir ormanın ilerisinde bulunan düşman


mevzilerine ateş açtı. Topçu ateşi iki saat devam ettikten sonra iki piyade
alayımız yanyana taarruza kalktı. Hava çok sisli idi. Solda ilerleyen alayı­
mızın bir taburu, bir boğazdan açılarak ilerlerken evvela bir vadiyi geçe­
rek karşıki sırtlara tırmanmak zorunda idi. Fakat ne tabur kumandanı ve
ne de subaylar muharebe kaidelerinden haberdar olmadıklarından, tabur
böyle bir alçak yere inip tekrar yukarıya tırmanırken, bu hareketi koru­
mak için gerideki sırtlara makineli tüfeklerini yerleştirmek, veyahut hiç ol­
mazsa bir bölüğünü orada himaye mevziine sokmak gibi en basit bir kai­
deye riayet etmeksizin çukura giriyor. Bu esnada, topçumuz da ateşi kes­
miştir. Tabur, çukurdan yukarıya tırmanmaya başlarken ortadaki sis de
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI 21 I

açılıyor. Yunan mevzilerini takviye etmek Üzere geriden gönderilmiş bir


Yunan piyade bölüğü yüksekten ve çok yakından ateş açıyor. Bu ateşi yi­
yen piyade taburumuzun erleri, hemen yere yatarak mukabele edecekleri
yerde karmakarışık geriye kaçıyorlar. Tabur kumandanı binbaşı, ileriye
atılarak intizamı tesis etmek istiyor, fakat vurularak şehit oluyor. Tabur
dağınık bir halde çukurun içine çekiliyor. Çok yakın mesafede, geride bu­
lunan kudretli dağ bataryasının açtığı ateş ile Yunanlılar takip edemiyor­
lar. Fakat bu taburun geriye çekilmesi ve gösterdiği intizamsızlık, sağdaki
alay ile diğer taburların dahi taarruzlarının durmasına sebep oluyor.

Sağımızdaki 6 r inci Tümen alayları da ağır ve teenni ile hareket edi­


yorlar. Böylece, Yunan tümeninin ileri karakol kıtaları, bulundukları or­
manın kenarında tutunmaya muvaffak oluyorlar. Ben, hemen alayın yanı­
na koştum. Dağınık bir halde geri çekilen askerleri topladık. Oradan cebel
bataryasının yanına gittim. Batarya Kumandanı Yüzbaşı Sami, önünde ve
yanında hiçbir piyade kalmamasına rağmen mevkiini terketmeyerek ateşe
devam ediyordu. Halbuki yakın mesafeden gelen düşman piyade mermile­
ri topların arasında vızıldayarak geçiyordu.

Tümen Kumandanı Arif Bey taarruzu durdurdu. Hiddetle bağırıyor:


"Taarruzu durdurdum tekrar taarruz etmeyeceğim. Çünkü, Seyyar Kuv­
vetler düşman karşısında sakız çiğniyor. Muharebeye girişmiyorlar. Mak­
satları, bizi yıpratıp meydanı boş bulmaktır. . .
".

Biraz sonra cephe kumandanı da geldi. Taarruzun durdurulmasına


karar verdiler. Geceleyin, bizimkiler geriye çekilirken Yunanlılarda, çetele­
rin faaliyetsizliğinden istifade ederek, Gediz'i boşaltıp Uşak'taki esas kuv­
vetlerinin yanına gittiler.

Gediz'deki münferit düşman tümenine karşı tertip edilen bu saldırış,


ıyı düşünülmüş ve makul bir hareket idi. Boş durmaktan ise düşmana
karşı faaliyet göstermek ve bir iş yapmak lazımdı. Eğer muvaffak olsa idi,
düşman tümeninin Uşak ile muvasalası kesilecek, Gediz'in güneyindeki
Büyük dağa çekilmeye mecbur edilecek ve bu ıssız, yolsuz, dağın yamaç­
larında büyük bir kısmı esir edilecekti. Çi.inkü topçusunu oralara çıkara­
mayacaktı. Lakin bizim askerlerimizin ve subaylarımızın talim ve terbiye
noksanı, yeni kurulmakta olan kıtalarımızın emir ve kumanda heyetlerinin
birbirlerine kaynaşamamış olmaları ve çetelerin gizli maksatları, yüzünden
neticelendirilemedi.
212 RAHMİ APAK

Başı kopmuş ve sırtının derileri yüzülmüş Yunan askeri


Ertesi günü muharebe meydanını gezdim. Otuz kırk kadar erimiz şe­
hit olmuş yatıyor.Topçu ateşimiz çok tesirli olmuş. Orman kenarında Yu­
nan ölüleri yatıyor. Bir Yunanlı telefon erine mikrofonda konuşurken bir
tam isabet vaki olmuş. Kafası gövdesinden ayrılmış. Kafa iki metre uzakta
ve bileğinden kopmuş olan el ile buna yapışık mikrofon kulakta olduğu
gibi duruyor. Gövdenin ise sırtı ve karına kadar olan göğsünün derileri ta­
mamıyla soyulmuş. Bir tam isabetin barut gazlarının bir insanın koyun
derisi gibi derisini soyacağını hiç bilmezdim. Korkunç bir durum içinde
başsız gövde yerde yatıyor.

Yeşil Ordu - Kızıl Elma


Gediz Muharebesi'nden sonra, çetelerin ve çeteciliğin yarattığı kötü
ruh üzerinde, aklı eren herkesi bir düşünce aldı. Bir taraftan, çeteciler de,
Muvazzaf Ordunun artık modası geçmiş olduğu, mecburi askerlik sis­
teminin iflas eylediği, muvazzaf kıtaların kavga ve dövüş kabiliyetlerinin
noksanlığı hakkında propagandalara giriştiler ve Gediz kavgasını buna
başlıca delil olarak gösterdiler. Bilhassa, beş altı ay önce birçok merkezler­
de teşkilat yapmış olan Yeşil Ordu Partisi bu propogandayı destekliyordu.
Ethem ve kardeşleri Yeşil Orducu idiler.

Bu Yeşil Orduya, daha Bursa'da iken ne olduğunu bilmeden ben de


girmiştim. Kafkasya'da bulunan Enver Paşa'nın kurduğu ve Bolşeviklerin
desteklediği bir teşebbüs olduğu fikrinde idim. Açık konuşuyorum. Benim,
Milli Mücadele davamızın yüzde yüz muvaffak olacağı hakkında kanaatim
yoktu. Fakat yüzde otuz bile olsa, mademki başka kurtuluş çaresi yoktu,
bu mücadeleyi yapmak gerekti. Bu tıpkı yüzde yüz bir ölüme mahkum
olan bir hastanın yüzde yirmi bir kurtuluş ihtimali ile operasyon masasına
yatmaya razı olması gibi bir şeydi. Sonuna kadar dövüşecektik. Düşman,
bütün Anadolu'yu istila edecek olursa ve bütün vuruşmalarda ölmeyip sağ
kalacak olursak Kafkaslara kadar çekile çekile çarpışacaktık. Türk
Müslüman efsanesindeki KIZIL ELMA belki de bu idi. Oralara kadar çe­
kildikten sonra ise Yeşil Ordu ile işbirliği etmek zaruri olacaktı. İtiraf ede­
yim ki bu bizim için geride bir destek ve kuvvet idi. Yalnız benim değil,
fakat birçoklarının.

Lakin, şimdi Yeşil Orducular, milis ordusu kurulması davasını ortaya


attılar. Bu hiç hoşuma gitmiyordu.
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI 2 13

Beni Konya Ereğlisi'nde kurulmakta olan atlı piyade alayı kumandan­


lığına tayin etmişlerdi. Yeni vazifeme katılmak üzere yola çıkmak için Es­
kişehir'e gelmiştim. Bu esnada, İstanbul'dan yeni gelmiş birkaç gazeteci,
birkaç genç ve aklı başında üç dört kişinin meclisine bir tesadüf olarak
ben de katıldım. Sırtımdaki kurmay binbaşı üniformamı göre göre ve or­
dunun bir alayının kumandanı olduğumu bile bile bu adamlar, benim
yanımda, derhal ordunun dağıtılmasını, Çerkez Ethem'in kuvvetleri esas
olmak üzere bir milis ordusunun kurulması lüzumunu müdafaa edip dur­
dular.

Batı Cephesi kumandanının değiştirilmesi


Cephe Kumandanı Ali Fuat Paşa Moskova Büyükelçiliği'ne tayin edil­
di. Batı Cephesi ikiye ayrılarak Kuzey kısmına (Karadeniz-Kütahya bölgesi)
Albay İsmet, Güney kısmına da (Afyonkarahisar-Akdeniz bölgesi) Albay
Refet Kumandan tayin edildiler.

Atatürk, çeteciliği ortadan kaldırmaya karar vermişti


Nutuk'ta böyle bir imaya rastlamadım. Atatürk'ün böyle bir karar
verdiği hakkında hiçbir yerden birşey de işitemedim. Fakat çetecilikle işin
yürümeyeceğine inanmış olan İsmet Bey'le, Refet Bey'in ordunun başına
getirilmelerini, o zaman birçok subaylar gibi ben de, Atamızın muntazam
ordu kurmak tasavvur ve niyetlerine hamlettim. Bilhassa, Refet Bey'in da­
ha güneyde külliyetli süvari birlikleri teşkil etmek için vazifelendirilmesi
bu düşüncemizi kuvvetlendiriyordu . Ali Fuat Paşa, Çerkez Ethem ile iyi
geçinmekte olduğundan çeteciliğin ilgası hareketine onun vasıta olması ta­
bii makul olmazdı. Belki, ileride bu sır dahi çözülecektir.

Fakat, çeteleri ortadan kaldırmak teşebbüsü çok tehlikeli bir işti. Bir
çok aklı erenler bile, zor kullanarak çeteleri intizam altına almanın başarı­
lamayacağını, mevcut muvazzaf kıtaların çeteler tarafından kolayca perişan
edileceğini iddia ediyorlardı. Bu inanç, cephede olduğu kadar ve belki dr>.­
ha ziyade Ankara'da, Büyük Millet Meclisi içinde de yerleşmişti. Bu te­
şebbüs muvaffak olmazsa işin sonu nereye varırdı? :V1emleket, iki üç serse­
rinin elinde kalırdı. Bütün kıymetli subaylar ve kumandanlar çeteciler ta­
rafından öldürülür, Atatürk dahi aynı akıbete uğrardı.

İsmet ve Refet Paşalardan başka Fahrettin Paşa (Altay) ile o zaman


tümenlerin başında bulunan Ayıcı Arif, İzzettin (Çalışlar), Aşir, Derviş,
Ömer Halis Beylerin de samimi olarak çeteciliğin aleyhinde bulundukları­
nı ve kıtaların başında bulunan alay ve tabur kumandanlarının yüzde
214 RAHMİ APAK

doksanının çetecilerden nefret ettiklerini biliyordum. Bu büyük ve küçük


kumandanların her biri fedakar, enerjik insanlardı. Zayıf olan tarafımız di­
siplin, talim ve terbiyeleri henüz sağlanmamış erlerin bu yüksek teşebbüsü
kavramamaları yüzünden çetelerin karşısında tıpkı vatan düşmanlarına
karşı gösterilmesi gereken fedakarlığı kabule yanaşıp yanaşmayacakları
noktası idi. O zamanki şüpheli duruma rağmen bu tehlikeli teşebbüs çok
maharetli ve akıllı idare edilmiş ve başarılmıştır.

İsmet ve Refet Beyler Garp Cephesinin başına geçtikten sonra Çerkez


Ethem ve kardeşlerinin takındıkları serkeşlik tavırları hakkında, Nutuk'ta
tafsilatlı bilgiler vardır. Son zamanda çok genişleyen bu ihtilafı önlemek
için Atatürk Çerkez Ethem ve kardeşi Reşit ile birlikte ve Kazım Özalp
beraberlerinde olarak yakın arkadaşlarıyla Ankara'dan trenle Eskişehir'e
geldiler. Eskişehir' de, Garp Cephesi karargahını korumak için 24 üncü
Tümenin hücum taburu getirilmişti. Bu taburun Kumandanı Yüzbaşı
Nurettin adında birisi idi. Bu Yüzbaşı Sapancalı idi. Garp Cephesi Leva­
zım Reisliğini yapan sınıf arkadaşım Kurmay Binbaşı Merhum Konyalı
Tahsin'in o zaman bana söylediğine göre, bu Yüzbaşı Nurettin, bir
görüşmede çeteciliğe karşı hareketin aleyhinde konuşmuş. Ethem, Eskişe­
hir' de trenden inince, bir yüzbaşı onun evine giderek, eğer derhal kaç­
mazsa kendisinin tevkif edileceğini Ethem'e haber vermiş. Bunun üzerine
Ethem derhal arabasına atlayarak, 4 Aralık 1 920 gecesi elli altmış kadar
maiyeti ile gece yarısı Eskişehir'den çıkarak Kütahya'ya savuşmuş. Bu su­
retle ip kopmuş ve Ethem her türlü uzlaşma tekliflerini reddederek açıkça
isyan bayrağını çekmiş. Bu yüzbaşı Nurettin, sonra askerlikten çekilerek
iktidar tarafından hayli iltifat görmüş ve bir zamanlar Kocaeli Milletvekil­
liğine seçilmiştir. O halde Merhum Konyalı Tahsin yalan mı söyledi?
Tahsin mert bir arkadaştı. Ben bu muammayı bir türlü çözemedim gitti.

Ben, aynı gün Eskişehir'den trenle Afyonkarahisar'a gittim. Orada


Refet Paşa'yı gördükten sonra Konya Ereğlisi'nde yeni alayıma, atlı piyade
alayına katılmak üzere hareket ettim.

Atlı piyade alayı ne demek?


İlk defa teşkil edilmekte olan bu alay, üç piyade taburu ile bir karar­
gah bölüğünden mürekkep olacaktı. Bütün erler atlı olacak, fakat kılıçları
olmayacak, piyade tüfeği ile teçhiz edileceklerdi. Her piyade taburunun
mevcudu en az beşyüz er olsa bu alayı teşkil için iki bin hayvana lüzum
vardı. B u hayvanların tedariki ise imkansızdı. Eyer takımı dahi tedarik
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI 215

edilemezdi. Piyadeler, hayvan sırtında süratle uzak mesafelere nakledilebi­


lecekler, sonra yaya cengine inecekler. Her er, beş yedek hayvanı tutacak,
böylece her tabur muharebe hattına dört yüz tüfek sürebilecekti.

Kısa bir zamanda böyle bir kıtanın teşkil edilemeyeceği anlaşılınca bu


fikirden vazgeçilerek bu alaya ı g uncu Süvari Alayı adı verildi. Bir iki gün
sonra Ereğli'den trene bindirilerek Afyon ile Kütahya arasında Çekürler
istasyonuna nakledildi. Alayın noksan olan 1 20 kadar eyer takımını Af­
yonkarahisar' dan geçerken tedarik ettik.
Refet Paşa, çok kısa zamanda, Çekürler'de altı süvari alayı toplamış.
Bunlardan birisi de benim alay. O yoksullukta, o hengamede bu altı ala­
yın kumandanlarını, subaylarını, hayvanlarını, silahlarını, eyer takımlarını
ve diğer noksanlarını tedarik etmekle gösterdiği bu muvaffakiyet hayret
edilecek bir şeydi.
Hayvanlar küçük yapılı Anadolu atları idi. Zahmete ve açlığa daya­
nıklı idiler. Çekürler Ovasında büyük bir süvari ordugahı kurulmuştu. Bu
kadar kalabalık hayvanları beslemek, sulamak ve nallamak bile zor bir iş­
ti. Kalabalık atlı çetecilerin karşısına, böyle kalabalık atlı birlikleri çıkar­
makla çeteciliğe karşı yapılacak mücadele muvaffakiyet ihtimalinin yarısı
sağlanmış oluyordu.
Refet Paşa, ayak üstünde, bu altı alaydan beheri üçer alaylı iki büyük
birlik kurdu. Beheri bir süvari tümenine muadil olacak olan bu iki büyük
birlikten birisinin adına Birinci Süvari Grubu adını vererek, Kumandanlı­
ğına Yarbay Derviş Bey'i diğerine de ikinci Süvari Grubu adını vererek
kumandanlığına beni tayin etti. Başkaca hiçbir merasime lüzum görmeksi­
zin, iki grup aralarında onbeşer kilometre bir aralık olmak üzere Gediz
üzerine yürüyüşe çıktık.
Refet Paşa, birkaç gün önce bu kıtalarla Demirci Mehmet Efe'nin or­
dugahına bir baskın yaparak bu azılı çeteyi dağıtmış, ortadan kaldırmıştı.
Demirci Efe düşmana iltica etmeyi kabul etmemiş, sahneden çekilmeye
razı olmuştu. Ben bu harekette bulunmadım.

Birinci Kuvve-i Seyyare denilen Çerkez Ethem kuvvetlerine karşı


taarruz
Çerkez Ethem, isyan bayrağını çektikten sonra ilk mukavemetini
Kütahya'da denemek istedi. Fakat r ı ve 6 ı inci Piyade Tümenlerinden
maada yeni katılan 8 inci Piyade Tümeni ile kuvvetlenen muntazam kuv-
2 16 RAHMİ APAK

vetlerin önünde mukavemet etmek istemeyerek Gediz Dağlarına çekildi.


Esas mukavemeti Gediz'de yapmak kararında olduğu anlaşılıyordu. Refet
Paşa, Gediz Dağlarına çekilmiş olan çetelerin maneviyatına tesir yapmak
için, yanyana iki kol halinde yürüyen ve beheri iki bin atlı olan iki süvari
grubuna, Altıntaş düzlüklerinde zikzak yürüyüşler yaptırdı. Uzun toz bu­
lutları, dağların tepelerinden seyreden çetelere, ilerleyen Muvazzaf Ordu
birliklerinin mevcutlarını iki misli fazla gösteriyordu . Böylece bir günlük
yürüyüşle alınacak mesafeyi , sağa ve sola zikzak yürüyüşlerle üç günde
kestik.

Benim grubumun önde giden ı g uncu Alay, dağlık bölgeye girildiğin­


de ilk defa çetelerle temasa geldi. Üç yüz kişilik bir ileri karakol çete gru­
bu, bir dağ boğazının içinde ateşte kuzu çevirmesi yapmakla meşgul iken,
alayın önde yürüyen bölüğü bu boğaza girince, çeteler tek kurşun atma­
dan kaçtılar. Kuzu çevirmelerinden maada altmış kadar hayvanları elimize
geçti. Hayvansız kalanlar saklandıkları dağlardan ertesi günü inerek bize
teslim oldular. Benim grubumun önündeki çeteci birliklerinde bir
çözülme başladı. Evvelce Ethem'in emrine verilmiş olan bir piyade alayı­
nın erleri dağıldı. İki yüz kadarı bize sığındı. Subayların hepsi bize geldi­
ler. Erlerin ellerine bir vesika vererek, iki ay izinle memleketlerine gönder­
dik.

Herkesin titrediği ve :vluvazzaf Ordunun dahi karşılarında dağılacağı


inancının kökleştiği bu çetelerin bu kadar kof çıkmalarına şaştık kaldık.
Demek ki çeteciliği kaldırma kararını verenler ve bu hareketi tertip ve icra
edenler körükörüne değil, bu işi bilerek yapmışlardır.

Bunu hatıralarımda, bilhassa kalın puntolu harflerle yazıyorum: Eğer


çeteciliğin ilgasına karar verilerek çetecilik kaldırılmamış olsaydı,
Muntazam Ordu kurulamazdı. Muntazam Ordu kurulamayınca da,
muntazam Yunan Ordusu yenilemez, Anadolu ve Rumeli düşman­
lardan temizlenemez, Türk Vatanı kurtulamazdı. Büyük sorumlu­
luklar taşıyan bu karara varan o zamanki kumandanları herkes ta­
nımalıdır. Bu hareketi düşünen Atatürk başta, İsmet ve Refet Paşa­
lar olmak Üzere ve diğer büyük ve küçük kumandanlarımız ile bir­
likte bu işi başardı. Eğer muvaffak olunmasaydı, yukarıda söyledi­
ğim gibi ne şimdi biz vardık ve ne de Türk Vatanı.
Aralık ı 920 sonunda, Çerkez Ethem kendisine sadık kalan çetecilerle
ve kendi kurmaybaşkanlığını yapan Yüzbaşı Halil'i de alarak Tavşanlı ve
Gördes Üzerine çekildiler.
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI 217

Yunan Ordusu taarruza geçiyor


1 92 ı yılının Ocak ayının altıncı günü, Yunan Ordusu İnegöl ve Yeni
şehir' den, Eskişehir üzerine ve Uşak' tan da Afyonkarahisar üzerine ileri
harekete geçti.

Ethem ve kardeşlerinin Yunanlılarla anlaşacakları ve kendilerini kur­


tarmak için Yunanlıları davet edecekleri belli bir şeydi. Fakat çetelerin
morallerine indirilen esaslı darbelerimizden ve ellerindeki kuvvetlerin yarısı
azaldıktan sonra, biz mevcut birliklerimizle tekrar geriye dönerek Yunan
Ordusunun ileri hareketini durdurmaya çalışacaktık. Durumumuz çok na­
zikti. Eskişehir'i Yunan Ordusuna karşı örtmek için tek 24 üncü Tümen
ile ı ı inci Tümenin bir alayı cephede bırakılmıştı. Afyonkarahisar'da ise yal­
nız bir piyade alayı bu Örtme işine tahsis edilebilmişti. Tutulacak mevzi
İnönü mevzii idi. Efendi Köprüsüne kadar ilerlemiş ve Gediz'e yaklaşmış
olan piyade ve süvarilerin İnönü mevzilerine olan uzaklığı, Yunan kuvvet­
lerinin İnönü'ye olan uzaklığından daha fazla idi. Üstelik de Türk kıtaları
çok yorgun ve uykusuzdu. Yunanlılar kendi mevzilerinden zinde olarak
yola çıkmışlardı. Eğer İnönü mevzilerine vaktiyle yetişilemez ve örtü hiz­
metin i gören 24 üncü Tümen ile ı ı inci Tümenin r 26 ncı Alayı ilerleyen
düşmanı durdurmakta gecikirse, Yunanlıların kollarını sallaya sallaya Eski­
şehir'e girmelerinden korkulur ve milli mücadele davası daha o gün yarı­
yarıya kaybedilmiş bulunurdu.

O gün akşamleyin iki cephe kumandanı yani İsmet Bey'le Refet Bey
(Kütahya-Gediz) şosesi üzerindeki Efendi Köprüsü denilen Tatar
köyünde buluşarak kararlarını verdiler. Her cephenin birlikleri, Ethem' e
karşı yapılan takip hareketinden vazgeçerek derhal kendi cephelerini
müdafaaya koşacaklardır. Yalnız bir istisna ile, Cenup Cephesine ait olan
benim süvari grubum, Batı Cephesi yani İsmet Bey'in ordusunun emrine
veriliyor. İ smet Bey'in, akşam karanlığında bana harita üzerinde parma­
ğıyla göstererek: "Kütahya üzerinden İnönü'ye gideceksin. Düşmandan
önce İnönü mevzilerini tutmak için şimdi Alayunt'tan yetiştirebileceğim
piyade birliklerini trenle yola çıkaracağım. Siz, grubunuzla İnönü'ye geldi­
ğiniz zaman, burasının Yunan kuvvetlerinin eline geçmiş olduğunu göre­
cek olursanız düşmanın gerilerine tesir yaparak durdurmaya çalışırsınız.
Her halde, ben size İnönü güneydoğusundaki Tutluca Köyünde bir tali­
mat ve irtibat postası bulunduracağım" dedi.
Ben, derhal Kütahya'ya doğru yürüyüşe geçtim. Gece yarısı Kütahya'ya
geldim. Hayvanların yüzde yetmişinin nalları düşmüştü. Alaylarda nal-
218 RAHMİ APAK

bant ve nalbant takımı, nal ve çivi yok gibi. Kütahya'da ne kadar nalbant
varsa geceleyin evlerinden kaldırdık. Bunları şehrin kenarındaki meydanda
topladık. Meşaleler yakarak hayvanları nallattık. Şafak sökerken Kütah­
ya' dan yola çıktık. O zaman Kütahya'dan İnönü'ye doğru giden harapça
bir şoseyi takip ederek hiç dinlenmeden kuzey istikametinde yürüdük.
Adını unuttuğum ve yolun batıya döndüğü yerdeki bir köyün yanında bir
yem molası verdik. Hayvanlar aç susuz ve çok yorgundu. Bu mola iki saat
sürdü. Buradan tekrar bir derenin köprüsünden geçmek suretiyle
yürüyüşe geçtik. Grubun yarısından fazlası yürüyüş koluna geçmiş ve üçte
biri henüz toplu bulunduğu bir sırada bir Yunan uçağı belirdi. Bizi
görünce biraz alçalarak üstümüzde dönmeye başladı. Köprüyü geçmekte
olan kısımlarımızın üzerine bomba atacağını düşündüm. Fakat yürüyüşü
durd urmadım. Yunan gözetleyicisi bizim grubun kuvvetini iyice tesbit
edecek kadar bizi gözetledikten sonra hemen geri döndü, İnönü istikame­
tinde geldiği yere gitti. Tamam 1 800 atlı idik. Her alayda iki tüfekli bir
ağır makineli takımı vardı. Ayrıca grubumuzda iki toplu da bir dağ batar­
yamız vardı. Toplar hayvan üstünde taşınıyordu.

İkindi zamanı İnönü istikametinden gelen top seslerini işitmeye başla­


dık. Tutluca denilen ve İnönü'ye sekiz kilometre mesafedeki köye geldiği­
mizde, Cephe Kumandanı İsmet Bey'in orada bizim için bırakmayı vaat
eylediği irtibat postasını bulamadık. Aşağıya, vadiye inmeyerek İnönü'nün
güneyindeki sırtları üzerinden ilerlemeyi makul gördüm. Karanlık basınca­
ya kadar yürüdüm. Hayvanlar o kadar yorgun idi ki, yürürken uyuyarak
yere düşenler bulunuyordu. İnönü hizasını geçmiştik. Ertesi sabah,
düşmanın gerisine tesir yapacak bir duruma girmiştik. Yürüyüşü durdur­
dum ve üç alayla bir üçgen vaziyet aldırdım. Her alay , kısa mesafe ile bir
bölüğünü yaya olarak ileri karakola memur edecek, hayvanlara yem, su
ve uyku verilecekti.

Biraz sonra karanlıkta üçer beşer döküntü siluetleri ve geriye gidişler


belirdi. Bunlar, İnönü mevzilerinden mecburi çekiliş yapan bazı taburların
geriye giden veya kaçan döküntüleri. Bunları, karargahımın gerisinde top­
latmaya başladım. Biraz sonra bir yüzbaşı, tabur kumandanı imiş:
" Düşman, İnönü istasyonu civarından cepheyi yardı. Demiryolu güneyin­
deki asıl müdafaa mevzilerimizi çevirdi. r ı inci Tümen kumandanı ile
Cephe Kumandanı İsmet Bey yüz de yüz esir olmuşlardır. Benim tabu
rum dahi bu durumda" dedi. Kendisine: "Bütün döküntüleri benim ar­
kamda toplayacaksın bir adım daha geriye gitmeyeceksin" dedim.
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI 219

Bu döküntülerin grubumuzun alaylarının maneviyatlarını bozacakları


tabii idi. Derhal emir subaylarından birisini bir alaya, diğerini de diğer bir
alaya göndererek, alayların bulundukları yerlerde büyük ateşler yakmaları­
nı, subayların uyumayarak geriye gelen döküntüleri alaylarının yanında
toplayıp kendi subaylarının idaresinde intizama sokmaları emrini verdim.
Ben de, bizzat hayvan üstünde sağa ve sola koşarak birçok perakende top­
ladım.

Biraz sonra, Garp Cephesi karargahında çalışan bir kurmay geldi.


O da, kaçak tabur kumandanı gibi aynı malumatı verdi. Hatta: "İsmet
Bey ve ordu birlikleri artık yoktur. Eskişehir'in önü açıktır. Ankara' nın da
önü açıktır. Sizin grubun bu gece Eskişehir doğusuna çekilerek Ankara'yı
örtecek tertibat alması en makuldur" dedi. Kendisini geriye gönderdim.
İnönü düştüğüne göre, hiç olmazsa İnönü-Kütahya yolunu kapamak
üzere grubumu dört kilometre kadar geriye aldım, Tutluca sırtlarını tut­
tum. Ertesi sabah, hale göre hareket edecektim.

Alayımın birisinden , bir gedikli çavuşun kumandasında 25 atlı savu­


şup gitmiş. Başkaca bir dağınıklık olmadı. Piyadelerin perakendelerini de
topluyorum. İki saatlik bir uykuyu müteakip sabahleyin şafakla birlikte
İnönü üzerine, ovaya inmeye başladım. Öndeki alayımız İnönü'ye yaklaşı­
yor. Hiçbir ateş yemedik. Ne Yunanlı var, ne de şeytan. Hani ya, düşman
neler yapmıştı? Düşman ortada yok ki. Bir müddet sonra, Garp Cephesi
karargahına mensup süvari bölüğünü düşman istikametine ileri yürürken
gördük. Bölük kumandanı koşarak yanıma geldi: "Biz sizi arıyoruz. İsmet
Bey Çukurhisar'dadır. Orada kıtaları toplayarak yeni bir müdafaa için ha­
zırlanıyor" dedi. Çukurhisar, İnönü'den sonra Eskişehir'e doğru ilk istas­
yondur. İnönü'den 20 kilometre kadar geride. O halde, Batı Cephesi kıta­
larında önemli bir bozukluk yok. Zaten, ilk muharebeye girenlerin, trenle
sevkedilen, r ı inci Tümenin iki alayından ibaret olduğunu biliyorum. Bu
halde, geriden yaya olarak gelmekte olan diğer birlikler dahi bu sabah
Çukurhisar'a yetişecekler. Fakat galip düşmana ne olmuş' İnönü Köyünü
geçtik. Daha batıda, asıl muharebenin olduğu sırtların üzerinden geçiyo­
ruz. Burası ölülerle dolu. Bir meydanlıkta yüz kadar Yunan ölüsü yatıyor.
Yanlarındaki derelerin içi ölülerle dolu. Akpınar Köyünün bulunduğu bu
sırtlar da ve şimdi İnönü Şehitler Abidesi'nin bulunduğu yerlerde kıyasıya
ve yakın mesafelerden kanlı çarpışmalar olmuş.
220 RAHMİ APAK

Birinci İnönü Savaşı nasıl olmuş?


