You are on page 1of 73

ÖTEKİ YAYINEVİ

Öteki
FELSEFE

Dizi Editörü
Güçlü Ateşoğlu
Yayıma Hazırlayan
Güçlü Ateşoğlu
Son Okuma
Selin Aktuyun
Çeviren
Sercan Çalcı
Kapak
Bora Başkan
Sayfa Düzenleme
Özgür Yurttaş

1. Baskı
Ağustos 2018
© Öteki Yayınevi
Sertifika No: 34460

Baskı ve Cilt
Step Ajans Reklamcılık Matbaacılık San. ve Org. Ltd. Şti.
Göztepe Mah. Bosna Cad. No: 11
Mahmutbey - Bağcılar / İstanbul
Tel: (0212) 446 88 46
Matbaa Sertifika No: 12266

Yönetim Yeri
Eğitim Mah. Saygı Sok. Selimoğlu Sitesi
17 A Kadıköy / İstanbul
Tel: 0216 405 25 22
www.otekiyayinevi.com
ISBN: 978-975-584-332-2
Alfred North Whitehead

DOGA VE YAŞAM
1933 CHICAGO DERSLERİ

Çeviren
Sercan Çalcı

ÖTEKİ YAYINEVİ
ALFRED NORTH WHITEHEAD

İngiliz matematikçi, mantıkçı ve filozof. Alfred North Whitehead 15 Şubat 1861'de


İngiltere’de doğdu. Anglikan bir papaz olan Alfred Whitehead ile Maria Sarah Bucks-
master’ın dört çocuğundan ilkiydi. 10 yaşından itibaren Latince ve Grekçe öğrenmeye
başladı. 14 yaşında Sherbourne School’a yazıldı. Wordsworth ve Shelly'ye yönelik ede­
bi ilgileri bu dönemde başladı. 1880’de özel bir bursla Trinity College’a kabul edildi.
Cambridge’de Edward John Routh’la teorik ve uygulamalı matematik çalıştı. 1884 yılın­
da Trinity College’da uygulamalı matematik dersleri vermeye başladı. İlk dönem eserleri
(1884-1910) matematik ve mantık bilimleri üzerine olan Whitehead’in bu alanlardaki
en bilinen çalışması, Bertrand Russell’la birlikte yazdığı üç ciltlik Principia Mathematica
(1910-1913) adlı eserdir. 1910 yılında Trinity College’dan istifa ederek Londra’ya taşın­
dı. Bir yıl sonra University College London’da uygulamalı matematik ve mekanik ders­
leri verdi. 1914'te ise Imperial College’a atandı. Whitehead’in ikinci dönem eserlerinin
(1910-1924) konusunu bilim felsefesi ve epistemoloji oluşturuyordu. 1918 yılında oğlu
Eric Whitehead’i I. Dünya Savaşı’nda kaybetti. 1924 yılında Henry Osborn Taylor’ın
davetiyle ABD’ye taşındı ve Harvard Üniversitesi'nde felsefe profesörü oldu. 1924 ve
sonrasını kapsayan son dönem eserleri ise metafizikle ilgilidir ve bu son dönemde kendi
metafizik sistemini kurmuştur. Özellikle The Concept of Nature (Doğa KavTamıj (1920),
Science and the Modern World [Bilim ve Modem Dünya] (1925) ve Process and Reality (Süreç ve
Gerçeklik] (1929) adlı eserleri onun olgunlaşmış metafizik görüşünün genel bir resmini
sunmaktadır. Batı felsefesinde farklı bir yer kazanmasını sağlayan “süreç" görüşünü de
bu dönemde ortaya atmıştır ve süreç felsefesinin en tanınan figürü hâline gelmiştir.
Whitehead’in süreç felsefesinin etkileri çağdaş felsefede Isabelle Stengers, Gilles Deleuze
ve Donna Haraway gibi figürler üzerinden sürmektedir.

4
KRONOLOJİ

186L 15 Şubatta İngiltere, Ramsgate’te doğdu.


1880- Trinity College’a girdi.
1884- 1820’lerde Tennyson tarafından kurulan bir tar­
tışma kulübü olan Apostles’a seçildi. Matematik bölü­
münden mezun oldu.
1890- Russell’la tanıştı, Evelyn Wade’le evlendi.
1898- A Treatise on Universal Algebra (Evrensel Cebir Üzeri­
ne Bir İnceleme) yayımlandı.
1902- American Journal of Mathematics’te “On Cardinal
Numbers,” (Sayal Sayılar Üzerine) başlıklı yazısı yazım­
landı.
1903- Evrensel Cebir üzerine çalışmasına ithafen Krali­
yet Bilim Akademisine seçildi.
1906- Cambridge University Press tarafından The Axi­
oms of Projective Geometry (İzdüşümsel Geometrinin Aksi­
yomları) başlıklı eseri ve “On Mathematical Concepts of
the Material World,” (Maddi Dünyanın Matematiksel
Kavramları) başlıklı yazısı yayımlandı

5
Alfred North Whitehead

1907- Cambridge University Press tarafından The Axi­


oms of Descriptive Geometry (Betimsel Geometrinin Aksiyom­
ları) başlıklı eseri yayımlandı.
1910- Londra’ya döndü. Russell ile birlikte yazdığı Princi-
pia Mathematica’nın ilk cildi yayımlandı.
1911- University College London’da ders vermeye baş­
ladı. An Introduction to Mathematics (Matematiğe Giriş)
yayımlandı.
1912- Russell ile birlikte yazdığı Principia Mathemati-
ca’nın ikinci cildi yayımlandı.
1913- Russell ile birlikte yazdığı Principia Mathemati-
canın üçüncü cildi yayımlandı.
1914- Imperial College of Science and Technology’ye
Uygulamalı Matematik Profesörü olarak atandı.
1917- The Organisation of Thought (Düşüncenin Örgütlen­
mesi) yayımlandı.
1918- Oğlu Eric Whitehead’i I. Dünya Savaşı’nda kay­
betti.
1919-An Enquiry concerning the Principles of Natural Knowledge
(Doğa Bilgisinin İlkelerine ilişkin Bir Araştırma) yayımlandı.
1920- The Concept of Nature (Doğa Kavramı) yayımlandı.
1922- The Principle of Relativity with Applications to Physi­
cal Science (Fizik Bilimindeki Uygulamalarıyla Görelilik İlke­
si) yayımlandı. Aristoteles Cemiyetinin başkanı seçildi.
1924- Harvard Üniversitesi’ne felsefe profesörü olarak
atandı.

6
Doğa ve Yaşam

1925- Science and the Modern World (Bilim ve Modern Dün­


ya) yayımlandı.
1926- Religion in the Making (Dinin Oluşumu) yayımlandı.
1927- Symbolism, Its Meaning and Effect (Sembolizm: Anla­
mı ve Etkisi) yayımlandı.
1929- The Aims of Education and Other Essays (Eğitimin
Amaçlan ve Diğer Denemeler), The Function of Reason (Ak­
lın İşlevi), Process and Reality (Süreç ve Gerçeklik) yayım­
landı.
1931- British Academy’e seçildi.
1933- Adventures of Ideas (Fikirlerin Serüvenleri) yayımlandı.
1934- Nature and Life (Doğa ve Yaşam) yayımlandı.
1937- Harvard Üniversitesi’nden emekli oldu.
1938- Modes of Thought (Düşünce Biçimleri) yayımlandı.
1945- Liyakat Nişanı aldı.
1947- 30 Aralık’ta Cambridge’de öldü. Essays in Science
and Philosophy (Bilim ve Felsefe Denemeleri) yayımlandı.

7
I

Felsefe merakın ürünüdür. Etrafımızdaki dün­


yanın genel belirleniminin peşindeki çaba insan
düşüncesinin romansıdır. Doğru yargı son dere­
ce kolay ve aşikâr görünür ama yine de elimizden
daima kaçıp gider. Geleneksel öğretiyi miras alır,
geçmiş çağların kusurlarını, hurafelerini ve ihtiyat­
sız genellemelerini tespit ederiz. Ne demek istedi­
ğimizi gayet iyi bilir, ama ne gariptir ki bilgimizin
herhangi bir ayrıntısının formülasyonu hakkında
kararsızlık içinde kalırız. Bütün güçlüğün merke­
zinde işte bu “ayrıntı” sözcüğü yatmaktadır. Genel
anlamda Doğadan belli belirsiz biçimde söz edeme­
yiz. Doğadaki ayrıntıları saptamamız, aralarındaki
bağlantı türlerini ve özlerini belirlememiz gerekir.
Etrafımızdaki dünya karmaşıktır, ayrıntılardan
9
Alfred North Whitehead

oluşur. Doğa anlayışımızı ifade etmek için göster­


diğimiz çaba temelinde, en temel ayrıntı türlerini
saptamak zorundayız. Analiz ve soyutlama yapmak,
soyutlamalarımızın doğal statüsünü anlamak zo­
rundayız. İlk bakışta Doğada bulduğumuz çeşitli
tipte şeyleri ve bu şeylerin özelliklerini tasnif edebi­
leceğimiz belirgin sınıflar mevcuttur. Her çağ özel
bilimlerin araştırmaları için aslî başlangıç nokta­
ları gibi görünen sınıflandırma biçimleri bulmayı
başarır. Birbirini takip eden her çağ, kendini önce-
leyenlerin temel sınıflandırmalarının işe yaramaya­
cağını keşfeder. Böylece bu sınıflandırmaların sağ­
lam başlangıç noktaları olduğunu farz eden bütün
Doğa yasaları formülasyonlarından şüphe duyulur.
Bir problem baş gösterir. İşte felsefe bu problemi
çözme arayışıdır.

Mesela, Doğanın daimi şeylerden, yani mekânda


gezinen madde zerrelerinden -aksi takdirde mekân
boştur- oluştuğunu düşünebiliriz. Doğa hakkında-
ki bu düşünme biçimi sağduyu gözlemiyle bariz bir
uyum içindedir. Sandalyeler, masalar, kaya parçaları,
okyanuslar, hayvan bedenleri, bitki bedenleri, geze­
genler ve güneşler mevcuttur. Bir evin, bir çiftliğin,
bir hayvan bedeninin kalıcı kendine-özdeşliği sosyal
10
Doğa ve Yaşam

ilişkinin bir önkoşuludur. Hukuk teorisinde kabul


görür ve bütün edebiyatın da temelinde yatar. Böy-
lece bir madde zerresi pasif bir olgu olarak; bir anda
veya bir saniye, bir saat ya da bir yıl boyunca aynı
olan bireysel bir gerçeklik olarak düşünülür. Bu gibi
maddî ve bireysel bir gerçeklik şekil, devinim, renk
veya koku vb kendi çeşitli niteliklerini takviye eder.
Doğanın oluşumları, bu niteliklerdeki değişimle­
re ve daha özelde hareketin değişimlerine bağlıdır.
Bu madde zerreleri arasındaki bağlantı tamamen
mekânsal ilişkilerden oluşur. Dolayısıyla hareketin
önemi, maddi şeylerin karşılıklı bağlantısının yegâ­
ne kipini değiştirmesinden kaynaklanır. İşte böylece
insanlık bu mekânsal ilişkileri tartışmaya ve geomet­
riyi keşfetmeye geçer. Mekânın geometrik karakteri,
mekânın yegâne işgalcileri olan bütün madde zer­
relerine Doğanın belirli ilişkileri dayatmasının tek
yolu olarak düşünülür. Bizzat mekânın ebediyen
değişmez ve sınır tanımaksızın homojen olduğu
düşünülür. Böylece ortak-anlayışla uyumlu ve varo­
luşumuzun her bir ânında tasdik edilebilen apaçık
bir Doğa belirlenimi oluştururuz. Aynı hayvan bede­
niyle aynı sandalyede aynı evde saatlerce otururuz.
Odanın boyutları onun mekânsal ilişkileriyle tanım­
lanır. Kısmen baki kısmen değişken renkler, sesler,
11
Alfred North Whitehead

kokular mevcuttur. Ayrıca değişimin büyük olguları


hayvan bedenlerinin ve inorganik donanımın devi­
nimiyle tanımlanır. İşte bu genel Doğa kavramı içe­
risinde başka yaşam ve zihin kavramlarına bir şekil­
de kenetlenmiş bir şeyler olmalıdır.

Yaklaşık on altıncı yüzyıl başlarında, sözgelimi İS


1500 yılında, Avrupa nüfusunun en ilerici düşünür­
leri arasında oluşum sürecine giren, genel ortak-an-
layışa ait evren mefhumunun taslağını çıkartmaya
çalışıyorum. Bu, kısmen Yunan ve ortaçağ düşünce­
lerinden kalan bir miras, kısmen de etrafımızdaki
dünyada az çok tasdik edilmiş dolaysız gözlem yar­
gısı üzerine kuruluydu. Bu, diğer tüm soruların ce­
vaplarının bulunduğu terimleri sağlayan gerekli bir
takviyeydi. Söz konusu sorular arasında en aslî ve
apaçık olanlar devinim yasaları, yaşamın ve zihin-
selliğin anlamı, madde, yaşam ve zihinsellik arasın­
daki karşılıklı ilişkilerle ilgili olanlardır. On altıncı
vc on yedinci yüzyılların muhteşem insanlarının
yordamlarını incelediğimizde, bu yordamların söz
konusu genel ortak-anlayışa ait evren mefhumunu
varsaydığını ve bütün soruları bu mefhumun sağ­
ladığı terimler içerisinde cevaplamaya çalıştıklarını
keşfederiz.
12
Doğa ve Yaşam

Söz konusu mefhuma ilişkin herhangi bir şüp-


he olmamasına rağmen bu genel mefhumun etrafı­
mızdaki dünya hakkında büyük ve her şeyi kuşatan
hakikatleri ifade ettiğini ileri sürüyorum. Tek soru
bu hakikatlerin ne kadar aslî olabilecekleriyle ilgili­
dir. Bir başka deyişle, evrenin hangi büyük özellik­
lerinin bu terimler içerisinde ifade edilemeyeceğini
sormak zorundayız. Ayrıca bu ortak-anlayış mefhu­
munun önemini ve göz ardı ettiği başka özelliklerle
ilişkisini açıklayacak olan diğer mefhum kümeleri­
ni bulup bulamayacağımızı da sormamız gerekiyor.

