You are on page 1of 741

SEMPOZYUM ONUR KURULU

Güngör Azim TUNA (Eskişehir Valisi) Prof. Dr. Naci GÜNDOĞAN


Prof. Dr. Mehmet ŞİŞMAN (Anadolu Üniversitesi Rektörü)
(YÖK Yürütme Kurulu Üyesi) Prof. Dr. Tevfik GEDİKBEY
Prof. Dr. Hasan GÖNEN (ESOGÜ Fen-Edebiyat Fakültesi Dekanı)
(Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Rektörü) Niyazi ERSOY (Eskişehir İl Müftüsü)

KOORDİNATÖRLER
Prof. Dr. Ahmet KARTAL Prof. Dr. Sönmez KUTLU

BİLİM KURULU
Prof. Dr. H. Yunus APAYDIN Prof. Dr. Nadim MACİT
Prof. Dr. Ali ÇELİK Prof. Dr. Ashirbek MUMİNOV
Prof. Dr. M. Zeki İŞCAN Prof. Dr. Talip ÖZDEŞ
Prof. Dr. Rahmi KARAKUŞ Doç. Dr. Ahmet AK
Prof. Dr. Sönmez KUTLU Doç. Dr. Kıyasettin KOÇOĞLU

DANIŞMA KURULU
Prof. Dr. Ali Rıza GÜL Doç. Dr. Hilmi DEMİR
Prof. Dr. Dosay KENZHETAYEV Yrd. Doç. Dr. Halis Adnan ARSLANTAŞ
Prof. Dr. Mustafa ÜNAL Yrd. Doç. Dr. Ali DUMAN
Prof. Dr. Şovasil ZİYADOV

DÜZENLEME KURULU
Prof. Dr. Ahmet KARTAL Öğr. Gör. Metin ERDOĞAN
Prof. Dr. İbrahim ŞAHİN Öğr. Gör. Uğur BİLGE
Prof. Dr. Erdoğan BOZ Öğr. Gör. S. Alper SÖKMEN
Prof. Dr. Müzeyyen BUTTANRI Arş. Gör. Burcu YILMAZ ÇEBİN
Prof. Dr. Halil BUTTANRI Arş. Gör. Fatih DOĞRU
Doç. Dr. Can ÖZGÜR Arş. Gör. Deniz DEPE
Doç. Dr. Ferruh AĞCA Arş. Gör. Duygu KAMACI
Yrd. Doç. Dr. Soner AKPINAR Arş. Gör. Nurcan ANKAY
Yrd. Doç. Dr. Dilek ATAİZİ Arş. Gör. Gökçehan Aysel AĞAOĞLU
Yrd. Doç. Dr. Eylem SALTIK Araş. Gör. Neşe ŞEN
Yrd. Doç. Dr. Adem KOÇ Araş. Gör. Arife ÇAĞLAR
Yrd. Doç. Dr. Tuba ONAT ÇAKIROĞLU
içi̇ ndeki̇ ler

Önsöz / 13

İmâm Mâturîdî’nin Hayatı Eserleri ve Görüşleri / 17


Doç. Dr. Ahmet AK

açılış oturumu / 31

Ebû Mansur El-Mâturîdî’nin Semerkand’daki Muasırları / 33


Prof. Dr. Ashirbek MUMİNOV

АБу Мансур Ал-Матуридив Самарканде / 39


Prof. Dr. Ashirbek MUMİNOV

I. oturum
İMÂM MÂTURÎDÎ’NİN ÇEVRESİ VE ETKİ ALANI / 45

İmâm Mâturîdî ve Çevresi / 47


Yrd. Doç. Dr. Adil ŞEN

Mâturîdî’den Farklılaşan Mâturîdîlik / 51


Doç. Dr. İsmail ŞIK

Mâturîdî’de Din ve Vicdan Hürriyeti / 69


Yrd. Doç. Dr. İbrahim KAPLAN

İmâm Mâturîdî’nin Etki Alanı ve Muhyiddîn İbn Arabî / 77


Prof. Dr. Cağfer KARADAŞ

II. oturum
TARİHSEL SÜREÇTE MÂTURÎDÎLİK / 87

Osmanlı’nın Başlangıç Döneminde Hanefî-Mâturîdî Algısı: Bâbertî Örneği / 89


Doç. Dr. Kıyasettin KOÇOĞLU

7
Mâturîdî Doktrininin Reformu: Ebu’l-Muīn en-Nesefî Örneği / 101
Saidmukhtar OKİLOV

Nesefî Şerhlerinde İmâm Mâturîdî’nin İzleri: Peygamberlere İman Örneği / 107


Doç. Dr. Ahmet AK

Güney ve Güneydoğu Asya’da Mâturîdîlik’in Geçmiş ve Bugünkü Yönleri / 115


Dr. Philipp BRUCMARY

Past and Present Aspects of Māturīdısm in South and Southeast Asia / 123
Dr. Philipp BRUCMARY

Eş‘arî’nin İkmali Mâturîdî’nin İhmali: İki İmamın Gelenekleri İçerisindeki


Konumlarına Dair Bağlamsal Bir Analiz / 133
Yrd. Doç. Dr. Mehmet KALAYCI

III. oturum
GÜNÜMÜZDE İMÂM MÂTURÎDÎ VE MÂTURÎDÎLİK / 145

Kelâm ile İman Etmek / 147


Prof. Dr. Rahmi KARAKUŞ

İmâm Mâturîdî’nin Temel Dini Görüşleri ve İslâmî Düşüncede Yenilik / 153


Prof. Dr. Mehmet Zeki İŞCAN

Çağdaş Zamanların Çözümlemelerinde Bir Güç Faktörü Olarak Mâturîdî / 161


Yrd. Doç. Dr. Halis Adnan ARSLANTAŞ

Din Görevlilerinin Ebu Hanife ve İmâm Mâturîdî Hakkındaki Bilgi Düzeyleri


(Denizli İli Örneğinde Bir Araştırma) / 169
Doç. Dr. İkbal VURUCU

Din-Şeriat Ayırımı Meselesinin Mâturîdî ve Taberî’deki Yansımaları/Karşılaştırılması / 189


Arş. Gör. Ömer DİNÇ

IV. oturum
MÂTURÎDÎ’NİN KUR’ÂN YORUMU ve TE’VÎL GELENEĞİ
MÂTURÎDÎ’NİN TÜRK İSLÂM EDEBİYATI ÜZERİNDEKİ TESİRLERİ / 199

İmâm Mâturîdî’de Kur’ân’ı Kur’ân’la Te’vîl1 / 201


Yrd. Doç. Dr. Ali KARATAŞ

Bir Müfessirin Kelamullah Karşısındaki Konumunu Tefsirinin İsmi Üzerinden Belirleme


Denemesi: Mâturîdî’nin “Te’vîlâtu Ehli’s-Sunne”si / 217
Dr. Ömer MÜFTÜOĞLU

İmâm Mâturîdî’ye Göre Fatiha Sûresi Işığında İnsan-Allah İlişkisi / 223


Yrd.Doç. Dr. Naci KULA

8
İmâm Mâturîdî’nin Eğitimle Alâkalı Bazı Ayetlere Getirdiği Yorumlar / 229
Öğr. Gör. Ahmet Sait TUNÇPINAR

İmâm Mâturîdî Felsefesinin Yayılışı ve Anadolu’ya Taşınması Bağlamında


Yunus Emre’nin Şiirine Yansıması / 251
Prof. Dr. Özkul ÇOBANOĞLU

Mehmet Akif Ersoy’un Şiirlerinde Mâtûrîdîlik / 259


Prof. Dr. Mustafa ÜNAL

Mâturîdî Kelâmının Klasik Edebiyata Yansıması / 271


Yrd. Doç. Dr. Sadık Armutlu

Mâturîdî ve Onun Zahidlik Sembolü / 293


Şovosil Ziyodov

Mâturîdî ve Onun Zahidlik Sembolü / 297


Şovosil Ziyodov

İmâm Mâturîdî Hazretlerinin Eserlerinde Görülen Tasavvufî Unsurlar / 301


Hilmiye KETENCİ

V. oturum
İMÂM MÂTURÎDÎ’DE AKIL-DİN İLİŞKİSİ
MÂTURÎDÎLİK ve FELSEFÎ MESELELER / 309

Akıl-Vahiy İlişkisinde Aklı Yerine Oturtan Müfessir: el-Mâturîdî / 311


Prof. Dr. Nasrullah HACIMÜFTÜOĞLU

Mâturîdî’de Aklın İşlevleri ve Çağdaş Sorunlarımız Açısından Tahlili1 / 317


Prof. Dr. Hulusi ARSLAN

İmâm Mâturîdî’nin Deist Eleştirilere Karşı Nübüvvet Savunusu1 / 325


Yrd. Doç. Dr. İbrahim ASLAN

Mâturîdî Mektebinde İrade ve İyilik-Kötülük Düşüncesinin


Gelişmesinde Sadruşşeria’nın Katkısı / 337
Süleyman TUĞRAL

Mâturîdî Kelâminda İlâhî ve İnsanî Fiil / 347


Dr. Angelika BRODERSEN

Divine and Human Acts in Māturīdī Kalām1 / 357


Dr. Angelika BRODERSEN

Mâturîdî Kelamında Kadîm-Hâdis İlişkisi: Çift Yönlülük Teorisi / 367


Doç. Dr. Ömer TÜRKER

9
Mâturîdî Düşüncesinde Felsefe Kelam İlişkisi / 371
Yrd. Doç. Dr. Hakan COŞAR

İmâm Mâturîdî’nin Nedensellik Anlayışına Bakışı / 383


Yrd. Doç. Dr. Hamdi ONAY

VI. oturum
İMÂM MÂTURÎDÎ’NİN İMÂN ANLAYIŞI
İMÂM MÂTURÎDÎ’NİN TÜRKİSTAN BÖLGESİNDEKİ ETKİLERİ / 393

İslâm’da Eşitlik ve İtibâr Talebinin Teolojik Dili / 395


Prof. Dr. Mehmet EVKURAN

Mâturîdî’de Hakikat, Taklid ve Tahkik Açısından İman / 405


Yrd. Doç. Dr. Mustafa BOZKURT

İmâm Mâturîdî’nin Hayatı - Kazâ ve Kader Hakkındaki Görüşleri / 413


İsmet DEMİR

İmâm Mâturîdî’nin Kader Anlayışı / 419


Doç. Dr. Sıddık KORKMAZ

Aquinalı Thomas ve İmam-ı Mâturîdî Düşüncelerinde Kader ve İrade Meselesi / 429


Doç. Dr. Kımbat KARATIŞKENOVA

Mâverâünnehir’in Dini-Politiği ve Mâturîdî’nin Yeri: Maniheizm ve Gnostikler / 433


Doç. Dr. Hilmi DEMİR

Mâturîdî İlminin Kazak Düşünürlerine Tesiri / 451


Yrd. Doç. Dr. Muratbek MİRZABEKOV

Kazak Müslüman Toplumu ve Mâturîdî Akidesinin Yeniden İhyası / 457


Prof. Dr. Dosay KENZHETAYEV

Kazak Halkının Geleneksel Dünya Görüşü İle


İmâm Mâturîdî Akidesi Arasındaki Benzerlikler / 463
Doç. Dr. Zikiriya JANDARBEK

Bağımsızlık Döneminde Özbekistan’da İmâm Mâturîdî İlmî Mirasının İncelenmesi / 471


Dr. Adil KARİEV

Bağımsızlık Döneminde Özbekistan’da İmâm Mâturîdî İlmî Mirasının İncelenmesi / 475


Dr. Adil KARİEV

10
VII. oturum
İMÂM MÂTURÎDÎ’NİN AHLÂK ANLAYIŞI
İMÂM MÂTURÎDÎ’NİN FIKIH USÛLÜ / 481

Mâturîdî’nin Ahlâk Kuramı Üzerine Teolojik ve Felsefî Bir Çözümleme / 483


Doç. Dr. Fethi Kerim KAZANÇ

Mâturîdî’nin Nazarında İnsanın Ahlâkiliği / 523


Yrd. Doç. Dr. Sami ŞEKEROĞLU

Hikmete Uygun Yaşamak; Varlık, Bilgi ve Değer İlişkisi Bakımından


İmâm Mâturîdî’de Ahlâk Düşüncesi / 529
Yrd. Doç. Dr. Osman DEMİR

Mâturîdî’de Şer’î Hüküm Akıl İlişkisi / 537


Prof. Dr. H. Yunus APAYDIN

Mâturîdî’ye Nispet Edilen “İçtihadî Nesh” Kavramına Hanefî Geleneği


Perspektifinden Bir Bakış / 541
Doç. Dr. Kaşif Hamdi OKUR

İmâm Mâturîdî’nin Te’vilatü’l-Kur’an’ında İctihad Kavramı / 547


Yrd. Doç. Dr. Ali DUMAN

VIII. oturum
İMÂM MÂTURÎDÎ’NİN HADÎSLERE YAKLAŞIMI
İMÂM MÂTURÎDÎ’DE DİN-SİYASET İLİŞKİSİ / 559

İmâm Mâturîdî’de ve Mâturîdîlikte Hadisin Değeri / 561


Prof. Dr. Hüseyin KAHRAMAN

“İslâm-İman İlişkisi” Konusunda Cibrîl Hadisinin Mâturîdî Yorumuna


Esas Olan Rivâyetinin Hadis İlmi Açısından Değerlendirilişi / 577
Prof. Dr. Ali ÇELİK

İmâm Mâturîdî’de Haber-i Vahidlerin Değeri / 583


Prof. Dr. Nuri TUĞLU

Din-Siyâset İlişkileri Bağlamında Fârâbî ve Mâturîdî / 599


Doç. Dr. Mustafa YILDIZ

İmâm Mâturîdî’ye Göre Hz. Peygamber’in Otoritesi / 607


Doç. Dr. Kadir GÜRLER

İmâm Mâturîdî’nin Düalist İnanç Gruplarına Eleştirisi: Mecûsîlik Örneği / 617


Yrd. Doç. Dr. Recep ÖNAL

İmâm Mâturîdî Döneminde Mâverâünnehir’in İnanç Coğrafyası / 639


Yrd. Doç. Dr. Recep ÖNAL

11
IX. oturum / 679
MÂTURÎDÎ’NİN TÜRK TOPLUMU ve
KÜLTÜRÜ ÜZERİNDEKİ TESİRLERİ / 679

Mâturîdî’nin Yorumlarında İnsan Olgusuna Yaklaşımı / 681


Prof. Dr. Talip ÖZDEŞ

Bir Selef ve Halef Olarak Mâturîdî İle Gazzâlî / 689


Doç. Dr. Fatih M. ŞEKER

Mâturîdî Teolojisi ve Ana Kaynakları / 705


Danyar ŞALKAROV

Mâturîdî Teolojisi ve Ana Kaynakları / 711


Danyar ŞALKAROV

Bozkır/Göçebe Toplumunun Yeniden İnşasında Mâturîdî’nin Rolü / 717


Erol CİHANGİR

Имам Әбу Мансур Әл­матуриди: Ғылымдағы Орны / 725


Askar AKİMKHANOV

İmâm Ebu Mansur el-Mâturîdî ve İlmî Kişiliği / 735


Askar AKİMKHANOV

12
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Önsöz
Kadim bir geçmişe sahip olan Türkler, gerek İslâm’dan
önce gerekse İslâm’dan sonra bulundukları coğrafya-
larda büyük ve özgün bir kültür ve medeniyet oluş-
turmayı başarmış dünya üzerindeki ender milletler-
dendir. Türk kültür ve medeniyetinin teşekkül ettiği
coğrafî mekânlardan birisi hiç şüphesiz Maveraünne-
hir ve Türkistan bölgesidir. Bu bölgeler ilme, sanata
ve edebiyata sempatiyle yaklaşıp önem veren; âlimi,
sanatkârı ve şâiri destekleyip himaye eden Türk asıllı
sultanlar ile devlet adamları tarafından çeşitli sanat
eserleri ve mimarî yapılarla donatılarak bayındır kı-
lınmıştır. Bu yapılar içerisinde özellikle ilmin sim-
gesi konumunda olan medreseler ile kütüphanelerin
önemli bir yeri ve konumu vardır. Hassaten dönemin
ilim ve kültür merkezi hüviyetindeki Semerkant, Bu-
hara, Fergana, Herat, Talas, Kâşgar gibi yerleşim yerleri
dönemin en meşhur ve yetkin müderrislerinin görev
yaptığı medreselerle donatılmış ve bu medreselerde,
hem madde hem de mânâ yönünden yüksek seciye
ve şahsiyet sahibi önemli birçok âlim ve bilge neşv ü

13
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

nemâ bulmuş, akabinde ortaya koydukları düşünce çeşitli prensiplere bağlayarak hem o dönem hem de
ve eserlerle de bütün dünyaya takdim ve armağan günümüz insanının anlayacağı bir hüviyete bürün-
edilmişlerdir. Türkistan’ın son derece münbit top- dürülmesinde önemli rol oynamışlardır.
raklarında yetişen bu âlim ve bilgeler, oluşturulmaya İmâm Mâturîdî’nin kendisine nisbet edilenlerin dı-
çalışılan Türk kültür ve medeniyet hamlesinin teşek- şında “kelâm”, “mezhepler tarihi”, “fıkıh”, “tefsir”
külünde, ilmek ilmek işlenmesinde ve gelişip tekâ- gibi dinî ilimlerle ilgili yaklaşık 15 eseri bulunmak-
müle ermesinde gerek hayatları gerek görüş ve dü- tadır. Tamamı Arapça olarak kaleme alınan bu eser-
şünceleri gerek çalışma ve gayretleri gerekse ortaya lerin en önemlilerinden olan Te’vîlâtü’l-kur’ân’da,
koydukları eserlerle önemli katkılar sağlamışlardır. Kur’ân-ı Kerîm yorumlanmış; Kitâbu’t-tevhîd’de ise
Türk kültür ve medeniyetinin bu oluşum, gelişim ve kelâm ilminin en temel ve önemli konuları ele alınıp
tekâmüle ulaşım sürecinde önemli katkısı olan âlim değerlendirilmiştir. Hem zikredilen bu iki eserinde
ve bilgelerden birisi de hiç şüphesiz İmâm Mâturîdî hem de kaleme aldığı diğer eserlerinde yer alan görüş
hazretleridir. Her Türk evladı, ortaya koyduğu düstur ve düşünceleriyle, geçmişte olduğu gibi bugün hatta
ve prensiplerle inanç dünyamızın hüviyetinin oluşup gelecekte bile insanımızın inanç, kimlik ve benliğini
şekillenmesinde önemli etkisi olan bu örnek ve müs- muhafaza etme ve sağlamlaştırmada rehber edineceği
tesna ismi, ilk olarak çocukken kendisine “İslâm” ve önemli bir ilim ve fikir adamı olan İmâm Mâturîdî,
“İslâm prensipleri”ne dair büyükleri tarafından yö- tahminen 333/944 tarihinde vefat etmiştir. Bu büyük
neltilen sorulardan biri olan “itikatta mezhep ima- Türk bilgini, bugün Özbekistan’a bağlı Semerkant’ın
mımız kimdir?” sorusuna mukabil olarak söylenen Siyab ilçesi sınırları içerisinde yer alan ve adına yaptı-
“itikattaki mezhep imamımız İmâm Mâturîdî’dir.” rılan İmâm Mâturîdî türbesinde medfundur.
cevabıyla duymuştur. Bu duyuş, günümüzde Orta
İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe tarafından teşekkül edi-
Doğu’da çeşitli isimler altında yaşanan ve tüm dün-
len Hanefî mezhebinin üçüncü kuşak önemli mü-
yayı korkutan terör uygulamalarının da karşısında
tefekkir, mütekellim, muhaddis, fakih ve müfessir-
bir duruşun cevabını oluşturmaktadır.
lerinden olup tam adı Ebû Mansûr Muhammed b.
Özellikle Türk milletinin dinî, ahlâkî, ilmî, irfanî ve Muhammed b. Mahmûd el-Mâturîdî es-Semerkandî
kültürel birikimini, zenginliğini, tefekkürünü, ha- olan İmâm Mâturîdî, özellikle İslâm düşüncesinin
yat görüşünü vb. oluşturma ve belirlemede önemli etkisiyle birlikte Türk kültür ve tefekküründe or-
yeri olan şahsiyetlerden biri olan bu ulu Türk bilgini, taya çıkan farklı İslâmî yorumlar arasında, temelleri
yaklaşık 238/852 yılında Semerkant yakınlarındaki Ebû Hanîfe tarafından atılan akılcı-hadarî din anla-
Mâturîd köyünde doğmuş, büyümüş ve yetişmiştir. yışının en önemli şahsiyet ve mümessillerindendir.
İmâm Mâturîdî’nin ilmî ve kültürel çevresinde ağır- İmâm-ı A’zam tarafından oluşturulan kelâmî/iti-
lıklı olarak Hanefî mezhebine mensup kimseler bu- kadî hususlara sadık kalarak Ehl-i Sünnet’in kelâm
lunduğu ve kendisini yetiştiren hocalar da Hanefî akidesini tesis etmiş ve prensiplerini ortaya koyarak
okuluna mensup ilim adamları olduğu için ortaya belirlemiş olan, ayrıca aklı ve akılcılığı ön planda tu-
koyduğu birçok görüşte Ebû Hanîfe’nin tesiri ve ona tan İmâm Mâturîdî’nin en önemli özelliği ve büyük-
tâbi olma durumu görülmektedir. Nitekim hem dö- lüğü Kur’ân-ı Kerîm’e bakış açısıyla getirmiş olduğu
neminin hem de Hanefî geleneğinin önemli âlimle- yeni yorumlardır. Onu diğerlerinden ayrı kılan hu-
rinden Ebû Bekir Ahmed b. İshâk el-Cüzcânî, Nusayr suslardan biri de, aklı ve akılcılığı esas alarak tama-
b. Yahyâ el-Belhî, Ebû Bekir Muhammed b. Ahmed men kendine has orijinal düşünce ve görüşler ortaya
b. Recâ el-Cüzcânî ve Ebû Nasr el-Iyâzî’den dersler koymayı başarmasıdır. Nitekim O, bu düşünce ve gö-
alarak fıkıh, tefsir, kelâm gibi çeşitli ilimleri tahsil et- rüşler sayesinde hem kendinden önceki hem de kendi
miştir. Bu ilim adamlarının himaye ve terbiyesi al- dönemindeki İslâm âlim ve hekimlerinden/filozofla-
tında ve kendi şahsî gayretiyle en iyi şekilde yetişen rından ayrılarak kendi farkını ortaya koyabilmiştir.
İmâm Mâturîdî, Ebu’l-kâsım İshâk b. Muhammed İmâm Mâturîdî, hassaten neşv ü nemâ bulduğu top-
b. İsmâîl el-Hakîm es-Semerkandî, Ebu’l-hasan Alî b. lumun temel değerleriyle çatışmayan, bilakis onlarla
Saîd er-Rustugfânî, Ebu’l-leys Nasr b. Muhammed b. barışık olan bir inanç sistemi kurduğu için gerek yaşa-
Ahmed b. İbrâhîm el-Buhârî gibi birçok âlimin yetiş- dığı çevrede gerekse İslâm dünyasında büyük bir ka-
mesine de vesile olmuştur. Daha sonra bunlar ortaya bul görmüştür. Bu açıdan bakıldığında İmâm Mâturî-
koydukları fikir, düşünce ve eserlerle onun görüşlerini dî’nin, bizzat içinde yaşadığı toplumdan etkilenmiş

14
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

ve o toplumun değerlerini özümsemiş bir İslâm âlimi Sempozyumu”nda sunulan bildirilerden oluşmakta-
olduğunu söylemek yanlış olmasa gerektir. dır. Sempozyuma 51’i yurtiçi, 13’ü yurtdışından ol-
Geçmişten günümüze düşünce tarihine bakıldığında, mak üzere toplam 64 katılımcı iştirak etmiştir. Bun-
insan düşüncesinin gelişiminin günümüzde belki de lardan 58’i bildiri metinlerini bize ulaştırmıştır. Bu
en dikkate değer seviyesine ulaştığı müşahede edile- kitap, bize ulaşan bu 58 bildiri metninden oluşmak-
cektir. Ulaşılan bu aşamanın da küreselleşme olarak tadır. Kitapta yer alan bildirilerden önce, okuyu-
tanımlandığı dikkat çekmektedir. İnsan düşüncesi- cuya İmâm Mâturîdî’nin hayatı, eserleri, şahsiyeti
nin gelişimine katkısı açısından büyük Türk bilgini ve yetiştiği dönem hakkında ön bilgi vermek ama-
ve bilgesi İmâm Mâturîdî’nin ortaya koyduğu fikir- cıyla Doç. Dr. Ahmet AK tarafından kaleme alınan
lerle tanınması ve tanıtılması söz konusu süreçte hem “İmâm Mâturîdî’nin Hayatı, Eserleri ve Görüşleri”
kimliğimizi hem de kültürel ve fikrî miraslarımızı isimli yazısına yer verilmiştir. İngilizce, Rusça, Ka-
koruyabilmemiz açısından son derece büyük öneme zak Türkçesi ve Özbek Türkçesiyle sunulan bildiri-
sahiptir. Çünkü tarihî ve güncel tecrübeye ışık tutan lerin Türkiye Türkçesine çevirileri ise bu bildirilerin
İmâm Mâturîdî küresel sürecin en önemli bazı kav- akabinde yer almaktadır. Böylece bu tip bildiri me-
ramlarının her birine ayrı ayrı yer verip dillendiren, tinlerinden daha fazla kişinin okuyup istifade etmesi
ayrıca kendine has bakış açısıyla dinî problemlere amaç edinilmiştir.
de çözümler üretebilen önemli bir şahsiyettir. An- Bu organizasyonun gerçekleşmesinde çok büyük kat-
cak İmâm Mâturîdî’nin yetiştiği ortam, şahsiyeti, fi- kıları ve destekleri olan Eskişehir Valisi ve Eskişehir
kirleri, din ve dünya görüşü, etki alanları ve eserleri 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Yönetim
özellikle son dönemlere kadar hak ettiği ölçüde araş- Kurulu Başkanı Sayın Güngör Azim TUNA Beyefen-
tırma ve incelemelere konu edilmemiştir. Oysa mil- di’ye; Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü olarak yaptığı-
letlerin kendi içerisinden neşv ü nemâ eden bu tip mız konferans, panel, çalıştay, ulusal ya da uluslararası
değerlere sahip çıkması, onları ve fikirlerini daima sempozyumları teşvik edip destekleyen ESOGÜ Rek-
gündemde tutup rehber edinmesi, özellikle onların törü Prof. Dr. Hasan GÖNEN Beyefendi’ye, ESOGÜ
görüş ve düşüncelerini gelecek nesillere aktarması ve Fen-Edebiyat Fakültesi dekanı Prof. Dr. Tevfik GE-
onlarla iftihar etmesi elzem olan bir tavırdır. Çünkü DİKBEY Beyefendi’ye, Türk Dili ve Edebiyatı Bö-
gerçekleştirilen bu tavır, yeni yetişen nesillerin hem lümü öğretim üyesi, öğretim görevlisi ve öğrencile-
onlarla tanışıp kucaklaşmasına ve onların düşünce- rine, Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti
leriyle hemhâl olmasına vesile olur hem de yeni ye- Ajansı yetkilileri ve çalışanlarına, burada isimlerini
tişen nesillere gayret gösterme, çalışma, yüksek he- dile getirmediğimiz sempozyumun bilim ve danışma
defler edinip onlara ulaşma ve kimliğini sahiplenip kurulunda görev alarak etkinliğin gerçekleşmesine
özünü muhafaza ederek geleceğe güvenle bakma katkılarını esirgemeyen güzîde hocalarımızla bildi-
düşüncesi verir. Ayrıca bu durum, “medeniyet oluş- rilerinde birikimlerini bizlerle paylaşan ilim adamı
turmak kadar, oluşturulan bu medeniyeti muhafaza ve araştırmacılara çok teşekkür ediyorum. Bu kita-
edip geliştirerek idame ettirmek” düsturunu gerçek- bın basılmasını sağlayan Eskişehir 2013 Türk Dün-
leştirme azmi verecektir. yası Kültür Başkenti Ajansı ile Eskişehir Osmangazi
İşte bu ihtiyacın giderilmesine bir nebze katkı sağ- Üniversitesi Rektörlüğü’ne ayrıca teşekkür etmeyi bir
lamak amacıyla “Uluslararası İmâm Mâturîdî Sem- borç biliyorum. Özellikle bu kitabın oluşumunda bü-
pozyumu” düzenlenmek istenmiştir. Böylece, hem bu yük emeği ve katkısı olan Arş Gör. Arife ÇAĞLAR’a,
büyük Türk bilginini, bu “uluğ çınarı” hem de geliş- Ajans Genel Sekreteri Hakan Ergün’e ve kitabın bası-
tirdiği inanç sistemini ilim âlemine, hassaten mille- mını gerçekleştiren Doğu Araştırmaları Merkezi ve
timize yeniden bütün yönleriyle tanıtmak, onu mil- Yayınevi sahibi Erol CİHANGİR’e de burada teşek-
letimizle yeniden kucaklaştırmak ve bizim yeniden kürlerimi sunuyorum.
mâturîdîleşmemize vesile olmak amaç edinilmiştir.
Bu kitap, tarafımızdan 28-30 Nisan 2014 tarihlerinde Prof. Dr. Ahmet KARTAL
Eskişehir’de düzenlenen “Uluslararası İmâm Mâturîdî Eskişehir, 2014

15
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Doç. Dr. Ahmet AK


1963 tarihinde K. Maraş’ın Pazarcık ilçesinde doğdu. İlk ve Orta Öğreni-
mini Pazarcık’ta tamamladı. 1983 yılında ODTÜ Kahramanmaraş Mes-
lek Yüksek Okulu Elektrik Bölümü’nden, 1990 yılında Marmara Üniver-
sitesi İlâhiyat Fakültesinden mezun oldu. 1993-2000 ve 2006-2009 yılları
arasında İnönü Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslâm Mezhepleri Tarihi
Anabilim Dalı’nda Araştırma Görevlisi olarak görev yaptı.
1996 yılında Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde “Şehris-
tani’nin el-Milel ve’n-Nihal’inde İslam Mezheplerinin Tasnifi” isimli
teziyle Yüksek Lisans’ını, 2006 yılında Ankara Üniversitesi Sosyal Bilim-
ler Enstitüsü’nde “Maturidi Kaynaklarda Maturidi ve Maturidilik”
isimli teziyle Doktorasını tamamladı. 2009 yılında Kahramanmaraş
Sütçü İmam Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Mezhepleri Tarihi Ana-
bilim Dalı’nda Yardımcı Doçent olarak göreve başladı. 2011 yılında Do-
çent oldu.17.03.2011-17.01.2012 tarihleri arasında Kahramanmaraş Sütçü
İmam Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde Dekan Yardımcısı olarak görev
yaptı. Halen aynı üniversitede Öğretim Üyeliğinin yanı sıra İslâm Mez-
hepleri Tarihi Anabilim Dalı Başkanlığı, Fakülte Kurulu ve Fakülte Yö-
netim Kurulu üyelikleri gibi idari görevleri yürütmektedir. “Büyük Türk
Âlimi Maturidi ve Maturidilik”, (İst. 2008), “Selçuklular Döneminde
Maturidilik” (Ank. 2009) gibi basılmış eserlerinin yanı sıra “Mezheple-
rin Tasnifi” ve “Maturidilik” gibi konularda çok sayıda makalesi vardır.
İngilizce ve Arapça bilmektedir. Evli ve üç çocuk babasıdır.

İmâm Mâturîdî’nin Hayatı


Eserleri ve Görüşleri1
GİRİŞ
Günümüzde daha çok Ehl-i Sünnet’in iki büyük ima-
mından birisi olarak bilinen İmâm Mâturîdî, aynı za-
manda Hanefî bir fakih2 ve büyük bir müfessirdir.3
Bu itibarla o, en önde gelen İslam âlimlerinden birisi
kabul edilmektedir.4 Ayrıca o, büyük bir Türk âlimi-
dir ve Türklerin kahir ekseriyetinin itikattaki ima-
mıdır. Bundan dolayı Türklerin islam anlayışının
şekillenmesinde İmâm Mâturîdî’nin önemli bir yeri
vardır. Ancak onun hayatını ve görüşlerini ele alma-
dan önce yaşadığı dönemin kısa bir değerlendirme-
sinin faydalı olacağını düşünüyoruz.
Mâturîdî’nin Yaşadığı Döneme Genel Bir Bakış
Ebû Mansûr el-Mûturîdî, Samaniler döneminde
(261/875–389/999) Semerkant’ta yaşamıştır. Onun
yaşadığı dönemi huzur ve kargaşa bakımından ikiye
ayırmak mümkündür. Bunlardan birincisi, huzur
ve sükûnun hâkim olduğu dönem olup, bu süre,
III/IX. asrın ikinci yarısını kapsamaktadır. Nitekim

17
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

kaynaklarda Semerkant, IV/X. asrın başlarına kadar 310/922’de, 318/930’da, 331/942’de, 335/946’da ve
uzun süre huzur ve sükûnun hâkim olduğu bir ilim 380/990’dan sonra irili ufaklı pek çok olay olmuştur.13
merkezi olarak gösterilmektedir5 Hatta o dönemde, IV/IX. asrın başlarına kadar tamamen Ebû Hani-
Semerkant ve Buhara, ilim, kültür ve sanatta, hilafet fe’nin savunduğu Sünnî akideyi destekleyen Sama-
merkezi olan Bağdat’ı gölgede bırakmıştı6. Zira o za- niler, daha sonra siyasî otoritenin zaafa uğramaması
man Semerkant’ta, istikrarlı ve güvenli bir yönetim ve benimsedikleri mezhebi desteklemek amacıyla
bulunmaktaydı7. Her türlü ilmî ve ticari girişimler değişik düşünce ve akımlara karşı çıkarak fikir öz-
devlet tarafından teşvik edilip desteklendiğinden do- gürlüğünü kısıtlamıştır. Hatta bu kısıtlama Mâturî-
layı, ekonomi, askeri ve ilmî alanda önemli gelişmeler dî’nin de içinde bulunduğu insanların dışlanmasına
kaydedildi. Bunun sonucunda değişik düşünce ekol- sebep olmuştur. Sonuçta Samaniler, Hadis Taraftar-
leri ortaya çıktı ve birbirleri arasında rekabet başladı8. larının zihniyetine yakın duran Hanefileri destekle-
Nitekim o dönemde Semerkant, Manheizm/Senevi- yerek onların dışındaki görüş ve anlayışları engelle-
ye’nin riyaset merkezi ve resmi toplantılarının yapıl- meye çalışmışlardır. Bu arada Şiîler ile diğer mezhep
dığı bir şehir idi9 ve aynı zamanda orada Mutezile ve akımlara karşı Sünnileri savunan ve bu konuda
ve Kerrâmî’lerin ders okuttukları on yedi tane med- önemli başarı kazanan Mâturîdî’nin fikirleri büyük
rese bulunmaktaydı. Mâturîdî ve Hâkim es-Semer- oranda devam etti. Fakat Mâturîdî, irca ve imamet
kandî gibi Hanefî âlimler de çeşitli eğitim kurumla- gibi konulardaki görüşlerinden dolayı ihmal edildi.
rında ders okutuyorlardı. Şehirde farklı anlayışa sahip Bunun sonucunda Samaniler hicri 300’lerden sonra
âlimler zaman zaman bir araya gelirler ve aralarında akıl yürütmeyi ve düşünmeyi esas alan Ehl-i Rey’den
ilmî tartışmalar yaparlardı.10 uzaklaştılar.
Zamanın ve şartların elverişli olduğu ve rekabet or- Samaniler son dönemlerinde bir takım haksız uygu-
tamında iyi bir öğrenim gören Maturîdî, araştırmacı lamalarda bulunmuşlar ve onların bu tavırları âlim-
ve sorgulayıcı kimliğiyle öğrenciliğinden itibaren Se- lerin, halkın ve ileri gelen zevatın tepkisini çekmiştir.
merkant âlimleri arasında öne çıkmış ve kendisini Nitekim samani emirleri Karahanlılar ve Gazneli-
kabul ettirmiştir. Şiî âlimlerle girdiği tartışmayı ka- ler ile savaşmak için âlimlerin halkı teşvik etmele-
zanarak elde ettiği güvenle ve olağanüstü gayretiyle, rini istemişler; fakat bazı âlimler açıkça aksi yönde
Ebû Hanife’nin görüşlerini Semerkant’da sistemleş- fetva vermişlerdir.14
tirmiş ve yaymaya çalışmıştır. İsmi ve Künyesi
Mâturîdî’nin yaşadığı dönemin ikinci kısmına, bi- İmâm Mâturîdî’nin asıl adı Muhammed b. Muham-
rinci kısmın aksine kargaşa ve husursuzluk hâkim med b. Mahmud’dur. Künyesi Ebû Mansûr Muham-
olmuştur. Bu süre IV/X. asrın neredeyse tamamını med b. Muhammed b. Mahmud el-Mâturîdî es-Se-
kapsamaktadır. IV/X. asrın başında, Samaniler, bir merkandî’dir.15 Bununla birlikte o daha çok İmâm
taraftan Bâtınî ve Karmatî hareketlerle uğraşmak zo- Mâturîdî ve Ebû Mansûr Mâturîdî olarak bilinir.
runda kalmış, diğer taraftan ise, aynı tarihlerde ku- Doğum Yeri
rulan Şiî Fâtımî devleti ve Büveyhî hanedanlığının
Ebû Mansûr el-Mâturîdî, bugün Özbekistan’ın sınırları
siyasî baskısı altında kalmıştır. Ayrıca taht kavga-
içerisinde bulunan Semerkant şehrinin Mâturîd kö-
ları da bunda önemli rol oynamıştır. Nitekim Emir
yünde doğmuştur. Doğduğu yere nispetle el-Mâturîdî
İsmail b. Ahmet’ten sonra başa geçen Ahmed b. İs-
ismiyle meşhur olmuştur. Onun ne zaman doğduğu
mail 301/913 yılında Türk askerleri tarafından öldü-
kesin olarak bilinmemekle birlikte, Muhammed b.
rülünce yerine oğlu Ebû’l-Hasan II. Nasr b. Ahmed
Mukâtil (248/862)’e öğrencilik yaptığı göz önünde bu-
getirildi.11 II. Nasr henüz sekiz yaşında olduğu için Bu-
lundurulduğunda, onun III/IX. asrın ortalarına doğru
hara dışında yaşayan bütün halk Samanilerin en yaş-
240/854 civarında doğduğu söylenebilir.
lısı olan Semerkant valisi İshak b. Ahmet’in başa geç-
mesini istedi. İshak da bundan yararlanarak Samani 4. Nesebi
emiri olmak için Nasr’a karşı savaştı. Samani veziri Sem’ânî16 ve Zebîdî17 İmâm Mâturîdî’nin Arap asıllı
Ebû Abdillah Muhammed b. Muhammed b. Ahmed olduğunu iddia etse de bu doğru değildir. Zira ilk
el-Ceyhânî ve ordu II. Nasr’ı desteklediği için İshak kaynaklarda İmâm Mâturîdî’nin Arap olduğuna
başarısız oldu.12 Semerkant’ta, bu hadiseden başka, dair bir bilgi bulunmamaktadır. Ayrıca Sem’ânî ve

18
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Zebîdî’nin iddia ettikleri gibi Mâturîdî, Ebû Eyyüp de takdir edildiğini belirtmekte ve bu konuda şu ifa-
el-Ensârî (r.a.)’ın soyundan gelmiş olsaydı, Arap ge- delere yer vermektedir: “Mâturîdî, önde gelen imam-
leneğinde soy kütüğüne büyük önem verildiğinden lardan ve dinin doğru anlaşılmasını sağlayan ender
İmâm Mâturîdî’nin soyu mutlaka bir sahabeye kadar kimselerden birisidir. O, Kur’an tefsirinde, zor mese-
uzatılır ve kaydedilirdi. Oysa onun nesebi kaynak- leleri aydınlığa kavuşturmuş, dini, hurafelerden arın-
larda dedesinden ileriye götürülememektedir. O halde dırmış ve haram, helal bütün hükümleri en sağlam
Sem’ânî ve Zebîdî’nin iddaları büyük ihtimalle İmâm biçimde ortaya koymuştur”21. Yukarıdaki açıklama-
Mâturîdî’nin kızının soyundan gelen kadı Ebû’l-Ha- lardan Mâturîdî’nin, iyi bir metodolojiye, sağlam bir
san’ın, baba tarafından soyunun sahabi Ebû Eyyüb hafızaya ve iyi bir muhakeme gücüne sahip olduğu
el-Ensârî (r.a.)’a dayanmasından kaynaklanmaktadır. anlaşılmaktadır. Ayrıca onun, naslara bağlı kalmakla
Keza Kitâbü’t-Tevhîd adlı eserinde ilk etapta kolay an- birlikte, aklı kullanmaya büyük önem verdiği görül-
laşılmayan bazı yerlerin bulunması, ifadelerinin yer mektedir. Konuları ele alırken değişik görüşlere yer
yer Türkçe cümle yapısına benzemesi ve mensupla- vermesi ve onları eleştiriye tabi tutması da, İmâm
rının çoğunun Türk olması gibi hususlar onun Türk Mâturîdî’nin dönemin farklı mezhep ve anlayışlarını
olduğuna işaret etmektedir.18 çok iyi bilen bir araştırmacı olduğunu göstermektedir.
Yine, Tevilât adlı eserinde hemen her konuyu açık-
Vefatı
larken ilgili diğer ayetlere de yer vermesi, onun bü-
Ebû Mansûr el-Mâturîdî, 333/944 tarihinde Semer- yük ihtimalle Kur’an hafızı olduğuna ve meselelere
kant’ta vefat etmiştir. Yaklaşık 100 sene yaşayan İmâm bütüncül baktığına işaret etmektedir.
Mâturîdî, Semerkant’ın meşhur Câkerdize Mezarlı-
İmâm Mâturîdî, Semerkant’da “Dâru’l-Cüzcâniyye”
ğı’na defnedilmiştir. O, hayatı boyunca ilimle meş-
isimli Hanifelere ait bir merkezde eğitim görmüştür.
gul olmuş ve vefat ettiğinde geride birçok eser ve öğ-
Ebû Mansûr el-Mâturîdî’nin eserleri incelendiğinde,
renci bırakmıştır. Zamanın Semerkant kadısı Hakim
onun, sadece hocalarından ve eserlerinden istifade
es-Semerkandî İmâm Mâturîdî’nin mezar taşına şu
emekle yetinmeyip, dönemindeki diğer din ve mez-
ibareyi yazdırtmıştır: 19
heplere ait kaynakları da incelediği ve zaman zaman
“Burası, her şeyini ilme adayan ve ilmin yayılıp, ge- eserlerinde onlara atıfta bulunduğu görülecektir. İn-
lişmesine harcayan, celediği ve atıfta bulunduğu eserler arasında Aris-
Bu sebeple, eserleri övülen, ömrünün meyvelerini to’nun Mantık22 adlı eserinin de olması ve konuları
toplayan zatın kabridir.” sistematik bir şekilde işlemesi Mâturîdî’nin mantık
ilmine ve felsefî birikime de sahip olduğunu göster-
Tahsili Ve İlmî Şahsiyeti
mektedir. Bütün bunlardan İmâm Mâturîdî’nin, iyi
Engin zekâsı ve üstün gayretiyle başarılı bir öğrenci bir metodolojiye, sağlam bir hafızaya ve iyi bir mu-
olan Ebû Mansûr el-Mâturîdî, daha öğrenciyken ar- hakeme gücüne sahip olduğu, bütün ilimleri iyi bil-
kadaşları arasında temayüz etmiş ve hocası Ebû Nasr diği ve bildikleriyle amel ederek örnek bir âlim ol-
el-İyâzî’nin hayranlığını ve sevgisini kazanmıştır. Ni- duğu anlaşılmaktadır.
tekim Ebû’l-Muîn en-Nesefî, Ebû Mansûr el-Mâturî-
Menkibevi Şahsiyeti
dî’nin, herkesin sahip olamadığı bir takım inceliklere
ve derinliğe sahip olduğunu; muhatabının görüşle- Ebû Mansûr el-Mâturîdî’nin menkîbelerini anlatan
rini susturacak tartışma metotlarını bildiğini, her birkaç rivayet bulunmaktadır. Bu rivayetlerden bi-
konuda gönülleri tatmin edecek deliller getirdiğini, risi Ebû Hafs en-Nesefî’nin Kitâbu’l-Kand fî-Târîhi
Allah’ın yardımıyla, irşadın inceliklerine ve mev- Semerkand adlı eserinin bir yazma nüshasında şöyle
hibe-i ilâhiyeye mahzar olduğunu belirtmektedir.20 geçmektedir:
Yine İmâm Mâturîdî, çoğu kimsenin sahip olama- “Şeyh Ebû’l-Mansûr el-Mâturîdî kelâm ilmini, Şeyh
dığı dinî ve dünyevî ilimleri şahsında topladığı için, Ebû’l-Kâsım Hakîm-i Semerkandî de hikmet ilmini
hocası eş-Şeyh Ebû Nasr el-İyâzî’nin, eş-Şeyh Ebû Gâziler Ribat’ında okuttular. Mezheplerle ilgili ilmî
Mansûr gelmedikçe derse başlamadığını ve onu her bir tartışmada Şiîler bunların ikisiyle tartıştılar ve
görüşünde, ona hayran hayran bakarak “Rabbin, di- galip geldiler. Bu tartışmadan sonra İmâm Mâturîdî,
lediğini yaratır ve seçer” diyerek övdüğünü naklet- ders okuttuğu Gaziler Ribat’ında Hızır (a.s.)’ı gördü
mektedir. Ayrıca o, Mâturîdî’nin yaşadığı dönemin ve ondan hayır dua istedi. (Hızır a.s. Mâturîdî’nin
ve daha sonraki dönemlerin, ileri gelen âlimlerince bu isteğini kabul ederek, ona hayır duada bulundu).

19
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Hızır (a.s.)’ın duasından sonra Allahu Teâlâ, İmâm taraftan naklî deliller getirirken, diğer taraftan akıl
Mâturîdî’ye hikmet ilmini verdi. Bundan sonra yapı- ve nazar/istidlal yoluyla semantik, sosyolojik ve tarihî
lan ilk münazarada İmâm Mâturîdî, Şiîleri yendi. Böy- delillerle de görüşlerini desteklemiş ve muhalif fikir-
lece Ehli Sünnet ve’l-Cemaat mezhebi kuvvetlendi.”23 leri de yine bu metotla çürütmeye çalışmıştır. O böy-
Hocaları lece, bir taraftan Müslümanlar arasında ortaya çıkan
farklı görüşleri, diğer taraftan, diğer din ve düşünce
Ebû Mansûr el-Mâturîdî, İmam-ı Azam Ebû Hani- mensuplarınca ileri sürülen âlemin kıdemi, yaratıcısı
fe’nin öğrencilerinin öğrencisidir. Kaynaklarda İmâm ve benzeri konulardaki görüşleri, aklî ve naklî delil-
Mâturîdî’nin hocalarıyla ilgili beş çeşit hoca silsilesi ler çerçevesinde ele alarak onlara cevap vermiştir.
bulunmaktadır.
Eserleri
Tespitlerimize göre ise Ebû Mansûr el-Mâturîdî, en
az beş hocadan ders almıştır. Bu âlimlerin tamamı Ebû Mansûr el-Mâturîdî, Kelam, Mezhepler, Tefsir,
imam-ı Azam Ebû Hanife’nin öğrencileri Muhammed Kur’an, Usûl-ü fıkıh ve Fıkıh alanlarında pek çok eser
eş-Şeybânî, Ebû Yusuf, Ebû Mukâtil es-Semerkandî yazmıştır. Tespit edebildiğimiz kadarıyla kaynak-
ve Ebû Mutî el-Belhî’den ders almışlardır. Diğer bir larda İmâm Mâturîdî’ye aidiyeti kesin olan on dört
ifadeyle İmâm Mâturîdî, Ebû Hanife’nin öğrencileri- eser bulunmaktadır. Ancak bunlardan Kitâbü’t-Tev-
nin öğrencilerinden okumuştur. İmâm Mâturîdî’nin hid ve Kitâbü’t-Te’vîlât’ı dışındakiler istilalar, göçler
bizzat ders gördüğü hocaları şunlardır:24 vb. sebeplerden dolayı ne yazık ki günümüze kadar
gelememiştir. İmâm Mâturîdî’ye aidiyetleri kesin ola-
1. Ebû Bekr Ahmed b. İshak b. Salih el-Cüzcânî, rak bilinen eserleri şunlardır:
2. Ebû Nasr Ahmed b. el-Abbas el-İyâzî, a. Kitâbü’t-Tevhîd
3. Muhammed b. Mukâtil er-Râzî, Mâturîdî’nin bu eseri ilk devirlerden beri Kitâbü’t-Tev-
4. Nusayr b. Yahya el-Belhî, hîd olarak meşhur olmuş ve hep bu şekilde isimlendi-
5. Ebû Bekr Muhammed b. Ahmed b. Recâ el-Cüz- rilmiştir. Nitekim Ebü’l-Yüsr el-Pezdevî ve Ebû’l-Muîn
cânî’dir. en-Nesefî gibi ilk dönem Mâturîdî âlimlerin eserlerinde
Kitâbü’t-Tevhîd ismi kullanılmıştır.29 Kitâbü’t-Tevhîd,
Öğrencileri Mâturîdî’nin kelâmî görüşlerini ve mezhep anlayı-
İmâm Mâturîdî, daha önce belirtildiği gibi bütün şını geniş olarak anlattığı önemli bir eserdir. Bu ki-
ömrünü eğitim öğretim faaliyetleriyle geçirmesine tap Mâturîdîliğin en temel kaynağı olduğu gibi Mu-
rağmen kaynaklarda sadece dört öğrencisinin ismi tezile başta olmak üzere çeşitli İslam mezhepleri ve
geçemektedir. Bunlar Ali b. Saîd Ebû’l-Hasan er-Rus- bazı dinî akımlar hakkında da önemli bilgiler veren
tuğfenî Ebû’l-Kâsım İshak b. Muhammed b. İsmail el- ilk dönem kaynaklardan birisidir.30
Hakîm es-Semerkandî Ebû Muhammed Abdulkerim Mâturîdî’nin Kitâbü’t-Tevhîd adlı bu önemli eseri-
b. Musa b. İsa el-Pezdevî Ebû Ahmed el-İyâzî’dir.25 nin bilinen tek yazma nüshası Cambridge Üniversi-
Metodu tesi Kütüphanesi, nr. Add, 3651’de kayıtlıdır. Eser, söz
İmâm Mâturîdî, görüşlerini temellendirirken nakille konusu nüsha esas alınarak, Fethullah Huleyf tarafın-
birlikte sık sık akla, nazara, istidlale, içtihada ve kı- dan uzun bir mukaddime ile birlikte ilk defa Beyrut’ta
yasa başvurarak26 ikna metodunu kullanmıştır. Di- 1970 yılında neşredilmiştir. Daha sonra 1979’da İstan-
ğer ibir ifadeyle görüşlerini temellendirmek ve muha- bul’da, 1982’de tekrar Beyrut’ta ve İskenderiye’de of-
lif fikirleri çürütmek için istidlale yarayacak her türlü set baskıları yapılan Kitabü’t-Tevhîd, Ankara’da 2003
yöntemi kullanmıştır.27Onun metodu nass-akıl den- yılında Bekir Topaloğlu ve Muhammed Aruçi tarafın-
gesi üzerine kurulmuş olduğu için yaşadığı dönem- dan yazma nüshası ve ilk baskılarından yararlanıla-
den itibaren birçok âlim tarafından benimsenmiştir.28 rak yeniden basılmıştır. Eser, ayrıca Bekir Topaloğlu
tarafından tercüme edilerek Kitâbü’t-Tevhîd Tercü-
İmâm Mâturîdî’nin metodunda akıl ve mantığın mesi adıyla Ankara’da 2002 yılında neşredilmiştir.
büyük bir yeri ve değeri vardır. O, kendi görüşlerini
açıklarken ve muhalif görüşleri reddederken daha b. Kitâbü’t-Te’vîlât
çok iknâ metodunu kullanmaktadır. O, muhatapla- Te’vîlâtü Ehli’s-Sünnet ve Te’vîlâtü’l-Kur’ân olarak
rını ikna edebilmek için naklin yanı sıra akla ve dü- meşhur olan bu eserin asıl adı, tespitlerimize göre
şünmeye de büyük önem vermiştir. Bu sebeple o, bir Kitâbü’t-Te’vîlât’tır. Zira Ebû Bekir Muhammed b.

20
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Ahmed Alâüddin es-Semerkandî, söz konusu kitaba 4. “Eğer Allah’ın insanların bir kısmının kötuluğünü,
yazdığı şerhte, bu eserin ismiyle ilgili şu bilgileri ver- diğerleriyle savması olmasaydı, elbette yeryüzü al-
mektedir: “eş-Şeyh el-imam alemü’l-hüdâ Ebî Mansûr tüst olurdu”38.
Muhammed b. Muhammed b. Mahmud el-Mâturîdî İmâm Mâturîdî, ayet ve hadislerin yanı sıra tarihi ve
(r.a.)’a nispet edilen Kitâbü’t-Te’vîlât, çok yüce ve çok sosyal gerçekleri de delil olarak kullanmaktadır. Ona
faydalı bir kitaptır. Mâturîdî, tefsir ve tevil ayrımına göre, bütün toplumlar tek bir ilaha inanma konusunda
giderek, tefsiri, Allah’ın murad ettiği mânâyı kesin ittifak etmiştir.39 Allah’tan başka hiçbir varlığın ilah-
olarak bilmek; tevili de, Allah’ın muradının ne ol- lık iddiasında bulunarak ilahlığına delalet edecek bir
duğu konusunda kesin hüküm vermeksizin muhte- delil ortaya koyduğu duyulmamıştır.40 Görüldüğü gibi
mel manalardan birini tercih etmek şeklinde tanım- İmâm Mâturîdî, nasların yanı sıra tarihî ve sosyolo-
lamış ve bundan dolayı bu kitabını, tefsir olarak değil, jik gerçekleri de delil getirmiştir.
Tevîlât olarak isimlendirmiştir.”31 b. Aklî Deliller:
Ebû Mansûr el-Mâturîdî, ayetleri tefsir ederken önce Temânu’ Delili: Mâturîdî’ye göre kaianat ve onun
onların lügat anlamı üzerinde durup konuyla ilgili ri- içinde bulunan her şey mümkün varlıktır. Bu se-
vayetlere yer vermektedir. Sonra ayetlerle ilgili kendi beple onların meydana gelmesi için bir yaratıcıya
dönemindeki kanaat ve düşüncelere, çeşitli mezhep- ihtiyaç vardır41. Ona göre, alemin yaratıcısı “Bir” ve
lerin görüşlerine ve ehl-i te’vîl olarak isimlendirdiği “Tek” tir. Zira âlemin yaratıcısı birden fazla olmuş
âlimlerin çeşitli yorumlarına yer vermektedir. En so- olsaydı, âlemin var olabilmesi ancak onların anlaş-
nunda ise, ortaya konan iddia ve delilleri analiz ede- masıyla mümkün olurdu. İlahlar arasında bir an-
rek, onların kritiğini yapıp, îtikâdî ve fıkhî değerlen- laşmanın olması ise onların aczini ve bilgisizliğini
dirmelerde bulunmaktadır. Mâturîdî’nin tefsirinde gösterir. Çünkü birden fazla ilah olsaydı, birinin di-
geçen ifadeler arasında uyum ve sadelik vardır. Ay- ğerinden habersiz tek başına bir fiili gerçekleştirmeye
rıca eserde ayetin ayetle tefsirine önem verilmiştir. gücü ya yeter, ya da yetmezdi. Her ikisinin güç ye-
tirmesini iddia etmek, temelde yanlış bir görüştür.
Mâturîdî’nin tefsiri ilk önce Fatıma Hıyemmi tara-
Eğer her ikisi de güç yetiremezse, o zaman ikisi de
fından 2004 yılında Beyrut’ta 5 cilt olarak basılmış-
acze düşmüş olurlar. Bu acziyet ise onların ilah ola-
tır. Biz de çalışmamızda bu baskıyı kullandık. İkinci
madıklarını gösterir. Yine her ikisi de güç yetirebi-
olarak ise Murteza Bedir ve Bekir Topaloğlu tarafın-
lir denilirse, bu durumda, ilahlardan birisi bir şe-
dan 2005-2010 yılları arasında İstanbul’da 17 cilt ha-
yin olmasını isterken, diğeri olmamasını isteyebilir.
linde basılmıştır.32
Onlardan birisi, olan bir şeyin varlığını sürdürmek
Tevhid Anlayışı isterken, diğeri, aynı şeyin yok olmasını dileyebilir.
İmâm Mâturîdî’ye göre Allah, bütün insanlığı tevhid Bu durumda ise, onların arasında çekişme ve uyuş-
inancına davet etmiştir. Fakat bu inancı, sadece bir mazlık kaçınılmaz olacağı için âlemde düzensizlik
İslam fırkası bozmadan koruyabilmiş, diğerleri ise söz konusu olurdu. Âlemde böyle bir kargaşanın ol-
birtakım hurafeler katarak bu inancı bozmuşlardır33. mayışı, aksine âlemin muhteşem bir nizam ve inti-
zam içerisinde olması, kâinatın yöneticisinin ve ya-
İmâm Mâturîdî’ye göre, Allah’ın tevhidine yani eşi ratıcısının tek olduğunu göstermektedir42. Mâturîdî,
ve benzeri olamadığına üç şey delalet etmektedir: bu açıklamayı “Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka
Bunlar, nakî ve aklî deliller bir de âlemdeki nizam ilahlar olsaydı, ikisinin de düzeni bozulurdu43” aye-
ve intizamdır.34 tinin ışığında yapmaktadır.44 Yine ona göre, Allah
a. Naklî Deliller: İmâm Mâturîdî, Allah’ın eşi ve ben- ile birlikte başka bir ilah daha bulunsaydı, o da, gü-
zeri olmadığı konusunda birçok ayeti delil getirmek- cünü ve hâkimiyetini göstermek amacıyla bir takım
tedir. Bu ayetlerden bazıları şunlardır: girişimlerde bulunması gerekirdi. Böyle bir şeyin ol-
mayışı, Allah’ın ulûhiyyette ve rubûbiyyette yegâne
1.“Sizin ilahınız, tek bir ilahtır, O’ndan başka ilah
olduğunu göstermektedir. Mâturîdî, görüşlerini şu
yoktur”35.
ayetlerle desteklemektedir:45
2. “Allah’tan başka ilah yoktur”36. “Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur. Eğer öyle olmuş
3. “Yerde ve gökte birden fazla ilah olsaydı, yer ve gök olsaydı her ilah, kendi yarattığını sevk ve idare eder
fesada uğrardı”37. ve mutlaka biri diğerine büyüklük taslardı46”.

21
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

“Yoksa o müşrikler, Allah’a karşı, O’nun yarattığı gibi bulunmaktadır. Tabiatın yapısında bulunan bütün
varlıklar yaratan ortaklar mı buldular?47” bu özellikler, cisimleri uzlaştırıp yöneten ve yaratan
İmâm Mâturîdî, hükümdarlar arasında süregelen si- Allah’ın varlığının ve birliğinin apaçık birer delille-
yasi geleneği de Allah’ın birliğine delil göstermekte- ridir.55Hatta her nesnede fayda ve zarar gibi birbirine
dir. Çünkü hükümdarlar saltanatlarını sürdürebilmek tamamen zıt olan bu iki özelliğin, bir arada yaratıl-
ve sadece kendi hükümlerinin geçerli olmasını sağla- ması ve onların ahenklerini korumaları, Allah’ın tev-
mak amacıyla, bütün imkânları kullanarak rakiple- hid ve azametinin en büyük (aklî) delilidir.56Bu ifade,
rini devre dışı bırakmak isterler. Mâturîdî’ye göre bu İmâm Mâturîdî’nin akla ne kadar büyük önem ver-
durum da Allah’tan başka bir ilahın bulunmadığına diğini açıkça göstermektedir.
ayrı bir delildir48. O bu görüşünü, “Ey Muhammed! İmâm Mâturîdî’ye göre, yerde ve gökte bulunan bü-
De ki: Eğer Allah ile beraber başka ilahlar bulunsaydı, tün varlıklar birbirlerinden uzak olmalarına ve oluşu-
o takdirde onlar, o Arş’ın sahibine bir yol ararlardı49” munu sağlayan unsurların başka yerlerden yetişmesine
ayetine dayandırmaktadır50. Onun bu ayeti, hem Al- rağmen, menfaatleri gereği karşılıklı ilişki içerisinde
lah’ın birliği konusunda, sem’î delil olarak göstermesi, yaratılıp düzenlenmiştir. Mesela yeryüzünde yetişen
hem de tevhid konusunda bu ayeti yorumlarken hü- her türlü bitki, gökte bulunan yağmur ve güneş gibi
kümdarların ortak kabul etmemesini delil getirmesi varlıkların sayesinde meydana gelir. Bu durum/ka-
son derece ilginçtir. nun diğer bütün varlıklar için de geçerlidir. Eğer bü-
Nizam Delili: Mâturîdî’ye göre, kâinattaki bütün tün bu kanunlar birden fazla yaratıcının eseri olmuş
olay ve varlıklar belli bir nizam ve intizam içerisinde olsaydı, varlıklar arasında böylesine muazzam bir
düzenin olması imkânsız olurdu. Bu da göstermek-
ceryan etmektedir. Şayet yaratıcı birden fazla olmuş
tedir ki, bunların hepsinin yaratıcı ve yöneticisi bir-
olsaydı, mutlaka mevsimlerin değişmesi, ekinlerin
dir. Mâturîdî bu görüşünü, “Rahman olan Allah’ın
çıkması ve olgunlaşması, yerin ve göğün şekli, gü-
yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin”57ayetiyle
neş sistemindeki hareketler, yaratıkların beslenmele-
desteklemektedir.58
rine ve canlıların yaşamını sağlayan sisteme ait dü-
zenler bozulurdu. Bununla birlikte, insanların farklı Mâturîdî’ye göre “Tabiatta gözlenebilen her şeyde
dillerde, renklerde ve biyolojik yapılarda yaratılmış mutlaka akıllara hayret verici bir hikmet ve yaratıcı-
olması, yeryüzündeki nebatın kuruduktan sonra her sına sanatkârane bir işaret bulunmaktadır.”59Bu ba-
sene tekrar yeniden yaratılması, müdebbir, her şeyi kımdan düşünen insan, evrendeki nizam ve intizamı
bilen her şeye gücü yeten bir zatın (Allah’ın) işi ol- fark edip, aklıyla bu ahengi sağlayan yüce bir varlı-
duğuna işaret etmektedir. Allah’ın yarattığı her şey, ğın olması gerektiğini anlar ve O’nun varlığını ve bir-
O’nun vahdaniyetine şahadet etmektedir51. O halde liğini tasdik eder. O halde insan âlemdeki nizam ve
kâinattaki bütün varlıkların ve olayların, düzenli bir intizama, aralarındaki eşsiz ahenge bakıp düşünürse,
sistem içerisinde meydana gelmesi ve ahenkle devam Yüce Yaratıcının varlığına ve birliğine mutlaka ina-
etmesi, açıkça Allah’ın birliğine delalet etmektedir.52 nır.60Bu sebeple Mâturîdî, kendisine tebliğ ulaşmayan
kişinin de âlemdeki nizam ve intizama bakıp Yüce
Mâturîdî’ye göre evren ve içerisindeki bütün varlık-
bir Yaratıcı’ya inanmasını gerekli görür.
lar farklı yapılarda ve zıt konumlarda yaratılmıştır.53
Kâinattaki hiçbir şey, sadece zararlı veya sadece fay- İman Anlayışı
dalı olacak şekilde tek amaçlı yaratılmamış; aynı za- a. İmanın Tarifi
manda birbirine zıt karakterde (mesela artı eksi kut-
Ebû Mansûr el-Mâturîdî’ye göre iman, Allah’ın var-
bunun olması gibi) yaratılmıştır. Buna rağmen, her
lığına ve birliğine, Muhammed (a.s.)’ın O’nun kulu
nesne, zararlı ve yararlı özellikleriyle bir arada, bir
ve rasûlü olduğuna ve rasûlünün Allah’tan getirdiği
cisimde toplanmıştır54. Her cismin yapısında bu şe-
her şeye inanıp, kalp ile tasdik etmektir.61Mâturîdî,
kilde zıt karakterli özellikler bulunmaktadır. Şayet
bir kimsenin iman edip etmemesinin insanın hür
cisimler bu özellikleriyle baş başa bırakılmış olsaydı,
iradesine bağlı olduğunu belirtmektedir.
içerisinde bulunan zıtlık özelliğinden (mesela, ters
kutuplardan) dolayı birbirini iterek cismin parçalan- b. Mukallidin İmanı
masına sebep olur, bu da, tabiatın düzenini bozardı. İmâm Mâturîdî’nin yukarıdaki açıklamalarına ve
Hâlbuki tabiattaki her varlık, hem kendi içinde hem onun daha önce geçen iman, kalbin tasdikinden iba-
de birbirleri arasında muhteşem bir uyum içerisinde ret olduğu hakkındaki görüşünden dolayı bir kimseyi

22
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

taklid ederek inanan kişi de mümindir. Çünkü İmâm şeyi niçin yaptığınızı söylersiniz. Yapmadığınız şeyi
Mâturîdî’ye göre bir kimse dine şu üç sebepten do- yaptık demeniz, Allah katında büyük gazaba sebep
layı inanır:62 olur69”buyurmaktadır.
ı. Kendisinden daha akıllı, bilgili ve ileri görüşlü olan Allahu Teâlâ bu ayette, yapmadığı bir şeyi yapmış
bir kimseyi, bu üstünlüklerinden dolayı taklid ede- gibi göstererek yalan söyleyen kimseyi, “yapmadığı-
rek inanır. nız şeyi niçin yaptığınızı söylersiniz” demekle, günah
ıı. Kendine göre hak görünen şeyde şüphe etiğinden olarak vasıfladığı yalan söylemeyi, kınamış ve “yap-
dolayı – şüphelerini gidermek için- bir dine inanır.63 madığınız şeyi yaptık demeniz, Allah katında büyük
azaba sebep olur” diyerek tehdit etmiştir. Fakat bu-
ııı. Kendisine Hak/gerçek apaçık göründüğünden nunla birlikte, ayetin başında “Ey iman edenler” diye
dolayı inanır. hitapta bulunulması, büyük günah işleyenin mümin
Ancak mukallid mümin, imanın güzelliğini ve ha- olduğuna delildir.70 Yine Allah’ın başka bir ayette, “Ey
kikatini kısa zamanda öğrenmeye çalışmalıdır.64Zira müminler! Öldürülenler hakkında size kısas farz kı-
taklid ederek inanan kişi, imanın hakikatini ve güzel- lındı71” buyurup, adam öldürmek gibi büyük günah
liklerini bilemediği için her an imanını kaybetme teh- işleyenlere “Ey müminler” diye hitap etmiş olması ve
likesiyle karşı karşıyadır. Bundan dolayı taklidî ima- onlardan müminlik ismini kaldırmamış olması da,
nın, son nefese kadar muhafaza edilmesi çok zordur. büyük günah işleyenin imandan çıkmadığını göste-
Bu yüzden mukallidin imanı, insana pek fayda ver- ren başka bir delildir.72
mez. Onun için mukallid olarak inanan kişi, bir an f. İmanda Artma ve Eksilme
önce hakikî imana kavuşmaya çalışmalıdır. Aslında
İmâm Mâturîdî’ye göre iman, amellerin yerine ge-
mukallid olsun olmasın her müminin, aklını kulla-
tirilmesiyle artmaz, terk edilmesiyle azalmaz.73Zira
narak ve tefekkür ederek Allah’a bilinçli bir şekilde
iman, Allah’ın varlığına ve birliğine, Muhammed
inanması ve imanın gereğini yerine getirerek kâmil
(a.s.)’ın O’nun kulu ve rasûlü olduğuna ve rasûlünün
bir mümin olması gerekmektedir.65O halde mukal-
Allah’tan getirdiği her şeye inanıp, kalp ile tasdik et-
lidin imanı geçerlidir. Fakat dünya ve ahiret saadeti
mektir. Bu bakımdan imanın kendisinde her hangi
için yeterli değildir. Aynı zamanda her an yok olma
bir artma ve eksilme söz konusu olamaz. Fakat ima-
riski taşımaktadır.
nın vasfında/keyfiyetinde/ kalitesinde artma ve ek-
c. İman-Amel İlişkisi silme olabilir. Diğer bir ifadeyle bir mümin, kaliteli/
İmâm Mâturîdî, imanı kalbin tasdiki olarak gördü- kâmil bir imana sahip olabildiği gibi kalitesiz / kuru
ğünden amelleri imandan bir cüz kabul etmemek- bir imana da sahip olabilir.
tedir. Ancak imanı asıl, amelleri ise imanın gereği/ İmâm Mâturîdî’ye göre imanın keyfiyetindeki ziya-
kemâli olarak görmektedir.66 delik/artış, iman üzere kalmada sebat edip daim ol-
d. Büyük Günah Meselesi mak, teceddüt/yenilenme ve kuvvetlenmek gibi çe-
şitli anlamlara gelmektedir.74
İmâm Mâturîdî, imanı tasdikten ibaret görüp amel-
den tamamen ayırmasından dolayı, şirk müstesna, 1. İmandaki artış, toptan/icmâlen inanılan şeylere, ay-
diğer büyük günahları işlemenin, imandan çıkmaya rıntılı bir şekilde inanmaktır. İman esaslarına toptan
sebep olmayacağını savunur. Ona göre, iman ettiği inanan, Allah’ın ayetlerini okuyup öğrendikçe imanı
halde, Allah’a ortak koşmanın dışında günah işleye- “bit-tefsîr” güzelleşip, olgunlaşır. Mesela A’râf suresi-
nin durumu Allah’a kalmıştır. O, günahkâr kimseyi nin 54. ayetinde geçen “lehü’l-halk ve’l-emr” deki el-
dilerse affeder, dilerse cezalandırır. Çünkü Allah, bu emr kelimesinin manasını anlayan kişinin Allah’ın
fiilleri işleyenleri, kınamasına, tehdit ederek uyarma- kudret ve azametini daha iyi anlar ve O’na olan gü-
sına rağmen, onları mümin olarak isimlendirmekte- veni artar. Böylece imanı kuvvetlenir75.
dir. Nitekim Cenabu Allah bir ayette, “İman edenle- 2. İmandaki artış, iman şuurunun yenilenmesi/te-
rin Allah’ı zikretmelerinin ve Kur’an’ı anlamalarının ceddüdü ve sürekli hale getirilmesiyle, daima iman
zamanı hâlâ gelmedi mi?”67diyerek azîz ve celîl olan üzere bulunarak sebat etmek demektir. Allah’ı inkâra
Allah, hatalı davranışlarından dolayı müminleri kı- sevkedecek her şeyden, daima uzak durarak ve iman
namakla birlikte onları mümin kabul etmiştir.68Di- halini yenileyerek/ tazeleyerek sürekli hale getirmek
ğer bir ayette ise, “Ey iman edenler! Yapmadığınız demektir.76Diğer bir ifadeyle var olan imanı, her an

23
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

yenileyerek korumak demektir. Mâturîdî, imandaki oksijenle su meydana gelmez. İmanın gerçekleşmesi
artışı, namaz kılan müminin her namazında “Al- de iman esaslarının tamamına inanmakla olur. Yoksa
lah’ım bize hidayet ver” demesine benzetmektedir. olmaz. Ayrıca iki hidrojen ve bir oksijenden meydana
Ona göre bir müminin “Allah’ım bize hidayet ver” gelen su, berrak, koku ve tat gibi bulunması gereken
demesi, Allah’ım bizi sırat-ı müstekîm yolunda daim özelliklerini taşıyınca kaliteli su olur. Yoksa kalitesiz
eyle, ayağımızı kaydırma anlamına gelmektedir. O su olur. Suyun bazı vasıfları yeteri kadar bulunmasa
halde imanın artması, hidayette olan kimsenin hi- da ona su denilir. Bu bakımdan imandaki artış, su-
dayet istemesi gibi bir şeydir.77 yun kalitesinin artmasına benzetilebilir.
3. İmandaki artış, Allah’ın varlığının ve birliğinin de- g. İmanda İstisna
lillerine bakarak, Allah’ın âlemdeki her şeyi yerli ye- İmâm Mâturîdî, “İnşallah müminim” diyerek imanda
rince yaratmasına vakıf oldukça, kişinin daha önce istisna yapılmasını, imana şüphe sokacağı gerekçesiyle
sahip olduğu imanının kökleşip güçlenmesi ve kesin- doğru bulmamakta; “Ben gerçekten müminim” veya
leşmesi demektir. Mâturîdî’ye göre, Allah’ın ayetleri
“Ben müminim” şeklinde ifade edilmesini savunarak
sadece Kur’an ayetleri olmayıp aynı zamanda O’nun
bu konuda bir takım aklî ve naklî deliller getirmek-
varlığına ve birliğine delalet eden her şeydir. Bu ba-
tedir.82 Ona göre istisna, halk arasında kesin olarak
kımdan ona göre, bir kimse âlemdeki nizam ve inti-
bilinen konularda değil, şüphe ve zan ifade eden hu-
zama bakıp onlardaki ahengi ve ihtişamı gördükçe,
suslarda kullanılır. Zira kesin olarak bilinen bir hu-
Allah’ın kudret ve azametini daha iyi anlar ve böylece
susu, “inşallah” diyerek istisna yapan bir kimse, mu-
O’na olan güveni artar ve imanı kökleşip kuvvetlenir.78
hataplarının tepkisini alır ve onun bu tutumu hoş
İmâm Mâturîdî imandaki artışı, aynı şeye bakan iki karşılanmaz.83Öte yandan Allah, “... sonra da imanda
kişinin bakışına ve yenilenmeye de benzetmekte- asla şüpheye düşmeyenler”84ayetiyle insanları uyara-
dir79. Ona göre, bu artış, iki kişiden birinin bir müd- rak ve açıkça “Biz Allah’a .... inandık deyiniz”85be-
det başka bir tarafa yönelmesi halinde, devamlı su- yanıyla, iman konusunda şüphe ve tereddüde düşül-
rette aynı şeye bakan kimsenin bakışının, diğerinin memesini, imanın kesin bir şekilde ifade edilmesini
bakışından fazla olmasına benzemektedir. Bu bakım- istemektedir.86O halde iman konusunda istisna ya-
dan imandaki artış, iman üzere sebat ve devam et- pılması doğru değildir.87 Ona göre mümin hiçbir kuş-
mek anlamına gelir. O halde insanın her an hidayet kuya kapılmadan göğsünü gere gere “Ben müminin”
karşıtı davranışta bulunmaktan endişe edip, kork- veya “Ben gerçekten müminin” demelidir.
ması ve imanda sebat etmesi gerekir. Bu durum, in-
İmamet / Siyaset Anlayışı
sanın daima hidayet üzere olmasını sağlar. Böylece o
kişinin hidayeti yenilenerek, tazelenerek sürekli hale İmâm Mâturîdî’ye göre, imâmet (devlet başkanlığı)
gelir. Nitekim “Ey iman edenler! Allah’a iman edi- meselesi, itikâdî bir konu olmayıp, aklî bir konudur.
niz ...”80 ayeti buna işaret etmektedir.81 Zira insanların birlikte huzur ve barış içerisinde ya-
şayabilmeleri için hukukî ve toplumsal bir düzenle-
İmâm Mâturîdî’nin ifadelerinden anlaşıldığına göre
menin olması şarttır. Bu sebeple siyasi ve toplumsal
imanın gerçekleşmesi için iman esaslarının tama-
bir düzenin kurulması ve bunun bir başkan tarafın-
mına inanmak gerekir. Bu esasların bir kısmına ina-
dan yönetilmesi gerekir.88Aklın yanı sıra siyasî gele-
nıp bir kısmına inanmamakla iman edilmiş olmaz.
O halde bir kişide iman ya vardır ya da yoktur. Di- nek ve tarihî gerçekler de bir yöneticinin olmasını
ğer bir ifadeyle yarım imanlı olunmaz. Bu nedenle, gerekli kılmaktadır.89
imanın kendisinde kesinlikle artma ve eksilme söz İmâm Mâturîdî, toplum düzenini sağlayacak bir
konusu olamaz. Artma ve eksilme ancak imanın ka- imamı gerekli görmekle birlikte, imamın kim ola-
litesinde olabilir. cağı, nasıl seçileceği ve hangi özellikleri taşıyacağı ko-
İmâm Mâturîdî’nin imanda artma ve eksilme olma- nusunda Kur’an’da açık bir hükmün bulunmadığını
yacağı, fakat imanın kalitesinde artma ve eksilme ola- savunur. Ona göre imâmet konusunda her mezhebin
cağıyla ilgili anlayışı, H2 O’dan oluşan suya ve kali- farklı görüşler ileri sürmesi de, Kur’an’da bu konuyla
tesine benzetilebilir. Yani iki hidrojen atomuyla bir ilgili açık bir ifadenin olmayışından kaynaklanıyor.
oksijen atomunun bir araya gelmesiyle su meydana Mâturîdî’ye göre imamda bulunması gereken en
gelir. Yoksa sadece bir oksijen veya sadece bir hidroje- önemli özelliğin adaletle hükmetmek olduğu söyle-
nin birleşmesiyle; ya da sadece hidrojenle veya sadece nebilir. Nitekim o, “insanlar arasında hükmettiğiniz

24
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

zaman adaletle hükmedin”90 ayetinin açıklamasında, bir düzeninin kurulması ve bunun bir başkan tara-
Ebû Saîd el-Hudrî (r.a.) kanalıyla Hz. peygamberin fından yönetilmesi gerekir.100
şöyle dediğini nakleder: “Kıyamet gününde insanla- İmâmet konusunda açık bir nass bulunmaması ve Hz.
rın en sevimlisi ve bana en yakın olanı âdil imamdır, peygamberin de açık ve net olarak herhangi bir kim-
insanların en kötüsü ve azabı en şiddetli olan ise câir/ seyi imam olarak tayin etmemesi, bu konunun inanç
zalim sultandır.”91Yine o, “biz seni yeryüzünde halife esasları dışında bir mesele olduğunu göstermektedir.
kıldık”92 ayetinin, Hz. Âdem ve bütün âdemoğulla- Bununla birlikte Allah’ın Kur’an’da, insanları yeryü-
rına şamil olduğunu belirtip, insanların, özellikle de zünde kendisinin halifesi olarak yarattığı da bir ger-
peygamberlerin, hükümdarların ve diğer yöneticile- çektir. Bu yüzden Allah, insanları tevhide davet et-
rin, yeryüzünde Allah’ın halifesi/temsilcisi olduğunu mekte ve insanların hak ve adaletle hükmetmelerini
savunur.93 Bundan dolayı, yöneticilerin insanlar ara- istemektedir. O halde imamet, insanların ve toplu-
sında hükmederken hak ve adalete riayet etmelerini mun problemlerini en iyi bilen ve onları en güzel şe-
gerekli görür.94 kilde çözmeye muktedir olan kimseye verilmelidir.
Ebû Mansûr el-Mâturîdî’ye göre imâmet konusunda İmâm Mâturîdî, dînî konularda, peygamberleri ve
dini açıdan gözetilmesi gereken şey ise, takvâ95 sahibi onun varisleri olan âlimleri; idârî ve siyâsî konularda
olmaktır.. Zira takvâ, idarî görevin adaletli bir şekilde ise hükümdarları ve valilerini yetkili görmektedir.
yerine getirilmesine yardım eder.96 Buradan hareketle, peygamberliğin ve dini tebliğ et-
Mâturîdî’ye göre imam/devlet başkanı, seçimle iş ba- menin, Allah tarafından verilmiş ilahî bir görev ol-
şına gelmelidir.97 Ona göre imamların Kureyş’ten seçil- duğu; devlet başkanlığının ise, siyasî ve ictimâî bir
mesinin dînî bir yönü olmakla birlikte, aynı zamanda görev olduğu söylenebilir.
idârî ve siyasî bir yönü de vardır. Çünkü Allah, Ku- İmâm Mâturîdî, yaşadığı dönemde zulüm ve haksız-
reyşlilerin rahat yaşaması için Mekke’yi güvenli ve lık yapan hükümdarları eleştirip uyarmasına rağmen
değerli bir hale getirmiş, Kur’an’ı Kureyş lehçesiyle imama/devlet başkanına itaati gerekli görmüştür. Di-
indirmiş ve son peygamber Hz. Muhammed’i aynı ğer bir ifadeyle o, imama itaati gerekli görmekle bir-
kabileden seçmek suretiyle, Kureyşlilere bir takım ni- likte, yanlış uygulamalarda bulunan imamın ikaz
metler vermiştir. Bütün bunlar Kureyş kabilesinin o edilmesini savunmuştur. Bununla birlikte o, halkın
dönemde saygın bir konuma sahip olduğunu göste- isyana kalkışmasını doğru bulmamıştır. Ortaya çı-
rir. Ayrıca onlar, uzun süre Kâbe’nin yetkilisi olmuş- kan haksızlık ve yanlışlıkların yapıcı tenkitlerle dü-
lar ve bu görevi saygın bir şekilde yürütmüşlerdir.98 zeltilmesini tercih ve tavsiye etmiştir.
İmâm Mâturîdî’ye göre, halife/imam/devlet başkanı Hanefî Bir Fakih
masum değildir; o da hata yapabilir. Bu nedenle dev- Mâturîdînin îtikâdî alanda olduğu gibi fıkıh ve fı-
let başkanı uzman danışmanlarla çalışmalı ve on- kıh usulü sahasında da Ebû Hanife’nin metodunu
larla iştişare edip, onların uyarılarını dikkate almalı- benimsediğini ve geliştirdiğini söyleyebiliriz. Bu-
dır. Gerektiğinde danışmanlar, başkanı uyarmalılar; nunla birlikte îtikâdî alanda Mâturîdiyye mezhebi-
eğer onlar görevlerini yapmazlarsa, başkanın yaptığı nin kurucusu kabul edilen Mâturîdî’nin, fıkıh saha-
bütün haksızlığa ortak olurlar.99 sında bağımsız hareket etmeyip faaliyetlerini Hanefi
İmâm Mâturîdî, sultanın devlet işlerini yürütür- mezhebi içerisinde sürdürdüğü anlaşılmaktadır. Bu
ken yaptığı yanlışların ehil kişiler tarafından usu- sebeple Mâturîdî, Hanefi mezhebinin kurumsallaş-
lüne göre düzeltilmeye çalışılmasını önermektedir. masına katkıda bulunan Hanefi bir fakih olarak ka-
Ancak bunun rastgele yerlerde ve rast gele kişiler ta- bul edilmektedir.101
rafından yapılarak devletin ve devlet başkanının iti- Büyük Bir Müfessir
bar kaybetmesini doğru bulmamaktadır. O, mevcut Ebû Mansûr el-Mâturîdî, aslında büyük bir fakih ve
devlet başkanına ve devlete zeval gelmemesine bü- mütekellim olduğu gibi büyük bir müfessirdir. Fa-
yük önem vermektedir. kat onun pek çok yönü gibi bu yönü de iyi bilinme-
Mâturîdî’nin anlayışına göre, devlet başkanlığı, dev- mektedir. İlk dirâyet tefsiri kabul edilen Te’vîlâtü
letin ve vatandaşların güvenliği ve huzuru için ol- Ehli’s-Sünnet adlı tefsirin ona ait olduğunda şüphe
dukça önemli bir yere sahiptir. Siyasi ve toplumsal bulunmamaktadır.102

25
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Mâturîdî, tefsirinde Kur’an ayetlerini, Kur’an ve Sün- sonra Ebû Hanife’nin itikâdî görüşlerini geliştirip sis-
net’e uygun bir şekilde tefsir ederek Ehl-i Sünnet iti- temleştirerek Ehl-i Sünnet’in Mâturîdiyye kolunun
kadını sağlam bir zemine oturtan ilk müfessirdir103. teşekkülünü hazırlamıştır.
Zira ondan sonra, İmam Gazâlî (505/111), Mahmud İmâm Mâturîdî’ye göre Allah katında geçerli din,
b. Ömer ez-Zemahşerî (538/1143), Fahreddin er-Râzî İslam dinidir. İslam dini Allah’ın koruması altında-
(606/1209), Celaleddin es-Suyûtî (911/1505) ve Mah- dır. İslam dini, akılla çelişmez; bilakis onu koruyup
mud el-Âlûsî (1270/18549 gibi meşhur müfessirlerin destekler. İslam dininde zorlama yoktur. İslam di-
tamamı Mâturîdî’nin metodu üzerine tevil yapmış- ninin aslı tevhid ve imandır. Bununla birlikte İslam
lardır. Diğer bir ifadeyle Mâturîdî kendisinden sonra dininde salih amellerin de çok büyük yeri ve önemi
gelen dirayet müfessirlerini büyük ölçüde etkilemiş bulunmaktadır.
ve onların işini kolaylaştırmıştır.
İmâm Mâturîdî’nin imanda istisnayı kabul etme-
Sonuç olarak Mâturîdî, Kur’an’ı aklın ve naklin ışı- mesi, bize gore Horasan ve Mâverâünnehirdeki
ğında sistemli bir şekilde yorumlayarak, Kur’an’ın müslümanların büyük bir islam mediniyeti kur-
insanlığın problemlerine çözüm getiren ilahi bir ki- malarında önemli rol oynadığı söylenebilir. Zira
tap olduğunu göstermiş ve bu yolda önemli bir çı- ameli imandan bir cüz kabul eden Ashâbu’l-Ha-
ğır açmıştır. dis’e gore insanın kendisini mümin kabul etmesi
Ehl-i Sünnet’in İmamı için hatasız, kusursuz olaması gerekir. Hâlbuki in-
Ebû Mansûr el-Mâturîdî, Hanefi bir fakih ve bir di- sanın hatasız ve kusursuz olması imkânsız gibi bir
rayet müfessiri oluşundan daha çok Ehl-i Sünnet’in şeydir. Bu durum karşısında Ashâbu’l-Hadis anla-
imamı ve mütekellimi olarak bilinmektedir. Diğer yışına gore düşünen bir kişi acaba ben mümin mi-
bir ifadeyle Mâturîdî, Ehlü Sünnet ve’l-Cemaat’in yim değilmiyim ikilemi içine düşer ve imanını do-
Mâturîdîlik kolunun imamıdır. Zira daha önce be- layısıyla kendisini güvende göremez. Bunun üzerine
lirttiğimiz gibi Mâturîdî, Ebû Hanife’nin görüşlerini “acaba ben mümin miyim değilmiyim” şeklimde
geliştirip sistemleştirmiştir. Bundan dolayı Mâturîdî, karamsarlığa, ümitsizliğe ve güvensizliğe düşer. Bu-
bu mezhebin kurucusu kabul edilmiş ve onun adına nun üzerine “müminmiyim değilmiyim mümin-
nispetle Mâturîdîlik mezhebi ortaya çıkmıştır. Mâturî- miyim değilmiyim” şeklinde düşünürken “inşal-
dî’nin görüşleri Rustuğfeni, İbn Yahya, el-Pezdevî, lah müminim” diyerek kendisini teselli etmeye ve
Ebu’l-Muin en-Nesefî, Ömer en-Nesefî, Alâuddin moralini yüksek tutmaya çalışır. Fakat bu durum-
es-Semerkandî, Nureddin es-Sâbûnî ve İbnü’l-Hü- daki bir kimsenin moralini yüksek tutması ger-
mam gibi çok sayıda âlim tarafından benimsenmiş çekten zordur. Çünkü böyle bir kişinin zihninde
ve yayılmıştır. mutlaka bir “acaba” olur ve bu durum onu rahat-
sız ve huzursuz eder. Hâlbuki ilim ve fen alanında
Hanefi âlimlerin İmâm Mâturîdî hakkında yazdıkları bir şey gerçekleştirmek en başta sağlam bir zihne
sitâyişkâr ifadeleri zaman geçtikçe artarak devam et- ve düşünceyle mümkündür. Işte Mâturîdî’nin din
miştir. V/XI. asrın ikinci yarısına kadar olan dönemde anlayışımda imanda istisnaya düşülmeden göğsünü
yaşayan âlimler onu, Semerkant/Maveraünnehir böl- gere gere “ben mümünim” ve “ben gerçekten mü-
gesinin önde gelen Hanefi bir âlim olarak görmüşler- minim” şeklindeki ifade kişinin en başta zihninde
dir. Bu zaman dilimi onun yaşadığı dönemden baş- kafasında bir rahatlamya yol açar. Bu da müminin
layıp yaklaşık hicri V. Asrın ikinci yarısına kadarki kendisini iman bakımndan huzur ve güven içeri-
süreyi içine almaktadır. Mâturîdî, V/XI. Asrın ikinci sinde görmesini sağlar. Böylece kendisne güvenen
yarısından itibaren el-Pezdevî ve özellikle Ebu’l-Muîn ve kafası rahat olan bir insanın her alanda ilerle-
en-Nesefî ve onun öğrencileri vasıtasıyla Ehl-i Sün- mesi ve yeni şeyler keşfetmesi daha kolay olur. Bun-
net ve’l-Cemaat’in imamı ve mütekellimi olarak be- dan dolayı eğer Nizamiye medreselerinde verilen
nimsenmiş ve tanıtılmaya çalışılmıştır.104 eğitim Hanefi-Mâturîdî çizgide olmuş olsa idi is-
SONUÇ lam dünyasının kurduğu medeniyetin daha muh-
İmâm Mâturîdî, İmam Azam Ebû Hanife’nin vefa- teşem olurdu düşüncesindeyiz.
tından yaklaşık bir asır sonra Semerkant’ın Mâturît Mâturîdî İslam dünyasında akıl ve mantıkla çelişen
köyünde dünyaya gelen büyük bir Türk âlimidir. En- pek çok anlayışın bulunduğu bir dönemde, akıl ve va-
gin zekâ ve yüksek anlayışıyla iyi bir tahsil gördükten hiy dengesini kurarak, Kelam, Tefsir ve İslam Fıkhı

26
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

alanlarında kendine has metoduyla çözümler bul- Araştıran sorgulayan ve her şeyin mümkün olan en
maya çalışmış ve fikir özgürlüğünün önünü açmıştır. iyisinin yapılmasını isteyen; problemlerin aklın ışı-
İmâm Mâturîdî, Sünnet ve hidayet ehlinin önderi, ğında çözülmesini tavsiye eden; kardeşlik ve eşitlik,
Sünnet ve Cemaat’in bayraktarı, fitne ve bidatin kö- birlik ve beraberlik, barış ve adalet anlayışı üzerine
künü kazıyan, şeyh imam, kelamcıların imamı ve kurulan iman nazariyesini savunan Mâturîdî görüş-
Müslümanların akâidini tashih eden büyük bir zat- lerin günümüzdeki Müslümanların sağlıklı bir din
tır. O, din ve dünya işlerinde her şeyin mümkün olan anlayışına kavuşmalarına yardım edeceğini düşün-
en iyisinin yapılmasını teşvik ederek büüyk bir İslam mekteyiz. Ayrıca sağlam bir din anlayışına sahip olan
medeniyetinin kurulmasına da öncülük eden müs- Müslümanların, dünya barışının teminine önemli
tesna şahsiyetlerden birisidir. katkı sağlayacağı kanaatindeyiz.

Dipnotlar
1 Bu makale, Büyük Türk Âlimi Mâturîdî ve Mâturîdîlik kitabımızdan hareketle ve onun bazı bölümlerinin özeti olarak
hazırlanmıştır.
2 Özen, Ş., (2001), Ebû Mansûr el-Mâturîdî’nin Fıkıhı Usulünü Yeniden İnşası, İstanbul, (Basılmamış Doçentlik Takdim
Tezi), s. 204–207.
3 Yazır, M., (1971), Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul, I/27, 28; Bilmen, Ö, (1973), Büyük Tefsir Tarihi Tabakâtü’l-Müfessirîn,
İstanbul, 376, 377; Özdeş, T, (2003), Mâturîdî’nin Tefsir Anlayışı, İstanbul, s. 21, 53–296.
4 Ak, A., (2008), Büyük Türk Âlimi Mâturîdî ve Mâturîdîlik, İstanbul, Bayrak Matbaası, s. 163-168.
5 İbnü’l-Esir, E, (1965), el-Kâmil fi’t-Târih, Mısır, VII/279; Aydınlı, O, (2001), Fethinden Samanilerin Yıkılışına Kadar Se-
merkant Tarihi, MÜSBE, İstanbul, s. 298. (Basılmamış Doktora Tezi).
6 Hitti, P., (1995), Siyasi ve Kültürel İslam Tarihi, çev. Salih Tuğ, İstanbul, III/727.
7 Makdisî, M., (1906), Ahsenü’t-Tekâsim fî Ma’rifeti’l-Ekâlim, Leiden, s. 380.
8 Makdisî, M., (1906), s. 380.
9 İbn Nedim, E., (trs), el-Fihrist, nşr. Rıza Teceddüd, Tahran, s. 402.
10 Nesefî, Ö., (1898), Kitâbü’l-Kand fî Tarihi Semerkand, thk. W. Barthold, Turkestan ve poxu Mongolskago Naşestviya,
Petersburg, I. Kısım Metinlerin içinde, s. 50–51.
11 Taberi, M., (trs), Târihu’r-Rusûl ve’l-Mülûk, thk. Muhammed Ebu’l-Fadl İbrahim, Kahire, X/147; İbnü’l-Esir, E., (1965),
VIII/77.
12 İbnü’l-Esir, E., (1965), VIII/78, 80.
13 İbnü’l-Esir, E., (1965), VIII/78, 80, 133, 134, 208–212, 403,404.
14 Ak, A., (2008), s. 31.
15 Nesefî, E., (1992), Tabsıratu’l- Edille fî Usûli’d-Dîn, thk. Claude Salame, Şam, I/26, 27, 98, 146, 162, 197, 202, 240, 258, 420;
II/545, 553, 739, 799; Pezdevî, M, (1998), Ehl-i Sünnet Akaidi, çev. Şerafeddin Gölcük, İstanbul, s. 2; Semerkandî, A, (trs),
Şerhu Kitâbi’t-Te’vîlât, Süleymaniye Ktp. Medine Bölümü, Nu: 179, v.1b; Nesefî, Ö, (trs), el-Kand fî Ulemâi Semerkand,
nşr. Nazr Muhammed Faryâbî, s. 311; Sem’ânî, E., (1988), el-Ensâb, nşr. Abdullah Ömer el-Bârudî, Beyrut V/155.
16 Sem’ânî, E., (1988), V/155.
17 Zebîdî, M., (trs), İthâfü’s-Saadeti’l-Muttekîn bi Şerhi İhyâ-i Ulûmi’d- Din, Dâru’l-Fikr, II/5.
18 Ak, A., (2008) s. 36.
19 Nesefî, E., (1992), I/358.
20 Nesefî, E., (1992), I/359.
21 Nesefî, E., (1992), I/359.
22 Mâturîdî, M., (2003), Kitâbü’t-Tevhîd, nşr. Topaloğlu B,-Aruçi, M, Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, s. 224, 226,
228.
23 Nesefî, Ö., (1898), s. 50–51.
24 Ak, A., (2008), s. 44.
25 Ak, A., (2008), s. 47-48.
26 Kutlu, S., (2003), “Bilinen ve Bilinmeyen Yönleriyle İmâm Mâturîdî”, İmâm Mâturîdî ve Mâturîdîlik, Ankara, Kitabiyat, s.
34.
27 Ak, A., (2008), s. 52 vd.
28 Ak, A., (2008), s. 50.
29 Nesefî, E., (1992), I/359; Pezdevî, Ebû Yüsr Muhammed b. Muhammed b. Hüseyin, (1994), Ehl-i Sünnet Akaidi, çev.
Şerafeddin Gölcük, İstanbul, Kayıhan yayınları, s. 3.
30 Kutlu, S., (2003), s. 22, 23.
31 Semerkandî, A., (trs), v. 1b, 2a.

27
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

32 Mâturîdî, M., (2010), Te’vîlâtü’l-Kur’an, thk. Bedir, Murteza-Topaloğlu, Bekir, İstanbul, Mizan Yayınları.
33 Mâturîdî, M., (2003), s. 184, 185; Mâturîdî, M, (2004), Te’vîlâtü Ehli’s-Sünnet, thk. Fatıma Yusuf el-Hıyemî, Beyrut, Risale
Yayınları, II/9-12, IV/395-40, V/117-118, 121-122.
34 Mâturîdî, M., (2003), s. 37; Mâturîdî, M, (2004), II/134–137.
35 Bakara, 2/163; Mâturîdî, M, (2004), I/114.
36 Bakara, 2/255; 3. Âl-i İmran 3; Mâturîdî, M, (2004), I/114,
37 Enbiya, 21/22; Mâturîdî, M, (2004), III/323.
38 Bakara, 2/251; Mâturîdî, M, (2004), I/211.
39 Mâturîdî, M., (2003), s. 37.
40 Mâturîdî, M., (2003), s. 38.
41 Mâturîdî, M., (2003), s. 26.
42 Mâturîdî, M., (2003), s. 38–41.
43 Enbiya, 21/22.
44 Mâturîdî, M., (2003), s. 39; Mâturîdî, M, (2004), III/323.
45 Mâturîdî, M., (2003), s. 39; Mâturîdî, M, (2004), II/624 vd. III/415.
46 Müminun, 23/91.
47 Ra’d, 13/16.
48 Mâturîdî, M., (2003), s. 39.
49 İsra, 17/42.
50 Mâturîdî, M., (2003), s. 39; Mâturîdî, M, (2004), III/158.
51 Mâturîdî, M., (2004), II/134–137, 189.
52 Mâturîdî, M., (2003), s. 38, 39, 40; Mâturîdî, M, (2004), IV/395–401.
53 Mâturîdî, M., (2003), s. 6.
54 Mâturîdî, M., (2003), s.38–42, 169; İmâm Mâturîdî’ye göre her türlü acı ve zehirli maddenin içerisinde mutlaka insana
faydası dokunacak bir madde vardır. Hatta ona göre acı veya zehirli her nesne, önemli bir hastalığın ilacıdır. Geniş bilgi
için bkz. Mâturîdî, M, (2003), s.169, 170.
55 Mâturîdî, M., (2003), s.42.
56 Mâturîdî, M., (2003), s.169, 170; Mâturîdî “ve tesrîfi’r-riyah” (rüzgârı estirmek) ayetini şöyle yorumlamaktadır: Rüzgârın
esmesiyle hem faydalı şeylerin (mesela elektrik üretimi gibi) hem de zararlı (mesela kasırga ve hortum gibi ) şeylerin
meydana geldiğini söylemektedir. Bkz. Te’vîlât, v.26b. Yine o, ateşin yangına sebep olarak zararlı olma özelliğine sahip ol-
duğu gibi yiyecekleri pişirme gibi konularda faydasının bulunduğunu ifade etmektedir. Ayrıca su ve diğer bütün varlıklar
da zararlı ve faydalı yönleriyle bir arada yaratılmıştır. Bkz.: Kitâbu’t-tevhîd, 169. Mâturîdî’nin anlattıkları, mıknatısta bu-
lunan, artı ve eksi uçların birbirini itmesi gerekirken, bu artı ve eksi uçların birbirini itmeyip uyum içerisinde durmalarını
akla getirmektedir. Ayrıca maddenin en küçük parçası olan atomun içerisinde artı yüklü protonla eksi yüklü nötronun bir
arada bulunmasına işaret vardır. (Ahmet Ak).
57 Mülk, 67/3.
58 Mâturîdî, M., (2003), s.40, 41; Mâturîdî, M, (2004), IV/396–398, V/189 vd.
59 Mâturîdî, M., (2003), s.280; Topaloğlu, B, (2002), Kitâbu’t-tevhîd Tercümesi, Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araş-
tırmaları Yayınları, s.30.
60 Mâturîdî, M., (2003), s.35 vd; Mâturîdî, M, (2004), II/57, 102, 405, III/38, 256, IV/254, 292, 336.
61 Mâturîdî, M., (2003), s. 601, 631; Mâturîdî, M, (2004), I/15, 16, 216, 241, 346, II/361.
62 Mâturîdî, M., (2004), III/122.
63 Mâturîdî, “Dinde size zorluk yoktur” ayetinin yorumunda Allah’ın ortaya koyduğu güçlü deliller ile şüpheleri ortadan
kaldırdığının anlaşılabilceğini savunmaktadır. Mâturîdî, M, (2004), III/390.
64 Mâturîdî, M., (2004), II/376 vd.
65 Mâturîdî, M., (2004), I/288, 294, II/198.
66 Mâturîdî, M., (2003), s. 535.
67 Hadîd, 56/16.
68 Mâturîdî, M., (2004), V/46; Mâturîdî, M, (2003), s. 610.
69 Saf, 61/2–3.
70 Mâturîdî, M., (2004), V/117 vd.
71 Bakara, 2/177.
72 Mâturîdî, M., (2004), I/122.
73 Mâturîdî, M., (2004), I/332, II/ 331, 332, III/457, 458, IV/108.
74 Mâturîdî, M., (2004), II/457, 458.
75 Mâturîdî, M., (2004), I/331, 332.
76 Mâturîdî, M., (2004), I/332.
77 Mâturîdî, M., (2004), I/9, 10, 514.

28
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

78 Mâturîdî, M., (2004), I/331.


79 Mâturîdî, M., (2004), I/9, 10, 24 vd.
80 Nisa, 4/136.
81 Mâturîdî, M., (2004), I/514.
82 Mâturîdî, M., (2003), s. 624; Mâturîdî, M, (2004), I/346.
83 Mâturîdî, M., (2003), s. 624.
84 Hucurat, 49/15; Mâturîdî, M, (2004), IV/550, 551.
85 Bakara, 2/136.
86 Mâturîdî, M., (2004), I/98; Mâturîdî, M, (2003), s. 624.
87 Mâturîdî, M., (2004), III/222.
88 Mâturîdî, M., (2003), s. 285.
89 Mâturîdî, M., (2004), I/441–446; II/403.
90 Nisa, 4758.
91 Mâturîdî, M., (2004), I/441.
92 Sa’d, 38/26.
93 Mâturîdî, M., (2004), IV/267.
94 Mâturîdî, M., (2004), I/33, 34, 441, II/21, 312, III/113, 114, IV/267.
95 İmâm Mâturîdî’ye göre takvâ: “Hak ve adalete riayet edip kötülükten ve haksızlıktan sakınmaktır.” Mâturîdî, M., (2004),
IV/549.
96 Mâturîdî, M., (2004), IV/548.
97 Mâturîdî, M., (2004), III/120, 176.
98 Mâturîdî, M., (2004), V/522, I/89, 90.
99 Mâturîdî, M., (2004), III/615.
100 Mâturîdî, M., (2003), s. 285.
101 Ak, A., (2008), s. 158-163.
102 Ak, A., (2008), s. 163-168.
103 Ecer, A., (1978), Türk Bilgini Mâturîdî, Ankara, s. 46, 98–110.
104 Ak, A., (2008), s. 168-172.

Kaynaklar
Ak, Ahmet, (2008), Büyük Türk Âlimi Mâturîdî ve Maturidlik, İstanbul, Bayrak Matbaası.
Ak, Ahmet, (2009), Selçuklular Döneminde Mâturîdîlik, Ankara, Yayınevi.
Aydınlı, Osman, (2001), Fethinden Samanilerin Yıkılışına Kadar Semerkant Tarihi, MÜSBE, İstanbul, (Basılmamış Doktora
Tezi).
Semerkandî, Alâuddin Ebû Bekir Muhammed b. Ahmed, (trs), Şerhu Te’vîlâti’l-Kur’an, Süleymaniye Ktp, Medine Bölümü,
Nu: 179.
Barthold, Vasiliy Vilidimiroiç (1990), Moğol İstilasına Kadar Türkistan, haz. Hakkı Dursun Yıldız, Ankara.
_______, (1898), Turkestan v epoxu Mongolskogo Naşestviya, Petersburg.
Beyâzî, Kemaluddin Ahmed b. Hasan, (1949), İşârâtu’l-Merâm an İbârâti’l-İmâm, thk. Yusuf Abdürrezzak, Kahire.
Bilmen, Ömer Nasuhi, (1973), Büyük Tefsir Tarihi Tabakatü’l-Müfessirîn, İstanbul.
Ecer, Vehbi, (1978), Türk Din Bilgini Mâturîdî, Ankara.
Fığlalı, Ethem Ruhi, (2004), Çağımızda İtikâdî İslam Mezhepleri, İzmir.
Hitti, Philip K, (1995), Siyasi ve Kültürel İslam Tarihi, çev. Salih Tuğ, İstanbul.
Huleyf, Fethullah, (1970), Kitâbü’t-Tevhid Mukaddimesi, Beyrut.
İbn Nedim, Muhammed b. İshak, (trs), el-Fihrist, nşr. Rıza Teceddüd, Tahran.
İbnü’l-Esir, Ebû Hasan Ali b. Muhammed Abdülkerim, (1965), el-Kâmil fi’t-Târih, Mısır.
Kutlu, Sönmez, (2003), “Bilinen ve Bilinmeyen Yönleriyle İmâm Mâturîdî”, İmâm Mâturîdî ve Mâturîdîlik, Ankara, Kitabiyat.
Mâturîdî, Muhammed Ebû Mansur, (2004), Te’vîlâtü Ehli’s-Sünnet, thk. Fatıma Yusuf el-Hıyemî, Beyrut, Risale Yayınları.
Mâturîdî, Muhammed Ebû Mansur, (2003), Kitâbü’t-Tevhîd, nşr. Topaloğlu Bekir, - Aruçi, Muhammed, Ankara, Türkiye Di-
yanet Vakfı Yayınları.
Nesefî, Ömer, (1973), Akâid Risalesi, (Şerhu’l-Akaid’in sonunda basılmıştır), İstanbul, Bahar Matbaası.
Makdisî, Şemseddin Ebu Abdillah Muhammed b. Ahmed el-Beşşârî, (1906), Ahsenü’t-Tekasim fî Marifeti’l-Ekâlim, thk. J.
Geoje, Leiden.
Nesefî, Ebû Hafs Necmüddin Ömer b. Muhammed b. Ahmed, (1991), el-Kand fî Ulemâi Semerkand, nşr., Nazr Muhammed
Faryâbî, Mektebetü’l-Kevser.
_____, Kitâbü’l-Kand fî Tarihi Semerkand, thk. W. Barthold, Turkestan V epoxu Mongolskago Naşestviya, Petersburg 1898, I.
Kısım Metinlerin içinde, s. 50-51.

29
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Nesefî, Ebü’l-Muîn Meymûn b. Muhammed(1992), Tabsıratu’l-Edille fî Usûli’d-Dîn alâ Tarîkati’l-İmâm Ebî Mansûr el-Mâturî-
dî, thk. Claude Selame, Şam.
Özdeş, Talip, (2003), Mâturîdî’in Tefsir Anlayışı, İstanbul.
Sem’ânî, Ebû S’ad Abdülkerim b. Muhammed b. Mansûr et-Temimi 8562/1166), el-Ensâb, nşr. Abdullah Ömer el-Bârudî,
Beyrut 1988.
Kutlu, Sönmez, “Bilinen ve Bilinmeyen Yönleriyle İmâm Mâturîdî”, İmâm Mâturîdî ve Mâturîdîlik, Ankara 2003, ss.17-55.
Pezdevî, Ebû Yüsr Muhammed b. Muhammed b. Hüseyin, (1994), Ehl-i Sünnet Akaidi, çev. Şerafeddin Gölcük, İstanbul,
Kayıhan yayınları.
Özdeş, Talip, (2003), Mâturîdî’nin Tefsir Anlayışı, İstanbul.
Özen, Şükrü, (2001), Ebû Mansûr el-Mâturîdî’nin Fıkıhı Usulünü Yeniden İnşası, İstanbul, (Basılmamış Doçentlik Takdim
Tezi).
Semerkandî, Ebû Bekir Muhammed b. Ahmed, (trs), Şerhu Te’vîlâti’l-Kur’an, Süleymaniye Ktp, Medine Bölümü, Nu: 179.
Topaloğlu, Bekir, (2002), Kitabü’t-Tevhid Tercümesi, Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Yayınları, s.228.
Yazır, Elmalı’lı, M. Hamdi, (1971), Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul.
Zebîdî, Seyyid Muhammed Murtazâ b. Muhammed el-Hüseynî, İthâfü’s-Saadeti’l-Muttekîn bi Şerhi İhyâ-i Ulûmi’d- Din, Dâ-
ru’l-Fikr trz.

30
UlUslararası İmâm mâtUrîdî sempozyUmU

açiliş oturumu

Oturum Başkanı
Prof. Dr. Hüseyin ATAY
Ankara Ü. İlahiyat Fakültesi

Prof. Dr. Ashirbek MUMİNOV


L.N. Gumilyov Avrasya Ü. /Kazakistan
ABÛ MANSÛR AL-MÂTURÎDÎ’NİN SEMERKAND’DAKİ MUASIRLARI
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Prof. Dr. Ashirbek MUMİNOV


L. N. Gumilyov Avrasya Üniversitesi’nden sempozyuma katılan Ashirbek
Muminov Ebû Mansur El-Mâturîdî’nin Semerkand’daki Muasırları teb-
liğiyle sempozyuma katılmıştır.

Ebû Mansur El-Mâturîdî’nin


Semerkand’daki Muasırları
Türkiye Türkçesine Çeviren
Yrd. Doç. Dr. Rysbek ALİMOV

Giriş
1.El-Mâturîdî (ölümü H. 333/ M. 944-945) hayatının
tamamını Semerkand’da geçirmiş ve öğretisini bu-
rada oluşturmuştur. Buna rağmen, vefatından sonra
X-XII. yüzyıllar arasında onun geleneğini devam et-
tirenlerin tamamı bir Güney Soğd bölgesi olan Ne-
sef kökenli idiler (Şekil 1: El-Mâturîdî öğretisini de-
vam ettirenlerin silsilesi). Bunlar başta İsmâîl ibn-i
Abd es-Sâdık en-Niyazavî (öl. 494/1101) olmak üzere
Ebu’l-Mu‘în Meymûn ibn-i Muhammed en-Ne-
sefî (öl.508/1114-1115), Ebu’l-Yusr Muhammed ibn-i
Muhammed ibn-i el-Hüseyin ibn-i Abdü’l-Kerîm el
Pezdavî en-Nesefî’nin dedesi babası ve kendisi (öl.
(493/1100) ve Ebu Hafs en-Nesefî (öl. 537/1142; Şekil
2. Nesef vahası haritası). El-Mâturîdiye öğretisinin or-
taya çıkış süreci, onun unutulması ile Semerkand’da
yaklaşık 150 yıl sonra yeniden canlanması henüz ay-
dınlatılmamış bir bilimsel mesele durumundadır.
Yeni bulunmuş olan kaynaklar El-Mâturîdî öğreti-
sinin Semerkand’daki varlığını farklı bir şekilde ele

33
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

almamıza imkân vermektedir. Bu kaynaklar Yahya sosyal tabakasının çıkarlarını destekleme vd. Örne-
ibn-i Ali ez-Zandavisatî’nin (öl. 382/992) Ravzatü’l-u- ğin, bu eski fakihler (fukahâ’ mutakaddimûn sâlihûn)
lemâ’sı ile Muhammed ibn-i İbrahim el-Hasirî’nin (öl. Cuma namazına giderken, yalnızca ayaklarında hal-
500/1106) El-Havi fi’l-Fetevâ adlı eserinin yanısıra Se- sizlik hissettiklerinde ve bu durumunun yaya yürü-
merkand’daki Çakardize mezarlığındaki kitabelerdir. melerini engellediği durumlar hariç, binek hayvan
2. Ebu Mansur El-Mâturîdî’nin üstadı Ebu Bekr kullanmazlarmış, pazarda halk arasında rida ve tay-
el-Cüzcanî (öl. III/IX yy.) ve Ebu Nasr el-İyadî (öl. lasan olmadan dolaşırlarmış.10
yaklaşık M. 890) kabul edilir. Her ikisi de Semer- Günlerden bir gün Ebu Bekir ibn-i İsmail el-Fakih
kand’daki El-Cüzcaniye mektebinin temsilcileriydi. es-Semerkandî’ye biri yanaşmış ve şöyle bir teklifte
Ancak El-Mâturîdî edeb’i Ebu Evsedce Tevbe ibn-i bulunmuş: “Sana 40 bin muhammediye vereceğim,
Kuteybe el-Hucaymî en-Nahvî el-Arabî’den öğren- sen de yarın gidip hükümdar önünde lehime tanık-
miştir.1 Onun tahsili üzerinde Belhli ilahiyatçılar lık yapacaksın.” Ancak o bu teklifi reddetmiş.11 Böyle
Muhammed ibn-i Mukatil er-Razî (öl. 248/862) ile
bir hayat tarzına sahip oldukları için onlara zahid
Nusayr ibn-i Yahya el-Belhî’nin (öl. 268/881) etkisi bü-
(zuhhâd) demişlerdir. Ebu Mansur El-Mâturîdî ik-
yük olmuştur.2 Ebu Mansur Muhammed ibn-i el-Ha-
tidar sahiplerine karşı kesin karşı konuma sahipti.
san eş-Şeybanî’nin (öl. 805) altı kitabını nakletmiştir,
Örneğin, verdiği bir fetvada yaşadığı dönemin sul-
çok sayıda mektebin ilahiyat sistemi bilgini (ma’rife-
tanına adil diyen birinin kâfir olduğu belirtmekte-
tü’l-mazâhib) kabul edilmiştir.3
dir. Kendisi şöyle demiş: “Hepimizin malumu ki sul-
3. Birincil kaynaklardan edinilen yeni bilgiler Ebu tan zorbadır (ca’ir), zorbalık (caur) yapan kimse de
Bekr el-Cüzcanî’nin faaliyetlerine Semerkand’daki kâfire dönüşür.”.12
“El-Murabba ribatında devam ettiğini açık bir şe-
kilde göstermektedir.4 Bu kaynaklarda ayrıca onun Ebu Muhammed Ahmed ibn-i Abdullah er-Rigda-
oğlu, Semerkand’da fıkıh dersleri veren Ebu Abdul- munî (öl. 493/1100) adına kaydedilmiş istiareli şöyle
lah ibn-i Ebu Bekr el-Cüzcanî hakkında da malumat bir menkıbe vardır ki buna göre Ebu Mansur El-
yer almaktadır.5 Mâturîdî ve Ebu Ahmed el-İyadî bir gün sonuncu-
nun dostluğu (marife ve sadaka) olduğu bir sultanın
Semerkand’ın önde gelen üç ilahiyatçısı Ebu Nasr el-İ-
evinin önünden geçerken, Ebu Ahmed Ebu Man-
yadî, Ebu Mansur El-Mâturîdî ve Ebu Nasr Muham-
med ibn-i Ahmad ez-Zahabî el-Hadidî fıkıh konula- sur’u sultanı ziyaret etmeye mecbur bırakır. Sultan
rında Ebu Bekr el-Cüzcanî’nin talebeleri olmuşlardır.6 onları karşılamak için yerinden kalkar, saygı işareti
olarak Ebu Mansur’un gözlerini ve ayaklarını öper.
Ebu Bekr kendi faaliyetini gaziler (guzat), esnaf ve Ev sahibi hizmetçilerine hoş kokular (galiye) getir-
tüccarlar arasında yürütmüştür.
mesini ve onu misafirlerin sakallarına sürtmelerini
4.Ebu’l-Yusr el-Pazdavî’nin verdiği bilgilere göre Ebu emreder. Ebu Mansur buna kesinlikle hayır cevabını
Mansur El-Mâturîdî zahid konumundaydı, ancak vermiş, onlar da gizlice bu hoş kokuyu onun atının
bunu, sûfî çevrelerle ilgili (riyazet yapan kimse) ola- kuyruğuna (zanab) sürtmüşler. Menkıbeye göre bu
rak yorumlamak herhalde doğru olmaz.7 Hanefîleri hoş koku temizlenmeden Ebu Mansur’un atı yerin-
zuhdü’l-ülemâ’yı “sultanla aralarındaki mesafeyi den kalkmamıştır.13
koruma” (teba‘uduhum ‘en es-sultan) vaziyeti olarak
anlamaktaydılar. Ebu Mansur El-Mâturîdî’yle aynı 5. Ebu Mansur’un bir diğer hocası olan Ebu Nasr Ah-
görüşü paylaşanlar arasında Ebu Bekr ibn-i İsmail med ibn-i el-Abbas el-İyadî aktif bir gazi idi.14
el-Fakih es-Semerkandî, Ebu’l-Hasan el-Farra ve Ebu Malum olduğu üzere, hükümdarlar her zaman din
Nasr ibn-i İbrahim de vardı.8 adamlarının saygınlığını kendi amaçları doğrultu-
Bunlardan Ebu Bekr ibn-i İsmail el-Fakih es-Semer- sunda kullanmak istemişlerdir. Onların emirleri ge-
kandî ünlü bir ilahiyatçıydı, onun teolojik görüşleri reği gazi, meşa’ih ve ehlü’l-ilm her cuma ata binerek
Yahya ibn-i Ebu Bekr el-Hanefî’nin “El-Muhtasar fî pazar yerlerini (asvak) gezerek iktidarın çıkarına olan
beyân el-i’tikâd” adlı eserinde geçmektedir.9 malumat ilan ediyorlardı.15
Toplumun zihninde onun faaliyetinin toplumsal yönü Ebu Nasr Samanoğulları amiri Nasr ibn-i Ahmed’in
kendi yansımasını bulmuştur, bunlar günlük hayat- (250-279/864-892) Türklere (=kâfirlere) karşı takri-
taki tevazu, rüşvet yememe, iktidar karşısında kendi ben 890 yılındaki seferi sırasında vefat etmiştir. Onun

34
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

ölümünden sonra başında olduğu mektepte varisinin yazıldığı için Nuh ibn-i Mansur (366-387/976-997) za-
kim olacağı sorusu ortaya çıkmıştır. manında Farsçaya tercüme edilmiştir.23
Onun hakkında, Darü’l-cüzcaniye’de kendisinin 40 Ebu’l-Kasım el-Hâkim ile Ebu Mansur el-Mâturî-
zahide (zuhhâd) önderlik ettiği söylenir.16 dî’nin öğretilerin mukayesesi ikisi arasında çok sayıda
Ebu Nasr el-İyadî ünlü ilahiyatçılar Ebu Mansur El- farklılıklar olduğunu göstermektedir, bu yüzden ilki,
Mâturîdî ve el-Hâkim es-Semerkandî’nın hocası ol- geç dönem bazı müelliflerin yazdığının aksine, Ebu
muştur.17 Mansur’un takipçisi olamazdı. Ebu’l-Kasım temsil-
cileri o zaman henüz ciddi olarak kelamla (akılcı te-
Onun oğlu el-fakih Ebu Ahmed Nasr ibn-i Ahmed
oloji) uğraşmamış olan Hanefi grupları arasında ha-
el-İyadî de babasından eğitim almıştır. Ancak, bazı
lefiyetçiliği devam ettiriyordu. Kendisi Ebu Mansur
kaynaklarda kaydedildiği üzere, babası öldüğünde
el-Mâturîdî ile eşit konuma sahipti, zira her ikisi de
oğlu henüz çocuk (sabi) idi.18
Ebu Nasr el-İyadî’nin talebeleriydi.24
Babası ona ve ikinci oğlu olan el-fakih Ebu Bekr Mu-
8. El-Mâturîdî’nin vefatıyla birlikte Semerkand’da
hammed ibn-i Ahmed el-İyadî’ye (öl. 361/971-972; her
onun öğretisinin resmî olarak desteklenmediği, önce
ikisi de babalarının vefat ettiği sefere katılmışlardı)
marijinalleştiğini, ardından da bölgenin ana şehrin-
Semerkand’a döndüklerinde onun destekleyicilerini
den kaybolduğunu söyleyebiliriz. Onun öğretisi taş-
(ashab) bir araya getirmelerini vasiyet etmiştir. Ebu
raya sürülmüştür ki orası da Nesef idi. Ebu’l-Yusr’un
Ahmed babasının destekleyicilerini bir araya getir-
dedesi Ebu Muhammed Abdü’l-kerîm ibn-i Musa
miştir, onların arasında eş-şeyhü’l-imâm Ebu Man-
ibn-i İsa el-Pazdavî (öl. 390/1000) ve Fahrü’l-islâm
sur Muhammed ibn-i Muhammed el-Mâturîdî ve eş-
seyh el-Hâkim Ebu’l-Kasım İshak ibn-i Muhammed el-Pazdavî el-Mâturîdî’den fıkıh ve kelam öğren-
es-Semerkandî ön plandaydı. mişlerdir.25 El-Mâturîdî’nin öğretisi bu ailede üç ne-
sil boyu nesilden nesile-dede Abdü’l-kerîm’den, oğul
Ebu Nasr el-İyadî’nin destekleyicileri Darü’l-cüzca- el-Hüseyin’e, ardından torun Muhammed’e- aktarıl-
niye’de toplanarak babasının mevkiine oğul Ebu Ah- mıştır. Sonuncu ise bu geleneği kendi oğlu Ebu’l-Yusr
med’i oturtmuşlardır. Ebu Ahmed “aralarındaki en ve Ebu’l-Mu‘in en-Nesefî’ye nakletmiştir.
bilgili”nin dâhil olduğu ortamda dersler vermiştir.19
9. Karahanlılar zamanında (XI. yy.) el-Mâturîdî’nin
Ebu Ahmed Nasr ibn-i Ahmed el-İyadî, çağdaşlarına öğretisi Semerkand’da tekrar canlanmıştır. Bu sü-
göre, büyük bir âlim idi. Kaynaklardan onun mute- reçte Nesefli olan iki âlimin rolü büyüktü. Bunlar
zililere karşı kardeşinin 10 tezini savunduğu bilinir.20
Ebu’l-Mu‘in en-Nesefî ile Ebu’l-Yusr el-Pazdavî idi.
Kendisi ve kardeşi toplumsal siyasî açıdan konformist
idiler. Onların bu tutumu, pek muhtemeldir ki, el-İ- El-Mâturîdî doktrinlerini tanıtan bu âlimlerin eser-
yadiye mektebinin el-Cüzcaniye’den ayrılmasında leri dışında Karahanlılar zamanında Ebu Mansur el-
başlıca rol oynamıştır. Mâturîdî isminin itibarının iade edildiğine dair bir
takım bilgiler de mevcuttur. Bunlar:
Yukarıda zikrolunanlardan açıkça belli olmaktadır ki
el-İyadî kardeşler yönetimdekilerle işbirliği içindeydi- a) Ebu Mansur el-Mâturîdî’nın torunu (kızının oğlu)
ler ve bu ulema arasında olduğu kadar sıradan halkın el-Hasan ibn-i Ali ibn-i Muhammed el-Mâturîdî ve
da tepkisini çekmişti. Bu durum aynı zamanda be- onun oğlu Ebu’l-Hasan Ali ibn-i el-Hasan el-Mâturîdî
lirli din adamlarının yavaş yavaş devlet mekanizma- (öl. rabi‘ I 511/Temmuz-Haziran 1117) yeni yönetim
sına dâhil olduklarını ve şehirli orta sınıfının görüşle- tarafından kadı tayin edilmişlerdi.26
rini temsil etmekten vazgeçtiklerini göstermektedir.21 b) Semerkand’daki Çakerdize mezarlığında bulunan
6. Ebu’l-Kasım İshak ibn-i Muhammed ibn-i İsmail Ebu Mansur’un mezarı üzerinde onun talebeleri ve
el-Hâkim es-Semerkandî (öl. 342/953) uzun zaman çağdaşları tarafından bırakılan şöyle bir kitabe yer al-
Samanoğullarının Semerkand’daki kadısı görevini maktadır. Kitabede şunlar yazılıdır: Bu mezar şeyh,
yürütmüştür.22 imam, zahid olan Ebu’l-Hasan Ali ibn-i Said er-Rus-
İsmail es-Samanî’nin taht zamanında (279-295/892- tufagnî’nindir27, Allah’ın rahmeti üzerinde olsun!
907) kendisi hükümdarın görevlendirmesiyle es-Sa- (Hazâ kabr eş-şeyh el-imam ez-zahid Ebu’l-Hasan
vad el-A’zam adlı eser hazırlar, amaç farklı mezheple- Ali ibn-i Said er- Rustufagnî, rahmetu’llahi aleyh).28
rin “kötü tesir”ini bertaraf etmekti. Eser Arapça, diğer Türkistan’daki (Arap harfli) epigrafi konusunda uz-
bir tabirle “seçilmişler”in (hass) anlayabildiği bir dilde man olan B. M. Babacanov’un görüşüne göre, bu

35
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

kitabe daha geç döneme, yani H.VI-VII/ M. ХII- Aynı zamanda onların çevresinde fakihlerin yöne-
ХIII. yy.a aittir. timden uzaklaşmalarına izin verilmemekteydi, zira
Ebu Selam Muhammed ibn-i Muhammed es-Se- cuma namazının altı şartından ikisi sultanın ibadete
merkandî, Ebu Ahmed el-İyadî’nin talebesi. Onun katılması (es-salat bi’s-sultan) ve sultana sahip bir ima-
mezarında da şöyle bir kitabe yer almaktadır: “… mın (el-imam zu-sultan) bulunması idi.34
eş-şeyh el-imam el-ecall ez-zahid Ebu Selam Mu- V. Madelung, Kitâbü’l-âlim ve’l-mutaallim’in yazarı
hammed ibn-i Muhammed el-Babhubayrakassî, Ebu Mukatil Hafs ibn-i Salm es-Semerkandî el-Fazarî
tehvid hakkındaki görüşleriyleinsanların sevdiği (öl. 208/823) gibi figürlere rağmen, söz konusu erken
(habib ehl et-tevhid).29 dönemde Semerkand’da Hanefîliğin önemli temsil-
10. Sonuç cilerinin olmadığını ve şehrin dinî konularda Belh’e
tabi olduğunu idda eder.35U. Rudolf ise Ebu Muka-
a) Semerkand’daki toplumsal tutumu yüzünden Ebu
til es-Semerkandî’nın imajının solgun olduğunu ve
Mansur el-Mâturîdî’nin öğretisi kendi zamanında
onun bilinçli olarak öne çıkarılmaya çalışıldığı izleni-
yaygınlık kazanamamıştır.
minden kurtulmanın mümkün olmadığını belirtir.36
b) Onun öğretisi Semerkand’ın taşra bölgelerine itil-
Buna rağmen, mezkur araştırmacı Y. Şaht’ın söyledik-
miştir.
lerini takip etmiştir ki sonuncu Muhammed ez-Za-
c) Karahanlılar zamanında el-Mâturîdiye öğretisi Se- hin el-Kevserî’nin yayınına dâhil edilen Kitabü’l-âlim
merkand’da Nesefliler (Ebu’l-mu’în en-Nesefî, Ebu’l- ve’l-mutaallim’deki dört isnad’dan yalnızca birinin
yusr el-Pazdavî ve her ikisinin talebesi olan ve yaklaşık gerçek olduğunu önerir.37
1145 yıllarında yaşamış olan Alâeddin es-Semerkandî)
U. Rudolf’un önemli buluş ilan ettiği bu isnad’da, tabii
tarafından tekrar canlandırılmıştır.
ki şu otoriter âlimler yer almaktaydı: Ebu Muti el-Belhî
Diğer materyaller (öl. 199/814), İsam ibn-i Yusuf el-Belhî (öl. 215/830),
Ebu Bekr el-Cüzcanî’den sonra Muhammed ibn-i Ebu Süleyman Musa ibn-i Süleyman el-Cüzcanî (öl.
el-Hasan eş-Şeybanî’nin kitaplarının Semerkand’da 200/815’ten sonra), Muhammed ibn-i Mukatil er-Razî
nakledilmesi sabit hale gelmiştir. Örneğin, Ebu’l-ha- (öl. 248/862), Ebu Bekr Ahmed ibn-i İshak el-Cüzcanî
san er-Rustufagnî Ebu Bekr el-Cüzcanî’nın talebesi (III/IX. yy.) ve Ebu Mansur Muhammed ibn-i Mu-
olan Ebu Mansur el-Mâturîdî yönetiminde sonuncu- hammed ibn-i Mahmud el-Mâturîdî’nin (öl.333/944-
nun Kitâbü’l-mabsût ve el-Câmi’ü’l-kabîr adlı eser- 45) bizzat kendisi. Bu durum Kitabü’l-âlim ve’l-mu-
lerini okumuştur.30 taallim’in yazıldıktan kısa zaman sonra bir şekilde
Fakihlerin Çakardiza’daki kitabelerinde rahmetlilerin Belh’e getirildiği ve oradan bütün bölgeye yayıldığı
İmam Muhammed’in kitaplarını ezberlemedeki gay- sonucuna varmamıza imkan vermektedir.38
retleri özellikle belirtilmiştir. Örneğin, nisbesi el-A- Ebu Mukatil es-Semerkandî (öl. 208/823) ve onun
rab en-Nesefî olan fakih Ahmed ibn-i Ebu Bekr (öl. mektebinin temsilcileri Semerkand’daki eski öğreti-
560/1165) el-Câmi’ ve ez-Ziyâdât adlı iki eseri ezber- leri gelenekselleştirmeye çalışmışlardı. Ancak, onla-
lemiştir, diğer yandan seyyid Şemseddin Muhammed rın yöntemi üretken olamamış ve takip eden dönem-
ibn-i Celaleddin Ömer ibn-i Ahmed (öl. 601/1205) lerde Hanefilik tarihinde isimleri ikinci plana itilmişti.
el-Mabsût’tan parçalar (kutub) ile birlikte el-Câmi’ Malum olduğu üzere, o tarihte gaziler için ileri ka-
ve ez-Ziyâdât’ı da ezberlemiştir.31 rakol Şaş şehri idi. Örneğin, Ebu’l-Hasan Ali ibn-i
Ebu Bekr el-Cüzcanî ise öğretisini gaziler ve mün- el-Hasan el-Bekrî es-Semerkandî gazavat için Şaş’ta
zevi alimler arasında yaymıştır, toplum içerisinde ikamet etmekteydi.39
pasif kalmıştır. El-Cüzcanî ve onun başlıca talebe- Ebu’l-Hasan Ali ibn-i Said er-Rustufagnî (öl. tak-
leri Ebu Nasr el-İyadî ve Ebu Mansur el-Mâturîdî riben 350/961) üstadı olan Ebu Mansur el-Mâturî-
akılcı oldukları için gelenekçilerin mecmualarında dî’ye onun hayatının sonlarında katılmıştır. Kendisi
yer almamışlardır. üstadından talim almış, ancak tamamlayamamıştır.
Kitabü’l-musannaf fi masalatü’s-sifat adlı, ilahiyat ko- 40
Semerkand’daki Dar Hamza mevkiinden olan Ebu
nulu çalışmanın Ebu Nasr’a addetmektedirler.32 Şerh Bekr es-Asamm el-Fakih ona Nişapur’a gitmesini ve
cumal usulü’d-din’in yazarının babası 15 yıl boyunca orada Ebu’l-Hasan el-Karhî ve el-Cassas’ın talebelesi
eş-şeyh eş-şahid Ebu Nasr’ın takipçisi olmuştur.33 olan mutazilit Ebu Sehl El Zücacî’den talimine devam

36
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

etmesini önermiştir. Ancak er-Rustufagnî hastalanır Semerkand’da İbn Hubayr kapısı (bab) civarında
ki daha sonra kendisi bu olayı hayırlı bir alamet ola- ikamet etmiştir.44Er-Rustufagnî ondan bahsederken
rak kabul etmiştir. Bir sene sonra kendisi Belh’e gider geçmiş zaman kullanır. O eş-Şeybanî’nin kitapla-
ve orada Ebu’l-Cafer el-Hinduvanî’den talim alır.41 rını ezbere biliyordu ve onları el-fakih Ebu Ahmed
el-İyadî aracılığıyla naklediyordu.45Onun hakkında
Bu durum onun görüşlerinin kökenini şimdiye ka-
doğru ilahiyatçı olduğu söylenir (ilmü’l-kelam ve
dar Ebu’l-Hasan’ın yegâne üstadı olarak görülen Ebu
marifetü’l-mazahib es-sunniye ala el-usul el-mus-
Mansur el-Mâturîdî dışında da aramamız gerektiğine
takime; aynı yerde). Onun seleflerine ait öğreti-
işaret etmektedir.42
leri yorumlayan şerh çalışması var olduğu bilinir.46
Ebu Hafs en-Nesefî onun 337/949 tarihli kaydını gör-
U. Rudolf Ebu Selam’ın düşünce şekli açısından
müştür.43
Ebu Mansur el-Mâturîdî’ye çok yakın olduğunu
Ebu’l-Hasan er-Rustufagnî es-Semerkandî Buhara’da düşünür.47
da bulunmuş olup, buradaki Darb Meydan’da Bu-
Vefatından sonra Semerkand’da bir ulemâ mezarlığı
haralılar için toplu dersler (fi ‘ammatih) okumuştur.
olan Çakerdize’de defnedilmiştir. Mezarı üzerindeki
Kendisi vefatından sonra Çakardiza mezarlığında kitabede şunları kayıtlıdır: “…eş-şeyh el-imam el-ecall
defnedilmiştir. ez-zahid Ebu Selam Muhammed ibn-i Muhammed
Ebu Ahmed el-İyadî’nin talebesi olan Ebu Selam el-Babhubayrakassî, tehvid hakkındaki görüşleriyle-
Muhammed ibn-i Muhammed es-Semerkandî insanların sevdiği (habib ehl et-tevhid).48

Dipnotlar
1 Nesefî, Kand, s. 115.
2 Kutlu, 2000, s. 273-274.
3 İbn-i Yahya, Şerh, yaprak 162a
4 Hasiri, Havi-2, yaprak 273b
5 Hasiri, Havi-2, yaprak 276b
6 İbn-i Yahya, Şerh, yaprak 163a
7 Rudolf, 1999, s. 99.
8 Hasiri, Havi-2, yaprak 106b
9 Bernan, 1982c, s. 5
10 Hasiri, Havi-2, yaprak 106b
11 Hasiri, Havi-2, yaprak 277a
12 Kaşşi, Mecmu‘, yaprak 277b
13 Zandavisati, Rauda, yaprak 10 b.
14 İbn-i Yahya, Şerh, yaprak 160b.
15 Hasiri, Havi-2, yaprak 276a.
16 İbn-i Yahya, Şerh, yaprak 160b.
17 Nesefî, Kand, s. 425.
18 İbn-i Yahya, Şerh, yaprak 160b.
19 Azharuhum, büyük ihtimalle kastedilen Ebu Mansur el-Mâturîdî’dir, İbn-i Yahya, Şerh, yaprak 160a.
20 a.g.e., s. 105.
21 Bolşakov, 1981, s. 14.
22 Samani, Ensab, IV cilt, s. 207.
23 Richter-Bernburg 1974, s. 56.
24 Rudolf, 1999, s. 79.
25 Nesefî, Kand, s. 444-445.
26 Nesefî, Kand, s. 559.
27 Onun nisbesinin yazım şekilleriyle ilgili diğer farklı görüşler için bk. Rudolf, 1999, sç 107.
28 Semerkand, Çakardiza, No. 20.
29 Semerkand, Çakardiza, fotoğraf No. 13.
30 İbn-i Yahya, Şerh, yaprak 162a.
31 Semerkand, Çakardiza, No. 7, 23.
32 Kutlu, 2000, s. 269.
33 İbn-i Yahya, Şerh, yaprak 163a.

37
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

34 Zandavisati, Rauda, yaprak 8b.


35 Madelung, 1982, s. 39.
36 Rudolf, 1999, s. 31.
37 a.g.e., Şaht, 1964, s. 98-100.
38 Rudolf, 1999, s. 31.
39 Nesefî, Kand, s. 557.
40 İbn-i Yahya, Şerh, yaprak 162a.
41 Hasiri, Havi-2, yaprak 277b.
42 Rudolf, 1999, s. 107-110.
43 Nesefî, Kand, s. 530.
44 Zandavisati, Rauda, yaprak 307b.
45 İbn-i Yahya, Şerh, yaprak 160a.
46 İbn-i Yahya, Şerh, yaprak 160a.
47 Rudolf, 1999, s. 106.
48 Semerkand, Çakardiza, fotoğraf No. 13.

38
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Prof. Dr. Ashirbek MUMİNOV


L. N. Gumilyov Avrasya Üniversitesi’nden sempozyuma katılan Ashirbek
Muminov Ebû Mansur El-Mâturîdî’nin Semerkand’daki Muasırları teb-
liğiyle sempozyuma katılmıştır.

АБу Мансур Ал-Матуридив


Самарканде
1. Несмотря на то, что ал-Матуриди(ум.в 333/944-
945 г.) прожил всю свою жизньв Самарканде и
создал свое учение там, однако в дальнейшемпо-
сле его кончины в цепи передатчиков его тради-
ций (иллюстрация 1: цепь передатчиков учения
ал-Матуридийа) почти все позиции с Х по ХII век
заняли представители Насафа, региона Южного
Согда – Исма‘ил ибн ‘Абд ас-Садик ан-Нийазави
(ум. в 494/1101 г.), Абу-л-Му‘инМаймун ибн Му-
хаммад ан-Насафи (ум.в508/1114-1115 г.), дед, отец
и сам Абу-л-ЙусрМухаммад ибн Мухаммад ибн
ал-Хусайн ибн ‘Абд ал-Карим ал-Паздавиан-На-
сафи(ум. в 493/1100 г.), Абу Хафс ан-Насафи (ум.
в 537/1142 г.; иллюстрация 2: карта оазиса На-
сафа). Процессы зарождения учения ал-Матури-
дийа, последующее его забвение и возрождение в
Самарканде почти через 150 лет остаются неиз-
ученной научной проблемой. Вновь обнаружен-
ные источники представляют нам шансы по-но-
вому рассмотретьбытованиеучения Абу Мансура

39
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

в Самарканде. Это источники – «Раудат ал-‘улама’» что эти древние факихи (фукаха’ мутакаддимун-
Йахйа ибн ‘Али аз-Зандависати (ум. в 382/992 г.) салихун) не ездили верхом, когда собирались на
и «ал-Хави фи-л-фатава» Мухаммада ибн Ибра- пятничную молитву, кроме случаев, когда чув-
химаал-Хасири (ум. в 500/1106 г.), эпиграфика с ствовали в ногах слабость, которая не давала им
кладбища Чакардиза в Самарканде. ходить пешком, ходили в базарной массе народа
2. Главными учителями Абу Мансура ал-Мату- без рида’ и тайласан».7Однажды к Абу Бакр ибн
ридисчитаются Абу Бакр ал-Джузджани(III/IХ в.) Исма‘ил ал-Факих ас-Самарканди подошел че-
и Абу Наср ал-‘Ийади (ум. около 890 г.), предста- ловек с предложением: «Дам тебе 40 тысяч му-
вители школы «ал-Джузджанийа» в Самарканде. хаммадийа, завтра походатайствуй за меня пе-
Однако ал-Матуридиизучаладаб под руковод- ред правителем (хаким)». Однако он отказался
ством Абу ‘АусаджаТауба ибн Кутайбаал-Худ- от такого дела.8 За такой образ жизни, поведение
жайми ан-Нахвиал-А‘раби. Также сильно было они были названы аскетами (зуххад). Абу Ман-
влияние на него богословов Балха – Мухаммад сур ал-Матуриди занимал резко отрицательную
ибн Мукатил ар-Рази (ум.в 248/862 г.), Нусайр позицию в отношении власть имущих. Напри-
ибн Йахйа ал-Балхи (ум. в 268/881 г.).Абу Мансур мер, он издал фетву о том, что человек, который
передавал шестькниг Мухаммада ибн ал-Хасана говорит, что султан этого времени – справедли-
аш-Шайбани (ум.в 805 г.), слыл знатоком теоло- вый, становится неверующим. Он говорил: «Всем
гических систем многих школ (ма‘рифат ал-ма- известно, что султан – насильник (джа’ир), а кто
захиб). 3. Новые сведения из первоисточников совершает насилие (джаур), тот превращается в
точно локализируют место деятельности Абу Ба- неверующего».9
краал-Джузджани: он выступал в рибате «ал-Му- Имеется аллегорическое предание от имени Абу
рабба‘» в Самарканде.1 Еще имеются сведения о Мухаммада Ахмада ибн ‘Абдаллахаар-Ригдаму-
его сыне – Абу ‘Абдаллах ибн АбиБакр ал-Джузд- ни(ум. в 493/1100 г.) о том, что Абу Мансур ал-Ма-
жани, который также преподавал в Самарканде туриди и Абу Ахмад ал-‘Ийади проезжали мимо
фикх.2 Трое ведущих самаркандских богослова – дома некоего султана, с которым у последнего
Абу Наср ал-‘Ийади, Абу Мансур ал-Матуриди и были знакомство и дружба (ма‘рифава-садака).
Абу Наср Мухаммад ибн Ахмад аз-Захаби ал-Хад- Абу Ахмад принудил Абу Мансура зайти к нему.
дади, были учениками Абу Бакраал-Джузджанив Султан встал им навстречу, поцеловал глаза и
фикхе.3 Абу Бакр вел свою деятельность среди во-
ноги Абу Мансуру в знак уважения. Хозяин дома
ителей за веру (гузат), ремесленников, торговцев.
приказал принести благовоние (галийа) и пома-
4. По сведениям Абу-л-Йусра ал-Паздави, Абу зать им бороду гостей. Абу Мансур решительно
Мансур ал-Матуридизанимал позициизахида, отказался от этого, тогда скрыто помазали бла-
что, вероятно, не следует толковать как связь с говонием хвост (занаб) его коня. Как передает
суфийскими кругами (в качестве аскета).4Хана- предание, пока не смыли благовоние, конь Абу
фиты «зухд ал-‘улама’» понимали как позицию Мансура не тронулся с места.10
«соблюдения ими дистанции от султана» (таба‘у-
5. Абу Наср Ахмад ибн ал-‘Аббас ал-‘Ийади, дру-
духум ‘ан ас-султан). Среди сподвижников Абу
гой учитель Абу Мансура, был активным газием11.
Мансура ал-Матуриди перечисляются Абу Бакр
ибн Исма‘ил ал-Факих ас-Самарканди, Абу-л-Ха- Известно, что правители хотели авторитет людей
сан ал-Фарра’, Абу Наср ибн Ибрахим.5 религии использовать в своих целях. По их при-
казу газии, маша’их и ахл ал-‘илм при Абу Насре
Один из них – Абу Бакр ибн Исма‘ил ал-Факих
ибн ‘Ийаде садились верхом каждую пятницу и
ас-Самарканди был знаменитым теологом, его
теологические взгляды цитируются в «ал-Мух- объезжали базары (асвак), озвучивая выгодные
тасар фи байан ал-и‘тикад» Йахйа ибн АбиБакр властям объявления.12
ал-Ханафи.6 В общественном сознании нашла Абу Наср погиб во время похода саманидского-
свое отражение социальная сторона его дея- амираНаср ибн Ахмад (250-279/864-892) против
тельности – личная скромность в быту, непод- тюрков (=неверных), примерно около 890 г. По-
купность, нежелание уступать властям интересы сле его кончины встал вопрос о его преемнике
своего социального слоя. Например, передается, в его школе.

40
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

О нем говорится, что он в Дарал-Джузджанийару- множество расхождений, по этой причине пер-


ководил 40 аскетами (зуххад).13 Абу Наср ал-‘Ий- вый не мог быть последователем Абу Мансура,
ади был учителем знаменитых богословов – Абу как неправильно утверждают поздние авторы.
Мансура ал-Матуриди и ал-Хакимаас-Самар- Абу-л-Касимполностью продолжал преемствен-
канди.14 Его сын ал-факих Абу Ахмад Наср ибн ность среди тех ханафитов, представители кото-
Ахмад ал-‘Ийади также учился у отца. Однако рых еще не начали всерьез заниматься рациональ-
как отмечается, что когда умер отец, его сын был ной теологией.20 Он занимал равную позицию с
несовершеннолетним (саби).15 Отец завещал ему Абу Мансуром ал-Матуриди, оба они были соу-
и второму сыну (ал-факих Абу Бакр Мухаммад чениками у Абу Насра ал-‘Ийади.21
ибн Ахмад ал-‘Ийади, ум. 361/971-972 г.; они оба 8. Мы можем утверждать, что в Самарканде по-
были вместе с отцом в походе, когда он погиб) сле кончины ал-Матуриди его учение не поддер-
собрать его сподвижников (асхаб) по их возвра- живалось официально и вскоре стало маргина-
щении в Самарканд. Абу Ахмад собрал сподвиж- лизироваться и исчезать в главном городе. Его
ников отца, среди которых выделялись аш-шайх учение было вытеснено в периферию: в Насаф.
ал-имам Абу Мансур Мухаммад ибн Мухаммад Абу Мухаммад ‘Абд ал-Карим ибн Муса ибн ‘Иса
ал-Матуриди, аш-шайх ал-Хаким Абу-л-Каси- ал-Паздави (ум.в 390/1000 г.) – дед Абу-л-Йуср и
мИсхак ибн Мухаммад ас-Самарканди. Спод- Фахр ал-Ислам ал-Паздави, учил у ал-Матури-
вижники Абу Наср ал-‘Ийади собрались в «Да- дификх и калам.22Традиции ал-Матуридийа пе-
рал-джузджанийа» и посадили Абу Ахмада на редавались в его семье в течение трех поколений
место отца. Абу Ахмад преподавал там при «са- – деда (‘Абдал-Карим), отца (ал-Хусайн), сына (Му-
мом знающим из них»16. хаммад). Последний передал эти традиции сво-
Абу Ахмад Наср ибн Ахмад ал-‘Ийади, по отзы- ему сыну Абу-л-Йусру ал-Паздави и Абу-л-Му‘ину
вам своих современников, был величайшим уче- ан-Насафи.
ным. Известно также, что он отстаивал 10 поло- 9. В правление Караханидов в ХI веке учение
жений своего брата против му‘тазилитов.17 Вместе ал-Матуридийа начало возрождаться в Самар-
с братом они в социально-политическом плане канде. Известна роль в этом процессе роль двух
были конформистами. Именно эта позиция, ве- представителей Насафа – Абу-л-Муина ан-На-
роятно, сыграла одну из главных ролей в отделе- сафи и Абу-л-Йусра ал-Паздави.
нии ал-‘Ийадийа от ал-Джузджанийа.
Кроме сочинений этих ученых, излагающих поло-
Из вышеприведенного видно, что братья ал-‘Ийади жения ал-Матуридийа, у нас имеются несколько
сотрудничали с властями и это вызывало проте- других фактов по реабилитации имени Абу Ман-
сты среди ‘улама’ и людей из числа горожан. Это сура ал-Матуриди при Караханидах:
показывает, что определенные религиозные дея-
тели постепенно сливались с государственным ап- а) Внук (сын дочери) Абу Мансура ал-Матуриди –
паратом и переставали быть выразителями мне- ал-Хасан ибн ‘Али ибн Мухаммад ал-Матуриди, и
ний среднего слоя горожан.18 его правнук Абу-л-Хасан ‘Али ибн ал-Хасан ал-Ма-
туриди (ум. в раби‘I 511/июле-августе 1117 г.) были
6. Абу-л-КасимИсхак ибн Мухаммад ибн Исма‘ил назначеныкадиямисо стороны новых властей.
ал-Хаким ас-Самарканди (ум. в 342/953 г.) в те-
чение долгих лет был кадием Саманидов в Са- б) На кладбище Чакардиза в Самарканде над мо-
марканде.19 В правление Исма‘ила ас-Самани гилами Абу Мансура, его учеников и современни-
(279-295/892-907) он по заданию этого прави- ков были установлены надгробия с их именами:
теля составил «ас-Савад ал-а‘зам», преследовав- – Абу-л-Хасан ‘Али ибн Са‘ид ар-Рустуфагни (ум.
шее цель уничтожить «вредное влияние» различ- около 350/961 г.), ученик Абу Мансуру ал-Мату-
ных толков. Так как, он был доступен на арабском риди. Надпись на его надгробии гласит так: «Это
языке только «избранным» (хасс), то при Нух II – могила шайха, имама, захида Абу-л-Хасан ‘Али
ибн Мансуре (366-387/976-997) этот трактат был ибн Са‘ид ар-Рустуфагни,23 да будет емумилость
переведен на персидский язык. Сравнение учений Аллаха!» (хаза кабраш-шайх ал-имам аз-захи-
Абу-л-Касима ал-Хакима и Абу Мансура ал-Ма- дАби-л-Хасан ‘Али ибн Са‘ид ар-Рустуфагни, рах-
туриди показывает, что между ними имеются мат Аллах ‘алайх).24 По мнению специалиста по

41
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

среднеазиатской эпиграфике Б. М. Бабаджанова, факихов от властей: в составе шести требований


по характеру почерка эпитафия относится к более к исполнению пятничной молитвы находились
позднему времени – VI-VII/ХII-ХIII вв. обязательное присутствие султана на молитве
– Абу Салама Мухаммад ибн Мухаммад ас-Са- (ас-салат би-с-султан) и наличие имама, имею-
марканди, ученик Абу Ахмад ал-‘Ийади. Надпись щего султана (ал-имам зу-султан).27
на его надгробии гласит так: «…аш-шайх ал-и- В. Маделунг, невзирая на фигуру Абу Мукатил-
мам ал-аджалл аз-захид Абу Салама Мухаммад Хафс ибн Салм ас-Самарканди ал-Фазари (ум. в
ибн Мухаммад ал-Бабхубайракасси, любимец лю- 208/823 г.), автора «Китаб ал-‘алимва-л-мута‘ал-
дей (учения) о единобожии (хабибахлат-таухид). лим», считал, что в этот ранний период в Самар-
10. Выводы: канде не появилось значительных представителей
а) Из-за общественных позицийавтора в Самар- ханафизма, и город, кажется, следовал религиоз-
канде, учение Абу Мансура ал-Матуриди не было ному авторитету и первенству Балха. У. Рудольф
широко принято в его время. отмечает, что образ Абу Мукатила ас-Самарканди
остается бледным, так, что нельзя окончательно
б) Оно было вытеснено в периферийные районы.
избавиться от ощущения, что он притушевы-
в) В правление Караханидов учение ал-Матури- вался намеренно. Тем не менее, этот исследова-
дийабыло возрождено в Самарканде представите- тель охотно последовал логике мыслей Й. Шахта,
лями Насафа (Абу-л-Му‘ин ан-Насафи, Абу-л-Йуср который предлагал достоверным считать только
ал-Паздави ан-Насафи и учеником обоих – ‘Ала’ один из четырехиснадов в передаче «Китаб ал-‘а-
ад-дин ас-Самарканди, был жив около 1145 г.). лимва-л-мута‘аллим», включенных в издание Му-
Другие материалы хаммад аз-Захид ал-Каусари. В этом иснаде, ко-
Именно после Абу Бакра ал-Джузджани пере- торый У. Рудольфом назвал «важной находкой»,
дача книг Мухаммад ибн ал-Хасана аш-Шайбани естественно фигурировали знаменитые авто-
в Самарканде становится стабильной. Напри- ритеты – Абу Мути‘ ал-Балхи (ум. в 199/814 г.) и
мер, Абу-л-Хасан ар-Рустуфагни учил под руко- ‘Исам ибн Йусуф ал-Балхи (ум. в 215/830 г.), Абу
водством воспитанника Абу Бакр ал-Джузджани Сулайман Муса ибн Сулайман ал-Джузджани
– Абу Мансура ал-Матуриди перед самой смер- (ум. после 200/815 г.) и Мухаммад ибн Мукатил
тью последнего «Китаб ал-Мабсут» и «ал-Джами‘ ар-Рази (ум. в 248/862 г.), Абу Бакр Ахмад ибн
ал-кабир». На эпитафиях факихов в Чакардизе в Исхак ал-Джузджани (III/IХ в.), и наконец, сам
Самарканде особо подчеркивается усердие усоп- Абу Мансур Мухаммад ибн Мухаммад ибн Мах-
ших в выучивании книг Имама Мухаммада: фа- муд ал-Матуриди (ум. в 333/944-45 г.). Это дало
ких Ахмад ибн АбиБакр по прозвищу «ал-‘Араб ему основу сделать однозначный вывод, что со-
ан-Насафи» (ум. в 560/1165 г.) выучивал наизусть чинение «Китаб ал-‘алимва-л-мута‘аллим» очень
оба сочинения «ал-Джами‘» и «аз-Зийадат», а сай- скоро попало в Балх, и оттуда было распростра-
йидШамс ад-дин Мухаммад ибн Джалал ад-дин нено по всему региону.
‘Умар ибн Ахмад (ум. в 601/1205 г.) выучил наи- Наоборот, Абу Мукатил ас-Самарканди (ум. в
зусть части (кутуб) из «ал-Мабсут», также «ал- 208/823 г.) и представители его школы пытались
Джами‘» и «аз-Зийадат».25 традиционализировать старое учение в Самар-
Абу Бакр ал-Джузджани же вел свою деятель- канде. Однако, их способ был менее продуктив-
ность среди газиев и отшельников-ученых, был ным, и в последующем, их имена в ханафитской
пассивен в общественном плане. ал-Джузджани истории отошли на второй план.
и его главные ученики – Абу Наср ал-‘Ийади и Известно, что передовым пунктом для газиев в
Абу Мансур ал-Матуриди, почти не фигурируют это время был Шаш: например, Абу-л-Хасан ‘Али
в сборниках традиционистов, то есть они были ибн ал-Хасан ал-Бакри ас-Самарканди для веде-
рационалистами. ния священных походов (газв) проживал в Шаше.28
Абу Насру приписывается книга «Китаб ал-мусан- Абу-л-Хасан ‘Али ибн Са‘ид ар-Рустуфагни
наф фи мас’алат ас-сифат», видимо, по богословию.26 (ум. около 350/961 г.) примкнул к Абу Мансуру
Отец автора «Шархджумалусул ад-дин» 15 лет был ал-Матуриди скорее в конце жизни учителя.
последователем аш-шайхаш-шахид Абу Наср. Он прошел у него неполный курс обучения.29
В то же время в их среде не допускалась самоизоляция Абу Бакр ал-Асамм ал-Факих, происходящий

42
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

из местности ДарбХамза в Самарканде,30 по- Самарканде в районе ворот (баб) Ибн Хубайра.33
советовал ему поехать в Нишапур учиться к Ар-Рустуфагни говорит о нем в прошлом вре-
му‘тазилиту Абу Сахлу ал-Зуджаджи, ученику мени. Он знал наизусть книги аш-Шайбани, пе-
Абу-л-Хасана ал-Кархи и ал-Джассаса. Однако, редавал их через ал-факих Абу Ахмада ал-‘Ий-
ар-Рустуфагни заболел, что он позднее считал ади.34 Про него уже говорится, что он занимался
счастливым предзнаменованием. Через год он праведным богословием (‘илм ал-калам вама‘ри-
был уже в Балхе, где получал знания у благоче- фат ал-мазахиб ас-суннийа ‘ала ал-усул ал-му-
стивого АбуДжа‘фара ал-Хиндувани.31 Этот факт стакима; там же). Отмечается его аналитическая
дает нам возможность искать корни его взгля- работа в толковании (при сокращении объема)
дов не только у Абу Мансура ал-Матуриди, ко- учений своих предшественников.35 У. Рудольф
торый до сих пор считается единственным учи- считал, что Абу Салама по-особому близок всему
телем Абу-л-Хасана.Абу Хафс ан-Насафи видел образу мыслей Абу Мансура ал-Матуриди.36 По-
его автограф от 337/949 г. Абу-л-Хасан ар-Ру- сле смерти он был похоронен на кладбище бла-
стуфагни ас-Самарканди бывал в Бухаре, где в гочестивых ‘улама’ Самарканда – Чакардизе.
Дарб Майдан для бухарцев устраивал публич- Надпись на его надгробии гласит так: «…аш-
ные лекции (фи ‘амматих).32 Он после смерти шайх ал-имам ал-аджалл аз-захид Абу Салама
был похоронен на кладбище Чакардиза. Мухаммад ибн Мухаммад ал-Бабхубайракасси,
Абу Салама Мухаммад ибн Мухаммад ас-Са- любимец людей (учения) о единобожии (хаби-
марканди, ученик Абу Ахмад ал-‘Ийади, жил в бахлат-таухид).37

Dipnotlar
1 Насафи, Канд, С. 115.
2 Кутлу, 2000, С. 273-274.
3 Ибн Йахйа, Шарх, Л. 162а.
4 Хасири, Хави-2, Л. 273б.
5 Хасири, Хави-2, Л. 276б.
6 Ибн Йахйа, Шарх, Л. 163а.
7 Рудольф, 1999, С. 99.
8 Хасири, Хави-1, Л. 106б.
9 Бернан, 1982в, С. 5.
10 Хасири, Хави-1, Л. 106б.
11 Хасири, Хави-2, Л. 277а.
12 Кашши, Маджму‘, Л. 277б.
13 Зандависати, Рауда, Л. 10б.
14 Ибн Йахйа, Шарх, Л. 160б.
15 Хасири, Хави-2, Л. 276а.
16 Рудольф, 1999, С. 98.
17 Ибн Йахйа, Шарх, Л. 160б.
18 Насафи, Канд, С. 425.
19 Там же, Л. 160б.
20 «Азхарухум» – скорее всего имеется в виду Абу Мансур ал-Матуриди; Ибн Йахйа, Шарх, Л. 160а.
21 Там же, С. 105.
22 Большаков, 1981, С. 14.
23 Сам‘ани, Ансаб, Т. IV, С. 207.
24 Рихтер-Бернбург, 1974, С. 56.
25 Рудольф, 1999, С. 79.
26 Насафи, Канд, С. 425.
27 Насафи, Канд, С. 444-445.
28 Насафи, Канд, С. 559.
29 О других отличных от этого мнениях по форме написания его нисбы см. Рудольф, 1999, С. 107.
30 Самарканд, Чакардиза, № 20.
31 Самарканд, Чакардиза, фото № 13.
32 Ибн Йахйа, Шарх, Л. 162а.
33 Самарканд, Чакардиза, № 7, 23.
34 Кутлу, 2000, С. 269.
35 Ибн Йахйа, Шарх, Л. 163а.
36 Зандависати, Рауда, Л. 8б.
37 Рудольф, 1999, С. 31.

43
UlUslararası İmâm mâtUrîdî sempozyUmU

I. oturum
Oturum Başkanı: Prof. Dr. Rahmi KARAKUŞ
Sakarya Ü. Eğitim Fakültesi

İMÂM MÂTURÎDÎ’NİN ÇEVRESİ VE ETKİ ALANI

Yrd. Doç. Dr. Adil ŞEN


Eskişehir Osmangazi Ü. İlahiyat Fakültesi / Eskişehir
İMÂM MÂTURÎDÎ VE ÇEVRESİ

Doç. Dr. İsmail ŞIK


Çukurova Ü. İlahiyat Fakültesi / Adana
MÂTURÎDÎ’DEN FARKLILAŞAN MÂTURÎDÎLİK

Yrd. Doç. Dr. İbrahim KAPLAN


İnönü Ü. İlahiyat Fakültesi / Malatya
MÂTURÎDÎ’DE DİN VE VİCDAN HÜRRİYETİ

Prof. Dr. Cağfer KARADAŞ


Abant İzzet Baysal Ü. İlahiyat Fakültesi / Bolu
MÂTURÎDÎ’NİN ETKİ ALANI VE MUHYİDDÎN İBN ARABÎ
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Yrd. Doç. Dr. Adil ŞEN


1963 Gümüşhane Kelkit/Köse doğumlu. İlk ve ortaokulu Köse’de, lise öğ-
renimini Gümüşhane İmam Hatip Lisesi’nde, yükseköğrenimini Marmara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde tamamladı. Yüksek lisans ve doktora
öğrenimini Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İslâm Tarihi ve
Sanatları Ana Bilim Dalı’nda tamamladı. 1986 yılında başladığı öğret-
menlik görevini, 2009 yılına kadar değişik illerde ve okullarda öğretmen
ve idareci olarak sürdürdü. 2009 yılında Osmangazi Üniversitesi İlahi-
yat Fakültesi İslam Tarihi ve Sanatları Bölümünde öğretim üyesi olarak
çalışmaya başladı. Halen bu görevini sürdürmektedir. Tarih, kültür ve
medeni- yetimizle ilgili yayımlanmış kitap ve makaleleri bulunmaktadır.

İmâm Mâturîdî ve Çevresi


İslamiyet geldiği günden itibaren insanlık için hida-
yet rehberi olmuştur. Başlangıçtaki yirmi üç yıllık Hz.
Peygamber döneminde Arabistan yarımadası İslami-
yeti kolaylıkla benimsemişti. Hz. Peygamberi takip
eden Hulefa-i Raşidin döneminde de İslami fetihler
hız kesmeden devam etmiştir. Bilhassa Hz. Ömer dö-
neminde İslam orduları Mısır, Suriye ve İran toprak-
larında peşpeşe zaferler kazanmışlar, beldeler, ülkeler
feth etmişler, İran cephesinde Horasan’ın ele geçme-
siyle Maverünnehr bölgesine komşu olmuşlardı. Bu
bölge ana hatlarıyla Ceyhun ve Seyhun nehirleri ara-
sında kalan önemli şehirlerin bulunduğu Türk yerle-
şim coğrafyasıdır.1
Maveraünnehr bölgesi, İran’ın aksine zorlu bir süreç
sonunda İslam hâkimiyetini kabul etmek durumunda
kalmıştır. Bu bölgenin en mühim şehirlerinden ve ko-
numuzu ilgilendiren Semerkant’ın fethi ve İslamlaş-
ması şu safhalardan geçmiştir. Emevîler’in Horasan
valisi Saîd b. Osman 56 (676) yılında Semerkant üze-
rine bir sefer düzenledi. Semerkant Kralı Tarhûn’un

47
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

müslümanlara vergi ödemeyi ve rehineler vermeyi idarelerinin zayıfladığı devrede siyasi yönden hila-
kabul etmesi karşılığında barış yapıldı. Kuşatma sı- fete bağlı müstakil devletlerden Sâmânîlerin, Ma-
rasında şehid düşenler arasında Hz. Peygamber’in veraünnehr bölgesine hakim oldukları zaman di-
amcası Abbas’ın oğlu Kusem’in de bulunduğu riva- liminde yaşamıştır. İslâmiyetin Maveraünnehr ve
yet edilir. Nitekim Semerkant’ta Kusem’e ait olduğuna Türkistan beldelerinde yayılmasında ve Karahanlı-
inanılan bir mezar bulunmaktadır. Tarhûn’un anlaş- lar’ın Müslüman olmasında Sâmânîlerin büyük hiz-
mayı bozması üzerine itaatten ayrılan Semerkant 61’de metleri olmuştur. Devletin en güçlü zamanı II. Nasr
(680) Selm b. Ziyâd tarafından ikinci defa fethedildi. b. Ahmed (301-331/913-943) devridir. İmâm Mâturî-
Bununla birlikte Emevîler, Semerkant ve Soğd hâki- dî’nin ilmi çalışmalarını yaptığı dönem, ağırlıklı ola-
miyetini sağlamakta zorlandılar. II. Göktürk Devleti rak II. Nasr b. Ahmed’in hükümdarlığı sırasına denk
Kağanı Kapağan gönderdiği ordularla Semerkant ve gelmektedir. Siyasi yapı olarak böyle bir çevre içinde
çevresini kendine bağladı (701). Ancak bu uzun sür- hayat sürdürmüştür.
medi ve Semerkant Emevîler’in Horasan valisi Ku- İmâm Mâturîdî’nin hayatı, görüşleri, eserleri, öğren-
teybe b. Müslim tarafından altı yıl süren şiddetli ve cileri ve çağdaşları ile bilgi verdiği bilinen ilk kaynak
kanlı savaşların ardından kesin biçimde fethedildi Ebu’l-Muîn en-Nesefî’nin ‘Tabsıratu’l-Edille’sidir.5Son-
(93/711). Kuteybe yaptığı anlaşma ile Semerkantlı- radan gelen eserlerin verdiği bilgiler, bilinenlere çok
lar’ı vergiye bağlayarak şehirde bir cami inşa ettir- fazla bir şey katmamaktadır ve birbirinin tekrarı ma-
miştir. Şehir dışındaki Ferenkes’te ikamete mecbur hiyetindedir. Bu bilgileri yeterli görmek mümkün de-
ettiği Gûrek’i yerli halkın temsilcisi olarak görevinde ğildir.6İslam âleminde Ehl-i Sünnet akidesi müdafile-
bırakırken arkadaşlarından birini Semerkant valili- rinden muasırı olan Mısırlı Tahavi (321/933) ve Iraklı
ğine tayin ederek onun emrine verdiği askerî birliği Ebu’l-Hasen el-Eş’ari (324/936) kadar tanınmamıştır.
şehre yerleştirmişti. Bundan sonra Semerkant, Mâ- İmâm Mâturîdî, bugün Özbekistan sınırları içinde ka-
verâünnehir’deki diğer bölgelerin fethinde önemli lan Semerkant şehrinin Mâturid köyünde tahminen
bir üs halinde kullanılmıştır.2Diğer önemli şehirler- 238/852 yılında doğmuş, yine aynı şehirde 333/944
den Buhara’nın fethi de buna benzer bir süreç geçir- tarihinde vefat etmiş, Semerkant ulemasının def-
miştir.3Bölgenin İslamlaşması da sancılı bir çizgi iz- nedildiği Çakerdize mezarlığında toprağa verilmiş-
lemiştir. Emevi idaresinin zorlama ve istila görüntüsü tir. Sovyet yönetimi sırasında tahrip edilerek satılan
bölgenin İslamiyeti kabüle direnç göstermelerine se- bu mezarlığın aslına uygun bir şekilde ıslahı halen
bep olmuştur. Abbasi idaresi ile bu durum yumuşa- devam etmektedir. İmâm Mâturîdî’ye ait kabir ise
mış ve Arap ırkının dışında kalan en büyük unsuru türbe şeklinde yeniden yapılarak, ziyarete açılmıştır.
Türklerden oluşan kitlelerin İslam dinine giriş seyri
İmâm Mâturîdî, takibçileri tarafından değişik un-
hızlanmıştır. Semerkant nüfus yapısı itibariyle içinde
vanlarla anılmıştır. Meşhur olanları; İmâmu’l-Hüdâ/
İran asıllı acem ve ticaretle uğraşan Soğdların da ya-
Hidayet önderi, alemu’l-hüdâ/hidayet sancağı, imâ-
şadığı çoğunluğu Türklerden oluşan bir yerleşim mer-
mu’l-mütekellimîn/kelamcıların imamı, reîsi eh-
kezidir.4 İslam idaresine girdikten sonra şehirde imar
li’s-sünne/ehl-i sünnetin öncüsü, musahhihu akâi-
faaliyetleri yapılmış ilim, kültür ve ticaret yönünden
di’l-müslimîn/Müslümanların inancını tashih eden
bölgenin en önemli merkezlerinden biri olmuştur.
’dir. Dine hizmetinden dolayı ‘Ebu Mansur’ künyesi
Sâmânîler döneminde (279-389/892-999), bir süre baş- ile anılmıştır.7
kent olan Semerkant’ta çok sayıda büyük âlim yetiş-
İmâm Mâturîdî ile ilgili çalışma yapanların büyük
miştir. Necmeddin en-Nesefî, ‘ el-Ķand fî źikri ulemâ-i
bir kısmı O’nun Türk asıllı olduğu noktasında ka-
Semerķand’ isimli eserinde 1000’den fazla Semerkantlı
naat belirtmişlerdir.8 Ailesi hakkında fazla bilgi bu-
âlimi tanıtmıştır. Adını doğup büyüdüğü Semerkant’ın lunmamaktadır. Babası, dedesi ve kız tarafından bazı
Mâturid mahallesinden alan İmâm Mâturîdî bunla- torunları bilinmektedir. Tarihi kişiliği ile menkıbevi
rın başında gelmektedir. Dolayısıyla İmâm Mâturîdî hayatı çoğu zaman birbiri ile karıştırılmış bir şekilde
canlı bir ilim ve fikir çevresi içinde yetişmiş bu sayede bize kadar ulaşmış bulunmaktadır. İmâm Mâturîdî,
kendi ilmi ve fikri çalışmalarını aktaracak uygun bir ikbal endişesiyle zamanının sultanına yakınlık gös-
vasatı da hazır bulmuştur, diyebiliriz. termemiş, bu şekilde davranmayan alimleri açıkça
Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed b. Mah- tenkit etmiş, sade bir hayat sürdürmüş, ömrünü ilmi
mûd el-Mâturîdî es-Semerkandî, Abbâsîlerin merkezî faaliyetlerin içinde geçirmiştir.

48
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

O dönemlerde Mutezili, Bâtınî birçok fikir cereyanı dışındakiler bugüne ulaşmadığı gibi, kendisine atfe-
kendilerine taraftar bulabilmek için değişik faaliyet- dilen bazı kitapların, ona ait olduğuna da şüpheyle
lerde bulunuyorlardı. Bu anlamda Mâverâünnehr bakılmıştır.
bölgesinde de canlı bir ilim, fikir ve tartışma ortamı Sonuç olarak İmâm Mâturîdî yaşadığı dönemde ilmî
bulunmaktaydı. Ehl-i Sünnet itikadı, fıkhı ve zihniye- faaliyetlerin içerisinde yer almış, talim, tedrisin ya-
tini müdafaa edenlerin de bu doğrultuda çalışmaları nında, çevresinde öncü âlim rolü oynamış, kendi
mevcuttu. Semerkant’ta ‘Dâru’l-Cüzcâniye’ medresesi, asrı ve sonrakileri aydınlatmak için eserler yazmış-
Ehl-i Sünnet anlayışının temsil edildiği eğitim ocak- tır. Çalışmaları muhatap bulmuş, fikirleri kendisin-
larından birisi idi. İmâm Mâturîdî, Semerkant’ta Ebu den sonra talebeleri ve eserlerinden etkilenen âlim-
Hanife’nin görüşlerine bağlı bu meşhur ‘Dârü’l-Cüz- ler tarafından sistematize edilmiştir. Özetle, Mutezilî,
câniye’ medresesinde eğitim görmüş, hocası ve arka- Bâtınî vs. fkirlerin tartışıldığı ortamda, aklı ön plana
daşı Ebu Nasr el-İyâzî’den sonra bu medresenin ba- çıkarmakla birlikte nakli ihmal etmeyen, akıl-nakil
şına geçmiştir. dengesini kuran düşünceleri, Mâturîdîye akaidi de-
İmâm Mâturîdî’nin ilim silsilesi hocaları vasıtasıyla necek şekilde ulema ve geniş halk kitleleri tarafından
Ebu Hanife’ye dayanmaktadır. Bilinen hocaları Ebu benimsenmiştir. Bağlıları ve takipçileri daha çok Mâ-
Nasr Ahmed b. Abbas b. Hüseyin el-İyâzî, Ebu Bekir veraünnehr, Türkistan ve Pencap bölgesindedir. Daha
Ahmedb. İshak b. Salih el-Cüzcânî, Nusayr b. Yahya sonra Anadolu coğrafyası da bunlara dâhil olmuş-
tur. Şöhreti günümüze kadar gelmiş olmasına rağ-
el-Belhî ve Muhammed b. Mukâtil er-Râzî’dir. Yetiş-
men, bilhassa Osmanlı Devleti sınırları içinde Kanuni
tirdiği talebeleri içinde Hakîm es-Semerkandî olarak
devrinden sonra eserleri şöhreti ile mütenasip bir şe-
meşhur olan İshak b. Muhammed b. İsmail Ebu’l-Kâ-
kilde alakaya mazhar olmadığı müşahede edilmiştir.
sım es-Semerkandî ile hoca-talebe ilişkisinden öte ar-
1970’li yıllardan sonra yerli ve yabancı araştırmacı-
kadaşlıkları da mevcuttu. Semerkand’ın Hanefi fuka-
lar tarafından inceleme, tahkik, neşir ve tercüme fa-
hasından Ali b. Saîd Ebu’l-Hasen er-Rüstuğfenî, Ebu
aliyetleri yeniden canlanmağa başlamış bulunmak-
Muhammed Abdülkerim b. Musa b. İsa el-Pezdevî ve
tadır. Günümüzde ise, Mâturîdî ve görüşleri ile ilgili
Ebu’l-Leys el-Buhârî es-Semerkandî en meşhurlarıdır.9
müstakil eserler kaleme alınmakta, yurt içi ve uluslar
İmâm Mâturîdî’nin yaptığı ilmi faaliyetlerden birisi arası ilmî toplantılar yapıldığı görülmektedir. Bugün
de kendisinden sonraya eserler bırakmış olmasıdır. icra ettiğimiz bu sempozyum da bunlardan birisi ola-
Tefsir, Kelam, Fıkıh sahalarında birçok eser10kaleme rak yeni açılımlara vesile olacak kanaatindeyiz. Dili-
almıştır. Tefsir sahasındaki ‘Te’vîlâtu’l-Kur’ân’11ve Ke- yor ve temenni ediyoruz ki hepimiz için, ilim âlemi
lam- Mezhebler Tarihi sahasındaki ‘Kitâbu’t-Tevhîd’12 için hayırlara vesile olsun.

Dipnotlar
1 W. Barthold, ‘Mâverâünnehr’, İA. c.VII, İstanbul 1993, s.408-409
2 Osman Aydınlı, ‘Semerkant’ DİA. c. XXXVI, İstanbul 2009, s. 482; Hasan Kurt, Orta Asya’nın İslamlaşma Süreci (Buhara
Örneği), Ankara 1998, s.37-40; Osman Turan. Selçuklular Tarihi ve Türk-İslâm Medeniyeti, İstanbul 2003, s.455.
3 Nasr b. Ahmed’in Bâtınî/İsmailîliğe temayül ettiği söylense de bu kesinlik kazanmamıştır. Kendisinden sonra oğlu I.Nuh,
Bâtınîliğe karşı mücadele etmiştir. (Bkz. Aydın Usta, ‘Sâmânîler’ DİA, c.XXXVI, İstanbul 2009, s.65; Osman Turan, age,
s.454)
4 Osman Turan. Selçuklular Tarihi ve Türk-İslâm Medeniyeti, İstanbul 2003, s.455
5 Bu eser iki cilt halinde DİB Kaynak Eserler serisi içinde 23. sıra no ile, I. Cilt, Hüseyin Atay tarafından(Ankara 1993), II.
Cilt, Hüseyin Atay ve Şaban Ali Düzgün tarafından(Ankara 2003) tenkitli neşir şeklinde yayımlanmıştır.
6 Ebu’l-Muîn en –Nesefî’nin hayatı hakkında da yetersiz malumat dolayısıyla Hüseyin Atay’ın:-“Herhalde bu (durum)
Mâverâünnehr ve Orta Asya âlimlerinin coğrafi kaderidir, denebilecek bir durum oluyor” sözü Mâturîdî için de geçerli
olsa gerektir. (Bkz.: Tabsıratu’l-Edille, c.I, s.7)
7 Bkz.: M. Ragıp İmamoğlu, İmam Ebu Mansur el-Mâturîdî ve Kur’an’daki Tefsir Metodu, Ankara 1991,s.13;Bekir Topaloğ-
lu,‘Ebu Mansur el-Mâturîdî’, Kitabu’t-Tevhid Tercümesi, Ankara 2002,s.XVII
8 Bekir Topaloğlu, A.Vehbi Ecer, Kemal Işık, Sönmez Kutlu, Şükrü Özen, Musa Koçar, Emine Öğük bunlardan bazılarıdır.
9 M. Ragıp İmamoğlu, a.g.e., s.16-19; Bekir Topaloğlu, age, s. XVIII-XIX
10 Eserlerin listesi için bkz. Şükrü Özen, ‘Mâtürîdî’ DİA, c.XXVIII, Ankara 2003, s.149-150; M. Ragıp İmamoğlu, a.g.e., s.19-20
11 Bu eserin muhtelif kütübhanelerde kırk kadar yazma nüshası olup, Bekir Topaloğlu başkanlığında bir komisyon tarafın-
dan, yayımlanmak üzere tahkik edilmeğe başlanmıştır.

49
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

12 Bu eserin bilinen tek nüshasına dayanılarak (Cambridge Üniv. Kütübhanesi) Fethullah Huleyf tarafından (Beyrut 1970)
yayımlanmıştır. Bu neşir, Hüseyin Sudi Erdoğan tarafından ‘Kitabü’T Tevhid’ İstanbul 1981’de Türkçeye çevirilerek ya-
yımlanmıştır. Ayrıca F. Huleyf ’in neşri ofset yoluyla tekrarlanarak Bekir Topaloğlu ve Muhammed Aruçi tarafından tek-
rar tahkik edilmiş (Ankara 2003) ve yine Bekir Topaloğlu tarafından ‘Kitâbü’tüTevhid Tercümesi (Ankara 2002) adıyla
Türkçe’ye çevirilmiştir.

Kaynakça
Aydınlı, Osman, ‘Semerkant’ DİA. c. XXXVI, İstanbul 2009.
Barthold, W. ‘Mâverâünnehr’, İA., c.VII, İstanbul 1993.
Ebu’l-Muîn Meymûn b. Muhammed en–Nesefî, Tabsıratu’l-Edille fî Usûli’d-Dîn ,(Tahkik Hüseyin Atay) c.I, Ankara 1993.
İmamoğlu, M.Ragıp, İmam Ebu Mansur el-Mâturîdî ve Kur’an’daki Tefsir Metodu, Ankara 1991.
Kurt, Hasan, Orta Asya’nın İslamlaşma Süreci (Buhara Örneği), Ankara 1998.
Özen, Şükrü, ‘Mâturîdî’ DİA, c.XXVIII, Ankara 2003.
Topaloğlu, Bekir, ‘Ebu Mansur el-Mâturîdî’, Kitabu’t-Tevhid Tercümesi, Ankara 2002.
Turan, Osman, Selçuklular Tarihi ve Türk-İslâm Medeniyeti, İstanbul 2003.
Usta, Aydın, ‘Sâmânîler’ DİA, c.XXXVI, İstanbul 2009.

50
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Doç. Dr. İsmail ŞIK


1976 Adana doğdu. İlk, orta ve lise eğitimini Adana’da tamamladıktan
sonra 1994 senesinde Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesine girdi.
1999 yılında mezun oldu ve aynı yıl Çukurova Üniversitesi Sosyal Bilim-
ler Enstitüsünde Temel İslam Bilimleri Bölümü Kelam Anabilim Dalında
Yüksek Lisans eğitimine başladı. 2002 yılında aynı anabilim dalında Arş.
Gör oldu. 2001-2002 yılları arasında Ürdün’de University of Jordon ‘da 1
yıllık dil ve araştırma bursu ile bulundu. 2003 yılında “ Eş’ari’nin Kelam
Metodu ve Bilimsel Yöntem Açısından Değerlendirilmesi” adlı tezle yük-
sek lisans eğitimini tamamladı. 2004 yılında vatani vazifesini tamamla-
dıktan sonra 2005’te Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Te-
mel İslam Bilimleri Bölümü Kelam Anabilim Dalında Doktoraya başladı.
2006 yılında aynı enstitüde 35. mad ile Arş. Gör olarak görevlendirildi.
2009 yılında “Mahmud b. Zeyd el-Lamişi’nin Kelam Anlayışı” adlı dok-
tora tezinin tamamladı. 2011 yılında Yrd. Doç. Dr., 2012 yılında Doç. Dr.
oldu. Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Kelam Anabilim Dalında
çalışmalarına devam etmektedir.

Mâturîdî’den Farklılaşan
Mâturîdîlik
Giriş
Mâturîdîlik, Ebû Hanife’nin itikâdi ve fıkhi görüşleri
ekseninde şekillenen bir anlayış olarak Hanefi-Mâturî-
dîlik veya Semerkand Hanefiliği olarak tanımlansa
da, temelinde Ebû Hanifenin görüşlerinin sistemleş-
miş şekli olan hanefilik olgusu vardır.
Hanefilik, ilk dönemlerde Ebû Hanife’nin itikadi ve
fıkhi görüşlerini içeren bir anlam dağarcığında kulla-
nılırken zamanla anlam daralmasına uğramış sadece
fıkhi görüşlerine atfedilmeye başlanmıştır.1
Ebû Hanife’nin özellikle iman ve amel kavramlarını
birbirinden ayıran, kelimeyi şehadet getiren herkesi
tam bir mümin olarak gören iman yaklaşımı, mürci
iman tutumunu benimsemesi, İslam ile yeni tanışan
bölge halkına cazip gelmiştir. Bu tanımlama “iman
nedir?” sorusuna verilen teolojik bir cevap olmaktan
ziyade İslam toplumunun içinde bulunduğu siyasi ki-
rizin aşılması için geliştirilmiş kucaklayıcı bir ma-
nevra olarak algılanabilir.2 Nitekim bu şekilde formüle

51
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

edilen iman anlayışı, çoğunlukla göçebe hayat tarzını Ebu Hanife’nin eserlerinde olmayan bazı soru ve so-
benimseyen Türklerin İslam dininin ayrıntılı ibadet runlara cevap verme gayreti onu kelami zeminde ön
ve fıkhını öğrenmeden, şehâdet getirmek yoluyla Al- plana çıkarmıştır. Ancak metot ve görüşlerindeki ori-
lah’ın varlığını, Hz Peygamberin elçiliğini kabul edip jinalliğe rağmen farklı sebeplerden dolayı uzunca bir
İslam dairesine girmelerini ve tam bir müslüman ola- süre Mâturîdîlik yerine Hanefilik ismi kullanıla gel-
rak kabul edilmelerini sağlamıştır.3 miştir.10Mâturîdîlik, doğu Hanefi geleneği üzerine
Ancak fikirleri etrafında çok sayıda insanı bir araya kurulmuş, ana damar olan Hanefilikten her hangi
toplayan Ebû Hanife’nin takipçileri arasında tek bir bir noktada ayrılmamış, Hanefiliğin Semerkand’taki
görüş ve tutum birliğinden bahsetmek mümkün de- kelâmî yorumu olarak da tanımlanmış11, Hanefilik-
ğildir. Mesela o, iman-amel ilişkisi konusundaki tav- ten ayrı düşünülmediği ve ondan ayrı sayılmadığı
rını “irca” fikri ekseninde ifade etmiş olsa da bu dü- için uzunca bir süre Eş’ariliğin rakibi olarak da Ha-
şünceye karşı çıkan Hanefilerin varlığı yok sayılamaz.4 nefilik görülmüştür.12
Bu sebeble Hanefi olarak isimlendirilen kitle içerisinde Mâturîdîliğin Hanefilik ile ana fikirlerde ciddi fark-
Ebû Hanife’nin itikadi ve fıkhi düşüncesini benimse- lılıklar arz etmese de, metot ve sistem açısından yeni
yenler olduğu gibi, sadece fıkhi düşüncesini benim- bir yaklaşım olduğu ortadadır. Bununla beraber, iti-
seyip, itikadi konulardaki düşüncelerini başka ekol- kadi alanda farklı konu ve meseleleri daha ayrıntılı bir
lerin fikirlerine dayandıranlardan da bahsedilebilir.5 şekilde işleyen Mâturîdîliğin, Ebû Hanife’yi itikatta
Bu anlamda bölgede Ebû Hanife’ye gösterilen ilginin takip eden Ebû Mansur el-Mâturîdî ile başlayan ve
onun görüşlerinin Hanefilik ortak paydasında farklı onun takipçisi olan Semerkandlı kelamcılar tarafın-
şekillerde yorumlanıp, değerlendirilmesine engel ola- dan yaklaşık iki asırda inşa edilen kollektif yapı oldu-
madığı söylenebilir.6Bu anlayışlardan Mâturîdî’nin de ğunu söylemek mümkündür. Bu anlamda Mâturîdî-
içlerinde bulunduğu “cüzcâziyye ekolü”7, akıl yürüt- lik, tek başına İmâm Mâturîdî’nin görüşleri etrafında
meyi oldukça yoğun bir şekilde kullanarak Hanefilik oluşan bir anlayış olarak değil, Ebû Hanife’nin iti-
ile nerdeyse özdeşleşen rey çizgisini devam ettirmiş- kadi görüşleri ekseninde Semerkandlı kelâmcılar ta-
tir. Bundan dolayı onlara, “Hanefi-Mâturîdîler”, “Se- rafından zaman içerisinde şekillenen ve olgunlaşan
merkand Hanefileri” ya da “Hanefi-Rey” taraftarları ortak bir kanaat ve tavır olarak değerlendirilebilir.
denilmiştir.8 Öncelikle itizali fikirleri kabul etmeyen Ebû Muin en-Nesefî başta olmak üzere takipçileri-
ancak gelenekçi hadis taraftarlığını da karşı çıkan bu nin önemli katkısıyla Mâturîdî, Mâverâunnehir Ha-
akılcı düşünce yanlıları, Ebû Hanife’nin itikadi ve fıkhi nefileri içerisinde fikirlerinden dolayı zamanla lider
görüşlerine tamamiyle bağlı olan Semerkand ekolü ve konumuna gelmiştir.13
onun lideri konumundaki Mâturîdî etrafında toplan-
Mâturîdîliğin gelişimi üç ana dönemde incelenebilir:
mışlardır. Böylelikle ana ilkeler çerçevesinde onu takip
edenler, zaman içerisinde Hanefi-Mâturîdî olarak isim- İlk dönem, hicri IV. asrın sonlarına kadar süren zaman
lendirilmiştir. Bu yüzden Mâturîdî ve takipçisi olan Se- dilimidir. Semerkand ve çevresinde Hanefi-Mâturîdî
merkandlı Hanefiler, diğer Hanefi gruplardan usul ve anlayış etkin ve baskın durumda olup Mutezile, Mü-
furu’ konularında aldıkları tutum ile ayrışmışlardır.9 şebbihe, Mücessime, Kerrâmiye gibi ekolere karşı
ciddi bir muhalefeti yapmaktadır. Fakat bu dönemde
Hanefi – Mâturîdîlik / Semerkand Hanefiliği =
Mâturîdîlik Mâturîdîliğin yine kendileri gibi Ehl-i Sünnet’in bir
kolu olan Eş’ariler’le doğrudan bir ilişkisinden bah-
Hanefilik diye isimlendirilen önceleri Ebû Hanife’nin setmek mümkün değildir.
fıkha ve itikada dair görüşleri ekseninde şekillenen
düşünce okulu, Mâturîdî’nin onun itikadi görüşle- İkinci dönem hicri V. asırdan itibaren başlatmak
rini sistemli bir şekilde yeniden değerlendirmesinden mümkündür. Bu süreçte Hanefi-Mâturîdî oluşum
sonra takipçileri tarafından itikadi alanda “Mâturî- ekolleşme sürecinde olup belirginlik kazanmıştır. İlk
dîlik” olarak adlandırılmaya başlanmıştır. Ancak bu dönemdeki tavır değişmiş, artık sadece Ehl-i Sünnet
farklılaşma itikaid sahasındaki yaşanmasına rağmen dışı mezhepler değil aynı zamanda başta Eş’ariler ol-
fıkıh sahasında yaşanmamış, Ebû Hanife’nin görüş- mak üzere Ehl-i Sünnet içerisindeki mezheplerde mu-
lerinin takip edilmesi nedeniyle Hanefilik ortak bir halif fikirleriyle eleştirilmiştir.
isim olarak kullanılmaya devam etmiştir. Mâturî- Üçüncü dönem ise hicri VI. asrın ikinci yarısından iti-
dî’nin ortaya koyduğu akli ve semantik yaklaşım, baren başlar. Mâturîdîlik artık bir kelam okulu olarak

52
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

oluşumu tamamlamış, Ehl-i Sünnet dairesi içerisin- aşan bir yaklaşımla Ebû Mansur el-Mâturîdî’nin fi-
deki yerini almıştır. Bu süreçte Ehl-i Sünnet dışın- kirleriyle oluşmaya başlamış, takipçileriyle açılan bu
dakilerden ziyade muhatap içeride Eş’arilerdir.14İlk yol daha sonraki dönemlerde sistemleşmiş ve kendi
başlarda Mutezile’ye karşı olmak şeklinde kendini düşünce dünyasını kurgulamıştır.
gösterirken, Eş’ariler’le olan çekişmeler neticesinde Ebû Hanife’nin söz konusu risalelerdeki fikirleri
Hanefilik şuuru etrafında “Mâturîdîlik” kimliğinin Mâturîdî’nin elinde muhaliflerin görüşlerini çürüte-
gelişmesini hızlandırmıştır. Bu anlamda Mâturîdî- cek şekilde akli delillerle desteklenerek kendi içinde
lik, “Semerkandlı Hanefi ulemanın kelâmi tavrıdır”.15 tutarlı bilimsel bir düzeye ulaştırılmıştır. Ebû Hani-
Semerkand bölgesindeki Hanefilerin lideri olarak ka- fe’ye ait olan inanç önermelerinin bu şekilde akli ve
bul edilen Mâturîdî ve takipçileri ilham kaynakları nakli verilerle desteklenip delillendirilmesi, Mâturîdî
olan Ebû Hanife’nin itikad ve fıkıh anlayışını benim- kelâm sisteminin temelini oluşturmuştur. Bu açı-
semiş kimselerdir. Ebû Mansur el-Mâturîdî’nin, Ebû dan Ebû Hanife tarafından kurgulanan, Sahabe ve
Hanife’nin itikadi görüşlerini sistemleştirilip savunul- Tabiin devrine ait olduğu düşünülen Selef akidesi,
masıyla ilgili fikirleri, önceleri “Semerkand Hanefili- Mâturîdî’nin elinde akli ve nakli delillerle yorumla-
liği” olarak tanımlanmış, daha sonraları “Mâturîdî- narak kelâm ilmine dönmüştür. Onun takipçileriyle
lik” olarak isimlendirilmiştir.16Bu yüzden bazı batılı devam eden bu sistematik ve akli yaklaşım zamanla
kaynaklarda ilk dönem Mâturîdîliği, Semerkand Mâturîdîliği oluşturmuştur.21
âlimlerinin yöresel kelâm doktrini olarak tanımlan-
Mâturîdî kelami tutum olarak, Kerrâmiyye ve Neccâ-
maktadır.17Bu yaklaşıma göre Mâturîdîlik, müstakil
riyye22 gibi aşırı mürci tavırlardan uzak durmuş an-
düşünceleri olan, ayrı bir kelâm ekolü değil, Hanefi-
cak mutedil mürci fikirlerden Ebu Hanife gibi etkilen-
liğin Semerkand ve çevresinde etkili bir temsili, Ha-
miştir. Bir yerde Selefi anlayışa mensup Ehl-i Sünnet
nefi fukahanın veya Mâverâunnehir âlimlerinin yolu
ve’l-Cemaat ile Mürcie arasında köprü olmayı başar-
olarak kabul edilmiştir.18Belki de bu sebeple müsteş-
mıştır.23 Aşırı lafızcı yaklaşımlara karşı yoruma daha
riklerin büyük bir kısmı “Mâturîdîlik” ismi yerine
fazla yer vererek istihsan, istislah gibi hüküm çıkarma
“Hanefi-Mâturîdî” ismini tercih etmişlerdir. Onlara
yöntemlerini geliştirmiştir.24 Ebû Mansur el-Mâturîdî,
göre müstakil bir mezhep olarak Mâturîdîlik yoktur,
gösterdiği bu büyük gayret ve başarı sayesinde “Ha-
Mâturîdîlik, Hanefiliğin Semerkand ve çevresindeki
nefi mezhebinin mütekellimi” ünvanını hak etmiştir.25
yorumu ve uzantısıdır.19
Böylelikle akılcı–hadari din alayışının önemli simala-
Ancak bu yaklaşım tarzı, Mâturîdîliğin orijinal yak- rından biri olan Ebû Hanife’nin itikadi yaklaşımları,
laşımını yok sayan, erken dönem Hanefiliğinde bu- teolojik ve felsefi gelişim ve derinişleşmesini Mâturîdî
lunmayan sistemli metodik tavrını, düşünce dün- tarafından başlatılan anlayışla tamamlamıştır.26
yasına yaptığı katkıyı basite indirgeyen bir yorum
Mâturîdî ve Farklılaşan Mâturîdîlik
olacaktır. Hanefiliğin içinden çıkmakla beraber, iti-
kadi alanda erken dönem hanefi itikadi sistemi sınır- Mâturîdî’den farklılaşmalarda Mâturîdîliğin oluşum
larına sığmayan bir anlayış olan Mâturîdîlik, yeni ha- sürecini esas alacağımızdan hicri V-VI. asırlarda yaşa-
nefilik (new hanifism) ya da hanefi itikadının yeni yan Hanefi Mâturîdî âlimleri esas almakta fayda gö-
yorumu (hanafism’ new interpretation of faith) ola- rüyoruz. Bunlardan Ebu Yusr Muhammed Pezdevi (
rak tanımlanmalıdır. 493/1099)27, Ebû’l Muin en-Nesefî : (508/1115)28, Mah-
Bilindiği üzere Mâturîdîliğin fıkıhta Hanefilik, iti- mud b. Zeyd el-Lâmişi (536/ 1141)29, Ebu Hafs Nec-
katta Mürcie ile hayati bir ilişkisi vardır. Ebû Ha- müddin Ömer en-Nesefî (537/ 1142)30, Nureddin es-Sa-
nife itikadi görüş ve yorumlarıyla Mâturîdîlik fikri- buni (580/ 1184)31 gibi isimleri sayabiliriz.
nin temelini oluşturur. Ancak unutulmamalıdır ki Mâturîdî’nin görüşleri ve takipçileri arasındaki bazı
Ebû Hanife’nin akidevi görüşlerinin Mürcie’ye da- farklılıkları başlıklar altında işlemekte fayda görüyo-
yanması ve onu bundan dolayı makâlât ve fırak ki- ruz. İncelendiğinde küçüklü büyüklü birçok konuda
taplarında Mürcie’nin bir alt kolu olarak sayılma- düşünce ve metot açısından farklılıklardan bahsetmek
sı20fikirlerindeki orijinalliği ortadan kaldırmamış, mümkün olacaktır. Ancak burada sınırlı sayıda ko-
ayrı bir ekol olarak değerlendirilmesine engel ola- nuyu değerlendirmek ve ana hatlarıyla bilgi vermek
mamıştır. Bu bağlamda Mâturîdîlik Ebû Hanife’ye amaca uygun olandır. Bu bağlamda sırasıyla konu-
ait akaid risaleleri ekseninde gelişen ancak onları ları değerlendirmeye çalışacağız.

53
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Bilgi Kuramı sıkışan bir algı ve duyu dünyası sonucunu doğur-


İslam düşüncesinde Mâturîdî tarafından temelleri muştur. Oysaki Mâturîdî’nin tanımında duyular iç
atılan bilgi kuramı32, onun en özgün fikirlerinden ve dış duyular manasına ‘ıyan kelimesiyle açıklana-
biridir. O bu bilgi kuramında, bilginin ne olduğu ve rak dış dünyadan elde edilen bilgilerin yanında iç
neye bilgi denileceği, hangi yollarla bilgiye ulaşılabi- duyularımızın bu bilgileri süzerek elde ettiği kana-
leceği gibi konuları incelemektedir.33Kelam açısın- atler ve vicdani tepkilerde duyu yoluyla ulaşılabile-
dan onun başlattığı bu süreç bir dönüm noktasıdır. cek bilgi sınıfında sayılmıştır. Ancak bu bilgi ala-
Onunla birlikte “varlık” ve “bilgi” meseleleri kela- nını sezgi ve ilhamla karıştırmamak gerekir. İlham
mın müstakil konuları haline gelmiştir. Geliştirdiği ve sezgi gerekçekli, sebeplere dayanan bilgi türleri de-
bilgi kuramında o, akıl ve duyuların yanı sıra doğru ğildir. Kazanılmayan/kesbi olmayan, vehbi bilgiler-
haberi de bilgi kaynakları arasına almıştır.34Bu an- dir. Oysaki burada kazanılan, üretilen bir bilgiden
lamda doğru ulaşmanın ancak doğru vasıtaların kul- bahsedilmektedir.
lanılması ile mümkün olacağını düşünen Mâturîdî, Ayrıca Mâturîdîler, duyular için önemli olan ve ger-
duyularla idrak, haberler ve istidlal olmak üzere üç çekliğe ulaşmayı engelleyecek faktörleri de göz önünde
bilgi kaynağından bahsetmektedir.35 bulundurarak, “sağlam duyular” ifadesini önemle vur-
a. Duyular (İdrak): gulamışlardır. Bu anlamda duyuların sağlamlığı bil-
ginin oluşması ve oluşan bilginin sıhhati açısından
Mâturîdî, duyuların doğru bilginin ulaşmasını en-
değerlendirilmiştir.42
gelleyen durumların ortadan kalkması halinde ger-
çekliklere ulaşılabileceğini söylemekte ve bu engelle- Mâturîdîler tarafından duyuların bilgi kaynağı olarak
rin neler olduğundan da bahsetmektedir.36Mâturîdî ilk sırada sayılması da ayrıca önemlidir. Elde edilen
duyular için “ ‘Iyan ” ve “havas” kavramalarını kul- bilgilerin birçoğu onun vasıtasıyla ya da ondan do-
lanır. ‘Iyan, beş duyu, iç ve dış gözlemi de içeren bir layı meydana geliyor olması bunun başlıca nedenidir.
kavram olmakla beraber, havas ise sadece beş duyu Bilginin oluşması sürecinde özellikle duyularla elde
içermektedir.37 edilen bilgiler işitilebilenlerin işitilmesi, tadılabilen-
lerin tadılması, görülebilenlerin görülmesi, koklana-
‘Iyan (ayan) ıstılahta gözle görmek, bizzat tanık ola-
bilenlerin koklanması, dokunulabilenlerin dokunul-
rak elde edilen bilgi anlamına gelirken, zamanla bü-
masından dolayı zaruridir. Bu çeşit bilgide eğer duyu
tün duyular vasıtasıyla oluşan bilgiler manasına kul-
sağlamsa bilgi kesinlik arz edecektir. Nitekim mâturî-
lanılmıştır. Mâturîdî bu bilgi türünün zıddına “cehil”
dîler duyu organlarının sıhhatli olmaları şartıyla bilgi
demektir.38Ona göre ‘ıyan, duyularla meydana ge-
elde edilebileceği düşüncesindedirler. 43
len şeydir.39
b. Haberler:
Onun “havas” kelimesi yerine ‘ıyanı kullanması ma-
nidardır. ‘Iyan, yakiniyât türü bilgi kaynaklarından Mâturîdî haberin bir bilgi kaynağı olarak tanımlan-
olan bedihiyyâtın kapsamındadır.40Kelamda bir öner- ması meselesi üzerinde durur ve onun tartışmasız,
menin doğruluğunu ispat eden herhangi bir delile hem akli hemde nakli verilerle bilgi kaynağı oldu-
muhtaç olmaksızın, açık ve belirgin bir şekilde doğru ğunu ortaya koyar.44O haberi, resulün haberi ve ge-
olan bilgi “bedihi” bilgidir. Bedihi bilgi türünün alt nel haberler diye ikiye ayırmaktadır. Resülün Haberi
başlıklarından biri olan Müşahâdât, duyuların doğ- ise mütevatir ve ahad45olmak üzere yine ikili tansif
rudan doğruya idrak ettikleri hükümlerdir. Bu idrak ile değerlendirilebilir.
beş duyu (havâs-ı zâhire) yoluyla elde edilirse buna Mâturîdî’nin haberi bilgi kaynağı olarak kabul et-
hissiyât ve iç duyu (havâs-ı bâtıniyye) yoluyla elde mesi Kelam İlmine yaptığı en büyük katkılardan bi-
edilirse buna vicdaniyyât denir.41 ‘Iyan/‘ayan kelime- ridir. Mâturîdî’nin duyular ile elde edilenden başka
siyle burada hem havâs-ı zahire hem havâs-ı batiniy- bir haberi kaynak olarak zikretmesindeki amaç, va-
yeyi kapsayan bir anlam dağarcığında kullanılmıştır. hiyle bildirilen haberi de bir bilgi kaynağı olarak ka-
Mâturîdî gibi takipçileri de duyuları bir bilgi vasıtası bul etmek veya en azından tartışılmasını önermek-
olarak kabul etmektedirler. Ancak onlar iç ve dışa du- tir.46 Mâturîdî, aynı vurguyu “Kitabu’t- Tevhid” açıktan
yular anlamına gelebilen‘ıyan kelimesi yerine, sadece yapılmakta haberin bilgi kaynağı olarak kabul edil-
dış duyular anlamına gelen “havas” kavramını ter- mesi, peygamberin dolayısıyla vayhin bilgi alanına
cih etmişlerdir. Bu tercih duyulur âlemle ilgili alana çekilmesini sağlamaktadır.47

54
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Bu sınıflandırmada: teyit edilmiş haber olmak üzere ikiye ayırmaktadır.


1-Haberi Resul: Mütevatir haber için ise Mâturîdî’den farklı olarak,
“yalan söylemek konusunda ittifakları söz konusu ol-
a-Mütevatir Haber: “Peygamberlerden bize ulaşan mayan muhtelif kimselerden çeşitli mevzularda işitilen
haberler, yanılmaları ve yalan söylemeleri muhtemel haberlerdir.”54diyerek mutevatir haber konusunda ke-
bulunan kişilerin dilinden ulaşmaktadır, çünkü onlar sin bir kanaat üzerine fikrini inşa etmektedir. Oysaki
(peygamberlerde olduğu gibi) doğruluk ve masumiyet- Mâturîdî’nin tarifinde bu tariflerin aksine insan ol-
lerini kanıtlayacak herhangi bir delil veya belgeye sa- maktan kaynaklanan yanılma riski göz ardı edilme-
hip değillerdir. Böyle bir haberin gereği ise incelemeye miş ve ravi zincirine girebilecek art niyetli kişilerde
alınmasıdır. Eğer yalan olmasına ihtimal verilmiyorsa ihtimal dâhilinde bulundurulmuştur. Bu açıdan o
kendisine böyle bir haber ulaşan kimsenin yapması ge- mütevatir haberi tanımlarken “Yanılmaları ve yalan
reken şey, onu masumiyetine açık belge bulunan birin- söylemeleri muhtemel bulunan kişiler tarafından ri-
den (peygamber) bizzat duyduğu bir söz gibi telakki vayet edildiği bilinen haber” demektedir.55
etmesidir. Tek ravilerde hakkında masumiyetleri ile
ilgili her hangi bir delil bulunmuyorsa da tamamının Bu anlamda Mâturîdî’nin takipçilerini ondan ayı-
naklettiği haber bu dereceye ulaşınca artık her birinin ran önemli bir husus onların özellikle mütevatır ha-
doğruluğu ortaya çıkmış olur.” 48 ber kısmında “yalanda ittifak etmeleri imkânsız”, “ya-
landa birleşmeleri mümkün olmayan” gibi ifadelerle
b-Ahad Haber: “İlim gerektirmede ve rahmet peygam- ravi zincirini baştan sorunsuz kabul etmeleridir. As-
berinden gelen bir hak olduğuna şehadet etmekte bu len bu insan fıtratına uyan bir tanımlama değildir.
dereceye ulaşmaz. Onunla amel etmek veya hiç dik- İnsan hata yapabilir, hatada da birleşebilir. Bu bağ-
kate alamamak gibi iki farklı tavırdan bahsetmek lamda hata yapma olasılığını ortadan kaldıran bu
mümkündür. Bu da ravilerin durumlarının iyiden tanımlama peygambere atfedilen ve vahyin korun-
iyiye incelmeye, haberin muhtevasından çıkacak so- ması bağlamında kullanılan “ismet” sıfatı gibi bir
nucu değerlendirip kesinlikle sabit olan nas çerçeve- vasıfla vayhin dış etkilere karşı korunmuşluğu ilke-
sinde olabilirliğini belirlemeye bağlıdır. Bu işlemlerden sini, peygamber devrinde veya daha sonra yaşayan
sonra ağır basan tarafla yani almak veya terk etmek bir zümreye vermek olarak gözükmektedir. Bu yak-
şıklarından biriyle amel edilir. Gerçi yanılma ihtimali laşım sonraki dönemlerde haber kanalıyla gelen bil-
mevcuttur ne varki bilgi elde etme yollarının en üstünü ginin sorgulanması, irdelenmesi hususunda sıkıntı-
olan algı yönteminde bile duyuların zayıflığı, algılana- lar çıkarmış ve haberin güvenliği ve sıhhati dikkate
cak şeyin uzaklığı, hacimsiz olması veya çok küçük bir alınmadan geldiği dönem ve geliş şekline vurgu ya-
hacme sahip bulunması sebebiyle yanılma ihtimaline pılarak kutsamış ve tasdik etmiştir.
karşın elde edilen ihtimale güvenilmektedir.”49
Haberi resul haricindeki her haber, resulden gelen
Doğruluğu şüphelidir, onunla amel etmek yada hiç haber (hâdis külliyâtı) başta olmak üzere ravi, sened,
dikkate alamak gibi bir durum söz konusudur. Hem muhteva ve mana gibi açılardan incelenmeli tahkik
haber hem de rivayet zinciri irdelendikten sonra buna edilmelidir. Hiç biri için ilahi vahiyde/ haberi resulde
göre karar verilebilir.50 olduğu gibi “Biz indirdik biz koruyacağız”56vadi söz
2-Genel Haber: Her türlü tarih, coğrafya sanat, nesep konusu olmadığı unutulmamalıdır.
siyasetle bilgi veren haberlerdir.51Diğer haber çeşitleri Mâturîdî, bilgi kaynağı olarak haberden bahseder-
haberin kaynağını göre tarif yaparken burada ise ha- ken, haberin doğruluğu meselesi üzerinde pek dur-
berin içeriğine göre bir tarif söz konusudur. maz. Ancak o haberle gelen bilginin akıl tarafından
Mâturîdî gibi mâturîdî gelenekte yer alan düşünür- süzüleceğini ve doğru kabul edilirse değer görece-
ler bilgi kaynakları açısından ana hatlarıyla Mâturî- ğini söylemektedir.57Ancak ondan sonra gelenlerden
dî’nin anlayışını benimsemişlerdir.52Ancak bir takım Ömer Nesefî, Lâmişî ve Sabuni gibi mâturîdî âlim-
farklılıklardan bahsetmekte mümkündür. Bilgi kay- ler, “doğru haber” kısıtlaması yaparak, bunun içeri-
nağı olarak haber kısmında Ömer Nesefî ’nin müteva- sinde de mütevatir haberi ve resululün haberini zik-
tir haberi “yalan üzerine ittifakları mümkün olmayan retmektedirler.58Sonraki dönemlerde haberin sıhhati
bir toplumun rivayet etttiği haber” olarak tanımlar- ana problemdir, bilgi kaynağı olmasında ilk şart ha-
ken53, Sabuni ise doğru haberi, mütevatir haber ve berin doğruluğudur. Bu ise kimin haber verdiği, ha-
Peygamberlerin gösterdikleri mucize ile doğruluğu berin nasıl verildiği ve haberin gelişi ile ilgili şartlar,

55
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

haberin nakil sıhhatini ortaya koyan özellikler irde- vermemektedir.66 Sabuni ise, Mâturîdî’de olduğu
lendiğinde ortaya çıkacaktır.59 gibi akıl yürütmeyi inkâr eden kimsenin “Aklımızla
Bu konuyla alakalı Sabuni’nin yaptığı “doğru haber” anladık ki, akıl yoluyla bir şey anlaşılmaz” şeklinde
kısıtlaması onun Ashâbu’l-Hâdis geleneğindeki mü- tenakuza düşebileceğini ifade etmektedir.67Sabuni,
tevatir haber algısına uygun davrandığını göstermek- akıl yürütenlerin ihtilafa düşmesinin ancak akılların
tedir. Zira iki tanım arasındaki farklılık, “yanılma ve ilmi tefekkür seviyesine ulaşamamakla veya ilmi te-
yalan söyleme” ile “yanılmama ve yalan söylememe” fekkür şartlarının yerine getirilmemesi durumunda
kavramları meseleye bakıştaki ayrılığı yansıtmaktadır. olacağını, bunun haricine akılların birbirini nakzet-
Ancak burada ortaya çıkan sorun mütevatir olduğu meyeceğini söylerken68, Pezdevi ise istidlal yapanın
kabul edildikten sonra subut ve delalet açıçısından hata yapabileceğini bunun için ancak sağlam ve sıh-
değerlendirilen nakillerin, fikirlerin sunulmasında hatli akıl yürütmenin delil olabileceğini söylemekle
hem kaynak hemde dayanak olarak kullanılmasıdır. yetinmektedir.69
Bir rivayeti mütevatir derecesine çıkarmak, o rivayeti Akıl ve aklın kullanımıyla ilgi sonraki dönemlerde
kutsamak, bilgi değerini sabit kılmak anlamına ge- yaşanan sapmalardan bahsetmek mümkündür. Bun-
lir bir hal almıştır. Nitekim Mâturîdî’nin rivayetleri lara örneklik teşkil etmesi bağlamında Sabunî’den şu
ne şekilde isimlendirilse isimlendirilsin sorgulayan alıntıyı verebiliriz: “Dinin tebliğcisi Peygamber : “Onlar
tavrı yerine, rivayetlerin sıhhati ve güvenirliği yete- akılları eksik ve dinleri az olanlardır” buyurmak sure-
rince dikkate alınmadan yapılan rivayetler ciddi sı- tiyle kadınlardaki farklılığını ifade etmiştir. Dinin bu-
kıntılar oluşturmuştur. yurucusu Allah da iki kadının şahitliğini bir erkeğin şa-
c. İstidlal (Akıl Yürütme) hitliği yerine ikame etmiştir.70Bunun sebebi “zabt âleti”
nin eksikliğidir ki bu da akıldır. Bununla beraber “akıl”
Mâturîdî, akıl yürütmenin bilgi edinme yollarından
ismiyle yâd edilebilecek kadar bir anlama gücününü
biri olduğunu ve onun gerek duyu yoluyla gerek de
bulunuşu yaratıcıyı bilmesi için yeterlidir. Böyle bir du-
haber yoluyla bilgi edinirken kullanılmasının zaru-
rumda olanın yaratıcıyı bilmemesi mazur değildir.”71
riyyetini ifade etmektedir. O, akıl yürütmeyi inkâr
eden kimsenin de ancak akılla bu hükme varacağını, Sabunî buradaki ifadesiyle akılcı tutumu dinde ana
bu konuda akıl yürütmekten başka delili olmadığını metot olarak belirleyen Ashâbu’l-Rey çizgisinin her
söylemektedir. Mâturîdî’nin bilgi edinme yönteminde kim olursa, hangi yaşta ve cinsiyette olursa olsun aklı
akıl yürütme, Allah tarafından da emredilen60ve ol- kullanmalıdır anlayışına ters düşen bir tavırla aklı
maması makul ve makbul karşılanmayacak bir uy- sadece erkeklere has bir meleke gibi görmüş ve gös-
gulama ve yöntemidir.61 termiştir. Aslen sorun bu rivayetin, sıhhat ve mana
analizi yapılmadan mutlak doğru gibi aktarılması ve
Mâturîdî aklın görevini tanımlanmaktadır. Akıl, ya-
Kur’an ayetinde geçen bir erkeğe karşın iki kadın şa-
ralı ve zararlı olanı birbirinden ayırmaktır.62Mâturî-
hit fikrinin dönemsel ve şartlara ait bir uygulama ol-
dî’ye göre akıl yürütme, üç şey tarafından gerekli kı-
ması boyutunu dikkate almayarak genelleme yapılma-
lınmaktadır. Bunlar:
sıdır. Bu tarz bir düşünce, kadınlara aklı kullanmayı
1-Duyular ve haber yolu ile gelen bilgilerin sınanması. bir vazife olmaktan çıkarmakta, hatta bunu yapmak
2-Bazı şeylerin güzellik ve çirkinliğinin akılla bi- isteselerde yapamayacakları bir eylem olarak tanımla-
linmesi.63 maktadır. Bu yaklaşım Mâturîdî’nin dinde akıl kul-
lanmayı insana ilahi bir vazife gören anlayışından
3-Allah’ı ve onun emirlerini bilmek.64
tamamen ayrılmıştır. Oysaki Mâturîdî’ye göre akı-
Mâturîdî, akıl yürütmeyi reddeden kimsenin akla baş- lın görevi yaralı ve zararlı olanı birbirinden ayırmak,
vurarak ve aklı kullanarak ancak bunu yapabileceğini duyular ve haber yolu ile gelen bilgilerin sınanması,
söylemektedir. Aslında ona göre akıl yürütmeyi inkâr bazı şeylerin güzellik ve çirkinliğinin bilinmesi72, Al-
eden aklı inkâr etmekte ancak bunu inkâr ettiği aklı lah’ı ve onun emirlerini bilmek73şeklinde tanımlan-
kullanarak yine bir akıl yürütmeyle yapmaktadır.65 maktadır.74Burada aklın işlevleri anlatılırken bu ni-
Mâturîdî’nin takipçilerinden Pezdevi, Ehl-i Sün- metin insanlardan bir kısmına ait olduğu, tamamı
net ve’l-Cemaat’in umumu ilim sebeplerinden biri için geçerli olamayacağı gibi bir ifadeye rastlanma-
olarak akıl yürütmeyi saydığını söylemekle beraber maktadır. Bilakis aklın kullanılması tavsiye edildiği
akıl yürütmeye, haber ve duyulara verdiği önemi gibi kullanmayanlarda eleştirilmektedir.

56
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

İman o da, Mâturîdî, gibi dil ile ikrarı, iman için bir sebep
Mâturîdî tasdik olmadan, sırf dille ifade edilen ve değil, sonuç olarak kabul etmektedir.83
bazı Mürcilerce de kabul edilen iman tanımına karşı Mâturîdî’ye göre iman amel ayrımı din-şeriat ayrı-
çıkmaktadır. Ona göre iman, aslen kalbin tasdiki ile mından hareketle izah etmiştir. Hz Peygamber ön-
gerçekleşir. Kişinin müslüman olarak muamelesi gör- ceki peygamberlerin amelle ilgili hükümlerini şeri-
mesi için ondan dil ile ikrar etmesi de beklenir. An- atlarını değiştirmiş, inançla ilgili hükümlerini yani
cak o sırf dil ile ikrara ya da marifete dayanan iman dinlerini değiştirmemiştir. Allah katında din İslam’dır
tarifini de kabul etmez.75 ve İslam tüm peygamberlere gelen hak dinin adıdır.
İman, marifete dayanan kalben tasdiktir. Ancak ma- Bu anlamda Allah’ı bilmek alken vaciptir. Gerçek
rifetin tasdike sevk eden bir sebep olduğu da aşikâr- iman kesin bilgi ve tasdikten ibarettir. Tasdik delile
dır. Bu çoğu zaman bilgisizliğin tekzibe/yalanlamaya/ dayanmalıdır eğer bu yoksa bu imanın inanana fay-
inkâra sevk edişi gibi, her birinde diğerinde bulun- dası olmaz.84
mayan özel bir manası mevcuttur. “İman, marifet- İmanın Artması Eksilmesi
ten ibarettir” sözüyle “iman, tasdike götüren mari-
İmanı amelin sebebi olarak görüp, amelin ise imanın
fetten ibarettir” anlamı kasdedilmiştir.76Bu sebepten
oluşmasına sebep olamayacağını savunan Mâturîdî85,
dolayı iman marifetle tanımlanmıştır. Mümine ait
bu görüşünün bir sonucu olarak imanda artma ve ek-
her günahın bilgisizlik/cehalet, kâfire ait her güna-
silmeyi kabul etmemektedir.86Mâturîdî’nin takipçi-
hın da nisyan/unutkanlık diye nitelendirilmesi bu-
leri de bu konuda onun görüşlerini devam ettirmiş-
nun gibidir.77O bu anlamda imanı, kalp ile tasdik ve
lerdir. Ömer en-Nesefî , “ameller, artar ama iman ne
dil ile ikrardan ibaret görmektedir. Böylelikle o, ima-
artar ne de eksilir” şeklinde görüşünü ifade etmek-
nın sadece dil ile ikrar olduğunu savunanların gö-
tedir.87Pezdevi de Ehl-i Sünnet’in imanın artıp ek-
rüşlerini çürütmeye çalışmaktadır. Ona göre, imanın
silmeyeceğini kabul ettiğini söylemektedir. Ancak
oluşmasında asıl olan tasdiktir ve bunun gerçekleş-
o, imanın ibadetlerle zat yönünden olmamakla bir-
tiği yer ise kalptir.78
likte sıfat yönünden artacağını kabul etmekte88, böy-
Ömer en-Nesefî “Allah indinden gelen şeyleri kalp ile lelikle kısmı/niteliksel bir artış veya eksilmeden bah-
tasdik ve dil ile ikrardır.”79diyerek, kalp ve dilin ikra- setmektedir. Mûin en-Nesefî ise, kalp ile tasdik olarak
rına yer vermektedir. Pezdevi’de dil ile ikrar ve kalp tanımladığı iman tanımının, ziyade ve noksanlık ka-
ile itikad ve hepsini birden tasdik, ifadesini kullan- bul etmeyeceğini söylemektedir.89
makta ve diğer Mâturîdîler gibi, amelleri imana dâ-
İmanı aslen tasdik olarak kabul ettiğinizde artma ve
hil etmemektedir.80Ebû Muin en-Nesefî ise imanın
eksilmeden bahsetme söz konusu olmaz. Pezdevi’nin
tanımını “Ehl-i Sünnet’e göre iman, dil ikrar ve kalp
tanımlaması ise imanın zatının değil nitelik yönün-
ile tasdiktir” şeklinde yapmakla birlikte Mâturîdî’nin
den artması hadisesine vurgu yapmaktadır. İbadet-
imanını sadece kalp ile tasdikten ibaret tanımladığı
lerin imanın zatını olmasada sıfatlarını değiştirmesi
görüşünde olduğunu da vurgulamaktadır. Mâturî-
anlayışı bu değişikliğin nereye kadar gerçekleşeceği
dî’nin iman tanımındaki asıl vurguladığı unsurun
sorusunu gündeme getirir. İmanın sıfatlarında vaki
kalp olduğu, dil ile ikrarın ise bu tasdikin açığa çı-
olan bu değişikler imanı başkalaştırır mı? problemi
karılması için gerekli olduğu düşüncesi81Nesefî tara-
fından da benimsenmiş görünmektedir. Ataya’göre o, karşımıza çıkmaktadır. Bu konu oldukça kapalı kal-
Mâturîdî’nin iman hususunda vurgulamak istediği mış, farklı yorumlara açık bırakılmıştır.
noktayı kavramış olması dolayısıyla, eserinde böyle İmanın Yaratılmışlığı
bir ayrım yapma ihtiyacı hissetmiş olabilir.82 Mâturîdî imanın yaratılmışlığını, kulların fiillerin-
Sabuni, “bizim ashabımızdan çoğu” ifadesini kullan- den hareketle ortaya koyar. Ona göre diğer insan fi-
dığı mâturîdî âlimlerin imanı, ikrar ve tasdik olarak illeri gibi imanda yaratılmıştır.90İmanı ne olduğunu
tanımladıklarını söylemektedir. Ardından ise Ebu Ha- bilen insan onun mahiyetini bilmek ve kavramaya
nife ve Mâturîdî gibi muhakkık âlimlerin imanın kalp muktedir değildir. Bu yüzden bilinen bir şey olan
ile tasdik olduğu, dil ile ikrarın dünyada Müslüman imanın ezelde bulunmak veya bir zamanlar yokken
sayılmak için gerekli olduğu fikrini benimsediklerini sonradan var olmak alternatiflerinden uzak değil-
ifade etmektedir. Sabuni’de, Muin Nesefî gibi ikrar dir. Ezelde bulunması seçeneği kişi yokken imanı-
ve tasdik ayrımının manasına vakıf olabilmiştir. Zira nın varlığından bahsetmek olacağından imkânsızdır.

57
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

İman kulun fiili olarak sonradan var olmuş dolayı- iman ise aynı şekilde bilgiye dayanan ve kalben bir
sıyla yaratılmıştır.91 tasdiki ifade etmektedir.97
Ömer Nesefî ve Sâbunî bu meseleyi problem olarak Mâturîdî’dinin yaklaşımı “Bir şeyi bilmeyen herkes
görmezken Lâmişî, imanla ilgili bu ve benzeri konu- onu tekzip etmek, bilen herkes de tasdik etmekle ni-
ların imanın tarifi ile alakalı olduğu görüşündedir. telendirilemez.” şeklinde olmuştur. Fakat o bilgisiz-
İmanın tasdik ve ikrar olduğu kabul edilirse, onun liğin/cehaletin inkâra/tekzibe, bilginin/marifetin ise
mahlûk olduğu da bu şekilde ortaya çıkar. Çünkü tasdike yol açtığı düşüncesindedir.98Mâturîdî’nin ke-
ikrar ve tasdik kulun fiillerindendir. İnsan fiilleri, lam sisteminde tahkike dayanmayan, kesin delillerle
Allah’ın yaratığı, kulun kesbi olduğundan hareketle ortaya konmamış taklide dayanan iman itibar gör-
iman da bir insan fiili olarak yaratılmıştır. İmanın memektedir.99
yaratılması aynı küfrün yaratılması gibidir. Burada
Hanefi-Mâturîdî gelenkte imanın marifete dayandığı
tevfik ve hidayet ise Allah’tandır.92
fikri Eş’ari tarafından Ebû Hanife anlatılırken, Mür-
Pedevi ise bu konuda net bir görüş ortaya koymaya- cie’nin dokuzuncu fırkası Ebû Hanife ve ashabıdır.
rak Ehl-i Sünnet’ten Buharalı İmamların imanın ya- Onlara göre iman, Allah’ı bilmek (marifetullah), Al-
ratılmamış olduğu tezini savunduğunu, Semerkand lah’ı (varlığı ve birliğini) ikrar, peygamberi bilmek ve
ulemasının ise buna karşı çıktığından bahseder. Bu- Allah’tan ona ne geldi ise tefsir ve yoruma gitmeden
hara İmamlarından (Şeyh İmam Ebu Bekir Muham- bunu kabul ettiğini ikrar etmek şeklinde tanımlanır.100
med el-Fazl, Şeyh İmam Ebu Muhammed İsmail b
Ebû Hanife’nin tasdik, marifet, ikrar, İslam ve yâkîn
el-Huseyn ez-Zahid, Şeyh İmam Ebu Muhammed b.
kavramlarını değerlendiriken “Bunlar birbirinden
Hamid gibi ulemanın “iman yaratılmıştır demek caiz
farklı, fakat hepside bir manaya, iman manasına ge-
değildir.” demişlerdir. Semerkand İmamları ise ima-
nın yaratılmış olduğunu kabul etmiş ve onun Allah’ın len kelimelerdir. Buna göre iman, Allah’ın Rab oldu-
mahlûku olduğunu ileri sürmüşlerdir. “İman, dil ile ğunun ikrarı, tasdiki, kesin inancı ve kesin bilgisidir.
ikrar, kalp ile tasdiktir.” diyen Ehl-i Sünnet ve’l-Ce- “Bütün bunlar muhtelif lafızlar olamalarına rağmen
maat’e göre iman olan tasdik ve ikrar Allah’ın mah- ifade ettikleri manalar birdir.” fikri dikkate alınır.101
lûkudur, çünkü Allah bütün fiiller gibi bu iki fiilide Pezdevi mukalldin imanı konusunda farklı bir ta-
yaratmıştır. Yine Buhara ehlinden Nuh b. Ebu el-Mer- vır sergilemiştir. Ona göre Ehl-i Sünnet mukallidin
vezi, Ebu Hanife’den bulunduğu rivayette; “İmanın imanı husunda onun gerçekten mümin olduğu ka-
yaratılmış olduğunu benimseyen kişi, Kur’an’ın da naatini taşıdığı, İslam’ın bütün rükünlerine kabul
yaratılmış olduğunu benimsemiş olur” demektedir. etmiş ve bunlara delilsiz iman etmiş olduğuna dair
Kur’an’ın yaratılmışlığı tezi temelsiz ve yanlıştır. Bu görüşünü benimsemektedir.102Ona göre bunun delil-
aynı imanın yaratılmışlığı tezi gibidir. Onlara göre lerinden biri ümmetin böyle durumdaki avamın yani
“Kur’an mahlûktur” demek caiz olmadığı gibi “iman halkın imanının sahih olduğuna hükmetmesidir. Bu
yaratılmıştır” demekte caiz değildir.93 hükmün aksini savunan, bu konuda bütün ümmete
Mukallidin İmanı karşı gelmiş olur. Ümmetin icmasına karşı gelmek
ise, sapkınlık ve yolunu şaşırmadır.103
Mâturîdî, körü körüne başkasına uymanın/taklit
sahibinin yaptığı bu işin mazur görülemeyeceğini Sabuni ise mukallidin imanı hususunda ihtilafa dü-
düşünmektedir.94O, taklit yoluyla inanan kimsenin şüldüğünü söylemektedir. Onun aktarımıyla Ebu
imanının gerçek iman olmadığını ve imanının her Hanife, Malik, Evzai gibi fukaha ve hadis âlimler
an tehlikede olduğu kanaatindedir. Ona göre iman, mukallidin imanının sahih olduğunu fakat istid-
marifete dayanan kalbi tasdiktir. Tasdikin dayan- lalı terketmesi sebebiyle, günahkâr duruma düştüğü
dığı marifettten kastın ise tasdike sevk eden sebep, düşüncesindedirler. Sabunî, kendi görüşünün diğer
bir bilgi olduğu açıktır. Diğer bir ifade ile iman mari- kelam âlimlerinin görüşü gibi olduğunu söylemekte
fetten ibarettir yaklaşımı aslen imanın, tasdike götü- fakat Mâturîdî’nin bu konudaki fikrine yer verme-
ren marifet olduğu anlamına gelmektedir.95Ancak bu mektedir. Ona göre kelam âlimleri ise bu konuda,
her bilginin imanı tesis edebileceği ya da ettiği anla- mukallidin kendisine tasdik edilmesi gereken şeyle-
mına da gelmez. Ona göre “kim tağutu reddedip Al- rin haber verilmesi üzerine tasdik etmesi durumunda
lah’a inanırsa”96manasındaki ayette ifade edilen red- mümin olacağı ve Allah’ın mükâfatına hak kazana-
detme bilgiye dayanan ve kalben bir inkârı, Allah’a cağı fikrindedirler.104

58
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Ömer Nesefî ’ye, anasından babasından inanılacak gerçekleşmesi sübut bulmuştur. İbadetlerde de durum
şeyleri duyarak iman eden kişinin imanı sebebiyle aynıdır, bunların farz olmasını sağlayan neden ken-
sevap aldığı ve Cennete gireceği fikrindedir. Fakat disinde bulunmazsa bu anlamda mükellef olmaz.114
kâinata, göklere ve yeryüzüne bakıp onları tetkik Bu sınıflandırmaya göre fiilden önceki kudret bi-
edip aklını kullanmayı terk ettiğinden dolayı günah- rinci kudret, fiilden beraber olan kudret ikinci kud-
kâr olur. Şayet bu şekilde inanmaya gücü yetmiyorsa rettir.115Kudretin bulunduğu yerde meydana gelen iş
o zaman, nazar ve istidlali terk ettiği için günhakar “kesb”, kudretin bulunmadığı yerde meydana gelen
da olmayacaktır.105 iş “halktır” veyahut herhangi bir aletle meydana gelen
Diğer bir yönüyle iman, insanlara emredilmişse bu iş “kesb”, aletsiz meydana gelen iş “halktır”.116Gücü-
insanların gücü dâhilindedir. Çünkü Mâturîdî an- nün yettiğini tek başına yapabilmesi “yaratama”, tek
layışa göre insanlar güç yetiremeyecekleri şeylerden başına yapamaması “kesb”tir.117
sorumlu tutulmazlar.106Eğer imandan sorumlu tu- Pezdevi, ortak fiil anlayışına vurgu yapar. Allah fi-
tuluyorlarsa bu imkân dâhilinde olmalıdır. Kâinatta ilin icadına, kul ise işlemesine kadirdir.118Allah fi-
her şey bir hikmet uygun olarak var edilmiştir. Yani ili ezeli yaratma/icad ile var eder, kul ayni fiili hâdis
hiçbir şey yok yere yaratılmamıştır. Zaten Allah için kudretiyle işler.119Bu bir bilgiyi iki âlimin bilmesi gi-
hikmet dışında bir fiil işlemesi düşünülmez.107Böy- bidir.120Oda diğerleri gibi kudretin fiille beraber ol-
lece âleme bakarak Allah’ın varlığını bulmak her akıl ması fikrini benimser.121O, kudretin tasnif etmez,
sahibinin yapabileceği bir şeydir. doğrudan “kudreti olmayan mükellefiyeti söz ko-
İnsan Fiilleri nusu değildir” der.122
Mâturîdî, insan fiilleri meselesinde özellikle kulun Ömer Nesefî, istiaat anlamına kulun gücünün, “fer-
kudreti problemi meselesi üzerinde durur. Ona göre din fiili ile başlar fiili ile biter” görüşündedir. Ona
kudret aslen ikiye ayrılır. Bunlar: göre bu fiili yapan, var edilen kudretin kendisidir.123
1-Sebeplerin müsait olması (selâmetü’l-esbab) ve va- Muayyen bir hareketi yaptıran kudret, fiili yapması
sıtaların sağlıklı (sıhhâtu’l-âlat) olması manasınadır. için Allah’ın kula verdiği kudrettir.124Sebepler ferdin
Bu nevi kudret fiilden önce bulunur, ancak fiillerin dışındaki şartlar olup istiaat, ancak alet ve azaların
oluşması kendisine bağlı bulunmakla birlikte bu kud- sağlam olmasıyla mümkündür.125
ret, fiil için hazırlanmış değildir. Lâmişî, istitaanın iki çeşit olduğu düşüncesindedir.
2-Fiili yapan kudret, nihai bir tarifin yapılmasının Bunlardan ilki, alet ve sebeplerin selameti, sıhhati ve
mümkün olmadığı kudrettir. Bu kudret fiille ilgili sağlamlığı iken, ikicisi ise fiil anında bulunan ve fiili
olup her hangi bir şekilde var olunca fiilde onunla kesbe yarayan kudrettir.126
birlikte var olur.108 Hanefi-Mâturîdî gelenekte kabul edilen fiili hem Al-
Mâturîdî kudretin iki ayrılmasını,“Buna da gücü yet- lah’a hem de kula izafe etme anlayışı fiil üzerinde iki
meyen altmış fakiri doyurmalıdır”109, “gücümüz yet- ayrı etkinin varlığını kabul etmek manasınadır. Bu
seydi mutlaka sizinle beraber sefere çıkardık”110 ma- yönlerden biri Allah’tır ve her şeyin yaratıcısıdır. Di-
nasındaki ayetlerden hareketle yorumlar. Ona göre ğeri ise fiili sahiplenen, fiil için azim gösterip kesp
bulunmayan yeti ve kudrete yönelik bir emir mu- eden insandır. Fiili yaratmak Allah’a, yapmak ise in-
haldir. Emir ve nehiy, şükür, sakınma amaçlıdır. Ni- sana bakan yönüdür.127Nesefî, fiilde bir ortaklık ol-
met bulunmadığı veya bilinmesinin güç yetirilemeye- madığını. Ortaklığın birinin sahip olduğuna diğeri-
ceği ortamlarda emir nehiy hitabın ise gerçekleşmesi nin sahip olmaması olduğunu söyler. Ona göre fiilin
mümkün değildir.111Eğer kudreti fiilden önce tama- yönlerinin belirlenmesi konuyu açıklığa kavuşturur.
men yok sayarsak, Eş’ari gelenekte kabul edilen “tek- Fiilde Allah ile kul arasında bir ortaklık yoktur. Fii-
lifi ma la yutak” kuramı söz konusu olacaktır. Ayrıca lin bir yönü Allah’a bir yönü insana aittir. Nesefî ’ye
“Sen benimle beraber olmaya güç yetiremezsin112ma- göre yaratma kudreti Allah’a aittir.128
nasındaki ayetlerde geçen hal ve sebepler manasın- İrade ve Meşiyet Aynı mıdır?
daki kudretin mevcudiyetine rağmen fiilin gerçek- Mâturîdî, irade konusunun kulların fiilleri içerisinde
leşmemesi söz konusu olabilir.113 yer aldığını söylemektedir.129 Ona göre irade ve meşiyet
Mâturîdî’ye göre bazı şeylerin farz oluşu fiil kud- aynı manaya gelir. Mâturîdî, “İrade ile temenni, emir,
retiyle değil, hal ve sebepler anlamındaki kudretle davet veyahut da rıza ve benzeri hususların kastedilmesi

59
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

ile durum değişeceğini, Allah’ın her konuda bunla- İrade, yaratılacak şeylerin o şekle değil bu şekle ve
rın bir kısmı ile nitelendirilmesinin doğru olmaya- zaman tahsis edilmesini gerektiren sıfattır ve Ehl-i
cağını hatta bazen çelişki doğuracağını düşünmek- Sünnet’e göre irade ve meşiyet aynı şeydir demiştir.139
tedir.130O’nun iradesi emir ve rıza cinsinden değildir. Allah’a İmanın Aklen Vucubu
“Allah dilediğini sapıtır, dilediğini doğru yola iletir”131
manasındaki ayette emir ve rıza olmadığı, onların di- Mâturîdî, imanla mükellef olmanın ancak aklın mev-
lemesi neticesinde Allah’ın onların dilediğini yarat- cudiyetiyle, imanı oluşturan hususların mahiyeti-
tığı söylenebilir:“Dileseydik elbette herkesi doğru yola nin bilinmesinin de yine akli tefekkür ve istidlali ile
iletirdik”132, “Allah dileseydi herkesi doğru yola iletir- mümkün olacağını söylemektedir.140
di.”133Bu ayetlerde yer alan irade ile mükelleften vuku Sabuni de Mâturîdî’nin akli melekesi teşekkül etmiş
bulana Allah’ın rıza göstermesi ve emretmesi mana- bir çocuğa Allah’ı tanımanın vacip olduğunu kabul
sına gelmesi ihtimal dâhilinde değildir. Ona göre şu ettiğini zikretmektedir. O, aklın Allah’a iman için ge-
halde O’nun bu meşietlerlerden her biriyle mevcudi- rekli bir vasıta olduğu kanısındadır.141Ona göre akıl-
yeti halinde fiilin mutlaka gerçekleşeceği bir iradeyi ların derecesi birbirinden farklı olsa dahi bir kimsede
kasteddiği subut bulmuştur.134 eğer, akıl ismiyle yad edilebilecek kadar bir anlama
Ebû Hanife’den “O iradeyi muhabbet ve rıza cinsin- gücünun bulunuyorsa bu onun yaratıcısını bilmesi
den kabul edip onu meşiet cinsinden kabul etmemiş- için kafidir.142
tir.” Onun şöyle dedidiği nakledilir: “Bir kimse bo- Sabuni, burada Mâturîdî sistemleştirdiği görüşler-
şanmaya niyet ederek eşine “seni boşamak istedim” den biri olan din-şeriat ayrımına değinmektedir. Zira
derse boşama vuku bulur. Fakat boşanmaya niyetli Mâturîdî’ye göre de, akliyat olarak da isimlendirilen
olduğu halde “seni boşamayı diledim, razı oldum ve din, inanılacak şeylerden ibaret olup143, dinin bilin-
sevdim” derse boşanma vaki olmaz. Eğer eşine “bo- mesi akıl yoluyla olmaktadır. Bununla birlikte, se-
şanmaya niyet ederek seni boşama istenildi” dese eşi miyyat olarak da isimlendirilen şeriat ise, ancak va-
de “bende istedim” dese boşanma vaki olur. Eğer bo- hiy yoluyla bilinebilecektir.144
şanmaya niyetli olarak “senin talakın dilenildi, razı Ebû Mûin en-Nesefî ise, Mâturîdî ve Sabuni gibi, akıl
olundu ve sevildi” derse boşanma vuku bulmaz. Bu baliğ olan herkes için, Hz. İbrahim örnek alındığında
örneklerde de görüldüğü üzere irade, meşiet, rıza ve onun kendisini yaratan Allah’ın varlığını bulduğu gibi,
muhabbet kelimelerinin ayrı anlamlara alınmıştır.135 bu âlemin bir yaratıcısının olduğunu arayıp bulma-
Pezdevi, Sünnet ve Cemaat Ehli’nin tamamının bu sının vacip olduğu görüşündedir.145
kanaatte olmadığını bazının irade ile meşiet arasında Pezdevi, Allah’a imanın aklen vucubiyeti hususunda
fark görmediğini de söylemektedir.136 Kur’andan “Al- Eşari geleneğe yakın bir tutum sergilemektedir. Ona
lah, kime hidayet etmeyi dilerse onun göğsünü İslam göre Ehl-i Sünnet’in görüşüde bu doğrultudadır. Bu
açar, gönlüne genişlik verir. Her kimi de sapkınlıkta bı- anlayışta akıllı kişinin Allah’ı bilmesinin ancak va-
rakmak isterse onun kalbini öyle daraltır, sıkıştırır ki hiy yoluyla mümkün olacağı fikrini sunmaktadır.
göğe çıkacakmış gibi olur.”137Ebû Hanife’den gelen bir Mâturîdî’nin görüşüne de yer veren Pezdevi, kişinin
rivayette “irade “revede” den gelir, o da taleptir istem- ancak Peygamber geldikten sonra Allah hakkında
dir.” Mahbub ve rıza gösterilen, Allah’ın istediği olup düşünebileceği görüşündedir.146
O’nun gazap ettiği ve kerih gördüğü değildir. Rıza
iradede cinsinden olup meşietin hilafınadır. Çünkü Sıfatlar
meşiette talep/isteme yoktur. Yukarıdaki ayette “kimi Sıfat meselesi ve etrafındaki problemler İslam dü-
sapkınlığa bırakma dilerse onun kalbini öyle daraltır, şünce oldukça işlenmiş ve bu hakkında çeşitli görüş-
sıkıştırır ki” geçen ifadeden murad mecaz yoluyla me- ler açıklanmıştır. Ebû Hanife, Allah’ın sıfatlarını, zâti
şiet iradesidir. Çünkü bunların her ikisi birbirine çok ve fiili olmak üzere ikiye ayırdığını ayrıca zâti sıfat-
yakındır. Allah hakkında ikisi arasında fark yoktur. ları, subuti ve selbi diye yine kendi arasında ikili bir
Allah’ın talebi isteği ancak emir olur. O’nun iradesi şekilde tasnif edildiğini görmekteyiz.147Bu tasnif bazı
emir olmayıp meşiyettir. İnsan için ise talep, emir- farklılıklarla değişikliklerle Hanefi Mâturîdiler geneli
den başka bir şeydir.138 arasında kabul görmüştür.
Sabunî, Ehl-i Hak, Allah tealanın kadîm ve zâti ile Mâturîdî, ilahi sıfatların varlığını kabul edip, bu sıfat-
kaim bir irade ile mürid olduğunu kabul etmiştir. ları kabul etmeyenlerin ta’tile düşeceğini söylemektedir.

60
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Ona göre Allah kendini tesmiye ettiği isimlerle ger- yazıldığı şekilde tebliğ olduğunu düşünenler olduğu
çek manada isimlendirilmiş, zatını nitelediği sıfatlarla gibi beden olmaksızın direk ruha böyle bir sorunun
da gerçek mana nitelenmiştir.148 Allah’ı, kâdir, âlim, arz edildiğini düşünenler de vardır. Üçüncü bir gruba
hay, kerim, cevad olmakla vasıflandırıp isimlendir- göreyse Allah, insanlar iki kısma ayırarak bir kısmını
mek akli ve nakli delillerle sabittir.149Mâturîdî’nin sı- cennetlik diğer kısmını ise cehennemlik kılmıştır. Bu
fat tasnifinde sıfatları fiili, selbi ve subiti olmak üzere bilgi hadis rivayetine dayanır ve Allah’ın bu sınıflan-
üçe ayırdığını görmekteyiz.150 dırma hakkında kendisinin sorgulanmasına imkân
Pezdevi, Mâturîdî’nin, “sıfatlar Allah’a izafe edilir, ama vermediğinden bahseder. Diğer bir gruba göreyse on-
Allah sıfatlara izafe edilmez. O’nun için “bir ilimle lara dünya hayatındaki kazanımlarını ve yaşayacak-
âlimdir” denmez ancak “ilimle âlimdir” dediğini ak- ları hayat gösterilmiştir. Dünyadaki kazançlarını ve
tarır.151Pezdevi sıfatların varlığını kabul eder ancak sı- yaşayacakları hayatlarını görünce/bilince onlarda “Se-
fat tasnifine gitmez. Daha çok subiti sıfatların zâtla nin Rab olduğuna iman ettik/Evet sen Rabbimizsin”
olan ilişkisi problemi üzerinde durur.152 demişlerdir. Allah burada onlara takdir edilen hayat
şartları ile ilgili sorgulanmaktan da münezzehtir.158
Lâmişî ise sıfatları zâti, fiili ve haberi olmak üzere üçe
ayırarak aynı tasnifi biraz daha genişletmiştir. O, ön- Mâturîdî, sayılan bu görüşlerin haberlerde kastedi-
celikle Allah’ın sıfatlarının hudusu kabul etmeyeceğine len manayı ifade etmek uzak olduğunu, avamın bu
vurgu yapar. Çünkü Allah, yok olmayacak bir hâlik, konuda problemi olacak fikir ve düşüncelerden ko-
rızık verici, yaratıcı ve icad edicidir. Aynı zamanda runmasının fayda sağlayacağını söylemektedir. Ay-
O diridir, iyilik sahibi olan, ilmi, kudreti, işitme ve rıca hadislerde geçen “Âdem’in zürriyeti” ifadesinin
görmesi yok olmayandır. Böylece Allah, saydığımız Kur’an’da “Âdemoğlunun zürriyeti” şeklinde oldu-
sıfatları yok olmayacak olan bir mabuttur. Buna ila- ğundan bu anlamda haberde geçen ifadelerin yanlış
veten O’na göre Allah’ın sıfatları ezelidir.153 yorumlandığını düşünmektedir.159

Ömer Nesefî, Allah’ın ezeli, zâtıyla kâim sıfatları Ona göre bu olay her insanoğlu için ayrı ayrı gerçek-
vardır, bu sıfatlar zatının “aynı da değildir, gayrı da leşir. Rabbin insanoğlunun sulbünden soyunu devam
değildir” yaklaşımını ifade ettikten sonra, Allah’ın ettirmiş, onlara: Ben sizin “Rabbiniz değil miyim?”
ezeli sıfatlarını: ilim, kudret, hayat, kuvvet, işitmek, demiş ve buna kendilerini şahid tutmuştur. Şahid
görmek, irade, meşiyyet, fiil, halk etmek, rızıklan- tutma her çocuğun doğumundaki bir delalet veya fıt-
dırmak ve kelam olarak sıralar.154 Tasnife gitmeden ratına işlenen bir bilgi olarak anlaşılmalıdır. “Evet”
Allah’ın sıfatları üzerinden bir değerlendirme yaptı- cevabı da ayrı bir delil olarak kabul edilmelidir. Ni-
ğını görmekteyiz. tekim her çocuk annesinden ayrılışı sırasında “Ben
sizin Rabbiniz değil miyim?” diye buyurur. Zira ço-
Sâbuni ise Allah’ın sıfatlarla vasıflandırıldığını kabul cuğu o haline gelinceye kadar büyüten yaratan odur.
ederek bu sıfatları sonradan vücut bulan bilahare yok Allah’a delalet eden çocuğun zâtı olduğundan delalet
olan arazlar cinsinden olmadığını, ezeli ve ebedi, ka- yönünden evet diyende O’dur. Bu dinin fıtri olması,
dîm ve bâki olarak zâtı ile var olduğunu söylemek- insanın yaratılışına bunun işlenmesi bir nevi inancın
tedir. O, bu sıfatlardan bazılarını ise hayy, âlim, kâ- kodlanmasıdır.160Ayrıca sorulan soruya verilen cevap
dir, semi’, bâsir, murid ve mütekellim olarak sıralar.155 fıtraten veya lisanen olabilir. “Onlara yeri göğü kim
Ona göre sıfatların Allah’a izafesinin imkânı, sıfatla- yarattı diye sorsan Allah derler”161 manasındaki ayette
rın zâtın aynı mı gayrı mı olma problemi konun mer- gösteriyor ki bu lisanen imkân dâhilindedir. Yaratı-
kezinde yer almaktadır. lıştaki incelikleri düşündüğünde insan O’nun rablı-
Misak Meselesi: ğının kanıtını bulur.162
Mâturîdi, misak156 konusunda Araf süresi 172-173 ayet- Elesti Bezmin’de bu ahid alınmış olsa dahi pratik ola-
lerinde157 geçen ifadeleri yorumlarken birkaç faklı ri- rak geçerli olduğu yer burasıdır. İnsanları yaratan ve
vayet ve görüşten bahseder. Bunlardan ilki Hz. Âdem’i onları programlayan kendine şirk koşulmasından ve
yarattıktan sonra ondan zürriyetini aldığını ve “Ben O’nun kudretinin biri tarafından takdir edilmesin-
sizin Rabbiniz değil miyim?” diye sorduğunu ve bu den yücedir. Kaldı ki ayette “belâ/evet” diyenler ya bir
soruya zürriyetin “evet sen bizim Rabbimizsin” de- guruptur ya da tamamıdır. Eğer bir grupsa bu olay
diğidir. Mâturîdi’ye göre bu konuyla alakalı farklı gö- sadece evet diyen grubu bağlar, eğer tamamı ise bir
rüşler söz konusudur. Bu bilgilendirmenin kalemle grup bu sözünden dönmüş olur.163

61
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Pezdevi’ye göre Allah insanoğlunun zürriyetinden sunup benimseyen ve Mâturîdi’yi muhalif gösteren
misak almıştır. O, Hz. Âdemin sulbünden zürriye- Pezdevi olmuştur. Lâmişî, Ömer Nesefî, Sâbuni ge-
tini çıkarmış, kıyamete kadar gelip geçecek insanları lenekçi bir yaklaşımla Hanifi-Mâturîdî geleneği sa-
yaratmış, onlar akıl ve hayat vererek hepsine birden: vunurken, Mâturîdî onlar için dini bir lider ve takip
“Ben sizin Rabbiniz değimliyim?” diye sormuş ve edilen bir önderdir. Ebû Mûin en-Nesefî ise tüm dü-
onları buna şahid tutmuş, onlarda evet şahidiz de- şüncesini Mâturîdî merkezinde inşa ettiği için onsuz
mişlerdir.164 Bu olay olduğu sırada bazıları siyah idi, bu düşünce sisteminden bahsetmeye imkân yoktur.
bazıları da beyazdı. Siyah olanlar iman etmeyecek Mâturîdilik olarak genel hatlarıyla Mâturîdî’nin gö-
olanlar, beyaz olanlar ise iman edeceklerdir.165Bu sı- rüşleri ekseninde şekillenen bu düşünce dünyası bazı
nıflama Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde geçen farklılıklarla kurumsallaşmı gayet tabidir. Ancak bu-
bir rivayete dayanır.166Pezdevi “evet” cevabı verenle- rada bazı fikirlerde zıtlık veyahut sıkı muhalafet dik-
rin bir kısmın inanarak bir kısmının da inanmaya- kat çekicidir. Bu anlamda Mâturîdî’nin takipçileri
rak cevap verdiğini ayrıntılı bilgini hadislerde vaki arasında metot olarak ondan ayrılanlar fikirsel ola-
olduğunu söylemektedir.167 rak ayrılanlardan daha çoktur.
Ona göre Kaderiyye’den Zâbirâşâiyye ve Ehl-i Sün- Mâturîdîlik gibi dinamik bir yapıya sahip düşünce
net’ten bazıları misakın olmadığını, gerçekleşmedi- sisteminin zamanla durağan bir hale gelmesinde en
ğini kabul etmişlerdir. Kabul etmeyenlerden biri de önemli etkenlerden bazıları şunlar olarak sıralanabi-
Mâturîdî’dir.168Kabul etmeyenlerin anlayışının temeli lir: Erken dönemlerdeki fikir hürriyetinin zamanla
zürriyetten misak alıp bunun üzerine fikir bina et- ortadan kalkaması, Bazı kişilerin fikir ve görüşle-
menin bir geçerliliği yoktur. Eğer böyle bir şey söz riyle öne çıkarak mutlak otorite gibi görülmeleri,
konusu olmuş olsaydı, kâfir olanların hükmü mür- Akılcı metodun değil şahısların otorite yerine kon-
tedlerin hükmü ile aynı olurdu. Oysa ümmetin ic- maları, Mâturîdî’nin düşüncesinin devam ettiril-
ması bu durumun böyle olmadığı hususundadır. memesi, taklit ve geleneğin din olarak sunulması,
Nitekim kâfirlerin hakkındaki hükümle mürtedler geçmişin tarihi şahsiyetlerin kutsanarak dinin de-
için hüküm verilmemiştir. Dolayısıyla ümmetin ic- ğeri gibi görülmesi.
ması bu konuda herhangi bir misakın alınmadığına
delalet etmektedir.169 Mâturîdî düşünce yapısı, İslam dünyasının içine düş-
tüğü kısır ve taklitçi düşünce dünyasından çıkışın yol-
Sonuç larından biri olarak teklif edilebilir. Bunun için ya-
Mâturîdî ve takipçileri arasında yaptığımız karşılaş- pılması gereken şey Mâturîdî din üzerinde fikir inşa
tırmada zihin yapısının genel çizgileriyle değişmediği ederken kullandığı ana metodu, dini metne akılla
görülmekle birlikte, bazı konularda farklı söylemler yaklaşmayı, sorgulamayı ve çözümleri günümüze ta-
geliştirilmeye başlandığı ve bu faklılaşmanın derin- şımayı esas almaktır. Burada asıl olan şahıslar ve gö-
leştiği gözlenmektedir. “Bizim söylediğimiz en güzel rüşler olursa doğal olarak düşünce sistemi durağan
söz budur. Kim bizim sözümüzden daha doğru bir söz hale gelecektir. Metot olarak Mâturîdî esas alınmalı,
getirirse, o hakikate şüphesiz bizimkinden daha yakın- yeni bilgiler ışığında sistem yeniden değerlendirilme-
dır.”170ifadeleriyle öğrencileri ile arasındaki ilişkinin lidir. Metodik yaklaşımıyla Mâturîdî’nin zihin dün-
körü körüne takip ve bağlılık olmayacağını söyleyen yası yeniden sistemli bir şekilde araştırılması, bize
Ebu Hanife geleneğinden gelen Mâturîdî ile öğren- karşılaştığımız veya karşılaşacağımız olası problem-
cileri arasında tabi olarak bu şekilde bir taklit bek- lere onun cevap verdiği bakış açısı ve düşünce yapı-
lenmemelidir. Ancak, bu farklılaşmaların yer yer ana sıyla cevap vermeyi sağlayacaktır.
fikirlerde cereyan etmesi ve zihniyetin değişmesine Bir teklif olarak bugün Mâturîdî’nin takipçileri ola-
olanak verecek şekilde gerçekleşmesi Mâturîdîlik açı- rak bizlerin yapması gereken ilk şey onun isminin ya-
sından dikkate değer bir durumdur. zılması hususunda bir birliktelik sağlamak olmalıdır.
Bizim bu konuda özellikle dikkatimizi çeken, Mâturî- Mâturidi, Mâturidî, Mâturîdi, Mâtüridi, Mâtürîdî,
dî’yi bir çok konuda Eşari’den üstün görmekle bir- Mâtûridî, Maturîdî, Mâturîdî gibi farklı yazılımlar
likte, Eşari görüşleri zaman zaman Ehl-i Sünnet olarak bunlardan bir kaçına örnektir.

62
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Dipnotlar
1 Hanefiliğin hicri II. asrın ikinci yarısı ve III. asrın başlarında fikri ve dini bir mezhep olarak ortaya çıktığı görülmektedir.
Bu bağlamda Hanefiliği erken dönemin (selef döneminin) inanç çizgisini kelâmi açıdan yorumlayan rey ekolünün, iti-
kadi ve fıkhi anlayışı olarak tanımlamak mümkündür. Kutlu, Sönmez-Aydınlı, Osman, “Ameli-Fıkhi Düşünce Ekolleri”,
İslam Düşünce Ekolleri Tarihi, s. 266-267.
2 Buna ilaveten Emevi siyasi iktidarının gayrı Arap müslümanlara rahatsızlık veren uygulamalardaki ısrarı, yeni müslü-
man olmuş Arap asıllı olmayan toplumlar tarafından tepkiyle karşılanmıştır. Bu yanlış uygulamalardan en dikkat çekici
olanı Arap olmadıkları için müslüman olmalarına rağmen bölge halkından “cizye” alınmasıdır. Hem müslüman olup
hem de müslümanların gayri müslimlerden alması gereken cizyeyi ödemek, ciddi tepkiler doğurmuştur. Madelung, Wıl-
ferd, “Horasan ve Mâverâunnehir’de İlk Mürcie ve Hanefiliğin Yayılışı”, İmâm Mâturîdî ve Mâturîdîlik, Ed: Sönmez Kutlu,
Kitâbiyyat, Ankara 2003, s. 80.
3 Madelung, “Mâtûrîdilik’in Yayılışı ve Türkler”, s. 318. Arap olmayan müslümanların (Mevalinin), Arap olan müslüman-
lar gibi kabul edilme ve onlarla eşit olma mücadelesini ciddi anlamda desteklemektedir. Ebû Hanife ve taraftarlarının
sınıf mücadelesini andıran bir tutumla Arap asıllı olmayan müslümanlara destek olmaları, bu kitle arasında Hanefiliğin
yayılmasını doğal olarak kolaylaştırmıştır. Kutlu, Türklerin İslamlaşma Sürecinde Mürcie ve Tesirleri, s. 201.
4 Gıvanof, Joseph, “Fırak Edebiyatında İmamı Ebu Hanife’nin Tasviri ve İlgi Meseleler”, İmâm Mâturîdî ve Mâturîdîlik, Ed:
Sönmez Kutlu, Kitâbiyat, Ankara 2003, s.76.
5 Hanefiler arasındaki söz konusu ihtilaflar, fikirsel sebeplere dayandırıldığı gibi bölgesel farklılıklarla da açıklanılmıştır.
Özen, Şükrü, “İmam Ebû Mansur el-Mâtûrîdi’nin Fıkıh Usulünü İnşâsı”, İmam Mâtûrîdi ve Mâturîdîlik, Ed: Sönmez
Kutlu, Kitâbiyat, Ankara 2003, s. 273-241. Şık, İsmail, Hanefi-Mâturidi Geleneğin Usulu’d-Din Anlayışı Lâmişi Perspek-
tifinde Kelam-Usulu’l-Fıkh- Diyaloğu, Asil Yayıncılık, Ankara 2009, s.8-9. Ebû Hanife’nin fikirleri, Semerkand ve Rey
şehirlerinde Ehl-i Rey’in tavrı içerisinde kabul edilirken, bazı Hanefiler tarafından Neccârilik çerçevesinde yorumlanmış
ya da Nisâbur’da Kerrâmilik olarak anlaşılmıştır. Madelung, “Mâturîdîliğin Yayılışı ve Türkler”, s.309. Rey’de Hüseyin
en-Neccâr tarafından kurulan Neccâriyye, Maturîdilikle hemen hemen aynı özellikleri paylaşan bir Hanefi kelam ekolü-
dür. Ancak VI. asrın ikinci yarısından sonra ciddi bir düşünür çıkaramamış ve tarih sahnesinden silinmiştir. Şehristâni,
el-Milel, Cilt I, s.159-165. Kerrâmiyye ise Ebû Hanife’nin fıkıh sahasında görüşlerine benzer fikirleri savunmakla beraber
kelami görüşleri Ebû Hanife’nin fikirleri ile bağdaşmamaktadır. Kerrâmiyye’nin bu sahadaki fikirleri kendilerine ait ve
orijinal görüşlerdir. Madelung, The Spread of Mâturîdisim and Turks, s.56.
6 Karadaş, “Semerkand Hanefi Kelam Okulu-Mâturîdilik- Oluşum Zemini ve Gelişim Süreci”, s. 67.
7 Ebû Süleyman el Cüzcâzî ve taraftarlarının benimsediği, dini konularda rey anlayışını benimseyen ve savunan Hanefilik
anlayışı. Ak, Ahmet, Mâturîdî Kaynaklarda Mâturîdî ve Mâturîdîlik, AÜSBE, Doktora Tezi, Ankara 2005, s. 84-88.
8 Ak, Ahmet, Büyük Türk Âlimi Mâturîdî ve Mâturîdîlik, İstanbul 2008, s. 113.
9 Nesefî, Ebû Mûin, et-Temhîd fi Usûli’d- Din, tah: Abduhayy el-Kâbil, Kahire 1987, s.16-17.
10 Subkî’nin Mâturîdi’ye ait olma ihtimali yüksek olan bir eseri şerh ederken onun görüşlerini mezhepsel olarak “Mâturîdiy-
ye” yerine “Hanefiyye” şeklinde isimlendirmesi bunlardan biridir. Yeprem, M. Saim, Mâtûrîdi’nin Âkide Risalesi ve Şerhi,
İFAV, İstanbul 2000, s.51.
11 Madelung, Religious Trends in Early Islamic Iran, s.30.
12 Yeşilyurt, “Fıkhu’l-Ekbere Metodik Bir Bakış”, s.176.
13 Rudolph, J.“Mâturîdîliğin Ortaya Çıkışı”, İmam Mâturîdi ve Mâturîdîlik, Haz: Sönmez Kutlu, Kitabiyyat, Ankara 2003,
s.302.
14 Madelung, “Mâturîdîliğin Yayılışı ve Türkler”, s.319.
15 Rudolph, “Mâturîdîlik’in Ortaya Çıkışı”, s.297, 302, 303. İslam Mezhepler Tarihi kaynaklarından birçoğu Mâturîdi hak-
kında ayrıntılı bilgi vermez. Bağdadi(ö.429/1037)’nin el-Fark Beynel Fırak’ında, İbn Hazm (ö.456/1063) el-Fisâl’inde,
İsferanî’nin (ö.471/1078) et-Tabsıra fi’d-Din’inde eş-Şehristani’nin (ö.548/1154)) el-Milel ve’l-Nihâl’inde adlı eserlerinde
onunla ilgili herhangi bir bilgi yoktur. Kaynaklarda Mâtûrîdi mezhebinin ortaya çıktığı döneme ait ciddi bilgi sıkıntısı
söz konusudur. Bu bilgi eksikliği ile beraber Semerkand ve çevresindeki siyasi ve ictimai kültürel durum da iyi irdelenmiş
değildir. O devirle ilgi çalışmalar, genellikle sayıları beş altıyı geçmeyen kelam metinleri ya da birkaç asır sonra yazılmış
tabakât kitaplarına dayanır. Sayılan bu faktörler neticesinde Mâturîdi ve Mâturîdîlik ile ilgili çok sayıda farklı kaynaktan
detaylı bilgi sunma imkânı ortadan kalkmıştır. Kuegelgen Anke Von; Mumınov, Ashirbek, “Mâturîdî Döneminde Semer-
kand İlahiyatçıları (4./10. Asır)”, İmâm Mâturîdî ve Mâturîdîlik, Edt: Sönmez Kutlu, Kitâbiyat, Ankara 2003, s. 259.
16 Rodolph, Ulrıch, E. J., al-Mâtûrîdi Und Die Sünnitiache Thelogie in Semerkand, Brill Leinden, Newyork-Koln, 1997, s.160.
Bir başka açıdan Mâturîdilik semantik aklın temsil edildiği kelam ekolü olup, teolojik orijin olarak Semerkand Hanefile-
rine dayanan yerel bir kelam öğretisidir. Başka bir tarife göreyse Mâturîdilik, Eş’arilik’e göre aklı daha aktif kullanmakla
beraber Selef akidesine yakın kalmayı başarabilmiş, akılcılıkta Mutezile ve Eş’arilik arasında olmuş bir nevi Türk Sünni-
liği olarakta kabul edilebilir. Yörükan, İslâm Akaid Sisteminde Gelişmeler, s.14.
17 Madelung, The Spread of Mâtûrîdisim and Turks, s.3.
18 Uludağ, Süleyman, “Mâturîdi Kelamı ve Taftazâni Üstüne Düşünceler”, Aylık Dergi, Ehl-i Sünnet Özel Sayısı, 1985, s.321.
19 Yazıcıoğlu, Mâturîdi ve Nesefî’ye Göre İnsan Hürriyeti Kavramı, s.10 ; “Mâturîdî Kelam Ekolünün İki Büyük Siması: Ebu

63
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Mansur Mâturîdî ve Ebû’l-Mu’în en-Nesefî”, İmâm Mâturîdî ve Mâturîdîlik, Haz: Sönmez Kutlu, Ankara 2003, s.156.
20 Eş’ari, Makalâtu’l-İslamiyyîn, s.219.
21 Bahçeci, Muhittin, “Mâturîdi’nin Kelam Metodu”, Ebû Mansur Semerkandî Mâturîdi, Erciyes Ünv. Gevher Nesibe Ens.,
Kayseri 1986, s.30.
22 Harputî, Abdüllâtif, Kelam Tarihi, sad.:Muammer Esen, Ankara Okulu, Ankara 2005, s.76.
23 Kutlu,Sönmez, “Ebu Mansur el-Mâturîdî’nin Tarihi Araka Planı”, İmâm Mâturîdî ve Mâturîdîlik.,Haz: Sönmez Kutlu,
Kitabiyyat, Ankara 2003, s.145.
24 Düzgün-Ay, “Kelam İlminin Doğuşu, Gelişimi ve İslami ilimler İçerisindeki Yeri”, s.7.
25 Yeprem, M. Saim, İrade Hürriyeti ve İmamı Mâturîdi, İFAV, İstanbul 1997, s.257.
26 Kutlu, Sönmez, İmâm Mâturîdî, ve Mâturîdîlik , haz: Sönmez Kutlu, Ankara 2003, s.9.
27 421 yılında Nesef yakınlarındaki Pezde şehrinde doğan Pezdevi, hayatının büyük bir bölümünü Buhara’da geçirmiş,
bununla birlikte kısa bir süre Semerkant’ta kadılık yapmıştır. Dönemindeki Hanefi âlimlerinden ders alan Pezdevi’nin
öğrencileri arasında ise Necmeddin en-Nesefî, Aleaddin es-Semerkandi ve Abdullah b. Muhammed el-Hulemi bulun-
maktadır. Aruçi, Muhamed, “Ebu Yusr el Pezdevi” , TDVİA, İstanbul 2007, 34/ 266-268. Pezdevi eserleinde bağlı bulun-
duğu gelenek hakkında yer yer bilgiler vermektedir. Mesela o, bir yerde, Ebu Hanife’ye tabi olduğunu söylemiş Pezdevi,
Ehli Sünnet Akaidi, Çev. Şerafeddin Gölcük, Kayıhan yay. İstanbul 1988, s.6. Ehl-i Sünnet’ten kastettiğinin Ebu Hanife
geleneğini devam ettiren kimseler olduğu açıktır. Zira o, iman bahsinde Ehl-i Sünnet’in imanın artıp eksilmesini kabul
etmediğini söylemektedir. Pezdevi, a.g.e, s.219. Pezdevi, pek çok yerde Mâturîdî’nin görüşlerine yer vermekte, hatta bir
yerde onun Eşari’den üstün olduğunu söylemektedir. Pezdevi, a.g.e, s. 101. Ehl-i Sünnet’in kimler olduğu bahsinde ise,
Eşarilerin kendilerini Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’tan gördüklerini söylemekte ve ardından “bizimle onlar arasında, onların
hata ettikleri üç veya dört meselede ihtilaf vardır” ifadesini kullanmaktadır. Burada Pezdevi’nin “biz” den kastettiğinin
Mâturîdîlik olduğu kuvvetle ihtimaldir.
28 Hicri 483 yılında Nesef ’te doğan Nesefî’nin meşhur din âlimlerinin bulunduğu bir ailenin mensubu olduğu bilinmekte-
dir. Babası ve dedesinin Ebu Hanife’ye hizmet eden âlimlerden olduğu belirtilmektedir. 508/1115 yılında büyük ihimalle
Buhara ‘da vefat ettiğibilinen Nesefî hakkında fazla bir bilgi bulunmamaktadır. Yavuz, Yusuf Şevki, “ Nesefî, Ebu’l Muin”
TDVİA, İstanbul 2006, 32/568–569. Maturudiliğin en büyük kelamcısı olarak nitelendirilen Ebu’l Muin en-Nesefî’den
sonra onun yolunda ve sisteminde kimse yetişmemiş olmasına rağmen hakkındaki bilgilere ancak kendi eserlerinden
ulaşılabilmektedir. Nesefî’nin Tabsıratü’l Edillle fi Usuli’d-Din adlı eseri Mâturîdî’nin Kitabu’t Tevhid’inden sonra en bü-
yük kaynak eser olarak kabul edimekte, Kitabu’t Tevhid’in tamamlayıcısı ve ayrılmaz bir parçası olarak görülmektedir.
Atay, Hüseyin, Kelama Giriş, Önsöz, Ankara 1978, s.2.; Atay, Hüseyin, Tabsıratü’l Edillle fi Usuli’d-Din( Tenkildi Neşir),
DİBY, Ankara 1993, s.7.
29 Lâmişî’nin ismi başta olmak üzere, vefat tarihi, hayatı ve eserleri hakkında daha detaylı bilgi için Bkz. ŞIK, İsmail, Hane-
fi-Mâturidi Geleneğin Usulu’d-Din Anlayışı Lâmişi Perspektifinde Kelam-Usulu’l-Fıkh- Diyaloğu, Asil Yayıncılık, Ankara
2009, s.36.
30 461 yılında Buhara yakınlarındaki Nesef ’te dünyaya gelen Ömer Nesefî, 537 yılında Semerkant yakınlarında vefat et-
miştir. Hocaları arasında, Ebu’l-Muin en-Nesefî, Yusr el-Pezdevi, Kelbindevi, et-Tunuhi gibi şahıslar bulunmaktadır.
Çok sayıda hadis ezbelemiş olması dolayısıyla, Müfti’s-Sakaleyn, Necmüddin, Hafız gibi sıfatlar ona nispet edilmiştir.
Arslantürk, Ayşe Hümeyra, “Ömer en-Nesefî”, TDVİA, 32/ 571, İstanbul 2006, s.571-573.
31 Mâturîdî’yi Ehl-i Sünnet’in reisi, büyük üstad olarak tanımlayan Sabuni, Mâturîdiyye âlimlerinin görüşlerine de itibar
etmektedir. Onun doğum yılı ve yeri hakkında kesin bir bilgi olmamakla birlikte, kaynaklarda Buharaya nispet ediliyor
olması dolayısıyla Buhara’da doğup yetiştiği tahmin edilmektedir. Sabuni’nin 580 yılında vefat ettiği hususunda ise âlim-
ler ittifak halindedir. Nureddin es-Sabuni, Mâturîdiyye Akaidi, çev. Bekir Topaloğlu, DİBY, Ankara 2005, s.86, 84, 92;
Aruçi, Muhammed, “Nureddin es-Sabuni” TDVİA, 35/ 360, İstanbul 2008, s. 360-361.
32 Atay, Hüseyin, “Ebû Mansur el- Mâturîdî ve Bilgi Kuramı” , İmam Maturudi ve Maturudilik adlı kitabın içinde, s. 173-175.
33 Atay, “Ebû Mansur el- Mâturîdî ve Bilgi Kuramı” , s.173-175.
34 Kutlu, Sönmez , “Bilinmeyen Yönleriyle İmamı Mâturîdî”, s.22.
35 Mâturîdî, Kitabu’t Tevhid, Çev. Bekir Topaloğlu, İSAM, Ankara 2005, s.9.
36 Mâturîdî, Kitabu’t Tevhid, s.9.
37 Mâturîdî, Kitabu’t- Tevhid, s.7; Kutlu, Sönmez , “Bilinmeyen Yönleriyle İmamı Mâturîdî”, s.31.
38 Topaloğlu, Bekir/ Çelebi, İlyas, Kelam Terimleri Sözlüğü, İSAM, İstanbul 2010, s.138.
39 Mâturîdî, Kitabu’t- Tevhid, Tahk: Fethullah Huleyf, Beyrut 2000, s.7.
40 Yâkıniyyat: 1-Bedihiyyât, 2-Nazariyyât. Bedihiyyât: 1a-Evveliyât, 1b-Fıtriyyât, 1c-Müşahadât, 1d- Hadsiyyât, 1e-Mücer-
rabât, 1f-Mütevatırât. Taftazâni, Sadudiddin, Kelam İlmi ve İslam Akaidi, çev: Süleyman Uludağ, Dergah Yay., İstanbul
1991, s.118.
41 Cürcâni, Seyyid Şerif, Şerhu’l-Mevâkıf, Âlemu’l-Kutub, Beyrut 1990, Cilt II, s.131-132.
42 Pezdevi, Ehl-i Sünnet Akaidi, s.13. ; Ömer Nesefî, İslam İnancının Temelleri, s.39; Lâmişî, Mahmud b. Zeyd, et-Temhid li
Kavaidi’l Tevhid, thk: Abdülmecid Türki, Daru’l Garb el-İslami, Paris 1995, s.43; Sabuni, Mâtüridiyye Akadi, s.55.
43 Lâmişî, et-Temhid, s. 41.

64
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

44 Mâturîdî, Kitabu’t- Tevhid Tercümesi, s.10-11.


45 Kutlu, Bilinmeyen Yönleriyle İmamı Mâturîdî”, s.32-33, Sınıflama farklı şekillerde de yapılmaktadır. Mesela, Özcan,
Mâturîdî’nin haberi, Peygamberlerden gelen, Tevatür yoluyla sabit olan ve haberi vahid olmak üzere üçe ayırdığını söy-
lemektedir. Kutlu ise bütün haberler için, ahad ve mütevatir ayrımının yapılabileceğini, fakat Mâturîdî’nin sisteminde bu
ayrımın Resulden gelen haberler için yapıldığını söylemektedir. Kutlu, a.g.e, s.33.
46 Atay, Hüseyin, “Ebû Mansur el- Mâturîdî ve Bilgi Kuramı” , İmam Maturudi ve Maturudilik adlı kitabın içinde, s.175
47 Mâturîdî, Kitabu’t- Tevhid Tercümesi, s.11.
48 Mâturîdî, Kitabu’t- Tevhid Tercümesi, s.12.
49 Mâturîdî, Kitabu’t- Tevhid Tercümesi, s.12.
50 Mâturîdî, Kitabu’t- Tevhid Tercümesi, s. 12.
51 Kutlu, Sönmez , “Bilinmeyen Yönleriyle İmamı Mâturîdî”, İmamı Mâturîdî, ve Mâturîdîlik, s. 34.
52 Sabuni, Mâtüridiyye Akadi, s. 55; Ömer Nesefî, Akaid, Bayrak yay., çev. Seyit Ahsen, İstanbul 2007, s. 199; Pezdevi, Ehl-i
Sünnet Akaidi, s. 12-13.
53 Ömer Nesefî, Akaid, s. 200.
54 Sabuni, Mâtüridiyye Akadi, s. 55.
55 Mâturîdî, Kitabu’t-Tevhid Tercümesi, s. 12.
56 Hicr 15/9.
57 Mâturîdî, Kitabu’t-Tevhid Tercümesi, s.9-11.
58 Pezdevi, Ehl-i Sünnet Akaidi, s. 13; Sabuni, Mâturîdiyye Akaidi, s.55; Ömer Nesefî, İslam İnancının Temelleri, s.199-200.
59 Lâmişî, et-Temhid, s.42.
60 Bakara 2/13, 44, 75,76; Ali İmran 3/ 7, 65,118.
61 Mâturîdî, Kitabu’t-Tevhid Tercümesi, s.13-14.
62 Mâturîdî, Kitabu’t- Tevhid Tercümesi, s.136.
63 Mâturîdî, Kitabu’t- Tevhid Tercümesi, s.13.
64 Mâturîdî, Kitabu’t- Tevhid Tercümesi, s.138.
65 Mâturîdî, Kitabu’t- Tevhid Tercümesi, s.27.
66 Pezdevi, Ehl-i Sünnet Akaidi, s.8-11.
67 Sabuni, Mâturîdiyye Akaidi, s.56.
68 Sabuni, Mâturîdiyye Akaidi, s.57.
69 Pezdevi, Ehl-i Sünnet Akaidi, s.11.
70 “Ey iman edenler! Belirlenmiş bir süre için birbirinize borçlandığınız vakit onu yazın. Bir kâtip onu aranızda adaletle yazsın.
Hiçbir kâtip Allah’ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan geri durmasın; (her şeyi olduğu gibi) yazsın. Üzerinde hak olan
kimse (borçlu) da yazdırsın, Rabbinden korksun ve borcunu asla eksik yazdırmasın. Şayet borçlu sefih veya aklı zayıf veya
kendisi söyleyip yazdıramayacak durumda ise, velisi adaletle yazdırsın. Erkeklerinizden iki de şahit bulundurun. Eğer iki
erkek bulunamazsa rıza göstereceğiniz şahitlerden bir erkek ile -biri yanılırsa diğerinin ona hatırlatması için- iki kadın (ol-
sun). Çağırıldıkları vakit şahitler gelmemezlik etmesin. Büyük veya küçük, vadesine kadar hiçbir şeyi yazmaktan sakın üşen-
meyin. Böyle yapmanız Allah nezdinde daha adaletli, şehadet için daha sağlam, şüpheye düşmemeniz için daha uygundur.
Ancak aranızda yapıp bitirdiğiniz peşin bir ticaret olursa, bu durum farklıdır. Bu durumda onu yazmamanızda sizin için bir
sakınca yoktur. (Genellikle) alışveriş yaptığınızda şahit tutun. Ne yazan, ne de şahit zarara uğratılsın. Eğer bunu yaparsanız
(zarar verirseniz) şüphe yok ki bu, sizin yoldan çıkmanız demektir. Allah’tan korkun. Allah size gerekli olanı öğretiyor. Allah
her şeyi bilmektedir.” Bakara 2/ 282
71 Sabuni, Mâtüridiyye Akadi, s.57.
72 Mâturîdî, Kitabu’t- Tevhid Tercümesi, s.13.
73 Mâturîdî, Kitabu’t- Tevhid Tercümesi, s.138.
74 Mâturîdî, Kitabu’t- Tevhid Tercümesi, s.136.
75 Mâturîdî, Kitabu’t- Tevhid Tercümesi, s.495.
76 Mâturîdî, Kitabu’t- Tevhid Tercümesi, s.495.
77 Mâturîdî, Kitabu’t- Tevhid Tercümesi, s.495.
78 Mâturîdî, Kitabu’t-Tevhid Tercümesi, s.487.
79 Ömer en-Nesefî, Akâid, s.200.
80 Pezdevi, Ehl-i Sünnet Akaidi, s.209.
81 Kutlu, Sönmez, “Mâturîdî’nin Mezhebi Arka Planı”, s.139.
82 Nesefî, Ebû’l-Mu’în, Tabsıartu’l-Edille, tah: Hüseyin Atay, Ankara 1993, Cilt I, s.38.
83 Sabuni, Arapça metin, s.87.
84 Nesefî, Tabsıartu’l-Edille, Cilt I, s.38.
85 Kutlu, Sönmez, “Mâturîdî’nin Mezhebi Arka Planı”, s.38.
86 Kutlu, Sönmez, “Mâturîdî’nin Mezhebi Arka Planı”, s.40.
87 Ömer en-Nesefî, Akâid, s.200.

65
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

88 Pezdevi, Ehl-i Sünnet Akaidi, s.220.


89 en-Nesefî, Tabsıartu’l-Edille, s.87.
90 Mâturîdî, Kitabu’t-Tevhid Tercümesi, s.501.
91 Mâturîdî, Kitabu’t-Tevhid Tercümesi, s.502.
92 Lâmişî, Kitâbu’t-Temhid maa’ Şerhi fi Mevadıu’l-Tecrid, vr. 141b.
93 Pezdevi, Ehl-i Sünnet Akaidi, s.222.
94 Mâturîdî, Kitabu’t- Tevhid Tercümesi, s.3.
95 Mâturîdî, Kitabu’t- Tevhid Tercümesi, s.495.
96 Bakara 2/43.
97 Mâturîdî, Kitabu’t- Tevhid Tercümesi, s.496.
98 Mâturîdî, Kitabu’t- Tevhid Tercümesi, s.496.
99 Özcan, Mâturîdî’de Bilgi Problemi, s.139.
100 Eş’ari, Makâlâtu’l-İslamiyyîn, Beyrut 1999, Cilt I, s. 219-221.
101 Ebû Hanife, “el-Âlim ve’l-Muteallim”, İmam-ı Azam’ın Beş Eseri, çev: Mustafa Öz, M.Ü.İ.F.Y., İstanbul 2010, s. 13.
102 Pezdevi, Ehl-i Sünnet Akaidi, s. 219.
103 Pezdevi, Ehl-i Sünnet Akaidi, s. 219.
104 Sabuni, Mâtüridiyye Akadi, s. 173-174.
105 Ömer Nesefî, İslam İnancının Temelleri, s. 62.
106 Mâturîdî, Kitabu’t- Tevhid Tercümesi, 137.
107 Mâturîdî, Kitabu’t- Tevhid Tercümesi, 125.
108 Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, s.328.
109 Mücadele 58/ 4.
110 Tevbe 9/42
111 Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, s.320.
112 Kehf 18/67, 72.
113 Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, s.330.
114 Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, s.331.
115 Yeprem, M.Saim, İrade Hürriyeti ve İmamı Mâturîdî, s.302.
116 Yazıcıoğlu, M. Sait., Mâturîdî ve Nesefî’ye Göre İnsan Hürriyeti Kavramı, s.68-69.
117 Yazıcıoğlu, M. Sait., Mâturîdî ve Nesefî’ye Göre İnsan Hürriyeti Kavramı, s.70.
118 Pezdevi, Ehl-i Sünnet Akadi, s.154.
119 Pezdevi, Ehl-i Sünnet Akadi, s.154.
120 Pezdevi, Ehl-i Sünnet Akadi, s.153.
121 Pezdevi, Ehl-i Sünnet Akadi, s.167.
122 Pezdevi, Ehl-i Sünnet Akadi, s.167.
123 Ömer Nesefî, İslam İnancının Temelleri/ Akaid, Otağ Yayınları, İstanbul 1971, s.100.
124 Nesefî, İslam İnancının Temelleri/ Akaid, s.101.
125 Nesefî, İslam İnancının Temelleri/ Akaid, s.101.
126 Lâmişî, et-Temhid, s.92.
127 Yazıcıoğlu, Mâturîdî ve Nesefî’ye Göre İnsan Hürriyeti Kavramı, s.31
128 Yazıcıoğlu, Mâturîdî ve Nesefî’ye Göre İnsan Hürriyeti Kavramı, s.35.
129 Mâturîdi, Kitabu’t-Tevhid, s.366.
130 Mâturîdi, Kitabu’t-Tevhid, s.367.
131 Enam 6/39.
132 Secde 32/13.
133 Enam 6/149.
134 Mâturîdi, Kitabu’t-Tevhid Tercümesi, s.367-368.
135 Pezdevi, Ehl-i Sünnet Akaidi, s.62-63.
136 Pezdevi, Ehl-i Sünnet Akaidi, s.63
137 Enam 6/125
138 Pezdevi, Ehl-i Sünnet Akaidi, s.63-64.
139 Sabuni, Mâtüridiyye Akadi, s.99- 100.
140 Mâturîdî, Kitabu’t-Tevhid Tercümesi, s.493 .
141 Sabuni, Mâtüridiyye Akadi, s.169.
142 Sabuni, Mâtüridiyye Akadi, s.57. Sabunî’ye göre akli deliller insanlarda bilginin meydana gelmesini, tamamen Peygambe-
rin sözüyle mümkün görmez. Ona göre, insanlar akıllarını kullanarak da bu bilgiyi elde edebilirler. Fakat burada söz ko-
nusu olan bilgi, mükâfat ve cezaya layık olan davranışların bilinmesi değildir, bunlar ancak nas ile bilinebilir. Söz konusu
bilgi Allah’ı inkâr etmek yerine, O’nun birliğinin tasdik edilmesinin tercih edilmesinin ortaya çıkardığı bilgidir. Sabuni,
Mâtüridiyye Akadi, s.170.

66
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

143 Mâturîdî, Kitabu’t-Tevhid Tercümesi, s.492.


144 Kutlu,“Mâturîdî’nin Mezhebi Arka Planı”, s.41.
145 Nesefî, Tabsıartu’l-Edille, s.17 .
146 Pezdevi, Ehl-i Sünnet Akaidi, s. 299-304.
147 Çelebi, “Risaleleri ve İtikadi Görüşleri ile İmam-ı Azam Ebû Hanife”, s. 72.
148 Mâturîdî, Kitabu’t- Tevhid, s.58.
149 Mâturîdî, Kitabu’t- Tevhid, s.58-59.
150 Kutlu, Sönmez, Türkler ve İslam Tasavvuru, İSAM, İstanbul 2011, s.130.
151 Pezdevi, Ehl-i Sünnet Akaidi, s.51.
152 Pezdevi, Ehl-i Sünnet Akaidi, s.51-52.
153 Lâmişî, et-Temhid, s.75.
154 Ömer Nesefî, İslam İnancının Temelleri Akâid, s.81.
155 Sabuni, Mâtüridiyye Akadi, s.71.
156 Misak, kuvvetl anlaşma, ahidleşmek anlamına gelir. Gürkan, S. Leyla, İslam Ansiklopesidi, TDVY, Cilt XXX, s. 172-173.
İlahi dinlerin birçoğunda söz konsu olan bir kavramdır. Bazen misaktan kasıt ahid kelimesi kullanılır. Bu bağlamda ahid,
Allah’ın kullarını sorumlu tuttuğu bütün emir ve nehiyler yerine geçerken misak ise bunları teyid eden deliller kasdedil-
mektedir. Razi, Fahreddin, Mafâtihu’l-Gayb, Cilt II, s. 148; Cilt, s.142.
157 Araf 7/172-173: “Rabbin insanları babalarının sulplerinden varlık alanına çıkarırken onlara, “Ben sizin Rabbiniz değil mi-
yim!” diye sordu. Onlarda kendileri hakkında şahitlik ederek “Evet, sen bizim Rabbimizsin” dediler. İşte bu şahitlik kıyamet
günü “Bizim bundan haberimiz yoktu” dememeniz yahut “Allah’tan başka varlıklara ilkin atalarımız Tanrılık yakıştırdı. Biz
onlardann sonra dünyaya gelmiş bir nesiliz. Rabbimiz! Bu bozuk inancı ortaya çıkaran atalarımızın yanlışları yüzünden
bizi helak mi edeceksin? diye mazeret üretmemeniz içindir.” Öztürk, bu ayeti yorumlarken; “İşte böylece Allah, insanoğluna
kendisinin varlık ve birliğini tanımaya doğuştan yatkınlık kabiliyeti verdi” demektedir. Öztürk, Mustafa, Kur’an-ı Kerim
Meali-Anlam ve Yorum Merkezli Çeviri, Düşün Yayıncılık, İstanbul 2011, s.225.
158 Mâturîdî, Tevilâtü Ehl-i Sünne, tah: Mecdi Besilüm, Lübnan 2005, Daru’lİlmiyye, Cilt V, s.82.
159 Mâturîdî, Tevilâtü Ehl-i Sünne, s.83-84.
160 Mâturîdî, Tevilâtü Ehl-i Sünne, s. 83.
161 Lokman 31/ 25
162 Mâturîdî, Tevilâtü Ehl-i Sünne, s. 85.
163 Mâturîdî, Tevilâtü Ehl-i Sünne, s. 86.
164 Araf 7/172.
165 Pezdevi, Ehl-i Sünnet Akaidi, s. 305.
166 Ahmed b. Hanbel, Müsned, Cilt V, s. 239; Cilt I, s. 272; Cilt VI, s. 441.
167 Pezdevi, Ehl-i Sünnet Akaidi, s. 308.
168 Pezdevi, Ehl-i Sünnet Akaidi, s. 305.
169 Pezdevi, Ehl-i Sünnet Akaidi, s. 305.
170 Bağdadi, Tarihu Bağdat, Cilt III, s. 402.

67
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Yrd. Doç. Dr. İbrahim KAPLAN


1972 yılında Kütahya’da dünyaya geldi. İlk ve orta öğrenimini Kütah-
ya’da tamamladı. 1995 yılında Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’n-
den mezun oldu. Aynı yıl İnönü Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ne Araş-
tırma Görevlisi olarak atandı. 1999 yılında “Muhammed İkbal’in Kelamî
Görüşlerinin Değerlendirilmesi” konulu teziyle Yüksek Lisansını tamam-
ladı. 2000-2006 yılları arasında geçici kadro ile Ankara Üniversitesi İla-
hiyat Fakültesi’nde Araştırma Görevlisi olarak çalıştı. 2006 yılında ta-
mamladığı “Erken Dönem Müslüman-Hıristiyan Teolojik İlişkileri” adlı
teziyle Doktor unvanını aldı. 2010 yılında Eğitim Fakültesi Din Kültürü
ve Ahlâk Bilgisi Öğretmenliği Bölümü’ne Yardımcı Doçent olarak atandı.
2013 yılından beri aynı üniversitenin İlahiyat Fakültesi İlköğretim Din
Kültürü ve Ahlâk Bilgisi Öğretmenliği Bölümü’nde görev yapan İbrahim
Kaplan, evli ve iki çocuk babasıdır. Yazarın, basılmış kitapları ve çeşitli
bilimsel dergilerde yayımlanmış makaleleri vardır.

Mâturîdî’de
Din ve Vicdan Hürriyeti
Giriş
İnsan temel hak ve hürriyetlerinin en önemlilerin-
den kabul edilen din ve vicdan hürriyeti, insanlığın
ortak bir problem alanı olması yönüyle üzerinde en
çok konuşulan meselelerden birisi olagelmiştir. İman
etme, dinin esaslarına göre amel etme, dinini öğren-
me-öğretme ve örgütlenme hakkı olmak üzere bir-
birini tamamlayan en az dört faaliyet alanını kapsa-
yan din ve vicdan hürriyeti, hem Birleşmiş Milletler
Evrensel İnsan Hakları Beyannamesinde, hem Av-
rupa İnsan Hakları Sözleşmesinde hem de anayasa-
larda yer alan hükümlerle güvence altına alınmıştır.1
Geçmişten bu güne insanoğlunun bu kadim problemi
hakkında pek çok şey söylenmiştir. Din ve vicdan
hürriyeti hakkındaki tavırların oluşmasında, benim-
senen inanç sisteminin din tanımı ve bu din tanımı
içerisinde öteki dinlere bakış açısının belirleyici bir
öneme sahip olduğunu söyleyebiliriz. Yine aynı din
mensuplarının din algılamalarındaki farklılıklar ve

69
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

başka inanç mensuplarıyla bir arada yaşama kültür- için öncelikle anahtar kavram olan hikmeti nasıl ta-
leri de değişik yaklaşımları ortaya çıkarmıştır. nımladığına bakmamız gerekmektedir.
Akla ve sağduyuya aykırı olmayan, evrensel bir din Kelâmî bir terim olarak hikmet, hükmetmek, yargıda
anlayışı tesis etmek ve geliştirmek gibi bir amaçla yola bulunmak; iyileştirmek amacıyla men etmek, düzelt-
çıkan2Mâturîdî’nin düşünce sisteminde din ve vicdan mek anlamına gelen “hükm” mastarımdan isim olup
hürriyetinin yerinin tespiti, çok kültürlü ve çok dinli “tam isabet, her şeyi yerli yerine koyma” demektir. Bu
bir ortamda yaşamanın getirdiği güncel sorunlara çö- anlamda, yaratıcı için söz konusu olduğunda hikmet,
züm üretme; yine İslâm dünyasının belki de en acil “Yüce Allah’ın hükümlerinde gözetmiş olduğu, (çoğu
çözüm bekleyen problemlerinden biri olan mezhep defa illeti de içinde bulunan) üst maksatlar” şeklinde
çatışmalarının önlenmesi anlamında farklı bir bakış tanımlanmaktadır.7 Mâturîdî de hikmeti “her şeyi
açısı kazandırabilir. Zira Mâturîdî’nin düşünce siste- yerli yerine koymak” şeklinde tanımlamaktadır. Bu
minde din ve vicdan hürriyeti teorik ve teolojik bir bakımdan hikmet, aynı zamanda “adalet” anlamına
tartışmanın ötesinde pratik ve ahlâkî amacı öncele- gelmektedir.8Buradan hareketle, Mâturîdî’nin dü-
yen bir tartışma alanıdır. Aslında Mâturîdî’nin bü- şünce sisteminde Allah’ın insanı yaratmasında bir
tün sisteminde gördüğümüz bu özellik bizzat İslâm’ın hikmetten; Allah-insan ilişkilerinde de adaletten ve
kendisinden kaynaklanmaktadır.3Ayrıca, bahsi geçen ahlakilikten bahsetmek mümkündür.
sorunların çözümünde “Mâturîdî akılcılığı” olarak Yüce yaratıcının insan için amaçladığı nihai gaye
tanımlanan yöntem bize önemli katkılar sağlayabi- onu ebedi mutluluğa erdirmektir. İnsanın bunu hak
lir. Nitekim o, dinî bilgi üretmede kendine özgü bir edebilmesi için bir imtihandan geçmesi gerekir. İn-
bilgi kuramı geliştirmiş, aklı da bu kuramın merke- sanın bu sınanmadan başarı ile çıkabilmesi için de
zine yerleştirmiştir.4 Teolojik felsefe klasiği olarak de- bilinçli tercihler yapabilecek yetenekte olması gere-
ğerlendirilen Kitâbü’tTevhid adlı eserinde dinin öğre- kir. Başka bir ifadeyle, imtihan halinde olanın ina-
nilmesinde başvurulacak vasıtaları “nakil” ve “akıl” nıp inanmamakta, ibadet edip etmemekte hür olması
olarak belirleyen Mâturîdî, dinin kaynağı olarak na- gerekir. Nitekim Allah Teâlâ, “De ki! Hak Rabbiniz-
kil (Kur’an) ve akla aynı oranda güvenmek gerekti- dendir. Öyleyse dileyen iman etsin dileyen inkâr et-
ğini ifade etmiştir. Onun din alanındaki çeşitli görüş- sin”9 buyurmaktadır. Sözü edilen ayetten şu sonuç-
leri, belli bir amacı gerçekleştirmek üzere birbiriyle ları çıkarmak mümkündür: Kişinin kendi tercihiyle
uyumlu ve birbirine bağlı bir fikrî örgü ve buna da- yaptığı eylemler kendi lehine veya aleyhine sonuçla-
yanan dinî (ve hatta felsefî) bir öğreti oluşturmakta- nır.10Kaldı ki, Peygamber insanlara tebliğini açık bir
dır. Bu öğretinin temelinde birbirine sıkı sıkıya bağlı şekilde ulaştırmış ve hiç kimseyi iman etmesi için
bir ilkeler bütünü yer almaktadır.5 zorlamamıştır. Böylece isteyen iman edecek, isteyen
de küfrü tercih edecektir. İman eden kendi irade ve
Tebliğimizde, öncelikle insanın yaratılış hikmeti ve tercihiyle iman etmiş olacak, inkâr eden de kendi hür
“dinde zorlama yoktur” ilkesi bağlamında Mâturî- irade ve tercihiyle inkâr etmiş olacaktır. Hiç kimse bu
dî’dedin ve vicdan hürriyetinin dinî-felsefî temelle- konuda zorlanmayacaktır. Kaldı ki Allah Teâlâ ima-
rini ortaya koymaya çalışacağız. Daha sonra, iman nın da küfrün de akıbetinin ne olacağını açıklamış,
ve imanla bağlantılı kelamî problemler bağlamında böylece onlara ödül ve cezayı haber vermiştir.11Do-
meselenin teorik ve teolojik boyutunu ortaya koyup, layısıyla, insanın özgür kılınması, imtihanı başarı
bu konudaki yaklaşımların pratik ve ahlâkî yansı- ile geçmenin bir vasıtası olarak insana bahşedilmiş-
malarının neler olabileceğini tartışacağız. Son ola- tir. Önce insana tercihini yapmanın yolları kolaylaş-
rak, Mâturîdî’nin semavî dinlere bakış açısını, bir tırılmış, sonra tercihinin neticelerine katlanmak şar-
arada yaşama ve hoşgörü kültürü açısından değer- tıyla serbest bırakılmıştır.”12
lendireceğiz.
Din ve Vicdan Hürriyeti Bağlamında
İnsanın Yaratılış Hikmeti Açısından “Dinde Zorlama Yoktur” İlkesi
Din ve Vicdan Hürriyeti
Mâturîdî’ye göre hürriyet, iman ve küfrün varlık
Mâturîdî’nin evren ve insanın yaratılışını izah ederken şartıdır. Bu demektir ki, zorla imanın da küfrün de
esas aldığı en temel kavram hikmettir. Hatta onun dü- gerçekleşmesi mümkün değildir. İman ve küfür an-
şünce sisteminin anahtar kavramının hikmet olduğu cak tercih ile olur. Çünkü her ikisi de kalbin bir fii-
söylenebilir.6Bundan dolayı, din ve vicdan hürriyetine lidir ve her ikisinde de kalbin tatmin olması gerekir.
dair Mâturîdî’nin kanaatlerini ortaya koyabilmemiz İman ve küfrün dil ya da başka bir şeyle değil ancak

70
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

kalp ile mümkün olması, onların gizliliğinin sağla- başka bir işe yaramaz. Bu noktada Mâturîdî’nin Al-
nıp hürriyetlerinin garanti altına alınması içindir. lah’ın taatleri insanlara sevdirdiği, bundan dolayı da
13
Çünkü kalp hariç diğer organların baskı ile kullan- taatlerin zorla yaptırılamayacağı yönündeki uyarısı
dırılması mümkündür; oysa kalbe sahibinden başka oldukça anlamlıdır.
hiçbir kimsenin gücü yetmez.14
Kur’an’ın din ve vicdan hürriyetine verdiği önemi gös-
Nitekim “İnsan özgür bir varlıktır. Onun özgürlü- termesi açısından, Mâturîdî “dinde zorlama yoktur”
ğüne karışılamaz. Bu özgürlüğün garantörü ise Yüce ayetini yorumlarken, farklı bir yorumdan da bahset-
Allah’tır. Bu nedenle insan özgürlüğüne saldırı bü- mektedir. Ensar’dan bir kısmı daha önce emzirmek
yük günahtır. İnsan İslam’a girerken de Müslüman üzere Yahudilere çocuklarını vermişlerdi. İslam ge-
iken de özgürdür. Çünkü “cins-i ikrah” yani zorla- lince Ensar Müslüman oldu. Fakat Yahudilerin ya-
manın hiçbir çeşidi İslam’da yoktur.”15İnsanın din nında olan çocukları eski dinlerinde kaldılar. Müs-
ve vicdan hürriyeti Kur’an’da “Dinde zorlama yok- lüman olan Ensar çocuklarını Müslüman olmaları
tur.”16ilkesiyle dile getirilmiştir. Mâturîdî, sözü edi- için zorlamak istediler. Bunun üzerine bu ayet indi.
len ayeti yorumlarken “zorla kabul edilen şeyin din Ayetin nüzul sebebi ile ilgili bu yorum, Kur’an’ın din
olmadığını, hatta iman bile olmadığını” belirttikten hürriyetine verdiği önemi göstermektedir. Zaten kut-
sonra, kalbî bir eylem olduğu için imanın cebir ve
sal kitaplar içerisinde din hürriyetine en çok değinen
zorlamayla gerçekleşme ihtimalinin olmadığını söy-
kitap Kur’an’dır. Kur’an’ın din ve vicdan hürriyeti
lemektedir. Zira cebir ve zorlama kalbe tesir edemez.
üzerinde ısrarla durmasının sebebi, imanı insanın
Bundan dolayı da diliyle ikrar etse bile kalbiyle iman
en önemli fiili kabul etmesidir diyebiliriz. Bu kadar
etmeyen kişi mümin olamaz.17
önemli olan bir hususun, kendi iradesiyle belirlen-
Dinde zorlama yoktur ayetinin manasının Allah mesi zorunludur23. Zaten imanı değerli kılan, insa-
Teâlâ’nın“O, dinde sizin için zorluk kılmadı”18 sözün- nın hiçbir baskı ve zorlama hissetmeden, kendi ira-
deki gibi olduğunu dile getiren Mâturîdî, ayetin deva- desi sonucu meydana gelmesidir.
mında doğrulukla eğriliğin birbirinden ayırt edilecek
şekilde açıklandığını, dolayısıyla da buradan insan- İman ve İmanla Bağlantılı Konular Açısından
ların Müslüman olması için zorlanamayacağı sonu- Din ve Vicdan Hürriyeti
cunu çıkarmaktadır.19Çünkü din zorlamayla değil Mâturîdî’ye göre “iman”ın sözlük anlamı “tasdik”-
açık seçik olduğu için kabul edilir. Bu kabulden ha- tir. Tasdik ise, “kabul etme”, “onaylama” ve “doğ-
reketleMâturîdî, sadece İslam’a girerken değil, Müs- rulama” anlamlarına gelmektedir. Tasdik etme yani
lüman olanların da taate zorlanamayacağını, taatlerin kabul etme, onaylama ve doğrulama kalpte gerçek-
zorla yaptırılamayacağını ifade etmektedir.20Çünkü leşir. Bundan dolayı da iman, kalbin tasdiki adı veri-
ayette Allah’ın bu taatleri insana sevdirdiğinden bah- len bir fiildir. Kısacası ona göre iman, kalp ile tasdik-
sedilir. Kaldı ki, ameller ve ibadetler mahiyeti gereği tir. İman kalp ile tasdik olunca, amelin imanın aslına
fikrî ve zihnî bir fiil değil, fiilî ve tatbikîdir. Fiilî ve dâhil olmadığı, iman cinsinden de olmadığı ortaya
tatbikî olan şeylerde ise münafıklık söz konusu ola- çıkmaktadır. Nitekim Allah Teâlâ, pek çok ayet-i ke-
bilmektedir.21Nitekim belli düzendeki bedensel ha- rimede, bazı davranışlarından dolayı müminleri kı-
reketlerin “ibadet” olarak gerçekleşmesinde niyet nayıp sergiledikleri durumlar sebebiyle azabın çetin
hayati bir işleve sahiptir. Hatta niyet ibadetlerin en olacağını haber verse de24onlardan mümin vasfını
temel şartlarından biridir. Başka bir ifadeyle, belli kaldırmamıştır.25
bir düzen içerisinde icra edilen eylemlerin ibadet ni-
teliğini kazanması, ancak o eylemlerin ibadet kas- Mâturîdî’ye göre, “kendisinde şüphe bulunmayan
tıyla yapılmasına bağlıdır. Bu anlamda, zorla yaptı- iman en faziletli ameldir.” Anlaşılan o ki, Mâturîdî,
rılacak bir ibadetin kendisinden beklenen sonuçları aslı ve esası itibariyle imanın amelden ayrı olduğunu
vermesi beklenmez. Zaten zorla ya da baskıyla ger- ve amelin iman cinsinden olmadığını belirtmek sure-
çekleştirilen eylemlerin ibadet olduğunu söylemek de tiyle dinde amel etme hürriyetinin yanında amel et-
oldukça zordur. Özellikle sırf niyete bağlı etkinlik- meme hürriyetinin de bulunduğunu teolojik ve itikadi
lerde uygulanacak baskı, gizli sapmalara ve şuur altı bir sonuç olarak ortaya koymaktadır. İman-amel iliş-
tepkilere sebep olacağından bir tür nifak hayatının kisi konusundaki açıklamalarıyla Mâturîdî, diğer ta-
ortaya çıkmasıyla sonuçlanır.22Kısacası, insanların raftan da uygulamada ve dini hayatta iman ve ameli
ibadete zorlanmaları ya dini sadece şekil boyutuyla birbiriyle kaynaşmış olarak görmek suretiyle ideal
yaşayanların ya da riyakârların sayısını arttırmaktan olan ve arzulanan bir imanın amel ile iç içe olduğunu

71
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

pratik ve ahlakî bir sonuç olarak ortaya koyup siste- için doğru, gerçek, makul, sağlam, güvenilir, geçerli
minde sonuna kadar bu anlayışa bağlı kalmaktadır.26 ve yeterli olan; değişmeyen, değişmeden kalacak olan
İmanı kısaca “kalp ile tasdik” şeklinde tanımlayan din yani Tevhid Dini şeklinde tanımlamaktadır.30
Mâturîdî, iman bakımından bütün müminleri eşit Kur’an’da geçen “Hak Din” kavramı zorunlu olarak
kabul etmiş, dinin esasını ilgilendirmeyen konular- batıl dinlerin varlığına, halis din ise bozulmuş, deje-
daki görüş ayrılıklarını hoşgörüyle karşılamıştır. Do- nere olmuş dinlerin varlığına işaret etmektedir. Bu
layısıyla o, dinin özünü ilgilendirmeyen konularda anlamda vahye dayanan, insanın fıtratına uygun,
farklı düşünenleri kâfirlikle suçlamamıştır.27Açık bir dosdoğru din, yani hak din bir tanedir. Buna karşın
yalanlaması olmadığı sürece kıbleye yönelen herkesi insanların, çeşitli din, mezhep ve yolları benimsedik-
mümin olarak kabul eden düşünürümüz, eylem ve leri de bir gerçektir. Bütün din mensupları kendi be-
ibadetlerdeki eksiklik ve yanlışlıkları imandan çıkma nimsedikleri dinin Allah’ın emrettiği hak din, diğer
sebebi olarak görmemiştir. Nitekim o, Kelamcı kişili- dinlerin ise batıl olduğunu iddia etseler de; Kur’an,
ğine rağmen gerek Müslüman olmayanlara karşı ge- Hak dinin yani Allah’ın emretmiş olduğu ve tevhid
rekse İslâm düşüncesi içinde ortaya çıkan diğer mez- esasına dayanan dinin İslâm olduğunu haber vermek-
hep mensuplarına karşı genellikle saygılı bir üslûp tedir. Nitekim“Şüphesiz Allah katında din İslâm’dır”31
kullanmıştır. “Eleştirdiği görüşleri çeşitli normatif ve “Kim İslâm’dan başka din ararsa bu din kendisin-
hükümler getirerek suçlamak ve küçümsemek yerine, den asla kabul edilmeyecektir ve o ahirette ziyan eden-
ilgili delil ve burhanları aklî yorum ve muhakeme- lerden olacaktır”32ayetleriyle hak din-İslâm özdeşliği
lerle sıralayıp karşı görüşleri çürütmüş, hasımlarını vurgulanmaktadır. Bu bağlamda, Yahudi ve Hıristi-
ilzam ederken onları aşağılayıp hor görmekten öte yanların, Ehl-i Kitap özel statüsünde değerlendirilse-
hoşgörüsünü gösteren belirgin bir ilmî üslûba sahip ler de, hak din olma iddiaları dayanaktan yoksundur.
olmuştur.”28Mâturîdî’nin bu tavrı, mezhep çatışma- 33
Nitekim Kur’an’a göre Hz. İbrahim ne bir Yahudi ne
larının önlenmesinde nakle ve akla uygun bir formül de bir Hıristiyandı. O, Hanif bir Müslümandı ve Al-
olarak bugün de uygulanabilir ve olumlu sonuçlara lah’a ortak koşan biri değildi.34 Kısacası hak din id-
ulaştırabilir bir özellik taşımaktadır. diasında bulunabilmenin en temel şartı tevhidi be-
nimsemiş olmaktır. Allah katında din Yahudilik veya
Öteki Din Mensuplarıyla İlişkiler Açısından
Hıristiyanlık değil İslâm’dır.35
Din ve Vicdan Hürriyeti
Dinleri genel olarak Hak din (tevhid) ve batıl (küfür)
Mâturîdî düşüncenin öncelikli ve en önemli konusu
dinler olmak üzere iki kısma ayıran Mâturîdî’ye göre;
“tevhid” yani Allah Teâlâ’nın mutlak surette birliği
Hak din, Allah katında geçerli olan tevhid dinini ifade
meselesidir. Ona göre, bir dini evrensel kılan özel-
ederken, yol ve mezhepleri birbirinden farklı olsa da
lik onun tevhide yaptığı vurguyla doğrudan ilinti-
öteki din ve inanışları batıl dinlerin temsilcisi olarak
lidir. Bundan dolayı onun din tanımında, Kur’an’ın
görür.36Ona göre küfür tek millettir. Bu anlamda Ehl-i
vahye dayanan dini yani tevhid dinini öteki din ve
Kitab’ın dinleri de batıl dinler sınıfında yer almak-
inanç sistemlerinden ayırmak için sık sık dile getir-
tadır.37Ehl-i Kitab’ın bu kategoride değerlendirilme-
diği “fıtrat ve hanif dini”, “dosdoğru din”, “halis din”,
sinin sebebi, sadece kendilerine gönderilen peygam-
Allah’ın dini” gibi vurguların ayrı bir yeri ve önemi
berlere inanıp, kitaplarında daha sonra gelecek olan
vardır. Mâturîdî’ye göre dinin fıtriliğine, akl-ı selime
peygambere işaret olmasına rağmen kibir ve inatla-
uygunluğuna ve doğruluğuna vurgu yapan söz ko-
rından dolayı onları inkâr etmeleridir.38
nusu ifadeler, delil ve burhana dayanan, hakka ulaştı-
ran “Hak Din”i tanımlamaktadır. Başka bir ifadeyle, Görüldüğü gibi Mâturîdî’nin, Ehl-i Kitap da dahil
insanın fıtratına ve akl-ı selimine uygun olma özelli- İslâm dışı dinlere yönelik yorumlarında ötekine ba-
ğinden dolayı Allah’ın dininin temel niteliklerinden kışını belirleyen temel ilke tevhid esasıdır. Ona göre,
biri “hak”tır29.Hak, her şeyden önce doğru ve ger- Allah Teâlâ bütün peygamberlere tek ve aynı dini tav-
çek anlamlarına gelmekle birlikte, kullanıldığı yere siye etmiştir. Bu tek ve aynı din ise Allah’ı birlemek
göre; değişmeyen, haklı, güvenilir, makul, uygun, ve sadece ona ibadet etmekten ibarettir. Nitekim Al-
sağlam, geçerli, gerekli, zorunlu, yeterli gibi anlam- lah’ın bütün resulleri ve nebileri sadece Allah’ı birle-
ları ifade etmek için de kullanılır. Mâturîdî, hak ke- meye çağırmak ve ibadeti sadece Allah’a has kılmak
limesinin yukarıdaki anlamlara ilaveten; delil, ayet, için gönderilmişlerdir.
tevhid ve sünnet gibi anlamları da içerdiğini belirt- Mâturîdî, Ehl-i Kitab’ın önemli bir kısmını önce inan-
mekte ve Hak din’i; “delil, şahit ve ispata dayandığı dığı halde daha sonra çeşitli sebeplerle bu imanlarından

72
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

vazgeçen, ancak tekrar eski imanlarına dönmeye mü- akla ve insan fıtratına, Kur’an’a ve peygamberin me-
sait dinî gruplar olarak farklı bir konumda değerlen- toduna uygun deliller kullanmak suretiyle din konu-
dirmiştir. Ehl-i kitab’ın kurtuluşa ulaşabilmesinin ye- sunda güzel mücadele ve tartışma yapılması gerekir.
gâne yolunun İslâm’ı kabul etmeleri olduğunu belirten Fakat zulmedenler bundan müstesna tutulur. Zira
Mâturîdî, Ehl-i Kitab’a karşı nasıl bir tutum gelişti- onlarla tartışmak faydadan çok zarar getirecektir.47
rilmesi gerektiğine dair ilkeler belirlemiştir. Mâturî- Mâturîdî, ayette yer alan “güzel öğüt” ifadesini ise
dî’nin Ehl-i Kitap ile ilişkilerde ve dinî tartışmalarda “ortak aklın gerekli gördüğü evrensel ahlak ilkeleri”
belirlediği ilkeleri şu şekilde özetleyebiliriz: bağlamında değerlendirir.48Bu ilkeler de “Şüphesiz Al-
a) Öncelikle, tevhid, nübüvvet ve diğer teolojik konu- lah adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara yardım etmeyi
larda Ehl-i Kitap ve diğer din mensuplarıyla tartışı- emreder; hayâsızlığı, fenalık ve azgınlığı da yasaklar.
larak, onlar İslâm’a davet edilebilir. Bu anlamda on- O düşünüp tutasınız diye siz öğüt veriyor”49 ayetiyle
larla diyalog kurulabilir.39 açıkça belirtilmiştir. Sözü edilen bu hususlar aklın
b) Ehl-i Kitapla yapılacak tartışmalar dinde ehil olan iyi gördüğü ve hikmetin gerekli kıldığı durumlardır.
kişilerce gerçekleştirilmelidir. Ona göre; “…Siz bildi-
50
Dolayısıyla dini tebliğ etmede bu evrensel ilkelere
ğiniz bir konuda tartışın…”40mealindeki ayet dinde yer verilmeli, bu ilkeler üzerinde konuşularak inan-
tartışma olmayacağını savunanların görüşünü çü- mayanlar İslâm’a davet edilmelidir.51
rüttüğü gibi, tartışmanın ehil olan kişilerce yürütül- Bütün bu açıklamalardan sonra, Mâturîdî’ninEhl-i
mesi gerektiğini de vurgulamaktadır.41 Kitap ile İslâm’ın üstün özelliklerini ve yüceliğini an-
c) Ehl-i Kitab’a karşı İslâm’ın üstünlüğü aklî ve naklî latmak için hoşgörüye dayalı sosyal ve beşeri ilişkiler
delillerin kullanılmasıyla kanıtlanabilir. Kâfirlerle ya- kurmakta bir beis görmediği sonucunu çıkarabiliriz.
pılan tartışmalar Allah’ın belirlediği sınırlar içerisinde Ancak, Mâturîdî açısından bu ilişkilerin bugün bazı
olmalıdır. Mâturîdî’ye göre dinler arasında yapılacak çevrelerin yaptığı gibi inançların bir kısmını yok sa-
olan tartışmaların nasıl olması gerektiğine dair te- yarak, başka bir deyişle imanda taviz anlamına ge-
mel ilke Kur’an’da: “Rabbinin yoluna, hikmetle, gü- lecek yaklaşımlarla gerçekleşmesi mümkün görün-
zel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele memektedir.52Bu konuda Mâturîdî’nin ihtiyatlı ve
et….”42ayetiyle ifade edilmiştir. Ayette geçen “hikmet”- temkinli davranılması yönündeki tavsiyesi bugün
ten kasıt delil ve burhanlardır. Öyleyse inkârcıları Al- daha da anlamlı hale gelmiştir.
lah’ın dinine davet ederken delil ve burhanlara baş- Sonuç
vurmak bir zorunluluktur. Zira bu deliller üzerinde Mâturîdî, gerek insanın yaratılış hikmeti açısından
düşünen inkârcılar İslâm’ın doğruluğunu kabul et- meseleyi değerlendirirken gerekse “dinde zorlama
mek zorunda kalacaklardır.43 yoktur” ilkesini açıklarken din ve vicdan özgürlü-
d) Mâturîdî’ye göre, ayette geçen “Onlarla en güzel şe- ğünün bizzat Allah tarafından güvence altına alın-
kilde mücadele et” ifadesi “Onlara karşı inkâr ettik- dığını ispatlamaktadır. Öyleyse din adına, din ve vic-
lerini kabul edecekleri şeylerle mücadele et” şeklinde dan hürriyeti ihlallerinin nass ile temellendirilmesi
anlam kazanır. Ayrıca bu ifade, “güzel söz söyleme ve mümkün görünmemektedir. Aynı zamanda bu ko-
onlara kol kanat germe” anlamında da yorumlanabi- nudaki ihlaller aklın ve vicdanın da kabul edemeye-
lir. Çünkü kendilerine bu anlamda davranılırsa belki ceği insanlık dışı uygulamalardır.
onlar bundan etkilenerek Allah’ın dinine tabi olup Mâturîdî’nin din ve vicdan hürriyeti konusundaki te-
ona boyun eğebilirler.44 Dolayısıyla Mâturîdî, Ehl-i olojik ve felsefi temellendirmelerinin pratik ve ahlakî
Kitapla güzel mücadeleyi öğütleyen ayetlerin “kılıç amacı gerçekleştirmeye yönelik olduğu görülmekte-
ayetleri”45ile nesh olunduğu yönündeki iddiaları kabul dir. Mâturîdî’nin bu konudaki yaklaşımı farklı din-
etmez. Kılıç ayetlerinin Ehl-i Kitapla güzel mücade- lere mensup insanların bir arada yaşamasını müm-
leyi tavsiye eden ayetleri nesh ettiğini iddia edenlere kün kılmakta, din konusundaki yorum farklılıklarının
göre, onlar ya Müslüman olacaklar ya cizye verecekler zenginlik olarak algılanmasını sağlamaktadır. Şayet
ya da kılıca razı olacaklardır. Bunun dışında onlarla iman kalpte gerçekleşiyorsa ve kalbe hiç kimse nü-
mücadele söz konusu değildir. Bu görüşün doğal bir fuz edemeyecekse bir başkasını zorla dine davet et-
sonucu olarak Müslümanların ya İslâm, ya cizye, ya mek anlamsız hale gelmektedir. Bu yaklaşım din ve
da kılıç dışında sunacağı başka bir alternatif kalma- mezhep temelli çatışmaları önlemede oldukça önemli
maktadır.46Hâlbuki Mâturîdî’ye göre, Âl-i İmran 64 ilkeler sunmaktadır.
ve Nahl 125. ayetlerinde geçtiği üzere Ehl-i Kitapla

73
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Dipnotlar
1 Din ve vicdan hürriyeti, T.C. Anayasası 24. maddede; “Herkes vicdan, dinî inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir.” İfadele-
riyle güvence altına alınmıştır.
2 Özcan, H., (2012), Türk Düşünce Hayatında Mâturîdîlik, Ankara, Cedit Neşriyat, s.39.
3 Özcan, H., (1994), “Mâturîdî’ye Göre, İman-İslam-İhsan ve Küfür İlişkisi”, Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat FakültesiDer-
gisi, S. VIII, İzmir, s.179.
4 Kutlu, S., (2009), “Mâturîdî Akılcılığı ve Günümüz Sorunlarını Çözmeye Katkısı”, e-Makâlât Mezhep Araştırmaları, II/1
(Bahar 2009), s.7-10.
5 Özcan, H., (2012), s.17.
6 Arslan, H., (2013), Mâturîdî’de İnsanın Yaratılış Hikmeti,Malatya,Mengüceli Yay., s.185; Ayrıca Mâturîdî’nin hikmet anla-
yışı hakkında ayrıntılı bilgi için bkz., Öğük, E., (2010),Mâtürîdî’nin Düşünce Sisteminde Şer-Hikmet İlişkisi, Ankara,Tür-
kiye Diyanet Vakfı Yay., s.152 vd.
7 Topaloğlu, B-Çelebi, İ., (2010), Kelam Terimleri Sözlüğü, İstanbul, İsam Yay., s.128.
8 Arslan, H., (2013), s.185.
9 18. Kehf/29.
10 “Kim iyi bir iş yaparsa kendi lehinedir. Kim de kötülük yaparsa kendi aleyhinedir. Rabbin kullara zulmedici değildir”(41.
Fussilet/46); “İyilik ederseniz kendiniz iyilik etmiş olursunuz, kötülük yaparsanız yine kendinize yapmış olursunuz.” (17.
İsra/7)
11 Mâturîdî, E.M., (2004-2010), Te’vilâtü’l-Kur’an, İlmi Neşre Hazırlayan, Ahmet Vanlıoğlu, İlmî Kontrol, Bekir Topaloğlu,
İstanbul, Mizan Yay., IX/50-51.
12 Arslan, H., (2013), s. 138.
13 Özcan, H., (1994), s. 196.
14 Mâturîdî, E. M., (2002), Kitâbü’t-Tevhid, çev.: Bekir Topaloğlu, İsam Yay., İstanbul, s. 492.
15 Akbulut, A., (2008), “Kelam Öğretiminde Temel Hareket Noktaları”, Kelam Öğretimi Sempozyumu, (20-22 Haziran 2008,
Kızılcahamam-Ankara), Ankara, , s.250.
16 2.Bakara/256.
17 Mâturîdî, (2004-2010), VII/114; Mâturîdî, (2002), s.487-488.
18 22.Hac/78.
19 Mâturîdî, (2004-2010), II/159-160.
20 Pek çok tefsirciye göre ilgili ayette sözü edilen zorlama bir dine girmek konusu ile sınırlandırılmıştır. Bu görüş sahiplerine
göre ayet, din hürriyetinin dinler arası boyutunu ilgilendirmektedir; din içi zorlamanın yapılıp yapılmayacağı bu ayetin
konusu değildir. (Geniş bilgi için bkz.,Altuntaş, H., (2012), İslâm’da Din Hürriyetinin Temelleri, Ankara, Diyanet İşleri
Başkanlığı Yay., s. 15-16) Görüldüğü gibi Mâturîdî, haklı olarak bunun aksini iddia etmekte; ayetin, din hürriyetinin hem
dinler arası boyutunu hem de din içi boyutunu ilgilendirdiğini ifade etmektedir.
21 Özcan, H., (1994), s.184.
22 Altuntaş, (2012), s.116.
23 Düzgün, Ş.A., (1997), Din, Birey ve Toplum, Ankara, Akçağ Yay., s.137.
24 “Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Doğrusu, yapmayacağınız şeyleri söylemeniz Allah
katında büyük bir nefretle karşılanır…” (61.Saf/2-4); “Ey iman edenler! Size ne oldu ki ‘Allah yolunda savaşa çıkın!’
denildiği zaman yere çakılıp kalıyorsunuz?” (4.Nisa/75); “İma edenlerin Allah’ı anma ve O’ndan inen Kur’an sebebiyle
kalplerinin ürperme zamanı daha gelmedi mi?” (57.Hadid/16)
25 Mâturîdî, (2002), s.494.
26 Özcan, H., (1994), s.184-185.
27 Ecer, A.V., (2007), Büyük Türk Alimi Mâturîdî, İstanbul, Yesevî Yay., s.71-72.
28 Sarıkaya, S., (2010), “Mâturîdî’nin Din Anlayışında Hoşgörü”, e-Makâlât Mezhep Araştırmaları, III/2, (Güz 2010), s.156-
157; Bununla birlikte o, Sarıkaya’nın da tespit ettiği gibi,Mutezile’ye karşı, bazen kendi üslûbuna uymayan sert ve küçüm-
seyici nitelemelerde bulunmuştur. Bazı fırkaları yeren rivayetleri, sıhhatiyle ilgili ihtiyatını belirtse de, Peygamber’e aitmiş
gibi algılayarak onların aleyhine kullanmaktan geri kalmamıştır. Kendi bağlı bulunduğu grubu da yer yer savunmacı bir
üslûpla destekleme yoluna gitmiştir. Mesela o, “Kaderiyye bu ümmetin Mecusileridir.” rivayetini zikrederek bu sözün an-
cak Mutezile’ye yakıştığını ifade etmiştir. (Mâturîdî, (2002), s.401) Mâturîdî, Mürcie’ye karşı ise daha ılımlı ve savunmacı
bir tavır içerisindedir. Mesela o, “Ümmetimden iki sınıfa şefaatim erişmez: Kaderiyye ve Mürcie” şeklinde gelen rivayette
geçen Mürcie’den kastın Cebriyye olduğunu ifade ederek, cebr fikri üzerinden hareketle Haşviyye’yi de itham etmiştir.
(Mâturîdî, (2002),s. 500) Onun bu tavrının sebebi ise, Ebû Hanife’nin iman görüşü ile Mürcii bir tavır içerisinde oluşu ve
kendisinin de bu gelenekten geliyor olmasıdır diyebiliriz. Mâturîdî’nin Mutezile ve Mürcie’ye karşı örneklendirdiğimiz
bu tavrının gerisinde, bilerek veya bilmeyerek benimsediği görüşü haklı gösterme veya karşıt grubu reddetme refleksi
olabilir. Bununla birlikte Mâturîdî, görüşlerini çürüttüğü, yanlış ve hatalarını ortaya koyduğu farklı fırka mensuplarını
doğrudan tekfir etmeye teşebbüs etmemiştir. (Sarıkaya, S., (2010), s.160-163.)
29 Mâturîdî, (2004-2010),V/258, 275; IV/49; VI/349-350; VII/33; XI/187; XIII/86, 174-175.

74
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

30 Mâturîdî, (2004-2010), XIV/46; Özcan, H., (1999), Mâturîdî’de Dini Çoğulculuk, İstanbul,M.Ü. İlahiyat Fakültesi Vakfı
Yay., s.46.
31 3.Âl-i İmrân/19.
32 3.Âl-i İmrân/85.
33 Ehl-i Kitap, “Yahudi veya Hıristiyan olursanız hidayete erersiniz” diyerek hak din iddiasında bulunmaktadırlar. (2.Baka-
ra/135)
34 3.Âl-i İmran/67.
35 Mâturîdî, (2004-2010), I/250-251.
36 Mâturîdî, (2004-2010), XIV/45.
37 Mâturîdî, (2004-2010), IV/249.
38 Mâturîdî, (2004-2010), I/47, 250-251, 266.
39 Mâturîdî’ye göre, kavmiyle tartışmaya girmeyen hiçbir peygamber yoktur. Mesela, Hz. İbrahim kavmiyle, Hz. Musa da
hem kavmiyle hem de Firavun’la Allah’ın varlığı ve birliğini ispat anlamında teolojik tartışmalar gerçekleştirmiştir. Bütün
bunlar da dinde tartışmanın yasak olduğunu söyleyenlerin görüşünü çürütmektedir. Mâturîdî, (2004-2010), II/327.
40 3.Âl-i İmran/66.
41 Ayrıca, Mâturîdî’ye göre “De ki: Ey Ehl-i Kitap! Bizimle sizin aranızda ortak bir söze gelin. Yalnız Allah’a ibadet edelim. O’na
hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilah edinmesin. Eğer onlar yüz çevirirlerse, deyin ki: Şahit
olun biz Müslümanlarız.” (3.Âl-i İmran/64) ayeti de din konusunda kâfirlerle mücadele ve münazaranın caiz olmadığını
iddia edenlerin görüşlerini geçersiz kılar. Ona göre, Ehl-i Kitap ile fikrî mücadele ve münazaraya cevaz verilmemesinin
sebebi, İslâm’ın delillerini ve burhanlarını bilmemektir. Mâturîdî, (2004-2010), XI/130.
42 16.Nahl/125.
43 Mâturîdî, (2004-2010), VIII/216.
44 Mâturîdî, (2004-2010), VIII/216.
45 “Kendilerine Kitap verilenlerden Allah’a ve ahiret gününe iman etmeyen, Allah’ın ve Resulünün haram kıldığını haram
saymayan ve hak din İslâm’ı din edinmeyen kimselerle küçülerek kendi elleriyle cizye verinceye kadar savaşın” (9.Tev-
be/29)
46 Önal, R., (2013), Ebû Mansur el-Mâtürîdî’ye Göre İslâm Dışı Dinler, Bursa, Emin Yay., s.120; Konuyla ilgili tartışmalar
hakkında geniş bilgi için bkz., Okuyan, M.-Öztürk, M., (2001), “Kur’an Verilerine Göre Ötekinin Konumu”, İslâm ve
Öteki; Dinlerin Doğruluk/Kurtarıcılık ve Birarada Yaşama Sorunu, ed., Cafer Sadık Yaren, İstanbul, Kaknüs Yay., s. 286 vd.
47 Mâturîdî, (2004-2010), XI/129-130.
48 Önal, R., (2013), s.120.
49 16.Nahl/90.
50 Mâturîdî, (2004-2010), VIII/217-218.
51 Mâturîdî’ninEhl-i Kitab’a bakışı ve Ehl-i Kitap ve diğer din mensuplarıyla kurulabilecek dinî ve dünyevî münasebetler
konusundaki görüşleri hakkında geniş bilgi için bkz.,Önal, R., (2013), s. 93-116.
52 Önal, R., (2013), s.138.

Kaynakça
AKBULUT, Ahmet, (2008), “Kelam Öğretiminde Temel Hareket Noktaları”, Kelam Öğretimi Sempozyumu, (20-22 Haziran
2008, Kızılcahamam-Ankara), Ankara, ss. 249-251.
ALTUNTAŞ, Halil, (2012), İslâm’da Din Hürriyetinin Temelleri, Ankara, Diyanet İşleri Başkanlığı Yay.
ARSLAN, Hulusi, (2013), Mâturîdî’de İnsanın Yaratılış Hikmeti, Malatya, Mengüceli Yay.
DÜZGÜN, Şaban Ali, (1997), Din, Birey ve Toplum, Ankara, Akçağ Yay.
ECER, Ahmet Vehbi, (2007), Büyük Türk AlimiMâturîdî, İstanbul,Yesevî Yay.
KUTLU, Sönmez, (2009), “Mâturîdî Akılcılığı ve Günümüz Sorunlarını Çözmeye Katkısı”, e-Makâlât Mezhep Araştırmaları,
II/1 (Bahar 2009), ss.7-41.
MÂTURÎDÎ, Ebû Mansur Muhammed b. Mahmud,(2002), Kitâbü’t-Tevhid, çev. Bekir Topaloğlu, İstanbul, İsam Yay.
, (2004-2010), Te’vilâtü’l-Kur’an, İlmi Neşre Hazırlayan, Ahmet Vanlıoğlu, İlmî Kontrol, Bekir Topaloğlu, İstanbul, Mizan Yay.
OKUYAN, Mehmet-ÖZTÜRK, Mustafa, (2001), “Kur’an Verilerine Göre Ötekinin Konumu”, İslâm ve Öteki; Dinlerin Doğru-
luk/Kurtarıcılık ve Birarada Yaşama Sorunu, ed., Cafer Sadık Yaren, İstanbul, Kaknüs Yay.
ÖĞÜK, Emine, (2010), Mâturîdî’nin Düşünce Sisteminde Şer-Hikmet İlişkisi, Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı Yay.
ÖZCAN, Hanifi, (1999), Mâturîdî’de Dini Çoğulculuk, İstanbul, M.Ü. İlahiyat Fakültesi Vakfı Yay.
, (2012),Türk Düşünce Hayatında Mâturîdîlik, Ankara, Cedit Nşr.
, (1994), “Mâturîdî’ye Göre, İman-İslam-İhsan ve Küfür İlişkisi”, Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, S. VIII,
İzmir, ss. 179-205.
ÖNAL, Recep, (2013), Ebû Mansur el-Mâturîdî’ye Göre İslâm Dışı Dinler, Bursa, Emin Yay.
SARIKAYA, Saffet, (2010), “Mâturîdî’nin Din Anlayışında Hoşgörü”, e-Makâlât Mezhep Araştırmaları, III/2, (Güz 2010),
ss.145-164.
TOPALOĞLU, Bekir-ÇELEBİ, İlyas, (2010), Kelam Terimleri Sözlüğü, İstanbul, İSAM Yay.

75
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Prof. Dr. Cağfer KARADAŞ


1964 yılında Sivas merkez Kartalca köyünde doğdu. 1984 yılında Kayseri
İmam-Hatip Lisesi’ni, 1989 yılında Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakül-
tesi’ni bitirdi. Aynı Üniversitenin Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde 1991’de
yüksek lisansını, 1997’de doktorasını tamamladı. 1992-1993 yıllarında
alanı ile ilgili araştırma yapmak için 8 ay Şam’da bulundu. Türkmenis-
tan Devlet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde 1999-2000 öğretim yılında
ders verdi. 1999 yılında Yardımcı Doçent, 2004 yılında Doçent, 2010 yı-
lında ise Profesör unvanını aldı. Evli ve iki çocuk babasıdır. Hâlen Ulu-
dağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Kelam Anabilim Dalında öğretim üyesi
olup 2012 yılında Abant İzzet Baysal Üniversite İlahiyat Fakültesi’ne De-
kan olarak görevlendirilmiştir. Çalışmalarını, İslam düşüncesinde Allah
ve âlem tasavvuru, kelâm atomculuğu, kelâm-tasavvuf-felsefe ilişkisi, ke-
lam tarihi ve kelam mezheplerinin oluşum ve gelişim süreçleri konula-
rında sürdürmektedir.

İmâm Mâturîdî’nin Etki Alanı


ve Muhyiddîn İbn Arabî
Giriş: Yaşadığı Çevre ve Hayatı
İmâm Mâturîdî döneminde Semerkant hem strate-
jik açıdan hem de tarım ve ticaret bakımından Orta
Asya’nın önemli ve önde gelen şehri konumundaydı.
Önemi, Hindistan, İran ve Türk egemenliği altındaki
bölgelerden gelen ticaret yollarının birleştiği bir ko-
numda bulunması ve topraklarının oldukça verimli
olmasından kaynaklanıyordu. Dolayısıyla şehir, sey-
yahlar tarafından yeşillikleri ve bostanları ile ünlü,
bolca sayfiye ve gezinti yerleri bulunan adeta “cen-
net” telakki edilen bir üne sahip olmuştu. Halkı gü-
zel ahlaklı ve gariplere yardımı seven bir topluluktu.
Şehrin etrafında düşmana ve yağmacılara karşı bir
sur yapılmış ve giriş kapıları oluşturulmuştu. Şehir-
deki ticarî canlılık, refahın artmasına yol açmış; bu-
nun da şehirdeki ilmî ve fikrî hayatın gelişmesine
büyük katkısı olmuştu. Zaman içinde İslam coğraf-
yasının en önemli ilim merkezlerinden biri haline ge-
len Semerkant’ın İslam ilim ve fikir hayatına büyük
katkılar sağlayan âlimler yetiştirdiği de bir gerçektir.

77
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Bu bölgede ilmî faaliyetin artmasının nedeni, Abbâsî ve İyazî’nin meclisindeki ders arkadaşı olan Hakîm
merkezi iktidarının gücünü kaybetmeye başlaması ve es-Semerkandî de onun bu büyüklüğünü ve önderli-
bunun aksine Horasan ve Maveraünnehir bölgeleri- ğini kabul etmiş olacak ki, Mâturîdî öldüğünde me-
nin kalıcı bir istikrara kovuşmuş olmasıdır. Bu sa- zar taşına şu ifadenin yazılmasını söylemiştir:
yede özellikle Semerkant, Buhâra, Belh ve Merv gibi “Bu kabir, bütün nefesini tüketerek ilim öğrenmiş
şehirlerin IV./X. ve V./XI. asırlarda yeni ilim merkez- olan, ilmin yayılması ve aktarılmasında bütün gay-
leri haline geldiği görülür. Bunlara Sâmânîlerin, mer- retini sarf eden ve dinle ilgili verdiği eserleri övgüye
kezden bağımsız olarak ülke genelinde geniş çaplı bir layık bulunan, ömrü boyunca meyvesi toplanan ulu
ilmî hareket başlamasına yönelik kuvvetli bir politika bir kişinindir.”
izlemelerini de eklemek gerekir. Bu dönemde yazılan
Mâturîdî’nin, hocası el-İyâzî’nin yanındaki itibarını
eserler incelendiğinde ele alınan konuların ve müel-
Ebü’l-Muîn’in naklettiği “hocası olan Ebû Nasr el-İ-
liflerin kullandığı üslubun, sözü edilen bu serbest fi-
yazî, Mâturîdî gelmeden derse başlamazdı” cümlesi
kir ortamını yansıttığı görülür. açıkça ortaya koymaktadır. Zaten Te’vilatü’l-Kur’an
Bu gelişmeler paralelinde, Ebû Nasr Ahmed el-İyâzî’nin ve Kitabü’t-tevhîd adlı eserleri, bu alanda yazılmış dö-
büyük gayretleri ile Semerkat’da Hanefi ekolunün farklı nemindeki eserlerle kıyaslandığında, oldukça üstün
bir versiyonu oluşmaya başladı. Bu okulun nasıl geliş- bir seviyede olduğu görülmektedir. Zaman içerisinde
tiğini Ebü’l-Muîn en-Nesefî’ninTebsıratü’l-edille adlı Semerkant Hanefî Okulu İmâm Mâturîdî’nin baskın
eserinden takip etmek mümkündür. Hanefî mezhebi, ilmî ve manevî kişiliği ile itikad açısından Matürîdiye
bu bölgeye Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî’nin öğ- Ekolü olarak anılmaya başlandı. Daha sonra mezhep
rencisi Ebû Süleyman el-Cüzcânî’nin arkadaşı olan bu isim altında başta Orta Asya olmak üzere Osmanlı
Ebû Bekir Ahmed b. İshak b. Sabîh el-Cüzcânî vası- coğrafyasında ve Hindistan’da yayıldı ve tanındı. Bu
tasıyla geldi. Hanefî mezhebinin bölgede kökleşme- geniş şöhretine rağmen İmâm Mâturîdî’nin hayatı
sini ve bir ölçüde kelamî karakter kazanmasını sağ- hakkında çok az bilgi bulabilmekteyiz.
layan şahıs ise Ebû Bekir el-Cüzcânî’nin öğrencisi Mâturîdî, Semerkant’ın bir köyü veya mahallesi olan
olan nesebi Hazrec kabilesine dayanan Ebû Nasr Ah- Mâturîd’de doğdu. Doğum tarihi hakkında kaynak-
med el-İyâzî’dir. Semerkant’ın Samanî valisi Nasr b. larda kesin bir bilgi bulunmamaktadır. Bununla bir-
Ahmed (250-279/864-892) zamanında Türk bölge- likte, 248/862 tarihinde vefât eden hocası Muham-
lerindeki bir savaşta esir düşen el-İyâzî, usûl ve furu med b. Mukâtil er-Râzî’ye talebelik edecek makul
konularında derin bir bilgiye sahip olmasının yanı bir yaş düşünülerek yaklaşık 238/892 civarında doğ-
sıra Mes’eletü’s-sıfat adlı eserinde özellikle Mu’tezile muş olabileceği ileri sürülmektedir. Ancak böyle bir
ve Neccâriyye’nin delillerine güçlü ve tutarlı eleştiri- kanaate itirâz edenler de vardır. Çünkü bu takdirde,
ler getirmesi; ayrıca onlarla fikrî mücadelede bulun- Mâturîdî’nin yüz yıla yakın yaşamış olması gerekir.
ması kelam ilminin bölgede gelişim düzeyini göster- Onun H. 333/944 yılında öldüğünden hareketle or-
mesi bakımından önemlidir. EbûNasr el-İyâzîşehid talama bir insan ömrünü hesaba katarak 256/870 ta-
düştüğünde içlerinde EbûAhmed ve Ebû Bekir adla- rihlerinde doğmuş olabileceğini söyleyenler de vardır.
rında iki oğlu ile Ebû Mansur el-Mâturîdî ve Hakîm Aslında Mâturîdî’nin doğum tarihindeki bu bilgi
es-Semenkandî gibi seçkin öğrencilerinin bulunduğu noksanlığı, tüm hayatı için de geçerlidir. Zira o, ta-
kırk kadar yetişmiş bilim adamını geriye bırakmıştı. raftarlarınca kendisine verilen “imâmü’l-hüda=hi-
Onun özellikle Mu’tezile’ye yönelik mücadelesi öğ- dayet imamı”, “imâmü’l-mütekellimîn=kelamcıların
rencileri tarafından sürdürülmüş, hatta oğullarından önderi”, “musahhihu ‘akâidi’l-müslimîn=müslüman-
Ebû Bekir el-İyâzî, ölümü esnasında kaleme aldırdığı ların inançlarını tashih eden”, “reîsu ehli’s-sünne=ehl-i
ve Mu’tezile ile kendi görüşleri arasındaki farklıları sünnetin önderi” gibi lakaplarla anılmasına rağmen
dile getiren el-Mesâilü’l-aşar el-İyadiyye adlı on mad- ne yazık ki, kaynaklarda onun şöhretine denk gele-
delik bir bildirinin Semerkant çarşısında okunma- cek genişlikte bir bilgi bulunmamaktadır. Kaynaklar-
sını vasiyet etmiştir. Onların bu mücadelesini hem daki bu sükûtun bir çok nedeni olmakla birlikte te-
Samanîlerin Semerkant valisi olan Nasr b. Ahmed mel neden Semerkant’ın merkeze olan uzaklığı olsa
hem de oğlu İsmail desteklemişlerdir. Bu dönemde gerektir. Mâturîdîliğin yanındaki diğer Sünnî kelam
ve bölgede baskın ilim ve fikir kişiliği ile öne çıkan mezhebi olan Eş’arîliğin merkezdeki gücü ve etkin-
en önemli kişi Ebû Mansur el-Mâturîdî’dir. Çağdaşı liği de İmâm Mâturîdî’nin tanınmasında negatif bir

78
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

etki meydana getirmiş olabilir. Özellikle Selçuklular gözlenmektedir. Muhtevasının birebir etkili olama-
döneminde Alpaslan ve Melikşah’ın vezirliğini yapan ması ya Hanefîler arasında o dönem ve bölgede ser-
Nizamülmülk’ün kurduğu Nizamiye medreseleri ile best düşüncenin hâkim olması ve herkesin özgürce
Eş’arîliği destekleyen bir politika gütmesi, Mâturîdî- kendi fikrini ifade etmesi ve savunması ya da Ebü’l-
liğin merkeze doğru yayılmasının engellemiş olması Yüsr el-Bezdevî’nin işaret ettiği gibi2dönemin alim-
da kuvvetle muhtemeldir. lerine Mâturîdî’nin bu eserinin üslubunun kapalı ve
Bütün hayatını ehl-i sünnet akidesinin müdafasına hacminin kabarık görünmesidir. Ancak sonraki eser-
hasreden ve bu çabaları neticesinde EbûHanîfe mez- lere kurgu ve anlayış noktasındaki etkisinin çok açık
hebinin en tanınmış mütekellimi ve Semerkant, Bu- olduğu da ortadadır. Sözgelimi, sonrasında kaleme
hara gibi önemli ilim ve siyaset merkezlerinin bu- alınmış olan Ebû Seleme es-Semerkandî’nin Cümeli
lunduğu Mâverâunnehir (Amuderya’nın öte tarafı) Usûli’d-dîn’i ile Ebü’l-Yüsr el-Bezdevî’nin Usulü’d-dîn’i
bölgesinin ehl-i sünnet ve’l-cemaatinin itikat alanında hem muhteva hem de kurgu noktasında Mâturîdî’in
reisi ünvanını hak kazanan Mâturîdî, 333/944 yılında eserinin örnek alındığını gösteren metinlerdir.
hayata gözlerini yummuş ve Semerkant’ın Câkerdîze Ebü’l-Muîn en-Nesefî’nin başını çektiği kelamla il-
mahallesinde, daha ziyâde âlimlerin gömüldüğü me- gilenen alimlerce Mâturîdî’nin bölgede Hanefîler
zarlığa defnedilmiştir. arasında itikatta imam kabul edildiği de çok açıktır.
Eseleri: Kitabu’t-Tevhîd: Bekir Topaloğlu ve Muham- Ancak Mâturîdî’nin bölgedeki ağırlığını tespite ya-
met Aruçi tarafından tahkikli neşri ve ayrıca Bekir rayacak elimizde yeterli materyalin olduğunu söyle-
Topaloğlu tarafından Türkçeye tercümesi yapılan mek de güçtür. Bununla birlikte Ebü’l-Yüsr el-Bez-
eser, Türkiye Diyanet Vakfı yayınları arasında ya- devî’nin onu Ehl-i Sünnet’in reislerinden saymasını
yınlanmıştır. sınırlı bir şöhrete sahip olduğu şeklinde görmemek
gerekir. Zira orada verdiği diğer bilgilere bakıldığında
Te’vilâtü’l-Kur’ân: Kur’an’ın tamamının dirayet yön-
onun şöhretinin çok daha eskilere dayandığı görü-
temi ile tefsiri olan eser, Te’vîlâtüEhli’s-Sunne adıyla
lebilir. Çünkü Ebü’l-Yüsr el-Bezdevî’nin dedesinden
Fatıma Yusuf Haymî tarafından yapılan tahkikli neşri
aktardığı bilgiler, Mâturîdî’nin şöhretinin daha eski
1425/2004 tarihinde Beyrut’ta basılmıştır. Ayrıca Be-
olduğunu göstermeye yetecek niteliktedir. Onun ifa-
kir Topaloğlu tarafından yapılan ikinci bir tahkikli
delerinden ceddinin Mâturîdî’nin hem Kitâbü’t-tev-
neşriİstanbul’da tamamlanmıştır.
hîd adlı kelam kitabını hem de Te’vilâtü’l-Kur’an adlı
Diğer eserleri: Risâle fi’l-‘Akâid, ReddüEvâili’l-Edille- tefsirini çok iyi öğrendiği bilgisini almaktayız. Ömer
li’l-Ka‘bî, ReddüTekzîbi’l-Cedelli’l-Ka‘bî, ReddüUsû- en-Nesefî’nin el-Kand adlı eserinde naklettiğine göre
li’l-Hamse li’l-Bâhilî, ReddüKitâbi’l-İmâmeliba‘di’r-Ravâ- Ebü’l-Yüsr’ün dedesi olan Abdulkerim b. Mûsâ, İmâm
fıd, er-Redd ‘ale’l-Karâmita, ReddüKitâbi’l-Ka‘bî fî Mâturîdî’nin öğrencisidir ve ondan fıkıh ve kelam
Va‘îdi’l-Füssâk, BeyânuVehmi’l-Mu’tezile.1 okumuştur.3 Bu bilgiler, Mâturîdî’nin IV./X. asırda
Mâturîdî’nin Etki Alanı bölgede bilinen ve eserleri okunan bir alim olduğunu
İmâm Mâturîdî’nin mezhep imamı kabul edildiği göstermesinin ötesinde kendisine ve eserlerine diğer
Mâturîdîliğin uzun süre Amuderya’nın öte yakası olan alimlere nazaran daha fazla değer verildiğinin bel-
Maveraünnehir ve civarına sıkışıp kalması ve fırak gesi niteliğindedir. Yine metinde geçen ‘kerametle-
edebiyatı içinde müstakil isimle yer almaması dola- rini hikaye etmesi” ifadesi halk nezdinde de önemli
yısıyla Ebû Mansûr el-Mâturîdî’nin mezhep imamlığı bir yere sahip olduğunun göstergesi olarak almak ge-
konusunda tartışmaların meydana gelmesine neden rekir. Çünkü Mâturîdî’nin sufîlik yönüne dair şu ana
olmuştur. Her ne kadar Mâturîdî’den önce Hanefîler kadar ciddi bir bilgi gelmiş değildir; dolayısıyla bura-
arasında kelam rengi taşıyan eserler yazılmış ise de daki kerametin zühd ve takva sahibi bir kimse olması
Horasan ve Maverünnehir bölgelerinde akide konu- dolayısıyla halk nazarında önemli ölçüde manevî bir
sunda günümüze ulaşan eserler incelendiğinde, Ebû itibara sahip olduğu şeklinde yorumlamak daha isa-
Mansûr el-Mâturîdî’nin Kitâbü’t-tevhîd’i dikkat çe- betli olur. Çünkü o dönem insanları özellikle alimleri
kici bir şekilde öne çıkmaktadır. Bundan sonra ka- zühd ve takvaya önem veren insanlardır.
leme alınan kelam rengi baskın eserlerin, muhteva iti- Öte yandan Ebü’l-Yüsr el-Bezdevî, ‘bid’at ehli’ dediği
bariyle olmasa bile şekil ve konuları ele alış yöntemi kimselerin dışında Ebü’l-Hasan el-Eş’arî, İbn Küllâb
itibariyle büyük ölçüde bu eserin etkisinde kaldığı el-Basrî ve Ebû Mansûr el-Mâturîdî’den oluşan üç

79
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

kişiye kitabında yer vermektedir. Bunun yanı sıra, Sonraki yüzyıllarda ise Mâturîdîliğin, Hanefîliğin
kitabının on yerinde Eş’arilerin Ebü’l-Hasan el-Eş’arî kelamî yönünü temsil eden itikadî mezhep şeklinde
için kullandıkları ‘eş-şeyh’4 ifadesini Ebû Mansûr el- gündemdeki yerini aldığını söylemek mümkündür.
Mâturîdî için kullanmakta, hatta iki yerde bu ifade ile Ancak Mâturîdîler arasında, Eş’arîlerde olduğu gibi
birlikte ‘el-imâm’5nitelemesine yer vermektedir. Bü- mezhepler tarihi çalışmaları çok fazla olmadığından
tün bunlar onun, Ebû Mansûr el-Mâturîdî’yi Hanefî- veya olanlar da henüz gün yüzüne çıkmadığından,
lerin kelam alanındaki temsilcisi olarak gördüğünün diğer mezheplerden fırak edebiyatı ile uğraşanların
ve takdim ettiğinin önemli delilleridir.6 da Maveraünnehr’i bu anlamda göz ardı ettiklerinden
V./XI. asırda yaşamış olan Maveraünnehir alimlerinin bu bölge dışındaki İslam dünyasında mezhep olarak
bir çoğunun Ebû Mansûr el-Mâturîdî’yi, Ebü’l-Hasan anılması büyük ölçüde ancak bazı Osmanlı müellif-
el-Eş’arî karşısında imam kabul ettiklerini müşahede lerince gerçekleştiği ihtimal dâhilindedir. Onun Ma-
ediyoruz. Yukarıda Ebü’l-Muîn en-Nesefî’den naklen veraünnehir dışındaki etki alanını da ancak bu şe-
verilen bilgiler bizi bu kanıya güçlü bir şekilde götür- kilde tespit edebiliyoruz.
mektedir. Öte yandan Ömer en-Nesefî (ö. 537/1142), Ne yazık ki bazı Hanefî ve Şafiî müelliflerce İmâm
Alaüddin es-Semerkandî (ö. 538/1144), Alaüddin Mâturîdî bir Hanefî âlimi sayılmış ve mezhep önder-
el-Üsmendî (ö. 552/1157) ve Rükneddîn es-Semer- liği göz ardı edilmiştir. Nitekim 480/1092 tarihinde
kandî (ö. 703/1303), gibi şahısların onu imam tanı- Gazne’de Beyânü’l-edyân adıyla Farsça fırak kitabı
ması anlamlıdır. Bu müelliflerin eserlerinde Mâturî- yazan Ebü’l-Meâlî Muhammed b. Ubeydullah el-Hü-
dî’den bahsederken ‘imamü’l-hüdâ’ (hidayet imamı) seynî el-Alevî adlı bir Hanefî âlimi Sünnî mezhep-
nitelemelerini ön plana çıkarmalarını önder kimliği- leri Ehl-i Hadis ve Ehl-i Rey olarak ikiye ayırmakta
nin bir göstergesi kabul etmek gerekir.7Nureddîn es- ve Davudiyye (Zâhirîlik), Şâfiiyye, Malikiyye, Han-
Sâbûnî ise kitabında onun için ‘ehl-i sünnetin reisi’ beliyye ve Eş’ariyye’yi Ehl-i hadis kapsamında değer-
(reîsü ehli’s-sunne) ifadesine yer verir.8Ünlü Hanefî lendirirken, Ehl-i Rey’in sadece Hanefîlikten ibaret
müfessir, fakih ve kelamcısı Ebü’l-Berekât en-Ne- olduğunu belirtmektedir.12Aynı şekilde Mâturîdî’ye
sefî (ö. 710/1310), Ahsiketî’nin el-Müntehab fî usû- nispet edilen bir esere şerh yazan Şafiî alimi Tacüd-
li’l-mezheb adlı fıkıh usûlü kitabına yazdığı şerhte din es-Sübkî (771/1370), eseri yazış amacının Eş’arî-
Ebû Mansûr el-Mâturîdî’yi, “Semerkand meşâyihi- lerin inanç esasları ile Hanefîlerin inanç esaslarının
nin imamı” olarak tanıtır.9 aynı olduğunu göstermeyi hedeflediğini belirtmesin-
Buraya kadar verilen bilgilerden IV./X. asırda Mâturî- den Mâturîdîliği müstakil bir mezhep saymadığını
dî’nin kelam alanında mezhep önderi olarak ön görmekteyiz.13Sivas doğumlu olmakla birlikte haya-
plana çıktığı V./XI. ile VI./XII. asırda ise bu önder- tını Mısır’da geçiren Hanefî mezhebine mensup İbn
liğinin tescil edildiği ve artık ‘itikatta imam’ kabul Humâm ise, Mâturîdî’yi bir mezhep imamı olarak
edildiğini söylemek mümkündür. Nitekim Fahred- görmemekle birlikte, ondan itibaren itikadî mesele-
din er-Razî, Kitâbü’l-erbaîn fî usûli’d-dîn adlı ese- lere bakışta Hanefî mantalitede bir değişimin gerçek-
rinde Ebû Mansûr el-Mâturîdî es-Semerkandî’nin leştiğini de itiraf eder.14
‘ru’yetullah=Allah’ın görülmesi’ hakkındaki görü- Bununla birlikte Mâturîdî âlimi Ömer en-Nesefî’nin
şüne katıldığını belirtmekte10; VI/XII. asrın ikinci Akîde metni üzerine Şerhu’l-akâid adlı eser yazan Eş’arî
yarısında Maveraünnehir’de Hanefî âlimleri ile mezhebine mensup SadüddînTeftazânî (ö. 793/1390)
yaptığı münazaraları derlediği kitabında ise ‘Ebû ise, Şerhu’l-Makâsıd adlı hacimli eserinde Mâturîdî-
Mansur el-Mâturîdî ve onun takip edenler’ ifade- liği bir mezhep olarak vermektedir:
sini kullanmaktadır: “Maveraünnehir bölgesinde Mâturîdiyye bulunmak-
“Maveraünnehir halkının Allah’ın kadîm, zatı ile tadır. Bunlar Ebû Mansûr el-Mâturîdî’nin öğrenci-
kâim ses ve harflere ihtiyaç duymayan bir kelâm ile sidir. O, Nasr b. İyaz’ın, o, Ebû Süleyman el-Cüz-
konuştuğu görüşü Eş’arilerin görüşü gibidir. Ara- cânî’nin arkadaşı olan Ebû Bekir el-Cüzcânî’nin; o
daki fark ise Eş’arî’nin ‘Allah’ın bu kelamı işitilebi- da, Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî’nin öğrencisi-
lirdir (mesmu’)’ şeklindeki sözüdür. Ebû Mansur el- dir. Mâturîdî Semerkand’ın köylerindendir. Eş’arîlerle
Mâturîdî ve Maveraünnehir’deki takipçileri ise ‘bu Matürîdiler arasında tekvîn, imanda istisna ve mu-
kelamın işitilmesinin imkânsız (mümteni) olduğu’ kallidin imanı gibi bazı meselelerde ihtilaflar mey-
görüşündedirler.”11 dana gelmiştir.”15

80
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Teftâzânî’nin çağdaşı olan ve amelî konularda Ha- nazar ile derin düşünülünce, Mâturîdiyye’nin haklı
nefî içtihat sistemini benimseyen Seyyid Şerif Cür- olduğu ortaya çıkıyor. İhtilaflı kelamî meselelerin
cânî ise Osmanlı medreselerinde kelam kitabı olarak hepsinde bu fakîr Mâturîdiyye alimlerine muvafık
okutulan hacimli eseri Şerhu’l-Mevâkıf’ta Ebû Mansûr ve onlarla hemfikirdir. Gerçek şu ki, büyük zatlar
el-Mâturîdî’den ‘şeyh’ olarak bahsetmekte ve Fahred- (Mâturîdîler) sünnet-i seniyyeye uymaları sebebiyle
din er-Razî’de olduğu gibi ‘ru’yetullah’ konusunda büyük bir kıymet sahibidirler. Muhalifleri ise felsefî
onun görüşünün isabetliliğine dikkat çekmektedir.16 konulara bulaştıkları için, o değeri elde edememişler-
IX./XV. asırlarda özellikle Osmanlı ulemasının Mâturî- dir. Her ne kadar iki grup da hak ve doğru yol üzere
dî’yi mezhep imamı, Mâturîdîliği ise mezhep olarak iseler de, durum böyledir.”23
açıkça kaydettiklerini görüyoruz. Sözgelimi Hayalî Yine o bölgenin ünlü dil uzmanı ve kelamcılarından
Ahmed Efendi (ö. 875/1470) Şerhu’l-akâid’e yazdığı Siyalkûtî (ö.1067/1656), Celaleddîn ed-Devvânî’nin el-
ve Hayâlî adıyla meşhur olan eserinde “Ehl-i Sün- Celâl diye meşhur eseri üzerine yazdığı hâşiyede firka-i
net, Horasan, Irak, Şam gibi birçok bölgede Eş’ariler nâciyenin, Eş’ariler olduğunu iddia eden Adudüddîn
ile Maveraünehir bölgesinde Ebû Mansur el-Mâturî- el-Îcî’yi destekleyen müellife karşı, Mâturîdîliğin ve
dî’nin ashabı olan Mâturîdîlik’ten oluşur” ifadesi ile hatta sahabe, tabiûn ve tebeü’t-tâbiîn’den müteşekkil
Mâturîdîliği mezhep saymakta İmâm Mâturîdî’yi selef-i salihînin de Ehl-i Sünnet olarak değerlendiril-
ise mezhep önderi kabul etmektedir.17Taşköprîzade mesi gereğini dile getirir.24Yine aynı bölgeden Tehâ-
(ö.968/1561) ise Miftâhu’s-saâde adlı eserinde Ehl-i nevî (ö.1157/1745), “EbûMansûr el-Mâturîdî ve tabiî-
Sünnet’in iki imamından birisinin Ebû Mansûr el- leri” ifadesi ile İmâm Mâturîdî’yi bir mezhep imamı
Mâturîdî olduğunu belirtmektedir.18İsmaîl Gelenbevî, olarak değerlendirmekte25, ünlü Hanefi fakihi Lek-
Celaleddîn ed-Devvânî’nin el-Celâl diye meşhur eseri nevî (ö. 1304/1886) ise, Mâturîdî’yi ‘imamü’l-müte-
üzerine yazdığı hâşiyede Eş’arilik’ten ayrı olarak “Ebû kellimîn’ olarak nitelemektedir.26
Mansur el-Mâturîdî’nin Ashabı” dediği bir kesimden Muhyiddin İbn Arabî
bahseder.19 Hızır Bey’in Kasîde-i Nûniyye’si üzerine
Muhyiddin Ebû Abdullah Muhammed b. Ali İbn
Türkçe şerh yazan İsmail Gelenbevî’nin (ö. 1205/1790)
‘Arabî el-Hâtemî et-Tâî el-Endelusî, Endülüs’ün Mür-
damadı Muhammed Şükrî İbrahim b. Ahmed Atâ,
siye (Murcia) şehrinde 560/1165 tarihinde dünyaya
mezkûr kasidenin, Ebû Hanife’nin el-Fıkhu’l-ekber ve
geldi. Babası Ali b. Muhammed’in ünlü filozof İbn-
diğer eserlerinden yararlanmak suretiyle yeni bir üs-
Rüşd ile de dostluğu bulunan bir zattır, Annesi ise,
lup ortaya koyan Ebû Mansur el-Mâturîdî’nin çizgisi
dindarlığına gıpta edilen bir kadındır. İbn ‘Arabî se-
üzere yazılmış olduğunu dile getirir.20Edirne Müf-
kiz yaşına kadar doğduğu yer olan Mürsiye’de ya-
tüsü Mehmet Fevzi, el-Celâl üzerine yazdığı şerhte,
şadı. Sekiz yaşında ailesi ile birlikte 568/1173 İşbiliye
Mâturîdîliğin Ehl-i Sünnet içerisinde ayrı bir mez-
kentine taşındı. Bu şehirde tanıştığı Ebû Ca’ferAh-
hep olarak değerlendirilmesi gereği üzerinde durur.21
med el-Arabî’den ibadet ve zühde yönelme zevkini
Hint Alt kıtası âlimleri arasında da İmâm Mâturî- tattı. Tasavvufla tanışması da bizzat bu şehirde ger-
dî’nin mezhep imamı olarak görüldüğü, o bölgenin çekleşti. Bir arkadaşı vasıtasıyla tanıştığı ünlü Mağ-
önemli sufî temsilcilerinden mücadele adamı, İmam rib’li Sufî Ebû Medyen’in öğrencisi Ebû Ya’kûb Yû-
Rabbânî Ahmed es-Sirhindî’nin (ö. 1034/1624) el-Mek- suf b. Yahlef el-Kûmî el-Abesî ile birlikte tasavvufu
tubât adlı eserindeki itikatla ilgili mektuplarının muh- ve tasavvufî hayatı tanımış oldu. 580/1185 yılı onun
tevalarından anlaşılmaktadır. Anılan mektuplara ba- düzenli tasavvufî hayata giriş yılıdır. Bu yola giri-
kıldığında itikat çizgisinin bütünüyle Mâturîdî inanç şinde Ebü’l-Abbas Ahmed el-Ureynî’nin önemli öl-
esasları doğrultusunda olduğu görülür.22Öte yandan çüde katkısı vardır.
onun Rabbânî İlhamlar adıyla Türkçeye çevrilen Mebde İbn Arabî daha henüz gençliğinin ilk yıllarında İş-
ve Mead Risalesi’inde “Hanefî ve Mâturîdî Mezhep- biliye’de iken babası tarafından dostu olan ünlü fi-
lerinin Fazileti” başlığı ile özel bir bölüm ayırmıştır. lozof İbn Rüşd ile görüşmesi için Kurtuba’ya gönde-
Şu sözleri onun İmâm Mâturîdî’ye ne kadar bağlı ol- rildi. Onun İbn Rüşd ile karşılaşması esrarengiz bir
duğunu göstermesi bakımından önemlidir: sahne içerisinde gerçekleşti; sadece ikisinin anladığı
“Mâturîdiyye ve Eş’ariyye mezheplerinin tartışmalı ol- karşılıklı kısa bir konuşmanın ardından vedalaşıp
duğu konuların çoğunda ilk bakışta Eş’arîlerin haklı ayrıldılar. İkinci buluşma İbn Rüşd’ün cenazesinde
olduğu akla geliyor, ancak firâset nuru ve keskin bir gerçekleşti. O, 595/1199 yılında Merakeş’de ölen ve

81
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Kurtuba’ya nakledilen İbn Rüşd’ün cenazesinde ha- olan Malatya’ya giden İbn Arabî, orada Antakya’da
zır bulunan az sayıdaki insandan biri idi. iken mektubunu aldığı Sultan Keykavus’a çeşitli na-
Kadın bilgin ve ermişler ile de görüşen İbn Arabî, bu sihatler içeren bir mektup yazdı. 612/1216 yılının bir
çerçeveden olmak üzere Endülüs’ün Zeytûn beldesin- Ramazan ayında Sivas’ta bulunduğu sırada Sultan’ın
deki Merşane’den Şemsu Ümmi’l-Fukarâ ile İşbiliye’de Antakya’yı muhasara ettiği haberini aldı, fethin mü-
karşılaştığı ve hizmetinde bulunduğu doksan yaşın- yesser olması için dualar etti.
daki Fatımâ b. Ebi’l-Müsenna el-Kurtubî’den istifade İbn Arabî, 617/1220 yılında Halep şehrine uğrayarak
etti. İlk evliliğini manevî tecrübe sahibi ve sâliha bir tahminen 618/1221 veya 619/1222 yılında Şam’a (Dı-
kadın olarak nitelediği Meryem binti Muhammed b. maşk) geldi ve sürekli olmak üzere oraya yerleşti. Ha-
Abdûn b. Abdurrahman el-Becâî ile yaptı. İkinci ev- yatının kalan kısmını bu şehirde geçiren İbn Arabi,
liliğini ise Mekke ve Medine (Harameyn) emîrinin meşhur eseri Füsûsü’l-hikem’i bu şehirde yazdı ve ünlü
kızı olan Fatıma binti Yunus ile gerçekleştirdi. eseri el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye adlı eserini tamamladı.
İbn Arabî 591/1194 yılında Cebel-i Tarık boğazı yo- Kendisi el-Futûhâtü’l-Mekkiye adlı eserinin sonunda,
luyla Mağrib bölgesinin önemli kentlerinden Fas’a eserini titiz bir çalışma ile ikinci kez yazdığını belir-
gitti, 592/1196 senesinde İşbiliye’ye tekrar döndü. İş- tir ve 636/1238 yılının Rebîü’l-evvel ayının 24. günü
biliye’li ünlü mutasavvıf EbûMedyen’i (ö. 594/1197) yani ölümünden iki yıl önce tamamladığını not eder.
görebilmek için Kuzey Afrika’ya geçti. Oraya ulaştı- 638/1240 yılında bir cuma gecesi 77 yaşında iken ahi-
ğında Ebû Medyen ölmüş olduğundan ancak mürit- rete irtihal eden İbn Arabî Şam’daki Kasiyûn dağı-
leriyle görüşebildi. İbn ‘Arabî, Kuzey Afrika’da Me- nın eteğine defnedildi; kabri üzerine Osmanlılar dev-
rakeş’e uğradı, 595/1198 tarihinde el-Meriye şehrinde rinde bir türbe ve yanına cami yapıldı.27
Endülüs tasavvuf ve düşünce geleneğinin önemli tem-
İbn Arabî’nin Düşüncesinde Mâturîdî Çizgiler
silcilerinden biri olan İbnü’l-Arîf’in (ö. 536/1141) önde
gelen müritleriyle buluştu. Burada Mevâkiü’n-nücûm Muhyiddinİbn Arabî’nin doğrudan Mâturîdî’nin dü-
adlı risalesini yazdı. Buradan doğu seferine çıktı. Bu şüncesinden etkilendiğine dair elimizde bir veri veya
yolculukta Tunus ve Kahire onun önemli durakla- belge bulunmamaktadır. Ancak iki düşünce arasında
rıdır. Kahire’den Mekke’ye hareket etti. İbn Arabî, ciddi benzerliklerin bulunduğu da bir gerçektir. Bu
Mekke’de büyük ilgi ve saygı gördü, tanıştığı Mekî- benzerliklerin bir etkilenme ile mi yoksa aklın yolu
nüddin Şuca’ adında bir zattan Tirmizî’nin Sünen’ini birdir sözü gereği iki düşünce adamının benzer hu-
okudu, salih bir adam diye nitelediği Muhammed b. suslarda buluşmaları mıdır tam olarak kestiremiyoruz.
Halid es-Sadefî et-Tilimsânî adlı şahsa İmam Gaz- Benzerlik üç noktada söz konusudur. Bunlar Allah’ın
zâlî’nin İhyâuulûmi’d-dîn adlı eserini okuttu. Mek- varlığının ve birliğinin akılla bilinebileceği, Allah’ın
ke’de iken manzum eseri Tercümânü’l-eşvâk ile ku- fiili sıfatlarının temel bir sıfat altında toplanması ve
dsî hadisleri derlediği Mişkâtü’l-envâr’ı kaleme aldı. bunların hadis değil kadim olması ve son olarak ke-
Eserlerinin en hacimlisi ve bütün fikirlerini ihtiva lam sıfatının lafzi ve nefsi ayrımının yapılmasıdır.
eden el-Fütûhâtü’l-mekkiyye’yi 599/1202 yılında Ha- Allah’ın Varlığının ve Birliğinin Akılla Bilinmesi
rem-i Şerif’te yazmaya başladı. Taif seyahati de yapan
Daha önce geçtiği gibi İbn Arabî, Allah’ı bilmek hu-
İbn Arabî, orada Hilyetü’l-ebdâl adlı kitabını yazdı.
susunda nazar ve istidlal yolunu pek emin bir yön-
İbn Arabî 601/1204 tarihinde Mekke’den Bağdad’a tem görmemekle birlikte, yine de bunu Allah’ı bilme
geçti ve Muhammed Bekrî adlı bir zattan Kuşeyrî’nin vasıtalarından biri olarak kabul eder ve keşf ile na-
(ö. 465/1072) ünlü eseri er-Risâle’yi okudu. 601/1204 zar yolu dışında Allah bilgisine sahip olan kişinin
yılında Musul’a uğradı ve orada Muhadaratü’l-ebrâr taklit ehlinden sayılacağını belirtmek suretiyle na-
ve müsâmeratü’l-ahyâr adlı eserini kaleme aldı. zar yöntemine de kıymet atfeder.28Nitekim ona göre
Anadolu’daki ilk ziyaretini İbn Arabî, Sultan Keyka- Allah’ın zâtı konusunda olmamak şartıyla hatalı da
vus’u ziyaret maksadıyla Konya’ya yaptı, Sultan ta- olsa düşünce üretmek (nazar) isabetli taklitten daha
rafından iyi karşılandı ve hediyelerle taltif olundu. değerlidir.29 Bu yolu güvenilir saymamasının sebebi
Konya’da bir müddet kalan İbn ‘Arabî ünlü takipçi- ise şudur: Allah sonsuzdur (la yetenâhî), insanın ilmi
lerinden Sadreddin Konevî (ö. 673/1274) ile görüştü ve aklı ise sınırlı ve sonludur dolayısıyla akıl ancak
ve onun üzerinde derin etkiler bıraktı. Konya’dan kendi sınırlı alanını ve Allah’ın ilham ettiği ya da rasul
Kayseri yoluyla Anadolu’daki esas konaklama yeri göndererek haber verdiği bilgileri kavrayabilir.30Ona

82
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

göre akıl bir şeyi cevherine, tabiatına, haline ve gö- Mâturîdîlerin kabul ettiği “tekvîn” sıfatını çağrıştıran
rünüşüne bakarak bilebilir. Allah bu gibi olgu ve du- kudret sıfatının “yaratma” boyutu şeklinde de anla-
rumların dışında olduğuna göre aklın sınırlı kapasi- şılması mümkündür. “Kavl” sözlükte “ka-ve-le” fii-
tesi ile O’nu bilmesi imkan dahilinde değildir. Ancak linin masdarı olup “söylemek” veya “demek” anlam-
“Akıl, Allah hakkında hiçbir bilgi edinemez mi?” so- larına gelen bir kelimedir. Kur’ân’da faili Allah olan
rusuna olumsuz cevap vermez. Aklın, Allah’ın var- fiil ve masdar kalıbında sıkça geçmekle birlikte37di-
lığı, âlemin ona muhtaç olduğu ve yaratıcının birliği ğer isim ve sıfatlarda olduğu gibi Allah’ın ismi veya
bilgisine ulaşabileceğini, zâten bizden istenen bilgi- sıfatı şeklinde geçmemektedir Ancak İbn Arabî hem
lerin de bundan ibaret olduğunu31belirtir ve aklın bu fiilin failinin hem de masdarın izafe edildiği zami-
bilgilere olumsuzlama (selb) yoluyla ulaştığının altını rin sahibinin (merci’inin) Allah olmasını göz önüne
çizer.32Yine akıl bu bilgilere enfüsteki (insanın ken- alarak “kâil” şeklinde bir sıfat elde etme yoluna git-
dinde ve âlemde) bir takım delillerle ulaşır. Bu delil- miştir. Yukarda geçen görüşüne delil olarak “Biz, bir
ler kişiyi birinci planda âlemin hâdis olduğu düşün- şeyin olmasını istediğimiz zaman ona sözümüz sa-
cesine, ikinci planda ise bu hâdisin bir muhdisinin dece “ol” dememizdir. O da hemen oluverir.”38mealin-
olması gerekliliğinden hareketle Allah’ın varlığına deki ayeti getirir. Yaratma bahsinde geleceği gibi İbn
götürür.33Onu akla karşı ihtiyatlı davranmaya iten Arabî “yoktan yaratma”yı kabul etmediği için bura-
temel bir sebep de, akıl yoluyla Allah hakkında kap- daki “ol” emrini “bir nevi yokluktan varlığa geçme-
samlı bilgi edinilebileceğini iddia edenlerin sürekli ih- nin bir simgesi” olarak görmektedir. Zira her şey Al-
tilaf içinde olmaları, birinin tarif ve tavsif ettiği Tan- lah’ın ilminde mevcuttur, yaratma denilen şey orada
rı’nın diğerinden farklılık arzetmesi, bundan da öte bulunan prototiplerin (a‘yân-ı sâbite) isimlerin aracı-
bu farklılıklardan dolayı birbirlerini tekfir etmeleri- lığı ile varlık sahnesine çıkmasıdır.
dir. Hâlbuki Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e kadar, Onun sisteminde isim-sıfat ilişkisi ele aldığı yerde
aralarında uzun bir zaman dilimi olmasına rağmen İsferâînî’ye referansta bulunarak sıfatları, isimleri
peygamberler arasında ihtilaf olmamıştır.34 bünyesinde toplayan küllî isim, kendi ifadesiyle üm-
İbn Arabî’nin bu değerlendirmesi başta İmâm Mâturîdî mehâtü’l-esmâ (isimlerin anaları) olarak görür ve
olmak üzere Mâturîdiye mezhebinin adeta resmi gö- yine onları ilk sıraya yerleştirir. Ümmehâtü’l-esmâ
rüşüne uygun düşmektedir. Nitekim Mâturîdîler dediği sıfatlar bazı isim farklılığı olmakla birlikte as-
de Allah’ın varlığının ve birliğinin akıl yoluyla bi- lında kelâmcıların subutî sıfatlarına denk düşmek-
linebileceğini kabul etmekle birlikte İbn Arabî’nin tedir. Farklı olarak kudret sıfatının yaratma boyutu
daha ötesini bilmeye yönelik çekincelerine katılır- olan “kavl” sıfatından sözeder. Bu da Mâturîdîlerin
lar.35Çünkü aklın daha ötesini bildiğini iddia etmek kelâm sistemindeki “tekvin” sıfatını çağrıştırmaktadır.
hem peygamberlik hem de din müessesini gereksiz İbn Arabî’nin kavl ve kail şeklindeki sıfat önerisi Ha-
kılacak bir anlayışa işaret eder. Peygamberlik bir ger- nefilerin bir kolu olan Kerramiye mezhebinde de gö-
çeklik olduğuna göre ve din de bir peygamberin ge- rülmektedir. Onlara göre de Yüce Allah yarattığı var-
tirdiği habere dayandığını hatta neredeyse o haber- lıkları kavl sıfatı ile var etmektedir. Görünen o ki, İbn
den ibaret olduğuna göre aklın rolü bu dini makul Arabî’nin bu düşüncesi Mâturîdîlerle kısmî benzerlik
çerçevede anlamak ve anlamlandırmak olmalıdır. arz etse de Kerramilerin düşüncesi ile tam bir ben-
Bunu ötesine geçmesi yeni bir icat etmesi anlamına zerliği söz konusudur.39
gelir ki, bunu hiçbir kelamcının kabul etmesi müm-
kün değildir. Neticede İbn Arabî aslında kelam dü- Kelâm
şüncesinde var olan bir gerçekliği kendi ifadeleri ile İbn Arabî geleneksel kelâm düşüncesine paralel bir
izah etmekte ve bir nevi aklın ortak yolunda Mâturî- şekilde kelâm sıfatının kadîm ve ezelî olduğunu ve di-
dîlerle buluşmaktadır. ğer sıfatlara göre bir fark bulunmadığını, insanlardaki
Kudret ve Kavl gibi Allah’ın harf, ses ve herhangi bir organa ihtiyaç
duymaksızın konuştuğunu (mesela Allah’ın Musa ile
İbn Arabî kelam sıfatının yanında bir kavl sıfatı daha diyaloğunda olduğu gibi40)kabul eder.41Kelâm sıfatı-
öngörmektedir. nın varlığına peygamber gönderilmesini delil olarak
Ona göre bu sıfat, kudret sıfatıyla aynı işlevi gör- getirir. Zira peygamber “söz” getirmektedir, söz ge-
mektedir.36Aslında onun önerdiği bu kavl sıfatı kud- tiren, kendisini bu sözle gönderenin kelâm sıfatının
ret sıfatının bir tezahürü kabul edilebileceği gibi, bulunduğunun en büyük delilidir.42Bununla birlikte

83
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

kelâmın Allah’a nisbetinin mahiyetinin bilinemeye- içinde var olduğu anlamına gelir. Bununla birlikte
ceği, bu konuda ileri sürülecek bilgilerin şeriata da- iman konusuna yaklaşımı, müteşâbihât hususunda
yanması gerektiğini belirtir ve Mutezilenin “kelâm”ı te’vilin benimsenmesi, tekvin sıfatının öncelikli bir
mahlûk (yaratılmış/hâdis), Eş‘arîlerin kadîm kabul konu haline getirilmesi gibi ayrıntılar dikkate alın-
etmelerini eleştirir.43Mâturîdîlerin nefsî ve lafzî ayrı- dığında Mu’tezile ve ona muhalif olarak ortaya çık-
mına benzer bir taksime giderek kelâmın işitilmesi ve mış bulunan İbn Küllâb el-Basrî ve Ebü’l-Hasan el-
işiten yönünden hâdis (sonradan olma), işittiren (Al- Eş’arî’ye alternatif bir kelamî yapı görüntüsü verir.
lah) yönünden kadîm olduğunu vurgular.44Ona göre Bu yönü itibariyle Mâturîdîlik sistematik anlamda
kelâm, kelâm olma bakımından birdir, ayrılık sözün bir kelam mezhebidir.
muhataba ulaşmasında meydana gelir ve emir, nehiy, Ancak mezhep uzun süre Maveraünnehir bölgesi ile
haber, talep gibi kısımlara ayrılır.45 sınırlı bölgesel bir mezhep görünümünde kalmıştır.
Sonuç Her ne kadar Ebü’l-Muîn en-Nesefî, mezhebin Ho-
Hanefî bir coğrafyada ve Hanefî mezhebi mensupla- rasan dâhil geniş bir coğrafyada etkili olduğunu ve
rının teşebbüsleri ile ortaya çıkmış olan Mâturîdîlik, taraftarlarının bulunduğunu söylüyorsa da, bunu
Eş’arîlikten bağımsız ve nispeten eşzamanlı olarak kanıtlayacak elimizde yeterince bilgi ve bulgu yok-
ortaya çıkmış bir mezheptir. İtikadî ve fikrî kökleri- tur. Mezhebin evrenselliği, Karahitaylar ve Moğolla-
nin Hanefîliğe dayanması itibariyle düşünüldüğünde, rın Mâveraünnehr’e yönelik saldırı ve işgalleri sonra-
Ebü’l-Mu’în en-Nesefî’nin görüşü doğrultusunda sında oradaki ulemanın batıda Irak, Suriye, Mısır ve
Eş’arîlikten önce olduğunu söylemek bile mümkün- Anadolu coğrafyasına gelmeleri, güneyde ise Hint Alt
dür. Çünkü Mâturîdîliğin mezhebî çatısı ve temel de- kıtasına intikalleri ile gerçekleşmiştir. Bu da mezhe-
ğerleri büyük ölçüde içinden çıktığı Hanefîliğe aittir. bin özellikle eşzamanlı hüküm sürmüş olan batıda
En genelde sıfat görüşünden özelde Kur’an’ın ne ol- Osmanlı ve güneyde Babürlü coğrafyasında hâkim
duğu meselesine, oradan iman ve kader konusuna ka- ve görünen bir mezhep olmasını sağlamıştır. Bu böl-
dar mezhep üzerinde Hanefîlik rengi büyük oranda gelerdeki Hanefî ulemanın kendilerini itikadî olarak
baskındır. Zaten bu mezhebi Hanefîliğin devamı sa- Eş’arîliğe değil de Mâturîdîliğe nispet etmeleri mez-
yanlar da, mezhebin bu yönüne ve görüntüsüne dik- hebin cihanşümul bir karakter kazanmasına yardım
kat çekerler. Aslında ne mezhebin imamı kabul edilen etmiştir. Her ne kadar İbn Hümâm es-Sivasî gibi ken-
Ebû Mansûr el-Mâturîdî’nin ne de mezhebin en güçlü disini itikadî olarak da Hanefî kabul eden fakihler
temsilcisi sayılan Ebü’l-Muîn en-Nesefî’nin Mâturî- çıkmış olsa bile bu gerçek değişmemiştir. Bugün dahi
dîliğin bu yönüne ve görüntüsüne bir itirazı vardır. amelde Hanefî olanların kendilerini itikatta Mâturî-
Özellikle Ebû Mansûr el-Mâturîdî, kendisini samimi dîliğe nispet ettikleri görülen bir gerçektir.
bir Ebû Hanife taraftarı ve takipçisi kabul eder. Mez- Sufi düşüncenin önde gelenlerinden Muhyiddîn İbn
hebin şekillenmesinde ve mezhep olarak anılmasında Arabî’yi etkileyip etkilemediğini tespit etmek zor ol-
büyük payı olan Ebü’l-Muîn en-Nesefî ise, mezhe- makla birlikte İmâm Mâturîdî’den yaklaşık üç yüz
bin kardeş ve rakip mezhep olan Eş’arîlik’ten daha yıl sonra yaşamış olan bir sufinin belli noktalarda
kadîm olduğunu açıklama sadedinde özellikle Ebû onunla örtüşüyor olması önemlidir. Bu de bize as-
Hanife’ye dayanan yönünü öne çıkarır. lında ister sufi düşünce isterse kelami düşünce olsun
Durum bu ise, Mâturîdî mezhebinin Hanefîlikten makul bir çizgide İslam düşüncesinin buluştuğunun
ayrılan yönü nedir? Bu sorunun hem olumlu hem önemli göstergesidir. Her ne kadar bazı çevrelerde su-
de olumsuz birden fazla cevabı vardır. Belki en ka- filik akıl dışı bir alan gibi gösterilmeye çalışılsa bile
bul gören cevabı, Mâturîdîliğin usûl ve üslup itibariyle aklında İbn Arabî düşüncesinde görüldüğü gibi bu
Hanefîliğe göre daha kelamî bir mezhep olmasıdır. düşüncenin de makul bir çerçeveyi hedeflediği gö-
Ancak Ebû Hanife’ye nispet edilen ve Mâturîdîliğin rülmektedir. Mâturîdî düşünce ile İbn Arabî düşün-
geliştiği bölgelerde uzun zamandan beri okuna ge- cesindeki esaslı buluşma noktası da burasıdır. Zaten
len risalelere bakıldığında, kelamî renginin baskın geçmiş günümüze bütün bir İslam uleması makul
bir şekilde bulunduğu açıkça görülür. Bu da aslında çizgi arayışında olmuş ve bu hususta aklın yolu bir-
kelamî usul ve üslubun Ebû Hanife’den beri mezhep dir düsturu gereği buluşmuşlardır.

84
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Dipnotlar
1 bk.: İbn Batûtâ, Rıhle İbn Batûta (Tuhfetü’n-nuzzâr), Beyrut 1417/1996; Makdisî, Ahsenü’t-Tekâsîm, Leiden 1906; Ebü’l-
Mu’în en-Nesefî, Tebsıratü’l-edille, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 2003; Sönmez Kutlu, Mâturîdîlik, Kitabiyat,
Ankara 2003; Hüseyin Kahraman, Mâturîdîlikte Hadis Kültürü, Arasta Yayınları Bursa 2001; Talip Özdeş, Mâturîdînin
Tefsir Anlayışı, İnsan Yayınları, İstanbul 2003; Şükrü Özen, “IV. (X.) Yüzyılda Mâveraünnehir’de Ehl-i Sünnet-Mu’tezile
Mücadelesi ve Bir Ehl-i Sünnet Beyannamesi”, İslam Araştırmaları Dergisi, sy.9., İstanbul 2003, s.56-57; Cağfer Karadaş,
“Semerkant Hanefî Kelam Okulu: Mâtürîdîlik –Oluşum ve Gelişim Süreci-” Usûl İslam Araştırmaları, sy.6, Temmuz
Haziran 2006, s.57-100.
2 Ebü’l-YüsrPezdevî, Usûlü’d-dîn, s.3.
3 Ömer en-Nesefî, Ebü’l-Yüsr’ü hocası olarak göstermektedir. Böylece İmâm Mâturîdî’den Ömer en-Nesefî’ye kadar kesik-
siz bir silsile kurulmaktadır. bk.el-Kand, s.311.
4 Ebü’l-Yüsr el-Bezdevî, Usûlü’d-dîn, s.3, 34, 70, 87, 123, 207, 211, 241.
5 Ebü’l-Yüsr el-Bezdevî, Usûlü’d-dîn,s.203, 204.
6 Ebü’l-Yüsr el-Bezdevî, Usûlü’d-dîn,s.3.
7 bk. Alaüddîn el-Üsmendî, Lübâbü’l-kelâm (nşr. M. Said Özervarlı), İstanbul, 2005, s.47, 141, 156; Rukneddîn es-Semer-
kandî, el-Akidetü’r-rukniyye, Süleymaniye Ktp. Şehit Ali Paşa, no. 1691’den İSAM Ktp. Fotokopi nüsha, no: 82911, vr. 15a,
16a. (s.28, 30).
8 Nureddîn es-Sâbûnî, el-Bidâye fî usûli’d-dîn (nşr. Bekir Topaloğlu, Mâtürîdîyye Akaidi içinde), Ankara ts. Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları, s.34.
9 Ebü’l-Berekat Hafzüddîn en-Nesefî, Şerh Hafzüddîn en-Nesefî li-kitâbi’l-Müntehab fî usûli’l-mezhebli Muhammed b. Mu-
hammed b. Ömer el-Ahsîket î (nşr. Salim Öğüt), y.y. ts., s.393.
10 Fahreddin er-Razî, Kitâbü’l-erbaîn fî usûli’d-dîn (nşr. AhmedHicâzî es-Sakka) Kahire 1409, s.277.
11 Fahreddin er-Razî, MünâzarâtüFahreddîn er-Razî fî bilâdi Mâverainnehir, Beyrut 1968, s.53.
12 Ebü’l-Meâlî, Beyânü’l-edyân, s.11-58.
13 Sübkî, es-Seyfü’l-Meşhur fî şerhi akîdeti Ebî Mansûr (nşr. M. Saim Yeprem, Mâturîdî’nin Akîde Risalesi ve Şerhi), İstanbul
2000, s.11-12.
14 Kemal b. Ebî Şerif, Kitâbü’l-müsâmera bi-şerhi’l-Müsâyerali’bni Hümâm, İstanbul 1400/1979, s.85.
15 Sadüddîn et-Teftâzânî, Şerhu’l-Mekâsıd (nşr. Abdurrahman Umeyra), Beyrut 1409/1989, V, 231-232.
16 Seyyid Şerif Cürcânî, Şerhu’l-Mevâkıf, III, 105.
17 Hayalî Ahmed Efendi, Hayâlî, İstanbul 1322, s.14.
18 Taşköprîzâde, Miftâhü’s-seâde, Kahire 1968, II, 151-152.
19 İsmail Gelenbevî, Haşiye ale’l-Celâl, İstanbul 1307, s.26.
20 Muhammed Şükri b. Ahmed Atâ, Tuhfetü’l-fevâidalâCevâhiri’l-Akâid, İstanbul 1328, s.3.
21 Mehmed Fevzî, Cemâl ale’l-Celâl, İstanbul Dâru’t-Tıbaati’l-Âmire, s.19.
22 Cağfer Karadaş, “İmam Rabbânî ve İtikâdî Görüşleri”, U.Ü. İlahiyat Fak. Der.,sy. 9, c.9, Bursa 2000, s.342-349.
23 İmam-ı Rabbânî, Rabbânî İlhamlar-Mebde ve Mead (trc. Necdet Tosun), İstanbul 2005, s.80-81.
24 Siyalkûtî, Siyalkûtî ale’l-Celâl, İstanbul 1306, s.6-7.
25 Tehânevî, Keşşâfu ıstılâhâti’l-fünûn, İstanbul 1404/1984, II, 1277.
26 Leknevî, a.g.e, s.195.
27 bk. Muhyiddin İbn Arabî, el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, Beyrut ts. Dâru Sâdır; Muhyiddin İbn Arabî, Muhâdaratü’l-ebrâr ve
Müsâmeratü’l-Ahyâr, Beyrut ts., Daru Sâdır; Süleyman Uludağ, İbn Arabî, Ankara 1995, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınla-
rıs. 3-58,; Cağfer Karadaş, İbn Arabî’nin İtikadî Görüşleri, İstanbul 1997, Beyan Yayınları, s.15-19; Cağfer Karadaş, Muh-
yiddinİbn Arabî, İzmir 2008, Kaynak Yayınları, s.33-81; Ahmet Ateş, “Muhyiddin Arabi” md., İslam Ansiklopedisi, Milli
Eğitim Bakanlığı Yayınları, VIII, 533-555.
28 Futûhât, (DS), V, 73-75.
29 Futûhât, (DS), III, 94.
30 Futûhât, (OY), IV, 123; VIII, 220.
31 Futûhât, (OY), II, 86-89, 92-93.
32 İbn Arabî, Risâletü’ş-Şeyhi’l-Ekber ilâ Fahreddîn er-Râzî (Kahire ts., Âlemü’l-fikr), s.11.
33 Futûhât, (DS), II, 305.
34 Futûhât, (OY), III, 337-338.
35 Nureddin es-Sabunî, el-Bidâye fî usuli’d-dîn, nşr. Bekir Topaloğlu, Dımaşk 1399/1979 dan Ofset, Mâturîdîye Akaidi,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, s.18.
36 Fütûhât, (DS), II, 406.
37 Meselâ bk. el-Bakara 2/117; Al-i İmran 3/47; el-En‘am 6/73; Meryem 19/35; Yasin 36/72; Ğâfir 40/68.
38 en-Nahl 16/40. (bk. M. Fuad Abdülbâkî, el-Mu‘cemu’l-müfehres li-elfâzi’l-Kur’ân, (İstanbul 1984), “kavl” md.)
39 bk.: Cağfer Karadaş, Ana Hatlarıyla Kelam Tarihi, İstanbul 2013, Ensar Neşriyat, s. 127-128, 269.
40 A’râf 7/143
41 Fütûhât, (OY), I, 168.
42 Futûhât, (OY),II, 126.
43 Fütûhât (DS), II, 400.
44 Fütûhât, (OY), XII, 329.
45 Futûhât, (OY),I, 204.

85
UlUslararası İmâm mâtUrîdî sempozyUmU

II. oturum
Oturum Başkanı: Prof. Dr. Ali Rıza GÜL
Türkiye Hoca Ahmet Yesevi Uluslar arası Türk-Kazak Üniversitesi

TARİHSEL SÜREÇTE MÂTURÎDÎLİK

Doç. Dr. Kıyasettin KOÇOĞLU


Bozok Ü. İlahiyat Fakültesi / Yozgat
OSMANLI’NIN BAŞLANGIÇ DÖNEMİNDE HANEFÎ-MÂTURÎDÎ ALGISI:
BÂBERTÎ ÖRNEĞİ

Saidmukhtar OKİLOV
Taşkent İslam Ü. İslam Bilimleri Bölümü /Özbekistan
MÂTURÎDÎ DOKTRİNİNİN REFORMU: EBU’L-MUİN EN-NESEFÎ ÖRNEĞİ

Doç. Dr. Ahmet AK


Kahramanmaraş Sütçü İmam Ü. İlahiyat Fakültesi/ Kahramanmaraş
NESEFÎ ŞERHLERİNDE İMÂM MÂTURÎDÎ’NİN İZLERİ (PEYGAMBERLERE İMAN)

Dr. Philipp BRUCKMAYR


University of Vienna / Avusturya
PAST AND PRESENT ASPECTS OF MÂTURÎDISM IN SOUTH AND SOUTHEAST ASIA

Yrd. Doç. Dr. Mehmet KALAYCI


Ankara Ü. İlahiyat Fakültesi / Ankara
EŞ‘ÂRÎ’NİN İKMALİ MÂTURÎDÎ’NİN İHMALİ: İKİ İMAMIN GELENEKLERİ İÇERİSİNDEKİ
KONUMLARINA DAİR BAĞLAMSAL BİR ANALİZ
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Doç. Dr. Kıyasettin KOÇOĞLU


1973 Yılında Bayburt’ta doğdu. İlköğretim ve Lise eğitimini Bayburt’ta
tamamladı. 1996 yılında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinden me-
zun oldu. 2000 yılında Prof. Dr. Hasan Onat’ın danışmanlığında “İmâm
Mâturîdî’ye Göre Mürcie” tezi ile Yüksek Lisans;2005 yılında Prof. Dr.
Sönmez Kutlu’nun danışmanlığında “Mâturîdî’nin Mutezile Algısı” baş-
lıklı tezi ile Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünden Doktor
unvanını aldı. 2000-2005 yılları arasında Sütçü İmam Üniversitesi İla-
hiyat Fakültesi İslam Mezhepleri alanında Öğretim Görevlisi olarak ça-
lıştı. 2005-2009 yılları arasındaDiyanet İşleri Başkanlığı Dini Yayınlar
Dairesi Başkanlığında, 2009-2012 yılları arasında Iğdır Üniversitesi İla-
hiyat Fakültesinde Yardımcı Doçent ve Caferilik Uygulama ve Araştırma
Merkezi Müdürü ve Dekan Yardımcısı olarak görev yaptı. 2012 tarihin-
den beri Yozgat Bozok Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde Yardımcı Do-
çent olarak göreve başladı. Ocak 2014’te Doçent unvanını alan Koçoğlu,
halen aynı Fakültenin Dekan Yardımcılığı, Sosyal Bilimler Enstitüsü Mü-
dürlüğü, Bozok Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyeleri Derneği
Başkanlığı görevlerini yürütmektedir.
Koçoğlu’nun, Ekmelüddîn el-Baberti İslam Mezheplerine Bakışı, 21. Yüz-
yıl Türkiye’sinde Hurafeler isimli kitapları yanında İslam Mezhepleri Ta-
rihi alanında ulusal hakemli ve hakemsiz bilimsel dergilerde yayımlan-
mış pek çok makalesi bulunmaktadır. İngilizce, Arapça ve Kazak Türkçesi
bilen Koçoğlu, evli ve iki çocuk babasıdır.

Osmanlı’nın Başlangıç
Döneminde Hanefî-Mâturîdî
Algısı: Bâbertî Örneği
GİRİŞ
Bu çalışmada Ehl-i Sünnet ve’l- Cemâatin önemli
bir kolunu temsil eden Hanefî-Maturîdî geleneği-
nin Osmanlı’nın başlangıç dönemlerinde yaşamış
önemli bir temsilcisi olan Ekmelüddîn el-Bâbertî ör-
neğinde Hanefî-Mâturîdî algısı ele alınacaktır. Bu bağ-
lamda Bâbertî’nin kısaca hayatı, Ebu Hanife ve İmâm
Mâturîdî ve bunların temsil ettiği Hanefî-Mâturîdî
geleneğinin önemli isimleri hakkındaki temel yakla-
şımları üzerinde durulacaktır. Ayrıca diğer mezhep-
lere bakışı da bu açıdan değerlendirmeye tutulacaktır.
Hayatı
Temel kaynaklarda yer alan bilgilerden Bâbertî’nin
isminin Muhammed, babasının adının Mahmud
olduğu anlaşılmaktadır1. O, “el-Bâbertî”, “er-Rûmî”,
“el-Mısrî”, “el-Hanefî”, “Ekmelüddin”, “Sahibu’l-İnâ-
ye”,“eş-Şârihu’l-Hidâye” şeklinde tesmiyelendirilmiştir.
2
Doğum tarihi olarak 710/13103, 712/13124, 714/13145,
ölüm tarihi olarak ise 786/1384 yılı verilmektedir.6 Bu

89
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

tarihlere göre Bâbertî’nin 72 veya 76 yaşına kadar ya- “allâmetu’l-muteahhirîn ve hâtimetu’l muhakkikîn”
şadığı söylenebilir. diye tanıtmaktadır.21Bâbertî’nin öğrencileri arasında,
Bâbertî’nin doğum yeri olan Bâbert’in neresi oldu- Osmanlı döneminin ilmî-dinî hayatında önemli ol-
ğunda ihtilaflar bulunmaktadır. Genellikle Arapla- duğu bilinen Molla Fenârî22, es-Seyyid eş-Şerif el-Cür-
rın yazdıkları kaynaklarda Bağdat yakınlarındaki canî23, Bedreddin Simâvî24, Tabib Hacı Paşa25, Şair
bir köy dile getirilirken Türk kökenli araştırmacılar, Ahmedî26 gibi kişiler yer almaktadır.
Bâbert’in bu günkü Erzurum’a komşu olan Bayburt Bâbertî’, İslamî ilimlerin hemen hemen tüm alanla-
olduğunu ifade etmektedirler.7Çubukçu, bazı kay- rıyla ilgilenmiş ve bu alanlarla ilgili geneli şerh, hâ-
naklarda Bâberti’ye verilen er-Rumî nisbesinin, kay- şiye ve takrir olmak üzere pek çok çalışma yapmış-
naklarda Bağdatlı veya Anadolu dışında yetişen hiç- tır.27Ancak onun şerh, haşiye ve takrirleri de standart
bir âlime denmediğini, ancak Anadolu’da yetişmiş özelliklerin ötesinde, bir anlamda telif niteliği taşı-
âlimlere er-Rumî nisbesinin verildiğini ve 780/1378 maktadır. İslami disiplinlerin tümüyle ilgilenme-
yılında Emir Berkûk (ö.801/1399) ve Emir Bereke sine rağmen çalışmalarına bakıldığında İslam Hu-
(ö.782/1380) huzurunda ulema arasında vakıf mese- kuku, Kelam, İslam Mezhepleri Tarihi, Hadis, Tefsir,
lesi görüşülürken, Bâbertî’nin bu iki Emire meseleyi Tasavvuf, Ahlak, Nefis-Ruh ve Arap Dil’i gibi alan-
Türkçe izah etmesini gerekçe göstererek Bâbertî’nin larda eserler verdiği görülmektedir. Onun araştırma-
Bayburtlu olması gerektiğini dile getirir. Ona göre, mıza da temel olan akaid ve mezhepler alanındaki
bir Bağdatlı’nın Türkçe bilmesi mümkündür, ancak eserleri şunlardır: Risâle fi Beyani’l-Mezahibi’l-Batıle
bunun, Bayburtlu birisi için olması daha muhtemel Ke’r-Revafıd ve’l-Hâric, http://www.suleymaniye.gov.
bir durumdur. Çünkü emirler Türkçeyi iyi Arap- tr/fmi/xsl/yordam/y1_detay.xsl?-db=YordamBT&Ele-
çayı ise az biliyorlardı8. Kumbasar ise Bâbertî nisbe- me%23=%3d+&B%c3%b6l%c3%bcm%23=&T%c3%bc-
sinin doğum yeri Bâbertâ olan birisine yapılmasının r=&Alt+T%c3%bcr=&%c5%9eekil=&Ortam=&%23008+-
Arapça gramer kaideleri açısından mümkün olmadı- Dil=&%23008+Yay%c4%b1n+Tarihi=&cYeniler=&cAlanlar.
ğını, çünkü böyle bir durumda Bâbertâ’ya nisbet ya’sı op=bw&cAlanlar=baberti&-token.aranankelime=baber-
geldiğinde “Bâbertevî” şeklinde yazılması gerektiğini ti&-token.tk=&-token.gt=0&-token.d=1&-skip=159&-
belirtmektedir9. Araştırmamızda Bâbertî’nin eserle- find&-token.yzyzm=yzmRisâle fi Asli’l-Ehva ve’l-Bida,
rinde karşılaştığımız “Yani Mushaf, lisan ve sudur. Risâle fi Akide Firaki’d-Dalle, Risâle fî Beyâni’l-Fira-
Haber, kağıd ve kitabet mahlûktur.”10 ifadesindeki ki’d-Dâlle, Risâle fi Ashabi’l-Ehvai ve’l-Bida’, Risaletü
“Kağıd”ın Türkçe oluşu -eserlerinde başka Türkçe fi Beyânil-Firaki’z-Zelle, Risâle fi’l-Fırak Zalla, Risâle
kelimelerin bulunması da muhtemeldir- eğer müs- fi Aksâmi’l-Esnâfi’l-Mezâhib, Risaletü fi Beyanil-fi-
tensihlerin sonradan dahil ettikleri bir ekleme de- rakiz-Zelle, el-İrşâd, http://www.suleymaniye.gov.tr/
ğilse Bâbertî’nin Türk ve Bayburtlu olduğuna işaret fmi/xsl/yordam/y1_detay.xsl?-db=YordamBT&Ele-
olarak değerlendirilebilir. me%23=%3d+&B%c3%b6l%c3%bcm%23=&T%c3%bc-
r=&Alt+T%c3%bcr=&%c5%9eekil=&Ortam=&%23008+-
Bâbertî’nin mebadiu’l-ilmi Bayburt’ta11Yakutiye med-
Dil=&%23008+Yay%c4%b1n+Tarihi=&cYeniler=&cAlanlar.
reselerinde aldığı12, Bayburt’tan sonra Halep’e gidip
op=bw&cAlanlar=baberti&-token.aranankelime=ba-
Medrese-i Saziciyye (Medresetü’l-Sadihiye) de inzal
berti&-token.tk=&-token.gt=0&-token.d=1&-skip=23&-
edip bir müddet ikamet ettikten sonra Kahire’ye git-
find&-token.yzyzm=yzmKitabu’l-İrşâd, el-Maksad
tiğinden bahsedilmektedir.13O, bundan sonraki sü-
fi’l-Kelam, en-Nuketüz-Zarîfe fî Tercîhi Mezhebil-Hanîfe,
reçte Kahire’deki Şeyhuniyye medresesinin hane-
Hâşiye ala Şerh-i Tecridi’l-Akâid, Şerhu Akaidi’t-Tahâvî
kahı şeyhliğine kadar yükselmiş ve vefatına kadar
= Şerhu Akideti Ehli’s-Sünne ve’l-Cemaa, Şerhu Fık-
bu görevi ifa etmiştir.14
hi’l-Ekber, Şerhu Umdetil-Akaid, Şerhu Vasiyyeti Ebi
Bâbertî’nin Ebu Hayyân en Nahvî el-Endelusî15, Hanife, Şerhu Tecrîd-i li’n-Nasuriddîn Tûsî, Şerhu Tel-
Şemsuddin İsfehânî16, Kıvamüddin Muhammed b. hisi’l-Camii’l-Kebir, Risâle fî Naşri Ebî Hanîfe.
Muhammed el-Kâkî17, Ed-Dilâsî18 ve İbn-i Abdil-
Bâbertî’nin Mezhepleri Tasnif Sistemi
hâdî19adlı kişilerden dersler aldığı rivayet edilmek-
tedir. Aldığı eğitim, devrinin önemli ilim adamları 73 Fırka Hadisi ve Genel Tasnif
arasında yer almasını sağlamıştır. Nitekim İbn Hal- Bâbertî, fırkaların tasnifini73 Fırka Risâleleri, Şerh-i
dûn, bazı sorular sorarak tatmin edici cevaplar aldı- Usul-i Pezdevî ve Şerh-i Akâidi Ehl-i Sünne isimli eser-
ğını ifade etmektedir.20İbn Kutluboğa ise Bâbertî’yi lerinde yapmaktadır. O, Tahavî’nin Akaidi’ne yazdığı

90
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

şerhte 73 Fırka hadisini kullanır ve Ehl-i Sünnet zikretmesine rağmen görüşlerini “şöhretli olmadık-
ve Cemaatin özelliklerinden bahseder. Pezdevî’nin ları için zikretmediğini” belirtmektedir.34
Usul’üne yazdığı şerhin girişinde altı Ehl-i Bid’a fır- Bâbertî, Allah’ı inkâr etmedikleri takdirde Ehl-i Heva
kasının isimlerinden ve Fırkâ-i Nâciye’den bahseder. ve Bid’a olarak tanımlananların arkasında ümme-
73 Fırka risalelerinde ise bu altı ana fırkaya, onların tin âlimlerinin namaz kıldıklarından bahsetmekte
12’şer alt kollarına ve çok kısa şekilde temel fikirle- ve onları günahkar Müslüman kategorisinde değer-
rine yer vermektedir. Ayrıca, Fırkâ-i Nâciye’nin baş- lendirmektedir.35
lıca esaslarından, Ehl-i Sünnet olarak isimlendirildik-
lerinden ve farklı tabakalardaki temsilcilerinden söz 73 fırka merkezli yapılan bu taksimde, kurtuluşa eren
etmektedir. “Kim İslam’da yeni bir şey ihdas ederse fırkanın bir tane olduğunun kabul edilerek diğer fır-
o bir yol açmış olur. Kim de bir bid’at icat ederse sap- kaların ehl-i heva veya sapık olarak tanımlanması ve
mış/dalalete düşmüş olur. Ve kim de dalalete düşerse bu bağlamda gelişen toptan reddiyeci tavır dolayı-
o da ateştedir.”28 hadisi ile eserine başlayan Bâbertî, sıyla, her fırka kendisini kurtuluşa eren fırka olarak
Ashabu’l-Ehvâ ve’l Bid’a olarak isimlendirdiği fırka- tanımlarken, karşıt grupları ise mücadele edilmesi
ların aslının Hariciyye, Râfıziyye, Kaderîyye, Ceb- ve kendilerinden korunulması gerekenler olarak ta-
riyye, Cehmiyye ve Mürcie olmak üzere altı tane ol- nımlamaktadır.36
duğunu belirtirve her birinin 12 alt kolunu zikreder. Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat:
Ona göre toplamı 72 fırka olan Ehl-i Bid’a’nın hepsi Bâbertî’nin eserlerinde “Ehl-i Sünnet”37, “Ehli Sün-
ateştedir. Ancak “Allah’ın tevhîd sebebiyle merhamet net ve’l-Cemaat”38, “Ashabımız Ehl-i Sünnet”39şek-
ettikleri hariç” ki onlar ateşten kurtulmuş olan Fırkâ-i linde geçmekte olan Sünnet ve’l-Cemaat, “Fırka-i
Nâciye’ye dâhildirler. Onlar “Ehl-i Sünnet ve’l-Cema- Naciye”40 olarak nitelenmektedir. Bu bağlamda “Eh-
at”tir. Fırka-î Nâciye ile birlikte fırkaların toplamı 73 lü’l-Adl ve’l-Emânet”41, “Ehl-i Hakk”42, “Ehlü’l-Hak
olmaktadır ki, Hz. Peygamber, “Ümmetim 73 fırkaya min Ehl-i Sünnet”43, “Ehl-i Hal ve’l-Akd”44 ve “Sevâd-u
bölünecek, biri hariç hepsi cehennemde olacak”29 bu- A’zam (Büyük çoğunluk)”45gibi isimler de Ehl-i Sün-
yurmuştur30. net’i tanımlamak için kullanılmaktadır. Bâbertî, “Nef-
Bâbertî’nin kullandığı ve meşhur olan ismi ile “73 sim elinde olan Allah’a yemin olsun ki, ümmetim 73
Fırka Hadisi”, farklı rivayetleri ve sıhhati noktasında fırkaya ayrılacaktır. Birisi cennete diğer 72 fırka ce-
tartışmalar olsa da31, İslam Mezhepleri tarihinde olu- henneme girecektir”, Kurtulan kimdir, diye soruldu-
şan geleneklerde yer alan mezhep taksimlerinde be- ğunda Rasulullah’ın, “Sünnet ve Cemaat ehli olanlar-
lirleyici temel noktalardan birisi olmuştur. Hadis dır” buyurduğunu, “Sünnet ve Cemaat Ehli” olanlar
hakkında 73 sayısına mutlak anlamda veya kesret- kimlerdir diye sorulduğunda da “Benim ve ashabı-
ten kinaye gibi yüklenilen farklı anlamlarla birlik- mın yolunda olanlardır.”46buyurduğunu belirtmekte
te32genel olarak 73 sayısına göre bir yapılanma ol- ve aklı olanların gitmesi gereken yolun Ehl-i Sünnet
duğu görülmektedir. Geleneklere göre farklılık arz ve’l-Cemaat’in yolu olduğunu söylemektedir. Bu yo-
eden bu taksim Hanefi-Mürcî Makâlat geleneğinde lun sahabenin, tabiûnun ve selef-i salihinin yolu ol-
6x12+1=73, İsmailî gelenekte 24x3+1=73, Hadis Ta- duğunu, ümmetin çoğunluğunun bunu takip ettiğini
raftarları Makâlat geleneğinde ise 18x4+1=73 şeklin- belirten Bâbertî, diğer yolun ise Ehl-i Ehva ve Bida’
dedir.33Bâbertî, Mürcî-Hanefî geleneğin tasnif siste- olduğunu söylemektedir.47Hz. Peygamber’insünnet
mini kullanmıştır. ve cemaate uyulması noktasında ihtimam gösterdi-
Bâbertî’ye atfedilen 73 Fırka Risalelerinde, 6x12+1 şek- ğini ve onlardan ayrılanları ise uyardığını belirten
lindeki tasnifte altı asıl fırkanın isimlerinde ayniyet Bâbertî, “Benden sonra, benim sünnetimden ve raşid
gözükürken, bunların alt kollarının hem isim hem de halîfelerimin yolundan ayrılmayın”48 uyarısına dik-
sayılarında, çoğunlukla aynı ya da yakın yazımlı olsa kat çekmekte ve Tahavî’nin “biz Ehl-i Adl ve Ema-
da kısmi farklar bulunmaktadır. Bâbertî’nin eserle- net’i severiz, Ehl-i Cevr ve Hıyanete de buğz ederiz”
rinde zikrettiği fırkalar dikkate alındığında 73 fırka ifadesinde Ehl-i Adalet”ten maksadın Ehl-i Sünnet
tasnifi içerisinde zikretmediği fırkalardan da bahset- ve’l-Cemaat olduğunu belirtmektedir.49
tiği görülmektedir. Dolayısıyla zikredilenlerin sayıları Cemaat üzere olmanın bir anlamda sahabenin ve ta-
73’ü geçmektedir. Ayrıca Bâbertî’nin, 73 Fırka tasni- bîûnun yolundan gitmek ve her asırda “Ehl-i Hal ve
finde yer verdiği fırkaların bir kısmını mezhep olarak Akd” ehlinin yolunu takip etmek olduğunu söyleyen

91
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Bâbertî, “Benim ümmetim dalalette birleşmez”50, bağ kurar ve Eş’arî’nin görüşünden daha doğru oldu-
“Kim Cemaatten bir karış ayrılırsa o boynundan İs- ğunu belirtir.57Bazen de aralarında olan fikir benzer-
lam bağını çıkarmış olur”, “Allah’ın eli cemaat üze- liklerinden bahsetmektedir ki, Ebu Hanife, Mâturîdî,
redir”, “Allah’ın eli cemaatle birliktedir, kim ondan Eş’arî, Bakillânî, İsferâyini’yi bir arada, yani, aynı gö-
ayrılırsa ateşe girer” ve “Size düşen Sevad-u azam (Bü- rüşte olarak zikretmektedir. Mâturîdî’nin görüşleri
yük çoğunluk) ile olmaktır”51 hadislerini zikrederek zikredilirken “Irak Âlimleri”nin de görüşleriyle olan
cemaate bağlı kalmanın yani Ehl-i Sünnet ve’l-Ce- paralelliğe de dikkat çekmektedir.58
maat’ten olmanın gerekliliğine vurgu yapmaktadır.52 Bâbertî, Ehl-i Sünnet’e atfettiği fikirleri, Hanefî-Mâturîdî
Bâbertî, Ehl-i Sünnet içerisinde sayılan Mâturîdî- geleneği ve “ashabımız” şeklinde zikrettiği kişiler bağ-
lik, Eşarîlik, Ehl-i Hadis, Hanefîlik, Hanbelîlik, Şa- lamında kullanmaktadır.59
fiîlik gibi fırkalardan bahsederken, Ahmed b. Han- Ehl-i Sünnet Mezhepleri
bel, Eş’arî, Tahâvî, Ebu Yusuf, Mâturîdî, Fahru’l-İslam
Ebu Hanife ve Hanefîlik
(Pezdevî), Fahreddin Râzî, Evzaî, Ebu Hanife, Ebu
Hasan Rustuğfeni, Bakillani, Ebu İshak el-İsferâinî, Bâbertî, kendisini mutaassıb bir Hanefi olarak tanım-
Ezherî, Gazâlî53Ebu Hasan el-Kerhî54gibi isimlere de larken eserlerinde Ebu Hanife ve Hanefîliğin görüşle-
yer vermektedir. Ancak, 73 Fırkâ Risalelerinden Risa- rini Sünnilik bağlamında savunmuştur. Onun Vasiyye
letü fi Beyâni’l-Firaki’z-Zelle’de Ehl-i Sünnet ve’l-Ce- ve Fıkhu’l-Ekberisimli eserlerini şerh eden, el-Alim ve’l
maat’in çeşitli tabakalardaki temsilcilerinin isimleri Müteallim isimli eserine de zaman zaman müracaat
zikredilmektedir. Bâbertî, diğer eserlerinde bahset- eden60Bâbertî, Ebu Hanife’nin üstünlüğünü ortaya
tiği ancak mezhepsel aidiyetini vermediği, fikirlerini koymak için “en-Nüketü’l-Zârîfe fi Tercihi Mezhebi
bazen eleştirip, bazen de kendi lehinde kullandığı şu Ebî Hanîfe” isimli eserini yazmıştır.
kişileri Ehl-i Sünnet’ten saymaktadır: Ebu Said Ha- Bâbertî, Şerhu’l-Vasiyye’nin başında Ebu Hanife’den
san Basrî, Süfyân-i Sevrî, Evzaî, Alkâme, el-Esved, İb- “İmamu’l-allâme” akdemu’l-müctehidîn, sirâcu’l-mil-
rahim en-Nehâi, eş-Şa’bî, Malik, Hammâd, İbn Ebî leti’l-Hanefiyye el-İmamu’l-A’zam Ebî Hanife, Usu-
Leylâ, Ebu Hanife ki bunlar tabiundandır. Sonraki- li’d-Din’de ihtiyaç olunan şeylere vâfi, itikadda müslü-
lerden ise Ebu Yusuf, Muhammed b. Hasan eş-Şey- manlara gerekli olanlara kâfi, meşayıhın kelamından
bânî, Züfer, Hasan b. Ziyâd, Davud et-Tâî, Muham- da faydalı olan şeyler onda toplanmıştır. O gizli cevher-
med b. İdris eş-Şâfî, Ebu Abdillah el-Meznî, Ebu Hafs leri açığa çıkaran, meânide murad edileni bilen, kaide-
el-Kebir el-Buhârî, Şakîk b. İbrâhim, İbrahim b. Ed- lerin düğümlerini çözen, akaidin delillerini açıklayan,
hem ki bunlar Ebu Cafer Muhammed es-Sâdık ve Ebu çeşitli mezheplere verilmesi gereken cevapları veren”61
Hanife’nin öğrencileridir55. Cafer-i Sadık ve Ebu Ha- şeklinde taltifle bahsetmektedir. Bâbertî’ninen-Nüket’in
nife’nin talebelerini de daha sonraki nesil içerisinde girişinde “Beni Millet-i Hanife’ye ittibaya hidayet eden
sayarken Caferî Sadık’ı da Ehl-i Sünnet’e dâhil etmiş ve Hanefi âlimlerinin tarikatına süluk etmemi irşad
gözükmektedir. Risâle’de Hanbelîlik veya Ahmed b. eden ve beni şer’i delillerin mertebelerini ve delillerin
Hanbel’den bahsetmemesi dikkat çekicidir. Eş’arî ve keyfiyyetini bilenlerden kılan ve beni, cibilliyetimi Hz.
Mâturîdî gibi isimlerden bahsedilmese de, onları di- Peygamberin hayırlarına şahitlik ettiği asırların müc-
ğer eserlerinde Ehl-i Sünnet’in imamları olarak çe- tehidlerine mutaassıb kılan Allah’a hamd olsun.”62 di-
şitli şekillerde nitelemektedir. yerek eserine başlaması Ebu Hanife ve Hanefilik’teki
Bâbertî’nin “İmam” diye kendisinden bahsettiği Ebu taassubunu göstermek açısından önemlidir. Hanefili-
Hanife’yi, özellikle de Hanefîlik bağlamında değerlen- ğin zayıf olan itikadını mezhebin imamlarından ha-
dirmesinin yanında, onun Vasiyye’ye ve Fıkhu’l-Ek- reketle güçlendirmek için bir kitap yazmasının istenil-
ber isimli risalelerine yazdığı şerh, Ebu Hanife ve mesi üzerine bu kitabı yazdığından bahseden63 Bâbertî,
Hanefîliğin tercih edilmesiyle ilgili eserleri ve diğer eserde Ebu Hanife’nin tercih edilmesi gerektiğini aklen
eserlerindeki Ebu Hanife’nin gözle görülür derecedeki ve naklen ispat etmeye çalışmaktadır.
ağırlığı dolayısıyla, Ebu Hanife’nin, Bâbertî’nin fikir- Bâbertî’nin Nüketü’z-Zarîfe’de Ebu Hanife’nin üs-
lerinde merkezi bir noktada durduğu anlaşılmaktadır. tünlüğünü ispat etmek için yaptığı naklî temellen-
Bâbertî, Mâturîdî’nin Te’vilât ve Kitabu’t Tevhid56i- dirmeler şöyledir64:
simli eserlerinden alıntılar yaparak Mâturîdî’nin gö- 1. Bâbertî, “Asırların en hayırlısı benim içinde oldu-
rüşlerini değerlendirirken Ebu Hanife ile aralarında ğum asırdır. Sonra ondan sonra gelen ve sonra ondan

92
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

sonra gelendir. Ondan sonra ise yalan yayılır”65 hadi- vesile olacağından bahsetmektedir68. Diğer meseleler
sini zikrederek tabiun neslinin hayırlı olduğunu, do- ise öncelikle amel-iman açısından ele alınırken, uy-
layısıyla tabiundan olan Ebu Hanife’nin üstün nesil gulamadaki Ebu Hanife’nin görüşlerinin kolaylıklar
içerisinde olduğuna ifade etmektedir. sağladığı, hatta bu konuda, Şafiî bir âlim olan Şem-
2. Bâbertî’ye göre Ebu Hanife 1. maddede zikredi- seddin el-İsfehânî’nin69Şafiî mezhebine göre Hacc’ını
len tâbiûn neslinden olmasa bile, onun dinin halleri yapamayıp Hanefiliği taklit etmek zorunda olduğunu
hakkındaki ilmi, Kitap ve Sünnet’ten Hz. Peygam- ifade ettiğini, belirtmektedir.70
ber’den nakledilenlere ve Sahabe-i Tahirinin asârına Bâbertî, dünyadaki âlimlerin, Hind ve Sind sultan-
olan ittibası onun üstünlüğünü ortaya koymaktadır. ların umumunun, Maveraûnnehr, iklim-i Horasan,
3. Bâbertî’ye göre Ebu Hanife, imam, sadık, fakih, Dımaşk, Kıpçak, Türkistan, Türk, Irak, Yunan bel-
fâik, Kitabı (Kur’an) bilen, Sünnet’in yolunu tutan, deleri ve iklim-i Rey ve onlara komşu olan Azerbey-
Ehl-i Sünnet’i delil kabul etmiş, Hz. Peygamber’in can ve onların askerleri ve orduları ve çalışanları, Mı-
emrettiklerine ve sünnetine tabi olan, takva sahibi sır diyarı emirlerinin çoğu, günümüzde ve geçmişte
arkadaşlara sahip, bid’at ve heva ehlinden uzak, gay- Türk devletlerinin uzun süre Hanefiliği tercih ettikle-
retli bir müctehid, meselelerde hakikatin ortaya çık- rini ifade ederek, bu mezhebi tercih etmek vacip olur
masında celîl ve dakik bir şekilde gayret gösteren Hz. mu, olmaz mı? diye Melike sormakta ve bunun red-
Peygamber’in hayırlarına şahidlik ettiği kimselerden dedilip diğer mezheplerin üstün tutulmasının tercih
(1. maddedeki hadise atfen) olması yine onun üstün- edilen bir akıl ve doğru bir düşünceyle tahayyül edi-
lüğünü ortaya koymaktadır. lemeyeceğini belirtmektedir.71

Bâbertî’nin Ebu Hanife’nin üstünlüğünü ispat etmek Bâbertî’ye göre Ebu Hanife’ye büyük günah işleyen
için yaptığı akli temellendirmeler ise şöyledir: durumunu Allah’ın dilemesine tehir etmesi dolayı-
sıyla Mürcî denmiştir. Bâbertî onun bu görüşünü Ehl-i
1. Bâbertî’ye göre Ebu Hanife’nin, fıkıh ilminin oluş- Sünnet’in görüşü ile beraber ele almakta, yani Ehl-i
masında en önde gelmesi ve bu konudaki yetkinliği Sünnet’in görüşü olarak değerlendirmektedir.72O’nun
onun üstünlüğünü göstermektedir. O, önce mese- bu yaklaşımı İmâm Mâturîdî’nin “Medhedilen Mür-
leyi ortaya koyar ve ondan da cevabını çıkarır. Se- cie” ve “Zemmedilen Mürcie” ayrımı yapıp, Medhe-
beplerini ve illetlerini ortaya koyar ve onu bunların dilen Mürcie ile Ebu Hanifeyi kastederek, savunduğu
üzerine (hükmü) bina eder. Bâbertî, Şafi âlimlerden yaklaşımla uyuşmaktadır.73
İmam el-Meznî’den66: “İlmin yarısı sorudur, yarısı ce-
vaptır. Birinci bölüme Ebu Hanife yetkindir ki baş- Bâbertî zaman zaman bağlı bulunduğu gelenek ara-
kaları bu konuda ona ortak olamaz. İkinci kısımın sındaki farklı yaklaşımlara da dikkat çekmektedir.74Bu
ise hepsini o bilir. Çünkü o içtihadında isabet etmek- bağlamda Hanefi geleneğinden, İmâm Mâturîdî, Şem-
tedir.” ve İmam Şafiî’nin, “İnsanlar fıkıhta Ebu Ha- suddin Hayyat el-Buhâri75, Fahru’l-İslam Pezdevî76,
nife’ye muhtaçtır, çünkü o, bilgileri en temel kayna- Ebu’l-Muîn en-Nesefî, (Sahibu’t-Tabsira olarak)77,
ğından alır ve oradan istinbat eder (…)67, şeklindeki Hafizüddîn en-Nesefî78, Kerhî79, Şemsü’l-Eimme80 ve
ifadelerle Ebu Hanife’nin üstünlüğünü ortaya koyar. “Sâhibu Telhis” olarak Kazvînî’den bahsetmektedir81.

Bâbertî, ictihad, iman, taharet, namaz, oruç, zekât, İmâm Mâturîdî ve Mâturîdîlik
hac, yiyecekler, giyecekler, silah taşımak, nikâh, mu- Babertî, İmâm Mâturîdî’ye “Alemu’l-Huda Ebu Man-
amelet, alış veriş, hüküm verme, imamet konuların- sur el-Mâturîdî”82, “Şeyh Ebu Mansur el-Mâturîdî”83,
daki yaklaşımlarında temelde İmam Şâfiî ile mukayese “Şeyh Ebu Mansur”84, “Alemu’l-Hüda Ebu Mansur”85,
ederek Ebu Hanife’nin üstünlüğünü ortaya koymak- “Ebu Mansur”86, “Şeyhu’l- Allâme”87, “Şeyhu’l-İmam
tadır. Bâbertî, Ebu Hanife’nin Şafiî’ye üstünlüğünü Alemu’l-Hüda Ebû Mansur”88şeklinde isimlendirmeler
onun ameli imana dâhil etmeyen “kalp ile tasdik dil ile yer verirken Tevhid89, Te’vilât90 ve Semerkandi’nin
ile ikrardır.” şeklindeki iman tanımına bağlamaktadır. yazmış olduğu Şerh-i Tevilât adlı kitaplara atıflarda
İmam Şafi’ide ise buna ilaveten amelleri de imana dâ- bulunmaktadır91. Mâturîdiyye şeklinde ona atfedilen
hil ettiğinden, amellerdeki yanlışların insanları küfre mezhebin ismi olarak ise ona atfedilen 73 fırka risale-
götürdüğünü ve ebedi cehennemde kalmalarına neden lerinden sadece birinde Ehl-i Sünnet mezheplerinden
olduğunu belirten Bâbertî, Ebu Hanife’nin yaklaşımı- birisi olarak kullanılmaktadır.92Ancak, mezheb ismi
nın insanların çoğunun cehennemden kurtulmasına olarak Mâturîdîliğin kullanımının Bâbertî tarafından

93
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

değil de, müstensih tarafından yapılmış olması daha Bâbertî, küfür ile diğer günahların cezası arasındaki
büyük ihtimaldir. Çünkü Bâbertî’nin araştırmamıza farkı tartışırken Mâturîdî’nin görüşlerine başvurmakta
konu olan temel eserlerinde “Mâturîdiyye” yer alma- ve onun Kitabu’t-Tevhid’inden “Muhakkak ki küfür
dığı gibi 73 fırka risalelerinin diğer nüshalarında da ebede giden bir yoldur. Dolayısıyla cezası da öyledir.
yoktur. Bâbertî’nin Mâturîdîliği kullanmaması onun Diğer kebairler ise muvakkaten şehvetin galip gelme-
yaşadığı dönemde bir mezhep ismi olarak Mâturî- siyle işlendiğinden cezası da muvakkattir.100” görüşünü
dîliğin kullanıldığı düşünülünce, yaygın olmaması nakleder. Bâbertî, Mâturîdî’nin görüşü üzerine bina
veya Mâturîdî’yi Ebu Hanife’nin gölgesinde ve Ha- ettiği affedilme açısından küfürle küfrün dışındaki
nefîlik içerisinde görmesinden kaynaklanmış olabilir. masiyetlerin arasındaki farkı ortaya koyarken küf-
Bâbertî, Ebu Hanife’nin fikirlerinin, Mâturîdî tara- rün dışındaki günahlarda küfürden bir kaçınma ol-
fından da kabul edildiğini belirtirken, bazen de onu duğunu, küfrün ise zatı itibariyle kötü olmasından
bağımsız olarak kullanmaktadır. dolayı, normal kabul edilmesi veya cezasının kalk-
Bâbertî, Mâturîdî’nin görüşlerini zikrederken onun ması hikmet açısından uygun görmeyerek cezasının
Ebu Hanife ve Eş’arî kıyaslamaları ile de sunmak- ebedi olduğunu belirtir.101 Bâbertî’nin Mâturîdî’den
tadır. Bu bağlam imanın sözlükte tasdik, dini anla- aktardığı bilgiler metin olarak Kitabu’t-Tevhid’de ay-
mında ise Hz. Peygamber’in Allah’tan getirdiklerini nen geçmesi102, Bâbertî’nin Kitabu’t-Tevhid’i görmüş
kalben tasdik etmek olduğunu, bu durumda ebedi olma ihtimalini güçlendirmektedir.
suskunluğun doğru olmadığı, bu şekilde olan kişinin Bâbertî’nin kelam sıfatı ile ilgili yaptığı tartışmalarda
Allah katında mümin olduğu ve bunun izharının ise İmâm Mâturîdî’nin görüşlerini kendi görüşlerini des-
İslam’ın hükümlerinin uygulaması için gerekli oldu- teklemek amacıyla yer verdiği görülmektedir. Hatta
ğunu zikreder ve Ebu Hanife’den mervi olan bu ta- konuyla ilgili muhtemel sorulacak sorular oluştur-
nımın Mâturîdî’nin de görüşü olduğunu ifade eder. muş ve cevabını da Mâturîdî’’nin Te’vilât isimli ese-
93
Bâbertî, Ebu Hanife ve Mâturîdî’nin iman tanımı rinden aktarmıştır.103Dolayısıyla Bâbertî’nin, bu gün
hakkındaki görüşlerinin Eş’arî’ninkinden daha doğru Mâturîdî’ye aidiyeti kesin olan Kitabu’t-Tevhid ve Te-
olduğu görüşündedir.94 vilâtu’l-Kur’an ismiyle kütüphanelerimizde var olan
Bâberti’nin “Âlimlerimiz” dediği kişilerin içerisinde eserleri bilgi kaynağı olarak kullandığı görülmektedir.
Mâturîdî’nin görüşlerine yer verirken onun aklı olan SONUÇ
çocukların Allah’ı bilmesinin gerektiğini savundu-
Bâbertî’nin yaşadığı dönem, İslam dünyasının fikrî
ğunu ve bunun Meşayihu Irak’tan da pek çokları-
açıdan teşekkül süreci sonrası, şerh ve haşiyeler dö-
nın görüşü olduğunu belirtmektedir.95Ancak Meşa-
nemi olarak isimlendirilen bir döneme denk gel-
yihu Irak dediği kişilerin kimler olduğu hakkında
mektedir. Onun Bayburt’ta başlayan ilim hayatı, dö-
bilgi vermemektedir. Bâberti yine Meşayihunun ço-
nemin ilmî geleneğine uygun bir şekilde Halep ve
ğuna göre “Şu üç kişiden kalem kalkmıştır: Çocuk
Mısır’a gitmesiyle devam etmiştir. Onun fikir haya-
ihtilam oluncaya kadar, uykudaki uyanıncaya kadar
tının en önemli devresini Mısır dönemi oluştursa da,
ve mecnun da akıllanıncaya kadar.”96 hadisinde if
oraya gitmeden önce yazmış olduğu söylenen eserler,
ade edildiği üzere çocuk için her hangi bir vücubiye-
düşünce yapısının önemli bir kısmının Mısır öncesi
tin olmadığını belirtir. Bâbertî bu iki görüşü de dik-
kate alır ve Ebu Mansur’un görüşünü şeriat üzerine oluştuğunu göstermektedir.
hamlederek, akıllı olan çocuğun imanının geçerlili- Bâbertî’nin eserlerinin önemli bir kısmının şerh, ha-
ğinde ashabımız arasında herhangi bir ihtilaf yoktur, şiye ve takrir tarzında olması, yaşadığı dönemin ilmî
der.97 geleneğine uygun davranmasından kaynaklanıyor
Bâbertî, ilk defa Mâturîdî’nin eserlerinde yer alan ima- olmalıdır. Ancak onun bu tarz eserleri çoğunlukla
nın yaratılması meselesinde98Ebu Hanife’nin el-Alim şerh ve haşiye sınırlarını aşan, telif olarak nitelene-
ve’l-Müteallim isimli eserinden “biz onun vahdaniy- cek türdendir. Kendisine atfedilen eserlerin pek ço-
yetini ve rububiyetini ve kudretini nebiler ve rasul- ğunun bu gün muhtelif nüshalarıyla mevcut olması,
ler gibi tasdik ettik” sözünü aktardıktan sonra insa- Osmanlı dönemi medreselerinde kıymete haiz görül-
nın bütün fiilleri mahlûk olduğu gibi insani bir fiil düğünün bir işaretidir.
olan iman da mahlûktur, diyerek isim zikretmeden Bâbertî, Sünnî gelenekler içerisindeki farklılaşma-
Mâturîdî’nin görüşünden bahsetmiş olmaktadır.99 nın farkında olarak, Hanefî-Mâturîdî geleneğinin

94
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

karşısında, Şafiî, Eş’arî, Ahmed b. Hanbel ve Malik gelen bir anlayışı tercih etse de, Ehl-i Ehvâ ve Bida’yı
başta olmak üzere, onların hem şahıs, hem de tem- fasık Müslüman konumunda tutarak İslam içerisinde
sil ettikleri mezheplere yönelik ciddi eleştirilerde bu- kabul edip, arkalarından namaz kılınabileceğini söy-
lunmaktadır. Bu eleştirileri, zaman zaman herhangi lerken, hem bu fırkaların temsilcilerinin, hem de fır-
bir mezhepsel aidiyet kurarak veya kurmayarak bu kanın geneline atfettiği fikirlerde, onayladığı ve savun-
mezheplerin önde gelen isimleri bağlamında da sür- duğu görüşleri öne çıkarmaktadır. Dolayısıyla fikir
dürmektedir. merkezli bir tanımlamayla, başlangıçtaki toptan red-
Bâbertî, Hanefiliği genel anlamda Fırka-i Naciye içe- dedici tavrı, uygulamada, yani, detay fikir değerlen-
risinde Ehl-i Sünnet olarak isimlendirirken, onu ba- dirmelerinde kullanmadığı görülmektedir.
zen diğer Sünnî mezheplerden daha özel bir konumda Bâbertî’nin üslubundaki zaman zaman görülen sert-
tutmaktadır. Yani, Ehl-i Sünnet ve diğerleri derken, liklerin nedeni, başta Mısır ve Halep olmak üzere, o
Sünnîlik içerisindeki farklılaşmaya da dikkat çek- dönemin mezhepsel ilişkilerinin bir sonucu olmalı-
mektedir. Bâbertî, Hanefî geleneği içerisindeki fark- dır. Çünkü onun hayatı, mezhepler arası ilişkilerin,
lılaşmaların da farkında olarak, fikir tartışmalarına iktidara göre sık sık yön değiştirdiği tarihsel bir sü-
bunları da dâhil etmektedir. rece denk gelmektedir.
Bâbertî, Ehl-i Ehvâ ve Bida’ fırkalarını klasik 73 Fırka Bâbertî’nin fikirleri, kendi döneminde Mısır’da önemli
tasnifi içerisinde Hanefî geleneğine uygun bir şekilde derecede etkili olduğu görülürken, Osmanlı dönemi
6x12+1 şeklinde yapıyor olsa da zikrettiği mezheple- akide ve kelam alanındaki düşüncelerde de öğrenci-
rin 73 sayısını aştığı görülmektedir. Dolayısıyla, ana leri vasıtasıyla, etkili olduğu söylenebilir. Bu bağlamda
kollar olarak zikrettiği bu 73 Fırka hadisini kesretten Osmanlı kelam anlayışının arka planında Bâbertî var-
kinaye olarak değerlendirmiş gibidir. dır, demek, mübalağalı kabul edilmemelidir.
Mezhepleri değerlendirmesinde kendisini “mutaassıb Bâbertî’nin Babertî örneğinde Hanefî-Mâturîdî algı-
bir Hanefi” olarak değerlendiren Bâbertî, üst taksim sını ele aldığımız bu çalışmayla, onun eserlerinden ha-
toptancı bir yaklaşımı benimsemiş gözükmektedir. reketle, fıkıh-akide, tasavvuf-akide, hadis-akide vb.
Bunun sonucunda da klasik kaynaklardaki genel- konularda yapılacak yeni çalışmalara yönlendirme-
leyici yaklaşımla tarihsel farklılıkları görmezlikten si-katkı sağlaması hedeflenmektedir.

Dipnotlar
1 Bkz. Ahmed b. Mustafâ Taşköprüzâde, Miftâhu’s-Sa’âde ve Mesabihu’s-Siyâde fi Mevzuâti’l-Ulûm, Dâru’l-Kütübü’l-İl-
miyye, Beyrut, Lübnan, 1405/1985, II/243; Hayruddin Zirikli, el-A’lâm Kâmûsu Terâcîmi li-Eşheri’r-Ricâl ve’n-Nisa
mine’l-Arab ve’l Müsta’ribîn ve’l Müsteşrikîn, Dârü’l-İlm li’l-Melâyin, Beyrut, Lübnan, 2002, 7/42; Bağdatlı İsmail
Paşa, Hediyyetü’l-Arifin Esmâu’l-Müellifîn ve Asâru’l-Musannifin, İstanbul, 1955, II/171; Şihabuddin Ebu’l-Fellah
Abdulhay İbn Ahmed b. Muhammed el-Akriyy? El-Hanbelî ed-Dımeşki, İbnu’l-İmâd, Şezerât’uz-Zeheb fî Ahbâri men
Zeheb, Thk. Abdulkadir el-Arnavud-Mahmud el-Arnavud, Dâru İbn Kesir, Beyrut, 1406/1986, VI/293; Ebu’l Hasenât
Muhammed Anduülhay el-Hindî el-Leknevî (ö. 1304-1887), el-Fevâidü’l-Behiyye fi Terâcimu’l-Hanefiyye Mea’t-Ta-
likâti’s Seniyye ale’l-Fevâidi’ Behiyye, tashih ve talik, Muhammed Bedreddin Ebû Firas en-Na’sanî, Dâru’l-Ma’rife, Bey-
rut, Lübnan, ts., 195; Ömer Rıza Kehhâle, Mu’cemü’l-Müellifîn, Mektebetü’l-Mesna, Beyrut, Lübnan trz., XI/298.
2 Katip Çelebi, Keşfüz-Zünun, İstanbul, 1972, II/1247; el-Bağdâdî, Hediyyetü’l-Ârifin, II/171; Bâbertî, Şerhu’l-Vasiyye-
tü’l-İmam Ebî Hanife en-Numan b. Sâbit el-Kûfî, 1, (Eserin İç Kapağı); Ekmeluddîn El-Bâbertî, En-Nüketü’z-Zârife fî
Tercîhi Mezhebi Ebî Hanîfe, Thk. Tlk., Hasan Ömer Müsaid?, I. Baskı, Riyâd/Suud, h. 1418/ m. 1997, 1.
3 El-Leknevî, Fevâid, 197; Hafız Şehabeddin Ahmed b. Ali Muhammed ibn Muhammed b. Ali b. Ahmed, Eş-Şüheyr b.
el-Askalânî, İbn Hacer, (ö. 852/1449), ed-Dürerü’l-Kâmine fî A’yâni’l-Maeti’s-Sâmine, Daru’l-Ceyl, Beyrut, 1414/1993,
IV/251; Kehhâle, Mu’cem, II/298.
4 el-Bağdadî, Hediyyetü’l-‘Ârifîn, II/171.
5 ez-Ziriklî, el-A’lâm, VII/271; Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi II (Tabakatü’l-Müfessirin), Diyanet İşleri Reis-
liği Yayınları, Ankara, 1960, II/572.
6 Leknevî, Fevaid, 197; Kehhale, Mu’cem, XIV/298; el-Bağdadî, Hediyyetü’l-‘Ârifîn, II/171; ez-Zirikli, el-A’lâm, VII/271;
Mehmet Tahir, Osmanlı Müellifleri, II/305; Hayrettin Karaman, Başlangıçtan Zamanımıza Kadar İslam HukukTarihi,
İrfan Yayınevi, İst., ty., 156-157.
7 Şihâbuddîn Ebî Abdillah Yâkut b. Abdillah el-Hamevî, er-Rûmî, el-Bağdâdî, Mucemu’l-Büldân, Dâru’s-Sadr, Beyrut,
1397/1977, I/307; Zirikli, A’lam, VII/271; Abdurrahman İbn Haldun, Mukaddimetü İbn-i Haldun (732-808/1332-
1406), Dâru’l-Fikr, Beyrut, Lübnan, ts., I/426; Mehmet Tahir, Osmanlı Müellifleri, II/305; Hayrettin Karaman, İslam

95
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Hukuk Tarihi, 156-157; Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi, II/572; Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuki İslamiyye ve Istılahat-ı
Fıkhiyye Kâmusu, İstanbul Üniversitesi Yayınları, İst., 1951, I/361.
8 Asri Çubukçu, “Ekmeleddin el-Baberti, Hayatı, Şahsiyeti ve Eserleri”, (Neşredilmemiş Daktilo Metni), 2-3.
9 H. Murat Kumbasar, “Ekmelüddin Bâbertî ve Ebu Hanife İle İlgili Bir Risalesi”, Ekev Akademi Dergisi, 13/41 (Güz 2009),
242-243.
10 Şerhu’l-Vasiyye, 28-29.
11 Ahmed b. Mustafa Taşköprülüzâde, Miftahus’-Saade ve Misbahu’s-Siyade, fi Mevzuati’l-Ulum, Daru’l-Kutubi’l-İlmiy-
ye, Beyrut, Lübnan, 1405/1985, II/269; el-Leknevî, el-Fevâid, 195.
12 Osman Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri, İstanbul, 2001, 60; Ahmet Gül, Osmanlı Medereselerinde Eğitim Öğ-
retim ve Bunlar Arasında Dâru’l-Hadislerin Yeri, TTK. Yay., Ankara, 1997, 22; İsmet Miroğlu, XVI. Yüzyılda Bayburt
Sancağı, Üçler Matbaası, İst., 1975, 13, 125, 127.
13 Taşköprülüzâde, Mevzuâti’l-Ulûm, II/269; Leknevî, el-Fevaid, 195; Katip Çelebi, Keşfü’z Zünun, I/155.
14 İbn-i Hacer el-Askalânî, İnbâul’l-Ğumr,Beyrut, 1986, I/9; Çubukçu, “Ekmeleddin el-Baberti…”, 5.
15 Abdusselâm Subhî Hamid, “Takdim”, el-Bâbertî, et-Takrir li Usul-i Fahru’l-İslam el-Pezdevî, Kuveyt, 1426/2005, I/19.
16 en-Nüket MK, 57.
17 Leknevî, el-Fevâid, s. 195, 197; Hüseyin Kayapınar, “Kâki”, DİA, İstanbul, 2001, 24/216; Ahmet Özel, Hanefi Fıkıh Âlim-
leri, Ankara 1990, 78.
18 İbn Hacer, ed-Dürer, 1/441-442, 2/265-266; Mustafa Altundağ, “İbnu’l-Cündî”, DİA, İstanbul, 2000, 21/4.
19 en-Nüket ,“Mukaddime”, 23; Şerh-i Telhis, 27.
20 İbn Haldun, Mukaddimetü İbn-i Haldun, I/426.
21 Kasım b. Kutluboğa, Tacu’t-Terâcim fi Tabakâti’l-Hanefiyye, Bağdat, 1962, 66.
22 Abdulhay b. İmâd, Şezerâtü’z-Zeheb fi Ahbâr min Zeheb, Kahire, 1351, VI/20, VII/209; Celâleddin Suyûtî, Buğye-
tü’l-Vûât fî Tabakâtü’l-Luğaviyyîn ve’n-Nûhât, Kahire 1965, 97, II/97.
23 Leknevî, el-Fevâid, 127.
24 Zirikli, el-Alam, VIII/165; M. Şerefeddin Yaltkaya, “Bedreddin Simâvî”, İA. Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1979, II/444;
Özel, Hanefi Fıkıh Âlimleri, 91.
25 Mecdi Mehmed Efendi, Şakaik-i Numaniyye ve Zeyilleri (Hadaiku’ş-Şakaik), Nşr. Abdulkadir Özcan, Çağrı Yay., İs-
tanbul, 1989, I/74; Taşköprizâde ‘Usamuddin Ebu’l-Hayr Ahmed b. Mustafa (961/1553), eş-Şakâiku’n-Nu’mâmyye fi
Ulemâi’d-Düveli’l-Usmaniyye, nşr. Ahmed Suphi Fırat, İstanbul, 1405, 52.
26 Tunca Kortantamer,Eski Türk Edebiyatı-Makaleler, Ankara, 1993, 3-4: Günay Kut, “Ahmedî”, DİA, II/165; İsmail Ünver,
Ahmedî-İskendernâme (İnceleme-tıpkıbasım), Ankara, 1983, 3; M. Orhan Bayrak, Osmanlı Tarihi Yazarları (biyografi
ve bibliyografi), İst., 1982, 29.
27 Eserleri için bkz.: Aytekin, “Bâbertî”, DİA, TDV. Yayınları, İst., 1991, IV/378; Kumbasar, “Ekmelüddin Bâbertî”, 243-246;
Nasuhi Ünal Karaaslan, “Bayburtlu Ekmeleddin”, Türk Tarihinde ve Kültüründe Bayburt Sempozyumu, Erz., 1989, 101-
102; Kıyasettin Koçoğlu, Ekmelüddin el-Bâberti İslam Mezheplerine Bakışı, Yayınevi Yay, Ank., 2013, 19-47, 96-108.
28 Ebû Abdurrahman Ahmed b. Şuayb en- Nesâî, Sünen, (Çağrı yay, İst., 1992), “Salatu’l-îdeyn” 22, III/188-189.
29 Ebu Abdillah Muhammed b. İsa et-Tirmîzî, el-Câmiu’s-Sahih, (Kitabu’l-İman), Kahire, 1292, 2/107.
30 Ekmelüddin el-Bâbertî, Beyânü’l-Mezâhibi Bâtıla Ke’r-Revâfız ve-l-Hâriciyye ve’l-Kaderiyye ve Gayri Zalike, Süley-
maniye Ktp., Hacı Beşir Ağa, No. 656, v. 223a.
31 Mevlüt Özler, İslam Düşüncesinde 73 Fırka Anlayışı, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2010, 15-30.
32 Ethem Ruhi Fığlalı, “Önsöz”, Ebû Mansur Abdulkaahir el-Bağdâdî, Mezhepler Arasındaki Farklar, trc. Ethem Ruhi
Fığlalı, TDV. Yayınları, Ankara, 1991, XXIII-XXX.
33 Kutlu, İslam Mezheplerine Giriş, Dem Yayınları, İstanbul, 2005, 179-181.
34 Şerhu’l-Maksad, v. 35a-36b; Şerhu’l-MaksadGT., 89-91.
35 Ekmelüddin el-Bâbertî, Şerhu Umdeti’n-Nesefî fî Usûli’d-Dîn, Süleymaniye, Amcazâde Hüseyin Paşa Koleksiyonu, Arşiv
No: 34 Sü-Hü 312/2, v. 136b.
36 Örnek olarak bkz.,el-Bağdâdî, Mezhepler Arasındaki Farklar, 1.
37 Şerhu’l-Vasiyye, 13; Şerh-u Tecrid, v. 2a.
38 Şerhu’l-Vasiyye, 29; Şerhu Akideti Ehl-i Sünne ve’l-Cemaa, 20, 21-22, 28, 54, 106, 121, 156.
39 Şerhu’l-Vasiyye, 13, 35, 18, 20, 33.
40 Şerhu Akideti Ehl-i Sünne ve’l-Cemaa, 20.
41 Şerhu Akideti Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat, 121.
42 Şerhu’l-Umde, v. 79a.
43 Şerhu Akideti Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat, 121.
44 Şerhu Akideti Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat, 152.
45 Şerhu Akidetu Ehl-i Sünne ve’l-Cemaa, 100-101.
46 Bezzâr, Ebû Bekr Ahmed b. Amr, Müsnedü’l-Bezzâr, (Thk: Mahfuzu’r-Rahman Zeynullah, Mektebetü’l-ulûm ve’l-Hi-
kem, Medine, 1995), Hadis No: 2755, VII/186.