Bu muharebe, İstiklaJ Savaşı'nın yeni teşkil edilmekte olan genç ordu­
sunun ilk zaferidir. Bunu her inkılap gencine öğretmek lazımdır. Neşretti­
ğim kitaptan bir pasaj koyarak Birinci İnönü kavgasını aydınlatacağım:

"Yunan kıtaları, 8 Aralık 1920 sabahı boş olan (Kavalca-Akpı­


nar) hattını tutabilirlerdi. Böyle olmadı. Onlar, ancak 9 Aralık öğle­
den sonra demiryolunun güneyindeki İnönü esas mevzilerine geldi­
ler. 126 ncı Alay tarafından işgal edilmiş bulunan (Saraycık-Karaağaç)
hattında bazı Önemli mevzileri işgal ederek bu alayı geriye
püskürttüler ise de aynı akşam trenden inerek mevzilere yetişen ve
biraz geride ikinci bir hattı tutan 70 inci Alayın inatçı müdafaasına
çattılar. İstiklal Savaşı tarihinde büyük roller oynayan bu 70 inci
Alay 9/10 Aralık gecesi ve ertesi günü sabahı Üstün düşman kuv­
vetleri karşısında ve topçusuz olarak mevkiinde sebat etmiş ve
düşmana ağır kayıplar verdirmiştir. Ertesi günü 1 1 inci Tümenin di­
ğer 127 nci Alayı da trenden çıkarak bu alayın solunu uzatmak su­
retiyle muharebeye girmiştir.

Demiryolunun kuzeyindeki İnönü mevzileri kısmı ise 24 Üncü


Tümen kıtaları tarafından tutulmakta idi. Burada bir kısmı yorgun
argın gelen 1 1 inci Tümen alayları ile birlikte beş alaydan ibaret
olan ve tüfek sayısı 4500'den ibaret bulunan Batı Cephesi kuvvetle­
rimiz 20.000 kadar Yunanlıyı yüzgeri ettirmiştir". Yunanlılar, demir­
yolu güneyindeki esas İnönü mevzilerini tamamıyla elde ettikten ve Batı
Cephesi kuvvetlerini Çukurhisar'a kadar geriye sürdükten sonra o gece ne­
den çekildiler? Kendi ifadelerine göre maksat, Ethem'in karşısındaki mun­
tazam kıtaları dağıtmak ve demiryolunu İnönü noktasında tahrip etmek
imiş. Evvelce kararlaştırdıkları veçhile bu saldırışları, mahdut hedefli bir
taarruz imiş.

Bu iddianın bir kısmı doğrudur. Belki, uzun hedefli bir taarruz için
hazırlanmamışlardır. Fakat, geriye çekilmeleri, Türk muntazam kıtalarım
dağıtamadıklarım ve dağıtamayacaklarını anlamış olmalarından ve verdik­
leri kayıplardan ve uçakları ile yaptıkları keşif ile birisi bizim süvari grubu
ve diğeri de Çolak İbrahim emrindeki süvari birliğinin, İnönü üzerine
yaklaşmakta olduğunu ve ayrıca (Ankara-Eskişehir) demiryolu üzerinde
hararetli asker nakliyatını müşahade etmiş olmalarındandır.
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI 22 1

Tekrar Çerkez Ethem aleyhine dönüş


Çetelerin karşısında zayıf bir süvari birliği ile 6 1 inci Piyade Tümeni
terkedilmişti. Bu kuvvet, tekrar toplanıp saldırmaya başlayan Ethem kuv­
vetlerine karşı, Gediz bölgesinden itibaren kademe kademe Kütahya
güney sırtlarına kadar çekilmiştir: " Kütahya'da canlı cansız ne bulursanız
sizin olacaktır" vaadiyle kışkırtılan çeteciler, kudurmuş saldırışlarla şehrin
kenar evlerine kadar ilerlemişlerse de burada pek çok insan kaybederek
duraklamışlardır. Kendilerine yardım için ilerleyen Yunan Ordusunun bo­
zulup çekildiğini ve serbest kalan muntazam kuvvetlerimizin tekrar kendi­
lerine karşı harekete geçtiğini anlayan çetecilerin moralleri bozularak, kaç­
maya başlamışlardır. Bu kaçışta büyük kısmı dağılmıştır. Çerkez Ethem
kendilerini kovalayan süvari birliklerimizin önünde, yanında kalabilen 200
kişiyle silahlarını Yunanlılara teslim etmeye ve vatan düşmanlarının safla­
rına sığınmaya mecbur olmuştur. Böylece, bu üç cahil ve soysuz kardeş
iki yıl süren şerefli alınlarına namussuzluk kara damgasını bastırarak, Türk
inkılap tarihine sefil hainler olarak intikal etmişlerdir. Kendileri ile birlik­
te Yunan saflarına kaçan Kurmay Yüzbaşı Halil, bilahara Yunanlılardan
kaçarak ordumuza dönmüş ise de mahkeme kararıyla idam edilmiştir.

Zavallı Hamid Ağa


Hatıralarımın Balkan Savaşı başında ismi geçen ve kendisi ile birlikte
Sırp hududunda Ceylan müfrezesi kumandanlığı yaptığı zaman, birlikte
çalıştığım alaylı binbaşı ve yetmişlik Hamid Ağa dahi, Ethem çetesi . içinde
bulunuyordu. Hiçbir şey anlamayan bu zavallı da Ethem ile birlikte Yu­
nanlılara sığınanlar arasında memleketten ayrılmıştır.

Grubumun Yunanlıları kovalama hareketi


Geriye çekilmekte olan Yunan birliklerini grubumla, iki kol halinde
kovaladım. Bir alayla, (Bozhöyük-Karaköy-Pazarcık) şosesi üzerinden,
arkalarından ve diğer iki alayımla da paralel takip için Mezit Deresi için­
den. İnegöl civarında, kasabayı henüz terketmekte bulunan bir artçı Yu­
nan taburuna, 1 9 uncu Alayımla bir atlı hücum yaptırdı isem de, erlerimin­
kılıçları olmadığından, talim ve terbiyeleri de pek zayıf bulunduğundan,
Yunan taburunun ateşi üzerine atlarından aşağıya atlayarak, yaya muha­
rebeye mecbur oldular. Bu karışıklıkta Yunan taburuna bir miktar zaiyat
verdirildi ise de, Yunanlılar çekildikten sonra, ta Uludağ eteklerine kadar
dağılmış başıboş hayvanları toplamak için saatlerce uğraşmaya mecbur ol­
duk.
222 RAHMİ APAK

Düşman eski mevzilerini tutunca, ben de karargahımı İnegöl'de yer­


leştirerek İnegöl batısında emniyet tertibatı aldırdım.

Grubuma katılan milletvekilleri


Ankara'daki Büyük Millet Meclisi'nde saylavlar coşmuş, içlerinden
dokuz tanesi cephede er gibi savaşmak teklifi ile ve boğazlarına kadar si­
lahlanarak gelip, Batı Cephesi Kumandanına başvurmuşlar. İsmet Paşa da
bunların hepsini ilk hatta bulunan birlik olarak bir yazı ile bana gönder­
mişti.
Mebus mu, mahpus mu?
Geldikleri gecenin sabahı , bunların hepsini bir bölüğe vererek Kazan­
cı sırtlarında bir ateş vaftizi yapmaları için tertip aldım. Kendim de birlik­
te gittim. Yunan mevzilerinin bir kilometre kadar gerisinde yaya muhare­
beye inen bölük, dokuz saylav ile birlikte, henüz karanlıkta, düşman mev­
zilerine iki yüz metreye kadar sokuldu. Bölüğü, kendi aralarından, j andar­
ma subayı iken mebus seçilmiş Bay Memduh'un kumandası altına ver­
dim.
Hava ağarırken bunlar, yattıkları yerden bir ateş baskını yaptılar. Bir
saat kadar ateş devam etti. Fakat biraz sonra, altı kadar Yunan topu bun­
ların üzerine ateş açtı. Lüzumsuz kayba uğramamak için muharebeyi kes­
tirdim, yayaları geride toplayarak tekrar atlarına bindirdim ve birlikte
İnegöl'e döndüm. Muratlarına erdiler. Düşman karşısında kendilerini
gösterdiler ve çok şükür tek bir kimsenin burnu kanamaksızın bu ateş vaf­
tizi sona erdi.

İnegöl'e dönünce bana şöyle, zevkli bir hikaye anlattılar. Bölüğün er­
leri arasına dağılmış olan bu saylavlar, giyim, kuşam mükemmelliği, silah
ve cephane bolluğu bakımından mehmetçiklerin dikkatini çektiğinden, mu­
harebe esnasında mehmetçiklerden birisi, mebuslardan birisine: " Hemşeri
siz kimsiniz, nerelisiniz, nereden geldiniz?" diye sormuş. Saylav arkadaşı­
mız da: " Hemşeri biz gönüllü geldik, biz mebusuz" demiş. Bu sözden bir­
şey anlamayan mehmetçik: "Ya, siz hangi mahpustan çıktınız? " diye tek­
rarlamış.
Kırk yıldan, 1 876'dan beri kullanılan bu mebus kelimesinin manasını
halk öğrenememiş demek.

Ben, bir hafta sonra mevkiimi Çolak İbrahim'in süvari tümenine ter­
kederek, eskiden bağlı olduğum Güney Cephesine katılmak üzere gru­
bumla birlikte İnegöl'den ayrıldım, Sandıklı'ya geldim.
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI 2 23

İkinci İnönü Muharebesi


Birinci İnönü Savaşı'ndan önce, Yunanlılar karşısındaki Batı Cephe­
miz ikiye bölünmüş idi. Karadeniz'den Kütahya'ya (dahil) kadar olan kı­
sım Batı Cephesi adı ile İsmet Bey'in Kumandası altında ve Kütahya'dan
Akdeniz'e kadar olan kısım da, Güney Cephesi adı ile Refet Bey'in Kuman­
dası altına verilmişti.
Benim kumanda ettiğim İkinci Süvari Grubu Sandıklı'ya nakledilerek
ve adına İkinci Süvari Tümeni denilerek Kumandanlığına Yarbay Nazmi
tayin edildi. Düşmanın eski mevzilerine çekildiği günden itibaren ve çete­
ciliğin de ortadan kaldırılması üzerine, memleketin iç taraflarında teşkil
edilmeye başlanılan bazı yeni tümenler Batı ve Güney Cephelerini takviye
etmek üzere cephelere gönderilmeye başlandı.
Fakat bu esnada, Yunanlılar da yeni tümenlerle kendilerini takviye
etmişlerdir.

Birinci İnönü Muharebesi ile İkinci İnönü Muharebesi arasında iki


buçuk aydan fazla bir zaman fasılası vardır. Yunanlılar, 23 Mart r 92 r 'de
bulundukları mevzilerden çıkarak, Anadolu Batı Kuvvetlerini dağıtmak
üzere, tıpkı Birinci İnönü'de olduğu gibi Eskişehir ve Afyonkarahisar üze­
rine yürüdüler.

Güney Cephemiz
Benim tugayımın bağlı bulunduğu İkinci Süvari Tümeni Sandıklı'da
bulunuyordu. Afyon Cephemize karşı Yunanlıların ileri hareketi başlayın­
ca, tümenimiz Afyon Cephemizi solundan çevirmesi muhtemel düşman
kuvvetlerini yandan ve arkadan vurmak ödevi ile batı istikametinde tahrik
edildi. Sandıklı'nın r 5 kilometre kadar kuzeybatısına geldiğimizde çok de­
rin ve uzun ve Çalca denilen bir derenin batısına geçtikten sonra bir Yu­
nan piyade alayının, arkasını bize vererek kuzeye doğru yürüdüğünü
gördüm. Bizden önce Binbaşı Hakkı Bey kumandasında bir süvari birliği
buraya gönderilmişti. Bu birlik Yunan alayı tarafından geriye
püskürtülmüş. Fakat nereye çekilmiş, meydanlarda bunlardan kimseyi
görmedik. Derhal bir alayımı yaya cengine indirdim ve iki topumu da so­
karak bu Yunan piyade alayının arkasından saldırdım. Yaya cengine in­
dirdiğim alayımın muharebe hattına soktuğu tüfek adedi ancak iki yüz.
Yunan piyade alayı ise 2000 silahlıdan fazla kuvvette ve yanlarında da
dört toplu bir sahra bataryaları varmış.
RAHMİ APAK

Yunan piyade abyı, gerisinden böyle bir saldırışa maruz kalınca geri­
ye döndü , iki taburunu bizim üzerimize taarruza geçirmekle beraber sah­
ra bataryasını da mevzie sokarak şiddetli bir ateş açtı. Bizim iki toplu dağ
bataryamız, on dakika içinde susmaya mecbur oldu. Yunan piyadeleri,
cephemize yüz metre sokuluncaya kadar müdafaa ettikten sonra muhare­
beyi kestirdim. Yunan piyade alayını Güney Cephemizin solunu çevirmek
için yaptığı hareketten alıkoymuştum. Bölükler, hemen sırtın arkasında
bulunan binek hayvanlarına binerek muntazam bir surette çekildiler. Sey­
rek ağaçlı bir orman içinde düşman piyade ateşinden kendimizi koruyarak
tekrar Çalca Deresinin doğusuna geçtik. Çekiliş esnasında düşman topçu
ateşinden biraz zarar gördük.
Bu esnada, süvari tümen kumandanı, tümenin Afyonkarahisar kuzeyi­
ne gelmesi emrini almış. Akşama doğru hareketle bütün gece yürüyerek
sabaha karşı 23 üncü Piyade Tümeninin işgal ettiği sırtların gerisine geldik.
23 üncü Tümen, meşhur Resül Baba tepesini müdafaa ödevini almış.
Fakat, tümen kumandanı, çok yüksek olmakla beraber çok taşlı bulunan
bu sırt üzerinde, siper kazmak güçlüğünü ve düşman topçusunun kendi
kıtalarına pek ziyade tesirli olacağını düşünerek, Resül Baba Tepesini boşal­
tıp iki kilometre kadar gerideki yumuşak topraklı sırtlara çekilmiş, orada
mehmaemken siperler kazdırmaya başlamıştı.

Bizim geldiğimiz saatte oraya gelen Refet Bey, bu Resi.J Baba Tepesi­
ni düşman henüz tutmamıştır zannıyla, tekrar işgal ettirmek için. İsmail
Hakkı Bey'in süvari tuğayı ile 23 üncü Tümenin hücum taburunu hızlı
yürüyüşle tekrar tutturmak için emir vermiş ise de, ne hücum taburu ve
ne de süvari tugayı tam bir düşman tümeni tarafından tutulmuş olan bu
Resül Baba Tepesine çıkamamış, düşman topçu ve piyade ateşleri karşısın­
da tekrar geriye dönmeye mecbur olmuştur.

Yunan Başkumandanının pek büyük bir hatası


Düşmanın beş tümeni mevzilerine saldırıyor. Üç tümeni ise Afyonka­
rahisar üzerine taarruz ediyor. Muharebe, her iki cephede dahi kaybedile­
bilir. Başkumandanlık mevkiinde bulunan genelkurmayımız şöyle bir plan
yapmış. Afyon"a taarruz eden düşmana karşı, Fahrettin Bey (Altay) ku­
mandasında mehmaemken az bir kuvvet bırakarak, Cenup Cephesindeki
kuvvetlerin büyük kısmını süratle İnönü bölgesine nakletmek ve orada sa­
vaşı kazanmak. Bu karar ile Cenup Cephesindeki iki süvari tümeni ve bir
bağımsız süvari alayı ile 23 üncü Piyade Tümeni derhal Kütahya üzerinden
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI

İnönü bölgesine hareket ettirildi. Süvariler, kara yürüyüşü ile, piyadeler de


demiryolu ile.

Biz, İ nönü civarına geldiğimiz zaman müdahalemize lüzum kalmadan


düşmanı mağlup edilmiş bulduk. Yunan Başkumandanının irtikap ettiği
feci hata, harp tarihinde ender rastlanan ahmaklıklardandır. Afyon'a iler­
leyen Yunan kuvvetleri, Afyon'u düşürdükten sonra, karşılarında, tama­
mıyla azaltılmış olan kuvvetlerimizi takip etmeye ve bu kuvvetlerin zayıf
artçı muharebeleri ile meşgul olarak, Akşehir istikametinde ilerlemeye de­
vam etmişlerdir. Halbuki bu kuvvetler Afyon'dan sonra derhal kuzeye
çark ederek, İnönü Muharebesinin gerisine teveccüh etmeleri lazımdı. Yu­
nan Başkumandanı bu kadar basit ve fakat Garp Cephesi için bu kadar
tehlikeli olacak olan bir hareketi düşünememekle savaşı kaybetmiştir.

İnönü'deki hadiseler
Yunanlılar, İnönü mevzilerimizle 28 Mart'ta temasa gelmişlerdir. Bu
mevzilerin kilit noktası olan ve 6ı inci Tümen tarafından tutulmuş bulunan
yüksek Gündüz Bey Tepesini, şiddetli bir topçu ateşinden sonra hücuma
kalkan tek bir Yunan taburunun karşısında 6 1 inci Tümen boşal­
tarak geriye çekilmiştir ve bu çekiliş intizamsız bir surette olmuştur. Tepe­
nin hemen gerisinde ihtiyatta bulunan bir taburumuz mukabil hücuma
kalmış ise de Tabur Kumandanı Binbaşı Erzincanlı Halis Bey, derhal şe­
hit düştüğünden bu tabur dahi gerilemiştir. 6ı inci Tümenin bu bozgun-
luğu yine aynı tümenin topçuları tarafından düzeltilmiştir. İki kilometre
geride mevzilerde bulunan bu topçular, kendi piyadelerinin mevsimsiz ve
manasız boşalttıkları bu tepeyi derhal cehennemi bir ateş altına almışlar­
dır. Bu ateş altında, tepeye çıkan Yunan piyadeleri fazla zayiat vererek te­
penin gerisine tekrar kaçmışlar ve bunların içinden hiçbir Yunan subayı
6ı inci Tümenin intizamsız kaçışını görememiştir. Hatta Yunanlılar bizim
piyadelerin kasten bu tepeyi boşaltarak, kendilerini tepenin Üzerine topçu
ateşlerimizin altına çektiğimizi bilahara iddia etmişlerdir.
Bu kıymetli topçular yalnız bu tepeye düşman ayağını bastırmamak
muvaffakiyetini göstermekle kalmamışlar, bir taraftan da geriye çekilen pi­
yadeleri toplayarak intizam altına almaya çalışmalardır. Denilebilir ki,
İkinci İnönü Muharebesi'nin bir numaralı şampiyonu topçularımız ve iki
numaralı şampiyonu da muharebenin sağ kanadına yeni yetişen ı inci
Tümene mensup 3 üncü Piyade Alayının ve Tümenin diğer kuvvetlerinin,
bu boşalmış sırtları tekrar ele geçirmek için üç gün üç gece yaptıkları kar-
F. 75
RAHMİ APAK

şı saldırışlar ile Birinci Tümen olmuştur. Mesela; bu 3 Üncü Alayın


Üçüncü Taburunun subaylarının dörtte üçü ve bölük kumandanlarının
ise hepsi bu karşı saldırışlarda şehit düşmüşlerdir. Bu yüzden, bu sırtların
birisine Kanlı Tepe, diğerine de Üç Şehitler adı verilmiştir.

Tümen Kumandanı Kemalettin Sami (Çolak Kemal) dahi, askerleri­


nin moralini artırmak için at sırtından inmeyerek bu saldırışlara katılmış
ve yaralanmıştır.

İşte, Mart ayının 28, 29 ve 3o'unda r inci Tümen birliklerinin burada


gösterdikleri kahramanlık ve bu sahneye yeniden sürülen 4 üncü Tümen
birlikleri, ı inci Tümen'in 5 inci Alayı'nın Metres Tepe'ye karşı yaptıkları
karşı saldırışlar sayesinde Yunan askerlerine çok kayıplar verdirilerek geri­
ye püskürtülmüş, böylece demiryolu kuzeyindeki hakim sırtlarda Yunan
kuvvetleri yıpratılmış ve yıldırılmıştır.

Demiryolu güneyindeki ı ı inci Tümen birlikleri de tıpkı Birinci İnönü


kavgasında olduğu gibi temeyyüz etmişlerdir. Bu defa da düşman silahla­
rının ve sayısının Üstünlüğüne rağmen verdiği zaiyat yüzünden ve Afyon
bölgesinden ilerleyen kıtalarımızın tehdidinden çekinerek, 3 ı Mart'ta, kıta­
larımızın yaptıkları mukabil taarruzlar neticesinde kendisini yenilmiş sana­
rak çekilmeye başlamıştır.

Kovalama
Bu defa da çekilen düşmanı kovalarken bütün süvariler Mezit Vadi­
sinden geçerek ilerlediler. İki süvari tümeni ile bir bağımsız süvari alayı.
Bunların başında Refet Paşa vardı. Benim tugay, bu uzun kolun başında
yürüyordu. İnegöl Kasabasına kadar düşmanla temas sağlanamadı. Ben,
yaverim ve emir subayımla birlikte dört atlıdan mürekkep tugay kararga­
hımla İnegöl Kasabasının içine girdiğim zaman sokaklar bomboştu. Mey­
danda tek bir insan görünmüyordu. Evlerin pencerelerinden bizi gören
halk, yaşasın diye bağrıştılar. Küçük karargahımla kasabanın sokakların­
dan dörtnal geçerken, belediye binasının önündeki meydanda, yere otur­
muş dinlenmekte olan bir Yunan piyade bölüğünün üstüne uğradık. Şa­
şıran Yunan askerleri, oturdukları yerden havaya bir salvo ateşi yaptılar ve
fırlayarak sağa ve sola sokaklara kaçışmaya başladılar. Hiç olmazsa iki
üçünün bize dönüp ateş etmek aklına gelmedi, bizi derhal öldürebilirlerdi.
Hemen atlardan kendimizi yere attık. Belediye binasının sütunları gerisin­
de yatarak siper aldık. Aramızdaki mesafe ancak onbeş adım. Yunanlılar
birbirlerini çiğneyerek dar sokaklardan kaçıyorlar. Emir subayım Astteğ-
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI 2 27

men Vanlı Saadettin (şimdi Albaydır. Çorlu'da Askerlik Şube Reisidir) bir
erin silahını yakaladı ve arkasında iki erle birlikte bunları hem kovalıyor
ve hem de ateş ediyor.
16 yaşında bir çocuğun kahramanlığı
Siması hala gözlerimin önünde. Sarı saçlı, ak yüzlü bir çocuk. Bir
evin içinden çıkan (herhalde kendi evi olacak) bir Yunan askerini kovalı­
yor. Elinde bir balta. Yunan erinden daha hızlı koşuyor. Ona yetişti, kafa­
sına baltayı indirdi. Yunan eri cansız yere yuvarlandı. Kaçan Yunanlı, ar­
kasına dönüp silahını veya süngüsünü kullansaydı, bu çocuğu kolayca
öldürebilirdi. Diğer bazı sokaklarda da, İnegöllü kadınların, bu kaçan pe­
rakende Yunan askerlerinin başlarına pencerelerden testi ve saksılar attık­
larını öğrendim. Altı ay önce, Yunanlılarla işbirliği yapmak temayülleri
gösteren ve bu yüzden fena not alan İnegöllüler bugün hamiyet ve vatan­
severliğin yüksek misallerini verdiler. Altı ay önce, onları menfi harekete
sürükleyen sebep, çetecilere karşı olan nefretleriydi.
Gerideki alaylarımız yetiştikten sonra, İnegöl'ün içinde onbeş yirmi
geberik bırakan Yunan taburunu kasabanın batısında tekrar sıkıştırdık.
Onu Dimboz mevziine çekilmekten menettik. Bir saat süren bir muhare­
beden sonra bu tabur, mevcudunun üçte birini ölü ve yaralı bırakarak
Yenişehir istikametinde tepelere doğru çekildi.

Hamamda yıkanmayı yarıda bıraktım


Gelen emre göre, benim tugay, İnegöl'ün kuzeydoğusunda iki köyde
geceyi geçirecek. Bu köyler, İnegöl'e altı kilometre ıraklıkta. Aylardan beri
kir pas içindeyim. Geceleyin bir hamam yaptıktan sonra tugayımın başına
gitmeye karar verdim. Sıcak hamama İnegöl'de girdim. Tam yıkanacağım
sırada, gerideki ordugahtaki emir subayı çıkageldi: "Kumandanım şimdi
iki köylü geldi bir düşman piyade tümeni çekilemeyerek bizim gerimizde
(ismini unuttum) filan köyde kalmış. Bulundukları yeri haber vermesinler
diye bütün köylüyü köyde kapamışlar, dışarı çıkarmıyorlarmış. Bu gelen
köylüler kaçmışlar gelmişler" dedi. Haber verilen köy bizim tugayın bu­
lunduğu mevkiin sekiz kilometre kadar gerisinde ve dağlık yerde. Yıkan­
mayı yarıda bırakarak giyindim. Altı kilometrelik mesafeyi dörtnal keserek
ordugaha yetiştim. Kısa bir rapor yazarak gerideki tümen kumandanına
ve sağ gerimizdeki süvari tümen kumandanına vaziyeti bildirdim. Hemen
iki alayımı ata bindirerek köylülerin delaletiyle, düşmanın çekilme yolunu
kapayan bir sırtı geceleyin bir alayımla işgal ettim ve yaya cengine indim.
RAHMİ APAK

Diğer alayı sırtın gerisinde ve solunda ihtiyata bıraktım. Yaya cengine


inen alayımın silah kuvveti 2oo'den fazla değildi. Bu alay iki makineli
tüfeğini de mevzie soktu. Tuttuğum tepe taşlık ve çıplak idi. Düşman top­
çusu çok tesirli olabilirdi. Fakat İnegöl üzerinden çekilmeye mecbur olan
bu Yunan tümenine, İnegöl yolunu tamamıyla kapamıştım. Yunan tüme­
nı kendisini kurtarmak ve yolunu açmak için bana saldırmaya mecbur
idi. Çok zayıf isem de, herhalde gerideki süvari tümenlerinin yetişecekleri­
ni ümit ediyordum.

Şafakla beraber Yunan tümeni baştaki alayı ile bana çattı. Sarıldıkla­
rını ve önlerinin kesildiğini anlamışlardı. Baştaki taburunu tamamıyla ava
yaydı. İki topçu bataryasını da mevzie sokarak ateşe başladı. >.1akineli
tüfeklerim güzel işliyor, avcılarımız da ateş ediyor. Düşman piyadesinin
taarruzu ağırlaştı, fakat bizim tümenden ve diğer tümenlerden hala haber
yok. Koca piyade tümenini iki yüz kişi ile nasıl durdurabilirdim ? Biraz
sonra Refet Bey bağımsız Yüzbaşı Avni' nin alayı ile yetişti. Sağımda mu­
harebeye girdi. Yunan tümeni, benim karşımda bir tabur bırakarak sağa,
Yenişehir Ovasına doğru çark yaptı. Oraya doğru çekiliyor. Yenişehir' de
bizim bir süvari alayımızın gecelediğini biliyorum. Herhalde bu alay da
oraya dönen bu düşmanı önleyecektir diye düşünüyorum. Fakat galiba
kimse önlememiş ki, bize karşı bıraktığı bir piyade taburu ile bizi mıhladı
ve Yenişehir güneyine doğru bizim çemberden kurtuldu. Biraz sonra diğer
süvari birliklerimiz dahi yetişti ise de, biraz geç kalmış olduklarından Yu­
nan tümeninin büyük kısmı elimizden kurtuldu. Fakat bize karşı bıraktığı
artçı taburunu kuşa benzettik. Tazı gibi arkasına yapıştık. Bu tabur, mev­
cudunun yarısından fazlasını ölü yaralı ve esir olarak bize bıraktı.

Düşmanı kovalayan ve Mezit Vadisinden çıkarak İnegöl Ovasına inen


süvarilerimiz büyük bir iş göremediler. Bunun sebebi de talim ve terbiye
noksanına eklenen uzun yürüyüş ve yorgunluklardır. O zamanki durumu­
muza göre, biz bu kadarından da memnun olduk.