On yedinci yüzyıldan günümüze dek bilimsel dü­


şüncenin seyrini tetkik ettiğimizde iki tuhaf olgu be­
lirir. İlkin doğabiliminin gelişimi, orijinal ortak-an-
layış mefhumunun her münferit özelliğini kademeli
olarak rafa kaldırmıştır. Ondan kalan hiçbir şeyin,
evrenin kendileri bakımından yorumlanacağı başlıca
özellikleri ifade ettiği düşünülmemiştir. Bütün yo­
rumlama için zemin olma işlevi söz konusu olduğu
sürece, apaçık ortak-anlayış mefhumu bütünüyle yı­
kılmıştır. Her öğesi tek tek tahtından indirilmiştir.

Daha sonraki düşüncenin aynı ölçüde önem­


li bir ikinci özelliği daha vardır. Bu ortak-anlayış
mefhumu hâlâ insanlığın gündelik hayatında en
13
Alfred North Whitehead

yüksek rütbede hüküm sürüyor. Pazar yerine, oyun


alanlarına, mahkemelere ve hatta insanlığın bütün
sosyolojik ilişkilerine hükmediyor. Edebiyatta en
yüksek rütbede bulunuyor ve bütün beşeri bilim­
lerde kabul görüyor. Bu yüzdendir ki doğabilimi,
hümanizmanın önkabullerine karşı çıkıyor. Bir uz-
laşıya yeltenildiğinde genellikle bir tür mistisizme
bürünüyor. Ama genel olarak ortada uzlaşı yok.

Aslında dikkatimizi doğabilimiyle sınırladığımız­


da bile, şimdiye kadar hiçbir özel bilim muhtelif
doğa bilimlerinin tümüne ait önkabullerin uzlaşısı
üzerinde temellendirilmemiştir. Her bilim kendini
bir kanıt fragmanına hapseder ve kendi teorilerini
o fragmanın ortaya attığı mefhumlar üzerinden
oluşturur. Bu tür bir yordam İnsanî becerinin sı­
nırlılıkları sebebiyle gereklidir. Ancak onun tehlike­
leri daima akılda tutulmalıdır. Mesela son yüzyılda
üniversitelerin giderek bölümlere ayrılması, idari
amaçlarla ne kadar gerekli olursa olsun, öğretmen­
lik mesleğinin entelektüelliğini önemsizleştirmeye
meyillidir. İki düşünce biçiminin bu etkin kalıntısı­
nın sonucuysa gelişigüzel bir yordam olmuştur.

Bu iki bakış açısından gelen önkabuller gelişi­


güzel biçimde iç içe geçirilir. Her özel bilim diğer
14
Doğa ve Yaşam

bilimlerden gelen sonuçları varsaymak zorundadır.


Mesela biyoloji, fiziği gerektirir. Mesele genellikle
bu borçların otuz veya kırk yıl önceki bilimsel duru­
ma ait olmasından ibarettir. Benim çocukluk döne­
mimdeki fiziğin önkabulleri, günümüz fizyologları­
nın zihinselliğinde güçlü etkilere sahiptir. Aslında
fizyologları gündeme getirmemiz bile gerekmez.
Dünün fiziğinin önkabulleri, kendi sarih öğretileri
detaylı olarak ele alındığında onları inkâr etmesine
rağmen, fizikçilerin zihinlerinde var olmaya devam
etmektedir.

Modern düşüncede eski ve yeninin bu düzensiz


kenetlenmesini anlamak amacıyla, bazı açılardan
doğru olduğu için bugün bile gündelik yaşamın
ortak öğretisi olan şu eski ortak-anlayış öğretisinin
ana prensiplerini yineleyeceğim. Bu öğretiye göre
kendi-özdeşlikleri bakımından mekânda kalıcı olan
madde zerreleri vardır; aksi takdirde mekân boştur.
Her madde zerresi belirli ve sınırlı bir bölgeyi işgal
eder. Bu türden her madde zerresinin -şekli, hare­
keti, kütlesi, rengi, kokusu gibi- kendi özel nitelik­
leri vardır. Bu niteliklerin bazıları değişir, bazıları
ise süreğendir. Madde zerreleri arasındaki aslî iliş­
kiler tamamen mekânsaldır. Mekânın kendisi ezeli
15
Alfred North Whitehead

olarak değişmezdir ve madde zerrelerinin ilişkisine


yönelik bu kapasiteyi daima kendinde içerir. Ge­
ometri bu mekânsal kapasiteyi maddeye ilişki da­
yatmak için araştıran bilimdir. Maddenin hareketi
mekânsal ilişkideki değişimi içerir. Bundan başka
da hiçbir şeyi içermez. Madde mekânsallıktan ve
niteliklerin pasif takviyesinden başka bir şey içer­
mez. Nitelenebilir ve de nitelenmelidir. Fakat bu
niteleme çıplak bir olgudur, kendi kendisinden
ibarettir. Kendine-yeter olan anlamsız olgular bloğu
biçimindeki görkemli Doğa öğretisi işte budur. Bu,
fizik biliminin özerkliğinin öğretisidir. Benim bu
derslerde reddettiğim öğretinin ta kendisidir.

Modern düşüncenin durumu şudur: Bu genel


öğretideki her münferit öğe reddedilir fakat öğre­
tiden çıkan genel sonuçlar bir bütün olarak ısrarla
muhafaza edilir. Sonuç, bilimsel düşüncede, felsefî
kozmolojide ve epistemolojide topyekûn bir kar­
maşadır. Bu bakış açısını örtük olarak varsaymayan
herhangi bir öğreti ise anlaşılmaz sayılarak hücuma
uğrar.

Terk edilecek ilk öğe, duyu-algısında ayırt etti­


ğimiz nitelikler kümesiydi, yani renk, ses, koku ve
bunlara benzer niteliklerdi. Işık ve sese ilişkin ile­
16
Doğa ve Yaşam

tim teorileri ikincil nitelikler öğretisini ortaya çı­


kardı. Renk ve ses artık Doğada değillerdi. Bunlar
algılayanın, iç bedensel hareketlere karşı zihinsel
tepkileridir. Doğa, böylece kütle, mekânsal ilişkiler
ve bu gibi ilişkilerin değişimiyle nitelenen madde
zerrelerine terk edilir.

ikincil niteliklerin bu kaybı Doğaya yönelik cid­


di bir kısıtlamaydı, çünkü onun algılayan açısından
değeri, uyarımın basit bir aracısı olarak işlevine in­
dirgendi. Ayrıca, elde edilen zihinsel uyarım en te­
melde Doğadaki faktörlerle alakalı değildi. Renkler
ve sesler zihinsel tepkimenin sağladığı ikincil fak­
törlerdi. Fakat tuhaf olan, yine bu ikincil faktörle­
rin Doğanın görkemli dayanağı olan mekânsallıkla
ilişkili olarak algılanmış olmalarıydı. Algılarımızın
bu tuhaf melez karakterini mevcut ikincil nitelikler
öğretisine göre apaçık biçimde ifade eden ilk filozof
bence Hume’du. Şüphesiz Locke, rengi Doğadaki
şeylerin ikincil niteliği olarak gördüğünde bu melez
karakteri örtük olarak kabul etmişti. Olgulara sadık
her kozmolojik öğretinin, duyu-algısının bu suni
karakterini kabul etmesi gerektiğine inanıyorum;
diğer bir deyişle, kırmızı gülü algıladığımızda, bir
kaynaktan türeyen kırmızı hazzımızı bir başka kay-
17
Alfred North Whitehead

naktan türeyen mekânsal bir bölge hazzımızla birleş­


tiriyoruz. Benim çıkardığım sonuç şudur: Pratikteki
tüm önemine rağmen, duyu-algısı şeylerin doğasının
açımlanmasında son derece yüzeyseldir. Bu sonuç,
duyu-algısına ısrarla sadık kalan aldatıcılık -yani ya­
nılsama- karakterince de desteklenir. Mesela yıllar
önce sırra kadem basmış yıldızlara ilişkin algımız,
aynadaki veya ışık kırılmasıyla oluşan görüntülere
ilişkin algımız, çift görmemiz, uyuşturucu madde
etkisi altındaki görme yetimiz buna örnektir. Be­
nim modern epistemolojiyle kavgam, Doğaya ilişkin
verilerin koşulu olarak duyu-algısı üzerine yaptığı
istisnai vurguyla alakalıdır. Duyu-algısı bizim onu
yorumlamamız temelinde veri sağlamaz.

Saf duyu-algısının kendi yorumu için veri sağla­


madığı sonucu, Hume felsefesinde cisimleşen mu­
azzam bir keşiftir. Hume’un incelemesinin sonraki
felsefî düşüncelerin tamamı için reddedilemez bir
temel olmayı sürdürecek olmasının sebebi işte bu
keşiftir.

Ortak-anlayış öğretisindeki bir başka öğe, boş


mekân ve hareketle alakalıdır. İlk olarak, ışığın ve
sesin iletimi göstermektedir ki, görünürde boş olan
mekân doğrudan algılayamadığımız faaliyetlerin ti­
18
Doğa ve Yaşam

yatrosudur. Bu sonuç, güç algılanan madde türle­


rinin, yani dolaysız olarak algılayamadığımız eterin
varsayılmasıyla açıklandı, ikinci olarak, hem bu so­
nuç hem de toplam sıradan maddenin apaçık dav­
ranışı, maddenin hareketlerinin maddî cisimlerin
birbirleriyle mekânsal ilişkilerince koşullandığını
gösterir. Bilimin iki yüzyıldan daha uzun bir süre
temel aldığı muazzam sentezin Newton tarafından
sunulduğu nokta işte burasıydı. Newton’un hare­
ket yasaları, cisimsel hareketlerin karşılıklı bağıntısı
için daha özel yasaların içine yerleştirileceği temel
çerçeveyi sağladı. Newton, büyük keşfi olan karşı­
lıklı mesafelere bağlı yerçekimi yasasında bu türden
özel bir yasanın örneğini de sunmuştu.

Newton’un fiziğe yönelik metodolojisi olağanüs­


tü bir başarıydı. Fakat onun takdim ettiği kuvvetler
Doğayı yine anlam veya değerden yoksun bıraktı.
Bir maddî cismin özünde -kütlesi, hareketi ve
şeklinde- yerçekimi yasası için herhangi bir sebep
yoktu. Belirli kuvvetler bir kozmik çağın ilinekleri
olarak düşünülebilir olsalar bile, Newtoncu kütle
ve hareket kavramlarında maddî cisimlerin ken­
di aralarındaki bir çekimle bağlantılı olmalarını
gerektiren hiçbir sebep yoktu. Cisimler arasında­
19
Alfred North Whitehead

ki özsel bağlantılar şeklindeki çekim mefhumu


Newtoncu Doğa kavramındaki temel bir faktördü.
Newton’un empirik araştırmaya bıraktığı şey, şu
an mevcut olan belirli çekimlerin belirlenmesiydi.
Bu belirlenim dâhilinde Newton, yerçekimi yasa­
sının gösterdiği çekimleri izole ederek fevkalade
bir başlangıç yaptı. Fakat şeylerin doğasında bu
tür çekimlerin neden bulunması gerektiğine dair
hiçbir ipucu bırakmadı. Böylece cisimlerin rast-
gele hareketleri, maddî cisimler arasında onların
mekânsallıkları, kütleleri ve ilk hareket durumla­
rına bağlı olan rastgele çekimlerle açıklandı. Ha­
reketin ayrıntılı dönüşümlerinin karmaşası yerine
çekimleri -bilhassa da yerçekimi yasasını- takdim
ederek Doğanın sistematik boyutunu bir hayli ge­
liştirdi. Ancak sistemin bütün faktörlerini -daha
özelde kütle ve çekimi- ortak-mevcudiyetleri (com-
presence) için herhangi bir sebepten yoksun bağlan­
tısız olgular durumunda bıraktı. Böylece büyük bir
felsefî hakikati, ölü bir Doğanın hiçbir sebep suna­
mayacağını örneklemiş oldu. Bütün nihai sebepler,
amaç açısından değere haizdir. Ölü bir Doğa ise
hiçbir şeyi amaçlamaz. Değeri işleyerek kendi yara­
rına var olmaksa yaşamın özüdür.
20
Doğa ve Yaşam

Bu yüzden Newtoncular için Doğa hiçbir sebep


sunmaz, sunamaz. Newton ve Hume’u birleştire­
rek verimsiz bir kavram ediniriz; diğer bir deyişle,
kendi yorumu için herhangi bir veriden yoksun
bir algı sahası ve kendi faktörlerinin mutabakatı
için herhangi bir sebepten mahrum bir yorumla­
ma sistemi elde ederiz. Kant’tan itibaren modern
felsefenin çeşitli yollarla anlaşılır kılmaya çalıştığı
durum işte budur. Benim düşünceme göre bu du­
rum, saçmaya indirgemedir (reductio ad absürdüm) ve
felsefî spekülasyonun zemini olarak kabul edilme­
melidir. Newton ve Hume’u bu şekilde birleştiren
ilk filozof Kant’tı. Her ikisini de benimsedi ve üç
eleştirisi bu Hume-Newton vakasını anlaşılır kıl­
ma çabasıydı. Fakat Hume-Newton vakası bütün
modern felsefî düşünce için başlıca önkabuldür.
Felsefî tartışmada onun ötesine geçmeye dönük
her çaba, adeta öfkeyle karşılanıp anlaşılmaz sayı­
lır ve reddedilir.