96
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

47 Şerhi Akidetu Ehl-i Sünne ve’l-Cemaa, 20-25


48 Şerhu Akidetu Ehl-i Sünne ve’l-Cemaa, 120; Tirmizî, “İlim” 16; İbn Mâce, “Mukaddime”, 6.
49 Şerhu Akidetu Ehl-i Sünne ve’l-Cemaa, 120-121.
50 Şerhu Akidetu Ehl-i Sünne ve’l-Cemaa, 152.
51 İbn Mace, “el-Fiten”, 8.
52 Şerhi Akidetu Ehl-i Sünne ve’l-Cemaa, 100-101, 152.
53 el-Maksad, 154.
54 Abdullah b. Huseyn b. Dellal el Kerhî, el-Hanefi, bkz.,Şerhi Akidetu Ehl-i Sünne ve’l-Cemaa, 123,
55 Arşiv No: 34 Atf 2825/6, Atıf Efendi Yazma Eser Kütüphanesi, vr. 150a-150b.
56 el-Maksad, 164; Şerhu’l-Vasiyye, 57.
57 el-Maksad, 165.
58 Şerhu’l-Vasiyye, 3.
59 Şerhu’l-Vasiyye, 12, 13, 14, 18, 20,21, 29, 30, 31,32, 33, 35.
60 Şerhu’l-Vasiyye, 10.
61 Şerhu’l-Vasiyye, 2.
62 en-Nüket, 27.
63 en-Nüket, 29.
64 en-Nüket, 30-31.
65 Tirmizî, Ebû İsa Muhammed b. İsa, Sünen, Çağrı Yay., İstanbul, 1992, “Şehadât”, 4, 4/549.
66 Ebu İbrahim İsmail b. Yahya el-Meznî el-Mısrî, H 175/h. 264 yıllarında yaşamıştır. Bkz. Tâcuddîn Ebi’n-Nasr Abdu’l-Veh-
hâb b. Alî b. Ebdi’l-Kâfî es-Subkî, Tabakâtu’ş-Şafi’iyyeti’l-Kübrâ, Tahk., Abdu’l-Fettah Muhammed el-Cilû-Mahmud
Muhammed et-Tanâhî, Dâru’l-Hayâi’l-Kitâbi’l-Arabiyye, 1918, 2/93.
67 en-Nüket, 32-35.
68 en-Nüket, 45-47.
69 Muhammed b. Abdurrahman b. Ahmed b. Muhammed b. Ebî Bekr b. Alî, Allâme Şemseddîn el-İsfahânî Ebu Senâ. H.
694 yılında İsfehanda doğmuş, Tebriz, Dımaşk ve Mısır’da yaşamış ve Mısır’da H. 749 yılında vefat etmiştir. bkz.,en-Nü-
ket, 57, Dipnot, 5.
70 en-Nüket, 58.
71 en-Nüket, 71-72.
72 Şerhu’l-Vasiyye, 12.
73 Ebû Mansur, Muhammed b. Muhammed b. Mahmud el-Mâturîdî, es-Semerkandî, et-Te’vilât, Topkapı Sarayı, Medine
Kısmı, No. 179, II/15.
74 Şerhu’l-Umde, v. 104b-105a.
75 Şerhu’l-Maksad, v. 24b-25a; Şerhu’l-Maksad GT., 68-69.
76 Şerhu Akidetu Ehl-i Sünne ve’l-Cemaa, 24, 107,
77 Şerhu Akidetu Ehl-i Sünne ve’l-Cemaa, 42;Şerhu’l-Umde, v. 99a.
78 Şerhu’l-Maksad, v.24b-25a; Şerhu’l-Maksad GT., 68-69.
79 Abdullah b. Huseyn b. Delâl el-Kerhî el-Hanefî (Ebu’l-Hasan) (ö. h. 340) Bkz. Kehhâle, Mu’cem, 6/45; Taşköprizâde,
Tabakât, v. 22a; Leknevî, el-Fevâid, 108.
80 Hebbetallahu Yahya b. Muhammed Yahya eş-Şirazi el Asl, (h. 560), Kehhâle, Mu’cem, 4/61. Kehhâle, Şirâzî hakkında “İbn
Herrâs olarak bilindiği ve “İmâdu’l-Kurra”, “Şemsu’l-Eimme ve’l-Ulema” olarak lakaplandırıldığı ve Efdaluddin ve Ebu
Talib şeklinde de anıldığından bahsetmetkedir.
81 Şerhu’l-Maksad, v. 15a-b; Şerhu’l-Maksad GT., 49-50.
82 el-Maksad, 155.
83 el-Maksad, 165, Şerhu’l-Vasiyye, 3, 28; Şerhu’l-Umde, v. 120a.
84 Şerhu’l-Vasiyye, 5; Şerhu’l-Umde, v.80a.
85 el-Maksad, 164; Şerhu’l-Maksad, v.71b-72a; Şerhu’l-Maksad GT., 157.
86 Şerhi Akidetu Ehl-i Sünne ve’l-Cemaa, 83, 107; Şerhu’l-Umde, v. 104a.
87 Şerhu’l-Maksad, v. 25a; Şerhu’l-Maksad GT., 70.
88 Şerhu’l-Umde, v. 96a.
89 el-Maksad, 164; Şerhu’l-Maksad, v.71b-72a; Şerhu’l-Maksad GT., 157.
90 Şerhu Akidetu Ehl-i Sünne ve’l-Cemaa, 83, 107.
91 Şerhu’l-Umde, v. 128a.
92 Risaletü fi Beyanil-Firaki’z-Zelle, Atıf Efendi Yazma Eser Ktp.,Arşiv No: 34 Atf 2825/6, vr. 147-151.
93 el-Maksad, 165; Şerhu’l-Umde, v. 121b.
94 Şerhu’l-Umde, v. 121b.

97
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

95 Şerhu’l-Vasiyye, 5.
96 Ebû Dâvud, Hudûd 16; Tirmizî, Hudûd, 1; İbn Mâce, Talâk 15; Ahmed b. Hanbel, Ebu Abdullah eş-Şeybânî, Müsned,
Çağrı Yay., İstanbul, 1992, I/116, 118; 6/101, 144.
97 Şerhu’l-Vasiyye, 5; Şerhu’l-Umde, v. 120a-120b.
98 Ebu Mansur el-Mâturîdî, Kitabu’t-Tevhid, Tahk. Fethullah Huleyf, Dâru’l-Camiatu’l-Mısriyye, 385-388.
99 Şerhu’l-Vasiyye, 10-11.
100 el-Maksad, 164-165; Şerhu’l-Maksad, v. 74a-74b; Şerhu’l-MaksadGT., s. 162; aynen aktarmış krş. el-Mâturîdî, Kita-
bu’t-Tevhid, thk. F. Huleyf, 362; el-Mâturîdî, Kitabu’t-Tevhid Tercümesi, Trc. Bekir Topaloğlu, İsam Yay. Ankara, 2002,
470.
101 Şerhu’l-Vasiyye, 56-57.
102 Krş. el-Mâturîdî, Kitabu’t-Tevhid, thk. F. Huleyf, 362; el-Mâturîdî, Kitabu’t-Tevhid Tercümesi, 470.
103 el-Maksad, 155; Şerhu’l-Maksad, v.32a-33a; Şerhu’l-Vasiyye, 28-29; Şerhu’l-Umde, v. 96a-97b.

Kaynakça
AHMED B. HANBEL, Ebu Abdullah eş-Şeybânî, Müsned, Çağrı Yay., İstanbul, 1992.
ALTUNDAĞ, Mustafa, “İbnu’l-Cündî”,DİA, İstanbul, 2000, c. 21.
AYTEKİN, Arif, “Bâbertî”,DİA, TDV. Yayınları, İstanbul, 1991, c. IV.
BÂBERTÎ, Ekmelüddin el-, Risâle fî Beyâni’l-Firaki’d-Dâlle, Afyon Gedik Paşa İl Halk Kütüphanesi Koleksiyonu, Arşv. No:
03 Gedik 18145/6, Bulunduğu Yer: Ankara Milli Kütüphane.
BÂBERTÎ, Ekmelüddin el-, Ehlü’l-Ehvâ ve’l-Bid‘aya Ait Bir Risâle, Süleymaniye Ktp., Lala İsmail Paşa, No: 706, vr. 196b-197a.
BÂBERTÎ, Ekmelüddin el-, El-Maksad fi İlm-i Kelam, Süleymaniye, Pertev Paşa (Selimiye), No: 000647; Süleymaniye, Aya-
sofya, No: 001384; Süleymaniye, Şehit Ali Paşa, No: 1717; Dâru’l-Kütübi’l-Mısriyye Kütüphanesi, Usulü’d-Dîn 214/3292
numaralı Mahmud b. Yakub Nüsyası.
BÂBERTÎ, Ekmelüddin el-, en-Nuketü’z-Zarife fî Tercîhi Mezhebil-Hanîfe, Milli Ktph.,Ankara, (167b-171b,) Arşiv No: 18
Hk 477/12, İstinsah T. 1059 (1648), İstinsah Yeri, Diyar-ı Bekir, Çankırı İl Halk Ktph., Koleksiyonu, DVD No: 1593.
BÂBERTÎ, Ekmelüddin el-, en-Nuketüz-Zarife fî Tercîhi Mezhebi Ebî Hanife, Câmiatu’l-Meliki’-s-Su’ûd, Külliyyeti’t-Terbi-
ye Merkezi’l-Buhûsi’lt-Terbeviyye, Thk. ve Talik: Beletü’l-Hasan Ömer Mesâid?, I. Baskı, Riyad, 1418/1997.
BÂBERTÎ, Ekmelüddin el-, Risâle fi Aksâmi’l-Esnâfi’l-Mezâhib, Süleymaniye Ktph., A. Tekelioğlu, No. 872, vr. 195b-196b.
BÂBERTÎ, Ekmelüddin el-, Risâle fî Ashâbi’l-Ehvâ ve’l-Bida’, Süleymaniye Ktph.,H. Hüsnü Paşa, No. 771, vr. 98a-99a.
BÂBERTÎ, Ekmelüddin el-, Risâle fî Asli’l-Ehvâ ve’l-Bida’, Konya İl Halk Ktph., no. 218/1, vr. 1b-4a.
BÂBERTÎ, Ekmelüddin el-, Risâle fî Beyân Fıraki’z-Zelle, Süleymaniye Kütüphanesi, Atıf Efendi, Arşiv No: 34 Atf 2817/30,
vr. 67b-68a.
BÂBERTÎ, Ekmelüddin el-, Risâle fî Beyâni’l-Firaki’d-Dâlle, Afyon Gedik Paşa İl Halk Kütüphanesi Koleksiyonu, Arşv. No:
03 Gedik 18145/6, vr. 40a.
BÂBERTÎ, Ekmelüddin el-, Risâle fî Beyâni’l-Mezâhibi’l-Bâtıle Ke’r-Revâfız ve’l-Havâric, Süleymaniye Ktp., Hacı Beşir Ağa,
No: 656, v. 223a-223b.
BÂBERTÎ, Ekmelüddin el-, Risâle fî Neşr-i Ebu Hanîfe, Süleymâniye Ktph., Yazmalar Blm, Arşv No: 06 Mil Yz. A 72983.
BÂBERTÎ, Ekmelüddin el-, Risâle fi’l-Fırak Zalla, Süleymaniye Kütüphanesi, Kasidecizâde, 722/2, vr. 26a-27b.
BÂBERTÎ, Ekmelüddin el-, Risaleti fi Akîde Firaki Dâlle (Mecmûatül-Resâil içinde), Milli Kütüphane, Ankara Adnan Ötü-
ken İl Halk Kütüphanesi, www.yazamalar.org, Arşv. No: 06 Hk 213, vr. 302-303.
BÂBERTÎ, Ekmelüddin el-, Risaletü fi Beyani’l-Firaki’z-Zelle, Arşiv No: 34 Atf 2825/5, Atıf Efendi Yazma Eser Kütüphanesi,
vr. 143-147.
BÂBERTÎ, Ekmelüddin el-, Risaletü fi Beyani’l-Firakiz-Zelle, Arşiv No: 34 Atf 2825/6, Atıf Efendi Yazma Eser Kütüphanesi,
vr. 147-151.
BÂBERTÎ, Ekmelüddin el-, Şerhu Akaidi’t-Tahâvî = Şerhu Akideti Ehli’s-Sünne ve’l-Cemaa, Süleymaniye Ktph., Esad Efen-
di, No: 001259.
BÂBERTÎ, Ekmelüddin el-, Şerhu Umdeti’n-Nesefî fî Usûli’d-Dîn, Süleymaniye, Amcazâde Hüseyin Paşa Koleksiyonu, Arşiv
No: 34 Sü-Hü 312/2.
BÂBERTÎ, Ekmelüddin el-, Şerhu Vasıyyeti’l-İmam Ebu Hanife en-Nu’man b. Sâbit = Şerhu Vasıyyeti’l-İmâm’l-A’zam,
Müstensih: İsmail el-Hatib el-Haseni. [y.y. : y.y.], 1327, I. Baskı, Şeyh Süleyman Muhammed el-Konevî el-Akvîrâni tara-
fından basılmıştır, 64s.; Türkiye Diyanet Vakfı, İSAM Ktph., Demirbaş No:148638.
Ekmelüddin el-Bâbertî, Beyânü’l-Mezâhibi Bâtıla Ke’r-Revâfız ve-l-Hâriciyye ve’l-Kaderiyye ve Gayri Zalike, Süleymaniye
Ktp., Hacı Beşir Ağa, No. 656
BÂBERTÎ, Ekmelüddin el-, Şerhu’l-Maksad fi Usuli’d-Din, King Saud Üniversity, Deanship of Library Affairs, No: 3692.
BÂBERTÎ, Ekmelüddin el-, Şerhu’l-Maksad, Proje Yürütücülüğünü Galip Türcan,’ın Proje Yardımcılığını da Abdülgaffar As-
lan, Hasan Tevfik Marulcu, Hülya Altunya, Aşır Örenç, Mehmet Zeki Süslü’nun yaptığı, “Bâbertî’nin Şerhu’l-Maksad

98
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Adlı Eserinin Tahkik ve Osmanlı Kelam Düşüncesinin Oluşumuna Katkısı”, Süleyman Demirel Üniversitesi BAP., Koor-
dinasyon Birimi, Proje No: 1848-M-09, Mayıs 2012, Isparta.
BÂBERTÎ, Ekmelüddin el-, Şerhü’t-Telhis, El-Münşeatü’l-Amme li’n-Neşr, Trablus, 1983.
BÂBERTÎ, Ekmelüddin Muhammed b. Muhammed el-, Şerhü’l-Akideti Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat, Thk., Arif Aytekin, I.
Baskı, Kuveyt, 1409/1989.
BÂBERTÎ, Ekmelüddin Muhammed b. Muhammed el-Bâbertî el-Hanefî, et-Takrîr li Usuli Fahru’l-İslam Pezdevî, Thk.,
Abdusselâm Subhî Hâmidî, Vüzerati’l-Evkaf ve’ş-Şuûni’l-İslamiyye, Kuveyt, 1426/2005.
BAĞDÂDÎ, Ebû Mansur Abdulkaahir el-, Mezhepler Arasındaki Farklar, trc. E. Ruhi Fığlalı, TDV. Yay., Ankara, 1991.
BAĞDATLI, İsmail Paşa, Hediyyetü’l-Arifin Esmâu’l-Müellfîn ve Asâru’l-Musannif ’in, İstanbul, 1955.
BAYBURTİ Ekmeliddun Muhamme, Risâle fi Beyân Farki’z-Zelle, Süleymaniye Kütüphanesi, Atıf Efendi, Arşiv No: 34 Atf
2851/10, vr. 55b-57b.
BAYRAK, M. Orhan, Osmanlı Tarihi Yazarları (biyografi ve bibliyografi), İstanbul, 1982.
BEZZÂR, Ebû Bekr Ahmed b. Amr, Müsnedü’l-Bezzâr, Thk: Mahfuzu’r-Rahman Zeynullah, Mektebetü’l-ulûm ve’l-Hikem,
Medine, 1995.
BİLMEN, Ömer Nasuhi, Hukuki İslamiyye ve Istılahat-ı Fıkhiyye Kâmusu, İstanbul Ünv., Yay., İst., 1951.
BİLMEN, Ömer Nasuhi, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakâtü’l-Müfessirin), Diyanet İşleri Reisliği Yay., Ank., 1960.
BURSALI Mehmed Tahir, Osmanlı Müellifleri, I-III ve Ahmed Remzi Akyürek Mİftâhu’l-Kütüb ve Esâmî-i Müellifîn
Fihristi, Ankara, 2009.
ÇUBUKÇU, Asri, “Ekmeleddin el-Bâbertî, Hayatı, Şahsiyeti ve Eserleri”, (Neşredilmemiş Daktilo Metni), Erzurum, 1993.
GÜL, Ahmet, Osmanlı Medereselerinde Eğitim Öğretim ve Bunlar Arasında Dâru’l-Hadislerin Yeri, TTK. Yay., Ankara,
1997.
HAMEVÎ, Şihâbuddîn Ebî Abdillah Yâkut b. Abdillah el-, er-RûmÎ, el-Bağdâdî, Mucemu’l-Büldân, Dâru’s-Sadr, Beyrut,
1397/1977.
İBN HACER EL-ASKALÂNÎ, İnbâu’l-Gumr fî Ebnâi’l-Umr, Beyrut, 1986.
İBN HACER, Hafız Şehabeddin Ahmed b. Ali Muhammed ibn Muhammed b. Ali b. Ahmed, Eş-Şüheyr bi el-Askalânî, (ö.
852/1449), ed-Dürerü’l-Kâmine fî A’yâni’l-Maeti’s-Sâmine, Daru’l-Ceyl, Beyrut, 1414/1993.
İBN HALDUN, Abdurrahman, Mukaddimetü İbn-i Haldun (732-808/1332-1406), Dâru’l-Fikr, Beyrut, ts.
İBN MÂCE, Ebu Abdillah Muhammed b. Yezid el-Kazvînî, Sünen, (Kitabu’l-Fiten), nşr., F. Abdulbâki, Mısır, 1372-/1952-
1953.
İBNU’L-İMÂD, Şihabuddin Ebu’l-Fellah Abdulhay İbn Ahmed b. Muhammed el-Akriyy? El-Hanbelî ed-Dımeşki, Şe-
zerât’uz-Zeheb fî Ahbâri men Zeheb, Thk. Abdulkadir el-Arnavud-Mahmud el-arnavud, Dâru İbn Kesir, Beyrut,
1406/1986.
KARAMAN, Hayrettin, Başlangıçtan Zamanımıza Kadar İslam Hukuk Tarihi, İrfan Yayınevi, İstanbul, ty.
Kâtip Çelebi, Keşfüz-Zunun, İstanbul, 1972.
KAYAPINAR, Hüseyin, “Kâki”, DİA, İstanbul, 2001.
KEHHÂLE, Ömer Rıza, Mu’cemü’l-Müellifîn, Mektebetü’l-Mesna, Beyrut, Lübnan trz..
Kortantamer, Tunca, Eski Türk Edebiyatı-Makaleler, Ankara, 1993.
KUMBASAR, H. Murat “Ekmelüddin Bâbertî ve Ebu Hanife İle İlgili Bir Risalesi”, Ekev Akademi Dergisi, 13/41 (Güz 2009).
KUT, Günay, “Ahmedî”, DİA, İstanbul, 1989.
KUTLU, Sönmez, Mezhepler Tarihine Giriş, Dem Yayınları, İstanbul, 2005.
KUTLUBOĞA, Kasım b,,Tacu’t-Terâcim fi Tabakâti’l-Hanefiyye, Bağdat, 1962
LEKNEVÎ, Ebu’l Hasenât Muhammed Anduülhay el-Hindî el- (ö. 1304-1887), el-Fevâidü’l-Behiyye fi Terâcimu’l-Hane-
fiyye Mea’t-Talikâti’s Seniyye ale’l-Fevâidi’ Behiyye, tashih ve talik, Muhammed Bedreddin Ebû Firas en-Na’sanî, Dâ-
ru’l-Ma’rife, Beyrut, Lübnan, ts.
MÂTURÎDÎ, Ebu Mansur el-, Kitabu’t-Tevhid Tercümesi, Trc. Bekir Topaloğlu, İsam Yay. Ankara, 2002.
MÂTURÎDÎ, Ebu Mansur el-, Kitabu’t-Tevhid, Tahk. Fethullah Huleyf, Dâru’l-Camiatu’l-Mısriyye.
MÂTURÎDÎ, Ebu Mansur Muhammed b. Muhammed b. Mahmud el-, es-Semerkandi, Te’vilât, Topkapı Sarayı, Medine Kısmı,
No: 179.
MECDİ Mehmed Efendi, Şakaik-i Numaniyye ve Zeyilleri (Hadaiku’ş-Şakaik), Nşr. Abdulkadir Özcan, Çağrı Yay., İstanbul,
1989.
MİROĞLU, İsmet, XVI. Yüzyılda Bayburt Sancağı, Üçler Matbaası, İst., 1975.
Karaaslan, Nasuhi Ünal , “Bayburtlu Ekmeleddin” Türk Tarihinde ve Kültüründe Bayburt Sempozyumu, Erzurum, 1989.
Koçoğlu,Kıyasettin, Ekmelüddin el-Bâberti İslam Mezheplerine Bakışı, Yayınevi Yay., Ankara, 2013.
Kutluboğa, Kasım b.,Tacu’t-Terâcim fi Tabakâti’l-Hanefiyye, Bağdat, 1962.
NESÂÎ, Ebû Abdurrahman Ahmed b. Şuayb, Sünen, Çağrı Yay, İstanbul, 1992.
ÖZEL, Ahmet, Hanefi Fıkıh Âlimleri, TDV. Yayınları, Ankara, 1990.

99
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

ÖZLER, Mevlüt, İslam Düşüncesinde 73 Fırka Anlayışı, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2010.
SUBKİ, Tâcuddîn Ebi’n-Nasr Abdu’l-Vehhâb b. Alî b. Ebdi’l-Kâfî es-, Tabakâtu’ş-Şafi’iyyeti’l-Kübrâ, Tahk., Abdu’l-Fettah
Muhammed el-Cilû-Mahmud Muhammed et-Tanâhî, Dâru’l-Hayâi’l-Kitâbi’l-Arabiyye, 1918.
SUYÛTÎ, Celâleddîn Abdurrahman es-, (ö. 911/1505), Buğyetü’l-Vuât fî Tabakâti’l-Luğaviyyîn ve’n-Nuhât, thk. Muham-
med Ebû’l-Fazl İbrâhim, 2. Baskı, Dâru’l-Fikr, Beyrut, 1399/1979.
TAŞKÖPRÜLÜZÂDE, ‘Usamuddin Ebu’l-Hayr Ahmed b. Mustafa (961/1553), eş-Şakâiku’n-Nu’mâmyye fi Ulemâi’d-Düve-
li’l-Usmaniyye, nşr. Ahmed Suphi Fırat, İstanbul, 1405.
TAŞKÖPRÜZADE, Ahmed b. Mustafa, Miftahus’-Saade ve Misbahu’s-Siyade, fi Mevzuati’l-Ulum, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye,
Beyrut, Lübnan, 1405/1985, c. II.
TİRMÎZÎ, Ebu Abdillah Muhammed b. İsa et-, el-Câmiu’s-Sahih, (Kitabu’l-İman), Kahire, 1292, c. 2.
TİRMİZÎ, Ebû İsa Muhammed b. İsa, Sünen, Çağrı yay, İstanbul, 1992.
Turan, Osman, Doğu Anadolu Türk Devletleri, İstanbul, 2001
ÜNVER, İsmail, Ahmedî-İskendernâme (İnceleme-tıpkıbasım), Ankara, 1983.
YALTKAYA, M. Şerefeddin, “Bedreddin Simâvî”, İA. Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1979, c. II.
ZİRİKLÎ, Hayreddin ez-, el-A’lâm Kâmûsu Terâcîmi li-Eşheri’r-Ricâl ve’n-Nisa mine’l-Arab ve’l Müsta’ribîn ve’l Müsteş-
rikîn, Dârü’l-İlm li’l-Melâyin, Beyrut, Lübnan, 2002.

100
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Saidmukhtar OKİLOV
Özbekistan-Taşkent İslam Üniversitesi, İslâmi Bilimler Fakültesi Öğretim
Üyelerinden olan Saidmukhtar Okilov, Mâturîdî Doktrinin Reformu’nda
Nesefî Örneği adlı tebliğiyle sempozyuma katılmıştır.

Mâturîdî Doktrininin Reformu:


Ebu’l-Muīn en-Nesefî Örneği
Ebu’l-Muin en-Nesefî (v. 1114) Maveraunnahrın Ne-
sef (şimdi Özbekistanın Kaşkadarya vilayeti) şehrinde
doğup ilim yapan Henefi âlimidir. O ‘Tebsiret el-edille’
kitabını yazarak Ebu Mansur Mâturîdî’nin dogmatik
bakışları ‘Mâturîdî talimatı’ diye adlanmasına sebep
olmuştur. Nesefî ‘Tebsiret el-edille’yi Mâturîdî’nin ‘Kitab
et-Tevhid’ine bir şerh olarak yazmış ve orada Mâturî-
dîliği savunmuş. Eser 1992-1993’ta Suriye’de Klaudi
Saloma tarafından ilk defa yayınlanmış, 2001’de ise
Türk âlimi Hüseyin Atay Süleymaniyye kütüphane-
sinde saklanan 18 elyazmaya dayanarak ‘Tebsiret el-e-
dille’nin ikinci neşrini hazırlamıştır.
Nesefî’nin ‘Tebsiret el-edille’den başka ‘Behru’l-kelam’,
‘et-Temhid’ gibi eserleri de çok meşhurdur. Ama ‘Teb-
siret el-edille’ onun Mâturîdîliği diğer doktrinler, bil-
hassa Maveraunnahr gelen eşeri âlimlerin sitemlerin-
den savunduğu kitaptır.
İngiliz şarkiyatçısı W. Madelung kendi çalışma-
larında genelde eşerilik ve Mâturîdîlik arasındaki

101
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

münasebet ve farklılıkları öğrenir. Ama bir çalışma- ibn el-Hüseyn ibn el-İyadi hakkında bilgi verir. Şeyh
sında o Mâturîdî doktrini temsilcisi tarafında dura- Ebu-l-Kasım Hâkim es-Samarkandi rivayetine göre
rak Ebu’l-Muin Nesefî’nin bakışlarını eşeriye dokt- Abu Nasr el-İyadinin yanına birçok yanılmış fırka
rini ile mukayese yapmış.1 temsilcileri gelir ve yenilerek geri dönerlerdi.10
Türk şarkiyatçılarıdan S. Uludağ2, K. Işık3, H. Atay4, Aynı Zamanda ‘Tebsiret el-edille’de Abu Nasr el-İya-
M. Yazıcıoğlu5, M. Özervarlı6 genelde akaid ve kelam dinin oğulları Abu Ahmad ve Abu Bakr el-İyadiler
ilimleri boyunca çalışmalar yapmışlar. Onlardan H. hakkında’da bilgiler alabiliriz.11
Atay ve M. Yazıcıoğlu Ebu’l-Muin Nesefî eserlerini
özel şekilde öğrenmişler ve ‘Tebsire’nin ‘Tevhid’in ha- İyadilerle aynı sırada Nesefî el-Kadi Abu Abdullah
timesi ve ayrılmas bir kısmı olduğunu söylemişler. Muhammad ibn Eslam ibn Muslama ibn Abdullah
‘et-Tevhid’in yayıncısı Fethulla Huleyf de ‘Tebsire’yi ibn Mugira, ‘Me’alim ed-din’, ‘Kitab el-i’tisam’, ‘Kitab
Mâturîdî kelam ekolü’nun ‘Tevhid’den sonra ikinci er-redd ela el-kerramiyye’ gibi eserlerin müellifi Abu
kaynağı olarak değerlendirir.7 Bakr Myhammad ibn el-Yemen es-Semerkendi gibi
Gerçekten, Mâturîdî doktrinini anlamada hem bu ke- Maveraunnahrlı başka kelamci âlimler hakkında
lam mezhebini diğerlerinden farklamada Nesefî’nin verdiği bilgiler de çok önemlidir. Nesefî’ye göre Abu
‘Tebsiret el-edille’ eserinin rolu büyüktür. Bu eserin Bakr Myhammad ibn el-Yemen es-Semerkendi ker-
önemi şu ki onda mu’tezile’ye karşı eşerilerden daha ramilere reddiye veren birinci âlim sayılır.12‘Tebsire’
güçlü ispat ve deliller verilmiş. de ‘Cümal usuli-d-din’ eserinin müellifi Fakih Abu
Eserin en başından biz ‘Tebsiret el-edille’ Nesefî’nin Salama ibn Muhammad es-Semerkendi en son mu-
en önemseten eseri olduğunu anlıyoruz. ‘Tebsire’nin tekellim olarak sayılır.
mukaddimesinde o şöyle yazıyor: ‘Dostlarım ben- Yukarıda adları sayılan şeyhler hakkında bilgileri su-
den akidevi meselelerde somut delillere dayanan ve narken, Nesefî sonda kendi üstadı Ebu Mansur el-
onda Ehli-sünne şeyhlerinin bakışlarını savunan bir Mâturîdî hakkında bilgi verir. O Mâturîdî hakkında
kitap yazmamı rica ettiler’.8Eserin tam adı ‘Tebsiret şöyle yazıyor: ‘Yukarıda adları geçen âlimleri hiç biri
el-edille fi usuli-d-din a’la tarikati-l-İmam Abi Man- olmasaydı da Ebu Mansur el-Mâturîdî onların hep-
sur el-Mâturîdî’dir. Bu eseri yazmada Nesefî’nin ken-
sinin yerine yeterdi. O böyle zat ki, ilim ummanının
disi yukarıda söylediği gibi evvela öğrencilerinin is-
dibinden cevahirleri alıp çıkmış ve dini hüccetleri
rarı sonra da o devirda Mâturîdî ekolü boyunca
‘Tevhid’ten başka kitabın bulunmadığı neden olmuş. kendi fesaheti ve zekâveti ile renklendirdi. Şu yüz-
Bu ve başka nedenlerden dolayı, alim büyük bir kitap den onun vefatından sonra Seyh Abulkasim Semer-
yazmaya karar vermiş. Nesefî ‘Tebsiret el-edille’yi bi- kendi onun kabir taşına şöyle yazdırmış ‘Bu ilimleri
tirdikten sonra ona sonuç ve fihirist olarak ‘Temhid’ kendi nefsine kader toplayan, onu dağıtmada çok si-
ve ‘Behru-l-kelam’ı yazmış. tem çeken, onun mirası çok medih edilen hayat ağa-
‘Tebsiret el-edille’nin yazılması o devir kelamcı alim- çından çok meyve alan kişinin kabrıdır’.13
leri, özellikle Maveraunnahr’a da girmeye çalışan eşe- Nesefî ‘Tebsire’de Mâturîdî’nin ondan fazla kitapları
riye ekolü temsilcileri arasında geniş yankılar uyan- hakkında bilgi verir. Onlardan ‘Kitab et-Tevhid’, ‘Ki-
durmış. Nesefî’den sonrada ‘Tebsiret el-edille’ asırdan tab el-makalat’, ‘Kitab availi-l-edille li-l-Ka’bi’, ‘Kitab
asıra, babadan çocuğa geçmiş. bayan vahmil mu’tazila’, ‘Kitab radd tehzibi-l-cedel li-
‘Tebsiret el-edille’nin Türkiye’nin Fatih Kütüphane- l-Ka’bi’, ‘Radd kitabi-l-Ka’bi fi va’idi-l-fusuk’, ‘Radd
si’nde 2907 numara altında ve Beyazit Kütüphane- usuli-l-hamsa li Abi Umar el-Bahili’, ‘Radd kitabi-l-i-
si’nde 3063 numara altında saklanan elyazmalarının mama li ba’di-r-ravafiza’, ‘Kitab radd ala-l-kerramiye’
ilk sayfasında onu nekil eden âlimlerin listesi verilmiş9. ve ‘Ma’ahizu-ş-şeri’e’.14
Listeye bakarsak ‘Tebsiret el-edille’yi sadece kelamcı- Kendi eserinde Nesefî Mâturîdî’nin ‘Te’vilat el-Kur’a-
lar değil belki fakihlerin de benimsediklerini görebi- nı-l-kerim’ kitabı çok meşhür olduğu ve âlimler eser
liriz. Buna listenin dokuzuncu satırında Maveraun- hakkında çok iyi fikirler söylediklerini yazar: ‘Mâturîdî
nahrlı meşhür fakih Burhanittin Merginani’nin adı imamların büyüğü ve milletin dayanağı idi. Onun
geçmesinden de biliyoruz. yazdığı tefsiri karığıklıkları hal eden, insanların kalp-
Nesefî ‘Tebsiret el-edille’de Maveraunnahrlı meşhür lerine surur veren ve o kadar belagat ve fesahetle ya-
mutekellim âlimler Abu Bakr Ahmad ibn İshak ibn zılmış eserdir. Bu gibi kitabı yazan kişiyi Allahın se-
Sabih el-Cüzcani, Şeyh Abu Nasr Ahmad ibn el-Abbas lamları olsun’.15

102
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Nesefî, Maveraunnahr âlimleri listesini Ebu’l-Ka- Mâturîdî bu bölümü ‘Mes’ele fil kadai ve-l-kaderi’ Ne-
sim es-Semerkendi (v. 342/953) ile bitirerken şöyle sefî ise ‘el-Kelam fil kadai ve-l-kaderi’ diye adlandırmış.
yazıyor: ‘Eğer ben Maveraunnahr’ın tüm ülkele- İki eserde de konu aynı şerh ile başlanır. Yani, Allah
rindeki hem Merv ve Belh’teki ülamalar hakkında fiillerin halıkı olduğu ve O bu fiilerin kaderi ve tekav-
yazmaya devam edersem bu kitabım hiç bitmez. vunu’nu da önceden belirlediği söylenir18. Kader ko-
Şu yüzden ben sadece bazi âlimler hakkında kısa nusunda Nesefî Mâturîdî’yi destekler. Ama Nesefî’nin
bilgi veriyorum’.16 beyan metodu Mâturîdî’den pek kolay olduğu görü-
Gitirilmiş bilgilerden görüyoruz ki ‘Tebsiret el-e- nüyor. Nesefî ‘Kada’ kelimesinin ‘hüküm’ anlayışını
dille’ Mâturîdî doktrini ve onun temsilcileri ve on- anlatmada aşağıdaki ayeti gösterir:
ların ilmi mirasları hakkında bilgi veren çok önemli
‫وقضى ربك أال َّ تعبدوا إالّ َّإياه‬
bir kitap sayılır.
Ebu’l-Muin Nesefî ‘Tebsiret el-edille’yi 500/1106 yıl ‘Rabbin kesin olarak şunlari emretti: Ancak kendi-
sine ibadet edin...’ (İsra, 23).
Rebi’ es-sani ayının altıncı günü (4 Kasım) Buhara’da
bitirdiği belidir.17 Bundan, biz Nesefî’nin kitabı öm- Mâturîdî bu ayetle birlikte başka ayetleri de getirir.
rünün son yıllarında bitirdiğini görüyoruz. Bize göre Yani Mâturîdî pek nekli delillere dayanır Nesefî ise
Nesefî ‘Tebsiret el-edille’ den son ona çok yakın olan, onlardan biriyle durar.
bazi kaynaklarda onun fihristi olarak görülen ‘Tem- Mâturîdî ‘Kada’ kelimesinin hüküm veya emir anla-
hid’ ve ‘Behr el-kelam’ eserlerini yazmış. yışını açıklamak üzere şöyle diyor:19
Mâturîdî eserleri arasında ‘Tevhid’ ne önem sahipi ‫ثم القضاء في الحقيقة الحكم بالشيء والقطع على‬
olsa Nesefî eserleri arasında da ‘Tebsiret el-edille’ bu
kadar önem sahibidir. ‫ فرجع مرة إلى خلق‬،‫ وأحق أن يقطع عليه‬،‫ما يليق به‬
‘Tebsiret el-edille’ ile ‘Tevhid’i mukayese yaparsak, ‘Teb- ‫ وعلى‬،‫األشياء؛ ألنه تحقيق كونها على ما هي عليه‬
sire’nin konuları daha geniş ve hacimli olduğunu gö- ... ‫األولى بكل شيء أن يكون على ما خلق‬
rürüz. Eserde Nesefî kendi muhaliflerinin bakışları-
(Kada kavramı gerçekte bir şey ile hüküm etmek ve
nıda objektif göstermeye çalışır. Şu taraftan ‘Tebsiret
ona laik hem de haklı olan şeyle sağlamlaştirmek de-
el-edille’ kelem boyunca başka hiç bir eserde yer al-
mektir. Bununla birlikte şeylerin yaratılmasına yine
mamış bilgileri verir. Aynı zamanda Nesefî bazi me-
bir kere bakışmaklıktır. Çünkü bu şey mehlükü aslına
selele beyanında Mâturîdî’nin kelimelerini ‘Tevhid’de göre tehkik etmek ve bununla her şey asıl yaratılma-
aynı aldışını görürüz. Ama Nesefî o cümlelere sadece sıyla gözüküyör oluyor.)
kopya etmeden belki onları analize ederek bazi iba-
Nesefî ise ‘kaza’ sözünün emir anlamını vereceğini
releri ekliyor bile.
kesinlikle ve basit yoluyla anlatatıyor20:
‘Tebsiret el-edille’nin bazı örünlerinde Nesefî muarız-
larının bakıslarını sayarken, bazen onların adlarını ‫ قضى القاضي‬:‫ يقال‬،‫القضاء يُذكر ويراد به الحكم‬
söylemez. Böyle orunlarda onun bakışıyla ona karşı .‫على فالن بكذا أي حكم عليه به‬
olan grupların bakışlarını farketmek çok zor olacak.
Dolaysıyla ‘Tebsiret el-edille’yi okuyan kişi çok dik- ‫رب َك‬
ُّ ‫ »وقضى‬:‫ويُذكر ويراد به األمر؛ قال اهلل تعالى‬
katli olmazsa ve seçtiği konuyu iyice tekip etmezse ‫أَالّ َت ْعب ُدوا ِإالّ إ َِّياه« أي أمر ربك وحتم وألزم‬
yanılması çok kolaydır. İki eseri yana yan koyarken
ُ
(Tercümesi: Kaza sözünden murat – hüküm etmektir.
Nesefî ve Mâturîdî’nin yazma metotlarında da fark
Şöyle: Kadı filanca üzere hükmetti, yani onun için hü-
olduğu görülüyor.
küm verdi. Yine «kaza» sözü emretmek anlamında da
Biz iki eseri bab bab kıyaslama şansına sahip değiliz. gelir. Yüce Allah kendi Kitabında şöyle demekte: «Rab-
Şu yüzden bu çalışmamızda ‘Tevhid’ ve ‘Tebsire’ler- bin sana sadece kendisine ibadet etmeye emretti». Yani,
deki bir kaç akide konularını mukayese edeceğiz. Rabbın emretti, lazım tuttu.)
Mesela kelam ilminde en hassas konu sayılan ‘kader’ Yukarındeki iki cümle karşılaştırıldığında, elbette
meselesinin iki alim tarafından nasıl şerhlenmiş ol- Nesefî’nin şerhi basit ve anlamaya kolay olduğuna
duğunu ‘Tevhid’ ve ‘Tebsire’den göreceğiz. şahid oluruz.

103
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Ama bazı yerlerinde iki eser karşılaştırıldığında Ne- Çünkü Ebu Mensur el-Mâturîdî kendi öğretimini o
sefî’nin sözlerini aynen aşırdığı ve bazı yerlerdeki fi- çağda güçlü olmuş mu’tezileler ile akidecil mücadele
illerin anlamdaşlarından yararlandığı gözüküyor21. sürecinde geliştirip genişleştirmiş. Mâturîdî yaşamış
Nesefî, Mâturîdî yolu ve sisteminden uzaklaşmıyor. devrde «Mâturîdiyye» adlı öğreti asla olmamış.25Ma-
«Kaza ve kader» hususunda mütezileleri eleştirmede varaunnahr’deki hepsi mütekellimler «henefi uzman-
lar» diye adlanmıştı. Demek, Mâturîdî’nin en temel
de Mâturîdî gibi meşhür mütezile uzmanı olan Ke-
muhalifleri, şüphesiz mü’tezileler, batiniler, karma-
bi’nin fikirlerine karşı duruyor.22
tiyler gibi akımlar sayılır.
Nesefî «Tebsire» eserinde fazla, lüzumsuz sözleri bı-
Mâturîdî’nin Bağdad’da faaliyet gösteren çağdaşı Ebu
rakarak, kendi fikirlerini kesin ve revan ifade etmeye
Hesen el-Eş’eri (259/873-323/935 yy.) Mavareunnah-
çalışıyor. Mâturîdî ise, cümleleri tercih etmede az
rlı mutekellimler için muhalif değil gibi görünürdü.
çok fazla deyim ve sözlerden yararlanır. Örnek için
Ama Ebul-Mu’ın en-Nesefî devrine gelerek eş’eriyye
iki eserde Kebi’ye nispeten kullanılan cümleleri kar-
ekoluna nispeten Mâturîdiyye ekolunun mevkisi az
şılaştırabiliriz.
çok azaltmış olduğu gözükürdü.
«Tebsire»de şöyle:23
Nesefî eş’eriylerin Mavareunnahr’deki mevkileri müs-
‫وزعمت المعتزلة أن اهلل تعالى ال يقضي‬ tahkemleşip gittiğine ilgisiz olabilmedi. Çünkü Hu-
rasan’da faaliyette bulunan eş’eriyye mütekellimlerin-
‫ وقضاء اهلل‬،‫الكفر ألن الكفر متفاوت باطل‬ den İmamul-haremeyn Cüveynî hem de Fehri-d-din
.‫ وبه احتج الكعبي‬.‫تعالى حق وصواب‬ er-Razîler Mavareunnahr’e sık sık seferde ve henefi-
lerle tartışmalarda bulunurdu. Onların seferleri el-
(Tercümesi: Mütezileler, Yüce Allah küfür ile hük- bette, Mavareunnahr’da Mâturîdiyye ekolunun ge-
metmez, çünkü kafirlik sebebleri türlü olup, Allah’ın lişimine oldukça etki göstermesi tabiydi.
hükmü gerçek ve doğrudur, diye niteliyorlar. Kebi bu
Ebu-l-Mu’in en-Nesefî kendi eserlerinde eş’erilere nis-
hükmü onaylıyor.)
peten son derece dikkatle yaklaşıyor. Onları bazı me-
«Tevhid»de ise aşağıdeki gibi ifade ediliyor24: selelerde tenkit etse de, Eş’eri’yi ehl-i hedis mütekel-
limi olarak itiraf ediyor.
‫ ثم فسر وجوه‬،‫والكعبي زعم أن اهلل ال يقضي الكفر‬
Nesefî eş’eriyye ekolunun meşhür temsilcilerinden Ebu
‫ فإنكاره في الجملة‬،‫القضاء وجعلها في بعض ما فسر‬ Bekir Muhammed ibn et-Teyyib Bakıllanî (v. 404/1013
‫ ثم احتج بأن‬.‫على احتمال ذلك في أحد الوجوه خطأ‬ y.), Ebu Bekir ibn Furak (v. 406/1015 y.), Ebu-l-Kahir
... ‫ وقضاء اهلل حق وصواب‬،‫الكفر متفاوت وباطل‬ el-Bağdadî ve Ebu İshak el-İsfarayinilerin (v. 418/1027
y.) yaratıcılıklarıyla yakından tanıdık olan ve kendi
(Tercümesi: Kebi söylüyor: «Yüce Allah küfür ile hü- eserlerinde onlara sıkça müracaat ederdi.
küm etmez». Sonra aydınlatarak şöyle söyler: «Hüküm Ama Nesefî yukarında geçen dostça ilişkilere rağmen
sebepleri türlü ve hüküm sebeplerine göre sonuç olu- Mâturîdiyye ekolunu tenkit eden eş’eriylerin adlarını
şur. Küfrü sebepler ihtimalına göre reddetmek hatalı anımsamadan beyan ederek, onlardan biriyle tartış-
olur. Sonra küfür sebepleri türlü ve Allah’ın hükmü mada bulunduğunu vurguluyor.26
gerçek ve doğru».)
«Tebsire»yi gözemlemleyince, eserin önceki sayfala-
Yukarıdeki iki cümlelere önem verilse, onlar bir an- rındeki konularda Nesefî esasen mütezili ve diğer ba-
lamda gelse bile, iki şekilde ifade edilmiş. Burada tıl partilere karsı reddiyeler vermiş. Bununla birlikte
Nesefî’nin dili Mâturîdî’nikiye nispeten oldukça ko- o bazen Eş’eri’nin de fikirlerini destekliyor.
lay ve revan olduğuna yine bir defa şahid oluruz. Bu
Ama iki ehl-i sunne kelami ekol arasındeki çelişki-
yüzden Nesefî bu konuya ayıran yeri «Tebsire» baskı-
leri Nesefî az sonra yorumlamaya çalışır. Bunları o
sında dört sayfayı teşkil etse, «Tevhid»de ise bu konuya
«Tebsire» eserinde kesin ve revan açıklamış. Nesefî
dokuz sayfa ayrılmış. İki eser ortasında böyle karşı- eş’erilerle başlanmış tartışma ve mücadeleler hangi
laşma çözümlerini çokça örnek götürmek mümkün. merkezi noktalar çevresinde meydana geldiğini kesin
Nesefî’nin “Tebsire” eserinin telif etmesine yine çağ- olarak açiklamaya çalışır. Onun nitelediğine göre, üç
daş Mavaraunnahr’de Mâturîdî ekolunun alçalması tane eş’eriyye mütekellimleri Mavareunnahr henefi-
hem de eşeriyye ekolunun gelişegelmesi sebep olmuş. lerine karşı iftira etmeye başlamışlar. Bunlardan iki

104
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

eş’eriyye uzmanı kısa kısa tartışmalarda bulunan olsa, Mavareunnahr Mâturîdiyye kelam ekoluna karşı ol-
ücüncüsü ise bu işte kesin ve kabalık göstermiş. Onlar muş “hücum” ilk önce bu eş’eriyye mütekellimi tara-
kendi delillerini Kur’an, fikih ve dilbilgisinden topla- fından başlanmış olduğu ihtimalı var. Çünkü öteki
yıp henefileri iftira etmeye başlamışler. Hepsi mesele devirde Hurasan’daki şafii ve henefiler ortasındaki
esasen «halk» (yaratım) sıfatı hakkında gider. Onlar güçlü rekabetten dolayı, mücadeleler Bağdad’da de-
henefileri küfürcü hurafetçi diye adlandırıp, «halk» ğil, Nişapur’daki şafii-eş’eri bilgini tarafından yapıl-
sıfatı hakkında söylediklerini geçmişte henefilerden dığı şaşılacak bir durum olmadığı gibi duyulur.
kimse söylemediğini bahane uyduruyorlar. Eş’erilerin Maveraunnehrli henefilere nispeten böyle
Böyle kesin sitem ve iftiralardan Nesefî çok üzüldü. iftiraları Nesefî’yi son derece kızdırdı. Nesefî bu if-
Çünkü o henefi mezhebine çok saygı gösteriyordu ve tirayı doğrudan-doğruya manevi hocası ve şeyhi ol-
bu mezheb hakındaki herhangi bir olumsuz ilişkilere muş Ebu Mensur Mâturîdî’ye yöneltilen diye sayıyor.
ilgisiz olabilmezdi. O «Tebsire»yin sıradaki sayfala- Çünkü Ebu-l-Mu’in en-Nesefî Mâturîdî’yi Maveraun-
rında («Tebsire» 310-372 s.) Mavareunnahrlı henefi nehrli diğer mütekellimlere kıyasla fazla değer vermiş.
ҳанафий ulemalar hakkında ayrıntılı bilgi vermeye Yene de «Tebsire»ye müraccat edilse, bu fikirlerimizi
esaslı olduğuna şahid oluruz. Aslında Mâturîdî’ye ka-
çalışır. Nesefî söz konusuyu tamamlamak üzere,
dar Maveraunnehr’de Ebu Henife akidecil düşünce-
onun uzunlandığı için özür diler ve henefi ulemala-
leri etkisinde «cüzcaniyye», «iyodiyye» adlı öğretiler
rının önde gelen Mâturîdî’ye ayrıca vurgu verir. Ne-
gelişmiş olsa bile, Nesefî kendi eserinde bu öğretileri
sefî’nin temel ve kesin fikrince, bu kınalan ekol yeni
asla zikretmemiş. Yerine, onların kurucuları hakkında
değildi, onu Ebu Henife’nin hepsi izleyenleri her za-
söz eder. Sadece mütezilelere karşı düzenlenmiş on
man yerine getiriyorlardı. Bunu ispatlamak için Ne-
tane iyodiyye meselesi hakkında kısaca söylemiş.30
sefî tarihe başvurup, meşhür hepsi Mavareunnahrlı
henefiyye bilginleriyi isim isim sayar. Demek, Nesefî Maveraunnehr’de Ebu Henife eko-
lundan sonra Mâturîdî öğretisini diğer uzmanların
Ama Nesefî buna rağmen, bağdadlı eş’eriyye ekolu ekolundan daha yukarı saymış. Onun yukarıda ge-
kurucusuna karşi hiç bir şey söylemiyor. Tersine, bu çen «Tebsiretü-l-edille», «Bahru-l-kelam» ve «Temhid»
bid’etçi bilginlerin adlarını de açıkça getirmiyor. Bu- gibi dizi eserleri Mâturîdî’nin «Kitabu-t-tevhid» ese-
rada biz Nesefî’nin aşırı derece adil, gerçekçi ve diğer rine çok yakın ruhda yazılmış eserlerdir.
ehl-i sunne bilginlerine nispeten saygılı ilişkide oldu-
Sonuç olarak, Nesefî’nin «Tebsiretü-l-edille» eseri Mâturî-
ğunu anlamak mümkün oluyor.
dî’nin «Kitabu-t-tevhid» eserinin filoloji çözümleme-
Nesefî yukarıdaki bid’edçilerin adlarını açıkça say- sidir ve bu iki eser çok yönden yakın, kendi-kendini
mamak üzere onları eş’erilerin kendisine de iftira doldurucu, kelam ilmine ait membalar sayılır. Nesefî
ettiklerini söylüyor. Onun vurguladığına göre bu if- kendi devrinde «Tevhid»den tatmin olmuyor. Çünkü
tira ve uydurmalar, tanınmış eş’eriyye bilginleri ve- «Tevhid»de çeşitli batıl partiler tenkit edilse bile, ehl-i
fat ettikten sonra onların rakipleri tarafından dağı- sünne mütekellimleri sayılan eş’erilere nispeten fikir
tılmaya başlamış.27 ve itirazlar olmamış. Nesefî’nin devrinde ise, eş’eriler
Burada Nesefî elbette eş’eriyleri düşünüyor. Çünkü maveraunnehrli henefi mütekellimler için oldukça sa-
«Tebsire»yin yukarında zikredilen (310-372 ss.) say- yıda etki gösteriyorlardı. Demek, Nesefî’nin önünde
falarındaki bölümlerin esas kısmı eş’eriyye rakibleri- ancak batıl partiler değil, belki bazı ehli sünne bil-
ginleri için de kendi fikirlerini bildirmek görevi dur-
nin tartışmalarnaa bağışlanmış. Orada Mâturîdiyye
muş31. Nesefî’nin amacı, Mâturîdiyye ve eş’eriyye orta-
akidesine iftira eden anonim halde adı geçen eş’eriyye
sındaki farkları kesin olarak göstermek ve bu yoluyla
iftiracısı zikredilmiş.
Ebu Mensur el-Mâturîdî öğretisini gerçekleştirmek
İngliz araştırmacısı V. Medelung Nesefî sır tutmuş o idi. Şu amaçla Nesefî kendi şeyhi olmuş Mâturîdî’nin
eş’eriy bilginini Ebu Mensur ibn Eyyub en-Neyseburî «Tevhid» eserini tehlil etmeye başvurmuş ve kendi
diye tahmin eder.28Bize göre de Medelung’un tahmini eserinde bile bile bazı yerlerde «Tevhid»den doğrudan
esaslı. Çünkü Esakir kendi eserinde Ebu Mensur ibn doğruya cümleleri aşırır ve onları tehlil ederek beyan
Eyyub hakkında haber veriyor ve Ebu Bekir ibn Fu- eder. Nesefî’nin amacı islam âleminde mevkisi alçalt-
rak’ın şakirdi olup 421/1030 yılında Nişapür’de ve- maya başlayan «Kitabu-t-tevhid»in önceki mevkisini
fat etmiş olduğunu vurguluyor.29 «Tebsire» yoluyla yine kendi durumuna getirmek idi.

105
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Çünkü bu eserin hatta Mâturîdî’nin bazı meslektaş- devirnde mütezilelerin meydana gelmesiyle onlara
ları bile eleştirmeye başlamıştı. Bu yüzden Nesefü bu karşı durmuş halde kendinin kelam öğretimini vü-
eserini Mâturîdî’ye büyük vurgu vermiş halde «Teb- cuda getirmiş olsa bile, V/XI yüzyılına gelince Ebu-
siretü-l-adille fiy usuli-d-din ela tariketi Ebu Mensur l-Mu’in Nesefî eş’eriler vermiş «dürtü» yerine onun
el-Mâturîdî» diye adlandırmış. kelam dizilmelerini ayrı ekol halinde kabul edilme-
Ebu-l-Mu’in Nesefî’inin etkisi altında kelam ilmi sine büyük sebep oldu. Nesefî vefatından sonra bı-
boyunca sonraki devir gelişme sıralarını belirleyen raz vakit geçince, müsülman âleminde «Mâturîdiyye
yeni gelenek meydana gelmiş. Gerçi o hala «Eshabu kelam ekolu» diye adlanan bir kavram vücuda geldi.
Ebu Henife» adıyla anılsa bile, aslında o dolu ha- Bunu da elbette, nesefli müctehid âlim, «Seyfu-l-
linde samerkendli bilgine aitti. Bu yüzden bu öğre- Hakk» (Hakikat kılıcı) diye yüksek adla anılan he-
tiyi hiç duraksamadan «Mâturîdiyye» diye adlan- nefi âlimi Ebu-l-Mu’in Nesefî’nin benzersiz hizmet-
dirmek mümkün ve öyle de oldu. Mâturîdî kendi lerinin sonucu diye saymak mümkün.

Dipnotlar
1 Bakın: Madelung W. Abu l-Mu‘īn al-Nasafī and Ash‘arī Theology/Studies in Honour of Clifford Edmund Bosworth. Vol.
II: The Sultan’s Turret: Studies in Persian and Turkish Culture / Edited by Carole Hillenbrand. – Leiden, Boston, Köln:
Brill, 2000. – S. 318-330.
2 Uludağ S. Kelam İlmi ve İslâm Akâidi (Şerhu’l-Akâid Tercűmesi). Giriş. 34 vd. – Istanbul: 1980.
3 Işık K. Mâturîdî’nin kelâm sisteminde İlim, Allah ve Peygamberlik anlayişi. – Ankara: 1980. –136 б.
4 Atay H. Ebu’l-Muîn Nesefî ve Tebsiretü’l - edille. «Tebsiret el-edille» yayınının giriş kısmı içim yazılmış makale. – Anka-
ra: Diyanet işleri başkanliği yayinlari, 1993. – S. 5-77.
5 Yazıcıoglu M. S. Mâturîdî kelam ekolu’nun iki buyuk simasi: Ebu Mansur Mâturîdî ve Ebu’l – Mu’in Nesefî/Ankara uni-
versetesi basimevi. – Ankara: 1985. – Б. 281-298.
6 Özervarli M. S. Ebu’l-Muĩn en-Nesefĩ’ye ait Tebsiretü’l - edille’nin kaynaklari. (Yüksek lisans tezi). – Istanbul: 1988. – 74
б.
7 Ebu Mansur Mâturîdî. Kitab et-Tevhid/Fethullah Hüleyf. – İstanbul: el-mektebe el-İslamiyye, 1979. Giriş. – S. 5.
8 Ebu’l-Muīn en-Nesefî. Tebsiret el-edille fi usul ed-din. Cilt II. К.Saloma yayını. – Damaşk: 1990-1993. C. I. S. 3.
9 Ebu’l-Muīn en-Nesefî. Tebsiret el-edille. – İstanbul: Elyazma. Fatih. № 2907. - В. 2; Tebsiret el-edille. – İstanbul: Elyazma,
Beyazıt. № 3063. -S. 2.
10 Ebu’l-Muīn en-Nesefî. Tebsiret el-edille fi usul ed-din. II cilt. К.Saloma yayını. – Damaşk: 1990-1993. C. I. S. 357.
11 Tebsire, C.I., S.357.
12 Tebsire. C.I., S.358.
13 Tebsire. C.I., Б. 358.
14 Tebsire. C.I., S.359.
15 Tebsire. C.I., S.359.
16 Tebsire. C.I., S.360.
17 Tebsire el-adille. Elyazma. – İstanbül: Kılıç paşa kütüphanesi. İnv.506/2. -В. 1а.
18 Ebu Mensur Mâturîdî. Kitap et-Tevhid/Fethullah hüleyf baskısı. – İstanbül: el-Mektebe el-İslamıyye, 1979. – s. 305; Teb-
sire. C. II. S. 715.
19 Tevhid. – Б. 306.
20 Tebsire. Ж. II. Б. 715.
21 Örenek için: Tevhid. – Б. 307, Sözbaşı 2; Tebsire. C. II. S. 716, Sözbaşı 3, 4.
22 Tebsire. C. II. S. 717.
23 Tebsire. C. II. S. 716.
24 Tevhid. – S. 307.
25 Madelung W. Abu l-Mu‘īn al-Nasafī and Ash‘arī Theology/Studies in Honour of Clifford Edmund Bosworth. Vol. II: The
Sultan’s Turret: Studies in Persian and Turkish Culture / Edited by Carole Hillenbrand. – Leiden, Boston, Köln: Brill, 2000.
– S. 320.
26 Tebsire. C. I. S. 364-365.
27 Tebsire. C. I. S. 372.
28 Madelung W. Abu l-Mu’in al-Nasafí and Ash’ari theology. – Б. 327
29 İbn Kesir. Tebyin kazıb el-Müfteri fi me nüsibe ilel Imam Ebu-l-Hasen el-Eşeri. – Damaşk: 1347/1947. – S. 249.
30 Tebsire. C. I. S. 357.
31 Bu yüzden « Tebsire»nin bazı yerlerinde eşeriyyeye de gösterilen ilişkilere şahid oluruz.

106
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Doç. Dr. Ahmet AK


1963 tarihinde K. Maraş’ın Pazarcık ilçesinde doğdu. İlk ve Orta Öğreni-
mini Pazarcık’ta tamamladı. 1983 yılında ODTÜ Kahramanmaraş Mes-
lek Yüksek Okulu Elektrik Bölümü’nden, 1990 yılında Marmara Üniver-
sitesi İlâhiyat Fakültesinden mezun oldu. 1993-2000 ve 2006-2009 yılları
arasında İnönü Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslâm Mezhepleri Tarihi
Anabilim Dalı’nda Araştırma Görevlisi olarak görev yaptı.
1996 yılında Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde “Şehris-
tani’nin el-Milel ve’n-Nihal’inde İslam Mezheplerinin Tasnifi” isimli
teziyle Yüksek Lisans’ını, 2006 yılında Ankara Üniversitesi Sosyal Bilim-
ler Enstitüsü’nde “Maturidi Kaynaklarda Maturidi ve Maturidilik”
isimli teziyle Doktorasını tamamladı. 2009 yılında Kahramanmaraş
Sütçü İmam Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Mezhepleri Tarihi Ana-
bilim Dalı’nda Yardımcı Doçent olarak göreve başladı. 2011 yılında Do-
çent oldu.17.03.2011-17.01.2012 tarihleri arasında Kahramanmaraş Sütçü
İmam Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde Dekan Yardımcısı olarak görev
yaptı. Halen aynı üniversitede Öğretim Üyeliğinin yanı sıra İslâm Mez-
hepleri Tarihi Anabilim Dalı Başkanlığı, Fakülte Kurulu ve Fakülte Yö-
netim Kurulu üyelikleri gibi idari görevleri yürütmektedir. “Büyük Türk
Âlimi Maturidi ve Maturidilik”, (İst. 2008), “Selçuklular Döneminde
Maturidilik” (Ank. 2009) gibi basılmış eserlerinin yanı sıra “Mezheple-
rin Tasnifi” ve “Maturidilik” gibi konularda çok sayıda makalesi vardır.
İngilizce ve Arapça bilmektedir. Evli ve üç çocuk babasıdır.

Nesefî Şerhlerinde
İmâm Mâturîdî’nin İzleri:
Peygamberlere İman Örneği
GİRİŞ
İmâm Mâturîdî’nin görüşleri Ebu’l-Muîn Nesefî’nin
Tabsıratü’l-Edille adlı eserinde akli ve nakli delillerle
açıklanmış ve konuların başlıkları sistematik bir şe-
kilde ele alınmıştır.1 Ömer Nesefî’nin Akaid risalesi
ise Ebu’l-Muin Nesefî’nin Tabsıratü’l-Edille eserinin
bir fihristi mesabesindedir.2Bu durum İmâm Mâturî-
dî’nin görüşlerinin Ömer Nesefî’nin Akâid adlı risa-
lesinde derli toplu özetlendiğini göstermektedir.
Ömer Nesefî’nin bu eseri kısa zamanda İslam dün-
yasında meşhur olmuş ve üzerine birçok şerhler ya-
zılmıştır. Nesefî şerhlerinin en meşhuru ise şüphesiz
Sa‘düddîn Mes‘ûd b. Fahriddîn Ömer b. Burhânid-
dîn Abdillâh el-Herevî el-Horâsânî et-Teftâzânî3 (ö.
792/1390)’ye ait olan Şerhu’l-Akâid’tir.4 Bu eser, başta
Osmanlı medreselerinde olmak üzere İslam dünya-
sının değişik yerlerinde asırlarca okutulmuş ve gü-
nümüzde de hala dünyanın birçok yerindeki ilim
merkezlerinde akaidin ana kitabı olarak okutulmaya
devam edilmektedir.

107
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Kolay ve sistematik olduğu için Şerhu’l-Akaid üze- İmâm Mâturîdî’ye göre bütün mucizeler, onların
rine birçok şerh ve haşiye yazılmıştır. Bu şerhlerin en hak peygamber olduğuna delalet etmektedir.23Akıl-
meşhurları, Hayalî (ö. 875/1470), Kestelî (ö. 901/1496), ları hayrete düşüren bu mucizeleri gören pek çok kişi
Bihiştî Ramazan Efendi (ö. 979/1571) ve Siyalkûtî (ö. peygamberlerin doğru ve samimi olduklarını anla-
1067/1657) şerhleridir.5 Bu şerhlerden birisi Osmanlı mışlar ve onlara inanmışlardır.24
âlimlerinden Hayâlî6 (ö. 875/1470)’nin Haşiye alâ Şer- İmâm Mâturîdî, peygamberlere iman konusunda Hz.
hi’l-’Aka’idi’n-Nesefîyye’dir.7 Bir diğeri yine bir Osmanlı Muhammed (s.a.s.)’in peygamberliğine ve ona verilen
âlimi olan Muslihuddin Mustafa b. Muhammed Kes- mucizelere ayrı bir önem verir. Mâturîdî’ye göre Hz.
telî8 (ö. 901/1496)’nin Hâşiye alâ Şerhi’l-Aķāid’idir.9 Di-
Muhammed’e diğer peygamberlere nasip olmayan
ğer bir şerh de Osmanlı âlimi, mutasavvıfı ve şairle-
başka mucizeler de verilmiştir. Ona verilen mucize-
rinden Bihiştî Ramazan Efendi10’ye ait olan Şerhu li
nin en önemlisi Kur’an mucizesidir. Hz. Muhammed
Ramazan Efendi alâ Şerhi’l-Akaid11 adlı eseridir. Bir
onunla bütün inkârcılara meydan okumuş, onlardan
başka şerh te dil, belâgat, tefsir, kelâm ve mantık alan-
Kuran’a denk bir söz getirmelerini istemiş, ama kimse
larındaki hâşiyeleriyle tanınan Hindistanlı Abdül-
buna cesaret edememiştir. Hz. Peygamber, eşsiz bir
hakîm b. Şemsiddîn Muhammed es-Siyâlkûtî12’ye ait
kitap olan Kur’an-ı Kerim’i insanlara tebliğ etmesi ve
olan Haşiye ala Şerhi’l-Akaidi’n-Nesefîyye adlı eserdir.13
onunla bütün insü cinne meydan okumasının dışında
Bu çalışmada, İmâm Mâturîdî’nin peygamberlere iman daha birçok mucize göstermiştir. Onlardan bazıları
görüşüne ve bu görüşünü ortaya koyarken kullandığı şunlardır: Düşmanlarının korkusundan emin oldu-
metoduna kısaca temas edeceğiz. Ayrıca onun görüş- ğunu ve Allah’a güvendiğini ilan etmesi, yalan söy-
lerinin ve metodunun Nesefî şerhlerinde ne ölçüde lediğine kimsenin şahit olmaması, düşmanlarının
yer aldığını ortaya koymaya çalışacağız. bile onu doğrulukla takdir etmesi25, yalan söylediği-
İmâm Mâturîdî ve Nesefî Şarihlerine Göre nin, kötü konuştuğunun görülmemiş, duyulmamış
Peygamberlere İman olması, bütün mahlûkata karşı son derece şefkatli
İmâm Mâturîdî’ye göre her dönemde hidayet önder- ve merhametli davranması, kütüğün inlemesi, ayın
leri, hayra delalet edenler ve bilge kişiler peygamber- ikiye bölünmesi, taşın kendisine selam vermesi, de-
lik müessesine ve peygamberlere inanmışlar; buna venin huzuruna gelip şikâyetçi olması, ağacın huzu-
mukabil kâfirler ve aklın tek başına yeterli olduğunu runa gelip şahadette bulunması, birçok insanın az
zanneden kimseler peygamberleri inkâr etmişlerdir.14 bir sudan içip kanması, az bir yemekle birçok insa-
İmâm Mâturîdî ve Nesefî şarihleri peygamberlere nın doyması, hicret esnasında, kendisini takip eden
iman konusunu akli ve nakli delillerle açıklamışlardır. kişinin atının toprağa gömülmesi ve Sevr mağarasına
kadar gelen düşmanların Allah tarafından basiretle-
Peygamberlere İman ile İlgili Nakli Deliller
rinin bağlanması.26
Nahl suresi 36. ayette buyrulduğu gibi Hz. Allah her
Başta Kur’an’ın eşsiz oluşu ve meydan okuyuşu olmak
millete peygamber göndermiştir.15 Ayrıca Fetih su-
üzere yukarıda zikredilen mucizelerin hepsi Nesefî
resi 29. ayet “Muhammed, Allah’ın resulüdür”16 ve
şerhlerinde de benzer ifadelerle geçmektedir.27 Tek-
Enbiya suresi 107. ayet “Biz seni ancak âlemlere rah-
rardan kaçınmak için burada sadece ilgili sayfaların
met olarak gönderdik”17 gibi ayetler, Hz. Muhammed
numaralarını vermekle yetiniyoruz.
(s.a.s)’in Allah’ın rasülü olduğunu ve diğer peygam-
berlerden üstün olduğunu açıkça göstermektedir.18 Peygamberlere İman ile İlgili Aklî Deliller
Nesefî şerhlerinin hepsinde de tıpkı İmâm Mâturî- İmâm Mâturîdî’ye göre Allah’ın peygamber gönder-
dî’nin eserlerinde geçtiği gibi Cenab-ı Allah’ın her mesinde çok büyük hikmetler vardır. Ona göre pey-
millete peygamber gönderdiği, Âdem (a.s.)’ın ilk, Hz. gamberler, akılları koruyup destekleyerek insanların
Muhammed (s.a.s.)’in ise son ve en üstün peygam- işlerini kolaylaştırmak28 ve insanları Allah’a davet et-
ber olduğu akli ve nakli delillerle belirtilmekte; Al- mek ve sadece O’na ibadet edilmesini haber vermek
lah’ın peygamberlerini mucizelerle desteklediği kay- için gönderilmiştir.29 O, bu görüşünü çeşitli akli de-
dedilmektedir.19 lillerle şöyle açıklamaktadır:
Bütün Peygamberler gibi Hz. Muhammed (s.a.s.)’in Cenabı Allah, insanı en güzel şekilde yaratıp ve ona
Allah’ın elçisi olduğunu ispat etmek için şahsî20, hissî21 iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan ayıracak akıl nimeti
ve aklî22 bir takım mucizeler gösterdiğini söyleyen vermekle kalmamış; aynı zamanda yerde ve göklerde

108
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

bulunan sayısız nimetleri de insanoğlunun emrine her şeyi en iyi bilen Yüce Allah’ın bildirmesine ve
amade kılmıştır. Bununla birlikte Hz. Allah, insan- O’nun görevlendirdiği bir peygambere ihtiyaç vardır.39
lara sınırlı bir hayat vermiş, bu hayatın devamını bir Akıl sahibi herkes, kendisine nimet ve lütufta bu-
takım gıdalara bağlamış ve insana uzun süre yaşa- lunan kişinin kim olduğunu öğrenip ona teşekkür
mayı sevdirmiştir. Eğer Cenab-ı Allah, bir takım emir etmenin bir yolunu arar, onu tanımayıp nankör-
ve yasaklar koymasaydı, herkes sadece kendi çıkarını lük etmenin ise çirkin bir davranış olduğunu bi-
düşünecek ve başkasına hayat hakkı tanımayacaktı. lir.40 Daha önce belirtildiği üzere Allah (c.c.), insanı
Bunun sonunda da insanların arasında tartışma, çe- en güzel biçimde yaratmış ve ona sayısız nimetler
kişme ve anlaşmazlık olacaktı.30 Bu ise dünyanın dü- vermiştir.41 Ayrıca hiçbir akıl, söz konusu nimetlere
zenini, dengesini bozarak, sonunu hazırlayacaktı.31 Bu tam olarak nasıl şükredileceğini bilemez. O halde
durum hakîm olan Allah’ın her şeyi hikmet32 üzere insanlara bunları öğretecek bir elçiye ihtiyaç var-
yaratmasına ters düşmektedir. Oysa Cenabı Allah, dır. Diğer bir ifadeyle insanın kendisine sayısız ni-
Hakîm olup her şeyi hikmetle yaratmıştır. Diğer bir metler veren yaratıcısına tam manasıyla şükretmeyi
ifadeyle Allah, her şeyi yerli yerinde yaratmış, hiçbir öğretmesi için Allah’ın gönderdiği peygamberlere
şeyi boşuna yaratmamıştır. O halde insanın faydalı çok ihtiyaç vardır.42
ve zararlı olan şeyleri kolayca bilmesi için peygam-
İmâm Mâturîdî’ye göre peygamberler, aklı koruyup
berlere ihtiyaç vardır.33
destelemek suretiyle insanların işini kolaylaştırmak
İnsanın çoğu zaman aklını kullanarak iyiyi kötüden için gönderilmiştir. Bu bakımdan peygamberler, Al-
ayırt edebildiğini söyleyen Mâturîdî’ye göre akıl, ilk lah’ın insanlara lutfu, rahmeti ve büyük bir nimeti-
anda çirkin gözüken bazı şeylerin sonuçlarının iyi dir.43 Ona göre esaslar/aklî hükümler, vacip, mümteni
olacağını anlayabilir; yine, başlangıçta insana iyi gö- ve mümkin olmak üzere üçtür. Âlemdeki bütün işler
rünen bazı şeylerin, sonuçta zararlı olacağını da bi- bu esaslara göre gerçekleşir. Mümkin, halden hale, el-
lebilir.34Ancak ne var ki aklın her şeyi tam olarak den ele değişen bir şeydir. Diğer bir ifade ile olması
bilmesi ve kavraması asla mümkün değildir. Çünkü da olmaması da kendi elimizde/imkân dâhilinde olan
İmâm Mâturîdî’ye göre, her insan zor bir işle karşı- davranışlarımızdır. İnsanların bir eğitim almadan
laşınca, düşüncelerinden yararlanmak amacıyla baş- neyin iyi neyin kötü olduğunu bilmesi ve davran-
kalarına danışmak ister. Ayrıca insanlar, kitap oku- ması kolay değil, çok zordur. Peygamberler ise, her
yarak, âlimleri dinleyerek vb. yollarla elde ettikleri konuda mümkinin/davranışların/amellerin en iyi-
birikimlerini başkalarına aktarırlar. Bütün bunlar, sini belirlerler.44 Bu nedenle peygamberler, iyi anla-
insanın kendi aklını yeterli bulmayıp, başkalarından şılamayan şeyleri açıklığa kavuşturmak ve insanlara
yardım almaya muhtaç olduğunu göstermektedir. Ay- her şeyin en iyisini öğretmek için gönderilmişlerdir.45
rıca kederler, yoğun işler ve hayatta karşılaşılan pek
Araştırmamızda Ebû Mansur Mâturîdî’nin peygam-
çok sıkıntı, insanın aklını meşgul ederek, onun sağ-
berlere iman ile ilgili yukarıda geçen görüşlerinin özet
lıklı düşünmesine engel olmaktadır.35 Keza nefsânî
olarak Nesefî şerhlerinde mevcut olduğunu tespit et-
arzular, çok kazanma hırsı ve zevklerin çokluğu da tik. Mesela Nesefî şarihlerinden Taftazani peygam-
sağlıklı düşünmeye mani olmaktadır.36 Çünkü “nef- ber gönderilmesini Şerhu’l-Akaid’inde özetle şöyle
sin yapısında kurtuluş umduğu yerde kişiyi helâke ifade etmektedir: Peygamberler, Allah ile akıl sahip-
götürecek ve fayda beklediği yerde ona zarar getire- leri arasında elçidirler. Dünya ve ahiret işlerinde akıl-
cek bir bilgisizlik ve hoyratlık vardır.”37 Bütün bun- ların yeterli olmadığı hususlarda insanlara doğru yolu
lardan dolayı davranışların sonuçlarını bilen iyi ni- göstermek ve onları uyararak işlerini kolaylaştırmak
yetli, doğru sözlü bir öğütçüye/peygambere başvurmak için gönderilmişlerdir. Peygamberlerin gönderilme-
aklî bir ihtiyaçtır.38 sinde hikmet yani maslahat ve akıbeti hamide var-
Öte yandan insanın bir şeyin zararlı mı faydalı mı ol- dır. Allah, hikmeti icabı peygamber göndermiştir.
duğunu bilmesi ya her şeyi denemesiyle, ya da bir bi- Cennet ve cehennem gibi ahiret ahvalini anlamada,
lenden öğrenmesiyle mümkündür. Her şeyi denemek zararlı ve faydalı şeyleri bilmede, mümteni ve müm-
suretiyle öğrenmeye kalkışmak aklen doğru değildir. kini bilme hususunda akıllar tek başına yeterli olma-
Çünkü deneme yanılma yolu, insana bazen telafisi dığı için Allah, peygamberleri âlemlere rahmet olarak
imkânsız birçok zarar verir. O halde nelerin faydalı göndermiştir. Taftazani bu akli açıklamalardan sonra
nelerin zararlı olduğunun tam olarak bilinmesi için “Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik”

109
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

ayetinden hareketle peygamberlerin Allah’ın fazlı ve de aynı görüştedir. Ona göre peygamberimizden önce
rahmeti olduğunu belirtir.46 kâfirler işledikleri günahların cezasını dünyada hemen
Siyalkûtî’ye göre de aklın yeterli olmadığı din ve görürlerdi. Fakat peygamberimizden sonra kâfirlerin
dünya işlerini beyan etmeleri için peygamberlerin cezası hemen verilmemiş, ertelenmiştir.53
gönderilmesi Allah’ın fazlı ve rahmetidir.47 “Biz seni İmâm Mâturîdî’nin eserlerinde ve tespit edebildiği-
ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik” ayetinde miz belli başlı Nesefî şerhlerinde geçen peygamber-
ifade edildiği gibi Hz. Peygamber (a.s.) inanan inan- lik anlayışı, muhteva bakımından tamamen aynıdır.
mayan bütün insanlara din ve dünya işlerini beyan Bu da Nesefî şerhlerinin ana metni olan Ömer Ne-
etmesiyle rahmettir.48 sefî’nin Akaid risalesinde maddeler halinde zikredil-
Bihiştî Ramazan Efendi şerhinde de yine dünya ve mektedir. Bundan dolayı söz konusu eserin Peygam-
ahiretin yaratılış hikmetinin anlaşılmasında aklın ye- berlere iman ile ilgili kısmını faydalı olacağı kanaati
tersiz kaldığı açıkça ifade edilmektedir. Ayrıca orada ile aşağıya alıyoruz.54
peygamber gönderilmesinin aklen vacip olduğu üze- “Peygamberlerin gönderilmesinde birçok hikmetler
rinde durulmaktadır.49 Kestelî ve Siyalkûtî şerhlerinde vardır. Gerçekten Yüce Allah, insanların arasından
de peygamber gönderilmesi Mutezilenin iddia ettiği beşeriyete müjdeleyici, uyarıcı ve din ve dünya işle-
gibi terk edenin sefihliğini gerektiren vacip değil, ak- rinde insanların ihtiyaç duydukları şeyleri açıklayıcı
len vaciptir.50 Bundan dolayı İmâm Mâturîdî ve Ne- peygamberler gönderdi. Hz. Allah, peygamberlerini
sefî şarihlerine göre peygamber göndermek, Allah’ın hârikulâde mucizelerle destekledi. Peygamberlerin
hikmetinin gereği vaciptir. Ancak buradaki vacip sö- ilki, Âdem (a.s.), sonuncusu Muhammed (s.a.s.)’dir.
züyle Mutezilenin anladığı gibi Allah’ın onu kendine Peygamberlerin sayısı hakkında bazı hadislerde ri-
zorunlu kılması ya da bir başkasının Allah üzerine vayet olundu. Evlâ olan; peygamberlerin sayısını bir
zorunlu kılması anlaşılmaz. rakamla sınırlandırarak hataya düşmemektir. Çünkü
Ramazan Efendi’ye göre peygamberlerin gönderil- Yüce Allah, “Onlardan bir kısmını sana anlattık, bir
mesi iman ve taat ehlinin cennet ve sevapla müjde- kısmını anlatmadık” buyurmaktadır. Bu sebeple pey-
lenmesi, küfür ve isyan ehlinin cehennem ve azapla gamberlerin sayısı kesin olarak ifade edildiği takdirde,
uyarılması içindir. Çünkü müjdelenen ve uyarılan hu- onlardan (peygamberlerden) olmayanların onlara dâ-
susların herkes tarafından akılla bilinmesi mümkün hil edilmesinden veya onların içinde olanların içlerin-
değildir. Bu yüzden insanlar peygamberlere muhtaç- den çıkarılmasından emin olunmaz. Onların hepsi,
tırlar. Ayrıca hangi otların faydalı, hangi otların za- Yüce Allah’tan haber verici ve tebliğ edicidirler. Sâ-
rarlı olduğu sadece akılla bilinemediği gibi neyin za- dık (doğru sözlü) ve nasihat edicidirler. Peygamberle-
rarlı neyin faydalı olduğu da sadece akılla bilinemez. rin en faziletlisi, Muhammed (a.s. v.)’dir. Peygamber-
Akıl, ancak nazar edip iyice araştırdıktan sonra iyi- lerin ve iyi kimselerin günahkâr kimseler için şefaat
liği kötülüğü anlar. Fakat insan meşgul olunca fay- etme hakkı vardır. Rasululllah (s.a.s.)’in yakaza ha-
dalı birçok şeyi anlayamaz. Bundan dolayı “Biz seni linde bedeni ile göklere çıkması, sonra Yüce Allah’ın
âlemlere rahmet olarak gönderdik” ayetinde olduğu dilediği ulvî yerlere çıkması/miracı haktır, gerçektir.
gibi Allah’ın insanlara bunları haber vermek için Hiçbir veli peygamberlerin derecesine ulaşamaz.”55
peygamber göndermesi Allah’ın fazlı ve rahmetidir. İmâm Mâturîdî ve Nesefî Şarihlerin
Allahın müminlere rahmeti, açıktır. Kâfirlere rah- Kullandıkları Metot
met olmasına gelince, önceki peygamberlere inan- İmâm Mâturîdî’nin nass-akıl dengesi üzerine kuru-
mayanların başına gelen acil cezalar ve sıkıntılardan lan metodu ve görüşleri yaşadığı dönemden itiba-
korunmuşlardır.51 ren birçok âlim tarafından benimsenmiştir.56İmâm
Hz. Muhammed (s.a.s.)’in rahmet oluşuyla ilgili Bi- Mâturîdî, görüşlerini açıklarken ve muhalif görüşleri
hişti şerhinde geçen ifadeler İmâm Mâturîdî’nin Te- reddederken akli ve nakli delillerle ikna metodunu
vilat adlı tefsirinde de geçmektedir. Orada Mâturîdî kullanmıştır. O, görüşünü ispatlamak ve muhalif fi-
Hz. Peygamberin rahmet olmasını şu şekilde açıklar. kirleri çürütmek için istidlale yarayacak her türlü şeyi
Peygamberimiz Muhammed (a.s.)’ın hatırına azaba kullanmıştır.57Gerçekten de o, görüşlerini temellendi-
müstahak olanların azabı geciktirilir. Ona tabi olan- rirken sık sık akla, istidlale, içtihada ve kıyasa başvur-
lar kurtuluşa erer ve dünya ve ahrette şerefleri artar. maktan çekinmemiştir.58İncelendiği zaman aynı me-
O, büyük günah işleyenler için şefaat eder.52Siyalkûtî todun Nesefî şerhlerinde de kullanıldığı görülecektir.

110
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

İmâm Mâturîdî’nin eserlerinde kullandığı akli ve nakli sonra meselenin Sümeniyye ve Berahime’nin iddia
metodu Nesefî şerhlerinde de görmek mümkündür. ettiği gibi olmadığını söyle fakat onların görüşlerine
Ancak yukarıda peygamberlerin gönderilmesinde hiç yer vermez.62
çok büyük faydalar olduğu ve insanların onlara nasıl Nesefî şerhlerinde geçen önemli bazı kelimeler, İmâm
muhtaç oldukları akli ve nakli delillerle genişçe an- Mâturîdî’nin eserlerinde olduğu gibi bazen semantik
latıldığı için burada uzun uzadıya tekrar etmeye ge- açıdan ele alınmıştır. Mesela Şerhu’l-Akaid’de peygam-
rek görmüyoruz. Bununla birlikte kısaca özetlemek berlerin gönderilmesinde konusunda Rüsül ve hik-
gerekirse şunu söylemek mümkündür: Nesefî şerhle- met lafızları semantik açıdan şöyle izah edilmekte-
rine ve Mâturîdînin eserlerine bakıldığı zaman önce dir: “er-rusül” kelimesinin “faûlün” vezninde rasûl’ün
peygamberlik hakkında bilgi verildiği ve insanı dü- çoğulu olduğu belirtildikten sonra rasülün tarifi ya-
şünmeye davet edildiği görülecektir. Böylece konuyla pılmaktadır.63 Hayali ve Kesteli ise rasül ve nebi hak-
ilgili bilgilendirmeyi yaptıktan sonra insanın aklını kında daha ayrıntılı bilgi verirler.64 Hikmet kelimesi
kullanarak, düşünmesi ve ilgili ayetlerin ve hadislerin
de maslahat, güzel akıbet, yardım, zafer,65 maslahat
de yardımıyla en doğru görüş ortaya konulmaktadır.
ve âkıbetü’l-hamide gibi kelimelerle açıklanmıştır.66
İncelediğimiz şerhlerin içerisinde – peygamberlere
Daha sonraki dönemlerde yazılan şerhlerde izaha
iman ile ilgili kısımda - İmâm Mâturîdî’nin ismine
muhtaç olan kelime ve ifadeler daha geniş açıklan-
ve eserlerine rastlayamadık. Ancak Siyalkûtî’nin Ha-
mıştır. Mesela Kesteli, Sümeniyye ve Berahime hak-
şiyesinde İmâm Mâturîdî’nin Te’vilat’ının şerhine bir
kında kısa da olsa bilgi verirler. Ona göre Sümeniyye,
atıf yapılmıştır. Burada geçen atıfta o, İsa (a.s.)’ın kı-
tenasühe ve bilginin ancak duyularla elde edileceğine
yamet kopmadan önce yeryüzüne ineceği ve kâfirler-
inananlardır. Berahime ise peygamberliği inkâr eden-
den cizye almayı kaldıracağını şu ifadelerle açıklıyor.
lerdir.67 Ramazan Efendi’ye göre ise Sümeniyye aklın
İllet ortadan kalkınca, hükmün de ortadan kalkması
tek başına yeterli olduğu için peygambere ihtiyaç ol-
caizdir. Siyalkûtî’ye göre kıyamete yakın bir zamanda
madığını ileri sürenlerdir.68
İsa (a.s.) nüzul edince Müslümanların malları çoğa-
lacağı için kâfirlerin cizyesine ihtiyaç kalmayacak. İmâm Mâturîdî’nin Mutezile ve Şia gibi İslam mez-
Onun için onlardan cizye alınmayacaktır. Siyalkûtî heplerinin yanı sıra Sümeniyye ve Berahime gibi is-
bu görüşü Şerhu’t-Te’vilat’ta geçtiği üzere müellefe-i lam dışı mezheplerin peygamberlik görüşlerine akli
kulûba zekât verilmesinin içtihatla kaldırılmasına ve nakli delillerle getirdiği eleştiriler, Nesefî şerhle-
benzetmektedir.59 İmâm Mâturîdî de tefsirinde İsa rinde de eleştirilmektedir.
(a.s.)’ın semadan nüzulü ile ilgili rivayetleri nakleder Sonuç
ve onları doğru kabul eder.60
Peygamberler, Allah’ın dinini, emirlerini, yasakla-
Yukarıda geniş bir şekilde anlatıldığı üzere hem rını ve haberlerini insanlara bildirmek için gönder-
Mâturîdî hem de Nesefî şarihleri peygamberlerin diği seçkin kimselerdir. İnsanların akılları tek ba-
gönderilmesinde birçok hikmetler/faydalar olduğunu şına kurtuluşa ermeye yetersiz olduğundan Allah’ın
açıkça ifade ediyorlar. Onlara göre peygamberler, akıl- Peygamber göndermesinde birçok hikmetler vardır.
ların yeterli olamadığı dünya ve ahiret işlerinde in- Bundan dolayı Hz. Allah, insanlara doğru yolu öğ-
sanlara yardımcı olmak ve onlara doğru yolu göster- retmek için her millete kendi dillerinden peygam-
mek için gönderilmiştir. Ayrıca Mâturîdî’nin hikmet ber göndermiş ve onları mucizelerle desteklemiştir.
üzerinde çok durduğu da bilinmektedir. Ona göre Peygamberler, insanları Allah’a şirk koşmak ve put-
Allah hiçbir şeyi hikmetsiz, sebepsiz yaratmamıştır. lara tapmak gibi dalaletlerden kurtarmaya, inanan-
İmâm Mâturîdî, görüşlerini temellendirmeden önce ları dünya ve ahret mutluluğuna kavuşturmaya ve-
konuyla ilgili farklı görüşleri ele alır ve onlara ayrın- siledirler, Allah’ın büyük bir lutfü ve rahmetidirler.
tılı cevaplar verir. Ve gbize göre doğrusu şudur diye Peygamberler, nefisleri ıslah etmek ve gönülleri kötü-
belirtir. Peygamberlere iman konusunda da onun tu- lüklerden arındırmak için gönderilmişlerdir.
tumu aynıdır.61 Araştırmamızda dikkatimizi çeken önemli bir hu-
Nesefî şerhlerinde ise diğer görüşlere pek yer verilme- sus şudur: Gerek Mâturîdî gerekse Nesefî şarihleri
miş, teğet geçilmiştir. Mesela Taftazani şerhinde pey- peygamberlere iman konusuyla ilgili nakli deliller-
gamber göndermenin Allah’a vacip olmadığı, Allah den önce aklî deliller getirmekte ve aklın her şeye
hikmeti gereği peygamber gönderdiğini kaydettikten tam olarak vakıf olamayacağına dikkat çekmektedir.

111
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Diğer bir ifadeyle konunun akledilerek, düşünülerek sürdüğü gibi değildir” şeklinde sadece eleştirilir. Fa-
anlaşılması teşvik edilmektedir. kat karşıt görüşlerin ne olduğu açıklanmaz. Bundan
Belli başlı Nesefî şerhleri incelendiğinde oralarda ge- dolayı, Ömer Nesefî’nin Akaid risalesinde geçen gö-
çen görüşler ile İmâm Mâturîdî’nin görüşlerinin aynı rüşler, İmâm Mâturîdî’nin görüşlerinin bir özeti me-
olduğu görülecektir. Bununla birlikte konuların Ne- sabesindedir demek mümkündür. Nesefî şerhlerinde
sefî şerhlerinde Mâturîdî’nin eserlerinden daha derli geçen görüşler için ise Mâturîdî’nin görüşlerinin derli
toplu ele alındığı da bir gerçektir. Ancak bu durum toplu bir açıklanmasıdır demek mümkündür.
zamanın şartları icabı ve hitap edilen kitleden kay- O halde İmâm Mâturîdî’nin eserlerinde ve tespit ede-
naklandığı kanaatindeyiz. Çünkü Mâturîdî’nin eser- bildiğimiz Nesefî şerhlerinde peygamberlik ile ilgili
lerinde konularla ilgili farklı görüşler teker teker ele görüşler, metot bakımından kısmen farklılık gösterse
alınıp ve onlara akli, nakli delilerle cevaplar verilir- de, muhteva bakımından tamamen aynıdır. Nesefî
ken, Nesefî şerhlerinde farklı görüşlere ve tartışma- şarihleri görüşlerini ortaya koyarken aynen İmâm
lara pek yer verilmez, benimsenen görüşler akli ve Mâturîdî gibi naklin yanı sıra kuvvetli akli delillere
nakli deliller öz ve sistematik bir şekilde açıklanır. çok büyük önem vermişlerdir.
Bununla birlikte bazen “bu görüş Mutezile’nin ileri

Dipnotlar
1 Ak, A., (2009), Selçuklular Döneminde Mâturîdîlik, Ankara, Yayınevi, s. 138.
2 Yavuz, Y.Ş., (1989), “Akaidü’n-Nesefîyye”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, İstanbul, Cilt 2, s. 218.
3 Teftâzânî, Horasan’ın Nesâ vilâyetinin Teftâzân kasabasında doğdu ve çok yönlü bir âlimdir. Özen, Ş, (2011), Türkiye
Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, İstanbul, Cilt 40, s. 299 vd.
4 Bu eser, Muslihuddin Kesteli’nin Haşiyesi ile birlikte basılmıştır. Teftazani, S, (1973), Şerhu’l-Akaid, Bahar Matbaası,
İstanbul.
5 Yavuz, Y.Ş., (1989), Cilt 2, s. 218.
6 Hayâlî, Fâtih Sultan Mehmed devri âlimlerinden olup asıl adı Şemseddin Ahmed, babasının adı Hoca Mûsâ Efendi’dir.
Hayâlî mahlasının titiz araştırmaları ve nazik üslûbu sebebiyle verildiği kaydedilmektedir. Bebek, A., (1998), Türkiye
Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, İstanbul, Cilt 17, s. 3-5.
7 Hayâlî, Ş., (1973), Hâşiyetü ala Şerhi’l-Akaid, İstanbul, Hacı Muharrem Efendi Matbaası.
8 Kestelî, Aydın’ın Nazilli ilçesine bağlı Kestel köyünde dünyaya gelmiştir. Yavuz, S.S, (2002), Türkiye Diyanet Vakfı İslam
Ansiklopedisi, İstanbul, cilt: 25, s. 314.
9 Bu eser, Saduddin Teftazani’nin Şerhu’l-Akaid adlı eserinin kenarındadır. Kestelî, M, (1973), Hâşiyetü’l-Kestelî ala Şer-
hi’l-Akaid, Bahar Matbaası, İstanbul.
10 Bihişti Ramazan Efendi, şiirlerinde Bihiştî mahlasını kullandığından dolayı Bihişti, tahsilinden sonra Çorlu’ya yerleşip
orada vâizlik yaptığından dolayı da “Çorlu Vâizi” veya “Çorlulu Vâiz” olarak da bilinmektedir. Uzun, M, (1992), Türkiye
Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, İstanbul, cilt 6, s.145-146.
11 Bihişti, R., (1985), Şerhu Ramazan Efendi ala Şerhi’l-Akaid, Salah Bilici Kitabevi, İstanbul.
12 Siyâlkûtî, 988/1580 yılında Hindistan’ın Pencap eyaletine bağlı Siyâlkût’ta doğdu. Doğduğu yere nispetle Siyâlkûtî diye
meşhur oldu. Hindistan’da Bâbürlü hükümdarları Sultan Cihangir ve Şah Cihan dönemlerinde yaşayan, onların ilgi
ve desteklerini gören ve Hanefî mezhebine mensup bulunan Siyâlkûtî, Mevlânâ Kemâleddin Keşmîrî ve İmâm-ı Rab-
bânî’den ders aldı. Hayatının sonuna kadar ilim ve tedrîsle meşgul olan Siyâlkûtî 18 Rebîülevvel 1067 (4 Ocak 1657)
tarihinde Siyâlkût’ta vefat etti. Akçay, M, (2009), Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, İstanbul, cilt, 37, s. 292 vd.
13 Siyâlkûtî, A., (trs), Haşiyetü Siyalkuti ala Haşiye Hayali ala Şerhi’l-Akaidi’n-Nesefîyye, İstanbul, Şirketi Sahafihe-i Osma-
niyye Matbaası.
14 Mâturîdî, M, (2003), Kitâbü’t-Tevhîd, nşr. Topaloğlu B,-Aruçi, M, Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, s. 271.
15 Mâturîdî, M, (2004), Te’vîlâtü Ehli’s-Sünnet, thk. Fatıma Yusuf el-Hıyemî, Beyrut, Risale Yayınları, III/84; Mâturîdî, M,
(2004), III/84.
16 Mâturîdî, M, (2004), IV/533 vd.
17 Mâturîdî, M, (2004), III, s. 351.
18 Mâturîdî, M, (2004), I/70, 75, 87, 106; II/24; IV/533, 534.
19 Taftazani, S, (1973), s. 165-171; Hayâlî, Ş, (1279), s. 15 vd; Bihişti, R, (1985), s. 274-289; Kestelî, M, (1973), s. 165-170;
Siyâlkûtî, A, (trs), s. 234-245.
20 Hz. Muhammed (s.a.s.)’in daha önce eğitim görmediği halde, insanları hayran bırakan güzel sözler söyleyip güzel işler
yapması. Mâturîdî, M, (2003), s. 314 vd.
21 Ayın ikiye bölünmesi, ağacın Rasûlullah (s.a.s)’in huzuruna gelmesi vb. mucizeler. Geniş bilgi için bkz. Mâturîdî, M,
(2003), s. 317–320.

112
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

22 En büyük aklî mucize, Kur’an’dır. Geniş bilgi için bkz. Mâturîdî, M, (2003), s. 320 vd; Mâturîdî, M, (2004), I/26, III/191,192.
23 Mâturîdî, M, (2003), s. 314–332.
24 Mâturîdî, M, (2003), s. 271, 272.
25 Mâturîdî, M., (2003), s. 295 vd.
26 Mâturîdî, M., (2003), s. 314-317.
27 Taftazani, S., (1973), s. 165-169; Hayâlî, Ş, (1279), s. 15; Bihişti, R, (1985), s. 277-279; Kestelî, M, (1973), s. 165-170;
Siyâlkûtî, A, (trs), s. 236, 237.
28 Mâturîdî, M., (2003), s. 284.
29 Mâturîdî, M., (2004), III/84.
30 Mâturîdî, M., (2003), s. 272.
31 Mâturîdî, M., (2003), s. 279.
32 Hikmet, her şeyi yerli yerinde yaratmaktır. Mâturîdî, M, (2004), I/227, II/461.
33 Mâturîdî, M., (2003), s. 272, 279.
34 Mâturîdî, M., (2003), s. 352; Mâturîdî, M, (2004), II/231 vd.
35 Mâturîdî, M., (2003), s. 280.
36 Mâturîdî, M., (2003), s. 280; krş. Topaloğlu, B, (2002), Kitâbu’t-tevhîd Tercümesi, Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı İslam
Araştırmaları Yayınları, s. 228.
37 Topaloğlu, B., (2002), s. 224; Mâturîdî, M, (2003), s. 275.
38 Mâturîdî, M., (2003), s. 277.
39 Mâturîdî, M., (2003), s. 276; Mâturîdî, M, (2004), IV/533.
40 Mâturîdî, M., (2003), s. 278.
41 Mâturîdî, M., (2003), s. 274.
42 Mâturîdî, M., (2003), s. 278; Mâturîdî, M, (2004), I/106.
43 Mâturîdî, M., (2003), s. 284; Mâturîdî, M, (2004), III/351.
44 Mâturîdî, M., (2003), s. 282; krş. Topaloğlu, B, (2002), s. 229 vd; Mâturîdî, M, (2004), IV/533.
45 Mâturîdî, M., (2003), s. 275; krş. Topaloğlu, b, (2002), s. 224.
46 Taftazânî, S. 164 vd.
47 Siyâlkûtî, A., (trs), s. 235 vd.
48 Siyâlkûtî, A., (trs), s. 235.
49 Bihişti, R., (1985), s. 275.
50 Siyâlkûtî, A., (trs), s. 234; Kestelî, M, (1973), s. 165.
51 Bihişti, R., (1985), s. 277.
52 Mâturîdî, M., (2004), III/351.
53 Siyâlkûtî, A., (trs), s. 236.
54 Nesefî, Ö., (1973), Akâid Risalesi, (Şerhu’l-Akaid’in sonunda basılmıştır), İstanbul, Bahar Matbaası, s. 1-15.
55 Hilmi, Ö., F., (trs), Nesefî Akaidi, İstanbul, İlim Yayınları, s. 185-195.
56 Ak, A., (2008), Büyük Türk Âlimi Mâturîdî ve Maturidlik, İstanbul, Bayrak Matbaası, s.50.
57 Ak, A., (2008), s. 52 vd.
58 Kutlu, S., (2003), “Bilinen ve Bilinmeyen Yönleriyle İmâm Mâturîdî”, İmâm Mâturîdî ve Mâturîdîlik, Ankara, Kitabiyat, s.
34.
59 Siyâlkûtî, A., (trs), s. 239, 240.
60 Mâturîdî, M., (2004), I/273, 274; IV/442.
61 Mâturîdî, M., (2003), s. 271-294.
62 Taftazânî, S., (1973), s. 164.
63 Taftazani, S., (1973), s.164.
64 Hayâlî, Ş., (1279), s. 15; Kestelî, M, (1973), s. 35, 36.
65 Bihişti, R., (1985), s. 275.
66 Taftazani, S., (1973), s. 164.
67 Kestelî, M., (1973), s. 35, 164, 165.
68 Bihişti, R., (1985), s. 275.

Kaynaklar
Ak, Ahmet, (2008), Büyük Türk Âlimi Mâturîdî ve Maturidlik, İstanbul, Bayrak Matbaası, s.50.
Ak, Ahmet, (2009), Selçuklular Döneminde Mâturîdîlik, Ankara, Yayınevi.
Akçay, Mustafa, (2009), “Siyalkûtî”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, İstanbul, cilt, 37, s. 292 vd.
Bebek, Adil, (1998), “Hayali”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, İstanbul, Cilt 17, s. 3-5.
Bihişti, Ramazan Efendi, (1985), Şerhu Ramazan Efendi ala Şerhi’l-Akaid, Salah Bilici Kitabevi, İstanbul, 279-289.

113
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Hayâlî, Şemseddin Ahmed, (1973), Hâşiyetü ala Şerhi’l-Akaid, İstanbul, Hacı Muharrem Efendi Matbaası.
Hilmi, Ömer Faruk, (trs), Nesefî Akaidi, İstanbul, İlim Yayınları.
Kestelî, Muslihuddin Mustafa b. Muhammed, (1973), Hâşiyetü’l-Kestelî ala Şerhi’l-Akaid, Bahar Matbaası, İstanbul, s. 167-171
Kutlu, Sönmez, (2003), “Bilinen ve Bilinmeyen Yönleriyle İmâm Mâturîdî”, İmâm Mâturîdî ve Mâturîdîlik, Ankara, Kitabiyat.
Mâturîdî, Muhammed Ebû Mansur, (2004), Te’vîlâtü Ehli’s-Sünnet, thk. Fatıma Yusuf el-Hıyemî, Beyrut, Risale Yayınları.
Mâturîdî, Muhammed Ebû Mansur, (2003), Kitâbü’t-Tevhîd, nşr. Topaloğlu Bekir, - Aruçi, Muhammed, Ankara, Türkiye Di-
yanet Vakfı Yayınları.
Nesefî, Ömer, (1973), Akâid Risalesi, (Şerhu’l-Akaid’in sonunda basılmıştır), İstanbul, Bahar Matbaası, s. 1-15
Özen, Ş, (2011), “Teftâzânî”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, İstanbul, Cilt 40, s. 299.
Uzun, Mustafa, (1992), “Bihiştî Ramazan Efendi”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, İstanbul, cilt 6, s.145-146.
Siyâlkûtî, Abdülhakîm b. Şemsiddîn Muhammed (Basım tarihi yok), Haşiyetü Siyalkuti ala Haşiye Hayali ala Şerhi’l-Akai-
di’n-Nesefîyye, İstanbul, Şirketi Sahafihe-i Osmaniyye Matbaası.
Taftazani, Saduddin, (1973), Şerhu’l-Akaid, Bahar Matbaası, İstanbul, s. 167-171
Topaloğlu, Bekir, (2002), Kitabü’t-Tevhid Tercümesi, Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Yayınları, s. 228.
Yavuz, Salih Sabri, (2002), “Kestelî”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, İstanbul, cilt: 25, s. 314.
Yavuz, Yusuf Şevki, (1989), “Akaidü’n-Nesefîyye”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, İstanbul, Cilt 2, s. 218.

114
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Dr. Philipp BRUCMARY


Philip Bruckmayr şu anda Viyana Üniversitesi Arapça ve İslam Çalış-
maları bölümünde, küresel İslami akımların Kamboçya’nın Müslüman
azınlıkları üzerindeki etkisini analiz ettiği doktora çalışmasına devam
etmektedir. Viyana ve Passau üniversitelerinde Arapça ve İslamî Çalı-
şamalar (yüksek lisans), Türkçe Çalışmaları, Günydoğu Asya Çalışma-
ları ve tarihi çalışmıştır. 2007’de ISIM Review tarafından Genç Akade-
misyen Ödüllerinde üçüncülükle ödüllendirilmiştir. 2008’de Aga Khan
Üniversitesi Müslüman Medeniyeti Kuramları Programı’na katkıda bu-
lunmuştur. 2010/2011 yıllarında International Research Centre Cultural
Studies’de genç gözlemci araştırmacı olarak, 2011/2012 yıllarında Pas-
sau Üniversitesi Güneydoğu Asya Çalışmaları ve (Kebanhsaan Üniver-
sitesi (Malezya)’da ziyaretçi akademisyen olarak çalışmıştır. Şu anda
Amerikan ve Karayip Çalışmaları ve Kültürü Araştırma Derneği baş-
kan yardımcısı olarak hizmet etmektedir. Latin Amerika ve Karayiplere
Hindiçini ve Suriye-Lübnan göçü ve İslamî skolastik teoloji ve sufizmin
kesişimleri üzerine yayınları vardır.

Güney ve Güneydoğu Asya’da


Mâturîdîlik’in Geçmiş ve
Bugünkü Yönleri
Çeviren: Prof. Dr. Hilmi ÖZDEN
Hanefi fıkhı’nın yaygın olduğu İslam dünyasının bir
bölgesi olan Güney Asya her zaman Mâturîdîlik ile
ilişkili olmuştur. Bununla birlikte Mâturîdîlik’in ka-
bulu, kıta üzerindeki yayılımı ve etkisi üzerine çalış-
malar halen yetersizdir. Mâturîdîlik’le ilgili çalışma-
larda adil olmak gerekir, aksi halde bu bölge ihmal
edilir, bu makale de Mâturîdî ve onun haleflerinin
mirası ile Güney Asya ilişkisinin bu günkü ve tarihî
yönlerine bir dizi vurgu yapılacaktır. Bu çalışma; er-
ken el yazmaları ve erken baskıların aktarımını, böl-
gedeki İslami eğitim içindeki rolünü, ve akademik
çalışmalar için özgün eserlerin yerel baskılarını, çevi-
riler, yorumlar ve tefsirleri içerecektir. Buna ek olarak,
Güney Asya’daki Mâturîdî karşıtı litaratürün çağdaş
verilerine de benzer şekilde ışık tutacaktır.
Güney Asya’da Mâturîdîlik’in yayılmasını ve
yaygınlığının izlenmesi
Abu Udhba’nın 17131yılında Mekke’de alıdığı bir
mektuba yazdığı cevap da Mâturîdîlik’le Eşarilik

115
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

arasındaki farklar hakkında çalışmasında; Fıkıh ve kitapları numaralandırmak, tefsir yazıcılığında bu iki
kelam okullarının (yani Mağrip’de Mâlikîlik ve Eşa- metni ve biyografik sözlükleri de ortaya koymaktayız.
rilik arasında açık bir bağlantı kurarak, Hindistan’da 17. yüzyıl Ünlü Hint alimi Abd al-Hakim el-Siyālkūtī
ve Osmanlı Türk bölgesinde Hanefilik ve Mâturîdî- (ö. 1067/1656) tarafından el-Talwīḥ şerh edildi. Mu-
lik’in ağırlıklı olarak Hanefi Güney Asya’da Mâturîdî hammad Al-Lāhawrī tarafında da yeniden başarılı
ekolün hakim olduğunu not etmiştir.2Başka Hanefi bir şekilde şerh edildi ve 1229/1813-14’de matbaa bas-
alanlarında olduğu gibi, Mâturîdî okulunun baskın kısı yapıldı, (aşağıya bakınız) 6.Al-Tanqīh, el-Tawḍīḥ
kalıcı fıkıh usulü (hukuk teorisi) ve maddi hukuku ve al-Talwīḥ birleştirilerek ilk matbu baskısı muhte-
yazma ve çalışmaları ile öne çıkışı Buhara âlimle- melen 1267/1850-1 Delhi de yayınlandı. 7 Kelam ko-
rinin gelişimine (ya da Buhara ve çevresinde Mâ- nusunda bireysel akademik uzmanlığı bulunan, Abd
verâünnehir merkezli Hanefî hukukçularının farklı al-Hayy b.Fahr al-Din el-Hasani tarafından kaleme
bir daire oluşturmalarına) bağlıdır.3Bu makalenin alınan Hint alimlerinin kapsamlı biyografik sözlüğü
yazarı tarafından daha önceki bir çalışmasında be- (ö. 1341/1922) nadiren vurgulanmıştır. Biz Tawḍīḥ ve/
lirttiği gibi, Güney Asya Hanefilerinin Mâturîdîliğe veya al-Talwīḥ’de bu tür uzmanlık gerektiren çeşitli
eklenmesi, yaygın olarak Mâturîdî ve Eşari metinle- yerlerde, sıklıkla başarılı şerhler yapmış eğitim bilim
rini eşit veya daha az bulunması nedeniyle, 15. yüz- adamlarını bulduk. 14. Hicri yüzyıldaki (yani 1882-
yılın sonlarından beri kullanılan müfredatın dayana- 1979) fıkıh olguları Lucknow’un b Amir ʽAli el-Lakh-
rak iddia edilemez.4 nawī (ö. 1337/1919) ve Eyyûb Ya qub al-Kū’ilī’dir.8

Mâturîdîlik’le ilgili genel bir açıklamada belirtildiği Klasik Mâturîdî yazarlar ve öğretileri sadece Kelam
üzere, Mâturîdî düşüncesinin ya açık ifadeler yoluyla alanındaki Hint medrese müfredatında değil, aynı za-
veya daha fazla yahut daha az kesin gösterdiği kabul- manda fıkıh usulü ve tefsirde temsil edilmiştir. Bi-
lindiği kadarıyla Kelam ile ilgili olarak, Abū Shakur
leri benimsemeleri yoluyla sık sık kelam/akā’id çalış-
al-Saliminin (11.yüzyılın ikinci yarısı) tarafından ya-
malarında bu bölgede (kıta parçasında) rastladık. Yani
zılan büyük prestijli, “el-Tamhīd el-Tevhid”inden gö-
Yaratıcı varlığa ait olan tekvin sıfatının terminolojik
rünüşe göre yüzyıllar boyunca kıta parçasında mem-
anlamda insan istita’atı içinde kudret kesb (edinme),
nun olunduğu görülür. Fakat ne Osmanlı eserlerine
ihtiyār (özgür seçim), irade ve istiṭād’ın irade beyanı
yansır ne de al-Salimi Osmanlı ikhtilāf al-mezâhibi
farklı iki varlığı varsaymaktadır. Teklifi reddetme ih-
literatünde, nadiren de olsa görülür.9Bu nedenle ön-
timali ya da ilahi kanunları en azından kısmen akıl celikli olarak Kuzey Hint Mâturîdîliği; Aceh (Su-
yoluyla ve sadece vahiy aracılığıyla bilinir olmadığını matra),ya tehcir sonrası 17. yüzyılda Malay İslam li-
insan istita’atına verilen bir özgürlük olarak ileri sü- teratürünün önemli yazarlarından biri haline gelen
rer. Özellikle son üç tematik bileşke de sık sık fıkıh Gujarat Nureddin’in el-Rānīrī nin eğitim geçmişin-
usulü çerçeveleri içinde ele alınmaktadır. Doğal ola- den (ö.1068/1658) etkilenmiştir. Al-Salimi el-Tamhīd
rak bu İslâm bilim alanlarının sadece bu özel metin- üzerinde onun mezhepler için “Al-Tibyan fi ma’rifet
leri üzerinde bir etkiye sahip değildir, aynı zamanda al-adyān10” ve “Al-Taftāzānī’s şerhinin; Najm al-Dīn
benzer şekilde kendilerinin kelam çalışmalarında da al-Nasafī’sinin al-ʽAqā’id’n Malay” çevirisi yorumu
görünür. Böylece, birçok Osmanlı metinlerinde de önemli bir ölçüdür. Bu metin, yani al-Durr al-farā’id
olduğu gibi. Bu alandan Hanefi fıkıh usulü için bü- bi Şerhu’l-ʽ aqā’id, kayıp kabul edilmişti11, son za-
yük katkıları olan el-Tawḍīḥ (kendi Tanqīh el-Usûl manlarda Sumatra ve Java koleksiyonlarda el yaz-
için tefsiri), ‘Ubeydullah b Mes’ûd, B Taj Al-Şeriat ması şeklinde yeniden ortaya çıktı.12
el-Maḥbūbī (Sadr el-Şeriat al-Thani veya al-Saghır, d. Tefsir alanında, Hint medrese müfredatı hâlâ Luck-
747/1346), Hint kelam bilginleri tarafından daha sık now’un Nizam al-Din Sihālwī (veya Farangi Mahalli)
Mâturîdî temel Kelam eserlerinden daha önceye kay- (ö.1158/1745), ve Dars-i Nizami sisteminin tanıtımı ile
nak gösterilir. Osmanlı bağlamından daha az belirgin standardizasyon önemli bir süreç geçiren Diyobend ve
olmakla birlikte, biz sadece, el-Tawḍīḥ ve al-Talwīḥ Barelwi (yani Ehl-i Sünnet) tarafından değiştirilmiş
Fi Keşf ḥaqā’iq al-Tawḍīḥ5,i bulmakla kalmayıp, aynı şekliyle kullanılan medrese, bugün, Necmeddin el-
zamanda Saʽd al-Din el-Taftāzānī (ö. 792/1390) tara- Din el-Nesefî’nin (ö. 537/1142) el-Taysir fi’ ilm-Tefsir
fından büyük Hint müfredatında yapılan şerhi, ,aynı ve özellikle Ebü l-barakat al- Nesefî’nin (ö. 710/1310)
zamanda bireysel bilim adamları tarafından incelenen el-Medarik al- Tanzil’i içerir. İkinci bir esas filoloji

116
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

odaklı tefsir olduğu gerçeğine rağmen Kelam konu- Mâturîdî’den üstünlüğünü bildirmesidir. Bu nedenle,
ları için küçük bir kısım ile yazarının Mâturîdî arka Efendisi Muhammed Baki Billah (ö. 1012/1603).20gö-
planı çeşitli durumlarda açıkça farkedilebilir. Ön- zetiminde okurken böylece onun önemli anahtar de-
celikle, Mâturîdîkendi tefsiri(Ta’wīlāt Ehl-i Sünneti neyimlerinden biri olarak bu gerçekliği sunmuştur.
gibi) ya da daha doğrusu ‘Alauddin’ al-Din Muham- Oysa Sirhindî’nin ölümünün ardından Müceddidi-
med el-Semerkandî’nin yaptığı tefsir(ö. 540/1144-5) yenin hızla yayılmasıyla birlikte ayrıca Mabda ve
Abul- Barakat Medarik al-Tanzil’13de bahsettiği on- ma’ād da kesinlikle okurunun eksikliğinden muzda-
dört kaynak kitap arasında bulunmaktadır. Zaten Q rip değildi, Yine de onun toplanan mektupları Müslü-
2:8 üzerine yaptığı yorumunda, yani ilk bölümün çok man dünyasında Hindistan’ın ilk dini hareketini yay-
başında, yani bir açık atıf (Qala el-Şeyh Ebu Mansur) mak için birincil iç standart metinler haline getirildi
ile tam okula adını veren kimse bir alıntı yapar.14Aynı (el-Mektubat)21İnsan istita’atı üzerine Mâturîdî duru-
şekilde, istiṭā terimi üzerinde yazarın açıklamaları Q şunun beyanı, ilahi sıfatlar ve İman (inanç) ın. koşul-
9:4215içinde (sözlü şeklinde) Kur’anın kullanımı açı- larının yanı sıra Māturīdiyya ve bireysel yorumlar,
sından, aynı ayet el-Mâturîdînin Kitâb al-Tevhîdin- mistik tavsiyelerin toplanması ve akîde konularına
de16Mâturîdî kökenden kaynaklanan gibi görünen, bağlı yazarın referanslarında açıkça ifade edilmesi
insan istita’atının iki formunu varlık için kanıt ola- oldukça sık vurgulanır. 22
rak gösterir. Bilindiği kadarıyla Hindistan’da eserin 17. ve 18. yüzyıllarda çok yönlü bilgeleri:
kabulu söz konusu olduğunda, bu Brockelmann ta- el-Siyālkūtī ve al-Zabidî
rafından listelenen Medarik al-Tanzil üzerine her üç
17. yüzyıl bilgini olarak anılan Abd al-Hakim el-
fıkıh metinleri yorumcuları, Güney Asya’da erken
Siyālkūtī’23nin eserleri Osmanlı İmparatorluğu ve Mı-
dönemde görülen al-Bazdawī ( Abū l-Yusr al-Paz-
sırda, değerliydi, okundu ve basıldı, (hadis çalışması
dawī [d. 493/1100] nin hem erken dönem Mâturî-
olarak iletilen çalışmaları, naklî ve karşıtı aklî,) ras-
dî’nin Uṣūl al-dīn üzerine hem de daha büyük ihti-
yonel bilimlerin yaygınlaşmasında önemli bir şahsi-
malle onun kardeşi Abū l-Ḥasan’ın [d. 482/1089] Kanz
yet oldu. O Dars-i Nizami altında Hindistan’da İslamî
al-wuṣūl17 başlıklı ünlü fıkıh teorisi çalışması bildi-
eğitimin standardizasyonu için akla uygun odaklı ze-
rilmiştir. Ayrıca, Hind medreselerinde ʽ Abd Allâh
min hazırlayan bilim adamları arasında yer alır24. Bir
Sıddık b Umar al-Harawī al-Māturīdī18olarak isim-
ünlü mantıkçı ve fıkıh alimi olan o, Sultan Şah Ci-
lendirilen bir Hintli bilim adamı tarafından bu ça-
han’ın (h. 1627-1657), sarayında sadece onun tavsi-
lışma derlenmiştir.
yesi doğrultusunda Reis el-ʽUlema ‘arasında önemli
Güney Asya müslümanları arasında Mâturîdî düşün- bir konumda hizmet etti.25 Onun bilimsel yaklaşımı
celerinin yayılmasında ve kabulunde ayrı kelām, din nedeniyle, Müceddidi(yenilikçi) geleneği bağlıları
usulü ve tefsīr çalışmaları İslami ilimlerin ve literatür Sirhindi’nin el- tarafından bir mücedddid olarak ta-
türlerinin diğer alanlarında henüz yeni saptanmıştır. nınmasına büyük önem verirler.26Ancak Siyālkūtī’ye
Böylece, bu gibi aynı şekilde fetva koleksiyonları ve göre Mâturîdî’nin kelama katkıları Sirhindî kadar de-
Sufi yazıları öncelikle ünlü Sufi üstatlarının kendi rin değildi.
müritleri için toplanan yazılarında korundu. Aşağıda En iyi bilineni Osmanlı alimi Ahmed b Hashiya Musa
biz Güney Asya Mâturîdî Kelam’ının önemli şahsi- el-Khayālī (862/1458 sonra ö.) El-Taftāzānī en Şerhu’l-
yetlerini ve kurumlarını ele alacağız. aqā’id a-nasafiyya için yazdığı oldukça başarılı tar-
Ahmad Sirhindî Ünlü Sufi ve Mâturîdîlik’in tışmalı haşiyesidir. Oysa, daha da ilgi çekici gerçek,
sadık savunucusu El-Hasani’ye göre- Brockelmann tarafından belirtilen
Farklı bir belgede bildirildiği üzere Ahmed Sirhindi onun ünlü eseri al-Talwīḥ- gerçekten Mâverâünnehir
(ö. 1034/1624), Nakşibendi tarikatına ait son derece aydınlığının Eşariliğe karşı duran ve aynı zamanda
etkili Müceddidi dalının kurucusu, Hindistan ve öte- ayrı bir çalışma olarak ortaya çıkan el-Muqaddimāt
sinde Sufi izleyiciler için Mâturîdîlik’in önemli sa- el-Arba ‘olarak bilinen Sadr el-Şeriat al-Thani’nin ori-
vunucusu olarak kabul edilmelidir. 19Bu nedenle, sa- jinal metninin gerçek bir bölümüydü.27
dece burada tekrar edilecektir ki -çok mistik yol 18. yüzyıl sonrası Güney Asya İslam’ı birçok yük-
boyunca sadece ruhsal dönüşümler ile gelen - Sir- selen şahsiyetlere ve önemli gelişmelerin ortaya çık-
hindî’nin tümden böylece sunulması, onun Mabda ve masına tanıklık etti. Lucknow Farangi Mahall çeyre-
ma’ad tüm ihtilaflı konularda Eş’arî doktrini üzerinde ğinde, Nizam al-Din Sihālwī (veya Farangi Mahalli)

117
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

gibi Şerhu’l-el akaid a-nasafiyya ve al-Tawḍīḥ gibi Onun Mâturîdî listesi zaten önceden de belirtildiği
eserlerin dahil olduğu Dars-i Nizami müfredat öğ- gibi iki başlık Şerh el-ʽAqā’id al-nasafiyya ve çeşitli
retildi oysa son derece etkili İslami reformcu yıldızı tefsirler, Ebû İshâk el-Saffar Buhari gibi tanıdık ör-
Şah Veliyullah Dihlawī (ö. 1176/1762) Delhi’nin bi- neklerin yanı sıra, ( d. 543/1139), Nur al-Din el-Sa-
limsel dairesi naklî İslamî bilimler doğrultusunda buni (ö. 580/1184) ve Ebu l-Barakat-Nesefî, yanı sıra
daha çok yükseldi. Bu paralel gelişmeler Güney As- Suriye merkezli Mahmud b. Ahmad Al-Qūnawī (ö.
ya’da İslami eğitimde farklı vurguların daha da güç- 777/1375-6 veya 781/1379-80), etkili Mısırlı ilahiyatçı
lenmesine yol açtı. 28Farangi (Englishman) Mahalli Kamal al-Din İbn-Humam (ö. 861/1457) ve Mekkeli
ailesi kuzey Hindistan boyunca nüfuzlarını artırdık- Osmanlı alimi ʽ Ali el-Kari (d. 1014/1606) gibi di-
ları gibi, aklî ilimler bursunun yardımcı merkezleri- ğer erken Mâturîdî yazarların katkılarıyla çalışıyor.35
nin önemi ve eğitim sonunda Mâturîdîlik’in ifade- İthaf’ın iki volumü için girişte belirtilen tartışmadan
sinde açık sözlü değer üretecek şekilde bir sonraki ayrı olarak, El-Zabidi’nin Mâturîdî eğilimlerin de in-
yüzyılda şekil aldı. Bu konuda Uttar Pradesh’de Kha- san istita’atı ve akıl üzerine onun kapsamlı tartışmaları
irabad, Bareilly ve Badayun (Budaun)’un değerlen- keskin bir odak haline ve aynı zamanda onun çalış-
dirmesi açıklanmalıydı.29Oysa, aynı zamanda Şah malarını içeren kısa ilmihal haline getirilir. 36 Kana-
Veliyullah’ın, onaylanmayan kelam çalışması Şerhu’l- atimiz ile uyum içindeki Mâturîdî düşüncesini aynı
al-aqā’id nasafiyya yaygın olarak kaydedildi. Oğlu şekilde fıkıh usulü ve tefsire özgü eserleri ile anlat-
Şah ʽAbd al-Aziz ʽ (ö. 1824) bile ayrıca bir Mâturîdî mış iletmiş savunmuştur, o dahası eski bilim üzerine
izi korudu kısa bir inanç (itikat) yanısıra, ona kendi yazdığı bölümünde Mâturîdî öğretilerini getirmiş-
haşiyesini (açıklama, şerh) yazdı.30 tir, bu tür Shams al-Dīn b. ‛Abd al-Sattār al-Kardarī
Şah Veliyullah’ın en ünlü öğrencilerden biri Mur- (d. 642/1244) Burhān al-Dīn ‛Alī b. Abī Bakr al-Ma-
taza el-Zabidi (ö. 1205/1791) idi.31Yemen’de ve Hara- ghīnānī (d. 593/1197), sırasıyla Necmeddin-Nesefî ve
mayn’de bilim adamları ile çalıştıktan sonra, o, 1753 El-Sabuni öğrencileri, Takiyüddin olarak Hanefi ya-
den ölümüne kadar kaldığı Mısır’da önemli bir üne sal yetkilileri kaynak gösterir. Necm al-Dīn al-Na-
kavuştu. Onun öğrencileri arasında daha sonra El-Ez- safī ve al-Ṣābūnī’nin öğrencileri olan (sırasıyla) Abd
her Şeyhî Hasan b Muhammad Al-Attar (ö. 1834) bile al-Sattār al-Kardarī (d. 642/1244) ve Burhān al-Dīn
vardı. Gerçi, el-Zabidi, İslam dünyasının farklı öğre- ‛Alī b. Abī Bakr al-Maghīnānī (d. 593/1197) “Teklifin
tim çevrelerin bir sonucu olarak, Şafi’nin eski ortak- sıhhatı bu istita’ata dayanır”(Allah insana gücünün
ları ve halefleri ve öğrencilerinden önemli bir grup- yetmediği şeyi teklif etmez) sorusu üzerine çalışmış-
tan (aslında) öncü-Müceddidi (yenileyici)Nakşibendi lar ve hem el-Mâturîdî’nin Tefsirine hemde Necm al-
alimlerinden Ahmed b Muhammad Al-Qushāshī (ö. Din el-Taysir ‘in insan istita’atı üzerine yorumlarına
1661) ve İbrahim Al-Kurani (ö. 168932), dini düşünce gönderme yapmışlardır.37
akımlarına maruz kalmıştır, açıkça fikir zenginliği Güney Asya İslamında parçalanma ve Ehl-i Sünnet
ve eserlerin ve kaynaklarının zenginliğinin yansıma- ve Deobendi Mezhepleri içinde Mâturîdîliğin yeri
sıyla, net bir Mâturîdî profili ile birlikte o yine Mü- 19. yüzyıl sonrasında Güney Asya İslamında süren
ceddidiye (yenileyici) ilişkisi sergiledi. Böylece, onun parçalanma ile Deoband şehrinde üç yeni mezhep
Mâturîdîlik’le öngörülen ilişkisi belirtilmiştir. O Ebu çizgisi ortaya çıktı; daha çok dindarlık (selefilik), Su-
Hamid el-Gazâlî’nin(ö. 1111) düşüncesinin büyük yo- fi-odaklı Ehl-i Sunnet ve mezheb karşıtı Ehl-i Hadis
rumlarının teolojik bölümlerinin olduğu İḥyā’ ʽulūm görüldü.38Doğal olarak daha Selefi-fikirli Ehl-i Hadis
al-dīn, için Itḥāf al-sādat al-muttaqīn başlıklı yazısı ile, hayli konuda, Kelam veya Māturīdiyyeyi tutmadı. Bu
bağlı olduğu ekole dair açık işaretleri sergilemiştir.33 bir Bughyat el-rā’id fi Şerhu’l-’aqā’id üretmiş olma-
Çarpıcı olarak , ‘onun İhya için yazdığı iki kitapı- sına rağmen, kurucu şahsiyet Sıddık Hasan Han’ın
nın girişinde Mâturîdî ve Eşari okullarında Kamal (ö. 1307/1890) yazılarına yansır. Aşikar bir hayranı
al-Din el-Bayāḍī (ö. 1098/1687) tarafından ʽyazılan olarak Ari al-Qari’nin bilime daha fazla metin mer-
İşârâtü’l-Maram ve ‘Abd al-Rahim b ‘Ali Shaykhzāde kezli yaklaşımı, onun Khabī’at el-Akwan’daki okulu
nin(1720 sonrası ö.) ve. (daha az derecede). Nazm el- ve el-Eşari’yi yenilemesi, Māturīdiyyadan daha fazla
Farā’si gibi Osmanlı eserlerinin çizgisine dayalı ola- kuşatıcı olmuştur.39
rak klasik mezhep ihtilafları tartışılır. 34Ayrıca, hatta Buna karşılık, hem Deobandlılar hem de Ehl-i Sün-
her iki okulun kitaplarının kısa bir kaynakçasını içerir. net Mâturîdîlik’le ilişkili hale geldi. Nitekim, Bareilly,

118
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

ikinci mezhep kurucusu ve niceliksel olarak inanıl- Hatırlandığı üzere (Hanefi- Mâturîdî) mezhebine45 iliş-
maz derecede üretken müftüsü, Ahmed Rida Han kin güçlü bir taraftar olan (Shadid el-taʽaṣṣub), aynı
(ö. 1921), Badayun ve Khairabad daki yukarıda be- şekilde Muhammed İsmail Dihlawī’nin yazılarına ve
lirtilen akademik merkezlerde büyük Mâturîdî ila- o geleneksel olarak Tarikat-ı Muhammediyeye, karşı
hiyatçılara samimi bağlantıları olan bir ailede bü- ağır eleştiriler yöneltilmiş, ve, sapkın “Necid çölleri”
yüdü. Onun babasının arkadaşı ve önemli bir akıl arasında gruplaşmıştır. (el-necdiye, yani Vahabiler gibi
hocası Mevlana Naqi Ali, Fadl-i Hak el-Khayrābādī Muhammed b ʽ Abdülvehhab yerli bölge Necd ara-
el-Mâturîdî (ö. 1278/1862)nin öğrencisi ve Māturīdi sında referansla.)46 Onu da Mevlana Naqi Ali47 takip
fıkıh alimi Faḍl-i Rasūl b. Shāh ʽAbd al-Majīd al-Ba- etmiştir. Ayrıca muhtemelen Vahhabi olarak etiketli
dāyūnī (d. 1269/1872)nin oğlu Abd al-Qādir al-Ba- (Deobandiler dahil) her şeye karşı ve özellikle Ehl-i
dāyūnī (d. 1901),dir.40 Sünnet tarafından kendilerinden biri olarak kabul edi-
Mantık ve fıkıh usulü dahil olmak üzere çok sa- lecek gerçeğinden hesapla el-Badāyūnī’nin Tarikat-i
yıda İslâmî ilimlerde, onun yeterliliği biliniyor olsa Muḥammadiyya’sına karşı sağlam bir duruş sergi-
da, Şah Veliyullah oğlu Abd al-Qadir’in öğrencisi, lendi. Al- Mu‘taqadal-muntaqad, sapkın öğretilerle
al-Khayrābādī, ʽ kesinlikle ismine özellik belir- mücadele etmek için ilāhiyyāt ve nubūwāt başlık-
tecek (kabile, meslek, aile vb ad) bir nisbet açık- ları altında ʽ Akîdenin çeşitli sorunları ilgilenmiştir.
lama almamıştır. Tartışmalar ile ilgili konular şid- Bu onun sayısız eserlerinin en ünlüsüdür ve Ahmed
detli olarak hatırlanacak olursa, Akîde konularında Rida Han’ın tam onayını ve desteğini almıştır. Özel-
şiddetle Sufi maneviyatına çok karşı çıkan kavgacı likle Tarikat-ı Muhammediye olarak algılanan ente-
Tarikat-ı Muhammediye reform hareketinin entelek- lektüel ürün olarak Deobandiler’e karşı yöneltilmiş -
tüel lideri Muḥammad İsmāʽīl Shahīd Dihlawī nin el-Mustanad al-muʽ tamad’ın48, bazı bölümlerini kendi
(d. 1247/1831), yazılarında onun reddiyeleri önemli yazdı sonra Hüsam el-ḥaramayn başlıklı çalışma ayrı
bir rol oynadı. Fadl-i Hak el-Khayrābādīnin bu ko- bir fetva tarzı olarak yeniden yayınlandı.49Hâlâ gü-
nudaki eleştirisi özellikle sonrakinin Taqwīyat el-İ- nümüzde, al-muntaqad al-Mu taqad hizmet etmekte-
man ve (imkān-i Nazir) “eşitlik ihtimali” üzerinde dir, bununla birlikteʽ Şerh al-ʽaqā’id al-nasafiyya ve
özellikle yani Muhammed’e benzer başka bir pey- Aḥmad Riḍā Hān’ın halifesi Amjad ‛Alī A‛ẓamī (d.
gamber yaratmak için Allâhın mümkünlüğü so- 1948)’in Bahar-i-Shari‘ah’ın ilk bölümü Ehl-i sünnet
rusudur. Rampur’un Madrasat al-Āliyya da hem okullarda standart Kelam metinleridir.50
Fadl-i Hak yanı sıra oğlu Abd al-Hak el-Khayrā- Oysa Bahar-i-Shari‘ah’ta- yalnızca Akîde üzerine
bādī (ö. 1318/1901) Pencap, Delhi ve Lucknowdan odaklanan ilk bölüm aslında bir fetva koleksiyonu-
gelen öğrencileri buraya çekerek ders verdi. Baş- dur. - Ebu Hanife sürekli olarak inanç konularında
langıçta İngiliz Doğu Hindistan Şirketi için çalış- en yüksek otorite olarak çağrıldığı halde nisbeten çe-
masına rağmen, Faḍl-i Ḥaqq sonunda 1857 koloni kimser kaldı, Mâturîdî-Eşari farklılıkları ile ilgili ola-
yönetimine karşı ayaklanmada önemli rol aldı. So- rak (takwīn, örneğin, hatta ilahi sıfatlar arasında yeri
nucunda o Andamans’a sınır dışı edildi.1862 yılında yoktur)51 hem - al-Muʽtaqad al-muntaqad hem de Ah-
öldü.41 Fadl-i Hak el-Rampūrī (ö. 1358/1939), El-Ha- med Rida Han’ın yorumları Taqwiyat el-iman eleşti-
sani tarafından belirtilen bir başka bilim adamıdır. risi değil, aynı zamanda Mâturîdîlik için de kendi ter-
Onun istita’atı fıkıh alimi olarak onun oğlu gözeti- cihleri değildir. Bu sadece ilahi nitelik olarak tekvīn
minde madrasat el-ʽ Āliyyada42da çalıştı. Böylece ile ilgili tutumlarında yansıtılmış değil, müteşâbihât
ailesi ve Khairabad/Rampur ‘daki muhit Mâturîdî- (yani antropomorfik ifadeler) veya kötü olanlardan
lik’le ile bu uzlaşmayı gösteren Fadl-i Hak’ın ölümü iyi işleri ayırt etmede aklın rolü, ama aynı zamanda
ile ilişki tamamlanamadı. Aslında bir 18. yüzyıl Ahmed Rida Han’ın tersine “biz” ve Eşari / Mâturîdî
kurumu olan madrasat al-Āliyya nitekim, yakında imamları için onun referansları arasında zıtlık açıkça”52
gelişmekte olan Ehl-i Sünnet bağlantılı ilk medre- “görülmektedir. Ayrıca, kitabın ilāhiyyāt bölümünde
selerden biri olacaktı. 43Bu mezhepte Mâturîdî Ke- en sık belirtilen çalışma açıkça Mısır 15.yy Mâturîdî
lamın yeri için hala daha fazla ilişki olmalıdır, bu- ilahiyatçı İbnü’l-Humam El-Musāyara ‘ya aittir. İl-
nunla beraber, Ahmed Rida Han’ın ailesine bağlı ginçtir aynı zamanda insan istita’atının53, sorulması
ikinci zikredilen alim Fadl-i Resul-Badāyūnī, Hin- üzerine Mâturîdî -Eşari farklarını kapsamlı bir şe-
distan’da Haramayn’de ve Bağdat’ta okumuştur.44 kilde yazan Osmanlı Nakşibendi Sufi akademisyen

119
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

ve fıkıh alimi Abd al-Ghani el-Nābulūsī (ö. 1143/1731), Hindistan’a eserlerinin baş nakledicisi oldu. Ayrıca, o
benzer şekilde kaynak gösterilir. Günümüzde, Min- el-Kawtharī eserlerinden (el-Makalat) birine bir giriş
haj el-Kur’an, organizasyonu kurucusu ve Ehl-i Sun- yazdı. O nedenle de Güney Asyada Māturīdiyyanin
net liderlerinden bilinen Tahir ul-Kadri (Al-Kadiri, b önemli rakibi Selefiye tarafından “Kawthari” olarak
1951), - Selefi zorluk karşısında -21. yüzyıla uygun listelenir.59El-Keşmirlinin sadık bir takipçisi olarak
bir şekilde geleneksel Sünni (Mâturîdî-Eşari) Akîdeyi hadis alanında, Sünen-el Tirmizî üzerine kendi ben-
formüle etmek, en önemlisi onun büyük Kitabu’l-Tev- zer vurgular sergilenen yayınlanmamış derse dayalı
hid yayın yoluyla bunu sağlamak 54için çaba göster- altı bölümlük açıklamalar yazdı. 1955 yılında Kara-
miştir. Söylenildiği üzere, o el-Nesefî’nin el-Aqā’id çi’de (Pakistan) önemli bir Jami el-ʽUlum el-İslamiyye
ve yazarının Mâturîdî karakterini vurgulamıştır ay- Diyobendî medrese kurdu.60
rıca Sünni inançlar alanında özgün bir katkı itibariyle Merak uyandırıcı, aynı zamanda Mâturîdî okulun
son sistemleştirici kitaplarının verimliliği ve önceki- en etkili çağdaş reddedicisi, Şems-Selefi El-Afgani
lere göre tanınırlığı ile el-Gazâlî’dir.55 (d. 1372/1952-3)61, tarafından ʽ Ada’al-Māturīdiyya li
Benzer şekilde, Diyobendî Mezhebi de Hanefilik ve aqīdat el-Selefiyye Pakistan Deobandi Dars-i nizami
Mâturîdîlik’le sıkı bir bağ kurdu. Âlim ve Dar Al-ʽ ortamındanʽ, eğitimli bir bilim adamı geliyor; ayrıca
Ulum Deoband’da ünlü hadis hocası Muhammed En- çoğunlukla Deobandi okul içinde Mâturîdîlik’in yay-
ver Şah el-Keşmirli(ve bir süre için baş öğretmen) (ö. gınlaşmasına tanıklık eden Muhammed Tâhir el-Pan-
1933), okulun kurucularından Rashid Ahmad Gangohī japīri el-Mâturîdî el-Nakşibendi el-Diyūbandī ve ʽ Abd
(1905), evrenin yaratılışı ve Ahmediye hareketinin tek- al-Rahim al- Shitrālī el-Hanefi el-Mâturîdî,dahil kün-
zibi dahil, ʽ Akîde / Kelam ilmi ile ilgili bir dizi yazı- yesi, öğretmenleri tarafından hem Nakşıbendî (yani
lar yazdı.56 Üstelik, onun Mâturîdî geçmişi (birikimi) Müceddidci) hem de Māturīdî olarak belirlenmiştir.
de onun terminoloji ve bu onun çağdaş Selefi eleştiri- Medine İslam Üniversitesi’nde Selefi, Bin Baz (ö.
ciler tarafından belirtildiği üzere el-ʽUrf al-shadhī Şerh 1999)’ın baskısına maruz kalmasından hemen sonra
Sünen-i Tirmizi ve Fayḍ al-Bari ʽ Ala Sahih el Buhari, idi, Muhammed Nasir al-Din el-Albani (ö. 1999) ve
gibi kabul görmüş hadis koleksiyonlarına yaptığı yo- Hadis El-Hafız Muhammad Al-Jūndlawī (Gundlavi).
rumlarda, içinde kelam sorularıyla ilgili bölümlerdeki başkanı olarak, Güney Asya halefi el-Afgani klasik
açıklamalara yansıtılır.57 O daha sonrasında 1927, ha- okula yeniden dönüş başladı. O zamandan beri Mā-
yatının son yıllarında Gujarat Dabhel deki kendi med- turīdiyeye karşı en az beş başlık (tez) yazmıştır.62Ay-
resesinde onun öğretilerini aktarır. rıca,ʽAda ‘el-Māturīdiyya’ya bu arada ʽ Arap Selefi
Bu aynı şekilde eserlerine ilgi gösterilen Muham- ve İslamcı yazarlar Ebu Katade el-Filasṭīnī’nin (b.
med Zahid el-Kawtharī (ö. 1951), Osmanlı İmpara- 1959) Jum al-muṭayyibīn tarafından da güvenilmiş-
torluğu’nun son Şeyhülislamı Mustafa Sabri (ö. 1954) tir.63Tartışmalarında Original Mâturîdî, çalışmala-
rına inanan, Lahore de bir müftü olan Müfü Abd al
için yardımcı olarak görev yapmış sadık bir Osmanlı
Wahid, mutashābihātın Selefi anlayışına göre Urdu
Hanefi ve Mâturîdîsiydi, keza Diyobendî bilim adam-
çalışmasında Mâturîdî ve Eşari düşüncesine ait yo-
ları tarafından son derece saygı gören Nakşiben-
rumları yeni Hanbelilik kaynaklarına dayanır(örne-
di-Halidiye şeyhi Ahmed Diya ‘al-Din al-Gumus-
ğin, İbn Teymiyye ve İbn-i Kayyim el-Cevziyye).64
hānawī (Gümüşhanevi, d. 1894)’nin de müridi idi.
Al-Kawtharī diğerlerinin yanı sıra onun güçlü red- Sonuç
diyesi olarak bilinen insan istita’atının sorusu üze- Sonuç olarak Güney Asya; Mâturîdîliğin yayılması,
rine Maturilikten Eşariliğe Mustafa Sabri’nin son- teşhiri, tekzipi için yaşayan canlı bir çevre dir. Tüm
raki eseri Mawqif al-bashar şerhinde de görüldüğü bu gelişmeler bazen sınırları lokal gibi görünse de,
gibi dönüşünü anlatmıştır.58Bu dönüş mezhep içinde arka planda devam eden bir etkileşim vuku bulmak-
al-Kawtharī eserlerini ilk kez yaygınlaştıran Enver tadır. Entellektüel değişim ve Hanefi Dünya içinde
Şah el-Keşmirî’nin en ünlü öğrencisi Muhammad fikir ve kitapların devir daimi Güney ve Orta Asya,
Yusuf Banūrī de oldu (ö. 1978). 1937 yılında Ortado- Harameyn, Osmanlı Türkiye si, Suriye Mısırı’da bir-
ğu’da Diyobendî bilim adamlarının yazılarını tanıt- birine bağlayan bilgi ağıdır. Güney Asya’daki Mâturî-
mak ve onun Fayḍ al-Bari yayınını denetlemek için dîlik’in Tarihi ve halihazırdaki izleri aynı zamanda
hocası tarafından Mısır’a gönderildi. Kahire ziyareti entelektüel tarihin ve coğrafi bağlarının çok daha ge-
sırasında El-Kawtharī ile yakından ilişkili ve böylece niş Hanefi dünyasında bir çözülme anlamına gelir.

120
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Dipnotlar
1 Abū ‛Udhba, “Rawḍat al-bahiyya fīmā bayna l-Ashā‛ira wa l-Māturīdiyya” in Edward Badeen (ed.), Sunnitische Theo-
logie in osmanischer Zeit (Würzburg: Ergon, 2008), p. 134.
2 Ibid., p. 136.
3 Cf. Eyyup Said Kaya, “Continuity and Change in Islamic Law: The Concept of Madhhab and the Dimensions of Legal
Disagreement in Ḥanafi Scholarship of the Tenth Century” in Peri Bearman, Rudolph Peters & Frank Vogel (eds.),
The Islamic School of Law: Evolution, Devolution, and Progress (Cambridge: Harvard Univ. Press, 2005), p. 28. Kaya
halbuki, alimlerin “Hanefi pozitif hukukun temeli” konulu en kalıcı etkilerinin Usul-ü fıkıh ile onların eşit alaka ile çok
daha geniş kesişmeleri sağlanan bir bilim olduğunu (aşağıdaki bazı durumlarda belirtildiği gibi) Mâturîdîlik derleyicisi
olarak kelam konularına eşlik eden rolü için çok önemli olduğunu kanıtladı.
4 Philipp Bruckmayr, “The Spread and Persistence of Māturīdi Kalām and Underlying Dynamics”, Iran and the Caucasus,
XIII (2009), p. 71-73.
5 Like ḥāshiya also talwīḥ merely denotes a gloss or marginal notes. Adam Gacek, The Arabic Manuscript Tradition. A
Glossary of Technical Terms and Bibliography (Leiden: Brill, 2001), p. 130.
6 Carl Brockelmann, Geschichte der arabischen Litteratur (henceforth cited as GAL), 5 vols. (Leiden: Brill, 1937-1949),
II, p. 278 & SII, 301.
7 Ibid., II, p. 277.
8 ʽAbd al-Ḥayy b. Fakhr al-Dīn al-Ḥasanī, Nuzhat al-khawāṭir wa baḥjat al-masāmiʽ wa l-nawāẓir, 8 vols. (Rae Bareli:
Idāra Tālīfāt-e Ashrafiye, 1412/1991-1413/1993), VIII, p. 84-86, 96f.
9 Bruckmayr, “Spread and Persistence”, p.71f.
10 Petrus Voorhoeve, Twee Maleise Geschriften van Nūruddin ar-Rānīrī. In Facsimile uitgegeven met aantegeningen (Le-
iden: Brill, 1955), p. 9-11.
11 Syed Muhammad Naguib al-Attas, The Oldest Known Malay Manuscript: a 16th century Malay translation of the
‛Aqā’id of al-Nasafī (Kuala Lumpur: University of Malaya, 1988), p. 8.
12 Thesaurus of Indonesian Islamic Manuscripts, http://tiim.ppim.or.id/index.php?filterBy=collection&collecti-
on=20080729164541 (last accessed: July 4th 2014)
13 Marwān Muḥammad al-Shaār, “Muqaddimat al-taḥqīq” in ʽAbd Allāh b. Aḥmad al-Nasafī, Tafsīr al-Nasafī. Madārik
al-tanzīl wa ḥaqā’iq al-ta’wīl, 4 vols. in 2 (Beirut: Dār al-Nafā’is, 1430/2009), I, p. 8.
14 al-Nasafī, Tafsīr al-Nasafī, I, p. 50.
15 Ibid., II, p. 184.
16 Abū Manṣūr Muḥammad b. Muḥammad al-Māturīdī, Kitāb at-Tawḥīd (Ankara: ISAM, 2005), p. 411.
17 al-Ḥasanī, Nuzhat al-khawāṭir, IV, p. 39.
18 GAL, SII, p. 267f.
19 Bruckmayr, “Spread and Persistence”, p. 77-81.
20 Aḥmad Sirhindī, Risāla al-mabda’ wa l-ma‛ād, on the margin of id., al-Maktūbāt, trans. ‛Abbād al-Manzilawī, 3 vols.
(in 2 pts.) (İstanbul: Fazilet Neşriyat ve Matbaacılık, n. d.), II, p. 90.
21 Arthur F. Buehler, Sufi Heirs of the Prophet: The Indian Naqshbandiyya and the Rise of the Mediating Sufi Shaykh. (Co-
lumbia: Columbia Univ. Press, 1998), p. 80, 96; Stefan Reichmuth, “The Interplay of Local Developments and Trans-
national Relations in the Islamic World: Perceptions and Perspectives” in A. von Kügelgen, Michael Kemper & Allen J.
Frank (eds.), Muslim Culture in Russia and Central Asia from the 18th to the Early 20th Centuries, Vol. 2: Inter-Regional
and Inter-Ethnic Relations (Berlin: Klaus Schwarz Verlag, 1998), p. 19.
22 Aḥmad Sirhindī, al-Maktūbāt, 3 vols. (Beirut: Dār al-Kutub al-ʽIlmiyya, 1424/2004), I, p. 358-360 (letter no. 193); I,
p. 477-484 (no. 251); II, p. 50-78 (no. 266); II, p. 162-167 (no. 289); II, p. 199f. (no. 294); II, p. 274f. (no. 315); II, p.
491-504 (no. 380); III, p. 125-134 (no. 429); III, p. 161-164 (no. 438); III, p. 377-387 (nos. 524-526).
23 Cevat İzgi, Osmanlı Medreselerinde İlim, 2 vols. (Istanbul: Iz Yayıncılık, 1997), p. 107; Francis Robinson, The ʽUlama
of Farangi Mahall and Islamic Culture in South Asia (London: C. Hurst, 2001), p. 226; ʽAbd al-Ḥakīm b. Shams al-Dīn
al-Siyālkūtī, Ḥāshiya Siyālkūtī ʽalā al-Khayālī (Istanbul: al-Maṭbaʽat al-Nafīsat al-ʽUthmāniyya, 1308/1890).
24 Robinson, ʽUlama of Farangi Mahall, p. 43.
25 al-Ḥasanī, Nuzhat al-khawāṭir, V, p. 230.
26 Yohanan Friedmann, Shaykh Aḥmad Sirhindī: An Outline of His Thought and a Study of His Image in the Eyes of Poste-
rity (New Delhi: Oxford Univ. Press, 2000), p. 103.
27 al-Ḥasanī, Nuzhat al-khawāṭir, V, p. 230; GAL, II, p. 278.
28 Robinson, ʽUlama of Farangi Mahall, p. 41-68; Saiyid Athar Abbas Rizvi, Shāh Walī-Allāh and His Times (Canberra:
Ma’rifat, 1980).
29 Robinson, ʽUlama of Farangi Mahall, p. 67; Usha Sanyal, Devotional Islam and Politics in British India. Ahmad Riza
Khan Barelwi and His Movement, 1870-1920 (Delhi: Oxford Univ. Press, 1996), p. 54f.
30 Both can be found in the margin of Saʽd al-Dīn al-Taftāzānī, Sharḥ al-ʽaqā’id a-nasafiyya (Cawnpore: Qayyūmī Press,
1912). The gloss was later also printed by the Deobandi Maktaba Imdādiyya.
31 Stefan Reichmuth, The World of Murtaḍā al-Zabīdī (1732-91). Life, Networks and Writings (London: Gibb Memorial
Trust, 2009).
32 Besides Shāh Walī Allāh, who studied with al-Kūrānī’s son Abū Ṭāhir, another even earlier Indian exponent of this
scholarly circle was al-Kūrānī’s direct student Abū l-Ḥasan b. ʽAbd al-Hādī al-Sindī al-Madanī (d. 1138/1726), who
was likewise originally part of a pre-Mujaddidi Naqshbandi lineage, and wrote inter alia on matters of kalām. Although

121
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

referring to ʽAlī al-Qārī’s commentary to the rhymed Māturīdi creed of Sirāj al-Dīn al-Ūshī (d. 569/1173) and also pro-
viding an overview of differences between al-Ashʽarī and al-Māturīdī in their thought on human capacity, at least his al-
Ifāḍat al-madaniyya can hardly be considered a piece of Māturīdi kalām, as it rather falls in line with the doctrines of his
revered teacher, who showed himself inclined towards early Ashʽari authorities such as Imām al-Ḥaramayn al-Juwaynī
(478/1058) and Neo-Ḥanbali scholars such as Ibn al-Qayyim al-Jawziyya. Abū l-Ḥasan Muḥammad b. ʽAbd al-Hādī
al-Sindī al-Madanī, al-Ifāḍat al-madaniyya fī l-irādat al-juz’iyya, Princeton University Library, Yahuda Collection, Ms.
515Y, fols. 14b-41a (here fols. 21a-b, 35b & 40b). On the author see al-Ḥasanī, Nuzhat al-khawāṭir, VI, p. 7f.
33 Reichmuth, World of Murtaḍā al-Zabīdī, p. 286-296.
34 Muḥammad b. Muḥammad al-Zabīdī, Itḥāf al-sādat al-muttaqīn bi sharḥ asrār Iḥyā’ ʽUlūm al-Dīn, 10 vols. (Beirut, Dār
Iḥyā’ al-Turāth al-ʽArabī, n.d.), II, p. 2-17.
35 Ibid., II, p. 3.
36 Ibid., II, 165-192, 286f.
37 Ibid., II, p. 173, 181.
38 Ṣiddīq Ḥasan Khān al-Qannawjī, Qaṣd al-sabīl ilā dhamm al-kalām wa l-ta’wīl (Bayrūt: Dār Ibn Ḥazm, 1461/2000), p.
48; id., “Khabī’at al-Akwān fī iftirāq al-umam ʽalā al-madhāhib wa l-adyān” in id., Luqṭat al-ʽajlān mimmā tamassu ilā
maʽrifatihi ḥājat al-insān ([Istanbul]: Maṭbaʽat al-Jawā’ib al-Kā’ina Imām Bāb al-ʽAlī, 1296/1878-9), p. 226-318 (here
p. 234, 252-254, 274-287).
39 Ṣiddīq Ḥasan Khān al-Qannawjī, Qaṣd al-sabīl ilā dhamm al-kalām wa l-ta’wīl (Bayrūt: Dār Ibn Ḥazm, 1461/2000), p.
48; id., “Khabī’at al-Akwān fī iftirāq al-umam ʽalā al-madhāhib wa l-adyān” in id., Luqṭat al-ʽajlān mimmā tamassu ilā
maʽrifatihi ḥājat al-insān ([Istanbul]: Maṭbaʽat al-Jawā’ib al-Kā’ina Imām Bāb al-ʽAlī, 1296/1878-9), p. 226-318 (here
p. 234, 252-254, 274-287).
40 Sanyal, Devotional Islam, p. 59.
41 Ibid., VII, p. 412-415; A. S. Bazmee Ansari, “Faḍl-i Ḥaḳḳ” in EI², II, p. 735f.; Sanyal, Devotional Islam, p. 71, 77, 236
n. 15; Robinson, ʽUlama of Farangi Mahall, p. 190.
42 al-Ḥasanī, Nuzhat al-khawāṭir, VIII, p. 383f.
43 Sanyal, Devotional Islam, p. 77.
44 al-Ḥasanī, Nuzhat al-khawāṭir, VII, p. 415f.
45 Ibid., VII, p. 416.
46 Cf., for example, Faḍl-i Rasūl b. Shāh ʽAbd al-Majīd al-Badāyūnī, al-Muʽtaqad al-muntaqad (Istanbul: Hakîkat Kitâbe-
vi, 2003), p. 65, 75-77, 94 & 98.
47 Sanyal, Devotional Islam, p. 55.
48 Aḥmad Riḍā Khān al-Barīlawī, al-Mustanad al-muʽtamad, on the margin of Faḍl-i Rasūl b. Shāh ʽAbd al-Majīd al-Ba-
dāyūnī, al-Muʽtaqad al-muntaqad (Istanbul: Hakîkat Kitâbevi, 2003).
49 Sanyal, Devotional Islam, p. 248.
50 Usha Sanyal, “Ahl-i Sunnat Madrasas: The Madrasa Manzar-i Islam, Bareilly, and Jamia Ashrafiyya, Mubarakpur” in
Jamal Malik (ed.), Madrasas in Southeast Asia: Teaching Terror? (London: Routledge, 2008), p. 40-44. The fact that
al-Muʽtaqad/al-Mustanad has recently been published in Istanbul seems to imply that the work’s fame extends beyond
South Asia.
51 Amjad ‛Alī A‛ẓamī, Bahar-i sharī‛at, 18 pts. in 3 vols. (Bareilly: Qadiri Book Depo, n.d.), pt. 1.
52 al-Badāyūnī, al-Muʽtaqad, p. 50, 72-75; al-Barīlawī, al-Mustanad, p. 13, 89.
53 Philipp Bruckmayr, “The Particular Will (al-irāda al-juz’iyya): Excavations regarding a latecomer in kalām terminology
on human agency and its position in Naqshbandi discourse”, European Journal of Turkish Studies (Paris), XIII (2011),
§ 5, 7 & 23, http://ejts.revues.org/index4601.html.
54 Muḥammad Ṭāhir al-Qādirī, Kitāb al-tawḥīd (Lahore: Minhaj-ul-Quran Publications, 2006).
55 http://www.youtube.com/watch?v=w0yqkn39a8g (last accessed July 7th 2014).
56 Aaliyah Chishti, “Mawlana Anwar Shah Kashmiri” in Hamid Naseem Rafiabadi (ed.), Challenges to Religions and
Islam. A study of Muslim Movements, Personalities, Issues and Trends, 3 vols. (New Delhi: Sarup & Sons, 2007), II,
p. 922–944.
57 Cf., for example, http://www.asharis.com/creed/articles/mbeif-muhammad-anwar-shah-al-kashmiri-al-deobandi- al-
Mâturîdî- on-abu-hanifah-al- bukhar.cfm (last accessed July 10th 2014).
58 Muḥammad Zāhid al-Kawtharī, al-Istibṣār fī l-taḥadduth ʽan al-jabr wa l-ikhtiyār (Cairo: Dār al-Anwār, 1370/1951);
Muṣṭafā Ṣabrī, Mawqif al-bashar taḥt al-sulṭān al-qadar (Beirut & Damascus: Dār al-Hijra, 1981).
59 Shams al-Salafī al-Afghānī, ʽAdā’ al-Māturīdiyya li l-ʽaqīdat al-salafiyya, 3 vols. (al-Ṭā’if: al-Ṣaʽīq, 1419/1998), III, p.
325.
60 Muhammad Qasim Zaman, “Tradition and Authority in Deobandi Madrasas in South Asia” in Robert W. Hefner &
Muhammad Qasim Zaman (eds.), Schooling Islam. The Culture and Politics of Modern Muslim Education (Princeton:
Princeton Univ. Press, 2007), p. 71f.; id., The Ulama in Contemporary Islam. Custodians of Change (Princeton: Prince-
ton Univ. Press, 2002), p. 52f. Maulana Muhammad Ayyub Jan Banuri, “Maulana Muhammad Yusuf Banuri (ra)”, http://
www.central-mosque.com/biographies/YusufBanduri.htm (last accessed July 7th 2014).
61 al-Afghānī, ʽAdā’ al-Māturīdiyya.
62 Abū ʽUmar al-Manhajī, “Kunt māturīdiyyan wa ṣūfiyyan fa-hadānī Allāh ilā l-ʽaqīdat al-salafiyya“
63 Daniel Lav, Radical Islam and the Revival of Medieval Theology (Cambridge: Cambridge Univ. Press, 2012), p. 180.
64 Muftī ʽAbd al-Wāḥid, Ṣifāt-i mutashābihāt awr salafī ʽaqā’id (Lahore: Majlis Nashriyāt-i Islam, 2012), p. orijinal Mat-
turidi 33-48.

122
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Dr. Philipp BRUCMARY


Philip Bruckmayr şu anda Viyana Üniversitesi Arapça ve İslam Çalış-
maları bölümünde, küresel İslami akımların Kamboçya’nın Müslüman
azınlıkları üzerindeki etkisini analiz ettiği doktora çalışmasına devam
etmektedir. Viyana ve Passau üniversitelerinde Arapça ve İslamî Çalı-
şamalar (yüksek lisans), Türkçe Çalışmaları, Günydoğu Asya Çalışma-
ları ve tarihi çalışmıştır. 2007’de ISIM Review tarafından Genç Akade-
misyen Ödüllerinde üçüncülükle ödüllendirilmiştir. 2008’de Aga Khan
Üniversitesi Müslüman Medeniyeti Kuramları Programı’na katkıda bu-
lunmuştur. 2010/2011 yıllarında International Research Centre Cultural
Studies’de genç gözlemci araştırmacı olarak, 2011/2012 yıllarında Pas-
sau Üniversitesi Güneydoğu Asya Çalışmaları ve (Kebanhsaan Üniver-
sitesi (Malezya)’da ziyaretçi akademisyen olarak çalışmıştır. Şu anda
Amerikan ve Karayip Çalışmaları ve Kültürü Araştırma Derneği baş-
kan yardımcısı olarak hizmet etmektedir. Latin Amerika ve Karayiplere
Hindiçini ve Suriye-Lübnan göçü ve İslamî skolastik teoloji ve sufizmin
kesişimleri üzerine yayınları vardır.

Past and Present Aspects of


Māturīdısm in South and
Southeast Asia
As a region of the Muslim World predominated by
the Ḥanafischool of law, South Asia has always also
been associated with the Māturīdiyya. However, stud-
ies on the reception, transmission and influence of
Māturīdism on the subcontinent are still lacking. To
do at least some justice to thisin studies of Māturīdism
otherwise commonly neglected region, this paper will
highlight a number of historical and present aspects of
South Asian engagement with the legacy of al-Māturīdī
and his successors. These will include the early trans-
mission of manuscripts and early printings, their role
in Islamic education in the region, and the local pro-
duction of original works, translations, commentaries
and glosses to works of the school.In addition, some
light will similarly be shed on the contemporary pro-
duction of anti-Māturīdi literature in South Asia.
Tracing the spread and prevalence of Māturīdism
in South Asia
In his work on the differences between Māturīdism and
Ashʽarism, written in response to an enquiry received

123
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

in Meccain 17131, AbūʽUdhba notes – by establishing al-Talwīḥfīkashfḥaqā’iq al-Tawḍīḥ5, its commen-


an explicit connection between schools of law and the- tary by Saʽd al-Dīn al-Taftāzānī(d. 792/1390), in ma-
ological schools (i.e. Mālikism and Ashʽarism in the jor Indian curricula, but can additionally witness lo-
Maghreb, and Ḥanafism and Māturīdism in India and cal scholarly engagement with these two texts in the
the Ottoman Turkish realm [bilād al-rūm]) – that it is production of glosses and in biographical dictionar-
the Māturīdi school, which came to prevail in predom- ies, which enumerate the books studied by individual
inantly Ḥanafi South Asia2. As elsewhere in Ḥanafi scholars.A gloss to al-Talwīḥby the illustrious Indian
spheres, this prominence of the school of al-Māturīdī 17th century scholar ʽAbd al-Ḥakīm al-Siyālkūtī (d.
depended upon the evolution of the Bukhārāmashāy- 1067/1656), in turn drew a super-gloss by Muḥammad
ikh (or the distinct circle ofTransoxanianḤanafi legal al-Lāhawrī, which was already seen to the printing
scholars based in and around Bukhārā) to become press in 1229/1813-14 (see below).6The perhaps first
the lastingly dominant strand in Ḥanafifurūʽ(substan- printed edition ever to combineal-Tanqīh, al-Tawḍīḥ
tive law) and uṣūl al-fiqh (legal theory) writing and and al-Talwīḥ was published in Delhi in 1267/1850-
study.3As pointed out in an earlier study by the pres- 17.In the extensive biographical dictionary of Indian
ent author, the attachment of South Asian Ḥanafis ʽulamā’ by ʽAbd al-Ḥayy b. Faḥr al-Dīn al-Ḥasanī (d.
to Māturīdism can, however, not be argued on the 1341/1922), in which expertise of individual scholars
mere basis of curricula employed since the late 15th in kalām is only rarely mentioned, we find that schol-
century, as we commonly find Māturīdi and Ashʽari ars educated in various places, to whom such exper-
texts more or less on par in these.4 tise is explicitly ascribed, have often also composed
Affirmation of a general adherence to Māturīdism glosses to al-Tawḍīḥ and/or al-Talwīḥ. Cases in point
is, however, frequently encountered in kalām/ʽaqā’id from the 14thhijrī century (i.e. 1882-1979) are AmīrʽAlī
works from the subcontinent, either by way of explicit al-Lakhnawī(d. 1337/1919) of Lucknowand Ayyūb b.
statements or through the demonstrated espousal of Yaʽqūb al-Kū’ilī.8
more or less definitive Māturīdi doctrines such as Classical Māturīdi authors and their doctrines were
the existence of the divine attribute of takwīn, dis- therefore not only represented in Indian madrasa cur-
cussions of human capacity within the terminologi- ricula in the field of kalām but also in uṣūl al-fiqh
cal framework of qudra (power), kasb (acquisition), and tafsīr. As far askalām is concerned, it has al-
ikhtiyār (free choice), irāda (will) and istiṭāʽa (capac- ready been noted elsewhere that the great prestige,
ity), which affirm human free will and postulate the whichal-Tamhīdfībayān al-tawḥīd by AbūShakūr
existence of two different divinely granted human al-Sālimī (fl. second half of 11th century) has ap-
capacities to exercise his will power, the rejection parently enjoyed in the subcontinent over centuries
of the possibility of taklīfmālāyuṭāq (i.e. obligating is neither mirrored in Ottoman curricula nor in the
what is beyond capacity) or the assumption that di- majority of Ottoman ikhtilāf al-madhāhib literature,
vine laws could at least partly be known through the where al-Sālimī only rarelysurfaces.9It was thus cer-
intellect (ʽaql) and not only through revelation (samʽ tainly also primarily the North Indian Māturīdi-in-
[i.e. waḥy]). Especially the three latter thematic com- fluenced educational background of Nūr al-Dīn al-
plexes are also often dealt with in uṣūl al-fiqh frame- Rānīrī of Gujarat (d. 1068/1658), who became one of
works. Naturally this not only has a bearing on texts the major authors of Malay Islamic literature in the
of this particular field of the Islamic sciences, but is 17th century after his relocation to Aceh (Sumatra),
similarly reflected in kalām works themselves. Thus, which induced him to rely to an important measure
as is also the case in many Ottoman texts from the on al-Sālimī’sal-Tamhīd for his heresiographicalAl-ti-
field, al-Tawḍīḥ (a commentary to his own Tanqīh al- byānfīma‛rifat al-adyān10, and to compose a com-
uṣūl), the major contribution to Ḥanafiuṣūl al-fiqh of mentated Malay translation of al-Taftāzānī’ssharḥ to
‛Ubaydallāh b. Mas‛ūd b. Tāj al-Sharī‛a al-Maḥbūbī Najm al-Dīn al-Nasafī’sal-ʽAqā’id. This text, al-Durr
(Ṣadr al-Sharī‛a al-Thānī or al-Saghīr, d. 747/1346), is al-farā’id bi Sharḥ al-ʽaqā’id, which has been con-
frequently cited more often than earlier foundational sidered lost11, has recently resurfaced in manuscript
works of Māturīdikalām by Indian mutakallimūn. form in collections in Sumatra and Java.12
Although this is perhaps less pronounced than in the In the field of tafsīr, Indian madrasa curricula, which
Ottoman context, we not only find al-Tawḍīḥ and underwent a major process of standardization with

124
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

the introduction of the Dars-iniẓāmīsystem of Niẓām Ahmad Sirhindī: renowned Sufi master and de-
al-DīnSihālwī (or FarangiMahallī) (d. 1158/1745) of voted advocate of Māturīdism
Lucknow, which is still used in modulated form by It has already been noted elsewhere that Aḥmad-
Deobandi and Barelwi (i.e. Ahl-e Sunnat) madrasas Sirhindī (d. 1034/1624), the founder of the highly in-
today, included Najm al-Dīn al-Nasafī’s (d. 537/1142) fluential Mujaddidi branch of the Naqshbandiyya,
al-Taysīrfīʽilm al-tafsīr and particularly Abū l-Bar- must be regarded as an underrated major advocate
akāt al-Nasafī’s(d. 710/1310) Madārik al-tanzīl. De- of Māturīdism for Sufi audiences in India and be-
spite the fact that the latter is a primarily philo- yond.19It shall therefore only be reiterated here that
logically oriented tafsīr, with little room for issues – far from relating merely spiritual transformations
of kalām, the Māturīdi background of its author along the mystical path - Sirhindī unequivocally de-
is clearly discernible at several instances. Firstly, clareshis realization of the superiority of Māturīdi over
al-Māturīdī’s own tafsīr (Ta’wīlātahl as-sunna) or Ash‛ari doctrine on all disputed issues in his Mabda’
rather its commentary by‛Alā’ al-Dīn Muhammad ō ma‛ād, thereby presenting this realization as one of
al-Samarqandī (d. 540/1144-5) features among the his key experiences while studying under his mas-
fourteen source books mentioned by Abū l-Barakāt ter Muḥammad BāqīBillāh (d. 1012/1603).20Whereas,
in theMadārik al-tanzīl.13Already in his commen- given the rapid spread of the Mujaddidiyya in the
tary on Q 2:8, i.e. in the very beginning of the first wake of Sirhindī’s demise, alsoMabda’ ō ma‛ād was
volume,one encounters a quote from the school’s certainly not suffering from a lack of readership, it
eponym complete with explicit attribution (qāla was nevertheless his collected letters (al-Maktūbāt),
al-shaykhAbūManṣūr)14. Likewise, the author’s ex- which became the primary internal canonical texts
planations on the term istiṭāʽa with regards to its of India’s first religious movement to spread through-
Qur’ānic usage (in verbal form) in Q 9:4215, the out the Muslim World.21Affirmation of Māturīdi po-
very same verse al-Māturīdī adduces as proof for sitions on human capacity, the divine attributes and
the existence of two forms of human capacity in the conditions of īmān (faith) as well as direct refer-
his Kitāb al-tawḥīd16, appear to be resulting from ences to the Māturīdiyya and some of its individual
his Māturīdi background. As far as the work’s re- exponents are remarkably frequent in this collection
ception in India is concerned, it must be noted that of mystical advice, clearly testifying to the impor-
all three glossators ontheMadārik al-tanzīl listed by tance which its author attached to issues of ʽaqīda.22
Brockelmann are evidently from South Asia, the Multi-faceted luminaries of the 17th and 18th
earliest of these apparently beingIlāhdādJawnpūrī centuries: al-Siyālkūtī and al-Zabīdī
(d. 923/1517), who is fittingly also reported to have
A major figure in the expansion of the rational sciences
written a commentary on the “uṣūl of al-Bazdawī”
(maʽqūlāt, as opposed to manqūlāt, the transmitted
(i.e. either the early MāturīdiUṣūl al-dīn of Abū
sciences, such as the study of ḥadīth), whose works
l-Yusr al-Pazdawī [d. 493/1100] or, more probably, his
were also valued, studiedand soon also printed in the
brother Abū l-Ḥasan’s[d. 482/1089] renowned work
Ottoman Empire and Egypt, was the aforementioned
of legal theory, entitled Kanz al-wuṣūl)17. Moreover,
17th century scholar ʽAbd al-Ḥakīm al-Siyālkūtī.23 He is
extracts from the work were compiled by an Indian
among the scholars credited for preparing the ground
scholar by the telling name of ʽAbdAllāhṢiddīq b.
for themaʽqūlāt-oriented standardization of Islamic
ʽUmar al-Harawī al-Māturīdī.18
education in India under theDars-iniẓāmī.24A famed
Apart from works of kalām, uṣūl al-dīn and taf- logician and mutakallim, he served in the prominent
sīr, affirmation and transmission of Māturīdi doc- position of ra’īs al-ʽulamā’ at the court of Sultan Shāh-
trines among South Asian Muslims is yet also to Jahān (r. 1627-1657), who reportedly acted only in ac-
be found in other fieldsof the Islamicsciences and cordance with his advice.25Due to his scholarly stat-
literary genres. Thus, such is likewise preserved ure, Mujaddidi tradition attaches great importance to
in fatwa collections and in Sufi writings, primar- al-Siyālkūtī’s recognition of Sirhindī as a mujaddid
ily in the collected letters of renowned Sufi masters (renewer)26.His contributions to kalām were, however,
to their disciples. In the following we will address not as staunchly Māturīdi as Sirhindī’s. Most well-
a number of important figures and institutions in known is arguably his super-gloss to the ḥāshiyaof
South Asian Māturīdikalām. the Ottoman scholar Aḥmad b. Mūsā al-Khayālī (d.

125
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

after 862/1458) to al-Taftāzānī’sSharḥ al-ʽaqā’id a-na- have envisaged the integration of Māturīdism, which
safiyya. Yet, more intriguing is the fact that – accord- he explicitly marks out as the school he is affiliated
ing to al-Ḥasanī – his gloss to al-Talwīḥ, mentioned to, with AbūḤāmid al-Ghazālī’s (d. 1111) thought
by Brockelmann, was indeed one to a section ofṢadr in the theological sections of his massive commen-
al-Sharī‛a al-Thānī’s original text known asal-Muqa- tary to theIḥyā’ ʽulūm al-dīn, entitled Itḥāf al-sādat
ddimāt al-arba‛, which the Transoxanian luminary al-muttaqīn.33
had directed against the Ash‛aris and also appeared Strikingly, his introduction to book two of theIḥyā’
as a separate work.27 discusses the Māturīdi and Ashʽari schools along clas-
The 18th century then witnessed the emergence of sical ikhtilāf al-madhāhib lines based on of the Ot-
several towering figures and crucial developments in toman works ʽIshārāt al-marāmby Kamāl al-Dīn al-
South Asian Islam. In Lucknow’sFarangiMahall quar- Bayāḍī (d. 1098/1687) and (to a lesser degree) Naẓm
ter, Niẓām al-DīnSihālwī (or FarangiMahallī) intro- al-Farā’id by ‛Abd al-Raḥīm b. ‛Alī Shaykhzāde (d.
duced theDars-iniẓāmī curriculum, which included after 1720)34. Moreover, it even includes a brief bib-
works such as Sharḥ al-ʽaqā’id a-nasafiyya and al- liography of books from both schools. His list of
Tawḍīḥ, whereas the star of the highly influential Is- Māturīdi works features, besides the two titles al-
lamic reformer ShāhWalīAllāhDihlawī (d. 1176/1762) ready mentioned, familiar specimens such as (Sharḥ)
rose in the more manqūlāt-oriented scholarly circle of al-ʽAqā’id al-nasafiyya and various glosses, con-
Delhi. These parallel developments led to a further tributions of other earlier Māturīdi writers such as
strengthening of divergent emphases in Islamic edu- AbūIsḥāq al-Ṣaffār al-Bukhārī (d. 543/1139), Nūr al-
cation in South Asia.28As the FarangiMahallī family Dīn al-Ṣābūnī (d. 580/1184) and Abū l-Barakāt al-Na-
expanded their influence throughout northern India, safī, as well as by the Syria-based Maḥmūd b. Aḥ-
important subsidiary centers of maʽqūlāt scholar- mad al-Qūnawī (d. 777/1375-6 or 781/1379-80), the
ship and education took shape over the next century, influential Egyptian theologian Kamāl al-Dīn Ibn
which would eventually produce outspoken exponents al-Humām (d. 861/1457), and theMeccan Ottoman
of Māturīdism. Mention must be made in this regard scholar ʽAlī al-Qārī (d. 1014/1606).35
of Khairabad, Bareilly and Badayun (Budaun) in Ut- Apart from this mentioned introductory discussion
tar Pradesh29. Yet, also ShāhWalīAllāh, commonly to volume two of theItḥāf, al-Zabīdī’sMāturīdi lean-
noted for his disapproval of kalām, studiedSharḥ al- ings are also brought into sharp focus by his exten-
ʽaqā’id a-nasafiyya. His son ShāhʽAbd al-ʽAzīz (d. sive discussions on human capacity/agency and ʽaql,
1824) even wrote his ownḥāshiya to it, besides a brief as well as in the brief catechism, which he includes
creed, which has also retained an Māturīdi imprint.30 in the work.36In harmony with our conviction that
One of the most illustrious students of ShāhWalīAllāh Māturīdi doctrine was likewise expounded, transmit-
ted and argued through specific works of uṣūl al-fiqh
was Murtaḍā al-Zabīdī (d. 1205/1791).31After studying
and tafsīr, he moreover brings up Māturīdi teachings
with scholars of note in Yemen and the ḥaramayn,
in his section on the former science, citesḤanafi le-
he achieved considerable renown in Egypt, where
gal authorities such as Shams al-Dīnb. ‛Abd al-Sat-
he stayed from 1753 until his death. Among his stu-
tār al-Kardarī (d. 642/1244) and Burhān al-Dīn ‛Alī
dents there was even the later shaykh al-azharḤasan
b. AbīBakr al-Maghīnānī(d. 593/1197), students of
b. Muḥammad al-ʽAṭṭar(d. 1834). Although al-Zabīdī,
Najm al-Dīn al-Nasafī and al-Ṣābūnī respectively, on
as a product of different teaching circles of the Mus-
the question of taklīfmālāyuṭāq, and refers both to al-
lim World, most notably also the group of succes-
Māturīdī’stafsīr as well as to Najm al-Dīn’sal-Taysīrin
sors and students of former associates of the Shafiʽi
his expositions on human capacity.37
and (originally) pre-MujaddidiNaqshbandi scholars
Aḥmad b. Muḥammad al-Qushāshī (d. 1661) and The fragmentation of South Asian Islam and the
Ibrāhīm al-Kūrānī (d. 1689)32, was exposed to mul- place of Māturīdism in the Ahl-iSunnat and De-
tiple currents of religious thought, something clearly obandimaslaks
reflected in the richness of ideas and multiplicity and The 19th century then witnessed the lasting fragmenta-
diversity of sources in his work, he nevertheless ex- tion of South Asian Islam along the sectarian lines of
hibited a firm affiliation to the Mujaddidiyya as well thenewly emerging three maslaks (sects) of Deoband,
as a clear Māturīdi profile. Thus, he has been noted to the more devotionally and Sufi-oriented Ahl-iSunnat

126
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

(or Barelwis) and the anti-madhhabAhl-iḤadīth.38Nat- his son at theMadrasat al-ʽĀliyya43, thereby indicating
urally the more Salafi-minded Ahl-iḤadīth did not that engagement with Māturīdism in his family and
hold kalām, or the Māturīdiyya for that matter, in the Khairabad/Rampur circle did not come to an end
high regard. This is already reflected in the writ- withFaḍl-iḤaqq demise. Indeed, although originally
ings of its founding figure Ṣiddīq Ḥasan Khān (d. an 18th century foundation, the Madrasat al-ʽĀliyya
1307/1890), despite the fact that he also produced a would soon become one of the first madrasas closely
Bughyat al-rā’idfīsharḥ al-‛aqā’id. As an explicit ad- linked to theemerging Ahl-iSunnat.44
mirer ofʽAlī al-Qārī’s more scripturalist approach to Of still greater relevance for the place of Māturīdikalām
the science, his treatment of al-Ashʽarī and his school in this maslak, however, was the second abovemen-
in his Khabī’at al-Akwān, for instance, is even more tioned scholar linked toAḥmadRiḍāKhān’s family,
encompassing than that of the Māturīdiyya.39 Faḍl-iRasūl al-Badāyūnī, who had studied in India,
In contrast, both the Deobandis and theAhl-iSun- the ḥaramayn and Baghdad45. Remembered as strongly
nat came to be associated with Māturīdism. In- partisan (shadīd al-taʽaṣṣub) regarding the (Ḥanafi-
deed, Aḥmad Riḍā Khān (d. 1921) of Bareilly, the Māturīdi) madhhab46, he likewise directed severe
founder of the latter maslak and a quantitatively in- criticism against MuḥammadIsmāʽīlDihlawī’swrit-
credibly productive mufti, grew up in a family with ings and theṬarīqa-I Muḥammadiyya, whom he con-
intimate links to major Māturīdi theologians in the ventionally derided as, and grouped among, deviant
abovementioned scholarly centers of Badayun and “Najdis” (al-najdiyya, i.e. as Wahhābis, with refer-
Khairabad. An important mentor and friend of his ence to Muḥammad b. ʽAbd al-Wahhāb’s native re-
father, Mawlānā NaqīʽAlī, had been ʽAbd al-Qādir al- gion of Najd)47, a practice in which he was also fol-
Badāyūnī (d. 1901), the son of the noted Māturīdi mu- lowed by MawlānāNaqīʽAlī.48It was presumably also
takallim Faḍl-iRasūlb. ShāhʽAbd al-Majīdal-Badāyūnī this firm stance towards everything labelled as Wah-
(d. 1269/1872) and a student of Faḍl-iḤaqq al-Khay- hābi (including the Deobandis), and the Ṭarīqa-iM-
rābādīal-Māturīdī(d. 1278/1862).40 uḥammadiyya in particular, which accounts for the
Even though known for his proficiency in numerous fact thatal-Badāyūnī came to be regarded as one of
Islamic sciences, including logic and uṣūl al-fiqh, their own by the Ahl-I Sunnat. Al-Muʽtaqad al-mun-
al-Khayrābādī, a student of ShāhWalīAllāh’s son ʽAbd taqad,the most famous of his numerous works,which
al-Qādir, had certainly not acquired his final nisba by deals with various issues of ʽaqīdaunder the two ru-
chance. Remembered as fierce in debates and dispu- brics of ilāhiyyāt and nubūwāt in order to combat de-
tations, matters of ʽaqīda played a prominent part in viant doctrines, received Aḥmad Riḍā Khān’s full ap-
his refutations of the writings of MuḥammadIsmāʽīl proval and endorsement.Accordingly, he also wrote
Shahīd Dihlawī (d. 1247/1831), the intellectual leader his own gloss to it, al-Mustanad al-muʽtamad49, cer-
of the militant Ṭarīqa-iMuḥammadiyya reform move- tain parts of which - specifically directed against the
ment, which was strongly opposed to much of prevail- Deobandis as perceived intellectual offspring of the
ing Sufi spirituality. Faḍl-iḤaqqal-Khayrābādī’scriti- Ṭarīqa-I Muḥammadiyya - were then republished as
cism in this regard centered specifically on the latter’s a separate fatwa-style work entitled Ḥusām al-ḥara-
Taqwīyat al-īmān and the “possibility of an equal” (im- mayn.50Still today, al-Muʽtaqad al-muntaqad serves,
kān-inaẓīr), i.e. the question of the possibility forAllāh besides Sharḥ al-ʽaqā’id al-nasafiyya and the first chap-
to create another prophet similar to Muḥammad. Both ter of Bahar-isharī‛at by Aḥmad RiḍāKhān’skhalīfa
Faḍl-iḤaqq as well as his son ʽAbd al-Ḥaqq al-Khay- Amjad ‛AlīA‛ẓamī (d. 1948), as standard kalām text
rābādī (d. 1318/1901)41taught at the Madrasat al-ʽĀli- in Ahl al-Sunnat schools.51
yya of Rampur, which then attracted students from the Whereas the Bahar-isharī‛at - actually a fatwa col-
Punjab, Delhi and Lucknow. Though initially working lection, of which only the first chapter focuses on
for the British East India Company, Faḍl-I Ḥaqqeven- ʽaqīda - is, despite the fact that AbūḤanīfa is con-
tually took a prominent part in the mutiny against co- sistently invoked as highest authority on matters of
lonial rule of 1857. As a result he was deported to the belief, at times comparably noncommittal as far as
Andamans, where he died in 1862.42Faḍl-iḤaqq al- Māturīdi-Ashʽari differences are concerned (takwīn,
Rampūrī (d. 1358/1939), another scholar noted by al- for example, is not even listed among the divine at-
Ḥasanī in his capacity as mutakallim studied under tributes)52, bothal-Muʽtaqad al-muntaqad and Aḥmad

127
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Riḍā Khān’s comments to it are outspoken not only at Dabhel in Gujarat during the last years of his life,
in their criticism of Taqwiyat al-īmān but also in their from 1927 onwards.
preference for Māturīdism. This is not only mirrored It is likewise of interest that the works of Muḥam-
in their positions on takwīn as divine attribute, the mu- mad Zāhid al-Kawtharī (d. 1951), a staunch Ottoman
tashābihāt (i.e. the anthropomorphic expressions) or Ḥanafi and Māturīdi, who had served as adjunct to
the role of reason in differentiating good deeds from the Ottoman Empire’s last shaykh al-islām Muṣṭafā
evil ones, but also in explicit statements such as in- Ṣabrī (d. 1954) and was a disciple of the Naqshbandi-
AḥmadRiḍāKhān’s contradistinction between “us” yya-Khālidiyya master AḥmadḌiyā’ al-Dīnal-Ku-
(ʽindinā) and the Ashʽaris, or his references to “our mushkhānawī (Gümüşhanevi, d. 1894), are highly
Māturīdi leaders” (a’immatunā al-Māturīdiyya).53 regarded by Deobandi scholars. Al-Kawtharīis in-
Moreover, the most frequently cited work in theilāhi- ter alia known for his forceful refutation of Muṣṭafā
yyāt chapter of the book is clearly al-Musāyara of Ṣabrī’s switch from Māturīdi to Ashʽari doctrine on
the Egyptian 15th century Māturīdi theologian Ibn the question of human capacity, as expounded in the
al-Humām. Interestingly also the Ottoman Naqsh- latter’s Mawqif al-bashar.59It was in turn Muḥam-
bandi Sufi scholar and mutakallimʽAbd al-Ghānī al- mad Yūsuf Banūrī (d. 1978), the most illustrious stu-
Nābulūsī (d. 1143/1731), who had written extensively dent of Anwar Shāh al-Kashmīrī, who first popular-
on Māturīdi-Ashʽari differences on the question of ized al-Kawtharī’s works within the maslak. In 1937
human capacity54, is similarly referred to with great he was sent to Egypt by his teacher to introduce the
frequency. Nowadays, Tahir ul-Qadri (al-Qādirī, b. writings of Deobandi scholars in the Middle East
1951), founder of the Minhāj al-Qur’ān organization and to oversee the publication of his Fayḍ al-bārī.
and presently the publicly best known leader of the During his stay in Cairo he associated closely with
Ahl-I Sunnat is making efforts – in the face of the al-Kawtharī and thus became the chief transmitter of
Salafi challenge – to formulate the traditional Sunni his works to India. Moreover, he wrote an introduc-
(Māturīdi-Ashʽari) ʽaqīdain a way relevant to the 21st tion to one ofal-Kawtharī’s works (al-Maqālāt). He
century, most notably through the publication of his is therefore also listed as a “Kawthari” by a major
massive Kitāb al-tawḥīd55. Tellingly, he has empha- South Asian Salafi opponent of the Māturīdiyya.60A
devoted follower of al-Kashmīrī also in the field of
sized the Māturīdi character of al-Nasafī’sal-ʽAqā’id
ḥadīth, he produced his own six volume commen-
and the status of its author, besides al-Ghazālī, as
tary on theSunan al-Tirmidhī, purportedly based on
last formulator of an original contribution (matn) to
unpublished lectures of the latter, which exhibited
the field of Sunni creeds, in a promotional interview
similar emphases. In 1955 he founded the important
preceding the book’s release56.
Jāmiʽat al-ʽUlūm al-IslāmiyyaDeobandi madrasa in
Similarly, the Deobandi maslak has also retained a Karachi (Pakistan).61
firm attachment to Ḥanafism and Māturīdism. The
Intriguingly, also the most influential modern refu-
eminent scholar and famed ḥadīth teacher (and for tation of the Māturīdi school,ʽAdā’al-Māturīdiyya li
some time even head teacher) at the Dār al-ʽUlūm l-ʽaqīdat al-salafiyya by Shams al-Salafī al-Afghānī
Deoband, Muḥammad Anwar Shāh al-Kashmīrī (d. (b. 1372/1952-3)62, comes from a scholar educated in
1933), a student of the school’s co-founder Rashīd Aḥ- theDars-iniẓāmī systemof the Pakistani Deobandi mi-
mad Gangohī (d. 1905), wrote a number of ʽaqīda/ lieu by teachers mostly marked out by their nisbas
kalām related treatises, including on the creation of as both Naqshbandis (i.e.Mujaddidis) and Māturīdis,
the universe and in refutation of the Aḥmadiyya including Muḥammad Ṭāhir al-Panjapīri al-Māturīdī
movement.57 Moreover, his Māturīdi background is al-Naqshbandī al-Diyūbandī and ʽAbd al-Raḥīm al-Shi-
also reflected in his terminology and explanations to trālī al-Ḥanafī al-Māturīdī, which further testifies to
sections relevant to questions of kalām in his com- the pervasiveness of Māturīdism within the Deobandi
mentaries to canonical ḥadīth collections, such as his school. It was only after his exposure to Salafi thought
al-ʽUrf al-shadhīsharḥsunan al-Tirmidhī and Fayḍ at the Islamic University of Medina, under the likes
al-bārīʽalāṢaḥīḥ al-Bukhārī, as has been critically of Bin Bāz (d. 1999), MuḥammadNāṣir al-Dīn al-Al-
noted by contemporary Salafi detractors.58 He fur- bānī(d. 1999) and the latter’s South Asian successor
ther transmitted his teachings in his own madrasa as chair of ḥadīth al-Ḥāfiẓ Muḥammad al-Jūndlawī

128
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

(Gundlavi), that al-Afghānī began to turn against Conclusion


his former school. Since then he has written no less In conclusion it can be said that South Asia has served
than fivetitles against the Māturīdiyya.63 Moreover, as a lively environment for the transmission, exposi-
ʽAdā’al-Māturīdiyya has meanwhile already been re- tion and refutation of Māturīdism, and that all these
lied also by Arab Salafi and Islamist authors, such as developments, although at times seemingly distinctly
by AbūQatāda al-Filasṭīnī’s (b. 1959)Jumʽat al-muṭayy- local, transpired against the background of ongoing
ibīn.64Contrary to al-Afghānī, who relies on a vari- interaction, intellectual exchanges and circulation of
ety of original Māturīdi works (from al-Māturīdī to ideas and books within the Ḥanafi World and its net-
al-Kawtharī) for his discussion, MuftīʽAbd al-Wāḥid, works linking South and Central Asia, the ḥaramayn,
a mufti in Lahore, bases his expositions of Māturīdi Ottoman Turkey and Syria, and Egypt. Tracing the
(and Ashʽari) doctrine in his Urdu work on Salafi un- history and present of Māturīdism in South Asia, thus
derstandings of themutashābihāt entirely on Neo-Ḥan- also means unraveling the intellectual history and link-
bali sources (e.g. Ibn Taymiyya and Ibn al-Qayyim ages of a geographically much wider Ḥanafi sphere.
al-Jawziyya).65

Dipnotlar
1 Abū ‛Udhba, “Rawḍat al-bahiyyafīmābayna l-Ashā‛irawa l-Māturīdiyya” in Edward Badeen (ed.), Sunnitische Theolo-
gie in osmanischer Zeit (Würzburg: Ergon, 2008), p. 134.
2 Ibid., p. 136.
3 Cf. Eyyup Said Kaya, “Continuity and Change in Islamic Law: The Concept of Madhhab and the Dimensions of Legal
Disagreement in Ḥanafi Scholarship of the Tenth Century” in PeriBearman, Rudolph Peters & Frank Vogel (eds.), The
Islamic School of Law: Evolution, Devolution, and Progress (Cambridge: Harvard Univ. Press, 2005), p. 28. Whereas
Kaya is here only referring to the mashāyikh’s lasting influence on “the mainstream of Ḥanafi positive law”, it was – as
will be indicated in certain instances below - their equal relevance for uṣūl al-fiqh, a science that provided much wider
intersections with issues of kalām that proved crucial for their concomitant role as purveyors of Māturīdism.
4 Philipp Bruckmayr, “The Spread and Persistence of MāturīdiKalām and Underlying Dynamics”, Iran and the Caucasus,
XIII (2009), p. 71-73.
5 Like ḥāshiya also talwīḥ merely denotes a gloss or marginal notes. Adam Gacek, The Arabic Manuscript Tradition. A
Glossary of Technical Terms and Bibliography (Leiden: Brill, 2001), p. 130.
6 Carl Brockelmann, Geschichte der arabischen Litteratur(henceforthcitedas GAL), 5 vols. (Leiden: Brill, 1937-1949), II,
p. 278 & SII, 301.
7 Ibid., II, p. 277.
8 ʽAbd al-Ḥayy b. Fakhr al-Dīn al-Ḥasanī, Nuzhat al-khawāṭirwabaḥjat al-masāmiʽwa l-nawāẓir, 8 vols. (Rae Bareli:
IdāraTālīfāt-e Ashrafiye, 1412/1991-1413/1993), VIII, p. 84-86, 96f.
9 Bruckmayr, “Spread and Persistence”, p. 71f.
10 Petrus Voorhoeve, Twee Maleise Geschriften van Nūruddin ar-Rānīrī. In Facsimile uitgegeven met aantegeningen (Lei-
den: Brill, 1955), p. 9-11.
11 Syed Muhammad Naguib al-Attas, The Oldest Known Malay Manuscript: a 16th century Malay translation of the
‛Aqā’id of al-Nasafī (Kuala Lumpur: University of Malaya, 1988), p. 8.
12 Thesaurus of Indonesian Islamic Manuscripts,http://tiim.ppim.or.id/index.php?filterBy=collection&collec-
tion=20080729164541 (last accessed: July 4th 2014)
13 MarwānMuḥammad al-Shaʽʽār, “Muqaddimat al-taḥqīq” in ʽAbdAllāh b. Aḥmad al-Nasafī, Tafsīr al-Nasafī.Madārik
al-tanzīlwaḥaqā’iq al-ta’wīl, 4 vols. in 2 (Beirut: Dār al-Nafā’is, 1430/2009), I, p. 8.
14 al-Nasafī, Tafsīr al-Nasafī, I, p. 50.
15 Ibid., II, p. 184.
16 Abū Manṣūr Muḥammad b. Muḥammad al-Māturīdī, Kitāb at-Tawḥīd (Ankara: ISAM, 2005), p. 411.
17 al-Ḥasanī, Nuzhat al-khawāṭir, IV, p. 39.
18 GAL, SII, p. 267f.
19 Bruckmayr, “Spread and Persistence”, p. 77-81.
20 AḥmadSirhindī, Risāla al-mabda’ wa l-ma‛ād, on the margin of id., al-Maktūbāt, trans. ‛Abbād al-Manzilawī, 3 vols. (in
2 pts.) (Istanbul: FaziletNeşriyatveMatbaacılık, n. d.), II, p. 90.
21 Arthur F. Buehler, Sufi Heirs of the Prophet: The Indian Naqshbandiyya and the Rise of the Mediating Sufi Shaykh. (Co-
lumbia: Columbia Univ. Press, 1998), p. 80, 96; Stefan Reichmuth, “The Interplay of Local Developments and Trans-

129
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

national Relations in the Islamic World: Perceptions and Perspectives” in A. von Kügelgen, Michael Kemper & Allen J.
Frank (eds.), Muslim Culture in Russia and Central Asia from the 18th to the Early 20th Centuries, Vol. 2: Inter-Regional
and Inter-Ethnic Relations (Berlin: Klaus Schwarz Verlag, 1998), p. 19.
22 AḥmadSirhindī, al-Maktūbāt, 3 vols. (Beirut: Dār al-Kutub al-ʽIlmiyya, 1424/2004), I, p. 358-360 (letter no. 193); I, p.
477-484 (no. 251); II, p. 50-78 (no. 266);II, p. 162-167 (no. 289); II, p. 199f. (no. 294); II, p. 274f. (no. 315); II, p. 491-
504 (no. 380); III, p. 125-134 (no. 429); III, p. 161-164 (no. 438); III, p. 377-387 (nos. 524-526).
23 Cevatİzgi, OsmanlıMedreselerindeİlim, 2 vols.(Istanbul: IzYayıncılık,1997), p. 107; Francis Robinson, The ʽUlama of
FarangiMahall and Islamic Culture in South Asia (London: C. Hurst, 2001), p. 226; ʽAbd al-Ḥakīm b. Shams al-Dīn
al-Siyālkūtī, Ḥāshiya Siyālkūtī ʽalā al-Khayālī (Istanbul: al-Maṭbaʽat al-Nafīsat al-ʽUthmāniyya, 1308/1890).
24 Robinson, Ulama of FarangiMahall, p. 43.
25 al-Ḥasanī, Nuzhat al-khawāṭir, V, p. 230.
26 Yohanan Friedmann, ShaykhAḥmadSirhindī: An Outline of His Thought and a Study of His Image in the Eyes of Poster-
ity (New Delhi: Oxford Univ. Press, 2000), p. 103.
27 al-Ḥasanī, Nuzhat al-khawāṭir, V, p. 230; GAL, II, p. 278.
28 Robinson, ʽUlama of Farangi Mahall, p. 41-68; Saiyid Athar Abbas Rizvi, Shāh Walī-Allāh and His Times (Canberra:
Ma’rifat, 1980).
29 Robinson, ʽUlama of FarangiMahall, p. 67; UshaSanyal, Devotional Islam and Politics in British India.Ahmad Riza
Khan Barelwi and His Movement, 1870-1920 (Delhi: Oxford Univ. Press, 1996), p. 54f.
30 Both can be found in the margin of Saʽd al-Dīn al-Taftāzānī, Sharḥ al-ʽaqā’id a-nasafiyya (Cawnpore: Qayyūmī Press,
1912). The gloss was later also printed by the DeobandiMaktabaImdādiyya.
31 Stefan Reichmuth, The World of Murtaḍā al-Zabīdī (1732-91). Life, Networks and Writings (London: Gibb Memorial
Trust, 2009).
32 Besides ShāhWalīAllāh, who studied with al-Kūrānī’s son AbūṬāhir, another even earlier Indian exponent of this schol-
arly circle wasal-Kūrānī’s direct studentAbū l-Ḥasanb. ʽAbd al-Hādī al-Sindī al-Madanī (d. 1138/1726), who was like-
wise originally part of a pre-MujaddidiNaqshbandi lineage, and wrote inter alia on matters of kalām. Although referring
to ʽAlī al-Qārī’s commentary to the rhymed Māturīdi creed of Sirāj al-Dīn al-Ūshī (d. 569/1173) and also providing an
overview of differences between al-Ashʽarī and al-Māturīdī in their thought on human capacity, at least his al-Ifāḍat
al-madaniyyacan hardly be considered a piece of Māturīdikalām, as it rather falls in line with the doctrines of his re-
vered teacher, who showed himself inclined towards early Ashʽari authorities such asImām al-Ḥaramayn al-Juwaynī
(478/1058) and Neo-Ḥanbali scholars such as Ibn al-Qayyim al-Jawziyya. Abū l-ḤasanMuḥammad b. ʽAbd al-Hādī
al-Sindī al-Madanī,al-Ifāḍat al-madaniyyafī l-irādat al-juz’iyya, Princeton University Library, Yahuda Collection, Ms.
515Y, fols. 14b-41a (here fols. 21a-b, 35b & 40b). On the author see al-Ḥasanī, Nuzhat al-khawāṭir, VI, p. 7f.
33 Reichmuth, World of Murtaḍā al-Zabīdī, p. 286-296.
34 Muḥammad b. Muḥammad al-Zabīdī, Itḥāf al-sādat al-muttaqīnbisharḥasrārIḥyā’ ʽUlūm al-Dīn, 10 vols. (Beirut,
DārIḥyā’ al-Turāth al-ʽArabī, n.d.), II, p. 2-17.
35 Ibid., II, p. 3.
36 Ibid.,II, 165-192, 286f.
37 Ibid., II, p. 173, 181.
38 Cf. Barbara D. Metcalf, Islamic Revival in British India. Deoband 1860-1900 (Princeton: Princeton Univ. Press, 1982);
Sanyal, Devotional Islam; MartinRiexinger, SanaullahAmritsari (1868–1948) und die Ahl-i Hadis im Punjab unter bri-
tischer Herrschaft (Würzburg: Ergon, 2004).
39 Ṣiddīq Ḥasan Khān al-Qannawjī, Qaṣd al-sabīl ilā dhamm al-kalām wa l-ta’wīl (Bayrūt: Dār Ibn Ḥazm, 1461/2000), p.
48; id.,“Khabī’at al-Akwānfīiftirāq al-umamʽalā al-madhāhibwa l-adyān” in id., Luqṭat al-ʽajlānmimmātamassuilāmaʽ-
rifatihiḥājat al-insān ([Istanbul]: Maṭbaʽat al-Jawā’ib al-Kā’inaImāmBāb al-ʽAlī, 1296/1878-9), p. 226-318 (here p.
234, 252-254, 274-287).
40 Sanyal, Devotional Islam, p. 59.
41 al-Ḥasanī, Nuzhat al-khawāṭir, VIII, p. 238-240.
42 Ibid., VII, p. 412-415; A. S. Bazmee Ansari, “Faḍl-iḤaḳḳ” in EI², II, p. 735f.; Sanyal, Devotional Islam, p. 71, 77, 236
n. 15; Robinson, ʽUlama of FarangiMahall, p. 190.
43 al-Ḥasanī, Nuzhat al-khawāṭir, VIII, p. 383f.
44 Sanyal, Devotional Islam, p. 77.
45 al-Ḥasanī, Nuzhat al-khawāṭir, VII, p. 415f.
46 Ibid., VII, p. 416.
47 Cf., for example, Faḍl-i Rasūl b. Shāh ʽAbd al-Majīd al-Badāyūnī, al-Muʽtaqad al-muntaqad (Istanbul: Hakîkat Kitâbe-
vi, 2003), p. 65, 75-77, 94 & 98.
48 Sanyal, Devotional Islam, p. 55.
49 Aḥmad Riḍā Khān al-Barīlawī,al-Mustanad al-muʽtamad, on the margin of Faḍl-i Rasūl b. Shāh ʽAbd al-Majīd al-
Badāyūnī, al-Muʽtaqad al-muntaqad (Istanbul: Hakîkat Kitâbevi, 2003).

130
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

50 Sanyal, Devotional Islam, p. 248.


51 UshaSanyal, “Ahl-iSunnat Madrasas: The Madrasa Manzar-i Islam, Bareilly, and JamiaAshrafiyya, Mubarakpur” in
Jamal Malik (ed.), Madrasas in Southeast Asia: Teaching Terror? (London: Routledge, 2008), p. 40-44. The fact that
al-Muʽtaqad/al-Mustanad has recently been published in Istanbul seems to imply that the work’s fame extends beyond
South Asia.
52 Amjad ‛AlīA‛ẓamī, Bahar-isharī‛at, 18 pts.in 3 vols. (Bareilly: Qadiri Book Depo, n.d.), pt. 1.
53 al-Badāyūnī, al-Muʽtaqad, p. 50, 72-75; al-Barīlawī,al-Mustanad, p. 13, 89.
54 Philipp Bruckmayr, “The Particular Will (al-irāda al-juz’iyya): Excavations regarding a latecomer in kalāmterminology
on human agency and its position in Naqshbandi discourse”, European Journal of Turkish Studies (Paris), XIII (2011),
§ 5, 7 & 23,http://ejts.revues.org/index4601.html.
55 MuḥammadṬāhir al-Qādirī, Kitāb al-tawḥīd (Lahore: Minhaj-ul-Quran Publications, 2006).
56 http://www.youtube.com/watch?v=w0yqkn39a8g (last accessed July 7th 2014).
57 Aaliyah Chishti, “Mawlana Anwar Shah Kashmiri” in Hamid NaseemRafiabadi (ed.), Challenges to Religions and
Islam. A study of Muslim Movements, Personalities, Issues and Trends, 3 vols. (New Delhi: Sarup& Sons, 2007), II,
p. 922–944.
58 Cf., for example, http://www.asharis.com/creed/articles/mbeif-muhammad-anwar-shah-al-kashmiri-al-deobandi-al-
Mâturîdî-on-abu-hanifah-al-bukhar.cfm (last accessed July 10th 2014).
59 MuḥammadZāhid al-Kawtharī, al-Istibṣārfī l-taḥadduthʽan al-jabrwa l-ikhtiyār(Cairo: Dār al-Anwār,
1370/1951);MuṣṭafāṢabrī,Mawqif al-bashartaḥt al-sulṭān al-qadar (Beirut & Damascus: Dār al-Hijra, 1981).
60 Shams al-Salafī al-Afghānī, ʽAdā’al-Māturīdiyya li l-ʽaqīdat al-salafiyya, 3 vols. (al-Ṭā’if: al-Ṣaʽīq, 1419/1998), III, p.
325.
61 Muhammad Qasim Zaman, “Tradition and Authority in Deobandi Madrasas in South Asia” in Robert W. Hefner &Mu-
hammad Qasim Zaman (eds.), Schooling Islam. The Culture and Politics of Modern Muslim Education (Princeton:
Princeton Univ. Press, 2007), p. 71f.; id., The Ulama in Contemporary Islam.Custodians of Change (Princeton: Prince-
ton Univ. Press, 2002), p. 52f.Maulana Muhammad Ayyub Jan Banuri, “Maulana Muhammad Yusuf Banuri (ra)”, http://
www.central-mosque.com/biographies/YusufBanduri.htm(last accessed July 7th 2014).
62 al-Afghānī, ʽAdā’al-Māturīdiyya.
63 Abū ʽUmar al-Manhajī, “Kunt māturīdiyyan wa ṣūfiyyan fa-hadānī Allāh ilā l-ʽaqīdat al-salafiyya“, Ṣayd al-Fawā’id
(website), http://saaid.net/feraq/el3aedoon/13.htm (last accessed July 20th 2014).
64 Daniel Lav, Radical Islam and the Revival of Medieval Theology (Cambridge: Cambridge Univ. Press, 2012), p. 180.
65 MuftīʽAbd al-Wāḥid, Ṣifāt-imutashābihātawrsalafīʽaqā’id (Lahore: MajlisNashriyāt-i Islam, 2012), p. 33-48.

131
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Yrd. Doç. Dr. Mehmet KALAYCI1*


Nevşehir’de doğdu (1978). Nevşehir İmam Hatip Lisesi’ni bitirdi (1995).
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden mezun oldu (2000). Hicri V.
Asırda Ehl-i Sünnet adlı teziyle yüksek lisansını (2005), Tarihsel Süreçte
Eşarilik Maturidilik İlişkisi adlı teziyle doktorasını tamamladı (2011).
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Mezhepleri Tarihi Anabi-
lim Dalı’nda araştırma görevlisi oldu (2001). Kültür ve Turizm Bakan-
lığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü’nde çalıştı (2006-2007).
Halen Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde öğretim üyesi olarak gö-
rev yapmakta olup, Osmanlı Sünniliği, Eşarilik-Maturidilik İhtilafı Me-
tinleri ve Eşarilik gibi konular üzerinde çalışmaktadır.

Eş‘arî’nin İkmali Mâturîdî’nin İhmali:


İki İmamın Gelenekleri
İçerisindeki Konumlarına Dair
Bağlamsal Bir Analiz*
Giriş
İmâm Mâturîdî ve Mâturîdîlik, son yıllarda üzerinde
çok sayıda araştırma ve bilimsel toplantının gerçek-
leştirildiği bir konu olageldi. Kısa bir zaman zarfında
konuya gösterilen yoğun ilgi, hızlı bir tüketimi de be-
raberinde getirdi. Tabiri caizse konu çiğnenmeden yu-
tuldu. Yapılan çalışmalarda iki ayrı Mâturîdîlik oku-
ması söz konusuydu: Birincisi Mâturîdî’yi ve onun
kelamî öğretisini ait olduğu bağlam içerisinde anla-
maya çalışmak. İkincisi aktüel gerçekliği bir hareket
noktası olarak almak suretiyle Mâturîdî’ye ve öğreti-
sine yönelmek. Birincisi bir “anlama”, ikincisi ise daha
çok bir “inşa” faaliyetiydi. Birincisinde Mâturîdî, ya-
şadığı dönemin ve içinde bulunduğu entelektüel ko-
şulların tartısına vurulurken, ikincisinde ait olduğu
bağlamdan soyutlandı ve günümüz sorunlarını çöz-
mek üzere geçmişten günümüze taşındı. İkinci türden
bir okuma güncel tutumlardan beslendiği için, gün-
cele dair tavır alışlardaki farklılıklar konuya dair ter-
sinden başka inşa süreçlerini de beraberinde getirdi.

133
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Bu tebliğe konu olan içerik, “anlamayı merkeze alan” paylaştılar. Ancak Eş‘arî’nin, Mâturîdî’ye kıyasla daha
bir okumanın bir ürünüdür; bu bakımdan Mâturîdî şanslı olduğunu ve zamanın ondan yana işlediğini
ve Mâturîdîlik, büyük resim içerisinde işgal ettikleri belirtmek gerekir.
yer açısından ele alınmaya çalışılmıştır. Eş‘arî’nin Keşfi ve İkmali
Tarih söz konusu olduğunda zamanın homojenliğin- 260/873 yılında Basra’da doğan ve 324/936 yılında Bağ-
den ve perspektifin tekilliğinden bahsedebilmek ol- dâd’da vefat eden Ebû’l-Hasan el-Eş‘arî, Basra Mu‘te-
dukça güçtür. Tarih, geçmişten geleceğe doğru iler- zilesi’nin lideri Ebû ‘Alî el-Cübbâ’î’nin (ö.303/916) üvey
leyen tek boyutlu bir zaman değildir; aksine çok oğluydu ve kırk yaşına kadar ondan kelam ve fıkıh
katmanlıdır. Bu yüzden tek doğrultulu bir zaman an- usulü tahsil etmişti. Eş‘arî, Mu‘tezilî olduğu dönemde
layışı yerine toplumsal zamanın çoğulluğu anlayışı ve hocasının en seçkin talebeleri arasında yer aldı ve
tarihin farklı düzlemler üzerinden aktığı kabulü ile kimi zaman bazı kelamî tartışmalarda hocasına vekâ-
tarihe bakmak gerekir. Toplumsal zaman ve söylem, let etti.2Daha sonra Mu‘tezilî görüşü terk etti ve Ha-
hakikati sınırlayan olduğu kadar, zorlayan da bir sü- dis Taraftarları’nın (Ashâbu’l-Hadîs) saflarına katıldı.
reçtir. Kelamî metinler, bu metinlerin yazarları ve bu
Eş‘arî’nin uzun yıllar içinde kaldığı Mu‘tezilî dü-
yazarları çevreleyen düşünsel bağlam, kendi toplum-
şünce geleneğini terk edip Hadis Taraftarları’nın saf-
sal zamanlarından soyutlanıp ait olmadıkları başka
larına katılma süreci hâlâ tam olarak açıklığa kavuş-
bir zamanın ögesi kılındıklarında ve bu doğrultuda
turulabilmiş değildir. Bunun sebebi olarak onun Hz.
eşzamanlı (senkronik) bir okumaya tabi tutuldukla-
Peygamber’i rüyasında görmesi veya hocası Ebû ‘Ali
rında sahip oldukları hakikat zeminini kaybetmeye
el-Cübbâ’î ile görüş ayrılığı yaşaması gibi hususlar
ve yapaylaşmaya başlarlar.
gösterilmektedir.3Ancak Eş‘arî’nin Mu‘tezile’ye men-
Eş‘arî ve Mâturîdî aynı zaman diliminde yaşamış ol- sup olduğu yıllarda zaman zaman hocası Ebû ‘Ali
salar da yaşamlarının üzerine kurulduğu toplumsal el-Cübbâ’î’nin yokluğunda ona vekâlet ettiği ve bu
zaman ve söylemsel bağlam aynı değildir. Bundan do- vekâleti sırasında Hadis Taraftarları’na mensup kimi
layı her ikisinin veya adlarına nispetle oluşan mez- âlimlerle tartışmalarda bulunduğu bilinmektedir. O
hebî yapıların İslam düşünce geleneği içerisinde işgal bu tartışmalardan birkaç kez mağlubiyetle ayrılmış
etmiş olduğu yer, nereden bakıldığına göre değişebil- ve yaşadığı bu talihsiz tecrübe onun dilinin tutul-
mektedir. Mâturîdîlikten Eş‘arîliğe bakıldığında kar- masına sebebiyet vermiştir.4Diğer kesimlerin kelama
şımıza çıkan tablo ile Hanbelîlikten Eş‘arîliğe bakıl- karşı mesafeli duruşu hesaba katıldığında tartıştığı bu
dığındaki tablo birbirinin aynı değildir. Aynı durum kimseler muhtemelen Küllâbî Hadis Taraftarları’ydı.
tersinden de geçerlidir. Eş‘arîlik’ten veya Mu‘tezile’den
İsmini ‘Abdullah b. Sa‘îd b. Küllâb’tan alan Küllâbî-
bakınca ortaya çıkan Mâturîdîlik resmi farklılaşmak-
lik, yeknesak bir yapıda olmamalarına karşın Me’mûn
tadır. Bunlar elbette bir çelişki değildir; aksine ger-
zamanında Mu‘tezile’ye karşı bir amaç birliğine sahip
çeğin farklı yönlerini bir araya getiren, gerçeğe daha
Şâfi‘î Hadis Taraftarlarını ifade etmektedir.5Mu‘tezi-
gerçekçi bir zaviyeden bakmayı mümkün kılan boy
le’nin sıfatları nefyeden tutumuna karşın, Allah’ın be-
aynalarıdır. Önemli olan bunları birbirinin alterna- lirli sıfatlarla vasıflanması gerektiği konusunda ısrar
tifi gibi görmeden bir bütünün parçası kılabilmek- etmeleri ve bu sıfatların onun ne aynı ne de gayrı ol-
tir. Ancak daha da önemlisi bütünü çevreleyen daha duğunu ileri sürmeleri nedeniyle Sıfâtiyye olarak,6 Ku-
bir başka bütünden, yani İslam düşünce tarihinden ran’ın lafzının, tilaveti esnasında ortaya çıkan seslerin
hareketle olaya bakabilmektir. Yoksa mesele kimin mahlûk (yaratılmış) olduğunu ileri sürmeleri nede-
özne veya kimin yaşadığı dönemin ekseni olup ol- niyle de Lafzıyye olarak7 isimlendirildiler. İtikadi ko-
madığı meselesi değildir. nulardaki görüşlerinde yeknesak bir yapıda olmayan
Eş‘arî ve Mâturîdî kendi gelenekleri içerisinde önemli bu kesim, daha sonraki süreçte genellikle Küllâbiyye
bir konumda olmalarına karşın, yaşadıkları dönemde adıyla anıldı ve Ehl-i Sünnet’in veya Ashâbu’l-Ha-
bir mezhep kurucusu olarak algılanmadılar. İçinde dîs’in kelamcıları olarak8tanındı. Şehristânî, Eş‘arî’nin
bulundukları geleneklerin koşullarının seyri, onlara Mu‘tezile’den ayrıldıktan sonra Küllâbîlerin saflarına
dair sonraki süreçte oluşan algının şekillenmesinde katıldığını ve onların görüşleri doğrultusunda hoca-
doğrudan etkili oldu. Kurucu bir figür olarak mer- sına ve eski mezhebine karşı eleştiriler yönelttiğini be-
keze çekilmeleri sonradan gerçekleşen bir hadiseydi lirtmektedir.9Eş‘arî, yaşadığı mağlubiyetlerin etkisiyle
ve bu noktada aslında her ikisi de ortak bir kaderi bir iç hesaplaşma yaşamış, daha sonra da zihninde

134
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

oluşan kuşkuları hocasına soru olarak yöneltmiş ol- telaffuz edilmesine ve merkeze yerleşmesine yol açtı.
malıdır. Zihninde oluşan bu tereddütler zamanla Kâdî ‘Abdülcebbar’ın başını çektiği Mu‘tezilî diriliş,
daha da artınca, Eş‘arî muhtemelen 300/912 yılında Basra Mu‘tezilesi’nden beslenmekteydi.13Muhteme-
Basra’da cami kürsüsüne çıkarak Mu‘tezilî görüşleri len bu bağlantı, Eş‘arî’nin isminin Küllâbî gelenek
tamamen terk ettiğini dile getirmiştir. içerisinde ön plana çıkarılma sürecinde önemli rol
Kırk yıl Mu‘tezile içerisinde kalmış ve hocasına vekâ- oynadı. Mu‘tezile’nin yükselişe geçmesi, Küllâbî ge-
let edebilecek bir konuma ulaşmış olan Eş‘arî’nin leneğin Eş‘arî’den sonraki temsilcileri için Me’mûn
Mu‘tezilî kimliğini tümüyle bir kenara bırakması Bas- dönemindeki mihneyi hatırlatan bir tür dejavu işlevi
ra’daki Küllâbîler açısından muhtemelen önemli bir gördü. Bundan dolayı karşılarındaki muhatabı cid-
kazanımdı. Ne var ki, Eş‘arî Mu‘tezile’den ayrılması diye aldılar ve onlarla fikrî bir mücadeleye giriştiler.14
nedeniyle psikolojik bir üstünlüğe sahip olmakla bir- Eş‘arî’nin önemli olmaya başlaması bu hesaplaşma-
likte, yeni muhitinde asla bir mezhep kurucusu ola- nın ve mücadelenin bir parçasıydı. Zira onlara en bü-
rak algılanmadı. Onu, bu süreçte popüler kılan başta yük malzemeyi Eş‘arî’nin –bugünden bakınca siste-
Mu‘tezile olmak üzere diğer kesimlere karşı yazdığı matik olmadığını ileri sürdüğümüz- Mu‘tezile karşıtı
reddiyelerdi. Eserlerinin yarıdan fazlası Mu‘tezile’yi eserleri sunmaktaydı. Eş‘arî, Mu‘tezile’den ayrılma-
eleştirmek için kaleme alınmıştı. Ancak bu durum dan önce Basra Mu‘tezilesi’nin bir mensubuydu ve bu
bile Hadis Taraftarları’nın Hanbelî kanadını tatmin gelenek içerisinde hocası Ebû ‘Alî el-Cübbâ’î ile oğlu
etmedi. Eş‘arî, yaptıklarının ve Mu‘tezile başta olmak Ebû Hâşim el-Cübbâ’î’den sonra belki de en önemli
üzere Ehl-i Sünnet dışı tüm gruplara yönelik eleştiri- isimdi. Dolayısıyla Basra Mu‘tezilesi’nin görüşlerini
lerinin yeteri kadar takdir görmemesinden rahatsızdı. belki de en iyi bilenlerdendi. O eserlerinde Mu‘te-
Bu yüzden muhtemelen 310/922 yılında Bağdâd’a gi- zilî öğretiye özellikle de Basra Mu‘tezilesi’nin lider-
derek Hanbelîlerin lideri olan Ebû Muhammed Ha- leri konumunda olan Ebû ‘Ali ve Ebû Hâşim’in gö-
san b. ‘Ali el-Berbehârî (ö.329/941) ile görüştü. Onun rüşlerine, diğer Mu‘tezilîlerle kıyaslandığında, daha
amacı yaptıkları ve yazdıkları için Berbehârî’den bir geniş yer verdi ve çoğu kez eleştirdi. Mu‘tezile’den
onay alabilmek ve Hanbelî kesimin takdirini kazana- ayrıldıktan sonra bile hocasıyla kelamî tartışmalara
bilmekti. Ancak Berbehârî ile yaptığı görüşme onun girişmekten geri durmadı.15Sırf bu amaçla hocası-
açısından tam bir hayal kırıklığı oldu. O muhalifle- nın Usûl isimli eserine reddiye mahiyetinde hacimli
rine karşı ne kadar eleştiride bulunursa bulunsun, bir kitap yazdı.16Bu hususun, yeni muhitinde onu ve
bir mücadele aracı olarak Kelam’a başvurduğu sü- Mu‘tezile’nin eleştirisi mahiyetindeki görüşlerini em-
rece Berbehârî’nin nazarında sorgulanmayı hak et- salsiz kıldığı kesindir.
mekteydi.10 Eş‘arî, muhtemelen bu olay sonrasında Mu‘tezile’nin, özellikle de Basra Mu‘tezilesi’nin, Bü-
Hanbelî kesimin takdirini kazanmak, dahası onlar- veyhîlerin desteğiyle birlikte yükselişe geçmesi, eski
dan gelebilecek eleştiriler karşısında kendisini ko- bir hesabın görülmesini beraberinde getirdi. Kâdî
ruyabilmek için birkaç gün içerisinde el-İbâne adlı ‘Abdülcebbâr, Eş‘arî’nin Basra Mu‘tezilesi’ne yönelt-
eseri yazdı ve Ahmed b. Hanbel’in izinden gittiğini tiği eleştirileri yanıtlamaya çalıştı ve Küllâbilik adı al-
dile getirdi. Bu eser diğer eserleriyle kıyaslandığında tında Eş‘arî’yi ve onun görüşlerini eleştirdi.17 Onun ve
onun kelamcı kimliğini geri plana iten ve onu Han- takipçilerinin dolaylı olarak Eş‘arî’yi hedef alan eleş-
belîlerin rivayet eksenli din anlayışlarına yaklaştı- tirileri Küllâbiler için bir nefs-i müdafaaya dönüştü.
ran bir metindi. Ancak kendisinden sonraki süreçte Aralarında Ebû Bekr el-Bâkıllânî, İbn Fûrek ve Ebû
onun bu eserinin VI./XII. asra kadar Eş‘arî gelenekte İshâk el-İsferâyînî gibi isimlerin bulunduğu şahıslar,
herhangi bir ilgiye mazhar olmaması11 ve Eş‘arîlerin Mu‘tezilî âlimlerin Eş‘arî’yi hedef alan eleştirilerine
onun daha çok kelamcı kimliğiyle kaleme aldığı el- aynı şekilde mukabelede bulundular; zaman zaman
Lüma‘, Risâle fi İstihzâni’l-Havd gibi eserlerinde or- da onlarla karşılıklı tartışmalara giriştiler.18Onların
taya koyduğu görüşlere referansta bulunmaları İbâ- Eş‘arî’nin görüşlerini çürütmek için yazdığı eserlere
ne’nin stratejik bir amaçla yazıldığını ve Eş‘arî’nin karşı reddiyeler kaleme aldılar. Örneğin Bâkıllânî,
yaklaşımını gerçek manada yansıtmadığını ortaya Kâdî Abdülcebbar’ın Eş‘arî’nin el-Lüma‘ adlı eserine
koymaktadır.12 Nakdu’l-Lüma‘ adında yazdığı reddiyeye karşı bir red-
Ölümünden sonra yaşanan kimi gelişmeler, Eş‘arî’nin diye yazarak cevap verdi.19Eş‘arî, Mu‘tezile’ye karşı sa-
isminin Küllâbî gelenek içerisinde yüksek sesle vunulduğu gibi, Mu‘tezile’nin eleştirisi bağlamındaki

135
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

görüşleri de kendiliğinden değerli olmaya başladı. eserlerinde Ehlü’s-Sünne ve’l-Cemâ‘a vb. kavramları
Mu‘tezile’yi eleştiri mahiyetindeki görüşleri Eş‘arî’yi hiç kullanmamış olması ve sufilere ve yaklaşım tarz-
merkeze yerleştirdi. Bu durum onun diğer görüşlerinin larına mesafeli durmuş olması gibi nedenler göste-
de Küllâbî Hadis Taraftarı kesim içerisinde önemsen- rilmektedir.25Mâturîdî’nin kelam anlayışının sür-
meye başlanmasını beraberinde getirdi. Öyle ki onun dürülememesinde bu gerekçelerin her birinin belirli
itikadî konularda dağınık haldeki görüşleri İbn Fûrek ölçüde etkisi olduğu kesindir. Ancak bu noktada en
tarafından Mücerredü’l-Makâlât adlı eserde derlen- fazla üzerinde durulması gereken husus, Mâturîdî’den
di.20Eş‘arî’nin el- Lüma‘ adlı eseri Bâkıllânî tarafın- sonraki süreçte Hanefilerin kelamdan çok fıkıhla il-
dan şerh edildi.21Başta İbn Fûrek olmak üzere, Bâkıl- gilenmeleri ve bu ilme dair eserler telif etmeleridir.
lânî ve İsferâyînî gibi isimlerin çabalarıyla, Eş‘arî’nin Ebû’l-Yüsr el-Pezdevî bu durumu bütün açıklığıyla
ismi Küllâbî gelenekte merkeze yerleşti ve bir mezhep itiraf etmekte ve bölge halkının kelam ilminden yüz
kurucusu olarak algılanmaya başlandı. Bunun sonu- çevirdiğine ve daha çok fıkha önem verdiğine dik-
cunda da Eş‘arî’nin de içinde bulunduğu kesimi ifade kat çekmektedir.26O bölge halkının bu tavrını, onla-
etmek için kullanılan Küllâbiyye ismi, yerini Eş‘arîyye rın kelamı zor ve kapalı bir ilim olarak görmelerine
kavramına bıraktı.22 bağlamaktadır. Kelamın zor ve kapalı bir ilim ola-
Mâturîdî’nin İhmali ve Yeniden Keşfi rak görülmesinin arka planında Mâturîdî’nin eser-
lerinin ve ortaya koyduğu derinlikli çabanın etkisi-
Gelenekleri içerisindeki konumları bakımından
nin olduğu muhakkaktır. Ancak Pezdevî’nin eserinin
Mâturîdî, başlangıçta Eş‘arî’den daha fazla şöhrete
girişinde verdiği bilgiler meseleye daha farklı bir açı-
sahipti; daha erken denebilecek yaşlarda kendi gele-
dan bakmayı gerekli kılmaktadır. Buna göre “bölge-
neği içerisinde liderlik konumuna yükselmiş birisiydi.
deki Hanefî fakihler kelam ilmini açıktan öğrenme,
Mâturîdî’nin de aralarında bulunduğu kırk seçkin
öğretme ve bu hususta münazara yapmaktan insan-
âlime liderlik eden Ebû Nasr el-‘Iyâzî, ölmeden önce
ları yasaklamışlardı. Bölge halkı kelamla uğraşan ve
yerine iki oğlundan biri olan Ebû Ahmed’i vasiyet
bu ilme dalan kimseleri reddetmekte, bu kimselere
etmiş, ancak Ebû Ahmed el-‘Iyazî, kardeşi Ebû Bekr
karşı iyi davranmamakta ve onları hafife almaktaydı;
ile birlikte Semerkand’a döndüğünde bu makamda
bu yüzden de kelam ilmi bölgede yeteri kadar gelişe-
Mâturîdî’yi bulmuştu.23Onun ortaya koyduğu eser-
bilme imkânından yoksun kalmıştı.”27
lerin kelamî derinliği, dönemindeki diğer isimlerle
kıyaslandığında oldukça ilerideydi. Mâturîdî, “Mu- Pezdevî’nin bu değerlendirmeleri oldukça önemlidir
tezile’nin, kendilerini kelam ilminin süvarileri zan- ve kelam ilminin ihmal edilmesinin gerçek sebebi-
nettiklerini ve İslam âlimleri içerisinde bu ilme sadece nin bu ilmin zorluğu olmadığını ortaya koymakta-
kendilerinin vakıf olduğunu sandıklarını” kaydeder- dır. Buna göre kelam zor bir ilim olması sebebiyle
ken24 en az onlar kadar, belki de onlardan daha fazla değil, aksine bölge halkının kelamî düşünme biçi-
kelamcı olduğu mesajını vermekteydi. Ancak ilk üç mine gösterdiği sert tepki yüzünden ihmal edilmiş
kuşaktaki takipçileri tarafından bu bakış açısı sürdü- ve gelişme imkânından yoksun kalmıştır. Zira bölge
rülemedi ve geliştirilemedi. Her ne kadar Hanefi çev- halkının kelama karşı gösterdiği bu refleks, gelene-
relerde yazılmış olan eserlerde kendisine yer yer atıfta ğin daha önceki seyri açısından yeni bir tutumdur.
bulunulmuşsa da Eş‘arî’yle kıyaslandığında Mâturî- Mâturîdî’de en yüksek ifadesine ulaşmış kelamî bir
dî’nin çerçevesini belirlediği kelamî geleneğin devam faaliyet varken, bölge halkının baştan beridir kelama
ettirilemediği açıktır. Bu dönem Mâturîdî’nin ihmal mesafeli durduğunu ileri sürebilmek mümkün değil-
edildiği bir dönemdir ve bunun arkasında yatan çe- dir. Dolayısıyla Pezdevî’nin bu noktada dile getirdik-
şitli faktörler bulunmaktadır. lerine, bir sebepten ziyade sonuç olarak bakmak ve
İmâm Mâturîdî’nin ve onun kelamcı yaklaşımının bu sonucu üreten sürece odaklanmak daha doğrudur.
ihmal edilmesinin sebepleri arasında çoğu kez, eser- Kelam ilminin bölgede yasaklanması, muhtemelen
lerinin dilinin zorluğu ve anlaşılamaması, fazlasıyla 332/943 yılında Mâverâünnehir’de İsmâ‘îlî-Karmatî
kelamî oluşu, hilafetin merkezi Bağdâd’dan uzak bir tehdidinin bastırılması ve onlara karşı alınan önlem-
yerde yaşaması, Eş‘arîler gibi siyasi yönetimler tara- lerle yakından alakalıdır. İsmâ‘îlî propaganda IV/X.
fından desteklenmemiş olması, Eş‘arîliğin Nizamiye asrın başlarında Horasân ve Mâverâünnehir bölge-
Medreseleri yoluyla İslam dünyasına sirküle edilme- sinde güçlü bir karşılık buldu. Sâmânî hükümdarı
sine benzer bir süreçten yoksun olması, Mâturîdî’nin Nasr b. Ahmed’in (ö.332/943) desteğini elde etmeleri,

136
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

İsmâ‘ilî dâîlerin bölgedeki faaliyetlerinin en önemli açısından birbirine denk pek çok Hanefî otorite söz
meyvesiydi. Önce saray erkânı, ardından da Nasr b. konusuydu. Mâturîdî, bulunduğu çevre içinde say-
Ahmed, İsmâ‘îlîliğe girdi. Nasr b. Ahmed döneminde gın ve kendinden sonraki kelamî eserlerde görüş-
İsmâ‘îlîler, Muhammed b. Nesefî’nin önderliğinde nü- lerine belli ölçüde yer verilen bir isimdi, ancak böl-
fuz alanlarını daha da genişlettiler.28 İsmâ‘îlîlerin ol- gedeki tüm Hanefîlerin ortaklaşa yücelttikleri veya
dukça rahat bir şekilde ve yönetici mahfillerinde faali- etrafında kümelendikleri biri değildi. Aslında bu böl-
yette bulunduğu bu süreç, Ebû Mansûr el-Mâturîdî’nin gede rakipsiz oldukları için, Hanefîlerin daha sıkı bir
hayatının son demlerine ve olgunluk dönemine denk araya gelmek ve tek bir otoritenin etrafında toplan-
düşmesi bakımından ayrıca önemlidir. mak için hiçbir nedenleri yoktu.34 Bu durum, Eş‘arî-
İsmâ‘îlîliğin ciddi kazanımlar elde ettiği bu süreç, liğin bölgede varlığını hissettirmesiyle birlikte de-
muhtemelen bölgedeki Hanefîlerde bir öfke birik- ğişmeye başladı. V./XI. asrın ilk yarısında Eş‘arîlerle
mesine yol açmış olmalıdır. Zira Nasr b. Ahmed’in Hanefîler birbirlerinin görüşlerine artık daha vakıf-
332/943 yılında ölümü üzerine oğlu Nûh b. Nasr’ın tılar. Buna karşın, Mâturîdî hâlâ keşfedilmiş değildi;
iktidara geçmesi, İsmâ‘îlîler için sonun başlangıcı ola- öyle ki Ebû Şekûr es-Sâlimî’nin eserinde Eş‘arîlerin
caktı. Yeni hükümdarın iktidara gelir gelmez gerçek- görüşlerine sıklıkla yer verilmesine karşın, Mâturî-
leştirdiği ilk icraat, İsmâ‘îlîlerin tamamen bölgeden dî’ye tek bir atıfta bile bulunulmadı.35Ancak V/XI.
tasfiye edilmesi oldu. Hanefîlerin biriken öfkesi bir asrın ikinci yarısından itibaren süreç farklılaşmaya
anda boşalıverdi; Hanefî fakihler, İsmâ‘îlîleri takip başladı. İki grup arasındaki tartışmalar bir taraftan
edip ortaya çıkarmayı ve öldürmeyi vacip telakki et- sertleşirken diğer taraftan kelamî derinliği daha da
tiler.29Nûh b. Nasr idaresinde Sâmânîlerin İsmâ‘îlîlere arttı. Eş‘arîler tarafından tekvîn konusu bağlamında
karşı gösterdikleri tepki, oldukça sert ve şiddetliydi.30 Hanefî çevreye yöneltilen ithamların şiddeti, Hanefî-
Aslında bölgedeki Hanefîlerin İsmâ‘îlîlere karşı gös- leri savundukları görüşlerin sonradan ortaya atılmış
terdiği tepki başlangıçta kelamî bir içeriğe sahipti. (bid’at) fikirler olmadığını temellendirmeye sevk etti.
Cümelu Usûlü’d-Dîn’in yazarı Ebû Seleme es-Semer- Bunun için onlar geçmişe uzandılar ve tekvîn konu-
kandî, Mâturîdî’nin öğrencisi ve Kitâbu’l-İrşâd isimli sunun kendi seleflerindeki karşılığını aramaya ko-
eserin sahibi Ebû’l-Hasan er-Rüstüğfenî, Ebû’l-Kâsım yuldular.36Temel amaç, bu konunun yeni bir konu
el-Hakîm es-Semerkandî ile Ebû Mansûr el-Mâturîdî, olmadığını ve mezhebin ilk temsilcilerinden itibaren
İsmâ‘îlîlere ve görüşlerine karşı yürütülen kelamî savunula geldiğini ortaya koymaktı. Hanefî gelenek
mücadelenin doğrudan parçası olan Hanefî âlimler- içerisinde buna sistematik bütünlükte cevap bula-
di.31Ancak Nûh b. Nasr ile birlikte başlayan yeni sü- bilecekleri en güçlü isim, kuşkusuz Ebû Mansûr el-
reçte İsmâ‘îlîlik karşıtı mücadele, sosyo-politik bir
Mâturîdî idi. İşte bu noktada Mâturîdî ön plana çı-
nitelik kazandı. Bölgedeki Hanefîlerin, İsmâ‘îlî teh-
karılmaya ve ismi yüceltilmeye başlandı. Bu iş belli
didin kökünün kazınmasını bir dinî vecibe olarak
ölçüde Ebû’l-Yüsr Muhammed b. Muhammed el-Pez-
gören yaklaşımları, onların din anlayışlarına da yan-
devî, ama özellikle de Ebû’l-Mu‘în en-Nesefî tarafın-
sıdı. Kelamî mücadele, yerini itikadî ve siyasî bir mü-
dan üstlenildi.37
cadeleye bıraktı. Bu sıkıntılı süreçte İsmâ‘îlîler hem
devlet hem de halkın topyekûn takibatından kurtul- Tekvîn sıfatı bağlamında Eş‘arîlerin Hanefîlere yö-
mak için kendilerini gizlemek durumunda kaldılar. nelttikleri suçlamalar, Hanefî çevrelerde ihmal edi-
Kimin İsmâ‘îlî olup olmadığının tespiti, muhteme- len kelamî faaliyetlerin yeniden hatırlanmasına vesile
len bir tür dedektiflik ve hafiyelik gerektiren bir işe oldu. Eş‘arîlerin, Ebû’l-Hasan el-Eş‘arî’ye nispet ede-
dönüştü.32Böyle bir ortamda her mütekellim, İsmâ‘îlî rek ortaya koydukları kimi kelamî görüşler ve eleş-
suçlamasına veya şüphesine hedef olabilirdi. Bu ise tiriler karşısında Hanefîler, kendilerini yoğunluk ve
kelam ilmiyle meşgul olmayı, korkulan, riskli bir işe derinlik düzeyi yüksek bir kelamî faaliyetin orta-
dönüştürdü.33Hanefîlerin İsmâ‘îlîlere karşı göstermiş sında buldular. Bu süreç Mâturîdî’nin ve kelamî gö-
olduğu tepki, kısa bir zaman zarfında kendi bağla- rüşlerinin merkeze çekildiği ve Hanefîliğin kelamî
mından taştı ve kendi kelamcı kimliklerini tırpan- kimliğinin Mâturîdî’nin görüşleri doğrultusunda
layan bir bumerang işlevi gördü. yeniden dokunduğu bir süreçti. Eş‘arîlerin bu nok-
Mâverâünnehir uzunca bir süre Hanefîlerin hâkim ol- tadaki rolü, Mâturîdî-Hanefî çevrenin kendi kelamî
duğu bir merkezdi; bölgedeki şehirlerde ilmi üstünlük geçmişini hatırlamalarına ve bu muhataplık ilişkisi

137
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

üzerinden onların kendilerini yeniden inşa etmele- Buradan başlayan gelişim süreci, Eş‘arî’nin söylem-
rine aracı olmalarıydı. lerini ileriye taşıyan, ancak zaman zaman da bu söy-
Eş‘arî’nin ve Mâturîdî’nin Bağlamsal Analizi lemlerden farklılaşan bir seyir izledi. Bu yüzdendir ki
sonraki dönemlerde Eş‘arîler ile Eş‘arî arasında ha-
Eş‘arî’nin kelamî görüşleri, daha çok reddiye man-
tırı sayılır bir epistemik gedik oluştu. Öyle ki Eş‘arî-
tığı üzerinden şekillenmişti. Ebû’l-Yüsr el-Pezdevî,
ler, Eş‘arî’den başlayan, ancak zamanla genişleyen
Eş‘arî’nin yüze yakın kitabını incelediğini, bunların
daireler çizerek büyüyen bir spirale benzemektedir-
çoğunun yazılış gerekçesinin Mu‘tezile’nin görüşle-
ler. Bu açıdan bakıldığında Eş‘arî gelenekte Eş‘arî’den
rinin çürütülmesi olduğunu kaydetmektedir. Öyle ki
sonra yazılan eserlere, Eş‘arî’ye yapılmış bir şerh de-
Eş‘arî, Mu‘tezile’den ayrıldıktan sonra, Mu‘tezilî dö-
ğil, aksine tamamlama olarak bakmak gerekir.43Bu
nemde yazdığı eserleri tashih etmek için büyük çaba
esnek ve serbest tutum, sonraki Eş‘arîlerin kimi ko-
ortaya koymuştu. Pezdevî’ye göre Eş‘arî’nin bu reddi-
nularda Eş‘arî’ye muhalif görüşler benimsemelerini
yeci tutumu, sonraki eserlerinin tam ve mükemmel
ve kendilerine özgü yaklaşımlar ortaya koymalarını
olmamasının en önemli nedeniydi.38Eş‘arî’nin el-‘U-
beraberinde getirdi.44Bundan dolayı, bazı Eş‘arîler,
med adlı eserinde 320/932 yılına kadar yazdığı eser-
kendi muhitlerinde Eş‘arî’ye veya geleneğe muhale-
lerin isimlerini verdiği liste ile İbn Fûrek’in 320/935
fet etmekle suçlandılar ve zaman zaman da küfürle
yılından Eş‘arî’nin ölümüne kadar geçen dört yılda
itham edildiler.45 Eş‘arî’den sonraki dönemde gerçek-
yazdığı eserlere dair listesine bakıldığında, Pezdevî’nin
bu tespitinin haklı olduğu ve Eş‘arî’nin eserlerinin ne- leşen bu inşa süreci, henüz daha geliştirilmemiş kimi
redeyse yarısının Mu‘tezile’yi eleştirmek amacıyla birer görüş ve düşüncelerin, takipçileri tarafından Eş‘arî’ye
reddiye olarak kaleme alındığı anlaşılmaktadır.39İbn nispet edilmesine yol açtı. Bu yüzden Eş‘arîlik, asla in-
Teymiyye’nin, Eş‘arî’nin Ashâbu’l-Hadîs’in görüşlerine sicamlı ve tutarlı bir yapıda olmadı ve bir itikadî gö-
Mu‘tezile’ninkiler kadar vakıf olmadığını dile getir- rüşler birliği hüviyeti taşımadı.46Eş‘arî ve Şâfi‘î kim-
mesi,40bu bakımdan hem ironik hem de anlamlıdır. liğiyle bilinen Tâcüddîn es-Sübkî’nin (ö.771/1370)
Eş‘arî’nin amacı bir sistem inşa etmek değildi; aksine Eş‘arî ile Ebû Hanîfe arasındaki ihtilaf noktalarını
zihninde uzun yıllardır inşa olmuş Mu‘tezilî düşünce özetlediği Nûniyye adlı kasidesinin sonunda “Eş‘arî-
sistemi ile hesaplaşmak ve yüzleşmekti. Bundan dola- lerin kendi aralarında yaşadıkları görüş ayrılıkları-
yıdır ki Eş‘arîliğin Mu‘tezile ile ilişkisi daha çok asi- nın Hanefîlerle yaşadıklarından kat be kat fazla ol-
metrik bir ilişkidir. Buna karşın Mâturîdîliğin hem duğunu” dile getirmesi bu bakımdan anlamlıdır.47
Mu‘tezile hem de Eş‘arîlerle olan ilişkisi daha çok da- Eş‘arî’nin aksine Mâturîdî’nin zihni netti ve episte-
iresel bir ilişkidir. Mâturîdîlik her ikisiyle de sistema- mik bir kavga veya gelgit yaşamamaktaydı. Tarafı
tik veya toptan bir karşıtlık içerisinde değildir ve her ve sınırları belli bir söylemin güçlü bir taşıyıcısıydı.
iki geleneğin görüşleriyle de kesişen görüşleri bulun- İçinde yetiştiği ve uzun yıllar bir parçası olduğu en-
maktadır.41Mâturîdîliğin Mu‘tezile ve Eş‘arîlerle olan telektüel gelenek, onun eserlerinde güçlü bir şekilde
ilişkisine benzer bir dairesel ilişkiyi, Eş‘arîler, Mâturî- karşılık bulmuştu. Buhârâ ve Semerkand Hanefîleri
dîlerle ve Hanbelîlerle yaşamışlardır. arasında yaşanan kimi görüş ayrılıkları istisna tutu-
Eş‘arî geleneğin ikinci kuşak takipçileri, Eş‘arî’yi Mu‘te- lacak olursa48, yatay zeminde Mâturîdî ile Mâturî-
zile karşısında bir ihtiyaca binaen keşfettiler; ancak dîler arasında bir örtüşme ve mutabakat söz konu-
bununla da yetinmediler. Eş‘arî’nin görüşleri ve yak- suydu. Onun söylemi, içinde bulunduğu geleneğin
laşım biçimini, kendi dönemlerinin konjonktüründe bütün köşelerini tutmuştu; bundan dolayı geleneğin
yeni bir düşünce hamurunun mayası kıldılar. Eş‘arî, sonraki temsilcilerinin değerlendirmeleri -en azın-
kelamı ve kelamın bir yöntem olarak kullanılmasını dan VIII./XIV. asra kadar- onun söyleminin gölge-
Hadis Taraftarı kesim içerisinde meşrulaştırmaya ça- sinde kaldı. Ebû’l-Mu‘în en-Nesefî, diğer imamlar ol-
lışmış, bunda da önemli ölçüde başarılı olmuştu. An- masa bile Mâturîdî’nin varlığının tek başına yeterli
cak bu çaba, kendine özgü bir kelamî sistemi kurma olduğunu dile getirirken49, aslında onun bir sistem
hususunda tek başına yeterli değildi. Bu eksiklik Bâ- kelamcısı olduğunu vurgulamaktaydı. Bu farkında-
kıllânî (ö.403/1013), İbn Fûrek (ö.406/1015) ve Ebû lık Nesefî’yi Mâturîdî’nin en önemli takipçisi ve şa-
İshâk İsferâyînî (ö.418/1027) gibi takipçileri tarafın- rihi haline getirirken50, kendi geleneği içerisinde de
dan giderildi.42Takipçileri için Eş‘arî, yeni sıçrayış- farklı bir noktaya taşıdı. Öyle ki sonraki Hanefîlerin
lar gerçekleştirebilmek için bir başlangıç noktasıydı. kelama dair yazdıkları eserlerde, Mâturîdî’ye dair

138
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

referanslar doğrudan kendi eserlerinden değil, Ne- İsmâ‘îlî dâ‘îlerin bâtini fikirlerine karşı kelamın ya-
sefî’nin Tebsıra’sı üzerinden yapıldı. Fahruddîn er- pamadığını yapacak daha sağlam bir çerçeveye ihti-
Râzî (ö.606/1210) ile yaptığı münazarada Nûruddîn yaç duyuldu. Bu ihtiyaç da büyük ölçüde Gazâlî’nin
es-Sâbûnî’nin (ö.580/1184) Tebsıra’dan daha üstün bir çabalarıyla giderilmeye çalışıldı. Gazâlî, kendinden
kelam kitabı olmadığını dile getirmesi51Nesefî’nin ge- öncekilerin mesafeli durduğu mantık ilmini bu mü-
lenek içerisindeki konumuna dair güçlü bir itiraftı. cadelenin merkezine yerleştirdi. Mantığı felsefecilere
Bununla birlikte Nesefî’nin bu konumunun Mâturî- özgü bir yöntem olmaktan kurtardı ve diğer disiplin-
dî’den bağımsız düşünülmemesi gerekir. Onu kendi ler için uygulanabilir sağlam bir çerçeveye büründür-
geleneği içerisinde ileri bir noktaya taşıyan temel hu- dü.57Felsefecilerin tekelinden aldığı mantığı ise hem
sus, Mâturîdî’yi en fazla içselleştiren kimse, bir başka onlara hem de İsmâ‘îlîlere yöneltilmiş güçlü bir si-
ifadeyle Hanefî geleneğin Mâturîdî’ye açılan kapısı ol- laha dönüştürdü.
masıdır. Gerçekten de Nesefî’nin eserlerinden Mâturîdî Eş‘arîlerin sürekli saldırı konumunda olması ve ge-
çıkartıldığında geriye sınırlı bir içerik kalır. Fakat aynı rektiğinde düşmanın silahını alıp yine ona karşı kul-
dönemde yaşamış Gazâlî’nin eserlerinden Eş‘arî çe- lanabilmesi Eş‘arîliğin fikrî çerçevesinin genişleme-
kilip alındığında geriye yine Gazâlî kalır. sine yol açtı. Eş‘arîlik bu sayede kendisine yeni alanlar
Mu‘tezile ile olan kavgaları Eş‘arîleri, inisiyatif ve ön açabildi ve yeni sentezler oluşturabildi. Bu açıdan ba-
almaya sevk etti. Onlar bu mücadelede genellikle sal- kıldığında Eş‘arîliğin kendisine ait kırmızıçizgileri-
dıran konumundaydılar; bundan dolayıdır ki Eş‘arî- nin veya sınırlarının olmadığı söylenebilir. Eş‘arîli-
lik, “ne olmaklık” üzerinden değil, daha çok “ne ol- ğin sınırları, başkalarının sınırlarının bittiği yerde
mamaklık” üzerinden kendi söylemini inşa etti. İlk başlamaktadır. Bu durum onları sınırları korumaya
başta Mu‘tezile ile başlayan bu meydan okuma, daha değil, bilakis sürekli genişletmeye yöneltmiş, bu ne-
sonra İsmâ‘îlîlik ve felsefecilerle mücadelede de var- denle Eş‘arîliğin düşünsel gelişimi hep dışa dönük
lığını korudu.52Eş‘arîliğin tarihsel süreçte homojen bir seyir izlemiştir.
bir karakter arz etmemesinin, bir fikirler ve görüş- Mâturîdîliğin söyleminde, “ne olmaklığın”, “ne olma-
ler birliği hüviyeti taşımamasının en önemli nedeni maklığa” öncelendiği görülebilmektedir. Bu, Mâturî-
aslında değişen ötekiler üzerinden kendini inşa et- dî’nin hâlihazırda sınırları belli bir kelamî sistem içe-
mesiydi. Öteki değiştikçe, Eş‘arî söylem de farklılaş- risinde faaliyet göstermesi ve bu sistemin güçlü bir
maya başladı ve Eş‘arîlik ilk başladığı noktadan çok taşıyıcısı olmasıyla yakından ilişkilidir. Mâturîdî, Ebû
daha farklı gerçeklikleri kuşatan bir genişlemeye, bir Hanîfe’den itibaren süregelen bir fikrî gelişim çizgisi-
başka ifadeyle savrulmaya maruz kaldı.53Eklektik ya- nin en kalın halkası konumundadır. Bundan dolayı
pısı dolayısıyla Eş‘arîlik çoğu kez içinde bulunduğu onun taşıyıcısı olduğu söylemin sınırlarının şekillen-
epistemik kabın şeklini aldı.54 mesinde ötekinin konumu sınırlıdır. Üstelik onun
Öteki üzerinden şekillenmek Eş‘arîliği yeknesak ol- kendi zamanındaki ötekilerle girdiği ilişkiler, gele-
maktan uzaklaştırdı; bununla birlikte mezhebe di- neğin belirlediği sınırlar üzerinden yürütülmüştür.
namik bir çehre kazandırdı. Her meydan okumada Kendisinden sonraki süreçte onun genişlettiği çizgi-
Eş‘arîlik, ötekisinin silahıyla silahlandı ve saldırıya nin sürdürülemediği ve ihmal edildiği bir vakıadır.
geçti. Mu‘tezile’ye karşı verilen mücadele, bunun ilk Ancak yeniden keşfedildiği sonraki süreçte, eskisin-
dönemdeki en güçlü tezahürüydü. Hem Küllâbîle- den çok daha güçlü bir şekilde merkeze yerleşmiştir.
rin hem de Eş‘arî’nin temel amacı, Mu‘tezilî kelam Bu yüzdendir ki Mâturîdî gelenek dışa değil, içe dö-
yöntemini kullanarak Mu‘tezile’ye karşı koymaktı. nük bir gelişim çizgisi takip etmiştir. Mâturîdî’de en
Bunda da önemli ölçüde başarılı olmuşlardı. Ancak geniş formuna kavuşturulan sınırlar, ondan sonraki
muhatabın farklılaşmaya başladığı ve Mu‘tezile’nin süreçte genişletilmeye değil, savunulmaya ve korun-
yegâne muhatap olmaktan çıktığı sonraki süreçte maya çalışılmıştır. Mâturîdî Hanefî çevrenin hem İs-
Mu‘tezilî çizgide yürütülen bir kelamî faaliyet işlevsiz mâ‘îlîlere hem de Eş‘arîlere karşı mücadelesinde ba-
kaldı.55Artık Eş‘arîlerin felsefeciler ve İsmâ‘îlîler gibi şarılı bir sınav verememelerinin arka planında yatan
yeni ötekileri vardı. Eş‘arîler kendileriyle aynı dili ko- temel husus aslında bu savunmacı hareket tarzıdır.58
nuşmayan ve aynı metodik çerçeveyi paylaşmayan bu Eş‘arîlik, yeni ötekilere bağlı olarak fikrî açıdan sü-
kimselere ilk başta Mu‘tezilî kelam yöntemiyle karşı rekli genişlerken, ilk başladığı yerden uzaklaştı; Eş‘arî
koymayı denediler; ancak bunda başarısız oldular.56 de bu fikrî genişlemenin kurucu zemininde kalmış

139
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

silik bir figüre dönüştü. Buna karşın geçen zaman süreçte Eş‘arîlerin toplumsal zamanı Mâturîdîlerden
Mâturîdîlik’te Mâturîdî’yi silikleştirmedi, aksine daha hızlı aktı. Mâturîdîlik aslında daralmadı, bilakis
geleneğin en merkezine çekti. Bundan dolayıdır ki Mâturîdî’nin sınırlarını belirlediği bir düzlemde var-
Mâturîdîlik’te zihinler hep geçmişte asılı kaldı. Ke- lığını korudu ve seyrini sürdürdü. Fakat sorun Eş‘arî-
lamın Eş‘arîler tarafından felsefe zemininde yeniden liğin fikrî açıdan genişlemesi, buna karşın Mâturîdî-
inşa edildiği sonraki süreçte Mâturîdîlerin kelamî fa- liğin bu değişime ayak uyduramamasıydı. Mâturîdî
aliyetleri çoğu kez eskinin tekrarı işlevi gördü.59Bu gelenekte bu kilidi ilk çözen kişi kuşkusuz Sadruş-
durum, Mâturîdî’den itibaren var olagelen kelamî şerî‘a ‘Ubeydullah b. Mes‘ûd (ö.747/1346) oldu. O
geleneğin korunması bakımından belki önemli görü- Eş‘arîlerin söylem ürettiği paradigmayı merkeze ala-
lebilirse de, Mâturîdî Hanefî çizgide VIII./XIV. asra rak, Mâturîdî Hanefî geleneğin fıkıhla kelamın iç içe
kadar bir içe kapanmayı beraberinde getirdi. Eş‘arî- geçmiş görüşlerini yeniden canlandırdı. Fahruddîn
lerin mantık ve felsefe zemininde iyice soyutlaşan er-Râzî üzerinden Eş‘arîlikle hesaplaşmayı da ihmal
ve kıvraklık kazanan düşünme biçimleri Hanefîlerle etmedi. Ancak onun bu çabası sonraki süreçte yete-
olan muhataplık ilişkilerini daralttı. Mâturîdî Hanefî rince derinleştirilemedi ve Râzî çizgisinde kendi ka-
çevrenin felsefeye mesafeli duruşu ve kelama sınırlar lıplarından taşan Eş‘arîlik hiçbir zaman belirleyici-
çizen tutumu VI./XII. ve VII./XIII. asırlarda onları liğini yitirmedi. Osmanlıların son dönemlerinde ne
adeta Eş‘arîlerin muhatabı olmaktan çıkardı.60Artık zaman ki Eş‘arîliğin felsefe ile bağı koptu ve klasik ke-
konuşulan dil ve düşünme kalıpları farklıydı; bu yüz- lamî formuna döndürüldü,61 işte o zaman Mâturîdî-
den Mâturîdî Hanefîler, Eş‘arileri eleştirmek istedik- lik Eş‘arîliğin yeniden ve güçlü bir muhatabı haline
lerinde genellikle geçmişe, Eş‘arî’ye ve ilk Eş‘arîlerin geldi. Düşünce üretme paradigmasının görece eşit-
görüşlerine uzanmak durumunda kaldılar. lendiği, hatta Mâturîdîliğin bir adım öne geçtiği bu
Sonuç olarak, içinde bulundukları toplumsal zaman süreçte, her iki geleneğin birbiriyle mukayese edil-
açısından bakıldığında Mâturîdî, Eş‘arî’den daha ile- diği yeni bir literatür zemini oluştu.62Kendi düşünce
rideydi. Eserleriyle ve meseleleri ele alış biçimiyle bir manivelasını kaybeden Eş‘arîlik ise bu mukayeseden
sistem kelamcısı görünümündeydi. Ancak sonraki mağlup ayrılan taraf oldu.

Dipnotlar
1 *Bu tebliğin metnini, çeşitli aşamalarında okuyup katkıda bulunan Yrd. Doç. Dr. Muzaffer Tan, Yrd. Doç. Dr. Mustafa S.
Yılmaz, Arş. Gör. İsmail Akkoyunlu, Arş. Gör. Betül Yurtalan ve Arş. Gör. Mine Demirbilek’e bu vesileyle teşekkür etmek
isterim.
2 İbn ‘Asâkir (1347), Tebyînu Kezibi’l-Müfterî fîmâ Ünsibe ile’l-İmâm Ebî’l-Hasan el-Eş‘arî, thk. M. Zâhid el-Kevserî, Dı-
meşk, el-Kudsî, s. 91
3 Eş‘arî’ye nispet edilen bu rüyalar ve hocası Cübbâî ile olan tartışmaları konusunda geniş bilgi için bakınız. Keskin, M.,
(2005), Eşarîliğin Teşekkül Süreci, Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara, ss.95-103.
4 İbn ‘Asâkir (1347), Tebyîn, s. 91
5 Kalaycı, M. (2010), “Eşarîliğin Tarihsel Arkaplanı: Küllâbilik”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, LI/2, s. 401.
6 eş-Şehristânî, (2005), İslam Mezhepleri, çev. Mustafa Öz, İstanbul, Ensar Neşriyat, s. 95.
7 Melchert, C. (1997), “The Adversaries of Ahmad b. Hanbal”, Arabica, XLIV/2, s. 241.
8 el-Bağdâdî, (1981), Usûlü’d-Dîn, Beyrut, Dâru’l-Âfâkı’l-Cedîde, s. 309.
9 eş-Şehristânî, (2005), s. 96.
10 ez-Zehebî, (1983), Siyeru A‘lâmi’n-Nübelâ, thk. Şu‘ayb el-Arnâvûtî & İbrâhim ez-Zübeyk, Beyrut, Mü’essesetü’r-Risâle,
XV, s.91.
11 Esere Eş‘arî gelenekte ilk dikkat çeken kişi VI./XII. asırda yaşamış İbn ‘Asâkir’di. O Hanbelîlerin Eş‘arî’nin akidesini sor-
gulayan tutumları karşısında bu eserden alıntılarda bulundu ve eserin önemine vurgu yaptı. Ona göre sadece bu eser bile
Eş‘arî’nin ne kadar akidesi sağlam birisi olduğunu göstermeye yeterliydi. Bkz. İbn ‘Asâkir, (1347), s. 28.
12 Eş‘arî’nin el-Lüm‘a ve el-İbâne adlı eserleri arasında bir mukayese yaparak bunların tarihlendirilmesi konusunu tartışan
Keskin’e göre de el-İbâne’nin bu minvalde yazılmış olması uzak bir ihtimal olarak görülmemelidir. Bkz. Keskin, (2005), s.
119.
13 Kâdî ‘Abdülcebbâr’ın hocaları olan Ebû İshâk İbrâhim b. Ayyâş ve Ebû Abdillah el-Basrî, İbn Hallâd el-Basrî kanalıyla
Ebû Hâşim el-Cübbâî’nin temsil ettiği Basra Mu‘tezilesi içerisinde yer aldı. Bkz. Akoğlu, M. (2008), Büveyhiler Dönemin-
de Mutezile, Ankara, İlahiyat, s.176-177.
14 Bâkıllânî ile hocası el-Bâhilî arasında gerçekleşen bir olaya konu olan içerik bu noktada zikredilmeye değerdir: Buna göre
Büveyhî Meliki ‘Adududdevle Fenâ Husrev b. Büveyh ed-Deylemî, Şîrâz’da düzenlediği tartışma meclislerine Mu‘tezilîler
dışında kimsenin katılmamasından rahatsızlık duyar ve baş kadısına Ashâbu’l-Hadîs’ten birilerinin çağrılması talimatını
verir. Her ne kadar Mu‘tezilî olan kadısı Bişr b. el-Hasan Hadisçilerin taklit ehli kimseler oldukları yönündeki telkinleriy-
le onu bu ısrarından vazgeçirmek istese de o Mu‘tezilî âlimlerle Ashâbu’l-Hadîs’ten alimlerin, huzurunda tartışmaları hu-

140
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

susunda ısrar eder. Yapılan araştırmalar neticesinde Bâhilî ve öğrencisi Bâkıllânî’nin ismi ön plana çıkar. Bunun üzerine
Melik, bu ikisinin Şîrâz’a çağrılması için Basra Kadısı’na talimat verir. Bu davet kendilerine ulaştığında Bâhilî ve öğrencisi
arasında, Melik’in davetine icabet edip etmeme konusunda tereddütler yaşanır. Bâhilî ve ashabı, bu kimselerin Râfızî
olmalarından hareketle kâfir ve fâsık bir kavim olduklarını, bundan dolayı onların kilimlerine basmanın dahi helal olma-
dığını, bu davetin altında yatan niyetin ise kötü maksatlı bir girişim olduğunu ileri sürerler. Ancak Bâkıllânî bu duruma
çok ilginç bir gerekçe ile karşı çıkar. Ona göre bu durum, Me’mûn zamanında yaşanan durumla benzerlik taşımaktadır.
Şîrâz’dan gelen bu davete icabet edilmemesi durumunda Ahmed b. Hanbel ve diğer âlimlerin başlarına gelen mihne süre-
cinin tekrarlanacağını, bu yüzden kimse gelmese bile kendisinin tek başına gidip Ehl-i Sünnet’i savunacağını belirtir. Bu
önemli anekdot ve Melik’in huzurunda Bâkıllânî’nin Mu‘tezilî alimlerle tartışması hakkında ayrıntılı bilgi için bakınız.
Kâdî ‘Iyâd, (1947), Tercümetü’l-Kâdî Ebî Bekr Muhammed b. el-Bâkıllânî ‘an Kitâbi Tertîbi’l-Medârik ve Takrîbi’l-Mesâlik
li Ma‘rifeti İ‘lâmi Mezhebi’l-İmâm Mâlik, (Bâkıllânî’nin Temhîd adlı kitabının sonunda basılmış), thk. Mahmûd M. el-Hu-
dayrî, Kâhire, Dâru’l-Fikri’l-‘Arabî, s.246-250.
15 İbn ‘Asâkir, (1347), s. 56.
16 İbn ‘Asâkir, (1347), s. 130.
17 Kâdî ‘Abdülcebbâr el-Muhît adlı eserinde Küllabîyye için müstakil bir bölüm ayırmış ve kelâm-ı kadîm konusunda ciddi
eleştiriler yöneltmiştir. Bkz. Kâdî ‘Abdülcebbâr (trz.), el-Muhît bi’t-Teklîf, thk. Ö. S. Azmi, Kâhire, eş-Şerîketü’l-Mısriyye,
s. 124, 172, 317.
18 el-Bâkıllânî (1963), el-İnsâf fîmâ Yecibu İ‘tikâduhû velâ Yecûzu el-Cehl bihî, thk. M. Z. el-Kevserî, Kâhire, Mü’essesetü
Hâncî, s. 148.
19 İbn Teymiyye, (1985), en-Nübüvvât, Beyrût, Dâru’l-Kütübi’l-‘İlmiyye, s. 62.
20 Eserin Muhammed b. Mutarrif el-Esterâbâdî adlı bir kişinin Eş‘arî’nin görüşlerini bir araya toplaması ve ona ait olanlarla
olmayanları birbirine karıştırması üzerine kaleme alındığını belirtmesi, Eş‘arî’ye ait olan görüşlerin en azından bu zaman
diliminde bile hala net olmadığını ortaya koymaktadır. Bu yüzden olsa gerektir ki, İbn Fûrek yalnızca Eş‘arî’nin eserle-
rinden hareketle onun görüşlerini derlemekle kalmadı; aynı zamanda eserlerinde olmamasına karşın onun yöntemini
izleyerek kimi konularda değerlendirmelerde bulundu. Bkz. Yavuz, Y. Ş., (2006), “Mücerredü Makâlât”, Türkiye Diyanet
Vakfı İslam Ansiklopedisi, İstanbul, XXXI, s. 448-449; İbn Dâ‘î er-Râzî’nin, Eş‘arî’nin görüşlerinin 363/973 yılında ortaya
çıktığını dile getirmesinin İbn Fûrek’in bu eseriyle doğrudan irtibatı olmalıdır. Bkz. İbn Dâ‘î er-Râzî, (1313), Tebsıra-
tu’l-‘Avâm fi Ma‘rifeti Makâlâti’l-En‘âm, thk. Abbâs İkbâl, Tahran, İntişârât-ı Esâtîr, s.111.
21 İbn Teymiyye, bu eserin Eş‘arîler için en önemli eserlerden biri olduğunu, bu nedenle de başta Bâkıllânî olmak üzere çok
sayıda kişi tarafından şerh edildiğini belirtmektedir. Bkz. İbn Teymiyye, (1985), s. 62.
22 Bu durum, eserini bu zaman diliminde kaleme alan coğrafyacı Makdisî tarafından da dile getirilmektedir. O, birbirine
galip gelen veya birbirinin ismini alan mezhepler arasında, Küllâbiye ve Eş‘ariyye ikilisini zikretmekte ve Eş‘ariyye’nin
zamanla Küllâbiyye ismine galip geldiğini ve onun yerine kullanıldığını ifade etmektedir. Bkz. el-Makdisî, (1309), Ahse-
nu’t-Tekâsim fî Ma‘rifeti’l-Ekâlim, ed. M. D. De Goeje, Leiden, Brill, s. 34
23 Kuegelgen, A.-Muminov, A., (2003), “Mâturîdî Döneminde Semerkand İlahiyatçıları”, İmâm Mâturîdî ve Mâturîdîlik,
haz. S. Kutlu, Ankara, Kitabiyat, s. 263.
24 el-Mâturîdî, (2005), Kitâbu’t-tevhîd Tercümesi, çev. Bekir Topaloğlu, Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı İSAM Yayınları, s.
300.
25 Kutlu, S. (2003), “Bilinen ve Bilinmeyen Yönleriyle İmâm Mâturîdî”, İmâm Mâturîdî ve Mâturîdîlik, haz. S. Kutlu, Ankara,
Kitabiyat, s. 49-50.
26 el-Pezdevî, (1988), Ehl-i Sünnet Akaidi, çev. Ş. Gölcük, İstanbul, Kayhan Yayınları, s. 370.
27 el-Pezdevî, (1988), s. 6.
28 Tan, M., (2008), “Horasan ve Maveraünnehir’de İlk İsmaili Faaliyetler”, Dinî Araştırmalar, X/30, s. 67.
29 el-Hasîrî, el-Hâvî fî’l-Fetâvâ, Yazma, Süleymaniye Kütüphanesi-Hekimoğlu, no: 402, v. 254a.
30 Barthold, V. V., Moğol İstilasına Kadar Türkistan, çev. H. D. Yıldız, Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, s. 286.
31 en-Nesefî, (1993), Tebsıratu’l-Edille, thk. H. Atay, Ankara, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, I, s. 468-473.
32 Bu olayların üzerinden iki asırdan fazla geçmiş olmasına karşın Pezdevî’nin bizzat kendisinin yaşadığı ve kitabında nak-
lettiği bir olay bu türden bir hafiyeliği ve niyet okumayı yansıtır niteliktedir: Buna göre 479/1086 yılında Pezdevî’nin de
yaşadığı Buhârâ’ya gelen bir kişinin etrafında kısa sürede çok sayıda sufi toplanır. Pezdevî, bu kişinin önceleri Ebû Hanî-
fe’nin mezhebi üzere olduğunu, bir ara Mu‘tezile’ye de meylettiğini kaydetmektedir. O, bu kişiye iki arkadaşını yollayarak
“rükû’da ve rükû’dan başını kaldırdığında niçin ellerini kaldırdığını” sormalarını ister. Söz konusu kişinin buna verdiği
cevap, “İşte bu bana zâhir oldu.” şeklindedir. Pezdevî bu cevapla o kişinin sırrını açığa vurduğunu ve bu yaklaşımın Râ-
fizîlerin ve Karmatîlerin yaklaşımı olduğunu belirtmektedir. Bkz. el-Pezdevî, (1988), s. 367.
33 Kuegelgen, A.-Muminov, A., (2003), s. 266.
34 Rudolph, U., (2003), “Mâturîdîliğin Ortaya Çıkışı”, çev. A. Dere, İmâm Mâturîdî ve Mâturîdîlik, haz. S. Kutlu, Ankara,
Kitabiyat, s. 297-298.
35 es-Sâlimî, Kitâbu’t-Temhîd, Yazma, Hacı Selim Ağa Kütüphanesi, no: 587.
36 Rudolph, U., (2003), s. 301.
37 Rudolph, U., (1997), al-Mâturîdî und die sunnitische Theologie in Samarkand, Leiden, Brill, s. 4.
38 el-Pezdevî, (1988), s. 2.
39 Bu eserlerden bazıları ve içeriklerine dair genel bilgi için bkz. Keskin, (2005), s. 80-90.
40 İbn Teymiyye, (1985), s. 159.
41 Geç dönem Osmanlı müelliflerinden Mestcizâde’nin Hilâfiyât tasnifi bu noktada dikkate değerdir. O Mu‘tezile’nin 129
konuda Eş‘arîlerden, Eş‘arîlerin de 123 konuda Mu‘tezile’den farklılaştığını, her iki geleneğin ise 37 konuda ittifak ettiğini

141
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

belirtmektedir. O buna benzer bir mukayeseyi Eş‘arîlerle Mâturîdîler arasında yapmaktadır. Buna göre Mâturîdîler 59
konuda Eş‘arîlerle, Eş‘arîler de 52 konuda Mâturîdîlerle görüş ayrılığı yaşamışlar, 65 konuda ise ittifak etmişlerdir. Bkz.
Mestcizâde, (2007), el-Mesâlik fi’l-Hilâfiyyât Beyne’l-Mütekellimîn ve’l-Hukemâ, thk. S. Bahçıvan, İstanbul, Dâru’l-İrşâd;
Mestcîzâde’nin gelenekleri mukayese ettiği bu eserinde Mâturîdîlerle Mu‘tezile arasında vaki olan ihtilaf ve ittifak konu-
larına dair karşılıklı bir tasnif yapmamış olması dikkatlerden kaçmamaktadır. Bunu basit bir tercih olarak görmemek
gerekir. Zira akıl-nakil ilişkisi, bilgi edinme yolları, ma‘rifetullahın (Allah’ı bilmek) aklen mi naklen mi vacip olduğu,
husün ve kubuh, Allah’ın ve kulların fiilleri gibi kelam ilminin hem geniş hem de derin aktığı düzlemlerde iki gelenek
arasında kayda değer benzerlikler ve kesişmeler olduğu malumdur. Mestcîzâde bu yönde bir liste yapsaydı, muhtemelen
iki gelenek arasındaki ittifak sayısı, ihtilaf sayısından az olmayacaktı.
42 Nagel, T., (2000), The History of Islamic Theology, çev. T. Thornton, Princeton, Markus Wiener Publishers, s. 148.
43 Örneğin Eş‘arî’nin otuz kadar kitabını kullanarak onun görüşlerini derlemeye çalışan İbn Fûrek’in Mücerredü’l-Makâlât
adlı eserinin en çok dörtte biri Eş‘arî’ye ait görüşlerden oluşmaktadır. Geri kalan kısımda ise İbn Fûrek, inisiyatif almakta
ve diğer görüşleri onun yöntemi doğrultusunda kendisinin tamamladığına dikkat çekmektedir. Bkz. Yavuz, Y. Ş., (2006),
s. 448-449.
44 Örneğin Bâkıllânî, haberî sıfatların te’vîl edilmemesi gerektiğini savunurken, İbn Fûrek bunların te’vîl edilmesi ge­rektiğini
ileri sürmüştür. Eş‘arî’ye ve diğer takipçilerine göre, Allah’ın bekâ sıfatı müstakil bir sıfat değilken, İbn Fûrek bunun müs-
takil bir sıfat olduğunu dile getirmiştir. Peygamber olmayan kimselerin mucizeye benzer harikalar gösterebileceği, sadece
erkeklerin peygamber olabileceği ve günahların büyük-küçük ayrımına tabi tutulmadan hepsinin aynı statüde kabul
edilmesi gerektiği sadece İbn Fûrek’e özgü yaklaşımlardır. Bkz. Yavuz, Y. Ş., (1999), “İbn Fûrek”, Türkiye Diyanet Vakfı
İslam Ansiklopedisi, İstanbul, XIX, s. 497; İsferâyînî de kimi hususlarda Eş‘arî’den ve diğer Eş‘arîlerden farklı görüşler ileri
sürdü. Örneğin Allah’ın hayat, ‘ilm, sem‘, basar, irâde ve kelâm sıfatları gibi bir de mekândan ve cihetten münezzeh olma
sıfatı söz konusudur. Ona göre ilahî kelâm, ses ve harflerden ibaret değildir ve işitilemez. Mucize yalnızca peygambere
özgü bir şeydir ve velilerin mucize göstermesi söz konusu değildir. İsferâyînî, diğer Eş‘arîlerin aksine, sünnetullaha aykırı
kerametleri kabul etmemiştir. Bkz. Yavuz, S. S., (2000), “İsferâyînî, Ebû İshâk”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi,
İstanbul, XXII, s. 515-516.
45 Bunun sıkıntısını en fazla yaşayan isimlerden birisi Gazâlî idi. O, Eş‘arî ile diğer bazı büyük kelamcıların görüşlerinden
ayrıldığı gerekçesiyle kendi ashabı tarafından küfürle itham edilmişti. Gazâlî, bu ithamı Bâkıllânî’nin Eş‘arî’ye muhalefet
etmesini ileri sürerek cevaplamaya çalıştı. Eğer Eş‘arî’ye muhalefet küfrü gerektiriyorsa, o zaman Bâkıllânî’nin de kimi
konularda Eş‘arî’ye muhalefet ettiği için küfürle itham edilmesi gerekmekteydi. Şayet Bâkıllânî’ye bu hak tanınıyorsa bu
hak hiçbir şekilde sonrakilerden esirgenemezdi. Bkz. Gazâlî, (1986), Faysalatu’t-Tefrika Beyne’l-İslâm ve’z-Zandaka, thk.
R. M. Abdullâh, Dımeşk, s. 40-41; Gazâlî gibi Fahruddîn er-Râzî de özellikle felsefi görüşleri sebebiyle dönemindeki
Eş‘arîler tarafından zındıklıkla suçlanmıştı. Bu yüzden o, farklı vesilelerle Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat’ten ayrılmadığının
altını ısrarla çizmek ve halkı asla hak dışında bir şeye yönlendirmediğini belirtmek durumunda kaldı. Râzî, birtakım ha-
setçilerin ve kindarların kendisini suçlamalarına şaşırmamaktaydı; onu asıl şaşırtan bu ithamların kendi arkadaşlarından
ve dostlarından gelmesiydi. Bkz. Râzî, (1986), İ‘tikâdâtu Fıraki’l-Müslimîn ve’l-Müşrikîn, thk. M. M. el-Bağdâdî, Beyrut,
s. 129.
46 Leaman, O, (1996), “Ghazali and the Ash’arites”, Asian Philosophy, VI:1, s. 19.
47 es-Sübkî, (1963-1964), Tabakâtu’ş-Şâfi‘iyeti’l-Kübrâ, thk. A. M. el-Hulv-M. M. et-Tanâhî, Kâhire, Matba‘atu ‘Îsâ el-Bâbî
el-Halebî, III, s. 389-390.
48 Bunlar arasında en dikkat çekeni imanın mahlûk (yaratılmış) olup olmadığı tartışmasıydı. Pezdevî, aralarında Ebû Bekr
Muhammed b. el-Fazl, Ebû Muhammed İsmâ‘îl b. Hüseyn ez-Zâhid, Ebû Muhammed b. Hâmid, Ebû Hafs es-Sefekver-
dî ve Fergânâ fakihlerinin bulunduğu Buhârâ imamların, imanın mutlak olarak mahlûk olduğunu ileri sürmenin caiz
olmadığı görüşünde olduklarını ve içlerinden bazılarının bu görüşte olan bir kimsenin arkasında namaz kılmanın caiz
olmadığına hükmettiklerini kaydetmektedir. Buna karşın Semerkand imamlarının tamamı ise imanın mahlûk olduğunu
ileri sürmüş ve aksi yönde görüş bildirenleri cahillikle suçlamışlardır. Bkz. el-Pezdevî, (1998), s. 221-222; Benzer bir
anlaşmazlık konusu da ma‘rifetullah’ın (Allah’ı bilmek) aklen mi naklen mi vacip olduğu konusuydu. Pezdevî bu konuda
Hanefîlerin iki gruba ayrıldığını belirtmektedir. Kendisinin de içinde bulunduğu Buhârâ imamlarına göre ilahî hitap gel-
meden akıl sahibi insan herhangi bir şeyle mükellef değildir. Bu görüşte olanlara göre akıl mûcib, yani bir şeyi gerektirici
değildir. Pezdevî, Mâturîdî’nin de aralarında bulunduğu Semerkand âlimlerinin ise bu konuda Mu‘tezile’nin görüşüne
benzer bir görüşü benimsediklerini ve ilahî hitap gelmeden önce Allah’a imanın ve şükrün gerekliliğini ileri sürdüklerini
belirtmektedir. Ona göre Kerhî, Muhtasar’ında Ebû Hanîfe’nin, “Âlemdeki varlık mucizelerini, ayetlerini gören kimse için
yaratıcıyı tanımada özür kabul edilmez.” dediğini nakletmektedir. Bu görüşte olanlar, Kur’an’da insanın Allah’ın tabiattaki
ayetlerini görmeye davet edildiği ayetleri delil getirmekte ve bu ayetlerin bir davetçinin daveti olmadan önce Allah’a iman
etmenin gerekliliğini ortaya koyduğunu ileri sürmektedirler. Bkz. el-Pezdevî, (1998), s. 299-301.
49 en-Nesefî, (1993), Tebsıra, I, s. 471
50 ‘Ala’üddîn es-Semerkandî’nin Mâturîdî’nin Te’vîlât’ına yazdığı şerh, aslında hocası Ebû’l-Mu‘în en-Nesefî’nin ders halka-
sında yapılan takrîrâtların yazıya dökülmüş haliydi.
51 er-Râzî, (1967), Münâzarâtu Fahruddîn er-Râzî fî Bilâdi Mâverâünnehir, thk. F. Huleyf, Beyrut, s. 23-24
52 Kalaycı, M., (2013), Tarihsel Süreçte Eşarilik Mâturîdîlik İlişkisi, Ankara, Ankara Okulu Yayınları, s. 252-260.
53 Teftazânî, Müslümanların tercümeler vasıtasıyla felsefeyle tanıştıklarını, şeriata muhalif olan konularda filozofları red-
detmeye koyulduklarını, onların maksatlarını kavrayıp iptal etme sürecinde ise çok sayıda felsefi problemin kelama ta-
şındığını belirtmektedir. Ona göre bu durum, kelamcıları tabî‘iyyât ve ilâhiyyât (fizik ve metafizik) konularının büyük
bir bölümünü kelam ilmine ithal etmeye sürükledi. Onlar ayrıca riyazi (matematik) ilimlere de daldılar. Teftazânî’nin,
sem‘iyyât bahsini ihtiva etmediği takdirde kelamın felsefeden neredeyse ayırt edilemez ve seçilemez hâle geldiğini be-

142
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

lirtmesi Eş‘arîliğin maruz kaldığı genişlemeyi göstermesi bakımından önemlidir. Bkz. et-Teftâzânî, (1999), Kelam İlmi
ve İslam Akaidi: Şerhu’l-Akâid, çev. S. Uludağ, İstanbul, Dergah Yayınları, s. 99-100; Aynı şekilde İbn Haldun, felsefe ve
kelamın birbirine karışarak girift hâle geldiğini, kelamın problemlerinin felsefenin problemleri çerçevesinde yeniden
şekillendiğini ve ikisinin birbirinden ayırt edilemeyecek hâle geldiğini belirtmektedir. Bkz. İbn Haldun, (1983), Mukad-
dime, çev. S. Uludağ, İstanbul, Dergah Yayınları, II, s. 1086-1088.
54 Gazâlî bu bakımdan en dikkat çeken kimsedir. Cüveynî’nin ölümünü müteakiben Nisabur Nizamiyesi’nin başına geç-
mesiyle başlayan hocalık serüveni, Gazâlî’yi Nizâmülmülk’ün himayesinde Bağdat Nizamiyesi’ne kadar taşımıştı. O, bu-
radaki tedris faaliyetinin yanı sıra İsmâ‘îlîler ve felsefecilerin görüşleriyle ciddi anlamda hesaplaşan ve bunları eleştiren
eserler kaleme aldı. Buna karşın tasavvufla olan geçmişi hiç kaybolmadı ve çalkantılarla dolu fikrî serüveninin sonunda
tasavvufta karar kıldı. Fakat onun hakikat bilgisine ulaşmada nihai gerçeklik olarak gördüğü tasavvuf, hem felsefecilerin
hem de İsmâ‘îlîlerin irfani görüşlerinin süzgecinden geçmişti. Belki de bundan dolayıdır ki Ebû Bekr İbnü’l-‘Arabî onun
filozofları yuttuğunu, sonra kusmak istediğini ancak başaramadığını söylemiştir. Bkz. Uludağ, S., (1994), İslam Düşünce-
sinin Yapısı, İstanbul, Dergah Yayınları, s. 254.
55 Van Ess, J., (1970), “The Logical Structure of Islamic Theology”, Logic in Classical Islamic Culture, ed. G. E. Von Grune-
baum, Wiesbaden, s. 46.
56 İsmâ‘îlî dâ‘îler ve tartışma yöntemleri kelamdan oldukça uzaktı. Onlara göre hakikate, bir takım zihinsel uğraşılarla ve
mantıkî çabalarla ulaşılamazdı; aksine hakikat imamın ve temsilcileri konumundaki dâ‘îlerin otoritesine koşulsuz olarak
boyun eğmekle elde edilebilen irfanî bir şeydi. Bu durum kelamî düzeyde onlarla mücadeleyi anlamsız bir uğraşıya dö-
nüştürmekteydi. Bkz. Van Ess, J., (1970), s. 46. Bâkıllânî ve Abdülkâhir Bağdâdî’nin İsmâ‘îlîlik karşıtı söylemleri kelamî
zeminde gerçekleşen bir çabaydı; bu yüzden yeteri düzeyde başarı kazanamadı.
57 O bu amaçla Mi‘yâru’l-‘İlm’i kaleme aldı. Bkz. el-‘Acem, R., (1986), el-Mantık ‘inde’l-Gazâlî fî Eb‘âdihi’l-Aristoviyye ve
Husûsıyyâti’l-İslâmiyye, Beyrut, s. 66.
58 Eş‘arîlerin, Hanefîlerin tekvîn sıfatıyla ilgili görüşlerini felsefeci Proclus’un görüşüne benzeten ve Hanefîleri bu konuda
felsefecilerin yaklaşımlarına uymakla itham eden suçlamaları karşısında, Nesefî’nin söz konusu felsefe geleneğiyle yüz-
leşme ve Hanefîlerin yaklaşımının felsefecilerden ayrıldığını temellendirme ihtiyacı hissetmemesi, aksine bu meselenin
kendi geleneğindeki izini sürmeye çalışması bu savunmacı tutumun en dikkat çeken örneklerindendir. Bkz. en-Nesefî,
(1993), I, s. 412-453.
59 Bunlar arasında Ebû Şücâ‘ Necmüddîn Menkubers b. Yalınkılıç et-Türkî e-Nâsırî’nin (ö.652/1254) Tahavi Akidesi’ne yaz-
dığı Nûru’l-Lâmi‘ adlı şerhi, Hüsâmüddîn Hüseyn b. ‘Ali es-Sığnâkî’nin (ö.711/1312) Ebû’l-Mu‘în en-Nesefî’nin Tem-
hîd’ine yazdığı et-Tesdîd adlı şerhi, Ekmelüddîn Muhammed b. Muhammed el-Bâbertî’nin (ö.786/1384) Ebû Hanîfe’nin
Vasıyye’sine ve Fıkh-ı Ekber’ine yazdığı şerhleri, Bedruddîn Hasan b. Ebî Bekr İbn Bukayre’nin (ö.836/1432) Ebû’l-Mu‘în
en-Nesefî’nin Bahru’l-Kelâm’ına yazdığı Gâyetu’l-Merâm adlı şerh gibi eserleri saymak mümkündür. Bu eserlerin en dik-
kat çeken özelliği Mâturîdî’den itibaren Doğu-Hanefî çevrelerde yazılan kelamî literatüre oldukça sadık kalınmış olması,
konu başlıkları, konuların ele alınış biçimleri ve içerikleri itibariyle klasik kelam yönteminin izlenmiş olmasıdır.
60 Bunu Râzî’nin Münâzarât adlı eserinde Hanefî alimlere karşı sergilediği tutumda görebilmek mümkündür. Mâverâün-
nehir’in Buhârâ, Semerkand, Hôcend, Beykend, Gazne ve Hind gibi şehirlerinde Hanefî-Mâturîdî âlimlerle fıkhî ve ke-
lamî konularda gerçekleştirdiği tartışmalara ilişkin ayrıntılı tasvirler sunan Râzî, hep galip çıkmanın verdiği üstünlük
duygusunu satırlara yansıttı ve kimi zaman muhataplarını küçük gören tasvirlerde bulundu. Radıyyüddîn en-Nîsâbûrî’yi
dürüst, fakat aklı yavaş çalışan ve kelam tahsil etmeye ihtiyacı olan biri olarak, Gazne kadısını ise kıskanç ve cahil olarak,
Buhârâ’nın en meşhur kelamcısı olan Şerefüddîn Muhammed el-Mes‘ûdî’yi kibirli ve Gazâlî’nin eserlerine gereğinden
fazla güvenen bir kimse olarak betimledi. Bkz. er-Râzî, (1967), s. 17, 20-23; Krş. Ceylan, Y., (1996), Theology and Tafsir in
the Major Works of Fakhr al-Din al-Râzî, Kuala Lumpur, The International Institute of Islamic Thought and Civilization
(ISTAC), s. 2
61 Murtazâ ez-Zebîdî, Gazâlî’nin İhyâ’sına yazdığı şerhte Eş‘arîlik Mâturîdîlik ilişkisine dair bir bölüm ayırmış ve bu bağ-
lamda her iki geleneğe ait kelam eserlerinin toplu bir dökümünü sunmuştur. Zebîdî’nin, Râzî’nin el-Erba‘în adlı eseri dı-
şında, Eş‘arî kelamının felsefeyle olan irtibatı çerçevesinde üretilmiş olan temel metinlere listesinde yer vermemiş olması
dikkat çekicidir. Cüveynî’nin küçük hacimli Lüma’sı dışındaki eserleri ile Şehristânî, Râzî, Âmidî, ‘Icî, Teftâzânî, Cürcânî
ve Devvânî’ye ait eserler Zebîdî’nin Eş‘arîlik algısında kendisine yer bulmamıştır. Buna karşın Mâturîdîlere ait eserler ara-
sında Teftâzânî’nin Şerhu’l-‘Akâid’ine Hayâlî ve Kestellî tarafından yazılan haşiyeler, Aliyyü’l-Kârî’nin Fıkh-ı Ekber Şerhi
ve Şeyhzâde’nin Nazmu’l-Ferâ’id’i gibi geç dönemde yazılmış eserlere yer vermiştir. Her iki geleneğin hangi eserler üze-
rinden içeriklendirildiğine dair bkz. ez-Zebîdî, (trz.), Kitâbu İthâfi’s-Sâdeti’l-Muttekîn bi Şerhi Esrâri İhyâi ‘Ulûmi’d-Dîn,
Kâhire, Matba‘atü’l-Meymeniyye, II, s. 12-13.
62 Bu literatür zemini ve bu çerçevede üretilen metinlere dair daha genel bilgiler için bkz. Kalaycı, M., (2012), “Şeyhülislam
Mehmed Esad Efendi ve Eşarilik-Mâturîdîlik İhtilafına İlişkin Risalesi”, Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, XI: 21,
s. 99-112.

Kaynakça
el-‘Acem, Refîk, (1986), el-Mantık ‘inde’l-Gazâlî fî Eb‘âdihi’l-Aristoviyye ve Husûsıyyâti’l-İslâmiyye, Beyrut.
Akoğlu, Muharrem, (2008), Büveyhiler Döneminde Mutezile, Ankara, İlahiyat.
el-Bağdâdî, Ebû Mansûr ‘Abdülkâhir b. Tâhir b. Muhammed, (1981), Usûlü’d-Dîn, Beyrut, Dâru’l-Âfâkı’l-Cedîde.
el-Bâkıllânî, Kâdî Ebû Bekr Muhammed b. Tayyib (1963), el-İnsâf fîmâ Yecibu İ‘tikâduhû velâ Yecûzu el-Cehl bihî, thk. M. Z.
el-Kevserî, Kâhire, Mü’essesetü Hâncî.
Barthold, Vasiliy Vladimiroviç, (1990), Moğol İstilasına Kadar Türkistan, çev. H. D. Yıldız, Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları.

143
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Ceylan, Yasin, (1996), Theology and Tafsir in the Major Works of Fakhr al-Din al-Râzî, Kuala Lumpur: The International Insti-
tute of Islamic Thought and Civilization (ISTAC).
el-Gazâlî, Ebû Hâmid Muhammed b. Muhammed et-Tûsî, (1986), Faysalatu’t-Tefrika Beyne’l-İslâm ve’z-Zandaka, thk. R. M.
Abdullâh, Dımeşk.
el-Hasîrî, Ebû Bekr Muhammed b. İbrâhîm, el-Hâvî fî’l-Fetâvâ, Yazma, Süleymaniye Kütüphanesi-Hekimoğlu, no: 402.
İbn ‘Asâkir, Ebû’l-Kâsım ‘Alî b. el-Hasan, (1347), Tebyînu Kezibi’l-Müfterî fîmâ Ünsibe ile’l-İmâm Ebî’l-Hasan el-Eş‘arî, thk. M.
Zâhid el-Kevserî, Dımeşk, el-Kudsî.
İbn Dâ‘î er-Râzî, Seyyid Murtazâ Hasenî, (1313), Tebsıratu’l-‘Avâm fi Ma‘rifeti Makâlâti’l-En‘âm, thk. Abbâs İkbâl, Tahran,
İntişârât-ı Esâtîr.
İbn Haldun, Ebû Zeyd Veliyyüddîn ‘Abdurrahmân b. Muhammed, (1983), Mukaddime, çev. S. Uludağ, İstanbul, Dergâh Ya-
yınları.
İbn Teymiyye, Ebû’l-‘Abbâs Takiyyüddîn Ahmed b. ‘Abdilhalîm, (1985), en-Nübüvvât, Beyrut, Dâru’l-Kütübi’l-‘İlmiyye.
Kâdî ‘Abdülcebbâr, ‘Abdullâh b. Ahmed el-Hemedânî, (trz.), el-Muhît bi’t-Teklîf, thk. Ö. S. Azmi, Kâhire, eş-Şerîketü’l-Mıs-
riyye.
Kâdî Mûsâ b. ‘Iyâd, (1947), Tercümetü’l-Kâdî Ebî Bekr Muhammed b. el-Bâkıllânî ‘an Kitâbi Tertîbi’l-Medârik ve Takrîbi’l-Mesâ-
lik li Ma‘rifeti İ‘lâmi Mezhebi’l-İmâm Mâlik, (Bâkıllânî’nin Temhîd adlı kitabının sonunda basılmış), thk. Mahmûd M.
el-Hudayrî, Kâhire, Dâru’l-Fikri’l-‘Arabî.
Kalaycı, Mehmet, (2010), “Eşarîliğin Tarihsel Arkaplanı: Küllâbilik”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, LI/2, s.
399-431.
______, (2012), “Şeyhülislam Mehmed Esad Efendi ve Eşarilik-Mâturîdîlik İhtilafına İlişkin Risalesi”, Hitit Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi, XI: 21, s. 99-134.
______, (2013), Tarihsel Süreçte Eşarilik Mâturîdîlik İlişkisi, Ankara, Ankara Okulu Yayınları.
Keskin, Mehmet, (2005), Eşarîliğin Teşekkül Süreci, Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara.
Kuegelgen, Anke von-Muminov, Ashirbek, (2003), “Mâturîdî Döneminde Semerkand İlahiyatçıları”, İmâm Mâturîdî ve
Mâturîdîlik, haz. S. Kutlu, Ankara, Kitabiyat.
Kutlu, Sönmez, (2003), “Bilinen ve Bilinmeyen Yönleriyle İmâm Mâturîdî”, İmâm Mâturîdî ve Mâturîdîlik, haz. S. Kutlu, An-
kara, Kitabiyat.
Leaman, Oliver, (1996), “Ghazali and the Ash’arites”, Asian Philosophy, VI:1, s. 17-27.
el-Makdisî, Ebû ‘Abdullah Muhammed b. Ahmed, (1309), Ahsenu’t-Tekâsim fi Ma‘rifeti’l-Ekâlim, ed. M. D. De Goeje, Leiden,
Brill.
el-Mâturîdî, Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed, (2005), Kitâbu’t-Tevhîd Tercümesi, çev. Bekir Topaloğlu, Ankara, Tür-
kiye Diyanet Vakfı İSAM Yayınları.
Melchert, Christopher, (1997), “The Adversaries of Ahmad b. Hanbal”, Arabica, XLIV/2.
Mestcizâde, ‘Abdullah b. Osman b. Mûsâ (2007), el-Mesâlik fi’l-Hilâfiyyât Beyne’l-Mütekellimîn ve’l-Hukemâ, thk. S. Bahçıvan,
İstanbul, Daru’l-İrşâd.
Nagel, Tilman, (2000), The History of Islamic Theology, trans. T. Thornton, Princeton, Markus Wiener Publishers.
en-Nesefî, Ebû’l-Mu’în Meymûn b. Muhammed, (1993), Tebsıratu’l-Edille, thk. H. Atay, Ankara, Diyanet İşleri Başkanlığı
Yayınları.
Pezdevî, Ebû’l-Yüsr Muhammed b. Muhammed, (1988), Ehl-i Sünnet Akaidi, çev. Ş. Gölcük, İstanbul, Kayhan Yayınları.
er-Râzî, Ebû Abdillâh Muhammed b. Ömer Fahrüddîn, (1986), İ‘tikâdâtu Fıraki’l-Müslimîn ve’l-Müşrikîn, thk. M. M. el-Bağ-
dâdî, Beyrut.
_____, (1967), Münâzarâtu Fahruddîn er-Râzî fî Bilâdi Mâverâünnehir, thk. F. Huleyf, Beyrut.
Rudolph, Ulrich, (1997), al-Mâturîdî und die sunnitische Theologie in Samarkand, Leiden, Brill.
______, (2003), “Mâturîdîliğin Ortaya Çıkışı”, çev. A. Dere, İmâm Mâturîdî ve Mâturîdîlik, haz. S. Kutlu, Ankara, Kitabiyat.
es-Sâlimî, Ebû Şekûr Muhammed b. ‘Abdüsseyyid b. Şu‘ayb el-Keşşî, Kitâbu’t-Temhîd, Yazma, Hacı Selim Ağa Kütüphanesi,
no: 587.
es-Sübkî, Tâcüddîn Ebû Nasr ‘Abdulvehhâb b. Alî, (1963-1964), Tabakâtu’ş-Şâfi‘iyeti’l-Kübrâ, thk. A. M. el-Hulv-M. M. et-
Tanâhî, Kahire, Matba‘atu ‘Îsâ el-Bâbî el-Halebî.
eş-Şehristânî, Ebû’l-Feth Muhammed b. Abdülkerîm, (2005), İslam Mezhepleri, çev. Mustafa Öz, İstanbul, Ensar Neşriyat.
Tan, Muzaffer, (2008), “Horasan ve Maveraünnehir’de İlk İsmaili Faaliyetler”, Dinî Araştırmalar, X/30, s. 55-74.
et-Teftâzânî, Sa‘düddîn Mes‘ûd b. Ömer (1999), Kelam İlmi ve İslam Akaidi: Şerhu’l-Akâid, çev. S. Uludağ, İstanbul, Dergah
Yayınları.
Uludağ, Süleyman, (1994), İslam Düşüncesinin Yapısı, İstanbul, Dergah Yayınları.
Van Ess, Joseph, (1970), “The Logical Structure of Islamic Theology”, Logic in Classical Islamic Culture, ed. G. E. Von Grune-
baum, Wiesbaden.
Yavuz, Salih Sabri, (2000), “İsferâyînî, Ebû İshâk”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, İstanbul, XXII.
Yavuz, Yusuf Şevki, (1999), “İbn Fûrek”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, İstanbul, XIX.
_____, (2006), “Mücerredü Makâlât”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, İstanbul, XXXI.
ez-Zebîdî, Ebû’l-Feyz Murtazâ Muhammed b. Muhammed, (trz.), Kitâbu İthâfi’s-Sâdeti’l-Muttekîn bi Şerhi Esrâri İhyâi ‘Ulû-
mi’d-Dîn, Kahire, Matba‘atü’l-Meymeniyye.
ez-Zehebî, Ebû ‘Abdillâh Muhammed b. Ahmed b. ‘Osmân (1983), Siyeru A‘lâmi’n-Nübelâ, thk. Şu‘ayb el-Arnâvûtî & İbrâhim
ez-Zübeyk, Beyrut, Mü’essesetü’r-Risâle.

144
UlUslararası İmâm mâtUrîdî sempozyUmU

III. oturum
Oturum Başkanı: Prof. Dr. Ali ÇELİK
Eskişehir Osmangazi Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

GÜNÜMÜZDE İMÂM MÂTURÎDÎ VE MÂTURÎDÎLİK

Prof. Dr. Rahmi KARAKUŞ


Sakarya Üniversitesi Eğitim Fakültesi / Sakarya
KELAM İLE İMAN ETMEK

Prof. Dr. Mehmet Zeki İŞCAN


Atatürk Ü. İlahiyat Fakültesi / Erzurum
İMAM MATURİDİ’NİN TEMEL DİNİ GÖRÜŞLERİ VE İSLAMÎ DÜŞÜNCEDE YENİLİK

Yrd. Doç. Dr. Halis Adnan ARSLANTAŞ


Eskişehir Osmangazi Ü. Eğitim Fakültesi/ Eskişehir
ÇAĞDAŞ ZAMAN ÇÖZÜMLEMELERİNDE BİR GÜÇ FAKTÖRÜ OLARAK MÂTURÎDÎ

Doç. Dr. İkbal VURUCU


Pamukkale Üniversitesi Acıpayam Meslek Yüksekokulu/Denizli
DİN GÖREVLİLERİNİN İMÂM MÂTURÎDÎ HAKKINDAKİ BİLGİ DÜZEYLERİ (DENİZLİ İLİ
ÖRNEĞİNDE BİR ARAŞTIRMA)

Arş. Gör. Ömer DİNÇ


Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi / ÇORUM
DİN-ŞERİAT AYRIMI SORUNUNUN MÂTURÎDÎ ve TABERÎ YANSIMALARI/KARŞILAŞTIRMASI
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Prof. Dr. Rahmi KARAKUŞ


Rahmi Karakuş, Sakarya Üniversitesi felsefe bölümü öğretim üyesi, İ.Ü.
felsefe bölümü lisans ve S.Ü Din Felsefesi Doktora mezunu. Yayınlan-
mış eserleri: Felsefe serüvenimiz-1995 Felsefe Tasavvurumuz-2003,Ay-
rıca üç felsefe çalıştayı ile Türkiye’deki Felsefe bölümü temsilcilerinin
bir araya geldiği toplantı metinleri yayınladı. Türkiye’de Felsefe-I.Fel-
sefe Çalıştayı-2009, Değişen Üniversite ve Felsefe Eğitimi-III. Felsefe Ça-
lıştayı-2011. Akademik ilgileri Türk felsefe geleneği, Tasavvuf düşüncesi,
din felsefesi, ahlak felsefesi.

Kelâm ile İman Etmek


Kelam İslam dünyasının ‘’İslami İlimler’’ başlığı al-
tında yer alan en eski disiplinlerinden biridir. İlgi-
lendiği konuların eskiliği ve zaman içinde kazan-
dığı biçim ve değer ile İslam dünyasında belirleyici
disiplinlerden olmuştur. Tarihini Hz. Ali’nin yaptığı
inanç tartışmalarına kadar geri götürenler olduğu
gibi konuyla ilgili ilk eseri de Vasıl Bin Ata’nın yaz-
dığı ileri sürülür.
Düşünce tarihimizde onu dışarıdan denebilecek bir
tutumla ilk tanımlayanlardan bir Farâbî olmuştur.
Ona göre kelam, “dinin kurucusunun açıkça belirt-
miş olduğu belli inanç ve fiilleri muzaffer kılmaya ve
bu fiiller ve inançlara aykırı olan her şeyi sözle çü-
rütmeye (tazyif) muktedir kılan bir yetidir”.1 Görül-
düğü üzere onun teorik ve pratik yönü olduğu gibi bu
alanda yetkinliği gerçekleştirmek gibi bir hedefi söz
konusudur. Kelamcıların amaçlarına ermek için bir-
birinden farklı usuller kullandıklarını söyleyerek on-
ların yollarını anlatmaya çalışır. Bazıları başka dinle-
rin sözlerinden istifade ettiği gibi bazıları da aklı aşan

147
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

bir kaynaktan gbilgi sahibi olduğunu ve toplumsal ha- Gazâlî’ye göre İslami ilimler diye adlandırdığımız di-
yat için gerekliğini ispat ederek peygamberin sözlerini siplinler kelamdan sonra başlarlar. Çünkü Mütekelli-
kullanır. Hatta onların bazıları dinlerini muzaffer kıl- mi’nin inceleme ve araştırması öncelikle en genel şey-
mak, güzel göstermek, onunla ilgili şüpheleri ortadan den yani mevcuttan başlayıp en özele doğru iner. O
kaldırmak” vb için “yalan, aldatma, şaşırtma ve kan- “diğer dini ilimlerin Kitap, Sünnet ve Peygamberin
dırmayı kullanmakta bir beis görmezler”.2 doğruluğu gibi ilkelerini ortaya koyar”.7
Farâbî sonrasında onu kuşatıcı bir surette ele alan- El- Munkız’da ise, ehli sünnetinancını korumak ve
ların en önemlilerinden biri İbn Haldun’dur. “İlm-i bu inancı karıştırmak isteyenlere karşı koymakşek-
kelam bir ilimdir ki akaid-i imaniyyeyiedille-i ak- lindeki bir gaye ile tanımladığı kelamı farz-ı kifaye
liyye ile isbat ve akayidde Eslaf-ı ümmet ve Ehl-i kabul eder.8Fakat hakikat konusunda kendisine yar-
Sünnet ve Cema’at mezhebi olan meslek-i müsta- dımcı olacak olan bu disiplin değildir. Başka bir ifade
kimden münharif olan ehl-i bid’atired hususlarını ile şüpheden kurtulup kesin hakikati bulabildiği di-
mutazammın olur”.3Dolayısıyla iman konularında siplin sufilerin yolu olmuştur. Yani müslümanlar-
belli bir anlayışı akli ispat ve bidatcilerin karıştır- dan bir kısmının kendisiyle ilgilenmesi yeterli olan
malarını reddetmek esastır. İmanın kendisi konu- bir disiplindir. Bu kanaatini başka bir eserinde (Fay-
sunda da tafsilata giren İbn Haldun onun birinci sal et-Tefrika) kelam ilminin öğrenilmesini haram
mertebesinin “lisana muvafık olan tasdik-i kalbi”, sayma noktasına ulaştırmıştır. Bu hükümden istisna
buna karşılık en yüksek mertebesinin ise “a’mal- tuttuğu kimseler ise;
den hasıl olan iman-ı kamile” olduğunu söyler.4
1) Zeki ve okumuş olup şüpheye düşen kimseler.
Özellikle Eş’ari kelamı üzerinden bu disiplinin 14.
Asra kadarki sürecini anlatan ve değerlendiren İbn 2) İmanı sağlam, ilmi derin ve gayesi başkalarını ma-
Haldun konuyu ele aldığı eseri Mukaddime’sinde nen tedavi etmek olan kimse9Gazâlî’ye göre insanlar
Mâturîdîliğe yer vermez. “dört fırka”ya ayrılırlar. İlk fırka, Allah’a inanıp pey-
gamberi tasdik eden ve O’nun elçiliğinin gerçekliğine
Kelamın ortaya çıkışı ve gelişimi üzerine batılı çalış-
iman edip bunu vicdanına yerleştiren kimselerdir.
malar –özellikle eski yunan düşüncesi ve Hristiyanlık
Bunlar imanlarının gereği olarak ibadet ve gündelik
düşüncesinin etkilerini de sorgulama ve göstermek
işleriyle meşgul olurlar. İkincisi ise, küçüklüğünden
maksadıyla-dışarıdan bir bakış için İbn Meymun’un
geçkin yaşına kadar yanlışa alışmış, taklitte donup
da görüşlerine yer verirler.5 Fakat geleneğimizde disip-
kalmış, aklı zayıf, kuru ve kaba olanlardır.
lin sorgulayıcısı Gazâlî’nin ortak otorite konumu se-
bebiyle görüşleri kanaatimce daha önemlidir. Çünkü Aklın ışığı Allah’ın ancak nadir kullarına verdiği bir
bu disiplinin ikinci kurucusu o sayılmalıdır. Zira onu nimettir. Bu nimetten yoksun olanlar Hakk’a inan-
felsefe ve mantıkla imtizaç ettiren odur. maktan yüz çeviren kimselerdir. Bunlar “kâfir” ve
“bid’atçiler” den başkası değildir. Üçüncü grup ise,
Gazâlî’ye göre kelam, konuyu tartıştığı eserlere göre
yaratılıştan zekâ ve anlayış özelliğine sahip, Hakk’a
birbirinden farklı şekillerde daha doğrusu maksada
taklit yoluyla veya işiterek inanmış kişilerdir. Dör-
ve bağlama göre tarif edilir. Mesela El- Mustasfa’da,
düncü grup, zekâ ve anlayış meziyetleri olan inanç-
“Kelam ilmi dini ilimler içerisinde külli ilim, diğer-
larına gelen şüphe sebebiyle gerçeği kabul etmeleri
leri cüzzi ilimlerdir” diyerek Mütekellim, “En genel
şeyi yani var olanlar üzerinde düşünür ve onu ince- beklenen veya doğuş ve yaratılış itibariyle şüpheci-
ler” der. Sırasıyla kelamcı var olan hakkında kadim liğe temayül eden sapık insanlardır.10
ve hadis olma durumunu tartışır ve buna bağlı ola- Gazâlî’ye göre bu dört tür insandan birincilere, inanç-
rak ‘caiz’, ‘vacip’, ‘imkânsız’, ‘cevher’, ‘araz’ vb. kav- larını karıştırmamak için kelam disiplini gerekli değil-
ramlarla var olan hakkında nihai hükmünü verir. dir. Hatta uzak tutmak gerekir. Çünkü onların tasdiki
Sonrasında ‘’kelamcının sözü biter, aklın işlevi sona araştırma ve delile değil belki doğruya boyun eğmeye,
erer. Aslında akıl peygamberin doğruluğuna dela- gerçeği kabul etmeye rehberlik eden, kalplere işlemiş
let eder, fakat sonra kendini azlederek, peygamberin karine ve doğuşlarla hâsıl olmuştur11İkinci tür insan-
Allah’a ahiret ve aklın tek başına idrak edemeyeceği lar aklı zayıf, kuru ve kaba olduğundan ve küçüklü-
fakat aynı zamanda ./. İmkânsızlığına da hükmede- ğünden geçkin yaşına kadar bir alışkanlık kazandı-
meyeceği benzeri konular hakkında söylediği şeyleri ğından, ancak kılıç ve kırbaç tesir eder. Dolayısıyla
kabul ettiğini itiraf eder.”6 bunlar için kelam bahisleri de faydasızdır. Böylece

148
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

kelamın ancak üçüncü ve dördüncü gruptaki insan- Bir insani eylem olmak bakımından iman, güven-
lara mahsus olduğu ortaya çıkmaktadır. Fakat yine mek ve tasdik kelimeleri ile birlikte düşünülmek du-
de münakaşanın, sapıklığın sebeplerini arttırarak rumundadır. Lügatte “güven içinde bulunmak, kor-
ısrar ve inadın amellerini harekete getirdiğini, mua- kusuz olmak”manasındaki eman kökünden türeyen
rızların zayıflarına alay ve hakaret gözüyle bakma- iman, “güven duygusu içinde tasdik etmek, inan-
nın onların kalplerinde muhalefet ve inat sebeplerini mak” şeklinde tarif edilir. Yakın anlamdaşı ise itikat-
ve ayrıca içlerindeki batıl inançları keskinleştirdiğini tır. İtikad da, “sağlamlaştırmak, kesin karar vermek,
unutmamak gerekir. Kısacası sapıklığa düşen, irşad tasdik etmek” manasındaki akt kökünden türediği
etmek için iyilik ve yumuşaklık yolunu tutmalı, taas- bilinmektedir. İslam dini bağlamında iman ise, “ Al-
sup ve inadın devamını sağlayacak sebepleri harekete lah’tan alıp din adına tebliğ ettiği kesinlik kazanan
getirmekten ve böylece sapıklığın kökleşmesine yar- hususlarda peygamberleri tasdik etmek ve onlara
dım etmekten sorumlu tutulacağını unutmamalıdır. inanmak” şeklinde anlaşılır. Fırkalar ya da mezhep-
Gazâlî nihai hükmünü el-Munkız’da vermiş olmakla ler bakımından birbirinden farklı şekillerde anlaşı-
birlikte kelam konuları hakkındaki görüşlerini El- lıp tarif edilmiş olan iman, ayrıca İslam kelimesi ile
iktisad Fi’l-İ’tikad adlı eserinde ortaya koymuştur. birlikte de dikkate alınarak çokça tartışılmıştır. Nite-
Ona göre kelamın konuları ‘Ulûhiyet’, ‘Nübüvvet’, kim İzutsu iman konusundaki görüşleri bakımında
ve ‘İmamet’ ana başlıkları altında toplanmaktadır. Eş’ari’nin iman sorununa gösterdikleri değişik tepki-
İlginç olan bu bahislerin içerisinde imanın bir başlık ler dolayısıyla ekolleri 13 ayrı guruba ayırdığını söy-
olarak konuşulmadığıdır. Diğer bir deyişle iman ko- ler.15Dolayısıyla literatür bu konuda son derece zen-
nusunu şeriatin hükümlerinin tasdiki meselesi baş- gin bir birikime sahip gözükmektedir.
lığı altında düşünür. Gazâlî’ye göre imandan, “ba- İmâm Mâturîdî kelami görüşlerini yansıtan Kitab-ı
zen yakıni delillere dayanan tasdik, bazen herhangi Tevhid’inde iman hakkında konuşmaya, çalışmasının
bir şüphe bulunmamak şartıyla taklit ile elde edilen son otuz sayfasını ayırmış görülmektedir. İmanın ne
inanç kastedildiği gibi bazen de bu isim, tasdikin olduğu, onun bilgi olup olmadığı, yaratılıp yaratılma-
bir gereği olarak, kendisiyle beraber amelin de bu- dığı, iman ve İslam arasında bir fark olup olmadığı
lunduğu bir inanç”a verilir”.12Görüldüğü gibi o iman mukayeselerle tartışılır. İman konusundaki tartışma-
için akli, hissi ve bunların ayrıca eylem birlikteliği lara gelmeden önce, dini kazanmanın araçları olarak
şeklindeki mümkün üç muhtevayı literatüre gön- bilgi ve delil konusunu inceler. Daha sonra âlemin ha-
derme yaparak sunmaktadır. dis olduğu, kadim olduğunu iddia edenlerin görüşleri
Bu üç anlamı da ayrı ayrı tartışan Gazâlî, özellikle reddedilerek ele alınır. Sonraki konu, Allah ve sıfatla-
üçüncü manadaki imanın, aralarındaki ilişki zo- rıdır. Yine onun âlemle ilişkilerini konu alan bahisler
runlu olmasa da birbirini destekleyeceği için önem- tartışılır. Allah ve âlem ilişkisinin akabinde peygam-
ser. Onun ifadesi ile; “Kendi inancına uygun olarak berliğin ele alınması söz konusudur. Burada özellikle
uzun zaman amel eden kişinin bu inancını değiştir- Hz. Peygamberin peygamberliğinin ispatı da tartışı-
mek veya bu konuda kendisini şüpheye düşürmek is- lır. Bu tartışma da Hristiyanların İsa hakkındaki gö-
teyen bir kimsenin, bu isteğini yerine getirebilmesi, rüşleri dikkate alınarak yapılır. Daha sonra ele alınan
amele devamı uzun olmayanınkinden daha zor olur”. konu; kulların fiilleri, irade sahibi olup olmadıkları,
13
Bunun anlamı kuvvetli iman, eylemle desteklenmiş, kaza ve kaderin nasıl anlaşılacağı bahisleridir. En son
davranışlarla içselleştirilmiş veya mizaç haline geti- ele alınan konu ise imandır. Bu konulara ayrıntılarını
rilmiş tasdiktir. genelleyerek baktığımızda, önce bilginin ne olduğu
Osmanlı medreselerinin kelam müfredatında belir- ve doğru bilgi sebebiyle epistemoloji; daha sonra Al-
leyici olan Gazâlî çizgisinin filozof kelamcısı Fahred- lah-âlem ilişkisi dolayısıyla ontoloji ve nihayet kulların
din Razi ise el-Muhassal’ında iman bahsine iki say- fiilleri ve iman bahislerini etik olarak görmek müm-
fadan fazla yer vermez.14Bu eser kelamın devrinin kündür. Bu haliyle kelama Müslüman felsefesi -fakat
felsefesi ile ne kadar imtizaç etiğinin –İbn Sina biri- bu felsefenin bir Ortaçağ felsefesi olduğunu da unut-
kimi- çok iyi bir numunesidir. Ortaçağın varlık so- mamak kaydıyla- yakıştırması yapılabilir.
ruşturmasında esas olan konu, yöntem ve kavram- Kelam disiplininde imanın Mâturîdî’de de -Gazâlî
ları açıklayan bu eser mantık ve akılcılık esaslı bir ve Razi’de olduğu gibi- son bahis olarak ele alınması
içeriğe sahiptir. kelamın bir yönüyle iman için gerekli zihinsel hazır

149
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

oluşu sağlamaya matuf bir disiplin olduğunu düşün- “İman sözcüğünün temel anlamını inanmak yerine
dürmektedir. Fakat ne olursa olsun iman hakkında güvenmek sözcüğüyle ifade etmek daha uygun olur.
konuşmak Kelam’ın konusudur. İman hakkında et- Zira inanmak, iman sözcüğünün anlamını karşıla­
raflı bir soruşturma yapmış olan T. İzutsu’ya göre makta yetersiz kalmaktadır. İman sözcüğünün isim
“Müslüman kelamcıların imanın doğasını müzakere olarak kullanımını ifa­de etmek için inanmak sözcü-
ettikleri klasik şekil, iman kavramında üç ana unsu- ğünü kullanamadığımız gibi, amene fiilinin anlamını
run kabullüne dayanır: 1-tasdik(bi el-kalb), kalb ile ifade etmek için de inanmak sözcüğünü kullanama-
kabul 2- ikrar (bi el-lisan), dil ile beyan, söze dökme yız. Hâlbuki iman sözcüğünün anlamı olarak güven
3- amel (el ta’at) itaat eylemleri yahut salih ameller.”16 sözcüğü kullanılırsa bu sözcükle ilgili yukarıdaki gibi
Mâturîdî’ye göre her şeyden önce “İman sözlük açı- olumsuzluklar söz konusu olmayacaktır. Ayrıca gü-
sından tasdikten ibarettir”17 ve “imanın dinin bütün ven sözcüğünün anlamında inanmak sözcüğünün
görevlerinin değil, (kalbe ait) özel bir görevin adı ol- anlamından farklı olarak ‘bağ­lanma duygusu’ gibi bir
duğu” dikkate alınmalıdır. Onun bilgi ile özsel bir anlam vardır ki, bu da iman sözcüğünün anlamını
ilişkisi yoktur. Zira “iman için marifetten öte kalple inanmak sözcüğü yerine güven sözcüğü ile ifade et-
gerçekleştirilen bir tasdik olgusu vardır. Şu da var ki menin daha doğru ola­cağını gösterir.”22
marifet, tasdike sevkeden bir sebeptir, çoğu zaman bil- Dolayısıyla iman duygu ile ilgili bir kesinlik yaşayışı
gisizliğin tekzibe sevkedişi gibi..”18Son noktada iman şeklinde anlaşılmalıdır. Kelam ya da kısaca “kelime-i
Allah’ın bildiği bir şeydir. Çünkü O “ ‘Allah hepini- şehadet… imana kılavuzluk” yapar.23 Nitekim İbn
zin imanını en iyi bilendir’ (Nisa 25) demiş ve ima- Arabî de özellikle en üstün seviyesi ile imanın akli ve
nın sadece kendisinin bileceği bir realite olduğunu bilgisel olmadığı düşüncesindedir. “Mümin mukal-
açıklamıştır”.19Bununla birlikte iman ile bilgi arasında littir; çünkü o haberi tasdik eder, hâlbuki bilen habe-
özsel bir ilişki varmış gibi tanımlayanların sözlerini rin doğruluğunu bilen kimsedir. Bu durumda bilen
dikkate almak gerekir. Buna göre “İman marifetten kuşkusuz mümindir. Her ikisi de imanın özelliğinde
ibarettir diyenin sözü, ‘İman –tasdike sevkeden ma- ortaktırlar. Peygamberler ve kâmil müminler gerçeğe
rifetin bulunması halinde- tasdikten ibarettir’ ma- düşünceleri sayesinde ermemişlerdir, onlar Rableri-
nasına gelir; bu bağlantı sebebiyle iman marifetle nin katından gelen şeylerle hakikate ermişlerdir.”24
tanımlanmıştır, tıpkı imanın Allah’ın lütfu, nimeti, İman konusundaki İslam tarihi boyunca ortaya kon-
rahmeti ve ele geçirilmesine vesile olan benzeri şey- muş görüşleri kritik eden İzutsu çalışmasının niha-
lere nitelendirilmesi gibi; bu nitelendirme imanın yetinde konunun ‘tamamen şahsi ve varoluşsal bir
gerçekte Allah’ın fiili olduğu manasına gelmez, fa- mesele’ olduğu sonucuna ulaşır. Buna göre“İmanın
kat onun hakikati bundan soyutlanmış da değildir, öz cevheri teorik olarak bahis konusu edilemeyecek
bu sebeple buna yani lütfuna, nimetine nisbet edil- kadar şahsi ve derindir. İmanda son nebzesine ka-
miştir; işte imanın ilme ve marifete izafe edilmesi dar teori ve akıldan kaçan bir şey vardır. Eğer, bü-
de aynı konumdadır.”20 Dolayısıyla iman öncesinde tün bunlara rağmen, insan olguyu fikren ve zihnen
bilgi bulunan ve Allah’ın lütfettiği bir tasdiktir. Fa- kavramaya kendini zorlarsa imandaki hayat, iman-
kat bilgisel hazırlık bulunsa bile lütuf olmadığı sü- daki kalp atışları zaruri olarak yok olur. Fakat emek
rece imanın gerçekleşmesi mümkün değildir. Diğer boşa harcanmış değildir, çünkü imanın tahlil ile fikri
taraftan “İmanla mükellef olmak ancak aklın mev- yönden kavranması, görünüşte muğlak, tanımsız ve
cudiyetiyle gereklilik kazanır, bunun yanında imanı safi psikolojik halin altında yatan somut yapıyı açığa
oluşturan hususların mahiyetinin bilinmesi de yine vurur….(Müslüman düşünürler) imanın kavramsal
aklın tefekkür ve istidlali ile imkân dâhiline girer; bu yapısını çıplaklığı içinde ortaya koymayı başardılar,
ise kalbin bir fonksiyonundan ibarettir; iman da aynı ama derin ve şahsi bir şey, gerçekten hayati olan bir
statüye dâhildir.”21Dolayısıyla kelamla nelere inanıla- şey onların ince tahlillerinin dışında kaldı .. /..İman
cağı ortaya konabilir fakat iman etme işi kalpte ger- kavramı sırasında kelamcılar tarafından işaret edi-
çekleşen ve mahiyeten bilinmesi mümkün olmayan len, atıf yapılan Allah sevgisi, Allah korkusu, tevazu
bir bağlanıştır. Nitekim anlam bilim açısından iman ve teslimiyet vb. kavramalar tahlillere eklenmeye çalı-
konusuna yaklaşanlar onun başlıca dört anlamı oldu- şılsa da meselelerin ele alınış yöntemi için bunlar çok
ğunu tespit ederler: Güven, fiil olarak da gü­venmek, uygun kavramlar değildi, çünkü ‘ilgi konuları bunlar
güven vermek güvene girmek. Buradan hareketle değildi.”25 Meselenin bu tarafı sufilerce özellikle takva

150
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

kavramı çevresin de ele alınmış görünmektedir. Böy- ‘tasdik’ diye isimlendirilmiştir. Gerçekte iman, akla
lece bir taraftan meşhur Cibril hadisinde yer alan ta- ve işitmeye veya keşfe dayanan bir delil veya burha-
nımlama bir manada tamamlanmış oluyor diğer taraf- nın desteği olmaksızın din ve şeriatla ilgili ilk değer-
tan akli seviyede ele alınmış konu eyleme aktarılmak lendirmedir. İmanın nur olduğunun delili, Hz. Pey-
ve hakiki haliyle tevhid gerçekleştirilmiş olmaktadır. gamber’in bunu belirtmiş olmasıdır; kalbe geldiğinin
Bunun iyi bir örneği olarak M. İbn Arabî gösterilebi- delili ise, Allah’ın ‘onlar Allah’ın kalplerine iman yaz-
lir. Arabî iman konusunda diğer İslami disiplinlerin dığı kimselerdir”(58:529) ayetidir.”26
ele alamadığı biçimde konuyu hem insani-psikolojik Klasik haliyle kelamın iman konusuna zemin oluş-
hem de gaybi-metafizik seviyede ele almış görünmek- turmaktan daha fazla bir fonksiyonu olduğunu bekle-
tedir:“İman Hakk’ın katından ve er-Rahim, el-Hadi, memek gerekmektedir. Sonuç olarak çağdaş zamanlar
el-Mümin isimlerinden arzu ve tabiatın karanlığını için kelama işleyiş manasında biçim vermek mana-
gidermek için ortaya çıkmış bir nurdur. Söz konusu sında olmamak kaydıyla bu disiplinin günümüz psi-
nur, Hakk’tan gelen hüküm ve din vb. şeyleri kabul koloji etütlerine açık bir surette yapılması gerektiğini
eder, sahibinin Rahman’ın gazabından emin olma- söylemek gerekir.
sını sağlar. Bu özel hüküm ve nitelikle de ’iman’ ve

Dipnotlar
1 Farâbî, İlimlerin Sayımı, çev. Ahmet Arslan, Vadi yay., 1. bsk., Ankara 1999, s.97.
2 A.g.e., s.101.
3 İbn Haldun Mukaddime, çev. Ahmet Cevdet Paşa, haz. Y.Yıldırım, S.Erdem, H.Özkan, M.C.Kaya, Klasik yay. 1.bsk.,
İstanbul 2008, C.3, s.63.
4 A.g.e., s.66-67.
5 Konuyla ilgili hacimli bir örnek eser için bkz.: H.AustrynWolfson, çev. Kasım Turhan, Kitabevi yy., 1.bsk., İstanbul 2001.
6 Gazâlî, El-Mustasfa, çev.Yunus Apaydın, Rey Yay., Kayseri 1994, C:I, ss.4-5.
7 A.g.e., s.5.
8 İbn Haldun’un tanımı ile Gazâlî’nin tanımı aynıdır. Gazâlî, El-MunkızuMin-Ad-Dalal, çev. Hilmi Güngör, MEB Yay.,İs-
tanbul 1989, s.23.
9 Ebu Hamid al-Gazzali, İtikad’da Orta Yol, Çev. Kemal Işık, AÜİF Yay.,Ankara 1971,s.15, dip not 6.
10 A.g.e., s.12-14.
11 A.g.e., s.12-13.
12 A.g.e., s.167-168.
13 A.g.e, s. 169-170.
14 Fahreddin Razi, Kelama Giriş, Çev. Hüseyin Atay, Kültür Bak. Yay. 1.bsk., Ankara 2002, ss. 268- 270.
15 Toshihiko İzutsu, İslam Düşüncesinde İman Kavramı, Çev. Selahattin Ayaz, Pınar Yay., İstanbul 1984, ss.107-117.
16 Toshihiko İzutsu, İslam Düşüncesinde İman Kavramı, Çev. Selahattin Ayaz, Pınar Yay., İstanbul 1984, s.119.
17 Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, çev. B.Topaloğlu, İSAM yay. 1.bsk., Ankara 2002, s.489.
18 A.g.e.,s.495.
19 A.g.e., s.488.
20 A.g.e., s.495.
21 A.g.e., s.493.
22 H. Sabri Erdem, Anlambilim Açısından İman Sözcüğü, AÜİFD XLVIII (2007), sayı I, ss. 47-55
23 Mâturîdî, a.g.e., s.490.
24 Suad el-Hâkim, ,İbnü’l Arabi Sözlüğü, Çev. Ekrem Demirli, Kabalcı Yay. 1.bsk., İstanbul 2005,s.483.
25 A.g.e., s.280-281.
26 A.g.e., s.356.

151
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Prof. Dr. Mehmet Zeki İŞCAN


1962 Erzurum doğumlu olan Mehmet Zeki İşcan, 1989 Atatürk Üni-
versitesi İlahiyat Fakültesi mezunudur. Yüksek lisansını 1992’de “Emr-
bi’l-Ma’ruf Nehy ani’l-Münker“ adlı tezle tamamlamıştır. Aynı yıl, mezun
olduğu fakülteye araştırma görevlisi olarak atanmıştır. 1997’de Muham-
med Abduh’un Dini ve Siyasi Görüşleri” adlı çalışmasıyla doktor ünva-
nını almıştır. İşcan, 1997 yılında Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Mezhepler Tarihi Anabilim Dalına Yrd. Doç.Dr. olarak atanmıştır. 2003
de doçent olan İşcan, 2008 yılından itibaren aynı Ana Bilim Dalında Prof.
Dr. Olarak çalışmaktadır.

İmâm Mâturîdî’nin
Temel Dini Görüşleri ve
İslâmî Düşüncede Yenilik
Giriş
Düşünsel tarih ve sosyal tarih arasında önemli bağ-
lar bulunmaktadır. Önce düşünce değil bağlam var-
dır. Düşünce kendi bağlamına oturtulmadığı sürece
doğru anlaşılamamaktadır. Fakat İslam tarihine dam-
gasını vurmuş bazı şahsiyetler bağlamın sınırlarını zor-
lamışlardır. Bu şahsiyetlerden biri İmâm Mâturîdî’dir.
İmâm Mâturîdî, kendi entelektüel çevresinin sınırla-
rını fazlasıyla aşan akılcı bir yaklaşıma sahiptir. Onun
eserlerine yansıyan içerik kendi dönemindeki benzer
örneklerle kıyaslanabildiğinde oldukça niteliklidir.
Buradan hareketle “İmâm Mâturîdî’nin temel dini
görüşlerini referans alarak, bugün dini düşünceyi ye-
nileme diyebileceğimiz bir düşünsel eylem içine gir-
mek mümkün müdür?” Sorusunu sorabiliriz. Bize
göre bu soruya bazı kayıtlarla “evet” cevabı verilebilir.
Bu kayıtları aşağıdaki şekilde özetlemek mümkündür:
Geçmiş bir kılavuz değil anlam haritasıdır. Eskilerin
fikirleri bizim için yardımcı fikirler mesabesindedir.

153
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Bizim vermemiz gereken hükümleri geçmişe bırak- Mâturîdî, ayetleri tevil ederken ilgili ilgisiz “bu ayet
mamalıyız. Gelecek geçmişe yerleşemez. Mutezilenin görüşünün aleyhine bir delildir” gibi
Mâturîdî’nin fikirleri zamanımızın din buhranını aş- cümleler kurmakta ve fikirleri polemik unsuru ya-
mada elbette hareket noktası olabilir. Ama bir dini pabilmektedir. Mâturîdî örneğin Mutezile hakkında
söylem zaman ve mekân faktörleri tarafından tayin şöyle diyebilmektedir: “Mutezile mensuplarının bu-
edilir. Birbirini tutmayan iki dünyayı geçmiş bilgi- lundukları toplumda tanınmalarını sağlayan iki be-
nin, bizim tarafımızdan meydana getirilen tutarlı bü- lirgin alameti daha vardır. Birincisi, yaratılışı güzel
tünlüğü içinde ele almak bir takım “yamalamalara” olsun çirkin olsun her birinin yüzünde beliren ve ba-
neden olabilir. Aynı zamanda geçmişi aşağı yukarı kan gözler tarafından çirkin bulunan soğuk bir sarı-
bize benzeyen insanlar bulmak amacıyla taramak, lıktır. Öyle ki bunlar, Mecusilerin simaları ile karşı-
şimdici bir yönelimdir. laştırılacak olsa birbirinin aynı telakki edilir. İkincisi
sık sık Mecusilerin meyhane ve ticarethanelerine git-
Mâturîdî’nin akılcı-hadari din söylemi çerçevesine
meleri ve tamamının ülkeyi kendi ülkeleri gibi kabul
giremeyecek görüşleri de bulunmaktadır. Örneğin
etmeyişleridir.5
Mâturîdî Hz. Peygamber’i mitolojik bir karakterde
tarif etmiştir. Ona göre Rasulullah’ın fizik ve psiko- Mâturîdî fikirleri, geleneğimizle epistemolojik kopuşu
lojik yapısında da hak peygamber kanıtları bulun- telafi etmek maksadıyla yeniden ele almamız müm-
maktadır. Kendisinin dünyaya gelişine kadar ne- kündür. Ama Gelenek kendiliğindendir. Eğer yeni-
silden nesile intikal eden nur, iki omuzu arasında den keşfetmek gerekiyorsa zaten gelenek olmaktan
bulunan mühür, orta boylu olarak nitelendirilme- çıkmış, modern bir durumla iç içe geçmiştir. Bu yüz-
sine rağmen uzun boylularla yan yana geldiğinde den denebilir ki geleneğe bugün sahip olabilmek için
boynunun onları aşması, vahiy almadan önce bu- çaba sarf etmek gerekmektedir. T.S. Eliot’un da ifade
lutun kendini gölgelemesi, karnının yarılması, Ab- ettiği gibi gelenek gerçekte miras alınmaz, gelenek is-
bas’ın onun hürmetine yağmur dilemesi ve bunun teniyorsa o, büyük bir çaba ile kazanılmalıdır. Gele-
üzerine cemaatin yağmura kavuşması, bedir sava- nek kesp edilmelidir.6Geleneği bu yüzden geçmişte
şında bir avuç toprak alarak müşriklere serpmesi ve bir kültürel başarıya ya da kişisel ortaya çıkışlara in-
toprağın inkârcıların her birine isabet etmesi onun dirgememek gerekmektedir, gelenek canlı bir şeydir.
nübüvvetinin delillerindendir.1 Bu durum Türk Müslümanlığı gibi siyasi yönü de bu-
Akılcı din söyleminde vahyin ışığında temel referans lunan görüşlerin kurucu unsuru olarak Mâturîdîli-
kaynağının akıl ya da toplumsal bağlamın olması söz ğin ele alınmasında da geçerlidir. Yusuf Ziya Yörü-
konusudur. Nitekim Mâturîdî’ye göre ilhama dayalı kan, “Mâturîdîlik, İslam harsının Türk muakalesinden
bir bilgi türü, güvenilir değildir. Bu türden bilgiler, süzülmüş ve İslam esaslarının Türkler tarafından iş-
kişiden kişiye değişen öznel bilgilerdir ve bunların lenmiş, din fikriyatına müstenit resmi mezhebidir.”7
doğruluğunun veya yanlışlığının akılla temellendi- Demesine rağmen şu hususu da hatırlatmaktadır:
rilmesi yapılamaz.2 Buna rağmen Mâturîdî, “Peygam- “Türkiye’nin Mâturîdî mezhepten olması Ehlisünnet
ber göndermek suretiyle Allah, Müslümanları şeref- ulemasının bu fikirleri neşr, müdafaa ile bu memle-
lendirmiştir, onlar, Rasulullah sayesinde özel bir sınıf kete soktuklarından ve bu fikirlerin hak olduğu her-
haline gelmişlerdir”, görüşünü dile getirirken şu tes- kesçe kabul edildiğinden dolayı değildir. Hatta İmâm
piti de yapmaktadır: Peygamber’in yokluğunda mü- Mâturîdî’nin kim olduğu ve hangi fikirlere sahip bu-
minlerin şerefi, izzeti ve fazileti kâfirlere karşı yine lunduğu bugüne kadar tetkik edilmiş bile değildir. Bu
söz konusu olacaktır. Çünkü Hasan Basri ve Ebu Ha- meseleler, memleket, istiklal, siyaset ve milliyet gibi
nife’den aktarıldığına göre yeryüzü nebi ve veliden muhtelif içtimai endişelerin tecellileridir. Bu sebeple
hali olamaz.”3 Demek ki Mâturîdî’ye göre nebilerin bir mezhebi yalnız bir fikirle veya birkaç sözün ve-
yokluğunda müminlerin şerefini veli temsil edecektir. receği hususiyet ile diğerinden temyiz etmek bir ha-
Yine İmâm Mâturîdî’ye göre Kamer suresi birinci kikat ifade etmez.”8
ayette ayın yarılması, kıyametle ilgili bir olay olarak Tarihsel süreç içerisinde Türklerin İslam yorumu ve
gösterilemez. Hz. Peygamber zamanında ay yarıl- özelliklerinden söz etmek mümkünse de bu makro
mıştır. Sahabeden gelen rivayetler, açıkça bu duru- düzeyde yaklaşımlarla ele alınamaz. Bunun için daha
mun gözlendiğini, bunun kimseye gizli kalmadığını spesifik araştırma ve incelemelere ihtiyaç bulunmak-
göstermektedir.4 tadır. Halk Müslümanlığı, tekke Müslümanlığı, kitabi

154
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Müslümanlık, devlet Müslümanlığı gibi sektörel alan- tekvinin ezeli bir sıfat olduğunu belirtmek suretiyle
larda Mâturîdîliğin katkısı ancak mikro çalışmalarla Allah’ın fiili sıfatları üzerine vurgu yapmaktadır. “O
tespit edilebilir. Selçuklular ve Osmanlılar dönemin- her daim iştedir” ayetinden hareketle Mâturîdî, di-
deki gündelik hayatta din figürleri, dini yaşam biçim- namik bir tanrı anlayışını benimsemektedir. Tanrı iş
lerini de incelemek suretiyle söz konusu katkının tes- yapmaktadır. Ve O’nun işi, hikmet, hayır, hak, ada-
piti yoluna gidilebilir. let, fazl, ihsan kerem ve güzellikten asla hali değildir.
Mâturîdîlik, Türk Müslümanlığını değil belki Türk- İmâm Mâturîdî’ye göre Allah’ın failliği ile insanın
lerin İslami yorumlarının sadece birini temsil edebi- failliği arasında bir çelişki de bulunmamaktadır. İn-
lir. Tritton, Eşarilik ve Mâturîdîlik arasında var olan sanlar fiillerinde hür irade ile hareket etmektedirler.
“gerçek ayrılılara” değinirken Mâturîdîliğin, Mâturî- Allah’ın fiilleri, özgür irade sahibi olan insanın fiil-
dî’nin fikirlerinin bir yankısından ibaret olmadığını lerini serbestçe yapmaktan men etmez. Yine İmâm
belirtmekte ve meselenin bir başka yönüne dikkat Mâturîdî’ye göre tabiatın da kendine göre bir nizamı
çekmektedir. Ona göre Semerkant ve Buhara’nın bir- vardır ve bu nizam dolayısıyla ondan ilim elde edilir.
birinden ayrılan düşünce merkezleri olması da mese- Sümeniyye ya da Dehriyye gibi, tabiatı şuursuz nesne-
leyle yakından alakalıdır. Semerkantlılara göre iman lerin karışımından meydana gelen bir şey telakki et-
yaratılmış olduğu halde Buharalılara göre yaratılma- mek mümkün değildir.13 Rudolph’un tespitiyle İmâm
mıştır. Semarkanlılara göre iman, peygamber gelme- Mâturîdî, bilhassa hikmet kavramını Allah’ın otori-
den önce aklın yüklendiği bir ödev olmasına rağmen tesi ile yaratılmış dünyanın aklen anlaşılabilirliği fik-
Buharalılar Eşari’nin görüşünü esas alırlar.9 rini uzlaştırmak için kullanmaktadır.14
Toplumla ilgili tek boyutlu çözümlemeler sağlıklı Kudret sıfatı üzerinde durarak fiili ihmal etmek, Al-
değildir. Dolayısıyla yaşanan kültürel problemleri, lah’ı, varlığın illeti olarak görmeyi gerektirmektedir.
bir dini paradigmaya bağlayıp, bir başka dini para- Mâturîdî, Allah için “illet” ya da “müessir” ifadelerini
digma ile kurtuluşa erilebileceğini düşünmek, dinin kullanmamaktadır. Çünkü ona göre yaratma illet ya
ve dini zihniyetin rolünü abartma anlamına gelebilir. da malül ile açıklanacak olursa kâinatta farklılıklar
Her şey din değildir. Bu yüzden problemlere sadece bulunmazdı. Hâlbuki âlem farklılıklar üzerine ku-
teoloji açısından bakmak indirgemeciliğe yol açabi- rulmuştur. Yine Mâturîdî’ye göre madem fiili sıfat-
lir, teoloji bir sebep değil bir sonuçtur. lar ezelidir bu takdirde Allah’ı bilmek, O’nun eser-
Weber’in ünlü tezi bizi çok etkilemiştir. Halbuki We- lerine bakıp bunlar üzerinde düşünmekle ilgilidir.15
ber, kültürel tarih sorununu dar bir çerçevede tanım- Bugün dini düşüncenin en önemli sorunu, Fazlur Rah-
lamış, Batı’nın Doğu’dan farklılığını vurgulamayı man’ın ifadesiyle Allah’ı bir kudret ve irade konsant-
böylece oryantal varsayımları haklı çıkarmayı amaç resi halinde düşünmektir.16 Böylece hem insani oluş
edinmiştir.10 Weber, kültüralist ön yargıları bilim- hem de âlemin oluşu hakkında tek düze bir açıklama
sel doktrin haline getirmeye çalışmıştır. Buna göre sunulmuş olmakta, farklılıklar ihmal edilmekte, in-
farklı tarihsel güzergâhları izlemiş halklar ve on- sani ve varlıksal gerçeklik “Allah” tarafından yutul-
ların dini ve kültürü, kendine özgüdür, değişmez, muş olmaktadır. Mutlak özgür, mutlak kadir, mutlak
bozulmaz.11Bu teze dayanarak örneğin, bir zaman- mürid, mutlak güç olarak Allah tarif edilirse insanla
lar Çin’in geri kalmışlığı Konfüçyanizmle açıklanı- onun arası sonsuz derecede açılır, Allah yanında in-
yordu, ne zamanki Çin yükselişe geçti, Çin’in başa- san uzayda yuvarlanan basit varlık haline gelir. Al-
rısı da Konfüçyanizmle açıklanır oldu.12 lah’ı fiilleri ile anmak ise Allah ile insan arasındaki
Mâturîdî Düşüncede Faal Allah İnancı açıklığı kapatabilir, insana hayatı için yüce ve pratik
bir örnek sunabilir. Mâturîdî’de Allah faildir ama
İslam düşünce ekollerinde genelde Allah kudret sıfa- adalet, hakkaniyet, güzellik ilkelerine göre fiili ger-
tıyla anlatılmakta onun fiili sıfatlarının ezeli olmadığı çekleşmektedir. Buradan hareketle “Allah” kavra-
ifade edilmektedir. Örneğin Eşarilik, Allah’ın “”kadir” mında kademeli bir değişim yapılması mümkündür.
anlamında “halik” olduğunu kabul etmektedir. On-
lara göre yapma ve yaratma “kudretle” meydana gelir. Akla Yardımcı Olan Nebi
İmâm Mâturîdî’ye göre ise yapma ve yaratma fiil ile Mâturîdî nübüvveti, insan aklı ve özgürlüğü karşı-
meydana gelir. Bu yüzden İmâm Mâturîdî, Allah’ın sında temellendirmemektedir. Ona göre peygamber-
yaratma fiilinin ezeli olduğu kanaatindedir. Mâturîdî lik insaniliği sınırlayan göksel bir müdahale olarak

155
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

görülemez. Çünkü nebiler, aklın kavrayamadığı ko- farklı örf ve adetlerin, adeta farklı kültürlerin bir tür
nularda insanları irşat etmek için gönderilmişlerdir. onanması anlamına gelmektedir.
Peygamberler Allah’ın izni ile gayb hakkında bilgi ve- Buna bağlı olarak Mâturîdî, “İbrahim’in milletine
rirler. Gayb âlemi ile aklın sınırlandırılması arasında uymuştur” (Nisa 125) ayetini yorumladığında bu-
ise bir ilgi kurulamaz. Bu yüzden risalet, akla engel rada millet kelimesinin din anlamına gelmediğini,
olmak için değil, tam aksine aklın önündeki engel- çünkü bütün nebilerin dininin tek olduğunu, İbra-
leri kaldırmak için vardır. Risalet akılları, nefsanî is- him’in dini ile bir başka nebinin dininin farklı ol-
teklerin esaretinden kurtarmayı amaç edindiği için masının mümkün olmadığını ifade etmektedir. Ona
insanlara yönelik bir yardım ve yol gösterme sade- göre “millet”ten kasıt “sünnettir”. Sünnetlerin ihtilaf
dindedir. Dolayısıyla peygamberler nefsanî arzular göstermesi caizdir.22 Sünnet ya da şeriatların farklı ol-
karşısında aklın zarar görmemesi için gönderilmiş- ması, beşeri özelliklerden, topluluk, dil, anlatım ve su-
tir. Onlar böylece kulların işini kolaylaştırıp hafif- nuş farklılıklarından kaynaklanmaktadır. Mâturîdî’ye
leştirmişlerdir. Peygamberler, ebediyet yolundan, göre sünnetlerin farklılığı, vahyin beşerileşmiş olma-
mükâfat ve cezadan bahsederek, gayri meşru yollar- sından kaynaklanmaktadır. Öyleyse şeriatlerde, sün-
dan uzak kalmayı salık vererek, aklı hırs arzu ve ih- netlerde bir izafilik söz konusudur.23Belki bu yüzden
tirasın baskılarından korurlar ve böylece insanların İmâm Mâturîdî, “Şüphesiz bu Kur’an, kerim bir elçi-
hak yolda ilerlemesine katkıda bulunurlar17. İnsan- nin sözdür” (Hakka 69/40) ayetine referansla, “Kur’an,
lar arasındaki anlaşmazlıkların çözümünde de nebi, Allah ile görüşmesinin resul tarafından söze dökül-
Allah’ın insanlara kolaylık sağlaması için bir nimeti müş şeklidir” demenin caiz olduğunu ifade etmiştir24.
sadedindedir.18Kısaca nübüvvet, güvenilir bir ‘uyarı- İmâm Mâturîdî, izafiliğinden dolayı şeriatlarda nes-
cı’nın akla yardımcı olmasıdır.19 Nebi, düşünülemez- hin caiz olduğunu ifade etmektedir. Çünkü nesh, hük-
ler alanını çoğaltmak için gelmemiştir. Düşünme- mün belli bir süreyle sınırlanması ya da belli bir za-
meyi telkin eden his, şeytani vesveseden başka bir man için hükmün geçerliliğini korumasıdır.25
şey değildir. Böyle bir davranış ancak şeytan işi ola- Mâturîdî’ye göre nesh, dinde ya da ilahi fiillerde de-
bilir; amacı da kişiyi aklın ürünlerini toplamaktan ğil, şeriatta yahut insan filleri ile ilgili ayetlerde söz
alıkoymak, fırsatları değerlendirmesine ve arzusuna konusudur. Nesh, hükmün zaten geçiciliğinin ol-
ulaşmasına vesile olan bu ilahi emaneti kullanma ko- duğu yerde vardır. Allah’ın ezeli bir hüküm koyduk-
nusunda onu korkutmaktır.20 tan sonra onu nesh etmesi düşünülemez. İçerisinde
İmâm Mâturîdî, nübüvveti, aklın üstündeki örtüleri te’bîd (ebediyyen) ifadesi bulunan emir ve hüküm-
kaldıran, ya da insana fıtraten verilmiş iyilikleri ha- ler neshe konu olamazlar.26Önceki ümmetlerden beri
tırlatan bir müjdeleyici olarak görmektedir. Buradan hep var olagelen, Allah’a teslimiyet ve boyun eğme
hareketle nübüvvetin, mutlak bir kurtarıcılık, insanlar anlamındaki namaz ile nefsi arındırma ve temizleme
üzerinde egemenlik kurmak ya da onların üzerinde, anlamındaki zekât ibadetlerinde de hiçbir zaman ne-
acılarını dindirme yoluyla hak iddia etmek olarak yo- sih söz konusu olamaz.27
rumlanmaması gerektiği ifade edilebilir. Nübüvvet ta- Mâturîdî’ye göre madem nesh geçici hükümlerde söz
mamen insan dışında bir yetke değildir. Nübüvvetin konusudur, bu takdirde ayetin ayeti neshedebileceği
maksadı, aklı ve fıtratı asıl saflığına kavuşturmaktır. gibi sünnetin de bir ayeti nesh edebileceği söylene-
Bu görüşün, insan merkezli bir din anlayışını bera- bilir. Örneğin Kur’an’da melekler Âdem’e secde et-
berinde getireceği söylenebilir. mişleridir. Bu secde, insandaki bilme yetisine bir ta-
zimdir. Allah insana, eşyanın hakikatini elde etme
Tek Din Farklı Şeriatlar
konusunda yetki vermiştir. Ama buna rağmen insa-
Mâturîdî’ye göre Bakara suresi 213. ayette belirtildiği nın insana tazim için de olsa secde etmemesi gerek-
gibi insanlar tek bir ümmetti. Nebiler gönderilmeden lidir. Çünkü Rasulullah, “eğer birinin diğerine secde
evvel insanlar tek bir sınıftı. Ona göre “ümmet”, “sı- etmesi doğru olsaydı kadının kocasına secde etme-
nıf” anlamındadır. Nebi gönderilmesi tek sınıflı yapı- sini emrederdim” buyurmaktadır. Bu demektir ki
nın değişmesi anlamına gelmektedir.21 Mâturîdî, bütün tazim secdesi Rasulullah tarafından yasaklanmıştır.
peygamberlerin tek din üzerine gönderildiğini fakat Öyleyse “sünnet kitabı nesh edebilir.28Nisa suresi 15
şeriatların farklı olduğunu da ifade etmektedir. Buna ve 16. ayetlerde bildirilen hüküm de sünnet tarafın-
göre nebilerin varlığı aslında farklı hayat tarzlarının, dan nesh edilmiştir.

156
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Sünnetin Kur’an’ı neshedebileceği görüşü sünnetin Mâturîdî, “Allah’ın ipine sımsıkı sarılınız ve fırkalaş-
Kuran yanındaki önemi, yüceliği, üstünlüğünü vur- mayınız” ayetinde “Allah’ın ipi”nin Kur’an olabileceği
gulamak amacıyla ortaya atılmıştır. Mâturîdî farklı bir gibi “Amme”, ve “cemaat” de olabileceğini ifade et-
şey söylemektedir. O, sünneti yüceltmemekte, onu din mektedir.32Allah’ın ipine sarılmak, Kur’an’a ve cema-
seviyesine çıkarmamakta, tam aksine Kur’an’da yer ate sarılmaktır. Belki bu yüzden Mâturîdî, “Biz kitapta
alan bazı şeriat hükümlerinin gerçekte ebedi, kutsal hiçbir şeyi eksik bırakmadık” ayetine “sizin menfaa-
hükümler olmadığı için yürürlükten kaldırılmasında, tinize olan her şeyi heder etmeden Kur’an’da zikret-
ayet gibi belli bir dönemin sünnetinin de rol oynaya- tik şeklindeki bir tevili zayıf bulmuştur. Ona göre bu
bileceğini belirtmektedir. Burada sünneti kutsamak ayet, Levhimahfuzda eksik bırakılan bir şey olmadı-
yok, şeriatı kutsallıktan çıkarma vardır. ğını beyan etmektedir.33Bu tutum aslında Mâturîdî
Din şeriat ayrımında Mâturîdî’nin şeriatı, dinin, belli de sadece dini metni esas alma, halkı bu metnin ge-
bir örf ve adet yapısına göre ifade edilip örneklen- rekleri etrafında terbiye teme gibi buyurgan, tepeden
inmeci, otoriter ve tüm güçlü bir din anlayışının ol-
mesi olarak değerlendirdiği söylenebilir. Onun “mil-
madığını göstermesi açısından da önemlidir.
lete” sünnet manası vermesi de bu anlamda önemli-
dir. Sünnet, dinin belli bir şekilde toplumsallaşması, İmâm Mâturîdî metin merkezli din anlayışından
“kültürel kazanım” haline gelmesidir.29 daha çok insani yoruma açık bir dini düşünceye sa-
hiptir. Buna göre değişen şartlar, metnin anlamı de-
Mâturîdi, şeriatteki herhangi bir hükmün varlık se-
ğiştirebilmekte; böylece “kutsal metin”, kesin inanç
bebinin ortadan kalkması veya süresinin sona er-
doğurabilecek güce ya da esrarengiz bir niteliğe sa-
mesi durumunda, beşeri müdahale ile yani içtihatla
hip bulunmamış olmaktadır.
bir hükmün sona erdirilebileceğini öne sürmektedir.
O, bilhassa Hz. Ömer’in içtihatlarını örnek göstere- Toplum ve vahiy arasındaki diyalektik bugünkü din
rek, hükmün uygulanmasına gerekçe oluşturan mas- anlayışımızda da muhafaza edilmelidir. Bunun için
lahatın yok olması sebebiyle hükmün de ortadan kal- elbette sağlam bir Kuran perspektifine ve toplum gö-
dırılabileceğini ifade etmektedir. rüşüne ihtiyaç bulunmaktadır. Kuran’ı anlamak ne
kadar önemli ise Kur’ân’ın ne olduğunu anlamak da
Aslında bu görüş Hanefi gelenekte bulunmaktadır.
o kadar önemlidir. Kur’an’ın varlıktaki yeri nedir? Bil-
Ebu Yusuf’tan menkul olan bir görüşe göre vahiy dö-
gisel değeri, normatif yapısı nedir? Bu yapı muhatap-
neminde, bir nas, mer’î olan âdete göre indirilmişse,
larını ne ölçüde yükümlü kılmaktadır? Bu problem
burada nassa değil örfe itibar edilir. Yani nas, indiği
çözüme kavuşturulmadığı sürece Kur’an metni üze-
zaman kesitinde mevcut olan örf veya âdetin hükmünü
rinde kısır ve asla netice alıcı olmadığı belli olan tar-
tespit ve takrir için inmişse, örf dikkate alınır ve ör-
tışmalar yine sürüp gidecektir.34
fün değişmesiyle hükmün de değişmesi icap eder.30
Yorum (tevil) faaliyetini dışlayarak literal bir metin
Mâturîdi, Tevbe suresi 60. ayette yer alan kalpleri İs-
tarafından yönetildiğimize inandığımızda katılığa-
lam’a ısındırılanlara zekât gelirlerinden pay vermeye
mahkum oluruz. Belli bir düşüncenin doğruluğu bir
Hz. Ömer’in kendi reyine göre son vermesini nesh şek-
kez kesinleştiğinde, zihin artık yeni şeyler üretmekte
linde değerlendirmekte ve bunu ‘içtihadinesh’ olarak
özgür değildir. İmâm Mâturîdî, Kur’an’ın anlaşılma-
isimlendirmektedir. (ve fi’l-ayeti delaletucevazi’n-neshi
sında tevilin çok önemli olduğu kanaatindedir. Ona
bi’l-içtihadi) Mâturîdi’nin buradan hareketle Kur’ân’ın göre tevil, herhangi bir otoriteye dayanmadan ayet-
özünden kopmadan sosyal realiteleri göz önüne ala- ten çıkarılabilecek anlamları ortaya koyabilmektir.
rak ayetlerin akılcı yorumlamalarını teşvik etmek is- Bu yüzden tevil, dinin anlam sunma işlevinin göre-
tediği söylenebilir. Zira ona göre artık burada ayetin celi hale getirilmesi faaliyeti olarak nitelendirilebilir.
iniş nedeni ile ilgili mana ortadan kalkmıştır. Müel- Çünkü tevil, insanın, ilahi metni kendi zaviyesinden
lefe-i kulûbazekattan pay vermenin bir anlamı yok- görmesidir. Burada,“kesinlik” söz konusu değildir.
tur. Bu durumda nesh söz konusu olabilir.31
Dini düşüncenin bugün yeniden ele alınmasında
Dini Metin ve Toplum toplum ve dini metin arasındaki bağlamın ve tevi-
Mâturîdî’nin asli epistemolojik kategorisi önce toplum lin muhafazası elzemdir. Hâlbuki dini modernizmle
sonra dini metindir. En azından dini metnin episte- birlikte toplumun rağmına kutsal kitabın lehine bir
molojik karakteri ile toplumsal olguyu birleştirme vurgu kendini göstermiştir. Toplum karşısında Kur’an.
eğilimi Mâturîdî din anlayışına hâkimdir. Nitekim Son dönem dini düşünce yenilikçileri, Muhammed

157
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Abduh gibi İslam modernistleri, toplumun bozulduğu dendiğinde şekillere bağlılık anlaşılmaktadır. Şekil-
düşüncesinden hareketle toplum aleyhine Kur’an le- lere bağlılık, dinin tükenmesi, dinin ruhunun budan-
hine bir vurguyu esas almışlardır. Onlara göre din ması anlamına gelmektedir. İnsan sonlunun içine ka-
bozulmuştur, Kur’an’a dönmek suretiyle ancak bo- panır ve dini burada arasa umutsuzluğa düşer. Din,
zulma önlenebilir.35 varlığın aşkın yanıyla olan ilişkidir. Dinin şeriat ile
İlk kaynaklara dönüş elbette olumlu yönleri ile ele özdeş görülmesi ya da onun şeriata indirgenmesi,
alınabilir. Ama metin merkezli bir düşünce funde- “şeriatçilerin” iddialarının tam aksine “dinin küçül-
mental düşüncedir. Çünkü literal okuma sahihlik tülmesi” anlamına gelmektedir. Lafzilik, bu küçül-
dayatmasını da beraberinde getirir. Bugün dışlamacı menin en son aşamasını temsil etmektedir. Çünkü
bir din dilimiz varsa, hakikati tekelimizde görüyor şeriatçılık, hakikate karşı, kutsala karşı tam bir ka-
ve bu yüzden insanlar üzerinde hak iddia ediyorsak, yıtsızlığı beraberinde getirmektedir. Bu yüzden bu
dini, insani yaşam alanlarını örten bir tür “düşünü- tür bir din anlayışı, dinle ilgili yüzeysel ve vasat fi-
lemezlikler” alanı olarak görüp, hakikat ve yasa ara- kir oluşturma durumu dolayısıyla din algısının çe-
sında bir “zor nozyonu” veya “sığ bir ahlakçılık” icat kilip daralması anlamına gelmektedir.
ediyorsak, bunun nedenlerinden biri, metin mer-
Şeriata karşı özlem geçmişi hakikat olarak görmek-
kezli okumadır.
tir. Schuon’un ifade ettiği gibi geçmiş özlemi özü iti-
Metin merkezli düşündüğümüzde rahatlıkla şunu bariyle anlamsızdır. Buna karşılık anlamlı olan şey,
söyleyebiliriz. Hiçbir ebedi çözümleme yoktur. Ya da “şu an”dan başka bir yere yerleştirilmesi imkânsız
dünyada hiçbir çözümleme ebediyyen geçerli değil- olan “kutsal” özlemidir37.
dir. “Benden sonra insanların en hayırlısı ashabım,
İmâm Mâturîdî’nin din şeriat ayrımından hareketle
sonra onları takip edenler, sonra onları takip eden-
dinin özgünlüğünü tevhit le ilgisini, maneviyatla,
lerdir. Sonra iş bozulacaktır” gibi rivayetler bize şunu
sonsuzlukla ilişkisini yeniden hatırlamak mümkün
göstermelidir: Bugün “mükemmel bir sistem” olarak
anılan İslam, çok kısa bir süre de bile bozulmaya engel olabilir. Çünkü Mâturîdî bu ayrımı ile dinde değişen
olamamıştır. İlahi tecelli bile üstünlüğünü kaybetme ile her zaman değişmeden kalan öz arasında, sonlu
tehlikesiyle karşı karşıya kalabiliyor. Transandantalle ile sonsuz arasında ikinciler lehine bir üstünlük ay-
yerelin uzlaştığı bir çözümleme söz konusu olmalı ve rımı yapmış olmaktadır.
nesiller evrensel saydıkları çözümü yeniden inşa et- Bugün insan merkezli bir din anlayışına sahip ol-
melidirler.36Üç asır geçmeden bozulma önleneme- madığımız gibi, Allah merkezli bir din anlayışımız
mişse İslam “mükemmel bir sistem” olamaz. Artık da bulunmamaktadır. Kalp gözü ile seyrediş, Allah’ı
yeni bir peygamberin gelmesi yani tarih dışı kutsal kalpte ve kalple hissetmek, kalbin şefkatle titremesi,
bir müdahale de yapılmayacaktır, bu, İslam’ın, in- Allah fikriyle ruhun şahlanışı, bir ruhi kuvvet kay-
sanların sorunlarını çözme sorumluluğunu üzerine nağı olarak Allah, din anlayışımızın özünde bulun-
almaması demektir. Geriye insanların kendi sorun- mamaktadır. Mehmet Akif Ersoy, belki bu yüzden
larını kendilerinin çözmesi dışında bir seçenek kal- “mabud olmadıktan sonra mabedin değerini sorgu-
mamaktadır. Artık tarihin sonu yoktur. lamış, Ömer Lütfi Mete “Allahsız Müslümanlıktan”
İmâm Mâturîdî, dini düşünceyivahyedilmiş metnin bahsetmiştir. Gerçekte kendi kendimize mevcudiye-
ve sünnetin lafızları çerçevesine hasretmemektedir. timizi de manevi hayatta buluruz. Allah kalbimizde
Bu bağlamda o, özel bir vahiy dilininbulunmadı- iken kâinatta daha fazla “var” oluruz.
ğını belirtmiş, Ebu Hanife’nin, ayetlerin tercümele- Din bugün manevi kuraklığın tehdidi altındadır. İn-
rini okuyarak ibadetin mümkün olduğu görüşünün
sanımız içsel boyutunu yitirmekte, zarafetin çekiciliği,
isabetliliğini teyit etmiştir. Arapçanın, Kur’an’ın asli
aşkın kutsallığı, mananın kıymeti kaybedilmektedir.
bir unsuru olarak görülmemesi, dilin çerçevesinin
Tüketimcilik, insanı da değerleri de tüketmektedir.
temsil ettiği örf, adet ya da belli bir topluma ait kül-
Din bir inanç, bir ibadet olarak yaşanmamakta, göste-
türün, dinin bölümü olmadığının ifade edilmesidir.
rişçi şekilde tüketilmektedir. Bu yüzden dini düşünce-
Din ve Maneviyat mizin merkezinde siyaset, şeriat, başörtüsü, kamusal
Bugün dinin içerden gelen tehlikelerinden biri, kut- alanda temsilve bunları meşrulaştıran bir güç olarak
sallık duygusunun kaybedilmiş olmasıdır. Dindarlık siyer, peygamber, sahabenin hayatı yer almaktadır.

158
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

İmâm Mâturîdî’ye göre ibadet, insanın kendini Al- derinliklerinde bulunan Bir’le ilişkisi sadedinde
lah’a adamasıdır. Bunun için ibadet olmaya en la- meydana gelmektedir.
yık fiiller, “kalbi fiillerdir”. Böyle bir görüş, “dışa- Bu görüşten hareketle İslam’ın şekli şartlarına de-
rıdaki dinin” yetkesinin artırılması yoluyla dinin,
ğil, ruhuna, özüne bakmayı şiar edinen, insanın bi-
insan özgürlüğüne karşı bir tehdit unsuru haline
lincinde ruhi kuvvet kaynağı olarak Allah fikrini
getirilmesini zorlaştırmaktadır. Din kalbe doğru
yükselişe geçiren böylece Allah ile daha hür ve daha
yönelen bir iç yolculuk denemesidir. Belki bundan
bireysel ilişkiyi esas alan bir dindarlık biçimi geliş-
dolayı İmâm Mâturîdî, “iman ve amel birdir” tezini
tirmek mümkündür.
reddetmiş, amelin imandan bir cüz olarak görül-
meyeceğini ifade etmiş, dinde asıl olanın tevhide İman amel birlikteliği, bedensel dini pratikleri dü-
iman olduğunu belirtmiştir. Böylece o, dinin bir zenleme yoluyla cemaat ilişkilerindeki sınırları pe-
tür zorlamalı davranış biçimi olarak sunulmasını kiştirme gayesine yönelik siyasal bir proje gibidir. Bu,
doğru bulmamıştır. Ona göre iman, hiçbir baskı ve mekâna, dinsel ritüellerle bağlı olma anlamını da ta-
zorlamanın mümkün olmadığı bir yerde bulunma- şımaktadır. İman amel ayrımında kalbi duyuş esas-
lıdır. O yer kalptir. tır. Aynı zamanda İman amel ayrımında bir arada
İman amel ayrımının bir sonucu da hiçbir cema- oluş, dinsel deneyim üzerine oturmamakta, daha
atin, cemaat olma bakımından birey üzerinde bir özgür, daha serbest bir hayat nizamı ve daha geniş
hakka sahip olmadığını kabul etmektir. İnsanın in- bir toplumsallık vadetmektedir. İman amel ayrımı,
sanlığını gerçekleştirebilmesi, kolektivite alanında Sennett’in deyimi ile söylenecek olursa, “şehir şefka-
müminler cemaatine dâhil olmakta değil kalbin ti”38ni esas alan bir düzenlemedir.

Dipnotlar
1 Ebu Mansur el-Mâturîdî, Kitabu’t-Tevhid Tercümesi, çev. Bekir Topaloğlu, Türkiye Diyanet Vakfı İslami Araştırmalar
Merkezi Yayınları, Ankara 2002, s. 239, 251.
2 Mâturîdî, Kitabu’t-Tevhid Tercümesi, s. 9.
3 Mâturîdî, Tevilatu’l-Kur’an, Haz. Ahmet Vanlıoğlu- Bekir Topaloğlu, Mizan Yayınları, İstanbul 2005, c. ll, s. 10.
4 Mâturîdî, Tevilat, c. XIV, s. 225-226.
5 Mâturîdî, Kitabu’t-Tevhid Tercümesi, s. 403.
6 Bkz. BrianKeeble, “Gelenek ve Birey”, Geleneğe İhanet, haz. Harry Oldmeadow, çev. Tahir Uluç, İnsan Yay., 2013, s. 66.
7 Yusuf Ziya Yörükan, Müslümalıktan Evvel Türk Dinleri; Şamanizm, notlarla yayına haz. Turhan Yörükan, Yol Yay., Ankara
2005, s. 125
8 Yusuf Ziya Yörükan, Ebu’l-FethŞehristani Milel ve Nihal Üzerine Karşılaştırmalı Bir İnceleme Mezhepler tetkikinde Usul,
yayına haz. Murat Memiş, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 2002, s. 198.
9 Bkz. A.S. Tritton, İslam Kelamı, çev. Mehmet Dağ, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yay., Ankara 1983, s. 174.
10 Bkz. JackGoody, Tarih Hırsızlığı, çev. Gül Çağalı Güven, Türkiye İş Bankası Yay., İstanbul 2012, s. 2-4.
11 Bkz. Samir Amin, Modernite, Demokrasi ve Din, çev. Fikret Başkaya, Özgür Üniversite Yay., Ankara 2006, s. 68.
12 Bkz. Amin, Modernite, Demokrasi ve Din, s. 28.
13 Mâturîdî, Kitabu’t-Tevhid Tercümesi, s. 192.
14 Bkz. UlrichRudolph, “Al-Mâturîdî’sConcept of God’sWisdom”, Büyük Türk Bilgini İmâm Mâturîdî ve Mâturîdîlik, Millet-
ler Arası tartışmalı İlmi Toplantı, M. Ü. İlahiyat vakfı Yay., İstanbul 2012, s. 45.
15 Allah’ın tekvin sıfatı ile ilgili ayrıntılı bilgi ve değerlendirme için bkz. Arif Yıldırım, Allah’ın Tekvin Sıfatı, Yayınlanmamış
Doktora Tezi, Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Erzurum 1995, s. 242-276.
16 Bkz. Fazlur Rahman, İslam’da İhya ve Reform, çev. FehrullahTerkan, Ankara Okulu Yay., Ankara 2006, s. 157.
17 Bkz. Mâturîdî, Kitabu’t-TevhidTercümesi, s. 174-175.
18 Bkz. Kalmahan Erjan, İmam-ı Mâturîdî’de Peygamberlik, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilim-
ler Enstitüsü, Ankara 2003, s. 8-13.
19 Mâturîdî, Kitabu’t-Tevhid Tercümesi, s. 179.
20 Mâturîdî, Kitabu’t-Tevhid Tercümesi, s. 172.
21 Mâturîdî, Tevilat, c. ll, s. 10.
22 Mâturîdî, Tevilat c. lV, s. 48.
23 Mehmet Zeki İşcan, “İslam Düşüncesinin Entelektüel Temellerinin Yeniden Yorumlanmasında Mâturîdî’nin Katkısı”,
EKEV Akademi Dergisi, yıl: 12, sayı: 34, 2008, s. 22.
24 Mâturîdî, Tevilat, c.XVl, s. 80.

159
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

25 Mâturîdî, Tevilat, c. l, s. 199.


26 Mâturîdî, Tevilat, c. III, 77.
27 Bkz. Necmettin Öztürk, Mâturîdî’nin Kelam Sisteminde Ehl-i Kitap Anlayışı, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Marma-
ra Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul 2010, s. 88.
28 Mâturîdî, Tevilat, c. l, s. 88.
29 Bkz. Hanifi Özcan, “Mâturîdî’ye Göre Din Şeriat Ayrımının Felsefi Temelleri, Büyük Türk Bilgini İmâm Mâturîdî ve
Mâturîdîlik, Milletler Arası tartışmalı İlmi Toplantı, M. Ü. İlahiyat vakfı Yay., İstanbul 2012, s. 138-140.
30 Bkz. Kamil Miras, Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi, (Müellif: ZeynuddinAhmed b.Ahmed b. Abdillatif
b. ez-Zebidi) Diyanet İşleri Başkanlığı Yay., Ankara, tsz, c. V, s. 118-119.
31 Mâturîdî, Tevilat, II, 421.
32 Mâturîdî, Tevilat, c. ll, s. 378.
33 Mâturîdî, Tevilat, c. V, s. 60.
34 Halis Albayrak, Kur’ân’ı Anlamak Kur’ân’ın Ne Olduğunu Anlamak”, I. Kur’an Haftası Kur’an Sempozyumu, (03-05 Şubat
1995) Fecr yay., Ankara, 1995, s. 166.
35 Bkz. Farhad Daftary, İslam’da Entelektüel Gelenekler, çev. Muhammed Şeviker, İnsan Yay., İstanbul 2012, s. 101-103.
36 Bkz. Turgut Cansaver, Kubbeyi Yere Koymamak, haz. Mustafa Armağan, Timaş Yay., İstanbul 2013, s. 16-26.
37 Bkz. Harry Oldmeadow, “Çağların İşaretleri ve Geleneğin Işığı”, Geleneğe İhanet, s. 25.
38 Bkz. Richard Sennett, Fleshand Stone, The Body and City in VesternCivilization, New York, Norton 1996, s. 370.

160
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Yrd. Doç. Dr. Halis Adnan ARSLANTAŞ


2011 yılına kadar İnönü Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Eğitim Fakültesi
ve İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler Bölümünde çalışan Halis Adnan
ARSLANTAŞ, 2011 yılından beri de Eskişehir Osmangazi Üniversitesi
Eğitim Fakültesi, İlköğretim Bölümü Sosyal Bilgiler Eğitimi Ana Bilim
Dalında çalışmaktadır. Sosyal Bilgiler Eğitimi Ana Bilim Dalı başkanı
ve İlk Öğretim Bölümü başkan yardımcılığı görevini yürütmektedir. Aynı
fakültede lisansta Sosyoloji, Eğitim Sosyolojisi, Sosyal Antropoloji, lisan-
süstünde de Eğitimin Sosyal ve Kültürel Temelleri, Sosyal Teori ve Eği-
tim, Yüksek Öğretim Sosyolojisi derslerini vermekte, din, küreselleşme,
ulus, ulusçuluk ve milliyetçilik konularına da özel ilgi duymaktadır. Er-
ciye üniversitesinde lisansını, İnönü Üniversitesinde de yüksek lisans ve
doktorasını tamamlamıştır. Evli ve üç çocuk babasıdır.

Çağdaş Zamanların
Çözümlemelerinde Bir Güç
Faktörü Olarak Mâturîdî
Giriş
Bu çalışmada Mâturîdî hakkındaki verili birtakım
yargılar desteklenmemiş veya sabitleştirilmiş görüş-
lere ideolojik renkler katılmamış, hatta bu tutum en
baştan reddedilmiştir. Ayrıca Mâturîdî’nin ne kişiliği,
ne kitaplarındaki görüşleri, ne Türk fikir hayatındaki
yeri ve bu yerin yönetimi, ne yaşadığı dönemin koşul-
ları, ne de eserlerinin edebi değeri üzerinde bu an-
lamda durulmamıştır. Bu çalışmada örtülü bilgiden
hareketle Mâturîdî düşüncesinin günümüz toplum-
sal yaşantısının temel konu, kavram ve problemle-
rinden birisi olan güç kavramına dair kazandırıcılığı-
nın olup olmadığının ortaya konulması ve böylelikle
Mâturîdî’ye yönelik düşüncelerin geliştirilmesine kü-
çük te olsa bir katkıda bulunulması amaçlanmıştır.
Ehl-i Sünnet kelâmını sistemleştiren imamlardan
biri Ebu Hasan el-Eş’arî ise diğeri de Ebu Mansur
el-Mâturîdî’dir. Bu nedenle Mâturîdî, olay, olgu, se-
bep ve sonuç açısından dünkü kültür dünyamız için

161
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

olduğu gibi bu günkü kültür dünyamız için de son kaçınılmazdır. Bunun için de bir güç faktörü olarak
derece önemli bir karakteristik özelliğe sahiptir. yorumlayabileceğimiz Mâturîdî’nin örtülü bilgisin-
Bu özellik sonucu itibariyle günümüzle ilişkilendiri- den faydalanmak gerekmektedir. Dolayısıyla kültü-
lebilecek bir kurgu biçimidir. Bu kurgunun anlaşı- rel bir miras olarak örneklerine İslam âleminin her
labilmesi için de mevcut faktörler arasındaki ilişkiyi bir köşesinde sıkça rastladığımız Mâturîdî gibi ör-
incelemek gerekmektedir. Bu sosyal realiteyi ortaya tülü bilgiye sahip kaynakları hem sosyolojik hem de
çıkarmanın yollarından birisidir. stratejik bir bakış açısıyla bir daha incelemek artık
bir zorunluluktur.
Böylelikle toplumun günümüzdeki organizasyon ve
kurumsallaşmasının şeması incelenmiş olur. Örne- Bilginin Güç’e Dönüşümü: Metodoloji
ğin Hanefi-Mâturîdîlik ile Şafii-Eş’arilik arasındaki Günümüz dünyasında din içerikli konular olarak ele
teolojik tartışmalar, bugünün Müslüman toplumla- alınırken sadece teolojik değil, aynı zamanda sosyolo-
rının sosyolojik yapısını deşifre edebilme özelliğine jik olarak ta ele alınmalı, bunun tersini yapmak “an-
sahiptir. İslam tarihinin ilk üç-dört asrı, hatta yaşa- lam”ın önündeki en büyük engel olarak görülmeli-
dığımız şu günler, bu anlamda önemli bir örnektir. dir. Çünkü bilimsel olaylar incelenirken yaygın olarak
Bu örneği çözümleyebilmek için güç kavramının an- birisi görünen diğeri de görünenlerin arkasında olan
lamına göz atmak yeterlidir. şeklinde iki ayrı hareket noktası seçilmektedir. Birin-
cisinde “görünen” alan hareket noktasıdır. Bu poziti-
Güç kavramının sosyolojideki anlamı Weber’e göre
vist bir tavırdır. Zira pozitivizm ancak görünenlerin
Sosyal ilişkiler içindeki bir aktörün direnmelere rağ-
arkasındaki düzenli ilişkileri gözlemleyebileceğimizi,
men kendi isteklerini (iradesini) uygulayabilecek bir
görünenlerin arkasında bir başka gerçeklik varsa bile
konumda bulunma olasılığıdır. Bu olasılığın dayan-
gözlemleyemediğimiz sürece o gerçekliği bilimsel in-
dığı temeller önemli değildir. Gibbs’e göre kavramsal
celemenin dışında bırakmamız gerektiğini ileri sürer.
bir bataktır (Gibbs 1990: 10). Siyaset biliminde Kin-
dermann’a göre de ilkesel olarak genellikle kaçınıl- İkinci hareket noktası pozitivizmin tam tersidir. Bu
maz ve çeşitli formlarda vuku bulan bir hayatta kalma sefer görüntülerin görüntülerinin altında yatan bir
ve savunma veya saldırı yönelimli bir kendi kendini takım yapı ve mekanizmaların bir tezahürü olarak
gerçekleştirme aracıdır (Gottfried-Karl Kindermann meydana geldiği ileri sürülür. Bu yaklaşıma göre gö-
1991: 19, Akt. Çaman 2006: 46-48). rüntüler her zaman doğruyu ifade etmeyebilir. Bu
nedenle araştırılması gereken şey işte bu altta yatan
Çıkar kavramını güç kavramından ayrı olarak ele al-
gerçekliktir. Bu da realist bir tavırdır (Çelebi 2001:
mak mümkün değildir. Güç de çıkarlar bağlamında
45). Bu iki yaklaşım farklılığı arasında Mâturîdî’nin
uluslararası aksiyon sistemlerinin davranışlarında
çok önemli bir yeri vardır. Çünkü o dini ve ona bağlı
önemli role sahiptir. Çıkarların oluşmasında reel ya
günlük bilginin sosyal yapılanması konularında araş-
da potansiyel güç durumu ile aksiyon sistemleri ara-
tırmalar yaparken hem akılcı geleneği oluşturan di-
sındaki güç ilişkisi belirleyicidir. Güç kavramı po-
rayet tefsir geleneği içinde yer almış (Özdeş 2003:
litik, ekonomik, askeri ve ideolojik bağlamlarda ele
244-246) hem de İslam düşüncesinde anlam bilim ve
alınabilir ve aslında tüm bu bağlamlarda ortaya çı-
yorum bilme kapı aralamıştır (Kutlu 2003: 9). Örne-
kan ve şekillenen bir toplamdır (Çaman 2006: 46-48)
ğin Mâturîdî’ye göre işitilen her ayetin zahirine göre
Çağımızın acımasız rekabet koşulları altında kalıcı itikat olunmaz, onun hikmet yönüne de bakılmalı-
güçler elde etmemiz her geçen gün biraz daha zorlaş- dır (Koçoğlu 2005: 11-13). Görüldüğü gibi Mâturîdî,
maktadır. Birçok yeni düşünce gücünün doğduğu ve İslam inancının bir kısmını akıl yoluyla ortaya ko-
onların iddialı ürünlerinin hızla boy gösterdiği gü- nan kat’i delillerle ele almış ve diğer bir kısmını “ha-
nümüz dünyasında bir rekabet avantajı oluşturabil- ber”le elde edilen delillerle ilişkilendirmiştir. Yani bir
mek, hem birey hem de kurumsal yapıya has bilgi realite ve bir görüntü ayrımı yaparak ancak pozitivist
dizisine sahip olabilmek uzak geleceği görebilmemiz olmadan realiteyi görüntüden ayırmıştır. Bu özellik
adına ayrı bir anlama sahiptir. Bu bağlamda kültürel Mevlana için de geçerlidir (Çelebi 2001: 45 vd.). Kı-
değerlerimizin farkına varabilmek ve bunları zama- saca “görüntü ve realiteye birbirini nakzedici değil,
nın anlayış, algılayış ve olanaklarıyla sentezleyerek birbirini açıklayıcı roller vermiş ve böylelikle aklın
yeniden yansıtabilmek, taklidi ve transferi son derece egemen (İzmirli 1339/1341: 17-22) ve tarafsız bir hâ-
güç olan rekabet üstünlüklerinin kurulabilmesi için kim olabilmesini sağlayan uzlaştırıcı idari kurallar”

162
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

oluşturmuştur. Bunu biraz daha derinlemesine bir ilişkilendirmiştir (Kutlu 2003: 30-31). Mâturîdî’nin bu
analizle şöyle açıklayabiliriz. Mâturîdî dönemine göre yaklaşımı ona hem görüneni, hem de anlam ve yo-
kendisini orjinalleştiren bir sistematik metot kullan- rum bilimi birlikte kullandığı için bir rehber ve dü-
mıştır (Özdeş 2003: 244). Te’vilat’ül-kur’an isimli ese- şünce haritası olma özelliği yüklediği gibi onun ör-
rinin başında tefsir ve te’vil arasında bir ayrım yap- tülü bilgi sahibi olmasını da sağlamıştır.
mış ve bu iki kavrama kendisinden önce yüklenmeyen Postmodern Zamanların İdeolojik Çözüm
anlamalar yüklemiştir. Örneğin tefsir’i Allah’ın mak- Arayışında Mâturîdîlik
sadının ne olduğu konusunda kesin bir fikir beyan
Doksanlı yılların sonlarından itibaren Türk düşünce
etmek, te’vil’i ise kesin hüküm vermeksizin muhte-
hayatında Mâturîdi ve Mâturîdîlik toplumsal ve si-
mel olanlardan sadece birisini tercih etmek olarak
yasal görüşlerin kurucu unsuru olarak yeniden kur-
tanımlamıştır (Kutlu 2003: 24-25). Bu Mâturîdî’nin
gulanmaya çalışılmıştır. Çünkü kimilerine göre Şâ-
görüntü ve realiteye bir birlerini nakzedici değil bir
fiî-Eş’arî ekolün baskınlığı içselleştirilen bir ‘kültür
birlerini açıklayıcı bir rol verişi olarak yorumlanabi-
koduna’ dönüşmüş ve bu dönüşüm bu günkü top-
lir. Burada dikkat edilmesi gereken şey Mâturîdî’nin
lumumuzun sosyolojik açmazlarının temelini oluş-
bilgi kaynakları arasında ilham, kalbe doğma (keşf)
turmuştur. Bu sosyolojik açmazlardan kurtulmanın
ve sezgiyi mutlak bilgi olarak görmemesi ve bunları
yolu Sünni İslam düşüncesinde son bin yıldır hâkim
bilgi kaynağı olarak kabul edenleri şiddetle eleştirdi-
olan Eş’arî’nin yerine önümüzdeki bin yılda Mâturî-
ğinin bilinmesidir (el-Mâturîdî 2003: 11).
di’yi koymaktan geçmektedir. Hatta bu bir hayat me-
Aklı, bilgiye ulaşmada araç olarak gören Mâturîdî’ye mat meselesidir. Toplumsal-siyasal görüşlerin teolojik
göre bilgiye ulaşmanın çeşitli yolları vardır. Bunlar: yeniden inşasının zemini Mâturîdî’ye göre inşa edil-
haber (nakil), duyuların bilgisi ve akıl yürütmedir. melidir. Çünkü Mâturîdi, toplumun din konusunda
Akıl bilgiye ulaşmada çok önemli olmasına rağmen, bireye baskı yapmasını kabul etmez. Bu nedenle onun
gücü mutlak ve sınırsız değildir. Çünkü akıl ilk etapta teolojisi tümüyle demokratik ve laik bir topluma uyar.
duyu organlarının vereceği bilgilere muhtaçtır. Tefek-
Mâturîdî’nin din siyaset ayrımı konusundaki görü-
kürü sınırlayan kötü düşünceler insanların duyu or-
şünü Nesefî, Tabsiratu’l-Edille adlı eserinde ‘İmam-
ganlarını ve akıllarını sağlıklı kullanmalarını engeller.
lar Kureyşten’dir’ rivayeti çerçevesinde vermektedir.
Bu anlamda Mâturîdî insanın inanç ve duygu dün-
Nesefî bu konuyu Maturîdî’nin Makalat adlı eserin-
yasını ifade eden “kalb” kavramıyla akıl arasında da
den aktarmaktadır. Alıntıya göre Maturîdî’nin ko-
bir ilişki kurmuştur. Ona göre, kalp kötü düşünce-
nuyla ilgili görüşleri şöyledir: imamet melikliğe ait
lerden temizlenmiş akıldan kinayedir (Özdeş 2003:
siyasi bir iştir. Siyaset meliklerin elindedir. Din ise
246). Gerekli şartları taşıdıkları sürece, bu üç yoldan
nebilerin elindedir. Kur’an’da da nübüvvet ve me-
birisiyle veya üçüyle birlikte elde edilen bilgi, kesin
likliğin tek bir kişide toplanmadığı ifade edilmiştir.
bilgi olup inkârı imkânsızdır. Bu bilgi araçlarının,
(Aktan 2004: Akt. İşcan: 2-48).
her birinin kendine ait ayrı bir nesne grubu vardır.
Bununla birlikte, bazen aynı nesne grubu, iki farklı Postmodern Zamanların Ekonomik Çözüm
bilgi kaynağının konusu da olabilir. Örneğin “ıyan ve Arayışında Mâturîdîlik
havas” kavramları “duyu”lara karşılık olarak kulla- Mâturîdî sadece dini ve ideolojik yorum dünyasında
nılmışsa da “ıyan”, “havas”tan daha geniş bir içeriğe aranması gereken bir kişilik olarak karşımızda dur-
sahiptir. Havas sadece beş duyuya karşılık kullanı- mamaktadır. O aynı zamanda bilgi ve gücü tem-
lırken, “ıyan” hem insanlardaki beş duyu, iç duyu ve sil eden ekonomik faktör ışığında da değerlendiri-
iç gözlemi hem de hayvanların duyu ve içgüdülerini lebilecek olay, olgu, sebep veya sonuçlara sahip bir
ifade eden kavram olarak anlamlandırmıştır. kurgu gücüne sahiptir. Bu kurgu gücünde yer alan
Mâturîdî bilgi kuramını Kur’an’daki “siz, hiçbir şey zihniyet analizlerini dikkate aldığımızda Mâturîdî-
bilmezken Allah, sizi analarınızın karnından çıkardı; liğin günümüz Müslüman toplumlarının güç yapı-
şükredesiniz diye size kulaklar, gözler ve kalpler verdi” sının durumunu deşifre edebilecek içeriğe sahip ol-
ayetinden sentezlemiştir. Kitabu’t-tevhid’deki açıkla- duğunu söyleyebiliriz.
malarından nesnelerin bilgisini elde etmeye yarayan Şöyle ki bir toplumun sosyal ve kültürel yapısının
görmeyi duyulara, işitmeyi habere, kalbi akla, ha- dini değerlerden ve inanç sistemlerinden etkilen-
berle ilgili bilginin doğruluğunu da işitme duyusuyla diğini ortaya koyabilmenin yollarından bir tanesi

163
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Avrupa iktisadı için Protestanlık, Anadolu Türkleri kalkınma ile kuvvetli ilişkisi olan sosyal sermayenin
için de Eş’arî ve Mâturîdîliktir. Eş’arî ve Mâturîdîliği dini inançlarla olan kuvvetli ilişkisi de yadsınamaz.
iktisadi kalkınmanın dinamiklerinde aramak de- Bir toplumda sosyal sermaye kaybına dayalı güven
mek finansal ve kültürel yapıya ek olarak dinde de düzeyinin azalması o toplumda gönüllülük esasına
incelemeler yapmak demektir. Çünkü bir toplumun dayalı sosyal ve dini faaliyetlerin de azalmasına yol
kalkınma programı oluşturulurken o toplumun sa- açmaktadır (Bourdieu 1998, Akt. Karagül ve Açık-
hip olduğu maddi faktörleri gibi sosyal ve beşeri ya- göz: 472-73).
pısı da dikkate alınmalıdır. Bunun nedeni beşeri ve Sosyal Sermayenin İnşa Temeli; Bilgi ve Kültürel
sosyal değerlerle ekonomik kalkınma arasında teo- Bir Miras Olarak Örtülü Bilgi
rik ve tarihsel bir bağ olduğu gerçeğinde aranmalıdır.
Bilgi
Bu durum dini inanç ile ekonomik davranış arasın-
daki ilişkinin bilincinde olan Max Weber’in dikkatini Bilgi üretimine etki eden faktör bilginin etkin kulla-
çekmiştir. Kısaca, iktisat teorisi çerçevesinde kültür ve nımıdır. Bilgi rekabette üstünlük sağlayan ve önemi
din bağlamındaki çalışmalarda dinin, insan davranış- gittikçe artan kurumsal ve stratejik bir kaynaktır. Bu
larını etkilemede sahip olduğu gücün, dolaylı olarak nedenle 21. yüzyılın en önemli iki kavramından biri
insanların ekonomik davranışlarını da etkilediği ve teknoloji ise diğeri de teknolojinin kendisine hayat
buna bağlı olarak din ve iktisadi kalkınma arasında bağıyla bağlı olduğu bilgidir. Çünkü bilgi, kurumlar
kuvvetli bir nedensellik olduğu sonucuna ulaşılmış- için sermaye kadar önemli bir üretim faktörü, tek-
tır (Bottomore 1977: Akt. Karagül ve Açıkgöz: 472). noloji için de tamamlayıcıdır. Bu özellik bilgiyi geç-
mişten günümüze sayısız teori ya da ampirik çalış-
Günümüzde beşeri ve sosyal alana sahip olan şeyler
manın en önemli konusu yapmıştır.
de artık sermaye kavramıyla birlikte ifade edilir ol-
muş ve sermaye kavramının anlam hinterlandı daha Günümüzde bilgi görünmez varlıklar ya da değer
fazla geliştirilmiştir. Örneğin finansal sermaye deni- zinciri gibi yaklaşımların tek temel bileşeni olmak-
lince maddi unsurlar kast edilirken, beşeri sermaye tan çıkmış, özellikle bilgi teknolojilerinde ortak bir
denilince bilgi, beceri ve beyin gücünün üretimi art- payda haline gelmiştir. Bu nedenle çağımız bilgi çağı,
tırıcı etkisi, sosyal sermaye denilince de insani de- toplumumuz bilgi toplumu, insanımız da bilgi çalı-
ğerler ve davranış şekilleri ile güven düzeyinin kas- şanı olarak adlandırılmıştır.
tedildiği yaygın olarak bilinmektedir. Yani ekonomi Geçmişten günümüze tüm dinlerin, felsefenin ve po-
denilince belki de akla gelen ilk kavramlardan birisi zitif bilimlerin yakından ilgilendiği bir kavram olan
olan sermaye kavramı modern zamanlarda artık sa- bilginin tanımına yönelik farklı yaklaşımlar söz ko-
dece maddi unsurlar ve mali imkânlarla bir tutul- nusudur. (Özdemir 2008: 61). Gürak’a (2005) göre
mamaktadır. Artık sermayenin ifade ettiği anlamın bilgi, bir olgu hakkında bir şeyler bilmenin ötesinde,
içine üretime olumlu anlamda katkı sağlayan maddi olgunun bilişsel bir süreçten geçirilerek yargıya dö-
ve manevi tüm unsurlar katılmaktadır. nüşmesini sağlayan öznel bir süreçtir. Barutçugil’e
Bu dile getirilen sermaye türleri içinde sosyal ser- göre ise bilgi, düşünceler, öngörüler, sezgiler, fikirler,
maye, diğer sermaye türlerine göre ülke menfaati alınan dersler, uygulamalar ve yaşanan deneyimlerin
için daha verimli bir şekilde kullanılma imkânına bütünüdür (Barutçugil 2002: 340). Bu bütünün yapı-
sahiptir. Çünkü sosyolojik yapı, kültürel değerler ve lanma sürecinde veri ve enformasyon kavramlarının
bu değerlerin oluşumunda etken olan dini inançlar, önemli bir etkisi söz konusudur. Örneğin veri, çeşitli
sosyal sermayenin birikimine katkı yapmakta, bu sembol, harf, rakam veya işaretlerle temsil edilen yo-
da ekonomik kalkınmayı pozitif yönde tetiklemek- rumlanmamış gözlemlere dayanır. Enformasyon ise
tedir. İnsanlarının birbirlerine “güven” derecesi yük- verilerin karar alma sürecine destek sunacak şekilde
sek olan toplumlarda fedakârlık ve paylaşım gibi sos- anlamlandırılmasıdır. Enformasyon, veriden daha ge-
yal sorumlulukların düzeyi artmakta, toplumun her niş bir içeriğe sahip olan yazlı, sözlü veya görsel bir
türlü yaşam maliyeti buna paralel olarak düşmekte mesaj niteliğidir. Örneğin buğday, tek başına hiçbir
ve insanlar daha fazla çalışarak gelecek için yatırım şey ifade etmeyen bir simge veya sembol olarak gö-
yapmaya daha istekli olabilmektedir. Bu bağlamda rülmektedir. Çünkü yapısı itibariyle sert, tadı olma-
sosyal sermayenin iktisadi büyüme ile olan pozitif iliş- yan bir nesnedir ve bu haliyle pek bir anlam ifade et-
kisi çeşitli çalışmalarla ortaya konulmuştur. İktisadi memektedir. Ama buğday, öğütüldüğünde karşımıza

164
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

bir enformasyon, yani un olarak çıkmaktadır. Enfor- Küreselleşme sürecini tüm derinliklerine kadar yaşa-
masyon halinde olan un, buğdaya göre daha geniş bir dığımız tarihin bu günleri, düşünce ve eylemlere ko-
anlam içermektedir. Ancak bu haliyle de insan ihti- layca çevrilemeyen örtülü bilgiyi çözümleyen ve kul-
yaçlarına tam olarak cevap verir durumda değildir. lanabilen toplumların stratejik üstünlük kazandığı bir
Bundan sonraki aşama ise, unun makarnaya dönüş- dönemidir. Çağdaş toplumların örtülü bilgi çözüm-
türülmesidir. Daha açık bir ifadeyle, unun insan ih- lemeleri ve o örtülü bilgiyi somutlaştırmaları onlara
tiyaçları ve damak tadı için cazip hale getirilmesidir. rekabet avantajı yaratacak bir güç vermiştir. Bu güç
Akıl ise, bilginin özümsenmesi, sindirilmesi yanında canlı ve enerjik bir kültürün yine ancak yaşayarak ve
bilginin faydalı kullanılma sürecini göstermektedir. yaşatarak ayakta kalabileceğini, diğer nesillere bu şe-
Bu yönüyle akıl, bilginin hangi amaçla kullanılaca- kilde aktarılabileceğini de gösterir.
ğının bilinmesi anlamına gelmektedir. Akıl, bilgi sü- Örtülü bilgi deneyime dayalıdır. Çünkü örtülü bilgi
recine yön veren ve ona kılavuzluk eden bir kaynak “ne”yi değil “nasıl”ı (knowing-how) bilmektir (Doğan:
niteliğindedir. Onu gerektiği gibi kullanamayan bi- 3). Bu açıdan ulaşılan sonuç belge üzerinde ifade edi-
rey, mevcut bilgiden de tam olarak yararlanamaya- len ilke ya da prensip kadar, onu çözümleyecek uz-
caktır. Örneğin makarna bilgi ise, bu onu her an her manın bireysel tecrübesine yansıyan birikiminden de
şekilde kullanmak anlamına gelmeyecektir. Önemli beslenmektedir. Uzman deneyimi kaliteye gidişin ad-
olan onu gerektiği kadar kullanabilmek, hatta zorunlu resi, test ve kontrolün şifresidir. Bu sempozyum işte
durumlarda ondan fedakârlık yapıp, diyet uygulaya- tam olarak böyle bir şeydir. Özetle hem örtülü bilgi-
bilmektir. Kısaca akıl, bilgiyi doğru kullanabilmenin nin algılanabilmesi, hem de sahip olduğumuz nice ör-
ön koşuludur (Barutçugil: 340-41). tülü bilgi kaynaklarının keşfedilmesi ve uluslararası
Örtülü Bilgi akademiye yansıtılabilmesi açısından güzel bir örnek,
önemli bir kaynak özelliği taşımaktadır.
Mâturîdî uzmanları birazdan dile getirilecek olan
örtülü bilgi ile ilgili tüm özelliklerin bizzat Mâturîdî Örtülü bilgi usta-çırak ilişkisi yoluyla elde edilir ve
bilgi potansiyelinde bulunduğunu kolayca görebilir- yayılır. Bu tür bilgi ve becerilerin paylaşımı, kendisi
ler. Örtülü bilgi bireysel bilgi potansiyelinin görün- ve düşünceleri rehber alınacak bir önder ve bu ön-
meyen kısmına, yani, deneyime dayanır. Tecrübe, ey- dere sabır ve sadakatle bağlanacak öğrenciler gerek-
lem veya davranışla açığa çıkmaktadır. Örtülü bilgi tirir. Tarihi geçmişi çok eskilere dayanan sayısız kül-
kelime ve sembollere kolayca yansıtılabilen açık bil- türel zenginliğe model oluşturan bu geleneğin önemi
gilerin de dayanak noktasıdır. Ya da şöyle açıklamaya ve etkisi günümüzde hoca –öğrenci ilişkisine dayanan
çalışalım; bir şeyin sembolize edilmesi güç ise, uygu- bilimsel bir faaliyet ve kültürel bir zenginlik olmak-
lamalı olup deneyimle öğrenilebiliyorsa, bireye özgü tan öte, daha çok ekonomik kaygıya sahip yönetim
olmasıyla birlikte sonuçları, kalite, güvenilirlik, sü- ve işletmecilik anlayışı içerisinde devam etmektedir.
Unutulmamalıdır ki sadece iş ve ticaret değil, bilim
reklilik ve üretim maliyeti gibi değişik ölçütler açı-
ve sanat alanındaki birçok kültürel zenginlik te bu
sından sınanabiliyor ve kontrol edilebiliyorsa o şey
gelenekle, yani usta çırak ilişkisiyle bugünlere kadar
örtülü bilgidir (Koskinen 2000: 41-42, Akt. Doğan:
aktarılabilmiştir.
2). Dolayısıyla bu bilgi türü bir anda kazanılmadığı
gibi, anında aktarılıp paylaşılamaz. Buna göre bir an- Örtülü bilgi rakiplerce kolay kolay görülemez. Bu ne-
latıyı dinleyerek ya da bir kitaptan okuyarak öğre- denle çözümlenmesi ya da taklit edilebilmesi de güç-
nilen ve diğer bireylere kolayca aktarılabilen bilgiler tür. Ya da şöyle söyleyelim örtülü bilginin sonuçları
açık bilgi olarak nitelendirilirken, daha çok yaşana- ve etkisi görülse de ona sahip olmak ve ona yön vere-
rak ve denenerek öğrenilen ve bir şekilde kelimelere mek pek kolay değildir. Alan araştırmaları bu nedenle
dökülmesinde zorluk çekilen bilgiler örtülü bilgi ola- önemlidir. Ya da yurt dışında kendi kültürünüzle il-
rak isimlendirilmektedir. Örtülü bilgi oldukça kişi- gili yapılan çalışmalar yine bu nedenle çok kıymetlidir.
sel ve özgül bağlamlı bir yapıya sahiptir. Deneyim Örtülü bilgiye sahip olabilmek ve ona yön verebil-
sonucu biçimlenen profesyonel bir yetenek, ustalık mek için önce ışık saçabilmek, etrafı aydınlatabil-
veya kavrayıştır. Çevresel, kültürel, yöresel ve tarihi mek ve başkalarına rehber olabilmek gerekmekte-
olmak üzere farklı şekillerde de karşımıza çıktığı için dir. Bunun için de uzun süreli bir deneyim ve sabır
rekabetin özü, avantajın temeli, üstünlüğün kaynağı- süreci içerisinde pişmek ve olgunlaşmak gerekir. Sa-
dır (Bolat 2009: 340). hip olmak istenilen örtülü bilgi, kökleri yüzlerce yıl

165
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

ötelere giden bir birikim ise bunu özümseyebilmek, Kültürün insanidir ve aktarılabilme özelliği vardır.
hazmedebilmek, kolayca taklit edebilmek hiç te kolay Bir toplumun tarihsel süreç içinde ürettiği ve kuşak-
değildir (Grant 1991: 125-128, Akt. Doğan: 4; Bolat: tan kuşağa aktardığı her türlü maddi ve manevi özel-
352). Bu zorluğu aşarak örtülü bilginin birikim sto- liklerin bütününe kültür denir. Kültür, bir toplumun
kuna dayalı rekabet avantajı elde etmek ve buna yeni kimliğini oluşturur, onu diğer toplumlardan farklı kı-
değerler katabilmek bu stokun üst düzey değerlerine lar. Kültür, toplumun yaşayış ve düşünüş tarzıdır. Bu
sahip olmakla kolaylaşır. Bu kolaylık rakiplere karşı tarz, genel olarak iki öğeden oluşur: a) maddi kültür
daha büyük bir güç elde ediş anlamına gelmektedir. öğeleri: binalar, her türlü araç-gereç, giysiler vb. b) ma-
Örtülü bilgi oluşurken de gelişirken de merkezinde nevi kültür öğeleri: din/inançlar, gelenekler, normlar,
daima birey ve çevresi vardır. Birey çevresinden al- düşünce biçimleri vb.
mış olduğu girdileri kendi beceri ve düşünce dün- Başlangıcı insanlık tarihi kadar eskilere uzanan din,
yasında yeniden şekillendirir. Bu şekillendirme ne- tarihin her döneminde bireyleri ve toplumları etki-
ticesinde ruh ve düşünce yapısından çevresine bilgi leyen en önemli faktörlerden birisidir. Öyle ki, tarih-
saçar. Örtülü bilginin hayat bulduğu bu derya çev- sel süreçte dinsiz bir topluma rastlanmamıştır. İn-
resine sunduğu imkânlar arttıkça daha da zengin- sanlık tarihinde bu derece önemli bir konuma sahip
leşir, derinleşir. Dolayısıyla bireye ve kurumlara dü- olan dinin toplumsal hayatta meydana getirdiği et-
şen görev, bu deryaya katkılar yapabilmenin yanında kiler, günümüzde Din sosyolojisinin esas konusunu
bunların dışa vurumuna olanak sağlayacak yapılar teşkil etmektedir. Din Sosyolojisi çalışmaları, din ile
oluşturmaktır. toplum arasındaki ilişkilerin karşılıklı etkileşim ha-
Örtülü Bilgi ile ilgili kavramlar Din ve Kültür linde olduğunu ortaya koymuştur. Bu sunumun or-
taya koymaya çalıştığı şey bu etkileşimin sonucunu
Örtülü bilgiye sahip birisinin bilgi kazanım sürecini göstermektir.
bilimsel analiz ve testlerle ölçümleyebilmek ya da kı-
yaslayabilmek pek mümkün değildir. Ancak bu du- Söz konu etkileşimin en yoğun göründüğü alan kül-
rum örtülü bilgi türünün objektif test ve kontrollere türdür. Kültürün maddi ve manevi öğeleri arasında
imkân tanımadığı anlamına gelmemektedir. Birçok sürekli bir etkileşim vardır. Birinde meydana gelen
insanın hep aynı ustayı tercih etmesindeki en önemli bir değişim diğerini de etkiler. Her toplumun ken-
etken budur (Doğan 2004: 90). dine özgü bir kültürü olması nedeniyle kültür gö-
relidir. İnsanlar hem kültürü oluştururlar hem de
Kurumsal bilgi bireysel bilgiye, bireysel bilgi de ku- kültürden etkilenirler. Kültür durağan değildir. Za-
rumsal bilgiye dönüşebilmektedir. Bu bir döngü ola- man içinde değişir. Maddi öğeler daha hızlı değişir.
rak varlığını daima korur. Bu nedenle de örtülü bilgi- Ayrıca her toplumda kültürel değişim hızı birbirin-
nin dışa vurumu mümkündür. Ancak bu bilgi türünü den farklıdır.
somutlaştıran araçlar belirlenirken çok dikkat edil-
melidir. Örtülü bilgi kaynaklarının belirlenmesinde, Birey davranışlarını yönlendirerek toplumsal düzeni
kültürel, tarihi, fizik ve manevi-dini inanış gibi birçok sağlar. Topluma kimlik kazandırır. Toplumu diğer
etken önemlidir. Çünkü bu kavramlar sadece belli bir toplumlardan farklı kılar. Toplumsal dayanışma ve
toplumsal yapıya ya da bir davranış kalıbına ait de- birlik duygusu, kısaca, “biz bilinci” verir. Toplum-
ğildir. Hayatın bütün ilişkilerine kendilerince yansı- sal kişiliğin oluşmasını ve sosyalleşmeyi sağlayan da
yan bir davranışlar ya da inanışlar bütünüdür. Bun- kültürdür. Bu kültürün işleyişidir. Yani kültür böyle
lar insanı toplumsal bir varlık haline getirmiştir. Bu işler. İnsanlar farklı toplumlarda yaşasalar da ya da
nedenle söz konusu bu kavramları sürekli olarak in- farklı biyolojik yapılara sahip olsalar da birbirlerine
sanla birlikte düşünmek gerekmektedir. benzerler. Ancak, inanç, düşünce, tutum ve olayları
algılayış tarzı farklıdır. Bunun nedeni kültürel yapı-
Kültür dır. Çünkü bireyler, kültürü içinde yaşadıkları top-
Kültür, maddi unsurların yanı sıra manevi unsurları lumun sosyalleştiriciliğiyle kazanırlar. Sosyalizasyon:
da içine alan hem maddi hem de manevi bir bütün- bireyin içine doğduğu kültürel ortamının özellik-
dür. Bir yaşam biçimidir. Hayatı anlamlandırmanın lerinden, ana-babasından, yakınlarından, arkadaş-
kodları onda saklıdır. Bu nedenle bir yöredeki me- larından, okuldan, sokaktan ve iş ortamından öğ-
deniyetin ve yaşam kodlarının temelini kültür, kül- renilir. Birey sosyalleşme süreciyle içinde yaşadığı
türün temelini ise, insan düşüncesi oluşturmaktadır. toplumun bir üyesi olur. Olayları algılayış tarzından

166
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

giyim tarzına, düşünüş tarzından davranış biçimine Örtülü bilgiyi uluslararası rekabette öne çıkaran kav-
kadar her konu bu süreç ve kültürden etkilenir. Bu ram küreselleşmedir. Küreselleşme, sosyal ve kültü-
genel bir benzeyiştir. rel düzenlemelerle coğrafi sınırların ortadan kaldıran
Kültür, insan gereksinimleri çerçevesinde gelişir. Top- bir süreçtir. İnsanlar ya da toplumlar benzer şekilde
lumun kültürel aktarımı nesiller boyu devam ettiği düşünebilirler. İnsanların ya da toplumların sır dolu
için canlılık, akıcılık ve etkinlik elbette var olacaktır. incelikleri, mutluluk ve başarıları, farklı olabilmeleri
Bir topluma kalıcılık kazandıran şey fiziki öğeler de- ve bu farklılığı sunabilmelerinde saklıdır. Söz konusu
ğil, düşünsel yeteneklerdir. Düşünsel yetenekler zen- bu farklılığın çekici özellikleri vardır. Çünkü hangi
ginleştikçe fiziki kültür şekillenir ve gelişir. Günü- kimlikte olursa olsun bireye ve topluma özgü bilgi ve
müzde fiziki öğelerin kopyalanması oldukça kolaydır. beceri birikimleri benzerlikler ve taklitler arttıkça o
Ancak beceri ve yetenek kişi ya da bölgeye özgüdür. kimlik daha çok değer kazanmaktadır. Temel sorun
Çünkü maharet, sarf edilen emek ve duygu, üretim örtülü bilginin değerlerini herhangi bir rekabet sü-
unsurlarına sirayet eder. Üstünlük yapılan işe ruhu, recinde uygulama ya da yansıtma güç ve becerisine
becerileri ve işlevselliği katmakla ortaya çıkar. Kül- sahip olmak ya da olmamaktır.
tür, insanla ortaya çıkan ve yaşayışla biçimlenen bir Küreselleşme süreci bir homojenleşme sürecidir. Kü-
şeydir. Farklı toplumlarda farklı özellikler sergilediği reselleşme süreci dünyada tek bir pazar yapısı oluş-
için yaşayış biçimini, tarihi, insana ait unsurları, bo- turmaya çalışmaktadır. Bu pazar yapısına göre bireye
zulmamışlığı ve her şeyden önemlisi “özel olanı” yan- özgü istek ve beklentiler genel anlamda geri plana itil-
sıtır. Manevi kültürün örtülü bilgiyle kesiştiği nokta mekte, verimlilik ve etkililik bu pazar yapısına göre
burasıdır. Ekonomik, sosyal ve politik yapılar kültür belirlenmektedir. Ancak bu pazar anlayışı, yaşamı
ve teknolojik gelişmelere kendi özelliklerince cevap- ve çalışma hayatını monotonlaştırmakta, yoğunlaş-
lar verdikleri ve örtülü bilginin de bizzat kendisi kül- tırmakta yoğunlaşan iş ve yaşam koşullarıyla bir-
türde saklı olduğu için yerel örtülü bilgi alanları ra- likte, artık günümüzde zamanı daha verimli kullan-
kiplere bir çekim merkezi haline gelmektedir. Saklı mak isteyen ve kendi bireysel özelliklerinin farkına
bir bilgi olduğu için hem ulusal hem de uluslararas varılmasını bekleyen insan tipi ortaya çıkmaktadır.
önemli bir güçtür (Watson 2002: 924; Gertler 2003: Bu profildeki müşteri istek ve beklentileri müşteriye
80; Hughes ve Ailen 2005: 175-176; Cano ve Mysyk özgü isteklerle dillendirilmektedir. Daha heterojen bir
2004: 879-898, Akt. Bolat: 343-344). Taklit edilemez- pazar yapısının oluşumu anlamına gelen bu eğilim,
liğin yarattığı üstünlük rekabet kabiliyetini kuvvet- aynı zamanda zengin ve köklü bir örtülü bilgi potan-
lendirirken örtülü kaynakları sürekli incelenmesi ge- siyeline duyulan ihtiyacın da göstergesidir.
reken şey haline getirmektedir. Küreselleşme süreciyle birlikte hızla artan bir reka-
Tarihsel zenginliklere sahip ülkeler çeşitli inanışlara bet ortamına doğru gidilmektedir. Günümüz dün-
sahiplik yapmışlardır. Bunda manevi unsurlar önemli yasında rekabet gün geçtikçe acımasızlaşmakta ve
bir yere sahiptir. Çünkü farklı inanışların bir bütün kendisini her alanda hissettirmektedir. Öyle ki gü-
olarak yaşayabilmesi, hem ibadet hem de dini yapılar nümüzde her üretilen şey saatler içerisinde taklit edi-
bakımından insanlarda onu görme, onun içini bilme lebilmektedir. Böylesi bir durumda başarı yenilik ve
merakını uyandırır Bunun nedeni değerlerin özün- yaratıcılığa temel oluşturacak unsurları keşfedebilme
deki örtülü bilgidir. Dini duygulara dayalı inanç ey- ve bunları en etkin şekilde kurum hedeflerine yansı-
lemleri de bir çeşit örtülü bir bilgidir. Bu tür örtülü tabilme becerisinde yatmaktadır. Böylesi bir durum
bilgiler bir duygu yoğunluğuna sahiptir. Duygu yo- göz önüne alındığında, örtülü bilginin değişim ve ye-
ğunluğu örtülü bilgiyi özünde taşır. Bu türden tu- niliği yakalama adına büyük bir potansiyel oluştur-
tumlar deneyim ve birikimlerin iyi bir şekilde açığa duğu rahatlıkla söylenebilir. Böyle bir süreçte tek-
çıkartılmasına katkı sağladığı için örtülü unsurların noloji ve iletişimdeki gelişmeler çok önemlidir. Son
daha da zengin hale gelmesine yol açmaktadır. Mev- yıllarda yaşanan bilgi teknolojilerindeki değişimler
cut bu durum açık bilginin yanı sıra son derece soyut bilgi erişim ve paylaşımını herkes için oldukça ko-
ancak bir o kadar da stratejik bir kültürün varlığına laylaştırmaktadır. Özellikle bu durum açık bilgi için
işaret etmektedir. Dolayısıyla bu kültürü stratejik ya- geçerlidir. Açık bilgi artık kolayca işlenebilmekte,
pan unsurlar aynı zamanda da o kültürün özellikle- üretilebilmekte, depolanabilmekte ve ağlar içinde ko-
ridir (Taggart 2002: 7-17, Akt. Bolat: 344). layca iletilebilmektedir. Yaşanılan süreçteki taklit ve

167
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

transfer, örtülü bilgi ve kaynaklarını, rekabet avan- açık bilgi türüne ulaşmak son derece kolaylaşmıştır.
tajı yaratımında stratejik bir potansiyel konumuna Artık günümüz rekabet avantajı yaratımında dikkat-
yükseltmektedir. Çünkü rekabette üstünlük patent ler fiziksel unsurlardan öte, onların arkasındaki bilgi
alımından daha çok takım çalışması, güven, dost- ve beceri potansiyeline yoğunlaşmaktadır. Bu bilgi
luk, bağlılık ve örgüt kültürü gibi sosyal açıdan ol- ve beceri potansiyelinin başında ise kontrol ve de-
dukça karmaşık olan bilgi ve beceri türlerini içinde netlenmesi zor olan örtülü bilgi gelmektedir. Örtülü
barındıran örtülü bilgiye dayanmaktadır (Doğan bilgi yüzlerce yıllık bir kültürel miras olarak aktarı-
2004: 87 vd.). labilirse çok daha stratejik bir önem arz etmektedir.
Bu nedenle sahip olduğumuz Mâturîdî örtülü bilgi
Sonuç
kaynaklarımızın tam anlamıyla farkına varabilmeli
Günümüz koşulları rakip bilgisini edinebilmeyi ve ve gerek yerel, gerek kurumsal yapılanma ve gerekse
hatta onların sahip oldukları tüm açık bilgi olanak- de birey olarak bu potansiyelin uluslararası arenada
larını görme, kontrol etme ve denetlemeyi kolaylaştır- bir rekabet avantajı olarak lehimize dönüştürülebil-
mıştır. Gelişen iletişim ve bilgi teknolojileri sayesinde mesinin imkânları araştırılmalıdır.

Kaynakça
AKTAN, Gündüz “Kuruluş ideolojimiz ve İslam (2)” Radikal, 12.10.2004, Aktaran, M. Zeki İşcan, (Kış 2008), “İslam Düşün-
cesinin Entelektüel Temellerinin Yeniden Yorumlanmasında Mâturîdî’nin Katklsı”, Ekev Akademi Dergisi Yıl: 12 Sayı:
34.s.2-48
BARUTÇUGİL İsmet; (2002), Bilgi Yönetimi, Kariyer Yayıncılık, İstanbul.
BOLAT, Süleyman (2009), “Örtülü Bilgi Kaynaklarının Keşfi ve Somutlaştırılması: Şirince Örneği”, Erciyes Üniversitesi İktisadi
ve idari Bilimler Fakültesi Dergisi, (34), ss.339-359
Bottomore, 1977: 121-122), Aktaran, Mehmet KARAGÜL – Ömer AÇIKGÖZ, “İktisat Tarihi Perspektifinde İktisadi Kalkın-
ma Ve Din İlişkisi”, s. 472, ss.472-486, www.iibf.selcuk.edu.tr/iibf_dergi/dosyalar/881348078245.pdf, (14/2/2014).
BOURDİEU, Pier (1986) “The Forms of Capital,” From J. E. Richardson (ed.), Handbook of Theory of Research for the Soci-
ology of Education, translated by Richard Nice. Greenword Pres. New York.
ÇAMAN, Efe ( 2007), Uluslararası İlişkilerde (Neo) Realist Paradigmanın Almanya’daki Gelişimi ve Evrimi, Kindermann ve
Münih Okulu, Hukuk ve Politika (2),(8), USAK, ss.36-52.
CANO, Lucero Morales ve Avis MYSYK; (2004), “Cultural Tourism, The State and The Day of The Dead, Annals of Tourism
Research, 31(4), ss. 879-898.
DOĞAN, Hulusi (2004), “Kültürel bir miras olan örtülü bilginin Soyolojik ve Stratejik Analizi ve Bunun Uluslararası Pazarlara
Yansıtılma Stratejileri”, Gazi Üniversitesi Ticaret ve Turizm Eğitim Fakültesi Dergisi, (1), ss., 84-96.
el-MÂTURÎDÎ (2003), Kitâbu’t-Tevhîd (tah. B. Topaloğlu, M. Aruçi), İsam Yayınları, Ankara.
ERKAN, Hüsnü (1998), Bilgi Toplumu ve Ekonomik Gelişme, Türkiye İş Bankas Kültür Yayınları, Genel No: 326, Ankara.
GERTLER, Meric S. (2003), “Tacit Knowledge and The Economic Geography of Context, or The Undefinable Tacitness of
Being (there)”, Journal of Economic Geography 3(1), ss. 75-99.
GİBBS, J.P. (1990) Control as Sociology’s Central Notion. The Social Science Journal. Vol. 27, Number 1, pp. 1-27.
Gottfried-Karl Kindermann, (1991), ‘Zum Selbstverständnis des neorealistischen Ansatzes – Einleitung zur dritten Auflage’,
München.
GRANT, Robert M. (1991), “The Resource-Based Theory of Competitive Advantage: Implications for Strategy Formulation”
California Management Review (Spring ).
HUGHES, Howard ve Danielle ALLEN; (2005), “Cultural Tourism In Central And Eastern Europe: The Views of Induced
Image Formation Agents, Tourism Management, 26(2), ss. 173-183.
İZMİRLİ, Yeni İlmi Kelâm, C. 1, 1339/1341, İstanbul.
JOHANNESSEN, Jon-Arild; Bjorn OLSEN ve Johan OLAISEN; (1999), “Aspects of Innovation Theory Based on Knowledge
Management”, International Journal of Information Management, 19 (2), ss. 121-139.
KOÇOĞLU, Kıyasettin (2005), Mâturîdî’nin Mutezile’ye Bakışı, (Basılmamış Doktora Tezi), AÜ Sosyal Bilimler Enst., Ankara
2005.
KOSKINEN, Kaj U. (2000), “Tacit Knowledge as a Promoter of Project Success”, European Journal of Purchasing and Supply
Management, Vol. 6: 41­47.
KUTLU, (2003), “Bilinmeyen Yönleriyle Türk Din Bilgini İmâm Mâturîdî”, Dini Araştırmalar, (5): (1):1:15, 0cak-Nisan.
Mehmet KARAGÜL – Ömer AÇIKGÖZ, “İktisat Tarihi Perspektifinde İktisadi Kalkınma ve Din İlişkisi” , s. 472, ss.472-486,
www.iibf.selcuk.edu.tr/iibf_dergi/dosyalar/881348078245.pdf, (14/2/2014).
NİLGÜN Çelebi (2001), Sosyoloji ve Metodoloji Yazıları, s. 45, Anı, Ankara.
ÖZDEŞ Talip (2003) “Mâturîdî’nin Te’vil Anlayışında Aklın Yeri”, İmâm Mâturîdî ve Mâturîdîlik” içinde, Haz., Sönmez Kutlu,
s. 246.
TAGGART, Geoff; (2002), “Spiritual Literacy And Tacit Knowledge”, Journal of Beliefs & Values, 23(1), ss. 7-17.
WATSON, John; Steven LYSONSKI, Tamara GILLAN ve Leslie RAYMORE; (2002), “Cultural Values And Important Posses-
sions: A Cultural Analysis, Journal of Business Research, 55 (11), ss. 923-931.

168
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Doç. Dr. İkbal VURUCU


Konya’nın Çumra ilçesine bağlı Dinek kasabasında doğdu. İlk öğretimini
Dinek’te, orta ve liseyi Konya’da okudu. Ahmet Yesevi Uluslararası Türk‐
Kazak Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden mezun oldu. 2009 yılında Sel-
çuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sosyoloji Bölümü’nde yüksek
lisansını bitirdi. 2009‐2010 yıllarında 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü’nde ça-
lıştı. Etnik sosyoloji, aydın sosyolojisi, bilgi sosyolojisi, Türk Dünyası ve te-
rörizm üzerine çalışmalarını sürdürmektedir. 2023 Dergisi, Türk Yurdu
ve Turan Dergisi başta olmak üzere yurtiçinde ve yurtdışında çeşitli der-
gilerde makaleleri yayınlanmıştır. 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü’nün ya-
yın organı olan üç aylık 21. Yüzyıl Sosyal Bilimler Dergisi’nin yardımcı
editörüdür. Türk Ocakları Denizli Şubesi yönetim kurulu üyesidir. Pa-
mukkale Üniversitesi Acıpayam Meslek Yüksekokulu Mülkiyet Koruma
ve Özel Güvenlik Bölümü Öğretim görevlisidir ve şu anda bu bölümün
başkanlığını yürütmektedir.

Din Görevlilerinin Ebu Hanife


ve İmâm Mâturîdî Hakkındaki
Bilgi Düzeyleri
(Denizli İli Örneğinde Bir Araştırma)
Giriş
Din antropolojik verilere göre insanoğlunun tarihi
kadar kadim bir olgudur. Sosyolojik düzlemde din,
toplumun ve kültürünün kurucu unsurudur. Dinin
hem bireysel hem de toplumsal yansıması dün ol-
duğu gibi bugünde gündemdeki temel tartışmaların
başında yer almaktadır. Din, mensuplarının yaşama,
dünyaya, evrene, fizik-ötesi âleme bakış açısını belirle-
yen temel etkendir. Kısacası din, gerek kişisel bir ter-
cih veya metafizik bir tecrübe olarak, gerekse toplum-
sal var oluşun vazgeçilmez bir unsuru olarak hayatın
her alanında kendisini gösterir. Din ilahi kaynaklı ol-
masına rağmen insan merkezli bir olgu olması sebe-
biyle beşeri boyutu merkezdedir. Din nihayetinde in-
san tarafından anlaşılmak ve uygulanmak zorunda
olduğu için tarih boyunca insana bağlı anlama ve
yaklaşım biçimleri ortaya çıkmıştır. Belirleyici gü-
cüne bağlı olarak toplumsal-kültürel farklılıklar, ta-
rihsel arka plan, ekonomik yapı ve siyasi model dinin
algılanışı ve yorumlanışında kendini gösterir. Farklı

169
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

toplumlarda farklı coğrafyalarda bireyin karşılaştığı sabitlenirken muhafazakârlar tarafından bütün var-
sorunlar da doğal olarak değişmektedir. Toplumla- lığın dayandığı tözdür. Şüphesiz birey ve toplum açı-
rın karşılaştığı sorunlar, siyasi meseleler ve dini an- sından önemli bir olgu olan din farklı etki derecele-
lama biçimleri, dinin yorumlanması doğrultusunda rine dayansa da insan yaşamında belirleyicidir. Din;
farklı düşünce ekollerini ortaya çıkarmıştır. Mezhep- fıtratlarına aykırı davranmaya başlayan, nurun yerine
ler de dini yorumlardaki farklılığı yansıtan kurum- karanlığı, düzenin yerine kaosu hâkim kılmaya çalı-
laşmış unsurlar olarak dini bilgilerimizin öğrenil- şan insanlara yol göstermek ve onların yerinden in-
mesi sürecinde ilk sıralarda yer alır. san onuruna yakışır bir şekilde yaşamalarını temin
Bir eğitim sorunu bağlamında ele alınabilecek olan etmek için Allah tarafından Peygamberler vasıtasıyla
mezheplerin öğretilmesi, ilkeler ve içerikler bazında gönderdiği ilahi düzendir. Din insanın bulunduğu her
değil sadece mensup olunduğuna “inanılan” mezhe- yer ve zamanda, onun ilkel veya gelişmiş durumu gö-
bin adının öğretilmesi ile sınırlıdır. Bu itibarla kişisel zetilmeksizin, varolagelmiş toplumsal bir kurumdur.
ve toplumsal kimliklerin sağlıklı bir biçimde oluşa- İnanmanın kökleri insanın varlık yapısında gizlidir.
bilmesi için dinin, özellikle de temel inanç ve ibadet Din, insanın ruhi yapısında varolan ‘inanma arzu-
alanlarının yanında kelami alanında öğretilmesinde su’nun toplumsal yani sosyolojik yapısıdır.1 Din bi-
zaruret vardır. Din görevliliği de hem geleneksel hem reyin ve toplumun iyi-kötü, güzel-çirkin, dost-düş-
de modern toplumun dini bilgilerinin öğrenilmesi man ve adalet gibi değerlerin de beslendiği kaynağını
ve uygulanması noktasında eğitim, öğretim ve bu- oluşturur. Din birey ve toplum hayatının her katma-
nunla ilgili yönetim görevlerini üzerine alan özel bir nında kendini gösterir. Gerek bireysel ve gerekse top-
ihtisas mesleğidir. lumsal kimliğin oluşmasında merkezi bir konumda
Bu bildirideki veriler Türkiye genelinde yürütülen yer alan din bu sebeple öğrenilmesi hususunda dik-
bir projenin sadece kısmî bir bölümünü teşkil eden kat gösterilmesi gereken bir alandır.
Denizli ilinden elde edilen sınırlı düzeydeki verilerin Geçmişte “hademe-i hayrât (hayırlı işler görevlileri)”
analizini içermektedir. Genel olarak bu araştırmada, adıyla anılan din hizmetlilerine bugün ülkemizde
ortaya konulan problematiğe bağlı olarak toplanan ve- “din görevlileri” diyoruz. 3 Mart 1924 tarihinde 429
rilerle din görevlisinin başından sonuna kadar yetişti- sayılı kanunla Başbakanlığa bağlı bir teşkilat olarak
rilmesinde görev alan kurum ve yapıları, mezheplerin kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı, Anayasanın 136.
toplumsal, kültürel ve siyasal yaşamındaki önemine maddesinde belirtildiği üzere genel idare içinde yer
binaen sağlıklı bir şekilde öğretilmesine dikkat çek- alan bir kamu kuruluşudur. Diyanet İşleri Başkan-
mesi amaçlanmıştır. Bununla birlikte esas gözettiği- lığı Kuruluş ve Görevleri Hakkındaki 22.06.1965 gün
miz nokta ise Türk düşüncesinin tekrar canlandırıl- ve 633 sayılı kanunda, Başkanlığın görev ve yetki-
masında ana kaynaklarının başında gelen düşünce leri belirtilirken, “İslâm dininin inançları, ibadet ve
ekolleri/mezheplerin önemine vurgu yapmaktır. Öğ- ahlâk esasları ile ilgili işleri yürütmek, toplumu din
retilmediğinde ve bilinmediğinde amacının dışına çı- konusunda aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönet-
karak siyasi/ideolojik araçsallaştırmaların ana unsuru mek üzere; Başbakanlığa bağlı Diyanet İşleri Başkan-
olarak savaşların, kitlesel katliamların, cinayetlerin ve lığı kurulmuştur” denilmektedir. Diyanet İşleri Baş-
nefret suçunun kaynağı olması sebebiyle konunun bi- kanlığı, bu görevi yerine getirmek için yurtiçinde il
linmesinin ne kadar önemli olduğunu kamuoyunun ve ilçe müftülükleri, yurtdışında ise din hizmetleri
gündemine getirilmesi zorunludur. müşavirlik ve ataşelikleri şeklinde teşkilatlanmış-
Topluma Dinini Öğreten Resmi Grup: tır. Başkanlık, hem yurtiçinde hem de yurtdışında
Din Görevlileri Anayasada ve özel mevzuatta belirtilen görevlerini
Din, tanımı açısından farklı din, ideoloji ve bilim yerine getirebilmek için din eğitimi ve öğretimi ala-
mensupları tarafından kendi alanlarına ve mensubi- nında özel ihtisas almış elemanlar istihdam etmek-
yetlerine göre şekillenebilen bir olgudur. Din sosyo- tedir. Müftü, vaiz, uzman, Kur’ân Kursu öğreticisi,
lojisinde Durkheim’in temsil ettiği İşlevselcilik dini imam-hatip ve müezzin- kayyım gibi çeşitli unvan-
toplumdaki işlevine göre ele alırken Weber’in temsil larla istihdam edilen din görevlileri 657 sayılı Devlet
ettiği yaklaşım dinin ne olduğu üzerine yoğunlaşır. Memurları Kanunu’na tabidirler.
Marksist açıdan din, iktidarın halkın kendine bağım- Kanunun çizdiği genel çerçeveden hareketle, Diya-
lılığını geliştirmek için ortaya attığı bir afyon olarak net İşleri Başkanlığının camilerde ve cami dışında

170
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

ifa ettiği hizmetlere “din hizmetleri” ve bu hizmet- da din anlayışında farklılıkların meydana gelmesine
lerin gerçekleştirilmesi sırasında görev alanlara da kaynaklık etmiştir. Bu farklılaşmaların, zamanla sis-
“din görevlileri” adı verilebilir. Din görevlilerinin dinî tematik özellik kazanarak, düşünce ve davranışları et-
ibadetlerin ifası sırasında kendilerine hizmet verdiği kilemeye başlaması, kurumlaşarak ve sosyal hayatta
kişi ve gruplara ise “cemaat” denir.2“Din görevliliği” derin izler bırakarak varlığını sürdürmesi, karşımıza
İslam’ın tahsis ettiği bir kurum değildir. Tamamen “mezheb” olgusunu çıkartmaktadır.6
seküler bir kurumdur ve asla bir gruba verilmiş im- Hz. Muhammed’in sağlığında Müslümanlar, Kur’ân’da
tiyaz niteliği taşımaz. Müslümanlara dini bilgilerini imanın esası olarak ortaya konulan Allah’a, Hz.Mu-
öğretmek ve uygulama noktasında işlev yürüten bir hammed’in peygamber olduğuna ve ahiret gününe
meslektir. Toplumdaki işlevi gereğince bir takım bilgi, inanan bir topluluk meydana getirmişlerdir. Bu ilke-
kabiliyet ve tutuma sahip olması gerekir. Konumuz lere inanan herkes de Müslüman adını almıştır. Bu dö-
muvacehesinde din görevlileri toplumun dinini öğren- nemde Müslümanlar arasında herhangi bir mezhep,
mesinde ve uygulama alanına aktarmasında (Cuma tarikat, cemaat ya da din anlayışını merkeze alan bir
namazı, cenazelerin kaldırılması vs.) toplumsal bir zümreleşme, bir örgütlenme söz konusu değildir. Hz.
işlev yerine getirmektedirler. Muhammed’in vefatını müteakip, siyasî görüş ayrılık-
İslam Düşüncesinin Kurumlaşması: Mezhepler ları, kabilecilik, çıkarlar, İslâm’ın yayılma sürecinde
Türkçede “bir dinin görüş, yorum ve anlayış ayrılık- karşılaşılan yeni kültürler, sosyal değişme, din anla-
ları sebebiyle ortaya çıkan kollarından her birini” ta- yışında doğal olarak ortaya çıkacak olan farklılaşma-
nımlamak için kullanılan mezhep sözcüğü hem bu ların kurumlaşmasına yol açmıştır.7Bu sebeple bugün
kolların mensuplarını hep birden belirterek sosyolo- yaygın olan kabulün aksine mezhepler din için zo-
jik bir oluşumu betimlemekte, hem de çevresinde söz runlu değildir. Aynı şekilde cemaat ve tarikatlar da
konusu mensubiyet bağının geliştiği fikrî ve fiilî bir İslam’ı/dini merkeze alan toplumsal kurumlaşmalar
sisteme işaret etmektedir. Mezhep, Hanefîlik, Şâfiî- ve örgütleşmelerdir. Bunların en bariz özelliği dini
lik gibi fıkhî/hukukî ve Sünnîlik, Şiîlik gibi itikadî/ anlama biçimlerdir. Dini anlamadaki farklılıklarıdır.
siyasî dinî oluşumların bütününü kapsamaktadır. İslâm’ın inanç temelleri, ibadetleri ve yaşamla ilgili
Mezhep, Arapça’da gitmek anlamına gelen “zehebe” ilkeleri vahiyle birlikte ortaya konulmakla birlikte
fiilinden türemiştir; kelime olarak “gidilen yol” de- bütün bunlar peygamberin uygulamaları ile pratiğe
mektir. İslâm’ın “itikâdî ve amelî sahadaki düşünce aktarılarak gelecek nesiller içinde model oluşturmuş-
ekolleri” diyebileceğimiz mezhepler, dinin anlaşılma tur. Sünnet olarak tanımlanan bu fiili ve sözlü uygu-
biçimleri ile ilgili tezâhürlerdir.3Dinin inanç esasla- lamalar her zaman ve mekânda o zamanın ve mekâ-
rını veya amelî hükümlerini anlama ve yorumlama nın özgünlüğüne bağlı olarak farklı anlayış/yorum
konusunda kendine özgü yaklaşımlara sahip dü- biçimlerinde tecessüm etmiştir. Zamana ve mekâna
şünce sistemi; bu yaklaşımlar etrafında meydana göre değişiklik gösteren sorunlara yönelik geliştiri-
gelen ekolleşmenin ürünü olan ilmî ve fikrî birikim. len çözüm önerileri ve yorumlar mezheplerin varo-
İman esaslarını konu edinen mezhepler itikadî, di- luşlarının zeminini teşkil eder. Bu sorunlara getiri-
ğerleri de fıkhî mezhepler diye isimlendirilmiştir.4 len çözüm önerilerinin ortaya konuşundaki yöntem
Kur’ân-ı Kerîm’de zehâb kökü çeşitli türevleriyle bir- mezhepler arasındaki farkı da ortaya koymaktadır.
çok âyette yer almakla mezhep kelimesine rastlanma- Mezhepler, İslâm’ın uygulama alanındaki fikri bü-
maktadır. Fırka sözlük anlamında bir âyette geçmekte tünlüğün de bir ifadesidir. Sistematik bir bütünlük
(et-Tevbe 9/122), nihal ve makālât da Kur’ân’da gö- olarak mezheplerin ortaya çıkışını hazırlayan dini,
rülmemektedir. Hadislerde de mezhep terim olarak siyasi, toplumsal ortamlar da peygamberimizin ve-
zikredilmemiş, Hz. Peygamber ümmetinin düşeceği fatını takiben filizlenmeye başlanmıştır. Hem sayısal
ihtilâfları genellikle fırka kelimesiyle ifade etmiştir. olarak artan hem de coğrafi olarak genişleyen Müslü-
Klasik kaynaklarda Müslümanların inanç ve fikir manların karşılaştığı birtakım siyasi, toplumsal, iti-
alanındaki ayrılıklarının daha çok fırka ile karşılan- kadî ve benzeri hadiseler hakkında muhtelif şahıs-
masında hadisteki bu kullanımın rolü vardır.5Siyâsî, ların kendi görüşlerini ortaya koymaya başlamaları
ictimâî, iktisadî, coğrafî, tarihî ve benzeri sebepler, ve bu faaliyetin zamanla “zümreleşme” şeklinde ne-
dinin anlaşılması planında, belirli fikirlerin ya da ticelenmesi, fırka dediğimiz, İslamiyet’in “siyasi ve
şahısların etrafında odaklaşmalara yol açmıştır. Bu itikadî düşünce ekolleri”nin nüvesini teşkil etmiştir.