Tekrar Güney Cephesine dönüş


Batı Cephesindeki düşman eski mevzilerine çekildi ve yerleşti. Ordu,
bu düşmanın taarruzunu defetmiş olmakla iktifa etmek zaruretinde idi.
Taarruzunu devam ettiremezdi. Şimdi, Güney Cephesinde, henüz eski
mevzilerine tamamıyla dönmemiş olan düşmanı da geriletmek lazımdı.
Batı Cephesindeki bütün Refet Paşa süvarileri Afyonkarahisar üzerine
yürüyüşe geçirildi. Ayrıca Batı Cephesinden alınan bir iki piyade tümeni
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI 229

ile dahi Güney Cephesi takviye edildi. Bu kuvvetler Refet Paşa'nın emrı
kumandasında Afyonkarahisar doğusuna yerleşmiş olan, Yunan Ordusuna
karşı dört beş gün savaştılar. Refet Paşa süvari birliklerini pek aşırı bir çe­
virme hareketi yapmak için Uşak doğusuna düşman gerilerine sürdü.

Berber Mihal
Ben, tugayımla Uşak batısında dağlık ve ormanlık arazide Yunan Or­
dusunun gerisine tesir eden çevirme hareketini yaparken, bulunduğumuz
mevkie dört kilometre kadar mesafede bir dağ köyünde cepheden kaçıp
uyumakta olan Yunan erlerinin bulunduğu haberini verdiler. Hemen bir
keşif kolu sevkederek bu cephe kaçaklarını yakalattım. Bir saat sonra yanı­
ma getirilen üç Yunan askerinin içinde Edirne'de iken tıraş olduğum ber­
ber çırağı l'vlihal'in bulunduğunu görmeyeyim mi? Beni derhal tanıdı ve
yalvarmaya başladı. Kendisi Türk uyruğu sayıldığından hukuk bakımın­
dan idam edilmesi lazımdı. Ben bu işi yapmadım ve harp esiri olarak ge­
riye sevkedilmesi için bir alayıma gönderdim.
Bu muharebeler sona erdikten sonra Güney Cephesi kumandanlığını
lağvederek bütün kuvvetleri Garp Cephesi emrine bağladılar. Bu arada
beni de, karargahı Poyralı'da olan Birinci Grup Kurmaybaşkanlığına ta­
yin ettiler.

Eskişehir - Kütahya Muharebeleri


Grup Kurmaybaşkanı olarak ancak iki ay kadar kalabildim. Grup
Kumandanı İzzettin Bey ile aramızda çıkan anlaşamamazlık yüzünden be­
ni 41 inci Piyade Tümeninin 1 6 ncı Alay Kumandanlığına tayin ettiler.
Kütahya'nın 20 kilometre kadar güneyinde ve hazırlanmış mevzilerde bu­
lunan alayıma Temmuz'un onuncu günü katıldım. İki gün sonra da Yu­
nan Ordusu bütün cephelerden taarruza geçti.
Alayım, iki taburu ile (Kütahya-Gediz) şosesinin iki tarafında ve Ki­
reç Çiftliği denilen bir mevkiin iki kilometre güneyinde boy siperlerinde
yerleşmiş. Bu siperler, Efendi Köprüsünden Gediz civarına kadar uzanan
geniş düzlüklere tamamıyla hakim bulunuyor. İki aydan beri çalışarak tek
bir siper hattı yapılmış. Erler, takım kumandanları, bölük kumandanları,
tabur kumandanları ve alay kumandanı olarak ben dahi aynı hatta, aynı
siperlerde hep beraber omuz omuza bulunuyoruz. Yalnız tümen muhare­
be idare yeri iki kilometre geride. Bir telefon kablosu ile bize bağlı. Keza­
lik mevzii iki kilometre geride olan onbeş santimetre çapında tek bir İsko-
RAHMİ APAK

da obüs topunun kumandanı olan topçu teğmeni de benim yanımda.


O da, kendi topuna bir telefon kablosu ile bağlı. Şose üzerinde de,
Yüzbaşı Fevzi kumandasında iki sahra topu var. Tek bir müdafaa hattı
asıl muharebe hattı. Mevziin kilit noktası Çetmiçal denilen tepe. Ben ora­
dayım. Geride başkaca mevziler kurmaya arazi elverişli değil. Alay ku­
mandanı dahil olarak bütün kumandanların erlerle yanyana muharebe et­
meleri, ordunun o zamanki talim terbiye noksanlığı bakımından yalnız
faydalı değil, hatta lüzumlu.

Geldiğim gün, hiç olmazsa her bölüğün kendi önüne ve beş altıyüz
metre ileriye, aşağıya fundalıklar içine bir manga sürerek, ilk zayıf bir per­
de tesis edilmesini emrettim. Bu tertibat yapıldı. Böylece düşman piyade­
si, asıl mevziin altıyüz metre ilerisindeki zayıf perdenin ateşi ile ilk olarak
karşılanacak, yayılmaya ve açılmaya mecbur edilecek, onun kuvvet ve
maksatları hakkında bir fikir hasıl etmekliğimize yardım edecek. Sonra bu
mangalar, fundalıklar içinde geriye asıl mevzie çekilecekler.

Alayımı teslim aldığım gün mevcudu 1 324 er ve 898 tüfek idi.

Temmuz'un on ikinci sabahı, Gediz'den uzun bir düşman yuruyuş


kolunun çıktığı görüldü. Daha solumuzdan, uzaklardan, bir gün önce top
sesleri gelmeye başlamıştı.

Düşman yürüyüş kolu mevzilerimize altı kilometre kadar yanaştıktan


sonra durdu. İki kol halinde açıldı, on ikilik batarya dürbünü ile iyice
görüyoruz. İki piyade alayı kadar bir kuvvet. Üç bataryada topçuları var.
Bu iki kol yanyana yayılıp cephemize doğru ilerlemeye başladı. Benim
bizzat bulunduğum yüksekliğe doğru kolun başında ilerleyen bir süvari
bölüğü de küçük paketçikler halinde dağılarak en önde ilerliyor. Düşman
piyadeleri dört kilometre kadar bize sokulduktan sonra tek iskoda
obüsümüze ateş açtırdım. Bu top ne sıhhatli ateş yapıyor. Beş on mermi
ile öndeki düşman piyadelerini darmadağın etti. Bu piyadeler derecikler
ve fundalıklar içinde dağılıp görünmez oldular.

Kırmızı mintanlı mehmetçiğin şaşkınlığı


Küçük parçalara ayrılan Yunan süvari bölüğünd�n üç atlı, bizim ile­
riye gönderdiğimiz mangaların bulunduğu bir sırta yaklaşıyor. Batarya
dürbünü ile çok iyi görüyorum ve takip ediyorum. Bu atlılardan birisi
önde, diğer ikisi yüz metre kadar geriden geliyor. Önde gelen Yunan atlı­
sı, küçük fundalıklı sırtın Üstünde kırmızı mintanı ile silahı elinde ateşe
hazır nöbetçimiz ile karşı karşıya geldi. Şimdi konuşuyorlar. Allah Allah,
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI

hayvan üstünde duran bu Yunan atlısına elinde ateşe hazır silahı olduğu
halde bizim nöbetçi neden ateş etmiyor. Yunan atlısı bizim nöbetçinin
tam yanına sokuldu. İki saniye sonra bizim silahlı nöbetçi sola doğru kaç­
maya başladı ve arkasından bir silah patladı. Bu silahın patlaması ile bir­
likte Yunan atlısı geri döndü, kaçıyor, daha gerideki iki arkadaşı da kaçı­
yor ve bizim manganın attığı mermiler, Yunan atlılarının ayaklarından toz
çıkarıyor. Hiçbirisi vurulmadı ve kurtulup uzaklaştılar.

Yanımdaki bölük kumandanına: "Bu kırmızı mintanlı er herhalde se­


nin bölükten ileriye gönderilen mangaya mensup olacak. Muharebe bitin­
ce bunu bulup bana getireceksin" dedim.

Biraz sonra, mevzie girmiş olan düşman bataryaları ateşe başladılar,


bombardıman iki saat kadar sürdü. Arkadan düşman piyadeleri taarruza
başladılar. Fakat bu taarruz, esas mevzilerimizin iki üçyüz metre ilerisin­
de, hakim mevzilerden yaptığımız müdafaa ateşi ile durduruldu. Düşman
piyadeleri fundalıklı dereler içinde dağılıp mıhlandılar. Muharebe durakla­
dı.

Siperden çıkarak sırtın gerisinde oturdum. Taburlarımdan rapor bek­


liyorum. Bütün topçu ve piyade ateşlerinden sonra alayımdan üç yaralı
var. Bunlardan birisi bulunduğumuz sırtın hemen gerisinde, taburun kay­
nayan yemek kazanına isabet eden bir topçu mermisiyle yaralanan bir ta­
bur aşçısı. Düşmanın kayıplarının ölü ve yaralı olarak yüzden aşağı olma­
ması gerek.

Aklıma kırmızı mintanlı mehmetçik geldi. Bölük kumandanına bul­


durdum onu. Kırmızı mintanı ile (çünkü ceketi yok) karşıma dikildi. Bir
iki sualde durumu anladım. Size de anlatayım da parmağınız ağzınızda
kalsın. Bu kırmızı mintanlı, bölükten ileriye sürülen manganın, düşmanı
gözetlemek üzere, fundalıklı sırttan vazifelendirdiği nöbetçi imiş. Manga,
yirmi adım aşağıdaki çukurda uykuya yatmış. Toplar atılıyor, Gediz'den
çıkan düşman yürüyüş kolu büyük toz bulutları kaldırarak ilerliyor. Kimin
umurunda, kırmızı mintanlı nöbetçi arkadaşlarını uyandırmayı akıl etmi­
yor. Düşmanın üç atlısı kırmızı mintanlının bulunduğu yere doğru yakla­
şıyor. En öndeki atlı bu nöbetçiyi görmediğinden birdenbire aynı sırt üze­
rine, onun on adım karşısına hayvan üstünde çıkıyor. Fakat, eli tüfeğin te­
tiğinde bulunan Türk nöbetçisinin kendisine ateş etmediğini görüyor. Ge­
riye kaçsa, belki arkasından ateş eder diye çekiniyor. Bizim kırmızı min­
tanlı, Yunan atlısına yasak diye bağırıyor. Arkadaşları hala derin uykuda.
Yunanlı, bazı Türkçe laflar söylüyor. Güya: "Ben, 1 6 ncı Alaydan" demiş.
RAH M İ APAK

Bu laf da kırmızı mintanlının uydurması. Cevap olarak: " Ben, 1 6 ncı Alay
filan tanımam. Yasak. . . " diye tekrarlıyor (bizim kırmızı mintanlı, bu ceva­
bı ile ı<endisinin ne kadar ciddi bir asker olduğunu bana anlatmak isti­
yor) . �t üstündeki Yunanlı kırmızı mintanlının o kadar yakınına sokul­
.

muş ki, kılıcını çekmeye veyahut omuzundaki tüfeğini indirmeye teşebbüs


etse, kEmızı mintanlıyı tahrik edeceğini ve kendisine ateş ettireceğini anlı­
yor. B titün soğukkanlılığı ile tamamıyla yanına yaklaşıyor ve birdenbire
kırmız; rnintanlının silahını namlusundan kavrayarak elinden alıyor. Silahı
elinden alınan kırmızı mintanlı bağırarak arkadaşlarının yanına doğru ka­
çarken , ·Yunanlı, eline geçirdiği bu silah ile kırmızı mintanlıya ateş ediyor,
fakat vuramıyor. Silah sesine ve bağırtıya uyanan arkadaşları silaha davra­
nıyorlar. Yunan atlısı bunları görünce geriye kaçıyor. Arkasından ateş edi­
liyorsa da ne o, ne de geride gelen iki Yunan atlısı vurulmaksızın kaçıp
kurtuluyorlar.

" U lan, eşek herif niye Yunanlı'ya vurmadın da, yasak dedin, muhare­
bede düşmana yasak denilir mi? O silahı senin eline niçin verdiler? " de­
dim. Cevap olarak: "Efendim, bir cahillik ettim. Bir daha yapmam" de­
mesin mi? Ağlar mısın, güler misin? Elimiz altındaki erlerin talim ve terbi­
ye derecelerini anlatmak için bu vak'ayı burada tafsilatıyla zikrettim. Geri­
ye kaçan Yunanlı, kırmızı mintanlıdan aldığı silahtan maada kayışı kopan
kendi silahını da düşürmüş kaçmış. Bütün kazanç bundan ibaret.

Bizim karşımızda ilerleyen kuvvet Albay Tsiyoannis kumandasındaki


muhtelif müfreze imiş. Hareketlerinden tamamıyla anlaşılıyordu. B ir oya­
lama hareketi yapmakta idiler. Kuvvetleri bizden fazla değil. Üstelikte ol­
dukça hırpalandılar. Tümen kumandanını telefonda buldum. Karşı hücu­
ma kalkacağımı söyledim: " Zinhar siperlerinizi terketmeyeceksiniz. Sol ka­
nadımızın durumu iyi gitmiyormuş. Tümenin ı g uncu Alayını emrimden
aldılar. Sol kanada yardıma gönderdiler" diyerek taarruza kalkmaktan be­
ni menetti.

Sol ilerimizdeki muharebenin top sesleri bize doğru yaklaşıyor. Benim


emrimde kendi alayımın üç taburundan başkaca ı 2 nci Alayın da iki ta­
buru var. Birisini, o saatlerde açık olan solumuzu kapamak üzere gönder­
diler. Diğeri de zaten alayımın sağında mevzide idi. Tümen kumandanı
tek taburla iki kilometre geride hiçbir şey görmeden, hiçbir şey anlama­
dan bekleyip duruyor. Tümenimizin bağlı olduğu Üçüncü Grup Kuman­
danının nerede olduğunu da bilen yok.
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI 23 3

Akşama doğru, tümen kumandanı beni telefona çağırdı: "Ordunun sol


kanadı düşman tazyiki karşısında geri çekilmektedir. 41 inci Tümen,
bu gece Alayunt istasyonuna çekilecektir. Cephede yayılı bulunan beş ta­
bur ve topçuları sizin emrinize veriyorum. Karanlık basınca düşmandan
sıyrılarak Alayunt'a geleceksiniz" dedi. Ne büyük hayal kırıklığı, talim ve
terbiyesi bu derece noksan olan bu birliklerle bir geri çekiliş yapmak ne
kadar güç şey. Alayımdan bir yaver ve bir de emir subayı var. Yaver, kelli
felli bir jandarma subayı. Fakat ödlek birşey. Emir subayı ise, zayıf, cılız
Ali adında bir yedeksubay. Kendisi Uşaklı, fakat kahraman bir delikanlı.
Karanlık basınca, hayvanıma atladım, birinci hatta bulunan taburların ve
bölüklerin yanlarına bizzat kendim gittim. Böyle hareket, hem kıta ku­
mandanlarının maneviyatına kuvvet verir ve hem de yapılacak işi onlara
iyi anlatmış olurum. İlk önce en sağda bulunan sırttaki tabura gittim.
Düşman ve dost birbirlerini görmeksizin ateş ediyorlar. Sonra ortadaki ve
daha sonra onun solundaki kendi tabur kumandanlarımla görüştüm. Şim­
di , en solda, yeni gelen ı 2 nci Alay taburunu aramaya çıktım. İhtiyattaki
taburumla topçularımı daha önce, iki kilometre gerideki Kireç Çiftliğine
göndermiştim. Alayı ilk önce orada toplayacaktım. Bütün bu işler için çok
zaman geçti. Soldaki taburu aramak üzere karanlıkta giderken beş on kişi­
nin düşman tarafına doğru ilerlediklerini gördüm. Cephemizde büyük
aralıklar mevcut olduğundan ve Yunan keşif kollarının içimize girmek ih­
timalini düşünerek ne Türkçe'ye ve ne de Yunanca'ya benzemeyen bir
tarzda: " Uvayt, Uvayt. . .. " diye bu bölgelere seslendim. Durdular ve birisi:
"Efendim" diye cevap verdi. Yabancı olmadıklarını anlayınca yanlarına
yaklaştım.

Bir teğmenin şaşkınlığı


"Siz hangi taburdansınız, nereye gidiyorsunuz ve başınızda subay var
mı?" diye sordum. Uzunca boylu ve kaputlu bir genç yaklaştı: " ı 2 nci
Alayın ikinci taburundanız. Cephede boş bir siperi işgal etmek üzere
bölük kumandanı bizi gönderdi , iki manga askerle" cevabını verdi. Bu su­
bayı yanıma çağırarak, yavaş sesle: " Ben ı 6 ncı Alay Kumandanıyım. Si­
zin tabur benim emrimdedir. Bu askerlerle birlikte geriye dön, bölük ku­
mandanının yanına git. Tabur kumandanını bulsun, tabur toplansın ve
Kireç Çiftliğine gelsin. Tümen bu gece düşmanla teması keserek Alayunt
istasyonunda toplanacaktır. Ben, taburu, diğer birliklerle beraber Kireç
Çiftliğinde bekleyeceğim" dedim.

Subay, karanlıkta bir temenna çaktı. Geriye döndü. Adeta koşarcasına


ve askerlerini bırakarak yürümeye başladı. Derhal farkına vardım: "Geride
RAHMİ APAK

toplanacağız" sözü bu gence birdenbire korku saldı. Seslendim: " Buraya


gel, geri dön. Niye hızlı hızlı gidiyorsun, yavaş yürü" diye bağırdım. Tek­
rar döndü, gitti. Bu esnada bir sigara çıkardım. O zaman fitilli çakmaklar
kullanıyorduk. Hayvan üstünde çakmağı bir iki kere çaktım. Sigaramı
yaktım. Genç subay ile arkasındaki erler karanlıkta gözden kayboldular.
Bu tabura emin bir subayla açık bir emir gönderdiğimizi zannettim.

Geriye döndüm, tekrar cephedeki taburlarımın yanına gittim. Birer


bölüklerini mevzilerde bırakarak diğer iki bölükleri ile ve makineli
bölükleri ile geride toplandılar. Düşman, üçyüz dörtyüz metre ıraklıktan
hafif ateşe devam ediyor.

Bir buçuk saat sonra alay tamamıyla Kireç Çiftliğinde toplanmış ve


taburun birisine yanaşık nizamda süngü tak vaziyetinde düşmana karşı
cephe aldırmıştı. Fakat en soldaki ı 2 nci Alayın taburu, subayla gönderdi­
ğim emre rağmen hala Kireç Çiftliğine gelmemişti. Bu taburun karşısında
düşman yok gibi idi. Bizim solumuzu uzatmak için akşama doğru buraya
gönderilmişti. Bu sırada yanımdan geçen bir atlının bu taburun bulundu­
ğu istikamete doğru gittiğini gördüm. Seslendim. Meğerse bu taburun
doktoru imiş. Tabur kumandanının yerini biliyormuş. Dörtnala giderek
tabur kumandanını bulmasını, bir saat önce kendisine haber gönderdiğim
halde hala Kireç Çiftliğine gelmemesinin mahzurlu bir hareket olduğunu
bildirmesini söyledim. Aradan on dakika geçti bekliyoruz, bu doktor koşa­
rak hayvanla yanıma geldi : "Efendim, emrinizi tabur kumandanına söyle­
dim. Fakat bana tabanca çekerek üzerime yürüdü. Ben de buraya kaçtım"
dedi. Doktoru yanıma alarak tabur kumandanının yanına gittim. Hayvan­
la beş dakikalık bir yer. Bana kim olduğumu sordu. ı 6 ncı Alay Kuman­
danı olduğumu ve kendi taburunun da bana bağlı olduğunu söyledim.
Elindeki feneri yüzüme uzatarak suratıma baktı. Elbiselerimi gördü, on­
dan sonra: "Afedersiniz şimdi taburu toplarım, bir dakika izin veriniz. Ki­
reç Çiftliğine geldiğinde bu gecikmenin sebebini size anlatırım" dedi. Ta­
bur kumandanı taburunu toplayarak Kireç Çiftliğine gelince bana şunları
anlattı. Kendisine emir gönderdiğim teğmen, bölük kumandanını görme­
den tabur kumandanının yanına giderek şöyle söylemiş: "Efendim, boş si­
pere iki manga asker götürüyordum. Arkasında üç dört atlı olan bir Yu­
nan subayı bana seslenerek, haydi Türk Ordusu geriye gitti. Kumandanı­
na söyle de askerini toplasın. Ben bu söz Üzerine geriye haber vermeye
gelirken bu atlı Yunan subayı bir aydınlatma fişeği yaktı. Bu işaret Üzeri­
ne çalılar arasından iki Yunan fırlayarak gırtlağıma sarıldı. Dürbünümü
ve kaputumu aldılar. Kaçtım geldim " .
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI 2 35

Anlaşıldı. Yunan subayı, ben. Tenvir tabancası, benim sigaramı yak­


mak için çaktığım çakmak. Teğmenin gırtlağına sarılan da yeni uzatılmış
telefon kablosu.

Teğmeni çağırarak, kendi kumandanı önünde şöyle söyledim: " Derhal


geriye dön, kaputunu ve dürbününü bıraktığın yerden yalnız başına ara
bul ve yalnız başına bize yetiş. Eğer bunları bulmadan geriye dönersen
seni Alayunt'ta, alayın önünde kurşuna dizeceğim". Teğmen gitti. Ertesi
sabah dürbünü ve kaputu ile Alayunt'a geldi. Böylelikle korku damarı da
çatlamış oldu. Bu genç, henüz hiç ateşe girmemiş bir yedek subay imiş.

Ben, yalnız kahramanlıkları hikaye etmeyeceğim, böyle şaşkınlıkları


da anlatacağım. Nasıl elemanlarla çalıştığımızı herkes bilsin. Bu teğmeni
bir daha görmedim. Herhalde bundan sonra böyle şaşkınlıklar yapmamış­
tır.

Eskişehir - Kütahya kavgasının kısaca hikayesi


İkinci İnönü Savaşı'ndan sonra, Yunan Ordusuna karşı memleketi
koruyacak olan Batı Ordusunun kuvvetlendirilmesine hummalı bir surette
devam edildi. Her biri bir kolorduya muadil olan dört grup teşkil edildi.
İzzetin Paşa (Çalışlar) kumandasındaki birinci grup İnönü cephesinde, Al­
bay Arif (Ayıcı) kumandasındaki üçüncü grup bunun solunda Kütahya
bölgesinde, Albay Kemalettin Sami kumandasındaki dördüncü grup daha
solda ve nihayet Albay Deli Halit kumandasındaki onikinci grup en solda
mevzilendi. Muharebe esnasında da Fahrettin Paşa (Altay) kumandasında­
ki ve çoğu süvari birliklerinden mürekkep bir beşinci grup da Beyce isti­
kametinden beliren düşman tehdidine karşı birinci ve üçüncü gruplar ara­
sında ihdas edildi.

Cephenin genişliği, ileri geri zikzaklarla yüzelli kilometreden fazla. Bu


kadar geniş bir cephede muharebenin tek bir makamdan sevk ve idaresi
çok mütekasif bir muharebe şebekesinin kurulmasına bağlıdır. Halbuki
o zaman ordunun yoksul bulunduğu vasıtalardan birisi de muhabere vası­

talarıydı.

Ordunun düşman gerisinde çalışan haber alma servisi fena işlememiş­


tir. Bu sebepten, iki aydan beri gerek Bursa ve gerekse Uşak bölgesindeki
düşman tümenlerinin yerleri ve sayıları hakikate çok yakın olarak bilini­
yordu. Düşmanın iki kolordu ve diğer bazı mürettep ve muhtelit birlikler­
le güneyde toplandığı ve Bursa'da yalnız bir kolordusunun bulunduğu
malum idi. Bunu bilen Batı Cephesi, yolladığı genelgelerde, düşmanın
RAHMİ APAK

esas kuvvetleriyle Garp Cephesinin soluna yükleneceğini kesin olarak ifade


ediyordu. Bir kere düşman taarruzu başlayınca, cephenin uzunluğu dola­
yısıyla yapılacak kıta kaydırmalarının bir işe yaramayacağına göre daha
bidayetten, Batı Cephesinin yığınağının cenupta yapılması ve ordunun mu­
harebe idare yerinin de sola nakledilmesi İcab ederdi. Bu da yapılmamış
değildir. Fakat düşman ileri yürüyüşünün başladığı ı ı Temmuz tarihinde,
İnönü mevzilerinin müdafaasına memur olan birinci grubun emrinde beş
tümen bulunuyordu. Halbuki , Bursa'dan çıkarak Eskişehir istikametinden
ilerleyen düşman kuvveti ancak iki tümenden ibaretti.

Düşman, ordumuzun soluna yedi tümenden fazla bir kuvvet ile çul­
lanmıştır. İki tümen dahi Beyce'den Kütahya üzerine yürüdüğüne göre
tam g tümenlik bir kuvvetin ve mürettep ve muhtelit birliklerin bir süvari
tugayının ordumuzun soluna yöneldiği ve birinci gruba yani ordumuzun
sağına karşı ancak General Trikopis kumandasında Üçüncü ve Onbirinci
Yunan tümenlerinin bıraktığı görülüyor. Düşmanın harekat planı hakkın­
da şu satırları okudum:

"Türk Ordusunun herhangi bir teşebbüsü ele almak iktidarında


bulunmadığına göre, Yunan Ordusunun yapacağı hareketlerin göster­
diği müsaade, pek nadir ele geçen fırsatlardandır. İş bu plan tatbik
edildiği takdirde, bizim geniş kuşatma hareketimizin düşmanın ya
bütün bütün yok edilmesine veyahut teslim olmasına müncer olacağı
ümit ediliyordu. Düşman, barış şartlarımızı kabul etmeye mecbur ka­
lacaktı".
Ben, bu muharebelerde, kendi alayımın başında bulunduğumdan,
kavgaların ağırlık merkezi olan dördüncü grup ile onikinci grupta neler
olduğunu görmedim. Yalnız bu grup kumandanlarının harp ceridelerini
gözden geçirmek bana kısmet oldu. Düşmanın üstün kuvvetlerinin saldırı­
şına uğrayan bu gruplar her fırsat ve münasebette birbirlerine yardıma ça­
lı�mışlar, kuvvetli müdafaalar ve hatta karşı saldırışlar yapmışlar, bazı yer­
lerde bunlara bağlı birlikler kötü ve intizamsız durumlar göstermişler, ge­
rek cephenin ve gerekse bunların birbirlerine yardımları her vakit geç kal­
mış, yardıma gelen kıtalar ancak ceste ceste muhare�eye girmişler, birbir­
leriyle ve cephe ile emniyetli bir irtibat sağlayamamışlar. Gerek cephe ka­
rargahı ve gerekse bu grupların kumandanları, düşman taarruzlarını dur­
durmak için tedbirler almaktan geri kalmamışlar ise de irtibat ve muhabe­
re noksanı yüzünden mukabil tedbirler vakit ve zamanında alınamamış.
Nihayet ayın onaltıncı günü, Batı Cephesi kumandanlığı, soldan sarılmış
YETMİŞLİK BİR SCBAYIN HATIRALARI 2 37

olan ordusunu kurtarmak için bütün birliklerini (Eskişehir-Seydigazi)


hattının gerisine çekmek emrini vermiştir. En büyük zarar ise bu çekiliş
esnasında baş göstermiştir. Bu çekilişte, bazı grup kumandanları dikkatli
davranmamış, kıtalarına muhtasar emirler göndermekle i ktifa ederek on­
ların başlarında bulunmamış, bir an evvel kendi karargahlarının buluna­
cakları yerlere gitmişler, kıtaları kendi hallerine terketmişlerdir. .\lcsela,
Üçüncü Grup Kumandanının , ke n d i grubunun çekilişini bi zz a t kon t rol et­
memesi yüzünden bu grubun kıtalarıyla bu grubun çekilme yollarından
istifade eden Dördüncü Gru p B i rlikleri arasın da hemen hemen Balkan
Harb i ni andıran intizamsızlıklar vukua gelmiştir.

Vc mesela, bizim Kırk Birinci Tümen Afsunbaba Dağının güneyinde­


ki Türkmen Dağları arasındaki bir boğazdan geçerek, Eskişehir güneyine
intikal edecek. Akşama d oğ r u çekiliş başlıyor. Kumandansız, kıtasız bir
çok döküntüler b u boğaza doğru k a r makar ı şık y ü r üy o r. Bu esnada. istih­
kam kıtaları, arkada dem i ry olu nu t ah ri p iç i n dinamit patlatıyor. B u dina­
mit sesleri , d ü şmanın arkadan bastığı z aha bı n ı veriyor. Herkes birbirini
ç iğ n e rcesi n e karmakarışık boğaza doğru kaçıyor. Ben, alayımın başından
bir dakika ayrılmayarak alayımı bu karışık güruhun içinden yolun dışarı­
sına çıkarıyorum. Fakat bu esnada taburumun birisini kaybediyorum.
Dört beş tümenin d ö k ü ntüleri n i n yürüdüğü bu mahşeri kalabalık içinde
tek bir alay kumandanı, tek bir tümen kumandanı ve tek bir karargah
mensubu gözüme ilişmiyor.

Kendi alayımın harp ceridesinde neler yazılı?