Bu derslerdeki amacım, hem Newton’un hem


de Hume’un katkısının, her biri kendi bakımın­
dan, vahim biçimde kusurlu olduğunu kısaca gös­
termektir. Ne kadar ileri giderlerse o kadar haklıdır­
lar. Fakat deneyimlenmiş hâliyle evrenin ve bizim
21
Alfred North Whitehead

deneyim biçimlerimizin, ki bunlar birlikte en tesirli


anlayış biçimlerimizi doğururlar, bu yönlerini es
geçerler. Hume-Newton tarzı düşünme biçimleri,
Washington D.C.’deki güncel durumlarda yalnızca
duyuların (sensa) karmaşık bir intikalini ve mole­
küllerin çapraşık devinimini fark edebilir; hâlbuki
tüm dünyanın en derin sezgisi, Birleşik Devletler
Başkanı’nın insanlık tarihinde yeni bir fasıl açtığını
fark eder. Hume-Newton yorumu, sezgisel anlayış
biçimlerimizi işte bu şekilde es geçer.

Şimdi de modern bilimin, on altıncı yüzyıl bili­


minin kendisiyle yola koyulduğu temel ortak-anla-
yış mefhumundan kalan başlıkları itibarsızlaştırma-
daki etkisine geçiyorum. Ancak günümüz fiziğinin
yeniden yapılandırılmasında Newtoncu kavramla­
rın fragmanları inatla korunmaktadır. Sonuç ise
modern fiziği, anlaşılmaz bir evren üzerine bir tür
mistik teraneye indirgemektir. Bu terane, antik Me­
zopotamya’da ve daha sonra da Avrupa’da serpilen
kadim büyü törenlerinin ince meziyetlerine sahip­
tir. Bugüne kalabilmiş en eski yazı fragmanlarından
biri, Babilli bir astrologun, kendi yıldız gözlemlerin­
den hareketle, sığırları tarlaya koşmak için en uy­
gun günleri kralına bildirdiği bir rapordur. Hâkim
22
Doğa ve Yaşam

bilimsel felsefeye göre gözlem, teori ve pratiğin bu


mistik ilişkisi tam olarak bilimin modern yaşamda­
ki mevcut konumudur.

Karşılıklı mekânsal bağlantıların basit bir taşıyı­


cısı olan boş mekân mefhumu güncel bilimde saf
dışı bırakılmıştır. Artık bütün mekânsal evren bir
kuvvet alanıdır veya başka bir deyişle sürekli bir fa­
aliyet sahasıdır.

Fiziğin matematiksel formülleri bu faaliyet dâhi­


linde gerçekleşen matematiksel ilişkileri ifade eder.

Fiziksel özellikler için kendine-özdeş takviyeler


olan madde zerrelerinin saf dışı bırakılması ise
umulmadık bir sonuç olmuştur. İlk olarak on doku­
zuncu yüzyıl boyunca madde mefhumu genişletildi.
Boş mekânın eterle dolu olduğu düşünülüyordu.
Bu eter, orijinal ortak-anlayış mefhumunun sıra­
dan maddesinden başka bir şey değildi. Sürekliliği,
yapışkanlığı, esnekliği ve ataletiyle bir marmeladın
özelliklerine sahipti. Ortak-anlayışın sıradan mad­
desi, o zamanlar eterdeki istisnai dolaşıkları, bir
başka ifadeyle eterdeki düğümleri temsil ediyordu.
Mekân içerisinde görece nadir olan bu dolaşıklar,
marmelada benzer olan bütünün geneline çekim-
23
Alfred North Whitehead

leri ve gerilmeleri dayatır. Ayrıca sıradan maddenin


dalgalanmaları, çekimlerin ve gerilimlerin dalga­
lanmaları olarak eter vasıtasıyla iletilir. Böylelikle
şimdilerde eterin tek bir biliminde birbirine geçen
çeşitli ışık, ısı, elektrik ve enerji öğretilerinden uç­
suz bucaksız bir birleşim gerçekleştirildi. Teori on
dokuzuncu yüzyıl boyunca Fransız, Alman, İskan­
dinav, İngiliz, İtalyan ve Amerikalı bir grup muh­
teşem fizikçi ve matematikçi tarafindan adım adım
detaylandırıldı. Onların çalışmalarının ayrıntıları
ve muhtelif bireylerin göreli katkıları burada mev­
zubahis değil.

Nihai sonuç şudur: Eterin faaliyetleri, ortak-an-


layış analizinin sıradan maddeye atfettiği faaliyet
biçimlerinden bir hayli farklıdır. Eter öğretisi doğ­
ru olursa, maddeye ilişkin sıradan mefhumlarımız
eterin faaliyetlerinin gerçek doğasını örtbas eden
birtakım olağan bulguların gözlemlenmesinden çı­
kar. Günümüz fiziğinde doruğa çıkan daha yakın
tarihli devrim, on dokuzuncu yüzyıl biliminin bu
eğilimini yalnızca bir adım öteye taşımıştır. Onun
düsturu, insanlığın duyu-algısı temelinde edindiği
büyük genellemelerin aşırı yüzeyselliğidir. Dünyayı
anlamaya dönük sürekli çaba bizi bu apaçık fikirle­

24
Doğa ve Yaşam

rin hepsinin uzağına düşürmüştür. Madde, enerjiy­


le özdeşleştirilmiştir ve enerji saf faaliyettir; herhan­
gi bir temel tanımlama söz konusu olduğundaysa,
kendine-özdeş süreğen madde zerrelerinden oluşan
pasif dayanak terk edilmiştir. Açıkçası bu mefhum
önemli bir ikincil olguyu ifade eder. Ancak teorinin
kabul edilmiş zemini olmaktan çıkmıştır. Modern
bakış açısı enerji, faaliyet ve mekân-zamanm titrek
farklılaşmaları temelinde ifade edilir. Herhangi bir
yerel dalgalanma bütün evreni sarsar. Uzaktan etki­
ler küçücüktür ama oradadır. Madde kavramı, basit
bir yerin var olduğunu kabul etti. Her madde zerre­
si müstakildi; mekânsal ilişkilerin pasif ve statik ağı­
na sahip bir bölgeye yerleştirildi; türdeş ve ilişkisel
bir sisteme, ebediyen ve sınır tanımaksızın düğüm­
lendi. Fakat modern kavramda, madde dediğimiz
dalgalanmalar grubu kendi çevresiyle kaynaşmıştır.
Bağlantısız ve müstakil yerel bir varoluş için hiçbir
imkân yoktur. Çevre her şeyin doğasına dâhil olur.
Bu dalgalanmalar değişen bir çevreye sürüklendik­
lerinden, dalgalanmaların bir tamkümesinin doğa­
sındaki kimi unsurlar sabit kalabilir. Fakat bu tür
bir sabitlik sadece genel veya olağan anlamda söz
konusudur. Bu olağan olgu günler, yüzyıllar veya
milyon yıllar boyunca süregiden aynı sandalyeyi,
25
Alfred North Whitehead

aynı kayayı ve aynı gezegeni karşımızda bulmamı­


zın sebebidir. Bu olağan olguda zaman-faktörü sü­
reklilik boyutuna kavuşur, değişimse bir ayrıntıdır.
Günümüz fiziğine göre temel olgu, kendine özgü
özellikleri olan çevrenin madde dediğimiz grup-dal-
galanmasına sızması ve grup-dalgalanmalarının da
kendi karakterlerini çevreye doğru genişletmesidir.
Doğrusu, kendi yerel meskeninde kendine yeter
olan müstakil madde zerreleri mefhumu bir soyut­
lamadır. Bir soyutlamaysa, hakikatin bir kısmının
tasfiye edilmesinden başka bir şey değildir. Soyutla­
ma, ondan çıkarılan sonuçlar tasfiye edilen hakikat
tarafindan hükümsüz kılınmadığı zaman sağlam
temellendirilmiştir.

Modern fizik öğretisinden yapılan bu genel çıka­


rım, fiziğin fizyoloji gibi ve hatta bizzat fiziğin ken­
disi gibi diğer bilimlere uygulanmasından çıkarılan
birçok sonucu hükümsüz kılar. Mesela, genetikçiler
genleri kalıtımın belirleyicisi olarak kavradıkların­
da, şu eski madde kavramının analojisi, üzerinde
çalıştıkları belirli bir canlı bedenin etkisini zaman
zaman göz ardı etmelerine yol açar. Kendi çevresine
etkileri ne olursa olsun, bir madde taneciğinin her
bakımdan kendine-özdeş kaldığını varsayarlar. Mo­
26
Doğa ve Yaşam

dern fizik söz konusu olduğu sürece bu gibi ayırt


edici özellikler, genlerde bulunan ve bazı bakımlar­
dan önemli olmasalar da bazılarında önemli olan
değişimleri etkileyebilir veya etkilemeyebilir. Bu
yüzden, tek başına gen öğretisinden özelliklerin ka­
lıtımına ilişkin herhangi bir a priori argüman çıkarı­
lamaz. Aslında son zamanlarda fizyologlar, genlerin
bazı açılardan kendi çevreleri tarafindan başkalaş-
tırıldıklarını bulguladılar. Yine de şu eski ortak-an-
layış temel bir tanımlama olarak terk edildiğinde
dahi, onun önkabulleri varlığını sürdürmektedir.

Eski öğretilerin fragmanlarının varlığını sürdür­


mesi mekân-zaman teriminin modern kullanımın­
da da örneklenir. Kendi geometrisi olan mekân
mefhumu tam anlamıyla mekânda basit bir yere
sahip olan maddî cisim mefhumuna göre düzenle­
nir. Böylece bir madde zerresi, işgal ettiği bölgenin
basit yerine sahip kendine-yeter bir şey olarak düşü­
nülür. O sadece oradadır, bulunduğu bölgededir ve
mekânın herhangi bir başka bölgesinde olup biten­
ler hesaba katılmadan tanımlanabilir. Boş mekân,
maddî cisimler arasındaki pasif geometrik ilişkile­
rin dayanağıdır. Bu ilişkiler yalın, statik olgulardır
ve özsel olarak zorunlu hiçbir sonuç sağlamazlar.
27
Alfred North Whitehead

Mesela Newton’un yerçekimi yasası, maddî cisimle­


rin birbirleriyle mekânsal ilişkileriyle bağlantılı de­
vinim değişimlerini ifade eder. Fakat bu yerçekimi
yasası, Eucleidesçi geometriye ek olarak, mekânın
işgali mefhumuyla birleştirilmiş Newtoncu kütle
mefhumundan kaynaklanmaz. Bu mefhumların
herhangi biri yerçekimi yasası için, münferit olarak
veya birlikte, en ufak bir teminat sağlamazlar. Bu
mefhumlar hakkında kafa patlatarak ne Archime­
des ne de Galileo yerçekimi yasası için herhangi bir
fikir türetebilirdi. Söz konusu öğretiye göre mekân,
doğal dünyanın her şeyi kuşatan muazzam ilişkisi­
nin dayanağıydı. Etkin bütün ilişkileri koşulluyor
ama onları zorunlu kılmıyordu.

Yeni anlayış ise tamamen farklıdır. Temel kav­


ramları faaliyet ve süreçtir. Doğa bölünebilir ve bu
yüzden de yayılımsaldır. Ancak bazı faaliyetleri içe­
rip bazılarını dışlayan bir bölme, bütün sınırların
ötesine uzanan süreç örüntülerini de birbirinden
ayırır. Matematiksel örüntüler bu tip örüntülere
ilişkin mantıksal bir tamlığı işaret ederler, sınırların
yok ettiği bir tamlıktır bu. Mesela, bir yarım-dalga
hikâyenin sadece yarısını anlatır. Kendine-yeter izo­
lasyon mefhumunun modern fizikte örneği yoktur.
28
Doğa ve Yaşam

Sınırlanmış bölgelerde özsel olarak müstakil faa­


liyetler yoktur. Bölgeleri pasif biçimde işgal eden
dayanaklar arasındaki bu pasif geometrik ilişkiler
çerçevenin dışına çıkmıştır. Doğa, faaliyetlerin kar­
şılıklı ilişkilerinin tiyatrosudur. Her şey değişir, fa­
aliyetler ve onların karşılıklı ilişkileri de. Bu yeni
anlayışa göre pasif, sistematik ve geometrik ilişkilere
sahip mekân mefhumu tamamen isabetsizdir. Yeni
fiziğin, bütün fizik yasalarını geometrik ilişkilerin
izahına indirgediğini söyleyen revaçtaki anlayış
büsbütün gülünçtür. Yeni fizik aslında tam tersini
yapmıştır. Aristotelesçi formlar dizisi mefhumunun
yerine sürecin formları mefhumunu geçirmiştir.
Böylelikle mekânı ve zamanı ortadan kaldırmış ve
onların yerine karmaşık bir faaliyet hâlindeki içsel
ilişkilerin incelenmesini geçirmiştir. Bu karmaşık
durum bir anlamda birliktir. En uzaktaki yıldız kü­
mesine kadar uzanan bütün bir fiziksel eylem evre­
nidir söz konusu olan. Bir başka deyişle bu birlik
parçalarına ayrılabilir. Seçili bir faaliyetler grubu
içindeki karşılıklı ilişkilerin izini sürebilir ve diğer
bütün faaliyetleri göz ardı edebiliriz. Ancak bu tür
bir soyutlamayla, göz ardı edilmiş olan dış sistem­
deki değişimlerden etkilenmiş bu içsel faaliyetleri
açıklamada başarısız oluruz. Ayrıca, en temel anla­
29
Alfred North Whitehead

mıyla, ele alınan faaliyetleri anlamada da başarısız


oluruz; çünkü bu faaliyetler nispeten değişmez olan
sistematik bir çevreye bağlıdırlar.