171
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Geniş anlamda fırka, belli bir şahıs ve o şahsa uyan, Mezheplerin Ortaya Çıkışı ve Toplumsal İşlevi
daha doğrusu görüşleri etrafında birleşen topluluğun, Mezheplerin ortaya çıkışıyla ilgili literatürde farklı
İslam’ın ana esasları olan Kur’ân ve Sünneti anlayış, yaklaşımlar vardır. Kimi kitap ve sünnetin farklı
şekillerini yansıtır. Esasen Kur’ân ve Sünnetin muh- yorumlarıyla ortaya çıktığını iddia ederken kimi de
telif fırkalar tarafından farklı açılardan değerlendiri- yeni Müslüman olan toplulukların özgün kültür ve
lişi, düşünceye yeni ufuklar açmış ve böylece İslam eski dinlerinin de etkisiyle yeni bir dini yorum şek-
dünyası, geniş bir fikir zemininde görüşlerin karşı- lindedir. Her ne sebeple olursa olsun mezheplerin or-
lıklı savunulduğu faydalı ve verimli bir ortama ka- taya çıkışlarını ve toplumsal alandaki işlevlerini tek
vuşmuştur. Bu bakımdan İslam düşüncesinin tarih bir etkene bağlamak uygun değildir. Hz. Peygam-
boyunca gösterdiği en iyi ve en verimli gelişmeler, ber’in sağlığında, ne siyâsî ve itikâdî mezheplerden, ne
mezheplerin doğuş dönemlerinde olmuştur.8 fıkhî-amelî mezheplerden söz edebiliriz. Mezhepler,
Zaman içerisinde mezheplerin donuklaşarak bir din Hz.Peygamber’in vefatından çok sonraları teşekkül
gibi algılanması tehlikesine karşı Yaşar Nuri Öztürk etmeye başlamıştır. İlk ortaya çıkan mezhep, Haricî-
şu üç noktaya vurgu yapar:9 lik’tir. Daha sonra, Mürcie, Şia, Mu’tezile gibi itikâdî
1. Mezhep din değildir, kutsal değildir; din bilimle- yönü ağır basan mezhepler oluşmuştur. Fıkhî mez-
riyle uğraşan bilim adamlarının kişisel yorumlarıdır. heplerin oluşumu ise, hicri ikinci asra ve daha son-
Bu yorumlar, onları üretenlerin hayatlarında bile bir- ralara rastlamaktadır. Ehl-i Sünnet ise, Haricilik,
çok kez değişebilmiştir. Mürcie, Mu’tezile ve Şia gibi büyük mezheplerin gö-
rüşlerini sistemleştirip, Müslümanların çoğunluğun-
2. Bir toplumda bilim ve düşün faaliyeti ne kadar
dan farklı olduklarına inanıp, farklı oldukları husus-
zengin ve canlı ise o toplumda mezhep faaliyeti ve
ları açıkça ortaya koymalarından sonra, geride kalan,
sayısı da o ölçüde zengindir. Çünkü bilen ve düşü-
ancak çoğunluğu teşkil eden Müslümanların görüş
nen insanların çokluğu, daha çok yorumun doğma-
ve düşüncelerinin sistemli bir biçimde ifade edilmesi
sıyla eşanlamlıdır. Daha çok yorum, daha çok mez-
sonucu ortaya çıkmıştır.11 Özellikle Hz. Peygamber’in
hep demektir.
vefatının ardından başlayan, V. (XI.) yüzyıla kadar de-
3. Mezhep yorumları içinden herkes istediğini seçe- vam ettikten sonra duraklayan, XII. (XVIII.) yüzyıl-
bilmelidir. Bu seçim engellenip “sadece bir kişinin dan itibaren yeniden canlanan zümreleşmeler dikkate
yorumunu esas alabilirsiniz” dendiği anda mezhep alındığında mezhep olgusuyla ilgili şu temel nokta-
dinleştirilmiş ve ikinci bir din yaratılmış olur. Bir in- lara işaret edilebilir: a) Bir düşünce hareketinin yahut
san, İslam’ı sadece filan ya da falan mezhebin temsil siyasî bir çıkışın mezhep olabilmesi için İslâm’a men-
ettiğini söylerse dinden çıkar. Çünkü böyle bir söy- subiyet, itikadî veya siyasî konularda yoğunlaşma, bu
lem, Allah’ın dinine karşı yeni bir din ortaya sürme- yoğunlaşmanın gruplaşmaya dönüşmesi ve özgün bir
nin ta kendisidir. metodoloji yahut kendi içinde tutarlılık özelliklerini
İşte, İslâm’ın “itikâdî ve amelî sahadaki düşünce ekol- taşıması gerekir. b) Mezhepler yeni birer din olmayıp
leri” diyebileceğimiz mezhepler, dinin anlaşılma biçim- bir dini benimseyen toplumların özellikleri sonucu
leri ile ilgili tezahürlerdir. Siyâsî, toplumsal, iktisadî, kazandıkları formlardır. Bunda sosyal çevrenin, si-
coğrafî, tarihî ve benzeri sebepler, dinin anlaşılması yasi olayların, eski inanç ve kültürlerin bazı izlerini
planında, belirli fikirlerin ya da şahısların etrafında görmek mümkündür. İslam’ın doğduğu coğrafyada
odaklaşmalara yol açmıştır. Böylece, din anlayışı ko- bilhassa ilk dönemlerde Selefiyye adı altında saf bir
nusunda, yer yer farklılaşmalar husule gelmiştir. Bu anlayışın hâkim olmasına karşılık İran coğrafyasında
farklılaşmaların, zamanla sistematik özellik kazana- Batıniyye, Karamita gibi İslam’la birlikte eski inanç
rak, düşünce ve davranışları etkileyen, geleneksel bir ve kültürlerin karışımının söz konusu olduğu grup-
hüviyete bürünmesi, kurumlaşarak ve sosyal hayatta ların ortaya çıkması bunu göstermektedir. c) İtikad
derin izler bırakarak varlığını sürdürmesi, karşımıza alanındaki mezhep hareketleri İslam’ın inanç ve si-
“mezheb” olgusunu çıkartmaktadır.10 Şüphesiz mez- yasetle ilgili temel yaklaşımlarının tespitine ve işlen-
hepler İslam düşünce tarihinin büyük ekolleri olarak mesine vesile olmuştur. Bu bakımdan İslam mez-
okunmalı ve değerlendirilmelidir. Bugün de İslam dü- heplerini bir yönüyle İslam düşünce ekolleri olarak
şüncesinin gelişimi bu büyük geleneklere dayanması görmek mümkündür. Mesela insan iradesi ve kader
ile mümkün gözükmektedir. konusunda dengeli ve sağlıklı düşüncelerin ortaya

172
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

konulmasında Cebriyye ve Kaderiyye’nin, nasların devletlerinin tarihi süreç içinde, bir bakıma kanun-
ruhuna uygun, tecsim ve teşbihten uzak ulühiyyet te- laştırma sayılabilecek resmi mezhep uygulamasına
lakkisinin geliştirilmesinde başta Selefiyye ve Mu’te- gitmek zorunda kaldıkları, ayrıca hukuki düşünce ve
zile olmak üzere itikadi fırkaların büyük payı vardır. çözüm üretmede ekolleşmenin ve belirli bir gelenek
Diğer taraftan siyasi meselelerle ilgili temel düşünce oluşturmanın faydası da bilinmektedir.”15Abbasiler
ve tutumların oluşması ve olgunlaşmasına Harici- döneminde Harun er-Reşid’in (809) başkadılık ma-
ler’le Şii grupları katkı yapmıştır.12 kamına Ebu Yusuf’u atamasıyla ve bütün kadı tayin-
Mezheplerin belirli toplumlarda ortaklaşmasının veya lerinde onu yetkili kılması esasen yargılamada düzen
ve birliğin sağlanması, ülke genelinde hukuki istik-
yaygınlaşmasının sebeplerini sosyolojik faktörlerde
rar ve güven ortamının kurulması yönünde atılmış
bulabiliriz. İslam’ın yayıldığı mekânlardaki toplum-
ciddi bir adım olmuştur.16 Bunun yanında Ebu Ha-
ların tarihsel ve kültürel farklılığı dinin de bu yapıya
nefe’nin itikadi ve fıkhi görüşleri konusunda Horasan
uyumlu bir formda biçimlenmesine sebep olmuştur.
ve Maveraünnehir, Küfe ve Bağdat’tan sonra cazibe
Dinin algılanışı ve uygulanışındaki farklılıklar yanında
merkezi oldu.17 Başka bir deyişle Hanefî mezhebinin
mezheplerin yapısı da toplumların tarihsel sosyo-po-
tanınmasına ve yayılmasına hizmet etmiştir. Söz ko-
litik ve kültürel durumlarına göre kabulünü kolaylaş-
nusu bu kadılkudatlık uygulaması amaç itibariyle ol-
tırmıştır. Örneğin, Farslılar’ın, İslam fetihleri ve me-
masa da sonuç itibariyle, özellikle de yeni fethedilen
deniyetiyle birlikte yıkılan devlet ve medeniyetlerine
ve halkı yeni Müslüman olan bölgelerde Hanefî mez-
olan özlemlerini ve din kardeşleri olan müslüman
hebinin tanınıp benimsenmesini kolaylaştırmıştır.18
Araplar’a karşı içlerinde engel olamadıkları buruk-
luk ve tepkilerini, itikadî ve fıkhî alanda İmamiyye, Hâlbuki “mezheb”, birtakım siyasi, toplumsal ve hatta
Ca’feriyye-Zeydiyye gibi mezhepleriyle ifade etme- iktisadi olayların tesirlerinin mezheb kurucusu sayı-
leri ve çoğunluğa karşı bu şekilde ayrı bir blok oluş- lan insan ile ona uyanlar üzerindeki; fikri, dini ve si-
turmaya kendilerini daha hazır görmeleri veya Ku- yasi tezahürüdür. Bu bakımdan mezhebi doğuran ta-
zey Afrikalılar’ın Hicaz (Maliki) fıkhını kendi sade rihi, coğrafi, siyasi, toplumsal ve iktisadi şartları tam
hayat tarzlarına ve kültür seviyelerine daha uygun olarak tanımadan, görüşlerin davranışları sıhhatli bir
bulmaları gibi Maveraünnehir, Horasan, Hint, Batı şekilde temellendirebilmek, dolayısıyla de değerlendi-
Türkistan vb. yeni fethedilen bölgelerde yaşayan ve rebilmek ve o insanları anlayabilmek hemen hemen
Arap olmayan kavimlerin de Hanefîliği kendi örf ve mümkün değildir.19
adetleri ne, bakış açılarına ve tabiatlarına daha uy- Mezhepler, din anlayışındaki farklılaşmaların ku-
gun bulmuş olmaları muhtemeldir. Çünkü bu bağ- rumlaşması sonucu ortaya çıkan insani oluşumlar-
lamda Hanefîlik, dinin ameli yönünün anlaşılma- dır; hiçbirisinin İslam’la özdeşleştirilmesi mümkün
sında re’y ve ictihadı ön planda tutarak Hicaz-Arap değildir. Mezheplerin doğuşundaki en önemli etken
toplumunun baskın örf ve telakkilerini kısmen yu- insanın varlık yapısıdır. Her insan özgün bir varlık-
muşatan ve farklı muhitlerce daha kolay benimsene- tır. Her insanın algı biçimi, donanımı, birikimi fark-
bilen bir anlayışı temsil etmiştir.13 lıdır. İnsanın olay ve olguları anlamasında içinde ye-
tiştiği ortamın, coğrafi koşulların, ekonomik yapının
Mezheplerin ortaya çıkması ve kurumlaşması süre-
ciddi etkisi ve katkısı vardır. Bireysel ve toplumsal
cinde herhangi bir zor kullanma ve baskı ile kabul et-
planda karşılaşılan yeni durumlar, yeni fikir ve dü-
tirilmesi söz konusu olmamıştır. Tamamen zorunlu
şünceler insanların anlayış biçimlerini derinden et-
politik ve toplumsal şartların bir sonucu olması ya-
kilemektedir.20
nında genişleyen coğrafyalarda dinin öğretilmesi
başlıca etkenlerdendir. Özellikle “tabiîn döneminde Akılcı ve Gelenekçi Din Söylemleri
re’y ve ictihad faaliyetinin, biraz da yeni coğrafyalara Sönmez Kutlu’nun İslam düşüncesinde tarihsel din
taşma ve yeni kültürlerle karşılaşmanın tabii sonucu söylemleri konusunda yaptığı tasnif ve analiz bizim
olarak alabildiğince genişlemesi ve uç noktalara doğru sorunsalımızın açıklanmasında ve anlaşılmasında
açılma istidadı göstermesi, bu hareketin kontrol altına önemli bir araç olabilir. Kutlu’ya göre, İslam düşün-
alınması ve belirli bir ilmi disiplin ve metoda kavuş- cesinde din söylemleri, 1. Tepkisel-Kabilevi din söy-
turulması ihtiyacını doğurdu.”14Bunun yanında İs- lemi, 2. Akılcı-Hadari din söylemi, 3. Gelenekçi-Mu-
lam toplumlarının devletleşme sürecinde “yargılama hafazakâr din söylemi, 4. Siyasal-Karizmatik liderci
ve uygulamada birliği sağlayabilmek amacıyla İslam din söylemi ve 5. Keşifci-İnzivacı din söylemi olarak

173
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

tasniflemektedir. “Akılcı-hadarî zihniyet”, İslam top- oldukları zihniyet gereği, Kur’ân’dan çok asarla meş-
lumlarında etkili olan ve dinî düşünceye damgasını gul olmuşlar, mesailerini daha çok hadisleri ve asarı
vuran belli başlı zihniyetlerden birisidir. Akla, akıl dinleme, rivayet etme, onları fıkhî veya akidevî ko-
yürütmeye, içtihada, nazar ve istidlale önem veren nulara göre tasnif ederek yazıya geçirmeye harcamış-
ve farklılıkların bir arada yaşamasına imkân tanı- lardır. Dolayısıyla, isnatla rivayet etmek veya hadis ri-
yan bir zihniyettir. Bu zihniyet, Akıl Taraftarları ola- vayeti, dinin korunması olarak görüldü. Bu itibarla
rak tanınmıştır. Şahıs düzeyinde ilk temsilcileri ara- gelenekçi söylemde, itikad, ibadet, ahlak, siyaset ve
sında İbrahim en-Nehaî, Hammad b. Ebî Süleyman kültürle ilgili pek çok konu imanın şubeleri altında
ile Ebû Hanife ve onun öğrencileri gelmektedir. Mez- incelenmiştir. “Dinin asardan ibaret “ olduğunu iddia
hep düzeyinde akılcı tezahürler Mürcie, Mutezile ve eden bu anlayışa göre, hadisler ve asar Usulü’t-Tev-
Mâturîdîlik üzerinde görülmektedir. Ebû Hanife’nin hid, Va’d ve Vaîd, Allah’ın sıfatları, Cennet ve Cehen-
din anlayışını teolojik, epistemolojik ve felsefî açıdan nem, Allah’ın yerde ve gökte zatını isbat etmek için
temellendiren en önemli şahsiyetlerden birisi İmâm yarattığı deliller, melekler ve vazifeleri, Nebilerin kıs-
Mâturîdî idi.21Akılcı, özgürlükçü, eleştirel ve sorgu- saları, zahid ve evliyanın haberleri, fakihlerin görüş-
layıcı zihniyet, insanlık tarihinde özellikle, yerleşik leri, Arap ve Arap olmayan kıralların siretleri, geç-
hayata geçmiş hadari/medeni toplumlarda, site dev- miş ümmetlerin kıssaları, Resulullah’ın megazisi ve
letlerinde ve demokratik sivil toplumlarda daha güçlü- seriyyeleri, hukuki kararları, hutbeleri, vaazları mu-
dür. İstikrar içinde değişime açık bu zihniyet, bu gibi cizeler, hanımları, çocukları, yakınları ve ashabı ile
ortamlarda, bireylerde hâkim zihniyet haline gelebi- ilgili bütün bilgileri ve Kur’ân’ın tefsirini, sahabenin
lir ve başta dinle ilgili anlayışları olmak üzere haya- ahkâmla ilgili sözlerini, müctehid fukahadan kimin
tın bütün alanlarına yansıyabilir. Diğer taraftan, bu ne görüşü benimsediği konusundaki bütün bilgileri
eğilim, köklü değişimlere sebep olan evrensel dinle- içerir.26 Arap kültüründe var olan geçmişe bağlılık
rin rasyonalleşme ve diğer medeniyetlerle yüzleşmesi anlamındaki sünnet telakkisi Kitap, sünnet, sahabe
sürecinde meşruiyyet kazanabilir. Bu bakış açısına, ve tabiine ittiba şeklinde tezahür etiğinden dogma-
akılcı-hadari ya da akılcı-çoğulcu din söylemi de de- tik gelenekçi zihniyetin önemli temsilcileri genel-
nebilir.22Akılcı din söylemi, Mutezile’nin, Mürcie’nin likle Arap kabilelerine mensuptur. Bu sebeple, Arab’ı
ve Meşşai filozofların mahkûm edilmesiyle beraber, sevmek, imanın şubelerinden birisi kabul edilmiş-
eski gücünü kaybetti. Hanefîlik ve Mâturîdîlik, gü- tir. Sosyal değişmenin daha az yaşandığı, istikrarın
nümüze kadar, yaşamaya devam ettiyse de, başlan- ve muhafazakârlığın hâkim olduğu, Hz. Peygam-
gıçtaki akılcılığını özgün biçimde sürdüren âlimler ber’in uygulamaların yeterli görüldüğü Mekke ve
çıkaramadı. Akılcılık ve re’ycilikle suçlanmaları do- Medine, bu söylemin yurdu (Sünnet Yurdu) olarak
layısıyla, görüşlerini hadislerle temellendirme çabası kabul edilmiştir. Bu anlayış reye başvurmanın, esir
alınan Arap olmayanların işi olduğu şeklinde bazı
içerisine girdiler. Bunun sonucunda, asliyetini muha-
hadislere yansımıştır.27
faza edemeyerek, gelenekçi zihniyetin etkisi altında
kaldılar ve kendilerine has epistemolojilerini gelişti- İmam Hanefî (Numan bin Sabit: M. 699/Hicrî 80
remediler.23O noktaya geldiler ki, ittikatta Ehl-i Sün- - 767/Hicrî 148)
net’ten olduklarını ve Hanefî mezhebine mensubiyet- Fıkhî ve itikadî mezheplerin çoğunluğu kurucusu
lerini özellikle ve resmi ağızlardan ilan eden Taliban sayılan kişilerin isimlerine nisbetle adlandırılmıştır.
hareketinin karar ve uygulamaları incelendiğinde, Hicrî ilk iki yüzyılda Kûfe merkezli olarak Irak böl-
Harici zihniyet yapısının bu akım üzerinde egemen gesinde başlayan ve daha sonraki yüzyıllarda giderek
olduğu görülecektir.24 gelişip yaygınlaşan Irak fıkhı, bu fıkhın metodoloji,
Kutlu’ya göre, İslam düşüncesinde gelenekçi din söy- doktrin ve sistematiğinin oluşmasında en büyük paya
leminin en tipik temsilcileri ise, Hadis Taraftarları ve sahip bulunan İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe’ye nisbetle
Selefilikle onların alt grupları olan Şafiilik, Malikilik, Hanefî mezhebi (Hanefîyye) olarak adlandırılmıştır.
Hanbelîlik ve Zahirilik olmuştur. Abbasilerin kurul- Bu mezhebe mensup olan fakihlere ve bu mezhep gö-
masıyla dini, siyasi ve sosyal alanlarda köklü değişik- rüşüyle amel eden kişilere de Hanefî denilmiştir.28
likler yaşanmaya başlanmıştır. Bu birçok bakımdan İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin hayatının büyük
geleneğin gözardı edilmesi veya yürürlükten kaldı- kısmı Emeviler döneminde, az bir kısmı da Abbasi-
rılması olarak algılandı.25Hadis Taraftarları, sahip ler devrinde geçmiştir. Bütün zamanların en büyük

174
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

dehalarından biri, İslam fıkıh tarihinin ise en büyük rey olarak anılmıştır. Bu ekolün Ebû Hanîfe’ye nis-
dâhisi olan İmam Azam’ın yaşadığı devir, en büyük bet edilen bir mezhep olarak teşekkül etmesinin çe-
zulümlerden en büyük yaratıcı hamlelerin iç içe ve yüz şitli sebepleri vardır. Bunlar arasında, Ebû Hanîfe’nin
yüze olduğu bir devirdir. İmam Azam, tabiûn devri- etrafında teşekkül eden ictihad şûrası ve fıkıh akade-
nin yani sahabaden hemen sonraki kuşağın insanı- misinin önceki nesillerden kendilerine intikal eden
dır. Hicri 80, Miladi 699 yılında, Irak topraklarının Kur’ân ve hadis bilgisini, re’y ve yorumları dikkat-
en ünlü kentlerinden biri olan Kufe’de doğdu; Hicrî lice inceleyip özümseyerek hayatın bütün alanlarını
150, Miladî 767 yılında Bağdat’ta öldü. Bir rivayete kapsayacak şekilde geliştirip genişletmeleri, böylece
göre, atıldığı hapishanede zehirletilerek, bir başka ri- gerek fert gerekse toplum ve yönetim açısından ihti-
vayete göre ise halifelik sarayında, bizzat Mansur’ un yaca cevap verebilir bir bütünlük ve zenginliğe ka-
eliyle zehirlenerek şehit edildi.29 vuşturmaları vardır. Ayrıca, Ebû Hanîfe, kendinden
İmam-ı Azam’ın hayatını ve özelliklerini anlatan önce oluşmuş olan ilmi geleneğe hâkim bir isimdir.
eserlerden birinin sahibi olan İbn Hacer el-Heytemî Özellikle sahâbe ve tâbiîn döneminde Irak bölgesinde
(ölm. 974/1567), onun, meslektaşlarına üstünlükle- oluşan zengin ilmî mirası hocaları ve görüştüğü çe-
rini sıralarken şu üç özelliğin altını da çizmektedir: şitli âlimler vasıtasıyla yakından tanıma ve kavrama
imkânı bulmuştur. Etrafındaki seçkin ve yetişkin öğ-
1. İmam-ı Azam, fıkıh ilmini ilk tedvin eden, bu-
rencileriyle birlikte değişen şartlara ve çoğalan fıkhî
günkü sistematik yapısına ulaştırıp bablara, fasıllara,
meselelere paralel olarak söz konusu geleneğe körü
kitaplara ayıran kişidir. İmam Malik, Muvatta’ adlı
körüne bir bağlılık sergilememiş ve önceki nesiller-
eserinde onun sistemini takip etmiş, daha sonraki
den devralınan zengin mirası yeniden değerlendi-
bilginler de bu konuda İmam-ı Azam’ın yolunu izle-
rip sistemleştirdiği ve o gün için ferdî ve içtimaî ha-
mişlerdir. Onun mezhebi, Hindistan, Anadolu, Ma-
yatın bütün yönlerine cevap verebilen bir bütünlüğe
veraünnehir gibi, diğer mezheplerin giremediği coğ-
kavuşturmuştur. Söz konusu bu bütünlüğün sağlan-
rafyalara girme başarısını göstermiştir.
masında, Ebû Hanîfe’nin etrafında meseleleri farklı
2. İmam-ı Azam, diğer ulemanın aksine, hem kendi açılardan mütalaa edebilen birçok mesai arkadaşının
geçimini kendi eliyle sağlamış hem de diğer ulemaya ve öğrencisinin bulunması büyük rol oynamıştır.34
maddi yardımlarda bulunmuştur. İmam-ı Azam, ha-
Öztürk’e göre, İmam-ı Azam, sadece ilim ve fikir va-
yatında hiçbir zaman hediye kabul etmemiştir.
disinde kaldığımızda İmam-ı Azam’ın esas büyük-
3. İmam-ı Azam, mazlum, mahpus ve mesmûm bir lüğü fıkıhta değil, İlm-i Kelam’dadır. O tartışmalarda
bilgindir. Yani zulme uğramış, hapsedilmiş ve zehir- bir amelî fıkıh üstadından çok İlmi Kelam üstadı-
letilerek öldürülmüştür.30 dır.35Ayrıca Öztürk’e göre, “İmam-ı Azam bahsi açıl-
Küfe merkezli Irak fıkhının ilk defa Ebu Hanife dö- dığında ele alınacak ve hükme esas yapılacak ilk alan,
neminde sistematik ve kapsamlı bir şekilde tedvin bu ‘kanla yazılan alan’dır. Bu bilindiği içindir ki, mu-
edilmeye başlandığı bilinmektedir.31 Hanefîlik Arap arızları onun siyasal mücadelesine, bu alandaki yeni-
olmayan toplumlar üzerinde etkili bir mezheptir. Bu liğine, eşsizliğine fazla temas etmezler; onu fıkıh ta-
özelliğini gerek Ebu Hanife’nin gerekse mezhebin ilk rihinin kalıpları içine sıkıştırarak esas büyüklüğünü
neslini teşkil eden Ebu Yusuf, İmam Muhammed, gözden kaçırırlar.”36
Züfer, Hasan b. Ziyad gibi müçtehitlerin yetiştirdiği Fıkıh mezheplerinin teşekkül döneminin aynı za-
öğrenciler özellikle Harizm, Batı Türkistan, Horasan manda İslam medeniyetinin gelişimi ve farklı coğ-
ve Maveraünnehir gibi halkı yeni Müslüman olmuş rafyalara ve kültürel ortamlara yayılması arasında
bölgelere giderek hocalarının görüşlerinin tanınma- sıkı bir ilişki mevcuttur. Farklı coğrafyalar üzerinde
sında, benimsenmesinde ve yayılmasında etkin rol yer alan değişik kültürlerin farklı sorunları da bün-
oynamışlardır.32Bundan hareketle, Irak’ın doğu illeri yesinde barındırması standart bilgi merkezlerinin
için Hicaz bölgesine geçit ve İslam dünyası ile irtibat teşekkülünü zorunlu kılmıştır. Günümüzdeki gibi
noktası teşkil etmesinin Hanefîliğin teşekkülünde iletişim ve eğitim teknolojilerinin bulunmadığı bir
ve doğu bölgelerinde öncelikli olarak yayılmasında zamanda mensuplarının dinlerinin öğrenmeleri bü-
ciddi ölçüde etkili olduğu söylenebilir.33 tüncül okulların/mezheplerin varlığı ile sağlıklı bir
Irak fıkhının Ebû Hanîfe ve öğrencilerinin döne- zemine oturmuştur. Aynı şekilde yargılamada gü-
minde sistemleşip ekolleşmiş ve mensupları da ehl-i ven ve istikrarı sağlamak, kanun ve yargı önünde

175
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

insanlara eşit davranmak da toplumda adaletin tesisi alındığında Mâturîdî’nin Türk asıllı olduğunu söy-
ve devletin bekası için ön şart niteliğini taşıdığından lemek gerekir.41Nisbet edildiği Mâturîd (Mâturît), bu-
gelişen İslam devletinin temel meselelerinden birini gün Özbekistan Cumhuriyeti’nin sınırları içinde bu-
teşkil etmeye başlamıştır. O zamana kadar halifeler lunan Semerkant’ın dış mahallesidir. Hayatı hakkında
tarafından re’sen tayin edilen ve tayin edildiği böl- kaynaklarda çok az bilgiye rastlanan Mâturîdî, Ab-
gede bağımsız olarak görev yapan müctehid- kadı- bâsîler’in merkezî otoritelerinin oldukça zayıfladığı
ların toplumda adaletin sağlanmasında inisiyatif ve bir dönemde siyasî bakımdan hilâfete bağlı müstakil
dirayetlerine de bağlı olarak aktif bir rol oynadıkları beyliklerden Sâmânoğulları’nın Mâverâünnehir’e hâ-
ve bu konuda yeterli oldukları doğrudur. Bu ortamda kim oldukları devirde yaşamıştır. Doğum tarihi ke-
Ebu Hanife ve öğrencilerinin geliştirip sistemleştir- sin olarak bilinmemekle birlikte hocası Rey Kadısı
diği Irak fıkıh ekolü, hem fertler hem Abbasi yöne- Muhammed b. Mukātil er-Râzî’nin 248 (862) yılında
timi açısından bu amaçları gerçekleştirme yönünde vefat ettiğine dair bilgiden hareketle III. (IX.) yüzyı-
önemli bir fırsat teşkil etmiştir.37 lın ilk yarısının ortalarında dünyaya geldiği ve öm-
İmam-ı Azam, inanç fıkhındaki öncülüğüne ilaveten rünün bir asra yakın olduğu tahmin edilmektedir.42
amalî fıkhın da babasıdır. Diğer bütün fıkıh ekolleri Mâverâünnehir bölgesinde, hem itikâdî, hem de fıkhî
ondan sonradır ve tümündeki ‘sistematik’ diyebile- konularda Ebu Hanife’yi manevî otorite kabul eden
ceğimiz yapı onun mirası ve metodu üzerine yüksel- temelde Mürciî akîdeye bağlı Rey’de Neccarîlik, Nisa-
miştir.38Fıkıh mezheplerinin ve İslami ilimlerin diğer bur’da Kerramîlik, Semerkand’da Mâturîdîlik bu üç
alanlarındaki mezhep ve ekollerin adına nisbet edil- ekol arasında, sadece Mâturîdîlik, Ehl-i Sünet ve’l-ce-
dikleri kişilerde birkaç yüzyıl sonra ortaya çıktığı bi- maat içerisinde devam edebilmiştir.43 Mâturîdî Ha-
linmektedir. Aynı şekilde Hanefîlik de İmam-ı Azam nefî mezhebinin dördüncü, hatta üçüncü kuşak âlim-
Ebu Hanefî’ye nisbetle çok sonraları bu adla anılmaya lerindendir.”44 İtikadî (inanç esasları) mezheplerden
başlanmıştır. Hanefî mezhebinin yayılmasında özel- olan Ehl-i sünnet’in Mâturîdiyye ekolünün kurucu-
likle Selçuklu ve Osmanlı devletlerinin rolü büyük- sudur. Fıkıh ilminde Hanefî mezhebinin görüşlerini
tür. Selçuklu Hükümdarı Tuğrul Bey’in Nişabur, İs- benimsedi. İmam Ebu Hanife çizgisinde ve Ebu Man-
fahan, Hemedan gibi Hanefîliğin görece az tanındığı sur el-Maturîdî’ye nisbetle kurulan Maturîdiyye mez-
yerlere Hanefî kadı ve imamlar tayin ettiği ve ülke hebi, tek başına bütün Müslümanların yarısını ken-
genelinde Hanefîliğin güçlenmesinde önemli payı- dine bağlayabilmiş bir ekoldür.45
nın bulunduğu kaydedilir.39
Mâturîdî’nin doğduğu yer, farklı dinlere mensup olan-
Ebu Hanife’nin görüş ve düşünceleri ölümünden larında yoğun şekilde yaşadığı kozmopolit bir bölge-
sonra yayılmış ve sistemleşmiştir. Bugün elimizde dir. İslam’ın dışındaki dinlerin yanında İslam’ın kendi
görüş ve düşünceleri tamamen kendisine ait Fıkh-ı içindeki Kerramiyye, Neccâriye gibi farklı felsefi ve
Ekber isimli eseri mevcuttur. Kendisine izafe edilen dini fikir akımlarının da yer aldığı bir konumdadır.
diğer eserleri öğrencileri tarafından yazılmıştır. Bun- Bütün bu farklılıklarla temas halinde bulunma du-
lar arasında özellikle El-Alim Ve’l-Müteallim, El-Fık- rumu Mâturîdî’liğin özgünlüğünü oluşturmakta-
hu’l –Ebsat, El -Fıkhu’l –Ekber, Risaletü Ebı Hanıfe, dır. Mâturîdî’nin mensup olduğu Hanefî mezhebi,
El- Vasiyye zikredilebilir. o dönemin bilinen adıyla Rey ekolü, Mâverâünne-
İmâm Mâturîdî (Ebû Mansûr Muhammed b. Mu- hir bölgesinde büyük bir ağırlığı olan ve bölgenin
hammed b. Mahmûd el-Mâturîdî es-Semerkandî: ilmî yükünü çeken bir grubun önde gelen isimlerin-
Hicri 238 (m. 862)?-Hicri 333 (m. 944)) den biriydi. Bölgede akâid ya da kelâm söz konusu
Mâturîdiyye mezhebinin kurucusu, müfessir ve fa- olunca da, Mâturîdî başı çekenlerden biri olarak kar-
kih. Asıl adı Ebû Mansûr Muhammed b. Muhamed şımıza çıkmaktadır. Mu’tezilenin usûlünü takip eden
b. Mansûr’dur. Doğum tarihi kesin olarak bilinme- ve imanın kuvvetlenmesi için bunlardan delil çıka-
mekle birlikte, 333/944 yılında Semerkand’da öldüğü, ran ilk şahsiyet Ebû Hanîfe’nin akîde olarak ortaya
hemen hemen kesindir. Mâturîdî’nin hayatı hakkında koyduğu inançlar manzumesi, Mâturîdî tarafından
bilgi veren kaynaklara göre, onun Türk asıllı olduğu onun metodu geliştirilerek yeni bir sistem haline ge-
kuvvetle muhtemeldir.40Gerek dil ve üslûp özellikleri tirilmiş ve Mâturîdîlik adını almıştır.46
gerekse yaşadığı Semerkant ve çevresinin Türkler’in İmâm Mâturîdî pek çok seçkin İslâm düşünürü gibi,
çoğunlukta bulunduğu bir bölge olması göz önüne epistemolojisinin temel kaynakları arasına hem aklı

176
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

hem vahyi yerleştirmektedir. Ancak onun akaid esas- tecrübelerine bağlı olarak geliştirdikleri ilişki formu-
larını açıklarken zaman zaman aklı ön plana çıka- dur. Alman modelinde yani sekülerizm de devlet dine
ran i‘tizalî bir görünüm; bazen de vahye teslimiyet müdahale de bulunmaz. Din eğitimi ve öğretimi doğ-
gösteren selefî bir yaklaşım sergilediği izlenimi do- rudan sivil topluma terk edilmiş ve nötr bir müna-
ğabilmektedir. Fakat ayrıntılı bir araştırma sonucu sebet kurmuştur. Fransız modelinde ise din devletin
Mâturîdî’nin fikirleri ve açıklamalarını belirleyen dü- kontrolündedir. Devlet dine göre yönetilmemekte-
şünce yapısı tespit edildiği zaman görüleceği üzere, dir ama halkın dinî gereksinimleri sivil topluma bı-
aslında o, Mu‘tezile’den ve onlar tarafından gelişti- rakılmamış devlet denetiminde yapılandırılmıştır.50
rilen rasyonel çizgide ayrıldığı gibi, onların akılcılı- Modernleşme ve post-modernleşmeye paralel olarak
ğına ve temsil ettiği kelâma karşı şiddetli eleştiriler dinin geçirdiği söylemsel dönüşüm dinin/İslam’ın bü-
getiren Selefî düşünceden de tamamen faklılaşarak tün boyutlarını etkilemiştir. Geleneksel olarak top-
kendine has bir yöntem izlemektedir.47 lum nezdinde dinin olmazsa olmazsı olarak öğreti-
Eserlerinden bazıları: Kitab-üt-tevhîd, Te’vilat-ül- len ilkeler, normlar, değerler veya başka bir deyişle
Kur’an, Reddü Evaili’l-Edille lil Ka’bi ve Beyanü veh- İslam’ın şartları, ibadetlerin zorunlulukları, davranış,
mi’l Mu’tezile, Er-Reddü ala usül’il Karamita, Reddu düşünme, konuşma ilkeleri modernleşme ve post-mo-
kitab-ül-imame li Ba’zir-Revafiza, Kitab-ül-makalat dernleşme süreçlerinin toplumsal ve kültürel yapıyı
fil-kelâm, Me’haz-üş-şeriyye, Kitab-ül-cedel, Kitâbu etkilemesi ölçüsünde dinî yaşamı da değiştirmiş ve
tefsiri’l-esma ve’s-sıfat, Vasaya ve münacat.48 dönüştürmüştür.
Araştırmanın Veri ve Sonuçları Dinin temel ilkelerinin ne olduğu yanında öğretil-
mesi, uygulanması gibi süreçlerde de çoklu değişik-
Konunun Önemi
likler farklı düzlemlerde tezahür etmiştir. Örneğin
İslam düşünce tarihinde, İslam’ı anlama, açıklama ve namazın günde kaç vakit kılınacağı gibi tartışma-
yaşamaya yönelik birbirinden farklı yorum gelenekleri ların yanında mezheplerin gereksizliği gibi düşün-
ortaya çıkmıştır. Kimisi, dini anlama ve anlamlan- celer de sık sık gündeme gelmekte ve toplumu etkisi
dırmada olgunun tahliline büyük önem vererek ak- altına alabilmektedir. Bugün modernleşmenin getir-
lın ve akıl yürütmenin nüfuz alanını genişletmekte; diği rasyonelleşme sonuncun da etkisi ile her birey din
kimisi aklı ayet, hadis ve dinî metinlerin lafzî anla- de neyin gerekli olup olmadığı kendi “akıl yürütme-
mına hapsederek metnin hakimiyetini kurmaya ça- leri” ile karar verebilmekte ve yüzlerce yılın düşünce
lışmaktadır. Kimisi de, sorunların çözümünü belli geleneği bir çırpıda yok sayılabilmektedir.
şahıslara, yani siyasî-karizmatik lidere veya gizemli Mâturîdîliğin teşekkül dönemi, pek çok itikadî ve
güçlerle donatılmış sufî önderlere (şeyh ve kutub) ha- siyasi mezhebin ortaya çıktığı ve toplumları etkile-
vale etmektedir. Kimisi ise, geçmişten günümüze ka- diği bir dönemdir. Bir uçta “aşırı akılcılık” bir başka
dar gelen dini tecrübeye (sünnet ve asar), yani ilk ne- uçta da “aşırı nakilcilik”ın mevcudiyeti ve bunların
sillerin dini anlama ve yaşama biçimlerini ideal bir kendi aralarındaki mücadeleler vardır.51Mâturîdî’nin
dönem (asr-ı saadet) olarak sunmaktadır.49 İslâm dininin inançla ilgili esaslarını; Kur’ân ve sün-
Türk toplumunda modernleşme tarihsel ve toplum- net’e, İcmâ’a, Allah ve Peygamberin muradına en ya-
sal sürece bağımlı olarak kendine özgü bir mecrada kın ve en uygun şekilde açıkladığı, çağlar boyunca
gelişmiştir. Dinin öğrenilmesi, öğretilmesi, toplum, büyük kitlelerce kabul edilmiştir. Mâturîdî ile başla-
devlet ve siyaset arasındaki ilişkiler de modern za- yan bir inanç sistemi manzumeleri ortaya çıkmıştır.
manlarda radikal değişimlere uğramıştır. Seküler- Günümüzde bu inanç sistemi özellikle Türkler ara-
leşme ve laikleşme süreçlerinin toplumsal zemindeki sında yaygın olmasına rağmen, Ehl-i sünnet kelâmı-
kazanımı dinin işlevinde de ister istemez yeni dö- nın sistemleşmesinden sonra hiç hak etmediği halde
nüşümlere neden olmuştur. Sekülerleşme/laikleşme şahsiyeti ihmal edilmiştir.52
başta din ve devlet ilişkilerinin formunda yeni ilişki Türkiye’deki önemli sorunların başında eğitim siste-
biçimlerinin gelişmesini sağlamıştır. Dünya ülkeleri- mindeki endoktrinasyon kurumunun göreceli bir yapı
nin her birinin tecrübesi de bu bağlamda iki ana tec- arz etmesidir. İmam Hatip okulları, düz lise ve mes-
rübeye dayanır. Birincisi Alman tecrübesi olan sekü- lek okulları ile özel okullar ve Kur’ân Kursları bireye
lerlik diğeri de Fransız tecrübesi laikliktir. Bu iki temel birbirinden farklı kimlik modellerini empoze edebil-
modelin özelliği din-siyaset/devlet ilişkisinde tarihi mektedir. Farkı kimlik mensuplarının yakınlaştığı ve

177
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

uzaklaştığı Türk kimliği İslamcı ve kendine İslamî bir görüşme yapılmıştır. Her bir görüşme, belirlenen
kimlik atfeden cemaat ve tarikatların red noktasına amaçlar doğrultusunda ve yüzyüze sohbet ortamında,
geldiği bir kimliktir. Başka bir deyişle, Türk kimliği, yaklaşık 20-30 dakika sürmüştür. Mülakatlar kayde-
farklı dini anlayışların da üzerinde görüş beyan et- dilmiştir. Kayıttan önce izin alınmıştır. Ayrıca katı-
tiği merkezi bir konumda yer almaktadır. Bu gruplar lımcıların sorulan sorulara rahat cevap verebilmeleri
özelikle Müslümanlığı Türklüğün anti-tezi gibi sunan güvene bağlı olduğu için müftülüğe araştırmamızla
zihniyet yapıları doğal olarak tarihsel Türk kimliği- ilgili bilgi verilmiş ve gerekli izinler alınmıştır. Ka-
nin temel kaynağı halinde bulunan Hanefî-Mâturîdî tılımcılara izin belgesi gösterildiğinde rahat bir soh-
yapıyı da tanımayacaktır. İslam’ın, tarihsel ve sosyo- bet ortamının gerçekleştiği görülmüştür. 10 kişi ile
lojik nokta-i nazardan Türk kimliğinin yaratıcı bir görüşme planlanmasına rağmen sadece yedi kişi ile
konuma bulunmasında şimdiye kadar üzerinde fazla görüşülebilmiştir. Üç din görevlisi ise gerekçe göster-
entelektüel mesai sarf edilmeyen Hanefî-Mâturîdî ge- meden mülakata katılmaktan çekinmiştir.
leneğin çok büyük bir payı bulunduğu genel olarak
Evren ve Sınırlılıklar
cüz-i bir bölümünü teşkil eden bu çalışmanın ana
tezini oluşturmaktadır. Halka dinini öğreten grup- Yürütülen çalışma Denizli ili camilerinde görev ya-
ların “kulaktan dolma bilgi” de denilen yüzeysel bir pan din görevlileri ile sınırlıdır. Tema olarak da din
Hanefîlik-Mâturîdîlik halka öğretmekle birlikte bu görevlilerinin dini tutum ve davranışlarının ölçül-
olguların ne olduğu üzerinde fazla durulmamıştır. mesine dayalı olarak değil sadece Türk toplumunun
Mezheplerin terk edilmesi uzun bir toplumsal, siya- mezhep imamları olan İmam-ı Azam Ebu Hanefî ve
sal ve entelektüel gelişim sürecinin sonucudur. Os- İmâm Mâturîdî’nin öğretisi, hayatı, dini yaşamımız-
manlı-Türk modernleşmesi, pozitivizmin de etki- daki önemi ve işlevi üzerindeki bilgi düzeyleri öğre-
siyle gelenekten kurutulmayı gelişmenin en temel nilmeye çalışılmıştır. Ayrıca, din görevlilerinin zih-
yolu olarak algılamıştır. Vahhabi isyanıyla birlikte do- niyet yapıları, din, toplum, mezhep, mezhepsizlik gibi
ğan Selefiliğin geleneği ve güçlü epistemolojik kaleler konulardaki yaklaşımların istihraç ettiği ve şekillen-
olan mezheplere olan karşıtlığı Batılılaşma ile kesişe- diği zihniyet örüntüleri açığa çıkarılmaya çalışılmıştır.
rek bugün geldiğimiz noktada adı var kendi yok bir Araştırmanın Problemi
mezhep veya sunnîlik ortaya çıkarmıştır. Bizim bu
Din görevlilerinin, Türk toplumunun mezhep imam-
bildiride de göstermeye çalıştığımız gibi Türk top-
ları olan İmam-ı Azam Ebu Hanefî ve İmam Ma-
lumuna dinini öğretmekle sorumlu toplumsal grup
olan “din görevlileri”nin mezheplere olan yabancı- turudî hakkındaki bilgi düzeyleri ne durumdadır?
lığı açıktır. Kısacası bugün Türk düşüncesinde ve Araştırmanın Alt Problemleri
dini yaşamında Hanefî-Mâturîdî din anlayışı ve ge- 1. Din görevlilerinin mezhepler hakkındaki bilgi du-
nel anlamda mezhep sistematiğini benimsemiş olan rumları nasıldır?
Sunnîlik Müslümanların zihniyet dünyasına belir-
2. Din görevlilerinin Hanefî mezhebi hakkındaki ge-
leyiciliğini yitirmiştir. Tamamen siyasi bir çatışma
olan Alevî-Sunnî sorununun ifadesinde Aleviliğe bir nel bilgi düzeyleri yeterli midir?
anlam vermek için karşıtı olarak kullanılan bir kav- 3. Din görevlilerinin Mâturîdîlik hakkındaki genel
ram haline gelen sunnîlik aslında güçlü epistemolo- bilgi düzeyleri yeterli midir?
jik okullar olup bu epistemoloji kendi ontolojisini de 4. Din görevlileri Hanefîlik ve Mâturîdîlik arasındaki
yüzyıllar boyunca yaşatmıştır. Fakat bugün geldiği- farkı biliyorlar ve izah edebiliyorlar mı?
miz noktada mezheplerin temel işlevi yüzeysel bir
5. Din görevlileri Hanefîlik ile diğer mezhepler ara-
yaklaşımla ibadet alanlarını standartlaştırmak/dü-
zenlemek olarak algılanır hale gelmiştir. sındaki farkı gösterebiliyorlar mı?

Kullanılan Yöntem 6. Din görevlileri Mâturîdîlik ve diğer itikadi mez-


hepler arasındaki farkı ayırt edebiliyorlar mı?
Bu çalışmada sosyolojide sık kullanılan veri toplama
araçlardan biri olan derinlemesine mülakat tekniği 7. Din görevlilerinin öğrenim durumlarına göre bilgi
uygulanmıştır. Soru sorma ve yanıtlama biçimine düzeyleri değişmekte midir?
dayalı iletişim olarak görüşme, anlamaya dayalı en 8. Din görevlileri, entelektüel seviyelerinin gelişimi
güçlü yöntem olması hasebiyle katılımcılarla yüzyüze için çalışıyorlar mı?

178
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Çalışmamızda katılımcı olarak Denizli ilinden yedi caminin gölgesinden ayrılamadıklarını” söylüyor. Ka-
din görevlisi katılmıştır. tılımcı 7 imamlığın toplumdaki konumuna da deği-
GÖREV nir. Ona göre, “Köyde bulunmanın bazı avantajları ve
YAŞ OKUL
SÜRESİ (yıl) dezavantajları olur. Halkla fazla haşır neşir olduğun
Katlımıcı-1 34 İki yıllık ön lisans 7 için halk biraz daha fazla saygı gösterir. Mesela ak-
Katlımıcı-2 41 İmam hatip lisesi 18 şam adamın çocuğu rahatsızlansa sizin de arabanız
Katlımıcı-3 40 İki yıllık ön lisans 17
varsa din görevlisinin yanına gelir. Ben çok hatırlı-
Katlımıcı-4 26 Dört yıllık lisans 7
Katlımıcı-5 46 İki yıllık ön lisans 26
yorum, adamı götürürüz parasını almayı boşver, ce-
Katlımıcı-6 45 İki yıllık ön lisans 25 bimizden de ilaç aldığımız çok olmuştur.”
Katlımıcı-7 42 İki yıllık ön lisans 20 Katılımcıların “dinin toplum için taşıdığı önem” ko-
Katılımcıların genel kültür seviyelerini ortaya koymak nusundaki cevapları farklılık göstermektedir. Her
ve entelektüel gelişimlerini ne ölçüde başarabildikleri biri farklı noktalardan farklı boyutlarına dikkat çek-
konusunda genel bir kanata varabilmek için katılım- mektedir. Katılımcı 1, toplumun din algısını eleştire-
cılara “Kitap okur musunuz? Aylık ortalama kaç ki- rek görüşlerini açıklama yolunu seçmiştir. Ona göre
tap okursunuz? Ne tür kitaplar okursunuz?” soruları insanımızın din algısı farklı ve din ülkemizde rahat
yöneltilmiştir. Genel cevaplar içinde “Kuran-ı Kerim bir şekilde yaşanmamaktadır. Din, insanları kurta-
okurum”, “İslam ilmihali okurum”, “Elime ne geçerse rıcı bir vazife olarak görülmüyor. Ekonominin geliş-
okurum”, “tefsir okurum” gibi cevaplar verilmiştir. mesi ve küreselleşmenin artmasına rağmen dine dog-
Katılımcılardan “roman, hikâye okumam. Çünkü matik bir inanma var; okuyarak bilerek inanma yok.
faydasızdır” cevabını verenler de olmuştur. Katılım- Katlımcı 1, görüşlerini desteklemek için görev yap-
cıların entelektüel düzeylerini artırmak ve kendile- tığı yerden örnek vermektedir. “Yaşı 60’ı geçmiş hacca
rini geliştirmenin yolu olan kitap okuma eylemin- gitmiş, namaza başlıyor. Ölecek ya ibadete başlıyor”
den uzak olmaları dikkat çekmektedir. diyerek “bizim din anlayışımız bu” diyor. İslam’ı ya-
Katılımcıların kendi mesleklerini nasıl gördüklerini şayışından dolayı Osmanlı’ya hayran olduğunu belir-
öğrenebilmek amacıyla “İmamlık sizin için ne ifade ten Katılımcı 1, “Osmanlı adamı asıyormuş, kesiyor-
ediyor? Bir toplum için dinin önemi nedir? Ailenizde muş önemli değil, bazen asmak, kesmek de gerekli”
başka imam veya din görevlisi var mı?” soruları yönel- diyor. Ona göre, içi dolu bir dini yaşantımız yok. Tek
tilmiştir. Katılımcıların hiçbirinin ailesinde başka din kaygımız dünyamızdaki yaşantımız. Çocuklarımızın
görevlisi bulunmamaktadır. “İmamlık sizin için ne ifade dünya hayatı kurtulsun. Çok para kazansın, ele güne
ediyor?” sorusuna Katılımcı-2, öncelikle “peygambe- muhtaç olmasın.
rimizin makamını dolduruyoruz” demiştir. İmam- Katılımcı-2, toplum için dinin önemini öğrencilerden
lığın zor işe olmasına rağmen halk katında olumsuz hareketle açıklıyor. “Dün bir soru sordum çocuklara.
bir algısının bulunduğunu vurguluyor. Çünkü vatan- Müslüman kimdir dedim, Namazını kılan, zekâtını
daş “al maaşını yat” gibi bir algıya sahip. Katılımcı-3 verene Müslüman denir, diyor. Çocuk bunu nereden
de imamları peygamberin emanetçisi olarak görmek- öğreniyor ana babasından. Bende buna dayanarak di-
tedir. Bu yüzden de “yeniden doğsam imam olmak yeceğim ki, halkın nazarında din, namaz, oruç zekât.
isterdim” demektedir. İmamlığa biçilen bu misyon- Böyle anlaşılıyor. Tabi çok eksik.” Katılımcı 3, dinin
dan dolayı “önderlik” kavramına özel bir önem ver- insana Allah tarafından fıtraten verildiğini ve maya-
mektedir. “Toplumda önder ve model olabilmenin son mızda bulunduğunu söyler. Ona göre biz aciz insanız
derece önemli olduğunu düşünen birisiyim” diyerek ve ibadet etme, tapınma, bir yere sığınma, güvenme
Resulullah’ın hak davasının temsil edildiği düşünül- duyusu içinde yaratılmışız. En büyük çimento, bir-
mektedir. Katılımcı-4 şartların kendisini imamlığa leştirici güç dindir. Katılımcı 4, “ağaçlar için su neyse
zorladığını belirtiyor. Sorumluluğunda dolayı kork- toplum içinde din odur” derken katılımcı 5, “Olmazsa
tuğunu vurguluyor. Katılımcı-7 de diğer katılımcı- olmazlardan. Kişini hayatını düzenleyen bir kural-
larla aynı şekilde imamlığın halkın nezdinde “ba- dır” demektedir. Katılımcı 6 da dinin toplum için ıs-
sit bir meslek” olarak görülmesinden şikâyetçi. Oysa lah edici olduğunu, insanların düzenini sağlayan, in-
katılımcı 7 imamlığı “en zor mesleklerden biri” ola- sanları toplumsal olarak iyileştiren ve hayata sokan
rak değerlendirmektedir. Çünkü hem “manevi so- bir şey” şeklinde değerlendirir. Din, insanların hem
rumluluğu var” hem de “mesai saati az görünse de dünyasını hem de ahretini düzene sokar. Katılımcı

179
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

7, din olmadan toplumda düzenli bir ilişkiden bah- değilim” derken katılımcı 5, “İmamların imamı”, Ka-
sedilemeyeceğini düşünür. tılımcı 6, “Bence bu işin öncüsüdür”, Katılımcı 7, “4
Katılımcılara “Ebu Hanife Kimdir?” sorusu sorul- büyük mezhepten birinin kurucusudur. Mezhepleri
muş, kısa ve net cevaplar alınmıştır. Bütün katılım- bilmemek büyük eksiklik. Çalıştığımız yerde başka
cılar “Ebu Hanife, Hanefî mezhebinin kurucusudur” mezhep olmadığı için” diye yanıtlamışlardır. Sadece
cevabını vermiştir. Bazı katılımcılar bunun yanında Katılımcı 4, diğer Katılımcılara nazaran farklı cevap
farklı cevaplar da vermiştir. Katılımcı 1, mezheple- vermiştir. Katılımcı 4, “Akılcılığı ön plana çıkarmış
rin dördünün de hak mezhep olduğunu vurgular- ama nakli de red etmemiştir. Böyle bir yanlış algı
ken bunların birbirlerini dışlayan söylem içinde bu- var. Nakli de hadisi de kullanmıştır. Biraz aklını çok
lunmadıklarını belirtir. Hanefî hazretlerinin yetim çalıştırmış diyelim. Malikiler biraz daha nakilcidir.
büyüdüğünü, peygamberimizin ve din görevlileri- Şafiler ortasıdır. Sentezcidir. Çünkü imam şafi, hem
nin hor görülmesi gibi onun da hor görüldüğünü imam Muhammed’den hem de Maliki’den ders al-
söyler. Hor görenin de inançsızlar olduğunu söyler- mıştır. Şafi’nin iki dönemi var. İlk dönem nakilci son-
ken mezhepler konusunda dikkat çekici görüşler sarf raki dönemi ortayı buluyor.”
eder. Mezhebin önemsiz olduğunu ve bizim Hanefî Katılımcılara “İmâm Mâturîdî kimdir?” sorusu so-
olmamıza rağmen doğuya gidince “Şafiye uyarsın rulmuş ve bilgi alınamamıştır. Katılımcı 1, 2, 4, 6 ve
oldu bitti” der. O yüzden mezhep fazla bir şey ifade 7 “Maturudilik mezhebinin kurucusudur” demişler-
etmez. Ona göre, “İslam’da mezhep diye bir şey ol- dir. Katılımcılardan 3, 5 “bir bilgim yok” demişlerdir.
maması lazım”. Katılımcı 4, düne kıyasla fakihlerin “İmâm Mâturîdî’nin mezhep tarihimizdeki yeri nedir?”
bugün haklatan kopuk olduğunu belirtir ve Hz. Ha- sorusuna katılımcı 4 dışında cevap veren olmamıştır.
nefî’nin halka karıştığını ve ticaretle uğraştığını söy- Katılımcı 4, “Çok önemli bir yeri vardır. Onun gö-
ler. Katılımcı 6’da üstün olduğu için “İmam-ı Azam” rüşleri ile amel ediyoruz şu an. Onun görüşleri biraz
olarak anıldığını ve ticaretle uğraştığı için bilgisinin daha makul geliyor. Ama Şafi gibi tamamen nakilci
fazla olduğunu söylemiştir. değil. Ortada. Cenabı hak da akla yatkın olanı em-
Katılımcılara “Ebu Hanife’nin itikadi görüşlerini içe- reder” demiştir.
ren risalelerinden neler okudunuz?” sorusunu bütün “Kitabu’t-Tevhid ismi sizde neyi çağrıştırıyor?” sorusu
katılımcılar okumadıklarını söylemişlerdir. Bu nok- sorulmuş ve katılımcı 1, “Kur’ândır yani ben onu an-
tada bazı katılımcılar Diyanetin ilmihalinden bilgi lıyorum. Bizim inanç kitabımız Kuran’dır başka neyi-
sahibi olduklarını söylemişlerdir. miz var?” demiştir. Katılımcı 2 ve 3 İmam-ı Azam’ın
“Ebu Hanife hakkındaki bilginize nerede ne zaman da Mâturîdî’nin de olabilir” şeklinde cevaplamıştır.
öğrendiniz?” sorusuna katılımcılar okuldan cevabını Katılımcı 453*, İmâm Mâturîdî’nin” cevabını vermiş-
yoğun olarak verirken bazıları da kitaplardan demiş- tir. Katılımcı 5 ve 6 bilmediğini söylerken Katılımcı
tir. Aynı şekilde “Ebu Hanefî’nin herhangi bir eserini 6 “Mâturîdî’nin kitabı olması lazım öyle hatırlıyo-
okunuz mu?” sorusuna da katılımcılar okumadıkla- rum” demiştir.
rını söylemişlerdir. Mezhep imamlarının eserlerinden Katılımcılara “İmâm Mâturîdî hakkındaki bilginizi ne-
hareketle tanınıp tanınmadığının tespiti için “Fıkhu rede ne zaman öğrendiniz?” ve “İmâm Mâturîdî’nin
Ekber ismi sizde neyi çağrıştırıyor?” sorusu sorulmuş- herhangi bir eserini okunuz mu?” sorularına katı-
tur. Katılımcı 1, “Büyük bir fıkıhtır yani başka ne ola- lımcı 4 dışındaki bütün katılımcılar “bilmiyorum”
bilir..” demiştir. Katılımcı 2, 3, 4, 5 İmam-ı Azam’ın ve “okumadım” şeklinde cevaplamışlardır. Katılımcı
eseri derken katılımcı 6, 7 cevap verememiştir. 4, “Derslerden ve kitaplardan. Mezhepler tarihi der-
Katılımcılara yöneltilen “Ebu Hanife’nin mezhep ta- sinden” demiştir.
rihimizdeki yeri nedir?” sorusu katılımcıların bilgi Katılımcılara “İmâm Mâturîdî’nin Eşari’den farklılığı
düzeyini göstermeleri açısından önem taşımaktadır. nedir?”, diye bir soru yönelttik. Katılımcı 4 dışında
Bu soruya katılımcılar gerekli cevabı verememişler- hiçbir katılımcı cevap vermemiş ve iki mezhep ara-
dir. Katılımcı 1, “Mezhep tarihinde iyi, olgun bir yeri sındaki farkı bilmediklerini belirtmişlerdir. Katılımcı
var. En çok sevilen, beğenilen, tabi olunan mezhep- 4 ise Mâturîdîlik ve Eşarilik arasındaki farkı şöyle
tir” açıklamasını yaparken, katılımcı 2, “Dört bü- ifade etmiştir: Mâturîdî Eşariye göre aklı ön planda
yük ekolden en büyük taraftarı olan zatı muhterem” tutar. Kadın peygamber, sorumluluk, gibi. Mâturîdî
demektedir. Katılımcı 3, “Çok fazla bir bilgi sahibi diyor ki Allah kimseye taşımayacağı yük yüklemez.

180
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Ama Eşari yükleyebilir diyor. Mâturîdî, yalnız kal- Ayrıca Müslümanların, Kur’ân’a bakınca illaki bir
mış biri dahi Allah’ı bilmekle sorumlu diyor. Eşari mezhebe uyması gerekmediğini ama ibadetlerin uy-
gerek yok diyor. Böyle farklılıklar var. gulanmasında bir standardın olması için bir mezhe-
Katılımcılar mezhepler konusunda birbirinden farklı bin benimsenmesi gerektiğini söyler.
cevaplar verdiği sorular şu şekildedir: “Mezhep sizin Katılımcı 3 de peygamberimizin hayatta iken farklı
için ne ifade ediyor? İslam’da mezhebin yeri nedir? bölgelerden gelen Müslümanların sorunlarını kendi-
Müslümanın bir mezhebe uyması gerekir mi?”. Katı- sinin çözdüğünü bu sebeple herhangi bir sorunun ya-
lımcı 1, mezheple cemaat ve tarikatçılığı aynı düzeyde şanmadığını oysa İslam’ın farklı coğrafyalara yayıl-
görürken, bir cemaatçi için mezhebin bir anlam ifade ması, farklı kültürlerle karşılaşması ile yeni sorunların
etmediğini belirtmektedir. Ona göre bir cemaatçi sa- ortaya çıktığını belirtmiş ve bu sorunların yeni yak-
dece kendi liderinin sözünü dinlemektedir. Katılımcı laşımlara da kaynaklık ettiğini belirtmiştir. Farklılık-
1, mezheplerin de birbirine karşıt olduğunu dile ge- lar insanların ihtiyaçlarını da değiştirmekte ve bu da
tirmektedir. “Mezhepleri falan aştık biz. Herkes şunu mezheplerin varlığını ortaya koymaktadır. Katılımcı
düşünüyor. Benim mezhebin Hanefî, beni o kurta- 3, dört hak mezhebe uymanın Müslüman’ın yaşamını
racak. Birinin mezhebi Şafi o beni kurtaracak diyor. kolaylaştıracağını söylemektedir. Farklı coğrafyalarda
Derler ya “cemaate bağlanacaksın.” Cemaate bağlan- sıcaklık, soğukluk, altı ay gece gibi durumlarda Müs-
mazsan bir kurtuluşun yok. Sonra diyorlar ki, sen ce- lümanların nasıl yaşayacakları cihetinden mezheple-
maate bağlanırsan kurtuluşa ereceksin… Dünya kur- rin önemli olduğunu düşünmektedir.
tuluşu önemli, ahiret kurtuluşu değil.” Aynı katılımcı, Katılımcı 4, mezhebin bir yorum olduğunu ve asla
bir Müslüman’ın mezhebe bağlanmasının gerekip bir dinin yerine konamayacağını belirtmektedir. Ka-
gerekmediği sorusuna “uygulama açısından bağlan- tılımcı 4 bugün insanların en büyük sorununun yo-
ması gerektiğini” söylemektedir. Çünkü birinde sün- rumu, dinin yerine koyması olduğunu vurgulamak-
net olan birinde vacip olabiliyor. Bu tip ayrılıkların tadır. Bugün siyasi alanda yaşadığımız sorunlarda
olmaması gerektiği bunun için de standarda uyması dini, yorumun yerine konulmasından kaynaklandı-
gerektiğini vurgulamaktadır. Katılımcı 1’e göre, mez- ğını söylemektedir. Ona göre her cemaat kendi yoru-
heplerde öldürmek diye bir şey yok ama bugün Orta- munu dinin yerine koymaktadır. Katılımcı 4, İslam’da
doğu’da en büyük sorun mezhepler: “İşte Şafi, Sünni mezhebin yerinin bulunduğunu ve mezheplerin ih-
bu sıkıntılar yaşanıyor. Bunlarında ben Müslüman tiyaçlardan doğduğunu söylemektedir. Katılımcı 4,
olduğunu düşünmüyorum. Şafi olduklarını da dü- bir Müslüman’ın müçtehid seviyesinde ise mezhep-
şünmüyorum. İmam Şafi hazretleri bunların görse leri uymak zorunda olmadığını ama halktan biriyse
alayını temizler.” Görüldüğü gibi katılımcı Şii yerine uymasının kendisi açısından daha rahat olacağını
Şafi ismini kullanmakta ve bu konudaki bilgisini or- söylemektedir.
taya koymaktadır. Katılımcı 1, mezhebin peygambe- Katılımcı 5, mezhepleri Peygamberlerden sonra gelen
rimizin sünneti olduğunu düşünüyor ve tek kurtulu- bir yol gösterici olarak algıladığını belirtmiştir. Ayrıca
şun Kur’ân ve sünnet olduğunu belirtiyor. Katılımcı1, her Müslüman’ın da bir mezhebe uymasının gerekli
“ilmihal kitaplarına bakıp da Hanefî mezhebini şöyle olduğunu belirtmişlerdir. Katılımcı 6 ise mezheplerin
iyi bir uygulayayım” diye hiç düşünmediğini dile ge- bir yol olduğunu her yolun da İslam’a çıktığını söy-
tirmektedir. Ona göre tek mezhep Peygamberimizin lemekte ancak bir Müslüman’ın mezhebe uymasının
sünneti. “Ben mezheplere takılmak istemiyorum. Ben gerekmediği bununla birlikte mezhepsiz de nama-
kürsülerimde de mezhep olayından dolayı vaaz et- zın olmadığını söylemektedir. Katılımcı 7, bir Müs-
mem” demektedir. lüman’ın mezhebe uyması gerektiğini belirtmektedir.
Katılımcı 2, mezheplerin “yol” demek olsa da alim- Katılımcılara “Mezhep farklılıklarının neden kaynaklan-
lerin peygamberlerin varisi olduğunu belirtmekte dığı?” sorusu da yöneltilmiştir. Katılımcıların önemli
ve mezheplerin peygamberimizin vefatıyla birlikte kısmı kanın abdesti bozup bozmadığı konusundaki
mezheplerin dini alanda ihtiyaçlarını doldurduk- Hanefî ve Şafi geleneğin örneği üzerinden mezhep-
larını söylemektedir. Çünkü Ashap kendi sorunla- lerin farklılığını izah etmeye çalışmıştır. Katılımcı 1
rını bizzat peygamberimize soruyordu. Katılımcı 2 de aynı örneği verdikten sonra mezhep farklılıkları-
vatandaşın dini bilgisinin yetersiz olduğu ve o yüz- nın “farklı sünnet uygulamalarından” kaynaklandı-
den mezheplerin olması gerektiğini belirtmektedir. ğını belirtmiştir. Katılımcı 2’de “abdest-kan” örneğini

181
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

vermiş ve bu sorunun uzun bir mesele olduğunu ve yaşantısını hayal dahi edemeyecek kadar ayrı çağ-
ikilimle kültürün bunda belirleyiciliğini vurgulamış- larda yaşıyoruz. Katılımcı 4 soruyu yanıtlamazken
tır. Katılımcı 3 ve 7 cevap vermemişlerdir. Katılımcı Katılımcı 5 mezheplere hala ihtiyacın bulunduğunu
4 ve 5 de hadislerin farklı bilinmesinden ve coğrafi söylemektedir. Katılımcı 5’e göre, dört büyük mez-
farklıklardan kaynaklandığını söylemiştir. Katılımcı hepteki zatların görüşleri Kuran’a aykırı değilse, eğer
6’da sünnetin farklı yorumlanmasından kaynaklan- bunlar Kur’ân’dan sapmadıysa onun görüşleri halen
dığını söylemektedir. daha haktır. Eğer Kur’ân’la bağdaşmıyorsa o yoruma
Katılımcılara günümüz modernleşme düzleminde or- gerek yok. Çizgimiz Kur’ân ve sünnet olması lazım.
taya çıkan sorunlar hakkında da fikirleri soruldu. Bu O mezheplerin görüşleri Kur’ân ve hadisten, sünnet-
bağlamda “Modern dünyada mezheplerin bir önemi ten ayrıldıysa o zaman yeni yorum gerekebilir. Ben
kaldı mı?”, “Televizyonlarda sürekli ‘mezheplerin artık saptığına inanmıyorum, yeniden yoruma gerek yok.
geçerliliğini yitirdiği ve Kur’ân’a bağlı olarak İslam’ın Katılımcı 6, “mezhebe gerek olmadığına ben katılmı-
yeniden modern koşullara göre yorumlanmalıdır?’ gö- yorum” derken zaman ihtiyarlasa da Kur’ân-ı Keri-
rüşüne katılıyor musunuz? Neden?” sorularına yer ve- min gençleştiğini vurgulamaktadır. Ona göre, Kur’ân
rildi. “Mezhepler geçerliğini yitirdi” ve “geçerliliğini her çağa cevap veren niteliktedir ve çağın altında kal-
yitirmedi” şeklinde cevaplar verildi. Katılımcı 1, Mez- mış bir kitap değildir. Katılımcı 6’ya göre, İçtihad se-
heplerin geçerliliğini yitirdiğini söylerken açıklama- viyesindeki alim yetişirse o zaman Kur’ân-ın içeri-
sını da şöyle yapmaktadır: Bugün cemaatler çıktı. Üç ğini çağımıza cevap verir şekilde yeniden anlamak
dört tane büyük cemaat var. Bunların hepsi Hanefî- ve yorumlamak gerekir. Modern dünyada mezhep-
yiz diyor. Ama Hanefî uygulama yok. Şimdi biz bura- lere hala ihtiyaç var ama özellikle tıp alanında yeni-
daki cemaatlerin de sıkıntısını çeker hale geldik. Me- den bir ilmihali bilgilere ihtiyaç olduğunu düşünü-
sela şeyhlerinden fetva alıyorlar sonra bize geliyorlar. yorum. Ayrıca mezhepler güncellenmeli ama bu çok
Bu böyleymiş hocam ne yapalım diyorlar. Senin di- hassas yapılmalıdır. Katılımcı 7 ise Kur’ân-ın günü-
nini, imamlığını sorgulamaya başlıyor artık. Her id- müze göre bütünüyle yorumlanması olmaz. Kur’ân-ı
diasına girerim. Bu cemaatlerin 100 tanesinin içinde kerimde namaz var, bunu nasıl yeniden yorumlayacak-
üç tanesi bir kere bile Kur’an mealini okuduğunu sınız. Yorumlanacak hükümler belki yorumlanabilir.
söylesin ben imamlığı bırakacağım. Çünkü Kur’anı Katılımcıların zihniyet dünyalarının ipuçlarını ya-
okuyarak yaşayan yok. Herkes ağızdan dolduğu için kalamak için sorduğumuz “Dini emirleri yerine ge-
hemen “ha buna benim mantığım yattı. Biz bu yol- tirmeyenleri nasıl tanımlarsınız?” sorusuna bütün
dan gidelim” derler. Katılımcı 2, mezheplerin öne- katılımcıların aynı cevabı vermesi dikkat çekmiş-
mini koruduğunu çünkü modern anlamda ne kadar tir. Katılımcılar öncelikle dini emirleri yerine getir-
gelişsek de dini anlamda bir gelişmenin olmadığını meyeni “şuursuz” ve “gaflet içinde” gibi kavramlarla
söylemektedir. Ona göre, bazı şeyler yeniden yorum- tanımlarken sonrasında “günahkâr” şeklinde nite-
lanabilir. Bunların yeniden yorumlanması mezhep- lemişlerdir. Bizim “kâfir midir?” sorumuza “hayır”
lere ihtiyaç yok anlamında değil bence. Kur’ân’ın bazı cevabını vermişlerdir. Allah’a ve peygambere inanı-
emirleri gün geçtikçe daha iyi anlaşılıyor. Mesela İsra yorsa kâfir olamayacağını vurgulamışlardır. Katılımcı
süresi, gece yürüyüşü. Peygamberimizin mescidi ha- 2, “peygamberi açıktan inkâr etmedikçe” kafir sayı-
ramdan mescidi Aksaya bir gecede gidişini bu vesi- lamayacağını söylemiştir. Katılımcı 3 şöyle bir açık-
leyle anlayabiliyoruz. O yüzden bazı şeyler yeniden lama yapmıştır: “Allahın dini kabul etmemek farklı
yorumlanabilir. Yorumlanmayacak şeylerde vardır. bir olay, kabul edip yaşamamak farklı bir olay, kabul
Mesele namaz yorumlanmaz. Oruç hakkında bazı etmiş görünüp kabul etmemek farklı bir olay, teslim
şeyler yorumlanabilir. Katılımcı 3, “mezheplere ihti- olmak farklı bir olay. Bunlar farklıdır. Çünkü birin-
yaç kalmadı, ayetler ihtiyaçlara cevap vermiyor” gibi cisinde hem Allah’ın dinin açıkça red edeceksiniz
düşünceler, insanın nefsanî arzularıyla bağlantılı gör- ki bu açık şekilde kâfirliktir. Allah’ın varlığını, bir-
mektedir: Kur’ân’ın ihtiyaca cevap verdiği vermediği liğini kabul edeceksiniz fakat ona ortaklar koşacak-
gibi tartımları tamamen kişinin nefsanî duygula- sınız buna müşrik denir. Allahın dinin kabul ede-
rıyla ilgili görüyorum. Bugün dört hak mezhep ola- ceksiniz ama hükümleriyle amel etmeyeceksiniz bu
rak bildiğimiz o büyük insanların yaşantılarına ba- günahkâr olmak demektir. Müslümanlara karşı Al-
kın, eserlerine bakın bugün Müslümanların bırakın lah’ın dinin kabul ettiğinizi söyleyeceksiniz ama eve

182
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

gidince reddedeceksiniz bu münafıklıktır. Âlemlere denekler de “dine yorum katmayan olduğu gibi anla-
rahmet peygamberimiz gibi Allah’tan aldığını yaşa- yan” bağlamında açıklamışlardır. Bu açıklamalarına
yan Ehli sünnet vel-cemaat ki inanç, itikat, amel gibi bağlı olarak da kendilerini Selefilere yakın görüp gör-
uygulamaya çalışmak bu da mümin profilidir ki biz- medikleri sorusunu yanıtlamışlardır. Örneğin Katı-
den istenen zaten güzel bir mümin olmaktır. Bizim lımcı 1, Selefiliği, “Bir emaneti bırakıp giden. Halef
de dünyada ve ahrette kurtuluşumuz da güzel bir selef diyor. Ben gittim selef oluyorum geldi mi halef
mümin olmaktır.” Katılımcı 5, “Tembellikten dolayı oluyor” derken “Selefilikle hiçbir ilgim yok” demiş-
yerine getirmiyorsa günahkâr olarak, kasıtlı olarak tir. Katılımcı 2, “Selefilik, Kuranı Kerimi olduğu gibi
yaparsa kâfir olarak tanımlarım” derken şu örnekle kabul eden, yorumlamayandır” derken “Kendinizi
düşüncesini pekiştirir: “Namaz oruç bunlar dinin ol- Selefi olarak görür müsünüz?” sorusunu “Evet. Ben
mazsa olmazlarından. Namaz kılıyorum ama oruç kendim elden geldiğince yorumlamamaya çalışırım”
olmaz diyorsa, inkâr etmiş olur.” demiştir. Katılımcı 3, Selefiliği, özelikle Resulullah’ın
Katılımcılara “Amelsiz bir mü’minin ahiretteki duru- döneminden sonra gelen Tabiin ve Tebe-i Tabiin dö-
munun ne olduğunu düşünüyorsunuz?” sorusu da yö- neminde Allah’ın dini ve hükümleriyle ilgili onların
neltilmiştir. Bu soruya katılımcılar tarafından “kimin genel görüş ve prensipleri Allahın kitaba Resule nasıl
iyi Müslüman olduğunun bilinemeyeceği” yönünde geldiyse ne tebliğ edildiyse harfiyen uygulama prensi-
cevaplar verilmiştir. Katılımcı 1, kimin nasıl ibadet bini benimsemişlerdir. Katılımcı 3 Selefiliği amali bir
ettiğinin bilinemeyeceğini söylemektedir. Katılımcı mezhep olarak nitelemiştir. “Kendinizi Selefi görür mü-
1, “ben camiye gittim namaz kılıyorum ama amel et- sünüz?” sorusuna katılımcı, “Burada aslında Selefilik,
tiğimi düşünmem ki” diye cevaplamaktadır. Sonra- diğer mezheplere göre düşünürseniz dini yaşama ve
sında da cemaatin yaptığı amelle onlara Müslüman hükümlerini uygulama noktasında bizim dört mez-
diyemeyeceğini belirtmektedir: “Şu anda insanların hebimize göre daha sağlam daha dik bir duruş, taviz
yaptığı amelle Müslüman diyemem. İslamiyet’i yaşa- vermeyen sadakat ve samimiyetle devam eden, Re-
yarak idrak eden bir toplum yok bizde. Şimdi camiye sulullah’ın o hatıralarına anılarına binaen aynen Re-
gidiyorum. Bir karış sakalı var, yeşil bir takke giymiş sullah gibi nasıl yaşanır kaygısı taşıyan bir akide. ‘Bir
yaşlı amca. Bir de tatlı tatlı konuşması var güzel. Na- selefi misiniz?’ sorunuza onlarla gibi yaşayamadığımı
mazlarını kılıyor, sabah namazına da geliyor. Ama bir bir zaaf olarak söyleyebilirim” demiştir. Katılımcı 4
bakıyorsun ki adama faizle iç içe adam.” Katılımcı 2 ise ayette, hadiste yoruma yer vermeyen bir mezhep
ise insanları sarhoş da olsa beş vakit namaz da kılsa olarak görürken günümüz Selefiliğini “biraz siyasi”
yargılamanın kendiişleri olmadığını söylüyor. “Çünkü bulduğunu açıklamıştır. Bunun ise gerçek Selefilikle
kimin ameli makbul kimin değil bunu biz bileme- bir ilgisinin bulunmadığını Vehabiliğin 1750’lerde si-
yiz.” İnsanları yargılamak doğru değil. Yargılamak yasi bir hareket olarak doğmasını örnek göstermiş-
Allah’ın işi, fakat ameli yapmamanın bir cezası var- tir. Katılımcıların Selefiliği sadece duydum demeleri
dır. Katılımcı 3 sorumuza cevap vermemiştir. Katı- dikkat çekmektedir.
lımcı 4, “Allaha kalmış. Allah isterse affeder, isterse
Din görevlilerinin halka mezheplerini öğretme ve an-
affetmez” demektedir.
latma noktasında durumlarını tespit etmek üzere şu
Katılımcılara yönelik “İmanın akli bir temeli oldu- soruyu kendilerine yönelttik: “Cemaatinize mezhep-
ğunu düşünüyor musunuz?” sorusuna bütün katı- leri anlatıyor musunuz? Ne sıklıkla hangi vesile ile an-
lımcılar “vardır” demişlerdir. Katılımcı 4, “Var ama latıyorsunuz?” bu soruya katılımcılar genellikle an-
her zaman değil” demiştir. Bizim nasıl? Sorumuza latmadıkları yönünde cevap vermişlerdir. Katılımcı
da “Tamamen akıl dersen olmaz. Mesela niye aya- 1, cemaate mezhepleri anlatmamasının gerekçesini
ğın üstünü mesh ediyor da altını değil. Oysa ayağın vatandaşın kafasının karışması olarak ileri sürmek-
pislenen altıdır” diye örneklemiştir. tedir. Katılımcıya göre hadisler zaten belli. İnsanla-
Katılımcılara gündemdeki bir konu olarak “Selefilik rın önceden öğrendiği bir şeyi sonradan değiştirmeye
bir mezhep midir?” sorusu yöneltilmiştir. Böylece din çalışmak uygun olmaz. Ben mezheplere baktığımda
görevlilerinin dini bir gündem maddesi olan Selefi- sonuçta farzlara dokunmamışlar. Bu noktada mez-
lik tartışmaları hakkındaki kanaatleri öğrenilmek is- heplerin bir farklılık göstereceğini düşünmüyorum.
tenmiştir. Bu konuda katılımcılar genellikle “selef-ha- Katılımcı 2, mezhepler konusuna pek girmiyoruz,
lef” kavramından hareketle bir yoruma girerken bazı derken halkın seviyesinin buna elverişli olmadığını

183
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

vurguluyor. Katılımcı 3 ise, cemaatleriyle zaman za- “Din görevlilerinin Mâturîdîlik hakkındaki genel
man tartışma noktasında bu konulara girdiğini söyle- bilgi düzeyleri yeterli midir?” sorusunun cevabı Ebu
miştir. Katılımcı 4, cemaatlere mezhepleri anlattığını Hanife gibi yetersiz olduğu tespit edilmiştir. İmâm
ama “pek anlaşıldığını sanmadığını” aktarmakta- Mâturîdî kimdir?” sorusuna verilen tek cümlelik ce-
dır. Katılımcı 5’de vaazların merkezden verildiği için vap “Mâturîdîlik mezhebinin kurucusu” olduğu yö-
mevzu geçtikçe bahsedildiğini anlatıyor. Katılımcı 6, nündedir. Katılımcılara ““İmâm Mâturîdî’nin mezhep
çok fazla anlatmadığını ifade ederken zaten cemaatin tarihimizdeki yeri nedir?” sorulduğunda da herhangi
Hanefî mezhebini bildiğini söylüyor. “Anlattığımız za- bir cevap alınamamıştır. İmâm Mâturîdî’nin “Kita-
man kafası karışıyor” diyerek de ekliyor. Katılımcı 6, bu’t-Tevhid” eserini ise bir katılımcı hariç kimse bi-
halkın Hanefîliği yüzeysel bildiğini, Diyanetin ilmi- lememiştir. Ayrıca Mâturîdî’nin herhangi bir kitabı
halinde de 4 mezhebe göre görüşlerin bulunduğunu da okunmamıştır. Bu da göstermektedir ki İmâm
ama kendilerinin anlatmadıklarını söylüyor. Katı- Mâturîdî hakkındaki din görevlilerinin bilgi düzeyi
lımcı 7 soruya cevap vermemiştir. yetersizdir.
Sonuç Din görevlilerinin mezhepler konusundaki bilgi dü-
“Entelektüel seviyelerinin gelişimi için çalışıyorlar mı?” zeyleri bir dizi soruyla sınanmıştır. “Din görevlileri-
sorgulamasında din görevlilerimizin bu konuda mo- nin mezhepler hakkındaki bilgi durumları nasıldır?”
tivasyonlarının düşük olduğu görülmektedir. Kur’ân problematiğimizin durum tespitinde din görevlile-
ve ilmihal dışında herhangi bir kitap okumadıkları rinin mezhepler konusunda yetersiz düzeyde bir bil-
tespit edilmiştir. Ayrıca edebi eserler konusunda da giye sahip oldukları tespit edilmiştir. “Mezhep sizin
olumsuz bir yargıya sahip oldukları görülmüştür. Bu için ne ifade ediyor? İslam’da mezhebin yeri nedir?
noktada dikkat çeken bir husus da din görevlilerinin Müslümanın bir mezhebe uyması gerekir mi?” soru-
halkın dini algılayışı konusunda olumsuz düşünce- larıyla mezhepler konusundaki bilgi düzeyleri belir-
lere sahip olmaları dikkat çekmektedir. Cemaatin/ lenmeye çalışılmıştır. Katılımcılar tarafından sarf
halkın özellikle dine karşı lakayt davranışından şikâ- edilen açıklamalar genel geçer bilgi kırıntıları ve gü-
yet etmektedirler. Halkın dini bilgisinin eksik, yan- nübirlik politikanın da önemli gündem maddelerin-
lış, kulaktan dolma ve bidat yoğunluklu olduğu dü- den olan cemaatler konusuna bağlı olarak yüzeysel
şünülmektedir. yorumlar dile getirilmiştir. Bir Katılımcının Ortado-
Din görevlilerinin Hanefî mezhebi hakkındaki ge- ğu’daki mezhep kavgalarını ifade ederken Şii yerine
nel bilgi düzeyleri yeterli midir? Sorgulamasında ka- Şafi kavramını kullanması yüzeysel bilgi kırıntısına
tılımcıların Ebu Hanife hakkında bilgi düzeylerinin örnektir. Katılımcılarımızda nitelikli bilgi olarak da
yok denecek düzeyde olduğu tespit edilmiştir. Hayatı anılan sistematik bilginin yokluğunun göstergelerin-
hakkında sistematik bir bilgiye sahip olmadıkları ve den biri de mezheplerin günümüz şartlarında öne-
Ebu Hanife adını duyunca sadece Hanefîliğin kuru- mini yitirmediğini genel olarak dile getirilmiş ol-
cusu olduğu aktarılmıştır. Bu bilginin de yanlış ol- masına rağmen cemaate öğretilmesi noktasında bir
duğu yukarıda aktarılan malumattan görülmektedir. gayrete girilmemesi hatta gereksiz görülmesidir. Ka-
Bununla birlikte katılımcılara yöneltilen “Ebu Hani- tılımcılar mezhebe bağlanma gerekçesini sunarlarken
fe’nin itikadi görüşlerini içeren risalelerinden neler oku- dinin uygulanması gerekçesini ileri sürmektedirler.
dunuz?” sorusuna tamamına katılımcıların okuma- Mezheplerin farklılıklarının sebepleri konusunda
dıkları şeklinde cevaplamaları “mezhep imamımız” genellikle farklı iklim şartları ve coğrafyalar öne sü-
kabul edilen kişinin düşüncelerine olan ilgisizliği gös- rülmektedir. Mezhepler arasındaki farklılıkların se-
termektedir. Din görevlilerinin Ebu Hanife’nin dü- bepleri noktasında da katılımcılar genellikle cevap
şüncelerini içeren herhangi bir eser okumamaları ya- vermezken verenler de farklılığı göstermek için kan
nında Ebu Hanife’nin temel eseri olan Fıkhu Ekber’in akması ile abdestin bozulup bozulmamasından hare-
eserini bilmemeleri de en dikkat çekici noktalardan ketle mezhepler arasındaki farklılığı izah etmeye ça-
biridir. Katılımcılara yöneltilen “Ebu Hanife’nin mez- lışmışlardır. Mezhepler arasındaki bütün farklılıklar
hep tarihimizdeki yeri nedir?” sorusuna ise sadece bir bu örnek üzerinden açıklanmaktadır. Katılımcılar bu
katılımcının bilgi niteliği taşıyan yanıt vermesi din bağlamda Hanefîlik ve Mâturîdîlik ile Hanefîlik ve di-
görevlilerinin mezhepler tarihini ve bu tarih içinde ğer mezhepler arasındaki farkı ortaya koyamamışlar
Hanefîliğin konumu bilmediği tespit edilmiştir. bu noktada yetersiz kalmışlardır. “Modern dünyada

184
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

mezheplerin bir önemi kaldı mı?” sorusuyla da Katı- bu soruya cevap vermezlerken verenler de “dine yo-
lımcıların mezhepler hakkındaki görüşleri öğrenil- rum katmayan olduğu gibi anlayan” açıklamasını
meye çalışılmıştır. Bu soruya cevaplar “önemi hala yapmışlardır. Fakat ne olduğu konusunda bir malu-
devam ediyor” ve “önemi kalmamıştır” şeklindedir. mata sahip olmadıkları tespit edilmiştir.
Bazı Katılımcılar soruyu cevaplamaktan kaçınmış- Genel olarak bir değerlendirme yapacak olursak, İslâm
tır. Katılımcıların çoğunluğu, mezheplerin önemini Mezhepleri Tarihi, tarihi doğru anlayamamanın, ya
yitirdiğini ama dini uygulamalarda varlığını koru- da işine geldiği şekilde çarpıtarak anlamanın Müslü-
duğunu ifade etmişlerdir. Bazı Katılımcılar, soruyu manlara ne kadar pahalıya mâl olduğunun bir belgesi
“Kur’ân’a bağlı olarak İslam’ın yeniden modern koşul- olarak karşımızda durmaktadır. On dört asır boyunca
lara göre yorumlanmalıdır?’ görüşüne katılıyor musu- yüzlerce mezhep ortaya çıkmıştır. Müslümanlar, mez-
nuz?” sorusu bağlamında ele alarak cevaplamışlardır. hep ayrılıkları yüzünden birbirleriyle savaşmışlardır.
Buna göre, Kur’ân’ın modern şartlara göre yorumla- Müslümanlar, daha güçlü bir uygarlık yaratmak için
namayacağını çünkü Kur’ân-ın hükümlerinin geçer- kullanmaları gereken enerjilerini, birbirleriyle uğra-
liliğini hiçbir zaman yitirmediğini ifade etmişlerdir. şarak tüketmişlerdir. Binlerce insan, yok yere haya-
Kimi Katılımcı da bazı hükümlerinin, mesela tıbbi tını kaybetmiştir.54 İslâm mezhepleri, ondört asırlık
alanda, yeniden yorumlanabileceğini belirtmişlerdir.
birikimin en çok yoğunlaştığını çizgileri bünyesinde
“Din görevlilerinin öğrenim durumlarına göre bilgi taşımaktadır. İslâm düşünce ekolleri olan mezhep-
düzeyleri değişmekte midir?” sorumuza değişmekte- leri iyi anladığımız zaman, hangi noktalarda başa-
dir, diye cevap verebiliriz. Araştırmamıza katılan yedi rılı, hangi noktalarda başarısız olunduğunu görür,
katılımcıdan altısı İmam Hatip Lisesi mezunu olup gelecekteki din anlayışımızı bu birikimden yararla-
iki yıllık Anadolu Üniversitesi Açık öğretim progra- narak daha sağlıklı hale getirebiliriz.55 Mezhep me-
mında ilahiyat okumuşlardır. Bir kişi de, Katılımcı selesi, içeriden ve dışarıdan Müslümanların saf/temiz
4, dört yıllık İlahiyat fakültesi mezunudur. Katılımcı duygularını sömürmek isteyenler için, kullanılabilecek
4’ün sorularımıza verdiği yanıtlar iki yıllık açık öğre- en uygun meseledir. Bir başka deyişle, Müslümanla-
tim programından mezun olanlara göre kıyasla siste- rın “yumuşak karnı”, en zayıf noktası mezheplerdir.
matik ve nitelikli bir bilgiye dayanmaktadır. Bunun sebebi, çatışma/çatıştırma için kullanılabile-
İman ve amel arasındaki ayrıma dayalı olarak ka- cek malzeme bulmanın bu alanda çok kolay olması;
tılımcıların zihniyet dünyalarının ip uçlarını yaka- bu malzemenin genetik kodlarla irtibatlı bulunma-
layabilmek için hazırladığımız “Dini emirleri yerine sıdır. Kullanılabilecek sembollerden çoğunun tarih-
getirmeyenleri nasıl tanımlarsınız?” sorusu bize mez- sel boyut taşıması, etki gücünü oldukça artırmakta-
hep farklılıklarını göstermesi yanında günümüzdeki dır.56 Oysa İslam’ın inanç temelleri nettir. Allah’ın
mezhep savaşlarında önemli bir zihniyet örüntüsü- varlığına ve birliğine, Hz. Muhammed’in peygam-
nün ifadesi olan “günahkâr-kâfir” olguları hakkın- berliğine ve ahiret gününe inanan her insan Müslü-
daki tutumlarını tespit edebilmek için sorulmuştur. man’dır. Bu Müslüman hangi mezhebe, cemaate, ta-
Bu noktada katılımcılarımız, dini emirleri yerine ge- rikata bağlı olursa olsun İslam dairesinin içindedir.
tirmeyenlerin günahkâr olacaklarını ama kâfir ola- Türkler, İslamlaşma süreçlerinde büyük ölçüde kendi
mayacaklarını vurgulamışlardır. Böylece Harici/Se- anlayışlarına uygun düşen Hanefî, Hanefî-Mâturîdî
lefi zihniyetin büyük günah işleyenleri tekfir ederek din anlayışını benimsemişlerdir. Özellikle Ha-
öldürme şeklindeki dini yaklaşımın kabul görme- nefî-Mâturîdîliğin Türklerin dışındaki milletlerde
diği sonucuna ulaşabiliriz. Aynı şekilde Katılımcılara çok fazla yayılma imkânı bulamayışı, kimi zaman
“Amelsiz bir mü’minin ahiretteki durumunun ne oldu- Mâturîdîliğin Türklere has bir mezhep olarak görül-
ğunu düşünüyorsunuz?” Katılımcılar bu soruya “Allah mesine yol açmıştır.”57Bugün dünyada birçok Müslü-
bilir. Affeder de cezalandırabilir de” demişlerdir. Ka- man, onun, ibadetlerin yapılışı (amel) ile ilgili görüş-
tılımcılara “imanın akli bir temelinin olup olmadığı” lerini benimsemiştir. Ülkemizin büyük çoğunluğu
da sorulmuştur. Bu soruya katılımcılar Mâturîdîliğe da bu büyük imamın mezhebine göre ibadet eder.
uygun olarak “evet vardır” demişlerdir. Hanefî-Mâturîdî din anlayışının, akılcı-hadari din
Katılımcılara gündeme gerçekleştirdikleri terör eylem- söyleminin/zihniyetinin; çoğulcu din anlayışı, siste-
leriyle gelen Selefilik ile ilgili de “Selefilik bir mezhep matik düşünce ve akılcılık (Rey Taraftarlığı), birey-
midir?” sorusu yöneltilmiştir. Katılımcıların bazıları sel sorumluluk, bireysel dindarlık, akla dayalı din ve

185
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

dünya görüşü; Müslümanların eşitliği; tevil; sorgu- hüviyetine sahip Selefilik gibi din(c)i akımlara karşı,
lama ve eleştirme, farklı görüşlere ve anlayışlara ta- Türk entelektüelinin Hanefî-Mâturîdî din anlayışını
hammül gibi temel özellikleri bulunmaktadır.58Bu tekrar gündeme getirip işlemesi Türk kimliğinin ve
sebeple ülkemizde de gizli veya açıktan egemen zih- düşüncesinin güçlü bir geleneğe dayanarak yeniden
niyet konumuna gelen, terör ve şiddet kaynağı olma ortaya çıkması için zorunludur.

Dipnotlar
1 Şaban Ali Düzgün, Din, Birey ve Toplum, (1. Baskı) Akçağ, Ankara, 1997, S. 6.
2 “Din Görevlisi Cemaat İlişkisi”, Http://Www.Diyanet.Gov.Tr/Tr/İcerik/Din-Gorevlisi-Cemaat-İliskisi/5919
3 Hasan Onat, “Mezhep Kavramı Ve Mezheplerin Doğuş Sebepleri”, http://www.hasanonat.net/index.php?option=com_
content&view=article&id=67:mezhep-kavram-ve-mezheplerin-dou-sebepleri&catid=36:makale&Itemid=54
4 İlyas Üzüm, “Mezhep”, DİBİA, Cild 29, s. 526
5 İlyas Üzüm, a.g.m., s. 526
6 Hasan Onat, “Mezhep Kavramı Ve Mezheplerin Doğuş Sebepleri”, http://www.hasanonat.net/index.php?option=com_
content&view=article&id=67:mezhep-kavram-ve-mezheplerin-dou-sebepleri&catid=36:makale&Itemid=54.
7 Hasan Onat, a.g.m.
8 Ethem Ruhi Fığlalı, “İslam Mezhepleri Tarihi Araştırmalarında Karşılaşılan Bazı Problemler”, Uluslararası Birinci İslam
Araştırmaları Sempozyumu, Dokuz Eylül Üniversitesi Yayınları, 16 - 18 Eylül, 1985, İzmir, S. 369.
9 Yaşar Nuri Öztürk, “Mezhepleri Dinleştirme Şeytancılığı”, Star Gazetesi, 26 Nisan 2002
10 Hasan Onat, “Mezhepler Tartışılırken Düşünülmesi Gereken Hususlar”, 13 Kasım 2002 (http://www.hasanonat.net/
index.php?option=com_content&view=article&id=71:mezhepler-tartiilirken-dueuenuelmes-gereken-hususlar&cati-
d=36:makale&Itemid=54).
11 Hasan Onat, “Mezhep Kavramı Ve Mezheplerin Doğuş Sebepleri”, http://www.hasanonat.net/index.php?option=com_
content&view=article&id=67:mezhep-kavram-ve-mezheplerin-dou-sebepleri&catid=36:makale&Itemid=54.
12 İlyas Üzüm, “Mezhep”, DİBİA, Cild 29, S. 526-7
13 Ali Bardakoğlu, “Hanefî Mezhebi”, DİBİA, Cilt: 16; Sayfa: 7 (Cilt: 16, Sayfa: 1-21)
14 Ali Bardakoğlu, a.g.m., s, 1-2
15 Ali Bardakoğlu, a.g.m., s, 7
16 Ali Bardakoğlu, a.g.m., s. 4
17 Sönmez Kutlu, “Ebû Mansur El-Maturîdî’nin Mezhebî Arka Planı”, İmam Maturîdî ve Mâturîdîlik içinde (Haz.) Sönmez
Kutlu, OTTO, Ankara, 2011, s. 131
18 Ali Bardakoğlu, a.g.m., s. 4
19 Ethem Ruhi Fığlalı, “İslam Mezhepleri Tarihi Araştırmalarında Karşılaşılan Bazı Problemler”, Uluslararası Birinci İslam
Araştırmaları Sempozyumu, Dokuz Eylül Üniversitesi Yayınları, 16 - 18 Eylül, 1985, İzmir, S. 371
20 Hasan Onat, “Irak’ta Yaşanan Cinnet: Şii-Sünni / Mezhep Çatışması Üzerine”, 13 Kasım 2010 (http://www.hasanonat.net/
index.php?option=com_content&view=article&id=68:irakta-yaanan-cinnet-ii-suenni-mezhep-catmas-uezerine&cati-
d=36:makale&Itemid=54)
21 Sönmez Kutlu, “Mâturîdî Akılcılığı ve Günümüz Sorunlarını Çözmede Katkısı”, e-Makalat Mezhep Araştırmaları, II/1
(Bahar 2009), s. 9.
22 Sönmez Kutlu, Tarihsel Din Söylemleri Üzerine Zihniyet Çözümlemeleri, OTTO, Ankara, 2012, s. 30
23 Sönmez Kutlu, a.g.e., s. 30
24 M. Ali Büyükkara, “Bir İnanç Ve İmaj Sorunu Olarak İslam’ın ‘Taliban’cası”, Günümüz İnanç Problemleri, İlahiyat Fakül-
teleri Kelam Anabilim Dalı Sempozyumu, 7-9 Eylül 2001, Erzurum, S. 277.
25 Sönmez Kutlu, a.g.e., s. 31.
26 Sönmez Kutlu, a.g.e. s. 32.
27 Sönmez Kutlu, a.g.e., s. 34.
28 Ali Bardakoğlu, a.g.m. s. 1.
29 Yaşar Nuri Öztürk, Arapçılığa Karşı Akılcılığın Öncüsü İmam-ı Azam Ebu Hanife (Esas Fikirleri Gölgelenen Önder), Yeni
Boyut, 6. Baskı, İstanbul, 2009, S. 27-28.
30 Aktaran Yaşar Nuri Öztürk, a.g.e., s. 223
31 Ali Bardakoğlu, a.g.m, s. 3
32 Ali Bardakoğlu, a.g.m., s. 3
33 Ali Bardakoğlu, a.g.m., s. 8
34 Bkz: Ali Bardakoğlu, a.g.m., s. 1.
35 Yaşar Nuri Öztürk, a.g.e., s. 225
36 Yaşar Nuri Öztürk, a.g.e., s. 225
37 Ali Bardakoğlu, a.g.m., s. 2

186
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

38 Yaşar Nuri Öztürk, a.g.e., s. 226;230


39 Ali Bardakoğlu, a.g.m., s. 6
40 Sönmez Kutlu’ya göre, sadece Sem’ani ve Zebidi gibi bazı yazarlarca ve Kitâbu’t-tevhîd’in yazma nüshasının kenarına
bilinmeyen birisi tarafından düşülen bir kayıtta, onun soyu Ebû Eyyûb Hâlid B. Zeyd El-Ensârî’ye dayandırılmıştır, ancak
bu doğru değildir. Çünkü Arap olduğu iddialarını geçersiz kılacak pek çok kanıt bulunmaktadır. A) Mâturîdî’nin yetiştiği
bölgede kaleme alınan kaynaklarda böyle bir bilgi yoktur. B) Onun soyunu Ebû Eyyûb el-Ensârî’ye dayandıran Zebidî,
soyunun gerçekten ona ulaştığı için değil, takdir ve şereflendirme amacıyla kullanıldığını belirtmektedir. C) Mâturîdî’nin
eserleri, özellikle Kitâbu’t-tevhîd’in Arap dili bakımından bazı ifade bozuklukları, muğlâklıkları ve gramatik hataları
içermesi, onun Arap olmayan birisi tarafından kaleme alındığını açıkça göstermektedir. D) Eserlerinde ifadelerin zaman
zaman Türkçe cümle yapısına uygun biçimde kurulması, eserlerin Türk asıllı bir âlime ait olduğunun en önemli kanıtıdır.
E) Mensupları tarafından Eş’arî’nin Arap asıllı olmasıyla övünülürken, aynı şeyin Mâturîdî için yapılmaması da onun
Arap olmadığının bir başka delilidir. Sönmez Kutlu, “Bilinen ve Bilinmeyen Yönleriyle İmam Maturîdî”, İmam Maturîdî
ve Mâturîdîlik içinde (Haz.) Sönmez Kutlu, OTTO, Ankara, 2011, s. 24. ; Ebu Mansur Mâturîdî, Kitabü’t –Tevhid Tercü-
mesi, (Tercüme: Bekir Topaloğlu), İSAM, Ankara, 2009, s. XVIII-XIX.
41 Şükrü Özen, “Mâtürîdî”, DİBİA, Cilt: 28, Sayfa: 146-151.
42 Şükrü Özen,a.g.m., s. 146-151.
43 Sönmez Kutlu, Türklerin İslamlaşma Sürecinde Mürcie ve Tesirleri, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 2012,s. 290
44 Şükrü Özen, a.g.m. s. 146-151.
45 Ebu Mansur Mâturîdî, Kitabü’t –Tevhid Tercümesi, (Tercüme: Bekir Topaloğlu), İSAM, Ankara, 2009, Önsöz.
46 Nuri Tuğlu, “Mâturîdî Kelâm Ekolü Çerçevesinde Kelâmî Hadislerin Değerlendirilmesi”, T.C. Süleyman Demirel Üniver-
sitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslam Bilimleri Anabilim Dalı , (Yayınlanmamış Doktora Tezi), Isparta 2003, S. 47.
47 Alper, Hülya (2010). İmâm Mâturîdî’de Akıl-Vahiy İlişkisi: Aklın Önceliği Ve Vahyin Gerekliliği, Milel Ve Nihal, 7 (2),
S.9. (7-29.).
48 Sönmez Kutlu, “Ebu Mansur El-Mâturîdî ve Mâturîdî Kültür Çevresiyle İlgili Bibliyografya”, İmam Maturîdî ve Mâturîdî-
lik içinde (Haz.) Sönmez Kutlu, OTTO, Ankara, 2011, s. 443-510.
49 Sönmez Kutlu, “Mâturîdî Akılcılığı ve Günümüz Sorunlarını Çözmede Katkısı”, e-Makalat Mezhep Araştırmaları, II/1
(Bahar 2009), s. 8.
50 Geniş bilgi için bkz: Durmuş Hocaoğlu, Laisizm’den Milli Sekülerizme, Laiklik Sorununun Felsefi Çözümlemesi, Selçuk
Yayınları, Ankara, 1995.
51 Bakz: Nuri Tuğlu, “Mâturîdî Kelâm Ekolü Çerçevesinde Kelâmî Hadislerin Değerlendirilmesi”, T.C. Süleyman Demirel
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslam Bilimleri Anabilim Dalı , (Yayınlanmamış Doktora Tezi), Isparta 2003,
S. 48.
52 Nuri Tuğlu, a.g.e., s. 51
53 *
Katılımcı 4 üniversitede ve yüksek lisans sınavında sürekli bu soruyu sorduklarını ve artık ezberlediklerini aktarmıştır.
54 Hasan Onat, “Mezhepler Üstü Düşünmek Ve Tarihi Yeniden Okumak”, http://www.hasanonat.net/index.php?option=-
com_content&view=article&id=71:mezhepler-tartiilirken-dueuenuelmes-gereken-hususlar&catid=36:makale&Ite-
mid=54.
55 Hasan Onat, a.g.m.,
56 Hasan Onat, “Irak’ta Yaşanan Cinnet: Şii-Sünni / Mezhep Çatışması Üzerine”, 13 Kasım 2010 (http://www.hasanonat.net/
index.php?option=com_content&view=article&id=68:irakta-yaanan-cinnet-ii-suenni-mezhep-catmas-uezerine&cati-
d=36:makale&Itemid=54)
57 M. Saffet Sarıkaya, “Maturîdî’nin Din Anlayışında Hoşgörü”, E-Makâlât Mezhep Araştırmaları, Iıı/2 (Güz 2010) 146, (Ss.
145-164.)
58 Sönmez Kutlu, Tarihsel Din Söylemleri Üzerine Zihniyet Çözümlemeleri, OTTO, Ankara, 2012, s. 30

187
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Arş. Gör. Ömer DİNÇ


1989 yılında İstanbul’un Kadıköy ilçesinde dünyaya geldi. İlk ve orta öğ-
renimini Bursa’da tamamladı. 2011 yılında Uludağ Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi’nden mezun oldu. Aynı yıl Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakülte-
si’nde Temel İslam Bilimleri Bölümü Tefsir Anabilim Dalı’na araştırma
görevlisi olarak atandı. 2013 yılında Hitit Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü’nde “Taberî ve Maturidî Tefsirlerinin Nesh Meselesine Yak-
laşımları Açısından Mukayesesi” isimli yüksek lisans tezini tamamladı.
Hâlihazırda aynı üniversitede doktora çalışmalarına devam etmektedir.

Din-Şeriat Ayırımı Meselesinin


Mâturîdî ve Taberî’deki
Yansımaları/Karşılaştırılması
Giriş
İslam’a ve onun ilimlerine ait kavramların belirli bir
tarihî gelişim seyrine sahip olduğu bilinmektedir.
Her kavramın ortaya çıktığı bir zaman diliminin ol-
duğu ve süreç içerisinde kendine özgü bir anlam sa-
hası kazandığını söylemek bu açından mümkün gö-
zükmektedir. Özellikle İslamî bilimlerin tarihî süreci
incelendiğinde, bu ilimlere dair zikri geçen kelime ve
ıstılahların hangi manada kullanıldığı, bu kavramla-
rın diğerleriyle olan ilişkisinin nasıl olduğu hususunu
tespit etmek bir çalışma alanı olarak kendini göster-
mektedir. Bu bağlamdaİslamî ilimlerdeki kavramlar
arası etkileşimin boyutlarını ve sınırlarını yansıtan,
dinin mahiyetine ve çerçevesine ilişkin hayatiyet arz
eden iki kavramdan bahsetmek mümkündür: Din ve
Şeriat. Bu iki kavramın kendi içinde birtakım ben-
zer anlamları olduğu gibi, birbirinden ayrılan ta-
raflarının da olduğu söylenebilir. İslamîbilimlerin
temel yapıtaşları olan Tefsir, Fıkıh ve Kelam ilmile-
rinde bu iki kavrama yüklenilen anlamların her ne

189
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

kadar birbiriyle yakından alakalı olduğu gözükse de, incelendiğinde genel olarak din kelimesinin Kur’an’da
kendi mana dinamiklerinin mahiyeti itibariyle fark- bilinen anlamıyla din (inanç sistemi) ve hüküm an-
lılık arz ettiği tespitini dile getirmek gerekir. Din ve lamında geçtiğini söylemek mümkündür.7Ayrıca din
Şeriat kavramlarının bazen iç içe geçen bazen de ay- kelimesinin İslam öncesi dönemde pek çok şekilde
rılan ve Kur’an’ın nüzulüyle birlikte başlayan süreç- kullanıldığı da tarihen sabit bir husustur. Dönemin
ten klasik döneme kadar üzerinde pek çok tanımı anlayışını yansıtan bu kullanım, söz konusu kulla-
yapılan kavramlar olması, meselenin tarihî planda nımların tam olarak hangi anlama geldiği hususunda
ele alınmasınınönemini gösterir niteliktedir. Bura- oldukça güçlükler olsa da, kelimenindaha çok kişisel
dan hareketle bu iki kavramın tefsir ilminde önemli arınma ve haccetmek gibi sınırlı anlamlarda kulla-
yerleri bulunan, aynı dönemi paylaşan Mâturîdî ve nıldığına dair bir fikir birliğinden bahsetmek müm-
Taberî’de nasıl anlaşıldığı ve algılandığı hususu, bu kündür.8 Bununla birlikte Kur’an’da din kelimesinin
kavramların tarihî süreç içerisinde geçirdikleri an- geçtiği ayetler incelenecek olursa, yaklaşık yarısının
lam değişimi ve etkileşimini netleştirmesi açısından Mekkî, yarısının da Medenî olduğu görülmektedir.
kayda değer görünmektedir. Zira bu iki müfessir din Din ifadesi, Mekkî surelerde, ayetlerin muhtevasına
ve şeriat kavramlarının ilişkisine yönelik Kur’an ayet- uygun olarak, insanın iman ve ameline göre hesaba
lerini dikkate almak suretiyle bazı yorumlamalarda çekileceği ahiret gününü ifade etmektedir. Medenî
bulunmuş, din-şeriat ayırımının boyutlarını proble- ayetlerde ise din kelimesinin, kavram anlamına ol-
matik bir zemin üzerinden tartışmışlardır. Bu çalış- dukça yaklaştığı, Allah tarafından konulan ve insan-
mada, Mâturîdî ve Taberî’nin özellikle tefsir eserle- ları O’na ulaştıran yol anlamında kullandığı dikkat-
rinden hareketledin ve şeriat kavramlarının geçtiği ten kaçmamaktadır.9
ayetlerdeki yorumları, bu hususlara ilişkin görüşleri
Kur’an’da söz konusu manalarda ifade edilen din ke-
mukayeseli olarak ele alınacaktır. Bu iki müellifin yo-
limesinin, pek çok versiyonda ayetlerde zikredildiği
rumlarına geçmeden önce, din ve şeriat kavramları-
müşahede edilmektedir. Bu bağlamda Kur’an’daki
nın anlam alanına dair bazı bilgilerin verilip, din-şe-
genel kullanımlara göz atılacak olursa, insanın Al-
riat ayırımı tartışmalarına dair ana hatlarıyla birtakım
lah’a itaat etmesi, iradesine boyun eğmesi, Allah’a
hususlara değinilmesi faydalı olacaktır.
dini has kılması gibi anlamlarda oldukça sık bir bi-
Din Kavramının Anlam Alanına Dair çimde kullanılmaktadır.10 Bunun dışında din ifadesi
Din kelimesinin mana sahasını, sözlük, terim ve Kur’an’da Allah’a, hakka, izafe edilerek kullanıldığı
Kur’an’da geçtiği anlamlar üzerinden incelemek önemli gibi11 Allah’ın nezdindeki yegâne din anlamına ge-
görünmektedir. Zira yapılan bazı tespitlere göre din lecek dosdoğru yol, Allah’ın boyası, nur, hidayet ni-
kelimesi, üzerinde en çok ihtilaf edilen kelimelerden telemeleriyle de tabir edilmektedir.12 Kur’an’da bir-
biridir. Çünkü hem lafız hem de mana olarak müş- çok yerde zikredilen din ifadesinin, Allah’ın vahiy
terek bir kelime olmasından dolayı esas anlamı tes- tarihi boyunca bütün peygamberlere gönderdiği de-
pit etmek kelimeninsöz konusu özellikleri bakımın- ğişmez, evrensel bir inanç sistemi olarak ilişkilendi-
dan zor görünmektedir.2 rildiği görülmektedir.13 Muhammed Esed ise dinin
Din ifadesi, sözlükte boyun eğme, itaat etme, hâkimi- anlam alanına ilişkin bazı değerlendirmelerde bulu-
yet, ceza, mükafat, hesaba çekme, adet huy, gibi ma- narak din kavramına yönelik bazı tespitleri dile ge-
nalara gelmektedir.3Aynı zamanda bu kelime, Peh- tirmektedir. Ona göre, din terimi hem ahlaki olarak
livice’de “din”,İbranice dilinde “hüküm” anlamını emredici kanunlar muhtevasını hem de onlara uygun
içeren bir kullanıma sahiptir.4 İbranicedeki “hüküm” davranmayı ifade eder ve sonuçta din teriminin en
anlamınınArapça ’dadaaynı şekilde devam etmesi- geniş anlam çerçevesini yansıtır. Yani içerdiği akidevî
nin etkisiyle, din kelimesi ceza/karşılık verme an- prensipleri ve bu prensiplerin pratik yansımaları ol-
lamlarında kullanılır. Örneğin Kur’an’da geçen, ‘din duğu kadar insanın ibadet ettiği objeye karşı yakla-
gününün sahibi” ifadeleri5 hesap günü anlamında şımını, dolasıyla ‘itikat’ kavramını da içine alır. Bu-
olup, İbranice’de kullanılan anlama benzer bir şe- nun din, inanç, dini müeyyideler veya ahlak sistemi
kilde dile getirilmektedir.6 Yusuf suresinde geçen “ olarak çevrilmesi, terimin hangi bağlamda kullanıl-
Kralın dinine göre kardeşini yanında alıkoyamazdı” dığına bağlıdır.14
cümlesindeki din ifadesi, hüküm, kanun, hukuk dü- Sonuç olarak, din ifadesi Kur’an tarafından olumlu
zeni anlamlarını ihtiva etmektedir. Semantik açıdan bir değer içeriğine sahip olduğu gibi, Allah’tan insana

190
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

doğru ve insandan Allah’a doğru olmak üzere karşı- şeriat, Kur’an’ın kendi ifadeleri incelenirse, olmuş bit-
lıklı bir ilişki olup, Allah’tan insana doğru emirler-ne- miş ve münezzel bir hadise olup bütünüyle Kur’an’da
hiyler şeklinde ahlaki buyruklar toplamı, insandan yer alan iman, amel ve ahlaki ilkelerden daha öz ola-
Allah’a doğru ise başta O’na iman olmak üzere, bo- rak tevhid ve Allah’a kulluktan müteşekkildir ve bu
yun eğme veteslimiyet anlamına geldiğini söylemek tarih boyu herhangi bir değişikliğe uğramamıştır. 21
mümkündür.15
Şeriat kavramının tarih boyunca din kavramından
Şeriat Kavramının Anlam Sahası daha çok vurgulandığı söylenebilir. Bunların İslami
Şeriat kelimesi, Arapça’da fiilinden türeyen bir ilimlerdeki kavramsal alana geçmeleri hicrî II. asır-
kelime olarak, bir işe başlamak, gitmek, su kanalı, dan sonra olmuştur. Bu asırdaki eserlere bakıldığı za-
su içilecek yer, su kaynağı, kanun yapmak, açıklamak man şeriatin terim anlamının sonraki dönemlere na-
ve ortaya çıkarmak anlamlarında kullanılmaktadır. zaran oldukça az kullanıldığı görülmektedir. Ancak
16
Kelimenin kökü ve kendinden mastar olarak türe- bundan sonraki zaman diliminde (klasik dönemde)
yen şeriat kelimesi, din kavramına nazaran Kur’an’da şeriat kelimesinin çok yönlü bir anlam dağarcığına
daha az kullanılmaktadır. Kur’an’da şeriat kelimesi- sahip olduğu görülmektedir. Geniş anlamıyla şeriat
nin kökü ve türevleri sadece 5 yerde geçmektedir.17 Allah tarafından insanlar için din olarak öngörülen
Din- şeriat bağlamında tartışılan meselelerin temel hükümler bütününü ifadeetmektedir. Dar anlamda
noktasını teşkil eden Maide 5/48. ayette zikredilen kullanıldığında ise, yalnız değişime konu olabilen
“Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol koyduk” hükümler, yani her peygambere ve onun tebliğ dö-
ifadesindeki şir’a ve minhac kavramlarından hare- nemine göre farklılaşabilen hükümler ile Kur’an ve
ketle, dinin değişmez olduğunu şeriatin ise içerdiği Sünnetteki neshe açık ve içtihadi hükümler kaste-
manalardan hareketle dinin bazı konularında deği- dilmektedir.22
şime açık olan yönünü beyan ettiğine dair ilk dönem Din-Şeriat Ayrımı Tartışmalarına Genel Bir Bakış
sahabe ve tabiun müfessirlerinin görüşlerine rastlan-
Din ve şeriat kavramlarının anlam dünyasındaki bu
maktadır.18Muhammed Esed’in bu ayet hakkında ge-
zenginlikten doğan ve bu iki kavram arasındaki kar-
tirdiği izahlar yapılan ayırımın ve şeriat kelimesinin
şılıklı ilişkiye dayanan önemli bir tartışma konusu da
anlamının netleştirilmesi bakımından dikkate değer
din-şeriat ayrımıdır. Bu tartışmanın, temelde iki gö-
gözükmektedir. Esed ayette zikredilen ‘her biriniz
rüşe dayandığını söylemek mümkündür. Bir görüşe
için’ ifadesinin insanlığı oluşturan toplumları anlat-
göre, Kur’an’da, sünnette ve fıkıhta ne varsa hepsi şe-
tığını, şir’a veya şeriat ifadesinin ise lafzi olarak in-
riat kapsamındadır ve dinin temel ilkeleri şeriat olarak
sanların ve hayvanların yaşaması için zorunlu olan
su ihtiyacını karşıladıkları suyun kaynağına giden isimlendirilmektedir. Diğer görüşe göre de din başka
yol olarak izah etmektedir. Ona göre şeriat kavramı şeriat başkadır. Şeriatin dinle ilişkili olduğu söylense
Kur’an’da bir topluluğun sosyal ve manevi refahı için bile, dinin mahiyetine dâhil değildir. Zira din, sabit
gerekli olan hukuk sistemini yansıtmaktadır. Diğer olup şeriat ise dinamik bir yapıyı haizdir. Çünkü şe-
taraftan ‘minhac’ ifadesi ise soyut anlam taşıyan ‘açık riat daha çok dönemsel ve tarihsel uygulamalardan
yol’ yani bir hayat tarzı anlamındadır. Bununla bir- ibaret olan bir olgudur. Bundan dolayışeriat zaman
likte Esed’e göre, ayette geçen şir’at ve minhac kav- ve şartlara göre değişiklik arz eden bir yapıya sahiptir.
ramlarının, Allah’ın bütün peygamberleri tarafından Din ve şeriat arasında ayırım olamadığını savunan-
tebliğ edilen değişmez, manevi hakikatleri kapsayan lara göre şeriatte herhangi bir değişikliğin olması
din teriminden anlamca daha dar kapsamlı oluşu, şe- mümkün değildir. Değişikliğin olacağı hususlar ise,
riatlerin zamanın ihtiyaçlarına ve toplumun kültü- yorumunda ve maslahat gereği uygulanmayıp hük-
rel gelişmeleriyle ilgili olmasından ileri gelmektedir.19 mün askıya alınması durumlarında olabilmektedir.23
Şeriatin anlam alanına dönük tanımlardan birine te- Zira İslam şeraitinin nassları (ayetler-hadisler) genel
mas eden Şatibî’ye göre, şeriat mükelleflerin fiilileri, ve kapsamlı oldukları için koymuş olduğu kaideleri
sözleri ve inançlarıyla ilgili olmak üzere riayet edil- her asırda bütün insanların hayatlarına uygulamaya
mesi gereken sınırlar çizilmesidir. Ona göre şeria- elverişli olduğundan, büyüyen ve gelişen olaylarla be-
tinmuhtevasını bu sayılan şeyler oluşturmaktadır.20 raber her zaman her yerde meydana gelen ihtiyaçlara
Şeriat’e dair bahsi geçen bu tanımlamanın yanında, cevap vererek, insanlık medeniyetini Hakk’a götü-
Kur’an açısından yapılan bir değerlendirmeye göre ren işaretlere ve doğru yola sevk eder. Bundan dolayı

191
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Allah, İslâm şeriati ile dinini kemâle erdirmiş ve ni- ibadetler bütünü) kastedildiğini belirtmektedir. Şeri-
metlerini tamamlamıştır.24 atin kapsamına dâhil olan bu usul (inanç ve ibadet-
Ebu Hanife’nin din-şeriat ayrımı meselesine dair yak- ler bütünü)içerisinde Allah’ı birlemek, namaz, zekât,
laşımları, söz konusu tartışmanın seyrine ışık tutması oruç, hac ibadetlerini yerine getirmek, Allah’a salih
bakımından dikkat çekicidir. Ona göre, Allah’ın gön- amellerle yaklaşmak, doğru olmak, ahde vefa göster-
derdiği peygamberler, çeşitli dinlere mensup olmayıp mek, emaneti yerine teslim etmek, sıla-i rahimde bu-
tek bir dine bağlı ve bunu insanlara tebliğ etmekle yü- lunmak, Allah’ı inkar, haksız yere adam öldürme ve
kümlüydüler. Ancak her bir peygamber kendi şeria- zinanın yasaklanması gibi hususlar yer almaktadır.
tina davet edip, önceki şeriatleri uygulamaktan neh- Kurtubî zikredilen bu hususların tek bir din ve aynı
yediyordu. Zira peygamberlerin şeriatleri muhtelifti. millet (şeriat) olarak teşri kılındığını ifade etmekte-
“Dini dosdoğru tutun ve onda ayrılığa düşmeyin!” dir. Zira peygamberlerin, sayı itibari ile farklılık olsa
diye Nûh’a emrettiğini, sana vahyettiğini, İbrâhim’e, dagetirdikleri şeriatlerin söz konusuedilen hüküm-
Mûsâ’ya ve İsâ’ya emrettiğini size de din kıldı”25 ayeti lerinde herhangi bir ayrılık bulunmamaktadır. Bu-
dinin değiştirilemeyeceğini ancak şeriatlerin ise bu nunla birlikte Kurtubi, ümmetler hakkında hikmetin
değişime açık olduğunu ifade etmektedir. Zira bazı ve maslahatın gerektirdiği şekilde, Allah’ın muradına
şeyler önceki şeriatlerde helal ve haram iken, sonraki uygun olarak bunun dışında kalan hususlarda ise şe-
şeriatlerde ise bu durum değişmiştir.26 Ebu Hanife’nin riatler arasında bir takım farklılıkların ortaya çıktı-
bu görüşlerine dair yapılan bir değerlendirmeye göre ğını dile getirmektedir.31
Ebu Hanife, şeriatin dine dâhil olduğunu ya da ayrı
Din kavramının, inanç ahlak ve ibadet boyutunda de-
olduğunu anlatma çabası içerisinde değildir. Zira Ebu
ğişmeyen bir olgu olduğunu ancak ahkâm sahasına
Hanife din kelimesini din ve inanç bağlamında zik-
taalluk eden şeriatin toplumun sosyal, ekonomik, si-
retmektedir.27Bu bağlamda dini tarif ederken şunları
yasal ve kültürel olarak zamanın ve şartların duru-
kaydetmektedir: “İslam, Allah’ın emirlerine teslim ol-
mak ve itaat etmek demektir. Lügat itibariyle, iman muna göre yeniden güncellenmesi gerektiği fikirleri,
ve İslam arasında fark vardır. Ancak İslamsız iman, -dinin şeriatten farklı olmadığını düşünenlerin ak-
imansız da İslam olmaz. Onların ikisi de bir şeyin sine- din-şeriat ayrımı bağlamında ön plana çıkarı-
içi ve dışı gibidirler. Din ise, iman, İslam ve şeriatle- lan bir düşünce olarak karşımıza çıkmaktadır. Son
rin hepsine birden verilen isimdir.”28 Ebu Hanife’nin dönemin önemli simalarından Hasan Hanefî, şeria-
söz konusu ifadeleri din-şeriat ayrımı açısından in- tin bir takım zorlamalar, yasaklar ve ferdi cezalara in-
celendiğinde dini şeriatten ayrı bir alan olarak gör- dirgenerek, umumi ihtiyaçları ve maslahatları ifade
mediği, o dönemde tartışmalı konulardan birisi olan eden toplumsal bir düzen olma içeriğinden arındı-
iman-amel ilişkisi çerçevesinde meseleyi ele aldığı gö- rıldığını zikretmektedir.32 Fazlurrahman’a göre şe-
rülmektedir. Buradan hareketle Ebu Hanife’nin, di- riat, Allah tarafından belirlenmiş bir yol olup, orada
nin yani inanç esaslarının değişmezliğini, şeriatin insan, ilahi iradeyi gerçekleştirmek için hayatını dü-
ise yerel unsurlar bakımından değişime açık oldu- zenleyecektir. Çünkü şeriat, bizzat davranışı ilgilen-
ğunu benimsemesi bir tespit olarak dillendirilebilir.29 diren bir kavramdır.33 Şeriatin dinden bağımsız ola-
Din-şeriat tartışmaları bağlamında ele alınan Ebu rak düşünülmesi gerektiğini savunanlar, şeriatin dinle
Hanife’nin söz konusu ettiğiayeti30 tefsir etmeye ça- yani İslam’la aynı şekilde değerlendirilmesinin, din-
lışan Kurtubî de din ve şeriatin sınırlarına dair dik- den şeriatin ayrı olarak düşünülmemesinin şeriatin
kat çekici açıklamalarda bulunmaktadır. Ona göre dinamik yapısını engellediğini dile getirmektedirler.34
ilk şeriatin ve bunun içinde bazı hükümlerin uygu- Çünkü bu düşünceye göre, şeriat Mekke’den Medi-
lanma yetkisinin kendisine verildiği Hz. Nuh’tan ne’ye geçinceye kadar, maslahata uygun değişmele-
beri gönderilen bütün peygamberler, Allah’ın ön- rin olduğu, gelişen, toplumun ihtiyaçlarını dikkate
ceki peygamberlere indirdiği şeriati pekiştirip uy- alan bir teoriydi.35 Zira geleneksel şeriat tasavvuru,
gulamışlardır. Son peygamber Hz. Muhammed ile İslam toplumlarını olumsuz durumlara getirerek si-
birlikte Allah, şeriati nihai derecesine kavuşturdu. yasal egemenliğin kaybolması, toplumların sömürge
Kurtubî ayette Allah’ın Hz. Peygamber’e, Hz. Nuh’a haline gelmesi, gelir dağılımında ortaya çıkan ada-
gönderdiği dinin aynısı gönderdiğini, dinden mak- letsizlikler, eğitim yetersizliği gibi problemlerin doğ-
sadın ise şeriatin ihtilaf etmediği usulün (inanç ve masına sebebiyet vermiştir.36

192
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Söz konusu ayırıma yönelik başka bir yaklaşıma göre, gelen rivayetlerden hareketle ayette kastedilen husus-
din ve şeriat kavramlarının arasının tefrik edilmesi, ların ne olduğunun üzerinde durduğu görülmekte-
özellikle şeriat kavramının dinin uygulamaya yönelik dir. Mâturîdî’ye göre ayette geçen her ümmete bir şe-
boyutuna indirgenmesine sebebiyet vermiş, ancak bu riat kılınması, önceki ümmetlerin şeriatlerinde olan
Kur’an’ın ifade ettiği anlam alanını yansıtmamıştır. ya da olmayan, hevalarına uyurak alışkanlık haline
Din-şeriat ayrımı ekseninde yapılan tartışmaların, söz getirdikleribazı hususların, nesh edilmesi anlamın-
konusu kavramların Kur’an’ın ortaya koymaya çalış- dadır. Bu bakımdanmensuh olan bir hükümle amel
tığı manalardan ayrı olarak içeriğinin doldurulması, etmek haramdır. Ancak Mâturîdî’ye göre buradaki
meselenin sağlıklı bir şekilde anlaşılmasına engel ol- nesh, Yahudilerin anladığı şekliyle beda değildir. Zira
muştur. Şeriatin İslam hukuku alanına irca edilme- nesh, bir hükmün uygulanış zamanının sona erdi-
sinin, vahiyle belirlenen ve değişebilen konular ol- ğinin beyanıdır. Ayrıca Mâturîdî ayette zikredilen
masına yönelik bir anlam zuhuruna kapı araladığı tek bir ümmet olma durumuna da bir izahta bulun-
söylenebilir. Ancak Kur’an’ın bütünü göz önüne alı- maktadır. Bu hususta zikredilen bir görüşü aktaran
nırsa şeriat, değişen ilkeler olmayıp tam tersine değiş- Mâturîdî, eğer Allah dileseydikullarını tek ümmet
meyen ana prensipler olarak karşımıza çıkmaktadır. yapıp her ümmeti tek şeriat altında toplayabilece-
Zira değişim fikri peygamberlerin bizzat kendileri- ğini ancak Allah’ın gönderdiği bir şeriati başka bir
nin gelmesinden doğmaktadır. Şeriat kavramını ise şeriatle nesh ederek kullarını imtihan etmek istedi-
bu peygamberlik silsilesiyle dinin tamamlanmasında ğini zikretmektedir. Bu ayet bağlamında Mâturîdî,
söz konusu etmek daha uygun olur. Çünkü bütün dinin aslında ilk peygamberden itibaren değişmedi-
peygamberler temel olarak aynı prensipleri tebliğ et- ğini ancak her ümmete verilen şeriatin Allah’ın bir
mişlerdir.37 Bu kavramın bu şekilde anlaşılması, şir’at imtihanına yönelik olarak bazı taraflarının değişe-
ve minhac kelimelerinin manalarını belirleme nok- bileceğini dile getirmektedir.39
tasında önemli kolaylık sağlamaktadır. Şeriat değiş-
Taberî’nin söz konusu ayet bağlamında, zikrettiği bazı
meyen bir alana işaret ederken, şir’at ve minhac ise
görüşler bulunmakta ve kendisi bu görüşler arasında
gerek dini gerekse sosyal yaşamda zamana göre in-
bir tercih yapmaktadır. “Sizden her biriniz için bir şe-
sanların kendi akli kapasiteleri ve imkânlarına göre
riat ve bir yol koyduk.” ifadesiyle alakalı Katade ve Hz.
dini ve sosyal hayatı buna göre düzenlemek demektir.38
Ali’den aktardığı bir görüşe göre buradaki ifadeden
Mâturîdî ve Taberî’nin Din-Şeriat Ayrımına maksat, çeşitli şeriatlere sahip olan ümmetlerdir. Yani
Yönelik Yaklaşımları Allah her bir ümmet için belli bir şeriat ve yol kılmış-
İslam düşüncesinin ve tefsir tarihinin gözde simala- tır. Tevrat’ın, İncil’in ve Kur’an’ın şeriatı başkadır. Al-
rından Mâturîdî ve Taberî din-şeriat ayrımına yöne- lah bu şeri­atlardan bazılarında helal kıldığını diğerle-
lik görüşlerini, Kur’an’da bu iki kavramla ilişkilen- rinde haram kılmış olabilir. Böyle yapmasının sebebi
dirilen ayetler üzerinden zikretmektedirler. Özellikle ve hikmeti, itaat edenlerin itaat etmeyenlerden ayırt
şeriat kelimesinin geçtiği ayetler üzerindeki yorum- edilmesidir. Taberî, zikri geçen bu görüşün tercihe
larını dikkate alarak bu meseleye dair bakış açılarını şayan olduğunu, zira ayette zikredilen önceki toplu-
netleştirmenin önemli olduğunu söylemek gerekir. lukların her birinin şeriatinin olup dinin ise değiş-
Öncelikle Kur’an’da din- şeriat ilişkisine vurgu yap- mez bir olgu olduğunu belirtmektedir.40
ması bağlamında, önceki şeriatlerle son gönderilen Din –Şeriat ayrımı bağlamında bahis konusu edilen
şeriat ilişkisine değinen Maide suresi 48. ayet üze- “Dini dosdoğru tutun ve onda ayrılığa düşmeyin!”
rinden Mâturîdî ve Taberî’nin yorumları önem arz diye Nûh’a emrettiğini, sana vahyettiğini, İbrâhim’e,
etmektedir. Söz konusu ayetteki “ Sizden her biriniz Mûsâ’ya ve İsâ’ya emrettiğini size de din kıldı.”41aye-
için bir şeriat ve bir yol koyduk. Eğer Allah dileseydi, tinin Mâturîdî ve Taberî tarafından yorumları da
elbette sizi tek bir ümmet yapardı. Fakat verdiği şey- kayda değer gözükmektedir. Mâturîdî ayette ifade
lerde sizi imtihan etmek için ümmetlere ayırdı.” ifade- edilen ifadesinden hareketle din- şe-
leriyle alakalı Mâturîdî ve Taberî’nin açıklamalarına riat ayrımını netleştirmeye çalışmaktadır. Ayetteki
bakıldığında, Mâturîdî’ninönceki şeriatlerin hük- söz konusu ifadeden hareketle dinin bütün peygam-
müne uyulup uyulmaması konusundaki tartışmalara berlere emredilen aynı din olduğunu, bu dinin mer-
değindiği görülürken, Taberî’nin ise ayetteki şeriat ve kezinde Allah’ın birliğine ve O’na ibadet edilmesine
yol (minhac) kelimelerine dair sahabe ve tabiundan vurgu yapıldığını dile getirmektedir. Ancak Maide 48.

193
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

ayete atıfta bulunarak, her topluluğa gönderilen şe- Örneğin Enbiya 21/73. ayetin tefsirinde her iki müel-
riatin farklı olabileceğine dair hususa da dikkat çek- lif, gelmiş geçmiş bütün peygamberlerin örnek vasıfla-
mektedir.42 Taberî de sahabe ve tabiundan bu ayetin rıyla insanları Allah’ın dinine uymaya çağırdıklarını,
tefsiriyle ilgili bir takım rivayetlere yer vermektedir. namaz, oruç, zekât gibi ibadetlerinde onların şeriatle-
Zikrettiği rivayetlerden hareketle Taberî, Allah’ın pey- rinde mevcut olduğunu zikretmektedirler.47 Ali İmran
gamberlere şeriat olarak gönderdiği dinin bir oldu- 3/85. ayeti hakkında Mâturîdî ve Taberî’nin yorumla-
ğunu ifade etmektedir. Dinin tek olmasından mak- rıbu açından dikkat çekmektedir. Söz konusu ayetin“-
sat ise sadece Allah’a kulluk ederek tevhid inancını Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, (bilsin ki o din)
benimsemektir. Zira Allah bütün peygamberlerine ondan kabul edilmeyecek ve o ahirette hüsrana uğra-
bu hak dini ayakta tutma­yı ve ondaayrılığa düşme- yanlardan olacaktır.”ifadesinde dinin sadece İslam ol-
meyi emretmiştir.43 duğu üzerinde durulurken, Mâturîdî ve Taberî’nin de
Mâturîdî ve Taberî’nin din ve şeriat kavramına yö- dinin yalnızca İslam olduğuna yönelik vurgulamaları,
nelik görüşlerini dile getirdiği bir başka ayet “Sonra İslam dininin tarih boyunca değişmeyen tek din ola-
din işinde, seni ayrı bir şeriat yoluna koyduk. Sen ona rak kabul edildiğine işarette bulunduklarını gösterir
tâbi ol”44 ayetidir. Mâturîdî bu ayette ifade edilen “şe- niteliktedir.48 Bununla birlikte özellikle Mâturîdî’ni-
riat” kelimesinin lügat anlamlarına atıfta bulunarak nEn’am 7/153. ayetteki yorumları din ve şeriatin ala-
yorumlamaya çalışmaktadır. Bu bağlamda şeriat mi- nına yönelik kendisinin benimsediği görüşleri açıkça
let (din), gidilen yol (mezheb) anlamlarına gelmekte, dile getirir gibidir. Söz konusu ayetteki “İşte bu, benim
aynı zamanda Ebu Avsece’den aktardığı bir görüşe dosdoğru yolum. Artık ona uyun. Başka yollara uy-
göre şeriat sünnet demektedir. Mâturîdî’nin bu açık- mayın. Yoksa o yollar sizi parça parça edip O’nun yo-
lamaları dikkate alınırsa, şeriati Allah’ın insanlar için lundan ayırır. İşte size bunları Allah sakınasınız diye
koyduğu sünnetler, üzerinde gidilen yol ve ahkâm ola- emretti.” ifadelerini açıklarken Mâturîdî, ayetin siyak
rak algılamak mümkün görünmektedir.45 Taberî ise ve sibakını da dikkate alarak ayette zikredilen yoldan
bu ayeti açıklarken, Allah’ın Hz. Peygamber’e İsrailo- kastın emir, nehiy, helal ve haram hususları kapsadı-
ğullarına verilen bir şeriatten sonra kendisine de bir ğına, bunların değişmeyen muhkem hükümler oldu-
şeriat verdiğini, bu şeriate uyması gerektiğini emret- ğuna, bütün ilahi kitaplarda onları nesh eden bir şeyin
tiğini dile getirmektedir. Taberî bu görüşlerine daya- bulunmadığına, her peygamberin ve gönderildikleri
nak teşkil eden bazı rivayetler aktararak, ilk dönemde toplumun bunlara uyması gerektiğine dair açıklama-
yani sahabe ve tabiun döneminde şeriat ve dine ba- larda bulunmaktadır.49 Bunun örneğine ilişkin Ma-
kışın nasıl olduğuna dair önemli ipuçları vermekte- ide 5/48. ayetin tefsirinde Mâturîdî, recm konusuyla
dir. İbn Abbas’tan naklettiği bir görüşe göre, “şeriat” bağlantılı olarak yaptığı izahlarında recm cezasının
hidayet ve apaçık yoldur. Katade’den nakletttiği bir Hz. Peygamber tarafından uygulandığını, bu ceza-
rivayette ise Katade şeriati, farzlar, cezalar (hadler), nın Tevrat’ta da bulunduğunu, dolayısıyla Kur’an’da
emirler ve nehiyler olarak tavsif etmektedir. Tabiun ve Hz. Peygamber’in sünnetinde yer alan ahkâm ve
dönemi önemli âlimlerinden olan İbn Zeyd’e göre de şeriatin aynı şekilde Tevrat’ta da olmasının şeriatle-
ayette zikredilen şeriat, din anlamındadır. Zira Şura rin de aslında büyük ölçüde değişmediğini ifade et-
42/13. ayette zikredilen şeriat hususunda İbn Zeyd, mek istemektedir.50
ilk şeriat sahibinin Hz. Nuh, son şeriat sahibinin ise Mâturîdî’nin din ve şeriat meselesine dair söz konusu
Hz. Peygamber olduğunu dile getirmektedir.46 Ta- görüşünü daha açık ifade ettiği yerler de bulunmakta-
berî’nin zikri geçen ayet hakkındaki izahları, nak- dır. Her ne kadar Taberî, din ve şeriat hakkında açık
lettiği rivayetler, dinin gönderilen ilk peygamberden ifadelerde bulunmasa da görüşlerinin hangi çizgide
itibaren aynı olduğunu ancak her peygamberin bazı olduğunu gösterirken, Mâturîdî ise bu hususta daha
farklılıklar içeren çeşitli şeriatlere sahip olduğunu açık bir şekilde meseleye yaklaşmaktadır. Enbiya 21/5.
ifade ederek, din ve şeriat kavramları arasındaki ay- ayetini tefsir ederken serdettiği ifadelerMâturîdî’nin
rıma, Mâturîdî’nin benimsediği görüşlere benzer dü- din ve şeriat algısını yansıtması bakımından önemli
şünceleri zikretmesi dikkat çekmektedir. görünmektedir:
Mâturîdî ve Taberî’nin din ve şeriat kavramlarına yö- “Allah’ın bu ümmet hakkındaki hükmü ve sünneti,
nelik görüşlerini bazı ayetler hakkındaki satır arası nübüvvetin Hz. Peygamber’le birlikte sona erip, Hz.
yorumlarından da okumak mümkün gözükmektedir. Peygamber’in şeriatini de baki kılmasıdır. Bununla

194
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

birlikte Allah’ın geçmiş ümmetler hakkındaki sün- Zira din ve şeriat kavramlarının anlam içerikleri in-
neti (hükmü) ise onların şeriatlerinin nesh edilip hü- celendiğinde, her iki kavramın tarihî süreç içerisin-
kümlerinin tebdil edilmesidir.”51 deki kazandığı anlam dünyasının, kavramların bazı
Aynı şekilde Mâturîdî, Ahzab 33/53. ayetinin tefsi- hususlarda aynı şekilde anlaşılmasına, bazı durum-
rinde Hz. Peygamber’in şeriatiyle alakalı dikkat çe- larda ise birbirinden bağımsız olarak ele alınmasına
ken açıklamalarda bulunmaktadır: neden olduğunu göstermektedir. Bu farklı algılama
ve anlama ameliyesi, din-şeriat ayrımı tartışması-
“Hz. Peygamber’in şeriati, kendisinden önce gönde- nın iki yönlü bir şekilde ele alınmasını da gündeme
rilen peygamberlerin nesh edilen şeriatleri gibi, ken- getirmektedir. Bir yaklaşıma göre, din ve şeriat aynı
disi vefat ettikten sonra başka bir şeriatle nesh edil- anlama sahiptir ve din-şeriat ayrımı yapmak müm-
memiştir. Allah onun şeriatini kıyamet gününe kadar kün değildir. Diğer bir yaklaşıma göre, dinin inanç
baki kılarak, sanki O’nu (Hz. Peygamber’i) hayatta ve ibadet boyutu sabit olup değişmezken, dinin uy-
bırakmıştır.”52 gulamaya yönelik boyutunu ifade eden şeriat ise, top-
Bu ifadeler dikkate alınacak olursa şu denilebilir ki, lumun ve zamanın şartlarına göre değişiklik göstere-
Mâturîdî’nin şeriati dinden ayrı olarak değerlendir- bilir. Bu tartışma ekseninde Mâturîdî ve Taberî’nin
mediği, Hz. Peygamber’e verilen son şeriatin zamana din-şeriat ayırımı noktasında görüşlerini dile getirdik-
ve duruma göre değişiklik gösteremeyeceğini vur- leri ayetlerdeki yorumları dikkate değer gözükmek-
gulamak istediğini söylemeye imkân vermektedir. tedir. Her iki müellifin bahsi edilen konu hakkında
Taberî’nin de bazı ayetler hakkındaki yorumların- ortak bir fikre sahip olduğu söylenebilir. Mâturîdî ve
dan din-şeriat ilişkisine yönelik görüşlerini tespit Taberî’nin dinin değişmeyen, sabiteleri olan bir olgu
edebilmek mümkün görünmektedir. Nahl 16/125. olduğu, dinin kapsamı dâhilinde bulunup, onun pra-
ayetinin ilk kısmı olan “(Ey Muhammed!) Rabbinin tiğe dayalı yönünü temsil eden ve her topluluğa gön-
yoluna, hikmetle, güzel öğütle çağır!” ifadesini tefsir derilen şeriatlerin pek çok noktada aynı olup, bazı
ederken, “Rabbinin yolu” tamlamasından kastedile- noktalarda farklılıklar arz ettiği, ancak bu durumun
nin Allah’ın yarattığı kullar için koyduğu şeriati ol- şeriatin tamamına yönelik olmadığı düşüncesini be-
duğunu, bu şeriatin karşılığının da İslam olduğunu nimsedikleri görülmektedir. Din ve şeriat hususuna
zikretmektedir.53Taberî bu ayetin yorumunda, din ve atıf yapılan ayetlerde Mâturîdî ve Taberî, söz konusu
şeriatin aynı anlama geldiğini, söz konusu ayet bağ- bu iki kavramı aynı anlamda zikrettikleri gibi, bazı
lamında dinin daha kapsayıcı bir alana sahip oldu- hususlarda farklı manalara da irca edebilmektedirler.
ğunu dile getirmektedir. Onlar dinin ilk gönderilen peygamberden son gön-
derilen peygambere kadar değişmeyip şeriatler ara-
Sonuç sındaki farklılığın belirli hususlarda olduğuna dik-
Netice itibariyle, din-şeriat ayrımı sorununun önemli bir kat çekerlerken, Allah’ın Hz. Peygamber’e gönderdiği
tartışma konusu olduğunu dile getirmek mümkündür. son şeriatle dini nihayete erdiğini ifade etmektedirler.

Dipnotlar
1 *
Arş. Gör., Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Temel İslam Bilimleri, Tefsir Anabilim Dalı. E-mail .omer_dinc25@hot-
mail.com.
2 Toshihiko İzutsu, Kur’an’da Allah-İnsan, çev. Süleyman Ateş, Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul ty,s. 256.
3 Bkz. Cemaluddin Muhammed b. Mukerrem, İbnManzur, Lisanu’l-Arab, Daru’l-Maarif, Kahire, ty, c. XV, s. 1467-1470;
Günay Tümer, “Din” DİA, Türkiye Diyanet Vakfı Yay.,İstanbul 1994,c. IX, s. 312;Süleyman Gezer, Kur’an’da Din-Şeriat
İlişkisi, (Basılamamış Yüksek Lisan Tezi) Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 1999, s. 17-22; İsmail
Çalışkan, Kur’an’da Din Kavramı,Ankara Okulu Yay., Ankara 2002,s. 49-57.
4 İlhami Güler, Sabit Din Dinamik Şeriat,Ankara Okulu Yay., Ankara 2012,s. 10,;Gezer, Kur’an’da Din-Şeriat İlişkisi, s. 18.
5 Fatiha, 1/4, Hicr, 15/35, Sad, 38/ 78, Zariyat, 51/12
6 Güler, Sabit Din Dinamik Şeriat, s. 11.
7 İzutsu, Kur’an’da Allah-İnsan, s. 256.
8 Çalışkan, Kur’an’da Din Kavramı, s. 56.
9 Tümer, “Din” DİA, c. IX, s. 312.
10 Bkz. Araf, 7/29, Yunus, 10/22, Ankebut, 29/65, Mü’min, 40/14, 65, Beyyine, 98/5.
11 Bkz. Bakara 2/193, Al-i İmran, 3/83, Nur, 24/2,

195
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

12 Bkz. Fatiha, 1/6, Bakara, 2/257, Bakara, 2/138.


13 Güler, Sabit Din Dinamik Şeriat, s. 12.
14 Muhammed Esed, Kur’an Mesajı, Meal-Tefsir, çev. Cahit Koytak, Ahmet Ertürk, İşaret Yay., İstanbul 2003, s. 78.
15 Güler, Sabit Din Dinamik Şeriat, s. 14.
16 Bkz. İbnManzur, Lisanu’l-Arab, c. XXV, s. 2238-2241.
17 Bkz. Maide, 5/48, Araf, 7/163, Şura42/13, 21, Casiye, 45/18.
18 Bkz. Muhammed b. Ceriret-Taberî, Camiu’l-Beyan an Te’vîliÂyi’l-Kur’ân, Merkezi Buhusu’l-İslamiyyeve’l-Arabiyye, Ka-
hire 2003, c. VII, s. 494-495.
19 Esed, Kur’an Mesajı, Meal-Tefsir, s. 200, 201.
20 Ebu İshak İbrahim b. Musa b. Muhammed eş-Şatibî, el-Muvâfakât fî Usuli’ş-Şerîa, Daru’l-Marife, Beyrut 1994, s. 78,79.
21 Çalışkan, Kur’an’da Din Kavramı, s. 98, 99.
22 Talip Türcan, “Şeriat” DİA, c. XXXVIII, Türkiye Diyanet Vakfı Yay., İstanbul 2010, s. 572, 573.
23 Gezer, Kur’an’da Din-Şeriat İlişkisi, s. 44.
24 Mennâ’ Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, çev. Zeynelabidin Tatlıoğlu, İstanbul, ty. Hanifiyye Ki-
tapçılık, s. 20.
25 Şura, 42/13.
26 Ebu Hanife, “el-Alimve’l-Müteallim” (İmam-ı Azam’ın Beş Eseri İçinde) çev. Mustafa Öz. Marmara Üniversitesi İlahiyat
Vakfı Yay., İstanbul, 1992, s. 12.
27 Abdullah Kahraman, “Ebu Hanife’de Din ve Şeriat Ayrımı Var mı?”, İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi, 2012, sayı: 19, s. 473.
28 Ebu Hanife, “el-Alimve’l-Müteallim” s. 58.
29 Kahraman, “Ebu Hanife’de Din ve Şeriat Ayrımı Var mı?” s. 473; Ebu Hanife, “el-Alimve’l-Müteallim” s. 13.
30 Şura, 42/13.
31 Ebu Abdullah Muhammed b. Ahmed b. Ebu Bekir el-Kurtubî, Câmiu’l-Ahkâmi’l-Kur’an, tahk. Abdullah b. Abdulmuhsin
et-Türkî, Müessesetür’-Risale, Beyrut 2006, c. XVIII, s. 452, 453.
32 Hasan Hanefi, “Soruşturma” İslamiyat, c. I, sayı:4, 1998, s. 287.
33 Fazllurahman, İslam, çev. Mehmet Aydın, Mehmet Dağ, Selçuk Yay., İstanbul 1993, s. 141.
34 Güler, Sabit Din Dinamik Şeriat, s. 36.
35 Güler, Sabit Din Dinamik Şeriat, s. 28.
36 Güler, Sabit Din Dinamik Şeriat, s. 39.
37 Çalışkan, Kur’an’da Din Kavramı, s. 100., 101.
38 Çalışkan, Kur’an’da Din Kavramı, s. 101.
39 Ebu Mansur Muhammed b. Muhammed b. Mahmud el-Mâturîdî, TevilatıEhli’s-SünneTefsiru’l-Mâturîdî, tahk. MecdîBes-
lum, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut 2005,c. III, s. 534, 535.
40 et-Taberî, Camiu’l-Beyan, c. VII, s. 494-495.
41 Şura, 42/13.
42 el-Mâturîdî, Tevilat, c. IX, s. 111.
43 et-Taberî, , Camiu’l-Beyan, c. XX, s. 480
44 Casiye, 45/18.
45 el-Mâturîdî, Tevilat, c. IX, s. 223, 224; Talip Özdeş, “Mâturîdî’nin Din ve Şeriat Anlayışı”, Büyük Türk Bilginiİmam Mâtürî-
dî ve Mâtürîdîlik-Milletlerarası Tartışmalı İlmî Toplantı, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yay., İstanbul 2012,
s. 130.
46 et-Taberî, Camiu’l-Beyan, c. XXI, s. 85, 86.
47 el-Mâturîdî, Tevilat, c. VII, s. 360; et-Taberî, Camiu’l-Beyan, c. XVI, s. 318.
48 el-Mâturîdî, Tevilat, c. II, s. 419, 420; et-Taberî, Camiu’l-Beyan, c.V, s. 555, 556.
49 el-Mâturîdî, Tevilat, c. IV, s. 318.
50 el-Mâturîdî, Tevilat, c. III, s. 534, 535, c. III, s. 68.
51 el-Mâturîdî, Tevilat, c. VII, s. 328.
52 el-Mâturîdî, Tevilat, c. VIII, s. 408.
53 et-Taberî, Camiu’l-Beyân, c. XIV, s. 400.

Kaynakça
Çalışkan, İsmail, Kur’an’da Din Kavramı, Ankara Okulu Yay., Ankara 2002.
Ebu Hanife, “el-Alimve’l-Müteallim” (İmam-ı Azam’ın Beş Eseri İçinde) çev. Mustafa Öz. Marmara Üniversitesi İlahiyat Vakfı
Yay., İstanbul, 1992.
el-Kattan, Mennâ’ Halil, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, çev. Zeynelabidin Tatlıoğlu, İstanbul, ty. Hanifiyye Kitapçılık.
el-Kurtubî, Ebu Abdullah Muhammed b. Ahmed b. Ebu Bekir, Câmiu’l-Ahkâmi’l-Kur’an, tahk. Abdullah b. Abdulmuhsin et-
Türkî, Müessesetür’-Risale, Beyrut 2006.

196
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

el-Mâturîdî, Ebu Mansur Muhammed b. Muhammed b. Mahmud, TevilatıEhli’s-SünneTefsiru’l-Mâturîdî, tahk. MecdîBeslum,


Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut 2005.
Esed, Muhammed, Kur’an Mesajı, Meal-Tefsir, çev. Cahit Koytak, Ahmet Ertürk, İşaret Yay., İstanbul 2003.
eş-Şatibî, Ebu İshak İbrahim b. Musa b. Muhammed, el-Muvâfakât fî Usuli’ş-Şerîa, Daru’l-Marife, Beyrut 1994.
et-Taberî, Muhammed b. Cerir, Camiu’l-Beyan an Te’vîliÂyi’l-Kur’ân, Merkezi Buhusu’l-İslamiyyeve’l-Arabiyye, Kahire 2003.
Fazllurahman, İslam, çev. Mehmet Aydın, Mehmet Dağ, Selçuk Yay., İstanbul 1993.
Gezer, Süleyman, Kur’an’da Din-Şeriat İlişkisi, (Basılamamış Yüksek Lisan Tezi) Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,
Ankara 1999.
Güler, İlhami, Sabit Din Dinamik Şeriat, Ankara Okulu Yay., Ankara 2012.
Hanefi, Hasan, “Soruşturma” İslamiyat, c.I, sayı:4, 1998, s. 287.
İbnManzur, Cemaluddin Muhammed b. Mukerrem, , Lisanu’l-Arab, Daru’l-Maarif, Kahire, ty.
İzutsu, Toshihiko, Kur’an’da Allah-İnsan, çev. Süleyman Ateş, Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul ty.
Kahraman, Abdullah, “Ebu Hanife’de Din ve Şeriat Ayrımı Var mı?”, İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi, 2012, sayı: 19.
Özdeş, Talip, “Mâturîdî’nin Din ve Şeriat Anlayışı”, Büyük Türk Bilgini İmâm Mâturîdî ve Mâturîdîlik-Milletlerarası Tartışmalı
İlmî Toplantı, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yay., İstanbul 2012.
Tümer, Günay, “Din” DİA, Türkiye Diyanet Vakfı Yay., İstanbul 1994,c. IX.
Türcan, Talip, “Şeriat” DİA, c. XXXVIII, Türkiye Diyanet Vakfı Yay., İstanbul 2010.

197
UlUslararası İmâm mâtUrîdî sempozyUmU

IV. oturum
Oturum Başkanı: Prof. Dr. Nasrullah HACIMÜFTÜOĞLU
Bayburt Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

MÂTURÎDÎ’NİN KUR’ÂN YORUMU ve TE’VÎL GELENEĞİ

Yrd. Doç. Dr. Ali KARATAŞ


Pamukkale Ü. İlahiyat Fakültesi/ Denizli
İMÂM MÂTURÎDÎ’DE KUR’ÂN’I KUR’ÂN’LA TE’VÎL

Dr. Ömer MÜFTÜOĞLU


Eskişehir Osmangazi Ü. İlahiyat Fakültesi / Eskişehir
BİR MÜFESSİRİN KELAMULLAH KARŞISINDAKİ KONUMUNU TEFSİRİNİN İSMİ
ÜZERİNDEN BELİRLEME DENEMESİ: MÂTURÎDÎ’NİN TE’VÎLÂTU EHLİ’S-SUNNESİ

Yrd. Doç. Dr. Naci KULA


Eskişehir Osmangazi Ü. İlahiyat Fakültesi / Eskişehir
İMÂM MÂTURÎDÎ’YE GÖRE FATİHA SÜRESİNİN TEFSİRİ IŞIĞINDA İNSAN- ALLAH
İLİŞKİSİ

Öğr. Göv. Ahmet Sait TUNÇPINAR


Necmeddin Erbakan Ü. İlahiyat Fakültesi/ Konya
İMÂM MÂTURÎDÎ’NİN EĞİTİMLE ALAKALI BAZI AYETLERE GETİRDİĞİ YORUMLAR
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Oturum Başkanı: Prof. Dr. Ahmet KARTAL


Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi

MÂTURÎDÎ’NİN TÜRK İSLÂM EDEBİYATI ÜZERİNDEKİ TESİRLERİ

Prof. Dr. Özkul ÇOBANOĞLU


Hacettepe Ü. Edebiyat Fakültesi/ Ankara
İMÂM MÂTURÎDÎ FELSEFESİNİN YAYILIŞI VE ANADOLU’YA TAŞINMASI BAĞLAMINDA
YUNUS EMRE’NİN ŞİİRİNE YANSIMASI

Prof. Dr. Mustafa ÜNAL


Erciyes Ü. İlahiyat Fakültesi/ Kayseri
MEHMET AKİF ERSOY’UN ŞİİRLERİNDE MÂTURÎDÎLİK

Yrd. Doç. Dr. Sadık ARMUTLU


İnönü Ü. Fen-Edebiyat Fakültesi/ Malatya
MÂTURÎDÎ KELÂMININ KLASİK EDEBİYATA YANSIMASI

Şovosil ZİYODOV
İmam Buhâri Uluslar arası Merkez Müdürü Tarih Bilimleri
MÂTURÎDÎ ve ONUN ZAHİDLİK SEMBOLÜ

Hilmiye KETENCİ
Eskişehir
İMÂM MÂTURÎDÎ HAZRETLERİNİN ESERLERİNDE GÖRÜLEN TASAVVUFÎ UNSURLAR

200
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Yrd. Doç. Dr. Ali KARATAŞ


Amasya’nın Gümüşhacıköy ilçesinde doğdu (1977). İlk ve orta öğrenimini
Gümüşhacıköy’de tamamladı (1994). On Dokuz Mayıs Üniversitesi İlahi-
yat Fakültesi’nden mezun oldu (1999). On yılı aşkın bir süre Diyarbakır ve
Sakarya’da Milli Eğitim Bakanlığı’nda öğretmen olarak görev yaptı. Süley-
man Ateş’in Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri ve Tasavvufi Yönü isimli tezi ile
Dicle Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’den yüksek lisans diploması
aldı (2002). Daha sonra Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’n-
den Mâtürîdî’nin Te’vilâtü’l-Kur’ân’ın’da Kur’ân’ı Kur’ân’la Tefsir konulu
teziyle doktorasını tamamladı (2011). Bartın Üniversitesi Eğitim Fakültesi
Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Eğitimi Bölümü’ne 26 Temmuz 2011 yılında
yardımcı doçent atandı. Bu görevi esnasında dekan yardımcılığı görevini
de yürüten Karataş, 25.02.2013 tarihinden itibaren Pamukkale Üniver-
sitesi İlahiyat Fakültesi Tefsir Anabilim Dalında yardımcı doçent olarak
görevine devam etmektedir. Halen aynı fakültede dekan yardımcılığı gö-
revini de yürütmekte olan Karataş’ın Mart 2014’te “İmam Mâtürîdî’nin
Kur’ân Anlayışı ve Kur’ânı Kur’ânla Te’vîl Yöntemi” adlı kitabı yayım-
lanmıştır. Hakemli dergilerde yayımlanmış makaleleri bulunmaktadır.
İngilizce ve Arapça bilen Karataş, evli ve iki çocuk babasıdır.

İmâm Mâturîdî’de
Kur’ân’ı Kur’ân’la Te’vîl1
Giriş
İmâm Mâturîdî’nin tefsir anlayışı üzerine yapılan araş-
tırmalarda Te’vîlâtü’l-Kur’ân adlı eserinin Kur’ân’ın
Kur’ân’la tefsiri açısından çok önemli olduğu vur-
gulanmış; ancak bu hususta onun tefsir ve te’vîl ay-
rımı dikkate alınmamıştır. Kur’ân’ın Kur’ân’la tefsiri
Kur’ân’ı kendi bütünlüğü içinde anlamaktan konu-
şulduğunda sıklıkla telaffuz edilen, hatta Mustafa Öz-
türk’ün ifadesiyle klişe haline gelmiş bir cümledir.2
Kur’ân’ın Kur’ân’la tefsiri ayetlerin yine başka ayet
veya ayetler yardımıyla tefsir edilmesidir. Kur’ân’ı bu
şekilde tefsir etmeyi Mâturîdî’nin tefsir ve te’vîl ay-
rımı açısından ele aldığımızda ise Kur’ân’ın Kur’ân’la
te’vîli şeklinde bir ifadeden bahsetmek gerekmektedir.
Bildiğimiz kadarı ile bu ifade tefsir tarihinde kulla-
nılmamıştır; ancak Mâturîdî’nin düşünce sistemi ve
Kur’ân’ı anlamaya yönelik belirlediği ilkeler çerçeve-
sinde ifadenin bu şekilde ele alınmasının daha uy-
gun olacağı kanaatini taşımaktayız. Tebliğimizde bu

201
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

husus ele alınacak ve Mâturîdî’nin Kur’ân’ın Kur’ân’la tefsirler” olarak tanımlar.18 Abdullah Müslim, riva-
te’vîl yöntemini, Te’vîlâtü’l-Kur’ân adlı eserinde uy- yet tefsirini “Hz. Peygamber’den veya Sahabeden ya
gulama usulünü tespit etmeye yönelik görüşlerimiz da Tabiînden nass ve lafız olarak Allah’ın ayetlerini
zikredilecektir. Daha sonra da onun bu yöntemin- tefsir etmek için gelen rivayetler” olarak tarif etmiş
den hareketle tefsir ilmi ve günümüz İslâm düşün- ve Kur’ân’ın Kur’ân’la tefsirini rivayet tefsirinin en
cesi ve İslâm dünyasına yönelik problemlere ışık tu- önemli esaslarından birisi olarak zikretmiştir.19 İsmail
tacak sonuçlar elde etmeye çalışacağız; fakat konuya Cerrahoğlu’na göre ise Kur’ân’ın Kur’ân’la tefsiri, ri-
geçmeden önce, Mâturîdî’nin bu yöntemiyle ilgilidile vayet tefsiri sınıfına dâhildir. Ülkemizde de yaygın
getireceklerimizin doğru bir temele oturması için ön- olan rivayet tefsiri tanımı kanaatimize göre Cer-
celikle Kur’ân’ın Kur’ân’la tefsiriyle ilgili bazı müla- rahoğlu’na dayanmaktadır.20 Kur’ân’ın Kur’ân’la tef-
hazalarda bulunacağız. sirinin bir rivayet kaynağı olarak ele alınması ve bu-
Kur’ân’ın Kur’ân’la Tefsiri nun bir sorun olarak ortaya çıkışı M. Akif Koç’a göre
de Zürkân’ı ile başlamıştır21 ve bu sebeple Kur’ân’ın
Ulûmu’l-Kur’ân ve Tefsir usûlü3 eserlerinde tefsir
Kur’ân’la tefsirinin bir yöntem mi olduğu, yoksa bir
kaynakları rivayet ve dirayet olmak üzere genel an-
rivayet kaynağı mı olduğu bize göre biraz karıştırı-
lamda iki sınıfa ayrılmış olarak zikredilmektedir.4
lan bir husus haline gelmiştir. Bu karışıklığı gidermek
Bazıları işârî tefsiri dirayetten ayrı, üçüncü bir tef-
için Kur’ân’ı bir tefsir veya te’vîl kaynağı sınıfına dâ-
sir çeşidi olarak zikreder.5 İbn Teymiyye (728/1328),
bugünkü anlamda böyle bir sınıflandırma yapma- hil etmek, Kur’ân’ın Kur’ân’la tefsirini veya te’vîlini
mış olsa da tefsir kaynakları olarak rivayet kategori- de yöntem şeklinde düşünmek daha uygun olacaktır.
sine girenleri zikretmesi6 ve rey ile tefsiri bunlardan Rivayet kaynakları sınıfında Kur’ân’ın Kur’ân’la tef-
ayırmasından7 sonraki âlimleri rivayet ve dirayet ay- sirinden bahsedildiğinde Kur’ân, bir tefsir kaynağı
rımında etkilediği düşünülebilir.8 Bu ayrım Mustafa olarak ortaya konmuş olmaktadır; fakat son dönem
Karagöz’ün de tespit ettiği gibi ilk olarak Kâfiyeci’de bazı araştırmalarda Kur’ân’ın bir rivayet tefsiri kay-
(879/1478) ortaya çıkmış;9 ancak o, bu ayrımın içini nağı olarak görülmesine itiraz edildiği görülmekte-
bu günkü şekli ile doldurmamıştır.10 Rivayet katego- dir.22 Bu itiraza göre bir rivayet kaynağında, bir aye-
risini bu günkü hali ile Zürkânî’nin şekillendirdiği, tin veya ayetlerin rivayette geçen kimseler tarafından
hatta rivayet tefsiri kavramını ilk zikredenin Zürkânî yapılmış tefsiri varken, bir rivayet kaynağı olarak gö-
olduğu (ö.1367/1947) araştırmalarda dile getirilmiş- rülen Kur’ân’da bir ayetin başka bir ayeti veya ayetleri
tir.11 Zürkânî’nin böyle bir tasnifinin sonraki dönem tefsir ettiği yönünde hazır bir veri veya ifade yoktur.
eserlerde de benimsendiği görülmektedir. Bu tas- Ayetin başka bir ayeti tefsir ettiği yönündeki kana-
nifte Kur’ân’ın Kur’ân’la tefsiri, sünnet, sahabe, ta- atte, birbiri ile tefsir edilen ayetler arasındaki ilişki,
biîn ve tebe-i tâbiîn rivayet kaynakları; rey, dil, şiir, bu anlama faaliyetinin öznesi olan müfessir tarafın-
belâgat da dirayet kaynaklarıdır.12 Ancak tefsir kay- dan kurulmaktadır.23Dolayısı ile Muhammed Ay-
naklarının bu şekil bir tasnifi yukarda belirtildiği dın’ın yerinde tespitine göre Kur’ân’ı Kur’ân’la tefsir
üzere ilk dönem ulûmu’l-Kur’ân eserleri olarak ka- eden kim ise bu tefsir faaliyeti, yerine göre Hz. Pey-
bul edilen kaynaklarda rastlanmayan bir ayrımdır.13 gamber, sahabe, tabiîn veya tebe-i tabiîn tefsiri olarak
Ayrıca İbn Teymiyye tefsir yolları ve kaynakları nok- değerlendirilmelidir.24Bu anlamda Kur’ân’ı Kur’ân’la
tasında Zerkeşî gibi bir ayrım yapmamıştır. Zerkeşî tefsir eden özne açısından ulaşılan sonuç ya rivayet ya
bu noktada İbn Teymiyye’den farklı bir ayrıma git- da dirayet kategorisine girecektir. Buna göre Kur’ân’ı
miş, tefsir kaynakları14 ile tefsir yöntemlerini birbi- Kur’ân’la tefsir etmenin sonucunda ayetlerden anlama
rinden tefrik etmiş ve Kur’ân’ın Kur’ân’la tefsirini- ulaşma işi bütünüyle rivayet sınıfına girmeyecektir.
bir kaynak olarak zikretmemiştir.15 Süyûtî (911/1506) Müfessirin bu faaliyeti Kur’ân’ı Kur’ân’la anlama
de Zerkeşî’nin (794/1392) bu tasnifini benimsemiş- yöntemi –ki bazıları bunu bir yöntem olarak görme-
tir.16 Kur’ân’ın Kur’ân’la tefsiri bazı eserlerde rivayet, mektedir- olacak, onun bu faaliyetinin sonraki nesil-
bazılarında dirayet kaynağı sayılmış ve bazıları da lere ulaşma şekli de rivayetle olacaktır. Ayetler ara-
orta yolu bulmak amacıyla hem dirayet hem de di- sında kurulan ilişki müfessirin kanaatine dayanağı
rayet kaynakları arasında zikretmiştir.17 için bu faaliyet de bir dirayet unsurunuifade edecek-
Subhî Salih (ö. 1986) rivayet tefsirini “Sahabe, Tabiîn tir; fakatme’sûr tefsir sınıfı içinde zikredilen “ehsenü
ve Etba-i Tabiîne dayanan ve onları kaynak edinen turuku’t-tefsîr” olarak görülen Kur’ân’ın Kur’ân’la

202
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

tefsiri, rey ve içtihattan bağımsız bir izah tarzını or- Mesela tarih itibariyle Mekke’de inen bir ayeti ele ala-
taya koymaktadır.25 lım. Bu ayette kapalı kalan bir husus olduğunu düşü-
Kur’ân’ın Kur’ân’la tefsiri noktasında ikinci bir iti- nelim. Bu ayeti açıklayıcı olarak müfessirler tarafın-
raz da İbn Teymiyye’nin ifade ettiği ve klişe haline dan gösterilen ayeti ele aldığımızda bu ayetin daha
gelen “Kur’ân’ı tefsir etmenin en güzel yolu Kur’ân’ı sonraki bir zaman diliminde inmiş olma ihtimali
Kur’ân’la tefsir etmektir” sözüdür. Buradaki itiraz vardır. Bu durumda Allah’ın kapalı olan ayetin tefsi-
Kur’ân’ın Kur’ân’la tefsirinin en sağlam tefsir yolu ol- rini sonraya bıraktığını düşünmemizgerekmektedir.
mayıp müfessirin öznelliğine açık olmasından dolayı Bu beyanın sonraya bırakılmasının cevaz olup olma-
son derece sakıncalı bir izah tarzı olduğudur.26 Mus- dığı tartışmalarını hatırlatmaktadır. Böyle ise ayetin
tafa Öztürk’e göre Kur’ân’ın Kur’ân’la tefsiri etmenin tefsirinin sonraki yıllara ertelenmiş olma ihtimalin-
en sağlam yol olduğu şeklinde bir sözü İbn Teymiy- den söz etmiş olacağız. Bunu örneklerle ortaya koy-
ye’den önce kimse dile getirmemiştir.27 Burada as- mak gerekebilir. Sonraki açıklayıcı mahiyetteki ayet
lında şu husus dikkate alınması gereken bir nokta- gelmeden önce, bu ayeti açıklayıcı nitelikte bir haber
dır: Bu sözün daha önce söylenmemiş olması başka, varsa o zaman Kur’ân’ın yine kendisi ile anlaşılma-
Kur’ân’ın Kur’ân’la tefsirinin daha önce başvurulma- sına çok da ihtiyaç olmadığı ortaya çıkabilir. Veya bir
mış bir yöntem olması ise başkadır. Elbette Hz. Pey- ayetin başka bir ayetle tefsir edilmesinde ortaya çı-
gamber’den itibaren sahabenin ve sonraki nesillerin kan sonucun, tefsire konu alan ayetin anlamını veren
İbn Teymiyye’ye gelince kadar Kur’ân’ı Kur’ân’la tef- rivayetle karşılaştırıldığında sonucun doğru olup ol-
sir uygulaması, rivayetlere ve tefsir eserlerine bakıldı- madığının sağlaması yapılabilir. İki sonuç karşılaştı-
ğında görülecektir. Bununla birlikte itiraz sahibinin rıldığında Kur’ân’ın kendisi ile anlaşılmasının sakın-
bu haklı düşüncesine göre eğer Kur’ân’ın Kur’ân’la calı olup olmayacağına yönelik daha kesin verilerden
tefsirinin kişisel düşüncelerini onaylatmak isteme- bahsedilebilir. Yine Hz. Peygamber ve sahabenin bir-
sine sebebiyet verecek bir duruma hizmet etme nok- biri ile açıkladığı ayetler arasında zaman açısından ne
tasında sakıncalı bir yöntem olacaktır. Bu durumda kadar bir mesafe olduğu da incelenebilir. Bu da eğer
eğer Kur’ân’ın Kur’ân’la tefsirinde öznelliği engel- arada geçmiş bir zaman dilimi varsa bu dilimin on-
leyebilecek yöntemsel ilkeler belirlenebilirse bu çe- lar tarafından da dikkate alınmadan ayetlerin birbiri
kinceler giderilebilir. Tabii olarak belirli bir ölçüde ile açıklanmasının doğal bir yol olduğuna yönelik ve-
de olsa sübjektiflik olabilir; ancak ayetlerin birbiri riler sunabilecektir. Bu da Kur’ân’ı kendisi ile açıkla-
ile ilişkilendirilmesinde sübjektifliğin sınırını aşıp mada bize cesaret verebilecektir. Mesela Buhârî’nin
aşmadığının ölçüsü yine Kur’ân ölçü kabul edildi- naklettiği bir rivayette Hz. Peygamber 112. sırada
ğinde ortadan kaldırılabilir.28Öztürk, her ne kadar inen Mâide Suresi’nin 59. ayetindeki gaybın anah-
Kur’ân’ı kendisinden hareketle anlamanın öznellik tarlarını 57. sırada nazil olan Lokmân Suresi’nin 34.
riskine açık olduğunu söylese de bütünsel bir anla- ayeti ile tefsir etmiştir. Önce inen bir ayetin sonraki
manın nesnel anlamı yakalamada bir katkı yapaca- inen bir ayetle tefsir edilmesinden dolayı bu durum
ğını da ilave etmiştir.29Bununla birlikte Öztürk’e göre dikkat çekicidir. Bu, beyanın sonradan gelen bir va-
Kur’ân’ı kendisinden hareketle anlamada lafız-mana hiyle olmadığını ve Kur’ân’ın Kur’ân’la tefsiri nokta-
ekseninden yola çıkarak ayetlerin birbiri ile anlaşıl- sında Kur’ân’ın metinleşmiş halini dikkate alınabile-
ması çok farklı anlam takdirlerine sebep olacağı için ceğini göstermektedir.
aynı ayet farklı mezheplerce kendi görüşlerini ispat- Kur’ân’ın Kur’ân’la tefsirine yönelik Hz. Peygamber
lamada mesnet kabul edilmiştir. İşte bu durum ona ve sahabeden gelen haberler olduğunda bunu yuka-
göre Kur’ân’ı Kur’ân’la tefsir etmenin hesabı kolay ve- rıda bahsettiğimiz sübjektiflik hususundan ayırmak
rilebilecek bir iş olmadığını göstermektedir.30Bu se- gerekmektedir. Nasıl bir ayrıma gideceğimiz nokta-
beple tefsirde nesnelliğe giden yol için rivayetleri dik- sında Mâturîdî’nin tefsir ve tevil ayrımı işimizi ko-
kate almak gerekmektedir.31 laylaştıracaktır. Hz. Peygamber’in Kur’ân’ı Kur’ân’la
Kur’ân’ı Kur’ân’la anlama faaliyeti büyük ölçüde anlaması yönündeki açıklamaları onun konumu açı-
Kur’ân’ın Mushaf haline gelmiş olmasını dikkate al- sından ele alındığında bir tefsir unsurudur. Sahabe-
maktadır. Bir hitap olma özelliğine sahip olduğu kabul ninki ise onların vahyin nüzulüne şahit oldukları ve
edildiğinde ise bu faaliyetin nasıl olacağı veya olacaksa olmadıkları durumlar açısından tefsir ve te’vîl katego-
sağlıklı sonuçlar verip vermeyeceği değerlendirilebilir. risine göre değerlendirilebilir; ancak buna geçmeden

203
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

konunun daha anlaşılır hale gelmesi için önce Mâturî- güvenirliğinde şüphe yoktur ve bu anlamda haberler
dî’de bilgi kaynakları ve Kur’ân tasavvurunu ele al- içerisinde tartışma kabul etmez otorite bir kaynak-
manın daha uygun olacağı kanaatindeyiz. tır.43 Ona göre, dinî inancın malzemeleri vahiyden
İmâm Mâturîdî’de Bilgi Kaynakları ve Kur’ân çıkarılır ve aklın görevi onları doğru bir şekilde an-
Tasavvuru lamaktır. Vahiy doğru anlaşılır ve akılla vahyin ger-
çek konumları iyi belirlenirse akılla vahiy arasında
Mâturîdî’ye göre insanı bilgiye ulaştıran kaynaklar
ihtilâf olmadığı görülür.44 Vahyin doğru anlaşılması
haber, duyular ve akıldır.32Bunlardan her biri farklı
ancak sahih ve güvenilir haber ve doğru çalışan bir
türde bilgi verir ve biri diğerinin görevini yapamaz ve
akılla mümkündür, ancak bunun için bir kimse-
birbirinin yerini dolduramaz. Aklın diğer bilgi kay-
nin edebi ilimlerde maharet kazanmış olması ve sö-
naklarına üstünlüğü onun sadece bir bilgi kaynağı
zün temel özelliklerine ve türlerine vakıf olması ge-
olmayıp aynı zamanda diğerleri üzerinde denetleyici
rekmektedir. Çünkü Kur’ân yaratılmışların gücünü
olmasından dolayıdır.33 Bununla birlikte Mâturîdî’ye
aşan bir eserdir.45
göre bir sınırı olduğu için akıl, bilmeye muhtaç oldu-
ğumuz her şeyin gerçek bilgisini veremez. Bazen arzu, Kur’ân’ı anlamak güvenilir rivayetler46 ve çeşitli olum-
alışkanlık, çevre ve toplum gibi faktörlerle bulandı- suzluklara bulanmamış bir akılla gerçekleşir.47 Bu du-
rılır ve tesir altında kalır.34 Sonuçta kendi alanında rumda bize göre Mâturîdî, Kur’ân’ın doğru anlam ve
olan şeylerin bile gerçek bilgisini vermede başarısız yorumunaulaşılabileceğini düşünmektedir. Çünkü an-
olabilir. Bundan dolayı akıl kendisini dalâlete düş- lamı ortaya çıkarmada bize kadar gelen haberlerden
mekten koruyan, gerçeği bildiren bir kılavuza muh- yararlanmak ve aklı kullanmak gerektiği için bunlar
taçtır ki bu kılavuz, peygamberlerdir.35 doğru bir mekanizma olarak çalıştırıldığında o za-
Mâturîdî, prensip olarak bu görüşü savunsa da ev- man anlam ortaya çıkar. Şöyle ki Hz. Peygamber’den
rende var olan nesnelerin evrenin yaratıcısına delil ve sahabeden gelen haberlerin sıhhat durumu tespit
teşkil etmesi sebebiyle36 bazılarının peygamber ol- edilip bunlar akıl süzgecinden geçirilir. Çeşitli arızî
madan da akılla Allah inancına ulaşabileceğini ileri durumlardan uzak bir şekilde çalışan akıl, ayetleri
sürmüştür. Mâturîdî, bu görüşünü Nisa Suresi’nin 83. te’vîl eder. Böylece yukarıda ifade edildiği üzere va-
ayetinin açıklamasında “Allah’ın rahmeti ve fazlı gel- hiy akılla işlerlik kazanmış olur. Mâturîdî’nin hadis-
mediğinde birçoğunun şeytana uyacağını, ancak ba- leri incelemeye tabii tutması yine onun bilgi anlayışı-
zılarının şeytana uymadan da aklı ile Allah’a iman nın bir gereğidir. Çünkü vahiy dışında hiçbir haber
edeceğini” söyleyerek ifade etmiştir.37 Ayrıca evren- ona göre kesinlik ifade etmez. Mütevâtir haberi nak-
deki varlıklar ve olaylar hakkında düşünürken bun- ledenler de bile yanılma ihtimali varken bunun dı-
ların Allah’ın kudreti ile olduğuna peygamberlerin şındaki haberlerin de kendilerini nakleden kimsele-
haberleriyle ulaşılabileceği gibi tefekkür ve nazar ile rin durumlarının sorgulanması ve kesin bir delille
de ulaşabileceğini belirtmiş;38 bunlar için peygam- mukayese edilmesi gerekmektedir. Mütevâtir haber-
berlerin zorunlu olmadığını, peygamberlerin şeriat- ler, ancak nakledildikten sonra yalan olma ihtimali
lar için gerekli olduğunu dile getirmiştir.39 İşte kana- ortadan kalktığında kendisinin masumiyetine ina-
atimize göre bu yaklaşımı aynı şekilde onun Kur’ân’ı nılan peygamberden geldiğine inanılır.48
anlamada da akla büyük rol biçmesinde de rol oyna- Mâturîdî beşeri kelamdan farklı olarak kelamullah
mıştır. Yine Talip Özdeş’in ifade ettiği gibi Mâturîdî, olan Kur’ân’ı mahiyet itibariyle ikili bir taksimle an-
benzerinin getirilmesinden alıkonulması40 sebebiyle lamıştır. Ona göre Kur’ân, tarihin içine girmeden ön-
Kur’ân’ı aklî mucize olarak görmektedir.41 Çünkü ceki hali ile levh-i mahfuzdaki durumu ve insanların
Kur’ân’da beşere ait eserlerde rastlanabilecek aklî tu- eline ulaşmış ve tarihin içine girmiş hali ile Mus-
tarsızlıklar bulunmaz. Nasıl evrende mükemmellik haf’taki durumu ve insanların bunu yazmalarını ve
varsa Kur’ân’da Allah’ın bir ayeti olarak eksiklik içer- okumalarını birbirinden ayırmıştır.49 Ona göre levh-i
mez. Dolayısı ile insanda yaratılmış olan sahih akıl mahfuzdaki haliğayrimahlûk iken, Mushaf’taki hali
da Allah’ın kelamına ters düşmez. Bu sebeple vahyi ile insanların yazmaları ve okumaları bakımından
anlamak için akıl önemli bir yere sahiptir.42 mahlûktur. O; ilk haline kelâmi nefsî, ikinci haline
Mâturîdî’ye göre vahiyle gelen Kur’ân, haber getiren de kelamı lafzî demiştir. Şaban Ali Düzgün’e göre
kimseler bakımından en fazla güvenilecek kimseler Mâturîdî’den önce böyle bir ayrım yapılmamıştır.50 Bu
olan peygamber vasıtası ile gelmiş olmasından dolayı bağlamda onun tarihin içinde Arapça lafızlarla inen

204
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Kur’ân’ın lafızlarının tarihsel olduğu fikrine sahip ol- taşısaydı onların tabiatı gereği sahip olacağı tutarsız-
duğunu düşünebiliriz. Çünkü Mâturîdî, eğer başka lıklara sahip olurdu. Böyle olmaması onun gayblara
dille de inmiş olsaydı yine bu inenin Kur’ân olacağını vakıf olan zatın katından geldiğini kanıtlamaktadır.
düşünmektedir. Ona göre dillerin değişmesi Kur’ân’ı, Yine bir insanın farklı zaman ve mekânlarda konuş-
Kur’ân olmaktan geri koymaz. İşte bu, ona göre Ebu tuğu şeylerde bu çelişkinin söz konusu olma ihtimali
Hanife’nin namazda farsça okunabileceği yönündeki varken, Kur’ân’da böylesi bir durum vaki olmamıştır.59
görüşüne delil olmaktadır.51 Mâturîdî, her ne kadar Mâturîdî’ye göre Kur’ân, kelâmullah olması hasebiyle
lafızlar değişse de önemli olanın manada isabet oldu- beşeri kitaplarda olabilecek tutarsızlıkları taşıması
ğunu düşünmüştür. Mesela Kur’ân’ın peygamberler- hem naklen hem de aklen mümkün değildir. Bu se-
den bahsederken farklı pasajlarda bir konunun deği- beple değişik açılardan bütünlük gösterir ve bu açılar
şik lafızlarla anlatılması dikkat çeken bir durumdur. birbiriyle uyum içindedir. Bütünlüğü; kendi içinde,
Mâturîdî’ye göre önemli olan mananın hangi dil ve Hz. Peygamber’le ve geçmiş kitaplarla bütünlük açı-
lafızda olduğuna bakılmaksızın doğru anlatılması- sından değerlendirilmelidir. Bu anlayışın pratik so-
dır. Kıssaların lafızları bazen takdim-te’hir üzere ba- nuçları Te’vîlât’ta ayetlerin tefsir ve te’vîlinde zaman
zen de ziyade ve noksanlıklarla gelir. Bundaki amaç zaman ortaya çıkmaktadır. Mâturîdî, bütünlüğün
muradın anlatılmasıdır. Dinleyicinin manada isabet farklı ihtimallerde olabileceği yönündeki görüşlerini
ettikten sonra lafızları aynen ezberlemesi gerekmez. “Hâlâ Kur’ân üzerinde gereği gibi düşünmeyecekler
Mesela Hz. Musa’nın kendisinin yalanlanmasından mi? Eğer o, Allah’tan başkası tarafından gelmiş olsaydı
korktuğu anlatılırken yine, akabinde öldürülmekten onda birçok tutarsızlık bulurlardı.”(Nisâ 4/82) ayetinin
korktuğu ifade edilmektedir.52 Bu, aslında bir çelişki te’vîlinde değerlendirmektedir. Ona göre Kur’ân’daki
izlenimini doğurmakla birlikte Mâturîdî, burada la- bazı ayetler, zahiren çelişki durumunda olabilir ve bu
fızlara takılmamakta ve maksat üzerinde durmakta- durum inkâr ehlinin Kur’ân’a iftira etmesine neden
dır.53 Sonuç açısından burada, Hz. Musa’nın tedirgin- olur. Bundan dolayı Rahman’dan başkası birisi ta-
liği anlatılmaktadır. Bununla birlikte Kur’ân’ın lafız rafından indirildiği yönünde bir düşünce ortaya çı-
ve mana itibariyle Allah’tan nazil olduğunu da ka- kabilir. Hâlbuki Kur’ân’ıAllah onu koruduğu60 için
bul etmiştir.54 önünden ve arkasından ona hiçbir batıl karışmaz.61
Mâturîdî’nin görüşlerinden lafızları tarihsel kabul et- Zahiren çelişkili gibi görünen ifadeler bir olayın farklı
tiğini düşünsek de anlam açısından ona göre Kur’ân yönlerini anlatmaktadır. Kur’ân’ın, muhkem bir ki-
evrensel bir özelliğe sahiptir. Buna göre Kur’ân’da kı- tap olması da bu açıdan son derece önemlidir. Bu
yamete kadar ortaya çıkacak olan hadiselerin ve ih- sebeple kendisinde çelişki ve ihtilaf yoktur. Allah’ın
tiyaçların açıklaması vardır. Mâturîdî, bu görüşünü evrendeki ayetleri arasında bir zıtlık ve farklılık var-
Kur’ân’ı Allah’ın ilmiyle irtibatlandırarak ortaya koy- mış gibi görünse de gerçekte akıllara durgunluk ve-
muştur. Allah, gaybı ve ebediyete kadar olacak şey- recek derecede bir birlik ve bütünlük vardır ve hepsi
leri bildiği için kitabında da kıyamete kadar olacak tevhide işaret etmektedir. Bunun gibi Kur’ân’ın top
her ihtiyacın çözümünü ortaya koymuştur.55 Bu çö- yekûn ayetleri arasında bir bütünlük ve ahenk var-
züm ise vuku olacak olayların ilkesel bazda Kur’ân’da dır, asla çelişki yoktur.62
toplanmış ve bununla ilgili hususlar Hz. Peygamber’e Mâturîdî’nin Kur’ân’ın hususunda önem verdiği ikinci
bildirilmiştir.56 nokta Kur’ân’ın Hz. Peygamberin haberleriyle bütün-
Mâturîdî’ye göre Kur’ân edebî bir metindir ve Kur’ân’da lük içinde olmasıdır. Eğer Kur’ân, Allah’tan başkası
Arapların dil ve edebiyat geleneğinin dışına çıkacak tarafından indirilmiş olsaydı Hz. Peygamber’in ver-
yeni icat edilmiş bir ifade yoktur. Kur’ân en mükem- diği haberlerle uyum içinde olmaz; onlara muhalif
mel lafza ve en güzel kompozisyona sahiptir;57 ken- olurdu. Muhatapları Hz. Peygamber’i kâhinlikle suç-
disine ait söz dizisiyle şairlerin eserlerinden, mana- luyordu. Oysaki bir kâhinin verdiği haberlerde her
sıyla da kâhinlerin sözlerinden üstündür. Bu suretle şey birbirine muvafık olmazdı, bir kısmı muhalif ve
de insan sözü olmadığı, yani kelâmullah olduğu or- çelişkili olurdu. Fakat onlara Hz. Peygamber’den ge-
taya çıkmaktadır.58 Kur’ân, yirmi küsur senede parça len haberler, onların bildikleriyle uyum içinde olunca
parça indirilmiştir. Tamamında aynı kompozisyon ve bu onun Allah tarafından geldiğine delil olmuştur.63
edebi niteliğe bağlı değilse de birbiriyle ahenk içinde- Mâturîdî’ye göre bütünlük açısından çok önemli bir
dir. Eğer Kur’ân yaratılmışların telifi olma ihtimalini nokta da Kur’ân’ın geçmiş kitaplarla olan ilişkisidir.

205
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

O kendinden öncekileri doğrulayıcı ve onlarla bütün- edepleri olabilir. Bu beyan hususunda vahyin geldiği
lük arz eden dinamik bir yapıya sahiptir. Dinde de- şekliyle zahirini bir hükümle irtibatlandırmanın men
vamlılık esastır; tüm peygamberler bir din üzeredir, edilmesi vardır. Çünkü beyan indirilen vahyin biz-
bir din diğerini neshetmemiştir ve nesh ancak şeri- zat kendisiyle hükmetmek olurdu ki o zaman beyan
atlardadır. Mâturîdî, önceki kitaplarla bütünlük me- ihtiyaç olmazdı. Bu ayet gelen vahiylerin beyanının
selesini Kur’ân’dan önceki kitaplara yönelik olarak ertelendiğini göstermektedir. Mâturîdî buradaki be-
ele aldığı gibi önceki kitaplardan hareketle Kur’ân’a yanın farklı bir şey de olabileceğini söylemiştir. Buna
yönelik olarak da ele alır. Buna göre Kur’ân, önceki- göre beyan kinaye ve neticeleri, usul ve füru ve mak-
leritasdik ettiği gibi Tevrat ve İncil de Hz. Muham- sudu ortaya çıkarmayı ifade edebilir. İşte Allah, bun-
med’in geleceğini haber vermiştir.64 ları nebisine ve nebisinden sonra gelenlerin kendi
Kur’ân, önceki kitaplarla mana ve hüküm açısından yolunda cehd etmesi için açıklamaktadır. Yine be-
uygunluk gösterir; onları tasdik edicidir. Kitapların yan Allah’ın peygamberini koruması, tebliğ ettikle-
nazım ve lisanların farklı olması durumu değiştir- rini yerleştirmesi ve nebisinin bunları açıklamasıdır
mez. Böyle olsa da manalarının ve hükümlerinin bir veya Hz. Peygamberin tebliğini ulaştıramadığı kim-
kısmı onlarına bir kısmına muvafıktır. Böyle olması selere vahyin ulaştırmayı peygamberine garanti et-
onların Allah tarafından indirildiğini göstermektedir. mesidir. Ayrıca beyan kıyamet gününde hak üzere
Zaten Kur’ân, başkası tarafından indirilmiş olsaydı olanın batıl üzere olandan ve dostun da düşmandan
içinde çelişki olurdu; fakat durum böyle değildir.65 ayrılarak açıklanması anlamına da gelebilir.73 İşte bu
İmâm Mâturîdî’de Kur’ân’ı Kur’ân’la Te’vîl durum Mâturîdî’nin ısrarla Kur’ân’ı kendi içinde te’vîl
etmek istediğine yönelik temel epistemolojidir. Onun
İmâm Mâturîdî’de tefsir ve te’vîl kavramlarının bir- bu anlayışında anlamadaki özneler aynı değildir. Al-
birinden ayrılması bilinen bir husustur. Birçok araş- lah ve Hz. Peygamber tefsir ederken, sonraki nesiller
tırmacıya göre tefsir ve te’vîl açıklama ve yorumlama de te’vîl ederler. Mâturîdî’nin eserine Te’vîlât ismini
anlamında birbirinin müteradifi olarak kullanılmış vermesi de kendisini bu anlamda nereye koyduğunu
ve ondan önce böyle bir ayrıma gidilmemiştir;66 an- ifade etmektedir. Buna göre o, kendisini ve yorum-
cak bizim son araştırmalarımızda İsmail Çalışkan’ın larını mutlaklaştırmaktan uzak durmuş ve sonraki
bir makalesinden ulaştığımız bilgilere göre her ne
nesillere de bu anlamda bir yol çizmek istemiştir.74
kadar sistemli bir şekilde ortaya konmamış olsa da
Aslında ona göre tefsirin tek merciî Allah’tır. Talip
İmâm Mâturîdî’den önce de böyle bir ayrım mevcut-
Özdeş’in de ifade ettiği gibi beyan ve tebyinin Al-
tur. Çalışkan’a göre Mâturîdî’den önce yaşayan Mu-
lah’a izafe edilmesi bunu göstermektedir.
hasibi ve İbn Kuteybe, bu iki kavram arasında ayrım
yapmışlar; ancak Mâturîdî gibi sistemli bir şekilde Mâturîdî’ye göre tefsir bir işin iç yüzünü bilmek gi-
ifade etmemişlerdi. Mâturîdî, bu iki kavramının sı- bidir. Bir işin iç yüzünü onu gören bilir. Bir şeyi gö-
nırlarını belirlerken muhtemelen önceki birikimden ren o işin iç yüzünü bildiği için tefsir de tefsire konu
istifade etmiştir.67 olan olayları ve olup bitenleri görenler tarafından ya-
pılır. Bunun için tefsir Sahabîye aittir. Onlar peygam-
Furkan Suresi 33. ayette geçen tefsir kelimesi68 Mâturî-
berin meclisinde bulunmuş, birçok olaya şahit olmuş,
dî’ye göre beyan/açıklama manasına gelmektedir.69
Kur’ân’ın hangi olay veya konu hakkında indiğini
Bu anlamda “Mâturîdî’nin tefsir kavramına yakla-
görmüşlerdir. Bu, bir olayı gören kişinin onun hak-
şımı Kur’ân’da beyan, tebyîn70 kavramlarını karşı-
kında kanaatinin kesin olması gibi Kur’ân’ın inişine
lamaktadır ki bu kavramlar çoğunlukla doğrudan
şahit olan kimsenin şahitliği neticesinde ortaya çıkan
veya Hz. Peygamber (s.a.s) aracılığı ile Allah’a nisbet
anlam da kesindir; ancak sahabenin hepsi veya aynı
edildiği görülmektedir ki buna göre ayetleri açıklama
vahye dayanmakta ve kesinlik ifade etmektedir.”71 Bu sahabenin olaya şahit olup olmaması da onun tefsir
bağlamda Allah “Sonra onu açıklamak bize düşer” açısından konumunu değiştirmektedir.
(Kıyâme 75/19) ayeti gereği mücmel olarak indirdik- Te’vîl kelimesi ise “âle-yeûlü” kökünden alınmıştır.
leri şeyin açıklamasını kendi üzerine almıştır.72 Bura- “Rücu eder, şu sonuca varır” manasına gelir. Bir işin,
daki beyan Mâturîdî’ye göre önce gelmiş bir vahyin bir hususun nihâi noktasını beyan etmek demek-
tamamlanması, cevazı, güzelleştirilmesi, süslen- tir.75Te’vîl, Kur’ân’da on beş ayette geçmektedir. İl-
mesi şeklinde olabilir. Çünkü farzların veya Allah’ın gili ayetlerin açıklamalarına bakıldığında Mâturîdî
emirlerinin kısımları, farzları, vacipleri rükunları ve kelimeye “akıbet, sonuç ve işin sonu” gibi manalar

206
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

vermiştir.76 Mâturîdî, te’vîl kelimesine anlam verirken söylediklerinin insanoğlunun dile getirdiği hususlar-
Kur’ân’daki “sonuç, akıbet” anlamı ile ıstılahî olarak dan biri olduğunu ifade eder ve Kur’ân’ın beyan et-
kazandığı anlamı birleştirmiştir. Buna göre te’vîl, bir mek istediği hikmeti bilenin sadece Allah olduğunu
hususun/emrin/sözün sonucunu, asıl maksadını, ha- bilir.79 Mâturîdî, bu yaklaşımıyla bir ayet hakkında
kikatini bildirmeye/önceden kestirmeye yönelik ihti- farklı görüşlerin söylenebileceğini ve kendi görüşle-
malleri düşünerek sözün anlamını ihtimallerden bi- rinin de bir görüş olduğunu ifade etmeye çalışarak
rine göre yorumlamaktır. Nitekim Mâturîdî de böyle kendi düşüncesini Kutlu’nun ifadesiyle kutsallaştırma
yapmıştır. Hakikatini bilme imkânı olmayan yerlerde yoluna gitmemektedir.80
bazen susmuş ve bazen de hakikati tespit etmeye yö- Tefsir konumunda yapılan açıklamada Allah’ı şahit
nelik ihtimalleri ve farklı te’vîlleri sıralamıştır. Me- tutma söz konusudur. Bunun için o, te’vîle kapı ara-
sela Hz. Âdem’e yasak olan ağacın77 mahiyetiyle ilgili lamak için “Her kim Kur’ân hakkında kendi reyiyle
olarak “Ağacın mahiyeti hakkında söylenecek sözün bir şey söylerse ateşteki yerine hazırlansın.”81 Hadisini
vahyin dışında söylenmesi doğru değildir. Onun te’vîli “Her kim kendi reyiyle Kur’ân’ı tefsir ederse ateşteki
hakkında da bir vahiy yoktur. Bu konuda da kesin yerine hazırlansın” şeklinde alarak rey ile tefsir yapı-
bir şey söylenmesi uygun olmaz.”78 açıklamasını ge- lamayacağını;82 ancak te’vîl yapılabileceğini ileri sür-
tirmiştir. Burada te’vîli sonuç ve akibet anlamında müştür.83 Mâturîdî’ye göre te’vîl, sahih ve batıl olmak
kullanırken ağacın gerçek mahiyetinin bilinemeye- üzere ikiye ayrılır. O, Te’vîlat’ta bazı te’vîlleri batıl ol-
ceğini kastetmiştir. Yine tefsirindeki yönteme baka- ması sebebiyle reddetmiştir. Mesela “De ki: Bana Müs-
rak ve te’vîl ile tefsirin farkını açıklarken te’vîl keli- lüman olanların ilki olmam emredildi”84 ayetini “Bana
mesine verdiği anlamdan hareketle kelime ve ıstılah ilk Müslüman olmam ve ilk boyun eğen olmam emre-
anlamını birleştirdiğini söyleyebiliriz. dildi. Ben de size bu şekilde emrediyorum.” şeklinde
Akıl bir olay ve işin asıl maksadını ortaya çıkarmak anladıktan sonra bazılarının ayetin zahirine bakarak
için uğraşır. Bu faaliyette metni çeşitli ihtimallere yön- delil getirdiğini belirtmiştir. Zahire göre ayeti yorum-
lendirir. Bu ihtimaller kesinlik arz etmeyeceği için layanlar Müslüman olması emredilmeden veya İslam’a
hiç kimse doğruluk iddiasında bulunmamalıdır. Bu davet edilmeden ölen kimseye bir sorumluluk olma-
ihtimallerin kesinlik derecesine ulaşmaması âlimin dığını iddia etmişlerdir. Yine elçilerin ve vahyin kesil-
bizzat vahyin inişine şahit olmamasından dolayıdır. diği bir dönemde ölenler için de durumun bu şekilde
Bu anlamda Kur’ân, muhataplarına göre ya kesin olduğunu düşünmüşledir. Fakat Mâturîdî, bu yoru-
anlamını vermiş ya da muhtemel anlamını sunmuş mun batıl bir te’vîl olduğunu söylemiş ve ayeti onla-
ilahi bir metindir. Bu muhtemel anlamlarını ortaya rın aleyhine bir delil olarak kabul etmiştir.85
çıkarmak için bu metni kendi iç bütünlüğünde an- Mâturîdî’nin tefsir ve te’vîl ayrımında tefsir rivayete,
lamak gerekmektedir. Ancak bu bütünlükte Kur’ân, te’vîl de akla dayanmaktadır. Tefsir nüzule şahitliği
tek başına değildir. Çünkü tek başına indiği tarih- ifade eden rivayete dayandığı için kesinlik, te’vîl de
ten, toplumdan ve muhataptan bağımsız orada du- akla dayandığı için ihtimal ifade etmektedir. Ancak
ran bir metin olmamıştır. Dolayısı ile bu bütünlüğü ona göre tefsir rivayetinin kaynak değeri taşıması
sağlamada özne çeşitli araçlardan yararlanmalıdır ki için şüpheli olmamalıdır. Bu durumun uygulama-
muhtemel anlamları ortaya çıkarma işi olan te’vîlde ları Mâturîdî’nin Te’vîlât’ında görülmektedir. O, me-
Kur’ân, kendisini tamamen kişisel arzulara bırak- sela Kevser ve Firdevs kelimeleriyle ilgili Hz. Peygam-
masın; fakat bununla birlikte Mâturîdî, metnin ta- ber’den gelen haberleri ele almış; bunların sıhhatinde
rihi bağlamına gitmede ısrarcı değildir. Çünkü bağ- şüphe olmaması durumunda ilgili haberlerin bu keli-
lama ait bilgileri bize ulaştıran haberler potansiyel melerin bizzat tefsiri olduğunu belirttikten sonra, sıh-
olarak şüphelidir. Ayrıca Kur’ân, ilahi kelam olması hatinin şüpheli olması durumunda da ayetleri başka
sebebiyle manalarını lafzında sunan bir metindir ve ayetlerle aklen ilişkilendirmiş, bu ilişkilendirmede
bu sebeple kendi içinde diğer pasajların yardımı ile muhtemel anlamlardan bahsetmiştir. Ona göre ayetin
manası keşfedilebilir. muhtemel anlamlarından bahsetmek bir te’vîl unsu-
Mâturîdî’ye göre te’vîl yapan Allah’ın muradından rudur. Dolayısıyla o, bu anlama faaliyetini Kur’ân’ın
haber vermez. Bunun için “Allah bunu kastetti.” diye- Kur’ân’la te’vîli olarak görmüştür. İşte biz de bu se-
rek kesin konuşmaz. O, açıklamaya çalıştığı hususun beple Kur’ân’ı Kur’ân’la anlamadan bahsettiğimizde
çeşitli manalara yönelik ihtimaller taşıyabileceğini ve –özellikle Mâturîdî açısından- Kur’ân’ın Kur’ân’la

207
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

tefsiri yerine, te’vîlinden söz etmeliyiz. Ayrıca saha- sistemli bir faaliyettir. Yani ayetlerin birbiri ile irti-
beden sonraki neslin anlama faaliyetini te’vîl olarak batlandırılması belirli ilkeleri olan bir izah tarzıdır.
değerlendirmesi, bu hususun bu şekilde isimlendiril- Ayrıca Mâturîdî, ayetlerin birbiri ile ilişkilendirilme-
mesinin bize göre zorunlu bir gerekçesi olmaktadır. sinde nüzul ortamına da atıf yapmaktadır. Dolayısı
Mâturîdî’nin bu ayrımına göre böyle bir isimlendir- ile bu da onun hesabını veremeyeceği keyfî bir ilişki-
meden konuştuğumuz anda ve sonradan ortaya çıkan lendirmeden uzak durmaya çalıştığını göstermekte-
rivayet-dirayet ayrımını benimsediğimizde Kur’ân’ın dir; ancak onun için bu bağlayıcı bir unsur değildir.
Kur’ân’la te’vîlini dirayet kaynağı olarak kabul etme- Ayetler her ne kadar belirli olaylar üzerine inmiş olsa
miz gerektiği ortaya çıkacaktır. Bu durumda dirayette da esas olan hükmün genel olmasıdır.
doğal olarak sübjektiflikten bahsetmek mümkündür. Mâturîdî aralarında çeşitli açılardan bağ kurarak
İşte bu durumda Kur’ân’ı anlamada öznelliğin sınır- te’vîle konu ettiği öğeleri birbiri ile ilişkilendirmede
ları, metnin maksadını aşan boyutlara ulaşmamalı- bazı yardımcı unsurları kullanmış ve daha sonra
dır. Bunun için de bu yöntemde ilkesel bir usule sa- te’vîle konu olan unsurları birbiri ile anlarken çeşitli
hip olmak gerekmektedir. Çünkü Kur’ân’ın Kur’ân’la açıklama biçimlerinden hareket etmiştir. Açıklama
te’vîli, Kur’ân’ı tek kaynak görüp diğer te’vîl kaynak- biçimleri bir ayeti başka ayet veya ayetler ile tefsir ve
larını bir kenara iterek bize Kur’ân yeter düşüncesine te’vîl ederken kullandığı yöntemlerdir. Kelime, terkip
zemin hazırlayabilir. İşte Mâturîdî’nin bu yöntemi- ve cümleler arasındabağ kurarken Arap dili ve ede-
nin bu tarz bir yaklaşıma yol açıp açmayacağı sorgu- biyat, tarihsel araçlar, metnin bağlamı, âlimlerin gö-
lanabilir. Onun tefsir ve te’vîl eseri incelendiğinde ta- rüşleri ve mantık yürütme gibi yardımcı kaynaklar-
kip ettiği yöntem açısından bu yaklaşıma malzeme dan yararlanmıştır. Bu kaynaklar ayetlerin birbiri ile
sağlamayacağı görülecektir. Zira o, bir konuda haber ilişkilendirilmesinde kanaatimize göre keyfiliği gider-
varsa zaten bunları dikkate alarak Kur’ân bana ye- meyekatkı sağlayabilir. Onun bu tarzında Kur’ân’ın
ter düşüncesinde olmamış ve Hz. Peygamber, sahabe çelişki içermeyen bir kitap olması gerçeği sık sık ön
ve sonraki nesli, devre dışı bırakmamıştır. Ayetlerin plana çıkmış87ve Kur’ân’ın en iyi anlaşılma şeklinin,
birbiri ile ilişkilendirilmesinde ileride de bahsedece- yine kendisinden hareketle yani Kur’ân’ı Kur’ân’la
ğimiz üzere birçok unsuru sonuna kadar kullanmış- tefsir ve te’vîl ile olacağı Kur’ân’ın bütüncül bir yapıya
tır. Ayrıca onun te’vîl anlayışında zaten hesabı veri- sahip olduğu gerçeğine bağlı olmuştur.
lemeyecek bir keyfilikten de bahsedilmez. Zira o, bu Kur’ân’ı Kur’ân’la te’vîlinde anlatılacakların türüne
noktada mesela Batınîleri eleştirmiştir. Bilgi anlayışı ya da amacına göre değişik anlatım biçimleri kul-
itibari ile kendine güvendiği aklî bir çıkarımla onla- lanılabilmektedir. Mesela bir yerde mana kapalı ise
rın tezlerini reddetmiştir. buradaki açıklama biçimi, anlamı netleştirme ol-
Kendinden önceki müfessirler gibi Mâturîdî, kendine maktadır. Bir pasajın anlam bakımından kapalı gibi
has açıklama biçimlerinin yanında zaman zaman görünmesi aslında mesajın anlaşılmasına engel ola-
Kur’ân ilimlerinde ortaya konan açıklama şekillerine cak bir durum değildir. Kur’ân’da bu durumlar yine
göre ayetleri yine başka ayetlerle te’vîl etmiştir. Mâturî- Kur’ân’ın kendi içinde açıklanmış, açıklanmayan pa-
dî’nin te’vîl anlayışında Kur’ân’ın muhkem-müteşâbih sajlar ise mesajın anlaşılmasında eksiklik ortaya çı-
ve mübhem-müfesser olmak üzere ikili bir yapıya sa- karmamıştır.88 Kur’ân’ın kendi içinde başka bir yerde
hip olarak görülmesi önemli bir unsurdur. Bu yapıda açıklanan kapalı pasajlar, aslında o konunun bir yö-
müteşâbihin doğruluk ölçüsü muhkem, mübhemin nünü başka bir noktadan açıklamak içindir. Mesela
ölçüsü de müfesserdir. Buna göre Kur’ân, kendi ken- Kadir Gecesi örneğinde olduğu gibi bu gecenin başka
dini açıklar ve kendi kendisinin doğruluk ölçüsüdür.86 bir yerde anlatımında mübarek gece olma vasfı zik-
Kur’ân’ın kendisini açıklamasındaKur’ân metninin redilmesi, Kadir Gecesi’nin bize başka bir açıdan an-
zahiri, mecazından önde gelmektedir. Mecazî anla- latılmasını sağlamaktadır. Ayrıca mübarek gece ola-
maya yönelik karineler varsa zahir yerine mecazî an- rak nitelendirilmesi gecenin daha değerli olduğuna
lama yönelik te’vîle gidilebilir. Zaten Arap dilininin dikkat çekmektedir. Yine anlam açısından kapalı-
beyan üsluplarından birisi de mecazdır. Ayetin me- lık durumunda olan müteşabihler Mâturîdî’ye göre
caz anlama hamledilmesinde Kur’ân’ın bütünlüğü- “Hiçbir şey onun gibi değildir.” (Şûrâ 42/11) ayetinin
nügöz önünde bulundurmak gerekmektedir. Onun ışığında değerlendirilmelidir. İnsanın bilgisi dışında
bu şekil bir yaklaşımı rastgele bir tavırdan ziyade, olan noktalar bilinmesine ihtiyaç oranında Kur’ân’da

208
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

“And olsun ki biz bu Kurân’da insanlara türlü türlü meyilli olduğu yönündeki görüşlerini ayrıca “Siz,
misali gösterip açıkladık.” (Kehf 18/54) ayetinde ifade hadi bilginiz olan şey üzerinde tartışanlarsınız.” (Âli
edildiği üzere açıklanmıştır. Mâturîdî’ye göre müte- İmrân 3/66), “Onlarla en güzel şekilde tartış!” (Nahl
şabihler insanların gaybî konuları anlaması için gö- 16/125)92 ayetleri ile destekledikten sonra “İşte insan-
rünür âlemde karşılaştıkları şeylere benzer kılın- ların cedelci yapısından dolayı birçok ayet ve delilin in-
mıştır. Bunların te’vîline gelince bunlarla ilgili ve dirilmesine ihtiyaç duyuldu” açıklamasını getirmiştir.
sıfat olarak ittika edilecek konularla ilgili gelen şeyler Ona göre bütün bunlar dinde tartışmaya izin veril-
Kur’ân’da açıklanmıştır. Böylece insanlar lehine ve diğini göstermektedir.93
aleyhine olan şeyleri ve sakınmalarını gereken nok- İmâm Mâturîdî, Te’vîlât’ta müşkil gibi görünen du-
taları bilmiş olurlar.89 rumları bütünlük çerçevesinde değerlendirmiş ve çö-
Müfessirimiz mukatta harfleri için de değişik yo- zümünü ortaya koymuştur. Çünkü bir ayette ifade
rumlar nakletmiş olsa da bunların anlamını araş- edildiği gibi94Kur’ân’ın kendi içinde bir çelişki ola-
tırma noktasında ileri gitmemek gerektiğini de be- bileceğini zaten kabul etmez. Eğer birisi çelişki ol-
lirtmektedir. Çünkü Yüce Allah, mükellefleri bazı duğu yönünde bir delil getirme durumunda olursa
hususlarda anlamakta ileri gitmeyip duraksama ile Mâturîdî’ye göre bu onun hikmetsizliği ve cehaleti-
imtihan etmiştir.90Mâturîdî, çeşitli açıklamaları ön nin göstergesi olarak değerlendirilmelidir. İnsanlar
plana çıkarmış olsa da bu harflerlerle ilgili de Hz. arasında farklı anlayışlar neticesinde bir anlaşmaz-
Peygamber’den ve Sahâbîden bir haber olmadığı için lık çıkarsa95bu Kur’ân’ın kendisinden veya Kur’ân’da
bu harflerin tefsiri üzerinde durmamak gerektiğini ve yeterli açıklamalar bulunmayışından değildir. Çünkü
hakikatlerini Allah’a bırakarak iman etmenin en uy- anlaşmazlık durumlarının Kur’ân’a arz edilmesinin
gun yol olacağını ifade etmektedir.91 Bununla birlikte emredilmesi ve Kur’ân’a uymanın gerekliliğinin vur-
Mâturîdî, müteşâbih kabul edilen mukatta harflerini gulanması onda yeterli açıklamanın bulunduğunu
bütünlük içinde anlamak için olabildiğince te’vîli iş- göstermektedir.96Mesela Mâturîdî bu düşüncesinin
ler kılmaya çalışmıştır. bir sonucu olarak gelecek örnekte olduğu gibi çelişki
Bir ayeti açıklayıcı mahiyette zikredilen ayet ilk ayet- durumunu izhar eden ayetleri, yine Kur’ân’ın kendi-
teki anlamı bir kayda bağlıyorsa açıklama biçimi mut- sine başvurarak çözmüştür.
lakıntakyîdidir. Mâturîdî bu açıklama biçiminde me- Mâturîdî’ye göre temel olarak Kur’ân’da asla çelişki
sela dem kelimesini mesfuhan kaydına bağlayarak olmaz. Zihinde böyle bir durumu ortaya çıkaran bazı
anlamıştır. Bir ayeti açıklayıcı mahiyette zikredilen ifadeler olabilir. Bunlar bir konunun/bir hususun farklı
ayet anlama zenginlik katıyorsa o zaman açıklama bi- bir merhalesini, farklı bir yönünü veya farklı zaman-
çimi anlamı zenginleştirmedir. Burada da müminlerin larda meydana geldiğini göstermektedir. Ayrıca lafız-
özelliğini zikreden bir ayeti müminlerin diğer özel- ların gelişi itibariyle aralarında zıtlık varmış gibi gö-
liklerini anlatan ayetlerle açıklayarak anlamı zengin- rünse de mana açısından birbirine muvafık olarak
leştirmiştir. Mâturîdî’nin sıklıkla kullandığı açıklama gelir. Çünkü prensip olarak Kur’ân Allah’tan geldiği
biçimlerinden birisi de görüşünü desteklemektir. O, için çelişki içermez. Bu sebeple lafızların gelişinden
bir ayetten bir sonuca varmış; bu görüşünü destek- hareketle delil getirmek batıldır.97Bu sebeple Mâturîdî
lemek için diğer ayetleri delil olarak getirmiştir. Me- çelişki izlenimi vermesi sebebi ile bazılarınca nesh ka-
sela Mâturîdî’ye göre “Fakat tartışmaya en çok düş- bul edilen ayetlerdeki nesh durumunu kabul etme-
kün varlık insandır.” (Kehf 18/54) ayeti insanın özünde miş ve ihtilaf durumunu bu şekilde çözmüştür.98 Ebû
tartışmaya meyil olduğunu anlatmaktadır. İnsan dı- Mansûr Mâturîdî’nin bu yöntemini örneklere uygula-
şındaki varlıklarda durum böyle değildir. Mâturîdî, dığını rahatlıkla görebiliyoruz. Örneğin Mâturîdî’ye
bu görüşünü cinlere Kur’ân’ın sunulmasından sonra göre “Ondan mağfiret dile!” (Nasr 110/3) ve “Böylece
cinlerin gösterdiği tepkiyi örnek vererek desteklemek- Allah, senin geçmiş ve gelecek günahını bağışlar.” (Fe-
tedir. “Doğrusu biz, doğru yola götüren, hayrete düşü- tih 48/2) ayetleri arasında bir kimse izahı güç bir du-
ren bir Kuran dinledik de ona inandık.” (Cin 72/1-2) rumdan bahsedebilir. Allah, Resulünün geçmiş ve
ayetinde ifade edildiği üzere cinler Kur’ân’ı dinledik- gelecek günahını bağışladığı halde neden istiğfarda
lerinde tartışmadan kabul etmişlerdir. Meleklerden bulunmasını istemiştir? Mâturîdî, böyle bir soru duru-
bu konuda bir tartışma ve itirazın vaki olduğu zaten munda çelişki gibi görünen durumu ayeti ayetle te’vîl
zikredilmemiştir. O, insanın cevherinde tartışmaya ederek iki ihtimalde çözmüştür. Birincisine göre Hz.

209
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Peygamber’in Allah’tan mağfiret dilemesi “Hem ken- döşek yapılır.” (En’âm 6/142) ayeti bunu göstermek-
dinin hem de mümin erkeklerin ve mümin kadınla- tedir. Onların sırtı ve diğer hoşa gidecek özelliklerin-
rın günahlarının bağışlanmasını dile!” (Muhammed den faydalanılabilir. Etlerini yemek ise helal değildir.
47/19) ayeti mucibince ümmet içindir. İkincisi de Al- Çünkü En’âm Suresi’ndeki ayette sekiz çift hayvanı
lah’ın Resulünün geçmiş ve gelecek günahlarını ba- zikretmeden önce “Allah’ın size verdiği rızıktan yiyin!”
ğışlaması devamlı istiğfarda bulunmasına bağlıdır.99 (En’âm 6/142) buyrulup bunların yenmesinden bah-
Te’vîlât’ta zaman zaman ayetler arasında sebep-so- sedilirken eşek ve at etinin yenilmesinden bahsedil-
nuç veya bir ifadenin başka bir ayetteki duruma ce- mez. Ayrıca “De ki ‘Bana vahy olunanda, (bu haram
vap olmasına göre ayetler arasında münasebet ku- dediklerinizi) yiyen kimse için haram edilmiş bir şey
rulmuştur. Mâturîdî, ayetleri bu şekildeki açıklama bulamıyorum; ancak leş veya akıtılmış kan yahut do-
biçimi için “sıla”, “cevâben li-süâlihim”,“mukâbil” ve muz eti” (En’âm 6/145) ayeti vahyedilenler içinde bu
“hâzêharecün âlâ isrikavlihî”gibi tabirler kullanmak- sekiz çiftin haram olmadığını; vahiyle haramlığı be-
tadır. Mâturîdî’ye göre ayetlerin sıla ile açıklanabil- lirtilen kan, leş ve domuz etinin haram olduğu be-
mesi için aynı cins ve nevîden olması gerekir. Böyle lirtilmektedir. Çünkü sekiz çift hayvan zikredilme-
olmadığı durumlarda bir ayet, başka bir ayetin ce- den önce yeme ifadesi bunların helal, diğerlerinin ise
vabı niteliğinde değildir ve bu ayetler sıla ile açık- yenmesinin helal olmadığını göstermektedir.103Bu ör-
lanamaz.100 Mâturîdî’nin bu şekil açıklama biçimi nekte Mâturîdî, ayetlerin metinsel bağlamını dikkate
için Allah’tan başka ilah olmamasını“Mülk ve hamd almış ve bağlamdan hareketle mantık yürüterek hü-
onundur. O, her şeye kadirdir” (Teğâbün 64/1), “O, si- küm çıkarmıştır.
zin gizlediğiniz ve açığa çıkardığınız her şeyi bilmekte- Mâturîdî; bir ayeti, başka bir ayetle açıklarken ba-
dir” (Teğâbün 64/4) ve “Allah, her şeyi bilir” (Teğâbün zen açıklayıcı mahiyetteki ayetle açıklanan duru-
64/11) ayetleri ile te’vîl ettikten sonra bu ayetlerin bir- mundaki ayet arasında doğrudan bir ilişki olmadan
biri ile anlamsal ilişkisini “Zikredilen ayetlerdeki va- iki ayeti birbiri ile te’vîl eder. Bu durumda müfessir
sıflar gereği Allah’ın kendisinden başka ilah vemabûd konumunda zikredilen ayet konuya dolayı bir katkı
olmaması ve insanların mabudu olarak bu vasıflar- sağlamaktadır. Mâturîdî’nin bu yönteminin kendin-
dan uzak olmaması demektir” şeklindeki izahı ör- den önce olmayan yeni bir usul olduğu dile getiril-
nek verilebilir.101 Mâturîdî burada konu benzerliğin- miştir.104Bu düşünceye göre ayeti ayetle açıklarken
den hareketle ayetler arasında bağ kurmuş ve ayrıca müfessir ayetle müfesser durumundaki ayet arasında
Allah’ın tek ilah olmasını örneklendirerek açıklamış- doğrudan bir alaka varken Mâturîdî, bundan farklı
tır. Bazı araştırmalar her ne kadar bu yöntemin yani yeni bir yöntem ortaya koyarak dolaylı yoldan ayeti
sıla ile açıklamanın Mâturîdî’ye has olduğunu söy- ayetle te’vîl etmektedir. Mâturîdî, birbirine dolaylı bir
lese de kanaatimize göre onun başkaları tarafından katkı sağlamak için ayetler arasında ince bir ilişki kur-
da böyle bir açıklama şekline başvurmuş olduğun- masının yanında çoğu zaman da ayetleri birbiri ile
dan bahsetmesi102 bunun sadece Te’vîlat’ta görülme- zorlamaya dayanarak açıklar. Bu durumlarda ilgi kur-
diğini ortaya koymaktadır; ancak o, ayetleri müna- duğu pasajlar arasında konu ve amaç arasında çoğu
sebetle açıklama işini eserinde çok ince bir şekilde zaman benzerlik veya umum-husus ve mutlak-mu-
uygulamıştır kayyed anlamında bir durum olmasa da bir şekilde
Te’vîlât’taki açıklama biçimlerinden biride hüküm bir ilişki kurarak açıklamaya konu olan bir unsuru
çıkarmadır. Mesela Mâturîdî, “Sizin için yumuşak başka bir ayetin yardımıyla te’vîl etmektedir. Mesela
başlı hayvanlardan sekiz çift indirdi.” (Zümer 39/6) Mülk Suresi’nin ilk ayetindeki tebârake kelimesini
ayetindeki semâniyete ezvâc’dan kastedileni “Sekiz “Gökten mübarek bir su indirdik” (Kâf 50/9) ayeti ile
çift: Koyundan iki, keçiden iki ve deveden iki, sığırdan izah etmiştir. Bu ayetteki mübâreken kelimesi ile di-
iki.” (En’âm 6/143–144) ayeti ile açıklamıştır. Daha ğer ayetteki kelimesi aynı kökten türemiştir ve iki
sonra Zümer 6. ayette bize indirildiği belirtilen hay- kelime arasındaki bağ bu iki kelimenin aynı kökten
vanların her şeyi ile helal olduğu hükmüne varmış- türemiş olmasıdır. Tebârake kelimesi tefâül vezninde
tır. Ona göre burada belirtilen hayvanların dışındaki beraket kelimesinden gelmektedir. Beraket her türlü
eşek ve at gibi hayvanları yemek helal değil, ancak ayını nefyetmekten kinayedir. Nitekim gökten indi-
onlardan faydalanmak helaldir. “Hayvanlardan da rilen mübarek su ifadesinde mübarek kelimesi suyun
(çeşit çeşit yarattı). Kimi yük taşır, kiminin yününden bulanıklık ve kirlilik gibi ayıplardan uzak olduğunu

210
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

göstermektedir. Bunun gibi Tebârake ifadesi de Al- onun görüşü ehli kitabın kuruntularını açıklarken
lah’ın her türlü benzerlikten uzak, bir mülhidin Al- “sizin kuruntularınız” ifadesini açıklamamaktadır.
lah hakkındaki söylediklerinden uzak ve ona isnat Çünkü bu gurup ayrı zikredildiğine göre ehli kitap-
ettiği her türlü eksikliklerden daha muhteşem oldu- tan ayrı bir gurubun olması gerekmektedir.
ğunu anlatmaktadır. Mâturîdî, bu örnekte ayetleri Sonuç
ilişkilendirmede türdeşlik özelliğini kullanmış ve bu
Mâturîdî’nin Kur’ân’ın Kur’ân’la te’vîli üzerine yap-
ilişkide sarf ilminden ve belagattan istifade etmiştir.
tığımız bu çalışmada tefsir usulü ve Kur’ân’ı anlama
Son olarak da Mâturîdî’nin mücmel bir ifadeyi açık açısından günümüze dönük olarak ulaştığımız so-
hale getirmesine -yukarıda zikrettiğimiz- “O, Rab- nuçları şöyle ifade edebiliriz:
bi’nin kelimelerini tasdik etti” (Tahrîm 66/12) ayetini
• Öncelikle tefsir çeşitleri ve bu tefsir çeşitlerinin kay-
örnek vereceğiz. Bu ayette Hz. Meryem’in tasdik et-
nakları değerlendirilirken bazılarının rivayet tefsiri
tiği Rabbi’nin kelimeleri ile ilgili birçok müfessir her-
kaynağı olarak yer verdiği Kur’ân’ın Kur’ân’la tefsiri,
hangi bir açıklama yapmamıştır. Mâturîdî, konu ben-
Mâturîdî’nin tefsir ve te’vîl ayrımı dikkate alınarak
zerliğinden yola çıkarak ve Kur’ân’ın genel bağlamını
Kur’ân’ın Kur’ân’la te’vîli şeklinde dirayet kaynağı
dikkate alarak te’vîl etmiştir. Bu te’vîllerden birinci-
olarak ele alınabilir.
sine göre bu kelimeler Allah’ın Hz. Meryem’i İsa ile
müjdelemesi, kendisine boyun eğmesini emretmesi, • Tefsir usulü açısından bütün ayetler anlamaya konu
Meryem’i seçmesi (Âli İmrân 3/42-45) ve hurma da- olabilir. Bu, Mâturîdî’nin Kur’ân anlayışı ve bilgi kay-
lını kendisine doğru çekmesini istemesi (Meryem nakları açısından çıkan bir sonuçtur. Mâturîdî, ayet-
19/25) gibi müjdeler olabilir. İkincisine göre kendi- lerin bir kısmını müphem ve müteşâbih olarak görse
sine gelen tüm bu müjdelerin şeytandan değil de Al- de ayetlerin müfesser ve muhkem olanların kapalılık
lah’tan geldiğine inanmasıdır. Üçüncüsüne göre de durumlarını ortadan kaldırma ihtimaline sahip olması
tasdik ettikleri “Suçlular istemese de Allah sözleriyle aklın işlevi açısından mümkündür. Akıl, müphem ve
gerçeği ortaya çıkaracaktır.” (Yûnus 10/82) ayetinde müteşâbih olan pasajları anlamak için tüm gayretini
olduğu gibi, öldükten sonra dirilmenin ve risâletin gösterip gidebileceği yere kadar gider; ancak kendisi-
delilleridir. Beşincisi de her türlü şerden kendisine nin her şeyi keşfedemeyeceğinin de farkındadır. Bu
sığınılacak kelimeler olabilir. Bu örnekte görüldüğü sebeple durması gerektiği yeri bileceği için anlama ta-
üzere Mâturîdî, metnin bağlamını dikkate almış ve katinin bittiği yerde durur. Bunun uygulamasını mü-
bazen de bu noktada ısrarcı davranarak tarihi bağ- teşâbih kabul edilen ifadeler, garip kelimeler ve hu-
lamı önemsemediği zaman da olmuştur. Bunun için ruf-u mukataanın te’vîlinde görmekteyiz. Mâturîdî,
şu örnek verilebilir: Nisa Suresi 123. ayetteki kurun- bunları açıklama noktasında çok büyük çaba göster-
tular Mâturîdî’ye göre Hristiyanların kendilerini Al- miş ve belirli bir yerde durarak aklın sınırlarını zorla-
lah’ın oğulları ve en sevgilileri görmeleri (Mâide 5/17) mamaya çalışmıştır. Yine Kur’ân’ın bütünlüğe sahip
ve kendilerine ateşin ancak sayılı birkaç gün doku- olması aklın her ayeti anlamak için metnin bütünlü-
nacağını iddia etmeleridir. (Ali İmrân 3/24) Bunun ğünde büyük bir çaba göstermesinde önemli rol oy-
gibi başka ayetler de onların kuruntularını ifade ede- namaktadır. Akıl anlamaya konu olan tüm ayetleri
bilir; ancak te’vîl ehli başka bir görüş benimsemiştir. bütünlük içindete’vîle giderek açıklayabilir.
Onlara göre her bir gurup kendi dinlerinin diğerle- • Tefsir ve te’vîl Mâturîdî’nin düşüncesinde otantik an-
rinden daha hayırlı olduğunu ve her birisinin ken- lamı bize sunar. Tefsir, ayetlerin ilk anlamlarını doğ-
disinin diğerlerinden daha faziletli kabul etmesinin rudan bize verir. Bu anlamda tefsir rivayetleri sahihse
olduğunu söylemişler ve bunun üzerine bu ayet in- artık ilgili ayetin anlamı üzerinde konuşmaya gerek
miştir. Bu ayet Allah’ın katındaki konum bakımın- kalmaz. Sahih olmama durumunda akıl te’vîle gider.
dan bir durumu anlatıyor olabilir. Fakat Mâturîdî’ye Bu işte akıl, rivayetler olmadan da doğru bir şekilde
göre bu uzak bir düşüncedir. Mâturîdî, bu düşün- mantık yürütme, dil, edebiyat, bağlam ve âlimlerin
cesi ile bağlama uygun olan bu te’vîli kabul etmemiş görüşlerini de hesaba katıp çeşitli yardımcı unsurları
ve tarihi bağlamı dikkate almamıştır. Aslında kendi dikkate alarak işlevini yerine getirebilir. Çünkü her ne
görüşü ile bu görüş arasında bir aykırılık da yoktur. kadar Mâturîdî, aklın doğrudan sapmadan görevini
Çünkü diğer dinlerin kendilerini üstün ve faziletli yerine getirmesi için vahyin gönderilmiş olduğunu
görmeleri de kuruntu içerisine girmektedir. Ayrıca söylemiş olsa da bir aklın tek başına da olsa Allah’ı

211
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

bulma yükümlülüğünün olduğunu ileri sürmesi ve doğruların da olabileceği ihtimalini göz önünde bu-
bir topluma peygamber göndermeden de azap edile- lundurmuş, kendi yorumunu veya yorumlarını ka-
bileceğini düşünmesi akla büyük rol verdiğini gös- bule yönelik bir zorlamaya gitmemiştir.
termektedir. İşte bu durum onun Kur’ân’ı anlamada
• Mâturîdî’nin Kur’ân’ı te’vîl etme yönünde ortaya
aklın işler kılınması gerektiğine dair önemli bir ka-
koyduğu görüşler aslında çağdaş dönemde müzmin
naate sahip olduğunu göstermektedir. Bu bağlamda
bir problem olarak karşımızda duran bazı çıkmaz-
ayetlerle ilgili Hz. Peygamberden gelen tefsirlerle il-
larda bize yol gösterici niteliktedir. Örneğin hizip-
gili sahihlik şüphesine sahip olması ve bunun sonu-
leşmenin hız kazandığı İslam dünyasında bu hizip-
cunda da anlamaya konu ettiği ayetleri anlamada bü-
leşmelere bağlı olarak ortaya çıkan birçok problem
yük çaba göstermesi, akla pay biçtiğinin delili olarak
onun te’vîl anlayışına göre değerlendirildiğinde bir-
karşımıza çıkmaktadır. Buna göre metin ile muhatap
arasında tarihsel açıdan mesafe olsa da akıl bu mesa- çok sorunun kendiliğinden ortadan kalkacağı bize
feyi kapatmak için çaba gösterir. Tabii ki tarihi bağ- göre aşikârdır. Bu manada Mâturîdî, eleştirmekle
lama ait olan bir anlamı olsa da metin, bu bağlamı birlikte mutezile olan âlimlerin görüşlerine eserinde
aşar. Çünkü ifade bir sebebe bağlı olarak inmiş olsa da sıkça yer vermiştir. Yine görüşlerini mutlaklaştırma
itibar sebebin hususiliğine değil umumi olmasınadır. yoluna gitmemiş; görüşlerinden daha doğru olabile-
cek fikirlerin olabileceğini kabul etmiştir. Bu durum
• Ayetlerin asıl anlamını elde etme çabası olan tef-
günümüz için ele alındığında birçok akım, hizip, yö-
sir ve te’vîl bize göre Mâturîdî’nin yaklaşımında bir
neliş veya adına ne dersek diyelim dini anlamada
uzmanlık işidir. Tefsirin uzmanı sahabe, te’vîlin uz-
ortaya çıkan farklı guruplar kendi yaklaşımları için
manı da fukahâdır. Te’vîlin öznesi olan fukahâ bü-
doğruluk iddiasıyla diğer yaklaşımları ötekileştirme
yük bir gayret göstererek ayetlerin asıl anlamının
yani ayette kastedilen olayın orijinini ortaya çıkar- ve değersizleştirme yoluna giderek İslâm içinde kin
mada ayetleri çeşitli ihtimallere yöneltir. Bu noktada ve nefrete kapı açmışlardır. Ayrıca birçok tasavvufi
Kur’ân’ın bütünlüğünü olabildiğince dikkate alır. ve batını akım da Mâturîdî’nin bilgi anlayışında bir
Ancak bu çaba keyfilik üzerine yürümez. İhtimal- yere tekabül etmemektedir. Bu bağlamda İslam dü-
leri ortaya koyar; fakat bu ihtimaller üzerinde her- şüncesi içinde ortaya çıkan fraksiyonlarınMâturîdî’yi
kesin ittibasının zorunlu olduğu çıkarımlar değildir. anlamaları ve diğerlerini ötekileştirerek yok etmeye
Mâturîdî’nin böyle bir fikre sahip olduğunun delili gitmemeleri ve böylece ayrışma ve kan akıtmaya ka-
istivanın asıl anlamını ortaya çıkarmadaki te’vîl faa- dar gidecek şiddete kapı açacak söylemlerden uzak
liyetinde görürüz. O, bu amaçla bütünlükten olabildi- durmaları gerekmektedir. Çünkü onların her biri-
ğince yararlanmış; yardımcı unsurları dikkate almış sinin ortaya koyacağı Kur’ânî te’vîlleri sadece te’vîl-
ve farklı ihtimalleri zikretmiştir. Buna rağmen kendi lerden bir te’vîldir ve başkalarınınki kendilerininki-
söylediklerinin mutlak doğru olamayacağını, başka- lerden daha doğru olabileceği için görüşleri mutlak
ları tarafından ortaya konmuş veya konabilecek daha olma özelliğine sahip değildir.

Dipnotlar
1 Tebliğimizi hazırlarken Mâtürîdî’nin Te’vîlâtü’l-Kur’ân’ında Kur’ân’ı Kur’ân’la Tefsir isimli doktora tezimiz, daha sonra yaz-
dığımız “Kur’ân’ı Kur’ân’la Anlama” isimli makalemiz; doktora tezimizin düzeltilmiş ve bazı küçük değişikliklerle Mart
2014’te yayımlanmış İmâm Mâtürîdî’nin Kur’ân Anlayışı ve Kur’ân Kur’ân’ı Kur’ân’la Te’vîl Yöntemi isimli kitabımızdan
istifade edilerek hazırlanmıştır. Aynı zamanda doktora tezimiz sonrasında ulaştığımızkonuyla ilgili yapılan çalışmalar da
bu tebliğ hazırlanırken dikkate alınmıştır.
2 Öztürk, M. (2008), “Kur’an’ın Kur’an’la Tefsiri: Bir Mahiyet Soruşturması”, ÇÜİFD, cilt: VIII, sayı: 2, s. 2.
3 Ulûmu’l-Kur’ân ve Tefsir ilimleri kavramlarının gelişimi ve anlamı üzerine ayrıntılı değerlendirmeler için bkz. Serinsu,
A. N. (1994), Kur’ân’ın Anlaşılmasında Esbâb-ı Nüzul’ün Rolü, İstanbul, Şule Yayınları, ss. 29-54.
4 Bkz. Subhî, S. (1981), Mebâhis fî Ulûmi’l-Kur’ân, Beyrut, Dâru’l-İlmli’l-Melâyîn, s. 291; Çetin, A. (2012), Kurân İlimleri ve
Kur’ân’ı Kerim Tarihi, İstanbul, Dergâh Yayınları, s. 313-314.
5 Sâbûnî, M. A. (1408), et-Tibyân fî Ulûmi’l-Kur’ân, Şam, Dâru’l-Kalem, s. 104.
6 İbn Teymiyye, T. (1972), Mukaddimefî Usûli’t-Tefsîr, tahk. Adnan Zarzur, Şam, s. 93-95.
7 İbn Teymiyye, Mukaddime, s. 105.
8 Karagöz, “Tefsirde Rivayet-Dirayet Ayırımı”, s. 48.
9 Kâfiyeci, E. A. M. (1989), Kitâbü’t-Teysîr fî Kavâidiİlmi’t-Tefsîr, çev. İsmail Cerrahoğlu, Ankara, AÜİF Yayınları, s. 54.
10 Karagöz, “Tefsirde Rivayet-Dirayet Ayırımı”, s. 50.

212
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

11 Karagöz, “Tefsirde Rivayet-Dirayet Ayırımı”, s. 50, 59; Aydın, M. (2009), “Rivayet Tefsiri Kavramı ve Kur’an’ın Kur’an ile
Tefsiri: Eleştirel Bir Yaklaşım”, Sakarya Üniversitesi ilahiyat Fakültesi Dergisi, II/20, s. 7.
12 Muhsin Demirci, Arap Dili’ni rivayet kaynakları arasında zikrederken Sadreddin Gümüş dirayet kaynaklarını genel ola-
rak Arap Dili ve Edebiyatı ve rey (olmak) üzere iki sınıfta ele almış; Arap şiirini ve belâgatını Arap Dili ve Edebiyatı içinde
dâhil etmiştir. Bkz. Demirci, M. (2011), Tefsir Tarihi, İstanbul, İFAV Yayınları, s. 126; Gümüş, S. (1990), Kur’ân Tefsirini
Kaynakları, İstanbul, Kayıhan Yayınları, s. 103-137; Bizim kanaatimize göre Arap Dili’nin dirayet kaynağı olması daha
tutarlı gözükmektedir. Çünkü ayetleri tefsir ederken dilden yararlanma öznenin faaliyetidir. Dilde tefsire konu olan ayetle
ilgili doğrudan bir veri bulunmamaktadır. Rivayet kaynaklarında ise bir ayetin tefsiriyle ilgili rivayet veya rivayetler var-
dır.
13 Bu hususla ilgili ayrıntılı bir değerlendirme için bkz. Karagöz, M. (2004), “Tefsirde Rivayet-Dirayet Ayırımının Orta-
ya Çıkışı ve Mahiyeti”, Bilimname Dergisi, V/2, s. 46-47. Mustafa Karagöz’a göre rivayet ve dirayet ayrımının olmadığı
kaynaklar Muhâsibî’in (243/857) Fehmul-Kur’ân ve Meânihî,Ebu’l-Ferecİbnü’l-Cevzî’nin (597/1200) Funûnu’l-Efnân fi
Ulûmi’l-Kur’ânve Süleyman b. Abdülkâvî et-Tûfi’nin (716/1316) el-İksîr fî Kavâidiİlmi’t-Tefsîr’idir. İlk sistematik Ulu-
mu’l-Kur’ân kaynağı Zerkeşî’nin el-Burhân fî Ulumu’l-Kur’ân isimli eseridir. el-Burhân’dan önce bazı eserler varsa da
bunlar el-Burhângibi sistemetik bir özelliğe sahip değildir.
14 Zerkeşî, B. (1994), el-Burhân fî Ulûmi’l-Kur’ân, tahk. Yûsuf Abdurrahman el-Mera’şelî vd.,Beyrut, Dâru’l-Mârife, II/292-
294.
15 Zerkeşî, el-Burhân, II/315.
16 Süyûtî, C. A. (1978), el-İtkân fî Ulumi’l-Kur’ân, İstanbul, Kahraman Yayınları, II/225, 228.
17 Hacı Önen, (2012), Taberi Tefsirinde Dirayet, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü (Danışman: M. Akif Koç,
Basılmamış doktora tezi), Ankara, s. 52
18 Subhî Salih, Mebâhis fî Ulumi’l-Kur’ân, s. 291.
19 Abdullah, M. M. (2006), Gelişme Döneminde Tefsir, İzmir, Yeni Akademi Yayınları, s. 68-69.
20 Cerrahoğlu, İ. (1998), Tefsir Tarihi, Ankara, DİB Yayınları, II/131.
21 Bkz. Koç, M. A. (2003), İsnad Verileri Çerçevesinde Erken Dönem Tefsir Faaliyetleri, Ankara, Kitabiyat Yayınları, s. 103-
107
22 Aydın, “Rivayet Tefsiri Kavramı”, s. 2, 7; Öztürk, M. (2013), Tefsirin Halleri, Ankara, Ankara Okulu Yayınları, s. 36.
23 Öztürk, Tefsirin Halleri, s. 36; Öztürk, “Kur’an’ın Kur’an’la Tefsiri: Bir Mahiyet Soruşturması”, s. 11.
24 Aydın, “Rivayet Tefsiri Kavramı”, s. 8.
25 Öztürk, Tefsirin Halleri, s. 36.
26 Öztürk, Tefsirin Halleri, s. 36.
27 Öztürk, “Kur’an’ın Kur’an’la Tefsiri: Bir Mahiyet Soruşturması”, s. 3.
28 Albayrak, H. (1998), Kur’an’ın Bütünlüğü Üzerine, Şule Yayınları, İstanbul, s. 71.
29 Öztürk, “Kur’an’ın Kur’an’la Tefsiri: Bir Mahiyet Soruşturması”, s. 11.
30 Öztürk, “Kur’an’ın Kur’an’la Tefsiri: Bir Mahiyet Soruşturması”, s. 16.
31 Koç, M. A. (2013), “Tefsirde Keyfîliğin Çaresi: Tefsir Rivayetleri ”, Tefsire Akademik Yaklaşımlar, ed. M. Akif Koç, İsmail
Albayrak, Ankara, Otto Yayınları, ss. 43-57.
32 Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 13.
33 Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 13, 15; Bkz. Özcan, H. (1993), Mâtürîdî’de Bilgi Problemi, MÜİFV Yay., İstanbul, s. 57, 125,
137.
34 Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 284-285, 227; Bkz. Biçer, R. (2004), “Mâturîdî’ye Göre Hidayete Engel Olan Beşerî Zaaflar ve
Tezahürleri”, CÜİFD, c. VIII, ss. 41–59.
35 Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 227, 231; Coşkun, A. (2002), “İslam İtikadında Ebu Hanife’nin Tesiri ve İmâm Mâturîdî”,
Yeni Ümit Dergisi, S. 57 (http://www.yeniumit.com.tr/yazdir.php?konu_id=359) (04.12.2009)
36 Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 41.
37 Mâturîdî, Te’vîlât, III/…
38 Mâturîdî, Te’vîlât, XII/113; Ayrıca bkz. Kutlu, “Bilinen ve Bilinmeyen Yönleriyle”, s. 46-47.
39 Mâturîdî, Te’vîlât, IV/112.
40 İsrâ 17/88.
41 Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 257.
42 Talip Özdeş, “Mâturîdî’nin Te’vîl Anlayışında Aklın Yeri”, İmâm Mâturîdî ve Mâturîdîlik içinde, s. 248-249.
43 Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 11-12.
44 Coşkun, “İslam İtikadında Ebu Hanife’nin Tesiri”
45 Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 257.
46 Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 12.
47 Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 284.
48 Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 12.
49 Bkz. Mâturîdî, Te’vîlât, XIV/363.

213
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

50 Düzgün, Ş. A. (2011), “Mâturîdî’nin Kur’ân Yorum Yöntemi”, Mâtürîdî’nin Eserlerinden Türkçe Seçki, T. C. Kültür ve Tu-
rizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, s. 42-43.
51 Mâturîdî, Te’vîlât, XIII/145
52 Şuarâ 26/12–14.
53 Mâturîdî, Te’vîlât, XI/37.
54 Mâturîdî, Te’vîlât, I/185.
55 Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 238
56 Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 244.
57 Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 243.
58 Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 261.
59 Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 245; Mâtürîdî, Te’vîlât, III/351.
60 Hicr 15/9.
61 Fussilet 41/42.
62 Özdeş’in değerlendirmeleri için bkz. Mâtürîdî’nin Tefsir Anlayışı, s. 75-76.
63 Mâturîdî, Te’vîlât, III/351.
64 Mâturîdî, Te’vîlât, I/187;
65 Mâturîdî, Te’vîlât, III,/253–355; I, 137; Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 244.
66 Talip Özdeş, “Mâturîdî’nin Te’vîl Anlayışında Aklın Yeri”, İmâm Mâturîdî ve Mâturîdîlik içinde, s. 247.
67 Çalışkan, İ., (…),
68 Tefsir kelimesi…
69 Mâturîdî, Te’vîlât, X/249.
70 Âl-i İmran 3/138; Rahmân 55/4; Kıyâme 75/19
71 Bkz. Özdeş, Mâtürîdî’nin Tefsir Anlayışı, s. 92.
72 Mâturîdî, Te’vîlât, XVI/298.
73 Mâturîdî, Te’vîlât, XVI/300-301.
74 Benzer değerlendirmeler için bkz. Talip Özdeş, “Mâturîdî’nin Te’vîl Anlayışında Aklın Yeri”, İmâm Mâturîdî ve Mâturîdî-
lik içinde, s. 247.
75 Mâturîdî, Te’vîlât, I/3; VII/57-58, 366.
76 Örnek olarak bkz. Mâturîdî, Te’vîlât, II/247; V/363; VII/366.
77 Bakara 2/35.
78 Mâturîdî, Te’vîlât, I/90.
79 Mâturîdî, Te’vîlât, I/3.
80 Krş. Kutlu, S. (2007), “Bilinen ve Bilinmeyen Yönleriyle İmâm Mâturîdî”, İmâm Mâturîdî ve Mâturîdîlik, haz. Sönmez
Kutlu, KitâbiyâtYaynları, Ankara, s. 24.
81 Buhârî, İlim, 38.
82 Mâturîdî, Te’vîlât, I/3.
83 Kutlu, “Bilinen ve Bilinmeyen Yönleriyle İmâm Mâturîdî”, İmâm Mâturîdî ve Mâturîdîlik içinde, s. 24.
84 En’âm 6/14.
85 Mâturîdî, Te’vîlât, V/23–24.
86 Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 283; Te’vîlât, IX/8-9; Ayrıca bkz. Mâturîdî, Te’vîlât, VIII/73-74.
87 Bkz. Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 303.
88 Albayrak, Kur’an’ın Bütünlüğü Üzerine, s. 107.
89 Mâturîdî, Te’vîlât, VIII, 73–74.
90 Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 95
91 Mâturîdî, Te’vîlât, XIV, 85–86.
92 Nahl 16/125; Diğer örnek ayetler Ankebut 29/46, Kehf 18/56.
93 Mâturîdî, Te’vîlât, IX/74.
94 Nisâ 4/82.
95 Nisa 4/59.
96 Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 283–284.
97 Mâturîdî, Te’vîlât, X/212.
98 Örnek olarak bkz. Mâturîdî, Te’vîlât, X/213.
99 Mâturîdî, E. M. (2003), Te’vîlâtü’l-Kur’ân’dan Tercümeler, terc. Bekir Topaloğlu, İstanbul, Acar Matbaacılık, s.80.
100 Mâturîdî, Te’vîlât, X/62.
101 Mâturîdî, Te’vîlât, XV/202.
102 Mâturîdî, Te’vîlât, VI/202, 314
103 Mâturîdî, Te’vîlât, XII/302.
104 Mecdî Bâsellum, “Mukaddime”,Te’vîlâtü Ehli’s-Sünne içinde, I/307.

214
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Kaynakça
Abdullah, M. M. (2006), Gelişme Döneminde Tefsir, İzmir, Yeni Akademi Yayınları.
Albayrak, H. (1998), Kur’an’ın Bütünlüğü Üzerine, İstanbul, Şule Yayınları.
Aydın, M. (2009), “Rivayet Tefsiri Kavramı ve Kur’an’ın Kur’an ile Tefsiri: Eleştirel Bir Yaklaşım”, Sakarya Üniversitesi ilahiyat
Fakültesi Dergisi, II/20, ss. 1-32.
Bâsellum, M. (2005), “Mukaddime”,Te’vîlâtüEhli’s-Sünne, Ebu Mnasur el-Mâturîdî, thk. MecdîBâsellum, Beyrut, Dâ-
ru’l-Kitâbi’l-İlmiyye.
Biçer, R. (2004), “Mâturîdî’ye Göre Hidayete Engel Olan Beşerî Zaaflar ve Tezahürleri”, Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fa-
kültesi Dergisi, c. VIII, ss. 41–59.
Cerrahoğlu, İ. (1998), Tefsir Tarihi, Ankara, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları.
Coşkun, A. (2002), “İslam İtikadında Ebu Hanife’nin Tesiri ve İmâm Mâturîdî”, Yeni Ümit Dergisi, S. 57 (http://www.yeniumit.
com.tr/yazdir.php?konu_id=359) (04.12.2009)
Demirci, M. (2011), Tefsir Tarihi, İstanbul, İFAV Yayınları.
Düzgün, Ş. A. (2011), “Mâturîdî’nin Kur’ân Yorum Yöntemi”, Mâturîdî’nin Eserlerinden Türkçe Seçki, ed. Şaban Ali Düzgün,
Ankara, T. C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, ss. 27-45.
Gümüş, S. (1990), Kur’ân Tefsirini Kaynakları, İstanbul, Kayıhan Yayınları.
İbn Teymiyye, T. (1972), Mukaddimefî Usûli’t-Tefsîr, tahk. Adnan Zarzur, Şam.
Kâfiyeci, E. A. M. (1989), Kitâbü’t-Teysîr fî Kavâidiİlmi’t-Tefsîr, çev. İsmail Cerrahoğlu, Ankara, AÜİF Yayınları.
Karagöz, M. (2004), “Tefsirde Rivayet-Dirayet Ayırımının Ortaya Çıkışı ve Mahiyeti”, Bilimname Dergisi, V/2, s. 46-47.
Karataş, A. (2010), Mâturîdî’nin Te’vîlâtü’l-Kur’ân’ında Kur’ân’ı Kur’ân’la Tefsir, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
(Danışman: Ahmet Nedim Serinsu, Doktora Tezi), Ankara.
(2011), “Kur’ân’ı Kur’ân’la Anlama”, Ondukuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, sayı: 31, ss. 177-197.
(2014), İmâm Mâturîdî’nin Kur’ân Anlayışı ve Kur’ân Kur’ân’ı Kur’ân’la Te’vîl Yöntemi, İstanbul, Yesevi Yayıncılık.
Koç, M. A. (2003), İsnad Verileri Çerçevesinde Erken Dönem Tefsir Faaliyetleri, Ankara, Kitabiyat Yayınları.
(2013), “Tefsirde Keyfîliğin Çaresi: Tefsir Rivayetleri ”, Tefsire Akademik Yaklaşımlar, ed. M. Akif Koç, İsmail Albayrak, Anka-
ra, Otto Yayınları, ss. 43-57.
Kutlu, S. (2007), “Bilinen ve Bilinmeyen Yönleriyle İmâm Mâturîdî”, İmâm Mâturîdî ve Mâturîdîlik, haz. Sönmez Kutlu, An-
kara, Kitâbiyât Yayınları, ss. 17-55.
Mâturîdî, E. M. (2005), Kitâbü’t-Tevhîd, terc. Bekir Topaloğlu, İstanbul, İSAM Yayınları.
(2003), Te’vîlâtü’l-Kur’ân’dan Tercümeler, terc. Bekir Topaloğlu, İstanbul, Acar Matbaacılık.
(2005-2010), Te’vîlâtü’l-Kur’ân, neşr: Bekir Topaloğlu vd., İstanbul, Mizan Yayınevi
Önen, H. (2012), Taberi Tefsirinde Dirayet, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü (Danışman: M. Akif Koç, Basılma-
mış Doktora Tezi), Ankara.
Özcan, H. (1993), Mâturîdî’de Bilgi Problemi, İstanbul, MÜİFV Yayınları.
Özdeş, T. (2007), “Mâturîdî’nin Te’vîl Anlayışında Aklın Yeri”, İmâm Mâturîdî ve Mâturîdîlik içinde, ss. 243-257.
Öztürk, M. (2008), “Kur’an’ın Kur’an’la Tefsiri: Bir Mahiyet Soruşturması”, Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, cilt:
VIII, sayı: 2, ss. 1-20.
(2013), Tefsirin Halleri, Ankara, Ankara Okulu Yayınları.
Sâbûnî, M. A. (1408), et-Tibyân fî Ulûmi’l-Kur’ân, Şam, Dâru’l-Kalem.
Serinsu, A. N. (1994), Kur’ân’ın Anlaşılmasında Esbâb-ı Nüzul’ün Rolü, İstanbul, Şule Yayınları.
Subhî, S. (1981), Mebâhis fî Ulûmi’l-Kur’ân, Beyrut, Dâru’l-İlmli’l-Melâyîn.
Çetin, A. (2012), Kurân İlimleri ve Kur’ân’ı Kerim Tarihi, İstanbul, Dergâh Yayınları.
Süyûtî, C. A. (1978), el-İtkân fî Ulumi’l-Kur’ân, İstanbul, Kahraman Yayınları.
Zerkeşî, B. (1994), el-Burhân fî Ulûmi’l-Kur’ân, tahk. Yûsuf Abdurrahman el-Mera’şelî vd., Beyrut, Dâru’l-Mârife.

215
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Dr. Ömer MÜFTÜOĞLU


Afyonkarahisar, 1973 doğumlu. Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fa-
kültesi’nden 1995’te mezun oldu. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
bünyesinde, Tefsir Anabilim Dalında 1999’da yüksek lisansını, 2004’te de
doktorasını bitirdi. 1995–1999 yılları arasında Eskişehir’de Din Kültürü
ve Ahlak Bilgisi öğretmenliği yaptı. 1999’dan bu yana Eskişehir Osman-
gazi Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde görev yapıyor. Kuruluşundan iti-
baren İlâhiyat Fakültesi’nin eğitim-öğretime başlamasında, ikinci öğretim
ve yüksek lisans programlarının açılmasında aktif görevler aldı. Fakülte
adına birçok etkinliğin düzenlenmesini üstlendi. Yerel ve ulusal kanal-
larda çok sayıda televizyon programı yaptı, çeşitli platformlarda İlahi-
yat Fakültesini temsil etti. Değişik konularda çok sayıda bildirisi ve ma-
kalesi yanında “Kur’an’da Hz. Lut ve Kavmi”, “Beş Vakit Kılamıyorum
Diye Bıraktım”, “Dinin Bağlayıcılığı ve İnsanın Özgürlüğü” ve “Bugü-
nün Müslümanının Kur’an’la İletişimi” isimli dört kitabı yayınlanmıştır.

Bir Müfessirin Kelamullah Karşısındaki Konumunu


Tefsirinin İsmi Üzerinden Belirleme Denemesi:
Mâturîdî’nin
“Te’vîlâtu Ehli’s-Sunne”si
Kur’an mesajının anlamına dair çalışmalar bugünün
ilim dünyasında “tefsir” üst başlığı altında sürdürül-
mektedir. Bu anlama faaliyetinin tarihine “tefsir ta-
rihi”, usulüne “tefsir usulü”, bir konuyu Kur’an’ın bü-
tünlüğü içerisinde ele alıp incelemeye “konulu tefsir”
denmektedir. Bunun yanında Peygamber Efendimizin
vefatıyla birlikte başlayan Kur’an’ı anlama çabasının
adına, uzunca sayılabilecek bir süre “tefsir” konma-
mış, bunun yerine bir başka kelime tercih edilmiştir.
“Te’vil” kelimesi, yapılan işin özeti olarak ilk dönem
müfessirlerinin eserlerine de yansıttıkları bu tercihte
kullanılan kavram olmuştur.
İmâm Mâturîdî (ö.333/944) de bugün “tefsir külliyatı”
içinde önemli bir yeri olan Kur’an tefsirini, içinde “tef-
sir” geçen bir ifadeyle adlandırmamıştır. Onun tef-
sirinin ismi; “Te’vîlâtu Ehli’s-Sunne”dir. Zira İmâm
Mâturîdî’ye göre yapılan işin adı “tefsir” değil “tevil”-
dir. “Te’vîlâtu Ehli’s-Sunne”nin mukaddimesinde bu
tercihinin sebebini açıklayan Mâturîdî, aslında kendi

217
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

dönemine kadar gelen ulemanın tercihleriyle örtüşen okuyucu kendi sesini kendine işittirmeye çalışmakta-
bir isimlendirme yapmaktadır. dır. Amaç sadece sesi işitmek elbette değildir. İşitilen
Bu bildiride, bir müfessirin Allah’ın kelamı karşısın- sesin ortaya koyduğu mesaj, onu seslendirenin anla-
daki kendini nasıl konumlandırdığı, Mâturîdî’nin masına yine kendisi tarafından sunulmaktadır. İşte
eserine verdiği isim örneği üzerinden okunmaya ça- konumlandırmanın yapıldığı kısım burasıdır. Oku-
lışılacaktır. Bu okuma esnasında özellikle birbiri ye- yan, seslendiren, anlamaya çalıştığı bu mesajın kar-
rine alternatif olan iki kelime te’vil ile tefsirin ayrılık şısında kendisini ne olarak konumlandırmaktadır?
noktaları ve tefsir yerine te’vilin kullanılma gerekçesi Allah’ın kelamının ne demek istediğini ortaya ko-
Mâturîdî’nin izahıyla ele alınacaktır. Ayrıca vefat ta- yarken kendi birikimini ne ölçüde devreye sokacak,
rihleri, Mâturîdî’nin vefat tarihi olan hicri 333’den ön- mesajdan anlamadıklarını anlama konusunda nere-
ceki müfessirlerin, eserlerine verdikleri isimler üze- lere başvuracaktır?
rinde bir inceleme yapılarak bu tercihin arka planı Müfessirin konumu, Kelamullah’ı anlamaya çalışır-
ortaya konmaya çalışılacaktır.
ken kendine tanıdığı özgürlük veya tanımadığı kısıt-
Giriş lılık, anlama faaliyetinde nelere ne kadar başvuracağı,
İsimlendirme, isim verilecek varlıkla onu isimlendir- kendisinin bu çaba içerisinde buldukları karşısındaki
meye niyetlenen kişinin aralarındaki irtibat şeklini, tercih salahiyeti gibi konular onun tefsirini isimlen-
birbirlerine karşı konumlarını, isimlendirilen varlı- dirmesine de elbette yansıyacaktır.
ğın algılanma biçimini ve son olarak isimlendirme İlk dönem müfessirlerinden itibaren günümüze ka-
yapanın hayatında müsemmanın yer alış keyfiyetini dar müfessirlerin tefsirlerine koydukları isimlerden,
ortaya koyan bir faaliyettir. “Kâğıt havlu” isimlendir- onların Allah Kelamı ile ilişkilerinin tespit edilebi-
mesi, hem müsemmanın menşei hem de kullanım
leceği düşüncesi bu bildirinin temel saikidir. Dolayı-
yeri hakkında, duyanın zihninde istifham bırakma-
sıyla şimdi ilk örneklerden başlayarak bu isimlendir-
yacak derecede açık bir isimlendirmedir.
menin nasıl yapıldığına dair bir inceleme yapılacaktır.
Davranışların adı konurken de insan zihni buna ben-
Kur’an’ın Anlamıyla İlgili Eser Sahiplerinin
zer şekilde çalışır. Adı konacak davranışın, isimlen-
İsimlendirme Hassasiyetleri
dirmeyi yapacak zihinde algılanış biçimi isimlendir-
meye etki eder. O algıya uygun bir isim seçilir. Bu bildiride, vefat tarihleri itibariyle İmâm Mâturî-
Kur’an’ı anlama konumundaki yani “özne” duru- dî’den önceki müelliflerin, Kur’an tefsiri ile ilgili ça-
mundaki insanın, kendisini anlamaya çalıştığı me- lışmalarına ne isim verdikleri aşağıya alınan örnekler
tinle ilişkisi, bu anlamaları ifade etmek üzere hazırla- üzerinden incelenecektir. Vefat tarihleri h.333/944’e
yacağı esere vereceği ismine etki edecek bir ilişkidir. kadar olan bazı müfessirlerin tefsirlerine verdikleri
Kelamullah karşısında onu anlamaya niyetli öznenin isimler, bir tablo halinde aşağıya alınmıştır.
durumu ve Kelamullah ile onu anlama çabasına gire- MÜFESSİRİN VEFAT
TEFSİRİN ADI
nin ilişki biçimleri öncesinde öznenin kendini nereye ADI TARİHİ
konumlandırdığı, bu isimlendirmeyi etkileyecektir. 1 İmam Şâfii 204/819 Ahkâmu’l-Kur’ân
2 El-Ferrâ 206/822 Meâni’l-Kur’ân
Vahye ilk olarak sesiyle hayat veren ve sonra onun
3 Ebû Ubeyde 209/825 Mecâzu’l-Kur’ân
tebliğine ve tebyinine bütün bir hayatı boyunca de- 4 Ahfeşu’l-Evsat 215/831 Meâni’l-Kur’ân
vam eden, böylelikle de ilahi mesajın en mükemmel Ğarîbu’l-Kur’ân, Meâni’l-
alıcısı olan Peygamber Efendimizin ardından, onun 5 Kâsım b. Selâm 223/839
Kur’ân
bırakıp gittiği mesaj, ona ilk hayatiyetini sesiyle bah- Ebu’l-Hasen el-
6 244/858 Ahkâmu’l-Kur’ân
şeden Peygamberimizin sesinden mahrum kalmıştır. Mervezî
Mesajı seslendirme işi, onu okuyacak olana düşecek- 7 İbn Abdi’l-Hakem 268/882 Ahkâmu’l-Kur’ân
tir. Anlayıp hayatına tatbik etmek yahut okuyunca 8 İbn Kuteybe 276/889 Te’vîlu Muşkili’l-Kur’ân
hâsıl olacak sevaptan faydalanmak ya da bu ikisi dı- Ahkâmu’l-Kur’ân,
9 İsmail b. İshak 282/895
Meâni’l-Kur’ân
şındaki bir başka amaçla okumaya niyetlenen oku-
yucu, mesaja kendi sesini katacaktır. 10 El-Muberrid 286/901 Meâni’l-Kur’ân

Böylece kişi, Allah’ın mesajını, kendi seslendirme- 11 Es-Sa’lebî 291/904


Meâni’l-Kur’ân, Ğarîbu’l-
siyle kendine duyurmaya çalışacaktır. Bir anlamda Kur’ân, İ’râbu’l-Kur”ân

218
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Câmiu’l- Beyân an Te’vîl-i tefsirine dair rivayette bulunulan şahıslar, adına “Tef-
12 Taberî 310/922
Âyil-Kur’ân sir” koyarak bir eser kaleme almamışlardır. Onlar-
13
Ebû İshâk ez-
311/923 Meâni’l-Kur’ân
dan gelen rivayetlerin, “Tefsiru’l-Filan” adıyla yayın-
Zeccâc lanması bizi yanlış bir düşünceye sevk etmemelidir.
14 İbnu’l-Hayyât 320/932 Meâni’l-Kur’ân
15 İbnu’l-Hayyât 320/932 Meâni’l-Kur’ân Örnek olarak İbn Abbâs’tan gelen rivayetlerin top-
16 İbnu’l-Keysân 320/932 Meâni’l-Kur’ân landığı ve “Sahîfetu Ali b. Ebî Talha” ismiyle meş-
Ebû Cafer et- hur çalışma, Râşid Abdu’l-Mun’im er-Racel tarafın-
17 321/933 Ahkâmu’l-Kur’ân
Tehâvî dan tahkikli ve tahricli olarak “Tefsîru İbn Abbâs”
18 Ebu Zeyd el-Belhî 322/934 Kitâbu Kevârihi’l-Kur’ân adıyla neşredilmiştir.1
Ebu Muslim Câmiu’t-Te’vîlli
19
Muhammed
323/935
Muhkemi’t-Tenzîl
Bu bağlamda bir diğer örnek “Tefsîru Dahhâk” is-
miyle iki cilt halinde yayınlanan çalışmadır. Ebu’l-Kâ-
Yukarıya alınan 19 örnekte öne çıkan isimlendirme sım künyeli, Ebu Muhammed el-Horasânî’nin h.20
“Meâni’l-Kur’ân”dır. Bu tabirle, eserin telif edildiği yılında Belh’de doğduğu ve h.105’de Horasan’da ve-
zaman diliminde yaşayan insanların bilmeme ihti- fat ettiği bilinir.2 Bu şahıstan gelen tefsir rivayetle-
malleri olan bazı Kur’an kelime ve ifadelerinin mü- rini Muhammed Şükrü Ahmed ez-Zâveyeytî, Ezher
fessir tarafından açıklanması kastedilmektedir. “Meâ-
Üniversitesinde doktora tezi olarak toplamış, tahkikli
ni’l-Kur’ân” ismiyle oluşturulan tefsirlerin, Kur’an’ın
olarak inceleyip “Tefsîru Dahhâk” adıyla bastırmıştır.
bütün kelime veya cümlelerine dair açıklamalar içer-
Dolayısıyla esere “Tefsir” ismini veren, kendisinden
mediği, bazı yerlerin açıklandığı, zaten bu işle uğra-
rivayetlerin yapıldığı Dahhâk değil, derlemeyi yapan
şanların bildiği detaylardır.
doktora öğrencisidir.
Ahkâmu’l-Kur’ân ve Ğarîbu’l-Kur’ân şeklindeki isim-
Konuyla ilgili üçüncü örneği de h.102 vefat tarihli Mu-
lendirmeler de o dönemde tefsir yazanların eserle-
câhid b. Cebr’den gelen rivayetleri toplayıp tahkikli bir
rine verdikleri isimlerden iki tanesi olarak öne çık-
şekilde yayınlayan Muhammed Abdu’s-Selâm Ebu’n-
maktadır. Bunlardan birincisinde müfessir kendisini
Nîl’in yaptığı isimlendirme üzerinden verebiliriz. Bu
Kur’an’ın ahkâm içeren ayetlerini anlamaya çalışan bi-
şahıs da yayınladığı esere “Tefsîru’l-İmâm Mucâhid
risi olarak konumlandırırken, ikincisinde ise, o tefsi-
b. Cebr” ismini vermiştir.3
rin yazıldığı dönemde yaşayan ve Kur’an’ın anlamına
yoğunlaşanların anlamama ihtimalleri olan kelime- Tefsir ve Te’vil kelimeleri mastar halleriyle yanlarına
leri açıklamaya yoğunlaşan müfessirin bazı kelime- “etmek” yardımcı fiiliyle kullanıldıklarında, birbir-
leri açıklamaya kendisini konumlandırdığı ortadadır. leriyle anlamdaş gibi görünseler de isimlendirmeyi
Yukarıdaki tabloda dikkat çeken bir başka isimlen- yapanın zihninde farklı anlamlara karşılık gelirler.
dirme de Te’vîl kelimesiyle yapılan isimlendirmedir. Bilinen karşılığıyla “Tefsir”; üzeri örtülü olan bir şe-
İbn Kuteybe (ö.h.276), Taberî (ö.h.310) ve Ebu Mus- yin üzerini açmak, keşfetmek, izhar etmek, aydınlat-
lim Muhammed (ö.h.323) eserlerinin isimlendirme- mak demektir. Bu karşılıklara göre, tefsiri yapılacak
sinde kendi konumlarını da anlatan “Te’vîl” kelime- şey her ne ise onun üzerinin örtülü, o zamana ka-
sini tercih etmişlerdir. Nitekim birazdan üzerinde dar keşfedilmemiş, ortaya çıkartılmamış ve karan-
konuşacağımız İmâm Mâturîdî (ö.333/944) de ese- lıkta kalmış olması gerekir. İnsanların çoğunluğu
rine; “Te’vîlâtu Ehli’s-Sunne” ismini vermiştir. tarafından bilinmeyen, anlamı kapalı kalmış, keş-
fedilmemiş, manasındaki inceliklere ulaşılamadığı
Rasulullah Efendimizin vefatından sonra eser vermek
için adeta karanlıkta kalmış bir şeyin tefsiri olabi-
suretiyle sürdürülen tefsir faaliyetinin Mâturîdî’nin
lir. Zira isimlendirme bu parametreler dikkate alı-
vefatına kadar olan döneminde müellefat sahipleri-
narak yapılmaktadır.
nin eserlerine “Kur’an’ın tefsiri” anlamına gelecek bir
isimlendirme yapmaktan kaçındıkları yukarıdaki “Te’vil”e gelince; ilk haline, evveline dönmek, bir işi
örnekler yardımıyla görülmektedir. Son 40-50 yıllık asıl varacağı yere vardırmak karşılıkları için kullanı-
süreç içerisinde tefsir alanında çalışma yapanların, lır. O halde ilk halinden sonraki haline gelinceye ka-
ilk dönem ravilerinden gelen nakillerle oluşturduk- dar değişime uğramış, önceki şekli gibi olmayan, as-
ları çalışmalara “Tefsir” demelerini bu belirlemeden lına dönmesi gerekli bir hale dönüşmüş bir durum
ayrı tutuyoruz. Zira kendilerinden Kur’an ayetlerinin olmalıdır ki bunun te’vili yapılabilsin.

219
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Gerek tefsir, gerekse te’vil kelimeleri Kur’an ayetleri şahitlik etmiştir, onlar hakkında Kur’an ayet(ler)inin
için kullanılan ve onların anlamlarına ulaşmaya ça- nazil olduğu olayı bilirler. Ayetin tefsiri, anlamın be-
lışanların faaliyetlerini ifade etmek üzere üretilen te- lirlenmesi ve anlamın o olduğuna şehadet edilmesi
rimlerdir. Dolayısıyla bunlardan her ikisi de kullanan- adına son derece önemli bir iştir. Bu, muradın ger-
ların Kur’an ayetleriyle ilişki biçimlerini ve yaklaşım çekten kendisidir. Bir olaya şahit olmak gibidir. Hak-
tarzlarını, ne yapmak istediklerini ortaya koyması ba- kında bilgi sahibi olunandan başka bir şey için onu
kımından somut sonuçlar ortaya çıkmasını sağlar. biliyor gibi davranılmaz. Bu konuda şöyle denilmiş-
Kur’an ayetleri üzerinde yapılan işi, “okuyucu” düze- tir: “Kim Kur’an’ı kendi canının istediği gibi açıkla-
yinde takip edenler için bu iki kelimenin birbiriyle maya kalkışırsa cehennemdeki yerine hazırlansın”
anlamdaş sayılmalarında bir mahzur görülmeyebi- Zira canının istediği gibi ayeti açıklayan kimse Al-
lir ancak okuyucuya, onların okuyacağı metin ha- lah’ı bu yaptığına şahit tutmuş gibi olur.”6
zırlayanların Kur’an ayetleri üzerinden yaptıkları ça- İmâm Mâturîdî, yukarıdaki kendi beyanında, tef-
lışmanın adını koyarken bu iki terimden hangisini siri sadece sahabenin yapabileceğini ifade etmekte-
tercih ettikleri son derece dikkate değerdir. Zira bu
dir. İmâm Mâturîdî’ye göre tefsir yapmak Sahabe’nin
işi yapanlar bu ayırımın farkındadırlar ve yaptıkları
yetkisindedir. Onlardan başkasının tefsir yapma sela-
işi, niyetlerine ve yaklaşım tarzlarına göre isimlen-
hiyeti yoktur. Sahabeyi tefsir yapmaya ehil kılan şey
dirmek onların bilinçli yaptıkları bir iştir.
de onların ayetlerin nüzulüne şahitlik etmiş olmala-
Te’vîl’den Tefsîr’e rıdır. Burada sahabenin geniş tanımında bir daraltma
Kur’an’ı anlama faaliyetinin adının ilk dönemlerde yapılabilir. Geniş tanıma göre; iman etmiş olarak Ra-
farklı bir kelime, sonradan farklı bir kelime ile isim- sulüllah Efendimizi gören ve Müslüman olarak ölen
lendirilmesinin önemli sebepleri olmalıdır. Zira isim- kişi de sahabî sayılmaktadır.7 İmâm Mâturîdî’nin tes-
lendirmeyi yapanlar sıradan bir iş yapmadıklarının pitine göre ise madem ki sahabeyi tefsire ehil kılan
farkındadırlar. Yukarıdaki tabloda ismi zikredilen- şey onların ayetlerin nüzulüne şahitlik etmeleridir, o
ler olsun yahut İmâm Mâturîdî olsun, “tefsir” de- halde tersinden bir söylemle; ayetlerin nüzulüne şa-
mek yerine “te’vil” diyorlarsa bu tercihin gerekçele- hitlik etmeyen kişi sahabe sayılamayacağı gibi tefsire
rinin araştırılması gerekir. ehil de değildir. Bu çıkarım, geniş tanımda sahabe sa-
Te’vil ile Tefsir’in birbirinden farklı iki faaliyet ol- yılan ancak ayetlerin nüzulüne şahitlik etmeyen ki-
duğu ve bunları yapanların aslında ne yaptıklarına şiler dışında ne tabiinden birinin ne de bir başkası-
dair özellikle seksenli yıllarda yapılan lisansüstü dü- nın tefsir yapma yetkisi yoktur.
zeydeki tefsir anabilim dalı tezlerinin girişlerinde hu- İmâm Mâturîdî, açıklamalarını şöyle sürdürür:
susi başlıklar bulmak mümkündür.4 Bu başlıklar al- “Te’vil’e gelince; bir işin sonucunu beyan etmektir.
tında tefsir ile te’vil arasındaki fark ortaya konmadan
Âle/ Yeûlu/ ’den türemiştir ve “dönmek” de-
önce bu iki kavramın hangi faaliyetlere karşılık kul-
mektir. Ebu Zeyd’in de dile getirdiği üzere bunun an-
lanıldıklarına dair açıklamalar yer alır. Bu açıklama-
lamı şudur: Eğer anlamına dönüşün yapılacağı kelam,
ların çoğu şu temel kabulü aktarır:
Allah kelamının dışında başka bir kelam olursa, bu
Tefsir; açıklamak ve keşfetmek demektir. Bir lafızla durumda anlam, kelimenin sözlük karşılıklarından
kastedilen muradı, anlamı ortaya koymaktır, izah- birisi olarak belirlenebilir. Yapılan bu işe de anlamın
tır, açıklamadır. Te’vil ise; bir şeyin aslına dönmek- muhtemel karşılıklardan birine döndürülmesi denir.
tir, sözün anlamları içinde ilkine dönüştür, bu ma- Tefsirde olduğu gibi bu türden bir anlam belirleme
nanın üzerinde düşünmektir (tedebbür).5 faaliyetinde (ki buna te’vil denir) kesinlik yoktur. Al-
Bu genel açıklamalar, yapılan işin mahiyetini ortaya lah Teâlâ da zaten bu duruma şahit tutulmaz. Mura-
koymak adına bize fazla bir katkı sağlamamaktadır. dın kesinlikle o verilen anlam olduğu iddia edilmez.
İmâm Mâturîdî’nin konuyla ilgili belirlemesi, neticeyi Allah bu sözüyle kesin olarak bunu kastetti gibi bir
tam olarak ortaya koyması adına son derece değer- belirlemede bulunulmaz. Anlam, götürülmesi muh-
lidir. İmâm Mâturîdî tefsir-te’vil hususunda şu çar- temel manalardan birisine yönlendirildi, denir. Bu,
pıcı tespiti yapar: insanın söylediği bir tercihtir. O kelimenin asıl an-
“Tefsir, sahabenin yaptığı işin adıdır te’vil ise fakih- lamının o olup olmadığı konusundaki kesin muradı
lerin. Bunun anlamı şudur: Sahabi, ayetlerin inişine Allah bilir.”

220
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

İmâm Mâturîdî, bu söylediklerini lafzı üze- açıkça belirttiği üzereKur’an’ın nüzulüne şahit olan
rinde örneklendirir. Kur’an’daki bir ifadenin tefsiri- sahabenin yerine koymadığı bundan dolayı yaptık-
nin ya da te’vilinin nasıl yapıldığı ve sonucunun ne ları işi tefsir saymadıkları hakikati de çıkan sonuç-
olduğunun örneği şöyledir: “Tefsir yapanlar, Rabbi- lardan bir tanesidir.
miz Teâlâ’nın lafzının anlamı ile ilgili ola- İmâm Mâturîdî de kendisini sahabe yerine koyma-
rak farklı görüşler ortaya koydular. Bir kısmı Allah yan müfessirlerden birisidir. Bu bakımdan eserinin
Teâlâ’nın kendi kendine hamd ettiğini söylediler. Bir ismine içinde “tefsir” geçen bir ibare ile isimlendir-
diğer kısmı O’nun kendisine hamd edilmesini istedi- memiştir. Böylelikle kendini Kelamullah’ın karşı-
ğini ifade ettiler. Her kim ki Allah bu ifadeyle şunu sında “tefsir” yapanların içinde değil, “te’vil” yapan-
kastetti, bunu kastetti derse o kişi o ifadeyi tefsir et- ların içinde konumlandırmaktadır.
miş olur. Te’vilin ne olduğuna gelince; Te’vil şöyle
Bugüne gelindiğinde ise önceki dönemin hassasiyeti-
demektir: Hamd kelimesi sena ve medh olarak açık-
nin bütünüyle devam etmediği, yine isimler üzerin-
lanabilir, aynı zamanda Allah’a şükür anlamına da
den söylenebilir. Ülkemizde, orijinali Türkçe yazılan
gelebilir. Burada murad edilen şeyin kesin olarak ne
tefsirlerden örnekle devam edecek olursak Mehmet
olduğunu Allah Teâlâ kendisi bilir.”8
Vehbi Efendi tefsirine, “Hülâsatu’l-Beyân fî Tefsî-
Görüldüğü üzere tefsirde bir kesin belirleme, te’vilde ri’l-Kur’ân”, Süleyman Ateş, tefsirine “Yüce Kur’an’ın
ise muhtemel anlamların sayılıp birine ağırlık verme Çağdaş Tefsiri”, Celal Yıldırım tefsirine “İlmin Işığında
vardır. Te’vilde kesin belirleme yoktur. Te’vil’i tefsir- Asrın Kur’an Tefsiri”, Ömer Nasuhi Bilmen tefsirine
den ayıran önemli bir başka fark ise, tefsiri ya da te’vili “Kur’an’ı Kerimin Türkçe Meâl-i Âlisi ve Tefsiri”, Sait
yapılan ifadenin kesin anlamı üzerinde konuşurken Şimşek tefsirine “Hayat Kaynağı Kur’an Tefsiri” ve
yapılan ayırımdır. Tefsirde Allah’ın kastettiği anlam Ömer Çelik tefsirine “Hakk’ın Daveti Kur’an-ı Kerim
açıkça ifade edilirken te’vilde muhtemel manalar sı- Meali ve Tefsiri” ismini vermişlerdir.
ralanır ve Allah Teâlâ’nın bu anlamlardan hangisini
Bu isimleri eserlerine veren müfessirler, yaptıkları işi
kastettiğini sadece O’nun bileceği açıkça ifade edilir.
“tefsir” olarak adlandırmaktadırlar. Bunların dışında
Sonuç yine Türkçe yazılan ancak, ismine “tefsir” koyma-
Tarih boyunca Kur’an’ı anlama faaliyeti içinde; anla- yan müelliflerin de eserlerini hatırlayalım: Elmalılı
yanın konumu dikkate alınarak ortaya konulan eser- Hamdi Yazır tefsirine “Hak Dini Kur’an Dili”, Zeki
lerin isimleri üzerinden bir inceleme yapıldığında, Duman tefsirine “Beyânu’l-Hakk” demiştir. Yine son
İmâm Mâturîdî’ye (ö.333/944) kadar yaşayan mü- dönem müelliflerinden Seyyid Kutub eserine “Fî Zılâ-
fessirlerin kendi yaptıkları işi “tefsir” olarak isimlen- li’l-Kur’ân”, Mevdudî eserine “Tefhîmu’l-Kur’ân” is-
dirmedikleri sonucuna ulaşılmaktadır. Bu tarihe ka- mini vermişlerdir.
dar yapılan ve bizim bugün hepsini tefsir külliyatının Yakın dönem örnekleri ile ilgili şu değerlendirme-
nadide örnekleri olarak kabul ettiğimiz çalışmaların nin yapılması bu sıralamadan sonra zorunlu olmuş-
isimleri içinde “tefsir” geçmemesi dikkat çekici bir tur: Uzunca bir süredir “tefsir” ve “te’vil” kelimeleri
durumdur. İmâm Mâturîdî’nin (ö.333/944) “tefsir” ve birbirleri yerine eş anlamlı olarak kullanılmaktadır.
“te’vîl”in ne olduğuna dair izahları da dikkate alın- Buradan hareketle, eserlerinin ismini “tefsir” kelime-
dığında hicri dördüncü asrın başlarına kadarki dö- siyle adlandırma yapanların özellikle kendilerine biç-
nemde şimdi bizim kendilerine müfessir dediğimiz tikleri rolü, ilk dönemdeki karşılığıyla “sahabenin ro-
insanların, kendilerini bu kelime ile tanımlamadık- lüyle” bir tutmak, onlara haksızlık olur. Ancak bütün
ları görülmektedir. bu ayrıntıların farkında olarak, kasten bu türden bir
Bu hassas durumun kaynağının, müfessirin, Allah’ın isimlendirme yapılması durumunda tefsirin sahibi-
kelamı karşısındaki konumu olduğu düşünülmekte- nin kendisini konumlandırdığı yer netleşecektir. Ge-
dir. Bu düşüncenin devamı olarak Müfessir, kendisini nellikle eserlerin mukaddimelerinde müellifin o eseri
Kelamullah karşısında ne olarak tanımlıyorsa, yap- yazış sebebi zikredildiği için tikel örnekler üzerinden
tığı işin sonucunda ortaya çıkan eserine de bu yönde konum belirlemesi daha sağlıklı olacaktır.
bir isim koymayı tercih ediyordur. İmâm Mâturîdî’ye kadarki dönem dikkate alındı-
İmâm Mâturîdî’ye (ö.333/944) kadarki dönem incelen- ğında ise “tefsir” ve “te’vil” kelimeleri birbirlerinden
diğinde müfessirlerin kendilerini, İmâm Mâturîdî’nin farklı karşılıklar için kullanılagelmişlerdir. Tefsirin

221
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

ismi üzerinden müfessirin kelamullah karşısındaki kadarki süreçte eserine “Tefsir” diyen bir müfessir
konumu karşısında, ilk dönemdeki bu farkındalık se- yoktur. Bu durum ciddi bir farkındalığın ve ayırımın
bebiyle daha net sonuçlara bizi götürecektir. Ulaşabil- yapıldığının kanıtıdır. İmâm Mâturîdî de bu farkın-
diğimiz kadarıyla, İmâm Mâturîdî’nin vefat tarihine dalığa sahip “müevvillerden” birisidir. Vallahu a’lem.

Dipnotlar
1 Tefsîru İbn Abbâs, Beyrut: Muessesetu’l-Kutubi’s-Sekâfiyye, 1993 (Üçüncü baskı).
2 Bu bilgiler için bkz. Tefsîru Dahhâk, (Tahkik: Muhammed Şükrü Ahmed ez-Zâveyeytî), Kahire: Dâru’s-Selâm, 1999, s.43
ve 77-78.
3 Tefsîru’l-İmâm Mucâhid b. Cebr, Medînetu Nasr: Dâru’l-Fikri’l-İslâmî el-Hadîse, 1989.
4 Örnek tezler için bkz. Düzenli Yaşar, Şihâbuddin Sühreverdi ve Nuğbetu’l-Beyân fî Tefsîri’l-Kur’ân İsimli Eserinin Tevbe
Suresine Kadar Tahkiki, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul: 1987; Aydemir Abdullah, Büyük Türk
Bilgini Şeyhulislam Ebussuud Efendi ve Tefsirdeki Metodu, Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, tarihsiz.
5 Bu genel açıklamaların geçtiği yerlere örnek olarak bkz. Tefsîru Dahhâk, s.15-18; Tefsîru İmâm Mucâhid b. Cebr, s.41-48;
Tefsîru’s-Seâlibî, (Tahkik: Ali Muhammed Muavvız-Âdil Ahmed Abdu’l-Mevcûd), Beyrut: Dâru İhyâi’t-Turâsi’l-Arabî,
1997, s.83-90;
6 Ebu Mansur Muhammed b. Muhammed b. Mahmud Mâturîdî, Te’vilâtu Ehli’s-Sunne, (Tahkik: Mecdi Bâsillum), Beyrut:
Dâru Kutubi’l-Ilmiyye, 2005, I, s.349.
7 Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadis Istılahları, (Çev.: Yaşar Kandemir) Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları,
1988, s.302
8 Mâturîdî, Te’vilât, I, s.349.

222
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Yrd.Doç. Dr. Naci KULA


1962 Bursa-Keles doğumludur. 1984 yılında Uludağ Üniversitesi İlahi-
yat Fakültesinden mezun olmuştur. 1987 yılında Din Psikolojisi alanında
“Ergenlerde Kimlik Bunalımı ve Din Eğitimi” konulu teziyle yüksek lisan-
sını 1993 yılında da “Kimlik ve Din (Ergenler Üzerine Bir Araştırma)” ko-
nulu teziyle de doktorasını tamamladı. 1985-1990 yılları arasında Milli
Eğitim Bakanlığına bağlı orta öğretim kurumlarında öğretmenlik yaptı.
1990-1995 yılları arasında da Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde
Din Psikolojisi bilim dalında araştırma görevlisi olarak görev yaptı. 1993-
1994 öğretim yılında inceleme-araştırma amacıyla İstanbul Edebiyat Fa-
kültesi psikoloji bölümünde bulundu. 1995-2008 yılları arasında Gazi
Üniversitesi Çorum İlahiyat Fakültesi Din Psikolojisi bilim dalında Öğ-
retim üyesi olarak görev yaptı.. Aynı üniversitede 1995-1998 yılları ara-
sında Dekan yardımcılığı ve 1997-1998 yılları arasında da Gazi Üniver-
sitesi Çorum Sağlık Yüksek Okulu müdürlük görevinde bulundu. 19.12.
2008 yılından itibaren de Eskişehir Osmangazi Üniversitesi İlahiyat Fa-
kültesinde Din Psikolojisi bilim dalında öğretim üyesi olarak görevine de-
vam etmektedir. Evli ve iki çocuk babasıdır. Din ve Ruh sağlığı, dini başa
çıkma, Engellilik ve din, Yunus Emre ve Mevlana’nın görüşlerinin kişisel
gelişim ve sorunlarla baş etme açısından anlamı gibi konular ilgi alan-
larındandır. Çalışmalarından bazıları şunlardır.

İmâm Mâturîdî’ye Göre


Fatiha Sûresi Işığında
İnsan-Allah İlişkisi
Giriş
Mezhepler tarihi açısından bakıldığında itikadi mez-
hebler arasında yer alan Mâturîdîliğin kurucusu olan
Ebu Mansur Muhammed B. Mahmud el Mâturîdî
(862/944) birçok açıdan üzerinde durulacak olan âlim-
lerdendir. Biz bu tebliğde İmâm Mâturîdî’nin önemli
eserlerinden olan Te’vilâtu’l-Kur’an isimli eserinde yer
alan Fatiha Sûresi’nin tefsiri ışığında insan-Allah iliş-
kisi üzerinde durulacağız. Bu konu üzerinde durma-
mızın en önemli nedeni, her gün beş vakit namazda
okuduğumuz Fatiha Sûresi’ndeki insan-Allah ilişki-
sinin temellendirilişinin doğru bir şekilde bilinme-
sinin, kılınan namazın huşu içinde kılınmasına ve
sonrasında da Fatiha suresindeki İnsan-Allah ilişki-
sinin günlük hayatımıza olumlu yansımalarına ve-
sile olacağının düşünülmesidir.
İmâm Mâturîdî tefsirinde, Peygamberimiz’den rivayet
edilen sûre ile ilgili kudsî bir hadiste; Allah’ın, Fatiha
sûresi’nin “Elhamdullillah”dan “Maliki yevmi’d-din”

223
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

kısmına kadar olan 3 ayetinin kendine ait olduğunu; türetilmiş iki isim olduklarını; “biri ötekinden daha
“ihdina”dan başlayan ve sonuna kadar devam eden ileri derecede olmak üzere ince, rakîk, yufka” şeklinde
ayetlerin ise kuluna ait olduğunu buyurduğunu1 be- anlam verilerek nakledildiğini bildirir. Ardından da
lirterek, sûre’nin ilk kısmının Allah’ı tanıma açısın- bu naklin, biri diğerinden daha ileri derecede olmak
dan, diğer kısmının da kulun Allah’la ilişkisi açısından üzere “latif” yani “nezaket ve merhametle muamele
önemine dikkatimizi çekmektedir. Bu nedenle İmâm eden” manasını kastetmiş olması gerektiğini belirtir.
Mâturîdî’nin değindiği insan-Allah ilişkisine dair hu- İspatı konusunda ise Allah’ın isimleri arasında “La-
susları iki ana başlık altında ele almak mümkündür. tif” kelimesinin olduğunu, ancak naslarda “rakîk” is-
Birincisi; İnsan-Allah ilişkisinin temelini oluştura- minin zikredilmediğini; “Latif” kelimesinin vefakâr-
cak olan Allah Tasavvuru: İmâm Mâturîdî, Allah’ın lığa, şefkat ve merhamete delalet ederken, “rikkat”
kendine has olan “Allah” ve “Rahman” isimleri üze- kelimesinin kalınlık ve yoğunluğun zıttı olarak bir
rinde durarak “O’na Hamd etmenin”ve “Allah’ın din şeyin ince oluşu manasına geldiğini söyler.
Günü’nün sahibi” oluşunun oluşturacağı Allah tasav- Rahman isminin zâtî, Rahîm isminin ise fiilî isim
vurunun önemine dikkat çeker. olduğunu; “Allah müminlere karşı rahîmdir” denilir-
İkincisi; İnsanın sahip olması gereken Allah Tasav- ken, “Allah, müminlere karşı rahmandır” veya “Kâfir-
vuru çerçevesinde kendisinin Allah’la ilişki biçimi: lere rahîmdir” denilmediğini ve bu iki ismin özünde
“Sadece O’na kulluk etme ve O’ndan yardım isteme” yer alan Allah’ın rahmetinin bir tecellisinin de yara-
ile ilişkinin temeli olacak olan “İstikamet üzere olma” tıklarının birbirlerine gösterdikleri şefkat ve merha-
temennisinin anlam ve önemini vurgulamaktadır. metin oluşumunu sağladığını ifade etmiştir.3 Dolayı-
sıyla Allah’ın rahmet özelliğinin, Allah tasavvurunda
Doğru Bir Allah Tasavvuru Açısından Fatiha Suresi belirleyici bir özellik olarak karşımıza çıktığını ifade
İnsanın, kendisine, yaratıcısına, diğer insanlara ve edebiliriz.
tabiata yaklaşımını şekillendirecek olan ‘Allah tasav- İmâm Mâturîdî’ye göre Allah’ın isim ve sıfatları, akıl
vuru’ son derece önemlidir. Cahiliye dönemi Arap- ve kıyasla bilinecek ve rastgele konuşulabilecek bir
ları Allah’ı, insanla doğrudan ilişki içinde olmayan, konu olmamakla birlikte, sıfatlarından soyutlanmış
uzaklarda ve bu nedenle de putların kendisine or- bir Allah düşünmek veya sıfatları zâtı ile aynı say-
taklık ettiği bir varlık olarak tasavvur etmekte; ha- mak ateizme götürücü sebep sayılmıştır.4
yatlarını da bu inanca göre sürdürmekteydiler. İslam
akaidinde ise Allah, isimleri, sıfatları ile bilinen ve in- İmâm Mâturîdî, “Âlem” isminin Allah’tan başka her
sanlara şah damarından daha yakın olan; dua ettik- varlığın adı olduğunu ve “Rab” isminin ise “rubûbiyet,
lerinde dualarına icabet eden bir ilahtır.2 seyyid (efendi) ve mâlik” anlamlarını da içerdiğini be-
lirterek “Âlemlerin Rabbi olan Allah” ifadesinin hem
Bu nedenle Fatiha Sûresi’nde Allah kendisini nasıl bütün varlığın yaratıcısı ve onları yaşatıp geliştirme-
tanıtmaktadır? sorusuna verilecek olan cevap, in- sine yönelik rubûbiyyetinde tek ve bir sahibi oluşuna5
sanın oluşturması gereken Allah tasavvuruna yar- hem de varlığın değerinin “hamd” ile gerçekleştiğine
dımcı olabilecektir. işaret ettiğine de dikkatimizi çekmektedir.
İmâm Mâturîdî, öncelikle Fatiha Sûresi’nde Allah’ın Allah’a “hamd” etmenin, O’nun lütuflarını fark et-
kendisinden bahsederken sadece kendine ait olan mek ve zatına yakışmayacak şeylerden O’nu tenzih
ve bir başka varlığın bu isimlerden birisinin mana- etme anlamına geldiğini belirterek Allah tasavvu-
sına sahip olması ya da bunları kendi kendine ka- runda hamd edilen bir Allah algısının önemini or-
zanması mümkün olmayan ALLAH ve RAHMAN taya koymuştur.
isimlerine, “âlemlerin Rabbi”, “Hamd’in O’na mah-
sus” ve “O’nun, Din Gününün sahibi” oluşuna dik- İmâm Mâturîdî Fatiha Sûresi’nde Allah’ın kendine
katimizi çeker. özgü ismiyle birlikte kendini övmesinin (“Hamd”in)
kendi zatından kaynaklanan bir husus olduğuna işa-
Allah’ın “Rahman” isminin O’nun rahmetini anla- ret etmektedir. Dolayısıyla insanların övgülerini ken-
mamıza imkân sağlayan bir yönü olduğuna dikkat dilerine değil de O’na yönelterek Allah’ı hamd et-
çekerek, kurtuluşa eren herkesin necatının ve mutlu- melerinin, insanları O’na yaklaştıracak bir özellik
ğunun bu rahmetle mümkün olduğunu; bütün teh- olduğunu; çünkü insanların bizzat değil, ancak Al-
likelerden de aynı rahmetle korunulduğunu belirtir. lah’ı övmek suretiyle ve Allah’ın lütfuyla övgüye layık
“Rahman ve Rahim olan (Allah)” ayetini açıklarken; konuma ulaştıklarını belirtmiştir. Kulun büyüklen-
Rahman ve Rahim isimlerinin “rahmet” kökünden mesine vesile olacak bir özelliğinin olmadığını; bütün

224
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

insanların yaratılış ve sınava tâbi tutuluş açısından konusunu oluşturan hususlar ezelde bulunmuyorsa
eşit olduklarını; içlerinden birinin ulaştığı bir üstün- da. Benzer şekilde, sözü edilen gün henüz gelmemiş
lük varsa buna Cenab-ı Hak sayesinde ulaştığını ve olsa da bugünden ‘O, ceza gününün Mâlik’idir’ bu-
dolayısıyla böyle kimselerin görevlerinin, hemcinsle- yurmuştur”10şeklindeki ifadeleriyle de Allah tasav-
rine karşı büyüklenmek değil, yüce Rabbini tenzih ve vuruna katkıda bulunmaktadır.
şükrünü eda edebilmek için O’na sığınmak olduğunu Mâturîdî, Allah’ın mutlak kudretini kabul etmekle
bildirir. Hatta Sure’nin başındaki “elhamdülillah” be- birlikte, Allah’ı, bu kudretini rastgele kullanan bir
yanının zımnen “elhamdülillah deyiniz” şeklinde bir zorba gibi değil, bilgisi ve hikmetiyle ulûhiyete yara-
emir olabileceğini de ifade etmektedir. şır şekilde kullanan bir varlık olarak algılamaktadır.
Hamd’i açıklarken:1. İbn Abbas’tan gelen “elhamdü- Kullarına, güçlerinin üstünde teklifte bulunmaya-
lillah, yaratıklarına olan lütufları sebebiyle şükür Al- cağını ve yarattıklarında da bir hikmetin bulundu-
lah’a mahsustur” rivayeti ile anlamlandırır. Bunun, ğunu; iyi ile kötünün bilinebilmesi, hilafet görevi-
elden gelen bütün imkânları kullanarak itaatkâr ol- nin gerçekleştirilebilmesi için gerekli olan kudret,
mayı içerdiğini de ekler. 2. Hamd, Azîz ve Celîl olan irade ve eylem yapabilme yetilerinin verildiğini sa-
Allah’a senâ, övgü, layık olduğu şekilde niteleme ve vunmaktadır. Bu savunuları onun, insana yakın ve
şanına yakışmayacak şeylerden tenzih etmedir. Ni- insanı dikkate alan bir Allah tasavvuruna sahip ol-
metleri O’ndan bilmek; kullarına bulunduğu lütuf duğunu göstermektedir. İnsanın fiillerinin hem in-
ve ikramlarda ortağının bulunmadığına kesinlikle sana hem de Allah’a ait yönünün olduğunu; fiile yö-
hükmetmek gerekliliğini vurgular. Öte yandan, “İn- nelip seçmek ve onu yapmak insan işiyken, her şeyin
sanlara teşekkür etmeyen Allah’a da şükretmez” me- yaratıcısı olan Allah’ın ise insanın fiilinin yaratıcısı
alindeki hadis gereğince insanlara teşekkür etmekle olduğunu belirtir.11
emrolunduğumuzuhatırlatır. Şükrün, yapılan iyiliğe Allah tasavvurunda Allah’ın “Din Gününün Sahibi”
mukabelede bulunmak; hamd (övgü)’in ise birini la- olarak bilinmesi, insanın Allah inancını güçlendi-
yık olduğu şeyle nitelemek demek olduğunu; bu se- ren ve varlıklarla ilişkisini, ahireti dikkate alan bir
beple de Hamd’in sadece Allah’a yönelik olmasının tutumla gerçekleştiren ve adalet, merhamet değer-
münasip görüldüğünü6; nimet her ne kadar başka ve- leriyle birlikte görev ve sorumluluklarını idrak eden
silelerle ulaşsa da Hamd’in Allah’a ait olduğunu7be- bir kişi olmasına katkı sağlayacaktır.
lirterek insan-Allah ve insan-insan ilişkilerinin ayrı- İnsan-Allah İlişkisinde İnsanın Allah’la İlişki Biçimi
mını ifade etmektedir.
Fatiha Sûresi’nde İnsan-Allah ilişkisinin ikinci bo-
Bu çerçeve içerisinde insanın hayatında oluşacak olan yutu olarak insanın Allah karşısında, O’nu nasıl ta-
olumlu Allah tasavvuru, kişinin hayatla sağlam ve dış savvur edeceği noktasından sonra O’nunla nasıl bir
gerçeklik boyutuyla ilişki kurmasını sağlayan benlik ilişki içinde olacağı yer almaktadır. Nitekim ilk Müs-
duygusunun güçlenmesine; endişe ve kaygılardan kur- lümanlar, Allah telakkisini en iyi şekilde kavradık-
tulmasına ve güven duygusunun gelişmesine; kendisi larından kendilerini, Allah’a rağmen bir özne ola-
ve çevresiyle barışık bir kişi olmasına ve ruh sağlığını rak değil, Allah’ın yarattığı ve emaneti yüklenip, ona
korumasına yardımcı olmaktadır.8 göre donatılmış bir özne olarak görerek ve Allah’tan
İmâm Mâturîdî, Fatiha Sûresi’nde Allah’ın kendisini razı olarak hayatın her alanında başarılı olmak için
“Din Günü” yani ahiret gününün sahibi olarak nite- gayret sarf etmişlerdir. Allah ile bağlarını kesecek bir
lendirdiğini; ahiretin ise, zalimlerin boyun eğdiği ve hürriyeteveya tembelliğe sürükleyecek cebrî düşün-
Allah’ın gücü ve kudretinin idrak edildiği gün özel- celere değer vermemişlerdir.12
liğini taşıdığını ifade etmektedir. Bu nedenle İnsan Allah İlişkisini temellendirecek
“Mâliki yevmiddîn” ifadesinin,“amellere karşılık veri- olan hususu İmâm Mâturîdî, Fatiha Sûresi’nin tef-
lecek gün” olduğunu; bu konuda fikir birliğinin bu- sirinde daha önce zikrettiğimiz, Peygamberimiz’in
lunduğunu ve “O Gün Allah amellerinin tam karşılığı hadisine atıfta bulunarak 3. ayetten sonrasını kulun
olan cezalarını verecek”9 ayetindeki din kavramının da Allah’la ilişkisini nasıl dile getirdiği üzerinde dura-
aynı mânaya geldiğini belirtmektedir. Ayrıca, “Allah rak yapmaya çalışır.
Teâlâ, vasıflandırılmaya layık olduğu bütün sıfatlara “Yalnız sana kulluk ederiz” ayetinde iki mananın ola-
başkası sayesinde değil, bizzat layıktır. Bu sebeple, ‘Al- bileceğini vurgulamaktadır. Bunlardan birincisinin
lah, ezelde yaratıcı, Rahîm, cömert ve işitendir; her şe- tevhid olduğunu diğerinin ise Allah’a kulluğu ifade
yin Rabbi ve ilahıdır’ deriz, her ne kadar bu sıfatların eden her türlü ta’at olduğunu belirtmektedir. Kulun

225
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

bütün ibadetlerinde hiçbir kimseyi O’na ortak koş- Fatiha Sûresi’nde belirtilen “sadece Allah’tan yardım
madan kulluk görevini Allah’a has kılması için Al- isteme”, İmâm Mâturîdî’nin de belirttiği gibi İnsanın
lah’ı tek mâbud olarak tanıması gerektiğini; böylece Allah’la olan ilişkisinde hem kulluğunu yerine ge-
hem ibadette hem de diğer bütün dinî davranışla- tirmede hem de kul olmanın bir gereği olarak önem
rında tevhid ilkesini uygulamış olacağını bildirir. Bu arz etmektedir.
tespitler ışığında İmâm Mâturîdî, kulun Allah karşı- Bu nedenle Fatiha Sûresi’nde insanın Rabbiyle iliş-
sında ümidini, korkusunu ve yerine getirilmesini is- kisi, Rabbi karşısında görev ve sorumluluğu ile onu
tediği bütün ihtiyaçlarını yaratıklardan uzaklaştırıp yerine getirmede sadece O’ndan yardım istemesi bir-
sadece Allah’a arz etmesi olarak ifade etmekte ve delil birini tamamlayan iki davranış olmakta ve O’ndan
olarak Fâtır Suresi 15. ayeti13 göstermektedir. Mümi- yardım isteme aynı zamanda Allah’ın merhametini
nin Allah’tan başkasına gerçek manada ümit bağla- yansıtacak olan bir davranış olma özelliğini taşımak-
mayacağını ve ihtiyaçlarını Allah’tan başka kimseye tadır diyebiliriz.
arz etmeyeceğini belirtmekle birlikte şu açıklamayı Fatiha Sûresi’nde insan-Allah ilişkisi açısından son de-
da eklemektedir: “Mümin herhangi bir yaratıktan, rece önemli olan bir başka hususun daha varlığından
sadece Cenab-ı Hakk’ın takdir ettiği belalardan biri- bahsedebiliriz. İnsanın, Rabbi karşısında görev ve so-
nin kendisine gelmesine, O’nun tarafından sebep kı- rumluklarını yerine getirmesinde, istek ve ihtiyaçla-
lınması açısından korkar. Ya da mümin, Allah’ın ken- rının giderilmesi için O’ndan yardım istemesinde ve
disine lütfedeceği bir nimetine kulunu vesile kılmasını bütün bu davranışları için Allah’ın O’na doğru yolu
umar; beklenti içinde bulunur. Ama kul bu davranı- göstermesi gerekir.
şıyla hak yoldan sapmış olmaz. Günahın bütün çeşit-
İşte bu noktada İmâm Mâturîdî de ayette, Allah’tan
lerinden Allah’a sığınma ve bütün iyiliklere ulaşmayı
hidayet isteğinin görev ve sorumlulukların açıklan-
O’ndan isteme durumu söz konusudur.”14Dolayısıyla
ması; Allah’ın, kulu doğruya iletip sapmaktan koru-
insan-Allah ilişkisinde kişinin sadece Allah’a yönel-
ması ve hidayeti bizim için yaratmasını istemesi an-
mesinin O’na hamd etmesinin bir vesilesi olan kul-
lamlarına gelebileceğini belirtmiştir.
luk noktasında önemli bir ilişki biçimini ortaya çı-
karmaktadır. Müminin zaten Allah’ın lütfuyla erdirildiği halde hi-
dayeti talep etmesinin iki yorumu olduğunu ve ilki-
İnsanın, Kur’an’ın da üstünlüğünü açıkça bildirdiği,
nin, Allah’ın lütfettiği hidayetten ayrılmamayı, daima
potansiyel olarak Allah’ın yarattığı en seçkin varlık-
iman üzere bulunmayı istemek; ikincisinin de insa-
lardan oluşunu koruyabilmesi için kendisini bu şe- nın, hayatın her seviyesinde tercihlerle yüz yüze ol-
kilde yaratan Rabbini tanıması, manevî yükselişini ması hasebiyle hidayet karşıtı bir davranış sergileme
gerçekleştirmesi, Allah’la birlikte O’nun razı olduğu ihtimali bulunduğundan bu duruma düşmemek için
hayatı yaşayarak her geçen gün O’na yaklaşması gere- gerektiği şeklinde yapılabileceğini ekler. “Ey iman
kir. Nitekim Allah’ın dışındaki her şey O’na bağımlı edenler! Allah’a ...olan imanınızı yeni hamlelerle ta-
iken Allah, bütün kudret ve yüceliğiyle beraber son- zeleyin”18 mealindeki ayette de aynı durumun söz ko-
suz rahmet sahibidir.15 Bunun için de O’na Hamd nusu olduğunu belirtir. Bütün yorumlarda “yol” ma-
ile yönelip, O’ndan yardım dilemesi gerekmektedir. nasında ele alınan “sırat” kelimesiyle kastedilenin ne
İmâm Mâturîdî, Fatiha Sûresi’nde “Yalnız senden olduğu konusunda müfessirlerin farklı görüşler ileri
yardım isteriz” kısmında insanın din ve dünya ile il- sürdüğünü; hangi görüş kabul edilirse edilsin “sırat”ın
gili bütün ihtiyaçlarını yerine getirmesi konusunda “eğriliği ve sapması olmadan varlığını sürdüren, içinde
Allah’tan yardım dilemesini ifade ettiğini; ayrıca bu çelişkiler bulunmayan manevi bir yol” olduğunu ve bu
ifadenin “Yalnız sana kulluk ederiz.” ifadesinde yer yoldan ayrılmayanların Fatiha’da anlatılan ilahî lütuf-
alan Allah’a sığınmanın ardından, emirlerini yerine lara mazhar olacağını bildirir. “Mustakîm” kelimesi-
getirme ve yasaklarından korunmada Allah’tan yar- nin bir görüşe göre “kendisine uyup sadakat göstereni
dım isteme anlamına geldiğini;16dolayısıyla kulluğun doğru yola sevk eden, kurtuluşa ulaştırıp cennete ko-
da bunu gerektirdiğini belirtmektedir. Ayrıca Al- yan”; diğer bir görüşe göre de “sayesinde doğru yola
lah’tan yardım talep eden herkesin, O’nun yardımı girilen” anlamlarına geldiğini haber verir.19
geldiğinde başarısız olmayacağı ve O’nun koruması İnsanın Rabbi karşısında sağlıklı bir ilişki ortaya ko-
gerçekleştiğinde doğru yoldan ayrılmayacağı husu- yabilmesinde Allah’tan kendisine doğru yolu göster-
sunda kesin bir kanaate ve bu sebeple de gönül hu- mesini ve sapanların yolundan gitmemesini sağlama-
zuruna sahip olacağını vurgulamaktadır.17 sını istemesi gerekmektedir.

226
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Sözü edilen kudsî hadiste Cenab-ı Hak tarafından Sonuç


kula ait kılınan Sûre’nin ikinci yarısı, ihtiyaç içinde İmâm Mâturîdî Te’vilâtu’l-Kur’an eserinde Kur’an
bulunulduğunun arzı, dileklerin makam-ı ulûhi- ayetlerini tefsir ederken ayeti ayetle, hadisle, ashab-ta-
yete sunuluşu, bahsedilen iyi vasıflara ulaşmada biîn ve diğerlerinin görüşleriyle, esbâb-ı nüzulle, lü-
O’ndan yardım istenmesi ve kötü özelliklerden Al- gatle, soru-cevapla ve kıraat farklılarıyla21 tefsir et-
lah’a sığınılmasından ibaret olduğunu; “Bize doğru meye özen göstermesi ve semantik yaklaşımı, geniş
yolu göster” mealindeki ayetin, Sûre’nin sonuna ka- tahlil ve mukayeselere yer vermesi psikolojik ve sosyo-
darki muhtevasının bir bakıma yerini tutan bir dua lojik unsurlara dikkat çekmesi ile kendine has üslubu
cümlesi olduğunu; çünkü son kısmın bu dua cüm- içinde farklı bir tefsir ortaya koymuş olup, Kur’an’ın
lesinin açıklaması olduğunu bildirmektedir. “Lütuf ilk Sûresi olan Fatiha Sûresi’nin tefsirinde de insanın
ve ikramda bulunduğun kimselerin yoluna” kısmı- Rabbi ile olan ilişkisinde temel olarak nelere dikkat
nın, Allah’ın dinini bütün samimiyetiyle benim- etmesi gerektiğini anlamamıza katkı sağlayacak hu-
seyenlere O’nun nimetlerinin hatırlatılması, ken- suslara değinmiştir.
dilerinin buna muvaffak kılınması ve hak ettikleri
alacakları olmadığı halde Cenab-ı Hakk’ın onlara İmâm Mâturîdî, Fatiha Sûresi ile ilgili olarak Kur’an’ın
lütufta bulunmasını ifade ettiğini söyler. “Gazabına anahtarı22 diye nitelendirdiği bu Sûre’de, Allah’a yö-
uğrayanların ve sapmışların yoluna değil” kısmında nelik övgü, O’nun birliğinin dile getirilmesi, kendi-
ise, kulların her türlü sapma, ilahî gazap, dalâlet ve sinden yardım ve hidayetin istenmesi gibi hususların;
günahtan endişe edip bunlardan kurtulmak için insanlar için vazgeçilmez ve aklı yerinde olan her in-
Allah’a sığınmasının gerekliliğine delâlet ettiğini san için de gerekli şeyler olduğunu belirtmiş ve insa-
ifade etmektedir.20 nın Rabbiyle ilişkisini ortaya koyan ana esasların yer
aldığına işaret etmiştir.

Dipnotlar
1 İmâm Mâturîdî, (1995), Te’vilâtü’l-Kur’an’dan Tercümeler, (çev. Bekir Topaloğlu), Ankara, İmam EbûHanîfe ve İmam
Mâtürîdî Araştırma Vakfı, s. 5-6.
2 Coşkun, İ. (2009), “Mâturîdî Düşüncede Allah-İnsan İlişkisi”, Hikmet Yurdu Düşünce-Yorum Sosyal Bilimler Araştırma
Dergisi, yıl. 2, sayı. 4, s. 17-18, 20-21.
3 İmâm Mâturîdî, a.g.e., s. 9-10, 13-15.
4 Coşkun, İ., a.g.m., s. 34.
5 İmâm Mâturîdî, a.g.e., s. 12-13.
6 İmâm Mâturîdî, a.g.e., s. 10-12.
7 Akgül M, a.g.m., s.60.
8 Mehmedoğlu, Ulvi Ali; ( 2011), Tanrıyı Tasavvur Etmek, İstanbul, Çamlıca Yay. S.41-43; Coşkun, İ., a.g.m., s. 18.
9 Nur Suresi 24/25.
10 İmâm Mâturîdî, a.g.e., s. 15-16.
11 Coşkun, İ., a.g.m., s. 35-36.
12 Coşkun, İ., a.g.m., s. 24.
13 “Ey insanlar! Allah’a muhtaç olan sizsiniz. Allah ise kimseye muhtaç değildir ve övülmeye layık olan yegâne varlık O’dur.”
14 İmâm Mâturîdî, a.g.e., s. 17-18.
15 Coşkun, İ., a.g.m., s. 45-46.
16 İmâm Mâturîdî, a.g.e., s. 18.
17 İmâm Mâturîdî, a.g.e., s. 19.
18 Nisa 4/136.
19 İmâm Mâturîdî, a.g.e., s. 19-21.
20 İmâm Mâturîdî, a.g.e., s. 24-25.
21 Akgül M. a.g.m., s. 60-65.
22 İmâm Mâturîdî, a.g.e., s. 6.

Kaynakça
Akgül Muhittin, (2001), “EbûMansûr El-Mâturîdî Ve Te’vilâtu’l- Kur’an”, Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 4, s.
57-67.
Coşkun, İbrahim (2009), “Mâturîdî Düşüncede Allah-İnsan İlişkisi”, Hikmet Yurdu Düşünce-Yorum Sosyal Bilimler Araştır-
ma Dergisi, yıl. 2, sayı. 4, s. 17-46.
İmâm Mâturîdî, (1995), Te’vilâtü’l-Kur’an’dan Tercümeler, çev. Bekir Topaloğlu, Ankara, İmam EbûHanîfe ve İmâm Mâturîdî
Araştırma Vakfı.
Mehmedoğlu, Ulvi Ali; ( 2011),Tanrıyı Tasavvur Etmek, İstanbul, Çamlıca Yay.

227
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Öğr. Gör. Ahmet Sait TUNÇPINAR


1974 Bayburt’ta doğdu. İlk, orta ve lise eğitimini İzmit Karamürsel’de ta-
mamladı. 1999 yılında Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden me-
zun oldu. Amerika Birleşik Devletleri’nde dil eğitimi aldı ve iki yıllık fa-
külte bitirdi. Aynı ülkede özel bir vakıfta 1,5 yıl öğretmen olarak çalıştı.
2010 yılında Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitü’sünde ‘İmam
Maturidi’nin Te’vilatu’l-Kur’an adlı tefsirinde din eğitimi’ adlı çalışmayla
yüksek lisansını tamamladı. 2011-2013 yılları arasında N. E. Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi’nde hazırlık sınıfında dışardan Arapça derslerine girdi.
Halen Necmeddin Erbakan Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde Te-
mel İslam Bilimleri ana bilim dalında Arap dili ve belagati bilim dalında
‘Hamid b. Ali b. İbrahim el-imadî ve Şiirleri‘adlı tezle doktoraya devam
etmektedir. Özel bir kurumda öğretmen olarak çalışmakta olan Tunçpı-
nar, evli ve iki çocuk babasıdir. İngilizce ve Arapça bilmektedir.

İmâm Mâturîdî’nin Eğitimle


Alâkalı Bazı Ayetlere
Getirdiği Yorumlar
İslam medeniyetinin üç önemli merkezi sayılan Or-
tadoğu, Endülüs ve Orta Asya önemli simaların ye-
tişmesine vesile olmuşlardır. Bu medeniyetlerin ye-
tiştirdiği birçok kişinin de, eğitimle alakalı mustakil
bir eserleri yoktur; ama yazdıkları eserlerinde bu ko-
nuyla alakalı çok ciddi meselelere değinmişlerdir. Bun-
lardan birisi olarak hayatını eğitim-öğretim faaliyeti
içinde geçiren, akla ve sistemli düşünmeye önem ve-
ren Maveraünnehir Semerkand’dan İmâm Mâturî-
dî’yi zikredebiliriz.
Semerkand, eğitim ve öğretim faaliyetleri açısından
son derece önemliydi. Bu sebeple insanlar, çocuk yaşta
ilk dinî eğitime bu şehirde başlarlardı. Bu şehirde gü-
nümüzün ifadesiyle meşhur üniversiteler mevcuttu.
Bunlardan en önemlisi Dâru’l-Cüzcâniyye medrese-
sidir. İşte Mâturîdî de tahminen 230/844 yılına ya-
kın bir zaman diliminde Semerkand’da doğmuş ve
ilk eğitimini bu eğitim merkezinde almış bir âlimdir.
Hayatı bu merkezde eğitim almakla başlamış ve son-
rasında yine aynı eğitim yuvasında hayatının sonuna

229
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

kadar hoca olarak devam etmiştir. Dâru’l-Cüzcâ- Mâturîdî’nin, havâss, ‘ıyân, akıl ve ilim kavramlarına
niyye, Mâturîdî’nin hocalarının ve kendisinin ye- ne kadar çok yer verdiği Tevhîd ve Tevîlât adlı eserleri
tiştiği ve orada ders verip binlerce talebe yetiştirtiği incelendiğinde açıkça görülür. Mâturîdî, bunlardan
bir ilim yuvasıdır.1 Yani o, hayatını bir eğitim-öğre- ilim kavramını merkeze alır. Diğerleri ise ilmi des-
tim faaliyeti içinde geçirmiştir. O ve talebeleri sa- tekleyen ve buna hizmet eden kavramlardır. Mâturî-
dece ilmî faaliyetlerle meşgul olmuş, dini dünyaya dî’ye göre nitelikli ilim ancak ‘ıyân ve havâss’ın tes-
alet etmemişlerdir.2 Bundan dolayı Mâturîdî’nin ya- pitleriyle, aklın ve nazar’ın da değerlendirilmesiyle
şadığı dönemde idareyle arasının iyi olmadığı, ilmi gerçekleşir. Bu ana şema Mâturîdî’de çok önemlidir.
herhangi bir çıkar elde etmek için yapmadığı, hiç çe- Mâturîdî bütün bunların hepsini dini doğru anla-
kinmeden siyasilerin ve âlimlerin doğrularına doğru, mak için kullanır.
yanlışlarına yanlış dediği bilinmektedir. Manevî yö- Sağlam bilgiye ulaşmak sağlam vasıtalarla olur. Bun-
nünün kuvvetli olduğu da yine kaynaklarda belir- ların arasında da Kur’ân’ın önemli gördüğü duyu or-
tilmektedir.3 Mâturîdî kişilik olarak ilmi seven, ce- ganları gelir. Mâturîdî duyu organları için iki kav-
sur, hür ve sistemli düşünen, ilmi amelle götürmeye ram kullanmaktadır. Bunlardan biri havâss diğeri
azmetmiş bir insandır. Mâturîdî 333/944’de Semer- de ‘ıyândır.
kand’da vefat etmiştir. Kendisine atfedilen birçok eser Mâturîdî’ye göre, insana verilen duyu organları ve
olmakla beraber en önemli iki eseri, Kitâbu’t-Tevhîd bunların vazifelerini de ihtiva eden havass, insanın
ve Te’vîlâtu’l-Kur’ân’dır. bu âlemde gördüklerini değerlendirerek göremediği
Biz bu çalışmamızda Mâturîdî’nin bu iki kıymetli ve hissedemediği âlemi bilme özelliğine sahiptir.6
eserine özellikle de tefsirine eğitim açısından bak- Mâturîdî havass kelimesine yer vermeden bizzat bu
maya çalışacağız. Eğitim açısından bakarken de ilk kelimenin içeriğinde kullanılan göz, kulak gibi or-
önce eğitimle alakalı kullandığı kavramları inceleye- ganlara yer vererek bazı açıklamalarda bulunduğu da
cek sonra da eğitimin değişik yönlerinden belli ayet- görülür. Bu açıklamalarda en çok üzerinde durduğu
lere getirdiği yorumlara ulaşmaya gayret edeceğiz. nokta, bu organların yerli yerinde kullanılmamasıdır.
İmâm Mâturîdî’nin Eğitimle Alakalı Kullandığı Mesela, Mâturîdî, “Ancak kulak verenler daveti ka-
Bazı Kavramlar bul ederler. Ölüleri Allah diriltir, sonra O’na döner-
Mâturîdî belli bir döneme damgasını vurmuş ve bir ler.”7 âyetinin yorumunda “Allah her insan için iki
inanç doktrinin kurucusudur. Hem tefsiri Tevîlât’ta kulak, iki göz ve iki hayat vermiştir. Bu kulakların
hem de Kitâbu’t-Tevhîd adlı eserinde bahsettiği hu- biri ebedi kulak, bu gözlerin birisi de ebedi gözdür.
susların daha iyi anlaşılması için kullandığı kavram- Aynı şekilde her insan için de iki hayat bahşetmiştir.
ları bilmek önemlidir. Buna binaen onun kullandığı Biri ahiret hayatı, diğeri de muktazî, hayat yani dünya
kavramları üç ana başlıkta incelemeyi uygun gördük. hayatıdır. Sonra herkese biri dünyaya ait duyma, di-
Bunlar ilim, eğitim ve eğitimde metod başlıklarıdır. ğeri de ahirete ait duyma vermiştir. Allah, bu gözün,
Bu kavramlar teker teker incelenip Mâturîdî’nin or- kulağın ve hayatın kıymetini bilmeyenlerden bunları
taya koymaya çalıştığı eğitimle alakalı görüşlerine bir aldı. Bunun gibi beşere verilen akıllar da ebedi olanı
zemin hazırlanmaya çalışılacaktır. idrak etsin diye verilmiştir” diyerek duyu organla-
rından kulak ve gözün ilim vasıtası olarak yerli ye-
Bilgiyle İlgili Kavramlar
rinde kullanılmasına işaret etmiş ve bunların ahirete
Havâss, ‘Iyân, Akıl ve İlim endeksli birer bilme vasıtası olarak değerlendirilmesi
Mâturîdî’nin bir çok mütefekkirde olmayan bir özel- üzerinde durmuştur.8
liği Sönmez Kutlu’nun da vurguladığı gibi bir ‘bilgi Mâturîdî farklı âyetlerin tefsirlerinde havass kavra-
kuramı’nın olmasıdır.4 Onun bu kuramını hem Tev- mıyla alakalı ayrıca şunlara da dikkat çekmiştir; me-
hid adlı eserinde hem de tefsiri Tevîlât’ta çok açık bir sela dil ve kalbin her ikisini de Allah’ın dinine muvafık
şekilde görmek mümkündür. Mâturîdî’nin ilim üze- kullandıkları için müminler, diri ve canlı olarak ad-
rinde çok durmuş olması Kur’ân’ın bu meseleye çok landırılırlar.9 Eğer insan imanlı olursa duyu organları
önem vermesinden kaynaklanmaktadır. Hanifi Öz- olan göz, kulak ve dil de iman nuruyla hareket eder,
can’ın ifade ettiği gibi, Kur’ân Mâturîdînin gerek sis- küfür ise bu nuru örter.10 Faydalanılmayan duyu or-
temine, gerekse metoduna yön veren ana etkendir.5 ganlarından kulak, göz, dil ve aklı Allah yok sayar.11

230
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Mâturîdî’nin duyu organları için kullandığı diğer bir edileni rağbet edilmeyenden ayırdı. Kısaca O, aklı
kavram ise ‘â-ye-ne’ kök fiilinin masdarı ve şüphe ol- hikmet için inşa etti.”17
mayacak şekilde, yüz yüze gelerek bir şeyi görme ve Mâturîdî aklın ayrı bir özelliğine ise şu ifadeleriyle
bir şeye bakma mananlarına gelen12 ‘ıyân kavramıdır. dikkat çekmiştir; “Kur’ân’daki seyr ve bakma emri,
Mâturîdî ‘ıyân kavramını ıstılahî manasında da kul- ayaklarla yürüyüp gidip bir yere bakmak değildir.
lanmıştır. Ona göre insana ait belli olumsuzlukların Kâinat hakkında irsal-i fikir ederek yolculuk etmek-
meydana gelmemesi, ona dinin öğretilmesiyle yani tir, yani (aklı kullanarak) fikir yolculuğudur.”18
din eğitimiyle mümkündür. Bu eğitimde öncelikle Demek ki akıllar ibret almak ve tefekkür etmek için
bir yaratıcının varlığına daha sonra da o yaratıcı- yaratılmıştır.”19
nın seçeceği bir muallim (peygamber)’e ihtiyaç var-
dır. Yani Allah, insanı tabiatında bulunan bilgisizlik Mâturîdî aklın sınırlı oluşuna ise şu ifadelerle değin-
ve nefsânî baskılarla baş başa bırakmamış, gideceği miştir; “Akıllar bütünüyle eşyayı ihata etmekten son
yolu göstermiştir. Bu yolda insanın bir dinî eğitim derece noksan olarak inşa edilmiştir. Anlayışlar da
alma ve bu eğitimi başkalarına verme yollarından meselelerin gayesine ulaşmaktan noksan kalacak şe-
biri de, duyu organlarını iyi kullanma (‘ıyân)’dır.13 kildedir. Zira onlar bütünüyle sonsuz olan bu âlemin
Görüldüğü gibi Mâturîdî ‘ıyân’ı yani duyu organla- bir cüzüdür. Anlayış sebepleri zahir âlemdeki şeyleri
rını ve duyuları kullanmayı eğitimde ilk yollardan anlamakta zorluk çekerken, gizli âlemi anlamaması
biri olarak görmektedir. gâyet normaldir. Dolayısıyla Allah’tan bir işaret ol-
madan Rububiyetinin hikmetlerini kim anlayacağını
Mâturîdî, doğru ve sağlam bilgiye ulaşmak için bir- iddia ederse o akla zulmetmiş olur.”20 Mâturîdî ayrıca
birinden biraz farklı, duyular ve duyu organları ma- aklın sınırlı oluşunu, eşyayı bütün yönleriyle ve her
nasına gelen havass ve ‘ıyân kavramlarını birer aracı şeyi teferruatıyla bilemeyeceğine, sonradan yaratılmış
olarak kullanır ve bunlara önem verir. Belki bunlar- olmasına, birtakım arızalar isabet etmesine veya ince-
dan daha fazla önemli bir kavram daha vardır ki, lediği konunun karmaşık olmasına bağlamaktadır.21
Mâturîdî’yi çağdaşlarından ayrıcalıklı kılar. Bu da
ona göre havass ve ‘ıyân tarafından elde edilen veri- Mâturîdî aynı zamanda aklın kıvamından bahsetmiş,
leri değerlendirme gücüne sahip akıl kavramıdır. İşte aklın kıvamını, dinde rehber olan insanlarla bulabi-
aklın önemi burada ortaya çıkmaktadır. Mâturîdî, leceğini vurgulamıştır.22
Hülya Alper’in de vurguladığı gibi, akla ilahî bir ema- Yine ona göre maruf, akıl tarafından müstahsen olan
net olarak bakar.14 Ona göre bir fiilin iyi olabilmesi, şey, münker ise aklın hoş görmediği şeylerdir.23
‘ıyân ve havass’dan gelecek verileri değerlendiren ak- Mâturîdî aklın ölümünden de bahsetmiştir. “Ya Musa!
lın onayına bağlıdır. Allah’ı apaçık görmedikçe sana inanmayacağız” de-
Mâturîdî eserlerinin birçok yerinde akl kavramına miştiniz de gözleriniz göre göre sizi yıldırım çarp-
vurguda bulunmuş, onu değişik şekillerle tarif et- mıştı.”24 âyetinin yorumunda sâika kelimesi, içinde
miş, mahiyetini ve bazı özelliklerini açıklamaya ça- ölüm olan azaptır. Fakat ölüm iki kısımdır: Beden ve
lışmıştır. Ayrıca aklın yaratılış sebebini, ilim elde canların ölümü, diğeri de aklın ve zihnin ölümü” di-
etme yollarından biri olduğunu, sınırlarını, kıvamını, yerek aklın ve zihnin de ölebileceğini ifade etmiştir.25
akıl muhkem-müteşabih ve maruf-münker ilişkisini, Mâturîdî’nin üzerinde durduğu bir diğer mesele de
iman-akıl ilişkisini, ölümünü, akıl-ilim ve akıl-nakil akıl-ilim ilişkisidir. Şu ifadeleriyle bu meseleyi genişçe
ilişkisini de yeri geldiğinde izah etmiştir. ele almıştır. “Akıl ilmin önündedir. Zira bilinecek şey
Mâturîdî aklı birçok şekilde tarif etmiş ve mahiye- akılla bilinir. Peki, o zaman niye Kur’ân’da yalnız
tini değişik özellikleriyle şöyle açıklamaya çalışmış- âlimler aklederler dedi de bunu sadece akıllı olanlar
tır; “Akıl, Allah’ın insana kıymetli şeyleri kıymetsiz- bilir demedi. Bunun birkaç veçhesi vardır: Birincisi;
lerinden ayırt etmek için verdiği bir alettir.15 Yine ona misaller anlaması uzak olan şeyleri fehme takrip için
göre akıl Allah’ın insana ihtiyacı olan şeyleri açıkla- ve anlaşılması zor şeylerden örtüyü açmak yani keş-
dığı bir vasıtadır.16 “Akıl Allah’ın yarattığı şu âlem- fetmek için verilir. Dolayısıyla bunları yani bu misal-
den bir cüzdür. Allah, onu bu âlemin içindeki kötü- lerin niçin verildiğini ancak âlim akledebilir. İkinci
lüklerin ve iyiliklerin bilinmesi için bir delil, hikmet vecih; akıllar eşyanın esbabını ve delillerini bilir fa-
ile beyinsizliğin, itkan ve abesin temyizi için bir âlem, kat eşyanın hakikatini bilemez. İlme gelince ilimle
işaret yaptı. Allah, akılla övüleni yerilenden, rağbet eşyanın hakikatine, kendisine ve sûretlerine ulaşmak

231
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

mümkündür. Üçüncü vecih yani bu misallerden an- “ağacın” hangi ağaç olduğu,35Nisa sûresindeki “kantar
cak âlimler istifade eder. Çünkü âlim Allah’ın verdiği kantar” ifadesinin tam miktarının ne olduğu,36 Kehf
göz, kulak gibi duyu organlarından hakkıyla istifade sûresindeki “rakîm”’in ne demek olduğu37gibi konu-
etmeyi bilmiştir.”26 larda kesinlikle açıklamada bulunmamıştır. Mesela
Mâturîdînin üzerinde durduğu bir diğer konu da “Ey Âdem! Eşin ve sen cennette kal, orada olandan
akıl-nakil ilişkisidir.27 O, bu konuya şu ifadeleriyle yer istediğiniz yerde bol bol yiyin, yalnız şu ağaca yak-
vermektedir: “Bilinmelidir ki, dinin öğrenilmesinde laşmayın; yoksa zâlimlerden olursunuz” dedik.38âye-
başvurulacak vasıtalar iki olup biri nakil, diğeri de tinin yorumunda “Bu ağacın mahiyetinin ne olduğu
akıldır. Nakil ve haber, hiçbir topluluğun güvenle uy- ancak Kur’ân âyeti veya hadisi şerifle mümkündür.
gulamaktan ve başkalarına da tavsiye etmekten müs- Bu ağacın mahiyeti ancak Allah katından bir bil-
tağni kalamayacağı yöntemlerden biridir.28 giyle bilinebilir. Dolayısıyla bizim bu ağacın hakika-
tini bilmeye ihtiyacımız yoktur. Bize lazım olan bu-
Mâturîdî’de buraya kadar incelemeye çalıştığımız radaki masiyetin mahiyetini bilip ondan kaçınmak,
kavramlar, sağlam bir bilgi elde etmenin vasıtaları bu âyetteki itaati öğrenip ona iştiyak duymak olma-
diyebileceğimiz kavramlardır. O bütün bu vasıtaları lıdır” diyerek lüzumsuz bilgiden de kaçınmamız ge-
doğru bilgiye ulaşmak için kullanır ve bu konuda rektiğini vurgulayarak, bilmenin de bir sorumluluğu
hassas davranır. Şimdi ilim kavramını o nasıl kul- olduğuna dikkatlerimizi çekmiştir.39
lanmakta ve onu hangi yönlerden değerlendirmekte,
bunları inceleyebiliriz. Ayrıca yine bu konuda “Bilmediğin şeyin ardına
düşme; doğrusu kulak, göz ve kalp, bunların hepsi
Mâturîdî ilmin sorumluluğunun, amel olduğunu şu o şeyden sorumlu olur.”40âyetinin yorumunda, “Bil-
ifadeleriyle vurgulamıştır; “Onlar hakiki manada sa- gin olmadığı şey hakkında bir şey söyleme demektir.
ğır, dilsiz ve kör değildiler, fakat bu duyu organların- Başka bir yorumunda ise görmediğin şey hakkında
dan gerektiği gibi yararlanamadıklarından dolayı bu gördüm, duymadığın şey hakkında duydum, bilme-
şekilde vasıflandırıldılar. Zira ilimden, görmeden ve diğin şey hakkında da bildim deme!”41diyerek yine
duymadan maksat bunlardan faydalanmadır. Fayda- farklı bir şekilde faydasız bilgilerin peşinden koşma-
lanma olmayınca o zaman ilim, ilmi olmayan, göz maya dikkat çekmiş, ihtiyaç olan bilgilerin peşinden
gözü olmayan, kulak da kulağı olmayan birisi gibi koşmak gerektiğini vurgulamıştır.
değerlendirilir. Çünkü bunlardan gereğince fayda-
lanmamış ve onlarla amel etmemiştir.”29 Mâturîdî, tefsirinde ilmin zıttı cehaletle alakalı da yeri
geldiğince açıklamalarda bulunmuş ve bu farkı izah
O, çok önemli bir mevzu olan ilim-amel ilişkisine, etmiştir. Mesela “İşte sana da buyruğumuzla Cebra-
“Muhakkak ki o (Yakup), katımızdan öğrettiğimiz il’i gönderdik; sen Kitap nedir, iman nedir önceleri
bir ilim üzereydi.”30âyetine, “yani bildiğiyle amel bilmezdin, fakat Biz onu, kullarımızdan dilediğimizi
eder ve o bilgiden faydalanırdı” yorumunu yaparak onunla doğru yola eriştirdiğimiz bir nur kıldık. Şüp-
işaret etmiştir. Dolayısıyla anlamaktayız ki, Mâturî- hesiz sen de insanlara, göklerde ve yerde ne varsa ken-
dî’ye göre bilginin sorumluluğu bilgi amele dönüş- disinin olan Allah’ın yolunu, doğru yolu göstermekte-
tüğünde gerçekleşir.31 sin. İyi bilin ki işler sonunda Allah’a döner.”42âyetinin
Mâturîdî, ayrıca ilmin önemi ve sorumluluğuna “ilim- yorumunda “’Bilmezdin’ ifadesiyle ilgili olarak bil-
den maksat salih amel işlemektir. Sadece ilim talebi mezdin denmiş ama bu konuda cahilsin denmemiş.
yalnız başına bir şey ifade etmez”32diyerek değinmiş, Yani bilmediği ifade edilmiş ama cahil olduğu söy-
“Bazen bir insana ilim verilir ama ondan faydalanma lenmemiş. Mesela çocuklar veya küçükler bilmezler
imkânı verilmeyebilir”33 diyerek de ilmin eğer ken- ama onlara cahil denmez. Çünkü cehaletle vasıf için
disinden faydalanılırsa bu sorumluluğun yerine ge- bir kişinin düşünme, bakma ve ilim sebeplerine sahip
tirilmiş olacağını vurgulamıştır. olması sonar, bunları terk etmesi gerekmektedir. İşte
“Ulü’l-elbâb, öz ve akıllarından faydalanmayı bilen- o zaman cehaletle vasıflandırılır.”43diyerek cahillik ve
ler demektir”34 diyerek vurgulamıştır. bilim-cehalet ilişkisine dikkat çekmiştir.

Mâturîdî, tefsirinin birçok yerinde yararsız bilgiden Hikmet


uzak durmayı da tavsiye etmiş ve bilgiye olan ihti- Hikmet Kur’ânî bir kavramdır. Sami Şekeroğlu’nun
yaca bir sınır çizerek bu konudaki sorumluluğa dik- da vurguladığı gibi Mâturîdî de bu kavramın birçok
kat çekmiştir. Mesela Hz. Âdem için söz konusu olan yerde tanımlarını vermiş ve kullanmıştır.44Bu kavramın

232
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

ne manaya geldiğini anlamak Mâturîdî’nin ilim dü- etmiştir. Ona göre tefekkür, aklı kullanmak, anlamak,
şüncesini anlamada yardımcı olacaktır. O tefsirinde ibretle bakmak demektir.”57
hikmetin şu manalara gelebileceğini kaydetmiştir; İlmin elde edilmesinde araç olarak görebileceğimiz
Hikmet, Kur’ân bilgisi, tefsiri ve Kur’ân’ı anlamaktır, bu kavramları Mâturîdî birbirlerini açıklamada kul-
fıkıhtır, peygamberliktir, görüşte ve düşüncede, her- lanmakta ve bunlara çoğu zaman aynı manalar yük-
şeyin hakikatinde isabetli olmaktır. Zira bunlarla şer- lemektedir.
lerden korunulur, hayırlara ulaşılır. Hakikatte hikmet Fahs, Tefahhüs ve Bahs
bir şeyi yerli yerine koymak her hakkı hak sahibine
vermektir.”45 Hikmet, fıkıh, helal ve haram, sünnet, Sözlükte fahs ve bahs kelimeleri, hayvanların top-
vaaz manalarına da gelmektedir.46 Hikmet insana ta- rağı eşelemesine58 denmektedir. Buradan hareketle
allüm olmadan verilen ilimdir. Kitap ezberlenen şey, bir şeyi bulmak için araştırma manasına kullanılır
hikmet de kıssadır.47 olmuştur. Tefahhüs aynı manaya gelmekle birlikte
aktarılan ‘tefa’ül’ babının özelliği olan tekellüf yani
Ona göre hikmet iki duyu organına dayanır bunlar biraz zorlayarak bir işi yapmayı da taşımaktadır. O
da dil ve kulaktır. Bu iki büyük nimet sayesinde in- zaman mana, bütün cehd ve gayretini ortaya koya-
san birçok nimete ulaşır.48 rak araştırmada bulunma olur.
Ona göre Hikmet’in iki şekli vardır. Birincisi adalet, Mâturîdî özellikle Kur’ânî olmayan bu kavramı kul-
ikincisi de fazilettir.49 lanarak araştırmanın önemine işaret etmiştir.
Mesela bir yerde insanın her zaman tefekkür siste- Bilindiği gibi müteşabih âyetler manası ilk bakışta
miyle elde edeceği bir sonucun hikmet olamayacağını anlaşılmayan bilgileri ihtiva ederler. Mâturîdî bu şe-
ifade ederek hikmetin sadece tefekkürle olmaycağını kildeki âyetleri anlamak için enine boyuna ve uzun
vurgulamıştır.50 Onun bu ifadelerinden onun hikmet araştırma manalarını da vereceğimiz fahs kelimesini
anlayışının davranış yönlü olduğunu çıkartabiliriz. kullanarak meseleye araştırma yörüngeli bakmak ge-
Sonuç olarak diyebiliriz ki Maturîdî’nin hikmet an- reğini hatırlatmıştır.
layışı davranışla alakalıdır. “Müteşabih içine emanet edilen şeyleri fahs etmek
Tefekkür, Teemmül, Tezekkür, murad edileni elde etmek için ortaya konmuştur.”59
Tedebbür ve Nazar Mâturîdî, bu üç kelimeyi birlikte kullanarak bunlara
Mâturîdî’nin sık sık kullandığı kavramlardan olan, te- aynı manaları yüklediğini göstermiştir. Aşağıdaki
fekkür; fikir yürütme51, teemmül; bir şeyin doğrulu- alıntı buna bir örnek olarak verilebilir;
ğunu araştırmak52, tezekkür; unuttuğunu hatırlamak53, “Hitap vardır kulağa ilk geldiğinde anlaşılır. Hitap
tedebbür ise bir şeyi sonuçlarına göre düşenebilmek54, vardır muradı ancak üzerinde nazar, tefekkür ve te-
nazar ise ibretle bakıp tefekkür etmek55 demektir. debbür sonunda anlaşılır. Hitap vardır muradı ancak
Mâturîdî tefekkür’ün üzerinde cereyan ettiği delillere Allah rasulune veya bu konuda ilmi olana sualle an-
de, açıklık getirerek tefekkür ve benzeri kavramların laşılır. Âyette soru sorulmuş; cevap ise talep, bahs ve
üzerinde gerçekleşeceği alanın mahiyetini şöyle açık- tefahhüs için terkedilmiştir.”60
lamıştır; “âyetler; işaretler ve deliller demektir. Bunlar Mâturîdî, bu kavramları kullanarak eğitim için çok
da kısım kısımdırlar: bazıları ‘hissiyyat’ yani maddi önemli olan araştırarak bilgiye ulaşmaya vurguda
delillerdir, Allah’ın vahdaniyetine delalet eden bü- bulunmuştur.
tün yaratıklar ve mevcudat buna misaldir. Bazıları
semiyyat yani peygamberlerin herhangi bir ta’lîm ol- Eğitimle İlgili Kavramlar
madan öğrendikleri bir yolla vakıf oldukları haber- Tıbâ’
lerdir ki bunların hakikatini ancak Allah bilir. Al- İnsanın yaratıldığı seciyyeye, yaratılışa ve tabiata söz-
lah peygamberlerine onlar için birer âyet, mucize ve lükte tab’ denmektedir. Tıbâ’ ise insanda bulunan ve
delil olması için bunlara muttali kılmıştır. Bu delil- izalesi neredeyse imkânsız olan iyi ve kötü huyların
lerden bazıları da akliyyat yani akli delillerdir; bun- bütününü ifade eden bir kelime olarak kullanılmak-
larda imtihan ve araştırma ile anlaşılan delillerdir.”56 tadır.61 Mâturîdî bu iki kavramı insanın yaratılışıyla
Farklı bir yerde de tefekkür’le beraber benzer keli- alakalı hemen hemen her yerde kullanarak ona sözlük
meler kullanarak onun da bu anlama geldiğini ifade anlamından biraz daha geniş bir mana yüklemiştir.

233
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Ona göre Allah Teâlâ insan türünü dünya lezzetlerine der; “Maruf tab’an ve aklen maruf olan şey, münker
meyleden bir karakterde yaratmıştır. Bundan dolayı de aklın inkâr ettiği ve tab’ın nefret ettiği şeydir.73
da beşerî yaratılış kişiyi bu lezzetlere davet eder ve on- Riyazet, İ’tiyâd ve Ta’vîd
ları kendi gözüne cazip gösterir; çünkü insanın yapı-
sına yaratılıştan meyli bulunduğu şeylere karşı kuv- Riyazet, Mâturîdî’nin eğitim için kullandığı kavram-
vetli arzular yerleştirilmiştir. İnsan tabiatı kişinin acı lardan biridir. Kelime olarak riyazet Arapça’da bir
ve meşakkat hissedeceği şeylerden kaçar. hayvana boyun eğdirmek ve gideceği yolu öğretmek
demektir.74Riyazet kavramının daha çok tasavvufta
Mâturîdî ayrıca tıbâ’ dediği insanın bu yaratılışını belli bir sistem için kullanılmasına rağmen Mâturîdî,
akılla da alakasını çok güzel bir şekilde ortaya koyar. bu kavrama farklı bir mana yüklemektedir. Mâturîdî
Ona göre insanın tıba’ı aklın düşmanlarından biri- riyazet kavramını eğitim için kullanır. Bunu ifade için
dir. Zira tıbâ’ bir şeyi güzel görebilir ama akıl buna riyazet masdarının fiil kalıbını da kullanır. Mesela aşa-
onay vermez ve bir çelişki meydana gelir. Bu sûretle ğıdaki ifadelerinde Mâturîdî, nefsin eğitiminden bah-
tabiatı, bir şeyi güzel veya çirkin görme noktasında sederken riyazet masdarının muzari kipi yerûdu’yu
aklının düşmanlarından biri haline gelir. kullanır. Bu babın ifade ettiği mana düşünüldüğünde
Mâturîdî bu çelişkiyi de çözümsüz bırakmamıştır. belli prensipleri uygulayarak sürekli eğitme anlaşılır.
Ona göre insanın tabiatını ifade eden tıbâ’ ile akıl Ayrıca bu fiilin bu şekilde onun tarafından kullanıl-
arasındaki çatışmayı engellemenin yolu eğitimdir. ması riyazet’in tasavvufî manasının haricinde kulla-
Bu eğitim de bu tabiatın benimseyebileceği güzel bir nıldığına da bir delildir. Aşağıdaki cümle bu söyle-
yöntemle sürekli olarak yönlendirme sûretinde ger- nenlere işaret etmektedir;
çekleşebilir. Mâturîdî bu eğitim işine örnek olarak da “……Bu bilgisizlik onu, bütün davranışların sonuçla-
kuş ve hayvanların eğitilmelerini gösterir.62 Nasıl ki rını bilen bir zata (peygamber) muhtaç kılar. Ancak
hayvanlar başta insanların istediği davranışları uy- o sayededir ki nefsini aşağı arzularına terketmeden
gulamaktan kaçar ama daha sonra tecrübeli eğitici- bu zatın göstereceği doğrultuda eğitebilir (yerûdu).75
ler vasıtasıyla uzun süren bir uğraşla bu davranışları
kazanır hale gelirler aynen insan da bu şekilde tabi- Mâturîdî’nin riyazet kavramıyla beraber eğitim için
atının istediği ama aklın hoş görmediği şeylerde ak- kullandığı bir diğer kavram da, i’tiyâd kavramıdır.
lın tarafına meyletmesi ve ona göre davranması eği- İ’tiyâd sözlükte bir şeyi alışkanlık haline getirmek
tim ve tecrübeli öğretmenler sayesinde mümkündür. demektir.76Mesela Mâturîdî bu kavramı kasapların
et kesmeyi veya savaşçıların insan öldürmeyi i’tiyâd
Bunların dışında Mâturîdî’ye göre tıba, üst bir otori- haline getirmelerinden bahsederken kullanır ve bu
teye boyun eğen63, cahil bir yapıda64, denizin dalga- kelimeye uzun süre bir işe alışkanlık kazanma ma-
larının korkulu halinden bile ürküp kaçan65, savaş- nasını yükler.77
tan ve düşmanla mücadeleye yaklaşmayan66, meşru
olmayan bir şekilde erkek kadın halvette kalmasını Mâturîdî, bu kelime haricinde aynı kökten türemiş
hoş görmeyen67, ümitsizliğe düştüğünde istemeyi ter- olan ve bir şeyi birçok kere söyleyerek veya yapa-
keden ama ümit hissettiği yerde dua eden68, hayır ve rak adet haline getirmek manasına ta’vîd kelime-
bolluğa rağbet gösteren ama şiddet, bela ve kerahet- sini de kullanmaktadır. Örnek olarak şu ifadele-
ten kaçan69, unutan, hata eden70 ve gaflete düşebilen- rini verebiliriz;
71
bir özelliktedir. “Burada nafakalarından riyayı nefyetme vardır. Çünkü
Mâturîdî tıba kavramı için farklı bir özellik olarak kim nefsini bütün vakitlerde bir fiile (alıştırırsa) ta’vîd
şunu da zikreder. Ona göre tıba cevherinde olan ederse riyakâr olmaz.78
şeyi tevlid eder, yani ürün olarak ne ekilmişse o şe- Mâturîdî riyazet ve i’tiyâd kavramlarını birbirine ya-
yin meyvesi çıkar. Tıpkı sıcağın sıcağı, soğuğun so- kın olarak kullanarak her iki kavramın eğitimle ala-
ğuğu tevlid ettiği gibi.72O bu ifadeleriyle biraz daha kasına da vurguda bulunmuştur. Aşağıdaki ona ait
huy dediğimiz şeye işaret ediyor gibidir. Zira insanın ifadeler bunu açıkça göstermektedir;
huyu en zor değişen şeylerdendir. İyi huydan iyi dav- “Mesela hayvanın yapısal özelliği ürküp kaçmaktır
ranışlar, kötü huydan kötü davranışlar ortaya çıkar. (tevahhuş), bütün hayvanların ağır yüklere karşı tep-
Son olarak Mâturîdî maruf ve münkeri tarif ederken kisi budur, fakat eğitime tabi tutulup (riyazet) başka
yine akılla beraber tıbaın mutabakatını alır. O şöyle şeylere alıştırılınca (ta’vîd) sanki bu kazandırılmış

234
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

özelliklere sahip kılınarak yaratılmış gibi olur; evet Mâturîdî teklîf altına girme ya da teklîf kıvamına gel-
hayvanın konumu budur.79 meyi bulûğa bağlar. Bulûğu’da ihtilama bağlamıştır.
Mâturîdî hayvanları örnek vererek açıkladığı i’tiyâd Çünkü ona göre insanın organlarından ikisi hariç
kavramını insanların eğitiminde de kullanarak bu (ferc ve lisan) her birinin kullanımı caizdir. Bu iki-
sinin kullanımına sahiplerinden başkası güç yetire-
kavramı eğitim için kullandığını pekiştirmiş olmak-
mez. Bundan dolayı Allah Kur’ân’da ihtilamı bulûğa
tadır. Aşağıdaki ifadelerinde o, çocuklara ibadet ve
ermek için hakkında ölçü (ilim) saymıştır. Bulûğa er-
iyi ahlâkın alışkanlık hale getirilmesi (i’tiyâd) er-
mek olarak ihtilamın manası, ferc hariç diğer ceva-
ken yaşlarda olursa ileriki yaşlarda zorlanmayacak-
rihin (azaların) kullanılmasıdır. Ferc de ancak yaş
larını söyleyerek meseleyi i’tiyâd kavramıyla açıkla-
olarak büyüdükten sonra kullanılabilir. Babalar ve
mıştır. Şöyle ki,
çocuklardan maruf olan ve çocuğa ait meknun arzu
“İbadetlere ve iyi ahlâka güç yetirme çağına geldikle- meselesi hep bulûğdan sonra olur.83 Görüldüğü gibi
rinde çocuklara bazı sözlü yaptırımların yöneltilmesi Mâturîdî bulûğ kavramını önemli saymakta bunun
de aynı ilkeye bağlıdır, ta ki onlar alışkanlık kazansın ölçüsünü de Kur’ân’ın hulm dediği ihtilama bağla-
(i’tiyâd) ve mükellefiyet çağına geldiklerinde bu hu- maktadır. Ayrıca bu yaşa ulaşmayı yani insanın ken-
sus kendilerine zor gelmesin. Sözü edilen zararlıların dini belli konularda hisseder hale gelmesini teklîf için
yaratılışında da benzer bir durum söz konusudur.”80 yani sorumluluk alabilecek kıvamın belirtisi oldu-
Mâturîdî bu kavramları ayrıca güzel ahlâk kazanma ğunu ifade etmiştir.
diyebileceğimiz (teñalluù) kelimesiyle kullanarak me- Ayrıca şunu da söyleyebiliriz ki Mâturîdî’ye göre ilk
seleyi eğitime bağlamış olmaktadır. Mesela, yetim- yetişkinlik dönemi bulûğla başlar. Bunun ölçüsü de
lerle alakalı açıklama yaptığı şu ifadelerini buna de- ihtilamdır. O bu konuda şöyle der; “Küçüklerin bulûğa
lil gösterebiliriz; ermelerinde sınır ihtilamdır.”84
“Deki ıslah onlar için daha hayırlıdır” âyetinde “bu Mâturîdî’nin insanın eğitilmesinde yaş veya belli dö-
onlar için salahın talebidir. Onların malları husu- nemlerle alakalı kullandığı kavramlardan diğerleri
sunda onlara velilik yapmak ve onlar için en fayda- de, rüşd, eşudd ve istivâ’dır.
lısı hangisi ise onu takip etmek ve bakmaktır. Ya da Rüşd kelime olarak doğru yolu bulmak, kaybolma-
güzel ahlâkla ahlâklanmalarını (tehalluk) ve övgüye mak demektir.85 Bu kelimenin ifade ettiği manadan
layık adetleri alışkanlık (i’tiyâd) haline getirmelerini hareketle bakılırsa rüşd’ün doğru yolu bulma ol-
istemekle olur.81 gunluğuna işaret ettiğini de söyleyebiliriz ki Kur’ân
Teklîf, Bulûğ, Rüşd, Eşudd ve İstivâ da bu şekilde kullanmaktadır. Âyette şöyle denmek-
tedir; “Eğer yetimlerde akıl ve din açısından bir er-
Mâturîdî eğitimde yaşla alakalı kavramları da kul- ginlik (rüşd) gözlemlerseniz mallarını kendilerine ve-
lanmıştır. Bunlardan ikisi teklîf ve bulûğ kavramla- rin.” O zaman Kur’ân’a göre rüşd muhatap alınacak
rıdır. Bunlardan teklîf kelimesi lugatte, zor olan bir bir olgunluk dönemi demektir. Mâturîdî de bu âye-
şeyi birisine yüklemek, bulûğ ise bir yere ulaşmak tin yorumunda rüşd’ü hilm, akıl ve vakar kelimele-
manalarına gelir. Bu kelimelerden teklîf esas insanın riyle açıklamıştır.86Yine ona göre rüşd bir kimsenin
belli sorumluluklar alabileceği kıvama işaret ederken malını koruyabilme ve bu konuda ıslah edebilmesi-
bulûğ ise o kıvama ulaşmayı gösterir. dir.87O zaman ona göre bir insanın reşîd olabilmesi
Mâturîdî teklîf için aynı zamanda aynı kökten gelen için onun hilm, akıl ve vakar sahibi olması, malını
‘külfet’ kavramını da kullanır. Ona göre külfet yani koruyabilmesi ve bozulan şeyler varsa onları ıslah ede-
teklîf ancak ahval ve esbabın istitaatına göre vaki bilmesidir. Ayrıca o bu âyetten bulûğa eren insanla-
olur. Bu bütün taatlarda da böyledir.82 O bu ifadele- rın içinde reşîd olanlar ve olmayanların bulunabile-
riyle teklîf için durum ve sebeplerin belli bir güçte ceğine de işaret etmiştir.88
olmasını şart koşmaktadır. Bu güç yetirebilme veya İnsanın belli dönemlerinden birine işaret eden Kur’ânî
bu güçlerin hazır olması aynı zamanda insanın Al- bir kavram da eşudd kavramıdır. Mâturîdî de insa-
lah’a boyun eğmesi gereken bütün noktalarda ge- nın belli bir dönemine işaret eden bu kavramı anla-
çerlidir. Başka bir ifadeyle söyleyecek olursak insa- maya çalışmış ve sınırlarıyla alakalı yorumlara yer
nın Allah’a muhatap olabileceği kıvamın anlaşılması vermiştir. Söylediği yorumlardan biri de bu kavra-
teklîf ile mümkündür. mını on sekiz ile otuz yaş arasına işaret etmesidir.

235
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Ona göre eşudd’un aslı bir insanda herşeyin şiddet- edinmeleri manasınadır. Taklit ashabı için bir başka
lenmesi yani yerli yerine oturmasıdır. Buna da akıl yerde de akıllarını kullanmadıklarını söyler. Onun
ve herşey dâhildir. bu ifadelerinden taklitte aklı kullanmama olduğunu
Yine Kur’ânın kullandığı ve insanın diğer bir döne- da çıkarmak mümkündür.96
mine işaret eden kavramlardan biri de istivâ’dır. İstiva Mâturîdî’ye göre kötü fiil ve kötü insanları körü kö-
sözlükte bir insanın gençliğini tamamlamasına denir. rüne taklit etmeye götüren saikler vardır. Bunların
Mâturîdî bu kavram için Otuz ile kırk arasını kullan- başında yukarıda da ifade edildiği gibi aklı kullan-
maktadır. Ona göre kırktan sonra noksanlık başlar. mama ve teemmül eksikliğidir. Buna sebep olan şey-
Bir başka yorumunda ise o, istivâ kırk yaşıdır der.89 ler ise üçtür; lezzetlerin peşinde koşma, yönetimde
Taklit, Telkîn, Te’dîb, Terbiye, olma arzusu ve şehvetlere meyildir.97
Ta’lîm ve Te’allüm Mâturîdî’ye göre taklit kavramının iyi yönde de cere-
Bu altı kavram eğitimle irtibatlandırılan kavramlar- yan etmesi mümkündür. Ve bu ona göre olması gere-
dandır. Bunlardan taklit ve telkin kavramları daha ken bir şeydir. Ona göre bu tavsiye edilen taklidin di-
çok diğer kavramlara ulaştıran bir yol olarak kul- ğerinden farkı aklın kullanılması ve şuurun devamlı
lanılmaktadır. Mâturîdî bu kavramları nüanslarıyla açık olmasıdır. Ona göre hakiki manada inanan bir
beraber kullanır. insan bilerek iyi şeyleri ve iyi insanları taklit etmelidir.
Taklit sözlükte bir kimsenin yaptığını yapmak de- Sahabe’nin taklit edilmesi gerektiğine dair söylediği
mektir.90Eğitimde ise taklit bir çocuğun veya yetiş- şeyler bu konuya ışık tutabilir; “Bu âyette98sahabeyi
kinin başka birisinin fiilini iyi veya kötü olduğunu taklidin, onlara uymaya delalet vardır. Onları taklit
düşünmeden/düşünerek yapmasıdır. Mâturîdî bir in- lazımdır, onlara iktida etmek vaciptir. Onlar bir şey-
sanın bir dini benimserken üç yol olduğunu ortaya den haber veriyorlarsa veya bir hadis söylüyorlarsa
koyar bunlardan biri de taklit kavramıdır.
onunla amel etmeli, asla terketmemeli.”99
O şöyle der; “Kim bir mezhebe veya dine inanırsa şu
Mâturîdî taklit kavramının bu müsbet kullanımını
üç yoldan biriyle inanır; birincisi taklitle yani başka
Kur’ân’ın zikir ehli dediği kimseler için de geçerli sa-
birisini daha basiretli, daha bilgili düşünmüş görür,
yar ve şöyle der; “Zikir ehline sorun ve onları taklit
kendisi de o makama erişemez dolayısıyla o şahsı ba-
edin. Yani sizin ille de taklit etmeniz gerekiyorsa zi-
siretinin, ilminin faziletinden dolayı taklit eder. İkin-
cisi şüpheyle inanır. Üçüncüsü de hak kendisine apaçık kir ehline sorun ve onları taklit edin fakat asla onla-
gözükür o da inanır. İnsanlar bir dine veya mezhebe rın babalarını ve kitabı bilmeyenleri taklit etmeyin
inanırsa bu üç yoldan biriyle inanır.”91Görüldüğü gibi fakat ehl-i zikri taklit edin.”100
Mâturîdî burada bir dinin veya mezhebin mensubu Mâturîdî’nin üzerinde durduğu ve eğitimde vasıta
olma yollarından biri olarak taklidi görür. Fakat bu olan bir diğer kavram da telkin kavramıdır. Arap-
taklit düz bir taklit değildir. Biraz şuurlu bir taklit- çada bir kimsenin diğerine bir şeyi anlatması demek
tir. Bu taklitte bazı şartlar vardır. Bunlarda taklit edi- olan101 telkin kelimesini Mâturîdî taklit kavramıyla
lenin taklit eden tarafından daha basiretli, daha bil- beraber kullanır. Bu iki kavrama da o, aile içinde ço-
gili görülmesidir. cukların aile içinde anne-babalarından birşeyler alır-
Mâturîdî, taklit kavramını hem müspet hem de menfî ken bu iki yolla yani taklit ve telkinle aldığını söyler-
manada kullanmıştır. Ona göre ister inanan olsun ken yer verir. Çünkü anne baba çocukları tarafından
ister olmasın her ferdin kendi anne-babalarını taklit hem taklit edilirler, hem de çocuklarına devamlı bir
etmesi kaçınılmazdır. Hatta her çocuk babasının di- şeyler anlatarak telkin de bulunurlar. O bu kavrama
nini taklit yoluyla benimsemektedir.92İnsan dinin bü- ifadelerinde şöyle yer verir; “İman edenlerin zürriyet-
yük çoğunluğu itibariyle taklit yoluyla elde eder.93İn- leri imanlarını anne ve babalarından telkin yoluyla al-
san ülfet edip sempati duyduğu kişileri taklit eder.94 dılar. Herhangi bir araştırmaya girmeden bunu elde
Mâturîdî Kur’ân karşısında biz babalarımızın di- ettiler. Onlar imanlarını anne ve babalarından tak-
nine uyarız diyenlere onların taklit ashabı kimseler lit ve telkin yoluyla aldılar ama araştırma ve delille
olduğunu ve delillere ve âyetlere bakmadıklarını söy- inanma taklit ve telkin yoluyla imandan daha efdal
ler.95Onun burada kullandığı taklit ashabı ifadesi, o olmasına rağmen onlar baba ve annelerine ilhak ol-
kimselerin taklidi yanlış bir yolda kendilerine meslek dular. Onlar gibi değerlendirildiler.”102

236
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Mâturîdî’nin eğitimle alakalı kullandığı bir başka kav- daha geniş bir mana yüklemiştir. Fakat bu manayı
ramda tedib’tir. Tedib sözlükte birisine bir şeyi öğret- kullanırken yine çocuk baba ilişkisinden hareket eder.
mek demektir. Ta’lîm kelimesi tedibi açıklamak için O bu kavramı kullanırken şöyle der; “Lut (a.s.) onlar
kullanılır.103 Fakat tedib’in ta’limden farkı tedib’in benim kızlarım diyerek kavminin çocuklarını ken-
daha çok davranışla alakası olmasıdır. Mâturîdî de bu dine nisbet etti. Bunu söylemekle onların babası gibi
kavramı kullanırken hep ta’lîmle beraber kullanmış olduğunu ifade etmek istedi. Bunda iki vecih vardır;
fakat davranış boyutunu da ihmal etmemiştir. Me- birincisi: şefkatinden böyle söyledi. Çünkü bir nebi
sela o bir yerde Allah’ın Peygamberine ashabıyla na- bir babadan ve anneden insanlara daha şefkatlidir.
sıl sohbet etmesini öğrettiğini söylerken tedib kav- İkincisi: terbiye ve dinin ta’lîmi hususunda kavminin
ramına yer verir.104 Bir başka yerde de bu kavrama üzerinde peygamber bir baba gibidir.”111
şöyle işaret eder; “Allah çocukları bizim için tedib ve Mâturîdî’nin tefsirinde en çok yer verdiği kavram
ta’lîm hususunda, onları muhafaza ve hukuklarına olarak söyleyeceğimiz bir diğer ve en önemli kavram
riâyet meselelerinde bir imtihan vesilesi kılmıştır.”105 ta’lîm kavramıdır. O, birisine bir şeyi bildirmek ma-
Yukarıda da ifade edildiği gibi Mâturîdî tedib kav- nasına gelen112 bu kavramı çok geniş bir alanda kull-
ramına daha çok davranış boyutlu bakmaktadır. Bu lanır. Fakat bizim en çok dikkatimizi çeken o bu kav-
davranış boyutunu ifade için de edepler diye tercüme ramı Allah’a nisbet ederek çok kullanmasıdır. Hatta
edebileceğimiz ‘âdâb’ kelimesini kullanır. Ona göre şunu söyleyebiliriz Mâturîdî ilahî ta’lîmi bir ayrı kav-
bedevi araplar teeddüp için ve belli adabı öğrenmek ram olarak kullanır ve buna birçok manalar yükler.
için şehirlere ve medeniyetlere gitmezlerdi. Durum Mesela ona göre ta’lîm fiilini ve nefyini yaratan Al-
böyle olunca onlar çok cahildiler.”106 lah’tır.113 Dolayısıyla ta’lîm ilahî bir fiildir. O bu ifade-
lerini şu cümleleriyle destekler; “Allah bu âyette114 on-
Mâturîdî tedib kavramını çocuklara belli davranış- lara çocuklarıyla ve eşleriyle sohbet etmelerini ta’lîm
ları kazandırma hususunda da kullanır. Mesela ona etmiştir. Eğer onlar ehli iman değilse onlara karşı af-
göre, bir kişinin yetim bir çocuğu onun için en uy- fedici ve müsamahakâr olmayı göstermiştir”115
gun şekilde tedib etmesi gerekir. Bu da tıpkı kendi
evladını tedib ettiği gibi olacaktır.107 Mâturîdî ilahî ta’lîmi şu ifadeleriyle daha açıkça kul-
lanır “Ve yu’allimuhum116”, bunun Allahtan bir ta’lîm
Mâturîdî’nin bu kavramı her yönüyle tam olarak kul- olması da mümkündür, yani onlar cahilken Allah on-
landığına aşağıdaki ifadeleri örnek verebiliriz. O bu- ları âlimler yaptı, onlar süfeha iken Allah onları hü-
rada tedib kavramını ta’lîm kavramıyla beraber ve kema yaptı. Puta tapan encas iken onları Allah ezkiya
davranış boyutuyla çok güzel ortaya koymaktadır. yaptı. Bunların hepsi Allah’ın lutfudur.117
Şöyle ki; “Hz. Peygamberin yüce ahlâkı Kur’ândı.
Mâturîdî ta’lîm fiilinin bu kullanımıyla beraber onu
Zira Kur’ân onu tedib etti. O affı esas almış, ma-
farklı ve değişik birçok yerde de kullanmıştır. Aile-
rufu emretmiş, cahillerden yüz çevirmiş, kötülüğü
deki eğitime yine bu kavramla açıklık getirmiştir. O,
iyilikle defetmiş, müminlere karşı şefkat kanatlarını
“kendinizi ve ailenizi ateşten koruyun” âyetinin118 yo-
yaymıştır; bütün bunlar onun yüce ahlâkından sa-
rumunda “yani onlara ateşten koruyacak esbabı ta’lîm
dece bazılarıdır. Bütün bunların hepsini Kur’ân sa-
edin demektir”119 diyerek ailedeki eğitimi ta’lîm kav-
yesinde ahlâk edindi.”108
ramıyla açıklamıştır.
Mâturîdî’de karşımıza çıkan bir diğer kavram da ter-
O bu kavramı hemen her alanda da kullanır. Mesela
biyedir. Kelime olarak terbiye çocuk veya ekinin be-
av köpeklerine bir şeylerin öğretilmesine dair bu kav-
sinle büyütülmesine denir.109 Istılahta ise terbiye belli
ramı kullanır ve şöyle der; “Bu âyette diğer şeylerin
disiplinlerle insanı istenen kıvama gelecek şekilde
dışında zikrin köpeklere tahsisi, köpeklerin ve diğer-
eğitmektir. Terbiye kavramında daha çok çocukluk-
lerinin ta’lîm edildiğinde eşit olmalarına ve köpek-
tan başlayan bir süreç söz konusudur. Mâturîdî de bu lerin habis olmaları ve insanlara karışmış olmaları
kavramı bu nüanslarla kullanır. Mesela, ona göre ev- hatta emir onların iktinaları ve bir vakitte de katle-
lilik nesil talebi içindir yoksa şehveti tatmin için de- dilmelerine dair emir gelmiş ve bu emir diğer yırtıcı
ğildir. Eğer böyle olsaydı kişi çocuğun terbiyesinin hayvanlardan herhangi biri için gelmemiştir. Bunlar
meşakkatine katlanmaması gerekirdi.”110 şunun bilinmesi içindir ki bu hayvanlar habis olma-
Mâturîdî terbiye kavramını peygamberlerin ümme- larına rağmen muallimat olunca tuttukları yenince
tine uyguladığı eğitim için de kullanarak bu kavrama durumu böyle olmayanların ki evleviyetle olur.”120

237
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Mâturîdînin ta’lîm kavramını kullandığı bir yer de Mâturîdî fıtrat-ulûhiyet ilişkisiyle alakalı “İnsan-
yetimlere belli adabı ta’lîm hususudur. Ona göre ye- lar bir tek ümmettiler, sonra ayrılığa düştüler; şâyet
timlere şeriatın adabını ta’lîm etmek onlara ikramda Rabbinden, daha önce bir takdir geçmemiş olsaydı,
bulunmak demektir.121 aralarında ihtilafa düştükleri şeyler hakkında hü-
Son olarak Mâturîdî ta’lîm kavramına yakın teallüm küm çoktan verilmiş olurdu.”127 âyetinin yorumunda
kavramını da kullanarak yine eğitim verme ve eği- “Allah’ın yarattığı fıtrat üzere bütün insanlar tek bir
milletti. Herkesin fıtratında Allah’ın vahdaniyet ve
tim alma üzerinde durur. Ona göre beşer kendisi için
uluhiyyetine bir şehadet vardır. Fakat onlar ihtilafa
tehlikeli şeyleri (mehalik) ve iyi şeyleri (mesalih) an-
düştüler yani bazıları bu fıtrat üzere kaldı bazıları ise
cak teallümle bilebilir.122
küfrü seçtiler. Bu Hz. Peygamberin hadisinde rivâyet
Fıtrat edilen mesele gibidir; “Her doğan fıtrat üzere doğar.
Genel manada fıtrat insanın doğuştan sahip olduğu Sonra annesi-babası onu yahudileştirir veya nasrani-
bütün özelliklerini ifade eden bir terimdir. Fıtrat ke- leştirir.” Bu âyette haber verilmektedir ki onlar kendi
limesi “yarmak, ikiye ayırmak; yaratmak, icat etmek” hallerine kalsalardı bu fıtratı korurlardı. Fakat ebev-
manalarına gelmekte, “yaratılış, belli yetenek ve yat- ynleri onları bu hal üzere olmaktan menettiler” di-
kınlığa sahip oluş” anlamında kullanılmaktadır. Âyet yerek vurguda bulunmuştur.128
ve hadis­lerde fıtrata ve aynı kökten gelen baş­ka keli- Ahlâk
melere geniş olarak yer verilmiştir. Bunlardan özel-
Ahlâk, insanın iyi veya kötü olarak vasıflandırılma-
likle, “Sen yüzünü Hanîf ola­rak dine, Allah insanları
sına yol açan manevî nitelikleri, huyları ve bunların
hangi fıtrat üze­re yaratmışsa ona çevir” mealindeki
etkisiyle ortaya koyduğu iradeli davranışlar bütünü
âyetle123, “Dünyaya gelen her İnsan fıtrat üzere doğar;
demektir. Arapça’da “seciye, tabiat, huy” gibi mânalara
sonra anne ve babası onu Yahudi, Hıristiyan, Mecûsî gelen hulk veya huluk ke­limesinin çoğuludur. Sözlük-
(farklı bir rivâyete göre hatta müşrik) ya­par” mealin- lerde çoğun­lukla insanın fizik yapısı için halk, ma­nevî
deki hadis örnek olarak zikredilebilir.124 yapısı için hulk kelimelerinin kul­lanıldığı kaydedilir.
Mâturîdî de insanın bir yönünü ifade eden bu Kur’ânî Başta hadisler olmak üzere İslâmî kaynaklarda hulk
kavramı sık sık kullanır. ve ahlâk terimleri ge­nellikle iyi ve kötü huyları, fazilet
Fıtrat kavramıylala doğrudan alakalı gösterilen ve yu- ve reziletleri ifade etmek üzere kullanıl­mıştır. İslâmî
karıda zikri geçen âyet ve hadisler hakkında Mâturîdî literatürde ahlâk, tutum ve davranışların kaynağı ma-
şu yorumlarda bulunmuştur: “Hakka yönelerek ken- hiyetindeki ruhî ve manevî meleke­leri, insanın ruhî
dini Allah’ın insanlara yaratılışta verdiği dine ver. Zira kemalini sağlamaya yönelik bilgi ve düşünce alanını
Allah’ın yaratışında değişme yoktur; işte dosdoğru din ifade etmektedir.129
budur, fakat insanların çoğu bilmezler.”125 âyetinin yo- Mâturîdî de, tefsirinde ahlâktan yeri geldiğinde
rumunda “Burada, Allah’ın insanları yarattığı fıtrat bahsetmiştir. Sami Şekeroğlu’nun da ifade ettiği gi-
demek marifetullahtır. Yani Allah’ın her bir yavruyu biMâturîdî’ye göre insan iyi ahlâka da kötü ahlâka
ve küçük çocuğu yaratırken onların içine çocukken, da sahip olabilir.130Bu güç kendisine verilmiştir. Me-
bebekken annelerin göğüslerinden gıdalanma özelli- sela bu konuyu destekler mahiyette şunları söyler:
ğini koyduğu gibi Rablerinin vahdaniyetini ve rubu- “İsrailoğulları hayvan ahlâkını karakterleri haline
biyetinin marifetini de koymuştur. Hz. Peygamberin getirdiler. Bu ahlâk üzere olduklarından dolayı bu-
şu hadisini de böyle anlamak lazım. ‘Her doğan fıtrat zağıya taparlardı.”131
üzere doğar. Annesi ve babası o çocuğu Yahudileşti- Mâturîdî’de daha çok pratik ahlak görülür. Tefsirinde
rir veya Hıristıyânlaştırır.’ Diğer bir açıdan bakılacak yeri geldiğinde birçok güzel ahlâktan bahsetmiş ve
olursa bu âyet şöyle de anlaşılabilir; Allah insanları bunlar hakkında açıklamalarda bulunmuştur. Me-
belli bir fıtratta yaratmıştır eğer onlar bu hal üzere sela ona göre yumuşak sözlülük çok ayrı bir öneme
bırakılırlarsa Allah’ın marifeti üzere kalırlar. Çünkü sahiptir. O bu konuda şöyle demektedir: “İnsana Al-
her bir fıtratta Allah’ın vahdaniyet ve rububiyetinin lah’ın mahlûkatına merhametli davranması vaciptir”,
delaleti vardır. Kendileri ve akılları ile yalnız bırakı- “yumuşak sözlü olmak kalplere girme adına ve taata
lırsa hep bu marifet üzere kalırlar.’”diyerek fıtrat kav- çağrı adına daha nüfuzlu ve müspet cevap almak için
ramının mahiyetini açıklamıştır.126 sert ve kaba sözden daha isabetli ve hızlı bir yoldur.

238
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Allah da Kur’ân’da kaba ve sert sözü ayrılık sebebi ama yumuşak davranmasını, müminlere yumuşak
olarak vasıflandırmıştır.”132 sözle ve rıfkla muamele etmesini. Bundan dolayı Al-
Aynı konuyla alakalı farklı bir yerde şu yorumlarda lah onu Kur’ân’da Tevbe sûresinin sonunda rahmetle
bulunmaktadır: “Yumuşak söz kalplerde kaba ve sert vasf etmiştir.”139
sözden daha tesirlidir. Özellikle devlet başkanları ve Mâturîdî, sabır konusunda peygamberlerle insanla-
padişahlar için. Çünkü onların durumları kaba sözü rın ortak yönlerini şöyle açıklamıştır: “Peygamber-
kaldırmaz ve onlar buna tahammül edemezler, zaten lerle herkesin ortak olduğu üç mesele vardır; onlar,
de faydalı olmaz. Bundan dolayı Allah iki peygam- musibete, ibadetleri muhafazaya ve masiyete karşı sa-
berine firavuna karşı yumuşak söz söylemelerini ve bırla emrolundular.”140
iltifatta bulunmalarını istemiştir ki faydalı olsun.”133 Mâturîdî ayrıca ahlâk kavramının adab-ı muaşeret
Ona göre başka birisini salaha ve rüşte çağırırken, kısmına da vurguda bulunmuştur. Mesala ona göre
yumuşak sözle çağırmak vaciptir.”134 “Kalplerin sev- misafirle alakalı şunlara dikkat etmek gerekmektedir;
gisini kazanmada, yumuşaklık ve şefkat ayrı bir yere “kendisine misafir gelen bir kimse, misafirin ahva-
sahiptir. İyilik kalplerin sevgisini celbeder. İnsanların lini sormakla, yani nereden geldin?, Nereye gidiyor-
kötülüklerini iyilikle defetmeli. Yani hem onların kö- sun?, İhtiyacınız nedir? gibi sorularla meşgul olma-
tülüklerini, olayın olduğu dakikada iyilikle mukabele malı, ikram edeceği şeyi takdimle meşgul olmalıdır.”141
ederek defetmeli, hem de onları affederek ve müsa- İzin isteme konusu da adabı muaşeretin içinde yer
mahalı olarak kötülüklerini engellemeli.”135 alır. Bu konuyla alakalı o şunları söylemektedir:
Mâturîdî güzel ahlâkın daha çok müminlerde olması “İzin isteme ve bir yere girerken selam verme, sizin
gerektiğini de şu ifadeleriyle açıklamakta ve mümin- için bunları terk etmekten daha hayırlıdır. Çünkü
lere ciddi bir ahlâk sorumluluğu yüklemektedir: “Mü- bunları terk ederseniz Allah’ın size öğretmiş olduğu
minler mütevazı insanlardır. Onların kulakları, göz- edebi terk etmiş olursunuz. Umulur ki Allah’ın ede-
leri ve hatta bütün duyu organları mütevazıdir. Dahası biyle öğüt alırsınız”142
dışarıdan onları gören cahiller bu hallerinden dolayı Mâturîdî’nin vurguda bulunduğu bir diğer güzel ah-
onları hasta zannedebilir; oysaki onlar kalpleri en sıh- lâk esası da insanların zahirlerine göre hükmetme-
hatli insanlardır. Çünkü onlarda birçok kimse de ol- dir. Zira insanlar arasındaki ilişkilerde, batın zahir-
mayan Allah korkusu vardır. Hz. Peygamber de bir den farklı olsa bile zahire göre hükmetmek esastır.”143
hadislerinde “Müminler itaatkâr develer gibidir, gü-
Mâturîdî, kısaca güzel ahlâkı şu sözleriyle özetlemiş-
dersin güdülür, taş üzerine çöktürsen bile çöker.”136
tir. “Hakikate ve güzel ahlâka ulaşma, sözlerde sada-
demektedir. Meselenin aslı şudur ki, müminler hiç
kate, fiillerde isabet ve rüşte, akrabalar hakkında da
kimseye bir zarar ve sıkıntı vermeyecek şekilde yer-
adaletli olmaya bağlıdır.144
yüzünde yürürler ve onlara cahiller hitap ettiklerinde
yani cahiller cahillik yaparlarsa veya beyinsizler bir Eğitimde Metodla İlgili Kavramlar
beyinsizlikle onlara hitap ederlerse onlar sadece se- Mevize, Nasihat ve Tezkire
lam verirler.”137 Mevize lugatta akıbet hakkında nasihat etme ve tez-
Mâturîdî’nin tefsirinde yer verdiği bir diğer mesele de kirde bulunma demektir.145 Mâturîdî bu kavramın
ahlâk kavramını Peygamberlerle ifadedir. Bu konuyla birkaç yerde tariflerini verir ve bazılarını da nakle-
alakalı şu yorumlarına rastlamaktayız: “Hz. Peygam- der; Ona göre mevize, insanların kalplerini kabule,
berin yüce ahlâkı Kur’ân’dı. Zira Kur’ân onu terbiye azalarını amele taşıyan şeydir. Bir başkasına göre me-
etti. O affı esas almış, marufu emretmiş, cahillerden vize, helal olmayan şeyden insanları meneden şeydir.
yüz çevirmiş, kötülüğü iyilikle defetmiş, müminlere Yine bir başkasına göre ise katı kalpleri yumuşatan
karşı şefkat kanatlarını yaymıştır; bütün bunlar onun kuru gözleri ağlatan, fasit amelleri ıslah eden şeydir.”146
yüce ahlâkından sadece bazılarıdır. Bütün bunların Mâturîdî ayrı bir yerde mevize kavramını şöyle ta-
hepsini Kur’ân sayesinde ahlâk edindi.”138 rif eder; “Mevize rağbet edilen bir şeye davet etmek,
Ayrıca şunları da söyleyerek yine bu konuya işaret et- korkulan bir şeyden de engellemektir. Mevize katı
miştir:“Allah, Resulüne mahlûkatına üç şekilde dav- kalbi yumuşatan, zâlim ve katı her kalbi cilalayan ve
ranmayı emretmiştir; zâlimleri zulümlerinden dolayı kuru gözlerden yaşlar akıtan şeydir. Aynı şekilde eğer
affetmesini, beyinsiz ve cahillerden yüz çevirmesini hakkı talep eden bir talebe gibi, rüşde ermek isteyen

239
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

bir kimsenin tefekkürü gibi tefekkür eder, dikkatli Bişâret ve Nizâret


bakar ve teemmül ederse bütün zâlim sineler mevi- Mâturîdî’nin kullandığı terğîb ve terhîb kavramla-
zeyle parlar.”147 rına yakın bir diğer kavram ikilisi de müjdeleme ve
Mâturîdî mevizelerin tesir gücüne de işaret etmiş ve uyarma manalarına gelen bişâret ve nizâret kavram-
bunun vaaz edenin gücünden daha çok dinleyenin larıdır. Mâturîdî yeri geldikçe bu iki kavrama yer ve-
kabulune ve gönülden yönelmesine bağlamıştır. Zira rir. Ona göre bişâret, hayrat ve hasenatın avakıbını
ona göre, mevize, vaaz dinleyenin kabulune ve gönül- ve ahvalinden ahbarı zikretmektir ki hayır ve hase-
den yönelmesiyle daha çok alakalıdır.”148 nat yapanları terğîb, nizâret ise şerlerin ve seyyiatın
Mâturîdî’nin kullandığı metod kavramlardan birisi ve bunları işleyenlerin ahvalinden ihbarı zikirdir ki
de tezkire kavramıdır. Tezkire sözlükte hatırlatma bunları yapanları alıkoymak içindir.156
demektir. O bu kavramı mevize kavramıyla beraber Mâturîdî nizâret yerine bazen aynı kökten gelen in-
kullanır. Buna bir örnek verecek olursak; “Rahman zâr kelimesini de kullanır, fakat aynı manayı yükler.
sûresindeki tekrarlar için şunlar da söylenebilir; bu Ona göre, inzarda asıl olan nehiydir ve nehiyde bir
tekrarlar öğüt ve tezkire içindir. Öğüt ve tezkirenin emir vardır. Fakat inzar kesinlik kazanmış nehyi ik-
en önemli özelliği kalpleri daha çok tesiri altına al- tiza eder. Bişârete gelince o kesinlik kazanmış ve ka-
sın ve kabule daha yatkın olsun diye tekrar ve sık sık zanmamış emri de iktiza edebilir. Çünkü o emir, ya-
iadedir.”149Mâturîdî buradaki yorumunda tezkire ile pılan her hayırlı iş için bişâreti gerektirebilir.157
mevizenin bir özelliğine daha dikkat çekmiş olmak- Mâturîdî’ye göre Kur’ân’da her hangi bir yerde Nizâ-
tadır ki, bu da tekrar ve sık sık iadedir. Mâturîdî bir ret yani uyarma varsa bişâret yani müjdeleme de on-
başka yerde tezkire kavramını ibretle açıklar. Ona dan bahsedilmese bile vardır. Nizâret ancak mezmum
göre tezkire ile âyet ve ibret anlaşılır.”150 bir fiile iltizam edeni sonunda ulaşacağı avakıbın
Mâturîdî’nin kullandığı bir başka kavram ise nasihat- açıklanmasıdır. Bu fiile iltizamıyla nizâreti hak et-
tir. Sözlükte balın saf olanı için kullanılan bu kelime tiyse terkiylede bişâreti hak eder. Sabit olmuştur ki
sonraları insanları iyiye yönlendiren söz için kulla- nizârette bişâret vardır. Bişârette de nizâret vardır.
nılmaya başlanmıştır.151Mâturîdî ise nasihatı şöyle ta- Burada birisini zikrederek diğerinden ihtisarda bu-
rif eder; “Nasihat, salah olan şeye davet etmek, fesad lunmuştur.158Onun bu ifadelerinden anlamaktayız
olan şeyden nehyetmektir.152 ki, Kur’ânda nizâret ve bişâret kavramları birisi zik-
Terğîb ve Terhîb redilse bile diğerini akla getirir. Bununla da istenen
denge kurulmuş olur.
Arzu edilen bir şeye teşvik manasına gelen terğîb ve
istenmeyen şeylerden sakındırma manalarına gelen Mâturîdî’nin Eğitim ve Din Eğitimiyle Alakalı
terhîb kelimeleri hakkında Mâturîdî açıklamalarda bu- Bazı Ayetlere Getirdiği Yorumlar
lunmuş ve bu iki metodun insanı cennete (va’d) çek- Akılcı kimliğiyle ön plana çıkmış Ebu Mansur Mâturî-
mek ve cehennemden (vaîd) uzaklaştırmak için kul- dî’nin eserleri, özellikle Tevîlâtu’l-Kur’ân dikkatle in-
lanıldığını vurgulamıştır. Ona göre Allah kendisinin celendiğinde eğitimle alakalı birçok açıklamalara yer
yüceltilmesi için terğîbi ve kendisinin hafife alınma- verdiği görülür.
sından uzaklaştırmak içinde terhîbi kullanmıştır.153 “Ve Allah Âdem’e bütün isimleri öğretti.”159Bu âyette
Mâturîdî terğîb ve terhîb hakkında ayrıca şunları söy- Allah Hz. Âdem’e bütün isimleri öğrettiğinden bah-
lemektedir: “ilahî va’d ve vaîd, tergîb ve terhîb için- setmektedir. Mâturîdî de bu ve başka ayetlerin yoru-
dir. Zira bu ikisi olmasaydı emri yerine getirmenin munda eğitimin ilk olarak Allah’tan geldiğini vurgu-
sağlayacağı yararla ona karşı çıkmanın doğuracağı lamaktadır.160Ona göre Peygamberlere edebi öğreten
zarar ortadan kalkar ve yaratıklara ait davranışların Allah’tır.161“Allah her insana bilmediği şeyleri -renk,
bir manası kalmazdı.”154 tat ve lezzet- öğretti. Allah insanlara birer imtihan
Mâturîdî bu iki önemli kavram metodu vaazın da te- unsuru olan emir ve nehiyleri ayrıca bu dünyada ba-
mel esaslarından sayar ve şöyle bir tarif yapar; “Vaaz şıboş bırakılmayacaklarını da öğretti.”162“Allah Pey-
terğîb ve terhîble umurun avakıbından haber vermek- gamberine ashabıyla nasıl sohbet edeceğini ve on-
tir.”155Yani öğüt ve nasihatta bulunmak bazı kötü şey- lara nasıl muamelede bulunacağını ta’lîm etmiştir.”163
lerin akıbetinden korkutarak (terhîb), ve bazı iyi şey- Eğitimde süreklilik önemli konulardan biridir. Mâturîdî
lere teşvikle (terğîb) olur. bu konuya “İnananlar toptan savaşa çıkmamalıdır.

240
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Her topluluktan bir taifenin dini iyi öğrenmek ve anında eşlerin birbirine merhamet etme, mutlu an-
milletlerini geri döndüklerinde uyarmak üzere geri larında da birbirlerine sevgi gösterme olduğunu vur-
kalmaları gerekli olmaz mı? Ki böylece belki yanlış gular.168
hareketlerden çekinirler.” (9.Tevbe,122.) âyetinin yo- Mâturîdî, çocuğun din eğitimin anne-babaya ait bir
rumunda şu ifadeleriyle değinmektedir: “Sefer za- yükümlülük olduğunu tefsirinin değişik yerlerinde
manında dini ilimleri öğrenme bir grup tarafından işlemiştir. Ayrıca o, çocuk anne-babası için bir imti-
yapılması gereken bir farzdır. Böylece bu farz diğer- handır olgusunu farklı olarak şöyle değerlendirmiş-
lerinden düşmüş olur. Ayrıca bir şehir ahalisi cihada
tir; “Allah, çocukları tedip-ta’lîm, muhafaza ve hu-
çıkacaklarında ilim için ehliyetli insanları seçmeleri
kuklarına riâyet konularında bizim için bir imtihan
gerekmektedir.” Buradan anlamaktayız ki Mâturîdî
vesilesi kılmıştır.”169 Onun bu ifadelerinden anlaşı-
savaş esnasında bile eğitim-öğretime ara verilmeme-
lan, insanın çocuğuyla imtihan olması, onu iyi ter-
sine işaret etmektedir.164
biye edip edememesi demektir.
Ona göre eğitim hususunda diğer önemli bir mesele
Mâturîdî ailenin din eğitimindeki bu sorumluluğuna,
de din eğitiminin gerekliliğidir. “İnsanların dine gir-
çocuklara önceden belli bilgileri takdim edip muha-
mesine vesile olan şeyler ya eğitimdir ya da delillendi-
faza etmelerini sağlamalı ki yanlış yollara sapmasınlar
rerek anlatmadır” ifadeleri bize din eğitiminin yolla-
diyerek de işaret eder.170 Onun bu ifadeleri göstermek-
rından ta’lîm ve istidlalin ne kadar gerekli olduğunu
tedir ki insan belli eğitimle istenen yöne çekilmeli-
özetlemiştir.165
dir ki sonradan yanlış yollara yönelmesin. İnsan iyi
Mâturîdî, tefsirinde de eğitimin imkân ve sınırla- yönü bulmak için eğitime muhtaçtır.
rına“Sonra kalbleriniz yine katılaştı, taş gibi, hatta
Mâturîdî ailede din eğitiminde, yeteneklere göre ço-
daha da katı oldu. Nitekim taşlar arasında kendisin-
cuğa değer verme hususunda ise şunları söylemek-
den ırmaklar fışkıran vardır; yarılıp su çıkan var-
tedir; “Bir insan, şâyet evlatlarından birinde diğer-
dır; Allah korkusundan yuvarlananlar vardır. Allah
yaptıklarınızı bilmez değildir.” 2/74 ayetinin yoru- lerinde olmayan bir hususiyet görürse, ona şefkatle
munda yer vermiştir; daha bir hususi davranmasında ve meyletmesinde di-
ğerlerine de zulmetmemek şartıyla bir beis yoktur.”171
“Allah bazı insanların kalplerini çok sert ve katı olan
taşa benzetti. Onların kalplerinin taşlardan daha katı Mâturîdî’ye göre, eğitimin bu sorumluluğunun ahi-
olduğunu vurguladı. Taşların anlayış, akıl ve kabil-i rete bakan bir yönü de vardır. Bu dünyada güzel ter-
hitap olma özellikleri olmadığı halde Allah’a boyun biye verilen evlatlar, hiç bir şeyin fayda vermediği
eğdikleri görülür. Fakat kâfirin kalbi anlayış, akıl ve günde anne-babalarına fayda verecektir. Bu ifadele-
kabul etme sebebinin bulunmasına rağmen Allah’a riyle o, eğitimi teşvik etmiş ve bu işin hem dünyada
boyun eğmez ve yumuşamaz.”, “Allah, onların kalp- hem de ahiretteki faydasını vurgulamıştır. Bu konu-
lerini demire, bakıra veya daha başka sert cisimlere daki ifadeleri şöyledir; “Allah’a selim kalple geldikleri,
değil de taşa benzetmesinin veçhi hikmeti; demir ve yani mallarını taat, Allah’a yakınlıkta kullandıkları
bakır ateşle yumuşar ama taşa gelince o ne ateşle ne ve çocuklarına da bütün güzel edepleri ve ahlâkları
de başka bir şeyle yumuşamaz. Bundan dolayı kâfi- ta’lîm ettiklerinden dolayı müminlerin malları ve
rin kalbini taşa benzetmiştir”166 Bir başka yerde de, oğulları ahirette onlara fayda verecektir.” Bu ifade-
büyük şehirlere gitmeyenlerin birçok adabı öğren- lerle o, iyi terbiye almış evlatların kalb-i selim sahibi
mekten mahrum olacaklarını vurgulayarak yine eği- müminlere ahirette faydalı olacağını söyleyerek eği-
timin imkânına dikkat çekmiştir.167 timin sorumluluğunun ahirette nasıl meyve verdi-
ğini göstermektedir.172
Mâturîdî eğitimle alakalı üç temel meseleye değin-
miştir. Bunları eğitimin sorumluluğu, eğitimin gücü, Aile çocukların yetiştirildiği ve değerlerin onlara ak-
eğitime olan ihtiyaç ve eğitimde metot olarak sınıf- tarıldığı yerdir. Bütün bunlar da ancak çocuğun dini
landırabiliriz. eğitiminin sorumluluğunu hissedenler için geçerli-
dir. Mâturîdî de bu ince noktaya şöyle işaret etmiş-
Eğitimin Sorumluluğu
tir; “Böyle bir emirde173 bulunmak nesil talebi içindir
Aile ve Çocuk Eğitiminde Sorumluluk yoksa şehveti tatmin için değildir. Eğer böyle olsaydı
Mâturîdî çocukların iyi bir eğitim alabilmesi için aile kişi çocuğun terbiyesinin meşakkatine katlanma-
içinde hâkim olması gereken temel esasların sıkıntı ması gerekirdi.”174

241
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Mâturîdî çocuğun din eğitiminde sorumluluğun bi- din eğitimini aileden alışkanlık ve taklit sûretiyle al-
rinci derecede anne-babaya ait olduğunu Kur’ân ve dıklarını vurgulamaktadır. 182
Hadis’deki hitap şekillerinden de çıkararak şu yo- Ayrıca Mâturîdî başka bir ifadesinde183, “İman edenle-
rumlarda bulunmuştur; “Allah bu âyette175 izin iste- rin zürriyetleri, imanlarını anne ve babalarından tel-
mesi gerekenlere değil de izin istenilmesi gerekenlere kin yoluyla aldılar. Herhangi bir araştırmaya girme-
hitap etmiştir. Bu hitap babalara ve efendilere dine den bunu elde ettiler. Onlar gerçi imanlarını anne ve
ait meselelerin ta’lîmi, bunların yerine getirilmesi ve babalarından taklit ve telkin yoluyla aldılar. Araştırma
bu husustaki adabı öğretmek için Allah tarafından ve delille inanma, taklit ve telkin yoluyla imandan
yapılan bir hitaptır. Aynı şekilde Hz. Peygamber de daha efdal olmasına rağmen onlar anne-babalarına
“çocuklarınız yedi yaşına ulaştığında onlara namazı ilhak oldular. Onlar gibi değerlendirildiler.”184diyerek
emredin, on yaşına ulaştıklarında kılmazlarsa on- sorumluluk şuuru altında, iyi bir eğitim veren an-
lara vurun ve yataklarını ayırın” buyurarak âyette ne-baba’nın çocuklarının da ahirette kendileri gibi
olduğu gibi çocuklara değil babalara hitapta bulun- değerlendireceklerine dikkat çekmiştir.
muş onlara dine ait meseleleri emretmelerini ve bu
Yetimlerin Eğitiminde Sorumluluk
meseleleri ta’lîm buyurmalarını ve imtina ederlerse
edep öğretmelerini söylemiştir. Çocuklar bulûğa er- Din eğitiminin bir sorumluluğu olduğunu bize en gü-
diklerinde ve meseleyi bilecek hale geldiklerinde ise zel anlatan, Hz. Peygamberin doğrudan anne-babaya
onlara bizzat emirde bulunmuştur. “sizden çocuklar hitaben söylediği şu hadisidir: “Çocuklarınız yedi ya-
bulûğa erdiklerinde onlar kendilerinden öncekilerin şına geldiğinde onlara namaz kılmalarını emredin,
yaptığı gibi izin alsınlar.”176 on yaşına geldiklerinde aksatırlarsa hafifçe okşayın
ve yataklarını ayırın.”185 Mâturîdî de bu sorumlulu-
Mâturîdî de dinî eğitimin anne-babaya ait bu sorum-
ğun insanın kendi çocuklarına gösterdiği gibi yetim
luluğuna “Ey inananlar! Kendinizi ve çoluk çocuğu-
çocuklar için de geçerli olduğunu yine bu hadisi ör-
nuzu cehennem ateşinden koruyun; onun yakıtı, in-
nek vererek şu şekilde açıklamıştır. “Bu âyette186 ye-
sanlar ve taşlardır; görevlileri, Allah’ın kendilerine
tim bir çocuğu en uygun şekilde terbiye edilmesine
verdiği emirlere baş kaldırmayan, kendilerine buy-
bir delil vardır. Bu da tıpkı insanın kendi evladını ter-
rulanları yerine getiren pek haşin meleklerdir.”177
biye ettiği gibi olmalıdır. Ona güzel ahlâkın hepsini
âyetinin yorumundaki şu ifadeleriyle yer vermiştir;
ve yaşına uygun diğer meseleleri de zamana yaya-
“Yani onlara ateşten koruyacak esbabı ta’lîm edin.”178
rak, alışkanlık haline getirecek şekilde ta’lîm etmeli-
Mâturîdî anne-babanın din eğitimi hususundaki so- dir. Mesela yedi yaşına geldiğinde namazın emredil-
rumluluğunun ne kadar önemli olduğunu, bir pey- mesi, alışkanlık haline getirmez namazı kılmazsa on
gamberi babaya benzeterek şöyle dile getirmiştir179; yaşına geldiğinde ısrarcı olunması gibi.”187
“Lut (a.s.) onlar benim kızlarım diyerek kavminin ço-
Mâturîdî yetimlerin eğitiminin de sorumluluk işi ol-
cuklarını kendine nispet etti. Bunu söylemekle onların
duğunu bir başka yerde şöyle açıklamıştır. Diğer ço-
babası gibi olduğunu ifade etmek istedi. Bunda iki ve-
cuklara olduğu gibi yetimlere de zamanında verilmesi
cih vardır; birincisi: şefkatinden böyle söyledi. Çünkü gereken dini eğitimin verilmemesi halinde istenmeyen
bir nebi bir baba ve anneden insanlara daha şefkat- sonuçlarla karşı karşıya kalınabileceğini şu ifadeleriyle
lidirler. İkincisi: terbiye ve dinin ta’lîmi hususunda vurgulamıştır; “Âyette188 yetimleri imtihana tabi tu-
kavminin üzerinde peygamber bir baba gibidir.”180 tun”dan kastedilen şudur: Yetimlerin bulûğdan önce
Ailede din eğitimi, din eğitiminin en önemli konu- bütün ibadetlere alışıncaya kadar eğitilmesi demek-
larından biridir. Çocuklar bu ilk eğitimi ailelerinden tir. Ayrıca mal hukukunu, kıymetini ve korumasını
alırlar ve sonraki hayatlarında da, bu nüvelere göre öğrenmelerini de sağlamalıdır. Şâyet onlar bulûğa er-
dini hayatlarını şekillendirirler. Mâturîdî de bu önemli dikten sonra bu eğitime tabi tutulurlarsa, bulûğ vak-
konuya yeri geldiğince değinmiş ve ister mümin is- tinde üzerlerine farz olan feraizi ve ibadetleri bilme-
ter müşrik olsun her fert dini eğitimini veya dinsiz- miş olacaklardır. Bu da Allah’ın farzlarını ve Allah
lik eğitimini babalarından aldığını vurgulamıştır. Şu hakkını zayi etmektir. Zira bulûğ vaktinde bunları
ifadelerine bakarsak meseleyi nasıl değerlendirdiğini yapmaya yol bulunamayacaktır. Bundan dolayı Al-
daha iyi anlayabiliriz181; “çünkü o müşrik kadınlar lah yetime bakanlara onları bulûğdan önce terbiye et-
dinlerini babalarından (i’tiyât) alışkanlık ve taklitle melerini söylemiş ki bulûğa erdiklerinde hem Allah
almışlardır.” O bu ifadeyi kullanarak çocukların ilk haklarını hem de feraizden yapmaları gereken şeyleri

242
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

bilerek ve koruyarak bulûğa ermiş olsunlar. Dikkati- bilmemiş olacaklardır. Bu da Allah’ın farzlarını ve
nizi çekerim görülmüyor mu ki; Hz. Peygamber bir Allah hakkını zayi etmek olacaktır. Zira bulûğ vak-
hadisinde babaya çocuğu yedi yaşına ulaştığında na- tinde bunları yapmaya yol bulunamayacaktır. Bun-
mazı emretmesini, dokuz yaşına geldiğinde kılmazsa, dan dolayı Allah yetime bakanlara onları bulûğdan
ısrarcı olunmasını ve yataklarını ayırmasını istemiş- önce imtihan etmelerini söylemiş ki bulûğa erdikle-
tir. Bunlar kul haklarıdır. Bütün bunlar onlara bazı rinde hem Allah haklarını hem de feraizden yapma-
şeyleri alıştırmak ve bulûğdan önce belli başlı adabı ları gereken şeyleri bilerek ve koruyarak bulûğa er-
öğrenmesini sağlamaktır. Zira bulûğa erdiklerinde miş olsunlar. Dikkatinizi çekerim görülmüyor mu
üzerlerine gereken şeyleri bilmiş olacaklar ve onları ki; Hz. Peygamberden gelen hadiste babaya çocuğu
yapmaya başlayacaktırlar. Eğer bu yaştan önce, bu yedi yaşına ulaştığında namazı emretmesini istemiş,
vazifelere alıştırılmazlarsa, hem bazı hakların edası dokuz yaşına geldiğinde dövme ve tedible ayrıca ya-
hem de ibadetlerin yerine getirilmesi onlara gerçek- taklarını ayırmalarını istemiştir. Bunlar kul hakla-
ten zor gelecektir”189 rıdır. Bütün bunlar onlara bazı şeyleri alıştırmak ve
Mâturîdî yetimlere ait eğitim mükellefiyetinin ye- bulûğdan önce belli başlı adabı öğrenmesini sağla-
rine getirilmesinde bazı şartlara dikkat edilmesi üze- maktır. Zira bulûğa erdiklerinde üzerlerine gereken
rinde de durur. Ona göre mevize yetimleri eğitme şeyleri bilmiş olacaklar ve onları yapmaya başlaya-
de en önemli metodlardan biridir. Zira ona göre me- caktırlar. Eğer bu yaştan önce bu vazifelere alıştırıl-
vize katı kalpleri yumuşatan, kaçan tabiatları (taba’i-i mazlarsa hem bazı hakların edası hem de ibadetle-
nafire) teşvik (tergib) eden bir sözdür. Mevizeyle iş- rin yerine getirilmesi onlara gerçekten zor gelecektir.
lerin sonlarını ve durumların tedbirini hatırlatma Eğer buradaki ibtila bulûğdan sonra olursa o zaman
(tezkiri) olur. Bunun üzerine kişi eşine Rabbinin ne onlara bunun ilminin ve amelinin öğretilmesi an-
güzel Rab olduğunu, hakikatin ne olduğunu neyi laşılabilir. Onlarda bu bilgi ve amelle o malları ye-
vaad ettiğini neden de sakındırdığını hatırlatarak rinde kullanırlar.”192
öğüt verir. Çünkü mükellefin ancak detaylı düşün- Engellilerin Eğitiminde Sorumluluk
meyle (tedebbür) le bilgisine (marifet) ulaşabileceği Mâturîdî, Kur’ân’da engellilerle alakalı âyetlerin tef-
şeyle sorumlu tutulabileceğini (teklîf) ortaya koy- sirinde değişik açıklamalarda bulunmuştur. O bu
manın luzumuna delalet vardır. Ona göre yetimle- açıklamalarında engelliler için empati yapar ve on-
rin eğitimini (tedib) de aile büyüklerine aittir. Zira ların duygu ve düşüncelerini dile getirerek yorum-
aile içindeki tedib hususi bir ortamda olacaktır. Bun- larda bulunur. O sadece engelliler için empati yap-
larda gizli olarak olur. Bu ve buna benzer meseleler maz. Engellilerin etrafındaki insanlar için de empati
hâkimin huzurunda izhar edilmeyecek meseleler- yapar. Böylece o, her iki tarafın bakış açısından ha-
dir. Bu da yetimlerin ve küçüklerin kâfili olan her- reketle nelere dikkat edilmesi gerektiğini ortaya ko-
kes için tedib konusunda bir asıldır.190 yar. Bütün bu ifadelerinde o, engellilere iradi bir so-
Mâturîdî ayrıca yetimlerin eğitimindeki sorumlulukta rumluluk şuuruyla davranılması gerektiğini vurgular.
ihsan meselesi üzerinde durur. Yetim çocuğa baka- O bu konuda “Kör için bir sıkıntı yoktur, topal için
cak kimse bu çocuğa babasından dolayı iyilikte bu- bir sıkıntı yoktur, hasta için de bir sıkıntı yoktur”193â-
lunur. Zira onun babası ölmüştür. Babasının başkala- yetinin yorumunda şunları söyler; “engelli olmayan
rına veya o kimseye iyilikte bulunduğu gibi o çocuğa bir insan şefkat ve merhametinden engellilerle bera-
iyilikte bulunmalıdır. Çünkü o yetim çocuk sevgiye ber yemek yemekte sıkıntı çekebilir ve diyebilir ki;
ve baba şefkatine çok ihtiyacı vardır.191 kör birisi yemek yerken yemeğin iyisini kötüsünü gö-
Mâturîdî ayrıca yetimlerin eğitiminin ciddi bir önem remez hatta iyi olmayan tarafından yiyebilir ben ise
arzettiğine ise şu cümleleriyle açıklık getirir; “yetim- iyisini yerim. Ve yine der ki; topal bir engelli otur-
leri imtihandan kastedilen şudur: yetimlerin bulûğ- duğunda düzgün oturamaz ve benim yediğim ra-
dan önce bütün ibadetlere alışıncaya kadar imtihan hatlıkta yemek yiyemez. Hasta olan da aynı şekilde
edilmesi demektir. Ayrıca mal hukukunu, kıyme- hasta olmayan gibi rahat yiyemez. Dolayısıyla engel-
tini ve korumasını öğrenmelerini sağlama yani bu liler kendi aile fertleriyle yemek yemek isterler. Allah
konuda terbiye verme olarak imtihan edilmelidirler. bu âyeti onlara ruhsat olsun diye indirdi. Başka bir
Şâyet onlar bulûğa erdikten sonra imtihan edilirlerse, yorumda, bütün engelliler kendilerinde bir rahatsız-
bulûğ vaktinde üzerlerine farz olan feraizi ve ibadetleri lık olduğu için engelli olmayanları rahatsız etmemek

243
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

ve bazı şeylerden tiksindirmemek için onlarla beraber yaratılmıştır. Fakat insan nefsini terbiye edecek ka-
yemek yemeyi tercih etmezler. Mesela topal bir en- biliyete, bu mezmum ahlâkları zıtlarına çevirecek
gelli şöyle düşünür. Ben topalım bir mecliste iki ki- ve güzel ahlâkı elde edecek imkâna da sahiptir. Ona
şilik yer kaplar oradakilere mekânı dar ederim. Kör göre, insan, hayvanları ve yırtıcı kuşları, insanlar-
şöyle düşünebilir ben onların yemeğinin bozarım dan kaçan ve itaat etmeyen bir fıtratta yaratılmala-
hasta da böyle bir şey düşünebilir. Allah bunlar için rına rağmen terbiye ile kendine hizmet edecek hale
herkesle beraber yemek yemelerinde bir sıkıntı olma- getirip ondan istifade ediyor. Aynı şekilde insan da
dığını belirtmek için bu âyetleri indirdi.”194 nefsini terbiye ederse onu yaratılışından çıkartıp ken-
Mâturîdî’ye göre engelli kendisinin farkındadır. Bir dine itaat eden bir hale getirebilir. İşte o zaman nef-
engelli kendisi için engel olan meselenin kalkabile- sine yaptırmak istediği şeyler kolay hale gelir. Yine
ceği duygusuyla yaşar ve bunun muhal olmadığının kişi lezzet duyduğu şeylerin sevgisiyle ve elem ve ağrı
idrakindedir.195 duyduğu şeylerin nefretiyle yaratılmasına rağmen
elindeki lezzetten daha büyük bir lezzeti kazanmak
Mâturîdî yine bir başka yerde bir engellinin yerine
için ilk lezzeti terk edebilecek ve bunlara sabır ede-
kendini koyarak yani empati yaparak onun o engelin
bilecek kabiliyette yaratılmıştır. Son olarak ona göre
kalkması için ya da başka biri ifadeyle o organını tek-
nefislerini terbiye hususunda başarılı olanlar namaz
rar elde etmek için dünyayı feda edebileceğini söyler.196
kılanlardır, başkaları değil.”200
Eğitimin Gücü
İnsanın nefsini eğitebilecek güçte olduğuyla alakalı
İnsanın Nefsini Eğitme Gücü olarak Mâturîdî, “Muhakkak ki nefis, şehvetlere, lez-
Mâturîdî de eğitimin gücüne yeri geldiğince vurguda zetlere meyil ve onlara rağbet duyacak, hoş olmayan
bulunmuş ve örnekler vererek konuyu izah etmiştir. şeylerden de uzak duracak tabiattadır. Fakat iradesini
Mesela197ona göre her insan başlangıçta cimridir fa- kullanarak kendisinin aleyhine olan şeylerden uzak
kat imtihanla ve tecrübeyle cömert ve sabırlı hale ge- durabilir ve iyi şeylere yönelebilir.”201 yorumunda bu-
lebilir. İnsanın fıtratında ihtiyacı olmasa da her şeyi lunarak insanın kendi nefsini yönlendirebilecek güçte
toplama özelliği vardır. Tıpkı küçük çocuklar gibi ih- olduğunu vurgulamıştır.
tiyaçları olmadığı halde birçok şeyi toplar ve bunları O bu konuyla alakalı ayrıca, eğer insan nefsini irade-
başkalarından engeller vermezler. Ama eğitimle bu sinin gücünü kullanarak iyi yöne tevcih etmezse he-
özelliklerini değiştirebilirler.”198 vasını ilah edinme gibi tehlikeli bir sonuçla karşı kar-
Başka bir ifadesinde, “insan aceleci yaratılmıştır ama şıya kalacağını vurgulayarak nefis eğitilmezse tehlikeli
Allah ona nefsini terbiye ederek alıştırmalara (i’tiyad) olabileceğinden haber vermiştir.”202 Mâturîdî nefsin
tabi tutarak sabırlı ve hâlim selim olma imkânını da hevasına uymaması için ise bazı çözüm yolları da su-
vermiştir. Kur’ân’a göre insana bir acı isabet ettiğinde nar. Kişi nefsini hevasından engelleyecektir. Ama bu
çok sızlanır, bir hayır veya mal isabet ettiğinde her- sözle nehiy değil, bu nehiy onu şehevat ve lezzattan
kesten meneder ama namaz kılanlar bundan istisna- elini çekmektir. Bu engellemeyi sağlamak da ona ahi-
dır. Bu da bize göstermektedir ki, terbiye ve alıştırma ret azabını hissettirmekle, o azabın elem ve acısıyla
(i’tiyad) ile insanın bir halden başka bir hale geçme korkutmakla olur. Bunu yaptığı zaman nefse hazır
imkânı söz konusudur. Yine Kur’ân’a göre insan çok şehvetleri terketmek ve ahiret için amel işlemek ko-
cimridir. Bu ilk hal itibariyledir. Sonra riyazet, ta’lîm lay olur. Mâturîdî’ye göre insanlar nefsi hevasından
ve alıştırma (i’tiyad) ile insan çok cömert bir hale ge- terketme hususunda iki çeşittir; bir kısmı ona kah-
lebilir. Ayrıca insan aceleci ve sızlanan bir karaktere reder ona şehvetlerini vermez. O her zaman cehd ve
sahiptir. Aynı şekilde bu haller terbiye ile müspet hale yorgunluk üzerinedir. Bir kısmı da ona akıbeti ha-
dönüşebileceği anlaşılmaktadır. Sonuç olarak Allah tırlatır, ehli taate ne hazırlandığını ve zâlimlerin neyi
insana nefsini terbiye etmesini, istediği şeyleri yap- hak ettiğini bildirir. Böylece bu o nefse ıyan gibi olur.
maya onu alıştırmasını ve nehyettiği şeylerden onu Sonunda ahiret lezzetlerini dünya lezzetlerine tercih
menetmesini emretmiştir.”diyerek eğitimin gücüne eder. Dolayısıyla nefsi bu şeylerden menetmek ancak
ve insanı değiştirebileceğine vurguda bulunmuştur.199 yukarıda zikredilen şeylerle mümkündür.203
Mâturîdîye göre insan kendi nefsini terbiye edecek Mâturîdî’ye göre nefis şehvetlere, lezzetlere meyil ve
eğitim gücüne sahiptir. Yine ona göre insan, mez- onlara düşme ve yine onlara bir rağbet duyma üzere,
mum ahlâk olan cimri, tutucu ve acelecilik üzere hoş olmayan şeylerden ve şiddetli olan şeylerden uzak

244
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

duracak bir tabiatta yaratılmıştır.”204 Bir başka yerde ta’lîmle imtihan olunmaktadır. Bu onun lehine bir
bununla alakalı ise şöyle der; “Çünkü nefis heva ve imtihan içindir. Hayvanlar için bir imtihan söz ko-
lezzet ve şehvetlere meyil üzere inşa edilmiş ve bu- nusu değildir. İkincisi, insanların bazıları bazıların-
nunu üzerine yaratılmıştır. İnsan onun hevaya uyma- dan ilmi taallüm hususunda faziletlidir. Hayvanlarda
sını akılla menetmeye güç yetirir.205 Burada Mâturîdî ise böyle bir şey yoktur. Küçükleri de büyükleri de bu
insanın akılla nefsinde bulunan yanlış şeyleri yap- hususta eşittir.”208
mama gücünü de sahip olduğunu vurgulamaktadır. Bir başka ifadesinde insanın eğitime muhtaç oldu-
Mâturîdî nefisle alakalı ise şunları söylemekte: Nefis ğunu daha açıkça şöyle dile getirmiştir; “İnsan her
insan tabiatının hoşlanmadığı şeylerden kaçar. Bu se- zaman ilim talebinde bulunması ve ilim alma özel-
beple de imtihan dünyasında yaşayan insan nefsini liğinde olması gerekir. Zira insanların buna ihtiyacı
yenmeye, onu istediği ve emrolunduğu yöne çevir- vardır. Mesafeler uzak olsa da.”209
meye va’d ve vaîd ilkesini hatırlatmaktan başka bir Mâturîdî bir başka yorumunda insanın cimri, ace-
yol bulamaz. Sonunda bu ilkeleri benimseyen mü- leci, öfkeli ve bunun gibi kötü sıfatlarla yaratıldığını
kellef için erdemlilik yolunda nefsin arzu ettiği şey- vurgulamış ve onun bu kötü vasıflardan kurtulmak
lerden uzak durmak ve büyük güçlüklere göğüs ger- için terbiyeye ve temrinata ihtiyaç duyduğunu ifade
mek önemli bir problem teşkil etmez.”206 etmiştir. Çünkü ona göre insan eğitime müsait ya-
Mâturîdî’ye göre nefsin bu olumsuz yanlarıyla bera- ratılmıştır.210
ber müsbet bir tarafı da vardır. Ona göre nefsini ta- İnsan eğitime muhtaçtır. Mâturîdî211 Allah’ın insa-
nıyan Rabbini de tanımış olur. Çünkü kendi öz ya- nın içine her çirkin şeyin çirkinliğini ve her güzel şe-
pısını tanıyan kişi, onun sahip bulunduğu işitme, yinde güzelliğini koyduğunu söylemiş ve insanın gü-
görme gibi arazların inceliklerinden haberdar olma- zelliğe sevk edilmesi için eğitime muhtaç olduğunu
dığı gibi bünyesinde bozulan şeyleri düzeltmesini, ne hissettirmiştir.”212
kadar bir süre yaşayacağını ve hangi mekânlarda bu-
lunacağını da bilemez. Ayrıca kişi fizyolojik ve psiko- Mâturîdî, özellikle insanlara, birbirlerine nasıl mua-
lojik yapısı için söz konusu olan ihtiyaçların ortaya mele edeceğini konu edinen münazara ilminin ta’lîm
çıkış zamanı ve şekliyle bunları gidermenin mahi- edilmesi üzerinde durmuş ve buradan hareketle in-
yetini de tam manasıyla tesbit edemez. İşte insanın sanın her zaman ve her yaşta belli şeyleri kazanması
kendi öz yapısı karşısındaki durumu budur. Bunun için eğitime olan ihtiyacını vurgulamıştır.213
yanında o (hayatı boyunca) kendine yönelik gözlem- Eğitimde Yöntem/Yaklaşım
lerine dayanarak maddî varlığının süreksizlik ve ka- Mâturîdî de tefsirinde yeri geldiğince insanlara bazı
rarsızlığına da tanıklık eder. Evet, kişinin, vücut bul- meselelerin takdimi hususunda değişik metotlardan
ması için nefsinin geçirdiği çeşitli evrelerin yanı sıra bahsederek bu meselenin önemini vurgulamıştır. Ona
var oluşundan itibaren şu andaki zamana kadar yine göre insanlara emr-i bi’l-maruf ve nehy-i ani’l-mün-
nefsinin geçirdiği haller bilmesi uzak bir ihtimaldir. ker’in öğretilmesi gerekmektedir. Bu da lütuf ve rıfkla
Nefsinin bu serüvenini zihninde tasavvur etmesi çok yani yumuşaklıkla olur. Bu yumuşaklık ve lütuftan
zor iken aklıyla bu gerçeği kuşatması da gücünü kat maksat, karşı tarafa delili kabul ettirmek, aklına ge-
kat aşan bir husustur. Bütün bu gerçekler karşısında, lebilecek şüpheleri izale etmek ve aklına meseleyi ya-
kişi, sahip olduğu özellikleriyle birlikte nefsini ken- tırmaktır. Eğer bu konularda “teami”ye girer yani kör
disinin yaratıp yönetmediğinin şuuruna kaçınılmaz gibi davranırsa o zaman yerine göre tehdit ve cehen-
bir şekilde ulaşır.”207 nemle korkutmakla bir yere varılmaya çalışılır. Eğer
Eğitime Olan İhtiyaç kibirlenirse ve tabiatının uğursuzluğu anlaşılırsa o
Mâturîdî de eğitime olan ihtiyaç konusunda birçok zaman dövme ve yerine göre hapisle ta’lîm etmeye
açıklama yapmıştır. Mâturîdî’ye göre “Hayvanlar çalışılır. Bu usul fayda verirse ne ala vermezse onun
kendilerine ait özellikleri sonradan öğrenmez doğuş- şerrini insanlardan uzak tutmaya gayret gösterilir.”214
tan bilirler. Allah onları bu şekilde yaratmıştır. Fakat Mâturîdîye göre eğitim metotlarından bir tanesi de
beşere gelince o kendini sıkıntıya sokacak şeyleri de talebeye iltifatta bulunmaktır. Ona göre ilim öğrenen
menfaatine olacak şeyleri de ancak taallümle öğre- talebeler arasında durumları eşit olsa bile lütuf ve il-
nebilir. Beşer ancak taallümle bilebilir. Bu da şu iki tifat varsa bu ta’lîmi kolaylaştırır. İltifat olmazsa eği-
vecihten dolayıdır; birincisi, imtihan için yani beşer tim daha zor maksadına ulaşır.”215

245
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Mâturîdîye göre bir kâfirle muhatap olunuyorsa za- açıklamıştır. “Zikir ehline sorun ve onları taklit edin.
hirle onunla mücadele edilse bile kalben şefkat duyul- Yani birisini taklit etmeniz gerekiyorsa zikir ehlini
ması gerekir. Bu yorumda bulunduğu yerde şunları taklit edin fakat asla kâfir önderleri ve kitabı bilme-
söylemektedir; “Hz. Peygamber, ümmetine kâfirlerle yenleri taklit etmeyin, ehli zikri taklit edin” Mâturî-
ve kötü kimselerle nasıl muamele edileceğini bize dînin bu ifadelerinden anlıyoruz ki taklit edilecek bir
ta’lîm etmiştir. Zahir de onlarla mücadele edilecek diğer zümre de Allah’ı devamlı zikreden insanlardır.219
ama kalbinden onlara şefkat beslenecek.” Mâturî-
Mâturîdîye göre eğitim metotlarından bir tanesi de
dînin bu ifadelerinden anlıyoruz ki eğitimde şefkat
talebeye iltifatta bulunmaktır. Ona göre ilim öğrenen
beslemek de bir yöntemdir.216
talebeler arasında durumları eşit olsa bile lütuf ve il-
Mâturîdî yöntemlerin çare olmadığı durumlarda ise tifat varsa bu ta’lîmi kolaylaştırır. İltifat olmazsa eği-
caydırıcı bir üslup olarak şu ifadelere yer vermiştir; tim daha zor maksadına ulaşır.”220
“Herkesçe bilinen bir gerçek vardır ki, bir insan di-
ğer bir insana bir şeyi emretse veya bir mesele hak- Mâturîdîye göre bir kâfirle muhatap olunuyorsa za-
kında öğüt verse ve bunun fayda vermediğini görse hirle onunla mücadele edilse bile kalben şefkat duyul-
o zaman o şahsa der ki, ister yap istersen yapma, terk ması gerekir. Bu yorumda bulunduğu yerde şunları
edersen bunun zararı senin aleyhine, eğer işlersen söylemektedir; “Hz. Peygamber, ümmetine kâfirlerle
faydası sana racidir.” Böylece o, eğitimde uygulanan ve kötü kimselerle nasıl muamele edileceğini bize
metotların fayda vermemesi halinde söylenebilecek ta’lîm etmiştir. Zahir de onlarla mücadele edilecek
muhtemel şeylerden bahsetmiştir.217 ama kalbinden onlara şefkat beslenecek.” Mâturî-
Eğitimde en önemli metotlardan bir tanesi de ko- dînin bu ifadelerinden anlıyoruz ki eğitimde şefkat
numu çok iyi insanları örnek almadır. Çocuk an- beslemek de bir yöntemdir.221
ne-babasını taklit eder. Yetişkinler için de taklit, önde Mâturîdî örnek alma meselesine farklı bir açıdan
olan rehber kimseler için geçerlidir. Mâturîdî de bu yaklaşmış ve bir mezhebe veya dine inanan insa-
konuya şu ifadeleriyle yer vermiştir; “Sahabeyi tak- nın bu dine veya mezhebe inanma yollarından bi-
lit ve onlara ittiba bir esastır. Onları taklit lazımdır, rinin de taklit olduğunu söylemiştir. Yani başka bi-
onlara iktida etmek vaciptir. Onlar bir şeyden haber risini daha basiretli, daha bilgili görür, kendisi de o
veriyorlarsa veya bir hadis söylüyorlarsa onunla amel makama erişemez dolayısıyla o şahsı basiretinin, il-
etmeli asla terk etmemeli”218 minin faziletinden dolayı taklit etmiş olacağını vur-
Bir başka yerde yine örnek alma hususunda ‘zikir eh- gulayarak eğitimde örnek alma yöntemine vurguda
lini’ hedef göstermiş ve bunun sebeplerini de şöyle bulunmuştur.”222

Dipnotlar
1 Ak, A., (2008), Büyük Türk Âlimi Mâturîdî Ve Mâturîdîlik,İstanbul, Fakülte Yay., s. 98.
2 Ak, A., (2008), 121.
3 Ebu’l-Mu’în Meymûn b. Muhammed en-Nesefî, (2004)Tabsıratu’l-Edille fî Usûli’d-Dîn, Ankara, Diyanet İşleri Başkanlığı
Yayınları, I/359.
4 Kutlu S., (2003) “Bilinen ve Bilinmeyen Yönleriyle İmâm Mâturîdî”, Mâturîdî ve Mâturîdîlik, ed. Sönmez Kutlu, Ankara,
Kitabiyat Yay., s. 30.
5 Özcan H., Mâturîdî’de Bilgi Problemi, (1998), İstanbul, İFAV., Yay.,s. 137.
6 Mâturîdî, (2005), Kitâbu’t-tevhîd (neşr. Bekir Topaloğlu-Muhammed Aruçi), Ankara, s.259; a.mlf., [2005] Kitâbu’t-tevhîd
Tercümesi (çev. Bekir Topaloğlu), Ankara, s.211.
7 6. Enam, 36.
8 Ebu Mansûr Mâturîdî (2004), Te’vîlâtu Ehli’s-Sünne (neşr. Fatıma Yusuf el-Hıyemî), Beyrut., II,113.
9 Mâturîdî, (2004), I, 17.
10 Mâturîdî, (2004), III, 240.
11 Mâturîdî, (2004), III, 568.
12 Cemalu’d-dîn Ebu’l-Fadl Muhammed b. Mükerrem, İbn Manzûr, (2009), Lisânu’l-Arab, Beyrut, D.K.İ., XIII, 366.
13 Mâturîdî, (2005) s. 12 (9).
14 Alper, H., (2009 ), Mâturîdî’de Akıl-Vahiy İlişkisi, İstanbul İz Yay., s. 51.
15 Mâturîdî, (2004), III, 178.
16 Mâturîdî, (2004), II, 15.
17 Mâturîdî, (2004), II, 239.

246
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

18 Mâturîdî, (2004), IV, 11.


19 Mâturîdî, (2005), s. 254 (208).
20 Mâturîdî, (2004), II, 243-244.
21 Kutlu, S., (2003), s. 36.
22 Mâturîdî, (2004), c. 2, s. 403.
23 Mâturîdî, (2004),I, 299.
24 2. Bakara, 55.
25 Mâturîdî, (2004), I, 54.
26 Mâturîdî, (2004), IV, 20.
27 Mâturîdî’de akıl-nakil ilişkisi hakkında daha geniş bilgi için bkz., Alper, H, (2009).
28 Mâturîdî, (2005), s.5 (4).
29 Mâturîdî, (2004), I, 77. Tefsirde aynı konunun işlendiği farklı âyetler için bkz. 6. Enam, 25 ve 39, 7. Araf, 100, 8. Enfal, 22
ve 56.
30 12. Yusuf, 68.
31 Mâturîdî, (2004), II, 593.
32 Mâturîdî, (2004), III, 256.
33 Mâturîdî, (2004), III, 616.
34 Mâturîdî, (2004), III, 611.
35 Mâturîdî, (2004), III, 41.
36 Mâturîdî, (2004), III, 252.
37 Mâturîdî, (2004), III. 211.
38 2. Bakara, 35.
39 Mâturîdî, (2004), I, 41.
40 17. İsra, 36.
41 Mâturîdî, (2004), III, 155-156.
42 42. Şura, 52-53.
43 Mâturîdî, (2004), IV, 418.
44 Şekeroğlu, S, (2010), Mâturîdî’de Ahlak, Ankara, Ankara Okulu Yay., s.99.
45 Mâturîdî, (2004), I, 227
46 Mâturîdî, (2004), I, 106, 185.
47 Mâturîdî, (2004), I, 90.
48 Mâturîdî, (2004), I, 13.
49 Mâturîdî, (2005), s. 192 (158).
50 Mâturîdî, (2005),. 346-347 (277-278).
51 İbn Manzûr, (2009), V, 169.
52 İbn Manzûr, (2009), XI, 32.
53 İbn Manzûr, (2009), IV, 356.
54 İbn Manzûr, (2009), IV, 311.
55 İbn Manzûr, (2009), V, 252.
56 Mâturîdî, (2004), I, 258.
57 Mâturîdî, (2004), I, 616.
58 İbnu’l-Manzûr, (2009), VII, 69, ve II, 129.
59 Mâturîdî, (2004), I, 248.
60 Mâturîdî, (2004), I, 224.
61 İbnu’l-Manzûr, (2009), VIII, 276.
62 Mâturîdî, (2004), V, 251.
63 Mâturîdî, (2004), I, 35.
64 Mâturîdî, (2004), I, 109.
65 Mâturîdî, (2004), I, 115.
66 Mâturîdî, (2004), I, 160.
67 Mâturîdî, (2004), I, 167.
68 Mâturîdî, (2004), IV, 387.
69 Mâturîdî, (2004), IV, 387.
70 Mâturîdî, (2004), IV,235.
71 Mâturîdî, (2004), IV, 236.
72 Mâturîdî, (2004), IV, 261.
73 Mâturîdî, (2004), V, 516.
74 İbnu’l-Manzûr, (2009), VII, 182.
75 Mâturîdî, (2005), s. 275 (224).
76 İbnu’l-Manzûr, (2009), III, 387.
77 Mâturîdî, (2005), s. 312 (252-253).

247
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

78 Mâturîdî, (2004),I, 230.


79 Mâturîdî, (2005), s. 312 (252-253).
80 Mâturîdî, (2005), s. 168 (138).
81 Mâturîdî, (2004), I, 164.
82 Mâturîdî, (2004), I, 241.
83 Mâturîdî, (2004), I, 358.
84 Mâturîdî, (2004), III, 480.
85 İbnu’l-Manzûr(2009), III, 216.
86 Mâturîdî, (2004), I, 357.
87 Mâturîdî, (2004), I, 357.
88 Mâturîdî, (2005), s. 571 (461).
89 Mâturîdî, (2004), III, 588.
90 İbn Manzûr, (2009), III, 448.
91 Mâturîdî, (2004), III, 122
92 Mâturîdî, (2004), I, 169
93 Mâturîdî, (2005), s. 584 (472).
94 Mâturîdî, (2005), s. 172 (141).
95 Mâturîdî, (2004), I, 65; II, 86
96 Mâturîdî, (2004), I, 119.
97 Mâturîdî, (2004), II, 546.
98 9. Tevbe, 100.
99 Mâturîdî, (2004), II, 442.
100 Mâturîdî, (2004), III, 88.
101 İbn Manzûr, (2009), XIII, 480.
102 Mâturîdî, (2004), IV, 595.
103 İbn Manzûr, (2009), I, 245.
104 Mâturîdî, (2004), II, 120.
105 Mâturîdî, (2004), II, 344.
106 Mâturîdî, (2004), II, 440.
107 Mâturîdî, (2004), I, 164.
108 Mâturîdî, (2004), V, 208.
109 İbn Manzûr, (2009), XIV, 386.
110 Mâturîdî, (2004), I, 172.
111 Mâturîdî, (2004), II, 542.
112 İbn Manzûr, (2009), XII, 484.
113 Mâturîdî, (2004), I, 205.
114 64. Teğabun, 14.
115 Mâturîdî, (2004), V, 150.
116 62. Cuma, 2.
117 Mâturîdî, (2004), V, 127; I, 34.
118 66. Tahrim, 6.
119 Mâturîdî, (2004), V, 179.
120 Mâturîdî, (2004), II, 13.
121 Mâturîdî, (2004), V, 453.
122 Mâturîdî, (2004), III, 98.
123 30. Rum, 30.
124 Hökelekli, H. (1996), “Fıtrat”, T.D.V., Ansiklopedisi, XIII, 47-48.
125 30. Rum, 30.
126 Mâturîdî, (2004), IV, 47.
127 10. Yunus, 19.
128 Mâturîdî, (2004), II, 471.
129 Çağrıcı, M., (1989), “Ahlâk”, T.D.V. Ansiklopedisi, II, 1.
130 Şekeroğlu, S. (2010), s. 161.
131 Mâturîdî, (2004), I, 53.
132 Mâturîdî, (2004), I, 324.
133 Mâturîdî, (2004), III, 292.
134 Mâturîdî, (2004), V, 376.
135 Mâturîdî, (2004), IV, 376.
136 Abdullah b. Mübarek, Vâôıh, el-Mervezî, (tsiz), Kitabu’z-Zühd, Beyrut, Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye, s. 130;Ebu Nuaym, Ah-
med b. Abdullah el-Esbehânî, (1405), Hilyetu’l-Evliya ve Tabakâtu’l-Asfiyâ , Beyrut, Daru’l-Kitabi’l-Arabî, V, 170.
137 Mâturîdî, (2004), III, 512.

248
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

138 Mâturîdî, (2004), V, 207.


139 Mâturîdî, (2004), II, 321.
140 Mâturîdî, (2004), IV, 497.
141 Mâturîdî, (2004), II, 539.
142 Mâturîdî, (2004), III, 449.
143 Mâturîdî, (2004), II, 433.
144 Mâturîdî, (2004), III, 113.
145 İbn Manzûr, (2009), VII, 526.
146 Mâturîdî, (2004), II, 287.
147 Mâturîdî, (2004), II, 486.
148 Mâturîdî, (2004), II, 527.
149 Mâturîdî, (2004), V, 20.
150 Mâturîdî, (2004), V, 230.
151 İbn Manzur, (2009), II, 730.
152 Mâturîdî, (2004), II, 249.
153 Mâturîdî, (2005),. 157 (127).
154 Mâturîdî, (2005), s. 157 (128).
155 Mâturîdî, (2004), III, 535.
156 Mâturîdî, (2004), IV, 521.
157 Mâturîdî, (2004), V, 260.
158 Mâturîdî, (2004), V, 310.
159 2. Bakara, 31.
160 Mâturîdî, (2004), I, 34.
161 Mâturîdî, (2004), II, 638.
162 Mâturîdî, (2004), V, 5.
163 Mâturîdî, (2004), II, 120.
164 Mâturîdî, (2004), II, 456.
165 Mâturîdî, (2004), II, 560.
166 Mâturîdî, (2004), I, 65.
167 Mâturîdî, (2004), II, 440.
168 Mâturîdî, (2004), IV, 41.
169 Mâturîdî, (2004), II, 344.
170 Mâturîdî, (2004), II, 173.
171 Mâturîdî, (2004), II, 568.
172 Mâturîdî, (2004), III, 529.
173 “Kadınlarınız sizin tarlanızdır, tarlanıza istediğiniz gibi gelin. İstikbal için hazırlıklı olun, Allah’tan sakının. O’na, hiç
şüphesiz kavuşacağınızı bilin, bunu inananlara müjdele.” (2. Bakara, 223.) âyetinin yorumunda.
174 Mâturîdî, (2004), I, 172.
175 “Ey inananlar! Ellerinizin altında olan köle ve cariyeler ve sizden henüz erginliğe ermemiş olanlar, sabah namazından
önce, öğle sıcağında soyunduğunuzda ve yatsı namazından sonra yanınıza gireceklerinde üç defa izin istesinler. Bunlar,
sizin açık bulunabileceğiniz üç vakittir. Bu vakitlerin dışında birbirinizin yanına girip çıkmakta size de, onlara da bir
sorumluluk yoktur. Allah size âyetlerini böylece açıklar. Allah bilendir, Hâkim’dir.”(24. Nur, 58.)
176 Mâturîdî, (2004), III, 479.
177 66. Tahrim, 6.
178 Mâturîdî, (2004), V, 179.
179 “Milleti ona koşarak geldiler. Daha önce kötü işler işliyorlardı. “Ey milletim! İşte bunlar benim kızlarım, onlar sizin için
daha temizdir. (size nikahlıyabilirim!) Allah’tan sakının, konuklarımın önünde beni rezil etmeyin. İçinizde aklı başında
kimse yok mudur?” dedi.” (11. Hud, 78.) âyetinin yorumunda.
180 Mâturîdî, (2004), II, 542.
181 “Allah’a eş koşan kadınlarla onlar imana gelinceye kadar evlenmeyin. İnanan bir cariye, hoşunuza gitse de ortak koşan
bir kadından daha iyidir. İnanmalarına kadar; ortak koşan erkeklerle mümin kadınları evlendirmeyin. İnanan bir köle,
hoşunuza gitmiş olsa da, ortak koşan bir erkekten daha iyidir. İşte onlar ateşe çağırırlar, Allah ise izniyle cennete ve mağ-
firete çağırır ve insanlara ibret alsınlar diye âyetlerini açıklar.”(2. Bakara, 221.) âyetinin yorumunda.
182 Mâturîdî, (2004), I, 169.
183 “İnanan, soyları da inançta kendilerine uyan kimselere soylarını da katarız. Onların işlediklerinden hiçbir şey eksiltme-
yiz. Herkes kazancına bağlıdır.” (52. Tur, 21.) âyetinin yorumunda.
184 Mâturîdî, (2004), IV, 595.
185 Ebu Davud Süleyman b. el-Eş’as es-Sicistani el-Ezdî, (2009), es-Sünen, Beyrut, er-Risaletu’l-Alemiyye, Salat 26, (494);Tir-
mizi, Ebu İsa Muhammed b. İsa b. Serve, (2009), el-Câmiu’s-Sahîh, Beyrut, er-Risaletu’l-Alemiyye Salat 299, (407).
186 “Sana yetimleri sorarlar, de ki: “Onların işlerini düzeltmek hayırlıdır”. Eğer onlarla bir arada yaşarsanız, artık onlar sizin
kardeşlerinizdir. Allah düzeltenden bozanı ayırt etmesini bilir. Allah dileseydi sizi zora sokardı. Allah şüphesiz güçlüdür,
Hâkim’dir.”(2. Bakara, 220.) âyetinin yorumunda.
187 Mâturîdî, (2004), I, 164.

249
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

188 “Yetimleri, evlenme çağına gelene kadar deneyin; onlarda olgunlaşma görürseniz mallarını kendilerine verin; büyüyecek-
ler de geri alacaklar diye onları israf ederek ve tez elden yemeyin. Zengin olan, iffetli olmağa çalışsın, yoksul olan uygun
bir şekilde yesin. Mallarını kendilerine verdiğiniz zaman, yanlarında şahid bulundurun. Hesap sormak için Allah yeter.”
(4. Nisa, 6.) âyetinin yorumunda.
189 Mâturîdî, (2004), I, 357.
190 Mâturîdî, (2004), I, 415.
191 Mâturîdî, (2004), I, 419.
192 Mâturîdî, (2004), I, 357.
193 24. Nur, 61.
194 Mâturîdî, (2004), III, 482
195 Mâturîdî, (2005), s. 224 (185).
196 Mâturîdî, (2005), s. 278 (227).
197 “De ki: “Rabbimin rahmet hazinelerine siz sahip olsaydınız, tükenir korkusuyla yine de cimrilik ederdiniz. Zaten insanlar
pek cimridir.” (17. İsra, 100.) âyetinin yorumunda.
198 Mâturîdî, (2004), III, 198.
199 Mâturîdî, (2004), III, 329.
200 Mâturîdî, (2004), V, 251.
201 Mâturîdî, (2004), II, 588.
202 Mâturîdî, (2004), IV, 476.
203 Mâturîdî, (2004), V, 379.
204 Mâturîdî, (2004), II, 588.
205 Mâturîdî, (2004), IV, 267.
206 Mâturîdî, (2005), s. 157 (128).
207 Mâturîdî, (2005), s. 160 (130).
208 Mâturîdî, (2004), III, 98.
209 Mâturîdî, (2004), III, 242.
210 Mâturîdî, (2004), III, 329.
211 “Sonra da ona iyilik ve kötülük kabiliyeti verene and olsun ki.” (91. Şems, 8.) âyetinin yorumunda.
212 Mâturîdî, (2004), V, 464.
213 Mâturîdî, (2004), III, 131.
214 Mâturîdî, (2004), I, 275.
215 Mâturîdî, (2004), IV, 604.
216 Mâturîdî, (2004), III, 210.
217 Mâturîdî, (2004), III, 202.
218 Mâturîdî, (2004), II, 442.
219 Mâturîdî, (2004), III, 88.
220 Mâturîdî, (2004), IV, 604.
221 Mâturîdî, (2004), III, 210.
222 Mâturîdî, (2004), III, 122.

Kaynakça
Abdullah b. Mübarek, Vâdıh, el-Mervezî, (tsiz), Kitabu’z-Zühd, Beyrut, Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye,
Ak, Ahmet, (2008), Büyük Türk Âlimi Mâturîdî Ve Mâturîdîlik, İstanbul, Fakülte Yay.
Alper, Hülya, (2009 ), Mâturîdî’de Akıl-Vahiy İlişkisi, İstanbul İz Yay.
Cemalu’d-dîn Ebu’l-Fadl Muhammed b. Mükerrem, İbn Manzûr, (2009), Lisânu’l-Arab, Beyrut, D.K.İ.
Ebu Davud Süleyman b. el-Eş’as es-Sicistani el-Ezdî, (2009),es-Sünen, Beyrut, er-Risaletu’l-Alemiyye.
Ebu’l-Mu’în Meymûn b. Muhammed en-Nesefî, (2004) Tabsıratu’l-Edille fî Usûli’d-Dîn, Ankara, Diyanet İşleri Başkanlığı Ya-
yınları.
Ebu Mansur Mâturîdî, (2005), Kitabü’t-Tevhid (neşr. Bekir Topaloğlu-Muhammed Aruçi), Ankara.
_______, (2005) Kitabü’t-Tevhid Tercümesi (çev. Bekir Topaloğlu), Ankara.
_______,(2004), Te’vîlâtu Ehli’s-Sünne (neşr. Fatıma Yusuf el-Hıyemî), Beyrut.
Ebu Nuaym, Ahmed b. Abdullah el-Esbehânî, (1405), Hilyetu’l-Evliya ve Tabakâtu’l-Asfiyâ, Beyrut, Daru’l-Kitabi’l-Arabî.
Kur’an-ı Kerim.
Kutlu, Sönmez (2003) “Bilinen ve Bilinmeyen Yönleriyle İmâm Mâturîdî”, Mâturîdî ve Mâturîdîlik, ed. Sönmez Kutlu, Ankara,
Kitabiyat Yay.
Özcan, Hanefi., Mâturîdî’de Bilgi Problemi, (1998), İstanbul, İFAV., Yay.
Şekeroğlu, Sami, (2010), Mâturîdî’de Ahlak, Ankara, Ankara Okulu Yay.
Komisyon, (1988), T.D.V. Ansiklopedisi. İstanbul, T.D.V., Yayınları.
Tirmizi, Ebu İsa Muhammed b. İsa b. Serve, (2009), el-Câmiu’s-Sahîh, Beyrut, er-Risaletu’l-Alemiyye.

250
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Prof. Dr. Özkul ÇOBANOĞLU


1961 yılında Ayvalık’ta doğdu. İlk ve orta öğrenimimi Ayvalık’ta, Cumhuriyet İlko-
kulu ve Ayvalık Lisesi’nde tamamladı.1986 yılında Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fa-
kültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünden mezun oldu. 1987 yılında Hacettepe Üni-
versitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Türk Halkbilimi Anabilim
Dalı’nda araştırma görevlisi olarak göreve başladı. 1989-1992 yılları arasında Yük-
sek Öğretim Kurulu tarafından görevli olarak gönderildiği Amerika Birleşik Devlet-
leri Indiana Üniversitesi Folklor Enstitüsü master programından mezun oldu. 1990-
1991 Güz ve Bahar Sömestirlerinde Indiana Üniversitesi Folklor Enstitüsü’nde Prof.
Dr. Henri Glassie’nin “Araştırma Asistanı” (Research Assistant) olarak görev yaptı.
1992-1996 yılları arasında Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde dok-
tora programını ve Prof. Dr. Umay Günay’ın danışmanlığında doktora tezini tamam-
ladı. Öğretim Görevlisi olarak 1992-1996 yılları arasında görev yaptığı Hacettepe Üni-
versitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Türk Halkbilimi Anabilim
Dalı’na 1997 yılında Yardımcı Doçent unvanı ile öğretim üyesi olarak atandı. 1997-
1998 öğretim yılında Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ndeki Doğu Akdeniz Üniversi-
tesi’nin Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde misafir öğretim üyesi olarak çalıştı. Bunu
daha sonraki yıllarda, Kosova (1999), Kırım (2000-2001), Moğolistan (2004-2005) ve
Kazakistan’da (2011-2012) birer yıllık misafir öğretim üyelikleri ve Polonya, Estonya,
Finlandiya, Litvanya ve Macaristan’da Socrates-Erasmus seminerleri izledi. Bu ülke-
ler başta olmak üzere 4 kıtada Halkbilimi alan araştırmaları yaptı. Özkul Çobanoğ-
lu’nun yayınlanmış 12 kitabı, toplam olarak 200’e yakın ulusal ve uluslararası bilimsel
toplantılarda sunulmuş bildiri, ansiklopedi maddesi ve hakemli dergilerde yayınlan-
mış bilimsel makalelerden oluşan yayını vardır. Halen, Hacettepe Üniversitesi Edebi-
yat Fakültesi Türk Halkbilimi Bölümü’nde Bölüm Başkanı olarak görev yapmaktadır.