Aşağıdaki satırları, kendi alayımdan, kendi imzam ile yazılmış ve Er­
kan-ı Harbiye Harp Tarihi Şubesi'nde mevcut bulunan harp ceridesinden
aynı ile yazıyoru m :

" Kıtalar, ı 7 !7 / ı 9 2 ı öğle zamanı Bayramşah Köyü civarında istirahat


ederek asker bir buçuk saat kadar uyku uyudu. B u raya gelmezden önce,
yü rü y ü ş kolun u n güneyindeki yollardan, Beşinci Tümene mensup ba z ı
perakende erlerin çıplak hayvanlar üzerinde k a ç t ıkl a rı görü l m ü ş ve sebebi
tahkik olunduğunda, düşman süvarisinin taarruzuna uğrayan Beşinci Kaf­
kas Tümeni a ğ ı rl ı k ları n ı n k aç ma k ta oldukları anlaşılmı ş ise de, düşman
hakkındaki havadislerin büyütüldüğü görülüyordu. Bayra mşah ci> arırıda
bir orman içinde uyumakta iken tümen karargahından gelen bir atlı,
düşmanın yaklaşmakta olduğunu ve derhal hareketle yürüyüşe devam
e d i l m es i n i esnada demiryolu Ü z e ­
söylem i ş , alay yürü y ü şe başlamıştır. Bu
rin d e istihkamcılarımızın rayları tahrip için patlattıkları tahrip ka l ı pla rı kı- ,
RAHMİ APAK

talar arasında, düşman topçusunun baskın ateşi sanılarak tekmil tümen


kıtalan yoldan ayrılıp, açık bir nizamda yolun doğusundan yürüyüşe de­
vam etmiştir. Akşama doğru, Kırkbirinci Tümen nispeten intizamını mu­
hafaza ederek Sökmen ve İncik civarına gelmiştir. Fakat bütün yol üzerin­
de perakendeler, kırık arabalar, durgun hayvanlar görülüyordu. İncik civa­
rında, tümen kumandanından alınan emirle alayımın bir taburunu geriye
artçı bırakarak, diğer iki taburumla gene bütün perakendelerin gerisinde
yürümeye devam ettim. Bir müddet sonra alayımla ilerideki diğer birlikler
arasına birçok ağırlık arabaları girdiğinden yürüyüş bozuldu. Yolun yanla­
rından hareketle ilerideki kıtalara yapışmak imkanı da yoktu. Arızalı bir
yol, Afsunbaba Dağının güneybatı eteklerinden kuzeye doğru yükseliyor.
Güneş batmasına yakın, kuzey ve doğu istikametinden ve iki kilometre
uzaktan yürüyüş kolunun önünden tüfek sesleri gelmeye başladı. Derhal,
erler arasında, düşman önümüzü kesmiş diye bir şaiya çıktı. Hayvanımı
sürerek alayın başına geçtim. Alayım intizamını muhafaza ediyordu.
Y ürüyüşü durdurdum. Biraz ileride giden Kırkbirinci Tümen hücum ta­
burunu gördüm. Onun daha ilerisinde ise birçok perakende erler geriye
doğru kaçıyor ve düşmanın önümüzü kestiğini söylüyorlardı. Benim ala­
yın dağılması ihtimalinden korkarak, ateş edilen mahale derhal bir taarruz
yapmaya karar verdim. H ücum taburu kumandanından da aynı hareketi
rica ettim. Hücum taburu ve yanında benim alayımın Üçüncü Taburu,
iki koldan, süngü tak vaziyetinde Demirli Köyüne doğru ilerledik ve gece
yarısı boğazdan çıkarak Sekilce'ye vardık. Fakat buralarda düşmana te­
sadüf edilmedi. (Demirli-Sekilce) yolu üzerinde birçok ağırlıkların, san­
dık ve eşyaların terkedilmesinden, iki saat önce burada bir hadisenin zu­
hur ettiği anlaşılıyordu. 1 8 Temmuz sabahı Kırka'da toplanıldı. Alayunt
ile Kırka arasında aynı yoldan, beş tümenden fazla bir kuvvetin yürümesi,
arkada düşmana karşı hiçbir tertibin alınmaması ve Kırkbirinci Tümen
Kumandanı Albay Şerif Bey'den maada olan tümen kumandanlarının
kendi kıtalarına sahip olmamaları yüzünden, zayi olan birçok eşyanın ve
terkedilen iki üç batarya ağır ve hafif topun ve dağılan ve bozulan kıtala­
rın hasıl ettikleri teessür dolayısıyla bu mütalaaları alayımın harp ceridesi­
ne eklemeye lüzum gördüm. Ağır ve hafif topların ekseriyası Sekilce ve
Başören civarında ve Sekilce ile Kırka arasında terkedildiği ve 1 8 Temmuz
ı 92 ı sabahından akşamına kadar, bu bölgeye düşman varmadığı halde bu
malzemeyi geriye celp için hiçbir teşebbüste bulunmamaları hususunu
sormaya salahiyetli makamlar tarafından sükut ile geçiştirilmesine hayret
edildiğini ilave ediyorum ...
".
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI

ı 8 Temmuz ı 92 ı , alayım ilerleyecek düşmanı durdurmak üzere Kır­


ka civarında artçılık vazifesi aldı.

Kendi topçumuzun gülleleri ne kadar acı patlıyor?


Bir taburumu ava yayarak tertibat almaya çalı�ırkcn, dört kilometre
gerideki tepenin üstünde mevzi almış bir Türk sahra bataryası bizi
düşman sanarak üzerimize ateş açtı. Hayvan üstünde mendilimi çıkararak
sallıyordum. Kim dinler. Bizim şarapneller ne kadar şiddetli patlıyormuş.
Yunan topçusunun şarapnelleri bu kadar gürültü çıkarmıyordu. Hidde­
timden ifrit kesildim. Fakat elden birşey gelmiyor. Avcı hattımı, üçyüz
metre geriye, ölü zaviyeye çektim. Fakat onbeş yirmi şarapnel tepemizde
patladığı halde hiçbirimizin burnu bile kanamadı.

Aynı akşam yürüyüşe devam ederek Eskişehir doğusundaki Kanlıpı­


nar Köyünün doğusunda tümence toplandık.

Kanlıpınar M uh areb esi

Temmuz'un 2o'sinde Kanlıpınar sırtlarında dört tümen toplanmış ve


bu sırtlara yerleşmişti. Sağdan başlayarak Şükrü Naili Bey'in 15 inci Tüme­
ni, onun solunda bizim 41 inci Tümen, daha solda Ömer Halis Bey'in 23
üncü Tümeni ve en solda da Yarbay Fuat Bulca'nm 24 üncü Tümeni.

Bizi kovalayan düşman tümenleri, tek bir yoldan ve birbiri arkasın­


dan yürümek zorundalar. Bu halde 1 9 Temmuz akşamı bu cepheye gele­
rek bizimle temasa geçecek bu tek düşman tümenine dört tümenle bir
karşı taarruz yapacak olursak, bu Yunan tümenini haklayabiliriz. Düşünce
çok güzel. Geriye çekilen kıtaların böyle fırsatlardan istifade ederek bir kı­
sım düşman kuvvetlerini hırpalamaları, hem düşmanın kovalama hareketi­
ni durdurur ve hem de bizim kıtalarımızın moralini biraz yükseltir.

Temmuz' un 2 r nci günü bu hareket yapılmıştır. Fakat burada da bi­


raz sakatlık var. Bizim solumuzdaki 23 üncü Tümen derhal taarruza kalktı.
Bizim tümenden ise yalnız bir alay bu taarruza katıldı. Benim l 6 ncı
Alay, üç taburu ile seyirci kaldı. Daha soldaki 24 üncü Tümenin ne ka­
dar kısmının bu saldırışa katıldığını bilmiyorum. Fakat sağımızdaki 1 5 in­
ci Tümen yerinden bile kımıldamadı.

23 üncü Tümen ilerledi. Birinci hattaki Yunan kıtalarını biraz geriye


sürdü. Fakat bu saldırış topçu ateşi ile desteklenmedi. İ ki saat sonra 23
RAHMİ APAK

üncü Tümenin geriye çekilmeye başladığını gördük. Öğleden sonra Y unan


piyadeleri , tesirli b i r topç- u ateşi himayesinde cephemize saldırmaya başla­
dılar_ Solumuzdaki 23 üncü Tümen piyadeleri b u defa eski mevzilerinde
dahi tutun amayarak dövüş sahasını terkedip geriye gitmeye başladılar. B u
defa b u boşluğu tıkamak i ç i n benim alayımın karşı saldırışa geçmesi em­
redil d i , İki taburumla birinci hatta olarak şiddetli bir topçu ateşi altında
taarruza geçtim, İ lerleyen düşman durduru l d u . Fakat kısa zamanda bir
tabur kumandanı i l e ü ç subayım ve kırk elli askerim şehit o l d u .

D a h a solda , mevkiini terkederek çekilmiş olan 24 ü n c ü Tümeni n yaptı­


gı boşl u ğu kapatmak için Büyük :\ 1i llet l\ 1 eclisi '.\luhafız Taburu b uraya
sürülmüş. Fakat benim hizama gelinceye kadar ilerleyemediği için sol ka­
nadım açık kaldı ve d ü şman p iyadeleri b u radan taşmaya başladılar. B u ­
n u n l a beraber gerek benim alayım ve gerekse B ü y ü k :\ 1 illet '.\1eclisi .'vl u ­
h a l i z Taburu a k ş a m olu ncaya kadar yerlerimizde tutunarak d iğer b i rlikle­
rin geriye çekilmelerini sağladık. Karanlık basınca biz de çekildik.

Geceleyin Akpınar köyüne geldik. Kıtalarından ayrılmış bazı tümen


kumaııdanların ı n b u rada istirahat ederek çene çaldıklarını görerek hayret­
ler içinde kaldım. B u rada istirahatten sonra Alpıköyü'ne indik. Düşman ar­
tık tak i p etmiyord u . Rahat ve kısa yürüyüşlerle Ankara'ya doğru gidiyo­
ru z , Tem m u z ' u n 24 üncü günü alayım Beylikköprü istasyonuna geliyor.
.\!ayımın mevcudu 650 muharip nefere i n m i ştir. Orada son gelen b i r tre­
n i n içinde bazı gençler görüyoru m . B unlar İzmit'ten geliyorm u ş . B u n ların
içinden 80 kadarını alıp alayıma ekliyoru m . Bütün ordu Sakarya Suyunun
doğusuna alındı. Yalnız benim alay Beylikköprü' de suyun batısında bıra­
kılarak köprü n ü n ve istasyonun etrafında bir köprübaşı kurup ilerleyecek
di.i şmanı d u rd u rmak ve Sakarya doğusuna çekilen orduya vakit kazandır­
mak ıazife s i n i aldı. 7 00 silah ile b üt ü n Yunan Ordusunu d u rd u racak imi­
şim. '.\J e yapalım emir emirdir. İstasyon u n batısındaki sırtları b i r yarım
daire halinde ve sağımı \ e 5olumu Sakarya kıyısına dayayarak tahkimat
yapmaya başladı m . Kazma kürek de yok. Entip üften p ortatif kazma ve
k ü reklerle ç-alışıyoru z . Bereket versin düşman acele edip gelmedi . Yoksa
arkamda nehir, b ü t ü n alayımla yok olmaya mahkum idim. Bir h afta son­
ra , bmim alayı da Sakarya doğusuna çektiler. Şabanözü mevkiinde tüme­
nirnc kauldım.

Eskişehir - Kütahya Muharebeleri hakkında birkaç söz daha


Sakarya'ya çekilmekle n ihayet b ulan bu muharebelerde , Batı Cephe­
mizin k uvvet i , Yunan Ordusun dan pek aşağı değildi. Y u nanlıla r topçu ba-
YETMİŞLİK B İ R SCBAYI� HATIRALAR!

kınımdan üstün idiler. Fakat süvari bakımından biz onlardan çok kuv\ etli
idik. Hatırımda kaldığına göre ordumuzun muharip mevcudu 80.ooo' den
aşağı değildi. Sakarya'ya çekildiğimizde bu mevcuı. aldanmıyorsam
30.ooo' e düşmüştü.

Sakarya'da ise 40.000 kişi ile, 80.ooo'den fazla Yunan Ordusunu


yüzgeri ettirdiğimizin başlıca sırrı, cephenin daha küçük olması ve bunun
bir ölüm kalım kavgası olduğunu her subayın ve erin anlamış bulunması
ve bu m uharebelerden alman derslerle tümen ve kolordu kumandanları­
nın kıtalarının başından ayrılmamış olmalarıdır.

Sakarya kavgası
Biz bu kavgaya, Başkumandanın şu parolası ile girdik: " Hiç bir kıta,
Üst kumandanından emir almadıkça geriye çekilmeyecektir. Kanatları ç:ev­
rilse, her taraftan sarılsa dahi emirsiz, mevziini terkeden bir birliğin ku­
mandanı üst kumandan tarafindan derhal öldürülecektir". İş çok ciddi.
Sakarya Zaferi'ni sağlayan amillerin başında gelen bu şiddet tedbiridir.
Bolşevik Ruslar da, İ kinci Cihan Savaşı "nda iJ;jyJe yaptılar. Alman taarru­
zunun daha ilk safhalarında H itler için bir �ürpriz olan ve onu hayal kı­
rıklığına u ğratan Rus mukavemetinin sırrı budur.

Bu dehşet tedbirinin m ü nakaşasını b u rada yapmayacağım. Bunun


hangi nevi milletler tarafından, ne gibi duru mlarda tat bik edilmesine göz
yumulacağı, fayda ve mahzurları hakkında söylenecek çok söz vardır. Za­
fer sağlandıktan sonra haklı ve haksız, bu tedbir yüzünden göçüp gidenle­
re acımakla iktifa edilir.

Sakarya kavgası Anadolu'daki Yunan Ordusuna vurulmuş, öld ürücü


bir darbedir. Yunan milletinin cürm ü , böyle bir ordudan daha kuvıetlisi­
ni tekrar tekrar kurup bize saldırtmaya elverişli değildi. Halbuki, bir çok
yoksullu klara rağmen Türk Ordusu tekrar meydana çıkabilirdi. B u muvaf­
fakıyetimiz asker ve sivil hepimizin moralini yükseltmiş, kısa zamanda or­
d umuzun tekrar kurulabileceği ve Yunan Ordusunu :\nadolu'dan atabile­
ceğimiz hakkında bu savaş bizde büyük ümitler yaratmı ş tır.

Tafsilata boğmaksızın Sakarya kavgasırn hulasa edeceğim: Önce, kav­


ganın ilk safhalarını genel olarak hikaye ett ikten sonra. kendi alayımın ka­
tıldığı muharebeleri anlatırken kavganın kızgın ve kanlı safhalarını belirte­
ceğim.

F 16
RAHMİ APAK

Son yaptığım Kanlıpınar kavgasında alayım oldukça zedelenmişti.


Beylikköprü'ye gelince ve burada Beylikköprü'nün batısında bir köprü ba­
şı tutmak emrini alınca tahkimat yapmakla uğraşarak istirahat sağlayama­
dık. Sonra Şabanözü mevkiine çekilince kendimizi derleyip toplamak ım­
kanı hasıl oldu.

Bu Şabanözü, Beylikköprü' nün güney doğusunda ve Sakarya'nın do­


ğusundadır. O zaman Sakarya'nın gerisine çekilmiş olan ordumuzun en
sağ kanadı burası oluyordu. Bu bölgede, benim alayıma, 20 kilometre ge­
nişliğinde bir mevziin tarassut ve müdafaa edilmesi vazifesi verildi. Bir
kolordu için bile geniş olan bu mevzilerin bir alaya tahsis edilmesi, daha
bidayette, �ustafa Kemal Paşa'nın düşmanın muhtemel hareketinin ordu­
muzun soluna yöneleceğini keşfederek, müdafaa tertiplerini buna göre tan­
zime başlamış olduğunu gösterir.

Düşman, sağımızdan mı, yoksa solumuzdan mı çevirecek?


Eğer düşman bizim sağ kanadımıza çullanmak isterse bir ucu Bolu
ormanlarına kadar giden pek arızalı ve dağlık bölgenin içinden hareket
yapması gerekir. Düşmanın başlıca üstünlüğü topçu kuvvetleri olduğun­
dan bu bölgede dağ topçusundan başka top kullanamaz. Bu keyfiyet
düşman için bir zarar, bizim için bir kar olurdu.

Yolların olmamasına rağmen güney bölgesi, yaz mevsiminde her türlü


tekerlekli vasıtaların seyrine müsait ve kıtaların sevk ve idaresini kolaylaştı­
ran bol görüş sahalarına malik olması bakımından düşmanın esas taarru­
zunun ordumuzun sol kanadına yöneleceği kabul edilir. Nitekim Türk
Ordusu kumandanlığı daha başlangıçta yani Yunanlılar ileri harekete geç­
mezden önce ve hiçbir şey bilmemesine rağmen müdafaa tertiplerini bu
ihtimale göre almaya başlamıştır.

Yunan Ordusu, 24 Temmuz'da, Eskişehir'in doğusunda ileri hareketi­


ni durdurmuştu.

Düşman ordusunda Türk Ordusunun takip edilmesi hususundaki


fikirler
Sonradan anlaşıldığına göre, Yunan Ordusu Başkumandanı olan Pa­
pulas, ordusunun bir Ankara seferi yapmasına taraftar değildi. Fakat, ken­
di kurmayında bulunan ve büyük Yunanistan'ı kurmak sevdası ile yanan
bazı şoven yüksek rütbeli kurmaylar, Ankara'nın zaptedilerek zaten ç ok
zayıf bir hale gelen Türk kuvvetlerini tamamıyla dağıtıp, barış istemeye
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI 2 43

mecbur etmek hususunda ısrar ediyorlar. Bu esnada, İzmir'e gelen Yunan


Kralının Başkanlığında, Yunan Milli Müdafaa Vekili Teotoki, Erkan-ı
Harbiye Reisi Dosmanis, Yunan Başvekili Gonaris'ten mürekkep yapılan
toplantıda, Ankara'ya kadar Yunan ileri yürüyüşünün devam ettirilmesine
karar veriliyor.

Türkiye'yi tamamıyla yok etmek lüzumunu ileri süren büyük


devlet
Bir büyük devlet, Yunan hükümet başkanına şu teklifte bulunuyor:
"Ankara'ya kadar yürüyünüz. Türk askeri kuvvetlerini tamamıyla dağıtınız.
Ordunuzun elde edeceği bütün toprakları Yunanistan'a vermek için size
yardım edeceğim. Ayrıca, doğuda kurduracağım büyük bir Ermenistan sa­
yesinde, artık sizi rahatsız edebilecek bir Türkiye mevcut olmayacaktır" .

Başvekil Gonaris, bu büyük devletin adını açıklamaksızın bu müjdeyi


Y unan Ordusu Kumandanı Papulas'a bildiriyor. Bunun üzerine, Yunan
"Megalo-idea" cıları büyük Yunansitan'ın tahakkuk edeceğine ınanıyor­
lar. Papulas'ın fikrini galebe çalıyorlar.
Bu insafsız Türk katili büyük devlet kimdir. O zamanki duruma göre
kimin olacağı malumdur. Türk milleti ve bilhassa Türk gençliği bunu bil­
melidir.

İki tarafın kuvvetleri


Yunanlılar, Eskişehir-Kütahya savaşına r oo.ooo silahlı ve 400 toplu
bir ordu ile girmişlerdi. Onların bu savaşlardaki kayıpları pek azdır.

Türk askeri kuvvetlerinin mevcudu ise, Sakarya doğusuna çekildikleri


zaman 30.000 kişiye inmiş bulunuyordu. Yirmi gün zarfında r o.ooo kişi­
nin daha ordumuza katılmış olduğu kabul edilebilir.

Yunan Ordusunun ileri yürüyüşü


Yirmi gün müddetle istirahat ve hazırlıktan sonra 1 4 Ağustos'ta, Yu­
nanlılar demiryolunun güneyinden üç kol halinde, üç kolordu ile ileri ha­
rekete geçiyorlar. Kolordular arasında 1 5-20 kilometre aralık var. Yunan
Ordusunun solunda III üncü kolordu, ortada I inci kolordu, en sağında ise
Yunan Prensi Andrea'nın kumandasında II nci kolordu yürüyor. Bir Yu­
nan tümeni de demiryolunun kuzeyinden ilerliyor. Süvarilerimiz bu Yu­
nan ileri yürüyüşünü her gün rahatsız etmiş ve geriden gelen ağırlıklara
saldırmaktan geri kalmamışlardır.
RAHr-. I i APAK

Yunan Ordusu çark yapıyor ve taarruza başlıyor


2 ı Ağustos' ta, Yunan Ordusu Polatlı'nın 70 kilometre güneyine varın­
ca, b uradan, kolordular kuzey-doğu istikametinde çark yapmaya başlıyor­
lar. Şimdi yarım ters bir cephe hasıl olmaya başlıyor. Yunan kuvvetlerinin
arkası güneye ve cephesi kuzeye dönüyor. H er iki ordu için tehlikeli bir
durum hasıl olmaya başlıyor. Mağlup olacak olan için kurtuluş imkanı
kalmavacak.

24 Ağustos 'ta Y unan km vetleri Türk mevzilerine temas ediyorlar.


:\ l uharebe başlıyor. 25, 26, 27 Ağustos gece ve gündüz Yunanlıların taar­
ruzu . hücumu , Türklerin müdafaası, karşı taarruzu, karşı hücumu ile ge­
ç iyor. Her çarpışmada Yunanlılar toprak kazanıyorlar. Fakat, şimdiye ka­
dar görmedikleri ve alışmadıkları kayıplara uğruyorlar. Y unan Başkuman­
danlık karargahının bulunduğu İ n lerkatrancı Köyünde onbeş bin Yunan
yaralısı toplanıyor.

Eylül ayı başında sabahleyin bizim 41 inci Tümen dah i , bulunduğu


en sağ kanattan , en sol kanada İntikal etmek üzere, bütün muharebe hat­
tının gerisinden yürütülüyor. Önde ı g uncu Alay, arkada benim r6 ncı
alay. Öğle zamanı Polatlı'ya geliyoruz. B urada bir saat mola. Polatlı istas­
yonun arkasında ve güneş altında yere uzandım. Hem dinleniyorum ve
hem de yattığım yerden batıdaki tepelerde düşmanla çarpışan askerlerimi­
zin kavgasını seyrediyorum. Polatlı ' da binlerce yaralı güneş altında serpil­
miş, doktorlar tarafından yaraları sarılıyor. B urası bir yaralı sarma fabrika­
sı halinde.

B u esnada, alayımın Üçüncü Taburuna kumandan tayin edilen B i n­


başı İzmitli Sami ile İstan bul'dan kaçıp gelmiş bir iki subay alayıma katı­
lıyor.

Bir saat din lenmeden sonra tekrar yuruyuşe geçiyoruz. Taburumun


birisi , verilen emirle burada kalıyor. Sıcak bir gün. Susuzluk askeri çok
rahatsız ediyor. Alay herhangi bir kuyunun başından geçerken, erler,
yürüyüş kolunu terkederek kuyuya hücum ediyorlar, dağılıyorlar. Onları
tekrar yürüyüş koluna sokmak için yalvarmalar, yakarmalardan sonra ta­
banca tehdidine başvuruyoruz. Çünkü sıkışmış olan sol kanadımıza çabuk
yardıma yetişmek lazım. Haymana' dan geçiyoruz. Topçu ateşinden bir
derenin içine giri p , orada tepelerindeki Yunanlılarla yakın mesafeden
ümitsiz bir surette çarpışan kıtalarımızın hemen yanlarından, adeta, bütün
muharebe cephemezi teftiş ediyormuş gibi yürüyoruz. Biraz sonra, :\Jı-
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI

sır' da esirlikte tanıdığım İ zmirli bir doktor arkadaşımı bir eşegın üstünde
giderken görüyorum. Yeni tayin edildiği taburunu arıyormuş.

N ihayet akşam üzeri, Yunanlıların Kale-Grotto dedikleri ve bizim


ise Güzelcekale adını verdiğimiz ve en sonra Kanlıtepeler adını taktığımız
yüksek, taşlı sırtlara yanaşıyoruz. B u sırtlar üzerinde topçu mermileri, el
ve tüfek bombaları ve ışık fişekleri ile aydınlanmış bir şehriayin manzarası
var.

Deli Halit ne biçim bir adam?


Bu en soi kanatta dövüşen kıtalar, Albay Halit Bey'in (Deli Halit)
kumandası altında imiş. Alayımı, yanaşık nizamda, yüksek Kanlıtepeler'in
ölü zaviyesine yanaştırdım. Çünkü, tamamıyla kuytuda olduğumuza rağ­
men endirekt atışlarla burasını tarayan bir Yunan makineli tüfeği karan­
lıkta üç erimizi yaraladı.

Tümen kumandanı Şerif B ey ' le birlikte sırtların üstüne tırmanıyoruz.


Karanlıkta, emir subayı ve bir kurmay yüzbaşı ile bir taşın arkasına otur­
muş olan Halit Bey'in yanına gidiyoruz. Halit Bey'in ağızından işittiğim
ilk emir: " Şerif Bey, şimdi buraya gelen taburların ile, şu karşıki sivri taş­
lıklı yerlerdeki Yunanlılara bir süngü hücumu yapacaksın. Eğer tepeyi
alamazsan seni yarın öldürürü m " .

Ben, arkadan lafa karıştı m : " Efendim, gece hiç birşey görmedik. Aca­
ba, bu tepenin üstünde biraz düzlük var m ı ? '' Kafasını geriye çevirdi, ba­
na baktı. Hiç bir cevap vermedi. Bu susması şu manaya geliyord u : ''Ulan ,
şimdi seni tepeleri m " .

Şerif B ey , kibar v e terbiyeli bir adamdı. B u laftan ç o k üzüldü. Fakat


adı üstünde, Deli Halit'in şakası yok. Beraberce aşağıya indik. ı g uncu Alay
Kumandanı Süleyman Bey'in yanına gittik. Bu alay, bizden önce buraya
gelmiş ve önde yürüyen taburu , akşama doğru ateşe girmiş, fakat bozula­
rak Kanlıtepeler'in bir sağrısına çekilmiş, orada toplanmış. Diğer taburlar
da yanaşmış. Şerif Bey ile Süleyman Bey sınıf arkadaşıdırlar. Şerif Bey,
Süleyman Bey'e, alayının üç taburu ile hemen hücuma kalkmasını söyle­
yince, Süleyman Bey cevap olarak: " Sabah ola hayır ola. Hiç görmediğim,
tanımadığım taşlı tepeler. Dostun ve düşmanın nerede olduğunu bilmiyo­
rum. Zaten taburumun birisi de bu bilgisizlik yüzünden sarsıldı" dedi.
Süleyman Bey, (Pala Süleyman namıyla maruftur) Deli Halit'in verdiği
emrin mahiyetini bilmiyordu. Şerif B ey , çaresiz durumda kaklı. Ru defa
bana dönerek: " Bari sen bu işi yap. Senin ancak iki taburun varsa da bir
RAHMİ APAK

tabur da Süleyman Bey'den al. Grup kumandanının emrini yerine getir"


dedi.

Ben , durumu biraz kavramıştım. Hücumun nasıl yapılacağını da kes­


tirmiştim. Şerif Bey'i çok severdim. Kavga içinde, aldığım bir emre itiraz
edemezdim. Süleyman Bey'in alayından verilecek taburu da istemedim.
Çünkü tepe çok arızalı ve dar idi. Buraya çok insan yığarak kanına gir­
mek yanlış olurdu.

Ben, tepeye yandan saldıracağım. Düşmanın cephesi malum olunca


yanını, karanlıkta dahi olsa, bulmak mümkün. Vakıa, tepe her yandan tu­
tulmuştur. Fakat yanları, asıl cephesine nazaran daha zayıf olması gerek.
Ağır makineli tüfekler götürülemeyeceği için onları bıraktım. Çünkü tepe­
nin yamaçları şeytanların bile değnekle gezmesine lüzum gösterecek kadar
dik ve kambur. İki taburu karanlıkta halka yaptım. Subaylara ve erlere
yapılacak işi anlattım. Ordumuzun en sol kanadında bu gece elde edece­
ğimiz bir başarının bu savaşın akıbetine tesir edebileceğini söyledim: " Hiç
ses yok, sigara yok" dedim.

Önde yürüyen taburun başına geçtim. Elimde bir değnek, şimdi, bu


taşları toprakları beşyüz kadar Türk'ün kanlarıyla sulanmış olan ve orta
ve alt yamaçlarında iki binden fazla Yunanlı'nın can verdiği Kanlıtepe'nin
yamaçlarının ortasından karanlıkları yoklayarak ilerliyoruz. Sivri bir sağrı,
sonra dik, çok dik derecikler, çukurlar. Bazen ayaklarımızın altından taşlar
kayıyor, aşağılara doğru yuvarlanıyor. Ağızdan ağıza şu haberi gönderiyo­
rum: "Aman, taşları kaydırmamaya çalışın. Gürültüsünden düşman, geldi­
ğimizin farkına varır".

Tam bir buçuk saat dikkatle, tam bir sessizlik içinde yürüdük. Tepe­
nin, tepenin değil batı yamaçlarının ortasına geldik. Kumandanına daha
fazla güvendiğim, Birinci Tabur önde ve İkinci Tabur da on adım mesafe
ile onun gerisinde ve her iki tabur saf nizamında olmak üzere dizildiler.
İlerleme başladı, tırmanarak ilerleme, ağır adımlarla ve dikkatle yürüyo­
ruz. Çıt pıt yok. Her adım bizi ölüme yaklaştırıyor. Subaylar ve erler, ha­
yatlarını vatana vakfetmiş bir hava içerisinde, tabii bu esnada herkesin ka­
fasının içinde beliren düşünceler çok farklı olmasa gerek. Analar, babalar,
evlatlar ve sevgililer, bu kafaların içinde canlanıyor. Vazife, vatan vazifesi
bütün bunların üstüne çıkıyor. Herkes, içinden, söylemeksizin bu sevgili
!erle vedalaşıyor, helallaşıyor. Kimin öleceği, kimin kalacağı belli olmadı­
ğından hiç kimse, yakın bir arkadaşına dahi bir vasiyet teslim edemiyor.
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI

Biraz sonra taşsız ve kaba topraklı ve biraz otlu bir yere ayak bastık.
Dağın tam taşlı zirvesine çok yaklaşmışız. Bilmem neden , mehmetçiğin bi­
risi yanındaki arkadaşına yüksek sesle bağırdı. Meğerse Yunanlıların beş
altı makineli tüfekle takviye edilmiş ilk bir müdafaa hattının on adım kar­
şısına gelmişiz. Müthiş bir ateş, fakat bütün mermiler başlarımızın iki
metre üstünden geçiyor. Ölü bir zaviye, ateş tutmayan bir alçaklık içinde
imişiz. Kimse sendelemedi. Öndeki tabur, Allah Allah sesleri içinde bir
duvar gibi yukarıya firladı. Aynı zamanda, ikinci hattaki tabur dahi koşa­
rak bu tabura karıştı ve bir lahzada düşman ateşi kesildi. Taşlıklar içinde
süngü gürültüleri, vur, kaçıyor, bırakma, ateş naraları yükseldi.