Doğaya ilişkin bütün bu tartışmalarda ölçek fark­


lılıklarını ve zamansal süreç farklılıklarını akılda tut­
mamız gerekiyor. Bizler, insan bedeninin gözlemle­
nebilir işleyiş biçimlerini mutlak bir ölçek tesis eden
şeyler olarak alma eğilimindeyiz. Oysa gözlemden
çıkarılan sonuçları, gözlemin hapsolduğu büyüklük
ölçeğinin epey ötesine geçirmek aşırı ihtiyatsızlıktır.
Mesela, zamanın bir saniyesi içerisindeki değişimin
açıkça mevcut olmadığını ortaya koymak binyıl içeri­
sindeki değişim hakkında herhangi bir şey söylemez.
Ayrıca binyıl içerisindeki aşikâr bir değişim de bir
milyon yılla ilgili herhangi bir şey söylemez; tıpkı bir
milyon yıl içerisindeki aşikâr bir değişimin milyon­
larca yıl hakkında bir şey söylememesi gibi. Bu diziyi
sınır tanımaksızın uzatabiliriz. Büyüklüğün hiçbir
mutlak ölçütü yoktur. Bu dizideki herhangi bir te­
rim kendinden önce gelene kıyasla büyük, sonra ge­
lene kıyaslaysa küçüktür.

Yine bütün özel bilimler şeylerin birtakım temel


özelliklerini kabul eder. Ben burada “şey” sözcü­
ğünü, faaliyetleri, renkleri ve diğer duyuları ve de-
30
Doğa ve Yaşam

ğerleri de içeren en genel anlamıyla kullanıyorum.


Bu anlamda bir “şey”, hakkında konuşabileceğimiz
herhangi şey olabilir. Bir bilim muhtelif türdeki
şeylerin sınırlı bir kümesini ele alır. Dolayısıyla ilk
olarak şeylerin bu çeşitliliği vardır ortada, ikinci
olarak belirtilen herhangi bir durumda hangi tür­
lerin sergilendiğiyle ilgili belirlenim vardır. Mesela,
tekil bir önerme -“Bu yeşildir”- ve daha genel bir
önerme -“Bütün bu şeyler yeşildir”- vardır. Gele­
neksel Aristotelesçi mantığın ilgilendiği şey işte bu
tür bir incelemedir. Şüphesiz bu tür incelemeler
herhangi bir bilimin başlangıç safhasında elzem­
dir. Ancak her bilim onun ötesine geçmeye çabalar.
Maalesef felsefî düşüncede iki bin yılı aşkın süredir
Aristotelesçi mantığın temelinin hüküm sürmesi
yüzünden, evrene ilişkin bazı anlayışlar sunan özel
bilimler kümesini tek bir felsefî kozmolojide birleş­
tirmeye yönelik tüm bu girişimler, yegâne ifade biçi­
mi olan bu Aristotelesçi formlara bilinçsizce başvu­
rularak hükümsüz kılınmıştır. Felsefenin hastalığı
kendini “Bazı S’ler P’dir” veya “Bütün S’ler P’dir”
formlarında ifade etme hevesidir.

Bu özel bilimlere geri dönerken üçüncü adım


niceliksel hükümler edinme çabasıdır. Bu safha-
31
Alfred North Whitehead

daki tipik sorular, “S’de ne kadar P içerilmiştir?”


ve “S’lerin kaç tanesi P’dir?” gibi sorulardır. Başka
bir deyişle sahneye sayı, nicelik ve ölçü çıkmıştır.
Bu niceliksel mefhumların ahmakça kullanılması,
tıpkı önermeler konusunda Aristotelesçi formlara
duyulan yersiz güven kadar yanıltıcı olabilir.

Bilimin gelişimindeki dördüncü safha örüntü


mefhumunun ortaya çıkışıdır. Bu örüntü mefhumu
bir kenara bırakılırsa Doğa anlayışımız son derece
üstünkörüdür. Mesela karbon ve oksijen atomla­
rının verili bir öbeğinde oksijen ve karbon atom­
larının sayısını bildiğimizi farz etsek dahi, örüntü
saptanana kadar karışımın niteliklerini bilemeyiz.
Orada ne kadar serbest oksijen vardır? Ne kadar
serbest karbon vardır? Ne kadar karbonmonoksit
vardır? Ne kadar karbondioksit vardır? Bu sorula­
rın bazılarının cevabı, varsayılan toplam oksijen ve
karbon niceliklerinin yanı sıra geri kalan soruların
cevabını da belirleyecektir. Ancak bu karşılıklı be­
lirlenimi hesaba katsak bile makul miktardaki bir
karbon ve oksijen karışımı için muazzam sayıda
alternatif örüntü olacaktır. Hatta kimyasal örüntü
tamamen saptandığında ve karışımı içeren bölge ve­
rili olduğunda dahi bu bölgedeki kimyasal madde-
32
Doğa ve Yaşam

lerin dağılımıyla ilgili sınırsız sayıda bölgesel örüntü


mevcuttur. Dolaysıyla nicelikle ilgili bütün sorula­
rın ötesinde, Doğa anlayışımız için elzem örüntü
soruları bulunur. Kabul edilen örüntüyü bir kenara
bırakırsak nicelik hiçbir şeyi belirlemez. Gerçekten
de niceliğin kendisi, benzer örüntüler içindeki iş­
levlerin analojisinden başka bir şey değildir.

Ayrıca salt kimyasal bir karışımı, kimyasal bir


bileşimi ve kabın farklı alt-bölgelerinde farklı mad­
delerin tecridini içeren bu örnek de göstermektedir
ki, örüntü mefhumu farklı bir-aradalık biçimlerinin
kavramını içerir. Belli ki temel şeylerin farklı türleri
mefhumuyla yola koyulur koyulmaz düşünmemiz
gereken temel bir kavramdır bu. Tüm bu temel mef­
humların tehlikesi, bizim onları bilinçsiz bir şekilde
varsaymaya meyilli olmamızdır. Genelde kendimize
herhangi bir soru sorduğumuzda, ilgili varlıkların
birtakım türlerini, bu varlıkların birtakım bir-a-
radalık biçimlerini ve son derece yaygın birtakım
örüntü genellemelerini varsaydığımızı keşfederiz.
Dikkatimiz örüntünün ayrıntılarıyla, ölçümle ve
orantılı büyüklükle meşguldür. O hâlde Doğanın
yasaları, bilme alanımızın ötesinde bulunan sapma
ve süreksizliğin her şeyi kuşatan davranış örüntüle-
33
Alfred North Whitehead

rinden ibarettir. Yine her bilimin konusu, doğanın


tamamen somut olaylarından yapılan bir soyutla-
madır. Fakat her soyutlama ele alınan faktörlerden
hariç tutulan faktörlerin akışını göz ardı eder. Do­
layısıyla özel bir bilimdeki soyutlamalar tarafından
sınırlı bir bakışla ayırt edilmiş tekil bir örüntü, dışa­
rıda bırakılan evrenle ilişkili olma ihtimallerini göz
önünde bulundurduğumuzda, sonsuz sayıda daha
büyük örüntüdeki ikincil bir faktör içersinde ken­
disini farklılaştırabilir. Özel bir bilimin kendi çem­
beri içerisinde dahi o bilim açısından açıklanmayan
işleyiş farklılıkları bulabiliriz. Ancak söz konusu
örüntünün daha büyük ilişkilerinin çeşitliliğini he­
saba kattığımızda bu farklılıklar açıklanabilir.

Doğabiliminin birçok öncü ismi arasındaki gün­


cel yaklaşım, burada ileri sürülen düşüncelerin şid­
detle reddedilmesi yönündedir. Onların yaklaşımı
bana temelsiz bir inancın hazin bir örneği gibi geli­
yor. Doğa bilimlerinin özerkliğine ilişkin düşünce­
lerin kökeninin, şimdilerde saf dışı bırakılmış olan
bir Doğa dünyası kavramında bulunduğunu düşün­
düğümüzde bu yargı güçlenir.

Son olarak henüz tartışmadığımız temel bir so­


ruyla karşı karşıyayız. Evrenin sürecinin kendileri
34
Doğa ve Yaşam

açısından anlaşılacağı şeylerin başlıca türleri neler­


dir? Doğanın bilimsel inceleme için sadece faaliyet­
leri ve süreci açımladığı konusunda hemfikir oldu­
ğumuzu farz edelim. Bu ne demektir? Bu faaliyetler
birbirine karışır. Ortaya çıkar ve sonra kaybolurlar.
Nedir gerçekleşen? Nedir etkilenen? Bunlar çarpım
tablosunun formüllerinden, büyük bir filozofun
deyişiyle, kategorilerin cansız dansından ibaret ola­
mazlar. Doğa dirimlidir. Gerçek olgular vuku bu­
lur. Bilimin incelediği hâliyle fiziksel Doğa, gerçek
evrenin gerçek olguları arasındaki daha sabit karşı­
lıklı ilişkilerin bir bloğu olarak görülmelidir.

Bu ders, yaşama yönelik tüm referansların


örtbas edildiği bir soyutlama altındaki Doğayla
sınırlanmıştır. Bu soyutlamanın etkisi, on altıncı
yüzyılın bütünlüklü ortak-anlayışa dayalı mefhum­
larından günümüz teorik fiziğinin ileri sürdüğü
Doğa kavramına kademeli geçişimize rehberlik
eden bilimlerin dinamik, fizik ve kimya olması ol­
muştur. Yüzyıllar boyunca hâkim olan bakış açısın­
daki bu değişim, temel mefhumlar olarak mekân
ve maddeden kendi muhtelif faktörleri arasındaki
içsel ilişkilere sahip bir faaliyet bloğu olarak dü­
şünülen sürece geçiş biçiminde nitelenebilir. Eski
35
Alfred North Whitehead

bakış açısı değişimden soyutlama yapmamızı ve


Doğanın bütün gerçekliğini geçici bir süreden so­
yutlanmış olarak, tek bir anda düşünmemize sebep
olur ve kendi içsel ilişkileri bakımından sadece
maddenin mekândaki anlık dağılımıyla nitelenir.
Newtoncu görüşe göre dışarıda bırakılan şey, kom­
şu anlardaki dağılımın değişimiydi. Fakat bu bakış
açısına göre söz konusu değişim, o anda nitelenen
maddî evrenin özsel gerçekliğiyle açıkça alaka­
sızdı. Devinim ve göreli dağılımın değişimi özsel
değil, ilinekseldi. Süreklilik de aynı ölçüde de ili­
nekseldi. Bu görüşe göre tek bir andaki Doğa da,
başka bir andaki Doğanın veya başka bir ânın var
olup olmamasından bağımsız olarak, eşit ölçüde
gerçektir. Newtoncu görüşün nihaî hâlinin oluş­
turulmasında Galileo ve Newton’la işbirliği yapan
Descartes bu sonucu kabul etti; çünkü sürekliliği,
her bir anda sürekli yeniden-yaratma biçiminde
açıkladı. Bu yüzden ona göre olgu bağlamı sürek­
lilikte değil, ânın kendisinde görülmeliydi. Des­
cartes için süreklilik anlık olguların intikalinden
ibaretti. Descartes’m kozmolojisinin, onun hare­
ket üzerine daha büyük bir vurgu yapmasına sebep
olan başka yanları da vardı. Yayılım ve burgaçlar
hakkındaki öğretisi buna örnektir. Fakat aslında,
36
Doğa ve Yaşam

öngörüsel olarak, Newtoncu kavramlara uygun so­


nucu çıkarmıştı.

Newtoncu kozmolojiye özgü vahim bir çelişki


var. Bu kozmoloji mekânın yalnızca tek bir biçim­
de işgal edilmesine, yani şu madde zerresinin şu
süresiz anda şu bölgeyi işgal etmesine olanak tanır.
Mekânın bu işgali, başka bir ânı, başka bir madde
parçasını veya mekânın başka bir bölgesini hesaba
katmayan nihaî gerçek olgudur. Şimdi bu Newton­
cu öğretiyi varsayarak, “tek bir andaki hıza ne olmak­
tadır?” diye soruyoruz. Yine, “tek bir andaki ivmeye
ne olmaktadır?” sorusunu soruyoruz. Bu mefhum­
lar Newtoncu fizik için elzemdir ama ona dair her­
hangi bir anlamdan da yoksundurlar. Hız ve ivme,
seçili herhangi bir andaki mekânın maddî işgalinin
özsel karakterine dâhil olan başka zamanlar ve başka
yerlerdeki şeylerin durumuna ilişkin bir kavramı ge­
rektirir. Fakat Newtoncu kavram işgal ilişkisinin bu
tür bir başkalaşımını hesaba katmaz. Bu yüzden koz­
molojik şema özü itibarıyla tutarsızdır. Farklı dife­
ransiyel hesapların matematiksel incelikleri bu güç­
lüğün ortadan kaldırılması için herhangi bir yardım
sunmaz. Aslında söz konusu meseleyi matematiksel
terimlerle ifade edebiliriz. Newtoncu işgal mefhumu
37
Alfred North Whitehead

seçili bir noktadaki bir işlevin değerine denk düşer.


Ancak Newtoncu fizik sadece o noktadaki işlevin
limitini gerektirir. Ve Newtoncu kozmoloji, değere
denk düşen çıplak olgunun, başka zamanlar ve yerle­
re yönelik limit niteliğindeki referansla niçin değişti­
rilmesi gerektiğine dair hiçbir ipucu sunmaz.