İmâm Mâturîdî Felsefesinin Yayılışı ve


Anadolu’ya Taşınması Bağlamında
Yunus Emre’nin Şiirine Yansıması
Bu çalışmanın konusunu İmâm Mâturîdî’nin akai-
dinin veya felsefesinin yayılıp Anadolu’ya taşınması
bağlamında Yunus Emre’nin şiirinde “akıl” kavram-
sallaştırması etrafında işlenişi veya yansımalarının
tespiti oluşturmaktadır. Bu kadar geniş bir konuyu
ve Türk-İslâm kültürünün İmâm Mâturîdî ve Yu-
nus Emre gibi bu iki dev isminin felsefî ilişkisini
bir bildiri hacminde kısaltıp ortaya koyabilmenin
zorluğu, sanırım herkes tarafından kolayca anlaşı-
labilir. Bu amaçla hem konuyu sınırlama hem de iş-
leme kolaylığı sağlayacağı düşüncesiyle hazırladığı-
mız, bir takım sorunun konumuzu ele almada bir
çalışma şeması olarak kullanılmasına karar veril-
miştir. Bu bağlamda, ele aldığımız konuya yabancı
okuyucu/dinleyiciyi aşina kılmak amacıyla ilk soru-
muz İmâm Mâturîdî’nin kimliği veya tarihi kişili-
ğine yönelik olacaktır.
İmâm Mâturîdî Kimdir?
Bu soruya en kısa cevap İmâm Mâturîdî (ö.333/944),
Uluğ Türkistan’ın en önemli ilim merkezlerinden

251
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

birisi olan Semerkand’da dünyaya gelmiş ve haya- tartışmalar çıkar. Biraz da bu tartışmalara bağlı ola-
tını bu bölgede geçirmiş bir bilim adamıdır. Tam rak kelam ve fıkıh konularında farklı metotlar kul-
adı, Ebû Mansur Muhammed b. Muhammed b. Mah- lanılmaya başlanılır. Bu farklı yöntemler nedeniyle
mud el-Mâturîdî olan İmâm Mâturîdî’nin doğum ta- “Ashabu’l-Hadis” ve “Ashabu’r-Rey” adlı iki kol veya
rihi tam olarak bilinmemektedir. Bazı araştırmacılar, yol ortaya çıkar. Ashabu’r-Rey imanda istisnanın ol-
onun hocasının ölüm tarihinden hareketle IX. yüzyı- mayacağını iman-amel ayrımını savunurken, Asha-
lın ilk yarısında Semerkand’ın Mâturîd kasabasında1 bu’l-Hadis bunun tam tersi görüşleri savunur.
dünyaya geldiğini ve Türk asıllı olduğu ileri sürmek- Ashabu’l Hadis adlı başlangıçta çoğu Hicazlı olan
tedir. İmâm Mâturîdî Türkistan’da “Samanoğulları” grubun böyle adlandırılmasının nedeni hadisleri tah-
veya “Samanîler” devleti zamanında yetişir ve ilim sil etme, haberleri nakletme ve bir haber buldukları
tahsil eder. Samanîler özellikle bölgeye Rafızîlik ile sürece kıyasa başvurmaksızın hükümleri doğrudan
ilgili sızmaların önüne geçebilmek amacıyla Arapça nasslar üzerine bina etme konusundaki ısrar ve ti-
kitaplar yazdırttıkları ve bölgelerinde Sünnî düşün- tizlikleridir. Ashabu’r-Rey ise başlangıçta çoğunlukla
cenin hamisi oldukları bilinmektedir. Iraklı olup Ebû Hanife’nin görüşleri etrafında toplan-
Türkistan’da böyle bir sosyo-kültürel bağlamda doğup mışlardır. Ebû Hanife’nin görüşlerini takip edenlerin
iyi bir akademik çevre ve atmosferde yetişen İmâm “Ashabu’r-Rey” olarak adlandırılmasının sebebi, kı-
Mâturîdî söz konusu dönemde yaptığı çalışmalarla yas yönünü ve hükümlerden elde edilen anlamı tahsil
İslâm’a özellikle kelâm ve fıkıh alanında son derece etme ve hükümleri bu anlam üzerine bina etme ko-
önemli hizmetler etmiştir. İmâm Mâturîdî’nin hoca- nusundaki (Erdoğan 2006: 14) ısrar ve titizlikleridir.
ları silsile yoluyla İmam-ı Azam Ebû Hanefî’ye onun Ashabu’r-Rey’in ortaya çıkıp gelişmesinde Ebû Ha-
talebeleri özellikle de “imameyn”olarak meşhur olan nife’nin yazdığı kitaplar kadar yetiştirdiği öğrenciler
İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed’e kadar git- son derece önemli bir yere ve role sahiptir. Özellikle
mektedir. Doğal olarak hocalarından İmam-ı Azam’a öğrencilerinin başlattıkları eğitim faaliyetleri ve çe-
nispet edilen akaide dair er-Risale ilâ Osman el-Betti şitli devlet ve ülkelerde üstlendikleri kadılık görevle-
fi’l-İrcâ, el Vasiyye, el-Fıkhu’l-Ebsat, el-Âlim ve’l-Müte- riyle Hanefî düşüncenin Maveraünnehr’e doğru ya-
allim adlı eserleri de okuyup çalışmıştır. Bilindiği gibi, yılmasını sağlamıştır. Bunlar ve diğer sosyo-kültürel
Ebû Hanife, İslâm hukuk âlimleri (fukaha) arasında amiller, Mâturîdîliğin bu coğrafyada oluşup gelişme-
akıl yürütmenin prensiplerini ve usulünü benimse- sinin tarihsel arka planını oluşturur ve Ebû Mansûr
yen onları iman esasları ve dinî hükümler üzerinde Mâturîdî’nin Semerkand’da Ebû Hanife’nin fikir-
çalışmak üzere ilk uygulayanlardandır. Ebû Hanife lerini geliştirip sistemleştirmesine zemin (Erdoğan
ve takipçilerinin “rey ve kıyas ehli” olarak adlandı- 2006: 14) hazırlar.
rılmalarının da (Erdoğan 2006: 11-13) nedeni bu ka-
Konuyla ilgili bir çalışmasından Mürsel Erdoğan’ın
buller ve ona bağlı uygulamalardır. Bir başka ifadeyle,
(2006: 14) aktardığına göre İmâm Mâturîdî’nin
Mâturîdî, İslam dünyasında akıl ve mantıkla çelişen
Tev’ilât adlı eserine bir önsöz yazan muhakkik Müs-
pek çok anlayışın bulunduğu bir dönemde, akıl ve va-
tafiz er-Rahman, Sünnî oluşumu ve şartlarını şöyle
hiy dengesini kurarak, Kelam, Tefsir ve İslam Fıkhı
anlatır: “Bu kritik fırkalaşma döneminde bir orta yol
alanlarında kendisine has metoduyla çözümler bul-
tutmak, hoşgörülü bir tavır takınmak suretiyle uzlaş-
maya çalışmış; fikir özgürlüğünün önünü açmaya
mak ve krizi çözmek kaçınılmaz bir hâl aldığında, İs-
(Ak 2006: 149) gayret göstermiştir.
lâm dünyasının muhtelif bölgelerinde üç önder or-
İmâm Mâturîdî’nin Öğretisi Nedir? taya çıktı: Mısır’da Tahavi (ö.321/933), Irak’ta Eş’ari
Bu Öğreti Anadolu’da Neden Önemlidir? (ö.324/936) ve Türkistan’da Mâturîdî (ö.333/944). Bu
İmâm Mâturîdî’nin öğretisi veya bir başka söylenişiyle önderlerin hepsi, akla uyan ve vahye mutabık bir sis-
“Mâturîdîlik”2 tarih boyunca özellikle Türk toplum- tem tatbik etmek suretiyle âlimlere rahatsızlık veren
ları arasında yaygın duruma gelmiş bir kelâmî ekol problemleri çözmeye yöneldiler.”4
veya okuldur. Türk dinî düşüncesinin köklerini der- İmâm Mâturîdî’nin görüşleri yazdığı eserler ve yetiş-
leyen, oluşturup işleyen ve sistematik hale getiren kişi tirdiği öğrenciler yoluyla yayılmıştır. Özellikle, Mâturî-
meşhur kelamcı3 İmâm Mâturîdî’dir. dîliğin kurumsallaşması ve yayılmasında “Seyfu Hak”
İslâm âlimleri arasında, I./VII. asrın sonlarına doğru lakabıyla tanınan Ebû’l-Muîn en-Nesefî (ö. 508/1114)
“imanın tanımı, iman-amel ayrımı” gibi konularda son derece önemli bir yere ve role sahiptir. O yazdığı

252
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Tabsıratü’l-Edille ve et Temhîd li-kavâidi’t-Tevhîd adlı ve samimi bir uyma görülüyordu” (Köprülü 1991:
eserinde hem Mâturîdiyye’nin görüşlerini açıklayıp 18) demektedir. Bir başka ifadeyle Selçuklu Sultan-
geliştirmiş hem de bu düşünce ekolünün temsilcileri ları genel anlamda Sünniliği özel anlamdaysa Hane-
ve tarihçesi hakkında bilgi (Erdoğan 2006) vermiştir. filiği, Mutezile’ye karşı korumuşlardır. Dahası, aynı
İmâm Mâturîdî, Hanefî kelâm ekolünde ve Hanefî anlayışla Sünni akide Şiiliğe karşı da Selçuklu Sultan-
fıkıh usulünde otorite olması nedeniyle kendisinden larınca korunmuştur.7 Selçuklu Sultanlarının bu ke-
sonra pek çok âlime hocalık ve kaynaklık etmiştir. sin tavrı Sünni akideyi korumakla kalmamış bu aki-
Mâturîdîlik düşüncesi, bu şekilde Mâturîdî’nin izini denin önemli bir kolu olan Hanefiliğin Anadolu’yu
veya yolunu takip eden fıkıh ve kelam bilginleri yo- yurt edinip kökleşmesini sağlamıştır.8 Hiç şüphesiz
luyla Anadolu’ya yayılmıştır. Aynı şekilde Irak, Su- İslâm dininin Hanefî-Mâturîdî yorumunun Anado-
riye ve Mısır’a gidenler de5 Mâturîdîlik düşüncesi lu’ya gelişinde ve yayılmasında en önemli rol göçüp
oralarda yaymışlardır. Bilindiği gibi, Mâturîdîlik ön- gelen ilim adamları (Madelung 2003: 370) ve kuru-
cesinde, İslâmı şeklen kabul eden bir insanın, dinin lan medreseler ve bu medreselerde okutulan mater-
emrettiği amelleri yapıp yapmamasına bakmadan yallerdir.9 Anadolu’da Haçlı seferlerinin hız kesme-
Müslüman olarak tanınması mümkündür, ana fik- siyle birlikte medreseler XII. yüzyılın ikinci yarısında
rine sahip Mürciîlik hareketi vardır. Bu anlayışıyla Sultan II. Kılıçarslan devrinde yaygınlaşır10. Bu du-
Mürciîlik hareketi Türkistan’ın İslâmlaşma sürecinin rum hiç hız kesmeden bir asır sonra Osmanlılarda
kolaylaşmasında dikkat çekici bir yere ve role (Erdo- da aynen devam edecektir. Medreseleri ilmi ve idari
ğan 2006) sahiptir.6 yönden müderrisler idare ederdi. Müderrisin mezhebi
bu bağlamda önemliydi ve vakfiyelerde müderrisin
Bu bağlamda, Türklerin Selçukluların öncülüğünde bağlı olması istenilen mezhep belirtilmiştir. Vakfiye-
Maveraünnehir ve Horasan bölgesinden Batı’ya göç lerin çoğunda öğretilmesi istenilen ve öğretim yapa-
etmesi ve Anadolu’ya yerleşmeleri XI. asrın en önemli cak müderrisin bağlı olması beklenilen mezhep (Er-
hadisesidir. Bu hem Anadolu’nun yeni bir Türk yurdu doğan 2006: 42) Hanefiliktir.
olmasını hem de İslâm coğrafyasının gelişmesin sağ-
lamıştır. Selçuklular diğer Türk devletlerinde olduğu Bu bağlamda, günümüzde de Mâturîdî’nin akılcı, hoş
gibi Hanefiliğe Selçuk Yabgu’dan beri sıkı sıkıya bağlı- görülü, ilmi din anlayışının bilinmesine ve çağın şart-
dırlar. Selçukluların bağlı oldukları boy, X. asırda İsla- larıyla, ulaşılan bilimsel verilere göre yeniden yorum-
miyet’i kabul etmiş ve Hanefiliğin koruyucusu olmuş- lanmasına ihtiyaç vardır. Özellikle son zamanlarda
lardır. Selçuklu Sultanları nereye giderlerse gitsinler İslâm dünyasında ortaya çıkan ve “radikal İslâm” ola-
Hanefî âlimleri yanlarında götürmüşler, kadılık, va- rak adlandırılan bazı grupların hoş görüsüzlüğü ve
izlik ve daha sonraları müderrislik vazifelerinde on- “dinlerarası diyalog” adı altında “ılımlı İslâm” dayat-
ları tercih etmişlerdir. Selçuklu Sultanlarının Hane- macasının mahsulü olan bazı grupların İslâm adına
filik lehine bu tercihleri Türkistan’dan Batı’ya, Irak, ileri sürdükleri aşırılıkların Allah ve Resûlü ölçütle-
Suriye, Mısır ve Anadolu’ya birçok âlimin göç etmesi rinde gözden geçirileceği en adil zemin Mâturîdiyye
sonucunu doğurmuştur. Bu göçler neticesi Hanefilik düşünce sistematiği olabilir. Bu nedenle bu anlayı-
başta Anadolu olmak üzere Ortadoğu’da daha da yay- şın iyi bilinip yaygınlaştırılması ve çağın şartlarına
gın hale (Erdoğan 2006) gelmiştir. göre yeniden yorumlanması büyük bir ihtiyacı kar-
şılayacaktır.
Selçuklu Sultanlarının Hanefiliğin hamiliğini yapma-
ları bağlamında, Mehmet Fuad Köprülü, “Sultan Al- İmâm Mâturîdî Öğretisinde “Akıl”ın Yeri ve
parslan’ın, İmam-ı Azam’ın Bağdat’taki türbe ve ca- Önemi Nedir?
misinin tamiri ile bir Hanefî medresesinin tesisine Mâturîdî otorite kabul edilen büyük bir kelamcı ve
Ebû Said Muhammed Masûr Şeref el-Mülk el-Ha- müfessirdir. Mâturîdî’nin temel görüşleri üzerine
rezmî’yi memur etmişti. Hanefiliği o kadar kuvvet Ahmet Ak’ın hazırladığı doktora tezinden (2006)
ve kanaat ile kabul etmişlerdiki, esasen Türk mille- hareketle öğretisinde “akıl”ın yeri ve önemini tespit
tinin ictimai vicdanından doğan bu temayül, bir ta- edebiliriz. Onun Kur’an yorumunda, naslara bağlı
raftan İslam arasındaki ayrılığın ve Rafızîlik ve Mu- kalmakla birlikte akılcılık hâkimdir. Mâturîdî’nin
tezilenin umumileşmesine engel oluyor, diğer taraftan Te’vilatu’l Kur’an adlı eseri11, pek çok akli açıklama-
yine bunun tabii bir sonucu olarak Türk çevrele- lar içermesi nedeniyle bir dirayet tefsiri kabul edilir.
rinde gelişen tasavvufî fikirlerde şer’i esaslara derin Bu nedenle de Mâturîdî akılcı tefsir geleneğinin ilk

253
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

temsilcilerinden birisi kabul edilmektedir. Özellikle Bir başka ifadeyle Kuşeyri, tasavvuf ve kelâmı bir-
onun yaşadığı dönemde dini konularda akıl yürüt- leştiren en önemli isimdir. O, 438/1046 yılında yaz-
menin ve içtihat etmenin hoş karşılaşmadığı düşü- dığı Risâle’siyle ilim ve tasavvuf çevrelerinde sağlam
nüldüğünde onun akla verdiği yer daha da değer ka- bir yer edinir. Risâle, aslında tasavvufu Sünni bir ze-
zanmaktadır. mine oturtması bakımından önemlidir. Bir başka ifa-
O devrindeki gelenekçi ağırlığın (Ashabu’l-Hadis) deyle, Risâle sûfîliğin Sünni inançlar ve ibadetlerle
tercihi olan ayet, hadis, sahabe ve tabiinin sözlerine nasıl uyumlu hale getirileceğinin en önemli (Kalaycı
büyük önem vermekle birlikte ona dek gelen bütün 2011: 200) örneğidir. Tasavvuf biraz da tabiatı gereği
haberlerin lafızlarına bağlı kalmakla birlikte onları nerdeyse her zaman “mezhepler üstü” bir tavıra bü-
aklın ışığında yeniden yorumlamıştır. Böylece hem rünmüş olarak karşımıza çıkar. Bu nedenle de tasav-
gelenekçilerle çatışmamış hem de kendine has ve aklı vufî gelenek üzerinden Eşarilik veya Mâturîdîliğin,
ön planda tutan bir metot ortaya koymuştur. Bu me- Hanefilik veya Şafiiliğin izini sürmek zorlaşır.16 Ta-
totla da ilahi kelâmın asıl maksadının daha iyi anla- savvuf ehli bazen bir grubun bazen de diğer bir gru-
şılmasını sağlamaya çalışmıştır. O, Kur’ân’ın ve sahih bun görüşünü eklektik olarak benimseyen yapılarda
hadislerin lafızlarına sadık ve bağlı olmakla birlikte ortaya çıkarlar.
onları, içinde bulunduğu zamana ve şartlara göre Bu bağlamda Mâturîdîliğin bir bakıma Eşariliği ta-
yeniden yorumlamıştır. Bir başka ifadeyle, Mâturîdî kip ettiğini söylemek mümkündür. Eşari’nin Mute-
ayet ve naklî delilleri yorumlarken, evvela kendin- zile’den ayrıldıktan sonra kelâm kadar katıldığı Kül-
den önce yapılmış yorum ve açıklamalara yer ver- labilerinde tesiriyle tasavvufî bir eğilim içine girdiği
dikten sonra ileri sürülen görüşleri sırasıyla ele alıp bilinir. Eşariliğin tasavvufla temasında en yüksek
aklî ve naklî deliller ışığında onlara cevap verir. Böy- ifade biçimi olan Gazâlî’nin İhya’sındaki17 fikirleri-
lece ele aldığı konunun sonunda aklî ve naklî delil- nin oluşumunda, Şafii Hadis taraftarı çevrelerin ta-
lere dayanarak kendi görüşünü (Ak 2006: 142) ortaya savvufla temasını da sağlamış olan Muhâsibî önemli
koyar.12 Aklı böylesine ön planda tutan bu düşünce rol oynamıştır. Muhâsibî’nin tasavvuf yaklaşımı er-
ekolünün tasavvuf ile ilişkisine yönelmek ve bu iliş- ken dönemdeki zühtçü tasavvuf anlayışıyla sonraki
kiyi biraz açıklayıp aydınlatmak, asıl konumuz olan süreçte vecde dayalı tasavvuf anlayışı arasında bir ge-
Yunus Emre’nin şiirini tahlil bakımından son derece çiş niteliğindedir.
yararlı olacaktır. Bu bağlamda Gazâlî’nin18 İhya’sı denilebilir ki, ken-
Bu bağlamda Mâturîdî-Hanefî çevrenin zühtçü eği- dinden önceki bütün İslâm tasavvufu anlayışlarının
limi üzerinde durmakta fayda vardır. Bu çevrenin zü- adeta bir arada harmanlanıp yeniden sunulmasıdır.
htçü eğilimi dünya zenginliklerini terk etmek üzere Öncelikle, Gazâlî, Kuşeyrî çizgisinin takipçisidir. An-
kuruludur. Bu hususta Mâturîdîler, siyasilerle teşriki cak, Gazâlî ile Kuşeyrî arasındaki en temel fark, Ku-
mesaileri dolayısıyla sınıf arkadaşlarını tenkit ede- şeyrî’nin tasavvufu şeriata yaklaştırmaya çalışmasına
cek kadar güçlü inançlara sahiptirler.13 Bu bağlamda, karşılık Gazâlî’nin yaptığı şeriatı tasavvufa yaklaştır-
Mâturîdî’nin zühd ve sûfilik arasına koyduğu me- maya çalışmaktır.19 Bir başka ifadeyle, bir Eşarî ke-
safe, onun görüşlerinin başlangıçta tasavvufî çevre- lamcısı olarak Gazâlî kelamı, kişisel mistik tecrübe
lerde yeterince kabul görmemesinin en önemli ne- temelinde yeniden kurgular ve kendi başına kelamın
denlerinden birisi (Erdoğan 2006) olabilir.14 Ancak, yetersizliğine -tasavvuf lehine ve gerekliliğine- vurgu
XI. asırdan sonraki gelişim seyri içinde Mâturîdîlik yapar. Gazâlî’nin İhya’sı ve burada ele aldığı tasavvuf
algısında bir değişiklik meydana gelir. Bu süreçte bir anlayışı bütün Sünni tasavvuf hareket ve anlayışla-
yandan kimi tasavvufî yorumlar ve görüşler ona nis- rında etkili oldu ve kendisinden sonra İslâm âleminde
pet edilir ve adı etrafında menkabevî bir kişilik oluş- ortaya çıkan bütün tasavvufî geleneklerde derin iz-
turma teşebbüsü15ortaya çıkar. Bu yapılanışlar büyük ler bırakmıştır.
bir ihtimalle Mehmet Kalaycı’nın (2011: 196) işaret Ancak, Eşarilerin Muhâsibî ile akıl ve hissin yanına
ettiği gibi Yesevilik ve Nakşibendiliğin Hanefî çev- “ilham”ı temel bilgi kaynağı olarak nitelendirmesi,
relerde etkinlik alanlarını genişletmeleriyle ilgili ol- Eşari Abdülkadir Bağdadî tarafından “ilham”ın bilgi
malıdır. Özellikle, Hevazin el Kuşeyrî (ö. 465/1072) kaynakları arasına taşınması ve bu anlayışın Küşeyrî
ve Gazâlî isimler tasavvuf-Eşarilik ilişkisini, sağlam ve Gazâlî tarafından farklı ölçülerde kabul edilme-
bir zemine taşır. sine karşılık İmâm Mâturîdî-Hanefî çizgisi “ilham”

254
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

ve “keşfe” bilgi kaynakları arasında yer vermeyerek nedenle, Yunus Emre’nin eserlerinde “akıl” Mustafa
sûfîlikle arasına en büyük mesafeyi koymuş ve bu Tatçı’nın (2013a: 341-42) tespitlerine göre soyut bir
daha sonraki zamanlarda ortaya çıkan takipçileri kavram ve kuvvet olan akıl nefse ait bir faaliyet mer-
tarafından korunmuştur. İmâm Mâturîdî’ye göre il- kezi olarak görülür ve bir çok şiirde bu menfi veya
ham ve keşf türünden bilgiler kişiden kişiye göre bir olumsuz yönüyle ele alınır. Ancak bir aşk ve vecd in-
hüviyete sahiptir ve bunların doğruluğu veya yan- sanı olarak Yunus, böyle bir ele alışta akılı aşkın dı-
lışlığının akılla temellendirilmesi mümkün (Kalaycı şında ve karşısında olan nefsanî etkinlikler olarak
2011: 211) değildir. düşünülmektedir.
Yunus Emre’nin Şiirinde ve Mâturîdîlik Bu bağlamda “nefs” kavramına da bir göz atmak da
Anlayışında Akıl: fayda vardır: İnanışa göre bütün insanlar tek bir nefs-
Bu bağlamda, İmâm Mâturîdî öğretisinde “akıl” -daha ten yaratıldıkları halde, nefsin her vücuttaki faaliyeti
önce de işaret edildiği gibi- o kadar önemli bir yer tu- farklıdır. Mutasavvıflara göre göre nefis vücudun en
tar ki bu nedenle kendisini doğrudan “akılcı müfes- bayağı tabakasıdır. Nefsin üstünde “kalb, rûh ve sır”
sir” olarak da adlandırmışlardır. Ancak, Mâturîdî’nin mertebeleri vardır. Nefsin altında “tab” denilen “be-
akılcılığı sınırsız değildir. Ona göre aklın, bilgiye ulaş- den”e dair dört unsur” vardır. Bu sıralanışa göre bir
mada çok önemli bir yeri bulunmakla birlikte, aklın sûfî önce “tab”dan “nefs”e, nefisten kalbe, kalpten
her şeyi anlaması mümkün değildir. Çünkü akıl, sı- ruha, ruhtan da sırra geçerek müşahedeye erer. Bu
nırlı kapasitesi olan duyu organlarının vereceği bil- bağlamda, nefis cismani varlık içinde (vücutta) bu-
gilere muhtaçtır. Dahası, o, bencillik, inat ve ihtiras lunan ve faaliyet gösteren bir kuvvettir. Dahası, bu
gibi tefekkürü zayıftan şeyler, insanın duyu organ- kuvvet bütün kötü huyların ve beğenilmeyen hare-
larını ve aklını sağlıklı bir şekilde kullanmasını en- ketlerin kaynağı şeklinde telakki edilir. Öte yandan
gellediğini (Kalaycı 2011: 143) düşünür. Bu nedenle rûh kalbi etkisi altına alarak Allah’a ulaşacak bir
Mâturîdî, insanın, söz konusu olumsuz faktörlerden manevî güç olmaktadır. Buna göre kalb nefse mey-
sıyrılabildiği ölçüde sağlıklı düşünebileceğine inanır. lederse “nefis” ruha meylederse “rûh” olarak adlan-
Öteyandan, o, aklın ve duyu organlarının yeteneği- dırılır. Bu nedenle sûfîler nefsi “mutlak düşman” ola-
nin ve gücünün sınırlı olduğuna işaret ederek, Al- rak kabul etmişlerdir.
lah’ın zatı ve sıfatları, ahiret ahvali gibi konuları in- Bu bağlamda “gönül” tasavvufî hayatın merkezini
sanın tam olarak anlayıp kavrayabilmesini imkansız teşkil eden bir kavramdır. Bir sûfinin hayatındaki
olarak görür. Mâturîdî’ye göre bunlar ancak Allah’ın bütün bâtınî faaliyetler gönülde meydana gelir. Bir
bize bize bildirdiği kadarıyla bilinebilir. Bu nedenle, başka ifadeyle, gönül (kalb, fuâd) Hakk’ın nazargâhı,
o, bu konularda insanın acziyetini anlayarak, onları tecelligâhı ve her türlü bâtınî hadiselerin idrak edil-
tamamen idrak etmeye çalışmasını yanlış bulur. Bir diği merkezdir. Âşık Yunus rûhun etkisi altındaki
başka ifadeyle, Mâturîdî, Allah’ın zatı ve sıfarları, “kalb”in bu özelliğini “Gönül Çalab’ın tahtı” diyerek
ahiret ahvali gibi konularda insanın sınırlı bir var- ifade eder. Yunus’un şiirlerinde gönül, Hakk’ın, aşkın,
lık olduğunun farkına vararak, Allah’a inanmasını sırların, hikmet ve bilginin tecelligâhı olarak nitelen-
ve teslimiyet göstermesin (Kalaycı 2011: 143) ister. dirilir. Dahası, ona göre insan bu kutsal mekanda Ce-
Mâturîdî’nin düşünce sistematiğinde açıkça “akıl”ın nab-ı Hak ile bilişir ve buluşur. Yunus’a göre Gönül
ağır basmasına ve o “akılcı müfessir” olarak anılma- Ka’be’dir, Beytullah’tır, Gönlü inciten gerçekte Al-
sına rağmen onun “akıl”a karşı iki cephesi olan bir lah’ı incitmiştir, Gönül yıkanın namazı da yoktur;
anlayışa sahip olduğu görülür. Akıl’a karşı benzer iki Gönül yapmak hacca gitmekle birdir; hatta hacdan
cepheli, hem “olumlu” ve hem de “olumsuz” bir ba- da üstün olarak (Tatçı 2013b: 295) telakki edilmek-
kış açısının Yunus Emre’nin şiirlerinde de var oldu- tedir. Bütün bu nedenlerle Yunus Emre, gönüle tabi
ğunu görüyoruz. olan “akılı” müspet olarak nitelendirir.
Yaygın olarak bilindiği gibi, Yunus Emre “Gelin tan- Kanaatimizce akıl konusundaki “menfi” düşünceden
şuk edelim işi kolay tutalım/Sevelim sevilelim dünya “müspet” bir düşünceye dönüşüm İmâm Mâturîdî
kimseye kalmaz” diyen bir aşk ahlakçısı ve eylemcisi- anlayışındaki akla verilen yer ve önem dolayısıyla ol-
dir. O, “Evvel yer-gök yok idi var idi aşk bünyadı/Aşk malıdır. Özellikle Yunus Emre’nin dönemdaşı hatta
ezelden kadimdir aşk getirdi ne varın” (Tatçı 2013a: menkabeye göre zaman zaman bir araya gelerek bir-
306) diyerek var oluşu aşka bağlayan bir sûfîdir. Bu birinin söyleyişlerini bile tenkidî bir süzgeçten geçiren

255
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Mevlâna Celâleddin’in öncelikle İmâm Mâturîdî’nin göze göstermez cihânı” (Tatçı 1998: 354) şeklinde an-
hemşehrisi ve onun düşüncesinin en yaygın olduğu bir latılır. Akıl evi, öfke (buşu) askerlerinin eline geçerse,
muhitin medreselerinde yetişen ve müderrislik eden akıl öfkenin (buşunun) eline geçer.
babası ve onun öğrencisi olarak kendisinin Mâturîdî Dahası, kızıp öfkelenen nefsin kölesine dönen akılın
olduklarına şüphe yoktur. Bu bağlamda anlayışı tek göz ve görmekten de uzaklaşıp nefsaniyetin gittikçe
kelimeyle aşka bağlanan bir sûfi olarak Yunus’un “gö- güçlenmesi “Eger tama kılurısan gördüğüne kalurı-
nül” gibi tamamen Türkçe bir söz ve ona bağlı kav- san/ Nefsün gümrah kılurısan nazar dahıoldı fâni”
ramsallaştırmaya bağlı olarak “akıl”ı olumlu bir kav- (Tatçı 1998: 354) şeklinde anlatılır. Böylece bakma
ram olarak düşündüğü ve yücelttiği görülmektedir. ve görmenin yerini alan “tama”nın (tamahın) insanı
Yunus’a göre, Gönüle tabi olmuş akıl, vücut kale- bastığı yerde fitne bitiren bir nefsanî hale dönüş-
sinde bir sultandır. Dahası, Gönül akıl ve vücut ara- türmesi “Nazar gitti tama kopdı nazar yirin tama
sında bir hazineye benzetilir. Bu düşünceler Yunus tutdı/ Basduk yirde fitne bitdi işletdi yine nefsânî”
tarafından “İş bu vücûd bir kal’adur akıl içinde sul- (Tatçı 1998: 354) denilerek anlatılır. Başta olan “ba-
tanı/ İş bu gönül bir hazînedür aşk tutmuş bekler siret”le bakan göze, tamahın (tamanın) düşman ol-
anı”(Tatçı 1998: 353) şeklinde ifade edilir. Bu ifade ması “Nazar dahı gözde olur kimde var bakar gö-
de asıl önemli olan husus, akıl ve vücut arasındaki rür/Tama ana düşman olur gözden savar nişânı”
gönül adlı bu hazinenin ancak aşk ile ortaya çıkabi- (Tatçı 1998: 354) şeklinde anlatılır.
leceğinin vurgulanmasıdır. Bu bağlamda, nefsin bü- Can ışığının imam olması gibi vücut canı korur sak-
tün davranışları akıl tarafından düzenlendiği inancı lar; ancak “kin” imanın düşmanıdır ve bir insan kin-
“Nazar üzre dil kapucı cümlesi akla tapucı/Akıldur lenirse imanını kaybedeceği “İmân durur cân çerâğı
işler yapucı eyler cümle âbâd anı” (Tatçı 1998: 353) gövde durur cân durağı/ Kîn durur îmâna yağı gelse
şeklinde dile getirilir. Ancak gönüle tabi olan akılın giderür îmânı” (Tatçı 1998: 354) şeklinde anlatı-
olumlu işler yapması ve gördüklerini değerlendirip lır. Dahası, Yunus, kin geldiğinde imanın gideceğini
bitirmesi mümkün olur. Tanrı hakkı için yemin ederek“Eger kîne tutarısan
Bu süreçte de gönle tabi akılın üç hasletle beslenme- gitti senden îmân dahı/ Bi’llahi ol Tanrı hakk’ı yok-
sinin gerekmesi “Akıl başda iş bitürür nazar gözden dur bu sözün yalanı” (Tatçı 1998: 354) şeklinde ifade
bakar görür/Akıl gönül içre durur ol üç haslet besler eder. Yunus aşkının artmasına canının bu yolda de-
anı” (Tatçı 1998: 353) ifade edilir. Başı taht eyleyen vamını ve gönlüne tabi olan akılın gözüyle gördük-
ve kimseye ziyanı, zararı değmeyen akıl sahibi “Akıl leri arasında yer alan kusurları örtmesini “Yûnus aş-
taht eyledi başı şöylebilür her bir işi/Dünyâ içre âkil kun artadursun cânun göynep tüte dursun/ Üstâd
kişi değmez kimseye değmez ziyânı” (Tatçı 1998: 353) aybun örte dursun oldur üstâdlar sultânı”(Tatçı
mısralarıyla anlatılır. Bu şekilde başı tahtgah edinen 1998: 354) şeklinde ifade eder.
akıl vücudun şahı olur. Onun düşmanıysa kızıp öf- Kısaca, Yunus’a göre, Gönül aklı yoldaş edinirse “sul-
kelenmektir. Bu durum “Başdur bu vücudun şâhı tan” (Tatçı 2013a: 208) olur. Dahası, aşk erdirici ve
başdur akılun tahtgâhı/Katı buşmagıl nigâhı buşu- oldurucu bir güçtür; vücudun bütün soyut azâları
dur aklun düşmânı” (Tatçı 1998: 353) şeklinde anla- (nefis, fehm, cân) ve bu arada akıl, aşk dalgalanma-
tılır. Bu durumun tersi olan başın ve aklın kızıp öf- larıyla vahdet denizinde gark olacaktır (Tatçı 2013b:
kelenmesi halinde akılın nefse ve koşulup düşmanla 341). O, gönlü, canı ve aklı vahdette karar eden âşığı
birleşeceği olumsuz veya menfi bir hale dönüşece- dosta gitmek için kanat vuran bir kuşa benzetir (Tatçı
ğini Yunus “Eger katı buşarısan başun nefse koşa- 2013b: 23).
rısan/Nefs hâline düşerisen ol buşduğı akıl kanı”(- Belki de, Yunus Emre’nin şiirlerinde İmâm Mâturî-
Tatçı 1998: 353) diyerek anlatır. Bir başka ifadeyle, dî’nin felsefesini en belirgin halde ifade edişlerden
gönlün emrine verilmeyen akıl öfkenin (buşunun) birisi, “aklı başında olan kişi hayrı-şerri seçer” (Tatçı
eline düşer. Öfke aklın düşmanı ve olumsuz davra- 20123b: 285) şeklinde ifade edilir. Bu şekilde ifade
nışların başıdır. edilen “akıl”a, Mâturîdî, dinî bilgi üretiminde bü-
Aklın kızıp öfkelenmeyle nefse köle olması veya akıl yük önem vererek diğer bilginlerden ayrılır. Mâtruri-
yerine vücuda nefsin “sultan olması” durumunda göz- dî’ye göre hiçbir peygamber gelmeseydi bile, insanın
lerin bile gerçeği göremez hale gelmeleri “Akıl gitti aklı sayesinde, âlemdeki nizam ve intizama bakarak,
buşu geldi akl evini buşu aldı/İmdi sultân buşu oldı yüce bir yaratıcıya inanması gerekirdi. Allah, aklı

256
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

destekleyip ona yardımcı olmak için peygamber- yönüyle de, akıl Allah’ın zatı ve sıfatları başta olmak
ler göndermiştir. Allah akıl verdiği ve peygamberler üzere ahiret hayatı gibi konuların tamamını kavra-
gönderdiği insandan kendisine inanmasını “hayrı” ve yıp izah edemeyeceği, sınırlı oluşu yönüyle Mâturî-
şerri” birbirinden ayırarak her şeyin en iyisini yap- dî’nin akla bakışıyla örtüştüğü görülür.
masını istemektedir. Allah, dünyanın bir imtihan
Sonuç olarak, İmâm Mâturîdî’nin düşünce siste-
yeri olduğunu belirttikten sonra herkesi inanma ve
minin temel kavram ve ölçütlerinin başında gelen
güzel işler yapma konusunda serbest bırakmıştır. Bu
“akıl” kavramsallaştırmasının, Türk mutasavvıfları
nedenle de Allah, inanma konusunda asla bir zor-
içinde aşka ve vecde en fazla önem veren sûfîlerin en
lama söz konusu olamaz. Bu anlayışa göre, dileyen
başında gelen Yunus Emre’nin şiirlerinde de yer al-
inanır ve güzel işler yapar; dileyen inanmaz. Herkes
Allah’a karşı kendi nefsinden sorumludur. Dahası, ması son derece önemlidir. Akılla ilgili olarak Yunus
Allah’a inanmayanlar, amel ile sorumlu değildir. Bu Emre’nin şiirlerinde yapılan tespitler ve tahliller bize
nedenle de hiç kimse Allah’a inanmadığı için kına- İmâm Mâturîdî düşüncesinin Türk düşünce ve dinî
namaz ve baskı altın alınamaz. Ona göre olgun bir hayatında ne kadar içselleştirildiğini göstermektedir.
mümin olabilmek ancak hakiki bir imana sahip olup Bu içselleştirmenin asıl gerçekleştiği mekânlar olarak
güzel işler yapmasıyla mümkündür. Dünyadaki her medreselerin ve bu medreseleri kuran ve işleten mü-
Müslümanın imanı ve işleri istenilen düzeyde değil- derrislerin Türkistan’dan gelen göçün bir parçası ol-
dir. Onların bu seviyeye ulaşabilmesi için sabır, azim, dukları düşünüldüğünde Anadolu’yu Türkleştiren ve
hoş görü ve dayanışmanın yanısıra Allah’ın yardımı Müslümanlaştıran bu göçlerle gelen insan dalgalarının
(Ak 2006: 150) gerekmektedir. Bu bağlamda tasavvufa niteliğine dair de açık bir fikir de ortaya çıkmakta-
yönelindiğinde, bu alanda başarılı olmuş ve Allah’ın dır. Türkistan’dan Anadolu’ya göçlerle sadece asker ve
rızasını kazanmış fertlerin hali söz konusudur. Nite- hayvanlarıyla atlı çoban Yörükler değil kitabıyla, mü-
kim Yunus Emre’nin şiirlerinde de yer yer “Fenafil- derrisiyle medresesiyle topyekün Türk medeniyetini
lâh”a ulaşmış insanlara işaret edilmektedir. oluşturan cemiyetin bütün nitelik ve dinamiklerini
Ancak, Fenâfillah’ta cüz’i akıldan söz edilemez. Çünkü haiz bir Türk toplumu gelmiş ve bu toprakları vatan
bu makamda akıl diğer uzuvlar gibi “ilâhî vücûd”a eylemiştir. Bu bağlamda Mâturîdî’nin aklı ön planda
dönüşmüştür. Bu durum Yunus Emre’nin şiirlerinde görüşleri hem İslâm’ın geniş Türk kitleleri arasında
“aklı başından gitmek”, “aklı yavu varmak”, “aklı kabulünü kolaylaştırmış hem de Türkistan ve Ana-
mat olmak” gibi deyimlerle, “fena makamındaki” dolu Türklüğünün bütünlüğünü sağlamada son de-
akıl durumunu (Tatçı 2013a: 342) yansıtmaktadır. Bu rece önemli bir sosyo-kültürel zemin oluşturmuştur.

Dipnotlar
1 Mâturîd Kasabası günümüzde Semerkant’ın merkezi mahallelerinden birisi haline gelmiştir. Bu mahalde sonyıllarda tek-
rar son derece görkemli bir İmamı Mâturîdî türbesi meydana getirilmiştir.
2 “Mâturîdîlik” başlangıçta Horasan, Maveraünnehr’de biliniyor iken daha sonra Endonezya, Malezya, bugünkü Tataristan,
Başkurdistan, Sibirya Tatarları, Kırım Tatarları, Kumuk, Nogay, Malkar, Karaçay bölgeleriyle günümüz Rusya’sında, Çe-
çen, Çerkez, Gürcü, Azerbaycan Türkleri arasında Kafkaslarda, Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan, Moğolistan, Doğu
Türkistan, Afganistan, Pakistan, Hindistan, Türkiye, İran, Irak, Suriye, Kıbrıs ve diğer Ortadoğu ülkelerinde, Kuzey Af-
rika, Balkanlar başta olmak üzere pek çok bölge ve ülkede yayılmıştır. Başlangıçta “Hanefilik” veya “Semerkand Uleması”
olarak adlandırılan bu düşünce sistemi (Erdoğan 2006: 5) daha sonraları “Mâturîdîlik” olarak adlandırılır.
3 Bilindiği gibi “Kelâm” veya “Akaid ilmi” konusu bakımından ilk olarak şekillenen İslâmî ilimlerdendir. Denilebilir ki, Hz.
Peygamberin vefatından sonra meydana gelen bazı olaylar ve bunlara dair tartışmalar Kelâm ilminin ortaya çıkmasında
önemli roller oynarlar. Kelâm ilmininortaya çıkışıyla ilgili kesin bir tarih olmamakla birlikte 70/690 gibi erken bir tarihte
kelâmî konuların tartışıldığı bilinir. Bu konuda daha fazla bilgiiçin bkz. (Ess 2000).
4 Tarih boyunca Mâturîdîlik ve Eşarilik ilişkisi hakkında bkz. (Kalaycı2011).
5 Meselâ Ebu Şuca en Nasiri Necmettin bin Yalınkılıç Abdullah et-Turkî (Ö.652/1254) adlı Türk bilgini “en Nûru’l Lami ve
Burhânu’sSati” adlı eserini Bağdat’ta kaleme alır. Mâturîdî’nin düşüncelerinin Anadolu’da yayılmasında diğer saiklerin
yanında bu eserin son derece etkili ve önemli olduğu bilinmektedir. Bkz. (Erdoğan 2006).
6 Mürciîlik ve Hanefilik arasındaki fikri ve itikadi ilişki ıspatlanıp ortaya konulmuştur. Bu konuda daha fazla bilgi için bkz.
(Kutlu 2000).
7 Selçuklular döneminde Şia’nın durumu hakkında daha fazla bilgi için bkz. (Arıkan 2010).
8 Selçuklu Sultanları zaman zaman Sünni oldukları halde Şafîliğe bile karşı olmuşlar hatta yer yer onu engellemeye çalış-
mışlardır. Bkz. (Erdoğan 2006).

257
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

9 Söz konusu göçlerle Anadolu’ya gelen alimler ve görev aldıkları medreseler konusunda bkz.(Erdoğan 2006).
10 Anadolu’da en eski ünlü medreseler Danişmendli Yağıbasan tarafından Niksar’da yaptırılan Yağıbasan Medresesi ve 12.
yüzyılın sonlarında Konya’da Altun Aba tarafından 1196 da yaptırılan Altun Aba Medresesidir. Bu konuda daha fazla
bilgi için bkz. (Kuran 1969).
11 Bu eseri ve ona aidiyeti kesin olan Kitabu’tTevhid adlı eseri Türklerin din anlayışlarını ve İslâmiyet’e hizmetlerini ortaya
koyan son derece önemli iki klasiktir.
12 Bu dönemde Mâverâünnehir’de özellikle Hanefîler (Ehl-i Sünnet) ve Mutezile mücadelesi hakkında daha fazla bilgi için
bkz. (Özen 2003). Mâturîdî’nin Mutezileye bakışı konusunda bkz. (Koçoğlu 2005).
13 Meselâ Haddadî sınıf arkadaşı ve akranı Hâkim es-Semerkandî’yi Samanî yönetici İsmail bin Ahmed’in talebi üzerine
“es-Sevadu’l-Azam” adlı eseri yazdığı için “şöhret peşinde koşmakla” eleştirmişti (Kalaycı 2011: 195).
14 Eş’arilerin tasavvufla ilişkisi Mâturîdîlerden eskidir. Bkz. (Kalaycı 2011: 197).
15 Meselâ Hızır’ın birkaç kez Semerkand’a uğradığı ve onu görenlerden birisinin de İmâm Mâturîdî olduğunu ünlü Nesefî
nakletmektedir. Bkz. (Kalaycı 2011: 195).
16 “Şeriat, Tarikat, Hakikat, Marifet” hiyerarşisinde “mezhep” meselesi en alt basamak olan “Şeriat”taki bir teferruat mese-
lesine dönüşür.
17 “İhyâ u Ulumi’d-Dîn” adlı eserin kısaca adı.
18 İmam Gazâlî’nin gençliğinde yazdığı “el-Melhûl” adlı eserinde Ebû Hanife’yi eleştirirken İhya’da onu öven bir tutum ser-
gilemesi dikkat çekicidir. Bu tavır değişikliğinin nedenini doğrudan tasavvufa bağlayanlar da vardır. (Kalaycı 2011: 201).
19 (Uludağ 1978: 32) den aktaran (Kalaycı 2011: 203).

Kaynakça
Ak, Ahmet (2006), “Mâturîdî Kaynaklarda Mâturîdî ve Mâturîdîlik”, Ankara Ünv. SBE (Basılmamış doktora tezi).
Arıkan, Adem(2010),”Büyük Selçuklular Döneminde Şia” İstanbul Üniversitesi, SBE (Basılmamış doktora tezi).
Atay, Hüseyin (1981),”Fatih-Süleymaniye Medreseleri Ders Programları ve İcazetnameleri ”, Vakıflar Dergisi, C.13, s.
Erdoğan, Mürsel (2006),”Mâturîdîliğin Anadolu’ya Gelişi”, Ankara Ünv. SBE (Basılmamış Yüksek Lisans tezi).
Ess, Van Josef (2000),”İslâm Kelâmı’nın Başlangıcı”, AÜİFD, (Terc.Ş. Düzgün),
Kalaycı, Mehmet (2011), ”Tarihsel Süreçte Eşarilik –Mâturîdîlik İlişkisi”, Ankara Ünv. SBE (Basılmamış doktora tezi).
Kavakçı, Yusuf Ziya (1976), XI. ve XII. Asırlarda Karahaniler Devrinde Mavera al Nahr İslam Hukukçuları, Ankara: A.Ü. Yay.
Koçoğlu, Kıyasettin (2005),”İmamı Mâturîdî’nin Mutezileye Bakışı”Ankara Üniversitesi, SBE (Basılmamış doktora tezi).
Köprülü, Mehmet Fuad (1991), Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Ankara: Diyanet Vakfı Yayınları.
Kuran, Aptullah (1969), Anadolu Medreseleri, C.I, Ankara: KB yayınları.
Kutlu, Sönmez (2000), Türklerin İslâmlaşma Sürecinde Mürcie ve Tesirleri, Ankara: Ankara Üniversitesi Basımevi.
Kutlu, Sönmez.(2003). İmamı Mâturîdî ve Maturudilik, Ankara:
Madelunk, Wilferd (2003), ”11.ve 13. Asırda Hanefi Alimlerin Orta Asya’dan Batıya Göçü”, İmamı Mâturîdî ve Mâturîdîlik (Y.
Haz. S.Kutlu), Ankara: , s.369-383.
Musahanov, Yuldus (2009),”Mâturîdî’ninMu’tezile Eleştirisi: Ebu’l-Kasım el-Ka’bi el Belhî Bağlamında”, Ankara Üniversitesi,
SBE (Basılmamış doktora tezi).
Pişgin, Yasin (2008), ”Kur’ân’a Göre Akıl ve Akılcılığın Kur’ân Tefsirine Etkisi”, Ankara Üniversitesi, SBE (Basılmamış doktora
tezi).
Önal, Recep (2013),”Mâturîdî’ye Göre İslam Dışı Dinler”, Sakarya Ünv. SBE (Basılmamış doktora tezi).
Özen, Şükrü (2003).”IV.(X.) Yüzyılda Mâverâünnehir’de Ehli Sünnet-Mutezile Mücadelesi ve Bir Ehli Sünnet Beyannamesi”,
İslâm Araştırmaları Dergisi, S.9, s.53-64.
Tabak, Abdurrahim (2006), ”İmam-ı Mâturîdî’de Nübüvvet Anlayışı”, Selçuk Ünv. SBE: (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi).
Tatçı, Mustafa (1998), Yunus Emre Divanı, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları.
Tatçı, Mustafa (2013a), Yûnus’un Gül Bahçesinden: Yunus Emre’nin Hayatı-Eserleri-San’atı ve Şerhler, C.I, Ankara: TOBB
Odalar ve Borsalar Birliği Yay.
Tatçı, Mustafa (2013b),Yûnus’un Gül Bahçesinden: Dîvân-ı İlâhiyat, Risâletü’n-Nushiyye, Âşık Yunus, C.II, Ankara: TOBB
Odalar ve Borsalar Birliği Yay.
Uludağ, S. (1978), Kuşeyrî Risalesi, İstanbul: Tercüman 1001 Temel Eser.
Yegenov, Nurali.(2013).”Farâbî’de Akıl Tasavvuf İlişkisi”, Ankara Ünv SBE: (Basılmış Yüksek Lisans Tezi)
Yılmaz, Nesrin (2008), ”EbûMansûr Muhammed Mâturîdî ve Mevlânâ Celâleddin Rûmî’nin Allah Görüşlerinin Karşılaştırıl-
ması”, Kahramanmaraş Sütçü İmam Ünv. SBE (Basılmamış Yüksek Lisans tezi).

258
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Prof. Dr. Mustafa ÜNAL


Yüksek öğrenimine Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde başlayıp
1989 yılında tamamladı.Yüksek Lisans’ını “Süleyman Mabedi’nin Tah-
ribi ve Yahudiler Üzerindeki Etkisi” adlı tez ile 1991 yılında tamamladı.
Doktorasını İngiltere’nin Birmingham Üniversitesi Art Faculty Theology
Department’ında Dinler Tarihi, Karşılaştırmalı Dinler Tarihi ve Din Fe-
nomenolojisi alanlarında “Ölüm fenomenolojisi” konusunda 1996 yılında
tamamladı.1990 yılında Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Felsefe ve
Din Bilimleri Bölümü Dinler Tarihi Anabilim Dalı’nda Araştırma Görev-
lisi olarak başladığı Akademik hayatını, Profesör Doktor öğretim üyeliği
görevini olarak aynı yerde sürdürmekte olup Kazakistan Ahmet Yesevi
Uluslar arası Türk Kazak Üniversitesi ve Exeter Üniversitesinde konuk öğ-
retim üyesi ve araştırmacı olarak görev yaptı. Çalışma alanları daha çok
Din Fenomenolojisi olup kitapları, makaleleri ve bildirileri bulunmaktadır.

Mehmet Akif Ersoy’un


Şiirlerinde Mâtûrîdîlik
Giriş
İslam’da akılcılığın yegâne temsilcisi olan Hanefi-
lik mezhebinin kültür çevresi olan Horasan ve Ma-
veraünnehr’de, başka bir deyişle Türkistan coğraf-
yasının en önemli merkezinde doğup yetişen Ebu
Mansur el-Mâturîdî’nin (ö. 944) adıyla özdeşleşen
Mâturîdîlik, Hanefilik’in kelami ve felsefi yorumu
biçiminde bütün Türkler ve Türklerin etki alanında
bulunan başka milletlerin itikadi mezhebi olmuştur.
Türklerin İslam tarihi içinde askeri, siyasi, ekono-
mik, kültürel ve sosyal olarak etkili olduğu ilk yüz-
yıllarda Hanefilik ve Mâturîdîlik adıyla fıkhi-kelami
düşünce ve yaşam tarzı, doğal olarak muhafaza edi-
lirken, 16. yüzyıldan sonra söz konusu bu alanlarda
etkinin kaybedilip düzenin bozulduğunda, öze dö-
nebilmek amacıyla Mâturîdîlik mezhebi, kurtarıcı
olarak görülmüştür.1 Osmanlının son dönemi ise,
düzen sağlamak adına ipin ucunun hiç bulunama-
dığı bir dönem olmuştur. Osmanlı devlet kurum-
ları ve adamları tarafından bir türlü keşfedilemeyen

259
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Mâturîdîlik, ancak, ileride Türkiye Cumhuriyeti dev- şiirlerinde işaret edip vurguladığı dini stratejinin ana
letini kuran kadrolar sayesinde yeniden keşfedilebi- çizgisi ne yazık ki, ya anlaşılamamış ya da kasıtlı ola-
lecek ve dini kurumların yanında diğer laik ve dün- rak göz ardı edilmiştir. Bir takım mihverlerin tem-
yevi konularda bile Maturîdîlikten ilham alınacaktı. silcileri Onu “İslam Şairi” şeklinde reklam etse de
Bu süreç de Osmanlı’nın önemli dönemeçlerinden Onun şiirlerinde İslam’dan ne anladığı, nasıl bir İs-
olan Tanzimat ile başlayacaktır. lam anlattığı konusu hiç gündeme getirilmemiştir.
Tanzimat’ın ilanından sonra II. Abdulhamit döne- M. Akif Ersoy’un Safahat’taki şiirlerini konumuz açı-
minde Osmanlı’nın yıkılışının en önemli nedenle- sından ele aldığımız zaman, günümüzde yönlendi-
rinden biri olarak görülen din merkezli eğitim sis- rilmiş “Akif algısı”ndan farklı bir biçimde ortaya çı-
temi terk edilir, hatta din eğitimi yasaklanıp sadece kan “başka bir Mehmet Akif Ersoy”un değişik bir
pozitif bilimleri içeren müfredat tercih edilir. Buna İslam, başka bir deyişle Türk Müslümanlığı sun-
karşılık, Türkçülüğün bayrağı Ziya Gökalp din bilgisi duğu, görülecektir.
olmadan yetiştirilecek çocuk ve gençlerin geleceğin- Bu tebliğde O’nun, şiirlerinde Mâturîdîliğin irade, kader
den endişe eder ve bu uygulamayı eleştirir; gençlere ve kaza anlayışını nasıl sunduğu ortaya konulacaktır.
pozitif bilimlerin yanında din bilgilerinin de veril-
mesi gerektiği yönünde tavsiye yazıları yazar ve bu- Mehmet Akif Ersoy’un Şiirlerindeki İnanç
nun da etkisi çok geçmeden görülür. Böylelikle, II. Yeryüzünde, başka coğrafyalarda başka ırktan ve kül-
Abdulhamit’in 1882 yılında çıkarttığı bir kanunla türden halklar arasında yayılma imkânı bulan bü-
ulum-u diniyye dersleri de müfredata eklenir. So- tün evrensel dinler, yayıldığı her coğrafyada değişik
nuç olarak, Osmanlı eğitimi ve de devletini yozlaştı- anlama ve yorumlama düzleminde değişik mezhep-
ran eğitim sistemi devlet denetimine alınmış, dola- lere ayrılırlar.
yısıyla da din eğitimi ulema ve medresenin elinden İslam da onuncu yüzyılda Türklerin İslam’a girme-
kurtarılmış olur.2 siyle evrenselleşme sürecine girince değişik coğraf-
Ziya Gökalp’ın başlattığı bu hareketin temel felse- yalarda değişik yorum ve uygulamalarla mezheplere
fesi, kısaca, hayatı akıl yoluyla anlamak olup İslam ile ayrılmıştır. Yine bu yüzyılda İslam’ı resmi din ola-
Doğu kültürü, uygarlık ürünleri ile de Batı medeniye- rak kabul etmeye başlayan Türkler, itikadi anlamda
tinin birlikte olması halinde Türk milletinin ve dev- kendi kültürel tarihine uygun olarak ortaya koyduğu
letinin Büyük Ülküsüne kavuşabileceği şeklindedir. Mâturîdîlik mezhebini takip etmiştir.
Mâturîdîliğin her türlü dini fenomenleri anlamada Mâturîdîlik, Orta Doğu halklarının, özellikle de Arap-
kullandığı akılcılık anlayışı, Osmanlının son evre- ların nakilci geleneğe bağlı kalarak yorumladığı İs-
sinde ve Cumhuriyetin ilk yıllarında dini ve dünyevi lam’dan farklı olarak üretimi amaçlayan akılcılığı ve
konuların klişeleştirilmesi biçiminde yeni kuşakla- insan iradesini öne çıkaran Türk Müslümanlığıdır.3
rın yetiştirilmesi yolunda felsefi retoriğin temeli ha- Şiirlerdeki Tanrı İmgesinden Mâturîdîliği Anlamak
line getirilmiştir. Edebiyat alanında Halide Edip, Ya-
M. Akif Ersoy şiirlerinde ortaya koyduğu Allah im-
kup Kadri, Ali Ulvi Elöve, M. Emin Yurdakul, Aka
gesini Mâturîdîliğin tanrı tipolojisi doğrultusunda
Gündüz, İ. Alaaddin Gövsa ve Ali Ekrem Bolayır gibi
anlatır. Sakin Tanrı (deus otiosus) tipolojisi, insanın
şair ve yazarlar, din alanında da Elmalılı Hamdi, M.
günlük hayatına fazla müdahale etmeyen ve insanla-
Şemseddin, Aksekili Ahmet Hamdi, Yusuf Ziya Yö-
rın da dua ve ibadetlerinde işlerine karıştırılmamasını
rükan gibi bazı yazar ve düşünürler nesir ve şiirle-
istediği tanrı tipidir.4Bu inanç biçimi, Mâturîdî’nin
riyle bu felsefe doğrultusunda yazarak yeni kuşakla-
irade ve kader-kaza anlatımının bir ifadesi olup Al-
rın yetişmesine katkı sağlamışlardır.
lah’ı dua ve niyazlarda işe fazla müdahale ettirmemesi
Mehmet Akif Ersoy da bu çizgi doğrultusunda ma- eylemidir. Mehmet Akif Ersoy da böyle bir tanrı ti-
kale ve şiirler yazarak yeni kuşakların yetişmesinde polojisini şiirlerinde çok sık kullanmaktadır. Şair, o
çaba göstermiştir. dönemde gözlemlediği insanların, günlük hayatta yap-
Mehmet Akif Ersoy (d. 1873-ö. 27 Aralık 1936) Os- mak zorunda oldukları işleri kendileri yapmayıp da
manlının son, Türkiye Cumhuriyeti’nin de ilk dö- Allah’ın yerine getirmesini istemelerine, kaderlerine
nemlerinde edebiyat ve ideoloji alanında kendini ölü gibi teslim olmalarına çok ağır bir biçimde hid-
“milli şair” olarak kabul ettirmekle birlikte, O’nun detlenip bu inanç ve davranışlardan kurtulmalarını

260
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

ve onun yerine Allah’ın yeryüzündeki halifesi ola- taşların renginden, yapının son şekline kadar fiziki
rak faal olan Allah gibi, kendi işlerinde faal olmala- durumunu tasvir ederken çağlar içinden yarılıp ge-
rını beklemektedir. len ata ruhlarının cami suretinde canlanışını aşağı-
Mehmet Akif Ersoy’un Durmayalım, Mahalle Kah- daki dizelerde şöyle tasvir eder:
vesi, Hasbihal, Süleymaniye Kürsüsünde, Hakkın “Bu kutsi ma’bedin üstünde tâban fevc fevc ervâh,
Sesleri, Fatih Kürsüsünde, Hatıralar, Umar mıy- Bu ulvi kubbenin altında cuşan mevc mevc envâr.
dın? başlıklı şiirlerinde, vurguladığı tanrı imgesi, Tecessüd eylemiş güya ki subhun ruh-ı mahmuru;
Müslüman halkın tembelliğinden her işini Allah’a Semadan yahud inmiş hâke, Sina-reng olup didâr!
bıraktığını gözlemlediği halkın yaygın Allah inan-
cını eleştirmesi biçiminde kendini çok açık olarak Burada ata ruhlarının Fatih Camii olarak şekille-
göstermektedir. nişi ortaya konulmaktadır. Şairin anlatımına göre,
ata ruhları Fatih Camisinin kah temeli, kah du-
O, bu şiirlerinde halkın kaderci din anlayışını eleşti- varı, kubbesi, kah minaresi olarak kısım kısım ci-
rirken, rasyonel bir İslam inanç ve uygulaması öner- simleşmişlerdir. Çünkü beş bin yıllık İslam öncesi
mektedir. Rasyonel İslam anlayışı Osmanlının çökü- ve İslami dönem geleneksel Türk inancına göre ata
şünü araştırma çabaları sonucu ortaya konulmuş bir ruhları halk arasında canlı olarak hayatlarını sür-
anlayıştır. Osmanlı’nın son döneminde bir kısım kim- dürürler, tıpkı şairin dediği gibi “Tecessüd eylemiş
seler, Osmanlının çöküş nedenlerinden birisi olarak güya ki subhun ruh-ı mahmuru” biçiminde sabah
1700’lerden sonra medrese eğitiminin “kaderci”, “tes- uykusundan kalkıp dirilişinde halkın içindedir, ci-
limiyetçi” din eğitimine saptığı tespitini yapıp kur- simleşmişlerdir.
tuluşun rasyonel İslam diye adlandırılabilecek gele-
neksel Türk Müslümanlığı çizgisindeki din eğitimi ve Semadan inmemiştir, şüphesiz, lakin semavidir:
yaşayışına yeniden dönmekle olacağı görüşünde idi- Zemini olmayan bir cilve-i feyyaz-ı havidir.
ler. Cumhuriyet’i kuranlar tarafından da benimsenen ….
rasyonel bir İslam inanç ve yaşayış projesi doğrultu- Dizesinde yine yukarıdaki inanç ve düşünce sürdü-
sunda Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Yusuf Ziya rülmektedir ki, ata ruhlarının maddeleşmiş görüntüsü
Yörükan, M. Şemsettin Günaltay, H. Basri Çantay, A. olan caminin gökten indirilmemiş olmasına rağmen,
Hamdi Akseki gibi din bilginleri çok önemli bilim- “ruh” bakımından göksel olduğunu yine vurgula-
sel çalışmalar yaparlarken, yine bu çizgide bulunan maktadır: Ata ruhlarının cisimleşerek parça parça
M. Akif Ersoy da şiirleriyle katkıda bulunmuştur.5 bir bölümünü oluşturduğu yapının mimarı Allah’tır.
Rasyonel Türk Müslümanlığına dönüş M. Akif Er- ...
soy’un şiirlerinde yegâne konu olmaktan ziyade, bir Göründü sonra o dağlar zemin-i haşyette!
bütünlük içinde kaynaşmış bir öğretidir. Bu bütün- İnayetiyle Hüda kaldırınca her birini,
lük de didaktik bir tarzda işlediği vatan, millet, dev- Semaya doğru o dağlar da açtı ellerini.
let, bayrak, bağımsızlık ve milliyetçilik temalarıdır.
Bu ana konuların tümünün var olması ile rasyonel Bu dizelerde Şair, yeryüzünde olanlara müdahale eden
Müslümanlığa ulaşılacak ve “din” o zaman “var” ola- Orta Doğulu algılayışa uygun müdahaleci bir tanrı,
caktır. Bunlardan birisinin yok olması halinde din bir Hüda tipolojisi ortaya koymaktadır. Doğu veya
de ortadan kaybolacaktır. Bu noktada dönemin ilgili Batı bölgelerinin Tanrı tipolojileri genel anlamda en
şartlarını dikkate almak kaydı ile M. Akif Ersoy’un, sıkışık anlarda korumak imgesiyle inananlarını hep
şiirlerinde sadece İslam’ı kurtarma, devletin şeriatla yukarı kaldırmıştır. Her ne kadar bu dizede Hüda’nın,
yönetilmesi gibi bir kaygısı olmadığı, Onun amacı- ruhları minare ve harem olarak cisimleştirip bir se-
nın, Müslüman Türk milletinin nezdinde devletin vinci ve coşkuyu simgeleştirmesi tasvir ediliyor olsa
kurtarılıp yüceltilmesi gayesi olduğu şeklindeki bir da benzer bir imgeleme Eski Türk Yazıtlarında kaos-
tespitin de yabana atılmaması gerekir. tan varoluşa geçiş, yok oluştan kurtuluşa geçiş anla-
tırken “Yukarıdaki Türk Tanrısı ve Türk kutsal yer-su-
Şimdi, şairin bu görüş ve inancını anlattığı şiirlerini ları, Türk bodunu (ulusu) yok olmasın, bodun olsun
metin olarak ele alalım. diye atam İlteriş Kağanı ve annem İlbilge Hatunu gö-
Mehmet Akif Ersoy, Fatih Camii adlı şiirin 28 dize- ğün tepesinden tutup daha yükseğe kaldırmışlar….”
lik birinci bölümünde caminin temelinden başlayarak (KTD-10-11) ifadesinde de görülmektedir.

261
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Medeniyet yarışını çöl yolculuğuna benzettiği Dur- Kış uykusunda mı geçmişti ömrü ecdadın?
mayalım adlı şiirinde Mehmet Akif Ersoy, geri ka- Hayır, o nesl-i necibin, o şanlı evladın,
lanın, ilerlemeyenin öldüğü ve sonsuza kadar sü- Damarlarında şehamet yüzerdi kan yerine;
recek olan bu yarışta var olmak için, yine Allah’ın Yüreklerinde ölüm şevki vardı can yerine.
müdahaleciliğini genelde olduğu gibi bir tarafa bı- Fakat biz onlara aid ne varsa elde, yazık,
rakarak dünyevi işlerde tek geçerli yol olan “akılcı” Birer birer yıkarak kahvehaneler yaptık!
bir şart ileri sürer: Çalışmak. Çünkü çalışma olma- Bütün heyakil-i san’at yetiştiren Şark’ın,
dan, Allah’ın dei otiosi özelliği hiçbir zaman fayda Zemin-i feyzi nasıl şure-zara döndü bakın!
etmeyecektir. Ne hastahanesi kalmış zavallı eslafın,
Ne bir imareti, bitmiş elinde ahlâfın.
… Ölmeden olsun mu ey miskin, bu çöller medfenin? ...
İntihar etmek değilse yolda durmak, gitmemek,
Asumandan refref indirsin demektir bir melek! Burada Tanrı ile ilgili doğrudan ifadeler olmamakla
“leyse li’l-insani illâ mâ seâ” derken Hüdâ; (Necm (53):39) birlikte, aşağıdaki şiirinde de görüleceği üzere, genel
Anlamam hiç meskenetten sen ne beklersin daha; anlamda Allah’ın emri olarak vurguladığı akıl gere-
Davran artık kârbânın arkasından durma, koş! ğince sürekli çalışıp güçlü olmak inanç ve düşün-
Mahv olursun bir dakikan geçse hatta böyle boş. cesini ortaya koymaktadır. Çünkü Allah güçlüdür,
Menzil almışlar da yorgun, belki senden bimecâl! güçlü olmak için de çalışmak gerekir.
Belki yok, elbette öyle! Sen ne etmiştin hayâl? Şiirin devamında insanların sefilliğine kızıp, ideal
….. olanın tertipli bir biçimde işine gidip maişetini ka-
Kurtuluş yok sa’yi-dâimden, terakkiden bugün. zanarak ailesini mesut etmek olduğunu, ama Türk
Yer çalışsın, gök çalışsın, sen sıkılmazsan otur! halkının bu ideal hayata çok uzak olduğunu, tem-
… bel insanların kahvehanelerde çürüdüğü gibi, tem-
Mâsivâ bir şey midir, boş durmuyor Hâlık bile: bel Müslümanların da cennete uzak olduğunu vur-
Bak tecelli eyliyor bin şe’n-i günâgün ile. gular. Yani her iyi şey, ancak çalışmakla elde edilir.
Ey, bütün dünya ve mâfihâ ayaktayken, yatan! Hasbihal adlı şiirinde de Akif Ersoy, önceki şiirle-
Leş misin, davranmıyorsun? Bari Allah’tan utan. rinde üzerinde özellikle durduğu işi Allah’a bırak-
Burada öz olarak ortaya koyduğu düşünce şudur: Kişi madan, kurtuluşa ancak çalışmakla erişileceği dü-
(burada millet) eğer dünyada var olmak istiyorsa bu- şüncesini yine vurgular ve Türk halkının tembelliği
nun için yapması gereken işleri Allah’tan bekleme- bırakıp çalışmaya başlamasını Hz. Peygamberin “he-
yip, hedefe ulaşıncaya kadar, sonucu alana dek, kişi leke’l-müsevvifun … (bugünün işini yarına bırakan-
üzerine düşen görevleri layıkı ile sürdürüp tamam- lar helak olur)” hadisini naklederek “tembellerin mah-
lamalıdır. Bunun önemini vurgulamak için Akif, Al- volacağı” tabiat kanununa işaret eder:
lah’ın bile her gün değişik tecellilerle her an bir şey- Müsevvifler için dünyada mahvolmak tabi’idir.
ler yaptığı analojisini, akılcılığı kendine ve sistemine Bu bir kanun-i fıtrattır ki yok te’vili: Kat’idir.
ilke edinen Mâturîdî gibi sunmaktadır. Allah bile de- (İşi yarına bırakanlar için dünyada mahvolmak doğaldır
ğişik biçimlerde davranırken, Türklerin leş gibi yat- Bu bir yaratılış kanunudur ki yok başka yorumu:
masını Tanrıya karşı yapılmış büyük bir saygısızlık Kesindir.)
olduğunu ifade etmektedir.
dedikten sonra, yine aynı çizgi doğrultusunda insan-
Mahalle Kahvesi adlı şiirinde şair, Türk halkının ne-
ların yaratılış bakımından çalışmakla emredildiği,
reden nereye geldiğini, parlak günlerinden kahvenin
tembelliğin ise, “her an faal olan tanrıya” isyan oldu-
o pis ve leş gibi havasına dönüşünü, o pis kokulu ha-
ğunu belirterek insanları tembel ve çalışkan olarak iki
vadaki kirli ruhun vaziyetini, o günlerdeki zavallılı-
sınıfa ayırt etmek suretiyle dolaylı olarak Türk halkı-
ğını ve perişanlığını kahvehane imgesiyle çok güzel
nın çalışkanlar kategorisinde olması için Kur’an’dan
tasvir etmektedir. Bu şiirdeki kahvehane, Osman-
da ayet gösterip tembel kalmayı sürdürenleri üstü ka-
lının taa başından şatafatlı günlerin sonuna kadar
palı olarak “Allah’ın kanunu” ile korkutmaktadır:
ortaya koymuş olduğu güzelliklerin ve diğer zen-
ginliklerin birer birer yıkılarak onun harabesinden Fakat cahille alim büsbütün nisbet kabul etmez:
yapılmış bir yapıdır. O bir kördür, bu lakin doğru yoldan hiç udul etmez.

262
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Diyor Kur’an: “Bilenler, bilmeyenler bir değil….. Heyhat ekonomik, vb. alanlarda Osmanlıdan kat kat üstün
Nasıl yeksan olur zulmetle nur, ahya ile emvat!” olan Rusya’ya güç yetmeyeceğini kabullenmiş olma-
(Fakat cahille alim hiç bir şekilde kıyaslanmaz sındandır. O çoğunlukla, Allah’ın moral konularda
Biri kördür, fakat biri doğru yoldan hiç sapmaz. faal oluşunu öne çıkarırken, materyal alanlarda in-
Diyor Kur’an: “Bir değildir bilenlerle bilmeyenler… sanın çalışarak yüceleceği düşüncesini halka aşıla-
Nasıl bir olur karanlıkla aydınlık, dirilerle ölüler!) mayı milli bir görev kabul etmiştir, yani her an akıl-
M. Akif Ersoy bu şiirinde, Allah’ın kendi özelliği ve cılığı, pozitivizmi va’z etmiştir. Şiirde Türkistan’ın
kanununun “çalışmak”, yani faal olmak olduğunu, anlatıldığı bölümde, zaten bu düşünceyi şu dizelerle
dolayısıyla insanın da aynı özelliğe sahip olmasın- öne çıkarmaktadır:
dan ötürü her an “çalışmak” durumunda olduğunu Milletin hayrı için her ne düşünsen: Bid’at;
vurgulamaya çalışmaktadır. Zira Türklerin o tarih- Şer’i tağyir ile terzil ise –haşa- sünnet!
lerde içinde bulunduğu varlık-yokluk durumu dik- (Şeriatı bozarak rezil etmek ise, haşa- sünnet!)
kate alındığında insanların da “sonsuz var olmanın” ….
simgesi Tanrının “faal olma” imgesi ile ancak var ola- Ne Huda’dan sıkılırlar, ne de Peygamberden.
bileceğine işaret edilmektedir. Sayısız medrese var gerçi Buhara’da bugün…
Safahat’ın ikinci kitabını oluşturan yaklaşık kırk say- Okunandan ne haber? On para etmez fenler,
falık Süleymaniye Kürsüsünde adlı şiirinde Mehmet Ne bu dünyada soran var, ne de ukbada geçer!
Akif Ersoy, memleketin pürmelâl halini değişik im- Bu ilimsiz hocalardan, bu beyinsizlerden,
gelerle ortaya koymaktadır: Memlekette siyasetçile- Çekecek memleketin hali ne olmaz, düşünün!
rin akıl ve kanun dışı işler yaptığını, şerefli kişilerin
Aynı şiirin devamında başta Osmanlı ülkesi olmak
ahlaksızlığa karşı çıkmasını engellemek için görev-
lerinden uzaklaştırıldığını, insanların tembel, işsiz, üzere, en Batıdakinden en Doğusuna kadar, bütün
parasız olduğunu, ne üniversitenin üniversite oldu- Müslüman ülkelerde gerilemenin temel nedeni olarak
ğunu, ne de ordunun ordu olduğunu, kısacası bütün gördüğü ve yaşadığı bütün düzensizliklerin, yolsuz-
devlet kurumlarının cahil, liyakatsiz ve ahlaksızlarla lukların, ahlaksızlıkların, namussuzlukların, küstah-
dolu olduğunu tasvir ettikten sonra, halkın beyinsiz lıkların, ükelalıkların, inançsızlıkların ve tembelliğin
olmasından ötürü, günah olduğunu bile bile, derin tam tersinin Japonya’da bulunduğunu, halkının ah-
bir ümitsizliğe düşmektedir. Zira “memleket mahvo- lakça çok yüce olduğunu anlatırken, oralarda Osmanlı
luyor, din de beraber gidiyor” sözü ile dinin varlığını yöneticilerinin izlerinin olmayışını “Ulema vahy-i
memleket ve devletin var olmasına bağlıyor. Az sayı- İlahiyi mi bilmem, bekler?” sözü ile Osmanlıların iş-
daki faziletli hocaların da mollavari vurdumduymazlı- lerini Allah’a havale etme inancını eleştirmektedir.
ğına ve kadere boyun eğişine sitem ediyor, kahroluyor; Aynı şiirin Hindistan Müslümanlarının toplumsal,
milletin tamamen ölü olduğunu (millet-i merhume), bilimsel ve dini durumunu tasvir eden bölümünde
her birinin yürüyen bir mezar taşı olduğunu söyle- Mehmet Akif Ersoy onların bilim ile dini ayırıp Ba-
dikten sonra, en azından küçük bir ümit bulabilmek tının bilimini, kendilerinin de dini inançlarını mil-
niyetiyle başka Müslüman memleketlere yola çıkar. liyet duygularıyla birleştirip sanatta, ahlakta ve er-
İlk gezi değerlendirmesini yaptığı Rusya’nın milyon- demde çok yüksek düzeylere ulaştıklarını, dolayısıyla
larca insana uyguladığı zulmünü tasvir ederken elbet da yakın gelecekte bağımsızlıklarını da kazanmayı
bir gün tanrının hesabının onlar aleyhine döneceğini hak edip daha da gelişecekleri ümidini vurgulamak-
tadır. Bu bölümde şair, milli yükselişin bilim, iman,
…. Hangi ma’sumun olur hunu bu dünyada heder? ahlak ve çalışmakla mümkün olacağını işaret ede-
Yoksa kanun-i İlahi’yi de yırtar mı beşer? rek yüzyıllardır Osmanlıda terk edilen bu düsturu
dizesiyle anlatırken Allah’ın intikam ve müdahaleci bir daha hatırlatmak istediği görülmektedir. Mehmet
sıfatının elbet bir gün faaliyete geçeceğine inanmak- Akif Ersoy, II. Abdülhamit’in Kanun-i Esasi’yi kabul
tadır. Halbuki Akif Ersoy, bu dünya işinin Allah’a ettiği haberinden dolayı Hindistan Müslümanları-
bırakılmayıp kulun çalışıp gayret göstermesiyle hal- nın Haydarabad’da yaşadıkları sevinci tasvir eder-
ledilebileceğini sürekli va’z eden birisi olmasına kar- ken, aynı anda bu kabul edilişten duyduğu şaşkın-
şın, burada, Rus zulmünün hesabını Allah’a bırak- lığını, pek kabul etmediği dei otiosi Allah imgesi ile
maktadır. Bu ters bakışın nedeni muhtemelen askeri, anlatmaktadır:

263
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Cûşa geldikçe fakat aynı terâneyle cihan, “tevekkül” adına Allah’a ısmarladıkları işlerden ör-
Görür oldum dönen işlerde yedu’llahı nihan. nekler vererek Allah’ı kendilerine “kul” ettiklerini
Bu ne şâhın işi, ya Rab, ne sipâhın kârı… hicvederek tasvir etmektedir. Ona göre aklın getir-
Bu senin kudretinin havsala-çâk esrârı! diği şartları oluşturmak demek olan kader ile ilişkili
Yurdumun gülmeyen evladını artık güldür… olan tevekkül inancı, akıl ve tecrübe doğrultusunda
(Fakat aynı sözler cihanı harekete getirip coşturunca, işleri tamamlayıp sonucunu Allah’tan beklemek iken,
dönen işlerde Allah’ın gizli elini görür oldum. Bu ne Müslümanlar bunu, emek harcamadan her şeyi Al-
padişahın işi, ne ordunun işidir Ya rab, … Bu senin lah’tan istemek şeklinde yaygınlaştırmışlar, İslam’ı la-
kudretinin anlayışı parçalayan sırrıdır. Yurdumun gül- netleyici bir bakış ile kuşatmışlar, kendileri de “beyni
meyen insanını güldür artık) örümcekli” yığınlar haline gelmişler, Din bütün kâi-
nat ile birlikte insanlara da “çalışın!” dedikçe bunlar
anlamındaki sözlerinden de açıkça anlaşılacağı üzere,
“kader” deyip “Allah’ın belasına razı olmuşlardır.”
M. Akif Ersoy, Türk halkının çok eleştirdiği “her şeyi
Allah’a bırakma inancına”, Allah’ın müdahaleciliğine “Güç yetiremeyeceğimiz yükü bize yükleme Allah’ım”
sıkıştığı zamanlarda kendisi de müracaat etmektedir. anlamındaki Bakara (2.) Suresinin 286. ayetinin bir
Bu dizelerde de II. Abdulhamit’in Kanun-i Esasi’yi ka- bölümü ile başladığı Hatıralar kitabının ilk şiirinde
bul etmesini halkın tazyiki veya başkalarının Sultanı Mehmet Akif Ersoy, Müslümanların içinde bulun-
sıkıştırması sonucunda değil de Allah’ın yeryüzün- duğu acıklı durumu Allah’ın bir cezası olarak tasvir
deki işlere müdahale etmesi sonucunda gerçekleşti- ederken Allah’a karşı kahır dolu yakarışta bulunur.
ğini anlatmaktadır. Hâlbuki M. Akif Ersoy bu inancı Bu kahırlı yakarışta şair, Allah’ın cezasının çok aşırı
çoğu zaman, bu inanca sahip olan Türk halkına kız- derecede olduğu ve bunları azaltıp milleti rahatlat-
mak suretiyle eleştirmektedir. masını isyan edercesine haykırmaktadır:
Şiirin devamında Osmanlı halkının birlik içinde ol- “Ey bunca zamandır bizi te’dib eden Allah;
masını, bilim ve sanayide ilerlemelerini haklı olarak Ey âlem-i İslam’ı ezen, inleten Allah!
tavsiye ederken Allah’ın vazgeçilmez bir kuralını da Bizler ki senin va’d-i ilahine inandık;
“Yaşamak hakkını kuvvetliye vermiş Yaradan” sözle- Bizler ki bin üç yüz bu kadar yıl seni andık;
riyle hatırlatmaktadır, ancak buradaki kuralın içinde Bizler ki beşer bir sürü ma’buda taparken,
Allah’ın güçlü olduğu, kendisinin de güçlüleri sev- Yıktık o yaman şirki, devirdik ebediyen;
diği anlamını çıkarmak mümkün olmakla birlikte, Bizler ki birer hamlede evhamı bitirdik,
dizenin mefhum-u muhalefetinden Onun zayıflara Ma’bedlere Ma’bud-i Hakiki’yi getirdik;
destek olmadığı anlamını da çıkarmak mümkündür. Bizler ki senin ismini dünyaya tanıttık…
Bu şiirin sonlarına doğru, Mehmet Akif Ersoy gez- Gördükse mükâfatını, ya Rab, yeter artık!
miş olduğu Müslüman ülkelerle diğer ülkelerin geliş- Çektirmediğin hangi elem, hangi ezadır?
mişlik farkını gözlemledikten sonra Müslümanların Her anı hayatın bize bir ruz-i cezadır!
yükselebilmesi için son sürat çalışarak bilim ve sa- Ecdadımızın kanları seller gibi akmış…
natı elde etmeleri gerektiğini ifade eder ama şair şi- Maksadları dininle beraber yaşamakmış.
irin sonunda çaresiz kalan Müslümanların ülkesini, Evladı da kurban olacakmış bu uğurda…
hiç olmazsa bu toprakları, Anadolu’yu (aşağı yukarı Olsun yine, lakin bu ışık yoksulu yurda,
Misak-ı Milli sınırlarını) korumasını Allah’tan di- Bir nur-ı nazar yok mu ki baksın bacasından?
ler. Bu dilek bölümünde çaresizlik anlarında olduğu Bir yıldız, İlahi? Bu ne zulmet! Bu ne zindan!
gibi, Allah’ın müdahalecilik sıfatına sığınarak Onun Hala mı semamızda gezen Leyle-i memdud?
Türklere yardım etmesini diler. Hala mı görünmez o seher-pare-i mev’ud?
Ömrün daha en canlı, hararetli çağında,
Fatih Kürsüsünde adlı bölümündeki “Vaiz Kürsüde”
Çalkanmadayız ye’s ile hirman batağında!
başlıklı şiirde Mehmet Akif Ersoy, Türk Milleti öze-
Kam aldı cihan, biz yine ferdalara kaldık…
linde bütün Müslümanların genel durumunu uzun
Artık bize göster ki o ferdayı: Bunaldık!
uzun tanımlarken “ayaklar altında” kalışlarının temel
…..”
nedenini Müslümanların bilimi terk ederek “kader”ci
bir “tevekkül” ile dinin maskaraya döndürülmesine Bu şiirinde şair, aslında Deus Otiosus tanrı tipinde
dayandırmaktadır. Bunun akabinde Müslümanların “vurdumduymaz” bir Allah’a inanmakla birlikte,

264
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

yukarıdaki bölümlerde zaman zaman işaret edildiği Müslümanların parça parça bölünmesi, yerlerde sü-
üzere, kendinin bütün gayretlerine rağmen, bir be- rünmesi ve bu haldeyken “Allah’a sığınması”nı “sözde
lanın henüz bitmeden diğerinin yaşanması gibi kar- Müslümanlık” olarak tanımlar. Bu anlatımıyla Er-
şısında gücünün yetmediği anlarda maddi olmayan soy, Cebrilikten uzaklaşıp özündeki akılcı Mâturîdî
konularda Cebriliğe varacak derecede “Müdahaleci tevekkül inancına dönmektedir.
bir Allah’ı” özlemekte, O’ndan da bu özlemine kar- Safahat’ın 7. Kitabının 1918 tarihli Umar mıydın baş-
şılık vermesini beklemekte, ama onun vurdumduy- lıklı şiirinde Mehmet Akif Ersoy, yine İslam dünya-
mazlığına da “kahretmektedir.” İsyan derecesine sının ahlaksız, virane ve sefil durumuna işaret ettik-
varan kahrını, teslimiyete dönüştürerek şiirin son ten sonra, çaresiz ve ümitsiz halkın kurtuluşu için tek
bölümünde Onun ile adeta bir anlaşma şartlarını çıkar yolu şöyle tarif eder:
öne sürmektedir:
“Çalışmak!... Başka yol yok, hem nasıl? Canlarla, başlarla.
“Lâkin bu cehennem onu yıldırdı mı? Asla! Alınlar terlesin, derhal iner mev’ud olan rahmet,
İ’lâya seğirtip duruyor nâmını hâlâ. Nasıl hâsir kalır “tevfiki hak ettim” diyen millet?”
……
Artık gidiyor: Hakk’a varan bir yolu tutmuş, Bu sözlerin ardından Ersoy’un kendisi de ümitsizliğe
Allah’a bakan gözleri dünyayı unutmuş. düşmüş olmalı ki, O da çareyi Allah’tan beklemekte
Cûş eyleyedursun geriden nevha-i hüsran… olup Allah’a şu şekilde yakarır:
Yâdında onun şimdi ne mâtem, ne de hicran! “İlahi! Bir müeyyed, bir kerim el yok mu, tutsun da
Yâdında değil lânesinin hüzn-i elîmi; Çıkarsın Şark’ı zulmetten, götürsün fecr-i maksûda?”
Yâdında değil yavrusunun tavr-ı yetîmi;
Yâdında değil doğduğu, ter döktüğü toprak; Kurtuluş savaşının yapıldığı günlerde Ankara’da iken
Yâdında kalan hâtıra bir şey o da ancak: yazmış olduğu “Leyla” başlıklı şiirin başında şair sı-
Gökten ona “yüksel!” diyen ecdâd-ı şehîdi! kıntı ve bunalım anlarında çaresizliğe düşmüş; top-
Artık o da yükseldi, fakat yerde ümîdi: rağa sığınmak istemiş, toprağın sertliğini görmüş;
Bir böyle şehîdin ki mükâfâtı zaferdir, göğe sığınmak istemiş, göğün yüksekliğini, uzaklı-
Vermezsen İlahî dökülen hûnu hederdir! ğını görmüştür. Burada O, gök ile Allah’ın rahmetini
hayal eder, ama çok uzaklardadır gök.
Bu dizelerde görüldüğü üzere, şair, Allah’ın yüceli-
ğine teslim olmakla birlikte Dede Korkut’ta görülen Bu şiirin arkasından gelen şiirler Cumhuriyet’in ila-
Deli Dumrul’un Azrail’e olan tavrını sergileyerek, nından sonraki tarihlerde yazılmış olanlardır. Ba-
“Sen Türk milletine edeceğini ettin, bundan sonra zen ümitle, bazen ümitsizlikle, bazen imanla, bazen
onlara kurtuluşu nasip etmezsen her şey boşa git- kahırla, bazen isyanla Allah’a yalvardığı ve yıllar-
miş olacak, bunu bilmelisin” anlamında yakardığı dır özlediği, “Vatanın düşman işgalinden temizle-
anlaşılmaktadır. nip kurtuluşunu” müthiş bir savaştan sonra Meh-
met Akif Ersoy dünya gözü ile görmüş ve artık milli
Mehmet Akif Ersoy Hatıralar kitabının yedinci şi- şair bu dönemde rahatlamış durumda, yeni devletin
irine Al-i İmran suresinin 173. ayetini şu anlamı ile din politikasına katkı için Mısır’a görevlendirilmiş-
birlikte verir: “… Bir takım kimseler kendilerine “düş- tir. Orada yazmış olduğu şiirlerin temaları devletin
manlarınız sizin için kuvvetlerini topladılar; onlardan ve milletin kurtuluşundan daha ziyade, biraz daha
korkmalısınız” dedikleri zaman bu haberi imanla- genel konuları içermektedir. İşte bu aralarda yazmış
rını arttırır da “Allah’ın yardımı bize yeter, o ne gü- olduğu şiirlerin temaları genelde Mısır doğası, tarihi
zel vekildir” derler.” ve duygusallıklardır. Ancak 10 Ocak 1925’te yazdığı
Bu şiirin tümü, bu ayetin öncesi ve sonrası ayetlerde Hicran adlı şiirde yine şairin eski duygu ve emeli
anlatılan ilk dönem Müslümanlarının itikadi ve as- depreşir; Mehmet Akif Ersoy Allah’ın, memlekete
keri tavırlarının uyumunu özet biçimde şimdiki hala bir rahatlama, nur ve aydınlık vermeyip karan-
Müslümanların bu konudaki durumlarını karşılaş- lıklar içinde bıraktığını, artık Allah’tan millete gül-
tırmaktadır. Buna göre şair, ilk dönem Müslüman- mesini değil hiddetlenip korkutmamasını istemek-
ların cesaret, inanç, gayret, bilgi ve sonunda “Allah’a tedir. Allah, Mehmet Akif Ersoy’dan ve yurdundan
sığınması”nı gerçek Müslümanlık olarak tanımlar- ayrılıp uzaklaşmış; kendisi yanlış yapmış olsa bile,
ken, bunun karşılığında 20. yüzyılın başlarındaki bir ömür boyu ağlayıp akıttığı gözyaşlarıyla yıkanıp

265
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

arındığına, ama Allah’ın buna rağmen hiç merhamet yönüne göre uçan bir tüy gibi Allah’ın iradesine tabi
etmediğini dillendirmektedir: olduğunu ileri süren Cebriyecilerin6karşısında, kul-
ların cüz’i iradesine ağırlık veren Mâturîdî inancına
“İlahi! Bir hata ettimse, elvermez mi hüsranım? sıkı sıkıya bağlı olan Mehmet Akif Ersoy, Türk’ün o
Güneşler doğdu, aylar doğdu, ben hala perişanım! sıkıntılı günlerinde “Cebri değilim…. Olsam İlahi ne
Çakar şimşeklerin karşımda, yırtar, çiğner afakı; suçum var?” vurgusuyla Allah’ın müdahaleciliğinin
Henüz ruhum, fakat, bir yağmurun bin canla müştakı. bir anlığına da olsa gerçekleşmesini beklemekte; şu
…….. dizelerle de bu arzusunu ısrar derecesinde dilemekte-
Şu öksüz yurda bir gülmez misin? Hala yetimindir; dir. Çünkü akıllılarla akılsızlar arasında fark kalma-
Bütün yangındı indirdiklerin, bir gün de nur indir. mış, başvuracak başka çaresi kalmamıştır:
Hayır ben handeden geçtim, celalin etmesin tehdid,
Açar haşyetle donmuş her sücudum renk renk ümmid. …Ya Rab, bu yüreklerdeki ses dinmeyecek mi?
İlahi! Pek bunaldım, nerde nurun? Nerde gufranın? Senden daha emr-i sükûn inmeyecek mi?
Cehennem gezdirip dursun mu afakımda hicranın? Her an ediyorsun bizi makhur-i celalin,
Evet, gafletti sun’um, lakin insan gaflet etmez mi? Kurban olayım nerde senin, nerde cemalin?
Yıkandım bir ömürdür döktüğüm yaşlarla, yetmez mi? Ama bütün bu arzu ve beklentisine rağmen, aklının
Gel artık, masivâ yok, şimdi yurdum Tanrı yurdumdur: ve kalbinin derinliklerinde saklı olan inancına, yine
Tüten hücremde imanım, yatan, yer yer sücudumdur. akılcı düşüncesiyle sorular sorarak bağlı kalmakta,
Ne irfanımda bir iz var, ne vicdanımda, ey Yezdan, uzaklaşmamaktadır. Başa gelen olayların, verilen kur-
O seccadeyle kandilden sinen bigâne rûhundan. banların hikmeti Allah’a ait olsa da yine de akılcı bir
…” cevabını ümit edip kabul etmek istemektedir:
Görüldüğü üzere şair, Allah’ın Kur’an’da birçok yerde, Sendense eğer çektiğimiz bunca devahi,
özellikle de Bedr savaşı ile ilgili olarak bildirdiği gibi, Kimden kime feryad edelim söyle ilahi!
Allah’ın yardımcı tanrı veya kurtarıcı tanrı tipolojisine La-yüs’el’e binlerce sual olsa da kurban
inanmış birisi olarak, bunca zamandır çekilen çileler İnsan bu muammalara dehşetle nigehban
ve sabır karşılığında Allah’ın bu özelliklerinin bir an
önce tecelli etmesini dilemekte, beklemektedir, ama Kurtuluş savaşı yıllarında peş peşe gelen yenilgiler,
Allah bunların karşılığını bir türlü vermemektedir. duyguları neredeyse isyan derecesine çıkaran sürekli
ölümler, yokluklar, kıtlıklar ve hastalıklar, düşünce-
Tevhid yahut Feryad adlı şiirinde Mehmet Akif Er- sinin her zerresinde “akılcı” olan Mehmet Akif Er-
soy, Allah’ın büyüklük ve kudret sıfatlarını, inandığı soy’un bile
biçimde tasvir ettikten sonra, aklı devreye sokup dün-
yada olup bitenleri Allah’ın dünya olaylarına müda- “Bir şahsa esir olmayı bir koskoca millet,
hale sıfatı ile ilişkilendirerek sorgulamaya başlıyor: Mekrinle mi yâ Rab sanıyor kendine devlet?
Dünyayı yakıp yıkmaya bir seyf-i teaddi,
Canileri, katilleri meydana süren sen; Zâlimlere kahrın o kadar verdi ki meydan:
Canideki, katildeki cür’et yine senden! “Yok âdil-i mutlak!” diyecek ye’s ile vicdan
Sensin yaratan, başka değil, zulmeti, nuru; ……Mü’minlere imdâda yetiş merhametinle” ….
Sensin veren ilham ile takvayı, fücuru!
dizesiyle ülkenin çöküşünde her türlü sıkıntılardan
Zalimde teaddiye olan meyl nedendir?
dolayı karşılaşılan bezginliğin neticesiyle Cebrilikten
Mazlum niçin olmada ondan müteneffir?
medet umduğu görülmekle birlikte, “… Mazlum şi-
Akil nereden gördü bu ciddi harekatı?
kayette, nedâmette sitemkâr; ….Gelmez mi İlahi sana
Bir failin icbarı bütün gördüğüm asar!
bir kanlı temaşa?” dizelerinde de zamanın ağır şart-
Cebri değilim…..Olsam İlahi ne suçum var?
larındaki Allah ile Akif’in kalbinde ve aklında ba-

rındırdığı “Allah” ile aynı olmasını dilemektedir. Bu-
dizelerinde Kuran’da ve hadislerde, hatta daha son- rada Akif’in tanrı algılayışının iki türlü olduğu açığa
raki İslam edebiyatında tasvir edilen Allah’ın sıfatla- çıkmaktadır. Birincisi, maddi konularda, yani dün-
rını “fiilleri Allah’ın yarattığını, dolayısıyla da kulların yevi konularda olabildiğince deus otiosus; İkincisi
kendi fiillerinden sorumlu olmadığı”, şeklinde yorum- ise, Müslümanların içinden çıkamayacağını zannet-
layan ve böyle olduğunu savunan, insanın rüzgarın tiği sıkıntılı durumlarda bir “kurtuluş ümidi” olarak

266
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

sarıldığı, toplumun yola gelmesi, dini anlaması gibi kahreden emriyle bir avuç aşağılık soysuz ordu ile
moral konularda akılcılıktan uzaklaşarak O’nun mü- yok edilmesi neticesinde Allah’a karşı hayal kırık-
dahaleciliğini ön plana çıkardığı müdahaleci dei oti- lılığını şu sözlerle ifade eder:
osi tanrı tipidir.
Tecelli etmedin bir kerre Allahım, cemalinle!
Hakkın Sesleri başlığını verdiği Safahat’ın üçüncü Şu üç yüz elli milyon ruhu öldürdün celalinle!
kitabında Mehmet Akif Ersoy, şiire “Allah’ın her şe- Oturmuş eğlenirlerken senin –hâşâ- zevâlinle,
yin sahibi olduğu, her şeye gücünün yettiği, istediği Nedir ilhâdı imhâlin o sâmit infiâlinle?
her şeyi yapabilecek güç ve kudret sahibi olduğu” an- Nedir İslam’ı tenkilin bu müsta’cel nekâlinle?
lamını içeren Al-i İmran suresinin 26. ayeti ile baş-
lamaktadır. “Malike’l-mülküm”, yani “mülkün sahi- İfadesiyle Allah’ın kanununu akla dayandıran Mâturî-
biyim” sıfatına derinden inanan şairin, Allah’ın bu dîlikteki tanrı inancını insan aklı, insan iradesi ve
sıfatlarıyla bitip tükenen imparatorluğa Allah’ın sa- insanın çalışması toplamındaki ebedi tek kural ola-
hip çıkmasını diler. Ama şair, Allah’ın bu karakte- rak hatırlatmak suretiyle bunun tersini yapanların
rini göremeyip bilakis soylu Türk milletini soysuzla- böyle acıları her zaman yaşayacağını anlatmaktadır:
rın eline düşürdüğünü ifade ederken biraz daha ileri “Allah’tan bekleme, yardımı kendine kendin yaparsın
gidince “isyana” dalacağından korkmuş olmalı ki, in- ancak! Allah ağlayana acımaz!”
sanın mülke kesin sahip olamayacağına; her şeyi ala- Ömrü boyunca rasyonalist bir tanrı inancına sahip
nın da verenin de Allah olduğuna, dünyaya Allah’ın olan şair, bütün varlığını kaybettiği anda, bunun dı-
hükmettiğine sığınır. şına çıkarak bir sefercik de olsa Allah’ın müdahale-
Şiirin bu birinci bölümünün devamında Mehmet ciliğine teslim olup cebri bir beklenti içine girme-
Akif Ersoy, başta Arapçası ve Türkçe anlamını ver- sine rağmen şiirin son kıtasında yine özüne dönüp
diği ayetin muhtevasında görülen kudretli ve müda-
Sus ey divâne! Durmaz kâinatın seyr-i mu’tâdı
haleci Allah imgesinin memleket ve insanları için bir
Ne sandın? Fıtratın ahkâmı hiç dinler mi feryâdı?
kez de olsa tecelli etmesini şu şekilde terennüm eder:
Bugün, sen kendi kendinden ümid et ancak imdâdı;
İlahi, en asil akvamı alçaltırsın istersen; Evet, sen kendi ikdâmınla kaldır git de bîdâdı
Dilersen en zelil eşhasa izzetler verirsin sen! Cihan kanun-i sa’in, bak, nasıl bir hisle münkâdı!
Bu haybetler, bu hüsranlar bütün senden, bütün senden! Ne yaptın? “leyse li’l-insani illa mâ-se’â” vardı!...
Nasıl tâ Arş’a yükselmez ki me’yusane bin şiven? (Sus ey çılgın! Durmaz evrenin her zamanki seyri.
……. Ne sandın? Yaratılışın hükümleri feryadı hiç dinler mi?
…….. Bugün, sen ancak kendi kendinden ümit etmelisin
İlahi, altı yüz bin Müslüman birden boğazlandı… yardımı;
Yanan can, yırtılan ismet, akan seller bütün kandı. Evet, sen git de kendi gayretinle kaldır bu zulmü.
Ne ma’sum ihtiyarlar süngüler altında kıvrandı! Bak, dünya çalışma kanununa nasıl bir duyguyla bo-
Ne bikes hanumanlar işte yangın verdiler, yandı! yun eğmekte!
Şu küllenmiş yığınlar hep birer insan, birer candı! Peki sen ne yaptın? Hâlbuki “leyse li’l-insani illa mâ-
se’â” (insan için kendi emeğinden, çalışmasından başka
Sami dinlerin en temel özelliklerinden birisi olan
bir şey yoktur) vardı!)
kulun kendini Allah’a acındırması ve Allah’ın “rah-
met” sıfatını harekete geçirmek için bu kıtalarda Yusuf Suresinin (12) “… Allah’ın inayetinden ümidi-
memleketin işgali, ezanların susturulması, çanla- nizi kesmeyiniz; zira kâfirlerden başkası Allah’ın ina-
rın inlemesi, milletin zilleti, ülkenin düşüşü, hila- yetinden ümidini kesmez” anlamındaki 87. ayet ile
lin parıltısının sönmesi acıklı bir biçimde anlatılır, başlayan şiirde Mehmet Akif Ersoy, “dipdiri meyyit
ama hemen ardından bütün acındırmalara rağ- (canlı cenaze)” diye adlandırdığı Türk milletinin öl-
men Allah’ın rahmetiyle acımadığını, müdahaleci- müşlük derecesindeki uyuşukluğunun İslam anlayı-
liğinin hiç tezahür etmediğini büyük bir ümitsiz- şına uymadığını, şaşkınlıktan bir an önce kurtulup
likle, bitkinlikle “Ne doğmaz günmüş ey acizlerin Allah’ın kesinlikle reddettiği ümitsizlikten sıyrılıp
kudretli Hallak’ı!” sözleriyle hayal kırıklığını ifade dünyada bir ışık kalmasa bile onu yaratacak kişinin
ederek eman diler. Bununla da kalmayıp elde ka- biz olmamız gerektiğini söyleyerek halka yaşama ve
lan son yurdu en soylu milleti ile birlikte Allah’ın kurtulma şevki şırınga etmektedir. Kurtuluş için yine

267
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Allah’ın tek şartını hatırlatır: ümitsizliğe kapılmadan Değerlendirme ve Sonuç


azimle çalışmak. M. Akif Ersoy’un Safahat’taki şiirlerinden yukarıda
10 Nisan 1913 tarihinde, Osmanlının hızlı bir biçimde alıntılarını verdiğimiz şiirlerinde Osmanlı toplumunu
çok aşırı kan kaybettiği günlerde yazmış olduğu ve anlatırken öne çıkardığın Allah imgesini Mâturîdî’nin
“İçimizdeki beyinsizlerin işledikleri yüzünden, bizi he- tefsir ve kelam anlatımlarında işaret ettiği Allah tipo-
lak eder misin Allah’ım?” anlamındaki A’raf (7.) sure- lojisi ve morfolojisi ile paralellik gösterdiği anlaşılır.
sinin 155. ayeti ile başladığı şiirde şair, ayetin meali Türklerin İslam’ı kabul etmeye başladığı bin yıl önce
doğrultusunda ülkemizdeki “beş on serseri” dediği
İmâm Mâturîdî’nin eserlerinde ortaya koyduğu akılcı
küçük bir güruhun yanlışları yüzünden, üç yüz mil-
ve üretken İslam anlayış ve inancını, yaklaşık bin yıl
yon civarındaki Müslüman’ın cezalandırılmasını Al-
sonra, Türk milletinin devletsiz kalmaya yüz tuttuğu
lah’ın “adil” sıfatına uymadığını, Müslümanların yaşa-
bir dönemde M. Akif Ersoy da kurtuluşu yine akılcı
dıklarına bakarak olan bitenin adaletine sığmadığını
ve üretici bir İslam ve genel hayat anlayışında oldu-
yine Allah’a haykırır. Bu adaletsizliği ortadan kaldır-
ğunu şiirlerinde konu edip halkı bu yönde uyandır-
ması için de Allah’ın hoşuna gidecek Cedd-i Hüseyin
maya çalışmıştır. Gerçi, başta da işaret ettiğimiz üzere,
(Hz. Muhammed), Harameyn, Hicaz toprakları, üç
1940’a kadar Cumhuriyet’in temel hümanizması da
yüz milyon imanlı insanlar (!?), hikmetli Kur’an, dul
dini ve hayatı bir bütün olarak “akıl” ile anlamak idi.
kadınlar, öksüz çocuklar motifini kullanmak sure-
tiyle durumu acındırarak Allah’ın adaletini, Allah’ın M. Akif Ersoy’un öncekilerden farklı bir Allah imge-
manifestosunu beklemekte ama, anlatışına göre de sini öne çıkarmasındaki temel amaç, çok sıkıntılı bir
bütün bunlardan ümidini kestiği de anlaşılmaktadır: dönemde olan bütün Müslümanların düşüşüne ne-
den olarak kabul edilen toplumun inanç ve düşün-
“Ya Rab, bu uğursuz gecenin yok mu sabahı? cesinin yanlışlığının tespiti ve bütün bu yanlışlardan
Mahşerde mi biçarelerin, yoksa felahı, kurtuluşun nasıl olacağını anlatmaktır.
Nur istiyoruz … sen bize yangın veriyorsun!
“Yandık!” diyoruz… Boğmaya kan gönderiyorsun! Şöyle ki, Osmanlı’nın son döneminde bir kısım kim-
Ya Rab, bu ne hüsrandır, İlahi, bu ne zillet? seler, Osmanlının çöküş nedenlerinden birisi olarak
Mazlumu nedir ezmede, ezdirmede ma’na? 1700’lerden sonra medrese eğitiminin “kaderci”, “tes-
Zalimleri adlin, hani, öldürmedi hala! limiyetçi” din eğitimine saptığı tespitini yapıp kur-
Cani geziyor dipdiri … can vermede ma’sum tuluşun rasyonel İslam diye adlandırılabilecek gele-
Suç başkasınındır da niçin başkası mahkum? neksel Türk Müslümanlığı çizgisindeki din eğitimi
Lâ- yüs’el’e binlerce sual olsa da kurban; ve yaşayışına yeniden dönmekle olacağı görüşünde
İnsan bu muammalara dehşetle nigeh-bân! idiler. Cumhuriyet’i kuranlar tarafından da benim-
Eyvah! Beş on kafirin imanına kandık; senen rasyonel bir İslam inanç ve yaşayış projesi doğ-
Bir uykuya daldık ki: Cehennemde uyandık! rultusunda Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Yu-
Yaksaydın a mel’unları … tuttun bizleri yaktın! suf Ziya Yörükan, M. Şemsettin Günaltay, H. Basri
…. Çantay, İsmail hakkı İzmirli, A. Hamdi Akseki gibi
….. din bilginleri çok önemli bilimsel çalışmalar yapar-
Yetmez mi musâb olduğumuz bunca devâhî? larken, yine bu çizgide bulunan M. Akif Ersoy da şi-
Ağzım kurusun… Yok musun ey adl-i İlahi! irleriyle katkıda bulunmuştur.7
Bu şiirde ve daha başka şiirlerinde de görüldüğü Rasyonel Türk Müslümanlığına dönüş M. Akif Er-
üzere, milli şair, Allah ile millet ilişkisini terennüm soy’un şiirlerinde yegane konu olmaktan ziyade, bir
ederken Sami dinlerin her şey için, her an Allah’a bütünlük içinde kaynaşmış bir öğretidir. Bu bütün-
müracaat ediş biçimlerinden farklı olarak Mâturîdî lük de didaktik bir tarzda işlediği vatan, millet, dev-
aracılığı ile Müslüman Türkler arasında yayılan Gök let, bayrak, bağımsızlık ve milliyetçilik temalarıdır.
Tanrı dinindeki Tanrı-insan ilişkisine daha çok ben- Bu ana konuların tümünün var olması ile rasyonel
zemektedir. Zira bu iki anlayışa göre kişiler, Tanrıya Müslümanlığa ulaşılacak ve “din” o zaman “var” ola-
sadece, bütün yapabildiklerini yaptıktan sonra çare- caktır. Bunlardan birisinin yok olması halinde din
siz kaldığı anlarda başvurur, Onun yardımını diler. de ortadan kaybolacaktır. Bu noktada dönemin ilgili
Zaten, Gök Tanrı da yarattıkları tarafından fazla ra- şartlarını dikkate almak kaydı ile M. Akif Ersoy’un,
hatsız edilmeyi sevmez. şiirlerinde sadece İslam’ı kurtarma, devletin şeriatla

268
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

yönetilmesi gibi bir kaygısı olmadığı, Onun amacının, “ideolojik” bakışlı bir takım kimseler tarafından Onun
Müslüman Türk milletinin nezdinde devletin kurta- yukarıdaki unsurlar bütünlüğünde farklı bir biçimde
rılıp yüceltilmesi gayesi olduğu şeklindeki bir tespi- anlatmaya çalıştığı İslam anlayışı, zannımızca “kas-
tin de yabana atılmaması gerekir. Ancak ülkemizde ten” göz ardı edilmektedir.8

Dipnotlar
1 Sönmez Kutlu, İmâm Mâturîdî ve Mâturîdîlik, s.9.
2 Şahika Karaca, Türk Edebiyatında Çocuk –Milli Kimlik İnşası 1900-1923, Kesit Yay. S. 78-79.
3 Bekir Topaloğlu, “Ebu Mansur el-Mâturîdî’nin Kelami Görüşleri”, İmâm Mâturîdî ve Mâturîdîlik, haz. Sönmez Kutlu,
Ankara 2007, s. 177-202; Talip Özdeş, “Mâturîdî’nin Te’vil Anlayışında Aklın Yeri”, İmâm Mâturîdî ve Mâturîdîlik, haz.
Sönmez Kutlu, s. 243-257.
4 Mircea Eliade-Ioan P. Couliano, Dinler Tarihi Sözlüğü, çev. Ali Erbaş, İst. 1997, s. 37.
5 Bu bağlamda Cumhuriyet’in din politikasına başka bir kanaldan katkı sağlamak amacıyla M. Akif Ersoy meal çalışması
yapmak üzere projede görev almış ve bunun için Ekim 1925’te Diyanet İşleri Başkanlığı ile 6000 lira bedel karşılığında bir
antlaşma yapmıştır. Buna göre Mehmet Akif Ersoy meal çalışmasını yapmak üzere Mısır’a gider…. Bkz. Dücane Cündi-
oğlu, Bir Kur’an Şairi Mehmet Akif Ersoy ve Kur’an Meali, 2004, s. 112-165.
6 Mezhebin kurucusu Cehm bin Safvan (ölümü 745)’dır. Kurucusunun adına nispetle Cehmiyye de denilir. Görüşlerinden
bir kaçı şöyledir: İnsan hiçbir şey yapamaz, her şeyi Allah yaratmış olup insanın fiilleri de Allah tarafından yaratılmıştır.
İnsanın ne iradesi ne de hürriyeti vardır. Bazı insan fiilleri insana mecazen atfedilir. Bkz. Neşet Çağatay, İ. Agâh Çubukçu,
İslam Mezhepleri Tarihi, Ankara Üniversitesi Basımevi 1985, s. 134-135.
7 Bu bağlamda Cumhuriyet’in din politikasına başka bir kanaldan katkı sağlamak amacıyla M. Akif Ersoy meal çalışması
yapmak üzere projede görev almış ve bunun için Ekim 1925’te Diyanet İşleri Başkanlığı ile 6000 lira bedel karşılığında bir
antlaşma yapmıştır. Buna göre Mehmet Akif Ersoy meal çalışmasını yapmak üzere Mısır’a gider…. Bkz. Dücane Cündi-
oğlu, Bir Kur’an Şairi Mehmet Akif Ersoy ve Kur’an Meali, 2004, s. 112-165.
8 Örneğin, bkz. Doğan, 28-30; M. Ertuğrul Düzdağ’ın hazırladığı Safahat, Çağrı Yay. 2006, s. 1-180; Ahmet Faruk Kılıç,
Milli Yürek, Mehmet Akif Ersoy’un Din ve Toplum Anlayışı, Değişim Yay. İst. 2008, s. 47.

269
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Yrd. Doç. Dr. Sadık Armutlu


Erzurum’da doğdu. İlk, orta ve lise tahsilini doğduğu memlekette yaptı.
Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesinden 1980 yılında mezun oldu.
Mezun olduğu Üniversitede Klasik Fars Edebiyatı üzerine Yüksek Lisans
ve Doktora yaptı. Malatya İnönü Üniversitesi Eğitim Fakültesi Türk Dili
ve Edebiyatı Bölümüne Araştırma görevlisi oldu. Adı geçen Üniversi-
tede Klasik Türk Edebiyatı üzerine ikinci bir Yüksek Lisans ve Doktora
yaptı. Aralıksız yirmi yıl ileri seviyede hadis, tefsir, fıkıh, kelam, tarih, fel-
sefe, klasik Arap, Fars ve Türk edebiyatı okumaları yaptı, halen değişik
ilim konuları da ilave ederek okumalarına devam etmektedir. Birikim-
lerini dört yıldır yazıya dökmekte ve çalışmalarını ağırlıklı olarak Kla-
sik Arap, Fars ve Türk edebiyatları üzerine yapmaktadır. Halen Malatya
İnönü Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Bölümünde öğre-
tim üyesi olarak çalışmaktadır.

Mâturîdî Kelâmının
Klasik Edebiyata Yansıması
Giriş
Hz Muhammed’e 610 yılında inmeye başlayan Kur’an
ayetleri ile Arap toplumu için yeni bir dönem başlı-
yordu. Cahiliye devri artık duygu, düşünce ve değer
hükümleriyle geride kalıyordu. Kur’an-ı Kerim bir ta-
raftan hayatın her aşamasını tanzim etmiş, diğer ta-
raftan daha sonra ortaya çıkacak dini ilimlerin do-
ğuşuna zemin hazırlamıştır. Kur’an indiği zamandan
itibaren bazı ayetlerin kolaylıkla anlaşılır halde olma-
yışı, onların içerik yönünde bir anlama ve yorum-
lamaya ihtiyaç duyuldu. Bu ihtiyaçtan doğan tefsir,
Kur’an-ı Kerim’i anlamak, yorumlamak, açıklamak
için takip edilmesi gereken esas ve yöntemleri konu
edinen bilim dalı olarak doğup gelişti.
Namaz, zekat, hac ve oruçla ilgili hükümler, Hz Pey-
gamber tarafından açıklanıyordu. Hz. Muhammed’in
sözleri, tavır ve hareketleri diyebileceğimiz hadis, müc-
mel ayetlerin anlatı ve yorumunda en büyük başvuru
ve kaynak olmuştur. Sünnetle eş anlamda olan hadis,

271
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

zaman içerisinde bir bilim dalı olarak ortaya çıkmış Abbasi toplumunun yapısı ve bu toplumu oluşturan
ve büyük bir ilerleme kaydetmiştir. İslam’ın kişisel ve ulusların birlikteliğinden doğan kaynaşmadır. Bu bir-
sosyal hayata dair ameli hükümlerini bilmeyi ve bu liktelik, bilimin bütün dallarına yansıdığı gibi ede-
konuyu inceleyen bir bilim dalı olarak ortaya çıkan biyat sahasında da kendini göstermiştir. Bir ırka ait
fıkıh, Müslüman toplumların sosyal hayatlarının bü- olan şiir, artık mozaik toplumun edebiyatına dönüş-
tün ilişkilerini düzenleyen bilim dalının adı olmuş- müştür. Bu toplumun/Abbasi toplumunun edebiyatı
tur. İslamiyet’in doğup yayılmaya başladığında şiir da ileride oluşacak olan Fars ve Türk edebiyatlarına
de değişmeye başladı ve kaynağında Kur’an ve ha- kaynaklık edecektir. Bir ırka ait olan edebiyat/Arap
dislerin değer ölçüleri olan bir edebiyat bilimi doğdu. edebiyatı artık Samî ırkının batı Asya’daki anavatanı
Kısa sürede Arap yarımadası dışına yayılan İslam, ile sınırlı değildi; doğuda ve batıda, Orta Asya’ya ve
aynı zamanda Arap olmayan pek çok etnik grubun Akdeniz’in en uzak kıyılarına kadar yayılmıştı. Bu
dini haline geldi. Fars, Türk, Afrikalı, Hintli, Afgan, edebiyata katkıda bulunanlar artık Emevi devrinde
Orta Asyalı pek çok topluluk hızla İslam’a girdiler ve olduğu gibi yalnız Araplar değildi, çeşitli etnik grup-
hem dini hem de kültürel manada bir İslamlaşma sü- lara mensuptular (Hort 1977: IV, 204).
reci yaşadılar. Bu süreçte farklı topluluklar, Müslü- Dini bilimlerin temeli atılıp gelişmelerin önü açılır-
manlaşırken aynı zamanda klasik İslam kültürünün ken, edebiyat, İslam medeniyetinin ruhuna uygun
zengin mozaiğini de oluşturmaya başladılar. Bir me- gelişme gösterirken, diğer taraftan İslam orduları da
deniyet ve dünya kültürü haline gelen İslam, ister is- büyük fetihlere imza atıyorlardı. Kalem ve kılıç başa-
temez, farklı coğrafya ve kültürlerde farklı renk ve bi- rılara birlikte koşuyorlardı. Müslüman Arapların do-
çimlerde hayat alanı buldu (Kalın 2004: 35). Bağdat, ğuya ilk seferleri Hz. Ebu Bekir döneminde başladı ve
sadece Abbasi devletinin hilafet merkezi değil yeni Hz Ömer döneminde de devam etti. Horasan bütü-
bir kültür ve medeniyetin de merkezi olmuştu. Arap- nüyle Müslümanların eline geçti. Bu fetihler sırasında
ların değil; din, dil, etnik yapı ve hiçbir inanç farkı İslam orduları başta Horasan olmak üzere Mavera-
gözetmeden bütün insanların rahatlıkla gelip yerleş- ünnehir ve Toharistan bölgelerinde Türklerle karşı-
tikleri bir mozaik, bir ortak değer ve Dâru’s-Selâm/ laştılar ve uzun müddet Türklerle mücadele etmek
Barış yurdu adıyla anılmıştır. (Hatib Bağdâdî trs.: I, zorunda kaldılar (Kutlu 2011: 49). Türklerin İslam-
66; Streck 1979: II, 195). laşma süreci bir anda gerçekleşen basit bir hadise ol-
Bağdat’ın kurulması devletin kurumsallaşmasını da mayıp, siyasi, iktisadi, kültürel ve toplumsal pek çok
beraberinde getirdi. Yönetimde soy veya nesep, devlet yönü olan; uzun bir süreçte ve geniş bir coğrafyada
teşkilatında görev almaya yetmediği için Arap aris- cereyan eden karmaşık bir hadisedir. Bu sebeple İs-
tokrasisinin yerini de hiyerarşi aldı. Artık yönetim lam’ın Türkler için bir din, medeniyet ve hayat tarzı
ırka dayalı ve bir sınıfın egemenliğine/imtiyazına da- haline gelmesi VII. asırdan başlayarak XI. asra ka-
yanmıyordu. Araplar da ırsıyete dayalı kapalı bir sınıf dar sürdü (Kutlu 2011: 46). Oğuzların ve Karahan-
olmayı terk edip bir halk haline geldiler (Lewis 1979: lılar’ın İslam’ı seçtikten sonra Müslümanlık Kaşgar
95). Devlet idaresindeki yeniden yapılanma sosyal ve ve Balasagun’da istikrar buldu, ardından Doğu Tür-
kültürel hayata da yansıdı. Toplumda büyük bir sos- kistan içlerine doğru ilerledi. Samaniler’den sonra İs-
yal değişim gerçekleşir ve farklı ulusların kültürleri- lam’ı Türkler arasında yayma görevini Karahanlılar
nin kaynaşmasından da yeni bir kültürel ortam ya- ve Gazneliler üstlendi. Onlar, Selçuklu ve Osmanlı
ratılır. Eskisinden çok farklı olan bu ortamda bilim olarak bilinen iki büyük Müslüman Türk boyunun
ve kültür etkinlikleri en üst seviyeye çıkar. Çeşitli bi- Müslüman olmaları ve büyük devlet olmaları için ze-
lim dallarında çalışmak için farklı ırklara mensup bi- min hazırladı (Kutlu 2011: 67).
reyler, ülkenin farklı coğrafyalarından kopup gelerek Türklerin Müslüman olmasında birinci derecede İs-
Bağdat’a yerleşirler. Bağdat, kısa zamanda bilim adam- lam’ın evrensel ilkeleri etkili olmuşsa da, bu dinin top-
larının buluştuğu merkez olur (Nicholson 1969: 257). lumsal hayatta yer edinmesi, büyük ölçüde Ebu Hanife
Söz ve düşünce özgürlüğünün oldukça fazla olduğu, (ö.767)’nin özgürlükçü ve hoşgörülü İslam anlayışı sa-
halife ve yöneticilerin her türlü bilimsel aktiviteye yesinde gerçekleşmiştir. Yerleşik hayata geçen Türk-
destek verdiği bir ortamda Ortaçağ’ın altın devri ola- ler, İslam’ın inanç, ibadet ve ahlaki değerlerini Ebu
rak görülen İslam medeniyetinin temelleri Bağdat’ta Hanife’nin yanında eğitim görmüş İslam bilginlerin-
atıldı. Bu medeniyetin oluşumunda en büyük etken den öğrendiler. Hanefîlik, Türklerde Müslümanlığın

272
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

pratik boyutunu oluşturmuştur. Hanefîlik, İslam’ın ilimleri yıllarca izah, yorum ve şerh etmek için uğ-
doğu coğrafyasıyla ve özellikle Türk bölgeleriyle öz- raş vermişler, şairler de bu ilimlerden mülhem ola-
deşleşmiş bir mezhep idi (Kutlu 2011: 91, 97). rak onları edebî eserlerde en güzel bir şekilde ifadeye
Ebu Hanîfe’nin öğrencileri, başta Belh olmak üzere, çalışmışlardır.
Rey ve Semerkant gibi Horasan ve Maveraünnehir Bu ilimlerin başında Kur’an-ı Kerim gelir. Kur’an, şa-
coğrafyasında hocalarının görüşlerini yayarken, di- irlerin bolca istifade ettikleri bir hazine, bir ilham kay-
ğer taraftan adı geçen bölgelere Hanefî âlimlerinin nağıdır. Klasik Türk edebiyatı, kendi içinde Kur’anî
devlet tarafından atanması, bu coğrafyada Hanefî- kavramları, unsurları, kıssaları barındırmış, İslamî
liğin güçlü bir şekilde yayılmasına neden oldu. Se- edebiyatın kaynakları arasında ön sırada yer almış-
merkant’ta Ebu Hanife’nin fikirleri doğrultusunda tır. Kutsal kitap, şairin hayatının bir parçası olduğu
faaliyet gösteren önemli bir ilim merkezi olan Dâru’l- gibi, şirinin de kaynağı olmuştur. Şair, duygu ve dü-
Cüzcâniye’de Ehl-i Rey (Ak 2008: 101) çizgisinde adı şüncelerini kanıtlamak için Kur’an’dan lafzen/kelime
Mâturîdî (ö. 944) olan bir âlim çıkarak, Türklerde veya meâlen/mana iktibaslar yapar, ayetlere telmihte
dindarlığın boyutu olan Mâturîdîlik akidesinin te- bulunur. Bunu yaparken de dinî algısını, Kur’an bil-
mellerini attı. gisini gösterir, bunları eserine veya beyitlerine yan-
Yeni Müslüman olmuş bir toplum, Kur’an ve Sünnet sıtır. Hadis-i şerifler, Kur’an-ı Kerimden sonra dinin
ışığında yeni dinin itikadî ve amelî davranış biçimle- ve edebiyatın ikinci kaynağıdır. Klasik Türk edebiya-
rini içselleştirmiş, yaşamını bu inançsal doğrultuda tında hemen hemen her şair, az veya çok hadislerden
sürdürmüştür. Başka bir ifadeyle Türkler, İslam dinini yararlanmıştır. Şiirlerinde anlatmak istedikleri duygu
kabul ettikten sonra, akîdevî ve fıkhî konuları Ebu ve düşünceleri kuvvetlendirmek için hadislerden isti-
Hanife ve İmâm Mâturîdî görüşleri doğrultusunda fade etme yoluna gitmişlerdir. Böylece sözün ve ifa-
hayata geçirdikten sonra Türkler arasında bir inanç denin etkileyiciliğini ve geçerliliğini artırmaya çalış-
sistemi oluşmaya başladı. Bu inanç sistemi, Türk top- mışlardır. Kur’an’da olduğu gibi hadislerde de kısmen
lumunun bir taraftan ahlak düzenini oluştururken, veya tamamen lafız ve meal iktibasları yapıldığı gibi,
diğer taraftan kültürünü de şekillendirdi. Bütün me- pek çoğuna dolaylı olarak telmihlerde bulunulduğu
deniyetlerde bilinçli ve rasyonel düzende muhasebesi görülmüştür. İslam medeniyetini kuran, onu şekil-
yapılan bir inanç vardır. Medeniyetin ruhsal temeli lendiren Kur’an ve hadis, başta fıkıh olmak üzere dinî
bir inanç, toplumsal temeli de o inanca bağlı bir ah- ilimlerin doğuşuna zemin hazırladı. Emeviler döne-
lak nizamıdır. Bu temeller üzerinde birleşmenin bi- minde (661-750) temelleri atılan bu ilimler, Abbasiler
lincini ve güvenini duyan insanlar, o inancı ve ah- zamanında büyük bir ivme kazandı ve gelişme gös-
lak nizamını yaşatacak devlet teşkilatını ve iktisadî terdi. Bunlardan biri de, Hz Peygamber sonrası İslam
yapıyı kurarak büyük kültür eserleri meydana geti- toplumunda meydana gelen olaylar sonucunda çeşitli
rirler (Özakpınar 1997: 27). İslamiyet medeniyettir siyasî ve dinî görüş ayrılıkları sonucu ortaya çıkan
ve Müslüman toplumun kültürünü belirler. Fertler, kelâm ilmidir. Kelâm ilminin doğuşunu hazırlayan
bu medeniyetin ruhuna göre yaşar, hayatını tanzim sebepler, kelâm üzerine yazılmış kitaplarda ayrıntılı
eder. Yazar ve şairlerin eserlerine de o medeniyetin bir şekilde anlatılmıştır. Kelâm ilmi, hicri I. asırda or-
ruhu siner. İslamiyet, Türk toplumunu yeniden ya- taya çıkan ve her biri kendi görüşlerinin doğru, gerçek
pılandırdı. Türkün doğasından gelen özellikler, İsla- olduğunu savunan ve bunu ayet ve hadislerle ispatla-
miyet’in getirdiği yenidünya görüşü ile birleşti. Bu maya çalışan fırkalar karşısında, Kur’an ve hadise en
yapılanma ve birleşme, Karahanlılardan Osmanlı’ya doğru manayı vermek, onu anlamak ve sınırları çok
kadar sosyal yapının yanında kültürel, özellikle de genişlemiş İslam ülkesindeki bütün Müslümanlara
edebî oluşumun temelini şekillendirdi. İslam mede- Kur’an ve hadiste bildirilen inanç esaslarını anlaya-
niyetinin etkisi altında gelişen Türk edebiyatı, bu me- bilecekleri şekilde açıklamak ve anlatmak ihtiyacın-
deniyetin ilkelerinin aydınlattığı şekillerde edebî eser- dan doğmuştur. (Gölcük 1996: 42). İslam fikir tari-
ler meydana getirmiş ve ilk örneklerini XI. yüzyılda hinde kelâmın kurucusunun Mutezile olduğu kabul
vermiştir. İslam medeniyetinin ilham kaynaklarını görmüştür. Kelime’nin çoğulu olan kelâm, “etkile-
oluşturan ilkeler ve bu ilkelerden doğup gelişen ilim, mek, yaralamak” anlamındaki ‘kelm’ kökünden tü-
özellikle de dini ilimler Türk edebiyatının içine sin- remiş isim olup “bir fikri tam olarak anlatan söz” de-
miş, geniş ölçüde kendini göstermiştir. Âlimler, dinî mektir (Topaloğlu 2010 : 181). Konusuna ve gayesine

273
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

göre tarifleri yapılan (Gölcük 1996: 20-22; Topaloğlu Müellifi tarafından “el-Emâlî” olarak adlandırılan ve
2010: 181) kelâm ilmi, ilk olarak diğer din, kültür ve daha çok bu isimle tanınan eser, beyitlerin son keli-
felsefelere karşı İslam dininin temel esaslarını savun- meleri ‘lam’ harfiyle bittiği için Kasîdetü’l-Lâmiyye
mak amacıyla Mutelize tarafından ortaya konulmuş- fî’t-Tevdîd, başlangıcına atfen Kasîdetü Yekûlu’l-Abd
tur. Kelâm, akla ve Kur’an-ı Kerim’e dayanarak İslam veya Bed’u’l-Emâlî şeklinde de anılmıştır. Bazı kay-
inanç değerlerini belirleyen bir bilim dalı ortaya çık- naklarda Kasîdetü’l-Hanefiyye olarak kaydedilen
tığına göre, Müslüman toplumun edebiyat alanındaki eser, III. Murat dönemi bilginlerinden Muhammed
sesi konumunda olan şair ve yazarların bu bilim da- b. Malkoca’ya ait Türkçe şerhinde asıl metin içinde
lına yabancı kalması düşünülemez. Akide dinlerin şarihin kullandığı Lâmiyye-i Kelâmiyye terkibinin
temelini teşkil eder ve iman esaslarını belirler. Al- bazı araştırmacılar tarafından benimsenmesiyle bu
lah’ın varlığına ve birliğine inanan, Hz Muhammed’in adla da literatüre geçmiştir (Çelikoğlu 2011: I, 45;
O’nun elçisi olduğunu kabul eden ve öldükten sonra Özervarlı 1995: XI, 73-75).
dirilmenin hak olduğunu söyleyen şair, daha ilk an- Emâlî, düzenleniş biçimi olarak klasik kelâm terti-
dan itibaren kelâm biliminin temel meseleleri/mesâil bine uyularak; ilahiyat, nübüvvet ve sem’iyyet bö-
ve mekâsıd olan ve doğrudan doğruya dini esasları lümlerinden oluşmuştur. Özellikle manzum olması
oluşturan konuların içine girmiş ve kelâm ilmi ile ta- ve özlü bilgi vermesi sebebiyle öğrenim ve ezberleme
nışmış olur. Böylece şairin inanç sisteminde ve dü- açısından kolaylık sağlayan bu önemli Mâturîdî akaid
şünce dünyasında kelâm hep ola gelmiştir. Aileden risalesi, medreselerin başlangıç sınıflarında okutulan
gördüğü ve devir aldığı akide mirası ile eğitim-öğre- akaid ve kelam metinleri arasında rağbet görmüş, pek
tim süresince öğrendiği kelâmın masâil ve mekâsıdı, çok defa istinsah edilmiş, üzerine tercüme ve şerh ola-
şairin kelamla iç içe olduğunu gösterir. rak birçok çalışma yapılmıştır. Müsteşriklerce de ter-
Kelâmın Edebiyatla Bulaşması cüme edilerek neşredilmiş olan Emâlî’nin çeşitli yer-
lerde ve tarihlerde yapılmış baskıları bulunmaktadır
Genel anlamda kelam, özel anlamda bu bilimin veya
(Özervarlı 1995: XI, 74). Kaside şöyle başlar:
başka bir ifadeyle ehl-i sünnet kelamının iki büyük
temsilcisinden biri olan İmâm Mâturîdî’nin görüşle- Yekûlu’l- abdu fî bed’i’l- emâlî
rini yansıtan ve bu sahada Mâturîdîlik olarak adlan- Li-tevhîdin be-nazmin ke’l-leâlî
dırılan düşünce sistemi; manzum, mensur veya man- “Bu fakir/müellif, Emâlî’nin başlangıcında yüce bir
zum-mensur karışık eserlerin yanında divanlarda, şiir ile Allah’ın varlığı için (şöyle) der:”
tevhid, münacât, na’t gibi türlerde yoğun ve kalıcı şe-
Kaside aşağıdaki beyitle biter:
kilde yer bulmuştur. Hayatın anlamını, gayesini inanç
belirler. Müslüman yazar ve şair bir taraftan inancın Ve-kûnû ‘avne hâze’l-‘abdi dehren
ruhuna uygun biçimde eylemler, diğer taraftan dü- Bi-zikri’l-hayri fî hâli’btihâl
şünsel dünyasından süzülüp gelen edebî eserler mey- “Ayrıca, (Allah’a) yakarıp yalvarış esnasında güzel-
dana getirir. Yani, inançları doğrultusunda yaşayan likle anarak şu fakire ebediyen yardımcı olunuz.”
şair, inandığı değerlere paralel olarak da eserler oluş-
turur veya bu değerlere yeri geldiğinde eser ve şiirinde Fuzuli (ö. 1566), nereden geldik, nereye gidiyoruz so-
yer verir. İnanç sistemi, eserin tümüne sindiği gibi, rusuna cevap arar, Vâcibu’l-Vücûd’un mevcudiyetini
parça parça esere yerleştiği de görülür. Bunun güzel ortaya koyar. O’nun sıfatları, fiilleri ve yaratılmışlarla
örneklerinden biri de “Emâlî”dir. olan ilgisinden bahseder, nübüvvet konusundaki gö-
Tam adı Şerhu’l- Emâlî li-‘Aliyyî’l-Kârî olan eser, rüşlerini ortaya koyarken bütünüyle kelamî konulara
Mâturîdî kelâmına dair yazılmış ilk manzum eserdir. girmiş olur ve Matla’u’l-İ’tikâd fî Ma’rifeti’l-Mebde’i
Başka bir ifadeyle, kelâmın edebiyatla buluştuğu, ke- ve’l-Me’âd isimli kelâma dair mensur bir eserle kar-
lamın edebî eserlere yansıdığı ilk eserdir. Eser, Arapça şımıza çıkar.
olarak Nâzım Ali b. Osman el-Uşî (ö. 1179) tarafın- Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethini mütea-
dan yazılmıştır. Emâlî, kaside nazım şeklinde ya- kip İmparatorluğun yeni başkentinin ilk kadısı olan
zılmış olup 66 beyittir. Bu eser aynı zamanda İslam Hızır Bey (ö. 1459)’in yazdığı 105 beyitlik Kasîde-
dünyasında en yaygın olan kelam kitaplarının ba- tü’n-Nûniyye’sinde kelamî meseleler önemlerine göre
şında gelmektedir (Çelikoğlu 2011: I, 44; Özervarlı bir veya birkaç beyitte ele alınmış, Allah ve sıfatları,
1995: XI, 73). Emâlî, “imlâ” kelimesinin çoğuludur. Allah karşısında insan, nübüvvet, me’âd, iman vb.

274
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

konular Mâturîdîlik bakış açısından değerlendirilmiş- kelamî konularda müstakil eser ve risaleler yazarak
tir. Kelamî konuların kaside nazım şekli ile ve de ve- kelâmcı yönünü yansıtmıştır. Tevhid, İslam’ın esasıdır.
zin, kafiye, redif gibi estetik değerler içerisinde man- Kur’an-ı Kerim bunu ısrarla vurgular. Bu vurgulama
zum olarak da yazılabileceğine yeniden şahit oluruz. İslamlaşma süreciyle birlikte edebî metinlerde ve şi-
Hayali Ahmet Efendi (ö. 1470) de manzum bir kelâm irlerde yer alır. Allah’ın varlığına ve birliğine inanan
eserine, bir şerh yazılabileceğini gösterir. O, hocası yazar ve şair, bu duyguları edebî estetik ölçüler içeri-
Hızır Bey’in Kasîde-i Nûniyye’sine yazdığı şerh ile sinde ele alır ve işler. Zaman içerisinde dinî-edebî tür
tanınmıştır. Özellikle hocasının Nûniyye’si çok özet boyutuna ulaşan tevhidler, kelâm ilminin önemli ko-
olduğu için, Hayali Ahmet Efendi tarafından yapı- nularından biri olan Allah’ın zat, sıfat ve fiillerinden
lan şerh, çok tutulmuş ve yaygınlık kazanmıştır. Ho- bahseden birer kelâm metinleri olma özelliğini gös-
casının fikirlerini yakından bildiği için, onun en gü- terir. Tevhid, edebî terim olarak Allah’ın birliğinden
zel açıklayıcısı olarak kabul edilmiştir (Yazıcıoğlu ve yüceliğinden bahseden bir metin olarak tanımla-
2001: 143). Hz Peygambere duyduğu sevgi ve say- nır. Oysaki bu metinlerde vâcibu’l-vücûd olan Al-
gıyı samimi, sade ama ölçülü anlatımla ve edebi sa- lah’ın varlığının ve birliğinin delillerine, Allah ve kul
natlarla dile getirerek edebiyatımızda henüz aşılma- ilişkisine, Allah’ın hem sübûtî hem fiilî hem de selbî
mış bir mevlid çığırının doğmasına öncülük eden ve tenzihî sıfatlarının varlığını gösteren isimlere yer
Süleyman Çelebi (ö. 1422)’nin asıl adı Vesîletü’n-Ne- verilir. Tür olan tevhidlerde kelam biliminin, edebi-
cât olan Mevlid’i tam bir sehl-i mümteni örneğidir yat bilimiyle buluştuğuna şahit oluruz. Okuduğumuz
(Genç 2005: 343). Süleyman Çelebi, bir taraftan ese- tevhidlerde kelâmın ‘mesâ’il’ini görürüz. Tevhidler,
rin tümüne yayılan Peygamber tasviriyle bir mümi- artık ilahiyât bahislerine yer veren kelâm metinleri
nin hayalindeki Peygamber’i anlatır, diğer taraftan da olarak karşımıza çıkar.
Sünnî kelâmı tahsil etmiş bir alim olarak kelâm ilmi- Tevhid türünden başka münâcât ve na’tlar da hem
nin üç temel meselesini oluşturan uluhiyet, nübüv- edebî bir tür olma özelliğini hem de içeriğinden do-
vet ve ahiret konusunu eserin başından sonuna kadar layı kelâm metinleri olma özelliğini gösterir. Tevhid-
bir kelâmcı gözüyle bizlere aktarmıştır (Kılavuz 2010: lerde olduğu gibi münâcâtlarda da Allah’ın isim ve
274-292). Kelamî bilgilerin kasidenin yanında mes- sıfatlarından bahsedildiği için şairler, kelâmın temel
nevi nazım şekliyle ve bağımsız bir eserde yer aldı- konularından uluhiyyet bilgilerine yer verirler ve bu
ğını görürüz ve kelâm kitaplarında yazılan konularla bilgileri edebiyatın kaideleri içinde okuyucuya akta-
uyum ve paralellik sergilediğini hayranlıkla izleriz. rırlar. Yüce Peygamber’in vasfına ve methine mah-
Münacat, velâdet, risâlet, mirac, rıhlet gibi bölümler sus tür olan na’tlar, nübüvvet içeren kelamî konuları
hem edebî eserin bölümlerini hem de kelâm ilminin ihtiva eder. İçinde barındırdığı ayetler, hadisler, isim
‘masâ’il’ini yansıtır. Edebiyat bilimiyle, kelâm bilimi- ve sıfatlar, mucizeler, şefâat vb. konular kelâm bilimi-
nin iç içe geçmiş en güzel örneklerinden biriyle yüz nin temel konularıdır.
yüze geliriz, onunla tanışırız.
Mâturîdî Kelâmının Edebî Eserlere Yansıması
XV. yüzyılda bir başka sehl-i mümteni eser olan Si- Kelamî konular, İslamlaşma sürecinin doğal bir so-
nan Paşa (ö. 1486)’nın Tazarru’name’siyle karşılaşırız. nucu olarak edebiyatımızda da yankı bulmuştur. Şair
Eser, bir gönül feryadı, durulmak bilmez bir derya gibi ve yazarların kelamî birikimleri edebî metinlerde he-
çalkalanıp duran bir kalbin feryat ve inilti dolu tövbe men göze çarpmaktadır. Bu eserlerde doğrudan doğ-
ve istiğfarları, sevinç ve mutluluk içerisinde yakarış, ruya kelamla ilgili konulara yer verildiği gibi kelamî
son varış noktasıyla ‘aşk’ın kitabıdır (Tulum 2011: bir sorun da ele alınmıştır. Her konuda önde olma ya-
37). Sinan Paşa, bir taraftan O ulular ulusuna terte- rışındaki divan şairinin, belirli bir birikime ulaşma-
miz bir yürekle sunulan yakarışlarında bulunurken, dan bu vadide eser vermesi beklenemez. Divan şairi,
diğer taraftan içerik gereği kelâmın konusuna giren elde ettiği dinî birikimin sağladığı zemin üzerine, te-
uluhiyet ve nübüvvet bahislerine de girer, âlim sıfa- fekkür kabiliyeti yoluyla edebî eserini inşa eder. Dü-
tıyla ve de hiç yabancısı olmadığı kelâm bilgisiyle ya- şüncelerini derinleştirdiği nispetle amacına yaklaş-
karışlarını dile getirir. mış olur. Divan şairinin amacı, kelamî bilgilerini şiir
Türk düşünce tarihinin kilometre taşı olan Kemal dünyasına has estetik yöntemlerle dile getirmeye ça-
Paşazade (ö. 1553), bir taraftan mürettep divan tertip lışmaktır. Bu durum, edebî kabiliyet ve gözlem gücü
ederek şairlik yönünü, diğer taraftan âlim kimliğiyle gerektirdiği gibi bir filozof derinliğiyle düşünmeyi

275
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

de zorunlu kılar (Gökalp 2006: 50). Başka bir ifade Burada Allah’ın varlığını başka bir ifade ile ‘isbât-ı
ile kelâm konularının edebiyat bilimine yansıtılması; vâcib’i ayrıntılı bir şekilde, kelâmcıların öne sür-
kelam bilgisi, mütekellim derinlik, edebî yetenek ve dükleri delillere yer vererek oldukça estetik ve an-
estetik yöntem gerektirir. laşılır biçimde dile getirmişlerdir. Daha sonra Al-
Şairler, doğrudan doğruya kelamî konuları konu et- lah’ın sıfat ve isimlerine yönelen şairler, ilahiyatın
memişlerdir. Buna ne şiirin estetik dünyası izin verir bu önemli konularını oldukça geniş bir açıdan ele
ne de şairin kendisi. Sanatçı eserini vücuda getirir- almış, şiirin ona tanıdığı ölçüler içerisinde kelâm
ken kelamî delillerin sayfalar dolusu teorileri yerine bilgisini yansıtmışlardır.
onlardan edindiği intibaları ve çıkarımları malzeme Ebû Hanife ile başlayan İmâm Mâturîdî ile devam
olarak kullanır. Aksi halde sanatçının düzyazıya yö- eden ve diğer Mâturîdî kelâmcılarında gelişen nü-
nelmesi gerekir (Gökalp 2006: 66). Kelâm bilginleri, büvvet anlayışı, şairler arasında da aynı çizgi doğrul-
bir konuyu ortaya koyarken Kur’an ve hadisten ha- tusunda işlenmiş, Mâturîdî’nin nübüvvet konusunda
reket eder, aklî ve naklî bir takım deliller getirir. Bir açtığı çığır şairler tarafından da devam ettirilmiştir.
takım naslardan yola çıkarak ayetle istidlal eder, za- İmâm Mâturîdî’nin Hz Muhammed’in risaletini is-
man zaman özgün yorumlar yapar. Söz konusu konu pat üzere kullandığı delillerden mucize nevileri ve
ve kavramlara yer yer temsili anlamlar yüklediği gibi, bunların hissî, aklî ve haberî şeklinde tasnifi, şairler
semantik bir yaklaşımda bulunur, onlara zahirî ve için model olmuştur. Peygamber’in özellikleri, vahiy,
gerçek manalar değil de temsil, hikâye ve mecaz an- ilahî kitaplar, mucize, Kur’an’da ismi geçen Peygam-
lamlar da yükler. Başka mezheplerin görüşlerine yer berler, nübüvvetin gerekliliği gibi konular, şairlerin
verir. Kendi düşüncelerini temel olarak ayetlere, yer sıklıkla ele alıp yer verdikleri nübüvvet konuları ola-
yer sahih olan haber-i vahitlere dayandırır. Bunları rak eserlerde, divanlarda yer bulur. İslam inancının
yaparken aklı, naklî anlamda bir araç olarak kulla- temel konularından birini teşkil eden ahiret konusu,
nır. Kelime, tabir ve terkipleri bir kuyumcu titizliğiyle manzumelerde çeşitli şekilde ele alınmıştır. İmâm
özenle seçer. Kelâmcı kimliğinin yanında müfessir ve Mâturîdî’nin sem’iyyet bahisleri altında yer alan ka-
muhaddisliğinden yararlanır. Kelamcı çok boyutlu ve bir ahvali, kıyamet, ahiret halleri, sırat, cennet, ce-
kompleks yapıda görüşlerini ortaya koymuştur. Mü- hennem vb. konular, Mâturîdî akidesine uygun ola-
tekellimin ifade ettiği görüşleri şiir formu içerisinde rak ele alınmış, bu konuyla beraber ahiret inancına
yansıtmak da oldukça zordur. Şairi zor bir görev bek- dair pek çok mefhuma yer verilmiştir. Genellikle dün-
ler. Burada şairin karşısına vezin, kafiye, redif ve sa- yadan sonra sürecek ebedî hayata olan inancın vur-
nat endişesi gibi bir takım edebiyat yöntemleri çıkar. gulandığı beyitler, İslam inanç esaslarının şairlerin
Şair, bilimsel bir konuyu edebî bir hüviyete bürün- dünyasında nasıl bir önem teşkil ettiğini göstermesi
dürmeye çalışır, kelâm alanına giren konu, düşünce açısından önemlidir.
ve mesâilin sunumunu edebî estetik, kaide ve üslup İlahiyat
içinde şaşırtıcı bir şekilde gerçekleştirir. Çok zengin
İlahiyat, İslam akidesinin üç ana konusundan ilkini
bir kelime hazinesi ile kurduğu derin kelamî mesele- oluşturan Allah’ın zâtı ve sıfatlarını içeren bölümdür
leri, söze, vezne uydurmada usta olması, kafiye bul- (Topaloğlu 2009: 148). Allah’ın var olduğuna, yegâne
mada hiç zorlanmaması, bunu yaparken de hiçbir za- yaratıcı ve tapılacak varlık (ma’bûd) olduğuna inan-
man anlamı bozan bir duruma düşmemesi gerekir. maktır (Kılavuz 2004: 78). Allah’a iman bütün ilahi
Bunu gerçekleştiren şair, şiirinde zengin bir kelâm dinlerin temelini oluşturur. Kelâm ilminde Allah’ın
dünyası oluşturmayı başarmış olur. varlığı ve birliği büyük önem taşımaktadır. Kelâm bi-
Kelâm terminolojisinin edebî eserlere yansıması, liminde buna ‘isbât-ı vâcib’ yani Allah’ın varlığını ka-
kelâm eserlerinin ana planını oluşturan üç temel nıtlamak demektir. “Yerleşmek, yerinde ve devamlı
esasa göredir. Usûl-i selâse olarakta bilinen bu sıra; olmak, doğruluğu ortaya çıkmış bulunmak” mana-
“İlahiyat, Nübüvvet, Ahiret” olarak karşımıza çı- larındaki sübût mastarından if’âl babında türemiş
kar. Şairler, ilahiyat konularını, varlık-âlem bağla- olup “bir şeyin doğruluğunu ortaya koymak, kanıt-
mında: cevher ve araz, vücûd ve zât başta olmak lamak” demek olan ‘isbât’ ile , “varlığı kendinden
üzere, madde, cisim, hayat ve ruh üzerinde düşün- olan” (vâcibu’l- vücûd) anlamındaki ‘vâcib’ kelime-
celerini şiir formunda dile getirdikten sonra, Al- sinden teşekkül eden bir terkiptir (Topaloğlu 2009:
lah’ın varlığı ve sıfatları konusuna yönelmişlerdir. 160).

276
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Klasik kelâm bilginleri, Allah’ın varlığını ontolojik ve Hudûs delili, mütekellim tarafından çok kullanılmış-
kozmolojik delillere dayandırırlar. Ontolojik delille- tır. Şairler de bu delili, yoğun bir şekilde eserlerinde
rin temelinde ‘vâcibu’l- vücûd’ ifadesi vardır. Bu ifade ortaya koymuşlardır. Onlar, Tevhid kasidelerinde,
“varlığı gerekli ve zorunlu, varlığı kendinden olup baş- müstakil bir eser olan mesnevilerin giriş kısmında,
kasına muhtaç olmayan” diye tanımlanır ve sadece divanlarda yer alan kaside ve gazellerde bu delile, şi-
Allah için kullanılır (Topaloğlu 2009: 330). Ontolo- irin estetik kuralları içerisinde yer vermişlerdir:
jik delil, âlemden hareket eder ve Allah’ın varlığını Acebdür ki yokdan var olan cihân
ispatlamaya çalışır. Âlem, mümkinler topluluğudur.
Anun varlığından virür hep nişân (Taşlıcalı Yahyâ,
Her mümkin olan var olabilmek için, yokluğuna var- Kitâbu’l-Usûl, s. 250).
lığını tercih edecek bir müreccihe muhtaçtır, o da ‘vâ-
cibu’l-vücûd’ olan Allah’tır (Gölcük 1996: 154). Aşa- Taşlıcalı Yahya, sade, anlaşılır bir dille cihanın yok-
tan yaratıldığını (hadesu’l-ayân) ve yaratılanların da
ğıdaki beyit bu duyguyu yansıtır:
bir yaratıcısı (muhdisu’l- âlem) olduğunu ve onu gös-
Hamd ana kim vücûdı vâcibdür terdiğini yalın bir şekilde hudûs delilinden hareket
Gayrı maglûb u kendü gâlibdür (Mu’idî, Şem’ ü Per- ederek beyan etmiştir. Nakış varsa nakkaş da var-
vâne, s.176) dır prensibinden hareket eden şair, edebiyat kural-
ları içerisinde kelamcıların uzun uzun anlattıkları
Ontolojik delil, tevhid manzumelerinde oldukça fazla
konuyu “Ki nakşından müşâhed ola nakkâş” (Şem-
yer almaktadır. Şeyhi, aşağıdaki beyitte Allah’ın her seddîn-i Sivasî, Mir’atü’l-Ahlâk, s. 204) diyerek bir
şeyi çepeçevre kuşattığını söyleyerek, O’nun varlı- mısra içerisinde hudûs delilini ortaya koyar. “Bu yazu
ğını ortaya koyar: kendüden yazıldı dinmez” (Kemâl Paşazâde, Yûsuf
Muhît cümleye vü cümle bî-haber andan u Züleyhâ, s. 31) diyen şair, hiçbir şey kendiliğinden
Delîl halka vü halk ana kılur istidlâl (Şeyhî, Dîvân, s. 31) olması mümkün değildir diyerek âlem hâdistir öne-
risini ortaya koyar.
Âlemden hareket eden ontolojik delilin tersine de-
Şair, kilit olarak aldığı bir sun’ kelimesi ve buna pa-
ney ve tecrübeyle elde edilen, verilerden hareket eden
ralel olarak kullanacağı başka kelimeyle, kelâmcıla-
kozmolojik delilin birkaç türü vardır. Bunlardan bir
rın sayfalar dolusu anlatımını iki kelime ve bu keli-
kısmı ‘havadis’ kavramını, bir kısmı ‘hareket’ ve ‘de-
melerin etrafında oluşan anlam dünyasını, benzetme
ğişme’ kavramlarını, bazıları da ‘imkân’ kavramını ve tenasüp sanatıyla birleşerek edebî estetik içerisinde
merkeze alarak âlemin bir yaratıcı tarafından mey- bir hudûs delili ortaya koyar:
dana getirilmiş olduğunu ispatlamaya çalışır (Düz-
gün 2012: 212). İdüp vaz’-ı kalem evrâk-ı hikmet-hâne-i sun’a
Çeküp müsvedde-i gaybı beyâza eylemiş imlâ (Nâbî,
Hudûs Delili
Dîvân, c. I, s. 1)
Kozmolojik delillerin başında hudûs delili gelir. Bu
Nâbî, yukarıdaki beyitte hudûs delilinin en güzel ör-
delil, kelâmcılar tarafından beğenilip rağbet görmüş-
neklerinden birini iki mısrada edebiyatın kendine ta-
tür. Bu delile göre; âlem bütün parçalarıyla hâdistir (
nıdığı ölçüler içerisinde ifade etmiştir. Kilit kelime
yokken sonradan var edilmiş, varlığından önce yok-
sun’dur. Gayb, kilit kelimenin tamamlayıcısıdır. Bu
luğu söz konusudur). Her hâdis olanın bir ‘muhdis’i
iki kelime, beyitin anlam dünyası içerisinde ve seçi-
(var edici, meydana getiricisi) vardır. Âlemin muhdisi len kelimelerin tenasüp arz etmesi sonucu karşımıza
de Allah Teâlâ’dır (Gölcük 1996: 151; Kılavuz 2004: hudûs delilini çıkarır. Gayb-ı mutlak olan kâinatın
86; İzmirli 1981: 14). İmâm Mâturîdî, Allah’ın varlı- Allah’ın sun’ özelliği ile yarattığını, zuhur ettiğini
ğını ispat etmek için, evrenin yaratılmışlığı (hade- dile getirmiştir.
su’l-ayân) delilini kullanır. Mâturîdî, evrenin yaratıl-
Bu kâr-hâne bir üstâdtan değül hâlî
mışlığını, yani başlangıçta yokken, hariçten gelen bir
tesirle varlık alanına çıktığını ünlü eseri Kitâbu’t-Tev- Gerek bu kudrete elbette kâdir u dânâ (Fuzûlî, Dîvân,
hîd’de ispatlayınca, onun bir yaratıcısının bulunduğu s. 25).
da kendiliğinden ortaya çıkar diyerek, âlemin var edi- diyen Fuzuli, âlemi bir fabrikaya benzeterek, onun bir
cisi (muhdisu’l-âlem) düşüncesini öne sürer (Mâturîdî üstattan hâlî olmadığı ve onun bir sanatkârı olacağını
2013: 34-37). Buna göre âlem ‘hâdis’tir. ve bu sanatkârın/üstadın da âlemi yaratma gücüne

277
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

ve kudretine sahip olduğunu dile getirdikten sonra oldukça zor (Gökalp 2006: 55) olduğu için ıstılahlar-
duygularını şöyle devam ettirir: dan yararlanma yoluna gitmişlerdir.
Mükevvenâta hudûs ol kadîmdendür kim Aşağıdaki beyitte şair Caferî, bu konuyu kelâm te-
Kemâl-ı zâtına mümkin degül kabûl-ı fenâ (Fuzûlî, rimlerini de kullanarak güzel bir şekilde ifade etmiş-
Dîvân, s. 26) tir. Buna göre hiçbir şey Allah Teâlâ’nın eşi benzeri
olamaz. Zira, âlem-i imkânda mümkün olan hiçbir
Fuzuli, bize kâinatın sonradan olduğunu, yaratılmış-
şey vâcib olanın örneği değildir (Uzun 2013: 294) di-
ların bütününün sonradan yaratıldığını bunun fai-
yerek, imkân delilini bir kelâmcı gibi ortaya koyar-
linin Allah olduğunu söyleyip kelamî bir delili göz-
ken, zor olan bu delili iki mısra içinde söyleme ba-
ler önüne sererken, delile ad olan kilit kelimeyi yani
şarısını göstermiştir:
hudûs sözcüğünü kullanarak açık bir şekilde bu de-
lili iki mısrada ifade etmiştir. Kısaca âlem hâdistir. Bu âlem-i imkânda kaçan ola misâlün
İmkân Delili Mümkin sana iy vâcib-i bîçün mesel olmaz (Ca’ferî,
Dîvân, s.434)
Bu delil, âlemdeki varlıkların dolayısıyla âlemin müm-
kün oluşundan hareketle Allah’ın varlığını ispata gi- İmkân delilinin hedefi; bir vâcibin mevcudiyetini is-
den bir delildir. Buna göre; her mümkün olanın bir pat etmektir. Şairler de âlemdeki varlıkları dolayısıyla
müessiri vardır. Sonradan var olan, yok iken var olan âlemi mümkün oluşundan hareketle Allah’ın varlı-
nesne demektir. Durumu bu olanın mahiyeti, yokluğa ğını ispata giden bir delil olan imkân delilini söylem
ve varlığa kabiliyeti olandır. Var olma, var olma nite- olan ‘vâcibu’l-vücûd’ terkibiyle de ifade etmişlerdir:
liklerini içinde taşıyan (mümkün) nesnenin var ol- Vasfın iy vâcibu’l-vücûd u Samed
masını sağlayan, kendi dışındaki mümkün değil, zo-
runlu bir varlıktır, yani Allah’tır (Düzgün 2012: 213). Okınur lem-yelid ve lem-yûled (Vucûdî, Hayâl ü Yâr, s.5)
Kısaca âlemin mümkün varlık oluşunu ve onun vü- Aşağıdaki beyitte Nâbî, imkân delilini şiir formuna
cuda getirecek bir ‘Vâcib’e ihtiyaç duymasını öngö- başarıyla aktardığını görürüz. Burada onun kişi-
ren bir delildir (Kılavuz 2004: 93). sel bilgi birikimi kadar teksif yeteneğinin de etkisi
İmkân delili, hudûs deliline nazaran az kullanılmış- vardır. Zira, tefekkür şairi Nâbî, aşağıda görüldüğü
tır. Bunların nedenleri farklı olabilir. İmkân delilini üzere yüzlerce sayfada anlatılan bir ispat yöntemini,
ilk kullananların felsefeciler olması ve ona çok yer beyitin sınırlı dünyasına sığdırmasını bilmiştir (Gö-
vererek bu delile felsefî bir boyut kazandırmaları ya- kalp 2006: 55)
nında, Kur’an-ı Kerim’in ayetlerinin onun anlam dün- Zihî Vâcib ki itmiş mümkinün îcâbına îcâb
yasına ve üslubuna daha uygun olması açısından ge-
Kemâl-i rahmetinden eylemiş ma’dûm iken ihyâ
nellikle hudûs delili tercih edilmiş olabilir. Büyük bir
(Nâbî, Dîvân, c. I, s. 2)
olasılıkla şairler de aynı tercihi benimsemiş olabilir-
ler. İmkân delilinin muayyen bir grubun özel kültürü Nâbî, Allah’ın varlıkları yoktan var ettiğini söyler-
vasfını taşıması (Topaloğlu 2012: 147) da şairlerimiz ken, kelamî ıstılahlardan yararlanmıştır. Yani Allah,
tarafından bu delilin fazla rağbet görmemesinin ne- ‘vâcibu’l-vücûd’dur. Başka bir ifadeyle âlemin müm-
denleri arasında zikredilebilir. kün varlık oluşunu ve onu vücuda getirecek bir vâ-
cibe ihtiyaç duymasını bir kelâmcı edasıyla oldukça
Hudûs ve imkân delilleri, âlemi inceleyen ve âlemden
estetik bir şekilde bir beyit içerisinde ifade etmiştir.
hareketle Allah’ın varlığını ispatlamaya çalışan deliller
olduğu için edebî eserler içerisinde yer alan örneklerin İmkân delili, âlemi inceleyen ve âlemden hareketle
iyi okunması gerekir. Verilen örnekler her iki delilin Allah’ın varlığını ortaya koyduğu için hudûs deliliyle
kapsama alanı içerisine girebilir. İmkân delili, edebi- paralellik arz eder. Divanlarda, tevhidlerde yer alan
yat formatı içerisinde anlatılırken daha çok ‘mümkin’, örneklerin her iki delilin kapsama alanına girdiği için
‘imkân’ ,’vâcib’, ‘vâcib-i vücûd’ gibi kelamî terimlere iyi etüt yapılması gerekir. Şair kadar, okuyucunun da
yer verilerek açıklanmıştır. Şairler, imkân delilinin alt yapısı olması gerekir. Şairin anlam dünyası, filozof-
zorluğunu bildiklerinden sadece onun terminoloji- ların mı, yoksa mütekellimlerin görüşlerinden mül-
sini oluşturan kelimelere yer vererek bu delili ifade hemdir? Öncelikle bunun bilinmesi gerekiyor. Önce-
etmeye çalışmış olabilirler. Belki de derin tefekkür lik birinciye verilmişse beyit imkân delilini, öncelik
gerektiren bu felsefe delili, edebî sahada kullanmak ikinciyi yansıtıyorsa hudûs delilini gösterir.

278
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Nâbî’nin yukarıdaki beyiti bu hususa bir örnektir. delalet etmektedir (Mâturîdî 2013: 38-40; Ak 2008:
Eğer Vâcib/Allah, mümkini/âlemi yaratmışsa; ‘Va- 61-62). Fuzulî:
cib’, varlık olamaz. Âlem cüzlerden oluştuğu için vâ- Hakka ki hoş intizâm verdün
cib bileşik olamaz. Mümkin, varlığı ile yokluğu da
Ârâyişini tamâm verdün (Fuzûlî, Leyla vü Mecnûn,
zâtının gereği olmayandır. Mümkin var olduğuna
s. 14)
göre, onun varlığını yokluğa tercih eden bir etkin/
müessir varlığın bulunması zorunludur Nâbî’nin derken, Mâturîdî’nin görüşleri doğrultusunda basit ve
beyti bu şekilde okunursa imkân deliline ulaşılabi- anlaşılır bir şekilde nizâm deliline telmihte bulunur.
lir. Eğer âlem, hâdistir ve her hâdisin de bir muhdisi Nizâm delili, Allah’ın varlığını ispat etmede kulla-
vardır anlamında da yorumlayıp varlığın yokluktan nılan en temel ve yaygın delillerden biridir. Sokrat
yaratılması öne çıkarılıp, kâinatın sonradan yaratıl- devrinden beri kullanılan (Gölcük 1996: 156), herkes
dığı vurgulandığında yokluk-varlık kavramı karşı- tarafından, özellikle de halk tarafından kolayca anla-
sında ‘âlemin hâdis oluşu’ birinci öncülümüz olursa şılması ve Kur’an-ı Kerim’de bu delile dayanak olacak
da hudûs deliliyle karşılaşırız. pek çok ayetin var olması, bu delile rağbet edilmesi-
Hudûs delilinde âlemin hâdis oluşu, imkân delilinde nin temel sebepleridir. Bunlardan başka pratik özel-
likler de taşıması, şairlerin yoğun bir biçimde nizâm
de mümkin varlıkların mevcudiyetini ispat ettiğimiz
deliline yönelmelerini sağlamıştır. Hemen hemen bü-
de bu iki delilin birleştiği görülür. Mümkini meydana
tün şairler, içerdiği malzemenin bolluğundan şiirle-
getiren bir vâcibu’l-vücûd delili, hâdisi icad eden bir
rinde bu delili bol miktarda kullanmışlardır.
muhdis vardır mukaddimesinde birleşir (Topaloğlu
2012: 145). Kısaca, imkân delilinin hudûs deliliyle Nizâm delilini şairler, geniş bir yelpazeden şöyle
örtüşmesi, benzemesinden dolayı imkân delili, hu- ele almışlardır: Tabiatta bir düzen vardır. Bu düzen
dûs delili içinde de mütalâa edilebilmiştir (İzmirli ahenk içinde işler. Bu ahenk Allah tarafından sağ-
1981: 204, 207). lanmaktadır. Eğer birden fazla yaratıcı olsaydı, böy-
lesine muazzam bir düzen olmazdı ve âlem fesada
Nizâm Delili uğrardı. “Rahman olan Allah’ın yaratışında hiçbir
Bu delil varlığın üzerine kurulduğu düzen, mükem- uyumsuzluk göremezsin (Mülk 67: 3)” ve benzeri
mel işleyen sistem, ince ayarlara dayanan işleyiş tarzı ayetlerden iktibas yapılarak söylemler delillendirilir.
bir tesadüfün eseri olarak görülemez, kabulüne da- Sonra da İmâm Mâturîdî’nin tabiatta gözlenebilen
yanmaktadır. Âlemde hiçbir düzensizliğin olmadı- her şeyde mutlaka akıllara hayret verici bir hikmet
ğını söyleyen (Mülk 67: 3) her şeyin bir sistem dahi- ve yaratıcısına sanatkârane bir işaret bulunmakta-
linde yürütüldüğünü beyan eden (Ra’d 13: 8; Furkân dır (Mâturîdî 2013: 30) sözüne paralel olarak bu sa-
29: 2) Kur’an ayetleri nizâm deliline işaret etmekte- natkârdan bahsedilir. Gözlem metoduyla olayların
dir (Düzgün 2012: 216). Bu delil evrendeki düzeni göz arka planındaki hikmet aranır ve yaratıcının bunca
önünde bulundurduğu için nizâm, her şeyin insanın yarattıklarında herkesin görebileceği nice hikmetler
emrine verilmiş oluşunu dikkate aldığı için inâyet, bulunduğu gözler önüne serilir. Varlıkların yaratılış
âlemin belli gaye ve sebeplere yönelik varlık ve olay- gayesi sorgulanır. Hiçbir şeyin gayesiz var edilme-
diği üzerinde durulur. Edebiyat kuralları ve estetiği
larla dopdolu bulunuşunu, hiçbir şeyin boş yere yara-
içinde nizâm delilini ortaya koyan şair, kısaca şöyle
tılmadığını dikkatlere sunduğu için gaye, kâinattaki
demek ister: Biz tabiatta meydana gelen olaylara ve
geçerli kanunların şaşmazlığını ve sağlamlığını, dü-
varlıklara baktığımızda büyük bir ahengi ve şaşmaz
zenli ve bilgece oluşunu göz önüne aldığı için hikmet
bir düzeni, ulu Yaratıcının bunca yarattığı şeylerde bir
ve itkân delili adıyla anılmaktadır (Kılavuz 2004: 94).
hikmet ve gayenin varlığını duyularımızla gözlem-
Nizâm delili, hem felsefeciler hem de kelâmcılar tara- leyip, kavrayabiliyoruz (Âlem; muntazam, manzûm
fından çok kullanılan delillerdendir. İmâm Mâturî- ve müretteptir). Her düzenli ve ahenkli şeyi böyle ya-
dî’ye göre, kâinattaki bütün olay ve varlıklar belli bir pan bir düzenleyicinin (nâzım) olması kaçınılmazdır.
nizam ve intizam içerisinde cereyan etmektedir. Al- Bu düzen ve tertibin, hikmet ve gayeye yönelik şeyle-
lah’ın yarattığı her şey O’nun vahdaniyetine şahadet rin, ince hesaplara dayanan kanunların kör tesadüf-
etmektedir. O halde kâinattaki bütün varlıkların ve ten çıkması veya kendi kendisine oluşması mümkün
olayların düzenli bir sistem içerisinde meydana gel- değildir. Onları düzenleyen, insanın hizmetine su-
mesi ve ahenkle devam etmesi açıkça Allah’ın birliğine nan, ilim, irade, kudret, akıl, idrak ve hikmet sahibi

279
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

bir varlığın ve yaratıcının bulunması zorunludur. O girmişler ve şairlerin beyitleri içerisinde sarmaş do-
da yüce Allah’tır (Kılavuz 2004: 94) laş olmuşlardır. Çok boyutlu dile getirilen zıtlık kav-
Aşağıdaki beyitler yukarıda ifade edilen duygulara ramının altında ince ayar işleyen bir sistem ve dü-
birer örnektir: zenin olması, bu düzenin bozulmayıp bir saat gibi
işlemesi, bu düzeni kurup idare eden yüce bir kud-
Fusûl-i erba’a bir sâl içinde retin bulunması fikri yatar. Nâbî, işleyen bu sistem
Olupdur muntazam bir hâl içinde (Emîrî, Soh- karşısında hayranlığı şöyle dile getirir:
bet-nâme, s. 963)
Bisât-ı gülşene dün eyledüm güzer ki demî Zihî zât-ı ulûhiyet mühim-sâz-ı rubûbiyyet
Kılam nezâre-i âsâr-ı san’at-ı Mevlâ (Fuzûlî, Dîvân, s. 25) Ki şehristân-ı sun’ında degül bir zerre nâ-ber-becâ
Hârdan güller bitirdin nahlden hurmâ-yı ter (Nâbî, Dîvân, c. I, s. 2)
İbret için kullarına hikmet izhâr eyledin (Muhibbî, Bir zerre yok bu kârgeh-i sun’da abes
Dîvân, s. 42) Vabestedür birbirine çarhı sa’âtün (Nâbî, Dîvân, c.
Hükmün ile eyledin emrinle gün etdi tulû’ II, s. 760)
Geceyi encümler ile zeyn adip târ eyledin (Cem Sul- İmâm Mâturîdî’ye göre her nesnede fayda ve zarar
tan, Dîvân, s. 3) gibi birbirine tamamen zıt olan bu iki özelliğin bir
Kitâb-ı sun’-ı yezdân bî-hatâdur togrı bak arada yaratılması ve onların ahenklerini koruma-
Kalem yazmadı levh üzre çü bir harf-i siyâh egri (Ah- ları Allah’ın tevhid ve azametinin en büyük delilidir
med Paşa, Dîvân, s. 337) (Mâturîdî 2013: 169-170; Ak 2008: 62). Buna paralel
Nizâm delili, zıtlıklardan hareket eder, temelinde zıt- duyguları Nâbî de dile getirmiştir. Eğer zıtlıklar ara-
lıklar vardır. İmâm Mâturîdî’ye göre âlem ve içerisin- sında bir uyuşma bozukluğu olsa, âlemdeki düzenin
deki bütün varlıklar, farklı yapılarda ve zıt konumlarda bozulmasına, ahengin sarsılmasına neden olurdu:
yaratılmıştır. Evrendeki hiçbir şey tek amaçlı yaratıl-
mamıştır. Aynı zamanda birbirine zıt karakterlerde Fusûl-ı erba’a itse tecâvüz hadd-i per-kârın
yaratılmıştır. Buna rağmen, her nesne zararlı ve ya- Nizâm-ı mümkinâta ihtilâl eylerdi isti’lâ
rarlı özellikleriyle bir arada bir cisimde toplanmıştır Eger leyl ü nehâr âmed şudında geçse mikdârın
(Mâturîdî 2013: 6, 38-42; Ak 2008: 62). Şairler, zıtlık Hayât-ı kâ’inâta fâsidâd eylerdi istilâ
kavramı üzerine düşüncelerini ‘anâsır-ı erba’ olarak Hevâ-yı rûh-bahşâ itmeyeydi cilve-i rahmet
adlandırılan su, hava, ateş ve toprağı kullanarak dile Olurdı halk-ı âlem yek nefesde cümle nâ-peydâ (Nâbî,
getirmişlerdir. Bu dört unsur, kendi içinde zıtlıkları Dîvân, c. I, s .7)
ifade eder. Bu durumda ateşle hava sıcaklık-soğuk-
İmâm Mâturîdî, tabiatta her varlık hem kendi içinde
luk bakımından, su ve toprak ıslaklık-kuruluk bakı-
hem de birbirleri arasında muhteşem bir uyum içe-
mından zıttır (Gökalp 2006: 73).
risinde bulunduğunu evren ve içerisindeki bütün
Sun’una izhâr edip azdâda verdi imtizâc varlıklar farklı yapılarda ve konumlarda yaratılmış
Etdiler âmîziş âb u âteş ü bâd u türâb düşüncesindedir. Bu düşünceyi Nâbî’nin ünlü eseri
Hayriye ‘ye taşıdığını görürüz. O’na göre bilenle bil-
Şair, birbirine zıt unsurların bir araya gelerek bir po-
meyen bir olmadığı gibi birbirlerinin yerini de tuta-
tada birleştiğini ve bu birliktelikten madde âleminin
mazlar. Su, ateşin görevini yerine getiremeyeceği gibi
dört ana unsuru/asıl madde ortaya çıktığını veciz bir
toprak da havanın yaptığı işi yapamaz. Altın ile de-
şekilde ifade etmiştir. Benzer duyguları Nâbî de şöyle
mirin görevleri farklıdır. Altın, demirin işini yapa-
ifade etmiştir:
madığı gibi cevher de tuzdaki tadı veremez. Elin gö-
Anâsırla tabâyi reng-i zıddında olup kâ’im revi başka, ayağın görevi başka zira ayak, elin yaptığı
Birbiriyle olmışlar vahîdü’l- asl iken a’dâ işi yapamaz. Kalem, kılıcın yükseldiği makama va-
İdüp bi’t-tab’ birbirine hem dost hem düşmen ramaz. Gözün görevini kulak yapamaz. Kuyumcu,
Koparmış ıktızâ-yı hikmet üzre arada gavgâ (Nâbî, çiftçinin işini, marangoz da ayakkabıcının işini yapa-
Dîvân, c. I, s. 4) maz. Sıcak, soğuğun görevini yerine getiremez, kuru
da yaşın sonunun ne olacağını bilemez:
Varlıklardaki zıtlıklar anâsır-ı erba’nın sınırları içe-
risinde kalmamıştır. İnsan, bitki, maden, gök cisim- Bî-merâtib yıkılır kevn ü mekân
leri vb. unsurlar zıtlık kavramının kapsama alanına Âlimin yerini tutmaz nâdân

280
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Göremez maslahatın âteşin âb getirmesi, bir damla sudan inciyi oluşturması, aşılan-
Edebilmez ‘amel-i bâdı türâb mış yumurtadan insanı yaratması, ateşi, havayı, suyu
Edemez âhenin ef’âlini zer ve toprağı insanda toplaması (Muhibbî, Dîvân, s. 417)
Göremez destin umûrını kadem Allah’ın kudretinin ve hikmetlerinin delilidir. Gö-
Varamaz seyf makâmına kalem rüldüğü gibi şairler, âlemi hikmet sırlarıyla dolu bir
Basarın eyledigin gûş edemez kitap olarak görmüşler, buradaki her varlığın kendi-
sini yaratan yüce kudreti delillendirmekle ve mana
Hûşun endişesinini mûş edmez
itbariyle kâinatın tertibindeki mükemmelliği dile ge-
Berz-ger yerini tutmaz zer-ger
tirmişler (Güfta 2004: 81-87), Mâturîdî’nin düşünce-
Keşf-ger kârını bilmez dülger
Germ serdin veremez ahkâmın lerini estetik sınırlar içerisinde ve edebiyatın imkan-
Ne bilir huşk terin fercâmın (Nâbî, Hayriyye, s. 178) ları ölçüsünde kafiye, redif ve vezni dikkate alarak ve
de edebî sanatlara baş vurarak şairane üslupla beyit-
Kelâm bilginleri, kâinatın birbirine uygun bir sebepler lere yerleştirmişlerdir.
ve gayeler manzumesi arz ettiğini söylerler. Bu duru-
Şairler, imkân, hikmet ve gaye delili hakkında son sö-
mun gözlem ve müşahade ile sabit olduğunda birle-
zünü söylerken yine İmâm Mâturîdî’nin düşünen in-
şirler. Mâturîdî, tabiatta gözlenebilen her şeyde mut-
san âlemdeki nizamı ve intizamı fark edip/gözlemle-
laka akıllara hayret verici bir hikmet ve yaratıcısına
yip aklıyla bu ahengi sağlayan yüce bir varlığın olması
sanatkârane bir işaret bulunduğunu söyler (Mâturîdî
gerektiğini anlar ve O’nun varlığını ve birliğini tasdik
2013: 30). Şairler de bu görüş doğrultusunda hare-
eder (Mâturîdî 2013: 35) ifadesinden hareketle bu du-
ket ederek âlemi, yazarı Allah olan ve hikmetlerle
rumu cennet-cehennem zıtlık metaforu ile ifade eder:
dolu olan bir kitaba benzetmişlerdir. Bu kitaptaki/
kâinattaki eserlere bakmışlar ve bu eserlerin sanat- Âlem ki tamâm-ı nüsha-i hikmetdür
kârını/Allah’ı tanımışlar, eserden müessire giderek Ma’nisini fehm eyleyene cennetdür
Allah’ın varlığını ispatlamışlardır. “Kitâb-ı kâinât, Mahrûm-ı şuhûd olanlarun çeşminde
kitâb-ı hikmet, kitâb-ı hak” gibi terkiplerle kâinatın Zindân-ı belâ çâh-ı gam u mihnetdür (Nâbî, Dîvân,
Allah’ın hikmetlerinin ve yaratıcı gücünün şerh edil- c. II, s. 1187)
diği bir kitap olduğunu ortaya koyan şairler, gözlem-
Allah’ın Sıfatları
lere dayanan hayret verici hikmeti beyitlerinde daha
çok şöyle ifade etmişlerdir: Allah’ın varlığına ve birliğine inanmak, imanın ilk
şartı olarak kelâm kitaplarında benimsenmiştir. Al-
Göklerin ve yerin yaratılması ilahi hikmetin eseridir.
O, gökleri ve yeri nice delillerle, sonsuz ve sınırsız hik- lah’a iman etmek demek, O’nun zâtı hakkında va-
met sırlarıyla doldurmuştur. Her varlığın bir faydası cip olan kelam sıfatları ile, caiz sıfatları bilip, öylece
ve hizmeti vardır. On sekiz bin âlemde yer alan ka- inanmak, zâtını noksan sıfatlardan münezzeh (yüce
rıncadan file kadar olan her şey bir fayda üzere yara- ve uzak) tutmaktır düşüncesi kabul görmüştür (Düz-
tılmıştır (Kuddûsî, Dîvân, s. 29). Hikmet ve ibretlerle gün 201: 221; Kılavuz 2004: 117). İslam inanç siste-
dolu olan kâinat kitabından ders almak için bazen çi- minin temelini teşkil eden bir konu olması nedeniyle
çek ve ağaçlara bakmak yeterlidir (Muhibbî, Dîvân, s. Allah’ın sıfatları, kelâm biliminin en önemli konu-
444). Arıdan bal çıkartması, sert taştan tatlı su akıt- larından olmuş ve bu özelliğini bugüne kadar koru-
ması, kuru bir kamışın içini şeker doldurması, yağ- muştur. Bundan dolayı kelâmcılar, bu konu üzerinde
mur damlasını inciye dönüştürmesi, aynı fidanda gülü ayrıntılı bir şekilde durmuşlar, bir taraftan tek ba-
ve dikeni bitirmesi (Cem Sultan, Dîvân, s. 5) Allah’ın şına sıfatları ele almışlar, diğer taraftan bunları Al-
hikmetlerindendir. Güneşin aya yetişmemesi, gecenin lah’ın zâtı ile ilgisi üzerinde durarak, zât-sıfat ilişkisi
de gündüzü geçmemesi, her birinin kendi yörünge- üzerinde bir kuyumcu titizliğiyle bu konuları ele al-
sinde hareket etmesi ve çarpışmaması (Güfta 2004: mış, kafa yormuş ve önemli tartışmalar yapmışlardır.
84) ilahi hikmetlerdendir. Dut yaprağından ve kötü Mâturîdî, Allah’ın varlığını nizâm delilinden hareket
kokulu bir böcekten sultanların iftiharla giydikleri ederek gözleme dayandırdığı için, O’nun sıfatlarının
ipek elbiseleri yaratması, yeşil çınardan ateş çıkart- varlığını da aynı yöntemle ispata çalışır. Evrende gö-
ması, koruktan da helva meydana getirmesi (Nâbî, rülen mükemmel bir düzen ve bu düzenin işleyişi-
Dîvân, c. I, s. 2) hem yüce sanatkârlığının hem de hik- nin altında Allah’ın ilim, kudret ve irade sahibi ol-
metlerinin delilidir. Kara taştan lâl ve yakut meydana duğu gerçeği yatar. Mâturîdî, Allah’ın sıfatlarıyla ilgili

281
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

görüşlerini Kitâbu’t-Tevhîd adlı eserinde anlatmıştır. Hamd ana kim vücûdı vâcipdür
Kelâm eserlerinde genellikle kullanılan sıfat tasnifi, Gayrı maglûb u kendü gâlibdür (Mu’îdî, Şem’ u Per-
Mâturîdî’de de mevcuttur. Buna göre Allah’ın birli- vâne, s. 176)
ğini ispat edip her türlü teşbih belirtisini (yaratılmışa Yogı var eyleyen vücûdundur
özgü acz ve eksiklik) nefyetmesini amaçlayan selbî/ Bizi küshâh iden bu cûdundur (Latîfî, Subhatu’l-Uşşâk,
tenzihî sıfatları; evrenin yaratılış ve işleyişini, Allah’ın s. 56)
insanlara yönelik mesajını sistematik olarak zât-ı ila- Varlıgınun güvâhıdur dü binâ
hiyeye bağlayan sübûtî sıfatları; Allah-âlem ilişkisini Şahîd-i zâtıdur bu arz u semâ (İbrâhîm Şânî-i Laren-
konu edinen fiilî sıfatları işler (Mâturîdî 2013: 37-39, devî, Gülşen-i Efkâr, s. 92)
70-82, 100-103; Topaloğlu 2011: 203). Kıdem
Mâturîdî’nin üçlü tasnifi, şairler tarafından da be- Kıdem, ezeli olmak, varlığının bir başlangıcı bulun-
nimsenmiştir. Bu tasnifin içeriksel boyutu aynen mamak demektir. Varlığın evveli olmayan, varlığın-
kabul görmüştür. Tevhid kasidelerinde, mesnevi- dan önce yokluk geçmemiş demek olan kıdem, başka
lerin giriş bölümlerindeki tevhitlerde ve divanların bir ifadeyle varlığı vâcib olandır (Gölcük 1996: 206;
muhtelif yerlerine serpiştirilmiş manzumelerde bu Özler 2012: 230). Tevhidlerde, divanlarda bu sıfat, Al-
sıfatlara oldukça fazla yer verildiğini görürüz. Fakat lah’ın ezeli olduğu, varlığının evveli bulunmaması
bu sıfatlar, kelâm kitaplarındaki sıralama sistemine düşüncesi doğrultusunda yer almış, “Allah kadim-
göre değil, karışık sıralama sistemine göre verilmiş- dir” ifadesiyle dillendirilmiştir:
tir. Hangi beyitte hangi sıfat tasnifine yer vereceği
Bir evveldür ki yoktur ibtidâsı
belli olmaz. Konunun işleyişi, anlatım tarzı ve ör-
Bir âhirdür ki yoktur intihâsı (Hadîdî, Tevârîh-i Âl-i
nekleme sıfatların kullanımında belirleyici olur. Bu Osmân, s. 3)
sıfatların kullanımı, kelime iktibası şeklinde görü- Bu sıfatın en güzel örneklerinden biri Fuzulî tarafın-
leceği gibi, daha çok anlamsal iktibas şeklinde yer dan bir kelamcı edasıyla söylenmiştir:
almıştır. Başka bir ifade ile şairler, ‘hayat’, ‘ilim’ la- Yâ men ahâta ilmüke’l-eşyâe kullehâ
fızlarıyla adı geçen sıfatlara kelime iktibaslarda bu- Ne ibtidâ sana mutasavverne intihâ (Fuzûlî, Dîvân,
lunduğu gibi, “diler lutf idersin dilersen kahr” örne- s. 131)
ğinde olduğu gibi de meâlen iktibas yaparak Allah’ın
Bekâ
‘irade’ sıfatına telmihte bulunur.
Allah Teâlâ’nın varlığının son bulmaması demektir.
Selbî Sıfatlar
Varlığın sonu olmamak, ebedî olmak demektir (Kı-
Sıfat-ı tenzihiyye de denilen bu sıfatlar, Allah’ın zâtına lavuz 2004: 120; Topaloğlu 2013: 44). Şairler, Allah’ın
layık olmayan manaları O’ndan nefyeden sıfatlardır. bu selbî sıfatına oldukça fazla yer vermişler, ayetlerden
Başka bir ifadeyle “Allah’ın ne olmadığını” ifade eden lafzen ve meâlen iktibasta bulunarak değişik şekillerde
sıfatlardır. Sayıları hakkında kesin bir rakam belirtil- sıklıkla kullanmışlardır. Şairler, Allah Teâlâ’nın bâkî
memekle beraber, bunların hepsi tevhid ilkesini des- vasfını ve zâtının fenâdan münezzeh oluşunu dile ge-
tekleyici mahiyette olup beş veya altı tanesine kelâm tirmiş, O’nun varlığı bâkî, O’nun dışındaki her şey
kitaplarında yer verilmiştir (Özler 2012: 219; Topa- fânîdir düşüncesini benimsemişlerdir:
loğlu 2013: 278).
O bir bâkî durur yokdur fenâsı
Vücûd Fenâ görmez anun ayn-ı bekâsı (Zâtî, Şem’ ü Per-
Vücûd, var olmak demektir. Allah, vardır. O’nun vâne, s. 422)
varlığı başkasından değil, zâtının gereğidir, varlığı Vâcib olan bu sıfatın zıddı, fenâ ve zevâl, Allah hak-
zorunludur. Vücûdu zâtının gereği olduğu için ‘Vâ- kında mümtenidir (Özler 2012: kadîm oluşu 231).
cibul-Vücûd’ denir (Gölcük 1996: 206). Selbî sıfatla- Bekânın zıddı olan fenâ, Allah hakkında düşünüle-
rın ilki olan vücûd, şairlerce “yokluğu düşünülemez” mez (Kılavuz 2004: 121). Bu sıfat, Allah’ın kıdem sıfatı
şeklindeki tanıma uygun olarak kullanılmıştır. Ne ile ilişkilidir. Allah Teâlâ’nın kadîm yokluğunun mu-
ezelde ne de ebedde yokluğu kabul eder. Çünkü bu hal ve varlığının vâcib olduğuna delelet eden her şey
âlem her şeyiyle ona muhtaçtır O olmasaydı hiçbir O’nun bâkî olduğuna da delalet eder (Özler 2012: 231).
şey olmazdı, kâinat olmazdı. Âlemin kendisine muh- Şairler bâkî oluşunu aynı zamanda kadîm oluşu an-
taç olduğu Allah’ın varlığı vaciptir: lamında kullanmışlar, birlikte zikretmişlerdir. Şairler,

282
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Allah hem kadîm, hem de bâkîdir düşüncesini sık- O’na muhtaç bulunduğunu ifade ederler. Bu sıfatın
lıkla kullanmışlar ve görüşlerini Kur’an-ı Kerim’den en kapsayıcı ifadesi ve ihlas suresinde de geçen şek-
yaptıkları iktibaslarla, telmihlerle güçlendirmişlerdir. liyle Allah’ın ‘samed’ (başkasına muhtaç olmayan)
olması şiirlerde oldukça fazla yer almış ve bu sıfatın
Bir evvelsin ki yok durur bidâyet anahtar kelimesi olmuştur:
Bir âhirsin ki irişmez nihâyet (Hızrî, Âb-ı Hayât, s. 31)
Vasfun ey vâcibu’l-vücûd u Samed
Şairler, sade bir dille ve herkesin anlayacağı bir şekilde
Okınur lem-yelid ve lem- yûled (Vücûd’i, Hayâl u
Allah’ın bekâ sıfatına atıfta bulunurken Kur’an’da
Yâr, s. 5)
buyurulan “O, hem evveldir, hem âhirdir” (Hadîd
57: 3) ayetini iktibas ederek, görüşlerini temellendi- Vahdâniyyet
rirler. Yine Kur’andaki ‘âhir’ lafzı ve kelamdaki ‘lâ- Vahdâniyyet, Allah Teâlâ’nın zâtında, sıfatlarında
yezâl/ebedî’, ‘lâ-yemûd/ölümsüz’ terkipleri bekâ kar- bir tek olması, eşi ve benzerinin bulunmaması de-
şılığında şiirlerde yer alır: mektir (Gölcük 1996: 209). Allah’ın bu sıfatı, şairler
tarafından oldukça çok kullanılan sıfatların başında
Yaratan cinn ü insânı kadîm ü lâ-yezâl
gelir. Tevhid inancının en temel ilkesi olan Allah’ın
Özinden gayrısı fânî mukîm ü bî-zevâl Allah (Gü-
birliği hemen hemen bütün şairler tarafından işlen-
vâhî, Pend-nâme, s. 90)
miştir. Şairler, Allah’ın birliğinden, eşi ve benzerinin
Muhâlefetün li’l-Havâdis bulunmadığından bahsederken, Kur’an surelerinden,
Allah’ın zât ve sıfatlarında mahlukattan hiçbir şeye özellikle de ihlas suresinden lafız iktibası yaparak,
dile getirdiklerini delillendirmişlerdir:
benzememesi demektir. Başka bir ifade ile sonradan
olan şeylere benzememek demektir. Allah’tan başka Vahdetün da’vası üzre yâ Samed
her şey sonradan olmuştur (Özler 201: 231; Kılavuz Oldı şâhid kul huvallahu ahed (Kıyâsî, Mihr ü Mâh,
2004 120). “Bir şeyin diğer bir şeye aykırı olması” s. 71)
anlamına gelen ‘muhâlefet’ ile, “sonradan vücûd bu- Muktezâçün vücûd-ı zâtıdur
lanlar, yaratılmış olanlar” manasındaki ‘havâdis’ ke- Kul huvallah anun sıfatıdur (Bursalı Rahmî, Şâh u
limesinden oluşan muhâlefetün li’l-havâdis terkibin- Gedâ, s. 46)
den oluşan (Topaloğlu 201: 222) bu sıfatın temelinde
Şairler, Allah’ın sıfatlarının çokluğundan bahseder,
“yaratılmışlara benzememe” vardır. Şairler bir mü-
zâtının tek olduğunu söyler (Selîkî, Dîvân, s. 184).
tekellim edasıyla bu sıfatın anlam dünyasını olduğu Âlemdeki varlıklar O’nun birliğinin şahididir(Taşlı-
gibi kabul etmiş, içselleştirmiş ve manzumelerinde calı Yahyâ, Şâh u Gedâ, s. 83). İnsanların dışında gök-
keyifle kullanmışlardır. Şairler bu sıfatı edebiyat ku- yüzü ve yeryüzünde pek çok varlık O’nun birliğini
ralları içerisinde ifade ederken, ‘münezzeh’ kelime- dile getirirler (Zâtî, Şem’ u Pervâne, s. 432). Şairler,
sini anahtar kelime olarak kullanmışlar, aynı duygu- redifi kelime-i tevhîd yani “lâ ilahe illallah” olan ka-
ları seslendirirken ‘berî’ veya ‘müberrâ’ kelimelerine sideler yazarak Allah’ın vahdâniyyet sıfatını en kap-
de sıkça yer vermişlerdir: samlı bir şekilde şiire yansıtmışlardır:
Münezzeh zât-ı pâki her sıfatdan Senün o zât-ı cemîlünle birligün dün ü gün
Müberrâdur hudûdıla cihetten (Manisalı Cami’î, Vâ- İder cihâna beyân lâ ilahe illa’llah (Zâtî, Şem’ ü Per-
mık u ‘Azrâ, s. 241) vâne, s. 432)
Berî durur beşer vasf itdügünden Nedir iki cihânda izzet ü câh
İleridür ukûlün gitdügünden (Şerîfî, Şeh-nâme, c. Eser-i lâ ilahe illallah (Şeyhî, Dîvân, s. 27)
II, s. 26)
Şairler, ayrıca, “yirde ve gökde yokdur andan gayrı
Allah’ın varlığının zâtı gereği ve bizzat kâim olması, zât” (Şükrî-yi Bitlisî, Selîm-nâme, s. 47) diyerek bunun
var olmak için başka bir varlığa ihtiyaç duymaması aksi olsaydı âlemin düzeninin fesad olacağını ifade et-
demektir (Kılavuz 2004: 122). Şairler tevhidlerde, tiği gibi, “sıgışmaz bir vilâyet de iki şâh” (Zâtî, Şem’ ü
divanlarda bu sıfatın anlam dünyasını içeren duy- Pervâne, s. 421) diyerek, mülkün iki sahibinin olma-
gulara yer verirken; Allah’ın zaman, mekân başta yacağını beyan, âlem mülkünün sahibinin de Allah
olmak üzere her türlü yaratılmışlık belirtilerinden olduğunu ifade eder. Bunlar, hem Kur’an’da var olan
münezzeh olduğunu ve O’nun dışındaki her şeyin ifadeler, hem de Mâturîdîlik düşüncesinin temelidir.

283
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Sübûtî Sıfatlar (Topaloğlu 2010: 25) anlamına gelen ‘allâm’ kelime-


Ezelî olarak Cenâb-ı Hakk’ın zâtı ile kâim olan ve in- sine yer vererek, Allah’ın ilminin kapsamını benzet-
san zihninde O’nun zâtının anlaşılması hususunda meler, mukayeseler yaparak da anlatmışlardır. Ayet
yeni bir mefhum ve mana kazandıran sıfatlara sıfat-ı iktibaslarının çok kullanıldığı, telmih sanatına fazla
sübûtiyye denir (Özler 2012: 234). Sübûtî sıfatların bir yer verildiği anlatımda, bu sıfatın anlam çerçevesi
özelliği de Allah’ın bu sıfatlarla evrende tasarruf et- içerisinde büyük bir ahenkle yaratılmış olan âlem,
mesi, evren ve ondaki varlıklarla bağ ve iletişim kur- O’nun kudretini gösterdiği gibi, ilmini de gösterir
ması/taalluk, bu sıfatların etki ve sonuçlarının kâinata fikrini işlemişlerdir. Ayrıca Allah’ın ‘ilm’ kökünden
yansımasıdır/ tecellî (Kılavuz 2004: 126). Bu sıfat- türetilmiş isim ve sıfatlara yer vererek Allah’ın ilim
lar, Allah’ın ismiyle ilgili olarak çok olmakla birlikte sıfatının kapsamından da bahsetmişlerdir:
İmâm Mâturîdî’ye göre sekiz tanedir. Şairler, selbî sı- Alîm u Âlim u Allâm u A’lem
fatlarla Allah’ın ne olmadığını ortaya koyup noksan- Iyândur hazretinde cümle mübhem (Dukakinzâde
lıkları O’ndan uzak tutarken, sübûtî sıfatlarla Allah’ın Ahmed Bey, Dîvân, s. 2)
ne olduğunu müspet ifadelerle manzumelerinde an- Kadîr ü Muktedir ü Kâdir ü Mukaddir ü Hayy
latma, örnekleme, telmih ve iktibas gibi edebiyat söy- Alîm ü Âlim ü Allâm ü Âlem ü A’lâ (Fuzûlî, Dîvân,
lemi içerisinde beyitlerin ona verdiği imkânlar ölçü- s. 26)
sünde sunum yapmışlardır. Niçe bin yıl yazsa ger levhe kalem
Hayât İlmünün bir harfini itmez rakam (Kıyâsî, Mihr ü
Hayât diri ve canlı olmak demektir. Hayât, Allah’ın Mâh, s. 71)
zâtından asla ayrılmayan bir kemal sıfatıdır (Gölcük Tahayyür virür cümleye ilm-i zât
1996: 214). Şairler, genellikle bu sıfatı şiirlerinde kulla- Ne bilsün kadîm olanı hâdisât (Taşlıcalı Yahyâ, Kitâb-ı
nırken ‘hayât’ kökünden türetilen, ayet ve hadislerde Usûl, s. 249)
de geçen ‘hayy’ kelimesi ekseninde ifade etmişlerdir. Semî’
Bu ifadenin altında, hem Allah’ın her dem diri ve Allah’ın bu sübûtî sıfatı, işitmek anlamına gelir. Al-
canlı yani ölümsüz olduğu, hem de Allah’ın başlan- lah’ın işitmesi anlamında kullanılan semî’ sıfatını şa-
gıcı ve sonu bulunmayan yani ezelî ve ebedî olduğu irler, Kur’an’da geçtiği ve kelamda yer aldığı şekilde
gerçeği anlatılır: kullanmışlardır. Bu göre; Allah, bütün konuşmaları
Zihî hayy kim hayât-ı câvidânî en iyi işiten ve duyandır. Allah, işitmek için hiçbir
Vücûdı bâkî ancak gayrı fânî (Zarîfî, Mihr u Mâh, s. 77) şeye muhtaç değildir. Allah, gizli-açık, yavaş-yüksek
Ey hayy-ı lem-yezel nice vasf eyleyem seni hallerde söyleneni işitir ve duyar. O’nun işitici vasfı,
Âlemde ben kimem nice kim zerreden kemem ( İs- dualara icabet etmesinden de anlaşılır:
hak Çelebi, Dîvân, s. 20) Semî’ oldur ki kıldı sem’i peydâ
İlim Basîr oldur ki düzdi çeşm-i bînâ (Zarîfî, Mihr ü
Mâh, s. 77)
İlim, bilmek anlamına gelir. Manzumelerde çok kul-
İşidür kullarun münâcâtın
lanılan sıfatların başında gelir. Şairler, bu sıfatı “Allah
Ger kabûl itse n’olur hâcâtın (Mu’îdî, Şem’ ü Per-
her şeyi bilendir ve O’nun ilmi sınırsız ve de sonsuz-
vâne, s. 181)
dur” çerçevesinde anlamış ve yorumlamışlardır. Ayet
ve hadislerden yararlanarak Allah’ın olmuşu, olanı, Basar
olacağı, geleceği, gizliyi açığı, zaman ve mekân bo- Basar, görmek demektir. Şairler, kelimenin anlamına
yutlarının dışında anlatmaya çalışmışlardır. Esmâ-i uygun düşecek manada Allah’ın her şeyi gören biri
hüsnâ’dan olup “zaman ve mekân kaydı olmaksızın olarak tasavvur ederek, kelamcıların bu konudaki
küçük-büyük, gizli-açık her şeyi, her olayı bilen” an- ifadelerine paralel şekilde manzumelerinde bu sıfatı
lamına gelen ‘alîm’ kelimesi ile, yine “bilen, anlayan, işlemişlerdir. Allah, her şeyi saklı, açık, aydınlık, ka-
tanıyan” ( Karagöz 2006: 21) demek olan ‘âlim’ keli- ranlık ne varsa görür. O’nun işitmesi gibi görmesi de
mesiyle ve de “daha iyi, en iyi, pek iyi bilen” (Yıldı- insanların işitme ve görmesine benzemez. Göze sınırlı
rım 2010: 193) manasına gelen ‘a’lem’ kelimesiyle ya- ölçüde görme özelliğinin verilmesi Allah’ın basîr sı-
hut “kendisine hiçbir şey gizli kalmayan, yegâne bilen” fatından ileri gelmektedir. “Karanlık bir gecede kara

284
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

taşta yürüyen bir karıncanın adımlarını görmesi” mürîd/dileyen, irade eden ismiyle karşımıza çıkar ve
örneği, şairler tarafından yer yer ifade edilerek, Al- O, mutlak irade sahibi olarak ifade edilir:
lah’ın görüşündeki gücü ve sınırsızlığı ifade etmek
Mürîd ol kim neyi kılsa irâdet
için kullanmışlardır:
Tahallüf eylemez olur tamâmet (Zarîfî, Dîvân, s. 133)
Şeb-i târ içre ol görür bî-nûr Cümle feyz irâdetünden olur
Kara taşda yürise bir kara mûr (Celâlzâde Sâlih, Leylâ Harekât u sükûn u fikr ü zamîr (İbrâhîm Şânî, Gül-
vü Mecnûn, s. 109) şen-i Efkâr, s. 107)
Kudret Kelamcılara göre Allah’ın iki türlü iradesi vardır:
Allah Teâlâ’nın sonsuz güç ve kudret sahibi olması A)Tekvînî İrade: Bütün yaratıkları, iyiyi-kötüyü, hay-
demektir (Kılavuz 2004: 134). Şairlerin tevhidlerde ve rı-şerri, faydalı- zararlıyı kapsamına alan ve oluşumla
divanlarda üzerinde önemle durdukları ve sıklıkla iş- ilgili iradedir.
ledikleri Allah’ın sıfatlarından biri de kudrettir. Şair- B) Teşrîî irade: Dinî irade de denilen bu irade, Al-
ler, bu sıfatın kapsamını geniş tutmuşlar çok değişik lah’ın bir şeyi sevmesi ve hoşnut olması, muhabbet
örnekler ve benzetmeler, çeşitli telmihler, ayet ikti- ve rıza göstermesi manasınadır (Gölcük 1996: 218:
baslarıyla Allah’ın bu sıfatını mütekellimlerin doğ- Kılavuz 2004: 133).
rultusunda beyitler içerisinde ele almışlardır. Şairler,
Şairler, hayra ve şerre taalluk ettiği için bu iradeden
en çok Allah’ın gücü ve kudretinin sonsuz ve sınırsız
daha çok tekvînî iradeyi öne çıkarmışlardır. Aşağıda
olduğu için O’nun her şeye gücü yeter düşüncesine
şair, şerbet-zehir ve lütuf-kahır kapsamını örneklen-
yer vermişler, Allah Teâlâ’yı mutlak güç ve kudret sa-
direrek bunun hangisinin taalluk etmesini Allah’ın
hibi olarak görmüşlerdir. Allah’ın bu sıfatı ile âleme
tekvînî iradesine bağlamış, bunu da dilemek ve ger-
tasarruf ettiğini dile getirmişler, O’nun kudreti kar-
çekleştirmek fiilleriyle bildirmiştir:
şısında duydukları hayreti ve hayranlığı ifade etmiş-
Dilesen lutf idersin dilersen kahr
lerdir. Bir şeye ol! Dediğinde O’nun gerçekleşmesini
kudret sıfatına bağlamışlar, kâinatın ve insanın yok- Ber’aberdür katunda şerbet ü zehr (Hamdî, Leylâ vü
tan var edilmesini Allah’ın kudretinin eseri olduğu Mecnûn, s. 393)
düşüncesini işlemişlerdir. Tekvînî iradenin şiirlerde yer almasının nedenlerin-
den biri de “kun fe-yekûn/bir şeye dilediğimizde ona
Akl irişmez kemâl-i kudretine
sadece ‘ol’ der o da hemen oluverir” ayetinin pek çok
Fikr irişmez celâl-i hikmetine (Bursalı Rahmî, Şâh
şairler tarafından iktibas edilerek, adı geçen iradenin
u Gedâ, s. 47)
temellendirilmesinde kullanılmasıdır. Zira ayette söz
Kemâl-i kudretünden zerre izhâr konusu olan irade, tekvînî iradedir. Bu çeşit irade, her-
İdüp mümkinâtı eyledün var (Hızrî, Âb-ı Hayât, s. 34) hangi bir şeye taalluk ederse o şey derhal meydana
Kudretini eyle Emîrî beyan gelir. Şair, aşağıdaki beyitte bunun bir örneğini vere-
Binde biri olmaya anun iyân (Emîrî, Gülşen-i Ebrâr, 71) rek evrenin oluşumunu Allah’ın irade etmesi ve bu-
Bu arş u ferş ü zemîn ü zamân u insânı nun ‘kün/ol’ emriyle gerçekleştiğini güzel bir şekilde
Zî-kadri kim iki harf birle kıldı hem Bennâ (Ca’ferî, dile getirmiştir:
Dîvân, s. 139)
İrişince hitâb-ı kün fe-yekûn
İrade
Âşikâr oldı çarh-ı bukalemûn (Mu’îdî, Şem’ u Per-
İrade cenâb-ı Hakk’ın her mümkünü caiz olan son- vâne, s. 177)
suz ihtimal, yön ve zamanlardan birine fiil veya terk Kün didi ol oldı peyda kâyinât
cihetiyle tahsis etmektir. Bir başka ifadeyle Allah İtdi zâtundan zuhûr onca sıfât (Edirneli Nazmî, Pend-
Teâlâ’nın eşya hakkında onu yapma ya da yapmama nâme-i Attâr, s. 58)
hususunda karar kılmasıdır (Özler 2012: 237). Şair-
ler, kelâmcıların değişik yorumladıkları irade sıfatın- Kelâm
dan Allah’ın dilemesini anlamış ve dünyada var olan Kelâm, nefiste kaim olan/bulunan ibare ve ifadelerin
her şeyin O’nun dilemesi ile gerçekleşmiştir diye yo- kendisine delalet ettiği sözdür. Bir sıfat olarak kelâm,
rumlamışlar ve iradesinin her şeyi kuşattığı kanaa- Allah Teâlâ’nın harf ve seslerle ihtiyaçtan münezzeh
tine varmışlardır. Bu vasıflarla Allah, manzumelerde olarak konuşması demektir. Dilsizlik ve sükûtun zıddı

285
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

bir sıfat olan kelâm, Cenâb-ı hakk’ın zâtıyla ezelde terzîk/rızk verme, sevâp ve ikâb/mükâfat-ceza, ba’s
kaimdir. İlahi kitaplar Allah’ın kelâm sıfatının açık ve haşr/öldükten sonra dirilme, ihdâ ve idlâl/ hida-
delilleridir (Özler 2012: 238). Şiirlerde Allah’ın kelâm yet verme, delalette bırakma gibi hem bu dünya hem
sıfatı genellikle ‘kün’ emriyle zikredilmiştir. Zira var- de ahiretle ilgili olduğu için, kelâmcıların dünya-
lığın başlangıcı bu emirledir. sında olduğu gibi şiir dünyasında da geniş bir kap-
sama alanı oluşturmuştur.
Kelâm anun durur kün dise kevneyn
Olur itmez tahalluf tarfetü’l-ayn (Zarîfî, Dîvân, s. 134) Nübüvvet
Allah, bu sıfatı ile Peygamberlerine kitaplar indirmiş, Nübüvvet, “haber vermek” anlamındaki ‘neb’ veya
bazı Peygamberleriyle de konuşmuştur: “konum ve değeri yüksek olmak” manasındaki ‘nebve/
Dıraht-ı ışkdan arz itdi dîdâr nübû’ kökünden masdar ismidir. “Allah ile kulları
Kelîme vâdî-i Eymendeki nâr (Zâtî, Şem’ u Pervâne, arasında dünya ve ahiret hayatıyla ilgili ihtiyaçla-
s. 425) rın giderilmesi amacıyla ifade edilen elçilik görevi”
diye tanımlanır ( Topaloğlu 2013: 249). Bilindiği gibi
Tekvîn
Sünnî kelamın nübüvvet konusu, Eş’arî kolunda Bâ-
Tekvîn, yok olan bir şeyi yokluktan varlığa çıkar- killânî (ö. 1013) ile gündeme gelmiştir. Bâkillânî’den
mak, var etmek demektir (Gölcük 1996: 220). Eş’arî- önce nübüvvet düşüncesi, bu konuya önem veren bir
lerin aksine Mâturîdîlere göre Allah’ın zâtı ile kaim, kelâmcı olarak İmâm Mâturîdî tarafından işlenmiş-
ezelî, sübûtî, müstakim bir sıfat olan tekvînde (Öz- tir (Mâturîdî 2013: 273-321). Mâturîdî’nin nübüvvet
ler 2012: 241) Allah’ın yagâne yani tek yaratıcı olma konusuna önem verme yolunda açtığı çığır, sonraki
düşüncesi yatar. Mâturîdîlerin bu sıfata yükledikleri müellifler tarafından devam ettirilmiştir (Topa-
anlamı, şairler de benimsemiş ve kabullenmişlerdir. loğlu 2011: 2005). Nübüvvetin gerekliliği, Mâturîdî-
Şairler, Allah’ın ezelî ilmiyle dilediği her şeyi kudreti liğin temel konusu olmuştur. Mâturîdî, beş grubun
ile yarattığını iktibas, telmih, örnekleme ile ayrıntılı nübüvvetlik kurumuna inanmadığını ifade ettikten
bir şekilde ele almış ve işlemişlerdir. Başka bir ifade sonra, bu müesseseye yapılan itirazları delilleriyle ce-
ile fiil, halk, icâd, ihdâs, ihtirâ, yaratmak, var etmek, vaplandırmaya çalışmıştır (Mâturîdî 2013: 271-285).
sun’, hallâk gibi kelimeler etrafında tekvîn sıfatının Mâturîdî kelâmında işlene nübüvvetin ispatı gereği,
anlam çerçevesini oluşturan “yok olanı yokluktan var- şairin Müslüman oluşu ve Peygamberlik müessese-
lığa çıkarmak” kısaca “yaratmak” düşüncesi, şairler sine iman etmesi nedeniyle, bu kelâmî konuya yer
tarafından zengin malzeme içerisinde ifade edilmiştir. verme gereği duymamıştır. Peygambere inanan şair,
nübüvvete de inanmıştır.
Aceb kudretdür ol Hallâk-ı âlem
Yaradur bir avuç toprakdan Âdem (Manisalı Câmi’î, İmâm Mâturîdî’nin Hz Muhammed’in risaletini is-
Vâmık u Azrâ, s. 237) pat etmesi ve kullandığı deliller, şairlerin de dikka-
İki harf ile ser-tâ-ser müretteb tini çekmiştir. Başka bir ifade ile nübüvvet kurumu,
Yaratdı on sekiz bin âlemi heb (Zâtî, Şem’ ü Per- başka din sahibi özellikle de Brahmanlar’a karşı sa-
vunulmuş ve şairler bu konuya yönelmemişlerdir.
vâne, s. 427)
Fakat Hz Muhammed’in Peygamberliği Yahudî ve
Fiilî Sıfatlar Hıristiyanlara karşı savunulurken, iman ettiği Pey-
Fiilî sıfatlar, Allah’ın âlemle, bir başka ifadeyle zâtı dı- gamberini şairler de savunmuşlardır. Bu konuda ke-
şındaki dış dünya ile olan münasebetini ve tasarruf- lam kitaplarına paralel olarak bir yapılanmanın ol-
larının tamamını ifade eden sıfatlardır (Özler 2012: duğunu görürüz.
241). Allah-âlem ilişkisini belirgin ifadelerle dile ge- Bilindiği gibi Mâturîdî geleneğinde nübüvvetin/
tiren sıfatların ayrı bir grup/tasnif halinde mevcudi- peygamberliğin ispatı için kullanılan, kelâm ki-
yetine ve kadim oluşuna sistem içinde yer veren ilk taplarında yer aldığı şekli ile ‘delâilü’n-nübüvvet’in
kelâm âlimi Mâturîdî’dir (Topaloğlu 2011: 204). Fiilî başında ‘mucize’ gelmektedir. Şairler, bu önemli
sıfatlar, şairler tarafından oldukça geniş tutulmuştur. konu karşısında duyarlı davranmışlar ve ayrın-
Bu sıfatlar, Allah- kâinat ve Allah-insan ilişkisini kap- tılı bir şekilde konu üzerinde durmuşlardır. Yani
sadığı gibi tekvîn sıfatının türev, detay ve sonuçlarını Mâturîdîlikte yer alan mucize; tevhidlerde, kasi-
da kapsadığından geniş bir yelpazeden ele alınmış- delerde, mesnevi nazım şekli ile yazılan eserlerin
tır. Sayıları belli olmayan bu sıfatlar, tahlîk/yaratma, giriş bölümlerinde, divanlarda ayrıntılı bir şekilde

286
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

anlatılmıştır. Hz Peygamber’in nübüvvetini ispat Zâtıyla ilgili hissî mucizeler


eden mucizeler, değişik tasniflere tutulmuşsa da Mâturîdî kelâmında şöyle yer almaktadır: Alnında
Mâturîdîlik geleneğinde üç başlık altında incelen- bir nurun parlaması, Tevrat, Zebur ve İncil’de maddî
miştir. Bu üç tasnif, İmâm Mâturîdî tarafından da ve manevî vasıfları ile ortaya çıkacağı zamanın ha-
benimsenmiştir (Mâturîdî 2013: 307-332). ber verilmesi ve O’na tabi olacaklarla, taraftarlarının
Aklî/Manevî Mucize özelliklerinin anlatılması, yine Ashâb-ı Kirâm’ın ri-
Aklî mucizelerin alt yapısı Kur’an-ı Kerim’dir. Kur’an, vayetleriyle bize kadar intikal eden yüksek yaratılışı,
eşsiz ve mucizevî kitaptır. Hz Muhammed, O’nunla endam ve uzuvları, yüksek ahlakı ve örnek davranış-
Arap olan veya olmayan bütün şair ve ediplere bir ları zikredilebilir. Bütün bunlar basiret sahibi kimse-
benzerini yapmalarını ve getirmelerini isteyerek mey- ler nazarında ne ondan önce ne de ondan sonra bu
dan okumuş, onlarda bunu yapmaktan aciz kalmış- tür sıfatların hiçbir kimse de toplanmadığı konu-
sunda kesin deliller teşkil eder (Mâturîdî 2013: 307-
lardır (Sâbûnî 2011 : 103). Mâturîdîliğin bu temel an-
311; Sâbûnî 2011: 104-106). İmâm Mâturîdî’ninin ve
layışı, şairler tarafından da benimsenmiştir. Bunun
Mâturîdî takipcilerinin nübüvvet bölümünün hissî
kabulünde şairin algısında Kur’an imajı ile Kur’an’da
mucizeler kısmında beyan ettikleri Hz Muhammed’in
bu konu ile ilgili ayetlerin ve hadislerin oluşu büyük
zâtıyla ilgili mucizeler, tamamen şairlerin şiirlerinde
rol oynamıştır. Şair Peygamber’in en büyük muci-
de yer almıştır. Bu mucizelerin yer aldığı beyitleri bir
zesinin Kur’an-ı Kerim olduğuna ve beşer sözünün
araya topladığımızda edebî metin parçalarından çok,
Kur’an’a nazire olamayacağına hem inanmış hem de
bir kelâm metinleri karşımıza çıkar. Adı geçen muci-
bu inancı şiire taşımıştır:
zelerin manzum şekliyle karşılaşırız. Şairler, bu mu-
Bâkî-i mu’ciz ne hâcet dîn-i hak isbâtına cizeleri şiire dökerken daha önce ortaya koydukları
Âlem içre mu’ciz-i bâkî yeter Kur’an sana (Fuzûlî, üslüpları bu konuda da devam ettirmişlerdir. Yani ör-
Dîvân, s. 130) nekleme, benzetme, ayet ve hadis iktibasları, telmih-
Kamu âciz kalup ehl-i fesâhat ler ve şairin kelamî bilgisi edebî bir pota içerisinde
Ana öykünene irdi fazâhat (Ahmedî, Cemşîd ü Hûr- eritilerek kafiyeli, redifli ve vezinli söze dönüşür ve
şîd, s. 64) ortaya mucizelerin anlatıldığı kelamî bilgiler çıkar:
Şairler göre, vahyin varlığı ve Hz Muhammed’in Yaratmış kendi nûrundan Muhammed Mustafa nûrın
şahsında tecellisiyle Kur’an ilahî bir mucizedir. Hz Cemî’-i halkı nûr-ı Mustâdan eylemiş peydâ (Kud-
Muhammed’in ilmi ve Peygamberliği için en bü- dûsî, Dîvân, s. 123)
yük delil ve mucize, ümmî olduğu hâlde Kur’an’ın Doğduğı şeb ol şeh-i pâkize-zât
vahiy yoluyla ona indirilmiş olmasıdır. Diğer muci- Nûr ile pür nûr oldı o şeb şeş-cihât (Subhîzâde Feyzî,
zeler belli bir zaman içerisinde olup bittikleri hâlde, Hamse, s. 309)
Kur’an ebedî bir mucizedir ve bütün mucizelerin üs- Hulkı anun cümle Kur’an hulki’di
tündedir. Allah kelâmı olan Kur’an, yüksek bir belâ- Ana ol ahlâk kamusı hulki’di
gate sahiptir ve hükmü kıyamet gününe kadar süre- Hem dahı Kur’anda ögdi ol kerîm
cektir. Hz Muhammed’in hak Peygamber oluşunun Didi kim sensin alâ hulkin azîm (Süleymân Çelebi,
ispatı için tek başına yeterli bir delildir (Güfta 2004: Mevlîd, s. 80)
212; Yeniterzi 1993: 287). Gökden indi yüz mükerrem suhf anı etdi beyân
Hissî Mucizeler Etdi Tevrât u Zebûr İncîl ü Furkân ittibak (Yazıcıoğlu,
Muhammediye, II, 101)
Hissî mucizeler, gözle görülen ve duyu organlarıyla Çün ezel ressâm-ı kudret yazdı hüsnün ber-kemâl
hissedilen mucizeler olup bunlara ‘maddî mucizeler’ Sun’-ı nakşıdur irişmez ana hiç vehm ü hayâl (Mu-
de denir (Gölcük 1996: 341). Peygamberimiz döne- hibbî, Dîvân, s. 44)
mindeki insanların gözleriyle görüp duyu organla-
rıyla müşahade ettikleri olağanüstü olaylardır (Kı- Zâtının Dışındaki Hissî Mucizeler
lavuz 2004: 258). Mâturîdî kelamcılarına göre hissî Hz. Muhammed’in hissî mucizelerden bazıları da zâtı-
mucizeler, bir kısmı Hz Muhammed’in zâtıyla ilgi- nın dışında gelmiştir. Mâturîdî bilginleri, bu mucize-
lidir, bazıları da zâtının dışında tahakkuk etmiştir lere örnek olarak şunları göstermişlerdir: Ayın ikiye
(Sâbûnî 2011: 104). ayrılması, ağacın yürüyüp gelmesi, taşın konuşması,

287
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

ağaç kütüğünün inlemesi, devenin hâlinden yakın- iki şekilde kaydetmiştir. Geçmişe ait hadiselere ör-
ması, kızartılmış koyun etinin zehirli olduğunu ha- nek olarak Hz Peygamber’in eski ümmetlerin kitap-
ber vermesi, bulutun O’nu devamlı gölgelendirmesi, larını okumadığı ve kitap ehli ile beraber bulunma-
insanların parmağından akan az bir sudan içip kan- dığı halde kendisinden önce gelen peygamberlere ait
ması/doyması, Peygamber’in bedduasıyla düşman- bilgi ve kıssaları anlatması ve eski ümmetlerin hâlle-
larının kuraklık ve kıtlığa maruz kalması, ardından rinden bahsetmesini gösterir. Bedir savaşında düşman
kendisinden yardım dileyip yağmura ve bolluğa ka- ordusundan kimlerin ve nerede öldürüleceklerini ön-
vuşmaları, ayrıca az bir yemekle çok insanın doyu- ceden haber vermesi, İran ülkesinin Müslümanların
rulması, hicret esnasında gizlendiği Sevr mağara- eline geçip İran şahının saltanatının yıkılacağını, İs-
sına gidip kendisini arayanların gözlerini Allah’ın lâm dininin diğer dinlere üstün gelip doğu ile batının
görmez hâle getirmesi, hicret esnasında O’nu takip en uzak noktalarına kadar yayılacağını buyurmasını
eden kişinin atının yere gömülmesi (Mâturîdî 2013: da geleceğe ait haberler/haberî mucizelere örnek ola-
310; Sâbûnî 2011: 106). Hz Peygamber’in zâtının dı- rak vermiştir (Sâbûnî 2011: 108-111).
şında olan ve haber-i vâhid ile sabit olan hissî muci- Haberî mucizeler, diğer mucizelere nispetle daha az
zeler de şairler tarafından benimsenmiş, zengin bir kullanılmıştır. Bu tür mucizeler, daha çok siyer ve
malzeme içerisinde ve her zamanki üsluplarıyla edebî hilye tarzında yazılan eserlerde yer almıştır. Anla-
olarak ifade etmişlerdir. Tevâtür ile sabit olmadık- tım tarzı şeklinde yazılan mensur ve manzum eser-
ları için kesin bilgi vermeyen fakat ortak bir faydada lerde konu ile ilgili bölümlerde bu tür mucizeler bir-
birleşmeleri dikkate alınarak mütevâtir/manevî mü- kaç beyit halinde anlatılmıştır.
tevâtir hükmünde kabul gören (Sâbûnî 2011:108-109) Âhiret/ Sem’iyyât
hissî mucizeler tek tek kesin bilgi vermese de bir ke- İslâm akidesinin üç ana konusunun sonuncusunu ahi-
sin bilgiye işaret ederler. O da Allah elçisinde daveti- ret oluşturur. İmâm Mâturîdî’nin Kitâbu’t-Tevhîd adlı
nin haklılığını gösterecek herkeste bulunmayan bir- eserinin son iki bölümü ahiretle ilgili olsa bile son-
takım olağanüstülükler gerçekleşmektedir (Kılavuz raki kelâm eserlerinde ahiret hâlleri, cennet, cehen-
2004: 260). Edebiyata yansıyan hilye, siyer, mevlid, nem gibi konuların bu eserde işlenmediğini belirt-
tevhid gibi türler ve divanlarda da çeşitli nazım şe- mek gerekir. İslâm felsefesinin henüz tanınmadığı o
killeri içerisinde yer alan Hz Peygamber’in zâtından dönemde, ahiret bahislerinde mezhepler arası bir ih-
ayrı olan hissî mucizelere oldukça fazla örneklerden tilaf bulunmadığından söz konusu eserinde sem’iyyât
şunları gösterebiliriz: bahislerine kısaca yer vermiştir (Topaloğlu 2011: 216).
Fakat Mâturîdîliği iyi yorumlayanlardan biri olan es-
Hayret ilen barmagın dişler kim itse istimâ
Sâbûnî, Bidâye’sinde “Bazı Sem’iyyât Bahisler” başlığı
Barmagından virdügi şiddet güni ensâre su (Fuzûlî,
altında; sual ve kabir azabı, cesetlerin haşri, amel def-
Dîvân, s. 24)
terleri, mizan, sırat, cennet, cehennem konularına yer
Hadd-i i’câzın itmege ma’lûm
vermiştir (Sâbûnî 20011: 177-178). Ahiret hayatı, şa-
Söyledi ana bere-i mesmûm (Kara Fazlî, Gül ü Bül-
irler tarafından çeşitli şekillerde işlenmiştir. Bu ko-
bül, s. 85) nuyla beraber ahiret inancına dair pek çok mefhuma
Aceb mi ebr olursa sâye-bânı da yer vermişlerdir. Genellikle dünyadan sonra süre-
Güneşden sakınur Mevlâsı (Sünbülzâde Vehbî, cek ebedî yaşantıya olan inancın vurgulandığı beyit-
Dîvân, s. 5) ler, İslâm inanç esaslarının şairlerin dünyasında nasıl
Şikâyet iddi görüp anı nâka bir önem teşkil ettiğini göstermesi açısından oldukça
Ki anun sâhibiydi ehl-i fâka önemlidir (Uzun 2013: 426). Mâturîdî gelenekten ge-
Çoğ işledürdi iderdi alef kem len bilginler, genellikle varlığı aklen mümkün olan
Resûle hâlını arz itdi ol dem (Ahmedî, Cemşîd ü bir şey hakkında ‘nas’ gelince onu kabul eder ve ona
Hûrşîd, s. 62) inanırlar. Bunlardan biri ölümden sonraki sual ve ka-
Haberî Mucizeler bir azabıdır. Bunlar haktır, gerçekleşecektir demişler-
dir (Sâbûnî 2011: 177). Nâbî, bir beyitinde şöyle der:
Ümmî olan Peygamber’imizin vermiş olan bilgiler/
haberlerdir. Nureddîn es-Sâbûnî (ö. 1184) ünlü eseri Havf-ı azâb çünki olur bâ’is-i salâh
el-Bidâye fî Usûli’d-Dîn adlı eserinde haberî mucize- Seyr it celâl içinde cemâlini rahmetün (Nâbî, Dîvân,
leri, geçmişe ait haberler ve geleceğe ait haberler olarak c.II, s. 788)

288
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Yine kıyamet gününde cesetlerin tekrar diriltilip ha- Cennetin varlığına inanan Müslüman şair, aynı şe-
yata döndürülmesi/haşr hak olup ‘nas’ yoluyla sabit- kilde cehenneme de inanmıştır. Cennete fazla yer ve-
tir (Sâbûnî 2011: 177) diyerek görüş belirten Mâturî- ren ve onu çok boyutlu işleyen şair, cehennem olgu-
dîlere paralel olarak şairler de görüş belirtmişlerdir. suna da yer vermiş, onu inancı dairesinde ele alarak
Ahmet Paşa, bir beyitinde şöyle der: ayet ve hadisler ışığında, çeşitli benzetmeler yaparak
işlemiştir. Mâturîdîlerin benimsediği ve bir iman ola-
Âleme gösterdi haşrun şüphesüz bürhânını
rak gördükleri cehennem kâfirler için hazırlandı” (Ba-
Çün nebât emvâtın ihyâ itdi Rabbü’l-Âlemin (Ah-
kara 2: 24) ve “orada ebedî kalıcıdırlar” (Nisâ 4: 69)
med Paşa, Dîvân, s. 395)
mealindeki ayetler, şairlerin cehennem hakkındaki
Şair Şerîfî de aynı duyguları şöyle dile getirmiştir:
düşüncelerinin temelini oluşturmuştur.Bu anlayışla
Amel vezn itmege kurıla mîzân
yazılan manzumelerde, cehennemin müşrikler için
Ne kılsa az u çok sorıla insân (Şerîfî, Şehnâme, c.
yaratıldığı, “O gün cehenneme ‘Doldun mu?’ deriz o
III, s. 61)
da daha var mı? Der” (Kâf 30: 50) ayetini delil göstere-
Mâturîdîler, mizan gibi sıratı da hak olarak bilmiş- rek içine giren herkesi alabilecek kadar geniş olduğu,
lerdir. Onlar sıratı, cehennemin sırtı üzerinde uzatıl- günahkar mümin kulların cazasını cehennemde çek-
mış bir köprü olarak kabul etmişlerdir. Bütün mükel- tikten sonra cennete gideceği vb. düşünceler edebiya-
lef canlıların üzerinde yürüyeceğine, cennet ehlinin tın kuralları içerisinde, beyitlerin kaldırabilme ölçü-
onu geçeceğine, cehennemliklerin ise ayakları sürçüp sünde ele alınıp işlenmiştir. Ayrıca cennetin isimleri
ateşe düşeceklerine inanmışlardır. Bu görüşe şairler gibi, Kur’an’da geçen cehennem kapılarının isimleri
de kalpleriyle inanmış, dilleriyle tasdik etmiş ve sı- (Hicr 15: 44) de şairlerin beyitlerinde zikredilmiştir:
ratın hak olduğunu kabullenmişlerdir:
Mü’minün menzilini cennet ider
Ayagumı sırat üzre şaşırma Müşrikinün yirini nâr-ı sakar (Taşlıcalı Yahyâ, Şâh
Cahîm içre yüzüm koyı düşürme (Manisali Câmi’î, u Gedâ, s. 85)
Vâmık u Azrâ, s. 243). Yapdı bir hâne dahı adı cahîm
Ahiretle ilgili mefhumlardan biri de şefaattir. Ehl-i Gelür anladugınca âdeme bîm (Mu’idî, Şem’ ü Per-
Sünnete göre ahirette gerçekleşecektir. O gün pey- vane, s. 178)
gamberler ve Allah’ın sevgili kulları Allah’ın izniyle, Bulmazdı kahrın açmasahân-ı siyâsetin
O’nun şefaat olunmasına rıza gösterdiği kimseler için Hel min mezîd lokmasına dûzah iştinâ (Fuzûlî,
şefaat edeceklerdir: Dîvân, s. 131)
Şefâ’atün demidür geldi yâ Resûlullah Mâturîdî kelâmında kabul gören, benimsenen bir di-
İnâyet eyle ki gelmez inâyetüne zevâl (Necâtî, Dîvân, ğer âhiretle ilgili mevzu, “Ruyetullah”tır. Mâturîdî-
s. 20) ler, kıyamet günü müminlerin Allah Teâlâ’yı kendi
Ol kadar zevk-i şefâ’at cevher-i zâtunda var gözleriyle görmesi de haktır, naslarla sabit olmuştur
Kim gelür arz-ı hatâ ma’nîde bir ihsân sana (Fuzûlî, (Sâbûnî 2011: 179) görüşünü benimsemişlerdir. Şa-
Dîvân, s. 130) irler de, bu görüşü içselleştirmişlerdir. Mâturîdîler
Mâturîdîler, cennet ve cehennemin yaratıldığına ve gibi şairler de, Kur’an-ı Kerîm’deki “yüzler vardır ki
varlığına inanmışlardır (Sâbûnî 2011:178). Ahiret o gün ışıl ışıl parıldayacaktır. Rablerine bakacaklar-
inancıyla ilgili olarak en çok cennet mefhumuna şa- dır/O’nu göreceklerdir” (Kıyame 75: 22-23) meâlin-
irler yer vermişlerdir. Cennet bütün inananların ol- deki ayeti esas alarak, müminleri kıyamet gününde
duğu gibi şairlerin de dilediği ve arzuladığı bir nimet- cennetteyken Rablerini görecekleri düşüncesini şiir-
tir. Zira İslâm inancına göre imanla ölen bir kimse lere taşımışlar ve O’nu görebilme arzusunu dile ge-
günahkâr dahi olsa cehennemde cezasını çektikten tirmişlerdir:
sonra cennete gidecektir.
Eger olmazsa dîdârunla hurrem
Bunca cennet bir gülistândur heman Behiştîye olur cennet cehennem (Behiştî, Heşt Be-
Bunca dûzeh bir yılandur nişân (Hızrî, Âb-ı Hayât, s. 37) hişt, s.103)
Ri’âyet-i turuk-ı müstakimden nice kim Komagıl nâr-ı cehennemde müebbed yanmaga
Olur husûl-ı makâmât-ı cennetü’l-me’vâ (Fuzûlî, Rûzi kıl cennetde ol miskine dîdâr u visâl (Hamdî,
Dîvân, 24) Leylâ vü Mecnûn)

289
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Sonuç ve sohbetlerde işittikleri, halkın sahip olduğu ilmihâl


Kur’an ayetleri inmeye başladığı andan itibaren yeni bilgileri seviyesinde olmuştur. Bu bilgilerin kaynağı,
bir geleceğin de belirtilerini yansıtıyordu. Hayatı kelâm kitaplarının da kaynağı olan Kur’an-ı Kerîm
tanzim ederken, bilimin de alt yapısını oluşturdu. ve hadis-i şeriflerdir. Şairler, kelamî bilgilere man-
Kur’an ve hadis eksenli dinî ilimler oluşmaya baş- zumelerde yer verirken aynı zamanda Kur’an ve ha-
ladı. Kelâm ilmi de bunlardan biriydi. Kelâmın or- dis bilgilerini de göstermiş ve bu konularda da biri-
taya çıkışı ve sesinin yankılanması edebiyatta da kim sahibi olduklarını ortaya koymuşlardır. Ayrıca
karşılık buldu. Kelâm ile edebiyatın birlikteliği baş- bazı konuların izahında bilgi birikimlerinin yanında
lamış oldu. Mütekellim, kelâmın açılımını yapıp te- gözlem metodunu da kullanmışlardır. Bu da bizi şa-
orilerini anlatıp delillendirirken, şairler de bunları irlerin İslâmî ilimlere vakıf olduğu ve bu ilimleri be-
edebiyatın kuralları içerisinde manzumelerine taşı- nimseyip algılayacak bir toplumsal alt yapının da var
dılar, onların ifade ettiklerini kafiye, redif ve vezin olduğu noktasına götürür.
kuralları içerisinde söylemeye çalıştılar. İlk kez ka- Şairler, kelamî konuları manzumelere taşırken de-
side nazım şekliyle yazılan Emâli isimli bir eser ya- ğişik yollar denemişlerse de konunun işlenişi büyük
zıldı, bunu müstakil yazılan ve konusu kelâm olan ölçüde benzerlik arz eder. Redif, kafiye ve vezinli bir
manzum ve mensur eserler takip etti. Ardından da söylemde düşüncelerin müşterek özellikler taşıması
bir edebî eserin içerisine yerleştirilen ve de çeşitli na- kaçınılmazdır. Bu ortaklıkların başında ayet ve ha-
zım şekilleriyle yazılan manzumeler/şiirler yazılmaya dis iktibaslarına yer verilmesi gelir. Şair, konuyu de-
başlandı. Manzum ve mensur yazılan dini türlerin lillendirmek ve ifadeyi güzelleştirmek için bu yola
ilgili bölümlerinde çeşitli kelâm konularına yer ve- başvurmuştur. Ayrıca uzun anlatılması lazım olan
rildiği görüldü. bir kelamî konuya, bir kelime veya ifadeyle telmihte
Kelâma ait konuların işlendiği eserlerden biri de bulunması bir diğer ortak noktadır. Örnek göster-
mesnevilerdir. Mesnevilerin giriş bölümünde özel- mek, düşünmeye davet etmek, aklı ön plana çıkar-
likle tevhîd, münâcât ve na’t konulu şiirlerde; ilahiyât, mak söylemleri de müştereklerdendir. Bütün bunlar,
nübüvvet ve ahiret konularının yoğun bir şekilde iş- başka bir ortak nokta olan tenasüp sanatı içerisinde
lendiği görülmüştür. Bu konular, başta mesnevi na- bir araya getirilerek işlenmiştir. Derin tefekkürün
zım şekli olmak üzere farklı nazım şekilleriyle ya- yoğun bilgi birikimiyle yoğrularak birer kelamî me-
zılmışlardır. Mesnevilerden sonra kelâm konuları tinlere dönüşen edebî metinlerden kelamî bir kelime
Divanlarda yer almıştır. Mürettep olsun veya olma- kadrosunun kendiliğinden oluştuğunu görürüz. Bu
sın genellikle ilk sırada ‘kasâid’ bölümünde işlenmiş- kelime kadrosu, şairin başka unsurları ve duyguları
lerdir. Kaside nazım şekliyle yazılan tevhîd, münâcât ifade ederken kullandığı bir kadro değildir. İlahiyât,
ve na’t başlıklı manzumelerde usûl-i selâse konula- nübüvvet ve ahiret konularını işlerken yer verdiği ve
rına oldukça fazla yer verilmiştir. Kaside bölümü- özenle seçtiği, alışıla gelmişin dışında oluşan bir ke-
nün dışındaki başka bölümlerde de kelâmî konular lime kadrosudur. Dolayısıyla divan şiirinin kalıplaş-
dillendirilmiştir. mış lügatını da zorladığından, okuyucunun bunu
Kelâmî konuların özellikle de Mâturîdî kelâmının benimsemesi için onun da kelâm bilgisi birikimine
edebî eserlere yansıması şairlerin bilgi düzeyi ve al- sahip olması gerekir.
mış oldukları eğitimle orantılıdır. Fuzûlî, Nâbî, Kemâl Kelâmın edebiyata yansımasında; Allah Teâlâ’nın
Paşazâde/İbn Kemâl gibi bilgin şairlerin bu konuları varlığına ve birliğine inanan ve bunu ortaya koyan,
eserlerine yansıtması üst seviyede olmuştur. Bu şairler nübüvvet müessesesini benimseyen ve başta Hz.
ve bu özelliklere sahip diğer şairler, hem kelâm eser- Muhammed olmak üzere tüm peygamberlere iman
leri yazmışlar hem de çeşitli nazım şekilleriyle yaz- eden, ahiret hayatının varlığını ve onun aşamala-
dıkları şiirlerinde kelâm konularına yer vermişlerdir. rını kabul ederek öldükten sonra dirilmeye inanan,
Daha sonraki sıralamalarda yer alan şairlerin bu ko- bunu bir inanç meselesi olarak gören şairler, Müs-
nuları şiirlere yansıtması gördükleri eğitim, aileden lüman kimliklerini yansıtmışlar, kelamî akidelerini
aldıkları bilgiler, okudukları kitabî birikim, meclis ortaya koymuşlardır.

290
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Kaynakça
AHMEDÎ, Cemşîd ü Hûrşîd (haz. Mehmet Akalın), Atatürk Üniv. Yayınları, Ankara, 1975.
AHMET PAŞA, Divan (haz. Ali Nihat Tarlan), Akçağ Yayınları, Ankara, 1992.
AK, Ahmet 2008, Büyük Türk âlimi Mâturîdî ve Mâturîdîlik, İstanbul.
BEHİŞTÎ, Heşt Behişt (haz. Emine Yeniterzi), Kitabevi Yayınları, İstanbul, 2001.
BURSALI RAHMÎ, Şâh u Gedâ (haz. Sevim Birici), Manas Yayınları, Elazığ, 2007.
CA’FERÎ, Divan (haz. Üzeyir Dereli), PÜ, SBE Yayımlanmamış DT, Denizli,2003.
CELÂLZÂDE SÂLİH, Leylâ vü Mecnûn (haz. Rıfat Kütük), AÜ, SBE Yayımlanmamış YLT, Erzurum, 1995.
CEM SULTAN, Divan (haz. Halil Ersoylu), TDK Yayınları, Ankara, 1989.
ÇELİKOĞLU, Şahver 2011, İslâm Akaidi, Marifet Yayınları, İstanbul.
DÜKÂKİNZÂDE AHMED BEG, Divan (haz. Hüseyin Süzen), İÜ, SBE Yayımlanmamış DT, İstanbul,1994.
DÜZGÜN, Ş. Ali 2012, “Sistematik Kelâm”, Kelâm El Kitabı, Grafiker Yayınları, Ankara.
EDİRNELİ NAZMÎ, Pend-nâme-i Attâr (haz. Kudret Altun), Laçin Yayınları, Kayseri, 2004.
EMÎRÎ , Sohbet-nâme (haz. Sibel Üst), Turkish Studies, Volume 2/4 Fall, 2007.TAŞLICALI YAHYÂ BEY, Şâh u Gedâ (haz.
Kazım Yoldaş), İnönü Üniv. SBE Yayımlanmamış YLT, Malatya, 1992.
EMÎRÎ, Gülşen-i Ebrâr (haz. Erol Çöm), SÜ, SBE Yayımlanmamış YLT, Konya,2001.
FUZÛLÎ, Divan (haz. Kenan Akyüz ve diğerleri), Akçağ Yayınları, Ankara, 2000.
FUZÛLÎ, Leylâ vü Mecnûn (haz Muhammed Nur Doğan), Çantay Kitapevi, İstanbul, 1996.
GENÇ, İlhan 2005, Örneklerle Eski Türk Edebiyatı Tarihi Giriş, İzmir.
GÖKALP, Haluk 2006, “İslâm felsefesinin ve Kelâmının Divan Şiirine Yansımaları: Tevhîd kasidelerinde İsbât-ı vâcib”, The
Journal of Otaman Studies (Osmanlı Araştırmaları), C. 26, Mehmet Çavuşoğlu Armağan III, İstanbul.
GÖLCÜK, Şerafeddin–TOPRAK, Süleyman 1996, Kelâm, Tekin, İstanbul.
GÜFTA, Hüseyin 2004, Divan Şiirinde İlim, Akçağ Yayınları, Ankara.
GÜVÂHÎ, Pend-nâme (haz. Mehmet Hengirmen), KTB Yayınları, Ankara, 1983.
HADÎDÎ, Tevârîh-i Âl-i Osmân (haz. Nejdet Öztürk), İÜ, EF Yayınları, İstanbul, 1991.
HAMDÎ, Leylâ vü Mecnûn (haz. Rıfat Kütük), AÜ, SBE yayımlanmamış DT, Erzurum 2002.
HÂTİP el-BAĞDÂDÎ, trz., Târîhu’l-Bâğdâd, Beyrut.
HIZRÎ, Âb-ı Hayât (haz. Maksut Belen), CB Üniv., SBE Yayımlanmamış YLT, Manisa, 1997.
HOLT, P.M. –LAMBTON, A.K.S. –LEWİS, B. 1977, İslâm Tarihi Kültür ve Medeniyeti (çev. Kemal Kahraman), Kitabevi Ya-
yınları, İstanbul.
İBRÂHÎM ŞÂNİ LARENDEVÎ, Gülşen-i Efkâr (haz. Mevlüde Alparslan), DE Üniv., SBE Yayımlanmamış YLT, İzmir 2007.
İSHAK ÇELEBÎ, Divan (haz. Mehmed Çavuşoğlu-M. Ali Tanyeri), MSÜ Yayınları, İstanbul,1990.
İZMİRLİ, İsmail Hakkı 1981, Yeni İlmi Kelâm (haz. Sabri Hizmetli), Umran Yayınları, İstanbul.
KALIN, İbrahim 2004, İslâm ve Batı, İSAM Yayınları, İstanbul.
KARA FAZLÎ, Gül ü Bülbül (haz. Gencay Zavotçu), Erzurum 1995.
KARAGÖZ, İsmail 2006, “Rıdvan” mad., Dini Kavramlar Sözlüğü, DİB Yayınları Ankara.
KEMÂLPAŞAZÂDE, Yûsuf u Züleyhâ (haz. Mustafa Demirel), KTB Yayınları, Ankara, 1983.
KILAVUZ, A. Saim 2004, Anahatlarıyla İsâm Akaidi ve Kelâma Giriş, Ensar Neşriyat, İstanbul.
KİYÂSÎ, Mihr u Mah (haz. Dilek Aksoylu), Kocaeli Üniv., SBE Yayımlanmamış YLT, Kocaeli, 2007.
KUDDÛSÎ, Divan (haz. Ahmet Doğan), Akçağ Yayınları, Ankara, 2002.
KUTLU, Sönmez 2011, Türkler ve İslâm Tasavvuru, İSAM Yayınları, İstanbul.
LATÎFÎ, Subhatu’l-Uşşâk (haz. Ahmet Sevgi), Konya, 1993.
LEWİS, Bernard 1979, Tarihte Araplar (çev. Hakkı D. Yıldız), İstanbul.
MANİSALI CAMİ’Î, Vâmık u Azrâ (haz. Selami Ece), AÜ, SBE Yayımlanmamış DT, Erzurum,2002.
MÂTURÎDÎ, Ebû’l-Mansûr 2013, Kitâbu’t-Tevhîd (ter. Bekir Topaloğlu), İSAM Yayınları, Ankara.
MU’İDÎ, Şem’ ü Pervân (haz. Haksever Özgür), İnonü Üniv. Yayımlanmamış YLT, Malatya, 2008
MUHİBBÎ, Divan (haz. Çoşkun Ak) KTB Yayınları, Ankara, 1987.
NÂBÎ, Divan (haz. Ali Fuat Bilkan), MEB Yayınları, İstanbul, 1997.
NÂBÎ, Hayriyye (neş. Mahmud Kaplan), AKMY, İstanbul, 1995.
NECÂTÎ BEY, Divan (haz. Ali Nihat Tarlan), Akçağ Yayınları, Ankara, 1992.
NİCHOLSON, Raynold 1969, A Litererary History of The Arabs, Cambridge.
ÖZAKPINAR, Yılmaz 1977, İslâm medeniyeti ve Türk Kültürü, Kubbealtı Neşriyat, İstanbul.
ÖZERVARLI, M. Sait 1995, “Emâlî”, mad. DİA., İstanbul.
ÖZLER, Mevlid 2012, “İlahi İsim ve Sıfatlar”, Kelâm El Kitabı, Grafiker Yayınları, Ankara.
SÂBÛNÎ, Nureddîn 2011, Mâturîdîye Akaidi (çev. Bekir Topaloğlu), M.Ü. İFV Yayınları, İstanbul.
SELÎKÎ, Divan (haz. Ömer Zülfe), Edebiyat Yayınları, Ankara, 2006.
STREC, M. 1979, “Bağdad” mad., İA, MEB Yayınları, İstanbul.
SUAT, Yıldırım 2010, Kur’an’da Uluhiyyet, Işık Akademi, İstanbul.

291
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

SUBHÎZÂDE FEYZÎ, Hamse (haz. Mehmet Arslan-İ. Hakkı Aksoyak), Sivas, 1999.
SÜLEYMAN ÇELEBİ, Mevlid (haz. Necla Pekolcay) ,TDV Yayınları, Ankara, 1993.
SÜNBÜLZÂDE VEHBÎ, Divan ( Süreyya Beyzade oğlu), İklim Yayınları, İstanbul, 1993.
ŞEMSEDDÎN-İ SİVASİ, Mir’atü’l-Ahlâk (haz. Birgül Toker), SÜ, SBE Yayımlanmamış YLT, Konya, 2003.
ŞERÎFÎ, Şehnâme Çevirisi (haz Zuhal Kültüral-Latif Beyreli), TDK Yayınları, Ankara, 1999.
ŞEYHÎ, Divan (haz. Mustafa İsen-Cemal Kurnaz), Akçağ yayınları, Ankara 1990.
ŞÜKRÎ-İ BİTLİSÎ, Selîm-nâme (haz. Mustafa Argunşah), EÜ Yayınları, Kayseri.
TAŞLICALI YAHYÂ, Gülşen-i Envâr (haz. Bekir Kayabaşı), İnönü Üniv. , SBE Yayımlanmamış YLT, Malatya, 1991.
TAŞLICALI YAHYÂ, Kitâb-ı Usûl (haz. Mehmet Akif Akkaya), İnönü Üniv., SBE Yayımlanmamış YLT, Malatya, 1996.
TOPALOĞLU, Bekir – ÇELEBİ, İlyas 2010, Kelâm Terimleri Sözlüğ, İSAM Yayınları, İstanbul.
TOPALOĞLU, Bekir 2011, “Ebû Mânsur el-Mâturîdî’nin Kelâmî Görüşleri”, İmâm Mâturîdî ve Mâturîdîlik( haz. Sönmez
Kutlu), Otto, Ankara.
TOPALOĞLU, Bekir 2012, Allah’ın Varlığı İsbât-ı Vâcib, DİB Yayınları, Ankara.
TULUM, Mertol 2011, Sinan Paşa Yakarışlar Kitabı (Tazarru’nâme), TDV Yayınları, Ankara.
UZUN, Şerife 2013, 16. Yüzyıl Klasik Türk Edebiyatında Tevhîd, TDV Yayınları, Ankara.
VÜCÛDÎ, Hayâl ü Yâr (haz. Yaşar Aydemir), Birleşik Yayınları, Ankara, 2009.
YAZICIOĞLU, Muhammediye (haz. Amil Çelebioğlu), MEB Yayınları, İstanbul, 1996.
YAZICIOĞLU, Said 2001, “Türklerde Kelâm”, Türk Düşünce tarihi (haz. Hüseyin Gazi Topdemir), AKMB Yayınları, Ankara.
YENİTERZİ, Emine 1993, Divan Şiirinde Na’t, TDV Yayınları, Ankara.
ZARÎFÎ, Divan (haz. Gülşah Taşkın), MÜ, SBE Yayımlanmamış DT, İstanbul, 2009.
ZARÎFÎ, Mihr u Mâh (haz. Vedat Nuri Turhan), AÜ, SBE Yayınlanmamış YLT, Erzurum, 1995.
ZÂTÎ, Şem’ ü Pervâne (haz. Sadık Armutlu), İnönü Üniv., SBE Yayımlanmamış DT, Malatya,1998.

292
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Şovosil Ziyodov
Özbekistan Uluslararası İmam Buharî Araştırmaları Merkezi, Tarih Bi-
limleri bölümü müdürü olan Şovosil Ziyodov, Uluslararası İmâm Mâturîdî
sempozyumuna Mâturîdî ve onun zahidlik sembolü tebliğiyle katılmıştır.

Mâturîdî ve Onun
Türkiye Türkçesine Çeviren
Zahidlik Sembolü
Doç. Dr. Selahittin Tolkun
Mâverâünnehir’de kelam ilminin gelişmesinde İma-
mü’l-huda ve İmâmü’l-mütekellimîn (Hidayet yolu
imamı ve Kelamcılar İmamı) adlarıyla şereflenen ilahi-
yatçı Ebu Mansur el-Mâturîdî’nin1hizmetlerinin em-
sali yoktur. Onun kurduğu Mâturîdîlik öğretisi son-
radan Semerkant kelam mektebi dairesinden çıkıp
bütün İslam âlemine yayılmıştır. Sünnîliğin iki büyük
mektebinin biri (diğeri eş’ariye) olarak tanınmıştır.2
Mâturîdî’nin hayatı (870-Semerkant-944) Mâverâün-
nehir’de Sâmâniler’in hükümranlığı dönemine denk
gelir. Devletin başşehri, başlangıçta Semerkant olup XI.
asır sonunda Buhara’ya taşındıysa da aslında her iki
şehir Mâverâünnehir’in iktisadî ve medenî merkezidir.
Mâturîdîlik öğretisi XI. asırdan başlayarak halk ara-
sında tanınmaya başlanmış ve Mâturîdî’nin şahsına
olan ilgi o vakitten itibaren artmıştır. Büyük âlimin
vefatından sonra onun hakkındaki bilgiler biyogra-
fik eserlerde kaydedilmiştir.3
Kaynaklar göre, Ebu Mansur Muhammed ibni
Muhammed ibni Mahmud el-Hanefî el-Mâturîdî

293
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

es-Semerkandî, Semerkant’ın Mâturîd köyünde dün- yazılmış olup, zamanın Mâverâünnehir âlimleri için
yaya gelmiştir. Semerkant’taki el-Ayâzî medresesinde esas düstur olarak belirlenmiştir.
okumuş, mahalli Hanefî fakihlerden eğitim almış- Bu durumda ortaya mühim bir sual çıkmaktadır:
tır. Ebu Bekr el-Cüzcânî, Ebu Nasır el-İyâdî, Nuseyr El-Hâkim es-Semerkandî ve Ebu Mansur aynı dö-
ibni Yahya el-Belhî, Muhammed ibni Mukatil er-Razî nemde Semerkant’ta yaşamışlardır. Niçin Sâmânîler
hocaları olmuştur. Mâturîdî’nin ilk üstadı olan Ebu böyle bir mühim vazifeyi mâhir kelamcı Mâturîdî’ye
Bekr el-Cüzcânî’nin Semerkant’ta Hanefî mektebi- değil de başka bir âlime buyurmuşlardır?
nin gelişmesinde büyük rolü olmuştur. Abdülmu’în
en-Nesefî (öl. 1114), Ebu Bekr el-Cüzcânî’yi mezkûr Ebu Mansur el-Mâturîdî’nin yaşadığı dönemin içti-
mektebin kurucusu diye belirtir. mai vak’alarına ve hükümran zümrelere karşı şahsî
tavrını gösteren kaynaklar mevcuttur. Bu kaynaklar
Mâturîdî üzerinde üstadı Ebu Nasr el-İyâdî’nin tesiri arasında Ali ibni Yahya ez-Zendevisetî’nin (öl. 1010)
büyük olmuştur. Kendisi bu âlimden yalnızca ana- Kitâb raudat el-culamâ, Muhammed ibni İbrahim
nevî İslam ölçülerini öğrenmekle kalmamış, aynı za- ibni Anuş el-Hasirî el-Buhârî’nin (öl. 1107) el-Hâvî
manda bu meseleyi etraflıca ele alıp tahlil etmeyi de fi’l-fetâva, Ebu Hafs en-Nesefî’nin (öl. 1142) Kitâb
öğrenmiştir. el-kand fi zikri culamâ Semerkand, Me’mûn el-
Günümüz araştırmacılarından Ulrich Rudolf, El- Keşşî’nin (öl. 1155) Mecmuc al-havâdis va’n-navâzil,
Mâturîdî ve Semerkant Sünnîlik İlâhiyatı4adlı çalış- es-Saffâr el-Buhârî’nin (öl. 1168) Risâle fıkh mesâ’il
masında âlimin biyografisini kısmen yeniden kurgu- su’ile ahâ eş-şeyh es-Saffâr fa-acâba anhâ, Ebu Tâ-
lamıştır. Ama bu çalışmada Mâturîdî’nin devrindeki hir Hoca’nın (XIX. asır) Semeriye vb. eserleri say-
Semerkant’ın içtimai ve siyasi hayatındaki türlü grup- mak mümkündür.
lara mensup âlimlerin arasındaki mevkii, nazarî fi- Bu eserler, Ebu Mansur’un birtakım meselelerdeki
kirlerinin oluştuğu muhiti, içtimai ve manevi amil- şahsî konumunu ve yaklaşımını yazmaktadır: Ebu
lerin tesiri meseleleri dikkate alınmamıştır. Rudolf, Nasr el-İyâdî gâzîlere ve ehli ilme buyururdu: Her Cuma
Mâturîdî’nin sıfatlarından ez-zâhid tavsifini sofîlikle günü süvari halde (at veya eşeğe binerek) pazarları ge-
bağlantılı açıklama taraftarıdır. Ancak Mâturîdî’nin zin ve sarayın faydasına propaganda yapın diye. An-
Kitâbü’t-tevhîd5adlı eserinden bu konuda destek bu- cak bizim kadim sâlih fakihlerimizden Ebu Bekr ibni
lamayınca bu fikrinden vazgeçmiştir. İsmâil el-Fakih es-Semerkandî, Ebu’l-Hasan el-Ferrâ,
Ebu Mansur Mâturîdî’nin hayatı Semerkant’ta ilahiyat Ebu Mansure el-Mâturîdî ve Ebu Nasr ibni İbrahim
ilminin gelişmesinin son devrine rastlar.6Bu devirde bunu reddederdi. Bunlar ve diğer âlimler Cuma gün-
şehirde birkaç itibarlı kelamcılar grubu faaliyetteydi. leri, eğer ayaklarında rahatsızlıkları yoksa süvari ol-
Bunlardan hâkimler (hükemâ) grubuna mensup olan mazlardır. İşbu mühim bilgi Mâturîdî’nin ilminin
Ebu’l-Kâsım el-Hekim es-Semerkandî’inin eseri de- ve faaliyetinin iki yönü hakkında bilgi vermektedir.
rinlemesine tetkik edilmiştir. İkinci gruba Ebu Bekr İlki, baştaki kısmı tasdiklerken, ikincisi onun Se-
el-Cüzcânî mektebi öncüleri arasında Ebu Abdullâh merkant’taki sâlih âlimler topluluğuna mensubiye-
ibni Ebu Bekr el-Cüzcânî, Ebu Mansur el-Mâturîdî, tini göstermektedir.
Ebu’l-Hasan er-Rustufagnî, Ebu Seleme es-Semerkandî Menbalarda mezkûr topluluğa karşı konumda olan
vb. olarak sayılabilir.7Üçüncü grupta ise el-İyâdiye – Semerkantlı âlimler topluluğu hakkında da malumat-
Ebu Nasr el-İyâdî ve çocukları olan Ebu Ahmed el- lar bulunmaktadır. Mesela, Ebu Hafs en-Nesefî’nin
İyâdî, Ebu Bekr el-İyâdî bulunmaktadır.8 Bu gruplar Kitâb el-kand fi zikri culemâ’ Semerkant adlı ese-
arasında bahisler türlü biçimlerde ortaya çıkmış ve rinde şöyle söylenmektedir:
kelam ilminin gelişmesini etkilemiştir.
Ebu Muhammed Abdülaziz ibni Muhammed şöyle
Kelam ilminde kelamcıların mevkiini tetkik etmek demektedir: Ben Ebu’l-Hasan Ali ibni Seyid er-Rus-
için onların içtimai ve siyasi meselelere bakışları ve fi- tufagnî’nin şu sözlerini işittim.
kirleri mühim rol oynar. Hâkimler, idarecilerle işbir-
liği yapmayı reddetmemiş; aksine idarecilerle birlikte -Sâlih kişilerden biri düşünde Ebu Nasr el-İyâdî’yi gördü.
çalışmışlardır. Mesela, Ebu’l-Kasım el-Hâkim es-Se- O adamın sofrasında bir tabakta çiçek ve bir tabakta
merkandî’nin idarecilerle işbirliği konusunda epeyce şeker vardı. O adam (Ebu Nasr el-İyâdî) çiçek dolu ta-
malumat bulunmaktadır. Semerkandî’nin Kitâb es- bağı Ebulkasım el-Hâkim es-Semerkandî için, şeker dolu
sevâd el-a’zam adlı eseri Sâmânîlerin isteği üzerine tabağı ise Ebu Mansur el-Mâturîdî için verdi. İkisi de

294
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Ebu Nasr el-İyâdî’nin şakirtleri olup Ebu Mansur el- Mâturîdî’ye göre her bir insanın kaderinin Allah ta-
Mâturîdî ilm-i hakikat ve Ebulkasım el-Hâkim es-Se- rafından yazılmış olmasına karşılık, kişi kendi hare-
merkandî ise ilm-i hikmetin sahipleri, üstadları oldular. ketleri için mesuldür. Onun fikrince insan imtihanlar
Mâturîdî’nin içtimaî mevkii hakkında Buharalı zâ- için yaratılmıştır. Ancak bununla birlikte insana, bu
hid âlim Ali ibni Yahya ez-Zendevisetî de şöyle de- imtihanlardan başarıyla geçmek ve doğru yolu bul-
mektedir: mak için geniş imkânlar da verilmiştir. İnsan kendi
hareketlerinde serbesttir.
Günlerin birinde sultanlardan biri el-Mâturîdî ve Ebu
Ahmed el-İyâdî’yi evine davet eder. El-Mâturîdî’yi da- Mâturîdî öğreti ananeleri ve ilmî eserleriyle Mâve-
vet ederek bu önemli kişiler gözünde kendi itibarını art- raünnehir ilahiyet mektebinin gelişmesinde büyük
tırmak ister. Zorla eve sokarak şeyhin sakalına - dev- katkıda bulunmuştur. İlahiyat bilimlerinin tam şe-
rin âdetine binaen- gâliye (kaş ve saça sürülen güzel killenmesinde ve tekâmülünde bu bilimleri yeniden
kokulu siyah madde) sürecek olur. Şeyh bunu redde- ele alıp belli bir sisteme kavuşturmak gibi büyük bir
der. Bunun üzerine sultanın hizmetkârları el-Mâturî- görevi yerine getirmiştir. Hanefîlik öğretisinin Orta
dî’nin bindiği atın yelelerine galiyeyi sürerler. Ne var Asya halklarının örf adetleriyle kati bir şekilde bağlı
ki galiye sürülünce at hareket etmez. El-Mâturîdî “Ne olduğunu kendi görüşleriyle ortaya koymuştur. Bu bü-
oldu?” diye sorar ve durumu anlayınca atın yelesin- yük yurttaşımızın bu öğretisi, İslam dininin iki bü-
deki galiyeyi yıkamalarını emreder. At, ancak galiye yük akidevî akımından biri olarak kabul edilmiştir.
yıkandıktan sonra yürümeye başlar. Sünnilerin Hanefî mezhebine mensuplarının tamamı
akide meselesinde İmam el-Mâturîdî, öğrencileri ve
El-Mâturîdî’nin zâhidlik tipi halk edebiyatında da
takipçilerinin yazdığı eserlere dayanarak uygulama-
bulunmaktadır. Semerkant’taki mukaddes yerleri
larda bulunmuşlardır. İslam âleminin ekser mıntıka-
anlatan Ebu Tahir Hoca’nın Semeriye adlı eserinde
larında; Suriye, Irak, Türkiye, Pakistan, Hindistan,
şu hikâye vardır:
Şimalî Afrika’da Mâturîdîlik öğretisi günümüzde
Yine derler ki Şeyh bir gün bahçedeydiler. Bağdat ha- de orta ve yüksek dinî eğitim kurumlarında müsta-
lifesi tarafından Şeyh’e bir meseleyi sormak için Se- kil bilim olarak okutulmaktadır.
merkant’ta yollanan bir elçi gelip bahçe kapısını çaldı.
Mâturîdî’nin vefatından sonra âlim, Semerkant ya-
Şeyh, yırtık giysisiyle kapıyı açar. Elçi “Mevlânâ ne-
kınındaki Çâkerdize kabristanına defnedilmiştir.
rede?” diye sorar.
Buraya şehir halkı arasında itibarlı âlimler defnedi-
Şeyh “Mevlânâ Tanrı’dır.” diye cevaplar. lirdi. Mâturîdî saftaşları ve öğrencileri de buraya gö-
Elçi bu defa “Hâce nerede?” diye sorar. mülmüştür. Görülüyor ki sâlih âlimleri incelemede,
Şeyh “Hâce, Mustafa’dır.” der. bu kabristan ve bu kabristanla ilgili bilgilerin ayrı
Elçi tekrar “Ebu Mansur nerede?” diye sorar. bir yeri vardır.
Ebu Mansur “İşte bu garip ihtiyardır.” diyerek kendi- Türk denizcisi Seydi Ali Reis, XVI. asırdaki Asya se-
sini işaret eder. yahati esnasında Semerkant’taki meşhur âlimlerin
Sonraları Mâturîdî fıkıh ve kelam meselelerinde il- defnedildiği Çâkerdize kabristanını, bunlar içinde
gileri çeker, Hanefî mezhebi âlimlerinden ders ala- de Ebu Mansur el-Mâturîdî’yi ve birtakım meşhur
rak ilmini arttırır. Mâturîdî, aynı zamanda birçok şeyhin kabrini ziyaret ederek bu konudaki izlenim-
meşhur fakih ve muhaddislerle sohbet eder, müna- lerini yazar. XVIII ve XIX. asırlarda yazılan Seme-
zaralarını sürdürür. Bütün ömrü boyunca bu sahada riye ve Kandiye Hurd gibi eserlerde Çâkerdize kab-
eserler yazar. ristanının tasvirleri bulunmaktadır.
Mâturîdî saf din dairesinden çıkmayarak akıl ve id- XX. asır başlarında V. V. Bartold, Semerkant gezisinde
raki yüceltir, ayrıca mantıka dayanmayı bilimin en Çâkerdize kabristanına gelince “Burada el-Mâturî-
yüksek yeri diye vurgular. Kendisi, o devirde doğru dî’nin kabrini gördüm.” diye bahsetmektedir. Ancak
yoldan uzaklaşan fırkaların görüşlerinin gerçekten sonraki menbalarda el-Mâturîdî’nin kabri hususunda
uzak olduğunu söyler. Mâturîdî “Din yolundaki bü- başka bilgi görülmez. Yüzyıllar boyunca fakihler,
tün hataların sebebi, riyâkâr, ikiyüzlü kimselerin ar- şeyhler ve âlimlerin defnedildiği kabristan Sovyet dö-
dından körü körüne gitmektir.” diye vurgulamaktadır. neminde ahali için yaşama alanlarına dönüştürülür.

295
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Yakın yıllarda Mâturîdî’nin kabrinin yeniden ku- olan yaklaşım tamamen değişmiştir. Hakikaten Mâ-
rulması sırasında onlarca fakih ve âlimin mezar verâünnehir ülkesi, geçmişte İslam medeniyetinin bir
taşları ortaya çıkmıştır. Bunların ekserisi Karahan- parçası olarak görülmüştür. Günümüzde de dünya-
lılar devrine ait olup mühim ve yeni bilgiler vere- daki bütün Müslümanların dinî ve dünyevî sahada
ceği tabiidir. Günümüzde mezkûr mezar taşları ecdadımızın bıraktığı mirasa sahiplendikleri görül-
İslambilimci âlimlerden B. Bâbâcânov, A. Mu’mi- mektedir. Bahusus dinî sahada meydana getirilen
nov ve U. Rudolf tarafından tetkik edilmektedir. eserler Müslümanların müşterek mirası olarak kabul
Çâkerdize kabristanında ortaya çıkan bazı epigra- görmektedir. Ecdadımız kısa zamanda dinî ilimlerde
fik eserlerin tetkiki neticesinde X. asır âlimlerinin öncü âlimlere dönüşmüştür dersek yanılmış olmayız.
kabir taşlarının sahiplerinden bir kısmının isim- Hülasa, bütün Müslüman Türk halkları gibi Özbek
leri belirlendi: Ebu’l-hasan er-Rustufagnî, Ebu Se- halkı da kendi vatandaşı meşhur âlim Mâturîdî ile
leme es-Semerkandî vs. övünmesi mümkün. Onun Hanefî mezhebindeki
Şu durumu da vurgulamak gerek ki ülkemizde yer- Mâturîdîye kelâm mektebinin tarihindeki yeri çok
leşmeye başlayan içtimai adalet, bilhassa Özbekis- mühimdir. Hâl bu iken, işbu kelam mektebinin ilmî
tan’ın istiklali neticesinde İslam tarihi ve medeniye- faaliyetlerini bütün ilim âlemine ve halkımıza tanış-
tine, dinî ve kültürel mirasımız, manevî değerlerimize tırmanın vakti geldi diye düşünüyoruz.

Dipnotlar
1 Brockelmann K. Geschichte der arabischen Litteratur: T. I-II. – Weimar-Berlin: 1898.
2 Madelung W. The Spread of Māturidism and the Turks // Actas IV Congresso de Estudos Аrabes Islāmicos. Coimbra-Lis-
boa. 1 а 8 de Setembro de 1968. – Leiden: Brill, 1971. – S. 109-168.
3 Madelung W. Abu l-Mu‘īn al-Nasafī and Ash‘arī Theology // Studies in Honour of Clifford Edmund Bosworth. Vol. II:
The Sultan’s Turret: Studies in Persian and Turkish Culture / Edited by Carole Hillenbrand. – Leiden, Boston, Koln: Brill,
2000. – S. 318-330. Schacht J. An Early Murci’ite Treatise: The Kitāb al-‘Ālim wa-l-muta‘llim // Oriens. – 1964. – №17. – S.
96-117. Bilhan S. Les juristes hanafites de I’Asie centrale а l’ěpoque des Qarahnides. – Paris: 1973. – 68 s.; Allard M. Le
probleme des attributs divins dans la doctrine d’al-Ash‘arī et de ses premiers grands disciples. – Beyrut: 1965. – 632 s.
4 Rudolph U. Al-Māturīdī und die sunnitische Theologie in Samarkand. – Leiden, New York, Köln: Brill, 1997.
5 Mâturîdî, Kitabu’t-Tevhid, Tahkik edenler: Bekir Topaloglu-Muhammad Aruci, Ankara 2003.
6 Ziyodov Ş. Ebu Mansur Mâturîdî’nin yazma mirası ve onun “Tevilat” eseri, doktora tezi, Taşkent, 2003.
7 Ziyodov Ş., Qoriev O., Bekmirzaev I. Movarounnahr Islom ilimlari rivojida Hanafiya ta’limoti. Toshkent -2012. – S.14-15.
8 Ziyodov Ş., Qoriev O., Bekmirzaev I. Movarounnahr Islom ilimlari rivojida Hanafiya ta’limoti. Toshkent -2012. – S.21

296
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Şovosil Ziyodov
Özbekistan Uluslararası İmam Buharî Araştırmaları Merkezi, Tarih Bi-
limleri bölümü müdürü olan Şovosil Ziyodov, Uluslararası İmâm Mâturîdî
sempozyumuna Mâturîdî ve onun zahidlik sembolü tebliğiyle katılmıştır.

Mâturîdî ve Onun
Zahidlik Sembolü
Movarounnahrda kalom ilmining rivojida “Imom
al-huda” va “Imom al-mutkallimin” (“Hidoyat yo‘li
imomi” va “Mutakallimlar imomi”) nomlari ila
sharaflangan ilohiyotchi Abu Mansur al-Mâturî-
dî1xizmatlarining qiyosi yo‘qdir. U qurgan Mâturî-
dîylik ta’limoti so‘ngradan Samarqand kalom mak-
tabi doirasidan chiqib, butun islom olamiga yoyildi,
sunniylikdagi ikki buyuk maktabning biri (boshqa-
si-ash’ariya) sifatida tanildi2.
Al-Mâturîdîning hayoti (870-Samarqand-944) Mo-
varounnahrda Somoniylar hukmronligi davriga teng
keldi. Davlatning poytaxti boshlang‘ichda Samarqand
bo‘lib, IX asrning so‘ngida Buxoroga tashilsa-da, har
ikki shahar Movarounnahrning iqtisodiy va mada-
niy markazi sifatida edi.
Moturidiylik ta’limoti XI asrdan boshlab xalq orasida
tanila boshladi va Moturidiy shaxsiga o‘lon munosabat
u kundan e’tiboran kuch qozondi. Buyuk alloma va-
fotidan so‘ng u haqidagi ma’lumotlar biografik ada-
biyotlarda qayd etildi.3

297
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Manbalardan ma’lumki, Abu Mansur Muhammad Masalan, Abul-Qosim al-Hakim as-Samarqandining


ibn Muhammad ibn Mahmud al-Hanafiy al-Mâturîdî hukumat ila hamjihatligi borasida bir qancha ma’lu-
as-Samarqandi Samarqandning Moturid ko‘yida ta- motlar bor. Masalan uning “Kitob as-savod al-a’zam”
vallud bo‘ldi. U Samarqanddagi al-Ayozi madrasasida asari Somoniylar taklifiga ko‘ra yozilmish o‘lib, u da-
o‘qidi, mahalliy hanafiy faqihlardan ta’lim oldi. Abu vrda Movarounnahr olimlari uchun asos dastur si-
Bakr al-Juzjani, Abu Nasr al-Iyodi, Nusayr ibn Yahya fatida e’tirof etildi.
al-Balxi, Muhammad ibn Muqatil ar-Razi unga us-
Shu erda muhim bir savol o‘rtaga chiqar: al-Hakim
tozlik yopdilar. Al-Mâturîdîning ilk ustozi Abu Bakr
as-Samarqandi va Abu Mansur bir davrda Samar-
al-Juzjonining Samarqandda Hanafi maktabining ri-
qandda yashadilar. Ne uchun Somoniylar bo‘yla
vojida roli buyuk o‘ldi. Abul-Mu’in an-Nasafi (vaf.
mas’uliyatli vazifani mohir mutakallim al-Mâturî-
1114 y.) Abu Bakr al-Juzjonini mazkur maktabning
dîga bermasdan, uni boshqa bir olimga buyurdilar?
asoschisi deya ta’kid yopdi.
Abu Mansur al-Mâturîdîning o‘z zamonasi ijtimoiy
Mâturîdîga uning ustozi Abu Nasr al-Iyodining ta’siri
voqealariga va hukmron doiralara nisbatan shax-
buyuk o‘ldi. U olimdan an’anaviy islom mezonlarini
siy munosabatini aks ettiruvchi manbalar mavjud.
o‘rganmak ila cheklanib qolmasdan, uni atroflicha
qamrab olib, atroflicha tahlil qilishni-da o‘rgandi. Ular sirasiga Ali ibn YAhyo az-Zandavisatiyning
(vaf. 1010 y.) “Kitob raudat al-‘ulamo”, Muham-
Zamondosh tadqiqotchilardan biri, professor Ulrich mad ibn Ibrahim ibn Anush al-Xasiri al-Buxo-
Rudolf o‘zining “Al-Mâturîdî va Samarqand sun- rining (vaf. 1107 y.) “al-Xoviy fi-l fatova”, Abu Hafs
niylik ilohiyoti”4ismli tadqiqotida alloma biografiy- an-Nasafi (vaf. 1142 y.) ning “Kitob al-qand fi zikri
asini qisman yangidan qurdi. Ammo ushbu asarda
‘ulamo’ Samarqand”, Ma’mun al-Kashshining (vaf.
al-Mâturîdîning o‘sha davrda Samarqandning ijti-
1155 y.) “Majmu’ al-xavodis va-n-navozil”, as-Saffor
moiy-siyosiy hayotidagi, turli guruh ulamolari ora-
al-Buxorining (vaf. 1168-69 y.) “Risola fiqh maso’il
sidagi mavqei, nazariy fikrlarining o‘rtaga chiqish
su’ila anho ash-shayx as-Saffor fa-ajoba anho”, Abu
muhiti, ijtimoiy-ma’naviy omillar ta’siri masalalari e’ti-
Tohirxojaning (XIX asr) “Samariya” va boshqa asar-
borga olinmadi. Rudolf al-Mâturîdî sifatlari orasidagi
larini kiritmak mumkin.
“az-zohid” tavsifiga izoh bermakka xarakat etib, buni
so‘fiylik ila bog‘lamoq tarafdori o‘ldi. Ammo al-Mâ- Ushbu asarlar Abu Mansurning bir necha masalalar-
turîdîning “Kitob at-tavhid”5asaridan bunga tasdiq dagi shaxsiy mavqelari va munosabatini ifoda etar.
bo‘lmadi va fikridan voz kechdi. Bu jumladan: “Abu Nasr al-Iyodiy g‘oziylara va ahli
ilma buyurar edi: har juma kunlari suvoriy holda (ot
Abu Mansur al-Mâturîdîning hayoti Samarqandda
ilohiyot ilmi rivojining so‘ng davriga teng kelur.6 Ma- yoki eshak minib) bozorlarni kezing va saroy foyda-
zkur davrda shaharda bir necha e’tiborli mutakallim- siga tashviqot qiling (propaganda yoping), deya. Lo-
lar guruhlari faoliyat ko‘rsata boshlamish edi. Ulardan kin bizning qadim solih faqihlarimiz-Abu Bakr ibn
hakimlar (hukamo) guruhiga mansub Abul-Qosim Ismoil al-Faqih as-Samarqandi, Abul-Hasan al-Farro,
al-Hakim as-Samarqandining ijodi chuqur tadqiq Abu Mansur al-Mâturîdî va Abu Nasr ibn Ibrohim-
etilmishdir. Ikkinchi guruhga Abu Bakr al-Juzjoni lar buni rad etardilar. Ular va boshqa ulamolar juma
maktabi namoyondalari – Abu Abdulloh ibn Abu kunlari, agar oyoqlarida zaiflik sezmasalar, suvoriy
Bakr al-Juzjoni, Abu Mansur al-Mâturîdî, Abul-Ha- bo‘lmas edilar”. Ushbu muhim xabar al-Mâturîdî
san ar-Rustufag‘ni, Abu Salama as-Samarqandilarni ilmi va faoliyatining ikki tarafi haqida ma’lumot be-
misol ketirishimiz mumkin7. Uchinchi guruhni esa rur. Birinchisi avvalgi bandni tasdiqlovchi fikr o‘lsa,
al-Iyodiyya – Abu Nasr al-Iyodi va uning avlodlari ikkinchisi uning Samarqanddagi solih ulamolar gu-
Abu Ahmad al-Iyodi, Abu Bakr al-Iyodilar tashkil ruhiga mansubligini tasdiq etar.
etar8. Ular orasida bahslar turli shakllarda namoyon Manbalarda mazkur guruhga qarshi mavqeda o‘lon
o‘ldi va kalom ilmi rivojiga ta’sir etdi. samarqandli ulamolar guruhi haqida-da ma’lumotlar
Kalom ilmida mutakallimlarning mavqeini tadqiq bor. Masalan, Abu Hafs an-Nasafiy “Kitob al-qand fi
etmak uchun ularning ijtimoiy-siyosiy masalalar- zikri ‘ulamo’ Samarqand” asarida shuni so‘ylar: “Abu
dagi boqishlari va fikrlari muhim rol o‘ynar. Ha- Muhammad Abdulaziz ibn Muhammad bo‘yla der:
kimlar hukumat ila ish birlik yopishni rad etmadi- “Men Abul-Hasan Ali ibn Sayid ar-Rustufag‘niyning
lar, balki uning vakillari ila birlikda faoliyat surdilar. shu so‘zlarini eshitdim:

298
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

-Solih kishilardan biri tushida, ya’ni ruyosida Abu Mâturîdî sof din doirasidan chiqmamish bir holda
Nasr al-Iyodiyni ko‘rdi. aql-idrokni ulug‘lar, yujaltir va mantiqan asoslan-
Ul kishining sufrasida bir laganda – gul va bir la- mish bilimning eri yuksakdir deya urg‘u yopar. U
ganda – shakar bor edi. U (Abu Nasr al-Iyodi) gul ushbu davrda to‘g‘ri yo‘ldan uzoq firqalarning bo-
to‘la laganni Abul-Qosim al-Hakim as-Samarqandi qishlarining haqiqatdan yiroq (uzoq) fikrligini tah-
uchun, shakar to‘la laganni esa Abu Mansur al-Mâ- lil etar. Mâturîdî: “Din yo‘lidagi butun yanglishu-
turîdî uchun berdilar. Ikkisi-da Abu Nasr al-Iyodiy- vlarning sababi – riyokor, ikki yuzli kimsalarning
ning shogirdlari o‘lub, Abu Mansur al-Moturidiy ilmi ortidan ko‘r-ko‘rona yurmaklikdir”, – deya urg‘u
haqiqat va Abul-Qosim al-Hakim as-Samarqandi yopmish edi.
esa ilmi hikmatning bilim sohiblari, ustozi o‘ldilar”. Mâturîdî har bir insonning kadari (taqdiri) Alloh ta-
al-Mâturîdîning ijtimoiy mavqei haqida buxoroli rafidan yozilmish o‘lsa-da, kendi harakatlari uchun
zohid olim Ali ibn Yahya az-Zandavisati-da xabar mas’uldir, deyur. Uning fikriga ko‘ra, inson imtihon-
berur: “Kunlardan birida sultonlardan biri al-Mâ- lar uchun yaratilmishdir. Buning ila bir vaqtda unga
turîdî va Abu Ahmad al-Iyodini uyiga, evina taklif ushbu sinovlardan muvaffaqiyatli, basharili kechmak
etur. Al-Mâturîdîni taklif etmak vositasida ushbu va to‘g‘ri yo‘lni bulmoq uchun genish (keng) imkon-
lar berilmishdir. Inson kendi harakatlarida sarbastdir.
a’yon kishilar ko‘z o‘ngida o‘z e’tiborini oshirmoq
istar. Zo‘rlik ila ichkari olib, shayx soqoliga, u davr Mâturîdî kendi ta’limoti an’analari va ilmiy asarlari
odati bo‘yincha, g‘oliya (qosh va sochga surtiladigan ila Movarounnahr ilohiyot maktabining rivojiga bu-
xushbo‘y qora, siyoh modda) surtmak o‘lurlar. Shayx yuk hissa qatdi. Ilohiyot ilmlarining to‘la shakllanib,
rad javobini berur. Shunda sultonning xizmatkorlari takomila etishmasida ularni yangidan ishlab, tuza-
al-Mâturîdî mingan otning yollariga g‘oliyani surtib tib, ma’lum tizima, sistema qo‘ymoq kibi buyuk bir
qo‘yurlar. Faqat, g‘oliya surtilsa-da, ot eridan harakat ishni bajardi va hanafiylik ta’limotining O‘rta Osiyo
etmas. Al- al-Mâturîdî ne hol yuz berdi der va vo- xalqlari urf-odatlari ila qat’iy bir shaklda bog‘liqli-
qeani anglab, otning yolidan g‘oliyani yuvmoq (yi- gini kendi boqishlari vositasida ko‘rsatib berdi. Bu-
qamoq)ni amr etar. Shundan so‘ngra ot yo‘lda yu- yuk vatandoshimizning ushbu ta’limoti islom dini-
rumakka boshlar”. ning buyuk aqidaviy oqimlaridan biri sifatida e’tirof
etildi. Sunniylarning hanafiylik mazhabiga e’tiqod
Al-Mâturîdîning zohidlik obrazi xalq adabiyotida-da
edanlarning butuni aqida masalasida imom al-Mâ-
saqlanmishdir. Samarqanddagi muqaddas erlar tav-
turîdî, uning shogirdlari hamda izdoshlari yozmish
sifiga bag‘ishlanmish Abu Tohirhojaning “Samariya”
asarlarga tayanib ish yuritdilar. Islom olamining ak-
asarida shu shaklda hikoya etilur: “Yana so‘ylarlarkim,
sar mintaqalarida, Suriya, Iroq, Turkiya, Pokiston,
Shayx bir kuni bog‘chada edi. Bag‘dod xalifasi tara-
Hindiston, Shimoliy Afrikada Mâturîdîylik ta’limoti
fidan Shayxdan bir masalani so‘rmoq uchun Samar-
bugunlarda-da o‘rta va oliy diniy o‘quv maskanlarida
qandga yo‘llangan elchi kelib, bog‘cha eshigiga urdi.
mustaqil fan sifatida o‘qitilmoqdadir.
Shayx yirtiq kiyim kiymish holda chiqar. Elchi: “Ma-
vlono ne erdadir?”– deya so‘rar. Al-Mâturîdîning vafotidan so‘ng alloma Samarqand
yaqinidagi Chokardiza qabristoniga, mozorligiga dafn
Shayx: “Mavlono tangridir”, – deya javob berur. etdilar. Bu erda shahar ahli orasida e’tiborga loyiq ula-
Yana elchi: “Xoja ne erdadir?” – deya savol berur. molar dafn etilur edi. Moturidiyning safdoshlari va
Shayx: “Xoja – Mustafadir”, – deya javob berur. shogirdlari ham shu erda dafn etilmishdir. Demak,
Yana elchi: “Abu Mansur ne erdadir?” – deya so‘rar. solih ulamolar guruhini injalamak, tadqiq etmak
Abu Mansur: “Ushbu tilanchi yoshlidir”, – deya o‘zini, uchun ushbu mozorlik (qabriston) va u ila bog‘liq
kendisini namoyon ayladi». o‘lon ma’lumotlarning ayri bir er bordir.
So‘ngrdan al-Mâturîdî fiqh va kalom masalalar ila Turk admirali Saydi Ali Rais kendisining XVI asr-
ilgi chekib, Hanafiy mazhabi olimlaridan dars olib larda Osiyo sayohati vaqtida Samarqanddagi mash-
o‘z, kendi bilimini orttirur. Shu vaqt davomida cho‘q hur ulamolar dafn etilgan Chokardiza qabristonini,
mashhur faqihlar va muhaddislar ila muloqotda o‘lib, bu jumladan Abu Mansur al-Mâturîdî va bir necha
munozaralar surdirur. Butun umri davomida ushbu mashhur shayxlarning qabrlarini ziyorat etib, bu
sohaga oid asarlar yozar. haqda kendi qaylarini yozar. XVIII va XIX asrlarda

299
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

yozilmish “Samariya” va “Qandiya xurd” kibi yod- Shuni urg‘ulamoq lozimki, yurtimizda qaror bo‘la
gorliklarda-da Chokardiza qabristoni tasviri bordir. boshlagan ijtimoiy adolat, xususan, O‘zbekiston is-
XX asr boshlarida V.V.Bartold Samarqand safarida tiqloli natijasida islom tarixi va madaniyatiga, di-
niy-madaniy merosimiz, ma’naviy deyarlarimizga
Chokardiza qabristoniga kelib, bu erda al-Mâturîdî
(qadriyatlarimizga) o‘lon munosabat tamomon de-
maqbarasini ko‘rdim, deya bahs etar. Faqat bundan
yishdi (o‘zgardi). Haqiqatan Movarounnahr o‘lkasi
so‘nraki manbalarda al-Mâturîdî maqbarasi xususida
kechmishda islom madaniyatining bir qismi o‘laroq
boshqa ma’lumotlar ko‘rilmas. Yuz yillar davomida
bugungi kunda-da dunyodagi butun musulmon-
faqihlar, shayxlar, ulamolar dafn etilgan qabriston –
lar diniy va dunyoviy sohada ajdodlarimiz merosini
mozorlik Sovet sho‘ro davrida aholi uchun yashash
kendi merosi deya his etarlar. Xususan diniy sohada
erlariga do‘nushtirilur. yaratilmish asarlar musulmonlarning mushtarak me-
Yaqin yilllarda al-Mâturîdî maqbarasini yangidan qur- rosi hisob etilmoqda. Ajdodlarimiz oz muddat ichida
moq vaqtida o‘nlarcha faqih va ulamolarning mozor diniy ilmlarda o‘nju (peshqadam) olimlarga do‘nish-
toshlari o‘rtaga chiqddi. Ularning aksari Qoraxoniylar mish edilar, desak yanglish o‘lmas.
davriga oid o‘lib, muhim va yangi ma’lumotlar bera- Xulosa shuki, butun musulmon turk xalqlari kabi
jagi tabiiydir. Bugungi kunda mazkur mozor toshlar o‘zbek halqi-da kendi vatandoshi mashhur olim al-Mâ-
islomshunos olimlar B.Bobojonov, A.Mu‘minov, U.Ru- turîdî ila faxrlanmog‘i mumkin. Hanafiyya mazhabi-
dolf tarafidan tadqiq etilur. Chokardiza qabristonida dagi moturidiyya kalom maktabining tarixidagi eri
o‘rtaga chiqqan ba’zi epigrafik yodgorliklar tadqiqi na- cho‘q muhimdir. Hol bo‘yla ekan ushbu kalom mak-
tijasida X asr ulamolari qabrtoshlari sohiblaridan bir tabining ilmiy va ijodiy merosini kenish ilmiy jamoat-
qismining ismlari ma’lum o‘ldi: Abul-Hasan ar-Rus- chilikka va xalqimizga tanishtirmoq vaqti keldi deya
tufag‘ni, Abu Salama as-Samarqandi va boshqalar. tushunmoqdamiz.

Dipnotlar
1 Brockelmann K. Geschichte der arabischen Litteratur: T. I-II. – Weimar-Berlin: 1898.
2 Madelung W. The Spread of Māturidism and the Turks // Actas IV Congresso de Estudos Аrabes Islāmicos. Coimbra-Lis-
boa. 1 а 8 de Setembro de 1968. – Leiden: Brill, 1971. – S. 109-168.
3 Madelung W. Abu l-Mu‘īn al-Nasafī and Ash‘arī Theology // Studies in Honour of Clifford Edmund Bosworth. Vol. II:
The Sultan’s Turret: Studies in Persian and Turkish Culture / Edited by Carole Hillenbrand. – Leiden, Boston, Koln: Brill,
2000. – S. 318-330. Schacht J. An Early Murci’ite Treatise: The Kitāb al-‘Ālim wa-l-muta‘llim // Oriens. – 1964. – №17. – S.
96-117. Bilhan S. Les juristes hanafites de I’Asie centrale а l’ěpoque des Qarahnides. – Paris: 1973. – 68 s.; Allard M. Le
probleme des attributs divins dans la doctrine d’al-Ash‘arī et de ses premiers grands disciples. – Beyrut: 1965. – 632 s.
4 Rudolph U. Al-Māturīdī und die sunnitische Theologie in Samarkand. – Leiden, New York, Köln: Brill, 1997.
5 Mâturîdî, Kitabu’t-Tevhid, Tahkik edenler: Bekir Topaloglu-Muhammad Aruci, Ankara 2003.
6 Ziyodov Ş. Ebu Mansur Mâturîdî’nin yazma mirası ve onun “Tevilat” eseri, doktora tezi, Taşkent, 2003.
7 Ziyodov Ş., Qoriev O., Bekmirzaev I. Movarounnahr Islom ilimlari rivojida Hanafiya ta’limoti. Toshkent -2012. – S.14-15
8 Ziyodov Ş., Qoriev O., Bekmirzaev I. Movarounnahr Islom ilimlari rivojida Hanafiya ta’limoti. Toshkent -2012. – S.21

300
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Hilmiye KETENCİ
1973 yılında Bursa ilinde doğdu. İlkokulu Bursa Minâreli Çavuş, Orta
kısmı Mudanya İmam Hatip Lisesi, Liseyi Bursa Kız Lisesinde, Üniver-
site eğitimini Anadolu Üniversitesi Eczacılık Fakültesini bitirdi. Dinî eği-
timini İlâhiyatçı babası Mehmet Tok’dan küçük yaşlarda hafızlık eğitimi
ile başlayıp Arapça’yı ve dinî ilimleri tedrise başladı. Muhterem Şahver
Çelikoğlu Hanımefendi’den Tefsir, Fıkıh, Akaid, Hadis, Hadis Usûl-ü,-
Tasavvuf ilimlerini tahsil etti. Hâlen özellikle Hadis ve Fıkıh ilminde ki-
tap çalışmaları devam etmektedir.2014 yılında “Delilleri ile İbâdet il-
mihali” kitabı neşredildi. Evli ve bir çocuk sahibi olup, serbest Eczacılık
görevini sürdürmektedir.

İmâm Mâturîdî Hazretlerinin


Eserlerinde Görülen
Tasavvufî Unsurlar
İzzet, şeref ve hükümranlık bakımından en yüce olan
ve övülmeye lâyık bulunan Allâh’a hamd ederek söze
başlar, bizi doğru yola sevketmekle, tevfîkine maz-
har kılmasına mukâbil, O’na şükür ve tâzimle yöne-
lir, varmak istediğimiz hedefe ulaşma yolunda yar-
dım ve te’yidde bulunmasını niyâz ederiz. Şüphe yok
ki O, her şeyi bilendir. Yine O’ndan, yaratıklarının en
hayırlılarından birine yaptığının en üstünüyle, Mu-
hammed’e (s.a.v) rahmet (salât) etmesini, ona taleb
ettiğini vermesini ve lütfu keremiyle bizi onunla bu-
luşturmasını dileriz. Şüphe yok ki, O (c.c), herkesin
kendisine muhtaç olduğu bir ganî ve fazîlet türleri-
nin hepsine sâhib bir Kerîm’dir. İmâm Mâturîdî (r.a)
Hazretlerinin niyazı ile sözlerime başlamak istedim.
Mâturîdiyye mezhebi ehl-i bid’at karşısında Ehl-i Sün-
net akîdesini ilk önce müdâfaa ve neşreden bir mez-
hebtir. Bu hayırlı teşebbüs İmam Âzam Ebû Hanîfe
ile başlamış, İmâmu’l-Hudâ (‘hidâyet önderi), âle-
mü’l-hüdâ (hidâyecet sancağı, İmâmu’l-mütekel-
limîn (kelâmcıların lideri) Ebû Mansûr el-Mâturîdî

301
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

tarafından inkişaf ettirilerek sürdürülmüş, bu yolda anlamalıyız, ondan sonra da İmâm Mâturîdî hazret-
yürüyen müteâkıb âlimler de, meydana getirdikleri lerinin kitaplarda yazılan evsafına, şemâiline, bakıl-
eserlerde Mâturîdî mezhebini kemâle erdirmişlerdir. ması lâzımdır.
Mâturîdiyye mezhebinin Ehl-i Sünnet’in, İslâm’ın rû- Tasavvuf nedir? Tasavvuf İslâmî ilimlerin en şeref-
huna tam anlamıyla nüfûz etmiş, Kur’ân-ı Kerîm ve lisidir. Bir ilmin şerefi, muhtevasının ve konusunun
Sünnet-i Nebeviyye’nin özüne ve gâyesine en uygun şerefiyle mütenasiptir. Mademki tasavvufun hedefi,
esasların müdâfiî ve muhâfızı olmuş ana bünye, te- konusu mârifetullahtır, Allah’ı bilmektir, o halde ta-
mel cereyan olduğu görüşünü benimsiyor ve onun, savvuf eşref-i ulûm-ı İslâmiye’dir. En şerefli ilimdir.
aslında bütünüyle İslâm”ı temsîl etmekte bulundu- Tasavvuf nefsi ve iradeyi terbiye etmektir; Peygamber
ğuna inanıyoruz. (s.a.v) efendimizin rûhî ve derûni ahvâl ve hâlâtıdır.
Bu vasfıyla onu, kısmen de olsa, büyük İslâm toplulu- Güzel ahlâka sahip olmaktır; âmâl-i sâlihayı usulünce
ğunun Kur’ân ve Sünnet’e dayalı görüşlerini toplayan zahirî ve batınî şartlarına uygun olarak eda etmektir.
bir mezhep olarak vasıflandırırız. Yalnız şunu tekrar Tasavvufda İnsan Kur’ân-ı Kerîm’in bize emrettiği
hatırlatalım ki, buradaki “mezhep” tâbiri, kesinlikle haller ile hâllenecek; Resûlullah Efendimiz’in ahlâ-
bir fırkalaşma olarak değerlendirilmemeli, sâdece Al- kıyle ahlâklanacak. Zaten o;
lâh’ın Kitâb’ına ve Resûlü’nün, ashâbın diliyle nakle-
“Kâne hulukuhû’l-Kur’ân”
dilmiş “dosdoğru yolu”na uyan “Cumhûr”un görüş-
lerinin manzûmesi şeklinde anlaşılmalıdır. “Kur’ân-ı Kerîm’in mücessem, müşahhas örneğidir2
İmâm Mâturîdî (r.a) Hz.Peygamber Efendimiz (s.a.v) İslâm ahlâkı, Kur’ân ahlâkıdır. Sevgisi, ıztırâbı, çi-
ve Ashab-ı kirâmın İslam’ın temel konularına dair lesi ve fedâkârlığı olmayan kimseler, bu ilâhî nûr-
anlayışlarını savunup, müslümanlar arasında yerleş- dan mahrum olurlar. Hâriçte zâhir olan hakîkatler
mesine olan katkısını dile getirmiştir. Resûl-i Kibriyâ birbirinden ayrılmış gibi görünebilirler. Fakat bun-
Efendimiz’in din anlayışını savunmuş, Müslüman- ların hepsi, insanda tek şey hâlinde bulunur. İslâmî
lığın hem aslî hem ferî hükümlerinin ana dayanak- ilimleri fıkıh, tefsir, hadis, kelâm, tasavvuf olarak ayrı
larını açıklığa kavuşturmuştur.1 ayrı saymak mümkündür. Bunların hepsi bir müslü-
manda birleşmiştir. Gerçek ideale ulaşmak servetsiz,
İmâm Mâturîdî hazretlerinin, eserlerinde görülen ta-
şöhretsiz İlâhî irâde ile kucaklaşmaktır
savvufî unsurları anlatmaya çalışacağız. Burada dikkat
edeceğimiz tasavvufun ne olduğu meselesidir. Tasav- İslâm, insanları, sonsuz bir mutluluğa eriştirecek il-
vufun çeşitleri var. Zaman içinde tarih boyunca kıta- kelere sâhiptir. Çağımızda müslümanların en önemli
lar üzerinde yayılmış uygulamaları var. Bir de Tasav- mes’elesi, İslâm’ı doğru anlamak ve yaşamaktır. Yüce
vufun kişinin özel hayatına ait bir mesele olduğudur. Allah: “Ey îman edenler! Topluca barış ve güvenliğe (İs-
Özel hayatlar da mahremdir, tam bilinmeyebilir. Ta- lâm’a) girin. Şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o,
savvuf, ibadetleri içine alan takva yolu olduğu için iba- size apaçık bir düşmandır”3 buyurmaktadır.
detinde gösterişten, riyâdan ve sum’adan uzak olması İmâm Mâtûrîdi (rh.a), ciddi itikâdî bozuklukların,
istendiğinden büyüklerimiz daima mânevî hallerini İslâm’ın yanlış lanse edildiği, iç savaşların ve buhrâ-
gizlemeye çalışmışlar, saklamışlardır. Hatta öyle er- nın olduğu bir dönemde inanç konularını en güzel
bâb-ı tasavvuf, öyle arifler zuhur etmiştir ki kendisini şekilde ayrıştırmış ve hayatında tatbik etmiştir. İşte
kast-ı mahsusla menfî göstermek istemişlerdir. Hal- onun günümüze kadar adının hâlâ yaşıyor olmasının
kın rağbeti üzerlerine teveccüh etmesin diye kasten, en büyük nedeni de budur. İslâm’ı onun gibi doğru
bilerek kendilerini değersiz gösterme çalışması yap- anlamanın yolu, onu, hurâfe ve bâtıl inanışlardan
mışlardır. Övünmek şöyle dursun, zemmedilmekten tamâmen arınmış olarak tanımaktan geçer. İslâm’ı
hoşlanır hale gelmeye başlamışlar, zemmedilmeye ça- yaşamak da yüce Kur’ân’ı ve açıklayıcısı olan sahih
nak tutacak işler yapmışlardır. Kendilerini ömürle- sünneti anlamak, araştırıp tanımakla mümkündür.
rinin sonuna kadar saklamışlar; sevapları kaçmasın, Prof. Dr. Mahmud Es’ad Coşan (rh.a) “Allah cahil bir
ibadetin fazileti azalmasın diye söylememeye, sezdir- velî edinmemiştir. Bir cahili dost edinmez, velî yapmaz.
memeye, bildirmemeye çalışmışlardır. Eğer ahlâkını sever, lütfeder onun da evliyâullahından
İmâm Mâturîdî hazretlerinin, eserlerinde görülen tasav- olmasını isterse, mutlaka öğretir.” buyuruluyor. Cahil
vufî unsurları anlamak için önce, Tasavvuf kavramını olmaz arif olur, dinin özünü bilir, Kur’ân-ı Kerîm’i,

302
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Rasûlullah’ın sünnet-i seniyyesini ve yolunu bilir, onu Hak zikriyle meşgul olan kalblere tecelli eder. İnsan
en iyi uygulayan insan olur. Buyuruyor. zihninin her hâl ve kârda Hakk’a tevcîhi, kalblerdeki
Tasavvuf Kur’ân-ı Kerîm’in yolu ise nereden çıkıyor? îmânın pasını siler. Mücâhedesiz, gâyesiz, heyecansız,
Bakacak olursak, tasavvufun konularının başında dertsiz ve hareketsiz bir kalpte ise, îman cevheri kül-
mârifetullah, aşkullah ve muhabbetullah gelir. Yu- lenir.7Tasavvuf ilmindeki gayede kalbin temizlenip,
nus Emre’nin şiirlerine bakalım, Mevlânâ hazretle- imanın ihlâs ile yaşanması temel gayedir.
rinin eserlerine bakalım, hep muhabbetullah. Eşre- Ebû Mansûr Mâturîdî (r.a)’nin görüşüde, îmânın asıl
foğlu Rûmî Hz. ne diyor? rüknü, inanılması lâzım gelen şeyleri “kalben tasdik
Balığın canını suda diridir, etmek”ten ibârettir. Dil ile ikrar, şart değildir. İkrar,
sâdece o şahsa dünyâ hükümlerini takbik edebilmek
İlâhî balığı gölden ayırma için lâzımdır. Ancak bir kimse, hiçbir mâzeret yok-
Serî es-Sakatî (rh.a) hazretleri “Yâ Rabbi! Eğer beni ken ikrarda bulunmazsa, îmânını gizlediği için gü-
bir hatamdan dolayı cezalandıracaksan, senden per- nahkâr olur, kâfir olmaz.8
delenmeyle cezalandırma. Seni müşâhededen mah- Bu konuda, en isâbetli olan ve beğenilen görüş bu-
rum olmakla cezalandırma. Başka neyle olursa olsun dur. Âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerifler de, bu görüşü
onu lütfen yapma.” diye dua etmiş.4Bütün mutasav- teyid etmektedir.
vıfların müşterek vasfı, Allah’ı bilmek ve o bilgileri
Evet; mükelleften istenen başlangıçtan îtibâren, kal-
nispetinde aşka ve muhabbete gark olmak; aşkullah
bten îman edip, teslîmiyet göstermesidir. Îmânın ve
ve muhabbetullah ile yaşamak. İşte İmâm Mâtûrîdi
Îslâm’ın özüne girmesi, ancak kalbiyle tasdik etmesi
(rh.a) ve onun gibi zevat-ı kiram ömrünü bu yolda
ve boyun eğmesiyle mümkündür. Allâh’a boyun eğ-
feda etmiş, Haktan uzak kalmayı en büyük ceza ola-
meksizin îman söz konusu olmaz.
rak görmüşlerdir.
Kâmil bir îman için kalbin tasdîki, dilin ikrârı ve or-
Ehl-i Gönülün hedeflediği ve tek istekleri;
ganların o îman doğrultusunda amel etmesi gerekir.
“Yurîdûne vechehû.” “Allahu Teâlâ hazret- Kâmil bir İslâm, kalbin, âlemlerin rabbi olan Allâh’a
lerinin vech-i pâkini isterler, zâtını murad ederler.”5â- tamâmen teslimiyeti gerektirir. Bunun için kalbin tas-
yetindeki makam olmuştur. dîki ve teslimiyeti esastır. Dilin İslâm’ı, kelime-i şehâ-
İmâm Mâtûrîdi (rh.a) gibi âlimlerin metod ve felsefe- deti ikrâr etmesidir. Organların ameli ise, İslâm ah-
lerinden biri de insan yetiştirmekti. Gâyenin bu oldu- kâmını uygulamasıdır.9
ğunu bilip nice âlimler yetiştirmiş nice eserler bırak- İmâm Mâtûrîdi (rh.a) tevhîd konusuna ayrıca önem
mışlardır. Çünkü İslâm ideali, insan idealidir; çünkü vermiştir. Çünkü bilindiği üzere bütün İlâhî dinler,
din, insan için vardır. Bu idealin gıdâsı kalbin hare- her şeyden önce tevhîd akîdesine, iz’ân ve ihlâs ile
ketidir. Sevgisi olmayan insanların dindarlıkları, sâ- inanılması gereken îman esaslarına istînad eder. Bu
dece bir dindarlık gösterisinden ibâret kalır. Mâturdi bakımdan, akâid dediğimiz inanç esasları, her dînin
(rh.a) de zahiriyle değil, bâtınıyla ilgili bir insan ola- temelini teşkil eder. Öyle ki, bu esaslara kat’iyyetle
rak dînî şekilcilikten uzak durmuştur. inanılmadan yapılan ibâdetler ve diğer güzel işler,
İmâm Mâtûrîdi (rh.a) Hazretlerinin, İman hakkındaki Allah Teâlâ katında makbul değildir. İşte bu sebep-
görüşlerine bakacak olursak şöyle buyuruyor.Îman; ler ki, müslüman olabilmek için, önce sağlam ve tam
bir şeye kesin ve tereddütsüz inanmaktır. Daha çok bir akîdeye sâhib olmak lâzımdır. Zîrâ akîde dînin
aklın mâverâsında olan gayb ilminin kalb ve dil ile temeli, Allâh’a ibâdet, sâlih amel ve güzel ahlâk ise,
tasdîkidir.6 Bunu kalbinde tasdikleyen İmâm Mâtûrîdi dînin binâ ve gâyesidir. Nasıl temel olmadan binâ,
(rh.a), Îmanı, samîmiyet ve ihlâs ile yaşamış ve ya- kök olmadan gövde ve meyve olamazsa, sağlam bir
şanmasına vesile olmuştur. akîde olmadan da müslüman olunamaz.10
Kendindeki âlemden habersiz olan insan, süflî ha- Tasavvuf’da teslimiyet, itaat konuları birçok hâl ve
yattan kurtulamaz. Dînî bilgilerin çokluğu insanları makamın temelini oluşturur.
taklîdi îmandan, tahkîki îman mertebesine ulaştıra- Hz. Âdem’den zamanımıza kadar peygamberlerin
maz. Tahkîk, taklîdin kaybolmasıyla ortaya çıkar. Bu de hasımları, düşmanları olmuştur. Hatta onları öl-
îmâna sâhib olmak için mücâdele, mücâhede ve nefsi dürenler, onlara çeşitli ezalar, cefalar yapanlar ol-
tehzib şarttır. Allah Teâlâ saf, temiz, mâsivâdan boş, muştur. Allah’ın sevgili kulu olduğu belli ama kalbi

303
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

mühürlenmiş insanlara, onların sevgisi nasip olma- hoşluk olur, sözü tesir eder, bakışı kimyadır, bazen
mıştır. Onlar sevmez, mü’minler sever, arifler sever, bir sözü ile bir insanın doğru yola, hidayete erme-
iyi insanlar sever. Mücevherin kıymetini kuyumcu sine vesile olur.
bildiği için yine iyiler sever. Kötüler sevmeyebilir. Benliğin terbiyesi için üç merhale kabul edilmiştir.
Onun için bir insanın dostlarının olması normal ol- Allâh’a kul olmak, itaat ve nefsin zabtı. Her iki dün-
duğu kadar, bir mü’min-i kâmilin düşmanlarının ol- yâda saadete ulaşmak isteyen insan, Hakk’a hizmet-
ması da çok normaldir, hatta zarurîdir. Evliyâullahın ten ve O’na itaatten zevk almalıdır. İmâm-ı Mâturûdî
birisinin yanında; (rh.a) mevki, makam ve mansıbı tercih etmemiş, zühd
“Bu adamın hiç düşmanı yok.” demişler. Kaşlarını hayatı yaşamıştır.
çatmış; Tek idealde birleşmiş toplumlar arasında birlik, berâber-
“Öyleyse o adam münafık” demiş. Hiç düşmanı ol- lik ve sevgi kuvvetlenir. Her iddia bir ispat ister. Îman
mayan adam münafık. Demek ki herkese yağ çeki- da delil ister. Onun delîli insanların, inandığı şeylere
yor; kötüye de “eyvallah” diyor, iyiye de... karşı fedâkârlığıdır. Kendisi için yaşayan insanlar ide-
İmâm-ı Mâturîdî (rh.a) Efendimizin büyüklüğünün allerini ve hâfızalarını kaybederler.11 Mâturîdî Haz-
diğer bir sebebi de hasımlarıyla yaptığı çetin mücade- retleride Hakk Teâlâ’ya hizmet için fedakârlıklarda
lelerdir. Böyle mütedeyyin bir insanın düşmanı olur bulunmuş irfan sahibi bir kimsedir.
mu? Diye aklınıza gelebilir. Tarih boyunca hakkı söy- Dinde maksadı gerçekleştirme yönünden, İslâm ve
leyen insan çeşitli kin ve düşmanlıklara maruz kal- imânın bir olduğunu Mâturîdî Hz.şöyle açıklıyor.
mıştır. Evliyâullahtan öyle insanlar var ki Hz. Pey- “İman akılların ve delillerin tasdik yoluyla Allah’ın
gamber (s.a.v) gibi vatanlarından hicret etmek zorunda birliğine, yaratıkların ve yaratıklar hakkındaki em-
kalmışlardır. Mühim olan Allah’ın, meleklerin, iyile- rin ona âid olduğuna ve yaratıklar arasında O’nun
rin sevmesidir ama ötekiler imtihandır. ortağı bulunmadığına tanıklık etmesinin adıdır. İs-
Mâturîdî Hazretlerinin dünya çapında, Eşâri Haz- lam ise kişinin bütünüyle kendisini Allah’a teslim
retlerine göre bilinmemesinin bir nedeni de münte- etmesi, her şeyin Allah’a âid olduğunu ve kulluğun
sibleridir. O’nun adını duyuramadılar. O’nun adını, yalnız Allah’a yapılacağını ve mabud olmada O’nun
görüşlerini yaymak için çabada bulunmadılar. İmam ortağı bulunmadığını kabul etmesidir.12
Eş’ârinin eserlerini kullanarak îtikatttaki mezhebimi- Tasavvufda Cüneyd-i Bağdâdi (k.s) diyor ki;“ Hik-
zin Mâturîdî olduğunu öğretmediler. mete îtikad konusunda kulun ilk def’a muhtaç olduğu
İmâm-ı Mâturîdî Efendimiz’i iyi anlamak için çağıyla husûs, san’atkârı, eserini ve eserini meydana getiriş
ve etrafıyla tanımak lâzım. Bir insanı iyi anlamak için biçimini tanımasıdır. Bu tanıma ve mârifetin neticesi
çevresini, muhitini, o devrin şartlarını bilmek icap olarak, mahlûk karşısında Hâkkın sıfatlarını, hâdis
eder. Çünkü tasavvufta esas olan etrafındaki insan- karşısında Kadîmin vasfını tanır, Yaradan’ın dâvetine
lara en faydalı olan işi yapmak efdaldir. Evliyâullah boyun eğer. O’na itaat etmenin şart olduğunu îtiraf
büyüklerimiz bazen nafile ibadeti bile bir kenara bı- ve ikrâr eder. Şüphesiz ki kendine mâlik olan Allâh’ı
rakmış, insanların ihtiyacı olan işlere koşmuşlar, hiz- bilen, mülkün ve mülk üzerinde tasarrufta bulunma
mete koşmuşlardır. İnsanlara, mahlukâta hizmetin yetkisinin kimin hakkı olduğunu bilir, Mâliki tanı-
Allah indinde makbul olduğunu bildikleri için neye mayan, mülkünü de tanımaz.13
ihtiyaç varsa onu yapmışlardır. İmâm Mâtûrîdi (rh.a)’in hayatında da gördüğümüz
İlim yolunda yürüyen insanların yolu olan hakikî şu Hadis-i Şerif dikkâte şâyândır. “Nefsini tanıyan
tasavvufta cafcaf ve gösteriş yoktur. Dıştan baka- Rabb’ını da tanımış olur” buyurmuşlardır Efendimiz
nın hemen anlayacağı hokkabazlık gibi şeyler yok- (s.a.v). Yâni nefsinin fani olduğunu bilen, Rabb’ının
tur. Onlar kerâmeti bile sevmezler, Onun için bir bâki olduğunu bilmiş olur. Nefsini zilletle tanıyan
mübarek zât, “Men azhara keramâtihi fehüve müd- Rabb’ını izzetle tanımış olur. Nefsini ubûdiyyetle tanı-
dein. Ve men zahara aleyhi’l-keramâtü fehüve veliy- yan, Rabb’ını rubûbiyyetle tanımış olur da denilmiş-
yün.” “Kim kerâmet göstermeye, kerâmet füruşluğa tir. Bir kimse kendini bilmezse, diğer bütün varlık-
kalkışırsa o palavracıdır. Kimin üzerinde Allah’ın ları bilme ve tanıma imkânından tamamen mahrum
lütfu olarak kerâmetler zahir oluyorsa hakiki velî olur. İlim önce kendini tanımak, bilmektir. Ne güzel
odur.” diyor. Bastığı yerde bereket olur, gittiği yerde buyuruyor Yûnûs Emre hz. (k.s):

304
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

İlim, ilim bilmektir. İlim kendini bilmektir. Bütün peygamberler ve âlimler hayatları boyunca
Sen kendini bilmezsin. Bu nice okumaktır? mücadele edip anlattıkları tek şey Tevhiddir. İmâm-ı
Mâturîdî (r.a) Tevhid konusunu esas alıp şöyle buyu-
İnsanı, insan yapan ilim ve fen değil, rûh, mânâ ve rur: Tevhîdin dile getirilmesinde can alıcı nokta, onun
mâneviyattır. Târih tedkik edilecek olursa, görülür ki, başlangıcının teşbih, sonunun tevhid olduğudur. İn-
insanlar mâneviyâta bağlı kaldıkları zaman medenî; sanı bu duruma sevk eden şey zarûrettir.15
mâneviyattan uzak kaldıkları müddetçe de vahşîleş-
Ebû Mansûr Mâturîdî (r.a) (Yunus: 105) ayet-i ile ilgili
mişlerdir. Demek istiyoruz ki, teknik ilerleme başka,
görüşlerini açıklarken ‘’Allah’dan başkasını O’na ortak
medeniyet ve insanlık başkadır.
etmemek ve ondan başkasına pay vermemek, tarzında
İnsanlara, insanlığı öğretecek bir mektep yoktur. İn- sağlam ve arı bir şekilde kendini Allah’a döndürmekle
sanlığı İmâm Mâtûrîdi (rh.a) gibi âlim ve mutasav- emrolundum. Çünkü her nefsin yaratılışı Allah’ın bir-
vıflardan öğrenilir. Bu, “dînin” yapmış oluğu telkin- liğine ve ilahlığına tanıklık etmektedir.” buyuruyor.
ler, güzel örnekler ve bir de iyi örf ve âdetler sâyesinde Tevhid Kavramı, boyun eğilmeye en çok sevilmeye,
öğrenilir. Ancak, âdetleri ibâdet hâline getirmedikçe, son noktasına kadar tâzim edilmeye lâyık olanın sâ-
onun da faydası görülemez. Çünkü örf, âdet, gelenek dece Allah-ü Teâlâ olduğuna inanmak, bu gerçeğe
ve görenek, her zaman sâbit bir kıymet ifâde etmez. gönülden bağlanmaktır. Tasavvufta tevhidin ruhu
Bir cemiyette iyi sayılan, başka bir muhitte iyi sayıl- ise ihlâstır. İhlâs, sadece Allah rızasını gaye edinmek,
mayabilir. Dün iyi olarak bilinen bir âdet, bugünün dini davranışlarında sevgi ve samimiyetten başka bir
yaşayışlarına uymayabilir. Dolayısıyla, insan terbiye- hedef göstermemektir. Beş vakit namazda kırk defa
sinde, insan ahlâkının kemâl bulmasında, istînad ede- okuduğumuz Fâtiha suresinde bu samimiyet pren-
bilecek yegâne mercî, din ve mâneviyattır. sibini günde kırk defa tekrar etmekteyiz. Acaba ger-
Ehl-i gönül, insanlardan pek ayrı olmamayı insanlar çekten yalnız sana ibadet eder… derken kime iba-
arasına katılmayı, onlara hizmet etmeyi, mütevazî ol- det ediyoruz?
mayı, hâli saklamayı esas almışlardır. Onun için bi- “İyyâke na’büdü ve iyyâke nestain=yalnız sana kul-
zim yolumuzda, büyüklerimizden öğrendiğimiz; in- luk eder, yalnız senden yardım dileriz
san dağ başında, mağaranın içinde, tekkede, hücrede İslâm’ı sâdece şekil ve kalıp olarak görmek yanlış-
veya halvette ibadet edebilir. Asıl, cemiyetin, cemaa- tır. Eskilerin “ehl-i rusûm” tâbir ettikleri şekilci zih-
tin içinde, halk ile muhtelit iken, karışmış durumda niyet, marka müslümanlığı, bizleri gerçeğe ulaştıra-
iken “imanını” koruyabilmek, sürdürebilmek esas- maz. Peygamber (s.a.v) Efendimiz bir hadislerinde:
tır. Onun için buna, “Halk içinde Hakk’la olmak” ya “Allah Teâlâ sizin sûretlerinize bakmaz; fakat kalble-
da “halvet der encümen” derler. Tasavvuf’da. İmâm rinize ve amellerinize bakar” buyuruyor.16
Mâtûrîdi (rh.a) hazretlerinin de halk içerisinde hakla
Şekil, rûhun maddeye inkılâbı ve onun madde içinde
olmayı yaşantısı ve eserleriyle ispatlamıştır.
görüntüsü olarak değer kazanır. Rûh estetiği olmayan
Nur sûresi 37: “İşte nice adamlar (var)dır ki onları ne milletlerin, şekil estetiği de olamaz. İslâmî değerlerle
ticaret ne de alış veriş, Allah’ı anmaktan, namazı dos- mücehhez ulvî ruhların ortaya koyduğu şekiller de, bu
doğru kılmaktan, zekâtı vermekten alıkoyar. Onlar, rûha paralel bir tarzda ortaya çıkar. İslâm san’atında
(dehşetinden) kalplerin ve gözlerin hâlden hâle geçe- temâşâ edilen tevhîd özellikleri bunun bir netîcesidir.
ceği bir günden korkarlar.”14âyet-i kerîmesinde işaret Ancak mâalesef uzun yıllar, memleketimizde, İlm-i
edildiği üzere halkın içindedir ama gönlü Hakkladır. Kelâm’a dâir, günün müslümanlarını tenvîr ve tatmin
Eli iştedir ama gönlü bilişte yani Cenâb-ı Hakk’ta- edecek eserler, yok denecek kadar az idi. Bu sebeple
dır. Eli kârdadır ama gönlü yârdadır, hakikî mah- müslümanlar, dînî esasları gerektiği gibi öğreneme-
bub olan Allah-u Teâlâ hazretlerindedir. O’na göste- miş; sonuçta ortaya pazarlık mahsûlüne benzeyen,
rişten de kaçınmışlardır. birbirinden daha acâib bir takım istisnâlı îman şe-
Dînin, sevgiyle alâkalı olduğu göz ardı edilmemeli- killeri çıkmıştır. Meselâ:
dir. Gönülsüz, ruhsuz, sevgisiz bir irşâd, irşâd değil- Bugün bir takım müslümanlar, Allah Teâlâ’dan başka
dir, unutulmamalı. Burûdet, kalblerdeki aşkı, sev- bir şeye inanmıyor. Diğer bir takımı Kur’ân’da yok
giyi öldüren, söndüren, gönül aynasını bulandıran diye, Hacca gittiği halde Resûlullâh’ı (s.a.v) ziyâret et-
bir vasıftır. mekten imtina’ ediyor. Bâzıları, Allah ile Peygamberden

305
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

başka inanılacak bir şey kabul etmiyor. Bâzıları, buna yerin nûrudur. O’nun nûru, içinde ışık bulunan bir
âhiret işlerinden birini veya birkaçını ilâve ile tasdik kandil yuvasına benzer. O ışık bir cam içindedir; cam
ediyor. Bu sûretle sayısız îman şekilleri meydana ge- ise, sanki inci gibi parlayan bir yıldızdır. Bu, ne yal-
liyor. Ve tabiî bu eşkâl ve elvânın sâhipleri kendile- nız Doğu’da ve ne de yalnız Batıda bulunan bereketli
rini müslüman addediyor. Hâlbuki hakîkatte bun- zeytin ağacından yapılır. Ateş deymese bile, neredeyse
lardan hiçbirinin îmânı tam ve sağlam değildir. Zîrâ yağın kendisi aydınlatacak. Nûr üstüne nûrdur” âye-
îman: “Ben neyi istersem onu kabul ederim, isteme- tine benzer. Şu hâlde bunlar, dört (cevher) gerdanlık-
diğimi atarım” demek değil, inanılması zarûrî gös- tır ki, dördü de birbirinden ayrı gayrı değildir; hepsi
terilen şeylerin tümüne inanmaya derler. (Bu konuyu birleşince din olur. Dînin gâyesi güzel insan yetiştir-
inceleyen ilim de “Akâid=Tevhîd ve Kelâm” ilmidir.)17 mektir. Bu ise Hakk’a kulluğu idrâk ile mümkün-
İmâm Mâturîdî hazretleri nefisden şu şekilde bah- dür”. Buyuruyor.19
setmiştir; Kötülüğünü şöyle anlatmıştır. “İnsanlar İslam akîdesi insan gönlünde, öldükten sonra da
arsında genellikle bir eğilim vardır. Buda en iyi, en yaşayan bir hayat ikâme eder. Kalbe karanlıklar-
güzel olan şeyi elde etme arzusu ve başkasının değil, dan sonra aydınlıkların ufkunu açar. Her şeyin ta-
sadece kendisinin buna layık olduğunu düşüncesin- dını daha önce hiç bilmediği başka bir hisle tadmayı,
dedir. İşte insanların bu duygusal davranışları, ara- başka bir şekilde düşünmeye ve başka bir tarzda tak-
larında zamanla büyük tartışmaların ve anlaşmaz- dir etmeyi öğretir. Bu hayattan sonra öyle aydınlık-
lıkların doğmasına sebep olmuştur.”18 lar gösterir ki, bu ziyâ tufanı altında her şey yepyeni
Eğer ruh, bedeni, mânevi alanda yükseliş için bir araç bir şekilde görünür. Ve bunu iman zevkine ermemiş
olarak kullanır ve öylece olgunlaşır, kemâle ererse, kalbler bir türlü kavrayamazlar. İşte bu hali kelime-
asıl vatanı olan yüce âleme tekrar yükselir ve orada ler bir türlü ifade edemez bu ilim dalı tasavvufdur.
ebedî saadete kavuşur. Aksi olursa; nefsi, ihtirasları Tasavvuf esas itibariyle “kâl ilmi değil hâl ilmi”dir.
tatmin için kullanırsa, o yüce âleme urûc edemez. Kı- “Kâl” söz, “hâl” de insanın fiilî durumu demektir. Ta-
sacası, asil olan rûh, tekrar aslına dönen ve gönlünü savvuf laf değil, iştir. Nazariyat değil yaşayışın, uy-
Allah (c.c) sevgisinin gayrısından temizleyen kâmil gulamanın kendisidir. Sadece ilim değil, ilmi tatbik
insan rûhudur. etmek, ilmiyle âmil olmaktır
İnsan rûhu, kötü huylardan arınmadıkça hayvan Tasavvuf, Hazreti Âdem aleyhisselamdan başlamıştır.
mesâbesinde kalır. İnsan mertebesine yükselemez. Bütün peygamberler tasavvufu anlatmışlardır insan-
Kendinden fânî olmadıkça izâfi rûh ile bâki olamaz. lara, ihlâsı anlatmışlardır, gerçek Müslümanlığı anlat-
Allâh’ı (c.c) bilip murâd alamaz. İnsanda iki türlü mışlardır. Peygamber Efendimizde tabi ekmel şartlar
ruhtan söz ediliyor: Hayvâni rûh, yeri yürektir. Öfke, ile en kâmil şekilde tasavvufu anlatmıştır.
şehvet ve bunlardan doğan kötü vasıflar bunundur. Yani tasavvuf, Efendimizdir (s.a.v), Efendimizin ha-
İnsânî rûh, yeri yürekteki siyah noktadır (nokta-i sü- yatıdır, yaşayışıdır, zühdüdür, verâsıdır, takvasıdır,
veyda). Eğer hayvâni rûh, insânî rûhu yenerse, öfke cömertliğidir, güzel ahlâkıdır.
ve şehvetin esîri olur. O kimsenin nefsi diri, kalbi öl- Onun için mutasavvıflar, Peygamber Efendimizi “nu-
müştür. Eğer insânî ruh, hayvânî rûha gâlip gelirse, mune-i imtisal” almışlardır. Kendilerine ona benze-
nefsi ölü, kalbi diridir. O rûhânîdir. Bu mertebeye meye başlatmışlardır, çalışmışlardır, efendimize en
belki az, belki çok zamanda varılır. Fakat varan kişi- çok benzeyen en iyi mutasavvıftır. Efendimize en az
nin rûhu, izâfi rûha varmış ve her murâdına ermiştir. benzeyen sünnetten en çok uzaklaşan tasavvuftan o
Açıklamaya çalıştığımız görüşlerinin bir özeti mâhiy- kadar uzak insan demektir. En büyük, en güzel ör-
yetini taşıyan Mâturîdî Hazretlerinin şu sözleri bizi neklerini Peygamber Efendimizin hayatında görürüz,
aydınlatır: “İslâm, Allâh’ı keyfiyyetsiz olarak bilmek- sonra Ashab-ı Suffa’da görürüz. Biliyoruz ki Sahabe-i
tir; bunun yeri göğüstür. Îmân, Allâh’ı Allahlığı ile kiram örnektir, Sahabe-i kiramdan sonra işte İmam-ı
bilmektir; bunu yeri de kalptir; bu ise göğsün içinde- Azam efendimizin, İmam Matûridi Efendimizin ta-
dir. Mârifet, Allâh’ı sıfatlarıyla bilmektir; bunun yeri bakası geliyor. O devre geliyor, ashabı görenler yani
de gönüldür; bu da kalbin içindedir. Tevhîd, Allâh’ı tabiin tabiinin tabakası geliyor onlar onlarında çoğu
birliğiyle bilmektir; bunun yeri sırdır, bu ise, gönül meşrebin hayatları mutasavvıf hanedir. Yani tasav-
içindedir. Bunlar Allah Teâlâ’nın “Allah göklerin ve vuf erbabının örnek alacağı insanlardır.

306
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Mutasavvıfların örneği sofilerin sofiye tabakasının kudret ve yeteneklerinin derecesini en iyi bilen en isa-
örneği Peygamber Efendimizdir. Hepimizin örneği betli şekilde değerlendiren âlim, kişidir.
odur. En iyi Müslüman olmak için çırpındığımız in- İlahî birliğe inanan bir mümin kendisine İslam di-
sanlar, Peygamber Efendimizden sonra sahabe-i ki- nini dert edinmelidir. Bunu yapan kimse İslamın do-
ramdır. Çünkü Resûlullah’ın medresesinden yetişmiş ğuşu üzerine kafa yormalıyız. Bunu yaparken de İs-
mübareklerdir. İslam’ı en iyi onlar bilirler. Onların ha- lam dinini insanlığa getiren Hz. Muhammed (s.a.v)
yatlarını okumamız öğrenmemiz lazım. ve İslam’ın doğuşu için hayatlarını feda ederek Hz.
Ondan sonra sümmellezine yelünehum ondan sonra Muhammed’i destekleyen kişiler üzerine yoğunlaş-
gelen tebe-i tabiindir. malıyız. Ve Hz. Muhammed’in vefatından sonra do-
Yani bu İmam-ı Azamlar, İmâm Mâturîdî Hz. tabaka- ğan herkes İslam’ın tekrar doğuşu için kendini ada-
malıdır. İslam’ın doğuşu 150 kişinin 12 sene İslamiyeti
sıdır. Hem yani zülcenaheyn zülcenahayn fihilzahiru
ayakta tutmasıyla mümkün oldu. Bunlar Peygamber
velbatın yani zahir ve batın ilminde en ileri gitmiş
Efendimizin ehl-i beyti, dört halife ve diğer ashab-ı
mübareklerden biridir, İmâm Mâturîdî Hz Neden?
kiramdı. Onlar İslam meşalesini taşıyanlardı. Onlar
Hem ilmi vardır, hem takvası vardır, hem ilmi var- bu yola kurban olmasalardı İslam yeryüzünde var ol-
dır, hem ilmi ile amil olmuştur, hem gündüzleri ilim mazdı. Peygamber Efendimiz cahiliye devrinde gön-
tedris etmiştir, hem de gecelerin yatsı abdestiyle sa- derilmiş ve gaflet ve bilinçsizliğin karanlıklarının en
bah namazı kılmıştır, senelerini efendim böyle ge- küçük zerrelerine varana kadar ortadan kaldırmış-
çirmiştir. İnsanlara bugüne ve kıyamete kadar ilim, tır. Ehl-i beyt ve Ashab-ı Kiram dünyanın rastladığı
irfan, edeb, ahlak, terbiye, iman, amel, istikamet, bu en tesirli temizlikte hayati rol oynamışlardır. İsla-
medeniyet, kültür kavramlarını öğretmiş ve öğre- miyet’in doğuşuna hizmet ederken omuzlarında taşı-
tecek olmasıdır. dıkları ağır yükle kimse yarışamaz. Allah’ın en soylu
İmâm Mâturîdî Hz. cesur bir insandı, hakkı söyle- kullarından oldukları için, Yüce Allah’ın onlara olan
mekte hiç fütur göstermemiştir, tereddüt etmemiştir. sevgisinden ve verdiği değerden ötürü üzerlerine dü-
Peygamber sallalahu aleyhi vesellem efendimizin ehli şen görevler de bir o kadar zor ve ehemmiyetlidir.
beytine büyük saygı göstermiştir. Çünkü ehlibeyte İmâm-ı Âzam Hz., İmam Matûridi Hz.gibi alimle-
büyük haksızlık yapılıyordu o devirde. rin varlığı sayesinde, kıyamete kadar bütün insanlığın
İslâm’ın ilâhî farkındalığına sahip olma imkânı bu-
Yani bütün meselelerini talebeleriyle de o ilim mec-
lunuyor, çünkü ancak Ashab Efendilerimizde zuhur
lislerinde istişare ederek hallederdi ve ondan sonra
etmiş olan en yüce velâyet örneklerini takip ederek
sonuca varırdı, ahlakı her bakımdan son derece gü-
bir kimse marifete, kurbiyete ve tevhîde kavuşabilir.
zeldi, bütün bunlardan sonra şu noktaya geliyoruz
ki yani ilmi sadece sözde değildi, Hâlide tam Müslü- Peygamber Efendimizi ve Ehl-i Beyt’i, sahabeleri, velî-
man’dı, kalbe kalmamış hâl sahibi olmuş kimseydi. leri sevmek ve takip etmek, aşk dinine katılmak de-
mektir. Takipçilik Allaha duyulan sevginin ve O’na
Hem ahkâmın zahirine hem de batınına vakıftı ve
ibadetin, O’na karşı minnettarlığın ve O’na kul olma-
onun şartlarına riayet ederdi. Dinin direği olan ih-
nın bir ifadesidir. Hakiki ilim kitaplardan, derslerden
lâsa riayet ederdi.
değil, Allah’la ve Onun Resulü Hz. Muhammed (sav)
Tasavvuf ilmiyle, tasavvuf konularını da bütün ma- ve velîlere İmam-ı Azam, İmâm Mâturîdî Hz ile ün-
nasıyla derinliğiyle hazmetmiş ahlakını en güzel siyet kurmakla elde edilir. Allah’ın yol göstericiliğini
mertebeye çıkarmış nefsini en iyi şekilde terbiye et- dilemekle, Allah sevgilisi Hz. Muhammed’e (s.a.v.) ya-
miş, marifetullahın en yüksek derecesine varmış ol- kın olma arzusuyla, O’na benzeme isteğiyle ve O’nun
duğunu görüyoruz. yüce davranışlarını taklit etmekle elde edilir. Bu açı-
İmâm Mâturîdî Hz.Yüce Allah’dan gelen emir ve ne- dan, bildiklerimize boyun eğmek bilginin kendisin-
hiylerin ve bunların ihtiva ettikleri hikmetlerin, zi- den daha önemlidir. Hak yol üzere olmak maksuda
hinlerde herhangi bir karışıklığa, şüpheye veya iltibasa erişmekten daha önemlidir. Ayrı kalmanın acısıyla
meydan vermeyecek şekilde insanlara itikadi bilgileri yanıp yakılmak, ihtiyaç ve hasret duymak, arayışa
ulaştırmıştır. Çünkü İmâm Mâturîdî Hz içinde ya- düşmek birleşmekten daha önemlidir.
şadıkları toplumların ve toplumları meydana getiren Peygamberi sevmek, onu en hakikatli bir şekilde ta-
fertlerin, eşyanın hakikatini bilme ve kavramadaki kip etmek demektir. Onun sadece zahîri amellerini

307
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

taklit değil, öğretilerindeki gizli mânâları, hikmetleri İmam-ı azam Hazretlerinin, İmâm Mâturîdî Haz-
de fehmedebilmek ve yaşadığı mânevî halleri kendi retlerinin yolunu yürütebilirsek umulur ki Allah’a
içinde, kendi kabınca yaşayabilmek demektir. Ancak da varabiliriz.
hayatımızdaki her bir unsuru yaratılmışların en asi-
linin yoluna göre hale yola koyarak Allah’a erebiliriz; ‫وب َنا َب ْع َد ِإ ْذ َه َد ْي َت َنا و َه ْب َل َنا‬
َ ‫َر َّب َنا الَ ُتزِ ْغ ُق ُل‬
َ َ‫نك َر ْح َم ًة إ َِّن َك أ‬ َ ‫ِمن َّل ُد‬
Allah’a ermek ancak, her an Huzurullah’ta bulunan َ ‫اب‬
sırr-ı Muhammedî ve O’nun (sav) O’na (cc) sülûku ُ ‫نت ا ْل َو َّه‬
hürmetine mümkündür. Efendimiz Hz. Muham- “Rabbimiz! Bizi doğru yola ilettikten sonra kalbleri-
med (sav) Allah’ın, Kendisinden Kendisine giden mizi haktan ayırma. Bize kendi tarafından rahmet
her şeyi kuşatıcı sırrıdır. O’nun yolunda bulunup, ihsân et. Sonsuz lütûf sahibi Sensin, Sen!”20

Dipnotlar
1 Şahver Çelikoğlu, Emâili Şerhi, 1-3.
2 ”( Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 91, 163, 216, hadis no: 24645, 25341, 25855; Buhârî, el-Edebü’l-müfred, s. 115, hadis no:
308; Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat, I, 30, hadis no: 72; Beyhakî, Şuabü’l-îmân, II, 154, hadis no: 1428)
3 Bakara,2/208
4 Sülemî, Tabakâtü’s-sûfiyye, s. 51
5 En’âm,6/ 52; /Kehf,18/ 28.
6 Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhid s.487
7 S. Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatler, s.17,24
8 Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhid
9 S. Havva, İslâm Akâidi, s.121,153
10 Şahver Çelikoğlu, Emâili Şerhi, 1-3.
11 S. Eraydın, Tasavvuf ve Tarîkatler, s.13,23
12 K.tevhid. s.394
13 Şahver Çelikoğlu, Emâili Şerhi, 1-3.
14 24/Nûr, 37.
15 k.tevhid
16 Müslim, Birr,32: İbn Mâce, Zühd,9: Ahmed b. Hanbel, c.2, s.285,539
17 Şahver Çelikoğlu, Emâili Şerhi, 1-3.
18 k.tevhid
19 k.tevhid
20 Âl-i İmran, 3/8

308
UlUslararası İmâm mâtUrîdî sempozyUmU

V. oturum
Oturum Başkanı: Prof. Dr. Prof. Dr. Sönmez KUTLU
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

İMÂM MÂTURÎDÎ’DE AKIL-DİN İLİŞKİSİ

Prof. Dr. Nasrullah HACIMÜFTÜOĞLU


Bayburt Ü. İlahiyat Fakültesi / Bayburt
AKIL-VAHİY İLİŞKİSİNDE AKLI YERİNE OTURTAN MÜFESSİR: EL-MÂTURÎDÎ
Prof. Dr. Hulusi ARSLAN
İnönü Ü. İlahiyat Fakültesi / Malatya
MÂTURÎDÎ’YE GÖRE AKLIN İŞLEVLERİ ve ÇAĞDAŞ SORUNLARIMIZ AÇISINDAN TAHLİLİ
Yrd. Doç. Dr. İbrahim ASLAN
Ankara Ü. İlahiyat Fakültesi / Ankara
İMÂM MÂTURÎDÎ’NİN DEİST ELEŞTİRİLERE KARŞI NÜBÜVVET SAVUNUSU
Dr. Süleyman TUĞRAL
Ankara Sincan Süleyman Demirel Anadolu Lisesi/ Ankara
MÂTURÎDÎ MEKTEBİNDE İRADE ve İYİLİK-KÖTÜLÜK DÜŞÜNCESİNİN GELİŞMESİNDE
SADRUŞŞERİA’NIN KATKISI

Oturum Başkanı: Mehmet Zeki İŞCAN


Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

MÂTURÎDÎLİK ve FELSEFÎ MESELELER

Dr. Angelika BRODERSEN


Ruhr Üniversitesi/ Bochum- Almanya
MÂTURÎDÎ KELÂMINDA İLÂHÎ ve İNSANÎ FİİL
Doç. Dr. Ömer TÜRKER
İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi Edebiyat Fakültesi / İstanbul
MÂTURÎDÎ KELAMINDA KADÎM-HÂDİS İLİŞKİSİ: ÇİFT YÖNLÜLÜK TEORİSİ
Yrd. Doç. Dr. Hakan COŞAR
Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi İlahiyat Fakültesi / Burdur
MÂTURÎDÎ DÜŞÜNCESİNDE FELSEFE-KELÂM İLİŞKİSİ
Yrd. Doç. Dr. Hamdi ONAY
İnönü Ü. İlahiyat Fakültesi / Malatya
İMÂM MÂTURÎDÎ’NİN NEDENSELLİK ANLAYIŞINA BAKIŞI

309
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Prof. Dr. Nasrullah HACIMÜFTÜOĞLU


1945’te Trabzon’un Çaykara ilçesinde doğdu. İlk dini ilimleri babası Müftü-
zade Hacı Mehmet Efendi’den ve meşhur âlimlerden Hacı Hasan Efendi’den
(Çaykara vaizi) müderris. ikmal ederek eski deyimle icazet aldı. Trabzon
İmam-Hatip Lisesi’ni bitirdi ve 1975’te İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’n-
den mezun oldu. Erzurum İmam-Hatip Lisesi, Meslek Dersleri Öğretmen-
liğine tayin edildi. Üç ay kadar bir süre çalıştıktan sonra o zamanki ismiyle
Atatürk Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi’ne intisap etti. Fakültede öğre-
tim üyesi sayısı o zaman az olduğundan, bir yandan ders verirken, bir yan-
dan da akademik çalışmalarını tamamlayarak profesörlüğe kadar yük-
seldi. Şu anda Fakültenin Dekanı. İhtisas alanı Tefsir ilmi. Kur’an’ın icazı ve
mucizeliği üzerine akademik çalışmalar yaptı. Çeşitli alanlarda makaleler
yazdı. Yazıları Fakülte dergilerinde neşredildi. Çok sayıda kitabı var piya-
sada. Arapça Fahreddin-i Razi’nin edisyon kritiğini yaptığı eseri Beyrut’ta
basıldı. Konferanslara, seminerlere, TV programlarına sıkça katılan bir öğ-
retim üyesi olarak mesleğimi sürdürüyor. Arapça, İngilizce ve Farsça biliyor.
Evli ve 5 çocuk babası. İmam Hatip kökenli çocuklarının hepsi meslek sa-
hibi. Birisi Tıp Doçenti, diğeri Hukukçu (Avukat) bir diğeri Ziraat Mühen-
disi. Eşi; ev hanımı. Çaykara Müftüsü ve Reis’ül-Kurra Yusuf Efendi’nin kızı.
Rahmetli babası “ilim için gurbet şarttır” demiş;. Kasabadan ilçeye inmek
bir gurbet sayılırmış o zaman. Babası, onu esas alarak, yani mutlaka hicret
ederek, “ilim için O’nu evden ayıralım. Orada okusun” demiş. O da meşhur
Hacı Hasan Efendi’den okumuş. İcazet almış.

Akıl-Vahiy İlişkisinde
Aklı Yerine Oturtan Müfessir:
el-Mâturîdî
Hicri II. yüzyılın ilk yarısında talebeleri ve fikir arka-
daşlarıyla birlikte ilmi faaliyetlerde bulunan İmam-ı
Azam Ebu Hanife (öl. 150/767), İslam dininin hem
temel ilkeleri (Akaid-Kelâm) hem de pratik hüküm-
leri ( Fıkıh-Ahlak ) alanında yoğun çalışmalar yap-
mış, gerek akaid gerek fıkıhla ilgili olarak eserler mey-
dana getirmiştir.
Ebu Hanife’nin vefatından yaklaşık bir asır sonra,
hocaları vasıtasıyla onun talebesi sayılan İmam Ebu
Mansur el- Mâturîdî (öl. 333/944 ), o günkü İslam
dünyasının uzak bir coğrafyasında yer alan “Mavera-
un’nehir” de ortaya çıkmış; kelâm ve fıkıh usulünün
yanı sıra tefsir alanında da ilmi faaliyetler göstere-
rek eserler vücuda getirme bağlamında “Te’vîlâtü’l-
Kur’ân” isimli muhteşem eserini ortaya koymuştur.
Ebu Hanife çizgisinde mesafe alan Mâturîdî, kendi
adıyla anılacak en büyük “kelâm mezhebi”nin kuru-
cusu olmuştur. Genellikle fıkıhta Hanefi olanlar, i’ti-
kad’da Mâturîdî mezhebini benimsemişlerdir.

311
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Mâturîdî’nin Kelâm alanında “Kitâbu’t-tevhîd”, tefsir Te’vil’e gelince: Bu kelimenin manası; bir hususun
alanında “Te’vîlâtü’l-Kur’ân” isimleriyle bilinen te’lif- varacağı nihai noktayı açıklamaktan ibarettir. Te’vil,
leri, bu iki ilim dalının ilk ve en dolgun eserleri ko- “rücu eder, şu sonuca varır” anlamına gelen “âle-
numundadır. Mâturîdî’nin çağdaşı olan “Ebu’l-Ha- yeûlû” kökünden alınmıştır.
san el-Eş’ari (öl. 324/ 936)’den günümüze intikal eden Ebu Zeyd’in ifadesiyle te’vil; “eğer bu, Allah’tan baş-
ve doğrudan kendi görüşlerini yansıtan “Risaleler”, kasına ait bir söz olsaydı, şu şu manalara gelirdi”
hacim ve ilmi yoğunluk bakımından “Kitâbu’t-tev- anlamındadır.
hîd”in yarısına bile ulaşamaz. Kaldı ki; baştan sona
kadar, münasebet hâsıl olukça Mâturîdî’nin Kelâm yap- Burada sözü, muhtemel manalara yönlendirmek ba-
tığı “Tev’îlât”ın mukayese edilebilecek hiçbir karşılığı his konusudur. Tefsirde olduğu gibi, burada şiddetli
yoktur. Yine Mâturîdî’nin çağdaşı sayılan İbn Cerîr bir sakındırma gündeme gelmez: Çünkü burada Al-
Ebu Ca’fer Muhammed et-Taberî (öl. 310/923)’nin lah adına bir açıklama yapmak gibi bir durum yoktur.
“Câmi’u’l-beyân”ı değerli bir tefsir olmakla birlikte, Kişi, murad-i İlahi’den haber vermekte ve “Allah bu
“Rivayet” yöntemiyle kaleme alınmıştır. Te’vîlât ise; beyanıyla şunu murat etti”, yahut “şunu kasdetti”
ayeti ayetle tefsir etme, semantik yaklaşımlar sergi- dememekte, sadece şöyle bir ifade kullanmaktadır:
leme, geniş tahlil ve mukayeselere yer verme, psiko- “Bu ilahi beyan şu ve şu manalara yönelik ihtimal-
lojik ve sosyolojik faktörlere dikkat çekme, Sünnî ler taşımaktadır; benim söylediklerim, insanoğ-
akideyi pekiştirip Hanefî fıkhını savunma, muha- lunun dile getirebileceği hususlardandır. Kur’ânî
lif görüşlere sahip din ve mezhep mensuplarını ilmi beyanın içerdiği hikmeti bilen sadece Allah’tır”2
tenkide tabi tutma, düşünüş ve sunuşta ahenge riayet Sözün özü; tefsir tek yönlüdür, te’vil ise birden fazla
etme gibi özelliklerle çağında ve sonraki dönemlerde manalara ihtimal taşımaktadır.
kaleme alınan tefsir kitaplarından ayrılır. Tefsir ve te’vil kavramları üzerinde yaptığı bu açıkla-
Te’vîlât, “Dirayet” tefsirinin ilk örneğini teşkil etmekle maya göre Mâturîdî müfessir değil, müevvildir. Çünkü
birlikte, “Rivayet”e dayalı açıklamalara da red ve ka- o, murad-i İlahi’ye tercüman olma ve muhtemel ma-
bul açısından yer verir. Ancak Taberî’de olduğu gibi, naları sergileme bağlamında nadir görülen üst düzey
isnat zincirini göstermez. Çoğu zaman görüş sahi- aklını gidebileceğe son noktaya kadar esnetmekte; an-
binin adını da zikretmeyip “denildi ki, muhtemel- layamadığı noktalarda ise, nefsanîliğe yer vermeden
dir ki” gibi ifadeler kullanır. acziyetini itiraf etmekte, niçin murad-i İlahinin anla-
Mâturîdî, İmam-ı A’zam Ebu Hanife’nin akaid ve fı- şılamadığını, yine aklını kullanarak mantıksal öner-
kıh alanındaki görüşlerini benimseyerek onun “gı- melerle açıklamaktadır. Baştan sona kadar Te’vîlât’ta
yabi talebesi” olmuş; akaid alanındaki yöntemini ge- en çok kullandığı edat/kelime; çünkü; …den dolayı,
liştirerek “Sünnî Kelâm” ilminin kurucusu vasfını -dığından, o vakit, yapınca, iken , hani, anlamlarına
kazanmıştır1 O, kelâmî düşüncesini Te’vîlât’ta yoğun gelen “iz= !”dir. Aklın neden yetersiz kaldığını yine
bir şekilde işlemiş, “Kitâbu’t-tevhîd” isimli te’lifi ile de bu edatla anlatır.
Ehl-i Sünnet İlm-i Kelâmının metod, muhteva ve iş- Mâturîdî’nin “müfessir” değil,“müevvil” oldu-
leniş şeklini belirtmiştir. ğunu söyledik; çünkü eserine “Tefsîru’l-Kur’ân” de-
Mâturîdî, Te’vîlâtü’l-kur’ân isimli eserine, “tefsir” ğil, “Te’vîlâtu’l-Kur’ân” ismini vermiştir. Haliyle bu
ve “te’vil” kavramlarını açıklayarak giriş yapmakta- te’villeri yapanın ismi/sıfatı da “müevvil”olur. An-
dır. Ona göre tefsir sahabe’ye; te’vil ise âlimlere, İslam cak alan terminolojisinde bu kavramın istimali yay-
mütehassıslarına ait bir iştir. Bunun anlamı şudur: gın olmadığından onu, en çok kullanılan “müfessir”
ismiyle yâd ediyoruz.
Ashab çeşitli meclislerde bulunmuş, birçok hadiseye
şahit olmuş ve Kur’ân’ın hangi olay veya konu hak- Kur’ân’ın oradan oraya sürüklediği küheylan aklın
kında nazil olduğunu bilmişlerdir. Dolayısıyla onla- ayetler arasında nasıl cirit oynadığını, yerine göre
rın ayeti tefsir edişleri büyük önem arz etmektedir. dizginin nasıl çekildiğini birkaç ayet örneğinde mü-
Çünkü onlar, olup biteni görmüş, olaylarda hazır bu- şahede edelim.
lunmuşlardır. “Allah şu manayı değil, bu manayı Hz. Musa Tevrat’ı almak için Tur’a/mikat’a gitmek
kastetmiştir” diyebilen kimse tefsir etmektedir, Al- üzere ayrılınca ümmeti; zinet takımlarından Sa-
lah adına açıklama yapma durumundadır. mirî’nin yaptığı ve böğürür gibi ses çıkaran bir buzağı

312
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

heykeline tapınmaya başlamışlardı. Döndüğünde kişi katledilmiştir. Tam manasıyla bu bir soykırım-
ümmetinin bu halini gören Hz. Musa şöyle demişti: dır, kâmil manada bir helâktir. Oysa Allah, küfür ve
“Ey kavmim!...Sizler buzağıya tutulmakla kendinize inat içinde olmayan hiçbir kavmi helâk etmemiştir.
çok yazık ettiniz. Derhal yaratanınıza tevbe edin; he- Şurası dinde sabit bir hükmüdür ki bir insan tevbe
men kendinizi öldürün. Böyle yapmanız, sizi kusur- eder ve bu tevbe üzere ölürse, tevbeden önceki küf-
suz yaratan Barî Te’âlâ nezdinde daha hayırlıdır. Böy- ründen dolayı azap görmez. Binaenaleyh bahis ko-
lece Allah da sizin tevbelerinizi kabul etsin. Çünkü nusu insanların da tevbe edip Allah’a rücu ettikten
O, tevbeleri çok kabul eder, merhamet ve ihsanı bol- sonra dünyada “Katl/ölme, ya da öldürme” cezasıyla
dur.” (el-Bakara 2/54) cezalandırmaları icap etmemektedir.
Ayette yer alan “hemen kendinizi öldürün” hükmü/ Şu halde ayeti nasıl anlamalıyız?
emri üzerinde Mâturîdî şöyle diyor: “Tefsir ve te’vil Mâturîdî“kendinizi öldürün!.” emrine şöyle bir yo-
ehli, Allah’ın bu emrini hakiki manaya, zahirden an- rum getiriyor:
laşılana sarf etmemiş olsalardı bizde asla hakiki/za-
hiri manaya sarf etmezdik. Bunu şunun için söylüyo- Hz. Musa’nın kavmi; buzağı İlah edinmiş olmaları,
rum: Nefislerini katletme emri, buzağıya tapmaktan kulluğu Allah’a değil de ona tahsis etmeleri yüzün-
tevbe edip Allah’a ibadet, itaat ve boyun eğmeye dön- den her türlü meşakkat ve cezaya tahammül göster-
dükten sonra gelmiştir. El-A’raf 7/149 ayetinde de gö- meleri, tehalük derecesinde ta’at ve ibadete dalmala-
rüldüğü gibi, yaptıklarının saçmalığını anlayıp son rının gerekli olduğu vurgulanıyor. Nitekim insanlar
derece pişman olduklarında: “Yemin olsun ki, şayet arasında da böyle bir üslup caridir. Mesela her hangi
Rabbimiz bize merhamet etmez ve bizi affetmezse, bir konuya tutkulu olan kişi için “adam bu uğurda
muhakkak her şeyimizi kaybeden oluruz”, dediler. kendisini feda/katlediyor” denir. Halk burada ha-
Mâturîdî te’vilini şöyle sürdürüyor: kiki manayı, yani ölümü kasdetmiyor; tutkusu uğruna
katlandığı şiddet, meşakkat ve yorgunluğun nefsi he-
“Katl-i nefs” ten iki mana anlaşılır:
lak derecesinde olduğunu ifade etmiş oluyor. “Ken-
a) Kendi kendini öldürmek, intihar dinizi öldürün” ayeti de bu üslupta düşünülmelidir.
b) Birbirlerini öldürmek Yani kendinizi helak edercesine ta’at ve ibadet edin.4
Kendi kendini öldürmek iki vecihten dolayı ihtimal Kendinizi affettirmek için “düşmana karşı cihat
dâhilinde değildir: edin” anlamı da muhtemeldir. Çünkü cihat, bir an-
lamda nefsi feda etmektir.
a) Bu ceza, hiç kimsenin katlanamayacağı ağır ve
çok şiddetli bir cezadır. Bağışlanabilmeleri için bu Kendinizi öldürün emrinden, doğrudan doğruya
kadar ağır bir kulluk görevi Allah yüklemez. (el-Ba- hakiki/zahiri manayı kastetmek mümkün müdür?
kara 2/286) Mâturîdî o muhteşem zekâsını, İlmi dehasını ve ince
Burada “neslin kesilmesi/soykırım” söz konusudur. muhakemesini devreye sokarak bunun iki cihetten
Aksi takdirde insanlar, kendilerini bitirmek için var ihtimal dâhilinde olduğunu söylüyor.
olmuş olurlar. Yani insanın yaratılış hikmeti, öldü- 1) Bu caza emri, onların buzağıyı ilah edinip ona iba-
rülmek için olur ki, Kur’ân’da böyle bir hikmet ve det etmiş olmalarının karşılığı olarak değil de, daha
gaye söz konusu değildir.3 baştan onları sınamak, imtihan etmek kabilinden
Mâturîdî yine el A’raf 7/149 ve153 ayetlerine atıfta bu- düşünülebilir. Bu dünya dar-i imtihandır; Allah, is-
lunarak yorumunu şöyle sürdürmektedir: Yahudiler tediği cihetle imtihan etme yetkisine sahiptir. Allah
“Birbirlerini” ya da “Kendilerini” öldürmeleri em- yarattıklarını, istediği ölüm türleriyle öldürebilir ki,
rinden önce “tevbe” etmişlerdir. Resullerin dilinden böyle bir emirle kendilerini öldürmüş olmaları da bir
gelen meşru düzende kâfirin öldürülmesi, Müslüman ölüm türüdür. Bu emre itaat etmeleri halinde, nefis-
oluncaya kadardır. Müslüman olmaları halinde öldü- lerine Allah için feda etme gibi büyük bir teslimiyet
rülemezler. Aksi takdirde “Risalet” din için değil de, söz konusudur. Hz. İbrahim’in, oğlunu kurban etme
sırf öldürmek için olmuş olur. emrine vefası ve oğlunun da bile bile nefsinin bez-
Özellikle “soykırım” için olmuş olur. “Kendinizi” letme teslimiyeti bu kabilden değil midir?
ya da “birbirinizi” katledin/öldürün ifadesi zahiri 2) Böyle bir ceza caizdir; çünkü bu dünyevi bir ceza-
manada anlaşılmış ve rivayetler doğru ise 70 bin dır. Demek oluyor ki dünyanın cezaları da sevapları

313
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

da hep imtihandır. Şu halde tevbe edip Allah’a dön- anlamında olmayıp bir şeyi, doğuracağı sonuçlar açı-
dükten sonra da “kendilerini öldürme” cezasıyla sından nitelemeyi arzu ettiklerinde kullanılan temsil-
Allah onlara emredebilir. Burası, imtihan dünyası- ler durumundaydı. Öyle ya dünya, yaratıldığı minval
dır. Ahirette ise ceza da mükâfat da bir imtihan de- üzeredir, değişmez ve kimseye de kararmaz. Ancak
ğildir. Çünkü orası dar-i imtihan değil, dar-i ceza ve Araplar, karşılaştıkları kimi olayların vehamet ve
dar-i mükâfattır. Şu halde dünyada, tevbe’den sonra şiddetini tasvir bağlamında, temsili anlatım yolunu
da olsa, Allah’ın istediği ceza türü ile cezalandır- seçmişlerdir. İşte “Eğer bu Kur’ân’ı bir dağa indir-
ması caiz, fakat tevbekâr olarak ölmesi halinde ahi- miş olsaydık muhakkak ki onun, Allah korkusun-
rette caiz değildir.5 dan eğilip büzülerek paramparça olduğunu görür-
Hemen hemen her ayetin tefsirinde akli yorumlara dün” anlamındaki İlahi beyan da aynı durumdadır.
ağırlık veren Mâturîdî, kendisinden sonra ilim olarak Yani “eğer şu kesin hüccetler/kanıtlar -söz temsili-
tekâmül eden belagatı Te’vîlât’ında uyguladığı görülü- bütün sertliği ve sarplığına rağmen bir dağa indi-
yor. Yüzlercesinden biri olan İsra 17/44: “Yedi gök, yer rilmiş olsaydı, mutlaka Yüce Allah’a boyun eğer
ve bunların içinde bulananlar Allah’ı tesbih ederler. ve O’nun korkusuyla paramparça olurdu; fakat şu
Her şey O’nu hamd ile tesbih eder. Ancak, siz on- müşriklerin kalpleri dağdan da sert olup ne ürper-
ların tesbihlerini anlayamazsınız” ayetinde Taberî miş ne de teslimiyet arz etmiştir.
kayda değer bir şey zikretmezken, Mâturîdî bu tes-
Bu yorum el-Bakara 2/74 ayetinin muhtevasına ben-
bihin; canlı ve cansız tüm varlıkların, üzerinde sey-
zemektedir: “Sonra bunun ardından kalpleriniz yine
rettikleri nizam ve intizam anlamına gelebileceğini
katılaştı, taş gibi; hatta daha katı oldu. Çünkü taş
ve yaratılış gayelerine hizmet ederken Allah’ın birlik
vardır ki, içinden ırmaklar fışkırır taş vardır ki
ve azametine şehadet ettiklerini, bu şehadetin on-
yarılır da içinden sular çıkar. Taş da vardır ki, Al-
ların tesbihatı olduğunu izah etmektedir.
lah korkusuyla (yerinden kopup) düşer.” Evet taş
Bundan dolayı “siz onların tesbihlerini anlayamaz- vardır ki, İçinden ırmaklar fışkırır; taş vardır ki ya-
sınız” hitabı, mü’min olmayanlara yapılmıştır. Diğer rılır da içinden sular çıkar ve insanlığa hayat bah-
bir te’vilde bu tesbihatın“sırri” bir vazife olduğu, ma- şeder ama bu kâfirlerin kalplerinde hiçbir hayır ba-
hiyetini ancak Allah’ın bildiği ifade edilmiştir. Tabia- rınmaz. Onlar alabildiğine katıdır, dağ gibi boyun
tın çıkardığı seslerin, onun tesbihatı olduğu, üçüncü eğip parçalanmaz.
te’vil olarak kaydedilmiştir.6
2) Bir kısım âlim de şöyle demiştir: “Eğer bu Kur’ân’ı
“Eğer bu Kur’an’ı dağa indirmiş olsaydık muhak-
bir daha indirmiş olsaydık…” ayeti dağdan sadır ola-
kak ki onun Allah korkusundan eğilip büzülerek
cak fiilin sözlük manasını taşımaktadır ve bu mana
paramparça olduğunu görürdün. İşte bu misal-
parçalanıp itaat arz etmekten ibarettir; ayetin manası
leri belki düşünürler diye insanlara gösteriyoruz”
şöyle ifade edilebilir: İnsan türüne gerekli kılınan hü-
Mâturîdî bu ayet üzerindeki tüm te’vil ihtimallerini, kümler ve ilahi emanetleri ile birlikte şu Kur’ân’ın
zımnî ve temsilî teşbih unsurlarını uygulayarak ve yönelişi dağa olsaydı, dağ da imkânlarına sahip bu-
sonunda da kendi özel kanaatini izhar ederek şöyle lunduğundan bu hükümlülüğü kendi ifadesiyle ka-
sıralamaktadır: bul edebilir durumda bulunsaydı mutlaka yaratıcıya
1) Bazı âlimler bu ayetin dikkat çekmeyi ve hatırlat- sığınır, boyun eğer, Allah korkusundan parçalanır ve
ma’yı (tenbih ve tezkiri) amaçlayan bir temsil konu- inişiyle birlikte kendisine lazım gelen görevleri yerine
munda bulunduğunu söylemiş ve şunu göz önünde getiremeyeceği endişesiyle bu teklifi kabul etmezdi.
bulundurmuştur: Araplar başlarına gelen önemli bir Bu görüşü benimseyenlere göre ayetin manası şöyle-
olayı, bu olayın azamet ve şiddetini tasvir etmeyi mu- dir: “Şu Kur’ân’da konu edilen emanetleri dağa indir-
rat ettiklerinde dehşet ifade eden meseller kullanı- miş olsaydık, onu korkusundan paramparça olmuş
yor, fakat hiçbir zaman mesel’in (temsili anlatımın) görürdün.” Çünkü insana yüklenen emanetlerin ta-
sözlük anlamını hedeflemiyorlardı. mamının üstesinden gelmek mümkün değildir. Bu
Sözgelimi kendilerine ağır gelen bir hadise ile kar- yoruma göre bahis konusu parçalanma sözlük an-
şılaştıklarında: “üzerimdeki gök karardı” yahut lamı çizgisi üzerinde seyreder; yani Kur’ân, büyük-
da “bu kadar genişliğine rağmen dünya bana dar lüğüne ve sağlamlığına rağmen dağa indirilmiş ol-
oldu” deyişleri gibi Arapların bu tür ifadeleri hakikat saydı dağ ufalanıp parçalanırdı. Bu ilahi beyanda

314
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

insanların dikkatini çekme ve görevlerinin öne- taşıyabilmiş, Hz. Musa için de onları götürmek/
mini hatırlatma amacı vardır. taşımak mümkün olmuştur. Bunun gibi; elimiz-
3) Bazıları ise şöyle demiştir: Bu ayette Allah Teâlâ’nın deki Kur’ân’ın tamamı, Tevrat, İncil ve Zebur, ger-
Resul’üne, hem kendisine hem de diğer bütün pey- çek manasıyla taşınabildiği gibi levhalara yayılması
gamberlere olan lütuf ve ihsanını hatırlatması söz ko- da imkân dâhilindedir. Şu halde bu tür beyanlar-
dan amaçlanan şeyin harfler olmadığı anlaşılmak-
nusudur. Şöyle ki Cenab-ı Hakk’ın gönderdiği elçi-
tadır. Eğer sözü edilen taşıma rivayeti sabitse bu,
lere lütuf ve ihsanı olmasaydı onlardan hiç biri ilahi
bizzat levhaları taşımaya değil; onlarda kayıtlı bu-
kitabın ihtiva ettiği talimatı yüklenmeye ve pey-
lunan emir, nehiy ilahi emanetin gereklerini yerine
gamberlere tevdi edilen elçilik görevini yerine getir-
getirmeye ve Allah’a karşı layıkınca saygılı davran-
meye güç yetiremezdi. Ne var ki Allah onlardan lüt-
maya yönelik olmuştur.8
funu esirgemeyerek görevlerini kolaylaştırmış ve bu
sayede Allah elçileri, vazifelerini tam manasıyla ifa Buraya kadar söylenenler, bazı âlimlerin ayet hak-
edebilmişlerdir. İşte bu görüşün sahipleri şöyle bir kındaki yorumlarından ve bu yorumlar üzerinde
yorum getiriyorlar: Kur’ân’ın bir dağa inmesi ha- Mâturîdî’nin yaptığı kısmi açıklama ve değerlendir-
linde korkusundan eğilip büzülerek paramparça meden ibarettir. Vahiy-akıl ilişkisinde, aklın hakkını
olması, Kur’ân’da yer alan muhtevanın ağırlığı yü- veren ve de bazı noktalarda aklın yetmezliğini vur-
zündendir. Fakat Allah Hz. Peygamber’e lütufta bu- gulayan Mâturîdî, ayet üzerindeki kendi öz görüşünü
lunmuş, onu kavrayıp hafızasında tutmasını kolay- şöyle açıklamaktadır:
laştırmış, içeriğini muhataplarına tebliğ etmeye onu Bana gelince, bahis konusu ayetin gerçek yorumu
muvaffak kılmıştır. hakkında herhangi bir bilgiye sahip değilim. Aye-
4) Başka bir grup âlim de şu yorumu yapmıştır: Al- tin “HATIRLATMA” ve “DİKKAT ÇEKME”
fonksiyonu olmasaydı: “Bu ilahi beyan; tefsiri ya-
lah Teala Tevrat’ı Musa (a.s)’a indirmeyi murat etti-
pılamayan, manası gizli kalan MÜTEŞABİH gru-
ğinde -ki o, kırmızı zebercedden yapılmış bir levha
bundandır” derdik. Fakat sözü edilen İlahi Kelâm,
üzerine yazılmış bulunuyordu- meleklere onu taşıma-
öğüt sunma ve okunup kavranması insan anlayı-
larını emretmiş, fakat onlar taşımaya güç yetireme-
şına indirgenen Kur’ân gibi bir nimetin şükrünü
miş, sonra Allah onu harf harf taşımalarını emret-
eda etme konusunda bulunduğundan yorum yap-
miş, buna da güç yetirememişlerdir. Bunun üzerine
maya ihtiyaç duyduk.9
Cenab-ı Hak Tevrat’ı Musa (a.s) için hafifletmiş ve
Hz. Musa onu taşımıştır. Hz. İsa ve Davut (a.s) için Buna benzer bir başka değerlendirmeyi de “Kevser”
de aynı şey zikredilmiş ve peygamberlere indirilen Suresi’nde yaparak şöyle demektedir:
vahiylerin taşınmasının kolaylaştırıldığı rivayet edil- Kevser Suresi’nin yorumu hakkında tercih edilecek
miştir. Buna göre sözü edilen ayette Hz. Peygamber’e yöntem, daha önce de değindiğimiz üzere, bu su-
şu husus ifade edilmiş olmaktadır: “Eğer bu Kur’ân’ı renin Resulullah’a (a.s.) hitap etme konusunda na-
bir dağa indirmiş olsaydık, o dağı şöyle şöyle gö- zil olmuş bulunmasıdır. Surenin doğrudan hedefi
rürdün; ne var ki diğer peygamberlerde olduğu gibi diğer insanlar değil, bizzat Peygamber’in kendisi-
Kur’ân vahyi senin için hafifletilmiştir.”7 dir. Binaenaleyh Cenab-ı Hakk’ın ona yönelttiği
“SALAT”, “NAHR”, “KEVSER” ve diğer kavram-
Doğruluğu şüphe arz eden haberleri (İsrailiyat türü)
ların ne manaya geldiğini ancak Hz. Peygamber bi-
akıl süzgecinden süzme prensibine sahip olan Mâturîdî,
lir. Bu durum karşısında biz bu ilahi mesajın tef-
burada şöyle bir kayıt düşme ihtiyacı duymuştur: Şa-
sirini yapmayı üstlenemeyiz; zira Allah hakkında
yet zikri geçen haber doğru ise; orada bahis konusu
gerçek dışı iddialar ileri sürme tehlikesi mevcuttur.
edilen ağırlık, levhalarda yazılı metinlerde değil, o
Biz sadece yorumcuların görüşlerini aktarmayı uy-
metinlerde yer almış bulunan vazifeler cinsinden
gun görüyoruz.10
olmak üzere içeriğiyle amel etme gerekliliğinde
mevcuttu. Çünkü yüce Allah, olayı, bu Kur’ân’ın Öyle zannediyorum ki, Mâturîdî bu son iki paragrafla
indirilmesi dağa yönelik olsaydı, dağın, onun ağır- tebliğimizin özetini sundu ve son noktayı da koydu.
lığından değil Allah korkusundan büzülüp parça- Ona rahmet dilerken; Mâturîdî uzmanı ve müntesibi
landığını görürdün şeklinde haber vermiştir. Bir olan siz saygıdeğer dinleyicilerime ve sempozyum ter-
de şu var ki, vahyin yazılı olduğu levhaların yer tip heyetine teşekkürlerimi sunarım.

315
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Dipnotlar
1 bkz. Bekir Topaloğlu, Te’vilâtü’l-Kur’an’dan Tercumeler önsöz, s. XII vd.
2 Te’vîlâtü’l-Kur’ân, I, 3.
3 Te’vilâtü’l-Kur’an I, 127; III, 314 vd.
4 Te’vilâtü’l-Kur’an I, 127 vd.
5 Te’vilâtü’l-Kur’an I, 128 vd.
6 Te’vilâtü’l-Kur’an VIII, 282 vd.
7 Te’vilâtü’l-Kur’an XV, 91 vd.
8 Adı geçen eser, s.93 vd.
9 Te’vilâtü’l-Kur’an 94
10 Te’vilâtü’l-Kur’an XVII, 348

Kaynaklar
Te’vilâtü’l –Kur’an, I, nşr. Bekir Topaloğlu-Ahmet Vanlıoğlu, İstanbul 2005; III, nşr. Bekir Topaloğlu-Mehmet Boynukalın,
İstanbul 2005; VI, nşr. Bekir Topaloğlu-Mehmet Boynukalın, İstanbul 2006; VIII, nşr. Bekir Topaloğlu-Halil İbrahim
Kaçar, İstanbul2006; XV, nşr. Bekir Topaloğlu-Muhammed Masum Vanlıoğlu, İstanbul 2010; XVII, nşr. Bekir Topaloğlu-
Ahmet Vanlıoğlu, İstanbul 2010
Te’vilâtü’l –Kur’an’dan Tecumeler, Bekir Topaloğlu, İstanbul 2003

316
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Prof. Dr. Hulusi ARSLAN


1964 yılında Kahramanmaraş’ın Afşin ilçesine bağlı Altaş köyünde doğdu. İlkokulu kendi kö-
yünde, orta ve liseyi Afşin İmam-Hatip Lisesinde tamamladı. 1982-1984 yılları arasında Diya-
net İşleri Başkanlığı Elbistan Müftülüğünde İmam-Hatip olarak çalıştı. 1991’de Erciyes Üni-
versitesi İlahiyat fakültesinden mezun oldu. 1991-1995 yılları arasında Millî Eğitim Bakanlığı
Kayseri Milli Eğitim Müdürlüğüne bağlı Ayşe Baldöktü Çıraklık Eğitim Merkezinde Din Kül-
türü ve Ahlak Bilgisi öğretmeni olarak çalıştı. 1994’te Prof. Dr. Cihat TUNÇ danışmanlığında
“Fârâbî ve Gazzâlî’ye Göre Sudur ve Yaratma Nazariyelerinin Karşılaştırılması” adlı Yüksek
Lisans tezini tamamlayarak, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünden mezun oldu.
1995 yılında İnönü Üniversitesi Darende İlahiyat Fakültesine Araştırma Görevlisi olarak atandı.
Doktora çalışmasını yine Prof. Dr. Cihat TUNÇ danışmanlığında “Mutezile’ye Göre İyilik ve
Kötülük (Husn ve Kubh) Problemi” adlı teziyle 2000 yılında aynı Enstitüde tamamladı. 6 Ekim
2008 yılında Doçent oldu.
2012-2013 Eğitim Öğretim Yılında Uluslararası Ahmet Yesevi Türk-Kazak Üniversitesinde öğre-
tim üyesi olarak çalıştı. 2013-104 Yılında İnönü Üniversitesine döndü. 22. 11. 2013 Yılında Pro-
fesör oldu. 25.11.2013-08.12.2013 tarihlerinde iki hafta süreyle Kazakistan Uluslararası Ahmet
Yesevi Türk-Kazak Üniversitesinde ders verdi. Halen Temel İslam Bilimleri Bölüm Başkanı ve
İnönü Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekan vekili olarak görevine devam etmektedir. Evli ve üç
çocuk sahibi olan Hulusi Arslan, Fransızca ve Arapça bilmektedir. “Kelamî Açıdan Şia-Mute-
zile İlişkisi” adlı telif, “Mâturidi’de İnsan’ın Yaratılış Hikmeti”, “Kelam Tarihi ve Ekolleri” isimli
özgün ve “Sistematik Kelam” adlı iki yazarlı kitapları bulunmaktadır. Ayrıca “Dinin Temel İl-
keleri” adlı çeviri kitabı yanında değişik dergilerde yayınlanmış makaleleri bulunmaktadır.

Mâturîdî’de Aklın İşlevleri


ve Çağdaş Sorunlarımız
Açısından Tahlili1
Giriş
Mâturîdî Türk-İslam dünyasının yetiştirdiği en seç-
kin düşünürlerden biridir. Yorumlarında yaptığı ras-
yonel açıklamalar onu öne çıkan hususlardan biridir.
Genel bir ifadeyle belirtecek olursak ona göre olgu ve
olayları kavramak ve eşyayı yönetmek için akla ih-
tiyaç vardır. Daha özelde ise akıl, dinin anlaşılması
için vazgeçilmez bir araçtır.
İslam’ın ilk dört beş asrında genel bir yaklaşım ola-
rak hâkim olan bu düşünce sayesinde bir İslam me-
deniyetinden bahsedebiliyoruz. Zira bu dönemlerde
Müslüman idareciler akla, düşünceye, ilme ve ilim
adamlarına çok önem verdiler. “Abbasi halifeleri
El-Mansur ve onun yolundan yürüyen el-Me’mûn
ilim adamlarını ve mütercimleri toplayarak kütüp-
haneler, medreseler ve akademiler tesis ettiler. Bun-
lar her şehirde herkese açıktı. Yunanca; Süryanca ve
Sanskrit dilinden Arapçaya tercüme ettikleri kitapla-
rın ağırlığınca tercüme yapanlara altın para verdiler.

317
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Bağdâd ve diğer İslam merkezleri ahlak, fıkıh, felsefe, birincisi siyasal, hukuksal ve ekonomik modellerin
hey’et, riyaziyat, tabiiyât, mûsikî, edebiyat, içtimaiyat Batı’dan ithal edilmesi sonucunda doğan problem-
ve daha başka ilimlerin beşiği olmuştu.”2 lerdir. Buna bağlı sorunlardan biri, ithal edilen sis-
Bu anlayış İslam dünyasını kısa zamanda bir mede- temlerle halkın inanç ve değerleri arasında çelişki-
niyet havzası haline getirdi. “Müslümanlar dünyanın lerin yaşanması ve bunun siyasal gerilimler halinde
muhtelif merkezlerindeki bütün ilimleri öğrenmeyi topluma yansımasıdır. Yine Batı tarzı ekonomik mo-
dinlerinin icaplarından saydıkları için bu yoldaki ça- dellerin, özellikle daha yakın dönemlerde kazanç,
lışmaları ile az bir zamanda hem o ilimleri kendi dil- fayda ve hazzı önceleyen bir insan tipini yaratması
lerine çevirip memleketin her tarafına yaymışlar, hem ya da dünyevileşme sonucunda kapitalin en önemli
asıl sahiplerini kat kat geçmişler ve hem de o ilimlere değer haline dönüşerek Batı’da olduğu gibi aşırı bi-
yeni yeni keşifler ilave ederek ve üzerlerine vurduk- reyselleşme ve değerlerin araçsallaşması gibi sorun-
ları damga ile bunların her biri, İslam medeniyetine lara neden olmasıdır.
has bir şekil almıştı.”3 Şüphesiz bütün bu sorunların aşılması ve İslam me-
Buna karşılık İslam dünyasının bugün içerisinde bu- deniyetinin yeniden inşası yolunda birçok çözüm
ve fikir ileri sürülmektedir. Biz de bu çözümlere
lunduğu duruma bakıldığında, tarihte kazanılan bu
Mâturîd’i’nin akla yüklediği işlevleri incelemek su-
konumun çok çok gerisinde olduğumuzu görüyoruz.
retiyle katkıda bulunmaya çalışacağız.
Teorik ve pratik hayatımızda pek çok sorunla karşı
karşıyayız. Aslında iki üç asırlık bir geçmişse sahip Burada bilhassa belirtmemiz gereken bir husus, Mâturî-
olan bu sorunların nedenleri ve çözüm yolları üze- dî’nin akla yüklediği işlev, asla aydınlanmacı ve se-
rinde birçok fikir imal edilmiştir elbette. Tabii ola- küler akılın gördüğü işleve benzetilmemelidir. Zira
rak çözüm önerileri de farklı farklıdır. Yine de ortak Mâturîdî akla, dini dışlayan değil, tam aksine dinin
yönlerden bahsetmek mümkündür. daha iyi anlaşılmasını ve insanın her iki dünyada
da mutlu olmasını öngören bir işlev yüklemektedir.
Genel bir tasnif yapacak olursak biz bunları, teorik
ve pratik hayata ilişkin sorunlar olmak üzere iki ana Mâturîdî’ye Göre Akıl
bölüme ayırabiliriz: Mâturîdî akla büyük değer veren bir mütekellimdir.
Teorik olarak dile getirilen sorunlarımız genellikle O, aklı dinin anlaşılması için vazgeçilmez araçlardan
birbiriyle ilişkilidir. Bunlar, cehalet ve taklid, akıl ve biri olarak görür. Kitâbu’t-Tevhîd’in hemen giriş bö-
düşüncenin ihmal edilmesi, yorumların ve gelenek- lümünde dinin öğrenilmesi için başvurulacak vasıta-
lerin nasslaştırılması, dinin maslahat ve makasıd açı- lardan birinin nakil, diğerinin de akıl olduğunu söy-
sından değil, nassların zahiri anlamları üzerinden ler.4Zira ona göre akılda, her iyi olanı iyi; kötü olanı
anlaşılması, özgün ve yaratıcı düşünceden yoksun- da kötü olarak algılama yeteneği vardır.5Onun dü-
luk, bu dünyaya olan meyli bırakıp bütünüyle ahi- şünce sisteminde akıl, sadece bir bilgi vasıtası değil,
rete yönelimi netice veren dini düşüncenin baskın fakat bütün kelam sisteminin can damarı durumun-
olması gibi sorunlardır. dadır. Mâturîdî bilgi kaynaklarını açıklarken akıl ye-
rine bazen ve sıklıkla nazar kelimesini kullanmıştır
Pratik hayata ilişkin sorunlarımızı da siyasal, eko-
ki, bunda aklın işlevsel olması halinde ancak bilgi
nomik ve sosyal sorunlar olarak ayırabiliriz. Siyasal
üretebileceğine ima vardır.6
alanda kendini yönetememe, sömürge konumunda
olma, insan hak ve özgürlüklerden yoksunluk, öz- Mâturîdî’ye göre akıl, eşyanın güzellik ve çirkinliğini
gür seçim esasına dayanmayan baskıcı ve totoliter bilse dahi, bizzat kendi keyfiyet ve mahiyetini bilmek-
yönetim biçimleri; ekonomik alanda tembellik, üre- ten acizdir.7Bu sebeple olsa gerek o, aklı tanımlamak-
tememe, kalkınmama ve buna bağlı olarak fakirlik, tan çekinmiştir. Bunun yerine daha ziyade aklın ye-
açlık, hastalık ve ölümler.. Sosyal alanda ise, özgün rine yapabildikleri ve işlevleri üzerinde durmuştur.
kurumsal yapıları oluşturamama, toplum kesimleri Mâturîdî’ye Göre Aklın İşlevleri
arasında parçalanmışlık, şiddet ve çatışma temayülü, Mâturîdî Kur’an’daki “lâ ya’kılûn” şeklindeki ifadeleri
kavmiyetçiliğin yeniden tırmanması gibi sorunlar- “aklını kullanmayanlar” veya aklından faydalanma-
dan bahsedilebilir. yanlar” şeklinde açıklamıştır.8 Dolayısıyla o, harekete
Bunun yanında özellikle Modern Batı düşüncesin- geçirilmediği ve kendisinden istifade edilmediği tak-
den yansıyan problemlerimiz de vardır. Bunlardan dirde, potansiyel aklın işe yaramadığını ima etmiştir.

318
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Türkçe de işlev kelimesi, bir nesne veya bir kimsenin varlık sahasına çıkması için çeşitli aşamalardan, hatta
gördüğü iş, iş görme yetisi, görev, fonksiyon gibi an- var olduktan sonra da birçok aşamadan geçmiştir.
lamlara gelmektedir.9Öyle ise Mâturîdî’ye göre ak- Kişinin bütün bu hallerden gerçek manada haber-
lın işlevleri denildiğinde, onun akla yüklemiş olduğu dar olması zordur. Bütün bu gerçekleri düşündüğü
yetkiler, işler, vazifeler ve fonksiyonlar gelmektedir. takdirde kişi, bizzat kendisi tarafından yaratılıp yöne-
Bu çerçevede bizim keşfedebildiğimiz kadar, Mâturî- tilmediğini bilir. Eğer nefsinin yönetimi kendi elinde
dî’nin akla yüklediği işlevleri şu şekilde sıralamak olsaydı, onu bütün evrelerini bilecek şekilde düzen-
mümkündür. leyip idare ederdi.14
Allah’ı Tanımak Mâturîdî “İnanacaklar için yeryüzünde ve kendi nefis-
lerinizde birtakım ayetler vardır. Hiç düşünmez misi-
Mâturîdîye göre akıl, yeme ve içme gibi sıradan şey-
niz?”15“Kendi kendilerine hiç düşünmezler mi?”16gibi
ler için düzenlenip yaratılmış değildir. Çünkü yeme
ayetlerden hareketle, insanın kendi varlığına bakması
ve içme konusunda akılsız canlılar, akıllı olanlardan
ve üzerinde derinden düşünmesi halinde, bir yaratı-
daha güçlüdür. Öyle ise akıl, ibret almak ve tefekkür
cının bulunduğunu ve bu yaratıcının tek olduğunu
etmek üzere yaratılmıştır.10
kavrayabileceğini söyler.17
Allah’ı tanımak, Mâturîdî’nindüşünce sisteminde
Görüldüğü gibi insan bedenine yönelik inceleme ve
insanın yaratılış hikmeti olarak gösterilebilecek hu-
müşahedeler onu yaratıp idare eden bir varlığa işaret
susların başında gelir. Mâturîdî’ye göre, gerek insan-
ları gerekse cinleri Allah’ın varlığı ve birliği inancına etmektedir. Mâturîdî’ye göre insanın duyusal ve akli
(tevhid) götüren tek bir yol vardır; o da akıldır.11İn- yapısı incelendiğinde de aynı neticeye varılır. İnsan,
san ve tabiatın varlığı Allah’ın bilinmesi hikmetine düşündüğü takdirde varlıklar içerisinde seçkin bir
mebnidir. Mâturîdî’ye göre Allah’ı tanımak sadece yere sahip olduğunu anlar. Örneğin yaratıklar içe-
tabiatın O’na kılavuzluk etmesi suretiyle mümkün- risinde en tedbirli ve en beceriklisi olduğunu, karşı-
dür. Çünkü duyular yoluyla veya nakilile O’nun bil- laştığı gerçekleri en yüksek derecede idrak edebildi-
gisine ulaşma imkânı bulunmamaktadır.12Dolaysıyla ğini, bilinen ve ifade edilen hususlara en süratli bir
Mâturîdîye göre Allah’ı bilmek duyular veya nakil ile şekilde vakıf olabildiğini bilir. Sonra varlığının oluş,
değil ancak akıl ile mümkündür. yok oluş ve devamlılık prensipleri içerisinde yönetil-
mesini, sonra algılanabilen bütün varlıların idrakine
Mâturîdî’ye göre insan aklını, Allah’ı tasdik etmeye
sunulmuş olduğunu fark eder. Böylece insan kendisi
götüren o kadar çok delil vardır ki inkâr edeni hay-
gibi bir varlığın mevcudiyetinin, ancak kendisinin
retle karşılamak gerekir. Yeryüzündeki her şeyi, kendi
taşımış olduğu özelliklerden uzak olan bir varlık sa-
varlığı ve birliğini (tevhid) gösterecek şekilde yarat-
yesinde mümkün olduğunu bilir. Keza bu varlığın
mış olduğu halde, insanoğlu nasıl olur da Allah’ı
acze düşmeyen bir kadir, cehle maruz kalmayan bir
inkâr edebilir.13
âlim, yönetimine karşı durulamayan bir cebbar ol-
Mâturîdî’ye göre aklın Allah’ı tanıması için üzerinde duğunu anlar.18
düşüneceği materyallerden biri de insanın kendi özü-
Kur’an-ı Kerim’de “Varlığımızın delillerini dış dün-
dür. Bu çerçevede o, “kendini tanıyan rabbini tanır”
yada ve kendi nefislerinde onlara göstereceğiz”19bu-
prensibini hatırlatır.
yurulmaktadır.
Mâturîdî’ye göre kendi öz yapısını tanıyan kişi, yara-
Mâturîdî’ye göre Allah’ın varlığının nefislerdeki de-
tıcı şuuruna rahatlıkla varabilir. Örneğin insan ken-
lilleri, onları halden hale çevirmesi, ana rahminde
disine baktığında işitme ve görme gibi hususiyetle-
nutfe (zigot) halinden alaka (yapışkan cisim) haline,
rin inceliklerinden haberdar olmadığını anlar. Keza
alakadan da mudğaya (küçük bir et parçasına) sonra
o bedeninde meydana gelen bozulmanın nasıl dü-
zeleceğini, ne kadar bir süre yaşayacağını ve hangi mudğadan insan şekline dönüştürmesidir. Bu şekil-
mekânlarda bulunacağını bilemez. Keza kişi fizyolo- lendirme ve terkibin bu şekilde sonuna kadar anla-
jik ve psikolojik ihtiyaçlarının ortaya çıkış zamanını, tılmasından maksat, ortada tek bir varlığın yapımı ve
şeklini ve bunları gidermenin mahiyetini tam olarak ondan başkasında bulunmayan tek bir varlığın yöne-
tespit edemez. Bunun yanında o hayatı boyunca ken- timi olduğunun bilinmesidir.20
dine yönelik gözlemlerine dayanarak fiziki yapısının Netice olarak aklın en büyük vazifesi ve işlevi kendi
süreksizlik ve kararsızlığına da tanıklık eder. İnsan, yaratanı olan Allah’ı tanımaktır. Akıl dış dünyaya ve

319
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

kendi öz varlığına nazar ettiği takdirde Allah’ın var- neticeler hâsıl olmaz. Mâturîdî’yegöre, eziyet veren
lığını ve birliğini bilir. Akla yüklenen bu işlev, mo- nesnelerin, çirkin manzaraların yaratılması ve duyu
dern dönemde inanç-akıl veya din-dünya ayırımın- organlarında hastalıkların meydana getirilmesi, hik-
dan kaynaklanan problemlere çözüm oluşturabilir. met açısından gereklidir. Çirkin ve zararlı varlıklar
Zira modern Batı düşüncesi, Kant gibi bazı filozof- her şeyden önce güzel ve faydalının bilinmesi için ge-
ların metafiziğe getirdiği eleştirilerin de desteğiyle reklidir. Şayet Allah duyular dünyasında sözü edilen
akıl ile inancı ve sonrasında din ile dünyayı birbi- zararlı ve çirkin görünüşlü varlıkları yaratmamış ol-
rinden farklı alanlar olarak kabul etmişlerdir. Dine saydı, insanlar çirkini güzelden, eziyet vereni faydalı-
mesafeli yaklaşımların seküler ideolojiler şeklinde dan ayıramaz, bunu yapamayınca da onların aklı çir-
İslam dünyasında doğurduğu sorunların kaynağını kini güzelden, elem vereni lezzet verenden ayırt edip
burada görmek mümkündür. Mâturîdî’nin iman ile anlayamazdı. Mâturîdî’ye göre bunların yaratılma se-
akıl arasında kurduğu bu bağ, insanlığın din ile ara- beplerinden biri de metafizik alana yönelik işaretler
sının açılmasına ve çok çeşitli siyasi ve edeoljik kamp- vermesidir. Ona göre, Allah kâinatı bu şekilde yarat-
laşmalara neden olan bu sorunların çözümü için bir mıştır ki, insan bu âlemdeki acı ve lezzetlere bakarak
başlangıç oluşturabilir. kıyas yoluyla duyu ötesi konular hakkında kavrayış
ve inanç sahibi olsun.25
Evrenin Yaratılış Hikmetini Kavramak
Üçüncüsü ise, evrenin yaratıcısına işaret edecek bi-
Aklın önemli işlevlerinden biri de kâinattaki hikmet-
çimde yaratılması hikmettir. Faydalı ve zararlı olma
leri kavramaktır. Çünkü akıl evrendeki hikmetlerin
bakımından farklı olsalar bile yüce Allah; yaratılmış-
bilinmesi gerektiğini telkin eder. Zira bu özelliklere
ları kendi varlığına, birliğine ve hikmetine; onları yö-
sahip olan kâinatın hikmetten uzak olarak meydana
neten ve bilen olduğuna delâlet etmesi bakımından
gelmesi mümkün değildir.21Mâturîdî’ye göre, evre- tek bir cevher gibi yaratmıştır.26
nin sadece yok olmak için vücut bulması, hikmete
uygun değildir. Öyle ise aklın da bir parçasını oluş- Sonuç olarak Mâturîdî evrendeki hikmetleri hem ib-
turduğu evrenin hikmet dışı bir temel üzerine kurul- ret ve delil olma açısından hem de insan ve canlılar
muş veya isabetsiz ve yararsız yaratılmış olması ihti- için faydalar içermesi yönüyle ele almıştır. Bu dü-
mal dâhilinde değildir.22 şünce, hem geleneksel anlayışımızdaki hem de Ba-
tı’nın modern bakışındaki eksikleri gideren ve bu iki
Mâturîdî’nin açıklamalarından hareketle, evrenin düşünceyi dengeleyen bir anlayıştır. Zira özellikle ta-
yaratılış hikmetini üç başlık halinde inceleyebiliriz. rihin belli bir döneminden sonra Müslümanlar ta-
Birincisi, evren insanın faydası için yaratılmasıiti- biata genellikle ibret nazarıyla yaklaşmışlardır. Mo-
barıyla hikmettir.Mâturîdî’ye göre, evrenin yaratılış dern Batı’da ise tabiata sadece sahiplenme ve ondan
gayesi insandır; yaratılışın faydaları bütün canlılara daha çok yararlanma düşüncesi hakim olmuş, bu da
olmakla birlikte nihaî anlamda insana yöneliktir. Dü- birçok insani ve çevresel sorunlara neden olmuştur.
şünürümüze göre, yer ve göklerin yaratılmasında biz- Mâturîdî’nin bu hikmet felsefesi, her iki yaklaşımın
zat kendilerine dönük bir faydadan söz edilemez. Bir mahsurlarını ortadan kaldırabilir. Bu anlayış saye-
şeyin herhangi birinin faydası amaçlanmadan veya sinde tabiata bir taraftan ibret nazarı ile bakıp onu
sırf yok olması için yaratılması da abestir. Öyle ise bize bahşeden varlığa karşı tazim ve şükürle yönel-
yüce Allah, yer ve gökleri insanın faydası için yarat- me;diğer taraftan da tabiatı inceleyip ondan insan-
mış ve onun tasarrufuna vermiştir (sehhara).23Hatta lık için yararlı şeyleri bulup keşfetme gibi yeni İslam
öyle ki evrende zararlı gibi görünen bütün nesneler, medeniyetinin dengeli tabiat algısı ortaya çıkmış olur.
aynı zamanda bir faydayı içinde barındırmaktadır. Dinin Gerekliliğini Kavramak
Örneğin ateş, yakma özelliği bakımından zararlı gibi
Mâturîdî’ye göre aklın önemli işlevlerinden biri de
görünür; fakat besinlerin kullanılır hale getirilmesi dinin gerekliliğini kavramaktır. Akıl evrenin yapısı
ateşe bağlanmıştır ve bu yönüyle faydadır.24 ve insan tabiatı üzerinde düşündüğü takdirde dinin
İkincisi, evren fayda ve zarar ekseninde yaratılması gerekliliğini anlar. Çünkü kâinatın sadece yok olmak
yönüyle hikmettir.Mâturîdî’ye göre insan için amaç- üzere vücut bulması hikmete uygun değildir. Yine
lanan faydaların ortaya çıkması için, evrende fayda aklı yerinde olan herkes için, davranışlarını hikmet-
ile zarar, iyi ile kötü, güzel ileçirkin iç içe yaratıl- ten uzak bir şekilde yapması çirkindir. Şu halde ak-
mıştır. Çünkü biri olmadan diğerinden amaçlanan lın da bir parçasını oluşturduğu evrenin hikmet dışı

320
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

bir temel üzerine kurulmuş veya isabetsiz ve yarar- bu yaklaşımı son derece önemlidir. Mâturîdî’nin
sız yaratılmış olma ihtimali yoktur. Bu da evrenin akla dinin gerekliliğini kavramak gibi bir işlevi ön-
yok olmak için değil devamlılık arz etmek için ya- görmesi, hem İslam dünyasının rasyonelleşme so-
ratıldığını gösterir.27 rununu çözmede, hem de dinden uzaklaşmayı ve
Mâturîdî’ye göre evrenin bu amaç üzere varlığını de- hayatın anlamsızlaşmasını netice veren Modern dü-
vam ettirebilmesi için dinin varlığı zaruridir. Çünkü şüncenin problemlerini çözmede önemli bir yakla-
evrenin asıl yapısı farklı tabiatlar ve zıtlıklar üzerine şım olarak değerlendirilebilir.
kurulmuştur. İnsan doğası da böyledir. O çeşitli ar- Bilgilerin Doğruluğunu Test Etmek
zulara ve farklı tabiatlara sahip kılınmıştır. İnsanla- Mâturîdî’ye göre bilginin kaynakları üçtür: 1.Duyular
rın beşeri yapısına öyle baskın nefsani arzular yerleş- 2.Haber 3.Akıl. Akıl onun bilgi sisteminde bir bilgi
tirilmiştir ki, yaratılışlarıyla baş başa bırakıldıkları kaynağı olmanın yanında, aynı zamanda diğer kay-
takdirde, menfaatlerin paylaştırılmasında, muhtelif naklardan gelen bilgilerin doğruluğu ve güvenilirli-
üstünlük, şeref, hükümranlık ve iktidarların ele ge- ğini test eden bir ölçüttür. Ona göre duyular aklın
çirilmesinde mutlaka birbirleriyle çekişirler. Bunu da kontrolünde çalışır ve haber aklın süzgecinden geçiri-
karşılıklı nefret duygularıyla birlikte kanlı mücade- lirse ancak epistemolojik bir öneme kavuşmaktadır.31
leler takip eder. Böyle bir durumda toplumların bir-
birlerini yok edişleri ve çöküşleri kaçınılmaz olur.28 Mâturîdî’ye göre, duyu ve haber yoluyla bilgi elde eder-
ken akli düşünceye başvurmak zorunluluğu vardır.
Eğer evrenin var oluş amacı, bu şekilde yok oluş ve Örneğin duyulardan uzak olan veya latif olan nesne-
çöküşe bağlı kılınsaydı var olmasının hikmeti boşa lerin bilinmesi yahut haberin yanılma ihtimali taşıyıp
gider, yaratılışı abes olurdu. Bunun yanında, gerek taşımadığının bilinmesi, peygamberin mucizeleriyle
insan türü ve gerekse diğer bütün canlıların, gıdalar sihir ve göz boyamanın ayırt edilmesi gibi hususlarda
ve bedenlerini ayakta tutacak şeyler olmadan kendi- bütün aydınlığıyla doğru ile yanlışın ortaya çıkması
leri için belirlenen sürelere kadar varlıklarını devam için akla ihtiyaç vardır.32Haberin doğru veya yalan
ettirebilmeleri ihtimal dâhilinde değildir. Şimdi eğer oluşu akıl yoluyla sabit olur.33
onların yaratılmasıyla sadece yok olup gitmeleri mu-
rat edilmiş olsaydı, varlıklarını sürdürmeye yarayan Netice olarak Mâturîdî’nin sisteminde akıl müstakil
nesnelerin meydana getirilmesine ihtimal kalmazdı. bir bilgi kaynağı olduğu gibi adeta diğer bilgi kay-
Bütün bunların doğruluğu sabit olduğuna göre, in- naklarının üstündedir. Hepsine hâkim konumdadır
sanları uzlaştıracak, çöküşe ve yok oluşa sebep olan ve denetim görevini üslenmiştir.
çekişmeye ve ayrılığa düşmekten alıkoyacak bir “as- Geleneğimizdeki ihtilafların ortaya çıkmasında ve
l”ın mevcudiyeti kaçınılmaz olmuştur ki o da dindir.29 bugün hala bu ihtilaflar üzerinden bazı polemikle-
Mâturîdî’ye göre dinin gerekliliği akla dayanmak- rin sürdürülmesinde, rivayetleri kabul ve yorum-
tadır. Bu konuda insanların Allah’a karşı bir maze- lama şartlarının önemli bir etkiye sahip olduğunu
retleri olamaz. Zira her insanın yaratılışında deliller düşünüyoruz. Bu açıdan Mâturîdî’nin akla bilgi-
vardır. Şayet, teemmül ve tefekkür ederse bu onu Al- leri test etme işlevi vermesi, düşünce ve pratik ha-
lah’ın varlığı, birliği ve rubûbiyyetine götürür. Fakat yatımızın sağlam veriler üzerine kurulması açısın-
ibadet ve şer’î hükümler ancak vahiy yoluyla elde edil- dan önemlidir.
diğinden peygamber gönderilmediği takdirde insan Eşyayı Yönetmek ve Sınıflandırmak
bu konuda Allah’a karşı mazeret sahibi olabilir.30Ne- Mturîdî’ye göre aklın işlevlerinden biri de eşyayı yö-
tice olarak insan Allah’ın varlığını ve dinin gereklili- netmek ve tasnif etmektir. Zira insan tabiatı, yaratıl-
ğini akılla anlar. Fakat şer’î hükümleri ve ibadetleri mışları yönetme, o uğurda zorluklara göğüs germe ve
akılla kavrayamaz. Allah bu sebeple bunları bildir- onlar için aklen en uygun olanını isteme, iyi ve gü-
mek için peygamberler gönderir. zel olanları tercih edip bunlara aykırı düşenlerden
Mâturîdî’nin bu düşüncesi, dinin insan mutluluğu sakınma özelliğine sahiptir. Bu hususları bilmenin
için vazgeçilmez bir değere sahip olduğunu göster- yolu, olgu ve hadisler üzerinde düşünmek suretiyle
mektedir. İnsanı dinden ve manevi olandan uzak- aklı kullanmaktır. Bunun başka da bir yolu yoktur.
laştıran ve onun yerine akıl ve bilimi koyan mo- 34
Dolayısıyla nesne ve olayları yönetme ve onları is-
dern düşüncenin doğurduğu mahsurları dikkate tifade edilir hale getirme akıl vasıtasıyla gerçekleşen
aldığımızda, Mâturîdî’nin akıl ile dini uzlaştıran bir husustur.

321
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Mâturîdî’ye göre insan akıl sayesinde güzellikleri ve birkaç ülkeyi bir kenara koyarsak İslam dünyasının
çirkinlikleri tanımakta ve diğer canlılardan üstün- durumu tam bir kaos ve problemler yumağıdır. “İyi-
lüğünü akıl sayesinde anlamaktadır. Yine yaratık- liği insanlara emrediyor, kendinizi unutuyor musu-
ların yönetilmesindeki inisiyatif ancak akılla sağla- nuz?”40âyetini yorumlarken, Mâturîdî insanın önce
nabilmektedir.35 kendisini ıslah etmekle işe başlamasının akli bir ge-
Mâturîdî’ye göre evren, birbirinden farklı ve zıt ta- reklilik olduğunu söyler.41Bu açıdan bakıldığında İs-
biatlar üzerine yaratılmıştır. Aklın buradaki fonksi- lam dünyasının dünyaya örnek bir medeniyeti ortaya
yonu birleşenleri bir araya getirmek ve ayrılması ge- koyabilmesi açısından önce kendi problemlerini çö-
rekenleri de ayırmaktır.36Düşünürümüze göre akıllar, züme kavuşturması lazımdır. Öyle ise din ve maksat-
varlık ve hadiseleri, ayırma veya birleşmeyi gerekti- ları üzerine yeniden düşünmeye, tefekküre ve araş-
ren özelliklerinden hareketle ayrılması lazım gelenleri tırmaya ihtiyaç vardır.
birbirinden ayırma; birleşmeyi gerektiren özellikle- İyi ve Kötüyü Ayırt Etmek
rinden hareketle de birleşmesi lazım gelenleri birleş- Mâturîdî’nin düşünce sisteminde akıl, değer siste-
tirme özelliğiyle yaratılmıştır. Ona göre akıl, nazar ve mini belirlemede çok önemli bir işleve sahiptir. Zira
tefekkür ile bu sonucu elde edebilir.37Dolaysıyla aklın ona göre insan aklı, tabiatı gereği bazı temel ahlaki
analiz ve sentez yapma fonksiyonu vardır. erdemleri tanıyabilir. Allah insanın tabiatını, aslen iyi
Mâturîdîye göre akıl özellikle duyu ve haberin dı- olmasa dahi zevk veren, hoşuna giden şeylere karşı yö-
şında kalan dünyevi konularda vazgeçilmezdir. Zira nelecek bir şekilde, aklını ise aslen iyi veya kötü olan
akıl dünya menfaatlerini ve işlerin varıp dayana- şeyleri tanıyacak bir yapıda yaratmıştır.42
cağı neticeleri (avakıb) kavrayabilir ve bunda isabet Mâturîdî’ye göre eşyanın iyiliği ve kötülüğü genel il-
de edebilir.38 keler biçiminde akli zorunlulukla (bibedâheti’l-ukûl)
Sonuç olarak insan aklı eşyayı yönetmek ve sınıflan- bilinir. Örneğin insan tabiatı gereği lezzet ve fayda-
dırmak kabiliyetiyle, işlerini düzene koyabilir, gele- lara yönelir, çirkin ve acı veren şeylerden kaçınır. Fa-
cek hakkında planlar yapabilir. Girişte belirtildiği gibi kat akıllar her şeyin iyiliği ve kötülüğünü bizzat tek
Müslümanlar hem siyasî düzlemde hem de eşyayı yö- tek belirleyemezler. Tikel olarak şeylerin iyiliği ve
netme ve tasnif etme noktasında birçok sorunla karşı kötülüğü ya peygamberin haberiyle veya düşünce-
karşıyadır. Mâturîdî’nin bu düşüncesi, adeta bütün nin harekete geçirilmesiyle (biistimâli’l-fikr) bilinir.43
işlerinde Batı’daki hazır çözümlere yönelen ve bir Mâturîdî’ye göre iyi ve kötü, üç şekilde bilinir. Birin-
türlü kendi işlerini çekip çeviremeyen Müslümanla- cisi tabiatların hoşlanması ve nefret etmesiyle, ikin-
rın zafiyetlerini ortadan kaldıracak ve onu yeniden cisi akılla, üçüncüsü de emir ve nehiyle. Tabiatların
tarihin öznesi haline getirebilecek bir yaklaşım ola- nefret etmeleri ve kaçınmalarına göre ortaya çıkan
rak değerlendirilebilir. iyi ve kötüler aklî değil tabiîdir ve bunlar da eğitim
Problem ve Şüpheleri Çözüme Kavuşturmak ve adete göre değişir. Örneğin boğazlamak tabiatın
Mâturîdî’ye göre olağanüstü durumlarla karşılaş- kaçındığı bir şey olduğundan kötü gibi görünebilir.
tıklarında veya şüphe ve tereddüt içerisine düştük- Ancak kasaplar bu işe alışkanlık kazandıklarında,
lerinde herkesin sığınacağı yer, o olay üzerinde akıl artık onu kötü görmeyebilirler.44
yürütmek ve derinliğine düşünmektir (nazar ve te- Aklın iyi ve kötü saydığı şeyler ise ikiye ayrılır. Bi-
emmül). Bu da gösteriyor ki akıl yürütmek, gerçeği rincisi nimete şükretmenin iyiliği, akılsızlığın (se-
işaret ediyor, onunla hakikatlere ulaşılabiliyor. Na- feh) kötülüğü gibi değişmeye uğramayanlar, ikincisi
sıl ki renklerin karışması durumunda göze, seslerin ise aklın öncesine veya sonucuna göre ya da duruma
karışması durumunda kulağa başvuruluyor ve daha göre iyi saydığı şeydir. Mâturîdî’ye göre adâlet herkese
genel anlamda karışıklığa maruz kalan her şey onu göre iyi, zulüm ise herkese göre kötüdür. Fakat iyiliği
algılayan duyu ile ayırt ediliyorsa, akli düşünce de ve kötülüğü ancak emir ve nehiyle bilinebilen şeyler
aynen bunun gibidir.39 Bu açıklamaya göre akıl bir de vardır. Hayvanın kesilmesi ve kişinin durum ve
bakıma şüphe, karmaşa ve kaosu çözüme kavuştu- şartlarının değişmesine göre olanlar bu nevidendir.45
ran çok değerli bir araçtır. Mâturîdî’ye göre adâlet ve doğruluk aklen güzel, zu-
İslam dünyasının birçok problemi olduğunu söylemiş- lüm ve yalan ise aklen kötüdür. Bunlardan birinci-
tik. Bugün maalesef Türkiye gibi kalkınmaya çalışan ler kalplerde yüce ve değerli, ikinciler ise değersiz ve

322
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

bayağı olarak yerleştirilmiştir. Bunun içindir ki akıl, meşakkatler hafifler. Söz ve ifadelerin değerlendiril-
kendisine bu nimetleri veren kimseyi yüceltecek işleri mesi de bu esasa dayanır. Bunun içindir ki nesnele-
yapmayı emreder, kötü şeyleri yapmayı da yasaklar. rin güzelliği (meşruluğu) asli tabiat veya güzel ifade
O halde aklî zaruret ile de emir ve nehiy vâcip olur. edilmeleriyle takdir edilmemiş, aksine güzeli çirkin
Sonra, aklın işareti ile iyiyi yapana sevap, hevâsını görmeyen akıl kriteriyle değerlendirilmiştir. Öyle ise
seçene de ikab vermek gerekir. Bunun için adâlet ve akıl her türlü işin konum ve düzenlenmesinin kendi-
doğruluğun neler olduğunu ve bunların zıtlarının za- sine dayandırılması gereken bir temeldir.49
rarlarını ve mahiyeti şüpheli olan şeyleri göstermek Sonuç
ve bu durumların övgüye mutabık olmaları için pey-
gamberlerin varlığı gereklidir.46 Mâturîdî’nin düşünce sisteminde akıl, insanın yara-
tılış amacını ve bu amacın gerçekleşmesi için gerekli
Çünkü şehvet, ümit, hazların yoğunluğu, acı ve ıs- şeylerin kavranılmasını sağlayan vaz geçilemez bir
tıraplar ve daha birçok nedenler aklın doğru karar araçtır. Akıl gerek evrenin yaratılış hikmetini kav-
vermesine engel olabilir. Bu gibi sebeplerden dolayı rarken ve herekse iyi ve kötüyü belirlerken insanı
insanlar şüpheye düştüklerinde Allah’ın peygamber daima asıl amacına doğru yönlendirmektedir. Böy-
göndermesine ihtiyaç vardır.47Mâturîdî’ye göre, Al- lece akıl, yaratıcının varlığına, din ve peygamberin
lah’ın peygamber gönderip emir ve yasaklarını bil- gerekliliğine ve oradan da insanın nihai bir gaye için
dirmesi akıl için bir kolaylaştırma, hafifletme kabi- yaratılmış olduğuna işaretler çıkarmaktadır. Düşü-
linden yardım ve irşattır.48 nürümüzün sisteminde akıl sadece dinin gerekliliği
İnsan tabiatıyla sadece şimdi olan ve şu an duyu ala- için değil aynı zamanda dünyevi işlerimizi yönetir-
nına giren (hazır) şeyler algılanıp şekillendirilebilir. ken, problem ve sorunlarımızı çözmeye çalışırken
Akıl yoluyla ise hem duyulur âlemde hem de duyu- de mutlaka başvurmamız gereken bir vasıtadır. Bu
lar ötesinde bulunan şeyler algılanır. Akıl sayesin- sebeple olacak ki Mâturîdî akla sırt çevirmenin an-
dedir ki gaybtaki şeyler asli tabiata malum olur, hoş- cak Şeytanın telkin edebileceği bir iş olduğunu söy-
landıkları ve hoşlanmadıklarıyla birlikte huzurunda lemiştir.50İçinde bulunduğumuz şartları göz ününde
imiş gibi bir konum alır. Yine bu sayededir ki aslında bulundurarak Mâturîdî’nin ortaya koyduğu bu anla-
zor olan şey kolaylaşır; insan tabiatının hoşlanmadığı yışa oldukça ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum.

Dipnotlar
1 Bu tebliğ, Mâturîdî’de İnsanın Yaratılış Hikmeti (Mengücekli Yay., Malatya 2013) adlı eserimizin 126-136 sayfalarından
hazırlanmıştır.
2 Akseki, A.H, İslamiyet ve Terakki, (İsmail Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi İçinde), İstanbul 1997, II/347-348.
3 Akseki, İslamiyet ve Terakki, II/348.
4 Mâturîdî, Ebu Mansur Muhammed b. Muhammed b. Mahmud, Kitâbu’t-tevhîd, thk: Topaloğlu B. ve Aruçi M., İstanbul
2003, s.345-346; Mâturîdî, Kitâbut-Tevhîd Tercümesi, s.277. (Not: Bundan sonraki dipnotlarda Kitâbut-Tevhîd Tercüme-
si’nin safya numarası sadece parantez içerisinde gösterilecektir.).
5 Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, s.157 (127).
6 Özcan, H., Mâturîdîde Bilgi Problemi, M.Ü.İ.F.V. Yay., İstanbul 1993, s.70-72.
7 Mâturîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, thk. Murtaza Bedir, Mizan Yay., İstanbul 2008,III/251.
8 Mâturîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, VII/116.
9 http://www.tdk.gov.tr/index.
10 Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, s.254-255 (208).
11 Özcan, H., Mâturîdî’de Dinî Çoğulculuk, İFAV Yay., İstanbul 1995, s.79.
12 Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, s.199 (164).
13 Mâturîdî, Te’vîlâtüEhli’s-Sünne, thk. Fatıma Yusuf el-Hıyemî, Beyrut 1425/2004,I/29.
14 Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, s.159-160 (130).
15 Zariyât, 51/21.
16 Rum, 30/8.
17 Mâturîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, I/66.
18 Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, s.160 (130).
19 Fussılet, 41/53.
20 Mâturîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, XIII/157.
21 Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, s.17 (14).

323
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

22 Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, (1979) s.4 (4).


23 Mâturîdî, Te’vîlâtüEhli’s-Sünne, I/345.
24 Mâturîdî, Kitâbut-Tevhîd(1979), s.108-109 (137-138).
25 Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, s.259 (211).
26 Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, s.109-110.
27 Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, s.5 (4).
28 Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, s.5-6 (4-5).
29 Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, s.5-6 (4-5).
30 Mâturîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, IV/112; Hülya Alper Mâturîdî’de Akıl-Vahiy İlişkisi, İz Yay., İstanbul 2010, s.86-87.
31 Özcan, Mâturidide Bilgi Problemi, s.125.
32 Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, s.17 (14).
33 Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, s.20 (17).
34 Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, s.17 (14).
35 Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, s.207 (171).
36 Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, s.4 (6).
37 Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, s.426 (341).
38 Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, s.20 (17).
39 Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, s.17 (14).
40 Bakara, 3/44.
41 Mâturîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, I/116.
42 Mâturîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, II/244-256
43 Mâturîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, XVII/222
44 Mâturîdî,Kitâbu’t-tevhîd, s.201.
45 Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, s.200.
46 Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, s.178-179.
47 Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, s.182-183.
48 Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, s.185; Mâturîdî’nin bilgi-ahlak ilişkisine dair daha geniş bilgi için bkz.: Özcan, Mâturîdîde Bilgi
Problemi, s.155-163.
49 Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, s.355-356 (285).
50 Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, s.208 (172).

Kaynakça
Akseki, Ahmed Hamdi,İslamiyet ve Terakki, İsmail Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi, İstanbul 1997.
Arslan, Hulusi, Mâturîdî’de İnsanın Yaratılış Hikmeti, Mengücekli Yay., Malatya 2013
Alper,Hülya,Mâturîdî’de Akıl-Vahiy İlişkisi, İz Yay., İstanbul 2010, s.86-87
Mâturîdî, Ebu Mansur Muhammed b. Muhammed b. Mahmud, Kitâbu’t-Tevhîd, thk: Bekir Topaloğlu ve Muhammed Aruçi,
İstanbul 2003
----------, Kitâbu’t-Tevhîd, thk. FethullahHuleyf, İstanbul 1979
----------, Te’vîlâtü’l-Kur’ân (I-XVII), thk. Murtaza Bedir, Mizan Yay., İstanbul 2008
----------, TevilâtüEhli’s-Sünne, thk. Fatıma Yusuf el-Hıyemî, Beyrut 1425/2004
----------, Kitâbut-Tevhîd Tercümesi, terc. Bekir Topaloğlu, Anakara 2003
Özcan, Hanifi, Mâturîdîde Bilgi Problemi, M.Ü.İ.F.V. Yay., İstanbul 1993
http://www.tdk.gov.tr/index.

324
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Yrd. Doç. Dr. İbrahim ASLAN


Trabzon/Çaykara’da doğdu (1974). İlk, orta ve lise öğrenimini Sakar-
ya’da tamamladı (1989). Lisans eğitimini Ankara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi’nde aldı (1999). Yüksek lisansını, aynı üniversitede Hasan b.
Muhammed’in Cebr Risalesi ve Yahya b. Huseyn’in Reddiyesinin Mu-
kayeseli Değerlendirmesi adlı teziyle (2002), doktorasını ise, KâdîAbdul-
cebbâr’da Kelâm Yöntemi başlıklı çalışmayla tamamladı (2007). Mu’te-
zile Kelâmı bağlamında korkunun teolojisi, levh-i mahfûz, kelamullah
tartışmalarının dilbilimsel içeriği, Usûl-u Hamse’nin Hanbelî yorumu
ile ilgili çeşitli makalelerinin yanı sıra Maturidî’nin uluhiyet anlayışı ve
nübüvvet savunusu üzerine yazıları bulunmaktadır. Aydınlanmacı İs-
lam, Kelâm ilminin tarihselliği, Mısır’da modernleşme denemeleri, ka-
dîm doğu düşüncesi ile İslâm düşüncesi arasındaki ilişki üzerine çeviri-
leri de bulunan yazar, hâlihazırda “Aklın ve Dilin Sınırlarında Kur’ân”
kitap çalışması, “Ahlak Teolojisi” ve “Akıl Risaleleri” derleme-çeviriler üze-
rinde durmaktadır. Yazar, halen, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Kelâm Anabilim Dalı’nda akademik çalışmalarına devam etmektedir.

İmâm Mâturîdî’nin
Deist Eleştirilere Karşı
Nübüvvet Savunusu1
Giriş
İslâm, dinî muhtevasını, Hz. Muhammed’in, ‘risâlet’
ve ‘vahiy’ olarak da nitelenen ‘nübüvvet’ tecrübesin-
den almıştır. Beşer ile aşkın varlık arasında gerçek-
leşen bu tecrübe, Allah’ın peygamber olarak seç-
tiği kişi ileait olduğu dil evreni içerisinde dolaylı, tek
yönlü, gizli ve hızlı olarak gerçekleşen sözlü iletişi-
mininiteler. Kur’ân, ilk kez Hz. Adem ile son kez de
Hz. Muhammed ile temsil edilen nübüvvetin, tarihte
‘kesintili’ bir süreklilik içerisinde iki önemli esasate-
mel sağladığına işaret eder.2Biri, nübüvvetin hakikat
ve hidayetin nihaî otoritesi olması, diğeri isenübüv-
vetin ilahî buyrukların beyanınımümkün kılan tek
seçenek olması.3
Bu iki ögeyi temsil eden nübüvvet, Hz. Muhammed
ile bir yandan Tevrat ve İncil gibi Kur’ân öncesi ilahî
mesajlara dayanan dinî tasavvurlarınzaman içerisinde
tahrife uğramış olan yönlerini tashih ve tahkik etmiş;
diğer yandan ise pagan kültür ortamlarında ortaya

325
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

çıkan inançları temelsiz (bâtıl) olarak hükme bağla- karşıtlığını, Medineli Yahûdîlerin hakikat ve hida-
mıştır. Bu değer biçici konum, doğal olarak, Hz.Mu- yeti Benî İsrâil geleneğine tahsis eden dogmatizmini
hammed’in peygamberliğinin iki açıdan tartışılmasına ve ağırlıklı olarak Arap Yarımadasının kuzeyinde yo-
zemin hazırlamıştır. Buna göre nübüvvet kültüründen ğunlaşan ve ilahî vahyi sadece Hz. İsa’da, onun be-
haberdar olan Yahûdî ve Nasârâ4, Hz. Muhammed’in deni ve ruhuyla özdeş gören Nasârâile belli teolojik
peygamberliğinin teolojik değerini; Berahime, Sene- önermelerle yürütülen şifahî tartışmalarıbu bağlam
viye, İlhâd ve Dehriye vb. vahiy geleneğinin dışında içerisinde değerlendirebiliriz.
kalan bazı düşünce ve inanç çevreleri ise, Kur’ân’ın İkinci aşama ise özellikle hicrî II. asırda Benî Hanîfe
bağlayıcılık değerini yani muhtevasını tartışmaya kabilesine mensup Museylime, Esed kabilesinin önde
açmışlardır.5 Nübüvvetin ilk bağlamı, ‘meşruiyet’, gelen isimlerinden Tuleyha b. Huveylid, Yemen kö-
ikincisi ise ‘makuliyet’ tartışması olarak gelişmiştir. kenli Esvedu’l-Ansî ve Benî Temîm kabilesine men-
Mâturîdî (h.333/944), İslâm düşüncesinin Basra, Bağ- sup bir Kâdîn olan Secah binti Hâris gibi kehanetle
dat, Kufe ve Medine gibi öne çıkan teşekkül ortamla- ünlenen bazı kişilerin sahte peygamberlik iddialarıyla9
rından oldukça uzak olan bir kentte, bugünkü Özbe- ve Ahmed İbn İshak er-Ravendî’nin (ö. 301/m.913)
kistan’ın Semerkant bölgesinde yetişmiş isimlerinden Kitâbu’z-zümrüd/zümürrüd, Ebû Bekr Muhammed
birisidir. O, her ne kadar, Tevrat ve İncil ile Kur’ân’ın İbn Zekeriyya er-Razî’nin (h.315/m.920) Mehârî-
muhtevası arasındaki bağa6dikkat çekerek Hz.Mu- ku’l-enbiyâ ve Ebû İsa Muhammed İbn el-Verrak (ö.
hammed’in nübüvvetinin meşruiyeti üzerinde dur- 381/m.991) gibi sıra dışı bazı isimlerin Hz.Peygam-
muş ise de, Berahime adıyla bilinenfelsefî-teolojik bir ber’in nübüvvetini ve Kur’ân’ın ilahiliğini sorgulayan
çevrenin deist eleştirileriyle gündeme gelen makuli- eleştirileriyle10 başlamıştır. Bu süreç, muhalif teolojile-
yet tartışmalarıyla daha ziyade ilgilenmiştir. Bilindiği rin Hz. Muhammed’in nübüvvetini her yönüyle kri-
üzere deizm kavramı, Batı’da Aydınlanma düşüncesi tik ettiği, buna mukabil Müslüman âlimlerin de ileri
içerisinde Eski ve Yeni Ahit kaynaklı teolojilere ve ki- sürülen iddiaları çürütme çabası içerisine girdiği bir
lisenin temsil ettiği dogmatik akideye karşı bir ak- ‘ispat ve redd’ denkleminde ilerlemiştir.11 Nübüvve-
su’l-amel olarak XVII. yüzyılda özellikle İngiltere’de tin bu aşaması, Kur’ân odaklı ve daha ziyade içerik
kullanılmıştır. Kutsal olarak kabul edilen bir metni ya tartışması olarak geçilmiştir.
da kutsal ile ilişkisi olduğuna inanılan bir peygam-
Ebû’l-Huseyn el-Hayyât’ın (h. 330/m. 913) nübüvve-
beri kesin olarak reddeden bu düşünce, ilk kez İngi-
tin bu aşamasına ilişkin olarak verdiği bilgiye göre
liz düşünür Edward Herbert (ö.1648) tarafından sa-
İbn er-Ravendî, peygamberliği sihir ve kehanete in-
vunulmuş; sonrasında ise Newton (ö.1727), Voltaire
dirgeyen ve Kur’an’ı hikmet dışı, çelişik ve dilsel ha-
(ö.1778), Jean-Jacques Rousseau (ö.1778) ve Thomas
talarla dolu bir eser olarak gören eleştirilerde bulun-
Paine (ö.1809)gibi önemli isimlerle temsil edilmiştir.7
muştur.12Bu sürecin anarşist düşünürlerinden biri olan
Nübüvvet Sorununun Tarihsel Bağlamı ünlü tabiatçı Zekeriyya er-Râzî ise, nübüvvete gerek-
İslam’ın vahiy ve nübüvvet ilkesi de, benzer şekilde, sinim olmadığı, akıl temelinde hiçbir hikmet değeri
yukarıda belirtilen gayr-i islamî bir kesim tarafından taşımadığı, dilsel özelliği dolayısıyla Kur’ân’ın mu-
yöneltilen deist eleştirilere muhatap olmuştur. Kay- cize olarak nitelendirilemeyeceği vb. iddiaları gün-
naklarda Hint kökenli olduğu kabul edilen Berahi- deme taşımıştır.13Ebû İsa el-Verrâk ise, Hz.Muham-
me’nin kimlerle temsil edildiği bilgisi bulunmamakla med’in mucize olarak görülenve adına vahiy denen
birlikte, ileri sürdükleri eleştirilere III. yüzyılın ikinci tecrübenin bir tür sihir ve büyü olduğunu14, nübüv-
yarısından itibaren hemen hemen her nübüvvet ese- vetin, Kur’ân’ın icazı üzerinden temellendirilemeye-
rinde yer aldığı görülmektedir. ceğini, fesahat ve belağat ehli olarak bilinen Arapla-
Hz. Muhammed’in nübüvveti, Müşrik, Mecûsî, Sa- rın Hz. Peygamber’le mücadele halinde oldukları için
biî, Zındık, Senevî, Dehrî, Nasrânî ve Yahûdî gibi Kur’ân’ın meydan okumasına karşılık veremedikle-
farklı dinîçevrelerin şifahî ve yazılı eleştirileriyle8bir- rini, âhâd haber olduğu için Kur’ân’ın kesinlik değeri
birini izleyen iki aşamalı bir gelişimizlemiştir. İlki, taşımadığını ve Hz. Muhammed’in ümmî olmasının
Kur’ân’ın nüzul süreci boyunca devam etmiş; nübü- dinî geleneklerden intihalde bulunma imkânını or-
vvet tartışması da büyük ölçüde iman-inkar denk- tadan kaldırmayacağını iddia etmiştir.15
lemine oturmuştur. Mekkeli müşriklerin kendi ge- Hz. Peygamber’in nübüvveti üzerine ortaya çıkan bu
leneksel inançlarına dayanarak ortaya koydukları ve benzeri eleştirileri, tam anlamıyla, İslâm’ın diğer

326
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

teolojik söylemlerle yüzleşmesinden doğan bir haki- ise, biri ‘mucize’ye diğeri ‘aklın delâleti içerisinde zi-
kat diyalektiği olarak görebiliriz. Müslüman âlimle- hinsel, psikolojik, dilsel ve ahlâkî bakış açısına da-
rin, Yahûdî, Nasranî, Berâhime ve âleme ezelilik atfe- yanmışlardır. Mucizeden hareket eden bakış açısına
den materyalist felsefe geleneğinin ve yaratıcı fikrini göre nübüvvet, Allah dışında hiçbir şeye nispet edi-
reddeden Dehrîlerin16eleştirilerine karşı güçlü bir sa- lemeyecek şekilde vuku bulan ‘mucizeler’ ile destek-
vunuya girişmeleri sonucunda oluşan nübüvvet li- lenmiş olması bakımından apaçık bir gerçekliktir.
teratürü bu nitelemeyi fazlasıyla hak etmektedir.17 Ayrıca Kur’ân, benzersizliği dolayısıyla ‘mucizelerin
Elimizdeki kaynaklar, nübüvvet savunusunun, ilk esası’ ( ) olarak nitelenmiş; Hz. Peygam-
kez, yaratmayı reddeden ve âleme ezelilik atfeden ‘il- ber’in yaşamında tezahür etmiş olan bir takım hissî
hâd’ çevrelerinin iddialarına karşı İmam Şafiî, İmam olağandışılıklara geniş şekilde yer verilmiştir. Bey-
Kasım er-Ressî ve Ali b. Rab’an et-Taberî gibi isim- hakî, İbnu’l-Cevzî ve İbn Teymiyye gibi selef ule-
lerin çabalarıyla başladığını göstermektedir.18Ancak ması ve Eş’ârî (323/m.935), Bakıllanî (h.403/m.1013),
bu savununun kısa sürede Kelâm, Felsefe, Tasavvuf İbn Furek (h.405/m.1015), Cüveynî (h.478/m.1085)
ve Selef ulemasının da dâhil olduğu geniş tabanlı bir ve Fahruddîn er-Razî (h.605/m.1209) gibi bazı Eş’ârî
savunu hüviyeti kazandığı anlaşılmaktadır.19Bu bağ- kelamcılarca benimsenmiş olan bu yöntemin karşı
lamda günümüze ulaşan eserler içerisinde konuyla il- karşıya kalmış olduğu en büyük sorun nübüvvet ile
gili en eski nübüvvet savunusu, daha önce Nasranî ilham, keramet, kehanet, sihir ve büyü gibi ruhsal
olduğu kaydedilen Ali b. Raban et-Taberî’nin (h. 247) kültler arasındaki sınırları çizmek olmuştur.30Bu-
Yahûdîlere ve Nasârâ’yakarşı yazdığı ed-Dîn ve’d-Dev- nun yanı sıra onlar, Kur’ân’ın dil evreni içerisinde
let fî İsbât-i Nubuvvet-i Muhammed adlı eseridir. III. karşı konulamaz nazmı, fesahat ve belağatının ila-
asrın ilk yarısında yaşayan bu âlime göre, Hz.Mu- hiliği ( ) ile de ilgilenmişlerdir. Aklın delale-
hammed’in nübüvvetine karşı ortaya çıkan karşıtlı- tine dayanan bakış açısın ise hem Kur’ân’ın dilsel ve
ğın dört ana nedeninden söz edilebilir: Kuşku, guru- edebî düzeyinin eşsizliği ( ) hem de nübüvvetin
runa yedirememe, taklîd ve düzeysizlik.20 O, nübüvvet insan gerçekliğinde taşıdığı anlam ve değere (mas-
savunusunu Kur’ân’ın haber değeri ve dilsel özellik- lahat, hayr, hikmet) vurgu yapmıştır. Ebu’l-Huzeyl
leriyle ilahiliği üzerine bina etmiş ise dekendisinden el-Allaf (h.235/m.849), Câhız (h.255/m.869), Farabî
sonra yazılan nübüvvet ile ilgili eserlerde de görebi- (h.339/m.950), Bakıllânî (403/1013), Kâdî Abdulceb-
leceğimiz şu kanıtlardan21(delâil) da yararlanmıştır: bar (h.415/m.1025), İbn Miskeveyh (h.422/m.1030),
Hz.Muhammed’in şahsiyeti,22ilahî hitabın muhtevası, İbn Sina (h.429/m.1037) İbn Rüşd (h.595/m.1198) ve
gelecekte gerçekleşeceği haber verilen Kur’ân ayetle- Mâturîdî (h.333/m.944) gibi muhtelif felsefeci ve ke-
ri,23geçmişte vuku bulan ve Ehl-i Kitab’ın bilgisiyle lamcı, nübüvveti, insan, akıl ve ahlâk ekseninde bi-
örtüşen kıssalar,24 Hz.Peygamberin çağrısının daha reysel ve toplumsal bir ‘gereksinim’ ve ‘zorunluluk’
önceki peygamberlerin mesajlarıyla örtüşmesi,25 ön- olarak tespit etmeye çalışmışlardır.
ceki ilahi kitaplarda anılması,26ilahî buyrukların de- Nitekim felsefî mirasa bakılırsa nübüvvet, bir yandan
ğeri, Yahûdî ve Nasârâ’nın inançlarına ilişkin tespit insan kapasitesi içerisinde adına ‘muhayyile’31denen
ve tahlillere yer vermesi,27İsra olayı, gaybî haber- ve aşkın olanla iletişimi mümkün kılan zihin kapa-
ler ve Hz.Peygamberin ümmîliği.28Burada Beyhâkî sitesi içerisinde açıklanabilir bir düzey, diğer yan-
(h.458/m.1066), İbn el-Cevzî (h.597/m.1201) ve İbn dan ise ilahî hitaba değerlerin sosyo-politik açıdan
Teymiyye (h.728/m.1328) gibi bazı selefî âlimlerin, tesisini sağlayan bir ‘otorite’ üzerinden yapılmıştır.
nübüvveti, risalet öncesini de içine alacak şekilde29a- Kelâm literatüründe ise durum, Allah’ın, Kur’ân’ın
çıklama biçiminden de söz etmek gerekir. fesahat ve belağat düzeyi ile temellenen icâzı, nazmı,
Her din, varlık ve muhteva açısından teolojik bir çe- geçmiş ve gelecekten haber veren muhtevası teme-
kirdek taşır. Yahûdilikte Benî İsrâil geleneği, Nasârâ’da linde ya da Allah’ın insanların yaşamını kolaylaştı-
Hz. İsa, Senevî inançta nûr ve zulmet, bu değeri tem- ran ve teklîf doğuran ‘hikmet’ yüklü iradesi olarak
sil ederler. İslam için ise teolojik çekirdek, hiç kuş- ele alınmıştır. Hikmet, fesada karşı insanlığın birey-
kusuz, nübüvvettir. Çünkü İslâm’ın hakikat ve hi- sel ve toplumsal bekasının en yüksek değer otoritesi
dayet değeri, nübüvvete dayanır. Bu sebeple diğer ya da örüntüsü iken, maslahat ise, insanlığın mefse-
din mensupları, İslâm’a bu bağlam üzerinden eleşti- dete karşı maslahat üzere kalmasının en iyi ve güve-
ride bulunmuşlardır. Buna karşı müslüman âlimler nilir yoludur. Özünde ahlâkî olan bu iki kavramsal

327
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

perspektif, Berahime’nin nübüvvete yönelik deist doğuran boyutunu ( ) reddeden deist bir eleş-
eleştirilerine, yani Kur’ân’a herkesin paydaş olabile- tiridir. Kaynaklar, bu görüşün Berahime olarak bi-
ceği bir zemin inşa etmeye hizmet etmektedir.32Di- linen felsefî bir çevre tarafından dile getirildiği ko-
ğer bir deyişle bu, tam anlamıyla bir deizm ve teizm nusunda hemfikirdir. Üçüncüsü ise hem ateist hem
karşılaşmasıdır ve tartışmanın odağında nübüvvetin deist söylemin paylaşabileceği bir eleştiridir.36Sonun-
metafiziği ve kaynaklık ettiği ilahî buyrukların ma- cusu ise nübüvvetin ‘mucize’ ile temellendirilmesin-
kuliyeti gibi son derece önemli bir konu yer almak- den ve bilincin mitolojik ( ) unsurlarla işleyen
tadır. Elinizdeki çalışma, Mâturîdî’nin Berâhime’nin dinselliğinden doğmuş ve daha ziyade Selefî ve Eş’ârî
akılcı argümanlarla nübüvveti reddeden tutumuna çevrelerce işlenmiştir. Nübüvvetin ilahiliğini redde-
karşı hangi perspektife ve argümanlara dayanarak den bakış açısında Kur’ân bir tür kehanettir. Bu ne-
dinde ilahî kitaba yer açmaya çalıştığı sorusu üze- denle Cüveynî, Bakıllânî ve Kâdî Abdulcebbar gibi
rine ikame edilmiştir. Mâturîdî de, nübüvvetin, ilhâm, kehanet ve birey-
sel beceriolarak açıklanamayacağını savunmuştur.37
Mâturîdî’nin Nübüvvet Savunusu
Vahyin nüzul şartlarında mitolojik bilincin tesiriyle
Berahimî eleştirilerin öne çıktığı sürecin bir kelamcısı
din ile kehanet arasındaki sınır büyük ölçüde orta-
olan Mâturîdî, akıl ile çeliştiği gerekçesiyle nübüvveti,
dan kalkmış olduğu için müslüman kelamcılar da,
dolayısıyla da Kur’ân’ın bağlayıcılığını reddeden de-
doğal olarak, sınırları tahkim etme çabası içerisinde
ist tutumüzerinde önemle durmuştur. Genel yaklaşı-
olmuşlardır. Onlar, bu çabalarını daha ileri taşıya-
mına bakılırsa o, nübüvveti, akıl ile insan gerçekliği-
rak makuliyet zemininden savrulmuş bütün inanç-
33
arasında ahlâkî ve varoluşsal bir gereksinim olarak
ları ‘hurâfât’ kategorisi içerisinde değerlendirmiş; di-
belirlemeye çalışmıştır. O, söze başlarken, kimler ta-
nin, gizemli ve akıl-dışı olarak kabul edilmesine karşı
rafından ileri sürüldüğübilgisini vermeden aşağıda
çıkmışlardır. Mâturîdî’ye bakıldığında o, nübüvve-
verilen dört nübüvvet eleştirisini merkeze almıştır.
tin gerekliliğine odaklandığı için sorunu mucize ile
• Âlem herhangi bir ‘yaratıcı’ olmaksızın kendi ken- açıklayan tutumların muhatap oldukları büyü ve ke-
dine var olmuştur. Bu, yaratıcının olmadığı yerde nü- hanet eleştirilerine kısaca temas etmiştir. O’na göre
büvvetten söz edilemeyeceği anlamına gelir. mucize, tanımlanabilir ve savunulabilir iken; keha-
• Âlem, kendi başına var olamaz. Ancak yaratıcının net ve sihir ise böyle değildir. Bu durumda nübüv-
olması, akıl ile çelişen buyruklar ortaya koyarak her- vetin kehanet ve sihir ile ilişkilendirilmesi ancak iki
kese sorumluluk getirmesini gerektirmez. ihtimalden hareketle mümkün olabileceği görülmek-
tedir: Ya konuyla ilgili bir rivayet olabilir ya dahiç-
• İnsan, aklıyla kendine yetebilen bir varlıktır. Bu
bir şeyi onaylamayan nihilist38 bir tutum üzerinden
durumda nübüvvete gereksinimden söz edilemez.
söz konusu olabilir.
• Nübüvvet, gizemli ve tecrübe dışı bir şey olması ne-
a. Nübüvvet’in Ahlâkîliği
deniyle bir tür kehanet, sihir ve büyüdür.34
Mâturîdî, varlık ile değer ( ) arasındaki ba-
Mâturîdî, en eski nübüvvet savunusu olma özelliği
ğın ancak soyutlama ile birbirinden ayrılabileceği gö-
taşıyan Ali b. Rabban et-Taberî’nin (h.247) kaleme
rüşündedir. İlahî hikmete dayanan bu bağın39 kopa-
aldığı eserin35 yanı sıra Bakıllânî, Kâdî Abdulcebbar,
rılması nübüvveti de temelinden sarsacaktır. O, değer
Maverdî, Fahruddîn er-Râzî, İbn Kayyîm el-Cevzîyye
hükümlerinin ahlâkî nesnelliklerini menfaate/çıkara
ve İbn Teymiyye gibi isimlerin teliflerinde de görü-
indirgeyen materyalist düşünce ile nübüvvet tartış-
lebilen bu iddialar içerisinde özellikle deist ve ateist masına girilemeyeceğine dikkati çekmiştir.40 Bu se-
eleştirilere ağırlık vermiştir. Şimdi konuya girme- beple Mâturîdî, nübüvvet savunusunu, varlık ile de-
den evvel nübüvvet savunusunun İslâm ile birlikte ğeri aynın şeyin iki yüzü olarak gören deist söylem
hangi süreçleri ve bakış açılarını izleyerek Mâturî- çevresi olarak bilinen Berahime’ye karşı yapmış; il-
dî’nin yaşadığı tarihsel kesite uzandığına kısaca de- hada dayanan ve âleme ezelilik atfeden materya-
ğinmek yararlı olabilir. list ve tabiatçı felsefe çevrelerinin ‘hayat, yaşamak ve
Mâturîdî’ye göre ilk eleştiri, âleme ezelilik atfeden ölmekten ibarettir’ iddiasının temelsizliğini ortaya
tanrıtanımazların ( ) ve Dehrîlerin bakış açısını koymaya çalışmıştır. Ona göre var olmak, belirli bir
yansıtmaktadır. İkincisi ise, aklın sınırları içerisinde amaca (hikmet) sahip olmak anlamına geldiğinden
Tanrı’ya yer açan, fakat teizmin dinî yükümlülük maddî gereksinimleri karşılama eğilimi ile değersel

328
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

(emir, nehiy) gereksinimlerin karşılanması arasında- içerisinde olduğu gibi,50insan aklıyla sebepler üzerinde
bir ayniyet vardır. Zira hayatın sürmesi ( ), her iki dururken bazı engellerle de karşılaşabilmektedir.51
gereksinimin karşılanmasıyla mümkün olabilir. Aksi Nübüvvet, özü itibarıyla, akıl-vahiy ilişkisini kurma
halde değersel zeminin olmadığı bir bireysel ve top- biçimine bağlıdır. Mâturîdî, Mu’tezile gibi52, akıl ile
lumsal yaşam, arzu, şehvet gibi maddî gereksinim- vahyiahlâkî zeminde ‘aynı’ bütünün birbirine indir-
lere indirgenmiş olacağı içinbir anlamda yok-oluşa genemez iki ögesi olarak ele almış; onu, delâlet ve
( ) sürükleyicidir. Mâturîdî, sözünü ettiği bu yok hikmet bütünlüğü içerisinde açıklamıştır.53 Dîn, ona
oluş sürecinin, ancak, değer ile insan yaşamı arasın- göre, gerekliliği ve geçerliliği açısından akla dayanır-
daki bağın tesis edilmesiyle mümkün olabileceğini ken; ibadet ve insana sorumluluk getiren (şeriat) yö-
ifade etmiş; nübüvvetin, fenâ’ya karşı varlığın deva- nüyleise nübüvvete dayanır.54 ‘Şirk, akıl açısından ha-
mını ( ) sağlayacak kurucu bir prensip olduğunu ramdır’55 ifadesi, dinin aklın delalet alanı içerisinde
savunmuştur.41Görünen o ki Mâturîdî, deist eleştiri- hüküm değeri açısından vahiyle tamamlanan bir ko-
lere karşı nübüvveti, aklın değer ve hüküm alanına numa sahip olduğunu gösterir. Bu bakış açısı, aklın ve
taşımak gibi bir kaygıdan hareket etmektedir.42Bu ba- vahyin hüküm değerlerini eşdeğerde gören Mu’tezilî
kış açısı ise, hükümlerin, Allah’ın iradesine ve şeria- yaklaşıma oldukça yakındır. Yanı sıra o, delil ve ma-
tına bağlı olduğunu savunan Eş’ârî yaklaşımın tam kuliyetten kopuk bir inancın gerekçesiz inanca haki-
karşısında yer alır.43 kat değeri atfetmek gibi kör (taklîd/dogmatizm) bir
Daha ileri bir adımla Mâturîdî’nin nübüvvet savunu- tutuma zemin hazırlayabileceği,56 her inancın haki-
sunun iki yönlü bir harekete sahip olduğu söylene- katten pay alabildiği çoğulculuk iddiasının, hem dog-
bilir. İlki, nübüvvetin, âlemdeki her şeyin, varlığını matik bilinçten hem de ‘ilham’ gibibir sübjektivite-
Allah’tan alan ‘hikmet’ (amaçlılık, anlamlılık) ekse- den de beslenebileceği kaygısını derinden yaşamış;
nine bağlı olmasının bir gereği olması, diğeri ise nü- dinin objektif temelini inşa etmek için akıl ( ), ta-
büvvetin aklın delaletinin gereği insan tabiatının bir biat ( ) ve vahiy gibi üç değerli bir sistemden hare-
gereksinimi olması.44Ona göre tecrübî olarak her şey ket ederek dîni ve inancı, totolojiden ve dogmatizm-
belirli bir ereksellik taşır. O, bunu, sonucunda ( ) den kurtarmanın yolunu aramıştır.57
değer hükmü içermeyen hiçbir şey hikmetli değildir’ Bu temelde Mâturîdî, insanın din karşısındaki düze-
aklî önermesiyle ifade etmiştir.45Bu nedenle varlık ka- yini tanımlayan ‘avam-havas’ ve ‘evliyâ-enbiyâ’ gibi
tegorisi salt ‘var-olmak’ ve ‘yok-olmak’ gibi değersiz farklı sınıflamalara giden bir bakış açısı kullanarak üç
bir esasa bağlanamaz. Çünkü varlığın değerden yok- tip insandan söz etmiştir. İlki, şeylerin hakikatini ak-
sunlaştırılması, tecrübî olarak da doğrulanabilir değil- lıyla bedihî olarak idrak edebilme yeterliliğine sahiptir.
dir. Bu, insan aklının, varlığın ‘hikmet-dışı’ olmasını Vahye gereksinim duymayan bu kişilerin ‘ulema’ ve
‘kötü’ olarak hükme bağlamasının da bir gereğidir.46 ‘hukema’ düzeyini temsil ettiğini ifade etmiştir. İkin-
b. Nübüvvet’in Aklîliği cisi, vahyin desteği ve uyarısı olmadan idrak edebilme
Mâturîdî, nübüvveti insan tabiatının iradî denetle- imkânına sahipdeğildir. Mâturîdî bu düzeyi ise ‘ço-
nişine yardımcı olması bağlamında ortaya koyarken, cuklukla’ ilişkilendirerek açıklamıştır. Üçüncüsü ise
akla referansla önemli bir tespite yer vermiştir. Ona belâ ve musibet olmaksızın ne akıl ile ne de vahiy ile
göre nübüvvet, değer olarak, aklın ‘vacîb’, ‘mümkün’ idrak etme becerisi gösterebilirler. Ona göre bu tip ki-
ve ‘mümtenî’üç hükmü içerisinde yer alır. Vacib ve şiler, zihinleri dumura uğradığı için aklı olmayan ve
mümtenî, aksine ilahî ‘haberin’ gelemeyeceği iki de- vahye muhatap olma düzeyinin altında kalan ‘hay-
ğer hükmü iken; mümkün ise, bir halden başka bir van’lar gibidirler.58 Bu sınıflama, nübüvveti, muha-
hale farklılaşabilen açık uçlu bir hüküm kategorisi- tap alınan insanların ağırlıklı olarak ikinci düzeyde
dir. Bu bütünlükte nübüvvet, sadece mümkünalanda yoğunlaşmış olması gerçeğiyle ilişkilendiren değer-
‘daha’ iyi ve ‘geçerli’ olanıiçeren bir değer taşır.47Şu sel bir yaklaşımdır. Bu, aynı zamanda, vahye muha-
halde aklın nübüvvete gereksinimi mümkün katego- tap olma düzeyi dikkate alındığında deistlerin insan
risinden kaynaklandığına göre,48 aklın kendine yet- aklının her şeye yeteceği iddiasını reddeden daha ger-
tiği ileri sürülemez. Bunu gerektiren temel neden ise çekçi bir tutum izhar etmektedir.
aklın, Cüveynî’nin de belirttiği gibi49, herşeyi ( ) Mâturîdî’nin, aklın, iyi ve kötünün bilinmesinde te-
ihata etmekten aciz olmasıdır. Yanı sıra akıl, fiziksel mel kanıt olduğu konusunda Berâhime’nin argüma-
engellerdolayısıyla duyusal olarak etkilenebilir bir risk nına kısmen katıldığı söylenebilir. Zira akıl, hikmetli

329
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

olan ile olmayanı, övgüye değer olanla olmayanı, is- ödüllendirildiği ve terk edenin cezalandırıldığı bağ-
tenir olanla olmayanı ve muhkem olanla abesliği bir- lam da aklın delaleti içerisindedir.64Akıl ile birebir
birinden ayırt edebilmenin imkânını sağlaması ba- ilerleyen nübüvvetin ayırt edici özelliğine dikkat çe-
kımından ‘denenme’nin de temelidir.59 Denenmenin ken Mâturîdî, aklın hüküm inşa edebildiği veya ken-
akliliği, Mâturîdî’ye göre, ilahî denenmenin de çıkış dine yetebildiği değerler alanını (adalet, doğruluk, zu-
noktasıdır. Nübüvvete açılan ilk kapı bu tür bir ahlâkî lüm ve yalan vb.) göstermenin yanında, mahiyeti akıl
gerekçelendirmeye dayandırılmıştır. Kâdî Abdulceb- ile tam olarak anlaşılamayan şeyleri temyiz etme ay-
bar ise, Berahime’nin aklın kendine yettiği gerekçe- rıcalığına da sahip olduğunu kabul etmektedir. Bu,
siyle nübüvveti eleyen yaklaşımına epistemolojik bir Kâdî Abdulcebbar’ın aklın nübüvvetle tamamlana-
bakış açısıyla karşı çıkmış, aklın kategorik bilişi kar- bildiği gereksinimine dayanan görüşüyle bire bir ör-
şısında vahye tafsili bilme imkanı olarak yer açmış- tüşmektedir.65 Mâturîdî, değerlerin insan gerçekliğin-
tır. Maslahatın iyi, mefsedetin kötü olduğu kategorik deki yerini ifade etmek için ise, hiçbir akıl sahibinin,
olarak akıl düzeyinde bilinebileceğini, ancak pratik kendisini değer düşüklüğüne ( ) götürecek şeylere
alana geçildiğinde maslahat ve mefsedetin hükme rızagöstermeyeceğini söylemiş;66 tam aksine herkesin,
bağlanmasının bilinemeyebileceğini savunmuştur. kendisine zarar getirmeyecek şekilde ve sonuçları öv-
Vahyin insan tecrübesinde iyi ve kötünün karma- güye hizmet edecek şekilde tutkularını ve zaafiyet-
şıklaşabilen halini aydınlatan bir bilgilendirme de- lerini kontrol etmek isteyeceğine dikkati çekmiştir.
ğeri taşıdığını ileri süren Kâdî Abdulcebbar, bu tes- Ancak ona göre, insan nefsinde, kurtuluş beklen-
pitini tıp bilgisine sahip doktorların yarar ve zarar tisi içerisinde olduğu yerde helâka götüren ve fayda
konusundaki bilgilendirmelerine benzetmiştir. İki beklediği yerde kendisine zarar getiren bir cehalet ve
ayrı düzeyde birbirini tamamlayan akıl ve nübüvvet hoyratlık olduğu tespitine yer vererek, bu durumun,
arasında çelişki olamayacağını savunan Kâdî Ab- kişinin, işlerin nereye varacağını bilen birine gerek-
dulcebbar, hükümler alanı ile ilgili olan akıl ile fiil- sinimiortaya koyduğunu savunmuştur.67 Bu, nübü-
ler alanıyla ilgili olan vahiy arasında değersel eşitli- vvetin nefsin özdenetimini sağlamanın ve değersiz-
ğin bulunduğuna dikkati çekmiştir.60 leştiren etkisinden kurtulmanın temel aracı olarak
Varlık-değer-akıl ve nübüvvet dizgesibizi şu sonuca ele alındığı anlamına gelir.
götürmektedir: Akıl, ögesi olduğu âlemdeki her türlü c. Nefs-Akıl Diyalektiğinde Nübüvvet
var-oluşun ‘hikmet’ yüklü değerini kavrayarak, var- Mâturîdî’ye göre aklın vahye gereksinim duymadan
lıkların ‘amaçcız bir hiçlik’ ( ) için değil,‘amaçlı bir kendine yetebileceği yönündeki deist iddia doğru olsa
gelecek’ ( ) için var olduklarını tespit eder.61Şu halde bile; bu durum, nübüvvet için hiçbir değer kaybı or-
var-oluş, ancak içkin olduğu hikmet eksenine tabiî taya çıkarmaz. Nitekim akıl temelinde ‘ihsan’ edici-
olması ölçüsünde ‘yok-oluş’tan kurtulabilir. Mâturîdî, liği sabit olanbir yaratıcının her fiili, insan aklı için
bunu, canlı varlıklardan hareketle misallendirmiş; bir ‘kolaylaştırma’ ve ‘hafifletme’ işlevi gördüğü için
her canlının doğası gereği, gereksinim içinde olması aynı zamanda büyük bir nimet değeri taşır. Bu, in-
ve gereksinimini karşılama eğiliminin sürdürmesini sanların, sınırlı akıl yeteneğine sahip olmaları dola-
ise, hikmeti garantileyen amaçsal bir delalet olarak yısıyla birbirlerine gereksinim duymaları gibidir.68 Bu
tespit etmiştir.62 Bu da, tabiî olarak, her canlının yok temelde o, nübüvveti,‘yardım’ ve ‘yol gösterme’ olarak
olmaya ( ) karşı varlığını ( ) sürdürme ama- nitelemiş; peygamber göndermenin, aklın kendi doğa-
cına hizmet eden bir ‘asl’a sahip olduğunu gösterir ki sında yardım ve yol gösterme özelliği olsa da, hususen,
bu, aklî ve tecrübî bir gereklilik ifade eder.63 aklı kullanma ve düşünmeye dikkat çekme fonksi-
Mâturîdî, nübüvvetin değerlere yaptığı çağrının, ak- yonu icra ettiğini belirtmiştir. Kur’ân’da heva’nın kar-
lın, doğruluk ve adaleti ‘iyi’ olarak; yalan ve zulmü şısına aklın konumlandırılmasını bu durumla açık-
ise kötü olarak hükme bağlamasıyla aynı olduğunu layan Mâturîdî, kuruntu, şehvet ve sahteliğibesleyen
söyler. İnsanlar, aklın delaletiyle doğruluk ve adalete Şeytanın heva’yı güçlendirdiğini; nübüvvetin ise Ya-
değer atfederler; yalan ve zulme ise olumsuz yaklaşır- ratıcının insan aklına sağladığı bir destek olduğunu
lar. Ona göre akıl, nübüvvet gibi, değer içeren şeyleri kabul etmiştir. Ona göre heva’nın tezahür alanı id-
yapmayı emreder; aşındırıcı şeylerden de sakınmaya rak sınırları içerisinde; hakikat ve onun araçları ise
sevk eder. Bu durum, emir ve nehyin aklın zorunlu bir bu sınırların ötesindedir ( ). İnsanın bu konumu
hükmü olduğunu gösterir. Yanı sıra iyi olanı yapanın dikkate alındığında nübüvvet, ödüle ( ) yönelme

330
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

‘uyarısı’ ve ceza, şehvet ve hazzı terk etme ‘çağrısı’dır. Bu nedenle değer zemini ( ve
Böylelikle o, insan tabiatına ve hevasına zor geleni ko- ) inşa etmek içinnübüvvet gibi bir
laylaştıran; heva’nın etkisini azaltma olanağını güç- otoriteye gereksinim vardır.75 Mu’tezile’nin önemli ismi
lendiren bir konuma sahip olmuş olur.69 Câhız da Hucecu’n-nubuvve adlı risalesinde maslaha-
Varlığın hikmet ekseninin insan gerçekliğinde ‘fıtrat’ tın idrakı ve muhtemel sonuçlarının öngörüsü konu-
ve ‘akıl’gibi iki esasa dayandığını ileri süren Mâturîdî, sunda insanların kendine yetmediği görüşünü paylaş-
aklın bir şeyi iyi bulmasının, insan tabiatında arzu mış; her şeyin bilgisine sahip olan Allah’ın nübüvvet
edilmesi ile kötü bulunmasını ise arzu edilmemesi ile bu gereksinimi karşıladığı tezini savunmuştur.76Bu
ile gerekçelendirilemeyeceğini söylemiştir. Bu, iyi ve bağlam içerisinde Mâturîdî’nin daha kuşatıcı bir ba-
kötü olmanın ölçütünün haz ilkesine bağlanamaya- kış açısıyla nübüvvetin bireysel ve toplumsal bağ-
cağı anlamına gelir. İnsan tabiatının etkin olması ki- lamlarına değindiği görülmektedir. Ona göre hayat,
şisel çıkara dayanan ‘menfaati’; aklın etkin olması ise insanlar arasında açık bir çekişme üzerine sürüp gi-
herkesin yararını gözeten ‘maslahatı’ öne çıkarır. Ona der. Her bir kişi, hakikat konusunda tam isabet sa-
göre akıl ve insan tabiatı arasında zaman zaman ‘ay- hibi olduğu iddiasıyla varlığını idame ettirir. Bu du-
kırılık’ ve ‘uyumluluk’ söz konusu olabilir. Aklın hali rum, ona göre, otoriteden yoksunluk ve ihtilaf hâli
ile tabiatının hali arasında kalan insan, hakikati, an- olup, birey ve toplum için yok olmanın esası ve mu-
cak, sahip olduğu düşünme yeteneğini kullanmasıyla kaddimesidir. Buna karşı koyabilmek için ise kişiyi/
kavrayabilir.70Fıtrat ile akıl arasındaki ilişkide insan, toplumu ‘salah’ ve marifete ulaştıracak ve destekle-
aklın devre dışı kalması durumunda değer deneti- yecek birine gereksinim vardır. Bu gereksinimi her
minden kopmuş olacağı için insan tabiatının doğal şeyi yoktan Yaratandan daha iyi bilen ve karşılayan
yönelimi sonucunda menfaat, hırs, üstünlük, hük- olamayacağına göre, nübüvvet ideal bir imkân ola-
metme istenci ve şöhret gibi çatışma üreten etkile- rak anlaşılabilir.77
rin altında kalır ve böylelikle de adım adım yok-o- Mâturîdî, Allah’ın sınama, emretme ve yasaklama
luşa ( ) sürüklenir.71 iradesinin, insanların sınama, emretme ve yasak-
Mâturîdî, nübüvveti ‘fıtrat’ ve ‘akıl’ arasında ‘artı lama iradesi ortaya koyarken göz önünde bulun-
bir değer’ olarak koyan bireysel yaklaşımıyla, onu durdukları ‘yararlanma’ ve muhtemel ‘zararlardan
sosyo-politik denklemde bir değer olarak tesis eden sakınma’ eğilimlerine göre işleyen yapısı ile aynı
Farâbî, İbn Sina ve İbn Rüşd’ün bakış açısına yak- görülemeyeceğine de dikkat çekmiştir. Zira insan
laşmıştır. Nitekim o, her ne kadar insan tabiatı ile gerçekliğinde birinin başka birini sınaması (
akıl arasındaki ilişki üzerinde yoğunlaşmış ise de, ), kendisi için kapalı ve gizli olan bir durumun
birey-toplum bütünlüğünde adalet ve iyilik gibi il- açığa çıkmasını talep etme eğilimine dayanır. Em-
kelerin sosyo-politiğine de dikkat çekmiştir. Zira o, retme ve yasaklama ise kişinin kişisel yararını göz
şeriatı olmayan hiçbir topluluğun ayakta duramaya- önünde bulundurması ve hoş görmediği şeylerden
cağını ifade etmiş; nübüvveti de bu bağlamda mas- uzak kalma arzusu gibi iki temel amaca göre ak-
lahat, hakikat ve iyiliğe ( ) uzanan bir yol gös- tüelleşir.78 Bu, deist söylem tarafından da paylaşıl-
terme olarak kabul etmiştir. İbn Sina’ya bakıldığında
72
ması gereken ‘Allah’ın mutlak ve gereksinimsiz’ (
ise o, İsbâtu’n-Nubuvvât adlı risalesinde nübüvvet so- ) olmasının yanı sıra, insan için gizli olan her
rununu vahye muhatap olan peygamberin zihin, ta- şeyi bilmesiyle birlikte düşünülemez. Deist söylemin
savvur, diğer insanların zihinlerine kıyasla olağan sı- Allah’ın emretmesi, yasaklaması ve insanları sına-
nırları aşan düzeyine dikkat çekmiş73; eş-Şifâ’da ise masını, beşerî denklemde olduğu gibi ‘kendi yara-
Farâbî gibi74, nübüvvetin sosyo-politik değerini or- rı’na dayandığını kabul etmesi çelişkidir. Hâlbuki
taya koymuştur. O, nübüvveti, yaşam modeli ( ), böylesi bir durum, değer ve düzey olarakilerleme
ilişkilerin dengelenmesi ( ) ve değer sistemi ve yükselme gereksinimi içinde olan, zarar görme
( ) tesis etmenin aracı olarak görmüştür. As- riski taşıyabilen bir varlık için söz konusu olabilir.
lına bakılırsa insanın sosyal bir varlık olması, bera- Şu halde hiçbir ilahî irade, yarar sağlama ve zarar-
berinde herkes için bağlayıcılık değeri taşıyan bir oto- dan sakınma gibi gerekçelere bağlanamaz; insanî
riteyi gerektirir. Yaşam, herkesin kendi lehinde olan olandan hareketle ilahî olanın yargılanmasıda doğru
şeyleri adalet, aleyhinde olan şeyleri ise zulüm ola- olmaz. Çünkü zatı gereği, Allah’ın, hikmete aykırı
rak göreceği bir otoritesizlikle sürdürülebilir olamaz. bir irade ve eylemde bulunması ihtimal dışıdır.79

331
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Mâturîdî’ye göre nübüvvet, varlıkların, ‘yarar’ ve ‘za- aklın herhangi bir bilgi sahibi olmuş olamayacağı
rar’ olmak üzere iki yönüyle ilişkilidir. Zira şeyler, eş- açıktır.87O, bu gereksinimi yaşamın neredeyse bütün
değerde elem ve hazza neden olabilmektedirler. Ona alanlarını içine alacak şekilde şu ifadelerle genişlet-
göre yarar, zarar, haz ve elem gibi değer hükümleri miştir:88‘Akıl, tarihsel sürecin başında, sözünde sadık
‘yaratılışsal’ değil, şeylerin evrildikleri sonuçlarla ( ve nasihat edecek birine gereksinim duyar hale gelir.
) ilgilidir. Allah’ın emretme ve yasaklama ira- Din, dünya, hatta sihir, savaş ve mal ile ilgili konu-
desi, insanları, varlıkların iki uçlu gerçekleşme ola- lar bu kapsama dâhidir.’89
sılığı karşısında acı ve kederden ( ) ‘sakındırmak’ Mâturîdî, Ebû’l-Hasan el-Eş’ârî’nin Bakara 213. ayette
ve hoş olan şeylere ( ) ‘teşvik etmek’ gibi bir geçen insanlığın başlangıçta tek bir ümmet olması
amacı paylaşır.80 Mâturîdî, nübüvvetin bu amacının durumunu ( ), vahiy öncesinde herkesin ‘kâ-
akılda övgü ve yergi olarak yer aldığını savunmuş- fir’ olması anlamına geldiği yönündeki değerlendir-
tur.81Mâturîdî, bu değersel çerçeveyi varlıkların yatay mesine veya Abdullah İbn Mesud’un Hz.Adem ve
denklemde birbirleriyle olan ilişkisine de yerleştir- Nûh dönemine atıfla insanların ‘peygamber’ gönde-
miş; her bir şeyin başka bir şey için ‘yarar’ ve ‘zarar’ rilinceye dek geçen zamanda hakikat üzere olmaları
olarak neticelenebilecek bir bağa sahip olduğunu sa- şeklinde anlaşılmasına zımnen itiraz etmiştir. Söz
vunmuştur. Dolayısıyla Allah’ın emretmesi ve yasak- konusu nitelemenin teolojik bir bağlama sahip olma-
laması, varlıkların birbirleri için taşıdıkları yarar ve dığını düşünen Mâturîdî, ifadeyi, nübüvvete muha-
zarar esasının bir parçasıdır.82 tap olana dek aynı konumda olmak olarak değerlen-
İlahî iradenin emretme ve yasaklama iradesini gerek- dirmiş, nübüvvetin bu bağlamda, ilahî bir ikram ve
tiren diğer bir faktör de yaratıcının hikmetli olması- fazilet olarak değiştiğine dikkat çekmiştir.90
dır. Mâturîdî, bu durumu şöyle izah etmiştir: Allah, Âlimler arasında dinî ve dünyevî maslahatları kav-
insanları en güzel biçimde yaratmış; yeryüzündeki rama konusunda farklı kapasite ve düzeyler söz ko-
her şeyi insanların yararına amade kılmıştır. Bir şe- nusu olabilmektedir. Ayrıca birinin bildiğini diğerleri
yin nimet olduğunu bilmekile şükretmek arasında bilemeyebilmektedir. Bu bağlamda nübüvvet, insan
aklî bir gereklilik olduğunu düşünen Mâturîdî, şük- aklıyla tam olarak bilinemeyecek ‘maslahatlardan’
retme eğilimi için öncelikli olan şeyin nimetin kay- söz eden bir değer kazanır.91 Deist söylemin akla nü-
nağına ilişkin bir bilgiye sahip olmak olduğunu sa- büvveti dışlayacak şekilde yaptığı vurguyu eleştiren
vunmuştur.83Bu bakımdan nübüvvet, akıl temelinde Mâturîdî’ye göre iki olasılıktan söz edilebilir. ‘Kişi, ya
nimet olduğu bilinen bir var oluşun hangi çerçevede kendi aklının gereği ile hareket edecektir. Ya da kendi
ve kime yönelik olması gerektiğinin bilgisini sağla- aklına göre tercihe değer başkasının aklına göre ha-
maktadır. İlahî sınamaya temel sağlayan emir, ne- reket edecektir. İlk ihtimal kabul edildiğinde akıllar
hiy, va’d, va’îd kategorilerinden haberdar olmak ki- arasında uzlaştırmaya gitmek ve her aklın isabet et-
şiyi iyi olana ‘yönelme’kötü olandan‘sakınma’ya sevk tiğini söylemek zordur. Bu, her dindarın kendi ak-
eder.84Aslına bakılırsa nimetler, bilinişleri açısından lına dayanarak‘isabet’ ettiğini ileri sürmesi anlamına
duyulara pay edilmiştir. Nimetlere şükretme de du- gelir. Bu durumda ise görüş ve inançlar arasında çe-
yulara pay edilmiş şekildedir. Bu, duyularla85fark edi- lişki kaçınılmaz olur. İkinci ihtimale göre ise kişinin
len nimetlere şükretmenin salt akıl ile bilinemeyece- aklı, Allah tarafından gönderilen elçi gibidir. Bu da
ğini gösterir. İnsanın fizyolojik olarak diğer canlıların göstermektedir ki Allah’tan gelen vahyin değeri ve
aksine daha fazla iş görme ve yarar sağlama olana- akıl ile ulaşılan fikrin/bilginin/hükmün değeri ara-
ğına sahip olması ‘Yaratıcıya ibadet’i gerektirir’ ka- sında ayrım yapılamaz. Fakat Mâturîdî, insan aklı-
naatindedir. Bunun için de her bir organa ait şük- nın, belirsizlik, keder, kuşku gibi insanî durumlarla
rün niteliğini açıklayacak birine gereksinim vardır.86 kuşatılabileceğini, hakikati kavrama olanağını zede-
d. Nübüvvet’in Bireysel ve Toplumsal İşlevi leyebileceğini, şehvet, kuruntu ve hazlarla sarmala-
Mâturîdî, nübüvvetin sadece dinî anlamda değil aynı nabileceğini de kabul etmiştir. Bu olasılık durumu,
zamanda dünyevî olarak da aklî bir gereklilik ve ge- ona göre, hakikati açık bir dille ortaya koyacak ilahî
reksinimi karşılayacağı görüşündedir. Bu bakımdan bir bilgilendirmeye (nübüvvet) gereksinimi açıklar.92
nübüvvet, din ve dünyayı tesis eden bir kapsayıcı de- Böylelikle Mâturîdî, nübüvveti, Yaratıcı fikrini redde-
ğerdir. İnsanlık tarihinin başlangıcında yaşamsal ge- den vemodern ateizmin ‘Tanrı yoksa her şey mubah-
reksinimlerin ne ile ve nasıl karşılayacağı konusunda tır’ anlayışına paralel giden ilhâd tasavvuruna karşı

332
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

varlık ile değer arasında ayrılmaz bir bütünlük arzet- içselleştirmiştir. Sonuç olarak o, nübüvveti, aklın de-
tiğini; Yaratıcı fikrini kabul ettikleri halde ilahî ira- lalet alanı içerisinde bir insanın ve ait olduğu top-
denin bağlayıcılık doğuran ‘şer’î’ hitabını reddeden lumun hayata tutunmasının ‘değer’ otoritesi olarak;
Berahime’nin deist eleştirilerine karşı insan gerçek- insanın yeterlilikleri ile gereksinimleri arasında ya-
liğinde bir gereksinim, hatta değer otoritesini sağla- şamın sürdürülebilir olmasının temel bileşeni ola-
ması bakımından zorunluluk olduğunu savunmuş- rak; aklın sınırları içerisinde mutlak hikmet ve bil-
tur. Deist söylemin nübüvvetin, akla ve insan doğasına gisi sahibi Allah’ın insanlara iyiye ve değerli olana
hoş gelen ve gelmeyenlerle ilgili işleyiş düzenini boz- yaptığı bir ‘çağrı’ olarak ele almıştır. Ahlâkî perspek-
duğu, sarstığı hatta değiştirdiği iddiasını ise tam an- tiften bakıldığında da ise nübüvvet, ona göre, kötü-
lamıyla cehalet olarak nitelemiştir.93 lüğe karşı iyiliğinden gelinmesi, çıkara dayalı ‘menfa-
at’e karşı değere dayalı ‘maslahatın’ tahkim edilmesi
Sonuç
gibi bir amaca hizmet etmektedir. Bu, pratikte, he-
Mâturîdî, ne dini akla indirgeyen Berahime’nin de- vanın bulanıklaştırıcı etkilerini azaltan ya da yok
ist tutumuna ne de dini salt vahye indirgeyen selefî eden, aklın berraklaştırma işlevini güçlendiren, çı-
anlayışa katılmıştır. O, Mu’tezile kelamının ayırt kar ve hazzın yaratacağı çatışma dinamiğini tersine
edici özelliği olan akıl ile vahyin birbirini tamamla- çeviren bir değer otoritesidir. Bu bakış açısı, Mâturî-
yan bütünlüğüne yaklaşan bir perspektif kullanmış; dî’yi, şeriatı ahlak temeline taşıyan Mu’tezilî perspek-
‘aklın kendine yettiği’ ve ‘nübüvvetin akıl ile çeliş- tifin yanı sıra, nübüvveti, cahil topluma karşı medenî
tiği’ yönündeki Berahime çevresinin iddialarını ise toplumun oluşmasının en önemli ögesi olarak kuran
indirgemelerle ve insan gerçekliğiyle örtüşmediği Farâbî’nin siyaset-değer denklemine yaklaştırmıştır.