Bu ani baskın karşısında ilk Yunan hattı, ağır makineli tüfeklerini bı­
rakıp geriye kaçtı. Taşlıklar arasında, yedi sekiz Yunan makineli tüfek ne­
feri süngülenmiş yatıyor.

Bu ilk Yunan hattının yüz metre gerisinde, iki taburdan fazla bir
kuvvetin işgal ettiği ikinci bir hattan üzerimize müthiş ve öldürücü bir
ateş yöneltildi. İlk lahzada onbeş yirmi kişimiz vuruldu. Erler ve subaylar,
on beşer yirmişer kişilik kümeler halinde, büyük taşların arkasına sığındı­
lar. Öyle kesif ve şiddetli bir ateş ki, hiçbirimiz başımızı kaldıramıyoruz.
Bölükler birbirlerine karıştı. Subaylar, kendi erlerinin hangileri olduğunu
fark edemiyorlar. Şimdi, aynı hamle ile ve ikinci bir Allah Allah ile tekrar
ileriye atılmak ve bu ikinci hattı da geriye kaçırmak lazım. Fakat evvele­
mirde intizamı yeniden tesis etmek ve bir ateş himayesi yapmak icabeder.
Taşların arasından biz de ateşe başladık. Biraz ateş üstünlüğü elde edelim
diye bekliyoru m .

3 gün Önce İstanbul'dan gelen esmer teğmenin gırtlağından


fışkıran kanlar
Adını unuttum. İstanbul'dan kaçarak üç gün önce alayıma katılmış
uzun boylu, esmer ve zayıf bir teğmen de benim yanımda, onbeş kadar
erden m ürekkep topluluğun içinde. Yanında beni dahi görünce galiba iz­
zetinefsine ağır geldi, birdenbire ayağa kalktı ve askerlere: "Arkadaşlar
hücum . . . " diye bağırarak ileriye atılmaya teşebbüs etti, fakat derhal boğa­
zından, tulumbadan çıkarcasına kanlar fışkırdı. Bu kanlar benim kaputu­
mu sırılsıklam etti. Kendisi de derhal yere yıkıldı. Şahdamarını delen bir
kurşun onu derhal şehit etti. Ölürken n e düşündü? Bilmem, fakat evli ve
iki çocuk babası idi.

Şimdi, Yunan hattından üzerimize bombalar atılmaya başlandı. Bere­


ket versin tüfekle atılan bu bombaların çoğu bizi aşarak gerimizde patlı-
RAR\ I İ APAK

yor. Ay r n zamanda, aydınlatma fişekleri, tepemizde mahya gibi saniyelerce


asılı kalarak her tarafı ışık içine garkediyor. B u rada d a bir şehriayin var.
H ep lıa�ınyoruz: '' Çocuklar haydi h ü c u m Allah Allah . . . " Fakat kafasını
kaldırar: X.u rş u n u yiyor, ileriye bir adım atamıyoruz. Fasılasız mermi per­
del eri b:1zımızın üstünden vızıldayarak akıyor. Sonra bombalar ve karışık
olarak :ı ı:;;m aydınlatma fi şekleri, etrafıma bakıyoru m , her d a k i ka beş on
ki�ı ı ıırL ! u vor.

Yeni bir uğursuzluk


J) ü 'ı mandan aldı ğımız altı ağır makineli t ü feği geriye gönderd i m . 'ı'eni
b ir ham'.c yapmak için düşman ateşinin biraz hafiflemesini bekliyorum.
H ü c u m a devam edeceğim hakkındaki ü m i d i m henüz yaşıyor, fakat yeni
bir fdakct kaqı sında kaldı m . Gerimizde b i r sırtta bulunan b ir taburumuz,
Pala 'ılıleyma n ' ın tab u ru arkamızdan ve yanımızdan bize şiddetli bir ateş
aç· t ı . Bu tab uru n , bizim hücum edeceğimizden haberi yokmuş. Bunu,
tümen kumandanının b i l d irmesi l a z ı m i d i . İ k i ü ç dakika iç·inde k e n d i as­
kerleri mizin yaptıkları ateşten kırk e l l i kadar ölü ve yaralı verd i m . Önden
ateş, y a n dan ateş. geriden ateş. Dost ve düşman bizi vuruyor. B u ateşten
k u rt u lmak için sırtın g ü ney yanın a d oğru kaçışıyoruz. Bu ateş, b izi
btisbütün karmakarışık yaµtı. Biz anık burada barmamazdı k . Yanımdaki
s u ba\ lara kuytu yerlerden b ö l ü k leri geriye dere içine doğru ç ekmeleri em­
rirn ,·erd i m . Sabah da yaklaşıyord u . Şimdi d ü şman top ç·usu da b u raya
ateş etmey e başlarsa, b u taşların arasında hepimiz can verecek t i k . B ıraktı­
ğımız zav ı f bir kuvvetin ate� perdesıyle taburları , daha doğrusu ölmeven
ve vuru l m ayanları ceste ceste geriye. aşağıya derenin içine gönderdi m . İ k i
saatten fazla süren b u melhamenin zaiyat bi lançosu pek m ü t h i ş . İ k i tabu­
rumdan virmi bir su bay ve dört y ü z elli er şehit ve yaralı . Bazı, emirsiz
g;erive ka(:anlar d a olmuş.

Vicdan azabı
, \radan otuz üç yıl geçti. Sebep olduğum katliam için azap duyarı m .
Bu nda b e n i m s u ç u m \' a r m ı " Pala S ü l eyman, t ü men ku mandanın h ü c u m
ıcmrirıi d i n l <e m c d i . alayını b ö y l e b i r felake'tten kurtard ı . B e n . asker olarak
emre it aat ettim. B u itaatim, bu tepeyi zaptederek ordumuzun sol kana­
d ı ncb b<elircn t e h l i keyi giderm e k , meydan m u hare'besi n i n kazanı l m asına
ıcsık o lmak gibi yükse k bir amaç da güd üyordu . B i naenaleyh i taatim,
kôrukörüne b i r i t aat de�ildi. Yunan Ord u s u n u n b u sağ kanadı, tekmil or­
dumuzun sol kanadını tehdit ediyord u . Bu tı"hdidi önlemek lazım d ı . :\la-
YETMİŞLİK B İ R SCBA Yii\' HATIRALARI 2 49

yımızın bu gece hücumunun, bu akıtılan kanların boşa gitmemiş olduğu­


nu ertesi günler anladım ve üzüntüm biraz hafifledi . Çünkü Prens An­
drea'nın kumandası altındaki II nci Yunan Kolordusu yılgınlığa uğramış··
tı. Bir adım daha ileriye atamadı ve birkaç gün sonra da geriye çekildi.

Deli Halit'le karşı karşıyayım


Alayımdan sağ kalanları derenin içinde derleyip topladıktan sonra
tümen kumandanını aramak üzere yukarıya çıktım. Halit Bey, bir t aşın
arkasına çömelmiş, reçel ile kuru ekmek yiyor. Sabah kahvaltısı. Beni
görünce, yan yattığı yerden parmak işaretiyle beni çağırdı. Baştan aşağı
kan içindeki kaputumu çıkardım. Aynı zamanda, roververimi de kınından
çıkararak ceketimin sağ cebine koydum. Hücum ile zaptettiğim tepeden
emirsiz olarak geriye çekildiğim için beni öldürebilirdi. Yanına yaklaşıp
selam verince: "Siz, niye geriye kaçtınız ? '' diye sord u : " Ka�:madık. ben
alayı geriye kendim çektim" dedim : ''Geriye çekilmek için kendi başına ne
selahiyetle karar verd i n ) " dedikten sonra aramızdaki konuşma şöylece de­
vam ett i :
Ben - Tepeyi zaptettik, fakat daha gerideki bir hatta yerleşmiş k m ­
vetli b i r düşmanın p e k şiddetli ateşine uğradık. Askeri derleyip, toplayarak
ikinci bir hücuma kalkmaya çalışırken . bu defa geriden bizim kıtalar arka­
mızdan ve yanımızdan bize şiddetli bir ateş açtılar. Bu ateşten çok insan
kaybettik. Bu ateşten kuri ulmak için yanlara ve gerilere toplanmaya mec­
bur olduk.

Halit Bey - Sizin tepeyi zaptettiğinize inanmıyoru m .

B en - Tepeyi aldık. Düşmandan da altı makineli tüfek aldık.

Halit Bey - B u makineli tüfekler nerede?

B en - Aşağıda alayın yanında.

Halit Bey - Belki alayın tepeye çıkmıştır, fakat sen beraber bulun­
mamışsın.

Ben - B u n u sağ kalan subaylardan ve erlerden öğrenebilirsiniz.

Bunun Üzerine Halit Bey '.\azmi :\'azmi . . . dive bağırdı. Kırargühında­


ki Kurmay Y üzbaşı :\"azmi'yi çağırdı. Bir gece önce, kendi Kurmayba�ka­
nı B inbaşı Erzurumlu Ziya'yı vurmak Üzere tabanca atmış. isaheı ettire­
memiş. Ziya da karargahı terkedcrek ayrılıp gitmiş. Şimdi pek halim ve

selim ve terbiyeli bir arkadaş olan :'\azmi ile (son zamanda Jandarma Ge-
RAHMİ APAK

ne! Kumandanlığından emekliye ayrılan Korgeneral Nazmi Gönen) çalışı­


yor. Nazmi Bey geldi. Elinde bir kağıt var. 1 5 adım gerideki telefona git­
miş. Orduya rapor veriyor. Bu raporda, benim alayın hücumda muvaffak
olamayarak geri çekildiğini yazmış. Tabii rapor orduya yazdırıldıktan son­
ra beni de haklayacak. Bu defa kararını değiştirdi. Nazmi Bey'i oturttu.
Ona, benim yanımda yeni bir rapor dikte ettirdi: " 1 6 ncı Alayın gecele­
yin yaptığı hücum muvaffakıyetli olmuş. Taşlı tepenin bir kısmı zaptedile­
rek düşmandan beş altı makineli tüfek alınmıştır. Fakat alay çok zayiat
verdiğinden, sabaha karşı tarafımdan verilen emirle geriye alınmıştır". Ha­
lit Bey'in böyle bir fikir değiştirmesinde asıl amil olan sebep, benim ala­
yım geriden kendi kıtalarımız tarafından ateşe uğraması keyfiyetinin şayi
olmasını önlemek olacağı pek aşikardı. Çünkü bu yanlışlığı düzeltmemek
mesulleri arasında o da vardır.

Raporun yazdırılması bittikten sonra bana dönerek: "Sen alayın yanı­


na git. Alayın kumandasını en kıdemli bir tabur kumandanına devret ve
çabuk buraya gel . Benim kurmaybaşkanlığımı yapacaksın" .

B u i ş i yaparak yanına geldim. Sabah olmuş olduğundan bu Güzelce­


kale taşlı tepelerinin en güney kenarında tutunmakta olan birliklerimizin
durumlarını gördüm. 7 inci Tümen, 5 inci Tümen ve şimdi numarasını
unuttuğum diğer bir tümen ki üçünün de alayları, taburları, bölükleri
dörtyüz metre kadar genişlikte taşlar içinde birbirine karışmış, Halit
Bey' in korkusu, zoru ile sebat ediyorlar. Fakat dağınıklık, geceleyin benim
iki taburumun uğradığı dağınıklıktan daha berbat. 7 inci Tümen ile 5 inci
Tümen kumandanları yaralanmış, geriye gitmişler. Alay ve tabur kuman­
danlarının dahi yansı yaralı ve şehit. Düşman mevzileri bizden ancak iki
yüz metre ıraklıkta. Düşmanın makineli tüfekleri ve topçuları işleyip duru­
yor.

Deli Halit'in kavga taktiği


Yatarak, yuvarlanarak, emekleyerek dolaşıp durumu inceledim. Bu
kadar kalabalık insanların bu kadar dar bir alana birbirleri üstüne yığıl­
masına hayret ettim. Deli Halit'in kavga taktiği bu. Halbuki Güzelcekale
Dağının doğuya inen eteklerinden sonra düşman kıtaları yok. Burası, Yu­
nan Ordusunun en sağ kanadı. Bu eteklerden sonra geniş ve uzun bir
düzlük başlıyor. Bu düzlükte, zayıf bir Yunan süvari tugayı bütün Yunan
Ordusunun sağ kanadını korumakla ödevlendirilmiş ise de bu süvarilerin
açlıktan canı çıkmış, hayvanları her türlü hareket kabiliyetini kaybetmiş.
Bu birbirine karışmış tümenlerin içinden yalnız birisi dağın gerisine alına-
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI

rak toplanıp yeniden intizam altına alınsa ve bu tümenle düşmanın sağ


kanadına karşı bir taarruz hareketi tertip edilse, Yunan II nci Kolordusu­
nun Güzelcekale'yi boşaltmaya mecbur olacağı ümit edilir.

Bu fikri, kurmaybaşkanı sıfatıyla bir teklif olarak kendisine arzettim.


Bana: " Fena fikir değil, fakat ben dağın üzerinden tekrar bir hücum daha
yaptıracağım. Şimdi buraya bir dağ bataryası çıkartıyorum. Düşman ma­
kineli tüfek yuvalarını topçu ateşi ile susturacağım. Senin teklifini sonra
düşünürüz. Sen, şu on ikilik sehpalı batarya dürbününü al, şu taşın
üstüne çık, onu kur. Düşman makineli tüfeklerinin yerlerini dürbün ile
tesbit et''

Deli Halit beni harcamak için yeni bir çare b uldu


İ kiyüz metre mesafe ile karşımızda bulunan düşman karşısında, yük­
sek taşın üstüne çıkacağım, dürbün sehpasının ayaklarını taşın üstünde
tutturacağım, sonra adeseleri, bu maskelenmiş makineli tüfek yuvalarına
yöneltip vidaları sıkıştıracağım. Ne kadar çabuk yapılsa, yine bir dakikalık
zaman lazım. Herif, beni harcamaya karar vermiş. Bu emri yapmamak
korkaklık ve isyan sayılacak.

Talihime güvendim ve taşın ustune çıktım. Dürbünün sehpasının üç


ayağını taşın üstüne yerleştirdim. Sonra ufki ve dikey adeseleri oynatarak
bu makineli tüfek yuvalarını aradım. Dürbün hedefi oniki defa büyüten
çok kuvvetli bir dürbün. Buna rağmen bu tüfeklerin yerlerini bir türlü
bulamadım. Fakat daha fazla durmadım. Sanki gaipten bir kumanda, Yu­
nan piyadelerine ve makinelilerine bana ateş etmemeleri için emir vermiş,
üzerime tek kurşun atılmadı. Taştan indim, emrinin yapıldığını söyledim.
Bu defa Deli Halit bu işin tamam yapılmış olup olmadığını bizzat görmek
ve kendisinin de korkak olmadığını göstermek için, taşın üstüne çıkmak
üzere başını çıkarır çıkarmaz buraya şiddetli bir ateş tevcih edildi. Tabii
tekrar sindi ve aptalcasına vurulmamak için kendisi çıkmadı. Mütemadi
ateşlerle dürbünün sakatlanmaması için de onu aşağıya indirtti.

Olduğumuz durumria kavga devam ediyor. Gerek biz ve gerekse


düşman bir adım ilerleyemiyoruz.

1 1 inci Tümen dahi geliyor


Bulunduğumuz yükseklikten geriye güneye baktım. Uzunca bir
yürüyüş kolu ovada bize yaklaşıyor. ı ı inci Tümeni dahi, iki alayı ile Ha­
lit Bey grubunun emrine vermişler. Halit Bey'e dönerek: " Beyefendi, tas-
RAHMİ APAK

vip buyurursanız bu tümeni olsun, bu kalabalığın içine sokmayalım. Ova­


dan ve Güzelcekale'nin doğusundan düşmanın sağ kanadına taarruz etti­
relim" dedim. Cevap bile vermedi. Biraz sonra, tümen kumandanı emir
almak için yanımıza çıktı. Orta boylu, sakallı, güzel yüzlü bir adam. Adı
Saffet Bey imiş. Halit Bey, kendisine karşıki yüksek taşlıkları göstererek:
"Tümeninizi buraya getiriniz. Şimdi Y unanlılara saldıracağız" dedi.
Adamcağız gözlerini karşıki taşlıklara çevirip bakarken birdenbire bir Yu­
nan kurşunu karnına girdi. Karnından kanlar akmaya başladı ve derhal
yere çömeldi. Koluna girdim, kaldırdım. On adım gerideki sargı yerine
götürmeye çalışıyorum. Bu esnada iki mermi daha geldi birisi kundurası­
nın ökçesine, ötekisi de ayağının t opuk kısmına isabet etti. Saffet Bey şaş­
kınlıktan kafasını Yunanlılara döndürerek: "Yahu atmayın artık , görmüyor
musunuz varalıyım" demesin m i ? Kendisini bir sedyeye yatırarak geriye
gönderdikten sonra Halit Bey ' i n yanına geldim. Bana: " Eşek oğlu Eşek,
yaralanacak zamanı buldu" dedi. Koca tümen kumandanına yüzünü çevi­
rip bakmadı bile.

Ben de yaralandım
Beş dakika sonra, yüz metre kadar ilerimizde bir düşman şarapneli
havada patladı. Sol kolumun pazısı üzerine sopa ile vurmuşlar gibi birşey
oldu. Kolumdan avcuma doğru kanlar akıyor. Sırtımda yazlık bir ceket
var. Bunun altındaki filtekos fanilanın sol kolu geriye toplanmış yumak ol­
muş. Şarapnel misketi, ceketi delmiş bu filtekos yumağını parça parça et­
miş, misketin yarısı etimin içine girmiş. Çeketimi çıkardım. Misketi de
kendi elimle çıkartıp arkadaki sıhhiye çavuşuna biraz tentürdiyot sürdüre­
rek küçük bir sargı bezi ile sardırdım. Halit Bey bunu görmüştü, fakat
kafasını çevirip bakmadı. Yaralananlara kızıp küfrediyordu. Bana küfret­
memek için görmemezlikten geld i .

Aman efendim söyle de atmasın


Biraz sonra tekrar taarruzumuz başladı. Bu defa benim geride kalıp
tekrar yetişen dolgunca mevcutlu taburum ile mevcutları yarıya inmiş, iki
taburum da bu taarruza katıldılar. Ben bazen Halit Bey'in yanında bulu­
nuyorum ve bazı defa da alayımın avcı hattına gidiyorum, alayımın taar­
ruzu ile meşgul oluyorum. Kırk elli adım önümüzde bulund uğumuz yer
ile alayımın avcı hattı arasında yüzükoyun yere uzanmış ve silahını yanına
bırakmış ceketsiz bir er gördüm. Ölüye benzemiyor. Yanına yaklaştım,
ayağına hafif bir tekme vurdum. Kafasını çevirerek bana baktı, hiçbir sa­
katlığı y ok . Kulağından tutup ayağa kaldırdım ve silahını eline vererek ku-
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI 2 53

!ağından çeke çeke avcı hattına doğru sürükledim . Tabii bu hareket


düşman piyade ateşi altında oluyordu. Halit Bey beni böyle görünce ya­
nındaki kurmay yüzbaşıya benim için: " Ulen hergeleye bak, bana caka
satıyor" demiş.

Pek genç olan bu çocuğu, avcı hattındaki arkadaşlarının arasına yatır­


dım. Yataryatmaz tekrar yüzünü toprağa yapıştırdı ve silahı yanına bırak­
tı. Korkmakta devam ediyor. Bir şaka yapayım dedim. Tekrar kulağından
yakalayarak ayağa kaldırdım ve: " Ulan gavur, at buna bir kurşun'' dedim.
Zaten kurşunlar vızıldayıp geçiyor. Zavallı genç er: "Aman efendim, söyle
de atmasın" diyerek tekrar yüzükoyun yere kapanmasın mı. Buna avcı
hattındaki mehmetçikler bile güldüler.

Bu acemi çocuğu onlara teslim ederek geriye Halit Bey'in yanına gel­
dim. Halit Bey, bana, ilerideki tümen ve alay kumandanlarına gönderil­
mek Üzere şöylece bir emir not ettirdi: " Ben , avcı hattına ve sizin yanınıza
gelemiyorum. Bunu korktuğuma hamletmeyiniz. Bütün cepheyi görmek
ve buna tedbir almak için biraz gerilerde dolaşmaya mecburum".

Bu adam korkak değildi, bilakis çok cesurdu. Bunu herkes biliyordu.


Fakat bunu ayrıca kıtalara bildirmesindeki maksadın bana caka satmak
için olduğu da anlaşılıyordu.
Taarruzumuz ilerlemeye başladı ve düşmanı ilk mevziden attık. Daha
gerideki daha yüksek sırtlarda müdafaada devam ediyor. Her iki tarafın
kayıpları yüksek. Yaralı subaylarımız ve erlerimizden yürüyebilenler akın
akın düşman ateşi altında geriye geliyor. Ağır yaralıları taşıyan sedyeler vı­
zır vızır dolaşıyor. Ölülere aldırış eden yok. Bazı yerlerde süngü hücumla­
rı bile yapıldı, fakat düşman ikinci mevzilerinden söktürülemedi. Onu an­
cak iki yüz metre kadar geriye atabilmiştik.
Bu karışık ve gelişigüzel kavga akıama kadar böyle gelişigüzel devam
etti. Deli Halit'in taktiği bu.

Makineli tüfek Teğmeni Kazım' a atılan tokat


Karanlık basınca, ileri hatlardan geriye doğru bazı kaçışmalar başladı.
Deli Halit, elinde roverver, bu gerileyenlerden sekiz on er ve subayı
öldürdü. Kolunu sardırmış, topallaya topallaya geriye gelmekte olan bir
subay yanımızdan geçerken durdu. Benim alayımdan makineli tüfek suba­
yı Kazım. Malum ya yaralananlar biraz geveze olur. Yanımdaki Deli Ha­
lit'i tanıyormuş. Bana: "Beyefendi, Yunanlıları perişan ettik. Artık bu sırt-
2.14 RAHI\!İ /\PAK

lar üzerinde daha fazla tutunamazlar" dedi. Deli Halit hiç aldırış etmedi.
Ben, kendisine: " Haydi oğlu m , durma, geriye git, yaralarını doktor sarsın"
cevabını verdim. Fakat, o konuşmakta devam edince Deli Halit hiddetle
onun Üzerine yürü d ü : " Ulan, ben sizin ne halt ettiğinizi bilmiyor mu­
yum F demesiyle birlikte suratına öyle bir şamar aşketti ki, hem kolundan
ve hem bacağından yaralı olan bu genç yere yuvarlandı.

Geriye çekiliş
Yarım saat sonra ilerideki avcı hattımızdan tekrar bir çözülme başla­
dı. Sekizer onar kişilik gruplar geriye doğru kaçıyorlar. Deli Halit, taban­
casını çekmiş, taştan taşa sekerek bunları vuruyor ve bana da: " Beyefendi,
kaçıyorlar görmüyor musun, ne duruyorsun neye bunları öldürmüyorsun"
d i ye bağırıyor. Ben de tabancamı kullanmaya başladım. Fakat kaçanların
ayaklarına doğru yere ateş ediyorum. Kısa zamanda, Deli Halit, kendi ba­
şına bu çözülüşü de durdurdu. Bu adamın b u lunduğu bir yerde çözülme
ve bozgun olmaz. Geriye gelmekten herkes titrer.

Biraz sonra yanıma yaklaşarak: " Ey kurmayını, söyle bakalım, ne ya­


pacağız" diye sord u : "Bu sırt üzerinde. bu gece yalnız bir alay bırakarak
bütün tümenleri, iki kilometre gerideki yumuşak topraklı sırtlara çekmek,
orada tümenleri ve alayları derhal derleyip , toplayıp acele tahkimat yaptır­
mak en makul bir harekettir" dedim : " Peki, ben geriye gidiyorum. Bu ka­
rışıklığı orada tekrar bu gece düzenleyeceğim. Fakat, sen alayınla burada
sabaha kadar kalacaksın. Sabah olmazdan önce bu sırtları bırakırsan başı­
na gelecek belayı bilirsi n " dedi ve karargahı ile birlikte kayboldu.

Bana düşen vazife, yalnız bu döküntüleri geriye göndermek deği l , ilk


önce kendi alayımı toplayıp , iki taburumla bu beş tümenin iki günden
beri savaştığı sırtları teslim almaktı. Çünkü Halit Bey, birçok birliklere
emir vermeden çekilip gitmiş. Ben kendi taburlarımı topladım. Sağa ve
sola koşarak karmakarışık taşlar içinde küme küme yatan diğer birlikleri
geriye gönderdim. Bazıları beni tanımıyorlar, itaat etmek istemiyorlar. Ya­
zılı emir istiyorlar. Yanımda ne kalem, ne kağıt ve ne de yazacak bir ışık
yok. Tamam iki saat çene çalarak bütün diğer kıtaları geriye gönderdim.
İki taburumla bütün cepheyi tuttum. Bir taburumu ihtiyatta bıraktım.

Düşmanın bizden korktuğunu nasıl anlıyordum?


Cephedeki silah sayısının azalmış olduğunu düşmana hissettirmemek
için arasıra makineli tüfeklerle birlikte şiddetli bir ateş açtırıyorum.
YETMİŞLİK B İ R SUBAYIN HATIRALARI

Düşman, derhal daha şiddetli bir ateş ile ve aydınlatma fişekleri kullana­
rak bu ateşimize cevap veriyor. Demekki bizim bir hücumumuzdan kor­
kuyor. Tepeyi boşaltmakta olduğumuzun farkında değil. B i raz sonra ağır
makineli tüfekleri geriye gönderdim. Daha sonra da ihtiyattaki taburu da
yolladım. İki taburdan birisini geriye ihtiyata toplayarak bütün cepheyi
tek ve zayıf bir tabura bıraktım. Fakat zaman zaman açtırdığım şiddetli
ateşlere düşman cevap vermekte devam etti. Sabah yaklaşıyordu. İhtiyat
taburunu da geriye yolladım. Tek tabur kaldı. Şafak sökmek Üzere iken
bu tek taburu da yola çıkardım, kendim, maiyetimdeki sekiz atlı ve emir
subayımla kaldım. Seyrek bir hat halinde on kişi, düşmana ateşe devam
ettik.

Gün ağarırken biz de hayvanlarımıza bindik, arızalı tepelerden aşağı­


ya ovaya indik ve bu tepeleri işgal edecek düşmanın ateşlerinden sıyrılmak
için ovada dörtnala kaçtık. Tümenlerin toplanmakta olduğu yeni mevzile­
re geldik. Kıtalar mevzii aralarında taksim etmişler, derlenip toplanmışlar.
tahkimata da başlamışlardı.

"Aman kumandanım sana kız kardeşimi veririm, bir de ev


yaptırırım"
Geride, eşyanın başında vazife gören bir emirerim vardı. Kendisi
büyük şehirde yaşayan bir genç. Tabii ağırlıkta bulunduğundan hiçbir
kavgaya girmemişti. Yeni çekildiğimiz mevzide düşmanla aramız iki kilo­
metre açık. Yalnız düşman topçusu bizi rahat bırakmıyor. Onbeş günden­
beri çamaşır değiştirmemiştim. Haber gönderdim, ağırlıktaki bu emireri
eşyalarımın yüklü olduğu katırı getirdi. Katır, benim bulunduğum yere
yüz metre mesafeye geldiği bir sırada, Yunan topçusunun bir güllesi katı­
rın elli altmış adım yakınlarına düştü. Bulunduğum yerden bakıyorum.
Emirerim, katırı bıraktı, geriye doğru kaçmaya başladı. Onun bu korkak­
lağına fena halde sinirlendim. Kendisini yakalatıp yanıma getirttim, eline
bir tüfek verdim : " Haydi kerata, seninle birlikte şimdi şu karşıdaki
düşmana hücum edeceğiz. Yürü bakalım, kavgaya alış" dedim. Emirerim
hem yürüyor, hem de bana: "Aman kumandanım yapma bu işi, çok
güzel bir kız kardeşim var. Onu sana vereyim. Tuğlası, kireci, kiremiti ha­
zır bir de ev yaptırayım" diye yalvarmaya başladı. Kavga zor birşeydir.
Alışmamış olanlara neler söylettirir. Gençliği böyle, hayat muhafazası kay­
gısı ile küçüklüklere düşmeyecek surette yetiştirmek lazımdır. Vakıa, b u
gibileri müstesnadır. Pek nadir b u lunur. Lakin b e n bu hatıralarımda açık
konuşacağımı vaad etmiştim. Bunların da bilinmesi lazımdır.
RAHMİ APAK

İ şin garip tarafı, bu çocuğu, ordu terhis edildikten sonra bir münase­
betle evine gidip ziyaret etmiştim. Geniş ebatta çıkarılmış ve duvara asıl­
mış bir fotoğrafını gördüm. Elinde silah çapraz fişeklikler ile . . .