Modern görüşe göre olgu bağlamları süreç, faa­


liyet ve değişimdir. Tek bir anda hiçbir şey yoktur.
Her bir an, olgu bağlamlarını gruplandırmanın bir
yoludur sadece. Bu yüzden, ortada basit ve temel
varlıklar olarak kavranılan hiçbir an olmadığından,
tek bir anda da herhangi bir Doğa yoktur. O hâlde
olgu bağlamlarının bütün karşılıklı ilişkileri kendi
özlerinde de bir dönüşümü gerektirir. Gerçekleş­
menin tamamı yaratıcı gelişmedeki olası sonuçları
içerir.

Bu dersteki tartışma temel soruyu “yalın faaliyet


mefhumunu nasıl içeriklendiririz? Faaliyet ne için­
dir, neyi üretir, neyi içerir?” cevaplama girişimi için
bir önsözdür sadece.

Gelecek derste yaşam kavramını takdim edece­


ğim ve bu da Doğayı soyutlamadan bağımsız olarak
çok daha somut biçimde düşünmemizi sağlayacak.

38
II

Yaşamın Doğadaki konumu, felsefenin ve bili­


min daimi bir problemidir. Aslında hümanist, na-
türalist ve felsefî sistematik düşüncenin bütün ge-
rilimlerinin merkezî kavuşma noktasıdır. Yaşamın
asıl anlamı belirsizdir. Onu anladığımız vakit onun
dünyadaki konumunu da anlayacağız. Fakat onun
özü ve konumu da aynı şekilde kafa karıştırıcıdır.

Her şeye rağmen bu sonuç, yaşam mefhumun­


dan soyutlanarak düşünülen Doğaya ilişkin sonu­
cumuzdan çok da farklı değildir, içerisinde hiçbir
şeyin etkilenmediği bir faaliyet mefhumuyla baş
başa kalmıştık. Ayrıca bu şekilde düşünülen faaliyet,
kendi tutarlılığı için herhangi bir zemini de açığa
çıkarmaz. Ortada intikale ilişkin bir formül vardır
sadece. Ancak intikalle ilgili bu formüle bir sebep
39
Alfred North Whitehead

sunmak için anlaşılır bir nedensellik mevcut değil­


dir. Elbette, kişinin kendini nihaî bir irrasyonellikle
tamamen hoşnut kılması da daima mümkündür.
Popüler pozitivist felsefe bu yaklaşımı benimser.

Bu pozitivizmin zayıflığı, uygarlığın mevcut saf­


hasında erişilen bağmtısız açıklama fragmanlarımı­
zı ele alma biçimidir. Diyelim ki yüz bin yıl önceki
atalarımız bilge pozitivistlerdi. Sebeplerin peşine
düşmüyorlardı. Gözlemledikleri tek şey çıplak olgu
bağlamıydı. Gelişme herhangi bir zorunluluk taşımı­
yordu. Böyle olsa, doğrudan doğruya gözlemlenen
olguların altında yatan herhangi bir sebep aramaz­
lar, uygarlık ise asla gelişim göstermezdi. Dünyanın
ayrıntılı gözlemine ilişkin çeşitli güçlerimiz âtıl kalır­
dı; çünkü bir sebebin özelliği, onun sonuçları hak-
kındaki zihinsel gelişimin hâlihazırda gözlemlenmiş
mevzuların ötesindeki sonuçları ortaya koymasıdır.
Gözlemin genişlemesi makul bağıntının birtakım
soluk idraklerine refakat eder. Mesela, çiçeklerin
üzerindeki böceklerin gözlemlenmesi, böceklerin ve
çiçeklerin doğaları arasındaki bir eşleşimi belli belir­
siz biçimde ortaya koyar ve dolayısıyla bütün bilim
dallarının kendisinden hareketle gelişim gösterdiği
bir gözlem zenginliğine sebep olur. Fakat tutarlı bir
40
Doğa ve Yaşam

pozitivist, gözlemlenen olgularla, yani çiçekten çiçe­


ğe gezinen böceklerle yetinmelidir. Cazip basitliğin
bir olgusudur bu. Bir pozitivistin öğretisine göre
madde hakkında söylenecek başka bir şey yoktur.
Bugünün bilim dünyası, kendi öğretisini gelişigü­
zel tatbik eden ve ondan rastgele sıyrılan sersem
bir pozitivizmin berbat saldırısından mustariptir.
Doğadaki yaşama ilişkin bütün öğreti bu pozitivist
yozlaşmadan dolayı sıkıntı çekiyor. Fiziksel ve kim­
yasal formüllerde, tanımlanan bir şablonun mevcut
olduğu ve Doğanın süreci içerisinde başka bir şeyin
olmadığı söyleniyor bize.

Bu kandırmacanın kaynağı, Avrupa düşüncesin­


de adım adım gelişim kaydetmiş olan zihin ve Doğa
dualizmidir. Modern dönemin başında Descartes
bu dualizmi en açık hâliyle ifade eder. Ona göre,
zihinsel tözler ve mekânsal ilişkileri olan maddî
tözler vardır. Zihinsel tözler maddî tözlere dışsaldır.
Bu töz türlerinden hiçbiri kendi özünün tamam­
lanması için diğer türe ihtiyaç duymaz. Karşılıklı
bağlantılarının açıklanması şahsi varoluşları açısın­
dan gereksizdir. Gerçekten de problemin zihinler
ve madde açısından bu formülasyonu talihsizdir.
Bitkiler ve alt düzey hayvanlar gibi yaşamın daha
41
Alfred North Whitehead

alt formlarını hesaba katmaz. Bu formlar en üst


düzeyde insan zihnine, en alt düzeydeyse inorganik
Doğaya temas ederler sadece.

Doğa ile yaşam arasındaki bu sert bölünmenin


etkisi, sonraki felsefenin tamamını zehirlemiştir.
Bu iki edimsellik [ya da faaliyet] tipinin eşgüdümlü
varoluşu terk edildiğinde dahi, birçok modern dü­
şünce ekolünde bu ikisinin hakikî bir birleşimi söz
konusu olmamıştır. Bazı kimselere göre Doğa salt
görünüş, zihin ise tek gerçekliktir. Bazılarına göre
ise fiziksel Doğa tek gerçeklik, zihin bir epifeno-
mendir. Buradaki “salt görünüş” ve “epifenomen”
tabirleri, şeylerin nihaî doğasının anlaşılması için
pek de büyük bir önem taşımazlar.

Benim savunduğum öğreti şudur: Fiziksel Doğa


ile yaşamı, karşılıklı bağlantılar ve bireysel özellik­
leriyle evreni oluşturan “gerçek manada gerçek”
şeylerin kompozisyonundaki özsel faktörler olarak
birleştirmediğimiz sürece, ne fiziksel Doğa ne de ya­
şam anlaşılabilir.

Argümandaki ilk adım, yaşamın ne anlama gelebi­


leceğine ilişkin bazı kavramlar oluşturmak olmalıdır.
Bunun yanı sıra fiziksel Doğa kavramımızdaki eksik­
42
Doğa ve Yaşam

likleri, onu yaşamla birleştirerek gidermemiz gerekir.


Diğer yandansa, fiziksel Doğa mefhumunu içermesi
gereken bir yaşam mefhumuna da ihtiyacımız vardır.

Şimdi bir ilk yaklaşım olarak yaşam mefhumu,


öz-hazzın belli bir mutlaklığını ifade eder. Bunun
anlamı, Doğanın fiziksel süreci tarafından ilişkili
olarak takdim edilen çok sayıda verinin, varoluşun
birliği içerisindeki karmaşık bir sahiplenme süreci
demek olan belli bir dolaysız bireyselliğe karşılık
gelmesidir. Yaşamsa mutlak olanı, bu sahiplenme
sürecinden doğan bireysel öz-hazzı imler. Son yazı­
larımda bu sahiplenme sürecini ifade etmek için
“kavrayış” (prehension) sözcüğünü kullandım. Ayrıca
her bireysel dolaysız öz-haz edimini de bir “deneyim
hâli” olarak adlandırdım. Ben, varoluşun bu birlik­
lerinin, bu deneyim hâllerinin, yaratıcı gelişmeye
daima iştirak eden ve gelişim hâlindeki evreni ken­
di müşterek birlikleri içerisinde oluşturan gerçek
manada gerçek şeyler olduklarını savunuyorum.

Fakat bunlar argümanın ana hattına yönelik


daha sonraki referanslardır. Bir ilk yaklaşım olarak
yaşamın, mutlak olanı ve bir sahiplenme sürecinin
bireysel öz-hazzını imlediğini düşünmekteyiz. Sa­
hiplenilen veriler evrenin daha önceki faaliyetleri
43
Alfred North Whitehead

tarafından temin edilir. Bu yüzden deneyim hâli,


kendi dolaysız öz-hazzı bakımından mutlaktır. Ken­
di verilerini nasıl ele aldığıysa eşzamanlı başka hâl­
ler hesaba katılmadan anlaşılacaktır. Dolayısıyla,
kendi içsel süreci açısından bir hâl, var olmak için
eşzamanlı bir sürece ihtiyaç duymaz. Aslında, öz-ter-
tibin içsel sürecindeki bu karşılıklı bağımsızlık eşza­
manlılığın tanımıdır.

Söz konusu öz-haz kavramı, burada “yaşam”


olarak adlandırılan sürecin bu yönünü tüketmez.
Onun anlaşılabilmesi için süreç, her bir hâlin
gerçek özüne ait yaratıcı bir faaliyet mefhumunu
içerir. Bu ise, süreçten önce yalnızca gerçekleşme­
miş potansiyellikler biçiminde var olan, evrendeki
faktörlerin edimsel olana tercüme edilerek açığa
çıkarılması sürecidir. Oz-yaratım süreci, potansiye­
lin edimsele dönüşmesidir ve bu tür bir dönüşüm
olgusu öz-hazzm dolaysızlığını içerir.

O hâlde yaşamın bir deneyim hâlindeki işlevini


düşünürken, önceki dünyanın takdim ettiği edim­
selleşmiş verileri, bu verilerin yeni bir deneyim
birliği içerisinde birleşmelerini teşvik etmek üzere
hazır bulunan edimselleşmemiş potansiyellikleri ve
bu verilerin bu potansiyellerle yaratıcı birleşimine
44
Doğa ve Yaşam

ait olan öz-hazzın dolaysızlığını ayırt etmemiz ge­


rekiyor. İşte yaratıcı gelişme öğretisi budur ve bu
anlamda evrenin özüne ait olur ve geleceğe geçiş
yapar. Doğayı statik bir olgu olarak, hatta bir an
için bile süreden yoksun düşünmek anlamsızdır.
Geçişten muaf bir Doğa ve zamansal süreden muaf
bir geçiş yoktur. İlksel basit bir olgu olarak düşü­
nülen zamandaki an mefhumunun anlamsız olma­
sının sebebi budur.

Ancak yine de Doğanın anlaşılması için elzem


olan yaratım mefhumunu eksiksizce açıklamış
değiliz henüz. Yaşam tanımımıza bir başka özel­
lik daha eklememiz gerekiyor. Bu kayıp özellik
“amaç”tır. Bu “amaç” terimiyle, alternatif potansi-
yelliklerin sınırsız zenginliğinin dışlanması ve bir­
leşme sürecindeki verilerden istifade edilmesi için
seçilen yolu oluşturan belirli bir yeni yöntem/bu-
luş faktörünün dâhil edilmesi amaçlanır. Amaç,
bu verilerden bu şekilde haz almak demek olan
bir hisler bloğunda bulunur. “Bu haz şekli” alter­
natiflerin sınırsız zenginliği içerisinden seçilir; bu
süreçteki edimselleşmeyi amaçlamaktadır.

Bu yüzden yaşamın özellikleri mutlak öz-haz, ya­


ratıcı faaliyet ve amaçtır. Buradaki “amaç”, yaratıcı
4.5
Alfred North Whitehead

sürecin izleği olmak için saf idealden istifade edil­


mesini içerir. Ayrıca sürece aittir ve herhangi bir sta­
tik sonucun özelliği değildir. Amaç, sürece ait olan
hazda bulunur.

Bu şekilde yorumlandığında yaşamın Doğadaki


bu faktörünün, Doğada gözlemlediğimiz herhangi
bir şeye denk düşüp düşmediğiyle ilgili bir soru
ortaya çıkar. Bütün felsefe, gözlemlenen şeyler hak­
kında kendisiyle-tutarlı bir anlayış elde etme çabası­
dır. Bu yüzden onun gelişimine rehberlik eden iki
yol vardır; bunlardan birisi kendi-kendisiyle-tutar-
lılık talebi, diğeriyse gözlemlenen şeylerin açıklan­
masıdır. Dolayısıyla bizim ilk görevimiz bahsi geçen
Doğadaki yaşam öğretisini kendi doğrudan gözlem­
lerimizle mukayese etmektir.