Dipnotlar
1 *
Bu makale, 28-30 Nisan 2014 tarihinde Eskişehir’de düzenlenen ‘Uluslarası İmâm Mâturîdî Sempozyumu’nda sunulan
‘İmâm Mâturîdî’de Nübüvvet’in Aklî ve Ahlakî Savunusu’ başlıklı tebliğin gözden geçirilmiş halidir.
2 ‘Kesintili süreklilik’ tabirini Bakara, 87’de ‘birbirini takip edecek şekilde gelmek’ anlamına gelen , Mu’minun 44’de’bir-
birinin ardından gelmek’ anlamında kullanılan ve Meryem suresi 58.ayette geçen ifadelerinden hareketle kulla-
nıyorum.
3 Hakikat vurgusu için bkz. Fâtır/31; Zumer/2, 41; Ra’d/14; Enfâl/7; Yunus/82;Hidayet vurgusu için bkz. Şuara/78; Âl-i İm-
rân, 101; Yunus/108; Zumer/41; Meryem/76; Beyan vurgusu için bkz. Nahl/44, 64; Bakara/187, 219, 221, 242; Âl-i İmrân,
103, 138; Kıyamet/19. Kur’ân’da bu üç kavram arasında sıkı bir bağ vardır. Hakikat Allah’a; hakikatin beyanı Kelâmullah’a;
hidayet de imkanı açısından Allah’a, vukuu bakımından ise insana nispet edilmiştir. Bu ilişkilendirmede hakikat ve hida-
yet Allah’ın mutlak iradesine bağlandığından, din kaçınılmaz olarak nübüvvetin sınırları içerisine çekilmiştir.
4 Nübüvvet tartışmasının tarihsel bağlamı gereği ‘Hıristiyanlar’ yerine ‘Nasârâ’ ifadesini kullanmanın daha isabetli olacağı
kanısındayım. Bu, hem Kur’ân’ın ‘Nasârâ’ olarak muhatap aldığıteolojik kesimleri hem de Müslüman âlimlerin nübüvvet
savunusu içine girdikleri Arap Yarım adasındaki belli Nasranî fırkaları içine alması bakımından yararlıdır.
5 Ahmed b. Hanbel, er-Redd ale’l-Cehmiyye ve’z-Zenadıka, (thk.Sabrî İbn Salame Şahîn), Riyâd 2003, ss.59-107; Darimî,
er-Redd ale’l-Cehmiyye, (thk. Bedr İbn Abdullah el-Bedr), Kuveyt 1985, s.181 vd.; Hayyat, el-İntisar ve’r-Redd ala İbn
er-Ravendi el-Mulhid, (thk. Muhammed Hicaz), Kahire tz, s.33.
6 Mâturîdî, Te’vîlât, I/s.187.
7 S. J. Barnett, The Enlightenment and Religion, Manchester University Press, Manchester, tz., ss. 81 vd.; Tiffany E. Piland,
The Influence and Legacy of Deism in Eighteenth Century America, Winterpark 2011 Florida, ss.12-30.; Posalie L. Colie,
Spinoza and the Early English Deists, Journal of History of Ideas, vol.20, No.1 (Jan. 1959), pp.23-46.
8 Ebû Bekr er-Razî, Â’lâmu’n-Nubuvve –er-Redd Âlâ el-Mulhid Ebû Zekeriyya er-Razî-, Daru’s-Saki, London 2003, s.65 vd.
9 Bahriye Üçok, İslam’dan Dönenler ve Yalancı Peygamberler, A.Ü.İ.F.Yay. 1967, ss.35-82.
10 Özellikle Hayyât ve Kâdî Abdulcebbar gibi isimler Ebû İsa el-Verrâk’ı İbnü’r-Râvendî’yle ilişkilendirmişler ve onun Hz.
Peygamber’e hücum eden, peygamberleri yalanlayan zındık ve mülhidler arasında yer aldığını belirtmişlerdir. Bkz. Kâdî
Abdulcebbar, Tesbîtu Delâili’n-Nubuvve, I/s. 128 vd.
11 İmam Mâtürîdî, bu sürece ışık tutacak bir ilgiyle Ebû İsa el-Verrâk’ın nübüvvet ile ilgili görüşlerine hususen yer vermiş ve
ileri sürdüğü iddialarını etraflıca dile getirmiştir. Bkz. Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, s. 286-294, 300-313. Kādî Abdülcebbâr’a
bakıldığında o, el-Verrâk’a atfedilen bu görüşlerin benzerlerinin İbn Râvendî gibi başkaları tarafından da savunulduğuna
dikkat çekmiştir. Bilgi için bkz.: Kâdî Abdulcebbar, Teŝbîtü Delâili’n-Nübüvve, I/s. 128-129.
12 Hayyat, el-İntisar ve’r-Redd ala İbn er-Ravendi el-Mulhid, s.33.
13 Ebû Bekr er-Razî, Â’lâmu’n-Nubuvve –er-Redd Âlâ el-Mulhid Ebû Zekeriyya er-Razî-, s.15-20; 173 vd.
14 EbûHâtim er-Râzî, a.g.e., s.147 vd.

333
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

15 Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, s.257-262.


16 Berahime hakkında daha fazla bilgi için bkz. Orhan Ş. Koloğlu, ‘Kelam ve Mezhepler Tarihi Literatüründe Berahime’,
Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, cilt.13, sayı.1, 2004, ss.159-193.
17 Ebû’l-Huseyn el-Husnî ez-Zeydî, İsbâtu Nubuvveti’n-Nebî, (thk.Halîl Ahmed İbn İbrâhîm el-Hâcc), Mektebetu’l-İlmiyye,
tz, s.12 vd.; Maverdî, Â’lâmu’n-Nubuvve, (thk.Muhammed Mu’tasım Billah el-Bağdadi), Daru’l-Kitab el-Arabi, Beyrut
21987, s.19.
18 Bu konuda iki önemli eser dikkati çekmektedir: İmam Şafii’nin (ö.204) ‘İsbâtu’n-Nubuvve’ risalesi ile ve Zeydî âlim Kasım
b. İbrahim’in er-Ressî’nin (ö.246) ‘Munazara Maa Mulhid’ başlıklı risalesi
19 Nübüvvet literatürü, müstakil risale ve telif olarak alındığında başlıca temelde şu eserleri ihtiva etmektedir. Bişr b. Mu’te-
mir,el-Hucce fî İsbâti’n-Nübuvveti’n-Nebî, Halife Me’mûn (ö.218) Â’lâmu’n-Nubuvve, Ali b. Rabn et-Taberî (ö.247),ed-Dîn
ve’d-Devlet fî İsbâti Nübuvvet-i Muhammed; Câhız (ö.255), Hucecu’n-Nübuvve; Ya’kûb b. İbrahim el-Cüzcânî (ö.259),
Emârâtu’n-Nübuvve; Ebû Zer’a er-Râzî Ubeydullah b. Abdulkerîm,Delâilu’n-Nübuvve, Ebû Usfûr el-Ferrâ el-Mu’tezilî
(ö.269), A’lâmu’n-Nübuvve; Dâvud b. Ali el-İsfâhânî (ö.270), A’lâmu’n-Nübuvve; Ebû Dâvud es-Sicistanî (ö.275), A’lâ-
mu’n-Nübuvve; İbn Kuteybe (ö.276), Delâilu’n-Nübuvve; Ebû Hâtim er-Râzî Muhammed b. İdris (ö.277), A’lâmu’n-Nübü-
vve; İbrahim b. Heysem el-Beledî (ö.278),Delâilu’n-Nübüvve; Hâfız İbn Ebî’d-Dunyâ (ö.281), Delâilu’n-Nübüvve; İbrahim
b. İshak el-Harbî, Delâilu’n-Nübuvve; Firyâbî (ö.301), Delâilu’n-Nübuvve; İbrahim b. Hammad b. İshak (ö.323), Delâi-
lu’n-Nübuvve; Ebû’l-Hasan el-Eş’ârî (ö.324), Delâilu’n-Nübuvve; Bekr b. A’lâ el-Kuşeyrî (ö.344), Delâilu’n-Nübuvve; Ebû
Ahmed Muhammed b. Ahmed el-Assâl (ö.349), Delâilu’n-Nübuvve; Ebû Bekr Muhammed b. Hasan en-Nakkâş (ö.351),
Delâilu’n-Nübuvve; Ebû’l-Kasım Suleyman b. Ahmed et-Taberanî (ö.360), Delâilu’n-Nübuvve; İmam Muhammed b. Ali
el-Kıfal eş-Şâşî (ö.365), Delâilu’n-Nübuvve;Ebû Şeyh İbn Hayyân (ö.369),Delâilu’n-Nübuvve, Ebû Abdullah el-Hakim
en-Nisâburî (ö.405),el-İklîl fî Delâili’n-Nübuvve; Kâdî Abdulcebbar (ö.415), Tesbîtu Delâilu’n-Nübuvve; İbn Sina (ö.427),
İsbâtu’n-Nübuvve; Ebû Nuaym el-İsfahanî (ö.430), Delâilu’n-Nübuvve; Maverdî (ö.450), A’lâmu’n-Nübuvve; Beyhakî
(ö.458), Delâilu’n-Nübuvve. Bu kaynaklar için bkz. İbn Nedim, el-Fihrist, Leipzig 1872 (Ritter baskısı), s.35, 115, 168, 147,
230, 304.; İbn Hacer el-Askalanî, el-İsâbe fî Temyîzi’s-Sahabe, (thk. Ali Muhammed el-Becâvî), Beyrut 1992, İbn Kesîr,
el-Bidâye, Dâru İbn Kesîr, tz., VI/s.65, 204, II/s.307, XII/s.7; XI/s.291; Sehavî, el-İ’lân bi’t-Tevbîh, s.165-167, 170, 360, (thk.
Franz Rosenthal), Dâru’l-Kutub el-İlmiyye, Beyrut, tz.
20 Ali İbn Raban et-Taberî, ed-Dîn ve’d-Devlefî İsbâtı Nübüvveti Muhammed, s.36.
21 Hz. Muhammed’in ahlâkî yönüne, karakterine, Kur’ân’ın fesahat ve belağat niteliğine, ayetlerde yakın ve uzak gelecekte
gerçekleşeceği belirtilen olaylara, ilahî kelamın çelişkiden uzak iç-tutarlılığına, Hz.Muhammed’in hayattayken gerçekle-
şen inşikâk-ı kâmer (ayın ikiye yarılması) mucizesine, aralarında yaklaşık 500 km mesafe bulunan Mekke ile Kudus’ün
oldukça kısa bir süre içerisinde kat edilmesine (İsra), belirli bir zaman ve mekânda bulunanbir ağacın yerini değiştir-
mesine, hutbe irat ederken üzerine çıktığı hurma kütüğünün inlemesine, taşın insanların duyacağı ve anlayacağı şekilde
tesbih etmesine, bazı gazvelerde az su ile büyük bir çoğunluğun susuzluğunun giderilmesine, ancak bir kaç kişiye yetecek
miktarda bir yemeğin orduyu doyuracak miktarda bereketlenmesine vb. gibi pek çok olaylara dayanan oldukça geniş bir
kanıt yelpazesiyle karşılaşabilmekteyiz.
22 Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, s.257 vd.; Ayrıca bkz. Ebû Bekr er-Razî, Â’lâmu’n-Nubuvve –er-Redd Âlâ el-Mulhid Ebû Zeke-
riyya er-Razî-, s.70 vd. Câhız, er-Resâil, s.330-335.
23 Mâturîdî, Te’vîlât, XI/s.152 vd.
24 Mâturîdî, Te’vilat, II/s.139, 142-143, 172.Meryem kıssası, Süleyman kıssası vb. gibi kıssalar.
25 Mâturîdî, Te’vîlât, II/s.239; VIII/s.227; VIIII/s.252, 271. Daha çarpıcı bilgi için bkz. Ebû Hâtim er-Râzî, Â’lamu’n-Nubuv-
ve, -er-Redd ala’l-Mulhid Ebi Bekr er-Râzî-, s.91-95, 126-137.
26 Ebû Hâtim er-Râzî, Â’lamu’n-Nubuvve, -er-Redd ala’l-Mulhid Ebi Bekr er-Râzî-, s.149-151.
27 Hz.İsa’nın çarmıha gerilmesi ve Hz. Süleyman’ın sihiri öğrettiği inancını eleştirmesi, Yahudî ve Nasârâ dışında kimsenin
cennete giremeyeceği iddiası vb. iddialar. (Bkz. Mâturîdî, Te’vîlât, I/s.190, 210). Mâturîdî, nübüvvetin daha önce vahye
muhatap olanların da bildiği geçmişten söz ettiği kanıtların Ehl-i Kitâb tarafından bilinçli olarak gizlendiğine vurgu
yapan ayetlere dikkati çekmiştir. Bkz.: Mâturîdî, Te’vîlât, IV/s.185.
28 Müellife göre Hz. Muhammed’in nübüvvetine karşı çıkanlar şu dört faktörün etkisinde kalmışlardır: Kuşku, gurur, taklîd
ve aptallık. Bkz.: Ali b. Raban et-Taberî, ed-Dîn ve’d-Devle fî İsbâti Nubuvvet-i Muhammed, (tahk. Adil Nuveyhid), Beyrut
1973.
29 Beyhakî, Delâilu’n-Nubuvve,(thk. Abdu’l-Mu’dî Kal’acî), Beyrut 1998, I/s.10.
30 İbn Furek, Makâlâtu’ş-Şeyh Ebû’l-Hasan el-Eş’ârî, (thk. A. Abdurrahîm es-Sâyic), Kahire 2005, ss.182-187.
31 Farâbî, Kitâbu Ârâ-i Medînet-i Ehli’l-Fâdıla, s.75 vd.
32 Kâdî Abdulcebbâr, Şerhu’l-Usuli’l-Hamse, (thk. Abdulkerîm Osman), Kahire 1996, s.563 vd. Ayrıca bkz.: Şerif el-Murteza,
Resailu Şerif Murteza, (haz. Seyyid Mehdi er-Recai), Kum, 1405, III/s. 18 vd.
33 Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, s.69.
34 Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, s.247. Benzer iddialarla Eş’ârî kelamcı Bakıllanî de ilgilenmiştir. O, özellikle Berahime ve Yahû-
dî çevrelerden gelen nübüvvetin insanlar arasındaki eşitlik durumunu ortadan kaldırdığı, değerlerin/hükümlerin akla
dayanan temeli ile çeliştiği, ilahî adalet ve hikmete uygun olmadığı, Peygamberin beşer olması, nübüvvet tecrübesinin

334
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

bilinebilir bir yolu olmaması, sihir ve kehanet gibi ilişkilendirmelere açıklığı, nübüvvete bağlanan bir takım olağandışı-
lıkların akıl ile çelişmesi, aklın kendine yettiği bir durumda nübüvvetin anlamını yitireceği, Kur’ân’ın icazı ve haber de-
ğerinin olmadığı vb. eleştirilere yanıt vermiştir. Bkz. Bakıllanî, Kitâbu Temhîdi’l-Evâil ve Telhîsi’d-Delâil, (thk. İmâduddîn
Ahmed Haydar), Beyrut 1987, ss.127-204.
35 Bakıllanî, Kitâbu Temhîdi’l-Evâil ve Telhîsi’d-Delâil adlı eseri, Kâdî Abdulcebbar’ın Tesbîtu Delâili’n-Nubuvve ve İcâ-
zu’l-Kur’ân adlı eserleri, Maverdî, Â’lâmu’n-Nubuvve, Fahruddîn er-Razî’nin el-Metâlibu’l-Âliye adlı eserinin VIII. cildi,
İbn Kayyîm el-Cevzî’nin ‘el-Mecmuu’l-Kayyim min Kelâmi İbn Kayyim adlı derleme eseri, İbn Teymiyye, Kitâbu’n-Nu-
buvvât adlı eseri.
36 Cüveynî, Akîdet-u Tahaviyye, (thk. Muhammed Zahid el-Kevserî), Mısır 1992, s.61.
37 EbûHâtim er-Râzî, Â’lamu’n-Nubuvve adlı eserinde enbiyayı felasife veya enbiya gibi görme eğilimlerini eleştirerek nübü-
vvetin ilahiliğini savunmuştur. Bkz. EbûHâtim er-Râzî, Â’lamu’n-Nubuvve, -er-Redd ala’l-Mulhid Ebi Bekr er-Râzî-, s. 207,
217 vd.
38 Nihilist tutum olarak ifade ettiğimiz tutum, metinde şeklinde geçmektedir. Bkz. Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd,
s.254.
39 İsim vermeden hikmet konusunda yapılan çeşitli tanımlara yer veren Mâturîdî, nübüvvet bağlamıyla ilişkili olarak hik-
metin, ‘hakikatle uyuşma ve uyuşmama durumlarını ayırt etmeyi mümkün kılan şey’ tanımını paylaşmıştır. Bkz.: Mâturî-
dî, Te’vîlât, II/s.189.
40 Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, s.247.
41 Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, s.248.
42 Bu perspektife yakın bir kaygıdan hareken eden Kâdî Abdulcebbar da, nübüvvetin ilahî adalet temelinde bireysel ve top-
lumsal bir değer (salah) olduğu görüşünü benimsemiş; bağlı olduğu Mu’tezilî söyleme referansla da nübüvvetin, değersel
( ) temeli bakımından ahlâkî bir zorunluluk ( ) taşıdığını ileri sürmüştür. Onu Mâturîdî’nin varlık-değer
denklemine yaklaştıran bakış açısı ise, ‘hiçbir olay/olgu/fiilin bizatihi iyi ya da kötü olamayacağını ve bunun, var olma/
vuku bulma biçimine bağlı olduğunu’ ileri sürmesidir. Kâdî Abdulcebbar, Şerhu’l-Usuli’l-Hamse, s.563-564.
43 Bakıllanî, Kitâbu’t-Temhîdi’l-Evâil ve Telhîsi’d-Delâil, s.128-129.
44 Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, s.67.
45 Mâturîdî, Te’vilat, IV/s.112.
46 Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, s.67.
47 Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, s.254.
48 Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, s.253.
49 Cüveynî’ye göre nübüvvet, aklın idrak etmediği va’d ve va’îd ile ilgili hükümler ihtiva eder. Akıl ile kategorik olarak bili-
nebilen şeylerden tafsili olarak söz eder. Bu bakımdan şeriat, ma’kûlatı açıklayan ve tekid eden bir değere sahiptir. Bkz.
Cuveynî, Akîdetu Tahaviye, s.61.
50 Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, s.253.
51 Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, s.254.
52 Kâdî Abdulcebbar, Şerhu’l-Usuli’l-Hamse, s.564 vd.
53 Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, s.65-66.
54 Mâturîdî, Te’vîlât, IV/s.112.
55 Mâturîdî Te’vîlât, V/s.251.
56 Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, s.65-66.
57 Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, s.
58 Mâturîdî, Te’vîlât, IV/s.431-432.
59 Mâturîdî, Te’vîlât, V/s.367-368.
60 Kâdî Abdulcebbar, Şerhu’l-Usûli’l-Hamse, s.565.
61 Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, s.67.
62 Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, s.67.
63 Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, s.68.
64 Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, s.249.
65 Kâdî Abdulcebbar, Şerhu’l-Usuli’l-Hamse, s.565.
66 Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, s.249.
67 Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, s.250.
68 Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, s.255.
69 Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, s.256.
70 Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, s.74.
71 Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, s.67.
72 Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, s.69.
73 Nefs-i Nâtıka özelliği ile diğer canlılardan ayrılan insan, kendi içerisinde üç farklı düzeye sahiptir. İlki, nefs-i nâtıka’nın
şeylerin suretlerini kategorik olarak çıkarabilmesidir. Bu, heyûlânî akıl düzeyidir. İkincisi ise, soyutlaması yapılan kate-

335
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

gorik suretlerle tasavvurda bulunabilme melekesine sahip olmaktır. Üçüncüsü de zihinde hazır hale getirilen makul su-
retlerle bi’l-fiil tasavvurda bulunabilmektir. Bu üç düzeye göre nübüvvete muhatap olan peygamber zihni, maddî suretler
içerisinde üst düzeyi (efdaliyet) temsil eder. Bütün cinslere öncülük eden peygamber zihninde vahiy, küllî aklın taşması
biçiminde gerçekleşir [İbn Sina, Risâle fî İsbâti’n-Nubuvvât, (tahk. Michael Marmura), Beyrut 1968, s.43, 46-47]. Bu bakış
açısının izlerine felsefe literatüründe olduğu gibi kelam ve tasavvuf düşüncesinde de rastlamak mümkündür. İbn Miske-
veyh, İbn Rüşd, Fahreddin er-Razî ve Gazalî gibi. [Bkz. Frank Griffel, al-Ghazali’s Concepf of Prophecy: The Introduction
of Avicennan Psychology into Asharite Theology, Arabic Sciences and Philosophy, vol.14 (2004), pp.101-114.]
74 Farabî, erdemli toplum ve câhil toplum ayrımını din ve hikmet temelinde ortaya koymuş; nübüvveti hikmetin ve medenî
toplumun hayrını gerçekleştirmenin aracı olarak temellendirmiştir. Bkz. Farabî, Kitâbu Ârâ-i Ehli’l-Medîneti’l-Fâdıla,
Mısır 1906, s. 74-75 ve 86 vd.
75 İbn Sina, eş-Şifâ –İlâhiyyât-, (tahk. M. Yusuf Musa, Suleyman Dunya, Said Zayid), Kahire 1960, s.306, 441, 442, 443.
76 Cahız, Resâil, (thk. Muhammed Taha el-Haciri), Beyrut 1982, s.320.
77 Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, s.252.
78 Mâturîdî, Te’vîlât, I/s.310 vd.
79 Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, s.248.
80 Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, s.249.
81 Mâturîdî, Te’vîlât, V/s.369.
82 Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, s.249.
83 Mâturîdî, Te’vîlât, I/s.239 vd.
84 Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, s.249.
85 Mâturîdî’ye göre duyu yoluyla idrak iki temele sahiptir. İlki, duyumsanan şeyle istidlalde bulunmak biçimindedir. Buna,
duman-ateş, güneş-ışığı, fiil-fail, yazı-yazar, yapı-yapan arasındaki ilişkiyi kavramayı örnek verebiliriz. İkincisi ise haber
vermektir. Cins, fasl, nev, tıp, dil, el becerisine dayanan sanatlar, savaş vb. şeyler buna örnek verilebilir. Emir, nehiy, va’d
va’îd, duyumsanabilir şeyler olmadıkları için o, sadece haber yoluyla idrak edilebilir. Mubah ve mahzur kategorilerine
giren şeyler de böyledir. Bütün bunlar risaletin gerekliliğini ortaya koyar. Bkz. Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, s.252.
86 Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, s.254.
87 Mâturîdî, Te’vîlât, V/s.317.
88 Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, s.250.
89 Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, s.251.
90 Mâturîdî, Te’vîlât, II/s.10-11.
91 Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, s.252-253.
92 Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, s.253.
93 Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, s.255.

Kaynakça
Ali b. Raban et-Taberî, ed-Dîn ve’d-Devle fî İsbâti Nubuvvet-i Muhammed, (thk. Adil Nuveyhid), Beyrut 1973.
Bahriye Üçok, İslam’dan Dönenler ve Yalancı Peygamberler, A.Ü.İ.F.Yay. 1967.
Bakıllanî, Kitâbu Temhîdi’l-Evâil ve Telhîsi’d-Delâil, (thk. İmâduddîn Ahmed Haydar), Beyrut 1987.
Beyhakî, Delâilu’n-Nubuvve, (thk. Abdu’l-Mu’dî Kal’acî), Beyrut 1998, I/s.10
Cahız, Resâil, (thk. Muhammed Taha el-Haciri), Beyrut 1982.
Cüveynî, Akîdet-u Tahaviyye, (thk. Muhammed Zahid el-Kevserî), Mısır 1992.
Farabî, Kitâbu Ârâ-i Ehli’l-Medîneti’l-Fâdıla, Mısır 1906.
Frank Griffel, al-Ghazali’s Concepf of Prophecy: The Introduction of Avicennan Psychology into Asharite Theology, Arabic
Sciences and Philosophy, vol.14 (2004).
Hayyât, el-İntisâr ve’r-Redd ala İbn er-Ravendî el-Mulhid, (thk. M. Hicaz), Kahire tz.
Ebû Bekr er-Razî, Â’lâmu’n-Nubuvve –er-Redd Âlâ el-Mulhid Ebû Zekeriyya er-Razî-, Daru’s-Saki, London 2003.
Ebû’l-Huseyn el-Husnî ez-Zeydî, İsbâtu Nubuvveti’n-Nebî, (thk.Halîl Ahmed İbn İbrâhîm el-Hâcc), Mektebetu’l-İlmiyye, tz.
İbn Furek, Makâlâtu’ş-Şeyh Ebu’l-Hasan el-Eş’ârî, (thk. A. Abdurrahîm es-Sâyic), Kahire 2005.
İbn Sina, Risâle fî İsbâti’n-Nubuvvât, (tahk. Michael Marmura), Beyrut 1968.
İbn Sina, eş-Şifâ –İlâhiyyât-, (thk. M. Yusuf Musa, Suleyman Dunya, Said Zayid), Kahire 1960.
Kâdî Abdulcebbâr, Şerhu’l-Usuli’l-Hamse, (thk. Abdulkerîm Osman), Kahire 1996.
Kâdî Abdulcebbar, Tesbîtu Delâili’n-Nubuvve, (thk. Ahmed Abdurrahîm es-Sâyic, Tevfîk Ali Vahbe), Kahire 2008.
Mâturîdî, Kitâbu’t-Tevhîd, (thk. Bekir Topaloğlu, Muhammed Arûçi), Dâru Sâdir, Mektebetu İrşâd, tz.
Mâturîdî, Te’vîlâtu’l-Kur’ân, (thk. Bekir Topalığlu, Ahmed Vanlıoğlu), İstanbul 2005.
Maverdî, Â’lâmu’n-Nubuvve, (thk. Muhammed Mu’tasım Billah el-Bağdadi), Daru’l-Kitab el-Arabi, Beyrut 1987.
Orhan Ş. Koloğlu, Kelam ve Mezhepler Tarihi Literatüründe Berahime, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, cilt.13,
sayı.1, 2004, ss.159-193.
Şerif el-Murteza, Resailu Şerif Murteza, (haz. Seyyid Mehdi er-Recai), Kum, 1405.

336
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Süleyman TUĞRAL
1963 yılında Afyon’un Dazkırı ilçesine bağlı Aşağıyenice köyünde doğdu.
Lise öğrenimini, 1980 yılında Perşembe Öğretmen Lisesinde; lisans öğ-
renimini 1985 yılında A.Ü. Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Türk Dili ve
Edebiyatı Bölümünde bitirdi. A.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsünde, Sad-
ruşşeria’da İyilik ve Kötülük Problemi adlı teziyle 1996 yılında yüksek
lisans öğrenimini; Kur’an’da Değerler Sistemi adlı teziyle de 2005 yı-
lında doktora öğrenimini tamamladı. Evli ve dört çocuk babasıdır. Ha-
len Ankara’da Süleyman Demirel Anadolu Lisesinde öğretmenlik göre-
vini sürdürmektedir.

Mâturîdî Mektebinde İrade ve


İyilik-Kötülük Düşüncesinin
Gelişmesinde Sadruşşeria’nın Katkısı
Bu tebliğimizde Mâturîdî-Hanefi mektebinin önemli
bilginlerinden Sadruşşeria Es-Sanî’nin Mâturîdî mek-
tebinde irâde ile iyilik-kötülük düşüncesinin gelişi-
mine katkısını ele alacağız. Konumuza geçmeden önce
Sadruşşeria hakkında kısaca bilgi vermek yerinde ola-
caktır. Sadruşşeria Es-Sani ünvanıyla tanınan bilgini-
mizin adı Ubeydullah bin Mes’ud bin Mahmud bin
Ahmed el-Mahbubi el-Buhari’dir. Doğum tarihi bi-
linmemektedir, vefat tarihi ise H.747, M.1346’dır. Bil-
ginler arasında Hanefi usulüne dair yazdığı Et-Tenkih
ve onun şerhi Et-Tavdih ile meşhurdur. Aklî ilimlere
dair yazdığı Tadilu’l-Ulum adlı eseri, mantık, kelâm
ve hey’et ilimlerine dairdir. Bu eseri, kelâmî fikirle-
rini görebilmemiz açısından, bizim için özel bir önem
arz etmektedir. Çalışmamıza esas teşkil eden metin-
ler ise onun özellikle Tavdih adlı Usul-i Fıkha dair
yazdığı eserinde Eşarilerin hür irâdeyi reddeden gö-
rüşlerini çürütmek için kaleme aldığı dört mukad-
dime adlı metin ile Tadilu’l-Ulum’un kelâm kısmın-
daki konuyla ilgili bölümlerdir.

337
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

GİRİŞ ve kötülüğe dair görüşünü, ileri sürdüğü mukaddi-


İnsanların iradî eylemlerinin nasıl gerçekleştiği ko- melerle çürütmeye yönelmiştir.
nusu Kelâm bilginleri arasında tartışma konusudur. Meselenin daha iyi anlaşılması için önce irâde ve iyi-
Bu konuda Cehm bin Safvan kişinin eylemlerinde lik-kötülük kavramları ile ne kastedildiğini görmekte
hür olmadığını onun Allah tarafından yönlendiri- yarar vardır. Ardından Razî’nin deliline ve Sadruşşe-
len, bugünkü tabirle adeta bir robot olduğunu söy- ria’nın onun fikirlerini çürütmek için ileri sürdüğü
lemektedir.1 Mutezile bilginleri de Mabed el-Cühenî mukaddimelere geçilecektir.
ve Gaylan ed-Dımışkî’nin yolundan giderek insanın İrade ve İyilik-Kötülük Kavramları
irâdesinde hür olduğunu, kişinin kendi eylemlerini İrade Kavramı
kendinin yarattığını savunmaktadırlar.2
Ragıp el-İsfehani irâdenin “bir şeyi talep etmek için
İmam-ı Mâturîdî bu iki görüşün arasında orta yol çalışmak” anlamındaki râde fiilinden geldiğini be-
izleyerek insanın ihtiyari eylemleri olduğunu kabul lirtir. Ona göre irâde; aslında arzu (şehvet) ihtiyaç ve
etmekte, eylemi seçmeyi insana, onun yaratılmasını emelden mürekkeb bir güçtür. “Nefsin bir şeyi, hak-
ise Allah’a bağlamaktadır. İnsanın eylemi gerçekleş- kında hüküm vererek, şiddetli istemesi” anlamında
tirmesini kesb diye adlandırmakta, yaratmayı da Al- isim yapılmıştır. O şey hakkındaki hüküm, “Bu işi
lah’a tahsis etmektedir. Bu konuda İmam-ı Eşari’nin yapmak ya da yapmamak gereklidir” şeklindedir.10
görüşü ise Cehm bin Safvan’a benzemektedir. İnsan- Sadruşşeria, diğer kelâmcılarla beraber irâdeyi söyle
ların eylemelerinin Allah tarafından yaratıldığını, açıklar: “İrâde bir sıfattır, görevi de şudur. Fail onun
küfrün ve imanın Allah tarafından insanda yaratıl- vasıtasıyla iki eşitten birini ya da aşağı olanı diğerine
dığını beyan ederek insana bir şey bırakmamaktadır.3 tercih eder”.11 Sadruşşeria’nın bu açıklaması Mâturî-
İnsanın mükellefiyetini sağlayan Allah’ın emri ve ya- dî’deki ihtiyar kelimesinin kullanımına benzemek-
saklarının konusu olan fiillerin Allah’ın emri ve ya- tedir. Mâturîdî irâde ile ihtiyarı birbirini takip eden
sağı taalluk etmeden önce iyi ve kötü olması hususu iki süreç olarak değerlendirir. Ona göre insan önce
da tartışma konusudur. İmam-ı Mâturîdî, bu ko- irâde eder sonra ihtiyar eder.12 İhtiyar alternatifler
nuda Mutezile gibi düşünerek Allah’ın emrinden ve arasında seçimi tamamlamaktır. Bunun sonucunda
fiil ortaya çıkacaktır.
yasağından bağımsız, iyinin ve kötünün olduğunu,
bunların bilgisinin insana verildiğini söylemekte, Al- İyilik-Kötülük Kavramları
lah’ın emrinin ve yasağının da buna göre gerçekleş- Kelâm ve Fıkıh Usulünde iyilik-kötülük problemine
tiğini belirtmektedir.4 dair tartışmalarda kullanılan kelimeler hüsn ve ku-
İmam-ı Eşari ve takipçileri irâde ve hüsn kubh ko- bhtur. Sadruşşeria, Fahreddin-i Razî’nin Mahsul
nusunda ilahi determinizm diyebileceğimiz bir yol adlı eserindeki tarifi13 alarak söz konusu kelimelerin
izlemektedirler.5 İmam-ı Eşari’nin konuyla ilgili gö- üç anlamda kullanıldığını belirtir. Birinci anlamda,
rüşlerini geliştiren Fahreddin-i Razî, insanın ihtiyari bir şeyin insan tabiatına uygun ya da ters geldiğini
olarak yaptığı eylemlerinin son tahlilde yine Allah’ın ifade etmek için, ikinci anlamda bir şeyin olgunluk
insanı, seçtiği nesneye yöneltmesiyle gerçekleştiğini ya da noksanlık özelliğini taşıdığını ifade etmek için,
söylemektedir. İnsanın kendine ait seçme yetkisi ol- üçüncü anlamda ise bir şeyin bu dünyada övülmeyle
ya da yerilmeyle, ahirette ise mükâfatla ya da ceza-
madığına göre6, Allah’ın azabını ve mükâfatını gerek-
landırmayla ilgili olduğunu ifade etmek için kullanı-
tirecek eylemlerin iyi ya da kötü olması, sadece Al-
lır.14 Bu tanımlar bu haliyle masdar halindeki hüsn
lah’ın emrine ve yasağına bağlıdır.7 Çünkü zorunlu
ve kubh kelimelerinin anlamıdır. Bunları, isimleşmiş
ve rastgele olan, iyi ya da kötü olarak nitelenemez.8
sıfat şekliyle manâlandırırsak anlam şöyle olacaktır:
Razî’nin irâdenin ontolojisi ile ve ona bağlı olarak iyi- Hasen (iyi) birinci anlama göre insan tabiatına uy-
lik ve kötülükle ilgili ileri sürdüğü bu görüş, mantıki gun olan, kabih (kötü) insan tabiatına ters gelendir.
yönden kendi içinde tutarlı, cevaplaması zor bir de- Söz gelimi yemek yemek iyi, sıcak havada su varken
lil olarak görülmüş9, Maturîdîlik kelâmı açısından bu içememek kötüdür. İkinci anlama göre iyi, olgun-
görüşün çürütülmesine ihtiyaç hâsıl olmuştur. İşte bu luk özelliği taşıyan; kötü ise noksanlık özelliği taşı-
durumda, bilginimiz Sadruşşeria, Razî’nin irâdenin yandır. Misal olarak bilmek iyi, cahillik ise kötüdür.
ontolojisine dair görüşünü ve ona bağlı olarak iyilik Üçüncü anlama göre ise iyi, Allah’ın mükâfatını celp

338
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

eden, kötü ise Allah’ın cezalandırmasına sebep olan- yoldan sapmaması için kendinde iyi olanları teyiden,
dır. Kelâmcılar arasında tartışma konusu olan da bu- göreli durumlarda da insanın kötü sonuçlara sebep
dur. Problemi şöyle ortaya koyabiliriz: Allah’ın mükâ- olacak tabiatından kaynaklanan hazlara uymasını en-
fatını celp edecek olan bir şey, Allah onu emrettikten gellemek ve bu konuda ona yol göstermek için Allah
sonra mı iyi vasfını kazanmakta yoksa Allah’ın em- peygamberleri gönderir.29 Bu alan özellikle şeriat ala-
rinin konusu olmadan önce de o eylemin iyilik vasfı nıdır, kendinde iyiler ise din alanıdır.30 Mâturîdî din
vardı da Allah ona göre mi bunu emretti? ile aklı irtibatlandırmakta onların hükümlerinin bir-
Eşariler Allah’ın mükâfatını celb edecek anlamda bir birini desteklediğini belirtmektedir. Bütün peygam-
şeyin iyi vasfını kazanmasını, onun emredilmesine berlerin dininin aynı olmasının anlamı da budur.31
bağlamaktadırlar. Hatta İmam-ı Eşari bu konuda Al- İnsanların tabiatlarından kaynaklanan değişken alan
lah yalanı emretseydi o iyi olurdu demektedir.15Mu- için de Allah, insanların maslahatlarına uygun, tabi-
tezile bilginleri ile İmâm Mâturîdî bu konuda objek- atlarının hazlarının peşinden gitmesini engelleyecek
tif değerlerin olduğunu kabul etmekte, Allah’ın emri şekilde şeriatı vaz’ eder.32
ve yasağı söz konusu olmadan da iyiliğin ve kötülü- İrade ile İyilik-Kötülük Kavramlarının İlişkisi
ğün olduğunu savunmaktadırlar. Onlara göre Al-
İrade ile iyilik kötülük düşüncesinin ilişkisinde bil-
lah, bir şeyi iyi olduğu için emreder, kötü olduğu
ginler arasında farklı anlayışlar mevcuttur. Mutezi-
için yasaklar.16
leye göre irâde ve kudret insanın eyleme yönelmesin-
İmâm Mâturîdî iyilik konusunda yukarıdaki tanım- den öncedir. Kelâmi tabirle söylemek gerekirse istitaat
ların öncüsü olacak bir yaklaşımla konuyu tahlil et- fiilden öncedir.33 Bir başka deyişle Allah insana irâde
mektedir. Ona göre insanın iki önemli yönü vardır: ve güç vermiş, insan bu verilmiş güç ile iyiyi ya da
Akıl ve tabiat.17 Mâturîdî’ye göre akıl, nimetlendiri- kötüyü seçerek eylemini yaratmakta, varlık sahne-
ciye şükür, adalet18, hukuk19 gibi toplumdan topluma sine çıkarmaktadır.
değişmeyen, kendinden dolayı iyi olanı bilir.20Bu
İmam-ı Eşari ise Mutezilenin tam tersi bir görüşü be-
bilgi Allah’ın onu insan aklına tümel olarak (fi’l-
nimseyerek istitaatin fiille beraber olduğunu ve irâ-
cümle) koymasıyla oluşur.21 Yukarıdaki üçüncü an-
denin ve gücün fiille beraber Allah tarafından yara-
lama uygun olarak yani bir eylemin Allah’ın mükâ-
tıldığını savunmaktadır.34Bir başka deyişle bir nevi
fatını celp etmesi anlamında iyi vasfını kazanması,
insanın eylemleri tamamen Allah’ın insanda yarat-
aklın tefekkürle bilebileceği bir durumdur.22 Vahiy
masının mahalli olmaktadır.
bu bilgileri teyit için gelir.23 Vahyin din adına bildir-
dikleri ile aklın bildikleri örtüşür.24 Dolayısıyla va- İmâm Mâturîdî’ye gelince, o görünüşte sanki Eşa-
hiy gelmeden de akıl bu kendinde iyi olan durum- ri’nin fikri ile aynıymış gibi irâdenin ve gücün fi-
ları bilir ve insan bunlarla mükellef olur.25 Bir başka ille beraber olduğunu söylemekte35, ancak irâdenin
deyişle Allah’ın emrinin ve yasağının konusu olma- eylemini seçmesini insana vererek bu yönüyle Eşa-
dan da Mâturîdî’ye göre kendinde iyi olanlarda iyilik ri’den ayrılmaktadır.36Burada şöyle sorulabilir: Ma-
vasfı, kendinde kötü olanlarda kötülük vasfı vardır. dem İmâm Mâturîdî, insanın hür irâdesine bu kadar
önem veriyor, niçin Mutezile bilginleri gibi istitaatin
Mâturîdî’ye göre insanın bir de tabiatı vardır. İnsa-
fiilden önce olduğunu söylemiyor? İmâm Mâturî-
nın bu yönü yukarıdaki üç iyilik-kötülük anlamın-
dan birincisinin kaynağıdır. Yani insan, tabiatına uy- dî’ye göre böyle bir durumu savunmak, cebri yani
gun olana, kendine haz verene iyi; tabiatına uygun insan eylemlerinde zorunluluğu savunmak demek-
olmayana, kendine acı verene kötü der.26 Bir başka tir. Çünkü ona göre eylemden önce kudreti ve irâde-
deyişle insanın bazı iyi ve kötü yargılarının kaynağı nin olduğunu söyleyip de eylem anında bunu söyle-
tabiatından kaynaklanan duyulardır. Kaynak duyular memek eylemin kudretten ve irâdeden azade ortaya
olunca da bu yargılar kişiden kişiye değişir.27 İnsan çıktığını ve dolayısıyla cebri olarak, bir zorunluluk
tabiatı aklın iyi gördüklerini kendine zevk vermediği olarak ortaya çıktığını gündeme getirmektedir ki bu
için kötü, kötü gördüklerini de kendine zevk verdiği da cebri bir anlayış olmaktadır.37
için iyi görebilir.28 Kaynağı duyular olan iyi ve kötü Buraya kadar anlattıklarımızda irâde ile iyilik kö-
yargılarında, bundan dolayı kişiden kişiye, toplum- tülük arasındaki ilişki, iyi ve kötü eylemlerin irâde-
dan topluma değişiklik söz konusudur. Vahyin önemi nin objesi olması düzeyindedir. Meselenin ontolojik
burada ortaya çıkar. İnsanın tabiatına kapılıp, doğru yönü henüz gündeme gelmemiştir. Fahreddin-i Razî

339
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

konuya meselenin ontolojik boyutunu dikkate alarak gelen çağrışıma bağlı olmadığında bu eylem rastgele
yaklaşmakta Eşariliği o bakış açısıyla savunmakta- yapılmış olur. Zihne gelen çağrışıma, tercih sebebine
dır. Şimdi de Razî’nin konuya yaklaşımını görelim. dayanılarak yapılmışsa eylem mecburidir. Çünkü bu
Razî’nin İrade ile İyilik-Kötülük İlişkisine Dair tercih sebebini biz tam bir illet olarak görmekteyiz:
Görüşü Tercih sebebiyle mecburi olunca bunun kaynağını
araştırmak gerekir. Tercih sebebi, kulun kendinden
Razî’nin görüşüne geçmeden önce Kant’ın insan hür- desek bu sefer onu zihne getirmek için başka bir çağ-
riyet ile ahlâk arasında kurduğu ilişkiyi hatırlamakta rışıma, onun için bir diğerine, sonsuz derecede ihti-
yarar vardır. yaç olacaktır. Bu da zincirlemeye yol açacaktır. Hâl-
İyinin ve kötünün nasıl belirleneceği meselesinde Kant, buki zincirleme imkânsızdır. Bunun durdurulması
ahlâk yasasını temel alır. Ahlâk yasası irâdeyi hare- lâzımdır. Bunu durdurmanın yolu da tercih sebe-
kete geçirir. İrâde ahlâk yasasına uygun eylemi sırf binin (müraccihin) Allah’tan geldiğini söylemektir.
görev olarak seçer, eylem bunun sonucu gerçekleşir. Dolayısıyla fiil Allah’ın İnsan zihnine ilka ettiği çağ-
Bu durumda iyi, irâdenin ahlâk yasasından hareketle rışımla zorunlu olarak ortaya çıkmaktadır. Zorunlu
görev olarak seçtiğidir, kötü de onun zıttıdır.38 Filozo- olan ve rastgele olan da iyi ya da kötü olarak nitele-
fun bu ahlâki eylemin gerçekleşmesinde olmazsa ol- nemez.40 Bu eylemin söz konusu sıfatlarla nitelenmesi
maz şart olarak gördüğü kavram, özgürlüktür. Çünkü onun emredilmesine ya da yasaklanmasına bağlıdır.41
insan özgürse eğer, ahlâkî eylemin bir değeri vardır. Fahreddin-i Razî’nin bu delilindeki en önemli nokta
Diğer türlü bu eylemin tabiatın ya da Tanrı eylemi- tercih sebebi, tercih sebebinin Allah’tan gelmesi ve ter-
nin zorunluluğunda ortaya çıkması kaçınılmaz ola- cih sebebi olunca da fiilin mecburi olmasıdır. Onun
caktır. Zorunlu olanın da ahlâkîlik yönünden değer- görüşüne uygun olarak bu delili bir örnekle zihni-
lendirilmesi imkânsızdır. Bir başka deyişle zorunlu mizde canlandırmamız, konunun daha iyi anlaşılma-
olarak gerçekleşen bir eylem için bu iyi veya bu kötü sına yardımcı olacaktır. İçki içen birisini düşünelim:
demek ahlâki eylem olma açısından uygun değildir. Bu kişi içkiyi birisinin bardağına haberi olmadan ka-
Daha Pratik Aklın Eleştirisi’nin başında bunu şu şe- rıştırmasıyla içmişse zorunlu olarak içtiğinden dolayı
kilde ifâde eder. “Özgürlük teorik aklın bütün ideleri yaptığı eylem kötü olarak nitelenemez. Eğer bardağına
arasında kavramasak bile önsel olarak bildiğimiz bi- içki katıldığını bildiği halde içmişse ya haram oldu-
ricik idedir. Çünkü özgürlük bildiğimiz ahlâk yasası- ğunu bildiği halde içmiştir ya da hiç duymadığından
nın şartıdır… Özgürlük ahlâk yasasının varlık düze- dolayı içmiştir. Haram olduğunu bildiği halde içmesi
nidir, buna karşın ahlâk yasası da özgürlüğün bilme burada önemlidir. İçki içme fikrini zihnine kim getir-
düzenidir”39 Kant’a göre biz özgürsek ahlâk yasasın- miştir. Herhalde kendiliğinden gelecek değil. Kendi
dan bahsedilebilir. Ahlâk özgürlüğün üzerinde yük- kendine getirmiş olsa içki içme fikrini zihnine getir-
selir. Özgür olduğumuzu da ahlâki eylemler söz ko- mek için bu sefer başka bir fikre, tekrar başka bir fikre
nusu olduğunda anlayabiliyoruz. ihtiyaç olacaktır. Bu durumda sonsuz bir oluş gere-
Kant’ın görüşünü burada hatırlamamızın sebebi kecektir ki buna zincirleme denir. Zincirlemenin de
Razî’nin ondan altı yüzyıl önce aynı görüşleri Kant’tan imkânsızlığı bellidir. Söz konusu içki içme fikri Al-
tam aksi istikamette savunmuş olmasıdır. Kant bu gö- lah tarafından kişinin zihnine gelmiştir. Onu tercih
rüşleri ile insan özgürlüğü ile ahlak arasındaki pozitif etmeye mecbur kalmıştır. İçki içme Allah’tan bir zor-
ilişkiyi ortaya koyarken, Razî ise insanın irâde özgür- lamanın neticesi olarak ortaya çıkmıştır.42
lüğünü yok sayarak Allah’ın emri ve yasağı söz ko- Sadruşşeria, Razî’nin bu görüşünün çok kuvvetli gö-
nusu olmadan Allah’ın mükâfatını ve mücâzatınının rüldüğünü çürütülemediğini söyledikten sonra onu
konusu olacak iyinin ve kötünün olmadığını savun- çürütmek için öncüllerini yani meşhur dört mukad-
maktadır. Razî’nin Fıkıh Usulüne dair yazdığı Mahsul dimeyi sıralar.43 Öncüllerindeki amacı tercih sebebi
adlı eserde açıkladığı bu görüşü şöyle özetleyebiliriz: ile tercih arasındaki ilişkinin mecburi değil de serbest
Kötü bir eylemi yapan kişi ya onu mecbur olduğu için bir seçimin sonucu olduğunu ortaya koymaktır. İn-
yapmıştır ya da yapmamaya gücü yettiği halde yap- san eyleminde hürse-ki Sadruşeria bunu savunmak-
mıştır. Yapmamaya gücü yettiği halde kötülüğü ortaya tadır- o eylemin iyilik ve kötülükle nitelendirileme-
koyması ya bir tercih sebebine (müraccih) yani zihne yeceğine dair bir bahane kalmamaktadır. Şimdi de
gelen çağrışıma bağlıdır, ya da bağlı değildir. Zihne Sadruşşeria’nın fikirlerini görelim.

340
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

2.2 Sadruşşeria’nın İrade ile İyilik-Kötülük İlişkisine Razî’nin önermesinde kullandığı fiil kavramı zihin
Dair Razî’ye Cevabı dışındaki gerçekliği ifade ederken Sadruşşeria daha
Meseleyi daha iyi açımlamak için Fahreddin-i Razî’nin varlık sahnesine çıkmadan irâdenin objesi olan fi-
görüşüne uygun, Sadruşşeria’nın dört mukaddimede ilden bahsetmekte, bunun da zihinsel durum oldu-
konu ettiği bir önerme kuralım: ğunu söylemektedir. Ona göre bu tür fiillerin anlam
bileşeninde iyilik kötülük söz konusudur. Söz gelimi
“İnsan fiilleri, tercih sebebi olan kudret ve irâdeyi kap- doğru söylemek kavramının anlam bileşeninde onun
sayan tam illetin Allah’tan gelmesiyle ortaya çıktığı iyi olma özelliği de vardır. İradenin konusu olan da
için, iyilikle ve kötülükle nitelendirilemez.” budur. Ondan dolayı zihin dışındaki ağızdan çıkan
Sadruşşeria bu dört mukaddimesinde kurguladığı- lafızlar doğru olmak ya da yalan olmak olarak an-
mız önermedeki, fiil, tam illet, irâde ve ortaya çıkış lam kazanır.45
kavramlarını hedef alır. Sadruşşeria’nın görüşüne uy- Tam illet kavramı
gun, Fahreddin-i Razî’ye cevap teşkil edecek öner-
Tam illet kavramından kastedilen fiili oluşturan bü-
meyi kurgularsak ifade şöyle olacaktır:
tün şartların olması hususudur. Sadruşşeria bütün
Dış dünyada gerçekleşen insan fiilleri, zihindeki fi- şartları tam olan illet bulunduğunda onun malûlü-
illeri, insana verilmiş olan iradenin Allah’ın doğru- nün ortaya çıkması konusunda Razî ile aynı görüş-
dan yaratmasından bağımsız bir hal (varlık ile yok- tedir.46 Fiil zorunlu olarak varlık sahnesine çıkar. Bir
luk arasındaki ne var ne yok diye vasıflanan durum) kişi bir fiili gerçekleştirme durumunda olduğunda bu
olarak seçmesini içeren tam illetin bulunmasıyla var- eylemin gerçekleşmesi için gerekli şartların tamamına
lık sahnesine çıkar. Bundan dolayı insan eylemleri- tam illet denmektedir. İnsanın bu eylemi gerçekleşti-
nin iyi ya da kötü olarak nitelenmemesi için bir ge- rebilecek durumda olması, gücünün yerindeliği, irâ-
rekçe yoktur. Bundan dolayı insan iyiliğe mükâfat, desini kullanması ve Allah’ın bu eylemi yaratması
kötülüğe ceza alır. hepsi tam illeti oluşturmakta, bu tam olunca da zo-
Meselenin daha iyi anlaşılması için bu dört mukad- runlu olarak eylem varlık sahnesine çıkmaktadır.
dimeyi gözden geçirelim. Burada bahsettiğimiz tam illet ile malûlü arasındaki
Fiil kavramı ilişkiyi bir örnekle zihnimizde daha iyi canlandıra-
biliriz. Geceleyin kendi dışında hiç bir yerden ışık
Sadruşşeria’ya göre “fiil” kelimesi iki anlamda kul- alması mümkün olmayacak bir odayı aydınlatmak
lanılmaktadır. 1. Soyut anlamda (mastar olarak) 2. isteyelim. Elektrikler var, lamba-ampul hepsi hazır,
Somut anlamda (hasıl bi’l -masdar). Soyut anlam- aradaki irtibat da sağlanmış hatlarda hiç bir bozuk-
Türkçe’de 2. tekil kişi emir kipine -mek, -mak eki luk yok. Bize düşen burada yalnızca elektrik düğme-
getirerek ifâde ettiğimiz mastar anlamıdır. Oku- ke- sine basmaktır. Yani ampul yanmadan önceki bütün
limesine eklenen -mak ekiyle elde edilen okumak ke- şartlar hazır. Biz de düğmeye basıyoruz. İşte bu du-
limesi bir mastardır, bu haliyle fiil kelimesinin birinci rumda lambanın yanması mecburidir. Çünkü bütün
anlamındadır. Somut anlam ise mastar kavramının şartlar hazırdır. Bütün bu şartlar hazırken onun yan-
ifâde ettiği anlamın dış dünyada tezahür etmiş şek- mamasından bahsetmek ya da şartlar olmadığı halde
lidir. Buna hasıl bi’l masdar denmektedir ki anlamı, onun yanmasından bahsetmek imkânsızdır. Bu ör-
mastarla ortaya çıkan demektir. Meselâ Mehmet ha- nekte, lambanın yanmasına neden olan bütün şart-
reket ettiğinde “hareket etmek” kavramı Mehmet’le lar, onun yanmasının illeti, lambanın yanması da il-
ortaya çıkmıştır. “Hareket etmek” ile hareket edenin, letin malulü yani sonucudur.47
mesafenin parçalarından sayılan herhangi bir parçada
Her ikisi de fiili, illet-i tammenin zorunlu sonucu ola-
bulunduğu dış dünyadaki durum kastediliyorsa “ha-
rak gördüğüne göre Sadruşşeria’yı bu konuda Razî’den
reket etmek” ikinci anlamda kullanılmıştır. Bu an-
farklı kılan nedir? Bunun cevabı, Sadruşşeria’nın illeti
lamın zihinde kararlaştırılması (ika) kastediliyorsa tammenin bileşenlerinden olan irâdeye yaklaşımında
birinci anlamda kullanılmıştır. Bu birinci anlama yatmaktadır. Razî’ye göre tam illetin bileşenlerinden
ancak akıl itibar eder, dış dünyada varlığı yoktur.44 olan irâde ve irâdenin nesnesine yönelmesi Allah’a
Sadruşşeria’ya göre mastar anlamındaki fiiller irâ- aitken, Sadruşşeria’ya göre irâde bir güç olarak Al-
denin yöneldiği ve kararlaştırdığı fiillerdir. Bunlarda lah’a aittir48 ama o gücün zihindeki fiile yönelmesi ve
iyilik ve kötülük özelliği vardır. Bir başka deyişle onu kararlaştırması ise kişiye aittir.49 Dolayısıyla Razî

341
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

ile Sadruşşeria arasındaki temel fark irâdenin mahi- çıkma (rüchân bilâ müraccih) olur ki, bu da imkân-
yeti konusundaki yaklaşımdan kaynaklanmaktadır. sızdır. Bu durumda ancak üçüncü durumun geçerli
Razî canibinden bakıldığında burada şöyle bir itiraz olduğunu söyleyebiliriz:
söz konusudur. İradenin objesine yönelmesi nasıl ki- Ezeli olan Tanrı, Mehmet’in belli bir zamanda yara-
şinin kendinden olabilir, onu aklına kim getirdi? Eğer tılacağını takdir etmiştir. Bu takdir ve zamanı tayin
kendi dersek bu sefer, aklına geleni de aklına getirmesi “ne var ne yok” bir durumdur. Yani ne var ne yok
gerekecek dolayısıyla başlangıç tarafında bir zincir- ibaresiyle tavsif edilen, Mehmet’in belli bir zamanda
leme söz konusu olacaktır. Bu zincirlemeyi kesmenin yaratılmasının takdiri, onun yaratılması için gerekli
yolu onun Allah’tan geldiğini söylemektir. Sadruşşe- şartlara dâhil olmuş bulunuyor. Böylece Mehmet’in
ria buna, irâdenin objesine yönelmesinin hal olduğu var olmasının illetine bu ne var ne yok durumlar da
görüşünü ileri sürerek cevap verir. Ona göre tam il- giriyor. İllet onlarla tamamlanıyor. Söz konusu illet
letin bileşenlerinden biri olan irâdenin objesini ka- olduğunda da malûlü yani Mehmet yaratılmış olu-
rarlaştırmasının ontolojik statüsü, onun ne var ne yor. Bu takdire, var desek yukarıda açıkladığımız bi-
yok diye nitelenen hal olmasıdır. Üçüncü mukaddi- rinci şıktaki mahzur, yok desek ikinci şıktaki mah-
meyi de buna ayırır. zur ortaya çıkıyor. Her ikisi de Sadruşşeria’ya göre
Hal kavramı ve İradenin hal olması imkânsızdır.52

Sadruşşeria’ya göre var olma açısından bakıldığında, Sadruşşeria’ya göre Allah’ın yaratışında nasıl ne var
üç durum söz konusudur: Var, yok ve ne var ne yok ne yok durumlar söz konusu ise insan fiillerinin il-
diye nitelenen hal.50İlk defa Mutezile bilgini Ebu Ha- letinin oluşumunda da ne var ne yok durumlar söz
şim El-Cübaî’nin Allah ile sıfatlar ilişkisini açıklamak konusudur, bu ne var ne yok durum da irâdenin,
için ihdas ettiği hal nazariyesini Ehl-i Sünnet bilgin- kendisi de bir hal olan zihindeki fiili kararlaştırma
lerinden de Bakılanî ve Cüveynî benzer şekilde Allah durumudur. Dolayısıyla Razî’nin başlangıç yönün-
ile sıfatlar ilişkisini açıklamak için kullanmışlardır.51 den zincirlemeyi kesmek için irâdenin eylemini ka-
rarlaştırmasını Allah’a vererek insana bir şey bırak-
Hali ispatlamak için Allah’ın bir durumu zaman için mama durumu böylece bertaraf edilmiş olmaktadır.
yaratması ile yaratılan arasındaki ilişkiyi açıklayan Bir başka deyişle Allah insana zorunluluk olmaksızın
bir örnek verir. Söz gelimi sonradan yaratılan Meh- bu konuda hür bir alan bırakmıştır. Bundan dolayı da
met’in yaratılması ile ilgili ihtimalleri sıralayalım. insanların yaptıkları eylemlere mükâfat veya ceza ile
1. Mehmet’in yaratılması ile ilgili bütün şartlar ezelidir. karşılık bulmaları anlamlı olacaktır. Diğer türlü hem
2. Mehmet’in yaratılması ile ilgili bütün şartların eylemi zorunlu olarak yaptırıp sonra da onu cezalan-
hepsi ezeli değildir. Bazı şartlar belirsizdir. dırmak gibi, abes olarak görülecek bir durum, Allah
hakkında söz konusu olmayacaktır.
3. Mehmet’in yaratılması ile ilgili şartlara ne var ne
yok olan durumların katılması gerekir. Fiilin ortaya çıkışı

Sadruşşeria’ya göre bu ihtimallerden ilk ikisi netice Sadruşşeria dördüncü mukaddimeyi fiilin ortaya çı-
vermez, ancak 3. ihtimal doğrudur. kışının keyfiyetine ayırır. Burada dikkat çektiği hu-
sus, Allah dışında var olan bir şeyin ortaya çıkması
Birinci ihtimalin doğruluğunu kabul ettiğimiz tak- için bir faile ihtiyaç olmasıdır. İnsan fiillerinin de
dirde Mehmet’in bilinen yaratılmışlığının da ezeli gerçekliği söz konusu olduğuna göre onlar da bir fa-
olması lâzımdır. Çünkü yaratılması takdir edilince ile muhtaçtır. Bu hususu “Rüchan bila müraccih caiz
malul tamamlanmış olduğu için, Mehmet’in varlık değildir”53 yani tercih edicisiz var oluş caiz değil-
sahnesine çıkması gerekir ama durum öyle olmadığı dir, önermesiyle ifade eder. Bu ifadeyi harfî manada
için bu şık geçersizdir. Türkçede anlamlandırırsak anlam “Ağırlaştıran ol-
İkinci ihtimal de geçersizdir. İkinci ihtimal’in doğ- maksızın terazinin bir kefesi kendi kendine ağır ol-
ruluğunu kabul ettiğimiz takdirde öncesiz olan Tan- maz”dır. Terazinin bir kefesinin ağır olabilmesi için
rı’nın Mehmet’in yaratılması ile ilgili bütün şartları mutlaka o kefeyi ağır kılacak bir ağırlaştırıcı (mürac-
önceden belirlemediğini, bazılarını belirsiz kıldığını cih) olması lâzımdır. Mümkün terazi gibi iki kefeye
söylemiş oluruz. Bu da Mehmet’in Allah’tan müstağni sahiptir. Varlık tarafının ağır basabilmesi için ağır-
olarak kendi kendine belirsiz bir zamanda var olma- laştırıcıya benzeyen bir yaratıcıya ya da seçiciye ihti-
sını gerektirir. Bir diğer tabirle tercih edicisiz ortaya yaç vardır. Sadruşşeria “Rüchan bilâ müraccih caiz

342
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

olmaz” ibaresinde müraccih kelimesini irâde anla- verildiğini söylemektedir. İnsan kendindeki irade ile
mında kullanmış oluyor. Bu tabiri hem Allah için faili olarak eylemlerini ortaya koymaktadır. Bu ey-
hem de insan için uygun olacak şekilde kullanıyor. lemlerin varlık sahnesine çıkışı yani yaratılması Al-
Allah için, çünkü mümkün olan âlemin var olabil- lah tarafından gerçekleştirilirken, onların irade edil-
mesi (rüchân) için, onu var kılacak bir yaratıcıya ih- mesi insan tarafından gerçekleştirilmekte, bundan
tiyaç vardır; insan için, çünkü zihinde bir eylemin dolayı insan yaptığı eylemlerden sorumlu olmakta-
seçilmesi için irâdeye ihtiyaç vardır. Sadruşşeria in- dır. Eşarî bilgini Fahreddin-i Razî, bu eylemi seçme
sanın irâdesiyle iki eşitten birini ya da daha aşağı durumunun insan tarafından gerçekleştirilmesinin
olanı seçtiğini ifâde eder. İki eşitten kastettiği, bir ey- imkânsız olduğunu çünkü kendi kendine insanın bu
lemin yapılıp yapılmamasıdır. Eylem, tercih edilme- zihindeki çağrışımları yapamayacağını, bunları ak-
den önce, Sadruşşeria’ya göre varlığa nazaran daha lına getirenin Allah olduğunu söylemekte, dolayısıyla
aşağı (mercuh), kendine nazaran ise varlık ve yokluk insanın seçen suretinde mecbur olarak eylemleri ger-
tarafı eşittir. Kişi varlık tarafını seçmekle onu racih çekleştirdiğini söylemektedir. Ona göre, insan kendi
(üstün) kılmış olur.54 eylemelerinin gerçekte faili olmadığı için de insanın
Sadruşşeria, Razî’nin irâdenin ontolojisine dair gö- eylemlerinin Allah’ın mükâfatını veya cezalandır-
rüşünü, irâdenin nesnesini kararlaştırmasının hal masını çekecek anlamda iyi veya kötü olarak nite-
olduğunu, onun zorunluluk yoluyla Allah’a bağlı ol- lenmesi, o eylemlerin Allah tarafından emredilme-
madığını belirterek, insanın seçme hürriyetine gele- sine veya yasaklanmasına bağlıdır.
cek mahzuru bertaraf eder; böylece Eşarilerden, irâde
İşte Razî’nin bu itirazına bilginimiz Sadruşşeria, Al-
hürriyetine gelen itiraza cevap verir. Dolayısıyla irâ-
lah tarafından insana verilen iradenin Allah tarafın-
denin olmadığını gerekçe göstererek Razî’nin iyilik
dan zihne gelen çağrışımlara yönelmesinin ve zihin-
ve kötülüğü sadece Allah’ın emrine ve yasağına bağ-
deki eylemi kararlaştırmasının insana ait olduğunu
laması hususu da gerekçesiz kalmaktadır. Sadruşşe-
ria’nın eleştirdiği bir önemli husus da Eşariler kemâl söyleyerek cevap vermektedir. Bu yönelme hal, yani
ya da noksanlık anlamında, bilgi ve cehâlet gibi hu- ne var ne yok bir durum olduğu için de zincirlemeyi
susları kabul ettikleri halde bunu Allah’ın irâdesiyle gerektirecek bir durum yoktur. Yani ortaya çıkan
irtibatlandırmamaları durumudur.55 eylem insanın kendine ait bir hal olan irade etme ile
varlık sahnesine çıkmakta, dolayısıyla eylem kişiye ait
Sonuç
olmaktadır. Bundan dolayı da insan eylemlerinin iyi
Sadruşşeria Hanefi-Mâturîdî geleneğine, iyilik ve kötü- veya kötü olarak nitelenmesini engelleyecek Razî’nin
lük düşüncesi ve onun hür irade ile ilişkisi konusunda bahsettiği mahzur ortadan kalkmaktadır. Dolayısıyla
iradenin nesnesini seçmesinin ontolojik olarak hal ol- Allah’ın emri veya yasağı söz konusu olmadan önce
duğunu savunarak çok önemli katkıda bulunmuştur. de iyi ve kötü vardır, Allah iyiyi emreder, kötüyü ya-
İmâm Mâturîdî Allah’ın emrinden ve yasaklama- saklar. Cebir söz konusu olmadığı için de insanların
sından bağımsız iyilik ve kötülüğün olduğunu sa- yaptıkları eylemler neticesinde mükâfat veya müca-
vunmakta, bunların bilgisinin genel olarak insana zat alması anlamlı olmaktadır.

Dipnotlar
1 el-Eş’arî, Ebu’l-Hasan, Ali bin İsmail. Makâlâtu’l-İslâmiyyîn (Helmut Riter neşri) Wiesbaden, 1980, s.279.
2 Şehristanî, Muhammed bin Abdulkerim. El-Milel ve’n-Nihal 1-3, Daru’l-Marife, Beyrut, 1993 c.1, s.61.
3 el-Eş’arî, Ebu’l-Hasan Ali bin İsmail, Kitabu’l-Luma (Tashih Hamude Garabe) Matbaatu Mısır, 1955, s.69 vd.
4 el-Maturîdî, Ebu Mansür Muhammed. Kitabu’t-Tevhid (Tah. Fethullah Huleyf), İstanbul, 1979, s.100; Tuğral, Süleyman.
Sadruşşeria’da İyilik ve Kötülük Problemi (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, 1995, s.87.
5 Tuğral, a.g.e., s.48.
6 Razî, Fahreddin Muhammed bin Ömer. el-Mahsûl 1-2, Beyrut, 1988, s.30-31.
7 Razî, age, s.24.
8 Razî, age, s.32; Tuğral, a.g.e., s.40.
9 Sadruşşeria Ubeydullah, bin Mesud. et-Tenkih ve’t-Tavdih 1-2 (Taftazânî’nin bu esere yazdığı Telvih adlı şerhin kenârın-
da) Kahire, 1327 c.1, s.175-176.
10 Ragıb el-İsfehânî. el Müfredât, (Yersiz) 1404, râde maddesi.

343
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

11 Sadruşşeria, Tavdih,, c.1, s.184; Şerhu Tadili’l-Ulûm, Süleymaniye Kütüphanesi Demirbaş No. Asasofya, 2198 vr. 118a,
123a; Benzer irâde tarifleri için bkz. Cürcânî, Seyyid Şerif, Ali bin Muhammed. Şerhu’l-Mevâkıf, Bulak, 1266, s.289;
Tehânevî, Muhammed Ali b.Ali, Keşşafu Istılahâti’l-Fûrün, 1-2, İstanbul, 1984, c.1, s.555; Tuğral, age, s.60.
12 Şekeroğlu Sami. Mâturîdî’de Ahlâk, Ankara Okulu, Ankara, 2010, s.81.
13 Razî, Fahreddin, Mahsul, s.29.
14 Sadruşşeria, Tavdih, c.1,s.172-173.
15 Eşari, Luma, 79.
16 Tuğral, a.g.e., 100.
17 Mâturîdî, Kitabu’t-Tevhid, s.11.
18 Mâturîdî, Kitabu’t-Tevhid, s.200.
19 Mâturîdî, a.g.e., s.224.
20 Mâturîdî, a.g.e., s.200, 224.
21 Mâturîdî, Ebu Mansür Muhammed. Tevilatu’Ehl-i Sünne Tefsiru Mâturîdî (Tah. Mecdî Baselum) 1-10, Daru’l-Kütü-
bi’l-İlmiyye, Beyrut, 2005, c.10, s.542.
22 Mâturîdî, a.g.e., c.10, s.542.
23 Mâturîdî, Kitabu’t-Tevhid, s.200.
24 Kutlu, Sönmez. Mâturîdî Akılcılığı, e-makâlât Mezhep Araştırmaları, II/1 (Bahar 2009), s.18.
25 Mâturîdî, Tevilatu’Ehl-i Sünne Tefsiru Mâturîdî, c.10, s.542.
26 Mâturîdî, a.g.e., c.2, 322.
27 Şekeroğlu, Mâturîdî’de Ahlâk, s.63 vd.
28 Mâturîdî, a.g.e., c.2, 322.
29 Mâturîdî, a.g.e., c.10, s.542.
30 Kutlu, Sönmez. Bilinen ve Bilinmeyen Yönleriyle İmam-ı Mâturîdî, İmam-ı Mâturîdî ve Mâturîdîlik kitabı içinde. Ha-
zırlayan: Sönmez Kutlu, OTTO yayınları, Ankara, 2012, s.48.
31 Kutlu, a.g.e., s.48.
32 Mâturîdî, a.g.e., c.10, s.542.
33 Kadı, Abdulcabbar bin Ahmed. Şerhu Usûli’l-Hamse (Abdülkerim Osman neşri) Kahire, 1407, s.390.
34 Eşarî, a.g.e., s.94.
35 Mâturîdî, Kitabu’t-Tevhid, s.256 vd, 320.
36 Mâturîdî, a.g.e., 221vd, 263vd.
37 Mâturîdî, a.g.e., s.320, 321.
38 Kant, İ. Pratik Usun Eleştirisi (Çev.: İsmet Z. Eyüboğlu) İstanbul, Say Yayınları, 1994, s.99 vd.;Tuğral, Süleyman. Sadruşş-
şeria’da İyilik- Kötülük Problemi. s.11.
39 Kant, a.g.e., s. 24; Tuğral, a.g.e., s.11
40 Razî, Mahsul, c.1, s.30-31.
41 Razî, a.g.y.
42 Tuğral, Süleyman, Sadruşşeria’da İyilik-Kötülük Problemi, s.41.
43 Sadruşşeria, Tavdih, c1, s.175.
44 Sadruşşeria, Tavdih, c.1, s.175, Tuğral, a.g.e., s.44.
45 Sadruşşeria, Tavdih, c.1, s.191vd.; Tuğral, a.g.e., s.85vd.
46 Sadruşşeria, a.g.e., c.1, s. 176; Râzi, Mahsûl, c.1, s.29vd.
47 Tuğral, a.g.e., s.47
48 Sadruşşeria, Tavdih, c.1, s.182; Tadilu’l-Ulûm, vr. 124a; Tuğral, a.g.e., s.62
49 Sadruşşeria, Tavdih, c.1, s.182; Tuğral, a.g.e., s.62.
50 Sadruşşeria. Tadilu’l-Ulum, Süleymaniye Kütüphanesi Aya. No. 2198 vr. 100 a-b; Taftazânî. Telvih, c.1, s.179; Burada
açıkladığımız “hal” kavramını mantıktaki üçüncü halin yokluğu prensibiyle karıştırmamalıyız. Üçüncü halin yokluğu
prensibi, bir yüklemin aynı zamanda aynı konuya aynı bakımdan hem ait olması hemde olmamasının imkânsızlığını
belirtir. Bir canlı hakkında “Bu canlı İnsandır” önermesiyle “Bu canlı İnsan değildir” önermesini beraber düşünemiyiz.
Bkz.: Aristoteles Metafizik, c.1, s.206 (100056-1006a) Organon, İkinci Analtikler (Çev.H.Ragıp Atademir) İstanbul, 1989,
s.31; Tuğral, a.g.e., s.50.
51 Şehristânî, Abdülkerim, Nihayetül-İkdam (A.Guillaume Nesri) Oxford, 1934, s.131-149, Razî, Fahreddin Muhammed
bin Ömer. el-Muhassal (Tah. Hüseyin Atay) Kahire, 1991, s.163 vd.
52 Sadruşşeria, Tavdih, c.1, s.178-183: Tadil, vr. 115b-116a; Tuğral, a.g.e., s.55vd.
53 Sadruşşeria, Tavdih, c.1, s.184.
54 Tuğral, a.g.e., s.59.
55 Sadruşşeria, a.g.e., s.189.

344
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Kaynaklar
Aristoteles, Metafizik, 1-2(Çev. Ahmet Arslan), İzmir,Ege Üniversitesi, 1985
Aristoteles, Organon(Çev. H.Ragıp Atademir) İstanbul, MEB yayınları, 1989
Cürcânî, Seyyid Şerif, Ali bin Muhammed. Şerhu’l-Mevâkıf, Bulak, 1266
el-Eş’arî, Ebu’l-Hasan Ali bin İsmail, Kitabu’l-Luma (Tashih Hamude Garabe) Matbaatu Mısır, 1955
el-Eş’arî, Ebu’l-Hasan, Ali bin İsmail. Makâlâtu’l-İslâmiyyîn (Helmut Riter neşri) Wiesbaden, 1980
el-Maturîdî, Ebu Mansür Muhammed. Kitabu’t-Tevhid (Tah.Fethullah Huleyf), İstanbul, 1979
Kadı, Abdulcabbar bin Ahmed. Şerhu Usûli’l-Hamse (Abdülkerim Osman neşri), Kahire, 1407
Kant, İ. Pratik Usun Eleştirisi (Çev.İsmet Z. Eyüboğlu) İstanbul, Say Yayınları, 1994
Kutlu, Sönmez, Bilinen ve Bilinmeyen Yönleriyle İmam-ı Mâturîdî, İmam-ı Mâturîdî ve Mâturîdîlik kitabı içinde. Hazırlayan:
Sönmez Kutlu. Ankara, OTTO yayınları, 2012
Kutlu, Sönmez, Mâturîdî Akılcılığı, e-makâlât Mezhep Araştırmaları, II/1 (Bahar 2009)
Mâturîdî, Ebu Mansür Muhammed. Tevilatu’Ehl-i Sünne Tefsiru Mâturîdî (Tah. Mecdî Baselum) 1-10, Beyrut, Daru’l-Kütü-
bi’l-İlmiyye, 2005
Ragıb el-İsfehânî. el Müfredât, (Yersiz) 1404
Razî, Fahreddin Muhammed bin Ömer. el-Mahsûl, 1-2, Beyrut, 1988
Razî, Fahreddin Muhammed bin Ömer. el-Muhassal (Tah. Hüseyin Atay) Kahire, 1991
Sadruşşeria Ubeydullah, bin Mesud. et-Tenkih ve’t-Tavdih 1-2 (Taftazânî’nin bu esere yazdığı Telvih adlı şerhin kenârında)
Kahire, 1327
Sadruşşeria Ubeydullah, bin Mesud. Şerhu Tadili’l-Ulûm, Süleymaniye Kütüphanesi Demirbaş No. Asasofya, 2198
Şehristânî, Abdülkerim, Nihayetül-İkdam (A.Guillaume Nesri) Oxford, 1934
Şehristanî, Muhammed bin Abdulkerim. El-Milel ve’n-Nihal 1-3, Daru’l-Marife, Beyrut, 1993
Şekeroğlu Sami, Mâturîdî’de Ahlâk, Ankara Okulu, Ankara, 2010
Tehânevî, Muhammed Ali b.Ali, Keşşafu Istılahâti’l-Fûrün, 1-2, İstanbul, 1984
Tuğral, Süleyman, Sadruşşeria’da İyilik ve Kötülük Problemi (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Ankara Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü, 1995

345
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Dr. Angelika BRODERSEN


Ruhr Üniversitesi/Bochum, Filoloji Fakültesi, İslamî Bilimler ve Doğu Çalışmaları Kürsüsü
Kariyer: 03/2013 Raza Kütüphanesi’nde-Rampur/Uttar Pradesh/Hindistan; 08/2010-
Araştırmacı -İslamî Bilimler ve Doğu Çalışmaları Kürsüsü, Filoloji Fakültesi, Ruhr
Üniversitesi/Bochum; Arapça ve Almanca Okutmanı; 06/2009 Ehliyet: Almanyada’ki
Türk Popülasyonu Odağında Kültürlerarası Edinimler ; 04-06/2009 Ehliyet: “Yabancı
dil Olarak Almancanın Öğretimi”, Akademie Klausenhof, Hamminkeln-Dingden;
08/2007-07/2010 Serbest Okutmanlık: Arapça, İş İngilizcesi ve Yabancı Dil Olarak Al-
manca; 02-07/2007 Araştırmacı: “Orient-Institut in der Stiftung DGIA”, Beyrut; Un-
til 01/2007 Serbest Okutmanlık: İş İngilizcesi, Yabancı Dil Olarak Almanca; 04/1999-
03/2003 Araştırmacı: “Seminar für Arabistik” / Georg-August Üniversitesi Göttingen,
Araştırma projesi: “Kaynak-kritik Yayını ve Analizi Arapça Dini Metin Talḫīṣ al-adilla
li-qawācid at-tauḥīd of Abū Isḥāq Ibrāhīm b. Ismācīl aṣ-Ṣaffār al- Buḫārī”; 1999/2000
Okutman: “Orientalisches Seminar” / Zürih Üniversitesi; 1998-09/1999 Arapça, İn-
gilizce, Fransızca ve Almanca öğretmenliği; 1992-1997 Yetişkinler Kolejinde Okutman-
lık (Volkshochschule) / Göttingen
Eğitim: 03. 12. 1996 Doktora Yeterlilik; 03/1993 -06/1996 Doktora Çalışmaları “Sem-
inar für Arabistik” / Georg-August-Universität Göttingen; Danışman: Prof. Dr. T.
Nagel; Ph. D. Thesis: Göttliche Vollkommenheit und die Stellung des Menschen. Die
Sichtweise CAbd al-Karīm al-Ǧīlīs auf der Grundlage des Šarḥ Muškilāt al-Futūḥāt
al-makkīya; 10/1988-02/1993 Studies in Germanistics and Arabistics/İslam Çalışma-
ları Georg-August- Universität Göttingen; 14. 07. 1984 Lisans Yeterlilik (veya mezuni-
yet) /Teoloji; 10/1978 -07/1984 Protestan Teolojisi/ Georg-August-Universität Göttingen.

Mâturîdî Kelâminda
Çeviren
İlâhî ve İnsanî Fiil
Merve İnci
İslam’da dinî ihtilafların başlamasından bu yana,
ilahi hükme karşı kişinin eylemlerindeki özgürlü-
ğüne dair söylemler, gelenek ve akıl kavramları ara-
sında gerçekleşmiştir. Eşâ’ri, bilgi edinme aracı ola-
rak vahye odaklanarak, sonuç olarak ilahi kanunu
gereksiz kılacak şekilde, her insani eylemin ilahi bir
önceden tayin edilmeyle belirlendiğini varsayar. Buna
karşın Mu’tezile, insanın özgür muhakemesi ilkesini
takip ederek, insanın istek ve eylemlerinde mutlak öz-
gür olduğu konusunda ısrarcıdır. Bu görüş eninde so-
nunda, bir ve kadiri mutlak olan yaratıcı Allah’a du-
yulan temel inancın terk edilmesine yol açar. Bu iki
öğreti de Kur’an’a atıfta bulunsa da kendi görüşlerini
yalanlayan âyetleri görmezden gelirler. Bu yöntem, ne
Kur’an tefsirinin yeni metotlarına cevap vermekte ne
de ilahî kudret ve ahlaki söylem olarak kişinin kendi
sorumluluğu arasında bağ kurabilmektedir.1
1993-2012 yılları arasında Bosna Hersek müftülüğü
yapan, Dünya Boşnak Kongresi Başkanı Mustafa Ce-
riæ, tezinin2 son bölümünde şu sonuca ulaşır;

347
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

“Çağımızdan bin yıldan fazla bir mesafe uzakta ol- mmeselesi üzerinde değişikliklere gitmişlerdi. Sonuç
masına rağmen, Mâturîdî’nin teolojik yaklaşımı as- olarak, eylemin hem tanrısal hem insani cihetini ka-
lında kendi problemlerimize de gayet uygulanabilir bul eden bir tür sinerjizme evrilmiştir.6 Bu iki uç grup
ve kendisinin sunduğu çözümler bizim için gerçek bir da temelde Kur’an’a atıfta bulunmuşlardır. Bu bağ-
akıl ve gelenek sentezi anlayışı sağlayabilir. Dahası, lamda Kaderiyye/ Mu’tezile, akılcı değerlendirmeyi
onun doğal, tarafsız ve halis düşünme biçimi, dürüst en belirleyici otorite kabul etmişlerdir. Sonuç olarak,
ve seçkin bir Müslüman âlimin öğretici bir örneği kişi yaptıklarından sorumlu olabilir, çünkü asıl eyle-
olarak durmaktadır; onun tahlil anlayışı ve eleştirel min öncesinde bir eyleme kapasitesini işletir. Bu fikir-
ilmi bakışı çağımızın en önemli âlimlerinin dikka- den doğan sorular oldukça belirgindir; kişinin yap-
tini çekebilir. Mâturîdî ne övmek ne (inançları) dö- tıklarındaki mutlak mesuliyeti, yalnızca Kur’an’da
nüştürmek ne de okuyucusunu etkilemek ya da hay- Allah’ın bir tek yaratıcı olarak önemini vurgulayan
ran bırakmak için yazmıştır; bundan ziyade o, Allah ayetlere karşı çıkmakla kalmaz, aynı zamanda son,
kendisine düşünmek için akıl verdiği ve dünyada dü- ahiretteki yargılamanın da önemini azaltır.7 Ne de
şünülecek çok şey olduğu için yazmıştır.” olsa, öbür dünyadaki kaderini belirlemek kişiye kal-
Ceric tarafından ifade edilen, İmâm Mâturîdî’ye ve mıştır. İşte bu yüzden, bu ilke yaratıcı olarak Allah
onun kelamına olan belirgin ilgisinin, kendisinin görüşünden uzaklaşmaya yol açar.
din ya da politikaya dair kararlarını etkileyip etki- Diğer bir yandan, yaratıcı olarak Allah’ın kadiri mut-
lemediği ya da nasıl etkilediği sorusunun izini sür- lak olması, Cebriyye ve Eş’ari söylemlerinin çıkış nok-
mek için ilgi çekici olabilir. Yine de -bu makalenin tasıdır8. Bu prensipten hareketle, ilahi kanuna saygı
seyrinde- bu sorunu takip edemeyeceğim. Daha çok duymayı gereksiz kılacak şekilde, insanların kendi
Mâturîdî’nin öğretileri ve metotlarını analiz etmek işledikleri aracılığıyla öbür dünyadaki kaderlerine
-örneğin; belirli tarihsel ve durumsal bağlam kadar etki edebilme yetileri inkâr edilir. Eş’ârî, en fazla, ki-
akıl vasıtasını da hesaba katan bir Kur’an tefsiri- ve şinin Allah tarafından başlatılan eylemleri edinme-
özgürlük ve belirlenmeyi birbirine karşıt değil, birbi- sinde bir sorumluluğu olduğunu kabul eder. Ancak
riyle zaruri bağı olan iki unsur olarak düşünme şansı bu edinme/ iktisab/ kesb Allah tarafından bahşedil-
sunmak istiyorum. miş bir eyleme yetisiyle, tam olarak eylemin meydana
Giriş geldiği anda gerçekleştiğinden, nihayetinde kişinin
eyleme bir katkısı kalmamış olur.
Gelenek ve akıl, İslam’da din ilimleri alanında ihtilaf-
ların başladığı özellikle 2. / 8. yüzyıllardan beri, arala- Bu iki öğreti de-yalnızca insan kaynaklı ya da sadece
rında kişinin eylemlerindeki özgürlüğü ve ilahî belir- ilâhî kaynaklı eylem- Kur’an’da onların fikirlerini
lenmeye dair söylemlerin şekillendiği iki karşıt uçtur. destekleyen ayetleri kullanma ve aksini iddia eden
Bugün politik çatışmalar -Kutsal Kitabın doğru tef- ayetlere karşı kör olma konusunda ise mutabıktır-
siri ile ilgili tartışmalardan bile daha fazla olarak- bu lar. Bu yöntem ne Kur’an tefsirinin modern metod-
tartışmaların aslî tetikleyicisi olarak görülmektedir.3 larına bir cevap verir, ne de genel bilimsel yaklaşım-
Daha en başından itibaren iki tavır da gözlemlenebi- ları karşılayabilir. Metinlerin akılcı yorumlamasına
lir. Cebriyye, insanın ne olursa olsun teknik olarak izin vermeyen gelenekçi duruşun, uzun vadede ka-
aktif bir rol oynamadığı, her bir davranışın önceden bul görmesi beklenemez. Bu yüzden, ilahi kudret ve
belirlenmiş ilahi bir takdir olduğu görüşüne dayan- etik söylemlerin temelinde bulunan kişinin öz-so-
maktadır. Bu daha çok, kötü şöhretli Emevi hüküm- rumluluğunun nasıl bağdaştırılabileceği sorusu, ol-
darlarının yaptıklarını meşrulaştırmakta kullandık- duğu gibi durmaktadır.
ları argümandı. Daha sonraları, Ebu’l Hasan el-Eş’arî İmâm Mâturîdî’nin Akılcı Yaklaşımı
ve taraftarları da bu öğretiye dayanan bir insan ey- Bu noktada, Mâturîdiyye’nin fikirleri ikinci büyük
lemleri kuramını kabul etmişlerdi.4 sünnî ekolü başlatır. İmâm Mâturîdî, Allah’ı bilme
Aksine, Kaderiyye ve onun silsilesinde olan Mu’tezile aracı ve kelâm tartışmalarının temel prensibi olarak
insanın arzu ve eylemlerinde mutlak özgürlüğü talep hem akıl hem de geleneği hesaba katacak bir cevap
ediyorlardı. Bunu yaparken de kendilerini Emevi dev- arıyordu. Bu temelde, Mâturîdî, kişinin sorumlulu-
letinin düşmanı olarak bulmuşlardı.5 Daha sonra, bazı ğunun ön şartı olarak, eylemlerinde özgürlüğünü be-
Mu’tezile kelam bilimcileri (en azından bir bölümü) lirtir, bu ilahi kudrete karşıt bir beyan değildir. Nite-
bu öğreti vasıtasıyla Allah’a isnad edilen güçsüzlük kim Allah ve kul birlikte hareket eder.

348
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Bu yüzden, İmâm Mâturîdî’nin öğretisi bir taviz ola- Ve böylece bilgiyi elde etmede üç yol buluruz; vahiy,
rak düşünülemez. Ve de İmâm Mâturîdî ve takipçi- akıl ve duysal izlenim. Bu üç unsur da, Cebriyye’nin
lerinin bağlandığı ılımlı bir tavır, bir çeşit orta yol çizdiği, yaratmada Tanrı’nın yegâne gücü öğretisini
değildir. Bu daha çok, eylemin Allah tarafından ya- reddeder. İmâm Mâturîdî, bu kelamcıların, duyusal
ratılmasının yanında kişinin de kendi yaptıklarından izlenimleri bilgiye ulaşma aracı olarak kabul etme-
sorumlu olduğunun fikrinin iki boyutunun sentezi meleri sebebiyle, onlarla bu hususta tartışmanın bir
meselesidir.9 Mâturîdî’ye göre kişi gerçek anlamda ey- anlam ifade etmediğini ekler.22
lemde bulunur. Aynı zamanda onun yaptıkları Allah Böylelikle, İmâm Mâturîdî Cebriyye’nin aksine insanı
tarafından yaratılır.10 işleyişte gerçek bir aktör olarak tanımlar. Bu Mu’tezi-
Mâturîdî bu sözde çelişkiyi, eyleme kapasitesi kavra- le’nin genel olarak dediği gibi kişinin, yaptığı her işin
mını genişleterek çözer. Onun yorumunda, yalnızca yegâne yaratıcısı olduğu anlamına gelmez.23 Bütün
tek bir eyleme kapasitesi yoktur, iki güç söz konusu- bu söylenenlere rağmen, bütün eylemlerin, işleyişin
dur.11 Bu güçlerden biri eylemin gerçekleştiği andan yaratıcısı yine Allah’tır.24 İmâm Mâturîdî bunu ka-
evvel yaratılmış olması gereken araç ve gereçlerle il- nıtlamak için, aşağıda belirteceğim şekilde, oldukça
gilidir. Bu araçlar, Mâturîdî tarafından rahmetin he- detaylandırılmış deliller kullanır.
diyeleri (nimet) olarak anılır, bunlar amellere göre -İnsan aklı ve algısının idrak edemeyeceği insanî ey-
yaratılmaz. Lakin onların yokluğunda, eylem ger- lemler vardır.25
çekleştirilemez.12 Burada Mâturîdî’nin ifade ettiği,
-İnsanın iyi ya da kötü sayamayacağı eylemler vardır.26
bir yanda fiile etki eden dış etmenler (yeterli maddi
araçlar gibi) ve diğer yanda insan eyleminin kişisel -Gerçekleştirirken insanı incitebilecek, ona zarar ve-
yaratılışıdır (bedensel ve ruhsal sağlık gibi).13 recek eylemler vardır.27
İkinci tür güç, eylemin gerçekleştiği anda etki eder.14 -İnsanlar “Allah’tan başka yaratıcı ve O’ndan başka
Mâturîdî’nin açıkladığına göre, bu güç mahşerde Rab yoktur.” der.28
ödüllendirilecek ya da cezalandırılacak, kişinin bir işi -Eğer kişi eylemlerinin yegâne yaratıcı olsaydı, Allah
gerçekleştirirkenki özgür seçimi/ihtiyarı ile aynıdır.15 sonsuz ve bitimsiz bir kudret sahibi olmazdı. Bu yüz-
Eylemde ikili güç görüşüyle, İmâm Mâturîdî iki uç den kişi kuldur, Rab değil.29
tavrı- yalnızca Allah ya da yalnızca insanın fail ol- -Yaratılmış varlıklar bir diğeriyle birleşir ya da bir di-
duğu - iddia ettikleri sonuçları gereksiz kılarak birleş- ğerinden ayrılır; bu varlıklar hareket halinde ya da
tirebilmiştir. Mâturîdî, Cebriyye’nin, Allah’ın bütün hareketsizdir. Bu durumlarını onlara yalnızca Al-
varlıkların, sonuç olarak da bütün insan eylemleri- lah verir.30
nin biricik kudretli yaratıcısı olduğu kanısını payla-
-Yalnızca tek bir Yaratıcı’nın olduğu31, Mü’minûn Sû-
şıyordu. Ama, yine onun karşı çıktığı gibi, bu kanı
resi’nin 91. âyetinde kesin bir şekilde ifade edilmiştir.32
insanın öbür dünyadaki kaderine etki edemeyeceği
anlamına gelmek zorunda değildi. Bu, Kur’an’da emir -Her şeyin Yaratıcısı O ise, yalnızca Allah her şeyin
ve hükümler taşıyan ayetleri16 ve hatta korkutma ve hükümdârı olabilir.33
vaat içerikli âyetleri inkâr anlamına gelecekti.17 -Kişi, Allah izin vermedikçe hiçbir şey yapamaz. Onun
Mâturîdî’ye göre bu ayetler eylemlerin Allah tarafın- için insan, bir yaratıcı olamaz.34
dan yaratıldığını yalanlamaz. Allah bütün eylemleri -Eğer Allah eylemleri yaratmamış olsaydı, elçilerine
yaratmış, onları yokluk aleminden varlığa ulaştırmış- verdiği deliller (hüccet) geçersiz olurdu.35
tır. Ama bu aynı zamanda, bu eylemleri kesb eden18 Yukarıda belirtilenler ve insan aklı ve vahiyden çı-
ve gerçekleştiren kulun eylemidir.19 kan diğer deliller sayesinde İmâm Mâturîdî, birbirine
Bu geçerlidir, çünkü akıl itaat ya da itaatsizlik eylem- karşıt eylem teorilerinin hiçbirinin, bildirimin başın-
lerini ya da nahoş olan eylemleri Allah’a isnat etmeye dan belirttiğim ikilemi –Allah’ın yaratıcı olarak her-
izin vermez. Ama bunlar gibi varlığında şüphe olma- şeye kâdir oluşu ve kişinin tüm yaptıklarından so-
yan eylemlerin kaynağının yalnızca Allah olduğu rumlu oluşu arasındaki ilişki – çözmek için uygun
söylenemez.20 Sonuçta bunu, her bir insan eylemle- olmadığını gösterir. Diğer bir taraftan bu iki görüş
rini kendisinin seçtiğini ve gerçekleştirdiğini kendi Kutsal Kitap tarafından da tasdik ediliyor. Kur’an’da
deneyiminden bilir.21 yalnızca insan eylemindeki ilahi hükmü kanıtlayan

349
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

âyetler bulmayız36, aynı zamanda kişinin öz sorum- -İmâm Mâturîdî üçüncü olası yoruma bir bakıma
luluğunu vurgulayan âyetler37 de buluruz. Daha önce, daha az ikna olmuş görünür. Burada deniz ve kara,
tek bir görüşü destekleyenlerin kendi bakış açılarına varlıkların Allah’a şükretmesini mecbur kılan , za-
ters düşen âyetleri dikkate almadığına işaret etmiş- manın içindeki her durumu (hal) ve her bir zamanı
tim. İmâm Mâturîdî ise iki duruşu da dikkate almayı (vakt) sembolize eder. Başka bir örnek olarak, İmâm
dener. Bunun için asıl soru, kendi akılcı bakış açısını Mâturîdî Rûm Sûresi’nin 41. Âyetini alıntılar: “ De-
vahiy aracılığıyla kanıtlamak için İmâm Mâturîdî’nin nizde ve karada fesad ortaya çıktı.” Bu bağlamda, fe-
Kur’an âyetlerini nasıl yorumladığıdır. Ne de olsa, bu- sad, yozlaşmanın her yerde gerçekleşebileceği ifade
rada, ilk bakışta birbiriyle çelişir görünen âyetler se- edilir. Nitekim, Yûnûs Sûresi 22.âyet de insanlara
bebiyle tutarlılığı tehlikede olan şey, bizzat Allah’ın ilâhi yardımlara karşı müteşekkir olmalarını hatır-
sözü, Kur’an’ın kendisidir. latma anlamını taşır.41
Kur’an Âyetlerinin Yorumu İmâm Mâturîdî Kitâb et-tevhîd eserinde, Mu’tezile’ye
karşıt delil olarak Yûnûs Suresi 22. Âyete başvurur.
Yaratımda Allah’ın Gücü
Ama kendisinin Te’vilât’taki şerhi biraz yetersiz görü-
Öncelikle, Mu’tezile’nin eylemde salt insan gücünü nür. Kendisinin akılcı yaklaşımını destekleyen açıkça
savunan görüşüne karşı, İmâm Mâturîdî’nin bir ka- bir yorum yapmaz; aslında hiçbir şekilde akılcı bir ar-
nıt olarak kullandığı bazı âyet tefsirlerine bakmak güman önermez. Mâturîdî sadece, üç farklı ihtimal
ilgi çekici olabilir. dahilinde yorumlayıp açıkladığı Kur’an’ın diğer âyet-
a) Yûnûs Sûresi(10): 22. Âyet: “Karada ve denizde sizi lerini alıntılar. Onun için, İmâm Mâturîdî’nin tefsiri
gezdiren O’dur.” 38 “geleneksel tefsir” sınıfına dahil edilebilir.

Bu âyet ile ilgili olarak, İmâm Mâturîdî, Te’vîlât isimli b) Eğer İmâm Mâturîdî’nin, Kitâb et-Tevhîd eserinde
eserinde şerhin çeşitli ihtimallerini belirtir: Mu’tezile’ye karşı koyduğu ikinci bir âyet yorumuna
bakarsak, başka bir görüş elde ederiz. Nahl Sûresi’nin
-“ Gezdirmek, seyrettirmek,” (yusayyirukum) “sınır- 80. âyeti şöyledir: “ve sizin için hayvanların derile-
lamak” ya da “maruz bırakmak” anlamında olabilir; rinden çadırlar yaptı.”42 Mâturîdî’nin Tev’ilât’ındaki
bu bağlamda Allah kişiyi korkunç ve tehlikeli olabi- yorumunun geniş içeriğini göz ününe almak faydalı
lecek bu iki alandan, denizden ve karadan men’ edi- olacak. Bir önceki âyet: “Onlar, göğün boşluğunda
yor. İnsanlar ortaya çıkan tehlikelere karşı kendile- emre amâde uçan kuşları görmüyorlar mı? Onları
rini koruyamaz.39 Ama Allah kişiyi, görevlerini yerine Allah’tan başkası tutmuyor.” Mâturîdî’nin kastettiği
getirebilmesi için koruyor. Mâturîdî bu bağlamda, gibi, kuşlar da diğer cisimler gibidir. Kendi başlarına
Nahl sûresinin 14. Âyetine başvurur : “Denizi de si- havada duramazlar. Buradan hareketle, Allah onla-
zin emrinize veren O’dur.” Bu yorumun devamında rın havasına etki edebiliyorsa, bütün mahlukatı vâr
Yûnûs Sûresi’nin 22. Âyeti ile ilgili olarak, Allah’ın af etme ve yok etmeye de gücü yetmelidir.43
ve merhametinden ve kulun görevinin şükür oldu- Bu âyette, İmâm Mâturîdî Mu’tezile öğretisine net
ğundan bahsedilir. bir ret görür. Uçmak, apaçık kuşların eylemidir. Ama
-Bu âyeti okumak için ikinci ihtimal de Allah’ın bu bağlamda, Allah bu eylemi kendine isnat ediyor.
yaratma gücünü hedef alır. Bir kez daha, Mâturîdî Bu, Allah’ın kuşların uçuşunda bir yaratım eylemine
Kur’an’ı dayanak alarak başka bir âyetten alıntı ya- sahip olduğunun kanıtıdır.44 Sonuç olarak, Mâturîdî
par. Sebe Sûresi, 18. Âyette “Ve biz onlarla o bereket kendisini Ebu Hanîfe’nin yolundan giden biri ola-
verdiğimiz şehirler arasında kolayca görünen nice ka- rak ortaya koyarak, fiiliyâtın iki kaynaktan çıktığını
sabalar vâr ettik ve bunlar arasında seyahati takdir açıklar.45 Eğer şimdi Mâturîdî’nin Nahl Sûresi’nin
ettik. Onlara “bunlar arasında gece veya gündüz gü- 80. Âyeti hakkında yorumuna bakarsak, Mu’tezile’ye
ven içinde gezin” dedik.” Mâturîdî, insanın yaptık- karşı başka bir inkar bulacağız. Âyetin başında Al-
larının Allah tarafından yaratıldığını (örneğin, se- lah şöyle buyurur: “Sizin için evlerinizi bir dinlenme
yahat Allah’ın kendisiyle ilişkilendirdiği bir insan yeri yaptı.” Dinlenmek bir insan eylemidir. Ama bu
eylemidir) kanıtlayan bu gibi âyette, takdiri (ilahi metinde, Allah bu yaratım ve fiille ilgili hususu ken-
belirlemeyi) yaratılışın eş anlamlısı olarak görür. dine isnâd eder.46
Bu Allah’ın insanın hareketlerini inşa’ eden oldu- İmâm Mâturîdî’nin, Cebriyye/ Mu’tezile’nin yalnızca
ğunu gösterir.40 akılcı kanıtlarla değil, aynı zamanda kutsal Kitap’tan

350
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

yapılan alıntılamayla insanın kendi eylemlerini ya- başkasına tâbî olanlar dediler ki: ‘ Keşke bizim için
ratmadaki yegâne yaratıcı olduğu görüşünü reddede- dünyaya bir kere daha dönüş olsaydı, o zaman biz-
bildiğini görebiliriz. Bu bağlamda şunu da aklımızda den uzaklaştıkları gibi biz de onlardan uzaklaşırdık.’
tutmalıyız ki, Mâturîdî eylemdeki insana ait rolü red- Böylece Allah onlara amellerinin hüsrana düştüğünü
detmez, aksine kişinin yegâne rolü kısmını reddeder. gösterecek.”53 Bu bağlamda, kişinin yaptıkları için töv-
Kur’an’ın bu tefsirinde, İmâm Mâturîdî kişisel dene- beye başvurmasının ya da hak ettiğini hissetmesine
yimleri, etrafımızda olup biteni gözlemleyerek elde rağmen cennete giremediğinde bu tövbeyi gerçekleş-
ettiğimiz deneyimlerimiz ile, kendisinin âyetlerde tirmesinin bir önemi yoktur.54 Mâturîdî’nin gözünde,
bulduğu, Allah’ın yaratıcı olarak tasdikini birleştirir. bu âyet kişinin bu dünyada kendi eylemlerini belir-
Eseri Kitâb et- Tevhîd’de, Mu’tezile’nin dayandığı gö- leyerek, diğer dünyadaki kaderinden sorumlu olaca-
rüşleri reddetmediğini açıkça bildirir. “Cebriyye’nin ğını da kanıtlar.
fikirlerini çürütürken, bizim detaylandırdığımız gö- Birinci Güç
rüşlerin aynılarına dayanırlar.”47 Tev’ilât’da kendi ba-
kış açısını detaylı bir biçimde desteklemek üzere alın- Mâturîdî tarafından tefsir edilen birinci âyet, savaşa
tıladığı âyetlerin nasıl üstesinden geldiği sorusu hala çıkmakla ilgilidir: “ Ve onlar ‘ eğer gücümüz yetseydi,
devam ediyor. mutlaka sizinle beraber çıkardık’ diyerek Allah adına
yemin ettiler. Allah onların elbette yalancı oldukla-
Kişinin Sorumluluğu rını bilir.” Tevbe Sûresi:42. âyet. Önceki metin, bu-
İmâm Mâturîdî, Cebriyye’yi ve bu akımın insanın ey- nun “Allah yolunda” savaşma meselesi olduğunu gös-
lem ve iradesindeki mutlak güçsüzlüğünü vurgulayan terir.55 Mâturîdî’nin açıkladığı gibi, inkârcılar silah
öğretisini reddettikten sonra, aksini açıkladığını dü- ya da başka araç gereç yokluğunu zikrederek kendi-
şündüğü birçok âyeti alıntılar. İki örnek: lerini mazur gösterirler. Buna rağmen, Allah onların
a) Fussilet Sûresi(41) :40. âyet: “Dilediğinizi yapın, mu- bu savaşta yer alabilecek güçlerinin aslında bulundu-
hakkak O yaptıklarınızı görüyor.”48 Bu âyet, Allah’ın ğunu, ama bunun aksini iddia eden yalanlar söyle-
cehennem ateşi ile tehdidinin, Allah’ın yaratılıştaki diklerini bilir.56
izlerini görmeyenlerin ya da görseler dahi ona uygun Âyetin yorumunda, Mâturîdî bir kez daha, bu ayeti,
hareket etmeyenlerin üstüne olacağını ispat ediyor. (asıl eylemi önceleyen güç) öğretilerini desteklemek
İmâm Mâturîdî bu âyeti, Fussilet Sûresi’nin bu âyetle için bir kanıt olarak kullanan Mu’tezile’ye karşı çı-
çok yakın anlamlı olan 27.49 ve 34.50 âyetlerine bağ- kar. Sonuçta savaşa gitmeyi reddedenlerin iddiası-
lar. Bu temele göre, Mâturîdî 40. ayetin yalnızca in- nın yalan olduğu beyan edilmektedir. Bu onların gi-
sanların öbür dünyada kaderinin farklı olabileceğini dip savaşmak için yeterli araç gerece sahip oldukları,
(cennet ya da cehennem) değil, aynı zamanda insan- savaşmaya güçlerinin yettiği ama bu eylemi gerçek-
ların ameline göre birbirinden ayrılacağına etki et- leştirmedikleri anlamına gelir.57
tiğini açıklar.51 Bu ayet yorumunun içeriğinde, Mâturîdî kendisinin
Böylelikle, Mâturîdî “dilediğini yap” sözünü iki açı- ikili güç kavramını kısaca açıklar. “Sebepler ve hal-
dan inceler. İlki, kişinin Allah’ın rızasına uygun olan lerin gücü”nü eylemin öncesi olarak açıklar. Söz ko-
ya da rızaya karşıt olan iki yoldan birini seçebilme nusu Kur’an âyetnde bu güç kastediliyor olmalıdır,
potansiyelini bildirir. Allah bu iki yolu detaylıca ta- çünkü bu sadece kısacık bir andan daha uzun sürer.
rif eder ve bunları izlemenin sonuçlarını örneklerle İkinci gücü, eylemin gücü olarak adlandırır. Bu güç,
açıklar. İkinci husus, hiçbir insan eyleminin Allah’ın eylemin yapılıyor olduğu sırada ortaya çıkar.58 Bu-
gözleyen gözünden kaçmayacağının belirtilmesiyle rada, İmâm Mâturîdî’nin ardından Akılcı Te’vil ve
ilâhi bir tehdidin varlığına dairdir.52 İmâm Mâturî- Kelâm’ın aslında birbirini tamamladığı ve aynı so-
dî’ye göre bu âyet, kişinin bu dünyada dilediğini ya- nuca vardığı görülebilir.
pabileceğini ama sonrasında sonuçlarıyla yüzleşmek Buna karşılık, Mucâdele Sûresi’nin 4. âyetinin “Ki-
zorunda kalacağını net bir şekilde açıklar. min gücü yetmezse, altmış yoksulu doyursun” şerhi,
b) Aslında, kişi kendini cehennemde bulduğunda çok eylem teorisine bir atıfta bulunmaz. İmâm Mâturîdî,
geç olmuş olacaktır. Mâturîdî’nin Bakara Sûresi’nin Kitâbü’l Tevhîd’de bu âyetin bir kısmını delil olarak
167. âyetinden aldığı gibi, kişi kötü amellerini red- alıntılar.59 Ama Tev’ilât’ta eylemde güç meselesine de-
detse bile bunlar için yargılanacak: “Ve o Allah’tan ğinmeden, boşanma, barışma, mehrin ölçüleri gibi

351
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

unsurların da bulunduğu daha geniş bir içerik ele Kitâbü’l Tevhid’inde, İmâm Mâturîdî delil olarak
alır.60 İlk bakışta bu yöntem şaşırtıcı olabilir. Yine de Kehf Sûresi’nin 67. âyetine başvurur: “Dedi ki: ‘ Ger-
ben bunun sadece, İmâm Mâturîdî’nin, Kur’an tefsi- çekten sen, benimle olma sabrını göstermeye güç ye-
rinde kendi akılcı yöntemini açıklamak için önüne tiremezsin.” Bu âyette , Kitâbü’l Tevhîd’de açıkladığı
gelen her fırsatı değerlendirme çabasına girmediğini gibi ikinci güç belirtilir.69 Ama Tev’ilât’taki yorumuna
gösterdiğine inanıyorum. Bilakis, Mâturîdî Kur’an’ı bakacak olursak, Mâturîdî’nin gayet farklı bir mese-
kendi durumsal bağlamında ciddiye almakta ve bu leyi ortaya koyduğunu görürüz. Bu âyet güçten bah-
ciddiyet içinde değerlendirmektedir. setmesine rağmen, Mâturîdî formülü ‘inşaallah’ olan
İkinci Güç ‘istita’a’ meselesini ele alır. İmâm Mâturîdî bunun
en azından itikatta kullanılmasını reddeder.70 Do-
Böylece Mâturîdî, eylemin öncesinde onu oldurtan
layısıyla et-Tevhîd kitabındaki alıntı, Mâturîdî’nin,
bir güç olduğunu onayladığı kadarıyla Mu’tezile’ye
bu ayetin, kendi kavramıyla olan alakasının çok ba-
katılmış olur. Ama yine de bu gücün tek etkin olan
riz olduğunu düşünmesi sebebiyle, Mu’tezile üzerine
güç olmadığını beyan eder. Bunu açıklamak için, de-
detaylı bir tartışma ya da reddiyeye gerek görmedi-
lil olarak Kur’an âyetlerini kullanır. Hûd Sûresi’nin
ğine işaret edebilir.
20. âyeti buna bir örnektir: “Onlar ne görebilir ne de
işitebilirdi.”61 Burada, bir kez daha cehennem azabı- İmâm Mâturîdî’nin Takipçileri
nın korkusu anlatılır. Mu’tezîle bu âyeti açıklarken İmâm Mâturîdî’nin müritleri, temelde ikili otorite fik-
bazı sorunlarla karşılaşır, çünkü onların eylemden rini kabullenir ve bunu ilahi yaratıma karşın kişinin
önceki güç kavramı, konuyla ilgisiz görünmektedir. kendi yaptıklarından sorumlu olması bağlamında ta-
Mâturîdî’nin açıkladığı gibi, Mu’tezile iki farklı gö- nımlar. Ancak yöntemlerinde farklılık gösterip öğre-
rüş öne sürer; tiden farklı derecelerde bahsederler.
-Onlar (günahkârlar) görebilir ve duyabilir. Ama bu İlk örnek olarak, hocası Ebu Ahmed el-Îyâdî71 vası-
âyet Allah’ın yaratımında, O’nun vahiy olan delille- tasıyla İmâm Mâturîdî’nin talebesi olan Ebû Seleme
rini görmezden geldiklerini ifade eder. Bundan do- el-Semerkandî (4./10. asrın ikinci yarısı)72, eylemde iki
layı, biz bu dünyada da “onu göremiyorum, dedikle- otoritenin bulunduğundan yalnızca iki kısa cümlede
rini duyamıyorum.” deriz. 62 bahseder. Bunun aksine, bir asır sonra yaşayan Ebu
-İkinci görüş, günahkârların vahyi maddi bir an- Sakûr el-Salimî, İmâm Mâturîdî’nin öğretisinin bir
lamda duyabileceklerini söyler. Ama onlar hakikate özetini sunar. Öncelikle Kaderiyye (Mu’tezile, Jah-
kör ve sağırdır. Onların göremiyor ya da duyamıyor mite, Rawafid, Karramite) ve Cebriyye’nin öğretile-
gibi davranmasının nedeni budur. 63 rini yeniden yapılandırır ve sonra kendi eylemlerini
gerçekleştirmedeki yeteneği kula isnâd eder. Ama kul
Mâturîdî’ye gelince o da bu görüşlere katılır. Yalnızca
bunu kendi başına gerçekleştirme gücüne sahip de-
o, rahmet ve kabul yönünden aşikar olan işaretleri
ğildir, ancak Allah’ın onun içinde eylemin icra edil-
görmeyen64 ya da Hac Sûresinin 46. âyetinde65 açık-
diği anda yaratacağı kuvvet, güç sayesinde gerçekle-
ladığı gibi, kalpleriyle göremeyen ve işitemeyen gü-
nahkarları yazarken farklı bir üslup kullanır. Ama şebilir.73 Görünürde el-Salimî, iki otorite değil de üç
Mu’tezile’nin aksine, o eylemin gerçekleştiği andan otorite fikriyle, İmâm Mâturîdî’yi sayıca geçer. Ama
önce bir güç görmez. O, bu âyette daha çok, eylemle yakından baktığımızda, bu niceliğin yalnızca el-Sa-
aynı anda meydana gelen “eyleme gücünün” kaste- limî’nin, İmâm Mâturîdî’nin hatırlayacağımız gibi,
dildiğini öne sürer. “Durum ve araçların gücü” bu bir eylemi gerçekleştirebilmek için gerekli olan iç ve
günahkârlarla bağlantılı olarak mevcuttur, çünkü dış etmenleri içine alan birinci otorite fikrini ayırma-
onların aşırılıkları tamamlanmıştır ve sağlam du- sından kaynaklandığını görürüz.74 Diğer bir taraftan
rumdadır (en azından aksini iddia eden bir şey be- Ebu’l Yusr el-Bazdawî (ya da Pazdawî, ölüm 493/1099)
lirtilmez).66 İmâm Mâturîdî sonuç olarak, duyma ve yalnız bir eylem gücünden bahsederek Mâturî’den
görmenin ”edinilmiş” olduğunu söyler, çünkü Al- ziyade Eş’ârî’ye yakın görünür.75 Ama Tevbe Sûre-
lah tarafından yaratılmıştır.67 Bununla, insanın ey- si’nin 42. âyetinin tefsirini yaparken, bu yazar aynı
lemlerinin yaratıcısı olmadığını, bu düşüncenin tev- zamanda kötülük olarak insan eylemlerinin hal-
hid inancıyla, mesela Allah’ın yegâne yaratıcı olduğu lerinden bahseder ve böylece biz de aynı zamanda
inancıyla çelişebileceğini vurgular.68 ikili bir güc var sayabiliriz.76 Ebû’l Mu’în en-Ne-
sefî’nin (ölüm 508/1114) metninde, din bilimcilerin

352
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

kendisinin yazılarından doğrudan çıkarabildikleri - Sistematik düzeyde, akıl ve gelenek arasındaki ilişki
üzere77, bu öğreti daha kesin bir yolla ifade edilir.78 yerinde bir fikirdir. İmâm Mâturîdî’nin eserlerine
Yenilikçi bir din bilimci olan El- Saffer el-Buhhârî karşılaştırmacı bir gözle bakış, ilk bakışta ihtilaflı
(ölüm 354/1139) bile, İmâm Mâturîdî’nin öğretisini anlamları bulunan Kur’an âyetlerini, tutarlı bir sis-
olduğu gibi yansıtır.79 temde birleştirme imkânı sunar. Bu suretle ne Kutsal
Müslüman din biliminin gelişimine bakacak olursak, Kitap’ın otoritesi sorgulanır, ne de insan kendi mu-
İmâm Mâturîdî’den -sadece Osmanlı dönemiyle kı- hakemesinden vazgeçmeye zorlanır.
sıtlı olmamak üzere- etkilenildiğini açıkça görürüz.80 - İçeriğe ilişkin olarak, kişinin eylem ve kararların-
Örneğin, nüfuzlu bir âlim olan Mısırlı Muhammed daki özgürlüğü ilâhi tesir ile bağlantılı olabileceğini
Abduh (ölüm 1323/1905)81, onun insan eylemleri ku- göstermiş bulunuyorum. Bu ilk ‘istita’a’yı, bedensel,
ramını içeren din biliminden hiç şüphesiz etkilenmiş- ruhsal sağlık ve uygun dış şartları kullanılır kılmak
tir.82 İmâm Mâturîdî’nin fikirlerinin yayılmasında en için, kişi Allah’ın eylem anında kendisine bahşet-
büyük etkinin ise Ebu Hâfî Ömer en-Nesefî (ölüm tiği, ikinci bir güce ihtiyaç duyar. Bu olmadan, kişi
537/1142) ve akâidine ait olduğunu söyleyebiliriz. Bu öbür dünyadaki kaderini kendisinin belirlemesi im-
inanç söylemi sadece yakın tarihte83 bir kaç açıkla- kânını sağlayan varsayımını ifade eden, öz-sorum-
malı çeviride basılıp yayınlanmakla kalmamış, aynı luluğu içinde karar vermek konusunda acze düşer.
zamanda sayısız kopyasına da internetten ulaşılabil-
- Son olarak, birbirine karşıt dini yaklaşımların nasıl
mektedir. Bu muazzam ünün, İmâm Mâturîdî kelâ-
bağdaşabileceğini, en azından bu karşıtlığın değiştiri-
mının günümüz tartışmalarıyla ilişkili olduğunu gös-
termek için yeterli bir kanıt olduğuna inanıyorum. lebilir olduğunu açıkladım. Öyle ki, İmâm Mâturîdî
ve takipçilerinin geliştirdiği kelâm, ilk bakışta aşılmaz
Sonuç sanılan uç görüşleri uzlaştırma imkânı olarak görü-
Özet olarak, İmâm Mâturîdî’nin eylemde ikili güç ku- lebilir. Modern söylemin, bu şansı ne ölçüde kulla-
ramının, üç farklı seviyede temellendiği söylenebilir. nacağını ise zamanla göreceğiz.

Dipnotlar
1 Makalenin Almanca versiyonu da basılmıştır: Brodersen, A., (2013), Göttliches und menschliches Handeln im mâtûrî-
dischen kalâm, Jahrbuch für İslamische Theologie und Religionspædagogik 2, p. 117-139.
2 Ceric, M. (1995), Roots of Synthetic Theology in İslâm. A Study of the Theology of Abû Mansûr Al-Mâturîdî (d. 333/944),
Kuala Lumpur, p. 234-235.
3 Berger, L., (2010), İslamische Theologie, Wien, p. 60.
4 Gimaret, D. , (1990), La doctrine d’al-Ash’ârî, Paris, p. 131-136-145,148; Schöck C., (2004), Möglichkeit und Wirkli-
chkeit menschlichen Handelnp. ,Dynamis’ in der islamischen Theologie. Traditio 59, p. 118-120-121,
5 Berger, L., (2010), p. 62-63
6 Berger, L., (2010), p. 6 ; Nagel, T., (1994), Geschichte der islamischen Theologie, München, p. 112-113; Ess, J. , (1991),
Theologie und Gesellschaft im 2. Und 3. Jahrhundert Hindschra. Eİne Geschichte des religiösen Denkens im frühen
İslam, vol.I, Berlin, New York, p. 247-248; also, vol, IV, Berlin, New York, p. 480-489
7 E.g. Q 4:79, cf. Schmidtke, P., (in print), Rationale Theologie, İn Brunner, R. (ed.), Einführumg in dem Islam, Stuttgart;
Rudolph, U. (1997), Al-Mâturîdî und die sunnitische Theologie in Samarkand, Leiden, New York, Köln, p.337.
8 Schmidtke, S., (in print)
9 Gimaret, D., (1980), Théories de l’acte humain en théologie musulmane, Paris, p. 179.
10 Cf.Abû Mansûr al-Mâturîdî (ed.2003), Kitâb al-Tevhîd.
11 Alâ qismain, cf. Abû Mansûr al-Mâturîdî, (ed.2003), p. 410.
12 Abû Mansûr al-Mâturîdî, (ed. 2003), p. 410; Cf. Schöck, C., (2004), p.125.
13 Abû Mansûr al-Mâturîdî, (ed. 2003), p. 411-414; Schöck, C., (2004), p. 122-123.
14 Abû Mansûr al-Mâturîdî, (ed. 2003), p. 411; Rudolph, U., (1997), p. 338.
15 Abû Mansûr al-Mâturîdî, (ed. 2003), p. 415.
16 Q 41:40 ; 22/77
17 Abû Mansûr al-Mâturîdî, (ed. 2003), p.358.
18 Cf. Gimaret, D., (1980), p. 185-186
19 Abû Mansûr al-Mâturîdî, (ed. 2003), p. 358-359
20 Abû Mansûr al-Mâturîdî, (ed. 2003), p. 359.
21 Abû Mansûr al-Mâturîdî, (ed. 2003), p. 360.
22 Abû Mansûr al-Mâturîdî, (ed. 2003), p. 360. ; cf. Ceric, M. (1995), p. 211.

353
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

23 cf. Rudolph, U., (1997), p. 211.


24 Abû Mansûr al-Mâturîdî, (ed. 2003), p. 364.
25 Abû Mansûr al-Mâturîdî, (ed. 2003), p. 365-366.
26 Abû Mansûr al-Mâturîdî, (ed. 2003), p. 366-367.
27 Abû Mansûr al-Mâturîdî, (ed. 2003), p. 367.
28 Abû Mansûr al-Mâturîdî, (ed. 2003), p. 367.
29 Abû Mansûr al-Mâturîdî, (ed. 2003), p. 368.
30 Abû Mansûr al-Mâturîdî, (ed. 2003), p. 368-369.
31 Abû Mansûr al-Mâturîdî, (ed. 2003), p. 369.
32 “Allah evlat edinmemiştir ve O’nunla beraber hiçbir tanrı yoktur.”
33 Abû Mansûr al-Mâturîdî, (ed. 2003), p. 360.
34 Abû Mansûr al-Mâturîdî, (ed. 2003), p. 361.
35 Abû Mansûr al-Mâturîdî, (ed. 2003), p. 372.
36 E. g. Q 10:22; 16:80; 34:18.
37 E. g. Q 9:42; 58: 4.
38 Abû Mansûr al-Mâturîdî, (ed. 2003), p. 407.
39 Abû Mansûr al-Mâturîdî, (ed. 2005), Te’wîlât ah las-sunna, VI, Beirut, p. 27.
40 Abû Mansûr al-Mâturîdî, (ed. 2005), VI, p. 27.
41 Abû Mansûr al-Mâturîdî, (ed. 2005), VI, p. 27.
42 Abû Mansûr al-Mâturîdî, (ed. 2003), p. 408.
43 Abû Mansûr al-Mâturîdî, (ed. 2005), VI, p. 545.
44 Abû Mansûr al-Mâturîdî, (ed. 2005), VI, p. 546.
45 Cf. Rudolph, U., (1997), p. 337-338
46 Abû Mansûr al-Mâturîdî, (ed. 2005), VI, p. 547.
47 Abû Mansûr al-Mâturîdî, (ed. 2003), p. 361; cf. Gimaret, D., (1980), p. 179-180.
48 Abû Mansûr al-Mâturîdî, (ed. 2003), p. 358.
49 “Biz mutlaka inkâr edenlere şiddetli bir azab tattıracağız ve onlara yaptıkları amellerin en kötüsünün cezasını vereceğiz.”
50 “Hem iyilik de bir değildir, kötülük de. Kötülüğü en güzel biçimde sav.” Cf. Abû Mansûr al-Mâturîdî, (ed. 2005), IX,
p.86.
51 Abû Mansûr al-Mâturîdî, (ed. 2005), IX, p. 86.
52 Abû Mansûr al-Mâturîdî, (ed. 2005), IX, p. 86.
53 Abû Mansûr al-Mâturîdî, (ed. 2005), IX, p. 86; Abû Mansûr al-Mâturîdî, (ed. 2005), I, p. 616-617.
54 Abû Mansûr al-Mâturîdî, (ed. 2005), I, p. 617.
55 Cf. Abû Mansûr al-Mâturîdî, (ed. 2003), I, p. 412-413.
56 Abû Mansûr al-Mâturîdî, (ed. 2005), V, p. 378; cf. Schöck, C., (2004), p. 122-123.
57 Abû Mansûr al-Mâturîdî, (ed. 2005), V, p. 378.
58 Abû Mansûr al-Mâturîdî, (ed. 2005), V, p. 378.
59 Abû Mansûr al-Mâturîdî, (ed. 2003), p. 411.
60 Abû Mansûr al-Mâturîdî, (ed. 2005), IX, p. 560-564.
61 Abû Mansûr al-Mâturîdî, (ed. 2003), p. 414.
62 Abû Mansûr al-Mâturîdî, (ed. 2005), VI, p. 114.
63 Abû Mansûr al-Mâturîdî, (ed. 2005), VI, p. 114.
64 Abû Mansûr al-Mâturîdî, (ed. 2005), VI, p. 114.
65 Abû Mansûr al-Mâturîdî, (ed. 2005), VI, p. 114.
66 Abû Mansûr al-Mâturîdî, (ed. 2005), VI, p. 114.
67 Abû Mansûr al-Mâturîdî, (ed. 2005), VI, p. 115.
68 Rudolph, U., (1997), p. 151, note 92.
69 Abû Mansûr al-Mâturîdî, (ed. 2003), p. 414.
70 Abû Mansûr al-Mâturîdî, (ed. 2003), p. 624-630.
71 Cf. Rudolph, U., (1997), p. 151, note 92.
72 Cf. Rudolph, U., (1997), p. 151, note 91.
73 Abû Salama al-Samarqandî, (ed. 1989), Jumal usûl al-dîn, İstanbul, p. 25.
74 Abû Şekûr al-Sâlimî, Al-Tahmîd fî bayan al tauhîd, Berlin, fol. 122b-123a
75 Abû Şekûr al-Sâlimî, fol. 123a.
76 Abû Şekûr al-Sâlimî, fol.
77 Cf. Gimaret, D., (1980), p. 190-192.; Abû-l Yusr Muhammed al-Bazdawî, Kitâb Usûl al-Dîn, Kairo, p. 100.
78 Rudolph, U., (1997), p. 372; Abû l-Mu’în al-Nasafî, (ed. 1990-1993), Kitâb tabsirat al-adilla fî usûl al-dîn, (Damaskus),
p. 541.

354
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

79 Cf. Abû Hafs Umar al-Nasafî , (ed. 1843), Al-Aqâ’id, (London), p. 2; Nûr al-Dîn al-Sâbûnî, (ed. 1969), Kitâb al Bidâya
min al-kifâya fi l-hidâya, Kairo, p. 107-110; Abû l-Barakât al-Nasafî, (ed. 2003), Kitâb al-I’timâd fi l-i’tiqâd, Frankfurt/
Main, p. 19. 138 ; Gimaret, D., (1980), 208-213.
80 Abû l-Mu’în al-Nasafî, (ed.1997), Kitâb Bahr al-kalâm, Kairo, p. 163-166; Al-Tahmîd li-qawâ’id al tauhîd, Kairo, p.
257-278; (ed. 1990-1993), p. 541; Gimaret, D., (1980), 208-213.
81 Abû Ishâq al Saffâer al-Bukhârî, (ed. 2011), Talkhîs al-adilla li-qawâ’id al-tauhîd, Beirut, p. 177-179. 669-674.
82 Cf. Badeen E., (2008), Sunnitische Theologie in osmanischer Zeit, Würzburg 2008, especially p. 24. 57. 60.; Kamâl al-
Dîn al-Bâyâdî, (ed. 1949), Ishârât al-marâm min ’ibârât al-imâm, Kairo, p. 256-264.
83 Berger, L., (2010), p. 127-130

Kaynakça
1. Birincil
Abû l-Barakât an-Nasafî, (ed. CAbdallâh Muḥammad Ismail 2003), Kitâb al-Ictimâd fî l-ictiqâd, Frankfurt.
Abû Ḥafṣ CUmar an-Nasafî, (ed. William Cureton 1843), Al-cAqâ’id, in: Pillar of the Creed of the Sunnites, London.
Abû Isḥâq aṣ-Ṣaffâr al-Buḫârî, (ed. Angelika Brodersen 2011), Talḫîṣ al-adilla li-qawâcid at-tauḥîd, in: Brodersen, Angelika:
Das Kompendium der Beweise für die Grundlagen des Ein-Gott-Glaubens oder Talḫîṣ al-adilla li-qawâcid at-tauḥîd von
Abû Isḥâq Ibrâhîm b. Ismâcîl aṣ-Ṣaffâr al-Buḫârî, Beirut (Bibliotheca Islamica 49).
Abû Manṣûr al-Mâturîdî, (ed. Bekir Topaloğlu/Muhammed Aruci 2003), Kitâb at-Tauḥîd, Ankara.
- (ed. Maǧdî Bâssalûm 2005), Ta’wîlât ahl as-sunna I-X., Beirut.
Abû l-Mucîn an-Nasafî, (ed. Walîuddîn Muḥammad Ṣâliḥ Al-Farfûr 1997), Kitâb Baḥr al-kalâm, Kairo.
- (ed. Ǧîb Allâh Ḥasan Aḥmad 1986), Al-Tamhîd li-qawâcid at-tauḥîd, Kairo.
- (ed. Claude Salamé 1990-1993), Kitâb Tabṣirat al-adilla fî uṣûl ad-dîn, Damaskus.
Abû Salama as-Samarqandî, (ed. Ahmet Saim Kılavuz 1989), Ǧumal uṣûl ad-dîn, Istanbul.
Abû Šakûr as-Sâlimî, At-Tamhîd fî bayân at-tauḥîd. Ms Berlin 2456, foll. 1-170b.
Abû l-Yusr Muḥammad al-Bazdawî , (ed. Hans Peter Linss 1963), Kitâb Uṣûl ad-dîn, Kairo.
Nûr ad-Dîn aṣ-Ṣâbûnî (ed. Fatḥallâh Kholeif 1969), Kitâb al-Bidâya min al-kifâya fi l-hidâya, Kairo.

2. İkincil
Badeen, Edward, (2008), Sunnitische Theologie in osmanischer Zeit, Würzburg (Istanbuler Texte und Studien 16).
Berger, Lutz, (2010), Islamische Theologie, Wien.
Ceriæ, Mustafa, (1995), Roots of Synthetic Theology in Islâm. A study of the theology of Abû Manṣûr al-Mâturîdî (d. 333/944),
Kuala Lumpur.
Gimaret, Daniel, (1980), Théories de l’acte humain en théologie musulmane, Paris.
- (1990), La doctrine d’al-Ashcarî, Paris.
Nagel, Tilman, (1994), Geschichte der islamischen Theologie, München.
Pessagno, Jerome Meric, (1984), Irâda, ikhtiyâr, qudra, kasb: the view of Abû Manṣûr al-Mâturîdî, In: JAOS 104, p. 177-191.
Rudolph, Ulrich (1997), Al-Mâturîdî und die sunnitische Theologie in Samarkand, Leiden, New York, Köln.
Schmidtke, Sabine (in print), Rationale Theologie, in: Brunner, Rainer (ed.), Einführung in den Islam, Stuttgart.
Schöck, Cornelia (2004): Möglichkeit und Wirklichkeit menschlichen Handelns. „Dynamis“ (qûwa/qudra/istiṭâca in der isla-
mischen Theologie, in: Traditio 59, p. 79-128.
Van Ess, Joseph, (1991-1997), Theologie und Gesellschaft im 2. und 3. Jahrhundert Hidschra. Eine Geschichte des religiösen
Denkens im frühen Islam, I-VI, Berlin/New York.

355
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Dr. Angelika BRODERSEN


Ruhr Üniversitesi/Bochum, Filoloji Fakültesi, İslamî Bilimler ve Doğu Çalışmaları Kürsüsü
Kariyer: 03/2013 Raza Kütüphanesi’nde-Rampur/Uttar Pradesh/Hindistan; 08/2010-
Araştırmacı -İslamî Bilimler ve Doğu Çalışmaları Kürsüsü, Filoloji Fakültesi, Ruhr
Üniversitesi/Bochum; Arapça ve Almanca Okutmanı; 06/2009 Ehliyet: Almanyada’ki
Türk Popülasyonu Odağında Kültürlerarası Edinimler ; 04-06/2009 Ehliyet: “Yabancı
dil Olarak Almancanın Öğretimi”, Akademie Klausenhof, Hamminkeln-Dingden;
08/2007-07/2010 Serbest Okutmanlık: Arapça, İş İngilizcesi ve Yabancı Dil Olarak Al-
manca; 02-07/2007 Araştırmacı: “Orient-Institut in der Stiftung DGIA”, Beyrut; Un-
til 01/2007 Serbest Okutmanlık: İş İngilizcesi, Yabancı Dil Olarak Almanca; 04/1999-
03/2003 Araştırmacı: “Seminar für Arabistik” / Georg-August Üniversitesi Göttingen,
Araştırma projesi: “Kaynak-kritik Yayını ve Analizi Arapça Dini Metin Talḫīṣ al-adilla
li-qawācid at-tauḥīd of Abū Isḥāq Ibrāhīm b. Ismācīl aṣ-Ṣaffār al- Buḫārī”; 1999/2000
Okutman: “Orientalisches Seminar” / Zürih Üniversitesi; 1998-09/1999 Arapça, İn-
gilizce, Fransızca ve Almanca öğretmenliği; 1992-1997 Yetişkinler Kolejinde Okutman-
lık (Volkshochschule) / Göttingen
Eğitim: 03. 12. 1996 Doktora Yeterlilik; 03/1993 -06/1996 Doktora Çalışmaları “Sem-
inar für Arabistik” / Georg-August-Universität Göttingen; Danışman: Prof. Dr. T.
Nagel; Ph. D. Thesis: Göttliche Vollkommenheit und die Stellung des Menschen. Die
Sichtweise CAbd al-Karīm al-Ǧīlīs auf der Grundlage des Šarḥ Muškilāt al-Futūḥāt
al-makkīya; 10/1988-02/1993 Studies in Germanistics and Arabistics/İslam Çalışma-
ları Georg-August- Universität Göttingen; 14. 07. 1984 Lisans Yeterlilik (veya mezuni-
yet) /Teoloji; 10/1978 -07/1984 Protestan Teolojisi/ Georg-August-Universität Göttingen.

Divine and Human


Acts in Māturīdī Kalām1
Since the beginning of theological disputes in Islam,
the discourse about freedom of human acts versus
Divine determination has occured in between tradi-
tion and reason. The Jabriyya/Ašcariyya, concentrat-
ing on revelation as means of acquiring knowledge,
postulates the Divine predestination of each human
act, an aspect which consequently leads to the ir-
relevance of Divine law. In contrast the Qadariyya/
Muctazila, following their principle of independent
human ratio, insists on the absolute freedom of hu-
man will and action. This view eventually leads to the
abandonment of the fundamental faith in God as the
one and almighty creator. Both doctrines refer to the
Qur’ān, but neglect those verses that contradict their
own views. This proceeding does not answer to mod-
ern methods of Qur’ān exegesis, nor is it able to rec-
oncile Divine almightiness and human self-respon-
sibility as the basis of ethical discourses.
The concepts of the Māturīdiyya as the second great
Sunnite school of kalām can be read as a solution that

357
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

accounts for both reason and tradition as means of play any active role whatsoever. This was the argu-
knowing God, and as basic principles for theologi- ment with which the rather unpopular Ummayad rul-
cal discussions. Human freedom of action as a pre- ers legitimated their actions. Later on, Abū l-Ḥasan
condition of man’s responsibility is not conceived as al-Ashᶜarī and his adherents favored a theory of hu-
a contradiction to God’s almightiness. On the con- man action based on these doctrines.4
trary, al-Māturīdī’s doctrines and methods present By contrast, the Qadariyya, and, in their succession,
chances to consider freedom and determination not the Muctazila, demanded absolute freedom of human
as opposites but as essential correlates. will and action. In doing this, they found themselves
In the final chapter of his dissertation,2 Mustafa Cerić, as opponents of the Ummayad government.5Subse-
President of the World Bosniak Congress and from quently, some Muctazilite theologians (at least in part)
1993 to 2012 Grand Mufti of Bosnia and Herzego- modified the powerlessness ascribed to God by means
vina, draws the conclusion that of this doctrine. As a result, a kind of synergism that
conceded to both Godly and human aspects of ac-
“Although more than a millennium distant from our
tion evolved.6Both these extreme groups fundamen-
times, al-Māturīdī’s theological approach may be well
tally referenced to the Qur’ān. In this context, the
applied to our own problems and his solutions may well
Qadariyya/ Muctazila considered rational assessment
give us a true sense of the synthesis of Tradition with
to be the most decisive authority. Consequently, man
Reason. Moreover, his natural, unbiased, and sincere
would be responsible for his actions because he dis-
way of thinking is an edifying example of an honest
poses of a capacity to act preceding the actual act.
and serious Muslim scholar; his sense of analysis and
The questions resulting from this concept are quite
his critical scholarly eye may attract even the most se-
evident: man’s absolute responsibility for his own ac-
rious scholars of our times. Al-Māturīdī writes not to
tions not only contradicts phrases of the Qur’an that
flatter or convert, nor to immediately impress or attract
stress the significance of God as the one and only al-
his reader, but rather he writes because God gave him
mighty creator,7 the Muᶜtazilite position also weakens
the mind to think and because there are many things
the significance of the Final Judgment. After all, it is
in this world to reflect upon.”
up to man to determine his fate in the other world.
It would be quite interesting to pursue the question Hence, this principle leads the abandonment of the
whether – or how – this evident enthusiasm for Imām doctrine of God as the creator.
al-Māturīdī and his theology expressed by Cerić has
On the other hand, God’s almightiness as the creator
influenced his religious and/or political decisions. How-
is the initial point of Jabrite and Ashᶜarite discourse.
ever - in the course of this paper - I will not be able to 8
Following this principle, humans are denied the abil-
follow up on this issue. Rather, I want to analyze al-
ity to influence their fate in the other world by means
Māturīdī’s doctrines and methods - e.g.a Qur’ān ex-
of their actions, such that respecting Divine law after
egesis that takes into account means of reason as well
all becomes irrelevant. At best, the Ashᶜariyya con-
as the particular historical and situational context –
cedes a certain responsibility to man by means of his
and present chances to consider freedom and deter-
“acquisition” (kasb, iktisāb) of those acts initiated by
mination not as opposites but as essential correlates.
God. However, as this acquisition occurs by a faculty
I. Introduction to act granted by God in the very moment of acting,
Tradition and reason – these are the poles between no contribution of man is ultimately left.
which the discourse about freedom of human action Both doctrines – merely human or exclusively Divine
and determination has been occurring since the be- origin of action – are in agreement in using only those
ginning of theological disputes in Islam, specifically verses of the Qur’an which support their desired out-
since the 2nd /8th century. Today-even more than dis- come, and in turning a blind eye to those proving the
cussions concerning the correct exegesis of the Holy contrary. This proceeding does not answer to mod-
Scripture-political conflicts are considered to be the ern methods of Qur’an exegesis, nor does it match
actual triggers of these debates.3From the very begin- general scientific approaches. The traditionalist po-
ning, both positions can be observed. The so-called sition that does not allow any rational interpretation
Jabriyya holds the view of Divine predestination of of the texts cannot be expected to gain acceptance
each human act, such that humans do not technically over the long term. Thus the question remains as to

358
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

how Divine almightiness and human self-responsi- in the other world. This would contradict those verses
bility, that is the basis of ethical discourses as well, of the Qur’ān that transmit orders and verdicts,16as
can be reconciled. well as those verses that contradict verses that express
II. Al-Māturīdī’s Rational Approach threats and promises.17

It is at this point, that the conceptions of the Māturīdi- According to al-Māturīdī, these verses do not con-
yya as the second great Sunnite school begin. Al- tradict the acts’ createdness by God. God did create
Māturīdī himself was looking for an answer that ac- the acts the way they were, He brought them into
counted for both reason and tradition as means of existence out of non-existence. But at the same time,
knowing God and as basic principles for theological they are the acts of the human who acquires18and
discussions. On this basis, he explains that human performs them.19
freedom of action, as a precondition of man’s respon- This is also valid because reason does not allow the
sibility, is not opposed to Divine almightiness. In fact, attribution of obedience or disobedience, or declina-
God and man act together. ble or objectionable acts to God. But, as such acts un-
Hence, al-Māturīdī’s doctrine cannot be considered doubtedly exist, one cannot characterize God as the
a compromise. Nor is it a kind of middle ground in sole originator of all acts.20And, finally, each human
which al-Māturīdī and his followers adhere to a mod- being knows from experience that he himself chooses
erate position. It is, rather, a question of a synthesis and carries out his own actions.21
which takes both sides into consideration - the act’s And so we find three ways of acquiring knowledge:
createdness by God as well as man’s responsibility for revelation, reason and sensual impressions. Each of
his own acts.9According to al-Māturīdī, man is act- these deny the consequences the Jabriyya draws of
ing in the real sense. At the same time, his acts are their doctrine of God’s sole power to create. But, as
created by God.10 al-Māturīdī adds, these theologians do not accept
personal sensual impressions as a means of acquiring
Al-Māturīdī solves this pretended contradiction by
knowledge, so a dispute with them would not make
broadening his concept of the capacity to act. In his
any sense anyway.22
interpretation, there is not merely one capacity, but
two.11The first of these powers relates to the means and Thus al-Māturīdī describes man as truly acting, in
the tools whose existence has to precede acts in time. contrast to the Jabrite doctrine. This does not, how-
These means, referred to as “gifts of grace” (niʿam) by ever, mean that man is the sole creator of his acts, as
al-Māturīdī, are not created explicitly with regard to the Muʿtazila maintains in general.23For all that, it is
the acts. However, if they are lacking, the acts can- still God who is the creator of the act.24To prove this,
not be performed.12What he means here is, on the one al-Māturīdī uses very detailed yet diffuse arguments,
hand, external conditions for the act (such as suffi- which I can only as follows:
cient financial means), and, on the other hand, indi- - There are human acts that human imagination (au-
vidual dispositions of the acting human, such as his hām) and reason (cuqūl) are not able to comprehend.25
physical and mental health.)13
- There are acts that man is not able to rate as good
The second kind of capacity takes effect at the very or evil.26
moment the act occurs.14As al-Māturīdī explains, this
- There are acts that harm or hurt the human per-
power is identical with the act of free choice (iḫtiyār)
forming them.27
to perform an act, by which reward or punishment
(during the Final Judgment) will be determined.15 - People say “lā ḫāliqa ghairu llāh wa-lā rabba si-
wāhu” (there is no creator but God and no Lord other
By means of his concept of the twofold power to act,
than him).28
al-Māturīdī is able to combine both extreme posi-
tions-only God or merely the human acting-by declar- - If man were the sole creator of his acts, God would
ing their alleged consequences irrelevant. He shares not possess eternal and everlasting omnipotence.
the Jabriyya conviction that God is the one almighty Hence, He would be a servant (ʿabd), not the Lord.29
creator of all that exists-consequently of all human - Created objects (acyān) are composed of or separated
acts. But, as he objects, this conviction must not nec- from one another; they are in movement or at rest.
essarily imply that man has no ability to effect his fate Only God can assign these states to them.30

359
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

- It is definitely expressed in Q 23:9131 that there is mercy and kindness towards man, and man’s obliga-
only one creator.32 tion to be thankful.
- God can only be the sovereign of everything if He - The second possibility to read this verse aims at God’s
is the creator of everything.33 power to create. Once again, al-Māturīdī quotes an-
- Man is not capable of anything unless God empow- other verse of the Qur’an as a reference. In Q 34:18:
ers him. Therefore he cannot be a creator.34 “And We placed between them and the cities which We
had blessed [many] visible cities. And We determined
- If God did not create the acts, the arguments (ḥu-
(wa-qaddarnā) between them the [distances of] jour-
jaj) He assigned to His messengers would be void.35
ney, [saying], ‘Travel between them by night or day in
By means of these and other arguments taken from safety’” al-Māturīdī sees “determination” (taqdīr) as
the revelation and human reason al-Māturīdī demon- a synonym of “creation” (taḫlīq), such that this verse
strates that none of these opposing theories of action proves the creation of human acts by God (for trav-
is suitable to solve the dilemma I outlined at the be- elling is a human action that Gods attributes to him-
ginning of my presentation, i.e. the relation between self). This demonstrates that he is the creator (this
the almighty God as the creator and the human be- time: munshi’) of human acts.40
ing as responsible for his acts. On the other hand,
both of these views can by substantiated by the Holy - Al-Māturīdī seems somewhat less convinced of
Scripture. In the Qur’ān we find not only verses that the third possible interpretation. Here, the main-
prove the Divine determination of human acts,36but land and the sea symbolize each situation (ḥāl) and
ones that support human self-responsibility as well.37 each moment in time (waqt) for which the creatures
I have already pointed out that the supporters of one are obliged to thank God. As another example, al-
position take no notice of verses contradictory to their Māturīdī quotes Q 30:41: “Corruption has appeared
attitude. As for al-Māturīdī, he tries to consider both throughout the land and sea.” In this context, it is
positions. Thus the question is how he interprets the merely expressed that corruption can appear every-
qur’ānic verses in order to prove his rational attitude where. Thus Q 10:22, too, is meant to remind people
by means of the revelation. After all, it is the Qur’an to be grateful for divine benefits.41
itself as the word of God whose coherency is put at In his Kitāb at-Tauḥīd, al-Māturīdī refers to Q 10:22
stake by verses that at first sight contradict each other. as an argument against the Muᶜtazila. But his exege-
III. Interpretation of the qur’ānic Verses sis in the Ta’wīlāt seems somewhat lacking. He does
not explicitly commit to the one interpretation that
1. God’s Power to Create
supports his rational argument; in fact, he does not
Firstly, it would be interesting to look at al-Māturīdī’s offer any rational argument at all. Al-Māturīdī only
interpretation of some of the verses he uses as an ar- quotes other verses of the Qur’ān that explain the three
gument against the Muᶜtazilite doctrine of the exclu- possibilities of interpretation he presents. Therefore
sively human capacity to act. his exegesis can more accurately be classified into the
a) Q 10:22: “It is He who enables you to travel on land traditional Tafsīr.
and sea.”38 b) We get another view if we look at al-Māturīdī’s in-
Concerning this verse, al-Māturīdī in his Ta’wīlāt ahl terpretation of a second verse with which he coun-
as-sunna specifies various possibilities of exegesis: ters the Muᶜtazila in his Kitāb at-Tauḥīd. Q 16:80
-“Enable to travel” (yusayyirukum) can mean “con- reads “and made for you from the hides of the ani-
strain” or “subject” (saḫḫara), in the sense that God mals tents.”42 It is worthwhile regarding the broader
constrains man from the continent and the sea, as context of al-Māturīdī interpretation in the Ta’wīlāt.
both of these places can be fearsome and dangerous. The preceding verse is: “Do they not see the birds con-
But God protects man, so that he can fulfill his du- trolled in the atmosphere of the sky? None holds them
ties. People are not able to defend inhabitants of the up except Allah.”As al-Māturīdī alludes, birds are mat-
mainland or sailors against the dangers to which they ters like all others. They are unable to stay in the air
are exposed.39 In this context, al-Māturīdī refers to Q by themselves. Thus, if God is capable of influencing
16:14: “And it is He who subjected the sea for you.” Fol- their flying, he must also be capable of existentializ-
lowing this interpretation, Q 10:22 deals with God’s ing and annihilating all of creation.43

360
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

In this verse, al-Māturīdī sees a clear refutation of Thus al-Māturīdī examines the phrase “Do whatever
the Muᶜtazilite doctrine. Flying, obviously, is an act you will” with regard to two aspects. First, he states
of the birds. But in this context, God ascribes it to man’s potential to choose one of both ways -the one
himself. That is proof that God holds an act of cre- agreeable to God, or the opposite one. God describes
ation in the flying of the birds.44 Consequently, al- both of these ways in detail and illustrates the con-
Māturīdī explains one act generated by two origina- sequences of following each one. The second aspect
tors, a fact that proves him to be an adherent of Abū concerns the Divine threat (waᶜīd), for it is shown as
Ḥanīfa.45 If we now look at al-Māturīdī’s interpreta- well that none of man’s acts escape God’s watchful
tion of Q 16:80, we will find another refutation of eye.52According to al-Māturīdī, the verse in question
the Muᶜtazila. At the beginning of this verse God de- explicitly expresses that - in this world - man is free
clares that he “made for you from your homes a place to choose his actions, but in the hereafter must face
of rest.” This rest is an act of man. But in this con- the consequences.
text, God ascribes the act and the creation concern- b) In fact, when man finds himself in hell, it will al-
ing it to himself.46 ready be too late. Even if he regrets his evil deeds, he
We can see that al-Māturīdī is able to reject the Jabrite/ will be judged for them, as al-Māturīdī gathers from
Muᶜtazilite view of the human as sole originator of his Q 2:167: “Those who followed will say, ‘If only we had
actions not only by means of rational argumentation, another turn (at worldly life) so we could disassociate
but by citing the Holy Scripture as well. In this context ourselves from them as they have disassociated them-
we have to keep in mind that he does not deny the act- selves from us.’ Thus will Allah show them their deeds as
ing part of the human as such, but rather man’s sole regrets upon them. And they are never to emerge from
acting part. In his exegesis of the Qur’an, al-Māturīdī the fire.”53In this context, it does not seem to matter if
combines the personal experience we gain from ob- repentance applies to the acts as such, or if it occurs
serving our surroundings (birds flying, humans rest- when man does not enter paradise, although he feels
ing) with the confirmation of God as the creator he entitled to do so.54In al-Māturīdī’s eyes, this verse also
finds in the qur’ānic verses. In his Kitāb at-Tauḥīd al- demonstrates that man will be responsible for his fate
Māturīdī explicitly expresses that he does not disal- in the other world by determining his own actions.
low the arguments on which the Muᶜtazila relies as a) The First Capacity
such. He writes: “Refuting the ideas of the Jabriyya,
they rely on the same arguments we elaborated.”47 So The first verse whose interpretation by al-Māturīdī
the question remains how al-Māturīdī deals with the is examined concerns leaving for battle: “And they
qur’ānic verses he quotes to support this attitude in will swear by Allah , ‘If we were able, we would have
detail in the Ta’wīlāt ahl as-sunna. gone forth with you,’ destroying themselves (through
false oaths), and Allah knows that indeed they are li-
2. Man’s Responsibility ars.” (Q 9:42) The preceding passage shows that it is
Rejecting the Jabriyya and their doctrine concern- the question of struggling “in the cause of God”.55As
ing man’s absolute powerlessness regarding his will al-Māturīdī explains, the deniers excuse themselves
and his actions, al-Māturīdī quotes numerous verses by mentioning their lack of weapons or other equip-
of the Qur’an he regards as expressing the contrary. ment (even of provisions and the means to acquire
Two examples: them). God knows, however, that they actually do
a) Q 41:40: “Do whatever you will; indeed, He is see- have the capacity (istiṭāᶜa) to take part in the fight,
ing of what you do.”48This verse demonstrates God’s but that they lie claiming the contrary.56
threat of hell-fire onto those who deny God’s signs in In his interpretation of the verse, al-Māturīdī ar-
creation or -as one might conclude-see them, but do gues once more against the Muctazila, for they use
not act accordingly. Al-Māturīdī links this verse with this verse as an argument to support their own doc-
others in its closer context, such as Q 41:2749and Q trine of a capacity preceding the actual act. Finally,
41/34.50On this basis, he explains verse 40 to the effect the claim of those who refuse to go to battle is de-
that not only mans’ destiny in the other world can dif- clared a lie. This means they do have the means, i. e.
fer (heaven or hell), but that humans themselves also the capacity, to go out and fight, but do not actually
differ from one another with regard to their acts.51 perform this act.57

361
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

In the context of this verse, al-Māturīdī very briefly evildoers ignore the revealed signs from the aspects of
explains his concept of the twofold istiṭāᶜa. He explains benevolence (raḥma) and acceptance (qabūl)64 -or they
the “capacity of means (asbāb) and states (aḥwāl)“ as were not able to hear and see with their hearts, as ex-
preceding the act. This capacity must be meant in pressed in Q 22:46.65But, in contrast to the Muctazila,
the qur’ānic verse in question, because it lasts longer he does not see a capacity that precedes the actual act.
than merely a short moment. He refers to the second Rather, he declares, what is meant in this verse is the
capacity as the “capacity of act” (ficl). This capacity “capacity for action” that occurs at the same time. The
occurs at the very moment the act is being commit- “capacity of means and states” has been existent con-
ted.58 – Here we can see that, following al-Māturīdī, cerning these evildoers, because their extremities were
rational kalām and ta’wīl actually complement each complete and in sound condition (or at least nothing
other and lead to the same conclusion. converse is noted).66Al-Māturīdī subsequently calls the
In contrast, the exegesis of Q 58:4: “And he who is un- hearing and seeing “acquired” (muktasab), because it
is created by God.67 By this he emphasizes that man is
able, then the feeding of sixty poor persons” does not
not the creator of his actions, as that would contradict
offer any reference to a theory of act. In his Kitāb al-
the tauḥīd, i.e. the belief in God as the only creator.68
Tauḥīd, al-Māturīdī quotes a part of this verse as an
argument.59But in the Ta’wīlāt ahl as-sunna he ad- In his Kitāb al-Tauḥīd, al-Māturīdī also refers to Q
dresses the greater context, i.e. is divorce, reconcilia- 18:67 as an argument: “He said, ‘Indeed, with me you
tion, and measures of compensation, without touch- will never be able to have patience.” In this verse, as
ing on the question of a capacity to act.60At the first he explains in his Kitāb al-Tauḥīd, the second kind
sight, this procedure may be astonishing. However, I of capacity is expressed.69 But, looking at his inter-
believe it merely illustrates that al-Māturīdī does not pretation in the Ta’wīlāt, we find once again that al-
seize each opportunity to explain his rational doc- Māturīdī poses quite a different question. Though
trines in his exegesis of the Qur’ān. Rather he takes the verse mentions capacity (tastaṭīca), al-Māturīdī
the Qur’ān seriously in its situational context and ap- addresses the problem of the istitnā’, that is the for-
preciates it as well. mula in shā’a llāh. Al-Māturīdī rejects its use, at least
if it follows the creed.70So the quotation in the Kitāb
b) The Second Capacity
at-Tauḥīd could demonstrate that al-Māturīdī regards
Thus al-Māturīdī joins the Muctazila inasmuch as he the relevance of this verse for his concept as being so
confirms a capacity to act that has to precede the ac- obvious that he does not consider a detailed discus-
tual action. But he declares that this capacity is not sion or a refutation of the Muctazila necessary (as his
the only effective one. To explain this, he also uses reference to the present and the future is made clear
qur’ānic verses as arguments. One example is Q 11:20: by the whole context.
“They were not able to hear, nor did they see.”61 Here,
IV. Al-Māturīdī’s Followers
once again, the context addresses the threat of the
hell-fire. The Muctazila face some problems inter- Al-Māturīdī’s followers basically adopt the concept of
preting this verse, because their concept of a capacity the twofold capacity and describe it in the context of
preceding the act seems inapplicable. As al-Māturīdī man’s responsibility for his acts - despite their divine
explains, the Muctazila advance two different views: creation. But they differ in their manner, and they ad-
dress this theory to different degrees.
- They (the evildoers) are able to see and hear. But
the verse expresses that they disregard the signs of As a first example, Abū Salama al-Samarqandī (2.
God in his creation that is the revelation. For -in this half of the 4th/10th century),71who was a “grand-stu-
world too, we say “I cannot see him/her and listen to dent” of al-Māturīdī’s via his teacher Abū Aḥmad al-
his/her speech.”62 Īyāḍī,72merely mentions the existence of two capac-
ities to act in two short sentences.73In contrast, Abū
- The second view says that the evildoers are able to Šakūr al-Salimī, who lived a hundred years later, pre-
hear the revelation in a physical sense. But they are sents a summary of al-Māturīdī’s doctrine. He first re-
deaf and blind towards the truth. That is why they produces the Qadarite (Muctazilite, Jahmite, Rawāfiḍ,
behave as though they cannot see or hear.63 Karrāmite) and Jabrite theories,74and then ascribes the
As for al-Māturīdī, he holds these views as well. He ability to perform his own acts to man. But man is
merely uses different wording when he writes that the not able to perform them on his own, but by means

362
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

of a quwwa God creates in him at the very moment I believe this enormous popularity is proof enough
of action.75And al-Sālimī seemingly outnumbers al- to show the relevance of al-Māturīdī’s theology to
Māturīdī, assuming not only two, but three capacities. contemporary discourse.
But looking more closely, we see that this quantity is V. Conclusion
merely due to the fact that al-Sālimī differentiates al-
In summary, al-Māturīdī’s concept of the twofold ca-
Māturīdī’s first capacity which, as we remember, em-
pacity to act can be explained on the basis of three
braces both the external and the internal conditions
different kinds of tension.
necessary to perform an act.76On the other hand,
Abū l-Yusr al-Bazdawī (or al-Pazdawī, died 493/1099) - On a systematic level, the relation between tradition
mentions just one capacity to act and thus seems to and reason is the relevant concept. The comparative
be closer to al-Ašcarī than to al-Māturīdī.77 But in his regard to al-Māturīdī’s writings offers an opportunity
interpretation of Q 9: 42, this author also deals with to integrate qur’ānic verses that at first sight render
the conditions of human actions, as they are intact ex- controversial contents into a coherent system - with-
tremities, so that we must assume a twofold capacity out explaining away differences in wording. Thereby
as well.78Abū l-Mucīn an-Nasafī (died 508/1114) on his neither the authority of the Holy Scripture is ques-
part expresses this theory in a more precise way,79as tioned, nor is man forced to give up his ratio.
do the theologians who directly took from his writ- - With regard to content, I have now illustrated that
ings.80Even al-Ṣaffār al-Bukhārī (died 354/1139), who human freedom of decision and of action can be con-
is a rather inventive theologian, represents the exact nected to Divine influence. To make use of the first
doctrine of al-Māturīdī.81 istiṭāca, that is corporal sanity and suitable external
If we take a look at the further development of Mus- circumstances, man needs the second capacity to act,
lim theology, we find that is it clearly influenced which God grants him at the very moment of the ac-
by al-Māturīdī - and not merely in the Ottoman tion. Without it, he is incapable of deciding in self-re-
era.82 For example, the influential Egyptian scholar sponsibility, an assumption which allows him to de-
Muḥammad CAbduh (died 1323/1905)83was without termine his destiny in the other world.
a doubt influenced by his theology, including the -Finally, I have demonstrated how opposing theo-
theory of human acts.84We can ascribe the great- logical attitudes can be combined, so that this oppo-
est impact on the spread of al-Māturīdī’s ideas to sition can at least be modified. Insofar, the theology
Abū Ḥafṣ CUmar al-Nasafī (died 537/1142) and his developed by al-Māturīdī and his followers can be
C
Aqā’id. This confession of faith has not only been seen as a possibility to reconcile extreme views which
printed and published in a number of annotated - at first glance - are insurmountable. It remains to
translations in recent history,85but is meanwhile be seen to what extent modern discourse will make
available on the internet in innumerable versions. use of this chance.

Dipnotlar
1 A German version of this article has been published: Brodersen, A., (2013), Göttliches und menschliches Handeln im mā-
turīditischen kalām, Jahrbuch für Islamische Theologie und Religionspädagogik 2, p. 117-139.
2 Cerić, M. (1995), Roots of Synthetic Theology in Islām. A Study of the Theology of Abū Manṣūr Al-Māturīdī (d. 333/944),
Kuala Lumpur, p. 234-235.
3 Berger, L., (2010), Islamische Theologie, Wien, p. 60.
4 In this context, three basic principles can be observed: a) The humans act by means of a power (istiṭāʿa) granted by God.
Thus, performing an act is acquisition (kasb, iktisāb) of an act created by God (Gimaret, D., (1990), La doctrine d’al-Ash-
c
arī, Paris, p. 131; concerning al-Ašcarī’s argumentation against the Muctazila p. 132-136). b) This capacity is awarded to
the human in the very moment of acting (Gimaret, D., (1990), p. 136-145; Schöck, C., (2004), Möglichkeit und Wirklich-
keit menschlichen Handelnp, Dynamis’ (qūwa/qudra/istiṭāca)in der islamischen Theologie. Traditio 59, p. 118-121). Yet this
capacity does not effect the act as such, but merely its acquisition (Schöck, C., (2004), p. 120). c) The power is valid for
just one act, that is the act performed, and not for its opposite (Gimaret, D., (1990), p. 145-148).
5 Although this statement cannot be generalized, see Berger, L., (2010), p. 62-63.
6 The most prominent supporter of this doctrine was Ḍirār b. ʿAmr (died 200/816), who - in this point-clearly differs from
the view held by the Muctazila in general (and by the Murjica, see Berger, L., (2010), p. 6). Following Ḍirār, the human act
is generated by two originators, which is God who creates it, and man who acquires it. He is able to perform the act by

363
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

means of a capacity he possesses in advance, in contrast to the Ašcarite doctrine, that precedes the actual act (cf. Nagel,
T., (1994), Geschichte der islamischen Theologie, München, p. 112-113; regarding the Imāmite Hišām b. al. Ḥakam’s (died
179/765) similar doctrine see van Ess, J., (1991), Theologie und Gesellschaft im 2. Und 3. Jahrhundert Hidschra. Eine Gesc-
hichte des religiösen Denkens im frühen Islam, Vol. I, Berlin, New, York, p. 247-248; see also the summary in Ess, J., (1997),
Theologie und Gesellschaft im 2. Und 3. Jahrhundert Hidschra. Eine Geschichte des religiösen Denkens im frühen Islam, Vol.
IV, Berlin, New, York, p. 480-489).
7 E. g. Q 4:79, cf. Schmidtke, P., (in print), Rationale Theologie, in Brunner, R. (ed.), Einführung in den Islam, Stuttgart;
Rudolph, U., (1997), Al-Māturīdī und die sunnitische Theologie in Samarkand, Leiden, New York, Köln, p. 337.
8 With reference to Q 14:4 and other verses, see Schmidtke, S., (in print).
9 See Gimaret, D., (1980), Théories de l’acte humain en théologie musulmane, Paris, p. 179.
10 Cf. Abū Manṣūr al-Māturīdī, (ed. 2003), Kitāb al-Tauḥīd, p. 365.
11 c
alā qismain, cf. Abū Manṣūr al-Māturīdī, (ed. 2003), p. 410.
12 Abū Manṣūr al-Māturīdī, (ed. 2003), p. 410. Al-Māturīdī escapes the criticism of supporting the muctazilite doctrine of
the anteriority of man’s capacity to act by accentuating the conditional against the temporal relation between capacity and
act. Cf. Schöck, C., (2004), p. 125.
13 Abū Manṣūr al-Māturīdī, (ed. 2003), p. 411-414; Schöck, C., (2004), p. 122-123.
14 But, as al-Māturīdī remarks, this point was controversial (see Abū Manṣūr al-Māturīdī, (ed. 2003), p. 411. The view of a
capacity preceding the act was also being held. A reason for this discordance could be that Abū Ḥanīfa, whose authority
the Māturīdites lean on, did not formulate a clear position, see Rudolph, U., (1997), p. 338.
15 Abū Manṣūr al-Māturīdī, (ed. 2003), p. 411.
16 Al-Māturīdī quotes Q 41:40 “Do whatever you will; indeed, He is seeing of what you do” and Q 22/77 “O you who have
believed, bow and prostrate and worship your Lord and do good”.
17 Examples: Q 2:167 “Those who followed will say, “If only we had another turn so we could disassociate ourselves from them
as they have disassociated themselves from up.” Thus will Allāh show them their deeds as regrets upon them. And they are
never to emerge from the fire”und Q 56:24 “As reward for what they used to do”; see Abū Manṣūr al-Māturīdī, (ed. 2003),
p. 358.
18 Though al-Māturīdī never declares the meaning of the terminus “acquisition” (kasb, iktisāb), cf. Gimaret, D., (1980), p.
185-186.
19 Cf. Abū Manṣūr al-Māturīdī, (ed. 2003), p. 358-359.
20 Abū Manṣūr al-Māturīdī, (ed. 2003), p. 359.
21 Abū Manṣūr al-Māturīdī, (ed. 2003), p. 360.
22 Abū Manṣūr al-Māturīdī, (ed. 2003), p. 360; cf. Cerić, M. (1995), p. 211.
23 In contrast to his Ḥanafī predecessors, in this point al-Māturīdī had to face a concrete challenge occurred by the doctrine
of his contemporary al-Kacbī (died 319/931), cf. Rudolph, U., (1997), p. 339.
24 Cf. Abū Manṣūr al-Māturīdī, (ed. 2003), p. 364.
25 Cf. Abū Manṣūr al-Māturīdī, (ed. 2003), p. 365-366.
26 Cf. Abū Manṣūr al-Māturīdī, (ed. 2003), p. 366-367.
27 Cf. Abū Manṣūr al-Māturīdī, (ed. 2003), p. 367.
28 Cf. Abū Manṣūr al-Māturīdī, (ed. 2003), p. 367.
29 Cf. Abū Manṣūr al-Māturīdī, (ed. 2003), p. 368.
30 Cf. Abū Manṣūr al-Māturīdī, (ed. 2003), p. 368-369.
31 “God has not taken any son, nor has there ever been with Him any deity.”
32 Cf. Abū Manṣūr al-Māturīdī, (ed. 2003), p. 369. The mutual hindrance of two or more creators as explained in the
following parts of the verse led to a popular argument for God’s oneness, used as well by al-Māturīdī (cf. Abū Manṣūr
al-Māturīdī, (ed. 2003), p. 38-39); relating to its origin cf. Rudolph, U., (1997), p. 370.
33 Cf. Abū Manṣūr al-Māturīdī, (ed. 2003), p. 370.
34 Cf. Abū Manṣūr al-Māturīdī, (ed. 2003), p. 371.
35 Cf. Abū Manṣūr al-Māturīdī, (ed. 2003), p. 372.
36 E. g. Q 10:22; 16:80; 34:18.
37 E. g. Q 9:42; 58:4.
38 Abū Manṣūr al-Māturīdī, (ed. 2003), p. 407.
39 Abū Manṣūr al-Māturīdī, (ed. 2005), Ta’wīlāt ah las-sunna, VI, Beirut, p. 27.
40 Abū Manṣūr al-Māturīdī, (ed. 2005),VI, p. 27.
41 Abū Manṣūr al-Māturīdī, (ed. 2005), VI, p. 27.
42 Abū Manṣūr al-Māturīdī, (ed. 2003), p. 408.
43 Abū Manṣūr al-Māturīdī, (ed. 2005), VI, s 545.
44 Abū Manṣūr al-Māturīdī, (ed. 2005), VI, p. 546.
45 Concerning this concept in the doctrines of Abū Ḥanīfa and his followers, cf. Rudolph, U., (1997), p. 337-338.

364
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

46 Cf. Abū Manṣūr al-Māturīdī, (ed. 2005), VI, p. 547. Al-Māturīdī considers making the homes and living in them as acts
which merely at first sight are different, as he explains p. 546.
47 Abū Manṣūr al-Māturīdī, (ed. 2003), p. 361; cf. Gimaret, D., (1980), p. 179-180.
48 Abū Manṣūr al-Māturīdī, (ed. 2003), p. 358.
49 “But We will surely cause those who disbelieve to taste a severe punishment, and We will surely recompense them for the
worst of what they had been doing.”
50 “And not equal are the good deed and the bad. Repel [evil] by that [deed] which is better.” Cf. Abū Manṣūr al-Māturīdī,
(ed. 2005), IX, p. 86.
51 Abū Manṣūr al-Māturīdī, (ed. 2005), IX, p. 86.
52 Abū Manṣūr al-Māturīdī, (ed. 2005), IX, p. 86.
53 Abū Manṣūr al-Māturīdī, (ed. 2003), p. 358; Abū Manṣūr al-Māturīdī, (ed. 2005), I, p. 616-617.
54 Abū Manṣūr al-Māturīdī, (ed. 2005), I, p. 617, with reference to Q 2:111 and Q 19:79-80.
55 Cf. Abū Manṣūr al-Māturīdī, (ed. 2003), I, p. 412-413.
56 Abū Manṣūr al-Māturīdī, (ed. 2005), V, p. 378; cf. Schöck, C., (2004), p. 122-123.
57 Abū Manṣūr al-Māturīdī, (ed. 2005), V, p. 378.
58 Abū Manṣūr al-Māturīdī, (ed. 2005), V, p. 378.
59 Abū Manṣūr al-Māturīdī, (ed. 2003), p. 411.
60 Abū Manṣūr al-Māturīdī, (ed. 2005), IX, p. 560-564.
61 Abū Manṣūr al-Māturīdī, (ed. 2003), p. 414.
62 Abū Manṣūr al-Māturīdī, (ed. 2005), VI, p. 114.
63 Abū Manṣūr al-Māturīdī, (ed. 2005), VI, p. 114.
64 Abū Manṣūr al-Māturīdī, (ed. 2005), VI, p. 114.
65 “So have they not traveled through the earth and have hearts by which to reason and ears by which to hear? For indeed, it is
not eyes that are blinded, but blinded are the hearts which are within the breasts”; cf. Abū Manṣūr al-Māturīdī, (ed. 2005),
VI, p. 114.
66 Abū Manṣūr al-Māturīdī, (ed. 2005), VI, p. 114.
67 Abū Manṣūr al-Māturīdī, (ed. 2005), VI, p. 115.
68 Rudolph, U., (1997), p. 342.
69 Abū Manṣūr al-Māturīdī, (ed. 2003), p. 414.
70 Abū Manṣūr al-Māturīdī, (ed. 2003), p. 624-630.
71 To this temporal classification cf. Rudolph, U., (1997), p. 151, note 91.
72 Cf. Rudolph, U., (1997), p. 151, note 92.
73 Abū Salama al-Samarqandī, (ed. 1989), Jumal uṣūl al-dīn, Istanbul, p. 25.
74 Abū Šakūr al-Sālimī, (Ms), Al-Tamhīd fī bayān al-tauḥīd, Berlin, fol. 122b-123a.
75 Abū Šakūr al-Sālimī, (Ms), fol. 123a.
76 Abū Šakūr al-Sālimī, (Ms), fol. 123a. The obvious confusion of the terms istiṭāca al-ficl and istiṭāca al-aḥwāl is presumably
due to the process of text tradition, not the author’s error.
77 Although, unlike al-Ašcarī, he does not identify man’s act with God’s, cf. Gimaret, D., (1980), p. 190-192. On the other
hand, al-Bazdawī only mentions the term kasb as relating to the doctrine of al-Ašcarī; see Abū l-Yusr Muḥammad al-Baz-
dawī (ed. 1963), Kitāb Uṣūl al-Dīn, Kairo, p. 100.
78 Rudolph, U., (1997), p. 372 assumes for al-Bazdawī a return to the former tradition and points out that the author does
not use the term istiṭāca, but rather quwwa to designate the capacity to act. But his younger contemporary Abū l-Mucīn
al-Nasafī already refers to the synonymy of these and other expressions, such as qudra and ṭāqa, and their use as equiva-
lents by the mutakallimūn (Abū l-Mucīn al-Nasafī, (ed. 1990-1993), Kitāb tabṣirat al-adilla fī uṣūl al-dīn, (Damaskus), p.
541.
79 Abū l-Mucīn al-Nasafī, (ed. 1997), Kitāb Baḥr al-kalām, Kairo, p. 163-166; (ed. 1986), Al-Tamhīd li-qawācid al-tauḥīd,
Kairo, p. 257. 278; (ed. 1990-1993), p. 541; Gimaret, D., (1980), p. 195-200.
80 Cf. Abū Ḥafṣ CUmar al-Nasafī (died 573/1142), (ed. 1843), Al-CAqā’id, (London), p. 2; Nūr al-Dīn al-Ṣābūnī (died
580/1184), (ed. 1969), Kitāb al-Bidāya min al-kifāya fī l-hidāya, Kairo, p. 107-110; Abū l-Barakāt al-Nasafī (died
710/1310), (ed. 2003), Kitāb al-Ictimād fī l-ictiqād, Frankfurt/Main, p. 19. 138; Gimaret, D., (1980), 208-213.
81 Abū Isḥāq al-Ṣaffār al-Bukhārī, (ed. 2011), Talkhīṣ al-adilla li-qawācid al-tauḥīd, Beirut, p. 177-179. 669-674.
82 Cf. Badeen E., (2008), Sunnitische Theologie in osmanischer Zeit, Würzburg 2008, especially p. 24. 57. 60; Kamāl al-Dīn
al-Bayāḍī, (ed. 1949), Ishārāt al-marām min cibārāt al-imām, Kairo, p. 256-264.
83 Berger, L., (2010), p. 127-130.
84 Rudolph, U., (1997), p. 340.
85 Example: Introduction to the Islamic Creed, transl. Musharraf Hussain al-Azhari, Invitation Publishing House UK, 22005,
on the internet with the following recommendation: “Imam Abu Hafs (D573 AH) wrote a short, succict (sic) and accu-
rate summary of the authentic Muslim beliefs in his popular work, ‘Aqaa’id an-Nasafi. This short tract has been highly

365
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

praised by all the scholars for its brevity, accuracy and completeness. Some 25 commentaries have been written on it. One
of the most popular was the commentary written by S’ad ud-Din Taftazaani (d. 793 AH). Since then, it has been taught
in Islamic schools and seminaries throughout the world, particularly in Central and South Asia.” – Important here is the
description as “summary of the authentic Muslim (not “Māturīdī” or at least “Ḥanafī”!) beliefs”.

Bibliography
1. Primary
Abū l-Barakāt an-Nasafī, (ed. CAbdallāh Muḥammad Ismail 2003), Kitāb al-Ictimād fī l-ictiqād, Frankfurt.
Abū Ḥafṣ CUmar an-Nasafī, (ed. William Cureton 1843), Al-cAqā’id, in: Pillar of the Creed of the Sunnites, London.
Abū Isḥāq aṣ-Ṣaffār al-Buḫārī, (ed. Angelika Brodersen 2011), Talḫīṣ al-adilla li-qawācid at-tauḥīd, in: Brodersen, Angelika:
Das Kompendium der Beweise für die Grundlagen des Ein-Gott-Glaubens oder Talḫīṣ al-adilla li-qawācid at-tauḥīd von
Abū Isḥāq Ibrāhīm b. Ismācīl aṣ-Ṣaffār al-Buḫārī, Beirut (Bibliotheca Islamica 49).
Abū Manṣūr al-Māturīdī, (ed. Bekir Topaloğlu/Muhammed Aruci 2003), Kitāb at-Tauḥīd, Ankara.
- (ed. Maǧdī Bāssalūm 2005), Ta’wīlāt ahl as-sunna I-X., Beirut.
Abū l-Mucīn an-Nasafī, (ed. Walīuddīn Muḥammad Ṣāliḥ Al-Farfūr 1997), Kitāb Baḥr al-kalām, Kairo.
- (ed. Ǧīb Allāh Ḥasan Aḥmad 1986), Al-Tamhīd li-qawācid at-tauḥīd, Kairo.
- (ed. Claude Salamé 1990-1993), Kitāb Tabṣirat al-adilla fī uṣūl ad-dīn, Damaskus.
Abū Salama as-Samarqandī, (ed. Ahmet Saim Kılavuz 1989), Ǧumal uṣūl ad-dīn, Istanbul.
Abū Šakūr as-Sālimī, At-Tamhīd fī bayān at-tauḥīd. Ms Berlin 2456, foll. 1-170b.
Abū l-Yusr Muḥammad al-Bazdawī , (ed. Hans Peter Linss 1963), Kitāb Uṣūl ad-dīn, Kairo.
Nūr ad-Dīn aṣ-Ṣābūnī (ed. Fatḥallāh Kholeif 1969), Kitāb al-Bidāya min al-kifāya fi l-hidāya, Kairo.
2. Secondary
Badeen, Edward, (2008), Sunnitische Theologie in osmanischer Zeit, Würzburg (Istanbuler Texte und Studien 16).
Berger, Lutz, (2010), Islamische Theologie, Wien.
Cerić, Mustafa, (1995), Roots of Synthetic Theology in Islām. A study of the theology of Abū Manṣūr al-Māturīdī (d. 333/944),
Kuala Lumpur.
Gimaret, Daniel, (1980), Théories de l’acte humain en théologie musulmane, Paris.
- (1990), La doctrine d’al-Ashcarī, Paris.
Nagel, Tilman, (1994), Geschichte der islamischen Theologie, München.
Pessagno, Jerome Meric, (1984), Irāda, ikhtiyār, qudra, kasb: the view of Abū Manṣūr al-Māturīdī, In: JAOS 104, p. 177-191.
Rudolph, Ulrich (1997), Al-Māturīdī und die sunnitische Theologie in Samarkand, Leiden, New York, Köln.
Schmidtke, Sabine (in print), Rationale Theologie, in: Brunner, Rainer (ed.), Einführung in den Islam, Stuttgart.
Schöck, Cornelia (2004): Möglichkeit und Wirklichkeit menschlichen Handelns. „Dynamis“ (qūwa/qudra/istiṭāca in der islamis-
chen Theologie, in: Traditio 59, p. 79-128.
Van Ess, Joseph, (1991-1997), Theologie und Gesellschaft im 2. und 3. Jahrhundert Hidschra. Eine Geschichte des religiösen
Denkens im frühen Islam, I-VI, Berlin/New York.

366
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Doç. Dr. Ömer TÜRKER


1975’te Keskin, Kırıkkale’de doğdu. 1997’de Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden
mezun oldu. 1999’da Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde “Mukâtil bin
Süleyman’ın Kur’ân’ı Te’vîl Yöntemi” başlıklı teziyle yüksek lisansını, 2006’da Mar-
mara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde “Seyyid Şerîf el-Cürcânî’nin Te’vil
Anlayışı: Yorumun Metafizik, Mantıkî ve Dilbilimsel Temelleri” başlıklı teziyle dok-
torasını tamamladı. 2012 yılı itibariyle Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde
Yardımcı Doçent Doktor olarak göreve başlayan Ömer Türker “İbn Sînâ Felsefesinde
Metafizik Bilginin İmkânı Sorunu” adlı telif eserinin yanı sıra çok sayıda makaleye
ve tercümeye imza atmıştır.

Mâturîdî Kelamında
Kadîm-Hâdis İlişkisi:
Çift Yönlülük Teorisi
Bu tebliğde Mâturîdî’nin kelamî düşüncesinde tek-
vîn-mükevven ilişkisi ele alınacaktır. Öncelikle tek-
vîn-mükevven ilişkisi sorununun üst başlığını oluş-
turan temel sorunu belirlemek gerekmektedir. Diğer
kelam kitaplarında da olduğu gibi Kitâbu’t-tevhîd’in
temel sorunlarından biri, hâdis-kadîm ilişkisinin na-
sıl kurulacağıdır. Yoktan yaratmayı savunan her türlü
kelamî düşünce öteden beri şöyle bir eleştiriyle kar-
şılaşmıştır: Eğer Allah âlemi yoktan yaratmışsa yani
nesneler kelamcıların ortaklaşa söylediği gibi hâdis
ise âlem ile Allah arasında kapanmaz gibi gedik var
demektir. Başka bir ifadeye Allah âlemi zâtı nedeniyle
gerektirmiyorsa âlem ile Tanrı arasında bir boşluk var
demektir. Buna göre Allah ezelde hiçbir şey yarata-
mıyor olacaktır. Allah’ın âlemi ezelde yaratmadığını
söylemek, O’nun ezelde işlevsiz olduğunu söylemek
demektir. Çünkü Allah ezelde âlemi yaratmamışsa
veya bir yaratma faaliyeti içinde değilse tamamen iş-
levsiz demektir. Kelamcıların manevî sıfatları redde-
den filozoflara yönelttiği eleştirinin aynısını filozoflar

367
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

da yaratma bağlamında kelamcılara yönelterek “Tam Bu öncülle Allah’ın o sıfatla nitelendiğinde istid-
tersine siz Allah’ın âlemi yoktan yarattığını söyleye- lâl edilebilmesi (için zât o sıfatı kabul etmelidir.)
rek Allah’ı işlevsizleştiriyorsunuz” dediler. Bu eleştiri, Çünkü zât, o sıfatı kabul etmediği takdirde, sıfatın
gerçekte makûl ve ciddi bir eleştiridir. Şöyle ki şayet kemal oluşuyla zâtın onunla nitelenmesine istidlâl
Allah ezeli ve âlem de hâdis ise Allah ile âlem ara- etmek mümkün olmaz. Nitekim âlemin ezelde ya-
sında bir boşluk kesiti olacaktır. Her ne kadar Gaz- ratılması, onun sürekli bir varlık olması bakımın-
zâlî’nin Tehâfüt’ün birinci meselesinde gayet açık dan, Allah Teâlâ için ezelde kemaldir fakat Allah’ın
şekilde ortaya koyduğu gibi kelamcılar bu boşluğun fâil-i muhtâr olması, onunla nitelenmesine engeldir.
vehmî bir boşluk olduğunu yani tamamıyla vehmin Çünkü Allah’ın fiili, kasıt, ihtiyâr ve iradeyle öncelen-
yanılgısı olduğunu söyleseler de ister vehme ister akla miş olduğundan hâdis olmak zorundadır. (Kemalin
nispet edelim burhân-ı tatbîkin de gereği olarak Al- anlamının) ne olduğu (ve) o sıfatın (zât için kemal)
lah ile âlem arasında sonsuz bir kesit bir var demek- olup nefsü’l- emirde O’na layık (olduğu ortaya çık-
tir. Zira hâdis olması durumunda âlemin bir zamanı malıdır.) Çünkü söz gelimi yazma gibi, bize kıyasla
ve yaşı varken Tanrı için zaman ve hareket söz ko- kemal olması ama Allah’ın zâtına kıyasla kemal ol-
nusu değildir. Dolayısıyla sonlu ile sonsuz arasındaki maması mümkündür. (Burhânla kemal olan bütün
mesafe sonsuz bir mesafeye dönüşüyor. Kitâbu’t-tev- sıfatlar, zâta zorunlu olmalıdır) ve O’nun beklenen
hîd’den anlaşıldığı kadarıyla İmâm Mâturîdî genel bir kemalinin bulunması mümkün değildir. Bunun
olarak sıfatlar sorunu ve bu bağlamda Allah-âlem ispatı ise, Allah’ın zâtıyla zorunlu kılan {mûcib bi’z-
ilişkisinin sorunlarını çok derinden kavramıştır ve zât} olmasına dayalıdır.
tekvîn-mükevven ayrımıyla bu kavrayışını sorunsal- Bu pasajda tekvîn-mükevven ayrımının önemini
laştırmıştır. Fakat bu kavrayış, Kitâbu’t-Tevhîd’in ce- kavramamızda bize yardımcı olarak dikkate değer
del örgüsü içinde önemli ölçüde örtüldüğünden tek- bir açıklama yapılmaktadır. Genel olarak Eşarî kela-
vîn-mükevven ayrımı, sonraki kelam literatüründe mının temel iddialarını dikkate aldığımızda Seyyid
önemsiz bir ayrım gibi görünür. Yani sonraki kelam- Şerif’in söylediklerini daha açık bir şekilde yeniden
cıların yazdıkları dikkate alınırsa tekvîn-mükevven ifade edebiliriz: Allah’ı ezelde işlevsiz hale getirme-
ayrımının Eşarîlik ile Mâturîdîlik arasındaki ayrım- mek için âlemin Allah’tan ezelde sudûr etmesi veya
lardan biridir ama bu, çok önemli bir ayrım değildir Allah vardı ve âlem vardı şeklinde Allah’ın âlemi
izlenimine ulaşılır. Fakat Eşarî kelamının zorunlu so- ezelde yarattığını söylememiz akla daha uygundur.
nuçlarını takip ettiğimizde bu ayrımın daha önemli Aslında aklen kemal olan budur. Fakat naslar bize
olduğunu düşünmek mümkündür. Mesela Adudid- âlemin hâdis olduğunu, sonradan meydana geldiğini
dîn el-Îcî el-Mevâkıf fî ilmi’l-kelâm’da önceki kelam- ve sonradan yaratıldığını bildiriyor. Bu nedenle biz
cıların kullandığı zayıf öncüller eleştirirken şöyle der: aklın gereğini değil, nassın gereğini esas aldık ve bu-
nun imkanını açıklamaya çalıştık. Her ne kadar ak-
Üçüncü öncül şudur: Bu, bir kemal sıfatıdır ve Allah len âlemin ezelde yaratılması Tanrı için bir kemalse
Teâlâ’ya olumlanır ve bu bir eksiklik sıfatıdır ve O’n- de nas bize vakıanın sonradanlık olduğunu bildir-
dan olumsuzlanır. Bu öncül bazen fiiller hakkında iti- diğinden vakıanın mümkün durumlardan biri ol-
bara alınır. Oysa o, güzellik ve çirkinliktir. Bazen de duğunu söyledik. Aslında bu görüş, Eşarî kelamının
söz konusu öncül zât hakkında itibara alınır. Sıfat- dürüstçe ifade edilmiş zorunlu bir sonucudur. Do-
ların sâbit olması için zât onu kabul etmeli, kemalin layısıyla bu görüşün ortaya çıkardığı, tatil fikriyle
anlamı ve O’nun için kemal olduğu ortaya çıkmalı- herhangi bir kelamî düşünce yüzleşmek zorunda-
dır ve burhânla kemal olan bütün sıfatlar, zâta zo- dır. İşte İmâm Mâturîdî’nin bilhassa Kâbî’yle tartış-
runlu olmalıdır. malarında ve Mutezilenin sıfatlar görüşüne yönelik
Bu pasajda önceki kelamcıların ilâhî zâtın elverişli olup eleştirilerinde fark ettiği ve çözmeye çalıştığı sorun-
olmadığına ilişkin yeterli bir araştırma yapmadan ha- lardan biri budur.
reketle bir sıfatın salt kavramsal içeriğinden hareketle Mâturîdî’nin bu soruna yönelik çözümü kısaca şöyle
Allah’a nispet etmekle veya etmemekle eleştirilmek- özetlenebilir: Allah’ın herhangi bir fiilinden söz etti-
tedir. Fakat bizim bu tebliğdeki araştırmamız bakı- ğimizde bütün fiiller yaratılmış olduğu için bir fiilin
mından önemli olan şey, Seyyid Şerîf el-Cürcânî’nin Hakk’a bakan yönünün kadîm, mahlûka bakan yö-
ise bu satırların şerhinde söyledikleridir: nünün de hâdis olduğunu düşünmemiz gerekir. Bu

368
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

bağlamda tekvîn-mükevven ayrımı, aynı fiilde ka- Nazar gücü, bu sıfatlar üzerinde akıl yürütme yapa-
dîm-hâdis ayrımını temellendirme amacını güder. rak onları hâdise uygun yönlerinden arındırır. Fakat
Bu durum, meşşâî filozofları yaptığı gibi yaratılmış- bizim Tanrı’yı tanrı olarak veya kadîmi kadîm ola-
lar arasında herhangi bir aklî sıralama veya önce- rak kavrama imkanımız yok. Yani bizim Tanrı’ya
lik-sonralık sıralaması gözetmeksizin her bir yaratıl- veya kadîm bir varlığa ilişkin bilgimiz aslında kendi
mış nesnenin Allah’a nispetinin aynı ölçüde eşit ve olmaklığı bakımından bir bilgi değildir. Aynı duru-
her birisi için aynı ölçüde bir yönüyle kadîm ve bir mun İmâm Mâturîdî bir fiilin kadîm ve hâdis bo-
yönüyle de hâdis olduğunu söylememiz gerekir. Fa- yutları için geçerli olduğunu düşünür. Onun açıkça
kat kadîmlik yargısına sadece Tanrı cihetinden ba- dile getirdiği cümlelerden biri şudur: “Fiilde hâdis ve
karak, hâdislik yargısına ise sadece yaratılmış cihe- kadîm yönlerin nasıl ayrıştıralacağını ve tam olarak
tinden bakarak varmamız gerekir. nasıl olduğunu ben de kavrayıp dile getiremiyorum
Tekvîn-mükevven ayrımının özüne ilişkin bu tespit fakat sorunun bundan başka çözümü olamaz.”Fakat
Mâturîdî’nin kastı, ilahî zâtla ilgili bilgileri karakte-
bize bu ayrımın kesb teorisindeki dile gelen yakla-
rize eden durumun bu olduğudur. Hâdisin kadîmi
şımın bütün fiillere taşınmasından ibaret olduğunu
kuşatma anlamında idrak etmesi mümkün olmadığı
göstermektedir. Bilindiği gibi kesb teorisi, kula ait ih-
için bilgilerimiz bir yönüyle daima eksik kalmaktadır.
tiyârî bir fiilde Allah’a ait olan taraf ile kula ait olan
Bununla birlikte Tanrı ve âlem arasındaki ilişkinin
tarafı ayrıştırma ve bu ikisini dengeleme çabasıdır.
Tanrı’yı tatile maruz bırakmadan –zira aşılması ge-
Bu bağlamda İmâm Mâturîdî’ye göre biz ihtiyârî bir
reken temel güçlük budur- her bir fiilin Tanrı’ya nis-
fiilde kula ait tarafın yaratılmış olduğunu söyleyebi-
petinin doğrudanlığını ve fiilin Tanrı’ya bağlandığı
liriz ama Allah’a ait tarafın hâdis olduğunu söyleye-
yönün kadîm ve mahluka bağlandığı yönün hâdis
meyiz. Mâturîdî bu ayrımı temellendirmek için biri
olduğunu söylemek zorundayız. Hatırlanacağı üzere
bilgiyle, diğer sıfatlarla ilgili iki ilke vazetmektedir.
Tehâfütü’l-felâsife’de Gazzâlî bu sorunu ele alırken
Sıfatlarla ilgili ilkeyi Kitâbu’t-Tevhîd’de Kabî’nin rahmet âlem ile Tanrı arasında filozoflarca dile getirilen boş-
fiili sıfattır görüşünü eleştirirken dile getirir. Mâturî- luğun tamamen vehmî olduğunu; gerçekte Tanrı için
dî’ye göre biz nihai tahlilde fiilî sıfat ile zâtî sıfat ara- mahlûka nispetle öncelik, sonralık ve şimdi söz ko-
sında ayrım yapamayız. Çünkü fiilin Allah’a bakan nusu olmadığından âlemin hudûsu ile Tanrı’nın ka-
yönünün kadîm olduğunu söylemek için fiilî ve zâtî dîmliği arasında çelişki bulunmadığını; zamanı hare-
sıfatların nihai tahlilde zâtta birleşmesi gerekir ve fiilî ketle ilişkilendirdiğimiz sürece ikisinin de eşzamanlı
sıfat derken biz, sadece fiilden hareketle bir tür nis- olduğunu iddia etmiştir. Gazzâlî’nin çözümü Mâturî-
pet yaparız. Sıfatı fiilî veya zâtî olduğunu söylerken dî’ye yakın olmakla birlikte tam olarak aynı noktaya
tek bir zâta işaret ederiz. Dolayısıyla bir fiilin bu zâtla vardığı söylenemez. İmâm Mâturîdî ise meseleyi ve-
ilişkisi ve zâta bakan yönü bakımından kadîm olması himden öteye taşıyarak bu vehmî boşluğu tamamıyla
gerekir. Yani manevî sıfatlar, fiilî sıfatlar, zâtî sıfatlar izale ederek nispetin kendisinin kadîm olduğunu id-
ve subutî sıfatlar gibi ayrımlar, varlık bakımından dia etti. Mâturîdî’nin tekvîn-mükevven ilişkisi ayrı-
yapılamaz. Nitekim Mâturîdî Ka’bî’nin rahmet sıfa- mıyla varmaya çalıştığı sonuç budur. Öyle görünüyor
tıyla ilgili görüşlerini de bu bağlamda eleştirmektedir. ki Mâturîdî, aklın kavradığı ama izahta güçlük çek-
Mâturîdî’nin bilgiyle ilgili vaz ettiği ilke, kesb teori- tiği bir ilkeyi tespit ettiği kanaatindedir. Aklın kavra-
sinde karşılaştığımız sorunun bir benzeriyle bu me- ması, nazar adına olumlu bir duruma işaret ederken
selede de karşılaştığımızda ortaya çıkar: Biz bir fiilde izahta güçlük çekmesi, nazar gücünün yetersizliğini
bir tarafın hâdis diğer tarafın kadîm olduğunu nasıl ifade etmektedir.
düşünebilir veya nereden bilebiliriz? İmâm Mâturîdî Özetle İmâm Mâturîdî sıfatları zâtla özdeşleştirme
Kitâbu’Tevhîd’de sık sık şunu vurgular: Biz nazar gü- veya çelişiklerini zâttan olumsuzlama yoluyla, Ebû
cüyle Tanrı hakkında bilgi ediniyoruz. Nazar gücü Hâşim’in ahvâl teoriyle, Muammer’in mana teorisiyle
nesneler hakkında kullandığımız kelimelerin anlam- yahut önceki Eşarîlerin kullandığı anlamıyla “ne aynı
larındaki hâdis yönleri eleyerek kadîm varlığa yaraşır ne gayrıdır” formülüyle sıfatlar sorununun çözüleme-
yönleri Tanrı’ya nispet eder. Bu gücün nesnesi olan yeceğini düşünmüş ve fiilin çift yönlü oluşunun dik-
sıfatlar ise asıl itibariyle naslarda bildirilen sıfatlardır. kate alınarak sorunun çözülebileceğini iddia etmiştir.

369
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Yrd. Doç. Dr. Hakan COŞAR


Anakara Kızılcahamam’da 1972’de doğdum. 1990’da Eskişehir İmam
Hatip Lisesi’ni bitirdim. Aynı yıl Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ni
kazandım. 1995’de İlahiyat Fakültesinden mezun oldum. 3 yıl Milli eği-
tim bakanlığında öğretmenlik görevini sürdürdüm.1999 Kasım’ında Çu-
kurova üniversitesi İlahiyat Fakültesi Felsefe ve Din Bilimleri Bölümü İs-
lam Felsefesi anabilim dalında araştırma görevlisi olarak göreve başladım.
2000–2009 yılları arasında Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Felsefe ve Din bilimleri İslam Felsefesi alanında yüksek lisans ve doktora
yaptım. 2010- 2014 yılları arasında Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fa-
kültesi İslam Felsefesinde Yrd. Doç. Olarak görev yaptım. Halen Burdur
Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde Yrd. Doç olarak ça-
lışmaktayım. Çalışma alanlarım İslam Felsefesi özelliklede İbn Sina fel-
sefesi, İslam Düşüncesi ve Türk İslam Düşünce Tarihidir. Bu alanlarda
akademik dergilere yayınlanmış makaleler bulunmaktadır.

Mâturîdî Düşüncesinde
Felsefe Kelam İlişkisi
GİRİŞ
Mâturîdî’nin günümüze ulaşan Kitâbu’t-tevhîd ve
Te’vîlâtü’l-Kur’ân adlı eserleri incelendiğinde onun,
kelâm ilminin temel bütün konularına yer verdiği, ele
aldığı konuları işlerken aklî, naklî ve semantik temel-
lendirmelerde bulunduğu ve kelâma gerçek anlamda bir
ilim hüviyeti kazandırdığı görülür. Eserlerinde nakille
beraber akla da gereken önemi veren Mâturîdî’deki
akılcılığın, akılcı olmakla tanınan Mu’tezile’den geri
kalmadığı, bu açıdan onun, kelâm ilmindeki akılcılı-
ğın ilk temsilcilerinden biri olduğu, eserlerini de kelâm
klâsiği olarak tanımlamanın yanlış olmadığı söylene-
bilir. Mâturîdî’nin gerek İslâm dünyasında ortaya çı-
kan gerekse dış kaynaklı inanç ve felsefelere özellikle
de kendi yaşadığı coğrafyadaki din, mezhep ve fel-
sefî düşüncelere karşı son derece duyarlı olduğu an-
laşılmaktadır. Bunun en önemli nedeni, bu inanç ve
akımların Allah’ın varlığı, birliği, sıfatları ve nübüv-
vet gibi konularda İslâm inançlarına uymayan anla-
yışları yaymaya çalışmaları, İslâm’ın inanç esaslarına

371
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

eleştiri yöneltmeleri ve âlemin kadîm olduğunu veya duyu bilgisini ispat ederken, zaruri bilgi olması ba-
tanrıdan sudûr ettiğini savunan felsefî düşüncelerin kımından hem duyulara hem de akla dayanmakta-
varlığıdır. Mâturîdî’nin söz konusu felsefî düşüncelere dır. 2. Haber: Mâturîdî’ye göre haber; a) Vahiy, b)
yönelttiği eleştiriler göz önüne alındığında onun ge- Haber-i Rasül ve c) genel haberler olmak üzere üçe
niş bir felsefî bilgiye de sahip olduğu görülür. Mâturî- ayrılır. Esasen ona göre haberin, Allah ve insanlar
dî’nin, eserlerinde nakillerde bulunduğu ve bunları olmak üzere iki kaynağı vardır. Buna göre, kaynağı
eleştiriye tabi tuttuğu din, mezhep, felsefî grup ve bizzat Allah olan bir haber, Allah’tan Peygamber’ e
akımların başında Yahudilik, Hıristiyanlık, Sâbiîlik, ulaşırken adına vahiy, Peygamber’den bize intikal
Sümeniyye, Seneviyye, Mecûsîlik, Zerdüştlük, Dey- ederken ise adına haber-i rasul denir. Kaynağı insan
saniyye, Menâniyye, Markûniyye, Mu’tezile, Mü- olan haber ise, insanlardan kaynaklanan haberler-
şebbihe, Mücessime, Bâtınıyye, Zenâdıka, Dehriyye, dir ve bu haberler bize çeşitli şekillerde ulaşırlar. Adı
İlkçağ Yunan Felsefesi ve Yeni Eflâtunculuk gelmek- geçen haber (vahiy) dışında, bir de bizzat Peygam-
tedir. Söz konusu grup ve akımların çokluğu, Mâturî- ber’den gelen haberler vardır ki, bunlar da, Mâturî-
dî’nin bilgi ve düşünce ufkunun genişliğini göster- dî’ye göre, mütevatir ve ahad haberler diye ikiye ayrı-
mekle birlikte, ayrıca onun eserlerine de bu konularla lır. Mâturîdî’ye göre mütevatir haber, yanılmaları ve
ilgili önemli bir kaynak niteliği de kazandırmıştır.1 yalan söylemeleri muhtemel kişilerin dilinden Pey-
Aklî hükümleri vâcip, mümkin ve mümteni olmak gamber’den bize ulaşan haberlerdir. Mâturîdî, müte-
üzere üçe ayıran ve bunlara nübüvvet bölümünde te- vatir haberi, özellikle hadisçilerin tanımından daha
mas eden Mâturîdî’nin söz konusu kelimeleri terim farklı tanımlamaktadır. Onun tanımladığı mütevatir
anlamlarına uygun olarak kullandığı görülmektedir. haberlerde, yanılmaları ve yalan söylemeleri muhte-
2
Somut, teknik ve felsefî terimler kullanan Mâturîdî, mel kişiler söz konusudur. Bu ise, Mâturîdî’nin mü-
bazı kelimelerin terimleşmesine de öncülük etmiştir. tevatir haberlere yönelik tanımında işi ne kadar sıkı
Bunlardan biri “şey’iyyet’’ kavramıdır. Mâturîdî’nin tuttuğunu göstermesi bakımından üzerinde durul-
kullandığı bu kavram Farâbî’nin “mahiyet” kavra- ması gereken bir husustur. Çünkü söz konusu edi-
mıyla aynı anlama gelmektedir.3 len bilgiye kaynaklık edecek olan haberlerin gerçek
ve doğru haberler olması, onların, birer bilgi kay-
MÂTURÎDÎ’NİN BİLGİ KURAMI
nağı olabilme hüviyetine kavuşabilmeleri açısından
İmâm Mâturîdî, bilginin ne olduğu, imkanı, değeri oldukça önem arzetmektedir. Düşünürümüz burada
ve bilgi edinme yolları; bilginin nasıl meydana geldiği haberin bilgi kaynağı olamsının önemi üzerinde
ve dini bilginin mahiyetinin ne olduğu gibi önemli durmaktadır. Mâturîdî’ye göre bilgi elde etmenin
bilgi felsefesi (epitemoloji) meselelerini ele alıp tar- üçüncü yolu olan haber sayesinde geçmiş millet-
tışan ve İslam düşüncesinde kendine has bir bilgi lerin durumu hakkında bilgi elde edilebildiği gibi,
kuramı oluşturan ilk kişidir. Mâturîdî’ye göre bilgi kişi kendisinin ve diğer varlıkların ismini ve gaybla
kaynakları; 1) duyular (ıyan), 2) haber ve 3) akıldan ilgili bilgiyi de haberle elde edebilir. Bunlara ilave-
oluşmaktadır. 1. Duyular (ıyan): Mâturîdî, ıyanı, beş ten emr, nehy, va’d ve va’id de ancak haberle biline-
duyuyu da içine alacak şekilde insanın iç duyu ve iç bilir. Çünkü haberden başka bunları bilecek bir yol
gözlemini ifade etmek üzere kullanırken, buna kar- yoktur. Bu durumda Mâturîdî haberin bilgi vasıtası
şılık havassı ise daha çok beş duyuyu ifade etmek olduğunu, bir yönüyle insanın günlük hayatındaki
için kullanmaktadır. Buna göre o, havassı, ıyandan haberin gerekliliğine dayandırdığı gibi, diğer taraf-
daha dar anlamda, sadece görme, işitme, koklama, tan bunu akli olarak da temellendirmeye çalışmak-
tatma ve dokunma duyularını ifade etmek üzere, tadır. O’na göre haberi inkâr eden kimse, inkârını
kullanmaktadır. Mâturîdî, duyu bilgisinin ispat edil- inkâr etmiş olmaktadır. Çünkü onun inkâr ettiği
mesinde herhangi bir ihtilafın söz konusu olama- şey de bir haberdir. Böylece haberi inkâr eden, çe-
yacağını, yani duyu bilgisini kimsenin inkâr ede- lişkiye düşmüştür. 3. Akıl (İstidlal, Nazar): Mâturî-
meyeceğini belirtir. Çünkü duyular vasıtasıyla elde dî’ye göre, dini bilgiye akıl ve haber (sem) yoluyla
edilen bilgi, zaruri bilgidir. Mâturîdî’ye göre duyuları ulaşılırken; buna karşılık nesne ve olayların hakika-
inkâr edenle münazara da yapılmaz. Çünkü duyu- tine ise, duyular (ıyan, idrak), haber ve akıl (nazar)
lar, duyu ile inkâr edilemez. Zira duyuların duyular ile ulaşılır. Dolayısıyla, nesne ve olayların hakikati
ile ispatı mümkün ve makul iken, duyuların duyu- söz konusu olduğunda bilgi kaynaklarına, akıl ve
lar ile inkârı çelişkilidir. Görüldüğü gibi Mâturîdî haberin yanında, duyular da eklenmiş olmaktadır.

372
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Çünkü özellikle nesnelerin, doğal çevre ve olayların Bilgi kaynaklarından biri saydığı akıldan (nazar)
keşfi için duyular oldukça önem arz etmektedirler. Mâturîdî’nin anladığı, fonksiyonel bir akıldır. Dola-
Mâturîdî’ye göre bilgi vasıtalarından her birinin yısıyla onun söz konusu ettiği bu akıl, aklın kullanıl-
kendine ait bir nesne grubu vardır. Dolayısıyla bazı ması ve ondan faydalanılması anlamını içermektedir.
şeylerin bilgisi sadece akıl ile, bazılarının bilgisi sa- Nitekim ona göre akıl (nazar), yararlı ve zararlı olanı
dece haber ile bazılarının ise yalnızca duyularla bi- birbirinden ayırmaya yarayan bir araçtır. İşte bu ne-
linir. Bu nedenle hiçbir bilgi kaynağının görevini denledir ki akıl, dış dünyanın, onun özellik ve hik-
bir diğeri yapamadığı gibi, biri diğerinin yerini de metlerinin kavranma:sını sağlayan önemli bir bilgi
dolduramaz. Bununla birlikte bazen aynı nesne gu- kaynağıdır. Akli düşünce ile insan, kendisinin yara-
rubu, iki farklı hatta bazen üç farklı bilgi kaynağı- tılmış olduğu ve iyi davranışa karşılık mükafat, kötü
nın konusu olabilir. Bu nedenle bazen sadece akıl, davranışına karşı ise ceza ile karşılık verecek bir Ya-
bazen sadece duyular, bazen de sadece haber, her- ratıcı’nın bulunduğu bilincine ulaşır. Mâturîdî açı-
hangi bir nesne hakkında bir bilgi kaynağı oluş- sından önemli olan, insanın akıl sahibi olmasından
tururken; bazı objelerin bilgi kaynağı ise, hem akıl ziyade, onu faydalı olana götürecek şekilde kullan-
hem de haber olmak üzere, her ikisi birden olabilir. masıdır. Mâturîdî ancak tefekkür, tedebbür, teem-
Hatta ona göre, herhangi bir nesnenin bilgi kayna- mül, te‘akkul eden bir aklın, akıl olması bakımından
ğını akıl, duyular ve haber birlikte oluşturduğu du- bir anlam kazanacağını, aksi durumun ise aklın yi-
rumlar da söz konusudur.4 timi olduğunu ileri sürmektedir. O, işitme, görme ve
Mâturîdî’nin bilginin kaynakları konusundaki gö- akıldan kaynaklanan bilgiyi, tabii (garîzî) ve kazanıl-
rüşleri dikkate alındığında bilgi felsefesi açısından mış(mükteseb) şeklinde ikiye ayırmıştır. Mâturîdî’ye
saf bir rasyonalist veya saf bir empirist saymak müm- göre, akla sahip olma açısından insanlar arasında
kün değildir. Çünkü ona göre, bilginin oluşmasında temelde bir farklılık yoktur. Bu noktada bir insanın
duyular ve akıl birbirini tamamlayacak şekilde aynı diğerine üstünlüğü söz konusu değildir. Dolayısıyla
önem sahiptir. Duyular olmadan dış dünya ile irti- insanın imtihan sebebi olan akıl, insanlarda aynıdır.
bata geçmek mümkün değildir. Ancak akıl sayesinde O hâlde hakkın idrak edilmesi noktasında, mümin
de duyu verilerini değerlendirebilmekte ve doğrulu- ile kâfir eşit durumdadır. O her ne kadar gerçeğin
ğunu test edebilmekteyiz. Dolayısıyla bilgi kaynakları akılla idrak edildiğini vurgulasa da, âlemin bir cüzü
bakımından o sentezci bir yaklaşım sergilediği görül- olan aklın, kendi mahiyetinin ne olduğunu bilme gü-
mektedir. Burada felsefi açıdan akla verdiği önemi be- cüne sahip bulunmadığını düşünmektedir. Mâturî-
lirtmek ve akıl vahiy (nakil) ilişkisi hakkında özgün dî’ye göre, akıllar, akılların keyfiyetini ve mahiyetini
yönüne dikkat çekmek için akıl hakkındaki görüş- idrak etme noktasında âcizdir ve cahildir. Akıl ken-
lerini detaylandırmak istiyoruz. disinin nasıllığını ve mahiyetini bilemez. Ancak sa-
Akıl ve Akıl Vahiy İlşkisi dece düşündüğü aklettiği, anladığı zaman akıl, akıl
olarak var oluşunu gerçekleştirme imkânına kavuş-
Mâturîdî’ye göre, Allah’ın insanoğluna verdiği en
maktadır. Mâturîdî’ye göre insanı insan yapan, onu
önemli nimetler; işitme ve görme duyuları ile gö-
diğer canlılarar asından ayırıp üst bir konuma yer-
nül (fuâd)dür. O, faydalı ve zararlı, temiz ve pis,
leştiren ve böylece vahye muhatap kılan husus, akıl
yumuşak ve sert, kolay ve zor, acı ve tatlı olan her
sahibi oluşudur. Ancak kuşkusuz bil’l-kuvve olarak
şeyin bilgisine ulaşma aracı olduğu için, fuâdı özel-
akla sahip olmak, diğer canlılardan üst bir konumda
likle zikretmektedir. Mâturîdî’nin kelime hakkın-
bulunmak için yeterli değildir.
daki yorumları da dikkate alındığında, onun fuâda
aklın fonksiyonlarını yükleyerek akıl anlamını ver- Mâturîdî’ye göre aynı zamanda akıl, duyu kaynaklı
diği görülür. Mâturîdî fuâdı, kişinin lehine vealey- bilgilerin kontrolünü üstlenmektedir. Algılanan nesne
hine olan hususları anlayıp akletmesi olarak açıkla- ve olaylara değer hükümlerinin verilmesinde akıl oto-
makta; daha sonra onun işitme ve görme ile birlikte ritedir. Zira insan gözüyle bir şeyi görür, kulağıyla bir
bilgi edinme yolu olduğunu belirtmektedir. Buna sesi işitir, daha önceki görme ve işitmelerini hatırla-
göre Mâturîdî’nin düşünce sistemi içinde fuâdın yarak akıl, gördüğü veya işittiğini tanır. Ancak, ta-
kalp olarak anlaşıldığı açığa çıkmaktadır. Mâturîdî nınan varlıkların iyilik veya kötülüğüne (hüsun ya
kalp kelimesini akıl veya anlayış şeklinde de anlam- da kubuh) kim karar verir? Göz ve kulak mı? İşte bu
landırmaktadır. noktada hüküm veren akıldır. Çünkü aklın tabiatına

373
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

çirkin ve kötüyü, çirkin ve kötü; güzel ve iyiyi de, gü- aslında akla verdiği öncelikli değeride bir başka açı-
zel ve iyi görme kapasitesi genel olarak yerleştirilmiş- dan ortaya koymaktadır. Ayrıca o, Allah’ın birliğini
tir. Yani aklın yapısında tümeller düzeyinde güzel/iyi bilmenin, O’na ve elçilerine iman etmenin yolunun
ve çirkin/kötü kavramları bulunmaktadır. Mâturî- içtihat ve istidlal olduğunu ifade etmekle de, vahiy
dî’ye göre, dış dünyadaki eşya ve olayların değeri üze- karşısında akla verdiği önceliği açıkça beyan etmek-
rinde bedihî olarak değil ama tefekkür yolunu kul- tedir. Bu bağlamda hangi dinî görüş ve akımın haklı
lanarak insanın hakikate erişme imkânı mevcuttur. olduğunu belirlemede de akla görev düşmektedir. Bu
Üstelik Mâturîdî, akılla birlikte işitme ve görmeyi noktada herhangi bir görüş, aklı kabule mecbur bıra-
de zikrederek bunlarla duyulur nesnelerin hakikati- kacak bir delil getirdiği takdirde onaylanır. Mâturî-
nin idrak edileceğini belirtmektedir. Ayrıca Mâturî- dî’nin akla bu şekilde vahiy karşısında öncelik ver-
dî’ye göre akıl ile metafiziğin bilinme imkânın bu- mesinin tabii bir zorunluluk olduğu söylenebilir. Zira
lunduğunu belirtmek gerekir. Duyulur âlemde elde bilindiği üzere vahyin, dolayısıyla emir ve nehyin mu-
edilen veriler, akla daha ötesi hakkında bilgiürete- hatabı aklı sebebiyle insandır. Mâturîdî nübüvvetin
bilmesi için yardımcı olmaktadır. Akıl, algılanan ve ispat aracı olan mucizelerin de sonuçta istidlâli ilim
anlaşılabilen görünür âlemden edindiği verileri kul- ifade ettiğini düşünmektedir. Mâturîdî’ye göre bun-
lanarak, anlamakta âciz kaldığı, kendisini aşan ko- ları tanıma ve bilme yolu akıldır. Çünkü her ne ka-
nularda istidlalde bulunmaktadır dar mucize insanın duyularına hitap edip muha-
tabı hayrette bırakmakta ise de, bu olayın mucize ve
Mâturîdî, akla bu şekilde üst bir alanın bilgisine
peygamberlik delili olduğu hükmünü veren akıl ol-
ulaşma imkânı vermekle birlikte yine de ona bir sı-
makta; burada aklın değerlendirmesine ihtiyaç du-
nır çizmektedir. Akıl, âlemin varlığının sonradan-
yulmaktadır. Bu durumda vahiy ile aklın ilk karşılaş-
lığını (hudûs) anlayarak Tanrı’nın var olduğu hük-
masında, aklın hâkim konumda olduğu söylenebilir.
müne ulaşmakla birlikte, O’nun mahiyetini bilemez.
Mâturîdî’ye göre her ne kadar başlangıçta aklın hâ-
Aynı şekilde akıl, yaratıcının belirli sıfatlarının var-
kimiyetinden söz edilmekteise de akıl, vahyin va-
lığını mümkün görse de onların da mahiyetini bile-
hiy olduğunu onaylamakla, bir bakıma onun otori-
mez. Mâturîdî’ye göre aklın iyi bulduğu hiçbir zaman
tesini de kabul etmiş olmaktadır. Daha sonra aklın
kötü olmaz. İnsanın akli idraklerine, kınanmayı hak
onayını alan vahiy de akla belirli bir otorite vermek-
eden davranışlar kötü, övgüyü hak eden davranış-
tedir. İnsanları düşünmeye ve tefekkür etmeye, aklı
lar da iyi gösterilmiştir. Yine akıl açısından kötüyü
kullanmaya teşvik eden, aksi durumu kınayan pek
iyiye tercih etmek, yergiye layık olanı övgüye değer
çok Kur’an ayeti vahyin akla verdiği konumu açıkça
bulunana üstün tutmak kabul edilemez kılınmıştır.
ortaya koymaktadır. Bu bağlamda Mâturîdî’nin dü-
O hâlde akıl, sadece fiillerin iyi ve kötüsü ile nesne-
şünce sistemi içinde akıl ve vahiy arasında doğrusal
lerinin sana faydalı ve zararlı olanının ne olduğunu
değil ama akıldan vahye, vahiyden tekrar aklagiden
bilmekle kalmaz aynı zamanda iyinin yapılması, kö-
dairesel bir ilişki bulunduğu söylenebilir. Önce akıl
tünün de terk edilmesi gerektiğini bilir. Akıl, dinde
vahyi temellendirmekte, sonra da vahiy aklı kullan-
emredilen hiçbir şeyi kötü kabul etmez, aynı şekilde
mayı vacip kılarak onun otoritesini meşrulaştırmak-
yasaklananı da iyi görmez. Yine akıl dinde iyi ve kötü
tadır. Diğer taraftan akıl, vahyi anlamaya yönelmekle
olarak belirlenen hususların iyi ve kötü oluş yönünü
de âtıl olmaktan kurtularak faydalı bir hâle dönüş-
anlayabilir. Hatta akıl da tefekkür yoluyla aynı sonuç- mekte, dolayısıyla vahiyle iletişime geçerken kendi-
lara ulaşabilir. Bu bağlamda haram ve helalin şeriatla sini de yeniden inşa etmektedir. Başlangıçta bir bütün
bilinmesi demek, kişinin sorumluluğu açısından ha- olarak dinin gerçekliğini onaylayan akıl, dinin ala-
ram ve helal kılmanın sadece Allah’ın yetkisi içinde nına girince dinî hükümleri anlama ve değerlendir-
bulunuşu ile irtibatlı olmalıdır. Akli bilgiye geniş bir mede söz sahibi olmaktadır. Bir bakıma akıl ve vah-
alan veren İmâm Mâturîdî, bu görüşünü aklın her yin karşılaşmasıyla, akılla önce vahyin varlığı ispat
türlü işin konum ve düzenlenmesinin kendisine da- edilmekte, ondan sonra da vahiy akla yeniden varlık
yandırılması gereken bir temel olduğunu belirtmekle vermektedir. O hâlde böyle bir ilişki biçiminde biri-
açıkça ortaya koymaktadır.5 nin diğerini dışlaması veya yok sayması söz konusu
Mâturîdî Kitâbu’t-tevhîd’in başında taklidin insanın değildir. Aksine burada bir tamamlama ve birlikte-
hakikate ulaşma yolu olarak kabul edilemeyeceği ve likten söz edilebilir. Mâturîdî aklın vahye olan ihtiya-
taklit sahibinin mazur görülemeyeceğini belirtmekle cını ise, öncelikle insan felsefesinden hareketle ortaya

374
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

koymaktadır. İnsan sadece aklıyla hareket eden bir yine meşhur Müslüman filozof İbn Sina (980–1037)
varlık değildir. Her ne kadar yaratılışına tevhit delil- başöğretmen (eş-Şeyhu’r-reîs) olarak kabul görmüştür.
leri yerleştirilmişse de nefsin istekleri aklın doğru bir Çünkü mantık, İbn Sina ile birlikte yetkinlik kazan-
şekilde işlemesine engel olabilir. Bu sebeple Allah’ın mış değişik ortamlarda öğrenilip öğretilebilecek bir
peygamber göndermesi insana hakkı bulmada ko- konuma kavuşmuştur. Mâturîdî, bu dönemde İslam
laylık sağlamaktadır. Diğer taraftan akılların farklı dünyasına tercümelerle aktarılan, aklın bilgi üretir-
mertebelerinin bulunması da böylebir ihtiyacı doğur- ken yanlışa düşmemesini amaçlayan mantık ilminin
maktadır. Aslında kendisiyle hakkın idrak edildiği ve savunucusu olmamış, muhtemelen mantığı metafi-
insanın imtihana tâbi tutulduğu akıl tektir. Yani in- zik alanla ilgili olarak düşünmüştür. Diğer yandan
san aklı böyle bir yeteneğe sahiptir. Ancak bu, bütün düşünürümüzün, Allah’ın varlığının ispatında nas-
insanların akıl açısından eşit olduğu anlamına gel- sda geçmeyen cevher araz ayrımına dayalı akli de-
mez. Zaten pratik hayata baktığımızda insanlar ara- lili kullanması da onun yönteminin felsefi akılcılığa
sında bu açıdan farklılıkların bulunduğunu görürüz. benzer olduğunu düşündürmektedir.
Aklı kullanmalarına göre insanlar arasında görülen Mâturîdî’nin Kitâbu’t-tevhîd’inde mantık hakkında
bu farklılık onları vahye muhtaç kılmaktadır. Bu an- olmasa da Aristoteles hakkındaki düşünceleri son
lamda Kur’an-ı Kerim sadece akılla bilinen bir kısım
derece açıktır. O, bu konuda Aristoteles’i ve Mantık
gerçekleri teyit etmekle kalmamakta, bilinmeyen bir
adını verdiği kitabını, Kitâbu’t-tevhîd’in “Tanrısızla-
kısım hususları da haber vermektedir. Böyle bir ya-
rın Düşüncelerinin Yanlışlığının Açıklanması” başlığı
pılanma içinde kuşkusuz artık bir akıl-nakil çatış-
altında ele almaktadır. Ona göre Aristoteles, Tanrı’nın
masından bahsetme imkânı kalmaz. Mâturîdî’nin,
varlığını red, maddenin (heyula) ezeliliğini ise kabu-
her zaman akli ve nakli delilleri birlikte kullanması,
leden bir tabiatçıdır. Yine Mâturîdî’ye göre Aristote-
onun bu konudaki temel felsefesini göstermektedir.
les, Mantık adını verdiği kitabında varlık hakkında
İnsana aklı verenin de vahyi gönderenin de hikmet
yalnızca on kategori ile konuşulabileceğini ileri sür-
niteliğine sahip bir Tanrı olduğuna; her ikisi de in-
mektedir. Mâturîdî’nin Kitâbu’t-tevhîd’de naklettiği
san için hakikate götürenbirer delil kılındığına göre,
kategorilere ilişkin bilgi, Kategoriler’in Abdullahb.
doğal olan aralarında bir çelişki olmamasıdır. Zaten
el-Mukaffa (750-815) tarafından yapılmış olan özet
Mâturîdî’nin düşüncesinde vahyin getirdikleri, aklın
çevirisinden harfi harfine bir nakil olduğu ifade edil-
karşı çıktığı şeyler değil, bilakis ulaşmak istedikleri-
mektedir. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi Mâturîdî,
dir. Bu sebeple onun sistemindeki akıl ve vahiy iliş-
Aristoteles’in en genel yüklemler olarak bilinen on ka-
kisi hiçbir zaman çatışma ile ifade edilemediği gibi
tegoriye (bab) yer vermektedir. Müellifimiz, Aristote-
uzlaşmayla da tanımlanamaz. Çünkü ikisiarasında
les’in kategorilerine şöyle sıralamaktadır: Ayn: Cevher
bir uzlaşma ancak çekişme veya karşıtlık var ise söz
yerine “ayn” ifadesini kullanan Mâturîdî, ayn’ınbiz-
konusudur. O hâlde Mâturîdî’ye göre ancak akıl ile
zat kendisini belirlemek anlamında olduğunu ifade
vahyin uyumundan bahsedilebilir. Mâturîdî’nin bü-
etmekte ve buna “insan” ifadesini örnek vermektedir
tün felsefesinin, akıl ve vahiy arasındaki bu uyuma
(cevher). Mekân: Mekân kategorisi “nerede (eyne)” so-
dayandığını söylemek mümkündür.6
rusunun cevabıdır (mekân). Sıfat: Mâturîdî, nitelik
Mâturîdî ve Mantık Literatürü kategorisi için “sıfat” ifadesini kullanmaktadır, ona
İslam düşünce tarihinde 8-10. yüzyıllar fıkıh ve ke- göre sıfat “nasıl (keyfe)” sorusunun cevabıdır (nitelik).
lam geleneğinin oluşup geliştiği dönemler olduğu gibi, Vakit: Vakit, zaman kategorisini gösteren “ne zaman
başta Aristoteles’in (m.ö. 384-322) mantığa dair eser- (meta)”sorusunun cevabıdır (zaman). Sayı: Sayı, ni-
leri olmak üzere felsefe ile ilgili birçok eserin Arapçaya celik kategorisini gösteren “kaç, nice (kem)” soruları-
çevrildiği yüzyıllardır. İlk Müslüman filozof olarak nın cevabıdır (nicelik). Muzaf: Mâturîdî, göreli ya da
kabul edilen Kindi’den itibaren bazı Müslüman bil- izafet kategorisi için “muzaf” ifadesini kullanmakta-
ginler ilk ortaya koyucuları Grek filozofları olmakla dır. Ona göre muzaf, birinin anılmasıyla diğerinin de
beraber mantık ve felsefe ile ilgili çok önemli çalışma- anılması gerekli olan şeydir. Baba-oğul, köle-efendi,
lar yapmışlardır. Bu nedenledir ki birinci öğretmen ortaklar ve benzeri gibi (izafet). Zû: Mâturîdî, sahip
(el-Muallimü’l-evvel) olarak isimlendirilen Aristote- olma ya da mülk kategorisi için “zû” ifadesini kullan-
les’ten (384–322) sonra, Farâbî (870–950) ikinci öğ- makta, buna “cidde babı” da demektedir. Ona göre
retmen/mantıkçı (el-Muallimü’s-sânî) ismini almış, “şeref sahibi”, “aile sahibi” vb. ifadeler bu kategoriyi

375
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

gösterir(mülk). Nisbe: Müellifimiz durum kategorisi gibi duyulada algılanamayanları da mevcuttur ve her
için “nisbe” ifadesini kullanmaktadır.Ona göre bu ka- cismin duyularla algılanması zorunlu değildir. Cev-
tegoriye, “ayakta olmak” ve “oturma hâlinde olmak” heri aynı olan topraktan ve bitkilerden farklı sebze ve
ifadeleri örnek verilebilir (vaz’/durum). Fail: Bir etki- meyvelerin meydana gelınesi örneğinde olduğu gibi
nin söz konusu olduğu kategoridir. “Ne yapıyor”so- tek cevlıerden farklı cisimlerin oluşması mümkün-
rusunun cevabı olarak bilinir “yiyor”, “okuyor” gibi dür. Cisimler, oluşumuna ilişkin özellikleri bünye-
(fiil). Meful: “Ona ne yapılıyor?” sorusunun cevabıdır sinde kuvve halinde barındırınaz. Çünkü hacminin
“yeniliyor, yenilmiş”,“okunuyor” gibi (infial). birkaç katını bünyesinde bulundurması imkânsızdır.8
Mâturîdî, Aristoteles ve taraftarlarının vardıkları so- Âlemi, biri duyular, diğeri ise ideler âlemi olmak
nucu etraflıca inceleyen kimsenin onların Allah’ın ni- üzere ikiye ayıran ve ideler âlemini asıl kabul eden
metlerini bilmeyişleri sebebiyle çıkmaza düştüklerine, Eflâtuncu felsefeden nakilde bulunan Mâturîdî, söz
hak yolu şaşırıp sapıttıklarına, sonra da haktan ayrı- konusu anlayışı, âlemin ezelî olduğunu ifade ettiği
lışın doğurduğu şaşkınlığın kendilerini, hiçbir aklın gerekçesiyle eleştirmektedir. Mâturîdî’nin, yoktan
düşünemeyeceği ve hiçbir gönlün hoş karşılamayacağı bir şeyin meydana gelmeyeceği düşüncesiyle âlemin
bir hayalle avunmaya sevk ettiğine muttali olacağına ezelî bir maddeden meydana geldiğini, tanrıdan su-
dikkat çekmektedir. Ayrıca o, Aristoteles’in hakîm dûr ettiğini veya tanrı tarafından yaratıldığını ileri
unvanına sahip olmasını da eleştirmekte, onun baş- süren İlkçağ filozoflarından nakillerde bulunarak bu
kalarını kendi görüşlerinden ayrılıp şahsi kanaatine görüşleri eleştiriye tabi tuttuğu görülmektedir. Onun
uymaya mecbureden biri olduğunu ifade etmektedir. bu çerçevede görüşlerine yer verip eleştirdiği filozof-
Yine, kategoriler bağlamında Aristoteles’in cevher ve ların çoğunlukla Thales, Anaximandros, Anaxime-
araz anlayışına ciddi bir şekilde karşı çıkmaktadır. An- nes, Herakleitos, Empodokles, Anaxagoras,Demok-
cak dikkatlerden kaçmamalı ki burada Mâturîdî’nin
ritos, Eflâtun, Aristoteles, Philon ve Yeni Eflâtuncu
eleştirisi kategoriler teorisinin metafizik içeriklerine
filozoflar olduğu anlaşılmaktadır. Mâturîdî’nin isim
yöneliktir. Ayrıca yaşadığı dönem Mantık ve Felsefe
zikrederek görüşlerinden nakillerde bulunduğu filo-
kavramalarının tam olarak teşekkül etmediği bir dö-
zofların başında Aristoteles gelmektedir. Yukarıda da
nemdir. Bu durumu kendisinin cevher kavramı yerine
ifade ettiğimiz gibi, Aristoteles’in Organon adındaki
ayn kavramını tercih teme sebebinde görebiliyoruz.
mantık kitabından ve bu kitapta yer alan kategoriler-
Hâlbuki her iki kavram da anlam itibarıyla aynı içe-
den bahseden Mâturîdî’nin bu filozofun bazı kitap-
riği ifade etmektedirler. Ona göre Aristoteles’in kate-
larını mütalaa ettiği, onun, cevher ve araz, madde ve
goriler teorisi, âlemin ezeliliği yönünde alternatif bir
suret, oluş ve yok oluş, zaman, üreme ve beslenme, ay-
varlık nazariyesi (ontoloji) sunmaktadır ve varlığı da
altı ve ay-üstü âlem konularındaki görüşlerini nakle-
yalnızcabu 10 kategori ile sınırlamaktadır.7
derek eleştiriye tabi tuttuğu görülmektedir. Mâturî-
VARLIK GÖRÜŞÜ dî’nin görüşlerinden nakillerde bulunarak eleştiriye
Tabiat ve İlliyet Görüşü tabi tuttuğu tabiatçılar, Dehriyye, Müneccime ve Sü-
Mâturîdî’ye göre Allah’ın dışındaki varlılara âlem (ev- meniyye gibi grupları, âlemin kadîm olduğunu ileri
ren) adı verilir. Evren aynlar veya cevherler ile sıfatlar sürmeleri açısından Dehriyye içinde mütalaa ettiği
veya arazlardan, yani öz madde ile madde kütlesinin görülmektedir. Zira Dehriyye, âlemin ezelî olduğunu
algılanmasım sağlayan niteliklerinden oluşmuştur. O, ve bir yaratıcısının bulunmadığını savunan mater-
cevher yerine daha çok ayn tabirini kullanır, bazen yalist felsefî akımdır. İslâm dünyasında genel olarak
ise ayn yerine cisim terimini tercih ederse de cisrni, ateist ve materyalist düşünce akımlarını temsil eden
özlerden oluşmuş ve duyularla algılanabilen birleşik Dehriyye, belirgin şahsiyetlerin oluşturduğu bir fel-
madde anlamında kullanımştır. Maddenin özünü teş- sefî akımı ifade etmesi yanında, çeşitli felsefe akım-
kil eden unsuruna ayn, niteliklerine ise araz denilir. larındaki inkârcı tezlerin de ortak adını oluşturmak-
Matürid cevherin bölünemeyeceğine ilişkin herhangi tadır. Mâturîdî, Dehrîlerin âlemin kadîm olduğu
bir açıklama yapmamış ve konuya ilişkin tartışma- yönündeki görüşlerini öne çıkarmakta, bu görüşün
lara girmemiştir. Mâturîdî’nin cisimler hakkında be- Allah’ın irade sahibi bir yaratıcı olduğunun inkârı an-
nimsediği bazı görüşleri şöyledir: Cisim üç boyutlu, lamına gelmesinden dolayı Allah’ın yaratmadığı bir
yönlü, sonlu ve sınırlı olan nesne demektir. Cisirnler tabiat kavramını reddetmekte, âlemde meydana ge-
duyularla algılanmakla birlikte hava örneğinde olduğu len nesne ve olayların Allah tarafından yaratıldığını

376
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

belirtmektedir. Ayrıca müellifin, Budist telâkkilere sa- varlıklardan ateşte yakma ve yukarıya doğru yükse-
hip olan Sümeniyye’yi de, değişmeyi ezelî bir hudûsa lıne, buzda soğutma, taş ve toprakta aşağıya düşme,
bağladığı ve Tanrı fikrine yer vermediği için Dehriyye suda canlandırma, yemeklerde ve gıdalarda besleme,
kapsamında değerlendirdiği görülmektedir. Mâturîdî, cansız varlıklarda hareketsizlik, taş ve dernirde suda
âlemin ezelî olduğunu savunan Menâniyye, Deysâ- batma, odunda ise suda batmama tabiatı vardır. Ay-
niyye, Merkûniyye, Sabiîler ve Mecûsîler gibi düalist rıca cisimleri oluşturan cevherlerde zıt tabiatlar bir
grupların görüşlerini de nakletmekte, yaptığı aklî is- arada bulunmaktadır. Fakat ona göre, sözü edilen
tidlâller ile zulmet ve nur olmak üzere iki ayrı tanrı varlıklardaki bu tabiat kendiliğinden var değil Al-
benimseyen ve kendi aralarında da farklı görüşlere lah tarafından onlarda yaratılmıştır. Zira bunlar Al-
sahip bulunan söz konusu grupların fikirlerindeki lah tarafından yaratılınasaydı zıt tabiatlı cevherlerin
çelişkileri göstermeye çalışmaktadır.9 bir cisirnde toplanmayıp birbirinden uzaklaşması ge-
Mâturîdî’ye göre, âlemin ilk maddesini (tıynet, heyûlâ) rekirdi. Mâturîdî bu görüşlerini ifade derken doğru-
eni, boyu, derinliği olmayan ezelî bir imkân (kuvve) dan doğruya tab’ tabai’ ve tabiat terimlerini kullamr.
olarak tanımlayan, oluş ve bozuluşu yalnızca araz- Cansız varlıklar belli tabiatlarda yaratıldığı gibi canlı
larda gören Aristocu felsefesi de Dehriyye kapsamın- varlıklar da hayatlanın devam ettirmelerini ve kendi-
dadır. Mâturîdî’ye göre, bazıları âleme ait temel mad- lerine yönelik tehlikelerden korunmalarını sağlayan,
denin kadim olup “heyula” diye adlandırmışlar, bu bünyelerine yararlı ve elverişli olan davranışları ger-
heyula adlı maddenin kendiliğinden bir kuvveye sa- çekleştirmelerine imkân veren hazır bilgilerin yanı
hip bulunduğunu ve ezelden beri şu nitelikleri taşıdı- sıra belirli tabiatlara sahip kılınmıştır. Mâturîdî ev-
ğını ileri sürmüşlerdir: Uzunluğu, eni, derinliği, ağır- rendeki varlıkların en üstünü olarak gördüğü insanla-
lığı, alanı, rengi, tadı, kokusu, yumuşaklığı, sertliği, rın, cansız varlıkların yanı sıra hayvanların tabiatın-
sıcaklığı, soğukluğu, rutubeti, hareketi ve hareketsiz- dan daha farklı bir tabiat taşımasını bütün evrenin,
liği yoktur. Ayrıca başlangıcında onunla birlikte her- zatından dolayı bilgili ve güçlü olan Allah tarafından
hangi bir araz da bulunmuyordu; bu durumda iken yaratıldığının bir kanıtı kabul eder. Allah, insanı, tıı-
“heyula” diye isimlendirilmiştir. Heyula irade ile de- tum ve davranışları üzerinde etkili olan farklı tabi-
ğil de doğası gereği (tıbâ’) kuvvete dönüştürülmüş, atlarda yaratınış; bu tabiatlar karşısında ona iyi, fay-
arazlar ortaya çıkmış, bu merhalede de “cevher” diye dalı ve doğru olan tutum ve davranışlarla kötü, zararlı
isimlendirilmiştir. Heyula tek bir cevher olup âlemin ve yanlış olan tutum ve davranışları genel çerçevede
aslını oluşturmuştur. Ayrışık ve birleşik olma hâlleri, tanıması için gerekli bilgileri üretme tabiatma sahip
arazlar statüsünün ürünüdür. Aslında arazlar ayrışık kılınan aklı bahşetıniştir. Mâturîdî, bir taraftan Al-
ve birleşik kavramlarıyla nitelendirilemez, çünkü on- lah’m insanda manevi tabiatlar yarattığını vurgu-
lar başkalarının sayesinde vücut bulurlar. Araz arazla larken diğer taraftan onun maddi bünyesini de belli
değil ancak cevherle varlığını hissettirebilir, bunun tabiatlara sahip kıldığını söyler. Mâturîdî açıkça tab’
sonucu olarak da cevher ayrışık ve birleşik konum- terimini kullanarak Allah’ın canlı-cansız bütün var-
lar kazanmıştır. Dolayısıyla bu şekilde cevher ve araz- lıklan belli tabiatıarda yarattığını vurgulamış ve bu
lar meydana gelmiş olmaktadır. Mâturîdî’ye göre tabiatların, nesnelerin özlerinden (a’yan) kaynaklan-
zikredilen görüş Aristoteles’e aittir. Mâturîdî, ünlü madığını belirtmiştir. Mâturîdî bununla nesnelerin
Yunan düşünürü Aristo’ya ait “heyüla” teorisini bu belli tabiatlara kendiliklerinden sahip olınadığını,
şekilde açıklayarak, evrenin kadim olduğuna götür- aksine belli tabiatları nesnelerde Allah’ın yarattığını
düğü için eleştirmektedir. Ancak Mâturîdî, maddeye ve bu sayede onların bu tabiatlara kavuştuğunu an-
ait özelliklerim temel madde olan heyulada var ol- latmak istemiştir.10
masını bunların oluşum ürecinde ortaya çıkmasını Nedensellik anlamına gelen illiyyet, sebeple sonuç ara-
imkânsız görmesine rağmen, melekler de dâhil olı- sında zorunlu bir ilişkinin bulunduğunu ifade eden
nak üzere evrendeki canlı cansız, madde ruh bütün felsefi bir kavramdır. Mâturîdî eserlerinde bu kavrama
varlıkların belli tabiatlarda yaratıldığı görüşünde- yer vermemekle birlikte illet, sebeb-esbab ve müseb-
dir. Ortada, canlısı ve cansızıyla birlikte evren farklı beb müsebbebat(sonuçlar) tabirlerini sık sayılabilecek
ve birbirine zıt tabiatlara sahip kılınan varlıklardan şekilde kullanır. Ona göre illet tabiri ile “zorunlu bir
oluşmuştur, hatta evrende nesnelerin yanısıra iyi ve sonuç meydana getiren sebep” manası kast edilebile-
kötü tabiatta olan fıiller de vardır. Ona göre cansız ceği gibi “zorunlu bulunmayan bir sonucu var eden

377
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

sebep” anlamına gelmesi de mümkündür. Allah, ya- kullanılsa yerinde olur. Çünkü bu delilin alt başlıkla-
ratırken sebeplere muhtaç olmaktan münezzeh bulu- rında âlemin hudûsundan, gaye ve nizamından, ha-
nan yetkin bir zattır, böyle bir yaratma yalnızca Al- reketinden, âlemdeki değişimden hareketle Allah’ın
lah ‘a aittir ve bunu gerçekleştirmek onun açısından varlığı ispat edilmeye çalışılmıştır. Hudûs delilinin
herhangi bir zorluk taşımaz. Bununla birlikte Allah, mukaddimelerinin dayandığı temel, âlemdir. Âlem
muhtaç olmadığı halde sebepler vasıtasıyla da yarat- ise Allah dışında bütün varlıklara verilen genel ad-
mış ve evreni yarattıktan sonra orada sebep sonuç iliş- dır. Yerler, gökler, duyular ve duyu ötesi bütün varlık-
kisine dayanan bir düzenleme yapmış, evrende vuku lar bu kavramın içinde yer almaktadır. Mâturîdî hu-
bulacak olan varlık ve olayları da sebepler vasıtasıyla dûs delili kapsamında âlem üzerinde dururken âlemi
yaratma düzeni kurmuştur. Böyle bir düzeni kurma- oluşturan unsurların analizinden yola çıkarak âlemin
sının amaç ve hikmeti, hem varlığına ve birliğine dair sonradanlığını ispata çalışmıştır. Âlemde tecrübe sa-
deliller oluşturmak, hem de fıilleıini yalnızca sebep- hamıza giren bütün varlıkların yapılarına bakıldığında
ler vasıtasıyla gerçekleştirebilen ve bir sebebe daya- onların cevher ve arazlardan müteşekkil olduğu gö-
nınadan herhangi bir sonuç meydana getiremeyen rülmektedir. Mâturîdî cevher yerine ayan kavramını
insana bunu öğretmektir. Bu sayede insan sebep so- tercih etmektedir. Hudus delilinin temeli, âlemi oluş-
nuç ilişkisine bağlı düzeni görerek hayatını, devam turan en küçük birimler olan cevher ve arazların son-
ettirmesini sağlayacak olan sebeplere başvurmasını radanlığının ispatı üzerine dayanır. Bunların sonra-
öğrenir ve evrendeki varlık ve olayların işleyişine ha- danlığı isbat edilince onların terkibinden müteşekkil
kim kılınan yasaları keşfeder. Mâturîdî’ye göre insa- olan maddenin de sonradan oluştuğu ispat edilmiş
nın bilgi edinmesi de sebep-sonuç ilişkisi düzeninde olur. Cevherlerin sonradanlığını ise haber, duyu or-
gerçekleşir. Nitekim o gözünden ve havadan gelen ışık ganları ve akıl ortaya koymaktadır. Mâturîdî’ye göre,
sebebiyle görür, dil aracılığıyla konuşur ve akıl vası- Allah dışında hiçbir varlık kendisinin ezeli olduğunu
tasıyla algılar. Mâturîdî Allah’ın evreni sebep sonuç iddia edemez. Çünkü böyle bir iddiadabulunan kişi
ilişkisi düzeninde yarattığını kabul etmekle birlikte en başta çevresi tarafından yalanlanacaktır. Zira onu
sebeple sonuç arasında zorulu bir ilişki bulunmadığını tanıyan herkes onun bir başlangıcının yani doğumu-
da vurgulaınaktadır. Mâturîdî’nin Mu’ tezile ve Eşa- nun olduğunu söyleyecektir. Böyle bir insan en basi-
rilikte hakimolmuş atomculuğu benimsediğine dair tinden bir anne ve babadan dünyaya gelmiştir. Yani
esrinde herhangi bir ima bulunmamaktadır. Dahası varlığı için bir müsebbibe ihtiyaç duymaktadır. Yine
o, somut nesnelerin sıfatlannı tabiat kavramıyla izah bu kişi yaşamı boyunca değişik evrelerden geçmek-
eder ki bu hem Mu’tezile hem de Eşarilerden farklı tedir. Bu evrelerin hiçbirini kendi iradesi ile gerçek-
bir görüş olup felsefecilerin benimsediği bir tavırdır.11 leştirememektedir. Yine ona göre, beş duyu organı-
Mâturîdî’de Allah’ın Varlığının İspatı mızla elde ettiğimiz malumatla biz Allah dışındaki
Mâturîdî savunduğu akılcı düşünce sistemi gereği, her şeyin sonradan yaratılmış oduğunu müşahede edi-
Allah’ın varlığına ve birliğine aklî temeller bulmaya yoruz. Bunun için eşyaya bakıldığında onların yapı
çalışmıştır. Allah’ın varlığını ispat ederken hudûs de- itibariyle varlıklarını devam ettirmede başka şeylere
lilini kullanması ve bu çerçevede duyulur âlemin göz- muhtaç oldukları görülür.12
lenebilir kısmını ön plâna çıkarması, Mâturîdî’nin Mâturîdî, cevher ve arazlardan meydana gelen alemin
konuyla ilgili getirdiği delillerin daha gerçekçi ve an- hadis, yani sonradan oluştuğuna dair aklın tanıklı-
laşılır olmasını sağlamaktadır. Müellifin, hudûs deli- ğını, hareket ve sükun delili ile de ortaya koymaya
lini takrir ederken Mu’tezile’nin cevher ve araz meto- çalışmaktadır. Ona göre cisim, hareket ya da sükun
duna çok yakın bir yol takip ettiği, bunun yanında, (hareketsizlik) halinden hali olamaz. Bu ikisinin, yani
tabiatta gözlenen uyum ve düzenden hareket ederek, hareket veya sükunun bir cisimde aynı anda birleşip
gaye ve nizam delilini de kullandığı görülmektedir. bulunması da düşünülemez. Çünkü o iki halden bi-
Mâturîdî’nin isbat-ı vacib konusunda en fazla önem rinin bir cisimde bulunması anında diğeri yok olur.
verdiği delil âlemin sonradan yaratılması üzerine Aynı zamanda hareket ile sükun ezelde beraber bu-
bina edilen hudûs delilidir. Bu delil âlemden yola çı- lunamayacaklarına göre, bu ikisinden birinin sonra-
kılarak Allah’ın varlığını isbat etmeye dayanır. Hu- dan vücud bulması gerekir. Sonradan vücud bulanın,
dûs delilinden bahsederken bir delilden ziyade birden ezelde yaratılmış olmasının imkansızlığı ile de, diğeri-
fazla delilin iç içe yer aldığı deliller topluluğu tabiri nin de aynı statüde olduğu ortaya çıkar ki, onların bu

378
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

durumu, hareket ve sükunun herhangi birinden ayrı alternatiflerden uzak değildir. a)Ya sahip olduğu özel-
bir durumda bulunamayan ikisinin de yaratılmış ol- liklerle (kirli-temiz, güzel çirkin, fazla-eksik) kâinat
duğunu gösterir. Matüruridi bu açıklamalarıyla esa- kadîm olur. Oysa hem duyu ve hem de aklımızla bu
sen, cevher, araz (ve cisimlerden) meydana gelen ale- özelliklerin sonradan yaratılmış olduğunu görüyo-
min, hadis olduğunu ortaya koymak istemektedir.13 ruz. Yani her bakımdan tabiattaki bu özellikler son-
Mâturîdî cevherlerin sonradanlığı üzerinde durur- radan yaratılmıştır. b) Ya da kâinat bu özellikleri ta-
ken onların yapılarındaki muhtaçlık özelliklerin- şımayan bir umdeden icat edilmiş bu özellikler ise
den de yola çıkmıştır. Onun cevherlerin yaratılmış ona sonradan sirayet etmiştir. Bu durumda da âle-
min sonradan meydana gelmiş olduğu ortaya çıkar.
olduklarına dair getirmiş olduğud iğer bir delil de
Sünnetullah gereği birbirine tabiatları itibariyle ters
cevherlerin tamamının var olmalarında başka un-
olan unsurlar bir aradabulunmaktadırlar.15
surlara ihtiyaç duymalarıdır. Mümkin varlıklar bi-
linen ve bilinmeyen yönleri itibariyle ihtiyaç içinde Mâturîdî tarafından isbat-ı vacib bağlamında getiri-
varolmuşlardır. Bu, varlığı yokluktan var edenin kâi- len diğer bir delil ise gaye nizam delilidir. Ona göre,
nata koymuş olduğu temel kanundur. Arazların son- tabiatta gözlenebilen her şeyde mutlaka akıllara hay-
radan meydana geldikleri apaçıktır. Çünkü arazların ret verenbir hikmet ve yaratıcısına sanatkârane bir
kendi başlarına var olmaları düşünülemez. Cevherler işaret bulunmaktadır. Düşünürler bunun içyüzünü
de arazların varlık sahasına çıkmaları için gerekli olan anlamaktan ve yapısının düzenini açıklamaktan aciz
unsurlardır. Bu durumda hem cevher hem de arazlar kalmaktadırlar. Her birdüşünür, sahip olduğu bunca
kendi başlarına meydana gelemezler. Burada dikkat hikmet ve bilgiye rağmen bunun mahiyetine akıl er-
edilmesi gereken husus eşyanın bizzat kaim olama- diremediğinin farkındadır. Bu ve benzeri zaruretler
masıdır. Var olmak ve varlığını devam ettirmek için kâinata ait fevkaledeliklerin mucit ve yaratıcısının
harici bir dayanağa ihtiyaç duyulmaktadır. Başka bir hikmetini delillendirmektedir. Kâinatın yaratılma-
şeye ihtiyaç duyan bir varlık ise kadim olamaz. Muh- sının anlamsız olduğu düşünülemez. Çünkü böyle
taçlık hususu cevherlerin ve arazların yaratılmışlı- bir iddia insanı Allah’ın fiillerinin hikmetsizliği dü-
ğını ispat eder. Cevherlerin yapılarına bakıldığında şüncesine götürür. Gaye-nizam delili şu mukaddi-
ise âlemdeki her bir aynın taşıyabileceği arazlardan melerden oluşmaktadır:
ayrı kalması imkânsızdır. Ayna gelen arazların ise 1. Âlemde varlıklarına muttali olduğumuz her şeyde
kendisi olmaksızın varlık kazanmaları ve varlıkla- bir düzen görmekteyiz. 2. Âlemde görülen bu düze-
rını sürdürmeleri sözkonusu değildir. Bu durumda nin belli bir amacı vardır. O da yaşamı yaşanabilir-
ayn ile arazlardan her birinin diğerine muhtaç bu- kılmaktır. Yani düzen gayesiz değildir. 3. Âlemde
lunduğu anlaşılmaktadır. Şu halde âlemin, sayesinde görülen bu düzenin kendi kendine ve tesadüf eseri
varlık kazanıp mevcudiyetini sürdüreceği başka bir oluşması düşünülemez. 4. O halde âleme bu düzeni
faktöre muhtaç iken, kendikendine var olmasının te- veren ilim, kudret, hikmet sahibi bir varlığa ihtiyaç-
melsizliği ortaya çıkmış bulunmaktadır.14 vardır. O da Allah’tır.16
Mâturîdî, cevherlerin hadis olduklarına dair getir- Allah’a ‘Cisim’ ve ‘Şey’ Denilip Denilmemesi
diği başka bir delil ise hiçbir cevherin zıtlıklardan Mâturîdî Kitâbu’t-tevhîd’de konuyla ilgili ayrı bir baş-
uzak olmamasıdır. Âlemdeki her şey zıttıyla kaim- lık açmıştır. Bu hususta yapılması gereken en doğru
dir. Eşyanın tabiatı ister bağımsız olsun ister bağımlı şey cisim kavramının tanımını ortaya koymak ola-
olsun zıtlıklarla doludur. Zıt olan şeylerin bir arada caktır. Mâturîdî’ye göre cisim; duyular âleminde al-
bulunmaları, yakınlaşmaları, uzaklaşmaları otomo- gılanabilen, üç boyutu olan, yer kaplayan nesnenin
tik bir hadise olamaz. Kâinattaki bu zıtlıklar harici ismidir. Mu’tezile de cisim için yapılan böyle bir ta-
bir güce delalet etmektedir. Normalde zıt olan nesne nıma katılmaktadır. Tanımını aktardığımız şekliyle
ve varlıkların haliyle birbirini itmeleri gerekirken kâi- cismin, Allah’a izafe edilmesi doğru değildir. Çünkü
natta zıt olan birçok varlık yanyana bulunabilmek- cismin sahip olduğu bu özellikler yaratılmışlığın gös-
tedir. Buda bize zıt kutupluların kendi istekleri ile tergeleri ve sonradan olmanın belirtileridir. Bu yüz-
değil de harici bir müessir vasıtasıyla cem olunduk- den Allah Teala böyle bir şeyle nitelendirilmekten
larını göstermektedir. Mâturîdî tabiattaki zıtlıkların münezzehtir. Ancak bu anlamların ötesinde bir an-
tabiatın hudûsuna işaret ettğini şu mantıki önerme- lamda cisim kavramı kullanılırsa o algı dünyasından
lerle ispat etmeye çalışmaktadır. Ona göre tabiat şu öte bir şey anlamına gelir. O zaman bu mahiyetteki

379
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

cismi akılla ve istidlalle anlama imkânı ortadan kalk- anlaşılır vaziyete getirilmeye çalışılır. Bu zaruretten
mış olur. Cismin Allah’a izafe edilebilmesi için onun kaynaklanmaktadır. Allah için kullanılan bir takım
ispatlanmasının dışında ve insanlarca bilinen anlamın sıfatların insanlar için de kullanılıyor olması sadece
haricinde bir anlam ve mahiyet taşımaması gerekir. Allah’ın o vaziyetinin daha iyi anlaşılması içindir. An-
Bu meselede tartışma olmasının sebebi ne Allah’tan cak aradaki isim benzerliği mahiyette bir birlikteliği
ne de Hz.Peygamber’den böyle bir naklin gelmeme- gerektirmez. Onun için Allah bilendira ma sıradan
sidir. Bu yüzden cisim kavramını Allah’a izafe et- varlıkların bilgisi gibi değil denilmektedir.
memiz doğru değildir. Cisim, cevher ve arazlardan Allah’a şey demenin ikinci açıklaması ise şudur: “Şey
müteşekkil bir nesnedir. Her şeyiyle duyulur âleme kelimesi isim değildir. Çünkü her ismin kendisine
ait özellikler taşımaktadır. Bu durumdaki bir şeyin has bir özelliği vardır. Bu özellik dile getirildiğinde
isminin Allah’a verilmesi ile ilgili olarak nassta da onun mahiyetini bildirir. Mesela cisim nedir? Diye
herhangi bir kayıt yoktur. Bu zaviyeden bakılacako- sorulur, sen de “üç boyutlu nesne” diyecevap verir-
lursa Allah hakkında cisim ifadesinin kullanılması sin. Ancak Allah için âlim denildiğinde âlimlik onun
doğru değildir. zatını kesinlikle kastetmek için kullanılmış değildir.
Cisim kavramının Allah’a izafe edilip edilmemesin- Ya da kadir denildiğinde bu onun yüce zatının ta-
deki tartışmanın bir benzeride şey kavramı çerçe- mamıdır demek değildir. Bunlar sadece O’nun yüce
vesinde yaşanmıştır. Allah’a şey denilir mi? sorusu zatının içinde bulunması elzem olan sıfatlardan bir
hakkında İslam mezhepleri literatüründe farklı gö- tanesi olduğu kastedilir. Bunlarla diğer varlıklar ara-
rüşlere rastlamak mümkündür. Şey kavramı bir şeyi sında bir birliktelik oluşmasın diye yukarıda da ifade
isbate tmeyi ifade eder. Onun için bir şey değil de- edildiği gibi bu sıfatların peşine “ancak diğer varlık-
nildiğinde bu yokluk anlamına gelir. İnsan Allah’ın, lar gibi değil” ibaresi eklenir. Ancak Allah’ın isim-
şey olduğunu ve bunu zatından nefyetmediğini bilir. leri arasında tevkifi olarak şey ismi bulunmamakta-
Mâturîdî, Allah’a şey denilmesi hususunda sorulmuş dır. Sonuçta Mâturîdî’ye göre Allah’a şey denilebilir.17
olan “Allah hakkında‘diğer şeylere benzemeyen şey’ Sonuç
dediğiniz halde ‘cisimlere benzemeyen cisim’ neden Mâturîdî, İslam Düşüncesinde ortaya koyduğu yöntem,
demediniz?” sorusuna karşılık şunları söylemektedir: bilgi sistemindeki orijinallik, çağının felsefi düşünce-
“Allah’a şey dememizi gerektiren sebep cisimde bu- lerine ve farklı inançlarına hâkimiyeti, bu düşünce-
lunmadığından bunu söyleme yoluna girmedik. Bizim leri ve inançları eleştirmede akli delilleri kullanma-
“diğer şeylere benzemeyen şey” tarzındaki sözümü- daki mahareti gibi benzeri hususlar nedeniyle önemli
zün manası şeylere ait mahiyeti Allah’tan nefyetmek- ve büyük bir düşünür olma vasfını fazlasıyla hak et-
ten ibarettir.” Mâturîdî Allah hakkında şey denmesi- mektedir. Düşünürümüze göre nesne ve olayların
nin iki açıklaması olduğunu ifade ediyor: Bunlardan gerçekliklerini ancak duyuların idraki, haberler ve
biri “şey”in isim olarak kabul edilmesidir. İsimlerdeki aklî istidlallerle öğrenebiliriz. Duyular bize bilgisiz-
benzerlik ise teşbih gerektirmez. Bu açıklamya göre liğe yer kalmayacak kesinlikte bilgiler sağlar. Gerek
Allah’la ilgili şey denilmesinin iki delili vardır. Birin- mütevatir gerekse ahad olsun haber de bir takım zo-
cisi, nakli delillerdir. Allah hakkında birkaç ayette şey runlu bilgiler verir. Aklî istidlallere gelince, duyu ve
kavramı kullanılmıştır. O ayetlerden birinde: “Hiçbir haber yoluyla elde ettiğimiz bilgilerin doğruluğunu
şey O’nun benzeri değildir.” buyrulmaktadır. Başka ancak akıl sayesinde kontrol edebiliriz. Yine ona göre
bir ayette ise: “De ki hangi şey şahitliketme açısın- dinin kendisiyle anlaşılıp bilinebileceği iki temel kay-
dan en büyüktür? De ki o şahit Allah’tır.” denilmek- nak vardır. Bunlar akıl ve nakilden ibarettir. Çünkü
tedir. Allah’a şey demenin isbat edilmesi noktasında nakil yani vahiy dinî bilgilerin kaynağı olduğu gibi,
Mâturîdî nakli delillerin yanındaakli deliller de ileri akıl da bunların doğruluğuna delalet etmenin yanında
sürmüştür ki onlar da şöyledir: 1.Örf açısından şe- Allah’ın varlığı, bir takım sıfatları ve O’na imanın ge-
yiyet sadece bir şeyin varlığının isbatını ifade etmek rekliliği gibi alanlarda bilgiler sağlar. Mâturîdî, Al-
için kullanılır. Yani bir varlık için şey kavramı kul- lah’ın varlığını ispat konusunda kozmolojik deliller
lanılıyorsa onun var olduğu ve ondan yokluğun gi- olarak adlandırılan hudus delilini, bunlar yanında te-
derildiği kastediliyor demektir. 2.Din dilinde insanın leolojik delil de denilen gaye ve nizam delilini kullan-
idrakinin ve havsalasının algılayamadığı durumlar an- maktadır. Düşünür hudus delilini, âlemin cevher ve
cak onun algıladığı bir takım şeylerle ifade edilerek arazlardan oluşması nedeniyle bir yaratıcı olmadan

380
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

bunların varlık kazanamayacağı tezi üzerine kurar. konuyla ilgili getirdiği delillerin daha gerçekçi ve an-
Metodu gereği âlemin hâdis oluşunu üç bilgi kaynağı laşılır olmasını sağlamaktadır. Müellifin, hudus de-
olarak kabul ettiği nakil, akıl ve duyular yoluyla is- lilini takrir ederken Mutezile’nin cevher ve araz me-
pat eder. Allah’ın varlığını ispat ederken hudus deli- toduna çok yakın bir yol takip ettiği bunun yanında,
lini kullanması ve bu çerçevede duyulur âlemin göz- tabiatta gözlenen uyum ve düzenden hareket ederek,
lenebilir kısmını ön plâna çıkarması, Mâturîdî’nin gaye ve nizam delilini de kullandığı görülmektedir.

Dipnotlar
1 Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd (nşr. Bekir Topaloğlu, Muhammed Aruçi), Ankara: İSAM Yayınları, 2003, 51-52, 216-218; a.m-
lf., Kitâbu’t-tevhîd Açıklamalı Tercüme (trc. Bekir Topaloğlu), İSAM Yayınları: İstanbul 2013, 80–90, 224–267. Bundan
sonraki dipnotlarda Kitâbu’t-tevhîd Açıklamalı Tercümesi’nin sayfa numaraları parantez içinde verilecektir.
2 Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, 283 (281).
3 Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, 69 (96).
4 Bkz.: Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, 11-21 (45-54); Ayrıca geniş bilgi ve değerlendirmeler için bkz. Hanifi Özcan, Mâturîdî’de
Bilgi Problemi, İFAV Yayınları: İstanbul 2012, 73-100; Sönmez Kutlu, Mâturîdî Akılcılığı Ve Günümüz Sorunlarını Çöz-
meye Katkısı, e-makâlât Mezhep Araştırmaları, II/1 (Bahar 2009), 7-41; Muammer Esen, Mâturîdî’nin Bilgi Kuramı ve Bu
Bağlamda Onun Alem, Allah ve Kader Konusundaki Görüşlerinin Kısa Bir Tahlili, AÜİFD XLIX (2008), sayı II, s. 47-50.

5 Bkz.: Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, 16-21 (49-54); Ayrıca geniş bilgi için bkz. Hülya Alper, İmâm Mâturîdî’de Akıl- Vahiy
İlişkisi, İz Yayıncılık: İstanbul 2009, 49-96; Özcan, 143-162.
6 Hülya Alper, İmâm Mâturîdî’de Akıl-Vahiy İlişkisi: Aklın Önceliği ve Vahyin Gerekliliği, Milel ve Nihal, 7 (2), 7-29; Aynı
müellif, Mâtürîdî’nin Akıl ve Vahiy Algısı, İmam Mâtürîdî Eserlerinden Türkçe Seçki İçinde, Ed. Şaban Ali Düzgün. Kültür
ve Turizm Bakanlığı: Ankara 2011, 158–180.
7 Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, 225 (232); Ali Durusoy, Mâturîdî Kelamcıların Mantığa Yaklaşımı, Büyük Türk Bilgini
İmam Mâturîdî ve Mâturîdîlik -Milletlerarası Tartışmalı İlmi Toplantı-, 22-24 Mayıs 2009 – İFAV yay: İstanbul 2012, 393-
402; İbrahim Çapak, Harun Kuşlu, Mâtürîdî ve Mantık Literatürü, İmam Mâtürîdî Eserlerinden Türkçe Seçki İçinde, Ed.
Şaban Ali Düzgün, Kültür ve Turizm Bakanlığı: Ankara 2011, 183-205.
8 Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, 62,163 (90,175); Yavuz, Yusuf Şevki, Mâturîdî’nin Tabiat ve İlliyete Bakışı, Büyük Türk Bilgini
İmam Mâturîdî ve Mâturîdîlik -Milletlerarası Tartışmalı İlmi Toplantı-, 22-24 Mayıs 2009, İFAV yay: İstanbul 2012, 54-64.

9 Bkz. Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, 51-62,170-183 (80-90,182-193); Yavuz, 54-64.

10 Bkz. Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, 181-183, 216-231 (191-193, 224-236); Yavuz, 54-64.


11 Bkz. Yavuz, 54–64.
12 Bkz. Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, 25–28 (57–60); Musa Koçar, Mâturîdî’de Allah-Alem ilişkisi, Ötüken Neşriyat: İstanbul
2004, 115 vd.
13 Bkz. Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, 27–28 (59–60); Koçar, 121-122.
14 Bkz. Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, 34–36 (65–67); Koçar, 120.
15 Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, 26 (58), Koçar, 118.
16 Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, 36 (67), Koçar, 119. Mâturîdî’nin Allah’ın varlığını ispatlamada kullandığı delillerin geniş ve
detaylı açıklamaları için bkz. Mehmet Şükrü Kılıç, İlk Dönem Sünnî Kelamında Ulûhiyet Anlayışı: Tahâvî ve Mâtürîdî
Örneği, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bil. Enst. Basılmamış Doktora Tezi, Konya 2011, 73-91, Osman Güven, Mâturîdî’de
Allah-Âlem İlişkisi, Çukurova Üniversitesi Sosyal Bil. Enst. Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Adana 2006, 26-49, Mustafa
Karcı, Mâturîdî’ye Göre Zat Sıfat İlişkisi, Erzincan Üniversitesi Sosyal Bil. Enst. Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Erzincan
2012, 38-62.
17 Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, 62-69 (90-96); Ayrıca bkz. Karcı, 62-69.

381
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Yrd. Doç. Dr. Hamdi ONAY


03.05.1963 yılında Erzurum/Aşkale’de doğdu. İlkokul öncesi hafızlığını
tamamladı. Haziran 1982’de Erzurum İmam Hatip Lisesinden mezun
oldu. Aynı yıl Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde yükseköğrenimine
başladı. Haziran 1988 yılında Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesinden
mezun oldu. 1992 yılında Erciyes üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Felsefe Din Bilimleri İslam felsefesi anabilim dalında Yüksek Lisansını,
Aynı Sosyal Bilimlerde 1998 yılında Doktorasını tamamladı. Bu arada
Diyanet İşleri Başkalığına bağlı taşra teşkilatlarında çeşitli hizmetlerde
bulundu. Kısa dönem askerlik görevinden sonra Kasım 1993 tarihinde
İnönü Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Felsefe Din Bilimleri Bölümü İslam
Felsefesi Anabilim dalında Araştırma Görevlisi oldu. Evli ve üç çocuk ba-
bası olan Hamdi ONAY, İngilizce-Arapça bilmektedir. Ihvan-ı Safa’da
Varlık Anlayışı, İslam Düşüncesinde Tercüme Hareketleri ve Medreseler,
İlkçağ Felsefesi Tarihi (ders kitabı) gibi kitapların yanında Değişik dergi-
lerde yayınlanmış makaleler bulunmaktadır.

İmâm Mâturîdî’nin
Nedensellik Anlayışına Bakışı
Giriş
Ebu Mansur Muhammed b. Muhammed b. Mahmud
el-Mâturîdî, Semerkant yakınlarındaki Mâturîd kö-
yünde (çok yakın köy ya da mezra) dünyaya gel­miştir.
Doğduğu yere nispetle kendisine Mâturîdî veya es-Se-
merkandî denilmiştir.1 Mâturîdî’nin doğumu ile il-
gili olarak çeşitli rakamlar zikredilse de, hiç bir ta-
rihçi doğumuyla ilgili kesin bir tarih belirtmez. Buna
karşın Ebu Mansur el-Mâturîdî’nin h.333/m.944 yı-
lında vefat ettiği konusunda bütün kaynaklar ittifak
halindedir. Ebu Mansur el-Mâturîdî’nin yaşadığı
çevre Mâverâünnehr bölgesidir.2 İslam ordularının
bu bölgeye girişleri ilk defa Hicri I. yüzyılda, Emevî
halifelerinden Velid b. Abdülmelik (86/705-96/715)’in
komutanlarından Kuteybe b. Müslim’in; Horasan, Bu-
hara ve Semerkant’ı fethiyle olmuştur.3 Daha sonra
Abbasî Halifeleri döneminde merkezi yönetimin ya-
şadığı bir takım problemler sebebiyle, uzak bölgele-
rin yönetimi, yerinde yönetim şekline dönüştürül-
mek suretiyle bu yaklaşım desteklenmiştir. Halife

383
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Me’mun, ekonominin kötüye gitmesinin de etkisiy- Orta Asya ilim merkezlerinde hüküm süren bu tar-
le4204/819’dan itibaren Mâverâünnehr ve özellikle Se- tışmalar aslında fel­sefî ve kelâmî tartışmaların sevi-
merkant valiliğini Sâmânoğullarına devreder. Sâmâ- yesi açısından olumlu sonuçlar da vermiştir. Mesela
noğulları hükümdarlığında Mâverâünnehr bölgesi Mâturîdî’nin problemlere bakışı, çağdaşı Eş’arî’ye gö-
parlak bir dönem yaşar. İdare merkezi Buhara’ya ta- redaha nesnel ve felsefi açıdan yaklaşmış olması,an-
şınmakla beraber Semerkant, bir medeniyet merkezi cak yetiştiği kültürel ortamın etkisiyle açıklanabilir.
olmanın yanında, ikti­sadi alanda da İslâm dünyası Onların düşüncelerini ortaya koyduğu eserleri, yaşa-
içinde saygın bir konuma yükselir.5 dıkları ve yetiştikleri kültür çevrelerinin en belirgin
İşte Ebu Mansur Mâturîdî’nin yetiştiği dönem, Sâmâ- özelliklerini yansıtır. Mâturîdî’nin “Kitâbu’t-tevhîd”ile
noğullarının iktidara geldiği, si­yasi bakımından hal- Eş’arî ’nin eserleri karşılaştırıldığında üslûpta olduğu
kınrahat ve hu­zuru sağlanmış, oldukça istikrarlı bir gibi, ele alınan konularda da bir takım farklılıklar
dönemdir. Devlet otoritesinin oturmuş olması, si- göze çarpar. Mâturîdî’nin yöntem olarak Eş’arî’den
yasi kargaşaya meydan verilmemesi, iç çekişmeler- daha somut, daha teknik ve daha felsefi terimler kul-
den uzak ve her türlü gelişmeyle beraber ilime hizmet landığı gözlenmektedir.12
eder oluşu, Sâmânoğulları hakkında sıkçavurgulana- Netice itibariyle Mâturîdî’nin yaşadığı bölgede dü-
nolumlu rivayetler arasındadır.6 Hatta halk arasında şünce özgürlüğü ve bu düşünce özgürlüğüne müda-
“Sâmânoğullarına karşı bir ağaç bile ayaklanacak olsa hale etmeyen adaletli, hoş görülü özgürlükçü bir siyasi
kurur kalır” sözü darb-ı mesel olmuştur.7 Bu durum ortamın olduğu görülür. Buna mukabil bazen şiddete
da göstermektedir ki, bir bölgede huzur ve istikrarı kadar varsa da, fikri tartışmaların ve düşünce zengin-
sağlamadan, bireyler arasında barış ve huzuru yerleş- liği yanında bir çeşit çok sesliliğin olduğuna vurgu
tirip uyumlu bir toplum oluşturamazsınız. Mâturî- yapmalıyız. Bu fikri zenginlik ve halkını mutlu eden
dî’nin yaşadığı siyasî çevre ne kadar olumlu ve sa- adaletli siyasi ortam Mâturîdî gibi büyük bir şahsi-
kin ise ilmi çevre de o ölçüde verimli olmuştur. Bu yetin yetiş­mesine zemin hazırlamıştır.
ortam dinî ve fikrî düşüncenin çeşitli­liğini ve zen- Mâturîdîlik anlayışının temellerini Ebu Hanife’ye ka-
gin bir tartışma ortamını doğurmuştur.8 Semerkant, dar geriye götürmek mümkündür. Benimsenen yöntem
Buhara ve yakın çevresi X. ve XI. asırlarda birer ilim ve temel dini görüş­lerine ilham veren ana fikirlerin
merkezi durumuna gel­miştir. Ebu Hanife tarafından ortaya konması ve bu düşün-
Abbasî İmparatorluğu yavaş yavaş gücünü kaybetmeye cenin bazı kaynaklarda Hanefilik-Mâturîdîlik olarak
başlayınca, Bağdat eskiden olduğu gibi tek ilim mer- da adlandırılması bunu teyit eder.13Mâturîdî’nin yaşa-
kezi olmaktan çıkmış, Mâverâünnehr bölgesi gibi al- dığı kültürel ortamla ilgili olarak, Onun Ebu Hanife
ternatif ilim merkezleri oluşmuştur. Mâturîdî’nin ye- çizgisinde oluşunun sebepleri hakkında daha ayrın-
tiştiği dönemde İslâm dünyasının üç ayrı böl­gesinde tılı durulabilir. Bu du­rum, Ebu Hanife’nin arkadaş-
Kur’an ve Sünnete uygun şekilde İslâm inancını sa- larından birisi olan Mukâtil b. Hayyan (150/767)’ın
vunan üç bü­yük âlim ortaya çıkmıştır. Bunlar; Bağ- bir süre Semerkant kadılığı yaptığı, Emevîler döne-
dat ve civarında Ebu-Hasan el- Eş’arî (324/935), Mı- minde Haris b. Süreye, Cehm b. Safvan ve arkadaş-
sır’da Ebu Cafer et-Tahavî (333/944) ve Mâverâünnehr larının bu bölgede Ebu Hanife çizgi­sindeki görüşle-
bölgesinde Ebu Mansur el-Mâturîdî (333/944)’dir. Bu rini yaymalarıyla açıklanabilir. Bu görüşler Abbasîler
isimler Bidat Ehli’ne karşı Ehl-i Sünnet düşüncesini dönemin­de de diğer şehirlerde olduğu gibi Ebu Ha-
sistemleştiren isimlerdir.9 Mâverâünnehr bölgesinin nife’nin öğrencileri tarafından aktarılmıştır.14İslâm
bulunduğu Orta Asya daha çok aklî ve felsefi ilimler dünyasında oluşan siya­sî, fikrî ve itikadi ayrışma-
sahasında temayüz etmiştir.10 Bu oluşum uzun süre lar sonunda Hariciler, Mu’tezile, Cebriyye, Müşeb-
varlığını korumuş ve gücünü giderek artırmıştır. Ör- bihe ve Şîa gibi belli başlı itikadi ekollerin oluşmaya
neğin Osmanlının ilk dönemlerinde Anado­lu’da ye- başladığı II. (VIII.) yüzyılın ilk yarısında Ebu Ha-
tişen âlimler sahalarında derinleşmek için genellikle nife Kur’ân’a ve âlim sahabelerin görüşlerine daya-
tefsir, hadis ve edebiyat gibi ilimlerin yaygın olması narak İslâm’ın ana ilkelerini belirlemeye çalışmıştır.
sebebiyle; Suriye (Şam), Irak (Bağdat) ve Mısır’a gi- İtikadi konuları aklî bil­gilerle temellendirmiş ve bu
derlerdi. Buna karşılık kelâm ve felsefe gibi aklî ilim- bilgiler öğ­rencileri tarafından kendisine nispet edi­
lerde Semerkant ve Buhara çevresi tercih edilmiştir.11 len eserlerde nakledilmiş, hadisçilerin bidat olarak

384
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

eleştirdikleri felsefe/kelâm yönte­mine başvurmayı Mâturîdî düşüncesinin bir ekol haline gelmesi Ebü’l-
zaruri görmüştür. Muîn en-Nesefî ile tamamen belirgin hale gelmiştir.
İmâm Mâturîdî’nin eserlerinde Ebu Hanife’nin fikir­ Özellikle Tebsıratü’l-edille ve et- Temhîd li-kavâidi’t-tev-
lerini nakledip benimsemesi, bunların Kur’ân’a uygun hîd adlı eserle­rinde hem Mâturîdîliğin görüşlerini
olduğunu belirtmesi ve eleştirenlere karşı açıkça sa- açıklayıp temellendirmiş hem de bu anlayışın tarih-
vunma yapması ayrıca; Mâturîdî düşüncenin önemli çesi ve tem­silcileri hakkında değerli bil­giler vermiş-
temsilcilerinden Ebü’l-Muîn en-Nesefî’nin Ebu Ha- tir. Onun kelâm anla­yışında dikkati çeken husus,
nife’yi ekolün önderi (imam) ola­rak göstermesi ve itikadî problemleri semantik bir yöntemle çözmeye
Mâturîdî’nin teolojik konularda Ebu Hanife’yi takip çalışarak zamanımızda önem kazanan dil felsefesi
ettiğini açıkça ifade etmesi, Ebu Hanife’nin Mâturî- çözümlemelerine benzer bir tarz geliştirmesidir.16Biz
dîliğin görüşlerine öncü­lük yaptığı anlayışını kanıt- bu çalışmamızda yaşadığı dönemi ve ilme olan vu-
layıcı mahiyettedir. Semerkant merkezli gelişen Sünnî kufiyetini dikkate alarak İmâm Mâturîdî’nin episte-
ekole Mâturîdîlik (Mâturîdiyye) adını ve­ren bizzat Ebu molojik görüşleri bağlamında nedensellik anlayışına
Mansur el-Mâturîdî’nin kendisidir. Fahreddin er-Razi’ bakışını ele alacağız.
nin Mâverâünnehr âlimlerinin tâbi oldu­ğu önder ola- Ebu Mansur El-Mâturîdî’nin Yöntemi
rak söz ettiği Mâturîdî, Ebu Hanife’den itiba­ren olu-
İslâm bilim ve felsefe tarihinde bilgi kuramının te-
şan ilmî geleneğe bağlı âlimlerce benimsenip devam
melini bir Türk Bilgini olan İmâm Mâturîdî atmıştır.
ettirilen itikadi görüşleri ve din anlayışını sistemleş-
İnsan iradesine önem veren Mâturîdî, insanın gerçek
tirmiş, ön­celikle Türk toplulukları arasında yayılan
anlamda düşünce ve eyleminde özgür olarak sorumlu
Sünnî bir anlayış haline getirmiştir.
olması kuramını öğretmiştir.17 Buna göre, özgür olan
Dinde sadece nakille yetinen Selefiye ile aklı, naklin insan, sorumluluğunun gereği olan ilme, ilim naza-
önüne çıka­ran Mutezilenin din anlayışları isabet­li riyelerine ve bunların bir sonucu olarak ortaya çıkan
bulunmadığından Mâturîdî nakille aklı uzlaştırma medeniyetin kurulmasına büyük katkıda bulunmuş-
yöntemini uygulayıp geliştirmiştir. Nasları ihmal et- tur.18 Onun, İslam’ın inanç esaslarını epistemolojik,
memekle birlikte itikadî esasların yanı sıra İslâm’ın ontolojik, kelâmî ve felsefî açılardan sistemleştirdiği,
bütün ana ilkelerini aklî bilgilerle yoğun bir şekilde aynı zamanda gerek İslâm dünyasında ortaya çıkan,
temellendirmeye çalışmıştır. Nasları akılcılık ve hik- gerekse dış kaynaklı olarak gelişen ve İslâm’ın inanç
met felsefesi diye nitelendirilebilecek bir düşünce esaslarına uygun düşmeyen bazı fikirleri, geliştirdiği
yapısının ışığında tahlil ettiği “Kitâbu’t-tevhîd” ve ve akılcı bir yaklaşımla eleştirdiği görülür.
“Te’vîlâtü’l-Kur’ân” adlı eserleri, onun üstün bir din
Varlığın gerçekliğini ve bilgiyi inkâr etmenin müm-
bilgini olduğunu ve Sünnî ke­lâm yöntemini başarılı
kün olamayacağını öne süren Mâturîdî,19 bilginin,
bir şekilde uygulamakla kalmayıp ileri bir merhaleye
duyuların ve aklın ala­nına giren konuların bilinme-
ulaş­tırdığını kanıtlamaktadır.
sini sağlayan nitelik olduğuna işaret eder. Bu bağ-
Hocası Ebu Nasr el-İyâzî’nin Mâturîdî’nin ince anla- lamda bazı Mâturîdî âlimleri bilgiyi insanın bilen ol­
yış ve derin vu­kufiyetine olan hayranlığını dile geti- masını sağlayan nitelik veya zihnin her bilgi alanına
rirken, “Senin rabbin dilediğini yaratır ve seçer” me- uygun gerçekliği kabul eden bir özellik olarak ta be-
alindeki âyete (el-Kasas 28/68) atıfta bulunması onun timlerler.20 Ebu Mansur el- Mâturîdî, beşerî bilginin
üstün muhakeme kabili­yetini anlatır.15 Ebü’l-Muîn imkânı, kaynakları ve konusu ile ilgili görüşlerin bir
en-Nesefî de Mâturîdî’­nin dinî ilimlerde ve bilhassa eleştirisini yaparak, bilgi edinmede izlenecek en iyi
kelâm ala­nındaki olağan üstü başarısının ancak Al­ yol olan kendi yöntemini açıklar. İmâm Mâturîdî’nin
lah’ın kendisine lütfettiği özel bir yete­nekle açıklana- çağdaşı olan akımlardan farkını, uyguladığı bu eş-
bileceğini söyleyerek onun yüksek konumuna vurgu siz yönteminde aramak gerekir. İnançla il­gili konu-
yapar. Yine Ne­sefî, Mâturîdî’nin İslâm’ın gerçekliğine ların Fıkıh’tan ayrılıp “Kelam İlmi” şeklinde müsta-
ilişkin kanıtları geliştirdiğini ve İslâm di­nini Semer- kil olarak işle­nişi bu oluşuma zemin hazırlamıştır.21
kant bölgesinde ihya ederek bunun sonuçlarını ha- Onun yönteminde aklın, herhangi bir aşırılığa kaç-
yatta iken gördüğü­nü belirtir. maksızın büyük bir yeri ve değeri vardır. Oysa çağ-
Mâturîdî’nin görüşleri çevresinde bü­yük yankı uyan- daşı Eş’arî, aklı nakle bağlar ve fiil ile teyit ederken
dırmış, ölümünden sonra öğrencileri tarafından yayıl- Mutezile aklı, naklin önüne geçirerek, nakle duyulan
mış ve bir asrı aşkın bir zaman içinde ekolleştirilmiştir. güven duygusunu zayıflatır. Onun geniş bir felsefi

385
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

temel üzerine kurmaya çalıştığı bu yöntemi daha İmâm Mâturîdî’ye göre, bir beşer olarak bilgi elde et-
sonra gelen İslam düşünürleri tarafından önemsen- menin yolları üçtür: 1- Duyular (el-ayan), 2- Haber
miş ve takip edilmiştir.22 (el-ahbar), 3- Akıl (en-nazar).
İmâm Mâturîdî’nin Kitâbu’t-tevhîd adlı eserinin he- 1- Duyular (ıyan, ayan)
men başında ilk önce bilgi konusuna yer vermesi şu Duyular yoluyla elde edilen bilgi her türlü bilginin
açıdan çok önemlidir: Ona göre, herkesin kendi inan- esası ve en açık olanı­dır. Her duyu kendisi için belir-
cını doğru/hak kabul edip, başkalarının inancını yan- lenen fonk­siyonu icra eder. Duyu bilgilerinin gerçeği
lış/batıl görmesinden kaynaklanan karışıklıktan kur- yansıtmadığına ilişkin iddialar sağlıksız duyuların
tulmanın yegâne yolu sağlam bilgi elde etmektir. Oysa ürettiği bilgi için geçerlidir. Doğal olarak, insan için
kendilerinden önce aynı görüşe sahip çok sayıda insa- eşyanın hakikatine ilişkin doğru bilginin imkânını
nın bulunması veya bir bilginin pek çok kimse tara- kabul eden Mâturîdî,27 diğer bilgi alanlarıyla beraber
fından kabul edilmiş olması, kendi bilgilerinin doğ- her birinin kendine özgü bir bilgi alanı yani nesnesi
ruluğunu ve tutumlarını haklı göstermek için birer olduğu düşüncesine vurgu yapar. Tıpkı duyuların her
delil olamaz. Bu nedenle ilk önce yapılması gereken birisinin kendine özgü bir duyu alanının bulunması
iş, sağlam bilginin kaynaklarını göstermektir. Ancak gibi,28 Yani insan bilgisine kaynaklık eden bu üç yol-
bu yollar bilindiği takdirde insan, somut nesnel dün- dan birisiyle ulaşılmak istenen bir bilgi, hangi alana
yayı bilmenin yanında dinini de delilleriyle birlikte ilişkin ise o alanın bilgisine özel olan bir araçla elde
öğrenme imkânına kavuşacaktır.23 Kendi dönemin- edilebilir. Bu, bilgi elde etme konusunda bir kayna-
deki felsefî ve dini ekollerin epistemolojik tartışma- ğın bilgi alanına giren bir konuda, o alanın bilgisinin
larından haberdar olduğu anlaşılan Mâturîdî’ye göre kaynağı olmayan başka bir kaynak aracılığıyla bilgi
sağlam ve doğru bilgi ancak sağlam yollarla elde edile- elde edilemeyeceği anlamına gelmektedir.29 Bunun
bilir. Özellikle insanın bilginin kaynağını kavramak- yanı sıra sayılan bilgi edinme yollarından her biri,
tan aciz olduğunu, dolayısıyla kendisine ilham olunan zaman zaman bilgi elde etme sürecinde diğer yolla-
şeyle yetinmesi gerektiğini savunanları şiddetle eleş- rın işbirliğine de ihtiyaç duyabildiklerinden bilgi, ba-
tirir. Böyle bir durumda, herkesin kendi zihnindeki zen iki, bazen de üç aracın kolektif ürünü olabilmek-
yanlışa doğru kisvesini giydirmesi mümkün olacağın- tedir. Dolayısıyla duyu verileri aracılığıyla elde edilen
dan insanların tek bir gerçek ve doğru üzerinde bir- algının/bilginin kavranıp sentezlenerek kavramlaştı-
leşmeleri neredeyse imkânsız olacaktır.24 Bu durumda rılmasında aklın delil getirerek temellendirmesine ih-
insanların kargaşa ve anarşi ortamına sürüklenmesi tiyaç duyulması ortak bir çabadır.
kaçınılmaz bir son olacağından bu açmazdan kurtu- 2- Haber/haberler (el-ahbar)
labilmek için, nesnel gerçekliği yakalamanın yolları-
Duyular ve akıl yürütme yöntemine başvurularak
nın iyi bilinmesi gerekmektedir.
hakkında bilgi üretilemeyen kapalı konulara ancak
Akıl yürütmenin (istidlâl) gerekliliği konusunda ge- doğru haberle ulaşılabilir. İmâm Mâturîdî’ye göre, ya-
niş açıklamalarda bulunan İmâm Mâturîdî’nin epis- lan karışacağı endişesi doğru ha­beri kesin bilgi kay-
temolojisinin temel referansları, belli konularda mu- nağı olmaktan çıkar­maz. Çünkü araştırma sonucu
arızlarına yönelik yaptığı eleştirilerinde kullandığı bir habe­rin doğru olup olmadığı belirlenebilir.30 Ha-
akıl yürütme yönteminde saklıdır. Mâturîdî mua- berler, du­yulara dayalı idraklerin aktarımından ibaret
rızlarına yönelik bir takım eleştirilerde bulunurken, olduklarından, doğru haberin sağlam bir bilgi kay-
söz konusu referans noktalarını diyalektik bir çıkar- nağı olduğunu kabul eder. Haberi bilgi kaynağı olarak
samayla temellendirmeye çalışır. Onun bu bağlamda inkâr edenlerle duyu algısını inkâr edenler arasında
kullandığı çıkarsama yönteminin; muhal/imkânsız hiçbir fark olmadığına vurgu yapan Mâturîdî, Habe-
olarak sonuçlanan bir şeyin kendisinin de muhal/ rin bilgi kaynaklarından birisi olmasının aklî bir zo-
imkânsız olacağı şeklindeki mantıkî bir temele da- runluluk olduğu tespitini yapar. Mâturîdî’nin yapmış
yandığını söylemek mümkündür.25 Bu yöntemi kul- olduğubu tespitin asıl hedefi, pey­gamberlerin getir-
lanmasındaki asıl amaç, muarızın iddiasının muhal/ dikleri haberlerin de doğru bilgi kaynağı olarak kabul
imkânsız olan bir sonu­ca götürdüğünü göstermek- edilmesi gerektiği anlayışıdır.31Dolayısıyla doğru ha-
tir. Bu gösterildiğinde, muhal olan bir neticeye götü- ber verdiğini kesin bir şekilde kanıtlayan peygambe-
ren aslın da muhal olduğu apaçık olarak ortaya kon- rin haberi­nin de doğruluğunun kabul edilmesi ak­len
muş olacaktır.26 zorunludur.32Ancak Peygamberler hakkında rivayet

386
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

edilen haberlerin bizzat onlara ait olup olmadıkları da yegâne belirleyici ölçüt akıldır. Bu anlamda Akıl
konusunda şüphe duyulabileceği, buna mukabil bir yürütme yöntemiyle üretilen bilgilerin doğru olma-
haberin bizzat peygam­berden aktarıldığı sabit oldu- dığı iddiasının kendisi de bizatihi akıl yürütmeye
ğunda, doğru bir haber ve sağlam bir bilgi kaynağı dayandı­ğından çelişkili ve anlamsızdır. Akıl yürüten­
olacağı düşüncesidir. Dolayısıyla ona göre, haberin lerin farklı sonuçlara ulaşması ise yanlış delillendir-
mahiyeti ile ilgili bir şüphe taşımak, açık bir haki- meden kaynaklanabileceği gibi aklî bil­giyi kabul et-
kati inkâr etmekle aynı şeydir. O halde, bu bağlamda meme isteğinden de kaynaklanabilir. Bu durum akıl
dikkat edilmesi gereken en önemli husus, Hz. Pey- yürüten insanın duygusal bir yapıda olmasıyla ilişki-
gamber’e ait olduğu iddia edilen herhangi bir habe- lendirilebilir. Çünkü insan doğru bilgiye tâbi olabile-
rin, bizzat ona ait olup olmadığının test edilmesidir. ceği gibi arzularına tâbi olmayı da tercih ede­bilir. Bu
3- Akıl (en-nazar) da insandaki psikolojik birikimlerin aklî bilgi yerine
konulabileceğinin bir gös­tergesidir.33
Akıl, duyu­lar aracılığıyla görünen âlemi, kavramlar
ve kanıtlama yoluyla da görünmeyen ala­nı algılayan Aklın bu yüksek konumu ve işlevselliği yanında,
ruhsal bir güçtür. Akıl sadece bazı zorunlu bilgileri Mâturîdî düşüncesinde akıl bütünüyle hatadan arın-
değil hem zorunlu hem olanaklı bilgileri üretme ba- mış değildir. Dolayısıyla akıldan kaynaklanabilecek
hatalardan korunmak için makulün yanın­da nakle
şarısını gösteren bir yetidir. Yani akıl, daha çok duyu-
de dayanmak gerekir. Çünkü iç ve dış tesirlerin et-
larla algılanamayan alanı bilme aracı olsa da duyular
kisiyle akıldan gizli kalan şeylerin mahiyetini ve ta-
ve ha­ber yoluyla bilgi edinmenin de zorunlu şar­tıdır.
mamını anlamak için mutlak surette nakle/vahye
Bu da aklî bilgilerin duyu alanının ya­nı sıra dinin de
ihtiyaç vardır. Kim nakil olmadan her şeyin mahi-
kaynağını teşkil eden doğ­ru haber alanını kuşattığını
yetini ve tamamını doğru olarak anlayabileceğini id-
ve her türlü bilginin kriterini oluşturduğunu gösterir.
dia ederse, akla zulmetmiş ve ona taşı­yamayacağı bir
Peygamber gönderilmese bile dinin temel ilkelerinin
yük yüklemiş olur. Buradan Mâturîdîliğin temel an-
akıl tarafından bilinebileceğini, aklın bu konularda
layışı olan şu sonuç çıkar: Vahye aykırı olmayan ak-
ortaya koyduğu hususların din gibi olduğunu kabul
lın hükmünü almak,eğer aklî yargıdan çıkan sonuç
eden Mâturîdî’ye göre akıl, sadece peygamberlerin
vahye aykırı olursa o zaman da vahyin bildirdiğini
nakil yoluyla bildirdiği ibadetleri ve hayatla ilgili bazı
kabul etme yolunu tercih etmek gerekir.34
pratikleri (şeriat) bilemez. Ancak yine de akıl, vahiy
yoluyla gelen bu tür konuların hikmetlerini anlayabi- Ebu Mansur Mâturîdî’nin Nedensellik Anlayışı
lecek bir yapıda yaratılmıştır. Bu bağlamda Allah’ın Ebu Mansur Mâturîdî’nin nedensellik anlayışına geç-
varlığı, birliği ve sıfatlarının akılla bilinebileceğini meden önce genel bir nedensellik betimlemesi yap-
zira duyu ve nakil yoluyla Allah’ı tanımanın müm- manın ve nedensellik anlayışlarının temeli olan “ne-
kün olmadığını kabul eden Mâturîdî, Allah’ın sıfat- den” fikri üzerinde kısaca durmanın yararlı olacağı
larını temellendirirken tabiatın kuruluş düzeninden kanaatindeyim.
ve işleyişinden hareket ederek akılcı bir yöntemi be-
Neden, bir olayın gerçek sebebi veya bir olayın/var-
nimser. Bu düşünce doğrultusunda Mâturîdî, her ne lığın görünüşü, meydana gelişi ya da ondaki bir de-
kadar Mutezilenin sıfat görüşünü eleştirse de Allah’ın ğişikliği ortaya çıkaran etki. Metafizik anlamda ise,
varlığının ve birliğinin akıl tarafından bilinebileceği bir varlığın meydana gelişine yüklenen her sıfat, her
yönündeki görüşleriyle bu ekolle paralel düşünür. nitelik neden olarak açıklanmaktadır. Antik çağda
İmâm Mâturîdî düşüncesinde akıl, diğer bilgi kay- bir varlığın meydana gelmesi dört sebeple izah edil-
nakları olan duyu ve haberden elde edilen algıların/ meye çalışılmış olsa da günümüzde bunlardan yal-
bilgilerin doğruluğunu test etmede gerekli olan en nızca etken ve gaye sebep anlamını korumaktadır. Bu
doğru ve en önemli araçtır. Nitekim hem duyular bağlamda Meyerson, yeniden metafiziğe dönerek, zi-
hem de haberler yoluyla elde edilen bilgiler bazı du- hinden bağımsız nesne kavramını önceleme ana fik-
rumlarda yanıltıcı olabilir. Meselâ, duyu algısı, çok rinden hareketle, bilimin işlevini belirlemeye çalışır:
uzaklar­daki bir cismi bize olduğundan daha küçük Bilimin görevi, fenomenleri tespit etmek ve onların
gösterebilir. Ayrıca kişilerin naklettiği haberlerin doğ- kendilerinden önceki değişmez etkilerini açıklıkla
ruluğu akıl yürütmeyle tespit edileceği gibi, bir dini belirlemek değildir; fakat onların sebebini yani bir
delil olarak ileri sürülen, “yalan söylemesi mümkün cevher ya da eseri önceden kuşatan bir varlık tarzını
olmayan topluluğun” nitelikleri ve miktarı konusunda keşfetmek olduğuna vurgu yapar.35

387
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Genel olarak nedenin etki, sebebin sonuçla olan zo- bir yapısal özelliğe sahip (tab’) her varlığın kendi
runlu ilişkisi anlamına gelen nedensellik, mekanik yapısıyla herhangi bir şeyi etkileyebilmesi için o şe-
ve aklî bir dinamizm ile gelişen zorunlu olaylar zin- yin bu etkiyi kabul edebilecek bir konumda düzen-
ciridir. Bu, insan gibi düşünen varlıkta bir arzu va- lenmesi şarttır. Şu halde tabiatta gözlenen uyum, bu
sıtasıyla fiilin sebebi olan fikirle, düşünemeyen var- uyum sayesinde nesnelerin varlığını sürdürmesi, her
lıkta ise eğilim vasıtasıyla gerçekleşir. Bu anlayış Kant şeyi hakkıyla bilen ve hükmü geçerli bir varlığın ol-
düşüncesinde, fenomenler dünyasını belirleyen “zo- duğunu kanıtlamaktadır ki bu varlık, zıt özelliklere
runlu nedensellik” ve aşkın süjeden çıkarak ahlaklı- sahip tabiatları bir araya getirmiş ve hepsini hükmü
lığı belirleyen “hür nedensellik” şeklinde tezahür eder altına almıştır.40Benzer şekilde, Allah’ın evrende var
ki, tabiat bilimleri bu ilkeyle gelişmiştir.36 Çağdaş dü- olan nesneleri belli tabiatlar­da yaratması ve evreni
şünürlerden Emile Boutroux (öl.1921) da nedenle so- meydana getirir­ken bunu bir sebep-sonuç ilişkisi dü-
nuç arasındaki bağın zorunlu olmadığına dayanarak zeninde gerçekleştirmesinin, aklî bilgile­re uygun ol-
olumlu ve uyumlu felsefesini kurmuştur. duğu kadar, vahiy/naslara da uygun bulan Mâturîdî
İmâm Mâturîdî’nin nedensellik anlayışını müstakil geleneğine sahip düşünürler de vardır. (Beyâzîzâde-
bir “tabiat felsefesi” başlığı altında ele almadığını be- Ahmed Efendi gibi.)
lirtmek gerekir. Buna karşın Mâturîdî, çeşitli konu- Mâturîdî’ nedensellik anlayışı bağlamında kâina-
larda muarızlarını eleştirirken özellikle “Tanrı-evren tın yaratılışı ile ilgili muhtemel sorulara verdiği ce-
ilişkisi”, “Allah’ın fiilleri ve sıfatları”, “İnsan fiilleri- vabi açıklamalarında “hikmet” kavramını kullan-
nin yaratılması”, “Tabiatın yaratılmışlığı” ve daha pek dığını görmekteyiz. O, açıklamalarında bazen gaye,
çok konuda yaptığı temellendirmelerde kendine özgü illet ve sebep kelimelerini kullanırken, çoğu kez de
bir nedensellik anlayışı ortaya koyduğunu belirtmeli- hikmet kavramını kullanır. Hikmet kavramı neden
yiz. Mâturîdî düşüncesinde Allah evreni mev­cut bir (sebep) den daha geniş bir anlam taşımakla beraber,
nesneden değil yokluktan (lâ min şey’) yaratmıştır. neden kavramıyla yakından ilgilidir. Çünkü hikmet
37
Yani bütün varlıklar bir se­bep veya vasıta olmaksı- kavramı, hem varlıkların neden ve amaçlarıyla, hem
zın Allah’ın kud­retine dayanır. Dolayısıyla içindeki- de bu neden ve amaçların sonuçlarıyla alakalıdır. Şu
lerle beraber kâinatın var olması (görünüşe çıkması), halde denilebilir ki hikmet, “nedenin nedeni” yahut
maddi bir sebeple (heyulani neden) değil, mutlak ve “amacın sonucu” anlamına gelir.41Buradan da onun
eşsiz kudret sahibi olan Allah’ın yaratması nedeniyle nedensellik anlayışının bir “hikmet felsefesi” temelli
oluşmuştur. Bu yüzden madde öncesiz değil yokken olduğunu söyleyebiliriz. İmâm Mâturîdî’nin yaratılış
var olmuş­tur, onun değişime maruz kalması ve yok düşüncesine göre hikmet: Her şeyi yerli yerine koy-
olup gitmesi bizzat bunu kanıtlamaktadır. Bu an- maktır. Dolayısıyla yüce yaratıcı hâkim (hikmet sa-
lamda eğer varlıklar mevcut bir nesneden meydana hibi) olduğuna göre O’nun eylemlerinde de mutlak
gelmiş olsaydı Allah’ın kudretine ihtiyaç kalmazdı.38 manada bir gaye ve hikmet vardır.42Yani O’nun ey-
Mâturîdî ontolojisinde evreni oluşturan nesneler, ken- lemlerinin bir gayeye matuf olması O’nun yaptıkla-
dilerine özgü yapısal bir takım özelliklere sahip, se- rının güzel ve hikmetli olmasını gerektirir.
bep-sonuç ilişkisine dayalı olarak yaratılmıştır. Bu Mâturîdî geleneğine bağlı düşünürler hikmet kavra-
nedenle tabiattaki nesne, olgu ve olayların mahiyet- mını daha geniş çerçevede ele alarak, övülmeye layık
leri duyu, gözlem ve akıl yürütme yöntemleriyle an- sonuçları bulunan eylemlere hikmet adını vermişler-
laşılabilirler. Bu bağlamda İmâm Mâturîdî, kâinatla dir.43Evrenin yaratılışını dar anlamda bir gaye, bir
ilgili akla gelebilecek muhtemel soruların cevaplan- sebep ve bir tek illete bağlama yerine, daha geniş bir
dırılması çerçevesinde, düzenli bir sistem olduğunu mana içeren hikmetle yaratıldığına ısrarla vurgu ya-
düşündüğü evreni irdelerken, daha çok bu sistemi parken, nedenle sonuç arasındaki ilişkinin zorunlu
var edenin varlığını ve birliğini temellendirmeye ça- değil mümkün olduğunu ve tabiatın kuruluşu, dü-
lışmaktadır.39 Yani onun nedensellik anlayışı, evreni zeni ve işleyişinin hikmetlerini anlamanın gereklili-
oluşturan nesnelerin kendilerine özgü bir tarzda, se- ğine vurgu yaparak, bu hikmetleri sıralamaktadırlar.
bep-sonuç ilişkisine dayalı düzenli bir sistem olduğu Yoksa bu gaye ve hikmet hiçbir şekilde yüce yaratı-
ve bu mükemmel sistemin Allah tarafında yaratıldığı cıyı bir eylemde bulunmaya zorlamaz. Dolayısıyla,
anlayışına dayanır. Tabiat felsefesinde Cisim, “tek” bir yandan, her olayın maddi veya manevi birtakım
tek niteliklerin çoğalarak birleşenlerin adıdır. Belli nedenlerin zorunlu sonucu meydana geldiğini öne

388
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

süren mekanik ve katı bir determinist anlayışı red- önemli bir yerinin olduğu görülür. Çünkü onun
dederken; öte yandan, bütün olayların (hiç kimsenin epistemolojisinde akıl, hem genel bilginin hem de
değiştiremeyeceği bir şekilde) mutlak bir güç tarafın- dinî ve ahlâkî bilginin temelini oluşturur. Hatta
dan belirlenmiş olduğunu kabul eden fatalizme (sabit duyu ve haberin güvenilir birer bilgi kaynağı ola-
kadercilik) de karışı çıkmaktadır. Doğal olarak İslam bilmeleri de tamamen akıl sayesindedir. Bu bakım-
düşüncesinde varlığın gerçek nedeni (yaratıcı) kuş- dan akıl, Mâturîdî’nin sadece epistemolojisin teme-
kusuz Allah olduğu gibi bu anlayışa uygun olarak, lini değil, aynı zamanda bütün teolojisinin de can
Mâturîdî ontolojisinde de mutlak yaratıcı Allah’tır. damarını oluşturur. Ancak İmâm Mâturîdî, bilgi
Bu durumda gösteriyor ki İmâm Mâturîdî’nin onto- kaynaklarını açıklarken, “akıl” kelimesiyerine, akla
lojik sisteminde hikmet kavramı çok önemli bir yere dayanan ve genel olarak aklın kullanılmasını; yani,
sahiptir. Bu düşüncenin bir devamı olarak Mâturîdî, araştırmayı ve incelemeyi içine alan nazar ve istid-
varlık içerisinde hikmeti anlama kapasitesine sahip lâl kavramlarını kullanmayı tercih eder. Bilinenleri
olan insanın, hikmeti sorgulamayı değil, arayıp bu- aklî açıdan yorumlamak ve buradan hareketle de
lup açığa çıkarmaya çalışması gerekmektedir. bilinmeyen veya duyu ötesinde kalan hususları or-
Sonuç taya koymak anlamına gelen bu araştırma yöntem-
lerini bilginin kaynağı olarak kabul eden Mâturî-
Kelâm ilmi, İslâm’ın akılcı yorumunu temsil eden bir
dî’nin bilgi kuramının, kendisinden sonra gelen
disiplin olarak Mutezile tarafından kurulmuştur. Mu-
tezile ile başlayan sistematik akılcı yaklaşımlar Ehl-i bilginler tarafından da model alındığı ve böylece
sünnet kelâmında Mâturîdî tarafından devam ettiril- İslam düşüncesi eserlerinin bilgi kuramıyla baş-
miştir. İmâm Mâturîdî, her ne kadar çeşitli görüşle- lama geleneğini oluşturmuştur.
rinden dolayı Mutezileyi eleştirse de eserlerinde kul- Mâturîdî, inanca yer bulmak için bilgiyi inkâr eden
landığı akılcı yöntemin Mutezile akılcılığı seviyesinde bazı Batı’lı düşünürlerin aksine, imanın özünü oluş-
olduğu, esas itibariyle akılcılık konusunda onun, başta turan tasdikin bilgiye dayandığını, inanç konuları-
Ebu Hanife olmakla birlikte Mutezileden de etkilen- nın akıl tarafından anlaşılabileceğini, akıl yürütmek-
diği görülmektedir. sizin körü körüne bir dine veya mezhebe uymanın
Kaynaklarda Ehl-i sünnet kelâmının Eş’arî tarafın- kabul edilemez bir davranış olduğunu benimser. Bu
dan kurulduğu nakledilmiş olsa da onun eserleriyle bağlamda akıl-vahiy ilişkisi konusunda daha den-
Mâturîdî’nin eserleri karşılaştırıldığında bu kurucu- geli bir yol takip ettiği, özellikle müteşâbihâtın be-
nun Mâturîdî olduğu anlaşılır.44Ayrıca Eş’arî, daha lirlenmesi ve tevil edilmesinde Mutezilenin yaptığı
önce mensubu bulunduğu Mutezileden ayrıldık- gibi aklı vahyin önüne geçirmediği anlaşılmaktadır.
tan sonra bu mezhebi eleştirmede aşırılığa düşmüş, Buna göre, yorumlanmasına aklın ihtiyaç duymadığı
akılcı yöntemden uzaklaşarak dinî konularda akla naslar konusunda susmayı tercih ederek herhangi bir
önem vermeyen Selefiye’ye, kader konusunda da in- yorumda bulunulmamalıdır.
sanın sorumluluğunu kabul etmeyen ve Mutezile ile İmâm Mâturîdî “nedensellik” konusunda, içindeki-
tamamen zıt görüşlere sahip olan Cebriyeye yaklaş- lerle beraber kâinatın var olmasını (görünüşe çıkması),
mıştır. Öte yandan Mısır’ın fethinden sonra Osmanlı maddi bir sebebe (heyulani neden) değil, mutlak ve
uleması arasında yaygınlaşarak, medreseye ve devlete eşsiz kudret sahibi olan Allah’ın yaratması nedenine
hâkim olmaya başlayan Eş’arîlik, evrende sebep ve so- bağlamaktadır. Ona göre evrendeki bütün varlıklar bir
nuç ilişkisinin bulunmadığını ileri sürmüştür. Bu ba- sebep veya vasıta olmaksızın Allah’ın kud­retine da-
kımdan onlar, bilimsel zihniyeti gösteren tabiattaki yanmaktadır. Yani onun nedensellik anlayışı, evreni
sebep-sonuç ilişkisinin araştırılmasına önem verme- oluşturan nesnelerin kendilerine özgü bir tarzda, se-
mişler, nesne ve olayların meydana gelişini Allah’tan bep-sonuç ilişkisine dayalı düzenli bir sistem olduğu
bilerek ilk sebeple yetinmişlerdir. Böylece İslâm dün- ve bu mükemmel sistemin Allah tarafında yaratıldığı
yası uzun bir dönem Mâturîdî anlayışı görmezlikten anlayışına dayanır. Benzer şekilde değerlendirirsek,
gelerek düşünce, kültür ve bilimdeki üreticiliğini yi- Allah’ın evrende var olan nesneleri belli tabiatlar­da
tirmiş, eskiyi tekrar ve taklit etmek suretiyle fikrî bir yaratması ve evreni meydana getirir­ken bunu bir se-
donuklaşma baş göstermiştir. bep-sonuç ilişkisi düzeninde gerçekleştirmesinin, aklî
İslâm bilim ve felsefe tarihinde bilgi kuramının te- bilgile­re uygun olduğu kadar, vahiy/naslara da uygun
melini atan Mâturîdî’nin bilgi sisteminde aklın çok olan bir düşünce olarak görebiliriz.

389
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Mâturîdî, kâinatın yaratılışı (nedensellik) bağlamında, mutlak yaratıcı (Allah) evrende var olan bütün var-
bazen gaye, illet ve sebep kelimelerini kullanırken, lıkları anlaşılır bir sebeple ve hikmetle yerli yerinde
çoğu kez de hikmet kavramını kullanır. Hikmet kav- yaratmıştır. Başka bir söylem biçimiyle: Mâturîdî, ev-
ramı neden (sebep) den daha geniş bir anlam taşı- renin yaratılışını dar anlamda bir gaye, bir sebep ve
makla beraber, neden kavramıyla yakından ilgili bir bir tek illete bağlama yerine, daha geniş bir mana içe-
kavramdır. Çünkü hikmet kavramı, hem varlıkların ren hikmetle yaratıldığına ısrarla vurgu yapmaktadır.
neden ve amaçlarıyla, hem de bu neden ve amaçların Ancak Onun nedensellik anlayışında, nedenle sonuç
sonuçlarıyla alakalı bir kavramdır. Buradan da onun arasındaki ilişkinin zorunlu değil mümkün (olası) ol-
nedensellik anlayışının bir “hikmet felsefesi” temelli duğuna ve bir takım hikmetleri sıralamak suretiyle
olduğunu söyleyebiliriz. İmâm Mâturîdî’nin yaratılış de tabiatın kuruluşu, düzeni ve işleyişindeki hikmet-
düşüncesine göre hikmet: Her şeyi yerli yerine koy- leri anlamanın gerekliliğine büyük bir vurgu vardır.
maktır. Yani Onun ontolojisinde, hikmet sahibi olan

Dipnotlar
1 Huleyf, Fettullah, Kitabu’t-Tevhit, İmam Ebu Mansur el-Mâturîdî, yer? trz.;Schaeder, “Semerkant”, MEBİA, 10/470.
2 Mâverâünnehr; nehrin ötesi, nehrin civarı anlamında Ceyhun (Amuderya) Irmağı’nın doğu bölgesi anlamına gelmekte-
dir. Özel olarak “Mâverâu’l-Ceyhun” (Amuderya) şeklinde, Müslümanlar tarafından fethedilen ülkelere verilen bir isim
olmuştur. Bkz. Schaeder, “Semerkant”, MEBİA, 10/469.
3 Yazıcı, Nesimi, İlk Türk-İslâm Devletleri Tarihi, Ankara, 1992, s.3.
4 Uğur, Ahmet, “Mâturîdî’nin Zamanında İslam Âlemine Kısa Bir Bakış”, Ebu Mansur Semerkandi Mâturîdî, Kayseri 1990,
s.4.
5 Schaeder, “Semerkant”, 10/469.
6 Ecer, A. Vehbi, Türk Din Bilgini Mâturîdî, Ankara, 1978, 18-19.
7 Gölcük, Ş.,a.g.e., s. 76-77.
8 Ecer, Mâturîdî, 17-18.
9 Çağatay, Neşet - Çubukçu, İ. Agâh, İslâm Mezhepleri Tarihi, Ankara, 1965, 184.
10 Yazıcıoğlu, M. Sait, Mâturîdî ve Nesefî’ye göre İnsan Hürriyeti Kavramı, Ankara, 1988, 11.
11 Uzunçarşılı, İ. Hakkı, Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilatı, Ankara, 1965, 227.
12 Yazıcıoğlu, İnsan Hürriyeti, 12.
13 Madelung, WilferdF.,“The Spread of Mâturîdismand the Turks “ Religious Sc­hools and sects in medieval Islam, London,
1985, 124, vd.
14 Kutlu, Mürcie, 267.
15 Nesefî, Tebşıratü’l-edllle, I, 359.
16 Yazıcıoğlu, İnsan Hürriyeti, s. 162.
17 Eyyub, Ali, Mâturîdîlik, çeviren: Ahmet Ünal, (M.M. Şerif, İslâm Düşüncesi Tarihi, İstanbul 1990 içinde), 1, 298.
18 Koçar, Musa,“Mâturîdî ’de Akılcılık Ve Uygulama Alanları”, Süleyman Demirel Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Yıl:2,
Sayı:17, s.26-52, Isparta, 2006.
19 Ebu Mansur, Mâturîdî, Kitabü’t-Tevhid, Tercüme: Bekir Topaloğlu, Ankara 2002, s.15, 17.
20 Özdemir Metin, “Mâturîdî’nin Mutezili Akılcılığa Yönelttiği Eleştirilerin Epistemolojik Temelleri”, Büyük Türk Bilgini
İmâm Mâturîdî Ve Mâturîdîlik, Milletlerarası Tartışmalı İlmî Toplantı 22 - 24 Mayıs 2009, İstanbul.
21 Bebek, Adil, Maturidî’de Günah Problemi, İstanbul, 1998, 20.
22 Eyüp Ali, Mâturîdîlik, çeviren: Ahmet Ünal, (M.M. Şerif, İslâm Düşüncesi Tarihi, İstanbul 1990 içinde), 1, 298.
23 İmâm Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, tercüme: Bekir Topaloğlu, Ankara 2002, 3-4.
24 İmam Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, tercüme: Bekir Topaloğlu, Ankara 2002, 9.
25 Özdemir Metin, “Mâturîdî’nin Mutezili Akılcılığa Yönelttiği Eleştirilerin Epistemolojik Temelleri”, Büyük Türk Bilgini
İmâm Mâturîdî Ve Mâturîdîlik, Milletlerarası Tartışmalı İlmî Toplantı 22-24 Mayıs 2009 İstanbul.
26 Özdemir Metin, “Mâturîdî’nin Mutezili Akılcılığa Yönelttiği Eleştirilerin Epistemolojik Temelleri”, Büyük Türk Bilgini
İmâm Mâturîdî Ve Mâturîdîlik, Milletlerarası Tartışmalı İlmî Toplantı 22-24 Mayıs 2009 İstanbul.
27 Mâturîdî, Kitabu’t-Tevhid, s.9.
28 Sabûnî, s.17.
29 Huleyf, s.29.
30 Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 13-15.
31 Özdemir Metin,“Mâturîdî’nin Mutezili Akılcılığa Yönelttiği Eleştiriler”, Uluslar arası Büyük Türk Bilgini İmamMâturîdî
Ve Mâturîdîlik Sempozyumu, 22-24 Mayıs 2009 İstanbul.
32 Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 14-15.

390
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

33 Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, s. 11-12, 17, 156-158, 279-282


34 Muhiddin Bağçeci, “Mâturîdî’nin Kelâm Metodu”, Ebu Mansur Semerkandi Mâturîdî, içinde, Erciyes Ü. Gevher Nesibe
Tıp Tarihi Enstitüsü, Yayın no: 6, Kayseri, 1986, s. 26.
35 S. Hayri Bolay, Felsefi Doktrinler Ve Terimler Sözlüğü, Akçağ Yayınları, Ankara, 1996, s.298.
36 S. Hayri Bolay, Felsefi Doktrinler ve Terimler Sözlüğü, s.299.
37 Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, s. 29, 30.
38 Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, s. 27-29, 71-72, 135-136, 220-222.
39 Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, s.18.
40 Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, s.255.
41 İlhan Kutluer, “Hikmet”, DİA, XVII/504.
42 Hulusi Arslan, Mâturîdî’de İnsanın Yaratılış Hikmeti, Mengüceli Yayınları, Malatya, 2013, s.74.
43 Hulusi Arslan, Mâturîdî’de İnsanın Yaratılış Hikmeti, s.97.
44 Vehbi Ecer, “Mâturîdî’nin Tanınmaması”, Ebu Mansur Semerkandi Mâturîdî, Kayseri 1990

Kaynakça
Arslan Hulusi, Mâturîdî’de İnsanın Yaratılış Hikmeti, Malatya 2013.
Barthold, W., “Mâverâünnehr”, MEBİA, İstanbul, 1957.
Bebek, Adil, Mâturîdî ’de Günah Problemi, İstanbul, 1998.
Bolay, S. Hayri, Felsefi Doktrinler Ve Terimler Sözlüğü, Akçağ Yayınları, Ankara, 1996.
Çağatay, Neşet - Çubukçu, İ. Agâh, İslâm Mezhepleri Tarihi, Ankara.
Ecer, A. Vehbi, Türk Din Bilgini Mâturîdî, Ankara, 1978.
-----------------,“Mâturîdî’nin Tanınmaması”, Ebu Mansur SemerkandiMâturîdî, Kayseri 1990.
et-Tanci, Muhammed b. Tâvit, “Ebu Mansur al-Mâturîdî”, AÜÎFD, Ankara, (I-II).
Eyüp Ali, Mâturîdîlik, çeviren: Ahmet Ünal, (M.M. Şerif, İslâm Düşüncesi Tarihi, İstanbul 1990 içinde), I.
Gölcük, Şerafettin, Kelâm Tarihi, Kişiler Görüşler Eserler, Konya, 1992.
Huleyf, Fettullah, Kitabu’t-Tevhid, İmam Ebu Mansur el-Mâturîdî, yer? trz.
İmâm Mâturîdî, Kitâbu’t-Tevhîd,tercüme: Bekir Topaloğlu, Ankara 2002.
Kutlu, Sönmez,“Bilinen ve Bilinmeyen Yönleriyle İmâm Mâturîdî”, İmâm Mâturîdî ve Mâturîdîlik, Tarihî Arka Plan, Hayatı,
Eserleri, Fikirleri ve Mâturîdîlik Mezhebi, Kitâbiyât, Ankara 2006.
Koçar, Musa, “Mâturîdî ’de Akılcılık Ve Uygulama Alanları” Süleyman Demirel Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Yıl:2,
Sayı:17, s.26-52, Isparta, 2006.
Madelung, Wilferd F.,“The Spread of MâturîdismandtheTurks”Religious Sc­hools andsects in medievalIslam, London, 1985.
Muhiddin Bağçeci, “Mâturîdî’nin Kelâm Metodu”, Ebu Mansur Semerkandi Mâturîdî, içinde, Erciyes Ü. Gevher Nesibe Tıp
Tarihi Enstitüsü, Yayın no: 6, Kayseri, 1986.
Özdemir Metin, “Mâturîdî’nin Mutezili Akılcılığa Yönelttiği Eleştirilerin Epistemolojik Temelleri”, Büyük Türk Bilgini İmâm
Mâturîdî Ve Mâturîdîlik, Milletlerarası Tartışmalı İlmî Toplantı 22 - 24 Mayıs 2009 İstanbul.
Özcan, Hanefi, Mâturîdî ‘de Bilgi Problemi, MÜİFAV Yayınları, İstanbul 1993.
-----------------,“Mâturîdî’ye Göre Din-Şeriat Ayırımının Felsefi Temelleri”, Uluslararası Büyük Türk Bilginiİmâm Mâturîdî
Ve Mâturîdîlik sempozyumu, 22 - 24 Mayıs 2009 İstanbul.
Parmaksızoğlu, İsmet,“Mâverâünnehr”, MEB. Türk Ansiklopedisi, Ankara, 1976.
Schaeder, “Semerkant”, MEBİA, 10/470.
Uğur, Ahmet, “Mâturîdî’nin Zamanında İslam Âlemine Kısa bir Bakış”, Ebu Mansur Semerkandi Mâturîdî, Kayseri 1990.
Uzunçarşılı, İ. Hakkı, Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilatı, Ankara.
Yazıcı, Nesimi, İlk Türk-İslâm Devletleri Tarihi, Ankara.
Yazıcıoğlu, M. Sait, Mâturîdî ve Nesefî’ye göre İnsan Hürriyeti Kavramı, Ankara.

391
UlUslararası İmâm mâtUrîdî sempozyUmU

VI. oturum
Oturum Başkanı: Prof. Dr. Mustafa ÜNAL
Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

İMÂM MÂTURÎDÎ’NİN İMÂN ANLAYIŞI

Prof. Dr. Mehmet EVKURAN


Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi / Çorum
İSLÂM’DA EŞİTLİK ve İTİBÂR TALEBİNİN TEOLOJİK DİLİ -MUKALLİDİN İMÂNI VE İMÂNDA
İSTİSNA TARTIŞMALARININ SOSYO-POLİTİK-KÜLTÜREL BAĞLAMI

Yrd. Doç. Dr. Mustafa BOZKURT


İnönü Ü. İlahiyat Fakültesi / Malatya
MÂTURÎDÎ’DE HAKİKAT, TAKLİD ve TAHKİK AÇISINDAN İMAN

İsmet DEMİR
İstanbul
İMÂM MÂTURÎDÎ’NİN HAYATI - KAZÂ VE KADER HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ

Doç. Dr. Sıddık KORKMAZ


Necmettin Erbakan Ü. İlahiyat Fakültesi / Konya
İMÂM MÂTURÎDÎ’NİN KADER ANLAYIŞI

Doç. Dr. Kımbat KARATIŞKENOVA


Hoca Ahmet Yesevi Uluslar arası Kazak-Türk Ü. Tarih-Pedagoji Fakültesi Dintanu ve Teoloji Bölümü
Türkistan/ Kazakistan
AQUİNALI THOMAS ve İMÂM MÂTURÎDÎ’DE KADER
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Oturum Başkanı: Prof. Dr. Ashirbek MUMINOV


L.N. Gumilyov Avrasya Üniversitesi/Kazakistan

İMÂM MÂTURÎDÎ’NİN TÜRKİSTAN BÖLGESİNDEKİ ETKİLERİ

Doç. Dr. Hilmi DEMİR


Hitit Ü. İlahiyat Fakültesi / Çorum
MÂVERÂÜNNEHİRİN DİNİ-POLİTİĞİ VE MATÜRİDİ’NİN YERİ: MANİHEİZM VE GNOSTİKLER

Yrd. Doç. Dr. Muratbek MİRZABEKOV


Hoca Ahmet Yesevi Uluslar arası Türk-Kazak Ü. / Türkistan-Kazakistan
MÂTURÎDÎ İLMİNİN KAZAK DÜŞÜNÜRLERİNE TESİRİ

Prof. Dr. Dosay KENZHETAYEV


Avrasya Devlet Ü. /Astana- Kazakistan
KAZAK MÜSLÜMAN TOPLUMU ve MÂTURÎDÎ AKİDESİNİN YENİDEN İHYASI

Doç. Dr. Zikiriya ZHANDARBEK


KAZAK HALKININ GELENEKSEL DÜNYA GÖRÜŞÜ İLE İmâm Mâturîdî AKİDESİ
ARASINDAKİ BENZERLİKLER

Dr. Adil KARİEV


Kazakistan
BAĞIMSIZLIK DÖNEMİNDE ÖZBEKİSTAN’DA İMâM MATÛRÎDÎ İLMİ MİRASININ
İNCELENMESİ
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Prof. Dr. Mehmet EVKURAN


1983 yılında Ankara Aydınlıkevler Lisesi’nden mezun oldu. Gazi Üniver-
sitesi İktisadî ve İdari Bilimler Fakültesi İktisat, Ankara Üniversitesi Jeo-
loji Mühendisliği Bölümlerine birer yıl devam ettikten sonra, 1986 yılında
girdiği Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ni 1991 yılında bitirdi. Kars
Selim Lisesi Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersi Öğretmenliği (1992-1994),
Ankara Yenice İlköğretim Okulu Din Kül. ve Ahlak Bil. Dersi Öğretmen-
liği (1994), MEB YADEM (Arapça Dil Kursu) (1995-1996), Ankara Çubuk
İHL Meslek Dersleri Öğretmenliği (1994-1998), MEB Talim ve Terbiye Baş-
kanlığı Mevzuat Dairesi Denklik Şubesi (1998-2000) iş deneyimleri oldu.
2000 yılında Gazi Üniversitesi Çorum İlahiyat Fakültesi Temel İslam Bi-
limleri Kelam Anabilim Dalına Araştırma Görevlisi olarak atandı. Aynı
bilim dalında Doçent (20. 03. 2006) ve profesörlük (26.01.2012) unvan-
larını aldı. Halen Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi ola-
rak çalışmaktadır.

İslâm’da Eşitlik ve İtibâr


Talebinin Teolojik Dili
“Mukallidin İmânı ve İmânda İstisna
Tartışmalarının Sosyo-Politik-Kültürel Bağlamı”
Yöntem Problemi
Günümüzde İslam ekollerinin geleneksel dinsel di-
lin ötesinde bir kavrayışla ele almanın gerekliliği çok
net olarak ortaya çıkmıştır. Zira 73 fırkacı bir anla-
yışla tarihe ve mezheplere bakan geleneksel dışlayıcı
perspektif, mezhepleri ve onların ürettikleri değer-
leri anlamamıza yardımcı olmak bir yana en büyük
zihinsel engeli oluşturmaktadır.
İslam geleneği boyunca ortaya çıkıp kurumsallaşmış
her anlayış, mezhep olarak kendini inşa etme başarısı
göstermiş olup-olmaması bir kenara bırakıldığında
dinsel düşünce üzerinde bir etki bırakmıştır. Her an-
layışın incelenmeye ve anlaşılmaya değer bir yanı bu-
lunmaktadır. Tevil ve yorum farklılıklarını tekfir ve
dışlama nedeni olarak görmekten vazgeçmek ve ge-
risinde yatan duygu ve düşünceyi anlamaya çalışmak
gerekir. Mezheplerin geliştirdiği görüş ve öğretiler ya
dinî hamaseti ve duyarlılığı ifade etmekte ya da insanî
ve sosyal bir arzuyu ve özlemi temsil etmektedir. Her

395
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

iki halde de bizim için ortada anlaşılmayı bekleyen Günümüzde bir Müslüman kendi mezhebinin son-
yapılar duraktadır. Ancak böyle bakıldığında tarih radan teşekkül ettiğini, belirli uzlaşımlar ya da çatış-
yol gösterici ve öğretici olur ve ondan önemli dersler malar sonucunda belirginlik kazandığını düşünmek
çıkarılabilir. İslam dünyasının güncel durumu hala yerine, henüz Hz. Peygamber dönemindeyken bile var
eski tehlikeli alışkanlıkların ısrarla devam ettirildi- olduğuna inanma eğilimindedir. Bunda mezheplerin
ğini, zihinsel bir sıçrama yapılmadığını net biçimde kendi din anlayışlarını rakiplerinin tezlerine karşı sa-
göstermektedir. Geçmişin ve bugünün tıkanmışlık- vunurken başvurdukları ikna ve inandırma yöntem-
larını aşmak için, tarihi ve güncel dünyayı anlamayı lerinin etkisi büyüktür.
sağlayacak yeni anlama modelleri geliştirme zorun-
Ekollerin kendilerinin dine uygunluğunu nasslara da-
luluğu vardır.
yandırmaları hususu, bağlılarının zihinlerinde daha
Bir teolojik yapının nasıl ele alınması gerektiği, te- ciddî sonuçlar doğurmuş görünüyor. Bir dönemde ya-
melde metodolojik bir problemdir. İslam teolojisi söz pılan ilmî ve entelektüel tartışmalar, zamanla mez-
konusu edildiğinde bizzat dinin kendisini araştıran hebî kimliklerin iyice sertleşmesiyle bir imân mese-
kapsamlı bir metodolojinin yanında bağımsız olarak lesi haline gelmiştir. Kelamın inanç oluşturma işlevi
kelam ekollerini (teolojik yapı ve süreçleri) konu alan bu tarzda işlemektedir. Bu nedenle teolojik tartışma-
çalışmalara ihtiyaç duyulmaktadır. Ve bu çalışmaları ları, sonuçları ve etkilerinin yanında yer aldıkları dö-
bilimsel olarak destekleyecek nitelikte metodolojiler nemi dikkate alarak çözümlemek gerekir.
geliştirmek gerekir. Bu metodolojinin, teolojik kav-
İslam’da teoloji ekolleri, en başından bu yana kendi
ram ve görüşlere dayanması, hiç olmazsa bunlardan
vadisinde yetişen bağımsız birer bitki ya da birbirle-
yararlanması kaçınılmazdır.
rinden bağımsız akan nehirler değildir. Aralarında sa-
Sosyolojik yaklaşım sosyal hayata etkisi açısından bir nıldığının ötesinde karmaşık bir etkileşim vardır. Bu
kurum olarak dini ve dinsel yapıları inceler. Kendi etkileşim, sadece çatışma değildir. Dayanışma ve des-
kavram ve yöntemleriyle olgusal olarak bunları ele tek ilişkileri ekoller arasında eksik olmamıştır. Ehl-i
alır. Betimleyici bir yöntem izleyen sosyolojik yakla- Sünnet anlayışı da, oluşum sürecinde tabiî olarak di-
şım, dinî yapı ve oluşumların din açısından geçerlili- ğer ekollerle çatışma ve dayanışma ilişkisi içinde ol-
ğini sorgulama görevini üstlenmez. Buna karşılık teo- muştur. Bunu en çok ircâ fikri ile ilgili durumlarda
lojik yaklaşım, dinin öğretisini ve ilk ortaya koyduğu görürüz. Mâturîdî, Irak’ta Hanefî-Murciî-Sünnî sen-
özgün pratiği esas alır. Sonradan ortaya çıkan inanç tezini gerçekleştirmeye çalışan bir girişim temsilcisi
ve düşüncelerin buna uygunluğunu tespit eder. Fark-
olmuş, bunun yanı sıra bölgedeki etkinliği gittikçe
lılaşmaların teolojik anlamını ortaya koymayı amaç-
artan Eşarîlikle de mücadele etmiştir. Ancak Eşarî
lar. Teolojik çözümleme, dinî anlayışların içsel işle-
ile olan teolojik mücadelesi Mutezile’ye karşı verdiği
yişlerini izler, dinî kavramların özgün dinî öğretiye
entelektüel-teolojik savaşın gölgesinde kalmıştır. Mu-
uygun kullanılıp kullanılmadığını ölçer. Savunulan
tezile ile olan karşıtlığının, Sünnî takipçilerinin onu
görüşlerin nasslar karşısındaki geçerliliğini tartışır.
saygı ile karşılamaları ve buna karşılık Eşarî ile olan
Sosyal bilim açısından mezhepler sosyolojik ve tarih- tartışmasını yumuşatmalarında büyük oranda etkili
sel birer olgudur. Onların teolojik anlamı ve yorumu olduğu ileri sürülebilir. Onun Ka’bî ile olan mücadele-
doğrudan sosyal bilim konusu değildir. O nedenle sinin özünde Hanefîliğin Mutezile tarafından içselleş-
dinsel açıdan hangi mezhebin hak ve doğru olduğu tirilmesine karşı, onu Sünnîliğe çekme çabası vardır.
hangisinin de sapkın olduğu bilimin konusu ola-
Mâturîdî’nin Teolojik Eğilimi ve Yöntemi
maz. Bu teolojik bir soruşturmanın konusudur. An-
cak anlamlandırma ve değer üretme mekanizması Mâturîdî’nin yaşadığı coğrafya Semerkant, Buhara ve
olarak mezheplerin nasıl çalıştığı bilimsel bir çalış- Seyhun-Ceyhun nehirlerinin oluşturduğu Maveraün-
manın alanına girer. Mezhebî kimlikler ve mezhep nehir bölgesidir. Bu bölge kültürel ve coğrafî açıdan
aklı hala yaşayan canlı ve dinamik birer olgu olarak kapalı değil açık bir özellik taşır. En önemli özelliği
günümüz siyasal bilimleri ve uluslararası ilişkiler di- bir buluşma ve kaynaşma alanı olmasıdır.
siplinlerinin de konusudur. Bölge İran’a yakınlığı nedeniyle İran’ın eski dinlerin-
Mezhepler arasındaki ilişkilerin başından bu yana den olan Mecusilik ve Manihezim inançlarının et-
aynı şekilde süregeldiğini düşünmek hatadır. Bu kisi altındadır. Bu noktada Mâturîdî’nin İslam inanç
tarz düşünceler aslında İslam dünyasında yaygındır. esaslarını ele aldığı ve savunduğu kelam kitabı olan

396
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Kitabu’t-Tevhîd’de, Mani dinine ve Mecusiliğe ait fi- Mâturîdî’nin düşünsel kaynakları ve referansları ne-
kirlere değindiğini görürüz.1Bu durum, sözü geçen lerdir? Mâturîdî’nin Hanefî ekolünden geldiği bi-
inançların yaygınlığının göstergesidir. Bizans, Hint, linmektedir. O, Hanefî hocaların elinde yetişmiştir.
Çin uygarlıklarının da buluşma noktası olan bölge Eserlerinde Evzâî (157/774), Ebu Yusuf (ö. 182/798),
bu kültürlerin inançlarına da aşinadır. Ticaret yol- Şeybânî (ö. 189/804) gibi meşhur Hanefî âlimlerinin
larının kesiştiği bir yer olması nedeniyle nüfus hare- görüşlerine yer verir. Şafiî’nin görüşlerine de atıfta
ketliliği yoğundur. Ayrıca merkezî yönetimler tara- bulunan Mâturîdî onu ve kelam alanında Şâfiî’nin
fından desteklenen inanç ve düşüncelere muhalefet yöntemine bağlı kalan Eşarî’yi eleştirir.
eden akımlar sığınacak bir aradıklarında bölge onlara Mâturîdî’nin nassa yaklaşımı ve kelamî konularda
kucak açmıştır. Merkez tarafından dışlanan ve baskı nassı nasıl uyguladığı meselesi, en çok hadis üzerin-
gören âlimler, düşünce ve inanç farklılığının özgürce den anlaşılabilir. Zira kelam konularında Kur’an’a
yaşandığı bu bölgede kendilerini güvende hissetmiş ve yer verilmesi hususunda tüm kelamcılar ortaktır. Yo-
çalışmalarını burada sürdürmüştür. Dolayısıyla bölge rumlarda birbirlerinden ayrılırlar. Asıl hadislerin na-
tarihsel olarak da çok kültürlü ve çoğulcu özelliğini sıl anlaşıldığı ve bir bütün olarak hadislerin otorite-
korumuştur. Mâturîdî’nin döneminde Buhara ve Se- sinin nasıl algılandığı konusu ayırt edici bir nitelik
merkant, Hanefîliğe bağlı Samânîlerin yönetimi al- gösterir. Mâturîdî, eserlerinde hadislere ve bilgi kay-
tında bulunmaktaydı. Bu dönem siyasî açıdan istik- nağı olarak haberlere elbette yer verir.4 Ancak bun-
rarlıydı ve bilim, kültür, sanat ve düşünce açısından ları veriş biçimi onun şekilden çok anlama odaklan-
da oldukça zengin ve hareketliydi.2 dığını ortaya koyar. Hadislerin rivayet zincirini çoğu
Mâturîdî’nin düşünce yapısı, büyük oranda Hanefî zaman zikretmez. Bazı isimlere atıfta bulunurken be-
âlimler tarafından aldığı eğitimle şekillendi. O, Se- lirsiz ifadeler kullanır. Öyle ki okuyucu kimin kast
merkant’taki Hanefî âlimlerin elinde yetişti. Bazı edildiği konusunda zaman zaman kuşku içine düşer.
eserlerde onu yetiştiren Hanefî hocalarının Ebu Ha- Yine hadisleri ve rivayetleri değerlendirirken cerh ve
nife’ye kadar uzanan listelerine yer verilir.3 Bu ger- ta’dîl bilgilerine değinmez. Diğer tefsir eserleriyle, ör-
çek Mâturîdîliğin kökeni hakkında en azından onun neğin Taberî’nin tefsiriyle karşılaştırıldığında Tevîlât,
ehl-i rey çizgisinden beslendiğini söyleme imkânını rivayetlerin kullanımı açısından geleneğin dışına çıkar
bize verir. O nedenle gerek fıkıhta Hanefî ve gerekse ve şekil şartı bakımında hayli eleştiri alabilir. Özen-
kelamda Mâturîdî sisteme yönelik eleştiri ve dışlayıcı sizlik olarak nitelendirilen bu durum5bizce ilmî ye-
tavırların her iki düzeyde ehl-i hadis ve ehl-i eser ge- tersizlikle açıklanamaz. Bunun ardında metodolojik
leneğinden yönlendirildiği görülmektedir. bir tercih ve nassa dair belirli bir bakış açısı yatar.
Bir düşünürün düşünsel ve entelektüel kimliği, onun Mâturîdî’nin rivayetlere bakışını Ehl-i Hadis’inkin-
karşı ve taraf olduğu fikirlere ve bunların sahiplerine den farklı olduğu rahatlıkla söylenebilir.
yönelik tutumuna bakarak tespit edilebilir. Önemli Mâturîdîliğin Sünnîlik İçinde Konumlandırılması
soru şudur: Mâturîdîlik, Sünnîliği temsil konusunda İslam dünyası tarihsel süreç boyunca sürekli olarak
diğer ortağı olan Eşarîliğe oranla nerede durmaktadır? istikrar ihtiyacı içinde olmuştur. Gerek içteki iktidar
Mâturîdî tevhid, nübüvvet, ahiret gibi temel inanç mücadeleleri gerek Moğol istilası ve Haçlı Seferleri
konularında muhaliflerinin iddialarını rasyonel bir gibi dışsal etkenler yüzünden bir türlü düzen, huzur
tutumla çürütmeye çalışmıştır. Uzun uzadıya yap- ve istikrar sağlanamamıştır. Düşünce, bilim ve sanat
tığı açıklamalar, onun, rasyonel özelliği belirgin bir gibi yüksek toplumsal yapılar, kurumsal gelenekleri
teolojik sistemden yana olduğunu ve akla önem ver- güçlü, istikrarı sağlamış, çoğulculuğa imkân tanı-
diğini ihsas ettirir. Ancak bildiğimiz gibi o, akla be- yan yerleşik toplumlarda daha hızlı gelişir ve kökle-
lirgin bir önem atfeden Mutezile kelamına da karşı şir. İslam dünyası ise kuruluşundan bu yana kurum-
çıkar. Kitâbu’t-Tevhîd’inde sıkça görüşlerini eleştirdiği sallaşma sorunlarını bir türlü çözememiştir. İstikrar
Ebu’l Kasım el-Ka’bî (ö. 319/931) bir Mutezile kelam- ve güven ihtiyacından dolayı da siyaset diğer kurum-
cısıdır. Akılcılığıyla bilinen bir teolojiden kendini ayrı lardan daha belirleyici olmuştur. İslam toplumunun
tuttuğuna göre Mâturîdî’nin hangi sınıra kadar akla aşırı politik gelişimi diğer gelişmeleri baskılamış ve
önem verdiği ve yetki tanıdığı, buna karşılık nassın kendine tabi kılmıştır. Bu çerçevede siyasal öncelik-
otoritesini ne şekilde uyguladığı açıklığa kavuşturul- ler ilmî ve hatta dinî önceliklerin de önüne geçmiş-
ması gereken önemli konulardandır. tir. Bu durum, bağımsız bir ilmî kurumsallaşmayı da

397
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

önlemiştir. Tarihte kurulan güçlü devletler ve bunla- Diğer neden toplumsaldır. Dinin en temel toplumsal
rın yöneticilerinden ilim ve düşünceye önem veren- işlevlerinden biri olan “dünya kurma” ve “dünya ko-
ler, ilim adamlarına destek vermişler ve onlara im- ruma” görevi7 tekfîrden çok ircâ görüşünün tutunma-
kânlar hazırlamışlardır. Aslında bir açıdan övülen bu sına yol açmıştır. Tekfîr ideolojisi ile bir dünya kur-
tutumlar diğer yandan ilim hayatının zayıf kalma- mak ve onu geliştirmek mümkün değildir. Dolayısıyla
sına da neden olmuştur. tekfîri bastırıp ircâyı öne çıkaran etken her şeyden
Maveraünnehir ve Semerkant bölgesi, bilim ve siya- önce toplumsaldır. Bu etken tarih boyunca da işlev-
set merkezlerinin kenarında yer almaktadır. Burada selliğini korumuş görünmektedir. Çoğulcu bir mede-
egemen olan yönetimler çok güçlü olmadıklarından niyet kurmayı hedefleyenler, katılıktan çok gevşeklik
düşünce hayatı üzerinde düzenleyici ayrıca bir güç ideolojisini benimsemek durumundadır. Semerkant ve
kullanma durumunda olmadıkları düşünülebilir. Bu- Maveraünnehir bölgesinin kültürel ve siyasî özellik-
nun yerine bölgede egemen olan inanç akımları ara- leri göz önünde bulundurulduğunda ikinci nedenin
sında bir denge politikası gütmüş ve saygın âlimlerin daha geçerli olduğu anlaşılır. İrcâ doktrini sonradan
desteğini kazanmaya çalışmışlardır. Müslüman olan toplumların, doğal olarak benimse-
yecekleri bir anlayıştır.
Ancak yine de bölgede bir ilmî rekabetin yaşandığı
dikkatlerden kaçamaz. Mâturîdî’nin eserinde sıkça Mâturîdî’nin Referansları: Ebû Hanife ve İrcâ
görüşlerine atıfta bulunduğu ve görüşlerini tenkit et- Mâturîdî’nin düşünsel ve teolojik referansları doğal
tiği Ebu’l-Kasım el-Belhî el- Ka’bî (ö. 319/931) aslında olarak bölgede hâkim olan ilmî zihniyet çerçevesinde
Hanefi kökenlidir. Kelamî görüşleri açısından ise Ha- aranacaktır. Bazı yazarlar Mâturîdî’yi koruma adına
nefîlik ile Mutezile’yi uzlaştırmaya çalışır. Ka’bî Irak onun Mürcî kaynaklarını örtbas etmektedirler. Bizce
ulemasındandır. Bağdat Mutezilesinin önde gelenle- bu gereksiz bir kollamadır. Bir düşünürün beslendiği
rindendir. Irak o tarihlerde Mutezilî fikirlerin yaygın kaynakların neler olduğunu saymak, onun düşünsel
olduğu bir bölgedir. Bu nedenle Irakta Ebu Hanife’nin kimliğinin tümüyle bunlara indirgenmesini gerektir-
görüşleri ile Mutezile’yi birbirine yaklaştırmaya ça- mez. Düşünce tarihinde çoğu düşünür, kendini bes-
lışan yaklaşımlar eksik olmamıştır. İşte Mâturîdî bu leyen kaynakları aşmış ve daha ileri düzeyde bir an-
yaklaşıma karşı Hanefîliğin Sünnî temellerine sahip layış geliştirmeyi başarmıştır. Bu bakımdan köken
çıkmış ve bu temellerden yola çıkarak teolojik bir sis- araştırması önemli olmakla birlikte nihaî çıkarım-
tem geliştirmeyi hedeflemiştir. Bazı ilim adamları ları vermekten uzaktır. Ancak buradaki rahatsızlık
Mâturîdî’nin fıkıhta Şâfiî’yi kelamda ise Mutezile’yi 73 fırka söyleminin yazarlarda oluşturduğu baskıdır.
karşısına almasını, bölgede yaygın olan ve birbiriyle Mürcüe’yi sapık fırkalar arasında sayan müellifler,
rekabet eden mezhepler arasındaki çekişme bağla- Mâturîdîlik-Mürcie ilişkisini tevil etmeye çalışmış-
mında ele alır.6 tır. Sonuçta kültürel ve sosyolojik kökenlerinden ko-
Olaya Mürcie’nin ayrı mezhep olarak varlığını sür- puk bir Mâturîdîlik algısı ile karşı karşıya kalınmıştır.
dürmesinin imkânsızlığı karşısında başka ekollerin Mâturîdî Tevhid’inde Mürcie’den söz eder. Mürcie’nin
teolojilerine sızarak entelektüel bir tarzda yaşamaya iman-amel ilişkisi, Allah’ın fiilleri ve insanın sorum-
devam etmesi olarak da bakılabilir. Bu bakış hiç de luluğu hakkındaki görüşlerini tartışır, diğer mez-
temellerden yoksun değildir. Zira aradan uzun za- heplerin görüşleriyle karşılaştırır. Onun Mutezile,
man geçmiş olmasına rağmen ircâ fikrinin taşıdığı Batıniye, kaderiye, cebriye ve Şia’nın görüşlerini ele
teolojik ve sosyal mesaj geçerliliğini korumaktadır. alırken sert ve hırçın bir dil kullanırken, Mürcie’den
İrcâ fikrine diğer ekollerin kayıtsız kalamayışının söz ederken daha çok tanımlayıcı ve betimleyici bir
iki nedeni olabilir. üsluba başvurması dikkat çekicidir. Hatta bir yerde
İlki ircâ doktrinin kendisine alternatif olarak çıktığı “Ümmetimden şu iki gruba şefaatim erişmez, Kade-
tekfîr ideolojisinin aşırılığı ve keskinliğidir. Tekfîr riyye ve Mürcie’dir.” ve “Mürcie’nin yetmiş dilde la-
İslam toplumunda salt bir anlayış ve görüş değil uy- netlendiği” sözünü Hz. Peygamberden gelen bir ri-
gulamaya konulmuş etkin bir politikadır. Bu yüzden vayet olarak nakleder. Ancak bu rivayetlerin farklı
Müslümanların tekfîr ideolojisi karşısındaki duygusu şekillerde yorumlanabileceğini söyleyerek, burada
oldukça köklü ve güçlüdür. Korku ve nefret ile karı- kasd edilenin gerçek Mürcie değil Cebriyye oldu-
şık olan bu duygu ircâ ile dengelendi. İşte ircâ dokt- ğunu söyler. Aslında Cebriyye ve Kaderiye karşıt iki
rininin gücü buradan kaynaklanmaktadır. gruptur. Ancak içine düştükleri sapkınlık dolayısıyla

398
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

kınanmada birleştirilmişlerdir. Kaderiyye, fiillerdeki ile kul arasındaki manevî bağ olduğunu ileri süren
kudreti insana münhasır kılmıştır. Cebriyye ise ter- görüş, büyük ihtimalle ircâ görüşünden gelmektedir.
sine fillerdeki çirkinlikleri bile Allah’a nispet etmiştir. Kimlikler netleştikçe bunların tanımlarındaki kes-
Böylece bu iki grup aşırılıkta örnek oluşturmuşlar- kinlik de o oranda belirginleşmekte, dışlayıcılık
dır. Mâturîdî’nin Mürcie’yi aklamaya ya da savun- öğesi de güçlenmektedir. Bu nedenle Ehl-i Sünnet
maya yönelik bu tarz yorumlarına eserlerinde rast- ile Mürcie arasındaki teolojik yakınlaşmayı anla-
lamak mümkündür.8 mak için İslam’ın erken dönemlerine geri dönmek
Mürciî görüşler, mevâli bölgesi olarak nitelenebile- gerekir. Haricîliğe karşı oluşan tepki nedeniyle olu-
cek olan Horasan ve Maveraünneir bölgesinde öte- şan tepki henüz bir teolojik bilinç değil premature
den beri bilinmekteydi. Sadece bilinmekle kalmamış teolojik yapıdır. Hatta bu bile değildir. “Amel iman-
Şia ve Mutezile’nin yanında Ehl-i Sünnet’in bölgedeki dan bir cüz değildir, büyük günah sahibi kâfir de-
temsilciliğini yapan Hanefîlikle paralel bir görüntü ğildir, onun durumunu Allah’a bırakmak gerekir”
sergilemiştir. Ebu Hanife’nin yanında ondan yararla- demek bir sistemin değil bir yönelimin ifadesidir.
nan ve görüş alışverişinde bulunduğu Mürciî görüşleri Bu yönelimin ne gibi bir teolojik yapıya dönüşeceği
savunan kimseler de bulunmaktaydı.9 Teolojide yön- bir sistemleşme sorunudur. Hangi akımın onu sa-
tem olarak Ebu Hanife’ye bağlı olan Mâturîdî’nin de hiplenip kendine mal edeceği sorunudur. Bu ba-
bu etkiye açık olduğu anlaşılır bir durumdur. Mâturî- kımdan amel imandan cüz değildir, mürtekib-i ke-
dî’nin Mürcie ile olan ilişkisinin Ebu Hanife’den gel- bîre kâfir değildir, onun durumunun ne olacağını
diği anlaşılıyor. Ayrıca bölgenin sosyo-kültürel ya- bilmeyiz, Mü’min olduğunu düşünürüz, önerme-
pısının bu görüşe ihtiyaç duyduğunu gözden uzak lerine dayanan ircâ görüşü, kendinden daha sert
tutmamak gerekir. ve kesin hükümler içeren teze karşı değillemelerle
Mezheplere dair söylemlerin iyice keskinleştiği ve ilerleyen rahatlatıcı bir işlev üstlenmişti. Saldır-
aradaki teolojik sınırların daha rahat biçimde göste- gan ve müdahaleci bir görüşü dengelemeye çalış-
rilmeye başlandığı dönemlerde Mürcie’ye olan atıflar tığı için tam da bu nedenle, doğası gereği ılımlı ol-
ve kurulan ilişki Sünnî ulema tarafından bir suçlama mak durumundadır.
olarak algılandı. Ve bu durum önceden var olan ilişki Aşırı müdahaleci din anlayışı peşinde koşanlar, gün-
ve iletişimin reddedilmeye başlanmasına yol açtı. An- delik sivil ve sosyal hayata müdahalede bulunmayı
cak günümüzde bu ilişkiyi daha soğukkanlı biçimde görev olarak görenler açısından ircâ yaklaşımı, di-
değerlendirebilecek durumundayız. nin indirilişi amaçlarına ters düşer. Bu, negatif te-
Fitne ve iç savaş, korku ve dehşete yol açmasının ya- olojik yöntemdir ve çoğunlukla görme ve düşünme
nında çözüm arayışlarına da hız verdi. Mürcie’nin ro- fazlalığının, her şeyi ve herkesi yargılama arzusunun
lünü bu noktada aramak gerekir. Mürcie’nin ircâ gö- yol açtığı teolojik ve politik tansiyonu düşürme, sos-
rüşü, sosyolojik olarak toplumu mümkün kılan bir yal hayatı dengeleme ve yatıştırma ihtiyacını karşılar.
formüldü. İmanı amelden ayıran Mürcie günahlarında Bu tarz bir görüşün, sıkı temellendirilmiş dogmalara
dolayı kimsenin İslam dışına itilemeyeceğini, bu ko- göre değil de daha çok hayatın gereklerine göre ya-
nuda hüküm verme yetkisinin Allah’ bırakılması ge- şamaya eğilimli kesimler tarafından benimseneceği
rektiğini savundu. Bu görüş dinî olmaktan çok top- kolaylıkla tahmin edilebilir.
lumsal ve kültürel imâları açısından çok önemlidir. Teoloji ve Kültürel Tahakküm Meselesi
Bir arada yaşama ve farklılıklara hoşgörü mesajı ta- İslam dini yayıldığı coğrafyada kültürleri yok etmek
şıyan ircâ görüşü, zamanla Ehl-i Sünnet tarafından ve bastırmak gibi bir amaç gütmedi. Aksine kültü-
da dikkate alındı ve bazı revizyonlarla benimsedi.10 rel ve dinsel farklılıktan rahatsız olmadılar. Bunu
Yeni Müslüman olmuş toplulukların ircâ fikrine ya- giderilmesi gereken bir sorun olarak algılamadılar.
kınlık duymalarının arka planında, başka olumsuz Elbette İslam öğretisinde ve Hz. Peygamberin uygu-
niyetler aramak yerine, bu kitlelerin ihtiyaç duyduğu lamasında Müslümanları yayılmacılığa ve hükmet-
kabul edilme ve tanınma ihtiyaçlarının etkilerini meye teşvik eden bir mesaj vardır. Ancak bu mesaj,
araştırmak gerekir. İnsanların davranışlarından do- otoritesini kabul ettirmekle sınırlıdır. Tektipleştirmeyi
layı onları dinî açıdan yargılamamak ve hükmü Al- içermez. Müslümanlar hükmettiği yerlerdeki farklı
lah’ a bırakmak, bir arada yaşamanın teolojik gerek- inanç ve yaşam biçimlerinin varlığını, adaletlerinin
çesini ve garantisini sunuyordu. Dinin sadece Allah bir gereği ve göstergesi olarak gördüler.

399
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

İslam yayıldığı coğrafyaya kendi rengini verdiği kadar Kültürel asabiyet eğilimlerinin ilimlere ve ilim anla-
çeşitli kültürlerin renklerinden de bünyesine kabul et- yışlarına da yansıdı. Burada konumuzla sınırlı tuta-
miştir. Şu halde İslamlaşma adı verilen süreç, din ve cak olursak şunu belirtmemiz gerekir: Dinî ilimler-
metafizik olarak İslam kabul etmenin yanında kültü- deki farklı metodolojik yönelimlerin ardındaki öğeler
rel olarak da farklı bir sentez oluşturmayı ifade eder. incelendiğinde, kültürel öğelerin de önemli ölçüde rol
Zira her şeyden önce İslam dini, insanlara bu geniş- oynadığı görülecektir. Eşarî-Şafiî geleneğinin nass an-
liği tanımaktadır. Müslümanlar İslam dinine mensu- layışında Arap-merkezli bir kültür anlayışının yansı-
biyetin ölçülerini ortaya koymuşlardır. İnanç esasları malarını okumak mümkündür.11
inanılması zorunlu olan ilkelerdir. Bunlara inandık- Şâfiî’nin ortaya koyduğu sünnet merkezli nass anla-
tan sonra bir kimsenin hayatını tümüyle ters yüz et- yışında bu husus etkindir. Sünneti yeniden tanımla-
mesi gerekmez. İslam’ın duyarlı olduğu konularda bir yan Şafiî, sonraki kuşakların uygulamalarını sünnetin
uzlaşı sağlandıktan sonra pekâlâ yeni Müslümanlık kapsamından çıkararak daha aslında sünnetin nass
versiyonları mümkündür. Ancak bu farklılaşma teo- olarak etkinliğini artırmış ve ona dogmatik bir an-
lojik değil sosyolojiktir. Bu nedenle de sosyolojik açı- lam vermiştir. Şafiî’nin geleneksel sünnî din anlayışı-
dan araştırılmalıdır. nın oluşumundaki etkisi üzerinde çalışmalar yapılmış
İslam dini belirli bir kültüre diğerlerinin önünde üs- ve onun metodolojisi farklı açılardan ele alınmıştır.12
tünlük sağlamak amacıyla gelmedi. Kültürler arası Müslümanlar tarih boyunca İslam’ın mesajıyla ve top-
ilişkiler insanların serbest dünya işleri arasında yer lumsal hedefleriyle asla uyuşmayan bu türden asabiyet
alır. Dolayısıyla İslam dinini belirli bir kültürü ebe- eğilimlerinin ilim, düşünce ve siyaset alanlarındaki
dîleştirecek tarzda yorumlamak kadar onun mesa- tezahürlerine karşı koydular ve buradaki aşırılıkları
jına ters bir yaklaşım olamaz. Bugünkü sıkıntıların dengelemeye çalıştılar. Sünnîlik içinde de bu denge-
İslam’ın bir kültüre aidiyetini temel alan yaklaşım- leme çabalarına rastlamak mümkündür. İşte Ebu Ha-
lardan kaynaklandığı söylenebilir. Doğrusu asabiyete nife ile başlayan ve Mâturîdî tarafından kelam ala-
dayalı bir mücadele olarak niteleyebileceğimiz bir üs- nında daha da sistemleştirilmeye çalışılan anlayışın
tünlük takıntısı, İslam dininin yerleştirmeye çalıştığı ardındaki kültürel niyet araştırıldığında, bizce İs-
değer odaklı erdeme ve adalete dayalı bir insan ve top- lam’ın Arap-merkezli kültür anlayışı tarafından tü-
lum anlayışına zarar vermiştir. Geçmişte klasik dö- ketilmesine itiraz eden, bunu yanlış bulan, İslam’ın
nem eserlerine kadar sızabilmeyi başarmış olan bu getirdiği hakikatin diğer tüm milletler için de geçerli
tür asabiyet söylemleri, Hz. Peygambere nispet edi- olduğuna yürekten inanan bir anlayış bulunacaktır.
lebilmiştir. Arap kavminin diğerlerine üstünlüğünü Bu bağlamda farklı din anlayışları arasındaki çekiş-
teolojik olarak vurgulayan rivayetler Müslüman mil- menin temelinde politik amaçların yattığını fark et-
letler arasındaki ilişkileri sürekli baskı ve gerilim al- mek önemli olmakla birlikte, bu rekabetin bazı spe-
tında tutmuştur, bugün de tutmaya devam etmektedir. sifik alanlarda da yürüdüğü görülmektedir. Buna
İslam öncesinde oldukça kaba ve alenî biçimde yapı- göre her kesim kendi geliştirdiği nass anlayışı üze-
lan üstünlük mücadelesi, İslam’dan sonra dinî kavram rinden dinî hakikati sahiplenme mücadelesi verdi ya
ve açıklamalar üzerinde yapılmakta, Müslümanlar da en azından karşıt söylemlerin etkisini hafifletme
arasında ortak bir aklın ve vicdanın oluşmasını ön- çabası içinde oldu.
lemektedir. Geçmişte aleni ve kaba biçimde sürdürü- Peygamberin sünnetinin diğer kültürleri baskı altında
len asabiyet mücadelesi bu kez daha donanımlı farklı tutacak ve onları tümüyle içinde eritecek biçimde ge-
bir sürümüyle/versiyonuyla karşımıza çıkmaktadır. nişletildiği bir nass anlayışına karşı itiraz, önce Ebu
Müslümanların peygambere olan düşkünlüğünü ve Hanife tarafından yöntemleştirilmeye çalışıldı. El-
geleneğe olan saygısını arkasına alan bu anlayış, dinî bette bu konu tarih boyunca olduğu gibi günümüzde
görünümler altında asabiyet ve ırkçılık politikası yap- de oldukça hassas ve bir o kadar da yanlış anlama-
makta ve bizlerden ona boyun eğmemizi istemekte- lara açık bir problem alanıdır. Ancak İslam’ın mesa-
dir. Teolojik ve toplumsal açıdan sorunlarla dolu bu jının çarpıtmalardan uzak biçimde yeniden anlaşıl-
manevrayı ve kurnazlığı açığa çıkaracak, onun an- ması ve yanlış tarihsel anlayışların tasfiye edilmesi de
layışlarımız üzerindeki zararlarını tanımlayacak ve elzemdir. Gelenek ve bu arada sünnet yorumları, İs-
alternatif bir yaklaşımın temellerini atacak bir teolo- lam’ın öğretisini doğru yansıttığı ölçüde görevini ifa
jiye ihtiyacımız vardır. etmiş olur. Aksi halde nassın yerine ikame edilmeye

400
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

çalışılan çarpık bir gelenek ve sünnet anlayışı, büyük konuşarak, kelamcıları sapık ilan etmişlerdir. Ehl-i
bir problem olmaya devam edecektir.13 Müslüman- hadis hareketinin daha çok Arap kökenli alimlerden,
ların zihninde yer alan peygamber anlayışını koru- kelam hareketinin ise mevali alimlerinden oluştuğu
yan, korurken onu tashih de eden bir ilim anlayışına bir kenara yazıldığında çatışmanın sosyal ve kültü-
duyulan ihtiyaç, öyle görünüyor ki sadece bizim de- rel görüntüsü açığa çıkmaktadır.
ğil tarih boyunca da yaşamış Müslüman kuşakların Mevalinin eşitlik ve itibar arayışının sadece politik
ana gündemi olmuştur. bir mücadele olarak değil aynı zamanda düşünsel ve
İslam toplumu içinde oluşan hiyerarşik yapılar, esa- entelektüel bir mücadele olarak sürdüğü görülmek-
sında toplum bizatihi doğal olmadığı gibi toplum- tedir. Kelam geleneğinde reyci ekol daha çok itirazcı
sal yapı ve ilişkiler de doğal ve zorunlu değildir. İn- kesimlerin bir sığınağı ve kendini ifade alanı olmuş-
sanın doğası gereği medenî olması (hemcinsleriyle tur. Kültürel olarak Arap paradigması içinde yer alan
birlikte yaşamak zorunda olması) ile belirli bir top- kesimler ise esere, rivayetlere, hadise ve sünnet kav-
lumsal yapının kendini doğal ve zorunlu bir varlık ramına vurgu yaptılar.
olarak dayatması ayrı bir şeylerdir. Hiyerarşilerde ya-
Taklit ve imanda istisna tartışmalarında bu ayrışma-
şanan sorun da budur. İktidarın kimde bulunacağı,
nın izlerini bulmak mümkündür. Özellikle Emevî-
gücü kimin kullanacağı, servet dağılımına kimin ka-
ler döneminde Arap kavminin ve Kureyş’in üstün-
rar vereceği tarih boyunca olduğu gibi günümüzde
lüğünü o kadar doğal bir şekilde vurgulandı ki, bu
de büyük bir sorundur. Kurulum aşamasında yeni-
durum Arap olmayan Müslümanlar üzerinde ra-
den tanımlanan iktidar ilişkileri, servetin dağılımını
hatsızlık yarattı. Nitekim eşitlikçi düşüncelerin fı-
ve kullanımı gibi sorunlar ilk İslam toplumunun da
kıh ve kelam alanında ortaya çıkması bu çerçevede
sarsıcı gündemi olmuştur.
düşünülmelidir.
Hz. Muhammed’den sonra siyasal iktidara kimin ge-
tirileceği konusu İslam toplumundaki ilk yarılmayı Taklide dayalı iman kelamcılar tarafından başlangıçta
oluşturdu. İktidarın ve ganimetin tanımlandığı ilk reddedildi. Mutezile kelamcıları, insan tanımları ve
pratikten sapmalar görülmeye başlandı. Sünnetten ilahî adalete yükledikleri anlamdan yola çıkarak ima-
sapma olarak nitelenen bu uygulamaların toplumda nın taklide dayandırılamayacağını savunarak birey-
oluşturduğu rahatsızlık sonradan mezhep/fırka adı sel sorumluluk vurgusu yaptılar. Mâturîdî ve Eşarî
verilen kurumsal ayrışmalara yol açtı. Gücü ve ser- de aynı şekilde bu kelam geleneğine uyarak taklidî
veti elinde bulunduran kesimler, ayrıcalıklı konum- imanı kabul etmediler. Ancak İmâm Mâturîdî’den
larını sonsuza kadar sürdürebilmek için yeni düze- sonra gelen Mâturîdî kelamcılar bu tavrı yumuşattı-
nin terminolojisine başvurdular. lar. Mukallidin imanının geçerli oluşunu temellen-
dirmeye çalıştılar.
İktidarın meşruiyeti için referans oluşturma çabaları
İslam toplumu içinde İslam’ın kavramlarıyla ancak Bir fıkıh ve kelam terimi olan taklit her iki ilim da-
İslam öncesinin zihniyet kalıplarıyla yapıldı. İslam lında da farklı bir algıya sahiptir. Fıkıhta olumlu bir
öncesi dehr inancı İslamî dönemde karşımıza kader anlama sahip olan taklit, kelamda aynı şekilde algı-
ve cebr olarak çıktı. Esasında Kur’anî bir terim olan lanmaz. Yapılan tartışmalarda bu kavramsal karga-
ve evrenin şaşmayan bir düzen ve denge üzere ya- şanın zaman zaman aşılamadığı göze çarpmaktadır.
ratıldığını vurgulayan kader kavramı, yeni düzenin Taklit ile ilgili geleneksel tartışmaları aynıyla bugüne
sahipleri tarafından içeriğinde boşaltıldı ve dönüştü- taşımak ve deliller üzerinden bir sonuca ulaşmaya ça-
rüldü. Alın yazısı ve önceden belirlenme anlamında lışmak pek doğru bir yöntem değildir. Bunun yerine
tanımlanan kader kavramı, siyasal iktidar ve ganimet çözümleme yapmak ve görüşlerin temsil ettiği du-
için bir dokunulmazlık sağlamaya başladı. İslam ge- yarlıkları anlamaya çalışmak gerekir.
leneğinde kelam akımını başlatan alimlerin ilk ola- Bu açıdan bakıldığında iman-taklid ilişkisine dair
rak kader ve insan özgürlüğü konusunu ele almaları söylenebilecek ilk şey, mukallidin imanının geçerli ol-
boşuna değildir. Onlar kaderi reddettiler ve iktida- duğunu savunan kelamcıların teolojik olmaktan çok
rın yaptıklarının bir ilahî karar olmadığını, herkesin sosyal gerçeklerden hareket ettikleridir. Buna göre as-
yaptığından sorumlu olduğunu ilan ettiler. lında mukallid, Arap gibi Kur’an’ın indirildiği dilin
Şurası çok ilginçtir ki, Kelam karşıtı tutucu akımla- kültürü olan Arap evreninin dışındaki Müslüman-
rın tamamı, iktidarın kaderci politikasının ağzıyla lardır. Daha doğrusu İslamlaşma süreci içinde olan

401
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

kitlelerdir. Onların Araplar gibi İslam’ın öngördüğü tanımından kaynaklanmaktadır. Ameli imanın bir
yaşam biçimini bir anda hayata geçirmeleri pek de parçası olarak gören ve iman tanımlarında ameli ay-
mümkün değildi. Zamana ihtiyaçları vardı. İşte tak- rılmaz bir unsur olarak sayan Ehl-i hadis taraftarları,
lidî imana cevaz tanınması mevalinin imanına ve İs- istisnayı zorunlu görmüşlerdir. Buna karşılık Ehl-i rey
lam’ına bir meşruiyet sağlıyordu. geleneğine dayanan kesimler imanda istisnayı kabul
İmanda istisna tartışmalarının da benzer bir yanı var- etmemişler ve insanın yeteneklerini teslim eden bir
dır. Bilindiği gibi imanda istisna tartışması Ehl-i Ha- yaklaşım sergilemişlerdir. Ancak neden böyle bir ha-
dis ile Mürcie arasında başlamıştır. Zamanla Mâturî- reket noktasını seçmiş olduklarının cevabı ise kültü-
dîler ile Eşarîler arasında da sürdürülmüştür. Temelde rel ve sosyal kimliklerin içinde gizlidir. İnsanı eylem-
imanın tanımından kaynaklanan bu tartışma nass- lerinin ve hayatının sorumlusu sayan özgür iradeci
ların karşılıklı kullanılması ile de teolojik bir görün- anlayış burada etkilidir.
tüye kavuşmuştur. Asıl ayrışma noktası ise mevalînin Araplar karşısın-
Tartışmanın teolojik-kelamî görüntüsü kısaca şöy- daki dezavantajlı konumunu dengeleme ihtiyacıdır.
ledir: Ehl-i hadis bir insanın, “Ben kesin olarak mü- Mevâli İslam içinde eşitlik ve itibar arayışını her dü-
minim.” Ya da “Ben gerçekten müminim.” Sözünü zeyde canlı tutmuştur. Bu çabanın teolojik-kelamî
söylemesini tehlikeli bulmuştur. Onlara göre bir in- alandaki karşılığı ise imanın yüceltilmesidir. Amele
san iman ifadesinde kesinlik iddiasında bulunamaz. bağlanmış bir iman her zaman bir eleştiri zemini
İmanın içeriği ve geçerliliği konusunda daha müte- oluşturmaktadır. Dolayısıyla amelin imandan sayıl-
vazi bir ifade kullanabilir ve “Ben inşallah müminim” maması önemli ve temel ilk adımdır. İmanın artıp-ek-
demelidir. Bu konuda pek çok aklî ve naklî delil ge- silmesinin reddi, tüm akıl sahiplerinin (meleklerin,
tirirler. “Ben inşallah müminim” demek imanda is- peygamberlerin, günahkâr müminlerin vs.) imanda
tisna yapmak demektir. eşit olması, kötü amelinden dolayı insanın hükmü-
nün Allah’a bırakılması bu çabanın bir devamıdır.
Buna karşılık Mürciî âlim ve düşünürler, ardından
Mâturîdî kelamcılar imanda istisna fikrini kabul et- Tüm bu tartışmaların ve teolojik akıl yürütmelerin
mediler. Onlara göre bu ifade kişinin kendi fiilin- gerisindeki mantık, adalet ve eşitlik arayışıdır. Me-
den gafil olması anlamına gelir ve kuşku ifade eder. valî özlediği ve hedeflediği eşitliği amel üzerinden
Oysa imanın özünde kesinlik, güven ve şüpheden giderek elde edemezdi. Zira kendilerini profesyo-
uzak olma durumu vardır. Diğer yandan imanda is- nel Müslümanlar olarak gören Araplarla bu konuda
tisnaya giden kişi (amel) boy ölçüşmeleri mümkün değildi. Eşitliği an-
cak iman üzerinden sağlayabilirlerdi. İmanı yücelt-
İmanda istisna tartışmasında tarafların hareket nokta- mek ve tartışma dışı bir yere yerleştirmek, amelden
larını göz önünde bulundurmaksızın tutumlarını an- etkilenmeyeceği bir tarzda onu tanımlamak bu ar-
lamak mümkün değildir. Temel ayrım noktası imanın zunun teolojik alana yansımaları olarak görülebilir.

Dipnotlar
1 Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, s. 48, 203 vd.
2 Hasan Kurt, Orta Asya’nın İslamlaşma Süreci- Buhara Örneği, s. 219 vd.
3 Talip Özdeş, Mâturîdî’nin Tefsir Anlayışı, s. 43, 44.
4 Şükrü Özen, “Mâturîdî” md., DİBİA, s. 161.
5 Talip Özdeş, Mâturîdî’nin Tefsir Anlayışı, s. 69.
6 Bekir Topaloğlu, “Ebû Mansûr el-Mâturîdî’nin Kelâmî Görüşleri”, İmâm Mâturîdî ve Mâturîdîlik içinde, s. 241.
7 Dinin iki temel sosyal işlevi olan dünya kurma ve dünya koruma görevleri hakkında bkz. Peter L. Berger, Dinin Sosyal
İşlevleri, çev. Ali Coşkun, İnsan Yayınları, İstanbul, 1993, s. 29, 61.
8 Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, s. 429, 442, 443, 499, 500, 501.
9 Sönmez Kutlu, “Mâturîdîliğin Arka Planı”, İmâm Mâturîdî ve Mâturîdîlik içinde, s. 130 vd.
10 Mehmet Evkuran, Sünnî Paradigmayı Anlamak, s. 76, 77.
11 Dil ile kültür arasında büyük bir bağ vardır. Şafiî’nin Arapça hakkındaki görüşleri için bkz. Er-Risâle, s. 46; Türkçe çeviri
ve karşılaştırma için şu esere bakılabilir. Muhammed bin İdris eş-Şafiî, er-Risâle, çev. Abdulkadir Şener, İbrahim Sarıçam,
Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, s Ankara 1996, s. 27, 28.
12 Mehmet Paçacı, “Şafiî’nin Metodolojisinde Öznenin Rolü: Hermeneutik Bir Eleştiri”, Sünnî Paradigmanın Oluşumunda
Şafiî’nin Rolü içinde, s.179.
13 M. Hayri Kırbaşoğlu, “er-Risâle’nin Şekil ve Muhtevâ Açısından Eleştirisi”, Sünnî Paradigmanın Oluşumunda Şafiî’nin
Rolü içinde, s.217 vd.

402
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Kaynaklar
Atay, Hüseyin (haz.) Tabsıratu’l-Edille fî Usûli’d-Dîn, Ebu’l-Muîn en-Nesefî, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 1993.
Evkuran, Mehmet, Sünnî Paradigmayı Anlamak-Bir Ekolün Politik ve Teolojik Yapılanması, Ankara Okulu Yayınları, Ankara,
2003.
Gusdorf, Georges, İnsan ve Tanrı, çev. Zeki Özcan, Alfa Yayınları, İstanbul, 2000.
Iblâğ, Inayetullah, Ebû Hanîfe el-Mütekellim, 2. Baskı, Kahire, 1987.
İmamoğlu, M. Ragıp, İmam Ebû Mansûr el-Mâturîdî ve Te’vilâtu’l-Kur’an’daki Tefsir Metodu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayın-
ları, Ankara, 1991.
Kılıçlı, Mustafa, Arap Edebiyatında Şuûbiyye, İşaret Yayınları, İstanbul, 1992.
Kurt, Hasan, Orta Asya’nın İslamlaşma Süreci (Buharâ Örneği), Fecr Yayınları, Ankara, 1998.
Kutlu, Sönmez (hazırlayan), İmâm Mâturîdî ve Mâturîdîlik- Tarihî Arkaplan, Hayatı, eserleri, Fikirleri ve Mâturîdîlik Mezhebi
(Seçki), Kitabiyât Yayınları, Ankara 2003.
Mâturîdî, Ebû Mansûr, Te’vîlâtu’l-Kur’an, yayına haz.: Ahmet Vanlıoğlu, I-XIII, Mizan Yayınevi, İstanbul, 2005.
Mâturîdî, Ebû Mansûr, Kitâbü’t-Tevhîd Tercümesi, ter. Bekir Topaloğlu, İSAM Yay., İstanbul 2002.
Ebû Mansûr Semerkandî Mâturîdî, Yay. Ahmet Hulusi Köker, Erciyes Üniversitesi Gevher Nesibe Tıp Tarihi Enstitüsü, Kayseri,
1986.
Özen, Şükrü, “Mâturîdî” md., Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, XXVIII, Ankara 2003.
Şerif, M. M. (Editör), İslam Düşüncesi Tarihi, I-IV, Türkçe Baskının Editörü: Mustafa Armağan, İnsan Yayınları, İstanbul, 1990.
Şahin, Hasan, Mâturîdî’ye Göre Din, Kayseri, 1987. Taftazânî, Kelam İlmi ve İslam Akâidi, Şerhu’l-Akâid, 3. Baskı, Haz. Süley-
man Uludağ, Dergâh Yayınları, İstanbul, 1991.
Ünver, Mustafa, “Klasik İslam Geleneğinde Taklidî İmanın Değeri”, Kelam Araştırmaları Dergisi, yıl 10, sayı 1, 2012
Bulut, Zübeyir, “Kelam’da İmanda İstisnâ Tartışmaları”, İslamî İlimler Dergisi Kelam Özel Sayısı, yıl 4, sayı 1-2, 2009
Yavuz, Yusuf Şevki, “Mâturîdiyye” md., Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, XXVIII, Ankara 2003.
- Yeprem, M. Saim, İrade Hürriyeti ve İmâm Mâturîdî, Şamil Yayınevi, İstanbul, 1980.

403
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Yrd. Doç. Dr. Mustafa BOZKURT


1966 yılında Kahramanmaraş’ın Afşin İlçesinin Bakraç köyünde doğdu.
İlk ve orta tahsilini kendi köyünde tamamladı. 1984 yılında İstanbul Ba-
kırköy lisesini bitirdi. 1990 Yılında Konya Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fa-
kültesini bitirdi. 90-95 yılları arasında İstanbul-Beyoğlu’nda öğretmen
olarak çalıştı. 1995 yılında İnönü Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Kelam
Anabilim Dalına Araştırma görevlisi oldu. 1996 yılında Marmara Üni-
versitesi İlahiyat Fakültesi Kelam Anabilim Dalında Prof. Dr. Y. Şevki Ya-
vuz danışmanlığında “Mutezile’de Hidayet Problemi” isimli tezle Yüksek
Lisansını tamamladı. 2000 yılında 35. Madde kapsamında Ankara Üni-
versitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde (İlahiyat Fakültesi) Kelam Anabi-
lim Dalında görevlendirildi,2006 yılında Prof. Dr. Ahmet Akbulut da-
nışmanlığında “Fahreddin Razi’de Bilgi Teorisi” isimli tezle doktorasını
tamamladı. 2006 yılında tekrar İnönü Üniversitesi döndü. 2011 yılında
Yrd. Doç. oldu halen bu üniversitede görevine devam etmektedir. Evli ve
iki çocuk babasıdır.

Mâturîdî’de Hakikat, Taklid


ve Tahkik Açısından İman
Giriş
İslam düşüncesinde imanın hakikatinin ne olduğu
konusu önemli bir yere sahiptir. Zira Kelamî pek çok
tartışma imanın hakikatine bağlı olarak yapılmıştır.
Hz. Peygamberin vefatından sonra Müslüman top-
luluklar arasında cereyan eden birçok ihtilafın teme-
linde imana yüklenen anlam yer almıştır. Özellikle
imanın hakikatine ameli de dâhil eden itikâdî toplu-
luklar bu ihtilafların daha da derinleşmesine ve sıkın-
tıların çoğalmasına neden olmuşlardır. Bu anlayışın
bir sonucu olarak, bazı kesimlerin tekfir edilmesi teo-
lojik sorunların daha da derinleşmesine yol açmıştır.
Bilhassa Cemel ve Sıffin hadiselerinden sonra özel-
likle büyük günah işleyenlerin durumunun ne ola-
cağı konusunda ileri sürülen görüşler imanın haki-
kati konusundaki tartışmaları gündeme getirmiştir.
İslam toplumunda derin yaralar açan bu hadiseler he-
nüz sıcaklığını korurken, yaşanan olaylar karşısında
toplumsal gerginlikler sürekli artmıştır. Özellikle

405
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Hariciler tarafından ortaya atılan “büyük günah iş- edilişinin dille mümkün olduğunu söyler. Çünkü dil
leyenlerin küfre düştüğü” görüşü bunun en büyük kalpte olmayan bir şeyi de söyleye bilir- Münafıkların
nedenleri arasında yer almıştır. Bu yaklaşımabağlı söylemleri gibi- nitekim Mâturîdî, Maide 5/41 ayetini
olarak “amelin imandan bir parça bir cüz olduğu an- yorumlarken bu hususa değinmektedir.2
layışı” ve bu anlayışın bir sonucu olarak Hariciler ta- İmanın lügatte tasdik anlamına geldiğini ifade eden
rafından gerçekleştirilen bazı eylemler imanın haki- Mâturîdî, tasdik olan bir şeyin de sadece kalpte ola-
katinin ne olduğu konusunun araştırılmasına neden bileceğini dolayısıyla imanın yerinin kalp olduğunu
olmuştur. Birçok itikadî oluşum tarafından İslam’ın
ve tasdik olduğunu ifade eder.3
ve Kuran’ın temel yaklaşımının ne olduğu tespit edil-
meye çalışılmıştır. İmanı iman yapan şey yani imanın hakikati, kalbin
tasdikidir. Dil ile söylemek veya marifet anlamında
İtikadî fırkaların, iman anlayışının temelini imanın
bilmek şeklinde imanın kabul edilemeyeceğine de-
hakikati konusundaki yaklaşımları belirlemektedir.
ğinen Mâturîdî, bu kabulünün Kur’ân’ın iman konu-
Bu anlamda İslam düşüncesine baktığımız zaman,
sundaki ortaya koyduğu bir anlam olduğunu ifade
farklı kabullerin olduğunu görmekteyiz. Bu farklı
eder ve bu şekildeki bir iman anlayışına Kur’ân’dan
yaklaşımlara kısaca değinilecek olursabunu birkaç
şu delilleri getirir.
maddede özetlemek mümkündür.
ِ ‫ِالل وبِا ْليو ِم‬
‫اآلخرِ َو َما ُهم‬ ِ ُ ‫الن ِاس َمن َي ُق‬ ِ
1. İman kalbin tasdikidir diyenler: İmâm Mâturîdî,
ْ َ َ ّ ‫ول َآم َّنا ب‬ َّ ‫َوم َن‬
َّ ‫ون ِإال‬
َ ‫ين َآمنُوا َو َما َي ْخ َد ُع‬ ِ َ ‫ين يُ َخ ِاد ُع‬ ِِ
َ ‫الل َوا َّلذ‬
َ ّ ‫ون‬ َ ‫ب ُِم ْؤمن‬
İmam Eş’arî, Bakillanî, Cüveynî, Gazzalî, Ebu’l-Muin
en-Nesefî, Şerhistânî, Fahreddin Razi, Seyfeddin Amidî
‫ون‬
َ ‫مو َما َي ْش ُع ُر‬ َ
2. İman sadece dilin ikrarıdır diyenler: Mürcie ve َ ‫أن ُف َس ُه‬
Kerramiye “İnsanlardan, inanmadıkları halde, “Allah’a ve ahiret
3. İman kalp ile tasdik ve dil ile ikrardır diyenler: gününe inandık” diyenler vardır. Bunlar Allah’ı ve ina-
Ebu Yusr Muhammed Pezdevî ve Serahsi nanları aldatmaya çalışırlar, oysa sadece kendilerini
aldatırlar da farkında değildirler.”4
4. İman, kalbin tasdiki dilin ikrarı ve amelden oluş-
maktadır diyenler: Mu’tezile, Hariciler ve Zeydiyye Allah, bu ayette kalplerinde iman (tasdik) olmadığı
halde sadece dilleriyle inandık diyenlerin imanları-
5. İman kalbin marifetidir diyenler: Cehm b. Saffan
nın kalplerinde bulunmadığını Peygamberine haber
Birçok bölünmelerin yaşandığı bu dönemde Ehlisün- vermektedir. Bunların kalplerinde tasdik olmadığı
net tarafından dile getirilen ve imanı sadece kalbin halde sadece dilleriyle söyleyenler olduğu ve böylesi
tasdiki şeklinde ele alan anlayış, İslam toplumunun bir imanın muteber olmadığı ifade edilerek Kerrami-
bütün unsurlarını bünyesinde toplayan, kesinlikle ye’nin“iman tasdik olmayıp sadece dille söylemektir”
daha büyük ve içerisinde hemen her guruba yer ve- şeklindeki anlayışına bu ayet aslında bir reddiyedir
ren bir şemsiye görevi yapmıştır. diyen Mâturîdî yine aynı ayeti münafıkların iman-
Bu söylem incelendiği takdirde sadece o dönem için larının geçersiz olduğunun ve imanın kalbin tasdi-
ara çözüm şeklinde ortaya atılmış bir birleştirici an- kinden ibaret oluşunun delili olarak görmektedir.5
layış olarak değil aslında Kuran’a da uygun bir yak-
laşım olduğu görülecektir. Biz bu tebliğimizde Eh- ‫ون ِفي ا ْل ُك ْفرِ ِم َن‬ َ ‫ارِع‬
ُ ‫ين يُ َس‬
ِ َ ‫يا أَيها الرسولُالَ يحز‬
َ ‫نك ا َّلذ‬ ُ ْ َ ُ َّ َ ُّ َ
lisünnet’in önemli iki kolundan biri olan ve ekole ‫وب ُهم َو ِم َن ا َّل ِذ َينهِ ُادو ْا‬ ‫ل‬
ُ ‫ق‬
ُ ‫ن‬ ِ ‫ا َّل ِذ َين َقالُو ْا آمنا ِبأَ ْفو ِاههِ م و َلم ُت ْؤ‬
‫م‬
ْ ُ ْ َ ْ َ َّ َ
adını veren Ebu Mansur el-Mâturîdî’nin iman anla-
‫ون‬ ‫ت‬ ْ
َ ُ ّ َ ُ َ ُ َ ْ َ َ َ ْ َ َ ‫اع‬
‫ف‬‫ر‬ ‫ح‬ ‫ي‬ ‫وك‬ ‫أ‬ ‫ي‬ ‫م‬ ‫ل‬ ‫رِين‬ ‫آخ‬ ‫م‬ٍ ‫و‬ ‫ق‬ ِ
‫ل‬ ‫ون‬ ِ ِ َ ‫سماع‬
yışı üzerinde duracağız.
ِ ُ ‫ون ل ْل َكذ ِب َس َّم‬ ُ َّ َ
‫وه َوإِن‬ ‫ذ‬ ‫خ‬ ‫ف‬ ‫ا‬‫ـذ‬ ‫ه‬ ‫م‬ ‫يت‬ ِ
‫وت‬ ُ ‫أ‬ ‫ِن‬ ‫إ‬ ‫ون‬ ‫ل‬‫و‬ ‫ق‬ ‫ي‬ ِ‫ه‬‫ع‬ِ ِ
‫اض‬ ‫و‬ ‫م‬ ِ
‫د‬ ‫ع‬‫ب‬ ‫ن‬ ‫م‬ِ ‫م‬ ‫الك ِل‬
İmanın Hakikati ُ
ُ ُ َ ُْ َ َ ْ َ ُ ُ َ ََ َْ َ َ ْ
Mâturîdî, imanı kalbin tasdiki şeklinde tanımla- ‫اللُ ِف ْت َن َت ُه َف َلن َت ْم ِل َك َل ُه ِم َن‬ ّ ‫اح َذ ُرو ْا َو َمن يُرِ ِد‬ ْ ‫َّل ْم ُت ْؤ َت ْو ُه َف‬
‫وب ُهم َل ُهم‬ ‫الل شيئاأُول ِـئك ال ِذين لم يرِ ِد الل أَن يط ِهر قل‬ ِ
ْ ْ َ ُ ُ َ ّ َ ُ ُ ّ ُ ْ َ َ َّ َ َ ْ ً ْ َ ّ
maktadır. Ona göre dilin ikrarı tek başına imanı
ifade etmez. Fakat dil kalpte olan tasdiki haber verir. ‫اب َع ِظيم‬ ِ ِ ِ ِ ُّ ‫ِف‬
Ona göre dil kalbin bir nevi tercümanıdır. Dil kalpte ٌ ٌ ‫يالد ْن َيا خ ْز ٌي َو َل ُه ْم فياآلخ َرة َع َذ‬
olanı aktarır. 1 Mâturîdî bunu söylerken dille söyle- “Kalbleri inanmamışken, ağızlarıyla, “İnandık” diyen-
nen her şeyin kalpte tasdik olarak bulunması gerek- ler, Yahudilerden yalana kulak verenler ve başka bir
tiğini ifade etmez. Sadece kalpte olan bir şeyin ifade topluluk hesabına casusluk edenlerden inkara koşanlar

406
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

seni üzmesin. Sözleri asıl yerlerinden değiştirirler de, Mâturîdî, imanın kalp işi oluşunu sadece ayetlerle de-
“Böyle bir fetva size verilirse alın, verilmezse kaçının” ğil aklî birtakım delillerle de temellendirmeye çalışır.
derler. Allah’ın fitneye düşmesini dilediği kimse için Al- Bu delillerden birisi, 1. iman kelimesine dilciler ve
lah’a karşı senin elinden bir şey gelmez. İşte onlar Al- lügatçilerin vermiş oldukları manadır. Onlara göre
lah’ın, kalplerini arıtmak istemediği kimselerdir. Dün- imanın kök anlamı, tasdiktir. Tasdikin zorlama ve
yada rezillik onlaradır. Onlara ahirette de büyük azap cebir altına alınamayan yönü ise kalpte bulunan tas-
vardır.”6Mâturîdî imanın, dilin söylemi ve marifet dik kısmıdır. Eğer iman, dilin ikrarı olarak alınacak
olamayacağını bu ayete dayandırır. Bu ayeti aynı za- olsa dile zorla farklı şeyler söyletilebilir. Fakat kalpte
manda imanın sadece kalbin tasdiki olduğunun bir böyle bir şey söz konusu olamaz. Hatta insanlar yıl-
delili olarakgörür.7 larca kalbinde kabul ettiği bir şeyi dili ile farklı şe-

‫إيم ِان ِه ِإال َّ َم ْن أُ ْكرِ َه َو َق ْلب ُه ُم ْط َم ِئ ٌّن‬ ِ ِ ِ ّ ‫من َك َفر ب‬ kilde söyleyebilmektedirler.12
ُ َ ‫ِالل من َب ْعد‬ َ َ İnsan için öyle durumlar vardır ki, zamanın çoğun-
‫ب‬ ‫ض‬ َ ‫غ‬
َ ‫م‬ ِ‫ه‬ ‫ي‬ ‫ل‬
َ ‫ع‬ ‫ف‬
َ ‫ا‬
ً ‫ر‬‫د‬ْ ‫ص‬ ِ‫ر‬ ‫ف‬ْ ‫ك‬
ُ ‫ل‬
ْ ‫ِا‬
‫ب‬ ‫ح‬ ‫ر‬ ‫ش‬
َ ‫ن‬ ‫م‬ ‫ن‬ ِ ‫ان و َل‬
‫ـك‬ ِ ‫بِاإلِيم‬
ٌ ْ ْ َ َ َ َ َّ َ َ luğu mükelleflerin fiilî ve lisanî bir iman davranışı
‫اب َع ِظيم‬ ِ ّ ‫ِمن‬
ٌ ٌ َ ْ ُ ‫الل َو َل‬
‫ذ‬
َ ‫ع‬ ‫م‬ ‫ه‬ َ ّ olmaksızın gelip geçmektedir. Eğer iman dilin ikrarı
veya fiili ikrar olan amelden oluşmuş olsaydı bu du-
Mâturîdî’nin imanın hakikatine delil olarak getirdiği rumda olan kimselerden bu özel durumlarda ima-
ayetlerden biri de şudur: “Kalbi imanla dolu olduğu nın bulunmaması gerekirdi.Fakat yukarıda zikret-
halde, zor altında olan kimse müstesna, inandıktan tiğimiz ayette “Kalbi imanla dolu olduğu halde, zor
sonra Allah’ı inkâr edip, gönlünü kâfirliğe açanlara altında olan kimse müstesna, inandıktan sonra Allah’ı
Allah katından bir gazap vardır; büyük azap da on- inkâr edip, gönlünü kâfirliğe açanlara Allah katından
lar içindir.”8 Bu ayette eğer bir zorlama varsa kalbi bir gazap vardır;”13 kalbinde iman olduğu haldeifadesi
imanla dolu olduğu halde dilleriyle kalplerinde ola- ile dille farklı söylenmesine rağmen kalpteki imanın
nın aksini söylemenin imana zarar vermeyeceğin- zarar görmeyeceği dolayısıyla da imanın bir kalp işi
den bahsedilerek, imanda asıl olanın kalbin tasdiki olduğu vurgulanmaktadır.
olduğunu dillin söylemesinin önemli olmadığına
2. Bir diğer aklî delil olarak yeryüzünde dilsiz kim-
işaret vardır.9
selerin olduğunu ve sadece imanı değil hiç bir şeyi
‫اب َآم َّنا ُقل َّلم ُت ْؤ ِمنُوا َو َل ِكن ُقولُوا أَ ْس َل ْم َنا َو َل َّما‬ ِ
ُ ‫َقا َلت ْالَ ْع َر‬
dille ifade edemediklerini, eğer dil ile söylemek ima-
ْ nın hakikati olsa idi o zaman konuşamayan kimsele-
ِ ُ ‫ِيما ُن ِفي ُق ُلوب‬
‫يعوا ال َّل َه َو َر ُسو َل ُه َل‬ ُ ‫ِك ْم َوإِن ُتط‬ َ ‫َي ْد ُخ ِل ْال‬ rin hiç iman etmemeleri gerekirdi. Bu mümkün ol-
‫ور َّر ِحيم‬
ٌ ‫الل َغ ُف‬
ِ َ ِ ِ
َ َّ ‫َيل ْت ُكم ّم ْن أ ْع َمال ُك ْم َش ْيئ ًا ِإ َّن‬
madığına göre o zaman imanın gerçek hakikatinin
ٌ kalp olduğu ortaya çıkmış bulunmaktadır diyerek
“Arâbîler: “İnandık” dediler, de ki: İnanmadınız ama imanın dille söylemek olmadığını belirtir.14
İslam olduk deyin; inanç henüz kalplerinize yerleşmedi;
Mâturîdî’ye göre iman dilin ikrarı olmadığı gibi, Cehm
eğer Allah’a ve Peygamberine itaat ederseniz, işledik-
b. Safvan’ın iddia ettiği gibi kalbin marifeti de değil-
lerinizden bir şey eksilmez; doğrusu Allah, bağışlar,
dir. İmanın kalbin marifeti olarak isimlendirmesinin
merhamet eder.”10 Mâturîdî bu ayeti de tefsir ederek
yanlış olacağı üzerinde durur. Marifet ve tasdikin ayrı
imanın hakikatinin kalbin tasdiki olduğunu dilin ik-
manalar ifade ettiğini belirtir. Bunu ayırt etmenin
rarının ve marifetin imanın hakikati olmadığını söy-
güçlüğüne de vurgu yapan Mâturîdî, tasdikin zıttı-
ler. Eğer Kerramiye’nin dediği gibi iman dilin ikrarı
nın, tekzip ve inkar olduğunu marifetin zıttının ise
olsaydı o zaman bu kimselerin imanının gerçek ol-
tanımamak ve bilmemek olduğunu bir şeyi bilmeme-
ması gerekirdi. Fakat Allah onların kalplerine imanın
nin onu inkar anlamına gelemeyeceğini ifade eder.
henüz yerleşmediğini söylemek suretiyle imanda asıl
O, insanlar bilmedikleri şeyleri inkar etmiş olurlar
olanın kalbin tasdiki olduğunu ifade eder.11
diye bir hüküm vermek yanlıştır der. İmanın, kalbî
Mâturîdî bu ve benzer ayetleri temel alarak imanın tasdik olduğuna gerek Kitabü’t-tevhit’de gerekse Te-
hakikati konusunda kalbin tasdikini esas alır. Şüp- vilâtü’l-Kuran’da çok sık vurgu yapan Mâturîdî, ma-
hesiz bu görüşü savunan tek Mâturîdî değildir fakat rifetin/bilginin tasdike sevk eden bir yönünün oldu-
Mâturîdî, bu konuda önemli bir yere sahiptir. Ma- ğunu, bilgisizliğin tekzibe sevk ettiği gibi, bunlar
turîdî’nin dışında gerek Eş’arî ekolden olsun gerek arasında aslında sıkı bir ilişki olmakla beraber aynı
Mâturîdî ekolden olsun birçok kelamcı aynı görüştedir. şeyler olmadığı da bir gerçektir der.15

407
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

İman-Amel İlişkisi kimsede hala mensubu bulunduğu düşünceye da-


Mâturîdî, amelin de iman olmadığını, bu nedenle hil olduğu duygusu yani müminlerden olduğu fakat
ameli iman olarak gören Mutezile ve Havaric’in görüş- bu yaptığı veya yapamadığı fiillerden dolayı suçlu ol-
lerini de eleştirir. Bu anlamda Kuran’da amelin iman duğu, borçlu olduğu fikrinde olup yine de kendisini
olmadığına delalet eden birçok ayete dikkat çeker. müminlerdenbiri olarak görmesi ona aidiyet duy-
gusu veren önemli bir faktördür. Bu kimseler amel
“Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyi niçin söyler- noktasında her ne kadar kusurlu iseler de bunun ver-
siniz? Yapmayacağınız şeyi söylemeniz, Allah katında diği mahcubiyetle fırsat bulduğunda mutlaka dinin
büyük gazaba sebep olur. Doğrusu Allah, kendi uğ- emir ve nehiyleri konusunda olumlu adımlar ataca-
runda, kenetlenmiş bir duvar gibi, saf halinde çarpı- lardır. Hatta bazı durumlarda bu psikoloji içerisinde
şanları sever.”16 olan kimselerin daha duyarlı davranışlar sergiledik-
“Ey iman edenler! Size ne oldu ki, “Allah yolunda, sa- leri bilinen hususlardandır.
vaşa çıkın” dendiği zaman yere çöküp kaldınız? Oysa Bunun zıttı kabul edildiğinde yani iman kalbin tas-
dünya hayatının geçimi ahirete göre pek az bir şeydir.”17 diki yanında amel etmektir de denildiğinde, emirleri
“Size ne oluyor da: “Rabbimiz! Bizi halkı zalim olan yerine getirmeyip yasakları yapan kimselerin kendi-
bu şehirden çıkar, katından bize bir sahip çıkan gön- lerini imanın dışında görmeleri onların aidiyet duy-
der, katından bize bir yardımcı lutfet” diyen zavallı ço- gusunu zedeleyecektir. Bu durumda olan bir kimse
cuklar, erkekler ve kadınlar uğrunda ve Allah yolunda nasıl olsa dinin dışına çıktım düşüncesiyle daha da
savaşmıyorsunuz?”18 duyarsız davranışlar sergileyecektir.
“İnananların gönüllerinin Allah’ı anması ve O’ndan inen Bu açılardan bakıldığı zaman bireyin psikolojisi açı-
gerçeğe içten bağlanması zamanı daha gelmedi mi?”19 sından davranış problemleri yaşayan kimselerin tek-
rar kazanılabilir konumda olmaları her zaman olumlu
Bu ve buna benzer ayetlerde Allah Müminleri sergi-
bir durumdur. Fakat bu tür kimselerin tamamen dış-
ledikleri birçok davranıştan dolayı kınamış, bu fiille-
lanması, davranış olarak yanlış ve hatalı olduğu ka-
rinden dolayı çetin olan azaba maruz kalacakları yö- dar, bu dışlanma onların tekrar dönüşünü zorlaştı-
nünde onları uyarmış fakat onları yine de müminler racağından dolayı da kabul edilemez bir anlayıştır.
olarak vasıflandırmıştır. Daha doğrusu mümin vas-
fını onlardan soyutlamamıştır. Bu ayetler büyük gü- Burada bir hususa daha dikkat çekmek istiyoruz. İs-
nah işlenmesi halinde bile iman vasfının kişilerde de- lam’ın emir ve nehiyleri şüphesiz ibadetlerle sınırlı
vam ettiği gerçeğini bizlere ifade eder diyen Mâturîdî, değildir. İbadetlerin dışında hayatımızın her alanını
böyle kimselerin imandan çıktığını söyleyenlerin gö- kaplayan pek çok helaller ve haramlar mevcuttur.
İbadetler konusunda çok hassas olduğu halde diğer
rüşlerinin Kuran’a uymadığını belirtir.20
emirler ve yasaklar konularında o kadar duyarlı ol-
Şimdiye kadar daha ziyade ayetler ele alınarak aklî mayan Müslüman modelleri yanında ibadetler konu-
bazı çıkarımlarla imanın hakikatinin tasdik olduğu, sunda çok duyarlı olmadığı halde diğer konularda çok
güçlü bir şekilde vurgulanmış oldu. Burada imanın duyarlı olan modeller de mevcuttur. İslam’ın istediği
hakikatinin ne olduğunu sadece kavramsal bir tar- ise her iki hususta da duyarlı olunmasıdır. Fakat içe-
tışma olarak görmemek gerekir. Bunun pratik hayata risinde bulunduğumuz toplum tarafından ibadetler
yansımalarının olduğu göz ardı edilmemelidir. Yine konusunun diğer konulardan daha çok öne çıkarıl-
imana verilen anlamın bireysel ve toplumsal boyut- dığı gözlemlenen hususlardandır. Örneğin anlı sec-
larının da olduğu bir gerçektir. deye değen insanlardan zarar gelmez anlayışı, hâlbuki
Birey açısından olaya baktığımız zaman, bireylerin anlı secdeye gelenlerden de zarar gelir ve gelmekte-
kendilerini mümin olarak görmeleri, amel noktasında dir de.İbadetler konusunda çok hassas olduğu halde
eksiklik veya amelin yokluğu nedeniyle kendilerinin muamelatta dürüst davranmayan, hatta ibadet konu-
tamamen İslam dışı kalmadıklarını düşünmelerine sundaki tutumlarını bir istismar aracı olarak kulla-
sebep olacaktır. İnanç boyutunda sıkıntı, yani inkâr nan kimselerin olduğu günlük hayatta sürekli mü-
olmadığı müddetçe yapılan kötü fiillerden/nevâhî- şahede edilmektedir.
veya terkedilen iyi fiillerden/evâmir dolayı insanın Mâturîdî’nin dikkat çektiği önemli bir konu da in-
yine de iman sınırları içerisinde kendini görmesi bi- sanların hep başkalarına nasihat edip kendilerini
reyin psikolojisi açısından çok önemlidir. Zira bu unuttukları hususudur. O, “iyiliği insanlara emrediyor

408
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

kendinizi unutuyor musunuz”21şeklindeki ayetin iza- amelin farklı şeyler olduğunu söylerken, onun bu söy-
hında İnsanın önce kendisini ıslah etmekle işe baş- lemlerinden amelin mümin için önemsiz olduğu dü-
laması akli bir gerekliliktir diyerek bugünün de top- şüncesi asla çıkartılamaz. Hatta amelsiz müminlerin
lumsal bir sorununa dikkat çekmektedir.22 ortaya çıkışının nedeni olarak görülmesi Mâturîdî dü-
Toplumsal düzeyde konuya bakıldığında tarihî tec- şünceye en büyük haksızlık olur. Zira Mâturîdî düşün-
rübe şunu göstermiştir ki, ötekileştirme, kendin- cede amelin (ibadat ve muamelat) mümin için önemi
den saymama veya dinin dışına çıktı, küfre düştü ısrarla vurgulanmaktadır. Mâturîdî, Bakara 2/21 aye-
gibi kabuller, toplumun huzuruna değil tam tersine tini açıklarken orada geçen
huzursuzluklarına neden olmuştur. Birçok fırkanın ifadesini Allah’ı birleyiniz anlamında ele almaktadır.
kendileri gibi düşünmeyenleri tekfir etmesi, muha- “Allah’a kulluk edin” emrini, söz olarak, amel olarak
taplarını küfre nispet etmeleri, onlarla olan müca- ve inanç olarak Allah’a kulluk edin şeklinde ele alır.23
deleyi çok farklı boyutlara taşımalarına hatta öldü- Mâturîdî, İnsan için şükrün gerekliliğine vurgu ya-
rülmelerinin dini bir zaruretmiş gibi algılanmasına par ve bunları ayetlerle delillendirir. Şükrü ise Allah’a
neden olmuştur. Bu kabuller Müslüman toplumların iman ve ibadet etmek şeklinde açıklar.24 Kulun şük-
arasında katliamlara neden olmuştur. Bu şekildeki retmesi gerektiğini ve bunun kulluğun bir gereği ol-
bir toplumsal algının diğer din mensupları tarafın- duğunu belirten Mâturîdî, şükrün ise birçok şekilde
dan istismar konusu edildiği, tahrik edilerek birçok yapılabileceğini bunlardan en önemlisinin ibadet et-
kargaşaya ve bazı toplumlarda iç savaşlara neden ol- mek olduğunu açıkça söyler.25
duğu da görülmektedir. Taklîdî İman
Hanefî-Mâturîdî gelenekten gelen, iman - amel ayrı- İman denildiği zaman öncelikle akla gelen inanıla-
mının bu konuda birçok istismar ve tahriklerin önünü cak şeylerdir. İnanılacak şeylerin de doğru ve güve-
kapatması açısından çok önemli olduğunu düşünü- nilir bilgiye dayanması gerekir. Bu bilgilerin doğ-
yoruz. Öyle görünüyor ki bu anlayış, İslam toplumu- ruluğunda şüphenin bulunmaması icap eder. İman
nun barış ve huzuruna önemli katkılar sunmuştur. tasdik olduğu için bir şeyin tasdik edilmesi önce-
Bu şekildeki bir iman anlayışının Kuran ve sünne- likle onun güvenilir bilgilerle doğrulanmasına da-
tin ortaya koyduğu bir anlayış olduğu Maturîdî’nin yanır.26Bu doğrulamanın da insanın bizzat kendi-
eserlerinde önemle vurgulanmaktadır. sinde bulunması gerekir. Başkasının doğruladığı
Özellikle dünkü oturumda Atay hocanın temas et- bir şey diğer kişinin tasdiki için yeterli olmaz. Eğer
tiği selefilik; ki aslında makyaj yapılmış bir haricilik- bunu yapmadan kabul edecek olursa buna taklit
tir, bu gün islam coğrafyasını tehdit eden önemli bir denir. Mâturîdî, körü körüne bir başkasını taklit
tehlikedir. Selefiliğin sadece iman amel konusu değil ederek bir şeyin tasdik edilmesinin mazur görüle-
akıl nakil konularındaki anlayışları felsefe ve kelama meyeceğine dikkat çeker.27 Mâturîdî, bunu genel an-
hatta mantığa bakışları da en önemli güncel prob- lamda söyler fakat Peygamberlerin taklit edilmesini
lemlerdendir. Çünkü bu tür anlayışa sahip olan in- ise aslında peygamber olan zatın peygamber oldu-
san grupları,çok basit nedenlerle kısa süre içerisinde ğuna dair kesin deliller getirmesinin gerekliliğine
manipüle edilebilirler. Diğer İslamî unsurlara zarar vurgu yaparak, bir kimsenin peygamber olduğunu
verebilirler. Günümüzde bu tür görüş sahibi grup- kabul ettikten sonra onun dediklerini kabul etme-
lar sadece selefiler tarafından değil İslam’a ve Müs- nin körü körüne bir taklit olmadığını aslında o za-
lümanlara karşı olan birçok odaklar tarafından da tın peygamberliğini kabul etmenin temelde delile
desteklenmektedir. Ortadoğu’da yaşayan insanla- dayandığını söyler.28
rın mezhepsel kimlikleri öne çıkartılıp bu tür dışla- İmanın hakikati olan tasdikin temelde bir delile ve is-
yıcı söylemlerle bir mezhep çatışmasının planlandığı tidlale dayanması gerekir. Mukallit kimselerin imanı
söylenebilir. Özellikle internet ortamında bu tür an- da delil ve istidlâl den uzak olup sadece taklite da-
layışların konu edildiği çok sayıda sitelerin olduğu, yandığından sahibine bir faydasının olduğu söylene-
bu anlayış üzerine yayınlanmış kitapların elektro- mez. Tasdikin hiçbir zorlama olmadan kişinin kendi
nik kopyalarının ücretsiz servis edildiği bilinmekte- iradesi ile bilgi ve düşünce temeline oturmuş olarak
dir. Siyasi olan bazı projeler kapsamında, bu tür ya- gerçekleşmesi gerekir.29
pılanmalar muhtemelen kullanılacaktır. Mâturîdî, hakiki imanın ancak akletmek suretiyle
Mâturîdî imanı kalbin tasdiki olarak görürken, amel- gerçekleşeceğini, imanın güzelliklerinin ve ne oldu-
siz imanın geçerli olduğunu savunurken, imanın ve ğunun ancak aklı kullanarak ve tefekkür ile olacağını

409
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

söyler. Böylesine bir imana sahip olan kimselerin ima- Sonuç


nını hiçbir zaman ve şartlarda terk etmeyeceğini ve Mâturîdî’nin iman anlayışına genel anlamda baktı-
güçlü bir imana sahip olacağını belirtir. Fakat taklit ğımız zaman, kendisini Müslüman gören tüm un-
yoluyla inanan bir kimsenin imanının hakiki iman surları kucakladığını, ayrılık ve dışlamacılığı değil,
olmadığını, böylesi bir imanı sürdürmesinin zor oldu- birlik ve beraberliği öncelediğini görmekteyiz. Müs-
ğunu belirtir. Bu konuda taklidin bir mazeret olama- lüman toplumların arasında cereyan eden ve çok de-
yacağını ve insanın mutlaka neye inandığını sorgula- rin izler bırakan birçok hadisenin temelinde ötekileş-
mak suretiyle araştırması gerektiğine vurgu yapar.30 tirme ve kendinden görmeme anlayışlarının yattığını
Bazı araştırmalarda “Mâturîdî, eserlerinde açıkça tak- söylemek mümkündür. İşte bu açıdan baktığımız za-
lidi imanın geçersizliğini ifade etmemiştir. Bu nedenle man Mâturîdî’nin ve daha birçok İslam düşünürü-
onun bu konudaki yaklaşımını imanın sağlam ve nün imanın hakikati konusundaki yaklaşımlarının
kâmil bir iman olmadığı şeklinde anlamak gerekir” önemi anlaşılmaktadır.
tarzında ifadelere rastlanmaktadır.31 Bu tür söylem- İmanın hakikatinin ne olduğuna dair bu yaklaşım,
ler belki temkinli davranmak anlamında bir şeyler Kur’ân bütünlüğü içerisinde değerlendirildiği zaman,
ifade edebilir fakat biz bu konuda Mâturîdî’nin ifa- aslında Kur’ân’ın öngördüğü bir yaklaşım olduğunu
delerinin yeterince açık ve net olduğu kanaatindeyiz. söylemek zor olmasa gerektir. Kur’ân’a parçacı yakla-
Mâturîdî’nin kendi eserlerinde, taklide dayanan iman şımlarla bakıldığında veya Kur’ân’a kendi bütünlüğü
hakiki bir iman olarak görülmeyip eleştirilmesine içerisinde bakılmadığı zaman, imanın birçok yönü-
ve en kısa sürede tahkiki imana geçilmesine sürekli nün öne çıkarılması mümkün olabilmektedir. Fakat
vurgu yapılmasına rağmen sonraki Mâturîdî âlim- bu tür yaklaşımlar birçok yanlış ve de kötü maksatlı
lerin birçoğu bu hususta esneklik gösterip mukalli- düşüncelerin oluşumunu kolaylaştırmaktan başka bir
din imanını geçerli bir iman olarak kabul etmişlerdir. işe yaramamaktadır. Dolayısıyla Mâturîdî’nin ima-
Nesefî’ye göre iman için gerekli olan nazar ve istid- nın hakikatinin ne olduğuna dair görüşü, Kur’ân’a
lal terk edilmiş olsa bile mukallidin imanı geçerli- dayanan bir görüş olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu
dir. İman, tasdikten ibaret olduğu için bu tasdikin nedenle de tarihte birçok kargaşanın ve çekişmele-
bir delile ve istidlale dayanarak elde edilmiş olması rin önüne geçerek birleştirici ve her türlü İslâmî un-
veya taklit suretiyle oluşmuş olması önemli değildir. surları içerisine alan bir görev icra ettiğini söylemek
Nesefî’ye göre önemli olanın imanın hakikati olan mümkündür.
tasdikin oluşmuş olmasıdır. Bu nedenle mukallitte Mâturîdî’nin iman anlayışı ameli öteleyen veya ikin-
de bu tasdik oluştuğu için taklîdî iman geçerlidir.32 cil plana iten bir anlayış değildir. Onun amel konu-
Bu hususta yine mukallidin imanını geçerli gören sundaki yaklaşımlarına baktığımız zaman amelin
Pezdevî de aynı gerekçeye dayanır. İmanda tasdikin önemine oldukça çok vurgu yapıldığı görülmekte-
oluşmuş olması önemlidir. Bu tasdikin nasıl oluştuğu dir. Mâturîdî, şükrün en önemli unsurlarından bi-
önemli değildir der. Bunu şöyle bir örnekle açıklamaya rinin amel-i sâlih olduğunu her fırsatta dile getirir.
çalışan Pezdevî der ki; hidayet yoluna giren kimse- Taklid konusunda, Mâturîdî körü körüne başkasına
nin nasıl girdiği önemli değildir önemli olan o yola uymanın kabul edilemeyeceğini savunur. Kur’ân’da
girmiş olmasıdır. Delil ve istidlal ile girenler de taklit çokça vurgulanan tefekkür, tezekkür, tedebbür, te-
yoluyla girenler de neticede aynı yola girmiş olduk- akkul gibi kavramların tahkiki ifade ettiğini belir-
larından doğru yoldadırlar.33 tir. İnsanların araştırarak kalbî tatminle imanlarını
Mâturîdî sonrası kelamcıların bu görüşlerinin teme- şekillendirmeleri gerektiği üzerinde durur. Taklîdî
line baktığımız zaman önemli olanın tasdikin oluşmuş imanın sürdürülmesinin imkânsız olduğunu bir in-
olması olarak öne çıkıyor. Taklit yoluyla bu tasdikin sanın ömrü boyunca inandığı şeylere neden inandı-
oluştuğunu söylüyorlar. Bu tasdikin nasıl oluştuğu ğını kendisine sormamasının kabul edilemez oldu-
üzerinde durmuyorlar. Tasdik aslında bir kalp onayı ğuna vurgu yaparak tahkiki imanın önemi üzerinde
olması açısından takiltle bunun ne kadar gerçekleş- durur. Mâturîdî’nin bu yaklaşımı İslam dünyasını
tiği tartışılmalıdır. Mâturîdî, özellikle taklit yoluyla içerisinde bulundukları taklitten kurtulup gelişmesi,
tasdikin oluşamayacağını vurguluyor. Taklit yoluyla bir şeyler üretmesi, tüketici toplum olmaktan kurtu-
gerçek anlamda bir tasdik oluşmadığından taklidî lup, üreten toplumlar olmaları için oldukça önemli
imanı yeterli görmüyor. İmanda asıl olan tasdikin bir yaklaşımdır.
ancak tahkik yoluyla oluşabileceğini savunuyor.34

410
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Dipnotlar
1 Mâturîdî, E, (2005),Tevilâtü’l-Kuran, İstanbul, Mizan Yayınevi, IV,227.
2 Mâturîdî, E, (2005), IV, 228.
3 Mâturîdî, E, (2005), IV, 227.
4 Bakara 2/8-9.
5 Mâturîdî, E, (2005), I, 35
6 Maide 5/41
7 Mâturîdî, E, (2005), IV, 227
8 Nahil 16/106.
9 Bkz. Mâturîdî, E, (2005), VIII, 197 vd.
10 Hucurat 49/14.
11 Mâturîdî, E, (2005), XIV,78 vd.
12 Bkz. Mâturîdî, E, (2003), Kitâbü’t-Tevhîd, Nşr. Bekir Topaloğlu-Muhammed Aruçi, Ankara, İSAM Yayınları, s.608.
13 Nahil 16/106.
14 Mâturîdî, E, (2003), s.607; Bkz. Mâturîdî, E, (2005), VIII, 197.
15 Mâturîdî, E, (2003), s.611.
16 Saff 61/2-4.
17 Tevbe 9/38.
18 Nisa 4/75.
19 Hadid 57/16.
20 Mâturîdî, E, (2003), s.609,610.
21 Bakara 2/44.
22 Mâturîdî, E, (2005), I/116.
23 Mâturîdî, E, (2005), I, 56.
24 Bk. Mâturîdî, E, (2005), I,274; II, 404; XI, 412.
25 Mâturîdî, E, (2005), II, 404.
26 Bu konuda geniş bilgi için Bk. Özcan, H, (1993), Mâturîdî’de Bilgi Problemi, İstanbul, s. 131 vd.
27 Mâturîdî, E, (2003), s.4.
28 Bk. Mâturîdî, E, (2003), s.4-5
29 Bk. Yeprem, M. S. (1984), İrâde Hürriyeti ve İmâm Mâturîdî, İstanbul, s. 311vd.
30 Mâturîdî, E, (2005), II.373;VIII.198-199.
31 Geniş bilgi ve örnek için bk. Alper, H, (2013)İmâm Mâturîdî’de Akıl-Vahiy İlişkisi, İz Yayıncılık, İstanbul, s.171.
32 Nesefî, E, (1993), Tabsiratü’l-Edille,Nşr. Hüseyin Atay, Ankara, I,38 vd.
33 Pezdevî, E, (1980), Ehl-i Sünnet Akaidi, İstanbul s. 219.
34 Bk.: Mâturîdî, E, (2005), II. 373.

Kaynakça
Alper, H, (2013) İmâm Mâturîdî’de Akıl-Vahiy İlişkisi, İstanbul, İz Yayıncılık.
Mâturîdî, E, (2003), Kitâbü’t-Tevhîd, Nşr. Bekir Topaloğlu-Muhammed Aruçi, Ankara, İSAM Yayınları.
Mâturîdî, E, (2005), Tevilâtü’l-Kuran, İstanbul, Mizan Yayınevi.
Nesefî, E, (1993), Tabsiratü’l-Edille,Nşr. Hüseyin Atay, Ankara, Diyanet işleri başkanlığı Yayınları.
Özcan, H, (1993), Mâturîdî’de Bilgi Problemi, İstanbul, Marmara Üniversitesi İlahiyat Vakfı Yayınları.
Pezdevî, E, (1980), Ehl-i Sünnet Akaidi, İstanbul, Kayhan Yayınları.
Yeprem, M. S. (1984), İrâde Hürriyeti ve İmâm Mâturîdî, İstanbul, Marmara Üniversitesi İlahiyat Vakfı Yayınları.

411
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

İsmet DEMİR
1940 Yozgat Çayıralan Menteşe’de doğdu. İlkokulu köyünde bitirdi. 1951-
1952 yıllarında Taşçıoğlu Hafız Okulunda hafızlığa başladı ve 1960-1961
yıllarında Kayseri İmam Hatip’ten mezun oldu. 1962-1963 de İstanbul
Yüksek İslam Enstitüsü’ne girerek 1967-68’de oradan mezun olan Demir,
aynı zamanda İstanbul da öğrenciliği döneminde imamlık yaptı. 1973-
1983 yıllarında Kayseri İmam Hatip Okulunda öğretmenliğe başladı ve
1983’te Kayseri Sosyal Hizmetler il Müdürlüğü’ne atandı. 1990’da Os-
manlı Arşivi Daire Başkanlığı’na getirilen Demir, 2004-2005 yıllarında
emekli oldu. Emeklilik yıllarında yayın hayatına başladı. Demir’in, 1832
Yılları ve II. Mahmut Döneminde hazırlanan Kayseri Merkez ve 136 köyü
de içine alan Osmanlıca Temettuat Defteri Türkçe’ye çevrilerek 3 cilt ola-
rak, 2 ciltlik Peygamber Efendimizin ve ailelerinin sosyal hayatı, Beşik-
taşlı Şeyh Yahya Efendinin Hayatı, Hz. Peygamberin Hutbe ve Hitabeleri,
Mezhebimizin imamı İmam-ı Azam’ın Hayatı ve İslamın Ameli Mese-
leleri, İtikatta imamımız İmam-ı Maturidi’nin itikadi görüşleri, kısa ve
özlü İslam ilmihali ile çeşitli gazete ve dergilerde 20’ ye yakın sosyal ve
dini içerikli makale ve kitabı yayınlanmıştır.

İmâm Mâturîdî’nin
Hayatı - Kazâ ve Kader
Hakkındaki Görüşleri
Mâturîdî’nin Hayatı
İtikadda imamımız olan İmâm Mâturîdî’nin asıl kün-
yesi “Ebu Mansur Muhammed b. Muhammed b. el-
Mâturîdî es-Semerkandî”dir. Doğumu kesin olarak
bilinmemesine rağmen bazı tarihçiler, hocası Muham-
med b. Mukatil el-Razi’nin (H. 248/862) ölüm tarihin-
den hareket ederek onun H. 238/852 yılları civarında
Türkistan’ın Semerkand şehrine bağlı “Mâturîd” kö-
yünde, Abbasî Halifesi Mütevekkil-Alellah’ın hilâfeti
döneminde doğduğunu ve çocukluk hayatını Abbasî
Devleti’nin yıkılışı ve beylik devletlerinin kuruluşu
döneminde burada geçirdiğini belirtirler.
Çoğu kaynağın belirttiğine göre, Ebü’l Hasan el-Eş’arî
de H.260/873-74 yılında Basra’da doğdu ve H.324/935-
36 tarihinde Bağdat’ta vefat etti. Bu tarihler dikkate
alındığında Mâturîdî, kelamcı Eş’arî’den yirmi yılı
aşkın bir müddet önce dünyaya gelmiştir.
Eş’arî’nin, Ehl-i Sünnet dışı Mûtezîle içinde kaldığı ilk
kırk yılı bu tarihe ilâve edecek olursak; Mâturîdî’nin,

413
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Eş’arî’den çok daha önce Sünnî kelam alanında faa- fıkıh, hadîs ve kelamî konulardaki malûmatını daha
liyet gösterdiğini ifade edebiliriz. Mâturîdî bir ömür da pekiştirerek Semerkand’lı ulemânın dikkatlerini
boyu İmam-ı Âzam’dan devraldığı itikâdî meselele- üzerine çekmiştir.
rimizi, çizgisini hiç değiştirmeden sapık ideolojilere Mâturîdî’nin hocası Ebu Nasr el-İyâzî, O’nun derin
karşı savunmuş ve Ehl-i Sünnet’in kelam akîdesini ilmî vukufuna olan hayranlığını; “Senin Rabbin neyi
tesis etmeyi başarmış bir mürşittir.1 dilerse halk eder, dilediklerinden seçer ve yüksek iş-
Bu büyük Türk, akâid ve kelam âlimi, Semerkand’da lerde de görevlendirir” (Kasas 28/68)3âyetini okur,
bir asra yakın yaşayarak H. 333/M. 944 tarihinde Al- O’nun üstün muhakeme kabiliyetini dile getirir ve
lah’ın rahmetine vasıl olmuş ve Müslümanların gön- O’nun bu çalışmalarının sonuçlarını hayatta iken
lünde taht kurarak vefat etmiştir. gördüğünü ifade eder.”4
Mâturîdî’nin Tahsil Hayatı ve Hocaları Yine muahhar Hanefî fakîhi ve kelamcısı Nured-
Mâturîdî’nin tahsil hayatı ve müderrislik dönemi, din es-Sâbûnî (H.580/1184) “el-Bidâye” adlı eserinde
Sâmânîler’in temin ettiği ilmî bir ortamda geçti. Bu O’nu, “eş-Şeyh el-İmam, Reis-i Ehli’s-Süne ve’l-Cemâa,
muhit; Siyasî entrikalardan, gizli ya da açık her türlü Âlem el-Hüdâ” gibi ifadelerle anarak O’nun bu ma-
mücadele ve desiselerden uzak sakin bir muhit idi. kama oturuşunun ne kadar yerinde olduğunu belirtir.
Bu durum ilmî hareketlerin ve araştırma faaliyetle- Bir başka yerde Ebu’l-Muin en-Nasefî, Mâturîdî’nin
rinin gelişme ve yayılmasına geniş ölçüde yardımcı dinî ilimlerde ve bilhassa kelam sahasındaki derin
olmuştur. İşte Mâturîdî bunu bir fırsat bilmiş ve yo- malûmatı ve ilmî otoritesi hakkında: “O’nun bu ola-
rulmak bilmez bir çabayla Ehl-i Sünnet Mezhebi’ni ğanüstü başarısı ancak Allah’ın kendisine bir lütfu ve
savunmaya, Müslümanları bu mezhebin etrafında to- ihsanıdır. Mâturîdî İslâm’ın hak bir din ve hurafeler-
parlamaya ve davete başlamış, bu görevi hayatı bo- den uzak olduğunun delillerini eserlerinde ortaya kor
yunca devam ettirmiştir. Mâturîdî bu çalışmalarında ve İslâm dininin Semerkand bölgesinde yayılması hu-
o kadar samimi idi ki; hiç kimse tarafından, kişili- susunda hiç bir gayreti esirgemezdi” ifadesini kullanır.5
ğine ve temizliğine en ufak da olsa bir leke getirte-
İtikadda mezhep imamız olan Mâturîdî ve O’nu ye-
cek şekilde itham edilmemiştir. Oysa Eş’arî de dâhil
tiştiren hocaları hakkındaki bu kısa girişten sonra
diğer bilginler, sünnî veya gayr-i sünnî ulemâ bun-
imamımızın bilhassa kader, kaza ve alın yazısı gibi
dan kendilerini kurtaramamışlardır.2
konularda yapmış oldukları tespitleri ve görüşlerini
Mâturîdî, İmam-ı Âzam Ebu Hanîfe’nin öğrencisi yeniden gündeme getirerek, “iki gününü birbirine
olan büyük fakîh Ebu Süleyman Muhammed eş-Şey- eşit yapan benden değildir” buyuran Hz. Muham-
banî’nin (H. 189/804) öğrencisi Ebu Bekir Ahmet b. med (s.a.v.)’in bu konudaki sözlerini dikkatle toplu-
İshak el-Cüzcâni, Nusayr b. Yahya el-Belhî ve Nişabur mumuza aktararak atalet zincirini kırmalıyız.
Kadısı Ebu Bekir Muhammed b. Ahmed Recâ el-Cüz-
Bakınız, değerli kelam ilmi bilginimiz Prof. Dr. Hü-
cânî’nin eğitim ve öğretimlerinden geçmiştir. Mâturî-
seyin ATAY Bey, Mâturîdî düşüncesinin toplum ha-
dî’nin hocalarından Nasr b. Yahya ile Muhammed b.
yatı üzerindeki önemini ifade etmeye çalışırken, gayret
Mukâtil er-Râzî beraberce, İmam-ı Âzam’ın talebeleri
noksanlığı sebebiyle Mâturîdî görüşünü terkle, kolaya
olan Ebû Mukâtil Hafs b. Müslim es-Semerkandî ve
talip olma adına Eş’arî düşünce ve ekolünü adeta ter-
Ebû Mûti el-Hakem b. Abdullah el Belhî’den ilim al-
mışlardır. Ayrıca, Muhammed b. Er-Râzî yalnız ba- cih edişin bize neler kaybettirdiğini vecîz bir şekilde
şına ve doğrudan doğruya İmâm Muhammed’den şöyle izah etmektedir:
ilim almış, dolayısı ile Mâturîdî bu iki hocası yoluyla “Benim tespitime göre İslam bilim ve felsefe tarihinde
ve tek vasıtayla İmam-ı Âzam’ın talebelerine bağlan- bilgi nazariyesinin temelini Muhammed b. Muham-
maktadır. Bu duruma göre Mâturîdî’nin itikâdî kül- med b. Ebu Mansur el-Mâturîdî (333/944) atmıştır.
türünün alt yapısının İmam-ı Âzam’a dayandığı gö- Türk milleti İslam dünyasına beş büyük ilim ve fel-
rülmektedir. Bu yolla O, İmam-ı Âzam’ın fıkıh ve sefe adamı hediye etmiştir. Ebu Hanife (150/767),
kelamî görüşlerini tahsil etmiş, bundan sonra fıkıh Buhârî (256/868), Ebu Cafer et-Taberî (310/922), Farabî
ve kelam alanındaki bilgisini daha da derinleştirerek (339/950) ve Mâturîdî (333/944). Kelam’da Mâturîdî
henüz yirmi yaşlarında iken ulemâ reisliğine seçilmiş- insan iradesine önem vermiş. İnsanın gercek an-
tir. Bu sırada Semerkand’ın meşhur medresesi “Dâ- lamda işinde, düşüncesinde hür, özgür ve sorumlu
ru’l-Cüzcâniye”de ders veren Ebu Nasr el-İyâzî’den olduğu hususunu Kur’ân ve Sünnet’e dayalı olarak

414
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

ortaya koymuş ve bunu öğretmiştir. İnsan hür olunca, anlamlarına gelir. Ragıb el-İsfahanî’ye göre kader ve
sorumluluğun gereği olan ilmi ve ilim nazariyesini takdir: “Bir şeyin miktarını ve sınırını bildirir.”6 Yani
ve onun sonucu olan medeniyetin kurulmasına bü- kader: “Herhangi bir şeyin mahiyetini gösteren ve sı-
yük katkıda bulunur. Bilginin oluşması ve düşünce- nırlayan bir ölçüdür.”
nin gelişmesi açısından ve İslam kültürünü ve me- Nitekim her şey İlahî bir ölçüye bağlı olarak ezelde
deniyetini iyi anlamamız için Mâturîdî gibi düşünce takdir ve tayin edilmiştir. Mesala; buğday tohumu
adamlarının fikirlerinden faydalanmak en doğru veya hurma çekirdeği, kendilerine özgü öyle bir ölçü
yoldur. İslam’ın ortaya koyduğu ve dünya bilim ta- ve belirli özelliklerle takdir ve tayin edilmiştir ki; bi-
rihine sunduğu iki bilim dalı vardır. Bunlardan biri rincisinden yalnız buğday, diğerinden de yalnızca
Kelam, yani İlahiyat (Teoloji) ilmi, ikincisi de Usul-i hurma ağacı yetişir. Her nebatın ve her ağacın veya
Fıkıh, yani Hukuk Felsefesi ilmi. Kelam âlimleri ara- hayvanın tohumu da öyledir. O halde kader; bu âle-
sında birinciler safında İmâm Mâturîdî incelenmeye min ve ondaki bütün varlıkların İlahî hikmete göre
ve öğrenilmeye en yaraşır olan nazariyecilerden bi- yaratılmasında ve varlığın devamında esas olan “İlahî
ridir. İslam dünyası O’nu ihmal etmesiyle kültürde, bir ölçü, İlahî bir kanun”dur.
düşüncede ve bilimde üreticiliğini yitirmiş ve muh-
Kader kelimesi Kur’ân-ı Kerîm’de “mastar ve fiil”
telif düşünceler yok sayıldığı için İslam dünyasında
olarak geçmektedir. “Şüphesiz biz her şeyi(n mahiye-
fikrî donuklaşma başlamıştır. Bu düşünce tekliği bizi
tini) belirli bir ölçüye (kadere, İlahî takdire) göre ya-
taklide, tekrara, ezbere götürmüştür. Türkiye ve İs- rattık” (Kamer, 54/49) âyetinde mastar olarak kulla-
lam dünyası bu taklidi ve ezberi henüz aşamamıştır. nılmıştır. “Allah her şeyi yaratmış, her birisine belirli
Bu gibi çalışmalarla ilim yapma, nazariye üretme ate- bir nizam vererek onun kaderini takdir ve tayin et-
şini gençlerimize aşılayabileceğimize inanıyorum.” miştir.” (Furkan, 25/2). Yani, yaratılacak şeylerin bü-
Mâturîdî ve Eş’arî’ye Göre Kazâ ve Kader tün özelliklerini, yerini ve zamanını hak veya bâtıl,
Müslümanlar arasında ve Kelam ilmi literatüründe hayır veya şer, sevap veya ikap olacağını ezelde tayin
bu terim genellikle “kazâ ve kader” şeklinde geçer. Bu ve tespit etmiştir anlamını ihtiva eden âyette ise fiil
iki kelime birbirinin gereği ve tamamlayıcısı gibidir. olarak kullanılmıştır.
Bazı hadislerde, kadere iman; “hayrı ile şerri ile ka- Kazâ kelimesine gelince; Lügatta: “Bir şeyi sonuna
dere iman” diye geçmekte ise de çok defa bir arada getirerek hükme bağlamak”, yani onun sözle veya
kullanılmaktadır. Ancak genellikle Eş’arîler “kazâ ve hareketle tamamlanması, “fiillerin zamanında ya-
kader”, Mâturîdîler ise “kader ve kazâ” diye zikreder- ratılması”dır.
ler. Önemli olan bu mânâları iyi anlamak ve her şe- Bu kelime Kur’ân-ı Kerîm’de mastar olarak değil “fiil,
yin Allahu Tealâ’nın ezelde takdir ve tayin ettiği ka- fail ve meful” olarak kullanılmıştır. (Fussilet, 41/2;
derine, yani İlahî ölçüye uygun olarak kazâ şeklinde Taha, 20/72; Meryem, 19/21.) Yerine ve mânâya göre;
meydana geldiğine kesinlikle iman etmektir. “emir, hüküm, ilen, beyan” ve özellikle “yaratma”
Ehl-i Sünnet kelamcılarının ortak görüşüne göre Al- mânâlarına gelir. “Rabbin, yalnız kendisine ibadet
lahu Tealâ’ya ve O’nun İlim, İrade, Kudret ve Tekvin etmenizi (kazâ etti) emretti”.
sıfatlarına iman, kazâ ve kadere iman etmeyi de ge- Kazâ ve kaderin ıstılah mânâları, itikadda Ehl-i Sün-
rektirir. Çünkü; lügat ve ıstılah mânâlarını açıkla- net mezhepleri olarak tanınan Eş’arî ve Mâturîdî âlim-
yınca anlaşılacağı gibi “kader” Hakk Tealâ’nın İlim lerine göre birbirinden farklı ve değişiktir.
ve İrade sıfatlarına, “kazâ” da Kudret ve Tekvin sıfat-
Mâturîdîlere göre kader: “Allahu Tealâ’nın ezelden
larına dayanır. Yani bu sıfatlara inanmanın kesin so-
ebede kadar, olmuş ve olacak şeylerin zamanını, me-
nucu ve gereğidir. Cibrîl hadisi de, naklî delil sayıla-
kanını, sıfatlarını ve her türlü özelliklerini bilmesi,
rak “kazâ ve kadere iman” ayrıca belirtilmiş ve “îman ezelde o mâhiyet ve şekilde takdir ve tahdid etme-
esasları” arasında altıncı esas olarak kabul edilmiştir. si”dir. Bu tarife göre kader, Hakk Tealâ’nın ilim ve
Mâturîdîlere ve Eş’arîlere göre bu kelimelerin terim irade sıfatlarına bağlı olup, bu İlahî sıfatlara ve taal-
mânâları şöyle açıklanabilir: luklarına iman, kadere imanı da gerektirmektedir.
“Ka-de-re” kökünden gelen kader lügatta: “Ölçü, Mâturîdîlere göre ise kazâ: “Allahu Tealâ’nın ezelde
ölçme, miktar, bir şeyi ölçerek belirli bir ölçüye göre irade ve takdir etmiş olduğu şeyleri zamanı gelince
yapmak, onu takdir ederek tayin ve tahsis etmek” İlim, İrade ve ezeldeki takdirlerine uygun olarak

415
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

yaratması” demektir. Bu bakımdan kazâ, Mâturîdî- Kazâ ve Kader İman Esaslarından Mıdır?
lere göre ayrı bir kemâl sıfatı olan Tekvin sıfatına tâbi Ehl-i Sünnet’e göre kazâ ve kadere iman, iman esas-
olup, onun ilgi alanına girer. larındandır. Yukarıda kısaca işaret olunduğu üzere
Bu tariflere göre kader, kazâdan daha genel olup, ta- Ehl-i Sünnet’e göre; Allahu Tealâ’ya ve O’nun mukad-
alluk ettiği alan daha geniştir. Çünkü; kader bu kâi- des sıfatlarına iman etmek, kazâ ve kadere imanı ge-
natı idare eden İlahî kanun ve İlahî ölçü, kazâ ise; bu rektirir. Çünkü, kader Hakk Tealâ’nın İlim ve İrade
kanuna uygun olarak tecellîdir, aynen uygulamaktır. sıfatlarının, kazâ da Kudret veya Tekvin sıfatının bi-
Allah her şeyi bir sebeb ve hikmete dayanarak yapar. rer gereğidir.
Kadere böyle inanılması gerekir.
Kazâ ve kader akîdesi Allah’a ve O’nun İlim, İrade,
Eş’arîlere göre kazâ: hüküm mânâsına olup, Allahu Kudret ve Tekvin sıfatlarına iman etmenin zorunlu
Tealâ’nın, kâniatta meydana gelecek şeylerin hepsini bir neticesidir. Kadere imanı inkâr etmek Allah’ın zatî
nasıl, ne zaman, hangi şekilde ve özelliklerde olacak-
ve subutî sıfatlarını inkâr etmek demektir.
larsa, ezelde öylece bilmiş ve ezelî ilmine uygun ola-
rak dilemiş olmasıdır. Bu yüzden, önemi dikkate alınarak kazâ ve kadere
iman İslam’da iman esaslarından sayılmış ve altıncı
Eş’arîlere göre ise kader: Hakk Tealâ’nın, her şeyi
esas olarak Müslümanın Âmentü’sünde yer almıştır.
vakti gelince, ezelî ilmine uygun olarak irade ettiği
Nitekim Buharî ve Müslim’in “Sahîh”lerinde zikre-
(dilediği) şekil ve vasıfta yaratmasıdır.
dilen Hz. Ömer’in Resûlullah’tan naklettiği “Cibrîl
Çünkü, Eş’arîlere göre; Hakk Tealâ’nın “Tekvin” hadisi”nde de kadere iman, iman esasları arasında
diye ayrı bir sıfatı bulunmamaktadır. Mâturîdîlere yer almıştır.
göre; durum aksine olup, kader kazâdan daha şu-
mullü ve geneldir. Ayrıca Mâturîdîlerce yapılan ta- İnsan İradesi, İhtiyârı, Fiilleri ve Sorumluluk
rifler kazâ ve kader kelimelerinin lügat mânâlarına Bilindiği gibi insan, kâinattaki yaratıkların en olgunu
daha uygundur. ve en şereflisidir. Çünkü, bu âlemdeki canlı ve cansız
Özel olarak bilinmesi ve inanılması gereken hu- varlıkların hepsi insanın emrine ve hizmetine veril-
sus: Bu âlemde var veya yok olan her şey Allahu miştir. Bu bakımdan insan Rabbı’nı bilmek ve O’na
Tealâ’nın kazâ ve kaderiyledir. Her şey, bu İlahî ibadet etmek için olduğu gibi, bu dünyayı imar ve ıs-
irade, ezelî İlim ve mutlak Kudrete uygun olarak lah etmek için de yaratılmıştır. Bu sebeple Allahu Te-
var veya yok olur. alâ ona, her türlü güzel vasıflar yanında onu diğer va-
“Fâil-i Muhtar’’ olan Allah (c.c.) bir şey meydana gel- lıklara üstün kılan ve insan yapan akıl, ruh, irade ve
meden önce ezelî İlmiyle bilip, onların vasıf ve özel- ihtiyar gibi manevî değerler de vermiştir.
liklerini, yerini ve zamanını takdir ve tespit ederek İnsan, aklı, irade ve seçme gücü ile diğer varlıkların
“Levh-i Mahfuz”a’ yazmıştır. Bu gerçeklere şu âyetler yapamayacağı birçok işleri yapmak, yeni yeni şeyler
delâlet etmektedir: “(Gerek) yeryüzünde ve gerek kendi keşfedip icat etmek kudretine sahiptir. İnsana bu sı-
nefislerinizde herhangi bir musîbet gelmemiştir ki, bu nırlı kudreti ve cüzî iradeyi veren de, gücü her şeye
bizim onu yaratmamızdan önce Kitap’ta yazılmış ol- yeten, mutlak kudret, küllî irade ve sonsuz kemâl sa-
masın. Şüphesiz ki bu Allah’a göre kolaydır.” (Hadid, hibi olan Allahu Tealâ’dır.
57/22) “De ki; Allah’ın bizim için yazdığından başka
bir şey bize isabet etmez.” (Tevbe, 9-51.) O halde ihtilafın ana sebebi; insanların “ef’âl-i ihtiyâ-
riye” diye anılan kendi irade ve ihtiyarları ile yaptık-
Allah’ın kazâsı Levh-i Mahfûz’da yazılı olan kaderine
ları fiilleri yaratmak Allahu Tealâ’nın fiillerinden mi-
daima uygun olarak tecellî eder. Kadere, halk arasında
dir? Yani bu iradî fiilerin yaratıcısı Hakk Tealâ mıdır?
“alın yazısı” da denmektedir. Bilinmeyen alın yazısı,
Yoksa fiili bizzat işleyen kul mudur? meselesidir. Bu
bilerek veya kayıtsız olarak veya unutularak yapılan
konuda farklı görüşler ve ayrı ekoller ortaya çıkmış-
günahları mazur göstermez. İnsanın idaresini etki-
tır. Bu ekollerin başlıcaları şunlardır.
siz hale getirmez ve onu sorumluluktan kurtarmaz.
Kazâ ve kaderin birbirine aykırı düşmesi mümkün 1-Mutlak cebir düşüncesine dayanan “Cebriye’’ mez-
değildir. Aksi halde kâniatın nizam ve düzeni bozu- hebinin öncüsü Cehm b. Safvan olduğundan, mez-
lur, varlıklar âlemi devam edemezdi. hep “Cebriye/Cehmiye’’ adıyla anılır.

416
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

2-Mutlak ihtiyar fikrine dayanan “Kaderiye” ve “Cum- Cebriye; insanın iradî fiilleri üzerindeki kudret, irade
huru Mûtezile” mezhebi. ve ihtiyârını tamamen inkâr ederek, kulun daima
mecbur ve muzdar olduğunu, yaptığı iş ve fiillerde
3-Cebr ve ihtiyar arasında görülen “Mâturîdîye”
hiç bir rolü olmadığını iddia ediyor. Böylece teklif
mezhebi.
ve sorumluluk esasını yıkarak, insanı mutlak cebre
4-“Cebr-i Mutavassıt’’ olduğu iddia edilen “Eş’ariye” teslim ediyor ve onu adetâ cansız bir varlık seviye-
mezhebidir. sine indiriyor. İslam’ın ana prensipleriyle bağdaşma-
yan bu çarpık görüş Müslümanlar arasında rağbet
İlk iki mezhep; insan iradesi üzerinde aşırı giden ve
görmemiş ve kısa zaman sonra ortadan kalkmıştır.
birbirinin zıddı olan mutlak cebir ve mutlak ihtiyar
fikrine dayanan ve böylece ifrat ve tefride kayan Ehl-i Kaderiye ve Mûtezile’nin büyük çoğunluğu, Cebri-
ye’nin mutlak cebir fikrinin tam aksini savunarak,
Sünnet dışı bâtıl mezheplerdir.
insanı “hâlikiyet”, yani yaratıcı derecesine çıkarıyor
Son iki mezhep olan Mâturîdîye ve Eş’ariye ise; ifrat ve “kul, yaptığı ihtiyarî fiillerin yaratıcısıdır” diyorlar.
ve tefride sapmayan hak mezheplerdir. Her ikisi de Böylece Allahu Tealâ’ya bir çeşit şirk koşma gibi tev-
Ehl-i Sünnet görüşünü temsil ederler. hid akîdesine aykırı bir duruma düşüyorlar.

Dipnotlar
1 Bkz.: Muhammed Abduh, “Risaletü’t-Tevhîd”, s. 18; İbn Asâkir, “Tebyîn-i Kezibü’l-Müfterî”, s. 26-27.
2 Kemal Işık, “Mâtürîdî’nin Kelâm Sisteminde İman, Allah ve Peygamber Anlayışı”, s.13 dipnot. Muhammed Abduh, “Risâ-
letü’t-Tevhîd”, s. 18; İbn Asâkir, “Tebyîn-i Kezibü’l-Müfterî”, s.27.
3 M. Hamdi Yazır, “Hak Dini Kur’ân Dili”, C. 5, s.3752.
4 Nesefî; “Tebsiratü’l-Edille”, C. 1, s. 355-359.
5 A.g.e. s. 8-10.
6 Ragıb el-İsfahanî, el-Müfredat s. 403.

417
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Doç. Dr. Sıddık KORKMAZ


Aksaray’ın Sarayhan Kasabası’nda 1970 yılında doğdu. Orta öğretimini
Aksaray ve Develi’de (1987), lisansını Erciyes Üniversitesi İlâhiyat Fa-
kültesi’nde tamamladı (1992). Bir süre İmam-Hatip Lisesi’nde Meslek
Dersleri Öğretmeni olarak çalıştı (1992-1995). Selçuk Üniversitesi İslam
Mezhepleri Tarihi Anabilim Dalında Araştırma Görevlisi oldu (1995) ve
burada Yüksek Lisansını tamamladı (1996). Ürdün’de araştırma ve in-
celemelerde bulundu (1997).Yurda döndükten sonra Ankara Üniversite-
sine tayin edildi ve doktora çalışmalarını tamamladı (2003). Bu çalış-
ması Tarihin Tahrifi İbn Sebe Meselesi adıyla kitaplaştı. Tekrar Selçuk
Üniversitesine döndü ve Doçent oldu (2008). Department of Near Eas-
tern Languages and Cultures Indiana University Bloomington USA’da
visiting scholar olarak görev aldı (2011). Gerekli çalışmalarını tamamla-
dıktan sonra Profesörlüğe yükseltildi (2014). Selçuk Üniversitesi’nin ikiye
bölünmesi sebebiyle Necmettin Erbakan Üniversitesi bölümünde kalan
İlahiyat Fakültesi’ndeki İslam Mezhepleri Tarihi Anabilim Dalı Öğretim
Üyeliği görevini sürdürmektedir.