İkinci Yunan Kolordusu Kumandanı Prens Andrea'nın isyanı


Yunan Prensi Andrea'nın kumandası altında bulunan bu ikinci Yu­
nan kolordusu, Y u nan Ordusunun en sağ kanadında Güzelcekale"de, Deli
Halifin kumandasındaki sol cenah grubumuza karşı muharebe ediyordu.
Fakat, Prens Andrea Yunan Ordusunun kendi gerisini güneye Tuz
Çölüne vererek muharebe etmesini pek tehlikeli buluyor ve ötedenberi bu
d urumun düzeltilmesi için tedbir alınmasını, Başkumandan Papulas' tan
isteyip duruyordu. Kendi kolordusu ile, kendi solundaki I inci Yunan Ko­
lordusu arasında sekiz kilometrelik bir açıklık bulunduğunu, Türklerin b u
açıklıktan geçerek kendi sol cenahına karşı taarruza geçtikleri takdirde Il
nci Yunan Kolordusunun ve daha büyük b i r hareket olarak d a Polatlı
Üzerinden bütün Yunan Ordusunun soluna bir taarruz yaptıkları takdirde
tekmil Yunan Ordusunu susuz, otsuz çöle atarak perişan edeceklerini
söylüyor ve bu tehlikeli durumun derhal tashih edilmesi için Il nci Yunan
Kolordusunun Beylikköprü bölgesine alınmasını teklif ediyordu. Ben, bu
satırları, Prens Andrea'nın felakete Doğru adında yazdığı kitaptan nakil ve
h u lasa ediyorum. Papulas'ın bu tekliflere ehemmiyet vermemesi üzerine,
Eylül'ün dokuzuncu günü, Prens Andrea iki tümen kumandanını, süvari
tugay kumandanını, tümenlerinin kurmaybaşkanlarını ve kolordu kur­
maybaşkanını bir harp meclisi halinde topluyor. Papulas'ın muvafakat et­
memesine bakmayarak kolordusunu Güzelcekale'den geriye ç ekip Yunan
Ordusunun sol kanadı gerisine nakletmeye karar veriyorlar ve bu karar
üzerine daha gündüzden bütün ağırlıkları yola çıkarıyorlar ve bu işi Papu­
las'a bildiriyorlar. Papulas, bu kararı öğrenince aynı gün şu emri gönderi­
yor: '':Vfuharebe meydanını lerkederek kaçmanıza aklım ermedi. Hareka­
tın sevk ve idaresi başkumandan sıfatıyla yalnız benim sorumluluğum al­
tındadır. Verdiğiniz emirleri derhal iptal ediniz".

Bu emir Üzerine geri çekilme kararı iptal ediliyor. Fakat ertesi gunu
yani ayın onunda bazı Türk kıtalarının iki Yunan kolordusu arasındaki
bu açıklığa karşı bazı taarruz faaliyetleri görününce, Papulas dahi Il nci
Kolordunun geriye gelmesi emrini veriyor. B u , Yunan Ordusunun Sakar·
ya'da muvaffak olmak ümidini kaybettiğinin ilk tezahürüdür.
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI 257

Düşman, düşmanın halini bilmezmiş


İ kinci Yunan Kolordusunun Güzelcekale'yi boşaltarak Beylikköprü is­
tikametine hareket ettiğini gören Türk kumandanlığı, Y unanlıların bu de­
fa Türk Ordusunun sağ kanadına bir hareket hazırlamakta oldukları ze­
habına düşüyor ve buna çare olmak üzere de Güzelcekale karşısında bu­
lunan dört tümeni, gece yürüyüşleri ile Beylikköprü bölgesine göndermek
kararını veriyor. Düşman düşmanın halini bilmez derler ya. Yunanlılar
bizden korkuyorlar, onları sol kanatlarından vuracağız diye ve bunun için
sağ kanatlarındaki bir kolorduyu sola çekiyorlar. Biz ise, Yunanlıların bizi
sağ kanadımızdan vuracaklarından korkarak sol kanadımızdaki dört t üme­
ni sağ kanadımıza çekiyoruz. Hakikat bundan ibarettir. Fakat, burada ta­
lih bize gülüyor. Adeta bir fasit daire hasıl oluyor. Bu defa , Yunan l ılar bi­
zim bu dört tümenin kendi sol kanatlarına doğru hareketini müşahade
edince, eskiden bir kuruntudan ibaret olan korkularının hakikat olduğu
zehabına düşüyorlar ve bu defa bütün ordularını tehlikede görerek Sakar­
ya'nın batısına çekilmeye karar veriyorlar \ e Sakarya Savaşı'nı kaybettikle­
rine inanıyorlar. Halbuki şimdi doğrusunu söyleyelim , biz artık herhangi
bir mukabil vuruş yapacak takatta değildik ve düşmanın çekilişini görerek
sevinmekte idik.

Bu mehmetçikler neler bilmezler, bu çarıklı kurmaylar


41 inci Tümen ve burada benim alayım da sağ kanat bölgesine nakle­
dilecek birlikler arasındadır. Biz, bu yürüyüş kolunun en gerisindeyiz. C ç
saat kadar yürüdükten sonra bir boğaza geldik. Bu boğaz o kadar dar ve
arızalı ki, hayvanlar ve erler buradan teker teker geçmeye mecbur. Boğa­
zın ağzına gelince, bizden önce yürüyen tümenlerin burada birikmiş ol­
duklarını gördüm. Bizim sıramız belki üç saat sonra gelecek. Fırsattan isti­
fade ederek, üç taburuma, saf nizamında ve birbirinin arkasında silah çat­
tırdım . Uyumaları emrini verdim. B en de bir yaverim ve bir emir suba­
yımla ve yanımızdaki iki emireri ile alayın ortası ilerisinde yere uzandım.
Geceleyin hava çok serin üşüyoruz. B izden öncekiler, bu uzandığımız yer­
de küçük bir ateş yakmışlar. Emirerleri biraz çalı çırpı getirip ateşe attılar.
Bu ateşin sıcaklığı etrafında uyumaya çalışıyoruz. Biraz sonra, çantası ol­
dukça yüklü ve kabarık bir er geldi . B izim ateşin başına ve benim yanıma
ç:öktü. Bu yabancı birliklere mensup bir er. Oturduktan sonra ate�i üfleye­
rek biraz alevlendirdi. Sonra çantasından birçok zarflar ve kağıtlar çıkara­
rak saymaya başladı. Gözucu ile baktım. Zarfların ve kağıtların Üzerlerin­
de mavi renkte salip damgası var. Herhalde Yunan ölülerinin üstünden
F. 77
RAH M İ APAK

toplamış. Bir iki defa saydıktan sonra bana dönerek: " Hemşeri, bu kağıt­
lara mektup yazsak memlekete gider m i ? " dedi. Ben de kısaca: "Gider
gider'' dedim. Sonra şöylece devam etti: " H emşeri, bu zarf ve kağıtları sat­
sak para eder m i ? '' Ben: " Kaç para istiyorsu n ? " ded i m . Onbeş yirmi zarf
ve kağıt ayırarak: " Al , kaç para istersen o kadar ver?" diye önüme fırlattı.
Eline bir lira verdim. Parayı aldıktan sonra: " Hemşeri , sende ekmek var
mı)'' ded i : " Var" dedim: " Okkasını kaça satıyon:ı" dedi. Okkası bir liraya
cevabını verince, hemen benden aldığı lirayı önüme fırlatarak: "Bir okka
ekmek ver bakalım " dedi. Emirerimi uyandırarak bir ekmek aldım , kendi­
sine verdim ve p a rasını da geriye çevirdim. Bunun Üzerine: " Hemşeri bu
Yunanlılar çok açmışlar be" ded i : ''Nereden anladın" diye sorunca, şu ce­
vabı verdi: "Dün gece onların istihkamlarını zaptettik, kaçtılar gittiler.
Baktım ki, bıraktıkları boklarının içi arpa ile dolu. Bizim arpa tarlaların­
daki başakları yemişler, mideleri öğütememiş . . . " Kıtasını sordum, 4 ü11cü
Tümenden imiş: " Ulan, senill tümenin buradan gideli iki saat oluyor, sen
buralarda neye dolaşıyorsun: Şimdi senin kafanı kırarı m " demekliğim
üzerine yüklü çantasıyla karanlıkta tin tin uzaklaştı.

Münasebeti gelmişken söyleyeyim. Bütün muharebe günlerinde her


ere ve rütbesi ne olursa olsun her subaya günde bir ekmek veriliyordu.
Dört gün dört gece süren şiddetli muharebeler esnasında ben ağzıma rek
bir lokma ekmek sokamadı m . Yalnızca sigara içtim ve arasıra su içti m .
Bunun için toplanmış olan dört ekmeğimi emirerim dikkatle saklamış. Bu
dört gün içerisinde on kilodan fazla kaybettiğimi tahmin ediyoru m .

Sakarya Zaferimizin ve benim İstiklal Savaşı hatıralarımın sonu


Düşman yenilgisini itiraf etmişti. Artık, geriye (Eskişehir-Afyon) hattı­
na çekiliyordu. Benim alayım , Beylikköprü ' nün on kilometre kadar kuze­
yinden Sakarya'dan batıya geçti. Düşmanın takibine katıldı. Sakarya'nın
derin olmayan bir yerinden geçerken bir Yunan uçağı tepemize geldi ve
iki üç bomba attı. Nazik bir duru m da bize saldırdı. Fakat b o m balar yere
düştü ve kestane fişeği kadar ses çıkararak patladı. Biz de buna güldük.

Açık olarak söyleyeyim biz, çekilen Yunan kuvvetlerinin arkasından


sıkı bir takip yapacak durumda değildik. Yorgunduk, bitkindik. Çekilen
Yunan bakımdan, gerek silah ve hatta moral bakımından
kıtaları her
düşük bir duru m d a değillerdi. Eğer çekilmeyip de taarruzlarına devam et­
selerdi muvaffak olurlardı diyemem. Çünkü biz son u na kadar, taburlarda
elli altmış kavgacı kalıncaya kadar savaşmakta devam edecektik ve onlar-
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI 2 59

dan daha on onbeş bin kişi öldürecektik. Fakat biz de kuv\'etimizin, taka­
tımızın sonuna gelmiştik.

Takip hareketi sona erınce bizim tümeni Sivrihisar cıvarına aldılar.


Benim alayım da, bu kasabanın yedi sekiz kilometre kuzeyinde üç köyde
yerlqti.

Biz, Sakarya'da düşmanın üçte biri kadardık. Moral bakımından çok


kaybetmiştik. Çünkü , yirmi gün önce, Batı Cephemiz adeta bozgun d u r u ­
munda Sakarya gerisine çekilmişti. Buna mukabil Yunan Ordusunuıı mo­
rali çok artmıştı. Kolay ve kayıpsız bir muvaffakıyet elde ermişti. İ ş böyle
olunca, Yunan Ordusu neden bizi yenemedi ? Bu husustaki şahsi
düşü ncelerim şunlardır:

ı . Sakarya'da, asıl muharebeyi yapan kuvvetlerin işgal ettikleri arazi­


nın genişliği 40 kilometreden fazla değildi. B inaenaleyh ordunun başında
bulunan en büyük kumandan gerek telefon irtibatı ve gerekse gözleri ile
görmek suretiyle kavga alanındaki durumu hergün değil. her saat öğreni­
yor, başımızdan ayrılmıyor ve tedbirlerini derhal alıyordu. Bir yerde vuku­
bulan bir çekilme veya çöküntüyü mesafesi uzak olmayan ihtiyat kuvvet­
lerle kapayabiliyordu.

2. Evvelce de işaret ettıgım veçhile, Üstün kumandanlıktan emır ve


müsaade alınmadıkça, ne kadar sıkışık durumda bulunurlarsa bulunulsun,
kıtaların mevzilerini terkederek geri çekilmesi en büyük cezayı mucip ola­
cağının ilan edilmesi.

3. Bu şiddetli tedbir korkusuna ek olarak da büyük küçük her kıta


kumandanının ve her erin kafasında, burada kaybedilecek savaşın Anado­
lu davasının ve netice olarak Türkiye'nin varlığını yok edeceğinin yerleş­
miş olması.

4. Her meselede olduğu gibi askerlikte dahi, ön görüşlerinde tam isa­


bet sahibi olan Atatürk'ün yüksek sevk-i idaresi ve gerek kendisinin ve ge­
rekse yardımcılarının daima başımızda bulunmaları.

5. Son olarak da, korkaklık göstererek kolordusunu en nazik bir za­


manda geriye çeken Yunan Prensi Andrea'nın bu hareketi ile bize yardım
etmiş olması.

Biz Sakarya'da yirmi bin insan şehit ve yaralı verdik. Fakat Y u nanlı­
lar bunun iki misli kayıp verdiler. Subay zaiyatımız, er zaiyatına nispetle
çok fazladır. Denilebilir ki, Sakarya bir Türk subay savaşıdır. Bu subayla-
RAHMİ APAK

rın önemli bir kısmı ıse son zamanda İstanbul'dan kaçarak kıtalarımıza
katılan arkadaşlardır.

Sakarya Savaşı, benim Anadolu'da bizzat katıldığım kavgaların sonu­


dur. Son büyük taarruzumuza iştirak edemedim. İstikl.3.1 Savaşı'ndan bah­
seden bu faslımı kapamadan önce bizzat tanığı olduğum birkaç önemli
hadisenin hikayesini yapacağım.

Suphi Yoldaş ve Trabzon Kahyası


Alayımla Sivrihisar civarında istirahate çekildikten ve altı ay kadar ta­
lim ve terbiye ve noksanları tamamlamak ile meşgul olduktan sonra 1 92 2
i lkbaharında ağırca hastalandım. İ k i yıl önce B ursa' d a iken uğradığım si­
yatik, romatizma darbesi nüksetti. Beni, sedye ile Ankara'ya naklettiler.
Burada, bir buçuk ay kadar hastanede tedavi edildim.

Bolşevik ihtilalinden sonra Rusya'da birçok bağımsız devletler kurul­


muştu. Bunlardan birisi de Buhara Devleti idi. Bu bağımsız Türk Devleti,
bizimle diplomatik münasebetler kurmak için kaasit adı ile Ankara'ya iki
kişi gönderdi. Bunlar, siyasi münasebet kurmaya kastetmiş temsilciler
imiş. Ankara hükümeti, eskiden İstanbul' da jandarma genel kumandanlığı
yapmış olan Tümgeneral Galip Paşa'yı B uhara Elçisi olarak tayin etti . B e­
ni de oraya ataşemiliter tayin ettiler. Ruşen Eşref Bey, bu elçiliğin başkati­
bi. Bize silahlı on asker dahi verdiler.

Ankara'dan İnebolu'ya gittik. Orada bir Fransız vapuruna binerek


Batu m ' a geldik. Oradan Buhara'ya gideceğiz, fakat bu esnada Enver Paşa
B uhara'da, Basmacı denilen yerli çetelerin başına geçerek Rus askerlerine
saldırıvor. Bu yüzden, Ruslar bizi Batum'dan geriye çevirdiler. Bizde
Trabzon'a dönerek beklemeye karar verdik.

S u p h i Yoldaş denilen bir Türk komünisti, Buhara isyanını bastırmak


Üzere gönderilen Rus kuvvetlerinin kumandanı olan Frunze'nin yanında
Buhara'ya gelmiş. Rus kumandanını karşılamak Üzere çıkarılan Buhara
okulları öğrencileri. bu karşılama töreninde, o zamanlar İstanbul'da moda
olan Türk milli şarkılarını söylemişler. İlk kurulan bu okulların öğretmen­
lerinin çoğu, B i rinci Dünya Harbi'nde Ruslara esir olup da Bolşevik ihti­
lali üzerine Buhara'ya kaçan Türk subayları imiş. Bu şarkıları ve maqları
genç Buharalılara bu subaylar öğretmiş. Rus kumandanı bunların manası­
nı anlamıyor. Fakat Türk komünisti Suphi, Rus kumandanını ikaz ediyor.
Bu yüzden , ne kadar Türk öğretmeni varsa yakalanıp Türkiye'ye iade edi-
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI

liyorlar. Bir m ü ddet sonra da, yanında beş altı kişiyi ve bir torba Rus altı­
nı ile Suphi Yoldaş ' ı Türkiye'ye gönderiyorlar.

Kazım Karabekir Paşa, Suphi Yoldaş'ı gemiyle Rusya'ya iade etmek


için Erzurum' dan Trabzon ' a gönderiyor.

O zamanlarda, Trabzon' da Kahya denilen bir adam var. Balıkçılar


kahyası mı, kayıkçılar kahyası m ı bilmiyorum. Fakat şımarık, astığı astık,
kestiği kestik azılı bir herif. Suphi Yoldaş'ı ve beraberindeki ondört arka­
daşını Batum'a geriye götürülmek için bir motora bindiriyor. B unların
hepsini denizin ortasında suya atıyor. Yanlarındaki bir torba Rus altı n ı nı
da alıp dönüyor. Kahya, bu işi kendiliğinden mi yapmıştır, yoksa gizli bir
talimat mı almıştır. Bunu bilmiyorum. Fakat o zaman, Ruslarla olan ya­
kın dostlu k münasebetlerimiz gözönüne alınırsa, bu hadisenin içinde
hü kümetin parmağı olduğuna ihtimal verilemez. O zaman, hükümet, kah­
yayı mahkemeye sevkedecek kadar kuvvetli de değildir. Bu hadiseden son­
ra, Trabzon' da kahyanın nüfuz ve kudreti daha ziyade artıyor.

Ben , maiyetimdeki on silahlı askerimle soğuk su denilen mevkide, boş


bulduğum, yani giden Rumlardan kalma büyük bir evde oturuyorum. Bir
akşam, güneş batmak üzere iken, evimin dört beşyüz metre mesafesinde
ve Trabzon' dan Soğuksu mevkiine çıkan yol istikametinden silah sesleri
geldiğini işittim. Hemen bir silah kaparak, maiyetimdeki dört beş silahlı
erle birlikte silah seslerinin geldiği yere koştum. Yola çıktığımda ne göre­
yim? Bir otomobil yol üstünde durmuş. Şoför ile şoförün yanında oturan
yüzü sarı çilli bir adam oldukları yerde can vermişler. Kahya ise kendisini
otomobilden dışarıya atmış, yolun hendeği içine uzanmış, can çekişmekte.
Kimse sağ kurtulmamış. Otomobile ateş edenler meydanda yok.

Şoförün yanında ölmüş olan zat, Sivas Sanatlar Okulu' nu n Müdürü


imiş. Kahya'nın misafiri imiş. Akşamleyin , Soğuksu'daki Kahya'nın evin�
dönüyorlarmış. Ertesi günü, Trabzon'da Kahya'ya büyük cenaze töreni
yaptılar. Halk heyecan içinde. Bu suikastı hükü metten biliyorlar. Trabzon
Vali Vekili Sami Sabit Bey, süvari albayıdır. Kahya'nın, tümenin Soğuksu
mevkiine yakın kışlalarda oturan hücum taburu tarafından öldürüldüğü
iddia edildi. Fakat o zaman bu taburun Kumandanı olan Kurmay B in­
başı Kalkandelenli �vl ustafa ile sonradan yakın ahbaplık ettim. Bu hadise­
den beş altı yıl sonra dah i , arkadaşım :\1ustafa Bey Kahya'ııın askerler ta­
rafından öldürüldüğünü kati olarak inkar etmiştir.
RAHMİ APAK

Bu halde, Kahya.'nın, Trabzon 'daki Rus konsolosu tarafından tertip


edilen bir pusuya kurban gittiğini kabul etmelidir. Bolşevikler Suphi Yol­
daş'ın intikamını almışlardır.

Suphi Yoldaş, Moskova'daki İ h tilal Müzesi'nin duvarlarında yer almış


komünist azizlerindendir. Rus komünistleri her fırsatta bu hadiseyi başı­
mıza kakarlar.

Ali Kemal nasıl öldürüldü?


Ben, bu hadise hakkında, birkaç defa yapılan neşriyatı okudum. Hiç­
birisi hakikate uygun de,ğ il. İşin içinde bizzat bulunanlardan , hayatta ka­
lanlardan birisivim. Bunu da olduğu gibi anlatayım:

Anadolu ordumuzun, Yunan Ordusuna karşı genel taarruza geçme­


sinden bir hafta önce, orduya katılmak ve Batı Ordusu karargahına gel­
mek üzere Erkan-ı Harbiye' den emir aldım. Ancak üç gün sonra Gazal
isimli küçük bir askeri gemiye binerek Trabzon 'dan yola çıktım. Yolda,
fırtınaya yakalanan küçük vapurumuz, ancak bir hafta sonra İnebolu'ya
gelebildi. İ nebolu'ya çıktığım zaman ordumuzun genel taarruza geçtiğini
öğrendim. Tekerlek lastiklerinin içini kısmen ot ile doldurmuş bir kamyo­
na b inerek Kastamonu'ya geldiğimde Uşak alınmıştı. Ankara'ya gelince,
ordumuzun Salihli'ye girdiği ilan edildi. Afyonkarahisar'a geldiğimde İz­
mir'in ordumuz tarafından işgal edilmiş olduğunu öğrendim. İzmir'e ge­
lince, ben i , Kumandanı Nurettin Paşa olan ı inci Ordunun haberalma
şubesi başkanlığına tayin ettiler. Bir ay sonra da, Nurettin Paşa 'yı, İstan­
bul'a karşı hareket ihtimali olan kuvvetlerin başına tayin edip İzmit'e
gönderildiler. Ben de beraber gittim.

Ordu karargahı, İzmit istasyonunun yakınında ve kuzeydoğusunda,


şimdi hükümet konağı olarak kullanılan köşkte yerleşmişti. Benim şubem
de bu binanın alt katında bir odada idi.

Bir gün, evde öğle yemeğini yemiş, karargaha dönüyordum. Kapıdan


girerken, Nurettin Paşa'nın da aynı zamanda girmekte olduğunu gördüm.
Nurettin Paşa, beni görünce: '·işittin mi, Ali Kemal'i tutmuşlar, buraya
getirmişler. Hemen şimdi haber gönder, karargaha getirsinler" dedi.

Mazlum ve Cem adında, ikisi de iri yapılı ve genç iki polis komiseri,
Beyoğlu 'nda tıraş olduğu berber d ü kkanından çıkarken Ali Kemal'i zorla
yakalayıp bir taksiye atmışlar. Düşman işgal kuvvetlerinin mevcudiyetine
rağmen, onu bağırtmayarak Kumpkapı'ya götürüp bir eve tıkmışlar. Ge-
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI

celeyi n , tedarik ettikleri bir motora bindirerek kaçırıp İzmit'e getirmişler.


B u fedakar polis komiserlerine, bu tehlikeli iş için yaptıkları masrafın yarı­
sını bile ödemeyecek olan , ancak otuzar lira para verebildiğimizi hatırla­
d ı kça hala utanırım.

Ali Kemal' i bizim odaya getirttim. Şubemizde, sorgu hakimliği ödevi­


ni yapan Yedek Subay Necip Ali Bey'i (bilahara uzun müddet Denizli
Milletvekilliği yapan Necip Ali Küçükağa), Ali Kemal' in ilk ifadesini al­
maya memur ettim. Necip Ali Bey'in kendisine sorduklarından ve Ali Ke­
mal'i n verdiği cevaplardan hatırımda kalanlar şunlardır:
Necip Ali Bey - �dilli Mücadele davamızın aleyhinde çalış­
maklığınızın sebep ve hikmeti nedir?

Ali Kemal - B u davanın muvaffak olacağını hiç tahmin etmiyordum.


�v1 uvaffakıyetsizlik halinde ise, büyük devletleri daha ziyade hiddete sevke­
derek vatanın tamamıyla harap olmasına sebep olunacaktı.

Necip Ali Bey - O halde düşüncenizin yanlış olduğu meydana çıktı.


.\1illi Mücadele, bize vatanımızı ve şerefimizi tekrar kazandırdı. Yaptıkları­
nızdan pişmanlık duymuyor musunuz?

Ali Kemal - Evet çok doğru söylüyorsunuz. Ben, Türk milletinde bu


kadar büyük yaşama gayreti ve mücadele ruhu mevcut olduğunu bilmi
yordum. B u bilgisizliğimden dolayı da mazur görülmeliyim. Çünkü haya­
tım ı n büyük kısmı Avrupa'da geçmiştir. Türk Milletini tanımıyormuşum,
tanıyamamışım.

N u rettin Paşa, Ali Kemal' i yukarıya getirmekliğim emrini gönderdi.


Birlikte merdivenleri çıkarak Paşa'nın odasının önündeki genişçe salona gel­
dik. Orada, günlük evrakı ordu kumandanına imzaya getirmiş olan
yüzbaşıdan albaya kadar o n kadar şube müdürü dizilmiş, sıra bekliyorlar.
Kendisine bir sandalye gösterdim, oturdu.

İki dakika sonra Nurettin Paşa odasından çıktı. Sandalyeden ayağa


kalkan Ali Kemal'e: " Sen kimsin" dedi. Ali Kemal: "Ali Kemal bendeniz"
cevabını verince: " Haa, Artin Kemal dedikleri adam sen misi n ? " diye ek­
ledi. Bu ikinci sual karşısında, Ali Kemal hiç istifini bozmayarak: " H ayır
efendim. Ben Artin Kemal değilim. Ali Kemalim" cevabını verdi. Nuret­
tin Paşa devam etti: " B ilgisiz bir adam bir suç işlese aynı suçu işleyen bil­
gili ve aydın bir adam gibi aynı cezaya m ı çarptırılır, yoksa cezaları ara­
sında bir fark bulunur m u ? " Ali Kemal, düşünmeden : "Tabii bilgili ve
aydın kişinin cezası daha ağır olmak gerektir" cevabını verdi. Nurettin Pa-
RAHMİ APAK

şa: "O halde seni askeri mahkeme huzuruna sevkedeceğiz" deyince, Ali
Kemal: " Ben adaletin karşısına çıkmaya hazırım" dedi.

Kendisini aldım, tekrar aşağıya odama indirdim. Necip Ali Bey'in


karşısına tekrar oturttum. Hemen bir subay geldi ve Paşanın beni istediği­
ni söyledi. Paşanın yanına girdim. Bana şu emri verdi: " Şimdi sokaktan
birkaç yüz kişiyi büyük kapının önüne toplat. Kapıdan çıkarken Ali Ke­
mal'i öldürsünler, linç etsinler".

B u , çok ağır bir iş. İzmit'te, merkez kumandanlığı emrinde Kel Sait
adında bir inzibat yüzbaşısı vardı. Bu zatı Birinci Cihan Savaşı'ndan beri
tanırım. Alaydan yetişmedir. Hatta son senelerde emekli olarak Adapaza­
rı'nda yerleşmiş gördüm. Yüzbaşı Sait'i çağırttım: "Paşanın yanına git. Sa­
na mühim bir emir verecekmiş" dedim. Ben kendim, Paşanın bu emrini
vermek istemiyordum. Sebebi sorumluluk korkusu vey a vicdan azabı de­
ğildi. Çünkü, Ali Kemal'in, Milli Mücadele davamıza karşı ne büyük iha­
netler ettiğini yakından biliyordum. Benim çekingenliğim, bu ölümün ka­
nun yolu dışında yapılmasına taraftar olmadığımdandı. Her askeri mahke­
me, pek tabii olarak, Ali Kemal'e ölüm cezası kararını verecekti.

Kel Sait, tertibatını yapmak üzere çıktı gitti. Necip Ali Bey hiçbir şey­
den haberi olmaksızın Ali Kemal ile konuşmakta ve notlarını almakta de­
vam ediyor. Konuşmalarına kulak veriyorum. Ali Kemal bundan sonra
bütün mevcudiyeti ile Mustafa Kemal davası ile beraber çalışacağını
söylüyordu.

Ali Kemal, iyi bir terzi elinden çıkmış koyu renkli bir elbise giymişti.
Yakışıklı bir adam, pek iyi giyinmiş, orta boylu, biraz tıknaz, gözlüklü, ak
yüzlü ve kırmızıca yanaklı. Beş on dakika sonra başına gelecek olandan
habersiz olduğundan, arkasına düşen kapıdan esen rüzgarın sırtına do­
kunduğunu söyleyerek sandalyesinin değiştirilmesine müsaade edilmesini
rica etti. Bu ricası kabul edildi.