Şüphesiz bizim bilinçli deneyimimizdeki en be­


lirgin gözlem türü duyu-algılarıdır. Görme, işitme,
tatma, koklama ve dokunma, duyular aracılığıyla
gerçekleştirdiğimiz temel algı biçimlerimizin kaba­
taslak bir listesini oluşturur. Fakat nadiren belirgin­
lik kazanan öğeleri olan bir hissin zeminini oluştu­
ran, muğlâk bedensel hislerin belirsiz bir kümesi de
mevcuttur. Duyu-algısının özelliği, kısmen bedenle
alakasız kısmen de bedeni imleyen ikili karakteridir.
46
Doğa ve Yaşam

Görme söz konusu olduğunda onun bedenle alaka­


sızlığı azami düzeydedir. Bir manzaraya, bir resme
veya yolda bize doğru yaklaşan bir arabaya, zihinsel
heyecanımız veya zihinsel kaygımız açısından verili
olan dışsal bir takdim olarak bakarız. O oradadır,
bakışa sunulmuştur. Ancak refleksiyonda, temel­
deki deneyimi, gözlerimiz ile görüyor olduğumuzu
açığa çıkarırız. Genelde bu olgu, algılama ânındaki
sarih bilinçte mevcut değildir. Bedensel referans
çekinik, görsel takdimse baskındır. Duyumsama­
nın diğer biçimlerinde beden daha belirgindir. Bu
açıdan farklı biçimler arasında büyük bir farklılık
vardır. Duyu-algısından kaynaklanan bilgiye ilişkin
her öğretide bu ikili referans -dışsal referans ve
bedensel referans- akılda tutulmalıdır. Menşei ge­
nellikle Hume olan güncel felsefî öğretiler bedensel
referansı ihmal ettiklerinden kusurludurlar. Eksik­
likleri, algının farazi ve katı bir biçiminden katı bir
öğreti çıkarsamalarıdır. Gerçek ise, bizim duyu-al-
gılarımızın fevkalade belirsiz ve karmaşık deneyim
biçimleri olduğudur. Ayrıca dışsal referansa dair
belirgin yanlarının, evreni açımlamada son derece
yüzeysel olduğu da açıktır. Bu nokta önemlidir. Me­
sela, pragmatik olarak bir kaldırım taşı sert, katı,
statik ve sabit bir olgudur. Duyu-algısının, katı ba­
47
Alfred North Whitehead

kışıyla, açımladığı şey budur. Fakat eğer fizik bilimi


doğruysa bu, evrenin kaldırım taşı dediğimiz kısmı­
na dair son derece yüzeysel bir yorumdur. Modern
fizik bilimi, doğanın bu faaliyetlerini duyu-algısının
geçişinin gerçekleşmesi dolayısıyla anlamak için üç
yüz yılı aşkın bir süredir sürdürülen eşgüdümlü bir
çabanın dışavurumudur.

Şu an için iki sonuç gayet açık. Biricisi, duyu-al-


gısı, Doğadaki temel faaliyetler arasındaki herhan­
gi bir ayrımı ihmal eder. Mesela, görsel olarak veya
üzerine düştüğümüzde algıladığımız kaldırım taşı ile
kaldırım taşının fizikçi tarafından tanımlanan mo-
leküler faaliyetleri arasındaki farkı düşünün, ikinci
sonuç ise bilimin, faaliyete ilişkin formüllerine her­
hangi bir anlam vermedeki başarısızlığıdır. Doğanın
görünüşünden Doğa hakkında çıkarılan formüllerin
kendi aralarındaki ihtilaf, bu formülleri herhangi bir
açıklayıcı nitelikten yoksun bırakmıştır. Hatta gele­
ceğin öngörüsü için geçmişin herhangi bir zemin
sunduğuna inanmak için elimizde bir sebep dahi
bırakmamıştır. Aslında sırf duyu-algısına dayalı olup
herhangi bir başka gözlem kaynağına sahip olmadığı
düşünülen bilim, kendine-yeterlik iddiası göz önün­
de bulundurulduğunda iflas etmiştir.
48
Doğa ve Yaşam

Bilim Doğada hiçbir bireysel haz bulamaz; bi­


lim Doğada hiçbir amaç bulamaz; bilim Doğada
hiçbir yaratıcılık bulamaz; sadece intikalin kuralla­
rını bulabilir. Bu olumsuzlamalar doğabilimi için
geçerlidir. Onun metodolojisine özgüdürler. Fizik
biliminin bu körlüğünün sebebi, bu tür bilimlerin,
insan deneyiminin sağladığı kanıtın sadece yarısıyla
meşgul olması gerçeğinde yatar. Muntazam bir kür­
kü böler; metaforu daha sevimli hâle dönüştürerek
söylersek, yüzeydeki kürkü inceler, temeldeki bede­
ni es geçerler.

Descartes tarafından Avrupa düşüncesinde sa­


bitlenmiş olan beden ile zihnin arasındaki talihsiz
ayrılık bilimin bu körlüğünün sorumlusudur. Bir
anlamda bu memnuniyet verici olmuştur, çünkü
başlangıçta yaklaşık on kuşak boyunca en basit şey­
lerin düşünülmesini sağlamıştır. Artık bu en basit
şeyler, en uzak ve en belirsiz gözlemimiz dâhilinde­
ki evrenin bütün sahasına egemen olan, Doğanın
bu geniş erimli alışkanlıklarıdır. Doğanın bu yasa­
larının hiçbiri zorunluluğa dair en ufak bir kanıt
sunmaz. Bunlar bizim gözlemlerimizin ölçeğine
gerçek manada hükmeden yordam biçimleridir.
Evrenin uzamsallığının boyutlu olması, mekân-
49
Alfred North Whitehead

sal boyutların sayısının üç olması ve geometrinin


mekânsal yasalarının fiziksel oluşumlar için nihaî
formüller olması olgularını kastediyorum. Bu dav­
ranış biçimlerinin hiçbirinde herhangi bir zorun­
luluk yoktur. Olağan ve düzenleyici koşullar ola­
rak var olurlar; çünkü edimselliklerin çoğunluğu
birbirlerini, bu yasalara örnek teşkil eden karşılıklı
bağlantı biçimlerine yöneltirler. Kendini-ifade-et-
menin yeni biçimleri bir kazanım zemini olabilir.
Fakat hangi analojiye göre muhakeme edersek
edelim, yeterince var olduktan sonra mevcut ya­
salarımız önemsizleşeceklerdir. Yeni ilgiler hüküm
sürecektir. Terime verdiğimiz mevcut anlamda bi­
zim mekânsal-fiziksel çağımız, mühim ilişkilerin
belirlenmesi üzerinde bariz bir kanıt olmadan her
şeyi belli belirsiz biçimde koşullayan geçmişin arka
planına geçecektir.

Günümüzde hüküm süren bu devasa yasalar


inorganik Doğanın genel fizik yasalarıdır. Belirli bir
gözlem ölçeğinde müdahale izi olmaksızın egemen­
dirler. Güneşlerin oluşumu, gezegenlerin hareketle­
ri, yeryüzündeki jeolojik değişimler, başka faillikler­
ce gerçekleştirilen her değişim emaresini dışlayan
devasa bir itkiyle ilerliyor gibi görünmektedir. Bu
50
Doğa ve Yaşam

açıdan bilimin dayandığı duyu-algısı Doğada her­


hangi bir amacı açığa vurmaz.

Yine de duyu-algısının yegâne faktör olduğu in­


sanlığın genel gözleminin hiçbir amacı açımlama­
dığını ifade etmek doğru değildir. Aslında durum
tam tersidir. İnsanlığın sosyolojik faaliyetlerinin
bütün açıklamaları, açıklamadaki aslî bir faktör
olarak “amacı” içerir. Mesela, kanıtın koşullara
bağlı olduğu bir ceza davasında, saikin ispatlanma­
sı cezalandırmanın dayandığı ana unsurdur. Böyle
bir davada savunma, maksadın bedensel hareketi
yönlendiremeyeceğini ve hırsızı çalmakla itham et­
menin de güneşi doğmakla itham etmeye benzer ol­
duğu öğretisini ileri sürer miydi? Yine hiçbir devlet
adamı, sırasıyla muhtelif uluslarda ve bu ulusların
devlet adamlarında hâkim -bilincinde açık veya
örtük olan- yurtseverlik türlerine dair birtakım
öngörülere sahip olmadan uluslararası ilişkileri yö­
netemez. Kayıp bir köpeğin sahibini ya da evinin
yolunu aradığı görülür. Aslında, maksatlarımızın
doğrudan bilincine kendi eylemlerimizin yönlendi­
ricisi olarak varırız. Bu tür bir yönlendirmeyi bir
kenara bırakırsak, hiçbir öğreti hiçbir anlamda uy­
gulanabilir olmaz. Zihinsel olarak meşgul olunan
51
Alfred North Whitehead

mefhumların, bedensel eylemler üzerinde hiçbir


etkisi olmaz. Dolayısıyla meydana gelen şey de bu
gibi mefhumlara ilişkin uğraşa tamamen kayıtsızlık
içinde meydana gelir.

Bilimsel akıl yürütme, zihinsel faaliyetlerin Do­


ğanın muntazam bir parçası olmadığı önkabulü-
nün bütünüyle tahakkümü altındadır. Dolayısıyla
alışkanlığa bağlı olarak, insanlık tarafından kozmo­
lojik faaliyetleri yönlendirmede etkin oldukları ka­
bul edilen bütün bu zihinsel öncülleri ihmal eder.
İlgili sınırlamaları kabul etmemiz şartıyla bu yor­
dam, bir yöntem olarak tamamen meşrudur. Bu
sınırlamalar hem apaçık hem de belirsizdir. Felse­
fenin umudu, onların tanımlarını adım adım açığa
çıkarmaktır.

Benim vurgulayacağım noktalar şunlar: İlk ola­


rak, zihinsellik ile Doğa arasındaki bu katı ayrımın
bizim temel gözlemimizde herhangi bir zemini yok­
tur. Biz kendimizi Doğa içerisinde yaşayan olarak
buluruz. İkinci olarak, zihinsel işlemleri Doğanın
oluşumunu sağlayan faktörler arasında görmemiz
gerektiğine varıyorum. Üçüncü olarak, Doğanın
sürecindeki âtıl çarklar mefhumunu reddetmemiz
gerektiğini çıkarsıyorum. Oluşan her faktör bir fark
52
Doğa ve Yaşam

yaratır ve o fark ancak o faktörün bireysel karakteri


açısından ifade edilebilir. Dördüncü olarak, zihin­
sel oluşumların Doğanın sonraki seyrini koşullama-
da nasıl etkin olduğunu anlamak amacıyla artık do­
ğal olguları tanımlama görevimiz olduğu sonucuna
varıyorum.

Doğadaki oluşumların altı türüne ilişkin kaba­


taslak bir ayrım yapılabilir. İlk tür insan varoluşu,
beden ve zihindir. İkinci tür hayvan yaşamının bü­
tün türlerini, böcekleri, omurgalıları ve diğer cinsle­
ri, aslında insan dışındaki hayvan yaşamının muhte­
lif bütün türlerini içerir. Üçüncü tür bitkisel yaşamı
içerir. Dördüncü tür tek yaşayan hücrelerden olu­
şur. Beşinci tür, hayvan bedenlerinin büyüklüğüyle
mukayeseli veya daha büyük bir ölçekteki, büyük
ölçekli inorganik bünyelerin tamamından oluşur.
Altıncı tür, modern fiziğin titiz analiziyle açığa çı­
karılan sonsuz küçük ölçekteki olaylardan meydana
gelir.

Şimdi Doğanın bütün bu faaliyetleri birbirini


etkiler, birbirini gerektirir ve birbirine kavuşur.
Liste herhangi bir bilimsel gösteriş olmadan kasıtlı
olarak kabaca yapılmıştır. Katı bilimsel sınıflamalar
bilimsel yöntem için elzem, ancak felsefe için tehli­
53
Alfred North Whitehead

kelidir. Bu gibi bir sınıflama, doğal varoluşun farklı


biçimlerinin birbirine dönüştükleri gerçeğini gizler.
Bir hücre toplumunun merkezî yönlendirmesine
sahip bir hayvan yaşamı, örgütlü hücreler cumhuri­
yetine sahip bir bitkisel yaşam, örgütlü moleküller
cumhuriyetine sahip bir hücresel yaşam, mekânsal
ilişkilerden kaynaklanan zorunlulukların pasif ka­
bulüne sahip büyük-ölçekli inorganik moleküller
toplumu ve daha büyük ölçekteki inorganik Do­
ğanın pasifliğinin tüm izlerini yitiren molekül-altı
faaliyetler vardır.

Bu araştırmada bazı ana sonuçlar kendini gös­


teriyor. Sonuçlardan biri, muhtelif düzenlenim/
örgütlenme biçimlerinin ürettikleri muhtelif işleyiş
biçimleridir. İkinci sonuç, bu farklı biçimler arasın­
daki süreklilik boyutudur. Boşlukları kapatan sınır
durumları da vardır. Sınır durumları genellikle ka­
rarsızdır ve çabucak geçerler. Fakat varoluş süresi sa­
dece bizim İnsanî yaşam alışkanlıklarımızla ilgilidir.
Molekül-altı oluşumlar için bir saniye engin bir za­
man aralığıdır. Üçüncü sonuç, gözlem ölçeğini de­
ğiştirmemize bağlı olarak, Doğanın boyutlarındaki
farklılıktır. Her bir gözlem ölçeği bize o ölçeğe uygun
olan etkileri sunar.
54
Doğa ve Yaşam

Yine bir başka düşünce daha doğar. Doğayı nasıl


gözlemleriz? Keza bir gözlemin uygun analizi nedir?
Bu soruya verilen geleneksel cevap, Doğayı duyula­
rımız aracılığıyla algıladığımızdır. Ayrıca, duyu-algı-
sının analizinde, onun en belirgin örneğine, yani
görmeye odaklanmaya meylederiz. Artık görsel algı,
evrimin nihaî ürünüdür. Yüksek düzey hayvanlara,
omurgalılara ve daha gelişmiş böcek türlerine ait­
tir. Görme yetisine sahip olduğuna ilişkin herhangi
bir kanıt sunmayan sayısız canlı varlık vardır. Yine
de kendi çevrelerine canlı varlıklara özgü bir tarzda
ilgi gösterdiklerine ilişkin her türlü işareti verirler.
Ayrıca insan varlıkları, gözlerini kapatarak veya kör­
lük vahametiyle görme yetisini kendilerine özgü
bir rahatlıkla devre dışı bırakabilirler. Sırf görmey­
le sağlanan bilgi bilhassa boştur; diğer bir deyişle,
renkli olarak açımlanmış dış bölgelerden ibarettir.
Renklerin zorunlu bir geçişi, bölgelerin zorunlu bir
seçimi ve renklerin teşhirinin zorunlu bir karşılık­
lı adaptasyonu söz konusu değildir. Herhangi bir
andaki görme, farklı renklere sahip bölgelere dair
pasif bir olgu sağlar sadece. Eğer belleklerimiz varsa
renklerin geçişini gözlemleriz. Ancak, sayesinde de­
ğişimin anlaşılabileceği içsel faaliyete dair bir ipucu
sağlayan salt renkli bölgelere özgü hiçbir şey yoktur.
55
Alfred North Whitehead

Pasif maddî tözlerin mekânsal dağılımına ilişkin


kavrayışımız işte bu deneyimden doğar. Bu şekilde
Doğa, herhangi bir içsel değeri olmayan anlamsız
madde zerrelerinden ibaret, mekân içerisinde telaş
hâlindeki bir şey olarak tanımlanır.