İmâm Mâturîdî’nin
Kader Anlayışı
Giriş
İmâm Mâturîdî’nin kader konusunda en çok uğraş-
tığı ve tenkit ettiği mezhep Mu’tezile’dir. Mu’tezile
ile ilişkilendirdiği Hasan Basrî, Ebu’l-Huzeyl el-Al-
lâf, İbrahim b. En-Nazzâm, Ebû Ali el-Cübbâî, Cafer
b. Harb, Ebu’l-Kâsım el-Ka’bî el-Belhî, Ebû Îsâ el-Ver-
râk, İbnu’r-Râvendî, Ebû Bekir el-‘Asamm, Muham-
med b. Şebîb, Ahmed b. Sehl Ebû Zeyd el-Belhî ve
Ömer el-Bâhilî gibi şahıslar mezhebin önde gelen-
lerindendir. Mâturîdî bu isimler arasında, özellikle
Bağdat Mu’tezilesi’nden olan Kâ’bî’nin üzerinde dur-
makta ve onu başta kader konusundaki fikirleri ol-
mak üzere çeşitli açılardan eleştirmektedir.
Mâturîdî’nin sistemi hikmet, Eş’arî’ninki, kudret ve
irade, Mu’tezile’ninki ise adalet ekolü olarak bilinir.
Mu’tezile’ye göre aklın sınırları haddinden fazla geniş-
tir. Akıl ve nass arasında bir çatışma olduğunda, akıl
tercih edilir. İslâm’ın temel ilkeleri, eski Yunan’dan
tevarüs eden felsefî yöntemle izah edilince, özellikle

419
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Allah’ın sıfatları konusunda, vahyin koymuş olduğu sevk eden şey ihtiyaç ve bilgisizliktir. Allah Teâlâ’nın
sınırlar zorlanmakta ve vahyin dışına çıkılmaktadır. bunları işlemekten münezzeh olduğu son derece açık-
Mâturîdî ise daha dengeli bir akılcılıkla, aklın iyi ve tır. Duyular âleminde bir insan hikmetsiz iş yapmaya
kötüyü ayırt edebileceği ama inançla ilgili konularda adaydır. Ancak bu durum Allah için söz konusu de-
bir teklifte bulunma yetkisinin sadece vahiyde oldu- ğildir.4Bu konuda Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur:
ğunu ileri sürmüştür. Böylece o Mu’tezileye kıyasla “Allah yaptığından sorumlu tutulmaz, onlar ise sor-
daha mutedil bir sistem ortaya koymuştur. guya çekileceklerdir.”5Dolayısıyla Allah’ın ilahî vasfı,
Mâturîdî’nin kader anlayışı; kulların fiilleri ve fail- beşerî âlemden ayrıdır. O, yücedir, müteâldir, yaptığı
leri, ecel, rızık, kazâ, kader ve irade kavramları ara- her şey hikmete dayalıdır ve sefehten uzaktır.
sında netleşmektedir. Bu kavramlara verilen anlamlar Kulların Fiilleri ve Fâillerin Belirlenmesi
ve bu anlamlar arasında geçen tartışmalar meselenin Mâturîdî’ye göre Allah Teâlâ insanları mükellef ola-
omurgasını oluşturmaktadır. Bu sebeple bu kavram- rak yaratmıştır. Onları iyiyi kötüden ayırmasını bi-
lara yüklenen anlamlara dikkat etmek gerekmektedir. len, temyiz ehli kılmış, aklî idraklerine kötü dav-
Kulların Fiilleri ve Fâilleri ranışı (mâ yüzem) çirkin, iyi davranışları da (mâ
Mâturîdî, kulların fiilleri ve fâilleri konusunu açık- yuhmed) güzel göstermiştir. Yine onların kapasi-
lamaya geçmeden önce hikmet ve sefeh meselesini telerine çirkini güzele tercih etmeyi, yergiye layık
ele alır. Bununla hedeflediği şey, sistemi açısından olanı, övülmeye değer bulunana üstün tutmayı ka-
anahtar kavram olan “ilâhî hikmet” teorisini temel- bul edilmez bir davranış olarak yerleştirmiştir. Böy-
lendirmek, bunun karşısında yer alan “sefeh” anlayı- lece O, insanları tabiatlarına zor gelen şeye zevk ve-
şının da temelsizliğini ortaya koymaktır. Bu sebeple rici sonucu uğruna tahammül gösteren ve yine aynı
Allah’ın, hakîm, ganî ve alîm sıfatlarına vurgu yapa- amaçla onun külfetlerine katlanan bir konuma getir-
rak konuyu incelemeye başlar. miştir. İnsan aklının zorluklara göğüs germeye karşı
direneceği gerçeğine binaen Cenâb-ı Hak mükellef-
Hikmet ve Sefeh
leri imtihana tutmuş, bu amaçla güzel davranışlara
Mâturîdî’ye göre Allah’ın fiillerin hepsi bir hikmet ve iyi ahlaka teşvik ederek meşrû amelleri tercih et-
dairesi içindedir. Bundan dolayı O’nun zatı itibariyle meyi ve meşrû olmayanlardan sakınmayı emretmiş-
hakîm, ganî ve alîm olduğu herkes tarafından bili- tir. Bu emrinin gerçekleşmesi için zor ve kolay olmak
nen bir şeydir. O’nun fiillerinin hikmet çerçevesinin üzere iki yol belirlemiştir. İnsanların takip ettikleri
dışında olduğuna dair algılar, duyular âlemi ile ilgili yöntemler bu ikisinden birisine varıp dayanmakta-
olup bilgisizlik veya ihtiyaçtan kaynaklanmaktadır.1 dır. Allah sebepleri de bu iki sisteme bağlamıştır. Bu
Dünyada var olması gereken temel ilke; zulüm ve sebepler sayesinde insanlar kendilerini her dereceye
hikmetsizliğin (cevr ve sefeh) çirkin, adl ve hikmetin yükselten ve erdemin elde edilmesini sağlayan te-
ise güzel olduğudur. Fakat bir şey, tıpkı ilaçlar gibi, mel ilkeye ulaşma imkânı bulurlar. Bu temel ilke de
bir konumda hikmet, diğer konumda sefeh, bir ko- iki yöntemle bilgiye ulaşmaktan ibarettir: Açık olan
numda zulüm, diğer konumda adalet olabilir. Bu iki zahirî yöntem ve örtülü bulunan gizli yöntem. Bu-
zıt kavramın ayırt edilmesindeki temel problem be- nun amacı, kişinin göstereceği gayreti sonucu elde
şerî bilginin eksikliğidir. Söz konusu gerçekliği sırf edeceği üstünlüğün ortaya çıkmasıdır. Buna binâen
akıl veya duyu yolu ile anlamaya çalışana gizli kal- Cenâb-ı Hak söz konusu bilgi için iki yol belirlemiş-
ması mümkündür.2 tir: Birincisi bilgi vasıtalarının en seçkini olan mü-
Mâturîdî’ye göre hikmet ve sefeh ilişkisi yalan için şahade, ikincisi de duyuların kontrolü yoluyla ger-
söz konusu değildir. Çünkü yalan hiçbir şekilde hik- çek veya gerçek dışı olduğu anlaşılan nakildir. Yine
met ve sefehe, adl ve zulme dönüşebilen fiil gibi es- Allah nakli de muhkem-müteşâbih, müfesser-müb-
nek bir özellik taşımaz.3Allah Teâlâ’yı zulüm, sefeh hem olmak üzere ikiye ayırmıştır. Bunun amacı bil-
ve yalanla nitelemenin yanlışlığını belirleyen iki çe- ginin sınırlarını belirlemek, mübhemi müfesserin,
şit kıstas vardır: Birincisi, bunun akıl açısından hem müteşabihi de muhkemin ışığında anlamaktır. Ku-
bedihî hem de istidlâlî açıdan çirkin olmasıdır. Öyle lun nihaî görevi nasıl olursa olsun ilâhî emir çerçe-
ki araştırıp inceledikçe çirkinliği uzun uzun irdele- vesinde itaat etmektir.6
dikçe manasızlığı artar. İkincisi sözü edilen zulüm, Mâturîdî’ye göre Allah Teâlâ insan türünü dünya lez-
sefeh ve yalan fiillerin âmili olup, bunları işlemeye zetlerine meyleden bir karakterde yaratmıştır. Fakat

420
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

fıtrî temâyülleri değil, akılları hüccet kabul etmiştir. Mâturîdî’ye göre kudret ve güç yetirilemeyecek şey-
İnsanlar tabiatları gereği sevmeseler de akıllarının lerle mükellef tutulma caiz değildir. Çünkü güçten
güzel gösterdiği şeye uymak, fıtraten kabul edilir olsa yoksun bırakılan kişinin mükellef tutulması aklen
da aklen çirkin olan şeyden sakınmakla yükümlü tu- tutarsızlıktır.16Öte yandan Allah her şahsı sadece gü-
tulmuştur. Çünkü akıl bir şeyin mahiyetini göster- cünün yettiği ölçüde mükellef tutar.17O halde insan da
diği halde, (fıtrî) tabiat bunu açıklığa kavuşturamaz.7 gücünün yetmeyeceği şeyle mükellef tutulmamalıdır.
Mâturîdî, fâillerin belirlenmesi konusunda kullara İrade
hakikat manasında fiilin nisbet edilmesi gerektiğini,
Mâturîdî açısından irade meselesinin kullara ait fi-
bu hususun nakil, akıl ve zarurî bilgi ile sabit oldu-
illerin yaratılması (halku’l-efâl) içinde ele alınması
ğunu ileri sürer.8Ona göre kesb açısından ve hakikat
mümkün ve bu fiillerin Allah tarafından yaratıldı-
manasında kullara ait bulunan ihtiyârî fiil aynı za-
ğının kabul edilmesi gerekmektedir. Çünkü Allah
manda yaratmak (halk) bakımından ve hakikat ma-
kendisinden vücut bulacak fiilleri işlemekte ihtiyar
nasında Allah’a da ait bulunmaktadır.9
ve iradeye sahiptir.18Şayet fiillerin (Allah tarafından)
Mâturîdî’ye göre fiillerin Allah tarafından yaratılmış yaratılmışlığı sabit olmaz, baskı altında veya dalgın-
olmasının kabul edilmemesi: a. muhal görülmesi, b. lık eseri ortaya çıkan fiiller kast edilirse, ilahi irade de
benimsenmesini sağlayacak yeterli naklî delilin bu- sübut bulmuş olmaz. İrade ile temenni, emir ve davet
lunmaması ve c. bunu kabul etmenin cebri gerek- ya da rıza ve benzeri durumlar kastedilirse durum
tirip, iradeyi ortadan kaldırması sebebiyle olabilir. değişir ve bunların bir kısmıyla Cenab-ı Hakk’ın ni-
Oysa cebir konusundaki bir fiil hakkında emir, ya- telenmesi doğru olmaz. Bunların hepsinin bir şeyde
sak, mükâfat veya cezadan söz etmek aklın kabul ede- bulunması mümkün de değildir.19
ceği bir şey değildir. Beri yandan kula nispet edilen
eylem Allah’ın fiili değil mefulüdür.10Eylemi “halk” Yüce Tanrı Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun
diye isimlendirmek cebir vasfını gerektirmez, çünkü kalbini İslam’a açar, kimi de saptırmak isterse göğe çı-
fiile ait kudret de mahlûktur ve zaten fiilin ıztırârî kıyormuş gibi kalbini iyice daraltıp sıkar20 buyurmuş-
değil de ihtiyârî oluşunun sebebi budur.11 tur. Cenâb-ı Hak bu âyetinde bazı insanları, hidaye-
tine götüren fiilleri yaratmak suretiyle hakka iletmeyi,
Mâturîdî’ye göre kullara ait fiillerin yaratılmışlığına bazılarını da gönüllerini daraltıp sıkmak suretiyle
hükmetmeyi gerektiren Kur’ânî delil Allah Teâlâ’nın hak yoldan saptırmayı murad ettiğini beyan etmiş-
şu beyanıdır: Sözünüzü ister gizleyin ister açığa vurun; tir. Aynı şekilde Allah dilediğini saptırır, dilediği kim-
O kalplerinizde olan her şeyi bilmektedir. Yaratan bil-
seyi de doğru yola iletir21buyurmuştur. Bu beyanı ile
mez mi hiç? O en ince işleri görüp bilen ve her şeyden
iki grup insanı iki irade ile birbirinden ayırmıştır. Bu
haberdar olandır.12Yani Allah açık ve gizli işlenen bü-
âyetlerde Allah’ın her bir grup için ileride kendilerin-
tün fiillerin yaratıcısı olması sebebiyle kendi ilminde
den sâdır olacağını bildiği hususu dilediğine delâlet
olduğuna dair istidlâl etmiştir.13Başka bir ifade ile in-
etmiş ve bu iki âyette yer alan iradenin emir ve rıza
san, fiilinin kendisinin belirlediği hedefin dışında
konumunda olmadığını göstermiştir.22
gerçekleşmesi veya kendisinin çizdiği sınırı aşması,
ayrıca fiilinin, gücünün belirleyip şekillendiremeye- Yine Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: Biz dileseydik el-
ceği bir çerçevede oluşması sebeplerine bağlı olarak bette herkese hidayetini verirdik.23Yine Allah dileseydi
zarurî bir şekilde şu sonuca varır ki kendi elinde ger- sizi tek bir ümmet yapardı24; Allah dileseydi elbette he-
çekleşen fiili Allah Teâlâ planlayıp iradesi gereği gün pinizi doğru yola iletirdi25buyurmuştur. Bu âyetlerde
yüzüne çıkarmaktadır.14 yer alan iradenin (meşîet) mükelleften vuku bulana
Allah’ın rıza göstermesi veya onu emretmesi mana-
Mâturîdî, istitâatin fiilden önce mi fiille beraber mi
sına gelmesi ihtimal dâhilinde değildir. Şu halde O’nun
olduğu konusunda kudretin (kuvvet) kendisi açısın-
dan bilinen bir şey olmadığını, mahiyetini anlatacak bu meşîetlerden her biriyle mevcudiyeti halinde fii-
bir tanımın da bulunmadığını ifade eder. Bundan do- lin mutlaka gerçekleşeceği bir iradeyi kast ettiği sa-
layı, Allah’ın onu fiilin oluşması için faktör olma ni- bit olmaktadır.26
teliğinde kıldığını belirtir. Yani kudret olmadan fiil Yine ilâhî iradenin, Allah’ın “Eğer şöyle olsaydı şöyle
vücut bulmaz, fiilin varlığı da ona bağlıdır. Böylece bir sonuç doğardı” şeklindeki beyanına bağlı olarak
fiilin kudrete, daha önce değil kendi oluşması esna- tecelli etmesi de ihtimal dâhilinde değildir. Allah ta-
sında şahit olduğu gerçeği de ortaya çıkmaktadır.15 rafından vaad ve irade edilenin aksine herhangi bir

421
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

şeyin gerçekleşmesi hilaf-ı hakikat bir durum do- ve taraftarlarına dünya hayatının nice ziynet ve ser-
ğurur ki Cenâb-ı Hak böyle bir şeyden yüce ve mü- vetlerini verdin, insanları senin yolundan saptırsınlar
nezzehtir.27 diye, rabbimiz!34diye sitem etmiştir. Mu’tezile’nin bu
Mâturîdî’ye göre yukarıdaki âyetlerde yer alan meşîet-i âyetler karşısında dahi “dünya ziynetlerini ve servet-
ilâhiyye sebebiyle kulların fiilleri hakkında cebir ve lerini insanları O’nun yolundan saptırsınlar diye ver-
zorlama yorumunda bulunmak birkaç açıdan müm- memiş fakat hidayeti bulsunlar diye ihsan etmiş” şek-
kün değildir: lindeki anlayışları Mâturîdî’ye göre yanlıştır. Çünkü
İnkar edenle sanmasınlar ki kendilerine mühlet ver-
1. Allah insanlara hidayetin neden ibaret olduğunu,
memiz onlar için daha hayırlıdır35ve onların malları
dinin mahiyetini ve temel varlığının neye bağlı ol-
ve çocukları seni imrendirmesin36âyet-i kerimeleri Al-
duğunu bildirmiştir.
lah Teâlâ’nın kafir ve münafıklar için ahirette ceza
2. Allah’ın birliğine vakıf olmanın, O’na ve onun el- dilediğini açıkça göstermektedir.37
çilerine iman etmenin yolu fikrî çaba ve aklî istidlal-
Allah’ın dilediği ile kulun dilediği birbiri ile çelişir mi?
den geçer. Bu ise bilginin zorunluluk (ıztırâr) taşıma-
Çelişir ise ne olur? Bu konuyu açıklarken Mâturîdî
yan bir türüdür. Yukarıdaki âyetlerde aslında Allah
şu âyete yer verir: Allah dilemedikçe siz dileyemezsi-
“dileseydi sizi hidayet üzere toplardı” manasına ge-
niz.38Mâturîdî’ye göre bu âyette kast edilen Allah’ın
len bir beyanda bulunmuştur. Özetle cebir ve yaptı-
muradının ortaya çıkmasıdır. Müslümanların bir iş-
rımın kullanıldığı yerde yaratıklara has bir tesirden
söz etmek mümkün değildir. Bu durumda konu fıtrî lerinde “inşallah” demeleri veya “dua” etmeleri bu-
iman ilkesine bağlanır. Yani her cisim fıtratının ge- nun ispatlarındandır. Müslümanların gönüllerinde
reği mümin olup isabetli yolu bulmuştur.28 “İblis’in istediği olur, istemediği olmaz” şeklinde bir
anlayış yerleşmemiştir. Halbuki kainatta binlerce kö-
Yine meşîet-i ilâhiyye âyetlerinden cebir yorumunu tülük bulunmaktadır. Şu halde nesne ve olayların Al-
çıkarmanın yanlışlığını gösteren ilâhî beyanlardan lah’ın dilemesiyle olduğu, başkasının isteği söz konusu
biri şudur: Biz dilesek elbette herkese hidayetini verir- edilince bunların muhal konuma düştüğü açık ve
dik. Fakat ‘cehennemi hem insanlardan hem de cinler- nettir. Bu sebeple şerlerin de Allah’a nispet edilmesi
den bir kısmıyla dolduracağım’ diye benden kesin söz
uygun olup, onların İblis’e veya başka kötü kimselere
çıkmıştır.29 Yani Allah’ın hayır ve hidayet dilemesi,
izafe edilişi (yaratılışı bakımından) doğru değildir.39
mutlaka gerçekleşeceğini haber verdiği hususa mani
olmaz.30 Mu’tezile ise, Allah’ın hepsini doğru yola ilet- İrade-Yaratma İlişkisi
mek istemesine rağmen bazılarının doğru yola gir- Mâturîdî’ye göre Mu’tezile açısından Allah’ın iradesi
memeleri, Allah’ın isteğinin gerçekleşmemesi sebe- “yaratma” sıfatından ibarettir. İrade’nin mahiyeti de,
biyle Allah’a eksiklik yüklediğinden dolayı yanlıştır. fiilinde başkasının egemenliğine boyun eğmemek ve
İrade-İlim İlişkisi icbar altında bulunmamak demektir. Mu’tezile bu an-
lamdaki iradeyi kullara da teşmil etmiştir.
Mâturîdî’ye göre Allah’ın insanlar hakkında bila-
hare vuku bulanı murad ettiği sabittir. Allah Teâlâ Mâturîdî’ye göre, Allah Teâlâ’nın, kâfirlere ait fi-
şöyle buyurmaktadır: Bir ülkeyi helak etmek istedi- ili, vuku bulduğu şekliyle dilemesi söz konusu oldu-
ğimizde onun, zenginlik sebebiyle şımarmış elebaşla- ğunda iki husus gündeme gelmektedir: 1. Allah’ın bu
rına emrederiz; buna rağmen onlar o ülkede kötülük konudaki malum iradesine bağlı olarak ilahî iradenin
işlerler.31 Cenâb-ı Hak bu âyetiyle bir kavmi veya bir mutlak olduğu 2. İlahî iradenin genel olduğu İkinci
ülkeyi, halkının isyanı sebebiyle –fakat isyan henüz hususu açıklamak açısından iradenin çeşitli anlam-
onlardan vaki olmadan– helak etmek istediğini ha- lara sahip olduğunu hatırlamak gerekmektedir. Buna
ber vermektedir. Eğer isyanın, ilminde yer aldığı gibi göre irade (meşîet) şu anlamlara gelmektedir: 1. Te-
onlardan sadır olmasını değil de, taatin vaki olmasını mennî (zat-ı ilahiyyeden uzak tutulmalıdır) 2. Em-
murad edip de kendilerini helak edecek olsa bu, zulüm retmek (faili yergiye maruz bırakacak her hususta
olurdu. Şu halde Allah, o ülke halkından vuku bulanı Allah’tan uzaktır) 3. Rıza göstermek ve onu benim-
veya ilminde mevcut olanı murat etmiştir.32 Nitekim semek (yergi ile ilişkili konularda Allah’tan uzaktır)
Nuh’un kavmine Eğer Allah sizi azdırmak istiyorsa, 4. Yenilgi ve baskı altında tutulmaması, fiilin plan-
size öğüt vermek istesem de, öğüdüm fayda vermez33 lanıp irade edildiği şekilde vücut bulması (Allah ile
demiştir. Musa da: Rabbimiz! Gerçekten sen Firavun ilişkili olan işte budur). Özetle Allah her şeyin hâlikı

422
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

olduğu için yarattıkları konusunda herhangi bir ce- düşmanca davranma hakkı olduğunu bildirmiş, Al-
bir ve yaptırım altında değildir.40 lah’ın zâlimin fiilini kötü ve çirkin olarak yarattı-
Mâturîdî emir ve tekvin ilişkisi konusunda şu açıkla- ğını, fakat zulmü murad etmediğini beyan etmiştir.
malarda bulunur: Cenâb-ı Hakk’ın Bir şey yaratmak
47
Buna ilaveten, Biz yeri ve göğü ve ikisi arasındakileri
istediği zaman O’nun vereceği emir ‘ol!’ demekten iba- boş yere (bâtıl olarak) yaratmadık48âyetini zikreder.
rettir, o şey oluverir41 emri, geri dönüşü olmayan bir Çünkü Allah’ın olacağını bildiği bir şeyin olmasını
emirdir. Bütün mahlûkata ait fiiler bu çerçevede ger- dilemesi adl çerçevesine girmektedir. O, kişiyi işle-
çekleşmektedir. İkincisi “emrullah” terkibiyle emir mediği bir fiilden dolayı cezalandırmayı değil, ger-
kavramının hakikat anlamı karşılanmaktadır. Yani çekleştirmesi söz konusu olan fiilinin cezasını mu-
emir faktörünün oluşmasını sağlayan konumun dı- rad etmektedir.49
şına çıkılmamaktadır. Fiili işlemekle muhtar olan her Özetle Mâturîdî’ye göre, irade kavramının içerdiği
varlık irade ile nitelendirilmiştir. Öyle ise Allah’ın manâların birden fazla olması ve bunlar arasında
“me’mur” olması muhaldir.42 ait olduğu mananın tespit edilmesinde ittifakın ol-
Mâturîdî’ye göre, ilahî iradenin şerre şamil olmaması, maması meseleyi zorlaştırmaktadır. İrade; fiille bir-
O’nun iradesiz ve kudretsiz oluşunu gösterir. Mesela likte olur, Mu’tezile’ye göre ise fiilden hemen öncedir.
Allah kâfirleri Müslüman olmaya zorlasa, onlar bu Gerçek manadaki iradenin dışında kalan, mevcudi-
icbara rağmen Müslüman olmayacaklardır. Bu da yeti halinde fiilin bazen oluştuğu bazen de oluşma-
Allah’ın bu hususa güç yetiremediğini gösterir ki bu dığı irade ise bilinen manasıyla temennî konumun-
Allah için muhal bir durumdur.43 dadır. Yani ilâhî irade fiille birlikte ortaya çıkar ve fiil
O’nun iradesine uygun şekilde gerçekleşir.50
Mâturîdî’ye göre, Allah Teâlâ fiillerinde irade ve
meşîetle vasıflanmasına karşın, rıza ve muhabbetle Ecel
vasıflanamaz. Çünkü muhabbet ve gazap kulların fiili Mâturîdî’nin ecel konusundaki görüşleri Mu’tezile
sebebiyle gereklilik kazanan iki kavramdır. Buna mu- eleştirisi, başka bir ifade ile Ka‘bî’nin görüşlerinin
kabil meşîet öyle değildir, çünkü kulların fiillerinde tenkit edilmesi üzerinden şekillenmiş ve tartışma
rızâ ve temennî dışında meşîeti gerektirecek bir manâ Allah’ın ilminin değişip değişmeyeceği sorunu üze-
yoktur. Duyular âleminde bazen insan rızâ gösterme- rinde düğümlenmiştir.
diği bir fiili işleyebilir. Mu’tezile’ye göre irade faktörü
Mu’tezile’nin anlayışına göre Allah Teâlâ kişinin ömrü
fiilden öncedir. Mâturîdî’ye göre ise irade fiille bera-
için nihaî bir süre belirler. Onu bu sürenin bitimine
berdir. Fiilden sonra bulunmasının bir anlamı yok-
kadar yaşatmak Allah’ın fiilidir ve O bu fiili icra et-
tur. Rızâ, gazap, muhabbet ve benzeri kavramlar ise
meyi diler. Fakat başka bir kul bu sürenin bitmesine
yaygın kanaate göre fiilden sonra oluşurlar.44
katil gibi gerekçelerle engel olabilir. Bu sorun nasıl
Allah’ın iradesinin şer fiilleri de kapsadığı anlamında aşılacaktır? Ka‘bî bu soruyu “bu adamı ya başkası
Mâturîdî, Mu’tezile’nin bazı görüşlerini de reddet- öldürür ya da kendi eceli gelirdi” şeklinde cevaplan-
mektedir. Mu’tezilîlerden bazıları şu âyeti ileri sür- dırmıştır. Bu görüşüne delil olarak da Canlıya ömür
müşlerdir: Putperestler diyecekler ki ‘Allah dileseydi verilmesi de ömründen azaltılması da bir kitapta ka-
kendisine ortak koşmazdık.’ Mâturîdî, birinci ola- yıtlıdır51 mealindeki âyetle ve Sıla-i Rahim ömrü uza-
rak bu âyette geçen “Allah dileseydi” sözü ile “ilâhî tır52mealindeki hadisle açıklamıştır.53
emir” kast edilebileceğini belirtir. İkinci olarak erte-
Mâturîdî ecelle ilgili sorulara kaynaklık eden tarih de-
leme anlamına geleceğini belirtir. Üçüncü olarak da
ğişimi türünden problemlerin hepsinin Allah’ın ilmi
müşriklerin bu sözü müminlerle alay etmek için söy-
içinde yer aldığını bildirir. Yani kişinin sıla-i rahim
lemiş olacaklarını belirtir ve her bir ihtimal için ör-
yapıp yapmayacağını Allah bilmiştir. Kulun davra-
nekler verir.45 Yani Allah’ın iradesi, razı olmamakla
nışları Allah’ın ilmi dairesi içindedir. Canlıya ömür
beraber, şer fiilleri de kapsamaktadır.
verilmesi de ömründen azaltılması da bir kitapta ka-
Adalet-Zulüm İlişkisi yıtlıdır54mealindeki âyetle kast edilen süre de Allah’ın
Allah insanlar için zulmü değil adli murad etmiş- ilmi dairesi içindedir. Ayrıca bu âyette ele alınan süre,
tir. Mu’tezile’den olan Ka‘bî Allah kullarına zulme- ömürden geçen süreyi açıklamaktadır. Özetle Allah
decek değildir46âyeti ile istidlâl etmiştir. Mâturîdî ise, bir kimseye ömür tayin etmişse, daha sonra fikrini
kim birinin düşmanlığını isterse, ötekinin de buna değiştirip de (bedâ) onu uzatması veya kısaltması söz

423
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

konusu değildir.55Allah Teâlâ şöyle buyurmuştu: Ecel- yapacağına hükmetmiştir, artık filan zamanda filan
leri geldiği zaman artık ne bir saat geri kalırlar ne de kişiden o iş sadır olur.
ileri giderler.56Kulun bir tek eceli vardır ve bu değişmez. Üçüncü anlamı “bildirdi, haber verdi” demektir. (
Rızık ) Biz İsrailoğulları’na …
Mâturîdî rızık konusundaki görüşlerini genelde Mu’te- bildirdik. Mâturîdî’ye göre kavramın bu anlamda
64

Allah’a izafe edilmesi mümkündür. Bu durumda ke-


zile’yi özelde de Ka‘bî’yi eleştirme üzerinden geliştir-
lime, Allah’ın bildiğini haber vermesi anlamına gel-
miştir. Tartışılan konu rızkı kimin verdiği sorusudur.
mektedir.65
Bu konudaki görüşünü Yeryüzünde yürüyen hiçbir
canlı yoktur ki rızkını vermek Allah’a ait olmasın57â- Dördünce anlamı “emretti” demektir.
yeti üzerinden şekillendirmektedir. Rızık Allah’ın ( ) Rabbin sadece kendisine
temlik etmesi veya yerdirmesi ile elde edilen bir du- kulluk etmenizi emretti66 veya
rumdur. Kudret kulun elinde değil, Allah’ın elindedir. (
Kudret kavramını açıklarken Mâturîdî, sebeplerin, )
yani kul tarafından zayi edilmediği takdirde mut- Allah ve Resulu bir işi emrettiği zaman inanmış bir
laka kudrete gelip eşlik edecek hallerin kast edilmesi erkek ve kadına kendi isteklerine göre seçim yapma
gerektiğini belirtmiştir.58 Özetle Mâturîdî’ye göre rı- hakkı yoktur67 âyetlerinde bu anlamlarda kullanıl-
zık meselesi Allah’ın kudreti ile ilgilidir ve rızık ver- maktadır. Bu durumdaki anlamlar sadece iyilikler
meye kadir olan Allah’tır. anlamında Allah’a nispet edilebilir.68
Kazâ Beşinci anlamı “yapıp bitirdi” demektir.
Mâturîdî’ye göre kazâ, kader ve irade konularının ( ) Musa, süreyi bitirdiği zaman…69
hepsi, kullara ait fiillerin Allah tarafından yaratıl- âyetinde olduğu gibi. Ne var ki bu anlamda kazâ Al-
ması ile ilgilidir. Fiilin yaratılmışlığının kanıtlan- lah’a nispet edilemez. Çünkü Allah bir işle meşgul
ması, kazâ ve kaderin de yaratılmışlığının kanıtlan- olmuş ve onu bitirmiş gibi bir anlam çıkmaktadır.
ması anlamına gelmektedir. Çünkü fiillerin yaratılmış Sadece bu yarattığı bir şeyin oluşum sürecini sona
olması, onların vuku bulmasına ilahi hükmün (kazâ) erdirmek anlamında, lügavî bir mecaz çerçevesinde
taalluk etmesini, ayrıca hüsün ve kubuh vasıflarıyla mümkündür.70
birlikte planlanmasını (kader) ispat etmektedir. Buna Özetle Mâturîdî’ye göre kazâ kavramı en belirgin
ilave olarak bu yaratılmış olan şeylerin Allah tarafın- şekliyle, Allah’ın yaratması, hükmetmesi veya em-
dan dilenmiş olması da gerekmektedir.59 retmesi anlamına gelmektedir.
Mâturîdî kazâ hakkındaki sistematiğini bu kelimeye Kader
verilen anlam üzerinden kurar. Ona göre kazâ söz-
Kader kavramı Kur’ân-ı Kerîm’de iki anlamda kul-
lükte: “bir şeye hükmedip karar vermek, layık olduğu
lanılmaktadır: Birincisi, bir şeyin oluşumu açısından
sonucu belirlemek ve hakkında nihaî olarak söylene-
sahip olduğu konum ve değer (kadar) hükmüdür.
bilecek son sözü söylemek” anlamına gelmektedir.60
Buna göre kader, bir şeyi, hayır- şer, hüsün-kubuh
Bu çerçevede kazânın birinci anlamı yaratmaktır. ve hikmet-sefeh bakımından taşıdığı mahiyet üzere
Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’de ( ) yaratmaktır. Bu anlamda hikmet kavramının “her
Böylece onları yedi gök olarak yarattı buyurmakta-
61
şeyi kendi mahiyetine uygun bir şekilde oluştur-
dır. Buna göre Allah Teâlâ fiilleri yaratmış ve onlara ması ve her şeyde ona uygun olana isabet etmesi”
hükmünü geçirmiştir. anlamı da vardır. Şu âyet-i kerîme bu anlamdadır:
İkinci anlamı hükmetmektir. Şu âyet de bu an- ( ) Biz her şeyi kendisinin sahip ol-
lamdadır: ( ) Öyle ise yapacağını duğu özelliğe göre yarattık.71 Bu çerçeveyi “şeyi kendi
yap! Yani “hükmet”. Bundan dolayı hakimlere
62 mahiyeti üzerine yaratmak” şeklinde hülasa etmek
kadı denilmiştir. Bu anlama gelen şu âyette vardır: mümkündür.
( ) O bir işe hükmedince İkincisi, her şeyin oluşacağı zaman ve mekânını,
sadece ‘ol!’ der, oluverir. Allah filan zamanda filan işi
63
hak veya batıl oluş vasfını, doğuracağı mükâfat ve

424
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

cezayı belirlemektir. Bu anlam Cibril Hadisi diye bi- seçiminden ibaret olup ondan önce bulunur” de-
linen metindeki hayır da şer de Allah’tandır şeklin- meleri sebebiyle de cebriyyeye benzemektedirler.
deki ifadede mevcuttur. Aynı şekilde kulların kendi Cebir düşüncesine sahip olanlar Allah’a hüküm-
fiillerini zaman ve mekân faktörleri açısından takdir ranlık ve azamet sağlamak endişesiyle cebir dü-
etmeleri mümkün olmadığı gibi onların bilgileri ko- şüncesine sarılırken, mu’tezile benzer anlayışları
nunun detaylarına da nüfuz edemez. Bu açıdan kul- sebebiyle Allah’ı cebir altına almışlardır ki bu ba-
lara ait fiillerin Allah’tan değil de kendilerinden sa- kış açısı da yanlıştır.77
dır olması ihtimali de yoktur. Bu anlamı ifade etmek Sonuç
üzere şu âyet-i kerime bulunmaktadır: ( )
Sonuç olarak Mâturîdî sisteminde her şey Allah’ın
Bunlar arasında seyretmeyi konaklara ayırdık (takdir
hikmeti üzerine yaratılmıştır. İnsan karakterin bo-
ettik).72 Aynı şekilde âyet-i kerime bulunmaktadır: (
zukluğu sonucu ortaya çıkan bir eylem olan ve ken-
) Lût’un karısı müstesnâ,
disine “yalan” denilen şey, hikmet ve sefeh ilkesini
biz onun geride kalanlardan olmasını takdir ettik.73
anlamaya engeldir. Kullar fiillerinde mükelleftirler.
Kısaca Mâturîdî’ye göre kaderin anlamını, bir şeyi Tekliflerine bilgi yoluyla ulaşırlar. Kula düşen ilâhî
kendi mahiyeti üzerine yaratmaktır. Hz. Peygamber’e emre itaat etmektir. Fiillerin ortaya çıkışında, kesb
izafe edilen kaderin hayrı da şerri de Allah’tandır riva- kula, yaratma Allah’a aittir. Kula nispet edilen ey-
yetinde yer alan kader bu çerçevede ele alınmalıdır.74 lem, Allah’ın fiili değil, mefulüdür. İstitaat ve eylem
Kader konusunda Mâturîdî’nin eleştirdiği düşünceler- aynı zamanda gerçekleşir. Allah kula gücünün yet-
den birisi de cebir anlayışıdır. Realitede kulun elinde meyeceği şeyi yüklemez. Allah’ın ilmi değişmez, bu
fiilin gerçekleşmesi ve ondan sorumlu tutulmasının sebeple kulların eceli de değişmez. Rızık konusunda
cebir telakkisince Allah’ı yalancı duruma düşürmüş kudret kulun değil Allah’ın elindedir.
olmasına rağmen, cebir düşüncesine sahip olanlar ey- İrade konusunda, varlığı halinde, fiilin mutlak ger-
lemin gerçekleşmesi için zarurî olan kudreti ve bütün çekleşeceği bir irade ile Allah irade sahibidir. İrade
fiilleri Allah’a izafe etmiş ve gerçek anlamıyla kula konusunda sebep-sonuç ilişkisi yoktur, çünkü bu
herhangi bir fiil hakkı tanımamışlardır.75 Allah’a bir sınırlama getirebilir. Böyle bir durum
Mâturîdî’ye göre cebir anlayışı çerçevesinde Allah’ın ise Allah’a yakışmaz. İrade “egemenlik ve yaratma”
kullara soracak bir sorusu veya kulların Allah’tan ceza demektir. Kullar buna dâhil olamazlar. Onların
veya mükâfat anlamında bir beklentisinin olmaması iradesi, iradenin çeşitli anlamlara sahip olması se-
gerekmektedir. Öte yandan cebir anlayışına göre in- bebiyle, başka bir kategoride incelenir ve irade fi-
sanların gerçek manada elem ve haz duymamaları ille beraberdir. Tekvin konusunda da Allah memur
ve bunların Allah’a ait olması icap etmektedir. Oysa olarak vasıflandırılamaz. Allah fiillerinde irade ve
Allah böyle şeylerden münezzeh ve berîdir. Hatta ce- meşîetle vasıflanabilir ancak rıza ve muhabbetle va-
bir anlayışına göre peygamberlerin ve ilahî kitapla- sıflanamaz. İlim ve irade açısından, Allah, insan-
rın da bir anlamı kalmamaktadır. Çünkü sonuçta lar hakkında bilahare vuku bulanı murat etmekte-
bütün bular emir, nehiy, va’d ve vaîd yoluyla Allah’a dir. Yani öncelik insanın iradesindedir. “İnşallah”
râcî olan konulardır. Dahası mahlûkatı yaratmanın demenin veya dua etmenin hedefi, Allah’ın irade-
da bir anlamı kalmaz, çünkü imtihanın bir anlamı sine ulaşmak içindir. Bu sebeple hayrı da şerri de
olmamaktadır. Cebriyenin bu telakkisi Mu’tezile’nin, yaratan Allah’tır.
“Allah ezelde âlim ve kâdir olmayıp bilâhare bu sıfatı Allah zulmü kötü ve çirkin olarak yaratmıştır an-
kazanmıştır” sözüne benzemektedir. Allah ise böy- cak murat etmemiştir. Fiillerin yaratılmışlığının is-
lesi eksikliklerden münezzehtir.76 patı, kazânın da yaratılmışlığının ispatı anlamına
Mâturîdî’ye göre Mu’tezile ise (eşyadaki) fiili kud- gelmektedir. Özetle kader bir şeyi mahiyeti üzerine
retin bulunmadığı bir zaman diliminde gerçekle- yaratmak demektir. Kul Allah’tan bigâne bir şey ya-
şen durum olarak anladıklarından cebir düşün- pamaz ancak kulun fiillerinde cebir de yoktur. Çünkü
cesine daha yakındırlar. Aynı şekilde “irade fiilin cebir durumunda ilahî teklifin bir anlamı kalmaz.

425
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Dipnotlar
1 Ebû Mansûr el-Mâtürîdî, Kitâbu’t-tevhîd, hz. Bekir Topaloğlu, Muhammed Aruçi, İSAM Yayınları, Ankara 2005, s. 345.
2 el-Mâtürîdî, Tevhîd, s. 346-347.
3 el-Mâtürîdî, Tevhîd, s. 347.
4 el-Mâtürîdî, Tevhîd, s. 348-350.
5 Enbiyâ, 21/23.
6 el-Mâtürîdî, Tevhîd, s. 351 vd.
7 el-Mâtürîdî, Tevhîd, s. 354-355.
8 el-Mâtürîdî, Tevhîd, s. 357.
9 el-Mâtürîdî, Tevhîd, s. 364.
10 el-Mâtürîdî, Tevhîd, s. 378.
11 el-Mâtürîdî, Tevhîd, s. 364.
12 Mülk, 67/13-14..
13 el-Mâtürîdî, Tevhîd, s. 407.
14 el-Mâtürîdî, Tevhîd, s. 409.
15 el-Mâtürîdî, Tevhîd, s. 418.
16 el-Mâtürîdî, Tevhîd, s. 425.
17 Bakara, 2/286.
18 el-Mâtürîdî, Tevhîd, s. 458.
19 el-Mâtürîdî, Tevhîd, s. 458-459.
20 Enâm, 6/125.
21 Enâm, 6/39.
22 el-Mâtürîdî, Tevhîd, s. 458-459.
23 Secde, 32/13.
24 Mâide, 5/48.
25 Enâm, 6/149.
26 el-Mâtürîdî, Tevhîd, s. 459.
27 el-Mâtürîdî, Tevhîd, s. 459.
28 el-Mâtürîdî, Tevhîd, s. 460.
29 Secde, 32/13.
30 el-Mâtürîdî, Tevhîd, s. 461.
31 İsra 17/16.
32 el-Mâtürîdî, Tevhîd, s. 462.
33 Hud, 11/34.
34 Yunus, 10/88.
35 Âl-i İmran, 3/178.
36 Tevbe, 9/85.
37 el-Mâtürîdî, Tevhîd, s. 463-464.
38 İnsan, 76/30.
39 el-Mâtürîdî, Tevhîd, s. 464-465.
40 el-Mâtürîdî, Tevhîd, s. 468.
41 Yasin, 36/82.
42 el-Mâtürîdî, Tevhîd, s. 470.
43 el-Mâtürîdî, Tevhîd, s. 472.
44 el-Mâtürîdî, Tevhîd, s. 473.
45 el-Mâtürîdî, Tevhîd, s. 480.
46 Mü’min, 40/31.
47 el-Mâtürîdî, Tevhîd, s. 484.
48 Sad, 38/27.
49 el-Mâtürîdî, Tevhîd, s. 474 vd.
50 el-Mâtürîdî, Tevhîd, s. 486.
51 Fâtır, 35/11.
52 Beyhakî, Ebû Bekr Ahmed b. El-Hüseyn (ö. 458/1066), Şuabu’l-İmân, thk. M. es-Saîd Besyûnî Zağlûl, Dâru’l-Kütübü’l-Il-
miyye, Beyrut 1410/1990, 244-245, el-Aclûnî, İsmail b. Muhammed (ö. 1162/1749) Keşfü’l-Hafâ ve Müzîltü’l-İlbâs ammâ
İştehera mine’l-Ehâdîs alâ Elsineti’n-Nâs, Beyrut 1408/1988, II, 22.
53 el-Mâtürîdî, Tevhîd, s. 449-450.
54 Fâtır, 35/11.
55 el-Mâtürîdî, Tevhîd, s. 451-452.

426
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

56 Yunus, 10/49.
57 Hûd, 11/6.
58 el-Mâtürîdî, Tevhîd, s. 455.
59 el-Mâtürîdî, Tevhîd, s. 486.
60 el-Mâtürîdî, Tevhîd, s. 487.
61 Fussilet, 41/12.
62 Tâhâ, 20/72.
63 Âl-i İmran, 3/47.
64 İsrâ. 17/4.
65 el-Mâtürîdî, Tevhîd, s. 487.
66 İsrâ. 17/23.
67 Ahzâb, 33/36.
68 el-Mâtürîdî, Tevhîd, s. 487.
69 Kasas, 28/29.
70 el-Mâtürîdî, Tevhîd, s. 488.
71 Kamer, 54/49.
72 Sebe, 34/18.
73 Hicr, 15/60.
74 el-Mâtürîdî, Tevhîd, s. 503.
75 el-Mâtürîdî, Tevhîd, s. 511.
76 el-Mâtürîdî, Tevhîd, s. 511
77 el-Mâtürîdî, Tevhîd, s. 511 vd.

Kaynaklar
Beyhakî, Ebû Bekr Ahmed b. El-Hüseyn (ö. 458/1066), Şuabu’l-İmân, thk. M. es-Saîd Besyûnî Zağlûl, Dâru’l-Kütübü’l-Ilmiy-
ye, Beyrut 1410/1990.
Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed el-Mâturîdî (ö. 333/944), Kitâbu’t-Tevhîd, hz. Bekir Topaloğlu, Muhammed Aruçi,
İSAM Yayınları, Ankara 2005; Kitâbu’t-Tevhîd Tercümesi, trc. Bekir Topaloğlu, İSAM Yayınları, Ankara 2002.
_____, Te’vîlâtu’l-Kur’ân, thk. Fatıma Yusuf el-Haymî, Müessesetü’r-Risâle, Beyrut 2004.
el-Aclûnî, İsmail b. Muhammed (ö. 1162/1749) Keşfü’l-Hafâ ve Müzîltü’l-İlbâs ammâ İştehera mine’l-Ehâdîs alâ Elsineti’n-Nâs,
Beyrut 1408/1988.

427
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Doç. Dr. Kımbat KARATIŞKENOVA


Uluslararası Hoca Ahmet Yesevi Kazak-Türk Üniversitesi Öğretim Üye-
lerinden olup Kımbat Karatışkenova, İmâm Mâturîdî sempozyumuna
Aquinah Thomas ve İmam Mâturîdî Düşüncelerinde Kader ve İrade
meselesi tebliğiyle katılmıştır.

Aquinalı Thomas ve İmam-ı


Mâturîdî Düşüncelerinde
Kader ve İrade Meselesi
Aquino’lu Thomas kendi düşüncesinde felsefe ve teo-
loji alanlarını birbirinden ayırmaktadır. Birincisi akıl
gerçeğini ortaya koysa, ikincisi vahiy gerçeğini ileri
sürmektedir. Aquino’lu Thomas’a göre Aristo görüşle-
rinde gerçeklik merhaleleri sadece bilgelik bireyselliği
ve Allah hakkında yüksek bilgiye sahip olma özelli-
ğiyle nitelendirilmektedir. Bu düşünce vahiye dayan-
maktadır. Aquino’lu Thomas bilgeliğin birbirine bağlı
üç türünü belirterek, bunların herbirinde gerçek nu-
runun bulunduğunu söylemektedir:
- İyilik bilgeliği
- İlahi gerçeklik akılı kullanan inanç bilgeliği
- Metafizik bilgelik varlığın mahiyetini tanıyan akıldır.
Bu bağlamda Aquino’lu Thomas teolojinin iki türünü
ortaya koymaktadır: birincisi vahiy gerçeğine daya-
nan ilahi bir teoloji, ikincisi ise sadece akıl nuruna
dayanan rasyonel bir teolojidir (gerçeği insan aklıyla
tanıma yolu). Aquino’lu Thomas bilim ve inanç ger-
çeği birbirine aykırı düşmez diyerek, bunların arasında

429
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

bir uyumluluğun olduğunu kaydetti. Bilgelik, Tan- çünkü nedensiz sonuç olamaz. Biz ‘şekil bedende’ ve
rıyı tanıma gayretidir, bilim ise bu gayreti destekle- ‘insan evde’ dediğimizde başka anlamda düşünüyo-
yici bir araçtır. İradenin özgür (serbest) olması insanı ruz.»2 Yani, tüm yaradılışın kaderini yaratan Allahın
kendi davranışlarından sorumlu tutar. İrade özgür- hakikat sahibi olduğunu söyleyen Aquino’lu Thomas
lüğünün kökenini akıl oluşturmaktadır. İnsanı hay- yaratılanların eksikli olduğundan hakikati öğrenemi-
vanlardan ayıran en önemli özelliği, aklı ve bilgisi- yeceğini destekliyor. İnsan serbest görünüyor, ama
dir. Bunun ışığında insan serbest ve mantıklı tercih kendisine ölçünen kaderden aşamaz. «Kafirlere Karşı»
yapma kabiliyetine sahiptir. Akıl ve özgür irade in- adlı eserinde Sain Thomas şunu belirtmektedir: «Ya-
sani eylemlerin yapılmasına bir temel oluşturur. İn- ratılış hadis olduktan sonra harekete geçer. Yani, ha-
san, akıl ile irade arasındaki uyumluluktan akıla reket sahibinin gerçek seviyesine bağlıdır. Hareket so-
büyük önem verir. Çünkü irade akıla tabiidir. Ama, nucunun gerçek seviyesi hareket sahibi amellerinin
kimi durumlarda irade gücü öne çıkar. Ancak iyilik gerçek seviyesinden üstün gelemez. Çünkü hareket
yapmak için insana kendi gayretiyle birlikte Allah’ın yöneldiği taraftan zayıflanması mümkündür. Fakat
şefaatı lazım. Onun ışığında insanın eylem ve davra- her sebeb Allah’a dayanmaktadır. Yani her şeyde var
nışları olgunlaşır. Ancak, Allah’ın tüm dünyayı kendi olan gerçek Allah’ta da var, çünkü Allah her yerinde
yönetimi altında tutması tercih (seçim) özgürlüğünü mükemmel.»3
reddetmemektedir. Yani, en yüksek bir sebep olarak İmâm Mâturîdî kelam konusunda Allah’ın zati sıfat-
Allah ek sebeplerin kendiliğinden ortaya çıkmasını larının (ilim, kudret vb.) gerçekliği ve ebediliği, Kuran
inkar etmemektedir. Bu çerçevede Aquino’lu Tho- içeriğinin ebediliği ve zaman içinde yaratıldığı, takva
mas’ın gerçek özgürlüğü (özgür irade) dışlayan de- sahiplerinin hiç vasıtasız Allah’ı görebildiği ve insan
terminizm (nedensellik) kurtulmadığı görülmekte- davranışlarının Allah tarafından yaratıldığı ile ilgili
dir. Fakat, insan özgürlüğünün nedensiz olmaması anlayışları Eş’ari inancı ışığında ele almıştır. Ancak
için gerekli fırsatlar araştırmıştır. Eş’arilik ve Mâturîdîlik arasındaki görüş farklılıkları,
Aquino’lu Thomas «Kafirlere Karşı» (Summa Contra İmâm Mâturîdî ve tabileri sadece Allah’ın zati sıfat-
Gentiles) adlı eserinde Allah’ın ebedi ve değişmez güç larını değil, aynı zamanda insanın serbest ve man-
olduğuna çok büyük önem verir: «Doğum varolmaya tıklı tercih yapma kabiliyetini (hak ve yetki) ortaya
götürür, ölmek yokolmaya götürür. Şekil (form) do- koydu. Cebrail’in (a.s.) Peygamber Efendimize “İman
ğuma son verecek, ayırma ölüme son verecek. Ama nedir?” diye sorduğu sorusuna Hazreti Resulullah iyi-
bu durum şeklin evreni, ölümün ayırım oluşturma- lik ve kötülüğün Allah’tan olduğuna inanmaktır ce-
sında yer alır. Eğer herhangi bir şekil varoluşun oluş- vabını vermiştir. Fakat insanda irade özgürlüğünün
masına esas olamazsa eşyanın böyle bir şekıllde olma- olduğunu reddetmemektedir. İnsanın eylem ve dav-
sın doğum diyemeyiz. Yani, eğer Allah tüm eşyaların ranışlarını, Allah’ın her insan için belirlediği bir ka-
formal varoluşu olsa, doğum devirlerinin sonu ola- der olarak değerlendirmektedir.
caktı. Ancak Allah ebedidir. Ve bu durumda eşya- «Şüphesiz biz her şeyi bir mahiyete göre yaratmışız-
nın varoluşu zamana bağlı kalırdı, yani doğum da dır»4 ayetindeki mahiyeti İmam el-Mâturîdî kader
ölüm de olmazdı. Öyle olsaydı, önceki varlık yeni- olarak anlatır. Dr. M.Saim Yeprem «İrade Hürriyeti
den esasa alınacaktı. Bu eşya önceden var veya yok ve İmâm Mâturîdî» adlı eserinde şöyle der: «İmam
demektir. Eğer o eşya önceden varsa onun tekrar or- el-Mâturîdîye göre ‘kader’i iki kısımda mütalaa et-
taya çıkması mümkün olmaz. Çünkü yeniden varo- mek gereklidir: a) «Bir şeyin mahiyeti» demektir ki
lan şey yeni olur. Bu yüzden bu doğum olmaz, deği- bu mahiyet, hayır, şer, hüsün-kubuh, hikmet-sefeh
şim olur. Eğer eşya önceden yok olursa, o yoktan var olabilir. İşte, Cenab-ı Hakkın eşya ve fiillere bu ma-
olması gerekir. Bu doğum kavramına aykırı gelir. Bu hiyeti kazandırmasına ‘kader’ adı verilir. b) Mey-
konuda İncil’de şöyle denilmiştir de onaylıyor: «Al- dana gelecek şeylerin zaman ve mekanını hak veya
lah her şeyin yaratıcısıdır.»1 batıl olduğunu sevab veya ıkab mevzuu olduğunu
Görülüyor ki Aquino’lu Thomas Allahı her hareke-
​​ beyan etmektir.»5
tin nedeni olduğunu ve tüm eşyanın kaderinin ya- Zaman bakımından ezeli olan ilmin yine zaman
ratıcısı olduğunu ileri sürmektedir: «Biz Allahı her içinde hadis olan fiile nasıl taalluk edeceği, diğer bir
şeyin içinde mevcut diyoruz. Ama Allah o şeye ait, ifade ile kulun fiilinin ilahi ilmin illeti, ilm-i eze-
onun içinde değil, şu şeyin sebebi olarak düşünülmeli, liyi de malul yapmanın nasıl izah edilebileceği açık

430
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

kalmaktadır. Dr. M. Saim Yeprem eserinde şu hu- 1. Dünyevi görünüm. Bu kapsamda herhangi bir ha-
susu böyle anlatıyor: «Bu noktanın tahliline geçme- reketi insanın kendisi yaptığı açıktır. Kimse bir şey
den önce kaza-kader ile kulun hidayet ve dalaleti me- yapmaya zorunlu olduğunu iddia edemez. Iyi ya da
selesi ve kulun sorumluluğu konusunda İmamımızın kötü davranışla bulunsa da o kendi sorumluluğuna
ne düşündüğünü görmemiz gerekmektedir. İmamı- aıttır. Ve şimdi bu adam işlerinde serbest ve yaptığı
mıza göre iki çeşit hidayet vardır: a) doğruyu bul- işleri için sorunlu olması mantıklıdır.
mak doğrunun içinde olmak manasına hidayettir ki 2. İlahi görünüm. Bu alan metafizik bir anlayış alanı
bu sadece peygamberlere ve müminlere mahsustur olup insan zihnine aykırı gelir. Evrende Cenab-ı Hak-
‘Ki hepsini dünyalara üstün kıldık, doğru yola eriş- kın katılımı olmadan hiçbir şey olamaz. Onun ira-
tirdik’6 ayetinde zikri geçen hidayet bu nevi hidayet- desi her şeyi kapsar.
tir; b) doğruyu görüp bilmek manasına hidayettir ki Aquino’lu Thomas ile İmâm el-Mâturîdî Allah’ın
bu manalaki hidayette müslüman olan ile müslüman irade konusuna büyük önem vermişlerdir. Aquino’lu
olmayan müşterek durumdadır.»7 Thomas insanın davraniş ve iradesine yeterli bir dü-
Görüldüğü gibi, bu sorunu insan çözemez ve sorun zeyde önem vermemektedir. İmâm el-Mâturîdî olsa
iki bakımdan anlatılabilir: insanin aklına öncelik vermektedir.

Dipnotlar
1 Alemdik Filosofıalık Mura. 5-tom. Ortagasırlık Dini Filosofıa. -Almatı: Jazuşı, 2005, s.560, 246, 247.
2 A.g.e., s. 248.
3 A.g.e., s. 251.
4 Kuran-ı Kerim, el-Kamer, s.49.
5 Dr.M.Saim Yeprem, İrade Hürriyeti ve İmâm Mâturîdî, M.Ü.İlahiyat Fak., İstanbul, 1984, s.315.
6 El-Enam (6) 86.
7 A.g.e., s.320.

431
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Doç. Dr. Hilmi DEMİR


1969 yılında Tokat Niksar’da doğdu. İlk ve Ortaokul ve Lise Eğitimini
Reşadiye’de tamamladı. 1993 yılında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fa-
kültesinden mezun oldu. 1994 tarihinde Gazi Üniversitesi Çorum İlahi-
yat Fakültesine araştırma görevlisi olarak atandı. 1996’yılında Ankara
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kelam Anabilim Dalında Yük-
sek Lisansını, 2001 yılında doktorasını tamamladı. 2002 tarihinde Gazi
Üniversitesi Çorum İlahiyat Fakültesi Kelam Anabilim Dalına Yardım
doçent kadrosuna atandı. 2002-2003 tarihleri arasında Kırgızistan OŞ
Devlet Üniversitesinde görev yaptı. 2003-2004 tarihlerinde Gazi Üniversi-
tesi Çorum İlahiyat Fakültesinde dekan yardımcılığı görevinde bulundu.
2009 Tarihinde Doçent, 2014 tarihinde Profesör kadrosuna atandı. Halen
Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Kelam Anabilim Dalı öğretim üyeliği
yapmaktadır. Türkiye Günlüğü, Türk Yurdu, 2023gibi Ulusal dergilerde
yayımlanmış makaleleri ve “Delil ve İstidlalin Mantıki Yapısı İlk Dönem
Sünni Kelam Örneği”, “ Mit Kozmoz ve Akıl”,”Mit Kozmos ve Akıl: Zer-
düştlük Maniheizm Hıristiyan Gnostikler veİslam” adlı yayımlanmış ki-
tapları bulunmaktadır. rtadoğu’da Mezhepler, Gnostik inançlar, Selefi-
lik, İslami Hareketler konusunda çalışmaktadır.

Mâverâünnehir’in
Dini-Politiği ve Mâturîdî’nin Yeri:
Maniheizm ve Gnostikler
Mâverâünnehir’in Dini-Politiği
Mâverâünnehir, Arapça lügat manası itibariyle “neh-
rin öte tarafında bulunan yer” anlamına gelir. Burada
kastedilen nehir, Ceyhun (Amu-Derya, Oxus) nehri-
dir. İslam coğrafyacılar, Müslüman Arapların ilk İs-
lami fetihler sırasında bu nehrin ötesinde -yani kuze-
yinde- fethettikleri bölgelere bu ismi vermişlerdir.1 Bu
bölge İran’dan Çin’den ve Hindistan’dan gelen tica-
ret yollarının ve tarihte bilinen ismiyle İpek yolunun
birleşim noktasında yer aldığı için, pek çok kültür
ve medeniyetin boy gösterdiği bir mekan olmuştur.
Ticari açıdan olduğu kadar dini ve kültürel açıdan
da Mâverâünnehir’in merkezi bir konuma sahip ol-
duğu görülür Hindistan ve İran dinleri olan Budizm,
Zerdüştlük ve Maniheizm dinleri bu bölgede oldukça
geniş taraftar bulabilmiştir. Bunlardan özellikle Zer-
düştlüğün İran, Irak ve iç Asya’ya kadar yayıldığını bi-
liyoruz. İslam’ın İran, Irak ve Asya’nın içlerine doğru
yayılışı ile birlikte Müslümanlar birçok farklı inanç

433
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

ve kültür ile karşı karşıya geldiler. Geniş bir coğraf- yolu Sasaniler devrinde tüccar İranlıların Buhara’da
yanın İslami etkiye girmesiyle birlikte Müslümanlar yerleşmesine yol açtı. Bu nedenle Mecusilik etkisini
kadim Babillilerin, Mısırlıların, İbranîlerin, Farisîle- artırarak bu bölgede en etkin din haline geldi.11 Bu-
rin ve onların değişik komşularının geleneklerinin hara, ateşgedeleriyle Zerdüşt rahiplerin toplandığı bir
mirasçısı oldular.2 yer ve kültür merkezi haline gelmişti. XI. yüzyılda
Özellikle Nîşâbur, Herat, Merv ve Belh gibi büyük Buhara’da hala Mecusilerin yaşadıkları, bir takım
şehirleri içeren geniş bir coğrafyaya sahip olan Ho- törenleri ve bayramlarını icra ettikleri de kaynaklar-
rasan’da Hıristiyanlar, Maniciler, büyük olasılıkla dan anlaşılmaktadır.12 Göktürklerin tanrılarını İran
Markinyonistler, Budistler ve Mazdek kökenli inanç- resim sanatının özelliklerini yansıtan bir tarzda tas-
larını sürdüren köylüler bulunmaktaydı.3 Zerdüştlü- vir etmelerinden hareketle, Zerdüştlüğün Orta Asya
ğün en eski mabetlerden biri olan Nevasangharam Türk kültürü ve sanatını dahi etkilemiş olduğu söy-
(Nevaviyâhara, Nevbahar), Belh’te bulunuyordu.4Yine lenebilir.13 Zira Zerdüştlük Mâverâünnehir’in önemli
Avestâ’da da adı Nevbahar-ı Belh olarak geçen Ahu- ticaret merkezleri Baykent ve Semerkant şehirlerinde
ramazda’nın emriyle Kral Yamâ (Yıma, Cem, Cem- ciddi bir üstünlük sağlamıştı. Horasan ve Mâverâün-
şit) b. Veyu Neghuvet’e tarafından yapılan Zerdüşt- nehir’i aşan Zerdüştlük Çin’e kadar ilerleyerek bazı
lüğün çok önemli tapınağı olan Nevbahar mabedi de Türk boylarının resmi dini olmuştur. İran ile özel-
Belh şehrindeydi.5 likle Soğd bölgesi ve Güney Türkistan arasında her
Horasan’ın üst kısmı ve Mâturîdî’nin yaşadığı bölge zaman kültürel alış veriş olmuştur. Zerdüştlük ön-
olan Mâverâünnehir ise aynı şekilde Budist, Zerdüşt, celikle Doğu İran (Azerbeycan) da doğmuş ve resmi
Maniheist, Deysânî, Markinyonist, Hristiyan ve Ya- din olarak burada örgütlenmiştir. Bu nedenle bu di-
hudiliğin etkisine açık bir bölge olarak yerini al- nin Mâverâünnehir bölgesinde yayılması çok zor ol-
maktaydı. İmâm Mâturîdî’nin doğduğu ve görüşle- mamıştır.14
rini yaydığı Buhara, Semerkant, Taşkent, Fergana ve Kuteybe b. Müslim’in Semerkant’ı fethi sırasında bu
Soğd bölgelerinden oluşan Mâverâünnehir bu dinin bölgede Zerdüştlüğün en etkin din olduğunu ve şe-
yayıldığı coğrafya olarak karşımıza çıkar. Özellikle hirde birçok ateşgedenin bulunduğunu, hatta IV/X.
Zerdüştlüğün Türk boylarının yaşadığı bölgelerde asırda dahi Semerkant’ta Zerdüşt dinine mensup bir
etkin bir inanç olduğu görülür. Çin kaynakları Mâ- topluluğun yaşadığı ve şehre suyu getiren kanalların
verâünnehir halkının çoğunun Budist olduğunu kay- korunması ve tamir işleriyle görevlendirildikleri, bu-
deder. Barthold, Hiuen Chang’ın seyahatnamesinde nun karşılığı olarak da cizyeden muaf tutulduklarını
Budizm’den çok fazla söz etmemesini VII. yüzyılın öğreniyoruz.15 Bunların dışında, Horasan’ın kuzey-
başlarında Buhara ve çevresinde bu dinin artık çok batısında kalan Ravend Dağı üzerinde Sasanîler dö-
fazla yaygın olmamasına bağlar. Muhtemelen Sasa- neminin en kutsal mabetlerinden biri kabul edilen
nilerin etkisiyle bu dinin yerini Mecusilik almıştır.6 Burzun-mihr Ateşgedesi yer almaktaydı. Yine, He-
Sasaniler döneminde Orta Asya bölgesinde Hint din- rat’a iki fersah mesafede Belh yolu üzerindeki bir
lerinin etkisi azalırken Zerdüştlüğün daha aktif ol- dağda hala mamur durumda olan Şurşek Ateşge-
duğu bilinmektedir.7 Sasani hükümdarı Atridu İran’ın desi bulunuyordu.16
Tus, Sicistan gibi önemli şehirlerinde olduğu gibi Bu- Bu bölgelerde Zerdüştlükle birlikte yayılan bir başka
hara’da da bir ateş evi yaptırmıştı. İslam fetihleri za- inanç da Maniheizmdir.17 Mani’nin inancını yaymak
manında Zerdüştlüğün merkezinin Buhara şehri ol- için biri Farsça yedi kitap ve yetmiş altı risale yazdığı,
ması bir rastlantı değildir.8 Bazı tarihçilere göre de Hindistan başta olmak üzere birçok ülkeye seyahat et-
zaten “Buhârâ” sözcüğü “buhar” kökünden türemiş tiği bilinmektedir.18 Maniheizm Sasaniler zamanında
olup Mecusiler arasında “öğrenim merkezi” anlamına Amuderya’yı (Oxus nehri) geçerek Soğd ülkesi Ma-
gelmektedir.9 Buhara hükümdarı Mâh’ın Mâh-ı Rûz niheizm’in propaganda merkezi haline gelmiş ve Se-
çarşısında tahtını kurduğu yerdeki ateşgedenin Ku- merkant ve Taşkent Maniheist misyonerlerin akınına
teybe b. Müslim tarafından fethedilince Cuma cami- uğramıştı.19 Böylece M.S. 762 yılında Bögü Kağan za-
sine çevrildiği kaydı da bir veri olarak hatırlanmalıdır.10 manında Uygurlar Maniheizmi resmi din olarak ka-
Buhara’da Mecusilerin özellikle Göktürkler (552-658) bul etmişlerdi.20 Uygurların Muçuk diye adlandır-
döneminde oldukça etkili olduklarını görürüz. Merv, dıkları Mani rahibi, Uygur Kağanı Bögü’ye bu dini
Buhara, Fergana ve Kaşgar’dan geçen Çin-İran ticaret kabul ettirdikten sonra Karabalgasun şehrinde bir

434
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Mani mabedi yapılmıştır. Uygur Kağanının önemli geçerek Türk Hakanlığı (İbnu’n-Nedîm’in dediği
meselelerde her zaman Mani rahiplerine danıştığı Uygur Hakanlığıdır) himayesi altında yaşamışlardı.
aktarılmaktadır.21Uygurların resmi dini olduktan İslam’ın yayılması ile birlikte bu akımlar da diğer
sonra Maniheizmin doğu bölgelerinde etkili olduğu dinler gibi hürriyet imkânı bulmuşlardı. Emeviler
ve Çin’e kadar ulaştığı görülür. dönemi iç çekişmeler ve otorite boşluğundan yarar-
Mâverâünnehir İran, Çin ve Hindistan’dan gelen yol- lanan Maniheistler kilise halinde örgütlenerek tek-
ların birleşim yeri olduğu için pek çok kültür ve me- rar İran topraklarında yayılmaya başladılar ve Irak
deniyetin kesiştiği bir yer olmuştur. Mâverâünnehir’in valisi Hâlid b. Abdullah el-Kasrî (ö. 124/741) tarafın-
merkezi konumunda olduğu için Soğd bölgesinde, dan himaye edildiler.26
Hindistan ve İran dinleri olan Budizm, Zerdüştlük Hanefiliğin ve Mâturîdîliğin yayıldığı Mâverâünne-
ve Maniheizm yayılmak için uygun bir zemin bul- hir yalnızca jeopolitiğiyle değil kültür ve bilim mer-
muştur. Sasaniler’in son devrinde İran’da vuku bu- kezi olarak tarihte her zaman bir cazibe merkezi ol-
lan dini ve ictimai mücadeleler dolayısıyla bu ülkeden mayı sürdürmüş ve önemini korumuştur. İslam’dan
Mâverâünnehir’e ve İç Asya’ya kaçan Zerdüşt, Mani önce de sonra da özellikle Gnostik akımların ticaret
ve Hıristiyan dini mensupları Mâverâünnehir’de mü- yolları üzerinden Mâverâünnehir bölgesini üst ko-
samaha ve himaye görmüşlerdir.22 numuna getirdiklerini ve böylece Asya’nın içlerine
İbnu’n-Nedîm Maniheizmin Soğd ve Mâverâünne- ve Mezopotamya üzerinden de Avrupa’ya doğru ya-
hir bölgesine girişini şöyle aktarır: Mani, Kisra Beh- yıldıklarını görüyoruz. Bu bölgenin İslamlaşmasıyla
ram I tarafından 227’de öldürülüp çarmıha gerilince, birlikte gnostik düşüncenin ve onun temsilcilerinin
bu dine girmek ve hakkında konuşmak yasaklandı. oluşan yeni dini kimliğe karşı bir direnç gösterdikleri
Kisra bununla da yetinmeyip taraftarlarını bulduğu söylenebilir. Muhtemelen bu direnci aynı zamanda
yerde katlediyordu. Kisra’nın zulmünden kaçan taraf- kültürel ve entelektüel düzeyde de örgütlenerek gös-
tarları Belh nehri’ni aşıp Türk hükümdarlarının top- teriyorlardı. Kelam âlimleri gnostik inançların bu ör-
raklarına sığınmaya başladılar.23Fuad Köprülü Soğd gütlü direncine karşı aynı biçimde fikri ve entelektüel
(şimdiki Semerkant) bölgesine gelenlerin güçlü bir düzeye bir karşı mücadele başlatmışlardır.
koloni kurup, zamanla Mezopotamya’daki ruhani Hanefilik bu karşılaşmada ilk direnci ve entelektüel
merkezden ayrılıp müstakil bir cemaat oluşturduk- karşı duruşu temsil etmektedir. İslamiyet’in giderek
larını söyler. Bunların eserleri önce Soğdçaya, VIII. yayıldığı bu bölgelerde Ebu Hanife’nin talebelerinin
yüzyıldan sonra da Soğdca’dan Uygurcaya tercüme etkileri göz ardı edilmez. Bu öğrencilerin birçoğunun
edilmiş, böylece Manicilik 759’da resmen Uygurla- Semerkant kadısı olarak atanmaları bu bölgelerde Ha-
rın dini haline gelmiştir.24 nefiliğin yayılmasında etkili olmuştur. Kerderî, Ebû
Fakat Abbasilerin iktidara gelmeleriyle birlikte Ma- Hanife’nin bu talebelerini şöyle sıralar: Ebu Mukâtil
niheizm taraftarlarının durumlarının bozulduğu Hafs b. Sehl el-Fezzârî, Nasr b. Ebî Abdilmelik el-A-
görülür. Abbasi Halifesi Muktedir zamanında (295– tekî, Şerik b. Ebî Mukâtil, Ma’ruf b. Hasan, Yûnus b.
320/908–932) sürgüne yollanırlar. Kalanlar ise giz- Sabîh ve İshak b. İbrahim el-Hanzalî.27 Bu bilgilerden
lenerek göç etmek zorunda kaldılar. Horasan tara- hareketle Hanefiliğin bu bölgelerde etkili olmasının
fına göç edenler Semerkand’da toplandılar. Böylece gnostik inançlar üzerine bir baskı oluşturduğu dü-
Semerkant Maniheizm’in yeni merkezi haline geldi. şünülebilir. Bu bağlamda Eb­û’l-Mu’în en-Nesefî’nin
Gittikçe güçlenmeye başladılar. Horasan ve Mâ- şu tespitleri oldukça önemlidir: Merv, Belh ve diğer
verâünnehir yöneticisi Samani hükümdarı bunları bütün Mâverâünnehir ve Horasan bölgesinde yaşa-
öldürmek istedi. Bunun üzerine Tokuzoğuz meliki yıp, usul ve furu’ konusunda Ebû Hanife’nin yoluna
ona bir tehdit mektubu göndererek Mani dini men- uyup, i’tizal görüşünden uzak duranlar ilk dönemler-
suplarını öldürmesi halinde kendisinin de ülkesin- den beri bu mezhebe bağlıydılar. Semerkant’ta yaşayan
deki Müslümanlara aynısını yapacağını söyledi. Bu usul ve furu’ ilmini birleştiren ve dini muhafaza eden
durumda Samânî Meliki onları serbest bırakarak, sa- âlimlerimize gelince, bunların ilimlerindeki derinlik,
dece cizye almakla yetindi.25 kelam ilmi konusundaki yetkinlikleri, dini duyarlılık-
Maniheistler, İslam öncesi Sâsânî ve Bizans hâkimi- ları ve bid’at fırkalara karşı sert tutumları vesilesiyle
yeti altında ağır takibata uğramış ve cezalandırıl- Allah bu ülkeleri tüm bid’atçıların kötülüklerinden te-
mışlardı. Bu nedenle Maniheistler İran’dan doğuya mizledi.28 Mâverâünnehir’in en önemli şehirleri olan

435
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Semerkant, Buhara ve Belh’de teşekkül eden Hanefi içerdiği anlaşılır. Şimdi Mâturîdî’nin yaşadığı coğ-
anlayış Mâverâünnehir Ekolü olarak adlandırılır. Bu rafyada güçlü bir tehdit olarak ortaya çıkan gnostik
ekollellerden ikisi Daru’l-Cüzcanîyye ve Daru’l-İyâ- akımların görüşlerinden Maniheizmi ve özellikle bu
ziyye’nin Semerkant’ta bulunmasından dolayı da Se- dinin düalist karakterini ele alarak onun bu mesele-
merkant ekolü olarak anılır.29 Bu adlandırma ekolün lerle nasıl mücadele etiğini görelim.
bölgede bir bilgi cemaati oluşturduğunun kanıtı ola- Manihaizm’in Doğuşu ve Tehdit Algısı
rak okunabilir. Sonraki dönemlerde ekolün inanç ala-
Roma İmparatorluğu’nda büyük gnostik okulların şe-
nındaki temsilcisi İmâm Mâturîdî’nin Kitabu’t-Tevhid
killenişi ikinci yüzyılda sona ererken, üçüncü asırda,
adlı eserinde Maniheizme, Deysâniyyeye, Markinyo-
Mezopotamya’da evrensel nitelik kazanmış gnostik
nizme ve Mecusiliğe geniş yer vererek onları eleştir-
bir dinin altın devri başlar. R. Haardt’ın dediği gibi
mesi bu bölgelerde mevzu bahis bilgi cemaatinin hala
misyonerlik özelliği ile evrensel bir vahiy dini, geç
etkili olduğunu ve Hanefiliğin bu inançlarla müca-
dönem antik çağ Gnostisizminin (Gnosis) son ve
dele ettiğini gösterir.30
mantıklı düzenlenmesi olan bu din Maniheizmdir.32
Sistematik ve etkili propaganda araçlarını kullanan
MS 216 yılında Babil’in kuzeydoğusunda Cûkha böl-
Gnostik akımlar kelamcılar için özellikle birçok so-
gesinde bulunan bir köyde doğan Mani33Hıristiyan
runun doğmasına neden olmuştur. Bu sorunları te-
bakış açısından Mesih Kral, Uygur ve Çin metinle-
melde şu başlıklar altında ele alabiliriz:
rine göre Işığın Buda’sı yada Her Şeyi Bilen Kral’ dır,
• Gnostik akımlar düalist bir tanrı inancını savuna- Budistlerin deyişiyle de Buda ya da Tanrı (Tengri)
rak Tanrı’nın birliğini reddetmektedirler. dır. Mani’nin öğretisinin geniş alanlara yayılmasını
• Kozmosta ontik kötülüğün varlığını savunarak alemi sağlayan bu bukalemun esneklik hikmet ile eylemi
iyi-kötünün sürekli bir savaş alanı olarak yorumla- farklı kültürlerdeki elverişli araçlarla harmanlamaya
mışlardır. imkân veren bir niteliktir. Bu nitelik kendi cemaat ve
• İnsanın düşüşünü ileri sürerek onun kendi yete- kurumlarını oluşturma ve dönüştürme kastıyla, on-
nekleri ile hidayete ulaşamayacağını bu nedenle de ların her türlü farklı kültürel ve sosyal ortamlara gir-
bir kurtarıcının geleceğine inanmaktadırlar. melerine imkân sağlamıştır.34

Kelamcılar Gnostik düşünce modellerinin ortaya çı- Manicilik hem Doğu’ya, hem de Batı’ya doğru ola-
kardığı bu sorunlara karşı sistematik olarak iki şe- ğanüstü bir hızla yayılmıştır. Kuzey Afrika, İspanya,
kilde cevap vermişlerdir: Fransa, Kuzey İtalya ve Balkanlar’da bin yıl süre ile
dağınık ve süreksiz biçimde varlığını devam ettirmiş-
• Tevhidi savunmak. tir. Asıl gelişimini doğduğu topraklar olan Mezopo-
• Kozmosta kötülüğün varlığı için makul bir açık- tamya, Babilonya ve İran’da gerçekleştirmiş, etkisini
lama yapmak. X. yüz yıldan sonlarına kadar sürdürdüğü Doğu’da
Mâturîdî’nin Kitabu’t-tevhîd’indeki konu başlıklarını Türkistan, Kuzey Hindistan, Batı Çin ve Tibet’e kadar
dikkatlice ele alırsak eserin hem yaşadığı dönem hem yaymayı başarmıştır. Hatta M. 762’de Uygur İmpa-
de bulunduğu coğrafya açısından Zerdüştlük, Mani- ratorluğu’nun devlet dini olmuştur. İmparatorluğun
heizmin ve Hıristiyan gnostiklerin etkili olduğu bir çöküşünden sonra (840), acımasız Moğol saldırısında
kültür ortamının ürünü olduğu ve yukarıdaki temel tamamen yenik düştüğü XIII. yüzyıla değin ortaya
sorunlarla ilgilendiğini açıkça görebiliriz. Yöntemsel çıkan küçük devletlerde, Budizm ve Nesturi Hıristi-
bir girişten sonra Mâturîdî’nin ele aldığı konular şu yanlığın yanında varlığını sürdürmüştür.35
şekilde sıralanır31: a. Allah’ın sıfatları, b. Kâinatın Ya- Manicilik ile Hıristiyanlık arasında uzun ve sert müca-
ratılış Hikmeti, c. Zararlı Nesnelerin Yaratılış Hik- deleler gerçekleşmiştir.36Tüm çabalara rağmen Manici-
meti, d. Kainat Hakkında Farklı Görüşler: Seneviyye lik tamamıyla yok edilememiştir. Filistinli (Emesus’lu)
ve Tabiatçılar, e. Tevhîd Yöntemi Hakkında, f. Deh- Eusebius’un (MS. 263-339), Kapadokyalı (Laodicea’li)
riyye ve Sümeniyye, g. Seneviyye’ye Ait Görüşlerin George’un (MS. 356-361), Tarsus’lu Diodorus’un (MS.
Mahiyeti. Bu sıralama dikkatle incelenir ise, a,b,c,d, d. 393?), Antakya’lı Chrysostomus’un (MS. 347-407),
ve g maddelerinin Tanrı’nın birliği, kainatın yaratı- Kıbrıslı (Salamis’li) Epiphanius’un (MS. 310-320-403)
lış hikmeti, Allah’ın adil oluşu ve kötülük sorunu ile ve Suriyeli (Bostra’li) Titus’un (MS. ö. 378) Maniciliğe
Seneviyye-düalist düşüncenin geniş bir eleştirisini karşı mücadele ettikleri bilinmektedir.37 Augustine’in

436
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

hayatının ilk yıllarında Mani dinine intisap ettiği38 ve gnostik akımlara karşı zafer yalnızca siyasal erkin
dikkate alındığında Maniheizmin Hıristiyanlık üze- bunlara yönelik baskı ve aldıkları tedbirlerle başarı-
rindeki tesiri daha iyi anlaşılmaktadır. lamazdı. Felsefi düşünceye felsefe ile karşılık vermek
Arap yarım adasında Müslümanlar bazı Yahudi ve şeklinde özetlenebilecek bir aklın ortaya çıkması ge-
Hıristiyan cemaatlerle iç içe yaşıyorlardı. İslam’ın rekiyordu. el-Mehdi’nin hükümdarlığı ile birlikte dini
İran, Irak ve Asya’nın içlerine doğru yayılışı ile bir- ve kültürel hayat büyük bir gelişim gösterdi. er-Reşid
likte Müslümanlar birçok farklı inanç ve kültür ile döneminde yeni bir kültürel düzenin oluşumunun be-
karşı karşıya geldiler. Maniheizm özelikle Soğd ve lirtisi olan kelam ateşi, Basra’dan Bağdad’a uzanarak
Mâverâünnehir bölgesinde oldukça yaygındı.39 Ay- destek gördü. Bu bilgin akılcı, gözü pek, açık, kendin-
den emin, fetihçi ve hemen hemen bütün elit tabaka
rıca Semerkant, Horasan40 ve Irak yabancı kültür-
tarafından kabul görmüş kelamî anlayışının yeniden
lerle karşılaşmanın en sıkı yaşandığı bölgeler olarak
doğuşu, bu akımların da sonu oldu.49
dikkatleri çeker. Abbâsiler döneminde ehl-i kitabın
dışındaki topluluklar üst bir tanımlamaya tabi tutu- Sonuç olarak İslam dünyasında yayılma gösteren
larak “zındıklık” diye adlandırılarak siyasi erkin bas- gnostik akımların ağır yenilgiye uğramaları yalnızca
kısına maruz kalsalar da toplumun özellikle üst taba- iktidarların onlara karşı aldıkları askeri ve idari ön-
kasında Maniheizmin etkili olduğu görülür.41 lemlerle izah edilemez. Bu yenilginin asıl sebebi kül-
türeldir. Nitekim rasyonel olduğu kadar hayata karşı
İbnu’n-Nedim Maniheizmin bir çok eserinin Arap-
da olumlu yaklaşan bir İslam kültürünün inşa edil-
çaya aktarıldığını söyler, aşağıda verilen eserler Ma-
miş olması, fikri ve ideolojik bünyelerinde bu nitelik-
niheizmin İslam toplumunda ciddi bir ilerleme kay-
lere sahip olmayan zındık ve gnostik akımlar için asıl
dettiğinin beyanı olarak algılanabilir:42
ölümcül darbeyi vuran temel etken olmuştur.50Felsefe
• el-İncil: Süryani alfabesinde bulunan yirmi iki harfe ve bilgi üreten, edebi bir zevke sahip bu yeni kültür
denk düşen yirmi iki bölümden oluşmaktadır. Et ye- özellikle münevver çevrelerin zihin dünyalarına hi-
meyi, kurban etmeyi, evliliği yasaklar, Hz. İbrahim, tap edebilmişti ki bu gnostik akımlarda olmayan bir
Hz. Musa, Hz. Süleyman, Hz. Davud ve Hz. Harun’u şeydi. Hem akla hem de edebi zevklere hitap ederek
inkâr eder. toplumsal bir ortak aklın inşası başarılmıştı ki kuş-
• Sifru’l-esrâr:43 Tenâsuh fikrini savunur ve peygam- kusuz bu başarıda kelamcıların rolü azımsanamaya-
berliği inkâr eder. cak kadar önemli bir etkiye sahipti.
• Kenz veya Sifru’l-Ahyâ:44 Markinyonculara karşı Manici Düalizm
yazılmıştır, nur ve zulmet diyalektiğini açıklar. Tarih ve din fenemolojisinin bir kavramı olarak düa-
• eş-Şâburkân, 45 lizm kozmosun varlığının altında yatan iki nedensel
ilkenin varlığını öne süren, bir öğreti olarak tanımla-
• Kitabu’l-Ferâid es-Semmâ’în ve Kitabu’l-Ferâid
nabilir. Bu nedenle her ikillik ya da karşıtlık (polarity)
el-Muctebîn:46 Adından da anlaşılacağı gibi Manici bir nedensellik içermediği sürece düalist kabul edi-
topluluğu oluşturan İşiticiler ve Seçilmişler şeklin- lemez. Bunlar ancak kozmosun ilkeleri ve nedenleri
deki toplulukların uyması gereken farzları bildiren ve onun kurucu unsurları olarak anlaşılıyorsa düa-
bir eserdir. list olabilir.51Bizim bu çalışmada ele aldığımız gnos-
• Sifru’l-Cebâbira,47 tik sistemlerden Maniheizmde de kozmosun kurucu
• Kitâbu’l-farakmâtya (faraqatma). ilkeleri olarak karşıtlık anlayışına başvurduğundan,
kelamcılar tarafından düalist (seneviyye) şeklinde
• Kitabu’t-te’sîs,
nitelenmesinin oldukça haklı gerekçeleri bulunduğu
• er-Resâ’il. anlaşılmaktadır.
Bu eserlerin Arapçaya çevrilmesinin amacı, Manihe- Zira gnostik anlayışta varlık küresi çoğul bir yapısal-
izmin tamamen Arabî-İslamî bir bağlama oturtula- lık arz eder. Bu çoğulluk genelde bir ikillik şeklinde-
rak Müslüman çevrede anlaşılmasını kolaylaştırmak dir. Bu ikil yapı, düalist bir karakterdedir; bir yerde
ve yayılmasını sağlamak olarak görülebilir. Bu çaba tanrıların, şeytanların, meleklerin, ruhların dün-
İslam topraklarına nüfuz etme ve imparatorluğun yası olan göksel âlem, diğer yanda yeryüzünden olu-
resmi dili haline gelmiş Arapça konuşan bütün top- şan fizik âlem. Bu sistemde çoğunlukla onu oluştu-
luluklara ulaşma arzusunu gösteriyordu.48 Farklı dini ran elemanların arasında yapısal bir uzlaşmaz zıtlık

437
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

bulunmaktadır.52Düalistler âlemin önsel bir madde- Kozmik Düalizm


den meydana geldiğine inanır. Elbette bu yoktan ya- Manici düalizm ışık ve karanlıktan oluşan iki ilkeye
ratmaya inanan teizme karşı bir duruşu temsil eder.53 ve kozmik tarihin dört evresine dayanır. Dört evre şu
Kozmos’u gök ve yer, iyi-kötü, ışık-karanlık şeklinde şekilde kurgulanmıştır: Altın çağ; iki ilkenin karış-
oluşmuş bir bütünlük olarak ele alırsak ve bunların madan önceki evresi. Orta dönem ya da karışım dö-
birbiriyle asla kabili telif olmayan, temelli ayrı özden nemi; iki ilke bir birine karışmıştır. Mevcut, şimdiki
“şey”ler olduklarını kabul edersek, bu bizi kozmosun evre; ışık ve karanlık ilkelerinin kozmosu nihai ola-
temel karakterinin bir düalite olduğu fikrine götü- rak denetimleri altına almak için mücadele ettikleri
rür. Eğer bu sistem bütün kozmik fenomenleri izah dönem. Son dönem; karışmış olanın ve iyi ile kötü-
etmek iddiasını taşıyor ise, onu düalist ya da dikote- nün takipçilerinin ayrıldığı dönem. Aynı evreler bir
mik üniversalizm olarak isimlendirebiliriz. Manihe- Çin metninde de şöyle açıklanır: “Her şeyden önce
izmdeki sistem bu tür bir düaliteye oldukça yatkın bir bu iki ilkeyi birbirinden ayırmamız gerekir. Bu dine
şekilde karşımıza çıkar. Işık ve karanlık şeklindeki bu katılmak isteyen kimsenin bilmesi gerekir ki, ışık ve
iki ilke aksiyolojik olarak bütün fenomenlere yükle- karanlık ilkesi mutlak olarak ayrı mahiyetlere sahip-
nir. Işık salt iyilik ve bunun tam karşısında konum- tir. Eğer bunu ayırt edemez ise, öğretiyi nasıl uygula-
landırılmış olan karanlık da salt kötülük demektir. yabilir? Aynı zamanda üç evreyi bilmek zorundadır,
Bütün varlık sistemi, bu iki ezeli-ebedi barışmaz düa- yani, önceki evre, orta evre ve sonraki evre. Önceki
list zıddın bitmeyen mücadele alanıdır. evrede gök ve yeryüzü henüz var olmamıştı. Yalnızca
Savaşan Tanrılar: ışık ve karanlık vardı ve onlar bir birinden ayrı idi.
Işık ve Karanlık Âleminin Kralları Işığın mahiyeti hikmet, karanlığın mahiyeti cahillikti.
Her hareket ve sükûnda bu ikisi bir birine zıttı. Orta
Maniheizmde tanrısallık ikil bir biçimde paylaştı- evrede karanlık ışığı istila etmişti. Karanlık ışığı geri
rılmıştır. Bu tanrılardan birisi Işık diğeri Karanlık- döndürmek için ona karşı harekete geçti ve ışık ka-
tır, Işık İyi’nin Karanlık ise Kötü’nün hâkimidir. Işık, ranlığa karıştı ve ne pahasına olursa olsun onu kov-
ruhtur, saf, katıksız, arı-duru bir müspetlikler cüm- maya çalıştı. Edindiğimiz bu büyük bela kendimizi
lesidir. O barış, sükûnet ve iyilik yani hayır saltana- bedenlerimizden ayırmaya yol açtı; yanan bu büyük
tıdır. Mani bu yüce varlığı şöyle tanımlar; “ O hayat ateş bir kurtuluş çabası oldu. Son evrede, eğitim ve
sahibidir ve sonsuza değin yaşayan, her şeyden önce dönüşüm başarıldı, hakikat ve yalan kendi köklerine
var olan ve her şeyden sonra da var olacak olandır. döndü, ışık yüce ışığa, karanlık, karanlık kütlesine
Her şey onun varlığına bağlıdır ve onun gücüyle ya- geri döndü. İki ilke yeniden inşa edildi.”59 Metinde
şayacaktır.”54 geçen “büyük bela” beden, “ yanan ateş” ise dünya
Karanlık ise Işık’ın tam aksine maddedir, saf, katıksız için kullanılmış bir metafordur.60
bir menfilikler cümlesidir. Bu asıllar ne kendilerinin Maniheizmin temel ve özgün niteliği onun Gnostiz-
üstünde olan bir başka kudret eliyle yaratılmıştır ne midir. O din ve theosophy61*’nin bir tür karışımıdır.
de zaman itibariyle birbirine nispetle kıdem sahibidir- Maniheizm evrene ait evrensel bir açıklama sunma
ler. Ayrıca birinin diğerine güç-kudret olarak üstün- çabasındadır. Maniheizmin, beden ve madde kötü-
lüğü de yoktur. Karanlıklar dünyasında, arkonlar ola- lüğün kaynağı olarak görüldüğünden katı bir aske-
rak adlandırılan bir takım güç sahibi varlıklar vardır tizme (çileci) oldukça meyyal bir düşünce olduğu söy-
ki, bunlar adeta kötülüğün yani İblis’in askerleridir. lenebilir. Zira Maniheizmde beden ve ruh arasında
İbnu’n-Nedîm’in verdiği bilgilere göre onlardan her bağdaşmaz bir ikilik kabul edilir, onlar hem özdek
biri birbirinden ayrıdır. Yani bu varlıklar nitelik ola- hem de tabiat itibariyle birbirinden tamamen fark-
rak tamamen bir birinden ayrı karakterlere sahiptir- lıdır. Ruhun kurtuluşu ruhun hapishanesi olan be-
ler. Işık en yüce olan ilk unsurdur, fakat bu, nicelik denden özgürlüğünü elde etmesine bağlıdır. Ruhun
itibariyle değildir. O, Işık Bahçelerinin55* Tanrı Kra- özdek ve mahiyet bakımından bedenden tamamen
lı’dır. (hilm) sabır-sakınma, bilgi, akıl ve (gayb) kav- farklı olduğu, bedenle karışmış ruhun acı çektiği, cin-
ranılmazlık ve (Fıtna) kıvrak zekâ Onun beş uzvu- sel arzu ve isteklere boyun eğdiği, bakırla karışmış bir
dur.56** 57 Maniheizmin Tanrı kavramı bütünüyle ikil gümüş artık ne kadar saf olabilirse ruhunda o kadar
bir niteliğe sahiptir. Bu nedenle tam bir düalizmi yan- saf kalabileceği, tıpkı bakırla karışmış gümüş gibi ru-
sıtmaktadır58 hun da, kemik, ceset, deri, kan ve nefes gibi bedenin

438
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

kabalığı ve maddiliğine teslim olduğu Manici Orta çerçevede izah etmek iddiası taşıdığından onu “diko-
İran literatürde dile getirilir.62 temik üniversalizm” olarak isimlendirmek yanlış ol-
Bu açıdan bakıldığında Manicilik temelde hayatı ya- mayacaktır. Maniheizmdeki Işık ve Karanlık şeklin-
dsır ve yeryüzündeki hayatı bir karikatür olarak ka- deki bu iki ilke aksiyolojik olarak bütün fenomenlere
bul eder, bedeni asli kaynağı olan Işık ülkesinden ru- yüklenir. Artık Işık salt iyilik ve bunun tam karşı-
hun sürgün edildiği bir hapishane olarak görür. Bu sında konumlandırılmış olan karanlık da salt kötü-
nedenle ölüm bir gelişme ve geçici bir şey olarak iyi- lük demektir. Bütün varlık sistemi, bu iki ezeli-ebedi
dir, yas tutmak ağlayıp sızlanmak ise kötüdür. Çünkü barışmaz düalist zıddın bitmeyen mücadele alanıdır.
gerçek yaşam Işık cennetindeki yaşamdır.63 Bu açıdan Âlem bu iki şeyden terkip olmuştur. İkisi de ezeli ve
bakıldığında Maniheizm tam olarak ruhun kurtuluşu ebedidir.70 Buna karşılık onlar form ve zat olarak bir-
üzerine yoğunlaşmış ruhsal bir hizmeti yerine getir- birinden farklı, eylem ve işlev olarak da bir birine zıt-
mek amacındadır. Çünkü ruh ilahi hayatın bir paça- tır. Işık saf iyiliktir, tüm güzel ve iyi sıfatlar ona ha-
sıdır, sahip olduğu bu parça nedeniyle insanın kur- izdir. Onda şer ve zararlı bir şey yoktur. Karanlığın
tuluşu bir gerekliliktir. Batı geleneğinde Işığın tüm özü ise yoksunluktur. Tüm kötü ve çirkin sıfatlar da
parçalarının yekunu “Açı çeken İsa” olarak isimlen- ona haizdir. Şerr, cimri ve sefih, iğrenç ve zararlıdır.
dirilir. Maniheizmde de İsa’nın yaşamı maddi dün- Şerrin, zararın, tasanın ve fesadın her türlüsü ondan
yada ilahi ışığın ıstırabının muhteşem bir imajı ola- kaynaklanır.71
rak karşımıza çıkar. O Işığın Babasının bir temsilidir Manici düalite yalnızca zati ve niteliksel bir karşıtlığı
ki İlk İnsana hikmeti ve bilgiyi getirmiştir.64 Bu Ma- değil aynı zamanda mekânsal bir karşıtlığı da kabul
niheizmin İsa imajı ile arasındaki yakınlık, Hıris- eder. Uzamsal düalite diyebileceğimiz bu karşıtlığa
tiyanlıktaki kurtuluş ve asli günah arasında da bir göre hem dikey hem de yatay olarak bu iki varlık bir
yakınlığı gösterir. Çünkü bu her iki görüşün de be- birine karşıt bir durumda yer alırlar. Işık kuzey yö-
den-ruh arasındaki katı düaliteden beslendiğini söyle- nünde yüksektedir, karanlık ise güney yönünde aşağı
mek yanlış olmayacaktır.65 Unutulmamalıdır ki gnos- düzeyde yayılmıştır.72 Doğanın yozluğu Hıristiyan Or-
tik mitolojilerde iyi-kötü, madde-ruh ayrımına dayalı todoks görüşte ve İslam’da insanın günahına bağla-
bir düalizm temel bir özellik olarak görülür.66 Bu ne- nırken, Gnostizmde Yaratıcı güce bağlanır; dolayısıyla
denle olsa gerektir ki, Hıristiyan teolog Pelagius (MS. birincisinde kurtuluş tövbe ve Tanrı’nın kabul edilen
360)’un asli günah kavramının; bedeni bütün kötü- yasalarına itaatle elde edilirken, Gnostikler ise yoz-
lüklerin kaynağı gören ve ruhun da bedende hapis laşmadan kurtulmak için bu yasalara iki yolla siste-
olduğunu öne süren Maniheist düalizmden beslen- matik biçimde karşı çıkmaya çalışmışlardır. Bu yol-
diğini düşündüğü ifade edilir. Diğer bir deyişle Hıris- lardan biri zahitlik öteki bunu tersi sefahattir.73 İslam
tiyanlıkta sistemleştirilen asli günah doktrini önemli geleneği açısından bakıldığında Maniheizmin aske-
ölçüde Manicilikten esinlenmiştir.67 tik-çileci bir yaşamı benimserken, Mazdekizmin se-
Manici düalizmin sosyal hayatla ilgili de oldukça fahati öne çıkarması bu sosyal gerçekliğe oldukça uy-
önemli yansımaları olduğu görülür. Manici toplum- gun düşmektedir.
sal yapı iki sınıf öngörür: Seçilmişler ve Dinleyiciler. Bununla birlikte bu aşamada bir soruna daha işaret
Seçilmişlerin ruhları kurtulmuştur, onlar doğrudan etmek yerinde olacaktır. Gnostik düalizmi diğer düa-
Işık cennetine gideceklerdir. Dinleyicilerin ise kur- lizmlerden ayıran en belirgin özellik, dünyaya karşı
tuluş için yapmaları gereken birçok görev vardır. En olumsuz bir tavrı benimsemiş olması, diğer bir ifa-
önemlisi de, Seçilmişlerin yerine getirmeleri gereken deyle anti-kozmos, yani kozmosu dışlayan bir tavır
görevi bilmeleri istenir. Onlardan kendilerine verilen içinde olmasıdır.74Dolayısıyla Gnostiklerin bu tavrın-
nimetlerin Tanrı’nın bağışı olduğunu anlamaları is- dan hareketle akla düşebilecek şu soruların cevap-
tenir. Onlar altın ve inci ile dolu evlerini ruhları uğ- ları hususi önem arz etmektedir: Bu tavrır onların,
runa kiliseye verseler bile, bağışlanmayı garanti ede- sosyal yaşama karşı duyarsızlıkları, katılımcı olma-
mezler. Bu nedenle onlardan kiliseye ve Seçilmişlere dıkları, anti-sosyal oldukları anlamına mı gelir? Söz
sürekli sadaka vermeleri istenir.68 Dolayısıyla sosyal gelimi bu onların aşırı politik idealler peşinde koş-
hayat da dikey biçimde ikiye bölünmüştür.69 madıkları ya da dini fundementalizm gibi akımların
Maniheizm’deki düalist karakter oldukça belirgindir. onlar arasında gözükmediği şeklinde yorumlanabi-
Manici sistem bütün kozmik fenomenleri düalist bir lir mi? Bazı modern düşünürler gnostik sistemlerin

439
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

asketik, çileci, mistik tavrını dini alanda daha ılımlı hizmet etmelerini sağlamıştır. Bu nedenle Gnostik
bir düşünce gibi gösterme çabası içindedirler. Ancak öğretilerin asketik yaşama sık sık vurgu yapmış ol-
durum hiç de böyle gözükmemektedir.75 maları, onların tamamen dünyadan el etek çektik-
Özellikle Maniheizmi dikkate aldığımızda bu soru- leri anlamına gelmemektedir. Hatta bazen bu öğre-
ların cevapları önemli sonuçlara işaret etmektedir. tilerin seçilmişleri/elitleri önceleyen genel çerçevesi
Çünkü Maniheizm gnostik bir din olarak dünyayı sayesinde, siyasal iktidara ve krala ayrıcalık tanındı-
olumsuzlarken ve asketik bir yaşamı kurtuluş ve ru- ğından ve bir bakıma toplumsal hiyerarşiyi övdük-
hun arındırılması için öne çıkarırken aynı zamanda lerinden onların daha kolay siyasal iktidara eklem-
hem misyoner bir teşkilatlanmaya sahiptir hem de lendikleri söylenebilir.
siyasi denebilecek bir tavırla kendini sürekli iktidara Bununla birlikte metafiziksel bir açıklamadan daha
taşımak peşinde koşmuştur. Kendisi kraliyet sülale- çok Manici düalizmde insanlık durumunun acıma-
sinden olan Mani misyoner eyleminin başlangıcın- sız ve kötümser bir analizle karşılaşırız. İnsanlar,
dan beri yeni dinini yalnızca halk yığınlarına anlat- madde hapishanesinde cehaletle karartılmış olarak
maya değil, aynı zamanda güçlü ve muktedir olmaya uyudukları sürece ışık mahiyetlerini unutarak, kö-
da çalışmıştır. İlk misyoner anlatılar açıkça göster- tülüğün avı olurlar. Bu iki ilke karıştığında, her şey
mektedir ki, o kendini yöneticiler, krallar ve prensler boşluğa, işkenceye ve karanlığa teslim olur. Part dö-
sınıfının üyesi olarak göstermiştir. Onun öğretisi de, nemine ait bir pasajda şöyle denir: “İşkenceden ve
kendisine nispet edilen soyluluğa dayanarak insan- öldürmek için saldırmaktan başka bir şey olmayan,
ları etkilemeye yöneliktir. Krallık imajının Mani’nin hiçbir kurtarıcı ve dostun olmadığı bu derin hiçlik-
düşüncesini nasıl etkilediği onun Işık dünyasını, beş ten, bu karanlık boşluk cehenneminden beni kurtar,
ya da on iki Yücelik ve birçok ilahi varlık tarafından burada hiçbir kurtarıcı olamaz, asla! Her şey karan-
etrafı çevrilmiş Işık Kralı tarafından yönetilen bir lık…her şey tutsak ve hiçbir çıkış yok.” 79 Kozmosa
hükümdarlık olarak algılaması gösterir. Onun dini ve hayata yönelik bu pesimist yaklaşım, Maniheizme
sisteminde Krallık imajının göze batan tarafı krallık tarihi boyunca eşlik eder. Onun takipçileri ile ona
gücüne saygı duymasında da açığa çıkar. Bu nedenle karşı çıkan dinler arasındaki çatışmalarla acı ve sık
Doğu Manici metinlerde krallığa gönderme yapan fi- sık şiddet ile artarak kuvvetlendirilir. Muhtemelen
kirlerin kullanımı çok belirgindir. Sözgelimi bir Part bu devrimci düzen karşıtı yönelimin terör, kötülük
dönemi ilahisinde kurtarıcı, kurtuluş isteyen ruha ve adaletsizlik dolu dünyada iyi hiçbir şey görmeme-
şöyle seslenir; “Parlak elbiseni giy ve ışığı kuşan. Ben sinin kökeni de budur.80
senin başına krallık tacını giydireceğim.”76 Bu dünyanın İblis’in pençeleri altında olduğu fikri,
Krallığa olan saygısı düşünüldüğünde, Mani’nin Mis- tıpkı insan bedenini de kapsayan maddenin doğa-
yonerlik kariyerinin başından beri soylulukla ilgilen- sında kötülük ve kabalık olduğu fikri gibi; farklı ge-
diği görülür. Onun ilk misyoner seyahatinin Sasani leneklerde olduğu üzere Hıristiyan birçok yandaş da
kralları ve idarecilerin maiyetinde gerçekleşmesi ve bulmuştur.81Kötülüğü insani eylem alanının bir de-
Hindistan’daki Turan-Turfan Şahının krallığına yap- ğeri olarak değil de nesnel bir gerçeklik olarak ka-
tığı bu misyoner seyahatinde krala yönelik şu söz- bul etmek, ona varlığını sürdürdüğü alanlar tahsis
leri dikkat çekicidir; “Kutsandın! Şimdi insanlar ara- etmek gerçekte düalist yaklaşımların genel bir özel-
sında sen onur ve şerefte en zenginsin. Ruhun son liği ya da en azından bir sonucu gibidir. Tanrısallaş-
gününde de insanlar arasında şerefli ve onurlu ola- tırılmış şeytan kültürünün yaratılmasındaki en bü-
caksın. Tanrılar ve krallar arasında ebediyen ölüm- yük etken, gerçek manada “kâdir-i mutlak” ve “Tek
süz olacaksın.”77Bu da gösteriyor ki Mani’nin strate- Tanrı” inancının bir noksanlığının, “tevhîd inan-
jisi öğretisini yaymak için kral ve prenslerin gönlünü cın”dan sapmanın bir sonucu olarak karşımıza çı-
fethetmeyi amaçlamaktadır. kar. Unutulmamalıdır ki, yeryüzünün şeytanlaştırıl-
Onun misyoner tarihini gösteren bir belgede şöyle ması çoğu zaman yeryüzünü bu iblisten arındıracak
denir: “ O birçok kralı, yöneticiyi, asili, aristokratı, sözde tanrısal bir üstün kurtarıcı insan imgesini de
kraliçeyi, prens ve prensesi papaz olarak atamıştı.”78 beraberinde getirecektir.
Bunun ne kadar etkili olduğunu bilmiyoruz fakat Maniheizmde ise kosmoztaki bitmez tükenmez mü-
açıkça görülmektedir ki, idarecilere ve soylulara ay- cadele ve sonunda gerçekleşecek kurtuluş doktrini Hı-
rıcalık tanımak onların bu dinin yayılmasına çok ristiyanlıktaki gibi İsa üzerine kurulmuştur. Adem’e

440
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

gerçeği anlatmak ve ona kurtuluşun muhteşem yo- • Kozmosun ve İnsanın kurtuluşu.


lunu öğretmek için ilahi elçi “Muhteşem İsa’” gönde- Aslında bu sorunlar yalnızca Maniheizme ait değil-
rilmiştir. Adem Havva tarafından yoldan çıkarılır.82 dir, tüm Gnostik dinlerin genel problemleridir. Düalist
Yeryüzünde Adem soyu arasında büyük bir müca- gnostik sistemler tanrısallığın paylaşılmaz bir birlik
dele başlar. İnsanlık tarihi adeta erotik bir çatışma olduğu fikrini kabul etmeye yanaşmazlar. Bu aynı za-
alanına dönüşür.83 manda kozmosun, Tanrı’nın yaratıcı bir edimi olma-
Bu nedenle kurtuluş için ruhun, öncelikle gerekli ha- dığı fikrini de beraberinde getirir.86 Buna bağlı olarak
zırlıkları yapması, süfli maddi dünyadan ve bedenin da kozmos sürekli bu iki ilkenin mücadele alanıdır.
istek ve arzularından uzak durması gerekir. İkinci Bu mücadeleden insan ancak bir kurtarıcı sayesinde
olarak kendisini bilmeli ve kurtuluşa özlem duyma- zafer kazanabilir. Diğer bir deyişle gnostik sistemler
lıdır. Üçüncü olarak da ilahi elçinin davetine uymalı tanrı ya da iman merkezli bir kurtuluşa karşı Me-
ve gösterdiği yolu izlemelidir. Ancak bu sayede, ilahi sih merkezli (kristosentrik) bir kurtuluşu sitemleri-
elçi tarafından getirilen kutsal bilgiye vakıf olarak nin temeli yaparlar.
kötü beden ve maddi âlemden soyutlanabilir. Mani Kelamcılar, Gnostik düşünce modellerinin ortaya çı-
çeşitli zamanlarda insanlara kurtuluş yolunu öğret- kardığı bu sorunlara karşı sistemlerini iki kavram üze-
mek için ilahi elçilerin yeryüzüne geldiklerini ve so- rine kurduklarını düşünüyorum; 1. Tevhid, 2. Hudûs.
nuncunun kendisi olduğunu söyler. Maniheistler ta- Kelamcıların Tanrı ve Kozmos sorununu ele alırken
rafından Mani’nin yeryüzünden ayrıldıktan sonra önceledikleri temel sorunların tevhîd, buna bağlı ola-
ışık âlemine gitmediğine, yükselişte ilk durak olan rak kozmosun makul bir açıklaması ve düalist gnostik
ayda yeryüzündeki son ışık nüvesi de kurtulana ka-
düşünce sistemlerinin mitik modellerinin geçersizliği-
dar beklemekte olduğuna ve oradan ruhlara yol gös-
nin ortaya konması olduğunu söylemek yanlış olma-
terdiğine inanırlar.”84
yacaktır. Bunu söylerken, kelamcıların kendi model-
Mani’ye göre, ruhların yeryüzü ve beden hapishane- lerini salt bir savunma amacıyla oluşturdukları gibi
sinden kurtularak ışık âlemine yükselmelerine paralel bir iddia taşımadığımızı belirtmek isterim. Söylemek
olarak dünyada zulüm ve şiddet artacak, kötülük ço- istediğimiz, kelamcıların kendi modellerini kurarken
ğalacaktır. Ahir zamanda yalancı peygamberler zuhur çevre düşünce sistemlerini görmezden gelemedikleri ve
edecektir. Ayrıca “Yalancı Mitra” (deccal) ortaya çı- bu modellerin yanlışlığını ortaya koymadan da kendi
kacak ve insanları saptırmaya çalışacaktır. Dünyadan modellerinin haklılığını temellendirme imkânını yi-
son ışık parçası ayrılışına yakın bir zamanda dünya- tirme durumunda kalmaları söz konusudur. İşte bu
nın sonunun yaklaştığının habercisi olan büyük bir nedenle onlar bu çevre düşünce sistemlerinin belki
savaş patlak verecek, ardından dünyada yalnızca gü- de en dikkat çekeni ve güçlüsü olan gnostik düşün-
nah ve kavga hâkim olacaktır. Daha sonra ışık elçisi celeri tartışmışlardır. Ayrıca gnostik sistemlere karşı
İsa Mesih ikinci kez dünyaya gelerek insanları yar- savunularını oluşturdukları bu kavramsal çerçevenin
gılamaya başlayacaktır. Işık elçisiyle birlikte geride aynı zamanda onları kendilerinden önceki teolojik
kalan son ışık da ayrılınca savaşı kaybeden karanlık geleneklerden de ayıran en özgün nitelik olduğunu
gücü ve taraftarları kendileri için hazırlanmış büyükçe ileri sürüyorum. Zira hem Bostra’lı Titus’un Contra
bir çukura atılacak ve çukurun ağzı büyükçe bir ka- Manichaeos adlı savunusu hem de Archelaus’un Acts
yayla kapatılacaktır. Böylelikle ışık ve karanlık ara- of Archelaus adlı savunusu dikkate alınırsa, en belir-
sındaki mücadele sona ermiş ve ilk zamandaki gibi gin farklılığın hudus kavramı çerçevesinde kozmo-
ışık ve karanlığın birbirinden ayrıldığı asli konuma lojik delillerin her iki eserde de olmamasıdır. Bu da
geri dönülmüş olur.”85 Maniheizme yönelik karşı tezlerinde kelamcıların öz-
Düalizme Karşı Tevhid Savunusu ve günlüğünü ortaya koymaktadır.87
Teolojik Temelleri Tevhit savunusu, Allah’ın birliği ve O’nun sıfatları,
Maniheist düşünce sisteminin ortaya çıkardığı temel adalet, hikmet gibi kavramlar çerçevesindeki tartış-
sorunları şu şekilde sınıflayabiliriz: malarda ortaya çıkar. Kozmos açıklaması şeklinde
• Tanrı ve Tanrı’nın birliği. adlandırılabilecek hudus kavramı ise kelamcıların
atomculuk kuramında kendisini gösterir. İlginçtir ki
• Kozmosun ortaya çıkışı ve nasıl açıklanacağı. ilk dönem metinleri, kozmosun ve insanın yenilenme-
• Kozmosta kötülüğün varlığı. sine (restorasyon) ait her hangi bir tartışma içermez.

441
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Bunun nedeni elbette onların Gnostisizmin bu ko- zorunlu olarak kötülük ondan çıkmış olamaz. Diğer
nudaki açıklamaları konusunda bilgi yetersizliğin- bir ifadeyle iyiden yalnız iyi sâdır olur. 2. O halde ya-
den kaynaklanmamaktadır. Çünkü Tanrı ve kozmos ratılışta bir gizem yoktur. Yaratılış Tanrı’ya muhtaç
hakkında onların görüşlerini otantik bir biçimde ele olduğu kadar Tanrı’da yaratmasına muhtaçtır, çünkü
alan kelamcıların bu konuda bilgisiz olmalarını dü- kozmosun yaratılması İyiliğin Kötülüğe karşı kendi-
şünmek doğru bir yaklaşım değildir. Kanaatimizce sini savunmasıdır.
kelamcılar, Gnostik öğretilerin düalist Tanrı tasav- Şimdi Mu’tezilî ilkelerde et-tevhid ve’l-adl kavramla-
vuruna karşı tevhîdi, kozmosun ezeli bir ilke tara- rının niçin iç içe geçtiğini ve önemle vurgulandığını
fından yönetildiğine karşı kozmosun hâdisliğini, kö- düşünelim. Kâdı Abdulcebbâr bu sıralamanın öne-
tülüğün kaynağının Tanrı’nın dışında bir başka ilke mini şöyle ifade eder: “Beş esastan ikincisine gelince
ya da kozmosun yoz doğası olduğuna karşı Tanrı’nın o, adl hakkındadır. O da, Allah Teâlâ hakkında caiz
mutlak fail ve insanın eylemlerinde özgür olduğunu olan ve olmayan fiillerle ilgilidir. Bu nedenle adl hak-
temellendirdikten sonra kozmosun ve insanın res- kındaki görüşleri, Tevhid hakkındaki görüşlerinden
torasyonu ve kurtuluş gibi bir sorunun artık tartış- sonra getirmişlerdir.”90 Adalet Allah’ın; her türlü çir-
maya değmeyecek olduğunu düşünmüş olabilirler. kinlikten, faydalı şeyleri terk etmekten ve maslahata
Zira Gnostik düşüncenin restorasyon öğretisi insa- aykırı ya da çirkin olan yolla kulluğa çağırmaktan
nın kozmosa sürgünü, düal kozmos ve Tanrı anlayışı tenzihi anlamına gelir. Dolayısıyla bu kavram Al-
ile sıkı sıkıya ilişkilidir. Düal Tanrı ve kozmos anla- lah’ın kabîh olan bir şeyi yapmaya kâdir olmakla ni-
yışı ve buna bağlı olarak kötülük sorunu çözümlen- telendirilip nitelendirilemeyeceği tartışmalarını içer-
dikten sonra artık ne insanın kozmosa sürgünü ne mektedir.91
de insanın ve kozmosun restorasyonunu savunabil- Düalistler Tanrı’ya doğrudan kötülüğün izafe edi-
mek mümkün olacaktır. Çünkü artık insan tek Tanrı lemeyeceğini kabul ederken buna karşılık başka bir
ve kozmos karşısında tüm sorumluluğu kendisi yük- tanrısal varlığı kötülüğün kaynağı olarak kabul edi-
lenmiştir ve Tanrı ile baş başadır. Bu süreçte ona yol yorlardı. Kâdı Abdulcebbâr düalistlerin görüşlerini
gösterecek tek şey vahiy ve nebileri olacaktır. ele aldıktan sonra onların iddialarının çürütülmesine
Bu nedenle tevhîd yalnızca Allah’ın zât itibariyle bir- başlarken bu konuya şöyle işaret eder: “Seneviyye’nin
lenmesini değil, aynı zamanda O’nun sıfat ve fiille- görüşlerinin asılları iki kısma ayrılır. Biz birincisini
rinde de birlenmesini gerektirir. Kur’an’ın öngördüğü et-Ta’dil ve’t-tecvîr bahsinde, elemler konusunda ele
tevhîd ilkesi Tanrı’nın birliğini dile getiren akli ve dini aldık… İkinci husus ikilik konusunda söyledikleri ile
bir kavram olmanın yanında, evrenin bir bütün oldu- ilgilidir. Şimdi bunun yanlışlığını ortaya koyacağız.
ğunu, onun birlik ve uyumunu da esas alır.88 Bu ne- Bu kitabın ilk kısmında ele aldığımız üzere bu bölü-
denle kelamcıların Gnostik öğretilere ve kozmosun mün aslı cisimlerin hudusudur. Çünkü onların de-
hâdisliğine yönelik ispatlarının ana amacında, Tan- lillerine karşı, ortaya koyduğumuz gibi hudus ispat-
rı’nın varlığı değil nasıl bir Tanrı sorusunun cevabı lanmış olursa, onların karanlığı ve ışığı kadim kabul
öncelikli bir yere sahiptir. Bostra’lı Titus’un haklı ola- etmeleri de yanlışlanmış olur.”92 el-Mugnî adlı eserin
rak çok daha önce vurguladığı gibi Mani Tanrı’nın altıncı cüzünün birinci kısmının et-Ta’dil ve’t-Tecvîr
âleme kayıtsız kaldığını söylemiyor, Tanrı’nın aleme başlığı altında adalet bahsini içerdiği dikkate alınırsa
hakim olduğunu reddediyordu.89 düalistlerin görüşlerinin çürütülmesi ile ilgili konu-
nun bir yönünün adalet diğer yönünün ise hudûs
Bir diğer sorun ise şudur; Gnostiklerin fiziki kötü-
yani kozmosun hâdisliği ile ilgili olduğu aşikardır.
lüğü Tanrı’dan bağımsız bir gerçeklik olarak ele al-
malarına yönelik kelamcıların savunusu hangi akli ve Şimdi kelamcıların bu üç temel iddiaya karşı nasıl ce-
teolojik esaslara dayanmaktadır? Bu sorunun cevabı vap verdiklerini ele alacağız. Fakat öncelikle bu iddi-
adalet kavramı ve anlayışı esas alınarak verilecektir. aları daha sistematik olarak ele almak için şu şekilde
Gnostik düalizmin ve dolayısıyla Maniheizmin temel bir sıralama yapmak uygun olacaktır; A. Fiziki kötü-
iddiası kötülüğün dünyadaki mevcudiyetinin olgusal lük ve Tanrı, B. Kozmos ve Yapısı.
olarak doğrulanabilirliğidir. Bu nedenle de kozmos Bu kategorilerden “A. Fiziki kötülük ve Tanrı” baş-
da ne birlik ne de düzen vardır, çünkü kötülük bir so- lığı altında şu sorular tartışılacaktır: Düalistlerin de-
run değil bir olgudur. Bu iddiayı kabul etmek iki so- diği gibi fiziki kötülüğün varlığı tek Tanrı ile açıkla-
nuç doğurur; 1. Tanrı’nın iyi olduğu kabul edilir ise, namaz mı? İslam’ın Tanrı’sının adil olması ile fiziki

442
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

kötülüğün varlığı arasında uzlaşmaz bir çatışma mı cevherinin işi olamaz, çünkü bilgili ve hikmetli ola-
vardır? Kozmosta fiziki kötülüğün varlığı nasıl açık- nın, bilgisizlikle ve sefehle işi olmaz. Eğer bilgisizlik,
lanabilir? Kozmosta bir düzen mi yoksa bir çatışma kötülük cevherinden ise, o zamanda hikmet aramak
mı vardır? Bu soruların tartışılmasına bağlı olarak ona kâr etmez, çünkü özü itibariyle bilgiyi kabul ede-
ikinci kategoride “B. Kozmos ve Yapısı” başlığı al- mez. Şu halde mantıki düşüncenin gereği, hem ceh-
tında yer alacak sorular da şu şekilde belirmiş olur: lin hem de ilmin nurla zulmetin cevherinde bulundu-
Kozmosta bir düzen var ise bu nasıl açıklanabilir? Tek ğunu kabul etmek gerekir ki bu durumda Senevîlerin
Tanrı inancı gerçekten kozmosu ve yoktan yaratmayı iddiasından vazgeçmeleri gerekir.97 Mâturîdî’nin bu-
savunamaz mı? Tanrı’nın mutlak varlığı ile kozmos- rada ispatlamaya çalıştığı şey, bir faile hem bilgi hem
taki düzen arasındaki ilişki nedir? de bilgisizliğin izafe edilip edilemeyeceği ile ilgili-
Fiziki Kötülük ve Tanrı dir. Katil ve bunun hikmetini öğrenme peşinde ko-
şan kişi örneğini bunun için verir. Adam öldürerek
Maniheistlerin fiziki kötülüğü Tanrı’dan bağımsız kötü bir fiil yapmış olan Katil fiilini itiraf ettiğinde
bir gerçeklik olarak ele almalarına yönelik kelam- doğru söyleyerek iyiyi yapmış. Bunu anlamaya çalı-
cıların eleştirileri hangi akli ve teolojik esaslara da- şan kimse, eğer bilen cevheriyle konuşursa, bilgisiz-
yanmaktadır? lik bu cevhere arız olmuş olacak, yok eğer bilgisizlik
Mâturîdî öncelikle duyulara bağlı olarak kâinatı al- cevheri ile konuşursa zaten o asla bilgiyi kabul etme-
gılamaya çalışanların görüşleri bağlamında şu ifade- yecektir. Bu durum tek varlıkta iki özelliğin birleş-
lere yer vermektedir: Âlemin aslı nur ve zulmet ol- mesinin imkânını gösterdiğinden, düalistlerin iddi-
mak üzere ikidir. Her türlü iyilik ve yarar nurdan, her aları geçersiz olacaktır.
türlü kötülük ve zarar da zulmetten gelmiştir.93Ön- Maniheistler olgusal alandaki fenomenleri dikkate
celikle şunu belirtelim ki, Mâturîdî düalistlerin teo- alarak delillerini bunların üzerine kurduklarından
lojik ve kozmolojik açıklamalarının farkındadır. On- Mâturîdî bu delillere bağlı kalarak onlara karşı yine
lara yönelttiği ilk eleştiri, aslında epistemolojiktir. olgusal alandaki örnekleri kullanmaktadır. Duyulur
Yani salt algıya ve algılanabilir olana dayalı bir delil âlemde bilgisizlikten sonra bilgilenmenin, kötülük
ileri sürdükleri şeklindedir. Aşkın gerçeklikleri ya da yaptıktan sonra iyi davranmanın, günahtan sonra
akılla kavranılabilecek hususları duyu algılarına in- pişmanlığın farkına vardıktan sonra bir kimsenin
dirgemek onların temel bir yanılgılarıdır. İlginçtir ki kötülük yaptığını itiraf etmesi bizim sık karşılaştı-
Maniheizme karşı benzer bir delili Augustine de ileri ğımız bir fenomendir. Bu gerçek karşısında ya her
sürmektedir. Ona göre de Maniheizm iyi kötü algısı, iki durumun da nurdan kaynaklandığını söyleyece-
tüm gerçekliği maddi olana indirgeyecek, algılana- ğiz ki bu takdirde ona kötülük isnat etmiş oluruz ya
bilir olmayanı algılı ile açıklanır hale getirecektir.94 da kötülük yapmayı karanlığa, suçunu itiraf etmeyi,
Düalistlerin iddiası iyilikten yalnızca iyiliğin, kötü- pişmanlık duymayı nura izafe edeceğiz ki bu onla-
lükten yalnız kötülüğün meydana geldiğiydi. Mâturî- rın söylediklerinin tersini savunmak anlamına gelir.
dî’de Seneviyyeyi düalizme yönelten şeyin; iyilik cev- Zira fiili gerçekleştiren karanlık ama ondan pişman
herinden kötülüğün ve kötülük cevherinden iyiliğin olan nur demiş oluruz ki, nura gerçekleştirmediği bir
gelebileceğini kabul etmemeleridir, olduğunu söyleye- fiili kabul ettirerek yine ona kötülük işletmiş oluruz.
rek aynı noktaya işaret eder.95 Bu konuda onlara karşı Çünkü vukuu bulmamış, bize ait olmayan bir fiili ka-
şu delili kullanır: Katilin fiilini itiraf etmesi müm- bullenmek yalan ve hikmetsizliktir.98
kündür ve bu fiil de kötüdür ki bu öncülleri onlarda Düalistlerin “iyiden yalnız iyi, kötüden yalnız kötü
kabul eder. Bu durumda eğer fiil başka biri tarafın- çıkar” iddialarına karşı Mâturîdî’nin kullandığı bu
dan gerçekleştirilmiş ise, katil yalan söylemiştir ve delilin kökeni Nazzam’a kadar uzanır. Hayyat; Ma-
kötü bir fiil işlemiştir. Yok, eğer kendisi bu fiili işle- niheistlerin “doğruluk ve yalan birbirine zıt iki farklı
miş ise, hem doğru söylemiştir hem de kötülük yap- şeydir. Doğruluk hayırdır, o nurdandır; yalan şerdir,
mıştır. Ona göre bir düalist bundaki hikmeti anlaya- o da karanlıktandır” şeklindeki iddialarına karşı Naz-
maz, zira düalist düşüncede acz durumu mevcuttur.96 zam’ın onlara iddialarının yanlışlığını ispat eden şu so-
Bu acz durumunu doğuran husus şudur: Düalist- ruyu sorduğunu söyler: “Bir insan bir durumda yalan
lere göre Nur’dan asla kötülük gelmez. Bilgisizlik söyleyip, başka bir durumda doğru söylemiyor mu?
bir kötülüktür. İlim ve hikmet peşinde koşmak nur Bir failden hayır-şer, yalan-doğru şeklinde iki farklı

443
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

şey meydana gelmiyor mu? Öyleyse biri şer diğeri Mu’tezile çok erken bir dönemden itibaren kötülük ile
hayır iki kadîm iddiasının geçerliliği çöker.” Aslında Allah arasında bir ilişki kurulmasına karşı çıkmıştır.102
bu oldukça meşhur bir delildir. Düalistlere şöyle so- Mâturîdî de âlemde fiziki kötülüğün varlığını kabul
rulmaktadır; “içinde yalan olan bir söz söyleyen biri ederken Allah’a kötülüğün izafe edilemeyeceği ve
hakkında bize söyleyin bakalım, yalancı kimdir? Eğer yaratılışın iyi olduğu konusunda Mu’tezile ile uyuş-
karanlıktır derlerse şöyle devam edilir; eğer bu söyle- maktadır. Bu benzerlikten hareketle çalışmamızın
diği yalandan sonra pişman olur ve ‘ben yalan söy- temel iddiası; kelam ekollerinin iç mekanizmaların-
ledim ve şüphe yok ki kötülük yaptım’ der ise, şu so- daki farklılıklara karşılık, düalistlere karşı çıkarken
rulur; ‘ben yalan söyledim’ diyen kimdir?”99 Nazzam bir ortak akıldan hareket ettiklerini ortaya koymak;
failin karanlık olması durumunda yalanı itiraf ede- bu ortak akıl ile düalistlere yönelik karşı tezleri ara-
rek iyiyi yapanında aynı fail olması gerektiği husu- sında senkronik (eşzamanlı) ve kavramsal ilişkileri
sunu kabule onları zorlamaktadır. Bunu kabul eder- göstermek olduğunu bir kez daha vurgulamak önem
lerse karanlıktan iyiliğin, nurdan kötülün meydana arz etmektedir. Nitekim yukarıdaki açıklamalarda
gelebileceğini ispatlayarak onları ikna etmeye çalış- görüldüğü üzere Düalistlerin âlemdeki fiziki kötülü-
maktadır. Bu aynı zamanda görüşlerini İslam’ın dı- ğün varlığı için ikil bir tanrı anlayışını kabul etme-
lerine karşı çıkan kelamcılar nur ve zulmetin iyiliği
şından almakla suçlanan Nazzâm’ın, Gnostik akım-
ve kötülüğü niçin meydana getiremeyeceğini akli ve
larla mücadelede kendisinden sonraki kelamcıları
mantıki delillerle ortaya koymaya çalışırken insan fi-
nasıl etkilediğini de gösterir.
illeri ve adalet gibi konulardaki çözümlemelerine da-
Kâdı Abdulcebbâr da düalistlere karşı farklı örnekler yanmışlardır.
üzerinden hareket etmekle birlikte, Mâturîdî ile aynı Tüm bu teorik çerçevede insanın yapmış olduğu kö-
mantıksal çizgideki delilleri kullanmaktadır. Her ne tülüklerden mümkün olduğu kadar Allah’ı tenzih
kadar onlar adalet ve fiziki kötülüğü açıklama ko- etme çabası hâkimken, sebebi anlaşılamayan ve in-
nularında farklı yöntemlere sahip olsalar da düaliz- sanın yapması mümkün görünmeyen fiziki elem ve
min iddialarını çürütme sadedinde oldukça benzer ızdırapların Allah’ın fiilli olarak yorumlandığı gö-
yaklaşımlar sergilerler. Düalistlere karşı kullanılan rülmektedir.103
delillerde rasyonel ve mantıksal delillere başvurma- IV.2 Kozmos ve Hudus
ları, tartışmanın salt mitolojik düzeyde görülmedi-
Kelam ilmindeki kozmolojik tartışmaların geleneksel
ğini, aksine teolojik bir düzeyde algılandığını açıkça
felsefe tarafından eleştirildiği kadar modern yorum-
göstermektedir. Çünkü daha önce de belirttiğimiz
cular tarafından da olumsuz bir takım niteliklerle va-
gibi özellikle Mani tarafından geliştirilen aşırı sem-
sıflandığını biliyoruz. Sözgelimi tecviz niteliği ile bu
bollerle düzenlenmiş kozmoloji mitolojileri yalnızca
kozmolojik tasavvurun, sebepliliği inkâr ettiği104, İs-
kozmik ve ruhsal fenomenleri değil aynı zamanda fi- lam düşüncesinin gelişimine engel olduğu; gayri ah-
ziki gerçeklikleri, jeolojik ve iklimsel değişimleri de laki bir Tanrı tasavvurunun ve insan iradesinin dış-
açıklayabildiği iddiası taşıyordu.100 landığı bir gelişmeye neden olduğu ya da kelamcıların
Bu noktada Kâdı Abdulcebbâr’ın fiillerin varlık ve kozmolojik tartışmalarının felsefi derinlikten yoksun
cinslerinden dolayı iyi ve kötü şeklinde nitelendi- bir savunmacı/apolojetik yaklaşımı yansıttığı bunlar-
rilemeyeceğini hatırlamak gerekmektedir. Çünkü dan bir kaçıdır. Buna karşılık kelamcıların kendi sis-
Mu’tezile’ye göre, Bağdat Mu’tezile’sinden olan Kâbî temlerini mitik ve gnostik düşüncelere karşı ciddi bir
(319/931) hariç, bir fiilin varlığı ve cinsi, iyi ve kötü tutarlılıkla savundukları, kozmosun mitolojik açık-
gibi olumlu ya da olumsuz bir ahlâkî değer kazan- lamalarına karşı felsefi bir dil geliştirerek âlemdeki
ması için yeterli değildir.101 Bu da kanaatimizce Ma- oluş ve bozuluşu izah etme gayreti içinde oldukla-
rını görüyoruz. Kimi zaman düalist gnostik düşün-
niheizmin kötülüğü nesnel bir gerçeklik olarak algı-
celerle (Mecusi, Maniheist, Markinyoncu, Deysâ-
lamasına karşı bir tez olarak okunabilir.
niyye) kimi zaman tüm oluşu ve bozuluşu yıldızların
Netice itibariyle kâinatta fiziki kötülüğü kabul et- etkisine bağlayan Müneccimlerle, Sabilikle kimi za-
mekle beraber hem Mâturîdî hem de Kadı Abdulceb- manda her şeyi tabii nedenlere indirgeyen tabiatçı-
bâr düalistlerin kötülüğün kaynağını iki kadim var- larla karşı kendi sistemleri hem savundular hem de
lığa dayandırmalarına karşı çıkmaktadırlar. Aslında test etme imkânı buldular. Bütün bunları yaparken

444
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Helenistik düşünceyi ve Aristoculuğu da karşılarına da Helenist felsefenin içinde kalarak da bunları ba-
aldılar. Kuşkusuz yer yer bu sistemlerden kavramsal şarabilirlerdi.108 Aynı şekilde bu örneklere bir diğer
ve mantıksal olarak faydalandılar ama yeniden inşa katkı olarak da hatırlatılmalıdır ki, aslında kelamcı-
ettikleri sistematik düşüncede bunları yeniden tanım- ların muhatap aldığı Mani, Marcion ve İbn Deysân’ı
layarak kendi orijinal fikirleri içinde eritmeyi başara- muhatap alan S. Ephraim, Bostra’lı Titus, Archelaus
bildiler. Bu yüzdendir ki, bu mirası devralan Eş’arilik onlara karşı kelamcılar gibi birçok eleştiri yöneltmiş
bile söylenenin aksine “İslam’da bilimin gelişimini en- olsa da, Mu’tezili kelamcıların kozmolojik problem-
gellemedi, aksine o, bilim adamlarını kendi disiplin- lerde elde ettiği sistematiği asla elde edememiştir.
lerini yeniden tanımlamaya ve Grek mirası olmaksı- 109
Haklı olarak Dhanani’nin vurguladığı bu farkın
zın ulaştıkları tutarlılığı sağlamaya zorladı. Bu yeni oluşmasını sağlayan şey farklı bir zihin dünyası ve en-
yapılanmanın daha sonra gerçekte bir İslam bilimi telektüel süreçti. Bize göre bu zihniyet dünyası mitik
olarak ortaya çıkan olgu üzerinde oldukça olumlu ve mitolojik akla karşı rasyonalitenin engin bir araş-
bir etki yarattı” iddiası dile getirilir.105 tırma ve bilme ruhuyla kozmosta olup bitene karşı
Dhanani’nin çalışmasında detaylı bir biçimde ortaya ilgi duyma, onu anlamaya ve kavramaya çalışma is-
koyduğu gibi kelamcılar H. II. yüzyıldan itibaren koz- teği ve entelektüel duyarlılıktır.
moloji sorunlara karşı çok büyük ilgi duydular, bu il- Kelamcıların kozmolojiye ilişkin açıklamaları evre-
gide yukarda bahsedilen rakip düşünce sistemlerinin nin açıklanmasında Tanrısal eylemi içeren bir modeli
kozmolojik açıklamalarının elbette payı vardır.106 Fa- öngörür. Evrendeki düzenin kendi iç kanunları olabi-
kat onların daha sonra kozmolojik problemleri açık- leceğini fakat bu kanunların sürekliliğinin ve korun-
lama biçimlerinde yakaladıkları başarı yalnızca bu et- masının tanrısal eyleme bağımlı olduğunu varsayar.
kiyle açıklanamaz. Çünkü bu başarı aynı zamanda Bununla birlikte bu model tanrısal eylemin dışında
onların felsefi ve kozmolojik problemleri anlama, kav- evrendeki fenomenlerin açıklanmasında başka gizil
rama ve yeniden kavramsallaştırma yeteneklerini de güçlere de ihtiyaç duyulması ihtimalini de dışarıda
gösterir.107Kelamcıların kozmolojik problemlere olan tutan bir sistematiğe sahiptir. Bu açıdan bakıldığında
ilgisi genelde kelam kitaplarında da sık sık zikredilen kelamcıların salt bir varlık sorunuyla ilgilenmedikleri
“Sni’i’in varlığını ispat” başlıkları dikkate alınarak is- söylense de bu gerçekçi bir yaklaşım değildir. Burada
bat-ı vacip yani Tanrı’nın varlığını ispat etme sorunu yapılması gereken varlık nedir? Âlemde gözlemlediği-
bağlamında algılanmıştır. Bu yüzden olsa gerektir ki miz oluş ve değişimlerin gerçek nedeni nedir? Mad-
çoğu araştırmacı “kelam ilminin kozmolojiye ilgisini, denin temel nitelikleri nelerdir? Madde hakkındaki
imanı savunmak için yani apolojitik düşüncenin bir bilgimiz neye ilişkindir? Sorularının cevabını ara-
sonucu olduğu yönünde” yorumlamıştır. Oysa kelam maktır. Bu soruların cevabı kelamcıların kimi birçok
sistematiği oluşurken, muhatapların çoğunun, tabiat- felsefi sorunla da uğraştıklarını gösterecektir. Kelamî
çılar hariç, Tanrı’yı değil, İslam’ın tevhîd ilkesine bağlı öğretilerde, ister Mu’tezili, ister Eş’ari olsun, genel ka-
bir tanrısallığı inkâr ettikleri görülür. Çoğu kez te- bul gören atomculuğun niçin kozmolojik bir öğreti
mel sorun tanrısallığı ya iki varlık arasında bölüştür- olarak kabul gördüğünün anlaşılması için burada kı-
mek ya da maddeyi ezeli kabul ederek onu dışlamak saca özetlemeye çalıştığımız bu çerçevenin önemli ol-
şeklinde ortaya çıkmıştır. Buna karşın kelamcılar is- duğunu söylemek istiyoruz.
ter istemez kozmosa ilişkin daha mantıklı, tutarlı ve Maniheistlerin Gnostik Kozmoloji’ye dair iddiaları
makul bir açıklama getirmek zorundaydılar. Onla- şunlardı; ışık ve karanlık kendi başına sonsuz ve aş-
rın ilgisi Dhanani’nin belirttiği gibi salt teolojik ol- kın varlıklardır. Her ikisinin de kendine ait mekân-
manın çok ötesindeydi. Bunu söylemek kozmolojiye ları vardır. Bu iki ilke daha sonra birbiriyle karışa-
duyulan ilginin Tanrı’nın varlığı, âlemin hudusu, rak kozmosu oluşturmuştur. Bu iki sonsuz varlık,
Tanrı’nın şöyle ya da böyle bir takım sıfatlara sahip birleşme yönleriyle sonludur.110
olması, insanın fiillerinin durumu gibi bir takım so- Mâturîdî’ye göre onlar sonluluğun her ikisinde bu-
runların tartışmasında yardımcı olmadığı anlamına lunmadığını söylerken bunların birleşmesinden mey-
gelmez. Fakat bu bize kelamcıların kozmolojiye olan dana gelen karışımın gerçekleştiği yönde sonluluğun
ilgilerini hala açıklamamaktadır. mevcut olduğunu ileri sürmüşler ve böylece de as-
Zira kelamcılar Dhanani’nin verdiği örneklerde ol- lında sonlu olanı sonsuz konumda göstermişlerdir.
duğu gibi Hıristiyan teologlar gibi Aristoculuğun ya Çünkü her hangi bir şekilde sonluluk bir sınırlılıktır.

445
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Sınırlı oluş ise daha büyük olandan geride kalıştır, ilkelerine bağlı olarak yürütmeleri oldukça önemli-
bu da başkasının onda tasarrufta bulunabilmesi an- dir. Buna göre cisim daima müellef, mürekkep var-
lamına gelir. Ayrıca bu nesnenin bir tarafının yara- lık demektir. Cisim kısaca birleşme veya terkip ol-
tılmış oluşunun kanıtını teşkil eder. Bileşildiği iddia gusuna delalet eden anlamı çağrıştırır.117Bu nedenle
edilen nesnenin bir tarafı sonsuz olanın bir cüzüdür; iki kadim varlığın karışarak bir varlık meydana ge-
sonlu cüzler kümesinin sonsuz olması ise ihtimal dı- tirmesi bir oluşu ve birleşmeyi içermelidir. Oluş ve
şıdır. Zira sonlu oluş kümenin bütün parçalarına nü- birleşmenin gerçekleştiği bir varlığın ise kadim ol-
fuz eder ve onlarla bütünleşir.111 ması imkânsızdır.
Maniheistleri nur ile zulmetin birbiriyle temas ettik- Mâturîdî için düalistlerin nur ile zulmet arasındaki
leri yerden sınırlı olduklarını iddia eder. Bu konuda anlaşmazlığı cevher statüsünde kabul etmeleri de
Mâturîdî temasın cisimlerin niteliği olduğundan ha- eleştirileri geçersiz kılmayacaktır.118 Doğal olarak
reket ederek karışmaya müsait bulunan nurun sonlu değişim nitelik ve nicelik bakımından bir başkala-
olduğu kanıtlanmış olur, demektedir.112 Mâturîdî’nin şımı ifade eder. Cevherle ise değişme konu olama-
düalistlere yönelik eleştirilerindeki ilk delilin önce- yan varlık tipleridir. Değişim ve başkalaşım arazlara
likle “nihayetsiz bir cisim olamayacağı” öncülüne da- aittir. Bu ise, o varlıkta yeniden bir oluşu gerektirir.
yandığı görülür. Aslında bu yaklaşım, Kindî’nin nite- Aslında temel mantık şu ilkede yatar: Bütün, parça-
lik ve niceliği olan cismin bilfiil sonsuz olamayacağı lardan daha fazla bir şeydir.
delili ile benzerlik arz etmektedir. Zira Kindî sonsuz Yukarıda da gördüğümüz gibi kelamcılar varlıkta te-
bir cisimden bir parçanın ayrıldığını kabul etmenin mellenen hem sonsuzun birleşme ve karışım gibi bir
nihayetinde onu sonlu kılacağını, bu nedenle de bir- başkalaşıma girerek kadim kalamayacağına hem de
leşme imkânı olan cismin sonsuz kabul edilmesinin ezeli olandan zorunlu olarak değişimin gerçekleşme-
ne türden çelişkilere yol açacağını ortaya koymakta- sine şiddetle karşı çıkmışlardır. Çünkü bu karşı çı-
dır.113 Bu açıdan bakıldığında Mâturîdî’nin yukarı- kışın arkasında yer alan temel etken; Tanrı yalnızca
daki akıl yürütmesi ile Kindî arasında bir benzerlik dünyanın yaratıcısı değil, aynı zamanda varlığın dü-
bulunduğu söylenebilir. Onun bir başka eleştirisi de zeninin devam etmesinin de yegâne nedenidir. Atom
Markinyoncuk açısından değişimin önceliği ve son- ve araza dayalı metafizik kozmolojide varlık sürekli
radanlığı arasında bir farkın olmadığıdır. Onlar hem olarak yeniden yaratılır. Kelamcılar aynı zamanda
bu karışımın nur ile zulmetin önceki konumunda Aristotelesçi potansiyellik ve fiililik ayrımı ile birlikte
bulunmayıp, bilahare yaratılacak nesne ve olayları onun nedenliliğe uygulanışına da şiddetle karşı çık-
üstlenecek şekilde gelişen bir değişimin (tagayyür) mışlardır. Çünkü Aristoteles için nedenlilik, gerçek
olduğunu ileri sürmüşler hem de bu karışımın bir ka- bir varlığın bir takım potansiyellerini fiile dönüştür-
dirin kudret sıfatıyla meydana gelmesiyle, zatı saye- düğünde ortaya çıkar. Fakat Kelamcılar için varlığın
sinde meydana gelmesi arasında da fark görmemiş- diğer varlık üzerindeki bu tür bir etkisi kabul edi-
lerdir. Böylece onlar ne Allah’ın kudret sıfatını ne de lemezdir. Zaman boyunca varlıkları sürekli olma-
O’nun zatını idrak edebilmişlerdir.114 dığından, varlıktaki her hangi bir değişim atomun
Mâturîdî’nin açıklamalarındaki ikinci eleştiri ise, neden olduğu bir değişim olamaz. Değişim yalnızca
atomculuk kuramı bağlamında cevherlerin de giri- bir birini izleyen örneklerde, Tanrı’nın yeni durum-
şimliliğinin olup olmadığı tartışmasına bağlanabilir. larda yarattığı atomlar ve arazlarla olur. Bu neden-
Zira kelamcılar, Nazzâm (230/845) hariç, cevherlerde lerden dolayı, kaçınılmaz olarak Kelamın metafizik
girişimliliğin olmadığı konusunda fikir birliği için- kozmoloji öğretisi dünyada ikincil nedenlerin mad-
dedirler. Kelamcılara göre cevherlerde birleşme, ya denin asli özelliği olduğu fikrinin yadsınmasına yol
yan yana gelme (mücaveret) ya da toplanma suretiyle açmıştır.119 Buna göre Tanrı var olan yegâne neden-
gerçekleşir. Yani iki cevherin iç içe geçmesi (tedahül) dir ve her şey, bir anda var olan varlıkların yeni du-
mümkün değildir.115Mu’tezileye göre de cisimlerin rumları için Tanrı’nın yarattığı atom ve arazlar yo-
yan yana gelmesi, birbiriyle temas etmesi mümkün luyla onun doğrudan eyleminin bir sonucudur. Kâdı
iken aralarında bir girişimliliğin olması (mudahale) Abdulcebbâr’ın şu sözleri bizim yukarıdaki çıkarımı-
mümkün değildir.116 mızın adeta bir kanıtını oluştur:
Kâdı Abdulcebbâr ve Mâturîdî’nin Maniheizme “Kadim olanın yokluğu ve butlanı düşünülemez. Bu
yönelik eleştirilerini oluş (kevn) ve birleşme (telif) delil iki ilkeye dayanır; birincisi arazların yokluğu

446
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

mümkündür. Arazların yokluğunun mümkün olma- şeklinde özetleyebiliriz. Mitik aklın kozmosu tanrı-
sının delili birleşik olanın ayrılmasıyla birleşmenin, sal güçlerin bir savaş alanı olarak kabul etmelerine
hareketli olanın sükûnu ile hareketin sona ermesi- karşılık, kozmosun açıklanmasında fizik kuramını
dir. Kâdim olanın yokluğunun mümkün olmama- tercih etmeleri, onlara yönelik eleştirilerinde kelami
sına gelince, kuşkusuz kâdim kıdemi kendindendir. yöntemin mantıki yapısı olan nazar ve istidlali akla
Zati sıfatlardan biriyle sıfatlanmış olan, her hangi bir uygun olarak müşahede edilebilen olgulardan hare-
durumda ondan ayrı düşünülemez. Arazların sonra- ket etmeleri bunun en açık kanıtıdır. Bunlar bize gös-
dan olduğu ispatlanmış olursa bunların bir muhdise teriyor ki kelamcılar düalistlerin maddenin temel ni-
ve faile ihtiyaçları kanıtlanmış olur”.120 telikleri konusundaki yaklaşımlarını derinlemesine
Sonuç bilmektedirler. Özellikle onlar düalistlerin kozmosu
Sonuç olarak Kelamcılar özelde Maniheistlere ge- açıklamada niçin yetersiz olduklarını çok iyi kavra-
nelde ise düalistlere karşı eleştirilerinin merkezine dıklarını görürüz. Bundan dolayı kelamcılar Gnos-
atomculuk kuramının temel ilkelerini yerleştirmiş tiklere karşı fiziki eleştirilerini bu konuya yoğunlaş-
görünmektedirler. Böylece kelamcılar kozmostaki tırmıştırlar.
oluşu arazlara dayalı olarak açıklayarak cevherin bi- Kozmostaki kötülüğü ve kozmostaki düzeni açıklama
zatihi değişimin nedeni olamayacağını ispat etmeye da kendi iç mantıkları gereği farklı tasavvurlara sa-
çalışırlar. Bu yöntemin temelinde “Gnostik Kozmo- hip olsalar da, Mâturîdî ve Mu’tezili düşünürler ada-
lojiye” dönük eleştirinin güçlü bir şekilde yer aldığı let ve hikmete bağlı bir teoloji düşüncesinden hareket
bir gerçektir. etmişlerdir. Muhtemelen Maniheizm gibi uzun yıl-
Kelamcılar gnostik düşüncenin temsilcilerine karşı lar Hıristiyanlık düşüncesini tehdit etmiş bir düa-
öğretilerindeki farklılıklara rağmen ortak bir akıl ta- list gnostik düşüncenin Müslüman coğrafyada çok
savvurundan hareket etmişlerdir. Bu ortak aklın te- hızlı bir yenilgiye uğramasının sebebinin bu ortak
mel özelliğini rasyonel ve mantıksal olanı öncelemek akıl olduğunu düşünmek çok da yanlış olmayacaktır.

Dipnotlar
1 Osman Aydınlı, Fethinden Sâmânîler’in Yıkılışına Kadar Semerkant Tarihi, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitü-
sü, (Yayınlanmamış doktora tezi), İstanbul, 2001, s.33.
2 M. G. S. Hodgson, İslâm’ın Serüveni, Haz. Metin Karabaşoğlu, İstanbul, 1995, I, ss. 182-185.
3 Bkz. Mehlem Chokr, İslâm’ın Hicri İkinci Asrında Zındıklık ve Zındıklar, çev. Ayşe Meral, Anka Yayınları, İstanbul 2002,
s.27.
4 Shafiqullah Erkin, İslamlaşma Sürecinde Belh Şehri, (Yayımlanmamış yüksek lisans tezi), Süleyman Demirel Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü, Isparta, 2005, s. 27.
5 Shafiqullah Erkin, age, ss. 28-29; Avesta: Vendidad (English): Fargard 2. Yima (Jamshed) and the deluge.25-29. (http://
www.avesta.org/vendidad/vd2sbe.htm).
6 Zekeriya Kitapçı, “Buhârâ’da İslamiyetin Yayılışı ve Yerleşmesi”, Milli Kültür, Ankara, 1977, c. I, sayı: 3, s. 52.
7 Ünver Günay-Harun Güngör, Türk Din Tarihi, İstanbul, 1998, s. 161.
8 Zekeriya Kitapçı, Orta Asya’da İslamiyet’in Yayılışı ve Türkler, Konya, 1994, s. 59.
9 Hasan Kurt, Orta Asya’nın İslamlaşma Süreci (Buhârâ Örneği), Ankara, 1998, s. 45.
A.g.e., s. 60-61.
10
A.g.e., s. 221-223.
11
A.g.e., , 225.
12
A.g.e., s. 162.
13
14 Osman Aydınlı, a.g.e., s. 465.
15 A.g.e., s. 467.
16 Aydın Usta, a.g.e., s. 317.
17 Bahyeddin Ögel, İslamiyetten Önce Türk Kültür Tarihi, Ankara, 1991, s. 349.
18 Ünver Günay-Harun Güngör, a.g.e., s. 164.
19 Ekrem Sarıkçıoğlu, Başlangıçtan Günümüzden Dinler Tarihi, İstanbul, 1983, s. 183.
20 Bahayeddin Ögel, a.g.e., s. 349.
21 Bahayeddin Ögel, a.g.e., s. 349.
22 Osman Aydınlı, a.g.e., s. 460.
23 İbnü’n-Nedîm, Ebû’l-Ferec Muhammed b. Ebî Ya’kûb b. İshâk (ö. 385/955), Kitabü’l-Fihrist, tah. İbrahim Ramazan, Bey-
rut, 1994, s. 410.

447
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

24 Fuad Köprülü-W. Barthold, İslam Medeniyeti Tarihi, Ankara, 1973, s.88.


25 İbnu’n-Nedîm, a.g.e., tah. İbrahim Ramazan, s.410-411; Fuad Köprülü- W. Barthold, a.g.e., s. 90-91.
26 İbnu’n-Nedîm, a.g.e., tahk. İbrahim Ramazan, s.410.
27 el-Kerderî, Hafuziddin b. Muhammed (827/1423), Menâkıbu Ebî Hânife, Beyrut: Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, 1981, c. II, s. 514.
28 en-Nesefî, Ebu’l-Muîn Meymûn b. Muhammed, Tabsıratu’l-Edille, tahk. Hüseyin Atay, Ankara, 1993, c. I, s. 467.
29 Ashirbek Müminov-Anke Von Kuegelgen, Mâturîdî Döneminde Semerkant İlahiyatçıları (4/10. Asır), Ankara, 2003, s.
266.
30 Mâtürîdî, Ebû Mansûr, Kitabu’t-Tevhîd Tercümesi, çev. Bekir Topaloğlu, Ankara: İsam yayınları, 2002, s. 196–220.
31 Bkz. el-Mâtürîdî, “İçindekiler”, Kitâbü’t-Tevhîd Tercümesi, çev. Bekir Topaloğlu, Ankara, 2002.
32 Andrea Piras, “Mani”, Gale Encylopedia of Religion, c. VIII, ed. Lindsay Jones, New York: Thomson Gale, 2005, s. 5646;
Kurt Rudolph “ Maniheizm”, Gazi Üniversitesi Çorum İlahiyat Fakültesi Dergisi, çev. Mustafa Bıyık, 2002/I, ss.378-393.
33 Bkz. Andrea Piras, “Mani”, Gale Encylopedia of Religion, C. VIII, s.5646.
34 Andrea Piras, a.g.m., s.5649.
35 Kurt Rudolph, a.g.m., s.382-383.
36 Aktaran Prods Oktor Skjærvø, An Introduction to Manicheism (Yayımlanmamış Ders Notları) Harvard University, 2006,
s.31-32.
37 Stroumsa-Sarah-Gedaliahu G. Stroumsa, “Aspects of Anti-Manichaean Polemics in Late Antiquity and under Early Is-
lam”, The Harvard Theological Review, c. 81, sayı: 1, 1988, s.42-47.
38 Donald X. Burt, Augustine’s Worl: An Introduction to His Speculative Philosophy, Lanham, Md. University pres of Ameri-
ca, 1996, s.15.
39 İbnü’n-Nedîm, Ebû’l-Ferec Muhammed b. Ebî Ya’kûb b. İshȃk (ö. 385/955), Kitabü’l-Fihrist, tah. İbrahim Ramazan,
Beyrut, 1994, s.410.
40 İbnu’n-Nedîm, a.g.e., ts. 410–411; Fuad Köprülü- W. Barthold, a.g.e., s. 90-91.
41 Chokr, a.g.e., s.55-56.
42 Bkz. Mehlem Chokr, İslâm’ın Hicri İkinci Asrında Zındıklık ve Zındıklar, çev. Ayşe Meral, Anka Yayınları, İstanbul 2002,
ss. 74-75.
43 İbnü’n-Nedîm, a.g.e., s. 399,
44 A.g.e., s. 399, 395-396.
45 İbnü’n-Nedîm, a.g.e., s.399, 398-399; eş-Şehristânî, Ebû’l-Feth Muhammed b. Abdülkerîm (ö. 548/1153), el-Milel ve’n-Ni-
hal, tah. Emir Ali Mehnȃ-Ali Hasen Fȃûr, Beyrut: Daru’l-Ma’rife, 1993, c. I, s.293.
46 A.g.e., s.399, 396-397.
47 A.g.e., s.399, 392-395.
48 Mehlem Chokr, a.g.e., s. 78-79.
49 Bkz.: Mehlem Chokr, a.g.e., s. 39.
50 Cohkr, a.g.e., s. 94-97.
51 Ugo Bianchi, “Dualism”, Gale Encylopedia of Religion, c. IV, s.2504–2505.
52 Kavramsallaştırma için bkz. Durmuş Hocaoğlu, Türk-İslam Düşüncesinde ve Modern Fizik’te Kozmos, İstanbul Üniversi-
tesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, (Yayımlanmamış Doktora Tezi), İstanbul, 1994, s.37.
53 Norman L. Geisler, Baker Encylopedia of Christian Apologetics, Baker Boks, 1999, s.52.
54 Şinasi Gündüz, Yaşayan Dünya Dinleri, Ankara: Diyanet İşleri Başkanlı Yay., 2007, s. 496.
55 * Işık Bahçeleri bazen cennet bahçeleri bazen de göksel, lahuti alem anlamını taşır, bkz. İbnu’n-Nedîm, The fihrist of
al-nadim, çev. Bayard Dodge, New York : Columbia University, 1970, c. II, s. 777.
56 ** İbnu’n-Nedîm burada uzuv kelimesinin çoğulu olan Azvâ’ kelimesini kullanır. Muhtemelen onların müşahhas varlıklar
olduğu düşünülmektedir. İngilizce çevirisinde ise words kelimesi tercih edilmiştir. Bu anlamıyla da “sıfat” kelimesi kulla-
nılabilir.
57 İbnu’n-Nedîm, a.g.e., s. 400.
58 Joseph Camphell, Yaratıcı Mitoloji Tanrının Maskeleri, çev. Kudret Emiroğlu, İstanbul, 1994, s. 156.
59 Andrea Piras, “Mani”, Gale Encylopedia of Religion, c. VIII, s. 5652.
60 Agy.
61 * Bir kimsenin ruhu ile Tanrı arasında doğrudan bağlantı kurulabileceğini ileri süren dini sistem.
62 Jes. P. Asmussen, Manichean Literature Reprentative Texts Chiefly from Middle Persian and parthian Writings, New
York, 1975, s. 8.
63 Jes. P. Asmussen, Manichean Literature, s. 37-38.
64 Jes. P. Asmussen, Manichean Literature, s. 47.
65 Hıristiynalıktaki beden-ruh ikiliği için bkz. Cengiz Batuk, Mitoloji ve Tarihsellik, İstanbul, 2006, s. 60 vd.
66 Şinasi, Sâbiîler Son Gnostikler, Ankara, 1995, s.127–128.
67 Cengiz Batuk, Mitoloji ve tarihsellik, s.79, 94.
68 Jes. P. Asmussen, Manichean Literature, s.50.

448
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

69 Bkz. Jes. P. Asmussen, Manichean Literature, s.59 vd.


70 Kâdı Abdulcebbâr, Ebû’l-Hasan Abdülcebbâr b. Ahmed el-Hemedânî (ö. 415/1024), el-Muğnî fî Ebvâbi’t-Tevhîd ve’l-Adl,
c. V: el-Fıraku Gayrü’l-İ­slâmiyye, nşr. Mahmûd M. el-Hudayrî, Kahire; ed-Dârü’l-Mısriyye li’t-Te’lîf ve’t-Terceme, ts, s. 10;
Jes. P. Asmussen, Manichean Literature, s.113.
71 Kȃdı Abdulcebbâr, el-Muğnî, c. V, s.10.
72 Kȃdı Abdulcebbâr, el-Muğnî, c. V, s.10.
73 Bkz. Joseph Camphell, Yaratıcı Mitoloji Tanrının Maskeleri, çev. Kudret Emiroğlu, İstanbul, 1994, s. 154-155.
74 Michael Allen Williams, Rethinking Gnosticism An Argument for Dismantling A Dubious Category, New Jersey, 1996,
s. 96.
75 Michael Allen Williams, a.g.e., s. 97-98.
76 Hans-J. Klimkeit, “Manichaen Kingship: Gnosis at Home in The World”, Numen, c. 29, sayı: 1 (1982), s. 17.
77 Hans-J. Klimkeit, a.g.m., s. 18.
78 Hans-J. Klimkeit, a.g.m., s. 20.
79 Andrea Piras, “Mani”, s. 5652.
80 A.g.m., s. 5653.
81 Alice K. Turner, Cehennemin Tarihi, çev. Ayhan Sargüney, İstanbul, 2004, s. 65.
82 İbnu’n-Nedîm, a.g.e., s.402-403.
83 Şinasi, Yaşayan Dünya Dinleri, s.500. İbnu’n-Nedîm, a.g.e., s. 403.
84 Şinasi, Yaşayan Dünya Dinleri, s.501.
85 Şinasi, Yaşayan Dünya Dinleri, s.502-503.
86 Nils Arne Pedersen, Demonstrative proof in defence of God: a study of Titus of Bostra’s Contra Manichaeos: the work’s sour-
ces, aims, and relation to its contemporary theology, Brill, Leiden, 2004, s. 17.
87 Jason BeDuhn, Paul Mirecki, Frontiers of Faith The Christian Encounter with Manichaeism in the Acts of Archelaus,
Brill, Leiden, 2007.
88 İlyas Çelebi, İslȃm İnanç Sisteminde Akılcılık ve Kâdı Abdulcebbâr, İstanbul: Rağbet, 2002. s. 117.
89 Nils Arne Pedersen, a.g.e., s.17.
90 Kâdı Abdulcebbâr, Şerhü’l-Usûli’l Hamse, tahk. Abdulkerîm Osman, Kahire: Mektebetü Vehbe, 1996, s.301.
91 İlyas Çelebi, a.g.e., s. 264.
92 Kâdı Abdulcebbâr, el-Mugnî, c. V, s.23.
93 el-Mâtürîdî, Mansûr Muhammed b. Muhammed b. Mahmûd el- (ö. 333/944); Kitâbü’t-Tevhîd, nşr. Fethullah Huleyf,
Beyrut; Dârü’l-Câmiiâti’l-Mısriyye, 1970, s.113; Kitȃbü’t-Tevhîd Tercümesi, çev. Bekir Topaloğlu, İstanbu: İsam Yayınları,
2002, s.142.
94 Bkz. Jeffrey Alexander, Augustine’s Revision of A Philosophical Presupposition Underlying The Manichean View of God, The
Faculty of Theology of the University of St. Michael’s College, (Yayınlanmamış Doktora Tezi), Toronto, 2005, s.18.
95 Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s.36; Kitâbü’t-Tevhîd Tercümesi, s.50.
96 Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s.36; Kitâbü’t-Tevhîd Tercümesi, s.50.
97 Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s.36-37; Kitâbü’t-Tevhîd Tercümesi, s.50-51.
98 Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s.115; Kitâbü’t-Tevhîd Tercümesi, s.145.
99 el-Hayyȃt, Ebû’l-Hüseyin Abdürrahîm b. Muhammed (ö. 300/913), Kitȃbü’l-İntisȃr ve’r-redd alȃ İbni’r-Ravendî el-Mül-
hid, nşr. H. S. Nyberg, Beyrut: Mektebetü Dȃru’l-Arabiyye, 1993, s.30-31.
100 Sarah Stroumsa; Gedaliahu G. Stroumsa, “Aspects of Anti-Manichaean Polemics in Late Antiquity and under Early Is-
lam”, The Harvard Theological Review, c. 81, sayı: 1 (1988), s.41.
101 Kâdı Abdulecebbâr, el-Muğnî, “et-Ta’dîl ve’t-Tecvîr”, nşr. A. Fu’âd el-Ehvânî, Kahire; el-Müessesetü’l-Mısriyyetü’l-Âmme
li’t-Te’lîf ve’t-Terceme ve’t-Tıbâ’a ve’n-Neşr, 1962, c. VI/I. s.7.
102 Bkz. Eric Lee Ormsby, İslam Düşüncesinde İlahi Adalet Sorunu, çev. Metin Özdemir, Ankara, 2001, s.32.
103 Cafer Sadık Yaran, Kötülük ve Theodise, Ankara, 1997, s.154; Kâdî Abdulecbbâr. el-Muğnî, c. VI/l. s.50-51; Mâtürîdî,
Kitâbü’t-Tevhîd, s.216; Kitȃbü’t-Tevhîd Tercümesi, s.276; Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s.221; Kitȃbü’t-Tevhîd Tercümesi,
s.281; Kâdı Abdulcebbâr, Şerhü’l-Usûli’l Hamse, s.302; el-Muğnî, c. VI/I, s.177.
104 Muhammed Abid el-Câbirî, Arap-İslam Kültürünün Akıl Yapısı, çev. Burhan Köroğlu-Hasan Hacak-Ekrem Demirli, İs-
tanbul, 1999, s. 693.
105 George Saliba, “ The Ash’arites and the science of stars”, Giorge levi Della Vida Conferences Religion and Culture in Medi-
val Islam, ed. Richard G. Hovannisian- Georges Sabagh, Los Angeles, 1993, s.90.
106 Alnoor Dhanani, , Kalam and Hellenistic Cosmology: Minimal parts in Basrian Mu’tazili Atomism, (yayımlanmamış
doktora tezi), Harvard University, 1991. s.13-14.
107 Özellikle bu süreci anlamak için bkz. Alnoor Dhanani, a.g.e., s. 15-31.
108 Alnoor Dhanani, a.g.e., s. 42-43.
109 Bahsedilen eser S. Ephraim’s Prose Refutations of Mani, Marcion and Bardaisan, ed. C. W. Mıtchell M. A, Oxford, 1992.
110 Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s.157; Kitȃbü’t-Tevhîd Tercümesi, s.196, ; Kȃdı Abdulcebbâr, el-Muğnî, c. V, s. 10.

449
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

111 Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s.157-158; Kitȃbü’t-Tevhîd Tercümesi, s.197.


112 Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s.160; Kitȃbü’t-Tevhîd Tercümesi, s.199-200.
113 Bkz. Mahmut Kaya, İslâm Filozoflarından Felsefe Metinleri, İstanbul, 2005, s.17-19; Bekir Toplaoğlu, İslâm Kelamcıları-
na ve Filozoflara Göre Allah’ın Varlığı (İsbât-ı Vâcip), Ankara, 1992, s. 50-52.
114 Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s.172; Kitȃbü’t-Tevhîd Tercümesi, s.213. Burada nakledilen Türkçe metin ile Arapça metin tam
olarak birbirini karşılamamaktadır. Bu fark tahkik farkından kaynaklanmaktadır.
115 Cüveynî, İmâmü’l-Harameyn Ebû’l-Me’âlî Abdülmelik b. Abdullâh (ö. 478/1085); eş-Şâmil fî Usûli’d-Dîn, nşr. A. S.
en-Nessâr, F. B. Avn, S. M. Muhtâr, İskenderiye: Münseâtü’l-Ma’ârif, 1969, s.160.
116 el-Eş’arî, Ebû’l-Hasan Ali b. İsmâ’îl (ö. 324/935-36); Makâlâtü’l-İslâmiyyîn ve İhtilâfü’l-Musallîn, nşr. Hellmut Ritter,
Wiesbaden; Franz Steiner Verlag, 1963, s.327.
117 Bkz. Bâkıllânî, Ebû Bekr Muhammed b. et-Tayyib (ö. 403/1013); Kitâbü Temhîdi’l-Evâil ve Telhîsi’d-Delâil, nşr. İmadüd-
dîn Ahmed Haydar, Beyrut; Müessesetü’l-Kütübi’s-Sakȃfiyye, 1993, s.38, 40, 78-79; el-Cüveynî, eş-Şâmil, s.138, 401; İbn
Fûrek, Ebû Bekr (406/1015),Mücerredu Makâlât eş-Şeyhi Ebî’l-Hasan el-Eş’arî, nşr. Daniel Gimaret, Beyrut, 1987, s.29.
118 Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s.159-160; Kitȃbü’t-Tevhîd Tercümesi, s.199.
119 Bkz. Şaban Ali Düzgün, Nesefî ve İslam Filozoflarına Göre Allah-Alem ilişkisi, Ankara, 1997, s.221-222.
120 Kȃdı Abdulcebbâr, Şerhü’l-Usûli’l-hamse, s.93-94.

450
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Yrd. Doç. Dr. Muratbek MİRZABEKOV


Uluslararası Hoca Ahmet Yesevi Kazak-Türk Üniversitesi Öğretim Üyesi
olan Yrd. Doç. Dr. Muratbek Mirzabekov sempozyuma “Mâturîdî İlmi-
nin Kazak Düşünürlerine Tesiri” isimli tebliğiyle katılmıştır.

Mâturîdî İlminin
Kazak Düşünürlerine Tesiri
Bazı araştırmacılar İslamiyet’in Türk halkları ara-
sına yayılmasını, Araplar tarafından VIII. yüzyılın
başında Tacikistan’nın işgal edilmesi ve Talas savaşı
gibi tarihi olaylarla ilgili olarak ele almaktadır. Tarihi
açıdan bu doğru olabilir. Ancak İslamiyet’in Türk-
ler arasına yayılmasına neden olan temel faktör ola-
rak İslam’ın aydınlık yoluyla yayılmasını veya İslami-
yet ile geleneksel Türk dünya görüşünün arasında bir
uyumluluğun sağlanmasını söyleyebiliriz.
İslamiyet’in Tacikistan halkları arasına yayılma-
sını birçok aşama açısından anlatmak mümkündür.
Çünkü tarih sürecinde zaman değişir, kanun ve ya-
salar değişir, yeni bir döneme adım atan zaman dal-
gası yeni şartlarla karşılaşır ve bu şartlar altında yeni
kararlar ortaya çıkar ve böylece tarih sürecinde her
şey değişikliğe uğrar ve gelişir. İslamiyet’in doğuşu
ve yayılmasında her mesele Hz. Peygamber Efendi-
mizin açıklamalarıyla çözüme kavuşturulmuştur.
Hz. Peygamberden sonraki dönemlerde ortaya çı-
kan meselelere farklı açıklamalar yapılmış ve sonuçta

451
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

mektepler (okul, medrese) ile mezhepler ortaya çık- Örneğin, Abılay Han’ın danışmanı olan Buhar Jırau
mıştır. Bunlardan bazıları Hz. Peygamberin hadisle- [1] ve XIX. yüzyıldaki ünlü din bilginleri N. Talasov
rine son derece titizlik göstermiştir, bazıları ise ortaya ile Ş. Kosşığulov [2, 13 s.] Buhara medreselerinde eği-
çıkan problemlerin nakil ile birlikle akılın da aracılı- tim almıştır.
ğıyla çözümlenmesini uygun görmüştür. Bunlardan Dolayısıyla Sovyet Hükümeti kurulana kadar Taci-
ikincisi Rey mektebi olarak adlandırılmaktadır. Rey kistan ve Kazakistan toprağında çalışmalarını sür-
okulunun temelini atan İmam-ı Azam Ebu Hanife düren cami ve medreselerde Hanefi-Mâturîdî mez-
olarak bilinmektedir.
hebinin inanç sistemi örneğinde eğitim verildiğine
İslamiyet’in değerleri ile yerel halkın örf-adetleri ve dair bilgilere rastlanmaktadır. Tacikistan’ın en bü-
dünya görüşü arasında uyumluluğun sağlanmasında yük eğitim merkezleri olan Buhara ve Semerkand
önemli bir rol üstlenen Iraklı Ebu Hanife mektebi ol- medreselerinde, ayrıca Kazakistan toprağında ku-
duğu malumdur. Dolayısıyla Hanefi mezhebi Taci- rulan medreselerde eğitim alan Kazak din adamları
kistan’daki Türk halkları arasında iyice kökleşmiştir. Hanefi-Mâturîdî mezhebinin ışığında kendi fikirle-
Hatta Maveraünnehir, Hanefilik örneğindeki eğiti- rini ortaya koyarak birçok eser yazmıştır. Bunun yanı
min başlıca merkezine dönüşmüştür. Hanefi mezhe- sıra Mâturîdî mezhebine ait Ömer Nesefî’nin inanç
binin ortaya çıkışı ve gelişmesi, aynı zamanda Taci- ve itikat konusunda yazılan “Akaid-i Nesefî” [2, 5 s.]
kistan’a yayılması İslamiyet’in Türk halkları arasına adlı daha anlamlı ve kısaltılmış bir eseri yüzyıllar bo-
yayılmasının bir aşaması olarak değerlendirilebi- yunca medreselerde ders kitabı olarak kullanılmıştır.
lir. Hanefiliğin yeni dönem şartlarına yanıt vermesi,
Tacikistan’ın en büyük eğitim merkezleri olan Buhara
kelamcı ve filozof Ebu Mansur el-Mâturîdî ve onun
ve Semerkand medreselerinde, özellikle Mir Arap,
kurduğu Mâturîdîlik mektebi tarafından gerçekleş-
Kökiltaş, Şir-Dar ve Tilla Karı (Hafız Tilla) gibi med-
miştir. Bu ise İslamiyet’in Türk halkları arasına ya-
yılmasının ikinci bir aşaması olarak değerlendirilir. reselerde sadece Maveraünnehir bölgesinin öğrenci-
Bu dönemlerde Maveraünnehir, Hanefi-Mâturîdî leri değil, aynı zamanda dünyanın farklı bölgelerin-
mektebinin mezkezi haline gelmiştir. Bir başka de- den gelen öğrenciler eğitim almış ve ilk eğitimlerini
yişle, Ebu Mansur el-Mâturîdî’nin “Kitabü’t-tevhîd” ve devam ettirmiştir. Örneğin, İdil ve Oral bölgesi Ta-
“Te’vîlâtü’l-Kur’ân” adlı eserleri Hanefi örneğindeki tarlarının ünlü din bilginleri Maveraünnehir’in eği-
Mâturîdî mektebinin daha gelişmesini sağlamıştır. tim merkezlerinde yetişmiştir. Ayrıca, Orınbor Şeh-
Ayrıca, Mâturîdî mektebinin gelişmesine Ebu Muin rindeki “Husainiye”, Ufa’daki “Galiya”, Troytsk’deki
en-Nesefî, el-Hakim es-Semerkandi, Ebu Muhammed “Resuliye” ve “Muhammediye” medreselerinin yanı
Abdülkerim bin Musa Pazdevi, Ömer Nesefî, Sire- sıra Taraz, Çimkent, Türkistan, Karnak, Sayram, Se-
cuddin Ali bin Osman el-Uşi ve Buharalı Nureddin mey, Akmola, Oral, Aktöbe, Kostanay ve Atırau med-
es-Sabuni gibi şahsiyetler büyük bir katkı sağlamış- reselerinde çoğunlukla Maveraünnehir medreseleri
tır. Böylece Mâturîdî mektebi Tacikistan’da diğer İs- örneğindeki akaid dersleri okutulmuştur. Bununla
lam mezheplerinin yayılmasına imkan vermemiştir. birlikte Mâturîdî mektebinin mensuplarından Ömer
Nesefî’nin “Akaid-i Nesefî” adlı eseri ve onun şerhi
Mâturîdîlik eski çağlardan günümüze kadar Türk
olan Sagduddin Taftazani’nin “Şerh Akaid en-Nesefî”
halklarının teolojik, manevi ve felsefi görüşlerinin te-
adlı eseri medreselerde ana ders kitabı olarak okutul-
melini oluşturmuştur. Çünkü inanç ve itikat konu-
muştur. [4, s.186].
sunda çeşitli fikirler ortaya koyan Türk din adamla-
rının bilgi ve düşünce ufuklarının temeli doğrudan Kazakistan toprağında kurulan medreselerde eğitim
Hanefi-Mâturîdî mezhebinin inanç sistemi ile ilinti- alan Kazak din adamları Hanefi-Mâturîdî mezhebi-
lidir. Ayrıca, Sovyet Hükümeti kurulana kadar, hatta nin ışığında kendi fikirlerini ortaya koyarak birçok
Sovyet Hükümeti döneminde de Mâturîdîlik Buhara eserler yazmıştır. Kazak Hanlığı dönemindeki ünlü
ve Semerkand medreselerine büyük bir itibar kazan- devlet adamları Aktamberdi ile Buhar’ın eserlerinde;
dırmıştır. XIX. ve XX. yüzyılların başında Kazak ay- ayrıca XIX. yüzyıldaki Kazak filozofları ve münev-
dınlarının bir kısmı Maveraünnehir’deki din med- verlerinden Abay Kunanbayev’in “Kara Sözler”, Ibı-
reselerinden veya Semerkand ve Buhara medreseleri ray Altınsarin’in “Müslümanlık Dayanağı” ve Şaka-
örneğindeki Tataristan, Başkurdistan ve Kazakistan rim Kudayberdiulı’nın “Müslümanlık Şartları” adlı
toprağında kurulan medreselerden mezun olmuştur. eserlerinde imanın ve islamın şartları ile ilgili konular

452
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Hanefi-Mâturîdî mezhebini esas alarak çocuklara dini fikrine göre insan Allah’ın varlığına ve birliğine, Hz.
eğitim verilmesi amacıyla yazılmıştır. Muhammed’in Allah’ın Elçisi olduğuna gönülden
XIX. yüzyıldaki Kazak aydınlarının eserlerinde ta- inanmasından dolayı mümin ve müslüman derece-
savvuf kavramlarına öncelik verilmiştir. Çünkü Ye- sine yükselir. Müslüman olan kişi işlediği günahdan
sevilik, Kazak kültürü ile dünya görüşünde asırlar dolayı imandan çıkmaz ve küfre girmez. Yani dünya
boyunca önemini kaybetmemiştir. Fakat Kazak ay- hayatında gerçekten mümün olarak kabul edilir. Fa-
dınlarının eserlerindeki tasavvuf kavramları Hane- kat işlediği günahdan dolayı ahlaksız mümin olarak
fi-Mâturîdî mezhebi ile devamlı uyumlu bir şekilde sayılır. Aynı zamanda işlediği günahdan dolayı Al-
gelişmiştir. Dolayısıyla Abay’ın şiirlerinde tasavvuf lah’ın cezasını çekecektir. Bu durumdaki kişinin öbür
meselelerine öncelik verilmesine rağmen Allah’ın dünyadaki hali Allah’ın iradesine bağlıdır. Yani, Allah
varlığı ve birliği, zatı ve sıfatları, kader ve irade gibi isterse günahlarını bağışlar veya cezaya çeker. Dola-
kelam konuları Mâturîdî inancı ışığında ele alınmış- yısıyla insan ömrü boyunca korkuya kapılarak veya
tır. Ayrıca, XIX. yüzyıldaki Kazak din adamlarından günahlarının bağışlanacağını ümit ederek yaşaması
Akmolla, Ibıray, Ebu Bekir Kerderi, Nurcan Nauşa- gerekir. [6, s.8] Yani, bu insanın korku ve ümit ara-
bayulı, Yusuf Köbeyulı, Şadi Töre, Şakarim Kuday- sında yaşaması gerek demektir. Salih ameller imanın
berdiulı ve Makış Kaltayulı’nun eserlerinde Allah’ın bir parçası olamaz. Onlar imanın dışındaki farzlar-
varlığı ve birliği, zatı ve sıfatları, kader ve irade, insan dır. Şüpheli iman olmaz. Mümin olan kişi hiç şüp-
hayatının önemi, dünya hayatının geçiciliği ve ahiret hesiz iman etmesi gerekir. [5, s.189-190] Yani, onun
hayatı ile ilgili konulara rastlanmaktadır. Mâturîdî- “Ben gerçekten müminim” diye haykırması gerekir.
liğin Kazak aydınlarının eserlerindeki yeri ve onla- Salih ameller imanın bir parçası değildir. Bu nedenle
rın arasındaki bağlantılar üzerinde durursak, sadece iman salih amellerin yerine getirilip-getirilmemesi
iman, itikat, Allah’ın varlığı ve birliği, zatı ve sıfat- yönünden artmaz ve eksilmez. Yani, salih amellerini
ları, nübüvvet, kader ve irade gibi konularla yetiniriz. yerine getirmeyen mümin günahkar sayılır ve cezaya
Genel olarak Kazak aydınlarının dini görüşlerinin maruz kalır. Eğer dini bir hükmü reddederek günah
temelini iman konusu oluşturmaktadır. Bunun baş- işleyen kişi küfre girer ve imanını kaybeder. Bu gö-
lıca sebebi, imanın bütün dinin temeli olmasından rüşler Şakarim Kudayberdiulı’nun eserlerinde de ve
kaynaklanmaktadır. Gerçi bütün Kelam kitaplarında, Ibıray Altınsarin’in eserlerinde de aynı tarzda yer al-
özellikle Mâturîdîlikte imanın aslı kalp ile tasdik (kal- mıştır. Bütün müslümanlar iman konusunda eşittir.
ben inanmak, kabul etmek) olarak tarif edilmektedir. Birisinin imanı diğerinden çok veya az olamaz. An-
Dolayısıyla mümin olan kimse kalbindeki imanı sağ- cak bu salih amellerle gerçekleşir.
lam kanıtlarla güçlendirmesi gerekmektedir. İmam
Amel ile iman arasındaki ayırım Mâturîdîliğin iman
el-Mâturîdî kanıtı olmayan taklitçinin inanç ve iti-
felsefesinin temelini oluşturmaktadır. Kazak aydınları
katını iman olarak kabul etmemiştir. Ancak son dö-
amellere inanmanın farz olduğunu bilerek yerine ge-
nemlerdeki Mâturîdî mezhebinin imamları taklit yo-
luyla iman eden kişinin imanını kabul etmiştir. Fakat tirilmemesini ayrı bir mesele olarak değerlendirmek-
onlar bu durumdaki kişiyi büyük günah işleyen kişi tedir. Herhangi bir dini hükmün farz olduğuna inan-
olarak görmüştür. Bu kapsamdaki aynı görüşleri Ka- mayan kişi kafir, ancak farz olduğuna inandığı halde
zak aydınlarının eserlerinden görebilmekteyiz. Ör- onu yerine getirmeyen kişi ise günahkar mümin ola-
neğin, Ibıray Altınsarin’in çocuklara dini eğitim ve- rak sayılır. [6, s.35-36] Onlara göre namaz, oruç, ze-
rilmesi amacıyla yazdığı “Müslümanlık Dayanağı” kat ve hac gibi ibadetler iman konusuna girmez ve
adlı eserlerinde imanı tahkiki, istidlali ve taklidi ola- bunlar imanın dışındaki farzlar veya iman ile İsla-
rak üç gruba ayırmış ve bunları ayrı ayrı açıklamış- mın ilkeleri olarak değerlendirilmektedir.
tır. [5, s.190-191] Kazak aydınlarının imanın şartları hakkındaki gö-
Ayrıca, Şakarim Kudayberdiulı imanın aslı kalpte ol- rüşleri Mâturîdîlik mezhebine uygun gelmektedir.
duğunu ileri sürerek, kalbinde Allah inancı olmayanın Şakarim Kudayberdiulı’nun ifadesine göre imanın
imanı da olmaz demiştir. [6, s. 7-8] Şakarim Kuday- şartları “önce Allah’ın varlığına ve birliğine inanmak,
berdiulı’na göre kainatın Yaratıcısını aklıyla tanıma- meleklerin varlığına inanmak, peygamberlere ve on-
yan, yani taklidi imandan tahkiki imana yükselme- lara gönderilen kitaplara inanmak, ahirete inanmak
yen kişi günahkar kişi olarak sayılır. [6, s. 7-8] Onun ve öldükten sonra tekrar dirilişe inanmaktır.” [6, s.8]

453
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

İman şartlarının aslı ve Kelam ilminin temel konusu Allah’ın rahmetidir. Adalet, her şeyin yerinde olması
olan Allah inancı meselesi Kazak aydınlarının eser- demektir. Allah’ın rahmeti sonsuzdur. Yani, ilahi bir
lerinde Mâturîdî itikatına uygun bir şekilde ele alın- hareketin hikmetten ayrı olması mümkün değildir. Bu
mıştır. Yani, bütün inanç ve itikat konuları Allah’ın nedenle Abay’ın Kara sözlerinde “Cenab-ı Hak hiçbir
varlığı ve birliği, O’nun benzerinin olmadığı, Allah’ın şeyi hikmetsiz yaratmamıştır” denilmiştir. [7, s.368]
kainatın Yaratıcısı olduğu ile ilgili konuları içermek- Allah’ı tanımanın akılla mümkün olduğu hakkında
tedir. Kelam kitaplarında yer alan Allah’ın varlığı ve Mâturîdî imamları ortak bir fikire varmışlardır. Eğer
birliği ilgili hudus ve nizam kavramları Abay’ın şiir- Allah hiç peygamber göndermese bile insanların kendi
lerinde sistemli bir şekilde yer almıştır: akıllarıyla Allah’ın var ve bir olduğunu bilmeleri ge-
Baş üstte yaratılmış ve boyun aşağıdadır rekir. Çünkü böyle bir karar almaya aklın gücü ye-
ter. Dolayısıyla vahiyden haberi olmayan (kendisine
Bak, vucüt düzenle yaratılmıştır
dini emirler ulaşmayan) kişinin Allah’ın var ve bir
İşin özü bu düzeni tanımaktır
olduğuna inanması gerektiği [6, s.8] hakkında Şaka-
İman ve sabırla yardım iste [7, s.268].
rim’in eserinde belirtilmiştir.
Aynı zamanda Allah’ın zatı ve sıfatları ile ilgili konu
Mâturîdî mezhebi imamlarının eserlerinde yer aldığı
klasik Kelam ilminde çok tartışılan konulardan bi-
gibi nübüvvet konusuna Kazak aydınları da büyük
ridir. Dolayısıyla Kelam ilminde Allah’ın zatı ve sı- önem vermiştir. Hatta nübüvvetin önemi ve özellik-
fatları hakkındaki konular çok önemli konular ola- leri, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (a.s.)
rak değerlendirilmektedir. Genel olarak Mâturîdî peygamberlik görevi ve onun hayatı hakkında bir-
itikatında Allah yaratılanların hiçbirine benzemez. çok kıssa ve destanlar ortaya koymuştur. Örneğin,
Abay’ın ifadesine göre Mâturîdîlikte Allah’ın Hay, Jusipbek Şeyhislamov’un “Kıssa-i Hazret-i Resulul-
İlm, Kudret, Basir, Semi’, İrade, Kelam ve Tekvin [7, lah”, Şadi Töre’nin “Hz. İbrahim Hikayesi” ve “Siyer
s.352] sıfatları bulunmaktadır. Allah’ın sıfatları za- Şerif” adlı eserlerinde nübüvvet, Hz. Muhammed’in
tıyla birlikte de ve ayrı da değildir. [7, s.355] Allah’ın peygamberlik sıfatları ile ilgili konular yer almıştır.
isimleri ile sıfatları mutlaktır ve onları akılla anlat- Ayrıca, anılan eserlerde Allah’ın peygamberler gön-
mak mümkün değildir. [7, s.353] Hem ezeli ve hem dermesi, Allah tarafından mucize gösterilmesi, insan-
ebedidir. [7, s.354] ların okuma ve yazmayı öğrenmekle birçok özellik-
Mâturîdî mezhebi mensuplarının çok üzerinde dur- lere sahip olmaları, peygamberlerin iyilik ve hakikatı
duğu konulardan biri Allah’ın Tekvin sıfatıdır. On- öğütlemesi gibi konulara rastlanmaktadır.
lara göre Tekvin sıfatı Allah’ın İlm, Kudret, Basir, Mâturîdîlikte en son peygamber Hz. Muhammed
Semi’ ve İrade gibi ezeli sıfatlarından biridir. Allah’ın ve onun peygamberliğini ıspatlayıcı en büyük mu-
Tekvin sıfatı ezelidir. Fakat, yaratılanları da ezeli ola- cize de Kuran-ı Kerim olarak bilinmektedir. Kuran-ı
rak anlamamak gerekir. Çünkü yaratmak ile yaratı- Kerimin okuma ve yazma bilmeyen insan tarafından
lan farklı konulardır. El-Mâturîdî’ye göre insan aklı öğretilmesi ve Kuran’ın bir mucize olduğu hakkın-
tekvinin mahiyetini anlayamaz ve gücü yetmez. Fa- daki bilgilere Kazak aydınlarının eserlerinde rastlan-
kat, burada insan dünyadaki her şeyin “Kün” (Ol) maktadır. Şakarim Kudayberdiulı’nın “Müslümanlık
denilen ilahi bir emirle yaratıldığını anlayabilmekte- Şartları” adlı eserinde peygamberlikle ilgili deliller
dir. Allah’ın Tekvin sıfatı Kazak aydınlarının eserle- getirilmiştir: “Hz. Peygamber Efendimizin okuma
rinde yer almaktadır. Örneğin, Şakarim’in eserinde ve yazma bilmediği halde kendisinden önceki pey-
“var edici ve yok edici” [6, s.11] diye kaleme alınmış gamberler ile nice halkların durumundan haberdar
ise, Ibıray’ın eserinde “Tekvin yoktan var edici” [5, olması onun gerçekten peygamber olduğuna bir de-
s.197] olarak belirtilmiştir. lil olmaz mı? Aynı zamanda o zamanlarda Tevrat ve
Mâturîdî mezhebinin imamlarına göre dünyada hiç- İncil’i okuyanlar denemek için kendisinden birçok
bir şey boşuna yaratılmamıştır. Aksine her şeyin bir soru sorduğunda hepsine cevap vermesi ve kısa bir
yaratılış nedeni, amacı ve hikmeti vardır. Bu bağ- zaman içerisinde İslamiyetin bütün dünyaya yayıl-
lamda Allah’ın yarattığı her şey O’nun koyduğu sis- ması onun gerçekten peygamber olduğuna bir delil
tem ve düzenden dışarı çıkmaz. Dünyadaki her şey değil mi?” [6, 13 б.]
görkem (düzenli) bir şekilde yaratılmıştır. Dolayısıyla Bunun yanı sıra Peygamber Efendimiz Hz. Muham-
hikmetin iki türü vardır: birincisi adalet, ikincisi ise med’in zayıflara destek olması, fakir ve miskinlere

454
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

karşı yardımda bulunması, devamlı hakikatı söyle- adlı eserinde Cebriyeciler ile Kadercilerin irade ve ka-
mesi, insanların kötülükten uzak olmalarını ifade der ile ilgili görüşlerinin İslamiyetin inanç esaslarına
etmesi, maddi ve manevi günahlardan arınmak için aykırı olduğu belirtilmiştir. [7, s.338]
ibadetleri öğretmesi, sosyal adaletin saltanat kurma- İmâm Mâturîdî ve tabilerine göre insan kendi dav-
sını sağlaması gibi konular Hz. Muhammed’in (a.s.) ranışlarının sahibidir. Allah iradenin özgür (serbest)
peygamberliğine bir ıspat olarak aydınlar ile şairle- olmasından dolayı insanı kendi davranışlarından so-
rin eserlerinde yer almıştır. [5, s.198-199] rumlu tutar ve bunun karşılığı olarak insan cezalan-
İnsanın dünyadaki eylem ve davranışları onun yaşam dırılır veya mükafatlandırılır. Dolayısıyla insan dav-
tarzını belirleyici faktörlerden biridir. Dolayısıyla İs- ranışları kendisine verilen cüz’i iradenin bir neticesi
lamiyetin ortaya çıktığı ilk yüzyılda kader ve irade olarak görülür. İnsan beceri ve kabiliyetleriyle ha-
meselesi mezhepler arasındaki tartışmalara neden ol- reket eder ve bunları özgür iradesiyle gerçekleştirir.
muş ve sonuçta farklı görüşler ortaya çıkmıştır. Bun- İnsanların iyi ve kötü davranışlarda bulunması Al-
lardan biri insanda iradenin olmadığını ve her şeyin lah’ın kudretine bağlıdır. Başka bir deyişle, insanın
Allah tarafından belirleneceğini ortaya koyan Cebri- belli bir hareketi tercih etmesi onun kendine aittir, bu
yeciliktir. İkincisi ise Allah’ın irade ve kudretini red- hareketi yaratmak ise Allah’a aittir. Bu konu Abay’ın
dederek tüm eylem ve davranışların insanın kendi işi Kara Sözlerinde şöyle anlatılmıştır: “İyilik ve kötü-
olduğunu ileri süren Kadercilik ve Mu’tezile fırkala- lüğü yaratan Allah’tır, fakat yaptıran Allah değil-
rıdır. İrade ve kader konuları Kelam kitaplarında ay- dir. Hastalığı yaratan Allah’tır, ama hasta yapan Al-
rıntılı bir şekilde ele alınmıştır. İradenin özgür (ser- lah değildir. Zenginlik ile fakirliği yaratan Allah’tır,
best) olması insanı kendi davranışlarından sorumlu ama zengin eden veya fakir eden Allah değildir” de-
tutar. Akıl ve özgür irade insani eylemlerin yapılma- miştir. [7, s.339]
sına bir temel oluşturur. İnsan, akıl ile irade arasındaki Sonuç olarak, Mâturîdîliğin bütün Türk halklarının ve
uyumluluktan akıla büyük önem verir. Çünkü irade bunların arasında Kazakların da manevi bir dayanağı
akıla tabiidir. Ama, kimi durumlarda irade gücü öne olduğunu söyleyebiliriz. Bu makalenin yazılış amacı
çıkar. Ancak iyilik yapmak için insana kendi gayre- da bunu belirtmektir. Çünkü günümüzde Kazakların
tiyle birlikte Allah’ın şefaatı lazım. Onun ışığında in- milli düşünce sistemine, dünyagörüşüne aykırı olan,
sanın eylem ve davranışları olgunlaşır. Bu çerçevede aynı zamanda devletin bütünlüğü ile huzuruna zarar
Kazak aydınlarının Hanefi-Mâturîdî mezhebinin ışı- veren yeni fırka ve gruplar ortaya çıkmaktadır. Dola-
ğında kendi fikirlerini ortaya koyduğu görülmekte- yısıyla söz konusu fırkalara karşı gerekli önlemlerin
dir. Örneğin, Abay’ın yirmi sekizinci Kara sözünde alınması ve Mâturîdîliğin yaygın olarak anlatılması
ve Şakarim Kudayberdiulı’nın “Müslümanlık Şartları” günümüzün beklenen en önemli taleplerindendir.

Kaynaklar:
1. http://azretsultan.kz/ «Диуани Хикмет» шығармасының медреселерде оқытылу тарихы
2. Жолсейітова М. Қазақстандағы мұсылмандық білім беру тарихынан (ХІХ ғасырдың екінші жартысы- ХХ
ғасырдың басы) Алматы: азиат, 2004
3. Л.Холназарова Л. Государственные и общественные библиотеки в Бухарском эмирате в XIX – начале XX в.//
Абай атындағы ҚазҰПУ-дың хабаршысы, «Тарих жəне саяси-əлеуметтік ғылымдар» сериясы, № 3 (26) – 2010
ж. – 135 б.
4. Махмутова А.Х. Возрождение и развитие системы образования татар-мусульман в Волго-Уральском регионе в
конце XVIII – начале ХХ вв. // Научный Татарстан• 1’2011.
5. Алтынсарин Ы. Өмірі мен шығармалары. – Алматы: «рауан, 2013.
6. Құдайбердіұлы Ш. Мұсылмандық шарты. Алматы: 1993.
7. Құнанбайұлы А. Өкінішті көп өмір кеткен өтіп..: Өлеңдер, поэмалар, қара сөздер. – Алматы: Рарирет, 2008.

455
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Prof. Dr. Dosay KENZHETAYEV


Uluslararası Avrasya Üniversitesi Öğretim Üyesi olan Prof. Dr. Dosay
Kenzhetayev sempozyuma “Kazak Müslüman Toplumu ve Mâturîdî Aki-
desinin Yeniden İhyası” isimli tebliğiyle katılmıştır.

Kazak Müslüman Toplumu ve


Mâturîdî Akidesinin
Yeniden İhyası
Din insanı Allah’a bağlayan kurumdur. Bu bağlamda
inanç ile gerçekleşir. İnanç olgusu ise insanın doga-
sında mevcuttur. Ancak bu olgu soviyet döneminde
yanı kapalı bir toplumda siyasi olarak sekülerizm il-
kesiyle gözardı edilmiştir. Kazakistan’da bağımsızlık
sonrası ise din ve devlet ilişkilerindeki esas ilke ola-
rak tanılan laisizm ile düzenlemelere girişilmiştir.
Ancak laisizm ilkesinin devlet ve toplumun temeli
olan tarih, kültür ve dini tecrübelerinden kaynakla-
nan aksiyolojik kapsayıcı fonksiyonu ihmal edilmiş-
tir. Nedeni ise o zaman din eğitiminin devlet tara-
fından kontrölü ve mekanizmaları netleşmemiştir.
Sonuç ise belli, toplumda dini bilgilerin çeşitleri ço-
ğalmakta ve gruplaşmalara yol açmaktadır. Bu olgu
bir toplumun kendi içinde sosyal kutuplaşmalara ne-
den olmuştur. Mezhep ayrılığı, dini eğitimin çok ce-
sitliligi, dini otoritenin olmayışı ve devletin de buna
müdahale edemeyişi Kazakların kendi arasında ta-
bakalaşma olgusunun derinlemesine farklılık ya-
ratmıştır. Bu ise bir çeşit yabancılaşma olgusunu da

457
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

beraberinde getirmiştir. İşte bu manzara Kazak top- Ancak bu takdirnameler, Kazakistan devletinin esas
lumunun geleceğini tehdit eden ve psikolojik olarak kurucu konumundaki kültür mensuplarının hürriyet
da Kazakların milli beraberlik şuurunu zedeleyen sınırı ile gelişmelerine pozitif tesir edememiştir. So-
unsur haline gelmektedir. Şu anda islam din olarak, nuçta geleneksel islam dininin sosyal, epistemolojik
tevhid ve barış dini olmasına rağmen adeta bir par- ve tedrisat veçhesi zayıf düşmüş, aksine yabancıların
çalayıcı unsur olarak gözükmektedir. Bu problemin misyonerlik faaliyetleri hız kazanmıştır.
esas nedeni Kazak toplumunda yeni dini bilgiler, dini
Eğer biz toplumdaki bugünkü sürecin yarınki sonuç-
egitimin cok kutuplu ve cok çeşitliliği, eski ile yeni
larından iyi bir olumlu gelişmelerden umutlu isek, o
dini tecrübelerin arasındaki doktriner tartışmalar-
zaman bugünün bu sürece sahip çıkarak kendi gir-
dan kaynaklanmaktadır.
dilerimizi yani milli tutumlarımızı tespit ederek, bu
Kazakistan’daki dini durum, eski Soviyetler Birliği- sürecin başlıca etken unsur (komponent) olarak yer-
nin dağılmasıyla birlikte, ortaya çıkan diğer bagım- leştirmemiz icabediyor.
sız devletlerdeki gibi çok canlı ve acil değişimlere yol
Onun için ilk önce, dini inanç hürriyetinin yanı sıra
açmıştı. Din olgusunun sosyal, kültürel, tarihi, siyasi
geleneksel dinimizi koruma ve geliştirmenin hukuki
ve psiko-gnosolojik varlıgı ile imkanları toplum haya-
tında kendini hissettirmeye başlamıştı. Bagımsız bir zeminlerini bir daha gözden geçirmek zorundayız.
devlet olarak, toplumdaki dini problemlere çözüm Çünkü islam dini Kazak varlıgı ve kültürünün esas
yolları üretilmeye çalışılmıştır. Ancak toplumdaki kaynağıdır. Ancak burada din ve devlet ilişkisini
çok hızlı gelişmeler, din olgusunun getirdiği şartları düzenleyen laiklik ilkesini herbir devlet kendi ta-
ile bağımsızlığını yeni ilan etmiş devletin ve hem de rih tecrübesine dayalı olarak yorumlamalıdır, ka-
ateist bir kapalı toplumun hukuki, siyasi ve eğitimin naatindeyim.
dini ilkeleri bir türlü örtüşememişti. Bu Kazak devlet geleneğinin devamlılığının, onu sağ-
İlk başta dini problemlerin daha yakinen derinleme- lam bir zemine oturtmanın da önşartıdır. Biz burada
sine tanımadan, hatta buna hazırlığımızın yetersizli- hukuk açısından laiklik ilkesinin devletin geçmiş ta-
ğine de bakılmaksızın, bağımsızlığın verdigi cesaretle rihi ile tecrübesinde iz bırakan onun kültürel, ma-
devletimizin hukuki zeminlerini yeni meclisimizde nevi değerlere dayanarak yorumlanmasından doğal
çabucak kanunlaştırmaya çalışmışızdır. bir şey olduğunu zannetmiyoruz. Aksine devlet olgu-
suna, tarih, medeniyet, kültür, zaman ve mekan açı-
Eski soviyet değerler sisteminin yerine geleneksel, ta-
sından bakıldığında bu şarttır ve tabiidir.
rihi, kültürel ve manevi değerlerimizi sunma çabasına
girişilmiştir. Ancak o zaman bu değerlerin tamamen Şimdi ise Kazakistan toplumundaki islam dini prob-
hukuki zeminde korumanın başlıca ilkeleri ile ideleri lemlerini ele alalım. Doğrusu Allahu Teala İslamı
tam anlamında kavranılmış değildir. Onun birçok insanlığın problemlerini çözmek için göndermiştir.
nedenleri vardı. Bağımsız devletin hukuki zeminini Dolayısıyla İslam kendi başına problem olamaz. Ka-
hazırlamada zamanın yetesizliği, yani, soviyet döne- zakistan’daki islam etrafındaki problemler dini bilgi
minde “yarın bağımsız bir devlet olacağız” düşünce- ve doktrinel psikolojik nedenlerden kaynaklanmakta-
sinin olmamasından, diğer bir sebep ise, buna hazır dır. Bu toplum eski ile yeni, geleneksel müslümanlık
olmadığımızı gizlemek için de, yabancıların hazır ve anlayış ile bugünkü vehabilik arasındaki kargaşalara
nazır hukuki sistemlerini dışarıdan alarak kanunlaş- maruz kalmaktadır. Bilindigi gibi Kazak Türklerinin
tırmışızdır. Bu girişim yeni devletimizin hukuki esas müslümanlık anlayışının temelinde tasavvuf vardır.
ve şeklini tespite yaramışsa da, devletin kurucu kül- Türk islam tarihinde Tasavvufun tarikat devri 12.
tür ve toplumun temsilcilerine zararı dokunacağını yüzyıl ile 19. yüzyıl arasında devam eden bir süreci
önceden bilememişizdir. En kötüsü böyle bir prob- temsil etmektedir. Kazakistan’da sunni hanefi eko-
lemi varsayımlarla olsa bile bilecek ne devlet erkanı lünün tutunmasında Türk tasavvuf ekolünün etkisi
ne de kadro mevcuttu. Sonuçta Kazakistan’daki 16 büyüktür. Ancak bugün toplumda başta Hoca Ah-
milyon nüfusun içinde 40’tan fazla din ve 3 binden met Yesevi olmak üzere tüm Kazak müslümanlık an-
fazla dini kurum ve cemaatler zuhur etmistir. layışının reviziyona tabi tutulduğu farkedilmektedir.
Bunların yabancısı da yerlisi de hukuki yönden eşit Bunun iki nedeni vardır. İlki Kazakistan toplumun-
bir hakka sahip olmuştur. Bu hümanist yaklaşımımızı daki vehabilik anlayışının yaygınlaştırılması ise, di-
uluslararası kurum ve merkezler takdir etmişlerdir. ğeri de dinin siyasallaşmasıdır.

458
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Vehabilik anlayışı Soviyet döneminde bir kural ola- kardeşlerimiz, ecdadlarımız geçtiği yollar ve dini tec-
rak kullanılmış ve Muftiyat medreseleri kurumla- rübelerine nefretle bakmaktadırlar.
rinda okutulmaya başlamıştı. Çünkü soviyet sistemi Genel olarak vehabilik Kazakistan’da yüzyıllarca
bir gün müslümanların bağımsızlıklarını elde edecek- oluşa gelmiş hanefi mezhabına zıt kutuptaki, hiçbir
lerini bilmiş ve onların arasına bölücü unsur ancak mezhebi tanımayan tutumu sergilemektedir. Mesela
vehabilik anlayışının olabileceğini tahmin etmişlerdir. biz fanilere onların ruhlarına Kuran okuyoruz, ka-
Buradan Kazakistan’daki vehabiliğin tarihi bağımsız- birleri ziyaret ediyoruz, onların başlarına da kabirtaş
lık öncesine kadar uzandıgını görmek mümkündür. koyarız. İşte bunların tamamı islama aykırı bidat ola-
Tarihe bakıldığında Türkistan’a vehabiliğin yayılması rak mütalaa ediliyor. Musiki, teatro, doğum günleri,
ХХ. yy. 70-80 yıllar rastlanmaktadır. ХVІІІ-ХІХ. yy. hatta peygamberimizin mevlidi bile günahtır, şirktir,
Afganistan ve Hindistan’a kadar genişleyerek, soviyet bidattır. Gençlerin kafasında hem psikolojik ve hem
ideolojisinin desteğini aldıktan sonra sunni hanefi- de epistemolojik sorular devam etmektedir. İşte bu-
lere karşı mücadelesini başlatmıştır. Kazakistan’da nun gibi sorular gençlerimizin yüzyıllarca oluşmuş
ise 1972 yılında Abdugani Abdullah şeyh vehabili- dini tecrübelerimize olan şüphelerini körüklemektedir.
ğin etkin savunucusu olarak bilinmektedir. Bağım- Aslında İslam bilginleri bidatı tamamen yok saymıyor.
sızlık sonrası vehabilik Kazakistan’ın kuzey kesi- Bidat eğer beş vakit namazın yerine iki veya ondan
minde ve rusdilli eğitim almışların arasında daha fazla vakitleri koyarsanız. Yani islamın iman esasları,
çok belirginleşmişti. namaz, oruç, zekat, hac yerini değiştirirseniz bidattır.
ХVІІІ. yy. zuhur eden vehabilik İbn Teymiyye’nin Bidatı hasene insanın aklı, toplumun maddi ve ma-
anlayışını izlemiş ve Muhammed bin Abdulvahhab nevi gelişimine uygun bir şekilde dinin koydugu çer-
ile gelişerek, bugünkü Suudi Arabistan’ın idelojisi ha- çeve içerisindeki dini ve dünyevi ihtiyaçları karşılayan
line gelmiştir. şeylerdir. Mesela mevlid, tesbih, tahlil, zikr, teknoloji
Tarihte vehabiler, karşı tarafla savaşmayı “bidatla” ürünlerinden istifade etmek gibi peygamber zama-
savaş olarak nitelendirmişlerdir. Ve bidatı münker, nıda olmayan şeylerin tamamını bidat olarak niteler-
emir bil-ma’rûfu vacip bilmişlerdir. Onlar bidat ile sek o zaman islamın ruhunu boğmuş olacagız. Allah
şirki yok etmek için mezarlara saldırmışlardır. Ve insan aklıyla icad edilmiş şeylere aşkla bakmaktadır.
bu yüzden onlar sahabelerin, Hz. Aişe ile Hz. Fat- İslam şeriatı Kuran ve Sünnete uygun düşen şeyleri
ma’nın mezarlarını bile sürmüşlerdir. Şimdi ise Ka- ‘örf’ yani güzel, kabul edilir demiştir. Üstelik umum
zakistan’da vehabiler Yesevi ile Arslan Baba mezar- müslümanlar tarafından kabul edilmiş ön görülmüş
larını ziyaret etmenin şirk, büyük günah olduğunu şeyleri Allah da kabul etmektedir. Eğer biz yüzyıllarca
savunarak toplumda fitne yaratmaktalar. Aslında Sünnete uymuyor diye, islam bilimlerini terk edersek,
Baba merazlığını ziyaret etmek Kazak müslümanlık yani tefsir, hadis, sarf, mektep, medreseler, üniversi-
anlayışının bir özelliğidir. telere gitmezsek islam ruhuna aykırı davranmış ola-
Vehabilerin doktrinel zemininin oluşması islam tari- cağız. Ama sonuç değişmemektedir. Vehabilik taas-
hinde daha erken bir dönemlere doğru uzanmaktadir. subuna çarpılmış gençlerimizle ortak anlayış zemini
Bugünkü Kazakistan’daki vehabiliğin takipçileri dini yakalamak gittikçe zorlaşmaktadır.
islah etmek, peygamber dönemine dönüş adı altında Ruhu bilmek islamın şartlarındandır. “Man arafa
faaliyetlerini sürdürmektedirler. Tevhidi kurtarmak nafsahu fakad arafa rabbahu.” Kuran’da ruh hak-
adıyla geleneksel Kazak müslümanlık anlayışını islah kinda az bilgi verilmişse de islam felsefecileri eser-
etmek için büyük çaba içerisindedirler. Evliya kabri lerinde ruh hakkında en cok anlatılan konu duru-
ziyareti, tevessül şirktir. Kazakların İslamla bütünleş- mundadır. insanın özüdür ruh. Dolaysıyla Türk İslam
miş geleneklerinin tamamı bidattır. Kendilerini an- din anlayışının ve tasavvufun konusu ruh olagelmiş-
lamak istemeyenleri cahil, hatta onların inançlarını tir. Bu anlayış islamın özündeki insanın değerini de
kabul etmeyenleri dinsiz olarak nitelendirmekteler. ön plana cıkarmaktadır. Akıl ruhunda denge olma-
Kazak müslümanlığını savunanları “matüridçiler” yanı da sorumlu tutmayan Allah’ın sünneti de or-
yani Mâturîdî akidesinin cahilleri olarak tanımla- tadadır. İşte akıl ile naklin birliğini bir metodolojik
maktadırlar. Bilindiği gibi bir zaman vehabiler Ha- ilke olarak takdim eden Mâturîdiyye akidesi diger-
nefi mezhabını kafirlerin mezhabı olarak nitelendir- lerinden bu özelliğiyle farklılık göstermektedir. Bu-
mişlerdir. Şimdi ise bunların inançlarını takip eden rada açık olarak Mâturîdîlikte aklın birinciliği gibi

459
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Mu’tezilenin ve Eş’ariyenin naklin birinciligi gibi il- Kazakistan Müslümanları dini idaresinin da payı
kesel tutumunun olmadığını soylemekte yarar var- vardır. Çünkü onlar sürekli sufiler tarafından tenkit-
dir. Aslında aklın birinciliği veya naklin birinciliği lere maruz kalmışlardır. Tenkitlerinde de onlar hak-
gibi ilkeler yunan felsefesindeki öz ile varlığın ilişki- lıydılar. Dini otoriteleri sarsılmıştı. Böylece toplum-
sini konu edinen diyalektik anlatım tarzlarıdır. İs- daki dini kutuplaşmalara devlet el koymuş ve şimdilik
lamda kelam ekolleri içerisinde fikirlerini orta yol problemi böyle bir yollarla çözmüş gözükmektedir.
anlayışı ve akıl ile naklin birliği üzerine yoğunlaştı- Ancak sorunlar devam etmektedir. O sorunlar kısaca
ran ekol Mâturîdiyye olmuştur. şöyle özetlenebilir. Vehhabiler “Kuran’da var mı” di-
İşte günümüzde bizim toplumda kendilerini yeni- yorlar ise, geleneksel müslüman anlayışı mensupları
den İslam’ı yaymakla görevli sayan ve serbestce faa- “Kuran’a uygun mu” demektedir, bu da karşılıklı et-
liyet göstermekte olan Vehhabî’ler İslam’ın fitrat dini kileşimden meydana gelen soru tarzlarıdır. Geçmiş
olduğunu gölgeleyen uslûplarıyla Kazak Müslüman- tarihimizde buna nasıl bakmışlar sorusu hala gün-
lık anlayışının temeli olan Tasavvufu da Mâturîdiyye demde yok şimdilik. Kanaatimce zamanla eğitimle
akidesini de yok saymaktadır. bu sorular cevabını bulacaktır, elbet.
“Tasavvuf tamamen ahlaktır” demiştir Hariri. Ger- Konu eğitime gelince, bilindiği üzere soviyet döne-
çekte tasavvuf İslam’ın özüdür. Manevi yükselişin, minde dini eğitim söz konusu olmamıştır. Bagımsız-
rûhi tecrübenin tezgâhıdır. Nitekim Hz. Peygambe- lık sonrası devlet tarafından din eğitime önem çok
rimiz (s.a.s) kendisi için “ben güzel ahlakı tamam- az verilmiştir. Yine Türkistanda açılmış Uluslararası
lamaya geldim” demişti. Vahabiler ise tasavvufu İs- Yesevi üniversitesinde çok az sayıda din uzmanları
lam’a aykırı bir olgu, tamamen din dışı fırka olarak hazırlaya gelmiş. Sonra Almatıda NurMubarek İslam
nitelemektedir. Şu anda tasavvuf düşmanlığı Kaza- Üniversitesi imam hazırlamayı ele almış. Bunun dı-
kistan’da en zirve noktaya ulaşmış durumdadır. Bu şında Kazakistan’ın 5 üniversitesinde “dintanu” uz-
duruma sürükleyen olay toplumdaki yeni tasavvuf manlığı programıyla eğitim verilmektedir. Ciddi bir
erbaplarının son on yıldır sürdürdükleri faaliyetle- din uzmanları hazırlayacak fakülte oluşmuş değil-
rinden kaynaklanmaktadır. dir henüz. Son dort yıldır ilahiyat bölümü Türkis-
Ayrıca bu faaliyet dinin siyasallaşması sonucunu be- tan’da faaliyet göstermekte ve her sene 10 öğrenci
raberinde getirmiştir. Onlar haklı olarak Vehhabili- devlet bursuyla ve daha on öğrenci Turkiye bursuyla
ğin Hanefi mezhebi ve geneksel Kazak Müslüman eğitim görmektediler. Bu durum yerli din uzmanla-
anlayışına aykırı olduğu propagandasını sürdüre gel- rının gelişimi ve yetişmesi için yeterli sayıya ulaşıl-
mişlerdir. Bu da siyaseten hız almakta olan Vehha- madığının göstergesidir.
bilik yandaşlarını rahatsız etmiştir. Tabii ki burada Bağımsızlığımızı kazandığımız yıllardan beri süre ge-
bugünkü toplumdaki tasavvuf erbaplarının da bilgi len süreci değerlendirdiğimizde, tarihteki devamlılık
eksikliklerinin olduğunu söylememiz gerekmekte- yerine getirilmeye çalışılıyor. Kazakistan toprakların-
dir. Tasavvuf ve tarikatın uzlaşmacı, eğitici ilkelerini dan yetişmiş tarihteki ünlu din bilginlerimizin eser-
zamanın talepleriyle bütünleştirmek yerine gelenek- leri devlet destekli “Kültürel Miras” projesi çerçevesi
sel anlatımlarının çerçevesinden çıkmayı başarama- içerisinde tercüme edilerek eğitime sunulmaktadır.
mışlardır. Ve toplumda kutuplaşmalar belirginleşe- Tarihte unutulmuş vakıf müessesi yeniden canlan-
rek diyalektik çatışmalara yol açmıştır. Bunu tehlike dırılmış ve kamusal muesseselere önem verilmekte-
olarak gören siyasiler diger tarafın etkisi altında ka- dir. En önemli gelişim toplumdaki missiyonerlik fa-
larak ve birçok dış etkenlerin tavsiyelerini yerine ge- aliyetlerinin ve yabancı İslam dainlerinin sundukları
tirerek geleneksel tasavvuf erbaplarını mahkum et- inanç sistemlerinin muhtevası toplumca bilgilendirme
miştir. Aslında Kazakistanda tasavvufun gelişmesini kurslarıyla açıklanmaktadır.
dış devletler de istememektedir. Çünkü tasavvuf mil- Kuran’ın anlaşılmasının esasen iki yolu bellidir. Tef-
liyetçilik duygusunu körükleyen tek olgudur. Tarihe sir bil masur - yani eseri eserle, ikincisi ise rey ile.
bakıldıgında Kazaklar ile Cungar arasındaki savaşta, Bunlardan orta yolu yani nakil ile aklı bir bütün-
ondan sonraki Çar Rusyası istilası, sömürgeciliğine lük içerisinde anlamayı ilke edinen ekol Mâturîdî
karşı başkaldıranlar ancak sufiler olmuştur. olmustur. Mâturîdî anlayışı aklî hem naklî hüküm-
Sufiler Sünni Hanefi çizgisinde olup, akidelerinde bir lere vâkıf olmamızı şart koşmaktadır. Yani nakli
sorun olmamıştır. Onların bu duruma düşmesine hükümleri Kur’an, Sünnet, mühkem, muteşabih,

460
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

nesih, mensuh, haber ve onun şariatleri ise bunun Kazak Türk Müslumanlık kimliğinin korunması ve
yanı sıra akli hükümler akıl, nazar, te’vil, ictihad, canlanmasının zemini olarak değer kazanmaktadır.
delil ve hücceti bilmek zorunluluğu kendiliğinden Bağımszlığının yirminci yılında dindarlik düzeyi ve
ortaya çıkmaktadır. muhtevasını aynı şekilde din ve devlet ilişkisi istikame-
tinin geleceğini de Mâturîdîlik Hanefilik ve Yesevilik
Kazak din bilginlerinin eserlerini incelediğimizde
üçgeni oluşturmaktadir. Bu olumlu ve rasyonel çiz-
doğal olarak Mâturîdiyye akidesinin zeminini tesbit
ginin yanısıra halen Vehhabilik anlayışının serbestce
etmek güç degildir. Mesela Yeseviden baylayip Abay
propagandasına da izin verilmiş gözükmektedir. Bu
dbnemine kadar uzayan düşünürlerimizin eserlerinde
olgu da Mâturîdîlik zeminlerinin ilmi esaslarla yeni-
Mâturîdînin Kitab-ı Tevhidinde yer alan Allah’ın
den yorumlanmasını gerekli kılan etken olmaktadır.
zatî ve subutî sifatlarinin tefsiri, muhkem ve mute-
şabih ayetlerin tasnifi, Sultanmahmut’un eserlerinde Şunu da itiraf etmeliyiz ki, Mâturîdiyyenin en onemli
Mâturîdiyyenin kader, kasb, insan ihtiyari anlayışları, eserleri `Kitab-ı tevhid` ve `Tevilat`ı henüz Kazak di-
Sakarim eserlerinde tevil ve tefviz düşünceleri yer al- line çevirilmis değildir. Ancak Mâturîdîlik metodo-
maktadır. Çok şükür ki, dini tecrübemizdeki bu si- loji esasları Universitelerde ders müfredatlarında yer
maların eserleri olmasaydı bugün Vehhabilik saldırışı almaktadır. Bu bir zorunluluktur. Çünkü Kazakis-
karşısında hiç itiraz etmeden aciz kalacaktık. Maale- tandaki eğitim sisteminde “dintanu” eğitim standart-
sef, Kazak Müslumanlık anlayışının Hanefi, Mâturîdî larında daha çok din bilimleri okutulmaktadır. Top-
lumun esas talebi gereği de ilahiyat ağırlıklı olduğu
ve Yesevilik çizgisinde olduğunu bugünkü gençleri-
için de bölümlerimizde Mâturîdî akidesi platformu
mize yeniden anlatma çabası içerisindeyiz.
ve Hanefi fikh esasları dersi okutulmaya baslamış-
Kazakistan tarihi ve varoluşsal olarak bulunduğu tır. Şu anda toplumda Vehhabilik anlayışının yay-
coğrafik olgu itibarıyla Mâturîdîlik ekolunun yayıl- gınlaşması sonucunda Kuran’daki müteşabih ayetler
dığı kutsal mekandır. Bu mekan yuzyıllarca Hane- uzerinde ciddi bir gerilim göze çarpmaktadır. Nakli
fi-Mâturîdî çizgisindeki Türk Müslumanlık anlayı- esasları ön plana çıkarmış anlayışın özünde Kuran-ı
şının egemen oldugu kutsal topraktır. Sovyet rejimi Kerim’i bir dini hüküm ve kaideler koyan değil de
tesiriyle ve daha önceki din bilimlerinin buralarda sis- kaidelerin kendisi haline getirmektedir. Bu olgu ise
tematik bir şekilde ele alınmadığı da bir gerçekliktir. adeta toplumu geriye İslam’ın orta asırlardaki duru-
Ancak şu anda küreselleşen dünya ve Vehhabilik mis- muna doğru sürüklemektedir. Bu olması gereken olgu
yonerliği karşısında sözünü ettiğimiz boşlukları dol- değildir aslında. Bunun önüne geçmek için Mâturîdî-
durma çabası içerisinde olduğu gözlemlenmektedir. liğin ihyası ve çağdaş bilimsel anlayış ekseninde yeni-
Artık Mâturîdîlik bir kelamî ekol olmanın yanısıra den yorumlanması kaçınılmaz olmuştur…

461
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Doç. Dr. Zikiriya JANDARBEK


Ben Zikiriya Zamanhanoğlu Zhandarbek 1953 yılında Kazakistan Cum-
huriyeti Türkistan şehrinde doğdum. Ortaokulunu Türkistan şehrinde ta-
mamladım. 1984 yılında Almatı şehrindeki Kazah Milli Üniversitesi Dil
ve Edebiyat Fakültesi Arap dili bölümünden mezun oldum. 1984-1986 yıl-
ları arasında ortaokulda öğretmenlik yaptım. 1986-1993 arasında Hoca
Ahmet Yesevi türbesinde Hoca Ahmet Yesevi hayatı ve Yeseviyye tarikatı
ile ilgili ilmi araştırma yaptım. 1993 yılından bu güne kadar Hoca Ah-
met Yesevi Uluslararası Üniversitesinde örgetmenlik yapıyorum. Şimdi
ise Yıldırım Beyazıt Üniversitesi’nde ‘Kazak halkının manevî ve kültü-
rel değerler ile Maturidî inancı arasındaki uyumluluk’ adlı çalışma üze-
rinde stajerlik yapıyorum.

Kazak Halkının Geleneksel


Dünya Görüşü İle
İmâm Mâturîdî Akidesi
Arasındaki Benzerlikler
Türkçeye Çeviren
Didar SHAUYENOV
Ülkemizin bağımsızlığına kavuşmasından sonra ger-
çekleşen Sovyet ideolojisini terk ediş ve demokratik-
leşme süreçleri bir yandan Kazakistan’ın komünist
ideoloji tesirinden arınmasına katkı sağlarken, di-
ğer yandan da manevi esaretin başka bir türüne ge-
çiş yapmasına neden olmuştur. Manevi esaret aslında
dışarıdan gelen dini grupların tesiri ile gerçekleşmiş-
tir. Dışarıdan gelen çeşitli dini grupların mensupları
Kazakların dini görüşleri ile bir bütünlük sağlayan
kültürü ve gelenekleri yok sayarak, bunların İslami-
yet’e aykırı olduğunu ispatlamaya çalışmışlar ve hala
bu anlayışlarını devam ettirmektedirler. Özellikle de
Vehhabi-Selefi grupların mensupları Kazak halkı-
nın geleneksel dini görüş esaslarına acımasızca sal-
dırmaktadırlar. Kazak halkının dini anlayışında yer
alan Peygamber, veliler ve ruh ile ilgili görüşleri Al-
lah’a şirk koşmak, tevhit esaslarını yok saymak şek-
linde değerlendirerek halkı bu tür inanışlardan kaçın-
maya davet etmektedirler. Bunun yanı sıra onlar, Ehl-i
Sünnet vecemaatiçerisinde yer alan fıkhi mezhepler

463
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

ile bunların akidesini oluşturan İmâm Mâturîdî ve Bu maddeleri her Kazak kendi neslinin şuuruna yer-
İmam Eşari’nin yollarını da yok saymaktadırlar. On- leştirmiş, atalar ve nineler torunlarına söyleyerek on-
ların bu çalışmaları başarısız da değildir. Günümüzde ların beyinlerine işlemiştir. Dini destanlar ile nasihat
Kazak toplumunun belli bir kesiminin bu anlayışta veren şiirlerde ise İslam esaslarının halkın şuuruna
olduğunu gizleyemez hale gelmiş bulunmaktayız. uygun bir biçimde aktarıldığını görürüz. 20. yüzyı-
Bugün Kazakistan’da “mezhepsiz Müslümanlar” ce- lın ortalarına kadar yaşayan Balmuhammed Balkı-
maatinin oluştuğuna şahit olmaktayız. Onlar, Kazak bayulı’nın “Münkir ve Nenkir’e bendenin verdiği ce-
halkının gelenek-göreneği ile kültürünü kabul etme- vabı” adlı nasihat şiirinde İslam dininin esaslarının
mektedirler. Bu sürecin bu şekilde devam etmesi ha- nasıl ele alındığını görmekteyiz:
linde ilerleyen zamanlarda Kazak halkının parçalan-
On sekiz bin âlemi,
masına neden olabilecek bir etkene dönüşeceğinden
Rabbim Allah yaratmış.
hiç şüphem yoktur. Dolayısıyla bugün Vehhabi-Selefi
Dinim İslam dinidir,
zümrenin olumsuz etkisi durdurulmazsa yarın geç
Resul halka anlatmış.
olacağı kesindir. Kazak halkının geleneksel dini bi-
rikimi esasında onların bu yıkıcı çalışmalarına karşı Peygamberim Muhammed,
durabilecek bir noktadadır. Fakat Kazak halkının ge- Araplardan çıkmıştır.
leneksel dini müktesebatı ile gerçek İslam arasındaki …………….
bağlantı zayıflamış veya unutulmuştur. Özellikle bu Mezhebindeyim (İmam) Azamın,
durum Kazak halkının İslami akide esaslarıyla ilgili Nura dolsun mezarı.
tartışmalarda ortaya daha açık bir şekilde çıkmak- Sabit oğlu Numan’ın,
tadır. Dolayısıyla Kazak halkının dini anlayış esas- Şehri, yeri,sokağı.
ları ile İslamiyet’in dini esasları arasındaki bağlan- Dört mezhebin ulusu,
tıları yeniden yapılandırmanın gerektiği gündeme Dinin meşhur erleridir.3
alınmış durumdadır. Bu esasların Ebu Hanife’nin
Buna benzer dini şiir, yır ve destanlar Kazak boz-
kurduğu fıkıh okulu ve bu mezhebin akidesini oluş-
kırlarında çok yaygındır. Kazak halkının bu tür na-
turan İmâm Mâturîdî ekolüyle sıkı bir bağlantı içe-
sihat veren şiir ve destanların tesiriyle gelişen dini
risinde geliştiği şüphesizdir.
anlayışlarının sağlam esaslara dayanarak oluştuğu
Örneğin, 20. yüzyılın ikinci yarısına kadar iman şart- gözlenmektedir. Bazı eserlerde Ebu Hanife ve İmâm
larını küçük çocukların şuurlarına yerleştirmede kul- Mâturîdî’nin fikirlerinin büyük ustalıkla kullanıl-
lanılan yöntemler buna bir delildir: dığını görmek mümkündür. Ebu Hanife ve İmâm
Mâturîdî’nin tutumları ile Kazak halkının din ve
Dinin nedir?
İslam. dünya görüşünü esas alan edebiyat eserlerini karşı-
Kitabın nedir? laştırdığımızda buna şahit oluruz. Şimdi ise Hanefi
Kur’an-ı Kerim. mezhebi ve Mâturîdî akidesinin Kazak halkının ge-
Kimin kulusun? leneksel din algısı ile bağlantısının hangi boyutlarda
Allah’ın kuluyum. olduğunu ele alalım.
Kimin torunusun? Ebu Hanife - Allah ondan razı olsun -El Fıkhü’l Ek-
Âdem Ata ve Hava Ananın torunuyum. ber adlı eserinde şöyle der: “Tevhidin esası ve ona olan
Kimin kavmindensin? inancın doğru olması için bir insanın şunları söyle-
Hz. İbrahim Peygamberin kavmindenim.
mesi gerekir: Ben Allah-ü Teâlâ’ya, O’nun (yarattığı)
Kimin ümmetindensin?
meleklerine, kitaplarına, (gönderdiği) Peygamberle-
Hz. Muhammed Peygamberin ümmetindenim.
Kimin dostusun? rine, ahir zamanın (hak) olacağına, kaderin, hayır ve
Dört şadyarın1 dostuyum. şerrin Allah-ü Teâlâ’dan geldiğine, öldükten sonra
Kimin mezhebindensin? tekrar dirilmeye (tam) iman getirdim. Ve hesap gü-
İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin mezhebindenim. nünü, mizan terazisinin, cennet ve cehennemin, Sı-
Kimin inancındasın? rat Köprüsü’nün var olduğunu doğruluyorum.”4Bu
Ebu Mansur Mâturîdî inancındayım. inanç esaslarının Kazak halkının dini görüşünde na-
Kimin silsilesindensin? sıl yer aldığını Maşhür Jüsip Köpeyev’in şu mısrala-
Hz. Sultan Hoca Ahmet Yesevi silsilesindenim.2 rında görmek mümkündür:

464
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Ortağı yok, tekdir, Bir Allah Bismillah adın ulu bi-faravan,


Anne -babası ve çoluk çocuğu yok, Yazamadan kalem ucu kırılıyor.
Doğmamış ve doğurulmamıştır,
Yarattın iki dünyayı kudretinle,
Bu şekildedir Kuran sözü Kul hüve Allah.
Getirdin bu fani dünyaya ne gayri zat.
Dünyada hiç kimse onunla denk değildi, Gerçek padişah sensin hiç şüphesiz,
Kendisinin kusurundan kaim olan. Senin gözetiminde tüm mahlûkat.
Hiçbir şeye benzemez, emsali yok,
Bildirdin varlığını, gösterdin yol,
Benzemez hiçbir şey de ona.5
Zebur ve İncil, Kur’an ve Tevrat.
Bu satırlar Ebu Hanife’nin –Allah ondan razı olsun- Eline Mustafa’nın geldi Kur’an,
Tevhit hakkındaki görüşleriyle tamamıyla örtüşmek- Müslümanlığı tüm dünyaya etmiş ilan.10
tedir. Bunun yanı sıra yazarın Allah’ın sıfatlarını da
Genel olarak Allah-u Teâla’nın ululuğu ve sonsuz-
dile getirdiğini görmekteyiz.
luğu, kudreti ve tüm sıfatları Kazak ozan şairlerinin
Bunları Abıl Tilevulı kendi eserinde şu şekilde ta- eserlerinde ele alınmış ve bu eserlerin tamamı hal-
mamlamaktadır: kın gönlüne hitap etmiş, Kazakların manevi birliği-
Allah’ın inanıyoruz Bir’liğine, nin oluşmasında sonsuz katkı sağlamıştır.
Acıyoruz gönlümüzün kirliliğine. Kazak halkının dini tanımının temel esaslarından
“Allah’ın Bir, Kur’an’ın hak” olduğunu bilmezse, biri olan Hz. Muhammed (s.a.v.) figürü Kazak ozan
Gafildir o bendenin hayatı da. ve şairleri11 tarafından oldukça genişolarak ele alın-
mıştır. Bu durum Hz. Peygamber’in insanlık tari-
Allah’ın atası yok, anası da,
hindeki rolünün ne kadar büyük olduğunu göster-
Kendisiyle birlikte doğduğu ağabeyi de.
Yaradan cümle canı bir kendisi, mektedir. Bununla birlikte bu destan ve şiirlerdeki
Hiç kimsenin buna yok itirazı. Peygamber figürünün Kur’an ayetlerinde geçen içe-
rikle tam örtüştüğünü söylersek bu bir mübalağa ol-
Şaşkınım Allah’ın ustalığına, maz. Örneğin O, Şadi Töre Jangirulu’nın “Nazım Si-
Bendenin aklı ermez öleceğine. yar Şarif” adlı destanında şu şekilde ele alınmıştır:
Tüm canlar “ne ol” dersen o olur,
Hak Kâmildir, bendesinin kabulleneceğine.6 On sekiz bin âlemden evvel,
Yarattı Allah Peygamber nurunu.
Bu mısralarda Ebu Hanife’nin -Allah ondan razı ol- Evvela Cabbar Allah nurum dedi,
sun- Tevhit ve Allah’ın Birliği ile ilgili görüşleri ek-
Hakkındahadis buna delil oldu
siksiz bir şekilde yer almakla birlikte kader konusu
da ele alınmıştır. Bu satırların bir yandan Ebu Hani- Gök, Yer, Arş, Kürsü ve küllü âlem,
fe’nin görüşlerini Kazakların şuuruna uygun bir bi- Sığdırdı tamamına cennet ve cehennem
çimde anlattığını, diğer yandan da Kur’an’daki İh- O nurun faziletinden peyda oldu,
las Suresi’nde geçen “Allah Birdir. Allah ebedidir” Yaratılan on sekiz bin âlem.12
(112: 1, 2) ayet-i kerimesine bir açıklama getirdiğini Şair Şadi’nin bu sözleri kendi fikri değil, Kur’an ayet-
görmekteyiz. Bununla birlikte O, “Göklerin ve yerin lerini esas alan temel sözlerdir. Kur’an-ı Kerim’de
mülkü O’nundur. O, diriltir, öldürür, O, her şeye ka- Enbiya süresi 107. ayette şöyle denilmektedir: “(Re-
dirdir. O, ilk ve sondur; görünen ve görünmeyendir. sulüm!) Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gön-
Hem O her şeyi bilendir!” (Hadid, 57: 2-3) ayet-i ke- derdik.” Peygamberin (sav) “Seni yaratmasaydım, tüm
rimelerinde geçen Allah’ın Kadim sıfatını da vurgu- dünyayı yaratmazdım” şeklinde hadis-i şerifi vardır.
ladığını görmek mümkündür.
Bu söz tüm şair ve ozanlarca ortaktır ve tümünün de
Sır Süley’i7 Şegebay Bektasulı’nın Kalcan Ahun’a8 söy- Hz. Muhammed’i tüm mahlûkattan üstün saydığı-
lediği şiirinde Tanrı’nın, yarattığı insanın doğru yolda nın göstergesidir. Şadi Töre Jangirulı’nın yazdıkları-
yürümesi için insana ne kadar şefkatli ve merhametli nın Şal Akın’ın, yani Tileuke Kulekeulı’nın eserinde
olduğu şu şekilde tasvir edilmektedir: az çok farklı bir şekilde tekrarlandığına şahit oluruz:
İyesi9 küllü âlemin pak-i Samed Yaratan Muhammed’in nurunu Kuday13,
Kur’an’da bir ismin de Ahad. Âlemden on sekiz bin önce Kuday.

465
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Kendi kandaşını kendine dost ederek, Tüm pirlerin başkanı


Bundan fazla sever mi kulunu Kuday? Hoca Ahmet Yesevi
Türkistan’da yaşamış
Evvela Kuday Peygamber nurunu yaratmış,
Bayrağında halk gecelemiş.15
On sekiz bin âlemden önce yaratmış.
Nurundan iki damla nur alarak, Demek ki, Hoca Ahmet Yesevi İslamiyet’i Türkler ara-
İki damla nurdan ay ve güneşi yaratmış. sında yayan, Hz. Muhammed’in yolunu devam etti-
ren kişidir. Dolayısıyla Yesevi, Hz. Muhammed’den-
Sekiz cennet, büyüğü “devir zeyl”dir,
sonra gelen en kutsal şahıs olarak kabul edilmiştir.
Kuday isteyerek davet ederse herkes gider.
Hoca Ahmet Yesevi’nin bu tanıma ne kadar layık
En küçük cennetin adı “ma-u devir”dir,
olduğunu, onun İslam âlemine, Türk yurduna yap-
Orda yer varsa bize o da olur,
tığı hizmetlerinin ne kadar büyük olduğunu ise an-
Bakarsa Enes, Ahmed yakınlarına.14
cak onun eserlerini tetkik ettiğimizde anlayabiliriz.
Kazak halkının geleneksel dini tanımında Hz. Mu-
Tabi ki bu makale çerçevesinde meseleyi detaylı ola-
hammed ebedi bir şahsiyettir. Yukarıda dile getiri-
rak ele almamız mümkün değildir. Sadece bir hik-
len mısralar buna birer delildir. Burada bir hususun
metinden alıntı yaparak onun temel istikametinin
daha ifade edilmesi gerekmektedir. Hem Ebu Hanife,
hangi konulara yöneldiği ve onun Türk toplumunda
hem İmâm Mâturîdî ve hem de Nesefî Hz. Muham-
ne kadar etkili olduğu üzerinde duracağız. Yesevi 62.
med’i son peygamber, hatemül-enbiya olarak bilirler.
Hikmet’inde şöyle der:
Dolayısıyla Kazak ozan şairlerindeki Peygamber fi-
gürü, Kazak halkının dini tanımındaki farklılığı veya Hikmet ile evvel adam din bar ayladı,
özelliği ifade etmektedir dersek yanılmış olmayız. Bu On sekiz bin kamuğ âlem hayran erur.
özellik veya farklılığın Kazak halkının Vehhabi-Selefi “Kalu bala” diyen kullar üleş aldı,
telkinlere karşı çıkmasına neden olduğunu söylemek Sukut eden kulların dini param parça olur.
de mümkündür. 2009 yılında Vehhabilerin etkisi al-
tında olan “Asıl Arna” TV kanalı “Allah’a şirk koşan Hak Teâla imanı verdi bize,
yolunu kaybeder” adlı bir yayın yaptı. Bu program es- Evvel Mustafa Resulü verdi bize.
nasında sunucuların Kelime-i Şehadet ile ilgili söy- Durud edersek kuvvet verir dinimize,
ledikleri şu sözler onların gerçek yüzlerini gösterdi. Eğer yoksa yaptıklarım yok olur.16
Sunucular “La İlaha illallah” dememiz gerektiğini, Bu hikmetlerde iman olmadıkça, daha doğrusu iman
“Muhammed Allah’ın resulüdür” kelimesini ekler- tam ve kâmil olmadıkça insanoğlunun yaptıklarının
sek Allah’a şirk koşmuş olacağımızı söyledi. Bunu yerle bir olacağı, imanın tüm ibadetlerden üstün olması
seyreden halk Vehhabilerin gerçekten kim olduğunu gerektiği vurgulanmaktadır. Yesevi dindeki en önemli
ve gerçek amaçlarını anlamaya başladı. meselenin iman olduğuna halkı inandırabilmiştir.
Kazak halkının geleneksel dini dünya görüşünün esas- Türk halkları, Kazak bozkırları bugüne kadar bu yol-
larını Hoca Ahmet Yesevi’nin temelini attığı tasavvuf dan çıkmadan yürümüştür. Buna pek çok Kazak dü-
geleneği oluşturduğundan Kazak bozkırlarında evli- şünürlerinin eserlerini misal gösterebiliriz. Aralbay
yaların büyük bir etkiye sahip olduğu bir gerçektir. Ongarbekulı’nın şu aşağıdaki şiiri buna bir delildir:
Bunun yanı sıra Hz. Muhammed ve Ahmet Yesevi
arasındaki manevi bağlantı Türk halkları arasında Ye- Allah’ı nurla kaplayan,
sevi’nin temelini attığı tarikat vasıtasıyla İslamiyet’in Görürsün Hakkın cemalini.
yayılmasına katkı sağlayan temel bir güce dönüştü. Sağlam olursa imanın,
Bu manevi bağlantı meselesi Kazak ozan ve şairleri- Bulaşmadan dünya pisliğine.
nin eserlerinde de geniş olarak yer almış bir konu- Pislik bulaşmazsa gönlüne,
dur. Bu bağlantı şiirlerde şu şekilde yer almaktadır: Sahip çıkarsan dinine-
Yumurta gibi bembeyaz.
Enbiyaların sonu
Hak Resulü Muhammed Cebbar Hak seni beğenir,
Efdalı fazla nur alan Zikir yaparak yalvarsan.
Ardından gelen dört imam Cemaat seni beğenir,
Şeriat yolunu gözeten. Fikir üreterek hareket etsen.

466
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Bundan iyi amel yoktur, Kâr, övünme ve taklit şeytanın işidir,


Tüm dünyadan ararsan. Hani bizim nefse hâkim olduğumuz?
Bunlara sahip çık, Müminsen ilk önce imanın olsun,
Ahireti düşünüyorsan. Bendesine imanın kendisi yol gösterir.
Medine’de Muhammed, Gerçekten inan ve temiz düşün imanı,
Türkistan’da Hoca Ahmed. Münafık da namaz kılar, çünkü o melundur.
Manğıstau’da17 pir Beket, Allah içindeki sırrı bilir,
Onlardan sor inanmıyorsan! İnsanları kasten günahla suçlama.
Yaptığın kahramanlık odur, Gerçeklere karşı çıkarak tartışma mümin isen,
Ağzına haram lokma almazsan.18 Söylendi, düşün, insanlığını kaybetme!20
Ünlü Kazak yazarı ve şairi Abay’ın eserlerinde iman Abay’ın kaleminden çıkan bu mısraları Kazak Müs-
konusu detaylı bir şekilde ele alınmıştır. Abay kendi lümanlığının temel dayanağı dersek yanılmayız. İma-
şiirinde şöyle der: nın güçlülüğü hem Abay için, hem tüm Kazak halkı
için de İslamiyet’in temel şartıdır. İmansız yapılan
Allah diyen söz hafif,
ibadeti Kazaklar hiçbir zaman makbul görmemiş-
Ağız Allah’a götüren yol değil.
tir. Bu temel esası oluşturan ve Türk evlatlarının şu-
Hırslı kalp, gerçek gönül,
uruna yerleştiren Yesevi atamız idi. Onun hayattan
Başkası Hakka lazım değil.19 göçmesinin üzerinden 850 yıl geçse de Kazak halkı
Abay bu şiirinde Allah’ı kalple tanımadan insanın bu temel esastan ayrılmadı. En önemlisi de Hoca
Müslüman olamayacağını söyleyerek insanları uyar- Ahmed Yesevi yolunun temel dayanağının Ebu Ha-
maktadır. Şu aşağıdaki şiirinde ise imanın dinde ne nife Numan bin Sabit’in “Fıkhü’l Ekber”i ile İmâm
kadar önemli olduğuna açıklama getirmiştir: Mâturîdî’nin “Tevhit” adlı eserleri olduğunu görüyo-
ruz. Bunları esas alarak Kazak halkının milli özellik-
Sevgi ile yaratan insanoğlunu, leri, gelenek-görenekleri ve örf-adetleri şekillenmiştir.
Sen de sev o Allah’ı candan ötürü. Bunların hiçbiri İslam’ın temel şartlarına aykırı de-
Tüm insanlığı sev kardeşim de, ğildir. Dolayısıyla Kazakların örf ve adetlerinin, milli
Ve Hak yolu diye adaleti. hassasiyetlerinin İslam’a aykırı olduğunu iddia etmek,
Bu üç sevgi oluyor iman-ı gül Vehhabilerin ortaya koyduğu bir çarpıtma ve iftira-
İmanın aslı diyerek sen tahkik bil. dan başka bir şey değildir.
Üçünü de düşün ve tetkik et, Kazaklarda dini gelenek-göreneklerin içerisinde yer
Hatta başını feda et, sadece malını değil. alan geleneklerden biri de evliyaların kabirlerini zi-
yaret etmektir. Bu asırlar boyunca süregelen gelenek-
Din budur, düşünürsen taat ta budur, lerden biridir. Bu konuya Kazak destanlarında geniş
İki dünyada bu tasdik Hakkın dostu. olarak yer verilmiştir. Örneğin, “Kobılandı Batır” ve
Bunları bozan üç şey var: “Alpamıs Batır” destanlarında kahramanların ebevey-
Kâr, övünme ve taklittir, bunlardan sakın. nleri Yaradan’dan çocuk isteyerek evliyaların mezar-
Baş yukarıda yaratılmıştır, boğaz aşağıda, larını ziyaret ederler. Evliya Baba Tükti Şaştı Aziz’in21
mezarının başına gelirler. Evliya onların rüyalarına
Baksana, tüm vucüt bir nizam içerisinde. girerek Yaradan’ın onlara bir erkek çocuk ve bir kız
İşin başı tertibi bilmektir, çocuğu hediye ettiğini söyler. Ayrıca tüm evliyalar Al-
İmanı tanımayan taati kabul etmem. lah’ın huzuruna vararak bu miskinlerin dileklerinin
Allah paktır ezelden, Peygamber hak. kabul edilmesi için Yaradan’a yalvardılar der ve onla-
rın dileklerini de Allah’ın kabul ettiğini söyler. Halk
Müminsen sen de öğren öyle olmayı.
bu geleneği ateizm döneminde de devam ettirmiştir.
Kur’an gerçektir, Allah’ın kelamıdır o,
Örneğin tüm Orta Asya’dan Türkistan’a, Hoca Ah-
Te’vilin bilecek bilgin azdır.
met Yesevi atamızın mezarına her sene yüzbinlerce
Allah’ın, Peygamberin yolundayız, insan ziyarete gelirdi. Bu gelenek günümüzde de de-
İman varken niyetimiz bozulmaz. vam etmektedir. Vehhabilerin ajitasyonları arttırdığı

467
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

yıllarda ziyaretçi sayısının 150 bin kişiye kadar düş- Peygamberimizin “İnsan öldükten sonra üç amelin-
tüğünü kendi gözlerimizle gördük. Bu gelenek İslam’a den başkası tamamıyla durur. Birincisi, hayattayken
aykırı mıydı? Hayır. Evliyalar hakkında Kur’an ayet- verdiği sadaka; İkincisi, halkın ihtiyacını karşılayan
lerinin bulunduğunu dinden haberi olan herkes bili- ilmi ve üçüncüsü de öldükten sonra arkasından dua
yor. Mâturîdî akidesinde evliyaların dışlanmadığı, ev- eden imanlı oğlu”23 hadisi doğrultusunda Kazak halkı
liyaların belli bir rolü olduğu söylenmektedir. Yesevi tarafından kişi vefatından sonra gerçekleştirilen tüm
tarikatının tarihini araştıran bir bilim adamı olarak geleneklerin İslamiyet ile tam olarak örtüştüğünü gör-
evliyaların Türk halklarının manevi birliği için nasıl mekteyiz. Demek ki Kazak halkının diğer gelenek-
mücadele verdiklerini tarihi veriler ışığında ispatla- leri de İslamiyet ile bağlantılı olarak şekillenmiştir.
yabilirim. Bu nedenle evliyalara karşı çıkmayı Türk Sonuç olarak, Kazak halkının geleneksel din tanı-
halklarının manevi varlığına, geleceklerine karşı çık- mının ve bunu esas alarak şekillenen gelenek ve gö-
mak olarak anlamak gerekir. reneklerinin İslam esasları çerçevesinde oluştuğunu
İnsanın ölümünden sonra gerçekleştirilen bir ta- elden geldiğince ortaya koymaya çalıştık. Fakat biz ta-
kım geleneklerin İslam dinine aykırı olmadığı İmâm mamıyla Kazak halkının geleneksel din ve dünya gö-
Mâturîdî’nin öğrencisi Ebu Hafs Nasafi’nin eserlerinde rüşü ile İmâm Mâturîdî’nin akidesi arasındaki bağ-
de dile getirilmiştir. O, “vefat eden kişilere insanla- lantıyı tüm boyutlarıyla ortaya koyduğumuzu iddia
rın Kur’an okutması, sadaka vermesi faydalıdır. Al- etmiyoruz. Bu konunun gelecekte yapılacak çalış-
lah Teala dua ve dileklerini kabul edecektir” diyor.22 malarda ayrıntılı olarak ele alınacağına inanıyoruz.

Dipnotlar
1 Çev. Dört şadyar: Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali’dir.
2 Aliden Eposqa Deyin. Otbası Hrestomatiyası, düzenleyen: Kerimbay, S., Nabi, A., Tölegen, M., “Orhon” Yay., Almatı,
2013, s.165.
3 Balkıbayulı, Balmagambet, Eki Tomdık Şığarmalar Jinağı, Derleyen: İgisin, K., C. 1, Alaş Yay., Almatı 2005, s.97.
4 Ebu Hanife Numan İbn Sabit, El Fikhü’l Ekber, hazırlayan: Seypolla Mollakanagatulı, Gis-Print Yay., Almatı 2012, s.11.
5 Maşhür Jüsip Köpeyulı, Köp Tomdık Şığarmalar Jinağı, Derleyen: E. Jüsipov, C. 1, Alaş Yay., Almatı 2003, s.165.
6 Til Tanbalı Adaydın Akındarı, 1. Kitap (18. Yy. ve 19. Yy’ın 60’lı yıllarına kadar dünyaya gelen Manğıstau akın-jırauların
(ozan ve şairler) eserleri), Jazuşı Yay., Almatı 2006, s. 27.
7 Çev. “Sır” Sırderya nehri bölgesi, “Süley” tarikatın önde gelen simalarındandır. Seyr-i sülükten gelmektedir.
8 Çev.: “Ahun” Orta Asya’da resmi dini kurumun başkanıdır.
9 Çev.: İye sahip anlamındadır.
10 Ölen, Tolğau, Arnaular, Dastandar, Poemalar, derleyen: Tınışbek Dayrabay, Arıs Yay., Almatı 2007, s. 41.
11 Çev. “Akın” (şair) ve “Cırau” (“yır” söyleyen adam)
12 Şadi Jangirulı, Ahual Kıyamet, Alaş Yay., Almatı 2005, s. 21.
13 Çev. Kuday Farsça “Hüda” kelimesinden gelmektedir. Ancak Orta Asya’da Allah kelimesi ile aynı anlamındadır.
14 Şal Akın, Ölender Zertteu derekter, derleyen: Galım Kadiraliulı, Arıs Yay., Almatı 2003, s. 96.
15 Janğabılulı, S., Amanat: Ölen-Tolgaular, Jır-Dastandar, Er-Daulet Yay., Almatı 1996, s. 260.
16 Hoca Ahmet Yesevi, Divan-ı Hikmet (Audarma, transkripsya, matin, sözdik), Turan Yay., Türkistan 2010, s.72.
17 Çev.Batı Kazakistan’daki bir il.
18 Til Tanbalı Adaydın Akındarı, 1. Kitap (18. yüzyılın ve 19. yüzyılın 60’lı yıllarına kadar dünyaya gelen Manğıstau
akın-jırauların (ozan ve şairler) eserleri), Jazuşı Yay., Almatı 2006, s.344.
19 Abay, Eki Tomdık Şığarmalar Jinağı, 1. Tom, Jazuşı Yay., Almatı 2006, s.31.
20 Abay, Eki Tomdık Şığarmalar Jinağı, 1. Tom, Jazuşı Yay., Almatı 2006, s.113.
21 Çev.: Kaynaklarda Baba Tuklas olarak da geçer. Türbesi Güney Kazakistan eyaletindedir.
22 Abd al-Malik Saadi, İslamskoe Verouçenie, s. 216.
23 A.g.e.

Kaynaklar:
Abay, Eki Tomdık Şığarmalar Jinağı, 1. Tom, Jazuşı Yay., Almatı 2006, 296 s.
Abd al-Malik Saadi, İslamskoe Verouçenie.
Aliden Eposqa Deyin. Otbası Hrestomatiyası, düzenleyen: Kerimbay, S., Nabi, A., Tölegen, M., “Orhon” Yay., Almatı, 2013, 329 s.

468
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Balkıbayulı, Balmagambet, Eki Tomdık Şığarmalar Jinağı, Derleyen: İgisin, K., C. 1, Alaş Yay., Almatı 2005, 288 s.
Ebu Hanife Numan İbn Sabit, El Fikhü’l Ekber, hazırlayan: Seypolla Mollakanagatulı, Gis-Print Yay., Almatı 2012, 25 s.
Hoca Ahmet Yesevi, Divan-ı Hikmet (Audarma, transkripsya, matin, sözdik), Turan Yay., Türkistan 2010, 400 s.
Janğabılulı, S., Amanat: Ölen-Tolgaular, Jır-Dastandar, Er-Daulet Yay., Almatı 1996, 386 s.
Maşhür Jüsip Köpeyulı, Köp Tomdık Şığarmalar Jinağı, Derleyen: E. Jüsipov, C. 1, Alaş Yay., Almatı 2003, 421 s.
Şadi Jangirulı, Ahual Kıyamet, Alaş Yay., Almatı 2005, 400 s.
Şal Akın, Ölender. Zertteu derekter, derleyen: Galım Kadiraliulı, Arıs Yay., Almatı 2003, 200 s.
Şegebay men Alibek Akındar (Ölen, Tolğau, Arnaular, Dastandar, Poemalar), derleyen: Tınışbek Dayrabay, Arıs Yay., Almatı
2007, 232 s.
Til Tanbalı Adaydın Akındarı, 1. Kitap (18. Yy. ve 19. Yy’ın 60’lı yıllarına kadar dünyaya gelen Manğıstau akın-jırauların (ozan
ve şairler) eserleri), Jazuşı Yay., Almatı 2006, 528 s.
Til Tanbalı Adaydın Akındarı, 1. Kitap (18. Yy. ve 19. Yy’ın 60’lı yıllarına kadar dünyaya gelen Manğıstau akın-jırauların (ozan
ve şairler) eserleri), Jazuşı Yay., Almatı 2006, 528 s.

469
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Dr. Adil KARİEV


Sempozyuma Kazakistan’dan katılan Dr. Adil Kariev Bağımsızlık Döne-
minde Özbekistan’da İmâm Mâturîdî İlmî Mirasının İncelenmesi isimli
tebliğiyle katılmıştır.

Bağımsızlık Döneminde
Özbekistan’da İmâm Mâturîdî
İlmî Mirasının İncelenmesi
Türkiye Türkçesine Çeviren
Doç. Dr. Selahittin TOLKUN
Özbekistan asırlar boyunca Müslüman Şarkında ilim,
marifet ve medeniyet merkezlerinden biri olagelmiş-
tir. İslam medeniyetinin yükselişinde de ülkemizin
kendisine özgü mevkii vardır. Bu tarihî hakikat Öz-
bekistan’ı 2007 yılında İslam medeniyetinin başşehri
diye ilan edilmesiyle de kendisini ispatlamaktadır.
İmam Buharî (öl. 870), Ebu Reyhân Bîrûnî (öl. 930),
İbni Sinâ (öl. 950), İmâm Mâturîdî (öl. 944), Burha-
neddin Mergınanî (1118-1197), Abdulhalik Gücdü-
vânî (öl. XI. asır), Bahauddin Nakşibendî gibi yüz-
lerce âlimi yetiştiren Mâverâünnehir toprakları tam
manasıyla ilim, fen ve medeniyet merkezi olagelmiştir.
Tarihî medeniyetimiz, beşeriyetin medenî inkişafında
temel taşını koyan ecdadımızın İslam ilimleri saha-
sında önemli hizmetleri bütün dünya tarafından ka-
bul edilmekteyken, biz kendimiz Özbekistan’ın istik-
laline kadar olan dönemde öz yurdumuzda bu zengin
ilmî mirası tetkik etme imkânına sahip olamadık.

471
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Özbekistan’da yeni devirdeki İslam bilimleri araştır- İ. Abdullayev ve H. Hikmetullayev’in risalelerini2 ör-
maları geçen asrın doksanlarında başladı. İlk adımlar- nek verebiliriz. Ancak, tabii ki sabık Sovyet ideolo-
dan biri olarak Özbekistan Bilimler Akademisi Şar- jisi, İslam ilimleri öncülerinin ilmî çalışmalarını tet-
kiyat Enstitüsünde (ç.n. özgün adı Özbekistan Fenler kikine ve tanıtılmasına izin vermemiştir. Bu sebepten
Akademiyası Şarkşunâslik İnstituti) Kur’an-ı Kerim’in diğer İslam âlimleriyle birlikte Ebu Mansur Mâturî-
Özbekçe akademik tercümesini hazırlama heyetinin dî’nin ilmî çalışmaları da tam manasıyla ancak istik-
kurulmasını söyleyebiliriz. Bu heyetin başında mer- lale ulaştığımız yıllarda derinlemesine öğrenilmeye
hum Prof. M. A. Usmanov (1924-1994) bulunmakta başlanmıştır. Bu hususta 2000 yılında Özbekistan’da
olup, heyete ayrıca o yılların önde gelen âlimleri, Arap büyük âlimin doğumunun 1130. yıldönümü millet-
ve Fars dilleri ile Kur’an uzmanları dâhil edilmiştir. lerarası mikyasta geniş kutlanması, âlimin ilmî ça-
Yine aynı yıllarda Özbekistan’dan Rusya Bilimler lışmalarının tetkikinin daha da süratlendirilmesine
Akademisi Şarkiyat Enstitüsüne doktora eğitimi için ciddi ivme kazandırmıştır. Neticede M. M. Hayrulla-
giden genç araştırmacı, günümüzün önemli bilgin- yev, A. Saidov, U. Uvetov, A. Ş. Cüzcâniy, H. İslâmiy,
lerinden Aşirbek Muminov, Mahmut bin Süleyman Ş. Ziyâdov, S. Âqılov ve diğerlerinin ilmî makaleleri
el-Kefevî’nin “Ketâib” adlı eseri üzerinde İslâmî araş- ve hususî ilmî araştırmaları meydana gelmiştir. Hâ-
tırmalar sahasındaki ilk ilmî incelemeyi hazırlayarak lihazırda Özbekistan’da İslam araştırmalarının gün
tezini başarıyla savunmuştur. Kur’an-ı Kerim’in Öz- geçtikçe güçlenerek gelişmesi Taşkent İslam Üniver-
bekçe akademik tercümesini hazırlama heyeti içeri- sitesi, Özbekistan Cumhuriyeti Bilimler Akademisi
sinde bendeniz de Prof. Usmanov M. A. idaresinde Şarkiyat Enstitüsü, Taşkent İslam Enstitüsü gibi ilmî
fakih Burhaneddin Mergınanî’nin ilmî çalışmala- müesseselerin faaliyetlerinin neticesidir.
rını tetkik etmeye giriştim. Ülkemizin bağımsızlığı-
Günümüze kadar gerçekleştirilen ve resmen ilan edi-
nın ilk yıllarında İslam araştırmaları sahasında yavaş
yavaş böyle çalışmalarla temel atılmaya başlanmıştır. len işleri üç bölüme ayırmak mümkündür.

Bütün İslam âleminin emsalsiz âlimlerinden biri Birincisi, Mâturîdî’nin hayatı ve ilmi çalışmaları,
olan Ebu Mansur el-Mâturîdî’nin (öl. 944) ilmî ça- Mâturîdî’nin öğretisi hakkında ilk umumî bilgileri
lışmalarını araştırmak, genç Özbek İslambilimciliği- veren halka yönelik ilmî makeleler. Bu türdeki ma-
nin dikkat merkezinde olması tabii idi. Ancak İslam kalelerin ilki olarak akademisyen B. Velihocayev’in
ilimlerinin en karmaşık alanı olan kelâm ilmini araş- makalesini3 söylemek mümkündür. Bu makalede mü-
tırmak için belirli bir hazırlık ve ilmî tecrübeye sa- ellif, âlimin hayatı ve ilmî çalışmalarını Özbek okur-
hip kadrolar gerekiyordu. Kısa zamanda bu kadro- larına ilk defa tanıtmıştır. Bu yönüyle bu makalede
lar oluşmaya başladı. Çünkü İslambilim kadrolarını Ebu Mansur Mâturîdî hakkındaki umumî bilgiler
hazırlamak maksadıyla önce Taşkent Devlet Şarki- verilmiştir. Feylesof âlim Abdulkâdir Zâhidî de ma-
yat Enstitüsünde İslambilim (ç. n. özgün adı İslâm- kalesinde4mezkûr âlimin çalışmasını felsefî cihetten
şunâslik) bölümü, ardından Özbekistan başkanının ele alarak onun “substantsiya5”, “mahiyet” düşün-
teşebbüsüyle Taşkent İslam Üniversitesi İslambilim celerini, “vâcibü’l-vücut”, “mümkünü’l-vücûd” ıs-
araştırmaları, bunun içinde de Mâturîdî’nin ilmî ça- tılahlarını türettiğini ve ilmî literatüre kazandırdı-
lışmalarını inceleme faaliyetleri başladı. ğını yazmaktadır.
Hanefî akait biliminin büyük âlimi, Semerkant ke- Şâvâsıl Ziyâdov, 1999’da yayımladığı makalesinde6â-
lam mektebinin kurucusu Ebu Mansur Mâturî- limin ilmî çalışmalarına dair bilgilere açıklamalar
dî’nin ilmî çalışmaları son derece ehemmiyetlidir. getirmiştir. İlâveten kimi kaynaklarda Mâturîdî ka-
İslam dünyasındaki ehlisünnet itikadının iki önemli lemine ait diye bilinen eserlerin ekseriyetinin başka
âlimlerinden biri olan Mâturîdî’nin ilmî çalışmaları âlimlere ait olduğu belirtilmiştir. Bunların dışında âli-
Özbekistan’da yalnızca bağımsızlıktan sonra geniş min eserlerinin Özbekistan Cumhuriyeti’nde korun-
mikyasta incelenme başlanmıştır. Böyle söyleme- makta olan kadim nüshaları hakkında da yeni bil-
mizin sebebi âlimin hayatı ve ilmî çalışmaları hak- giler verilmiştir. Profesör Bahâdırov R. “El-Mâturîdî
kındaki kimi umumî ve kısa malumatlar eski rejim ve kelamın ilimlerin tasnifindeki yeri” başlıklı maka-
dönemindeki kimi makale ve risalelerde de görülür. lesinde7kelam ıstılahının dinî felsefî mevzudaki ma-
Bunlar arasında Özbekistan Bilimler Akademisi Şar- nası, bu ilim sahasının İslam ilimleri arasındaki yeri
kiyat Enstitüsünün elyazmaları toplamı kataloğu1 ve ve mahiyeti, aynı zamanda Ebu Mansur Mâturîdî’nin

472
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

kelam ilmi sahasındaki başarıları hakkında fikir yü- çalışması 2003 yılında Ş. Ziyâdov tarafından başa-
rütülmüştür. rıyla savunulmuştur.11
2000 yılında âlimin doğumunun 1130. yıldönümü Şu meseleyi hususen belirtmek gerekir ki Özbekis-
münasebetiyle gerçekleştirilen parlak kutlamalar ari- tan’ın istiklalinin ilk yıllarında Özbek İslambilim-
fesinde bir dizi makale yayımlanmıştır. H. İslâmiy, bu cilerinin ilmî tetkikatlarında ciddi artış olmuştur.
münasebetle yazdığı makalesinde8 Alî Şîr Nevâî’nin Çünkü söz konusu dönemin Özbek uzmanları, bu
eserlerindeki İmâm Mâturîdî hakkındaki bilgiler hu- sahada ilmî araştırmalar gerçekleştirmek bir yana,
susunda fikir yürütmüştür. İslâmiy, dikkatleri Ali Şîr İslam ilimleri hakkında dahi yeterli bilime sahip de-
Nevâî’nin Nesâyimü’l-Muhabbe adlı eserine çekerek ğillerdi. Bu sebeple de kısa zamanda bu alanda uz-
bu tezkireden alınan bilgiler esasında yazar, Mâturî- man kadroların yetiştirilmesi dahi büyük başarıdır.
dî’nin ilmî salahiyeti ve bilimin gelişmesindeki ye- Başlangıçtaki araştırmalar; esasen Mâturîdî’nin ilmî
rini tayine çalışmıştır. Bu eserde Türk meşâyihi bö- çalışmalarını incelemeye yönelik iken, sonraları tet-
lümündeki 649 velî arasında Ebu Mansur Mâturîdî kikatlar Mâturîdî öğretisinin mühim meselelerini
hakkında haberler bulunduğu belirtilmiştir. ve bu öğretinin tarihî terakkisi ile özelliklerini be-
İkinci olarak, Mâturîdî’nin ilmî çalışmaları ve Mâturîdî lirlemeye yönelmiştir. Bu çalışmaların neticesi olarak
öğretisini tetkike yönelik ilmî kitaplar ve risaleler sa- Âqılov Saidmuhtâr tarafından başarıyla takdim edi-
yılabilir. Yukarıda zikredilen yıldönümü kutlamaları len doktora çalışması gösterilebilir.12 Bu tezin Taşkent
münasebetiyle Ebu Mansur Mâturîdî’nin hayatı ve ilmî İslam Üniversitesi’nde hazırlandığının da ayrıca be-
çalışmalarını araştırmaya olan ilgi artmıştır. Müte- lirtilmesi gerekir. Çünkü bu araştırma üniversitenin
hassıslar tarafından gerçekleştirilen tetkikatların ne- kurulmasından kısa müddet sonra hazırlanmıştır.
ticeleri türlü tez ve risalelerde ortaya konmuştur. Bu Üçüncü olarak, Mâturîdî’nin ilmî çalışmaları, kelam
dönemde yayımlanan risaleler arasında Semerkantlı ilminin kimi meseleleri ve Mâturîdî öğretisine yöne-
araştırmacı K. Kettteyev’in İmam el-Mâturîdî ve Çâ- lik halkı aydınlatmaya yönelik ilmî makale ve tezler
kerdize adlı risalesi9 örnek gösterilebilir. Bu risalede gösterilebilir.
araştırmacı, Ebu Mansur Mâturîdî’nin hayatı ve ilmî Bu grupta yer alan makaleler ve tezler değişik konu-
çalışmaları hakkında nadir kaynaklardan alınan bil- lar üzerinedir. Bunlar, İmâm Mâturîdî’nin yaşadığı
gileri aktarmıştır. Bunlar içinde âlimin şakirtleri ve dönemin medeniyeti, bu medeniyetin oluşmasında
takipçileri hakkında yeni bilgiler vermiştir. Risalede etkin olan âmiller,13 Mâturîdî’nin İslam akidesinin
Mâturîdî öğretisinin akide meselesini açıklamadaki durulaşması yolunda gerçekleştirdiği ıslahatlar me-
üslubu hakkında yorumda bulunulmuştur. Araştır- selesi,14 İslam ilahiyatı ve felsefe arasındaki benzerlik,
macı, mezkûr risalesinde Mâturîdî’nin defnedildiği mütenasiplik ve farklı cihetleri15 ve Mâturîdî öğretisi-
Semerkant’taki Çâkerdize kabristanı hakkında da ilgi nin başka cihetleri meselelerini içermektedir. Ayrıca
çekici bilgiler vermiştir. Bu kabristan, orta asırlarda bu guruba, Mâturîdî öğretisinin takipçileri ve bunla-
yaşamış olan meşhur âlimler, müçtehitler ve sâhib-i rın bu sahanın gelişmesine katkılarını,16 âlimin İslam
kerâmetlerin gömülmesiyle meşhurdur. Bu kabris- ilimlerinin başka akımlardaki izlerini,17 Mâturîdî’nin
tanın tarihi ve buraya defnedilen büyük kişiler hak- eserlerinin dünyadaki elyazma kütüphanelerindeki
kındaki bilgilerin de tarihî menba ve belgelere da- nadir nüshalarını,18 keza kadim kaynaklara dayana-
yanması yönüyle ehemmiyetlidir. rak kelam ilminin oluşmasının ilk dönemini ele alan
Ebu Mansur Mâturîdî’nin şahsiyeti, hayatı ve ilmî ça- makaleler katılabilir.
lışmalarını ortaya çıkarmaya yönelik bir dizi risale de Elbette elinizdeki bu küçük makalede biz, İmam Ebu
yayımlanmıştır. Bunlarda esasen âlimin tercümeihali, Mansur Mâturîdî ve Mâturîdî öğretisinin Özbekis-
yazdığı eserleri, bu ilmî çalışmaların günümüzde ko- tan’da araştırılmaya başladığı ilk döneme ait kimi ça-
runmakta olan nüshaları hakkında malumatlar ve- lışmaları belirtmekle yetindik. Çünkü maksadımız;
rilmiştir. Bu risaleler arasında H. İslâmiy ve Ş. Ziyâ- Özbekistan’ın istiklal döneminde İslam ilimleri, bil-
dov’un eserleri örnek gösterilebilir.10 hassa akait ilmi ve bu ilim sahasının büyük öncüleri
İmâm Ebu Mansur Mâturîdî’nin ilmî çalışmala- ve bunların sahanın gelişmesine katkılarını incele-
rını araştırmaya yönelik faaliyetlerin ilmî neticeleri mek konusundaki ilmî çalışmaların ne şekilde baş-
2000 yılının ortalarına gelindiğinde semeresini ver- ladığından ve hangi aşamalardan geçtiğinden, günü-
meye başlamıştır. Bu konuda hazırlanan ilk doktora müzde yapılmakta olan çalışmalar ve başarılara ne

473
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

şekilde zemin hazırlandığından sizleri haberdar et- ülkemiz için yeni sahalardan biri olduğunu dikkate
mektir. Özbekistan’daki İslam ilimleri ve memleke- alındığında oldukça fazla sayılacağından eminiz.
timizde yetişmiş olan âlimlerin ilmî mirasını ortaya Mâturîdî’nin ilmî mirası ve öğretisini araştırma ça-
koymak için günümüzde gerçekleştirilmekte olan ça- lışmalarının hızlanmasında ülkemizde 2000 yılının
lışmalar ise başka bir makale konusudur. Ebu Mansur Mâturîdî’nin 1130. doğum yıldönümü
1.Sirâciddinov Ş., “Kalâm ilmining ilk tarixidan” olarak geniş çaplı biçimde milletlerarası etkinliklerle
İmâm al-Buxâriy sabâqları, No:2, Taşkent 2006, S. kutlanmasının büyük teşviki olmuştur.
92-95. 1.Abdulgani Abdullâ, “Abu Mansur Mâturidiy va is-
lâmiy e’tikâd” Özbekistân musulmânlari, 1997, No:
2.Sirâciddinov Ş., “Mâturidiy ta’limâtıda vahdâniyat
1-4.
masalasi”, İmâm al-Buxâriy sabâqları, No:3, Taşkent
2006, S.179-182. 2.Kattayev K., Samarqandlik büyük allâmalar, Sa-
marqand 1998.
3.Xuşvaqtov M., “Mâturidiy merâsi”, İmâm al-Buxâ-
riy sabâqları, No:1. Taşkent 2006, S. 68. 3.Ziyâdov Ş., “Abu Mansur al-Mâturidiy va uning
‘Ta’vilât ahl as-sunna’ asari haqıda yangi ma’lumât-
4.Alimov Â., “Mâturidiyning maşhurlik sababi”, İr- lar”, Şarqşunâslik, ÖzR FA Şİ, No. 9, Taşkent 2000.
mâq, No: 2. Taşkent, 2007, S.18-20. S. 66-73.
5.Karamatov H., “Mâturidiyning nâyâb qolyâzması”, 4.Alişer Navâiy, “Abu Mansur Mâturidiy”, İmâm
Mâziydan sadâ, No. 4, Taşkent 2001, S.24-26. al-Buxâriy sabâqlari. No: 2, Taşkent 2000, S. 97.
İstiklalimizin ilk 15-20 yılı boyunca gerçekleştiri- 5.Bahâdırov R., “al-Mâturidiy va kalâmning ilmlar
len çalışmalar yüz kadardır. Bu sayı belki çok değil- tasnifidagi ornı” Şarqşunâslik, ÖzR FA Şİ, No: 10,
dir. Ancak bu sayının söz konusu sahanın bağımsız 2000, S.9-14.

Dipnotlar
1 Sobranie vostoçnıx rukopisey (SVR), Taşkent, 1957 1987 yy.
2 Abdullayev i., Hikmetullayev H. Samarqandlı Âlimlar, Taşkent: Fan, 1969.
3 Velixâdjayev B., “Abu Mansur Mâturidi büyük bâbâkalânımız”, Zarafşân, 1993.
4 Zâhidi A., “Mâtudidiy va kalâm ta’limâti” Fan va Turmuş, 1977, No: 6 s. 12-13.
5 Ç.n. Özbek Tilining İzahli Lugati’nde bu kelime şöyle verilmiştir. Substantsiya: Bütün varlık ve hadiselerin mahiyeti,
başlangıçtaki esası.
6 Ziyâdov Ş., “Abu Mansur al-Mâturidiy va uning ‘Ta’vilât ahl as-sunna’ asari haqıda yangi ma’lumâtlar”, Şarqşunâslik. ÖzR
FA Şi, No: 9, Taşkent, 1999, S. 66-73.
7 Bahâdırov R., Al-Mâturidiy va kalâmning ilmlar tasnifidagi ornı”, Şarqşunâslik. ÖzR FA Şİ. No: 10, Taşkent 2000, S. 9-14.
8 İslâmov, H., “Mâturidiy Navâiy talqınıda” Fan va Turmuş. No: 1. Taşkent 2000, S. 14-15.
9 Kattayev K., İmâm al Mâturidiy va Çâkardiza, Samarqand. 2000, 51 s.
10 İslâmiy H., Abu Mansur Mâturidiy, –Taşkent, Ğ. Ğ. Nâmıdagi Adabiyât va San’at Naşriyâtı. 2000, 32 s.; Ziyâdov Ş.
Al-Mâturidiy hayâtı va Merâsı, Taşkent. Ğ. Ğ. Nâmıdagi Adabiyât va San’at Naşriyâtı, 2000, 28 s. vb.
11 Ziyâdov Ş., Abu Mansur al-Mâturidiy yâzma merâsi va uning “Kitâb at-Ta’vilât” asari. Tar. Fan. Nâm…dis. Taşkent,
ÖzR FA Şİ, 2003.
12 Âqılov C., Abu-l-Mu’in an-Nasafiy va uning Mâturidiya ta’limâtı rivâciga qoşgan hissasi (“Tabsiratu-l-adilla” asari
asâsida”. Tar. Fan. Nâm. … dis. Taşkent: TİU, 2005, 179 s.
13 Xayrullayev M. “Al-Mâturidiy davrida Orta Âsiyâ madaniyati.” Al-Mâturidiy ta’limâtı va uning şarq xalqlari madani-
yatidagi ornı mavzusidagi konferantsiya materiallari. Taşkent: TİU. 2005. S 31-40.
14 Mansurov A., “İmâm Abu Mansur al-Mâturidiyning islâm akidasi musaffâligi yolidagi islâhiy işlari” Al-Mâturidiy
ta’limâtı va uning şarq xalqlari madaniyatidagi ornı mavzusidagi konferatsiya materiallari, Taşkent, 2000, s.22-30.
15 Qâsımcânov A., “İslâm ilâhiyatı va falsafa: mutanâsibliklar va farqlar (Rudolf Ulrixning “al-Mâturidiy va Samarqandda
sunniylar ilâhiyatı” kitâbı munâsibati bilan”, Al-Mâturidiy ta’limâtı va uning şarq xalqlari madaniyatidagi ornı mav-
zusidagi konferatsiya materiallari, Taşkent, 2000, s. 78-90.
16 Abdulhakim Şar’iy Cüzcâniy. “As-Sâbuniy – Mâturidiy maktabining yirik vakili” İmâm al-Buxâriy sabâqlari, No:2. Taş-
kent, 2000, S.102-105.
17 Böriyev Â., “Abu Mansur Mâturidiyning Qur’ân tacvidiga âid merâsı” Amir Temur Sabâqlari. Taşkent, 2002, S. 77-82.
18 Karamatov H., “Mâturidiynin nâyâb qolyâzması”, Mâziydan sadâ, No: 4, Taşkent, 2001, S. 24-26.

474
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Dr. Adil KARİEV


Sempozyuma Kazakistan’dan katılan Dr. Adil Kariev Bağımsızlık Döne-
minde Özbekistan’da İmâm Mâturîdî İlmî Mirasının İncelenmesi isimli
tebliğiyle katılmıştır.

Bağımsızlık Döneminde
Özbekistan’da İmâm Mâturîdî
İlmî Mirasının İncelenmesi
Ўзбекистон асрлар оша мусулмон шарқида илм-
маърифат ва маданият марказларидан бири бў-
либ келган. Ислом маданиятининг юксалишида
ҳам мамлакатимизнинг ўзига хос ўрни бор. Бу
тарихий ҳақиқат Ўзбекистонни 2007 йилда ис-
лом маданияти пойтахти деб эълон қилинганли-
гида ҳам ўз исботини топган. Имом ал-Бухорий
(ваф.870), Абу Райхон Беруни (ваф.930), Ибн Сино
(ваф.950), Имом ал-Мотуриди (ваф. 944), Бурхо-
нуддин ал-Маргиноний (1118-1197), Абдухолик
Гиждувоний (ваф. XIаср), Бахоуддин Накшбанд
каби юзлаб алломларни етиштирган Мовароун-
нахр замини том маънодаги илм фан ва маданият
маркази бўлиб келган.
Тарихий маданиятимиз, башарият маданий юкса-
лишида тамал тошини қўйган аждодларимизнинг
ислом илмлари соҳасидаги залворли хизматлари
жаҳон оммаси томонидан эътироф этилгани ҳолда,
мустакилликкача булган даврда уз юртимизда бу

475
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

бой илмий меросни тадқиқ қилиш имкониятига Мансур Мотуридий илмий мероси ниҳоятда аҳа-
эга бўлмадик. миятлидир. Ислом дунёсидаги аҳли сунна эъ-
Ўзбекистонда янги даврдаги исломшунослик тиқодининг икки забардаст олимларидан бири
тадқиқотлари ўтган асрнинг тўқсонинчи йилла- бўлган Мотуридийнинг илмий мероси Ўзбеки-
ридан бошланди. Илк қадамлардан бири сифа- стонда фақатгина мустақилликдан кейингина
тида Ўзбекистон Фанлар академияси Шарқшу- кенг миқёсда ўрганила бошланди. Бундай дей-
нослик институтида Қуръони каримнинг ўзбек ишимизнинг боиси алломанинг ҳаёти ва илмий
тилидаги академик таржимасини тайёрлаш гу- мероси ҳақидаги баъзи умумий ва қисқа маълу-
руҳи тузилганини эътироф этиш мумкин. Бу гу- мотлар собиқ тузум давридаги айрим мақола ва
руҳга марҳум профессор М.А. Усмонов (1924-1994) рисолаларда ҳам акс этган. Жумладан, Ўзбеки-
раҳбарлик қилиб, гуруҳ таркибига ўша даврнинг стон ФА Шарқшунослик инситутининг қўлёзма-
етакчи олимлари, араб, форс тиллари ва Қуръон лари мажмуаси каталоги ва И. Абдуллаев ва Ҳ.
илмининг билимдонлари жалб этилди. Айни шу Ҳикматуллаевларнинг рисолаларини мисол кел-
пайтда Ўзбекистондан Россия Фанлар академи- тириш мумкин. Бироқ, табиийки, собиқ шўролар
яси шарқшунослик институти аспирантурасига мафкураси ислом илмлари намояндалари илмий
ўқишга юборилган ёш тадқиқотчи, бугунги кунда меросини тадқиқ ва тарғиб этишга рухсат берган
етук олим, профессор Аширбек Муминов Мах- эмас. Шу сабабли бошқа ислом илмлари олим-
муд ибн Сулаймон ал-Кафавийнинг “Катоиб” лари қатори Абу Мансур Мотуридийнинг илмий
асари асосида исломшунослик соҳасидаги даст- мероси ҳам том маънода фақатгина мустақиллик
лабки илмий тадқиқотни тайёрлаб мувоффақи- йилларида чуқур ўрганила бошланди. Бу борада
ятли ҳимоя қилди. Қуръони каримнинг ўзбекча 2000 йилда Ўзбекистонда аллома таваллудининг
академик таржимасини тайёрлаш гуруҳи тарки- 1130 йиллигининг халқаро миқёсда кенг нишон-
бида камина ҳам профессор Усмонов М.А. раҳ- ланиши унинг илмий меросини тадқиқ этишни
барлиги остида фақиҳ Бурҳонуддин ал-Марғино- янада жадал суратлар билан олиб борилишига
ний илмий меросини тадқиқ этишга қўл урдим. жиддий туртки берди. Натижада М.М. Хайрул-
Мамлакатимиз мустақиллигининг дастлабки йил- лаев, А. Саидов,, У.Уватов, А.Ш. Жузжоний, Ҳ.Ис-
ларида шу тариқа исломшунослик илми соҳасига ломий, Ш. Зиёдов, С.Оқилов, ва бошқаларнинг
аста секин асос солина бошланди. илмий мақолалари ва махсус илмий тадқиқот-
лар вужудга келди. Ҳозирги кунда Ўзбекистонда
Бутун ислом оламининг беқиёс алломаларидан
исломшунослик соҳаси шаклланиб тараққий то-
бири бўлган Абу Мансур ал-Мотуридий (ваф.
пиб бораётгани Тошкент ислом университети,
944) илмий меросини ўрганиш ёш ўзбек ислом-
ЎзР ФА шарқшунослик институти, Тошкент ис-
шунослигининг эътибор марказида бўлиши та-
лом институти каби илмий муассасалар фаоли-
биий эди. Бироқ ислом илмларининг энг мурак-
ятининг самарасидир.
каб йўналишларидан бири бўлган калом илмини
тадқиқ этиш учун муайян тайёргарлик ва илмий Бугуни кунга қадар олиб борилган ва расман эълон
тажрибага эга бўлган кадрлар керак эди. Тез орада қилинган ишларни уч гуруҳга ажратиш мумкин.
бундай кадрлар бўй кўрсата бошлади. Чунки ис- Биринчиси Мотуридий ҳаёти ва илмий мероси,
ломшунос кадрларни тайёрлаш мақсадида даст- мотуридий таълимоти ҳақида дастлабки умумий
лаб Тошкент давлат шарқшунослик институтида маълумотларни берувчи илмий оммабоп мақола-
исломшунослик кафедраси, кейинчалик Ўзбеки- лар. Бу турдаги мақолаларнинг дастлабкиси сифа-
стон раҳбарининг ташаббуси билан Тошкент Ис- тида академик Б.Валиходжаевнинг мақоласини-
лом университети ташкил этилди. Натижада ўт- 1
зикр этиш мумкин. Унда муаллиф алломанинг
ган асрнинг тўқсонинчи йиллари охирига келиб ҳаёти ва илмий мероси билан ўзбек китобхонла-
исломшунослик тадқиқотлари, жумладан Мо- рини илк бор таништирди. Шу боисдан бу мақо-
туридий илмий меросини ўрганиш ишлари бо- лада Абу Мансур Мотуридий ҳақидаги умумий
шланиб кетди. маълумотлар ўз аксини топди. Файласуф олим
Ҳанафий ақоид илмининг йирик алломаси, Са- Абдулқодир Зохиди ўз мақоласида2аллома ме-
марқанд калом илми мактабининг асосчиси Абу росини фалсафий жиҳатдан талқин қилиб у зот

476
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

“субстанция”, “моҳият” тушунчаларини, “вожиб асосида хабар беради. Жумладан алломанинг шо-
ул-вужуд”, “мумкин ул-вужуд” истилохларини гирдлари ва издошлари ҳақида янги маълумотлар
ишлаб чиққанлиги ва илмий муомалага кирит- келтиради. Рисолада Мотуридий таълимотининг
ганлиги ҳақида ёзади. хусусиятлари, мотурудий ва ашъарий таълимот-
Шовосил Зиёдовнинг 1999 йилда эълон қилинган ларининг ақида масаласини талқин қилишдаги
мақоласида3 аллома илмий меросига алоқадор услублари ҳақида фикр юритилган. Тадқиқотчи
маълумотларга аниқлик киритилган. Жумладан мазкур рисолада Мотуридий дафн қилинган Са-
қатор манбаларда Мотуридий қаламига мансуб марқанддаги Чокардиза қабристони ҳақида ҳам
деб таърифланган асарларнинг аксарияти бошқа қизиқарли маълумотлар берган. Бу қабристон
олимларга тегишли эканлиги эълон қилинган. унда ўрта асрларда яшаб ўтган машҳур аллома-
Бундан ташқари олим асарларининг Ўзбекистон лар, мужтаҳидлар ва ва соҳиби кароматлар дафн
Республикасида сақланаётган қадимий нусхалари қилинганлиги билан машҳурдир. Бу қабристон-
ҳақида янги маълумотлар берилган. Профессор нинг пайдо бўлиш тарихи ва унда дафн этилган
Баҳодиров Р. ўзининг “ал-Мотуридий ва калом- буюк сиймолар ҳақидаги маълумотлар ҳам тари-
нинг илмлар таснифидаги ўрни” номли мақола- хий манба ва ҳужжатларга асосланганлиги би-
сида4калом атамасининг диний фалсафий мавзу- лан аҳамиятлидир.
даги маъноси, бу илм соҳасининг ислом илмлари Абу Мансур Мотуридий шахсияти, ҳаёти ва ил-
сирасидаги ўрни ва моҳияти, шунингдек Абу Ман- мий мероси билан таништиришга йўналтирил-
сур ал-Мотуридийнинг калом илми соҳасидаги ган қатор рисолалар ҳам эълон қилинди. Уларда
ютуқлари хусусида фикр юритган. асосан олимнинг таржимаи ҳоли, ёзган асарлари,
2000 йилда аллома таваллудининг 1130 йилли- бу илмий мерос намуналарининг бугунги кунда
гини тантанали нишонлаш арафасида қатор мақо- сақланаётган нусхалари ҳақида маълумотлар бе-
лалар эълон қилинди. Ҳ. Исломийнинг шу муно- рилган. Бундай рисолалар қаторига Ҳ. Исломий,
сабат билан ёзилган мақоласида Алишер Навоий Ш.Зиёдовларнинг асарларини киритиш мумкин.7
ижодида имом Мотуридий ҳақидаги маълумот- Имом Абу Мансур Мотуридий илмий меросини
ларни акс этиши хусусида фикр юритилган5. ўрганишга бағишланган фаолиятнинг илмий на-
Олим жумладан Алишер Навоийнинг “Насойим тижалари икки мингинчи йилларнинг ўрталарига
ул муҳаббат” асарига эътибор қаратади. Мазкур келиб ўз самарасини бера бошлади. Мазкур мав-
тазкирадан олинган маълумотлар асосида у Мо- зуга бағишлаб тайёрланган дастлабки диссерта-
туридийнинг илмий салоҳияти ва фан ривожи- ция 2003 йилда Ш.Зиёдов томонидан мувоффақи-
даги ўрнини тадқиқ қилишга уринган. Бу асарда ятли ҳимоя қилинди.
турк машойихлари қисмининг 649 авлиё тарти- Бир нарсани алоҳида таъкидлаш зарурки му-
бида Абу Мансур Мотуридий тўғрисидаги хабар стақиллик йилларида ўзбек исломшунос олим-
келганлигини таъкидлаган. лари томонидан ислом илмлари соҳасида жид-
Иккинчиси Мотуриди илмий меросини ва моту- дий илмий тадқиқотлар олиб бориш малакаси
ридий таълимотини тадқиқ этишга бағишланган шаклланиб борди. Чунки замонавий ўзбек му-
илмий тадқиқотлар ва рисолалар. Юқорида зикр тахассислари бу соҳада илмий изланишлар олиб
этилган юбилей муносабати билан Абу Мансур бориш нари турсин, ислом илмлари борасида
Мотуридий ҳаёти ва илмий меросини ўрганишга етарли билимга ҳам эга эмасдилар. Шунинг учун
бўлган эътибор кучайди. Мутахассислар томони- ҳам қисқа муддатларда бу соҳада малакали кадр-
дан олиб борилган тадқиқотларнинг натижалари ларнинг пайдо бўлишининг ўзи катта ютуқ эди.
турли диссертация ва рисолаларда ўз аксини то- Дастлабки йилларда изланишлар асосан Моту-
пди. Айни шу даврда эълон қилинган рисолалар ридий илмий меросини ўрганиш билан боғлиқ
орасида Самарқандлик тадқиқотчи К. Каттаевнинг бўлган бўлса, кейинги тадқиқотлар мотуридий
“Имом ал-Мотуридий ва Чокардиза” номли рисо- таълимотининг муҳим масалалари ва бу таъли-
ласини зикр қилиш мумкин.6 Рисолада олим Абу мотнинг тарихий тараққиётини, алоҳида хусуси-
Мансур Мотуридийнинг ҳаёти ва илмий мероси ятларини тадқиқ этишга бағишланди. Бундай фао-
ҳақида ноёб манбалардан олинган маълумотлар лиятнинг самараси сифатида Оқилов Саидмухтор

477
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

томонидан мувоффақиятли тақдим этилган дис- 1.Сирожиддинов Ш. Калом илмининг илк тари-
сертацияни зикр қилиш мумкин. Бу диссертация хидан // Имом ал-Бухорий сабоқлари. – № 2. –
Тошкент Ислом университетида амалга оширил- Тошкент, 2006. – Б. 92-95
ганини ҳам алоҳида таъкидлаш зарур. Чунки маз- 2.Сирожиддинов Ш. Мотуридий таълимотида ваҳ-
кур тадқиқот университет ташкил бўлгандан кей- доният масаласи // Имом ал-Бухорий сабоқлари.
инги қисқа даврда амалга оширилди. – № 3. – Тошкент, 2006. – Б. 179-182
Учинчи гуруҳга Мотуридий илмий мероси, калом 3.Хушвақтов М. Мотуридий мероси – бузғунчи
илмини айрим масалалари ва мотуридий таъли- ва ёт ғояларга қарши қалқон // Имом ал-Бухорий
мотига бағишланган илмий оммабоп мақолалар сабоқлари. – № 1. – Тошкент, 2011. – Б. 68.
ва тезисларни киритиш мумкин.
4.Алимов О. Мотуридийнинг машҳурлик сабаби
Мазкур гуруҳдан ўрин олган мақолалар ва те- // Ирмоқ. – № 2. –Тошкент, 2007. – Б. 18-20.
зисларнинг мавзулари хилма хил. Улар жумла-
дан, имом Мотуридий яшаган даврнинг мада- 5.Караматов Ҳ. Мотуридийнинг ноёб қўлёзмаси
нияти, бу маданиятнинг шаклланишига туртки // Мозийдан садо. – № 4. – Тошкент, 2001. – Б.
бўган омиллар8,Мотуридийнинг ислом ақидаси- Мустакилликнинг дастлабки 15-20 йили даво-
нинг мусаффолигини таъминлаш йўлида амалга мида амалга оширилган ишларнинг юзга якин-
оширган ислоҳотлари масаласи9, ислом илоҳиёти лашади. Бу сон эхтимол жуда куп эмасдир. Би-
ва фалсафа фани ўртасидаги ўхшашлик, мута- рок бу соҳа мустақил мамлакатимиз учун ягши
носиблик ва фарқли жиҳатлари10 ва мотуридий соҳалардан бири эканлигини ҳисобга олсак бу
таълимотининг бошқа жиҳатлари мавзуларини натижа анчайин салмоқли эканлигига амин
қамраб олган. Бундан ташқари бу гуруҳга ки- бўламиз.
ритилиш мумкин бўлган мақолалар мотуридий Мотуриди илмий мероси ва мотуридий таъ-
таълимотининг даъвомчилари ва уларниг бу соҳа лимотини ўрганиш ишларини жадаллаши-
ривожига қўшган ҳиссалари11, алломанинг ислом шига мамлакатимизда 2000 йилда Абу Ман-
илмларининг бошқа йўналишларидаги фаолия- сур Мотуриди таваллудининг 1130 йиллигини
тига оид12, Мотуридий асарларининг жаҳон қў- халқаро миқёсда кенг нишонланганлиги ҳам
лёзмалар хазиналаридан сақланаётган ноёб нусха- катта туртки бўлди.
лари13 , шунингдек калом илми шаклланишининг
илк тарихини қадимий манбалар асосида ёрит- 1.Абдулгани Абдулло. Абу Мансур Мотуридий
ган мақолалардир. ва исломий эътикод.// Узбекистон мусулмонлари.
1997. №1-4.
Албатта қўлингиздаги ушбу мужаз мақолада биз
имом Абу Мансур ал-Мотуридий ва мотуридий 2.Каттаев К. Самаркандлик буюк алломалар. Са-
таълимотининг Ўзбекистонда ўрганилишининг марканд. 1998
дастлабки даврига оид айрим маълумотлар би- 3.Зиёдов Ш. Абу Мансур ал-Мотуридий ва унинг
лан чекландик. Чунки мақсадимиз Ўзбекистонда “Таъвилот аҳл ас-сунна” асари ҳақида янги маъ-
мустақиллик даврида ислом илмлари, жумладан лумотлар // Шарқшунослик. ЎзР ФА ШИ. – № 9.
ақоид илми ва бу илм соҳасининг йирик намоян- – Тошкент, 1999. – Б. 66-73.
далари ва уларнинг соҳа ривожига қўшган ҳисса- 4.Алишер Навоий. Абу Мансур Мотуридий //
ларини тадқиқ этиш борасидаги илмий излани- Имом ал-Бухорий сабоқлари. – № 2. – Тошкент,
шлар қай тарзда бошланганлиги, қандай йўл босиб 2000. – Б. 97.
ўтиб, бугунги кунда олиб борилаётган ишлар ва
мувоффақиятларга қай тарзда замин тайёрлаган- 5.Баҳодиров Р. ал-Мотуридий ва каломнинг илм-
лигидан сизларни хабардор қилишдир. Ўзбеки- лар таснифидаги ўрни // Шарқшунослик. ЎзР ФА
стондаги ислом илмлари ва мамлакатимиздан ети- ШИ. – № 10. – Тошкент, 2000. – Б. 9-14.
шиб чиққан алломалар илмий меросини тадқиқ 6.Баҳодиров Р. ал-Мотуридий ва каломнинг илм-
ва тарғиб этишда бугунги кунда олиб борилаёт- лар таснифидаги ўрни // Шарқшунослик. ЎзР ФА
ган ишлар эса алоҳида бир мақола мавзусидир. ШИ. – № 10. – Тошкент, 2000. – Б. 9-14.

478
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Dipnotlar
1 Собрание восточных рукописей (СВР). Ташкент. 1957 1987 йй.
2 Абдуллаев И., Ҳикматуллаев Ҳ. Самарқандлик олимлар. Тошкент. Фан, 1969 й.
3 Валиходжаев Б. Абу Мансур Матуриди буюк бобокалонимиз. //Зарафшан. 1993
4 Зохиди А. Мотуридий ва калом таълимоти.// Фан ва турмуш. 1997.№6 Б.12-13.
5 Зиёдов Ш. Абу Мансур ал-Мотуридий ва унинг “Таъвилот аҳл ас-сунна” асари ҳақида янги маълумотлар //
Шарқшунослик. ЎзР ФА ШИ. – № 9. – Тошкент, 1999. – Б. 66-73.
6 Баҳодиров Р. ал-Мотуридий ва каломнинг илмлар таснифидаги ўрни // Шарқшунослик. ЎзР ФА ШИ. – № 10. –
Тошкент, 2000. – Б. 9-14.
7 Исломов Ҳ. Мотуридий Навоий талқинида // Фан ва турмуш. – № 1. – Тошкент, 2000. – Б.14-15.
8 Каттаев К. Имом ал Мотуридий ва Чокардиза. Самарқанд, 2000. 51 бет
9 Исломий Ҳ. Абу Мансур Мотуридий. – Т.: Ғ.Ғулом номидаги Адабиёт ва санъат нашриёти, 2000. – 32 б.: Зиёдов
Ш. ал-Мотуридий ҳаёти ва мероси. – Т.: Абдулла Қодирий номидаги халқ мероси нашриёти, 2000. –28 б. ва бо-
шқалар
10 Зиёдов Ш. Абу Мансур ал-Мотуридий ёзма мероси ва унинг “Китоб ат- Таъвилот” асари: Тар. фан. ном. ...дис. –
Т.:ЎзР ФА ШИ. 2003.
11 Оқилов С. Абу-л-Муъин ан –Насафий ва унинг мотуридийа таълимоти ривожига қўшган ҳиссаси (“Табсира-
ту-л-адилла” асари асосида): Тар. фан. ном. ...дис. – Т.: ТИУ. 2005. –179 б.
12 Хайруллаев М. Ал-Мотуридий даврида Ўрта Осиё маданияти//Ал -Мотуридий таълимоти ва унинг шарқ халқла-
ри маданиятидаги ўрни мавзусидаги конференция материаллари. Тошкент. 2000. Б.31-40
13 Мансуров А. Имом Абу Мансур ал-Мотуридийнинг ислом ақидаси мусаффолиги йўлидаги ислоҳий ишлари.//
Ал -Мотуридий таълимоти ва унинг шарқ халқлари маданиятидаги ўрни мавзусидаги конференция материалла-
ри. Тошкент. 2000. Б.22-30.

479
UlUslararası İmâm mâtUrîdî sempozyUmU

VII. oturum
Oturum Başkanı: Prof. Dr. Nuri TUĞLU
Süleyman Demirel Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

İMÂM MÂTURÎDÎ’NİN AHLÂK ANLAYIŞI

Doç. Dr. Fethi Kerim KAZANÇ


O.M.Ü. İlahiyat Fakültesi/ Samsun
MÂTURÎDİ’NİN AHLÂK KURAMI ÜZERİNE TEOLOJİK VE FELSEFÎ BİR ÇÖZÜMLEME
Yrd. Doç. Dr. Sami ŞEKEROĞLU
Harran Ü. İlahiyat Fakültesi / Şanlıurfa
MÂTURÎDÎ’NİN NAZARINDA İNSANIN AHLÂKÎLİĞİ
Yrd. Doç. Dr. Osman DEMİR
Çanakkale Onsekiz Mart Ü. İlahiyat Fakültesi/ Çanakkale
HİKMETE UYGUN YAŞAMAK; VARLIK, BİLGİ VE DEĞER İLİŞKİSİ BAKIMINDAN
İMÂM MÂTURÎDÎ’DE AHLÂK DÜŞÜNCESİ

Oturum Başkanı: Prof. Dr. Hulusi ARSLAN

İMÂM MÂTURÎDÎ’NİN FIKIH USÛLÜ

Prof. Dr. H. Yunus APAYDIN


Erciyes Ü. İlahiyat Fakültesi / Kayseri
MÂTURÎDÎ’DE ŞER’Î HÜKÜM-AKIL İLİŞKİSİ
Doç. Dr. Kaşif Hamdi OKUR
Hitit Ü. İlahiyat Fakültesi / Çorum
MATURİDİ’YE NİSPET EDİLEN İÇTİHADİ NESH KAVRAMINA HANEFİ GELENEĞİ
PERSPEKTİFİNDEN BİR BAKIŞ
Yrd. Doç. Dr. Ali DUMAN
İnönü Ü. İlahiyat Fakültesi / Malatya
İMÂM MÂTURÎDÎ’NİN TE’VİLATÜ’L-KUR’AN’INDA İCTİHÂD KAVRAMI
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Doç. Dr. Fethi Kerim KAZANÇ


22.12.1964’te Samsun’un Çarşamba ilçesinde doğdu. İlk ve orta öğrenimini Çarşamba’da yaptı.
1986-1987 Eğitim-Öğretim yılında Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’nden mezun oldu
ve 12.10.1987 yılından itibaren dört buçuk yıl süreyle Manisa Atatürk Ortaokulu’nda Din Kültürü
ve Ahlâk Bilgisi Öğretmeni olarak görev yaptı. Bu arada 20.08.1991 tarihinde Dokuz Eylül Üniver-
sitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü bünyesinde Kelâm ve İslâm Felsefesi Anabilim Dalı’na bağlı Kelâm
Bilim Dalı’nda “Fıkh-ı Ekber Şerhleri ve İlyâs b.İbrâhîm es-Sînobî’nin Fıkh-ı Ekber Şerhi” adlı yük-
sek lisans tezini tamamladı. 21.05.1992 yılında Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’ne
Kelâm Anabilim Dalı Araştırma Görevlisi olarak atandı. Ayrıca kültürel değişim programı çer-
çevesinde 1 Ekim 1993-30 Eylül 1994 tarihleri arasında bilgi ve görgülerini artırmak üzere gittiği
Suriye’de Şam-Yabancılara Arapça Öğretim Okulu’nda dil öğrenimi gördü ve alanıyla ilgili bilim-
sel araştırmalarda bulundu. 20.07.1999 tarihinde “Gazzâlî Öncesi Ehl-i Sünnet Kelâmı’nda Ahlâk
Düşüncesinin Bir Tahlîli (Çözümlemesi)” konulu doktora tezini tamamladı. 09.06.2000 tarihinde
Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’nde Kelâm Anabilim Dalı Yardımcı Doçentlik kad-
rosuna atandı. 13.01.2009 tarihinde Doçent oldu. 26.02.2010 tarihinde Kelâm Anabilim dalı Do-
çentlik kadrosuna atandı. 03-28 Eylül 2012 tarihleri arasında Education First International Schools
of English (Manchester)’da 4 haftalık dil kursuna katılarak dil düzey ve becerilerini geliştirdi. Ha-
len Fakültedeki görevini sürdürmektedir. Yazar, yabancı dil olarak İngilizce ve Arapça bilmektedir.
Yazarın, Gazzâlî Öncesi Ehl-i Sünnet Kelâmı’nda Ahlâk Düşüncesi, Kadı Abdülcebbar’da Neden-
sellik Kuramı ile Varlık, Bilgi, Değer ve Siyaset Üzerine Kelam Yazıları isimli yayınlanmış eserleri-
nin yanında, kelâm alanında daha çok epistemoloji, akılcılık, ahlâk felsefesi, politik teoloji, kötü-
lük problemi, cevher-araz metafiziği, nedensellik kuramı, klâsik kelâm, kelâm alanında yenilenme
ve yeniden yapılanma gibi temel sorunlar etrafında odaklanan ulusal dergilerde yayınlanmış bir-
çok makalesi ve bildirisi bulunmaktadır.

Mâturîdî’nin Ahlâk Kuramı


Üzerine Teolojik ve
Felsefî Bir Çözümleme
Giriş: Değer, Ahlâk ve Etik Kavramları
Her insan topluluğunda, her toplumda, her tarihsel
dönem ve her kültürde insanlar, buyurucu nitelikte
ve bir olması gerekeni ifade eden şeyler altında “iyi”
ve “kötü” olarak adlandırılan eylemlerde bulunur-
lar. İşte tek kişinin veya bir insan topluluğunun belli
bir tarihsel dönemde belli türden eğilim, düşünce,
inanç, töre, alışkanlık, görenek vb. ve bunlarda içeril-
miş olan değer, buyruk, norm ve yasaklara göre dü-
zenlenmiş ve bu haliyle gelenekleşmiş, yerleşmiş ya-
şam biçimine ahlâk (moral) denir. Ahlâk, genellikle
insanların kendisine göre yaşadıkları bir ilkeler top-
luluğu, kurallar toplamı anlamına gelir. İnsanların
birbirlerine karşı gösterdikleri davranışlarını düzen-
leyen, yöneten ve onlara kılavuzluk eden ilke ve ku-
rallar bütünüdür. Ahlâk felsefesi ise, ahlâktan farklı
olarak, bu davranışları felsefî olarak inceleyen, açık-
lamaya ve son tahlilde değerlendirmeye çalışan fel-
sefî soruşturma dalıdır. Ahlâk üzerine düşünmeye
ve felsefe yapmaya başlanınca, artık etik ya da ahlâk

483
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

felsefesi denen felsefe alanına adım adılmış olur.1 Ah- sezgisi vardır. Değer, hakikat nevinden ifade edilince,
lâk felsefesi, nasıl yaşanması gerektiği konusunda ku- bir değer mantığı halini alır.5
rallar koymayı amaçlar. Ahlâk felsefesinin çok daha Ortak duyu anlamı ile değer (kıymet) deyince, bizim
temel sorunsalı, ödev, yükümlülük, erdem, iyi ve kötü kendisine muhtaç olduğumuz, kendisini aradığımız,
kavramlaştırmaları ve bunlara ilişkin yargıların irde- bizi tamamlayan bir şeyi anlarız. Bu, en ilkel şeklin-
lenmesidir.2Etik (ahlâk felsefesi), ahlâkî olanın özünü den en yüksek derecesine kadar bütün değerleri içine
ve temellerini araştıran felsefe öğretileridir. İnsanın alabilir. Sözgelimi, “Su bir değerdir” dediğimizde, her
kişisel ve toplumsal yaşamındaki ahlâkî davranışları susadığımız vakit kendisini aradığımız ve kendisi ile
ile ilgili sorunları ele alıp inceleyen bir felsefe dalını ihtiyacımızı karşıladığımız şeyi anlamaktayız. Bu tah-
ifade eder. Bir başka söyleyişle etik, “İyi nedir?” ya da lile göre, değerde ilk bakışta psikolojik cihetten ta-
“Ne yapmalıyız?” gibi birtakım etik soruları kendisine mamlanmak istenen değerlendirme süreçleri karşı-
ödev olarak koyan felsefe dalı olarak belirlenebilir.3 sında bulunmaktayız. Esasında ilkel ihtiyaçlarımıza
İnsan olguların ya da gerçekliğin karşısında salt se- (gıda gibi basit ihtiyaçlar) ait konularla yüksek var-
yirci olarak durmaz. Yani olgusal dünyayı yalnız sey- lık derecelerine (estetik tablo) yönelen ihtiyaçlar ara-
retmekle kalmaz, aynı zamanda değerlendirmeye sındaki ayrılık, onlara başka açılardan bakılmasın-
de girişir. Bu gerçekliği güzel ya da çirkin, iyi ya da dan ileri gelir. Yoksa sırf aralarında süje-obje ilişkisi
kötü, acı ya da tatlı, soylu ya da soysuz, kutlu ya da olması bakımından bir fark yoktur. İnsan, kendi dı-
kutsuz bulur. Salt seyirci tutuma, ancak büyük güç- şındaki bir şeye, herhangi bir objeye yönelmedikçe,
lükle ulaşabildiğimiz, bunu da ancak ender anlarda onda ihtiyaçtan söz edilemez. Herhangi bir şey, yani
yapabildiğimiz doğrudur. Yaşamımız genellikle de- ihtiyacın objesi, şimdi hazır bulunmayan bir şeydir.
ğerlendirmeyle, değerlerle belirlenir. Ahlâkî değer- Şu halde ihtiyaç, bilincin bulunmayış haline yönel-
lerde kendine özgü olan, eyleme yönelik bir istektir. mesi demektir. İhtiyaç, kendi başına var olan objeye
Yani bunlar, bütün değerler gibi olması gerekeni de- çevrilen bilincin eylemidir. Onun yöneldiği obje de
ğil, hep yapılması gerekeni içerirler. Dinî değerler, es- değerdir. Obje, bizim yoksun olduğumuz şey oldu-
tetik ve ahlâkî tepkilerin çok büyük bir kısmıyla iç ğundan, halen hazır değil, ancak ilerde hazır olabi-
içe bir vaziyette bulunur; ya ahlâkî ya da estetik de- lecek olan şeydir. Değerde ihtiyaç, bulunmayan ob-
ğerlere giriyormuş gibi görünürler. Sözgelimi, adam jeye çevrildiği her değer sürecinde süje, bulunmayan
öldürme ahlâkî açıdan caniliktir, kötü bir eylemdir; obje ile tamamlandığı için her değer sürecinde süje
oysa dinsel açıdan bambaşka bir şeydir, yani günahtır.4 ile bulunmayan obje arasında duyu verileri ve arzu-
Değer problemi felsefenin esaslı sorunlarından biri- lar bu objelerin tamamlayıcıları ve muhtevaları göre-
dir. Ahlâkın bir teori, bir de pratiği vardır. Değerler vini görürler. Değerler alanı duyulur âleminden du-
teorisi yapan axiologue’lar, değerler sferine yönelik yulur-olmayan âleme, gerçekten ideale yönelen bir
çözüm yolları ve açıklama tarzları farklık gösterir. eylem içinde gelişir. Her değer tespiti, süje ile obje
Değerler alanı, hem pratiği hem de teoriyi içine al- arasına duyu verilerinin girmesi ile mümkün olduğu,
maktadır. Sokrat’tan önceki filozoflarda felsefî araş- süjeden objeye doğru yürüyüş, ancak bu verilerin ge-
tırmanın temelini tabiat metafiziği oluşturuyordu. nişlemesi ile kabil olacağı için, değerlendirme süreci
Ancak Sofistler ve Sokrat’tan itibaren insan ve de- ilerleyici bir süreçtir. Duyulur verilerden kazandığı-
ğer problemi ortaya çıkmıştır. Şu halde değer felse- mız her yeni adım ile değer alanı biraz daha geniş-
fesinin, zımnen Sokrat’la, hatta Sofistlerle başladığını ler. Değer daima değerlendirme içinde meydana çı-
söylemek mümkündür. Yalnız varolan bir şeyin de- kar. Her değerlendirmede, hem süje hem aşkın obje,
ğeri olabilir. Değer varoluş alanına aittir. Var olma- hem de ikisi arasında duyu verileri olacaktır. Eylem
yan şeyin değeri olamaz. Değer, her şeyden önce bir içinde değerlendirmenin hedefi olan aşkın obje, de-
varlığın tespitine dayanır ve ancak sezgi ile kavrana- ğerin kendisi olacaktır. Değerlendirme, bilmede ol-
bilir. Değerler, sezgi ile, yani duyu ve duygu ile kav- duğu gibi bilinenlerin aynılaştırılması şeklinde de-
randıktan sonra kavramlarla ve önermelerle ifade ğil; bizde eksik olan ve bilinmeyen bir şeye bilinen
edilir. Değerde asıl olan sezgidir, değer mantığı de- nitelikler aracılığı ile nüfuz etmeden doğar. Eksikli-
ğildir. Asıl olan değerin varlığıdır, değer üzerine hü- ğini duyduğumuz, fakat ne olduğunu bilmediğimiz
küm değildir. Bizde kavramlardan önce bir değer bir şeye yöneliriz ki, ihtiyaç tam da odur. 6

484
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Değer, kişinin, isteyen, gereksinme duyan, erek ko- tahlil edilemediğini müşahede etmekteyiz. İslâm
yan bir varlık olarak nesne ile bağlantısında beliren kelâmcılarının, ahlâk sorunlarına, ef‘âlü’l-‘ıbâd, et-
bir şeydir. İnsanların gereksinme, duyma biçimi ve ta‘dîl ve’t-tecvîr, husün ve kubuh, et-tahsîn ve’t-tak-
istemelerinin türlü türlü oluşu, değerlemeleri de ço- bîh, adl, salah-aslah, va‘d, va‘îd, hikmet ve sefeh, emr
ğalttığından sayısız değer türleriyle karşılaşılır. Ayrıca, bi’l-ma‘rûf ve’n-nehy ‘ani’l-münker, kaza ve kader, Al-
birine yüksek bir değer olarak görünen bir şey, bir lah’ın sıfatları ve fiilleri vb. birtakım başlıklar altında
başkasına değeri az ya da değersiz olarak görünebilir. temas ettikleri anlaşılmaktadır. Bu ahlâkî kavram-
Değerler, biçimsel olarak, olumlu ve olumsuz, göreli ların özenle seçimi ve çözümlenmesinde, Cebriyye,
ve salt, öznel ve nesnel değerler olarak ayrılırlar; içerik Eş‘ariyye, Mu‘tezile gibi ister içte olsun, isterse Sene-
bakımından ise, nesne değerleri (hoş, yararlı, kulla- viyye, Mecûsîlik, Zerdüştlük, Manihezim, Sâbiîlik,
nışlı), mantıksal değerler (doğru, yanlış), ahlâksal de- Brahmanizm, Sümeniyye gibi dışta olsun, hasım-
ğerler (iyi, kötü), sanat değerleri (güzel, çirkin), dinsel lara karşı duyulan tepkinin büyük bir rol oynadığını
değerler (sevap, günah) olarak ayrılırlar.7 söylemek mümkündür. Ayrıca, İslâm kelâmcılarının
içinde yaşadıkları dönemin dinî, siyasî, sosyal ve kül-
Ahlâkî davranışın en ayırt edici özelliği, birtakım in-
türel konjonktürünün ve ortamının da bu ahlâkî içe-
sanların ve düşüncelerin iyi ve kötü hükümleri çerçe-
rikli kavramlara yer verilmesinde etkili olduğunu be-
vesinde ele alınmasıdır. Biz bu türlü hükümlere de-
lirtmek mümkündür. Sözgelişi, İslâm kelâmcılarının
ğer hükümleri adını vermekteyiz. Değer hükümleri,
bir şeyin arzu edilebilir (iyi) veya edilemez (kötü) ol- ahlâkî kavramlar listesinde başat yer işgal eden iyi-
duğunu belirten ifadelerdir. İnsanlar, şeyler, insanla- kötü, doğruluk-yalan, adalet-zulüm, birr-cevr (fucûr)
rın davranış ve niyetleri hakkında değer hükümleri terimlerine bakıldığında, bunları o dönemin itikâdî,
veririz. Sözgelimi, “Çalışkanlık iyi bir vasıftır”, “Yar- siyasî, toplumsal ve kültürel atmosferinden ayrı dü-
dımseverlik erdemdir”, “Mehmet iyi çocuktur” gibi. De- şünmek mümkün görünmemektedir. Çünkü İslâm
ğerler, bizim zihnî (kognitiv) muhtevamızın başlıca toplumunda zulüm ya da cevr kavramının, ilk defa,
unsurlarıdır. İnsanın, iyi ve kötü kategorilerine sok- cebrî ve fatalist kader düşüncesinin arkasına sığınan
madığı düşünce ve davranış pek azdır. Değer hükmü, Emevî halifelerinin, halka karşı uyguladıkları şiddet,
bir şeyin arzu edilir veya edilemez olduğunu belirten zulüm ve baskı politikalarına ve uygulamalarına itikâdî
ifade olduğuna göre, o halde değer bir şeyin arzu edi- sistemlerinde üstü kapalı olarak reaksiyon gösteren
lebilir veya edilemez olduğu hakkındaki bir inanç- Ma‘bed el-Cühenî, Atâ b. Yesâr, Gaylân ed-Dımeşkî
tır. Fakat değer, acaba sadece bir inançtan, sübjektif gibi ilk Kaderiyeciler tarafından tartışma gündemine
bir yakıştırmadan mı ibarettir? Bizim inancımızın sokulduğunu9ve daha sonra Kaderiyecilerin bu tepki-
dışında objektif bir gerçeği temsil etmez mi? İşte ah- lerinin, Mu‘tezile kelamcılarınca adalet ilkesi ışığında
lâk felsefesinin en eski, en çözülemez ve en çetrefilli geliştirilerek daha sistemli bir biçimde sürdürüldü-
görünen meselesi işte budur. Dolayısıyla çeşitli felsefî ğünü belirtmek mümkündür.10Kaderiyye’ye mensûp
ekoller ahlâkın dayandırılması gereken temel değer olanlar, hayır ve şerrin İlâhî kadere nispet edileme-
konusunda değişik görüşler getirmişlerdir.8Nitekim yeceğini savunmakta ve dolayı kaderi inkâr etmek-
bu bağlamda kelamî düşünce geleneğinde de “İlâhî teydiler. Şu halde, kelâmda ahlâkî kavramların tar-
öznellik” ve “İlâhî nesnellik” olmak üzere iki değer te- tışma gündemine sokulmasında siyasal faktörler de,
orisinin geliştirildiğine ve bu iki değer teorisinin te- önemli ölçüde etkili ve yönlendirici olmuştur, dene-
mel dinamiklerinin ve açılımlarının nesnellik, öznel- bilir. Çünkü İslâm düşüncesinde ahlâk-siyaset ara-
lik, mutlaklık ve görecelik kavramları ışığında ortaya sındaki münasebeti açıklama ve anlamlandırma zo-
konduğuna tanık olmaktayız. runluluğu, ahlâkî kavramların içeriklerinin tespiti,
İslâm kelamında ahlâk-teoloji ilişkisi özel bir yere sa- belirlemesi ve tahlilinde rol oynayan en önemli sâik-
hiptir. Kelâm alanında, İslâm filozoflarında olduğu lerden biridir.
gibi, ayrı ve müstakil başlık altında ahlâk konusunun Kelâmda ahlâk nazariyesi, Kur’ân’da ve Hadislerde
ele alındığı görülmez. Ancak, kelam eserleri, dikkat- normatif istemler ve buyruklar üzerine bir düşünme
lice incelendiğinde çeşitli başlıklar altında bazı ahlâkî ameliyesini ve bu istemler ve buyrukların felsefî açı-
kavramlara ve meselelere sorunlara yer verildiğini, ge- dan araştırmaya tabi tutulmasını ifade etmektedir.
nel olarak konunun Allah, evren, tabiat ve insan ci- İslâm kelâmcılarının ahlâkî inceleme konusu olarak
hetinden işlendiğini, ama toplumsal platformda pek belirledikleri sorulara verdikleri yanıtları tespit etmek

485
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

imkânsız değildir. Bu sorular; özgür irade (kader) kelam kitabı olmaktan ziyade bir tefsir eseri olması-
problemi ve bunun ilâhî kudretle münasebeti, doğru nın, dolayısıyla hemen hemen bütün âyetlerde yer alan
(birr) ve yanlışın tabiatı, Allah’ın dünyevî işlerdeki değer içerikli kavramlara hem bireysel hem de top-
adaleti ve âhiretteki yargılamasının hakikati olmak lumsal yönleriyle temas etme imkânı ve onlara yo-
üzere üç mesele üzerinde düğümlenmektedir. Kelâmî rum getirme çabasının büyük bir etkisinin olduğunu
ahlâk kuramları Kur’ân ve Hadislere dayanmakla be- söylememiz de mümkündür. Söz konusu tefsirinde,
raber ağırlıklı olarak aklî metot ve kategorilere daya- her âyeti ilgili diğer âyetlerle de ayrıntılı bir biçimde
nan teorilerdir. Bu teorilerin üç büyük öncüsü şöyle incelediği gözlemlenen Mâturîdî, Te‘vîlât adlı tefsi-
ortaya konabilir: 1) VIII. ve X. asırlarda temel deon- rinde, ahlâkî hakikatleri, kelâmî eserlerinde ana hat-
tolojik varsayımlarla akılcı İslâm ahlâk sistemini oluş- larıyla ele aldığı ahlâk teolojisi ışığında detaylandır-
turan Mu‘tezile, 2) filozofların aklî metotlarını tama- makta ve örneklendirmektedir. Çünkü Kur’ân, aynı
men reddetmemekle beraber, Kur’ân’ın tek yaratıcı, zamanda ahlâkî içerikli normatif buyruklar ve kav-
teşri‘ sahibi ve de âlemdeki varlığın ve iyiliğin nihâî ramlar örgüsüne sahip İlâhî bir kitap olduğundan,
kaynağı olan kudret sahibi İlâh’ı kavramına bağlı ka- itikâdî hükümler ile amelî (fıkhî/taabbüdî) hüküm-
lan aşırı irâdeci bir ahlâk sistemini savunan Eş‘arî- ler ve pratik ibadetler yanında, ahlâkî hükümler de
lik ve 3) bir de, tebliğimizde ele almaya ve çözümle- Kur’ân’da yekûn olarak önemli bir yer tutmaktadır.
meye çalıştığımız üzere kelâm alanında bu iki ahlâk Hal böyle olunca, İmâm Mâturîdî de, ahlâkî hüküm-
nazariyesine tıpatıp benzemeyen, orijinal ve kelâmî leri kendi objektif ahlâk anlayışı çerçevesinde sağlam
ahlâk problemlerini kendine özgü mantığıyla adalet, akılla kavranabilecek nitelikler olarak açıklamış; bu
hikmet ve rahmet temelli ve ağırlıklı çözüme kavuş- ahlâkî hakikatlerin ve kavramların muhtevalarını
turmaya girişen Mâturîdîlik.11 belirlemeye ve sonuçlarını tespit etmeye çalışmıştır.
İslâm düşüncesi tarihinde Ehl-i Sünnet kelâm okulu- Mâturîdî’nin ahlâk anlayışı, dinî ahlâkın temel kav-
nun iki kanadından birinin kurucusu sayılan, büyük ramları, etik nesnellik, değerlerin bilişselliği ve kay-
Türk bilgini şöhretine erişen ve “Alemü’l-Hüdâ (Hi- nağı ile ontolojik statüsü, Allah’ın fiilleri ve hikmet,
dayet Meşalesi)”, “İmâmü’l-Hüda (Hidayet Önderi)”, yapabilme gücü ve dinî-ahlâkî yükümlülük, insanın
“İmâmü’l-Mütekellimîn (Kelâmcıların Önderi)” gibi fiilleri ve sorumluluğu, mutluluk, Euthyphron dilemi,
birtakım lakaplarla anılma onuruna layık olan İmâm dinî ahlâkın işlevi ve bağlayıcılığı ile teolojik sonuç-
Mâturîdî’nin ortaya koyduğu ahlâk nazariyesi, genel ları bakımından ele alınmaya çalışılacaktır.
ahlâk düşüncesi tarihi içinde önemli bir halkayı oluş- Mâturîdî’de Dinî Ahlâkın Temel Kavramları
turmakta; İslâm düşüncesi tarihi içinde ise, toplumsal Mâturîdî, nesne ve olayların gerçekliklerini, yani eşya-
ve kültürel sonuçlarıyla özel bir öneme sahip bulun- nın hakikatlerini kabul etmektedir. Çünkü ona göre,
maktadır. Mâturîdî, ortaya koyduğu aklın bilişsellik nesne ve olayların gerçekliklerinin (hakâiku’l-eşyâ)
imkânına dayanan ve nesnelci unsurlar taşıyan ah- bilinmesine götüren yollar ya da bilinmesini sağla-
lâk teolojisi ile İslâm düşüncesinde geliştirilen ahlâk yan kaynaklar üç çeşittir: İdrâk (el-ayân), haberler ve
nazariyelerinin güçlendirilmesi, zenginleşmesini ve istidlâl/ince düşünme (nazar).12Dolayısıyla tıpkı nes-
daha anlaşılır hale getirilmesini sağlamıştır. Çünkü nel gerçeklikler gibi değerler de bu kaynaklar vasıta-
Ehl-i Sünnet kelamcısı olarak Mâturîdî, Kur’ân’ı tev- sıyla kavranabilir. Çünkü Mâturîdî, ahlâkî sisteminde
hîd merkezli çerçevede ya da teolojik dünya görüşü değerlerin nesnel gerçekliğini kabul ettiği için, onları
ışığında okuyup, nakil ve aklı bütünleştirerek geliş- sağlam akılla kavramanın imkânına zemin hazırla-
tirdiği dinî ahlâk anlayışıyla bize geniş bir perspek- maktadır. Ona göre, bu ahlâkî hakîkatlerin bir kısmı,
tif sunmakta ve etik düşünce sisteminde içi çe giydir- kendiliğinden apaçık doğrular olduğu için, aklî açık
diği bazı yaklaşımlarla ahlâkî kavramların mahiyetini seçiklikle (bi-bidâyetü’l-ukûl) kavranır; bir kısmı ise
daha iyi aydınlığa kavuşturmaktadır. derinlemesine düşünme (nazar) ve akıl yürütme ka-
İmâm Mâturîdî, kelâmî eserlerinde ortaya koyduğu nalıyla elde edilir.
ahlâkî kavramları, “Kitâbü’t-Tevhîd” ve “Akîde Risâlesi” Sem‘ şeriatın; akıl dinin;13duyular ise fiziki âlemin
yanında, “Te’vîlâtu’l-Kur’ân (Te’vîlâtu Ehli’s-Sünne)” bilgisine ulaştıran kaynaktır.14Mâturîdî’ye göre, elçi
adlı tefsirinde daha detaylı bir biçimde ele almakta; gönderildikten sonra insanların Allah’a karşı baha-
böylece ahlâkî değerler manzûmesi sayıca artmakta, nelerinin kalmaması, hakikatte ancak bilinmeleri-
zenginleşmekte ve çeşitlenmektedir. Bunda, Te’vîlât’ın, nin yolu akıl değil, sem‘ olan ibadetler ve şerîatler

486
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

hakkında söz konusudur. Dine gelince, onun gerek- Yüce Allah, dini “el” takısı muarref (belirli) bir söz-
liliğinin yolu, akıldır. Bu konuda insanların Allah’a cük olarak zikretmiştir ve buradaki el takısı cins için
karşı hiçbir bahanesi olmaz, zira herkesin hilkatine, kullanılır. Yüce Allah sanki bu âyet ile şunu demek
kendileri hakkında teemmül ve tefekkür ettikleri tak- istemektedir: Allah size, genel olarak (cümleten) din-
tirde, Allah’ın varlığına, vahdâniyyetine ve rubûbiy- lerden Nûh’a ve zikrettiği diğer nebilere tavsiye ettiği,
yetine götürecek deliller nakşedilmiştir. Lâkin Allah yani Yüce Allah’ı birlemeyi (tevhîd) ve O’na ibadet et-
elçileri, insanların bahaneleri olmasa bile, onların bu meyi içeren dini şerîat yaptı. Nebiler ve elçilerin hepsi;
konuda mazeret göstermelerine engel olmak için gön- “Sizden her biriniz için bir şeriat (şir‘aten) ve bir yol
dermiştir. Eğer hakikatte mazeret ve bahane gösteri- (minhâcen) belirledik” (el-Mâide sûresi, 5/48) içerikli
lecek olursa, ibadetler ve şerîatler hususunda ileri sü- âyet gereği, getirdikleri şerîatler ve hükümler deği-
rülebilir. Dolayısıyla Allah, onların bahanelerinin ve şiklik gösterse bile, insanoğlunu, ancak Allah’ı bir-
mazeret göstermelerinin önünü kesmek üzere insa- lemeye ve O’na ibadet etmeye çağırmak için gönde-
noğluna elçiler göndermiştir.15 rilmişlerdir.21
Mâturîdî, din konusunda resûlü değil, aklı yetkili ola- Mâturîdî’ye göre, Allah nefsi biçimlendirmiş, yani
rak görmektedir. Ona göre resûllerin gönderilmesi onu meşakkat, sıkıntı, zorluk, zahmet, belâ ve sı-
şerîatle ilgili bir husustur. Çünkü Allah’ı bilmek ak- kıntı (külfet ve mihnet) çekecek ve kabîh ile haseni
len zorunludur. Eğer Allah hiçbir resûl gönderme- birbirinden ayırt edebilecek (temyîz) ve hayır ve şer
seydi, yine de insanların akıllarıyla Allah’ın varlığını türünden işlerin akîbetlerini bilebilecek şekilde dü-
ve birliğini, O’nun layık olduğu sıfatlarla tanınmasını zenlemiştir. Mâturîdî’ye göre, Allah, nefse bozuklu-
ve Allah’ın evrenin yaratıcısı olduğunu bilmesi icap ğunu (isyânını) ve korunmasını (itâatını) açıklamış
ederdi.16Nitekim Mâturîdî’ye göre, insanın nesne- ve bildirmiştir. Her kim bilgilerin yaratılış (hilkat)
ler âlemi ya da duyulur âlem hakkında fikir yürüt- gereği olduğunu iddia ederse, bu ayetle delil gösterir
mek sûretiyle aklını kullanması, bu sayede nesnele- ve böylece Yüce Allah’ın nefse fücûrunu ve takvasını
rin başlangıç ve sonuçlarıyla ilgili olarak gizli kalan öğrettiğini (ta‘lîm) haber verdiğini ve nefse her çir-
yönlerini ve ayrıca sonradan vücut bulup bir yaratı- kin olanın çirkinliğinin ve her güzel olanın güzelli-
cının varlığına delil oluşturmalarını tespit edip öğ- ğinin kendisiyle bilindiği ölçütü yerleştirdiğini söyler.
renmesi kendisini nefsânî arzulardan alıkoyacaktır.17 Mâturîdî’ye göre aslolan şudur ki, eşyanın güzelliği
Mâturîdî’ye göre, aslında insan, bireysel gayret göste- ve çirkinliği aklî açık seçiklikle (bi-bidâyetil’ukûl) ge-
rerek tefekkür ve tedebbürle bunları akıl yoluyla bi- nel olarak (cümleten) bilinir. Fakat akıllar hem her
lir. Hattâ akıl, “Allah’ın bazı sıfatları nitelendiğine de güzelin güzelliğini hem de her çirkinin çirkinliğini
kesinlikle hükmeder”.18Bu nedenle vahiy ulaşmayan ona tek tek işaret ederek ve onu göstererek bilemez.
kimse, din konusunda mazur görülemez ve bundan Bu, ancak ya elçilerin dilleriyle gelen bir haberle ya da
sorumludur. Hattâ Resûlün gelmesi, Allah’ın varlı-
aklı kullanmakla/aklın kullanımıyla üretilen düşün-
ğını haber vermek için değil, onu tekit etmek içindir;
ceyle (bi-isti‘mâli’l-fikr) bilinir. Nitekim insan, nefsin,
din için resul değil, akıl şarttır. Resûller ise, ibadetle-
tab‘an lezzetler ve menfaatlarden hoşlandığını ve tik-
rin, hadlerin ve cizyenin miktarı ve şeklini (mukad-
sinti verici/hoşlanılmayan şeyler (el-mekârih) ve elem-
derât ve mahdûdât: kemmiyyet ve keyfiyyet) belirle-
lerden nefret etiğini bulur. Fakat insan, her faydala-
mek için Şerîat konusunda gereklidir.19
nılan şeyin ve eşyanın özlerinin zararının bilgisini
Eşyanın güzellik ve çirkinlikleri, insanların fiilleri- onlara tek tek işaret ederek ayrıntılı olarak bilemez,
nin iyi ve kötü oluşu hususunda, duyuların algılayışı insan ancak bunu deneyim kazanarak (bi’z-zevk) bi-
ve haberlerin bildirmesi söz konusu olsa dahi, ger- lir. Benzer şekilde göz, renkleri algılar (idrâk), lâkin
çeğin açığa çıkarılabilmesi için her konuda akıl yü- onun ne güzelliğini ne de çirkinliğini bilebilir. Bila-
rütmek ve tefekkür etmek gerekir. Zararlı ve yararlı kis, güzellik ve çirkinliğinin arasını ayıran temel öl-
olan insan emeği ürünü şeyler de aynı durumdadır.20 çüt akıldır. Buna göre, çirkinlerin çirkinliği ve güze-
Mâturîdî’nin, “O size, dinden Nûh’a tavsiye ettiğini, lin güzelliği aklın tab‘ına mücmel olarak (cümleten)
sana vahyettiğimizi, İbrâhime, Mûsâ’ya ve Îsâ’ya tav- konulmuştur. Çirkinlik ve güzellik değerleri, özle-
siye ettiğimizi şerîat (hukuk düzeni) yaptı” (eş-Şûrâ rinde her birine işaret ederek/göstererek ancak anıl-
sûresi, 42/13) meâlindeki âyete getirdiği yoruma ba- dığı şekliyle birbirinden ayırt edilir. Allah’ın, “Ona
kıldığında, din; mezhep ve itikâdı ifade etmektedir. bozukluğunu ve korunmasını ilham edene andolsun

487
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

ki” (eş-Şems sûresi, 91/8) içerikli sözü, bir yandan Al- göre, bu âyetin aslı şudur ki, Yüce Allah insanlara hi-
lah, o nefsin özüne kabîhi hasenden, pisi (habîs) te- dayet yolunu açıklamış, onları bu yola teşvik etmiş,
miz (tayyib)den ayıran, bir yandan da fücûrun çir- onlarda buna uyma isteğini uyandırmış; insanlara
kinliğini takvânın güzelliğinden ayırt eden şeyi, dalâlet yolunu açıklamış ve onları o yoldan sakın-
yani ölçütü koydu, demektir. İşte bu nedenle sıkıntı dırmıştır. Daha sonra, bunun, hidâyet yoluna giren
(mihnet) ve zorluk (külfet), temyîz gücüne erişebil- kimseye ait olduğunu ve dalaletin, o yola giren kim-
mesi için nefse gerekli olur. Bundan başka o, bu hu- seyi dalalete götürdüğünü/sevk ettiğini açıklamıştır.24
susu bilmeye, ya elçilerle ya da aklın ürettiği bilgiyi Allah’ın, hidayet yoluna giren kimsenin kendisi için
kullanmakla (bi-isti‘mâli’l-fikr) erişir.22 girdiği yolun âkibetine razı oluğunu söylemesi, Yüce
Değerlerin kaynağı olarak meseleye bakıldığında, Allah’ın “Yüzler de var ki o gün nimet içinde mutlu”
Mâturîdî, daha başlangıçta Allah’ın insanın fıtratına (el-Ğâşiye sûresi, 88/8) sözü gibidir. Dalâlet ve küfür
iyilik ve kötülük kategorilerini genel olarak yerleştir- yoluna giren, âkıbette bu yoldan hoşlanmayan kim-
miş ve zihnini bu niteliklerle donatmış olması fikrini senin durumu, Yüce Allah’ın, “İnkâr edenlere de ba-
ileri sürer; çünkü Allah insanlara imanı sevdirmiş ğırılır: Allah’ın (size) kızması, sizin kendinize kızma-
(habbebe), onu kalplerinde süslemiş (zeyyene); küfrü, nızdan daha büyüktür. Zira siz imana çağırılırdınız
fıskı ve isyânı çirkin göstermiştir (kerrehe) (el-Hu- da, inkâr ederdiniz!” (el-Mü’min sûresi, 40/10) sözü
curât sûresi, 49/7). Böylece Allah, insan fıtratına kon- gibidir. Böylece Allah, kendilerine bağırıldığında ve
muş bu eğilimlerle birlikte, elçisi yoluyla/vasıtasıyla yolu şaşırdıklarını bildiklerinde, onların kendi ken-
bunun farkına varılmasını ve bu değer duygusunun dilerine kızmalarını haber vermiştir.25Burada Mâturî-
gelişimini sağlamaktadır. Dolayısıyla, bütün bu ka- dî’nin, ahlâkî düşünce sisteminde âkıbet ya da avâkıb
nallar, insanın değer duygusunu zinde tutmakta ve terimlerine özel bir yer vermekte olduğu görülmek-
doğru eylemde bulunmasının yollarını göstermekte- tedir. Çünkü insan eylemlerinin durumunu öte dün-
dir. Ahlâkî anlamda böyle bir bilinçle doğru edinilen yaya bağlı olarak açıklayan ve hatırlatan bu terimler,
bilgi doğru eyleme dönüşmektedir. Çünkü Mâturî- Mâturîdî’nin etik anlayışının bel kemiğini oluştur-
dî’ye göre, aynı zamanda insan amaçlı ve bilinçli ola- maktadır.
rak davranan ahlâkî bir varlıktır. Allah’ın Elçisi on- Eş‘arîler, din gelmeden önce değerlerin hükmünün bu-
ların değer duygularını gelişimine yardımcı olmakta lunmadığını savunmaktadırlar. Eş‘arîler, fiillerle ilgili
ve onları ahlâkî fiiller sergilemelerine teşvik etmekte- öne sürdükleri onların ne iyi ne de kötü olan (nötr/
dir. Böylece Mâturîdî’nin ahlâk sisteminde peygam- değersiz) savından hareketle böyle bir anlayışı, Mu-
berliğin de önemli bir işlev gördüğünü söylemekte tezile’nin ve Mâturîdilerin ayrımındaki bütün nesnel
fayda bulunmaktadır. Dolayısıyla Mâturîdî, Eş‘arîle- değerlere varıncaya kadar uygulamaktadırlar. Bunu
rin aksine, Kur’ân’ın bildirimleri ışığında iyiliklerin yaparken de, insan aklının değerlere yönelik bilişselli-
Allah’ın meşîeti, irade rıza ve sevmesi ile, kötülükleri ğini ve değerlerin aklen idrak edilebilirliğini ortadan
ise Allah’ın hoşnut olmaması ve kızması ile açıkla- kaldırmaktadırlar. Çünkü Eş‘arîler, iyi ya da kötü ne
maktadır.23Bu durum, Eş‘arîlerin İlâhî öznellik görü- varsa, her şeyin ancak ilâhî emir ve yasaklarla iyi ve
şünün aksine, Mâturîdî’nin nesnel ahlâk anlayışında kötü vasfını kazanmış olabileceğini savunmaktadır-
farklı bir boyut olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu da, lar. Onlara göre din gönderilmeden ya da vahiy tebli-
Mâturîdî’nin her iki kategoriye bu yönüyle bir gerçek- ğatı ulaşmış olmadan beşerî düzlemde değerler nötr
lik atfettiğini ve dolayısıyla bunları Allah’ın sıfatla- (hükümsüz) bir vaziyette bulunmaktadır. İnsanoğlu,
rıyla da ilişkilendirdiğini söylememiz mümkündür. aklıyla bu değerlerin iyiliğini ya da kötülüğünü tespit
İmâm Mâturîdî, tüm bunların Allah’ın meşîet, irade, edip kavrayamaz. Çünkü insan aklı, bu değerler ala-
rıza, muhabbet, sevme ve kızmasından ayrı düşünü- nında kendisini öznellik ve görecelilikten kurtaramaz.
lemeyeceği hususuna parmak basmaktadır. Tanrı’nın iradesi, Peygamberler göndermek sûretiyle
Mâturîdî, şükretmeyi, Allah’ı birleme ve O’na kulluk değerlere muhteva kazandırır ve böylece onların ma-
etme olarak yorumlamaktadır. Şöyle ki, eğer şükre- hiyetini belirleyen emirler ve yasaklar getirerek bun-
derseniz, sizin için ona razı olur. Allah’ın size saydığı ların anlamlarını bulanıklıktan kurtarmak sûretiyle
nimetlere nankörlük ederseniz, Allah sizin imanınıza netleştirip mutlak hale sokar.26
muhtaç değildir. Eğer Allah’ın size saydığı nimetlere Ehl-i Sünnet’e göre, bütün şer‘î vecibeler, sem‘ (na-
şükrederseniz, bunu sizden kabul eder. Mâturîdî’ye kil) yoluyla elde edilir; bütün bilgiler de akıl yoluyla

488
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

edinilir. Çünkü akıl bir şeyi iyi ve kötü yapmaz ve sadece akılla iyiliği bilinen şeyler. 2) Yine Şerîata ha-
icap ettirmez; farz ve vâcip kılıcı kaynak akıl değildir. cet kalmaksızın sadece akılla kötülüğü bilinen şey-
27
Nitekim Eş‘arî’ye göre, bütün vâcipler naklîdir; akıl ler. 3) İyiliği veya kötülüğü şüpheli olan şeyler. Bu gibi
hiçbir şeyi vâcip kılamaz. Onun bir şeyi iyi (hasen) ve şeyler, akılla halledilemediği için ancak şeriatla bili-
kötü (kabîh) yapması da düşünülemez. Allah’ı bilme nir. Ancak Mâturîdî, teklifin akıl yoluyla değil, ilâhî
akıl ile elde edilebilir, ama bunu bilmeyi nakil gerek- emirle vâcip olduğu inancındadır. Halbuki Mu‘tezi-
tirir. Nitekim Allah Kur’ân’da, “Kim yola gelirse, ken- le’ye göre, bir şeyi iyi yapmak veya nehyetmek aklın
disi için yola gelmiş olur, kim de saparsa kendi aley- teklifi ile olur.32
hine sapar. Hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü Mâturîdî düşüncede iyi, kötü kategorileri ve bu ikisi
taşımaz. Biz elçi göndermedikçe azap edecek değiliz” arasında mümkün olan ne iyi ne de kötü olan (nötr)
(el-İsrâ sûresi, 17/15) diye buyurmaktadır. Nimet ve- sınıflamadan söz edildiğini görmekteyiz. İhtiyaç,
rene şükür, itâat edenin sevâp, isyân edenin de ceza durum ve koşullara göre değişebilenler, bu üçüncü
görmesi, aynı şekilde mükellefe akılla değil, nakille kategoride ortaya çıkıp belirginleşmektedir. Bu da,
gerekmektedir. Allah’a akıl yoluyla ne lütuf ne aslah Mâturîdî düşüncenin, çetrefilli ve tartışmalı bir me-
(en iyiyi yapma) hiçbir şey gerekmez.28Şer‘î hüküm- sele olan ahlâkî değerler alanını aydınlatmaya ve çö-
ler alanında da Eş‘arîliği Mu‘tezile’ye muhalefet eder zümlemeye yönelik yeni bir boyutla karşımıza çık-
bulmaktayız. Mu‘tezile’nin aklı şer‘î bir hakem yaptığı makta olduğunu göstermektedir. Çünkü bazen etik
görülmektedir. Onlar, bu şer‘î hakemi aklî olan iyilik değerlendirmelerde ahlâkî fiilleri ve tabiî olguların
ve kötülüğe uygun olarak sınıflamaktadırlar. Eş‘arîlik izahı ve anlamlandırılmasını tek bir kuram ya da yak-
ise, şeriat gelmeden önce insanların fiillerinin hükmü laşım üzerinden düşünmek güçlük ve sıkıntı doğura-
olmadığı ve hükmün sâbit oluşunun akılla değil, fa- bilmektedir. İşte Mâturîdî’nin bu ara kategori formü-
kat şeriatla olduğu görüşünü benimsemiş, aklı farz ve lüyle bu zorluğu aştığını söylememiz mümkündür.
haram kılan mesabesine koymamıştır. Durum böyle Mâturîdî, arada bulunma halini, yani din gönderil-
olunca, emr olunan bir fiil, şeriat emrettiğinden gü- meden ve dini hükümler yerleşmeden önce değerle-
zel (hasen) olup, kendisi bizzat güzel (hasen) olduğu rin hükümsüz (nötr) bir vaziyette bulunuşunu, bir
için emr olunmamıştır. Aynı şekilde yasaklanan fiil yandan nesnelere ve olgulara, bir yandan da insan
de nehy olunduğundan çirkin, kabih ve fenadır. Çir- fiillerine tatbik edip açıklamaya girişmektedir. Ki bu
kin (kabîh) olduğundan yasaklanmamıştır. Hüküm noktada ontolojik temelde özellikle “mümkün” kav-
sahibi kanun vazedendir. Bu hususta akla yer yoktur. ramından istifade ettiği dikkat çekmektedir.
Fakat akıl, şer‘î hitabı anlamada âletten başka bir şey Mâturîdî, esasların (aklî hükümlerin) üç kısma ay-
değildir.29 el-Gazzâlî, el-Mustasfâ adlı eserinde, hü- rıldığını belirtmektedir: Mümteni‘, vâcip ve ikisinin
küm sahibinin Allah olduğunu, aklın bir şeyi iyi ve ortası olan mümkün. Âlemin bütün işleri bu esaslar
fena yapamayacağı, şeriat gelmeden önce fiillerin üzerinde yürür. Aklî açıdan vâcip, aksine herhangi
hükmü olmadığı görüşündedir.30 Eş‘arî imamların- bir haberin gelemeyeceği bir konumdadır; müm-
dan ve Fıkıh Usûlu âlimlerinden Seyfeddin el-Âmidî teni‘ de aynı durumdadır. Mümkün, farklı konum-
(ölm. 641/1243), bu meselede önceki Eş‘arî bilginle- ların bulunduğu bir alandır; çünkü o, halden hale, el-
rinin görüşünü kabul etmiştir. Ona göre, Allah’tan den ele ve bir mülkiyetten diğer bir mülkiyete intikal
başka hüküm veren yoktur. Ancak O’nun verdiği hü- eden bir şeydir. Mümkünde herhangi bir alternati-
küm vardır. Aklın bir şeyi iyi ve fena yapması gerekli fin vâcip kılınması veya mümteni‘ olması akıl açısın-
değildir. Aklen nimet verene şükür icap etmez. Şeriat dan söz konusu değildir. Peygamberler, her konumda
gelmeden hüküm yoktur. Hükmü şeriat verir. İyi ve mümkünün tercihe şayan olan alternatifinin açıkla-
fenayı tayin eden Allah’ın şeriatıdır.31 masını getirirler.33
Mâturîdî, ahlâkî değerleri çözümleme konusunda Mâturîdî kelâmcısı el-Pezdevî’ye göre ise, peygam-
Mu‘tezile ile Eş‘arî arasında, fakat Mu‘tezile’ye daha ber göndermeyi kabul etmeyenlerin aklın bu hususta
yakın bir yol tutar. Ona göre, bir şey kendi zâtı itiba- yeterli olduğunu iddia etmeleri yerinde bir davra-
riyle iyidir veya kötüdür. Akıl, bir şeyin iyi veya kötü nış değildir. Oysa gerçek böyle değildir. Çünkü akıl,
olduğunu bilebilir. Mâturîdî, husun ve kubuh mev- ibadetlerin keyfiyetini ve miktarlarını bilemez ve gös-
zuunda aklın ve naklin oynadığı rolü şöyle özetle- teremez. Kul ise Mevlâsına ibadete muhtaçtır. Aynı
yip ortaya koymaktadır: 1) Şerîata hacet kalmaksızın, şekilde akıl zulümlerde, hâdiselerde ve cezalarda şer‘î

489
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

ahkâmı gösteremez. Akıl kulları koruma, zâlimleri yoktur. Bu konular, ancak vahiy ile bilindiğinden va-
zulümden men etmede bir şey yapamaz. O halde in- hiy müstakil bir bilgi kaynağıdır.36
sanları idare eden bir yol göstericiye (seyise) ihtiyaç 3.Mâturîdî Düşüncede Etik Nesnellik Kuramı
vardır. Bu rehber insanları idarede cezalara mukte-
İslâm düşüncesinde Ehl-i Sünnet okulunun iki ünlü
dir olur ki, akılla söz konusu cezaların miktarı bili-
liderinden biri olan ve İslâm kelâmı üzerinde daha
nemez. Bunun için düşünürler, cezaların ve tedbir-
çok aklî düşünceyi temsil eden büyük Türk bilgini
lerin miktarı konusunda anlaşmazlığa düşmüşlerdir.
İmâm Mâturîdî, Mu‘tezile ve Eş‘arîlik mezhepleri-
Düşünürler tedbirlerde ve hükümlerde akıllarıyla ih-
nin ahlâk nazariyelerinin yanında, kendine has ori-
tilaf etmişler ve böylece birbirlerine düşmüşlerdir. İn-
jinal bir ahlâk teorisi geliştirmiş ve dinî etik teori tip-
sanlar akıllarıyla baş başa ve serbest bırakılmış olsa,
leri içinde objektif bir ahlak anlayışını ya da objektif
kul olmaktan çıkarlar, onlardan kulluk alâmeti kal-
bir değer teorisini benimsemiştir. Bu anlayışı deyim
kar. Öyleyse insanlar hakkında Allah tarafından;
yerindeyse, “İlâhî objektif değer teorisi” olarak ni-
kulluklarını gösterebilmeleri için, uyacakları emir-
telendirmek mümkündür. Çünkü böylesi bir ahlâk
ler, cezalar, yasaklar ve ibadetler gereklidir. O halde
sisteminin merkezinde, değerlerin varlık nedeni ya
Peygamber gönderme aklen güzel bir şeydir.34Pez-
da kaynağını temsil eden mutlak varlık olarak bilgi,
devî, aklın çirkin kılıcı ve güzel yapıcı bir vasıta ol-
hikmet ve adalet sahibi Allah tasavvuru yer alır. Son
madığını ileri sürer. Ama ona göre, akıl haseni ve
tahlilde Mâturîdîliğe göre, Allah’ın fiili mutlak iyi-
kabîhi (güzel ve çirkini) bilir ve kavrar. Peygamber- dir. Bir yandan Allah, eşyaya ve nesnelerin tabiatına
ler lisanıyla çirkin ve güzel kılan Allah’tır.35Burada değerleri yerleştirmiş; öte yandan da, insan anlığını
el-Pezdevî, aklın ibadetlerin keyfiyetini ve miktar- bu nitelikleri keşfedebilecek ve kavrayabilecek aklî bir
larını bilemeyeceği, fakat ahlâkî manada husün ve meleke ile donatmıştır. Şu halde Eş‘arîlerin temel ah-
kubhu kavrayabileceği hususunun altını çizmekte- lâkî savlarının aksine, iyilik ve kötülük kategorilerini,
dir. Tıpkı Mu‘tezile’de olduğu gibi, Mâturîdî düşün- doğruluk, doğruluk, adalet ve nimet verene şükret-
cede de şer‘î hükümleri ve ibadetleri bilme ile ahlâkî menin iyiliği; yalan, zulüm, nimete verene nankör-
hakikatleri kavramanın birbirinden ayırt edilmeye lük etmenin kötülüğünü, zarar, yarar, elem ve haz
çalışıldığına tanık olmaktayız. gibi birtakım ahlâkî değerler, Allah’ın buyrukların-
Sonuçta, Mâturîdî, aklın; bir âlet değil de, iyinin, kö- dan bağımsız olarak eşyanın tabiatında ve fiillerin ya-
tünün, güzelin ve çirkinin kendisiyle kavrandığı bir pısında gerçek bir var oluşa sahiptir. İnsan, Allah’ın
ölçü olduğunu savunmaktadır. İnsan akıl ile faydalı buyruklarından bağımsız, nesnel bir var oluşa sahip
olanları zararlılardan, kirliyi temizden, iyiyi kötüden olan böylesi ahlâkî değerleri, genellikle sadece sağlam
ayırt eder. Ancak sosyal hayattaki meşguliyetlerin yo- akıl (el-aklü’s-selîm) kanalıyla keşfedip kavrayabilir.
ğunluğu aklın doğru karar vermesine engel olur. Bun- Mâturîdî’nin ahlak anlayışında değerlerin belirlenmesi
dan dolayı, Allah’ın peygamber gönderip, vahiyle emir ve tespiti ameliyesinde selîm akıl (el-aklu’s-selîm), na-
ve yasaklarını bildirmesi akıl için bir kolaylaştırma ve zar (aklı kullanma), tefekkür (düşünme), din (vahiy)
hafifletme; bir yardım ve irşâddır. Aklın iyiliği ve kö- ve mizaç (insan tabiatı/fıtratı) bir bütünlük arz eder.
tülüğü hakkında karar verebildiği konularda vahyin Böylece Mâturîdî’de akıl ve onun doğru kullanımı
fonksiyonu, aklın doğru karar vermesini güçleştiren olmadan ahlâkî bir değerler sistemi kurmanın pek
durumlarda ona yardım etmektir. Ancak iyiliği, sa- mümkün olmayacağı anlaşılmaktadır.
dece Allah’ın emretmesi kötülüğü de yasaklamasıyla İslâm düşüncesinde Mutezile’de olduğu gibi, Maturîdî
bilinen konular da vardır. Bunlar, aklın herhangi bir etik anlayış da, değer yüklü bir varlık anlayışını be-
cihetten zorunluluk veya imkânsızlık yükleyemediği; nimsemiş gözükmektedir.37Tarihi Platon’a kadar geri
iyiliği de kötülüğü de aklen mümkün olan konular- giden, Aristoteles ve onu takip eden İslâm filozofları-
dır. Buradaki iyilik veya kötülük kendinde değil (li nın temsil ettiği geleneğe göre, değer ile varlık arasında
nefsîhî) değil, fakat bir ihtiyaca, bir duruma, başlan- ayrılamaz ve kopmaz bir münasebet vardır; varlık ile
gıç ve sona göre oluşur. Mâturîdî, buna örnek ola- değeri birbirinden ayırmak mümkün değildir. Var-
rak, bozgunculuk yapandan intikam almanın iyiliği lık değerden bağımsız değil, aksine değer yüklüdür.
ile hayvanların kurban edilmesinin iyiliğini göste- Platon’a göre, İyi İdesi, bilinen şeylerin sadece bilgi-
rir. İşte bu gibi durum ve şartlara göre hükmün de- sinin değil, aynı zamanda varlık ve gerçekliklerinin
ğişebildiği konularda aklın karar verebilme imkânı de kaynağıdır.38 Buna göre Allah, varlığı iyi ve kötü

490
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

niteliklerle yüklü olarak düzenleyip yaratmış; buyruk- eğitim, alışageldiği şeyden alıkoymaya özen gösterme
larıyla iyi olanları emretmiş; kötü olanları da yasakla- ve yapmak istemediği şeye fıtratın benimseyebileceği
mıştır. İnsanın, bu emir ve yasaklardan bağımsız bir güzel bir yöntemle sürekli olarak yönlendirme sure-
biçimde, bu niteliklerin bilgisine ulaşma imkanı var- tiyle gerçekleşebilir; tıpkı kuşlarda ve hayvanlarda ol-
dır. Dolayısıyla bu anlayışa göre değerler, insanların duğu gibi.41İnsan türünün adam öldürmek ve hay-
icad ettikleri değil, keşfettikleri ve açığa çıkardıkları van kesmekten kaçışı, sonra da bunların kendisinde
objektif niteliklerdir. İmâm Mâturîdî’ye göre, mutlak normal görünmesi de bu temele dayanır.
ahlâkî değerler, Allah’ın iradesinden bağımsız objek- Mâturîdî’ye göre, güzelliği veya çirkinliği akıl yoluyla
tif bir varoluşa sahiptirler ve akıl ile kavranırlar. Bu idrak edilebilen hususlardaki aklî tesbit, çeştili tecrü-
objektif değer teorisini ya da ahlâkî nesnellik anlayı- belerin doğurduğu vuzûhla giderek güçlenir. Bu se-
şını, deyim yerindeyse, “İlâhî nesnellik kuramı” ola- bepledir ki, Allah fıtrî temayülleri değil, akılları hüc-
rak adlandırmak mümkündür. Eş‘arî etik anlayış ise, cet kabul etmiştir. Allah, her ne kadar selim akla sahip
değerden bağımsız bir varlık anlayışını benimsemiş olmayan kimselerle aynı yaratılış özelliklerini payla-
gibi görünür. Böylesi bir anlayışa göre, Allah varlığı, şıyorlarsa da, kalemini selim akıl sahipleri için yürüt-
iyi ve kötü gibi nitelikler açısından nötr bir biçimde müş ve onları, tab‘an sevmeseler de, akıllarının gü-
(hükümsüz/değersiz) yaratmıştır. Varlığın iyilik ve kö- zel gösterdiği şeye uymak, fıtraten kabul edilir olsa
tülük niteliğini kazanabilmesi, kendisiyle ilgili İlâhî da, çirkin olan şeyden sakınmakla yükümlü tutmuş-
iradenin ortaya çıkmasıyla mümkün olduğundan, in- tur; zira akıl, kişiye bir şeyin mahiyetini gösterdiği
sanlar değerlerin bilgisine, ancak ilâhî buyruklar va- halde, tabiat (fıtrî tabiat) bunu vuzûha kavuşturamaz.
sıtasıyla ulaşabilirler. İnsan aklının, vahiyden bağım- Nesnelerin güzelliği aslî tabiat veya güzel ifadelendiril-
sız olarak ahlâkî değerlerin bilgisine ulaşma olanağı mesiyle takdir edilmemiş, aksine güzeli çirkin görme-
yoktur. Davranışların ahlâkî bir değer kazanması, an- yen akıl kriteriyle değerlendirilmiştir. Akıl, her türlü
cak İlâhî bir iradenin devreye girmesi ile mümkün işin konum ve düzenlenmesinin kendisine dayandı-
olur. Bundan dolayı bu anlayış, “İlâhî sübjektif değer rılması gereken bir temeldir. Bu durumda akıl deği-
teorisi” olarak da nitelendirilebilir.39 şikliğe uğramayan ve herhangi bir bilinmezlik sebe-
Mâturîdî’ye göre, nasıl ki bedenin organlarından her- biyle geçersiz hale getirilemeyen duyu bilgisi gibidir;
hangi birini kendisine tevdi edilen yararlardan me- duyu bilgisi bütün gizli ve kapalı hususların mercii
netmek veya fonksiyonlarından uzaklaştırmak, asla durumundadır. Bunun gibi aklın konumu ve onun
isabetli olmayıp, aksine organı zararlı pozisyonlar- kanıtladığı husus da, fıtrî-tabiî bilginin temelini ve
dan korumak ve yararlı yollarda kullanmak yerine kriterini teşkil etmektedir.42
getirilmesi gereken bir ödevse, yararlar ile zararların Ebû Mansûr el-Mâturîdî’ye göre, aslında nesne ve
belirlenmesine vasıta olan akıl ve istidlâlin de ihmal olayların meşru oluşu veya olmayışı, kötü fiillerle iyi
edilmemesi, daha büyük bir önemle gereklidir. Yani fiiller, bütün bunlar hakkında duyuların algılayışı
Mâturîdî’ye göre, Allah, aklı yararlı ile zararlıyı belir- ve haberlerin gelişinden sonra bile, algı ve haber her
lemede, iyi ile kötüyü ayırt etmede kullanılması ge- yönüyle irdelenecek olduğu taktirde, elde edilebile-
reken bir vasıta/ölçüt olarak yaratmıştır.40 cek nihaî bilgi, sadece akıl çerçevesindedir ve bir de,
Yüce Allah insan türünü dünya lezzetlerine meyle- sadece tefekkür ve istidlâlle ulaşılabilecek hususların
den bir karakterde yaratmıştır. Beşerî karakter kişiyi ortaya çıkarılmasıyla mümkündür. İnsan, fizyolojik
bu lezzetlere davet eder ve onları kendi gözünde cazip bir yapıya ve bir de akla sahip kılınarak yaratılmış-
gösterir; çünkü insanın yapısına yaratılıştan meyli bu- tır. Aklın güzel bulduğu tabiatın istemediği, çirkin
lunduğu şeylere karşı kuvvetli arzular yerleştirilmiş- gördüğü de onun nefret etmediği bir şey olabilir ya
tir. İnsan tabiatı, kişinin acı ve meşakkat hissedeceği da akıl ile tabiat arasında bir defasında uyumsuzluk,
şeylerden de kaçar. Bu suretle tabiatı, bir şeyi güzel diğerinde ise, uygunluk bulunabilir. Şu halde isâbetli
veya çirkin görme noktasında aklının düşmanların- olanın, söz konusu edilen grup ve türlerden hangisi-
dan biri haline gelir. Şu da var ki, aklın güzel veya nin statüsünde bulunduğu gereceğinin açığa çıkarı-
çirkin gördüğü şeyde herhangi bir değişiklik yahut da labilmesi için her konuda akıl yürütmek (istidlâl) ve
halden hale geçiş söz konusu olmadığı halde, tabia- tefekkür etmektir.43
tın güzel yahut çirkin bulduğu şey değişim ve halden Mâturîdî’ye göre, nesne ve olaylar iki çeşide ayrılır:
hale intikal statüsünde bulunur; bu sonuncu durum Birincisi, lizâtihî güzel olup zıddı ve bütün karşıtları

491
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

çirkin olandır. İkincisi de, ona olan ihtiyaç ve terettüp olduğu gibi alışkanlıkla zâil olabilir. Şu halde ortaya
edecek iyi veya kötü sonuçlara bağlı olarak hem ken- çıkmıştır ki, hayvan kesimini tasvip etmemek aklî
disi hem de karşıtı güzel olandır. Bu ikincisinde, işin değil, yaratılışa bağlı bir husustur ve telakkinin de-
kendisine göre ortaya çıkabilmesi için, iyi ve kötü so- ğişmesi de olağandır. Bu durum hayvanda bulunan
nuçları bilen birinin mevcudiyeti lazım gelmektedir. bazı özelliklere benzemektedir. Meselâ, onun yapı-
Çünkü nesne ve olaylar buna göre hüküm giyebilir. sal özelliği ürküp kaçmaktır (tevahhuş), bütün hay-
Şu da var ki, aklına güvenen kimsenin karşısına bu vanların ağır yüklere karşı tepkisi budur, fakat onlar
konumun sebep olduğu çelişkili bir durum mutlaka eğitime tabi tutulup başka şeylere alıştırılınca, sanki
çıkacaktır, işte böylesinin özel bir akla (mahsûs mi- bu kazandırılmış özelliklere sahip kılınarak yaratıl-
ne’l’akl) başvurması gerekmektedir; bu sonuncu şık- mış gibi olurlar; işte hayvanın konumu budur. Hiç
kın temelinde peygamberlerin benimsenmesi ilkesi kuşkusuz her canlı tabiî olarak ölür, bundan dolayı
yatmaktadır. Kaldı ki, kesim eyleminin, intikam po- da kimseye bir kınama gelmez. İşte her canlının sa-
zisyonunda bulunduğu gerekçesiyle bizâtihî çirkin ol- hibi bulunan varlıktan izin ve müsaade gelmesi sû-
ması ihtimal dahilinde değildir, kesimi yapan kimse retiyle canlının ölmesi de aynı durumdadır.46 Yine,
bununla hayvanın ıstırabını gidermeyi veya yaşayan- hayvan kesiminde saf olan rûhun kirli olan zulmet-
lar için iyi sonuçlar meydana getirmeyi göz önünde ten kurtarılması eylemi vardır ki, bu isâbetli bir şey-
bulundurduğu takdirde, eylem aklen güzel bulunur. dir; zâten rûhun bedenden ayrılışı her canlının va-
Şu halde kesimin lizâtihî çirkin olması isâbetli de- racağı bir sonuçtur.47
ğildir. Doğru olan bu eyleme de yerine göre yasak Etik Bağlamda Allah’ın Fiilleri ve Hikmet Algısı
veya alternatiflerinin uygulanmasıdır. Bunda da ke- Mu‘tezile, Allah’ın fuzulî (abes, boş, manasız, bey-
simin mubah oluş konumu vardır.44 Görüldüğü gibi, hude) bir iş yapmadığını, her fiilinde bir hikmet bu-
Mâturîdî, ahlâkî düşünce sisteminde iyi ve kötüyü lunduğunu ve bütün fiillerini hikmeti icabı işledi-
belirleme ve açıklamada söz konusu bu ikili ayrıma ğini söylemiştir. Allah’ın hikmeti, kullarına en iyiyi
önemli bir yer vermektedir. (aslah) yapmasını icap ettirir. Eğer Allah kulları için
el-Pezdevî’ye göre, Brahmanlar, Peygamberin aklın en iyi olan şeyi yapmazsa, cimrilik ve hafiflik etmiş
çirkin kıldığını güzel kabul ettiğini; suçsuz hayvan- olur.48Böyle bir durum ise, Allah’ın şanına aslâ ya-
ları boğazlamakta aklen ceza ve çirkinliğin bulun- kışmaz. O halde Allah’ın, kulları için aslah olanı iş-
duğunu iddia ederler. Ayrıca, tavafta koşma, Safâ ve lemesi vâciptir. Mu‘tezile’nin bu akılcı tutumu, yine
Merve tepeleri arasında sa‘y etmenin, gayesiz ve ya- Eş‘arîliğin muhalefeti ile karşılaşmıştır. Eş‘arîler,
rarsız olup, aklen çirkin olduğunu öne sürerler. Oysa Mu‘tezile’nin tezini çürütmek için üç kardeş meselesi
el-Pezdevî, durumun hiç de böyle olmadığını belirt- etrafında dönen salah-aslah faraziyesini ortaya atmış-
mektedir. Çünkü o, aklın anılan ilgili alanlarda fenâ lardır.49Burada Mu‘tezilî el-Cübbâî, İmâm Eş‘arî’nin
yapıcı olmaya lâyık olmadığını ileri sürmektedir. Öte suali karşısında aslah görüşü ışığında kâfirin ahiret-
yandan hayvanları boğazlamaya onların mâliki olan teki durumunu açıklamaya cevap verememiş ve sus-
Allah tarafından izin verilmiştir. Hayvanları bizzat mak mecburiyetinde kalmıştır.
öldüren varlık Allah olup, bu çirkin bir şey değildir. Mu‘tezile gibi Mâturîdîlerin kanaatine göre de, Al-
Aynı şekilde hayvanları Allah’ın izniyle bir başkası lah’ın fiillerinin, özellikle de insana ilişkin fiilleri-
boğazlarsa, gerçekten öldüren o olup, bu fenâ bir şey nin hiçbiri hikmet, maslahat (insanın yararı), sebep
sayılmaz. Eğer Brahmanlar bunu, yani gerçekten öl- ve illetten bağımsız değildir. Allah abesle (boş, an-
dürenin Allah olduğunu reddederlerse, o taktirde de lamsız, sebepsiz, illetsiz şeyle) iştigal etmez. Fiillerde
bu doğru olmaz, ancak Allah’ı inkâr etmiş olurlar.45 maksad, hikmet, illet, maslahat, gaye ve sebebin ol-
Mâturîdî’ye göre, aklın güzel bulduğu her şey, hiçbir ması, Allah’ın eksikliğinden, fiille kendisini tamam-
şekilde çirkin olmaz; aklen çirkin olanın güzel olama- lamasından değil; O’nun kemâlinden kaynaklanır.50
yışı da aynı durumdadır. İnsan tabiatı hoşlanmadığı Eş‘ariyye’nin iddiasına göre, fiilde hikmet, fâilinin
için çirkin olan her şey, onu zihninde canlandıran amacına uygun olarak vukûa gelmesidir; fiilde se-
kişinin psikolojik muhtevasına nüfuz etmesi ilkesine feh ise fâilinin amacının aksine olarak vukûa gel-
bağlıdır, o kişinin tabiatı, elem hissettiği için çirkin mesidir. Mu‘tezile’ye göre, hikmet, ya fail için ya da
şeyden kaçar. Şu da var ki, bu psikolojik etkilenme, başkası biri için kendisinde fayda (nef‘) bulunan her
kasaplarda ve savaşmayı itiyat haline getirenlerde fiildir; sefeh ise, ya fâil ya da başka biri için menfaatten

492
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

yoksun ve hâlî olan her fiildir. Mâturîdîlere göre ise, oluş amacı, buna bağlı kılınsaydı, onun mevcudiye-
fiilde hikmet, kendisi için övgüye değer sonuç (âkıbe- tinin hikmeti boşa gider ve var edilişi abes olurdu.54
tün hamîdetün) bulunan bir şeydir; sefeh ise övgüye Mu‘tezile’den bir gruba göre, Allah kul için en uygun
değer sonuçtan yoksun ve hâlî olan şeydir. Hikmet, olanı (aslah) böyle görmüş ve bunu gerçekleştirmiştir.
övgü ve kemal sıfatlarındandır; sefeh ise, eksiklik, O’nun haddizatında en uygun olan fiilinin sebebi so-
noksan ve kusur sıfatlarındandır. Dolayısıyla Yüce rulmaz. Mâturîdî’ye göre, aslahın manası, başkası için
Allah hikmet sahibi (hakîm) olmakla nitelenmiştir. elverişli olmasından ibarettir. Mu‘tezile’ye göre ise bu-
Kendisinde kapalılık bulunmayan ve anlamı açık olan nunla fesad da oluşabilir. Hikmetin manası ise, isabet-
nasslar, O’nun hakîm olmakla vasıflandırılışını getir- tir, bu da her şeyi yerli yerine koymaktan ibarettir, bu
miştir. Şu halde Allah sefehle nitelenmekten yücedir. aynı zamanda adlin manasını oluşturur. Allah’ın fili
Mâturîdîlik mezhebinin beyanına göre, hikmet, ister bunun dışına çıkmaz. Mu‘tezile’ye göre, Allah zâtıyla
ilim kabilinden, ister fiil ya da amel kabilinden, is- hâlıktır, çünkü hâlık övgü ve azamet ismi olup Yüce
terse bu ikisi için birden bir isim olsun, Allah o hik- Allah’ın buna başkası sayesinde hak kazanması mu-
metle daha ezelde iken mevsuftur. Ebû’l-Hasan el- haldir, zira bu durumda O’na yarar sağlama gerekli-
Eş‘arî, hikmetle ilim murad edildiği taktirde, onun liği doğar, fiilinin niteliği bundan ibaret olan bir var-
zâtî bir sıfat olacağı; hikmetle fiil kastedildiği tak- lık ise muhtaç konumunda bulunur.55
dirde ise, onun böyle bir niteliğe sahip olamayacağı
görüşünü benimsemiştir.51 Mâturîdî’ye göre, ilâhî fiillerin hür seçimle gerçek-
leştiğinin delili, yaratıkların farklı mahiyetlerle var-
Mâturîdî’ye göre, hikmet, her şeyin gerçekliğine isâbet lık alanına çıkması, hikmete bağlı olması ve Allah’ın
etmek ve her şeyi aslî (yerli) yerine koymak demek- birliğine kılavuzluk etmesidir. Bu hususlar her şeyin
tir.52Mâturîdî’ye göre, dinin öğrenilmesinde başvu- kendi mahiyetiyle oluşmasının hür bir seçimle ger-
rulacak akıl vasıtasının izahını ortaya koymak gere- çekleştiğini gösterir.56
kirse, evrenin, sadece fenâ bulmak için vücut bulmuş
olması hikmete uygun değildir; aklı yerinde olan her- Mâturîdî, faydalı ve zararlı cisimleri yaratmanın hik-
kesin, davranışlarıyla hikmet yolundan ayrılması da metlerini, ilâhî fiilin fayda ve zararla nitelendirileme-
ona yakıştırılmayacak bir husustur. Şu halde aklın da yeceğini, çirkin ve güzel nesnelerin bu vasıflarıyla bir-
bir parçasını oluşturduğu evrenin hikmet dışı bir te- likte icat edilmesinin hikmetin özünü oluşturduğunu
mel üzerine kurulmuş veya isabetsiz ve yararsız ya- ve her şeyi yerli yerine koyma ilkesini gerçekleştirdi-
ratılmış olma ihtimali söz konusu olamaz. Kanıtla- ğini, ayrıca Allah Teâlâ’nın kendisinin ihtiyacından
nan bu gerçek, evrenin, fenaya maruz kalmak için dolayı değil, zâtî bir niteliği olarak yaratma eylemini
değil de, süreklilik arz etmek için yaratıldığını gös- gerçekleştirdiğini anlatıp izah etmiştir.57
termektedir.53 Allah, hakikatte her şeyin Rabbi, her şeyin ilâhı ve
Mâturîdî’ye göre, evrenin asıl yapısı, birbirinden farklı her şeyin yaratıcısı ise ve her şey O’na ait bulunuyorsa
tabiatlar ve birbirine zıt yönler (vucûh mütezadde) üze- da, bu hüküm sadece aşağılamak için söz konusu edi-
rine kurulmuştur; burada özellikle amaç (maksûd), bi- len pis, kötü nesneler, şeytan vb. varlıklar hakkında
leşebilenleri bir araya getiren ve ayrılması gerekenleri tekrar edilemez. Zira bunların Allah’a nispet edilişi,
de ayırabilen akıl hasebiyle ön plana çıkan varlıktır benzer bir istihfafı andırır. Bununla birlikte bunla-
ki, bu da hikmet ehlinin (el-hükemâ’) “küçük âlem” rın hepsi, Allah’a izafe edilen diğer yaratılmışlar gibi
diye adlandırdığı insandır. Doğrusu, insanlar çeşitli O’nun birer mahlûkudur.58
arzulara (ehvâ’ muhtelife) ve farklı tabiatlara (tabâ’i‘) Mâturîdî’ye göre, her ne kadar Allah her şeyin yara-
sahip kılınmıştır. Onların beşerî yapısına öyle baskın tıcısı olsa da, insanlar arasında O’nun hakkında “Ey
nefsânî istekler (şehevât) yerleştirilmiştir (rukkibet) pis ve murdar olan şeylerin ve benzerlerinin yaratı-
ki, bu yaratılışlarıyla baş başa bırakılsalar, menfaatle- cısı!” diye bir ifade kullanılamaz. Bu konuda hâkim
rin paylaştırılmasında, muhtelif üstünlük, şeref, hü- olan ilkeye göre, Allah’a yapılacak bir nispet, tazîm,
kümranlık ve iktidarların ele geçirilmesinde mutlaka şükür, nimetlerinin veya emrinin dile getirilmesi ko-
birbirleriyle çekişir ve nizaya tutuşurlar. Bunu da kar- numunda olmalıdır; bu statünün dışına çıkan bir şey,
şılıklı nefret ve ardından kanlı mücadele takip eder. her ne kadar gerçekte O’nun yaratmasının sonucu
Böyle bir durumda toplumların birbirlerini yok ediş- olsa da, O’na izâfe edilemez, Allah kendi fiili ile ni-
leri ve çöküşleri muhakkaktır. Halbuki evrenin var telendirilir. O’nun fiili de, hakikatte adl veya lutuf

493
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

konumuna sahiptir. Bazen gerçekte kendi fiili veya delâlet edeceğini iddia etmiştir. Çünkü eğer Mu‘tezi-
sıfatı olmayan bir şey de, O’na izafe edilebilir. Şayet le’nin yönelttiği soru lâzım olursa, bu da lâzım gelir;
böyle bir şey övgüye lâyık bir mana taşıyorsa, isâbet- eğer Seneviyye’nin sorduğu suâl bâtıl olursa, Mu‘te-
lidir; çünkü o husus Allah’ın lutuf ve ihsanı sayesinde zile’nin suâli de bâtıl olur.61
elde edilmiştir. Eğer övgüye lâyık mana taşımıyorsa, Ebû’l-Mu‘în en-Nesefî, Yüce Allah’ın her şeyin ya-
O’na izâfe edilemez, zira hakikatte kendi fiili olmadı- ratıcısı olduğunu, yaratıkların fiilleri ve pis cisim-
ğından, onunla nitelendirilemez. Allah kendi fiilinde ler vb. şeylerin bu kategori altına girdiğini dile geti-
hakîm ve adl niteliği taşır; sözü edilen mana ise, halk rir ve Mâturîdîlerin buna dikkat etmediklerini ileri
nezdinde bu vasfa sahip değildir. Allah Teâlâ hakîm sürer. Ancak hem eşyânın küllîliğini Allah’a hem de
ve adl vasıflarının dışındaki nitelemelerden münez- Allah’ı eşyanın küllîliğine izafe etme, Allah’ı tazim
zeh ve berîdir. Çünkü O’nun fiillerinde ya adl ve hik- etme ve O’nu övme yerine geçtiği ve hem eşyanın ti-
met veya fazl ve ihsan vasfı bulunur.59 kelliğini (hâssiyye) Allah’a, hem de Allah’ı eşyanın ti-
Ebû’l-Mu‘în en-Nesefî’ye göre, nesnelerden pis ve mur- kelliğine izafe etme, bu özel durumun tazimi yerine
dar olan şeyleri varlığa getirme, onlara övgüye değer geçeceği için, bunu Allah hakkında özel olarak (tah-
âkıbetin taalluk etmesinden dolayı, bir hikmettir. Fi- sîsen) ifade edemeyiz. Küfür ve ma‘siyetler azamet ve
illerden çirkin olan şeyleri varlığa getirme de aynen yücelik eseri değildir. Çünkü bunların Yüce Allah’a
böyledir. Bununla birlikte Allah’ın küfrü yarattığını özel olarak izafe edilmesi câiz olmaz. Öyleyse, Allah
mutlak olarak söylemeyiz, aksine Allah’ın küfrü ka- için “ey maymunların, domuzların, pislik böcekleri-
bîh, bâtıl, şer ve fâsid olarak yarattığını söyleriz. Hik- nin ve iğrenç kokulu canlıların yaratıcısı!” diye söy-
met, küfrün bu sıfatlar üzere bulunmasını iktiza et- lenmesi de câiz olmaz.62
mektedir. Her kim küfrü, hikmetin onun varlığını en-Nesefî’ye göre, Yüce Allah her hâdisin yaratıcısı-
iktiza ettiği şekilde meydana getirirse, hikmet sahibi dır. Başka bir varlığın yaratma üzerinde hiçbir kud-
olur, ancak kâfirin küfrü amaçladığı gibi, hikmeti iyi reti yoktur. Akıl sahibi kimseler, Yüce Allah’ın kötü
ve doğru (savâb) olarak kazanmayı amaçlayan kimse bir varlık (şerir) olmadığı hususunda görüş birliği et-
sefîh olur. Zira hikmet, küfrün bu sıfatlara ters dü- mişlerdir. Her kim Allah’ın kötü bir varlık (şerîr) ol-
şen bir şeye sahip bulunmasını iktiza eder. Dolayı- duğunu iddia ederse, kâfir olur. Bu iki delilin topla-
sıyla Yüce Allah, küfrü bu sıfatlar üzere yaratmakla mından şerîr olan bir şeyi var edenin kötü olmadığı
hikmet sahibi olurken, kâfir bu sıfatları amaçlayarak sonucu ortaya çıkar.63
onu kazanmakla sefîh olur. Çirkinlik, bâtıllık vb. fi-
Yılanların ve zararlı nesnelerin yaratılmasındaki hik-
illerin sıfatlarından olan bir şeyi olduğu gibi bilen
meti açıklamaya girişen Ebû Mansûr el-Mâturîdî’ye
kimse, o şeyi bilen kimse olur. Her kim küfrü kâfi-
göre, gerçi akıllar rubûbiyyete (kâniatı geliştirmeye)
rin sıfatlardan amaçladığı şey üzere bilirse, o şeyin
ait hikmetin iç yüzüne vâkıf olmaktan âcizdir; nite-
câhili olur. Öyleyse hikmet ve sefeh hakkında da du-
kim her şeyin, İlâhî yaratışa konu teşkil etmesi açısın-
rum böyledir.60
dan mahiyeti tam olarak bilinemeyen bir hikmetinin
Mu‘tezile tarafından “Yüce Allah küfür ve masiyetleri gerekliliği söz konusudur. Bu hikmet birkaç açıdan
yaratma işini ve sorumluluğunu üstlenen bir varlık ol- ele alınabilir: Birincisi, zararlı ve yararlı şeyler saye-
saydı, “ey küfrün ve ma‘siyetlerin yaratıcısı!” diye söy- sinde itâatkâr oluşa terettüp eden sevâbın lezzetiyle
lenmesi câiz olurdu, zira bu doğru sözlülük (sıdk) olur. isyankârlığa ait cezanın acısı hissedilip öğrenilmiş ol-
Doğru sözlülük ise O’ndan men edilmez. Doğru söz- sun diye, hâlihazırdaki zararlı ve yararlı şeylerle kulun
lülüğün O’ndan men edildiği yerde, bu, O’nun ilgili imtihan edilmesidir; Çünkü insanlar yaptıkları işlerin
söz konusu eylemleri yaratmadığını gösterir” diye bir sonuçlarını göz önünde bulundurma hissiyle yaratıl-
soru yöneltilmektedir. en-Nesefî, bunun, Mu‘tezile’nin mışlardır. Yüce Allah, uhrevî âkıbet zihinlerde can-
Seneviyye’ye mensup kardeşlerinden aldığı ve öğren- landırılabilsin ve böylelikle hareket kolaylığı oluşsun
diği bir sual olduğunu belirtir. Nitekim Seneviyye, diye, uhrevî fiillerin sonuçları için duyulur âlemden
Allah’ın pis, murdar ve kirli nesnelerin yaratıcısı ol- birer örnek yaratmıştır. İkincisi, insanoğlunun karşı
duğu taktirde, Allah için “ey maymunların, domuz- karşıya kaldığı bulunduğu hayat sınavı, kimi zaman
ların, pislik böceklerinin ve iğrenç kokulu canlıların bedene kolay gelen, kimi zaman da güçlük arz eden
yaratıcısı!” diye söylenmesinin câiz olacağını ve bunun geçim olayına tefekkür ve istidlâlin desteğiyle göğüs
câiz olmadığı yerde ise, Allah’ın onları yaratmadığına germekten ibarettir. Halbuki insanlar tefekkür ve

494
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

istidlâl görevini üstlenmekte eşit değildir. Çünkü bu ederlerdi, ancak bu lütfu göstermemiştir. Eğer Al-
iki fonksiyonun peşin bir menfaati bulunmadığı gibi lah bunu yapsaydı, iyilik eden varlık (mütefaddılen)
kişiyi zevk ve arzularından da alıkoyar.64 olurdu. Allah, kâfirlere bu iyiliği yapmayınca, zâlim
Mâturîdî, Allah için aslah ilkesine riâyeti zorunlu değil, bilakis âdil olur. Çünkü Yüce Allah, bir kim-
görmez, yani Allah’ın kulları için daima en uygun senin kendi üzerindeki kazanılmış hakkını men et-
olan şeyleri yaratması zorunlu değildir. Mâturîdî’ye memiştir. Ancak Mu‘tezile’ye göre, Allah o kâfirleri
göre, Allah kulları için aslahı yaratmak mecburiye- terk etmiştir (hizlân). Oysa Allah’ın kudreti altında
tinde değildir. Çünkü Allah, “İnkâr edenler sanma- böyle bir terk etme yoktur. Eğer bu terk etme, Allah’ın
sınlar ki, kendilerine süre vermemiz, kendileri için kudreti altında bulunsaydı, cimri, zâlim ve haksızlık
hayırlıdır. Biz onlara süre veriyoruz ki günahı artır- eden (câ’ir) bir varlık olurdu.66
sınlar. Onlar için alçaltıcı bir azap vardır” (Âl-i İm- Mu‘tezile’ye göre, Allah, yaratma, teklif, lütuf, rızık,
rân sûresi, 3/178) buyurmaktadır. Yani burada mana, itâat edene sevap, isyân edene ceza konusunda aslaha
“Onlara hayatlarında bolluk veriyoruz, onlar bundan riâyet etmek zorundadır. Çünkü onlara göre, Allah,
günah işlemekte yararlanıyorlar”, demektir. Günah ar- her bir kul için kendi gücü dahilinde ulaşabileceği
tırmak için fırsat vermek ise, salah (kulların menfa- iman ve küfrü yaratmıştır. Eğer böyle yapmasaydı,
atine uygun) değildir. Bilakis Allah, eğer onlar için zâlim yahut cimri olmuş olurdu. Mâturîdîler, bu gö-
aslahı yaratacak olsaydı, bunu zorunlu olarak değil rüşün batıl olduğunu öne sürmekte ve Allah aslaha
de, bir ihsan ve lütuf olarak yapacaktı. Çünkü Allah riâyet ederse, bu O’nun fazlındandır, riâyet etmezse,
aslahı yaratmaya mecbur olsa, “Ne Kitap ehlinin, ne bu O’nun adaletindendir, diye söylemektedirler. Zâten
de müşriklerin nankörleri, Rabbinizden size bir hayır
Mu‘tezile’ye göre, bu mesele hüsün ve kubuh mesele-
indirilmesini isterler. Oysa Allah, rahmetini dilediğine
sinin bir bölümüdür.67
tahsis eder. Allah, büyük lütuf sahibidir” (el-Bakara sû-
resi, 2 / 105) meâlindeki âyetin hiçbir manası kalmaz. Mâturîdî’ye göre, günahlar Allah Teâlâ’nın irâdesi ve
Bir varlığın, onu mecbur eden biri bulunmadan, bir meşîetiyledir. İrâde ve meşîet, aynı manadadır. Gü-
işi yapmaya mecbur olduğu görüşü muhaldir; mec- nahlar Allah’ın rızası, mahabbeti ve emrinin öte-
bur kılan varlık da Allah’tan başkası değildir. Çünkü sinde kazası ve kaderiyledir. “Allah kimi doğru yola
bir başka varlığın Allah’a hüküm ve otorite tatbiki iletmek isterse, onun göğsünü İslâm’a açar; kimi de
mümkün değildir. Allah’ın bizzat kendisini mecbur saptırmak isterse, onun göğsünü, (o kimse) göğe çıkı-
tutması ihtimali de vârid değildir. Çünkü kişi, bizzat yormuş gibi dar ve tıkanık yapar. Allah, inanmayanla-
kendisini mecbur tutmaz. Bir fert üzerine bir şeyin rın üstüne işte böyle pislik (sıkıntı) çökertir” (el-En‘âm
zorunlu olmasında akla uygun gelen, o şeyin terki sûresi, 6/125) meâlindeki âyet buna delildir. Böylece
halinde ferde gelebilecek bir zarar veya zemmin bu- Allah iradesini ortaya koymuştur. Ayrıca, “Allah di-
lunması ihtimalidir ki, Allah Teâlâ hakkında böyle lemedikçe siz dileyemezsiniz. Şüphesiz Allah bilendir,
bir şey düşünmek muhaldir.65 hüküm ve hikmet sahibidir” (el-İnsan sûresi, 76/30)
Mâturîdî kelamcısı en-Nesefî’ye göre, kulların fiille- âyeti de, Allah’ın meşîetini belirtmiştir. Kuldan sâ-
rinin yaratımı ve küfür ve ma‘siyetlerin Allah’ın bi- dır olan küfür ve diğer günahlar, kulun irâdesiyle ol-
rer yaratığı olması hususunun sübûtuyla, kâfirler ve muş olsaydı, Allah’ın irâdesine gâlip gelmiş olacaktı.
isyankârlar, küfür ve masiyetlerden zarar görseler Çünkü Allah Teâlâ, “Eğer nankörlük ederseniz, şüp-
de, ne aslah ne de maslahat olan şey Allah’ın üze- hesiz Allah, siz(in imanınıza) muhtaç değildir. Fakat
rine vâcip olur. Her ne kadar Allah onu yapmasa da, kulları için küfre razı olmaz. Ve eğer şükrederseniz, si-
Mu‘tezile’nin kul için aslah olan şeyi yapmanın, Al- zin için ona razı olur. Hiçbir günahkâr, diğerinin gü-
lah’a vâcip olduğu görüşünün geçersizliği açıkça or- nahını çekmez. Sonra dönüşünüz Rabbinizedir, (O),
tadadır. Halbuki Mu‘tezile’ye göre, Allah aslahı yap- size yaptıklarınızı haber verir. Çünkü O, göğüslerin
tığı taktirde, kul zarar görmez ve bundan faydalanır. özünü bilir” (ez-Zümer sûresi, 39/7) diye buyurmak-
Eğer Allah bunu yapmazsa, kul bundan faydalan- tadır. Bu âyet, Allah irâde etse de, küfre razı olmadı-
maz ve kulun zarar görmesinden dolayı Allah cimri ğını göstermekte ve dolayısıyla irâde ile rızanın bir-
ve sefih olurdu. en-Nesefî’ye göre ise Allah’ın kud- birinden farkına delalet etmektedir.68Bazı Mâturîdî
reti altında lütuf vardır. Eğer Allah kâfirlere bu lütfu âlimler ise, irâde, mahabbet, rıza ve meşîetin aynı
gösterseydi, onlar seçim yaparak (ihtiyâren) iman manada olduklarını ileri sürmüşlerdir.69

495
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Mâturîdî’ye göre, “Sana gelen her iyilik Allah’tan- duyularını aşan varlık hakkında olumlu veya olum-
dır, sana gelen her kötülük de kendi (günahın yüzü) suz bir inanca sahip olmuşlardır. Onların bir kısmı,
ndendir. Seni insanlara elçi olarak gönderdik. (Buna) bu varlığa boyun eğmiş; bir kısmı da bilmezlikten
şâhit olarak Allah yeter” (en-Nisâ sûresi, 4/79) meâ- gelerek aşağı arzularına önem vermiştir. Eğer Allah,
lindeki âyetin manası, tıpkı gerçekten onların yara- duyular âleminde sözü edilen şeyleri yaratmamış ol-
tıcısı olmasına rağmen, “ey domuzların yaratıcısı!” saydı, insanlar çirkini güzelden, eziyet vereni fayda-
denmeyeceği gibi, tek başına şerrin edeb kaidesi ge- lıdan ayıramaz, bunu yapamayınca da, onların aklı,
reği Allah’a nispet edilmemesini ifade eder. Her şey- çirkini güzelden, elemi lezzet verenden tefrik edip an-
den bahsedilirken şer de O’na izafe edilir. Nitekim layamazdı. İnsanlar duyular alanına giren farklı şeyler
Allah, “De ki: “Hepsi Allah’tandır” (en-Nisâ sûresi, sayesinde bu alanın dışında kalanları benzetme yo-
4/78) diye buyurmuştur. luyla anlamış ve böylece müşahedeyi aşan her inanç
Mâturîdî’ye göre, bundan başka Yüce Allah küfrü ya- konusunun mahiyeti müşahede edilebilenle muka-
ratmış, onu dilemiş, fakat onu emretmemiştir. Kâfire yese edilerek tanınmış olsun diye, Allah kâinatı söz
ise imanı dilemediği halde iman etmesini emretmiş- konusu edildiği şekilde yaratıp düzenlemiştir.73Buna
tir. Nitekim Allah bunu dileseydi, iman etmiş ola- göre, Mâturîdî’nin ahlâk düşüncesinde duyular dün-
caktı. Allah razı olmadığı şeyden dolayı muâhaze eder. yasında mevcut olan her şey zıddıyla tanınıp değer
Çünkü meşîet, kaza ve diğer bütün sıfatları Allah’ın kazanır. Son tahlilde hayır cevherinin de, şerr cevhe-
razı olduğu şeylerdir. Ne var ki kuldan hasıl olan fi- rinin de hakîkî yaratıcısı Allah’tır. Öte yandan göz-
illerin bir kısmı Allah’ın razı olduğu ve bir kısmı da lemlenen dünyadan ve bu dünyadaki fenomenlerden
gadap edip muâhaze ettiği cinstendir. Sonuçta razı hareketle gözlemlenemeyen her inanç konusunun
olunan fiiller Allah’tan, razı olunmayanlar ise kul- mahiyeti kıyasla tanınabilecek hale gelir. Böylece ona
lardan kaynaklanır.70 göre kişi, müşahede edilenlerden yola çıkarak ahiret
ve ahvâline ait genel hakikatlere ulaşabilir.
Mâturîdî’ye göre, azameti yüce olan Allah, hem şerr
hem de hayır cevherinin yaratıcısı, şerr olsun hayır Yapabilme Gücü ve Dinî-Ahlâkî
olsun, mükelleflere ait fiilin gerçek hâlikidır. Hüküm- Yükümlülük Anlayışı
ranlığı çerçevesine girip de, O’nun tarafından yaratıl- Mâturîdî, ahlak anlayışının bir gereği olarak, bir yan-
mayan bir şeyin bulunması mümkün değildir; öyle dan emredilen şeyin özünde mümkün ve yapılabi-
olsaydı, hükümranlığında ortağı bulunur, âlemini lir mahiyette olduğunu, öte yandan teklife muha-
meydana getirmede dengi mevcut olurdu. Halbuki tap olacak öznenin yükümlülüğü idrak edebilecek
Allah, bundan berî ve münezzehtir. Mâturîdî bu du- ve anlayabilecek akıl sahibi bir kimse olması gerek-
rumu şöyle izah etmeye çalışır: Yaratılmaya konu teş- tiğini savunmaktadır.
kil eden bir şeyi yaratmak, o şeyin kendisi değildir; Mâturîdî’ye göre, emir ve nehyin hikmeti bunların
Allah’ın bir fiili işlemesi de aynı durumdadır.71Al- sahibini tanımaktır. Çünkü Allah, canlıların içinden
lah’ın fiili, ilke olarak şerr veya hayırla nitelendirile- insan türünü kendisini tanımakla mümtaz kılmıştır.
mez, O’nun gerçekleşen fiili de, iyi veya kötü olmakla Tıpkı onları yararlı olan bir şeyden uzak tutmasının
nitelendirilemez; çünkü O, (hayır veya şer özelliği ta- mümkün olmadığı gibi, kendini tanıma yollarından
şımayan) kendi fiiliyle mevsuftur. Mâturîdîler, Allah’a uzak tutması da mümkün değildir. Bir de insan ak-
hayırlı veya şerîr olma vasfı nispet etmezler. Ancak lında her güzel olanı güzel telakki etme ve her çirkini
realite dünyasında iyi veya kötü fiili işleyenin kendisi çirkin görme yeteneği vardır. İcraatta da çirkin olanı
onunla isimlendirilmeye lâyıktır.72Burada Mâturîdî’ye işlemek nâhoş görünmekte, meşru olanın yapılması
göre, her şey zıddıyla değer kazanır ve karşıtıyla bili- hüsnü kabul görmektedir. Şu halde emrin veya neh-
nir. Aksi taktirde görünür âlemde iyi ile kötüyü bir- yin gerekli olduğu yerde emir verip yasak çıkarmak
birinden ayırt etmek mümkün olmazdı. Bu durum, lâzım gelmiştir. Allah, kendi birliğine ve hikmetine
İlâhî teodiseleri meşrulaştırmanın ve haklılaştırma- kılavuzluk eden bir âlem yaratmıştır. O’nun, mükel-
nın önemli bir dayanağını oluşturmaktadır. lefleri buna vâkıf olmaktan mahrum bırakması dü-
Mâturîdî’ye göre, eziyet veren nesnelerin ve çirkin şünülemezdi; zâten bu takdirde âlemi yaratmasının
manzaraların yaratılmasının, duyu organlarında bir manâsı kalmazdı. Bir de mükellefiyetin ortadan
hastalıklar meydana getirilmesinin hikmet açısın- kaldırılmasında yaratmanın hikmetinin de yok ol-
dan gerekli oluşunun sebebine gelince, bütün insanlar ması söz konusudur; çünkü bu durumda mahlûkât

496
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

yok olmak için vücut bulmuş demektir. Bir şeyi başka kaldırır ve bu fiili başkasına mal eder. Bilmeyen kişi-
bir şey için değil de, sadece bozmak için yapıp ku- nin elinden fiilin sâdır olması da aynı konumdadır;
ran kimse abesle iştigal eden ve hikmetten uzak ka- tasvir edilen bu durum imkân dahilinde bulunma-
lan kimsedir.74Bu noktada Mâturîdî, âlemin yaratıl- maktadır. İnsanın hitaba konu teşkil etmesi bilgili
ması ile insanın mükellef kılınması arasında yakın bir (şuûrlu) oluşuna bağlıdır, ama bu bilgi mahiyeti iti-
ilişkinin bulunduğuna dikkat çekmektedir. Çünkü bariyle, talep edildiğinde, ele geçirilebilecek olan tür-
evrenin bir parçası olan insan boş yere ve başıboş den değildir. Kudret de aynı konumdadır. Âciz, sa-
yaratılmamıştır. Aksi taktirde, ona göre âlemi yarat- yesinde bilgi edinilebilecek şeyden (şuûrdan) yoksun
manın hiçbir manası ve hikmeti kalmazdı. Böylece olduğu için mecnûnun da aynı konumda bulunuşu
Mâturîdî, Allah’ın yarattığı her bir varlığın bir değer gibi, sayesinde güç yetirilebilecek şeyden yoksun bu-
ve anlam taşıdığını hikmet kavramı ışığında vuzûha lunduğu için mükellef olmayan kimsedir.77
kavuşturmaktadır. Mâturîdîlere göre, güçten yoksun bırakılan kişinin
Tıpkı Ebû Hanîfe gibi Mâturîdî de, kula ihtiyârî fiil- mükellef tutulması aklen tutarsız ve saçmadır. Fakat
lerinde kudret nispet etme ilkesini benimser ve kud- kudretini zayi eden kimse böylesiyle mükellef tutul-
retin hem tâata hem de masiyete elverişli olduğunu maya pekâlâ lâyık biridir. Eğer sözü edilen kişi, mü-
savunur. Mâturîdî’ye göre, fiilin sebeplerinden her kellef tutulmayacaksa, sadece itâatkârın mükellef
biri ve aynı şekilde fiil kudreti bir şeyin hem kendi- olması lazım gelir, bu ise sınanma olgusunun konu-
sine hem de zıddına elverişli olunca, bir şeyin hem muyla bağdaşmamaktadır. Mâturîdîlere göre, kudret
kendisine hem de zıddına yönelik kudretin mevcu- sağlam ve selim insanda bulunur. Zira kudret, kulun
diyetine hükmetmek gerekli hale gelir. Böylece İlâhî yine kudrete yönelik aşırı isteği, tercihi ve meyli nispe-
emir ve yasak beşerî güç ve kudret çerçevesinde ger- tinde oluşur. İrade oluşmadıkça, kudret de oluşmayıp
çekleşmiş olur. Aslında bir fiile elverişli olup da, zıd- zâyi edilir; çünkü bu durumda kul hayır iradesinin
dına müsait bulunmayan bir şey, sayesinde meydana zıddını tercih etmiş ve onu ortadan kaldıracak fiili
gelecek nesne veya olay irâdî değil, tab‘an oluşma ni- yeğlemiştir. Dolayısıyla hem Mâturîdîlere göre hem
teliği taşır. Kudret de iki zıddın oluşmasına müsait de Mu‘tezile’ye göre, anlama ve bilgi edinme konusu
bir durum arz etmeseydi, ortaya çıkacak şey ihtiyârî da bu kritere bağlıdır.78
değil, tab‘an vücut bulmuş olurdu. Böylece kudretin Mâturîdî’ye göre Allah’ın insanda yarattığı kudret
hem tâat hem de masiyete elverişli oluşunun redde- birbirine zıt iki fiili meydana getirmeye elverişlidir.
dilmesi, kişinin, yaptığı bir işin zıddını işleme kudre- Zira fiile vasıta olan organlardan her birinin, iki zıt
tinin ortadan kaldırılması anlamına gelecektir. Oysa şeyi gerçekleştirmesi imkân dahilindedir. Meselâ,
kişi, aynı anda bununla emredilmiş veya bundan me- dil, doğru da söyleyebilir, yalan da; el hayır da işle-
nedilmiş olabilir.75 yebilir, şer de. Kudretin de aynen böyle olması gere-
Mâturîdî’ye göre, Allah, insanı güç yetirebileceği şey- kir. Kudret iki zıt fiili gerçekleştirmeye elverişli ol-
lerle sorumlu tutar. Dolayısıyla insanlar, dinde güç ye- masaydı, insan yaptığı fiillerde mecbur olur, kendine
tiremeyecekleri şeyle asla sorumlu tutulmazlar. Her- verilen emirleri yerine getirmekten âciz kalırdı. Böy-
hangi bir şeyle sorumlu tutulmanın öncelikli şartı, lece o, cebir altında olduğu halde sorumlu tutulmuş
emredilen veya yasaklanan şeyin, insanın yerine ge- olurdu. Akıl bu durumu tasvip etmeyeceğine göre
tirebileceği türden olmasıdır. Buna göre, insanları güç insana verilen kudretin (istitâ‘a) iki zıt fiili gerçek-
yetiremeyecekleri ibadet ve tâatlerle yükümlü kılmak leştirebileceğini, yani aynı kudretin hem hayır işle-
veya yapamadıkları şeylere karşılık daha ağırıyla ce- meye, hem de kötülük yapmaya, hem tâat, hem de
zalandırmak dinin sorumluluk mantığına aykırıdır. ma‘siyet işlemeye elverişli olduğunu kabul etmek ge-
Allah akla dayalı olarak veya vahiy yoluyla insanlara rekir.79Zâten Mâturîdî’ye göre, kişinin imanla küfür
her ne emretmişse, onun anlaşılması için bir yol gös- veya itâatle isyan arasında serbest bırakılması ilâhî
termiştir. Bunu anlayamayacak düzeyde olan kimse, emir açısındandır.80
İlâhî emrin muhatabı olamaz. Bütün bu emirleri bilme Mâturîdî’ye göre, her mükellef kendisinin fâil, yaptı-
yolları farklı farklıdır. Yine de bu emirler, akıl ve aklî ğına güç yetiren ve yaptığının alternatifine de muk-
deliller yoluyla bilinebilir.76 tedir kılınan bir durumda bulunduğunu pekâlâ
Mâturîdî’ye göre, fiilin, onu gerçekleştirecek kişinin bilmektedir; öyle ki kişi bu sonuncu imkândan mah-
kudreti olmaksızın vücut bulması fiil esprisini ortadan rum bırakılsa, fevkalâde ağrına giden bir şey olurdu.

497
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

İnsan gerçekleştirdiği işin aksini de tercih edebilece- bulunabilmek için, eylem öncesinde ve eylem sıra-
ğinin şuurundadır. Şu halde bu realiteyi inkâr etmek sında kulun kendisine güç ve kudret verişmiştir. İn-
mümkün değildir, zâten herkes bu gerçeği doğrudan sanın eylemleri, ona verilen bu gücün ve yaratılma-
kendi benliğinde hissetmektedir. Ayrıca bu husus, mış olan cüzî iradesinin bir sonucudur. Bu, insanın
ilgilenen herkes için yanılmış olabileceği düşünüle- fiillerinin ve sorumlu olmasının temelidir. İnsan böy-
meyecek derecede müşahede ve hisle sübût bulmuş lece fiile yönelir, onu özgür iradesiyle seçer ve gücüyle
gerçekler gibidir. Bir de şu var ki, her insan kendi fi- işler. Kulun iyi veya kötü bütün fiillerinin yaratılması
ilini aklının tahmin ettiği hüsün ve kubuh vasıfları- ise Allah’ın kudretiyle olur. Dolayısıyla insan fiille-
nın dışında, kendi bilgisinin sınırlandırdığı mekân rinde, insanın rolü ve Allah’ın kudreti olmak üzere
ve zaman çerçevesinin haricinde bulabilmekte, ay- iki yön söz konusudur.83Fiile yönelen, onu seçen ve iş-
rıca önceden amaçlamadığı ve o kadar emek sarf et- leyen insandır. Bu fiilin yaratılması ise, her şeyin ya-
meyi planlamadığı yorgunluk ve meşakkat çekebil- ratıcısı Allah’ındır. Dolayısıyla yaratma yönünden fi-
mektedir. Hâlbuki kendi kanaatince her zamanki iş ile etki eden güç, Allah’a nispet edilir. Yani gerçekte
görme gücünde bir azalma da söz konusu değildir. fiil, gerçekleşme (kesb) yönünden insana, yaratma yö-
Bütün bu sebeplerle kullara özgü fiillerin sözü edilen nünden Allah’a aittir. Fiildeki bu ortaklık tarzı, ayrı
yönlerden kendilerine ait olmadığı hususu neredeyse ayrı şeylerin sahipliğini içeren ve sorumluluğu orta-
gözle müşahede edilebilecek bir gerçek konumdadır. dan kaldırmayan bir ortaklık çeşididir.84
Artık burada bu fiilleri söz konusu edilen açılardan
Allah, kullarının hiçbirini iman veya küfre zorlama-
insanlara izâfe eden yahut da fiillerin daha önce an-
mış, onları mü’min veya kâfir olarak yaratmamıştır.
latılan yönlerinin insanlara aidiyetini inkâr etmek is-
Fakat onları şahıslar olarak yaratmıştır. İman ve kü-
teyen kimse kendi aklına meydan okumakta ve du-
für kulların fiilleridir. Allah, küfre sapanı, küfrü es-
yularına karşı direnmektedir.81
nasında kâfir olarak bilir. O kimse daha sonra iman
İmâm Mâturîdî’ye göre, fiiller, mahiyetleri itibariyle ederse, imanı halinde mümin olarak bilir, ilmi ve sı-
Allah tarafından yaratılmaları ve bir zamanlar yok- fatı değişmeksizin onu sever (ihbâb). Bu iki yönü dile
ken O’nun tarafından icad edilmeleri açısından Al- getiren Ebû Hanîfe’ye göre, kulların hareket ve sükûn
lah’a, kazanılmaları ve işlenmeleri (kesb, fiil) açısın- gibi bütün fiilleri hakikaten kendi kesbleri (kazanç-
dan da insanlara aittir. Bir de Allah insanlara emirler ları)’dir. Onların yaratıcısı ise Yüce Allah’tır. Onla-
ve yasaklar yöneltmiştir. Birine, kendisine ait fiili bu- rın hepsi Allah’ın dilemesi, ilmi, hükmü ve kaderi ile
lunmayacak yerde emir ve yasak yöneltmek imkânsız- olur. Tâatların hepsi, Allah’ın emri, muhabbeti, rızası,
dır. Ona göre, yaratılmış kudret, zorunluluğun değil, ilmi, dilemesi, kazası ve takdîri ile vâcip kılınmıştır.
hürriyetin sebebidir. Bu kudretle insan, Eş‘ariyye’nin Ma‘siyetlerin hepsi de Allah’ın ilmi, kazası, takdiri ve
görüşünün aksine, zıt ahlâkî değerler taşıyan fiiller- dilemesi ile olmakla beraber, muhabbeti, rızası ve emri
den birini veya ötekini seçme ve yapma hürriyetine ile gerçekleşmez.85en-Nesefî’ye göre, “Âlemlerin Rabbi
sahiptir. Ayrıca o, psikolojik olarak kendinden/doğ- Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz” âyeti (el-İnsân
rudan bu hürriyetin farkındadır. Zâten herkes kendi- sûresi,76/29; et-Tekvîr sûresi, 81/29) mucibince, her
sini yaptıklarında hür (muhtâr), fâil ve kazanan (kâ- meşîet, Allah’ın meşîeti ve iradesi altında bulunur.86
sib) olarak bilir.82
Ebû Hanife’nin akâide dair eserlerini okuyarak onun
Mâturîdî’nin Etik Anlayışı Açısından görüşlerini kelâm metoduyla açıklamayı ilke edinen
İnsanın Fiilleri ve Sorumluluğu Mâturîdî, kendi dönemine kadar bu konuda ortaya
Mâturîdî, öncelikle insanların ihtiyârî fiil ve eylem- atılan kaderi inkâr etme ve cebr fikrini benimseyen-
lerini ontolojik açıdan kesin bir hakikat olarak kabul lerin görüşlerini çürüterek, eylemlerin hem insana,
eder. İnsan fiilleri ve sorumluluğunu bu bağlamda çö- hem de Allah’a ait olduğunu öne sürmüş ve bu ko-
zümlemeye girişir. Çünkü Mâturîdî’ye göre, kullara nuda yeni bir çözüm yolu ortaya atmıştır. Buna göre,
hakikat manasında irâdî fiil nispet etmek gereklidir. fiile yönelme, onu seçme, beğenme ve yapma insanın
Çünkü insan, eylemlerinin gerçek sahibidir. Bu ger- işidir. Her şeyin yaratıcısı olan Allah ise, bu arada di-
çek, akılla, duyularla ve Kur’ân âyetleriyle açık ve se- ğer eşya gibi, iman ya da küfür, tâat ya da masiyet,
çik olarak bilinmektedir. Allah, insanlara bundan do- iyi ya da kötü olsun, tüm insan fiillerinin de yaratı-
layı görev ve sorumluluklar yüklemiş ve karşılığında cısıdır. Dolayısıyla, yaratma yönünden fiile tesir eder
ceza ve mükâfat koymuştur. İş yapmak ve eylemde eden güç, Allah’a aittir. Yani, gerçekte fiil, gerçekleşme

498
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

(kesb) yönünden insana, yaratma yönünden de Al- ve tazîm etme konumuna yükseltir. Dahası, eğer Al-
lah’a aittir. Fiildeki bu ortaklığı, ayrı ayrı şeylere sa- lah yaratıkların (halk) fiillerinin yaratıcısı olmasaydı,
hip olan ve sorumluluğu ortadan kaldırmayan bir on binde bin kadar şeyin yaratıcısı olmazdı. Dolayı-
ortaklık olarak görmek mümkündür. Çünkü her- sıyla Mâturîdî’ye göre bu çıkarım, Allah’ın fiil, cisim
kes kendi içinde yaptıklarında hür, fâil ve kâsib ol- ve cevher de dahil her şeyin toptan yaratıcısı oldu-
duğunu bilir.87Kulun bir fiili vardır, yaptığı şeylerde ğuna delalet etmektedir.92Bu noktada Mâturîdî, in-
hür (muhtâr)dür, bunlara ne zorlanmış, ne de mecbûr san fiillerini de Allah’ın yarattığı eşya kapsamında
edilmiştir.88en-Nesefî’ye göre, kul serbest bırakılmış görmekte, bu konuda Mu‘tezile mezhebine karşı tep-
(muhayyer) ve güç yetirebilen bir öznedir (müstatî‘). kisini dile getirmekte ve meseleyi mantıksal açıdan
İşte bu manadan dolayı kul ödülü (sevâb) ve cezayı tümellik-tikellik ilişkisi kapsamında çözümlemeye
(ukûbat) hak eder.89 çalışmaktadır.
Mâturîdî’ye göre, “Allah her şeyin yaratıcısıdır. O, her Eğer “ Siz, Allah’ın pisliklerin, kirli şeylerin, domuzla-
şeyin yöneticisidir (vekîl)”90meâlindeki âyet, birtakım rın vb. pis varlıkların yaratıcısı olduğunu söylemiyor-
yönlerden Mu‘tezile’nin görüşlerinin geçersizliğini sanız, “Allah her şeyin yaratıcısıdır” sözü bazı hususi
göstermektedir (nakz): Birincisi, Mu‘tezile’nin, daha şeylere raci olur” diye itiraz kabilinden bir şey yönel-
ezelde iken eşyanın şey’iyyetinin var olduğuna dair tilirse, Mâturîdî onlara şöyle yanıt verilebileceğini
görüşleridir. Zira onların görüşlerine göre, ma‘dûm ifade etmektedir: Allah’ın mukayyet ve hususi ola-
bir şeydir. Onların görüşlerine göre, ma‘dûmun bir rak (tahsîs), yani ey pisliklerin, kirli şeylerin yaratı-
şey olması halinde, eşyanın şey’iyyeti daha ezelde iken cısı diye, bu eşyanın yaratıcısı olduğu söylenemez ve
var (kâ’ineten) demektir. İkinci olarak, Mu‘tezile, şe- böyle niteliklerle vasıflanamaz. Çünkü her ne kadar
yiyyeti var etmenin, sadece Allah’tan ileri geldiğini genel olarak (fî’l-cümle) bununla vasıflansa ve eşya-
söylemektedir. Durum onların bahsettikleri gibi ise, nın hepsi buna dahil olsa da, “Allah her şeyin yaratı-
ilgili âyette kendisini her şeyi yaratmakla vasfetmesi cısıdır” sözünün, onu övme (imtidâh) ve ta‘zîm, O’nu
ve zikretmesine bağlı olarak her şeyin yaratıcısı ol- Rububiyyet ve Ulûhiyyetle vasıf vasıflandırma konu-
masına rağmen, Allah, Mu‘tezile’nin iddia ettiği bu muna yükselteceği hususunu zikretmesi dolayısıyla,
var etme eylemiyle herhangi bir şeyin yaratıcısı ol- O’nu bununla vasıflandırmak ayıplama (tehcîn) ve
maz. Gerçekte ve sonuçta onların görüşü, Dehriyye yerme (zemm) konumuna geçer. Sözgelimi, Mâturî-
ve Seneviyye’nin görüşü haline gelir. Çünkü Deh- dî’ye göre, Allah “O, her şeyin yöneticisidir (vekîl)” diye
riyye, tabiat (tînet), heyûlâ (şekilsiz madde) vb.’nin zikrettiği gibi, her ne kadar genel olarak (fî’l-cümle)
öncesizliğini öne sürmekte ve şeyin, hiçbir şeyden/ olsa da, husûsî olarak (tahsîs) “Allah filanın vekilidir”,
yokluktan (min lâ şey’) yaratılmış oluşunu inkâr et- denmez; çünkü bu, genel olarak (fî’l-cümle) Allah’ı
mektedir. Aynı şekilde Seneviyye de nûr ve zulme- Rububiyyet ve Ulûhiyyet ile vasfetme, medh ile vas-
tin öncesizliğini, her cinsin kendi cinsinden ve her fetme konumuna geçer; husûsî ve tekil olarak (ifrâd)
şeyin de kendi aslından ileri gelmiş olduğunu kabul olarak ise ayıplama (tehcîn) ve yermeye (zemm) bağlı
etmektedir. Dolayısıyla Mu‘tezile’nin “Ma‘dûm şey- olarak ortaya çıkar. İşte bundan dolayı, bu iki vasıf-
dir” görüşü bu esasa dayanır; bu görüş, sonuçta Se- landırma tarzı birbirinden ayrılmıştır.93
neviyye’nin ilgili düşünceleriyle aynı kapıya çıkar.91 Mâturîdî’ye göre, Allah’ın, “İşte her şeyin yaratıcısı
Mâturîdî’ye göre, “Allah her şeyin yaratıcısıdır” sözü; olan Rabbb’iniz Allah budur. O’ndan başka tanrı yok-
eşyanın tümelliğini (külliye) azîz ve celîl olan Allah’a tur. Nasıl da (O’nu birlemekten) çevriliyorsunuz?” sö-
izafe etmenin, onu ululama (tazîm) ve yüceltme (ic- zü,94size geceyi istirahat etme ve gündüzü de işlerinizi
lâl) ile vasfetme konumuna yükselteceği ve özel eş- görme ortamı yapanın, kendisini bırakıp da taptığı-
yayı O’na izafe etmenin O’na izafe edilen ta‘zîm ko- nız putların değil de, Rabb’iniz olduğunu beyan et-
numuna sokacağı hususunun zikredilmesi dolayısıyla, mektedir. Nitekim Allah, hem sizi ve her şeyi yarat-
Rubûbiyyet ve Ulûhiyyeti zikretme ve onu medh ile mıştır, bir tektir ve ortağı yoktur. Nasıl oluyor da, ona
vasfetmeye bağlı olarak ortaya çıkar. Durum zikredil- kulluk etmekten ve ona şükrü ifa etmekten yüz çevi-
diği gibi olunca, Mu‘tezile’nin iddia ettiği üzere, “Al- riyor ve sapıyorsunuz.95
lah her şeyin yaratıcısıdır” sözü, diğer şeylere yalnızca Mâturîdî, Allah’ın “(Elinizle) yonttuğunuz şeylere mi
bazı şeylere mahsûs olur ve bu nedenle, ne O’nu Ru- tapıyorsunuz?” dedi. Oysa sizi de, yaptığınız (bu şeyler)i
bûbiyyet ve Ulûhiyyet ile vasıflandırma, ne de medh de Allah yaratmıştır”96sözünü tevîl ederken, “(Elinizle)

499
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?” sözü, onları, (mahbûb) haline gelir. Buna karşılık, haddi aşan biri
elleriyle yonttukları şeylerin ne bir fayda ne de bir za- ise, O’nun haddi aşmadan nefret etmesi dolayısıyla,
rara malik olduklarına ilişkin bilgilerine rağmen, el- sevilmeyen biri haline gelir. Buna göre yapılan ürün,
leriyle yonttukları ve kendilerine putlar edindikleri Allah’ın onu yapmayı (amel) yaratmasıyla bir yaratık
(ittihaz) şeylere tapınmaları sebebiyle küçük düşür- (mahlûk) haline dönüşmüş olur.99
mektedir.97Putları yontan kimse, putlardan daha üs- en-Nesefî’ye göre, kulun bir fiili bulunduğu halde, ya-
tün bir konumda olacağına göre, kendisi tapınılmaya ratma kudreti yoktur. Yaratma kul tarafından olma-
daha layıktır. Bu çıkarıma göre, eğer bu yontulmuş makla birlikte, onun bir fiili vardır; mükâfat ve ceza,
putlardan olup da Ulûhiyet makamının altındaki va‘d ve va‘îd, emir ve nehiy, övme ve yerme onun fi-
varlıklara tapınma caiz ise, bu durumda Allah tapı- iliyle bağlantılıdır. Bunların yaratmayla ilişkisi yok-
nılmaya daha layıktır. Zira yontulmuş put değil de, tur. Mâturîdîlere göre, meydana gelen şey, yüce Al-
fayda ve zarardan herhangi bir şeye malik olan yegâne lah’ın yaratmasıyla, aynı zamanda kulun seçimiyle de
varlık Allah’tır. Öyleysa putları yontan biri, daha ya- gerçekleşir. O, Yüce Allah’ın fiili değil, bilakis O’nun
kın ve daha faydalı görülen bir varlığa tapınmıyorsa, fiiliyle olandır (mef‘ûl).100
hiçbir şeye mâlik olmayan bu yontulmuş putlara na- Mâturîdî’nin Ahlâk Felsefesinde Temel Bir Değer
sıl tapınabilir ve hem sizi hem de amellerinizi yara- Olarak Mutluluk
tan varlığa ibadeti terk edersiniz?
Mâturîdî’nin ahlâk felsefesinde ahlaklılık ve mutlu-
Mâturîdî, ashâbından kulların fiillerini yaratma ko- luk ilişkisi meselesinin çözümü ameliyesi önemli bir
nusunda bu âyetle Mu‘tezile’ye karşı delil getiren yer tutar. Orta Çağ İslâm dünyasında ortaya konan
bazı kimselerin bulunduğunu belirtmektedir. On- ahlâk nazariyelerini, her şeyden önce mutluluk ah-
lar şunları dile getirmektedirler: Hz. İbrâhîm, puta lâkı eksenine oturtmak mümkündür. İlk Çağ ahlâk
tapan kimselere, “Oysa sizi de, yaptığınız (bu şey- anlayışlarında olduğu gibi, Orta Çağ İslam dünya-
ler)i de Allah yaratmıştır” içerikli âyeti söylediğinde, sında da “en yüksek iyi” diye de tavsif edilen mutluk
hem kendilerinin, hem de kendi amellerinin yara- amaç edinilmiş, bu amaca götüren bütün araç de-
tılması konusunda bir şeyler haber vermiştir. Fakat ğerler iyi olarak addedilmiştir. Daha doğru bir an-
onlar, bunda onların fiillerinin yaratılmasını göste- latımla, temelinde genellikle “hazcılık”, “ faydacılık”
ren bir delaletin olmadığının ileri sürmüşlerdir. Ni- ve “erdemlilik” öğeleri yatan bu ahlâk anlayışında asıl
tekim Hz. İbrâhîm (a.s.), “(Elinizle) yonttuğunuz şey- amaç mutlu olmaktır; daha doğru bir anlatımla mut-
lere mi tapıyorsunuz?” diye söylemiştir. Halbuki onlar luluğa ulaşmaktır.
yontmaya değil, aksine bu yontulmuş şeye tapıyorlar. Sokrates, etik görüşünde, insanların en iyi hayatı ya-
Buna göre, Allah onların fiillerini ve amellerini ya- şamalarının yolu üzerinde yoğunlaşmıştır. Bir başka
ratmamış, lâkin bu yapılan ürünün (ma‘mûl) ham- deyişle, Sokrates, insanın nihâî amacının, sadece ya-
maddesini yaratmıştır. Bu konuda Mu‘tezile’ye karşı şamak değil, iyi yaşamak olduğunu ileri sürmüştür.
başka bir açıdan delil getirme (ihticâc) çabası, sanki Sokrates’in gözünde ahlaklılığın amacı, ahlaki haya-
daha muhtemel ve daha uygun gibi görünmektedir. tın özü birtakım soyut kurallara itaat etmekten, bazı
Şöyle ki: Allah, “(Elinizle) yonttuğunuz şeylere (imal ahlaki ödevleri hayat geçirmekten meydana gelmez.
ettiğiniz ürünlere) mi tapıyorsunuz?” sözüyle, bu ya- Ahlaklılığın nihâî amacı, insan yaşamının gerçek
pılan ürünü kendisine izafe ettiğinde, o ürünü ken- hedefi, insan varlığının bir bütün olarak gelişmesi,
disi için bir yaratım haline dönüştürmüştür. Çünkü gerçekleşmesi, kendine özgü işlevi hayata geçirmesi,
onlar, bu yapılan ürüne, yani Allah’ın yaratımına ta- kısacası “eudaimonia”ya varmasıdır. Orta Çağ İslâm
pınmaktadırlar. İlgili âyet, kendileri vasıtasıyla yap- dünyasında büyük Türk bilgini İmâm Mâturîdî de,
tıkları işlerin sonlu birer yaratık (mahlûk) olduğuna ahlâkî fâil olarak insanın varacağı nihâî halin euda-
delalet etmektedir. Bundan dolayı Mâturîdî’ye göre, imonia ya da mutluluk hali olduğunu ileri sürmüş-
bunda onların amellerinin yaratılmasını gösteren bir tür. Onun bakış açısından beşerî yetkinlik ya da in-
delalet söz konusudur. Bu da, Allah’ın, “Allah tövbe sani mükemmeliyet, sırf maddî bir iyi değil, aynı
edenleri sever, temizlenenleri sever”98sözünün içeri- zamanda manevî bir iyi, rûha özgü bir iyiliktir. Sok-
mine benzer. Nitekim tövbe eden ve temizlenen biri, rates’e göre, eudaimonia ya da mutluluk, salt harici
ancak Allah’ın tövbe etmeyi ve temizlenmeyi sev- bir şey olmayıp, aynı zamanda manevî ve derunî bir
mesi dolayısıyla, O’nun tarafından sevilen bir kimse iyidir. O, bu bağlamda eudaimonia ya da mutluluğu

500
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

ahlâkî erdemle ilişkili bir biçimde tanımlar. Sokra- (küfür) konumuna geçtiği için, ceza hikmet gereği-
tes’e göre, mutluluk-erdem münasebeti bağlamında, dir. Dolayısıyla bu durum, nankörlük etme sebebiyle
erdem, eudaimonia’ya götürecek karakter özellikle- ukûbatı ve cezayı gerektirir.
rine karşılık gelecek şekilde ele alındığında, mutlu- Mâturîdî’ye göre, Allah’ın yarattığı, meydana getir-
luğa erişmenin yegâne yoludur. Aquinalı Thomas diği ve inşâ ettiği üzere, hayırlar ve hasenelerle ilgili
açısından ahlâkî hayat, öncelikle insanın özgürce fiil, onun hilkatine, sûretine, oluşumuna ve düzen-
seçilmiş eylemleri hayata geçirmek suretiyle kendi- lenmesine uygun olarak kuldan sadır olur. Bir başka
sini gerçekleştirmesinden, bir bütün olarak tamam-
deyişle, fiil, kuldan, onun üzerine inşa edildiği hilka-
lamasından meydana gelir.101 Thomas’a göre, bu dün-
tin ve sûretin aksine ortaya çıkmaz. Dolayısıyla kul,
yada elde edilebilecek olan mutluluk, sadece erdemli
onunla cezayı hak etmez. Seyyielere gelince, bunlar
bir hayat ile belirlen kısmî bir mutluluktur. İnsanın
hayırlar ve hasenelerin aksine olarak kuldan sâdır
nihâî amacı, yaratılmış iyiler veya dünyevî mutluluk
olur. Dolayısıyla da, bu tür eylemler, cezalandırılmayı
değil, fakat yaratılmamış, mutlak ve sonsuz iyi olarak
gerektirir. Çünkü kul, bu fiilleri hilkatinin ve düzen-
Tanrı, yani bu dünyada geçirilecek erdemli bir hayatı
lenmesinin (takvîm) aksine gerçekleştirmiş ve onları
izleyen âhiret hayatında Tanrı’ya erişmekle belirlenen
hilkat ve düzenlenme yönünün aksine sarf etmiştir.
ebedî saâdettir.102
Bu nedenle, Yüce Allah’ın, “Ben cinleri ve insanları,
İslâm kelâmcıları arasında nesnellik ve öznellik kav- ancak bana kulluk etsinler diye yarattım” (ez-Zâriyât
ramları etrafında tartışma konusu olan ve birbirine sûresi, 51/56) sözüne dayalı olarak kula kötü eylem-
karşıt gibi görünen iki nazariyenin geliştirilmesine ler sebebiyle ukûbat ve ceza gerekir.105
neden olan temel âmil, mutluluğa götüren birer araç
Ahlâk felsefesi tarihi boyunca, insanın eylemleri
değer olarak, genel bir tabirle, iyinin ve kötünün kay-
ve yapıp-ettiklerindeki aklın (pratik aklın) anlamı,
nağının Allah’ın emirlerine ve nehiylerine dayanıp
dayanmaması meselesidir.103Zâten Mâturîdî’nin ah- çoğu kez ve hep yinelenerek mutlulukta; tek ya da
lâk anlayışının özü de, insanın önce bu dünyada kıs- çoklar için mutluluğa ulaşmada görülmüştür. Buna
men, sonra da öbür dünyada ebedî mutluluğu elde göre, insan hayatının felsefe bakımından anlamı ve
edebilmesi bakımından iyi ve kötünün araştırılma- amacı, “eudaemonism” kavramında aranmıştır. As-
sıdır. Çünkü ona göre mükafatlandırılacağını bilen lında her insan, her insan topluluğu mutluluğa ulaş-
ve umut eden insan kötümserlikten uzaklaşıp, mutlu maya çabalar. Akıl sahibi olan insanın, bu amaca
olabilir. Yüce Allah, “Âhiret yurdu korunanlar için aklı sayesinde ulaşabilme olanağı ve üstünlüğü var-
daha hayırlıdır” (el-A‘râf sûresi, 7/169) ile “Kim iyi- dır. Bu görüşe göre, pratik akıl, mutluluğa ulaşmak
lik (bi’l-hasene) getirirse, ona o (getirdiği)nin on katı için, olup bitendeki bağlar ve yasalardan yararlana-
vardır. Kim kötülük (bi’s-seyyi’e) getirirse, sadece onun rak, en doğru olanı bulma yetisidir.106Bir örneğini
dengiyle cezalandırılır, onlar haksızlığa uğratılmazlar” Immanuel Kant’ta gördüğümüz üzere,107 İslâm dü-
(En‘âm sûresi, 6/160) meâlindeki âyetlerle bu hususa şüncesinde de ahlâklılık/ahlâklı olma ve mutlulu-
açıkça dikkat çekmektedir.104Çünkü Mâturîdî, âhi- ğun birleşmesi, insan için “en yüksek iyi” (summum
ret yurdunun, Allah’a şirk koşmaktan ya da Ona bonum)’yi, oluşturur. İmâm Mâturîdî de, ahlâkî fâil
karşı koyma ve isyân etmekten korunanlar ve sakı- olarak insanın varacağı nihâî halin ya da ulaşacağı
nanlar için daha hayırlı olduğunu vurgulamaktadır. amacın, eudaimonia ya da mutluluk hali olduğunu
Mâturîdî’ye göre, iyilikler ve hayırlara yönelik kar- ileri sürer. Temelinde genellikle hazcılık, faydacılık
şılık vermeyi ve ödülü (sevâb) zorunlu kılma, Allah ve erdemlilik öğeleri yatan bu ahlak anlayışında asıl
adına bir tür fadl, lütuf ve ihsandır. Çünkü Allah’ın, amaç, mutluluğa ulaşmaktır. Mâturîdî, dinî bir ah-
her kula inâm ettiği iyiliklerin onun tarafından bir lâk öğretisi ortaya koyduğu için, bu amaç, bu dünyayı
karşılığı ve şükrü vardır. Ancak bu hayırlara yöne- aşan bir boyut taşır. Çünkü onun ahlâkî sisteminde
lik Allah’tan gelen her nimet, yalnıza fadl, ihsan, lü- insanın, bu dünyada mutluluğa ulaşması kısmen ger-
tuf ve cömertlikten ileri gelir; yoksa böylesi lütuf ve çekleşebileceği için, ebedî ve kalıcı mutluluğa, ancak
ihsanlar, karşılık veren kimsenin hayırları getiren öteki dünyada tam anlamıyla erişilebileceği vurgu-
kimseye bire bir karşılık vermesi olarak gerçekleş- lanır. Dolayısıyla ahlâkî kavramları ve değerler man-
mez. Seyyienin karşılığına gelince, fiil, kuldan Al- zumesini bu en yüce mutluluğa göre konumlandırır
lah’ın kendisine bahşettiği nimete nankörlük etme ve anlamlandırır.