On beş dakika sonra, Kel Sait, yarıaçık kapıdan bana herşey tamam­
dır işaretini verdi. Ben de Necip Ali Bey'e ; " Haydi Necip Ali Bey, Ali Ke­
mal Beyefendi'yi al, birlikte askeri cezaevine götür" dedim. İkisi birlikte
kalktılar, odadan çıktılar. Odamda çalışan diğer arkadaşlarımın da hiçbir
şeyden haberleri yok. Ben, faciayı, gözlerimle görmemek için masamın ba­
şında üzüntü içinde bekliyorum. Birdenbire, dışarıda gürültüler, bağırma­
lar oldu. Arkasından da, Necip Ali Bey, başından kalpağı düşmüş, saçları
dikilmiş, yüzü, gözü şişmiş ve morarmış ve büyük bir telaş içinde odaya
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI

girerek: "Beyefendi, ne duruyorsunuz Ali Kemal'i öldürüyorlar. Ne duru­


yorsunuz" diye bağırmaya başladı. Ben, sükunetle: "Yahu, onu öldürüyor­
larsa sana ne, otur yerine" deyince, birdenbire afalladı ve bana kızgın kız­
gın bakarak: " Ey, bu iş önceden bana neye söylemediniz. Beni de mi
öldürtmek istiyordunuz. Benim suçum ne?" diye mırıldanarak yerine otur­
du.
Hakikatte de, Ali Kemal, köşkün büyük kapısından çıkar çıkmaz elle­
ri bıçaklı, taşlı, demirli halk, küçük ve büyük çocuklar ve gençler üzerine
saldırmışlar. Necip Ali Bey, kurtarmak için Ali Kemal'e sarılmış, Ali Ke­
mal de kurtulmak için ona sarılmış. Bu esnada birkaç yumruk ve taş Ne­
cip Ali Bey'e de isabet etmiş. Birisi arkasından Ali Kemal'in beline uzun
bir bıçak sokunca, bunun acısı ile Ali Kemal bağırarak yere yatmış, diğer­
leri de taşla ve tekme ile kafasını ezmişler. Necip Ali de patırtının içinden
güç hal ile kendisini sıyırarak kaçabilmiş. Toplanan güruh, derhal Ali Ke­
mal'in yeni elbiselerini soyup almışlar. Parmağındaki yüzüğü, altın saatini
ve ceplerinde nesi varsa tırtıklamışlar. Sonra ayaklarına bir ip bağlayarak,
can çekişen bu adamı yokuş aşağıya don gömlek sürüklemişler.

O gün, Lozan Konferansı'na gitmek üzere, İsmet Paşa, trenle İz­


mit'ten geçecek idi. Nurettin Paşa, istasyon yanındaki ve demiryolunun al­
tından geçtiği küçük tünelin üstünde bir sehpa kurdurdu. İsmet Paşa
görsün diye onun ölü vücudunu astırdı.

İ şte, Ali Kemal böylece öldürüldü. Onu İstanbul'da yakalayıp getiren


iki fedakar polis komiserimizi sonradan arayıp soran bulundu mu, bulun­
madı mı, bunu da bilmiyorum. Fakat bu linç hadisesi, hala İstanbul'da
İngilizlere hizmet etmekte devam eden İngiliz muhipleri ve Milli Mücade­
le düşmanı kimseler arasında bir panik yarattı. İngiliz Ordusunun İstan­
bul' da mevcut olmasına rağmen hayatlarının tehlikede olduğunu gören bu
satılmışlar, İstanbul'dan kaçtılar. Bu kaçanların başında da, Padişah Vah­
dettin vardır.

Köfte teşkilatı
Nu rettin Paşa, çok dürüst, çok hamiyetli, milletsever ve şiddetli tabiat
sahibi bir zat idi. İngilizler, İstanbul Boğazı'nın doğusundaki (Şile-Gebze
Batısı) hattını işgal etmişler. Askerlerimiz daha ziyade ilerlemeye teşebbüs
ettikleri ve İstanbul'a girmek istedikleri takdirde harp edecekleri tehdidini
savuruyorlar. Fakat trenler Ankara ile İstanbul arasında sefer yapmaya
başlamıştı.
RAHMİ APAK

N urettin Paşa, İstanbul'a bir memur göndererek bedestenden üç bin


takım eski sivil elbise satın aldırdı. Piyade taburlarının erlerine ve subayla­
rına sivil elbise giydirerek, İ n giliz hatlarının arasından geceleyin bunları
bölük bölük geçirdi. İlk giden tabur, Beykoz'daki kundura fabrikasına yer­
leştirildi. Sonra iki tabur da boğazın karşı yakasına geçirilerek Rumeli Hi­
sarı civarındaki evlere, camilere ve medreselere taksim edildi. Bu suretle
boğazın iki tarafını tamam bir alayla tutturduktan sonra, Haydarpaşa ve
Kadıköy 'e de nüfuz ederek oradaki İ n giliz tugayının etrafını tamamıyla
kuşatacak surette bir piyade alayını da buradaki Türk evlerine soktu.

B u teşkilatın başına, kumandan olarak Süvari Yarbayı Nidai Bey'i ta­


yin etti . Böylelikle, İstanbul' un önemli noktaları sivil elbise giymiş silahlı
piyade birliklerimizle işgal edildi. Bu teşkilata geçit teşkilatı adı verilerek,
bu iki kelimenin baş harfleri ile muhtasaran (Kef Te) denildi. Çünkü eski
Arap harfleriyle (K) harfine kef denirdi. Fakat mehmetçikler bunu köfte
yapmışlar. Güya, çok gizli bir teşkilat. Lakin mehmetçiklere köylerinden
gelen mektuplardaki zarfların üzerine şöyle yazılıyord u : " İşbu mektup,
Beykoz'da, kundura fabrikasında, köfte teşkilatında, 70 inci Alayın II nci
Tabur'unun 4 üncü Bölüğünde başıbozuk kıyafetinde Sevgili Mahdumum
Kastamonili Ali Oğlu Ahmet'e vusul bula" .

İ ngilizler, tabii daha ilk günlerinde, >Jurettin Paşa'nın bu te­


şebbüsünü haber aldılar ve hatta kef-te'ye bağlı bütün birliklerimizin yer­
lerini, n u maralarını, mevcutlarını bir kroki üzerinde tespit ederek kasten
bizim elimize geçirttiler. Fakat ne harp ettiler, ne de kavga. Çünkü onla­
rın bütün sermayesi palavra ve blöf idi. İ ngiliz milleti yeniden Y u nanlıla­
rın kara gözleri için bir harbe giremezdi. İstanbul'u boşaltmaya karar ver­
mişlerdi. Fransızlar ve İ talyanlar da onları desteklemiyordu. Onların
bütün hedefleri M usul ve Kerkük petrolleri idi. B unu da sağlamışlardı.

İ şte, İ stiklal Savaşı' nın, benim içinde yaşadığım hadiseleri b u nlardır.


Ben bu faslı burada kapıyorum.
BEŞİNCİ BÖLÜM
Barış devri hatıraları

Birisi şöyle sorabilir? Seni n , içinde bulunmaklığın ve ihtisasına müta­


allik olması bakımından harp zamanı hatıralarını yazabilirsin, fakat, ayol,
sen kim oluyorsun ki 1 9: . d den sonraki, küçük bir devreye ait olsa dahi
hatıralar yazıp bize okutmaya kalkıyorsun. Vekillik mi yaptın , büyükelçilik
mi yaptın, barış konferanslarında murahhaslık mı yaptın ? Sen ne gördün,
ne bilirsin ki çizmeden yukarıya çıkıyorsun ?

B u sorun çok yerindedir. Fakat b e n katiyen çizmeden yukarıya çık­


mayacağım. Karınca kaderince, benim de öyle bildiklerim, kimsenin bil­
mediği ve görmediği öyle şeylerim var ki, bunların bir kısmı tarihe kaynak
olur, bir kısmı da okununca hayret uyandırır. Binaenaleyh tenkidin , hatı­
ralarımın okunup bitmesine bırakılmasını rica edeceğim.

1 92 2 yılının sonbaharında beni Moskova Büyükelçiliğimizin ateşemi­


literliğine tayin ettiler. İstanbul'dan kalkan bir Fransız vapuru ile Trab­
zon ' a gittim. Orada da küçük bir askeri deniz motoru ile Batum'a çıktım.
Birkaç gün Baturu ve Tiflis'te kaldıktan sonra trenle Moskova'ya gittim.
O zaman, Moskova'daki Büyükelçimiz Muhtar Bey idi. Elçilik binasının
yanıbaşındaki ataşemiliterlik dairesine yerleştim. Param çok azdı. Maaşım
da, devede kulak. Rusya'da, enflasyonun dehşet saldığı bir devir. Bir Rus
sarı lirası bugün beş yüz bin Ruble, yarın yedi yüz b i n , ertesi gün mil­
yon. Karımın üç beşibiryerde altınını ve kendimin bir altın saatimi satarak
iki üç ay geçinebildim. Sonra durum düzeldi. Elçilik binamız dahi daha
mutena bir yere nakledildi. Çocuklarımı İstanbul'a iade ettim ve çalış­
maya başladım.

Ben, Rusya'ya gittiğim zaman meşhur Lenin, kötürüm bir halde idi.
Rusya, (Troçki - Stalin - bilmem kim) triyomvirası tarafından idare ediliyor­
du. Molotof un adı bile yoktu. Sonra ihtiyar Kalinin Cumhurbaşkanı oldu .

Lenin vefat ediyor


1 923 kışında Lenin vefat etti. Koydukları katafalka ben de Büyükelçi
Muhtar Bey'le birlikte gittim. Bir çelenk koyduk. Sıfırın altında otuz dere­
ceyi bulan soğuk bir gün. Bütün halk, zorla ve dörder yürüyüş koluyla
RAHMİ APAK

birkaç gün bu katafalkın konulduğu salonun içinden geçirildi. Hatırımda


kaldığına göre, bu iki gün içinde, zorla sokaklara çıkarılan bu halktan
yüze yakın kimse soğuktan ölmüştür. Sonra, Kızılmeydan'da yapılan bir
yeraltı mozolesine onun tahnit edilmiş cesedi kaldırıldı. 1 93 7 yılında, tek­
rar gittiğimde bu kabri bir kere daha ziyaret ettim. Ceset olduğu gibi du­
ruyor, bozulmamış. Şimdi Stalin de orada yatıyormuş.

Lenin'in siması tatarımsıdır. Onun soyunda Tatarlık olduğunu iddia


edenlere hak verdirecek kadar. Zaten, kendisinin Volga Nehri üzerinde
Simbisk Eyaletinde doğması da onda Tatar kanı olması ihtimalini teyit
eder.

Lenin'in bulunduğu kabrin otuz kırk metre kadar mesafesinde onbeş


yirmi metre yüksekliğinde siyaha boyanmış tunçtan bir heykel var. Bu
heykel, bir kolunu Lenin'in makberesi istikametinde uzatmış. O zamanki
Bolşevik düşmanları şöyle bir espri yapıyorlardı . Güya köylünün birisi sı­
kışmış bu heykeli adam sanarak yaklaşıp, ona ayak yolunun nerede oldu­
ğunu sormuş. O da, kolunu uzatarak göstermiş.

Eğer Lenin sağ olsa idi, acaba o zaman Rusya'da samimi görünen
Komünistlik doktrini devam edecek mi idi? Yani, Bolşevik politikası, son­
radan olduğu veçhile Rus nasyonalizmi ve Çarlık emperyalizmi şekline ta­
havvül etmeyecek mi idi' Bunu kestiremem, çünkü Lenin, kültür ve me­
deniyet bakımından geri olan Doğu memleketlerinde Komünizm faaliyeti
yapılması aleyhinde idi. B ilakis bu memleketlerin iktisadi ve endüstriyel
durumlarını yükselterek, kapitalist memleketlerin buralarda pazar yeri bul­
malarını önlemek ve Avrupa sanayiini işsiz bırakmak suretiyle bu memle­
ketlerdeki proleteryayı güç duruma sokup kendi devletleri aleyhine kışkırt­
mak politikasını güdüyor.

Lenin, Breslitovsk ve Kars Antlaşmalarını kabul etmekle Rus emper­


yalizmini baltalamıştır. Bağımsız büyük bir Polonya, Baltık kıyılarında Li­
tuanya, Letonya, Estonya ve Finlandiya gibi küçük bağımsız devletler ku­
rulmasına ve Kars ve Ardahan'ın Türklere iade edilmesine muvafakat et­
mişti. Bu samimi mi idi, yoksa o zamanki kuvvetsizliğinin zaruretlerinden
m i idi' Bunda, Çarlık emperyalizmine karşı ihtilalin bir reaksiyonunu ara­
mak mümkün mü idi" Derhal şunu da söylemeliyim ki, B irinci Cihan Sa­
vaşı'nda mağlup edilen Rus İ mparatorluğu'nu dağılmaktan kurtaran da
Bolşevik inkılabı olmuştur. Lenin, bu yeni ideal sayesinde Ukrayna, Beyaz
Rusya ve Kafkas memleketlerinin Rus birliğinden ayrılmasını önlemiştir.
B unda, İngilizlerin büyük sorumluluğu var. Rus birliğini dağıtmak için
YET:VfİŞLiK BİR SCBAYI:\ HATlRi\LAR i

tedbir alacakları yerde, Türklerin aleyhinde tedbir alvak suretiyle perrol


politikası kovalayan bu bencil Ingilizler, Rus belasının beşeriyetin üstünde
tekrar kurulmasına yardım etmişlerdir. Tıpkı İkinci Büyük Harp'te Ameri­
kalıların yaptıkları gibi, Almanya'yı yok etmek için Bolşevik Rusya'yı
dünyanın başına bela etmişlerdir. Amerikalıların hareket tarzı bir bilgisiz­
lik, İngilizlerin ki ise bir menfaat tezahüründen başka birşey değildir.

Büyük milletlerin başında büyük diplomatlar mı vardır?


Birisi böyle bir düşüncede ise, çok yanılmış demektir. Amerika,
yeryüzünün en ilerlemiş bir milletidir. Fakat İkinci Cihan Savaşı'nda
onun başında bulunan Roosvelt parlak bir diplomat değildir. İngiltere gi­
bi, Fransa gibi medeniyetçe ilerlemiş büyük milletlerin içinde öyle tanın­
mış diplomatlar ve profesörler vardır ki, bunlar bugün dahi Ruslarla işbir­
liği ve barış yapılması mümkündür iddiasında bulunuyorlar. Gafil insan­
lar. Bunların neresi diplomat, neresi profesör. Daha o zamanlar İngiliz
sosyalistleri Ruslara kur yapmaya başlamışlardı. İngiliz sendika şefleri
Rusya'yı ziyaret ediyor, İngiltere'nin Rusya'ya otuz milyon sterlinlik bir
borç vermeye hazırlandığı şayiası dolaşıyordu. Bunlar sendikalist değil
bunlar zındıktır. Çünkü daha o zaman yine Bolşevikler sokaklarda açıkça:
" Hele bir kere biz bu parayı alalım. İngilizler de bizden bilmem nemizi
alırlar" diye bağırıyorlardı.
Daha o zamanlar, Bolşevik basını, hergün kalın puntolu hallerle şunu
ilan ediyordu: "Dünya ihtilali, ancak kapitalist büyük devletler arasında
çıkacak bir harbe bağlıdır. Sovyet Rusya'nın esas ödevi, bu devletler ara­
sında bir harbi tahrik ve teşvik etmek ve bunların bu harp ile yorulduğu
ve yıprandığı zaman müdahale etmek için Kızılorduyu hazırlamak olmalı­
dır". Bunu dediler ve yaptılar ve muvaffak oldular. Bugün de aynı politi­
kayı takip ediyorlar ve muvaffakiyet yolları Üzerinde yürüyorlar.
Bolşevik emperyalizmine karşı Avrupa memleketlerinde gevşeklik ve
bozgunculuk çıkaran Batılı büyük diplomatların ve ünlü profesörlerin
yüzde sekseninin Bolşeviklerden para aldıkları muhakkaktır. Bunlar, bir
felaket halinde Avrupa'da kalmayacaklar, hiçbir zaman Komünistliğin gi­
remeyeceğine inandıkları Amerika'ya kaçıp kendilerini ve paralarını kurta­
racaklardır. Zaten paraları Amerikan bankalarındadır.

Kafkasya'ya seyahat
Vazife icabı, Moskova'dan Kars'a gittim. Üç gün devam eden bir tren
yolculuğundan sonra Tiflis'e geldim. Orada, Kafkas ardı Rus Ordusu ku-
RAH.\1İ APAK

mandanını ziyaret ettim. Bu ordunun İstihbarat Şubesi Müdürü Malikof


adında bir Tuğgeneral idi. Bu adam azılı komünist bir Tatardır. İstiklal
Savaşı'nda Ankara' daki Rus Büyükelçisi Suriç'in yanında ateşemiliter
muavini idi. Kendisini o zaman Ankara'da tanımıştım. Tiflis'te kaldığım
iki gün zarfında beni yalnız bırakmadı. Birlikte, ordu kumandanının dave­
ti üzerine Borjom denilen kür yerine gittik. B urada, evsaf itibarıyla bizim
Afyonkarahisar madensuyuna çok benzeyen bir gazlı su çıkıyor. Tıpkı bi­
zim Yalova Kaplıcaları gibi dağlar arasında bu mevkide bir gece kaldıktan
sonra ertesi günü ordu kumandanının treni ile Rus askeri birliklerinin ça­
dırlı ordugahlarına gittik. O gün, sabahtan öğleye kadar devam eden bir
askeri tatbikatta hazır bulundum. Burada dört harp okulu ordugahta idi­
ler. Gürcü Harp Okulu, Ermeni Harp Okulu ve Azeri Harp Okulu bir de
Tiflis'deki karışık Rus Harp Okulu. Tatbikattan sonra, ikibin kJidar öğren­
ciyi içine alan çok geniş bir çadırda hep birlikte yemek yedik. Yemek so­
nuna doğru demeç faslı başladı. İlk önce Gürcü Harp Okulu, sonra Er­
mem ve daha sonra Azeri Harp Okulu müdürleri kendi dilleri ile konuş­
tular.

Ateşli bir Azeri öğrenci


Sonra, öğrenci temsilcileri, ikişer olarak kürsüye çıkıp kendi dilleri ile
(Türk-Rus) dostluğundan bahsettiler. En son olarak, biri kısaca boylu es­
mer, diğeri uzunca boylu iki Azeri öğrenci kürsüye çıktılar. Bu kısa boylu
Azeri genç birdenbire çoştu ve Türkçe olarak şöyle bağırdı: "Ey Türk Or­
dusunun mümessili Yarbay. Kim ne derse desin. Sen de Türksün, ben de
Türkem. Yaşasın Türklük".

Ben, başımı eğdim ve bu ateşli gencin başına gelecek belayı büyük


üzüntüler içinde düşündüm.

Geçit resmi
Yemekten sonra, her üç okul, bölükler saf nizamında olmak üzere bir
geçit resmi yaptı. Ermeni ve Gürcü Harp Okullarının geçit resimleri pek
yavan. Azeri Harp Okulu'nun geçit resmi ise, en mükemmel bir Alman
birliğinin geçit resminden daha şahane idi. Bu gençler gürbüz iri çocuk­
lar. Öyle muntazam yürüyüşleri ve adımları var ki göğsüm kabardı. Daya­
namadım yanımdaki kızgın Komünist Tatar Malikofa sordum : '' Hangi
okul iyi geçt i ? " İstemeyerek cevap verdi : "Azeri Harp Okulu" . "Neden?"
dedim. Cevap olarak: " Askerlik Türklere vergi" dedi : " Bundan iftihar du­
yuyor musun? " dedim: " Ben Komünisti m " cevabını verdi. Ertesi günü,
Rusların Aleksantrapol dedikleri Gümrü'ye gittim.
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI 271

Gümrü'de, Konsolosumuz Hakkı Bey'in yanında kaldım. B u zat, or­


dudan yüzbaşı iken Hariciye'ye geçmiş, fakat kendisini orada o kadar say­
dırmış ve o derece bir nüfuz kurmuş ki Ermeni valisi geçerken kimse me­
telik vermiyor, fakat bizim Konsolos Hakkı Bey geçerken sokakta oturan­
lar ayağa kalkıyordu. Hakkı B ey , hala Hariciye işlerinde ve mütevazı kon­
solosluklarda veya merkezde çalışmaktadır.

Gümrü'den sonra Kars'a gittim . Bir hafta kalarak tekrar Gümrü'ye


döndüm ve 30 Haziran ı 923'te oradan Erivan'a gittim. Erivan, bağımsız
Ermenistan'ın devlet merkezi. Orada bir konsolos muavini ve birde kançı­
larımız vardı. Bunlar, Ankara'da, nüfuz sahibi bir saylavın iltiması ile ora­
ya gönderilmişler. Her ikisi de, Türk Milletin i Ermenilerin karşısında ke­
paze ediyorlar. Yaptıkları kepazeliklerin mahiyetini teşhir etmeyeceği m .
Utancımdan derhal Tiflis'e döndüm ve orada bulunan Başkonsolos Nuri
Bey'e durumu izah ettim. Kendisi bu durumu Vekalete bildirmeye salahi­
yeti olmadığını söyleyerek bu işi benim yapmaklığımı benden rica etti.
Müdahaleden çekinmesinde belki de haklı idi.

Bir espri
Ermeni yurdun u kurmak için, Bolşeviklerden once Amerikalılar tara­
fından çok emek sarfedildiği malumdur. Meşhur Amerikalı Ermeni dostu
Nansen ile birlikte oraya giden bir Amerikalı: "Ne için, Türkiye toprakla­
rındaki Ararat Dağını Ermeniler milli armalarının içine almışlar?" diye
sormuş. Ermeni cevap vermiş: "Ne için bütün kainatın müşterek malı
olan Ay' ı Türkler Milli Bayraklarına işaret olarak koymuşlar".

İttifakı İraniyan Okulu


Tiflis'e tekrar geldiğimde, Tifüs Türk çocuklarının devam ettiği İttifakı
İraniyan adında bir ilkokulun mevcut olduğun u öğrendim. Tiflis'te, Şey­
tanpazarı denilen İslam mahallesinde oturan bu okulun müdürü ve Şiile­
rin ahuntu olan Hacı Ahunt'un evine giderek kendisini ziyaret ettim ve
okul hakkında kendisinden bilgi istedim. O zaman Tiflis'te çoğu İran uy­
ruklu on bin kadar Türk vardı, bu Türkler, eskiden beri Rusların korku­
sundan İran uyrukluğuna girmişler. Okulun yüz elli kadar öğrencisi var­
mış. İran konsolosu, her pasaport vizesinden kırk kuruş fazla alarak bu
okula yardım ediyormuş. Okulda, derslerin bir kısmı İran dili ile, bir kıs­
mı d a Türk dili ile okutuluyormuş. Ahşap ve dar evinin içinde paldır
küldür koşan üç dört çocuğu ile Hacı Ahunt'un Türkçe konuştuğunu işit­
tim. Meğerse okula gelen çocukların hepsi bir kelime Farsça bilmezlermiş.
RAHMİ APAK

Hepsi Türk imiş. Hacı Ahun! uzun boylu, ak sakallı ve gürbüz bir adam.
Kitapsızlıktan şikayet etti. Türk konsolosları ve temsilcileri şimdiye kadar
ne okula ve ne de kendi evine ayak basmamışlar. Zaten böyle birşey yap­
salar ı·c okul ile ilgilenseier neticenin okula zarar vereceği malum birşey.
Kendisi dahi Türk olan İran konsolosu ise. Tifüs Türklerinin asıllarının
Far,; olduğunu ve Osmanlı Padişahlarının Azerbeycan Farslarını Türkleş­
tirmek için kırk bin Fars'ın dillerini kesmiş olduklarını söyleyip dururmuş.

O zaman İran 'da birkaç Rus okulu mevcut olduğundan Bolşevikler


de mukabele olmak üzere Tif1is'te bir İran okulunun bulunmasına izin
vermişler. B u sayede de Tifüs'deki Türk azınlığı çocukları bir İran oku­
lunda yarıyarıya olsun kendi dilleriyle biraz birşeyler öğrenebiliyorlar. Ha­
cı Ahurıt'tan, kendisine Türkçe kitaplar gönderdiğim takdirde İranca oku­
nan bazı dersleri Türkçe'ye çevirip okutmaya muvaffak olup olamayacağını
sordum. Bunda hiçbir mahzur görmedi. Çünkü okulu ne Ruslar ve ne de
İran Konsolosu kontrol etmiyordu.

Moskova'ya dönüşte keyfiyeti Büyükelçimize söyledi m . Fakat aldırış


eden olmadı.

Tifüs' e gelmezden önce, Baku' de dört gün kaldığımı yazmayı u nut­


tum. Buradaki Konsolosumuz Ferit Bey adında bir zat idi.

Çalıkuşu Romanı
Bir gün, Baku parkında, Ferit Bey'le birlikte geziyorduk. Önümüzde
beş altı kız yanyana yürüyor. Dikkat ettim, tam İstanbullu gibi konuşu­
yorlar. Hayret ettim: "Bu İstanbullu kızlar burada ne arıyorlar?" diye sor­
dum. Ferit B ey cevap olarak: " Buradaki yerli Azeri Türk gençliği arasında
İstanbul şivesi ile konuşmak bir iftihar nişanesidir. Bu gençlerin içinde,
Reşat Nuri'nin Çalıkuşu romanını okumayan yoktur. Elden ele dolaşan,
okunamayacak derecede eskimiş ve yıpranmış olan bu romanın bir geceli­
ğine beş lira (şimdiki para ile 60 lira) veriyorlar" dedi. Rüzgarlar eser ol
saltanatın şimdi yerinde.

Askeri Gürcistan yolu


'.\1eşhur askeri Gürcistan şosesi, beş b i n metre rakımlı Kazbek Dağını
aşarak Tifüs ile Viladikafkas şehirlerini birbirine bağlar. Ruslar, Şeyh Şa­
mil'e karşı yaptıkları muharebelerde Kafkasya'yı almak için bu yolu yap­
mışlardır. Yolun, dağın zirvesine tesadüf eden ve daima yağmurlu ve karlı
olan beş altı kilometrelik kısmı çatı ile örtülmüştür.
YETt\!İŞLİK BİR SUBAYL\ J L\TIRALARI

ı 7 Temmuz ı g'..d d e bir dolmuş taksi ile sabah erken Viladikafkas 'a
gitmek üzere Tiflis'ten yola çıktım. Ben şoförün yanına oturmuştum. A r­
kamda oturan iki Rus'tan birisinin iki bacağı da kesik idi. Yolda konuş­
tuk. Benim :\loskova'daki Türkiye Büyükelçiliğinc mensup olduğumu
öğrendiler. Meğerse, o kesik bacaklı herif azılı bir komünist imiş. Bana
derhal, Suphi Yoldaş'ı öldürdüğümüzden dolavı adeta hakarete kadar va­
ran dil tecavüzlerinde b ulundu. Dağın başında beni temizleyebilirlerdi. Bu
sebepten hep alttan konuştum. B u esnada, Türkiye'de, bazı komünistler
mahkemeye verilmiş ve muhtelif m üddetli hapis cezalarına çarptırılmışlar­
dı. Kesik bacak bu vakaları da biliyormuş: "Siz neye komünistleri hapse­
diyorsu nuz ? " diye çıkışmaya başladı: " Bana neye söylüyorsunuz, onları
ben mi hapsettim? Komünistlik b izim nizamımıza uymaz. Korksunlar di­
ye beş on ay hapis cezası vermişler. Öldürmemişler ya" deyince: "Arka­
daş, ağzını topla, komünist korkmaz" dedi. Lafı uzatmamak için susmak­
tan başka çare bulamadım.

B u Kazbek Dağları yaylalarında Çeçenler, Lezgiler otururlarmış. Sekiz


on yaşlarındaki kızlar yolun ortasında bir halka oluyorlar, dans ediyorlar,
otomobili durduruyorlar ve sonra bizden kağıt ve kalem istiyorlar. Bunlara
adlarını soruyorum. Kendi adı Ayşe, babasının adı Petro, yahut babasının
adı Ali, kendi adı Katya. O günden bugüne herhalde bunlar tamamıyla
Ruslaşmışlardır.

Viladikafkas' ta
Akşama doğru, Viladikafkas'a geldim, bir otele indim. Henüz
yüzü m ü , gözümü yıkarken birdenbire bir bombardımana benzeyen patla­
malar işittim. Hemen fırladım, sokağa çıktım. Meğerse istasyonda bulu­
nan Kızılorduya ait cephaneler tutuşmuş. Ateşin harareti ile topçu mermi­
leri birbiri ardından patlıyordu. Bu patlamalar bir saatten fazla devam et­
ti. On gün önce dahi Tiflis'te iken şehrin kenarındaki dağın içine kazılmış
mağaralar içinde bulunan infilak maddeleri tutuşmuş ve çok şiddetli pat­
lamalarla şehri sarsmış idi. Biribiri arkasından gelen bu iki hadiseyi bir
sabotaj olarak kabul etmek mümkündür. Tiflis'teki patlamayı, eskimiş
olan trinitro toleol maddesinin inhilali neticesinde kendiliğinden vukubul­
muş bir patlama olarak tefsir etmişlerdi.

Damarlarındaki kanın Slav kanı olduğunu söyleyen bir Türk


Büyükelçisi bayanı
Moskova'dan dönmüştüm. Günün birinde, bizim büyükelçi Rusya
Hariciye Komiseri (Hariciye Vekili) Çiçerin ile komiserliğin birkaç daire
F. 18
274 RAHMİ APAK

ve şube müdürünü akşam yemegıne çağırmıştı. Sofrada, elçilik Müsteşarı


Enis Akaygen ile Başkatibi Bedi Arbel ve ben de vardım. Yemek esnasın­
da bizim büyükelçinin bayanı, birdenbire ve münasebetsiz olarak, kendi
sağında oturan Rus Hariciye Komiseri Çiçerin'e dönerek: " Bay komiser
ben Slavım. Benim damarlarımdaki kan Slav kanıdır" demesin mi. Te­
pemden bir kazan sıcak su döküldü. Çiçerın bu münasebetsizliğe: " �la­
dam, böyle şeyler bizi ilgilendirmez" suretinde cevap verdi. Bunu, nasyo­
nalist Türkiye'nin, enternasyonalist bir devlet nezdindeki m ümessilinin ka­
rısı söyledi. Kocası da bu potu düzeltmek için bir hareket yapmadı ve
sustu . Bu işleri Türk gençliği bilmelidir.