Gelgelelim, tıpkı şeylerin metafizik doğasının


doğrudan her açımlanmasında olduğu gibi, görün­
düğü hâliyle kabul etmek konusunda bizi kuşkulan­
dırması gereken bu deneyime eşlik eden iki unsur
vardır. İlk olarak, görsel deneyimde dahi bedenin
müdahalesinin farkındayızdır. Gözlerimiz ile gördü­
ğümüzü doğrudan doğruya biliriz. Bu, müphem bir
histir ama son derece önemlidir. Can alıcı deneyin
her türü de kanıtlamaktadır ki, gördüğümüz şey ve
onu gördüğümüz yer, tamamen bedenimizin fizyo­
lojik işleyişine bağlıdır. Bedenimizin işlevini içsel
olarak verili bir biçime dönüştürme yöntemi, karar­
laştırılmış bir görsel duyumsama sağlayacaktır bize.
Beden, kendi görsel duyu verilerinin yerleştirdiği
yanı başındaki Doğanın olaylarına karşı fevkalade
kayıtsızdır.

Şimdi bütün diğer duyumsama biçimleri için,


sadece daha büyük ölçüde, aynısı geçerlidir. Bütün
duyu-algısı, deneyimimizin bedensel faaliyetlere ba­
56
Doğa ve Yaşam

ğımlılığının bir sonucudur sadece. Bu yüzden kişisel


deneyimimizin Doğanın faaliyetleriyle ilişkisini anla­
mak istiyorsak doğru yordam, kişisel deneyimlerimi­
zin kişisel bedenlerimize bağımlılığını incelemektir.

Kişisel beden-zihin ilişkimize dair baskın kana­


atlerimizi sorgulayalım şimdi de. İlk olarak, birlik
talebi vardır. İnsan bireyi bir bütün olgudur, beden
ve zihindir. Bu birlik talebi temel olgudur, daima
kabul edilir ve nadiren açıkça formüle edilir. Ben
deneyimlerim ve benim bedenim bana aittir. İkin­
ci olarak, bedenimizin işleyişi, duyu-deneyimimizin
salt ürününe nazaran çok daha geniş bir etkiye sa­
hiptir. İç organlarımızın -kalp, akciğerler, bağırsak­
lar, böbrekler vb- sağlıklı işleyişi sayesinde kendimi­
zi yaşamın sağlıklı bir hazzı içinde buluruz. Duygusal
durumlar meydana gelir; bunun yegâne sebebi ken­
dileriyle ilişkili herhangi bir doğrudan duyu verisi
sağlamamalarıdır. Göz yorgunluğu olmadığından,
görmede bile kendi görme kudretimizin tadını çı­
karırız. Karnımız ağrımadığı için genel yaşam du­
rumumuzun keyfini süreriz. Sağlıktan iyi-kötü haz
almanın, belirli bir duyu verisiyle ancak rastgele
ilişkili olan pozitif bir his olduğunu vurguluyorum.
Mesela, kötü bir resme veya beter hâldeki bir binaya
57
Alfred North Whitehead

bakarken dahi gözlerinizin rahatlıkla faaliyet göster­


mesinden haz alabilirsiniz. Duygunun bedenden
türeyişine ilişkin bu doğrudan his, bizim en temel
deneyimlerimiz arasında yer alır. Çeşitli türde duy­
gular vardır; ama her duygu türü en azından beden­
den türeyerek değişir. Bedensel işleyişin biçimlerini
ayrıntılı olarak analiz etmek fizyologların işidir. Fel­
sefe için tek temel olan olgu, zihinsel deneyimin bü­
tün karmaşasının, ya bu gibi bir işleyişten türemiş ya
da onun tarafından değiştirilmiş olmasıdır. Ayrıca,
bizim esas hissimiz birliğe, bedene ve zihne yönelik
talebi yaratan bu türeme hissidir.

Ancak bizim dolaysız deneyimimiz hem içeriğini


başka bir kaynaktan türetmeyi ve hem de bu alter­
natif türeme kaynağına dayalı bir birliği talep eder.
Bu ikinci kaynak, bilinçli deneyimimizin dolaysız
şimdisini doğrudan doğruya önceleyen kendi duru-
mumuzdur. Çeyrek saniye önce şu şu fikirlerle uğra­
şıyorduk ve dış olgunun şu şu gözlemini yapıyorduk.
Şimdiki
» zihin durumumuzda önceki durumu sür-
dürüyoruz. “Sürdürme” sözcüğü hakikatin yalnızca
yarısını ifade eder. Bir anlamda son derece zayıf, bir
başka anlamda ise abartılıdır. Son derece zayıftır;
çünkü biz önceki durumu sadece sürdürmez, onun­
58
Doğa ve Yaşam

la mutlak özdeşlik de talep ederiz. Kuşkusuz bizim


çeyrek saniye sonraki mevcut olacak deneyimimizin
temeli olan şey, o zihin durumunda kendine özdeş
benliğimizdi. Bir başka anlamda ise “sürdürme”
sözcüğü abartılıdır; çünkü eylemi tamamen önceki
deneyim durumumuz dâhilinde sürdürmeyiz. Yeni
unsurlar müdahil olmuşlardır. Bu yeni unsurların
tamamı bedensel işleyişlerimiz tarafından sağlanır.
Bu yeni unsurları, çeyrek saniye önceki zihin duru-
mumuzun sağladığı temel deneyim malzemesiyle
birleştiririz. Ayrıca, daha önce hemfikir olduğumuz
gibi, kendi bedenimizle bir özdeşleşme talebinde
bulunuruz. Bu yüzden şimdiki deneyimimiz kendi
doğasını, iki türeme kaynağı içerisinde, yani beden­
de ve öncül deneysel işleyişte açımlar. Ayrıca bu kay­
nakların her biriyle özdeşleşme talebi de mevcuttur.
Beden benimdir, önceki deneyim benimdir. Öte
yandan, bedeni ve deneyim akışını talep eden yalnız­
ca bir ben vardır. Varoluşumuzun bütün pratiğinin
üzerine kurulduğu temel ve esas kanaati burada bul­
duğumuzu ileri sürüyorum. Bizler var olduğumuz­
da, her biri kendi dolaysız benliğimizin tam gerçek­
liğine sahip olan beden ve ruhumuz varlığımızdaki
kaçınılmaz unsurlar olur. Fakat ne beden ne de ruh
ilk bakışta onlara atfettiğimiz keskin gözlemsel tanı­
59
Alfred North Whitehead

ma sahiptir. Bedene ilişkin bilgimiz onu, Doğanın


daha büyük bir sahasındaki olayların karmaşık bir­
liği olarak konumlandırır. Ancak onu Doğanın geri
kalanından ayıran çizgi son derece muğlâktır. Beden
milyonlarca molekülün eşgüdümlü faaliyetlerinden
oluşur. Sonsuz sayıda yolla daima moleküller yitir­
mek ve moleküller kazanmak bedenin yapısal özüne
aittir. Meseleyi mikroskobik kesinlikle birlikte ele al­
dığımızda, bedenin nerede başlayıp Doğanın nerede
bittiğini belirleyen herhangi bir kesin sınır yoktur.
Yine, beden bütün uzuvlarını yitirebilir ve buna rağ­
men aynı bedenle özdeşlik talep ederiz. Ayrıca, kesi­
len uzuvdaki hücrelerin yaşamsal işlevleri de yavaş
yavaş kaybolur. Doğrusu, kendi moleküllerinin içsel
vibrasyonlu süreleriyle kıyaslandığında, bir uzuv be­
denden ayrı olarak muazzam bir süre hayatta kalır.
Keza beden, var olmak için bu gibi facialar haricin­
de çevreye de ihtiyaç duyar. Dolayısıyla, beden ve
ruhun tek bir kişideki birliğinin yanı sıra, bedenin
çevreyle birliği mevcuttur.

Ancak kendi kişisel özdeşliğimizi düşünürken,


bedenden ziyade ruha vurgu yapmaya meyilliyiz.
Bir birey, benim yaşam zincirime veya sizin yaşam
zincirinize tekabül eden kişisel deneyimlerin eşgü­
60
Doğa ve Yaşam

dümlü akışıdır. İşte her bir hâlin kendi geçmişinin


doğrudan belleğine ve kendi geleceğinin önsezisine
sahip olmasını sağlayan da kendini-gerçekleştirme-
nin intikalidir. Kalıcı bir kendine-özdeşlik talebi,
kişisel özdeşliğimizin ısrarcılığıdır.

Yine de bu ruh mefhumunu incelediğimizde, bu


mefhum kendisini beden tanımımızdan dahi muğ­
lâk olarak açımlar. îlkin ruhun sürekliliği -bilinçle
ilgili olduğu sürece- zamandaki aralıkların üzerin­
den atlamak durumundadır. Uyuruz veya sersem­
leriz. Ama yine de kendimize geldiğimizde aynı
kişiyizdir. Belleğe güvenir ve güvenimizi Doğanın
işleyişlerine, bilhassa da bedenimizin sürekliliğine
yaslarız. Bu yüzden genelde Doğa, özeldeyse be­
den ruhun kişisel devamlılığı için malzeme sağlar.
Yine, ruhun varoluşunun hâllerinin canlılığında
ilginç bir çeşitlilik vardır. Yoğun biçimde dışsal olu­
şumun ince bir gözlemiyle bir-arada yaşarız; sonra
dışsal dikkat kesilir ve tefekkür içinde kayboluruz;
tefekkür, canlı takdim içerisinde adım adım zayıf­
lar; bilinç akışının topyekûn duraksamasıyla uyu­
ruz. Ruhun bu işleyişleri türlü türlü, değişken ve
süreksizdir. Ruhun birliğine yönelik talep, bedenin
birliğine yönelik talebe, beden ile ruhun birliğine
61
Alfred North Whitehead

yönelik talebe ve bedenin dışsal bir Doğa ile müşte­


rekliğine yönelik talebe benzer. Felsefî spekülasyo­
nun görevi, fizik biliminin bakış açısını anlaşılabilir
kılmak ve bu bakış açısını, üzerine epistemolojinin
bina edilmesi gereken temel olguları temsil eden
bu doğrudan kanaatlerle birleştirmek amacıyla ev­
renin olaylarını düşünmektir. On sekizinci ve on
dokuzuncu yüzyılların epistemolojisinin zayıflığı,
kendisini bütünüyle duyu-algısının dar bir formü-
lasyonu üzerine kurmasıydı. Ayrıca duyumsamanın
muhtelif biçimleri arasında görsel deneyim tipik ör­
nek olarak seçilmişti. Sonuçsa deneyimimizi oluştu­
ran gerçek manadan temel faktörlerin tamamının
dışlanması oldu.

Bu gibi bir epistemolojide felsefî spekülasyonun,


bütünü anlaşılabilir kılan bir sistem içerisinde açık­
lamak zorunda olduğu karmaşık verilerden uzakta­
yız. Beden ile ruhun, beden ile Doğanın, ruh ile
Doğanın müşterekliğini, bedensel varoluşun ardı­
şık hâllerini veya ruhun varoluşunu düşünün. Bu
temel karşılıklı bağlantılar son derece çarpıcı bir
özellik taşırlar. Dış dünyanın, ruhu oluşturan de­
neyim akışıyla ilgili işlevini ele alalım. Deneyimlen-
diği hâliyle bu dünya, bu deneyimler içerisindeki
62
Doğa ve Yaşam

esas olgudur. Ruhun bireysel varoluşuna özgü tüm


duygular, maksatlar ve hazlar, ruhun, kendi varo­
luşunun temelinde yatan deneyimlenmiş bu dün­
yaya verdiği tepkilerden başka bir şey değildir. Bu
yüzden, bir anlamda deneyimlenmiş dünya, ruhun
özünü oluşturan çok sayıda faktörün bileşimindeki
karmaşık bir faktördür. Bir anlamda dünyanın ruh­
ta olduğunu söyleyerek ifade edebiliriz bunu.

Ancak bu temel hakikati dengeleyen karşıt bir öğ­


reti vardır. Diğer bir ifadeyle, dünya deneyimimiz, ru­
hun kendisinin dünyadaki bileşenlerden biri olarak
sergilenmesini içerir. Dolayısıyla, bir relatum olarak
bir deneyim hâlinin bir diğer relatum olarak deneyim
edilen dünya ile ilişkisinin iki yönü vardır. Bir an­
lamda dünya hâlde, diğer anlamda ise hâl dünyada
içerilir. Mesela, ben odanın içindeyim ve oda benim
şimdiki deneyimimdeki bir unsurdur. Ancak benim
şimdiki deneyimim de şu an olduğum şeydir.