501
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Ahlâk anlayışında, insanın bu dünyada amaçsız ve ba- olduğunu ve bir Yaradanı’nın (muhdis) bulunduğunu;
şıboş yaratılmadığı hususuna ağırlık veren Mâturîdî, O’nun ise iyiliklere mükafat ve kötülüklere ceza ile
son tahlilde, mutluluğu konu edinen ve onu insan karşılık vereceğini bilebilir. Bu hususu bilince, O’nun
eyleminin hedefi olarak gören teleolojik görüşü be- gazabından kaçınıp O’nu memnun edecek şeylere yö-
nimser. Buna göre teleolojik (sonuççu) etik açısından nelebilir. Neticede de, mutlu olur (yes‘adu) ve her iki
ahlâkî eylemin değerini belirleyen şey, eylemin üret- dünya şerefine nail olur. O halde insan aklını kullan-
tiği sonuç olmak durumundadır. Gerçekten de teo- mayı ve düşünmeyi terk etmemelidir.110 Anlaşılan o
lojik etik, bir eylemin doğruluğu ya da yanlışlığının, ki, Mâturîdî, insanın sadece düşünmek suretiyle iyiyi,
onun sonucu tarafından belirlendiğini dile getirir.108 kötüyü; bunlara verilecek karşılığı, yani iyiyi yapa-
İnsan yaşamının anlam ve değeri, herhangi bir en nın mükâfatlandırılacağını; neticede her iki dünyada
yüksek amaca ulaşma çabasında belirir. Ahlâkî açı- mutlu olacağını bilebileceğini belirtmekte ve düşünüp
dan bakıldığında, bu en yüksek amaç, aynı zamanda bunları bilmesini ve ona göre davranarak mutlu ol-
en yüksek iyidir. Burada herkesi bağlayan bir en yük- masını tavsiye etmektedir. Böylece Mâturîdî’nin ah-
sek iyinin konumlamayı denemeye rastlanmaktadır. lâk anlayışının özü, insanın önce bu dünya, sonra da
Bir en yüksek iyi inancının temelinde de, insanın en öbür dünya mutluluğunu elde edilebilmesi açısından
yüksek ve en değerli şeye doğru çaba göstermesi ge- iyi ve kötünün mahiyetinin araştırılıp irdelenmesi-
rektiği dürtüsü ve motifi yatmaktadır. Herkesin pra- dir. Çünkü bu dünyada mükâfatlandırılacağını bilen
tikte ulaşmaya çabaladığı anlamında bir en yüksek insan kötümserlikten kurtulup mutlu olabilir. Dola-
iyi olduğu varsayımı, etik araştırmalarının kaçınıl- yısıyla etik düşünce sisteminde ahlâkî değer içerikli
maz koşuludur. Çünkü insanların ilgisi, gerçekten kavramlarını bunu gerçekleştirmeyi amaçlayıp seçer.111
de, farkında olunsun veya olunmasın, hep böyle bir
Mâturîdî’ye göre, dünya kendisi için değil de, kendi-
iyinin gerçekleştirilmesine yöneliktir.109
siyle âhiret yurdu kazanılsın diye var edilmiştir. Dün-
Mâturîdî, amaçsallığı âlemden insana ve hatta onun yadan bir unsur olan her şey, onun sayesinde dâimî
fiillerine varıncaya kadar bütün varlığın özünde ya- ve bâkî olana erişilsin diye geçici ve fânî kılınmıştır.
pısal olarak taşıdıkları bir özellik olarak değerlendir- İnsanoğlu, her elemden nefret eden, umulur ki her-
mektedir. Ona göre, varlığın yapısında içkin olan bu kesin kendisine teşvik ve sevk edildiği, ondan nefret
gayelilik ahiret hayatının varlığı ile yakından ilgili- etmediği tabiatlar üzerine yaratılmıştır.112
dir. İslâm ahlâkçılarında olduğu gibi İmâm Mâturî-
Mâturîdî, “Ve onlar Rab’lerinin yüzünü (rızasını) arzu
dî’ye göre de, ahlâkî eylemin amacının öteki dünyada
ederek (nefsin gücüne giden şeylere) sabrederler; na-
gerçekleşecek olan sonsuz mutluluk olduğu anlaşıl-
mazı kılarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli ve
maktadır. Onun ahlâk görüşü içinde önemli bir yer
açık olarak (hayır yoluna) harcarlar ve kötülüğü iyilikle
tutan sonsuz mutluluğun elde edilmesine katkı sağla-
savarlar. İşte şu yurdun sonucu onlarındır”113 meâlin-
yan âkibet ya da âkibetler (avâkıb) düşüncesi, inanan
deki âyete yorum getirirken, vasıfları sıralanan kim-
bireyin ahlâkî davranışlarına etki ederek, onu olumlu
selerin iyiliklerinin (hasenâtihim) sonucunun (ukbâ/
fiillere ve tasarruflara yönelten zihnî bir unsurdur.
âkibet) cennet yurdu olduğunu belirtmektedir. Ay-
Mâturîdî’ye göre, kişinin mutlu ya da mutsuz olu- rıca, ahlâk açısından yurdun kötü sonucuna (sû’u’d-
şunu belirleyen öncelikle doğrudan kendi eylemleri dâr) da dikkat çekmektedir. Burada Mâturîdî, onla-
ve yapıp etmeleridir. Bu durumda, mutluluk kazanı- rın cennet yurduna çağrıldıklarını ve öteki yurttan
lan bir yetkinlik durumunu göstermektedir. Mâturî- ise sakındırıldıklarını dile getirmektedir. Aslında
dî’nin ahlâk anlayışını çözümlemede ahlâk-mutluluk onlar selam yurduna davet edilmişlerdir. Eğer on-
ilişkisi önemli bir rol oynar. Ahlâkî iyi ve kötünün lar bu davete icabet ederlerse, zikredildiği gibi güzel
hikmet ile olan ilişkisinin pratik sonucu, öteki dün- yurt onların olur ve alçaklık yurdundan sakındırıl-
yada mutlu olma adına burada tefekkür ve nazar fa- mış olurlar. Eğer onlar bundan sakınmazlarsa, on-
aliyeti yoluyla öteki dünyada kişiyi mutlu kılacak lar için kötü ve alçaklık yurdunun kazanılması söz
eylemlere yönelmek ve mutsuzluğu doğuracak dav- konusu olur. Mâturîdî’ye göre, Allah bunu, onların
ranışlardan da uzaklaşmanın sağlanması üzerinde içinde kalışları kötü olduğundan, yurdun kötü so-
odaklanmaktadır. nucu olarak adlandırmıştır. Cennet ehli için dönüş
Mâturîdî’ye göre, insan, aklını kullanır ve düşü- yerlerinin iyiliği, sevâbın iyiliği ve güzel sonucun
nürse, kendisinin sonradan yaratılan (hâdis) bir varlık (husnâ) zikredilmesine karşılık, Cehennem ehli için

502
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

yurdun kötü sonucundan bahsedilmiştir.114Mâturîdî, Yunan filozofu, Platon, Euthyphron adlı diyalogunda,
burada her iki yurttan söz etmek suretiyle ahlâklı- günümüzde “Euthyphron İkilemi” diye bilinen şeyi or-
lığın sergilenmesini, bu dünyasal koşulları aşan bir taya koymuştur: “Bir şey Tanrı istediği için mi iyidir,
yaptırıma bağlamayı amaçlamaktadır. Çünkü böy- yoksa o şeyin bizzat kendisi iyi olduğu için mi Tanrı
lece iyi davranışların sergilenmesi ve kötü davranış- onu istemiştir?” Bu soru, felsefenin en eski ve en önemli
lardan çekinmemizi sağlamak mümkün olacaktır. sorularından biridir. Onu ciddi bir biçimde tartışma
Çünkü ahlâkın en önemli yanlarından biri de, fiil- konusu edinen ilk filozof Platon olmuştur. “Dindar-
lerimizin belli bir amaç doğrultusunda gerçekleşti- lık”, diyor Euthyphro, “Tanrıların gözünde değerli olan
rilmiş olmasıdır. O halde “en yüksek iyi” olarak bu şeydir; dinsizlik ise değersiz olandır.”116 Bu tanımdan
amaç, bizi iyiye teşvik edecek ve kötüden de sakındı- şöyle bir soru çıkıyor Platon’a göre: “Dindarlık veya
racaktır. Mâturîdî’ye göre, insan genel olarak iyilik ve kutsallık, kutsallık olduğu için mi Tanrı tarafından se-
kötülük kategorilerini bilmiş olsa da, dinî ahlâk na- viliyor, yoksa o, tanrı tarafından sevildiği için mi kutsal
zariyesi çerçevesinde öte dünya inancının eylemleri- oluyor?”117 Benzeri bir tartışmanın Platon’un Cumhu-
mizi ifa etmede ya da kaçınmada yönlendirici bir te- riyet adlı eserinde de yer aldığını görmekteyiz.118Pla-
sir icra ettiğini vurgulamaya çalışmaktadır. Böylece ton’un diyaloglarında yer alan bu soru, birçok metafi-
İmâm Mâturîdî’nin, etik düşünce sisteminde ahlâklı zik spekülasyona neden olmuştur. Bu konu üzerinde
olma ya da ahlâklı davranma ile mutluluk arasında duran çağdaş filozoflar, Yunan felsefesindeki dindar-
yakın bir münasebet kurduğuna tanık olmaktayız. lık ve tanrılık (ulûhiyet) kavramlarının anlamlarını
Çünkü, ona göre insanoğlu, gerçek ve ebedî mutlu- ve tarihsel gelişimini bir yana bırakarak soruyu şu şe-
luğa ancak cennet yurduna götürecek yükümlülük- kilde sormaktadırlar: “X, tanrı istediği için mi iyidir,
lere icâbet edip, ona uygun ahlâkî iyilikleri ve hayır- yoksa iyi olduğu için mi Tanrı onu istemektedir?” Bu
ları yerine getirdiği taktirde erişebilir. probleme genel olarak “Euthyphron tartışması” veya
Mâturîdî’de Dinî Ahlâkın Kuruluşu ve “Euthyphron Dilemi” adı verilmektedir. Birçok çağ-
Euthyphron Dilemi daş filozofa göre bu problem, ahlâk felsefesinin ba-
Dinî ahlâkın kuruluşunda, Mâturîdî’nin, “Euthyph- şat problemdir.119O zamandan bu yana çoğu felsefeci
ron Dilemi”nden hareket ettiği izlenimi edinilmekte- ve teolog için olduğu gibi, Platon için de temel var-
dir. Mutezile’de bir şeyin iyiliğinden ötürü Allah’ın sayım, ahlâk ilkelerinin mutlak, ebedî, değişmez ve
onu emrettiği tezine ağırlık verilmektedir. Eş‘arîlik’te anlamlı sayılabilmeleri için bir Tanrı ya da tanrılarla
Allah emrettiği için bir şeyin iyi olduğu savı ön plâna bağlantılı olması gerektiğidir. Sokrates, Euthyphron
çıkmaktadır. Mâturîdîler ise, bu meseleyi biraz daha adlı genç bir adama, Tanrı’nın doğal olarak ve ken-
farklı izah etmektedirler. Çünkü Mâturîdîlere göre, disinin haricinde oluşan ahlâk ilkelerini doğru (kut-
şeriatın gelmediği farz edilse bile, akıl mutlak olarak sal) oldukları için mi benimsediği, yoksa bu ahlâk il-
ihtiyârî ve irâdî fiillerin iyiliğini ve kötülüğünü bilebi- kelerinin Tanrı tarafından yaratıldıkları (sevildikleri)
lir. Ancak onlara göre akıl, bazı fiillerin güzelliğini ve için mi doğru oldukları konusunda bir ikilem bulun-
çirkinliğini zarûrî ve bedîhî olarak kavramasına kar- duğunu göstermeye çalışmaktadır. Çünkü Sokrates’e
şın, diğer bazı fiillerin güzelliğini ve çirkinliğini de- göre iki seçenek birden düşünülemez.120Felsefe ve te-
rinlemesine düşünme (nazar) ve akıl yürütme sonu- oloji tarihinde “Euthyphro Dilemi”nin her iki alter-
cunda kavrar. Başka bir grup fiili ise, insanoğlunun natifi de birçok savunucu bulmuş ve bunun sonucu
kavrayışına gizli ve kapalı olması, yani mümkün sa- olarak zaman zaman şiddetli tartışmalar ortaya çık-
hasına girmesi dolayısıyla şeriatın beyanı, açıklaması mıştır. Hangisi seçilirse seçilsin, teologlar ve din fi-
ve netleştirmesi sayesinde bilir.115 Mâturîdî’de ahlâk lozofları bu paradigmaya dayanarak Tanrı’yı ahlâkî
sahasında aklın fonksiyonelliği ve sürekli olarak ça- sürecin bir parçası haline getirmişlerdir. Çünkü on-
lıştırılması (isti‘mâlü’l-fikr) büyük bir önem taşır. lara göre, Tanrı sadece bilgi ve varlığın değil, aynı
Tanrı hakkındaki bilgimizden, yani teolojiden hare- zamanda değerin de kaynağı olarak tasavvur edilir.
ket ederek Tanrı-ahlâk münasebetini açıklamaya ça- İslâm dünyasında Eş‘arî ve onun izinden giden kelâm-
lışmanın tarihi, ahlâk teolojisindekine nazaran çok cılar “Euthyphron Dilemi”nin birinci alternatifini
daha gerilere, hatta felsefenin ilk dönemlerine kadar seçmiş ve “X, Tanrı istediği için iyidir” görüşünü sa-
uzanmaktadır. Ahlâkı teolojiye dayandırma çabaları vunmuşlardır. Bu görüş, iyi ve kötü kavramlarını
Kant’tan sonra da devam etmiştir. Tanrı’nın buyruk ve yasaklarına göre tanımlıyor ve

503
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

objektif bir değer teorisini kabul etmenin ilâhî gücü Platon, söz konusu Dilem’i kesin bir çözüme götür-
sınırlandırmak anlamına geleceğini öne sürmektey- memekle beraber ikinci alternatifi seçiyor ve “Din-
di.121Öte yandan Mu‘tezile mezhebine bağlı olan İs- darlık iyi olduğu için Tanrı ona değer veriyor ve onu
lâm düşünürleri, genellikle iyi ve kötüyü şeylerin tabi- beğeniyor” diye söylüyordu. Skolastik devir düşü-
atına atfediyorlar ve insan aklının vahiyden bağımsız nürleri, Platon’un bu sonucu ve çıkarımını kabul et-
olarak ahlâk ilkelerinin bilgisine sahip olabileceğini mek istemediler; çünkü onlara göre böyle bir görüş,
kabul ediyorlardı. Modern terminoloji ile ifade ede- vahyin epistemolojik üstünlüğüne gölge düşürmek-
cek olursak, Eş‘arî okulu teistik bir sübjektivizmi sa- teydi. Öte yandan Thomas Aquinas ve onun açtığı iz-
vunurken, Mu‘tezile ise akılcı ve objektif bir ahlâk den yürüyen Hıristiyan düşünürler, insanın vahiyden
teorisini geliştirmeye çalışıyordu.122Eş‘arî okuluna bağımsız olarak neyin iyi neyin kötü olduğunu bi-
göre bir şeye iyiliğini ya da kötülüğünü kazandıran lebileceğini öne sürüyor ve “tabiî hukuk” kavramını
Allah’ın emir ve yasaklarıdır. Mu‘tezile ise, iyilik ve geliştirecek görüşlerine güç kazandırmaya çalışıyor-
kötülük kategorilerinin yetkin akılla kavranabileceği lardı. Thomist geleneğe bağlı olanlar, ahlâkî ilkele-
görüşünü savunmaktaydı. Bu noktada Mâturî ekolü- rin gerçek kaynağı olarak Tanrı’yı görmekle beraber
nün de objektif bir değer teorisi geliştirdiğini ve bazı insanın, bu ilkeleri kendi sağlam aklıyla bilebilece-
ahlâkî hakikatlerin aklen kavranabileceğini ileri sür- ğine inanmaktadırlar. Bu görüşün, bugün belki de
düğünü söylememiz mümkündür. İmâm Mâturîdî’ye en çok tasvip gören, savunulan ve geliştirilmek iste-
göre de, Mu‘tezilî ahlâk sisteminde olduğu gibi, aklen nen bir görüş olarak karşımıza çıkmakta olduğunu
kavranabilen şeylerde iyilik ve kötülük emir ve ne- söylemek mümkündür.125
hiyle zorunlu kılınmaz; emir ve nehiylerle genel ola- Aquina’lı Thomas’ta yasanın birkaç türü vardır: Bun-
rak iyilik ve kötülüğe delâlet edilir. Vâciplerin gü- lardan birincisi, On Emir türünden, Tanrı’nın, in-
zelliği ve haramların çirkinliği akılda yerleşik halde sanları gerçek veya nihai amaçlarına yönelten aleni
bulunduğundan dolayı, Yüce Allah’ı bilme zorun- ve açık buyruklarından meydana gelen ilahi yasadır.
luluğu (vucûb) ve buna bağlı olan gerekliliklere nis- Buna mukabil ikincisi, doğru eylemin akıl tarafın-
petle akla işaret edilmiştir. Güzelliği ya da çirkin- dan keşfedilen genel ilkelerinden oluşan doğal yasa-
liğinin geçersizleşme olasılığı bulunmayan şeylerin dır. Deneyim üzerinde düşünen aklın zaman içinde
hükmünün kaldırılması (nesh) mümkün değildir.123 neyin insanı gerçekleştirip tamamladığını öğrendi-
Burada Mâtûrîdî’nin etik düşüncesinde ahlâkî değer- ğini dile getiren Aquinalı’ya göre, doğal yasanın ge-
ler alanında değişme ve neshin, yani değerlerin ter- nel ilkeleri; belirlenmiş insan doğasının bütün insan-
sine çevrilmesinin söz konusu olamayacağına vurgu lar tarafından paylaşılması dolayısıyla, herkes için ve
yapılmaktadır. tüm zamanlar boyunca geçerli olur. Söz konusu do-
Hıristiyan dünyasında “Euthyphron tartışması” adı ve- ğal yasa, bir anlamda İlâhî ya da evrensel ahlak ya-
rilen problem ile, İslâm dünyasında fakîh ve kelâm- sasını tamamlayan bir yasadır. Zira o, esas itibariyle
cıların “husün ve kubuh meselesi” adını verdikleri doğru ve yanlışın temelleriyle ilgili bir teori olarak
problem temelde aynı görünmektedir.124“Euthyphron ortaya çıkar.
tartışması” veya “husün ve kubuh meselesi”ne verilen Ahlâksal yasa öğretisi Thomasçı dizgede önemli bir
cevaplara göre, ahlâk felsefesi tarihinde, prensip ola- rol oynamaktadır. Bu öğretiyle göre, insan davranışı
rak dinle temellenen farklı ahlâk kuramları ortaya doğrudan doğruya bilinççe belirlenir. Ancak bu bi-
çıkmıştır. Şu halde bu gibi tartışmaların, Ortaçağ linç, doğal adaletin, yani, insan doğasının kendinde
Hıristiyan dünyasında da yer aldığına tanık olmak- bulunan içkin ahlâksal yasaların anlatımından başka
tayız. William of Ocham ve Protestan reformcuların bir şey değildir. Sözgelimi, buna dayanarak ahlâk-
bir kısmı Eş‘arî’nin tutumuna benzeyen bir tutum sal yasa zinayı yasaklamaktadır, çünkü insan doğası
içinde bulunmuşlardır. Onlara göre de, iyi ve kötü (ruhsal-fiziksel) evliliğin birliğini gerektirmektedir.
hakkındaki bilgimizin kaynağı vahiydir. Onlar, Ka- Doğal yasa, olumlu (pozitif) yasada uygulanmasını
tolik Kilisesi’nin felsefî teolojisine karşı çıkıyor ve bu olduğu kadar aydınlanmasını da bulmaktadır. Do-
teolojinin Îsâ’nın saf öğretilerini bozduğunu iddia ğal yasanın kendisi, dünyanın yapısının temeli olan
ediyorlardı. Protestan düşünürler, “aslî günah” kav- bengi (ebedî) yasanın, tanrısal planın bir anlatımıdır.
ramına büyük önem veriyorlar ve kurtuluşu kayıtsız Bununla birlikte Thomasçı öğretiyi, ahlâksal düzenin
şartsız Îsâ’ya bağlanmada görüyorlardı. yüce temelinin Tanrı’nın istencine dayandığı yönünde

504
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

anlamamak gerekir. Tanrı’nın kendisi bile, temel ah- olunduğundan dolayı da güzeldir. Yani hem zâtında
lâksal yasaları değiştiremez, çünkü ahlâksal yasa- güzel, hem de emr olunduğundan dolayı güzel ve iyi-
lar onun istencine değil, varlığına dayanmaktadır.126 dir.128 Mâturîdî’nin ahlâkî düşünce sisteminde, emir
Aquina’lı Thomas, ahlaklılığı insan doğasından ha- ve nehiy ahlâkî manada bir şeyin iyiliğini ya da kö-
reketle ifade edip, doğru eylem ve erdemleri de insan tülüğünü gösterir; yoksa iyilik ve kötülüğü zorunlu
doğasına nesnel bir biçimde uygun düşen eylemler kılmaz. Zaten akıl, din gelmeden önce, başta iman
olarak tanımlar. Söz konusu anlayışa göre, doğru ve ve nimet verene şükretme olmak üzere birçok değeri
yanlış arasındaki farklılığı, insan akıl yoluyla ve de- kavrayabilecek bir şekilde dizayn edilmiştir. Sözge-
neyim üzerine düşünmek suretiyle keşfedebilir. İnsanı limi, Allah’a ve sıfatlarına iman ile O’nun nimetle-
veya insan doğasını sadece rasyonel bir düzeyde ele rine şükretme, özünden dolayı iyidir ve bu değerle-
almak yerine, ona doğaüstü bir boyut ekleyen Tho- rin hükmünün hiçbir sûrette geçersizleşme ve askıya
mas’ta, doğru ve yanlışın doğal yasaya dayalı bilgi- alınma ihtimali yoktur.
sini, doğal erdemlerin dinî erdemlerle tamamlan- Görüldüğü kadarıyla, Mu‘tezile’nin akla verdiği mer-
masına benzer şekilde, Hıristiyan vahyi tamamlar.127 tebeyi Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat’ın ve bu arada Eş‘arî-
Aquina’lı Thomas, toplumların doğal yasayı tamamla- lerin vermediği anlaşılmaktadır. Eş‘arîlik, aklı sadece
idrâkin ve anlamanın bir aracı olarak görmekte ve
yıp güçlendirmek üzere yasalar yapmalarının kaçınıl-
vahyi her bilginin kaynağı kabul etmektedir. Nite-
maz olduğu tezini savunur. Aquinalı Thomas’a göre,
kim akıl, bir şeyi iyi ve fenâ yapmada herhangi bir
sonradan kaleme alınan bir yasanın, doğal yasa veya
bilgiye sahip değildir, bir şeyin iyiliği ve kötülüğü ko-
ilahî yasayla çelişmesi durumunda, hiçbir hükmü ve
nusunda hüküm veremez. Şeriatın verdiği hükmü,
bağlayıcı gücü olmaz. Thomas, ahlâk yasası da dahil
sadece idrâk edip anlar. Ayrıca, kullara lütuf ve ya-
olmak üzere, bütün yasaların, ilâhî yasanın, yani bü-
rar sağlama yönünden Allah’a hiçbir mecbûriyet ve
tün bir yaratılmış varlık alanını yöneten Tanrı’nın dü-
gereklilik yoktur.129 Şu halde Eş‘arî ve arkadaşlarının
zenleyici hikmetinin bir parçası olduğunu savunur.
görüşüne göre, Allah her şeyin yaratıcısıdır; Allah’ın
Bu düşünce sisteminin, Tanrı’nın evrene ait düzen-
iradesinin gerektirdiğinin dışında husün, kubuh, ha-
leyici hikmeti açısından Mâturîdî’nin düşünce yapı-
yır ve şerr diye bir değerden söz edlemez. Eş‘arîliğe
sına benzediği görülmektedir. Çünkü Mâturîdî, âle-
göre, ezelî ahlâkî hakikatlerin insan aklına veya eş-
min yaratımını ve ona yönelik İlâhî planı, hikmet,
yanın varlığına bağlı olduğunu zannetmek gerekmez.
adalet ve lütuf kavramlarıyla ilişkilendirerek açık-
Zâten bu doğru değildir; fakat bunlar, ancak İlâhî ira-
lamaya çalışır. Burada anlamsızlığa, sefehe ve gelişi-
deye bağlı olup, ona istinat ederler.
güzelliğe yer yoktur; her şeyi yerli yerine koyma ve
isabet etme vardır. Mâturîdî’de Teolojik Ahlâkın İşlevi ve Bağlayıcılığı
Mu‘tezile, aklı hâkim yapıp onu şer‘î hükümler sa- Mâturîdî’nin ahlâk anlayışı, iman temelinde inşa edi-
hasında husün ve kubuhun ayırt edicisi haline koy- lir. Dolayısıyla imânın, dünya hayatında ahlâkî davra-
duğu halde, Eş‘arîlik Allah’ı hüküm sahibi hâkim nışlar ve doğru eylemlerin gerçekleştirilmesi üzerin-
kabul etmekteydi. Bu Eş‘arîlik ekolü bir şeyin iyi ve deki etkisi çok büyüktür. Nitekim imanın amelden
fenâ yapılışında aklın gücünü kabul etmemektedir. ayrı tutulması Kur’ân açısından kesinlikle savunula-
Ehl-i Sünnet’ten olan Hanefîler bu konuda Mu‘tezile maz ve saçma bir tutumdur. Kur’ân, imandan ya da
ile Eş‘ariyye arasında orta bir yol tutmuştur. Onlar, sıklıkla müminlerden bahsettiğinde, iman ile ameli
akıl, şeriat gelmeden önce bazı şeylerin iyiliğini ve devamlı birlikte anmaktadır. Gerçek iyi ameller, iman-
fenâlığını bilme yetkisine sahip demişler, fakat aklı dan kaynaklanmalıdır; temeli imanda olmayan amel-
hâkim rolüne çıkarmamışlardır. Bu konuda tek hâ- ler, davranışlar ve tasarruflar bir hiçtir; aslında hiç-
kim Allah’tır, demişlerdir. Bütün emirlerde, emr ten de kötüdür, zira onlar insan dinî-ahlâkî hayatı
olunmuş olmakla sabit olan başka bir güzellik (hu- için aşikâr bir biçimde zararlıdırlar.130
sun) vardır, fakat bu, emir gelmeden önceki mev- Mâturîdî’de dinî ahlâkın işlevi ve bağlayıcılığı önemli
cut güzelliğe aykırı değildir. İman, bizzât kendinde bir yer tutar. Gerçekten Mâturîdî tarafından geliştiri-
mevcut güzellikle güzeldir, iyidir. Akıl onun mahiye- len bu dinî ahlâkın insan ruhunu tatmin edecek özel-
tine baktığı zaman, Allah’ın Tevhidiyle birlikte O’na liklere sahip olduğu görülmektedir. Çünkü bu teolojik
şükrün ve O’nu tasdik etmenin güzel olduğunu ye- ahlâk özünde dünyasal koşulları aşan bir boyut ta-
rinde bulur. Bu aynı zamanda emrolunmuştur. Emr şımaktadır. Yaptırım gücü yüksek ve caydırıcı etkisi

505
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

büyük bir mahiyete sahiptir. Bu noktada Mâturîdî ve rezîletin de cezalandırılması lâzımdır. Oysa fazile-
düşüncede dini ahlâkın işlevselliği büyük bir ehem- tin mükâfat görmesi ve rezîletin de cezalandırılması,
miyet arz etmektedir. Bu ahlâkta kınama, yerme ve birtakım maddî koşullara ve nedenlere bağlı olarak
övmenin yanında ödül, ceza, umut, korku, cennet ve yaşadığımız bu dünyada tam anlamıyla gerçekleşeme-
cehennem motiflerine de özenle yer verildiğini gör- miş ve gerçekleşemeyecektir. Bunlar başka bir dün-
mekteyiz. Böyle bir ahlâkî sistemde sözgelimi, yalan yada, ahiret âleminde tam ve kesin olarak gerçekleşe-
söylemek ahlâken kötüdür; aynı zamanda yalan söy- cektir. Müminler, bir âhiret gününe ve öte dünyaya,
lemek dinen günahtır da. Olumsuz ve yergiye değer burada iyi ve kötülerin hesaplarının eksiksiz görüle-
bir davranışa kötülük ve günah açısından birlikte ba- ceğine ve ona göre de cezalandırılacaklarına inanır-
kılması, dinî ahlakı diğer ahlâk kuramlarından ayırt lar. Şu halde asıl ve gerçek yaptırımları dinî ve İlâhî
eden en temel unsurdur. olarak kabul etmek lâzımdır. Zâten dinî ahlâk da bu
Ahlâkta yaptırım (müeyyide), ahlâkî bir vazîfenin esası kabul etmiştir.132
yapılmasından doğan mükâfat veya yapılmamasın- Kur’ân’daki ahlâkî emirler, hem dünya, hem de ahi-
dan doğan mücâzattır. İnsan, bir eylem ve muamele reti ilgilendiren yönleriyle ve bunların getirecekleri
sonunda sorumlu olur. Fakat bu sorumluluğun na- sonuçlar belirtilerek gösterilmiştir. Bu emirler sadece
sıl, ne şekilde ve hangi vasıta ile olacağı da yaptırım kategorik değil, fertlerin ve insanların hayrına olarak
kavramını meydana getirir. Ahlâkî hareketlerde yap- âlemde bir düzen kurmayı amaç bilir. Kur’ân’da bir-
tırım zorunludur. Yükümlülük olunca, ister istemez çok yerde ahlâkı fesâda uğramış, putlara tapan ve Al-
sorumluluk ve yaptırım da beraberinde gelir. Aklın lah’ı inkâr eden kavimlerin helâklerini ve onlarına ba-
istediği mutlak hayır, şu veya bu kabiliyetlerimizin şına gelen felâketleri anlatan kıssalar vardır. Bunların
tatmini olmayıp, belki bütün varlığımızın hayrıyla hepsi, insanlara bir ibret ve ders misali olmak ve ah-
ilgilidir. Çünkü insan yalnız akla değil, duyarlığa da lâkî bir yaptırım niteliği taşımak bakımından önem-
sahiptir. Yalnız duyguların ve duyarlığın tatminiyle lidir. Çünkü Kur’ân’daki kıssalar ve meseller, geçmiş
aklı feda etmek de mümkün değildir. Belki akıl ve du- ümmetlerin maruz kaldıkları helakleri ve uğradıkları
yarlık arasında bir ahenk kurulmak suretiyle fazîlet felaketleri anlatmak suretiyle insanoğluna âkıbetleri
ve saâdetin birleştirilmesi lâzımdır. Bu yüzden fazî- hakkında bir uyarı, hatırlatma ve öğüt verme amacı
letin mükâfat görmesi, fenâlıkların ve rezîletlerin de taşırlar ve böylece toplumlarda onları esenliğe kavuş-
ceza görmesi yaptırımları gerektiren başlıca sebeptir.131 turacak belli bir hayat tarzının yerleşmesine ve kök-
Genel olarak ahlâkî yaptırım, koruyacağı kanuna göre, leşmesine kolaylık sağlarlar.133
ya bir vasıta ya da bir amaç olabilir. Ahlâkî yaptırım Dinî ve ilâhî yaptırımlar arasında ölümden sonra
bir amaçtır; çünkü fazîlet ile saâdet arasındaki den- ahiret gününe ait yaptırımlar vardır. Bunlar ara-
geyi kurmak ve adaleti gerçekleştirmek için ahlâkî sında inananlar tarafından en çok bilineni cennet
kanunun zorunlu bir parçasıdır. Ahlâkî yaptırım bir ve cehennemdir. Cennet ve cehennemde uygulana-
vasıtadır; çünkü mükâfat kazanmak ümidi ve ceza cak yaptırımlar, bedenî (cismânî) ve manevî olarak
görmek korkusu ile ahlâkî kanuna saygıyı sağlamak iki türlüdür. Kur’ân, cennette müminlere ölümsüz-
ister. Ahlâkî yaptırımlar ile hukukî ve medenî yaptı- lük vaat ettiği gibi her türlü rahatsızlıklar ve fenâlık-
rımlar arasındaki fark da buradan doğar. Ahlâkî yap- lardan kurtulacağını da vaat eder. Orada müminlere
tırım, yalnız kanuna saygıyı sağlayan bir vasıta değil, rahatsızlıklarından uzak, tam bir sükûn ve istirahat
onun uygulanmasında yardımcı olan dış bir garanti- sağlanmıştır. Bu nitelikleriyle cennet bir kurtuluş yur-
dir. Bu bakımdan ahlâkî yaptırım, onun korunma- dudur. Cehennem ise imansız ve kâfir olanların ce-
sından veya bozulmasından doğan zorunlu veya tabiî zalandırılacakları korkunç bir yerdir. Cehennemin
bir sonuçtur. Yaptırımların bir de cezâî niteliği vardır en büyük azabı, yalnız ateşte yanmak değil, manevî
ki, ahlâkî hayat üzerinde önemli tesirler yapar. Azap azaptır. Allah’a inanan her mümin için ebedî bir ha-
ve mücâzatın ilk ve esaslı amacı, fenâ bir hareketin yat, eksiksiz huzur ve saâdet, en büyük bir mükâfat-
sonunda bozulan mutlak düzen veya İlâhî nizamın tır, en büyük bir yaptırımdır. Kısa süren insan ömrü
onarılmasıdır. Gerçekte sonsuz derecede hakîm, âdil, içinde bu mükâfata lâyık olmak için dinin emrettiği
iyi ve kudretli bir Allah varsa, aklımızın kanunları ahlâkî vazifeleri yapmak, ahlâklı ve iyi bir insan ol-
objektif bir değer taşıyorsa, eğer adalet ve ahlâk boş mak için yeterlidir. Dinin emrettiği bu kurallar, hem
sözlerden ibaret kalmıyorsa, fazîletin mükâfat görmesi dünya, hem de âhiret için gerçek kurtuluş yoludur,

506
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

kısa bir yolda az zahmetli bir yaşayıştan sonra kaza- mümkinâtı belirlemesinin önündeki engelleri kaldır-
nılan büyük bir nimete vesile olmaktadır.134 mak, insanı arzu ve isteklerinin esiri olmaktan kur-
Mâturîdî’ye göre, ilâhî va‘ad ve vaîd insanoğlunu tarıp hak yolda ilerleme çabasına destek ve yardımcı
özendirme ve sakındırmaya matûftur. Zira bu yön- olmak için gönderilmiştir.137 Böylece Mâturîdî, dü-
tem olmasa, emri yerine getirmenin sağlayacağı ya- nua hayatında insanoğluna peygamber gönderme-
rarla ona karşı çıkmanın doğuracağı zarar ortadan nin amacı ve işlevini ortaya koymaya çalışmaktadır.
kalkar ve yaratıklara ait davranışların bir manası İmâm Mâturîdî’ye göre, insan temel ahlâk ilkelerini
kalmazdı. İtâat edene yönelecek bir yarar, karşı çı- akıl ile belirleyebilmektedir. Ancak Allah, akıl ile be-
kana da dokunacak bir zarar söz konusu olmayınca, lirlenen bu ahlâk ilkelerini emrederek, yerine geti-
emirle nehyin de bir anlamı kalmaz; çünkü bunla- renlere sevâp va‘d etmek, yerine getirmeyenleri ceza
rın her ikisi de, çıkaranlarının faydasına değildir. Bu (va‘îd) ile korkutmak sûretiyle, bu ilkelerin eyleme
yüzden va‘d ve vaîd hikmet açısından gerekli olmuş- geçirilmesini ve pratize edilmesini kolaylaştırmakta-
tur. Ayrıca, emir ve nehiy yönteminde nefsi itâate zor- dır. Akıl ile belirlenen iyilik ve kötülüklerin, vahiyle
lama ve insan tabiatını hoşlanmadığı erdemlere sevk emir ve yasak şeklinde buyurulmasında, insanı nef-
etme faktörü de vardır. Nefis, insan tabiatının hoş- siyle mücadele etmeye teşvik etmek ve onu nefsinin
lanmadığı şeylerden kaçar. Bu nedenle de, bir imti- istemeyip uzaklaştığı şeye yöneltmek ve sevk etmek
han dünyasında yaşayan insan nefsini yenmeye, onu söz konusudur. İnsan, nefsiyle giriştiği mücâdeleyi
istediği ve emrolunduğu yöne çevirmeye, va‘d ve vaîd kazanmak ve yapması gereken görevlerini gerçek-
ilkesini hatırlamaktan başka bir yol bulamaz. Niha- leştirmek hususunda sevap (va‘d) ve ceza (va‘îd)dan
yet va‘d ve vaid ilkesini benimseyen mükellef için er- başka bir yardımcı bulamaz.138Böylece Mâturîdî’nin
demlilik yolunda nefsin arzu ettiği şeyden uzak dur- etik kuramında, ahlâkî alanda sevâp ve cezanın, iyi-
mak ve büyük güçlüklere göğüs germek önemli bir likleri yapmaya teşvik (terğîb) ve kötülükleri yapanı
problem teşkil etmez.135 korkutmak (terhîb) için sistemin temel unsurları ve
Mâturîdî’yen göre, insan türü, öyle bir yaratılışa sa- motifleri haline getirildiği anlaşılmaktadır.
hip kılınmıştır ki, sonucunun yararı umulmayan veya Mâturîdî mezhebine mensûp bir kelâmcı olan Ebû’l-
zararından sakınılmayan bir fiili işlemeyi manasız Yüsr Muhammed el-Pezdevî’ye göre, peygamber gön-
bulur. Şu halde, yarar-zarar ilkesi onun davranışla- dermeyi kabul etmeyenlerin aklın bu hususta tek başına
rıyla daima irtibatlandırılmalıdır. Bu da va‘d ve vaîd yeterli olduğunu iddia etmeleri yerinde bir davranış
yönteminin sağlayacağı bir şeydir. Eğer durum böyle değildir. Halbuki gerçek böyle değildir. Akıl ibadet-
olmasaydı, Allah’ın düşmanıyla dostunun âkıbetleri lerin keyfiyetini ve miktarlarını bilip gösteremez. Kul
eşit düzeyde bulunurdu. Bu iki tip insan, seçenek ve ise, Mevlâsına hizmete muhtaçtır. Aynı şekilde akıl
tercihleri açısından farklı olduğuna göre âkıbetleri- zulümlerde, hâdiselerde ve cezalarda şer‘î ahkâmı
nin de eşit olmaması gerekir.136Böylece Mâturîdî’de gösteremez. Akıl kulları koruma, zâlimleri zulüm-
yarar-zarar ilkesinin, insan türünün yapıp etmeleri den men etmede bir şey yapamaz. O halde insanları
ve davranışlarıyla bağlantısının kurulup bu bağlan- idare eden bir yol göstericiye, seyise ihtiyaç vardır.
tının izahında âkıbet düşüncesinin önemli bir yer Bu rehber insanları idare etmede cezalara muktedir
tuttuğunu görmekteyiz. Çünkü Mâturîdî’nin ahlâkî olur ki, akılla söz konusu cezaların miktarı bilinemez.
düşünce sisteminde âkıbet kavramı ya da akıbetler Bunun için düşünürler cezaların, tedbirlerin miktarı
anlayışını içeren örneklere sıkça tesadüf edilmektedir. konusunda anlaşmazlığa düşmüşlerdir. İnsanlar tek
Aklî yeteneklerin mahdut olması yüzünden, pey- edilmiş ve akılları üzere bırakılmış olsa, kul olmak-
gamber göndermede kulların işini kolaylaştırıp ha- tan çıkarlar, onlardan kulluk alâmeti kalkar. Öyleyse
fifletme faktörü vardır; bu ise kullar için büyük ni- insanlar hakkında Allah tarafından, kulluklarını gös-
metler statüsünde yer almaktadır. Çünkü peygamber terebilmeleri için, emirler, cezalar, yasaklar ve ibadet-
göndermede, hatırlatma, insanları uyarma ve yanlış lerin bildirilmesi gereklidir. O halde peygamber gön-
yola dikkat çekme yararları söz konusudur. Peygam- derme aklen güzel bir şeydir.139
berler, dinin değişmeyen unsurlarını aynen aktar- Mâturîdî’ye göre, Allah, elçilerini âkıbet hakkında
mak ve teyit etmek, ceza ve mükâfatı (âhireti) hatır- kendisine itâat eden kimseyi müjdeleme ve kendi-
latmak, aşağı arzulardan ve gayr-i meşru zevklerden sine isyan eden kimseyi ise uyarma (inzâr) ile gön-
uzak kalmayı salık vermek ve insan aklının şeriatı/ derdiğini haber vermektedir. İşte bu, âkıbete sahip

507
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

bulunmayan her işin abes ve hikmetsiz olduğunun Ahlâkî düzenin korunması için ne laik ahlâkın yasa
bilinmesine yönelik olarak gerçekleşir. İnsanlar, elçi- ve yaptırımları, ne de erdemin güzelliğiyle gereklili-
lerin kendilerini çağırdıkları mesajı yerine getirmeye, ğinin açıklanması yeterli olur. İlâhî lütfun yardımıyla
ancak kendisinin âkıbeti bulunan bir işten ötürü ça- aklın aydınlatılması, iradenin ve vicdanın yönlendi-
lışırlar. Zira herkesin aklında âkıbeti bulunmayan her rilmesi ve insan zayıflığının güçlendirilmesi için ah-
işin hikmetsiz olduğu gerçeği yerleşik halde bulunur.140 lâkta dinî (manevî) bir otoriteye gerek vardır.144
Mâturîdînin etik anlayışında, ahlâk alanında gelen Sonuçta, Mâturîdî’nin ahlâk sisteminde, peygamber
vahyin fonksiyonu, aklın tespit ettiği ilkeleri doğru- göndermede kulların işini kolaylaştırıp hafifletme
lamak ve bu ilkelerin soysal hayata geçirilmesini teş- faktörü vardır, bu ise büyük nimetler statüsünde yer
vik etmek ve kolaylaştırmaktır. Yani akıl ile kavranan almaktadır. Mâturîdî’ye göre, bir de hayatı düzen-
iyilik, fayda, doğru sözlülük, nimet verene şükretmek, leyen akılların birçok meşguliyetlerinin bulunması
hikmet ile kötülük, zarar, sefeh, yalan, nankörlük gibi yanında, onların sağlam bir şekilde iş görmesini ör-
birtakım evrensel ahlâk ilkelerinin gerçekleştirilmesi ten nefsânî arzuların olumsuz etkileri vardır. Böy-
ya da gerçekleştirilmesi, yaptırım gücünü ve caydı- lece akıl bu olumsuz etkiler nedeniyle tutulabilir ve
rıcı etkisini vahiyden almaktadır. doğru hükümler veremez. Bu realite karşısında pey-
Aquinalı Thomas’ta insan, doğru olanı yaptığı za- gamber gönderilmesi, insanlara yönelik bir yardım
man, hakiki doğasına gerçekten uygun olanı, ken- ve yol gösterme fonksiyonu oynar, bu da akılların ya-
dine yakışanı yapmış olur. Tanrı tarafından âhiret ratılıştan temayül göstereceği bir husustur. Yine pey-
hayatında iyi ve ahlâkî eylemlerle geçirilmiş bir ha- gamber göndermede hatırlatma, insanları uyarma ve
yata verilecek ödül, insanın kayıtsız kalabileceği veya yanlış yola dikkat çekme gibi birtakım faydalar var-
her nasılsa yaptığı eylemlere verilen bir ödül olmaz. dır.145İmâm Mâturîdî, insan genel olarak iyilik ve kö-
Zira bunlar, insanın çıkarına olan, gerçek doğasına tülük kategorilerini aklen bilmiş olsa da, dinî ahlak
uygun düşen, onu bir şekilde tamamlayan eylemler nazariyesi çerçevesinde öte dünya inancının eylemle-
olmak durumundadırlar. Yani Thomas’a göre, âhi- rimizi ifa etme ve uygulamaya sokma ya da onları iş-
ret hayatında görülecek ödül ve ceza, insanların ha- lemekten kaçınmada yönlendirici ve caydırıcı bir tesir
yata geçirmenin çıkarlarına olduğu, kendisine uyma icra ettiğini vurgulamaya çalışmaktadır. Sözgelimi,
noktasında sağlam gerekçelerinin bulunduğu ilâhî ona göre, nimete teşekkür etmek aklen zorunludur.
ahlâk yasasını güçlendirip desteklemeye yarar. Bu- Fakat Yüce Yaratıcı, emir ve nehiy yoluyla söz konusu
rada Aquinas, ödül ve cezanın ilâhî ahlâk yasasını teşekkürün yerine getirilmesini talep etmiştir. Böy-
güçlendirme ve destekleme işlevine parmak bastığı lece Allah özendirme ve sakındırmasında (va‘d) ve
görülmektedir.141 va‘îd) kendisinin yüceltilmesine teşvik ve hafife alın-
masından uzaklaştırma hikmetine yer vermiştir.146
Mâturîdî’tye göre, “Allah O’dur ki size, geceyi, içinde
istirâhat etmeniz için (serin ve karanlık); gündüzü de Mâturîdî’de Dinî Ahlâkın Teolojik Sonuçları:
(işinizi) görmeniz için aydınlık yaptı. Allah O’dur ki Nesnellik, Mutlaklık ve Görecelik Kavramlarına
size, geceyi, içinde nefisleriniz ve bedenleriniz istirâ- Özel Atıfla Bir Çözümleme
hat etmeniz / rahat etmeniz için (serin ve karanlık); İslâm kelâmında Mâturîdî’nin dinî ahlâkı, diğer dinî
gündüzü de (işinizi), maîşetinizi ve muhtaç olduğu- ahlâklarla mukayese edildiğinde, onlar karşısında
nuz şeyleri görmeniz için aydınlık yaptı. Şüphesiz Al- bu kuramın üstünlüğünü ve ayrıcalığını göstermek
lah, insanlara lûtufkârdır; fakat insanların çoğu şük- mümkündür. Çünkü Mâturîdî, değer içerikli kav-
retmezler”142içerikli âyet, Allah’ın onlara, kendilerine ramlara ahlâkî sisteminde daha geniş bir biçimde
in‘âm ettiği ve buna karşılık O’na şükrün yerine geti- yer vermiştir. Reziletler ve faziletleri örneklere baş-
rilmesini istediği nimetlerini hatırlatmaktadır. Mâturî- vurmak sûretiyle daha ayrıntılı olarak işlemiştir. Bu
dî’ye göre, Allah’ın, “Şüphesiz Allah, insanlara lütuf- da, kelâmî düşünce geleneğinde ahlâk mevzûunun
kârdır”, mealindeki sözü, bunların hepsinin O’ndan daha anlaşılır hale gelişini sağlamıştır. Bu ahlak, iki
bir fazl, iyilik, ihsan ve rahmet eseri olduğunu haber hususu, özellikle nesneler dünyası ve insan fiillerine
vermektedir, yoksa bunlar, O’nun tarafından, ka- ait değerler alanını daha iyi açıklamaktadır. Bu ah-
zanılmış bir hak etme (istihkâk) ile elde edilmez.143 lâkın merkezini nesnelci bakış açısı oluşturmakta-
Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”de Tanrı mevcut dır; fakat Mâturîdî’nin ahlâk kuramını mutlaklık ve
olmadığında, her şeyin mubah olacağını öne sürer. görelilik kavramlarına da başvurmak sûreti, beşerî

508
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

düzlemde ahlâk meselesini çeşitli örnekler yoluyla Yönler ve cihetler kuramıyla hem Mu‘tezilî Abdülec-
müphemlik ve muğlaklıktan kurtarmaya çalıştığına cebâr’ın etik düşüncesine149 hem de en-Nesefî, el-Pez-
tanık olmaktayız. devî gibi daha sonraki Mâturîdî kelâm âlimlerinin
İslâm düşüncesinde Mutezile’de olduğu gibi, Ma- değer algılarına önemli ölçüde ışık tuttuğunu söyle-
turîdî’nin de, teolojik etik kuramı çerçevesinde değer memiz mümkündür. Çünkü mutlak önermelerin, ko-
yüklü bir varlık anlayışını benimsemiş olduğu dik- şullara, göreceli, ilintili ve istisnâî olgulara göre du-
kat çekmektedir. Ona göre, bilgi, hikmet, adalet ve lü- rumunu ve yapısını eni konu tartışarak karmaşık bir
tuf sahibi bir varlık olarak Allah, hem âlemi boş ve yapıya sahip olan ahlâkî değerler alanına yeni bir açı-
anlamsız yaratmamış, hem de tabiattaki nesneler ve lım ve esneklik kazandırmaya muvaffak olmuştur.
olgularda zıtlıkları ve karşıt nitelikleri bir araya ge- Mutlak, bir terim olarak kayıt, koşul, ilinti, ilişki, ba-
tirmiştir.147 Mâturîdî’nin ahlâk düşüncesinde objek- ğıntı, görelilik, sonluluk, sınırlama ve belirlenimden
tif değer anlayışını daha anlaşılır hale getirmek için, bağımsızlığı ifade eder. Ahlâkî mutlaklık, ahlâkî dav-
özellikle mutlaklık ve görelilik kavramlarına da yer ranışın doğruluğunu tayin eden yeteneğin, gücün ve
verdiği dikkat çekmektedir. O, bu temel kavramları, imkânın değişebilir olmasına karşın, dünyanın her
hem insan fiillerine hem de tabiî nesnelere ve olgu- yerinde geçerli ahlâk kurallarının varlığına ve bu-
lara uygulamaktadır. Ona göre, hiçbir şey, özü ve ya- nun bilinebilirliğine inanır. Ahlâkî rölativizm ise,
pısı itibariyle zarar-yarar, kötülük-iyilik, nimet-belâ böyle bir anlayışı reddeder. Çünkü toplumdan top-
oluşturması açısından aynı konumda bulunmaz. luma, kültürden kültüre, insandan insana, çağdan
Buna göre bir şey, her durumda ne iyidir, ne de kö- çağa, dönemden döneme bu ahlâkî kuralların ve il-
tüdür. Mâturîdî ahlâk teorisinde ise, ahlâkî değerler kelerin değişebileceğini savunur. Göreceliğin ahlâkî
hiçbir halde değişmeyen ve şart ve duruma göre de- anarşisine direnme girişimlerinde insanlar, bir dizi
ğişenler olmak üzere iki kısma ayrılır. İyilik, nimete kesin, mutlak ve değişmez değer vaat eden ilâhî yet-
şükretme, adalet, hikmet, iyilik, doğruluk gibi hiç- keye dayanmışlardır.150
bir halde değişmeyen ve kesin mutlak ahlâkî değer- Mutlakçılara göre, değerli olan, herhangi bir bireyin
leri akıl, normal şartlarda vahye ihtiyaç duymadan düşündüğü ya da hoşlandığı şeyden bağımsız olduğu
kavrayıp keşfeder. İhtiyaçlar, şartlar, durumlar ve so- gibi, herhangi bir muayyen toplumun onayladığı ve
nuçlara göre değişen göreli ahlâkî değerler ise, ancak uygun gördüğü şeyden de bağımsızdır. Mutlakçılar,
ilâhî buyrukların beyanı vasıtasıyla ve akıl yürütme evrensel olarak gerçekten saygı gösterilsin veya gös-
kanalıyla kavranabilir. terilmesin ya da boyun eğilsin veya eğilmesin, ah-
Değer kuramı, yaşamımızın değerlendirme yanını lâkî yasaların herkes için evrensel ve genel geçer ola-
aydınlatma çabası, binlerce yıldır her felsefenin te- rak bağlayıcı ve ebediyen doğru olduğuna inanırlar.
mel öğretisi olmuştur. Bu da, değerler alanının öte- Mutlak değerler hakkında en yaygın olarak kabul
kiler arasında belki de en büyük güçlükleri çıkaran edilen görüş, Tanrı tarafından konulan ve bir dinsel
alan olmasından ileri gelir. Değerler, bizim tinsel (ma- gelenekte yorumlanan ahlâk yasalarına olan inanç-
nevî) bakışımıza ne denli yalın, ne denli anlaşılır gö- tır. Kur’ân’da yer alan ahlâkî buyruklar, istemler ve
rünürse görünsün, onları doğru anlamaya çalıştığı- öğütler, buna güzel bir örnek teşkil eder. Bu ahlâk ya-
mızda, son derece dallı budaklı ve çetrefilli bir alan saları, herkes için her yerde geçerlidir ve onların de-
olduğuna tanık olunacaktır.148 ğerli oluşları, doyum sağlamalarına ya da belli top-
Nesnelcilik, gerçekte değerlerin insanlığın dışında bir lumların koyduğu törelere bağlı değildir.151
gerçekliğe dayandığını dile getirir. Fakat Mâturîdî’nin Michael Shermer’e göre, ahlak anlayışından türeyen
nesnelliğe dayalı ahlâkî düşünce sisteminde nesneleri, ahlâk ilkeleri, her zaman tüm şartlarda tüm kültür-
olguları ve fiilleri izah etmede mutlaklık ve görecelik lerdeki bütün insanlar için geçerli olmak anlamında
kavramlarının işlevselliği de önemli bir yer tutar. Böy- mutlak değildir. Ahlâk ilkeleri göreli de değildir; tü-
lece onun, bir yandan ahlâkî değerleri tartışmaya, öte müyle şartlar, kültür ve tarih tarafından belirlenmez.
yandan onları belli bir yapı içine oturtma konusunda Ahlâk ilkeleri koşullu olarak doğrudur; yani çoğu za-
değerler alanına bir esneklik getirmeyi sağladığı dik- man çoğu şartta çoğu kültürdeki çoğu insan için ge-
kat çekmektedir. Bu etik yaklaşımın, tarihî güzel bir çerlidir. Göreli ahlâk deyimi, doğru ve yanlış düşünce
örneğini Mâturîdî’nin teolojik merkezli etik görüşle- ve davranışlar konusunda, durumun sosyal grup ta-
rindeki çözümlemelerinde rahatlıkla algılamaktayız. rafından nasıl tanımlandığına dayanılarak türetilmiş

509
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

esnek bir kurallar kümesi anlamında kullanılır. Etik diye, bunların her birinde zarar verecek ve yarar sağ-
kuramında görecelik olarak bilinen göreli ahlâkın so- layacak özellikleri bir araya getirmiş ve hiçbir şeyi tek
runu, tüm ahlâkî eylemlerin eşit olduğunu ima ede- amaçlı kılmamıştır.153
rek, neredeyse her davranışı haklı çıkarmayı müm- Mâturîdî’ye göre, Allah elçilerini benimsemeyen bazı
kün kılmasıdır. Koşullu etikte ahlâklı ya da ahlâksız; gruplar şu iddiada bulunmuştur: Hakîm olan Allah
koşullu onay vermenin makûl görüneceği derecede aklen kabul edilemeyecek bir şeyi emretmez, şayet
doğrulanmış şey anlamına gelmektedir. Koşullu etikte böyle bir ilâhî tebliğin gelmesi mümkün olsaydı, zul-
sisteminde ahlâkî seçimlerin, koşullu olarak doğru ya mün ve yalanın da mubah olması imkân dâhiline gi-
da koşullu olarak yanlış, koşullu olarak ahlâklı ya da rerdi.154İmâm Mâturîdî’ye göre bu itiraza şöyle cevap
koşullu olarak ahlâksız olmaları açısından bilimsel verilebilir: Eşya iki türlüdür: Birincisi, özü dolayısıyla
gerçeklere benzediği düşünülebilir. Koşullu etikte, iyi olan ve bunun aksine kötü olan şeyler. İkincisi, bir
eylemle ilgili delil ve gerekçeler baskın geliyorsa, bir ihtiyaca ve sonuçlarının övülmesi ve yerilmesi nevin-
eylemin ahlâklı ya da ahlâksız olduğu yönünde şartlı den delil getirmeye bağlı olarak bir şeyi iyi ve kötü
onayımızı vermek makûl olacaktır. Koşullu etik, mut- kılan şey. Bu konudaki söz övgü ve yergi durumla-
lak ve göreli ahlâk sistemleri arasında makûl bir orta rını bilen kimseye lazım gelir. Aklın güzel ve çirkin
yol bulmuştur. Koşullu ahlâk ilkeleri çoğu insan için bulduğu hususlar iki türlüdür: Birincisi, nimet ve-
çoğu şartta çoğu zaman geçerlidir; ama insan davra- rene teşekkür etmenin güzelliği ile yalan söyleme-
nışının, kültürün ve şartların çeşitliliğini hesaba ka- nin çirkinliği gibi değişmeyen şeylerdir. İkincisi ise,
tacak kadar da esnektir. Burada anlatılmak istenen, sonucu, başlangıcı veya şu andaki hali itibariyle bir
bir etik kuramı oluşturmak için kullanabileceğimiz şeyi aklın doğru bulmasıdır; meselâ fitne ve fesada
ahlâk ilkelerinin olduğudur. Bu ilkeler, ne mutlak (is- dalıp, intikam amacıyla isyan eden kimseyi cezalan-
tisnasız), ne de görelidir (her şey mubah). Böylesi il- dırmak gibi. Bu ikinci konuda peygamber aracılığıyla
keler, koşullu, yani çoğu insan için çoğu şartta çoğu ilâhî tebliğatın gelmesi mümkündür. Hayvan kesimi
zaman geçerlidirler ve ahlâkın bireyden bağımsız ol- de bu esasa dayanır, mamafih böyle bir konuda tabi-
ması anlamında nesneldirler. Ahlâkî duyarlılık, in- iliğin (ibâha) mevcudiyeti de farz edilebilir, zira her
san türümüzün bir parçası olarak gelmiştir; dolayı- canlı ölümlüdür, kesim ise onun için daha rahat ve
sıyla ahlâk ilkelerinin bireyi aştığı düşünülebilir ve daha ehvendir; bu sebeple kesim mubah şeyler statü-
bu da onları ahlâkî açıdan nesnel kılar. Doğaya iliş- süne girer. İkinci olarak genelde adalet güzel, zulüm
kin sorular, nasıl bilimsel ve akılcı incelemeye tâbi de çirkindir. Bununla birlikte böyle şeyler vardır ki
tutulabiliyorsa, ahlâkî sorular da aynı şekilde ince- onların çirkinliği yasaklanması, güzelliği de emredil-
lemeye tâbi tutulabilir.152 mesiyle ortaya çıkar, bu da kişinin hallerinin değişip,
Mâturîdî’nin ahlâkî düşünce sisteminde kötülük ve başka durumlara girmesi gibi hususlarda olur. Hay-
iyilik kavramlarını, birtakım örnekler eşliğinde rmut- van kesimi de bu çerçevede yer alır, çünkü peygam-
laklık ve görecelik anlayışıyla izah etmeye çalıştığını berler bu davranışı getirip bildirmiştir, onlar sadece
müşahede etmekteyiz. Çünkü ona göre, hiçbir şey, âdil ve doğru olan şeyi getirip sunar. Hatta Seneviy-
kendi yapısıyla zarar-yarar, kötülük-iyilik, nimet-belâ ye’nin durumu da, aynı zemine dayanır, zira onlar da
oluşturması açısından aynı konumda bulunamaz. Ak- nur tanrısının yararlı ve gerekli gördüğü için, zulmete
sine kötülükle nitelenen her şey, başka bir yönden ve zarar vermesini normal karşılamışlardır.155Burada ikili
kötü olabileceği kişinin dışında biri için iyi olabilir; bir ayrıma giden Mâturîdî’nin, Eş‘arîlerin aksine, ah-
söz konusu diğer özellikler de aynı durumda değer- lâkî değerlerle şer‘î değerlerin, yani şer‘î hükümlerin
lendirmeye tabi tutulur. Gerçekten tabiattaki nesne- birbirine karıştırılmamasına büyük bir ehemmiyet
lerin konumu hep böyledir, onlar her durumda ya- verdiği dikkat çekmektedir. Çünkü Eş‘arîler, ahlâkî
rarlı veya zararlı değildir. Sonuç olarak bütün nesne hakikatler de dahil, bütün değer içerikli hükümlerin
ve olayların yaratıcısı ve yöneticisinin bir tek olduğu yalnızca Allah’ın iradesi ve buyruğu ile belirlenebile-
sabit olmuştur; çünkü o, her şeyin bir tek asıldan (ya- ceğini ve bilinebileceğini savunmaktadırlar.
ratıcı) mı etkilenerek öz yapısına döndüğü, yoksa her Mâturîdî’ye göre, bazen iyi sonuçlar elde etmek için
birinin şeyin bir fonksiyonunu üstlendiği ve bu se- büyük güçlüklere göğüs germek ve övgüye lâyık bir
beple de, o şeyin çelişkili fonksiyonlar arz edeceği fazla esenliğe kavuşmak amacıyla elem verici şeyleri yeğle-
tanrıların yönetiminden mi etkilendiği anlaşılabilsin mek tabii karşılanır; meselâ, ticaret, kiralama, tarım

510
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

meşgaleleri, ilâçlar, çeşit çeşit yaralar gibi, ayrıca daha vardır, böylece korunursunuz” buyurmuştur (el-Ba-
büyüğü uğruna bir faydayı terk etmek de aynı du- kara sûresi, 2/179) meâlinde buyurmuştur. Nitekim
rumdadır. İşte peygamberlerin getirdikleri ilâhî teb- bu âyetin tevîlinde, Mâturîdî, başkasını öldürdüğü
ligat da bu esasa dayanır.156 taktirde, kendisinin öldürüleceğini iyice düşünen
Mutlak değerlere inananlar, onları yaşanabilir mi bul- kimsenin, artık onu katletmekten çekineceği gerçe-
muşlardır, yoksa insan ihtiyaçlarını daha iyi tatmin ğine önemle vurgu yapmaktadır. Böylece ona göre,
etmek için, değerlerinde tecrübenin ışığında, deği- her iki can da hayata kavuşur. Dolayısıyla bunda
şiklik mi yapmışlardır? Mutlakçılara göre, “Allah’ın bütün canlar için hayat vardır. Mâturîdî, durum-
haram kıldığı canı haksız yere öldürmeyin!” buyruğu, ları ve konumları farklılık gösterse bile, bütün ne-
kendini savunma, savaş ve ölüm (kısas) cezası gibi fisler hakkında kısasın uygulanma zorunluluğunu
hallerde öldürmeye izin verecek şekilde yorumlanıp kabul etmektedir. Zira beşerî düzlemde durumla-
değiştirilebilir. Burada kimi koşullara, muayyen ge- rın ve statülerin farklılık göstermesine nazaran ne-
rekçelere ve istisnâî durumlara bağlı olarak adam fisler arasında müştereken kısas farz kılınmasaydı,
öldürme gibi yasak olan mutlak bir değerin askıya kısasta hayatın bulunduğunu beyan eden buyruğun
alınması ve uygulamaya sokulmaması söz konusu- gereği yerine getirilemezdi. Şu halde şerefli ve asil
dur. Nitekim “Allah’ın haram kıldığı canı haksız yere biri, aşağı tabakadan gelen sıradan bir kişiye kıza-
öldürmeyin. Kim haksızlıkla öldürülürse, onun velisi cağı, ona kızmasının da onu öldürmeye sevk edebi-
(olan mîrasçısı)na yetki vermişizdir (öldürülenin hakkını leceği ya da onu hakir görmeye yöneltebileceği için,
arar)” (el-İsrâ Sûresi, 17/33) meâlindeki âyeti yorum- sahip olunan haller ve statüler farklılık gösterdiğinde,
layan Mâturîdî’ye göre buradaki hak, Resûlullah’tan kısası uygulanmayı en çok hak eden kimseye kısas
rivâyet edilen hadisle ortaya konmuştur. Çünkü Al- cezası tatbik edilir.159Mâturîdî, burada şer‘î hüküm-
lah’ın elçisi bu konuya ışık tutacak şekilde şöyle bu- lerin İlâhî emirler ve bildirimlerle mutlak hale geti-
yurmuştur: “Müslüman bir kişinin kanı ancak şu üç rilmesinin temelinde yatan ferdî ve toplumsal fayda-
sebepten biriyle helal olur: 1.Evlenip bekarlıktan çık- lara ve menfaatlere temas etmektedir. Çünkü Allah
tıktan sonra zina eder. 2.İslâm’a girip Müslüman ol- tarafından beyan edilen şer‘î hükümlerin müştere-
duktan sonra kâfir olur. 3.(Haksız yere kasden) bir ki- ken herkese uygulanmaması halinde, dış âlemin ya-
şiyi öldürür de, o yüzden öldürülür (ölüme mahkûm ratılış amacına ve hikmetine gölge düşeceği husu-
olursa).”157 Mâturîdî’ye göre, Allah haksız yere (zul- sunun altını önemle çizmektedir. Böylece Mâturîdî,
men) bir canı öldürmeyi haram kılmıştır. Zira top- ahlâkî düşünce sisteminin bir gereği olarak dış âle-
lumda haksız yere öldürmeyi serbest (mubah) kılma, min (tabiî düzenin) işleyişi ile toplumsal düzenin
dış âlemin yaratılış amacını ortadan kaldırır. Yani, sürekliliği arasında bir koşutluk ve benzerlik kur-
görünür âlemde ne hak yere öldürülmeye müsaade maya çalışmaktadır.
edilse, bu durum evrenin yaratılış amacına aykırı Mâturîdî’ye göre, aslında zararlı olan bir şey, diğer
olurdu. Adam öldürmeyi haram kılmada ise, bütün bir yaratık için faydalı olabilir. Şu halde bu tür nes-
canlar için hayat vardır. Zinanın serbest bırakılma- neler kendiliklerinden zararlı olmamıştır. Ne var ki,
sında, nesil bilgileri heba olurken, haram kılınma- yerli yerinde iş gören ve her şeyi bilen bir yaratıcı ve
sında ise nesil bilgilerinin ayakta kalması ve sürek- yönetici, onları birine eziyet verirken, diğerine fayda
liliği ile kuşakların hikmete ve birbirlerinden talep sağlayan bir konumda düzenlemiştir. Sonuç olarak
ettikleri nesil bilgilerine ulaşmaları söz konusudur. kötülüğü yaratanın ayrı bir tanrı olduğunu söyle-
Din değiştirme neticesi gelen adam öldürmede di- mek isâbetli olmaktan uzak bir telakkidir.160Çünkü
nin yaşaması amaçlanır. Dini, yani İslam dinini terk Mâturîdî’ye göre, nûrla zulmetin bir yaratıcının eseri
ettiğinde ve ondan döndüğünde, kendisinin öldürü- olduğunu gösteren husus şöyle izah edilebilir: Kâi-
leceğini düşünen kimse, benimsediği İslâm dinini natta hiçbir şey öz yapısı itibariyle tamamıyla hayır
bile bile kolayca terk etmez. Zina sebebiyle taşlana- değildir, öyle ki bir yönüyle o şeyde aslâ şer bulun-
rak öldürüleceğini düşünen kişi, zinadan kaçınır ve mayabilir. Yine kâinatta hiçbir şey, bir yönü itibariyle
onu işlemeye cüret edemez.158 Başka birini öldür- onda aslâ hayır bulunamayacak derecede tamamıyla
düğünde kendisinin öldürüleceğini düşünen kişi, o şer olamaz. Şu halde, böyle bir kâinatın bir tek yara-
kişiyi ne hak yere öldürmekten çekinir. Bu nedenle tıcının eseri olduğunu inkâr etmenin mümkün ol-
Yüce Allah, “Ey akıl sahipleri! Sizin için kısasta hayat madığı sabit olmuştur.161

511
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

İmâm Mâturîdî’ye göre, bazen bir cisimde iki cev- ya da evrensele göre, yani zihne ve akla göre, kendini
herden biri fayda sağlarken, diğeri zarar verebilir, bu beğenmekten vazgeçmesi gerekir. İşte karar noktası
durumda zararlı ile faydalı bir araya gelmiş bulunur tam da budur: Herkes için geçerliliği olan ya da ge-
ve bununla beraber tek başına herhangi bir fayda- çerli olması gereken bir kanuna kişisel olarak boyun
nın oluşması imkânsız hale gelir; çünkü beraberinde eğmek söz konusudur. Sözgelimi, eğer herkes hırsız-
buna engel olacak faktör bulunmaktadır. Buna rağ- lık ederse, toplum içinde yaşamak imkânsız veya se-
men, kâinatta ve içinde bulunan her şeyde faydanın filce hale gelir. Artık bu durumda hiç kimse için ne
mevcut bulunması, hepsinin yaratıcı ve yöneticisi- mülkiyet ne de refahtan söz edilebilir.165
nin tek olduğunun şaşmaz ve kesin delilini teşkil et-
Mutlaklık kavramı bağlamında, hırsızlık suçuna ve-
mektedir; zira O, fayda ulaştırmayı ve sağlamayı di-
rilen ve uygulanan cezanın mantığını aydınlığa ka-
lediği kimseye dilediği faydanın ulaşabilmesi için her
vuşturmaya girişen Mâturîdî, cezanın herkes için ge-
zararlının fonksiyonunu lütuf ve keremiyle durdur-
nel geçer ve umumun faydasına yönelik bir uygulama
maktadır. Bu ilâhî kanun, zarar vermeyi murad et-
olacağını dile getirmektedir. Mâturîdî, “Hırsızlık eden
tiği kimse hakkında da aynı şekilde işler.162
erkek ve kadının yaptıklarına karşılık Allah’tan bir cezâ
Mâturîdî’ye göre, akılların yemek ve içmek için dü- olarak ellerini kesin! Allah dâimâ üstündür, hüküm ve
zenlenip yaratılmış olmadığı bilinmektedir. Çünkü hikmet sahibidir” (el-Mâide sûresi, 5/38) meâlindeki
yeme içme konusunda akılsız canlılar akıllı olanla- âyete yorum getirirken, “Kim kötülük getirirse, sadece
rından çok daha güçlüdür; bir de yemekten içmekten onun dengiyle cezalandırılır, onlar haksızlığa uğratıl-
el çekmiş zümrenin (melekler) gönüllerdeki yüksek mazlar” (el-En‘âm sûresi, 6/160); “Kim bir kötülük ya-
mevkii düşünülmelidir. Şu halde akıllar ibret almak parsa, sadece onun (yaptığı kötülük) kadar cezalanır”
ve tefekkür etmek için yaratılmıştır, zira burada övgü (Mü’min sûresi, 40/40) meâlindeki âyetlere dayana-
ve değer vesileleri vardır. Gerçek bu olunca, ibret yön- rak “Allah, uzuv olarak çok büyük bir değere sahip eli,
teminin isabetli olması ve tefekküre hakkının verile- bir hırsızlık suçunun kat kat fazlasıyla nasıl cezalan-
bilmesi için zararlı ve faydalı cevherlerin yaratılması dırır?” diye kendi kendine sorar. Mâturîdî, bu soruyu
hikmet açısından gerekli hale gelmiştir.163 iki açıdan yanıtlamaya çalışır: Birincisi, dünya cezası
Duyulur âlemde de kabul edildiği üzere, hem fayda- bir tür sınama ve imtihandır. Allah, gerçekleştirilen
lıyı hem de zararlıyı bilen kimse daha kâmil biridir, bir edimin cezası olarak vermeden de, doğrudan (ib-
hatta kendine zarar veren şeyden habersiz olan kimse tidâ’en) kullarını, bir şeyle çeşitli şekillerde imtihana
ondan sakınamaz. Buna göre, hikmet açısından za- tabi tutabilir. Daha açık konuşmak gerekirse, herhangi
rarlı ile faydalının ikisini de yaratmak, birini yarat- bir şeyin cezası olarak vermeksizin çeşitli sıkıntılarla
maktan daha isabetli ve daha ergin bir iştir. Şu hu- ve belalarla sınanan kimsenin imtihanı, Allah tara-
susun da eklenmesi gerekir ki, evrende gözlenen bu fından, çok büyük bir değere sahip olan bir şey, fü-
çifte yaratılış gerçekliğinde, yaratıcının her şeyden lüs (dinarın binde bir olan para birimi) ya da habbe
müstağni oluşunun, kemâl derecesinde kudretinin (küçük bir tohum) gibi çok küçük miktarda bir şeye
ve her şey için münasip olanı bilmesinin kanıtlan- denk tutulmakla gerçekleşebilir. İkincisi, hırsızlık se-
ması ve temellendirilmesi söz konusudur.164 Burada bebiyle el kesme, hırsızın çaldığı malın karşılığı değil,
el-Mâturîdî, büyük fayda teodisesi, yani insanoğlu aksine yasağı (hürmet) çiğnemesinin cezasıdır. Nite-
için daha büyük iyi anlayışı üzerinde durmaktadır. kim Mâturîdî, burada Allah’ın, “mallardan çaldığına
Buna göre evrende daha büyük faydanın elde edile- karşılık olarak” diye buyurmadığına işaret etmekte-
bilmesi için az bir zarara izin verilebilir. dir. Her ne kadar insanoğlunun bu konudaki bilgisi
Görelilik anlayışına göre, mutlak bir ahlâk yoktur ya eksik ve yetersiz kalsa da, bu yasağı çiğnemenin ce-
kimse bu kavrama mutlak olarak ulaşamaz. Ama in- zasının el kesmeye uygunluğu ve denkliği mümkün-
san, kendine zulmü, hırsızlığı ya da cinayeti yasakla- dür. Çünkü beşerin ilmi, bu mertebeye ulaşamasa
dığında, aynı zamanda bunun herkesin kendi zevkine bile, bu yasağı çiğnemenin cezası elin kesilmesidir.
bağlı olan bir tercih sorunu olmadığını bilir. Bu, ön- Nitekim cezaların (ukûbât) miktarlarını, ancak suç-
celikle toplumun düzeni, devamı ve onuru için, bütün ların miktarlarının derecesini bilen kişi belirleyebilir.
tolum için, bir başka deyişle insanlık veya uygarlık için Hiçbir kimsenin bilgisinin içerimi, ne suçların mik-
gerekli olan bir koşuldur. İnsanın ötekilerde ayıplaya- tarlarının sınırına ne derecesine erişebilir. İnsanla-
cağı ve kınayacağı şeyi kendine de yasaklaması gerekir rın ilminin içerimi, suçların miktarlarının derecesine

512
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

erişemediğine göre, anılan suçlara verilecek uygun ce- ahlâk kuramının, etik sorunları çözüme kavuştur-
zalarının (ukûbât) miktarlarını bilmeye de erişemez. maya yönelik olarak özgünlük ve doyuruculuk vasfına
Durum böyle olunca, bu konudaki hak söz, Allah’ın sahip olduğunu vurgulamakta fayda vardır. Çünkü
kötülüğü yalnızca misliyle cezalandıracağı ilkesinin değer içerikli kavramlara ahlâkî sisteminde daha ge-
bilinmesine ek olarak, O’nun emrine ittiba etmek ve niş bir biçimde yer vermiştir. Rezîletler ve faziletleri
teslim olmaktır. Mâturîdî’ye göre, “Allah’tan bir cezâ daha ayrıntılı olarak işlemiştir. Bu da, İslâm düşün-
olarak” sözü, Allah’tan başkası için bir öğüt ve yasak- cesinde ahlâk mevzûunun bazı zorunlu hallerde ve
lamayı ifade eder. Çünkü hırsızlık sebebiyle eli kesi- koşullarda daha esnek bir biçimde algılanabilmesine
len başka birini bizzat müşahede eden kişi, had ce- kolaylık sağlamış ve böylece ahlâkî değerlerin daha
zası uygulamasından kendi adına öğüt alır ve böyle anlaşılır ve daha gerçekleştirilebilir hale gelişini te-
bir bilinç, onu hırsızlık suçunu işlemeye cüret etmek- min etmiştir.
ten alıkoyar.166 Sonuç, Değerlendirme ve Ufuk Açıcı Kimi Bulgular
Mâturîdî kelamcısı el-Pezdevî, hikmet, sefeh ve zulüm Mâturîdî, Hadis taraftarlarının, Sûfîlik, Şiîlik gibi
meselelerine temas ederken, zulüm mahzûrlu olanı ekollerin ve felsefî, gnostik ekollerin, Düalistlerin (Se-
almak, kabul etmektir, der. Zira hırsızlık ve kısas ola- neviyye) kaos yarattığı bir devirde akıl ve vahiy ara-
rak elin kesilmesi zulüm değildir, ama haksız olarak sında yaratılmak istenen bunalımı ve çatışmayı or-
kesilmesi zulümdür. Oysa kesme bir tek fiildir. Oysa tadan kaldırmaya ve onun yerine aklın, tekrar dinî
kesme eylemi birinde zulüm iken, diğerinde zulüm bilginin üretilmesinde en güvenilir kaynak olarak ölçü
değildir. Aynı şekilde Allah, Yüce Allah bütün kul- alınmasına çalışmıştır. Dolayısıyla ahlâk kuramının
larını onlar suç işlemedikleri halde öldürmektedir. temellendirilmesinde ve geliştirilmesinde de, bu ölçü
Böyle bir şey, her ne kadar bunda onlara zarar verme önemli bir işlev görmüştür. Çünkü objektif bir değer
olsa da, Allah tarafından işlenen bir zulüm değildir. nazariyesi geliştiren Mâturîdî, iyi ya da kötü, doğru
Allah’ın, bütün hayvanlara elem vermesi de, O’nun sözlülük ya da yalan, nimet verene şükür ya da nan-
tarafından işlenen bir zulüm değildir. Pezdevî’ye körlük, adalet ya da zulüm, hikmet ya da sefeh gibi
göre, Allah, bazen herhangi bir suç işlemenin karşı- birtakım ahlâkî hakikatlere ulaşmada aklın veya aklı
lığında onları ödüllendirmeksizin, bir suç işlemeden kullanmanın (nazar) belirleyici bir rol oynadığını sa-
dahi hayvanlara elem verebilir. Bunlar koyun, deve vunmaktadır. Aslında, Mâturîdî, daha önce Mu‘tezi-
ve sığır gibi hayvanlardan ibarettir.167Burada el-Pez- le’nin oynadığı benzer bir rolü üstlenmişti ve mesele-
devî, bir tek fiilin değerinin, halden hale ve kişiden lere kelam metoduyla bakmıştı, ama ahlâkî düşünce
kişiye değişebileceğini dile getirmektedir. Onun, bu sisteminde tam bir Mu‘tezilî gibi davranmamıştır.
durumu, özellikle hem beşerî düzlem hem de İlâhî
Mâturîdî’ye göre aklın güzel bulduğu her şey hiçbir
fiiller açısından el kesme ve zulüm kavramları ör-
şekilde çirkin olmaz; aklen çirkin olanın güzel ola-
neği üzerinden izah etmeye çalıştığı görülmektedir.
mayışı da aynı durumdadır. Mâturîdî aklen kavra-
Sonuçta Mâturîdî, ahlâk problemini iç ve dış faktör- nan iyi ve kötü değerleirnin kavramlarının tersine
lere binaen ele alıp çözümlemektedir. Aslında böyle çevrilemeyeceğini savunmaktadır. İnsan tabiatı hoş-
bir problemin mahiyeti, varlık, bilgi ve değer ekse- lanmadığı için çirkin olan her şey, onu zihninde can-
ninde geniş boyutlu bir bakış açısını gerektirmekte- landıran kişinin psikolojik muhtevasına nüfuz etmesi
dir. Çünkü problem, sadece beşerî fiilleri değil, nes- ilkesine bağlıdır. Yani, o kişinin tabiatı elem hissettiği
neler, olgular ve olaylarla ilgili değerlerin durumunu için çirkin şeyden kaçar. Şu kadar var ki, bu psikolo-
ve neliğini de aydınlığa kavuşturmayı kapsamakta- jik etkilenme, kasaplarda ve savaşmayı itiyat haline
dır. Bu bildiride Mâturîdî düşüncede ahlâk proble- getirenlerde olduğu gibi alışkanlıkla ortadan kalka-
mini açıklama ve çözüme kavuşturma doğrultusunda bilir. Şu halde, hayvan kesimini tasvip etmemenin,
Mâturîdî’nin temel kaynakları ışığında ahlâk-teoloji aklî değil, yaratılışa bağlı bir husus olduğu ve bu te-
münasebetinin bütüncül bir sistem içerisinde ortaya lakkinin değişmesinin de olası olduğu ortaya çık-
konması tasarlanmıştır. Çünkü Mâturîdi’nin ahlâk te- maktadır. Hiç kuşkusuz, her canlı tabiî olarak ölür.
orisi, Mu‘tezile ve Eş‘arî ahlak teorilerinin bir araya Bundan dolayı da hiç kimse bir kınama ve yermeye
getirilmiş, terkîbî bir hâli değil, her konuda kendi maruz kalmaz. İşte her canlının sahibi bulunan var-
içinde mantıkî bütünlük ve sistemlilik arz eden ori- lıktan izin gelmesi sûretiyle canlının ölmesi de aynı
jinal bir ahlâk teorisidir. Bu noktada Mâturîdî’nin duruma tâbi olarak değerlendirilebilir.168

513
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Dinin öğrenilmesinde başvurulacak vasıtalar iki olup, Çünkü akıl da, bu alanda değişik örnekler getirebilir.
biri nakil, diğeri ise akıldır. Nakil ve haber, hiçbir top- Mâturîdî, dinin kaynağını akıl olarak görür; ona göre
luluğun güvenle uygulamaktan ve başkalarına da tav- dinî otorite akıldır. Aksi taktirde insanın yükümlü-
siye etmekten müstağni kalamayacağı yöntemlerden lüğünü ve sorumluluğu temellendiremeyiz. Din akla;
biridir. Öyle ki, nesnelerin mevcudiyetini ve gerçek- şeriatler ve şer‘î hükümler ise nakle (sem‘) dayanır.
liğini benimseyen kimseler bir yana, bu haber konu- Mâturîdî’nin ahlâkî nesnellik sisteminde bir şeyin
sunda bütün gruplarıyla Sofistler bile diğer topluluk- güzelliğine ya da çirkinliğine, bir eylemin iyiliğine
larla aynı kanaati paylaşmıştır.169 ve kötülüğüne ilişkin nihâî bilgi, bütünüyle kavran-
Mâturîdî, insanoğlu, baskın gelen nefsin arzu ve istek- mak isteniyorsa, duyu algısı ve vahiy bildirimi gerçek-
leriyle kuşatıldığı için, ahlâkî eylemin sonucunu dü- leştikten sonra, akılla ve teemmül ve nazar ameliyesi
şünebilme yeteneğini ifade eden aklın, ahlâkta kay- ile erişilmesi mümkün olan yönleri açığa çıkarmakla
nak olarak mutlaklığını kabul etmemekte ve bu arada mümkün olur. Bir öznenin kazandığı zarar ve fayda
haberin ortaya koyduğu hükümlerle aklın desteklen- da buna göre değerlendirmeye tabi tutulur. Nitekim
mesini ve güçlendirilmesini de zorunlu görmektedir. insan, belli bir tabiat ve akla sahip bir varlık olarak ya-
ratılmıştır. Dolayısıyla aklın güzel gördüğü şey, taban
Güzelliği veya çirkinliği akıl yoluyla idrak edilebilen
güzel olmayabilir; aklın çirkin gördüğü şey ide tab‘an
hususlardaki aklî tespit, çeşitli tecrübelerin doğurduğu
çirkin olmayabilir. Aynı zamanda bunların tersi du-
vuzûhla ve tikel örneklerin gözlemlenmesiyle gide-
rumlar da doğrudur. Sonuç olarak anılan bu şeyle-
rek güçlenir. Bu sebepledir ki, Allah fıtrî temayülleri
rin, her bilim ve sanat için geçerli olduğunun bilin-
değil de, akılları hüccet kabul etmiştir.
mesi ancak nazar ve teemmül çabasıyla zorunlu olur.
Eğer Allah duyular dünyasında eziyet veren nesneleri,
Ahlâk alanında akıl olmazsa olmaz bir ölçüttür; ama
çirkin manzaraları ve duyu organlarında hastalıkların
tek kaynak da değildir. Böyle olduğu taktirde, salt akıl
çıkmasını yaratmamış olsaydı, insanlar çirkini güzel-
yeterli görülür ve bu da, bizi deizm anlayışına götü-
den, eziyet vereni faydalıdan ayıramaz; bunu yapama-
rür. Onun için Mâturîdî, yaratıcı Tanrı tasavvurun-
yınca da, onların aklı, çirkini güzelden, elem vereni
dan hareketle objektif ahlak anlayışının temellerini
lezzet verenden ayırt edip anlayamazdı.170 Mâturîdî’ye
ve dinamiklerini ortaya koymayı başarmıştır. Çünkü
göre, insan, iyinin değerini, aynı zamanda kötü ör-
o, Tanrı’yı değerlerin yegâne varlık nedeni olarak ta-
neği ile kavrar. Çünkü evrende her şey zıddıyla bi-
sarımlamış ve değerleri hikmet ve adalet kavramla-
linir. Dinî ahlâk sisteminde iyi ya da kötüye ilişkin
rıyla güvence altına almıştır.
değer bilincinin oluşabilmesi için, bu durum önemli
bir husustur. Zâten Kur’ân da insana iyilik ve kötü- Mâturîdî’’nin teolojik etik algısında ahlâkî aklın dört
lüğü, bunlarla ilgili örnekler ve meseller göstermek önemli fonksiyon icra ettiğinden bahsetmek müm-
sûretiyle öğretmeye, aşılamaya ve kavratmaya çalışır. kündür: 1.Akıl, bazı şeylerin iyiliğini ya da kötülü-
ğünü, kendiliğinden apaçık doğrular olduğundan,
Mâturîdî’ye göre, akıl Allah’ın bazı sıfatlarla vasıflan-
düşünme ve aklı kullanmaksızın doğrudan ve be-
dığına kesinlikle hükmedebilir. Çünkü Yüce Allah’ın,
dîhî olarak kavrayabilir. 2.Akıl, bazı değerleri aklî
cevherleri ve arazlarıyla birlikte farklı özelliklere sa-
inceleme, düşünme ve istidlal yoluyla bilebilir, yani
hip bulunan nesneleri yarattığı gerçeği sabit olunca,
akıl onları enikonu tartar ve böylece onlarla ilgili
fiilinin tab‘an değil de, irade ile vuku bulduğu ka- bir sonuca ulaşır. Bu durum, insan fiilleri ile ilgili
nıtlanmış olur.171 hususlarda düşünme ameliyesi olarak ortaya çıka-
Mâturîdî, kelâmî düşünce sisteminde Allah’ın var- bilir. 3.Akıl, beşerî fiillerin dışında nesne ve olaylar
lığı ve birliğinin bilinmesinde apriori (önsel/fıtrî yer- üzerinde düşünme ameliyesini gerçekleştirebilir. Bir
leşik özellikler) ve aposteriori (deney sonrası) unsur- başka deyişle, bu durum, eşya, nesneler ve olaylarla
ları birleştirmiştir. Allah’ın birliği ve ubûdiyet vâcib ilgili olarak gerçekleştirilebilir. Eşyanın ve olguların
kategorisine girdiği halde, şirk müstahîl kavramı al- fayda ya da zarar, iyi ya da kötü yönleri, haz ya da acı
tına girmektedir. Mümkün kısmı ise, peygamberlerin veren cihetleri, övgüye değer sonuçları ya da yergiye
getirdiği şeriat kısmına girer. Akıl, şirkin ahlâksızlık değer sonuçları eni konu araştırılarak ve tahlil edi-
ve haram olduğunu kavrar. Mâturîdî, tümellik-tikel- lerek böylesi bir çaba içine girilebilir. Burada enine
lik münasebetini izah ederken, aklı, düşünme ame- boyuna düşünmenin akabinde ilk etapta ağır basan
liyesinden hareketle tikeller sahasında yetkili sayar. cihetler ya da koşullar verilecek ahlâkî yargıya etki

514
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

ederek belirleyici halde bulunur. 4.Akıl, mümkünler Yüce Allah, özendirme ve sakındırma ilkeleri yete-
kategorisi olarak addedilen ve peygamberlerin haber rince etkili olabilsin ve işlevsellik kazanabilsin diye,
verdiği değerler alanı üzerinde düşünmek ve akıl yü- emir ve nehye mükâfat ve cezayı da eklemiştir.172
rütmek sûretiyle, bu değerler konusunda zihnen ay- Mâturîdî’nin ahlâk kuramı, din ile temellendirilmiş
dınlanır ve böylece ibadetler (taabbüdî yükümlülük- objektif bir değer öğretisidir. Göreceliği, nihilizmi, hiç-
ler), hadler ve şer‘î hükümleri karara bağlar.
çiliği ve değerler karmaşasını ortadan kaldırabilecek
Mâturîdî, değer içerikli kavramlara ahlâkî sisteminde nitelikte bir ahlâk anlayışıdır. Bu ahlâk, insanı uhrevî
daha geniş bir biçimde yer vermiş ve rezîletler ve fazî- ve nihâî mutluluğa götürmek ve insanı rûhen olabil-
letleri daha ayrıntılı olarak işlemiştir. Böyle bir ame- diğince tatmin etmeyi amaç edinen bir kuramdır.
liye de, İslâm düşüncesinde ahlâk mevzûunun daha
Ahlâklılık ve mutluluğun birleşmesi insan için “en
anlaşılır hale gelişine önayak olmuş, zorunlu hallede
yüksek iyi” (summum bonum)yi, yani İslâm düşü-
değerlerin gerçekleştirimine kolaylık getirmiş be böy-
nürlerinin “es-sa‘âdatu’l-uzma” (en yüce mutluluk)
lelikle hem filozoflar he de İslâm kelâmcıları arasında
diye nitelendirdikleri şeyi oluşturur. Mâturîdî, dinî bir
çok büyük güçlükler çıkaran değerler alanıyla ilgili
ahlâk öğretisi ortaya koyduğu için, bu amaç, bu dün-
bu çetrefilli meselenin kapalılık ve karmaşıklıktan
yayı aşan bir boyut taşır. Çünkü o, insan tarafından
kurtuluşunu sağlamıştır. İmâm Mâturîdî’nin, bunu
açıklarken de, sisteminin merkezini teşkil eden nes- bu dünyada mutluluğa ulaşmanın amaç edinilmesine
nellik kuramı yanında, mutlaklık ve görecelik kav- rağmen, öteki dünyada bu mutluluğa tam anlamıyla
ramlarına da atıfla, beşerî düzlemde değerler alanıyla erişilebileceğini vurgular. Mâturîdî, etik anlayışında,
ilgili çetrefilli ve tartışmalı hususları daha iyi aydın- seçtiği tüm ahlâkî kavramları, bu en yüce mutluluğa
lığa kavuşturduğu ve böylece ahlâk konusuna yeni bir göre konumlandırır ve anlamlandırır.
açılım getirdiğini anlaşılmaktadır. Ona göre, ahlâkî Mâturîdî’nin ahlâk sisteminde, insanın yükümlüğü,
alanda doğru edinilen bilginin doğru eyleme dönüş- sorumluluğu ve irade hürriyeti anlayışına da önemli
mesi esastır. Mâturîdî, ahlâkî sisteminde bunun yol- bir yer verilir. Çünkü o, insanın, eylemlerinin gerçek
larını göstermektedir. Çünkü ona göre insan, diğer sahibi olduğubu ileri sürmektedir. İnsana yöneltilen
varlık tarzları yanında, amaçlı ve bilinçli olarak ha- teklifin özünde imkânsız olmaması esastır. Mâturî-
reket eden ahlâkî bir varlıktır; yani toplumsal düz- dîlere göre, güçten yoksun bırakılan kişinin, mükel-
lemde insanın eylemleri belli bir amacı gerçekleştir- lef tutulması aklen tutarsız ve saçmadır. İnsanın ey-
meye yönelik olarak meydana gelir. lemleri, ona verilen gücün ve yaratılmamış olan cüzî
Mâturîdî’ye göre, emir ve nehiy hikmetin bir gereği- iradesinin bir sonucudur. Bu yapabilirlik (istitâ‘a) ve
dir. Çünkü Allah, insanları en güzel biçimde yarat- seçim gücü, insanın fiillerinden sorumlu olmasının
mış, yeryüzünde bulunan her şeyi, ayrıca hem yeryü- temelini oluşturur. İnsan böylece fiile yönelir, onu öz-
zünü hem de semânın bereketlerini insanların emrine gür iradesiyle seçer ve gücüyle de işler. Kulun iyi veya
amade kılmıştır. Şu halde insanların, sevilmeye ve te- kötü bütün fiillerinin yaratılması ise, Allah’ın kud-
şekküre lâyık olanı tespit edebilmeleri için nimetleri retiyle varlık alanına çıkar. Buna göre, fiile yönelen,
vereni tanımaları gerekli olmuştur. Bundan da insa- onu seçen, beğenen ve işleyen insandır. Bu fiilin yara-
noğlu için imtihan ve sınanma zarûreti doğmuştur. tılması ise, tamamen her şeyin yaratıcısı Allah’ aittir.

Dipnotlar
1 Bkz. Doğan Özlem, Etik -Ahlak Felsefesi-, Say Yayınları, İstanbul 2010, ss. 23-24; Ahmet Arslan, Felsefeye Giriş, Adres
Yayınları, Ankara 2005, s. 132.
2 Hüseyin Gazi Topdemir, Felsefe, Pegem Akademi, Ankara 2008, s. 21.
3 Bedia Akarsu, Felsefe Terimleri Sözlüğü, İnkılâp Kitabevi, İstanbul 1994, s. 74.
4 J. M. Bochenski, Felsefece Düşünmenin Yolları, çev. Kurtuluş Dinçer, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara 2005, ss. 61-65.
5 Hilmi Ziya Ülken, Bilgi ve Değer, Ülken Yayınları, İstanbul 2001, ss. 186, 193-195.
6 Ülken, Bilgi ve Değer, ss. 201-202, 209-211.
7 Akarsu, Felsefe Terimleri Sözlüğü, s. 49.
8 Erol Güngör, Değerler Psikolojisi Üzerine Araştırmalar, Ötüken Neşriyat, İstanbul 1993, ss. 27-28, 75, 77.
9 Cebrî ve Kaderiyeci tepkiler için bkz. Ahmet Akbulut, Sahabe Devri Siyasi Hadiselerinin Kelami Problemlere Etkileri,
Birleşik Yayıncılık, İstanbul 1992, ss. 284-292.
10 Majid Fakhry, Ethical Theories in Islam, E.J. Brill, Leiden 1991, ss. 3-4, 31-35.

515
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

11 Bkz. Fakhry, Ethical Theories in Islam, ss. 3, 6; Arslan, Felsefeye Giriş, s. 132.
12 Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed b. Mahmûd el-Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd Tercümesi, çev. bekir Topaloğlu,
İSAM Yayınları, Ankara 2002, s. 9.
13 el-Mâturîdî, Te’vîlâtu’l-Kur’ân, thk. Mehmet Boynukalın, Dâru’l-Mîzân, İstanbul 2005, c. IV, s. 112.
14 Sönmez Kutlu, “Mâtürîdî Akılcılığı ve Bunun Günümüz Sorunlarını Çözmeye Katkısı”, Büyük Türk Bilgini İmâm
Mâtürîdî ve Mâtürîdîlik (Milletlerarası Tartışmalı İlmî Toplantı 22 - 24 Mayıs 2009), M.Ü.İ.F.V. Yayınları, İstanbul
2012, ss. 552-553. Mâturîdî’nin epistemolojisinde akılcılık ve aklî faaliyet için bkz. Talip Özdeş, Mâturîdî’nin Tefsir An-
layışı, İnsan Yayınları, İstanbul 2003, ss. 97-104.
15 el-Mâturîdî, Te’vîlâtu’l-Kur’ân, c. IV, ss. 112-113.
16 el-Mâturîdî, Te’vîlâtu’l-Kur’ân, thk. Murat Sülün, Dâru’l-Mîzân, İstanbul 2007, c. IX, s. 417.
17 el-Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd Tercümesi, s. 172.
18 el-Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, neşr . Fethullah Huleyf, Dâru’l-Meşrik, Beyrut 1986, s.58.
19 el-Mâturîdî, Te’vîlâtu’l-Kur’ân, c. IV, s. 112; thk. Ertuğrul Boynukalın, İstanbul 2006, c. VI, s. 336; Kutlu, “Mâtürîdî Akıl-
cılığı ve Bunun Günümüz Sorunlarını Çözmeye Katkısı”, s. 559.
20 el-Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd Tercümesi, s. 14.
21 el-Mâturîdî, Te’vîlâtu’l-Kur’ân, thk. Murteza Bedir, İstanbul 2008, c. XIII, 175.
22 Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed el-Mâturîdî, Te’vîlâtu’l-Kur’ân, thk. Ahmet Vanlıoğlu, Dâru’l-Mîzân, İstanbul
2010, c. XVII, ss. 221-222.
23 Mustafa Saim Yeprem, Mâtürîdî’nin Akîde Risâlesi ve Şerhi, T.D.V. Yayınları, Ankara 2011, ss. 68-69.
24 Şükretme ve Allah’ın küfre (kötülüğe) razı olmaması hakkında bkz. “Eğer nankörlük ederseniz, şüphesiz Allah, siz(in
imânınız)a muhtaç değildir. Fakat kulları için küfre râzı olmaz. Ve eğer şükrederseniz, sizin için ona râzı olur. Hiçbir
günahkar, diğerinin günahını çekmez. Sonra dönüşünüz Rabb’inizedir, (O), size yaptıklarınızı haber verir. Çünkü O,
göğüslerin özünü bilir” (ez-Zümer Sûresi, 39/7).
25 Ebû Mansûr el-Mâturîdî, Te’vîlâtu’l-Kur’ân, thk. Mustafa Yavuz, Dâru’l-Mîzân, İstanbul 2008, c. XII, ss. 304-305.
26 Bkz. İmâmü’l-Harameyn Ebû’l-Meâlî Abdülmelik el-Cüveynî, Kitâbü’l-İrşâd ilâ Kavâtı‘ı’l-Edille fî Usûli’l-İ‘tikâd, thk.
Es‘ad Temîm, Mü’essesetü’l-Kütübi’s-Sekâfiyye, Beyrut 1405 / 1985, ss. 228-234.
27 Ebü’l-Feth Muhammed b. Abdilkerîm b. Ebî Bekir Ahmed eş-Şehristânî, el-Milel ve’n-Nihal, thk. Muhammed Seyyid
Kîlânî, Dâru Sa‘b, Beyrut 1406 / 1986, c. I, ss. 101-102.
28 eş-Şehristânî, el-Milel ve’n-Nihal, c. I, s. 102.
29 Muhammed Abdurrahmân, Teshilu’l-Vusûl ilâ İlmi’l-Usûl, Kahire 1341, s. 44; Seyfuddîn el-Âmidî, İhkâm fî Usûli’l-Ah-
kâm, Kahire 1332/1913, c. I, s. 130.
30 Ebû Hâmid Muhammed b. Muhammed el-Gazzâlî, el-Mustasfâ min İlmi’l-Usûl, el-Matbâtü’l-Emîriyye, Kahire
1322/1904, c. I, ss. 55-56.
31 el-Âmidî, İhkâm fî Usûli’l-Ahkâm, c. I, s. 113.
32 Kemal Işık, Mutezile’nin Doğuşu ve Kelâmî Görüşleri, A.Ü. Basımevi, Ankara 1967, s. 78.
33 el-Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd Tecümesi, ss.229-230. Bkz.: Mâturîdî kelâmcısı Ebû Seleme es-Semerkandî’ye göre de, ge-
nellikle inancın üç kısma ayrıldığını söylemek mümkündür: Aklen vâcib, mümkün (câiz) ve imkânsız (mümteni‘). Vâcib,
nimet veren Allah’ı tanıma ve O’na şükretme; imkânsız da, nimet veren Allah’ı tanımama ve O’na nankörlük etme gibi
hususlardır. Mümkün ise, namazların ve zekâtın ölçüsünü belirlemek gibi dinî esasların miktarları ile alâkalı hususlardır.
Akıl, mümkünü, vâcib ve imkânsız olana yöneltmede yetersiz kalınca; mümkün olan hususları açıklamak, mümkünü
vâcib ve imkânsıza yöneltmek için, eşyanın hakikatlerini insanlara öğretecek bir peygamberin varlığına ihtiyaç duyulma-
sı zarûrîdir. Şurası bilinen bir gerçektir ki, peygamberler, aklen vâcib olanı pekiştirmek (te’kîd), aklen imkânsız olanın
meydana gelemeyeceğini ortaya koymak ve aklen mümkün olanı açıklamak suretiyle, doğruluklarını ve günahtan korun-
muş olduklarını gösteren apaçık deliller ve mucize işaretlerle gelmişlerdir. Çünkü Yüce Allah, “Kur’ân’ı düşünmüyorlar
mı? Eğer o Allah’tan başkası tarafından (indirilmiş) olsaydı, onda birbirini tutmaz çok şey (ihtilâfen kesîren) bulurlardı”
meâlindeki âyette buyurmuş olduğu üzere, Allah’ın delilleri birbiriyle çelişmez (en-Nisâ sûresi, 4/82). Ebû Seleme es-Se-
merkandî, Cümelü Usûli’d-Dîn Tercümesi, haz. Ahmet Saim Kılavuz, Emek Matbaacılık, İstanbul 1989, s. 34.
34 Ebü’l-Yüsr Muhammed b. Muhammed b. Abdülkerîm el-Pezdevî, Kitâbü Usûli’d-Dîn, thk. Hans Peter Linss, Dâru İh-
yâ’i’l- Kütübi’l-Arabiyye, Kahire 1383 / 1963, ss. 91-92.
35 el-Pezdevî, Kitâbü Usûli’d-Dîn, s.92.
36 Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, ss. 185 vd.; Recep Kılıç, Ahlâkın Dini Temeli, T.D.V. Yayınları, Ankara 1992, ss. 121-124; a.
mlf., “Vahiy ve Mucize”, Din Felsefesi, ed. Recep Kılıç ve Mehmet Sait Reçber, Grafiker Yayınları, Ankara 2014, s. 234, (ss.
217-352).
37 Mustafa Çağrıcı, İslâm Düşüncesinde Ahlâk, M.Ü.İ.F.V. Yayınları, İstanbul 1989, ss. 14-16, 19-20.
38 D. H. Parker, “Value and Existence”, Ethics an International Journal of Social, Political, and Legal Philosophy, Volume
XLVIII, Number 4, July 1938, s. 475.

516
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

39 George F. Hourani, Islamic Rationalism: The Ethics of ‘Abd al-Jabbâr, Clarendon Press, Oxford 1971, ss. 10-14; Recep
Kılıç, “Ahlâkın Temellendirilmesi Problemi”, İslâm Ahlâk Felsefesi, ed. Müfit Selim Saruhan, A.Ü. Uzaktan Eğitim Yayın-
ları, A.Ü. Basımevi, Anakara 2012, ss. 39-40, (ss. 26-43).
40 el-Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 136; a. mlf., Kitâbü’t-Tevhîd Tercümesi, s. 172.
41 el-Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd Tecümesi, s.284.
42 el-Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd Tecümesi, s.285.
43 el-Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd Tecümesi, ss.14-15.
44 el-Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd Tercümesi, s.252.
45 el-Pezdevî, Usûlü’d-Dîn, s.93.
46 el-Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd Tercümesi, s.253.
47 el-Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd Tercümesi, s.253.
48 Yeprem, Mâtürîdî’nin Akîde Risâlesi ve Şerhi, s.71.
49 Ebû Hâmid el-Gazzâlî, el-İktisâd fî’l-İ‘tikâd, neşr. İbrahim Agâh Çubukçu ve Hüseyin Atay, Ankara 1962, ss.184-185.
50 el-Kâdî Abdülcebbâr, Şerhu’l-Usûli’l-Hamse, neşr. Abdülkerîm Osman, Mektebetü Vehbe, Kahire 1408 / 1988, s.213;
Ebû’l-Hüseyin el-Hayyât, el-İntisâr ve’r-Redd alâ İbni’r-Râvendî’l-Mülhid, thk. Muhammed Hicâzî, Mektebetü’s-Sekâ-
fiyyeti’t-Dîniyye, Kahire 1988, s.178; el-Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, ss. 215-221; Ebû’l-Mu‘în Meymûn b. Muhammed
en-Nesefî, Tabsıratu’l-Edille fî Usûli’d-Dîn, thk. Hüseyin Atay, D.İ.B. Yayınları, Ankara 2004, c. I, s.504.
51 en-Nesefî, Tabsıratu’l-Edille, c. I, s.505.
52 el-Mâturîdî, Te’vîlâtu’l-Kur’ân, c. IV, s. 113; a. mlf., Kitâbü’t-Tevhîd Tercümesi, s.391.
53 el-Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd Tercümesi, s.4.
54 el-Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd Tercümesi, ss.4-5.
55 el-Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd Tercümesi, s.124.
56 el-Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd Tercümesi, s.77.
57 el-Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd Tercümesi, s.216.
58 el-Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd Tercümesi, s.399.
59 el-Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd Tercümesi, ss.399-400.
60 Ebû’l-Mu‘în Meymûn b. Muhammed en-Nesefî, Tabsıratü’l-Edille fî Usûli’d-Dîn, thk. Hüseyin Atay ve Şaban Ali Düz-
gün, D.İ.B. Yayınları, Ankara 2003, c. II, s.255
61 en-Nesefî, Tabsıratü’l-Edille, c. II, s.255.
62 en-Nesefî, Tabsıratü’l-Edille, c. II, ss. 255-256. Krş. Ebü’l-Hasan Nûreddin Ali b. Sultan Muhammed Aliyyü’l-Kârî, Şerhu
Kitâbi’l-Fıkhi’l-Ekber, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut 1404/1984, s. 84.
63 en-Nesefî, Tabsıratü’l-Edille, c. II, s. 257.
64 el-Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd Tercümesi, s.137.
65 Yeprem, Mâtürîdî’nin Akîde Risâlesi ve Şerhi, s. 71.
66 Ebû’l-Mu‘în en-Nesefî, et-Temhîd fî Usûli’d-Dîn, thk. Abdülhayy Kâbîl, Dâru’s-Sekâfe li’n-Neşr ve’t-Tevzî‘, Kahire 1407 /
1987, s. 84.
67 Yeprem, Mâtürîdî’nin Akîde Risâlesi ve Şerhi, s. 71.
68 Aliyyü’l-Kârî, Şerhu Kitâbi’l-Fıkhi’l-Ekber, ss. 84-85.
69 Yeprem, Mâtürîdî’nin Akîde Risâlesi ve Şerhi, s. 68.
70 Yeprem, Mâtürîdî’nin Akîde Risâlesi ve Şerhi, s. 69.
71 Mâturîdî, burada özellikle Mâturîdiyye kelâm literatüründe söz konusu edilen “tekvin-mükevven” konusuna ve ayrılığına
temas etmektedir. Çünkü “Mükevven, yani mahlûk hâdis olacağından ona taalluk eden fi‘l-i ilâhî de hâdis olur” şeklinde
diğer kelâmcılar tarafından ileri sürülebilecek itiraza İmâm Mâturîdî cevap vermekte, “Tekvin mükevvenin ve halk mah-
lûkun aynı değildir; tekvin ezelî olup, ne muhdes, ne de hâdistir” demek istemektedir. Tekvîn-mükevven ile halk-mahlûk
ayrılığı hususunda geniş bilgi için bkz. en-Nesefî, Tabsıratü’l-Edille, c. I, ss. 400-489.
72 Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhid Tercümesi, ss. 210-211.
73 Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhid Tercümesi, s. 211.
74 Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhid Tercümesi, ss. 127-128.
75 el-Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhid, s. 336.
76 el-Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhid, s. 137.
77 el-Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhid Tercümesi, s. 338.
78 el-Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd Tecümesi, s. 340.
79 Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhid, ss. 261-269; en-Nesefî, Tabsıratü’l-Edille, c. II, s. 161; Yeprem, Mâtürîdî’nin Akîde Risâlesi
ve Şerhi, s. 23. Ayrıca bkz. Aliyyü’l-Kârî, Şerhu Kitâbi’l-Fıkhi’l-Ekber, ss. 87-88.
80 Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhid Tercümesi, s. 354.
81 Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhid Tercümesi, s. 396.
82 el-Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd Tecümesi, ss. 287-288, 291, 304-305.
83 Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhid Tercümesi, ss. 287-288, 291-292, 296.

517
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

84 en-Nesefî, et-Temhîd, ss. 67-68; Mustafa Sait Yazıcıoğlu, Mâtürîdî ve Nesefî’ye Göre İnsan Hürriyeti Kavramı, M.E.B.
Yayınları, Millî Eğitim Basımevi, İstanbul 1992, ss. 41-42; Sönmez Kutlu, Türkler ve İslâm Tasavvuru, İSAM Yayınları,
İstanbul 2011, s. 137.
85 Ebû Hanife, “el-Fıkhu’l-Ekber”, İmâm-ı A‘zam’ın Beş Eseri, çev. Mustafa Öz, Ensar Neşriyat, İstanbul 2002, s. 57, (ss. 55-
59). Ayrıca krş. Ebû’s-Senâ’ Mahmûd b. Zeyd el-Lâmişî, Kitâbü’t-Temhîd li-Kavâ‘idi’t-Tevhîd, thk. Abdülmecîd Türkî,
Dâru’l-Ğarbi’l-İslâmî, Beyrut 1995, ss. 108-112.
86 Bkz. Ebû’l-Mu‘în Meymûn b. Muhammed en-Nesefî, Bahru’l-Kelâm, thk. es-Seyyid Yûsuf Ahmed, Dâru’l-Kütübi’l-İl-
miyye, Beyrut 1426 / 2005, ss. 22-23.
87 el-Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd Tecümesi, ss. 288, 291.
88 el-Lâmişî, Kitâbü’t-Temhîd, s. 113.
89 en-Nesefî, Bahru’l-Kelâm, s. 21.
90 Bkz. ez-Zümer Sûresi, 39/62.
91 el-Mâturîdî, Te’vîlâtu’l-Kur’ân, c. XII, ss. 362-363. Kelâmda madûm ve yoktan yaratma tartışması hususunda geniş bilgi
için bkz. H. Austryn Wolfson, Kelâm Felsefeleri: Müslüman-Hıristiyan-Yahudi Felsefeleri, çev. Kasım Turhan, Kitabevi,
İstanbul 2001, ss. 274-285.
92 el-Mâturîdî, Te’vîlâtu’l-Kur’ân, c. XII, s.363.
93 el-Mâturîdî, Te’vîlâtu’l-Kur’ân, c. XII, s.364.
94 el-Mü’min sûresi, 40/62.
95 el-Mâturîdî, Te’vîlâtu’l-Kur’ân, c. XII, s.84.
96 es-Saffât sûresi, 37/95-96.
97 el-Mâturîdî, Te’vîlâtu’l-Kur’ân, c. XII, s.167.
98 el-Bakara sûresi, 2/222.
99 el-Mâturîdî, Te’vîlâtu’l-Kur’ân, c. XII, ss. 167-168.
100 Ebû’l-Mu‘în en-Nesefî, et-Temhîd fî Usûli’d-Dîn, thk. Abdülhayy Kâbîl, Dâru’s-Sekâfe li’n-Neşr ve’t-Tevzî‘, Kahire 1407 /
1987, s. 70; a. mlf., Bahru’l-Kelâm, ss. 75-77.
101 Ahmet Cevizci, Etik-Ahlak Felsefesi, Say Yayınları, İstanbul 2014, ss. 139-141.
102 Cevizci, Etik-Ahlak Felsefesi, ss. 94-95.
103 Fethi Kerim Kazanç, Gazzâlî Öncesi Ehl-i Sünnet Kelâmında Ahlâk Düşüncesi, Ankara Okulu Yayınları, Ankara 2007,
ss. ss. 12, 281.
104 Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed b. Mahmûd el-Mâturîdî, Te‘vîlâtü Ehli’s-Sünne, thk. Fâtıma Yûsuf el-Hıyemî,
Mü’essetü’r-Risâle, Beyrut 1425 / 2004, c. II, ss. 199-200, 303.
105 el-Mâturîdî, Te‘vîlâtü Ehli’s-Sünne, (el-Hıyemî), c. II, ss. 199-200.
106 Heinz Heimsoeth, Kant’ın Felsefesi, çev. Takiyettin Mengüşoğlu, Doğu Batı Yayınları, Ankara 2007, s. 120.
107 Immanuel Kant, Pratik Aklın Eleştirisi, çev. Ioanna Kuçuradi, Ankara 1980, s. 121; Takiyettin Mengüşoğlu, Felsefeye
Giriş, Remzi Kitabevi, İstanbul 1992, s. 267; Mehmet Aydın, Din Felsefesi, İ.İ.F.V. Yayınları, İzmir 2007, ss. 95-96
108 Cevizci, Etik- Ahlak Felsefesi, s. 45.
109 En yüksek iyi için bkz. Harald Delius, “Etik”, Günümüz Felsefe Disiplinleri, çev. Doğan Özlem, Ara Yayıncılık, İstanbul
1990, ss. 314-315, (ss. 311-334).
110 el-Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, s. 137.
111 Hanifi Özcan, Mâturîdî’de Bilgi Problemi, M. Ü.İ.V. Yayınları, İstanbul 1993, ss. 162-163.
112 Ebû Mansûr el-Mâturîdî, Te’vîlâtu’l-Kur’ân, thk. Ahmet Vanlıoğlu, Dâru’l-Mîzân, İstanbul 2005, c. I, s. 281.
113 er-Ra‘d sûresi, 13/22.
114 Ebû Mansûr el-Mâturîdî, Te’vîlâtu’l-Kur’ân, thk. Hatice Boynukalın, Dâru’l-Mîzân, İstanbul 2006, c. VII, ss. 419-423.
115 Kazanç, Gazzâlî Öncesi Ehl-i Sünnet Kelâmında Ahlâk Düşüncesi, ss. 199-200.
116 Platon, Euthyphron, çev. Naili Boratav, Maarif Basımevi, İstanbul 1958, 6e -7a, ss. 12-13,
117 Platon, Euthyphron, 9e, s. 19.
118 Platon, Cumhuriyet, çev. Sabahattin Eyüboğlu ve M. Ali Cimcoz, Remzi Kitabevi, İstanbul 1992, 378a -383c, ss. 69-75.
119 W. D. Falk, “Morals Without Faith”, Philosophy, XIX, 1944, s.7. Krş. A. Flew, God and Philosophy, Hutchinson, London
1968, s. 109.
120 Michael Shermer, İyilik ve Kötülüğün Bilimi, çev. Sinem Gül, Varlık Yayınları, İstanbul 2004, s. 24.
121 Ebû’l-Hasan Alî b. İsmâ‘îl el-Eş‘arî, el-İbâne ‘an Usûli’d-Diyâne, el-Câmiatü’l-İslâmiyye, Medine 1975, ss. 42-43, 45-46.
122 Bu iki ahlâk teorisi hakkında ayrıntılı olarak bkz. G. F. Hourani, “Two Theories od value in Medieval Islam”, The Muslim
World, 50, 1960, ss. 269-278: Ayrıca bkz. a. mlf., Islamic Rationalism, s. 8 vd. ve 56 vd.
123 Kemâleddin Ahmed el-Beyâdî, İşârâtü’l-Merâm min Ibârâti’l-İmâm, thk. Yûsuf Abdürrezzâk, Şerikütü Mektebeti ve
Matba‘ati Mustafâ’l-Bâbî’l-Halebî ve Evlâdih, Kahire 1364 / 1949, ss. 75-76.
124 Fıkıh Usûlü’nde husün ve kubuh tartışmaları için bkz. Ebû Bekir Ahmed b. Ebî Sehl es-Serahsî, Usûlü’s-Serahsî, thk.
Ebû’l-Vefâ el-Afgânî, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut 14114 / 1993, c. I, ss. 60-94.
125 Shermer, İyilik ve Kötülüğün Bilimi, s. 24; Mehmet S. Aydın, Kant’ta ve Çağdaş İngiliz Felsefesinde Tanrı- Ahlâk İlişki-
si, T.D.V. Yayınları, Ankara 1991, ss. 9-12.

518
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

126 J. M. Bochenski, Çağdaş Avrupa Felsefesi, çev. Serdar Rıfat Kırkoğlu, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 1997, ss. 287-288.
127 Cevizci, Etik-Ahlak Felsefesi, ss. 100-101.
128 es-Serahsî, Usûlü’s-Serahsî, c. I, ss. 60-61; Abdurrahmân, Teshilu’l-Vusûl ilâ İlmi’l-Usûl, s. 45.
129 Ebû’l-Vefa et-Taftâzânî, Kelâm İlminin Bellibaşlı Meseleleri, çev. Şerafeddin Gölcük, Kahıyan Yayınları, İstanbul 1980, s.
188.
130 Fazlur Rahman, “Kur’ân’ın Bazı Temel Ahlâkî Kavramları”, Allah’ın Elçisi ve Mesajı Makaleler I, Ankara Okulu Yayınları,
Ankara 1997, s. 3, (ss. 1-25).
131 Osman Pazarlı, İslâmda Ahlâk, Remzi Kitabevi, İstanbul 1972, ss. 128-129.
132 Pazarlı, İslâmda Ahlâk, ss. 129-132.
133 Hanifi Özcan, “Mâturîdî’ye Göre Kur’ân’daki Kıssa ve Mesellerin Epistemolojik Amaç ve Önemi”, D.E.Ü.İ.F.D., Sayı: IX,
İzmir 1995, ss. 105-111.
134 Pazarlı, İslâmda Ahlâk, ss. 134-136.
135 el-Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhid Tercümesi, s. 128.
136 el-Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhid Tercümesi, s. 128.
137 el-Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhid Tercümesi, s. 231.
138 el-Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhid, ss. 100-101.
139 Ebû’l-Yüsr Muhammed el-Pezdevî, Ehl-i Sünnet Akâidi, çev. Şerafeddin Gölcük, Kayıhan Yayınları, İstanbul 1980, s. 131.
140 el-Mâturîdî, Te’vîlâtu’l-Kur’ân, c. IV, s. 112.
141 Cevizci, Etik-Ahlak Felsefesi, s. 101.
142 el-Mü’min sûresi, 40/61.
143 el-Mâturîdî, Te’vîlâtu Ehli’s-Sünne, (el-Hıyemî), c. IV, s. 355.
144 Nikolay Aleksandroviç Berdyaev, Dostoyevski, çev. Ender Gürol, Adam Yayıncılık, İstanbul 1984, ss. 82-73; Shermer,
İyilik ve Kötülüğün Bilimi, ss. 174-175.
145 el-Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhid Tercümesi, s. 231.
146 el-Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhid Tercümesi, s. 127.
147 Bkz. el-Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhid Tercümesi, ss. 34-36, 123-127.
148 Bochenski, Felsefece Düşünmenin Yolları, s. 62.
149 el-Kâdî Abdülcebbâr, el-Muğnî fî Ebvâbi’t-Tevhîd ve’s-Sıfât, thk. Ahmed Fuâd el-Ehvânî ve İbrâhîm Medkûr, el-Mü’esse-
setü’l-Mısriyyetü’l-Âmme li’t-Te’lîf ve’t-Terceme ve’t-Tıbâ‘a ve’n-Neşr, Kahire 1382 / 1962, c. VI/I. Kısım (et-Ta‘dîl ve’t-Te-
cvîr), 59; a. mlf., Şerhu’l-Usûli’l-Hamse, neşr. Abdülkerîm Osman, Mektebetü Vehbe, Kahire 1408 / 1988, s. 310.
150 Orhan Hançerlioğlu, Felsefe Sözlüğü, Remzi Kitabevi, İstanbul 1989, ss. 362-363; Stanley M. Honer ve Thomas C. Hunt,
Felsefeye Çağrı, İmge Kitabevi, Ankara 1996, s. 175.
151 Honer ve Hunt, Felsefeye Çağrı, ss. 172-173.
152 Shermer, İyilik ve Kötülüğün Bilimi, ss. 29, 188, 195-196.
153 el-Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd Tecümesi, ss. 34-35.
154 el-Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd Tecümesi, s. 251.
155 el-Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd Tecümesi, s. 251.
156 el-Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd Tecümesi, s. 252.
157 Bkz. Ebû Hüseyin Müslim b. Haccâc el-Kuşeyrî en-Nisâbûrî, Sahîh-i Müslim Muhtasarı, çev. tahric ve notlar, Abdullah
Feyzi Kocaer, Hüner Yayınevi, İstanbul 2005, Kasâme 28, Hadis No: 1676, c. I, s. 621; Zeynüddîn Ahmed b. Ahmed Ab-
dillatif ez-Zebîdî, Sahîh-i Buhârî Muhtasarı ve Tecrîd-i Sarîh, çev. ve şerh. Kâmil Miras, D.İ.B. Yayınarı, Ankara 1983,
Diyât 6, c. XII, ss. 265-266.
158 el- Mâturîdî, Te’vîlâtu’l-Kur’ân, thk. Halil İbrahim Kaçar , Dâru’l-Mîzân, İstanbul 2006, c.VIII, s. 268.
159 el-Mâturîdî, Te’vîlâtu’l-Kur’ân, c.I, s. 329.
160 el-Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd Tercümesi, s. 216.
161 el-Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd Tecümesi, s. 49.
162 el-Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd Tercümesi, ss. 207-208.
163 el-Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd Tercümesi, s. 208.
164 el-Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd Tercümesi, s. 208.
165 André Comte-Sponville, Felsefeyi Takdimimdir, çev. S. Seza Yılancıoğlu, Altın Kitaplar, İstanbul 2006, ss. 22-23.
166 Mâturîdî, Te’vîlâtu’l-Kur’ân, c. IV, ss. 220-221.
167 el-Pezdevî, Ehl-i Sünnet Akâidi, s. 73.
168 el-Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhid Tercümesi, ss. 252-253.
169 el-Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhid Tercümesi, s. 4.
170 el-Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhid Tercümesi, s. 211.
171 el-Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhid Tercümesi, ss. 58-59.
172 el-Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhid Tercümesi, s. 211.

519
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Kaynakça
ABDURRAHMÂN, Muhammed, Teshilu’l-Vusûl ilâ İlmi’l-Usûl, Kahire 1341 / 1925.
ABDÜLCEBBÂR, el-Kâdî, el-Muğnî fî Ebvâbi’t-Tevhîd ve’s-Sıfât, thk. Ahmed Fuâd el-Ehvânî ve İbrâhîm Medkûr, c. VI/I.
Kısım (et-Ta‘dîl ve’t-Tecvîr), el-Mü’essesetü’l-Mısriyyetü’l-Âmme li’t-Te’lîf ve’t-Terceme ve’t-Tıbâ‘a ve’n-Neşr, Kahire 1382
/ 1962.
ABDÜLCEBBÂR, el-Kâdî, Şerhu’l-Usûli’l-Hamse, neşr. Abdülkerîm Osman, Mektebetü Vehbe, Kahire 1408 / 1988.
AKARSU, Bedia, Felsefe Terimleri Sözlüğü, İnkılâp Kitabevi, İstanbul 1994.
AKBULUT, Ahmet Akbulut, Sahabe Devri Siyasi Hadiselerinin Kelami Problemlere Etkileri, Birleşik Yayıncılık, İstanbul
1992.
ALİYYÜ’L-KÂRÎ, Ebü’l-Hasan Nûreddin Ali b. Sultan Muhammed, Şerhu Kitâbi’l-Fıkhi’l-Ekber, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye,
Beyrut 1404/1984.
el-ÂMİDÎ, Seyfuddîn, İhkâm fî Usûli’l-Ahkâm, c. I, Kahire 1332/1913.
ARSLAN, Ahmet, Felsefeye Giriş, Adres Yayınları, Ankara 2005.
AYDIN, Mehmet S., Kant’ta ve Çağdaş İngiliz Felsefesinde Tanrı-Ahlâk İlişkisi, T.D.V. Yayınları, Ankara 1991.
AYDIN, Mehmet, Din Felsefesi, İ.İ.F.V. Yayınları, İzmir 2007.
BERDYAEV, Nikolay Aleksandroviç, Dostoyevski, çev. Ender Gürol, Adam Yayıncılık, İstanbul 1984.
el-BEYÂDÎ, Kemâleddin Ahmed, İşârâtü’l-Merâm min İbârâti’l-İmâm, thk. Yûsuf Abdürrezzâk, Şerikütü Mektebeti ve Mat-
ba‘ati Mustafâ’l-Bâbî’l-Halebî ve Evlâdih, Kahire 1364 / 1949.
BOCHESKI, J. M., Çağdaş Avrupa Felsefesi, çev. Serdar Rıfat Kırkoğlu, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 1997.
BOCHESKI, J. M., Felsefece Düşünmenin Yolları, çev. Kurtuluş Dinçer, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara 2005.
CEVİZCİ, Ahmet, Etik-Ahlak Felsefesi, Say Yayınları, İstanbul 2014.
COMTE-SPONVILLE, André, Felsefeyi Takdimimdir, çev. S. Seza Yılancıoğlu, Altın Kitaplar, İstanbul 2006.
el-CÜVEYNÎ, İmâmü’l-Harameyn Ebû’l-Meâlî Abdülmelik, Kitâbü’l-İrşâd ilâ Kavâtı‘ı’l-Edille fî Usûli’l-İ‘tikâd, thk. Es‘ad
Temîm, Mü’essesetü’l-Kütübi’s-Sekâfiyye, Beyrut 1405 / 1985.
ÇAĞRICI, Mustafa, İslâm Düşüncesinde Ahlâk, M.Ü.İ.F.V. Yayınları, İstanbul 1989.
DELIUS, Harald, “Etik”, Günümüz Felsefe Disiplinleri, çev. Doğan Özlem, Ara Yayıncılık, İstanbul 1990, (ss. 311-334).
EBÛ HANÎFE, “el-Fıkhu’l-Ekber”, İmâm-ı A‘zam’ın Beş Eseri, çev. Mustafa Öz, Ensar Neşriyat, İstanbul 2002, (ss. 55-59).
el-EŞ‘ARÎ, Ebû’l-Hasan, el-İbâne ‘an Usûli’d-Diyâne, Kahire Müniriyye, 1930.
FAKHRY, Majid, Ethical Theories in Islam, E.J. Brill, Leiden 1991.
FALK, W.D., “Morals Without Faith”, Philosophy, XIX, 1944.
FLEW, A., God and Philosophy, Hutchinson, second impression, London 1968.
el-GAZZALÎ, Ebû Hâmid Muhammed b. Muhammed, el-İktisâd fî’l-İ‘tikâd, neşr. İbrahim Agâh Çubukçu ve Hüseyin Atay,
A.Ü. Basımevi, Ankara 1962.
el-GAZZALÎ, Ebû Hâmid Muhammed b. Muhammed, el-Mustasfâ min İlmi’l-Usûl, I-II, el-Matbâtü’l-Emîriyye, Kahire
1322/1904.
GÜNGÖR, Erol, Değerler Psikolojisi Üzerine Araştırmalar, Ötüken Neşriyat, İstanbul 1993.
HANÇERLİOĞLU, Orhan, Felsefe Sözlüğü, Remzi Kitabevi, İstanbul 1989.
el-HAYYÂT, Ebû’l-Hüseyin, el-İntisâr ve’r-Redd alâ İbni’r-Râvendî’l-Mülhid, thk. Muhammed Hicâzî, Mektebetü’s-Sekâfiy-
yeti’t-Dîniyye, Kahire 1988.
HEIMSOETH, Heinz, Kant’ın Felsefesi, çev. Takiyettin Mengüşoğlu, Doğu Batı Yayınları, Ankara 2007.
HONER, Stanley M. ve HUNT, Thomas C., Felsefeye Çağrı, İmge Kitabevi, Ankara 1996.
HOURANI, G.F., “Two Theories of Value in Medieval Islam”, The Muslim World, 50, 1960, (ss. 269-278).
HOURANI, George F., Islamic Rationalism: The Ethics of ‘Abd al-Jabbar, Clarendon Press, Oxford 1971.
IŞIK, Kemal, Mutezile’nin Doğuşu ve Kelâmî Görüşleri, A.Ü. Basımevi, Ankara 1967.
KANT, Immanuel, Pratik Aklın Eleştirisi, çev. Ioanna Kuçuradi, Ankara 1980.
KAZANÇ, Fethi Kerim, Gazzâlî Öncesi Ehl-i Sünnet Kelâmında Ahlâk Düşüncesi, Ankara Okulu Yayınları, Ankara 2007.
KILIÇ, Recep, “Ahlâkın Temellendirilmesi Problemi”, İslâm Ahlâk Felsefesi, ed. Müfit Selim Saruhan, A.Ü. Uzaktan Eğitim
Yayınları, A.Ü. Basımevi, Anakara 2012, (ss. 26-43).
KILIÇ, Recep, “Vahiy ve Mucize”, Din Felsefesi, ed. Recep Kılıç ve Mehmet Sait Reçber, Grafiker Yayınları, Ankara 2014, (ss.
217-352).
KILIÇ, Recep, Ahlâkın Dini Temeli, T.D.V. Yayınları, Ankara 1992.
KUTLU, Sönmez, “Mâturîdî Akılcılığı ve Bunun Günümüz Sorunlarını Çözmeye Katkısı”, Büyük Türk Bilgini İmâm Mâturî-
dî ve Mâturîdîlik (Milletlerarası Tartışmalı İlmî Toplantı 22 - 24 Mayıs 2009), M.Ü.İ.F.V. Yayınları, İstanbul 2012, (ss.
549-575).
KUTLU, Sönmez, Türkler ve İslâm Tasavvuru, İSAM Yayınları, İstanbul 2011.
el-LÂMİŞÎ, Ebû’s-Senâ’ Mahmûd b. Zeyd, Kitâbü’t-Temhîd li-Kavâ‘idi’t-Tevhîd, thk. Abdülmecîd Türkî, Dâru’l-Ğarbi’l-İs-
lâmî, Beyrut 1995.

520
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

el-MÂTURÎDÎ, Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed b. Mahmûd, Kitâbu’t-Tevhîd, neşr. Fethullah Huleyf, Dâru’l-Meşrik,
Beyrut 1986.
el-MÂTURÎDÎ, Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed b. Mahmûd, Kitâbü’t-Tevhîd Tecümesi, çev. Bekir Topaloğlu, İSAM
Yayınları, Ankara 2002.
el-MATURÎDÎ, Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed b. Mahmûd, Te‘vîlâtü Ehli’s-Sünne, thk. Fâtıma Yûsuf el-Hıyemî,
I-V, Mü’essesetü’r-Risâle, Beyrut 1425 / 2004.
el-MÂTURÎDÎ, Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed, Te’vîlâtu’l-Kur’ân, thk. Ahmet Vanlıoğlu, c. I, Dâru’l-Mîzân, İstan-
bul 2005; thk. Mehmet Boynukalın, c. IV, Mizan Yayınevi, İstanbul 2005; thk. Ertuğrul Boynukalın, c. VI, İstanbul 2006;
thk. Hatice Boynukalın, c. VII, Dâru’l-Mîzân, İstanbul 2006; thk. Halil İbrahim Kaçar, c. VIII, Dâru’l-Mîzân, İstanbul
2006; thk. Murat Sülün, c. IX, Dâru’l-Mîzân, İstanbul 2007; thk. Mustafa Yavuz, c. XII, Dâru’l-Mîzân, İstanbul 2008; thk.
Murteza Bedir, c. XIII, Dâru’l-Mîzân, İstanbul 2008; thk. Ahmet Vanlıoğlu, c. XVII, Dâru’l-Mîzân, İstanbul 2010.
MENGÜŞOĞLU, Takiyettin, Felsefeye Giriş, Remzi Kitabevi, İstanbul 1992.
MÜSLİM, Ebû Hüseyin Müslim b. Haccâc el-Kuşeyrî en-Nisâbûrî, Sahîh-i Müslim Muhtasarı, çev. tahric ve notlar, Abdullah
Feyzi Kocaer, I-II, Kasâme, 28, Hadis No: 1676, Hüner Yayınevi, İstanbul 2005.
en-NESEFÎ, Ebû’l-Mu‘în Meymûn b. Muhammed b. Muhammed b. Mekhûl, Bahru’l-Kelâm, thk. es-Seyyid Yûsuf Ahmed,
Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut 1426 / 2005.
en-NESEFÎ, Ebû’l-Mu‘în Meymûn b. Muhammed b. Muhammed b. Mekhûl, et-Temhîd fî Usûli’d-Dîn, thk. Abdülhayy Kâbîl,
Dâru’s-Sekâfe li’n-Neşr ve’t-Tevzî‘, Kahire 1407 / 1987.
en-NESEFÎ, Ebû’l-Mu‘în Meymûn b. Muhammed, Tabsıratü’l-Edille fî Usûli’d-Dîn, thk. Hüseyin Atay, c. I, D.İ.B. Yayınları,
Ankara 2004; thk. Hüseyin Atay ve Şaban Ali Düzgün, c. II, D.İ.B. Yayınları, Ankara 2003.
ÖZCAN, Hanifi, “Mâturîdî’ye Göre Kur’ân’daki Kıssa ve Mesellerin Epistemolojik Amaç ve Önemi”, D.E.Ü.İ.F.D., Sayı: IX,
İzmir 1995, (ss. 103-117).
ÖZCAN, Hanifi, Mâturîdî’de Bilgi Problemi, M. Ü.İ.V. Yayınları, İstanbul 1993.
ÖZDEŞ, Talip, Mâturîdî’nin Tefsir Anlayışı, İnsan Yayınları, İstanbul 2003.
ÖZLEM, Doğan, Etik -Ahlak Felsefesi-, Say Yayınları, İstanbul 2010.
PARKER, D. H., “Value and Existence”, Ethics an International Journal of Social, Political, and Legal Philosophy, Volume
XLVIII, Number 4, July 1938.
PAZARLI, Osman, İslâmda Ahlâk, Remzi Kitabevi, İstanbul 1972.
el-PEZDEVÎ, Ebü’l-Yüsr Muhammed b. Muhammed b. Abdülkerîm, Kitâbü Usûli’d -Dîn, thk. Hans Peter Linss, Dâru İhyâ’i’l-
Kütübi’l- Arabiyye, Kahire 1383 / 1963 ; a. mlf., Ehl-i Sünnet Akâidi, çev.
Şerafeddin Gölcük, Kayıhan Yayınları, İstanbul 1980.
PLATON, Cumhuriyet, çev. Sabahattin Eyüboğlu ve M. Ali Cimcoz, Remzi Kitabevi, İstanbul 1992.
PLATON, Euthyphron (Dinlilik), çev. Naili Boratav, Maarif Basımevi, İstanbul 1958.
RAHMAN, Fazlur, “Kur’ân’ın Bazı Temel Ahlâkî Kavramları”, Allah’ın Elçisi ve Mesajı Makaleler I, Ankara Okulu Yayınları,
Ankara 1997, (ss. 1-25).
es-SEMERKANDÎ, Ebû Seleme, Cümelü Usûli’d-Dîn Tercümesi, haz. Ahmet Saim Kılavuz, Emek Matbaacılık, İstanbul 1989.
es-SERAHSÎ, Ebû Bekir Ahmed b. Ebî Sehl, Usûlü’s-Serahsî, thk. Ebû’l-Vefâ el-Afgânî, I-II, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut
14114 / 1993
SHERMER, Michael, İyilik ve Kötülüğün Bilimi, çev. Sinem Gül, Varlık Yayınları, İstanbul 2004.
eş-ŞEHRİSTÂNÎ, Ebû’l-Feth Muhammed b. Abdilkerîm, el-Milel ve’n-Nihal, thk. Muhammed Kîlânî, I-II, Dâru Sa‘b, Beyrut
1406 / 1986.
et-TAFTÂZÂNÎ, Ebû’l-Vefa, Kelâm İlminin Bellibaşlı Meseleleri, çev. Şerafeddin Gölcük, Kahıyan Yayınları, İstanbul 1980.
TOPDEMİR, Hüseyin Gazi Topdemir, Felsefe, Pegem Akademi, Ankara 2008.
ÜLKEN, Hilmi Ziya, Bilgi ve Değer, Ülken Yayınları, İstanbul 2001.
WOLFSON, H. Austryn, Kelâm Felsefeleri: Müslüman-Hıristiyan-Yahudi Felsefeleri, çev. Kasım Turhan, Kitabevi, İstanbul
2001.
YAZICIOĞLU, Mustafa Sait, Mâturîdî ve Nesefî’ye Göre İnsan Hürriyeti Kavramı, M.E.B. Yayınları, Millî Eğitim Basımevi,
İstanbul 1992.
YEPREM, Mustafa Saim, Mâturîdî’nin Akîde Risâlesi ve Şerhi, T.D.V. Yayınları, Ankara 2011.
ez-ZEBÎDÎ, Zeynüddîn Ahmed b. Ahmed Abdillatif, Sahîh-i Buhârî Muhtasarı ve Tecrîd-i Sarîh, çev. ve şerh. Kâmil Miras,
c. XII, D.İ.B. Yayınları, Ankara 1983.

521
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Yrd. Doç. Dr. Sami ŞEKEROĞLU


1968 yılında Kilis’te doğdu. İlk ve orta öğrenimini Kilis’te, yükseköğreni-
mini 1992 yılında Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde tamam-
ladı. Kısa bir süre öğretmenlik yaptıktan sonra 1994’te Harran Üniversi-
tesi İlahiyat Fakültesi, İslam Felsefesi Anabilim dalına araştırma görevlisi
olarak atandı. Yüksek lisans ve doktorasını Dokuz Eylül Üniversitesi’nde
tamamladı. hâlen Harran Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde İslam Fel-
sefesi alanında öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır.

Mâturîdî’nin Nazarında
İnsanın Ahlâkiliği
Genel anlamda dinin, özelde ise İslam vahyinin te-
mel amacının insanın hem yaratıcı ile kendisi, hem
de diğer insanlarla sağlam ve sağlıklı bir ilişkinin ku-
rulmasını sağlamak olduğunu söyleyebiliriz. Her iki
bakımdan da ancak bu nitelikte bir alakanın kuru-
labilmesi sayesinde insanın bu âlemdeki ahlakiliği-
nin bir anlamından söz etmek mümkün olabilecektir.
İnsanî varoluşu anlamlandırma yönüyle Mâturîdî’ye
ve onun düşüncelerine baktığımızda insanın bu dün-
yada beklenen/umulan/amaçlanan bir âkıbet için var
kılındığına dair pek çok vurgu ile karşılaşırız. Ona
göre, âlemde yaratılan her şeyde gözetilen “hikmet”
ve yapılan her işin belli bir sonuç elde etmek için ya-
pıldığının göz ile görülmesi ve akıl ile anlaşılması in-
sanın hayatın ve yaptıklarının anlamsız ve amaçsız
olamayacağının delilidir.1
Mâturîdî’ye göre, eylemin düşünülen ve umulan bir şey
adına gerçekleştirilmesi, nihai bir amaç olarak sonsuz
ahiret mutluluğuyla alakalı olduğu kadar, insanın bu

523
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

dünyadaki ahlakiliği ile de yakından ilgilidir. Çünkü adına “hikmet”e dayalı bir yaklaşımın izleri bulun-
insanın davranışları onu sonsuz mutluluğa eriştire- maktadır. Ayrıca Mâturîdî, “takva” kavramının an-
ceği gibi, dünya hayatında –hikmet ilkesine uygun- lamından bahsederken, onun, “Allaha boyun eğerek
luk gereğince- ona yaraşan ve yakışan tavrın ortaya azabından korkmak, cezalandırmayı doğuracak işler-
çıkmasının da aracı olacaktır. den nefsi çekmek suretiyle korumakve dinin emir ve
İnsanın âlemdeki varlıklar arasında açıkça görülen yasaklarına uymak” şeklindeki tanımı aktarır. Ama
farklı ontolojisine bakarak ve herhangi bir saçmalığa ardından kendi tanrı tasavvuruna da uygun olarak
düşmeksizin insanın ahlakiliğini göz ardı etmek/yok bu meselede korkunun nesnesinin Allah olmadığını,
saymak mümkün değildir. Acaba Mâturîdî açısın- bilakis sonucu kötü gerçekleşecek fiilin bizzat ken-
dan insanın ahlakiliğinin temelini oluşturan unsur- disi olduğunu, yani öncelikle korkulması gerekenin
lar nelerdir? Ve hangi donanımına dayalı olarak bu- kötü fiilin kötü akıbeti olduğunun altını da özellikle
nun yadsınması imkânsızdır? çizer. Görülen o ki, davranışlarda samimiyet ve ey-
lemlerde nihâi olarak Rabbin hoşnutluğunu arama
Mâturîdî için söz konusu meselenin temelinde önce-
arzusu, yapılan işlerin psikolojik gerekçesini sağla-
likle doğrudan insanın sahip olduğu Allah tasavvu-
makta ve Onun sevgisini kaybetmeme fikrinin yön
runun bulunduğunu söylememiz mümkündür. Onun
vereceği ahlaki tutumlar ise insanın kötü fiilinin kötü
açısından, insanın ahlaki bir varlık olarak “övülür”
neticesinden korkmaya yöneltmektedir.
fiilleri işlemesini talep eden “Zât”ın kendisi her şey-
den önce, “övülür” fiillerin fâili bir varlık iken, ah- Mâturîdî’nin Tanrı tasavvuru vasıtasıyla insanın ahlâ-
lakiliği talep ettiği insanın bu yöndeki ontolojisini kiliğini besleyen ve destekleyen bir başka yaklaşımın-
ne yok saymıştır ne de zedelemiştir. Dolayısıyla in- dan da söz etmek uygun olacaktır. İslam ahlak dü-
sanın bu âlemdeki ahlaki bir varlık olarak bulunuşu şüncesinde insanınahlâkiliği konusunda genelde, salt
kadar, Allah’ın ahlakiliğe uygun davrandığı/davra- kudret ve güç ile mücehhez, sonsuz kudretiyle âlem-
nacağı da aynı derecede bir gerçekliktir. Bu yüzden deki her unsurun işleyiş ve kontrolünü elinde tutan
Allah’ın hikmetine sımsıkı sarılan Mâturîdî, Onun ve bu âlem içindeki bir varlık olarak insanın da hem
ahlaki yasalara aykırı davranmayacağını dile getirir. zihin içi, hem de zihin dışı her eyleminin gerçek fa-
Ona göre, “aklî ilkeler Allah’ınzatının bir gereği olarak ilinin kendisi olduğu bir tanrı tasavvuru karşımıza
belli ölçüler dâhilinde yaratması ve iş görmesi demek- çıkar. Nitekim, Eş’ârî düşüncede insanın ıztırârî (zo-
tir.”2 Onun bakış açısından Allah’ın insanın kaderine runlu/istemsiz) fiili gibi, iktisâbî (seçimli/istemli) fi-
hükmeden despot bir kral olmadığı gibi, hükümran- ilinin de fâili doğrudan doğruya Allah’tır. Meydana
lığı karşısında salt güçten ötürü boyun eğilerek tapı- gelen fiil ile o fiilin failinin birbiri üzerine herhangi
lan bir varlık da olmadığını söylemek mümkündür. bir etkileri yoktur. Fâil kendisinde yaratılan güç ve
Zira O, Mâturîdî’nin dediği gibi, fiilinde ahlâkî ilke- fiilin sadece mahallidir. İslam filozofu İbn Rüşd bu
lere dayalı olarak hareket eden bir varlıktır. fikrin sorunlu olduğunu, ziraiktisab ve müktesebin
Allah tarafından yaratılmasıyla kişinin yaptığı işte hür
İnsanın ahlakiliğinin teminatı olan böylesi bir tanrı
tasavvuru bağlamında şu hususun da ilave dilmesi değil zorunlu duruma düşeceğini belirterek mesele-
gerekiyor. Bilindiği gibi Mâturîdî, Allah’ın fiili sıfat- nin doğuracağı felsefi/ahlaki probleme işaret etmiştir.
larına özel bir vurgu yapmaktadır. Tevilat’ta insanın Mâturîdî bu konuda her zaman yaptığı gibi Allah’ın
bu dünyadaki ahlakiliğinin öneminden söz açtığı yer- hakîm ismine yapışır. Ona göre, hikmet’in esası hem
lerde, o, sıklıkla Rabbimizin hâkim değil, hakîm; adil, söz, hem de eylemde isabet etmektir.4 Bir şeyi yerli ye-
rahman ve rahîm gibi kişisel bir tanrı tasavvurunu rine koymak ve her hakkı sahibine ulaştırmaktır. İn-
betimlemektedir.3 Niçin mutlak kudret, mutlak ira- sana bilgi gücü verilmiş midir? Evet. Mademki hik-
deye dayanan, sonsuz derecede hâkim olan bir tasav- met hem söz, hem de fiilde isabet etmek demektir.
vur yerine, bizzat kendi ifadesiyle “insana olan ikra- Öyleyse hikmet, insana bilgi gücü verilmişken ey-
mının, lütfunun ve cömertliğinin bolluğundan ötürü lem gücünün ondan esirgenmesine asla izin verme-
itaat edilmesi ve saygı duyulması gereken bir tanrı fik- yecektir. Bir başka yerde Mâturîdî bu konuyu pekiş-
rini yerleştirmeye çalışmaktadır? Bu konuda elbette tirircesine, insana ait olan fiilin gerekçesinin bizzat
farklı şeyler de söylenebilir, ama öyle anlaşılıyor ki, insanın söz konusu fiile ilişkin arzu, meyil ve yöne-
ahlâkî duygu yanında düşünsel bilgiye de dayanan ah- liminin olduğunu ifade ederek insanın bu âlemdeki
laki akt’ın sayısız kutsal varlıklara dönüştürülmemesi ahlakiliğinin temel dinamiğinin evvelemirde onu

524
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

böylesi bir yaratılış ile yaratan Allah olduğunu vur- değere uygun davranışta bulunmaya götürecek ah-
gulamaktadır. Ayrıca Mâturîdî’ye göre, insanın yara- laki bilgiyi elde edecektir. Kişi, sahip olduğu seçme
tılışının saçma/abes olmaması insanın özündeki cev- ve eylem hürriyetine dayanarak kendisine ahlaki bilgi
herin açığa çıkmasını gerektirdiği gibi, kişinin kendi temin edecek duyularını yerli yerinde kullanarak is-
fiilinin faili olmasını da zorunlu kılar. Zaten insan tenir sonuca ulaşabileceği gibi11, bu duyusal dona-
yaptıklarında özgür olduğunu kendi nefsinden bi- nımını yerinde kullanmayarak onların sağlayacağı
lir.5Aksi takdirde, ona göre, ahiretteki tefrik edilme, epistemik faydadan kendisini yoksun da bırakabile-
yani Rabbe içtenlikle bağlı olanın Ona karşı samimi cektir. Böylesi bir tercih de doğrudan insanın ahla-
olmayandan; iyilik yapanın isyan edenden; şükrede- kiliği ile alakalı bir boyuttur.
nin nankörlük edenden ayırt edilmesi mümkün ol- Mâturîdîye göre, insan, duyuları vasıtasıyla kendi-
mayacaktır.6Bu ise, Allah’ın “bilerek iş yapması” an- sini ahlakiliğe davet eden bilgilere ulaşıp bu yönde
lamındaki “hikmet”e ve “her hakkı sahibine teslim bir zihni faaliyeti başlattığında “hikmet”e uygun dav-
etmesi” anlamındaki “adâlet”ine uygun düşmeyecektir.7 ranmış olmakta, aksi halde ise, duyular kendileriyle
Demek oluyor ki, Mâturîdî’nin nazarında insanın ah- bilgiye ulaşma imkânından –tercihin yönü sebebiyle-
lakiliğinin temelini oluşturan husus, daha en başta yoksun bırakıldığından “zulüm” fiili işlenmekte ve
insana verdiği hür irade ikramıyla ve daha pek çok söz konusu fiilin faili “zâlim” niteliğini yüklenmek-
ihsan ve lütfunun bolluğuyla bizzat Allah’tır.8Sırf bu tedir. Dolayısıyla Mâturîdî açısından olumsuz bir ah-
hususlar düşünüldüğünde bile, Mâturîdî’ye göre, Allah laki fiil ve nitelik olan zulüm ve zâlim’in bağlamının
sevilmesi ve saygıdan ötürü kendisine itaat ve boyun duyularını yerli yerinde kullanmayan ve onların sağ-
eğilmesi gereken bir varlıktır. İkinci olarak, Mâturîdî ladığı bilgiyle ahlakiliğe yönelmeyen insan ve onun
açısından insanın ahlakiliğinin temelinin doğrudan tercihine dair olduğu da anlaşılmaktadır.
insanın sahip olduğu donanıma dayandırıldığını da Akla gelince, Mâturîdî’ye göre, aklın önemine ilişkin
söylemek mümkündür. Bilindiği gibi, Mâturîdî’nin sempozyum başından beri söylenmesi gerekenler hep
bilgi felsefesinde bilginin kaynağı üç tanedir. Duyu- söylendi. Ben bu konudaki tanımlamaları geçerek,
lar, akıl ve haber, yani vahiy bilgisi. Mâturîdî sistemli aklın insanın ahlakiliği ile alakasına değineceğim.
düşünen bir mütefekkirdir. Mademki, bilginin sınır- Az öncede arz ettiğim gibi, akıl nimeti, kişiyi ahlaki
larını ve kaynağını bu üç esas belirlemektedir ve bilgi davranışa yöneltecek bilgiyi duyular vasıtasıyla elde
ile eylemin ayrılmaması bizzat hikmet’in gereğidir. etmekteydi. İlk basamağında duyuların bulunduğu
O halde, aynı esaslar insanın ahlakiliğinin de dayan- bu epistemik süreçte sağlam ve sağlıklı işleyen bir
dığı esaslar olacaktır.9Ancak ahlak söz konusu oldu- akıl insanın kendisinin ve içinde yaşadığı âlemin bir
ğunda, ahlak alanının görece esnekliğe sahip olması gün gelip yok olup gideceği fikrini saçma ve anlamsız
gerçekliğine dayanarak olsa gerek, Mâturîdî bu üç bulacaktır. Mâturîdî akla uygun hareket edenin fiili-
kaynağa bir dördüncüsünü ilave eder ve bunu da in- nin hikmet’in çerçevesi dışına çıkmayacağını söyler.
sanın tab’ı/mizacı/doğası olarak adlandırır. Yani ba- Dolayısıyla aklın da bir parçası olduğu bu dünyanın
zen öyle durumlar ile karşılaşılabilir ki, orada ahlak- hikmet’e aykırı olarak anlamsız ve saçma bir temel
tan haber veren husus ne duyular ve akıl, ne de vahiy üzerine inşa edildiğinin düşünülmesi saçma ve an-
bilgisidir. Söz konusu fiili durumun iyi ya da kötü ol- lamsız olacaktır. Demek ki, akıl, bu şekilde “hikmet”
duğunu insana hatırlatan her şeyden önce bizzat in- gerçeğine dayalı olarak elde edeceği bilgi ile aynı za-
sanın doğasıdır/yapısıdır.10 manda sahibini ahlaki açıdan yükümlü kılacak bil-
Mâturîdî’ye göre, insan şeylerin iyilik ve kötülüğü ginin de bir nevi kaynağı olmaktadır. Mâturîdî aklın
/ faydalılığı ya da zararlı oluşuna ilişkin bir değer ahlaktaki önemine vurgu yapan bu yorumlarıyla de-
hükmü vereceği zamanöncelikle duyularının sağla- ğerin temelinde sadece Allah’ın kudretini gören yak-
dığı verilerden hareket eder. Zira duyular genel bilgi laşımlardan ayrılarak bu konuda aklı bir kaynak ka-
elde etmede olduğu gibi ahlaki bilginin temininde de bul eden Mutezile’nin yorumuna yaklaşmaktadır.12
ilk adımı oluşturur. İnsanı çevreleyen ve her biri bir Ama bununla beraber, haber bilgisini yadsımayan
maksada ve gayeye bağlı olarak yaratılan varlık delil- ve yok saymayan düşünceleriyle onlara da tam an-
leri öncelikle duyulara bir şeyler söyler. İnsan ise böy- lamıyla benzememektedir.
lesine konuşan bu varlıklar hakkında yürüttüğü göz- İnsanın ahlakiliği bağlamında Mâturîdî, her iki ekol-
lemine dayalı olarak hem ahlaki değeri, hem de bu den farklı olarak insanın doğasının da bir dördüncü

525
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

kaynak olarak ele alınabileceğinin ipuçlarını vermek- Mâturîdî, insanın ahlakiliği elde etme yolunda tefek-
tedir. O, ahlâkî değerin kaynağına vurgu yaptığı bazı kür, teemmül ve nazar etme gibi zihni fonksiyonla-
cümlelerinde “….hem aklen, hem de tab’an iyidir/kö- rın devrede olduğu düşünme eylemine çok özel önem
tüdür” gibi aklın değerin kaynağı olarak tezahür et- verir ve sıklıkla bu donanımın kullanılmasına dikkat
tiği yerlerde insanın mizacının/doğasının/yapısının çeker. Duyularla başlayıp, akıl ve insan doğasınca pe-
da bir belirleyici olarak kabul edilmesi gereğine işa- kiştirilen ahlâkî bağlamdaki bu düşünme ameliyesi
ret etmektedir. Sözlükte tab’, “insanın yapısında, ya- iyiden iyiye ve derinlemesine yapılan bir düşünme-
ratılışında bulunan seciye” gibi anlamlara gelmek- dir. Açıkçası insanı ahlakiliğe ulaştıran bir düşünme
tedir. Demek oluyor ki, “iyi hem akıl, hem de insan türüdür kastedilen..
doğasınca iyi; kötü hem akıl, hem de insan doğasınca Sonuç olarak, Mâturîdî’nin nazarında insanın ahla-
kötüdür” ifadelerinde tab’ kavramına yüklenen an- kiliğinin nihâi dayanağını insan varlığına Tanrı ta-
lamın insanın ahlakiliğinin gerekçesinin akıl olması rafından ulaştırılan haber bilgisi, yani vahiy oluştur-
kadar, yeri geldiğinde insanın doğasının ve yapısının maktadır. Haberin bu buradaki katkısı ise, duyular
da bu bağlamda bir değer kaynağı olarak kabul edil- tarafından müşahede edilen, akıl vasıtasıyla keyfiyeti
mesi gereğine vurgu yapılmaktadır.13 kavranan ahlâkî değerin desteklenmesi ve pekiştiril-
mesi yönündedir. Ayrıca ona göre haber bilgisi, ahlâkî
Ayrıca Mâturîdî’ye göre, insan bizzat kendi doğası-
anlamda vazgeçilmezdir. Zira duyularda ortaya çık-
nın davet ettiği üç tür iyilikle karşı karşıyadır: bun-
ması muhtemel problemlerin varlığı ve aklın sınırlı-
lardan ilk ikisi Yaratıcı ile kişinin kendisi arasında
lığı ya da bazen aklın bir konuda verdiği hükümlerde
iken, diğer üçüncüsü kişinin kendisi ile sair insan-
nefs ve hevânın devreye sızması gibi arızalar zuhu-
lar arasında cereyan etmektedir. Yaratıcı ile kişinin
runda bir yol gösterici ve destekleyici ve uyarıcının
kendisi arasındaki ilk “iyi”; Yüce Yaratıcının birliği-
varlığı zorunludur. Ayrıca Mâturîdî’ye göre, insanla-
nin delillerini tasdik ederek Ona iman etmek, diğeri rın bazen sadece kendi akıllarının gösterdiğinin ger-
ise, O’nun verdiği her türlü nimetlere karşı şükret- çeğe ve doğruya yakın olduğunu iddia ederek bir-
mektir. Kişinin diğer insanlarla kendisi arasındaki birleriyle tartıştıkları ve anlaşmazlığa düştüklerinde
“iyi”ye gelince, o da, hoşuna giden ve beğendiği bir fikri tercih edilen bir Nebî’nin aklının Allah katın-
iyiyi başkası içinde istemek; eziyet duyduğu bir kö- dan kendilerine bir elçi olduğunu bilmeleri sorunları
tüden uzaklaşmayı arzu ettiği gibi başkasının da on- giderme adına oldukça önemli bir katkı olarak vah-
dan uzak olması için çabalamaktır.14 yin konumunu tartışılmaz kılmaktadır.15
Görülüyor ki, bir insan yapısal olarak bile birtakım Demek ki, Mâturîdî’ye göre, insanın bu âlemdeki ah-
eylemlerin kaynağını kendinden hareketle bulabile- lâkî varlığının gerekçesini bizzat sahip olduğu duyu-
cektir. Kaynağını kendi doğasında bulduğu birinci lar, akıl ve doğası gibi şahsî donanımları oluşturduğu
eylemin iman ve o inancın nesnesi olan varlığa karşı kadar onun ahlâkî yetkinleşmesinin sağlanması açı-
teşekkür eylemi olduğu, ardından gelenin ise, kişinin sından haber bilgisinin de yönlendirici, tashih edici
kendisinin yapısal olarak talep ettiği ya da çekindiği ve eylemlerin gerçekleştirilmesine yönelik yüreklen-
hususlarda duygudaşlık türünden eylemlerin sair in- dirici etkisinin ahlâkîlik bağlamında bir önemli ge-
sanlarla kendisi arasında tesisi olduğu anlaşılmaktadır. rekçe olarak göz ardı edilmemesi gerekmektedir.

Dipnotlar
1 Mâturîdî, Te’vilatü’l-Kur’an, (TSMK Medine Böl. Yazma no: 180) vr.298a, 366a, 372a
2 Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, (nşr. FethullahHuleyf), İstanbul 1979, s. 97, 100, 124, 216.
3 Mâtürîdî, Te’vîlât, vr. 705a, 694b, 128a, 222a, 311a, 681b; Tevhid, s. 52, 55, 59, 66, 71, 75; Şerh-i Semerkandî (Ebu Bekr M. b.
Ahmed es- Semerkandî), (TSMK, Medine Bölümü, Yazma No: 179), vr32b, 218b.
4 Mâtürîdî, Te’vîlât, vr. 512a, 534b.
5 Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîds. 239.
6 Mâtürîdî, Te’vîlât, vr. 778a
7 Mâtürîdî, Tevhid, s. 200, 178, 181 ; Mâtürîdî, Te’vîlât-u Ehli’s-Sünne (Avazeyn Neşri),s. 273.
8 Te’vîlât, vr. 635b.
9 Sami Şekeroğlu, Mâturîdî’de Ahlak/Felsefi Bir Betimleme, Ankara Okulu Yayınları, Ankara 2010, s.19.
10 Örneğin Mâturîdî,homoseksüellik(livata) hakkında hiçbir yasaklayıcı dini hüküm gelmeseydi bile, söz konusu çirkin fiili
aklın reddetmesi ve ona “kötü” hükmünü vermesi yanında bizzat tab’ da (yani saflığını kaybetmemiş bir yapı olarak insan
doğası da) onu öylece kabul edecek ve bu fiile “kötü” hükmünü verecektir Mâtürîdî, Te’vîlât, vr. 674a.

526
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

11 Mâtürîdî’nin duyuların insana sunduğu genel bilginin ahlaki bilgiye ve oradan da eyleme götüren ilk adım olduğuna ya
da olması gerektiğine ilişkin pek çok yorumlarından sadece bir tanesini buraya örnek olarak almak istiyorum. Ona göre,
“insan kendisinin bir damla sudan kan pıhtısına, ardından küçük bir et parçasına döndürüldüğünü ve vakti geldiğinde o
et parçasına kemikler giydirildiğini ve bunların ardından da maddi ve manevi pek çok cihazlarla donatıldığını “gözüyle”
gördüğü halde, sonuçta bir gün gelip anlamsızca bir yok oluşa, fayda ve gayeyi yok sayarak dağılmaya ve çürümeye bıra-
kılacağını nasıl düşünebilir? Böyle bir eylem, kusursuz ve sağlamca ördüğü örgüsünü sırf iş olsun diye söküp dağıtan bir
kadının yaptığı anlamsız işten ne farkı kalacaktır ki?”Mâtürîdî, Te’vîlât, vr. 501b;krş. 547b, 781b.
Görülüyor ki, Mâtürîdî’nin yaklaşımıyla, bir şeyi yerli yerine koyma anlamındaki hikmet, bizzat göz ile varlığı müşahede
edilen bir şey hakkındaki gözlemin bilebu yönde bir akıl yürütmesini gerektirmektedir. Yani nasıl ki, var edilenlerin
anlamsız bir yaratılışa konu olmadığını salt duyu organlarından birisi olan göz görüp aklın idrakine sunduğu gibi, insan
ve onun varlığının bütün boyutlarının da böyle bir anlamsızlığa konu olmayacaklarının bilgisini öncelikle duyular akla
sunmaktadır.
12 G. F. Hourâni, İslamicRationalism, TheEthics of ‘Abd al-Jabbar, s. 15.
13 Mâtürîdî, Te’vîlât,vr. 806b, 513a, 220b,201b, 697a, 540a.
14 Mâtürîdî, Te’vîlât, vr. 220b; Şerh-i Semerkandî, 357b.
15 Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd s.181.

527
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Yrd. Doç. Dr. Osman DEMİR


Osman DEMİR; 01.04.1974’te Ordu’nun Ünye ilçesinde dünyaya geldi. İlk,
Orta ve Lise eğitimini Ünye’de tamamladı. Marmara Üniversitesi İlahi-
yat Fakültesinden 1996 yılında mezun oldu. 1996-1999 yılları arasında
M.Ü Sosyal Bilimler Enstitüsü’ne bağlı olarak “Kelâm İlmi Açısından
Ricâlü’l-gayb” adını taşıyan tez ile yüksek lisansını tamamladı. Aynı yıl
girdiği doktora programını 2006 yılında “İlk Dönem Kelâmcılarında Se-
bep-Sonuç İlişkisi” adını taşıyan tez ile bitirdi. 1998-2010 yılları arasında
çeşitli özel eğitim kurumlarında öğretmenlik ve yöneticilik yaptı. 2010 yı-
lından itibaren Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Kelam ana bilim dalında öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır. İlgili
alanları içinde; kelam tabiat felsefesi, ilk dönem kelâmı, din-bilim iliş-
kisi, güncel itikadi problemler yer almaktadır ve bu meseleler etrafında
kaleme aldığı telif ve tercüme çalışmaları bulunmaktadır.

Hikmete Uygun Yaşamak;


Varlık, Bilgi ve Değer İlişkisi
Bakımından İmâm Mâturîdî’de
Ahlâk Düşüncesi
Giriş
Kelâmda ahlâk meselesi daha çok insan davranışı-
nın değerini ifade eden hüsün ve kubuh terimleri ile
bunların kaynağı ve nasıl bilineceği tartışmaları bağ-
lamında ele alınsa da aslında bu konu kader ve irade
hürriyeti, o da daha üst boyutta yer alan bir dizi on-
tolojik ve epistemolojik tartışma ile bağlantılıdır. Bu
sebeple kelâmda ahlâk düşüncesini anlamak için ko-
nuya kuşatıcı olarak bakmak, bu disiplinin tarihsel
sürecini ve fonksiyonlarını dikkate almak aynı za-
manda varlık, bilgi ve değer ilişkisini gözönünde bu-
lundurmak gerekir. Aksi halde sadece iyilik ve kötü-
lük aklî mi naklî mi tartışmasından hareketle belirgin
sonuçlar elde edilmesi beklenemez. Mesele bu boyutta
incelendiğinde ise ilâhî fiilin niteliği, yaratılmışlarla
irtibatı, akıl-vahiy bütünlüğü, kader ve irade hürri-
yeti, insan ve özellikleri, peygamberin örnekliği ve
âhiret inancının değerlere etkisi gibi oldukça geniş
bir alanda meseleyi değerlendirmek gerekir. Bu bil-
diride konuyu bu çapta incelemek zor olsa da İmâm

529
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Mâturîdî bağlamında kelâm ahlâk düşüncesinin teo- eder; zira bu kavramlar aynı zamanda insanı bilinçli
rik ve pratik boyutlarına, tartışma alanlarına ve kav- ve ahlâkî bir obje olmasını gerektiren özelliklerdir.3
ramlarına değinilecektir. Kelâmda ezelî varlıktan hâdis olanın zuhuru ise başka
Varlık ve Ahlâk bir tartışma konusudur ve bu doğrultuda ortaya atılan
Kelâm geleneğinde felsefe ve tasavvufta olduğu gibi başlıca üç teoriden bahsedilir: Bunlardan ilki zât-sıfat
nefs kavramı etrafında örgülenen müstakil bir ahlâk aynîliğine, ikincisi zât-sıfat ayrılığına, üçüncüsü ise
teorisi bulunmaz. Öteden beri kelâmın temel mese- zât-sıfat arasında hallerin (ahvâl) varlığına dayanır.
leleri üzerinde yazan müelliflerin, ahlâka dair çalış-
4
Kelâmda isimler ve sıfatlar meselesi ulûhiyet anla-
malarında felsefî çizgiyi takip ettikleri görülür.1 Bu- yışını yansıtan ve varlıklar arasında değer ifade eden
nun sebeplerinden biri olarak; akîdeyi savunma sanatı ilişkiler kurmaya çalışan bölümlerdir. Bu denklemde
olarak zuhur eden bu ilmin, iç ve dış unsurların da kâinatın merkezinde yer alan insan, zâtı bakımından
etkisiyle giderek nazarî bir yapıya kavuşması gösteri- değil metafizik yönü açısından değerlidir ve ondan
lebilir. Aslında kelâmın tüm konuları (usûl-i selâse), yapması beklenen ahlâkî davranışlar vardır. Zât-sı-
insanın metafizik anlam ve değeri (hilâfet/emânet) fat ilişkisini çözmek için ortaya atılan görüşler işin
bunun bilinmesi ve tatbiki (şeriat/nübüvvet), dün- teorik ve teolojik tarafı bir yana bırakılırsa aynı za-
yevî sorumluluk (teklîf), fiil özgürlüğü (ihtiyâr), uh- manda yaratıcı-insan ilişkisinin mahiyetini de belir-
revî ceza ve mükâfat (va‘d ve vaîd) ile ilgili olduğun- lemeye çalışır. Burada kelâm ahlâk düşüncesi açısın-
dan kaçınılmaz biçimde ahlâkla da ilintili olacaktır. dan esmâ-i hüsnâ literatürüne de değinmek yerinde
İlâhî sıfatlarla ilgili tartışmalar ahlâkın teorik/me- olacaktır. Zira bu doğrultuda yazılan eserler, insana
tafizik boyutunu, bilgi konusu değerlerin kaynağı yaratıcısını tanıtmanın yanında, insanın O’nun ah-
ve nasıl bilineceği hususunu, insan davranışı etra- lâkıyla ahlâklanmasını da sağlar.5Nitekim bu türden
fında incelenen problemler ise sorumluluk ve özgür- eserler “kulun nasibi” kısmıyla bitirilmekte ve bu isim-
lük kavramlarını da içine alan değerler yönünü mer- leri bilen kimsenin yapması gereken ahlâkî davranış-
keze alır ve inceler. lar sıralanmaktadır. Mâturîdî açısından da ilâhî fiil-
leri bilmek insanın yetkinleşmesi açısından önemlidir
Davranışların ahlâkî içeriğini ifade eden iyi ve kötü
ve o tefsirinde isimlerin izahına büyük yer vermiştir.
kavramlarının ne olduğu varlık, nasıl bilineceği hu-
susu ise bilgi ve yöntemle ilgilidir. Bu sebeple Mâturî- Mâturîdî’ye göre insanın Allah’ı bilmesi fıtrî bir ih-
dî’nin ahlâk düşüncesini en başta Allah tasavvuru ve tiyaçtır ve bu da ancak onun kendini bilmesi ile ger-
O’nun varlıklarla irtibatını sağlayan sıfatlar konu- çekleşir. Bu ilke Mâturîdî’nin iç gözlem yoluyla kendi
suyla bağlantılı görmek gerekir. Allah’ı bilmeyi (ma- psikolojik yapısı üzerinde düşünmesine imkan sağlar.
rifetullah) ve iletişim kurmayı sağlayan her düşünce İnsanın sevilmeye ve şükür edilmeye layık olanı bil-
aynı zamanda ahlâkın teorik ve metafizik zeminini mesi için Allah’ı tanıması gerekir; bundan da zarurî
de belirleyecektir. Sistematik kelâm eserlerinin bilgi olarak imtihan olgusu ortaya çıkar. Kişi önce kendini
bahsiyle başlaması bu ilişkinin imkân ve yöntemini, sonra da ilâhî isimleri bilir ve ardından bu iki varlık
varlık konularıyla devam etmesi ise ezelî ve sonlu arasını ayırt eder. Bu sebeple insan kendini ne kadar
varlıklar arasındaki ahlâkî bağın mahiyetini ortaya tanır, psikolojik yapısını ne kadar bilirse yaratıcısını
koymaya ve buna engel olan akımlara cevap vermeyi da öylece tanır ve bilir.6Allah’a nispet edilen isimler
amaçlamaktadır.2 bazı manaları zihne yaklaştıran lafızlardır; gerçekte
Kelâm ilminde varlıklar en tepede kadîm ve hâdis ise O’nun isimleri değildir. Zira söz konusu lafızlar-
olarak ikiye ayrılır. Kadîm varlık zât ve sıfattan olu- dan Allah’ın münezzeh olduğu manalar zihinlere
şur, terkîb, tecezzî ve ittisâli kabul etmez; hâdis var- geleceğinden, Cenâb-ı Hakk zâtını isimlendirirken
lıklar ise sonlu ve sınırlı sayıda atomlardan oluşur. nefiy ifadesi kullanır.7Bu isimlerle isimlenen zâtın
İnsan, bitki, hayvan ve cansızlardan oluşan hâdisât, isimleri, kullananlarca beşerî manalar taşıma ihti-
cevherleri bakımından türdeş olsalar da içlerinde mali olduğundan, peygamberlerin bu isimleri “Hiç-
teklîfe muhatap olan insanın özel bir konumu var- bir şey O’nun benzeri değildir.”8ayetiyle birlikte sun-
dır. Zira mevcûdât içinde insana, hilâfet ve emânet ması uygun görülmüştür.
görevlerini yapması için akıl verilmiştir. Mâturîdî’nin Allah’ın varlıklarla ilişkisini kurmak için Mâturîdî,
bu iki kavrama nasıl baktığınının tespiti, insanın va- sıfatların zât dışında varlığını kabul eder ve bunların
roluşsal anlamını kavramak bakımından önem arz ispatına önem verir. Ona göre bunun için öncelikle

530
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

ilâhî iradenin cebir altında olmadığını kabul etmek aslî yerine koymak olduğundan adalet, inayet ve fa-
gerekir. Mâturîdî bunun dayanağı olarak insanların ziletin tümünü birden içerir. Allah mutlak kudret sa-
ortak hafızalarını gösterir. Buna göre insanlar arasında hibi bir varlık olduğundan kendisinden başka hiçbir
yaygın bir gelenek halini alan; sıkıntıdan kurtarması kurala ve yasaya tabi değildir. Böylece Mâturîdî bir
için Allah Teâlâ’ya dua edilmesi, O’nun insanları ye- yandan Mu‘tezile’nin ilâhî fiillerin zorunluluğu ve as-
nilgiye uğratıp zafer kazandırdığına ve Allah’ın ver- lah görüşüne öte yandan da Eş‘arîlerin ilâhî fiillerin
diği kudretle güçlünün iş gördüğüne inanılması da imkânı ve teklîf-i mâlâ yutâk görüşüne karşı çıkar.
buna işaret eder. Bunun gibi Mâturîdî tabiatta hare- Buna göre ilâhî adalet kul için iyi olanı değil, bir fiili
ketle kudret sıfatının ispatına da önem verir. Zira fi- kendi değerinden dolayı yapmayı ve her şeyi yerli ye-
illeri amaca uygun, ahenkli ve düzenli olan bir var- rine koymayı ihtiva eder. Bu sebeple O’nun insandan
lık bilgiye dayalı işler yapabilir.9 Onun Ka‘bi eleştirisi gücünün üstünde bir şey istemesi hikmete uygun ol-
de esasında sıfatların fonksiyonunun reddiyle ilgili- maz. Mâturîdî, aklın yanılma ihtimaline binaen adâ-
dir. Buna göre zâtın dışında sıfatların varlığını yok let ve zulüm ihtiva eden fiilleri belirlemede onun ka-
saymak insan ve Allah arasındaki bağı kopardığı dar nasların da dikkate alınması gerektiğini belirtir.14
gibi, O’nun kulunu işitmesine, görmesine ve konuş-
Mâturîdî her davranışı hikmet ve adalete göre ger-
masına mani olduğu gibi marifetullaha ve ilahi yar-
çekleşen varlığın zararlı fiilleri yaratmasının gerek-
dıma da engel olur.10 Mâturîdî ilahi fiillerin ihtiyarî
çesini ise “imtihan” ve “insanları iyiliğe sevk etmek”
oluşunu; yaratıkların farklı mahiyetlerde ortaya çık-
şeklinde açıklar.15 Tabiatta iyinin ve kötünün bir-
masına, hikmete bağlı olmasına ve Allah’ın birliğine
likte bulunması, O’nun rubûbiyyetinin de bir kanı-
kılavuzluk etmesine bağlar.11
tıdır. Böylece ahlâkın göreceliliği meselesine değinen
Mâturîdî’nin kendi döneminde Mu‘tezile, Müşebbihe, Mâturîdî, her kötü şeyde insan için faydalı bir duru-
Bâtıniyye, Dehriyye ve Seneviyye gibi fırkaları eleş- mun bulunduğunu belirtir.16 Bu sebeple zât-ı ilahînin
tirmesi de aslında ahlâkın metafizik boyutunu net- fiillerine kötü nitelikler vermek, bunun gibi O’nu kö-
leştirmeye, sağlıklı bir Allah tasavvurunu engel olan tülükten nefyedip “hayır tanrısı” haline getirmek de
inanışları gidermeye yöneliktir. Zira nitelikli bir ah- doğru değildir.17 Zira Allah’ın yaratıkları içinde ger-
lâka giden yol, buna engel olan engelleri defetmekten çek manada kabîh, şer ve fesad olanlar vardır. Yüce
ve bir olan Allah’ı hakkıyla bilmekten geçer.12 Allah bu nitelikleri yaratarak çirkin fiillere örnek ver-
İlâhî Fiilin Mahiyeti: Adâlet ve Hikmet miş ve akıl sahiplerini uyararak bu davranışın feca-
İlâhî fiillerin varlıklarla ilişkisi ve bunun niteliği, ekol- atini göstermek istemiştir.18 Bu doğrultuda “Hayır
lerin sıfatlar tartışmasının ahlâkî yönünü oluşturur. ve şer Allah’tandır” sözüne de karşı çıkan Mâturîdî,
Mu‘tezile adalet ilkesi gereği fiillerin meydana geliş bunun yerine “Hayır ve şerrin taktiri Allah’tandır.”
yönleri (vücûh) bakımından değerli oldukları ve şe- sözünü önerir. Ona göre şer ile şerrin takdirini bir-
riatın maslahata uygunluğu, Eş‘arîler kudret sıfatı- birinden ayırmak gerekir; zira kötü olan şerri yarat-
nın teklîfî ve tekvînî alanlar üzerindeki egemenliği mak yani takdir etmek değil yapmaktır.19
ve sınırsızlığı, bu iki düşüncenin mahzurlu yönlerini Mâturîdî’ye göre ilahî fiilin göze çarpan bir bozukluk
gidermeye çalışan Mâturîdî ise ilâhî emir ve yasak- olmaksızın ve hikmet yönteminin dışına çıkmaksı-
ların hikmetli olması gerektiği tezinden hareketle so- zın düzenli bir şekilde ve art arda devam etmesi fi-
runu çözmeye çalışır.13Onun sisteminde hikmet kav- ile konu teşkil eden bir işin fâilin iradesiyle oluştu-
ramına verdiği yer ve işlev düşünüldüğünde, Mâturîdî ğunu da gösterir.20 Bu bağlamda ilahî fiilin zorunlu
ahlâk felsefesini “hikmete uygun yaşamak” şeklinde ya da tabiî bir fiil olmadığını da vurgular.21O, ilahî fi-
tanımlamak hiç de yanlış olmayacaktır. ilin hikmetli oluşunu dış gerçeklik üzerinden ispatla-
Mâturîdî’ye göre zulüm ve sefeh çirkin, adl ve hik- maktadır; zira kendi fiilini yapamadığı için zorunlu
met ise güzeldir. Allah’ın fiilleri adalet ve hikmete uy- bir statüde bulunan tabiat, hikmetli bir yaratıcının
gundur ancak bu sebeple başkalarına fayda sağlama- eseridir.22Allah kendinden sefeh ve abesi nefyettiğine
ları gerekmez. Zira fiil bir konumda hikmet ve adalet göre ilahî fiilin hikmetsiz olması düşünülemez. An-
bir başka konumda ise sefeh ve cevr olabilir. İlâhî fi- cak bu durum O’na ihtiyaç nisbet etmez; ilahî fiil hiç-
ilin hikmetli oluşu, abes, zulüm ve kötülük özelliği bir şeye muhtaç olmayacak biçimde hikmetlidir, bu
taşımaması demektir. Mâturîdî’de önemli bir kav- sebeple de lütuf konumunda düşünülmelidir. Onun
ram olan hikmet; her şeyi doğru yapmak ve işleri fiillerinde ya adl ve hikmet veya fazl ve ihsan vasfı

531
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

bulunur.23 Kimseye muhtaç olmayan (ganî) ve fii- Ahlâkî Hükümlerin Bilinmesi


lini bilerek yapan (âlim) varlık aynı zamanda hakîm Mâturîdî hüsün ve kubhun hem aklî hem de naklî
olmalıdır. Hikmet; bir kimsenin başka birine muh- açıdan bilinme imkânına sahip olduğunu düşünür.
taç olmadan fiilini bilinçli olarak yapmasıdır. Duyu- Zira akıl, eşya ve fiillerdeki iyi ve kötüyü kavrama ye-
lur dünyadaki hakîmler ise böyle değildir; onlar hik- teneğine sahiptir; nimet verene şükretmenin, doğru-
metsiz iş yapabilirler. Böylece Mâturîdî ilâhî hikmeti luğun ve adaletin güzel olduğunu, zulmün ve yalanın
O’nun ganî ve âlim olmasıyla ilgili görmüş, bu kav- çirkinliğini, fiillerin amaçları bakımından güzel ya
ramları birlikte kullanmıştır.24 da çirkinliğini tespit edebilir. Bununla birlikte akıl,
Mâturîdî el-En‘âm 160. ayetten25 hareketle ahirette dini bakımdan iyi ve kötüyü zorunlu ve haram kı-
müminlere verilecek olan mükâfatı da lütuf olarak lamaz. Akıl bilgi üretmek için bir araçtır, sadece ah-
görmektedir. İlâhî ahlâk yapılan kötülüğe misliyle, lâkî hükümlerin anlaşılmasını sağlar.34
iyiliğe ise kat kat fazlasıyla mukabelede bulunmak- Cenab-ı Hak insanı eğitilebilen, yarar ve zararı bi-
tadır. Bu âyette Allah, kötülük ve günah konusunda len, delilleri algılayıp bununla duyular ötesi ile ileti-
hikmetin gerektirdiği denk bir cezadan söz etmiş, iyi- şim kurabilen, mükellef bir varlık olarak yaratmış-
liğin mükâfatını ise lütufkârlığının bir gereği olarak tır. Buna rağmen mükellefin bilgiye rağbet etmeyip
fazlasıyla vermiştir.26 Bu bağlamda Mu‘tezile’nin as- yalanı ve yergiyi tercih etmesi mümkündür. Nimete
lah27 teorisini de eleştiren Mâturîdî, bu ilkede başka- teşekkür etmek aklın gereğidir; yaratıcı emir ve ne-
sının faydasını gözetmek olduğunu, O’nun ise başkası hiy ile bunun yerine getirilmesini ister. İnsan cennet
yararına değil kendi adına fiil yapan bir varlık oldu- ve cehennemin kazanılması için gelen emir ve nehyi
ğunu ifade etmektedir. İlahî fiilin ahlâkîliği başkası aklıyla bilebilir. Zira akılda güzel ya da çirkin olanı
için menfaatli olmasına değil, kimseye muhtaç olma- kavrama yeteneği bulunur. Bunun gibi, Allah’ın bir-
masına dayanır. Ona göre adalet ilkesi Mu‘tezile’nin liğine ve hikmetine kılavuzluk eder biçimde yarattığı
yaptığı gibi aslaha değil hikmete götürür. Allah için bu âlemi, mükelleflerin vakıf olmasından mahrum
yaptığından başkasının mümkün olmaması ilahî fi- bırakması düşünülemez. Aklın iyi ve kötü hakkın-
ilden irade vasfını kaldırır. Övgü ve senaya layık ol- daki yorumu olgusal/dış gerçeklik üzerinden mey-
mak için faydalı iş yapan bir varlık eksik ve muhtaç dana gelir; yaratmada hikmet yoksa mahlûkatın da
sayılmalıdır.28 Bu doğrultuda Mâturîdî Mu’tezile’de anlamı olmaz.35
zararlı fiillerin illeti olarak sunulan ivaz29 prensibini
de reddetmektedir.30 Mâturîdî’ye göre akıl dışında insan tabiatı da iyi ve
kötüyü bilecek nitelikte yaratılmıştır. İnsan davra-
Mâturîdî’ye göre temel ilke olarak cevr ve sefeh kötü, nışı yarar ve fayda ilkesi dışına çıkamaz bu da vaad
adl ve hikmet iyi olsa da bir şey bir konumda hikmet ve vaîdle yani ahiretle ilgilidir. Böylece Maturîdî ilahî
diğer konumda sefeh, bir konumda zulüm diğerinde hikmet, bu hikmetin gerçekleştiği tabiat, bunu bi-
ise adl olabilir. Bunun gibi bazı şeyleri yiyip içmek, lici mahiyette yaratılan insan aklı ve doğası ile tüm
bazı nesneleri ortadan kaldırıp bazılarını muhafaza bunların hedefi olan ahiret arasında ahlâk zeminine
etmek ya ihtiyaç veya ceza ve mükafat yoluyla yahut oturan bir irtibat kurmaktadır. Bununla birlikte pey-
da hukukî ve benzeri sebeplerden dolayı olabilir.31 gamberlerin getirdikleri emir ve nehyin muhteva-
Mâturîdî’ye göre realite planında Allah’ın vaad sında aklın anlamayacağı hikmetler de vardır. Ay-
ve irade ettiğinin aksine bir şeyin gerçekleşmesi rıca akıl, onu kullanmayı ihmal eden kimseye karşı
hilâf-ı hakikat olur ki Allah bundan münezzehtir. direniş gösterme eğilimine sahiptir. Çeşitli yararları
Bu doğrultuda O’nun İblis’i ve ulûhiyete düşman olan organlar kullanılmadığında âtıl kaldığı gibi akıl
olanları dost edinmeyi dilemesi mümkün değil- da kullanılmadığında âtıl kalır ve hakikati kavrama
dir. Allah’ın âsinin itaatini irade etmesi de müm- istidadına ulaşamaz. Ona göre şeriatın hikmetlerini
kün değildir, bunlar Allah’ın hikmetine aykırıdır. anlayacak akıl, doğru yönde kullanılan akıldır. Zira
Hikmet, Allah’ın işlerinin belirttiği gibi doğru ve akıl sayesinde kişi güzellikleri bilir; bu da araştırma
yerinde olmasıdır; O kâfirlerin fiilini ise dilemez.32 ve tefekkür ile olur.36 Allah, aklın bilme özelliği olan
Mâturîdîye göre kader kelimesi de hikmetle ilgili- iyilik ve güzelliği emreder kötülüğü ise nehyeder. Akıl
dir. Buna göre kader bir şeyi hayır-şer, hüsün-ku- her şeyi kavrayacak vasıfta değildir; nitekim o lütfu
buh, hikmet-sefeh bakımından taşıdığı mahiyet kavrayamaz. Burada peygamberler devreye girer; on-
üzere yaratmaktır.33 lar mahiyetleri akılla bilinemeyen hususları insana

532
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

öğretirler. Akıl doğru ve yanlışı bilse de nefsi/tabiatı olarak yaratmış; iyiyi kötüden ayırmalarını sağlıyan
onu helak edecek davranışlara sevk edebilir. Bu se- temyiz yeteneği vermiş, aklî idraklerine kötü davra-
beple tüm davranışların sonucunu bilen bir kişiye ih- nışı çirkin, iyi davranışı da güzel göstermiştir. Bunun
tiyaç vardır ki o da peygamberdir. Maturîdi’ye göre gibi onların aklî kapasitelerine çirkini güzele tercih
akıl kuşatıcı bakamaz önündeki faydayı kavrar, in- etmeyi, yergiye layık olanı övülmeye değer bulunana
sanları ötede kurtaracak ve ahlâkî bir varlık olmala- üstün tutmayı kabul edilmez bir davranış olarak yer-
rını sağlayacak küllî fayda ise ancak peygamber ile bi- leştirmiştir. Allah insanları, bünyelerine yerleştirilen
linir. İnsan, aklının varacağı son noktada kendisini özelliklere ve kendilerine lutfedilen hasletlere para-
destekleyecek ve yaratılış amacını oluşturan birliğe lel olarak bir davranışı diğerine tercih etmeye çağır-
yönlendirecek bir hakeme başvurmalıdır.37 mış ve bunun dışındaki bir hareket tarzına ağırlık
İnsan Fiilleri ve Ahlâk vermeyi bu kuruluşa sahip şuurlu canlıların aklen
benimsemeyeceği bir çirkinlik olarak göstermiştir.
Erken dönemden itibaren kader ve insan özgürlüğü
Allah insanların dolaşım alanına giren bütün hu-
meselesine odaklanan kelâm ilmi itikada konu olan
susları sakınılacak zarar ve faydalanılacak yarar ko-
insanın varoluşsal değerini tespit için insan davranış-
numuna koymuştur; ta ki davranışlara bağlanan so-
larını (ef‘âl-i ibâd) problem edinmiştir. Tüm kelâm
nuçların arzu edilen veya sakınılan türden olduğu
ekolleri insanın sorumlu bir varlık olduğunu ve bunu
hususu açıklığa kavuşsun.41 Mâturîdî’nin burada fi-
yerine getirmesi için ona belirli oranda kudret veril-
ilin temel özelliği olarak gördüğü fayda ve zarar, salt
diğini kabul eder. Ahlâkî açıdan değer ifade eden bir
akıl ile tespit edilen bir husus değildir. İnsanoğlu fay-
fiil, ancak güç yetirme kapasitesi bulunan kimseden
dalı olana yönelen zararlı olandan ise sakınan bir ta-
meydana gelebilir. Bu doğrultuda insanın zorunlu-
biata sahitir ve peygamber eliyle gelen şeriat insanın
luk ya da sorumluluk altında gerçekleştirdiği fiil-
bu doğal kuruluşunu dikkate almaktadır.
leri ayırt etmek şeriatı gerekçelendirmek açısından
önemlidir. Bu bakımdan ilk tartışma konuları olan; Mâturîdî’ye göre fiillerin yaratılmışlığı kanıtlanırsa
kader ve insan özgürlüğü, iman-amel ilişkisi, mür- kaza ve kader inancı da kanıtlanmış olur; çünkü bu
tekîb-i kebîre meselesi, insan özgürlüğünü ve ahlâkî durum ilâhi hükmün fiillerle ilişkisini ve bunları
sorumluluğunu temellendirmeye yönelik faaliyetler hüsün ve kubuh vasıflarına göre planlandığını ispat
olarak görülebilir.38Mâturîdî’nin insan görüşü, fiilleri eder.42 Mâturîdî Allah’ın insanı yararlı bir şeyden ve
ıztırârî ve ihtiyârî olarak tasnif etmesi ile tabiatın fii- kendisini tanıma yollarından uzak tutmasının imkâ-
lini reddetmesi de aynı gayeye matuf yaklaşımlardır. nını da hikmetin bir gereği olarak görür. O’nun mü-
kellefleri, birliğine ve hikmetine delâlet eden bu âleme
İnsan fiilleri ve kader konusu aynı zamanda kâdim
vâkıf olmaktan mahrum bırakması ise düşünülemez.43
ve hâdis varlıklar arasındaki bağın tespiti anlamına
gelir. Kelâm açısından varlıkların oluşumu yaratma- Mâturîdî’nin fiil teorisinde yer verdiği; azm-i mu-
dan ibarettir; bu ilişkiye anlam ve değerini veren ise sammam, istitaat, irâde, hâtır, kudret vb. kavramlar
teklîf kavramıdır. Kelâm ekolleri teklîfin Allah’a zo- da ahlâk ve psikoloji açısından incelenmeyi gerekti-
runlu olmadığı; insan için faydalı olması bakımından rir. Zira onun temel gayesi, fiilin ahlâkî sorumluluk
iyilik ve lütuf olarak düşünülmesi gerektiği görüşün- doğuran mantıkî gerekçesini izah etmektir. Bu ise
dedir.39 İnsana ahlâkî sorumluluk kadar özgürlük de esasında onun özgürlük tanımıyla ilgilidir ve kelâm
yükleyen bu ilişki onda; bilgi, irade ve kudret sıfatla- düşüncesindeki izdüşümünü cüz‘î ve küllî irâdeler
rının varlığını gerektirir. Bir fiilin iyilik yahut kötü- arasındaki ilişkide aramak gerekir. İnsan davranışı
lüğü, fâilinin bundan fayda ya da zarar elde etmesi mevcut şartlar (sıhhatü’l-âlât ve selâmetü’l-esbâb) al-
ve ahirette övgüyü ya da yergiyi hak etmesi bu nite- tında gerçekleşen bir tür yönelimden (azm) ibarettir.
liklerin fiil sürecine katılımına bağlıdır. Bu süreç kulda hâdis iradenin yaratılması ve ilâhî ira-
Mâturîdî’ye göre de teklîf, yaratıcı ve yaratılan ara- denin bu azmin sonucunu olumlu (tevfîk) ya da olum-
sında karşılıklı bir iletişimi gerekli kılar. Bu ilişki ya- suz (hızlân) biçimde tasdik etmesi ile gerçekleşir.44
ratıcı için zorunluluk ya da fayda niteliği taşımaz an- Mâturîdî’ye göre, kula özgürlük vermeyen cebr ile
cak yaratılan için menfaatlidir. Allah kullarını kendi kulun kudretini ölçüsüz biçimde vurgulayan i‘tizal
yararları için kulluğa tabi tutmuştur ve nimetlerine fikri, Allah-insan ilişkisini, insan aleyhine bozan
şükretmelerini istemiştir. Bu sebeple de mükellefleri düşüncelerdir. O cebri eleştirir ve fazla mensubu ol-
dilediği gibi imtihan edebilir.40 O, insanları mükellef madığı için üzerinde durmaya ihtiyaç olmadığını

533
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

söyler.45 Ona göre fiil konusunda asıl olan; kulun ha- bilir.51Böylece kişi bir şeyi yapmaya muktedir oldu-
kikat manasında fiili olduğu, bunun hür bir iradeyle ğunu ve gerçekleştirdiği işin tersini yapmayı da ter-
gerçekleştiği, kulun bu bakımdan tercih edilmeye ve cih edebileceğini bilir ve bunu benliğiyle hisseder.52
sevilmeye layık bir konumda olduğu, fiilinin yaratıl- Maturîdîye göre kudret/kuvvet bir arazdır; arazlar ise
masının onu etkilemediği, sevkedici ve etkileyici bir süreklilik arzetmez. Böylece o insan özgürlüğü mese-
rol oynamadığıdır.46 lesini atomcu teorinin “arazların süreksizliği” ilkesine
Mâturîdî ahlâkın kaynağı konusunda olduğu gibi fi- dayandırır. Kulun kudreti mümkün olup fiile etkisi
ilin oluşumunda da insan tabiatına dikkat çeker. Al- zorunlu değildir.53 Burada o kudreti de ikiye ayırır;
lah insanı dünya lezzetine meyleden bir karakterde bunlardan ilki sebeplerin müsait, vasıtaların ise sıh-
yaratmıştır. Tabiat kişiyi buna sevkeden lezzetlere da- hatli olmasıdır. Bu kudret fiilden önce bulunur ve sa-
vet eder ve onları kendi gözüne cazip gösterir. Çünkü dece tek bir fiil için hazırlanmış değildir.54Bu kudre-
insanın yapısına yaratılıştan meyli bulunduğu şeylere tin varlığı Allah’ın bir lütfudur zira kulda bu manada
karşı kuvvetli arzular yerleştirilmiştir. İnsan tabiatı bir istitaat yoksa o mükellef de tutulamaz. Bu nime-
kişinin acı ve meşakkat hissedeceği şeylerden kaçar. tin olmadığı yerde emir ve nehiy de olmaz.55Diğeri
Bu suretle tabiatı, bir şeyi güzel veya çirkin görme olmadığında ise mükellefiyet yok olmaz; zira bu kud-
noktasında aklının düşmanlarından biri haline ge- ret kulda sürekli olarak var değildir. Kişinin ahlâken
lir. Aklın güzel veya çirkin gördüğü şeyde herhangi sorumlu olmasını gerektiren şartlardan biri olan ter-
bir değişiklik yahut da halden hale geçiş söz konusu cihin (irade) şartı ise kişinin kendisi için en uygun
olamaz ancak tabiatın güzel ya da çirkin bulduğu şey olanı seçebilmesidir. İnsan neden yaptığını bilmediği
değişebilir ve halden hale intikal edebilir. Bu sonun- bir işi yapıyorsa bu onun fiilinde bir başkasının rolü
cusu; eğitim, alışageldiği şeyden alıkoyma ve yapmak bulunduğunu ortaya koyar.56
istemediği şeye fıtratın benimseyebileceği güzel bir Sonuç
yöntemle sürekli olarak yönlendirme ile gerçekleşir.47
Mâturîdî’nin ahlâk görüşünü ortaya koymak için ön-
İnsan kendi varlığının hallerini araştırmayı ihmal et-
celikle onun kelâm sistemini ve bunu oluşturan parça-
tirmeyen bazı derûnî faktörlerden (havâtır) uzak ka-
ların birbiriyle olan ilişkisini tespit etmek gerekir. Bu
lamaz; öyle ki bu araştırmayla mevcudiyetinin pren-
doğrultuda ahlâk, usûl-i selâseyi oluşturan ulûhiyet,
siplerine vakıf olur.48
nübüvvet ve ahiret konularının kesiştiği noktayı ve
Mâturîdî, güzelliği ve çirkinliği akıl yoluyla idrak sistemin ruhunu oluşturur. Onun ahlâk hususunda
edilebilen hususlardaki aklî tesbitin çeşitli tecrübe- temelde Eş‘arî ve Mu‘tezilî düşüncelerin sorunlarını
lerle daha da vuzuha kavuştuğu görüşündedir. Bu çözmeye çalıştığı, varlık bilgi ve değer ilişkisini ise
sebeple Allah, fıtrî temayülleri değil aklı hüccet ka- hikmet kavramı etrafında kurguladığı görülür. Ona
bul etmektedir. O, akıl sahiplerini tab‘an sevmeseler göre ahlâk öncelikle kulun yaratıcısını tanıması ve ona
de akıllarının güzel gösterdiğine uymak, aklen çir- bağlanması ile sübût bulur, ardından teklîf aşaması
kin olandan da sakınmakla yükümlü tutmuştur. Zira gelir. Bu doğrultuda kul öncelikle her fiili hikmetli
akıl kişiye bir şeyin mahiyetini gösterse de fıtrî tabiat ve adaletli bir yaratıcı karşısında olduğunu bilmelidir.
bunu kavrayamaz.49 Aslî tabiatla ancak duyu alanına Buradan hareketle insan ilâhî emir ve yasakları uy-
giren şey algılanır; akıl ise hem duyulur âlemde ola- gulamaya, kendisi yaratıcısı, diğer insanlar ve tabiat
nın hem de duyular ötesinde bulunanın algılanma- ile hikmet odaklı bir ilişki kurmaya çalışır. Mâturî-
sını sağlar. Akıl sayesinde duyular ötesinde bulunan dî’nin başta Mu’tezile olmak üzere bu irtibatı kesen
şeyler aslî tabiata malum olur, kişi hoşlandığı ve hoş- akımlara karşı çıkmasının sebebi de budur.
lanmadığı hususları yakînen kavrar. Beşerî tabiatler Mâturîdî şeriatle desteklenmiş bir aklın değerlerin bi-
nesne ve olayları iyi ya da kötü gösterme konusunda linmesi hususunda nihaî kararı verebileceğini söyler ve
akla muhalif düştüklerinden birçok kişi için akılla ta- bu doğrultuda nübüvvet müessesini vurgular. Onun
biatın gösterdiği sonuçları birbirinden asla ayıramaz.50 önerisi dinin her alanında aklın işlevsel haline getiril-
Mâturîdî’ye göre özgürlük kişinin psikolojik olarak mesi ve doğuştan gelen fıtrî yeteneklerin köreltilme-
farkında olduğu bir haldir. Her mükellef cebr ve zo- mesidir. O, insanın ahlâkî tabiatının altını da sıkça
runluluk altında olmadığını iç duyular ve şuur ile çizer ve onun fıtraten değerleri kavrama, iyi-kötü,

534
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

fayda-zarar, sevap-günah, lezzet-elem arasındaki farkı sorumluluk ve özgürlük gerektiren davranışlardan


kavrama yaratılışında olduğunu belirtir. İnsan dav- ayırt etmeyi amaçlamıştır. Bu sebeple Mâturîdî’nin
ranışını kesb teorisi ile izah eden Mâturîdî, fiilin olu- hikmet merkezli ahlâk anlayışını kavramak meseleye
şum sürecini detaylı bir şekilde izah etmiş böylece in- psikolojik açıdan bakmayı gerektiren detaylı çalışma-
sanın doğrudan yaratılan motor hareketlerini, ahlâkî ları gerekli kılmaktadır.

Dipnotlar
1 Bu türden eserler için bk. Râgıb el-İsfehânî, ez-Zerîa ilâ Mekârimi’ş-şerîa, Beyrut 1980; Gazzâlî, Mîzanu’l-amel, Dımaşk:
Dârü’l-Hikme, 1986; a.mlf. İhyâü ulûmi’d-dîn, Kahire 1939; Fahreddin er-Razi, en-Nefs ve’r-rûh ve şerhü kuvvâhumâ; yay.
Muhammed Sagir Ha Ma’sumi, İslamabad: Ma’hadü’l-Ebhasi’l-İslâmiyye, 1968.
2 bk. Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, (trc. Bekir Topaloğlu) İstanbul: İSAM Yayınları, 2014, s. 39-52, 55-77;Cüveynî, Kitâbü’l-İr-
şâd ilâ kavâtıi’l-edilleti fi usûli’l-i’tikad, th. Esad Temîm, Beyrut : Müessesetü’l-Kütübi’s-Sekafiye, 1985; 91-109, 151-164;
Kâdî Abdülcebbâr, Şerhü’l-Usûli’l-hamse, (çev. İlyas Çelebi), İstanbul: Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı, 2013,
I, 64-110, 244-294.
3 Mâturîdî’ye göre hilafet yeryüzünde Allah’ın hükümlerinin yaşatılmasını sağlayan bir imar ve yönetim vazifesidir. bk.
Mâturîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, (th Ahmet Vanlıoğlu) İstanbul: Dârü’l-Mizân, 2005, I/77.
4 bk. Eş‘arî, Makâlâtü’l-İslâmiyyîn, tsh. Helmuth Ritter, Wiesbaden: Franz Steiner Verlag, 1963, s. 165, 172; Kâdî Abdül-
cebbâr, el-Muğnî fî ebvâbi’l-adli ve’t-tevhîd, th. İbrahim Medkûr ve dğr. Kâhire: ed-Dâru’l-Mısriyye, 1962-1965, VII, 117;
ayrıca bk. Macid Fahri, İslam Ahlak Teorileri, İstanbul: Litera 2004, s. 75.
5 Gazzâlî esmâ-i hüsnâ şerhini “Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanınız” meşhur hadisini açıklamak için yazdığını söylemektedir.
bk. el-Maksadü’l-esnâ fî şerhi esmâi’llâhi’l-hüsnâ, Beyrut: Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye, ty. s. 26-27.
6 Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 172-173, 274.
7 Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 161.
8 eş-Şûrâ 42/11.
9 Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 98-99.
10 Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 105-106, 112. Mâturîdî rüyetullahı isbat ederken de ahlâka zemin teşkil edecek biçimde
meseleyi ele almaktadır. bk. a.e. s. 146.
11 Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 117.
12 Mâturîdî’nin Mu‘tezile eleştirisi için bk. s. 151-160; Seneviyye eleştirisi için bk. a.e., 187-191, 243-263; Tabiatçıları eleşti-
risi için bk. 191-194; Dehriyye eleştirisi için bk. a.e., 224-238.
13 Bu sebeple Mu‘tezile’nin ahlâk görüşü rasyonel objektivizm, Eş’ârîlerinki ise teistik sübjektivizm olarak isimlendirilmiş-
tir. bk. Albert Hourani, Islamic Rationalism, The Ethic of Abd al-Jabbar, London: Oxford University, 1971, s. 3. Ayrıca bk.
Macid Fahri, İslam Ahlâk Teorileri, s. 61-74.
14 Mâturîdî’nin hikmet sahibi bir yaratıcıyı inkâr edenlere cevabı için bk. Kitâbü’t-Tevhîd, s. 117-123; Mu‘tezile’nin adalet ve
hikmet görüşünün eleştirisi için ise bk. a.e. s. 331-338.
15 Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 181.
16 Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 182.
17 Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 160.
18 Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 404.
19 Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 467-468.
20 Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 97.
21 Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 97-98.
22 Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 117-118.
23 Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 165, 469. İmâm Mâturîdî’nin hikmet anlayışı hakkında detaylı bir inceleme için bk. Sami
Şekeroğlu, Mâturîdî’de Ahlak, Ankara: Ankara Okulu, 2010, 99-106.
24 Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 333.
25 Her Kim (Allah’ın huzuruna) iyilikle gelirse ona getirdiğinin on katı mükafat vardır. Her kim de kötülükle gelirse o sadece
getirdiğinin dengiyle cezalandırılır. Onlar asla haksızlığa uğratılmazlar. el-En‘âm 6/160.
26 Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 171.
27 Mu’tezile’nin adalet ilkesinden hareketle savunduğu bu teoriye göre Allah Teâlâ’nın kulların menfaatine olan işleri yarat-
ması vâciptir. Bk. Avni İlhan, “Aslâh” DİA, III, 495-496.
28 Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 166, 169.
29 İvaz, dünyada yaşanan üzüntü ve acılara karşılık ahirette bedel ödeneceğini savunan ve Mu ‘tezile kelamcılarınca savunu-
lan teoridir. Bk. İlyas Çelebi, DİA, XXIII, 488-490.
30 Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 332-333.
31 Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 334.
32 Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 433, 440-441.

535
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

33 Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 460.


34 Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, s. 169-172.
35 Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 170.
36 Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 217.
37 Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 274-275, 279.
38 Meselâ ilk kaynaklardan olan Hasan-ı Basrî’nin risâlesinin temel düşüncesi insanın fiillerinde mecbûr değil muhtâr ol-
duğunu ispatlamaktır. bk. Hasan-ı Basrî, Risâletün fi’l-kader, (Resâilü’l-adl ve’t-tevhîd içinde) th. Muhammed Ammâra,
Kahire: Dârü’l-Hilâl, 1971, s. 109-122. İmam-ı Azam’ın risalelerinde de kader konusuna önemli yer verilmiştir. bk. Ebû
Hanife, Fıkh-ı Ekber, trc. Mustafa Öz, (İmam-ı Azamın Beş Eseri içinde) İFAV Yayınları: İstanbul 1992.
39 Meselâ bk. Kâdî Abdülcebbâr, Şerhü’l-Usûli’l-hamse, s. 338-339; Gazzâlî, el-İktisâd, s. 149.
40 Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 137.
41 Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 339.
42 Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 458-459.
43 Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, s. 170, 338-339; 399-403.
44 Mâtürîdî, Kitabü’t-Tevhîd, s. 389-395, 398-402. Mâturîdî’nin fiil teorisinin ahlâkî ve psikolojik açıdan incelenmesi için bk.
Şekeroğlu, a.g.e., s. 107-175.
45 Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 158-159, 342-346.
46 Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 370.
47 Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 341-342.
48 Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 217, 219
49 Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 342.
50 Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 342-343.
51 Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 364.
52 Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 494.
53 Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 398.
54 Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 388.
55 Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 392.
56 Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 422.

536
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Prof. Dr. H. Yunus APAYDIN


1983’te Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden mezun oldu.1984 yı-
lında Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde araştırma görevlisi olarak
çalışmaya başladı. 1983 yılında İslam Hukuku alanında Ankara’da baş-
ladığı doktora çalışmasını 1989 yılında orada endi. Şu tamamladı. Ağır-
lıklı olarak metodolojik konular ve klasik fıkhın mantığı ve sistematiği ile
ilgi ilgilendi. Şu anda Sahih anlam’ın meşru yorum biçimleriyle ilgilen-
mektedir. Bu bağlamda özellikle temel İslam bilimlerinin tarihsel tecrü-
bedeki işlevleri ve bu işlevlerin çağdaş dönemde nasıl gerçekleştirilebile-
ceği üzerinde kafa yormaktadır. Yazılarından bazıları şunlardır: Klasik
Fıkıh Usulünün Yapısı ve İşlevi, Ekol Sistematiği, Tefsirin Üç Dönemi,
Din ve Fıkıh, Yöntem(sizlik) Sorunu, Fıkıh Usulünün Temel Varsayım-
ları Açısından Tarihsellik. Halen Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakülte-
si’nde İslam Hukuku Anabilim Dalı Başkanı olarak görev yapmaktadır.

Mâturîdî’de Şer’î Hüküm


Akıl İlişkisi
İslam düşüncesini oluşturan ilimler arasında özellikle
kelam, fıkıh usulü, fıkıh ve tasavvuf arasında biri di-
ğerine temel veya zemin oluşturma noktasında çok
yakın ilişki ve bağlantı vardır. Sonuçta İslam düşün-
cesi adına anlamlı, tutarlı ve estetik bir resmin ortaya
çıkması açısından esasında bu zorunlu bir ilişkidir.
Bu ilişkinin koparılması veya gözden kaçırılması du-
rumunda kargacık burgacık resimlerin ortaya çık-
ması kaçılmazdır.
Bu bildiride önce aklın şer’î hükümlerin belirlenme-
sindeki rolüne kısaca değineceğim, ardından da özel-
likle fıkıh usulü ve kelam arasındaki ilişkinin dikkate
alınmadığını düşündüğüm birbirine bağlı iki iddiaya
yer verip bunları eleştirmeye çalışacağım. Bu iddia-
lardan biri İmâm Mâturîdî’nin aklın şeriatta tasar-
rufta bulunabileceğini kabul ettiği iddiası, diğeri de
Mâturîdî’nin içtihadla neshi mümkün gördüğü id-
diası. Bir süreden beri ülkemizde akılcılığın ve özel-
likle Mâturîdî akılcılığının neredeyse Mutezile akıl-
cılığını bile geride bırakacak ölçüde abartıldığı ve

537
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

adeta operasyonel ve kullanışlı bir Mâturîdî inşa edil- gördüğü bir şeyi Şer’in yasaklaması mümkün olma-
meye çalışıldığını gözlemliyordum. Burada sunulan dığı gibi, aklın imkansız gördüğü bir şeyi de emrede-
bazı bildirilerde ve yapılan konuşmalarda bu gözle- mez. Şer’î hükme ulaşmanın ikinci yolu ise hükmün
mim pekişti. ‘bir hakîm’den varid olması veya hakîmden varid ol-
Sünnî gelenek açısından bakıldığında aklın şer’î masına -ictihad gibi- bir yol bulunmasıdır. Hakîm de
hükmü belirleme konusunda bir rolünün olmadığı ya bizzat hakîm’dir (Allah), ya da hatadan korunmuş
söylenebilir. Burada, şer’î hüküm derken, teknik ta- olduğu için hakîm’dir (Peygamber ve icmâ). Açıkça
riflerinden sarfınazar ederek, kabaca, uyulması mü- anlaşılıyor ki Mutezileye göre akıl, şer’î hükmün hem
kellef açısından gerekli olan ve uyulmadığı takdirde belirlenmesinde hem de şer’î hükmün bilinmesinde
uhrevi müeyyidesi olan hükmü kastediyorum. Belir- ve bulunmasında rol sahibidir. Burada ‘bilme’ sözcü-
leme derken de, aklın anlayıcı ve yorumlayıcı işlevini ğüyle anlama faaliyetini, ‘bulma’ sözcüğüyle de yo-
değil, ilkten ve kendinden hüküm koymasını kaste- rumlama faaliyetini kastediyoruz.
diyorum. Klasik literatürde birincisi, özellikle aklın İkinci anlayış Eş’arî ekolüne ait olup, bu anlayışa göre
yorumlayıcı işlevi, “ızhâr” (açığa çıkarma, gösterme) eşyanın güzellik ve çirkinliğini bilme konusunda ak-
terimiyle, ikincisi ise “isbât” (meydana getirme, var lın bir rolü yoktur. Eşyanın özünden kaynaklanan
etme, ilkten koyma) terimiyle ifade edilir. İki terim bir güzellik ya da çirkinlik olmayıp güzellik ve çir-
arasında temsil ettikleri paradigma açısından esaslı kinlik Şâri’in (Allah) bildirimine bağlıdır. Buna göre
farklar vardır. Allah’ın emrettikleri güzel, yasakladıkları çirkindir.
Izhar (açığa çıkarma) işlemi, daha çok nasların içer- Üçüncü anlayış İmâm Mâturîdî’nin kurucusu olduğu
diği varsayılan hükmün, kıyas, istihsân gibi yön- Mâturîdî ekolüne ait olup önceki iki anlayışın uç nok-
temlerle açığa çıkarılması faaliyetidir. Zahiriler, Şia talarını törpüleyerek hem aklın hem Şer’in (Şâri’in)
ve öndegelen ilk Mutezile kelamcıları dışında, İslam konumunu ve değerini koruması itibariyle daha ma-
bilginleri arasında aklın bu işlevini kabul etmeyen kul ve dengeli bir anlayışı temsil etmektedir. Bu an-
neredeyse yoktur. layışa göre akıl yoluyla bir şeyin güzellik ya da çir-
kinliği bilinebilir; fakat bu bilginin gereğini yerine
İsbat (ilkten koyma) işlemi ise aklın, herhangi bir nas-
getirmenin zorunluluğu Şâri’in o yönde bir bildiri-
sın (ayet ve hadisin) temel alınmaksızın kendiliğin-
minin bulunmasına bağlıdır. İmâm Mâturîdî bun-
den hüküm koymasıdır. Genel olarak bunu Ehli sün-
dan “imanın vacipliği”, “zinanın haramlığı” gibi ko-
net mümkün görmezken, Mutezile mümkün görür.
nuları istisna eder ve bu gibi konularda aklın, şer’in
İşte şer’î hüküm-akıl ilişkisi konusunda sünnî gele- gelmesinden önce, güzellik ve çirkinliğini idrak et-
nek ile mutezile arasındaki bu yaklaşım farklılığı İs- tiği konularda Allah’ın hükmüne delalet edeceğini
lam düşünce tarihinde esaslı tartışma konularından savunmuştur.
birini oluşturur. Bu konu yaygın olarak aklın bir şe-
Bu anlayışa göre Allah “hâkim” konumunda, akıl ise
yin güzellik ya da çirkinliğini bilme konusundaki
mûcip (gerekli kılan) değil, müdrik (idrak eden, kav-
rolü dolayımında ele alınır.
rayan) ve muarrif (tanıtan) konumundadır. Aynı şe-
Aklın bir şeyin güzellik ya da çirkinliğini bilmedeki kilde vahyin akılda olanı teyit ettiği kabulünün de bu
rolü konusunda İslam düşünce tarihinde üç temel anlayış çerçevesinde değerlendirilmesi mümkündür.
anlayışınaltı çizilebilir. Bu anlayışlardan birincisine Mâturîdî’nin “Nesih ancak neshe ihtimali olan hü-
göre akıl yoluyla, eşyanın güzellik ve çirkinliği bili- kümlerde cereyan eder; neshe ihtimali olmayan hü-
nebilir ve akıl yoluyla ulaşılan bu bilginin gereğine kümlerde ise nesih cereyan etmez” şeklindeki iddiayı
göre davranmak zorunludur. Bu anlayışgenel olarak temellendirirken söylediği “Akılda neshinin imkan-
aklı “hâkim” (hüküm koyucu), şer’i de “kâşif” (keş- sızlığı yer alan hiçbir hüküm neshedilemez. Aklın
fedici) olarak gören Mutezile ekolüne aittir. neshini imkansız görmediği her şey hakkında nes-
Mutezile’ye göre müçtehidin şer’î hükme ulaşması- hin varid olması ise mümkündür” sözler de yine bu
nın iki yolu vardır. Bunlardan birincisi, “aklın hükmü bağlamda açıklanabilir.
üzere kalmak”tır (beka ala hükmi’l-akl). Bunun şartı, Anlaşılmış olacağı üzere Mâturîdî genel olarak akılla
Şer’in aklın bir şey hakkında verdiği hükmü nak- şer’î hükmü bilme ve bulma noktasında bir rol tanır-
letmemiş olmasıdır. Bu nakil işlemi de münhası- ken, belirleme noktasında bir rol tanımamaktadır.
ran aklın tecviz ettiği konularda olur. Aklın zorunlu Bu noktada ıstıshab (bir şeyin bulunduğu hal üzere

538
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

kalması) ilkesiyle ilgili olarak gözden kaçırılan bir bile mümkün görmemektedir. Öte yandan geleneksel
hususa dikkat çekmek isterim. Istıshabın genel ola- ilim çevresinde, şimdikinden farklı olarak, din adına
rak kelamcı metoda mensup usulcüler tarafından bir konuşan birinin sözlerinin hesabı vermesi beklenir ve
kaynak kabul edilmekle birlikte, Hanefî-Mâturîdî ge- genel kabule aykırı olan bir fikir çürütülmeye çalı-
leneğe mensup usulcüler tarafından hükmün bir kay- şılırdı. Nitekim Ebu Müslim Isfahanî’nin geleneksel
nağı olarak kabul edilmemesi de, Hanefî-Mâturîdî kabule aykırı olan “neshin inkarı” görüşü fıkıh usulü
geleneğin akılaşer’î hükümleri belirlemede bir rol ta- kitaplarında çürütülmeye çalışılmıştır. Bu durumda,
nımadığının diğer bir göstergesidir. Mâturîdî’nin, ümmetin çoğunluğunun kabulüne ay-
Hal böyleyken “aklın şeriatta tasarruf ettiği”, “aklın kırı olan “içtihatla neshin caizliği” görüşünün niçin
alternatif bir teşri kaynağı olduğu” ve “içtihadla nes- üzerinde durulmayı hak etmediğini sorgulamak ge-
hin caizliği” gibi görüşlerin Mâturîdî’yenisbet edil- rekmez mi? Buraya gelmeden önce fıkıh usulü kitap-
mesi doğru olabilir mi? larının nesh bahsini yeniden inceledim. Nesh konu-
sundaki temel kabul şudur. 1) Nesih, Hz. Peygamberin
Mâturîdî hakkında öne sürülen bu iddiaların sünnî hayatta olduğu dönemde cereyan eder. 2) Kitap ve
gelenek açısından ispatlanmasının ve temellendiril- sünnetle nesih caizdir. Sünni ve mutezili usulcüle-
mesinin imkansız olduğunu düşünüyorum. rin ortak kabulü bu yöndedir. 3) İcma ile neshin caiz
Yukarıda verilen kısa tasvir Hanefî-Mâturîdî gelenek olup olmadığı konusunda tartışma vardır, fakat ço-
açısından aklın alternatif bir teşri kaynağı olarak gö- ğunluk icma ile neshin mümkün olamayacağını sa-
rülmesinin mümkün olmadığını göstermek için yeter- vunur. 4) Kıyas ve içtihadla neshin caizliğini-İbn Sü-
lidir. Yine, aklın şeriatta tasarrufta bulunması derken reyc ve Enmâtî gibi bazı alimler dışında- kabul eden
bununla şer’î hükmün anlaşılması ve meşru yöntem- kimse yoktur.
ler kullanılarak yorum yoluyla bir hükme ulaşılması Bu durumda şu soruyu sormak gerekmez mi: Ümme-
değil de, hükmün belirlenmesi, yani ilkten konulması tin müctehidlerinin hatadan korunmuş olduğu ka-
kastediliyorsa, aynı şekilde bunun da geleneksel sünnî bul edilen ve kesin sayılan ortak kararı olan icma ile
tasavvurda yerinin olmadığı açıktır. neshin caiz olmadığı ulemanın kahir ekseriyeti ta-
İctihatla nesih meselesine bakalım. Tevilat’ın neşre- rafından kabul edilirken, hatadan korunmamış tek
dilen nüshalarında “ayette içtihatla neshin cevazına bir müçtehidin zan ifade eden ve hiçbir kesinlik ta-
delalet vardır” şeklinde bir ifade yer almaktadır. Bu şımayan görüşü ile bir ayetin neshi nasıl kabul edi-
ifade karşısında bilimsel tavır, kendimize alan açmak lebilir! Diyelim ki Mâturîdî bunu öne sürdü, ondan
ve bu yolla istediğimiz ayetleri neshetmek amacıyla sonraki literatürde bu konuda lehte ve aleyhte nasıl
bunu hemen doğru kabul etmek olmamalı, aksine, oldu da hiçbir şey söylenmedi! Kendi ekolünün ka-
bilimsel şüphecilikle sünni teori içerisinde bu ifade- bullerine aykırı görüş beyan eden bir çok alimin kıy-
nin gerçekten söylenmiş olmasının mümkün olup tırık/şaz görüşü bile ele alınıp değerlendirilirken, iki
olmadığını sorgulamak olmalıdır. Bir değerli mes- ana sünni okuldan biri olan Mâturîdîliğin kurucusu
lektaşımız bu yolla Kur’an’da hırsızlık suçu için ön- İmâm Mâturîdî’nin “içtihatla nesih” görüşü niçin il-
görülen cezanın nesih edilebileceğini öne sürmüştür. giye mazhar olmadı!
Halbuki bilimsel anlayışın gereği şudur. Bu ifade ger- Ayrıca Mâturîdî’ye atfedilen bu ifadenin geçtiği “mü-
çekten Mâturîdî’ye mi aittir? Bir istinsah hatası olması ellefe-i kulub” konusunu temel fıkıh ve fıkıh usulü ki-
veya metne sonradan dahil edilmiş olması mümkün taplarından tekrar okudum. Kahir ekseriyet, müelle-
müdür? Bunu bilmek için mevcut el yazmalarını in- fe-i kulub’a zekattan pay verilmemesini nesh olarak
celemek ve müellif nüshasını görmek gerekir görmüyor. Söyledikleri özetle şudur: “müellefe-i kulû-
Benim kanaatim bu ifadenin Mâturîdî’ye ait olama- bün payının düşmesi nesih değil, illeti son bulduğu
yacağı, eğer aitse bile, bu ifadeden kasdının, bazı mes- için hükmün de sona ermesidir.” Hanefî literatürde
lektaşlarımızın ilk aklına gelen şey olmadığı yönün- “Meşayıhımızdan bazıları, ki İsa b. Eban bunlardan-
dedir. Bu kanaatin gerekçesi şudur: Akla ilk gelen dır, müellefe-i kulûbün payının düşmesinin icma ile
anlamıyla, yani “şer’î bir hüküm hakkında zan oluş- nesholduğunu söylemiştir” şeklinde bir açıklama var,
turma çabası” anlamıyla içtihatla neshin caiz olaca- fakat burada Mâturîdî’nin adı anılmıyor.
ğını İslam düşünce tarihinde, bırakın gelenekçiliğiyle Öte yandan bu ifadenin Mâturîdî’ye ait olduğu sabit
tanınan sünni geleneği, akılcılığı ile tanınan Mutezile olsa bile bununla kasdının ne olduğunu iyi anlamak

539
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

gerekir. Mâturîdî buradaki ictihad sözcüğüyle “şer’î Sözlerimi Mâturîdî’nin ideolojik inşalardan azade ve
hüküm hakkında zan oluşturma çabası” anlamın- otantik bir şekilde anlaşılabilmesini sağlayacak iki
daki içtihadı mı kastediyor, yoksa tahkiki menat iç- öneri ile bitirmek istiyorum. Birinci ve öncelikli şey
tihadını mı veya başka bir şeyi mi kastediyor? Yine bir Mâturîdî sözlüğünün hazırlanmasıdır. Mâturî-
nesh derken Kur’an veya sünnetle sabit bir hükmün dî’nin eserlerinde geçen terimlerin anlamları özelde
uygulama müddetinin sona erdiğini mi kastediyor? kendi sistemi, genelde sünni gelenek içerisinde mu-
Hanefî Mâturîdî usul geleneğinde haber-i vahid ve kayeseli olarak ortaya konulmalıdır. İzleyebildiğim
kıyas gibi zanni bir delilin bırakın kesin olan bir de- kadarıyla son dönemde sem’, nesih, ictihad, müteva-
lili neshetmesini, onunla tearuz etmesi, karşı karşıya tir ve din terimleri konusunda bazı yanlış anlama-
gelmesi bile düşünülemez. Bu durumda zanni olan lar vardır. Hatta yukarıda Tevilat’ta yer alan (Tevilat,
delil doğrudan terkedilir. Bu usul geleneği içerisinde Topaloğlu neşri, VI, 465) ve benim “Akılda neshinin
ictihadla neshin caiz görülmesi mümkün olmaz.
imkansızlığı yer alan hiçbir hüküm nesh edilemez.
Son olarak “ictihadla neshin cevazı” derken bununla Aklın neshini imkansız görmediği her şey hakkında
yalnızca aklen mümkün olduğunu kastediyor olma neshin varid olması ise mümkündür” şeklinde çevi-
ihtimalini de göz önününde tutmak lazım. Unutma- risini verdiğim metin bazı meslektaşlar tarafından
mak lazım ki, bir şeyin aklen mümkün olması, onun yanlış çevirilmiştir. Yine Kitabu’t-Tevhid’de yer alan
şer’anda mümkün ve vaki olacağı anlamına gelmez. ve “aslumayurefubihied-din…” şeklindeki ifadelerde
Aksine aklen mümkün olan şey, olduğu hal üzere bı- de çeviri hatası mevcuttur. Yapılacak bir atölye çalış-
rakılabileceği gibi emir veya nehiy şeklindeki bir hi-
masında bu ve benzeri çeviri hatalarını ayrıntılı ola-
tabın da konusu olabilir.
rak tartışmak düşünülebilir.
Diyelim ki bu ifadenin Mâturîdî’ye ait olduğu ve za-
İkinci önerim de Mâturîdî’nin değişik konulardaki
hirinden anlaşılan anlamı kastettiği hiçbir kuşkuya
görüşleriyle ilgili atölye çalışmalarının yapılmasıdır.
yer bırakmayacak şekilde ispatlandı. Bu defa da üs-
İlk atölye çalışmasının konusu ictihadla nesih ko-
tesinden gelinmesi gereken başka esaslı bir soru kar-
şımıza çıkacaktır. Bir kişinin, geleneğin ana çizgisine nusu olabilir.
aykırı olarak söylediği bir söz üzerine, yeni bir inşa Bu suretle Mâturîdî’yi nasılsa öyle anlamanın yolu
mümkün ve sahih olabilir mi? açılabilir. Zaten amacımız bu değil mi?

540
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Doç. Dr. Kaşif Hamdi OKUR


1994’de Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden mezun oldu. Aynı yıl
Gazi Üniversitesi Çorum İlahiyat Fakültesinde araştırma görevlisi ola-
rak akademik çalışmalarına başladı. Ankara Üniversitesi Sosyal Bilim-
ler Enstitüsünde 1997 yılında yüksek lisansını, 2003 yılında doktorasını
bitirdi. Fıkıh ve fıkıh usulü, Osmanlılarda furu ve usul çalışmaları, Türk
ve Osmanlı düşünce tarihi, helal gıda araştırmaları başlıca ilgilendiği
konular arasındadır. Ünlü Osmanlı fakihi Şeyh Bedreddin’in et-Teshîl,
Letâifu’l-işârât ve Câmiu’l-fusûleyn adlı eserlerinin çevirisini gerçekleş-
tiren heyette yer almıştır. Necmüddin et-Tûfî’nin maslahatla ilgili risale-
sini “Nas ve Maslahat” adıyla Türkçeye çevirmiştir. “Osmanlılarda Fıkıh
Usulü Çalışmaları-Hâdimi Örneği”, “Ebu Hanife ve Ana Dilde İbadet”,
“İslam Hukukunda Boşama Yemini (Talaka Yemin) Meselesi” yayımlan-
mış çalışmaları arasındadır. 2014 yılında profesör olan Okur, halen Hitit
Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır.”

Mâturîdî’ye Nispet Edilen


“İçtihadî Nesh” Kavramına
Hanefî Geleneği
Perspektifinden Bir Bakış
Giriş
İmâm Mâturîdî, fıkıh sahasında gerek usul gerek füru
boyutlarıyla olsun, faaliyetlerini Hanefi geleneği içeri-
sinde sürdürmüş bir ilim adamıdır. Bu durum, ken-
disinden bahseden kaynakların ittifakla ortaya koy-
duğu bir tespittir. Ayrıca kaleme aldığı eserleri de söz
konusu tespiti teyit etmektedir. Dolayısıyla Mâturî-
dî’nin fıkıh sahasındaki yaklaşımları, Hanefi gele-
neğin çerçevesi içerisinde değerlendirildiğinde sağ-
lıklı bir biçimde anlaşılacaktır. Bunun aksi bir tavır
içerisine girmek, yanıltıcı sonuçlara yol açabilecektir.
“İçtihadi nesh” kavramsallaştırması yeni bir okuma
biçimidir. Bu mesele esasında, Hanefi geleneğin mü-
ellefe-i kulûb konusundaki içtihadını temellendirmek
amacıyla Mâturîdî’nin geliştirdiği argümanlarla iliş-
kilidir. Nitekim aynı gerekçeler, diğer Hanefi âlimler
tarafından da farklı bir terminolojiyle ifade edilmiş-
tir. Dolayısıyla, doktrinin açıklanması için geliştiri-
len bir argümanı, “ilkten” ve “problem çözmeye yöne-
lik” bir yöntem gibi algılamak, bir takım anakronik

541
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

yaklaşımlara kapı aralayabilecektir. Özellikle modern belirlemek için Mâturîdî’nin, din-şeriat ayrımına da
dönemin problemlerini çözme saikıyla oldukça cazip atıf yaptığını görüyoruz. Bütün peygamberler aynı
gelen bu hareket tarzı, metodolojik bakımdan dikkatle “dîne” mensuplardır. Din’de nesih ya da değişim ol-
ele alınmalıdır. Bu tebliğde önce Mâturîdî’nin nesih maz. Dolayısıyla “dîn” birdir, bu sahada nesih ihti-
kavramına bakışı üzerinde durulacak, akabinde de mali söz konusu değildir. Ancak şeriatlar muhteliftir.
müellefe-i kulûb meselesi bağlamında geliştirdiği ar- Bu sahada nesih ihtimali vardır.11Mâturîdî, bu bağ-
güman ele alınacaktır. İlgili meseleyi izah sadedinde lamda neshin gerçekleştiği ve gerçekleşmediği alan-
Hanefi geleneğinde ileri sürülen yaklaşımların Mâturî- ları ayırmak için genel bir prensip koymakta ve şöyle
dî’nin geliştirdiği argümanla mukayesesinin ardın- demektedir: “Bazı hükümlerin neshe ihtimali var-
dan bir değerlendirmeye gidilecektir. dır, bazı hükümlerin neshe ihtimali yoktur. Neshe-
Mâturîdî’nin Nesih Anlayışı dilmesi aklen mümteni olan hususlarda nesih ger-
çekleşmez, neshedilmesi aklen mümteni olmayan
Mâturîdî, Tevilât’ta birçok yerde neshi, “hükmün uy- hususlarda ise nesih gerçekleşir.”12
gulanması için belirlenmiş olan sürenin sona erdiğinin
beyan edilmesi” şeklinde tanımlamıştır.1 Mâturîdî’yi Mâturîdî geleneğinin takipçisi olan usulcüler ise
Hanefi usulünün mihveri haline getirmeye çalışan, neshin gerçekleşip gerçekleşmeyeceği alanı “mahal-
Tevilât’ı şerh eden Alâüddin es-Semerkandî (538/1144) lü’n-nesh” tabiriyle ifade etmişlerdir. Buna göre nesih
de onun Meâhizü’ş-şerâî adlı eserinde neshi, “Allah’ın meşrû (emredilmiş) olmaması (aklen) caiz görülebi-
birinci hükmün uygulanması için irade ettiği vaktin lecek şerî hükümlerde olur. İmanın vücûbu, küfrün
sona erdiğinin beyanı” şeklinde tanımladığını ifade haramlığı gibi aklî hükümlerde ve semî (naklî) delil
etmektedir.2 Bu beyan bazen Kitab’la bazen de Hz. olmaksızın akılla bilinebilecek hususlarda nesih ol-
Peygamber’in lisanıyla gerçekleşebilmektedir.3 Dolayı- maz.13 Neshin gerçekleşmeyeceği alanlardan birisi
sıyla Kitab’ın sünneti neshi4de sünnetin kitabı neshi5 de Hz. Peygamber’in yaşadığı süreçte nesh edilme-
de mümkündür. Nesih, Allah’ın kullarını imtihan et- miş olan hükümlerdir. Bu hükümlerin onun vefa-
mesiyle ilişkilidir ve bu durum hikmete aykırı değil- tından sonra neshi mümkün değildir. Çünkü nesih
dir.6 Bu nedenle nâsih ve mensûh arasındaki ilişki de süreci vahye dayanır. Hz. Peygamber son peygamber
muhalefet ilişkisi değildir. Zira Allah, bir şeyi bir ki- olduğu için onun vefatından sonra da vahiy tasavvur
şiye yasaklayıp bir diğerine emredebilir ya da bir şeyi olunamaz.14 Görüldüğü gibi Mâturîdî’yi önder olarak
bir zaman diliminde yasaklayıp bir diğerinde emre- takdim eden usul geleneğinde içtihatla nesih yapıla-
debilir. Hikmete aykırı olan husus, bir kişiye aynı cağına ilişkin bir yaklaşım benimsenmemiştir. Bu
şeyi, aynı anda, aynı durumda hem emretmesi hem noktada meseleyi aydınlatabilmek için Mâturîdî’nin
de yasaklamasıdır.7 Dolayısıyla nesih süreci doğru- ilgili hususu gündeme getirdiği bağlama, müellefe-i
dan Allah’ın iradesiyle bağlantılıdır. Mâturîdî, Tevbe kulûb meselesine dönmek gerekmektedir.
Suresi’nin 115 ve 116. ayetlerinin nesih inkârcılarına Müellefe-i kulûb Meselesi ve Mâturîdî’nin
yönelik şöyle bir mesaj taşıdığını düşünmektedir: Al- Temellendirmesi
lah kullarının maslahatının bulunduğu veya bulun- Tevbe suresinin 60. ayetinde zekatın verileceği yer-
madığı her şeyi bilir, ancak insanlar bunu bilemez- ler zikredilirken, “kalpleri İslama ısındırılmak iste-
ler. İnsanlar Allah’ın kullarıdır. Kulun efendiye itiraz nen kişiler” anlamına gelen ( ) ifadesine
hakkı yoktur. Ona düşen efendiye itaat etmek, emir- yer verilmiştir. Hanefilere göre bu sınıf artık zekât
lerine uymak ve yasaklarından kaçınmaktır. Yaşatan lehtarları arasında yer almamaktadır. Mezhebin ko-
ve öldüren Allah olduğuna göre kullarının bir vakit nuyla ilgili yaklaşımını, en eski ve güvenilir kaynak-
bir ibadetle, diğer bir vakit başka bir ibadetle mükel- lar (zâhirü’r-rivâye) içerisinde kabul edilen Muham-
lef tutma yetkisi vardır.8 med b. Hasen eş-Şeybânî’nin (189/805) eserlerinden
Mâturîdî’nin nesih anlayışında vurgulanması gereken takip edebiliriz. el-Asl’da konuyla ilgili şunları söy-
diğer bir nokta da neshin geçerli olduğu ve olmadığı ler: “Ne dersin, müellefe-i kulûba zekattan pay var
alanın tespitidir. Nesh, şeriatlarda ve ahkâmda olur.9 mıdır? Dedi ki: Hayır, bu uygulama Rasûlullah za-
Mesela vaadin neshedilme ihtimali yoktur. Çünkü manında, onun insanları İslam’a ısındırdığı dönemde
böyle bir şeyin tasavvuru “bedâ” anlamına gelir. Bu geçerliydi ve onlara zekâttan pay veriyordu. Bu gün
ise yaptığı işin sonucunu bilemeyenler için geçerli ise hayır!”15el-Câmiu’s-sağîr’de ise şu ifadeyi kullanır:
olabilir.10 Neshin geçerli olduğu ve olmadığı alanı “Zekatlar sekiz sınıfa taksim edilir. Ancak müellefe-i

542
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

kulûb artık ortadan kalkmıştır.”16 Görüldüğü gibi vardır. Böylece neshin farklı şekillerde gerçekleşebile-
Hanefi gelenek, müellefe-i kulub uygulamasının ar- ceği bilinmiş olmaktadır.”19 Bu ifadeler Mâturîdî’nin
tık sona erdiğini düşünmektedir. Ancak sorun bu illetin değişmesinden dolayı hükmün uygulanmama-
hususun nasıl gerçekleştiğinin temellendirilmesinde sını nesih kapsamında değerlendirdiğini ve bu nes-
yatmaktadır. Birçok Hanefi âlim gibi Mâturîdî de bu hin içtihad aracılığıyla gerçekleştiği düşüncesinde
konuda kafa yormuştur. Onun el-Câmiu’s-sağîr üze- olduğunu sarih bir şekilde ortaya koymaktadır. Ay-
rine bir şerh yazdığı bilinmektedir. Ancak eser günü- rıca neshin birçok yolla yapılabileceğini söylemesi de
müze ulaşmadığı için konuyla ilgili değerlendirmele- daha farklı nesih uygulamaları öngördüğünü ima et-
rini yalnızca Tevilât’tan takip edebiliyoruz. mektedir. Bu konudaki yaklaşımını netleştirmek için
Mâturîdî, ilgili ayeti açıklarken müellefe-i kulûbla Mümtehine Suresinin 10. ayetiyle ilgili değerlendir-
alakalı olarak şu bilgileri vermektedir: Hz. Peygam- melerini incelemek gerekmektedir.
ber, münafıkların ileri gelenlerine onların kalplerini İlgili ayeti açıklarken Mâturîdî şunları söylemekte-
ısındırmak amacıyla zekâtlardan pay verirdi. O dö- dir: “Bu ayette kitabın hükmünün insanların onunla
nemde İslam zayıf, Müslümanlar ise sayıca azdı. Onlar ameli terk etmesiyle nesh edileceğine delalet vardır.
ise sayıca çok, güçlü ve donanımlı idi. Ancak bugün Zira “Onlara harcadıklarını verin” ve “Harcadıkla-
Müslümanların sayısı arttı, din güçlendi, bu kişiler rınızı onlardan isteyin. Onlar da harcadıklarını siz-
ise zayıf ve güçsüz duruma düştüler. Dolayısıyla bu den istesinler” fıkralarındaki hükümler, terkedilme-
uygulama ortadan kalktı. Zira Müslümanlar kuvvetli leri hakkında kitab ve sünnetten bir veri gelmediği
ve sayıca çok hale gelmiştir.17 Daha sonra Mâturîdî halde metruktur. Ancak insanlar bunların terkedil-
konuyla alakalı Hz. Ebu Bekr döneminde yaşanan mesinde icmâ ettiği için terkedilmiştir. Bu ve müel-
olaya atıf yapar. Değersiz bir arazinin kendilerine lefe-i kulûb meselesindeki gibi benzerleri, belli bir
verilmesini talep eden Akra‘ ve Uyeyne’nin isteğini illet dolayısıyla, hususi olarak sabit olduğu tespit
Ebu Bekr kabul etmiş, buna dair yazılı bir belge dü- edilmiş hükümlerdir. Sonra da bunların dayandığı
zenlemiş, yapılan işleme şahitlik yapması için onları illet ortadan kalkmıştır. Ancak illeti akılla kavra-
Hz. Ömer’in yanına göndermiştir. Ömer ise belgeyi namayan meselelerde kitabla amel etmek gerekir.
ellerinden alarak parçalamış, bu duruma tepki göste- Bunlar insanların terk etmesiyle terkedilmez. İn-
ren Akra‘ ve Uyeyne’ye hitaben: “O gün Müslüman- sanların böyle bir hükmün terki üzerine icmâ et-
lar sayıca az olduğu için Rasulullah sizi İslam’a ısın- meleri caiz olmaz, böyle bir icmâ da gerçekleşmez.
dırmak istiyordu. Allah ise İslam’ı güçlendirdi. Gidin Bazı mezhepdaşlarımız bu hükmün “…mallarınızı
elinizden geleni ardınıza koymayın!” ifadesini kul- aranızda haksız yolla yemeyin.” (Nisa, 29) ayetiyle,
lanmıştır. Bu konuda Ebu Bekr’in de Ömer’in tavrını bazıları ise “Bir Müslümanın malı, onun rızası ol-
onayladığını ifade eden Mâturîdî şöyle der: “O ikisi- madan helal olmaz.” (Müsned, V, 72) hadisi ile nesh
nin ittifakı bize delil olarak yeter.” Ancak Mâturîdî edildiğini ileri sürmüştür.”20
konuyla alakalı olarak nüzûl döneminin şartlarını Burada bizi ilgilendiren husus, Mâturîdî’nin, uygula-
yansıtan iki temellendirme daha yapar. Bunlardan manın terki üzerinde icmâ edilmesini de nesh kapsa-
birincisine göre Hz. Peygamber, Müslümanların za- mında değerlendirmesidir. Ancak burada, müellefe-i
yıf olduğu dönemlerde gayrimüslimlerle barış anlaş- kulûba da gönderme yapılarak, çizilen sınır önemli-
ması yapmıştır. İslam güçlenince de yapılan anlaşmayı dir. Gerek içtihat gerekse uygulamanın terki yoluyla
bozmuş, sonra da bütün düşmanlarla savaşma emri ortaya konan nesh, belirli bir amacı gerçekleştirmek
almıştır. İkinci temellendirmeye göre ise Enfal Sure- için meşru kılınmış, muvakkat ve spesifik durumlar
si’nin 67. ayetinde düşmanı tam olarak sindirmeden için geçerlidir. Bu hükümlerin illeti ortadan kalkınca
esir almak yasaklanmıştır. İşte bu iki hususta Müs- hükümlerin uygulanması da sona ermektedir. Ama,
lümanların güçlü olduğu ikinci haldeki durum, za- belirli bir illete dayandığı aynı kesinlikte ortaya ko-
yıf oldukları birinci haldeki durumdan farklı oldu- namayan hükümlerde bu durum söz konusu değil-
ğuna göre, münafıkların durumu da böyledir. Birinci dir. Öyleyse bu kesinliği temin edecek olan şey ne-
durumda onlara rüşvet vermek caiz, ikinci durumda dir? Bu sorunun cevabını bulmak için Tevilât’ın ilk
ise haramdır.18 Daha sonra Mâturîdî şu ifadeyi kulla- cümlesine dönebiliriz: “Tefsir yapmak sahabenin, tevil
nır: “Ayette, mevcut illetin ortadan kalkması dolayı- yapmak ise fukhânın uhdesindedir”. Özellikle Kur’ân
sıyla içtihadla nesih yapmanın caiz olduğuna delalet yorumu söz konusu olduğunda “murâdın hakikati”

543
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

sahabe nesli tarafından ortaya konmaktadır.21Mâturîdî değişimde de söz konusudur.27Buna benzer bir izah
aynı bakış açısıyla Tevbe Suresinin 100. ayetinde ge- tarzı da Kürlânî (767/1367) tarafından nakledilmek-
çen “muhacirler ve ensara güzellikle uyanlar” ifade- tedir: “Bir uygulama kendi konuluş amacının zıd-
sinin sahabeyi taklid etmenin gerekli, onlara uyma- dını gerektiriyorsa geçersiz olur.”28Görüldüğü üzere
nın vacib olduğuna delalet ettiğini ileri sürmüştür.22 bu açıklamalar, gâî yorumu ön plana çıkaran ve fık-
Dolayısıyla Mâturîdî zaviyesinden şu tespiti yapabi- hın işleyiş mantığına uygun açıklamalardır.
liriz: Gerek içtihat yoluyla gerekse uygulamanın ter- Buna mukabil bazı Hanefi âlimler de müellefe-i kulûb
kinde icma yoluyla gerçekleşen nesh eylemini uygula- uygulamasının sahabenin icmâı ile nesh edildiğini
yan, sahabe neslidir. Mâturîdî, bu kavramları “ilkten” ileri sürmüşlerdir.29 İcmânın nassı nesh edebileceği
ve “ileriye dönük” bir problem çözme metodu olarak görüşü ise İsa b. Ebân’a nispet edilmektedir.30 Ancak
değil, sahabenin yapmış olduğu uygulamaları açıkla- bu ihtimal farz edildiği takdirde, “dayanaksız icma
mak ve temellendirmek için kullanmıştır. Fıkıh ge- olamayacağı” prensibinden hareketle meseleye ilişkin
leneği içerisinde nesh ileriye dönük değil, doktrini bir delil olmalıdır. Dolayısıyla sahabenin ya Hz. Pey-
açıklamak amacıyla geriye dönük olarak kullanılan gamber hayattayken bu hükmün nesh edildiğine veya
bir argümandır. Bu hususu en açık şekilde, Mâturîdî bu hükmün Hz. Peygamber’in hayatıyla sınırlı oldu-
geleneğinin takipçilerinden Ebü’l-yüsr el-Pezdevî’nin ğuna ya da ilgili hükmün, illetinin ortadan kalkma-
(493/1100) şu ifadelerinde görüyoruz: “Nesih konu- sına kadar geçerli olduğuna dair bir delili biliyor ol-
sunda sözü fazla uzatmayacağız. Zira zamanımızda maları gerekmektedir. Bu delilin bizim tarafımızdan
buna ihtiyaç yoktur”23. Mâturîdî’nin müellefe-i kulûb tespit edilmiş olması şart değildir.31 Ancak ortada bir
uygulamasını temellendirmek için kullandığı nesh nassı nesh eden bir icmâ varsa, böyle bir delil de ol-
argümanı, Hanefi gelenek içerisinde geniş bir kabul malıdır. Bu durumda nesh eden (nâsih) icmâ değil,
görmemiştir.24Konuyu somutlaştırmak için, gelenek onun dayandığı delildir.32Bunun yanında doktrinde,
içerisinde ortaya konan diğer temellendirme biçim- içtihadın bir türü olan kıyasa dayanarak nesh yapıla-
lerine değinmek yerinde olacaktır. mayacağı açıkça ifade edilmiştir. Zira nesh hükmün
Hanefi Gelenekte Müellefe-i Kulûb Uygulamasının müddetinin, dolayısıyla o müddet gelinceye kadar
Temellendirilmesi hükmün uygulanmasının “hasen” olduğunun beya-
nıdır. Bir uygulamanın hasen olmasının ne zaman
Müellefe-i kulûb uygulamasının sona erişiyle ala-
sona ereceği ise reyle bilinebilecek bir husus değil-
kalı en fazla kabul gören argüman, bu uygulama-
dir.33Bu değerlendirme de içtihat yoluyla nesh yapı-
nın özel bir illete dayalı olduğu, bu illetin sona er-
labileceği düşüncesinin, nesh anlayışına oldukça ya-
mesiyle de uygulamanın sona erdiği argümanıdır.
bancı olduğunu göstermektedir.
Hanefi fakihlerin çoğuna göre bu durum nesih kap-
samına girmemektedir.25 Esasen bu açıklama Mâturî- Sonuç
dî’nin izahından temelde pek de farklı değildir. An- Netice itibarıyla Mâturîdî, illetin ortadan kalkması
cak diğer fakihler nesh tabirini kullanmamışlardır. nedeniyle içtihad yoluyla neshin gerçekleşebilece-
Tevilât’taki açıklamaları neredeyse adım adım takip ğini söylemektedir. Bir nassın uygulanmaması ko-
eden Kâsânî (587/1191) de bu hususu nesh olarak ni- nusundaki ittifakın da nesh olarak algılanabileceğini
telemeyen fıkıhçılar arasındadır.26 Bu bağlamda Ba- de ifade etmiştir. Ancak bu değerlendirmeleri sahabe
bertî’nin (786/1384), hocasının hocası Abdülaziz el- döneminde gerçekleşen bazı uygulamaları açıklayan
Buhârî’den (730/1330) naklettiği açıklama dikkat ve temellendiren bir argüman olarak zikretmiştir. Do-
çekicidir: Yapılan şey, illeti dikkate alınmak sure- layısıyla “ileriye dönük” olarak ve “problem çözücü”
tiyle, Hz. Peygamber zamanındaki uygulamanın kal- bir işlev yükleyerek, “içtihadi nesh” adı altında bir
dırılması değil, bilakis takrîridir. Zira ilgili şahıslara terim ortaya atıp bu kavramı Mâturîdî’ye nispet et-
ödeme yapılmasının amacı dini güçlendirmek (i‘zâ- mek, yeni ve “modern” bir inşadır. Sözgelimi hırsızın
zü’d-dîn) idi. Bilahare, bu amaç ödemenin kesilme- elinin kesilmesiyle ilgili ayet bağlamında, içtihadi bir
siyle gerçekleşti. Dolayısıyla “dini güçlendirmek” te- neshten bahsetmek ve bunun Mâturîdî’ye nispet et-
mel amaç, zekâttan pay vermek ya da vermemek bu mek, aşırı bir yorum ve anakronik bir yaklaşım ör-
amacı gerçekleştirmeye yönelik birer araçtır. Amaç neği olarak görünmektedir. Mâturîdî’nin ilgili ayeti
aynen korunduğu için burada nesh söz konusu de- açıklarken Allah’ın cezaları belirlerken insanı imti-
ğildir. Aynı durum âkılenin kapsamında yaşanan hana tabi tutabileceği, cezaların suçla orantısını tespit

544
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

konusunda insan bilgisinin yetersiz kalacağı şeklin- Bu tavrın ülkemizde yüz yıl öncesinden beri uygu-
deki değerlendirmeleri,34 esasen böyle bir yorumun landığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Meşrutiyet döne-
gücünü oldukça zayıflatmaktadır. “O günün şartla- minden itibaren Ebu Yusuf’a atıfla kurgulanan “örfe
rında aklın, bu konuda nesihten kaçınmanın imkân- dayalı nas” anlayışı, Tûfî’nin maslahatla ilgili değer-
sız olduğuna hükmetmediğini” ileri sürmek de isa- lendirmelerinin bağlamından koparılarak anlam ge-
betli görülmemektedir. Bu bağlamda, Mâturîdî’nin nişlemesine uğratılması bahsettiğimiz tutumun yan-
neshin cari olduğu ve olmadığı alanı ifade etmek için sımasıdır.35Mâturîdî’ye nispet edilen “içtihadî nesh”
kullandığı “neshedilmesi aklen mümteni olan ve ol- anlayışı ise bu zincire eklenen en yeni halka olarak
mayan” ifadelerinin iltibasa yol açacak şekilde “nes- gözükmektedir. Kanımca buradaki temel yanlış, çö-
hden kaçınmanın mümkün olması ve olmaması” züm aranırken fıkıh doktrininin devre dışı bırakıl-
şeklinde karşılanması, sorunlu bir yaklaşım olarak ması, ayetlere bir kanun maddesi gibi yaklaşılması,
görünmektedir. Zira el kesme uygulaması, nüzul dö- uygulamayla ilgili problemlerle karşılaşınca da ayet-
neminde de Mâturîdî’nin yaşadığı dönemde de gü- lerin etrafını dolanmak için “içtihadi nesh”, “örfe da-
nümüzde de “nesh edilmesi aklen mümteni olma- yalı nas” vb. arayışlar içerisine girilmesidir. Hâlbuki
yan” kapsam içerisindedir. o ayetlerin somut olaylara nasıl uygulanacağını gös-
Burada üzerinde durulması gereken, bu tür temel- teren, bin yılı aşkın süre içerisinde farklı vasatların
lendirmelerin arka planındaki saiktir. Modern dö- imkânlarını dikkate alarak zenginleşen bir doktrin
nemde Müslümanların problemlerini çözme refleksi bulunmaktadır. Doğrudan naslara yönelmeyi teşvik
birçok arayışı motive etmiştir. Bu bağlamda nasların eden içtihad çağrısının en önemli zararlarından biri,
lafzi değil, gâî olarak uygulanmasını savunmak, buna doktrin üzerinden fıkıh üretme işlemini bitirmesi,
yönelik argüman geliştirmek de mümkündür. Ancak eldeki imkânları deyim yerindeyse “fakirleştirmesi-
sorunlu olan nokta bunu yaparken, gelenekteki bazı dir.” Çözüm doktrinde aranırsa, metinleri zorlayıcı
kavram ve görüşlerin bağlamından koparılarak, deyim yorumlara ve anakronik yaklaşımlara gerek kalmaya-
yerindeyse dolgu malzemesi olarak kullanılmasıdır. cağı kanaatini paylaşıyorum. Allâhu a‘lem bi’s-savâb

Dipnotlar
1 Mâturîdî, Tevîlâtü’l-Kur’ân, haz. : Bekir Topaloğlu ve dğr., Mizan Yayınevi, İstanbul 2005, c. I, s. 199, 257, 259, 333; c. III,
s. 42; c. IV, s. 245.
2 Semerkandî, Mîzânü’l-usûl, Katar 1993, s. 699.
3 Mâturîdî, Tevîlâtü’l-Kur’ân, c. I, s. 259.
4 Mâturîdî, Tevîlâtü’l-Kur’ân, c. I, s. 259.
5 Mâturîdî, Tevîlâtü’l-Kur’ân, c. I, s. 88, 333-334; c. XV, s. 233.
6 Mâturîdî, Tevîlâtü’l-Kur’ân, c. I, s. 202.
7 Mâturîdî, Tevîlâtü’l-Kur’ân, c. I, s. 112.
8 Mâturîdî, Tevîlâtü’l-Kur’ân, c. VI, s. 466.
9 Mâturîdî, Tevîlâtü’l-Kur’ân, c. I, s. 257.
10 Mâturîdî, Tevîlâtü’l-Kur’ân, c. II, s. 223.
11 Mâturîdî, Tevîlâtü’l-Kur’ân, c. V, s. 137.
12 Mâturîdî, Tevîlâtü’l-Kur’ân, c. VI, 465.
13 Lâmişî, Kitâbun fî usûli’l-fıkh, Beyrut 1995, s. 171.
14 Semerkandî, Mîzânü’l-usûl, s. 708; Lâmişî, Kitâbun fî usûli’l-fıkh, s. 171.
15 Şeybânî, el-Asl, Beyrut 1990, c. II, s. 155-156.
16 Şeybânî, el-Câmiu’s-sağîr, Beyrut 1990, s. 124.
17 Mâturîdî, Tevîlâtü’l-Kur’ân, c. VI, s. 391.
18 Mâturîdî, Tevîlâtü’l-Kur’ân, c. VI, s. 391-392.
19 Mâturîdî, Tevîlâtü’l-Kur’ân, c. VI, s. 392.
20 Mâturîdî, Tevîlâtü’l-Kur’ân, c. XV, s. 125.
21 Mâturîdî, Tevîlâtü’l-Kur’ân, c. I, s. 3.
22 Mâturîdî, Tevîlâtü’l-Kur’ân, c. VI, s. 441.
23 Ebu’l-yüsr el-Pezdevî, Marifetü’l-huceci’ş-şeriyye, Beyrut 2000, s. 144.
24 İçtihada dayalı nesh ya da uygulanmamaktan kaynaklanan nesh anlayışı hususlarında Mâturîdî’ye yapılan atıflar bağla-
mında karşımıza Siğnâkî (711/1311) çıkmaktadır. Siğnâkî, Pezdevî’nin usulü üzerine kaleme aldığı şerhte, Maturîdî’nin
Mümtehine Suresi’nin 10. Ayetini açıklarken dile getirdiği nesh anlayışına atıfta bulunmuştur. Bk. Sığnâkî, el-Kâfî, Riyad

545
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

2001, c. III, s. 1523. Siğnâkî’nin en-Nihâye isimli Hidâye şerhinde, müellefe-i kulûb konusunu açıklarken içtihada dayalı
nesh anlayışına atıf yaptığını Kuhistânî kaydetmektedir. Bk. Kuhistânî, Câmiu’r-rumûz, Kalküta 1858, c. I, s. 188. Dikkat
çekici bir husus da her iki eserde atfın “Şerhu’t-Te’vîlât” aracılığıyla yapılmasıdır.
25 Abdülaziz el-Buhârî, Keşfü’l-esrâr, İstanbul 1307, c. III, s. 176; a. mlf., Gâyetü’t-tahkîk, Leknev 1293, s. 193.
26 Kâsânî, Bedâiu’s-sanâî, Beyrut 1986, c. II, s. 45.
27 Babertî, el-‘İnâye, Beyrut 2003, c. II, s. 265-266 (Fethu’l-kadîr ile birlikte).
28 Kürlânî, el-Kifâye, Kalküta 1831, c. I, s. 539-540.
29 Kürlânî, el-Kifâye, c. I, s. 539. Mâturîdî’nin yaklaşımının ashabın icmâı bağlamında açıklanması için bk. Ahmet Ünsal,
“Bir Fakih Olarak İmâm Mâturîdî”, Mâturîdî’nin Düşünce Dünyası, ed. Ş. Ali Düzgün, Ankara 2011, s. 212.
30 Abdülaziz el-Buhârî, Keşfü’l-esrâr, c. III, s. 175.
31 İbn Abidin, Reddü’l-muhtâr, Riyad 2003, c. III, s. 288.
32 Üsmendî, Bezlü’n-nazar, Kahire 1992, s. 349.
33 Sığnâkî, el-Kâfî, c. III, s. 1517.
34 Mâturîdî, Tevîlâtü’l-Kur’ân, c. IV, s. 219-220.
35 Söz konusu yaklaşımlar için bk. Kaşif Hamdi Okur, “İslam Hukukunda Çağdaşlaşma Arayışlarının Arka Planı: Son Dö-
nem Osmanlı Düşüncesinden Günümüze Uzanan Süreç”, İslami İlimler Dergisi, 5, ss. 155-173 (2008).

546
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Yrd. Doç. Dr. Ali DUMAN


1968 yılında Ankara’da doğmuşum. İlk ve orta öğrenimimi burada ta-
mamladıktan sonra, Kayseri Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde
yüksek öğrenimime başladım. 1991 yılında buradan mezun olarak, aynı
yıl M.E.B.’na bağlı Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmeni oldum. Yine
1991’de Kayseri Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde İslam
Hukuku Ana Bilim Dalında yüksek lisansa başladım. 1993 yılında İnönü
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde İslam Hukuku Araştırma görevlisi ol-
dum. 1994’te “1115 Tarihli Şer’iyye Siciline Göre Kastamonu’da Günlük
Hayat” adlı tezle Bilim uzmanı oldum. Aynı yıl Selçuk Üniversitesi Sos-
yal Bilimler Enstitüsünde İslam Hukuku Ana Bilim Dalında doktoraya
başladım. 1999 yılında “İslam Hukukuna Göre Siyasi Fikir Hürriyeti”
adlı tezle doktor oldum. 2000 yılında İnönü Üniversitesi İlahiyat Fakül-
tesi’nde yardımcı doçent, 2001 yılında İslam Hukuku Ana Bilim Dalı Baş-
kanı oldum. Bir kaç kez doçent olma girişimlerim olduysa da, muhterem
jüri üyelerimin onayını almayı henüz başaramadım. Halen aynı üniver-
sitede öğretim üyeliği görevimi sürdürmekteyim. Online olarak www.hik-
metyurdu.com adresinden yayınlanan Hikmet Yurdu Dergisinin sahibi
ve genel editörüyüm. Evli ve iki çocuk babasıyım.

İmâm Mâturîdî’nin
Te’vilatü’l-Kur’an’ında
İctihad Kavramı
Giriş
Vahyi ihmal etmeksizin akla verdiği önem İmâm
Mâturîdî (333/944)’nin 1 en önde gelen özelliklerin-
den biridir. O, İslam düşünce tarihinde ortaya çıkmış
akılcı İmamlardan biridir. Ona göre akıl, teemmül
veya vahiy yardımıyla, eşyanın hakikatini mecazini,
işlerin iyisini kötüsünü bildiğimiz şeydir ve iradesiz
olmaz. Yine aynı şekilde taat ve tasdikden ibaret olan
din sahibi olmamızın sebebine de eğitim ya da istid-
lal olmaksızın ulaşamayız. Bunlar duyularda değil,
ancak ictihadla bilinen şeylerdir.2 Mâturîdî’nin aklı
tanımlarken oluşturduğu kurguda akıl-vahiy ve ic-
tihad arasında doğrudan bir ilişki vardır.3 Fıkıh ve
Usulü’l-Fıkhın en önemli kavramlarından biri olan
içtihada İmâm Mâturîdî’nin yüklediği anlamın, ayrı
bir niteliği olmalı ki o bu ilişki kurulabilsin.
İmâm Mâturîdî’nin usul kitabı Meahizü’ş-Şerai ne
yazık ki elimize ulaşamadığı için onun ictihad ko-
nusundaki görüşlerini, akıl-vahiy ilişkisinde içtihada

547
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

verdiği yeri ve bu üçü arasındaki ilişkiyi nasıl kurdu- dışındaki, muhayyerlik ve mubahlık anlamları Ki-
ğunu kendisine ait usul kitabından öğrenme imkanına tap veya sünnet veya Müslümanların icma’ının hüc-
sahip bulunmamaktayız. Fakat Te’vilatü’l-Kur’an’da, cet olarak kullanılabileceğine delalet ettiği şeklinde
kimi ayetlerin te’vilinde içtihad kavramını kullanmış- yorumlanabilir. Bu durumda onun Kitap, Sünnet ya
tır. Biz bu tebliğimizde İmâm Mâturîdî’nin, Te’vila- da icma’dan herhangi birinde bir delil bulunduğu
tü’l-Kur’an’da ictihadı ele aldığı yerlerde kavrama ne müddetçe onunla amel edilmesi gerektiği, bunlar-
gibi anlamlar yüklediğini tespit etmeye çalışacağız. dan herhangi birinde bir delil bulunmadığı zaman
İçtihat kavramı için verilen tanımlar çoğunlukla ictihadla amel edilebileceğini kabul ettiği sonucu çı-
Mâturîdî sonrası döneme aittir. Bu sebeple İmâm karılabilir. Öte yandan bu atıf harfinin sıralama için
Mâturîdî’nin içtihad kavramına yüklediği anlamın kullanılabileceği düşünüldüğünde, dördüncü sırada
belirlenebilmesi için, onun hüküm istinbat metodo- yer alan içtihadın ancak Kitap veya sünnet veya Müs-
lojisinin ortaya koymamız ve bu metodolojide içtiha- lümanların icma’ında, meselenin bir çözümü bulun-
dın yerini göstermemiz faydalı olacaktır.4 madığı zaman devreye gireceği ima edilmiş olması
da muhtemeldir.
İmâm Mâturîdî’nin Metodolojisi ve
Bu Metodolojide İctihat İmâm Mâturîdî sünneti mutlak olarak hüccet kabul
etmez. Bilgi kaynaklarından biri olarak kabul ettiği
İmâm Mâturîdî’nin, Semerkand Hanefî Ekolünün haber kategorisinde sünneti ele alan Mâturîdî, sünneti
kurucusu kabul edilmesi5 sebebiyle Hanefîliği üze- mütevair, meşhur ve ahad olarak üçe ayırır ve ahad
rinde durulması gerekir. Zira, genel metodolojisinde haberle amelde Ebu Hanife’de olduğu gibi o da “sün-
Ebu Hanife ve diğer Hanefî imamların görüş ve il- neti Kur’an’a arz etme ilkesine”12 riayet eder. Zira
kelerini esas aldığı bilinmektedir. ahad haber bilgi değil zann ifade eder. Her ne kadar
Bilindiği gibi Hanefi usul geleneğinde, karşılaşılan me- hüccet olmak bakımından hiç kimsenin görüşünün
selelerin çözülmesinde takip edilen yöntemde deliller Peygamberin sözü makamına geçemeyeceği fikrinde
hiyerarşisi kitap-sünnet-sahabe icma’ı-sahabe kavli-i- olsa da13; ahad haberle amelde seçici davranmakta,
ctihad (kıyas-istihsan-re’y) ve diğer deliler şeklinde araştırdığı konuyla ilgili her hadisi hüccet olarak ka-
sıralanmaktadır.6 İmâm Mâturîdî’nin de benzer şe- bul edip amel etmemektedir. Herhangi bir konuda
kilde bir yöntem takip ettiğini görmekteyiz. hadisle amel etmek durumunda kaldığında onu Ki-
O, Kur’an merkezli bir bakış açısına sahiptir. Her- tap’a ve maruf sünnete arz edip, bunun yanında akla
hangi bir fıkhî meseleyle ilgili önce Kur’an’dan de- uygunluğuna bakmaktadır. Bir konuda birbirine çe-
lilleri ortaya koyar, çoğu zaman konuyla ilgili usûlî lişik hadis rivayetleri varsa te’vil etme yönüne gidip,
tartışmalara işaret eder ve tercih ettiği görüşü bildi- te’vil mümkün olmazsa bu haberleri reddetmektedir14.
rir. Ardından konuyla ve tespit ettiği usul kaidesiyle Kitap, sünnet ya da sahabe icma’ı ve sahabe kavlinde
ilgili kendince sahih kabul ettiği sünnete yönelir. Bu- meselenin hükmü bulunamazsa bu durumda “Hadise
nun yanında konuyla ilgili sahabe görüşü varsa onu da için başvurulacak bir asıl ve benzer bulunmadığında,
nakleder.7 Sahabeden gelen nakil, icma yoluyla ulaş- alimin güç yetirebildiği en güzel olanı seçme içtihadı”15
mışsa onunla amel edilmesi gerektiği fikrindedir.8 şeklinde tanımladığı istihsanı kullanır16, kimi zaman
Ancak sahabe ihtilaf etmişse, Ebu Hanife gibi onla- örften yararlanır17 ya da Hanefi mezhebinin kurucu
rın görüşlerinin dışına çıkmadan birini tercih eder.9 imamlarından nakledilen görüşler varsa onları kul-
Te’vilatü’l-Kur’an’da Nisa suresi 59. ayetin te’vili İmâm lanır. Eğer imamlar ihtilaf etmişlerse onlardan biri-
Mâturîdî’nin metodolojisi hakkında önemli bilgiler nin görüşünü tercih eder.18 Kimi zaman da Hanefi
verir.10 Bu te’vilden anlaşıldığında göre Mâturîdî bir imamların görüşlerini çeşitli aklî ve naklî delillerle
meselenin çözümünde öncelikle Kitap, sünnet ve destekler, bazen de çeşitli noktalarda yapmış olduğu
Müslümanların icma’ına başvurulması gerektiğini yorumlarla onların görüşlerini genişletir.19 Bazen ta-
söylemektedir. Bu üç kaynağı “ ” atıf harfiyle sıra- mamen bağımsız görüşler de serd eder. Onun bu tu-
lamakta olması, bu atfın şek/şüphe, muhayyerlik/ tumu, Hanefi mezhebine mensubiyet hususunda bir
seçenek ve ibaha/ yapılabilirlik şeklinde üç manaya taassup içinde olmadığının delili olarak da kabul edile-
geldiği dikkate alındığında11, İmâm Mâturîdî’nin bilir.20 Bütün bunlardan sonra ictihadla amele yönelir.
bu kaynakları eş değer ya da denk gördüğü söylene- Verilen bilgilerden İmâm Mâturîdî’nin bir meselenin
bilir. “ ” atıf harfinin taşıdığı ilk anlam olan şüphe hükmünü elde etmek/istinbat etmek hususundaki

548
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

yöntemi şu şekilde ortaya çıkmış olmaktadır: O, Adam da etrafına ve yiyeceğine bakarak bir gün ya da
hükmü bilinmek istenilen bir meseleyle karşılaşıldı- daha az bir zaman kaldığı düşüncesini belirtmiştir.
ğında öncelikle Kitap, Sünnet ve alimlerin İcma’ına İmâm Mâturîdî, ayetin “Ne kadar kaldın?” ( )
başvurulmasını, bunlardan bir hüküm istinbat edil- kısmının zahir halle ictihadın cevazına delil olduğu
mezse, kıyas, istihsan ve örf gibi diğer fer’i delillerle hükmünü çıkarmaktadır. Zira, öldürülüp dirilti-
ictihad edilmesini, bunlardan hüküm elde edilemezse len şahıs etrafını inceleyerek, yiyeceklerine bakarak
re’y ile içtihadın gerekliliğini hüküm istinbat yöntemi ne kadar kaldığı konusunda zanna dayalı bir çıka-
olarak benimsemiştir. rımda bulunmaktadır. Bu soru ve cevabından hare-
Te’vilatü’l-Kur’an’da İctihad Kavramının Kullanımı ketle İmâm Mâturîdî, kişinin gördüğü, yanında ortaya
çıkan mevcut durumda (zahirü’l-halde) içtihadının
Ne yazık ki İmâm Mâturîdî’nin usul kitabı Meahi-
caiz olduğunu söyler. Yani hükmün bilinmediği du-
zü’ş-Şeraî elimizde olmadığı için, Mâturîdî’nin ictihad
rumlarda, kişinin gücü oranında delille ya da başka
tanımının ne olduğu hususunda net şeyler söylemek
idrake vesile olacak karinelerle idrak edebildiği ka-
mümkün gözükmemektedir. Te’vilatü’l-Kur’an’da da
darıyla içtihat etmesi caizdir der24.
bir ictihad tanımı yer almamaktadır. Te’vilatü’l-Kur’an
incelendiğinde, ictihadla amelin cevazı, meşruiyeti ve 2. A’raf, 7/150:

‫ان اَ ِس ًفا َق َال ب ِْئ َس َما‬ َ ‫وسى ِا ٰلى َق ْو ِمهٖ َغ ْض َب‬


lüzumu on yedi yerde; ictihadla amel bir yerde, re’y
içtihadıyla kaza bir yerde; Resulün içtihadı bir yerde; ٰ ‫َو َل َّما َر َج َع ُم‬
‫ِكم َو َا ْل َقى‬ ‫َخ َل ْف ُت ُمونٖى ِم ْن َب ْعدٖى اع ِجلتم امر رب‬
içtihada karşı çıkanlara cevap iki yerde; zahir-i hal ile ْ ُ ّ َ َ َْ ْ ُ ْ َ َ
ictihad bir yerde olmak üzere toplam yirmi üç yerde ‫اح َواَ َخ َذ بِر ْا ِس اَخ ِٖيه َي ُج ُّر ُه ِا َلي ِه َق َال ْاب َن اُ َّم ِا َّن‬
َ ‫ْالَ ْل َو‬
ْ َ
içtihadı konu edindiği görülmektedir.21
‫ادوا َي ْق ُت ُلو َننٖى َف َل ُت ْش ِم ْت بِى‬ ُ ‫ا ْل َق ْو َم ْاس َت ْض َع ُفونٖى َو َك‬
Mâturîdî’nin ictihadla amelin cevazına delalet etti- َ ِ ِ
ğini tespit ettiği hususlar incelendiği zaman bunlar-
‫ٖين‬
َ ‫ْالَ ْع َد َاء َو َل َت ْج َع ْلنٖى َم َع ا ْل َق ْوم الظَّالم‬
dan bir kısmının geçmiş ümmet ve peygamberlerle “Musa, kızgın ve üzgün bir halde kavmine dönünce:
ilgili Kur’an-ı Kerim’de verilen bilgilere dayalı olduğu «Benden sonra arkamdan ne kötü işler yapmışsı-
gibi, bir kısmının Resulullah’ın i’tab22* edildiği ayet- nız! Rabbinizin emrini (beklemeyip) acele mi etti-
lerle23 ilgili olduğu, bazılarının yönetimle ilgili, bazıla- niz?» dedi. Tevrat levhalarını yere attı ve kardeşi-
rının da çeşitli sosyal ve toplumsal konularla ilgili ol- nin (Harun’un) başını tutup kendine doğru çekmeye
dukları görülmektedir. Şimdi bunları bu inceleyelim: başladı. (Kardeşi): «Anam oğlu! Bu kavim beni cid-
Geçmiş Ümmet ve Peygamberlerle İlgili Ayetlerden den zayıf gördüler ve nerede ise beni öldüreceklerdi.
İctihadın Cevaz Delilleri Sen de düşmanları bana güldürme ve beni bu zalim
kavimle beraber tutma!» dedi”
1. Bakara 2/259:
Ayetin “ ” “Tevrat lev-
‫وش َها‬ ِ ‫اَو َكا َّلذٖى مر ع ٰلى َقري ٍة و ِهى َخ ِاوي ٌة ع ٰلى عر‬ halarını yere attı ve kardeşinin (Harun’un) başını
ُُ َ َ َ َ َ ْ ِ ِ َ َّ َ ْ
‫اللُ ِمائَ َة َع ٍام‬ ‫ه‬ ‫ات‬ ‫م‬ ‫ا‬
َ ‫ف‬ ‫ا‬ ‫ه‬ ِ
‫ت‬ ‫و‬ ‫م‬
ّٰ ُ َ َ َ َ ْ َ َ ْ َ ُ ّٰ ‫د‬ ‫ع‬ ‫ب‬ ‫الل‬ ‫ه‬ ‫ـذ‬ ‫ه‬ ‫ي‬
ٖ
ٰ ْ ُ‫ح‬ ‫ي‬ ‫ى‬ ‫ن‬
ّٰ ‫ا‬
َ ‫ال‬َ ‫َق‬ tutup kendine doğru çekmeye başladı” kısmının ic-
tihadla amele delalet ettiği söyleyen İmâm Mâturîdî,
‫ت َي ْو ًما اَ ْو َب ْع َض َي ْو ٍم‬ ُ ‫ثُ َّم َب َع َث ُه َق َال َك ْم َل ِب ْث َت َق َال َل ِب ْث‬ ayetin te’vilinde şunları söylemektedir: “Zira Musa’nın
kardeşi Harun “sakalımı başımı çekme” (Taha, 20/94)
“Yahut görmedin mi o kimseyi ki, evlerinin duvar-
der. Musa’nın kardeşinin sakalını başını yolmasının
ları çatıları üzerine çökmüş (alt üst olmuş) bir kasa-
vahiyle veya Allah’tan bir emirler gerçeklemiş ol-
baya uğradı; «Ölümünden sonra Allah bunları nasıl
ması ihtimali yoktur, ki böyle olsa idi Harun bunu
diriltir acaba!» dedi. Bunun üzerine Allah onu öl-
diyemezdi. Harun’un da bu sözü ictihadla söylediği
dürüp yüz sene bıraktı; sonra tekrar diriltti. Ne ka-
görülmektedir. Harun (A.S.) Taha suresi 94. ayette:
dar kaldın? dedi. «Bir gün yahut daha az» dedi…”
“İsrailoğlulları arasında ayrılık düşürdün, sözümü
Bu ayet geçmişte yaşamış bir şahsiyetin, Cenab-ı tutmadın demenden korktum” demektedir. Eğer bu
Hakk’ın diriltmesi konusundaki düşüncesi neticesinde konuda bir vahiy veya emir olsaydı böyle bir mazeret
meydana gelen gelişmeleri resmetmektedir. Allah, o ileri süremezdi.”25 Bu iki ayeti (A’raf, 7/150 ve Taha,
şahsı vefat ettirmiş ve yüz sene o şekilde kalmıştır. 20/94) birlikte değerlendiren İmâm Mâturîdî, her iki
Sonra onu diriltmiş ve ne kadar kaldığını sormuştur. ayette ortaya çıkan Hz. Musa’nın davranışlarının ve

549
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Harun peygamberin bu davranışlar karşısında ser- verilenlerle ilgili bir biçimde çıkmasının mümkün
gilediği tutum ve söylediği sözlerin ictihadla ortaya olduğunu söylemektedir. Nitekim ayette geçen keva-
çıkmış olduğu kanaatindedir. Zira ona göre, şayet kib, şems ve kamer’in Yusuf peygamberin kardeşleri
Allah’tan bir emir (vahy) bulunmuş olsaydı her iki ve ana-babası şeklinde yorumlandığını, secdenin ise
peygamberin birbirleri karşısında yaptıkları ve söy- aynıyla yorumlandığını söylemektedir. Bunun gibi
ledikleri şeylerin ayette anlatıldığı şekilde gerçekleş- İbrahim peygamberin de rüyasında oğlunu kurban
memiş olması gerekirdi. ettiğini gördüğünü, oğlunun da aynı rüyayı gördü-
3. Hud, 11/ 77: ğünü, burada kastedilen oğlun kurban edilmesinin
kendisi olduğunu söylemektedir. Buradan hareketle
‫ٖىء بِهِ م َو َض َاق بِهِ م َذ ْر ًعا‬ ‫طا س‬
ً ‫َو َل َّما َج َاء ْت ُر ُس ُل َنا لُو‬ hitabın varid olacağını ve o hitapla muradın ifadede
ْ ْ َ
‫ٖيب‬
ٌ ‫َو َق َال ٰه َـذا َي ْو ٌم َعص‬
yer alanın kendisi olabileceğini ya da o hitapta mev-
cut manalardan birinin olabileceğinin bir asıl oldu-
“Elçilerimiz Lût’a gelince, (Lût) onların yüzünden ğunu tespit eden İmâm Mâturîdî, böyle bir durumda
üzüldü ve onlardan dolayı içi daraldı da «Bu, çe- hitaptaki manaya muttasıl olan hükmün vücup ifade
tin bir gündür» dedi” edeceğini bildirmektedir. Bu ayet Mâturîdî’ye göre
Bu ayet Lut Peygamberin kavmini helak etmek üzere içtihadın cevazına delalet ettiği gibi, muhataplardan
gönderilen Meleklerin, Lut Peygamberi ziyaretleri es- manayı yakalamalarını talebin cevazına da delalet et-
nasında kavminin Lut Peygambere gelerek bazı prob- mektedir. Nitekim insanların rüya tabir etmelerinin
lemler çıkarmasından Lut’un duyduğu iç sıkıntısını ictihadla amelin cevazına delil olduğu bu şekilde or-
ifade etmektedir. İmâm Mâturîdî, ayetin “ ” taya çıkmış olur.27
kısmının ictihadla amelin cevazına delalet ettiği tes- 5. Yusuf, 12/26-27:
pitini yapmaktadır. Ona göre Lut Peygamber bu sözü
ictihad yoluyla söylemiştir. Çünkü meleklerin, kav- ‫اه ٌد ِم ْن َا ْه ِل َها ِا ْن‬
ِ ‫َق َال ِهى راود ْتنٖى عن َن ْفسٖى و َشهِ َد َش‬
َ ْ َ َ َ َ َ
‫ٖين‬ ِ ِ ِ
َ ‫ٖيص ُه ُق َّد م ْن ُق ُب ٍل َف َص َد َق ْت َو ُه َو م َن ا ْل َكاذب‬ ُ ‫ان َقم‬ َ ‫َك‬
mini helak etmekle görevli olarak gelmesi neticesinde
meydana gelecek hadisenin şiddetinin ne olacağı belli
değildir. Lut Peygamber, kavminin içindeki gariban- ‫ٖيص ُه ُق َّد ِم ْن ُد ُبرٍ َف َك َذ َب ْت َو ُه َو ِم َن‬ َ ‫َو ِا ْن َك‬
ُ ‫ان َقم‬
‫ٖين‬ ِ
َ ‫الصادق‬
lara da azabın uğrayıp uğramayacağını bilmemekte ol-
duğu gibi, Meleklerin gelmesi sebebiyle Lutilik sapık- َّ
lığındaki kavminin, Melekler insan kılığında geldiği “Yusuf: «Asıl kendisi benim nefsimden murat al-
için, onlara musallat olmasından dolayı da canı sıkıl- mak istedi» dedi. Kadının akrabasından biri şöyle
mıştır. Mevcut durumdan, sonradan meydana gele- şahitlik etti: «Eğer gömleği önden yırtılmışsa, kadın
cek durumun sıkıntılı olacağını görmüş ve bu sebeple doğru söylemiştir, bu ise yalancılardandır.» «Eğer
o günün çetin olacağı çıkarımında bulunmuştur. Bu gömleği arkadan yırtılmışsa, kadın yalan söylemiş-
Lut Peygamberin tahminidir.26 Ancak onun tahmini tir. Bu ise doğru söyleyenlerdendir.”
elde mevcut, verili durumdan hareketle, muhtemel Bu ayetlerde Hz. Yusuf ile Züleyha arasında cereyan
gelecek konusunda akıl yürütmektir. İmâm Mâturî- hadise nakledilmekte ve akıl sahibi bir kimsenin el-
dî’nin bunu ictihadla ameli cevazına delil göstermesi, deki verilerden hareketle nasıl doğru sonuçlar çıka-
içtihadı çok katı kurallar içerisinde düşünmediğinin rabileceği gösterilmektedir. Akıl sahibi kişi Yusuf
delili olarak görülebilir. Peygamberin gömleğinin nereden yırtıldığının tes-
4. Yusuf, 12/4: pit edilmesiyle asıl suçlunun ortaya konulabileceğini
söylemektedir. Buna göre eğer gömlek önden yırtıl-
ِ ِ ِ ِ
‫ت َا َح َد َع َشر َك ْو َكبا‬
ً َ ُ ‫وس ُف لَبٖيه َيا َا َب ِت انّٖى َر َا ْي‬ ُ ُ‫ا ْذ َق َال ي‬ mışsa kadının kendisi kurtarmak amacıyla itmesi
‫ٖين‬
َ ‫اجد‬ ِ ‫الشمس َوا ْل َقمر َراَي ُت ُهم لٖى س‬
َ ْ َّ ‫َو‬
sonucu yırtılmıştır, eğer arkadan yırtılmışsa, kadın
َ ْ ْ ََ saldırısından kaçan erkeğin gömleğinin arkadan çe-
“Bir zamanlar Yusuf, babasına (Ya’kub’a) demişti ki: kilmesi sonucu yırtılmıştır. Birinci durumda erkek,
Babacığım! Ben (rüyamda) on bir yıldızla güneşi ve ikinci durumda kadın suçlu olur. Bu şahıs bu neti-
ayı gördüm; onları bana secde ederlerken gördüm” celeri ictihadıyla orta koymuştur. Cenab-ı Hak da
Bu ayetin te’vilinde İmâm Mâturîdî rüyada görüle- bize ayetlerinde bunu bildirmektedir. Mâturîdî bu-
nin aynıyla çıkmasının da, aynıyla çıkmayıp rüyada radan ictihadla amelin cevazını istinbat etmektedir28.

550
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Resulullah’ın İtab Edildiği Ayetlerden İctihadın Ce- olur. Daha faziletlinin terki sebebiyle itab caizdir. Bu-
vaz Delilleri nun yanında Allah tealanın “ ”
1. Tevbe, 9/43: “Allah seni affetsin niçin onlara izin verdin” sözü-
nün itab değil de, insanların birbirlerine nasıl mua-
‫ٖين‬ ِ ِ
َ ‫اللُ َع ْن َك ل َم َاذ ْن َت َل ُه ْم َح ّٰتى َي َت َب َّي َن َل َك ا َّلذ‬
ّٰ ‫َع َفا‬ mele etmeleri gerektiği hususunda bir talim olması
‫ٖين‬ ِ da muhtemeldir”32.
َ ‫َص َد ُقوا َو َت ْع َل َم ا ْل َكاذب‬ 2. Abese, 80/1-3
“Allah seni affetsin. Fakat doğru söyleyenler sana
iyice belli olup, sen yalancıları bilinceye kadar on- َ ‫َا ْو َي َّذ َّك ُر َف َت ْن َف َع ُه ال ِ ّذ ْك ٰرى َو َما يُ ْدر‬
‫ٖيك َل َع َّل ُه َي َّز ّٰكى َا ْن‬
lara niçin izin verdin?” ‫َج َاء ُه ْالَ ْع ٰمى َعب َس َو َت َولّٰى‬
Müfessirler bu ayetin de içinde yer aldığı Tevbe su-
َ
resi 38-50. ayetlerin sebeb-i nüzulünün Tebük Sefe- “(Peygamber), âmânın kendisine gelmesinden ötürü
rine katılmak istemeyen, ancak bunu doğrudan or- yüzünü ekşitti ve çevirdi. (Resûlüm! onun halini)
taya koymaktan çekindikleri için Resulullah’tan izin sana kim bildirdi! Belki o temizlenecek, yahut öğüt
alarak savaşa katılmamayı planlayanlara Resulul- alacak da o öğüt ona fayda verecek”
lah’ın izin vermesi ve neticesinde de Cenab-ı Hak- İmâm Mâturîdî bu ayetlerin ictihadla amelin ceva-
kın, bu uygulamanın doğru olmadığını bildirmesi zına delalet ettiğini söyler. Zira Resulullah bu tür bir
olduğunu söylemektedirler.29 davranışı bir nas gereği değil içtihadıyla yapmıştır.
Ayetin “ ” “Allah seni affetsin ni- Çünkü amadan yüz çevirmesine dair daha önceden
çin onlara izin verdin” kısmının, Peygamberin, mü- bir izin geçmiş olsaydı, emrolunmuş olduğu bir şeyi
yapmaktan dolayı itab olmazdı.33
nafıklara savaşa katılma iznini Cenab-ı Haktan kendi-
sine verilmiş herhangi bir emir olmaksızın verdiğine İmâm Mâturîdî, bazılarının bu ayetteki itabdan ha-
işaret ettiği tespitinde bulunan İmâm Mâturîdî, aye- reketle Resulullah’ın ictihadla amel etmesinin haram
tin bu kısmında ictihadla amelin cevazına delalet ol- kılındığı sonucuna ulaşmalarına şöyle itiraz eder: “Şa-
duğu sonucunu çıkarmaktadır. Zira, Cenab-ı Hak- yet bu ayetteki itab ictihadla ameli yasaklamış olsaydı,
tan gelen bir emre istinaden Resulullah münafıklara Resulullah’ın artık hiçbir şekilde ictihadla amel et-
izin vermiş olsaydı, bu sebepten dolayı itaba maruz memesi gerekirdi. Halbuki “Allah seni affetsin niçin
kalması söz konusu olamazdı. Buna göre Resulullah onlara izin verdin” (Tevbe, 9/43) ve “Ey Peygamber
münafıklara savaşa katılmama iznini kendi içtiha- Allah’ın sana helal kıldığını için kendine haram kı-
dıyla vermiştir. Çünkü o, izin isteyenlerin geçerli bir lıyorsun” (Tahrim, 66/1) gibi ayetler, bu ayetlerde ya-
mazeretleri olduğunu zannetmektedir.30 saklama olmadığını ortaya koyar.”34
Bazı kimselerin bu ayette Resulullah’ın itab edildiği 3. Tahrim, 66/1
görüşüne muhalefet ettiklerini ve
‫ات‬
َ ‫اللُ َل َك َت ْب َتغٖى َم ْر َض‬ ّٰ ‫النب ُِّى ِل َم تُ َح ِّر ُم َما اَ َح َّل‬
َّ ‫َيا اَ ُّي َها‬
“ ‫ور َرحٖيم‬ ٌ ‫اللُ َغ ُف‬ ّٰ ‫اج َك َو‬ ِ ‫اَ ْز َو‬
ٌ

‫اللُ َل ُكم َت ِح َّل َة اَ ْي َم ِان ُكم‬ ‫قد فرض‬
“Biz sana Kitab’ı (Kur’an’ı) hak olarak indirdik ki, ْ ْ ّٰ َ َ َ ْ َ
insanlar arasında Allah’ın sana öğrettikleri ile hü- “Ey Peygamber! Eşlerinin rızasını gözeterek Al-
küm veresin”31ayetini delil getirerek, Resulullah’ın, lah’ın sana helâl kıldığı şeyi niçin kendine haram
Allah’ın gösterdiği şekilde hüküm verdiğini, bu se- ediyorsun? Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir”
beple de itaba maruz kalmasının söz konusu olama- “Allah, (gerektiğinde) yeminlerinizi bozmanızı size
yacağını iddia etmelerine İmâm Mâturîdî şöyle ce- meşru kılmıştır”
vap vermektedir: “Burada itabın, daha faziletli olanı Tahrim suresi 1-5 .ayetlerin sebeb-i nüzulü olarak bir-
terk etmek sebebiyle olması muhtemeldir denilebilir. kaç farklı rivayet zikredilmektedir35. Mâturîdî bu ri-
Çünkü onların geri kalmasına izin vermeyi terk et- vayetlerin hiç birisine temas etmeksizin: “Bizim için
mek, izin vermekten daha faziletlidir. Zira bununla tahrimin gerçekleştiği sebebi tespit etmemize ve Re-
yalancılar doğrulardan ayrılıp ortaya çıkar. Bu ayet sulullah’ın kendisine haram kıldığı şeyi belirlememize
de Peygamberin risaletinin delili olan ayetlerden biri gerek yoktur”36 diyerek geçmektedir. İmâm Mâturîdî

551
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

bu ayetlerin Resulullah’ın ictihad ile amelinin ceva- “Allah’ın sana gösterdiği şekilde insanlar arasında
zına delalet ettiğini belirtir. Zira, bu ayetlerde Resu- hükmedesin diye sana Kitab’ı hak ile indirdik; ha-
lullah itab edilmektedir. Şayet Resulullah’ın bu şekilde inlerden taraf olma!”
kendisine bir şeyleri haram kılma yetkisi hususunda İmâm Mâturîdî ayetin
Cenab-ı Hak kendisine bir izin vermiş olsaydı, itab
“ ”
edilmesinin anlamı olmazdı diye düşünen Mâturîdî,
“Allah’ın sana gösterdiği şekilde insanlar arasında
Resulullah’ın bu şekilde haram kılmayı kendi ictiha-
hükmedesin diye sana Kitab’ı hak ile indirdik” kıs-
dıyla gerçekleştirdiğini söylemektedir.
mıyla ilgili şu yorumu yapar: “Ayette içtihadın ceva-
Yönetim ve İdareyle İlgili Ayetler zına delalet vardır. Çünkü allah “Allah’ın sana gös-
1. Al-i İmran, 3/128 terdiği şekilde insanlar arasında hükmedesin diye”
buyurmaktadır. Ayetin “ ” kısmı, mananın
‫وب َع َليهِ م اَ ْو يُ َع ِ ّذ َب ُهم‬ ‫ليس لك ِمن المرِ شیء او يت‬
ْ ْ َ ُ َ َْ ٌ ْ َ َْ ْ َ َ َ َ َْ
bir kısmının nazar ve teemmül ile idrak edilebileceği
ْ
‫ون‬ َ ‫َف ِا َّن ُه ْم‬
َ ‫ظ ِال ُم‬
anlamındadır. Zira hükmün tamamı kitapla gerçek-
leştirilecek olsaydı, bu sözün bir anlamı olmazdı. O
“Bu işte senin yapacağın bir şey yoktur. Allah, ya zaman “İnsanlar arasında kitapla hükmedesin diye
tövbelerini kabul edip onları affeder, ya da zalim söylenirdi. Ayetin bu kısmı Resulullah’ın, Allah’ın
olduklarından dolayı onlara azap eder” öğrettiği tedbir ve teemmül ile hükmetmesine dela-
let eder. Fakat Resulün içtihadı nass gibidir. Zira o,
Bu ayetin Uhud günü, Resulullah’ın dişinin kırılıp,
hata etmez. Allah’ın gösterdiği şekilde amel etmesi-
yanağından yaralanması üzerine, müşrik reisleri için
nin bildirilmesi, onun doğrudan başka bir şeye ihti-
beddua etmesi sebebiyle nazil olduğu bildirilmekte-
mali olmadığını gösterir. Ama onun (Resulullah’ın)
dir.37Mâturîdî bu rivayeti naklettikten sonra38, aye-
dışındaki müçtehitlere gelince; hata da isabet de et-
tin “ ” “Bu işte senin yapacağın bir
meleri mümkündür. Zira şeytanın onların gördükleri
şey yoktur” kısmının ictihadla amelin cevazına de-
şeye hata karıştırması ihtimali vardır. Resulullah’ın
lalet ettiğini, Resulullah’ın kendisine yasaklanmadığı
içtihadına gelince; onun içtihadının tamamı sevab/
sürece ictihadla amel etmeye devam ettiğini söyler.39 doğrudur. Çünkü ona o içtihadı gösteren Allah’tır ve
Ayetin sebeb-i nüzulü olan hadise olan Resulullah’ın onun doğru olduğunun şahididir”41.
çeşitli müşrikler için beddua etmesi ve akabinde aye- 3. Al-i İmran, 3/159
tin Peygambere bu hususta yapabileceği bir şey olma-
dığını bildirmesi, onun bu bedduayı kendi içtihadıyla …ِ‫…و َش ِاو ْر ُهم ِفى ْالَ ْمر‬
َ
yaptığına delalet etmektedir. Resulullah bedduasıya
ْ
“… İş hususunda onlara danış / onlarla istişare et…”
müşriklerin cezalandırılmasını istemekte, fakat Ce-
nab-ı Hak müşriklerin küfürleri üzere oldukları za- Al-i İmran suresinin 159. Ayetinin tefsirinde, bu ayette
man cezalandırılacağını, tevbe ederlerse affedileceğini ictihadla amelin cevazına delalet olduğu tespitini yap-
bildirerek, elçisine ceza ve af yetkisinin kendisinde ol- maktadır. Ayette “iş hususunda onlarla istişare et”
duğunu bildirmektedir. Buna karşılık Cenab-ı Hak- buyurulmaktadır. Mâturîdî: “Allah nebisine iş hu-
kın bu hususta elçisini itab etmemesi, Peygamberin susunda ashabıyla istişareyi emretmektedir. Bunda
dünyevi hususlarda zahir-i hale istinaden içtihadıyla birkaç vecih vardır: Birincisi ona hakkında nass bu-
çeşitli görüşler ileri sürebileceğine delil olarak görü- lunan bir hususta müşavereyi emretmesinin imkan-
sızlığıdır, bu durumda Allah ona hakkında nass bu-
lebilir. Nitekim İmâm Mâturîdî de bu hususa işaret
lunmayan hususlarda istişareyi emretmiştir, ki burada
ederek, Allah’ın kendisine, beddua etmesi hususunda
ictihadla amelin cevazına delalet vardır. ikincisi mü-
bir emri olmamasına rağmen Resulullah’ın beddua
şavere emri ya istişarenin Allah katındaki değer ve
etmesini bu şekilde bir içtihad faaliyeti olarak değer-
kadrinin yüceliğine delalet eder ya da akıl ve düşün-
lendirmiştir.40
menin üstünlüğüne”42 demektedir. Ayetin muhtemel
2.Nisa, 4/105 manalarından bir diğeri olarak İmâm Mâturîdî, as-
ِ ِ habın, Allah katındaki değeri ya da aklın fazileti se-
‫الن ِاس ب َِما‬ ِ
َّ ‫اب بِا ْل َح ِّق ل َت ْح ُك َم َب ْي َن‬
ِ
َ ‫ا َّنا َا ْن َز ْل َنا ا َل ْي َك ا ْلك َت‬ bebiyle müşaverenin emredilmiş olabileceğini söy-
‫ٖيما‬ ِ ِ
ً ‫ٖين َخص‬ َ ‫اللُ َو َل َت ُك ْن ل ْل َخائن‬
ّٰ ‫يك‬ َ ‫اَ ٰر‬ ler. Buradan hareketle de ayetin, içtima/icma olduğu

552
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

zaman hakkın, doğrunun toplulukla olacağına dela- Kantar ve Dinar lafızlarıyla kastın, bizzat o ölçütler
let ettiğini belirler.43 olmayıp, onlar çerçevesinde mala düşkün olan ehl-i
Farklı Sosyal ve Toplumsal Konularla İlgili Ayetler kitabın güvenilirliği (emanet) ve güvenilmezliği (hı-
yanet) olduğunu söyleyen İmâm Mâturîdî, bu ma-
1. Mümtahine, 60/10 naların nasla değil ancak ictihadla bilinebileceğini
‫ات‬ٍ ‫اجر‬ ِ ‫يا ايها الذٖين امنوا ِاذا جاءكم المؤ ِمنات مه‬ belirtir.45 Bu çerçevede ehl-i kitaptan kimin emanet
َ َ ُ ُ َ ْ ُ ْ ُ ُ َ َ َ ُ َ ٰ َ َّ َ ُّ َ َ ehli, kimin hıyanet içinde olduğu ise nassla değil iç-
‫وه َّن‬ ِ ِ ِ ‫َفامت ِحنُوهن اَ ّٰلل اَع َلم بِا‬
ُ ‫يمانهِ َّن َفا ْن َعل ْم ُت ُم‬ َ ٖ ُ ْ ُ َّ ُ َْ tihatla bilinebileceği anlamına gelir. Güvenilir ya da
‫وه َّن ِا َلى ا ْل ُك َّفارِ َل ُه َّن ِح ٌّل َل ُهم‬ ِ ٍ ِ
ْ ُ ُ ْ َ َ َ ‫ُم ْؤم َن‬
‫ع‬ ‫ج‬ ‫ر‬ ‫ت‬ ‫ل‬ ‫ف‬ ‫ات‬ hain bir kimseyi tespit etmek ise ancak elde mevcut

َ ‫َو َل ُه ْم َي ِح ُّل‬
verilerden ve delillerden hareketle söz konusudur. Ni-
‫اح‬
َ ‫وه ْم َما اَ ْن َف ُقوا َو َل ُج َن‬ ُ ُ‫ون َل ُه َّن َو ٰات‬ tekim buna benzer bir uygulamayla ilgili açıklamalar
‫ور ُه َّن َو َل‬ ِ ِ
َ ‫وه َّن اُ ُج‬ ُ ‫وه َّن ا َذا ٰا َت ْي ُت ُم‬ُ ‫َع َل ْي ُك ْم اَ ْن َت ْنك ُح‬ Bakara suresi 259. ayette veren Mâturîdî, bu ayette o
‫تُ ْم ِس ُكوا ب ِِع َص ِم ا ْل َك َو ِافرِ َو ْس َپ ُلوا َما اَ ْن َف ْق ُتم َو ْلي ْس َپ ُلوا َما‬ konuları tekrarlamamıştır.
َ ْ
‫اللُ َعلٖيم َحكٖيم‬ ّٰ ‫الل َي ْح ُك ُم َب ْي َن ُك ْم َو‬ ِ ّٰ ‫اَ ْن َف ُقوا ٰذ ِل ُكم ح ْكم‬ 3. Al-i İmran, 3/79
ٌ ٌ ُ ُ ْ
‫النب َّو َة ثُم‬‫ما كان ِلبشرٍ ان يؤ ِتيه الل ال ِكتاب والحكم و‬
“Ey iman edenler! Mümin kadınlar hicret ederek
َّ ُ ُّ َ َ ْ ُ ْ َ َ َ ْ ُ ّٰ ُ َ ْ ُ ْ َ َ َ َ َ َ
‫ـك ْن ُكونُوا‬ ِ ‫الل و ٰل‬ ِ ِ ِ ِ ِ ِ َ ‫ي ُق‬
َ ّٰ ‫ادا لٖى م ْن ُدون‬ ً ‫ول ل َّلناس ُكونُوا ع َب‬
size geldiği zaman, onları, imtihan edin. Allah on-
ların imanlarını daha iyi bilir. Eğer siz de onların َ
‫ون‬َ ‫اب َوب َِما ُك ْن ُت ْم َت ْد ُر ُس‬ ‫ت‬‫ك‬ِ ‫ون ا ْل‬
َ ‫م‬ ‫ل‬
ّ ِ ‫رب ِانيٖن بِما ُك ْنتم تُع‬
inanmış kadınlar olduklarını öğrenirseniz onları َ َ ُ َ ْ ُ َ َ ّ َّ َ
kâfirlere geri göndermeyin. Bunlar onlara helâl “Hiçbir insanın, Allah’ın kendisine Kitap, hikmet ve
değildir. Onlar da bunlara helâl olmazlar. Onların peygamberlik vermesinden sonra (kalkıp) insanlara:
(kocalarının) sarfettiklerini (mehirleri) geri verin. Allah’ı bırakıp bana kul olun! demesi mümkün de-
Mehirlerini kendilerine verdiğiniz zaman onlarla ğildir. Bilakis (şöyle demesi gerekir): Okutmakta ve
evlenmenizde size bir günah yoktur. Kâfir kadın- öğretmekte olduğunuz Kitap uyarınca Rabbe hâlis
ları nikâhınızda tutmayın, sarfettiğinizi isteyin. kullar olunuz”
Onlar da sarfettiklerini istesinler. Allah’ın hükmü
İmâm Mâturîdî bu ayetin
budur. Aranızda O hükmeder. Allah bilendir, hik-
met sahibidir” “ ” “Okutmakta ve öğ-
retmekte olduğunuz Kitap uyarınca Rabbe hâlis kul-
İmâm Mâturîdî bu ayette de içtihadın ve zahir bil-
lar olunuz” kısmı ile ilgili olarak; okutup öğretme ile
giyle amelin cevazına delalet olduğunu söyler. Ayette
başka insanların anlamadığı, manasını bilmediği hu-
: “Onları, imtihan edin. Allah onların imanlarını
suslarda kişilerin eğitildiğine, fakat bu eğitimin kişi-
daha iyi bilir. Eğer siz de onların inanmış kadınlar
nin fakih olması için gerekli herşeyi kapsamadığını
olduklarını öğrenirseniz” yani ictihad ve imtihanla
sadece kitapta yer alan manalardan metinde veri-
(onların mü’min olduklarını öğrenirseniz) “onları kâ-
lenleri anlamaya yeterli olduğunu söyler. Kitapta yer
firlere geri göndermeyin” (denilmektedir, ki bu za-
alan anlam ve inceliklerin yani fıkhın, içtihada ula-
hir ilme dayalı bir hükümdür. (Dolayısıyla) onunla
şılabilmesi sebebiyle, bu ayetin içtihadın cevazına de-
amelin cevazına delalet eder.”44
lalet ettiği tespitinde bulunur.46
2. Al-i İmran, 3/75
4. Nisa, 4/59
‫اب َم ْن ِا ْن َت ْا َم ْن ُه ب ِِق ْن َطارٍ يُ َؤ ِ ّدهٖ ِا َلي َك‬
ِ ‫َو ِم ْن اَ ْه ِل ا ْل ِك َت‬
ْ ‫ول‬
َ ‫ٖيعوا الر ُس‬ ُ ‫الل َواَط‬ َ ّٰ ‫ٖيعوا‬
ُ ‫ٖين ٰا َمنُوا اَط‬ َ ‫َيا اَ ُّي َها ا َّلذ‬
‫َو ِم ْن ُهم َم ْن ِا ْن َت ْا َم ْن ُه ِبد َٖينارٍ َل يُ َؤ ِ ّدهٖ ِا َلي َك ِا َّل َما ُد ْم َت‬ ٍ‫ولى ْالَمرِ ِمن ُكم َف ِا ْن َتن َازعتم فٖى َش َّیء‬ ِ ُ‫وا‬
ْ ْ
ْ ُْْ َ ْ ْ ْ َ
“Ehl-i kitaptan öylesi vardır ki, ona yüklerle mal ِ ّٰ ‫ون ب‬
‫ِالل‬ َ ُ‫ول ِا ْن ُك ْن ُت ْم ُت ْؤ ِمن‬
ِ ‫الل والرس‬ ِ ّٰ ‫َفردوه ِا َلى‬
emanet bıraksan, onu sana noksansız iade eder. ُ َّ َ ُ ُ ُّ
‫ال ِخرِ ٰذ ِل َك َخير َواَ ْح َس ُن َت ْا ٖو ًيل‬ ٰ ْ ‫َوا ْلي ْو ِم‬
Fakat onlardan öylesi de vardır ki, ona bir dinar ٌْ َ
emanet bıraksan, tepesine dikilip durmazsan onu “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygamber’e
sana iade etmez…” ve sizden olan ülülemre (idarecilere) de itaat edin.
İmâm Mâturîdî bu ayette de ictihadla amelin ceva- Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz -Allah’a
zına delalet olduğunu tespit etmektedir. Ayette geçen, ve ahirete gerçekten inanıyorsanız- onu Allah’a ve

553
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Resûl’e götürün; bu hem hayırlı, hem de netice ba- gerekçelerden dolayı beyanın içerinde bulunması ge-
kımından daha güzeldir” rekenler zorunlu olunca içtihat kaçınılmaz oldu”50
İmâm Mâturîdî ayetin “ ” “Allah’a Ayetin “ ” “Allah’a ve Resûl’e götü-
ve Resûl’e götürün” kısmı üzerinde ictihadla ilgili de- rün” kısmını Şura suresindeki
ğerlendirmelerini yapmaktadır. Ayetin bu kısmının “ ” “Ayrılığa düştüğü-
te’vili hakkında ihtilaf olunduğunu söyleyen İmâm nüz herhangi bir şeyde hüküm vermek, Allah’a mah-
Mâturîdî, bazı alimlerin bu ayette Cenab-ı Hakkın sustur” ayetine dayanarak içtihadın yasaklandığına
sanki: “ihtilaf ettiğiniz konuda Allah’ı ve Resulul- delil getirmeye çalışanlara karşı İmâm Mâturîdî şöyle
lah’ı vekil kılın, ictihad etmeyin” dediğini Şura sure- cevap vermektedir: “Bu (iddia) doğru değildir. “Bir
sindeki “ ” “Üzerinde şeyde anlaşmazlığa düşerseniz Allah’a ve Resulüne
İhtilaf ettiğiniz herhangi bir şeyde hüküm vermek, götürün” demek, mü’minlere mahsus olmak üzere,
Allah’a mahsustur”47 ayetine dayanarak ileri sürdük- ahkamda ihtilaf ettikleri zaman Allah’ın kitabına ve
lerini, bu iddia sahiplerinin ihtilafın kitap ve sünne- Resulünün sünnetine götürün demektir. “Üzerinde
tin tevili üzerinde olduğunu, hükmün kitap ve sün- İhtilaf ettiğiniz herhangi bir şeyde hüküm vermek,
nette aranmasında ise nasıl ihtilaf gerçekleşeceğini Allah’a mahsustur” ayeti ise kafirlerle ilgilidir. Yani
sorguladıklarını nakleder. Bazı alimlerin de bu aye- başka bir anlamdadır. Zira onlar zaten Allah’ın ki-
tin te’vili üzerinde ihtilaf olunduğunu ve ayetin zahir tabının hüccet olduğuna iman etmezler. Dolayısıyla
anlamıyla te’vil yapmayın ihtilaf edersiniz demek ol- başka aklî delillere başvururlar.”51
duğunu ileri sürdükleri söyler. Bazı alimlerin de bu- Mâturîdî, Şura suresi 10. ayetle, Nisa suresi 59. ayeti
nun Resulullah zamanı için geçerli olduğunu, nassın te’vil edenlerin, iki farklı konuyla ilgili iki farklı ayeti
hükmünün ve hakkın bu şekilde ortaya konulduğunu, bir araya getirdikleri düşüncesindedir. Ona göre Nisa
beyan olmadıkça hiç kimsenin üzerinde tartışılan ko- suresi 59. ayet mü’minlerin, ahkam ile ilgili husus-
nuda amel etmesinin caiz olmadığını, hakikat konu- larda ihtilaf ederlerse, hükmü kitap ve sünnetten çı-
sunda beyana ulaşmanın yolunun da işi Allah ve Re- karmalarını emrederken, Şura suresi 10. ayet, kafir-
sulüne götürmek olduğunu ve ayetin bunu emrettiği lerin Allah’a iman etmedikleri gibi, Kitabı da kabul
söylediklerini belirtir.48 etmediklerini, bu sebeple de onlarla ilgili bu hususta
Bu görüş sahiplerinin yaklaşımı hususunda İmâm hükmün Allah’a mahsus olduğunu beyan etmektedir.
Yani ilk ayet mü’minlerle ikinci ayet kafirlerle ilgilidir.
Mâturîdî’nin değerlendirmesi şöyledir: “Bu konuda
kaide; birisinin vekil tayin edildiği meselelerde ve- 5. İsra, 17 / 36
kaletin, meselenin hükmünü bilenlere ve onu açık-
‫َو َل َت ْق ُف َما َلي َس َل َك ِبهٖ ِع ْلم‬
layanlara yapılması şeklindedir. Eğer tartışma, me- ٌ ْ
seleyi Allah (c.c.)’a iletmeyi ve bu meselede içtihatla “Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına düşme”
hükmü bırakmayı gerektirecekse o zaman Allah(c.
Bazıları tarafından kıyas ve içtihadın batıllığına delil
c.)’a iletmenin sonucunda meydana gelecek hikmeti getirilen bu ayetin te’vilinde İmâm Mâturîdî şunları
bilme hükme ihtiyacın olmayacağı vakit olan kıya- söylemektedir: “Bazıları bu ayeti kıyas ve içtihadın ba-
mette geçerli olacak demektir. Şurası bir gerçek ki tıllığı hususunda delil getirirler ve “Biri kıyas yaptığı
mesele Peygamber (s.a.v.)’e götürülseydi o onları her zaman, hakkında bilgisi olmadığı bir şeyi söylemiş-
şeyin aslı ve fesadı olan tartışma üzere bırakmazdı. tir” derler. Fakat durum öyle değildir. Çünkü Resu-
Allah (c.c.)’a irca ettirilen bütün meseleler bu şekil- lullah’ın ashabı meseleler hakkında kendi görüşlerini
dedir. Çünkü bütün sonradan meydana gelmiş prob- söylerlerdi ve işleri hususunda istişare ederlerdi. Nite-
lemlerin Allah (c.c.)’a döndürüldüğünü biliyorum. kim Peygamberden bir nass olmamasına rağmen Ebu
Şöyle ki Allah (c.c.): “Onun hükmü ona aittir”49 de- Bekr ve Ömer’i halifeliğe vekil kıldılar. Aynı şekilde
diğinden sonradan ortaya çıkmış meselelerde Allah Ömer, Resulullah’tan bu konuda bir şey görmemesine
(c.c.)’nin hüküm vermesi mecburidir. Allah (c.c.) söz rağmen, hilafet işini şuraya havale etti. Biz diyemeyiz
konusu meselelerde hüküm vermemiş olması duru- ki onlar bu işleri bilgisizce yaptılar ve bilmedikleri şeyi
munda (ayette zikredilen) hüküm verme yetkisi ken- söylediler. Bu söylediklerimizden “Hakkında bilgin
disine ait olmamaktadır. Haşa bütün o meselede hü- bulunmayan şeyin ardına düşme” ayetinin anlamı-
küm vermek ancak Allah (c.c.)’ye aittir. Söylediğim nın, ahkamda içtihadın ve fer’î hadiseyi benzetmenin,

554
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

mansus aleyh olan bir asıl olduğu zaman, bu ayetin da emrin gereğinin yapılması, aksi taktirde nassta
kapsamına girmediğine delil olur.”52 vurgulanan hususun anlamsız kalacağı biçiminde”
Sonuç ifade edilmektedir. İmam böyle durumlarda ortaya
çıkan fiillerin tamamını ictihadla izah etmektedir.
İmâm Mâturîdî’nin Te’vilatü’l-Kur’an’ın’da ictihad Onun bu yaklaşımından elde edilen sonuç, İmâm
kavramının konu edildiği bu araştırmada, ictihad Mâturîdî’nin karşılaşılan durumlarda ortaya koyu-
kavramının yirmi üç yerde kullandığı görülmüştür. lan eylemlerin tamamını ictihad şeklinde yorumla-
Bu yerlerden bir kısmı geçmiş ümmet ve peygamber- dığını göstermektedir. Söz gelimi Hz. Lut’un melek-
lerle ilgili hususlar, bir kısmı Peygamberimizin itab ler ve kavmi arasındaki durumdan hareketle söylediği
edildiği hususlar, bir kısmı yönetimle ilgili hususlar “zor bir gün” ifadesi de, Hz. Musa’nın kardeşinin ya-
ve bir kısmı da farklı konularla ilgilidir. kasına yapışması da, Hz. Peygamberin Allah’ın he-
İmâm Mâturîdî’nin Te’vilat’da çoğunlukla “ictihadla lal kıldığı şeyi haram kılması da, Hz. Peygamberin
amele delalet vardır” şeklinde tespit ettiği konular münafıklara izin vermesi de hep ictihad olarak ka-
dikkate alındığında, adeta içtihadın gerekliliğini vur- bul edilmektedir.
gulamak gibi bir endişe taşıyarak te’villerini ortaya Bütün bu durumlarda ortaya konulan eylemlerin ic-
koyduğu söylenebilir. İctihadla amelin cevazına dela- tihad şeklinde değerlendirilmesi, İmâm Mâturîdî’nin,
let vardır dediği konuları incelediğimizde gördük ki, nassa dayalı olmaksızın, durumun gereği olarak ge-
İmâm Mâturîdî, ictihad kavramını genellikle, karşı- lişen her fiil, söz ve eylemi ictihad olarak değerlen-
laşılan meselelerde, hakkında vahiy bulunmayan du- dirdiğini dolayısıyla da, içtihadı bir vakıa olarak her
rumlarda zahir-i halin gereğine göre hareket etmek zaman ve mekanda daima yaşanan hayatın içinde bir
şeklinde anlamaktadır. hadise olarak gördüğünü söylememizi mümkün kıl-
İmâm Mâturîdî’nin “ictihadla amele cevaz vardır” ya maktadır. İmâm Mâturîdî’nin Te’vilatü’l-Kur’an’ında
da “ictihadla amele delalet vardır” şeklinde ifade et- içtihadı konu edindiği yerlerde, içtihadı katı kurallar
tiği yerlerin tamamında te’vili genelde “bu hususta bir içerisinde hapseden, ulaşılmaz, erişilmez bir durum
vahy ya da emir bulunmadığına” vurgu yapılmak- olarak değil, aksine içtihadın evrensel ve hayatın bir
tadır. Akabinde ilgili hadisenin meydana geliş şart- gereği olan bir ilke olduğunu ispatladığını söylemek
larının “şayet vahiy ya da emir olsaydı, o vahy ya yanlış olmayacaktır.

Dipnotlar
1 İmâm Mâturîdî’nin hayatı hakkında geniş bilgi için bkz. Nesefî, Ebu’l-Muin Meymun, Tabsıratü’l-Edille fi Usuli’d-Din,
tah. Hüseyin Atay, Ankara, 1993, I/471-472; Taşköprüzade, Mevzûâtü’l-Ulum, I/595-596; Taşköprüzade, Tabakatü’l-Fu-
kaha, 56; Özen, Şükrü, Ebu Mansur el-Mâturîdî’nin Fıkıh Usulünün Yeniden İnşası, (Basılmamış Doçentlik Çalışma-
sı), İstanbul, 2001, 5-69; Ecer, Ahmet Vehbi, Büyük Türk Alimi Maturîdî, Yesevi Yayıncılık, II. Baskı, İstanbul, 2007,
31-54; Özen, Şükrü, “Mâturîdî” mad., DİA, 28/146-151; Duman, Ali, “İmâm Mâturîdî, Hayatı, Eserleri ve İslam Düşün-
cesindeki Yeri”, Hikmet Yurdu Düşünce-Yorum Sosyal Bilimler Araştırma Dergisi, Yıl:2, S.4 (Temmuz-Aralık 2009),
109-126.
2 Mâturîdî, Te’vilatü’l-Kur’an, 7/255.
3 Mâturîdî teolojisinde aklın önemine işaret eden Hulusi Arslan, Mâturîdî’nin eserlerinde onun akla yüklediği işlevleri:
1.Evrenin yaratıcısını tanımak; 2. Evrenin yaratılış hikmetini kavramak; 3. Dinin gerekliliğini kavramak; 4. Bilgilerin
doğruluğunu test etmek; 5. Eşyayı nöetmek ve sınıflandırmak; 6. Problem ve şüpheleri çözüme kavuşturmak; 7. İyiyi ve
kötüyü ayırt etmek şeklinde sınıflandırmıştır. Bkz. Arslan, Hulusi, Mâturîdî’de İnsanın Yaratılış Hikmeti, Mengüceli
Yayınları, Malatya, 2013, 126-136.
4 Özen, Mâturîdî’nin metodolojisinin ana hatlarını şu altı maddede toplamaktadır: 1. İmâm Mâturîdî, Ebu Hanife’nin
sünni çizgisini takip eder; 2. Mâturîdî, usulünü oluştururken Kur’an’da kullanılan metotlardan istifade eder; 3. Mâturîdî,
insanlığın ortak mirası olan muhtelif ilimlerden istifade eder; 4. Mâturîdî, fıkıh usulü kavramlarını çok hassas biçimde ta-
nımlamıştır; 5. Mâturîdî, usule ilişkin bir çok konuda amel-itikad ayırımına giderek bu iki alan arasında epistemolojik bir
ayrılığın bulunduğunu, dolayısıyla her iki alanda verilecek hükümlerin aynı olamayacağının altını çizer; 6. Mâturîdî’nin
usul anlayışı bir çok noktada Irak Hanefi usul anlayışından farklıdır. Bkz. Özen, İmâm Mâturîdî’nin Fıkıh Usulünün
İnşası, 38.
5 Nesefî onu, döneminde Ebu Hanife’nin görüşlerini en iyi bilen kişi olarak takdim eder Nesefî, et-Tabsıratu’l-Edille, I/210.
6 Geniş bilgi için bkz. Duman, Ali, “Ebu Hanife’nin Hüküm İstinbat Yöntemi’nin Fukaha Usulündeki Rolü”, İslam Hukuku
Araştırmaları Dergisi, 2009, S.13, 83-102.
7 Mâturîdînin bu usulünü Nur suresi 2. ayetin te’vilinde görmekteyiz. Bkz. Mâturîdî, Te’vilatü’l-Kur’an, 10/79-81.

555
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

8 Mâturîdî, Te’vilatü’l-Kur’an, 1/260-261.


9 İmâm Mâturîdî’ye göre Tevbe Suresinin 100. Ayetinde yer alan:
“İslâm’ı ilk önce kabul eden
muhâcirler ve ensar ile, iyilikle onlara uyanlar var ya, Allah onlardan razı olmuş; onlar da O’ndan razı olmuşlardır”
ifadeleri sahabeye uymanın ve onları taklit etmenin cevazına delalet etmektedir. Bu ifadelerde Cenab-ı Hak onlara uyan-
ları methetmektedir ve ashabın hepsinden razı olduğunu bildirmektedir. Buna göre onları taklit etmek caiz ve onlara
uymak vaciptir. Dolayısıyla onlar bir şeyi haber verdiklerinde ya da bir hadisi naklettiklerinde onunla amel etmek gerek-
lidir, terkedilmesi mümkün değildir. Bkz. Mâturîdî, Te’vilatü’l-Kur’an, 6/441
10 “ ” “Ey İman Edenler! Allah’a itaat edin, Resule ve içinizden emir
sahiplerine itaat edin” kısmıyla ilgili olarak, ayette geçen “emir sahipleri” (uli’l-emr) kavramının fukahaya delalet ettiği
söyleyen İmâm Mâturîdî, ayetin devamında gelen: “ ” “Eğer bir konuda anlaş-
mazlığa düşerseniz, onu Allah’a ve Resulüne götürün” kısmının, tenazu (anlaşmazlık)’un alimler arasında olacağını ve
bu ayette sanki Cenab-ı Hakk’ın uli’l-emre itaati emretmekle birlikte, uli’l-emre yani fukahaya da ihtilaf edilen hususlarda
nasıl hareket etmeleri gerektiğini bildirmektedir. O da, ihtilaf vukuunda Allah’ın kitabına ve Peygamberin sünnetine
müracaat edilmesidir. Mâturîdî ayetin bu kısmında hükümlerde emirlere, fetvalarda alimlere itaatin mutlak olarak emre-
diliği sonucunu çıkarmaktadır. Mâturîdî, yine ayetin bu kısmından hareketle, bazılarının bu ayeti içtihadın iptali husu-
sunda delil getirmelerine karşı çıkarak, ayetin bu kısmının iki manaya ihtimali olduğunu işaret eder: 1)Eğer anlaşmazlık
Resulullah hayattayken vaki olmuşsa, konunun ona iletilmesi gerektiği, hadisenin hükmünü bulmak hususunda ictihad
ve nazarın kullanılamayacağını belirtir. 2)Eğer anlaşmazlık Resulullah’ın vefatından sonra gerçekleşmişse, meselenin
hükmünün Kitapta, sünnette yada Müslümanların icma’ında aranacağını, eğer bu kaynaklarda meselenin hükmüyle ilgili
bir şey bulunursa, meselenin çözüleceğini, eğer bulunamazsa ictihadla amel etmenin gerektiğini söyler. Bkz. Mâturîdî,
Te’vilatü’l-Kur’an, 3/294-295.
11 “ ” atıf harfinin anlamları için bkz. el-Amidî, Seyfüddin Ebi’l-Hasen Ali b. Ebi Ali b. Muhammed, el-İhkam fi Usu-
li’l-Ahkam, tah. İbrahim el-Acuz, Darü’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, ts., I/63.
12 Sünnetin Kur’an’a arzı meselesi, esasen İslâm hukukçuları arasında ihtilaflı bir meseledir. Konu Resulullah’a izafe edilen,
ancak hiçbir mu’teber hadis kitabında nakl olunmayan “Size benden bir hadis ulaşırsa onu Allah’ın kitabına (Kur’an’a)
arz edin. Eğer Allah’ın kitabına uygun düşerse, onu ben söylemişimdir (onu alın), eğer Allah’ın kitabıyla çelişirse onu
ben söylememişimdir (onu almayın)” (Şatıbî, Ebu İshak İbrahim b. Muhammed, el-Muvafakat fi Usuli’l-Ahkam,Da-
rü’l-Fikr, Beyrut, ts., IV/18) mealindeki hadis etrafından şekillense de, Hadis Ve Sünnetin Kur’an’a arzı hususunda en
hassas mezhep olan Hanefî kaynaklarında böyle bir hadis geçmemektedir. Hanefiler bu ilkeyi hadisten değil, kurucu
imamları Ebu Hanife’nin “Resul Kur’an’a aykırı söz söylemez” (Ebu Hanife, el-Alim ve’l-Müteallim, İmam-ı Azam’ın Beş
Eseri, çev. Mustafa Öz, MÜİF Yayınları, İstanbul, 1992, 24) fikrinden çıkarmaktadırlar.
13 Özen, “İmâm Mâturîdî’nin Fıkıh Usulünün İnşası”, 217.
14 Özdeş, Talip “Mâturîdî’nin Fıkhi Yönü ve Metodu Üzerine Bazı Değerlendirmeler”, CÜİFD, S.2, Sivas-1998,351.
15 Mâturîdî, Te’vilatü’l-Kur’an, 8/274.
16 Müzemmil suresi 20. Ayetin te’vilinde bahse konu olan vakitlerin belirli bir sınıra delalet etmediğini, ancak insanın is-
tihsan yoluyla karar verebileceği bir zamana işaret ettiğini bu şekilde çıkarmaktadır. Mâturîdî, Te’vilatü’l-Kur’an, 16/217-
218.
17 Mâturîdî’nin usulünde örfe de istinad ettiği görülmektedir. Mesela Ahzab suresi 37. Ayetin te’vilinde örfü delil aldığı
görülmektedir. Bu ayette: “ ” “Allah’ın açığa vuracağı şeyi, in-
sanlardan çekinerek içinde gizliyordun. Oysa asıl korkmana lâyık olan Allah’tır” buyurulmaktadır. Mâturîdî bu ayetin
te’vilinde şunları söylemektedir: “Bu ayette Resulullah’ın risaletine delalet vardır. Çünkü, o insanların dedikodularından
korktuğu ve onlardan utandığı için içinde olan şeyi gizlemektedir. Örfte, ortaya çıkarsa diye insanlardan utancından bir
şeyleri gizleyen kimse, bunu insanlardan gizler ve ortaya koymaz. Halbuki Resulullah insanların dedikodusundan kork-
mayıp, içindekini gizlememiştir. Bu da onun Resulullah olduğunun delilidir. Zira şayet Resulullahtan başka biri olsaydı
içindekini gizler ve ortaya koymazdı. Daha önce zikrettiğimiz gibi ortaya çıktığı zaman insanlardan utanma örfü olması
sebebiyle bunu yapamazdı. Nitekim Hz. Ömer Ve Aişe: Şayet Hz. Peygamber Kur’an’dan bir şeyler gizleyecek olsaydı bu
ayeti gizlerdi” demişlerdir”. Görüldüğü gibi İmâm Mâturîdî bu ayette, insanların örfünü bir hüccet olarak ele almakta ve
ona dayalı olarak bazı çıkarımlarda bulunmaktadır. Bkz. Mâturîdî, Te’vilat, 11/355
18 Mesela Bakara Suresi 173. ayetin te’vilinde, ramazanın bir kısmını mecnun olarak geçiren bir kimsenin akıllandıktan son-
ra, mecnun olması sebebiyle tutamadığı oruçları kaza edip etmemesi konusunda İmam Muhammed’in ve Ebu Hanife’nin
görüşlerini nakleder. Bkz. Mâturîdî, Te’vilatü’l-Kur’an, 1/343. Bakara suresi 267. ayetin “Ey İman edenler kazandıkları-
nızdan ve yerin bitirdiklerinden infak edin” kısmıyla ilgili te’vilinde, kendisi zekatın yerin bitirdiklerinden elde edilenden
verilmesi gerektiğini söylerken, İmam Ebu Yusuf ve Muhammed’in aslından verilmesi gerektiği görüşünü nakleder. Bkz.
Mâturîdî, Te’vilatü’l-Kur’an, 2/185-186. Müdayene ayeti olarak bilinen Bakara 282. ayetin sefihin hacriyle ilgili kısmında
Ebu Hanife’nin hacrin akde mani olmayacağı görüşüne karşılık, İmam Muhammed’in hacr altındaki kimsenin velinin
izniyle akid yapabileceği görüşlerini nakleder. Bkz. Mâturîdî, Te’vilatü’l-Kur’an, 2/208-209.

556
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

19 Özdeş, “Mâturîdî’nin Fıkhi Yönü ve Metodu Üzerine Bazı Değerlendirmeler”, 349.


20 Özdeş, “Mâturîdî’nin Fıkhi Yönü ve Metodu Üzerine Bazı Değerlendirmeler” 352; Ali Pekcan, “İmâm Mâturîdî’nin
“Usul-ı Fıkh”a Dair Görüşleri ya da Meahizü’ş-Şerai”i Yeniden Kurmaya Çalışmak”, Dinbilimleri Akademik Araştırma
Dergisi, IV (2004), S.2, 169.
21 İctihad kavramının geçtiği bu yerler Bekir Topaloğlu tarafından tahkiki yapılıp, Muhammed Masum Vanlıoğlu tarafın-
dan hazırlanmış, Mizan Yayınevi tarafından basılmış olan Te’vilatü’l-Kur’an indeksi esas alınarak belirlenmiştir.
22 *
İtab: Sözlükte azarlamak, ikaz etmek, uyarmak gibi anlamlara gelir.
23 Resulullah’ın itab edildiği ayetlerle ilgili geniş bilgi için bkz. el-Halidî, Salih Abdülfettah, İtabu’r-Resûl fi’l-Kur’an –
Tahlilün ve Tevcihün-, Darü’l-Kalem, Dımaşk, 2002; el-Menasiye, Emin Muhammed Sellam, “Nazratun fi Ayati’l-İtab”,
Mecelletü Camiati Dımaşk Li’l-Ulumi’l-İktisadiyye ve’l-Kanuniyye, C.23, S.1, 2007, 321-361.
24 Mâturîdî, Te’vilâtü’l-Kur’an, 2/169.
25 Mâturîdî, Te’vilâtü’l-Kur’an, 6/70-71.
26 Mâturîdî, Te’vilâtü’l-Kur’an, 7/210.
27 Mâturîdî, Te’vilâtü’l-Kur’an, 7/270-271.
28 Mâturîdî, Te’vilâtü’l-Kur’an, 7/294-295.
29 İbn Kesir, Tefsirü Kur’ani’l-Azim (Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri), çev. Bekir Karlığa-Bedreddin Çetiner, Çağrı Ya-
yınları, Ankara, 1985, 7/3499-3510; el-Vahidi, Ebu’l-Hasan Ali b. Ahmed, Esbabu’n-Nüzul, Alemu’l-Kütüb, Beyrut, ts,
185; el-Kadi, Abdülfettah, Esbab-ı Nüzul – Sahabe ve Muhaddislere Göre, çev. Salih Akdemir, Fecr Yayınları, Ankara,
1995, 208-209; Ateş, Süleyman, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul, 1989, 4/86-87.; Halidî,
53.
30 Mâturîdî, Te’vilâtü’l-Kur’an, 6/367.
31 Nisa, 4/105.
32 Mâturîdî, Te’vilâtü’l-Kur’an , 6/367-368.
33 Mâturîdî, Te’vilâtü’l-Kur’an, 17/48./48.
34 Mâturîdî, Te’vilâtü’l-Kur’an, 17/49.
35 İbn Kesir, 14/7956-7958; Vahidi, 325 vs; el-Kadi, 435 vd.; Ateş, 9/508-509.
36 Mâturîdî, Te’vilâtü’l-Kur’an, 15/250.
37 Vahidî, 89; el-Kadî, 96; İbn Kesir, 4/1360.
38 Mâturîdî, Te’vilâtü’l-Kur’an, 2/410.
39 Mâturîdî, Te’vilâtü’l-Kur’an, 2/410.
40 Mâturîdî, Te’vilâtü’l-Kur’an, 2/410.
41 Mâturîdî, Te’vilâtü’l-Kur’an, 4/26-27.
42 Mâturîdî, Te’vilâtü’l-Kur’an, 2/458.
43 Mâturîdî, Te’vilâtü’l-Kur’an, 2/458.
44 Mâturîdî, Te’vilâtü’l-Kur’an, 15/119.
45 Mâturîdî, Te’vilâtü’l-Kur’an, 2/341.
46 Mâturîdî, Te’vilâtü’l-Kur’an, 2/347.
47 Şura, 42/10.
48 Mâturîdî, Te’vilâtü’l-Kur’an, 3/300-301.
49 Şura 10
50 Mâturîdî, Te’vilâtü’l-Kur’an, 3/302.
51 Mâturîdî, Te’vilâtü’l-Kur’an, 13/170.
52 Mâturîdî, Te’vilâtü’l-Kur’an, 8/275.

Kaynakça
el-Amidî, Seyfüddin Ebi’l-Hasen Ali b. Ebi Ali b. Muhammed, el-İhkam fi Usuli’l-Ahkam, tah. İbrahim el-Acuz, Darü’l-Kü-
tübi’l-İlmiyye, Beyrut, ts.
Arslan, Hulusi, Mâturîdî’de Yaratılış Hikmeti, Mengüceli Yay., Malatya, 2013.
Ateş, Süleyman, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul, 1989.
Duman, Ali, “Ebu Hanife’nin Hüküm İstinbat Yöntemi’nin Fukaha Usulündeki Rolü”, İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi,
2009, S.13, 83-102
Duman, Ali, “İmâm Mâturîdî, Hayatı, Eserleri ve İslam Düşüncesindeki Yeri”, Hikmet Yurdu Düşünce-Yorum Sosyal Bilim-
ler Araştırma Dergisi, Yıl:2, S.4 (Temmuz-Aralık 2009), 109-126.
Duman, Ali, İlitam ve İlahiyat Fakülteleri İçin İslam Hukuk Usulü Dersleri, Önce Yayınları, Ankara, 2014.
Ebu Hanife, el-Alim ve’l-Müteallim, İmam-ı Azam’ın Beş Eseri, çev. Mustafa Öz, MÜİF Yayınları, İstanbul, 1992.
Ecer, Ahmet Vehbi, Büyük Türk Alimi Maturîdî, Yesevi Yayıncılık, II. Baskı, İstanbul, 2007.
el-Halidî, Salih Abdülfettah, İtabu’r-Resûl fi’l-Kur’an –Tahlilün ve Tevcihün-, Darü’l-Kalem, Dımaşk, 2002.

557
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

İbn Kesir, Tefsirü Kur’ani’l-Azim (Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri), çev. Bekir Karlığa-Bedreddin Çetiner, Çağrı Yayınları,
Ankara, 1985.
el-Kadi, Abdülfettah, Esbab-ı Nüzul – Sahabe ve Muhaddislere Göre, çev. Salih Akdemir, Fecr Yayınları, Ankara, 1995.
en-Nesefî, Ebu’l-Muin Meymun, Tabsıratü’l-Edille fi Usuli’d-Din, tah. Hüseyin Atay, Ankara, 1993.
Özdeş, Talip, “Mâturîdî’nin Fıkhi Yönü ve Metodu Üzerine Bazı Değerlendirmeler” CÜİFD, S.2, Sivas-1998, 343-360.
Özen, Şükrü, “İmâm Mâturîdî’nin Fıkıh Usulünün İnşası”, (Derleme: Sönmez Kutlu, İmâm Mâturîdî ve Mâturîdîlik, Ankara,
2006 içinde), 203-242.
Özen, Şükrü, Ebu Mansur el-Mâturîdî’nin Fıkıh Usulünün Yeniden İnşası, (Basılmamış Doçentlik Çalışması), İstanbul,
2001.
Özen, Şükrü, “Mâturîdî” mad., DİA, 28/146-151
Pekcan, Ali, “İmâm Mâturîdî’nin “Usul-ı Fıkh”a Dair Görüşleri ya da Meahizü’ş-Şerai”i Yeniden Kurmaya Çalışmak”, Dinbi-
limleri Akademik Araştırma Dergisi, IV (2004), S.2, 151-172.
eş-Şatıbî, Ebu İshak İbrahim b. Muhammed, el-Muvafakat fi Usuli’l-Ahkam,Darü’l-Fikr, Beyrut, ts
Taşköprüzade, İsamüddin Ahmed Efendi, Mevzûâtü’l-Ulum, İkdam Matbaası, İstanbul, 1311.
Taşköprüzade, İsamüddin Ahmed Efendi, Tabakatü’l-Fukaha, tah. El-Has Ahmed Nile, II. Baskı, ys., 1961.
el-Vahidi, Ebu’l-Hasan Ali b. Ahmed, Esbabu’n-Nüzul, Alemu’l-Kütüb, Beyrut, ts.

558
UlUslararası İmâm mâtUrîdî sempozyUmU

VIII. oturum
Oturum Başkanı: Prof. Dr. H. Yunus APAYDIN
Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

İMÂM MÂTURÎDÎ’NİN HADÎSLERE YAKLAŞIMI

Prof. Dr. Hüseyin KAHRAMAN


Uludağ Ü. İlahiyat Fakültesi / Bursa
İMÂM MÂTURÎDÎ’DE ve MÂTURÎDÎLİKTE HADÎSİN DEĞERİ
Prof. Dr. Ali ÇELİK
Eskişehir Osmangazi Ü. İlahiyat Fakültesi / Eskişehir
İSLÂM-İMÂN İLİŞKİSİ KONUSUNDA CİBRÎL HADÎSİNİN MÂTURÎDÎ YORUMUNA ESAS OLAN
RİVÂYETİNİN HADÎS İLMİ AÇISINDAN DEĞERLENDİRİLİŞİ
Prof. Dr. Nuri TUĞLU
Süleyman Demirel Ü. İlahiyat Fakültesi / Isparta
İMÂM MÂTURÎDÎ’DE HABER-İ VAHİDLERİN DEĞERİ

Oturum Başkanı: Prof. Dr. Talip ÖZDEŞ


Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

İMÂM MÂTURÎDÎ’DE DİN-SİYASET İLİŞKİSİ

Doç. Dr. Mustafa YILDIZ


Erciyes Ü. İlahiyat Fakültesi / Kayseri
DİN-SİYASET İLİŞKİLERİ BAĞLAMINDA FÂRÂBÎ ve MÂTURÎDÎ
Doç. Dr. Kadir GÜRLER
Hitit Ü. İlahiyat Fakültesi / Çorum
İMÂM MÂTURÎDÎ’YE GÖRE HZ. PEYGAMBER’İN OTORİTESİ: HZ. PEYGAMBERE İTAATİ
EMREDEN AYETLER ÇERÇEVESİNDE BİR DEĞERLENDİRME
Yrd. Doç. Dr. Recep ÖNAL
Balıkesir Ü. İlahiyat Fakültesi / Balıkesir
1-İMÂM MÂTURÎDÎ TEOLOJİSİNDE DÜALİST İNANÇ GRUPLARININ ELEŞTİRİSİ:
-MECÛSÎLİK ÖRNEĞİ-
2- İMÂM MÂTURÎDÎ DÖNEMİNDE MÂVERÂÜNNEHİR’İN İNANÇ COĞRAFYASI
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Prof. Dr. Hüseyin KAHRAMAN


1969 yılında Kilis’de doğdu. 1992’de Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakül-
tesi’nden mezun oldu ve Hadis Anabilim Dalı’nda araştırma görevlisi ola-
rak yüksek lisansa başladı. 1995 yılında yüksek lisansını, 2000 yılında
doktorasını tamamladı. 2002 yılında Yardımcı Doçent olarak atandı.
2006 yılında doçent; 2012’de ise profesör oldu. Mâturîdîlikte Hadis Kül-
türü (Arasta Yay., Bursa 2001), Hadis Usûlünde el-Hatîb el-Bağdadî’nin
İbnü’s-Salâh’a Etkileri (Rehber Yay., Bursa 2002), Kûfe’de Hadis – İlk Üç
Asır- (Emin Yay., Bursa 2006), Hadislere Göre Kanama ve Abdes:, Kana-
manın Abdest Bozup Bozmaması Meselesi (Emin Yay., Bursa 2010), Ha-
dis İlminde Bir Cerh Terimi Olarak İrcâ ve Mürciî Râvîler (Emin Yay.,
Bursa 2011), “Fıkhî İhtilâflar ve Hadis: Abdesti Bozup Bozmadığında İh-
tilâf Edilen Meseleler” (Emin Yay. 2014) isimli kitapları bulunan Hüseyin
Kahraman’ın çeşitli ilmî dergilerde yayınlanmış, daha ziyade hadis-fıkıh
ve hadis-kelâm ilişkisi konularını işleyen makaleleri vardır.

İmâm Mâturîdî’de ve
Mâturîdîlikte Hadisin Değeri
Giriş
Mâturîdîlik; günümüzde Sünnî Müslümanların bü-
yük çoğunluğunun itikâdî mezhebidir. Ancak Mâturî-
diyye’nin ürettiği bilgi sadece itikâd/kelâm sahası ile
sınırlı olmamış tefsir, fıkıh ve fıkıh usûlü gibi İslâmî
ilimlerin diğer dallarında da düşüncelerini ortaya
koymuşlardır. Tüm bu alanlarda Mâturîdî müellifle-
rin başvurduğu temel verilerden biri de hadistir.1 Bu
gibi yerlerde hadis usûlü ile ilgili bazı temel bilgilere
ve onun sistem içindeki yeri ile ilgili verilere rastla-
mak mümkündür.
Hadisin Mâhiyeti ve Taksimi
Mâturîdiyye’ye göre Hz. Peygamber’e inen vahiy, “met-
luv” ve “gayr-i metluv” olmak üzere iki kısma ayrılır.
Bunların birincisi Kur’ân ikincisi ise sünnet olup her
ikisi de çeşitli vasıtalarla Allah katından indirilmiş-
tir. Dolayısıyla hadisler de Kur’ân gibi vahiy mahsûlü
ve ilâhî aynaklıdır.2 Nitekim İmâm Mâturîdî’ye göre
Allah Taâlâ insanlara indirmek istediği hükümleri

561
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

dilerse Kur’ân âyeti olarak gönderir, dilerse peygam- yönelik olarak kullanıldığı söylenebilir. Gerçi bu hu-
berinin dili ile bildirir.3 sus sadece Mâturîdiyye’ye has değildir. Senedin ko-
Peygamberden sâdır olan bu bilgiler bizlere râvîler puk olup olmadığı, burada ismi geçen râvîlerin rivâ-
aracılığı ile ulaşır. Ancak Mâturîdî ulemânın hadis- yet ehliyetine sahip olup olmadıkları gibi hususları
lere atıfta bulunduğu yerlerde râvîlerle daha doğrusu öncelikle dikkate alanlar hadisçilerdir.10Hadisçiler
senedin husûsiyetleri ile ilgili konulara pek girmedik- dışında kalan ulemâ ise genelde hadisin senedinden
leri görülür. Bu bağlamda meselâ râvîlerin rivâyet eh- ziyâde muhtevâ ve delâleti ile ilgilenmiş, asıl dikka-
liyetleri ile ilgili değerlendirme yok gibidir. Hâlbuki tini buraya yöneltmiştir. Bu bakış açısına göre sened,
kabul edip kullandıkları bazı hadislerin senedinde kendisinden hüküm çıkartılacak metne ulaşma ara-
muhaddisler nazarında cerhe uğramış râvîler bulu- cıdır. Şu halde asıl dikkat, araca değil amaca yönel-
nabilmektedir. Yine herhangi bir gerekçeyle reddet- tilmelidir. Nitekim Mâturîdiyye’ye göre ancak böyle
tikleri hadislerin senedlerinde de cerh edilmiş râvî- bir yaklaşım, Şâri‘in o ifâde ile ne kastettiğini anla-
ler yer alabilmektedir. Ancak böyle hadislerde dahî mamızı sağlar. Zira sözün sahibi, o ifade ile akla ge-
Mâturîdiyye’nin tenkîd noktası, metin olmakta, “se- len ilk ve zahirî mânâdan ziyâde, bunun arkasında
neddeki falan râvînin şöyle bir durumu vardır”, “fa- yatan ve bizi problemin çözümüne ulaştıracak başka
bir mânâyı kastetmiş de olabilir.
lan râvî yalancıdır”, “âdil değildir” gibi değerlendir-
melere girilmemektedir. Böyle değerlendirmelerin Mâturîdiyye’ye göre, hem mucize ile desteklenmesi
yapıldığı nâdir yerlerde de tenkîd, isim zikredilme- hem de ismet sıfatına sahip olması nedeniyle peygam-
den “râvî” gibi genel isimlere yöneltilir. berin verdiği haber, kalbi tatmin edecek en doğru ha-
berdir. Ancak böyle bir haberi bize nakleden râvîlerin
Bu bakış açısının devamı veya sonucu olarak Mâturîdî
hata yapmaları ve yalan söylemeleri ihtimâl dâhilin-
ulemâ, hadis nakli esnasında hadisçiye nâdiren atıfta
dedir. Zira onların bu gibi eksikliklerden korunduk-
bulunur.4 Gerçi bazen “ehl-i hadis”5, “ehl-i hadisin
larına dair bir delil yoktur. Hz. Peygamber’den sâdır
kelâmcıları”6, “ehl-i hadisin fakîhleri”7 gibi ibârelerle
olan bir hadis, sahâbeden itibaren her nesilde böyle
hadisçilere gönderme yapılır ve Evza‘î (157/773), Süf-
bir şüpheye mahâl bırakmayacak kadar çok râvî ta-
yân es-Sevrî (161/778) ve İshâk b. Râhûye (238/852)
rafından nakledilirse mütevâtir olur. Bu tip haberler
gibi hadisçiler yanında İmâm Mâlik (179/795), Ahmed
(zarûrî) ilmi gerektirir; hiçbir şüpheye düşmeden de-
b. Hanbel (241/855), Muhammed b. İsmail el-Buhârî
lil kabul edilebilir.11Mâturîdiyye’ye göre bir hadis ri-
(256/869), Ebû Dâvud es-Sicistânî (275/888) ve İbn
vâyet yönüyle yani râvî sayısının çok olması sebebiyle
Huzeyme (311/923) gibi eser sahibi hadis âlimleri bu
mütevâtir derecesine ulaşabileceği gibi, muhtevâsıyla
gruplar içinde sayılır. Ancak bu isimlere, kelâmî bir
amelin yaygınlaşması yoluyla da bu seviyeye çıkabi-
meseledeki farklı görüşlerin nakli sadedinde atıfta bu-
lir. Yani hadis kendisini tevâtür derecesine ulaştıra-
lunulmuştur. Hâlbuki müntesipleri bir tarafa, İmâm
cak râvî çokluğuna sahip olmasa bile içerdiği mânâ
Mâturîdî’nin vefât ettiği 333/944 tarihinde bile hem
sebebiyle insanlar arasında çok iyi bilinir hale gele-
Kütüb-i Sitte’yi oluşturan eserler, hem de bunların
bilir. Böyle bir özelliğe sahip olduğunda onun bir ha-
müelliflerine kaynaklık eden diğer yazılı edebiyât
dis formunda rivâyetine ihtiyaç duyulmaz. Bu konuda
kullanıma açık durumdadır. Yani artık hadisler, bu
İmâm Mâturîdî şöyle demektedir:
alana ait edebiyatın en önemli örneklerinde kayıt al-
tına alınmıştır.8 Nitekim Ebû’l-Mu‘în en-Nesefî de, “Benimsediğimiz temel kural şudur ki; amelî mü-
tek tek adını vermese bile “hadisçilerin bazı musan- tevâtir, amel edilmeye en layık haberdir. Zira nesil-
nefâtından” bahseder.9 Dolayısıyla Mâturîdîler, ki- den nesile yaşanarak nakledilen ve biline gelen böyle
taplarında zikrettikleri hadislerin kaynağını ver- bir haber ile insanlar ancak çok yaygın olduğu için
meye pek ihtiyaç duymamış olmalıdırlar. Nitekim amel ederler. Bu özelliği ise insanları, onu rivâyet et-
bu bağlamda verdikleri bilgiler, hadisin izâfe edil- mekten müstağnî kılar.”12
diği kaynak, muttasıl olup olmadığı gibi tavsifî hu- Dolayısıyla meselâ Ebû’l-Mu‘în en-Nesefî’nin (508/1114)
suslar olup kendileri açısından metnin kabûlünü et- “pek çok tarîkten geldiği için mütevâtir kapsamında-
kileyen hususlar değildir. Mâturîdiyye’nin red veya dır” dediği13“Şefâatim, ümmetimin kebîre sahipleri
kabûlüne konu olan kısım, metindir. Bu bağlamda içindir” hadisi, “rivâyet yönüyle mütevâtir” grubuna
sahih, meşhur, makbûl, maruf, müstefîz gibi pek çok girmektedir. Mâturîdiyye’ye göre “Vârise vasiyet olmaz”
ıstılâhın Mâturîdî ulemâ tarafından doğrudan metne hadisi ise muhtevâsı ile amelin yaygın hâle gelmesi

562
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

sebebiyle mütevâtir sınıfına dâhil edilen yani “amelî Bu nedenle kendisine müracaat edilmeden önce mut-
mütevâtir” kabul edilen haberlerdendir.14 laka doğruluğunun araştırılması gerekir.22 Gerçi bir
Hz. Peygamber’den sâdır olan hadis birinci asırda de- âlimin veya mezhebin kelâm, fıkıh, fıkıh usûlü, tef-
ğil de ancak ikinci ve üçüncü asırlardan itibaren mü- sir gibi alanlarda fikir beyân ederken hadise vereceği
tevâtir seviyesine ulaşırsa “meşhûr” adını alır. Haberin yer, bu disiplinlerin özelliklerine göre nitelik ve nice-
rivâyet keyfiyetindeki bu özellik sebebiyle meşhûr ile lik açısından farklılık arz edebilecektir. Bununla bir-
hâsıl olan bilgi zarûrî değil “ilm-i tuma’nîne”dir. Zira likte Mâturîdiyye’ye mensup ilim adamlarının uygu-
ulemânın böyle haberleri kabul edip amele değer bulma- lamaları, âhâd haberin sübûtu ile ilgili bu şüphenin
ları kendisini mutevâtir kadar olmasa da ilmi ve ameli fikir beyân edilen hemen her alana yansıdığını gös-
gerektiren bir delil durumuna getirmektedir.15 “Yer- termektedir. Kısaca ifade etmek gerekirse bu yakla-
yüzü benim için bir mescid ve temiz bir mekân olarak şım itikâdî konularda “âhâd haber ilim ifade etmez
yaratılmıştır...”16, “Benden sonra Ebû Bekir ve Ömer’e ve dolayısıyla akâid ile ilgili meseleler böyle haberlere
binâ edilemez”23 şeklinde; diğer alanlarda ise “âhâd
uyunuz”17, “İmâmlar Kureyş’tendir”18 hadisleri, ayrıca
haber, sübûtunda şüphe olmayan ve asıl kabul edi-
kabirde azâbın varlığına delâlet eden hadisler19 Mâturî-
len bilgi kaynaklarına arz edilmeden kullanılmama-
diyye’ye göre meşhûrdur. Mâturîdî ulemânın, müstefîz
lıdır” tarzında ortaya çıkmıştır. Bu iki temel kuralın
ve maruf gibi ıstılâhları da meşhûr mânâsında kullan-
işletilmesi neticesinde sisteme uymadığı tespit edilen
dığı görülmektedir. Hatta bu terimlerin tamamı za-
hadisler ya red ya da tevil edilmiştir.
man zaman aynı hadis için dahî kullanılabilmektedir.20
Âhâd Haberin İtikâdî Konulardaki Otoritesi
Mütevâtir ve meşhûr ile ilgili diğer önemli bir nokta
da bu ıstılâhlardan sonra hemen her zaman, “bu ko- İmânın rükünlerine ve İslâm ile ilişkisine işaret eden
nuda selefin icmâ‘ı oluşmuştur”, “fukahâ bunu kabul Cibrîl Hadisi ile “İmân, altmış veya yetmiş küsur şu-
etmiş, delil olarak kullanmıştır”, “selefin kavli de bu bedir” hadisi hakkındaki tenkid ve yorumlar Mâturî-
yöndedir”, “bu fukahânın âmmesinin görüşüdür” gibi diyye’nin âhâd haber hakkındaki yaklaşımına ör-
ifadelerle söz konusu rivâyetin muhtevâsıyla amelin nek olabilir.
kazandığı yaygınlığa dikkat çekilmesidir. Dolayısıyla Mâturîdiyye’ye göre imân, hadd-i zâtında tasdikten
bu ıstılâhların, senedin durumu ve tarîklerinin çok- ibarettir. İmân ile İslâm da aynı şeydir ve dolayısıyla
luğu sadedinde kullanıldığını söylemek yerine metne, her mümin aynı zamanda müslim, her müslim de aynı
daha doğrusu metnin uygulamasının kazandığı yay- zamanda mümindir. Bunlardan biri olmadan diğeri-
gınlığa işâret ettiğini düşünmek daha doğru görün- nin olması muhâldir.24 Bu iki terim arasında bir fark
mektedir. Nitekim Mâturîdî ulemânın bu ıstılâhları varsa o da sadece İslâm’ın belli bir muhtevânın zâ-
kullandığı hadislerin senedleri, hadis ilmi kriterleri hirine, imânın ise bu şeyin tasdîkine delâlet etmesi
açısından incelendiğinde, tanımlarda dikkat çekilen olacaktır.25 Mâturîdiyye’ye göre Kur’ân’daki pek çok
hususlara çok da uymadığı görülür. âyet bu hususa delâlet etmektedir.26 Mâturîdî ulemâ
Hz. Peygamber’den sâdır olduktan sonra râvî sayısı bu çerçevede imânı tasdîk, ikrâr ve amelden müte-
veya muhtevâsıyla amelin yaygınlaşması gibi sebeplerle şekkil sayanlara27 tirâz eder. Bu kanaatte olanlar da
mütevâtir veya meşhûr seviyesine ulaşamayan hadis- bazı âyet28 ve hadisleri delil getirmektedir. Muhâlifle-
ler ise âhâd haberlerdir. Nitekim İmâm Mâturîdî de rin bu konuda kullandığı en önemli hadis delillerin-
mütevâtir haberden bahsettikten sonra sözü, “bilgi ge- den biri de Cibrîl Hadisi’dir. Bu hadiste Hz. Peygam-
rektirmede ve Hz. Peygamber’den gelişinde mütevâtir ber, imân ile İslâm’ı farklı şekillerde tarîf etmektedir.
seviyesine ulaşamayan haberlere” getirir.21Âhâd ha- Ancak Mâturîdiyye bu hadisin lafızlarına itirâz eder.
ber konusu, genel itibariyle hadisin Mâturîdî kültürü Zira sahîh rivâyetlerde zikredildiğine göre, “mâ el-
içindeki yerini veya farklı bir ifadeyle mezhebin ha- îmân” (imân nedir?) şeklindeki birinci sorudan sonra
dis kültürünü ortaya koyması açısından daha açık sorulan ikinci soru “mâ el-İslâm?’ (İslâm nedir?) şek-
veriler sunmaktadır. Bu nedenle müstakil olarak in- linde olmayıp “mâ şerâi‘u’l-İslâm” (İslâm’ın şerâi‘i ne-
celenmesinde fayda olacaktır. dir?) tarzındadır. Bu rivâyetlere göre Hz. Peygamber’e
“İslâm’ın şerâi‘i nedir?” diye sorulmuş O da kelime-i
Mâturîdiyye’nin Âhâd Habere Bakışı şehâdete ilâveten namaz, oruç, zekât gibi ibâdetleri
Mâturîdiyye’ye göre bu hadisler için râvîlerden kay- saymıştır. Nitekim İmâm Mâturîdî, hadisi önce “...
naklanacak hata ve/veya yalan ihtimâl dâhilindedir. Sonra İslâm’ı sordu. O da şöyle cevap verdi...” şeklinde

563
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

nakletmiş29, fakat daha sonra bu hadisin lafızlarında “altmış veya yetmiş küsur” ifâdesi bulunmaktadır.
ihtilâf olduğunu, bazı rivâyetlerinde “İslâm’ın şerâi‘i” Ancak hadisin bu şüphe lafzını içermeyen rivâyet-
ibaresinin geçtiğini ifâde etmiştir.30 Mâturîdî’ye göre leri de vardır. Meselâ Tirmizî’nin bir rivâyetinde ha-
bu ikinci soruyu “İslâm nedir?” şeklinde rivâyet eden dis “İmân, altmış dört şubedir” şeklinde bir lafza sa-
sahâbî râvî veya daha sonrakiler, “şerâi‘” ifâdesini hiptir.37Dolayısıyla Mâturîdiyye’nin hadise yönelttiği
duymamış olmalıdır. Ya da râvî, müslüman olmadan itirâzın, lafızlarından ziyade onun muhtevâsı ile ilgili
mü’min ve mü’min olmadan da müslüman oluna- olduğu söylenebilir. Zira hadis, tasdîke ilâveten di-
mayacağını bildiğinden “şerâi‘” ifâdesini zikretmeye ğer çeşitli şubelerin de imânın sübûtu ile doğrudan
gerek duymamıştır.31Ancak bu noktada Cibrîl Ha- ilişkili olduğunu ifade etmektedir. Bu gibi hadislerin
disi’nin meşhûr hadis kaynaklarının hemen tama- Mâturîdiyye’ye mensup bazı ulemâ tarafından red-
mında32yer aldığını, Mâturîdiyye’nin tercih ettiği İbn dedilmeyip “başta amel olmak üzere tasdîk ve ikrâr
Ömer tarîki de dâhil olmak üzere bu rivâyetlerin hiç dışındaki hususlar, imânın aslına değil fürûuna delâ-
birinde “şerâi” ifadesinin yer almadığını belirtmekte let eder. İmânın bunlara ıtlâkı ise mecâzî olup kâmil
fayda vardır. Bununla birlikte Mâturîdiyye’nin “şerâi‘” ve tam bir imân için söz konusudur” denilerek tevîle
kelimesindeki ısrârı kendi içinde tutarlı gibi görün- tabi tutulduğunu ifade etmekte de yarar olacaktır.38
mektedir. Çünkü “şerî‘at” kelimesinin çoğulu olan Âhâd Haberin İtikâdî Konular Dışındaki Otoritesi
şerâi‘, fiil ve amele delâlet eden bir lafızdır.33 Öyleyse
Âhâd haberlerin, özellikle akâid konularında delil
“şehâdet, namaz, oruç, zekât ve hacc” cevabı için so-
oluşu noktasında ortaya çıkan bu durum, Mâturîdiy-
rulan sorunun “İslâm nedir?” şeklinde olmasıyla, “İs-
ye’nin fikir beyân ettiği diğer alanlar için de aynen
lâm’ın şerâi‘i nedir?” şeklinde olması arasında fark
geçerli görünmektedir. Özellikle de mezheb görüşüne
vardır. İmân tasdîkten ibâret olduğuna ve imân ile
uymayan haberler; genelde sübûtunda şüphe bulun-
İslâm da aynı mânâya geldiğine göre, İslâm’ın amele
mayan delîllere arz edilerek, kimi zaman da “âhâd ol-
delâlet edecek tarzdaki tarîfi, imânın tarîfinde geçen
duğu” gerekçesiyle reddedilmiş veya arz edildiği de-
“tasdîk”e bir de amelin eklenmesini gerektirecektir.
lil ile arası telif edilmeye çalışılmıştır. Bu nedenle ele
Halbukî Mâturîdî ulemâ bunu kabul etmemektedir.
alınan konu ile ilgili rivâyet nakledilirken, sık sık bu
İmânın, tasdîke ilâveten amel ve ikrâr gibi rükünle- malzemenin âhâd cinsinden olduğu, ilim ifâde etme-
rinin de olduğuna inananların delillerinden biri de yeceği vurgulanmış, sonra da “eğer sâbitse...”, “eğer
“imânın çeşitli şubelerden oluştuğuna” delâlet eden sahîhse...” gibi kayıtlar konularak tevile gidilmiştir.
hadistir. Bu hadiste Hz. Peygamber şöyle buyurmak- Meselâ Mâturîdîler, “(Yahudîler) Süleyman (a.s.)’ın hü-
tadır: “İmân altmış veya yetmiş küsur şubedir. En kümranlığı hakkında şeytanların uydurup söylediği
üst derecesi ‘lâ ilâhe illallâh’ demek; en alt mertebesi şeylere tâbi oldular”39 âyetinin tefsiri sadedinde, “şey-
ise, ezâ veren bir şeyi yoldan kaldırmaktır. Hayâ da tanların söylediği” bu şeylerin ne olduğu konusunda
imânın bir şubesidir.”34 Bu hadis de Mâturîdî ulemâ vârid olan rivâyetleri40 aktardıktan sonra, “Bu nakil-
tarafından çeşitli açılardan tenkid edilmiştir. Önce- lere dayanarak kesin bir şey söylenemez. Zira bunla-
likle itikâdî konularda böyle bir hadisi kullanmak rın hepsi âhâd haberdir” yorumunu yapmışlardır.41
bâtıldır. Zira bu, bir âhâd haberdir ve dolayısıyla pey- Yine Yahudilerden, kesmeleri istenen42 sığırın vasıf-
gambere âidiyetinde şüphe vardır. Nitekim metinde ları hakkında vârid olan “Eğer azmedip herhangi bir
geçen “veya” ifadesi, şüphe belirtisi olup râvîde bu- ineği kesselerdi onlara yeterdi. Ancak işi zora soktular.
lunması muhtemel bir gaflete delâlet etmektedir. Zira Allah da onların durumunu zora soktu” şeklindeki
Hz. Peygamber’in böyle bir konuda tereddüde düş- haber de Mâturîdiyye’nin itirâzlarına hedef olmuş-
müş olması düşünülemez. Bu gaflet emâresinden do- tur. Nitekim İmâm Mâturîdî’ye göre bu haber sahih
layı da bu hadisin delîl olarak kullanılması fasittir. Bu değildir. Zira bu hadis Allah’ın hükmünde bedâ’43 ve
hadis Kitâb’a da muhâliftir. Zira Kur’ân’daki pek çok değişiklik olduğunu ifâde etmektedir. Bu ise küfür-
âyet imân ile İslâm’ın ve dolayısıyla imân ile amelin dür. Bir peygamber şöyle dursun, sıradan bir Müs-
farklı şeyler olduğuna delâlet etmektedir.35 lüman bile böyle bir şey söylemez.44
Mâturîdiyye’nin itirâzına uğrayan bu hadisin çeşitli Mâturîdiyye bu habere usûl açısından da itirâz et-
rivâyetleri de meşhûr hadis kaynaklarının hemen mektedir. Mâturîdî ulemânın ifâdesine göre bazı-
hepsinde yer almaktadır.36 Bu rivâyetlerin bir kıs- ları, bu hadisten hareketle nuzûl esnasında hitâbın
mında gerçekten de râvînin şüphesine delâlet eden umûm ifâde edeceğini, bu hitâb ile ilgili beyânda

564
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

gecikme olmasının câiz olmadığını, eğer gecikirse bu Ya da “şu fiyata sattım” diyen satıcının, alıcı “aldım”
beyânın nesih mânâsına geleceğini savunmuşlardır. demeden vazgeçme hakkı vardır. Dolayısıyla İmâm
Beyânın te’hîrini câiz gören ve bunun nesih olmaya- Mâturîdî’ye göre hadiste geçen “ayrılmadıkça” ifade-
cağını savunan Mâturîdiyye45, âhâd olduğu gerekçe- sinin mekândan ayrılmaya veya bedenî ayrılığa ham-
siyle bu haberi kabûle yanaşmamıştır. Zira haberde, ledilmesi şart değildir.53
Allah tarafından istenilen şeyin daha sonra değiş- Mâturîdiyye’nin bir hadisi arzettiği asıllardan biri de
tiğine ve zorlaştırıldığına yani neshe işâret vardır.46 akıldır. Hadd-i zâtında bir bilgi kaynağı olan akıl, du-
Bu görüşleri ile Mâturîdîlerin, en azından bir süre47, yular ve haber gibi diğer bilgi kaynaklarından gelen
Irak Hanefîleri veya onlarla aynı usûlü savunan di- verilerin değerlendirilerek bilgi haline getirilmesini
ğer Hanefî ulemâdan ayrıldığını ifade etmekte yarar sağlamaktadır. Nitekim İmâm Mâturîdî’ye göre bir
olacaktır.48 Nitekim Serahsî (490/1096), Yahudîlerin haberi nakleden râvîlerin yalan veya hatasını tespit
başından geçen bu hâdisenin şeklen beyân ama ma- etmenin tek yolu nazar yani akıldır.54Mâturîdiyye’ye
nen nesih olduğunu ifade eder. Ona göre konuyla il- göre aklî delilin değişikliğe ihtimâli yoktur; tek veche
gili olarak nakledilen bu hadis de, neshe işâret et- sahiptir. Sem‘î delilin ise, çeşitli vecihlere ihtimâli ola-
mektedir.49 Dolayısıyla Serahsî için mezkûr hadisin bilir. Zira lafız, muhtemel mânâlar taşıyan bir yapıya
her hangi bir problemi yoktur. Bu noktada dikkat çe- sahiptir. Bu nedenle aklın gereklerine uygun vecih-
ken ikinci husus ise görüş farklılığının, haberin biz- lerden birine sarf edilmelidir. Böylece hem aklî hem
zat kendisiyle ilgili olmadığıdır. Zira bu konuda fi- de sem‘î delille amel edilmiş ve Allah’ın bize verdiği
kir beyân eden hiçbir kimse, Mâturîdiyye’nin âhâd bu deliller birbiriyle çelişmemiş olur.55 Nitekim me-
olmasına işaret etmesi dışında, haberin rivâyet kâi- selâ Hz. Âişe’nin, meşhur hadis kaynaklarının hemen
delerine göre taşıdığı değerden bahsetmemektedir. tamamında yer alan “Önceleri on emme haram kılı-
Mâturîdiyye fıkhî konularda da benzer bir hadis ten- yordu. Sonra bu beş emmeye çevrildi. Hz. Peygamber
kid mekanizmasını işletmektedir. Nitekim Mâturîdî vefât ettiğinde (Kur’ân’da) okuduklarımız içinde bu
ulemâ meselâ meşhur hadis kitaplarının tamamında (âyet) de vardı” şeklindeki rivâyeti56 Mâturîdiyye tara-
yer alan ve alış-verişte muhayyerliğin sınırına işaret fından, “ya kendisinden böyle bir rivâyet sâbit değil-
eden “Alış-veriş yapan taraflar, birbirlerinden ayrılma- dir, ya da yanılmıştır” denilerek reddedilmiştir. İmâm
dıkça muhayyerdirler” hadisine50 “Kur’ân’a ve umûmî Mâturîdî’ye göre Kur’ân’da bu konuda ne nâsih ne
belvâya aykırı bir haber-i vâhid olduğu” gerekçesiyle de mensûh bir âyet görülebilmektedir. Kur’ân’dan bir
itirâz etmiştir. Çünkü Kur’ân’da “Ey imân edenler, âyetin kaybolduğunu söylemek de câiz değildir. Do-
karşılıklı rızâya dayanması hâli müstesnâ, mallarınızı layısıyla Kur’ân’ın hal-i hazırda sâbit ve mahfûz olan
bâtıl (haksız ve haram yollar) ile aranızda (alıp vermek “Sizi emziren anneleriniz size haram kılındı” âyetini,
suretiyle) yemeyin”51 buyrulmuştur. Mâturîdiyye’ye Hz. Âişe’nin böyle bir rivâyeti ile terk etmek müm-
göre bu haber umûmî belvâya da aykırıdır. Çünkü ti- kün değildir. Bu âyette haram kılacak miktarın tak-
câretin ne demek olduğu akıl sahiplerince malûmdur yid edildiğine dair bir işaret ise yoktur.57 Gerçi Hz.
ve ticâret ehlinin tamamı, bu hadisin hilâfına amel et- Peygamber’in, Sehle bnt. Süheyl’e “Sâlim’i beş kere
mektedir. Akid meclisinden ayrılmayı, hikmet sahibi emzir (süt anası olur ve böylece) ona haram olursun”
olsun sefîh olsun, hiç kimse ticâretin bir parçası ola- dediği de rivâyet edilmektedir.58 Ancak Mâturîdiy-
rak görmez. Dolayısıyla mesele, umûmî belvâ haline ye’ye göre bu durum, ya diğer insanlar dışında sa-
gelmiş olmaktadır. Böyle bir meselede şazz bir bilgi- dece Sâlim’e hâstır, ya da neshedilmiştir.59 Nitekim
nin bulunması câiz değildir. Öyleyse böyle bir hadisin Hz. Ali, Hz. Peygamber’in “Bir yudum emmek bile
vârid olması câiz değildir ve rivâyette bir hata vardır. (ilk) iki yıl (emzirmenin) haram kıldığı gibi haram
Eğer gerçekten vârid olduysa ya neshedilmiştir ya da kılar” buyurduğunu nakletmektedir. İmâm Mâturî-
zâhirine bakılmayıp başka mânâlara hamledilmeli- dî’ye göre bu hadis, eğer sâbitse, bu konudaki “asıl”
dir.52 Nitekim İmâm Mâturîdî de hadisi tevil etmek- ve en güvenilir bilgidir.60
tedir. Ona göre hadisin, meclisten ayrılmaya hamle- Mâturîdiyye’ye göre her türlü hastalıktan sâlim olan
dilmesi âyetin zâhirini terk etmek demektir. Oysa görme, işitme, koklama, tatma ve dokunma duyuları,
hadisten, âyet ile çelişmeyeceği bir mânâya hamledi- ortamın da müsâit olması durumunda, apaçık ve ke-
lebilir. Meselâ satıcı, “şu fiyata sattım” dedikten sonra sin bilgiye ulaştırır. Bu yolla elde edilen bilgi, zorunlu
alıcının o meclis içinde “aldım” deme hakkı vardır. ve değişikliğe ihtimâli olmayan bilgidir. Ayrıca elde

565
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

edilmesi en kolay olan, açık ve net olduğu için in- fikir üreten herkes için geçerlidir. Dolayısıyla bu du-
sanı kuşkuya düşürmeyen bilgi de duyu bilgisidir.61 rum bir kişinin veya bir mezhebin hadise mürâca-
Duyulara dayanan bilgi, şüpheleri izâle bakımından atının niteliği konusunda ölçü alınmamalıdır. Kaldı
haberden daha açıktır. İşte bu sebeple, “Leyse’l-ha- ki hükmün bina edildiği hadis Mâturîdiyye tarafın-
beru ke’l-müşâhede/mu’âyene” (Haber bilgisi, duyu dan genelde “sahih”, “meşhûr”, “müstefîz” ve “amelî
bilgisi gibi değildir) denmiştir. Yani haberde şüphe mütevâtir” gibi terimlerle vasfedilir. Yani zikri geçen
bulunabilir ama müşâhede ve mu‘âyenede bulun- bu yetki, böyle vasıfları bulunmayan bir hadise yani
maz. Öyleyse haber, duyulara arz edilmelidir ki söz haber-i vâhide kolay kolay tanınmamaktadır.
konusu bu şüphe zâil olabilsin.62 Bundan da Mâturî- Hadisin Kur’ân Üzerindeki Yetkileri
diyye’nin duyuların verilerine, haberden daha çok
Mâturîdiyye hadise, Kur’ân’ın temâs ettiği bir hususta
güvendiği ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle Mâturîdiy-
yerine göre onu tevil, tahsis, takyid ve neshetme gibi
ye’ye göre, duyu bilgisine denk olabilecek haber, an-
önemli yetkiler de vermektedir. Kanaatimizce bu hu-
cak mütevâtir haberdir. Yani, mütevâtir haberle elde
sus, hadisin sistem içinde oynadığı role delaleti açı-
edilen bilgiler, duyulara dayanan bilgiler gibi zorunlu
sından oldukça önemlidir. Bu sebeple konunun bazı
bilgiyi gerektirir.63
örnekler ile izâhında yarar olacaktır.
Kısaca ifade etmek gerekirse; Mâturîdiyye’ye göre bir Mâturîdiyye’ye göre “Ey imân edenler! Allah’tan O’na
hadisin hatta genel mânâsıyla bir lafzın değerlendi- yaraşır şekilde korkun...”67 âyeti, zâhir itibâriyle, kul-
rilmesi, sahip olunan bütün bilgi kaynaklarının aynı lara güçlerinin yetmeyeceği bir sorumluluk yükle-
anda kullanılarak metnin sahibinin gerçek kastının mektedir. Çünkü Allah’tan, O’na yaraşır bir şekilde
anlaşılmasına yöneliktir. Çünkü herhangi bir kusuru korkmaya hiç kimsenin gücü yetmez. Bu nedenle
olmayan kaynakların, aynı noktada buluşup aynı so- âyetin, sarfı (tevîli) gerekir. İmâm Mâturîdî’ye göre
nuca ulaşması beklenir. Hz. Peygamber’den nakledilen şu hadis âyeti tevil et-
Hadisin Mâturîdî Kültürü mektedir: “Allah’ın kulları üzerinde, kulların da Al-
İçindeki Yeri lah üzerinde hakları vardır. Allah’ın kullar üzerindeki
Ana hatlarıyla vasfetmeye çalıştığımız bu genel yapı- hakkı, kendisine ibâdet edip O’na hiçbir şeyi ortak
sıyla hadis Mâturîdî ulemânın eserlerinde bazen hük- koşmamalarıdır. Kulların Allah üzerindeki hakkı ise,
mün dayandırıldığı delil olarak arz edilir bazen de eğer ibâdet edip şirk koşmazlarsa, kendilerini cen-
ona Kur’ân’ı tevil, tahsîs, takyîd ve nesih gibi önemli nete koymasıdır”.68 Bu hadise göre âyette geçen “Al-
lah’tan korkun” ifâdesi, “O’nu inkar etmeyin” mânâ-
yetkiler verilir.
sına gelmektedir.69 Ancak bu noktada hadis olmasa
Hadisin Hüküm Koyabilme Yetkisi da aklın, âyetin zâhirî mânâsıyla amel edilemeyece-
Mâturîdîlere göre meselâ besmelenin Fâtiha Suresi’nin ğine karar vermiş olduğu söylenebilir. Çünkü “O’n-
bir parçası değil de Kur’ân’dan bir âyet olması64; zinâ dan hakkıyla korkmanın insan tâkâtini aşacağı”, ak-
yapan bekâr câriyeye celde cezâsı uygulanması gerek- len sâbit bir hükümdür. Nitekim İmâm Mâturîdî’nin
tiği65; kabir azâbı, şefâat, Kevser, Havz ve Mîzân gibi bildirdiğine göre “Allah’tan O’na yaraşır şekilde kor-
semiyyâta66 tekâbül eden konularda kullanılan temel kun” âyetinin “O’ndan gücünüz yettiğince korkun”
deliller hadislerdir. Ancak kanâatimizce bu hususun âyetiyle70 nesh edildiği de ifade edilmiştir.71 Öyleyse
yani hadisin müstakil olarak hüküm koyabilme yet- âyetin bu kısmından anlaşılması gereken mânâ, zâ-
kisinin, mezhebin genel usûlü ve kabul ettiği diğer hir mânâsı olmamalıdır. İşte bu noktada aynı âyetin
bilgi kaynaklarının dikkate alınarak değerlendiril- son cümlesi “mutlaka Müslümanlar/teslimiyet gös-
mesinde fayda olacaktır. Zira bu örnekler Kur’ân’ın termiş kişiler olarak can verin” diyerek tevilin yö-
bahsetmediği, ayrıntısına girmediği veya delâleti- nünü belirlemiş olmaktadır. Mezkûr hadisin ise bu
nin açık olmadığı meselelerde hadisin hüküm koya- mânâyı teyid ettiği söylenebilir.
bilme yetkisi ile alâkalıdır. Mâturîdiyye bu alanlarda Benzer inceliklerin tahsis ve takyid gibi işlemler için
hadise hüküm koyabilme yetkisi tanımaktadır. An- de geçerli olduğu söylenebilir. Bu hususun da bazı ör-
cak Kur’ân’ın hiç değinmediği veya değinip ayrıntı- nekler üzerinden değerlendirilmesi, uygulamayı gös-
sına girmediği fıkhî bazı meselelerde özellikle de te- termesi açısından önemli olacaktır. Meselâ Kur’ân’ın
abbudî konularda hadis kullanmaktan başka çare çeşitli âyetlerinde bir kadının, aldığı mehri veya bir
yoktur. Bu sadece Mâturîdiyye için değil bu alanlarda kısmını geri verip kocasından ayrılabileceği ifade

566
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

edilmiştir.72 Ancak Mâturîdiyye’ye göre bu gibi âyetler kemikleri kuvvetlendiren (şey)dir”78 ve “Süt em-
zâhirleri itibariyle net bir miktara delâlet etmemek- zirme, barsakları zorlayan (şey)dir”79 buyurmuş-
tedir. Ancak bu delâlet Hz. Peygamber’den nakledi- tur. İmâm Mâturîdî’ye göre bu hadisler, emilen sü-
len bir hadis ile tahsis edilmiş, böyle bir durumda tün açlığı giderdiği döneme işâret etmektedir. Bu
“mehirden fazlasının söz konusu olamayacağı” ifade ise küçük yaşta olur. Büyük insanın açlığı, anne
edilmiştir.73 Nitekim bu hadise göre bir sahâbî ile eşi, sütü emmek suretiyle zâil olmaz, başka gıdalar da
aralarındaki geçimsizliği sebep göstererek Hz. Pey- alması gerekir. Halbuki küçük çocuğun sindirim
gamber’e başvurmuş, boşanma isteklerini ifade etmiş- yapısı, ancak anne sütü emmeye müsaittir.80 Nite-
lerdi. Hz. Peygamber kadına “Ondan (mehir olarak) kim Hz. Ali, Hz. Peygamber’in şöyle buyurduğunu
aldığını geri verir misin? diye sordu. Kadın da “Evet. nakletmiştir: “ ” (Bir
Hatta daha fazlasını!” deyince Hz. Peygamber “Ha- tek yudum emmek dahî, ilk iki yılın haram kıldığı
yır, fazlası olmaz!” buyurdu.74 Dolayısıyla Mâturîdiy- gibi haram kılar).81 İmâm Mâturîdî’ye göre bu son
ye’nin bu hadise dayanarak Kur’ân’ın umum mânâ hadis, eğer sâbitse, bu konudaki “asıl” ve “mutemed
ifade eden bir beyânını “bu miktar, en çok mehir ka- aleyh” hadistir.82 Haramlık doğuracak süt emme
dar olabilir” diyerek tahsis ettiği söylenebilir. Ancak döneminin ilk iki sene olduğu ekser-i ulemâ tara-
diğer taraftan böyle bir tahsis konusunda Mâturîdiy- fından da kabul edilmiştir.83 Ancak onların bu ko-
ye’nin temel kaynağının yine Kur’ân olduğu da ifade nudaki delilleri “Emzirmeyi tamamlatmak isteyen
edilebilir. Zira Kur’ân, verilen mehrin geri alınmasını için, anneler çocuklarını tam iki yıl emzirsinler”84
nehyetmekte, şartların boşanmaya sürüklemesi du- âyetidir. Dolayısıyla Mâturîdiyye’nin de bu konuda
rumunda ise “bu miktarın” alınabileceğini ifade et- âyeti mi yoksa “eğer sabitse” demek suretiyle sübû-
mektedir. Bundan anlaşılan mânâ, ayrılık durumunda tundan şüphe ettikleri de dâhil olmak üzere bazı ri-
erkeğin alacağı miktarın en fazla “verdiği kadar” ol- vâyetleri mi delil aldıkları tartışılabilir durumdadır.
duğudur. Mâturîdiyye’nin, Kur’ân’ın çizdiği bu çerçe- Hatta, tamamen varsayıma dayansa bile, mezkûr ha-
vede bir tereddüdü veya bilgi eksiği yoktur. Dolayısıyla, disler olmasaydı Mâturîdî ulemânın âyetin mutlak
Kuran’ı tahsîs ettiğini ifâde ettikleri hadis, mehirden ifadesi konusunda nasıl bir tavır takınacakları da
fazlasının alınabileceğine cevâz veren muhâliflere75 sorgulanabilir. Eğer süt haramlığı doğuran emme
karşı kullanıldığı söylenebilir. Yani hadise mürâcaat yaşı Mâturîdiyye tarafından bu durumda da “iki”
şarta bağlıdır. Yani bir bakıma “Kur’ân’dan çıkardı- olarak tespit edilirse, bir âyetin başka bir âyetle tak-
ğımız bu mânâyı kabul etmiyorsanız, bizi destekler yid edildiği ve bu konuda rivâyetlere gerçek mânâda
mâhiyette hadis de vardır” denmektedir. Dolayısıyla ihtiyaç duyulmadığı söylenebilecektir.
hadis doğrudan mürâcaat kaynağı olmamış, muhâ- Bu gibi bilgilerden hareketle, Kur’ân’ın hadisle tak-
liflerin anladığı mânâ bağlamında kullanılmıştır. yidi veya tahsisi konusunda Mâturîdiyye açısından
üç hususun dikkatte alınması gerektiği söylenebilir.
Mâturîdiyye, evlenilmesi haram olan kadınların sa-
Zira bu hususlar hadisin sistem içindeki yerini tes-
yıldığı âyette76 geçen “sizi emziren analarınız, süt
pit açsından önem taşımaktadır:
bacılarınız... size haram kılındı” ifâdesinin mut-
lak çerçevesinden hareketle bir yudum emmekle 1. Her şeyden önce Mâturîdîlere daha doğrusu mez-
bile süt haramlığı doğacağı kanaatindedir. Emme hebin mutekaddim ulemâsına göre tevil, takyid ve
yaşı konusunda ise Mâturîdiyye’nin âyeti, “küçük- tahsis gibi işlemler beyân-ı tağyîr değil beyân-ı tefsîr
ken emme” şeklinde takyîd ettiği görülür. Mâturî- işlemleridir. Böyle olunca Kur’ân üzerinde icra edi-
diyye’nin bu konudaki dayanakları bir hadistir. Hz. lecek bu gibi işlemler için mütevâtir veya meşhûr bir
Âişe’den nakledildiğine göre Hz. Peygamber, onu nakile ihtiyaç duyulmayacaktır.
bir adamla otururken görmüştü. Bunun üzerine Hz. 2. Mâturîdiyye’de, âhâd habere Kur’ân’ı ile tahsis ve
Peygamber’in yüzü değişti ve “Bu adam kim?” diye takyid yetkisi verilmesi hususunda zaman içinde bir
sordu. Hz. Âişe “Bu benim süt amcamdır” deyince dönüşümün yaşandığı anlaşılmaktadır. Buna göre V/
Hz. Peygamber “Süt akrabalığının ne olduğunu iyi XI. asrın ortalarından itibaren bu yaklaşımdan vaz-
anlayın. Zira süt emme, açlığı gideren (miktar)dır” geçilmiş, bunları nesih kabul eden Hanifiyye usû-
buyurdu.77Mâturîdiyye’ye göre bu hadisin mânâsını lüne dönülmeye başlamıştır. Nitekim mezhebin önde
destekleyen başka hadislere de vardır. Nitekim Hz. gelen isimlerinden Ebû’l-Muîn en-Nesefî (508/1114)
Peygamber, “Süt emzirme, eti (vücudu) geliştirip şöyle demektedir:

567
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

“Bizim bu diyarlardaki şeyhlerimiz, bunu (umûmun Kıraat farzdır ancak âyet zâhiri itibariyle kişiye, ko-
tahsîs, mutlakın ise takyîd edilemeyeceğini) söyleyen- layına gelen yeri okuma hakkını vermektedir. Diğer
leri kınar ve Mutezile’ye nisbet ederdi. İçlerinden, fı- taraftan âyet, kıraat konusunda hafif ve kolay olanı
kıh usûlünde Iraklılara meyledip de umûm lafızlar emretmektedir. Eğer Fâtiha okunmayan namaz geçerli
konusunda onlara tâbî olanlar çıkıncaya kadar bu olmayacaksa, âyetteki tahfif emrine uyulmamış olur.
nisbet devam etti.”85 Başka bir ifadeyle âyet kişiye bir tercih hakkı vermekte
Mâturîdiyye’nin müteahhir dönem ulemâsından ve kolayı seçmesini söylemektedir. Hâlbuki kıraat ola-
Ebû’l-Berekât en-Nesefî (710/1310) ise, hadisin Kur’ân rak belli bir sûrenin tayin edilmesi bu muhayyerlik
üzerindeki yetkileri ile ilgili olarak bizim birinci ve ile çelişir. Bu durumda ise âyetin zâhiri terkedilmiş,
ikinci maddelerde işaret ettiğimiz hususlara aynı anıda yani haber-i vâhide dayanarak tevil edilmiş olur. Hâl-
dikkat çeken şu değerlendirmede bulunur: buki Hz. Peygamber bir başka hadisinde “Fâtiha’nın
okunmadığı namaz eksik ve noksandır, tamam de-
“‘Âmm olan lafız, şumûlüne giren tek tek her bir ferd
ğildir” buyurur.90 İmâm Mâturîdî’ye göre bir nama-
hakkında konmuşcasına kat‘î hüküm gerektirir. Kerhî
zın “noksan” şeklindeki tavsifi, “fâsid” yani “geçer-
(340/952) ve Cassâs (370/980) gibi Iraklı ashâbımız ile
siz” mânâsında olmayıp, bu eksikliğe rağmen “câiz”
Kâdî Ebû Zeyd (430/1038) gibi diyârımızın müteahhir
yani “geçerli” olduğuna delâlet eder. Nitekim Fâtiha
ulemâsının cumhûruna göre umûmun hükmü böyledir.
sûresinin farz olmadığına delâlet eden diğer bazı ri-
Mu‘tezilenin cumhûru da bu kanâattedir...Abdulkâhir
vâyetler de vardır. Meselâ Hz. Peygamber’in kıldığı
el-Bağdâdî’nin (429/1037) söylediğine göre Ebû Hanîfe
bir gece namazının bütün kıyâm, rükû, secde ve kâi-
ve ashâbının görüşü budur…86Ancak bazılarına göre
desinde aynı âyeti, Mâide Sûresi’nin 5/118. âyetini91
umûmun hükmü kat‘i değildir. İmâm Şâfiî ile Ebû
okumuştur. Diğer taraftan Hz. Peygamber namazı ge-
Mansûr el-Mâturîdî önderliğindeki Semerkandlı şeyh-
rektiği gibi kılamayan bir sahâbîye “Dön tekrar kıl;
ler bu görüştedir. Bu görüşte olanlar umûmun, ha-
zira namaz kılmış olmadın” buyurmuş ve nasıl kıl-
ber-i vâhid ve kıyâs ile tahsîsine cevâz vermişlerdir.”87
ması gerektiğini izâh etmiştir. Bu izâh esnasında da
3. Mâturîdî ulemânın çeşitli uygulamalarında, Kur’ân’ın “kolayına gelen yeri oku” buyurmuştur.92 Bundan da
umûm ve mutlak ifâdelerine muhâlif olan haber-i vâ- anlaşılan şudur ki farz olan, şu veya bu sûre olmayıp
hide bazen tahsîs ve takyîd yetkisi verilmesine rağ- mutlak mânâda kıraattır.
men, zaman zaman haberin bu muhâlefet yüzünden
Mâturîdiyye aynı şekilde “Üzerine Allah’ın adı anıl-
reddedildiği görülür. Bu gibi yerlerde tahsîs ve takyîd
madan kesilen hayvanları yemeyin”93 âyetini “Müs-
yetkisi verilen haberlerle, Kur’ân’a muhâlif olduğu ge-
lüman ister ansın ister anmasın Allah’ın adıyla ke-
rekçesiyle reddedilenler arasında, hadisçinin aradığı
ser” hadisiyle94; “Oraya (Harem’e) giren emîn olur”95
cinsten bir sıhhat farkı olmadığı, Mâturîdiyye’nin
âyetini “Harem, hiçbir âsiyi ve kâtili barındırmaz”96
bu ölçüyü dikkate almadığı görülmektedir. Ancak
hadisiyle tahsis etmemektedir.97
görebildiğimiz kadarıyla Kur’ân’ın zâhirine muhâ-
lif olduğu için reddedilen hadisler, genelde başka bir Mâturîdiyye, usûlün bir diğer önemli meselesi olan
delile de muhâliftir. Başka bir açıdan ifade edilecek “Kitâb ile Sünnet arasındaki nesih ilişkisi” konusunda
olursa Kur’ân’ı tahsîs ve takyîd yetkisi verilen hadis- da müspet düşünmektedir. Nitekim Mâturîdiyye’ye
ler, genelde âyet veya hadis cinsinden başka bir delil göre meselâ kıblenin Beyt-i Makdis’e doğru olması,
tarafından da desteklenmektedir. Dolayısıyla haber-i Kitâb ile sâbit husûslardan değildir. Bu mesele vahy-i
vâhidin Kur’ân’ı tahsis veya takyid yetkisi Mâturîdiy- gayr-i metluv ile sâbit olmuş, böylece Müslümanlar
ye’de mutlak değildir. öncekilerin sünneti ile amel etmişlerdir. Daha sonra
Ebu’l-Berekât en-Nesefî’nin (710/1301), tahsis ve tak- bu hüküm “(Ey Muhammed), yüzünün gökyüzüne
yide cevâz verenlerin bu kuralları işlettiğini ifade et- doğru çevrilip durduğunu görüyoruz. Elbette seni,
tiği meşhur örnekler konusunda Mâturîdiyye’nin ta- hoşlanacağın bir kıbleye döndüreceğiz. (Bundan
kındığı tavır bu konuda bir fikir verebilir. Nitekim böyle) yüzünü Mescid-i Harâm’dan tarafa çevir”98
Kur’ân’ı âhâd hadisle takyid veya tahsis edenlerin âyetiyle neshedilmiştir.99
hilâfına Mâturîdiyye meselâ “Kur’ân’dan kolayınıza Mâturîdiyye’ye göre âyetin, hadis tarafından neshi
gelen yeri okuyun” âyetini88 “Fâtihâ’sız namaz olmaz de vâkidir. Meselâ Kur’ân’da, kişinin ölmeden önce
hadîsiyle”89 tahsis etmez. İmâm Mâturîdî’ye göre bu ana-baba ve yakınlarına vasiyyette bulunması em-
âyetten anlaşılan, namazda kıraatin farz olduğudur. redilmiş100 olmakla birlikte, bu âyetin hükmü daha

568
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

sonra “Allah her hak sahibine hakkını vermiştir. Do- Bu sebeple Mâturîdiyye, ihtiyacı sınırlı olsa bile ha-
layısıyla vârise vasiyyet olmaz” hadisiyle101 neshedil- dise de mürâcaat etmiştir.
miştir. İmâm Mâturîdî bu bilgiyi aktardıktan sonra Mâturîdiyye, böyle bir çerçevede gündeme gelen ha-
kendilerine “Size göre nesih ancak mütevâtir sünnet dis kullanımını sıkı denetim kurallarına bağlamış
ile mümkün olur. Bu hadis ise âhâd cinsindendir. ve itikâdî konularda “âhâd haber delil olmaz”; fikir
Böyle bir hadisle nesih nasıl câiz olur?” şeklinde bir beyân ettiği (tefsir, usûl, fıkıh vb.) diğer alanlarda ise
itirâz yöneltildiğini söyler. Böyle bir itirâzı yersiz bu- “âhad haber arz edilmeden kullanılmaz” gibi, hadi-
lan İmâm Mâturîdî’ye göre bu hadis rivâyet yönüyle sin aleyhine gibi görünen iki prensip benimsemiştir.
âhâd olsa da kendisiyle amel edilmesi açısından mü- Bu prensipler neticesinde hadis bazen red ama ge-
tevâtirdir. Kaldı ki insanlar, vârise vasiyet olamaya- nelde tevil edilmiştir. Ancak bir hadisin, dinde asıl
cağında icmâ etmişlerdir. Nâsih bir âyet veya sün- kabul edilen delillere arzı neticesinde “böyle bir ha-
net olmadan insanların vârise vasiyeti terk üzerinde berin vârid olması câiz değildir” denilerek reddedilip
icmâ etmeleri mümkün değildir. Buradan da, vasiyeti daha sonra farklı bir mânâya hamlinde çelişki olduğu
emreden mezkûr âyetin neshedildiği sonucuna ula- da söylenebilir. Zira arz usûlü, bir hadisin gerçekten
şılır.102 Nitekim Mâturîdî ulemâya göre “imâmlar da Hz. Peygamber’e ait olup olmadığını tespit için kul-
aralarında herhangi bir ihtilâf olmaksızın bu yönde
lanılır. Hadis Kur’ân’a arzedildikten sonra reddedi-
fetvâ vermiştir. Bu da haberin tevâtür hak ve yetki-
lirse, bunun mânâsı “bu hadis Hz. Peygamber’e ait
sine sahip olduğunu gösterir.”103
olamaz” demektir. Zira Mâturîdiyye’nin de ifâde et-
Kendilerine yöneltilen itirâz ve bu itirâza verilen ce- tiği gibi, gayr-i metluv vahiy olan hadisin, kendisiyle
vaptan, Mâturîdiyye’ye göre Kur’ân’ı neshedebilecek aynı kaynaktan gelen Kur’ân’a muhâlif olması dü-
delilin ancak “mütevâtir” olduğu sonucu çıkmakta- şünülemez. Bu durumda, metluv vahye uymayan ve
dır. Ancak, “lafzî” veya “manevî” değil de muhtevâsı hadis olduğu iddia edilen ifade, gerçekte hadis de-
ile amelin yaygınlığına işâret eden “amelî mütevâtir” ğildir. Bu söylendikten sonra yapılması gereken, ha-
sınıfına dâhil edilip “o kadar yaygındır ki, insanlar ri- disin reddedilmesidir. Eğer hadisten Kur’ân’ın ilgili
vâyetine ihtiyaç duymamışlardır” denilmesi, hadisin âyetine muhâlif olmayacak mânâlar çıkma ihtimâli
sened itibariyle Kur’ân’ı neshedecek bir kuvvete sahip de varsa, arza başvurulmamalıdır. Zira tevil, mezkûr
olmadığını gösterebileceği gibi Mâturîdiyye’nin bir ifâdeye “hadis” gözüyle bakıldığını yani Hz. Peygam-
rivâyet malzemesi ile alakalı hemen bütün dikkatini ber’e âidiyetinin kabul edildiğini gösterir. Buna rağ-
metin ve muhtevâya yönelttiği mânâsına da gelebi- men hadisin Kur’ân’a arzı, gerçekten hadisin değil
lir. İmâm Mâturîdî’nin bu hadis çerçevesinde yaptığı muhtemel mânânın daha doğrusu “yorumun” arzı
“Amelî mütevâtir, amel edilmeye en layık haberdir” olacaktır. Dolayısıyla durum, “şu mânâya alırsanız,
açıklaması104 bu ikinci ihtimâli destekler mâhiyettedir. bu hadis Hz. Peygamber’e aittir, fakat şöyle düşürse-
Değerlendirme niz O’na ait olamaz” noktasına gelir. Böyle bir yakla-
şım ise sübjektiflik doğuracaktır. Mâturîdiyye, Kur’ân
Bütün bu bilgilerden hareketle ifade etmek gerekirse
Mâturîdiyye’ye göre, haber-i vâhidin sübûtunda şüphe veya başka bir asl’a arz neticesinde reddettiği bir ha-
vardır. Bu sebeple Kur’ân, akıl, mütevâtir veya meş- disi çoğunlukla tevil de etmiştir.
hûr haber, toplumdaki genel uygulama (umûmî belvâ), Bu noktada tevilin, sisteme uymayan hadisler konu-
duyu organları gibi sübûtunda şüphe bulunmayan ve- sunda Mâturîdiyye’nin toplumsal değer ve kabullerle
rilere arz edilmesi gerekir. Bu verilerle çelişen haber-i çelişmemek için mürâcaat ettiği bir prensip halini al-
vâhid ise red veya tevil edilir. Ancak özellikle haber-i dığı söylenebilir. Yani burada doğrudan bir kabul-
vâhid ile ilgili bu yaklaşımda dikkat çeken bazı hu- lenme yerine hasmın veya muhâtabın bilgisi ve/veya
suslardan bahsedilebilir: hassasiyetleri dikkate alınarak bir değerlendirme ya-
Bu noktada mezhebin, özellikle itikâdî konularda be- pılmakta, aynı vasatta buluşulmaya çalışılmaktadır,
nimsenen sistem ile toplumun kabulleri ve beklenti- denilebilir. Hadis eğer sisteme uyuyorsa zaten prob-
leri arasında bir ikileme düşmüş olduğu düşünülebilir. lem yoktur. Bu gibi konularda Mâturîdiyye zayıf veya
Dolayısıyla geliştirilen sistem bu noktada hadisin red- sahih, âhâd veya mütevâtir farkı gözetmeden hadisi
dini gerektirse de, toplumun büyük ekseriyetini oluş- hemen metne dâhil etmektedir.
turan kitlenin yani ehl-i sünnetin/Sünnîlerin eğilim Bu yaklaşım tarzından Mâturîdî âlim, hadis ile sis-
ve beklentilerini göz ardı edememişlerdir, denilebilir. tem arasındaki uyuma azamî dikkat sarf etmektedir.

569
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Burada önemli olan hadisin, dinde asıl kabul edilen süre sonra vazgeçilmiş ve âhâd habere Kur’ân karşı-
bilgi kaynaklarına dayanılarak kurulup geliştirilen sında yetki tanımayan Hanefî usûlüne dönülmüştür.
sisteme muhâlif olup olmamasıdır. Yoksa red veya Bununla birlikte hadis kullanımına özel bir gay-
tevil edilen hadisler konusunda belirleyici olan hu- ret gösterilmiş, bu malzemeden sarf-ı nazar edilme-
sus, hadisçiler tarafından tespit edilen usûl kâideleri miştir. Bu kullanım, büyük çapta Kur’ân ve bazen
değildir. Bir hadis söz konusu olduğunda hemen her de akılla ulaşılan sonuçları teyit ve/veya okuyucuya
zaman hatırlatılan temel bilgi, onun âhâd mı, meş- o konuda vârid olmuş hadislerin bulunduğu mesa-
hûr mu yoksa mütevâtir mi olduğu ve eğer âhâd ise jını vermeye yönelik görünmektedir. Nitekim bütün
arz usûlüne başvurulmadan kullanılamayacağı gibi bilgi kaynaklarını veya bir kısmını kullanmak sure-
uygulamaya dair hususlardır. tiyle ulaşılan bir hükmün yer aldığı metinden, ha-
Bütün bu şartlar çerçevesinde hadis, mezhebin mürâ- disler çekilip çıkartıldığında sonucun genellikle de-
caat ettiği en önemli verilerdendir. Ancak nicelik iti- ğişmediği, mezkûr hükümde bir eksiklik oluşmadığı
bariyle yoğun bir müracaat olsa da bir hadisin, hü- görülür. Yani metnin bütünlüğü içinde, bu malze-
küm binâ edilen kaynak olarak kullanılması ile başta meye duyulan ihtiyaç sınırlı olup meselelerin büyük
Kur’ân olmak üzere diğer bilgi kaynakları vâsıtasıyla oranda Kur’ân ve akıl aracılığı ile çözüme kavuştu-
ulaşılan hükmü teyid eder mâhiyette kullanılması rulduğu görülür. Hatta bazen “âyetin delâleti muh-
arasında fark vardır. Kur’ân’ın hiç değinmediği veya temeldir, halbuki aklın tek delâleti vardır” kuralı ge-
değinip ayrıntısına girmediği konularda ve özellikle reği âyet de, aklın verileri doğrultusunda tevil edilir.
de fıkhî meselelerde, hadis kullanmaktan başka çare Hadisin, Mâturîdiyye kültürü içindeki bu genel ko-
yoktur. Bu sadece Mâturîdiyye için değil herkes için numunu ortaya koyan bir diğer husus da, öteki bilgi
geçerlidir. Dolayısıyla bu durum bir kişinin veya bir kaynaklarıyla düştüğü gerçek te‘âruz durumunda,
mezhebin hadise mürâcaatının niteliği konusunda ibrenin daima hadisin aleyhine hareket etmesidir.
ölçü alınmamalıdır. Bununla birlikte Mâturîdiy- Aslında bu yoruma farklı bir açıdan da bakılabilir.
ye’nin, hadisin Kur’ân’a muhâlifmiş gibi göründüğü Meselâ mezhep içinde hadisin önemli bir yer tut-
durumlarda te’vîl, tahsîs, takyîd ve nesih gibi kural- tuğu, ancak telaffuz edilmediği ve atıfta bulunul-
lara baş vurduğu görülür. Bu durum hadisin, sistem madığı da söylenebilir. Zira Mâturîdiyye, özellikle
içindeki yeri konusunda daha net fikir verecek du- de fıkhî meselelerde yeri geldiğinde hadise duyulan
rumdadır. Ancak bu gibi konularda Mâturîdiyye’nin ihtiyacı açıkça ifâde etmiştir. Hatta bazı kelâmî ko-
hadise başvurmadan önce meseleyi aklın yardımıyla nularda delîlin hadis olduğu söylenmiştir. Ancak bu
ve Kur’ân’ın kendi içinde çözdüğü görülür. Dolayı- duruma, zikrettiğimiz bakış açısını delillendirecek ka-
sıyla bu gibi yerlerde zikredilen hadisler o konudaki dar sık rastlanmaz. Kaldı ki özellikle fıkhî konularda
hükmün binâ edildiği kaynak olmayıp teyit maksatlı Mâturîdiyye’nin delîl aldığı şey, hadis değil uygulama
kullanılmış görünmektedir. Yani hadise tanınan bu olmuştur. Hadis de bu uygulamanın formüle edilmiş
yetkiler, teoride kalmış pratiğe dökülmemiştir. Ayrıca şeklidir. “Fukahânın genel görüşü budur”, “‘âmme-
hadise verilen bu gibi yetkiler, mezkûr terimlerin taşı- nin kanâati bu şekildedir”, “ümmet böyle kabul et-
dığı mânâ ile de yakından alâkalı görünmektedir. Zira miştir” ifâdelerinden sonra “bu görüşün aslı falan ha-
Mâturîdiyye’ye göre bunlar birer tefsirden ibârettir. distir” şeklinde gönderme yapılan hadislerde olduğu
Kaldı ki bu prensiplerin uygulamasından da kısa bir gibi, görünüme çıkan da hadis olmaktadır.

Dipnotlar
1 Nitekim İmâm Mâturîdî, Te’vîlâtu Ehli’s-Sünne’sinde dokuz sayfa hacminde bir yer tutan (Bkz. Mâturîdî, M., (2004),
Te’vîlâtü Ehli’s-Sünne, Beyrut, I, 3-11) Fâtiha Sûresi’nin tefsirinde dokuz merfû hadise on altı kere mürâcaat eder. Dola-
yısıyla her sayfada ortalama iki merfu hadis kullanıldığı söylenebilir. Buna, sahâbeden rivâyet edilenler (mevkuf olanlar)
da eklendiğinde, sayı doğal olarak daha da artacaktır.
2 Bkz. Semerkandî, A., Şerhu Te’vîlâti Ehli’s-Sünne (Şerh-i Semerkandî), Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi, Medine Böl.,
No: 179), 8b. Meselâ “O, hevâsından konuşmaz, (söyledikleri) kendisine vahyedilen vahiyden başka birşey değildir”
(Necm 52/3-4) âyeti Mâturîdiyye’ye göre hadisin, ilâhî kaynaklı olduğuna işaret etmektedir (Bkz. Şerh 8b). “(Rûhu’l-ku-
ds, rızkı tamamlanıncaya kadar hiçbir kimsenin ölmeyeceğini) kalbime üfledi” hadisi ilhâm yolu ile; “Peygamberlerin
rüyâları vahiydir” hadisi de rüyâ yolu ile gelen sünnete delil kabul edilmiştir (bkz. Ebu’l-Berekât en-Nesefî, (1984), Medâ-
riku’t-Tenzîl ve Hakâiku’t-Tevil, İstanbul, IV, 111). Mâturîdiyye, hadisin bu özelliğini her vesile ile vurgulamıştır. Meselâ
îmânın tarîfini yaparken, bunun tasdîkten ibâret olduğunu, tasdîkin ise ya “Allah’tan getirdiği haberler konusunda Hz.

570
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Peygamber’in” ya da “metluv veya gayr-i metluv olarak Hz. Peygamber aracılığı ile gönderdiği haberler hususunda Al-
lah’ın tasdîki” olduğunu ifâde etmişlerdir (Bkz. Şerh, a.y.). Kıblenin önceleri Beyt-i Makdis’e doğru olması da Mâturîdiy-
ye’ye göre Kitâb’da bulunmayan dolayısıyla vahy-i gayr-i metluv ile sâbit olan bir konudur (Bkz. Şerh, 51b). Mâturîdiyye,
hadisin vahiy mahsûlü olduğunu her vesile ile vurgulamaktadır. Meselâ îmânın tarîfini yaparken, bunun tasdîkten ibâret
olduğunu, tasdîkin ise ya “Allah’tan getirdiği haberler konusunda Hz. Peygamber’in” ya da “metluv veya gayr-i metluv
olarak Hz. Peygamber aracılığı ile gönderdiği haberler hususunda Allah’ın tasdîki” olduğunu ifâde etmişlerdir (Bkz. Şerh,
8b).
3 Bkz. Mâturîdî, Te’vîlât, I, 101. Bakara Sûresi’nde geçen “… Sana indirilene de inanırlar” (Bakara 2/4) ifadesi doğrudan
Kur’ân’a olduğu kadar Hz. Peygamber’e indirilen fakat Kitâb’da yer almayan hükümlere de işaret edebilir (Bkz., Te’vîlât, I,
15). Nitekim ona göre mesela zina suçu için uygulanan recm cezası, Kur’ân’da bulunmayıp Hz. Peygamber’in dilinde ifade
bulan bir vahiydir (Bkz. Te’vîlât, I, 374).
4 Meselâ Ebû Yüsr el-Pezdevî (493/1099) ve Ebû’l-Mu‘în en-Nesefî (508/1114), sahâbîlerin fazîlet sıralamasını yaparken
Ebû Dâvud ile Sünen’ine mürâcaat etmiştir (Bkz. Pezdevî, Ebû Yüsr Muhammed, (1980), Usûlu’d-Dîn, “Ehl-i Sünnet
Akâidi” ismiyle çeviren Şerafettin Gölcük, İstanbul, s. 282; Nesefî, Ebû’l-Muîn Meymûn b. Muhammed, (1990), Tebsıra-
tu’l-Edille fî Usûli’d-Dîn ‘alâ Tarîkati’l-İmâm Ebî Mansûr el-Mâturîdî, Dımaşk, II, 910; a.mlf., Temhîd, s. 113). Nesefî’nin
zikrettiği bu ve yine Ebû Dâvud’a atfen naklettiği aynı mânâdaki diğer hadisler, gerçekten de zikrettiği senedlerle Sünen’de
yer almaktadır (krş.. Ebû Dâvud, Sünnet, 8, 4627, 4628 ve 4629 no’lu hadisler).
5 Meselâ Bkz. Şerh, 2b, 12a; Pezdevî, (1980), Usûlu’d-Dîn (Ehl-i Sünnet Akâidi ismiyle çev.: Şerafettin Gölcük, İstanbul), 5,
219, 354; Nesefî, Tebsıra, I, 17, 130; II, 798, 910; Temhîd, 101.
6 Meselâ Bkz. Şerh, 4a; 24a; Nesefî, Temhîd, 100; Sâbûnî, Nûreddin Ahmed b. Mahmud, (1995), el-Bidâye fî Usûli’d-Dîn
(haz. Bekir Topaloğlu), Ankara, 64.
7 Meselâ Bkz. Nesefî, Temhîd, 101; Sâbûnî, a.g.e., 89.
8 Nitekim 388/998’de vefât eden Hattâbî’nin “Horasan ehli (hadis kitapları içinde daha ziyâde) Buhârî ile Müslim’in kitapları-
na düşkündür” şeklindeki ifâdesi de, hadis edebiyatının önde gelen kitaplarının o tarihlerde ve o bölgede tedâvülde olduğu-
nu göstermektedir (Bkz. Me‘âlimü’s-Sünen, Münzirî’nin Muhtasaru Süneni Ebî Davud’u ile birlikte, Beyrut trs., I, 11).
9 Bkz. Tebsıra, II, 845.
10 Hadisçinin öncelikli amacı, sened ve metniyle bir bütün olarak ve en doğru şekliyle “hadisin” naklidir. Bu nedenle her bir
râvînin ismi, vefât tarihi, nisbesi ve nereli olduğu, hocaları ve talebeleri, rivâyet ehliyetine sahip olup olmadığı, senedin
kopuk olup olmaması, metnin merfû mu yoksa mevkûf mu olduğu, lâfzında değişiklik bulunup bulunmadığı gibi pek
çok husus hadisçi için önemlidir. Hadis usûlu kitapları bu ve benzeri pekçok konuya tahsis edilmiş ıstılâhlarla doludur.
Halbuki, diğer ilim dallarında yazılan eserlerde bir hadisin senedi ve metni ile ilgili hususiyetlere nâdiren yer verilir. Hat-
ta bu eserlerde hadisler genelde isnâdları hazfedilerek nakledilir. Zira bu alanlarda çalışanların öncelikli amacı, metnin
delâleti ve içerdiği hükümlerin yani “muhtevânın” naklidir. Dolayısıyla senede gösterilen titizlik hadis ulemâsına hastır,
denilebilir. Nitekim İbn Hibbân (354/965) da “hadisçilerin, mesâilerinin büyük çoğunluğunu metinlerden ziyâde râvî-
lerin ve isnâdların öğrenilmesine hasrettiğini, buna karşın fıkıhçıların metinler ve bunlardan çıkan hükümlerle meşgul
olup mânâ ile rivâyeti yeterli gördüğünü” ifade etmektedir. Bkz. (1997), Sahîh (el-İhsân bi tertîbi Sahîhi İbn Hibbân, thk.
Şuayb el-Arnavut), Beyrut, I, 159.
11 Bu konuda meselâ Bkz. Şerh 88b; Sâbûnî, el-Bidâye (haz. Bekir Topaloğlu), Ankara, s. 17; Ebû’l-Berekât en-Nesefî, Keş-
fu’l-Esrâr, II, 4-5. Mâturîdiyye’ye göre de böyle bir haberle hâsıl olan bilgi, zarûrîdır. Yani bu haberden istidlâlde bulunan
kişi için hâsıl olabileceği gibi bulunmayan kişi için de bilgi hâsıl olur. Hatta bir takım öncülleri tertibe koyma yeteneğine
sahip olmayan çocuklar için bile böyle bir bilgi meydana gelir (Bkz. Ebû’l-Berekât en-Nesefî, a.g.e., II, 6).
12 İmâm Mâturîdî, Te’vîlât, I, 128-129. Bu konuda ayrıca Bkz. Şerh, 61b.
13 Bkz. Nesefî, Tebsira, II, 793.
14 Bu konuda geniş bilgi için Bkz. Şerh, 61b.
15 Bkz. Ebû’l-Berekât en-Nesefî, Keşfu’l-Esrâr, II, 6-7.
16 Bkz. Şerh, 193a-193b. Hadis için Bkz. Ebû Dâvud, Salât, 24; Tirmizî, Salât, 119; İbn Mâce, Mesâcid, 4; Dârimî, Salât, 111;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 83, 96.
17 Bkz. Ebû’l-Mu‘în en-Nesefî, Tebsıra, II, 860-861; a.mlf., et-Temhîd fî Usûli’d-Dîn, Kahire 1987, s. 112. Hadis için Bkz. Bkz.
Tirmizî, Menâkıb, 16, 38; İbn Mâce, Mukaddime, 11 (97 no’lu hadis); Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 382, 385, 399, 402.
18 Bkz. Tebsıra, II, 829; Temhîd, 108. Hadis için Bkz. Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 129; IV, 421; Tabarânî, el-Mu‘cemu’s-
Sağîr (Beyrut, 1985), II, 260; Hâkim, Müstedrek, IV, 76, 501; Beyhakî, Sünen, VIII, 143-144.
19 Ebû’l-Mu‘în en-Nesefî, Tebsıra, II, 763.
20 Meselâ Bkz. Şerh, 193a-193b; Ebû’l-Mu‘în en-Nesefî, Tebsıra, II, 763
21 Bkz. Kitâbu’t-tevhîd (nşr. Fethullah Huleyf), İstanbul 1979, s. 9. Ebû’l-Berekât en-Nesefî’ye göre âhâd haber; bir, iki veya
daha fazla kimsenin rivâyet ettiği, mütevâtir veya meşhûr derecesine ulaşamamış haberdir (Bkz. Keşfu’l-Esrâr II, 8).
22 Bu konuda Bkz. Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, 8-9, 27; Ebû’l-Mu‘în en-Nesefî, Tebsıra, I, 16; Nesefî, Necmüddin Ömer, Met-
nu’l-‘Akâid (Taftâzânî’nin Şerhu’l-‘Akâid’i ile birlikte), basım yeri ve yılı yok, s. 65. Mâturîdiyye’nin konu ile ilgili bazı
tespitleri ve örnek bir hadis için ayrıca Bkz. Şerh, 176b.

571
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

23 İmâm Mâturîdî “ » (Âhâd haber, amelî konularda bilgi gerek-


tirmekle birlikte şehâdet –itikâd- konusunda gerektirmez) görüşündedir (Bkz. İmâm Mâturîdî, Te’vîlât, V, 439). İfadede
geçen “amel” ve “şehâdet” ile, fıkhî ve itikâdî konular kastediliyor olmalıdır. Âhâd haberin itikâdî konulardaki bu konumu
ile ilgili olarak ayrıca Bkz. Şerh, 12a; Ebû’l-Mu‘în en-Nesefî, Tebsıra, I, 131, 279; II, 803-804; Ebû’l-Berekât en-Nesefî,
Keşfu’l-Esrâr, II, 8.
24 Bkz. Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, s. 394; Ebû’l-Muîn en-Nesefî, Tebsıra, II, 817; Sâbûnî, el-Bidâye, s. 91; Taftâzânî, Saduddin
Mesud b. Ömer, Şerhu’l-‘Akâid, basım yeri ve yılı yok, s. 202.
25 Bkz. Kitâbu’t-tevhîd, s. 394.
26 Mâturîdiyye’nin bu konuda delil gösterdiği âyetlerden bazıları şunlardır: “Mûsa dedi ki ‘Ey milletim! Eğer siz gerçekten
Allah’a imân ettiyseniz ve samimi Müslümanlarsanız, sadece O’na dayanıp güvenin” (Yûnus 10/84), “Bunlar âyetleri-
mize imân etmiş muslümanlardı” (Zuhruf 43/69), “Bunun üzerine Lût’un memleketinde bulunan suçluların arasından
mü’minleri çıkardık. Zaten orada kendini Allah’a vermiş bir tek ev halkından başka müslüman da bulamadık” (Zâriyât
51/35-36). Bu konuda geniş bilgi için Bkz. Ebû’l-Muîn en-Nesefî, Tebsıra, II, 817-818.
27 Nesefî’nin verdiği bilgilere göre bu kanaatte olanlar İmâm Mâlik, İmâm Şâfiî, Evzâ‘î, Medîneliler, Zâhirîler, Ahmed b.
Hanbel ve İshâk b. Râhûye gibi ehl-i hadis İmâmlarının tamamı ile kelâmcılardan el-Hâris b. Esed el-Muhâsibî, Ebû’l-Ab-
bâs el-Kalânisî ve Ebû Ali es-Sekafî gibi isimlerdır (Bkz. Tebsıra, II, 798).
28 İmânı tasdik, ikrâr ve amelden müteşekkil görenlerin en önemli delillerinden biri “Bedevîler ‘imân ettik’ diyorlar. Onlara
‘siz imân etmediniz, müslüman gözüktük deyin, İmân henüz gönüllerinize yerleşmedi…’ de” âyetidir. Bu konuda geniş
bilgi için Bkz. Ebû’l-Muîn en-Nesefî, Tebsıra, II, 817.
29 Bkz. Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, 393. İmâm Mâturîdî’nin Te’vîlâtu Ehli’s-Sünne isimli tefsirinin şerhinde de bu hadisten
bahsedilirken “İslâm için de şu cevabı verdi...” denilmiş, “şerâi‘ ” ifâdesi zikredilmemiştir. Bkz. Ebû Bekir Semerkandî,
Şerhu Te’vîlâti Ehli’s-sünne (Şerh-i Semerkandî), T.S.M.K., Medine Böl., No: 179, v. 129b.
30 Bkz. Kitâbu’t-tevhîd, s. 396.
31 Bkz. a.g.e., s. 397. Ebû’l-Muîn en-Nesefî (508/1114) de hadisi kendi şeyhlerinden işittiği ve içinde Ebû Hanîfe ve İmâm
Maturîdî gibi kitap sahibi isimlerin bulunduğu senedlerle zikreder. Cafer b. Muhammed (432/1040) ve Ebû Abdillah
b. Ebî Hafs da, Nesefî’nin senedlerinde geçen kitap sahibi müelliflerdendir. Nitekim Nesefî, Cafer b. Muhammed’in il-
mu’l-ahbâr (haberlerin bilgi değeri) konusunda, Ebû Hanîfe’ye kadar ulaşan muttasıl bir senedle belîğ bir çalışma kaleme
aldığını ifade eder. Nesefî’nin belirttiğine göre Ebû Abdillah’ın da Kitâbu’l-İmân isimli bir çalışması vardır ve Cibrîl ha-
disinin “şerâi” ifadesi bulunan bir rivâyeti bu eserde de yer almaktadır (Bkz. Tebsıra, II, 821). Nitekim Cibrîl Hadisi, Ebû
Hanîfe’ye nisbet edilen “el-Fıkhu’l-Ebsat” (Bkz. el-Fıkhu’l-ebsat, İmâm-ı A‘zam’ın Beş Eseri içinde, der. ve çev. Mustafa
Öz,, İstanbul 1992, s. 45) ve yine kendisi tarafından rivâyet edilmiş hadislerin derlenmesinden oluşan “Müsned” (Bkz.
Ebû Nuaym, Ahmed b. Abdillah el-İsfehânî, Müsnedu Ebî Hanîfe, thk. Nazar Muhammed el-Firyâbî, Riyâd 1415, s. 152)
içerisinde de, Mâturîdîlerin tercih ettiği ve hadisin diğer rivâyetlerine kıyasla sahîh bulunan şekliyle yer almaktadır.
32 Hadisin bazı rivâyetleri için meselâ Bkz. Buhârî, İmân, 37; Tefsîru Sûre 31; Müslim, İmân, 1, 5, 10; Ebû Dâvud, Sünnet, 17;
Tirmizî, İmân, 4; İbn Mâce, Mukaddime, 9; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 51. Cibrîl hadisinin isnâdları; râvîleri hakkın-
daki değerlendirmeler; metinlerinin tahrîci, mukâyesesi ve inşâsı hakkında geniş bilgi için Bkz. Nazlıgül, Habil, Hadiste
Metin İnşası ve Metin İnşası Açısından Cibrîl Hadisi Rivâyetleri, Kayseri 2005, s. 108-143..
33 Meselâ lugatçı Ebû’l-Bekâ bu kelimeyi, “bir peygambere mahsûs fiil veya (daha öncekilerde bulunan bir fiilin) terki”
şeklinde açıklar ve hakîkatte furû‘a delâlet ettiğini söyler. Bu kelimenin usûl’e ıtlâkı ise mecâzîdir (Bkz. Ebû’l-Bekâ, Ey-
yûb b. Musa, el-Külliyyât, Beyrut 1992, s. 524). XI/XVII. asır Osmanlı Hanefî-Mâturîdî ulemâdan Kemâlüddîn Beyâzî
(1098/1687) de “şerî‘at” terimine yaklaşık aynı mânâyı vermektedir. Ona göre bu kelime, mükelleflerin dünya ve âhiret
hayatını zenginleştirip süsleyen ve tebdîl ile neshe açık olan cüz’i hükümlere taalluk eder. Bu terimin küllî kâidelere ıtlâkı
ise mecâzîdir. İşte Cibrîl hadisinde de, bu cüz’iyyâtın tamamı değil belli başlı olanları sayılmıştır (Bkz. İşârâtu’l-merâm
min ‘ibârâti’l-İmâm, Kahire 1949, s. 63).
34 Hadisin bu rivâyeti için Bkz. Müslim, İmân, 35.
35 Nesefî’nin açıklamaları için Bkz. Tebsıra, II, 803.
36 Bkz. Buhârî, İmân, 3; Müslim, İmân, 35; Tirmizî, İmân, 6; Ebû Dâvud, Sünnet, 15; İbn Mâce, Mukaddime, 9; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, II, 414.
37 Bkz. Tirmizî, İmân, 6. Mezkûr rakam Buhârî’de “altmış küsur”; Müslim ve Tirmizî’nin birer rivâyeti ile Ebû Dâvud’da
“yetmiş küsur” şeklinde geçmektedir.
38 Bu konuda bilgi için meselâ Bkz. Aynî, Bedrüddin, ‘Umdetü’l-kârî, I, 127-128.
39 Bakara 2/102
40 Bu rivâyetler için ayrıca Bkz. Taberî, Câmiu’l-Beyân, I, 444 vd.
41 Bkz. Şerh, 38b-39a.
42 Bakara 2/67-68.
43 Bedâ’, “Allah’ın belli bir şekilde vukû bulacağını haber verdiği bir olayın, daha sonra başka bir şekilde gerçekleşmesidir.”
Bedâ’ hakkında geniş bilgi için Bkz. İlhan, Avni, “Bedâ’ ”, D.İ.A., V, 290.

572
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

44 Mâturîdiyye’ye göre Yahudilerden kesmeleri istenen inek, başlangıçta da mukayyed idi yani belirli vasıfları vardı. Ancak
Allah bu ineği, Yahudilerin istemine bağlı olarak vasfetmiştir. Yoksa bu vasıflar, suâle binâen ihdâs edilmiş değildir. Al-
lah, onların böyle bir açıklama isteyeceğini bildiğinden, ineğin vasıflarını başlangıçta bildirmemiştir. Aksi takdirde, Al-
lah’ın ilk emrinden dönmüş olması ve ilminde bir takım değişikliklerin meydana gelmesi kaçınılmaz olur. Bkz. Mâturîdî,
Te’vîlât, I, 62; Şerh, 34a.
45 Mâturîdiyye’nin bu konudaki görüşleri için meselâ Bkz. Mâturîdî, Te’vîlât, 291; Şerh, 48b, 53a.
46 Bkz. Mâturîdî, Te’vîlât, I, 62; Şerh, 34a.
47 Görebildiğimiz kadarıyla Mâturîdiyye’nin müteahhir ulemâsından Ebû’l-Berekât en-Nesefî (710/1310) de sonuç itibâriy-
le Hanefî usûlcüler gibi düşünmektedir. Ona göre Yahûdîlerin “Rabbine dua et, ineğin vasıflarını bize açıklasın” şeklinde-
ki talebi, “ineğin vasıflarının beyânı” mânâsındadır. Yani böyle bir istek üzerine gelen açıklamalar birer “beyân”dır. Ancak
Ebû’l-Berekât’a göre buradaki beyân, mutlak ifâdenin takyîdi cinsindendir ki “nesih” makamındadır ve (emredilen bir
şey) yapılmadan önce nesh edilebilir. Ebû’l-Berekât bu açıklamayı yaptıktan sonra Hz. Peygamber’e izâfe ettiği bu hadisi
nakleder (Bkz. Medâriku’t-Tenzîl, I, 55). Bundan da anlaşılan şudur ki o bu hadisi, Mâturîdiyye gibi reddetmeyip Hanefî
usûlcüler gibi “nesh”e işâret saymıştır.
48 Hanefî usûlcüler Cassâs (370/980) (Bkz. el-Fusûl fi’l-Usûl, İstanbul 1994, II, 50) ve Serahsî’ye göre geciken beyân, nesih
ifâde etmektedir. Serahsî’ye göre Yahudîlerin başından geçen bu hâdise, şekil itibâriyle beyân olmakla birlikte, mânâ açı-
sından nesihtir (Bkz. Usûl, II, 83). Serahsî, bu hâdiseyle ilgili âyetlerde “nassa ziyâde yoluyla beyân” bulunduğunu ifâde
etmekte ve şöyle demektedir: “Bize göre bu, neshe denk bir durumdur. Zira nesih ancak, asıl hitaptan sonra meydana
gelir. İbn Abbas’ın “Eğer herhangi bir ineği kesselerdi, kendilerine kâfi gelirdi...” şeklindeki haberi de buna işâret etmek-
tedir. Bu da, ilk emrin kolay olanı ihtivâ etmesine rağmen, daha sonra zor olanla nesh edildiğine delâlet eder” (Bkz. Usûl,
II, 34).
49 Bkz. Usûl, II, 34, 83.
50 Hadis için Bkz. Buhârî, Büyû‘, 19, 22, 42-47; Müslim, Büyû‘, 43; Ebû Dâvud, Büyû‘, 53; Tirmizî, Büyû‘, 26; Nesâî, Büyû‘, 4,
8-10; İbn Mâce, Ticârât, 17; Dârimî, Büyû‘, 15; İmâm Mâlik, Büyû‘, 79; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 56; II, 4, 9, 52, 54, 73,
119, 135, 183, 211; III, 402, 403, 434; IV, 425; V, 12, 17, 21-23.
51 Nisâ 4/29.
52 Bkz. Şerh, 184b.
53 İmâm Mâturîdî’nin bu konudaki görüşleri için Bkz. Te’vîlât, I, 405.
54 Bkz. Kitâbu’t-tevhîd, s. 8, 9.
55 Bkz. Şerh, 24b.
56 Müslim, Radâ‘, 24-25; Tirmizî, Radâ‘, 3; Ebû Dâvud, Nikâh, 11; Nesâî, Nikâh, 51; İbn Mâce, Nikâh, 35; Dârimî, Nikâh, 49;
Muvatta’, Radâ‘, 17.
57 Bkz. Te’vîlât, I, 384. Bu konuda ayrıca Bkz. Şerh, 176b.
58 Hadis için Bkz. Müslim, Radâ‘, 26; Ebû Dâvud, Nikâh, 10; Nesâî, Nikâh, 53; İbn Mâce, Nikâh, 36.
59 Bkz. Mâturîdî, Te’vîlât, I, 384; Şerh, 177a.
60 Bkz. Mâturîdî, Te’vîlât, I, 384. Bu konuda ayrıca Bkz. Şerh, 177a.
61 Duyu bilgisi hakkında geniş bilgi için Bkz. Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, s. 4, 222, 224; Şerh, 104b, 159b-160a, 513a.
62 Bkz. Şerh, 104a, 269a.
63 Bkz. Ebû’l-Berekât en-Nesefî, Keşfu’l-Esrâr, II, 4-6.
64 Mâturîdiyye, bu konuda Übeyy b. Ka’b’ın Hz. Peygamber’den naklettiği “Sana, benden önce sadece Hz. Süleymân’a in-
dirilen bir âyet öğreteceğim” deyip bunun besmele olduğuna işaret buyurduğu hadisi delil getirmişlerdir. Bu hadis için
meselâ Bkz. Dârekutnî, Sünen, I, 310. Mâturîdiyye’ye göre ayrıca “Namazı kulum ile kendi aramda iki kısma ayırdım”
şeklinde başlayan kudsî hadis de aynı hususa delâlet etmektedir. Bu hadis için Bkz. Hadis için meselâ Bkz. Müslim, Salât,
38; Nesâî, İftitâh, 23. Bu hadislerden çıkarılan mânâ ve konu hakkında geniş bilgi için bkz. İmâm Mâturîdî, Te’vîlât, I, 6-7.
65 Allah Taâlâ Kur’ân’da “… Evlendikten sonra fuhûs yapan câriyelerin cezâsı, hür kadınlara uygulanan cezânın yarısıdır…”
buyurmuş fakat aynı suçu işleyen bekâr câriyelerin cezâsına değinmemiştir. Mâturîdiyye, “Hz. Peygamber, zinâ yapan
câriyeye, evlenmemiş dahî olsa, celde cezâsı uygulanmasını emretti” ve “Hz. Peygamber, zinâ yapan evlenmemiş bir
câriyeye ne yapılması gerektiğini soran bir adama, ‘celde vur. Eğer tekrar yaparsa yine celde vur’ demiş, üçüncü veya
dördüncü defasında ise ‘tekrar yaparsa bir ip mukâbilinde bile olsa onu sat’ buyurdu” gibi hadislere dayanarak böyle câ-
riyelere celde vurulması gerektiği sonucuna ulaşmıştır. Bu konudaki hadisler için Bkz. Buhârî, ‘Itk, 17; Hudûd, 35; Buyû‘,
66, 110; Müslim, Hudûd, 30-32; Ebû Dâvud, Hudûd, 33; Tirmizî, Hudûd, 8, 13; İbn Mâce, Hudûd, 14; Dârimî, Hudûd, 18;
Muvatta’, Hudûd, 14; Ahmed b. Hanbel, II, 249, 376; IV, 116-117. Mâturîdiyye’nin bu konudaki kanaati hakkında geniş
bilgi için Bkz. İmâm Mâturîdî, Te’vîlât, I, 402; Şerh, 183a.
66 Özellikle de sem‘iyyât ile ilgili bahislerin pekçoğu hakkındaki haberler, âhâd tarîkiyle varid olmuştur. Zira kat‘î olarak
kabul edilen Kitâb ve mütevâtir haberin bu konulara delâleti büyük çoğunlukla zannîdir. İşte bu sebeple Mâturîdî ulemâ,
özellikle de âhiret ahvâli ile ilgili meselelerde kullandığı hadisleri, aslında âhâd olmalarına rağmen meşhûr, mânevî mü-
tevâtir, müstefiz, ma‘rûf gibi vasıflarla anmıştır. Böylece bu vasıflarla vasfedilen haberlerin subûtu, “zannî” olmaktan
çıkarak “delil” olacak konuma gelmiştir. Nitekim Ebû’l-Muîn en-Nesefî meselâ kabir azâbı konusunda vârid olan haber-

573
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

lerin şöhret ve istifâza derecesine ulaştığını, bu dereceye ulaşan haberlerin ise “istidlâlî ilim” gerektireceğini söyler (Bkz.
Tebsıra, II, 763).
67 ‘Âl-i ‘Imrân 3/ 102.
68 Hadisin bazı değişik rivâyetleri için Bkz. Buhârî, Libâs, 101; Cihâd, 46; İsti’zân, 30; Tevhîd, 1; Müslim, Îmân, 48-50; Tir-
mizî, Îmân, 18 (2643 no’lu hadis); İbn Mâce, Zühd, 35 (4296 no’lu hadis); Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 525, 535; V, 236,
238, 242; III, 260-261.
69 Bkz.: Te’vîlât, I, 295. Ayrıca Bkz. Şerh, 140a.
70 et-Teğâbun 64/16.
71 Bkz. Te’vîlât, I, 295.
72 Nitekim Kur’ân’da “Onlara verdiğiniz bir şeyi almanız size helâl değildir. Yalnız, erkek ve kadının Allah’ın sınırlarında
durumayacaklarından korkarsanız, o zaman kadının verdiği fidyede (mehir hakkından vazgeçmesinde) ikisine de bir gü-
nah yoktur” (el-Bakara 2/229) ve “Apacık bir edepsizlik yapmadıkları (huzursuzluk ve geçimsizlik yapmadıkları) sürece,
verdiğinizin bir kısmını geri almak için kadınları sıkıştırmayın” (en-Nisâ 4/19) gibi âyetlerde, geçimsizlik şartına bağlı
olarak kadının, aldığı mehri veya bir kısmını geri verip eşinden ayrılabileceğine dikkat çekilir.
73 Mâturîdiyye’nin bu konudaki kanaati için Bkz. Şerh, 83a-83b. Bu konuda ayrıca Bkz. İmâm Mâturîdî, Te’vîlât, I, 381.
74 Bu hadis için Bkz. Buhârî, Talâk, 12; Ebû Davud, Talâk, 18; Nesaî, Talâk, 34, 53, İbn Mâce, Talâk, 22; İmâm Mâlik, Muvat-
ta’, Talâk, 31; Dârimî, Talâk, 7; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 3.
75 Mâturîdiyye’nin beyânına göre Hasan el-Basrî, “geçimsizliğin sebebi erkek ise, ayrılık mukabilinde birşey alamaz. Ge-
çimsiz olan kadınsa, karşılıklı anlaşmaları kaydıyla, mehirden fazlası da alınabilir” demektedir. Hz. Ömer, İbn Ömer, İbn
Abbâs, Mücâhid, İbrahim ve İmâm Şâfiî de bu kanâattedir (Bkz. Şerh, 83a). Nitekim Hattâbî de, ekser-i fukahânın bu
görüşte olduğunu söyler (Bkz.: Ebû Dâvud, Talâk, 18 ,2227 no’lu hadisin şerhi.
76 Bkz. Nisa 4/23.
77 Bkz. Buhârî, Nikâh, 21; Şehâdât, 7; Müslim, Radâ‘, 32; Ebû Dâvud, Nikâh, 9; Nesâî, Nikâh, 51; İbn Mâce, Nikâh, 37.
78 Hadis için Bkz. Ebû Dâvud, Nikâh, 9; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 432; Mâlik, Muvatta’, Radâ‘, 11.
79 Hadis için Bkz. Tirmizî, Radâ‘, 5; İbn Mâce, Nikâh, 37.
80 Bkz. İmâm Mâturîdî, Te’vîlât, I, 384. Konu ile ilgili olarak ayrıca Bkz. Şerh, 177a.
81 Hadis kaynaklarında böyle bir hadise rastlayamadık.
82 Bkz. İmâm Mâturîdî, Te’vîlât, I, 384. Ayrıca Bkz. Şerh, 177a.
83 Nitekim Şa‘bî (103/721), Süfyân es-Sevrî (161/778), Evza‘î (158/774) yanında İmâm Mâlik (179/795), İmâm Şâ-
fiî (204/819), Ahmed b. Hanbel (240/854), ve Hanefîlerden Ebû Yusuf (182/798) ile İmâm Muhammed (189/804) bu
kanâattedir (Bu konuda Bkz. Ebû Dâvud, Nikâh, 9, 2058 no’lu hadisin Hattâbî ); Hâzimî, el-İ‘tibâr, s. 147-148; ‘Aynî,
‘Umdetü’l-Kârî, XX, 95-96. Buhârî’nin bu hadisi zikrettiği babın başlığı da buna delâlet etmektedir: “Bâbu men kâle:
Lâ radâ‘a ba‘de’l-havleyn li kavlihî Te‘âlâ: ‘Havleyni kâmileyni limen erâde en yütimme’r-radâ‘ate’. Çoğunluğa muhâlefet
eden Ebû Hanîfe ise, bu âyetin devamında yer alan “...Eğer ana ve baba birbirleriyle görüşüp karşılıklı anlaşarak çocuğu
memeden kesmek isterlerse kendilerine bir günah yoktur” ifâdesinden hareketle, emzirme süresini iki buçuk yıl olarak
tesbit etmiştir. Zira bu ifâde, ikinci yıldan sonra da süt emzirilebileceğine delâlet etmektedir. Ebû Hanîfe’ye göre, çocuğun
bir defada aniden sütten kesilmesi uygun değildir. Bu işlem yavaş yavaş, çocuk alıştırılarak gerçekleştirilmelidir. Bu süre
içinde bazen emzirilir bazen de diğer yiyeceklerden verilir. Böylece çocuk meme emmeyi yavaş yavaş unutur. Ebû Hanîfe
bu alıştırma dönemini, hâmilelik süresinin en azına kıyasla altı ay olarak tesbit etmiştir (Bkz. ‘Aynî, ‘Umdetü’l-Kârî, XX,
96).
84 Bakara 2/233.
85 Bkz. Tebsıra, II, 779-780. Hatta Ebû’l-Muîn’in yaptığı Te’vîlât şerhi derslerini yazıya geçiren Alâuddîn es-Semerkandî
(535/1140) bile, fıkhı bizzat ondan öğrenmiş olmasına rağmen Hanefî mezhebi metodlarına göre Mîzânu’l-Fusûl fî Netâi-
ci’l-Usûl isimli bir usûl kitabı yazmıştır (Bkz. Kuraşî, el-Cevâhiru’l-Mudiyye, III, 83).
86 Hanefîlere göre umum ve mutlak mânâ ifade eden lafzın hükmü kesindir (Bkz. Serahsî, Usûl, I, 32) Umûm bildiren bir
lafız tahsîs edildiği zaman, taşıdığı hüküm artık değişmiş olur. Yani tahsîs Hanefiyye’ye göre beyân-ı tefsir değil beyân-ı
tağyîr cinsindendir. Dolayısıyla, hükümdeki tağyîr yani yerine başka bir hükmün konması Hanefiyye’ye göre nesih makâ-
mındadır (Bkz. Serahsî, Usûl, II, 29-30). Bu sebeple, Kur’ân’ın umûm bildiren lafızları söz konusu olduğunda, tahsîs (ve
dolayısıyla nesih) edecek delilin, mütevâtir veya meşhûr olması gerekir. Zira Hanefiyye’ye göre Kur’ân’ın âhâd haberle
neshi câiz değildir (Bu hüküm için Bkz. Serahsî, Usûl, II, 77). İşte bu sebeple, âhâd haberle tahsîsin de câiz olmadığı ifâde
edilmiştir (Bkz. Serahsî, Usûl, I, 133, 364).
87 Keşfu’l-Esrâr, I, 114-115. Ebû’l-Berekât’ın atıfta bulunduğu Kâdî Ebû Zeyd’in de 430/1038’de vefât ettiği düşünülürse,
Mâturîdiyye içinde Irak’a göre farklılık arzeden görüşlerin, erken tarihlerde değişime uğramaya başladığı düşünülebilir.
88 El-Müzzemmil 73/20.
89 Bu hadis için Bkz. Buhârî, Ezân, 95; Müslim, Salât, 34-36; Ebû Dâvud, Salât, 136; Tirmizî, Salât, 183; İbn Mâce, İkâme, 11;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 428; Dârimî, Salât, 36.
90 Bu hadis için Bkz. Müslim, Salât, 38-41; Ebû Dâvud, Salât, 136; İbn Mâce, İkâme, 11; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 241,
478.

574
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

91 Bu âyet “Eğer kendilerine azâb edersen şüphesiz onlar senin kullarındır (dilediğini yaparsın). Yok eğer onları bağışlarsan
şüphesiz sen izzet ve hikmet sahibisin” meâlindedir.
92 Bu hadis için Bkz. Buhârî, Ezân, 95, 122; İsti’zân, 18; Eymân, 15; Müslim, Salât, 45; Tirmizî, Salât, 226; Nesaî, İftitâh, 7;
Ebû Dâvud, Salât, 148; İbn Mâce, İkâme, 72; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 437.
93 el-En‘âm 6/121.
94 Mâturîdiyye’nin bu konudaki kanaati için Bkz. Mâturîdî, Te’vîlât, II, 169-170; Şerh, 299a-299b.
95 Âl-i ‘İmrân 3/97.
96 Hadis için meselâ Bkz. Buhârî, İlim, 37.
97 Mâturîdiyye’nin bu konudaki kanaati için Bkz. Şerh, 137a-137b.
98 Bakara 2/144.
99 Mâturîdiyye’nin bu konudaki kanaati için Bkz. İmâm Mâturîdî, Te’vîlât, I, 101; Şerh, 51b.
100 Bkz. Bakara 2/180.
101 Hadis için Bkz. Tirmizî, Vasâyâ, 5; Ebû Dâvud, Vasâyâ, 6; Nesâî, Vasâyâ, 5; İbn Mâce, Vasâyâ, 6; Ahmed b. Hanbel, Müs-
ned, IV, 186-187, 238-329; V, 267.
102 İmâm Mâturîdî, Te’vîlât, I, 128-129.
103 Bkz. Şerh, 61b.
104 Bkz. Te’vîlât, I, 128-129.

Kaynakça
Abdülcebbâr b. Ahmed, el-Kâdî, (1384/1965), Şerhu’l-Usûli’l-Hamse (thk. Abdulkerim Osman), Kahire
Abdurrezzâk b. Hemmâm es- San‘ânî, (1972) Musannef, Beyrut
Aydınlı, Abdullah, (1987), Hadis Istılâhları Sözlüğü, Timaş Yay. İstanbul
el-Aynî, Mahmûd b. Ahmed b. Musa, Bedruddîn, (trs), ‘Umdetü’l-Kârî, Beyrut
el-Begavî, Ebû Muhammed Hüseyin b. Mes‘ûd, (1987), Mesâbihu’s-Sünne, Beyrut
el-Beyâdî, Kemalüddîn Ahmed el-Hanefî, (1949), İşârâtu’l-Merâm min ‘İbârâti’l-İmâm, Kahire
Beyâdîzâde, Ahmed b. Hasan b. Sinânüddin, (1996), el-Usûlu’l-Münîfe li’l-İmâm Ebî Hanîfe (thk. ve “İmâm Azam Ebû Hani-
fe’nin İtikâdî Görüşleri” ismiyle terc.: İlyas Çelebi), İstanbul
el-Beyhakî, Ahmed b. Hüseyin, (1344), Sünen, Haydarâbâd
el-Cassâs, Ahmed b. Ali er-Râzî, (1994), el-Fusûl fi’l-Usûl, İstanbul
ed-Dârekutnî, Ali b. Ömer, (1966), Sünen, Medine
Ebû Hanîfe, Nu‘mân b. Sâbit, (1981) el-Fıkhu’l-Ebsat (İmâm-ı A‘zam’ın Beş Eseri içinde), İstanbul
el-Gazâlî, Ebû Hâmid Muhammed b. Muhammed, ( 1322), el-Mustasfâ min ‘İlmi’l-Usûl, Dâru Sâder, Bûlâk
el-Hattâbî, Ahmed b. Muhammed, (trs) Me‘âlimü’s-Sünen (Münzirî’nin Muhtasaru Süneni Ebî Davud’u ile birlikte), Beyrut
İbn ‘Adiyy, Ebû Ahmed Abdullah el-Cürcânî, (1988), el-Kâmil fî Du‘afâi’r-Ricâl, Beyrut
İbn Hacer, Ahmed b. Ali el-‘Askalânî, (1325), Tehzîbu’t-Tehzîb, Haydarabad
İbnü’s-Salâh, Osman b. Abdirrahman, (1986), Ulûmu’l-Hadîs, Dımaşk
Malik b. Enes, (trs), Muvatta’, (İmâm Muhammed rivâyeti), Beyrut
el-Mâturîdî, Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed, (1979), Kitâbu’t-Tevhîd (nşr. Fethullah Huleyf), İstanbul
el-Mâturîdî, Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed, Te’vilâtu Ehli’s-Sünne, T.S.M.K., Medine Bölümü, nr. 180
el-Mâturîdî, Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed, (1971), Te’vîlâtu Ehli’s-Sünne, İbrahim ‘Avazeyn – Seyyid ‘Avazeyn tah-
kîki, Kahire
Muhammed b. el-Hasan eş-Şeybânî, (1983), Kitâbu’l-Hucce ‘alâ Ehli’l-Medîne, ‘Âlemu’l-Kütüb, Beyrut
en-Nesefî, Ebu’l-Berekât Abdullah b. Ahmed, (1984), Medâriku’t-Tenzîl ve Hakâiku’t-Te’vîl, İstanbul
en-Nesefî, Ebu’l-Berekât Abdullah b. Ahmed, (1986), Keşfu’l-Esrâr Şerhu’l-Menâr fi’l-Usûl, İstanbul
en-Nesefî, Ebu’l-Mu‘în Meymûn b. Muhammed, (1990), Tebsıratu’l-Edille fî Usûli’d-Dîn ‘alâ Tarîkati’l-İmâm Ebî Mansûr
el-Mâturîdî, Dımaşk
el-Pezdevî, Ebû Yüsr Muhammed, (1980), Usûlu’d-Dîn (Ehl-i Sünnet Akâidi ismiyle çev.: Şerafettin Gölcük), İstanbul
es-Semerkandî, Ebû Bekir Muhammed b. Ahmed, Alâuddin, Şerhu Te’vîlâti Ehli’s-Sünne, T.S.M.K. Medine Böl., No: 179
es-Semerkandî, Ebû Seleme, (1989), Cumelu Usûli’d-Dîn (thk.: Ahmet Saim Kılavuz), İstanbul
es-Serahsî, Muhammed b. Ebû Sehl, (1984), Usûl, İstanbul
et-Taftâzânî, Sa‘duddîn Mes‘ûd b. Ömer, Şerhu’l-‘Akâid, baskı yeri ve yılı yok
ez-Zehebî, Şemsüddîn Muhammed b. Ahmed b. Osman, (1958), Tezkiratu’l-Huffâz, Haydarabad
ez-Zehebî, Şemsüddîn Muhammed b. Ahmed b. Osman, (1983), Siyeru A‘lâmi’n-Nübelâ, Beyrut
ez-Zehebî, Şemsüddîn Muhammed b. Ahmed b. Osman, (trs), Mîzânu’l-‘İtidâl fî Nakdi’r-Ricâl

575
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Prof. Dr. Ali ÇELİK


1957 yılında Kütahya Merkez Ahiler köyünde doğdu. İlk okulu köyünde
bitirdi. İmam Hatip Okulunu ve Lise Fark derslerini vererek Liseyi Kü-
tahya’da 1975’te bitirdi. İzmir Yüksek islam Enstitüsünden 1979 yılında
mezun oldu. 03.08.1983/20.01.1986 tarihleri arasında katıldığı istanbul
Haseki IV. dönem ihtisas Kursu Arapça bölümünü bitirdi.1987 yılında
Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde Yüksek Liansını
;21.01.1994’de Dokuz Eylül Üniv.ersitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde de
doktorasını tamamladı. 3 Ekim 1994 yılında ise Süleyman Demirel Üni-
versitesi İlahiyat Fakültesi Hadis Anabilim Dalında Yard. Doç.Dr. kad-
rosuna atandı.Süleyman Demirel Üniversitesinde yaklaşık beş yıl görev
yaptı. 26 Mart 1999 tarihinde Eskişehir Osmangazi Üniversitesi İlahiyat
fakültesinde aynı Anabilim Dalında Yard.Doç. Dr. olarak göreve başladı.11
Kasym 2000’de Doçent oldu. 20 Eylül 2006 ‘da Profesör oldu. 2006-2012
yılları arasında aynı fakültede dekan olarak görev yaptı. Halen aynı fakül-
tede öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır. Evli ve iki çocuk babasıdır.

“İslâm-İman İlişkisi”
Konusunda Cibrîl Hadisinin Mâturîdî
Yorumuna Esas Olan Rivâyetinin
Hadis İlmi Açısından Değerlendirilişi
“Cibril hadisi”, sadece Hadis alanında değil, İslâmî
ilimlerin Kelam-Akâid, Tasavvuf gibi muhtelif alan-
larında da ilgi odağı olmuş” bir hadistir. Hadisin te-
mel hadis kaynaklarında yer alışı, İslâm’ın iman, amel
ve ahlak esaslarını ihtiva etmesi hadisin Müslüman-
lar arasında yaygın olarak bilinmesini sağlamıştır.
İcrâ etmekte olduğumuz sempozyumun adını taşı-
yan İmâm Mâturîdî hazretleri de bu hadisi, görüşle-
rine delil olarak kullanmıştır.
Ben tebliğimde, İmâm Mâturîdî’nin “İman” ve “İs-
lam” kavramlarının ne anlam ifâde ettiğini yorumlar-
ken “Cibril Hadisi” nin hangi rivâyet tarîkini kullan-
dığını, bu tarîkin diğer rivâyet tarîklerinden farkının
ne olduğunu ve rivâyet tekniği açısından durumu hak-
kında bilgi sunmaya çalışacağım. Ancak konuya gir-
meden önce çok kısa tarihî arka plan üzerinde dur-
mak istiyorum.
İmâm Mâturîdî’nin yaşadığı yüzyıl
Hicrî IV. ve V. asırlar
Yaşadığı bölge Mâverâünehir-Horasan bölgesi içinde
Semerkand.

577
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Bu yüzyılda bölge, düşünce faaliyetleri bakımından bir parçası olduğu konusunda Hâricîlerle hem fikir-
son derece hareketli. dir. İslâm düşüncesinde, daha sonra bu tartışmalar
-Mihne sonrası Mutezilî ulemâ bu bölgeye sığınmış; çerçevesinde İman ve Amel ilişkisi konusunda, birisi
Mürcie’nin, diğeri de Ashabu’l-Hadis’in olmak üzere
-Mürcie, Hâricîlik, İsmâiliyye, Zeydiyye, Kerrâmiyye, iki ayrı “iman nazariyesi” geliştirilmiştir.4
Hanefîlik gibi her biri kendi görüş ve düşüncelerini
savunan, bunları kendince delillendiren İslâm dü- Burada tabiî olarak şu soru akla gelmektedir: Böyle
şünce hareketleri bu bölgede. farklı, birbiriyle karşıt görüşlerin yoğun bir şekilde
tartışıldığı ortamda İmam Maturîdî’nin durduğu
Mâturîdi, bu bölgede Semerkand’da Ebû Hanîfe’nin nokta neresidir? Biz, İmâm Mâturîdî’nin, karşıt fi-
îtikâdî ve Fıkhî düşüncelerinin tedrîs edildiği Dâ- kirler arasında tam “orta noktada” bulunduğu kana-
ru’l-Cüzcâniyye olarak bilinen önemli bir eğitim atindeyiz. O, bu duruşuyla bir taraftan akıl – nakil
merkezinde öğrenimini tamamlamış. arasında dengeyi kurarak bunun bilimsel temellerini
Bu düşünce hareketliliği içinde “İman-İslâm” kavram- ortaya koyarken, diğer taraftan ise, Müslümanlar ara-
ları ve aralarındaki ilişki konusu ilk tartışma konuları sındaki parçalanmışlığı gidermenin bir nevi fikrî alt
arasında. İbn Receb el-Hanbelî’nin de belirttiği gibi, yapısını tespit ediyordu.
“İman, İslâm, küfür ve nifak kavramları müslüman- Yani, İman ve islâm’ın aynı mânâyı ifade ettiğini ve
lar arasında tartışılan ilk problem kabul edilmiştir.”1 İman’ın (Terim manasından hareketle) “Kalbin tas-
Bunun arka planına baktığımız zaman görünen şu: diki” olduğunu ifade ederek Mürcie’ye yaklaşıyor5;
“Cemel ve Sıffîn savaşlarından sonra Hâricîler’in Hz. Amel -iman ilişkisinde de Mürcie gibi düşünüyordu.
Osman (35/656), Hz.Ali (40/661) ve taraftarlarını, ha- Böylece, amellere inanmanın ayrı şey, farz olduğunu
kemleri, tahkîmi kabul edenleri, büyük günah işle- bildiği halde yerine getirmemenin ayrı şey kabul edi-
yenleri tekfir etmeleri sonucu, İslâm düşüncesinde yordu. O bu yaklaşımla Ebû Hanîfe’nin yaptığı din-Şe-
iman, küfür, nifak, fısk, büyük günah, vaad ve vaîd riat ayrımı istikâmetinde düşünmektedir. Eğer Al-
gibi problemler tartışılmaya başlanmıştır.2 lah’ın bütün emirlerini yapmak din kabul edilseydi,
bu durumda Allah’ın emirlerinden her hangi birini
Aslında tartışılan Harîcîlerin ileri sürdüğü İman Na-
terk eden, Allah’ın dinini terketmiş olurdu.6 Tabiki,
zariyesi ile buna karşı Mürcie’nin geliştirdiği İman
kasden inkarı kasdetmiyor. Yani o, burada bütün
Nazariyesidir. Bu tartışmalar başlangıçta Hâricîler
inanç değerlerine “din” diyor ve iman da islâm da bu
ile Mürcie arasında ceryan ederken daha sonra ge-
mânâda aynı şeyi anlatıyor. Bunun için iman, tasdik-
nişleyerek devam etmiş, yeni görüşler ortaya çık-
tir. Bu da kalbin fiilidir. Ameller-şeriat ise, âzâların
mıştır. Başlangıçta siyâsî bir hareket olan Haricîlik,
fiilidir buna da “şerâî” diyor.7 Bütün bunlara ilâve-
daha sonra îtikâdî bir düşünce hareketine dönüşmüş
ten amellere de özen gösterilmesi gerektiğini de ileri
ve tartışmaların zeminini oluşturmuştur. “Hâricîler,
sürerek bu düşüncesinde de Mu’tezile’ye yaklaşıyor.
kendi fikirlerini benimsemeyen müslümanlara kâ-
fir muamelesi yapınca, buna karşılık Mürcie, “ame- İmâm Mâturîdî bu iki kavramın (İman-İslam) haki-
lin imandan bir cüz olmadığını” işleyen nazariyesini katte aynı şeyi ifade ettiğini düşünmektedir.8 Ve de-
geliştirerek Müslümanları Hâricî katliamından kurta- lil olarak getirdiği Cibrîl hadisinin İbn Ömer rivâye-
racak bir “iman anlayışı” ortaya koymaya çalışmıştır. tinde Hz.Peygamber’in ( ): İslâmın şerâi’i
olarak anlattığı hususların, imân ifâdesinin bir tef-
Bu iki mezhep arasındaki tartışma, daha sonra Ha-
siri olduğunu belirtmektedir.
dis taraftarları ile Mürcie arasında devam etmiştir.
İslam mezheplerinden Mûtezile, Şîa ve bütün Hâri- Cibrîl Hadisi
cîler, amellerin, İman tanımına dâhil edilmesi konu- Cibrîl Hadisi üzerinde yapılan gerek sened ve gerekse
sunda birleşmişlerdir. metin tahlillerine göre Cibrîl Hadisi’inin pek çok Ha-
Hâricîler imanı, “farz kılınan bütün iyilikleri kalple, dis kaynağında geçtiği tespit edilmiştir.
dille ve organlarla yerine getirmek” veya “taatlerin el-Kettânî, “Nazmu’l-Mütenâsir” isimli eserinde Cibrîl
bütünü” olarak tanımlarken, Mürcie, imanı, “söz (ik- hadisinin sahâbî râvilerinin sekiz olduğundan bahse-
rar+tasdik)” olarak veya “sadece kalbin fiili/mârifet” der. Ve Şu listeyi verir: Hz. Ömer, Ebû Hüreyre, İbn
ya da “hem dilin hem de kalbin eylemi” olarak ta- Ömer, Ebû Zer, Enesbin Mâlik, İbn Abbas, Ebû Âmir
nımlamışlardır.3 Hadis taraftarları, amellerin imanın el-Eş’arî, Cerir bin Abdillah el-Becelî9

578
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Cibrîl Hadisi üzerine yapılan yeni çalışmalarda, kay- ve “şerâiin” hepsine birden verilen isimdir.”22 diyerek
naklarda Cibrîl hadisinin toplam onbir sahâbi tarafın- iman ve İslâm’ın aynı şey olduğunu belirtir.
dan rivâyet edildiği nakledilmektedir.10 Bu sahâbîler, İmâm Mâturîdî, Ebû Hanîfe’nin iman ve İslâm’ın aynı
Hz. Ömer, Abdullah İbn Ömer, Ebû Hüreyre, Ebû Zer, şey olduğuna delil olarak getirdiği [Alkame bin Mer-
Umeyr bin Katâde, İbn Abbas, İbn Mesûd, Enes bin sed Yahya bin Ya’merà İbn Ömer ] tarikiyle naklettiği
Mâlik, Ebû Âmir el-Eş’arî, Cerir bin Abdillah olup, Cibrîl Hadisinin23 bu rivâyetinde Hz.Peygamber’in
Şia kaynakları tarafından Hz. Ali’ye yapılan isnadla (Şerâiu’l-İslâm) olarak anlattığı hususların, “iman”
birlikte Cibrîl Hadisinin sahâbi râvîsi 11’e ulaştığı ol- ifâdesinin bir tefsiri olduğunu belirtir. 24
duğu görülmektedir.11
Mâturîdî, imânı “kalbin tasdiki” olarak gördüğün-
el-Kettânî, Mütevâtir hadisler arasında zikretse de den, amelleri imândan kesin olarak ayırmakta, imânı
Cibrîl hadisi, Âhad12’dır. Fakat Sahabe tabakasından asıl, amelleri ise imânın gereği olarak görmektedir.25
sonraki tabakalarda râvi sayılarının artmasıyla Meş- Çünkü Allah Kur’an’da imân ile ameli ayrı zikret-
hur13 seviyesine ulamıştır. Kütüb-i Sitte’deki senedler miş ve amelleri yerine getirmeyenleri kınamakla bir-
içerisinde en âlî isnadlı olanı, Buhârî ve İbn Mâce’nin likte mü’min olarak vasıflamıştır. Mesela bir âyette:
rivâyetlerinde zikrettikleri olup, her birinde sahâbe de “Erkek veya kadın, mü’min olarak kim yararlı iş iş-
dahil olmak üzere beş râvi bulunmaktadır. En nâzil lerse, işte onlar cennete girer. Kendilerine zerre kadar
senedli olan rivâyetler ise, Müslim ve diğer kaynak- zulmedilmez” (Nisa,124) buyurulmaktadır. Mâturî-
larda geçen İbn Ömer rivâyetidir ki, Müslim’e kadar dî’ye göre bu âyet, amellerin imâna dâhil olmadığını
yedi râvisi vardır. Umûmî olarak hadisin Kütüb-i Sit- göstermekle birlikte, amelleri yerine getirmek husu-
te’deki varyantlarının bütün tabakalardaki râvî sayısı sunda hassas davranılması gerektiğine işaret etmek-
67’ye ulaşmaktadır.”14 tedir. Çünkü, “Kim mü’min olarak sâlih amel işlerse”
Kaynaklardaki Durumu ifâdesi, açıkca amelin, imanın icabı olduğunu, ancak
Cibrîl hadisi, Kütüb-i Sitte başta olmak üzere pek çok şartları arasında yer almadığını gösteriyor. Eğer Sa-
kaynakta bazen tam/mufassal15 bazen de muhtasar16 lih amel işlemek iman olsaydı, o zaman Allah, “kim
olarak geçmektedir. Rivâyetler arasında muhteva iti- mü’min olarak iman amelini işlerse”26 derdi. Bu se-
bâriyle birbiriyle örtüşenler bulunduğu gibi, birbi- beple o, amelleri imanın bir parçası olarak gören
riyle tam örtüşmeyen, bazı rivâyetlerde bulunan ifâ- Hâricîler, Mutezile ve Ashâbu’l-Hadis’in görüşlerine
delerin bazılarında bulunmaması şeklinde rivâyetler açıkca karşı çıkar ve onları eleştirir.27
de bulunmaktadır. Meselâ, İbn Ebî Şeybe’nin naklet- Gerek Ebû Hanîfe’nin gerekse Mâturîdî’nin İslâm ve
tiği rivâyette17 Hz.Ömer ve İbn Ömer’den gelen tarik- İman konusunda delil olarak zikrettikleri Cibrîl ha-
lere göre18, “imanın” tarifi sadedinde “Kadere iman”; disinin (Şerâiu’l-İslâm) lafzını içeren üç rivayet şekli
“İslam”’ın açıklamasında da “hac” zikredilmemiş- vardır. Bunlardan ikisi İbn Ömer tarîkyle, biri de İbn
tir.19Yine Ebû Hanîfe’nin eserlerinde20 zikrettiği İbn Mesûd tarikiyle gelmiştir.
Ömer ve İbn Mesûd tarikiyle gelen rivâyetlerde “İs- a) İbn Ömer tarikiyle gelen birinci rivâyet:
lam’ın Şerâîi nedir ?” şeklindeki ifâde, diğer kaynak-
larda “Şerâî” kelimesi zikredilmeksizin, sadece “İslâm Ebû Hanîfe (150/ )’nin el-Fıkhu’l-Ebsat’ta (Şerâiu’l-İs-
nedir ?” şeklinde geçmektedir. lâm) ifadesinin geçtiği rivayetin isnad zinciri şöyledir:

İman–İslâm İlişkisinin Mâturîdî Yorumuna [Ebû Hanîfe Alkame bin Mersed Yahya bin Ya’mer
Esas Olan Rivâyet àİbn Ömer]

Bilindiği üzere İmâm Mâturîdî, İman–İslâm kavram- Hadisin isnadında İnkıtâ vardır. Zira rivâyet zincirinde
larının ifâde ettiği mânâ konusunda, bu iki kavramın Ebû Hanife ile İbn Ömer arasında iki kişi vardır: 1.
hakikatte aynı şeyi ifâde ettiğini düşünmektedir.21 O, Alkame bin Mersed (Kûfeli, vefatı. 120 civarında), 2.
bu konuda Ebû Hanife’nin görüşlerini benimsemiş- Yahyâ bin Ya’mer. (Basralı vefatı. 90 civarında)
tir. Ebû Hanife, el-Fıkhu’l-Ekber’de “lügat itibâriyle İsnada göre Alkame bin Mersed, bu rivâyeti Yahyâ
“iman” ve “İslâm” arasında fark vardır, fakat İslâm- bin Ya’mer’den almıştır. Tabakât kitaplarında Al-
sız iman, imansız da İslâm olmaz. Onların ikisi de kame bin Mersed’in Yahyâ bin Ya’mer ile görüştü-
bir şeyin içi ve dışı gibidirler. Din ise, “iman”, “İslâm” ğüne dair bilgiye rastlanılmamaktadır. Dolayısıyla

579
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

bu rivâyetin isnâdında bir kopukluk söz konusudur.28 de mürciîlerin ziyâdesi olduğunu belirtir. ( ) ifa-
Hadis Munkatı’dır. desinin râfızî olduğu bilinen Şirzime tarafından ha-
Bununla beraber bu rivâyet benzer rivâyetlerce destek- dise eklendiğini ifâde ederek bu rivâyeti kabul etmez.
lenebilir ve bu şekilde de zayıflıktan kurtularak hasen ( ) ifâdeli rivâyet Kûfelilerin, diğerleri ise Basra-
li-ğayrihi mertebesine yükselebilir. [Tatlı, age. s. 88-89] lıların olup, Basralı râvilerin hafızasının daha güçlü
olduğunu belirtir.34
b) İbn Ömer tarikiyle gelen ikinci rivâyet; Ebû Hanîfe
(150/)’nin Müsned-i Ebi Hanife’de29 geçmektedir: Bu Mülahaza
tarikin Ebû Hanîfe’ye kadar olan isnâdı yine; Bütün bu değerlendirmelerden sonra şu sorulara ce-
[Ebû Hanîfe Alkame b. Mersed Yahyâ b. Ma’mer İbn vap arayacak olursak:
Ömer ]şeklindedir. İslam-İman ilişkisi konusundaki Mâturîdî yorumunda
Ebû Hanîfe’den ise bu rivâyeti beş kişi almıştır. Bun- delil olarak kullanılan Cibrîl hadisinin rivâyet şekli,
lar da: senedlerindeki inkıta nedeniyle ihticaca elverişli de-
ğildir. Ancak benzer rivâyetlerin desteğiyle hasen
1.Züfeyr b. el-Huzeyl,
li-ğayrihi seviyesine çıkarak delil olarak kullanılabilir.
2.Dâvûd et-Tâî,
3.Muhammed b. el-Hasen, Sıhhat durumu ancak diğer rivayetlerle desteklen-
4.Ebû Abdirrahmân el-Mukri’ mek suretiyle ihticac edinilebilecek olan bir rivâyeti,
5. Beşşâr b. Kırât’dır. gerek Ebû Hanîfe gerekse Mâturîdî niçin delil ola-
Bu rivâyetin isnâdı da önceki gibi munkatıdır. Çünkü rak kullanmışlardır?
Alkame b. Mersed ile Yahyâ b. Ya’mer arasındaki râvî Bu soruya şu şekilde cevap verilebilir:
düşmüştür. Bu durum da rivâyetin sıhhatini zedele- 1. Ebû Hanîfe, diğer rivâyetlere muttalî olmamış ola-
mektedir. İsnâdının munkatı olması sebebiyle tek ba- bilir. Çünkü onun yaşadığı dönem tasnif faaliyetle-
şına ihticâc edilemez. rinin henüz başladığı dönemdir. Mâturîdî ise, aynen
c) İbn Ömer tarikiyle gelen üçüncü rivâyet; Müsnedü Ebû Hanife’nin eserlerinden naklettiği için üzerinde
Ebî Hanife’de30 geçmektedir. Onun da rivâyet zinciri fazla durmamış olabilir.
şöyledir: [Hammad bin Süleyman (ö. 120) İbrahim 2. Diğer rivâyetlere muttalî olmuştur fakat kendi
en-Nehâî (ö. 96) Alkame bin Mersed (ö. 120 civarı) kriterlerine göre bu rivayetleri tercih etmiştir. Nedir
İbn Mesûd (ö. 32)] kendi kriterleri?
Bu hadisin İsnadında da inkıta vardır. Çünkü Alka- Ebû Hanîfe, hadis, rivâyetine pek istekli davranma-
me’nin doğrudan İbn Mesûd’dan hadis alması müm- mıştır. Çünkü Kûfe’nin hadis vaz’ının merkezi ha-
kün değildir. Arada bir râvi düşmüştür. Netice ola- line gelmiş olması
rak, isnâdının kopukluğu nedeniyle bu rivâyetle tek
başına istidlâl etmemek uygundur. Hadis tasnif faaliyetlerinin henüz yeni başlamış olması,

Buna mukabil bu rivâyette yer alan ortak bilgilerin Hadislerin Kur’ana akla ve arzedilmesi
kabul edilmesi ve diğerleriyle bir arada düşünülerek İsnad hassasiyetinden ziyade, hadisin muhtevâ sağ-
zayıflıktan hasen li-ğayrihi derecesine yükselmesi lamlığını dikkate alması.
mümkündür.31 Benzer kriterler Maturîdî de bulunmaktadır. Maturî-
Cibrîl hadisinin (Şerâiu’l-İslâm) lafzı ile gelen bir dî’nin hadis tenkid noktası, sened değil metin’dir.
başka rivâyet de Ebû Nuaym el-İsfehânî-nin Hilye- Onun için râvîlerin rivâyet noktasına değinmez. Ayrıca
tü’l-Evliyâ’sında32 İbn Ömer’den naklettiği hadistir. başlangıç itibâriyle Âhad olan bu rivâyet daha sonra
Bu hadis hakkında Ukaylî, şöyle değerlendirmekte- meşhur olmuştur. Meşhur hadis hakkında Mâturî-
dir: “Bu hadisi Ebû Hanîfe ve Cerrah bin Dahhak ri- dî’nin değerlendirmesi farklıdır. Şöyle ki:
vâyet etmişlerdir, onlar Mürciîdir.”33 a. Meşhur hadis, Mâturîdî’ye göre “İlm-i tum’nîne”dir.
Yapılan değerlendirmelerde, hadiste geçen ( ) Mütevâtir gibi olmasa da ona yakın hüküm ifâde eder.
kelimesinin hadisin aslında olmadığı bunun sonra- b.Yine Mâturîdî’nin hadis değerlendirmesinde Amelî
dan ilave edildiği söylenmektedir. Nitekim Müslim, mütevâtir anlayışı vardır ki, amelin yaygın hale gel-
bu hadisi Mürciîlerin rivâyet ettiğini ve bu ifadenin mesi halidir. “Bu konuda selefin icmaı oluşmuştu”,

580
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

“selefin kavli bu yöndedir” ifadeleriyle amelin yay- “çünkü kendinden öncekileri ve şeyhlerini bu şekilde
gınlığına vurgu yapmıştır. buldu.” demektedir.36
c. Âhad hadisler konusunda “sübûtunda şüphe olmasa Gerek Mâturîdî’nin gerekse Mâturîdî ulemânın ri-
bile, asıl bilgi kabul edilen kaynaklara arz edilmeden vâyet malzemesinin naklindeki genel metodu, sened
kullanılmamalıdır”. Bu ve benzer kriterler açısından zikretmeksizin doğrudan haberin ait olduğu şahsa
bakılarak mezkur rivayetin niçin delil olarak kulla- izâfe etme şeklindedir.37Ancak zaman zaman, özel-
nıldığı değerlendirilebilir. likle Hz.Peygamber’e izâfe edilen (Merfû) haberle-
“Tehânevî, hadis rivayetini iki kısma ayırır: rin naklinde, sahâbî râvilerinin zikredildiği de olur.38
Birincisi: İsnad zincirindeki râvilerin zikredilmesiyle Mâturîdiyyenin sened konusundaki bu metodunu,
Hz.Peygamber’e ulaşan rivâyet türü. Buna TAHDİS Bazı bilim adamları coğrafî ve mezhebî bir gelenekten
yolu denir. Ashâbu’l-Hadis’in yolu budur ziyâde, bunu “meslekten” yani hadisçi olmamaktan
İkincisi: Rivâyetlerden istinbad yapıldıktan sonra çı- kaynaklanan bir hususiyet olduğuna bağlıyor iseler
kartılan hükmün ihbârı şeklindedir. Buna da İFTA de39, bizim kanaatimiz, Mâturîdî’nin pek çok konuda
yolu denir. olduğu gibi bu konuda da Ebû Hanîfe’yi takip etmesi
sebebiyle yani “selefin kavli bu yöndedir” düşüncesi
Ebû Hanîfe birinci yol olan Tahdis yoluyla değil,
gereği metne daha fazla ağırlık verdiği yönündedir.
ikinci tür olan İfta yoluyla rivâyette bulunmuştur.”35
Abdullah bin Mübârek, Ebû Hanîfe’nin muhaddis- Ayrıca gerek Ebû Hanîfe gerekse Mâturîdî, hadis ri-
lerin çoğunun tâbî olduğu birinci yola değil de ni- vâyeti konusunda ifta yolunu takip etmişlerdir.
çin ikinci yolu yani ifta yolunu tercih ettiği sorusuna (Vallahu a’lemu bi’s-sevâb)

Dipnotlar
1 İbn Receb, Câmiu’l-Ulûm ve’l-Hikem, (thk. Şuayb Arnaud ve İbrahim Bâcis), s.114, 1415/1995, Beyrut.
2 Kutlu, S. İlk gelenekçiler, s.74
3 Kutlu, S. a.g.e., s.75
4 Kutlu, S., a.g.e., ayn.yer
5 Kutlu, S., Mâturîdîlik,s.42
6 Bkz.:Ebu Hanife, Kitabu’l-Âlim ve’l-Müteallim,s.15-16; (Arapça,s.46-48)((Kutlu,S.,Mâturîdîlik,s.39)
7 Kutlu, S., a.g.e.,s,42
8 Mâturîdî, K.Tevhid, s.394-397, 401.)
9 Bağcı, M, H., İnsanın Kaderi, Ankara, 2009, s.132
10 Tatlı, B., Cibrîl Hadîsi Ve İslâm Düşüncesine Yansımaları.,s.71(dipnot), 205
11 Tatlı, B., a.g.e.,205
12 Âhad: Umumiyetle mütevatir derecesine yükselemeyen haberlere denir. (M.Uğur., Hadis Terimleri Sözlüğü, Ank, 1992,
s.7).
13 Meşhur: Âhad haber, rivâyet tarikleri mütevâtir derecesinde olmamak şartıyla çoğalırsa Meşhur olur.(M. Uğur., a.g.e.,ayn.
yer)
14 Nazlıgül,H., Hadiste Metin İnşası Ve Metin İnşası Açısından Cibril Hadisi Rivayetleri, s.121.
15 Nesâî,VIII, 101, ha.4991.
16 Buhârî, Sahih, İman, 37.
17 İbn Ebî Şeybe, Musannef, VI, 157.
18 Tayâlisi, Müsned, s.5
19 Tatlı,B., a.g.e.,s.99
20 el-Fıkhu’l-Ebsat, s.37 (İmam-ı Azam’ın Beş eseri içinde) Trc. Mustafa Öz, İstanbul, 1981(Ayrıca, bkz.: Şamile, el-Fık-
hu’l-Ebsat, eş-Şerhu’l-Müyesser, ale’l-Fıkhı’l-Ebsat ve’l-Ekberi’l- Mensubin li Ebî hanifete, Muhammed bin Abdirrah-
man el-Hamîs, Nâşir: Mektebetü’l-Fürkan, el-İmârâtü’l-Arabiyye, 1419/199, I, 92)
21 Mâturîdî, K.Tevhid, thk. Fethullah Huleyf, (İskenderiye,ts.+ İstanbul, 1979), s.394-397, 401.
22 Ebû Hanife, El-Fıkhu’l-Ekber, s.62 (İmam-ı Azam’ın Beş eseri içinde ) Trc. Mustafa Öz, İstanbul,1981.
23 el- Fıkhu’l-Ebsat, s.37 (İmam-ı Azam’ın Beş eseri içinde ) Trc. Mustafa Öz,İstanbul,1981.
24 Mâturîdî, a.g.e., s.396.
25 Ak, Âdem, Mâturîdî Kaynaklarda Mâturîdî ve Mâturîdîlik, Dokt. Tezi, Ank. 2006, s. 58 (Mâturîdî, a.g.e., s.535’den
naklen).
26 Maturîdî, Te’vîlat, II, 368.

581
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

27 Ak, Âdem, a.g.e., s.59.


28 Tatlı, age., s.87-88.
29 Müsned-i Ebi Hanife’de I, 323, ha. 200 (Şamile).
30 Şerhu Müsnedü Ebî Hanife , I, 30-33 (Şâmile-Metin şerh içinden alınmıştır).
31 Tatlı, B., a.g.e., 113-114.
32 Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, VIII, 202.
33 Ukaylî, ed-Duafâu’l-Kebîr, V, 99, ha.1109.
34 Tuğlu, N., Mâturîdî Kelâm Ekolü Çerçevesinde Kelâmî Hadislerin Değerlendirilmesi, s.193-194 (Müslim, et-Temyîz,
(thk. M. Muhammed el-Âzamî, by. 1410, s.199-200’den naklen).
35 Tehânevî, Ebû Hanîfe, s.13 (Mukaddimetü İ’lâu’s-Sünen içinde)’den naklen Ünal, İ.Hakkı, İmam Ebû Hanîfe’nin Hadis
Anlayışı, Ankara, 1994, s.57.
36 Tehânevî, a.g.e, s.18.
37 Bkz.: Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, s.308,387,391,399; Tabsıretü’l-Ediile, II, 827, 860, 904 vb.’den naklen Kahraman, Hüse-
yin, Mâturîdîlikte Hadis Kültürü, Bursa, 2001, s.49.
38 Mesela, Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, s.396;Te’vilat, s.8’den naklen Kahraman, Hüseyin, a.g.e., s.49.
39 Kahraman, Hüseyin, a.g.e., s.53-54.