Türk'ün kafası işlemezmiş

Bizim Büyükelçi elçilik binasının üst katını işgal etmektedir. Ben de


alt katta bir odadayım. Otuzbeş kırk yaşlarında bir adamın hergün saat
dört ile beş arasında elçiliğe gelerek yukarıya çıktığını görüyorum. Bir
gün, bu adam, dışarıya çıkarken kendisine yaklaşarak yukarıda ne yaptığı­
nı sordum. B üyükelçiye Rusça ders verdiğini söyledi, bana da ders vF.rme­
sini rica etti m : ''Konuşmana göre senin derse ihtiyacın yok" dedi. Klasik
Rus Edebiyatını incelemek istediğimi söyleyince kabul etti ve ertesi günü,
saat beşten sonra Puşki' n i n ruz.başının kızı adındaki romanı ile beraber
geldi. İlk derse başladık. İ lk ders Puşki'nin biyografisi. l\ büyük sayfa
kadar devam eden bu biyografiyi ağır ağır okudu. Ben de, bir kağıt üzeri­
ne Türkçe'sini, eski yazı ile not ettim. B ittikten sonra, ne yaptığımı sordu.
Türkçe tercümesini yazdığımı söyledim. "Hayır, bu mümkün değil. Ben,
Rusça'sını okuyorum, sen bunu kafadan Türkçe'ye tercüme edeceksin, son­
ra da yazacaksın. Bu olmaz bunu yetiştiremezsin" dedi. Arapça yazının
stenografiye benzediğini söyledim. Öyle de olsa yine olamaz cevabını ve­
rince, bu defa yazdıklarımı baştan aşağı Rusça olarak kendisine okudum.
Öğretmen hayretle durakladı ve bana: ''Siz Türk müsünüz?" dedi: " Evet,
halis kan, su katılmadık Türküm" dedim: " Bir Türk'te bu kadar keskin
zeka olamaz. Sende mutlaka bir karışık kan vardır'' diye ilave etti : "Bana
bak arkadaş, suratıma bak. Ben dolikosefalım. Yüzüm de tamamıyla mon­
goliktir. Türklerin kalın kafalı olduğunu sana kim söyledi" diye sertçe ko­
nuştu m : "Afedersiniz, tarihte ve her zaman Türkleri idare edenlerin Boş­
nak, Hırvat, Yunan ve Arnavut dönmesi olduğunu söylerler" cevabını ver­
di. Ben, onu bu fikre sevkedenin de kim olduğunu anladım ve lafı kısa
kesti m .
YETMİŞLİK B İ R SüBA YIN HATIRALARI

Yeni iktisadi politika


Lenin'in bir parolası var: " İç \e dış zaruretlerle Bolşevizm inkılabı sal­
lantılara ve tehlikelere girerse, çekinmeden ihtilal prensiplerini gevşetiniz.
Hatta bazı rücular ve gerilemeler yapınız. Fakat bu gerilemeler, tıpkı, son­
ra daha ziyade ileri fırlamak için geriye tazyik edilen bir yay hizmetini
görmelidir". B u na Ruslar (taktika Lenina - Lenin taktiği) diyorlar. İhtilali
müteakip her alanda tatbik edilmeye başlayan kollektivizm yüzünden Rus­
ya iktisadiyatı karmakarışık bir duruma girince, açlıktan milyonlarca insan
ölmeye başlayınca Komünizm prensiplerinden fedakarlık yapmak icabet­
miş. Hususi sermayenin pek geniş olmamakla beraber tekrar faaliyet ala­
nına girmesine müsaade edilmişti. Bu hususi sermaye, kısa zamanda geliş­
meler kaydederek devlet teşebbüsleri ile rekabete bile başlamıştı. Hususi
teşebbüsler, en çok olarak kırkbin liradan fazla genişlememek kaydına tabi
olmasına rağmen her yerde çiçeklenmek istidadı göstermiştir. B unlar Rus­
larca kartel denilen küçük kooperatifler halinde türemiştir. Bu karteller,
yedi kişiden daha az üyeli olamıyorlardı. Karadeniz kıyılarında ve bilhassa
dağlık ve çorak Doğu Karahisar kazasında yaşayan Türkler, ötedenberi
Rusya'ya giderek orada muhtelif sanatlarla ve bilhassa fırıncılıkla para ka­
zanırlarmış. Yeni iktisadi politikanın ilanı üzerine bu Türkler tekrar Rus­
ya'ya akın etmişlerdir. Benim, Rusya'ya ilk gittiğim yıl yalnız Moskova
şehrinde kırk kadar Türk fırını açılmıştı. Bu fırınların duvarlarında
Atatürk'ün ve Mareşal Çakmak'm taş basması boyalı resimleri asılı duru­
yor. Ruslar da ses çıkarmıyorlardı.

Fakat, bu yeni iktisadi politikanın ömrü uzun olmadı. Bolşevikler,


milyonlarca gizli sermayeyi meydana çıkardıktan sonra, bir gece ansızın
bütün Rusya'daki bu hususi teşebbüslere baskın yaptılar. Paralarını sa­
nat vasıtalarını ve bütün eşyalarını müsadere ederek buralarda çalışanları
da Sibirya'ya sürgün ettiler.

Trnçkicilik ve Stalincilik
Troçki ile Stalin arasında çıkan ihtilaf dahi Lenin taktiği yüzünden­
dir. Komünist partisinde şöyle söyleniyordu: "Tarihte ilk defa olarak bir
büyük ihtilal muvaffak olmuş ve devam istidadını göstermiştir. Biz, mem­
leketimizi yeni nizamın bir kalesi haline koyduk. Bu memleket, dünyanın
altıda biri ve dünya nüfusunun da onda biridir. (İkinci Cihan Savaşı'ndan
önceki duruma göre). Biz, ihtilali yapınca, bütün dünyanın arkamızdan
geleceğini ümit ettik. Fakat her yerde mukavemetle karşılaştık. B unun
Üzerine partide iki fikir belirdi. Bir kısmı, her n e pahasına olursa olsun ih-
RAH'.\1İ APAK

tilalimizi acele tahakkuk ettirelim diyenlerdi. İşte Troçki ve taraftarları


bunlardı. Biz, bunun tehlikesini anladık ve bütün Troçkicileri likide ettik.
Stalin , durmak, on yirmi hatta elli yıl bekleyerek dünya milletlerinin ol­
gunlaşmasını beklemek kararını verdi. Telef olmak istemiyorduk. Enter­
nasyonal politikanın bizim politikamıza tabi olması gerekt i " .

İşte, bugünkü durum Stalin ' i haklı çıkarmıştır. Komünizim vatanı iki
misli büyümüş ve n ü fusu ise i ki misliden fazla artmıştır. Hala, barış pe­
şinde koşan ve çalışan Batı Avrupa diplomatları ve profesörleri bu tehlike­
yi görmek istemiyorlar. Gözleri kör olsun.

Deli Petro takdis ediliyor


Büyük Tolstov' u n kardeşi Aleksi Tolstoy, ı 932 yılında Bırinci Petro
adındaki romanı yazdı. Yahutta bu roman ona yazdırıldı. Kremlin'deki
diktatörlüğü ele alan Stalin, Rus emperyalizmini tekrar diriltmek kararını
vermişti. Çarların düşmanı olan Bolşevikler, tersanelerde ve gemilerde işçi­
lik ve tayfalık yapmış olan Deli Petro ' nun şahsında Rus emperyalizmini
tekrar canlandırmayı düşündüler. Kızılordu kuvvetlenmiş, Rus endüstrisi
kurulmuş, geniş Rusya'nın zengin kaynakları işlenmeye başlamıştı. 1 923'te
A nadolu 'nun Taksimi ve arkasından istanbul ve Boğaz/ar adları ile neşredi­
len ve Çar Rusyası'nın emperyalist emellerini sağlamak için İngilizler ve
Fransızlarla nasıl anlaştığını gösteren diplomatik vesikaları ifşa eden kitap­
lar ortadan yokedildi. Komünist partisinde Lenin gençliğine Breslitovsk ve
Kars Antlaşmalarına karşı nefret duyguları uyandırılmaya başlandı.

12 yaşındaki Rus muçosu daha o zaman bana neler söyledi?


B ir Rus vapuru ile İstanbul'dan gelen eşimi karşılamak üzere Mosko­
va'dan Odessa'ya gelmiştim. Vapur, limana girince, içerisine girmek
müsadesini aldım. Eşimin valizleri n i alarak dışarıya çıkmak üzere vapurun
çıkma iskelesi yanında sağlık muayenesinin bitmesini beklerken on iki
yaşlarında bir gemi tayfası da, dışarıya çıkmak üzere aynı yere geldi. Yeni
muço elbiselerini giymişti. Fırsattan istifade ederek b iraz gevezelik ettim.
Vapur Mısır'dan dönüyormuş ve Pire ve İstanbul'a uğrayarak gelmiş. Va­
pur muçosuna: " P ire mi daha güzel, yoksa İstanbul m u ? " dedim. Cevap
olarak: " İstanbul ölü bir liman, Pire'de hareket ve faaliyet daha fazla" de­
di. Sonra, benim Moskova'daki Türkiye Büyükelçiliğine mensup olduğu­
mu öğrenince: "Biz, sizden Kars ile Aradahan'ı geriye alacağız. Biz, Bres­
litovsk Antlaşması'nı olduğu gibi Kars Antlaşması'nı da bozacağız" dedi.
Daha ı 924 yılında, on iki yaşındaki Rus çocuğuna verilen siyasi terbiyeye
YETl\ ! İ Ş L İ K B İ R SUBAYIN HA T ! RALARI

�aştım. Kendisine: ''Kars ve Ardahan Türk şehirleridir. H alkın yüzde sek­


seni Rus değildir. B u bölgeyi Rus çarları, emperyalist emellerle bizden al­
dılar. Siz Bolşevikler ise, Çarların yaptıkları haksızlığı onarmak için bu
memleketi sahiplerine yani Türklere iade ettiniz. B iz bunu böyle biliyo­
ruz. Siz aynı düşüncede değil misiniz? " dedim. Cevap olarak: " H ayır ha­
yır, o zaman zayıf duru m umuzdan istifade ettiniz. Bolşevikler, çarların el­
de ettiklerini fed a edecek kadar şerefsiz değildirler'' ded i .

Demek ki, daha o zaman, yani bizimle sıkı dostluk münasebetleri ha­
linde iken bile Rus gençliğine bu fikirler telkin edilmeye başlanmıştır. Be­
sarabya için ise daha o zaman Rus basını açık olarak Romanya aleyhinde
neşriyat yapıyorlardı.

Ruslar, İkinci Cihan Savaşı'ndan sonra Breslitovsk Antlaşması


yüzünden kaybettiklerini fazlası ile geri aldılar. Hatta daha harp içinde
Almanlarla anlaşarak Besarabya'yı işgal ettiler. Küçük Baltık devletlerini
haritadan sildiler. B unun üstüne de bütün Romanya, B ulgaristan, Maca­
ristan, Çekoslovakya ve Polonya'yı ve Almanya'nın yarısını yuttular. Sağla­
yamadıkları tek bir emelleri kaldı. O da Kars ve Ardahan'dır. Kars Ant­
laşması'nı bozmaktır.

Bu milletin rej imi ister istibdat, ister hürriyet, isterse diktatörlük ol­
sun. Bu millet yeryüzünü yutmak, bütün toprakları yutmak sevdasından
vazgeçmeyecek ve her zaman bu sevda yüzünden dünyanın barışını boza­
caktır.

Odessa' daki VI. Rus Kolordusu Kumandanı


Odessa'ya geldiğimin ertesi günü, buradaki VI ncı Rus Kolord usu
Kumandanına, Siyasi Komiserine ve Kurmaybaşkanına birer tanışma kartı
gönderdim. Ertesi günü onlar da kendi kartlarını iade ettiler. Fakat basılı
kartları yokmuş. İnce beyaz kağıttan bir kartvizit büyüklüğünde kesilmiş,
üzerine iyi bir kaligrafi ve el yazısıyla yapılmış. Kartvizit bastırmak ve taşı­
mak o zaman bir b urj uvazi israfı sayılıyordu .

B u etiket formalitelerinden sonra, arkamda haki renkte bir sivil elbise


olduğu halde ziyaretlerine gittim ve bana bir Kızılordu birliğinin talim ve­
ya tatbikatının gösterilmesini rica ettim. Bu ricamı reddetmeyen kolordu
kumandanı, ertesi sabah otele gelip beni alarak kışlaya götüreceğini söyle­
di. Ertesi sabah, tam zamanında askeri elbisemle kendisini otelin kapısın­
da bekledim, tam zamanında kendisi de geldi ; fakat, bu defa, dünkü dost
ve sıcak yüzü yok, soğuk duruyor. Otomobilin önünde Siyasi Komiser
RAHMİ APAK

oturmuş, içinde de, kendi soluna beni oturttu. Araba hareket etti. Ku­
mandan, başını sağa çevirmiş, bana bakmıyor, benimie dargın gibi. Şehir­
den çıkıncaya kadar tek laf etmedi. Nihayet başını çevirdi, yakamdaki
rütbe işaretlerini göstererek: "Ataşemiliter arkadaş, biz böyle süslere önem
vermeyiz" dedi. Süs dediği şey de ne? Yakamda, yarbay rütbemi gösteren
birbiri üstüne konmuş iki sarı demir çubuğun üstünde yanyana duran ve
sarı tenekeden yapılmış iki yıldız.

İstiklal Savaşı' nda, biz, Anadolu'da, b u sarı tenekeleri dahi bulamadığı­


mızdan rütbe i şaretleri için, kumaştan kesilmiş, üç köşe, dörtgen küçük
parçaları yakamıza yapıştırırdık. 1 924 yılında, Kızılordu'da dahi hala bu ku­
maştan işaretler kullanılmakta olduğundan, Bolşevik Kolordu Kumandanı,
benim yakamdaki adi sarı teneke işaretlerini lüks ve burjuvazi şatafatı saya­
rak bana karşı dargın surat takınıyor.

Hey gidi günler hey ! . Bizim subayların, bugün dahi rütbe işaretleri
aynı basitlikte. Fakat, Komünist ve Proleter Kızılordu subayları, çar ordu­
larının üniformalarını, sırmalı apoletlerini giyiyorlar. Bu Bolşeviklerin her
karakterleri işte böyle gayri samimi ve aldatıcıdır.

Dahası var: Bolşevik ihtilalinden sonra, Kızılordu'da, teğmen, üstteğ­


men, yüzbaşı, binbaşı, yarbay, albay v.s. gibi rütbe isimleri de kaldırıldı.
Yalnızca: Takım kumandanı, bölük kumandanı, tabur kumandanı v.s. de­
niliyordu. Erlerin ve subayların gerek kışlada ve gerekse sokakta kendi
üstlerine ve birbirlerine selam vermeleri de, çar ve burj uvazi ordularına
benzememek için ve bu gibi saygı gösterilerinin kulluk ve aşağılık ifade
edeceği için, yasak edilmişti. Şimdi, bütün bu usuller, b u seremoniler ye­
niden kabul edilmiştir. Çünkü çarlık ve emperyalizm ruhu tekrar Rus ce­
setlerine girmiştir. Amma gelgelelim, Rusya'da komünistlik vardır diye,
Rusların peşinden koşan şaşkınların sayısı da oldukça kabarık.

1 937'de Kremlin' de
Rusça Kremi l , kale (şahika) manasına gelir. Aynı zamanda, Mosko­
va'daki Rus Çarlarının sarayının adıdır. Biz ve birçok milletler buna
Kremlin deriz.

1 93 7 yılında, Ankara'daki Rus Büyükelçisi Karahan'ın geriye çağrıla­


rak yerine gönderilen Stoklitski zamanında, evvelce boğazlar meselesinden
ve Montrö Antlaşması'ndan dolayı iki memleket arasında hasıl olan so­
ğukluğu gidermek için Rusya'ya bir heyet gönderilmişti. Heyette, o zama­
nın Dahiliye Vekili ve Halk Partisi Genel Sekreteri olan Şükrü Kaya ve
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI 27 9

o zamanın Harciye Vekili olan Tevfik Rüştü Aras'tan maada ben de bu­
lundum. O zaman milletvekili idim. Heyetimizin Stalin tarafından kabul
edileceğini Rus Büyükelçisi Stoklitski söylemişti. Buna rağmen :\1osko­
va'da bizim heyete Rusların m lı tad olan sıcak kabul nezaketi gösterilmedi,
Stalin heyetimizle görüşmedi. Ayrıca da, diplomasi nezaketi ve kaideleri
dışında ve diplomasi edep ve terbiyelerine sığmayacak surette bazı tarizler­
de bulunuldu. Hükümetimizin o zaman ifşa etmediği ve bilhassa benim
şahsıma karşı yapılan b u tarizleri ve kabalıkları burada i fşa etmek uygun
değildir. Vakıa, b u tarizler ve kaba konuşmalar, devlet memuru olmayan
bana karşı tevcih edilmişti. Fakat ben de bu heyet içinde bir üye olarak
bulunuyordum.

B u n u n tafsilatını vermeye izinli değilsem de o zaman, Hükümetimizin


Ruslara iyi münasebetlere geçmek hususundaki teşebbüsünün reddedildi­
ğini açıklamaya bir vesiledir. Daha sonra, İkinci Büyük Harp arifesinde,
aynı samimi zihniyetle Moskova'ya giden o zamanki Hariciye Vekili Saraç­
oğlu'nun teşebbüsü de akim kaldı. İkinci Umumi Harb ' i n sonunda da
aramızdaki eski dostluk ve Adem-i Tecavüz Paktının uzatılmayacağını ilan
ederek bize karşı soğuk harp dediğimiz düşmanlık politikasına başladılar
ve bunu yıllarca devam ettirdiler.

Dil ve yazı meselesi


Radloff adında bir Alman , Rus Almanı, uzun yıllar Orta Asya . da
Türklerle meskun memleketlerde yaşamış. Tamam kırk yıla yakın bir
müddet okullarda öğretmenlik etmek suretiyle, birçok Orta Asya bölgele­
rinin Türk dili ile konuşan Rus uyruklarının arasında dolaşmış ve bunla­
rın lehçelerini incelemiş. Ti.irk Lehçeler Lugatı adı altında beheri sekiz yüz
sayfalık dört ciltten mürekkep bir lügat yazmış. Bizim Dil Kurumu bu
lügatı Türkçe'ye çevirmiş ise de bastırmamıştır. Sebebi bence meçhuldür.

Ben de bir zamanlar Dil Kurumu 'nda, bu lügatın tercümesine me­


mur yirmiyi aşan arkadaştan mürekkep kolun başkanlığını yapmıştım. Ge­
rek bu lügatı gördükten ve gerekse Rusya'daki Buharalı, Tatar, Kırgız,
Türkmen vesaire gibi muhtelif Türk milliyetleri ile temasa geldikten sonra
şunu anladım ki, Moğollar hariç olmak üzere, Rusya' da yaşayan yirmi
otuz çeşit Türk halkları, çok kısa zamanda birbirleri ile dil bakımından
anlaşabiliyorlar. Adeta bir hafta içinde; yani, muhtelif Türk lehçeleri ara­
sındaki fark İtalyan dili ile İspanyol dili veyahut İspanyol dili ile Portekiz
dili gibi birbirlerinden gramer kaideleri ve fiil tasrifleri gibi geniş farklar
değildir. Rusya' da yaşayan Türklerin kültür seviyeleri arttıkça İstanbul
RAHMİ APAK

Türkçesi , lehçesi yazı dili ve ağızdan temas yoluyla onların lehçelerine ha­
kim olmaya başlamış idi. Bizde, Latin harflerinin henüz kabul edilmediği
1 923 yılında, Moskova'da görüştüğüm aydın bir Kazan Tatarı, Latin harf­
lerinin kabulü, muhtelif Türk halklarının dilleri arasındaki diyalekt farkla­
rını daha ziyade arttırır, dil birliğini imkansız bir hale koyar tarzında bir
mütala:cıda bulunmuştu. Onun fikrince Arap harfleriyle yazılan Türkçe ke­
limeler muayyen kalıplar halinde tespit edilmiş olduğundan bu kalıpların
yavaş yavaş lehçe birliğine büyük yardımı olacakmış. Bu mütalaanın doğ­
ruluğu ınkar edilemez. Nitekim, bu inceliği kavramış olan Ruslar, Rus­
ya'daki muhtelif Türk topluluklarına beheri için tamamıyla ayrı ve kendi
lehçelerini tebarüz ettirecek alfabeler kabul ettirmek suretiyle lehçe birliği­
ni tamamıyla önlemişlerdir. Azerilerin alfabesi ayrıdır. Türkmenlerin alfa­
besi ayndır. Tatarların alfabesi ayrıdır. B i rkaç zaman sonra bu çeşitli
Türk halkları, birbirlerinin dillerini anlamaz olacaklardır.

Bu sözleri m , Cumhuriyet Türkiyemiz için Latin alfabesinin kabul


edilmesi aleyhinde bulunduğum manasına alınmasın. Latin alfabesinin ka­
bulü bizim için bir zaruretti . Memlekette, kısa zamanda ümmiliği azalt­
mak için, dilimizi Arap ve Fars tesirlerinden kurtarmak için, kafamızı Av­
rupalılaştırmak için bunu yapmaya mecburduk.

Rusya Türkleri nasıl Ruslaştırılıyor ve nasıl komünistleştiriliyor?


ı 924 senesinde, Moskova Gertson Sokağındaki elçilik binamızın ya­
kınlarında oturan bir Alman ticaret heyeti vardı. Ben b u nlarla dost ol­
muştum. İki erkek ve bir kadın. Bir gün, beraberce bir piknik yapmaklığı­
mızı arzu ettiler. Moskova'nın yirmi kilometre kadar uzağında yeşil bir kır
yere gittik, evlerinin damları saman sapları ile örtülmüş bir Rus köyünün
yeşil çayırının üzerine oturduk. Birlikte getirdiğimiz azıklarımızı, yere ser­
diğimiz Örtün ü n üstüne açmaya başladık. Bu esnada, kalabalık insan
kütlelerinin şarkı ve türküleri kulağımıza geldi. Bulunduğumuz yer alçak
olduğu için birşey görmüyor, yalnızca söylenen şarkıları ve marşları işiti­
yorduk. Yanımıza gelen köylülere sorduk: "Bunlar Türklerdir. Şurada ya­
kında okullarına dönmek üzere gezintiden geliyorlar" cevabını alınca, bu
işe benim kadar ilgi gösteren Almanlarla birlikte fırladık, o tarafa doğru
koştuk. Yirmi adım sonra, geniş avlusu duvarlarla çevrilmiş ahşap fakat
büyük bir binanın iki kanatlı geniş kapısından, dörderli yürüyüş kolunda
yüzlerce gencin içeriye girmekte olduğunu gördük. Biz de bu kapıya yak­
laştık. Beyaz kısa pantalonlu ve beyaz fanilalı esmerce vücutl u , onaltı ile
onsekiz yaş aralarında olan bu gençler okulun avlusuna girdikten sonra
YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI

dağıldılar. İçlerinden bazıları, elbiselerimizin muntazam olmasından ve kı­


ravatlı bulunmaklığımızdan bizim Rus olmadığımızı anlayarak, merak sai­
kasiyle kapının ağzına bize doğru yaklaştılar. Başlarında öğretmenlerinin
bulunmamasından istifade ederek kendilerine Türkçe hitabettim. Lehçeleri
ne kadar da İstanbul lehçesine yakın. Dilleri bir Konyalı'nın, bir Kastamo­
nulu'nun bir Rumeli köylüsünün dilinden daha kolay anlaşılıyor. Hazar
Denizi'nin doğu kıyısında, Kırasnavots Eyaleti halkından imişler. Bunlar,
Halis Türkmenler. Bana nereli olduğumu sordular. İstanbullu ve Türk ol­
duğumu öğrenince yüzlerinde hasıl olan sempati gülümsemeleri yanımda­
ki Almanların dahi dikkatini çekti. Münasebetsiz bir durum yaratmamak
için konuşmayı keserek hemen ayrıldık. Kapıdan dışarı çıkamadıkları için,
okulun avlusundaki alçak duvar boyunca yürüyerek beni mütemadiyen se­
lamladılar.

Yanımdaki Almanlar, bu çocuklarla serbestçe anlaşmaklığıma hayret


ettiler. Her birisi yüksek tahsil görmüş olan bu Almanların, bir İstanbullu
Türk'ün dili gibi konuşan otuz milyon Türk'ün Rusya'da yaşamakta oldu­
ğunu bilmemelerine ben de hayret ettim.

Sonra öğrendim. Bu okulun öğrenci sayısı sekiz yüz imiş. Moskova


etrafında, bunun gibi, beherinin öğrenci sayısı aynı olan iki Türk okulu
daha varmış. Daha 1 923 yılında, Rumlar, iki bine yakın Türkmen gencini
Moskova civarında toplayarak, komünizm fabrikası içinde Ruslaştırmak
veya soysuzlaştırmak ameliyesine başlamış bulunuyorlardı.

Aradan otuz yıl geçti. Bu zavallı ırkdaşlarımızın ne kadarı hayattadır,


ne kadarı soysuzlaştırılmıştır? Bunu, bugün Türkiye' de kaç kişi biliyor.

Çözülmesi çok güç bir muamma


İkinci Umumi Harp sonunda, Ruslar Romanya'ya girmişler, Bulgaris­
tan'ı alarak bizim batı hududumuza yanaşmışlar, Arnavutluk vasıtasıyla
Adriyatik Denizi'ne çıkmışlar ve kendi Beşinci kolları olan Yunan
komünistlerinin yardımıyla Makedonya'yı ve Selanik Limanı'nı tehdide
başlamışlardı. Türkiye'de dahi kesif bir propaganda başlamıştı. Bir za­
manlar, memlekette büyük işlerin başında bulunmuş bazı şahıslarla o za­
man yüksek mevkilerde bulunmakta olan bazı kimseler, gerek hırs ve
menfaat sevkiyle ve gerekse ahmaklıklarından: " Ruslarla anlaşmaktan baş­
ka çare yoktur. Ruslar, kendi hudutlarına bitişik olan memleketlerde ken­
di arzularına uygun kimselerin hükümet başına geçmelerini istemekte
haklıdırlar" iddiasını gizli veya açık söyleyerek Ruslarla işbirliği yoluna
RAHl\fİ APAK

sapmışlardır. Zekeriya Sertel'in çıkardığı Tan Gazetesi'nde, onu karısı Sa­


biha Sertel : " Eğer bu milleti Rus tankları altında çiğnetmek istemiyorsak
Rusların isteklerini yapmalıyız'' tarzında açıkça neşriyat yaparak halkın ve
ordunun moralini zedelemeye çalışıyordu. Ordumuz, harbe girmediğinden
taze ve yıpranmamış durumda olmakla beraber tank defi silahı, hava kuv­
vetleri gibi esaslı silahlar bakımından çok zayıf bir durumda idi. Deniz
Kuvvetlerimiz Rus Karadeniz filosu ile boy ölçüşebilecek halde değildi.
Amerikan geneloyu Ruslara ve Kızılordu'ya karşı o kadar kuvvetli bir
sempati besliyordu ki, orada Stalin' in adı Stalin Amca idi. Türkiye ise,
bağlı bulunduğu deklarasyonlara ve antlaşmalara sadık kalmadığından,
Batılı memleketlerle Amerika nezdinde tenkit ediliyord u . Romanya, Çe­
koslovakya ve Bulgaristan oldu bittilerini yapmış ve hiçbir itiraza uğrama­
mış olan Ruslar Rumeli'den ve Kafkaslar'dan Türkiye hudutlarını geçip
İstan bul'a ve İskenderun 'a doğru ilerlemiş olsalardı, Amerikalılar ve İngi­
lizler bu hareketi menmi edeceklerdi. Benim şahsi düşünceme göre, o za­
manki duruma göre, bu oldu bittiyi kabul edip gideceklerdi. Türkiye'nin
kara gözleri için Rus Orduları ile çatışmayacaklardı.

O halde, bu Stalin Amca, bu kadar müsait bir zaman ve fırsatta bu­


lunmasına rağmen , tarihi Rus istila emellerini sağlamak için neden bir
efor daha sarfetmedi, neden çekindi, neden hiç olmazsa Kars ve Arda­
han'ı işgal etmedi? Ben her zaman düşündüğüm bu muammayı bir türlü
çozemem ve bu suallerimin cevabını veremem. Pek tabii olarak, bu son
Rus eforuna karşı ölesiye bir mukavemet gösterecektik. H ü kümet olarak,
millet olarak herkes buna karar vermişti. Fakat, Stalin, kendi hesabına bu
ölesiye Türk mukavemetini kıracağına inanmış olmalı idi. Çünkü Türk
Ordusunun müdafaa silahları hakkında tam bir bilgiye sahip olması la­
zımdı .

Şimdi artık bu kara günler ve kötü ihtimaller ortadan kalkmıştır. Biz,


Birleşmiş Milletler'in bir üyesi olarak, NATO'nun bir üyesi olarak, Üçlü
Balkan Paktı'nırı bir üyesi olarak tarihimizde vaki olmamış bir politik
avantaj a malikiz. Ordumuz da tarihte görüşülmemiş derecede modern si­
lahlarla bolca teçhiz edilmiştir. Halkımızın morali çok yüksektir. H alkımı­
zın anlayış ve kültür derecesi çok artmıştır ve bu da bir savaş için önemli
bir faktördür. Emperyalist Bolşevik Rusya, artık Allah'ırı inayetiyle ancak
avucunu yalayabilir.

Aklımız ermediğinden midir nedir, ben bu muammayı bir türlü çöze­


medim. Bilmem çözenler var mı? . .
IS B N 97.5 1 6.. ..f\I> � ­

Fiyat,

You might also like