Bu kafa karıştırıcı karşıt ilişki tartışmakta oldu­


ğumuz bütün bağlantılara uzanır. Mesela, ruhun
süreğen kendine-özdeşliğini düşünün. Ruh, doğum­
dan şu âna uzanan deneyim hâllerimin intikalinden
başka bir şey değildir. Şimdi, şu anda tüm bu hâlle­
ri bedenleştiren bütün bir kişiyim. Onlar bana ait.
63
Alfred North Whitehead

Diğer taraftan şu andaki dolaysız deneyim hâlimin,


ruhumu oluşturan hâllerin akışı içindeki sadece bir
hâl olduğu da aynı ölçüde doğrudur. Yine, benim
için dünya, bedenimin işleyişlerinin onu deneyimi­
me sunma tarzından başka bir şey değildir. Dünya,
bu yüzden bu işleyişler içerisinde bütünüyle ayırt
edilir. Dünyanın bilgisi, onun işleyişlerinin analizin­
den başka bir şey değildir. Ve buna rağmen beden,
dünyanın evrensel toplumu içerisindeki bir işleyiş
toplumundan ibarettir. Dünyayı bedensel toplum
açısından, bedensel toplumu da dünyanın genel iş­
leyişleri açısından açıklamamız gerekir.

Bu yüzden, deneyimimizin temel özünde açım­


landığı hâliyle şeylerin bir-aradalığı belirli bir kar­
şılıklı içkinlik öğretisini gerektirir. Şu ya da bu ba­
kımdan dünyanın cdimselliklerinin müşterekliği,
her bir olayın, diğer her olayın doğasındaki bir fak­
tör olduğu anlamına gelir. Nihayet, gündelik hayat­
ta alışkanlığa bağlı olarak kullanılan mefhumları
anlayabileceğimiz yegâne yol budur. “Nedensellik”
mefhumumuzu düşünün. Bir olay bir başkasının
sebebi nasıl olabilir? İlk olarak, hiçbir olay bir baş­
ka olayın bütünüyle ve münferiden sebebi olamaz.
Önceki dünyanın tamamı yeni bir hâl üretmekte

64
Doğa ve Yaşam

birleşir. Ancak belirli bir hâl, bir ardılın oluşumu­


nu önemli bir şekilde koşullar. Peki, bu koşullama
sürecini nasıl anlayabiliriz?

Bir niteliğin aktarılmasına ilişkin basit mefhum


büsbütün muğlâktır. İki oluşumun gerçekten de
birbirinden ayrık olabileceğini, böylece bunlardan
birinin, diğeri hesaba katılmaksızın kavranabilir ol­
duğunu varsayalım. Bu durumda onlar arasındaki
bütün nedensellik veya koşullama mefhumu anla­
şılmaz hâle gelir. Bu varsayıma göre, bunlardan bi­
rinin herhangi bir niteliğe veya diğerinin bir başka
niteliğe sahip olmasının o niteliğe sahip olmayı her­
hangi bir şekilde etkilemesinin hiçbir sebebi yoktur.
Bu tür bir öğretiyle birlikte, dünyadaki niteliksel
intikal oyunu ve etkileşimi, doğrudan gözlem saha­
sının ötesinde geçmişe, şimdiye ve geleceğe ilişkin
hiçbir sonucun çıkarılamayacağı boş bir olgudur.
Böylesi pozitivist bir inanç, onun içerisine geleceğe
dair hiçbir umut veya geçmişe dair hiçbir pişmanlık
dâhil etmememiz koşuluyla, kendisiyle tamamen
tutarlıdır. O hâlde bilim, herhangi bir önemden
yoksundur. Ayrıca, hiçbir şeyi belirlemediğinden,
çaba da ahmakçadır. Yegâne anlaşılır nedensellik
öğretisi, içkinlik öğretisi üzerine kuruludur. Her bir
65
Alfred North Whitehead

hâl, kendi doğası içerisinde aktif olan önceki dün­


yayı varsayar. Olayların birbirlerine nazaran belirli
bir konumu olmasının sebebi budur. Bu, geçmi­
şin niteliksel enerjilerinin, her bir şimdiki hâldeki
niteliksel bir enerji örüntüsü birleştirilmesinin de
sebebidir ayrıca. Nedensellik öğretisi budur. Nere­
de ise orada olan her bir hâlin özüne ait olmasının
sebebi budur. Bir hâlden bir diğerine özellik akta­
rımının sebebi budur. Doğanın, bazıları daha geniş
bir çevreyle, bazılarıysa daha dar bir çevreyle alakalı
yasalarının göreli sabitliğinin sebebi budur. Daha
önce belirttiğimiz gibi, etrafımızdaki dünyanın doğ­
rudan idrak edişimizde, gözlemlenen verilerle bir­
likte iki-katlı bir birlik talep etmeye dönük bu ilginç
alışkanlığını bulmamızın sebebi budur. Bir dünya­
dayız, dünya bizdedir. Dolaysız hâlimiz, ruhu biçim­
lendiren hâller toplumunda ve ruhumuz da mevcut
hâlimizdedir. Beden bizimdir ve biz bedenimizdeki
bir faaliyetiz. Muğlâk ama zorunlu olan bu gözlem
olgusu, dünyanın bağlantısallığının ve onun düzen
türlerinin intikalinin temelidir.

Bu gözlemsel verilerin, felsefî kozmolojimizin


üzerine kurulması gereken şey bakımından araştı­
rılmasında, fizik biliminin sonuçlarıyla insanlığın
66
Doğa ve Yaşam

sosyolojik işleyişlerine hükmeden alışkanlığa bağlı


kanaatleri bir araya getirdik. Bu kanaatler ayrıca
edebî, sanatsal ve dinsel hümanizmaya da yön ve­
rirler. Salt varoluş, düşünsel bir soyutlamanın uzak
hedefi olmak haricinde, insanın bilincine hiçbir za­
man dâhil olmamıştır. Descartes’ın “Cogito, ergo
sum'u yanılışlıkla “ Düşünüyorum, öyleyse varım”
olarak tercüme edilir. Bizim farkında olduğumuz
şey, asla yalın düşünce veya yalın varoluş değildir.
Ben kendimi aslen duyguların, bazların, umutların,
korkuların, pişmanlıkların, seçenek değerlendirme­
lerinin, kararların birliği olarak bulurum; bunların
hepsi benim doğamda aktif olan çevreye verilen öz­
nel tepkilerdir. Benim birliğim -Descartes’ın “va­
rım”!- bu malzeme karmaşasını hislerin tutarlı bir
örüntüsünde biçimlendirme sürecidir. Ben çevre­
nin faaliyetlerine yeni bir yaratım biçimi verdiğim­
den, bireysel haz, şu anda kendim olan bir doğal
faaliyete ilişkin kendi rolüm içinde olduğum şeydir;
ama yine de, kendim olduğumdan, önceki dünya­
nın bir devamıdır. Çevrenin rolüne vurgu yaparsak,
bu süreç nedenselliktir. Şayet aktif hazza dair kendi
dolaysız örüntümün rolüne vurgu yaparsak, bu sü­
reç öz-yaratımdır. Varoluşu şimdinin Doğasındaki
bir zorunluluk olan geleceğin kavramsal önsezi­
67
Alfred North Whitehead

sinin rolüne vurgu yaparsak bu süreç, gelecekteki


bazı ideallere yönelik teleolojik amaçtır. Gelgelelim
bu amaç, gerçek manada şimdiki sürecin ötesinde
değildir. Geleceğe yönelik amaç, şimdideki bir baz­
dır. Bu yüzden de yeni bir yaratımın dolaysız öz-ya-
ratımını etkin biçimde koşullar.

Önceki dersin sonunda ortaya attığımız son so­


ruyu şimdi tekrar sorabiliriz. Fizik bilimi Doğayı
faaliyete indirgemiş ve Doğanın bu faaliyetlerinde
örneklenen matematiksel formülleri keşfetmiştir.
Fakat temel soru olduğu gibi kalır: Yalın faaliyet
mefhumunu nasıl içeriklendiririz? Bu soru, yaşamı
Doğayla birleştirmek suretiyle cevaplanabilir.

İlk olarak, yaşamı zihinsellikten ayırt etmemiz


gerekir. Zihinsellik, kavramsal deneyimi içerir ve ya­
şamdaki yegâne değişken bileşendir. Burada “kav­
ramsal deneyim” denilen işleyiş türü, herhangi bir
katıksız fiziksel gerçekleşmeden soyutlanmış olarak
ideal gerçekleşmeyle ilgili olanakların ziyafetidir.
Kavramsal deneyimin en bariz örneği ise alternatif­
lerin ziyafetidir. Yaşam, zihinselliğin bu kademesi­
nin altında yatar. Yaşam, geçmişten kaynaklanan ve
geleceği amaçlayan duygunun hazzıdır. Bir zaman­
lar olmuş, şimdi olmakta olan ve daha sonra da
68
Doğa ve Yaşam

olacak olan duygunun hazzıdır. Bu vektör karakteri


bu tür bir ziyafetin özüne ilişkindir. Duygu şimdi­
ki zamanı iki yolla aşar. Ortaya çıkar ve yönlenir.
Anbean edinilir, haz alınır ve aktarılır. Her bir hâl,
terimin Quakerci anlamıyla, bir ilgi faaliyetidir. Aş-
kınlık ile içkinliğin bileşimidir. Hâl, kendi özleri
gereği onun ötesinde bulunan şeylerle birlikte his
ve amaç açısından ele alınır; her ne kadar bu şeyler
kendi şimdiki işlevleri dâhilinde o hâlin ilgisindeki
faktörler olsalar da. Bu yüzden her bir hâl, kendi
dolaysız öz-gerçekleşmesiyle meşgul olmasına rağ­
men evrenle ilgilidir.

Süreç, sayısız ikmal yolları ve sayısız niteliksel


örgü sayesinde daima bir başkalaşma sürecidir. Şim­
diki hâlin birliği olan duygunun birliği niteliklerin
modellenmiş bir örgüsüdür ve geleceğe karışırken
daima değişir. Yaratıcı faaliyet bileşenlerin muhafa­
zasını ve yoğunluğun muhafazasını amaçlar. Örün-
tünün başkalaşımları ve tasfiyeye geçiş bu amaca
boyun eğer.

Kavramsal zihinsellik müdahil olmadığı sürece,


çevreye sirayet eden görkemli örüntüler miras alı­
nan intibak biçimleriyle birlikte aktarılır. Bu nok­
tada, fizikçilerin ve kimyacıların incelediği faaliyet
69
Alfred North Whitehead

örüntülerini buluruz. Zihinsellik, bu şekilde ince­


lenen bütün bu hâllerde örtüktür yalnızca. İnorga­
nik Doğa söz konusu olduğunda münferit ışıltılar,
bizim ayırt etme güçlerimiz bakımından hükümsüz­
dür. Etkin zihinselliğin fiziksel örüntülerin kalıtımı
tarafindan kontrol edilen en alt düzeyleri, bilinçdışı
ideal amacın yaptığı vurgunun zayıf yönlendirme­
sini içerir. Yaşamın daha yüksek formlarının muh­
telif örnekleriyse, zihinselliğin etkinliğinin çeşitli
kademelerini sergiler. Hayvanların sosyal alışkanlık­
larında, fiziksel alışkanlıklara indirgenmiş geçmiş­
teki zihinsellik ışıltılarına dair kanıtlar vardır. Son
olarak, daha üst düzey memelilerde ve bilhassa in­
sanlarda, alışkanlığa bağlı etkin zihinselliğin apaçık
bir kanıtına sahibiz. Kendi deneyimimizde, bilinçli
olarak yararlandığımız ve sistemleştirdiğimiz bilgi­
miz ancak doğrudan doğruya gözlemlenmiş bu gibi
bir zihinsellik anlamına gelebilir.

Kavramsal faaliyette nesneler olarak yararlanı­


lan nitelikler, ifadenin kimyada kullanılan anlamıy­
la katalitik unsurların doğasına ilişkindir. Bunlar,
hâlin kendisini geçmişten edinilen hissin çok sayı­
da akışından oluşturmasını sağlayan estetik süreci
başkalaştırırlar. Kavramların, ölçülebilir enerjinin
70
Doğa ve Yaşam

ilave kaynaklarını ortaya koyduğunu varsaymak


gerekli değildir. Böyle de yapabilirler; çünkü ener­
jinin korunumu öğretisi, tamamlanmış ölçümlere
dayalı değildir. Fakat zihinselliğin işleyişi en temel­
de enerji akışının sapması olarak düşünülmelidir.

Bu derslerde sistematik metafiziksel kozmolojiyi


ele almadım. Bu derslerin amacı deneyimimizdeki
bu unsurları bu tür bir kozmolojinin inşa edilmesi
gerekliliği açısından göstermektir. Bu gibi bir inşa­
nın başlaması gereken anahtar mefhum, fizikte ele
alınan enerjik faaliyetin yaşamda yararlanılan duy­
gusal yoğunluk olduğudur.

Felsefe merakla başlar. Ve en sonunda felsefî dü­


şünce elinden gelenin en iyisini yaptığında, ondan
geriye merak kalır. Yine de bu meraka, şeylerin uç­
suz bucaksızlığına dair birtakım kavrayışlar ve duy­
gunun anlama yetisi aracılığıyla arıtılması eklenmiş­
tir. Fakat bu refleksiyonlarda bir tehlike de vardır.
Dolaysız bir iyi, pasif bir hazzın dejenere bir formu
içerisinde düşünülmeye eğilimlidir. Varoluş daima
geleceğe karışan faaliyettir. Felsefî anlamanın ama­
cı, faaliyetin körlüğünü onun aşkın işlevleri üzerin­
den delip geçmektir.
71

You might also like