582
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Prof. Dr. Nuri TUĞLU


Nuri Tuğlu, 1968 yılında Durağan’da doğdu. 1989 yılında Selçuk Üniver-
sitesi İlahiyat fakültesinden mezun oldu. Yüksek Lisansını Selçuk Üni-
versitesi Sos. Bil. Enstitüsü’nde 1996’da, doktorasını “Mâturîdî Kelâm
Ekolü Çerçevesinde Kelâmî Hadislerin Değerlendirilmesi” isimli teziyle
2003 yılında Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bil. Enstitüsünde ta-
mamladı. 2008 yılında Doçent, 2014 yılında profesörlük unvanını aldı.
Halen Süleyman Demirel Üniv. İlahiyat fakültesinde Hadis anabilim da-
lında öğretim üyesi olarak çalışmaktadır. Bilimsel makalelerinden bazı-
ları şunlardır: 1-İmâm Mâturîdî’nin Te’vîlâtü’l-Kur’ân Adlı Tefsirinin
Rivâyet İlimleri Açısından Bazı Özellikleri, 2-Teşbih İfade Eden Rivâyet-
ler ve Ehl-i Sünnet Yorumu Bağlamında İmâm Mâturîdî’nin Yaklaşımı,
3-Hadis İlminde Kitap Esaslı Sıhhat Tespiti Üzerine Bazı Mülahazalar,
4-Maveraünnehir Bölgesinde Hadis Çalışmaları (II-III. Yüzyıl), 5- Niyet
Amel İlişkisi Bağlamında “Ameller Niyetlere Göredir” Hadisi Üzerine
Bir Yorum Denemesi, 6- Sovyet Dönemi Kırgız Toplumunun Dinî Kül-
türünü Besleyen Kaynaklar ve Hadis/Sünnet Muhtevaları Üzerine Bir
Değerlendirme, 7-Hz. Muhammed’in Arap Toplumunda Yaptığı Sosyal
Değişim. Kitapları: 1-Aile İçi ve Bireysel ilişkilerde İslam’ın Şiddet Kar-
şıtlığı, 2-Türk Kültüründe Hadis.

İmâm Mâturîdî’de
Haber-i Vahidlerin Değeri
A-GİRİŞ
Kelam ilminde haber bilgi elde etme vasıtalarından
diğer bir ifadeyle kaynaklarından biri olarak kabul
edilmiş ve haberle elde edilen bilginin değeri kelam-
cılar, mantıkçılar, hadisçiler ve tarihçiler ilgili disip-
lin çerçevesinde haberin değeri hakkında tartışmalar
yapmışlardır. Her biri kendi amacı doğrultusunda ha-
ber kavramını kullanmıştır. İslami ilimler söz konusu
olduğunda haber denilince ilk akla gelen hadisler ol-
muştur. Ancak klasik kelam kaynaklarında hadisle-
rin itikatta delil olarak kullanılması yanında, geçmiş
peygamberler ve onların mucizeleri ve Hz. Muham-
med ve onun gösterdiği mucizelerin ispatında da de-
lil olarak kullanıldıkları görülmektedir. Mâturîdîlik
kavramı her ne kadar itikadla ilgili olsa da ürettikleri
bilgi bu alanla sınırlanamaz. Bunun yanında hadis,
tefsir, fıkıh vb. ilim dalları ile ilgili bilgiler de akla gel-
mektedir. Bu alanların hepsiyle ilgili olan bilgi kav-
ramı ve bunlar içerisinde haber kavramı tebliğimi-
zin konusu olacaktır. Haber kavramını Mâturîdî’nin

583
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

sistemindeki değeri ve haberi vâhidlere bakış açısını mânidir). Bu tanıma, bozucu, geçerliliğini zedeleyici
değerlendirmeden önce onun epistemolojisini ana itirazlar da yöneltilemez. Ancak onun önemi düşün-
hatlarıyla vermekte yarar vardır. mekle bilinir.” O, Mâturîdî’nin yaptığı tanımın özel-
Mâturîdî’nin Kelamında Bilgi Kaynakları liklerini ortaya koyduktan sonra bunun en doğru ta-
nım olduğunu ifade eder.9 Sâbûnî de Mâturîdî’nin
Bilgi; genel olarak; düşünce, ideoloji, hukuk, ahlakî
yaptığı bilgi tanımının itimat edilen bir tanım oldu-
inançlar, felsefe, bilim, teknoloji gibi pek çok alan ile
ğunu kaydeder.10
ilgili kavram olan bilgi aynı zamanda, kültürden baş-
layarak modern bilimlerin bilgisine kadar her şeyi Mâturîdî’nin bilgi tanımını ele alan ve tanımda kul-
içine almaktadır.”1 lanılan kelime ve kavramları tek tek inceleyen Ha-
nifi Özcan, Mâturîdî’nin bilgi tanımının ne anlama
Sistematik kelâm ilmi’nin epistemolojisini ilk ortaya
koyan2 İmâm Mâturîdî kendi çağdaşı olan kelâmcı- geldiğini şu ifadelerle özetlemektedir: “Bilgi, (insan,
lardan, bu yönüyle ayrılmaktadır. Ehl-i sünnet kelâ- cin, melek vb.) her kimde bulunursa, ona, (var ol-
mını sistemleştiren üç isimden biri olan Eş’arî’nin sun veya olmasın) düşünülebilen her şeyin, (tam bir
Mu‘tezilî olduğu dönemlerde İmâm Mâturîdî Mâ- açıklıkla) açık seçik hâle gelmesini sağlayan bir sıfat-
verâünnehir bölgesinde gerek iç gerekse dış düşman- tır.”11 Şunu ifade etmekte yarar vardır. Bilgi inanç yö-
larla fikrî mücadeleye başlamış ve onların görüşlerini nünden ele alındığında, süje ‘bilen’ değil artık ‘ina-
kendi delilleriyle çürütmeyi başarmıştır.3 Mâturî- nan’ olmaktadır.12
dî’nin sistematik bir yapı içinde ele aldığı bilgi teo- Mâturîdî; selefin nas, nakil ve rivâyet şeklindeki me-
risi, Mâturîdî’den sonra; bilginin değeri ve kaynakları todu ile (ilk) kelâmcıların akıl, akla dayalı istidlâl
üzerinde duran kelâm âlimlerinin kitaplarının ayrıl- ve muhakeme metodunu; duyu, haber/nas-nakil ve
maz bir parçası olmuştur.4 Mâturîdî’nin kurduğu bu akıl üçlüsü şeklinde yeni bir sisteme dönüştürmüş-
sistem Eş‘arîleri bile etkilemiştir. Nitekim, Abdülkâ- tür. Kendinden önce kesin olarak sınırları belirlen-
hir el-Bağdâdî, Usûlü’d-dîn adlı eserinde, sofistleri memiş olan kelâm ilminin epistemolojisini oluştura-
eleştirirken Mâturîdî’nin argümanlarını kullanmış- rak yeni bir anlayışın temellerini atmıştır.
tır.5 Bu konuda Mâturîdî, kendinden sonra gelen-
Mâturîdî, bilgiye ulaştıran vasıtaları nakil, akıl ve
lere âdeta önderlik ederek bir gelenek oluşturmuş ve
duyu olarak üçlü bir taksimle ele almıştır. Onun bu
bu gelenek günümüze değin devam etmiştir. Ancak
anlayışına bazı itirazlar yapılmıştır. Bunlardan biri,
Mâturîdî’nin epistemolojisi (bilgi teorisi), kendisin-
“Bilgiye ulaştıran sebep ve vasıtaları” üç olarak ka-
den sonra geliştirilememiştir. Bunun, “Mâturîdî’nin
ortaya koyduğu bilgi sistemi mevâlî-Arap, Ehl-i hadis bul etmenin mümkün olmadığı, bu kaynaklara vic-
ve Ehl-i rey gibi ayrımların etkisiyle göz ardı edilerek dan (ruhun bir şeyi doğrudan ve vasıtasız bilmesi,
ikinci plana itilmiş”6 olmasının yanında, başkaca se- sevinmek, susmakla ilgili bilgi gibi), hads (sezgi) ve
bepleri de bulunmaktadır. tecrübe gibi başka bilgi kaynaklarının da eklenmesi
gerektiği şeklindeki itiraz olup, kabul görmemiştir.
Mâturîdî’nin yaptığı “bilgi, öyle bir sıfattır ki; kendi-
Zaten Mâturîdî, sezgi, ilham ve keşfe dayalı bilgiyi
sinde bu sıfat bulunan kimseye (kalb ve dille anılma
kesin bilgi olarak kabul etmediği gibi bunu tartış-
özelliği ve) zikredilme niteliği olan her şeyin (onun
maya değer de bulmamıştır.13
tarafından) apaçık şekilde bilinmesidir,”7 şeklindeki
tanım ile Nesefî tarafından yapılan; “bilgi, diriden Akıl
cahilliği, şüphe ve zannı kaldıran (nefyeden) şeydir”8 Mâturîdîlerin bilgi sistemi içinde büyük öneme sa-
şeklindeki tarifler bilgi için kabul gören meşhur ta- hip olan ve kullanılmasına ehemmiyet verilen akıl;
nımlar olmuştur. sözlükte, mastar olarak “menetmek, engellemek, alı-
Nesefî; farklı bilgi tanımlamalarını ele aldıktan sonra koymak, bağlamak”14 gibi anlamlara gelir. Felsefe ve
bu tanımların zayıf taraflarını dile getirir. Sonra da mantık terimi olarak, ‘varlığın hakikatini idrak eden,
Mâturîdî’nin ‘bilgi’ tanımının özelliklerini şöyle be- maddî olmayan, fakat maddeye tesir eden, (onu) basit
lirtir: “Her şeye uygulanır (yettaridu), fertlerini içinde kavram haline getiren ve kavramlar arası ilişki ku-
toplar (efradını câmidir), tersi alındığında (tanım) bo- rarak önermelerde bulunan, kıyas yapabilen güç’ de-
zulmaz (yen’akisu), fertler bunun içine tam olarak gi- mektir. İnsanın her çeşit faaliyetinde doğruyu yanlış-
rer (efradını cami) ve başkaları dışarıda kalır (ağyârını tan, iyiyi kötüden ve güzeli çirkinden ayıran bir güç

584
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

olarak akıl, ahlâkî, siyasî ve estetik değerleri belirle- vermesi bakımından alan itibarıyla duyulardan daha
mede en önemli fonksiyonu haizdir.”15 geniş bir sahayı ihata etmektedir. Duyular ve akıl an-
Mâturîdî, tıpkı bilgi için derli toplu bir tanım verme- cak kendi sahaları ile ilgili hususları idrak edebilir.28
diği gibi akıl için de açık seçik bir tanım verme ye- Haber
rine onun fonksiyonlarını saymayı yeğlemiştir. Ona İmâm Mâturîdî, haberi insan hayatının zorunlu ve
göre akıl, “aynı nitelikte olanları bir arada toplayan ve kaçınılmaz bir gerçeği olma yanında inkâr edileme-
ayrı niteliktekileri ayıran, iyi ile kötüyü ayırt eden,16 yen bir olgu olarak kabul eder ve bu bağlamda o pey-
sahibinin şerefini yükseltecek olan şeyleri yapma- gamberlerin haberlerinin de dikkate alınması gerek-
sını emreden, onu küçük düşürecek, değersizleştire- tiği kanaatindedir.29 Peygamberlerin haberleri diğer
cek şeyleri yapmaktan alıkoyan,17 bir dereceye kadar haberler gibi doğrulanmaya ihtiyaç vardır. Bu manada
eşyanın hakikatini idrak edebilen şey”dir.18 Mâturî- doğrulayıcı olarak peygamberlere mucize verilmiştir.
dî’nin tanımından anlaşıldığına göre, aklın, varlık-
Mâturîdî, haberin doğrulanmasından sonra onunla
ları ve onlarla ilgili bilgileri tasnif ederek sonuçlar
amel edilmesi taraftarıdır.30 Ona göre, haberde ‘ke-
çıkaran ve insana kıyas yapma gücü veren zihnî bir
sin bir duyuş’ ( )31 yoksa, o haber insanın aklı
faaliyet olarak tezahür ettiğini söylemek mümkün-
ile ulaşamayacağı bilgileri elde etmesi için yeterli de-
dür. Pezdevî (493/1099), aklın nuranî, lâtif bir cisim
ğildir. Aynı zamanda haberle birlikte nazar/tefekkü-
olduğunu ve eşyanın onunla idrak edildiğini vurgu-
rün de olması şarttır.32 Bütün haberlere, doğruluğu
lar.19 Nesefî de Mâturîdî gibi aklı fonksiyonlarını ele veya yanlışlığı konusunda peşin hükümle yaklaşma-
alarak tanımlamaya çalışır ve akıl kavramından çok yıp, araştırılmadan ve incelenmeden reddedilmemesi
nazar kelimesini kullanır.20 gerektiğini söyler.33 Mâturîdî bir bilgi kaynağı olarak
Mâturîdî, aklı; varlıkları ve onlarla ilgili bilgileri tasnif kabul ettiği haber diğer bir ifadeyle nakil ile ilgili yap-
ederek sonuçlar çıkaran ve insana kıyas yapma gücü tığı taksim hakkında şunlar söylenebilir.
veren zihni bir faaliyet olarak da görmektedir. Bu fa- Mâturîdî’ye göre haberin kısımları
aliyet, ancak tefekkür ve nazarla mümkündür.21 Bun-
dan dolayı Mâturîdî, nazar üzerinde çokça durur ve a-Vahiy ve Haber-i Resûl
aklın nazar ve istidlal yoluyla bilgiye götüren bir yol İmâm Mâturîdî doğru haberin birincisini mütevâtir,
olduğunu ifade ederek,22 aklın ancak nazar ve tefek- diğerini de haber-i resûl (haber-i sâdık) şeklinde iki
kür neticesinde bilgiye ulaştığını ifade eder.23 kısma ayırır. İmâm Mâturîdî’nin haber-i sâdık olarak
da isimlendirdiği haber-i resûl; doğruluğu, getirdiği
Mâturîdîlere göre; akıl duyuların sınırını aşan alan-
apaçık delillerle (mu’cize) ortaya çıkan ve doğru olma
larda da bilgi verir, kendi sahası ile ilgili hususları id-
bakımından kendinden daha açık bir haberin bulun-
rak edebilir.24 Nitekim Mâturîdî âlimlerinden Sâbûnî,
madığı haberdir.34 Mâturîdî’ye göre doğruluk bakı-
aklın sahası ile ilgili ipuçları vermektedir. O, peygam-
mından haber-i resûl’den daha açık başka bir haber
berlerin varlığını ispatlarken şöyle der: “Allahu Tealâ,
yoktur. Zira peygamber getirdiği haberle birlikte onu
cennetle cehennemi yaratmış, bunların birinde dost-
doğrulayan açık delillere sahiptir. Bu, kalbi mutmain
ları için mükafat, diğerinde ise düşmanları için azab
etme yönüyle kendisine benzer başka bir haber bu-
hazırlamıştır. İnsan, aklı ile bu hâdiselerin incelikle-
lunmayan haber olup, onu getiren peygamberin ha-
rine nüfuz etmeye muktedir değildir,”25 demektedir.
berini kabul etmeyen kimse, aklın gereği olarak açık
Buna göre, akıl metafizik meseleleri ihata etmekten
bir inat içindedir.35
âciz kaldığından, aynı zamanda mubah ve haram
olan şeylerin bilinmesi hususunda26 ancak peygam- Haber-i Resûl, vahiy ve vahiy dışında kalan haber
berlerin bildirebileceği vahyin bilgisine ihtiyaç var- (hadîs) olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Mâturîdî,
dır. Bu sebeple Mâturîdîler her meselede imkân ve bunlardan birincisini “Ahbâru’r-Rusul” (peygamber-
yeterlilik ölçüsünde hem aklî hem de naklî delillerle lerin haberleri), ikincisini ise “el-Ahbâr elletî tentehî
konuşmaya önem vermektedirler.27 ilaynâ mine’r-rusul” (Peygamberler’den gelerek bizde
nihâyet bulan haberdir) şeklinde ifade eder.36 Allah’ın
Duyular emir ve yasakları Allah’tan Peygamber’e gelirken va-
İmâm Mâturîdî’ye göre duyular, bilgisizliğin söz ko- hiy, Peygamber’den bize intikal ederken de haber-i
nusu edilemeyeceği kadar güçlü bir bilgi vasıtasıdır. resûl adını almaktadır.37 Mâturîdî’nin bu ayrımında
Ancak akıl duyuların sınırını aşan alanlarda da bilgi birincisi, “vahye”, ikincisi ise peygamber’den vahiy

585
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

dışında nakledilen diğer haberlere işaret etmektedir. gerilmesi hadisesi ile ilgili açıklamalarında vermek-
Burada söz konusu edilen peygamber, Peygamberi- tedir. O, Hz. İsâ’nın çarmıha gerilmesi ile ilgili âyetin
miz Hz. Muhammed (s.a.v) olunca, vahiy “Kur’ân”, tefsirinde,42 İsâ’nın çarmıha gerildiği şeklinde gelen
diğeri ise onun sözleri ve hayatı ile ilgili rivâyetlerin haberin Yahudî ve Hıristiyanlar arasında mütevâtir
tamamını içine alan hadislerdir. olduğunu ve bunun yalan olduğunu söyleyerek, mü-
Mâturîdî’ye göre bu tür bir haberin (yani haber-i resûl) tevâtir haberin de yalana ihtimali bulunduğunu iddia
kaynağını oluşturan kimsenin gerçek peygamber olup eden Mu’tezileden bir gruba cevap olmak üzere, kay-
olmadığını akıl yürüterek kanıtlamak gerekir. Burada dettikleri haberi nakledenlerin sayısı ile ilgili açıkla-
akıl yürüterek kanıtlamadan maksat, elbetteki onun malarda bulunur. Mâturîdî’ye göre Hz. İsâ’nın asıl-
gösterdiği mucizelerin aklî muhakeme yolu ile, her dığını gören ve bunu nakleden ilk grup, altı yedi kişi
beşerin elinde olmayan, sadece Allah’ın seçtiği kul- kadardır. Hz. İsa’nın asıldığı yönündeki haber daha
ları elinde, yine Allah’ın iradesiyle meydana gelebi- sonra yaygın hale gelmiştir. Böyle bir haber âhâd ol-
leceğinin aklî olarak kabul edilmesidir. Mâturîdî, bu maktan çıkarak mütevâtir seviyesine ulaşamaz.43
tür haberin delillerle desteklendiğini, dolayısıyla bu Dolayısıyla, Mâturîdî’ye göre “bir haberin âhâd ol-
haberin herkesin kabul edeceği bir bilgi sağladığını maktan çıkması için yediden fazla râvîsinin olması
belirtir.38 Ancak peygamberin getirdiği haberin doğ- şarttır” dememiz mümkün olmasına rağmen bunu
ruluğunun ispatı olan mucizenin, aklî bir takım istid- kesin olarak ifade edemediğimizi belirtmemiz gere-
lallerle mucize oluşu belirlenmelidir. Mucize ile gelen kir.44 Zira sayılarla ifade edilen husus belli bir olaya
peygamberin gösterdiği mucize üzerine yapılan akıl şahit olan kimselerle ilgilidir. Hz. İsâ’nın çarmıha
yürütme sonucu onun peygamber olduğunun kabul gerilmesi veya onun yerine bir yahudinin çarmıha
edilmesi sebebiyle, haber-i resûl zarûrî bilgi değil, is- gerilmiş olmasına şahid olanların sayısı ifade edil-
tidlâlî bilgi ifade eder.39 mektedir. Mâturîdîler, mütevâtirin râvî sayısı hak-
b-Mütevâtir haber kında kesin bir rakam vermezler. Ancak mütevâtir
haber/hadis söz konusu edildiğinde Mâturîdî âlim-
İmâm Mâturîdî, genellikle haber kavramını Hz. Pey-
lerden bazılarına ait eserlerde; on, yirmi gibi bazı ra-
gamber’den nakledilen haberler için kullanır ve ikiye
ayırır. Birincisi mütevâtir haberdir. Mâturîdî Mü- kamlara rastlamamız mümkündür.45
tevâtir haberi, hadisçilerin tanımından farklı olarak, Mâturîdîler, turukunun çoğalması ve haberin ortak
yanılmaları ve yalan söylemeleri muhtemel kişilerin bir mana ifade etmesi sebebiyle âhâd haberi mütevâtir
dilinden Hz. Peygamber’den bize ulaşan bilgiler ola- gibi kabul etmelerine rağmen, mütevâtir dememek-
rak görür. Ona göre bu tür haberleri rivayet edenler, tedirler. Çünkü İmâm Mâturîdî’ye göre başlangıçta
doğruluk ve masumiyetlerini kanıtlayacak herhangi haber-i vâhid olan haberler daha sonra mütevâtir ola-
bir delil ve belgeye sahip olmadıklarından bu tür ha- mazlar.46 Mâturîdîlerin dilinde bu tür haberler meş-
berler de incelemeye tabi tutulmalı, eğer yalan olma hur/müstefîz haber olarak ifade edilmektedir.
ihtimali yoksa onun masumiyetine açık belge bulu- c-Haber-i Vâhid
nan birinden duyulmuş gibi algılanması ve mütevâtir
vasfını kazanmış olmasından dolayı kabul edilmesi Hz. Peygamberle ilgili haberlerin diğer gurubunu ha-
gerekmektedir. İmâm Mâturîdî mütevâtir haberi nak- ber-i vâhidler oluşturmaktadır. “bir kişinin rivâyet
ledenler arasında bile yalan söylemeleri ve yanılmaları ettiği haber” anlamına gelen haber-i vâhid, “el-habe-
muhtemel kişilerden söz etmektedir. Oysa hadisçile- ru’l-âhâd, ahbâru’l- âhâd” şeklinde “birden fazla ki-
rin tanımında yalan söylemeleri muhtemel olmayan şinin rivâyet ettiği haber” anlamına da gelir ve usûl
kişilerden söz edilir.40 Mütevâtir haberin verdiği bil- kitaplarında birbirlerinin yerine kullanılır. 47
ginin kesinliği konusunda ihtilaf da bulunmamakta- İlk dönem âlimlerinden Ebû Hanîfe ve talebelerinin
dır. Mâturîdî; Peygamber (sav)’den bize intikal ede- haber-i vâhidden anladıkları şey, sözlük anlamına
rek ve tevâtüren bize gelen haberin reddedilmeyecek uygun olarak “tek kişinin rivâyet ettiği” haberdir.48
bir bilgi verdiğini ifade etmektedir.41 İmam Şâfiî de, haber-i hâssa olarak isimlendirdiği
İmâm Mâturîdî, mütevâtir haberi nakledenlerin as- haber-i vâhidi “bir kişinin rivâyet ettiği haber” ola-
gari sayısı ile ilgili bir rakam vermemesine rağmen, rak kabul eder.49 Ebû Hanîfe ve Şâfiî’nin haber-i vâ-
altı-yedi kişinin verdiği haberi âhâd haber olarak ka- hid telakkîlerinden ilk dönemlerde onun sadece tek
bul ettiği yönündeki kanaatini, Hz. İsa’nın çarmıha kişinin rivâyet ettiği haber olduğu anlaşılmaktadır.

586
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Haber-i vâhid için verilen tanımlardan, bilginlerin me- bu ifadeden maksatları muhtemelen altı temel iman
seleyi Hz. Peygamber’den gelen rivâyetler özelinde ele esası ile ilgili olsa gerektir. Örneklerine sıkça rastlan-
aldıkları anlaşılmaktadır. Mütevâtir gibi kitlelere mal dığı gibi, onlar temel itikat esasları dışında pek çok
olarak şuyû bulmuş haberlerin ilk üç asırdan sonra haber-i vâhidi özellikle meşhur âhadları itikâdî ko-
şöhrete ulaşmaları onları haber-i vâhid olmaktan çı- nularda delil olarak kullanmışlardır.57
karmamıştır. Haber tevâtür derecesinin altında kal- Mâturîdîler dışında haber-i vâhidlerin ilim ifade et-
mıştır. Peygamberimiz’e (as) ittisalinde hem şeklen mediğini58 belirttikleri halde itikatta delil olarak kul-
hem de manen şüpheler bulunmaktadır.50 İlk asır- lanan âlimler arasında, Ahmed b. Hanbel (241/855)59,
larda haber-i vâhid iken tevâtür seviyesine ulaşma- Eş’arî (324/936)60, İbn Hazm (456/1063)61, İbn Tey-
mış ama mütevâtir gibi kabul edilme vasfı kazanmış miyye (728/1328), İbn Kayyım el-Cevziyye (751/1350)
haberler için literatürde meşhur, Hanefîlerin dilinde vb. sayılabilir.62
ise müstefîz kavramı kullanılmaktadır.
Haber-i vâhidin itikatta delil olamayacağını söyle-
d-Haber-i Vâhid’in Bilgi Değeri yen Mu’tezile, amelî konularda delil olarak kabul et-
Haber-i vâhid’in delil olması meselesi ameli konu- mekte ve onunla amel etmektedir.63 Bu yaklaşım, as-
larda Hariciler, itikâdî konularda ilk tartışmanın lında dine ait konularda aynı hususla ilgili ikili bir
Mu’tezile tarafından ortaya atıldığı bilinmektedir. tavır gibi gözükmektedir. Dinle ilgili hususların bi-
Mu’tezile itikâdî konularda haber-i vâhidi delil ola- rinde delil olarak kabul edilen haber-i vâhidi diğe-
rak kabul etmezken, amelî konularda kendi usûlleri rinde delil olarak kabul etmemek aslında bir çelişkiyi
çerçevesinde belli başlı şartları taşıdığında onunla ifade etmektedir. Ancak bu genelleme ile birlikte is-
amel edilebileceğini söylemektedir.51 Ancak Mu’te- tisnaları mutlaka vardır.
zileye mensup âlimler arasında bu konuda tam bir Mâturîdîlerden Pezdevî, haber-i vâhidin ilm-i yakîn
ittifak olmayıp farklı yaklaşımlar bulunmaktadır.52 değil, zan ifade ettiğini belirtirken, şârihi Abdülazîz
Mâturîdî’ye göre, haber-i vâhid bilgiyi gerektiren bir el-Buhârî (730/1329), “ilm-i yakîn ifade etmediği gibi
haberdir. Böyle bir haberi nakleden râvîlerin duru- tumaninet (kalb yatkınlığı veya bu hususta kalbdeki
munun araştırılması gerekir. Hataya ihtimali bu- bir şüphenin bertaraf edilmesini) de sağlamaz, der.
lunmasına rağmen bu haberle galip zan üzere amel Bu görüş ilim ehli ve fakihlerin görüşüdür.” diye-
edilir. Haberin sübûtu tespit edildikten sonra o ha- rek haber-i vâhidin Hanefilerce de ilim ifade etme-
berle beraber içtihad yapmayı da terk etmek gere- diğini belirtir.64
kir.53 O, altı-yedi kişinin verdiği haberleri âhâd ka- Mâturîdîler “haber-i vâhid itikadda delil olmaz” de-
bul etmektedir.54 melerine rağmen, Haber-i vâhidi, haber-i âhâd oldu-
Haber-i vâhidin itikatta delil olup olmayacağı konu- ğunda veya meşhur ve icma ile desteklendiğinde iti-
kadî konularda delil olarak kullanmışlardır.65
sunun temelinde yatan esas mesele, onun sübûtunun
kesin olup olmaması ile ilgilidir. Sübutu kesin olan Maturidi’ye Göre Haber-i Vâhid
mütevâtir itikatta delil olarak kabul edilirken, zan İmâm Mâturîdî haberin bir bilgi kaynağı olduğunu
ifade eden haber-i vâhidin aynı konuda delil olup ol- ve amel edilmesi gerektiğini bazı âyetlere 9/Tevbe,
mayacağı tartışma konusudur. 122; 49/Hucurât, 6. âyetlere atıfta bulunarak ifade
Haber-i vâhid itikatta delil olmaz prensibiyle hareket etmektedir.
eden âlimler; inanç konuları içinde nübüvvet, ru’yet, İmâm Mâturîdî’ye göre bazı âyetlerden de anlaşıla-
ba’s, kabir azabı gibi konularda âhâd olan haberi delil cağı gibi haber-i vâhid bilgi kaynağı kabul edilmeli ve
olarak kullanırlar.55 Haber-i vâhidin itikatta delil olup gerekli şartları taşıdığında kendisiyle amel edilmesi
olmadığı konusundaki tartışmaların temelinde Mu’te- lazımdır. O bu konuda şu âyetleri delil getirir: “Bu-
zilenin “haber-i vâhid itikatta delil olmaz” şeklindeki nunla birlikte müminlerin hepsinin toptan savaşa çık-
genel yaklaşımının yattığı anlaşılmaktadır. Mu’te- maları doğru değildir. Onların her kesiminden bir grup
zilenin ortaya koyduğu bu genel kaide diğer kelâm dinde yeterli bilgi sahibi olmaya çalışmaya ve seferden
ekolleri tarafından da kabul edilmiştir. Mâturîdî ve sonra dönen topluluklarını uyarmak üzere geride kal-
Eş’arî kelâmcıları “Haber-i vâhid itikatta delil olmaz” malıdır. Umulur ki, sakınırlar.”66 İmâm Mâturîdî’ye
kaidesi hususunda müttefiktirler.56 Ancak bu kural göre bu âyeti kerimede (hataya ihtimali olsa bile) ha-
pratikte her zaman işletilememiştir. Mâturîdîlerin ber-i vâhid ile amelin lüzumuna delil vardır. Çünkü

587
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

zikredilen gruptan bir kısmının yalan ve hata üze- ilim olur.73 Hadd-i zatında insanlar arası ilişkiler hak-
rine ictimâları mümkündür. Sonra da kavimlerini kındaki şer‘î hükümlerin geneli gerçekliğe göre (ha-
yalana ve hataya (yöneltme) ihtimali olsa da haberle- kikat) değil zannı galibe göre vazedilmiş hükümler-
rinin kabulünü gerekli kılmıştır.67 Mâturîdî “Ey kav- dir.74 Bu ifadelerden yola çıkarak, bizim amel etmekte
mimiz! Allah’ın da’vetcisine uyun, ona iman edin ki, olduğumuz hükümlerin çoğunun zanna dayalı hü-
günahlarınızı bağışlasın ve sizi elem dolu bir azaptan kümlerden oluştuğu söylenebilir. Zannı galible veri-
kurtarsın.”68 âyetleri yanında Hucurât suresinde fa- len hükümler olmasına rağmen biz çoğu kere onların
sığın haberinin araştırılması ili ilgili âyetide haber-i kesin hükümler gibi kabul eder onlarla amel ederiz.
vâhid’in kabulü için delil sayar.69 Mâturîdî’ye göre, peygamber’le karşılaşan herkesin ri-
İmâm Mâturîdî hem genel olarak hem de Hz. Pey- vayetini makbul görmek gerekmez; çünkü böyle bir
gamberle ilgili haber söz konusu olduğunda onu kimselerin de rivayet uydurmaları, aktardıkları mu-
mütevâtir ve ahad olarak ayırdıktan sonra haber-i tat şeyleri dinleyicilerine dini bir görevmiş gibi sun-
vâhid ile ilgili şu bilgileri vermektedir: Ona göre ha- maları ve onlara uygun gelmeyen rivayet reddetme-
ber-i vâhid ilim ifade etme bakımından Hz. Peygam- leri mümkündür. Bu sebeple mezhep imamlarımız
ber’den gelen bir hak olduğuna şahitlik etmekte mü- umum belvâ olan, yani geniş kitleleri ilgilendiren, sık
tevâtir derecesine ulaşmayan haberdir. Onunla amel karşılaşılan konularda gelen haber-i vâhidlerin kabul
etmek veya hiç dikkate almamak gibi iki seçenek edilemeyeceğini savunurlar.75 Mâturîdî’nin genel ola-
vardır. Bu da râvîlerin durumlarını inceleyerek, ha- rak haber-i vâhidlerle ilgili kullandığı “in sebete” ve
berlerin muhtevasının araştırılarak, kesinlikle sabit “in sahha” ifadelerin de gerekçesini oluşturmaktadır.
olan nassa uygunluğunun ortaya konulmasıyla ha- Yukarıda ifade etmeye çalıştığımız, Mâturîdî’nin ha-
ber ya kabul edilir ya reddedilir. Burada yanılma ih- ber-i vâhide yaklaşımı, onu değerlendirişi hususun-
timali bulunsa da ağırlık kazanan kabul tercih edile- daki temel ilkeleri pratikteki uygulamalarına örnek
rek onunla amel edilir. Bilgi etmede en kesin yol olan olması bakımından aşağıda zikredeceğimiz husus-
duyuların zayıflığı, algılanan nesnenin uzaklığı ve le- lar dikkate şayandır.
tafeti dolayısıyla yanılma ihtimali bulununca ağır ba-
Mâturîdî’nin Haber-i Vâhidlerin Sahihlik Kriterleri
san duruma göre hareket edilir. Ayrıca haber-i vâhid
ile amel edilsin veya edilmesin her iki halde de ke- a-Kur’ân ve Akla Uygunluk
sin bilgi derecesine ulaşılmış olmaz. Kişi hangisine Senet merkezli bir sıhhat tespitini esas alan hadisçile-
meylederse etsin haberin temel amacından uzaklaş- rin aksine, İmâm Mâturîdî’nin haber-i vâhidleri kabul
mış olabilir. Bundan dolayı râvîlerin hallerini araştır- ve reddederken senet dışında ölçü olarak kullandığı
mak ve haberin muhtevasını kesin delille mukayese başka hususlar vardır. Bunların başında Kur’ân gel-
etmek yoluyla işlem yapılır. Mâturîdî’ye göre haberi mektedir. Genellikle Kur’ân ve akla aykırılığı birlikte
vâhid amel edilme bakımından huccettir,70 ama ke- kullanmaktadır. Kur’ân yanın da akıl da hadislerin
sin hüküm vermek caiz değildir. Zira haber-i vâhid tesptinde önemli bir ölçüdür.76 Akıl, İmâm Mâturîdî
amel açısından ilim (ilmu’l-Amel) ifade eder, doğru- için doğru bilginin tespitinde olduğu kadar hadisle-
luğuna kesin olarak şahitlik etmeyi (ilmu’ş-şehade) rin sıhhatini tespit, diğer bir ifade ile kabul ve red-
gerektirmez.71 (Burada İmâm Mâturîdî’nin “amel”- dinde önemli bir ölçü olarak karşımıza çıkmaktadır.
den kastı fıkıh, “şehadet”ten kastı da itikad’dır. Ba- İmâm Mâturîdî, akla ve onun kullanılması anlamına
zen “şehâdet”ten kastı metafizik âlem olduğu da an- gelen nazar ve tefekküre büyük önem vermektedir.
laşılmaktadır.) Ona göre haber-i vâhidle zannı galip Mâturîdî’ye göre diğer bilgi kaynaklarından elde edi-
üzere amel edilir ve zann-ı galip pek çok konuda ke- len bilgilerin değerlendirilmesi ve onun kullanılabilir
sin bilgi yerine konulmuştur (kesin bilgi gibi kabul bir bilgi haline getirilmesi de aklın kullanılması sa-
edilmiştir). Zira Allah zannı galipten dolayı zaru- yesinde olmaktadır. Hatta duyuların verdiği bilgiler
ret halinde leş yemeyi mubah kılmıştır. O (zaruret- bile akılla yapılan istidlal vasıtasıyla bilgi haline ge-
ten dolayı ölü eti yiyen) kişi o halde iken (belki) öl- tirilir. Ona göre, duyular aklın kontrolünde çalışır ve
meyebilir. Yine ölümle tehdit edilen kişinin küfür haber aklın süzgecinden geçirilirse, ancak o zaman
sözünü söylemesi, zannı galipten dolayı mubahtır. epistemolojik bir ehemmiyet kazanır.77Mâturîdî’nin
Yoksa tehdit eden kişinin onu öldüreceği kesin ola- sisteminde aklın bu derece önemi olmasındandır ki;
rak bilinmez.72 Zan bazen zan olarak kalır bazen de haberler, bizim ilgilendiğimiz yönüyle hadisler bile

588
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

aklın süzgecinden geçirildiklerinde bilgi haline ge- gibi Mâturîdî, Ebû Hureyre’den nakledilen ve Kitab’ın
lebilmektedir. nassına ve aklın verilerine aykırı kabul ettiği bu hadisi
İmâm Mâturîdî’nin bu konudaki yaklaşımına, teşbih te’vîl edilebileceğine işaret etmesine rağmen reddet-
ifade eden ve Ebû Hureyre’den nakledilen hadis ör- miştir.83 İmâm Mâturîdî, teşbih ifade eden hadislerden
nek olarak zikredilebilir. İmâm Mâturîdî “O gün Ce- birinde geçen “Bana bir karış yaklaşana ben bir arşın
yaklaşırım…”84 hadisinde geçen “yaklaşma” ifadesini
henneme doldun mu? diyeceğiz. O, daha ziyade var
“Allah’ın her şeyi koruyup hıfzetmesiyle gerçekleştiği
mı? diyecektir.”78 âyetinin tefsirini yaparken Ebû Hu-
gibi, ilimle”85 açıklamaya çalışırken, bu hadiste geçen
reyre’den nakledilen, “Cehenneme (insanlar) atıl-
“ayağını koyma” ifadesini te’vîl etme ihtiyacı duyma-
makta devam ederken, o daha var mı? (daha artıran
maktadır. Tevil yerine rivâyeti reddetme yolunu ter-
yok mu?) der. Nihâyet Rabbu’l-İzze (c.c) onun üzerine
cih etmektedir. Buradan da anlaşılacağı üzere teşbih
ayağını koyar.”79 şeklindeki rivâyeti akla ve Kur’ân
ifade eden bazı nassları te’vîl ederken bazı fiil”i sıfat-
nassına aykırı bularak reddetmektedir. Mâturîdî âye-
lar için, keyfiyeti sorulmaksızın, onların ikrar edil-
tin tefsiri ve hadisle ilgili olarak şunları kaydetmek-
mesi gerektiğini86 de vurgulamaktadır.
tedir: “Âyette geçen ‘daha ziyade var mı?’ ifadesinin
iki yönü bulunmaktadır. Birincisi, bana ziyade ola- Yukarıdaki örneklerden de anlaşıldığı gibi, İmâm
rak gelecek biri daha var mı? Ben doldum, bende bu Mâturîdî Kur’ân nassına ve aklın verilerine aykırı
kadarından fazlasını alacak yer kalmadı, anlamıdır. bulduğu, rivâyetleri reddetmektedir. Mâturîdî’nin bu
İkincisi ise, daha geniş bir yer yok mu?, Cehennemi rivayetlerle ilgili yaklaşımı onun metnine yöneliktir.
dolduracak daha fazla halk yok mu? Anlamınadır. Mâturîdî hadisin sened yönüne, rivâyet edenlerin du-
Çünkü Allahu teâlâ Cehennemi dolduracağını va- rumuna ve sahih kaynaklarda hadisi nakleden mu-
detmiştir. “Şüphesiz Cehennemi cinlerden ve insanlar- haddislerle ilgili herhangi bir şey söylememektedir.
O doğrudan hadisin metnine yönelmiş ve tenkidini
dan dolduracağım” (50/Kaf, 30) âyetinde olduğu gibi.
bu noktaya yoğunlaştırmıştır. Mâturîdî, belki hadi-
Cehennem Rabb’inden kendisini doldurmasını iste-
sin senedini bildiği halde senedi sahih bile olsa hadi-
mektedir. (Şüphesiz Allah en iyi bilendir). Bazı te’vil
sin metin yönüyle ele alınmasına öncelik verdiğinden,
ehli de bu hususta şöyle demiştir: “Cehennem, cehen-
doğrudan metin tenkidine yönelmiş gözükmektedir.
nemliklere dar olması ve başka birinin girmesine im-
kân kalmaması için Rahman (Allah) ayağını koyun- İmâm Mâturîdî, teşbih ifade eden nassların çeşitli şe-
caya kadar (kendisine girecek olanların) artırılmasını killerde te’vîl edilebileceğini kabul etmesine rağmen,
ister.” Ve onlar Nebi (sav)’den, Ebû Hureyre’nin (ra) bazıları için nasslarda nasıl vârid olmuşlarsa, teşbih-
rivâyet ettiği bir de haber naklederler. Bu haber fasit- siz, keyfiyetsiz olarak, onların öylece kabul edilmesi
tir, teşbih ifade eden bir sözdür. Aklî deliller ise teş- gerektiğini de ifade etmektedir.87
bihin batıl olduğunu ortaya koymaktadır. Aklî delil- Ona göre; yine herhangi bir şekilde, Allah’a cisim izâ-
lere aykırı olarak varid olan haberler merduddur. Bu fesi de mümkün değildir. Çünkü Allah tarafından
haber aynı zamanda “Hiçbir şey onun benzeri değil- sözü nass kabul edilmeye izin verilen birinden (Hz.
dir” âyetindeki Kur’ân nassına da aykırıdır. (Dolayı- Peygamber’den) böyle bir şey gelmemiştir. Bundan
sıyla) Müşebbihenin bu âyetin te’vili olarak ifade et- dolayı Allah’a cisim nispeti imkân dâhilinde değil-
tikleri söz Kitab’a aykırıdır. Çünkü Allah “Şüphesiz dir. Eğer aksi olsaydı, o zaman yaratıkların isimlen-
cehennemi cinlerden ve insanlardan dolduracağım” dirildiği her şeyi O’na izâfe etmek gündeme gelirdi ki,
buyurmuştur.80 Görüldüğü gibi Mâturîdî, Ebû Hurey- bu da yanlıştır ve bâtıldır.88 Mâturîdî bir hususa daha
re’den nakledilen ve Kitab’ın nassına ve aklın verile- işaret etmetedir ki o da, tevhid ile igli özellikle, teşbih
rine aykırı kabul ettiği bu hadisi reddetmiştir. İmâm ve tecsim ifade eden bütün nassların te’vîl edilmesi
Mâturîdî bu âyeti anlamaya çalışırken mesele ile ilgili gerekli değildir. Onların içinde bir kısmının, nass-
başka rivâyetleri de göz önüne alır ve bu bağlamda, larda nasıl vârid olmuşlarsa teşbihsiz, tecsimsiz ve
Enes’den nakledilen, “Allah bir beşer (alıp) getirir ve keyfiyetsiz olarak kabul edilmesi gerekenler de vardır.
onu cehenneme koyar. Böylece cehennem dolar”81 ri- Mâturîdî, İleride bir başka husus münasebetiyle te-
vâyetini zikreder. Allah’ın cehenneme ayağını koya- mas edeceğimiz, Necm suresi 19-20. Ayetlerinin tef-
cağını ifade eden söz konusu rivâyeti, Enes’den nak- siri bağlamından nakledilen Garanik kıssası ile il-
ledilen haber ve Kur’ân nassı çercevesinde ele alarak gili rivayeti de Kur’ân’a (Hakka, 69/44-47. âyetlere)
sahih kabul etmeyip reddetmektedir.82 Görüldüğü ve akla aykırı olduğu gerekçesiyle reddetmektedir.

589
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

b-İcmâya Uygunluk karıştırmış ve Hz. Peygamber’in de öylece söylediği


Cemaatle namaz kılarken imamın arkasında Fatiha belirtilen bir rivâyettir.92
okunması ile ilgili rivayetleri amel ve icmaya arzede- Mâturîdî bu rivayeti değerlendirip, “Garânîk” keli-
rek kabul ve reddetmektedir. Bu ilke onun “Umum mesi hakkında yapılan bazı yorumlara da işaret ettik-
belva olan yani geniş kitleleri ilgilendiren, sık karşı- ten sonra; Allahu Teâlâ’nın; “Eğer Peygamber bize at-
laşılan konularda gelen haber-i vâhidlerin kabul edi- federek bazı sözler söylemiş olsaydı, elbette ki biz onu
lemeyeceği” ilkesine dayanmaktadır.89 kuvvetle yakalar, sonra da onun şah damarını kopa-
rırdık. Sizden hiç biriniz de buna engel olamazdınız.”93
İmâm Mâturîdî fıkhî hüküm ifade eden âyetlerin tef-
buyurmuş olmasından dolayı, “Nebî’nin (sav) böyle bir
sirinde Hz. Peygamber’den gelen hadisleri/rivâyetleri şeyi söylemesi ve onun dilinden böyle bir şeyin mey-
kullanmaktadır: İmamın arkasında namaz kılan ce- dana gelmiş olması ihtimal dahilinde değildir” demek-
maatin Fatiha suresini okuyup okumayacakları me- tedir. O’nun (Peygamber’in) güvenilir biri olarak insan-
selesinde rivâyetleri bir arada ele alarak değerlendir- lar arasında hüküm vermek üzere görevlendirildiğine
mektedir. işaret ederek, “eğer Hz. Peygamber’in dilinden böyle
İmâm Mâturîdî, hem Hz. Peygamber’den gelen hem bir şey sadır olmuş olsaydı, o zaman Allah’ın onun di-
de Sahabe’den gelen rivayetleri kaydederek, görüşüne linden yalan sözler söylemesine izin vermesi de müm-
uygun olan haberleri bildirdikten sonra, bu görüşü- kün olurdu. Anlatıldığı şekliyle hükmünde hata bulu-
nün Kitap, Sünnet ve Sahabe’nin icmâsına uygun ol- nan bir kimse için (Peygamberlik) mümkün değildir.
duğunu ifade eder. Aksi görüşü destekleyen; meselâ: Ve bunun böyle olduğunu söylemek küfürdür”94 şek-
Ubade b. Samit’ten gelen “Ummu’l-Kur’ân’ı (Fati- linde bu rivâyeti reddetmesinin sebebini ifade etmeye
ha’yı) okumayanın namazı yoktur” gibi rivâyetleri çalışmaktadır. Mâturîdî’ye göre bu haberi böyle kabul
hemen reddetme yoluna gitmeyip, onu te’vîl ederek etmek küfürle denktir. Zira bu doğrudan doğruya Al-
bu şekildeki rivâyetlerin ne anlama geldiğini belir- lah’ın âyetinde bildirilen hakikate aykırı bir durumdur.
Bu yüzden Peygamber’in getirdiği vahyin bütününün
tir. Namazda Kur’ân okunmasının gerektiği yönün-
geneline aykırı olan bir rivâyetin, vaki olmuş olması ve
deki haberlerin/hadislerin cemaatle kılınan namaz-
kabûlü imkân dâhilinde değildir.
lar için değil, kişinin tek başına kıldığı namazlardaki
kişinin kendisinin Kur’ân’dan âyet okuması gerek- Mâturîdî’nin, “Garânîk” rivâyetini değerlendirirken
tiği ile ilgili olduğunu söyledikten sonra, bu görüşün dikkat çeken diğer bir husus ise şudur: Bu rivâyeti
aynı zamanda Süfyan b. Uyeyne (198/814)’nin de gö- kabul edenler ve reddedenler onun rivâyet yönüne
rüşü olduğuna atıfta bulunarak meseleyi sonuçlan- ve bu olayın vuku bulup bulmadığına vurgu yapa-
dırır.90 Mâturîdî imamla birlikte cemaatle namaz kı- rak değerlendirmektedirler.95 Buna karşın Mâturîdî
ise rivâyeti nübüvvet ve risâlet müessesesi yönüyle
lan kimsenin, imamın okumasının cemaat içinde bir
ele almaktadır. Ona göre böyle bir rivâyetin vukuu,
okuma olacağından, imamın arkasında Kur’ân’dan
Hz. Peygamber’in nübüvvetinin hakikatini tehlikeye
bir şey okumayacağını ifade eder. İmamın arkasında
düşürmektedir. Bu sebeple “Garânîk” hadisesi ile il-
Fatiha okumanın gerekli olduğunu ifade eden riva-
gili rivâyetin kabul edilmesi bir yana vukuu bile im-
yetleri icmâya aykırılık sebebiyle amel edilmeyi ge-
kân dâhilinde değildir. Hatta bu rivâyette geçen hu-
rektiren bir haber olarak görmez.
susun öyle olduğunun söylenmesi, Hz. Peygamber’in
c-Tarihi habere uygunluk nübüvvetinin inkârı anlamına geleceği düşüncesin-
İmâm Mâturîdî red gerekçesi olarak Kur’ân ve aklı den hareketle, Mâturîdî tarafından küfür olarak ka-
da zikrettiği Garânik rivayetini tarihi haberlere ar- bul edilmiştir.
zederek reddetmektedir. Bu husus onun “Haberin d-Sünnetin umumuna uygunluk
muhtevası araştırılarak kabul ya da reddedilir” ilke- İmâm Mâturîdî, haber/hadis kullanımında ve on-
sine dayanmaktadır.91 Garânik hadisesi: Güya Hz. lara yaklaşımda oldukça serbest hareket etmektedir.
Pegygamber (sav) Necm suresinin “Gördünüz mü o O, başkalarının hadis/haber hakkında ne dediğine,
Lât ve Uzzâ’yı ve üçüncüsü olan öteki Menât’ı” mea- ne söylediğine iltifat etmeksizin, kendisinin sahih
lindeki 19 ve 20. âyetlerini okumuş ve şeytan arada gördüğü her haberi eserlerinde kullanmıştır: Sahabe
onun diline “Şu büyük garanik (putlar), ve onların ve daha sonraki nesil âlimlerinin hadisleri Kur’ân’a
şefaati umulur ve benzerleri de unutulmaz) sözünü arz metodu yanında hadisi sünnete arz metodunu da

590
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

kullandıkları bir gerçektir.96 Mâturîdî de hadisi sün- bildirirdi” demektedir.102 Haddi zatında bu, Kur’ân’ın
nete arz metoduna başvurarak bazı rivayetleri bu şe- evrenselliği açısından önemlidir. Burada önemli olan
kilde değerlendirmiştir. şehrin isminden çok, halkının işledikleri günahlar
Mâturîdî hırsızın elinin kesilmesi meselesinde; hırsı- sebebiyle başlarına gelen musibetten ve ilâhî gazap-
zın elinin kesilmesini gerektiren malın miktarı husu- tan ibret alınmasıdır.
sundaki rivâyetleri birbirine arz eder. Özetle Mâturîdî, Mâturîdî, aynı şekilde Salih (as)’in mucizesi olan dişi
hırsızın elinin kesilmesi konusunda âlimlerin ihti- devenin anlatıldığı âyetin103 tefsirinde, deve ile il-
lafına atıfta bulunduktan sonra, her fırkanın kendi- gili detaylar hakkındaki rivâyetleri benzer gerekçe-
sine delil olabilecek muhtelif rivayetleri kullandıkla- lerle reddeder.104
rını belirtir. Âlimlerin bir kısmı, hırsızın çaldığı mal
“İsmail’i, Elyesa’ı ve Zilkifl’i de an. Hepsi iyilerden-
çeyrek dinara ulaştığında, diğer bir kısmı ise çeyrek
dir,”105 ayetinde geçen Zilkifl’in kimliği hakkında Ebû
dinar ve yukarısında elin kesileceği görüşündedirler.
Mûsa el-Eşarî’den nakledilen rivayeti ele alır ve “Bi-
Hanefîler ve Mâturîdîler on dirhem ve yukarısında
zim bu bilgiye ihtiyacımız yoktur. Elyesa’ da her hangi
elin kesileceği yönündeki hükmü benimsemişlerdir.97
bir kimse olup, onların seçkin kimselerden oldukları
Cemaatle namaz kılarken cemaatin Fatiha okuması
dışında bir bilgiye ihtiyacımız yoktur,”106 diyerek bu
ile ilgili rivayetler hakkında yaptığı değerlendirme-
tür İsrailoğulları ile ilgili haberlerin Kur’ân tefsirine
lerde de aynı şekilde sünnetin umumuna uygunluğu
ilave edilmesine karşıdır.
dikkate almıştır.98
“Bize sayılı, belli günler dışında (Cehennem) ateş(i)
Mâturîdî’nin Te’vîlâtü’l-Kur’ân’da Bazı Konularla
dokunmaz”107 âyetinin tefsiri bağlamında nakledi-
İlgili Haber-i Vâhid Olan Rivayetlere Bakışı
len “sayılı günler”i açıklamak üzere nakledilen ve
Kıssalar ve İsrailiyyat Yahudilerin buzağıya taptıkları günlerin sayısı ola-
Mâturîdî Kur’ân’da anlatılan kıssaların detayları için rak zikredildiği israilî rivâyetlere karşı çıkmaktadır.
tek kaynak olarak Hz. Peygamber’i görür ve güveni- Ona göre israilî rivâyette zikredilen “buzağıya taptık-
lir herhangi bir merfu rivayet yoksa anlatılan kıssa ları gün sayısı”nın olması muhtemel değildir ve bu-
ve tarihî haberi öylece kabul eder. Hatta ona göre, nun iki sebebi vardır. 1- Kur’ân’ın hitap ettiği Yahudi-
Kur’ân’da zikredilen geçmiş ümmetlere ait kıssa ve ler buzağıya tapmadılar. Onlar babalarının yolundan
haberler Hz. Peygamber dönemindeki Yahudilere bir gittiler. 2-Bunun buzağıya tapan atalarına hamledil-
meydan okuma ve gizledikleri haberlerin ortaya kon- mesi de muhtemel değildir. Zira onlar bu yanlış fiille-
masının yanında Hz. Peygamber’in nübüvvetinin bir rinden döndüler ve tövbe ettiler. Buzağıya tapmaktan
ispatıdır.99 Eğer ona güvenilmeyen detaylar ilave edi- vazgeçip tövbe ederek Allah’a ibadete dönmüş kim-
lirse bu, Hz. Peygamberin risaletinin doğruluğuna ha- selere azab etmenin de bir anlamı yoktur.108 Çünkü
lel getireceği gibi, bu kıssaların güvenirliğini de tehli- Allah geçmiş günahları tövbe ile birlikte bağışlamış
keye atar, onların tahrifine yol açabilir. Bu kıssaların olmaktadır.109 Mâturîdî’ye göre bu âyette zikredilen
detaylarının anlatılmaması, eski kitaplardaki nakil- Yahudiler, bazı müfessirlerin rivâyet ettiği gibi bu-
lerin doğru olmadığını gösterir. Eğer onlar doğru ol- zağıya tapılan zaman diliminde yaşayanlar olma-
saydı, Kur’ân onlara mutabık bir şekilde, kıssa ve ta- yıp bilakis bütün zamanları kapsamaktadır. Ancak,
rihî anlatımlara biraz daha açıklık getirirdi.100 âyetin tefsiri hakkında kaydedilen bu rivâyet, Yahu-
Mâturîdî, İsrailoğulları ile ilgili kıssalardan birinin dilerin yalanı olarak nakledilegelen haberden başka
anlatıldığı âyetlerden birinin tefsirini yaparken bu bir şey değildir. O kıssalarda asıl olan kişiler, zaman
tür haberlere nasıl bir yaklaşım sergilediğini daha ve mekanlar değil, bilakis kıssaların zikrediliş nede-
açık bir şekilde göstermektedir. Konuyla ilgili âye- nidir. Kıssalarla verilmek istenen mesaj muhataplar
tin meâli şudur: “O Yahudilere deniz kenarındaki ka- tarafından anlaşılmış ise talî unsurların bilinmesine
saba halkının başına gelen felaketi sor...”101 Mâturîdî, ihtiyaç yoktur, şeklindeki temel yaklaşımını şu ifa-
âyette geçen şehrin neresi olduğu konusunda yorum delerinde bulmaktayız: “Biz kıssanın nasıl cereyan
yapmanın, onun hangi şehir olduğu hakkında deği- ettiğini ve Adem’e (a.s.) nispet edilen iki çocuğun öz
şik isimler vermenin ve bu şehrin ismini bilmenin çocukları olup olmadıklarını bilmiyoruz. Bunları bil-
bir faydası olmadığını ifade eder. Gerekçe olarak, meye ihtiyacımız da yoktur. Bizim bilmemiz gereken
“eğer onun bir faydası olsaydı, Allah zaten onu bize şey, kıssanın sevkediliş hikmetidir.”110

591
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Yukarıdaki örnekler Mâturîdî’nin, İsrailoğulları ile kaydeder: “Ehl-i tevilin çoğunluğu Sidre’yi kaplayan
ilgili kıssalara ve onların tarihi ile ilgili rivayetlere altından bir yatak olduğunu söylemiştir. Bu konuda
karşı oldukça şüpheci bir yaklaşım sergilediğini, ay- merfu bir haber de zikredilmiştir. Resûlullah (s.a.v.)
rıca İsrâiliyat’a karşı çok dikkatli bir şekilde yakla- şöyle buyurmuştur: “Onun üzerinde altından bir ya-
şılması gerektiği kanaatini taşıdığını göstermektedir. tak gördüm.” Fakat biz Sidre’yi örten/kaplayan şeyin
Ona göre israili haberler kullanılarak Kur’ân tefsiri ne olduğunu tefsir etmeyiz, bilakis Allah’ın mübhem
yapılamaz. Eğer yapılırsa Kur’ân’da anlatılan kıssa- bıraktığı gibi mübhem bırakırız, (onu kaplayanın ne
ların Hz. Peygamber’in peygamberliğinin ispatı için olduğunu) sadece tevâtüren sabit olan bir hadisle tef-
zikredilmiş olmalarının gerekliliğine halel getirir. Bu sir ederiz. Bazıları da “Sidre’yi kaplayan kapladı” âyeti
da Hz. Peygamber’in doğruluğunu zedelemektedir.111 hakkında şöyle demişlerdir. Yani Allah’ın emrinden
Mübmemât örten şey (ne ise odur). Onlar (bazı tevil ehli) Enes b.
Malik kanalıyla Resûlullah’tan (s.a.v.) şöyle buyurdu-
Kur’ân’da geçen mübhem lafızların tayinine yöne- ğunu bildiren bir haber de naklederler: “Sidre’ye var-
lik gayretlerin kökeni sahabe ve tâbiûn döneminden dığımda filin kulakları gibi yapraklarını gördüm. Yine
itibaren bu lafızların anlamının ne olabileceği mese- herekler gibi onun yemişlerini gördüm. Onu Allah’ın
lesi tartışılagelmiştir.112 Mübhem kelimesinin, duyu emirlerinden biri örtünce …(yakuta dönüştü).” Ya-
organları ve akıl ile idrak edilebilmesine rağmen, al- kutu zikretti. Eğer bu haber sabit ise onda Sidre’nin
gılanması ve anlaşılması zor olan her şey için kulla- bir ağaç olduğuna delil vardır. Çünkü onun yaprak-
nılır.113 Terim olarak ise mübhemât “insan, melek ve ları zikredilmektedir. Ayet-i kerimede onu (Sidre)yi
cin gibi varlıkların yahutta bir topluluk veya kabile- örten şeyin Allah’ın emri olduğu da vardır. İbn Ab-
nin, Kur’ân’da açıkça değil de ism-i işaretler, ism-i bas (r.a.)’dan şöyle nakledilmiştir. “Sidre’yi kaplayan
mevsuller, zamirler, cins isimler, belirsiz zaman zarf- kapladı” (onu kaplayanlar) meleklerdir, diye bir ha-
ları ve belirsiz mekân isimleriyle zikredilmesi” anla- ber de gelmiştir.”119
mına gelmektedir.114 Bunlar arasında Kur’ân’da hem
önceki kavimlerden bahsedilirken onlarla ilgili kişi, Mübhemâtla ilgili bu iki örnekten de anlaşılacağı üzere
zaman ve mekân unsurları hem de vahyin nazil ol- mübhem lafızlar bulunan âyeti kerimelerin tefsirinde
duğu Arabistan bölgesindeki yer isimleri veya o top- de Mâturîdî, amel ve itikatla ilgili rivayetler şeklinde
lumda yaşayan ve vahye muhatap olan kişilerin isim- yapmış olduğu ikili taksimin bir benzerini metafizik
leri çok az zikredilmektedir.115 Mübhemât konusu da ya da gayb âlemi ve fizik ya da dünya alemi ile ilgili
esbâb-ı nüzûl gibi nakle dayanmaktadır. Kur’ân’nın haberler olarak ikili bir yaklaşım sergilediği görül-
mübhemâtı hakkında nakledilen rivayetlerle ilgili ola- mektedir. Nitekim metafizik dünya ile ilgili “Sidre’yi
rak İmâm Mâturîdî’nin yaklaşımını göstermesi ba- kaplayan şey” hakkında onun ne olduğunu bileme-
kımından iki örnek yeterli olacaktır. yeceğimizi ve bunun ancak mütevâtir hadis ile tefsir
edilebileceği görüşündedir. Yine Mirac’ın âyetlerde
Bunlardan biri; Meryem suresinin “Ey Harun’un kız yer almayan detayları ile ilgili bilgilerin nakledildiği
kardeşi! Senin baban kötü bir kimse değildi. Annen de rivayetler hakkındaki tavrı da böyledir. Bu konuda
iffetsiz değildi.”116âyetinde geçen “Harun’un kız kar- o, Âyette olan kadarına iman ederiz. Bu konuya ila-
deşi” hakkındaki rivayetleri değerlendirirken, “Bazı- vede bulunmayız. (Hadislerde nakledilenler) Haber-i
ları demiştir ki; Harun b. Imrân’ın kız kardeşi, Mu- vahid olup şehadet için yeterli değildir, der. Metafi-
sa’nın kardeşiydi. Bu hususta Resulullah’dan (s.a.v.) zik dünya ile ilgili durumlarda haber-i vâhidler delil
bir haber de rivayet edilmiştir. Eğer bu haber sabit olmaya elverişli saymamıştır.120 Metafizik dünya ile
ise (sahih) ise mesele böyledir.”117 Burada Harun’un ilgili haberler hakkında böyle bir yaklaşım sergiler-
kızkardeşi ile ilgili rivâyete kuşku ile bakmaktadır. ken, dünya hayatı ile ilgili veya bu dünya da yaşan-
İkincisi ise; Necm suresindeki “Andolsun ki, cebrâili mış olan tarihi haberler hakkında ise haber-i vâhid-
bir başka inişte daha (asli suretiyle) görmüştü. Sidre- leri kabul ettiği, onların bir kısmını da yine kuşkuyla
tü’l-müntehâ’nın yanında. Me’vâ cenneti onun (Sid- ele aldığı anlaşılmaktadır. Nitekim o Harun’un kar-
re’nin) yanındadır. O zaman Sidre’yi kaplayan kap- deşi ile ilgili rivayet hakkında şunları kaydetmekte-
lamıştı,”118âyetinin tefsirinde “Sidre”, ve “kaplayan dir: “Musa’nın (a.s) kardeşi, İmran oğlu Harun’un
şey”in ne olduğunu tespit etmeye çalışırken şunları (a.s.) kız kardeşidir. Bu manada Hz. Peygamber’den

592
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

(s.a.v.) bir haber de rivâyet edilmiştir. Eğer bu haber umumuna, icmâya ve umum belvaya uygun, 4-Tarihi
sabit ise söz konusu kız kardeş, Harun’un kız karde- haberlerle çelişmez ise, diğer bir ifade ile doğru bilgi
şidir.”121 Bu ifadelerden anlaşıldığına göre sıhhati sa- veren kaynaklar ile desteklenmiş ise kabul edilir de-
bit olan hadisler Kur’an’ın fizik âlemde yaşanmış bazı ğilse reddedilir. Bu şartları taşıyan haberler doğru
hususların bilinmesinde, tayin edilmesinde delil ola- bilgi kaynağıdırlar. İmâm Mâturîdî’nin bu kuralları
rak kullanılabilir. bütün rivayetlere uygulamada başarılı olduğu söyle-
Mâturîdî inanç konularına dâhil olabilecek mübhem nemez. Buna karşın, özellikle tefsirinde ameli konu-
konularda da haber-i vâhid’in delil olma gücünü dik- larda zann ifade ettiklerini bilerek haber-i vâhid olan
kate alır ve “Ashab-ı Uhdûd” ile ilgili hususta, onların hadisleri çokça kullanmıştır. Ancak itikadî alanda
kafirlerden mi yoksa müminlerden mi olduğu konu- mümkün olduğunca haber-i vâhidleri kullanmak-
sundaki tartışmada, bu hususun aydınlığa kavuşabil- tan kaçınmıştır. Amelde haber-i vahidleri yeterli gö-
mesi için mütevâtir haberi delil kabul etmektedir. Ni- rürken itikatta görmemektedir.
tekim o “Eğer bu konuyla ilgili Hz. Peygamber’den Mâturîdî özellikle itikad söz konusu olduğunda ha-
gelen mütevâtir bir haber/hadis yoksa Kur’ân’ın ver- beri vâhidlerle istidlal etme taraftarı değildir ve bunu
diği bilgilerle yetinilmelidir. Çünkü bu tür haberler titiz bir şekilde sürdürmektedir. O haber-i vâhidleri
Hz. Peygamber’in risaletinin delillerindendir…Konu şehadet âlemi diye isimlendirdiği itikadî alanla ilgili
hakkında mütevâtir bir haber olmadıkça Kur’ân’da konuların anlaşılmasında ve anlatımında yeterli gör-
zikredilen miktarın üzerinde bir ekleme yapmak caiz memektir. Özellikle haberleri zikretse bile, şehâdet
değildir,”122 sözleriyle söz konusu ettiğimiz konular- âleminde (itikadî konularda) onların delil olmaya el-
daki haberlerin hangilerine itibar edip etmeyeceği- verişli olmadığını sıklıkla vurgulamaktan imtina et-
miz hakkındaki kanaatini dile getirmektedir.
memiştir. Mâturîdî, Hz. Peygamber’in peygamberliğini
İmâm Mâturîdî, Kur’ân’ın mübhematı hakkında, zedeleyeceği, kıssalarla anlatılmak istenen hikmetten
Kur’an ve mütevatir haberleri kabul eder. Ona göre ayrılınmış olacağı vb. gerekçelerle Kur’ân kıssalarına
haber-i vâhidler, sahih olmak şartıyla, fizik alemle haber-i vâhidlerle ilavelerde bulunulmaması gerek-
ilgili konularda ise Kur’ân’ın mübhemâtını tefsirde tiği görüşünü sık sık dile getirir. O, Kur’ân tefsirinde
kullanılabilir. Kur’ân’ın mübhematı ile ilgili konularda da haber-i
İmâm Mâturîdî, Haber-i vâhidlerle ilgili tutumunu vâhidleri yetersiz görür. Şayet Kur’ân’ın mübhematı,
bu şekilde belirlemesine rağmen, pek çok konuda ha- fizik âlemle ilgili ise güçlü gördüğü bazı haber-i vâ-
ber-i vâhidlere dayanarak hüküm vermekten de im- hidleri zannı galiple kullanmıştır. Mâturîdî’ye göre,
tina edememiştir. Mesela: “Altı şey gelmeden önce tevhid ile ilgili özellikle teşbih ve tecsim ifade eden
amellerinizi işlemekte acele ediniz”, “Güneş batıdan bütün nassların te’vîl edilmesi gerekli değildir. Onla-
doğuncaya kadar tövbeler kabul olunur”, “Dünya mü- rın içinde bir kısmının, nasslarda nasıl vârid olmuş-
minin zindanı, kâfirin ise cennetidir”, “kim dinini larsa teşbihsiz, tecsimsiz ve keyfiyetsiz olarak kabul
değiştirirse öldürün” vb. rivayetler.123 edilmesi gerekenler de vardır.
Sonuç Son olarak hurafe, mitoloji ve menkıbelerin itikad
İslami ilimlerin olgunlaşma döneminde yaşayan İmâm dünyamızı ve Müslümanlığımızı çepeçevre kuşattığı
Mâturîdî, akıl ve duyularla birlikte haberin de bir bilgi günümüzde, İmâm Mâturîdî’nin haber-i vâhidlere
kaynağı olduğunu kabul etmektedir. Keşif ve ilhamı yaklaşımına dünden daha çok muhtacız, yarınki ih-
güvenilir bir bilgi olarak görmeyen Mâturîdî, Hz. Pey- tiyacımız ise bundan da fazla olacaktır. Gelecekte bu
gamberden gelen haberleri mütevâtir ve âhad olarak yaklaşımın kazandıracağı bilgiye dayalı, arı duru bir
ikiye ayırır. Birincisini kesin bilgi kaynağı olarak kabul itikat ve Müslümanlık nesiller arasında kabul göre-
etmesine karşın ikincisinin zannî bilgi ifade ettiğini cek ve yetişen yeni nesil ateizm bataklığına düşmek-
belirtir. Haber-i vâhidler, kesin bilgi veren kaynak- ten böylece kurtulacaktır. Bu gün islam coğrafyasında
larla doğrulanması durumunda bilgi kaynağıdırlar. İslam ve Müslümanlık adına ortaya çıkan fanatik te-
Haber-i vâhidlerin bilgi kaynağı olması için: 1-Amel rör gruplarıyla da ancak Mâturîdî’nin yaklaşımlarını
ile desteklenmiş, 2-Kur’ân ve akla uygun, 3-Sünnetin benimseyerek mücadele edebiliriz.

593
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Dipnotlar
1 Arslan, Hüsamettin, Epistemik Cemaat, Bir Bilim Sosyolojisi Denemesi, İstanbul 1992, s. 14. Bu tebliğ hazırlanırken, 2003
yılında tamamladığımız “Mâturîdî Kelâm Ekolü Çerçevesinde Kelâmî Hadislerin Değerlendirilmesi” adlı doktora tezimi-
zin ikinci bölümünden özetlenerek ve yeni tespitlerimizin ilaveleriyle oluşturulmuştur.
2 Ceriç, Mustafa, Roots of Synthetic Theology in Islam: A Study of the Theology of Abû Mansûr el-Mâturîdî, Kuala Lumpur
1995, s. 74.
3 Ceriç, Synthetic Theology, s. 66.
4 Dağ, Mehmet, “Eş’arî Kelâmı’nda Bilgi Problemi”, İslam İlimleri Enstitüsü Dergisi, S. 4, Ankara 1980, s. 98.
5 krş. Mâturîdî, Tevhîd, s. 7-8; Bağdâdî, Abdülkâhir, Usûli’d-dîn, Beyrut 1981, s. 6; Dağ, Mehmet, Eş’arî Kelâmı’nda Bilgi
Problemi, s. 103.
6 Ca’birî, Muhammed b. Âbid, Arap İslam Aklının Oluşumu, (çev. İbrahim Akbaba), İstanbul 2000, s. 95, 359-360.
7 Sâbûnî, Nureddîn Ahmed b. Muhammed (580/1184), el-Kifaye fî Usûli’d-Dîn, (Süleymaniye Kütüphanesi, Lâleli Bölümü,
numara: 2271, vr. 4a; Nesefî, Tebsıra, I. 11; Nesefî’nin ifadesine göre, Mâturîdî konuşması esnasında “bilginin, kendisinde
bulunduğu kimseye, söylenebilen ve düşünülebilen her şey (mezkûr)in açık hale gelmesini sağlayan bir sıfat olduğuna”
işaret etmiştir. Fakat Mâturîdî kendisi bu tanımı belli bir kelime düzeni içinde ve belli bir cümle şeklinde ifade etmemiştir.
(bkz. Tebsıra, a.yer; Özcan, Hanifi, Mâtürîdîde Bilgi Problemi, İstanbul 1998, s. 45; Taftazânî, Sadüddîn Mesud b. Ömer
(797/1395), Kelam ilmi ve İslam Akâidi, Şerhu’l-Akâid, (haz. Süleyman Uludağ), İstanbul 1980, s. 105.)
8 Nesefî, Ebu’l-Mu’în Meymûn b. Muhammed (508/1114), Tabsıratü’l-Edille fî Usûli’d-Dîn, (thk. Claude Salamé), Dımeşk
1992-1993, I, 11.
9 Nesefî, Tebsıra, I, 11; krş, Özcan, Hanifi, Bilgi Problemi, s. 46.
10 Sâbûnî, Kifâye, Lâleli, vr. 4a.
11 Özcan, Hanifi, Bilgi Problemi, s. 53.
12 İzutsu, The Concept of Belief in İslâmic Theology, s. 93-93 (Özcan, Hanifi, Bilgi Problemi, s. 58’den naklen)
13 Mâturîdî, Tevhîd, s. 3.
14 İbn Manzûr, Ebu’l-Fadl Muhammed b. Mukrim el-Mısrî, Lisânü’l-Arab, Beyrut 1414/1994, XI, 458-462.
15 Bolay, Süleyman Hayri, “Akıl”, DİA, II, 238.
16 Mâturîdî, Ebû Mansur Muhammed b. Muhammed (333/911), Kitâbü’t-Tevhîd, (thk. M. Fethullah Huleyf), İstanbul 1979,
s. 9-10. Kitâbü’t-Tevhîd’in iki ayrı neşri kullanılmıştır. Topaloğlu neşrinde parantez içinde tercümesine de atıfta bulunul-
muştur.
17 Mâturîdî, Tevhîd, s. 178.
18 Mâturîdî, Tevhîd, s. 382.
19 Pezdevî, Ebû’l-Yüsr Muhammed (493/1099), Ehl-i Sünnet Akâidi, (trc. Şerafeddin Gölcük), İstanbul 1988. s. 298.
20 Nesefî, Tebsıra, I, 17 vd.
21 Mâturîdî, Tevhîd, s. 5, 267.
22 Mâturîdî, Tevhîd, s. 9. Nesefî’de aynı kanaati taşımaktadır. Bkz. Tebsıra, I, 17.
23 Mâturîdî, Tevhîd, s. 9.
24 Sâbûnî, Nureddîn Ahmed b. Muhammed (580/1184), Bidâye fî Usûli’d-Dîn (Mâturîdiyye Akâidi), (thk. ve trc. Topaloğlu,
Bekir), Ankara, 1399/1979 (trc. 177); Kifâye, Lâleli, vr. 85b.
25 Sâbûnî, Bidâye, s. 45 (trc. 110).
26 Mâturîdî, Tevhîd, s. 183-184.
27 Nesefî, Tebsıra, I, 386.
28 Geniş bilgi için bkz.: Mâturîdî, Tevhîd, s. 10; Sâbûnî, Bidâye, s. 87 (trc. 177), Kifâye, Lâleli, vr. 85b.
29 Mâturîdî, Tevhîd, s. 10, 187.
30 Mâturîdî, Tevhîd, s. 11; Eyyub Ali, Ebu’l-Hayr Muhammed, Akîdetü’l-İslâm ve’l-İmâm Mâturîdî, Bangladeş-Dakka
1404/1983, s. 310.
31 Kişinin bizzat kendisinin duymuş olması gibi anlamına gelen bu ifadeyi “kesin bir duyuş” diye verdik. Bu, hem kişinin
bizzat işitme duyusu kulakla bizzat ve kesin olarak duyması anlamında olabileceği gibi, kalbin işitmiş gibi bir eğilim için-
de olması anlamına da gelebilir.
32 Mâturîdî, Tevhîd, s. 8, Râzî, Fahreddîn Muhammed b. Ömer b. el-Hüseyn (606/1209), Kelâma Giriş (el-Muhassal), (trc.:
Hüseyin Atay), Ankara 1978, s. 45.
33 Mâturîdî, Te’vîlât, vr. 476b, Tevhîd, 8,9, 27; krş. Özcan, Hanifi, Bilgi problemi, s. 120.
34 Mâturîdî, Tevhîd, s. 8., Te’vîlât, vr. 506; Nesefî, et-Temhîd, Yazma: Karaçelebi, 347, s. 120., Tebsıra, s. 16, 29; Sâbûnî, Bidâye,
s. 55-56 (trc. 123-124), Kifâye, Lâleli, vr. 4b. Nesefî, söz konusu delili “el-burhanu’l-Mu’ciziyyu” Mu’cizevi Delil olarak,
Sâbûnî ise mucize olarak zikreder. Bu sebeple Mâturîdî’nin “apaçık delil” ifadesini mucize olarak ifade etmeye çalıştık.
35 Mâturîdî, Tevhîd, s. 8.
36 Mâturîdî, Tevhîd, s. 8.
37 Mâturîdî, Tevhîd, s. 7-8, Mâturîdî, Tev’ilâtu Ehli’s-Sünne (Te’vîlâtü’l-Kuran), Yazması: Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphane-
si, Medine Bölümü, No: 180, (1a-814b vr. 783a; Pezdevî, Akâid, s. 11, 14; Nesefî, et-Temhîd, s. 120; İzmirli, İsmail Hakkı,
Yeni İlm-i Kelâm, (sad. Sabri Hizmetli), Ankara 1981, s. 34.

594
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Mâturîdî’nin Te’vîlât’ının yazma ve tahkikli neşirleri kullanılmıştır. Referansın hangi nüshadan yapıldığının ayırt edilmesi
için tahkikli neşir referanslarında cilt ve sayfa numaraları verilmiştir.
38 Mâturîdî, Te’vîlât, vr. 556b, 667a.
39 Mâturîdî, Tevhîd, s. 8-9. Nesefî, Tebsıra, I, 16; Sâbûnî, Bidâye, s. 55-56 (123-124), Kifâye, Lâleli, vr. 4b; Teftâzânî, Şer-
hu’l-Akâid, s. 112.
40 Mâturîdî, Tevhîd, s. 8-9; Esen, Muammer, “Mâturîdî’nin Bilgikuramı ve Bu Bağlamda Onun Alem, Allah ve Kader Konu-
sundaki Görüşlerinin Kısa Bir Tahlili”, AÜİFD, XLIX (2008), sayı II, s. 47.
41 Mâturîdî, Tevhîd, s. 9.
42 4/Nisa, 157-158.
43 Mâturîdî, Te’vîlât, vr.133b.
44 Hz. İsâ’nın çarmıha gerilmesi meselesindeki gibi “mütevâtir haberin de yalana ihtimali vardır” iddiasına verilen bir başka
cevap için bkz. Serahsî, Şemsü’l-Eimme Ebû Bekir b. Ahmed b. Ebî Sehl (490/1096), Usûlü’s-Serahsî, (thk. Ebu’l-Vefâ
el-Efgânî), Haydarabad, trs., (I-II), I, 284 vd.
45 Pezdevî, Akâid, s. 117; Nesefî, Tabsıra, I, 400; Sâbûnî, Kifâye, Lâleli, vr. 31b.
46 Mâturîdî, Te’vîlât, vr.133b.
47 Ertürk, Mustafa, “Haber-i Vâhid”, DİA, XIV, 349. Haber-i vâhid kavramı ile ilgili geniş bilgi için bkz. Koçkuzu, Ali Os-
man, Rivayet İlimlerinde Haber-i Vâhitlerin itikât ve Teşrî Yönlerinden Değeri, Ankara 1988, s. 78-96.
48 Ünal, İ Hakkı, Ebû Hanîfe’nin Hadis Anlayışı ve Hanefî Mezhebinin Hadis Metodu, Ankara1994, s. 134. Haber-i vâhid
kavramının tarihi süreç içerisinde geçirdiği anlam değişmeleri hakkında bkz. Koçyiğit, Talat, Hadis Istılahları, Ankara
1985, s. 22-24.
49 Şâfiî, Muhammed b. İdrîs (204/820), er-Risâle (İslâm Hukukunun Kaynakları), (trc. Abdülkadir Şener-İbrahim Çalış-
kan), Ankara 1996, s. 248.
50 Koçkuzu, Rivâyet İlimleri, s. 81.
51 Ebu’l-Huseyn el-Basrî, Muhammed b. Ali b. et-Tayyib (436/144), Kitâbü’l-Mu’temed fî Usûli’l-Fıkh, (thk. Muhammed
Hamidullah-Hasen Hanefî, Ahmed Bukeyr), Dımeşk 1385/1965, II, 572-577.
52 bkz. Yavuz, Y. Şevki, “Haber-i vâhid”, DİA, XIV, 352-53. Ayrıca bkz. Hansu, Hüseyin, Mutezilenin Hadis Anlayışı, (Yayın-
lanmamış doktora tezi), Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 2002, adı geçen tez.
53 Mâturîdî, Tevhîd, s. 9. Kelâmcılar genellikle âhâd haberi, “mütevâtir derecesine ulaşmayan haber” olarak tanımlarlar.
(Koçyiğit, Talat, Hadisçilerle Kelamcılar Arasındaki Münakaşalar, Ankara 1988, s. 244).
54 Mâturîdî, Te’vîlât, vr. 133b.
55 Pezdevî, Akâid, s. 225-240; Nesefî, Tebsıra, II, 763-766; Sâbûnî, Bidâye, s. 91-93 (trc. 185-186); Eş’arî, Ebu’l-Hasen Ali
b. İsmâil (324/935), el-İbâne an usûli’d-diyâne, Medîne 1410, s. 211 vd; Kırbaşoğlu, M. Hayri, İslâm Düşüncesinde Hadis
Metodolojisi, Ankara 1999, s. 12.
56 Mâturîdî, Te’vîlât, vr. 575a; Nesefî, Tebsıra, I, 132.
57 Tuğlu, Nuri, Mâturîdî Kelâm Ekolü Çerçevesinde Kelâmî Hadislerin Değerlendirilmesi, (basılmamış doktora tezi), S.D.Ü.
Sos. Bil. Ens., Isparta 2003, s. 98.
58 İbn Kayyım, es-Sevâıku’l-mürsele ale’t-tâifeti’l-Cehmiyye ve’l-Muattıla, (thk. Ahmed Atıyye-Ali Nâsır), Medîne 1410, II,
375, 376
59 Ebû Zehra, İslam’da Siyasî ve İtikadî Mezhepler Tarihi, (trc. Hasan Karakaya-Kerim Aytekin), İstanbul 1983. (II. Cildin
tercümesi Abdülkadir Şener’e ait), s. II. 375.
60 Ebû Zehra, Mezhepler Tarihi, s. I, 205.
61 İbn Hazm, Ebû Muhammed Ali b. Ahmed (456/1063), İhkâm fi Usûli’l-Ahkâm, Beyrut 1405/1985,, I, 115.
62 İbn Kayyım, es-Sevâıku’l-mürsele, II, 334.
63 Ebu’l-Huseyn el-Basrî, Mu’temed, II, 572-577.
64 Abdüazîz el-Buhârî, İbn Ahmed (730/1329), Keşfu’l-Esrâr an Usûli Fahri’l-İslâm el-Pezdevî, (thk. Muhammed Mu’tasım
Billah el-Bağdâdî), Beyrut 1411/1991, II, 678.
65 Bkz. Tuğlu, Nuri, a.g.t, s. 355-360.
66 9/Tevbe, 122.
67 Mâturîdî, Te’vîlât, VI, 475.
68 46/Ahkaf, 31; ayrıca bkz. Mâturîdî, Te’vîlât, XIII, 276.
69 Mâturîdî, Te’vîlât, XIV, 62.
70 Mâturîdî, Te’vîlât, XIII, 276.
71 Mâturîdî, Te’vîlât, XII, 267.
72 Mâturîdî, Te’vîlât, XIV,74; XVI, 68; XVII, 104.
73 Mâturîdî, Te’vîlât, VIII, 371.
74 Mâturîdî, Te’vîlât, XIV, 74.
75 Mâturîdî, Te’vîlât, I, 333-334. Mâturîdî’nin Haber-i vahidlere bakışı hakkındaki tespitleri karşılaştırmak için bkz. Özen,
Şükrü, “İmam Ebû Mansûr el-Mâtürîdî’nin Fıkıh Usûlünün İnşası”, İmâm Mâturîdî ve Mâturîdîlik, (Hazırlayan, Sönmek
Kutlu), Ankara 2003, s. 222-225.

595
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

76 Mâturîdî, Te’vîlât, XIII, 276.


77 Mâturîdî, Tevhîd, s. 9, 10, 27; ayrıca bkz.: Özcan, Hanifi, Bilgi Problemi, s. 159.
78 50/Kaf, 30.
79 Buhârî, Ebû Abdillah Muhammed b. İsmaîl (256/869), Sahîhu’l-Buhârî, İstanbul 1992Eymân, 12, Tevhîd, 7, 25; Müslim,
Ebû’l-Huseyn Müslim İbnu’l-Haccâc (261/874), Sahîhu Müslim, İstanbul 1992Cennet, 35, 37-38; Tirmizî, Muhammed b.
İsâ (279/892), Sünenü’t-Tirmizî, İstanbul 1992, (I-III mücelled V. Clit.), (Çağrı yay.), Cennet, 20, Tefsîr, 50; İbn Hıbbân,
Sahîhu İbn Hıbbân bi Tertîbi İbn Belbân, (thk. Şuayb el-Arnaud), Beyrut 1414/1993, XVI, 482; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
İstanbul 1992, II.369, 507, III, 13.
80 Mâturîdî, Te’vîlât, vr. 655a. Mâturîdîlerin hadisleri akla arzına bir başka örnek emme yolu ile evlilik yasağının getirildiği
4/Nisa, 23 âyetin tefsirini yaparken beş kez emme rivayeti ile ilgili yaklaşımı zikredilebilir. Bkz. Mâturîdî, Te’vîlât, vr.
96a-97a.
81 Mâturîdî’nin kaydettiği bu rivâyeti ulaşabildiğimiz hadis kaynakların tespit edebilmiş değiliz.
82 Mâturîdî, Te’vîlât, vr. 655a.
83 Mâturîdî, hadisi akla ve nasslara aykırı bularak reddetmekte, ancak Mâturîdî’den sonra gelen Ebu’l-Mu’în en-Nesefî
(508/1114), hadisi reddetme yerine onu yorumlamayı yeğlemektedir. Nesefî, bu hadisle ilgili birkaç yorumu verdikten
sonra şunları kaydeder: “Burada Hz. Peygamber (sav) “kadem” lafzıyla, büyük ve zor bir işi kastetmiştir. Bazı âlimler,
onunla cehennemin baldırı kastedilmiştir demişlerdir… Hadiste geçen ( ) kelimesi, sahih rivâyete göre kaf ( ) “Kaf ”
harfinin kesresiyle “kadem” yerine “kıdem” şeklindedir. Buna göre mana: “… Taki izzet sahibi olan Yüce Rabb, ezelî ilmin-
de kafirlerden cehenneme atılacak kimselerin tamamını oraya koyar. Cehennem de yeter yeter (Ya Rabbi) der” olmaktadır,
şeklinde bir yorum getirerek kabul etmektedir (bkz. Nesefî, Ebu’l-Mu’în, Bahru’l-Kelâm fî Akâidi Ehli’l-İslâm, Konya
1327-1329, s. 12). Buradan da anlaşılıyor ki, İmâm Mâturîdî’nin tevil edilme imkânı olmasına rağmen reddetmeyi yeğle-
diği rivâyet kendisinden sonraki temsilcileri tarafından tevil edilerek kabul edilmiş gözükmektedir. Bu durum Mâturîdî-
liğin bir dönem sonra belli konularda kırılmalar yaşadığına işaret etmektedir.
84 Buhârî, Tevhid, 15, 50; Müslim, Zikir, 20-22)
85 Mâturîdî, Tevhîd, s. 117-118 (96-97).
86 Mâturîdî, Te’vîlât, vr. 37a.
87 Mâturîdî, Te’vîlât, vr. 37a.
88 Mâturîdî, Tevhîd, s. 62 (52).
89 Mâturîdî, Te’vîlât, I, 333-334.
90 Mâturîdî, Te’vîlât, vr. 221a-222a. Benzer bir örnek için bk. Te’vîlât, vr. 143a-143b.
91 Mâturîdî, Te’vîlât, XI, 276.
92 İbn İshak, Muhammed, (thk. Muhammed Hamidullah), Sîretü İbn İshâk, Konya 1401/1981, s. 157-158.
93 69/Hâkka, 44-47.
94 Mâturîdî, Te’vîlât, vr. 666b.
95 bkz. Cerrahoğlu, İsmail, “Garânîk”, DİA, XIII, 362-365.
96 Dümeynî, Misfir b. Gumrullah ed-Dümeynî, Hadiste Metin Tenkidi Metodları, (çev. İlyas Çelebi, Adil Bebek, Ahmet Yü-
cel), İstanbul 1997, s. 68 vd.; Zerkeşî, Ebû Abdillah Bedrüddîn Muhammed b. Abdillah (794/1392), Hz. Aişe’nin Sahabeye
Yönelttiği Eleştiriler, (çev. Bünyamin Erul), Ankara 2000, Bünyamin Erul’un yazdığı giriş, s. 38-44.
97 Mesele ile ilgili rivâyetler hakkındaki uzunca tartışma için bkz. Te’vilât, IV, 217-223; el-Mergînânî, Ebu’l-Hasen Bur-
hanüddîn; el-Hidâye Şerhu Bidâyeti’l-Mübtedî, İstanbul, trs., II, 118; Zeyla’î, Cemalüddîn Ebû Muhammed Abdullah b.
Yûsuf, Nasbu’r-Râye li Ehâdîsi’l-Hidâye, by., trs., III, 355 vd.
98 Mâturîdî, Te’vîlât, VI, 152-158.
99 Mâturîdî, Te’vîlât, vr. 143a.
100 Mâturîdî, Te’vîlât, vr. 203a.
101 7/A’râf, 163.
102 Mâturîdî, Te’vîlât, vr. 214b; krş. Galli, Ahmed Mohmed Ahmed, “Some Aspects of Mâturidi’s Commentary on the
Qur’ân”, Islamıc Studies, Pakistan, (Spring 1992), S. XXI, s. 10.
103 “Semûd kavmine de kardeşleri Salih (as)ı gönderdik. O, kavmine şöyle demişti: “Allah’a ibadet edin. O’ndan başka ilâhınız
yoktur. İşte size, Rabbinizden apaçık bir mucize geldi. Şu Allah’ın dişi devesi, size peygamberliğimi ispat eden bir mucize
ve alamettir. Onu bırakın, Allah’ın arzında otlasın. Ona bir fenalıkla dokunmayın ki, sonra acıklı bir azaba uğrarsınız.”
(7/A’râf, 73).
104 Mâturîdî, Te’vîlât, vr. 303a.; krş. Galli, Some Aspects, s. 10.
105 38/Sâd, 48
106 Mâturîdî, Te’vîlât, XII, 267.
107 2/Bakara 80.
108 Mâturîdî, Te’vîlât, I, 204. ayrıca bkz. Galli, Some Aspects, s. 7, 9. Mâturîdî’nin bu tür “israilî rivâyetler”e karşı tutumunu
gösteren bir başka örnek için bkz. Mâturîdî, Te’vîlât, vr. 14a-b.
109 8/Enfâl, 38.

596
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

110 Mâturîdî, Te’vîlât, IV, 199.


111 krş. Galli, Some Aspects, s. 11.
112 es-Suyûtî, Ebu’l-Fazl Celaleddin Abdurrahman b. Ebî Bekr (ö.911/1505), el-İtkân fî Ulûmi’l-Kur’ân (I-II), tâlik: Mustafa
Dîb el-Buğâ, Dâru İbn Kesir, Dımaşk-Beyrut 2006, II, 1089.
113 Râğıb el-İsfahânî, Hüseyin b. Muhammed (ö.502/1108), el-Mufredât fî Garîbi’l-Kur’ân, (Tahk.Muhammed Seyyid Key-
lânî), (Şerike Mektebe ve Matbaa Mustafa el-Bâbî el-Halebî), Mısır 1381/1961, s. 64; Ayrıca bkz. Birışık, Abdülhamit, Hü-
seyin Abdülhâdî Muhammed, a.g.m., a.y.; Öztürk, Mustafa, “Mübhemâtü’l-Kur’ân ve İmâmiyye Şiası”, On Dokuz Mayıs
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Samsun 2001, Sayı: 12-13, s. 438. (Mübhemât konusu ile ilgili bazı dokümanları
tevdi eden Mustafa Cihad Bakkal’a teşekkür ederim.)
114 Demirci, Muhsin, Tefsir Usûlü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Vakfı Yayınları, İstanbul 2007, s. 151; konuyla ilgili yapılan
diğer tanımlar için bkz. Öztürk, Mustafa, a.g.m., s. 439.
115 Birışık, Abdülhamit, Hüseyin Abdülhâdî Muhammed, “Mübhemâtü’l-Kur’ân” mad., DİA, XXXI, 438.
116 19/Meryem, 28.
117 Mâturîdî, Tevîlât, IX, 133.
118 53/Necm, 13-16.
119 Mâturîdî, Te’vîlât, XIV, 198-199.
120 Mâturîdî, Te’vîlât, VIII, 224.
121 Mâturîdî, Te’vîlât, IX, 133.
122 Mâturîdî, Te’vîlât, XVI, 145.
123 Diğer bazı örneklerin tespiti ve referansları için bkz. Adil Bebek, “İmâm Mâturîdî ve Kâdı Abdülcebbâr’a Göre Haber-i
Vâhid’in Epistemolojik Değeri”, Kelam’da Bilgi Problemi Sempozyumu, Bursa 2003, s. 48. Mâturîdî’nin Kur’an tefsirinde
hadis kullanımındaki yaklaşımı hakkında Bkz. Özdeş, Talip, İmâm Mâturîdî’nin Te’vîlâtu Ehl-i’s-Sünne Adlı Eserinin Tefsir
Metodolojisi Açısından Tahlil ve Tanıtımı, (Basılmamış doktora tezi), E.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Kayseri 1997; Tuğlu,
Nuri, “İmâm Mâturîdî’nin Te’vîlâtü’l-Kur’ân Adlı Tefsirinin Rivâyet İlimleri Açısından Bazı Özellikleri”, Arayışlar Dergisi,
Isparta 2001, Yıl: 3, Sayı: 5-6, ss. 115-130.

Kaynakça
Abdüazîz el-Buhârî, İbn Ahmed, (1411/1991), Keşfu’l-Esrâr an Usûli Fahri’l-İslâm el-Pezdevî, (thk. Muhammed Mu’tasım
Billah el-Bağdâdî), Beyrut.
Ahmed b. Hanbel, (1992), Müsned, (çağrı yay.), İstanbul.
Arslan, Hüsamettin (1992), Epistemik Cemaat, Bir Bilim Sosyolojisi Denemesi, İstanbul.
Bağdâdî, Abdülkâhir, (1981), Usûli’d-dîn, Beyrut.
Bebek, Adil, (2003),“İmâm Mâturîdî ve Kâdı Abdülcebbâr’a Göre Haber-i Vâhid’in Epistemolojik Değeri”, Kelam’da Bilgi Prob-
lemi Sempozyumu, Bursa 2003.
Birışık, Abdülhamit, Hüseyin Abdülhâdî Muhammed, (2006) “Mübhemâtü’l-Kur’ân”, DİA, (XXXI, s. 437-439),İstanbul.
Bolay, Süleyman Hayri, (1989), (1996), “Akıl”, DİA, II. 238.
Buhârî, Ebû Abdillah Muhammed b. İsmaîl, (1992), Sahîhu’l-Buhârî,,(Çağrı yay.), İstanbul.
Ca’birî, Muhammed b. Âbid, (2000), Arap İslam Aklının Oluşumu, (çev. İbrahim Akbaba), İstanbul.
Ceriç, Mustafa, (1992), Roots of Synthetic Theology in Islam: A Study of the Theology of Abû Mansûr el-Mâturîdî, Kuala
Lumpur.
Cerrahoğlu, İsmail, “Garânîk”, DİA, VIII.
Dağ, Mehmet, (1980), “Eş’arî Kelâmı’nda Bilgi Problemi”, İslam İlimleri Enstitüsü Dergisi, S. 4, Ankara.
Demirci, Muhsin, (2007), Tefsir Usûlü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Vakfı Yayınları, İstanbul 2007,
Dümeynî, Misfir b. Gumrullah ed-Dümeynî, (1997), Hadiste Metin Tenkidi Metodları, (çev. İlyas Çelebi, Adil Bebek, Ahmet
Yücel), (kitabevi yay.) ,İstanbul.
Ebû Zehra, Muhammed, (1983), İslam’da Siyasî ve İtikadî Mezhepler Tarihi, (trc. Hasan Karakaya-Kerim Aytekin), İstanbul.
Ebu’l-Huseyn el-Basrî, Muhammed b. Ali b. et-Tayyib, (1385/1965) Kitâbü’l-Mu’temed fî Usûli’l-Fıkh, (thk. Muhammed Ha-
midullah-Hasen Hanefî, Ahmed Bukeyr), Dımeşk.
Ertürk, Mustafa, (1996), “Haber-i Vâhid”, DİA, XIV, İstanbul.
Esen, Muammer, (2008), “Mâturîdî’nin Bilgikuramı ve Bu Bağlamda Onun Alem, Allah ve Kader Konusundaki Görüşlerinin
Kısa Bir Tahlili”, AÜİFD, XLIX (2008), Sayı: 2, Ankara.
Eş’arî, Ebu’l-Hasen Ali b. İsmâil, (1410), el-İbâne an usûli’d-diyâne, Medîne.
Eyyub Ali, Ebu’l-Hayr Muhammed, (1404/1983) Akîdetü’l-İslâm ve’l-İmâm Mâturîdî, Bangladeş-Dakka.
Galli, Ahmed Mohmed Ahmed, (1992), “Some Aspects of Mâturidi’s Commentary on the Qur’ân”, Islamıc Studies, Pakistan,
(Spring), S. XXI.
Hansu, Hüseyin, (2002), Mutezilenin Hadis Anlayışı, (Yayınlanmamış doktora tezi), Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Ens-
titüsü, Ankara.

597
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

İbn Hazm, Ebû Muhammed Ali b. Ahmed (1405/1985), İhkâm fi Usûli’l-Ahkâm, Beyrut.
İbn Hıbbân, (1414/1993), Sahîhu İbn Hıbbân bi Tertîbi İbn Belbân, (thk. Şuayb el-Arnaud), Beyrut.
İbn İshak, Muhammed, (1401/1981). Sîretü İbn İshâk, (thk. Muhammed Hamidullah), Konya.
İbn Kayyım el-Cevziyye, (1410), es-Sevâıku’l-mürsele ale’t-tâifeti’l-Cehmiyye ve’l-Muattıla, (thk. Ahmed Atıyye-Ali Nâsır), Me-
dîne.
İbn Kayyım, es-Sevâıku’l-mürsele, II. 334.
İbn Manzûr, Ebu’l-Fadl Muhammed b. Mukrim el-Mısrî, (1414/1994), Lisânü’l-Arab, Beyrut.
İzmirli, İsmail Hakkı, (1981), Yeni İlm-i Kelâm, (sad. Sabri Hizmetli), Ankara.
Kırbaşoğlu, M. Hayri, (1999), İslâm Düşüncesinde Hadis Metodolojisi, (Ankara okulu yay.), Ankara.
Koçkuzu, Ali Osman, (1988), Rivayet İlimlerinde Haber-i Vâhitlerin itikât ve Teşrî Yönlerinden Değeri, (DİB yay.), Ankara.
Koçyiğit, Talat, (1985), Hadis Istılahları, AÜİF yay., Ankara.
Koçyiğit, Talat, (1988), Hadisçilerle Kelamcılar Arasındaki Münakaşalar, (DİB yay.), Ankara.
Mâturîdî, Ebû Mansur Muhammed b. Muhammed, (1970), Kitâbü’t-Tevhîd, (thk. M. Fethullah Huleyf), İstanbul (Ankara
2003).
Mâturîdî, Te’vlâtü’l-Kur’ân, (2005-2010), (ed. Bekir topaloğlu), (Mizan yay.), İstanbul. (I-XVII).
Mâturîdî, Tev’ilâtu Ehli’s-Sünne (Te’vîlâtü’l-Kuran), Yazması: Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi, Medine Bölümü, No: 180.
Müslim, Ebû’l-Huseyn Müslim İbnu’l-Haccâc, (1992), Sahîhu Müslim, (Çağrı yay.), İstanbul.
Nesefî, Ebu’l-Mu’în, Meymun b. Muhammed, (1327-1329), Bahru’l-Kelâm fî Akâidi Ehli’l-İslâm, Konya.
Nesefî, Ebu’l-Mu’în Meymûn b. Muhammed, (1992-93), Tabsıratü’l-Edille fî Usûli’d-Dîn, (thk. Claude Salamé), Dımeşk.
Nesefî, Ebu’l-Mu’în, Meymun b. Muhammed, et-Temhîd, Yazma: Karaçelebi, 347.
Özcan, Hanifi, (1998), Mâturîdîde Bilgi Problemi, (İFAV yay.), İstanbul.
Özen, Şükrü, (2003), “İmam Ebû Mansûr el-Mâturîdî’nin Fıkıh Usûlünün İnşası”, İmâm Mâturîdî ve Mâturîdîlik, (Hazırlayan,
Sönmek Kutlu), (Kitabiyât yay.), Ankara.
Öztürk, Mustafa, (2001)“Mübhemâtü’l-Kur’ân ve İmâmiyye Şiası”, On Dokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi,
Samsun.
Pezdevî, Ebû’l-Yüsr Muhammed, (1988), Ehl-i Sünnet Akâidi, (trc. Şerafeddin Gölcük), (Kayıhan yay.), İstanbul.
Râğıb el-İsfahânî, Hüseyin b. Muhammed (1381/1961), el-Mufredât fî Garîbi’l-Kur’ân, (ahk. Muhammed Seyyid Keylânî),
(Şerike Mektebe ve Matbaa Mustafa el-Bâbî el-Halebî), Mısır.
Râzî, Fahreddîn Muhammed b. Ömer b. el-Hüseyn, 1978), Kelâma Giriş (el-Muhassal), (trc. Hüseyin Atay), Ankara.
Sâbûnî, Nureddîn Ahmed b. Muhammed, (1979) Bidâye fî Usûli’d-Dîn (Mâturîdiyye Akâidi), (thk. ve trc. Topaloğlu, Bekir),
(DİB yay.), Ankara.
Sâbûnî, Nureddîn Ahmed b. Muhammed, (trs), el-Kifaye fî Usûli’d-Dîn, (Süleymaniye Kütüphanesi, Lâleli Bölümü, numara:
2271.
Serahsî, Şemsü’l-Eimme Ebû Bekir b. Ahmed b. Ebî Sehl, (trs), Usûlü’s-Serahsî, (thk. Ebu’l-Vefâ el-Efgânî), Haydarabad, (I-II).
Süyûtî, Ebu’l-Fazl Celaleddin Abdurrahman b. Ebî Bekr (2006), el-İtkân fî Ulûmi’l-Kur’ân (I-II), tâlik: Mustafa Dîb el-Buğâ,
Dâru İbn Kesir, Dımaşk-Beyrut.
Şâfiî, Muhammed b. İdrîs, (1996), er-Risâle (İslâm Hukukunun Kaynakları), (trc. Abdülkadir Şener-İbrahim Çalışkan), TDV
yay., Ankara.
Taftazânî, Sadüddîn Mesud b. Ömer, (1980), Kelam ilmi ve İslam Akâidi, Şerhu’l-Akâid, (haz. Süleyman Uludağ), (Dergah
yay.), İstanbul.
Tirmizî, Muhammed b. İsâ, (1992), Sünenü’t-Tirmizî, (Çağrı yay.), İstanbul.
Tuğlu, Nuri, (2003), Mâturîdî Kelâm Ekolü Çerçevesinde Kelâmî Hadislerin Değerlendirilmesi, (basılmamış doktora tezi), S.D.Ü.
Sos. Bil. Ens., Isparta.
Ünal, İ Hakkı, (1994), Ebû Hanîfe’nin Hadis Anlayışı ve Hanefî Mezhebinin Hadis Metodu, (DİB yay.), Ankara.
Yavuz, Y. Şevki, (1996), “Haber-i vâhid”, DİA, (XIV, 352-355), İstanbul.
Zerkeşî, Ebû Abdillah Bedrüddîn Muhammed b. Abdillah (2000), Hz. Aişe’nin Sahabeye Yönelttiği Eleştiriler, (çev. Bünyamin
Erul), (Kitabiyat yay), Ankara.

598
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Doç. Dr. Mustafa YILDIZ


Doç. Dr. Mustafa Yıldız, 1971 Gaziantep doğumlu. İlk, orta ve lise öğre-
nimimi Kayseri’de tamamladı. 1995 yılında İstanbul Üniversitesi Felsefe
bölümünden mezun oldu. 2001 yılında “İbn Sina ve Gazali’nin Akıl Öğ-
retilerinde Kutsal Akıl” teziyle yüksek lisans, 2009 yılında ise “Farabi’nin
Toplum ve Devlet Görüşü” başlıklı teziyle doktora öğrenimini tamamladı.
Halen Erciyes Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nde öğre-
tim üyesi olarak çalışmalarını sürdürmektedir.

Din-Siyâset İlişkileri Bağlamında


Fârâbî ve Mâturîdî
Giriş
Din-siyaset ilişkisi sorunu, İslam dünyasında hem fi-
lozofların hem de din âlimlerinin araştırma konusu
olmuştur. Şu var ki soruna filozofların yaklaşımı ile
fıkıhçı ve kelamcıların yaklaşımı arasında gerek te-
mele aldıkları kaynaklar ve gerekse de yöntem bakı-
mından önemli farklılıklar vardır. Filozoflar soruna
felsefeyi de dâhil ederek felsefe-din, felsefe-siyaset ve
din-siyaset ilişkisi olmak üzere üç yönlü bir çerçe-
vede sorunu çözmeye çalışırken, Eski Yunan felsefe-
sinden yararlanmışlardır. Eski Yunan’ın iki büyük bil-
gesi Platon ve Aristoteles’in eserlerinden yararlanarak
içinde yaşadıkları ve büyük ölçüde dinin biçimlendir-
diği kültürle uyumlu bir siyaset anlayışı geliştirmeye
çalışmışlardır. Fıkıhçı ve kelamcılar ise temel kaynak
olarak din metinlerini almışlar iktidarın kaynağı ve
meşruiyeti, birey-devlet ilişkisi, kimin yönetmesi ve
yönetim şeklinin ne olması gerektiği gibi sorunları
Kur’an ve sünnetin ışığında cevaplamaya çalışmışlar-
dır. Temele alınan kaynaklar arasındaki bu farklılık,

599
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

İslam’ın klasik döneminde filozoflar ile din âlimleri kendine yetmemesi ve bu yüzden doğa olarak top-
arasındaki gerilimi kimi zaman uç boyutlara taşıma- lumsal bir canlı olarak görülmesinden alan bir yak-
sına karşın, özelde filozofları temsilen Fârâbî’nin, ke- laşımla cevaplanmıştır. İslam dünyasında ilk kez
lamcıları temsilen ise Mâturîdî’nin çalışmaları, hâlis Mûtezile kelamcılarından Câhız (ö. 869) bu soruyla
ve tüm zamanların dini olarak İslam’ın üstün konu- ilgilenir. Ona göre insan, doğası gereği başkalarına
munu teyit ederken, özellikle diğer tek tanrılı dinleri ihtiyaç duyar ve yaşamak için diğer insanlarla iş bir-
ötekileştirmeyen ve farklı etnisiteler arasında uzlaş- liği yapmak zorundadır. Allah ihtiyaçlarını kendi ba-
maya dayalı bir siyasal zeminin kurulmasında önemli şına görebilen hiçbir şey yaratmamıştır.1
bir yere sahip olmuştur.
Ancak asıl sorun insanların gereksinimlerini karşı-
Fârâbî ve Mâturîdî aynı dönem içerisinde yaşamış lamak için işbirliğine duyulan ihtiyacın ötesinde, bu
olmakla birlikte birbirinden ne ölçüde haberdar ol- tür bir işbirliğinin bir örgütlenme ve hiyerarşik yapıyı
duğu bilinmemektedir. Şu var ki gerek yöntem, ge- gerektirmesidir. Bu bağlamda Câhız, imâmetin/siya-
rek terminoloji ve gerekse de yararlandıkları kaynak- setin gerek dinsel gerekse de dünyevî işlerinin düzen-
lar bakımından bu iki büyük Türk bilgini arasında lenmesi için zorunlu olduğunu ifade ederek insanla-
farklılıklara karşın özellikle dünya görüşü açısından rın farklı mizaç ve eğilimlere sahip olmasından dolayı
önemli benzerlikler olduğu da görülebilir. Fârâbî, ya- onları sevk ve idare edecek bir yöneticinin varlığını
şadığı dönemde İslam dünyasındaki mezhebe dayalı
gerekli görür. Meşrûiyet sınırları içerisinde bu yö-
bölünmüşlüğe olduğu kadar farklı dinsel ve etnik
netici ise ya yeni bir şeriat getiren resul, ya vahiy al-
grupların aynı erdemli devlet çatısı altında nasıl bir-
makla birlikte şeriat getirmeyen, kendinden önceki
leşeceği sorununa millet öğretisi ile bir çözüm getir-
resulün şeriatıyla amel eden nebî ya da vahiy alma-
meye çalışırken, Mâturîdî de benzer kaygılarla İslam’ın
yıp kendinden önceki resul ve nebilerin getirdikle-
inanç esaslarını özellikle düalist nitelikteki sapkın ve
riyle amel eden imamdır.2
inkârcı akımlara karşı savunmayı ve Ebû Hanife’nin
fıkıh alanında açtığı akılcı yaklaşımı itikâdî sorunlara Bu bağlamda insanın toplumsallığı ile ilgili sorun,
uygulama yoluyla İslam toplumunun birliğini pekiş- gelişigüzel bir topluluk oluşturmanın ötesinde belli
tirmeye katkı sağlamıştır. Kuşkusuz gerek Fârâbî ve bir amaca ilişkin olarak toplumun kim tarafından,
gerekse Mâturîdî’nin bu evrenselci tavırlarının arka hangi amaca ulaşmak için ve hangi ilkelere göre ör-
planında akla verdikleri önem yatmaktadır. Burada gütleneceği problemine doğru gelişir. Tam da bu nok-
her iki düşünürüz için de İslam dünyasının çok kat- tada Fârâbî, Câhız’dan daha geniş bir perspektifle
manlı ve çok kültürlü yapısı ancak akıl merkezinde toplumları yöneldikleri amaca göre sınıflara ayırır.
gelişebilecek bir siyaset anlayışıyla yönetilebileceğine Temel gereksinimlerin karşılanması, zenginlik, say-
yönelik bir anlayış söz konusudur. gınlık ya da üstünlük kurma gibi amaçlar bakımın-
Bu bağlamda Fârâbî’nin siyaset felsefesinin merke- dan çokluk içeren cahil toplumlar karşısında, insanın
zinde yer alan millet kavramı ile Mâturîdî’nin geniş doğal amacı olarak gördüğü “en yüksek mutluluğa”
bir dinsel perspektifle analiz ettiği vahiy, din ve şe- yönelmiş ve bu uğurda dayanışma içinde olan top-
riat kavramları arasındaki ilişkiden yola çıkarak bu lumu erdemli toplum olarak adlandırır.3
bildiride şu sorulara cevap aranacaktır: Kuşkusuz Fârâbî’nin toplumları bu türden bir nite-
1. Toplumsal hayatın kökeni nedir? ya da insanlar liksel ayrıma tâbî tutmasının temelinde insanın insan
niçin toplum olarak yaşamaya gereksinim duyar?” olması bakımından amacının ne olduğu sorusu yer al-
2. Toplumsal hayatın kuruluş ve işleyişine ilahî bir maktadır. Felsefe tarihinde ilk kez Platon ve Aristote-
müdahale var mıdır? les’in eserlerinde ele alınan bu soruya cevaben Aris-
toteles insanın en üst amacının mutluluk olduğunu
3. Eğer bu türden bir müdahale varsa zaman ve yer
ve mutluluğun da temel koşulunun teori etkinliği
koşullarına göre değişken midir?
ile kazanılabilecek bir erdemli hayat olduğunu iddia
1. Toplumsal Hayatın Kökenine Dair eder.4Aristoteles’ten mülhem olmak üzere Fârâbî de bu
İnsanların neden toplumsal hayata gereksinim duy- soruyu “saâdetü’l-kusvâ” (en yüksek mutluluk) kav-
duğu yönündeki sorun, genel olarak İslam dünya- ramıyla cevaplar. En yüksek mutluluk ise bu dünyada
sında kaynağını Platon ve Aristoteles’ten alan insanın kazanılabilecek ve öldükten sonra da devam edecek
doğa olarak tek başına gereksinimlerini karşılamada bir yetkinlik durumuna işaret eder.

600
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Toplumsal Hayatın Kuruluş ve İşleyişinde İlâhî İbn Sina, İbn Rüşd, Fahreddin Râzi, Nasreddin Tûsi
Müdahaleye Dair ve İbn Haldun’a kadar benzer şekilde kabul görmüş-
İnsanın bu dünyada kazanabileceği en yüksek yetkin- tür. Böylece peygamberin işlev ve başarısı, insanla-
lik durumu olarak saâdetü’l kusvâ, bireysel bir du- rın temel ihtiyaçlarını karşılanması ve en üstün yet-
rum olmakla birlikte toplumsal ve siyasal pratikler- kinliklere ulaşması için onları bir arada ve işbölümü/
den soyutlanamaz. Nitekim Platon ve Aristoteles’in işbirliği içerisinde örgütlemesi olarak görülmüştür.
felsefesinde, insanın doğa olarak toplumsal bir canlı Fârâbî ile benzer biçimde Mâturîdî de, peygamber-
olduğu yönündeki görüş ile Yahudilik, Hıristiyanlık liği meşiyyeti ilahiyyenin bir gereği olarak görür ve
ve İslam’ın ortaklaşa kabul ettikleri “cennetten çıka- düşünce ve eylem bakımından insanların dünya ve
rılma” ve özelde insanın yaratılış amacıyla ilgili ol- ahiret saadetine ulaşabilmesi için ilâhi talim ve ter-
mak üzere İslam’a özgü olan insanın (Âdem’in) yer- biyeye ihtiyacı olduğunu ifade ederek, Allah’ın her
yüzünde bir halife olarak yaratıldığı inancını da göz kavim ve topluluğa iman ve itaat etmeleri için kendi
önüne alınınca, İslam dünyasında insanın mutlu- dilleriyle kendi içlerinden peygamber göndermiş oldu-
luğu problemine yeni bir boyutun katıldığı görüle- ğunu Kur’an’dan çeşitli ayetleri delil göstererek ifade
bilir. Öyle ki, artık insanın, Fârâbî’nin deyimiyle en eder.5Açıkçası, hayatı sürdürmek, iyi, hoş ve güzel gö-
yüksek mutluluğa ulaşması, sadece kendi hayatını rünen şeyleri elde etmek için her bir insanın peşin-
değil aynı zamanda dünyayı da yetkin bir biçimde den koştuğu arzuların çatışmasının kaçınılmaz ol-
düzenlemesini gerektirecek şekilde bir anlam geniş- ması, yine Allah’ın yarattığı şeyler arasında göreli bir
liğine sahip olur. fayda-zarar ilişkisinin olması büyük bir mücadele ve
çatışma ortamının doğmasına neden olacağı için fay-
“Cennetten çıkarılma” inancına gelince, ifade etmemiz
dalı ve zararlının, iyinin ve kötünün ne olduğunun
gerekir ki, bu inanç ne Fârâbî’de ne de diğer Müslü-
ve buna bağlı olarak Allah’ın va’d ve vaîd’inin insan-
man düşünürlerde Batı’daki benzer nitelikte bir “ilk
lara bildirilmesi zorunludur. Dolayısıyla Allah’ın in-
günah” kuramına yol açacak biçimde anlaşılmamış-
sanların kendilerine faydalı olan şeyleri yapmaları ve
tır. Bununla birlikte Fârâbî, insanı doğa olarak gü-
zararlı olanı da yapmamalarını peygamberleri ara-
nahkâr, kötü, bencil ya da rekabetçi olarak görmese
cılığıyla insanlara bildirmesi, onun hakîm niteliği-
de, onda en üstün yetkinliklere ulaşmasına engel olan
nin bir gereğidir.6
bir takım eğilimlerin olduğu, yine maddeyi ya da do-
ğayı da kötülüklerin kaynağı olarak görmese de, onun Böylelikle vahiy ve peygamberin ne için gerekli ol-
da biçim verilmeyi bekleyen bir şey olduğunu kabul duğu sorunu aydınlanmış olur. Bu konuda aklın ye-
eder. Böylece nefs ve maddenin bu engelleyici etkisi terli olduğu savunusuna karşı ise Mâturîdî, toplumda
karşısında, Fârâbî’nin siyasete ilişkin eserlerin ana adalet ve barışın kurulması ve korunmasında vahyin
eksenini, bir yandan insanın doğal amacı gerçekleş- ışığıyla aydınlanmayan bir aklın ürettiği bilginin ye-
tirmesi yönünde manevî yetkinleşmesi diğer yandan tersizliğini vurgular.7
yeryüzünün bayındır duruma getirilmesi için gerekli Ancak bu durum akıl ile vahiy arasında bir dikatomi
olan toplumsal pratiklerin nasıl düzenlenmesi gerek- olduğu anlamına gelmemektedir. Çünkü siyasal ze-
tiğine yönelik bir bakış açısı oluşturur. minde sorun, aklın kendisinden ziyade aklın kulla-
Bu bağlamda Farâbî’nin düşüncesinde yeryüzünün nımı konusunda insanlar arasındaki farklılaşmadan
bayındır duruma getirilmesi ile peygamberlik de bir- kaynaklanmaktadır.
biriyle ilişkili olarak görülmüş örgütlü bir toplumun Bu itibarla gerek Fârâbî ve gerekse Mâturîdî, vahyin
oluşumu ve bu toplum aracılığıyla dünyanın bayındır gerekliliğini insan doğasına ilişkin elitist yaklaşımla-
duruma getirilmesi Allah’ın vahyine bağlı kılınmış- rıyla temellendirirken vahyin içeriğinde de akla aykırı
tır. Başka bir deyişle yukarıda sözünü ettiğimiz in- hiçbir şeyin olmadığını ifade eder. Bununla birlikte
sanın insan olması bakımından amacı olan “en yük- insanların doğa bakımından ayrılıkları bağlamında
sek mutluluğa” ancak peygamberin başkanlığı altında Fârâbî, her bir insanın, mutluluğun ne olduğunu ve
örgütlenen bir toplumsal hayatla ulaşılabileceği yö- bu konuda neler yapması gerektiğini kendi başına
nündeki görüş, Fârâbî’nin siyaset düşüncesinde te- bilmediğini, bu konuda bir öğretici ve yol gösteri-
mel olarak alınmıştır. Allah’ın vahyi ve inâyeti ol- ciye gereksinimi olduğunu belirtir. Kimileri az, ki-
madan en üstün yetkinliklere ulaşmanın mümkün mileri daha çok aydınlatılmaya gereksinim duyar.
olmadığına ilişkin bu varsayım, Fârâbî’den sonra da Yine pek çok kişi, mutluluk ve ona götüren eylemleri

601
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

bilme konusunda aydınlatılmış olsa da, dışarıdan bir sahip olan insan aracılığıyla tüm toplumun dirlik ve
dürtü ve yönlendirici güç olmadan, kendisine öğreti- düzene kavuşması, böylece dünyanın bayındır du-
len ve gösterilen eylemleri yapamaz. Herkesin başka- ruma gelmesinin temelidir, denilebilir.
larına yol gösterme gücü ya da başkalarını bu eylem- Yine Mâturîdî de, peygamberin gerekliliğini, yaratı-
leri yapmaya yönlendirme gücü de yoktur.8 lış bakımından insanların akıllarını kullanmada aynı
Dolayısıyla insanların hayatlarını yetkin bir biçimde derecede olmamasına bağlar. Hakikatin kavranma-
sürdürmek, dünyayı bayındır duruma getirmek ve en sını sağlayan ve insan için imtihanı mümkün kılan
yüksek mutluluğa ulaşmak uğruna tüm bu konularda akıl tek olsa da, bu durum tüm insanların akıllarını
gerekli olan bilgileri kazanma ve uygulamaya dökme- aynı ölçüde kullandığı anlamına gelmez.14Bu bağ-
sini sağlayacak bir başkana ihtiyacı vardır. Bu anlamda lamda kimi insanlar vahdaniyet ve rububiyet delille-
tüm başkanlıkların üstünde, en üst konumdaki baş- rini anlamada sem’in yardımı olmaksızın kendi baş-
kan, nazarî ve amelî tüm bilgileri tam anlamıyla elde larına idrak edebilecek bir akıl gücüne sahip olmakla
etmiş, hiçbir konuda ve hiçbir biçimde kendisine yol birlikte kimileri ancak sem’in yardımıyla bu konuları
gösteren başka bir kimseye gereksinimi olmayan, yap- kavrayabilir. Kimileri de vardır ki, akılları olmadığı
ması gereken işlerin her birini yetkin bir biçimde an- için sem’i de anlamazlar ve hayvanlara benzerler.15
lama, toplumun tümüne yetkin bir biçimde yol gös- Vahye olan ihtiyaç bakımından insanlar arasındaki
terme, başkalarını yapabildikleri işlerde çalıştırma ve bu farklılıkların da ötesinde Mâturîdî de insan do-
mutluluğa götüren tüm işleri belirleme, sınırlama ve ğasını yorumlarken, yukarıda ifade ettiğimiz Hıris-
yönlendirme gücü olan kişidir.9 tiyanlıktaki gibi bir ilk günaha gönderme yapmaz.
Kuşkusuz erdemli devletin ilk başkanı olarak bu ki- Ancak insanı hevâ gibi akıl-dışı kimi güçlerin etkisi
şinin güç ve yetkesinin kaynağı vahiydir. Ona göre altında bir varlık olarak görür. Bilakis insan doğası,
erdemli ilk başkanlık işi, ancak Tanrı’dan gelme bir yaratılışta tevhid delilleriyle mücehhez olsa da, nefsin
vahiyle gerçekleşir.10Bu bağlamda Fârâbî, metafizik- istekleri ve dünyevî işler aklın işleyişine engel olabi-
sel açıklamalarla hakikatin ve erdemin belirleyicisi lir.16Bu anlamda nefsin istekleri ya da mizaç ile akıl
olarak vahye başvurur. Ancak vahiy alma sürecini arasında güzeli ve çirkini, iyi ve kötüyü belirlemede
insan aklının Faal Akılla ittisali; vahyin millet ola- bir karşıtlık bir uyuşmazlık olması durumunda nihaî
rak belirli bir topluma konulmasını ise aklî bilgile- hükmün akla ait olduğunu savunan Mâturîdî, aklı da
rin (mâ’kûlât) mütahayyel ifadesi olarak açıklar.11İn- tek başına bırakmaz. Çünkü ona göre aklın iyilik ve
san aklının Faal Akılla bir olduğu ve Allah’tan vahiy kötülüğü (hüsn ve kubh) bilmesi tümel niteliktedir.
aldığı bu basamak, başkanlığın en temel koşuludur. Başka bir deyişle iyinin ve kötünün bilgisi aklın do-
Bu basamağa gelmiş bir kimsenin başkanlığı, ilk baş- ğasında (fî tab’il-akl) tümel olarak vardır.17Tekil nes-
kanlık olup, diğer başkanlıklar ondan sonra gelir ve nelerin iyilik ve kötülüğü ise, akıl ancak duyu verileri
ondan kaynaklanır.12 üzerine düşünmek ya da peygamberin haberi üze-
Böylece devletin temeline hakikati ve erdemi koyan rine bilebilir. Dolayısıyla insanı mutluluğa ulaştıra-
Fârâbî, hakikatin ölçütünü de vahiy kaynaklı olma- cak olan iyinin ve kötünün, güzelin ve çirkinin bil-
sına bağlar. Dolayısıyla ilk başkandaki erdemliliğe ve gisi insan aklında fıtraten vardır ve bu bilgi vahyin
bilgeliğe katılan bir toplumda yöneten ile yönetilen bildirdiğini önceler. Vahiy ise insanda zaten var olan
çatışması olmaz. Çünkü onun amacı tüm insanların bu bilgiyi tekiller üzerine uygulamakla pekiştirir.18
doğal amacı olan en yüksek mutluluktur.13Başkan ile Böylece tıpkı Fârâbî gibi Mâturîdî için de, toplum-
toplum arasındaki bu uyum, başkanın koyduğu yasa- sal hayatın kuruluş ve işleyişinde din koyucunun
lar (millet) sayesinde başkandan topluma yayılır. Bu merkezi önemi söz konusudur. Bununla birlikte bu
anlamda erdemli devlet başkanı meşruiyetini halk- durum toplumsal hayatın işleyişinde aklın rolünün
tan değil, bizzat vahiyden almaktadır. Açıkçası dev- ortadan kaldırılması anlamına gelmemektedir. Bu
letin ilk varlığa gelen parçası erdemli ilk başkandır noktada insanın toplum olarak gereksinimlerini kar-
ve erdemli ilk başkan erdemli devleti kurar. O sadece şılaması kendisi ve dünya ile ilgili işlerinin yetkin bir
teorik bilgiyi vahiy yoluyla kazanan birisi değil, aynı biçimde kurulması için yönetme yetkisini vahyeden
zamanda uygulayan ve toplumu koyduğu yasalar ara- Yüce Allah’tan alan peygamberin gerekliliği savunan
cılığıyla düzenleyen biridir. Bu bağlamda vahiy de, Mâturîdî de özelde nübüvvet vahyinin tümüyle nes-
bir toplum içinde en yüksek mutluluğun bilgisine nel ve rasyonel bir içeriğe sahip olduğunu savunur.

602
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Bu bağlamda vahiy kavramının anlamını genişlete- oluşabilmesi ve toplum ve devlet düzeninin sürekli-
rek nübüvvet vahyi, işaret vahyi, ilham vahyi ve giz- liği için değişen koşullara göre yeni yasaların neye
lilik vahyi gibi vahiy türlerinden bahseden Mâturî- göre ve nasıl konulacağı ile ilgilidir.
dî’ye göre siyasal hayatın kurumsallaşması için geçerli Bu bağlamda Fârâbî açıklamalarını din kavramın-
olan nesnel zemin nübüvvet vahyi temelinde sağla- dan ziyade millet kavramı üzerinde yoğunlaştırır.
nabilir. Öyle ki Hz. Muhamed’in çağrısının tüm yer- Fârâbî’nin din ya da şeriat yerine millet kavramı üze-
yüzüne yayılmasını ve tüm insanlığı birleştirecek bir
rine yoğunlaşması ise, tümüyle onun sisteminde yasal
mesaj olmasını, onun risâletinin en büyük delili ola-
düzenin değişkenliğine işaret edecek nitelikte kavra-
rak sunar.19Dolayısıyla Mâturîdî’nin kelam sisteminde
mın millet olması nedeniyledir. Nitekim din kavramı,
din-devlet ilişkisi temelinde ele alınması gereken va-
Kur’an’da İslam’la kayıtlanır23 ve Mâturîdî’nin de ifade
hiy türü, peygambere özgü olan vahiydir. Bu vahiy
ettiği gibi, tüm peygamberlere gelen, değişmeyen, tek
de sadece Kur’an’dan ibaret olmayıp, bizzat peygam-
ve aynı kalan din olarak bir mutlaklık ve değişmezlik
berin aklî çıkarımlarını da kapsamaktadır. Nitekim
içerir.24 Dolayısıyla Fârâbî’nin din yerine millet kav-
peygamberin “Allah’ın gösterdiği şekilde” hükmet-
ramı üzerinde yoğunlaşması, din kavramının deği-
mesi de bu yolla gerçekleşir.20
şen koşullara göre bir değişmezlik içermesi; milletin
Açıkçası Mâturîdî peygambere vahyedilen kitap dı- ise her peygamberin içinden geldiği toplumsal koşul-
şında da vahyin mümkün olduğunu kabul ederek, lara göre koyduğu yasal düzenin değişkenliğiyle ilgi-
peygamberin bizzat akıl yürütmelerini de vahiy kap- lidir. Bu da tam anlamıyla Mâturîdî’nin şeriat kavra-
samında görmektedir. Çünkü peygamberin bu tür- mına yüklediği anlamla uyumludur. Açıkçası Fârâbî
den tedebbür ve teemmülünü kullanarak aklî çıka- millet, Mâturîdî ise şeriat kavramı ile zaman ve yer
rım yapması, kişisel istek ve arzularından değil, nesnel koşullarına göre toplumsal düzeni belirleyen yasala-
bir yeti olan akıldan kaynaklanmaktadır.21Kuşkusuz rın değişkenliğine işaret eder. Bununla birlikte hak
Mâturîdî’nin bu düşüncesi, Fârâbî’nin Kitâbü’l-Mil- dinin değişebileceğini düşünmek mümkün değildir.
le’de erdemli devletin ilk başkanının yasaları belir-
Nitekim Mâturîdî, Şûra suresinin 13. âyetini yorum-
leme konusunda yaptığı üçlü tasnifle uyumludur.
larken burada yer alan din kelimesinin “ed-din” şek-
Öyle ki Fârâbî’ye göre:
linde belirlilik takısıyla Allah’ı birlemek ve sadece ona
1. Ya tüm yasalar erdemli ilk başkana belirlenmiş ola- ibadet etmek anlamında Nuh peygamberden itibaren
rak vahiyle bildirilir. bütün peygamberlere gelen, değişmeyen, tek ve aynı
2. Erdemli ilk başkan vahiyden ve vahyeden Yüce kalan din olduğunu ifade eder.25 Nitekim bu konuda
Tanrı’dan aldığı güçle kendisi bunları belirler. tüm peygamberler birbirini onaylamışlar, insanları Al-
3. Ya da yasaların kimisi birinci yolla kimisi de ikinci lah’ı birlemeye, ibadeti yalnız ona özgü kılmaya, O’na
yolla belirlenir.22 ortak koşmamaya, adil olmaya ve iyilik yapmaya ça-
ğırmışlar, her türlü fuhşiyattan, haddi aşmaktan, az-
Dolayısıyla burada her iki düşünürümüz için de pey- gınlıktan ve çirkin işleri yasaklamışlardır. Bununla
gamberin vahyedilen kitap dışında da, vahyeden yüce birlikte peygamberlerin getirdiği yasal düzen (şeriat-
Allah’tan aldıkları güçle yasa koyma ve bu yasala- lar), yani tekiller üzerindeki emir ve yasaklar birbirin-
rın da tıpkı doğrudan vahiy gibi bir kaynak olma iş-
den farklı olabilmektedir.26Böylece Maturîdî evren-
levi vardır.
sel bir din anlayışı sunarak bu evrensel dinin farklı
Toplumsal Hayata İlahî Müdahalenin toplumlarda farklı biçimlerde tezahür edebileceğini
Değişkenliğine Dair ifade eder. Bu açıdan Fârâbî de milletleri, yani ya-
Vahyedilen kitap dışında peygamberin bizzat akıl sal düzenleri birbirinden farklı, ancak hepside amaç
yürütmelerini de vahiy kapsamına almakla Fârâbî olarak bir ve aynı mutluluğun taşıyıcısı olan birçok
ve Mâturîdî, peygamberin yönetimini tümüyle akla erdemli toplumun olabileceğini ifade eder. Çünkü
uygun ve nesnel bir zeminde gerçekleştiğini belirle- hakikat her toplum için onlarca en iyi bilinen sim-
miş olur. Ancak bundan daha da önemlisi bu görüş, gelerde anlatımını bulur.27Mâturîdî’ye göre de şeri-
peygamberin ölümünden sonra yönetim için gerekli atlar her bir toplumun kendine özgü en iyi ve doğ-
olan nesnel zeminin neye göre kurulması gerekti- ruyu gerçekleştirme araçları olarak çok ve çeşitlidir.
ğine yönelik de bir bakış açısı ortaya koyar. Öyle ki, Mâturîdî’nin hâlis din, vahdet dini, tevhid dini, hak
burada daha önemli sorun, bir yönetim geleneğinin din, hanif dini, fıtrat dini olarak adlandırdığı tüm

603
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

peygamberlerin getirdiği değişmeyen ve bir olan din- iyiye yönelmenin önemini vurgulamış olur. Salt tak-
dir. Bununla birlikte her peygamber kendi şeriatına lide ya da içeriğinin ne olduğu bilinmeksizin gerçek-
davet etmiş ve kendinden önceki peygamberlerin şe- leştirilen yasal uygulamaların ise bir süre sonra dev-
riatını nehyetmiştir.28 leti yıkılma tehlikesiyle karşı karşıya getirecek ölçüde
Vahiy kaynaklı olmakla birlikte şeriatlar ya da mil- eksikliğine dikkat çeker.
letlerin değişkenliği ile dinin değişmezliği arasındaki Gerek toplumu en yüksek yetkinliklere ulaştırmak
dikatomi, özelde din ve siyaset ilişkileri bağlamında için peygamberin bir topluma özgü olarak koyduğu
çözülmesi hayli güç bir sorun teşkil etmektedir. Bu millete ve gerekse bu milletin kurumsallaşmasında
sorun İslam’ın selefî yorumlarında tümüyle reddedi- aklî çıkarımı onaylayan Fârâbî gibi Mâturîdî de ilâhî
lir. Ancak bu reddediş yeni toplumsal sorunları çöz- kelâmın önce kabulü, daha sonra doğru anlaşılması
mek bir yana, taklide dayandığı için gittikçe dog- için aklî çıkarımı gerekli görür. Başka bir deyişle di-
matikleşen ve farklılıkları ötekileştirerek bölünmeyi nin hakikatini anlamak ve onaylamak için akıl ge-
çoğaltan bir siyasal karmaşaya neden olabilmektedir. rektiği gibi, dine girdikten sonra da aklın işlevselliği
İşte bu noktada gerek Fârâbî gerekse Mâturîdî pey- devam etmekte, dinî hükümleri anlama ve değerlen-
gamberin getirdiği dinde zaman ve yer koşullarına dirmede tek yetke olarak kalmaktadır. Nitekim vah-
yin hakikati de, onda mündemiç bulunan aklî de-
göre değişebilir/yorumlanabilir nitelikte bir takım un-
liller (burhan) nedeniyledir ve onu kabul etmeyen
surların olduğunu iddia ederek bunları dinin özüne
kimse aklın gereği olarak açık bir inat içindedir.31Bu
ait olarak görmezler. Öyle ki, Fârâbî’ye göre millet,
itibarla siyasal birliğin güvencesi de aklî delillerle or-
toplumsal düzenin kurulmasında belirleyici bir güç
taya konulmuş sağlam bilgilerdir. Çünkü bilgi, fark-
olarak yasal düzeni sağlar. Ancak toplumsal düzenin
lılıkları ve mezhepsel bölünmüşlüğü ortadan kaldı-
sürekliliği, bu yasal düzenin hem korunması hem de
rarak fırkaları birleştirir. Akıl ve hikmetten yoksun
değişen koşullara göre yeniden yorumlanmasıyla ola-
olmak ise, taklide dayanacağı için farklı mezhep ve
naklıdır. İşte Fârâbî’ye göre milletin kurumsallaşması
dinlerin çatışma halinde olduğu bir siyasal karma-
ve gelenek durumuna gelmesinde, fıkıh ve kelam ol-
şaya neden olur.
mak üzere iki ayrı bilim dalının işlev görmesinin ge-
rekçesi bu temele dayanır. Bu bağlamda Fârâbî’nin Sonuç
toplum kuramında fıkıh ve kelam bilimleri, toplum- İslam’ın ortaya çıkışı ve mesajı ile ilgili olarak siyasal
laşma sürecinde milletten sonra gelen iki ayrı bilgi da- açıdan gözlemlenebilecek en önemli öğenin evrenselci
lıdır. Başka bir anlatımla fıkıh ve kelam, yönetimin bir söylemle bir kavme ya da belirli bir topluluğu de-
sürekliliği bağlamında değişen toplumsal koşullar ğil tüm insanlığı muhatap alması olduğu söylenebi-
çerçevesinde ortaya çıkan iki bilgi dalıdır. Bununla lir. Bu bağlamda tıpkı Hz. Musa gibi bir yasa koyucu
birlikte bilimler sınıflandırmasında bu iki disiplini peygamber olan Hz. Muhammed, henüz hayattay-
siyaset felsefesinin (el-ilmü’l-medenî) kapsamı al- ken bir devlet kurmuş ve bu devletin sınırları çok
tında ele almasıyla Fârâbî, toplumsal ve siyasal hayat kısa bir sürede Doğu’da İran ve Hindistan, Batı’da
için taşıdıkları önemin yadsınamaz olduğunu onay- ise Bizans ve İspanya’ya kadar genişlemiştir. Farklı
lamış olur. Şu var ki Fârâbî’nin siyaset felsefesi, fıkıh etnisiteleri bünyesine katarak genişleyen İslam top-
ya da kelama dayanmaz; tam tersine bu iki disiplin, lumunda peygamber, yaşadığı dönem boyunca aynı
felsefenin/hikmetin/aklın belirlediği bir çizgide iş- zamanda kurmuş olduğu devletin de başkanı olarak
lev görür. Böylece Fârâbî’de yeni ve özgün olan du- siyasal sorunların da çözümü için biricik yetke konu-
rum, fıkıh ve kelamı siyaset felsefesinin alt dalı ola- munda olmuş, bu da dinin kurumsallaşmasını sağla-
rak felsefe/hikmet çatısı altında değerlendirmesidir.29 mıştır. Dinî liderlik ve dünyevî liderlik peygamberin
Bu doğrultuda Fârâbî, ister ilk başkanlık türünden şahsında birleşerek ortaya çıkan her türlü sorunun
olsun ister geleneksel başkanlık türünden olsun dev- çözümü için peygambere başvurmak yeterli olmuş-
let düzeni için felsefeyi zorunlu görür. Eğer herhangi tur. Bu dönem içinde karşılaşılan hukukî ve siyasal
bir zamanda tüm diğer koşullar sağlanmış olsa da fel- sorunlara ya doğrudan vahiy ya da bizzat peygam-
sefe yönetimin bir parçası olmazsa, erdemli devlet hü- berin yetkesiyle çözüm bulunmuştur.
kümdarsız kalmış demektir ve devlet yıkılma, top- Peygamberin ölümünden sonra ise başta Müslüman
lum da yok olma tehlikesiyle yüz yüzedir.30Böylece toplumun liderliğinin kim tarafından yürütüleceği ol-
Fârâbî devlet düzeninde istencin, bilerek ve isteyerek mak üzere birçok hukukî, toplumsal ve siyasal sorun

604
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

gündeme gelmiş, siyasal alandaki bu problemler Müs- çok görüşünde Mûtezile’ye yakın düştüğü gözden
lümanların çeşitli sınıflara bölünmesine yol açmış- kaçmamalıdır. Elbette bu durum her iki düşünürü-
tır. Özellikle Şia’nın siyaset/imâmet olgusunu itikadî müzün de temel kaygısının Ehl-i Kitap dâhil olmak
bir sorun olarak görmesinin sonucu olarak, siyasal üzere birçok kültürü bünyesinde barındıran İslam
alandaki bu bölünmeler eş zamanlı biçimde inanç toplumunun siyasal birliğini sağlama olduğunu dü-
alanına da yansımıştır. Dahası Abbasî yönetiminin şündürmektedir.
resmî ideolojisi haline gelen Mûtezile akımı, Kur’an Nitekim İslam tarihine bakıldığında, Fârâbî’nin mil-
metninin tarihselliğini öne sürerek, hem akla hem let öğretisi ve Mâturîdî’nin Kur’an metninin mutlak
de tarihsel koşullara göre yorumlanması gerektiğini aşkınlığını da onaylayarak geliştirdiği te’vil kuramı
öne sürmüş, ancak bunun için gerekli ve yeterli bir sayesinde akla uygun bir siyasal zeminin kurulması
te’vil öğretisi geliştiremediği için vahyin mutlak oto- için gerekli olan teorik altyapı oluşmuş ve on birinci
ritesini önemsizleştirme gibi bir noktaya ulaşmıştır. yüzyıldan itibaren giderek güçlenen Türk-İslam top-
Böylelikle ortaya çıkan iç çatışmalar neticesinde ise lumunda dinî çoğulculuğa dayanan bir hoşgörü or-
tam karşıt yönde katı bir dogmatizmi savunan selefî tamı varlık bulmuştur. Bununla birlikte İslam’ın ta-
hareketler baş göstermiştir. rihsel gerçekliğine aykırı biçimde günümüz İslam
Bu bağlamda İslam içi fikir ayrılıklarının en yoğun dünyasında selefî akımların güçlenmesiyle ve aklın
biçimde yaşandığı bir dönemde yaşayan Fârâbî ve dinin karşısına çıkarılmasıyla gerek İslam’ın kendi
Mâturîdî, İslam toplumunun birliğini olduğu kadar içindeki yorum farklılıklarına ve gerekse diğer tek
farklı etnisiteler ve tek tanrılı diğer dinlerin barışını tanrılı dinlere karşı yükselen tahammülsüzlük hay-
sağlamaya yönelik genel bir öğreti ortaya koymaya ret uyandırmaktadır. Bu bağlamda Fârâbî’nin dinin
çalışmışlardır. Burada, her iki düşünürümüz için de toplumsal işlevine, Mâturîdî’nin ise içeriğine yönelik
Kur’an vahyinin aşkınlığını ve geleneğin rolünü et- araştırmalarının günümüz İslam dünyasında akıl ile
kisizleştirmeyen, bununla birlikte akla ve hikmete din arasındaki bağdaşıklığı yeniden tesis etmek için
gerekli önemi veren bir bakış açısı söz konudur. Her önemli birer kaynak olduğu söylenebilir. Nitekim akıl
ne kadar kimi zaman, Farâbî’nin vahyin süreklili- ile dinin birlikteliği, aynı zamanda dinin araçsallaş-
ğini savunması bağlamında Şia’ya yakın düştüğü id- tırılmasını ve siyasî amaçlar uğruna hikemî içeriği-
dia edilse de, onun özellikle “millet öğretisi” ve “ge- nin de boşaltılmasını engeller.
lenek başkanlığı”na dair görüşleri çerçevesinde konu Bu itibarla Farâbî ve Mâturîdî’nin fikirlerinin siyasî
değerlendirildiğinde, onu bu tür bir mezhepsel sınır- bağlamda doğru anlaşılması için din-hikmet ilişkisine
landırmaya tâbî tutmanın mümkün olmadığı so- dikkat etmek gerekir. Her iki düşünürümüz içinde
nucuna ulaşılabilir. Benzer durumun Mâturîdî için hikemî/burhânî içeriğinden boşaltılmış bir din al-
de geçerli olduğu düşünülebilir. Nitekim Mâturîdî gısı, kavga ve çatışma ortamından başka bir şey do-
de özelde Ebû Hanife’nin bir takipçisi olması nede- ğurmayacak, bu da devletin yıkımı, toplumun da yok
niyle Ehl-i Sünnet’e mensup olarak görülse de, pek olması demek olacaktır.

Dipnotlar
1 Câhız, Kitabu’l-Hayevân, thk. Abdusselam Muhammed Harun, (Beyrut: Daru’l-İhya, 1969), I, 42.
2 Câhız, Resailu’l-Câhız (er-Resailu’l-Kelamiyye), thk. Ali Ebu Mulhim, (Beyrut: Daru Mektebeti’l-Hilal, 2004), 186
3 Fârâbî, Kitâbü Ârâi Ehli’l-Medîneti’l-Fâzıla, neşr. Albert Nasrî Nâder), Beyrut: Dârül-Meşrik, 1991), 118, 131.
4 Aristoteles, Nikomakhos’a Etik, çev. Saffet Babür, (Ankara: Ayraç Yay, 1998), 1098a.
5 Mâturîdî’nin bu konuda referans yaptığı ayetler şunlardır: “Allah’ın emirleri onlara iyice açıklansın diye her peygamberi
yalnız kendi kavminin diliyle gönderdik…” (İbrahim, 4); “Ant olsun ki Musa’yı da kendi kavmini karanlıklardan aydınlığa
çıkar ve onlara Allah’ın geçmiş kavimlerin başına getirdiği felaket günlerini hatırlat diye mucizelerimizle gönderdik…”
(İbrahim, 5); “Ant olsun ki biz, Allah’a kulluk edin ve putlardan sakının diye emretmeleri için her ümmete bir peygamber
gönderdik. Allah onlardan bir kısmını doğru yola iletti. Onlardan bir kısmı da sapıklığı hak ettiler. Yeryüzünde gezin de
görün, inkâr edenlerin sonu nasıl olmuştur.” ( Nahl, 35); Cennetle müjdeleyici ve cehennem azabıyla korkutucu olarak bir
kısım peygamberler gönderdik ki, bu peygamberlerin gelişinden sonra insanların (yarın) kıyamette bizi imana çağıran
olmadı diye Allah’a bir hüccet ve özürleri olmasın. Allah aziz ve hakîmdir.” (Nisa 165); “Biz kendilerine bir peygamber
göndermedikçe kimseye azap edici değiliz.” (İsra, 15); “Yaptıklarından dolayı başlarına bir musibet geldiğinde: Rabbimiz!
Bize bir peygamber gönderseydin de, ayetlerine uysak ve inananlardan olsaydık olmaz mıydı? derler diye peygamber
göndermişizdir” (Kasas, 47).

605
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

6 Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, neşr. Bekir Topaloğlu, Muhammed Aruçi, (Ankara: TDV Yay., 2003), 272-282.
7 Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, 283, 441.
8 Fârâbî; es-Siyâsetü’l-Medeniyye, neşr.: Fevzi Mitrî Neccar, (Beyrut: Dârü’l-Meşrik, 1993), 78-79.
9 Fârâbî; es-Siyâsetü’l-Medeniyye, 79
10 Fârâbî; Kitâbü’l-Mille ve Nusûsun Uhrâ, neşr.: Muhsin Mahdi, (Beyrut: Dârü’l-Meşrik, 1991), 44.
11 Fârâbî, el-Medînetü’l-Fâzıla, 125-126; es-Siyâsetü’l-Medeniyye, 85-86; Felsefetü Aristûtalis, 128;
12 Fârâbî; es-Siyâsetü’l-Medeniyye, 80
13 Fârâbî; Fusûlün Müntezea, neşr.: Fevzi Mitrî Neccar, (Beyrut: Dârü’l-Meşrik, 1993), 101
14 Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, 168; Tevilatü’l-Kur’an, tahkik: Bekir Topaloğlu, (İstanbul: Mizan Yay., 2005), I, 234.
15 Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, V, 431-432.
16 Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhid, 280; Te’vîlâtü’l-Kur’ân, I, 110.
17 Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhid, 10, 178-179.
18 Hanefi Özcan, Maturîdî’de Bilgi Problemi, s. 161.
19 Mâturîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, VI, 83.
20 “İnsanlar arasında Allah’ın sana gösterdiği biçimde insanlar arasında hükmedesin diye sana Kitab’ı hak ile indirdik; ha-
inlerden taraf olma.” (Nisa, 4: 105) âyetini yorumlarken Mâturîdî, “Allah’ın gösterdiği ifadesiyle Hz. Peygamber’e Kur’an
dışında verdiği kavrayış ve çıkarım gücüne işaret edildiğini ifade eder (Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, XIII, 251).
21 Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’an, IV, 26-27.
22 Fârâbî; Kitâbü’l-Mille, 44.
23 “Allah katında din İslam’dır…” (Kur’an, Âl-i İmran, 3/16).
24 “Dini dosdoğru tutun ve onda ayrılığa düşmeyin!” diye Nuh’a emrettiğini, sana vahyettiğini, İbrahim’e, Musa’ya ve İsâ’ya
emrettiğini size de din kıldı. Fakat senin kendilerini çağırdığın şey (İslam dini), Allah’a ortak koşanlara ağır geldi. Allah
ona dilediğini seçer. İçtenlikle kendine yönelenleri de ona ulaştırır.” (Kur’an, Şûra Suresi, 42/13).
25 Hasan Şahin, Mâturîdî’ye Göre Din, (Kayseri: Yeni Matbaa, 1987), 44.
26 Mâturîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’an, I, 506 / IV, 48, 245 / V, 138 / VII, 183 / VIII, 175.
27 Fârâbî, es-Siyasetü’l-Medeniyye, 86.; el-Medînetü’l-Fâzıla, s. 147-148.
28 Mâturîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’an, I, 506 / IV, 245 / V, 138; Sönmez Kutlu, İmâm Mâturîdî ve Mâturîdilik, Ankara: Kitabiyat Yay,
2003), 39.
29 Fârâbî, İhsâu’l-Ulûm, neşr.: Ali Bu Milhim, (Beyrut: Dâr ve Mektebetü’l-Hilâl, 1996), 79-87; Ayrıca bkz. Muhsin Mahdi,
AlFârâbî and the Foundation of Islamic Political Philosophy: Essays in Interpretation, (Chicago-London 2001), 69.
30 Fârâbî, el-Medînetü’l-Fâzıla, 130.
31 Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, 8, 441.

Kaynakça
Aristoteles, Nikomakhos’a Etik, çev. Saffet Babür, (Ankara: Ayraç Yay, 1998).
Câhız, Kitabu’l-Hayevân, thk. Abdusselam Muhammed Harun, (Beyrut: Daru’l-İhya, 1969).
Câhız, Resailu’l-Câhız (er-Resailu’l-Kelamiyye), Thk. Ali Ebu Mulhim, (Beyrut: Daru Mektebeti’l-Hilal, 2004).
Fârâbî, Kitâbü Ârâi Ehli’l-Medîneti’l-Fâzıla, neşr. Albert Nasrî Nâder, (Beyrut: Dârül-Meşrik, 1991).
Fârâbî; es-Siyâsetü’l-Medeniyye, neşr.: Fevzi Mitrî Neccar, (Beyrut: Dârü’l-Meşrik, 1993).
Fârâbî; Fusûlün Müntezea, neşr.: Fevzi Mitrî Neccar, (Beyrut: Dârü’l-Meşrik, 1993)
Fârâbî; Kitâbü’l-Mille ve Nusûsun Uhrâ, neşr.: Muhsin Mahdi, (Beyrut: Dârü’l-Meşrik, 1991).
Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, neşr. Bekir Topaloğlu, Muhammed Aruçi, (Ankara: TDV Yay., 2003).
Mâturîdî, Te’vilatü’l-Kur’an, thk.: Bekir Topaloğlu, (İstanbul: Mizan Yay., 2005).
Şahin, Hasan, Mâturîdî’ye Göre Din, (Kayseri: Yeni Matbaa), 1987.
Fârâbî, İhsâu’l-Ulûm, neşr.: Ali Bu Milhim, (Beyrut: Dâr ve Mektebetü’l-Hilâl, 1996).
Mahdi, Muhsin, Al Fârâbî and the Foundation of Islamic Political Philosophy: Essays in Interpretation, (Chicago-London 2001).
Kutlu, Sönmez, İmâm Mâturîdî ve Mâturîdilik, (Ankara: Kitabiyat Yay, 2003).

606
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Doç. Dr. Kadir GÜRLER


1969 yılında Samsun’un Terme ilçesinde doğdu. İlköğrenimini Samsun’da,
orta ve lise öğrenimini Terme’de bitirdi. 1993 yılında Ondokuz Mayıs Üni-
versitesi İlahiyat Fakültesi’nden mezun oldu. 1994 yılında Gazi Üniversi-
tesi Çorum İlahiyat Fakültesi Hadis Anabilim Dalı’na araştırma görev-
lisi olarak girdi. Yüksek lisans öğrenimini Ondokuz Mayıs Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü Hadis Anabilim Dalı’nda, Prof. Dr. Sadık Cİ-
HAN’ın danışmanlığında “Hadisler Açısından Bid’at” konulu teziyle ta-
mamladı (1996). 1996 yılında Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Ens-
titüsü’nde Hadis Anabilim Dalı’nda doktora çalışmalarına başladı ve
2002 yılında, Prof. Dr. Mehmet Hayri KIRBAŞOĞLU’nun danışmanlı-
ğında hazırladığı “Ehl-i Hadisin Düşünce Yapısı” konulu teziyle doktor
oldu. 17.12.2002 tarihinde Çorum İlahiyat Fakültesi’nin Hadis Anabi-
lim Dalı’na Öğretim Üyesi (Yrd. Doç. Dr.) olarak atandı ve 20.01.2010’da
da Doçent oldu. Halen Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde öğretim
üyeliği görevine devam etmekte olan Gürler, evli ve iki çoçuk babasıdır.

İmâm Mâturîdî’ye Göre


Hz. Peygamber’in Otoritesi
“Hz. Peygamber’e İtaati Emreden Âyetler
Çerçevesinde Bir Değerlendirme”
Giriş
İslâmî ilimler açısından ilk üç asır İslam coğrafyasına
baktığımız zaman, Arap yarımadası, Suriye, Irak, Mı-
sır-Mağrib, İran, Endülüs ve Horasan-Mâverâünne-
hir bölgeleri ile karşılaşmaktayız. Atlas Okyanusu’n-
dan Çin Seddi’ne kadar at koşturulan bu yedi iklim
içinde, -her ne kadar her biri ilim için münbit birer
toprak olsalar da- havasını teneffüs etmekte olduğu-
muz şu program çerçevesinde düşündüğümüz zaman,
ilgi odağımızı Horasan-Mâverâünnehir bölgesi oluş-
turmaktadır. “Şark iklimi” deyince, İran’ın doğusun-
daki şehirlerin tamamının kasdedildiği bu geniş be-
reketli havzada pek çok ilim adamı yetişmiştir. Hadis
ilmi açısından baktığımız zaman, ehl-i sünnetin itibar
ettiği ve en güvenilir olarak nitelendirilen hadislerin
yer aldığı, “el-Kütübü’s-Sitte” diye isimlendirilen altı
hadis kitabının müelliflerinden dördü olan Buhâri,
Müslim, Tirmizi ve Nesei, bu coğrafyanın yetiştirdiği
hadisçilerdendir. Yine İshak b. Râhûye, Muhammed
b. Yahya ez-Zühlî, Saîd b. Mansûr, Kuteybe b. Saîd,

607
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Abd b. Humeyd, Abdullah b. Mübârek ve Dârimî bağlantı olduğu4şüphesizdir. Bu da bize, itaatin, ge-
gibi âlimler de sözkonusu bu coğrafyanın ilim dün- niş bir anlam dünyasına sahip kavramlardan birisi
yasına kazandırdığı pek çok hadisçiden sadece bir- olduğunu göstermektedir.
kaç tanesidir.1Bugün burada ismine ithâfen program Bir “itaat eden/ler” olduğuna göre, bir de “itaat edi-
düzenlenen ve itikadda imamımız olan Ebû Mansûr len/ler” vardır. Çünkü itaat, tek başına bir anlam ifade
el-Mâturîdî de, sözkonusu bereketli toprakların bize edemeyeceği için, mutlaka bir varlığa yönelik olarak
lutfettiği ender şahsiyetlerden birisidir. gerçekleşecektir ve muhtevası da o varlığa/muhataba
Bu kısa takdimden sonra, sadede gelecek olursak: göre anlam kazanacaktır. Bu noktaya konumuz açı-
Kur’ân’a bakıldığında, pekçok âyette Hz. Peygam- sından bakacak olursak; itaat Allah için sözkonusu
ber’e itaatten söz edildiği görülmektedir (bu hususa olduğunda “inanmak, kulluk etmek, saygılı olmak,
emirlerine uyup yasaklarından kaçınmak” gibi an-
işaret eden bazı âyetler, toplu olarak ileride gelecek-
lamlara gelirken, Hz. Peygamber için sözkonusu ol-
tir). Kur’ân’da Hz. Peygamber’e itaat Allah’a itaatle bir
duğunda ise ,“sünnetine ve tebliğ ettiklerine uymak,
tutulurken, aynı şekilde O’na karşı gelmenin tehlike-
saygı göstermek” gibi anlamlara gelmektedir. Dola-
sine de dikkat çekilmiş ve bu durum Allah’a itaatsiz-
yısıyla itaat kime karşı yapılıyorsa, o yönde bir anlam
lik olarak değerlendirilmiştir. Hz. Peygamber’e itaa-
çerçevesine bürünmekte, ona göre şekillenmektedir.
tin üzerinde bu kadar çok durulmasının sebebi ise,
Zira “hangi terimin veya hangi terim kombinezon-
peygambere tamamıyla itaat edilmeden Allah’a ita-
larının seçileceği, daima hangi bağlamda kullanıl-
atin mümkün olmayacağındandır.2
dığına bağlıdır”.5
Hz. Peygamber’e itaatten, O’nun hüküm ve kararla-
Burada, kısaca da olsa değinilmesi gereken diğer bir
rına boyun eğmenin gerekliliğinden söz eden âyet-
kavram da otoritedir. Otorite çeşitli şekillerde ta-
lerin hangi anlamlara geldiğine ilişkin açıklamalar
nımlanmaktadır. Bunlardan bazılarını şöylece sıra-
ve bu anlamlar çerçevesinde oluşturulan “peygam-
layabiliriz:6
ber otoritesi”, pek çok âlim tarafından ilgili yerlerde
detaylı olarak ortaya konulmuştur. Biz bu çalışma- - Emir verme yetkisi ve gücü, bir işi başlatma ve sona
mızda, itikattaki imamımız olan İmâm Mâturîdî’nin erdirme kararı alma ve yargılama yetkisi veya bu tür
Te’vîlâtu’l-Kur’ân isimli eserinde, “Hz. Peygamber’e yetkilere sahip olma konumu
itaati emreden âyetler bağlamında” Hz. Peygamber’e - Başkasına verilmiş bu tür yetki ve güç
itaat ve Hz. Peygamber’in otoritesi konularına nasıl - Nüfûz ya da bilgiden kaynaklanan güç ve etki
yaklaşıldığını ele alacağız. Böylece, İmâm Mâturî-
dî’nin özelinde, Mâturîdî düşünce sisteminde Hz. - Bir fikri destekleyen yazılı emir ve karar
Peygamber’in otoritesinin nasıl anlaşıldığını görme - Bir kaynağın ya da şahidin güvenirliği
imkanını da elde etmiş olacağız. - Özellikle idari kadroda bulunan kişilerin kanun
Kavramsal Çerçeve ve emirleri uygulama yetki ve gücüne sahip olması
İtaat kelimesi sözcük olarak, baş ya da boyun eğmek, - Bir projeyi yöneten devlet yetkilisi veya kurumu
kabul etmek, emre uygun davranmak, verilen emri - Bazı alanlarda çok bilgi veya tecrübe sahibi olan ki-
yerine getirmek gibi anlamlara gelmektedir. İtaat, şilerin bilgi ve tecrübelerinin güvenirliği.
aynı kökten gelen tâat kelimesiyle eş anlamlıdır.3Te-
Bu tanımlardan da anlaşılacağı üzere otorite, bir şey
rim olarak ise itaat, emredileni yapmak ve yasakla-
hakkında yetki ve güç sahibi olmaktır.
nandan da kaçınmak demektir. O halde itaat; em-
retme yetkisini elinde bulunduran varlığın emrine Hz. Peygamber’e İtaati Emreden Âyetler
herhâlukârda uymak, boyun eğmektir. İtaat kavramı Sünnet, Kur’ân’dan sonra İslam’ın ikinci kaynağı-
ile diğer bazı kavramlar arasında -ortak bir paydada dır. Kur’ân inanç, ibadet, ahlak ve muâmelâta iliş-
buluştukları için- bir bağlantı kurulmaktadır. Örne- kin temel kuralları içeren bir anayasadır. Sünnet,
ğin; boyun eğmek, itaat etmek, saygı göstermek, emre bütün bu konularda Kur’ân’ın teorik olarak açıkla-
rıza göstermek, tâatları yerine getirmek gibi anlam- ması ve pratik olarak da uygulamasıdır. Bundan do-
lara gelmesi açısından iman, islam, ibadet, ittiba’ ve layıdır ki, sünnete uyulması, onun getirmiş olduğu
kurbet kavramlarıyla itaat kavramı arasında -anlam hükümler ve yönlendirmelerle amel edilmesi gerek-
çerçeveleri arasında az çok farklılıklar olsa da- bir mektedir. Hz. Peygamber’in tebliğ ettiği Kur’ân’a

608
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

itaat etmek gerekli olduğu gibi, O’na itaat etmek de Rabbine andolsun ki, onlar aralarında çıkan çekiş-
gereklidir.7 Sünnetin İslam’da bir kaynak olduğunu meli işlerde seni hakem yapıp, sonra da senin verdiğin
göstermek için başvurulan âyetlerin tasnifine yöne- hükme, içlerinde bir burukluk duymadan tam anlamıyle
lik olarak yapılan çalışmalarda, konuyla ilgili âyetler teslim olmadıkça inanmış olmazlar (en-Nisâ, 4/65).
şu şekilde gruplandırılmıştır:8 Kim elçiye itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur. Kim de
1. Hz. Peygamber’e itaati emreden âyetler. itaatten yüz çevirirse, aldırma! Zaten biz seni onların
üzerine bekçi göndermedik (en-Nisâ, 4/80).
2. Hz. Peygamber’in hükümlerine boyun eğmeyi em-
reden âyetler. Kim, kendisine doğru yol belli olduktan sonra elçiye
karşı gelir ve mü’minlerin yolundan başka bir yola
3. Hz. Peygamber’e isyan etmemeyi, ona karşı çık- uyarsa, onu döndüğü yola yöneltiriz ve cehenneme so-
mamayı emreden âyetler. karız. Ne kötü bir gidiş yeridir orası! (en-Nisâ, 4/115).
4. Hz. Peygamber’in Kur’ân’ı açıklama görevinden Allah’a itaat edin ve elçiye itaat edin, (kötü şeylerden)
bahseden âyetler. sakının! Eğer (kabul etmez) dönerseniz, bilin ki, elçi-
5. Hz. Peygamber’in helal-haram kılma yetkisi oldu- mize düşen sadeve açıkça duyurmaktır (el-Mâide, 5/92).
ğunu ifade eden âyetler. Kim Allah’a ve elçisine karşı gelirse, muhakkak ki Al-
6. Hz. Peygamber’in, müslümanların uyması gere- lah’ın cezası çetin olur (el-Enfâl, 8/13).
ken güzel örnek, yani nümûne-i imtisâl olduğuna Ey inananlar! Allah’a ve elçisine itaat edin; işittiğiniz
dair âyetler. halde ondan dönmeyin (el-Enfâl, 8/20).
Bu gruplandırmanın ilk üç kategorisindeki âyetleri Allah’a ve elçisine itaat edin; birbirinizle çekişmeyin;
tek bir grup olarak düşünerek, bunları, “Hz. Peygam- yoksa korkuya kapılırsınız da kuvvetiniz/devletiniz gi-
ber’e itaati emreden âyetler” başlığı altında toplayabi- der (el-Enfâl, 8/46).
liriz. Bu noktada, Kur’ân’da Hz. Peygamber’e itaati Bilmediler mi ki, kim Allah’a ve elçisine karşı koy-
emreden âyetlerden bazılarını şöylece sıralayabiliriz: mağa kalkarsa, onun için sürekli kalacağı cehennem
De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da ateşi vardır. İşte, büyük rezillik budur. (et-Tevbe, 9/63).
sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah bağışla- Aralarında hükmetmesi için Allah’ın ve elçisinin hük-
yandır ve esirgeyendir. (Âl-i İmrân, 3/31). müne dâvet edildiklerinde, hemen onlardan bir grup
De ki: Allah’a ve elçiye itaat edin! Eğer bundan yüz yüz çevirir (en-Nûr, 24/48).
çevirirlerse, muhakkak ki Allah kafirleri sevmez (Âl-i Aralarında hüküm vermesi için Allah’a ve elçisine ça-
İmrân, 3/32). ğırıldıkları zaman, mü’minlerin söyleyeceği tek söz,
“işittik ve itaat ettik!” sözü olmalıdır. Kurtuluşa ulaşan
Allah’a ve elçiye itaat edin ki, size merhamet edilsin.
kimseler de, işte böyleleridir (en-Nûr, 24/51).
(Âl-i İmrân, 3/132).
Allah’a ve rasûlüne itaat edenler, Allah’a saygı duyan-
Kim Allah’a ve elçisine itaat ederse, Allah onu altla-
lar ve sorumluluk bilincine sahip olanlar var ya; işte
rından ırmaklar akan, içinde sürekli kalacakları cen-
kurtuluşa erenler onlardır (en-Nûr, 24/52).
netlere sokar. İşte büyük başarı budur. Kim de Allah’a
ve elçisine karşı gelir, O’nun koyduğu sınırları aşarsa, Allah’a itaat edin ve rasûle itaat edin. Eğer rasûle ita-
Allah onu sürekli kalacağı ateşe sokar. Onun için al- atten yüz çevirirseniz, biliniz ki, O yalnız kendi yü-
çaltıcı bir azab vardır (en-Nisâ, 4/13-14). kümlülüklerinden sorumlu tutulacak ve siz de yalnız
kendi yükümlülüklerinizden sorumlu tutulacaksınız;
Ey inananlar! Allah’a itaat edin; elçiye ve sizden olan ama eğer O’na itaat ederseniz, doğru yola erişirsiniz.
emir sahibine itaat edin. Herhangi bir şeyde anlaş- Ayrıca, rasûle düşen, yalnızca kendisine indirilen me-
mazlığa düşerseniz; -eğer Allah’a ve ahiret gününe sajı açıkça duyurmaktır (en-Nûr, 24/54).
inanıyorsanız - onu Allah’a ve elçiye götürün. Bu, hem
Allah ve rasûlü bir işte hüküm verdiği zaman, artık
daha iyidir ve hem de sonuç bakımından daha güzel-
mü’min bir erkek ve kadının, o işi kendi isteklerine
dir (en-Nisâ, 4/59). göre seçme hakları yoktur. Kim Allah’a ve resûlüne
Biz hiçbir elçiyi, Allah’ın izniyle itaat edilmekten başka karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur (el-Ah-
bir amaçla göndermedik (en-Nisâ, 4/64). zâb, 33/36).

609
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Allah’a ve rasûlüne itaat eden, büyük bir başarıya er- Yukarıda zikrettiğimiz ilgili âyetlerin bağlamlarına
miş olur (el-Ahzâb, 33/71). bakıldığında, genellikle ya uyulması istenilen emir-
Ey iman edenler! Allah’a itaat edin; Peygambere itaat lerden sonra (örneğin, Nisâ, 4/58-59), ya kaçınılması
istenen yasaklardan sonra (örneğin, Âl-i İmrân,
edin ve amellerinizi boşa çıkarmayın (Muhammed,
3/130-132) ya da emir ve yasakların bir arada zik-
47/33).
redilmesinden sonra (örneğin, Mâide, 5/88-92) itaat
Kim Allah’a ve rasûlüne itaat ederse, Allah onu için- emredilmektedir.
den ırmaklar akan cennetlere yerleştirir. Kim de ita-
Hz. Peygamber’e İtaati Emreden Âyetlere
atten yüz çevirirse, onu da gayet acı bir şekilde ceza-
İmâm Mâturîdî’nin Yaklaşımı
landırır (el-Feth, 48/17).
Konuya, Mâturîdî’nin “otorite olarak görülüşünün
Eğer Allah’a ve elçisine itaat ederseniz, Allah yaptığınız tezâhürleri” kapsamında dikkat çekilen şu hususla-
güzel işlerden hiçbirinin sevabını size eksik vermez. Al- rın altını çizmekle bir giriş yapmak isteriz:
lah çok bağışlayan, çok esirgeyendir (el-Hucurât, 49/14).
Mâturîdî konuları aydınlatan, müşkil sorulara cevap
“Peygamber size ne verdiyse onu alın; size neyi yasak- veren, nasları yorumlayan, erken dönem ilim adam-
ladıysa da ondan kaçının” (Haşr, 59/7). larının görüşlerini nakilde kaynaklık eden, bazen bir
Allah’a itaat edin ve elçiye itaat edin. Eğer itaatten konuyla ilgili olarak kendisinden uzun açıklamalar
yüz çevirirseniz, biliniz ki elçimize düşen, açıkça du- nakledilen, gerektiğinde konuların ayrıntılı biçimde
yurmaktır (et-Teğâbun, 64/12). öğrenilmesi için eserleri referans gösterilen otorite-
dir. Onun bir konuda çekimser kalması bile işaret
Âyetlerin içerdiği anlama göre;
etmeye değer bir özellik taşır. Kendisinden yapılan
mü’minler Allah’a ve O’nun rasûlüne itaate davet nakillerde açıklamalarının çok beğenildiğini göste-
edilmektedir; ren övgü ifadeleri kullanılır.11
mü’minler Hz. Peygamber’e karşı gelmekten sakın- Biz de burada, İmâm Mâturîdî’nin Hz. Peygamber’e
dırılmaktadır; itaati emreden âyetlere yaklaşımını incelerken, konu-
mü’minler Hz. Peygamber’e tâbi olmaya çağrılmaktadır; ları ne derece aydınlattığını, problem teşkil eden bazı
soruları nasıl cevaplandırdığını, bazı noktalarda ken-
mü’minler Hz. Peygamber’in hükümlerine ve ihti- disinden önceki ulemânın görüşlerini nakletmekle
laflı konularda verdiği kararlara boyun eğmek zo- yetindiğini ve bir kısım âyeti kısaca açıklarken pek
rundadırlar.9 çoğunu da detaylı olarak nasıl irdelediğini görme im-
Görüldüğü üzere, otoriteden söz ederken Kur’ân sü- kanı dikkatlerimizden kaçmamıştır.
rekli olarak Hz. Peygamber’i Allah’la birlikte zikret- Şimdi, kronolojik düzlemde, yani nüzûl sırasını dik-
mektedir. I/VII. yüzyılın sonlarından bu yana müs- kate alarak, Hz. Peygamber’e itaati emreden bazı âyet-
lümanlar, ayrıca müsteşriklerin çoğu (Margoliouth lerden seçme yapmak sûretiyle, İmâm Mâturîdî’nin
gibi bazı müsteşrikler, “Kur’ân’ın neresinde Hz. Pey- sözkonusu bu âyetleri nasıl anladığına ilişkin birkaç
gamber Allah’la birlikte zikredilmişse, bunun sadece örneklendirme sunacağız:
Kur’ân’ın içeriği ile ilgili olduğunu” iddia etmektedir), 1. “Allah’a itaat edin ve elçiye itaat edin. Eğer itaatten
bunu Hz. Muhammed’e ait bu otoritenin, Kur’ân dı- yüz çevirirseniz, biliniz ki elçimize düşen, açıkça du-
şında Hz. Peygamber’in sözlü ve amelî davranışına yurmaktır”. (et-Teğâbun, 64/12)
işaret ettiği anlamına alırlar. Gerçekte müslüman-
İmâm Mâturîdî bu âyeti yorumlarken, “kendisine
lar için Kur’ân’ın otoritesi, Hz. Peygamber’in otori-
ibadet etmeniz hususunda Allah’a, buna ilişkin bil-
tesinin üzerinde bir şeydir ve Hz. Peygamber, onun
gilendirme yaptığı hususlarda da peygambere itaat
buyrukları ve hükümleriyle bağlı olduğu için, sadece
ediniz”, “emrettikleri hususlarda Allah’a, davet et-
onun tebliğcisidir.10
tiği hususlarda da peygambere itaat ediniz” türünden
Aslında peygambere itaat ne yeni bir kuraldır, ne de ifadelerle anlamlandırma yapmıştır. Ayrıca Mâturîdî
sadece Hz. Muhammed ile sınırlıdır. Peygambere itaat bu kapsamda “kulluk etme/yapma” ile bunun dışın-
edileceği prensibi, (en-Nisâ, 4/64 âyetinin de açıkça daki diğer bütün eylemler arasında bir fark bulundu-
belirttiği gibi) Hz. Peygamber’den önce gönderilen ğuna dikkat çekmektedir. Zira kulluk, Hz. Peygam-
peygamberler için de sözkonusudur. ber’e bile yapılamaz; sadece Allah’a yapılır. Kulluk

610
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

dışında kalan emir, davet ve ihbâr gibi diğer lafızlar Burada da Rasûlullah’a itaatin zikredilmesinin se-
ise Allah’a da izafe edilebilir peygambere de. Âyette bebi, az önceki âyette de geçtiği üzere kimilerinin
ifade edilen “yüz çevirmek”ten kasıt ise, insanları da- Hz. Peygamber’e itaat etmemesidir. Allah, hem ken-
vet ettiği konularda peygambere icâbet etmemek ve disinin hem de elçisinin emirlerine karşı gelinmemesi
ona itaat etmemektir.12 için, peygamberine itaat edilmesini emretmiştir. Bu
2. “Ey inananlar! Allah’a ve elçisine itaat edin; işittiği- çerçevede, Allah’a itaat edip de elçisine itaat etmeyen
niz halde ondan dönmeyin”. (el-Enfâl, 8/20) kimse ya da kimseler, aslında Allah’a itaat etmemiş-
tir. Dolayısıyla Mâturîdî’ye göre bu âyet, “emirlerine
Mâturîdî bu âyeti, “emirleri ve yasakları hususunda
ve yasaklarına uymak sûretiyle Allah’a itat ediniz;
Allah’a, açıkladıkları ve davet ettikleri hususunda da
sünnetlerinde açıkladığı, davet ettiği ve tebliğ ettiği
Allah’ın elçisine itaat etmek” diye açıklamıştır. Ay-
hususlara uymak sûretiyle de peygambere itaat edi-
rıca bu konuda, “farzlarını yerine getirmede Allah’a,
niz” şeklinde anlaşılmalıdır. O halde bu âyette kas-
sünnetlerine uymada da Hz. Peygamber’e itaat et-
tedilen mânâ, Hz. Peygamber’e itaatin farz olmasıdır.
mek” şeklinde yorumlar yapıldığını da nakletmiştir.13
Bu noktayı daha açık bir biçimde ifade etmek iste-
3. “De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah yen Mâturîdî, -deyim yerindeyse- altını çizercesine
da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah bağış- az önceki cümlesini tekrar kullanmakdadır: “Emir-
layandır ve esirgeyendir” (Âl-i İmrân, 3/31). lerine ve yasaklarına uymak sûretiyle Allah’a itaat et-
Bu âyet, Hz. Peygamber zamanında kimi insanların, tiğiniz gibi, aynı şekilde peygamberin de emrettikle-
“biz Allah’ı çok seviyoruz” demeleri üzerine indiril- rine ve yasakladıklarına uyunuz”.15
miş ve Allah onlara, kendisini sevmelerinin ancak el- Ayrıca bu ve benzeri âyetlerden, Arap toplumunda
çisine itaat etmekle gerçekleşeceğini beyan etmiştir. Allah’ın elçilerine karşı bir lakaytlık olduğu izlenimi
Bir başka görüşe göre de bu âyet, Yahudiler’in “biz de çıkarılabilir.
Allah’ın çocukları ve sevgili kullarıyız” (Mâide, 5/18)
5. “Ey inananlar! Allah’a itaat edin; elçiye ve sizden
demeleri üzerine nâzil olmuştur. Mâturîdî’ye göre bu
olan emir sahibine itaat edin. Herhangi bir şeyde an-
bağlamda, bir hükümdarı sevdiğini söyleyen kimse,
laşmazlığa düşerseniz; -eğer Allah’a ve ahiret gününe
o hükümdarın elçisini de sevmelidir; o elçinin emir-
inanıyorsanız - onu Allah’a ve elçiye götürün. Bu, hem
lerine de uymalıdır ve o hükümdarın sevgisine maz-
daha iyidir ve hem de sonuç bakımından daha güzel-
har olabilmek için onun elçisine itaat etmeyi öncele-
dir”(en-Nisâ, 4/59).
melidir; herşeye tercih etmelidir. İşte bu âyetle Allah
Yahudilere hitaben, “eğer siz benim elçime buğzeder, İmâm Mâturîdî burada öncelikle, ister kâfir olsun is-
emirlerinde ona uymaz ve ona itaati her şeye öncele- ter mümin, herkesin Allah’a ve rasûlüne itaat etmesi
mezseniz, siz ‘biz Allah’ın çocukları ve sevgili kulları- gerekirken, bu âyette özellikle de müminlerin hedef
yız’ derken kesinlikle yalan söylemişsinizdir” demek- kitle seçilmelerini ele almış ve bu konuda üç görüş
tedir. Çünkü, birisini sevdiğini söyleyen kimse(ler), nakletmiştir:16
onun sevdiklerini, elçilerini ve maiyetini (berabe- a. Yöneticilerin genel âdetleri de böyledir. Onlar ba-
rinde olanları) de sever. Mâturîdî burada sözkonusu zen, “ey ileri gelenler! Bu konuda bana bir fikir verin”17
edilen muhabbeti, “îsâr” olarak nitelendirmektedir. ve “ey ileri gelenler! Onların teslim olup gelmelerinden
Yani, bir şeyi kendine tercih etme hâli. Daha açık bir önce hanginiz onun tahtını bana getirebilir?”18âyetle-
ifadeyle; sevdiği kimsenin sevdiklerini sevmek husu- rinde de olduğu gibi, halkın, özellikle de seçkin grup-
sunda itaat ve hoş görmediklerini de hoş görmemek larına hitap ederler. İşte bundan ötürü Allah Teâlâ
hususunda itaat; kısacası ona herhâlukârda itaat et- da, -her ne kadar hitap hepsini kapsasa da- mümin-
mek.14Zira, bir kimseyi gerçekten seven, onu her yö- leri muhatap almış, kendisine ve elçisine itaat etme-
nüyle sever; onu kendisine tercih eder; onun onayla- leri hususunda özellikle de onlara emir buyurmuştur.
dıklarını onaylar ve onaylamadıklarını da onaylamaz. b. Kafir öncelikle, Allah’a itaat etmeye inanmalıdır;
Eğer o kimse bunları yapmazsa, onun sevgisi samimi kâfirin ilk olarak muhatap olduğu husus budur. Bu
değildir. Çünkü gerçek sevgi, itaatin bir gereğidir. inanç gerçekleştikten sonra, artık diğer hususlara yö-
4. “Allah’a ve elçiye itaat edin ki, size merhamet edil- nelebilir. Mümin ise Rabb’ine ve onun elçisine itaat
sin” (Âl-i İmrân, 3/132). etmeye inandığı için, hitap özellikle de müminleredir.

611
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

c. Âyette “ulu’l-emre itaat” da sözkonusu edildiği için, ederek, içtihadın câiz olmayacağı (ibtâlu’l-ictihâd) so-
hedef kitle müminlerdir. Zira ulu’l-emre itaat, ancak nucuna varmışlardır. Mâturîdî ise böyle bir yaklaşı-
mümin oldukları zaman emredilmektedir. mın doğru olmadığı kanaatindedir ( ); ona
Bu âyette, Allah’tan başkasına itaat edilebileceği yö- göre bu âyet iki türlü anlaşılabilir: Birisi, eğer anlaş-
nünde bir işaret de vardır. Çünkü, birisinin emriyle mazlık Hz. Peygamber döneminde, yani O yaşıyorken
faaliyette bulunan kimseler, ona itaat etmiş gibidir. gerçekleştiyse, ilgili meseleyi peygambere sormak ge-
Mâturîdî burada, itaat ile ibadet/kulluk arasında bir rekir; dolayısıyla bu durumda içtihada gerek kalmaz.
ayrıma gitmektedir. Ona göre itaat, bir emri yerine Eğer anlaşmazlık Hz. Peygamber’in vefâtından sonra
getirmek demektir. İbadet/kulluk ise, bütün içtenli- gündeme geldiyse, sözkonusu meselenin hükmü sı-
ğiyle Allah’a bağlanmak demektir. Zira herşey, ger- rasıyla önce Allah’ın kitabında, sonra peygamberin
çek anlamda Allah’ındır. Bunun içindir ki, Allah’tan sünnetinde ve en son da icmâda aranır. Hüküm bu
başkasına ibadet edilemezken, O’ndan başkasına itaat üç kaynaktan herhangi birisinde bulunursa, gerekli
edilmesi mümkündür. Mâturîdî az önceki ifadeyi açıklama yapılır; yoksa, işte o zaman problemin çö-
tekrarlayarak, itaatin bir emri yerine getirmek oldu- zümü için içtihat yapılır. Âyetten anlaşılması gereken
ğunu, ibadetin ise asla böyle olmadığını, dolayısıyla diğer bir anlam da şudur: Müçtehit bir mesele hak-
aralarında bir farklılık bulunduğunu belirtmektedir. kında içtihat ederken, Allah’ın kitabında ya da Al-
Bu bağlamda Mâturîdî, Hz. Peygamber’e itaatin, Al- lah rasûlünün sünnetinde o problemin çözümüne
lah’a itaat olduğunu; çünkü bu itaatin Allah’ın em- ilişkin bir şeyler bulduğunda, eğer bulduğu hüküm-
riyle gerçekleştiğini ifade etmektedir. Mâturîdî, “kîle ler ile karşılaştığı problemler arasında bir benzerlik
( )” lafzıyla bir de nakilde bulunur. Bu nakle göre varsa, bu benzerlikten yola çıkarak ilgili mesele hak-
“Allah’a itaat edin” ifadesi, “farzlarını yerine getirme kında bir hükme varabilir.21
veya kitabında size emrettiklerine uyma ve yasakla- Allah’ı tanıyan/bilen, O’na itaat etmenin gerekli ol-
dıklarından da kaçınma hususunda Allah’a itaat edin”; duğunu da bilir. Allah’nın elçisini tanıyan/bilen
“rasûle itaat edin” de “sünnetine uyma veya sünne- de, elçiye itaatin Allah’a itaat olduğunu bilmekte-
tinde size emrettiklerine ve yasakladıklarına uyma dir. Çünkü elçi, insanları Allah’a davet etmekte, Al-
hususunda rasûle itaat edin” demektir.19 lah’ın emirlerini emretmekte ve nehyettiklerini de
İtaat ile ibadet/kulluk arasındaki farka dikkat çeken yasaklamaktadır. Zira bu elçi, Allah tarafından in-
et-Tehânevî de şunları söylemektedir: İtaat, ibadet- sanlara gönderilmiş bir peygamberdir. Bu bağlamda
ten daha genel bir anlam ifade etmektedir. Çünkü Mâturîdî, ileri sürmüş olduğu görüşlerini “kim elçiye
ibadet Allah’ı tazim hususunda kullanıldığında ta- itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur; kim de itaatten
zimin en üst derecesini ifade eder. İtaat ise, hem Al- yüz çevirirse, aldırma! Zaten biz seni onların üzerine
lah’ın hem de Allah’tan başkasının emrine uymak bekçi göndermedik”,22 “Rabin hakkı için onlar arala-
anlamında kullanılır. Kulluk, tezellülün göstergesi- rında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp, sonra
dir; ibadet ise bundan daha ileri boyuttadır. İbadet, da senin verdiğin hükme, içlerinde bir burukluk duy-
tezellülün nihai noktasıdır. İtaat, mendup bile olsa madan tam anlamıyle teslim olmadıkça inanmış ol-
emredileni yapmak ve istemeyerek de olsa yasaklar- mazlar”,23 “biz hiçbir elçiyi, Allah’ın izniyle itaat edil-
dan uzaklaşmaktır. Masiyet olmadığı yerde, Allah’tan mekten başka bir amaçla göndermedik”24 âyetleriyle
başkasına itaat caiz olup, ibadet ise Allah’tan başkası de temellendirmekte ve üzerine basa basa şu ifade-
için caiz olmaz.20 Mâturîdî’nin “itaat” ve “ibadet” ay- leri tekrarlamaktadır: Bu âyetlerin hepsinin göster-
rımı kapsamında bir parantez açacak olursak, bura- diği husus, Hz. Peygamber’e itaat edilmesinin bizzat
dan şunu anlamak mümkündür: İtaatte içtenlik ve Allah’ın izni ve emriyle dile getirilmiş olduğudur.25
rıza olmayabilir; buna karşılık, ibadette içtenlik ve Mâturîdî’nin kaydettiğine göre “Allah’a itaat edin ve
rıza olmak zorundadır. rasûle itaat edin” ifadesinin üç şekilde anlaşılabileceği
“Herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, onu Al- belirtilmiştir: Emrettiği hususlarda Allah’a ve tebliğ
lah’a ve elçiye götürün” ifadesindeki “Allah’a götür- ettiği hususlarda peygambere itaat; farz kıldıklarında
mekten” kastedilen, “Allah’ın kitabına müracaat”; “el- Allah’a ve sünnetlerinde peygambere itaat; vahyet-
çiye götürmekten” kastedilen de “hayatta iken Hz. tiklerinde Allah’a ve açıkladığı hususlarda peygam-
Peygamber’e sormak, vefâtından sonra da sünnetine bere itaat. Mâturîdî’ye göre, aslında dildeki kullanımı
başvurmak” tır. Ulemâdan bazıları bu âyetten hareket açısından da bakıldığında, itaat, birinin söylediğini

612
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

yapmak demektir. Bu anlamda, bütün emirlerinde anlamıyle teslim olmadıkça inanmış olmazlar’30âyeti-
peygambere de itaat etmek gereklidir. Zira O’nun nin ifade ettiği üzere, Hz. Peygamber’e itaat etmeyi
emretmesi Allah’ın emretmesi gibi ve O’na itaat da imanın şartlarından saymaktadır.” Diğer taraftan;
Allah’a itaat gibidir. Allah da bütün açıklamalarını Hz. Peygamber de Allah’a itaat etmeyi emretmekte-
Hz. Peygamber’in ağzından yapar.26 dir. Dolayısıyla peygambere itaat eden ve onun emir-
6. “Kim Allah’a ve elçisine itaat ederse, Allah onu alt- lerini yerine getiren de Allah’a itaat etmiş olacaktır.
larından ırmaklar akan, içinde sürekli kalacakları cen- Çünkü peygamber, Allah’a itaat edilmesini emreden
netlere sokar. İşte büyük başarı budur. Kim de Allah’a konumundadır. Ayrıca peygamber, Allah’ın emrini
ve elçisine karşı gelir, O’nun koyduğu sınırları aşarsa, emredendir. Bundan ötürü, ona itaat Allah’a itaattir.
Allah onu sürekli kalacağı ateşe sokar. Onun için al- Mâturîdî burada bir rivâyete de yer vermektedir: Nak-
çaltıcı bir azab vardır” (en-Nisâ, 4/13-14). ledildiğine göre, Hz. Peygamber Medine’de iken “beni
seven Allah’ı da sevmiştir; bana itaat eden Allah’a da
Mâturîdî, bu âyette geçen “Allah’a itaat” ten kasdedi- itaat etmiştir” deyince, münafıklar bu ifadeyi yadır-
lenin, “Allah’ın farzlarını yerine getirmek”; “Rasûlüne gadılar. Allah da peygamberini yalnız bırakmamak
itaat” ten kasdedilenin de “sünnetlerine uymak” oldu- için ve âdeta O’nu desteklercesine, “kim elçiye itaat
ğunun belirtildiğini nakletmektedir. Yine Mâturîdî, ederse, Allah’a itaat etmiş olur. Kim de itaatten yüz çe-
burada kasdedilenin “Allah’ın ve elçisinin emirlerine virirse, sen buna aldırma! Zaten biz seni onların üze-
uymak, yasaklarından kaçınmak” olduğunu kayde- rine bekçi göndermedik” âyetini indirmiştir.31Yine bu
der. Mâturîdî bu hususta şunların da söylenildiğini bağlamda Mâturîdî şu hadisi de nakletmiştir: “Allah’a
nakleder: Allah’a itaat eden, O’nun elçisine de itaat itaat eden kimse, -namaz, oruç ve Kur’ân okuma gibi
etmiştir; elçisine itaat eden de Allah’a itaat etmiş gi- ibadetleri az olsa bile- Allah’ı anmış demektir. Allah’a
bidir. Sonuçta “kim elçiye itaat ederse, Allah’a itaat isyan eden de -namaz, oruç ve Kur’ân okuma gibi iba-
etmiş olur”27 âyetinde de ifade edildiği gibi, ikisi de detleri çok olsa bile- Allah’ı unutmuş demektir”.32 Dola-
aynıdır. Yaptığı bu nakillerden sonra Mâturîdî kendi yısıyla Mâturîdî’ye göre Allah’a itaat, Allah’ın emirle-
görüşünü de, Allah’a itaatin “Allah’ın emirleri, yasak- rine uymak ve yasaklarından kaçınmakla gerçekleşir.
ları, haramları ve helalleri” noktasında olacağını; el- Allah’ı sevmek de, yine O’nun emirlerine uyup, ya-
çisine itaatin de “Hz. Peygamber’in tebliğ ettikleri ve saklarından uzaklaşmakla olur. Sözkonusu âyet açık
açıkladıkları” hususunda olacağı şeklinde belirtmiş- bir şekilde, Hz. Peygamber insanları Allah’a itaat et-
tir. Mâturîdî’ye göre, her iki itaat arasında her hangi meye çağırdığı ve kendisi vesilesiyle Allah’a itaat edil-
bir fark yoktur. Zira, Allah’a itaat eden kimse pey- diği için, Hz. Peygamber’e itaatin Allah’a itaatin bir
gambere de itaat etmektedir. Çünkü Hz. Peygam- gereği olduğunu dile getirmektedir.33
ber, insanları Allah’a itaat etmeye çağırmakta kulla-
rını da buna teşvik etmektedir. Böylece, peygambere Yapılan bu açıklamalardan da hareket ederek, Hz.
itaat Allah’a itaat olmaktadır. Yine aynı şekilde, “Al- Peygamber’in görevlerini, tebliğ (Allah’tan alınan vah-
lah’a ve rasûlüne isyan” da emirlerine uymamakla ve yin insanlara ulaştırılması), tebyin (açıklığa kavuştu-
yasaklarından kaçınmamakla gerçekleşmektedir.28 rulması gereken hususlara ilişkin açıklama yapmak)
ve teşrî’ (Kur’ân’da yer almayan bazı hükümler koy-
Bu açıklamalardan, Hz. Peygamber’in görevinin vahyi mak) diye üç kategoride ele alabiliriz. Bu görevler-
açıklamak ve nasıl anlaşılması gerektiğini tatbik et- den üçüncüsü (teşrî’) bağlamında, “acaba Allah’ın,
mek olduğu da çıkarsanabilir. peygamberine gönderdiği vahiy sadece Kur’ân’dan
7. “Kim elçiye itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur. mı ibarettir? Yoksa başka vahiylerin varlığından söz
Kim de itaatten yüz çevirirse, aldırma! Zaten biz seni edilebilir mi?” şeklinde bir soru gündeme gelmek-
onların üzerine bekçi göndermedik” (en-Nisâ, 4/80). tedir. Bu sorunun genel olarak değerlendirilmesini
Allah, peygamberine itaati emretmiştir. Peygambere ilgili çalışmalara bırakarak, burada sadece Mâturî-
itaat etmek, Allah’a itaat demektir; çünkü peygamber dî’nin sözkonusu meseleye nasıl yaklaştığına ilişkin
Allah’ın emrine uymaktadır. “Görmez misiniz” diyor kısa bir açıklama yapmakla yetineceğiz.
Mâturîdî, “zaten Allah da ‘Allah’a itaat edin ve rasûle Bu soruların cevapları, Mâturîdî’nin tefsirinden ha-
itaat edin’29 demekte; hatta ‘onlar aralarında çıkan çe- reketle, onun farklı yerlerde yaptığı çeşitli açıklama-
kişmeli işlerde seni hakem yapıp, sonra da senin ver- lara dayanılarak verilebilir.34Mâturîdî, “sana indirilene
diğin hükme, içlerinde bir burukluk duymadan tam ve senden önce indirilene iman ederler”35âyetinde Hz.

613
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Peygamber’e indirilenin; Kur’ân veya Kur’ân’da zikri İslam dini, sosyal bünyeyi meydana getiren temel alt
geçmeyen din ve hüküm hususunda indirilenler ola- ve üst yapı kurumlarının hepsine yönelik talep ve id-
bileceğini belirtir. Aynı şekilde, Hz. Peygamber’den diaları bünyesinde taşımaktadır. Bu açıdan bakıldı-
önceki peygamberlere indirilenin de kitaplar ve ki- ğında Hz. Peygamber, sadece rûhânî bir lider değil,
tap dışındaki şeriatlar ve haberler olması muhtemel- aynı zamanda dünyevî bir otoritedir de. Bu nedenle
dir.36Buna göre, Hz. Peygamber’e Kur’ân ve onun dı- O’na helal ve haramı belirleme görevinin yanısıra, em-
şında bir vahiy gelmiş olmaktadır. Yine aynı şekilde, redip yasaklama, hüküm verme ve davaları çözüme
Hz. Peygamber’den önceki peygamberlere de onlara kavuşturma görevi de verilmiş; bütün bunlarda da
verilen kitaplarda yer almayan bazı vahiyler gelmiştir. kendisine itaat edilmesi zorunluluğu getirilmiştir.41
Hatta Mâturîdî, “kitaptan sana vahyedileni oku”37âye-
Peygambere itaate çağrı, peygamberin tesis ettiği
tini açıklarken, burada metlûv ve gayr-i metlûv vahiy-
ilâhî sisteme ve bu sistemi idare eden merkezî oto-
lerin ikisinin birden kastedildiği yorumunu vermek-
riteye boyun eğmeye bir çağrıdır. “Allah’a itaat” ve
te,38benzer bir şekilde “sana vahyedilene uy”39âyetinin
“peygambere itaat”, birbirinden ayrılamaz42bir ikili-
tefsirinde de, bunun Kur’ân veya onun dışındaki va-
dir. Zaten ilgili âyetlere de bakıldığında, bu hususa
hiylere işaret ettiğini belirtmektedir.40Bu ifadelerden de
sürekli vurgu yapılmaktadır. Allah’a, zâtından dolayı
anlaşılacağı üzere, Mâturîdî’nin Hz. Peygamber’e ge-
itaat edilirken, peygambere de Allah’ın emir ve ya-
len vahyi sadece Kur’ân’la sınırlamadığı açıktır. Diğer
saklarını insanlara ulaştırma görevini yerine getirdiği
bir ifadeyle, bu açıklamalara göre, hadis ve Hz. Pey-
için itaat edilir. Allah’a itaat, O’nun âyetlerine sıkıca
gamber’in sünnetinin bir kısmının kaynağı, Kur’ân
tutunma, emirlerine uyma, yasaklarından kaçınma,
dışında kalan vahiydir.
kısacası gösterdiği yolda yürümekle gerçekleşir. Hz.
Değerlendirme ve Sonuç Peygamber’e itaat ise, yaşıyorken O’nun emirlerine
İmâm Mâturîdî’nin, Hz. Peygamber’e itaati emreden uyma, çeşitli konularda verdiği hüküm ve kararlara
âyetleri yorumlamasından anlaşılmaktadır ki, Hz. itaat etmek, vefatından sonra da sünnetlerine uyma,
Peygamber’in otoritesinin dayanağı, mutlak otorite benzer konular karşısında Hz. Peygamber’in ortaya
olan Allah tarafından görevlendirilmiş olmasıdır. koyduğu çözümleri esas almak şeklinde gerçekleşir.

Dipnotlar
1 Geniş bilgi için bk. Sandıkçı, S. Kemal, (1991), İlk Üç Asırda İslam Coğrafyasında Hadis, Ankara, Diyanet İşleri Başkanlığı
Yayınları, s. 383-463.
2 Usmânî, Muhammed Taqi, (2010), Sünnetin Bağlayıcılığı, çev. İbrahim Kutluay, İstanbul, Rağbet Yayınları, s. 24-25.
3 Bk.: el-Ferâhidî, Halil b. Ahmed, (1988), Kitâbu’l-Ayn, tahk. Mehdî el-Mahzûmî-İbrahim es-Sâmerrâî, Beyrut, II, 209;
İsmail b. Abbâd, (1994), el-Muhît fi’l-Luga, tahk. Muhammed Hasan Âli Yâsin, Beyrut, II, 120; İbn Fâris, (1991), Mu’cemu
Makâyisi’l-Luga, tahk. Abdusselam Muhammed Harun, Beyrut, III, 431; İsmail b. Hammad el-Cevherî, (1974), Sıhâh,
tahk. Nedim Mar’aşlı-Üsame Mar’aşlı, Beyrut, III, 1255; Râgıb el-Isfahâni, (1986), el-Müfredât fî Garîbi’l-Kur’ân, İstan-
bul, s. 461; İbnu’l-Esîr, (1979), en-Nihâye fî Garîbi’l-Hadis ve’l-Eser, tahk. Mahmud Muhammed et-Tanahi-Tahir Ahmet
ez-Zâvi, Beyrut, III, 142; İbn Manzûr, (1990), Lisânu’l-Arab, Beyrut, VIII, 240.
4 Bk.: İbnu’l-Esîr, en-Nihâye, III, 142; İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab,III, 271, XIII, 21; Ebu’l-Hasan Seyyid Şerif el-Cürcânî,
(1413), et-Ta’rîfât, Kahire, s. 194.
5 Esed, Muhammed, (1996), Kur’ân Mesajı (Meal-Tefsir), çev. Cahit Koytak-Ahmet Ertürk, İstanbul, İşaret Yayınları, I, 203
(dipnot: 73).
6 Baktır, Mehmet, (2004), “Hz. Peygamber’in Otoritesinin Dayanakları”, Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi,
VIII/1, s. 23.
7 Karadâvî, Yusuf, (2009), Sünneti Anlamada Yöntem, çev. Bünyamin Erul, İstanbuli Nida Yayınları, s. 57. Ayrıca bk. Kâdı
İyâz Ebu’l-Fadl b. Musa el-Yahsubî, ((2013), eş-Şifâ bi Ta’rîfi Hukûki’l-Mustafâ, Dubai, s. 475-484.
8 Kırbaşoğlu, M. Hayri, (1997), İslam Düşüncesinde Sünnet, Ankara, s. 187. Benzer bir tasnif için bk. Abdulganî Abdulhâ-
lik, (1406), Hucciyyetü’s-Sünne, s. 291-305.
9 Kırbaşoğlu, İslam Düşüncesinde Sünnet, s. 191.
10 Fazlurrahman, (1993), İslam, çev. Mehmet Dağ-Mehmet Aydın, İstanbul, Selçuk Yayınları, s. 69.
11 Özen, Şükrü, (2008), “Bir Otoritenin Oluşumu: İmâm Mâturîdî Örneği”, İslam ve Klasik, editör: Sami Erdem, İstanbul, s.
58.
12 Mâturîdî, Ebû Mansûr Muhammed b. Mansûr, (2005), Te’vîlâtu’l-Kur’ân, tahk. Ahmet Vanlıoğlu, İstanbul, Mizan Yayıne-
vi, XV, 202.
13 Mâturîdî, Te’vîlât, VI, 191.

614
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

14 Mâturîdî, Te’vîlât, II, 288.


15 Mâturîdî, Te’vîlât, II, 416.
16 Mâturîdî, Te’vîlât, III, 291-292. Krş. Mâturîdî, Te’vîlât, III, 296-297.
17 Neml, 27/32.
18 Neml, 27/38.
19 Mâturîdî, Te’vîlât, III, 292.
20 et-Tehânevî, Muhammed Ali b. Ali b. Muhammed, (2006), Keşşâfu Istılâhâtı’l-Funûn, Beyrut, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye,
III, 154.
21 Mâturîdî, Te’vîlât, III, 294-295.
22 Nisâ, 4/80.
23 Nisâ, 4/65.
24 Nisâ, 4/64.
25 Mâturîdî, Te’vîlât, III, 297-298.
26 Mâturîdî, Te’vîlât, III, 303-304.
27 Nisâ, 4/80.
28 Mâturîdî, Te’vîlât, III, 74-75.
29 Nisâ, 4/59.
30 Nisâ, 4/65.
31 Mâturîdî, Te’vîlât, III, 344.
32 Said b. Mansûr, Ebû Osman, (1993), Sünenü Said b. Mansûr, Riyad, II, 630, nr. 230.
33 Mâturîdî, Te’vîlât, III, 344-345.
34 Bk. Alper, Hülya, (2012), “İmâm Mâturîdî’de Akıl-Vahiy İlişkisi: Aklın Önceliği ve Vahyin Gerekliliği”, Milel ve Nihal,
VII/2, s. 17-18; Tuğlu, Nuri, (2012), “Mâturîdîliğin Hadis Anlayışı”, Milel ve Nihal, VII/2, s. 103; Kahraman, Hüseyin,
(2000), Mâturîdiyye Kelâmında Hadisin Yeri, Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü (Doktora Tezi), Bursa, s. 33-
34.
35 Bakara, 2/4.
36 Mâturîdî, Te’vîlât, I, 32.
37 Kehf, 18/27.
38 Mâturîdî, Te’vîlât, IX, 44.
39 Yunus, 10/109.
40 Mâturîdî, Te’vîlât, VII, 123.
41 Özafşar, Mehmet Emin, (1998), Hadisi Yeniden Düşünmek, Ankara, Ankara Okulu Yayınları, s. 3.
42 Brown, Daniel, (2002), İslam Düşüncesinde Sünneti Yeniden Düşünmek, çev. Sabri Kızılkaya-Salih Özer, Ankara, Ankara
Okulu Yayınları, s. 103.

Kaynakça
Abdulganî Abdulhâlik, (1406), Hucciyyetü’s-Sünne.
Alper, Hülya, (2012), “İmâm Mâturîdî’de Akıl-Vahiy İlişkisi: Aklın Önceliği ve Vahyin Gerekliliği”, Milel ve Nihal, VII/2.
Baktır, Mehmet, (2004), “Hz. Peygamber’in Otoritesinin Dayanakları”, Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi,
VIII/1.
Brown, Daniel, (2002), İslam Düşüncesinde Sünneti Yeniden Düşünmek, çev. Sabri Kızılkaya-Salih Özer, Ankara, Ankara Okulu
Yayınları.
Cevherî, İsmail b. Hammad, (1974), Sıhâh, tahk. Nedim Mar’aşlı-Üsame Mar’aşlı, Beyrut.
Cürcânî, Ebu’l-Hasan Seyyid Şerif, (1413), et-Ta’rîfât, Kahire.
Esed, Muhammed, (1996), Kur’ân Mesajı (Meal-Tefsir), çev. Cahit Koytak-Ahmet Ertürk, İstanbul, İşaret Yayınları.
Fazlurrahman, (1993), İslam, çev. Mehmet Dağ-Mehmet Aydın, İstanbul, Selçuk Yayınları.
Ferâhidî, Halil b. Ahmed, (1988), Kitâbu’l-Ayn, tahk. Mehdî el-Mahzûmî-İbrahim es-Sâmerrâî, Beyrut.
Isfahânî, Râgıb, (1986), el-Müfredât fî Garîbi’l-Kur’ân, İstanbul.
İbn el-Esîr, (1979), en-Nihâye fî Garîbi’l-Hadis ve’l-Eser, tahk. Mahmud Muhammed et-Tanahi-Tahir Ahmet ez-Zâvi, Beyrut.
İbn Fâris, (1991), Mu’cemu Makâyisi’l-Luga, tahk. Abdusselam Muhammed Harun, Beyrut.
İbn Manzûr, (1990), Lisânu’l-Arab, Beyrut.
İsmail b. Abbâd, (1994), el-Muhît fi’l-Luga, tahk. Muhammed Hasan Âli Yâsin, Beyrut.
Kâdı İyâz, Ebu’l-Fadl b. Musa el-Yahsubî, ((2013), eş-Şifâ bi Ta’rîfi Hukûki’l-Mustafâ, Dubai.
Kahraman, Hüseyin, (2000), Mâturîdiyye Kelâmında Hadisin Yeri, Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü (Doktora
Tezi), Bursa.
Karadâvî, Yusuf, (2009), Sünneti Anlamada Yöntem, çev. Bünyamin Erul, İstanbul, Nida Yayınları.
Kırbaşoğlu, M. Hayri, (1997), İslam Düşüncesinde Sünnet, Ankara.

615
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Mâturîdî, Ebû Mansûr Muhammed b. Mansûr, (2005), Te’vîlâtu’l-Kur’ân, tahk. Ahmet Vanlıoğlu, İstanbul, Mizan Yayınevi.
Özafşar, Mehmet Emin, (1998), Hadisi Yeniden Düşünmek, Ankara, Ankara Okulu Yayınları.
Özen, Şükrü, (2008), “Bir Otoritenin Oluşumu: İmâm Mâturîdî Örneği”, İslam ve Klasik, editör: Sami Erdem, İstanbul.
Said b. Mansûr, Ebû Osman, (1993), Sünenü Said b. Mansûr, Riyad.
Sandıkçı, S. Kemal, (1991), İlk Üç Asırda İslam Coğrafyasında Hadis, Ankara, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları.
Tehânevî, Muhammed Ali b. Ali b. Muhammed, (2006), Keşşâfu Istılâhâtı’l-Funûn, Beyrut, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye.
Tuğlu, Nuri, (2012), “Mâturîdîliğin Hadis Anlayışı”, Milel ve Nihal, VII/2.
Usmânî, Muhammed Taqi, (2010), Sünnetin Bağlayıcılığı, çev. İbrahim Kutluay, İstanbul, Rağbet Yayınları.

616
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Yrd. Doç. Dr. Recep ÖNAL


1975 yılında, Giresun’un Dereli ilçesinde doğdu. 1988’de Yeşil Giresun İl-
köğretim Okulu’ndan, 1996’da Giresun İmam Hatip Lisesi’nden, 2001’de
Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden mezun oldu. 2003 yılında Di-
yanet İşleri Başkanlığı Bursa İl Müftülüğü bünyesinde İmam Hatip ola-
rak memuriyete başladı. 2005 yılında Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilim-
ler Enstitüsü Temel İslam Bilimleri Kelâm Ana Bilim Dalı’nda başladığı
Yüksek Lisansını 2007 yılında tamamladı. Aynı yıl Sakarya Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslam Bilimleri Kelâm Ana Bilim Da-
lı’nda Doktoraya başladı. 2013 Ocak ayında “İmam Mâtürîdî’ye Göre İs-
lam Dışı Dinler” konulu teziyle doktorasını tamamladı. 2009 yılına ka-
dar Bursa’nın merkez ilçesi Osmangazi Ebu İshak Camiinde İmam Hatip
olarak görev yapmış olan Önal 15.10.2009 tarihinden itibaren Diyanet İş-
leri Başkanlığı tarafından Oslo Büyükelçiliği bünyesinde Norveç/Dram-
men Diyanet Merkez Camiine Din Görevlisi olarak atandı. 01.08.2013
tarihinde Balıkesir Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Kelam Anabilim Da-
lı’na Yrd. Doç. Dr. olarak (Öğretim Üyesi) atandı. Halen bu görevine de-
vam etmektedir. Evli ve bir çocuk babası olan Önal, Arapça ve İngilizce
bilmektedir. Akademik çalışmalarına devam eden Önal, çeşitli alanlarda
ilmî eserler kaleme almış ve birçok akademik toplantılara iştirak etmiştir.

İmâm Mâturîdî’nin Düalist


İnanç Gruplarına Eleştirisi:
Mecûsîlik Örneği
Giriş
Ebû Mansûr el-Mâturîdî’nin yaşadığı bölge, çeşitli din,
inanç, mezhep, felsefe, kültür ve medeniyetlerin kay-
naştığı bir konuma sahiptir. Onun yaşadığı çağ ise,
değişik görüşlerin, itikadî, felsefî ve siyasî mezhep ve
akımların ortaya çıktığı, İslâm inancına hem dışarı-
dan hem içeriden zararlı ve yıkıcı düşüncelerin so-
kulduğu bir dönemdir. Böyle bir ortamda Mâturîdî,
yaşadığı toplumun inanç ve değerlerine karşı sorum-
luluk bilinciyle hareket etmiştir. Telif ettiği eserleriyle
bir taraftan İslâm inançlarını hedef alıp yıkmaya ça-
lışan pek çok düalist ve inkârcı akımlara karşı büyük
bir mücadele vermiş, bir taraftan da başta tevhid ol-
mak üzere İslâm inanç esaslarını tespite, ispata ve
savunmaya çalışmıştır. Onun böylesi bir mücadele
içine girmesinin en önemli sebebi ise İslam dışı din
ve inançların başta ulûhiyet olmak üzere nübüvvet ve
ahiret gibi temel inanç konularında İslam itikadına
aykırı telakkileri yaymaya çalışmaları, İslam’ın inanç
esaslarına ve Müslümanlara karşı yıkıcı faaliyetlerde

617
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

bulunmalarıdır. Bu nedenle o, eserlerinde İslam inanç- taraftan hayrın kim tarafından yaratıldığı hususunda
larına aykırı düalist, inkârcı dinî ve felsefî akımla- ortak kanaati benimsemektedirler, fakat şerrin yara-
rın görüş ve iddialarını ele alıp çürütmeye, İslam’a tıcısının kim olduğu hususunda farklı görüşler ileri
yönelik fikrî saldırılara karşı başta tevhid inancı ol- sürmektedirler.4
mak üzere İslam inanç esaslarını savunarak sağlam Seneviyye İle İlgili Tartışma Konuları
bir temel oluşturmaya çalışmıştır.
Bu başlık altında Mâturîdî’nin söz konusu senevî
Mâturîdî’nin eserlerinde ayrıntılı olarak üzerinde akımlara yöneltmiş olduğu genel eleştirilerini ele al-
durduğu dinî akımların başında ise nur ve zulmet maya çalışacağız. Fakat burada şunu belirtmeliyiz ki
olmak üzere iki ezelî aslın etrafında şekillenen Se- Mâturîdî, eserlerinde söz konusu akımlara eleştirile-
nevî (düalist) inanç akımları gelmektedir. Mâturîdî, rini sistemli bir şekilde yöneltmemiştir. Bu nedenle
senevî görüşleri bazen herhangi bir grup ismi belirt- biz burada onun eserlerinin farklı yerlerinde bulu-
meksizin “Seneviyye” üst başlığı altında bazen de Se- nan görüş ve eleştirilerini daha anlaşılır kılmak için
neviyye’nin alt kollarından olan Merkûniyye, Deysâ- müstakil başlıklara ayırarak ele almaya çalışacağız.
niyye, Menâniyye, Mecûsiyye gibi akımları müstakil
Seneviyye’nin Düalist Tanrı Anlayışları
başlıklar altında ele alıp incelemiş ve teolojik açıdan
eleştiriye tabi tutmuştur. Mâturîdî’nin verdiği bilgiye göre senevî grupların tanrı
anlayışları, görünür âlemdeki fizikî kötülükler ve iyi-
Biz bu araştırmamızda Mâturîdî’nin öncelikle “Se-
liklerin varlığı etrafında şekillenmektedir. Zira onlar
neviyye” üst başlığı altında söz konusu akımlara yö-
öncelikli olarak iyi ve kötünün kendiliklerinden var
nelik genel eleştirilerini, daha sonra da Seneviyye’nin
olamayacağını, dolayısıyla onların yaratıldıklarını ka-
alt kolların biri kabul ettiği Mecûsîliğe ilişkin eleşti-
bul etmektedirler. Burada sorun, şeylerin yaratılmış
rilerini tespit etmeye çalışacağız.
oldukları değil, kim ya da kimler tarafından yaratıl-
Mâturîdî’’ye Göre Seneviyye dıklarıdır.5 Mâturîdî’ye göre onları düalist tanrı an-
İslâm kaynaklarında ashâbü’l-isneyn, ehlü’t-tesniye, layışına götüren sebep de burada yatmaktadır. Zira
ehlü’l-isneyn gibi farklı kullanımları olan Seneviyye onlar iyilik cevherinden kötülüğün, kötülük cevhe-
sözcüğü, çift kutuplu Tanrı anlayışına sahip olan düa- rinden de iyiliğin gelebileceğini kavrayamamışlardır.
list grupların tümüne işaret etmek üzere kullanılan Bu nedenle onların temel iddiaları iyilik cevherin-
bir üst başlığı ifade etmektedir. Bununla birlikte bu den iyiliğin, kötülük cevherinden de kötülüğün sa-
genel başlık altına hangi senevî dinlerin ve fırkala- dır olacağı şeklinde olmuştur. Buradan hareketle de
rın girdiği meselesi ise İslâm âlimlerine göre çeşitli- iyi olan tanrıdan asla kötülüğün sadır olamayacağı,
lik arz etmektedir. dolayısıyla kötülüğü yaratan başka bir ilahın olması
gerektiği sonucuna ulaşmışlardır.6
Mâturîdî’ye göre Seneviyye ismi, iki ilaha inanma
ya da iki ezelî (kadîm) varlıkları kabul etme şeklin- Öte taraftan Mâturîdî, Seneviyye’nin “İnsan kendi
deki bütün anlayışları ifade eden geniş bir kavramı öz yapısının iyiliği de kötülüğü de kapsadığının şu-
ifade etmektedir. Nitekim o, Senevîler’in iyiliğin ya- uruna varınca, bu iki yetenekten her birinin bir rabbi
ratıcısı “Nur”, kötülüğün yaratıcısı “Zulmet” olmak bulunduğunu da anlamış olur.” şeklindeki iddialarını
üzere ebedî ve yaratıcı olan iki tanrıya inandıkla- nakleder.7 Ayrıca senevîlerin hayırları yaratanın Al-
rını ve âlemin ezelîliğini ileri sürdüklerini belirtir.1 lah olduğunu, şerleri ise O’nun dışında başka bir var-
Mâturîdî’ye göre “Seneviyye”yi başta Mecûsîlik ol- lığın yarattığını iddia ettiklerini belirtir.8
mak üzere Merkûniyye, Deysâniyye ve Menâniyye Mâturîdî, Senevîler’in düalist tanrı inançlarını pek
gibi dört dinî akım temsil etmektedir. Mâturîdî’ye çok açıdan eleştiriye tabi tutmuştur. Özellikle iyi ve
göre bu akımların hepsi, düalist bir inancı benimse- kötü olan şeylerin farklı iki yaratıcı tarafından ya-
mede aynı kabulleri paylaşsalar da, bazı konularda ratıldığına dair iddiaların geçersizliğini ispatlamak
görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Onun belirttiğine göre için Kur’an kaynaklı temânu/karşılıklı engelleme,
söz konusu akımlar, nur ve zulmetin tanrı kabul edil- gaye ve nizam delillerine başvurmuştur. Bu çerçevede
mesi ve âlemin bunların birleşim ve karışımından Mâturîdî, bu iddialara karşı Allah Teâlâ’nın iki farklı
meydana gelişi konularında temelde hemfikirdirler.2 yaratıcının kabul edilmesinin akıl açısından imkân-
Ancak karışma eyleminin kim tarafından gerçekleş- sız olduğunu ifade eden şu ayetini delil göstermiştir:
tirildiği hususunda farklı telakkilere sahiptirler.3 Öte “Yoksa yerden, ölüleri diriltebilecek bir takım ilahlar

618
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

mı edindiler? Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilah- yenerek ona üstünlük kuracaktır. Buna göre şayet iki
lar olsaydı kesinlikle ikisinin de düzeni bozulurdu. De- tanrı olsaydı tıpkı hükümdarların yaptığı gibi biri öte-
mek ki, Arş’ın Rabbi Allah onların nitelemelerinden kini yener ve ona üstün gelirdi. Böylesi bir durumda
uzaktır, yücedir.”9 ise tanrılık ve rablik ortadan kalkar. Bu tespitten ha-
Mâturîdî’ye göre bu ayet Allah’ın birliğini göstermek reketle Mâturîdî, bu durumun olamayacağına dik-
üzere üç farklı şekilde yorumlanabilir. Birincisi, yerde kat çekerek tanrın bir tek olup ortağı olamayacağı-
ve gökte Allah’tan başka ilahların varlığı söz konusu nın altını çizer.12
olsaydı, bu ikisi de tek bir kaynaktan çıkmış olmazdı. Mâturîdî’ye göre Senevîler’in düalist tanrı inanışlarını
Tecrübe bize açıkça şunu gösterir ki yeryüzünde kral- geçersiz kılan bir diğer delil de görünür âlemde mü-
lardan biri bir bina yapıp onu sağlam bir şekilde yer- şahede edilen ahenk ve düzenin mevcut olması (gaye
leştirdiğinde, öbürü onu bozmayı ve yok etmeyi ister. ve nizam delilleri)’dır. Ona göre genel bir prensip ola-
O halde yer ve gökte başka ilahlar olsaydı, bu ikisi tek rak görünür âlemde müşahede edilen ahenk ve düzen
bir kaynaktan ortaya çıkmış olmazlar, dolayısıyla da iki yaratıcının değil tek bir yaratıcının varlığına dela-
varlıklarını sürdüremezlerdi. Çünkü onlardan birisi- let eder.13 Mâturîdî, bu görüşünü Kur’an’da yer alan
nin yaptığını diğeri bozar ve yok ederdi. İkincisi, eğer kâinatın düzeni ve işleyişi ile ilgili ayetleri delil gös-
yerde ve gökte Allah’tan başka ilahlar olsaydı, her iki- tererek temellendirir. Örneğin o, Bakara 164. ayetini
sinde mahlûkat için hazırlanmış olan yararlar birbir- bu çerçevede değerlendirmiş, özellikle gece ile gün-
leriyle bağlantılı olmazdı. Çünkü onlardan her biri düzün ardı ardına gelişi, gemilerin denizde seyredişi,
kendi yarattığı varlıklar için gerekli olan yararların, yağmurun yağması, bulutların hareket etmesi gibi
diğerinin yarattığı şeylere ulaşmasına engel olurdu. olayların belli bir gaye ve düzen içinde gerçekleştiği
O halde bu ikisindeki yararların birbirleriyle bağlan- hususu üzerinde durarak düalist tanrı inancının ge-
tılı olması, onların tek bir yaratıcının sanatı olduğunu çersizliğini kanıtlamaya çalışır. Ona göre bu ayet Se-
ve O’nun tarafından bir düzene konduğunu gösterir. nevîlerin ikili tanrı anlayışlarını geçersiz kılıp, kâi-
Üçüncüsü, iki ilah olsaydı, bu ikisinin her yıl yaptık- natı yaratanın bir olduğuna delil teşkil eder. Çünkü
ları düzenleme aynı şekilde olmazdı. Yapılan düzen- Allah Teâlâ, gökleri ve yeri yaratmış ve onlarda yara-
lemenin ve işlerin her yıl aynı tarzda ve aynı kanun- tılmışlar için menfaatler var etmiştir. Ardından gök-
lar çerçevesinde gerçekleştiği görüldüğüne göre, bu, lerdeki faydaları yerdekilerle bitişik yapmıştır. Örne-
söz konusu düzenlemenin tek bir varlığa ait olduğuna ğin yeryüzünde yol bulmayı gökteki yıldızlarla, üzüm
işaret eder. Eğer başka ilahlar olsaydı, işler farklıla- ve meyvelerin olgunlaşmasını da güneş ve ayla sağla-
şır, dolayısıyla aynı kanunlar çerçevesinde gerçekleş- mıştır. Yine bitkileri, yemişleri, yiyecekleri ve suları
mezdi.10Buna ilaveten Mâturîdî, Enbiyâ 22. ayeti ile yağmur vasıtasıyla çıkartmıştır. Dolayısıyla birinin
Mü’minûn 91. ayetinde geçen bu (temânu) delillerin diğerine bitişik ve bağlı olması tümünün yaratıcısı-
Allah’ın ulûhiyetini inkâr edip putlara tapan Arap nın tek ve bir olduğunu gösterir. Şayet tüm bunlar iki
müşriklerine karşı değil biri şerri diğeri de hayrı ya- varlık (tanrı) tarafından yapılmış olsaydı birinin kes-
ratan iki farklı ilahı kabul eden Senevîlere karşı kul- tiğini öbürü bağlardı. Yine birinin bağladığını öteki
lanıldığını belirtir.11 keserdi. Eğer bitişik olduğu halde böyle bir durum
Mâturîdî, onların bu iddialarını, iki tanrının olması olmuyorsa –ki durum bu şekildedir- o halde tüm
durumunda aralarında çatışmanın olacağı dolayı- bunların yaratıcısının bir olduğu kanıtlanmış olur.14
sıyla kâinatta hâkim olan düzen yerine düzensizlik Bununla birlikte ona göre gece ve gündüzün farklı
ve kaosun ortaya çıkacağı prensibinden hareketle ce- oluşu ve birbirinin ardı sıra gelişi de her ikisini yara-
vaplamaya çalışır. Şöyle ki; Mâturîdî’ye göre Senevî- tan varlığın bir tek olduğunu gösterir. Çünkü eğer iki
lerin iddia ettikleri gibi Allah ile beraber başka bir yaratıcı olsaydı biri geceyi var etmek isteyince diğeri
ilah olsaydı, her tanrı başta yarattığı hayır ve şer ol- gündüzü var ederek onu engellerdi. Aynı şekilde biri
mak üzere tanrılığına delil olan her şey ile beraber gündüzü var etmek isterse öteki de geceyi var ederek
varlığını devam ettirir (kendi yarattıklarını sevk ve onu engellerdi. Böylesi bir durumda ise yaratılmışla-
idare eder) ve birbirinden üstün olmağa çalışırlardı. rın yaşam koşulları ortadan kalkmış olurdu. Bu da
Tıpkı yeryüzünde birbirleriyle çatışma halinde olan onların yok oluşlarına sebep olurdu. Fakat böyle bir
hükümdarların tutumları gibi. Çünkü hükümdar- durumla karşılaşılmamıştır. Bu da onları yaratan var-
lar aralarındaki bu mücadele sonucunda biri diğerini lığın bir olduğunu gösterir.15

619
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Yaratıcının bir olmasına delalet eden bir diğer husus sebebi oluşu; ikincisi de yine bunlardan birinin izle-
da gece ve gündüzün birbirinden farklı özelliklere rindeki artışın diğerinde azalmaya sebep olması, bi-
sahip olması ve her ikisinde de mahlûkat için birta- rinin saatlerinin diğerinin saatlerine dahil edilmesi-
kım faydaların var edilmiş olmasıdır. Zira Mâturî- dir. Mâturîdî’ye göre bu durum Senevîlerin “Hayrın
dî’ye göre Kasas 73. ayetinde de işaret edildiği üzere yaratanı şerrinkinden farklıdır; nur, hayrın yarata-
Allah Teâlâ (gece ve gündüzün) zıtlıklarına rağmen nının eseriyken; zulmet, şerrin yaratanının eseridir”
birini ötekine bitişik ve bağlı kılmıştır. Birbirinden söylemini ortadan kaldırmaktadır. Çünkü Senevîle-
farklı ve birbirlerine zıt olmalarına rağmen birinin rin dediği gibi zulmet ve nur arasında böyle bir ça-
faydasının ötekine bitişik olması yani bu farklılıkla- tışma olmuş olsa ve her biri başka bir tanrının eylemi
rına rağmen aralarında bir uyum ve düzenin olması olarak öne çıkıp diğerini yerinden etmiş olsaydı, zul-
onları var edenin bir olduğuna işaret etmektedir. met ve nur arasında, düşmanlar arasındaki ilişkiden
Çünkü gece ve gündüzden her birinin meydana gel- bahsederken dediğimiz gibi bir mağlup etme, boyun
mesi diğerini mağlup durumuna düşürecektir. Galip eğdirme gibi bir ilişki söz konusu olurdu. Bir kere
olduktan sonra mağlup duruma düşmesi ise müm- mağlup olan bir daha da kendine gelip işlevini ye-
kün olmazdı. (Örneğin gece olduktan sonra bir daha rine getiremezdi. Buradan hareketle Mâturîdî, gece
gündüzün olmaması gerekirdi. Halbuki durum bu- ve gündüz arasında böyle bir çatışma, mağlubiyet-ga-
nun tam tersidir.) Dolayısıyla ona göre gece ve gün- libiyet ilişkisinin bulunmadığını, aksine her birinin
düz üzerinde bir başkasının düzeni söz konusudur. vakti geldiğinde kendisi için tayin edilen işlevi gör-
Bu da onların var edicisinin olduğuna ve bu var edi- düğünü, dolayısıyla tüm bunların her ikisinin tek bir
cinin de bir olması gerektiğine delalet eder.16 yaratıcı tarafından kontrol edildiği anlamına geldi-
Konuyla ilgili olarak Mâturîdî, el-Leyl 92/1-2. ayet- ğini söylemektedir.19
lerini tefsir ederken de Senevîler’in nur ve zulmeti Mâturîdî’ye göre Senevîler’in düalist inançlarını geçer-
yaratan ikili tanrı anlayışlarına temas etmiş, yara- siz kılan bir diğer husus da iki tanrıdan birinin diğeri
tıcının bir tek olması gerektiğini söz konusu ayetten karşısında cahil ve aciz konumuna düşeceği hususu-
hareketle ortaya koymaya çalışmıştır. Ona göre zik- dur. Çünkü bu iki özellik bir tanrı hakkında tasav-
redilen bu ayetlerde Allah Teâlâ’nın birliğine, ilahlı- vur edilemeyecek şeylerdir. Bu anlamda Mâturîdî,
ğına, kudretine, gücüne, ilmine ve kâinattaki düzen tevhid ehlinin Senevîlerin tanrı ile ilgili görüşlerini
ve hikmetine dair deliller vardır. Zira gece ve gündü- iki şekilde reddettiğini nakleder. Birincisine göre şa-
zün nerde olurlarsa olsunlar bir sınırda ve bir yerde yet iddia edildiği şekilde iki tanrı olursa, bu durumda
meydana gelmeleri ile karanlık ve aydınlık, fazlalık iki tanrıdan her biri diğerinden bir şeyi gizlemesi ve
ve noksanlıktan inşa edilmeleri Allah Teâlâ’nın bir- onun bilmediği bir şeyi yapmaya gücü yetmesi an-
liğine ve ilahlığına delalet etmektedir. Çünkü gece ve lamına gelir. Şayet Senevîler, “Bu mümkündür” der-
gündüzün bu şekilde meydana gelmeleri, onları var lerse tanrıların her ikisinin veya birisinin bilgisizli-
edenin bir olduğuna işaret eder. Şayet bu iş birden ğini ortaya koymuş olurlar. Eğer “Hayır” derlerse, bu
fazla varlığın yapmasıyla meydana gelmiş olsaydı, defa da onları acze nispet etmiş olurlar. Halbuki bil-
onlardan biri bir şey yapar diğeri ise onu yenerdi ve gisizlik de acz de, tanrılığı düşürür. İkincisine göre,
ona karşı bu üstünlüğü devam ederdi. Bu durumda iki tanrıdan birinin olumlu kılmak istediği şeyi di-
diğeri her zaman mağlup öteki ise her zaman galip ğeri olumsuz kılmayı dileyebilir, böylelikle de çelişki
olurdu. Görünür âlemde ise böyle bir durum gerçek- doğar. Şu halde tabiattaki mevcut düzen yaratıcısının
leşmemiştir. Bu da yapılan bu işin bir varlık tarafın- tek olduğunu kanıtlamaktadır.20
dan yapıldığına delalet etmektedir.17 Yine bu bağlamda Mâturîdî, Senevîler’in var olduk-
Öte taraftan ona göre, “Allah geceyi gündüzün içine larını iddia ettikleri iki tanrıdan her birinin yaratıcı
sokar, gündüzü de gecenin içine sokar. Güneşi ve Ay’ı ve kâdir olduğu yönündeki görüşlerine de temas eder
da koyduğu kanunlara boyun eğdirmiştir. Her biri ve bu tezlerini iki alternatif üzerinden çürütmeye ça-
belirli bir vakte kadar akıp gitmektedir…”18 mealin- lışır. Şöyle ki iki tanrıdan her biri yaratıcı ve kâdir
deki ayeti de bu bağlamda anlamak gerekir. O, söz olursa iki alternatifin ortaya çıkar. Buna göre tanrı-
konusu ayeti tefsir ederken iki önemli noktaya dik- lardan her biri diğerinin fonksiyonuna engel olma-
katimizi çeker. Bunlardan ilki (gece ve gündüzden) nın yöntemine ya vakıf olup buna güç yetirebilecek
birinin bütün izlerinin silinmesinin diğerinin gelme ya da bilemeyip güç yetiremeyecektir. Eğer bilmiyor

620
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

ve güç yetirmiyorsa, nurda cehil ile acz biraya gel- Âlemin Yaratılışı Bağlamında Nur ve Zulmet Tan-
miş olacaktır ki bu alternatife göre, düalizmi benim- rıların Zat Açısından Ayrılma ve Birleşmeleri
semenin sebepleri ortadan kalkmaktadır. Şayet bili- Mâturîdî’nin Senevîler’in düalist tanrı anlayışlarına
yor ve güç yetiriyor fakat engel olamıyorsa, bu defa yönelik getirmiş olduğu bir diğer eleştiri konusu da
da kendisine şer vasfı gelmiş olacaktır.21 Görüldüğü zulmet ve nurun birbiri ile birleşip ayrılmalarıdır.
üzere Mâturîdî’nin burada dikkat çektiği husus, nur
Mâturîdî’ye göre, Senevîler nur ile zulmetin karış-
tanrısının cehalet, acziyet ve şer ile nitelenmesinin
ması hususunda farklı görüşler benimsemişlerdir. Se-
mümkün olmasıdır. Halbuki Senevîler, nur tanrı-
nevîlerden bir kısmı nur ile zulmet arasındaki “ka-
sının bu vasıflarla nitelenemeyeceğini iddia ediyor- rışma” eylemi zulmet tarafından gerçekleştirilmiştir.
lardı. Mâturîdî açısından Senevîler’in içine düştükleri Ancak bu görüşte olanlar da kendi içinde zulmetin
bu durum, görüşlerinin çelişikliğini ve tutarsızlığına bunu nasıl gerçekleştirdiği hususunda fikir ayrılığına
ortaya koymaktadır. düşmüşlerdir. Nitekim onlardan bir kısmı bu karış-
Diğer taraftan Mâturîdî, Senevîler’in iddialarının ak- manın oluşmasını gerçek bir fonksiyona atfetmek su-
sine nur tanrısının şer ile vasıflandırılmasının imkân retiyle açıklarken, diğer bir kısmı bu açıklamayı ka-
dâhiline girdiğini şu şekilde ispatlamaya çalışır: “Nur, bul etmemiş, zulmet ile nur arasındaki bu karışımı
zulmete düşmanlık yapma veya yapmama fonksiyo- tab’ının (yapısı) gereği bir yayılma olarak yorumla-
nunu işlemesine sempatiyle bakma alternatifleriyle mışlardır. Bu görüşte olanlara göre zulmet yoğun ve
karşı karşıyadır. Eğer düşmanlık yapmaz ve sempati kaplayıcı, nur ise ince ve şeffaf olup zulmetin içine
duyarsa bu bir şerdir, çünkü hasma karşı düşmanlığı düşüvermiş, karışma da bu sebeple vuku bulmuştur.
sürdürmemek ve onu sevmek şerdir. Şayet düşmanlık Karışma eyleminin kim tarafından gerçekleştiğine
yapıp buğzederse mutlak manada husumet ve buğz, yönelik ikinci bir senevî görüş olarak Mâturîdî, bu
duyular âlemden bilindiği kadarıyla şerdir.”22 Görül- karışma eyleminin zulmet değil de “nur” tarafından
düğü üzere Mâturîdî’ye göre, nur tanrısı her iki du- gerçekleştirildiğinin kabul edildiğini nakletmiştir.24
rumda şer vasfını kazanmış olmakta dolayısıyla Se- Diğer taraftan Mâturîdî, Senevîlerin bu karışım ve
nevîler’in nur tanrısının şerle nitelenemeyeceğine dair birleşmenin ne zaman ve nasıl olduğuna dair görüşle-
tezleri geçersiz olmaktadır. rine de yer vermiştir. Naklettiği bilgilere göre Senevî-
ler, hayır ve şer tanrılarının önceden zatları açısından
Mâturîdî, Seneviyye’nin konuyla ilgili olarak şunu da
ayrı iken sonradan karıştıklarını iddia etmişlerdir.25
iddia ettiklerini nakleder: Nur dirlik ve düzeni sağla-
Yani birleşme ve ayrılma ilk önce ayrı oluş (tebâyün),
mayı ve kendi cevherinden zulmetin şerrini izale et-
sonra bir arada bulunuş (içtimâ) şeklinde gerçekleş-
meyi murad ederken onun (şerrin) tutsağı olmuş ve
miştir.26 Buradan hareketle Senevîler bir bakıma şöyle
ağına düşmüştür. Mâturîdî’ye göre bu durum, aynı
demişlerdir: Zulmetle nur önceleri birbirinden ayrı
şekilde nur ve zulmet arasındaki etkileşim ve karı-
iken bilahare birleştiler, böylece şu âlem başka bir ay-
şımı zulmetten başlatanlar için de söz konusudur.
rılık veya birleşme olmaksızın oluşuverdi. Bu anlayışı
Mâturîdî bu görüşleri naklettikten sonra her iki se- göre âlem önceleri âlem değilken kendi kendine olu-
nevî grubunun da hata ettiğini belirtir. Zira ona şuvermiştir, çünkü ortada bu fonksiyonu icra edecek
göre böylesi bir durumda nur ile zulmetin fiilleri başka bir faktör yoktur.27 Buna göre Senevîler nur ile
isteklerinin dışında gerçekleşmiş ve her biri diğeri- zulmetin önce ayrılığını, sonra beraberliğini, sonra da
nin elinden kurtulma derdine düşmüş olmaktadır. tekrar ayrılığını mümkün görmüşlerdir.28
Buna göre Senevîlerin nura hem hata hem bilgisiz- Mâturîdî, Senevîlerin bu görüş ve iddialarını, çeşitli
lik hem de acz nispet etmeleri gerekir. Çünkü nu- açılardan eleştiriye tabi tutmuştur. İlk olarak tebâyün
run kendi akıbetini dilediği gibi gerçekleştirememesi ile içtima hallerinin birbirinden ayrı olduğu şeklin-
kendisinin “hata” ettiğini, düşmanının ağına düşe- deki senevî görüşün kendi içinde çelişkiler taşıdığına
ceğini önceden kestirememesi “bilgisiz” olduğunu, dikkat çeken Mâturîdî, söz konusu bu görüşü üç ih-
zulmetten kurtulma gayreti ve çabası içinde bulun- timal üzerinde durarak çürütmeye çalışır. Ona göre
masına rağmen bunu başaramamış olması da “aciz” Sene iddia edildiği gibi nur ile zulmet birbirinden
olduğunu göstermektedir. Halbuki hata, bilgisizlik ayrı olmuş olsaydı, bu ayrı oluş ya onların tab’ları
ve acz gibi vasıflar bir tanrı hakkında tasavvur edi- gereği ya da kendi iradeleriyle olur yahut da ikisinin
lemeyecek şeylerdir.23 dışında diğer bir varlık tarafından gerçekleştirilirdi.

621
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Bu üç ihtimal onların (nur ile zulmetin) birbiriyle konumundan doğan anlaşmazlıklar ortadan kalkar.
birleşmeleri durumu için de geçerlidir. Yani Mâturî- Kaldı ki bunların her biri bu anlaşmazlık yüzünden
dî’ye göre nur ile zulmetin ayrılık ve birleşik pozis- kendisine eziyet ve zarar veren pozisyona maruz kal-
yonları zikredilen bu üç alternatifin dışına çıkamaz. maktadır. Dolayısıyla ona göre nur ile zulmet arala-
Mâturîdî, bu ihtimalleri sıraladıktan sonra Senevîle- rındaki bu anlaşmazlık her birinin diğerini bilgisiz-
rin bu yöndeki iddialarını çürütmeye çalışır. Şöyle ki: liğe ve güçsüzlüğe nispet ettiğini ispat etmektedir.31
Birinci olarak Mâturîdî, karışım ve ayrılmanın nur Onların güçsüz ve bilgisiz olmaları da (Senevîler’in
ile zulmetin yapısal özelliklerinden olabileceği alter- iddialarının aksine) kendilerinin ulûhiyete sahip ol-
natifini ele alır. Ona göre nur ile zulmetin bulunduğu malarını mümkün kılmamaktadır. Zira tabiatın bizzat
statü ister ayrılık ister birleşik şeklinde olsun yapısal kendisi ilim ve hikmet sahibi bir yaratıcının kudret-
özelliklerinin bir gereği ise, bulundukları konumun lerine delalet etmektedir. Nur ile zulmet de bu kud-
gittikçe artması (ayrılık veya birleşik hallerinin daha ret vasıtaları arasında yer almaktadır.32
ileri boyutlara ulaşıp bir daha şekil değiştirmemesi) Mâturîdî, nur ile zulmetin ayrılık veya birleşik ko-
gerekirdi. Çünkü tab’ı gereği hareket eden her şey ha- numlarının bulunduğu statünün kendileri dışın-
reket sebebiyle daha ileri boyutlara varmaktadır. Ol- daki başka bir varlığın tesiriyle gerçekleşmiş olabile-
ması gereken de budur. Her cismin durumu da bu- ceğine dair üçüncü bir ihtimali gündeme getir. Ona
nun gibidir. Zira yapısal özellikleri ile yükselip yeri göre nur ile zulmetin konumları diğer bir varlığın
yukarıda olan cisimle aynı faktörle aşağıya inen cis- tesiriyle gerçekleşmişse, bu defa rekabet ve ayrılığın
min birleşmesi hiçbir zaman mümkün değildir. Sağa sonradanlığı sübût bulmuş olmaktadır. Nur ile zul-
doğru hareket edenle sola doğru mesafe alan kim- met de bundan ayrı kalamayacağına göre onların da
selerin arasındaki durum da aynı kritere bağlıdır. sonradanlığının gereği kaçınılmaz hale gelir. Mâturî-
Mâturîdî’ye göre bu durum, Senevîlerin iddia ettikleri dî’ye göre bu durum tevhidin nefyedilmesini değil,
iki tanrılı görüşün yanlışlığı ortaya çıkarmaktadır.29 aksine ispatını ortaya koymaktadır.33
Daha sonra Mâturîdî, nur ile zulmetin ayrılık veya Özellikle Mâturîdî, Senevîlere karşı üçüncü ihtimal
birleşik halinin iradeleri ile gerçekleşebileceğine dair üzerinde durarak, tanrının birliğini kanıtlamaya çalış-
ikinci bir ihtimal üzerinde durur. Ona göre nur ile mıştır. Nitekim o, iki şey arasında dıştan bir etki gel-
zulmetin ayrılmaları veya birleşmelerinin kendi ira- meksizin ayrılığın (tebâyün) gerçekleşmesinin, sonra
deleriyle gerçekleşmiş olduğu kabul edilirse, onların, da bunu sağlayan şeyle karışımın oluşmasının yan-
daha önce şu anda bulunduklarının dışında bir po- lış bir telakki olduğuna dikkat çekmiş, aynlarla (cev-
zisyonda olduklarını söylemek isabetsiz olur. Çünkü her) birlikte değişime uğrayan arazların (ahvâl) mev-
hâlihazıra aykırı düşen bir durumun eskiden mevcut cudiyetinin ancak başkasıyla mümkün olacağını ve
olduğuna dair herhangi bir delil yoktur. Yani tercihi aynı şeyin ayrılık ve karışma için de söz konusu ol-
ayrılık olanda birliğin yahut da birlik olanda ayrılığın duğunu belirtmiştir. Ona göre bu durum nurla zul-
vuku bulması düşünülemez. Şu halde ileri sürülebilecek metin kendileri dışındaki bir faktörle karışıp, onun
iradî durumun mevcut olması da mümkün değildir.30 etkisiyle ayrıldıklarını ortaya çıkarmaktadır ki bu da
Bu çerçevede Mâturîdî, düalizm taraftarlarının “nur onların sonradan olmuşluğunu gerektirmektedir.34
ile zulmetten her birinin diğerinin cevheri sayesinde Mâturîdî, tebâyün ile içtimâ hallerinin birbirinden
varlığını sürdürdüğü ve onun hapsinde bulunduğu” ayrı düşünülmesi gerektiğine dair iddialara da temas
yolundaki iddialarına da temas eder. Ona göre bu gö- etmiştir. Ona göre böyle bir düşünce açık bir çeliş-
rüş de isabetli değildir. Çünkü hayrın şer tanrısının kidir. Çünkü bu düşünceye göre iki halden biri Al-
tutsağı olması kendi başına bir şer olmaktadır. Kaldı lah’ın zatı için vacip olur ve bu statü o halin öncesiz-
ki nur ile zulmetin iradeleri olsaydı, her birinin di- likle nitelendirilmesini sonuçlandırır. Sonra da zât-ı
ğerini kendi fiilinden, bu yolda irade kullanmaktan ilahî bâkî kaldığı halde tebâyün veya içtimâ hali zâil
ve fiili gerçekleştirme yöntemine vakıf olmaktan alı- olur ve zâtın hem konumu hem de varlık sebebi or-
koyma gücüne sahip olması gerekirdi. Zira Mâturîdî’ye tadan kalkar. Bu durum ise bir şeyin kendisi yokken
göre bu güç bulunmadığı takdirde iradenin bir an- onu icat eden illetinin mevcudiyetini gündeme geti-
lamı kalmaz ve nur ile zulmetin her ikisinde de acz ve rir. Mâturîdî’ye göre ise bu aklen yanlıştır. Çünkü bu
bilgisizlik meydana gelir. Şayet söz konusu güç varsa, durum imkan dahilinde bulunsaydı kadîmin hâdis,
bu defa da sahip bulundukları ayırım veya birleşim hâdisin de kadîm olması mümkün olurdu, halbuki

622
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

bunda onların kıdem telakkilerinin temelden sarıl- diye anılmıyorlardı. Daha sonra onlar birbiriyle ka-
ması söz konusudur. Diğer taraftan ona göre herhangi rışmışlardır ki bu da karışmanın hâdis olduğunu gös-
bir yaratılmışlık konumuna girmeden bizâtihi bir- termektedir. Ona göre bir şeyin birleşmesi ve karış-
leşik olanın ayrı ve bizâtihi ayrı olanın birleşik hale ması onun sonradan meydana geldiğine delalet eder.
gelmesi imkan dahilinde bulunsaydı, birleşik ola- Bu bakımdan Senevîler’in âlemin ezelî olduğuna dair
nın tam o halde iken ayrı olması da mümkün görü- iddiaları kendi içinde çelişkiler taşımaktadır.39 Dola-
lürdü, çünkü onun zatı varlığını sürdürmektedir. Bu yısıyla o, öncelikle nur ile zulmetin hâdis olduklarını,
ise aklın tahammül edemeyeceği türden bir şeydir.35 bu nedenle de tanrı olamayacaklarını ispatlamış ol-
Mâturîdî’nin Senevîler’e eleştiri getirdiği bir diğer hu- makta hem de âlemin ezelî olduğuna dair görüşleri
sus da, nur ile zulmet arasında gerçekleşen karışımın çürütmüş olmaktadır.
mahiyeti hakkındadır. Yani söz konusu bu karışımın Mâturîdî, onların şu itirazda bulunabileceğini söyler:
“iyi” mi yoksa “kötü” mü olduğu meselesidir. Bu bağ- Nurla zulmet farklı iki cevher olup başlangıçta kendi
lamda o, çeşitli alternatifleri gündeme getirerek Se- yerlerinde bulunuyorlardı; nurun yerinde tamamı nur
nevîlerin görüşlerini çürütmeye çalışır. ve hayır olan, zulmetin yerinde de tamamı zulmet ve
Mâturîdî’ye göre, nurla zulmetin karışımı ya kötü şer olan bulunuyordu. Fakat Mâturîdî’ye göre bu du-
ya da iyi olur. Eğer iyi ise zulmetten doğmuş olabi- rumda da karışık nitelik alan âlemin ezeliliği görüşü
lir, bu durumda zulmetten de hayır gelebileceği an- temelden yıkılmış olur.40
laşılır. Buna göre Seneviyye’nin “Şerden hayır ve ha- Mâturîdî, Senevîlerin konuyla ilgili görüşlerinin hep-
yırdan şer gelmez” tarzındaki düalist tezi çürümüş sinin asılsız iddialardan ibaret olduğunu, bu konuda
olur. Şayet söz konusu karışma şer ise hayır karşı çık- hareket noktasının ise şu olması gerektiğini söyler:
mamak suretiyle buna iştirak etmiş ve şerre dönüş- “Gerek zulmet gerek nur değişme ve başkalaşma,
müş demektir ki bu durumda da düalizmi ortadan cüzlere ve parçalara ayrılma, güzelliğe ve çirkinliğe,
kaldırmış olur. Karışma eylemi eğer nurdan gelmişse iyiliğe ve kötülüğe ve bunlardan başka her şeye eşit
sözü edilen iki alternatif onun içinde bahis konusu- olarak müsait bulunma konumundadır. Eğer bu ikisi
dur. Diğer taraftan Mâturîdî’ye göre, şayet nurla zul- tabiat ünitelerine karışırlarsa onunla birlikte vücut bu-
met önceleri karışmamışken sonradan karışmışlarsa, lur, yine onunla birlikte yok olurlar. Kaldı ki bunla-
bu karışım bir alternatif olarak kendi başlarına ger- rın hiçbirinin ulûhiyette sahip olması mümkün de-
çekleşmiş olabilir. Bu durumda onlar kendi öz yapı- ğildir, çünkü kudretsizlik ve bilgisizlikleri ortadadır.
larıyla hem karışanlar hem de ayrılanlar konumuna Tabiatın bizzat kendisi ise ilim ve hikmet sahibi bir
girerler ki bu bir çelişkidir. Eğer böyle bir şey müm- yaratıcının kudretlerinin delilidir, nur ile zulmet de
künse iki şeyin kendi kendilerine hem hareketli hem bu kudret vasıtaları arasında yer almaktadır.”41
sakin hem canlı hem cansız hem oturan hem ayakta Hayır ve Şerrin Mahiyeti’ne Yönelik Görüşleri
olan pozisyonları da mümkün olur.36
Mâturîdî’ye göre Senevîlerin düalist tanrı anlayışını
Seneviyye’nin Âlemin Oluşumu ve benimsemelerinde rol oynayan en önemli faktör, gö-
Mahiyetine Yönelik Görüşleri rünür âlemde müşahede edilen fizikî kötülükler ve
Mâturîdî’nin Senevîlere karşı eleştiri getirdiği temel iyiliklerin mevcut olmasıdır. Mâturîdî, bu bağlamda
hususlardan biri de âlemin yaratılışı ve mahiyeti ile Senevîlerin, zulmeti, kötülüğü ve çirkinliği yarata-
ilgili görüşlerdir. Mâturîdî’ye göre, Senevîlerin âlemin nın nuru yaratanın dışında başka bir varlıktır, şek-
oluşumuna ilişkin temel görüşleri âlemin yaratılışını lindeki iddialarını naklederek, iyi olan tanrıdan asla
nur ve zulmet şeklinde iki tanrıya irca etmiş olma- kötülüğün sadır olamayacağını, bu nedenle de kötü-
larıdır.37 Senevî anlayışa göre âlemin yaratılışı önce- lüğü yaratanın bir başka ilah olması gerektiği yönün-
leri birbirinden ayrı olan nur ile zulmetin birleşmesi deki görüşlerine dikkat çekmiştir.42
ve karışmasıyla başlamış ve nihayetinde bu görünür Mâturîdî, Senevîlerin konuyla ilgili görüşlerini önce-
âlem meydana gelmiştir.38 likle kâinatın tek bir yaratıcı tarafından sonradan ya-
Mâturîdî, bu iddiaların geçersizliğini “karışma/imti- ratılmış olduğu ve söz konusu bu âlemde müşahede
zaç” fiilinin hâdis olduğundan hareketle ispatlamaya edilen kötülüklerin de belli bir gaye için yaratıldığı ve
çalışır. Şöyle ki ona göre karışma hâdistir. Çünkü zul- yaratılmışlar için birçok hikmetleri taşıdıkları gerçe-
metle nurun ayrılıkları önceydi ve o dönemde âlem ğinden hareketle eleştiriye tabi tutar. Bu eleştirilerini

623
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

de daha çok Senevîlerin rahmeti ve merhameti sonsuz belirtir. Çünkü ona göre beraberinde buna engel ola-
olan bir tanrından şerrin/kötülüğün sadır olmayacağı cak bir faktör bulunmaktadır. Halbuki kâinatta ve
ve onun bu kötülüğe izin vermeyeceği yönündeki id- içinde bulunan her şeyde bir fayda vardır. Bu fayda-
dialarını merkeze alarak yöneltmiştir. Öte taraftan, nın var olması da hepsinin yaratıcı ve yöneticisinin
Senevîler’in iddialarının aksine yaratıcının bir ol- tek olduğuna delalet etmektedir.46
masını iyi ile kötünün, hayır ile şerrin var oluşları- Konuyla ilgili olarak âlemde gözlenebilen her bir za-
nın hikmetlerine dikkat çekerek ispatlamaya çalışır. rarlı nesnenin insanlar için bir faydasının bulunaca-
Öncelikli olarak Mâturîdî, kâinatta iyi ve kötünün ğına da dikkat çeken Mâturîdî, bu görüşünü çeşitli mi-
varlığını bir realite olarak kabul eder. Ancak ona göre saller getirerek temellendirmeye çalışır. Örneğin ateşin
bunların var olması kâinatın iki yaratıcısı olduğuna yakma özelliği bulunmakla birlikte besinleri kullanır
değil bir tek yaratıcısı olduğuna delalet eder. Bu gö- hale getirmek de onun özelliğidir. Her canlının ha-
rüşünü de tek bir nesnenin iyi-kötü, güzel-çirkin şek- yatiyeti suya bağlı olmakla birlikte ölümü de onunla
linde iki zıt özellik taşıdığına dikkat çekerek temel- gerçekleşebilir. Yine bu bağlamda Mâturîdî, acı veya
lendirmeye çalışır. zehirli her bir nesnede müzmin bir hastalık için bir
Mâturîdî açısından kâinatta hiçbir şey yoktur ki öz ilacın bulunabileceğini belirtir.47 Ona göre tüm bun-
yapısı itibariyle tamamıyla hayır olsun, öyle ki bir yö- ların hikmeti, âlemdeki nesnelerin mutlak kötü veya
nüyle onda asla şer bulunmasın; yine hiçbir şey yok- mutlak iyi olmadığının anlaşılması, her bir nesnenin
tur ki bir yönü itibariyle onda asla hayır bulunama- zararının da yararının da var olduğunun bilinmesi-
yacak derecede tamamıyla şer olsun.43 Dolayısıyla dir.48 Ona göre tabiatta fayda ile zararın, iyi ile kötü-
ona göre gerek hayır gerek şer gibi algılanan nesneler nün, hayır ile şerrin birbirine zıt olmasına rağmen tek
kendi bünyelerinde hem iyiyi hem de kötüyü barın- bir nesnede birleşebilmesi tüm bunların yaratıcı ve yö-
dıran çift kutuplu bir özelliğe sahiptir. Ayrıca yapıla- neticisinin tek olduğuna delalet etmektedir.
rının çelişkili olmasına rağmen zararlı ile yararlının, Mâturîdî tek bir varlıktan iyiliğin ve kötülüğün çı-
iyi ile kötünün tek bir varlık haline getirilmesi de Al- kabileceğini “katil olan bir kişinin suçunu itiraf et-
lah’ın birliğine ve rububiyyetine bir delil teşkil eder.44 mesi”ni örnek göstererek kanıtlamaya çalışır. Önce-
Bu bağlamda Mâturîdî, Allah Teâlâ’nın lütuf ve ke- likli olarak o, Senevîlerin katilin (kendi) fiilini itiraf
remiyle her bir cevheri faydaya da zarara da müsait etmesini mümkün gördüklerine ve katlin de günah
olacak ve bunu başkasına ulaştıracak şekilde yarat- (kötü) olduğunu kabul ettiklerine dikkat çeker ve ar-
tığına, zararlı özellikler de taşıyan bu cevherlerin her dından katilin fiili ile ilgili olarak çeşitli ihtimallere te-
birinden diğer varlıklar için fayda sağladığına dikkat mas eder. Şöyle ki; Mâturîdî’ye göre şayet bu fiil katlin
çeker. Ona göre Allah’ın her bir cevheri bu özellikte kendisinden sadır olduğu kişiden başka biri tarafın-
yaratmasının nedeni basiret sahiplerinin bütün bun- dan gerçekleştirilmişse bu durumda katil yalan söy-
ların yaratıcısının tek olduğunu, şayet birden fazla lemiş demektir ki bu da bir kötülüktür. Bu durumda
yaratıcıdan zuhur etseydi, hilkatte dengesizliklerin katil yalan söylemekle kötü bir fiil işlemiştir. Şayet bu
meydana geleceğini anlamaları içindir. Çünkü ona fiil kendisi tarafından gerçekleştirilmişse günahı iti-
göre Senevîlerin iddia ettiği şekilde hayır cevherin- raf etmek suretiyle doğru söylemiştir. Bu durumda
den hayır, şer cevherinden de şer olandan başka bir da katilin hem doğru söyleyerek iyilik etmesi hem
şey zuhur etmemiş olsaydı, bu iki cevherden her bi- de öldürme fiilini işleyerek kötülük yapması söz ko-
rinin yaratma tesiri ötekinin tesirinin alternatifini nusu olur.49 Yani bir kişinin adam öldürerek kötü bir
oluştururdu. Yine hayır ve şer cevherinden her biri- fiil işlemesi ardın da bu fiilini itiraf ederek iyiyi iş-
nin bozma eylemi, alternatifinin mevcudiyeti ile bir- lemesi, bir varlıktan hem iyiliğin hem de kötülüğün
likte gerçekleşirdi. Halbuki Mâturîdî’ye göre, realite ortaya çıkmasını mümkün kılmaktadır. Bu da Se-
de hüküm süren ahenkle nesnelerin karşılıklı men- nevîler’in iyilik cevherinden yalnız iyi, kötülük cev-
faat ilişkisi bu teorinin yanlışlığını göstermektedir.45 herinden yalnız kötülük çıkacağı ya da bir varlıktan
Öte taraftan bazen bir cisimde iki cevherden birinin hem iyiliğin hem de kötülüğün gelemeyeceğine yö-
fayda sağlarken diğerinin zarar verebileceğine dikkat nelik iddialarını geçersiz kılmaktadır.
çeken Mâturîdî, böylesi bir durumda zararlı ile fay- Mâturîdî’ye göre evrenin oluşumu ile ilgili insanla-
dalının bir araya gelmiş bulunacağını ve herhangi rın şüpheye düşme sebeplerinden bir tanesi duyulur
bir faydanın oluşmasının imkânsız hale geleceğini âlemle ilgili hüküm ve değerlere itibar edilmesidir.

624
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Bu bağlamda o, bu tutum içerisinde olanların şunu de merhametsizlikle nitelenmeyi hak ettiğini söyle-
iddia ettiklerini nakleder: “Kâinatın fayda ve zarar, mişlerdir. Buradan hareketle kötülüğün ve birine za-
hayır ve şer içerdiğini müşahede etmekteyiz. İnsan- rar verme eyleminin hakîm ve rahîm olan Allah’tan
lar arasında kabul görmüş geleneğe göre iyilik yapan gelebileceğini söylemenin mümkün olmadığını iddia
övgüye layık görülmekte, başkasına yararı dokunun etmişlerdir. Bu bilgileri aktardıktan sonra Mâturîdî,
merhametli ve yerli yerinde iş gören bir kişi olarak onların yine aynı gerekçelere dayanarak sefeh (hik-
değerlendirilmektedir.” Bu bilgileri naklettikten sonra metsizlik) ve merhametsizliğin Allah’a nisbet edile-
o, Senevîlerin kötülüğün ve birine zarar verme eyle- meyeceğini ileri sürdüklerini belirtmiştir.53 Bu bağ-
minin hakîm ve rahîm olan Allah’tan gelebileceğini lamda Mâturîdî, Senevîler’in hayır olana nur, şer olana
inkâr ettiklerine işaret ederek Senevîlerin hayır olana da zulmet dediklerine,54 bu nedenle her türlü iyilik
nur, şer olana zulmet dediklerini nakleder.50 ve yararın nurdan, her türlü kötülük ve zararın zul-
Mâturîdî’ye göre, Senevîlerin iddialarının aksine hem metten geldiğini iddia ettiklerine dikkat çekmiştir.55
şer hem de hayır cevherinin yaratıcısı Allah Teâlâ’dır. Yine onların, faydasız iş yapan herkesin hakîm olma-
Kaldı ki Allah tarafından yaratılmamış bir şeyin var- dığını, sebepsiz iş görenin abesle uğraştığını, yine bu
lığından söz etmek O’nun eşi ve benzerinin bulundu- bağlamda Allah’ın birine zarar getirecek bir fiili ger-
ğunu kabul etmek anlamına gelir. Allah ise bundan çekleştirmesinin mümkün olmadığını, aksi takdirde
beri ve münezzehtir.51 Öte taraftan yaratılmaya konu bunun O’ndan hikmet niteliğini kaldıracağını iddia
teşkil eden bir şeyi yaratmak o şeyin kendisi değil- ettiklerini söylemiştir.56
dir. Allah’ın bir fiili işlemesini de bu bağlamda de- Mâturîdî, temel ilke olarak zulüm ve hikmetsizliği
ğerlendirmek gerekir. Zira Allah’ın fiili ilke olarak şer (cevr ve sefeh) çirkin, adalet ve hikmeti ise güzel ola-
veya hayırla, iyi veya kötü olmakla nitelendirilemez. rak kabul eder. Ancak ona göre bu ilke Allah Teâlâ
Çünkü Allah, hayır ve şer özelliği taşımayan kendi fi-
için değil yaratılmışlar için geçerlidir. Çünkü bir şey
ili ile mevsuftur. Buradan hareketle Mâturîdî, Allah’a
bir konumda hikmet, diğer konumda sefeh, bir ko-
hayırlı veya şerîr olma vasfının nitelendirilemeyece-
numda zulüm, diğerinde adl olabilir. Mâturîdî, bu
ğine, fakat aynı durumun O’nun dışındaki varlıklar
duruma örnek olarak acı ilaçların içilmesini örnek
için geçerli olmadığına, bu nedenle realite dünyasında
verir. Ayrıca bazı şeyleri içme, bazı nesneleri orta-
iyi veya kötü fiil işleyenlerin bu vasıflarla nitelendi-
dan kaldırıp bazılarını muhafaza etme gibi durumla-
rilebileceğine dikkat çekmiştir.52
rın da ya ihtiyaçtan ya ceza ve mükâfattan ya da hu-
Hikmet ve Sefeh Anlayışları kukî ve benzeri sebeplerden dolayı olacağına dikkat
Mâturîdî’nin Senevîler’e karşı yöneltmiş olduğu eleş- çeker.57 Yine bu çerçevede insanlar arasında bazen
tirilerinde dikkatimizi çeken bir diğer husus da “hik- iyi sonuçlar elde etmek için büyük güçlüklere göğüs
met” kavramına sık sık başvurmasıdır. Zira ona göre germenin, övgüye layık bir esenliğe kavuşmak ama-
kâinatın her bir parçası hikmetli bir yaratıcının var- cıyla elem verici şeyleri yeğlemenin ve daha büyüğü
lığına delalet etmektedir. uğruna bir faydayı terk etmenin tabii karşılanıldığına
Mâturîdî’nin belirttiğine göre, düalist anlayışına sahip dikkat çekerek tüm bunların da bu anlamda değer-
olanlar, fayda ve zarar, hayır ve şer ifade eden nesne lendirilmesi gerektiğine işaret eder.58
ve olaylardan yola çıkarak şerlerin Allah’tan geleme- Mâturîdî, bir konumda zararlı olan her şeyin başka
yeceğine inanmışlardır. Bu inançlarını da şerri yarat- bir konumda faydalı olacağını belirterek bunu “Hiç-
manın hikmetsizlik olduğunu, dolayısıyla şer olan bir zarar yoktur ki birinin ondan yararlanması müm-
varlıkların Allah’tan değil başka bir varlıktan gele- kün olmasın.” şeklinde bir temel ilke olarak ortaya
ceğini ileri sürerek temellendirmeye çalışmışlardır. koyar. Ona göre bu yararlanma, yol gösterip kılavuz-
Bu anlamda düalistler, duyular âleminden birtakım lukta bulunma, öğüt ve ibrete vesile teşkil etme açısın-
örnekler sunarak bu görüşlerini desteklemeye çalış- dan olabileceği gibi nimeti hatırlatma ve musibetten
mışlardır. Nitekim onlar, iyilik yapan bir kimsenin sakındırma, kâinatta yaratma ve emretme yetkisine
övgüye layık, başkasına yararı dokunan bir kimsenin sahip bulunan varlığın tanıtılması şeklinde de ola-
de merhametli ve yerli yerinde iş gören bir kişi oldu- bilir.59 Bu nedenle Mâturîdî’ye göre, duyular dünya-
ğunu; kötülük işleyen bir kimsenin ise yergiye müs- sıyla ilgili olarak zikredilen hususlar Allah için değil
tahak olduğunu, başkasına zararı dokunan kimsenin insanlar için söz konusudur.60

625
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Ayrıca konuyla ilgili olarak Mâturîdî, Senevîlerin fa- ayetinde de işaret edildiği üzere merhametlilerin en
iline fayda sağlamayan fiilin hikmet özelliği taşıya- merhametlisidir. Bu anlamda Mâturîdî, görünüşte
bileceğini kavrayamadıklarına işaret ettikten sonra sıkıntı ve zorluk veren bazı durumların gerçekte in-
şunu da iddia ettiklerini nakleder: “Allah, yaratıl- sanlar için bir takım menfaat ve faydalar taşıdığını,
mışları menfaati için yaratmıştır. Çünkü kendi men- dolayısıyla Allah Teâlâ’nın bu yöndeki emir ve buy-
faatini amaçlamadan bir şey yapan hikmetli bir iş ruklarının da bu şekilde değerlendirilmesi gerektiğini
yapmış olmaz.” Dolayısıyla onlar Allah’ın kendisine belirtir. O, bu görüşünü şu örneklemeyle temellendir-
fayda sağlamayan bir fiili yaratmasını hikmete uy- meye çalışır: Bir kimse, kendi nefsine karşı rahmetli
gun bulmamakta, aksine hikmetsizlik olarak değer- ve şefkatli olmasına rağmen, sonucunda umduğu
lendirmektedirler. bazı menfaatlerden dolayı, kan aldırma (hacamat)
Mâturîdî, onların bu iddialarını el-En’âm 6/133. aye- ve tadı nahoş olan ilaçları içme gibi bir takım sıkın-
tini delil göstererek cevaplamaya çalışmıştır. Ona göre tılara ve zorluklara maruz kalabilir. Aynı durum an-
bu ayet söz konusu iddiaları geçersiz kılmıştır. Zira ne-baba için de geçerlidir. Zira bunların çocuklarına
Allah Teâlâ, ayette zatıyla ganî olduğunu, hiçbir şeye olan rahmet ve şefkati hiçbir kimsenin inkâr edeme-
muhtaç olmadığı bildirmiştir. Buna göre bir şeyden yeceği kadar açıktır. Buna rağmen anne-baba, ço-
faydalanma ya da zarar görme Allah için değil, yara- cuklarını onlar için faydalı ve yararlı olacağını um-
tılmışlar için söz konusu olur. Bu bağlamda Mâturîdî, dukları birtakım sıkıntı ve zorluklarla karşı karşıya
bir kimsenin, ihtiyaç duyduğu bir şeyi gidermeye ya bırakırlar. Anne-babanın böyle davranması kendi-
da kendisine isabet eden bir zorluktan kurtulmaya lerinin rahmet ve şefkatle nitelenmesini engellemez.
yönelik fiiller gerçekleştirdiğine, bunları yaparken Tıpkı bunun gibi Allah Teâlâ’nın da insanları bazı
de kendisine yönelik bir takım menfaatler bekledi- zorluklara maruz bırakması O’nun rahmetle nite-
ğine dikkat çeker. Çünkü ona göre bu kişi yaptığı bu lenmesini engellemez.65
işle ihtiyacını gidermeyi ve kendisinden bu zorluğu Mâturîdî, onların bu itirazlarını naklettikten sonra
uzaklaştırmayı amaçlamıştır. Ancak bu durum Al- çeşitli açılardan eleştiriye tabi tutar. Ancak bundan
lah Teâlâ için söz konusu değildir.61 önce o, Allah Teâlâ’nın kullarına karşı şefkatli ve mer-
Mâturîdî’nin Senevîlerle ilgili olarak gündeme aldığı hametli olduğunu, bu nedenle kulları için çeşitli ni-
bir diğer eleştiri konusu da, onların Allah Teâlâ’nın metler verdiğini, bunlarda da pek çok menfaatler var
“rahmet ve merhamet” sıfatlarına ilişkin ileri sürdük- ettiğini belirtir. Ona göre hayvanlar da bu nimetler ara-
leri iddialarıdır. Nitekim onlar tanrının bazı emir ve sındadır. İnsanların hayvandan yiyecek temin etmesi
buyruklarının rahmet ve merhamet sıfatlarıyla çeliş- yani zikredilen menfaatlere ulaşması ise onun kesil-
tiğini dolayısıyla bu sıfatlarla nitelenemeyeceğini ileri mesiyle mümkün olmaktadır. Bu durum O’nun rah-
sürerek Müslümanlara karşı itirazda bulunmuşlar- met ve şefkat sıfatlarına bir noksanlık getirmez. Ona
dır.62Çünkü onlara göre kâinatta biri hakîm, rahîm göre bu durumu, Senevîler kabullenememişler ve Al-
ve alîm vasfına sahip yaratıcı konumunda bulunan, lah’ın sıfatlarıyla bağdaştıramamışlardır.66 Mâturîdî,
diğeri de tamamı hikmetsizlik ve şerden ibaret olan bu açıklamaları yaptıktan sonra Senevîler’in zikredi-
iki tanrı vardır.63Onların Müslümanlara yönelik ko- len iddialarına bir kaç açıdan cevap vermeye çalışır.
nuyla ilgili getirmiş oldukları eleştirilerin temel se-
Ona göre, günlük hayatta bizâtihî rahmet ve şef-
bebi de, zikredilen bu düalist tanrı inancını benim-
katle vasıflanan canlılar vardır. Yöneldiği menfaat,
semiş olmalarıdır.
elde edeceği hayır için canlılar kendini yaralayabi-
Mâturîdî, “Şüphesiz O, size karşı çok merhametlidir”- lir, zorluklara ve çirkinliklere katlanabilir. Sonuçta
64
mealindeki ayeti tefsir ederken Senevîlerin, “Siz, elde edeceği faydayı ummasaydı kan aldıran, hoş ol-
Rabbinizi rahmet ve merhamet niteliyorsunuz, oysa mayan acı bir ilacı içen bir kimse bu acılara katlan-
O, sizi öldürüp katlediyor, sizi zorluklarla ve büyük mazdı. Bu çirkinlikler ve zorluklara katlanan kimse
sıkıntılarla karşılaştırıyor. Bu, Rahîm olanın nitelik- hikmetsiz ve rahmetsiz sayılamaz. Bu yaptığı eylem-
lerinden değildir.” şeklindeki itirazlarını nakleder. ler aptallık (sefeh) olarak nitelenemez. Çünkü bunlar
Mâturîdî’ye göre, Allah Teâlâ’nın insanları zorluk- sonuçta umulan faydalara erişmek için yapılır.67Dola-
larla karşılaştırmış olması, kendisinin rahmet nite- yısıyla Mâturîdî’ye göre eziyetlere, zorluklara ve hoş
lenmesini engellemeyeceği gibi, O’nun hikmetin dı- olmayan durumlara katlanma hikmet ve rahmetin
şına çıkmasını da gerektirmez. Aksine O, Yûsuf 64. dışına çıkma anlamına gelmediği gibi, bir kimsenin

626
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

bu şekilde davranması da onun hikmetsiz bir fiil iş- edip düşünecekler ve bu sayede yarar ve zarar bilincine
lediği anlamına gelmez. Bu da Seneviyye’nin, “Bu ya- ulaşmış olacaklardır.71 Mâturîdî’ye göre, bu durumda
pılan (hayvanın kesilmesi) rahmeti ortadan kaldırır.” insanlara akıllarını yaratılış gayesi uygun olarak kul-
görüşünü geçersiz kılar. Mâturîdî’nin dikkat çektiği lanmaları noktasında önemli bir görev düşmektedir.
bir diğer husus da, hayvanların insanlar gibi bir im- Nitekim o, bu anlamda aklın fonksiyonlarına dikkat
tihan ve sonunda görecekleri sevap ya da ceza için çeker. Ona göre akıllar yemek ve içmek için düzen-
değil, aksine insanların menfaatleri için yaratılmış lenip yaratılmamıştır. Çünkü yeme içme konusunda
olduklarıdır. Bu nedenle ona göre insanların hayvan- akılsız canlılar akıllı olanlarından çok daha güçlüdür.
lar üzerinde birtakım hakları vardır. Onlardan bazen Demek ki akıllar ibret almak ve tefekkür etmek için
etleriyle bazen de kendilerine yük taşıtmakla istifade yarılmıştır, zira burada övgü ve değer vesileleri var-
edilmesi bu haklara örnek olarak verilebilir. Bütün dır. Buradan hareketle o, ibret yönteminin isabetli ol-
bunlar insanların onlardan fayda sağlamaları ve on- ması ve tefekküre hakkının verilebilmesi için zararlı
ları kesmelerinin mubah olduğuna delalet eder.68Buna ve faydalı cevherlerin yaratılmasının hikmet açısından
göre Mâturîdî’nin hayvan kesiminde gözetmiş olduğu gerekli olduğuna dolayısıyla bu hikmetler üzerinde
temel husus, bu eylem neticesinde insanların fayda- düşünülmesi lüzumuna dikkat çekmiştir. Çünkü bir
sına yönelik ortaya çıkacak fayda ve menfaatlerdir. Bu kimse bu hikmetleri bilirse kendisine neyin faydalı
amaca hizmet ettiği takdirde o, kesim işini aklen gü- neyin zararlı olacağını da bilir ki bu durumda o kişi
zel ve iyi olarak kabul etmektedir. Onun bu tespitine daha kâmil biri olur. Diğer taraftan kendisine neyin
göre Senevîler’in kesim işinin çirkin olduğuna dair faydalı neyin zararlı olduğunu bilmeyen bir kişi ise
iddiaları da geçersiz olmaktadır.69 Kaldı ki Mâturî- kendisini zararlı olan şeylerden koruyamaz, dolayı-
dî’ye göre, Allah’ın duyu organlarında hastalıklar var sıyla kâmil biri olamaz. Dolayısıyla hikmet açısın-
etmesinde olduğu gibi, görünürde çirkin olan ve ezi- dan zararlı ile faydalının ikisini de yaratmak birini
yet veren nesne ve durumları yaratmasında birtakım yaratmaktan daha isabetli ve daha engin bir iştir. Bu-
hikmetler de söz konusudur. Zira bu hikmetler saye- nunla birlikte evrende gözlenen bu çifte yaratılış ger-
sinde onların yaratılışı gerekli olmuştur. Şöyle ki; bü- çeği, Allah Teâlâ’nın her şeyden müstağni oluşunun,
tün insanlar duyularını aşan varlık (Allah) hakkında kemal derecesinde kudretinin ve her şey için müna-
olumlu veya olumsuz bir inanca sahip olmuşlardır. sip olanı bilmesinin kanıtını da oluşturmaktadır.72
Onların bir kısmı bu varlığa boyun eğmiş bir kısmı Mâturîdî, “O, gökte de ilâh olandır, yerde de ilah olan-
da bilmezlikten gelerek aşağı arzularına önem ver- dır. O hüküm ve hikmet sahibidir, hakkıyla bilendir.”-
miştir. Şayet Allah duyulur dünyasında sözü edilen 73
mealindeki ayeti tefsir ederken Senevîler’in Müslü-
şeyleri yaratmamış olsaydı, insanlar çirkini güzelden, manlara karşı Allah’ın “hakîm” ve “alîm” sıfatlarına
eziyet vereni faydalıdan ayıramaz, bunu yapamayınca ilişkin yönelttiği eleştirilere de temas eder. O, Senevî-
da onların aklı çirkini güzelden, elem vereni lezzet ler’in konuyla ilgili iddialarına bu ayet bağlamında
verenden ayırt edip anlayamazdı. Dolayısıyla Allah cevap vermeye çalışmıştır.
Teâlâ kâinatı söz konusu edildiği şekilde yaratmıştır Mâturîdî, söz konusu ayeti açıklarken öncelikli ola-
ki insanlar duyular alanına giren farklı şeyler saye- rak Allah’ın göğü, yeri ve ikisi arasındaki akıllı-akıl-
sinde bu alanın dışında kalanları benzetme yoluyla sız her şeyin yaratıcısı ve ilahı olduğuna dikkat çe-
anlamış ve böylece müşahedeyi aşan her inanç ko- ker.74Ardından zikredilen ayetteki Allah’ın hakîm ve
nusunun mahiyeti müşahede edilebilenle mukayese alîm oluşu ifadeleri üzerinde durur. Mâturîdî’ye göre,
edilerek tanınmış olsun.70 bu ifadelerin geliş sebebinin birkaç anlamı vardır.
Mâturîdî, zararlı ve faydalı olan şeyleri, elem verenle Bunlardan birincisi Senevîler’in, konuyla ilgili iddi-
lezzet veren cevherlerin yaratılmasının hikmet açı- alarına cevap vermek içindir. Zira onlar, şu itirazda
sından zorunlu olduğuna dikkat çekmiş ve tüm bun- bulunmuşlardır: “Allah’ın, kendisine düşmanlık edip
larda insanların, nefislerin arzu ettiği ve hoşlanma- O’na ve dostlarına hakaret eden kimselere rızkı bol
yıp kaçındığı hususları bilmesi, mükellef tutuldukları vermesi ve yaşamlarını kolaylaştırması mümkün de-
konularda bundan örnek alarak yapmayacakları ve ğildir. Kaldı ki genel kabule göre kendisine düşmanlık
yapacakları şeyleri tespit etmesi gibi çeşitli amaçlar eden birine iyilik eden hakîm olarak tanımlanmaz.
gözetildiğini ifade etmiştir. Zira ona göre insanlar Çünkü bu tarz bir davranışta bulunmak hikmeti orta-
bunlar (zararlı ve faydalı olanlar) üzerinde tefekkür dan kaldırmaktadır. Dolayısıyla bu olsa olsa Allah’ın

627
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

değil kendisi dışındaki akılsız ilahın bir tasarrufu- üzerinde sıklıkla durduğu ve görüşlerini eleştirdiği
dur. Çünkü Allah, kendisini hikmetle nitelemiştir.” Senevî grupların arasında gelir.
Yine bu çerçevede Mâturîdî, Berâhime’nin peygam- Mâturîdî, eserlerinde Mecûsîliğe ilişkin eleştirile-
ber gönderilmesini hikmete aykırı bularak inkâr et- rini sistemli bir şekilde yöneltmemiştir. Bu nedenle
tiklerini de bildirir. Zira onlara göre, nübüvveti ka- biz burada onun eserlerinin farklı yerlerinde bulu-
bul etmeyecek, kendilerine gönderilen peygamberi nan görüş ve eleştirilerini daha anlaşılır kılmak için
de inkâr edip ona düşmanlık yaparak onu öldüre- müstakil başlıklara ayırarak ele almaya çalışacağız.
cek olan bir topluma peygamberlerin gönderilmesi
Günümüz Dinler Tarihi kaynaklarında Mecûsîliğin
hikmete uygun bir davranış değildir.75 tanrı anlayışları bağlamında düalist karakterli bir din
Mâturîdî, bu görüşleri naklettikten sonra her iki gru- mi yoksa monoteist bir din mi olduğu hususunda net
bun iddialarına cevap vermeye çalışmıştır. Ona göre, bir fikir verilememiştir. Nitekim bazı kaynaklarda
zikredilen ayette geçen “Allah’ın hakîm ve alîm” oluşu Mecûsîlik, bazen monoteist bazen de politeist dinler
ifadelerinin ikinci anlamı da bu yönde ileri sürülen kategorisinde değerlendirilmiştir.77 Mecûsîliğin tanrı
iddialara bir cevap olmasıdır. Zira Mâturîdî’ye göre, anlayışları hakkında fikir birliğine varılamamasının
bu ayeti şu şekilde anlamak gerekir: Allah Teâlâ ken- en önemli sebepleri arasında, tarihsel süreç içerinde
disinin “hakîm ve alîm” oluşunu bildirmekle onlardan önemli teolojik değişim ve gelişmelerin yaşandığı çe-
yalanlama ve düşmanlıktan başka bir şey gelmeye- şitli devrelerden geçmiş olması gösterilebilir. Nitekim
ceğini bilmesine rağmen kendisinin onlara peygam- günümüz dinler tarihi araştırmalarında da Mecûsîli-
ber göndermekle hikmetsiz bir davranışta bulunduğu ğin tarihsel süreç içerisinde tanrı tasavvurları ve di-
anlamına gelmeyeceğini haber vermiştir. Ancak aynı ğer inançları açısından teolojik değişimlerin yaşan-
durum insan için söz konusu değildir. Zira insanî iliş- dığı iki önemli döneme dikkat çekilmiştir. Bunlardan
kilerde böyle davranmak, hikmetin dışına çıkmak birincisi, bu dinin kurucusu kabul edilen Zerdüşt’ün
anlamına gelir. Çünkü yeryüzündeki yöneticiler, el- yaşadığı dönem olarak bilinen erken dönem Zerdüş-
çilerini ve hediyeleri kendi menfaatlerinden ve ihti- tîliği; ikincisi ise Zerdüşt sonrası dönemde ortaya çı-
yaçlarından dolayı gönderirler. Peygamberlerin gön- kan sonraki dönemler Zerdüştîliğidir.78
derilmesi ve (inkâr, düşmanlık ve öldürme şeklinde) Mecûsîlik, Zerdüşt’ün yaşadığı dönem dikkate alın-
kendilerine yapılanlar bu bağlamda değerlendirilirse dığında, monoteist dinler kategorisinde ele alınmak-
hikmetsizlik olarak anlaşılır. Halbuki Allah Teâlâ, tadır.79 Zira bu dönem Mecûsîlikte, çok tanrıcılığa
peygamberler göndermesi kendi ihtiyacı ve menfaati karşı çıkılarak tek tanrı Ahura Mazda inancına da-
için değil, peygamber gönderdiği o toplumun kendi yalı monoteistik bir din tesis edilmeye çalışılmıştır.80
ihtiyaçlarından ve onlardan sağlayacakları menfaat- Zira Zerdüşt’ün döneminde Mithra, Varuna, Ana-
lerden dolayıdır. Bunun dışında Allah Teâlâ’nın dün- hita gibi birçok tanrıya tapınma söz konusuydu. Zer-
yada onlara verdiği nimet ve rızıklar da kendi nefis- düşt bu çok tanrılı ortamda monoteist tanrı anlayı-
lerinin menfaati içindir. Bu hikmetin dışına çıkma şını savunarak81 Eski İran’a tevhid inancını getirmiş
anlamına gelmez. Çünkü Allah, kendisine düşman- ve Ahura Mazda’ya ibadeti telkin etmişti.82 Buna Zer-
lık edenin düşmanlığından zarar görmeyeceği gibi, düşt, tek tanrı inancını yaymaya çalışmış, kötülüğün
kendisine dostluk edenin dostluğundan da fayda sağ- sembolü olan Angra Mainyu’ya ibadet edilmesini is-
tememiştir. Özellikle eski İran dinlerini reforma tabi
lamaz. Aksine bu düşmanlık veya dostluk insanların
tutarak çok tanrıcılıktan tek tanrıcılığa doğru bir yol
kendi zararına veya faydasına yöneliktir. Kaldı ki bir
takip etmiştir. Günümüz dinler tarihçileri ve Batılı
kimsenin kendisine düşmanlık edeceğini bildiği bir
bilim adamları, bu çabaları nedeniyle Zerdüşt’ü, geç-
kişiye iyilik yapması kerem ve cömertliğin en son
mişi sorgulayan bir filozof, ahlaksızlıklara karşı çı-
aşamasıdır. Dolayısıyla bu zikredilen hususlar hem
kan bir reformist ve hatta insanlara doğru yolu gös-
Seneviyye’nin hem de Berâhime’nin iddia ve görüş-
termek için tanrı tarafından seçilmiş bir peygamber
lerini geçersiz kılmaktadır.76
kabul ederler.83 Bu da Zerdüşt’ün, düalizmi savunma-
Mâturîdî’nin Mecûsîlik Eleştirisi dığını, aksine düalist düşüncenin kendisinden sonra
Mâturîdî’ye göre Senevî inancını benimseyen dinî Mecûsîliğe sokulduğunu göstermektedir.84
gruplardan biri de Mecûsîlik’tir. Dinler tarihinde daha Zerdüşt’ün ölümünden sonraki süreçte ise onun zama-
çok Zerdüştîlik olarak bilinen bu din, Mâturîdî’nin nındaki monoteist tanrı inancı, uğradığı başkalaşımdan

628
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

sonra yerini, Tanrı Ahura Mazda ile Ehrimen (Angra kâinatın ve kâinatta müşahede edilen iyi ve şer olan
Mainyu/Kötü Ruh) denilen Şeytan arasında geçen, iyi- nesnelerin yaratılışı ile ilgili görüşleri gelmektedir.
lik ve kötülük ilahlarının çatışması ekseninde şekille- Tanrı Anlayışları
nen düalist bir tanrı anlayışına bırakmıştır.85 Bunun
neticesinde Ahura Mazda, yüceliğini korumakla bir- Mecûsîlerin düalist bir tanrı inancına sahip olduğunu
likte mutlak birliğini kaybetmiş, Mecûsîliğin temelde belirten Mâturîdî, onların şunu iddia ettiklerini nak-
tevhid olan bu anlayışı önemli ölçüde sapmaya maruz leder: “Allah ezelde birdi ve hiçbir şeriki yoktu. Bir
kalmıştır.86 Bu sapma sonucunda şekillenen anlayışa gün O’nda kötü bir düşünce hâsıl oldu, bunun sebebi
göre evrende, biri iyiliklerin yaratıcısı, aydınlığın, nu- ya kendisini görmüş olması veya kendisine karşı mü-
run ve güzelin sembolü Ahura Mazda; diğeri de kö- cadele edecek bir düşmanının zuhur edebileceğine
tülüklerin yaratıcısı, zulmetin ve çirkinin sembolü ihtimal vermesiydi. Derken O’nun bu kötü düşün-
Ehrimen (Angra Mainyu) bulunmaktadır. Bu ikisi cesinden İblis hâsıl oldu. İblis kâinatın kötü yönünü,
arasında devamlı bir mücadele vardır. Bu mücadele Allah da iyi yönünü yarattı…işte kâinat bu ikili kud-
sonuçta Ahura Mazda tarafından kazanılacaktır.87 retle oluşmuştur.”92
Görüldüğü üzere bu dönemde Ahura Mazda sadece Mâturîdî’ye göre Mecûsîleri düalizme sevk eden şey
iyi ve temiz varlıkların yaratıcısı kabul edilirken, şerri ve kötü nesneleri yaratma gibi bir eylemi Allah’a
onun rakibi ve hasmı olan Ehrimen ise kötü ve şer izafe etmenin münasip olmayacağı telakkisidir.93Ay-
olan varlıkların yaratıcısı olarak nitelendirilmiştir. rıca tevhid ehli ile ortak noktalarının da bulunduğuna
Dolayısıyla Zerdüştîlik’te Ahura Mazda tek ve mut- dikkat çeken Mâturîdî, Mecûsîlerin bütün emirleri ve
lak tanrı olarak ifade edilirken Zerdüşt’ten sonraki işleri yerli yerinde olan, hiçbir şekilde zulmetmeyen
dönemlerde Ehrimen kötülük tanrısı olarak kabul Allah Teâlâ’nın tek, alîm ve kadîr olduğu gerçeğinde
edilmiştir. Karanlıkların ve kötülüklerin yapıcısı olan tevhid ehli ile aynı kanaati paylaştıklarını belirtir.94
Angra Mainyu mutlak kudret sahibi bir tanrı değil, Ancak onlar, bu anlayışı devam ettirememişler ile-
bir iblis ve geçici, kaybolacak bir kudrettir.88 Bu an- riki zamanlarda iyi olan Tanrı’ya kötü olan şeylerin
layışa göre dünya iyiliğin efendisi Ahura Mazda ile nispet edilmesini ve kötülüklerin onun tarafından
kötülüğün efendisi Angra Mainyu arasındaki komp- yaratılmasını mümkün görmemişler ve dinin aslın-
leks ve çeşitli çatışmaların, yalnızca bir sahnesinden dan uzaklaşmışlardır. İşte Mâturîdî’ye göre, böylesi
ibaret olmaktadır.89 bir anlayış onları ayrı bir yaratıcı ihdas etmeye sevk
İslâm bilginlerinin çoğunluğunun Mecûsîlik ile il- etmiş, neticede kötü ve şer olan şeyleri yaratan ikinci
gili genel görüşü de başlangıç itibariyle monoteist bir kötülük tanrısının varlığına inanmışlardır. Bunun
kökenli bir din olup daha sonra düalist bir karaktere neticesinde onlar hayrı yaratan ile şerri yaratan düa-
büründüğü şeklindedir. İslâmi literatüründe Ahura list bir tanrı anlayışını benimsemişlerdir.
Mazda ve Angra Mainyu isimlerine karşılık Hür- Mâturîdî, Mecûsîler’in hayrı yaratana Allah, şerri ya-
müz ve Ehrimen ifadeleri kullanılmıştır.90 Hürmüz, ratana da Şeytan95 adını verdiklerini nakleder.96 Di-
âlemdeki maddî ve manevî nizamı yaratan, tabiat ka- ğer taraftan o, Mecûsîler’in tanrının varlığının ezelî
nunlarını koyandır. Yetkin, güçlü, ezeli ve ebedidir. olduğunu kabul ettiklerini belirttikten sonra, şeyta-
Her şeyi gören bilen ve var eden bir iyilik tanrısıdır. nın var oluşunu tanrıdan kötü bir “fikrin (düşünce-
Kötülük ve düşman olan Ehrimen’dir. O, kötülüğün nin) ortaya çıkmasına bağladıklarını belirtir. Bu an-
kaynağını oluşturur.91 lamda Mecûsîler’in şu görüşünü nakleder: “Ezelde
Mâturîdî’nin yaşamış olduğu dönem göz önünde bu- yüce Allah vardı, sonra kendisinden şeytanın oluş-
lundurulduğunda dikkatimizi çeken en önemli husus masına sebep teşkil eden kötü bir fikir zuhur etti. Bu
Müslümanların İran, Irak ve Orta Asya bölgelerinde fikir neticesinde Şeytan yaratılmış oldu.” Zira onlara
karşılaştıkları Mecûsîliğin, Sasânî döneminde şekil- göre “fikir” şerden başka bir şey değildir. Buradan
lenmiş düalist Mecûsîlik formu olduğudur. Buna göre hareketle Mâturîdî, Mecûsîler için “fikrin” şerden
Mâturîdî’nin, o dönemde var olan, yaşayan Mecûsî- başka bir şeyi ifade etmediğine dikkat çekerek onla-
lik ile ilgilendiğini, eleştirilerini de o dönemin inanç- rın her şerrin kaynağını teşkil eden bir varlık olarak
larına göre yönelttiğini söyleyebiliriz. Mâturîdî’nin Şeytanı kabul ettiklerini, bu nedenle ona fikir adını
eleştiri getirdiği konuların başında Tanrı anlayışları, verdiklerini ifade eder.97

629
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Mâturîdî’ye göre Mecûsîler, sonradan oluşan şeye fi- Mecûsîler’i kastetmiştir.104 Bu grubun temsilcileri, zul-
kir (düşünce) demişler ve kötü düşünceyi kâinatın ya- metin kendiliğinden değil de daha sonra tanrı tara-
rısının sebebi kılmışlardır.98 Çünkü onlar, Allah’ı şer fından yaratılmış (hâdis) olduğunu benimsedikleri
fiilinden ve failinin yerilmesine sebep teşkil eden her için, klasik senevî düalist anlayışından ayrılmakta-
şeyden tenzih etmişler, bunun yanında hayır fiilini dırlar. Zira klasik anlayışa göre nur ve zulmetin her
ve övgüye vesile olan hususları da O’na izafe etmiş- ikisi de ezelidir.105
lerdir.99 İşte bu nedenle onlar (şer olan) nesneleri Şey- Mecûsîler’in diğer bir kısmı ise âlemin nur ve zul-
tan’a nispet etmişler, yine Allah’a ulaşacak şerri ya- met olmak üzere iki ezeli asıldan oluştuğuna inanan
ratma kudretini O’na değil Şeytan’a atfetmişlerdir.100 düalistlerdir.106 Mâturîdî’nin aktarmış olduğu ikinci
Mâturîdî, Mecûsîlerin Allah Teâlâ’dan şer ve kötü görüşün temsilcileri de muhtemelen bu gruba giren
olan şeylerin sadır olamayacağına dair görüşlerini Mecûsîler’dir.107
nakleder. Buna göre Allah Teâlâ eziyet veren, düzen- Nakledilen bu bilgilerden anlıyoruz ki her iki görü-
sizlik ve bozukluğa vesile olan hiçbir şey yaratmamış, şün taraftarlarına göre, Nur ezelî ve ebedîdir, ancak
hiçbir dostu öldürmemiş, düşmanı güçlendirmemiş, zulmet (Şeytan) fanidir ve nura karşı başlattığı mü-
şeytanların hayatlarını sürdürmelerine vasıta olma- cadele sonunda kaybedecek ve yok olacaktır. Buna
mış, kendisine dil uzatacağını ve taatinden saptıra- göre Mecûsîler’in her iki grubu da, bu görüşü be-
cağını bildiği hiçbir kimseye destek vermemiştir.101 nimsemekle klasik senevî düalizmden ayrılmaktadır.
Bu bilgilerden Mecûsîlerin, muhtemelen “hayrı iş- Zira genel anlamıyla düalist anlayış, nurun da zulme-
lemek iyi, şerri işlemek kötüdür” prensibinden hare- tin de ezeli ve ebedi olduğuna inanmaktadırlar. Hal-
ketle Yüce Allah’ın iyilik tabiatı gereği kötülük işle- buki Mecûsîler, nurun ezelî ve ebedi, buna karşılık
meyeceğini dolayısıyla kötülük işlemeyi ve kötülüğü zulmetin fani ve sonlu olduğunu ileri sürmüşler, bu
yaratmayı tanrı gibi merhametli ve yüce olan bir var- görüşleriyle de klasik düalist görüşten ayrılmışlardır.
lığa nispet edilmesini mümkün görmedikleri anlaşıl-
Mâturîdî, bu görüşleri naklettikten sonra, çeşitli
maktadır. Mecûsîler, bunun yerine kötülük işleyecek
açılardan eleştiriye tabi tutar. Öncelikle Mâturîdî,
ve kötülüğü yaratacak ikinci bir tanrı ihdas etmiş-
Mecûsîler’in iyilikleri yaratan tanrının şerri de ya-
ler, neticede de başlangıçtaki monoteist tanrı inan-
ratmakla nitelendirilmesini akıllarıyla kavrayama-
cından uzaklaşarak politeist/düalist bir tanrı inan-
dıklarını ifade eder. Mâturîdî’ye göre her ne kadar
cına sahip olmuşlardır.
onlar, kâinatın yaratıcısına kötülük tanrısının fiilini
Mâturîdî, Mecûsîler’i eleştirirken düalist tanrı inanç- zâhirde nisbet etmemişlerse de, gerçekte O’nu kötü-
ları hakkında ayrıntılı bilgiler verir. Bu konuda Me- lüğün kaynağı konumuna getirmişlerdir. Mâturîdî,
cûsîler’in iki farklı görüşe sahip olduklarını ifade bu görüşünü ispatlamak için Mecûsîler’in yaratıcıya
eder. Birinci görüşe göre onların bir kısmı şunu id- izafe ettikleri karamsar düşüncenin niteliği üzerinde
dia etmiştir: Kendi güzelliği Allah’ın hoşuna gitmiş, durur. Ona göre yaratıcıya izafe edilen karamsar dü-
bu konuda rakibi olabileceğinden endişe etmiş, dü- şünce bir şerdir, bu düşünceden oluşan İblis de bir
şünceye dalmış, nihayet bu düşüncesinden İblîs (Şey- şerdir. Şu halde O’ndan hem hayrın hem de şerrin
tan) türemiştir. İkinci görüşe göre onların bir kısmı geldiği sabit olmuştur. Bu durumda Mecûsîler’in bir
şunu iddia etmiştir: İblîs Allah’ı görmüş, O da arka- varlıktan hem hayrın hem de şerrin sadır olamaya-
sına dönmüş, İblîs’i görmüş; bir süre kendisini serbest cağı görüşü geçersiz olmaktadır. Halbuki kendilerini
bırakmak üzere onunla anlaşmış, nihayet zamanı ge- düalizmi benimsemeye sevk eden husus hayır ve şer
lince onu yok etmiştir. Böylece her kötülük İblîs’ten olan varlıkların iki farklı yaratıcıdan geleceği inan-
her iyilik de Allah’tan oluşmuştur.102 cıydı. Bu açıdan bakıldığında Mecûsîler’in görüşleri
Mâturîdî’nin aktarmış olduğu bu bilgilerden Mecûsî- kendi içinde ve tevhid ilkesi açısından mevcut tutar-
ler’in, nur ile zulmetin her ikisinin de ezeli olup ol- sızlıklarına delalet etmektedir.108
maması ile ilgili farklı görüşleri benimsedikleri an- Mâturîdî, Mecûsîler’in ikinci görüşünün geçersizliğini
laşılmaktadır.103 Buna göre Mecûsîler’den bir kısmı, ispatlamak için de şu aklî argümanı kullanır: Allah
iyiliği temsil eden Nurun ezeli, şerri temsil eden Zul- belli bir süreye kadar İblis’i serbest bırakacağı konu-
metin (Şeytan) ise hâdis olduğuna inanan düalist- sunda kendisiyle yaptığı anlaşma sırasında ya onun
leri temsil etmektedirler. Mâturîdî, yukarıda naklet- yapacağı kötülüğü bilmiyordu ki bilgisizlik başlı ba-
tiği birinci görüşle muhtemelen bu gruba dahil olan şına bir şerdir- bu da O’ndan sudur eden diğer bir

630
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

şerdir, yahut da İblis’in meydana getireceği tahribat O’nda kötü bir düşünce hâsıl oldu, bunun sebebi ya
da dahil her şeyi bilmesine rağmen onu serbest bı- kendisini görmüş olması veya kendisine karşı müca-
rakmıştır; şüphe yok ki bu da O’ndan zuhur eden bir dele edecek bir düşmanının zuhur edebileceğine ih-
şer konumundadır. Bunun gibi Allah, düşüncesinin timal vermesiydi. Derken O’nun bu kötü düşünce-
ne gibi sonuç doğuracağını önceden bilmiş ve buna sinden İblis hâsıl oldu. İblis kâinatın kötü yönünü,
rağmen düşünmüşse kötülük işlemiştir, eğer bilme- Allah da iyi yönünü yarattı, işte kâinat bu ikili kud-
mişse bilgisizlik bir kötülüktür. Diğer taraftan ona retle oluşmuştur.111
göre Allah Teâlâ İblis’in kötülük yapmasını önleme-
Bununla birlikte Mâturîdî, onların temel görüşü ola-
sine ya muktedirdir yahut da değildir. Eğer gücü yet-
rak evrenin yaratılışını iki tanrıya irca etiklerini de
tiği halde yarattıklarını ifsat etmesi için ona mühlet
nakleder.112İlk etap da yukarıdaki bilgilerle çelişik gibi
tanımışsa şer işlemiştir; şayet güç yetirememişse, ka-
görünse de aktarmış olduğu bilgilere bütüncül bakıl-
bul edilmelidir ki âciz olan bir varlık âlemlerin rabbi
dığın da, durumun böyle olmadığı anlaşılmaktadır.
olmaktan uzaktır.109
Zira burada onun kastettiği husus, âlem ve şeytanın
Diğer taraftan Mâturîdî, şerden iyiliğin sadır olama- Tanrı tarafından sonradan yaratıldığı ancak daha
yacağına dair iddiaların da geçersizliğini ispata çalı- sonraki evrelerde iyi olan nesnelerin tanrı tarafın-
şır. Şöyle ki ona göre Allah, süresi içinde İblis’in (kö- dan kötü olan nesnelerin de şeytan tarafından ya-
tülük yapma yolundaki) vaadini yerine getireceğini ratıldığıdır. Dolayısıyla ilk yaratılış tanrı tarafından
bilmiştir. Sözünde durmak ise hayırlı ve isabetli bir gerçekleştirilmiştir.
davranıştır. Şu halde şerden böyle bir sonuç da çıka-
Mâturîdî, Mecûsîler’in kâinatta müşahede edilen iyi
bilmektedir. Yani İblis vaadini yerine getirerek iyilik
ve şer olan nesnelerin yaratılışı ile ilgili görüşlerine
yapmış olmaktadır ki bu durum şerden iyiliğin sadır
olabileceğini göstermektedir. Mâturîdî’ye göre, böy- de kısaca temas eder.
lesine bir akıl yürütme Mecûsîlerin kurtulamayacağı Mâturîdî’ye göre, Mecûsîler’in kâinatta iyi ve şer olan
bir sonuçtur. Zira hayrın temel ilkesi olan Allah’tan nesnelerin yaratılış hikmetini ve tek bir tanrı tarafın-
şer gelebileceğine göre, pekâlâ önermeyi akis haline dan yaratıldığını anlayamamaları, düalist bir tanrı
çevirir. Bu durumda da her hayrın İblis’ten, her şer- anlayışını benimsemelerine sebep olmuştur. Bu an-
rin de başkasından geldiğini söylemek mümkün ol- layış neticesinde onlar, şerri yaratma kudretini Şey-
maktadır. Ayrıca Mecûsîler’in telakkilerine göre, tan’a nispet etmişler, Şeytan’a ait olanın üzerinde de
Allah’ın kendisiyle rekabet edecek birinden korkup Allah için herhangi bir tasarruf gücü izafe etmemiş-
endişe etmesi O’nun her şeyin rabbi olduğunu bil- lerdir.113 Yani onlara göre iki tanrıdan her biri, şer veya
memesini gerektirir. Yine İblis’in O’nu görmesi de hayır olan fiil türünü tek başlarına işlemekte, bu nok-
aynı konumdadır, demek ki İblis’in gözü O’na za- tada birbirlerine herhangi bir etkide ya da müdaha-
rar vermiştir. Gözün menfi olarak etkilediği, kudre- lede bulunamamaktadırlar.114 Görüldüğü üzere on-
tini ortadan kaldırdığı ve ilmini yok ettiği biri, kendi lar, şerri yaratan ayrı bir yaratıcı tanrı ihdas etmişler
zâtıyla değil ancak başkasının yardımıyla rab olabi- ve ona da Şeytan ismini vermişler, kâinatta iyi olan
lir, başkasının yardımıyla yaratıcılık vasfı taşıyabilir. şeylerin Tanrı, kötü ve şer olan nesnelerin de Şeytan
Mâturîdî’ye göre bu durum karşısında Mecûsîler’in tarafından yaratıldığına inanmışlardır.115
kendi mâbudu için “O bir kuldur, mâbud değil” de-
Mâturîdî’ye göre kâinatta ister faydalı ister zararlı ol-
meleri gerekir.110
sun her şeyi yaratan tek bir yaratıcı tanrı vardır. Bu
Kâinatın Oluşumu ile İyi ve Şer Olan Nesnelerin çerçevede o, öncelikli olarak kâinatta şer gibi görü-
Yaratılışına İlişkin Görüşlerin Eleştirisi nen nesnelerin diğer varlıklar için bir takım faydala-
Mâturîdî’nin ifade ettiğine göre Mecûsîler, âlemin rının da bulunduğuna dikkat çeker. Bu açıdan bakıl-
Tanrı tarafından sonradan yaratıldığına ve bu yara- dığında kâinatta zararlı hiçbir şey yoktur ki diğer bir
tılışın da temel bir madde olmaksızın gerçekleştiğine yaratık için faydalı olmasın. Şu halde bu tür nesneler
inanmaktadırlar. Onlara göre, yaratılış ilk olarak dü- kendiliklerinden zararlı olmamıştır. Onların birine
şüncede (ruhsal âlemde) başlamıştır. Yaratılışın baş- eziyet verirken, birine fayda sağlayan bir konumda
langıcını belirleyen şey ise Tanrının Şeytanın kötü düzenlenmesi ve planlanması ise yerli yerinde iş gö-
niyetini biliyor olmasıdır. Mâturîdî, bunu şöyle ifade ren ve her şeyi bilen bir yaratıcı ve yönetici tarafın-
eder: “Allah ezelde birdi ve hiçbir şeriki yoktu. Bir gün dan gerçekleştirilmiştir.116

631
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Mâturîdî, Mecûsîler’in tanrı anlayışları ve bu anlamda olduğunu, ancak Mecûsîlerin cizye alınması gerek-
kâinat ile iyi ve şer olan varlıkların yaratılışı ile ilgili tiğini, fakat bu uygulamanın kendilerinin Ehl-i kitap
bu bilgileri aktarır fakat bunlarla ilgili detaylı bir eleş- olduğunu göstermeyeceğini belirtir.124
tiri de bulunmaz. Mâturîdî, zikredilen konularla il- Mâturîdî, Ehl-i kitap olan Yahudi ve Hıristiyan125 ka-
gili asıl eleştirilerini daha çok Seneviyye üst başlığı dınlarıyla evlenilmesine izin verilip, mecûsî kadın-
altında yöneltmiştir. larla evlenilmesinin yasaklanmasında bir takım hik-
Mâturîdî’nin Mecûsîlere Yönelik Diğer metlerin bulunduğuna işaret eder. Mâturîdî’ye göre,
Eleştiri Konuları Ehl-i kitap mensupları yanlış da olsa Allah, ahret, nü-
büvvet ve kutsal kitap gibi inanç esaslarına sahip ol-
Mâturîdî, Mecûsîler’in İslâm toplumundaki hukukî
maları nedeniyle vahiy kültürüne aşinadırlar.126 Bu
statüsüne temas etmiş, konuyu daha çok Ehl-i kitap
inançlara sahip olmaları da Müslümanlar ile benzer
olup olmadıkları çerçevesinde ele almıştır. Mâturîdî,
yönlerinin olduğunu gösterir. Bu nedenle Ehl-i kitap
Mecûsîler’in Ehl-i kitap olduğuna dair ileri sürülen
olan bir kadının Mecûsî ve müşrik kadına göre iman
karşı tarafın delillerine de temas ederek, bunların ge-
etme ihtimali daha fazladır. Buna göre şayet Ehl-i ki-
çersiz olduğunu aklî ve naklî delillerle ispat etmeye
tap olan kadın tüm peygamberlerin kitaplarına top-
çalışmıştır.117
luca iman ederse bütün peygamberler de iman etmiş
Mâturîdî, Mecûsîler’in Ehl-i kitap statüsünde değer- olur. Fakat onlar gerçeğin aksine kendilerine yalan
lendirip değerlendirilmeyeceği ve kutsal kitap inan- yanlış ulaşan haberlerden dolayı peygamberlerin bir
cına sahip olup olmadıkları konusuna Te’vîlâtü’l- kısmını yalanlamıştır. Şayet onlara hakikat doğru bir
Kur’an eserinde yer vermiştir. şekilde anlatılırsa Hz. Muhammed’e iman edebilirler.
Mâturîdî, “…Yanınızda bulunanı tasdik edici ola- Dolayısıyla Ehl-i kitap olan kadınların Müslüman bir
rak indirdiğimiz bu kitaba (Kur’an’a) iman edin. Al- erkekle evlenmesi durumunda kendilerine bu haki-
lah’ın emri mutlaka yerine gelecektir.”118mealindeki katler doğru olarak anlatılabilir ve bu sayede onlara
ayeti tefsir ederken Mecûsîler’in Ehl-i kitaptan ol- hakikatler üzerinde düşünme fırsatı sağlayabilir. Böy-
madığını, çünkü kendilerine Allah Teâlâ tarafından lece Hz. Peygamber’e iman edebilirler.127
kitap gönderilmediğini belirtir. Buradan hareketle Buna göre Mâturîdî açısından Ehl-i kitaptan olan bir
o, Mecûsîler’in yanında Hz. Peygamber’e indirilen kadın kutsal bir kitabın varlığını kabul ettiği için ken-
Kur’an’ın tasdik edeceği ilahî bir kitap bulunmadı- disine davet edilmesiyle bir dine bağlanması müm-
ğının altını çizer. Ancak onların kutsal kitap inanç- kündür. Bu nedenle Ehl-i kitap olan kadınla evle-
larıyla ilgili başka bir bilgi vermez.119 Ayrıca “Kitap, nildiğinde onun Müslüman olması umulmaktadır.
yalnız bizden önceki iki topluluğa indirildi”120 ayetini Halbuki Mecûsî kadın için bu ihtimal mümkün de-
buna delil göstererek söz konusu iki topluluğun Ya- ğildir. Çünkü Ehl-i kitap dışındaki Mecûsîlik ve put-
hudi ve Hıristiyanlar olduğunu, dolayısıyla ayette ge- perestlik gibi din mensupları şer’î hükümleri ihtiva
çen (ilahî) kitap kelimesinin de sadece Tevrat ve İn- eden ilahî bir kitaba sahip değillerdir.128 Yani Mecûsî-
cil’i içerdiğini belirtmektedir.121 Dolayısıyla ona göre ler’in Ehl-i kitapta olduğu gibi iman edilen, helal ve
Mecûsîler, Ehl-i kitapta olduğu gibi iman edilen, he- harama dair hükümleri ihtiva eden ilahî bir kitap
lal ve harama dair hükümleri ihtiva eden ilahî bir ki- yani kutsal kitap inancı mevcut değildir. Bu nedenle
taba sahip değildirler.122 onların kadınlarıyla evlenilmez.129
Diğer taraftan Mâturîdî, Mecûsîler’in Ehl-i kitap ol- Öte taraftan Mâturîdî, Bakara suresinin 256. ayetini
madığı konusunu işlerken onların kestikleri hayvan- yorumlarken de “Rasulullah”dan gelen “Arab (müş-
ların yenilip yenilemeyeceği, kadınlarıyla evlenme- rikler)’dan bir şey kabul edilmez, Ehl-i Kitap ve Me-
nin caiz olup olmadığı ve kendilerinden cizye alınıp cûsîlerden cizye kabul edilir”130 rivayetinin hükmü
alınamayacağı meselelerine yer vermiştir. Konuya gereği Ehl-i kitap ve Mecûsîler’den cizye alındığına,
ilişkin görüşlerini de daha çok Hz. Muhammed’in: dolayısıyla cizye konusunda her iki din mensubu ara-
“Mecûsîlere, Ehl-i kitaba davrandığınız gibi davra- sında bir fark gözetilmediğine de dikkat çeker.131 An-
nın. Fakat kadınlarıyla evlenmeyin, kestiklerini ye- cak Mâturîdî, Hz. Peygamberin “Mecûsîlere, Ehl-i
meyin!”123 hadisi ışığında şekillendirmiştir. kitaba davrandığınız gibi davranın. Fakat kadınla-
Mâturîdî, genel olarak Müslüman bir erkeğin Me- rıyla evlenmeyin, kestiklerini yemeyin!”132 hadisini
cûsî bir kadınla evlenmesinin ve Mecûsîlerin kes- de gerekçe göstererek, Mecûsîlerden her ne kadar
tikleri hayvanların etlerinin de yenilmesinin yasak cizye alınsa da onların kadınlarıyla evlenilmemesi

632
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

ve kestikleri hayvanların etlerinin yenilmemesi ge- Yani kesilen hayvanların hükmü, helal ve haramdan
rektiğini de özenle vurgular.133 Bu görüşünü temel- bahseden ilahî bir kitap olup olmamasıyla ilgilidir.
lendirmek için bir diğer delil olarak da Mecûsîler’in Zira bir şeyin helal olup olmamasına şeri hükümler
Ehl-i kitap gibi iman ettikleri helal ve harama dair ihtiva eden ilahî bir kitap sayesinde karar verilebilir.
hükümleri ihtiva eden ilahî bir kitaplarının olma- Bu bağlamda Mâturîdî, Mecûsîlerin iman ettikleri bir
masını gösterir.134 kitaplarının olmadığına dikkat çeker. Onların kes-
Mecûsîler’in kestiklerinin yenilmemesine gelince; tiklerinin yenilmeme sebebini de bunu bağlar. De-
Mâturîdî’ye göre genel kaide olarak En’am 121 ve vamında da Ehl-i kitabın onlardan farklı olduğunu
Mâide 3. ayetlerinde işaret edildiği üzere Müslüman- belirtir. Zira ona göre Ehl-i kitap, ilahî bir kitaba sa-
lara Allah’ın isminin anıldığı hayvanın eti temiz ve hip olup onun içindeki helal ve haram olan hüküm-
helal kılınmış, O’nun ismi anılmadan kesilen ya da lere iman etmişlerdir. İşte bu nedenle Ehl-i kitap ile
başkası adına kesilen hayvanın eti ise haram kılın- Mecûsîler birbirinden ayrılmıştır.138
mıştır. Dolayısıyla ona göre hayvan kesiminde bes- Onun bu açıklamalarına göre Ehl-i kitabın kestik-
mele getirme (Allah’ın ismini zikretme) kesilen hay- lerinin Müslümanlara helal kılınma nedeni Müslü-
van etinin helal oluşunun temel şartıdır.135 Mâturîdî, manlarının kestiklerinin onlara helal kılınmış olması
gerek Ehl-i kitabın gerek Mecûsîler diğer din mensup- değil, onların ilahî bir kitaba sahip olmasıdır. Aksi
larının kestiklerinin helal olup olmamasını bu bağ- takdirde ona göre böyle bir kriter olmazsa diğer din
lamda ele almıştır. mensuplarının kestikleri de, Müslümanların kestik-
Mâturîdî’ye göre genel kural olarak Ehl-i kitap dı- lerini yiyebildikleri için Müslümanlara helal olması
şındaki Mecûsî ve müşrikler gibi kâfirlerin kestik- icap ederdi. İşte bu nedenle o, konuyla ilgili temel ölçüt
leri yenilmez. Mâturîdî buna gerekçe olarak Ehl-i olarak içinde helal ve harama dair şeri hüküm ihtiva
Kitabın Allah’ın adını anarak hayvanları kestikle- eden ilahî bir kitaba sahip olunmasını göstermiştir.139
rini gösterir.136 Bununla birlikte o, Ehl-i kitabın ha- Netice olarak Mâturîdî, Müslüman erkekler ile Ehl-i
kiki anlamda Allah’ı bilmediklerine, bu nedenle Al- kitap olan kadınların evlenebilmesini ve Ehl-i kita-
lah inancının Müslümanlarınkinden farklı olduğuna bın kestiklerinin yenilebilmesine izin verilme sebebi-
da dikkat çeker, böyle olmasına rağmen yine de on- ni140kendilerine İslam’ı daha yakından tanıma fırsatı
ların Allah’ın ismini (gerçek anlamda zikretmeseler verilmiş olmasına bağlamakta ve bu sayede onların
bile) anmalarını kestiklerinin Müslümanlara helal Müslüman olabileceğini ümit etmektedir. Yoksa on-
olması için yeterli olacağını belirtir.137 lara bu şekilde özel bir zimmî statüsü tanınması, ken-
Mecûsîlere gelince; Mâturîdî, Mâide 5. Ayeti tefsir dilerinin sahip oldukları inançlarının tasvip edildiği
ederken konuyla ilgili olarak karşı tarafın bu ayete anlamına gelmemektedir. Diğer taraftan o, Mecûsî-
dayanarak şu itiraz da bulunabileceğini ifade eder: lere cizye ve vergi hususunda Ehl-i kitaba yapılan
“Bizim (bununla Müslümanlar kastedilmektedir) kes- muamele gibi muamele yapılması gerektiğini ka-
tiklerimiz Ehl-i kitaba, onların kestikleri de bize he- bul etmiş, ancak kestiklerinin yenmesini ve kadın-
lal kılındı. Kestiklerimiz ise hem Ehl-i kitaba hem de larıyla evlenilmesini uygun bulmamıştır. Buna göre
onların dışındaki (din mensuplarına) kimselere helal Mâturîdî’nin, Mecûsîleri, kendilerinden alınan ciz-
kılındı. Bu durumda Ehl-i kitabın kestikleriyle baş- yeden dolayı Ehl-i kitaba; kestiklerinin yenilmemesi
kalarının kestikleri nasıl helal olmaz? Ona göre bu ve kadınlarıyla evlenilmemesi yönüyle de müşriklere
itirazda başkalarından kastedilen Mecûsîlerdir. Yani benzettiğini söyleyebiliriz.
buna göre itiraz şu şekilde olmaktadır: Ehl-i kitabın Mâturîdî, Mecûsîler’in ahiret ile ilgili inançlarına da
kestikleri bize helal iken Mecûsîlerin kestikleri ne- atıfta bulunmaktadır. O, Mecûsîler’in söz konusu
den helal olmasın? Bunun sebebi nedir? inançlarına özellikle Yahudileri eleştirirken yer ver-
Öncelikli olarak o, “Kendilerine kitap verilenlerin yi- miştir. Ona göre Mecûsîler, kıyamet gününe ve ye-
yecekleri size helâl kılındı” ayetinde geçen “yiyecekler” niden dirilişe iman etmemektedirler.141Bu bağamda
ifadesiyle kastedilenin “kesilen hayvanlar” olduğunu Mâturîdî, Bakara suresi 96. ayeti, tefsir ederken Ya-
belirtir ve bu yorumunu da İbn Abbas’a dayandırır. hudilerin dünyaya aşırı bağlandıklarını, bu dünya
Zira ona göre İbn Abbas söz konusu ayeti “Ehl-i ki- sevgisinden dolayı da ölümden hoşlanmadıklarını
tabın kestikleri size helal, sizin de kestikleriniz on- belirtir. Buradan hareketle o, Yahudiler ile Mecûsî-
lara helaldir” şeklinde anlamlandırmıştır. Mâturîdî’ye ler arasında kıyaslamada bulunarak, Yahudilerin ha-
göre, kesilen hayvanların helalliği şerî bir durumdur. yata Mecûsîler’den daha düşkün olduklarını söyler.

633
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Bu çerçevede Mâturîdî, Mecûsîler’in kıyamete ve ahi- tespitinde bulunarak konuyla ilgili ileri sürülen iddi-
rete iman etmediklerini belirtir.142 aları çürütmeye çalışmıştır. Bunu yaparken daha çok
Sonuç Kur’an kaynaklı temânu/karşılıklı engelleme, gaye ve
nizam delillerine başvurmuştur.
Mâturîdî, düalist inanç gruplarını bazen herhangi bir
akım ismi belirtmeksizin “Seneviyye” üst başlığı al- Mâturîdî, yukarıda zikredilen senevî görüşleri iliş-
tında bazen de Seneviyye’nin temsilcileri olarak kabul kin eleştirilerini aynı zamanda Mecûsîleri de yönel-
ettiği Mecûsiyye, Merkûniyye, Deysâniyye ve Menâ- miştir. Mecûsîlere yönelik bu eleştirilerinin yanı sıra
niyye müstakil başlıklar altında ele alıp incelemiştir. onların İslâm toplumundaki hukukî statüsüne de te-
mas etmiş, konuyu daha çok Ehl-i kitap olup olma-
Mâturîdî, senevî görüşleri “Tevhid” inancı doğrultu-
sunda eleştirmiştir. Bu çerçevede onların düalist tanrı dıkları çerçevesinde ele almıştır. Mâturîdî, Mecûsî-
görüşlerini, âlemin oluşumu, iyi ve şer olan varlık- ler’in Ehl-i kitaptan olmadığını, çünkü kendilerine
ların yaratılışı, hikmet ve sefeh kavramlarına bakış- Allah Teâlâ tarafından kitap gönderilmediğini be-
larını ayrıntılı olarak ele almış; âlemin ebedî ve ezelî lirtmiştir. Bu çerçevede o, “Kitap, yalnız bizden ön-
olmayıp sonradan ahenk ve düzen içinde hikmetle ceki iki topluluğa indirildi” (el-En’âm, 6/156) ayetini
yaratıldığı, onu yaratan bir yaratıcının olduğu ve bu bu görüşüne delil göstererek söz konusu iki toplulu-
yaratıcının da bir olması gerektiği gerçeğinden hare- ğun Yahudi ve Hıristiyanlar olduğunu, dolayısıyla
ketle eleştiriye tabi tutmuştur. ayette geçen (ilahî) kitap kelimesinin de sadece Tev-
rat ve İncil’i içerdiğini ifade etmiştir.
Senevîler’in tanrı anlayışlarını eleştirirken Allah’ın
varlığını ispatlamaktan daha ziyade tenzih prensi- Mâturîdî, Mecûsîler’in Ehl-i kitap olmadığı konusunu
binden hareketle O’nun nitelikleri, sıfatları ve fiilleri işlerken onların kestikleri hayvanların yenilip yeni-
bağlamında nasıl bir tanrı olduğunu ortaya koymaya lemeyeceği, kadınlarıyla evlenmenin caiz olup olma-
çalışmıştır. Bu nedenle Mâturîdî, Allah’ın varlığını dığı ve kendilerinden cizye alınıp alınamayacağı me-
değil, O’nun birliğini ispatlamayı hedeflemiştir. Öte selelerine yer vermiştir. Konuya ilişkin görüşlerini de
taraftan âlemin sonradan yaratılmışlığını (hâdis olu- daha çok Hz. Muhammed’in: “Mecûsîlere, Ehl-i ki-
şunu) ispatlamaya çalışmasındaki ana hedefi de tevhid taba davrandığınız gibi davranın. Fakat kadınlarıyla
inancı çerçevesinde Allah’ın sıfat ve fiillerinin nasıl evlenmeyin, kestiklerini yemeyin!” hadisi ışığında şe-
anlaşılması gerektiğini açıklamaya çalışmasıdır. Bu killendirmiştir. Bu bağlamda o, Müslüman bir erke-
anlamda Mâturîdî, eleştirilerinde Allah’ın bir oldu- ğin Mecûsî bir kadınla evlenmesinin ve Mecûsîlerin
ğunu, eşi, benzeri, rakibi ve denginin mevcut olama- kestikleri hayvanların etlerinin de yenilmesinin ya-
yacağını önemle vurgulamıştır. sak olduğunu, ancak onlardan cizye alınması gerek-
Kötülük bağlamında âlemin ve zararlı nesnelerin ya- tiğini, fakat bu uygulamanın kendilerinin Ehl-i kitap
ratılış hikmeti konularına da temas eden Mâturîdî, olduğunu göstermeyeceğini belirtmiştir. Son olarak
görünür âlemde müşahede edilen “iyi-kötü, hayır-şer, Mâturîdî, Mecûsîlerin kutsal kitap ve ahret inanç-
faydalı-zararlı” olan şeylerin varlığını ve tüm bun- larına da temas etmiş. Fakat konuya ilişkin detaylı
ların tek bir yaratıcı tarafından yaratıldığını, “hik- bir bilgi vermemiştir. Bu konuda sadece onların kı-
met” kavramı etrafında açıklamış, iyi-kötü olan her yamete ve ahirete iman etmedikleri ve herhangi bir
şeyin bir hikmeti ve insanlar için bir faydası olduğu kutsal kitaplarının da olmadığı bilgisine yer vermiştir.

Dipnotlar
1 Mâtürîdî, Ebû Mansûr el, (2009), Kitâbü’t-Tevhîd Tercümesi, Ankara, İSAM Yayınları, s. 47, 143-144, 214, 300.
2 Mâtürîdî, (2009), s. 47-48, 196-214.
3 Mâtürîdî, (2009), s. 49.
4 Mâtürîdî, Ebû Mansûr el, (2004-2010), Te’vîlât Kur’an, İstanbul, Mizan Yayınları, XIII, s. 230.
5 Özdemir, M., (2011), “Mâtürîdî’nin Kötülük Problemine Yaklaşımı”, Mâtürîdî’nin Düşünce Dünyası, Ankara, T.C. Kültür
ve Turizm Bakanlığı Yayınları, s. 399.
6 Mâtürîdî, (2009), s. 50, 204-205.
7 Mâtürîdî, (2009), s. 129.
8 Mâtürîdî, (2004-2010), XIII, s. 230.
9 el-Enbiyâ, 21/21-22. Diğer ayetler için bk. er-Ra’d, 13/16, el-İsrâ, 17/42, el-Mü’minûn, 23/91.
10 Mâtürîdî, (2004-2010), IX, s. 269-270; Özdemir, M., (2011), s. 399-400.

634
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

11 Mâtürîdî, (2004-2010), X, s. 58.


12 Mâtürîdî, (2004-2010), X, s. 58.
13 Mâtürîdî, (2004-2010), X, s. 58. Benzer bir yorum için bk. Mâtürîdî, (2004-2010), IX, s. 270; Mâtürîdî, (2009), s. 32
14 Mâtürîdî, (2004-2010), I, s. 296.
15 Mâtürîdî, (2004-2010), I, s. 297.
16 Mâtürîdî, (2004-2010), I, s. 297-298. Benzer yorumlar için bk. Mâtürîdî, (2004-2010), XII, s. 78-79, 85.
17 Mâtürîdî, (2004-2010), XVII, s. 230.
18 Fâtır, 35/13.
19 Mâtürîdî, (2004-2010), XII, s. 26; Düzgün, Ş.A., (2011), “Mâtürîdî’nin Kur’an Yorum Yöntemi”, Mâtürîdî’nin Düşünce
Dünyası, Ankara, T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, s. 36.
20 Mâtürîdî, (2009), s. 115.
21 Mâtürîdî, (2009), s. 144. Ayrıca bk. Kitâbü’t-Tevhîd, s. 32-33.
22 Mâtürîdî, (2009), s. 145.
23 Mâtürîdî, (2009), s. 117. Mâtürîdî, (2009), s. 177-178.
24 Mâtürîdî, (2009), s. 49.
25 Mâtürîdî, (2009), s. 151.
26 Mâtürîdî, (2009), s. 152.
27 Mâtürîdî, (2009), s. 112.
28 Mâtürîdî, (2009), s. 253.
29 Mâtürîdî, (2009), s. 154.
30 Mâtürîdî, (2009), s. 154.
31 Mâtürîdî, (2009), s. 154.
32 Mâtürîdî, (2009), s. 49.
33 Mâtürîdî, (2009), s. 154-155.
34 Mâtürîdî, (2009), s. 50.
35 Mâtürîdî, (2009), s. 153.
36 Mâtürîdî, (2009), s. 49-50.
37 Mâtürîdî, (2009), s. 300.
38 Mâtürîdî, (2009), s. 112.
39 Mâtürîdî, (2009), s. 47-48.
40 Mâtürîdî, (2009), s. 48.
41 Mâtürîdî, (2009), s. 49.
42 Mâtürîdî, (2004-2010), XV, s. 141; Mâtürîdî, (2009), s. 50, 142.
43 Mâtürîdî, (2009), s. 49.
44 Mâtürîdî, (2009), s. 138.
45 Mâtürîdî, (2009), s. 207.
46 Mâtürîdî, (2009), s. 207-208.
47 Mâtürîdî, (2009), s. 138.
48 Mâtürîdî, (2009), s. 139.
49 Mâtürîdî, (2009), s. 50, 202.
50 Mâtürîdî, (2009), s. 142-143.
51 Mâtürîdî, (2009), s. 210.
52 Mâtürîdî, (2009), s. 210-211.
53 Mâtürîdî, (2009), s. 142- 143.
54 Mâtürîdî, (2009), s. 143.
55 Mâtürîdî, (2009), s. 142.
56 Mâtürîdî, (2009), s. 275.
57 Mâtürîdî, (2004-2010), VIII, s. 322; Mâtürîdî, (2009), s. 277
58 Mâtürîdî, (2009), s. 252.
59 Mâtürîdî, (2009), s. 278.
60 Mâtürîdî, (2009), s. 143.
61 Mâtürîdî, (2004-2010), V, s. 219-220.
62 Mâtürîdî, (2004-2010), VIII, s. 322.
63 Mâtürîdî, (2009), s. 150.
64 el-İsrâ, 17/66.
65 Mâtürîdî, (2004-2010), VIII, s. 322.
66 Mâtürîdî, (2004-2010), VIII, s. 76.

635
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

67 Mâtürîdî, (2004-2010), VIII, s. 76-77; Demir, H., (2011), “İmam Mâtürîdî’nin Gnostik Akımlarla Mücadelesi”, Mâtürî-
dî’nin Düşünce Dünyası, Ankara, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, s. 439.
68 Mâtürîdî, (2004-2010), VIII, s. 7.
69 Mâtürîdî’nin konuyla ilgili benzer yorumları için ayrıca bk. Mâtürîdî, (2009), s. 252.
70 Mâtürîdî, (2009), s. 211.
71 Mâtürîdî, (2009), s. 207.
72 Mâtürîdî, (2009), s. 208.
73 ez-Zuhruf, 43/84.
74 Mâtürîdî, (2004-2010), XIII, s. 282-283.
75 Mâtürîdî, (2004-2010), XIII, s. 283.
76 Mâtürîdî, (2004-2010), XIII, s. 283.
77 Messadie, G., (1998), Şeytanın Genel Tarihi, İstanbul, Kabalcı Yayınları, s. 138; Eliade, M., (1997), Dinler Tarihi Sözlüğü,
İstanbul, İnsan Yayınları, 84; Neşşâr, A. S., (1999), İslâm’da Felsefî Düşüncenin Doğuşu, İstanbul, İnsan Yayınları, I, s. 263;
Tığlı, A., (2004), Zerdüşt: Hayatı ve Öğretisi, İstanbul, Beyan Yayınları, s. 133-138.
78 Zerdüştîliğin geçirmiş olduğu bu dönemler için bk. Eliade, M., (1997), s. 304-310; Gündüz, Ş., (1998), Din ve İnanç Söz-
lüğü, Konya, Vadi Yayınları, s. 253; Ayata, E., (2003), Zerdüşt: Avesta Bölümler, İstanbul, Kora Yayınları, s. 32-34; Araz, Ö.
F., (2002), Zerdüştîliğin Doktrinleri, Basılmamış YL Tezi, İstanbul, MÜSBE, s. 16-22.
79 Taraporewala, I., (2009), Zerdüşt Dini, İstanbul, Avesta Yayınları, s.43-44; Tümer, G.- Küçük, A., (2002), Dinler Tarihi,
Ankara, Ocak Yayınları, s. 118, 120-121; Duman, C., (2009), Mecûsîlik: Zerdüştlük Dini, Ankara, yy., s. 5.
80 Gündüz, Ş., (2003), “Mecûsîlik”, DİA, Ankara, TDV Yayınları, XXVIII, s. 280.
81 Tığlı, A., (2004), s. 124; Cilacı, O., (2002), Günümüz Dünya Dinleri, Akara, DİB Yayınları, s. 177.
82 Tümer, G.,- Küçük, A., (2002), s. 120-121.
83 Floramo,G., (2005), Gnostisizm Tarihi, İstanbul, Litera Yayınları, s. 121. Messadie, G., (1998), s. 133-134; Dantzig, G.J.A.,
(1999), Zerdüşt’ün İlahileri, İstanbul, Peri Yayınları, s. 6-8; Eliade, M., (1997), s. 303-304; Hançerlioğlu, O, (1993), Dünya
İnançlar Sözlüğü, İstanbul, Remzi Kitapevi, s. 570; Sayım, H., (2004), “Zerdüştîlik’de Kozmogoni ve Yaratılış”, EÜSBD,
1/16, s. 92.
84 Taraporewala, I., (2009), s. 43-44.
85 Duman, C., (2009), s. 5.
86 Topaloğlu, B., (2008), Allah İnancı, İstanbul, İSAM Yayınları, s. 15-16..
87 Işık, H., (2004), “İslâm Bilginlerinin ‘Seneviyye’ Adı Altında Düalist Dinlere ve Mezheplere Yaklaşımları”, Dinî Araştırma-
lar, 6/18, s. 154.
88 Sayım, H., (2004), 1/16, s. 97.
89 Floramo, G., (2005), s. 121-122.
90 Neşşâr, A. S., (1999), I, s. 263; Işık, H., (2006), Âmirî’ye Göre İslâm ve Öteki Dinler, İstanbul, İz Yayınları, s. 73-74.
91 Tümer, G.,-Küçük, A., (2002), s. 121.
92 Mâtürîdî, (2009), s. 402.
93 Mâtürîdî, (2009), s. 403. Ayrıca bk. Mâtürîdî, (2009), s. 214; 402, 502.
94 Mâtürîdî, (2009), s. 300. Mâtürîdî’nin aktarmış olduğu bu tanrı anlayışı muhtemelen Zerdüşt’ün yaşadığı dönemdeki bo-
zulmamış tanrı anlayışıdır. Zira Zerdüşt’ün tarif ettiği Tanrı (Ahura Mazda), bazı farklılıklarla birlikte ten tanrılı dinlerin,
özellikle İslâm’ın yüce ilahı Allah ile birçok ortak yönlere sahiptir. Konuyla ilgili ayrıntılı bilgi için bk. Eliade, M., (2003),
Dinler Tarihine Giriş, İstanbul, Kabalcı Yayınları, s. 91-93; Hacaloğlu, H., (1995), Zerdüşt: Ahura Mazda, İstanbul, Ruh
Madde Yayınları, s. 43-50; Tığlı, A., (2004), s. 125-126.
95 Mâtürîdî’nin Mecûsîler için kötülüğün sembolü olarak kullandığı Şeytan ismine karşılık olarak bazen “Angra Mainyu”,
bazen “Anuremîn”, bazen de Ehrimen isimleri kullanılır. Kötü ruhu temsil eden bu isimlendirmeler Mecûsîlikteki mono-
teist yapıyı, düalist hale ulaşacak derecede, Tanrı Ahura Mazda ile ortak vasıflarda bir karakter haline getirmiştir. Duman,
C., (2009), s. 25.
96 Mâtürîdî, (2009), s. 143.
97 Mâtürîdî, (2009), s. 113, 403; Mâtürîdî, (2004-2010), XV, s. 141
98 Mâtürîdî, (2009), s. 402.
99 Mâtürîdî, (2009), s. 315.
100 Mâtürîdî, (2009), s. 403.
101 Mâtürîdî, (2009), s. 312, 401.
102 Mâtürîdî, (2009), s. 214.
103 Krş. Şehristânî, M., (1976), el-Milel ve’n-Nihal, II, s. 260-268; Neşşâr, A.S., (1999), I, 259-265.
104 Ayrıca bk. Bağdâdî, A., (2005), el-Fark beyne’l-fırak, Kahire, BYY., s. 292, 309.
105 Araz, Ö.F., (2002), s. 43.
106 Bk. Şehristânî, M., (1976), II, 260-261; Neşşâr, A.S., (1999), I, 263-264.
107 Dinler tarihi kaynaklarında düalizmin iki tür varlığından bahsedilir. Mevcut yaratılıştan sorumlu ezelî iki prensibin var-
lığını ortaya koyan Radikal Düalizm ve yüce bir yaratıcının hükümdarlığını tartışma konusu yapmayan ılımlı ya da

636
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Monarşist Düalizm. Düalizmin bu türünde ikinci prensip, daha sonra ortaya çıkar ve kaynağını birinci prensiple yola
çıkan sistem içindeki bir yanlışlıktan alır (Eliade, Dinler Tarihi Sözlüğü, s. 83). Bu bilgilere göre Mâtürîdî’nin görüşlerini
aktardığı birinci grup Mecûsîler, Monarşist Düalizm’i temsil ederken, ikinci gruptakiler, Radikal Düalizm’i temsil etmek-
tedirler.
108 Mâtürîdî, (2009), s. 214.
109 Mâtürîdî, (2009), s. 215.
110 Mâtürîdî, (2009), s. 215.
111 Mâtürîdî, (2009), s. 402. Mâtürîdî’nin naklettiği bu bilgiler, günümüz verileri ile uyuşmaktadır. Şöyle ki Zerdüştlük aki-
desine göre âlem ezeli değildir, bir başlangıcı vardır, o da onu var eden Tanrı’dır, Ehrimen değildir. O halde Tanrı akıllı bir
varlık olduğu için âlem, yalnızca Ehrimenin kötü niyetinden Tanrı’nın acı çekmesine sebep olabilecek zararı def etmek
için yaratılmıştır. Şu halde yaratılış kötülüğü sıfırlamak için Tanrı’nın bir planıdır. Demir, Mit Akıl ve Kozmos, s. 221.
Ayrıca bk. Messadie, G., (1998), s. 139-140; Araz, Ö.F., (2002), s. 39-40; Tığlı, A., (2004), s. 122.
112 Mâtürîdî, (2009), s. 300.
113 Mâtürîdî, (2009), s. 403.
114 Mâtürîdî, (2009), s. 116.
115 Mâtürîdî, (2009), s. 214. Ayrıca bk. Mâtürîdî, (2009), s. 312, 401.
116 Mâtürîdî, (2009), s. 216.
117 Bu konuda ayrıntılı bilgi için bk. Önal, R., (2013), Ebû Mansûr el-Mâtürîdî’ye Göre İslam Dışı Dinler, Bursa, Emin Yayın-
ları, s. 93-105.
118 en-Nîsâ, 4/47.
119 Mâtürîdî, (2004-2010), III, s. 254. Benzer yorumlar için ayrıca bk. Mâtürîdî, (2004-2010), IV, s. 160; V, s. 263.
120 el-En’âm, 6/156.
121 Mâtürîdî, (2004-2010),, II, s. 328; V, s. 261, 263.
122 Mâtürîdî, (2004-2010), II, s. 328; IV, s. 160. Bununla birlikte günümüz yerli ve yabancı dinler tarihi araştırmalarına bakıl-
dığında Mecûsîlerin dinsel öğretilerinin yer aldığı birçok kutsal metinlere sahip oldukları anlaşılmaktadır.Fakat Kur’an’da
Mâtürîdî’nin de belirttiği gibi Allah Teâlâ, ilahî kitaplarını belirtmek üzere Tevrat, Zebur, İncil ve Kur’an gibi ilahi kitaplar
dışında açıkça herhangi bir kitaptan bahsetmemiştir. Muhtemelen Mâtürîdî’nin onların ilahi bir kitaba sahip olmadıkla-
rına yönelik bir karara varmasının temel nedeni, Kur’an’ın onların kitaplarından adı geçen diğer kitaplarla birlikte vahiy
kaynaklı olduğu yönünde bir beyanda bulunmamış olmasıdır. Zira Kuran, ilahî karakterli gerçek kitaplara, vahiylere ve
sahifelere açıkça işaret etmiş, bundan başka herhangi bir açıklama da bulunmamıştır. Krş. Güner, O., (1997), Resûlullah’ın
Ehl-i Kitapla Münasebetleri, Ankara Fecr Yayınları, s. 34, 56.
123 Mâlik b. Enes, el-Muvattâ, “Zekât”, 42; Ebû Ubeyd, K., (1975), Kitâbu’l-Emvâl, Beyrut, BYY., s. 40.
124 Mâtürîdî, (2004-2010), II, s. 159, 328; IV, s. 160; VI, s. 333-335.
125 Ehl-i kitap kapsamına hangi dinlerin girip girmediğine ilişkin görüşleri için bk. Önal, R., (2013), s. 93-105.
126 Mâturîdî, (2004-2010), VI, s. 329 vd. Ayrıca bk. Mâturîdî, (2004-2010), II, s. 42; IV, s. 160
127 Mâturîdî, (2004-2010), II, s. 42. Ayrıca bkz. Mâturîdî, (2004-2010), IV, s. 160.
128 Mâturîdî, (2004-2010), IV, s. 160; VI, s. 331.
129 Mâturîdî, (2004-2010), II, s. 328; IV, s. 160.
130 Dârekutnî, A., (1966), es-Sünen, “Cizye”, I (II, 154); Ebû Yûsuf, E., (1972), Kitâbu’l-Harâc, Kahire, s. 140.
131 Mâtürîdî, Te’vîlât, II, s. 159.
132 Mâlik b. Enes, el-Muvattâ, “Zekât”, 42; Ebû Ubeyd, K., (1975), Kitâbu’l-Emvâl, Thk.: Halil Herrâs Muhammed), Beyrut, s.
40.
133 Mâtürîdî, (2004-2010), II, s. 328.
134 Mâtürîdî, (2004-2010), IV, s. 160.
135 Mâtürîdî, (2004-2010), V, s. 195, 199.
136 Mâtürîdî, (2004-2010), IV, s. 143.
137 Mâtürîdî, (2004-2010), V, s. 195
138 Mâtürîdî, (2004-2010), IV, s. 159-160.
139 Mâtürîdî, (2004-2010), IV, s. 160.
140 Mâide 5/5.
141 Mâtürîdî, (2004-2010), I, s. 183.
142 Mâtürîdî, (2004-2010), I, s. 183. Mâtürîdî’ye göre Mecûsîler ne ahirete ne de yeniden dirilişe iman etmektedirler. Halbuki
Mâtürîdî’nin bu görüşlerini kaynaklar doğrulamamaktadır. Zira konuyla ilgili yerli ve yabancı kaynaklara bakıldığında
Mecûsîlerin, yeniden diriliş, hesaba çekilme, sırat köprüsü, cennet ve cehennem gibi ahiret ile ilgili temel inançlara sahip
oldukları anlaşılmaktadır. Mecûsîler’in Ahiretle ilgili temel inançları hakkında geniş bilgi için bk. Eliade, M., (1997), s.
310-311; Messadie, G., (1998), s. 143; Bilgin, M. S. ,(2003), Zarathuştra, İstanbul, Berfin Yayınları, s. 407-447; Araz, Ö.F.,
(2002), s. 74-81.

637
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Kaynakça
Araz, Ömer Faruk, (2002), Zerdüştîliğin Doktrinleri, Basılmamış YL Tezi, İstanbul, MÜSBE.
Ayata, Eshat, (2003), Zerdüşt: Avesta Bölümler, İstanbul, Kora Yayınları.
Bağdâdî, Abdü’l-kâhir el-, (2005), el-Fark beyne’l-fırak, Nşr, M. Muhyiddin
Abdülhamid, Kahire.
Bilgin, M. Sıraç,(2003), Zarathuştra, İstanbul, Berfin Yayınları.
Cilacı, Osman., (2002), Günümüz Dünya Dinleri, Akara, DİB Yayınları.
Dantzig, G.J.A., (1999), Zerdüşt’ün İlahileri, Trc. Nergiza Tori, İstanbul, Peri Yayınlar
Dârekutnî, Ali b. Ömer, (1966), es-Sünen, Kahire.
Demir, Hilmi, (2011), “İmâm Mâturîdî’nin Gnostik Akımlarla Mücadelesi”,
Mâturîdî’nin Düşünce Dünyası, Ankara, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları.
Duman, Cengiz, (2009), Mecûsîlik: Zerdüştlük Dini, Ankara.
Düzgün, Şaban Ali, (2011), “Mâturîdî’nin Kur’an Yorum Yöntemi”, Mâturîdî’nin
Düşünce Dünyası, Ankara, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları.
Ebû Ubeyd, Kasım b.Selâm, (1975), Kitâbu’l-Emvâl, Thk. H. H. Muhammed, Beyrut.
Eliade, Mircea, (1997), Dinler Tarihi Sözlüğü, trc. A.Erbaş, İstanbul, İnsan Yayınları.
____________, (2003), Dinler Tarihine Giriş, trc. L. Arslan, İstanbul, Kabalcı Yayınları.
Floramo,Giovannı, (2005), Gnostisizm Tarihi, trc. S. BAŞ, İstanbul, Litera Yayınları.
Gündüz, Şinasi, (1998), Din ve İnanç Sözlüğü, Konya, Vadi Yayınları.
____________, (2003), “Mecûsîlik”, Diyanet İslam Ansiklopedisi, Ankara, TDV Yayınları, XXVIII, s. 280.
Güner, Osman, (1997), Resûlullah’ın Ehl-i Kitapla Münasebetleri, Ankara, Fecr Yayınları.
Hacaloğlu, Haluk, (1995), Zerdüşt: Ahura Mazda, İstanbul, Ruh Madde Yayınları
Hançerlioğlu, Orhan, (1993), Dünya İnançlar Sözlüğü, İstanbul, Remzi Kitapevi.
Işık, Hidayet, (2006), Âmirî’ye Göre İslâm ve Öteki Dinler, İstanbul, İz Yayınları.
___________, (2004), “İslâm Bilginlerinin ‘Seneviyye’ Adı Altında Düalist Dinlere ve
Mezheplere Yaklaşımları”, Dinî Araştırmalar, 6/18, ss. 149-172.
Mâturîdî, Ebû Mansûr el, (2004-2010, Te’vîlât Kur’an, nşr. A.Vanlıoğlu, B. Topaloğlu. İstanbul, Mizan Yayınları.
__________, (2009), Kitâbü’t-Tevhîd Tercümesi, trc. B.Topaloğlu, Ankara, İSAM Yayınları.
Messadie, Gerald, (1998), Şeytanın Genel Tarihi, trc. I. Ergüden, İstanbul, Kabalcı Yayınları.
Neşşâr, Ali Sami,(1999), İslâm’da Felsefî Düşüncenin Doğuşu, trc. O. Tunç, İstanbul, İnsan Yayınları.
Önal, Recep, (2013), Ebû Mansûr el-Mâturîdî’ye Göre İslam Dışı Dinler, Bursa, Emin Yayınları.
Özdemir, Metin, (2011), “Mâturîdî’nin Kötülük Problemine Yaklaşımı”, Mâturîdî’nin Düşünce Dünyası, Ed. Ş.A. Düzgün, An-
kara, Kültür ve Bakanlığı Yayınları.
Sayım, Huzeyfe, (2004), “Zerdüştîlik’de Kozmogoni ve yaratılış”, EÜSBD, 1/16, ss. 91-101.
Şehristânî, Muhammed eş-, (1976), el-Milel ve’n-Nihal,Nşr. Muhammed Seyyid Geylani, Kahire.
Taraporewala, Irach, (2009), Zerdüşt Dini, trc. N. Damar, İstanbul, Avesta Yayınları.
Tığlı, Asiye, (2004), Zerdüşt: Hayatı ve Öğretisi, İstanbul, Beyan Yayınları.
Topaloğlu, Bekir, (2008), Allah İnancı, İstanbul, İSAM Yayınları.
Tümer, Günay- Küçük, Abdurrahman, (2002), Dinler Tarihi, Ankara, Ocak Yayınları.
Yakub b. Ebû Yûsuf, (1972), Kitâbu’l-Harâc, Kahire.

638
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Yrd. Doç. Dr. Recep ÖNAL


1975 yılında, Giresun’un Dereli ilçesinde doğdu. 1988’de Yeşil Giresun İl-
köğretim Okulu’ndan, 1996’da Giresun İmam Hatip Lisesi’nden, 2001’de
Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden mezun oldu. 2003 yılında Di-
yanet İşleri Başkanlığı Bursa İl Müftülüğü bünyesinde İmam Hatip ola-
rak memuriyete başladı. 2005 yılında Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilim-
ler Enstitüsü Temel İslam Bilimleri Kelâm Ana Bilim Dalı’nda başladığı
Yüksek Lisansını 2007 yılında tamamladı. Aynı yıl Sakarya Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslam Bilimleri Kelâm Ana Bilim Da-
lı’nda Doktoraya başladı. 2013 Ocak ayında “İmam Mâtürîdî’ye Göre İs-
lam Dışı Dinler” konulu teziyle doktorasını tamamladı. 2009 yılına ka-
dar Bursa’nın merkez ilçesi Osmangazi Ebu İshak Camiinde İmam Hatip
olarak görev yapmış olan Önal 15.10.2009 tarihinden itibaren Diyanet İş-
leri Başkanlığı tarafından Oslo Büyükelçiliği bünyesinde Norveç/Dram-
men Diyanet Merkez Camiine Din Görevlisi olarak atandı. 01.08.2013
tarihinde Balıkesir Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Kelam Anabilim Da-
lı’na Yrd. Doç. Dr. olarak (Öğretim Üyesi) atandı. Halen bu görevine de-
vam etmektedir. Evli ve bir çocuk babası olan Önal, Arapça ve İngilizce
bilmektedir. Akademik çalışmalarına devam eden Önal, çeşitli alanlarda
ilmî eserler kaleme almış ve birçok akademik toplantılara iştirak etmiştir.

İmâm Mâturîdî Döneminde


Mâverâünnehir’in
İnanç Coğrafyası
Giriş
Mâverâünnehir bölgesi, ilk çağlardan beri çok kültürlü
ve çoğulcu özelliğini her zaman korumuştur. Bunun
birçok sebepleri olmakla birlikte bunlar arasında rol
oynayan en önemli etken ticaret yoluyla gerçekleşti-
rilen beşerî münasebetler ve misyonerlik faaliyetle-
ridir.1 Zira ticaret yollarının ve rotalarının merkezi
konumunda olan bölge, bu özelliğiyle yüzyıllarca ti-
caret malları ve kervanlarının eşliğinde dinleri, fel-
sefeleri, sanatsal modelleri, antik el yazmalarını ve
gezgin misyoner keşişleri de Doğu’dan Batı’ya, Gü-
ney’den Kuzeye taşıyarak yayılmasına, karşılaşma-
sına ve birbirlerini etkilemesine neden olmuştur. Bu
bakımdan bölge, kervanlar vasıtasıyla dışarıdan ta-
şınan farklı inanç ve felsefelerin burada zengin ve
canlı bir düşünce ve bilim ortamına yol açmasında
çok önemli rol oynamıştır.2 Yabancı din mensupla-
rıyla yan yana veya birlikte yaşayış yoluyla temas ve
sirayetin yanı sıra siyasî, ekonomik ve askerî gibi bir-
çok şartların da bu süreçte önemli rol oynadıklarını
göz önünde bulundurmak gerekir.3

639
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Diğer taraftan bölgede siyasî dengeyi sağlayacak bir üzere yaşamaya devam etmişlerdir. Dahası, bu top-
yönetim ile dinî hayatı kontrol edecek bir bir devlet raklarda Hint kökenli Sumeniyye (Budizm) dahi or-
dininin mevcut olmaması da önemli rol oynamıştır.4 taya çıkabilme olanağı bulabilmiştir.9
Zira bu özelliği sebebiyle bölge, hem etnik hem de din Orta Asya’da farklı din ve inançlara sağlanan bu öz-
bakımından bir birlik arz etmeyen, aksine farklı din- gür ortam, bir taraftan bilim ve düşüncenin gelişebi-
lere ve kültürlere sahip kimseleri bünyesinde barındı- leceği uygun bir zemin oluştururken, diğer taraftan
ran, siyasî, sosyal, kültürel ve dinî faaliyetler bakımın- da dinlerin rasyonel ve kalıplaşmış anlayışlarının dı-
dan oldukça canlı olan bir konuma sahip olmuştur. şındaki aykırı yorumlarını benimseyen anlayışların
Buna ek olarak İran ve çevresinde cezalandırılan çe- buralara sığınmasına da yol açmıştır. Bu durumda da
şitli din mensupları Mâverâünnehir’de emin bir sığı- bölge inanç ve felsefî bakımdan bir zenginleşmeye git-
nak bulmuşlardır. Bu bağlamda III. ve IV. yüzyıldan miştir. Bu durumun farkında olan Richard Folz, İpek
itibaren Hindistan ve Çin’den gelen Brahmanizm ve Yolu Dinleri eserinin bir bölümüne yerinde bir tes-
Budizm; İran’dan gelen Zerdüştîlik, Manihezim ve pitle, “Mu’tezîliler İçin Sığınak: İpek Yolunda Nastûrî-
Nastûrîlik; Kafkas yolundan Yahudilik; İran ve Kaf- ler ve Maniheistler” başlığını uygun görmüştür. Ger-
kas yollarından İslam gibi çeşitli din mensupları, Orta çekten de konu yakından incelendiği zaman ortaya
Asya’ya yerleşmişler ve kendi cemaatlerini oluştura- çıkmaktadır ki Orta Asya bölgesi buraya nüfuz et-
bilmişlerdir.5Bu durum özellikle Orta Asya’nın doğu miş bütün dinlerin daha çok rasyonel yorumunu ve
kısmının din ve felsefelerin kaynaştığı bir pota oldu- felsefî açıklamasını yapan anlayışlarının kolay yayıl-
ğunu göstermektedir. Dolayısıyla Mâturîdî döneminde dığı bir alan olmuştur.
Mâverâünnehir ve çevresinde başta Mecûsîlik olmak
Mâturîdî, böyle bir çevre içinde yetiştiği için, özel-
üzere Menâniyye, Sâbiîlik, Maniheizm, Deysâniyye,
likle Arap, Yunan, Fars ve Hind kültürünü yakından
Merkûniyye, Mâneviyye, Dehriyye, Sümeniyye, Ya-
tanıma fırsatı bulmuş, bu fırsatı değerlendirerek dö-
hudilik ve Hıristiyanlık gibi İslam dışı dinler varlı-
nemindeki dinî ve felsefi akımları iyi tanımaya ça-
ğını devam ettirmişlerdir.
lışmıştır. Bu gayretleri de onun kendi fikirlerini olgun-
Mâturîdî’nin yaşadığı dönemde hüküm süren Sâmâ- laştırmasına ve sistematik hale getirmesine yardımcı
noğullarının dinlere müsamaha göstermeleri ve bir- olmuştur. Mâturîdî’nin Kitâbü’t-Tevhîd ve Te’vilâtü’l-
takım imtiyazlar vermeleri de Orta Asya’da çeşitli Kur’an adlı eserleri incelendiğinde ele aldığı çeşitli
din ve inançların yararına olmuştur. Zira bu dinlere din, mezhep ve düşüncelerin o bölgede bulundukları
bağlı misyonerler ve dinî cemaat önderleri verilen bu veya bölgeye etki ettikleri görülmektedir. Bu çerçe-
imtiyazları, kendi lehlerine kullanarak bölgede rahat vede Mâturîdî, eserlerinde Hariciyye, Şia, Mu’tezîle,
yayılma ve gelişme imkânını bulmuşlardır.6 Özellikle Mürcie, Cebriyye, Cehmiyye, Müşebbihe ve Müces-
Baykent, Buhârâ ve Semerkand İslam dininin bölgeye sime, Kaderiyye, Ashâbü’l-hadis gibi İslamî mezhep-
gelmesinden önce başta Maniheizm, Zerdüştîlik ve lerden; Mecûsîlik, Manihezim, Deysâniyye, Merkû-
Budizm olmak üzere Menâniyye, Deysâniyye, Hrısti- niyye gibi düalist (senevî) gruplardan, Sümeniyye,
yan Nestûrîler ve Yahudilik gibi çeşitli dinlerin bölgesi Berâhime, Yahudi ve Hıristiyanlık gibi İslam dışı
olmuştur.7 Bu nedenle Orta Asya’da gelişen dinî dü- dinlerden ve son olarak Dehriyye, Tabiatçılar ve So-
şünce, İslam dünyasının daha iç bölgeleri olan Suriye, fistâiyye gibi felsefî inanç gruplardan bahsetmiştir.
Mısır ve Hicaz’da gelişen dini düşünceye göre daha
Bu araştırmada Mâturîdî’nin yaşadığı dönemde mev-
esnek, daha felsefî, daha tartışmaya açık ve daha çok
cut olan veya etkisi bulunan din, mezhep ve felsefî
evrensellik iddiası taşımıştır. Bu farklılıklar içinde ge-
akımlar müstakil başlıklar altında genel hatlarıyla
lişen bilim ve düşünce de başka din ve felsefelere hoş-
tanıtılmaya çalışılacaktır. Bunu yaparken de söz ko-
görü ile bakabilen bir gelenek oluşturmuştur. Bu yö-
nusu din, inanç ve felsefe ekolleri “Kelam Ekolleri”,
nüyle Orta Asya, antik çağın dinî ve felsefî bakımdan
“İslam Dışı Dinler” ve “Felsefe Ekolleri” olmak üzere
en renkli bölgelerinden birini oluşturmuştur. Din ve
üç başlık altında ele alınacak; bu bağlamda dönemin
felsefeler burada tartışarak bir senteze ulaşmışlardır.8
inanç haritası tespit edilmeye çalışılacaktır.
Söz konusu bu bölgelerde tarih boyu hiçbir yerde tu-
tunamayan ve çeşitli baskılara maruz kalan pek çok Kelam Ekolleri
Yahudi, Hıristiyan ve Deysâniyye, Markûniyye, Ma- Hz. Muhammed’din vefatından IV./X. asra kadar ge-
niheizm gibi dualist inanç mensupları kendi inançları çen zaman dilimi, İslam dinini anlama ve yorumlama

640
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

konusunda İslam’ın siyasî, itikadî ve fıkhî mezhep- Semerkand gibi şehirleri İpek Yolunun sağladığı em-
lerinin doğuş ve gelişme dönemi olmuştur. Bu za- niyet ve yol güvenliğinden yararlanarak bir uğrak yeri
man zarfında en başta tarihî, siyasî ve sosyal olaylar haline getirmiş, buralarda medreseler inşa ederek ta-
gibi çeşitli sebeplerle çok sayıda farklı kelam ekol- raftar kazanmaya çalışmıştır.15 Özellikle bu dönemde
leri/mezhepleri ortaya çıkmıştır. İslam düşüncesi- Mâverâünnehir sadece söz konusu mezheplerin de-
nin gelişmesinde önemli rol oynayan söz konusu bu ğil, çeşitli dinî ve felsefî düşünce ekollerine mensup
ekoller, İslam’ın bünyesinden neşet etmesi nedeniyle olanların da yoğun bir şekilde yaşadığı bir bölge ol-
İslam mezhepleri diye anılmışlardır. Klasik sınıflan- muştur.16 Çünkü Mâturîdî’nin yaşadığı dönemde Ma-
dırmayla bu mezhepler, “Ehl-i Sünnet” ve “Ehl-i Bi- veraünnehire komşu olan bölgelerde söz konusu dini
dat” şeklinde iki gruba ayrılarak değerlendirilmiştir.10 ve felsefi hareketler siyasi otoriteden bağımsız hareket
Hz. Muhammed’in vefatından sonra Müslümanlar edemedikleri gibi baskı altında tutulmuşlar, bu ne-
arasında hilafet/imamet tartışmaları ile Cemel ve Sıf- denle faaliyetlerini daha çok gizli olarak gerçekleştir-
fın savaşları gibi ilk kez baş gösteren siyasî çatışma ve mişlerdir. Oysa Mâverâünnehir bölgesinin durumu
karışıklıklarının ortaya çıkardığı bazı kelamî problem- farklı olmuştur. Önceleri Abbâsî devletine bağlı yarı
ler, İslam dünyasında Havariç, Şia ve Mürcie gibi ilk bağımsız bölge, sonraları ondan ayrılıp müstakil bir
siyasî mezheplerin oluşmasına neden olmuştur.11 Bu devlet olan Sâmânîler’in yönetimi altına girmiştir.
siyasî mezheplerin dışında İslam dünyasında çeşitli Bilhassa Samani hükümdarlarının farklı inanç grup-
itikadî mezhepler de ortaya çıkmıştır. Bunda İslamî larına müsamahalı davranması, bölgenin farklı yer-
fetihlerin genişlemesiyle farklı din, kültür ve mede- lerde baskı gören siyasî, dinî ve felsefî pek çok mez-
niyetler arasında dinî, ilmî ve kültürel alanda etki- hepler için cazip hale gelmesine neden olmuştur.17
leşimin olması, Hint, İran ve Yunan kültürlerine ait Mâverâünnehir’deki ilk mezhep hareketini Hâricîlikle
temel eserlerin tercüme edilmesi neticesinde dini an- başlatmak mümkün görünse de Mürcie, Şia ve Mu‘te-
lamada felsefî, kelamî, batınî ve zahirî birçok yeni fi- zile’nin de erken dönemde faaliyetlerine başladığını
kir ve yaklaşımların neşet etmesi gibi çeşitli amiller söyleyebiliriz. Ayrıca Zeydiyye ve İsmailiyye mezhep-
önemli rol oynamıştır. Öte taraftan Müslüman âlim- leri de daha sonraki dönemlerde faaliyetlerine başla-
lerin, farklı din mensuplarına İslâm’ı anlatma ve pek mışlardır. Bölgeye genel olarak bakıldığında; Hâricî-
çok düalist ve inkârcı akımların İslâm’a yönelik sal- ler, Kirman ve Sistan’da; Şia, Keşan, İsfehan, Kum ve
dırı ve ithamlarına karşı onu savunmaya çalışmaları Rey’de; Zeydîler, Cürcan ve Taberistan’da; İsmailîler,
da bunda etkili olmuştur. Neticede tüm bu iç ve dış batı İran, Rey ve daha sonra Horasan’da; Mu’tezîle ise
amiller İslâm toplumunda Cebriyye, Cehmiyye, Ka- İstahr, Ermeniye, Azerbeycan ve Kirman’da varlık-
deriyye, Mu’tezîle, Selefiyye gibi çeşitli itikadî mez- larını sürdürmüşlerdir.18
heplerin ortaya çıkmasına zemin teşkil etmiştir.12
Mâturîdî’nin yaşadığı çağda faaliyet gösteren söz ko-
Ayrıca tercüme yoluyla Hint, İran ve Yunan meşeili
nusu mezhepleri burada müstakil başlık altında kı-
düşünce tarzının İslamî tefekküre girmesi İslam ça-
saca ele almak istiyoruz.
tısı altında Gulat-ı Şia, Sebeiyye, Keysâniyye, Zenâ-
dıka ve Şuûbiyye gibi gaybî ve bâtınî çeşitli mezhep- Haricîler
lerin de ortaya çıkmasına neden olmuştur.13 Hâriciyye, İslam tarihinde ortaya çıkan itikadî ve
X. yüzyıla gelindiğinde ise Ehl-i Bidat olarak kabul siyasî mezheplerin ilkidir. Hâriciyye ismi Sıffın sa-
edilen fırkalara karşı ehl-i sünnet görüşünü tem- vaşı’nda “hüküm vermek sadece Allah’a aittir”19 ve
sil eden Eş’ariyye ve Mâturîdiyye kelam ekolleri or- “Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar
taya çıkmıştır. Ebu’l-Hasan el-Eş’arî Eş’ariyye mez- kâfirlerin ta kendileridir.”20 ayetlerinden hareketle ha-
hebini kurmuştur. Mâturîdiyye ekolü ise Sâmânîler kem tayinine (tahkîm) razı olanları tekfir edip, Hz.
devri âlimlerinden Ebu Mansûr el Mâturîdî tarafın- Ali’nin hilafetine karşı çıkarak ona itaati terk eden-
dan kurulmuştur.14 ler için kullanılmıştır. “Harûriyye”, “Şurât” ve “Mu-
Mâturîdî’nin yaşadığı yıllarda Semerkant ve Horasan hakkime” gibi çeşitli isimlerle de anılan Hâriciyye
çeşitli dini felsefi ve etnik grupların bir arada yaşadığı zamanla farklı görüşler benimsedikleri için kendi
kozmopolit bir özelliğe sahiptir. Mu’tezile, Ehlü’l-Ha- içinde çeşitli kollara ayrılmıştır.21
dis, İsmâiliyye, Hariciyye, Zeydiyye, Mürcie ve Kerrâ- Emevîler’in son dönemlerinde Horasan’da faaliyet gös-
miyye gibi hemen her İslamî grup Baykent, Buhârâ, teren Hâricîler, Abbasî döneminde ise Mâverâünnehir

641
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

bölgesinde etkin hale gelerek büyük çaplı faaliyetler İsmâili Fâtımiler M. 909’da Mısır’da, Şiî Zeydîler de
göstermiş, özellikle Kirman ve Sistan bölgelerinde bir- 964’de Cürcan ve Taberistan’da bir başka Şiî devletini
çok isyanlar çıkartarak yönetimi zor durumda bırak- kurmuşlardır.29 Öte taraftan Büveyhiler de, hem Şi-
mışlardır. Hâricîler, Sicistan, Herat ve Horasan gibi İs- iliği hem de Mu’tezîle’yi desteklemişlerdir. Bütün bu
lam’ın doğu bölgelerinde, sayıları oldukça fazla olup, gelişmeler Şiî hareketlerin siyasî bir güç elde etmesine,
söz konusu bölgelerde hakim konuma gelmişlerdir.22 gelişmesine ve yayılmasına hız kazandırmış, özellikle
Sâmânîler döneminde ise, özellikle Sistan, Keruh ve Fatımiler etkili ve yayılmacı politikaları sayesinde kısa
Esterbiyan’da çok sayıda Harici topluluğunun yaşa- sürede Kuzey Afrika’nın yanı sıra, Suriye, Filistin ve
dığı bilinmektedir. Ayrıca X. asırdan itibaren Hora- Arap yarımadasının ekseriyetini hâkimiyetleri altına
san ve Mâverâünnehir, Kirman, Sicistan ve Faris gibi almışlardır.30 Buna mukabil Sünnilik de bu süreç içe-
bölgelerde isyanlarını azaltan Haricîler, kendi arala- risinde güçlenmiş, özellikle Buhara bölgesi Sünniliğin
rında bir birlik ve ahenkli bir inanç sistemi meydana bir merkezi haline gelmiştir.31 Öte taraftan Sâmânî-
koyamadıkları için zamanla bu bölgelerdeki etkile- ler, ilk dönemlerde Cürcan ve Taberistan’da hâkim
rini kaybederek tarihe karışmıştır.23 olan Şiî Zeydîler devleti ile mücadele etmişler ve za-
man zaman adı geçen topraklar üzerinde hâkimiyet
İmâm Mâturîdî eserlerinde Hâriciyye’den sıklıkla
kurmuşlardır.32 Fakat daha sonra Sâmânîlerin Şiiliğe
bahsetmiş ve büyük günah (kebîre), şefaat, iman,
karşı son derece sempatik davranış sergilemeleri çe-
imanda istisna gibi konulara ilişkin görüşleri sebe-
biyle onları eleştirmiştir.24 şitli Şii kollarının Mâverâünnehr bölgesinde kolayca
yayılmasına ve güçlenmesine zemin hazırlamıştır.33
Şia
Şiilik Mâverâünnehr’de Horasan yoluyla yayılmaya
Şia, Hz. Peygamber’den sonra imametin/halifeliğin başlamıştır. Bilhassa Horasan’daki Şiî reisi Muham-
nas ve tayinle Hz. Ali ve Ehl-i Beyt’e ait olduğuna ve med Nahşebi, Sünnîliğin siyasî üstünlüğüne son ver-
imamların tıpkı peygamber gibi büyük küçük her mek ve daha güçlü propaganda yapmak için Sâmâni-
tür günahtan korunmuş (masum) olduğuna inanan ler’in merkezi olan Buhârâ’ya gitmiş; orada, Sâmânî
kimselere verilen ortak bir isimdir.25 devletinin önemli mevkilerini işgal eden kişileri Şiî-
Şiiler zaman içerisinde birbirinden farklı görüş ve liğe sokmayı başarmıştır.34 Nitekim Sâmânî emiri II.
inançlara sahip oldukları için Keysâniyye, Muhta- Nasr (301-331/914-943) bu propagandanın etkisi al-
riyye, Zeydiyye, İmâmiyye, Gâliyye, Râfıza, Bâtı- tında kaldığı için Şiilere müsamahalı davranmış ve
niyye, İsmâiliyye, Ravâfız, Sebeiyye, Karâmita gibi onları desteklemiştir. Bu durum Karmâtiyye ve Bâtı-
kendi içerisinde pek çok farklı kollara ayrılmıştır.26 niyye gibi Şii kollarının özellikle Nisabur, Horasan
Zamanla gelişen ve taraftarlarının artmasıyla güç- ve Mâverâünnehir’de yayılmalarına ve bu bölgele-
lenen Şiîlik, özelikle M. 661’de Hz. Ali’nin ve 681’de rin Şiilerin birer propokanta merkezi haline gelme-
Kerbelâ’da Hz. Hüseyin’in şehit edilmesinden sonra sine imkan sağlamıştır.35 Dolayısıyla Sâmânîler dö-
Emevî idaresine direnen dinî-siyasî bir hüviyet ka- neminde Horasan’da Merverrûd, Talikan, Meymene,
zanmıştır. Mücadelelerine Abbâsîler ve Sâmânîler Herat; Mâverâünnehr’de Nesef ve Buhârâ ile Cürcan
döneminde de devam eden Şiilerin çeşitli kolları, ve Taberistan Şiilerin çoğunlukta olduğu bölgeler ha-
Türklerin arasında da taraftar bulmuş, hatta Türk- line gelmiştir.36
lerin arasında ilk Bâtınî temayüller bu şekilde nüfuz Mâturîdî, eserlerinde Şiilerin farklı gruplarından bah-
etmiştir. Özellikle farklı dini ve etnik grupları içinde setmiş ve özellikle Bâtıniyye, Ravâfız, Karmâtiler gibi
barındıran Horasan ve Mâverâünnehr, Emevî aley- Şii fırkalarının görüşlerini çeşitli açılardan eleştirmiş-
htarları unsurların toplandığı ve Şii hareketlerin da- tir.37 Bu nedenle onun eserlerinde yer verdiği bu Şii
ima taraftar bulduğu bir bölge haline gelmiş ve Şiî- gruplarını kısaca tanıtmaya çalışacağız.
liğin yayılmasına imkân sağlamıştır.27 Şii hareketleri
içerisinde daha çok Arap olmayan Müslümanlar ara- Karmâtiler/Karâmita
sında Keysâniyye, İsmailiyye ve Zeydiyye kolları yayıl- Şiî-Batınî gruplardan biri olan Karmatîlik, Irak daisi
mIş, özellikle Nişapur merkez olmak üzere Rey, Bey- Hamdan b. Karmat (ö. 293/906) tarafından kurulmuş-
hak ve Tus şehirlerinde oldukça etkili olmuşlardır.28 tur. Sebeiyye ve İsmailiyye olarak da bilinmektedir.38
Şiîler ilk siyasî başarılarını M. 901 yılında Yemen’de Karmâtiler Irak, Suriye, Yemen, Bahreyn, Kuzey Af-
Şiî devletini kurmakla elde etmişlerdir. Daha sonra rika, Horasan ve Cibal bölgelerinde yoğun faaliyetlerde

642
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

bulunmuşlardır. Özellikle Bahreyn’de ciddi anlamda yo­rumlayıp din anlayışlarını inkâr veya ibâha sını-
güçlü konuma gelen Karmâtiler, M. 899’da siyasi ik- rına kadar götüren itikadî fırka­lar yanında, son de-
tidarı ele geçirerek kendi devletlerini kurmayı ba- rece gizli bir şekilde teşkilâtlanmış örgütler vasıtasıyla
şarmışlardır. Karmâti devleti 1077 yılına kadar var- mer­kezî idareye karşı girişilmiş isyan faali­yetlerinin
lığını sürdürmüştür.39 Bu bilgilere göre Karmâtiler’in başını çeken çeşitli siyasî grup­lar için de kullanılmış
Mâturîdî’nin yaşadığı dönemde İslam çoğrafyasında ortak bir lakaptır.47
güçlü bir yapıya sahip oldukları ve görüşlerini yaymak
Bâtınîler’e çeşitli bölgelerde ve muhtelif zamanlar­da
için aktif faaliyet içinde oldukları anlaşılmaktadır.
insanları farklı inançlara davet ettikleri için farklı
Mâturîdî, Şiilikle direkt bir ilişkisinden bahsetme- isimler verilmiştir. Nitekim İmam Gazzâlî, Fedâi-
yip Karâmita olarak ele alır, ancak diğer mezhep- hu’l-Bâtıniyye adlı eserinde Bâtınîlerin Karâmita,
lere oranla onlardan daha az bahseder. Bunun se- Karmâtiyye, Hurremiyye, Hurremdiniyye, İsmâiliyye,
bebi belki de Karamita’ya karşı usûl ve füru’ alanında Sebeiyye, Bâbekiyye, Muhammira ve Ta’limiyye gibi
iki reddiye yazdığı için tekrar gerek duymamasıdır. farlı isimlerle anıldığını ifade etmiştir.48 Bu isimlerin
Ancak Kitâbü’t-Tevhît’te ve Te’vîlât’ta Karâmita gibi dışında Haşhaşin, Zenâdıka, İbâhiyye ve Sabbâhiyye,
dinî gruplara karşı yine de mücedele yapıldığı görül- Mülhide, Mazdekiyye gibi farklı isimler de kullanıl-
mekte, onların fikirlerine yer verilmekte ve eleştiri-
mıştır. Bâtınîler, Irak, Bahreyn, Şam, Mısır, Hindis-
ler getirilmektedir.40 Karmatiler, her şeyi aydınlatan
tan, Horasan, İran, Türkis­tan gibi çeşitli İslam böl-
(aşkın) nurdan, karanlığın karışabildiği cevher, ateş,
gelerinde faaliyet göstermişlerdir.49
yıldız, ay ve güneşte varolan karanlık bir nurun doğ-
duğu şeklindeki görüşleri41 nedeniyle Mâturîdî tara- Mâturîdî’nin yaşadığı dönemde Bâtınîler Orta Asya,
fından eleştiri konusu olmuştur.42 Batı Hindistan, Güney-doğu Arabistan ve Kuzey Af-
rika’da oldukça güçlü konuma gelmiştir. Mâturîdî,
Râfıza (Râfîzîler)
eserlerinde Bâtınîler’in bu gücünü kırmak ve İslam’a
Mezhepler tarihi kaynaklarda Râfıza ismiyle kimlerin ayrıkı olan Batınî düşünceleri eleştiriye tabi tutarak
kastedildiği konusunda farklı görüşler ileri sürülmüş- çürütmeye çalışmıştır. Bu bağlamda Mâturîdî, Bâtınî-
tür. Örneğin Eş’arî, Râfıza ismini İmamiyye’ye karşılık ler’in Yunan felsefesinden, feyz ve sudur düşüncesi gibi
kullanmış ve Rafizîler’i, Gâliye ve Zeydiyye ile birlikte
bazı yönleri alarak Allah’ın isim ve sıfatları, Kur’an’ın
Şia’nın üç ana mezhebinden biri olarak sayar.43 Bağ-
anlaşılması ve hilafet müessesesi gibi bazı konulara
dadî ise Rafızîliği Şia ile eş anlamda kullanmış, bağ-
ilişkin ileri sürdükleri fikirlerine karşı etkin bir mü-
lamda Râfîzîlerin kendi içinde Zeydiyye, İmâmiyye,
cadele vermiştir.50
Keysâniyye ve Ğulât (Gâliye) şeklinde dört ana mez-
hebe ayrıldığını, Ğulât hariç diğer Rafızî grubların Cebriyye
küfre düşmeyen İslam fırkalarından olduğunu belirt- Kaderiyyenin aksine, insanın bir fiili işlerken buna
miştir.44 Buna göre denilebilir ki Râfîzîlik tek başına mecbur olup, kudret ve iradesinin bulunmadığını ve
müstakil bir fırkaya karşılık gelmeyip bazen İmamiy- tek failin Allah olduğunu savunurlar. Bu fikrin ilk
ye’nin yerine bazen de bütün Şiî grupları ifade ede- temsilcisi Cehm b. Saffan olduğu için onun adına
cek şekilde Şia’nın eş anlamlısı olarak kullanılmıştır. nispetle bu fırkaya Cehmiyye de denmiştir.51
Mâturîdî’nin Ravâfızla alakalı verdiği bilgiler, daha çok Cebriyye aslında sadece kader ve irade konusunda
Te’vîlât’ta geçmektedir.45 Onun ağırlıklı olarak eleş- fikirler ileri sürdükleri için diğer mezhepler gibi bir-
tiri yaptığı konuların başında ise Râfîzîler’in sahabe çok inanç ve kanattan müteşekkil sistemli bir mez-
hakkındaki görüşleri ve Hz. Ali’nin imameti ve tek- hep değildir. Aksine sadece bu konularda ileri sürülen
rar zuhuru, Ehl-i beyt anlayışı ve Hz. Ali’ye karşı Hz.
görüş, kanaat ve akideden ibarettir. Bu nedenle yu-
Ebû Bekir ve Ömer ile ilgili görüşleri gelmektedir.46
karı zikredilen görüşler kim tarafından savunulursa
Bâtıniyye ona Cebriyye ya da cebrî denilmiştir.52Örneğin Şeh-
Bâtıniyye Kur’an’ın gizli yorumuna dayalı inanç ve ristânî, Cebrî bakış açısını “Katıksız Cebriyye/Ceb-
düşünce sistemlerinin ortak adıdır. İslâm düşünce ta- riyye-i Hâlisa” ve “Mutedil Cebriyye” olmak üzere
rihinde Bâtıniyye, nasları zâhir-bâtın ayırımına tâbi iki kısma ayırmış, gerçek cebrilerin ilk kısma girdi-
tuta­rak te’viller yapan, İslâm’ın temel hü­kümlerini ğini ifade etmiştir. Bu bağlamda o, Neccâriyye, Dırâ-
bütün müslümanlann anlayışından farklı olarak riyye ve Küllâbiyye’den de bir grubun cebrî düşünceyi

643
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

savundukları için Cebriyye olarak değerlendirildiğine fırkaya bölünmüş, bunların her biri de kendi içinde
dikkat çekmiştir.53 çeşitli küçük alt gruplara ayrılmıştır. Bunlar arasında
Mâturîdî, Cebriyye’nin insanın fiilleri, istitaat, kud- en önemlileri Keysâniyye, Neccâriyye, Ubeydiyye, Sâ-
ret, irade ve kader gibi konulara ilişkin hemen hemen lihiyye, Gaylâniyye, Yunusiyye, Gassâniyye, Tûme-
bütün görüşlerine Kitâbü’t-Tevhît’te yer vermiş, bu ko- niyye, Merîsiyye, Sevbâniyye fırkalarıdır.63
nulara yönelik eleştirilerini hem Cebriyye’ye hem de Mürcienin yayıldığı bölgeler arasında Emevîler dö-
Mu’tezîle ve Kaderiyye’ye yöneltmiştir.54 neminde Kufe; Abbasilerin ilk yıllarında Horasan’da
Cehmiyye Belh; Tahiriler döneminde Nisabur, Rey ve Herat; Sa-
maniler döneminde ise Semerkand şehri gelmektedir.
Cebriyye mezhebinin en tipik bir örneği kabul edi- Mürciîlik özellikle Horasan ve Maveraünnehr bölgele-
len Cehmiyye, Ca’d b. Dirhem (ö. 124/742)’in talebesi rinde yayılmıştır. Hatta Horasan, diğer İslam beldele-
olan Cehm b. Safvân (ö. 128/745) tarafından kurul- rine kıyasla Mürcie mezhebi’nin en yaygın olduğu bir
muştur. Kaynaklarda bu fırkadan kurucusuna nis- yer olarak görülmektedir. Öyleki Horasan’daki Belh
petle Cehmiyye, insan özgürlüğü aleyhindeki (cebr) şehri, İslam düşünce tarihinde, bir mezhebin adıyla
görüşleri sebebiyle de Cebriyye diye bahsedilmekte- yani Mürcie’nin kalesi (Mürciabâd) adıyla meşhur ol-
dir.55 Cehmiyye diğer mezhepler gibi teşekkül etmiş muştur. Mâturîdî’nin yaşadığı Semerkand şehri ise er-
müstakil bir mezhep hüviyetini kazanamadığı için ken devirlerden beri Mürcie faaliyetlerinin merkezi
mezhepler tarihi kaynaklarında Cehmiyye’nin ismi olmuştur.64 Ayrıca Mürcie Samaniler devletinin ku-
ve tasnifine ilişkin çelişik bilgiler verilmiştir. Örne- ruluşunda önemli katkılar sağladıkları için Samanî
ğin bazı kaynaklar Cehmiyye’yi “Horasan Mürciesi” hükümdarları tarafından desteklenmişlerdir. Bu ne-
ve “Cebirci Mürcie” şeklinde isimlendirilerek Mürcie denle Samanilerin hâkim olduğu topraklarda kolayca
mezhebinin bir alt kolu olarak değerlendirirken,56 ba- yayılma imkânı bulmuştur.65
zıları da diğer mezheplerden ayrı müstakil bir fırka
olarak tanımlamışlardır.57 Mâturîdî Te’vîlâtü’l-Kur’an’ın değişik yerlerinde, Ki-
tabü’t-Tevhîd’de ise “el-Mes’ele fî’l-İrcâ’” adıyla müsta-
Cehm b. Saffan Mâturîdî’nin yaşadığı yer olan Se- kil bir başlık altında Mürcie’den genişçe bahsetmiştir.
merkand ve Horasan kentinde doğup büyümüştür. Burada özellikle Mürcie isminin tanımında hem fi-
Bu nedenle Cehmiyye fırkası daha çok Horasan ci- kir olunsa da bu ismin muhtevası ya da kime verile-
varında ve Nihavend’de yayılmıştır. Ancak zamanla ceği hususunda âlimler arasında ihtilaf çıktığını be-
müstakil mevcudiyetlerini muhafaza edememişler ve lirtmiştir. Mâturîdî, bu meseleyi Mürcie kelimesine
başka mezhepler arasında kaybolmuşlardır.58 farklı bir tanımlama getirerek çözümlemeye çalışmış-
Cehmiyye genel olarak Allah’ın zatı dışındaki sıfatla- tır. Ona göre biri övülen diğeri yerilen olmak üzere
rını, Rü’yatullahı, cennet ve cehennemin ebediliğini iki türlü ircâ/mürcie düşüncesi vardır. Övülen ircâ,
ve insanın özgür iradeye sahip olduğunu inkâr etmiş- Nisa 4/48. ayete istinaden şirk dışındaki büyük gü-
tir. Buna mukabil Kur’an’ın mahlûk olduğunu, imanı nahların hükmünün Allah’a havale edilmesini içer-
Allah’ı bilmek, küfrü ise O’nu bilmemek şeklinde mektedir. Övülen Mürcieyi ise, “Allah kendisine ortak
kabul etmiştir.59 Cebriyye İslam tarihinde daha çok koşulmasını bağışlamaz, bundan başkasını dilediğini
cebr meselesi ve Allah’ın sıfatlarını nefy etme (Cebr bağışlar. Allah’a ortak koşan da gerçekten büyük gü-
ve Ta’til) görüşleri ile şöhret bulmuştur.60 nah işlemiştir”66 ayetinde ifade edildiği üzere büyük
Mâturîdî, Cehmiyyenin yayıldığı bu bölgelerde eserle- günah sahibi hakkındaki hükmü Allah’a bırakarak
riyle onlara karşı fikri mücadelede bulunmuş, bu çer- o kimsenin cennetlik veya cehennemlik olması ko-
çevede, bazen mezhep kurucusu Cehm b. Safvan’ın nusunda bir şey demeyenlerdir. Yerilen/zemmedi-
ismini bazen de “Cehmiyye” şeklinde fırka ismini len ircâ da fiilleri Allah’a bırakarak, onlarda kulun
zikrederek, yukarıda zikredilen görüşlerini eleşti- eylem ve tedbirini reddeden cebir inancıdır. Zem-
riye tabi tutmuştur.61 medilen Mürcie ise, taat ve masiyet dâhil hiç bir fi-
ili kulun fiili olarak görmeyenlerdir.67 Dolayısıyla
Mürcie Mâturîdî, eserlerinde “Zemmidilen Mürcie”yi eleştir-
Mezhepler tarihi kaynaklarında Mürcie’nin tasnifi ve miş, “Övülen Mürcie”yi ise desteklemiştir. Mâturîdî,
muhtevasıyla ilgili birbirinden farklı bilgiler verilmek- kaynaklarda Mürcie fıkaları arasında gösterilen Ker-
tedir.62 Bu bilgilere göre Mürcie kendi içinde pek çok râmiyye ve Neccâriyye gibi fırkalara da temas etmiş

644
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

ve görüşlerini çeşitli açılardan eleştirmiştir. Bu ne- Selçuklular Devleti veziri Nizamülk (ö. 485/1092)’ün
denle burada iki grup hakkında da kısaca bilgi ver- desteğiyle Eş’arîliğin Horasan ve Irak bölgesinde hâ-
mek istiyoruz. kimiyet kurması, Kerrâmiyye’nin büyük ölçüde kan
Kerrâmiyye: kaybına uğramasına sebep olmuştur. Moğol istila-
sından sonra da bu mezhep varlığını ve görünürlü-
Kerrâmiye, zühd yönü ağırlıklı Muhammed b. Ker- ğünü büyük ölçüde yitirmiştir.74Mâturîdî, eserlerinde
râm es-Sicistanî’nin (ö. 255/869) fikirleri etrafında Kerrâmiyye’nin çeşitli görüşlerine yer vermiş, özel-
oluşan cemaatin zamanla kitlesel ve düşünsel açı- likle imanın tanımı ve muhtevasına ilişkin görüşle-
dan fırka özelliğini kazanması ile meydana gelmiş, rini eleştiriye tabi tutmuştur.75
özellikle IV./X. asrın ortalarından itibaren müsta-
kil bir ekol olarak ortaya çıkmaya başlamış bir fır- Neccâriyye
kadır.68 Kerrâmiyye mezhebinin tasnifi konusunda Neccâriyye, kurucusu Hüseyin b. Muhammed en-Nec-
mezhepler tarihi kaynaklarında farklı bilgiler veril- câr’a (ö. 230/ 844) nisbet edilerek bu ismi almıştır.76Ab-
miştir. Örneğin Mâturîdî, Kerrâmiyye’yi müstakil basi halifesi Me’mun döneminde (813-833) ortaya
bir mezhep olarak ele alırken Eş’arî Mürcie’nin bir çıkmıştır.77 Neccâriyye taraftarları Halku’l-Kur’an
alt kolu olarak göstermiştir. Hakîm es-Semerkandî meselesinde Mu’tezile’ye destek vererek Mihne hare-
(ö. 355/966) Mürcie mezhebine paralel bir konumda ketinde aktif rol almışlardır. Bu nedenle Neccâriler,
değerlendirirken, Makdisî hem Müşebbihe hem de özellikle Mütevekkül döneminde (847-861) Mihne
Mürcie grupları içerisine dâhil etmiştir. Bağdâdî ise olayına son verilip Mu’tezile’ye karşı cephe alınması
diğer mezheplerden ayrı müstakil bir mezhep ola- üzerine Irak’ı terk ederek,78 Mâturîdî’nin yaşadığı
rak ele almıştır. Şehristânî de Müşebbihe ile birlikte Maveraünnehir bölgesine özellikle Rey, Taberistan,
Sıfâtıyye grubu içerisinde müstakil bir mezhep ola- Cürcan ve Horasan şehirlerine gitmek zorunda kal-
rak değerlendirmiştir.69 mışlardır. Bu bölgelerde özellikle Şîliğin yayılmasına
karşı Sünnîliğin temsilcileri olarak devam etmişler-
Kerrâmiye ilerleyen zaman içerisinde kendi içinde
dir. Neccâriyye, zaman içerisinde farklı görüşler be-
farlı görüşler benimsemiş ve neticede pek çok kol-
nimseyerek kendi içinde Berğûsiyye, Zağferâniyye,
lara ayrılmıştır. Kaynaklarda Kerrâmiye’nin Hakai-
Müstedrike olmak üzere üç ana kola ayrılmıştır.79
kiyye, Tarâikiye, İshâkıyye, Abîdiyye, Tevniyye, Zer-
rîniyye, Vâhidiyye ve Heysamiyye gibi pek çok tali Mâturîdî, Neccariyye’den Hüseyniyye diye bahset-
kollara ayrıldığı bildirilmiştir.70 miştir. Özellikle Kitâbü’t-Tevhît eserinde Kaderiyye
ve Mu’tezîlenin görüşlerini eleştirirken Neccârîlerin
Kerrâmiyye, Mâturîdî’nin yaşadığı dönemde özellikle
görüşlerine de yer vermiş, kulun fiili, iradesi, istita-
Horasan, Mâverâünnehîr ve Kuzey Hindistan’da faa-
atı ve kudreti gibi konulara ilişkin fikrlerini eleştiri
liyetlerde bulunmuş, kendine has siyâsî, itikadî, fıkhî
konusu yapmıştır.80
ve tasavvufî görüşleri ile bu bölgelerde İslam dininin
kökleşmesinde önemli rol oynamıştır.71 Bu bölgeler- Mu’tezîle
den Cürcan, Nisabur, Herat ve Taberistan gibi çeşitli İnanç esaslarını aklın ışığı altında yorumlayarak sis-
yerlere de yerleşen Kerrâmiyye, bu bölgelerde çoğun- temleştiren ve bu suretle kelam ilminin kurucusu ün-
luğu ele geçirmeyi başarmış, özellikle Horasan böl- vanı alan Mu’tezile, Vâsıl b. Ata (ö. 131/748) ve Amr b.
gesinde Mu’tezile’ye karşı büyük bir üstünlük sağla- Ubeyd (ö. 145/763) önderliğinde Basra’da ortaya çık-
mıştır.72 Ayrıca Horasan’ı merkez edinmekle beraber mış, Ebu’l-Huzeyl el-Allaf (ö. 235/849) tarafından da
Mâverâünnehr’in Fergana, Huttel, Cürcan, Mervruz sistematik hale getirilmiştir.81
ve Semerkand gibi çeşitli şehirlerine de yayılmışlar ve Mu’tezîle mensupları ilerleyen zamanlarda birbirinden
bu bölgelerde hankah/medreseler kurarak faaliyetle- farklı görüşler benimseyerek önce biri Ebu’l-Huzeyl
rine devam etmişlerdir.73 el-Allaf liderliğinde Bağdat diğeri Bişr b. El-Mu’temir
Söz konusu bölgelerde oldukça etkili olan Kerrâmiy- (ö. 210/825) liderliğinde Basra olmak üzere iki ekole
ye’nin zamanla gelişmelere ayak uyduramaması, İslam ayrılmış,82 daha sonra bu ekoller de kendi içinde çeşitli
düşüncesindeki gelişmelere uygun bir yapı ve üslup fırkalara bölünmüştür. Bunların arasında en önem-
oluşturamaması zayıflamasına neden olmuştur. Buna lileri Vâsıliyye, Hüzeyliyye, Nazzâmiyye, Hadsiyye,
ek olarak bir taraftan Mâverâünnehir ve civarında Bişriyye, Muammeriyye, Sümâmiyye, Hişâmiyye, Câ-
Hanefiliğin gittikçe güç kazanması, diğer taraftan hızıyyeve ve Ka’biyye’dir.83Fakat Mu’tezîle’nin bütün

645
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

bu kolları Tevhid, Adalet, el-Menzile Beyne’l-Menzile- oynamıştır. Bu nedenle Mâturîdî eserlerinde eleştiri-
teyn, Va’d-Vâ’id, Emr-i bi’l-Ma’ruf Nehy-i ani’l-Mün- lerini özellikle bölgede etkili olan Ka’bî’ye yöneltmiş-
ker gibi dinin temel ilkelerini Usûlu’l-Hamse başlığı tir. Bununla birlikte Mâturîdî hem Bağdat Mu’tezî-
altında sistematize ederek bu beş esas üzerinde ittifak lesi hem de Basra Mu’tezîlesi’nin önde gelenlerinden
etmişlerdir. Buradan hareketle kendilerini Tevhid ve de bahsetmiştir. Bu çerçevede o, Mu’tezîlî görüşleri
Adelet Ehli olarak tanımlayıp diğer mezheplere karşı kimi zaman “el-Mu’tezîle, Mezhebu’l-Mu’tezîle, As-
vaziyet alışlarını şöhret bulmuş bu beş prensip etra- hâbu’l-i’tizâl, el-Kaderiyye, Mu’tezîle’nin çoğunluğu,
fında merkezileştirmişlerdir.84 Mu’tezîle’den bazıları” olarak anonim bir şekilde eleş-
Mezhebin iki önemli ismi olan Vâsıl b. Ata ve Amr b. tirmiştir. Kimi zaman da eleştirilerini Kâb’nin yanı
Ubeyd, Zerdüştîlik, Mazdekizm ve Maniheizm gibi sıra Ömer b. Said el-Bâhilî (ö. 300/913), Ebü’l-Hüzeyl
dinlerin düalist tanrı anlayışlarına karşı büyük bir el-Allaf, Nazzâm (ö. 231/845), Ebu Bekir el-Esam (ö.
mücadele vermişlerdir. Yine bu bağlamda yetiştirmiş 200/816) ve Cübbâi (ö. 321/933) gibi şahıslara veya
oldukları öğrencilerini de düalist dinlerin yaygın ol- doğrudan onların ilkelerine yöneltmiştir. Bu durum
duğu Horasan, Semerkand, Ermenistan ve diğer böl- Mâturîdî’nin hemen hemen bütün Mut’tezîlî görüş-
gelere onlara karşı fikri mücadelelerde bulunmaları lere ve bazı önemli meşhur âlimlere temas etmesi,
Mu’tezîle mezhebini çok iyi tanıdığını göstermektedir.
için göndermişlerdir. İşte bu durum söz konusu böl-
gelerde Mu’tezîlî fikirlerin yayılmasına imkân sağla- Mâturîdî’nin eserlerinde Mu’tezîle’ye yapılan ten-
mıştır.85 Böylece Semerkand ve Horasan gibi şehir- kitlerin en ağırlıklı noktasını varlık, tevhid ve iman
ler Mu’tezîlî grupların önemli merkezlerinden biri meseleleri teşkil eder. Va’d-vâ’id ve el-menzile bey-
haline gelmiştir. ne’l-menzileteyn gibi klasik Mu’tezîlî fikirler, eserle-
rinde temas edilen ve eleştirilen belli başlı konuları
Mâturîdî’nin yaşadığı döneme bakıldığında Mu’tezi-
oluşturur. Diğer taraftan o, Mu’tezîlî pek çok âlimi-
le’nin birçok yerde siyasi gücünü kaybettiği görülmek-
nin muhtelif konularda görüşlerini nakletmiş ve çe-
tedir. Şöyle ki; bilindiği üzere Mu’tezile mensupları
şitli açılardan eleştirmiştir.89
Abbasiler zamanında iktidar olunca, Emr bi’l-Ma’ruf
ve Nehy ani’l-Münker esasına dayanarak, kendi gö- Kaderiyye
rüş ve düşüncelerini diğer görüş mensuplarına kabul Kaderiyye ismi kaynaklarda kader konusunda batıla
ettirebilmek için baskı yapmışlardır.86 Özellikle Ha- saplananları kötülemek için izafe edilmiş bir zem ismi
life Me’mun (813–833), Mu’tasım (833–842) ve Vâ- olarak kullanıla gelmiştir. Ancak bu isimle kimlerin
sık (842–847) dönemlerinde Abbasi devletinin resmi ya da hangi mezhebin kastedildiği konusu ihtilaflı-
mezhebi haline gelen Bağdat Mu’tezile’si, kendi pren- dır. Nitekim kaderiyye kimi zaman kulu kendi irade
siplerini hükümdarlar ve devlet adamları vasıtasıyla ve fiillerinde tamamen hür telekki ederek kaderi Al-
yerine getirme imkânını bulmuştur.87 Ancak bu du- lah’a değil, kendi kudretlerine nisbep eden Mu’tezîle
rum, Mu’tezîle öğretileriyle mücadele eden ve gele- için kimi zaman da kadere inanan ve konuda cebrî
neksel akideyi destekleyen Abbâsî halifesi el-Müte- düşünceyi savunan Cebriyye için kullanılmıştır.90
vekkil’lin (847–861) devrine kadar –ki bu dönem Ama bu isimle kadere inananlar değil, daha çok ka-
Mâturîdî’nin doğduğu zamana rastlar- devam ede- deri reddedenler anlamında Mu’tezîle mezhebi kas-
bilmiş, hatta halife Kadir zamanında (991-1031) ya- tedilmiştir.91
saklı mezhep haline gelmiştir. Bu durum karşısında Mâturîdî, eserlerinde Kaderiyye’nin görüşlerine yer
Mu’tezîle, yönünü özellikle Horasan ve Maveraünne- vermiş ve çeşitli açılardan eleştiriler yöneltmiştir. Bu
hir’e çevirmiş ve daha çok buralarda yayılma imkânı çerçevede özellikle Kitâbü’t-Tevhît’te Kaderiyye’yi eleş-
bularak varlığını bir kaç asır sürdürmeyi başabilmiş- tirmek için müstakil başlık açmıştır.92Ancak burada
tir. Mu’tezîle mezhebinin bu bölgelerde yayılmasında Kaderiyye ile hangi mezhebi kasteddiği tam açık de-
ve güçlü olmasında Büveyhîler ile Harzemşahlar tara- ğildir. Nitekim Mâturîdî, eserlerinin bazı bölümle-
fından siyasî destek görmesi önemli rol oynamıştır.88 rinde Kaderiyye’yi, kaderi reddedenler şeklinde değil
Mu’tezîlî düşüncenin Semerkand, Horasan, Belh ve de kaderi kabul edip insandan irade hürriyetini kaldı-
Hârezm gibi bölgelerde yayılması ve etkili olmasında ranlar anlamında Cebriyye olarak kullanmıştır. An-
yine bu coğrafyada yetişmiş olan Mâturîdî’nin çağ- cak bazı yerlerde de “Allah’ın kulun fiillerinde hiçbir
daşı Ebü’l-Kâsım el-Ka’bî (ö. 317/929) ve Ebû Zeyd tedbirin olmadığı görüşünü iddia edenler” şeklinde
el-Belhî (ö. 322/934) gibi Mu’tezîlî âlimler önemli rol de tanımlayarak kaderi inkâr eden Mu’tezîle için de

646
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

kullanmıştır. Bununla birlikte Mâturîdî, bu isimle Kaynaklarda Haşviyye ile kimlerin ya da hani mez-
Cebriyye’den daha çok Mu’tezîle’nin kasdedildiği ve hebin kastedildiği hususunda bir birliktelik sağlana-
bu ismin onlara ait olması gerektiğini savunmuştur.93 mamıştır. Zira Haşviyye olarak nitelendirilen grup-
Müşebbihe ve Mücessime lar gerek zamana ve bölgelere göre gerekse kişilere
göre değişiklik gösterebilmiştir. Mesela Haşviyye
Müşebbihe Allah’ın zat ve sıfatlarını yaratılmışların için “Ashâbu’l-Hadis”, “Haşviyyetü’l-Müşebbihe”,
zat ve sıfatlarına benzetenler için kullanılan müşte- “Ashâbu’l-Hadisi’l-Haşviyye”, “Zâhiriyye” gibi isim-
rek bir isimdir. Bağdadî’nin ifadesine göre Müşeb- ler kullanılmıştır.105Bu nedenle tarih boyunca Haş-
bihe biri Allah’ın zatını diğeri de diğeri de O’nun sı- viyye tabiri, müstakil bir mezhep ismi olmaktan
fatlarını, O’nun dışındakilerin (yaratılmışların) zat ve daha ziyade dinde sadece nassları esas alıp, bunları
sıfatlarına benzetenler olmak üzere iki kısma ayrıl- zahiri olarak anlamaya çalışan tüm yaklaşımları ya
mıştır.94Bu mezhep sıfatları reddeden ve kabuletme- da grupları ifade etmek üzere kullanılan müşterek
yen Cehmiyye mezhebine bir tepki olarak Belh şeh- bir kavram olmuştur.
rinde ortaya çıkmıştır.95
Haşviyyenin düşünce metodu, özelde itikadi genelde
Mücessime ise Allah’a cisim ve mekân isnad ederek dini bilginin sadece nasslarla elde edilebileceğini,
O’nun cisim veya cisimlerin haiz olduğu vasıflara bu konuda akla ve akli delillere gerek olmadığı şek-
sahip olduğuna inanan kimselere denir.96Bunlar da lindedir.106Bu nedenle Haşvîler, hareket, intikâl, sı-
tıpkı Müşebbihe gibi Allah’ın sıfatlarını inkâr eden nır, yön, oturma, sırtüstü yatma, dinlenme, bir yeri
Cehmiyye’ye karşı Hişam b. Hakem liderliğinde te- mekân edinme gibi din ve aklın caiz görmediği şey-
şekkül etmiştir.97 leri Allah’a nispet edebilmişlerdir.107Bu bakış açısını
Gerek Müşebbihe gerekse Mücessime, sistemli dü- ve yaklaşımları hem Ehl-i Sünnet hem de Şia içeri-
şünce yapısına sahip müstakil bir mezhep şeklinde sinde benimseyenler de olmuştur. Bu nedenle Han-
değerlendirilmemiştir. Her iki kavram da daha çok belîlerde, hadis ravilerinde ve müfessirler arasında
Allah’ın zat ve sıfatlarını yaratılmışlara benzeten bir Haşviyye olarak kabul edilenler olduğu, ayrıca Sa-
anlayışı/akideyi ifade etmek üzere müşterek bir kav- limiyye ve Hulmaniyye gibi tasavvuf ehli arasında
ram olarak kullanılmıştır. Nitekim bazı kaynaklarda da Haşviyye’nin grupları bulunduğu ifade edilmiş-
Sünnî, Şia ve Mu’tezîle gibi çeşitli mezhepler içinde teş- tir. Yine bir kelam mezhebi olan Kerramiyye’nin de
bih inancını benimseyenlerin olduğu belirtilerek, bu Haşviyye’den sayılabileceği belirtilmiştir.108
kimselerden Müşebbihe diye bahsedilmiştir.98Mesela Hadis taraftarları anlamına gelen ve bazen Haşvîler
Sünnîler içinde Mukatil b. Süleyman ve Kehmes b. için de kullanılan Ashâbu’l-Hadis, hadisleri te’vil et-
el-Hasen et-Temîmi; Şiiler içinde de Hişam b. Hakem meden ve kıyasa başvurmadan uygulamak, akli ilim-
ve Hişam b. Salim el-Cevâlikî gibi âlimlerin Haşviyye lerden daha ziyade nakli ilimlerle ilgilenmek gerek-
ya da Ashâbu’l-Hadis’den oldukları zikredilmiştir.99 tiğini savunmuşlardır. Bu bakış açısını ilahiyat ve
Müşebbihe genel olarak, Kur’an’da geçen istivâ, vech semiyyat konularında da sergileyen Ashâbu’l-Hadis,
(yüz), yedeyn (eller), cenb (yan), meşiet (geliş), ityân Allah’ın sıfatlarını konu edinen müteşabih naslar ile
(gidiş), fevkıyye (üstte olma) gibi isim ve fiilleri ifade melekler ve ahiret konularına ilişkin nasları lafzî ve
eden müteşabih ayetleri zahiri anlamlarıyla yorum- zahirî anlamlarıyla alarak olduğu gibi kabul etmeyi
lamış ve tevil edilmesine karşı çıkmştır.100 Müşebbi- esas almışlardır. Bu hareketin temsilcileri arasında Ah-
he’den bazen “Ehl-i Teşbih” bazen de “Müşebbihe” med b. Hanbel ve Hatib el-Bağdâdî gibi âlimler ile ilk
şeklinde bahseden Mâturîdî de bazı müteşabih ayet- Selefîler, Hanbelîler ve Zâhirîler sayılmaktadırlar.109
lere101 bu tarz bir anlayış sergilemelerinden dolayı ken- Mâturîdî, Haşvîlerden hem “Haşeviyye” hem de As-
dilerini “Hiç bir şey O’nun benzeri değildir” 102 ayetin- hâbu’l-Hadis şeklinde bahsetmiş, bu isimlerin yanı
den hareketle çeşitli açılardan eleştirmiştir.103 sıra Haşvîler için Kaderiyye isminin de kullanıldığını
Haşviyye - Ashâbu’l-Hadis - Zâhiriyye belirtmiştir. Mâturîdî, Haşvîlerin genel olarak kelam
Haşviyye dinî konularda akıl yürütmeyi reddedip sa- sıfatı, Kur’an, imanın tarif ve muhtevası, imanda is-
dece nakle iti­bar eden ve ulûhiyyet meselele­rinde de tisna gibi konulara ilişkin görüşlerine eleştiriler ge-
naslar arasında bağlantı kuramayarak teşbih ve te- tirmiştir.110
csîme kadar varan anlayışları benimseyen kimseler Diğer taraftan Mâturîdî, kendi döneminde oldukça yay-
için kullanılan bir kavramdır.104 gın ve etkili olan v Ashâbu’l-Hadis’in aşırı kollarından

647
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

kabul edilen Zâhiriyye’den de bahsetmiştir. Te’vîlât’ta Bazılarının sadece isimleri zikredilmiştir. Bu yüzden
“Ashâbu’z-Zevâhir” ve “Ashabu’z-Zâhir” olarak nite- biz, çağdaş araştırmaları da göz önünde bulundura-
lendirdiği Zahiriler’in tescimî görüşlerine karşı çık- rak senevî grupların kısa bir tanıtımı yapılacak, ar-
mış ve vahiy ile hadisin zahirlerine dayanan görüş- dından Mâturîdî’nin yaşadığı Mâverâünnehir böl-
lerini eleştirmiştir.111 gesine yayılmaları ve buradaki faaliyetleri hakkında
Fikhî ve itikadî bir mezhep olarak Zâhirîlik, Mâturî- tarihi ve kültürel bilgiler verilecektir. Başta Mâturîdî
dî’nin çağdaşı olan Davûd el-Zâhirî olarak şöhret ka- olmak üzere birçok kelamcı ve Fırak ve Nihal yazar-
zanmış Bağdatlı Davûd b. Ali el-İsbehânî (ö. 270/884) ları Senevyye üst başlığı altında Menâniyye, Deysâ-
tarafından Bâtiniliğin tam zıttı olarak kurulmuştur. niyye, Merkûniyye ve Mecûsiliğe yer vermişlerdir. Biz
Davûd el-Zâhirî, şeriatın yalnızca nasslardan ibaret de onların bu tespitlerine uyarak bu bölümde söz ko-
olduğunu savunmuş, kıyası da reddetmiştir. İslam te- nusu akımları ele alacağız.
olojisinde nassın dışında herhangi bir bilgi kaynağı- Mecûsîlik
nın olamayacağını, bu nedenle şeriatte reyin söz ko-
Mecûsîlik, yaklaşık M.Ö. VII. ve VI. yüzyıllarda Doğu
nusu olamayacağını ileri sürmüştür.112
İran’da ortaya çıkan ve zamanla yayılarak İran’ın resmî
İslam Dışı Dinler dini haline gelen, kendine özgü bir tanrı inancı, koz-
Mâturîdî’nin Kitâbü’t-Tevhîd ve Te’vilâtü’l-Kur’an adlı molojisi, ahlak anlayışı ve eskatolojisi olan millî ka-
eserleri incelendiğinde ele aldığı dinler ve inanç ekol- rakterli bir dindir.115 Tarihte Zerdüştîlik adıyla tanı-
lerinin Mâverâünnehir bölgesinde mevcut oldukları nan ve Müslümanlar tarafından daha çok Mecûsîlik
veya etkilerinin devam ettikleri görülmektedir. Tespit olarak bilinen bu din, kaynaklarda değişik isimlerle
edebildiğimiz kadarıyla onun yaşadığı bölge ve dö- anılmıştır. Ancak yaygın olarak Mecûsîlik, Zerdüştî-
nemde yaygın olan dinler arasında Seneviyye, Me- lik ya da Mazdeizm gibi isimlerle tanınmaktadır. Ku-
cûsîlik, Maniheizm, Sümeniyye, Deysâniyye, Merkû- rucusu Zerdüşt’e nispetle Zerdüştîlik olarak bilinen
niyye, Zenâdıka, Hıristiyanlık ve Yahudilik gibi İslam Mecûsîliğe,116Batı kaynaklarında Zerdüşt’ün isminden
dışı dinler gelmektedir. dolayı Zoraastrianism veya bu dindeki tanrı için kul-
Seneviyye lanılan Ahura Mazda ismine nispetle Mazdeizm den-
diği gibi bulunduğu ülkeye atfen Parsizm de denir.117
Seneviyye, âlemin yaratılışını düalist bir temele da-
yandıran, biri iyiliğin yaratıcısı “Nur”, diğeri kötülü- İslam kaynaklarında daha çok Mecûsîlik olarak ge-
ğün yaratıcısı “Zulmet” olmak üzere ebedî ve yaratıcı çen bu din, mensuplarının ateş kültüyle ilgili inanç
iki tanrıya inananlara verilen genel bir isimdir. İslâm ve ritüelleri sebebiyle Müslümanlar tarafından “Ateş-
kaynaklarında “Ashâbü’l-İsneyn”, “Ehlü’t-Tesniye” gibi perestlik” olarak da adlandırılmıştır.118 Kur’an-ı Ke-
farklı kullanımları olan Seneviyye sözcüğü, kelam- rim’de ise, bu din mensupları için ateşperest ile aynı
cıların yanı sıra konuyla ilgili fırak ve nihal yazarla- manaya gelen Mecûs119 terimi kullanılmaktadır.120
rının birçoğunun eserlerinde Mecûsîlik ve Manihe- Bu da bize Mecûsî isimlendirmesinin Müslüman-
izm gibi İran menşeli dinler üzerinde etkisini gösteren lara ait bir kullanım olmadığını, aksine İslâm’dan
düalist grupların tümüne işaret etmek üzere kullanı- önceki Arap toplumuna veya Hristiyanlara ait oldu-
lan bir üst başlık olarak kullanılmıştır.113 ğunu göstermektedir.
Öte taraftan Seneviyye üst başlık altında senevî fır- Zerdüştîliğin kurucusu kabul edilen Zerdüşt’ün ne
kaların sınıflandırılması âlimlere göre çeşitlilik arz zaman ve nerede yaşadığı hususunda farklı görüşler
etmektedir. Örneğin kimi âlimler bu başlık altında ileri sürülmüştür.121 Ancak genel kabule göre Zer-
Sümeniyye ve Berâhime gibi Hint dinlerine yer ve- düşt, M.Ö. VII. ve VI. yüzyıllarda Doğu İran bölge-
rilirken kimileri de Mecûsiliği Seneviyye’ye dahil et- sinde yaşamış ve yaklaşık M.Ö. 583 senesinde 77 ya-
memişlerdir. Bunun en önemli sebebi senevî fırka- şında ölmüştür.122
ların nur ve zulmetin mahiyeti, âlemin ve şer olan Gelişim sürecinde Arya dinleriyle karşılaşan Zer-
nesnelerin yaratılışı gibi hususlarda birçok kollara düşt dini, bu dinlerden etkilenerek biçim değiştir-
ayrılmalarıdır.114 miştir. Bu değişim ise Zerdüştîlik tarihinde oldukça
İslam kaynaklarında, dualist dinler ve mezhepler hak- karmaşık bir yapı gösterir. Dolayısıylabu süreç içinde
kında önemli bilgiler verilmekle birlikte, söz konusu önemli kırılmalar ve değişimler yaşayan Zerdüştîlik
akımların hepsi hakkında açıklayıcı bilgi verilmemiştir. dini, yaşadığı yerlere ve dönemlere göre bazen değişik

648
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

isimlerle ve farklı alt gruplarla anılmıştır. Zerdüştîli- zerdüştlüğün çıkış noktası ve en önemli konusunu
ğin tarihsel gelişimi kısaca dört devrede özetlenebilir. oluşturmaktadır. Tarih teorisi de bizlere Zerdüştîli-
1. Pers Dönemi Zerdüştîliği (M.Ö. VI - IV. yüzyıl) ğin eskatoloji anlayışı hakkında ayrıntılı bilgiler ver-
mektedir.129 Dolayısıyla Zerdüştîliğin etik boyutunun
Zerdüştîlik M.Ö. 550 yıllarında Kral Cyprus Med-
Zerdüşt tarafından, ritüel boyutunun Aşamenidler dö-
ler’i ve M.Ö. 538’de de Babil İmparatorluğunu yıka-
neminde ve teolojisinin felsefî boyutunun da Sasânî
rak yeni ve güçlü Pers krallığını kurunca resmî dev-
dönemindeki dini liderler tarafından ortaya konul-
let dini olmuştur. Ardından aynı hanedanlıktan gelen
duğunu söyleyebiliriz.
Darius I (M.Ö. 521-486) Zerdüştîliğin tüm kutsal ki-
taplarını bir araya toplatmış, onları parşömen üzerine 4. Modern Dönem (Parsîlik) Zerdüştîliği (M.S. VII
altın harflele yazdırmıştır. Bu dönemde Zerdüşt’ün - XXI. Yüzyıl)
kendisi ve kişiliği yüceltilerek insanlık katının çok Hz. Ömer döneminde düzenlenen sınır ötesi fetih-
ötesine çıkarılarak evrensel anlamda insanüstü bir lerde Sasânîler ile müslümanlar arasında çetin müca-
varlık haline getirilmiştir.123 deler yaşanmıştır. Sasânîler’le yapılan Kadisiye (637)
2. Aşamenidler Dönemi Zerdüştîliği (M.Ö. IV - II. ve Nihavend (642) savaşlarında Müslümanlar galip
yüzyıl) gelmiş ve Sasânî imparatorluğuna son verilmiştir.130
Bu dönemde Büyük İskender bölgeyi istila etmesiyle Sâsâniler’in yıkılmasıyla Zerdüştîlik, doğduğu ülkede
Zerdüştîlik yasaklanarak devlet dini olmaktan çık- hızla gerilemiş, bunun yerini Arabistan’dan gelen İs-
mış, kutsal kitapları yok edilmiş ve dinin müntesip- lam dini almıştır. Bu tarihten itibaren Zerdüşt dini
leri büyük baskı görmüştür. Zerdüştîliğin zayıfla- mensuplarının çoğunluğu bölgede İslam’ın hızla ya-
masını fırsat bilen çeşitli dini düşünceler de İran’da yılması karşısında varlıklarını devam ettirebilmek için
yayılma göstermiş, özellikle bir taraftan Roma İm- yönlerini doğuya çevirmişler, özellikle Horasan eyale-
partorluğu’nda önemli bir mistik din haline gelmiş tinin Kuhistan tepeleri arasına sığınmışlar ve oradan
olan Mitraizm124 diğer taraftan eski Mısır dininden da kendi dini gelenek ve inançlarının çok benzer ol-
etkilenmiş Yunan dini bölgede varlığını hissettirmeye duğunu düşündükleri Hindistan’a göç etmişlerdir.131
başlamıştır.125 Büyük İskender’in İran’ı fethinden sonra Zerdüştîliğin söz konusu bu bölgelere ne zaman gir-
Hellenizm bölgede etkin konuma gelmiştir. Bu dö- diği tam olarak bilinmemektedir. Ama kaynaklarda
nemde Hellenizm etkisi altında kalan Zerdüştîliğin çok daha önce özellikle Sâsânîler döneminde (M.S. III
doktrinlerinde tanrı anlayışları ile Yunan tanrı anla- - VII. yüzyıl arası) Orta Asya’da Hint etkisinin azal-
yışı arasında özdeşlik kurulması gibi bir takım deği- dığı, buna paralel olarak İran’nın millî dini karekte-
şimler ve etkileşimler olmuştur. Öte taraftan Zerdüşt rine bürünen Zerdüştîliğin, İran’da Mani dininin or-
rahipler vasıtasıyla putperest unsurların da Zerdüştlik tay çıkmasıyla yönünü Orta Aya’ya çevirdiği ve söz
dinine girdiği görülmektedir. Özellikle önceleri tapı- konusu bölgelerde etkili hale geldiği bildirilmektedir.132
nılan tanrıların resimlerine rastlanılmazken, bu dö- Bu dönemde Sasânîlerin uyguladıkları ağır baskı ve
nemde ateş tapınaklarında Ahura Mazda’nın resim- zulümlerden kaçıp kurtulmak isteyen ve İran’da ba-
lerine ve heykellerine rastlanılmaktadır.126 rınamayan Zerdüştîlik ve Maniheizm gibi İran din-
3. Sasânî Dönemi Zerdüştîliği (M.S. III - VII. yüzyıl) lerinin mensupları, İslam’ın doğuşundan önce İran-
Sasânî döneminin en belirgin özelliği Zerdüşt di- Çin kervan yolları vasıtasıyla Orta Asya’ya sığınarak
nin kutsal kitap külliyatının yeniden derlenmesinin güvenli bir sığınak bulmuş ve bu suretle kendi inanç-
bu döneminde yapılmış olmasıdır.127 Sasânî dönemi larını yayma imkânı elde etmişlerdir. Hatta Zerdüş-
kaynaklarında dini isimlerden bazıları birtakım deği- tîlik, Sasânî devletinin resmî dini haline geldiği belli
şimlere uğramıştır. Örneğin Ahura mazda ile Angra dönemlerde de devlet tarafından desteklendiği için bu
Mainyu adları yerine Hürmüz ve Ehrimen adları kul- bölgede diğer dinler karşısında üstünlük sağladığı da
lanılır olmuştur.128Zerdüştî teolojisinin kurumsalla- bilinmektedir. Nitekim Barthold, Mâverâünnehir’de
şarak felsefi bir özellik kazanması bu döneme rast- egemen sınıfın dininin Zerdüştîlik olduğunu söyler.133
lasa da dini düşünce alanındaki gelişmeler daha çok Dolayısıyla İslamî fetih hareketleri başlamadan önce
teorik ve spekülatif konularda olmuştur. En çok ilgi de Orta Asya’da yayılan dinlerin başında Zerdüştî-
gören konuların başında “Tarih Teorisi” ile “Kötü- lik ve Zerdüştî geleneğinden doğan Mazdeizmin ol-
lük Problemi” gelir. Bilindiği gibi kötülük problemi duğu söylenebilir.134

649
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Sasânîler’in son zamanlarında (VII. yüzyılın başları) var olan Zerdüştîlikle ilgilenmişlerdir. Bu da özellikle
İran dinlerinin Orta Asya’ya doğru yayılışa geçmesi, Sasânîler döneminde teolojisinde önemli değişimlerin
Soğd ve Baktriyan bölgelerinde daha önce mevcut olan yaşandığı ve çeşitli fırkalara ayırıldığı Zerdüştîlik’tir.
Budizm’i zayıflatarak silebilmiştir. Böylece Zerdüştîlik Merkâyûniyye: Merkûniyye, Marcionisme
İslâmî fetih hareketleri sırasında tesir ve nüfuz saha-
sının genişliği sebebiyle Orta Asyanın en kuvvetli ve Hıristiyanlık, tarihi süreçte diğer dinlerde olduğu gibi
hakim dini konumuna gelmiştir.135 Bu nedenle gerek Hz. İsa’dan hemen sonra toplanan havariler konsilin-
İran gerekse Mâverâünnehir’de Müslümanlar en bü- deki tartışmalardan kaynaklanan bölünmelere uğra-
yük mücadeleyi Zerdüştîlere karşı vermiştir. mış, zamanla Roma, İstanbul ve Antakya olmak üzere
üç büyük gruba ayrılmıştır. Sonraki yüzyıllarda da
Zerdüştîliğin Mâverâünnehir’de yayılışına bakıldığında bu bölünmeler devam etmiş, ana gövde Hıristiyan-
Buhârâ, Semerkand, Taşkent, Fergana ve Soğd böl- lık tarafından heretik/sapık kabul edilen birçok din-
gelerinden oluşan Mâverâünnehir bu dinin yayıldığı sel hareket de ortaya çıkmıştır. Bu akımların başında
coğrafya olarak karşımıza çıkar. Zerdüştîliğin etkileri
da M.S. II. Yüzyılın birinci yarısInda Roma’da adını
ise daha çok Türkistan ve Doğu İran’da kendini gös-
duyurmuş olan Marcion’un (ö. 85/160) görüşleri doğ-
termektedir. Bilhassa Göktürkler devrinden itibaren
rultusunda şekillenen gnostik karekterli Marcionizm
Semerkand, Buhârâ, Belh ve Herat gibi önemli yer-
hareketi gelmektedir.143
leşim merkezleri, Zerdüştîliğin yayıldığı bölgeler ol-
muştur.136 Bu bölgeler arasında özellikle Buhârâ, bu Marcion tarafından kurulan bu mezhep, Batı Hı-
dinin ağırlık merkezini teşkil etmiştir.137 Çünkü Merv, ristiyan kaynaklarında kurucusuna atfen “Marcio-
Uraltepe, Fergana ve Kaşgar üzerinden geçen Çin-İran nism” olarak isimlendirilmekte ve Hıristiyanlığın en
ipek yolu, tüccar İran unsurunun Buhârâ ve çevre şe- önemli fırkalarından biri olarak kabul edilmektedir.
hirlerde yerleşmesine yol açmıştır.138 Ayrıca Zerdüştî- Zira söz konusu kaynaklarda, “Marcionism” adıyla,
lerin çeşitli din ve mezheplere hoşgörü gösteren Türk bir taraftan dualist karakterine işaret edilmiş, diğer
ülkelerine sulh içinde gelmeleri, onların Türkler üze- taraftan da Hz. İsa’ya yüklenen “vasıta/muadil” ro-
rindeki dinî ve kültürel etkilerini artırmıştır. İşte bu lünden dolayı Hıristiyan mezhepleri arasında olduğu
hoşgörü sebebiyle Buhârâ, özellikle İslâm fetihlerinin ifade edilmiştir.
başladığı sıralarda bol miktarda ateşgedeleriyle ileri Hıristiyan kaynaklarında Marcionita, Marcionista,
gelen Zerdüştîlerin toplandığı bir yer ve dinî-kültü- Marcionites ve Marcionism gibi farklı isimlerle anı-
rel merkezi haline gelmiştir.139 Buhârâ hükümdarı lan bu mezhep taraftarları,144 İslam dünyasında ya-
Mâh tarafından kurulan Mâh-rûz çarşısında bulu- zılmış olan dinler ve mezhepler tarihi eserlerinde ise
nan Mecûsî mabetleri de bunlara örnek verilebilir.140 “Merkâyûniyye” veya “Merkûniyye” olarak adlandı-
XI. yüzyılda Buhârâ’da hala Zerdüştîlerin yaşadık- rılmaktadır.145 Merkûniyye, bir Hıristiyan mezhebi ol-
ları ve bir takım törenleri ve bayramlarını icra ettik- masına rağmen İslam kaynaklarında daha çok düa-
leri de kaynaklardan anlaşılmaktadır.141 Zerdüştîlik list inanç sistemine sahip bulunan Senevî mezhepler
Baykent ve Semerkand gibi Mâverâünnehir’in diğer arasında sayılmış, bazı kaynaklarda ise Hristiyan-
büyük ticaret merkezlerinde de oldukça etkili olmuş lıkla ilişkisi üzerinde durularak, Hıristiyan mezhep-
ve önemli başarılar elde etmiştir.142 leri arasında değerlendirilmiştir. Nitekim İslam dün-
Zerdüştîliğin kısaca özetlenen bu tarihsel gelişimi yasında X. ve XI. yüzyıllarda yazılan genel tarih ve
özellikle müslümanların karşılaştığı Zertüştîliği ve dinler tarihi kaynaklarının çoğunluğu, bu mezhebi
diğer düalist öğretileri anlamak açısından oldukça Nur ve Zulmet şeklindeki dualist karakterini birinci
önemli gözükmektedir. Bu tarihsel bakış açısı bize plana alarak senevî fırkalar arasında zikretmeşler-
Zerdüştîliğin ahlaki öğretilerden gnostik/düalizm dir. Örneğin Mâturîdî, Merkâyûniyye’ye senevî fır-
öğretiye doğru bir değişim yaşadığını göstermekte- lakar arasında yer vermektedir.146 Mesûdî ise, düalist
dir. Bu gelişim sürecinde ortaya çıkan en önemli hu- inanç sistemine sahip bulunan mezhepler kategori-
sus Müslümanların İran, Irak ve Orta Asya bölgele- sinde sayar.147 Birûnî, Merkûniyye’yi Hıristiyanlık ile
rinde karşılaştıkları Zerdüştîliğin Sasânî döneminde Mecûsîliğin öğretilerinin sentezinden oluşturulmuş
şekillenmiş düalist/gnostik Zerdüştîlik formu oldu- bir mezhep olarak tanımlarken,148 İbnü’n-Nedim bu
ğudur. Doalayısıyla başta Mâturîdî olmak üzere di- fırkanın senevî bir fırka olmasından ziyade Hıristi-
ğer kelamcılar tarihsel Zerdüştîlikle değil o dönemde yanlara ait bir fırka olarak tanımlar.149

650
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Marcion tarafından kurulan Marcionizm, Roma ipa- bir fırkadır.156 Deysâniyye’nin kurucusu İbn Deysân,
ratoru Constantine döneminde çeşitli baskılara ma- Süryanice’de Bar Daysân (Daysân’ın oğlu), Arapça’da
ruz kalmıştır. Bu durum Marcionizm’in herne kadar İbn Deysân ve Batılılara göre de Bardaisan veya Bar-
İmparatorluğun batı bölgelerinde kaybolmasına yol desanes olarak geçmektedir.157 Kelam bilginleri eser-
açmışsa da, doğu bölgelerinde yayılmasına neden ol- lerinde İbn Deysan’ın takipçileri anlamında “Deysâ-
muştur.150Nitekim kaynaklarda Marcionizm’in daha niyye” ismini kullanmışlardır.
çok doğu bölgelerinde yani Sinop’tan İzmir’e, Co- Manihezim’in oluşmasına zemin hazırlayan İbn Dey-
rinth (Yunanistan)’ten Kıbrıs, Antakya, Suriye, Irak, sân, erken devir Süryâni gnostik sistemleri ile Mani-
İran, Ermenistan, Azerbaycan Filistin, Arabistan ve heist gnostizmin üzerinde oldukça etkili olmuştur.158
Mısır’a kadar uzanan geniş bir alanda yayıldığı ifade “Suriyeli Filozof” diye isimlendirilen İbn Deysân, ya-
edilmektedir.151 şamının önemli bir bölümünü Urfa kralı IX. Abgar’ın
III. asırdan sonra Marcionizm, Maniheizm’in ortaya (179-216) sarayında geçirmiştir. Şehrin Romalılar ta-
çıkışıyla büyük bir güç kaybetmiştir. X. asırda bölgede rafından ele geçirilmesinden sonra (216) Ermenis-
zındıklara yapılan baskılar karşısında Marsiyonîler, tan’a gitmiş ve takriben 222 yılında orada ölmüştür.159
adlarını değiştirmeden Horasan’a yerleşmişler ve Hı- İbn Deysân, Mani’nin yaptığı gibi Seneviyye ile Hıris-
ristiyanlık perdesi arkasında faaliyet göstermişlerdir. tiyanlığı birbiri ile karıştırarak kendine mahsus dini
Kaynaklarda Marsiyonîlerin varlıklarını XII. Yüz- bir mezheb oluşturmaya çalışmıştır.160 Ana gövde Hı-
yıla kadar devam ettirdikleri tahmin edilmektedir.152 ristiyanlık tarafından ise Deysânîler görüşlerinden
Marcion, Hıristiyanlığın Yahudilik ve Eski Ahit’le il- dolayı Hıristiyanlığın sapkın (heretik) bir mezhebi
gisinin olmayıp tamamen yeni bir din olduğunu id- olarak değerlendirilmiştir.161 İslam âlimleri ise, Dey-
dia etmiştir.153 Kaynaklarda Marcion’un böyle bir id- sâniyye’nin nur ve zulmet, hayır ve şer nazariyeleri ile
diada bulunmasına gerekçe olarak, adalet ve inayeti ilgilenmişler ve Hıristiyan mezhepleri arasında değil
bir Tanrı’da aynı anda bulunabilecek iki cihet ola- de benzer inançlarından dolayı Seneviyye üst başlığı
rak değil, aksine iki farklı tanrı’nın bir araya geti- altında ele alarak incelemişlerdir.162
rilemez özellikleri olarak görmesi zikredilir.154 Zira Deysânîler, varlığın temelde nur ve zulmetten oluş-
Marcion’a göre, âlemde mevcut olan “kötülük (te- tuğuna, diğer varlıkların bunlardan neş’et ettiğine,
odise)” problemi ancak, bu düşünceyle açıklanabi- cisimlerin beyaz ve siyah renk olmak üzere iki asla
lir. Bu temel gerekçeyle o, biri Eski Ahid’de kendini dayandığına, diğer renklerin de bu iki renkten doğ-
gösteren, maddeye biçim veren ve kötülüğü yaratan, duğuna, insanın ruh ve beş duyudan oluşan bir var-
diğeri de Yeni Ahid’de kendini gösteren, iyi olan ve lık olduğuna inanmaktadırlar.163 Deysânîler’in dünya
iyiliği temsil eden olmak üzere iki tanrı tasarlayarak görüşü tamamen kötümser olup, Nur (Tanrı) ve Ka-
bu problemi çözmeye çalışmıştır. Nitekim Marcion’a ranlık düalizmine dayanır. Onlar arasında dört temel
göre, “Kötü Tanrı” Yahudilerin tanrısı, “İyi Tanrı” ise unsur bulunur: Işık, rüzgâr, ateş ve su. Bu unsurlar aslî
İsa’nın vücudunda insan olmuş Hıristiyanların tanrı- düzenin mukadder ihlali sonucu karanlıkla kaynaştı-
sıdır.155Bu bilgilere göre Marcioan, bir tür düalist/se- lar ve bu, evrenin yaratılışı sonucunu doğurmuştur.164
nevî yani biri iyiliği diğeri kötülüğü temsil eden ikili
tanrı anlayışını savunmuş olmaktadır. Mâturîdî’nin yaşadığı coğrafyada etkisi devam eden
düalist fikirler arasında Deysâniyye’yi saymak müm-
Teorisini bu temel üzerine kuran Marcionizm, İslam kündür. Özellikle Hicri II. asrın ortalarından itiba-
âlimleri tarafından düalist (senevî) kabul edilmiştir. ren Basra ve Kûfe’yi mesken edinen Deysânîler’in,165
Başta Mâturîdî olmak üzere Birûnî ve Şehristânî gibi söz konusu bölgelerden Horasan, Semerkand ve Çin’e
İslam âlimleri Irak ve Horasan’da Marsiyonîlerle kar- dağıldığı ve buralarda faaliyet gösterdikleri bilinmek-
şılaşmışlar, eserlerinde onlardan el-Markûniyye diye tedir. Nitekim İbn Nedîm, Deysâniyye mensupları-
bahsetmişlerdir. nın eskiden beri Irak’ta Batâih’te bulunduklarını, bir
Deysâniyye kısmının Çin ve Horasan’a dağıldığını zikreder.166
Deysâniyye, milâdî II. yüzyılın sonu ile III. yüzyılın İbn Deysânın ölümünden sonra onun fikirleri öğren-
başlarında Markûnîlik’ten yaklaşık 30 yıl sonra İbn cileri tarafından çeşitli bölgelere yayılmıştır167 Deysâ-
Deysân (ö. 222) tarafından kurulan, nur ile zulmet niler’in en önemli temsilcilerinin başında Ebu Şakir,
esasına dayalı âlem anlayışını benimseyen gnostik Hammad b. Acred ve Ebu Nuvas gibi şahıslar gelir.

651
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Kûfe’de yaşayan Deysânîlerin önderi, on büyük zın- Çin ve Hindistan’da dinlerini propaganda etmeye
dık arasında ismi geçen ve Mehdi tarafından ölümle başlamışlardır.178 III. yüzyılda pers topraklarında
cezalandırılan Ebû Şâkir ed-Deysânî’dir.168 Deysânî- Hıristiyanlığın en önemli rakibi haline gelen Mani-
lerin önderi olan Ebû Şâkir ed-Deysânî, eşyanın ezeli heizm öğretisi Zerdüştîlerin aşırı tepkisini çekmiş
olduğunu savunmuş, Hz. Muhammed’in ölümünden ve sonuçta Mani ve öğretisi heretik ilan edilmiştir.
sonra ümmetinin dinden döndüğünü, Kur’an’ın tah- Bunun üzerine baskılara dayanamayan Maniheist-
rif edildiğini ve hükmünün değiştirildiğini iddia et- ler İran’ı terk etmek zorunda kalmışlar ve varlıkla-
miştir.169 Kûfe’de ve Basra’da etkin bir faaliyet gös- rını sürdürebilmek için yönlerini özellikle Anadolu,
teren ve Ebu Şakir’le çeviri hareketinde de yer alan Suriye, Çin, Hindistan, Tibet ve Türkistan dahil ol-
Deysânî öğretiyle en önemli mücadeleyi Mâturîdî ve mak üzere tüm Orta Asya ve Mâverâünnehir’e çevir-
Mu’tezîlî düşünürlerden Nazzam yürütmüştür. III./ mişlerdir.179 Söz konusu bölgelerde yayılma imkânını
IX. asırda Irak’ta ve Suriye’de faaliyet gösteren Ebû bulan Maniheist din adamları, aradan fazla bir za-
Şâkir ed-Deysânî, el-Mehdî döneminde ölüm cezasına man geçmeden, önce Horasan, sonra da Mâverâün-
çarptırılarak öldürüldüğü bilinmektedir.170 nehir’de ilk Maniheist topluluklar oluşturmuşlardır.
Maniheizm (Menâniyye, Mâniyye) Bu sayede bu bölgeler Maniheizm’in propaganda mer-
kezi olmuş, Semerkand ve Taşkent Maniheist misyo-
Maniheizm, İran menşeyli bir dindir. Dualist karek- nerlerin akınına uğramıştı.180
teri ve kendine özgü yorumuyla dikkat çeken Manihe-
izm, peygamber ve vahye dayalı, belli inanç ve ibadet- Maniheistler 732’den itibaren Çin Türkistanı’nda da
lere sahip evrensel karakterli bir yapıya da sahiptir.171 yayılmaya başlamış ve varlıklarını XIV. yüzyıla ka-
dar devam ettirmişlerdir.181 Maniheizm Doğu İran
Maniheizm, batılı kaynaklarda Manichaean, Mani- (Horasan)’dan gelmiş olmasına karşın; Orta Asya
chean, Manicheism, Manicheisme, Manicheen gibi onun asıl merkezi olmuştur. Hatta burada 762’de
kavramlarla ifade edilirken, İslam kaynaklarında Uygur Devleti’nin resmi dini olmayı bile başarmış-
Menâniyye, Mâniyye, Mâneviye, Mâneviyye veya tır.182 Bu sayede resmî bir statüye sahip olan Mani-
Mennâniyye şeklinde geçer.172 Kurucusu kabul edi- heist inanç, özellikle Türkler arasında daha süratlice
len Mani ismi, Batı kaynaklarında grekçe Manicha- yayılmaya başlamış, İslam dininin karşısında geçici
ios, Latince Manichaeus şeklinde bir saygı ifadesi ola- bir devre güçlü mücadeleler vermiştir.183 X. asır İslam
rak kullanılır.173 İslam kaynaklarında ise ismi, Mani kaynakları, Uygurların, daha küçük bir devlet iken
b. Fetâk, Mani b. Fâtîk (Pattak) el-Hakim veya Mani bile, kendi dindaşları Maniheistleri himaye maksadı
b. Futtâk Bâbâk b. Ebi Berzam olarak geçer.174 ile Sâmânileri tehdit edebilecek bir kudrette olduğu
Maniheistler, eşyanın, zulmet ile nur birleşmesinden belirtilmektedir.184
meydana geldiğine ve her şeyin iyi-kötü, güzel-çir- Abbâsîler döneminde aşırı yayılmaları nedeniyle ta-
kin, gündüz-gece, ruh-madde, ışık-karanlık gibi iki kibata uğrayan Maniheistler, Mâverâünnehir’e git-
zıt kutup halinde çatışma halinde olduğuna inanır- mek zorunda kalmışlardır. Maniheistlerin bu göçü
lar. Bu inançları sebebiyle Maniheizm, senevî akım- Mâturîdî’nin yaşadığı Sâmâniler dönemine rastla-
lardan biri olarak kabul edilir.175 İslam kaynaklarında maktadır. Bu göçün sonucunda Semerkand’a yerle-
da Maniheizm’in, dualist/senevî bir dünya görüşüne şen ve yaklaşık 500 kişilik bir cemat oluşturan Ma-
sahip olduğu ifade edilmiştir. Bu nedenle birçok İs- niheistler, burayı kendi dinlerinin en önemli riyaset
lam âlimi Maniheizm’i Seneviyye üst başlığı altında merkezi haline getirmişlerdir.185 Semerkand’ın dı-
ele alınıp incelenmiştir.176 şında ayrıca Horasan, Şaş (Taşkent), Tunkent gibi bü-
Dinin kurucusu Mani, dinini yaymak için önce 241 yük şehirlerde de faaliyetlerini aktif bir şekilde sür-
yılında Hindistan’a ve oradan da İndus Vadisi’nin yu- dürmüşlerdir.186
karısına, Turan’a seyahat etmiştir. Daha sonra öğre- Sasani hükümdarı II. Nasr devrinde, Semerkand’da
tisini yaymak için Orta Asya’ya, Çin’e ve Horasan’a gittikçe güç kazanan Maniheistlere karşı takip edi-
da seyahatler düzenlemiştir.177 len bir baskı politikası, bu dine mensup olan Uygur
M.S. 242 tarihinde Sasani hükümdarı I. Şapur, Ma- Kağanı’nı harekete geçirmiştir. Nitekim kaynaklarda,
niheizmi resmi din olarak tanımış, bu sayede Mani- Uygurlar’ın Maniheistleri himaye maksadıyla Sâmâ-
heizm mensupları hiç bir engel olmadan kuzeydoğu nileri tehtid eder bir vaziyet aldığı ve Sâmânî hüküm-
İran’dan başlamak üzere, Medyen, Part, Horasan, darına bir mektup gönderdiği rivayet edilmektedir.187

652
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Bu rivayet, Mâturîdî’nin yaşadığı X. asırda bile Semer- inanmışlar, daha sonra muhtelif dinî, felsefî ve siyasî
kand’da kayda değer miktarda Maniheist bir toplumu- tesirlerin etkisiyle bu inançlarından uzaklaşmışlar-
nun bulunduğunu göstermekle birlikte bölgede din- dır. Özellikle aracı ilahlar olarak güneş, ay ve geze-
ler arası mücadelenin şiddeti hakkında gerçekten ilgi genlere, ondan sonra da bunların suretleri saydıkları
çekici fikirler de vermektedir. Dolayısıyla Mani dini putlara taparak şirk ve putperestliğe inanan bir din-
Orta Asya’da Uygur devletinin siyasî desteği ile ya- sel topluluk haline gelmişlerdir.194
yılmış, ancak söz konusu devletin siyasî güçleri azal- İslam âlimleri, Sâbiîleri incelerken ilk ve sonraki
dıkça da Mani dini Orta Asya’daki etkisini kaybe- Sâbiîler diye ele almaktadırlar. İlk Sâbiîler Kur’an’da
derek yerini İslam dinine ve Buzim’e terk etmiştir.188 Yahudî, Hrıstiyan ve Mecûsîlerle birlikte zikredilen
Nitekim kaynaklarda ahalisinin çoğu mani mezhebi gerçek Sâbiîler olup güney Mezopotamya’da yaşayan
üzerinedir, diye tavsif edilen Türkistan’da Uygur dev- ve son dönem kaynaklarda “Mandeenler”, “bataklık
letinin Kızgızlar tarafından ortadan kaldırılması (840) Sâbiîleri”, el-Vasıtıyye veya “el- Muğtasıla (vaftiz edi-
ile güç kaybetmeye başlayan Mani dini mensupları lenler) olarak isimlendirilmiştir.195 Mandeen Sâbiileri
Turfan’a yerleşmişlerdir. Soğd ve Semerkand bölge- ise Irak’ın ortalarında ikamet etmişlerdir. Eksi Sâbiî
sinin İslam orduları tarafından fethi ve 843 yılında adetlerini icra ettiklerinden asıl Sâ­biîlerden oldukları
Taozim hariç, bütün yabancı dinlerin Çin’de yasak-
ifade edilir.196 Mandeenler’in Yahya b. Zekeriyâ (Vaf-
lanması sonucu, artık Orta Asya’da Maniheistlerin
tizci Yahya)’ya bağlı oldukları197 ve başlıca ibadetlerin
sayısı azalmaya başlamıştır.189 Bununla birlikte Ma-
de vaftizcilik olduğu, bu nedenle vaftizci sâbiîler ola-
niheizm, XIII. yüzyıla değin Buddizm ve Nestûrî Hı-
rak bilindikleri,198 Jean Babtist Hristiyanlarını temsil
ristiyanlığı yanında kendi durumunu korumayı sür-
ettikleri ve Hristiyanlığın doğuşundan sonra da Hz.
dürmeyi başarmıştır.190
İsa’ya da tabi oldukları belirtilir.199
Sâbiîlik
Sonraki Sâbiîler ise Harrânîler olarak isimlendirilmiş
Sâbiîler’in oldukça eskiye dayanan bir tarihleri ol- olup Yunan, Yahudi, İran, Roma ve İslam tesiri altında
makla birlikte nasıl doğduğu, kimin tarafından ya- kalmış Mezopotamya kavimlerinin bir enkazıdır.200
yıldığı açık ve net olarak bilinmemektedir. Bununla İslam idaresi altında iken, bunların toplu olarak bu-
birlikte Sâbiîlik, tarihî süreç içerisinde birtakım siyasî lundukları yerler, Harran ile Basra civarındaki Betâyih
ve felsefî tesirlerin etkisiyle tahrifata uğrayarak ori- mıntıkasıdır. Harrâniyye mezhebi Irak’ın kuzeyinde
jinal şeklini yitirmiş, özellikle Babil, İran, Yahudi ve yaşamışlardır. Kildan putperestliği ile Yeni Eflatun-
Hıristiyanlara ait çeşitli dinî düşüncelerin etkisi al- culuğun karışımı olan bir dine inanmışlardı.201 Har-
tında kalarak bâtınî bir şekle bürünmüş ve kendi ran, putperest olan Süryâniler’in merkezi olup, Yu-
içinde çeşitli fırkalara ayrılmış bir din olarak kabul nan kültürünün merkezi olarak kal­mış, orada felsefe,
edilmektedir.191 riyâziye ve astronomi tedris edilmiştir. Bu bölge hal-
Kur’an’da üç ayette müstakil din olarak zikredilen kına Sâbiî isminini verilmesi Me’mûn (786-832) za­
Sâbiîlik’ten sadece isim olarak bahsedilmekte, kim manına tesadüf eder. Sâbiîler hakkında, İslam yazar-
oldukları, nerede yaşadıkları, ne tür inançları ve iba- larının en çok bahsetttikleri de bunlardır.202
det şekilleri olduğu hususunda hiçbir bilgi bulun- Mâturîdî’nin döneminde tesirlerini gösteren ve eser-
mamaktadır.192 Onlar hakkındaki bilgileri dinler ta- lerinde eleştirilen asıl Sâbiîler’in de düalist inanca sa-
rihi, kelam ve tefsir kaynaklarından öğrenmekteyiz. hip olan bu fırka (Harrânîler) olduğu anlaşılmakta-
Kur’an’ın nazil olduğu dönemde, müslüman toplumla dır. Mâturîdî, Te’vîlât’ın bir yerinde Sâbiîler hakkında
aynı coğrafyada yaşamalarına rağmen, söz konusu kendisine ulaşan beş farklı görüş nakleder. Buna göre
sosyal ve dinî grubun kimliği hakkında kesin ve ye- Sâbiîler, Meleklere tapan ve Zebur okuyan bir top-
terli bilgilere ulaşmak oldukça zor olduğu için, bun- luluktur; yıldızlara ibadet eden bir topluluğa deni-
lara ilişkin gerek Doğulu gerekse Batılı kaynaklarda lir; Yahudilerle Mecûsîler arasında bir topluluktur;
verilen bilgiler de genelde farklı ve çoğu zaman da çe- Mecûsîler ile Hıristiyanlar arasında bir topluluk-
lişkili olmuştur. Bu nedenle de Sâbiîlerin kimliği ko- tur; Zındıkların mezhebini takip edenler ve iki tan-
nusu devamlı tartışılan bir konu haline gelmiştir.193 rıya inananlardır. O, bu görüşleri naklettikten sonra
Sâbiîler hakkında İslam âlimlerinin aktarmış oldukları “Onların kitabı yoktur, bizim yanımızda onlar hak-
bilgilere bakıldığın da; esas itibariyle Hz. Nuh’un şe- kında bir bilgimiz de yoktur” itirafında bulunarak
riatına tabi olan Sâbiîler, başlangıçta Allah’ın birliğine Sâbiîler hakkında bir yorumda bulunmaz.203 Fakat

653
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

gerek Te’vîlât gerekse Kitâbü’t-Tevhîd eserlerinin de- değiştikçe çeşitli dinî, felsefî akımlarla karşılaşan Bu-
ğişik yerlerinde bazı inançları hakkında bilgiler ve- dizm, bunlardan etkilenerek birtakım değişikliklere
rir ve eleştiriye tabi tutar. Örneğin Mâturîdî, özellikle uğramıştır. Başlangıçta yalnız bir ahlak sistemi iken
Kitâbü’t-Tevhîd’de düalist görüşleri eleştirirken Sâbiî- tedricen gelişerek tam bir din haline gelmiş kendi ta-
leri Menâniyye’ye benzeterek onların nur ve zulmet nılarına, ayin ve merasimlerine, kendi ibadet ve fel-
düşüncesi etrafında şekillenen düalist bir inancı be- sefesine sahip olmaya başlamış ve farklı mezheplere
nimsediklerine işaret etmiştir.204 ayrılmıştır.216 Bu gelişim sürecinde bilhassa uluhi-
Sümeniyye (Budizm) yetle ilgili bazı meseleler- Buda’nın bizzat şahsının
Hind ilahları gibi mabud sayılmaya başlanması gibi-
Budizm, M.Ö. VII. ve VI. yüzyıllarda, eski Hindis- Budizm’e dahil edilmiştir. Sonuçta da yaşadığı yer-
tan’ın kuzeydoğusundaki Kapilavastu’da (Bugünkü lere ve dönemlere göre Budizm, kurucusu Buda’dan
Nepal’de) Hindli filozof Siddhartha Gautama tara- o nispetle uzaklaşmıştır. Nitekim kaynaklar incelen-
fından kurulmuştur.205 Hz. İsa’dan yaklaşık altı yüz- diğinde Budizm’in, Hint kültürünün yanı sıra Orta
yıl önce yaşamış olan Gautama için, Budist eserlerde ve Güney Doğu Asya’sından Orta Doğu’ya, Helen
Şakyamuni, eski Türkçe’de Burkan, bugünkü Türk- dünyasına ve Mısır’a kadar varan geniş bir coğraf-
çe’de ise Buda denilmektedir.206 “Buda”kelimesi Pali yaya yayıldığı, söz konusu bölgelere ve yerel kültür-
dilinde ve Sanskritçe’de “uykudan uyanmış” ya da lerine egemen olduğu ve bu kültürleri derinden etli-
“aydınlanmış kişi” anlamına gelir.207 lediği anlaşılmaktadır.217
Budizm, İslam kaynaklarında Sümenî, Sümnâ veya Şüphesiz bu, hiçbir zaman tek yönlü bir etkileme sü-
Sûmenât’a nispetle elde edilen bir zümre ismi anla- reci olmamıştır. Zira yerel kültürler de Budizm’i et-
mında “Sümeniyye” olarak zikredilir.208 Sümeniyye kilemiş ve sonuçta birbirinden oldukça farklı Budist
kelimesi, “Budist keşişler” anlamındaki Sanskritçe okullar ortaya çıkmıştır. Örneğin, Milâdî birinci as-
şramana’dan türeyen bir kelime olduğu da ileri sü- rın sonlarında Orta Asya’dan gelerek Keşmir ve Pen-
rülmektedir.209 cab bölgesini ele geçiren göçebe toplulukların Bu-
Makdisî, Hintlilerin biri Berâhime, diğeri Sümeniyye dizm’i kabul etmeleri ve Budist din adamlarının söz
olmak üzere iki mez­hebe ayrıldıklarını belirtirken,210 konusu dini bu insanların anlayışları ve ihtiyaçlarıa
Bîrûnî Hin­distan’da biri Hintliler, diğeri Sümeniy­ye göre yorumlama gayretleri sonrasında Mahaya ve Hi-
olmak üzere iki taife bulunduğunu söylemektedir. naya Budizm’i dediğimiz mezhepler ortaya çıkmıştır.
Buradaki Sümeniyye ile Budistler kastedilmektediler. Aynı şekilde Budizm’in Çin ve Japonya’ya yayılması
Bîrûnî, Budistleri, Muhammire (kırmızı giyenler), ba- da Çin Budizm’i veya Zen Budizm’i gibi yeni ekolle-
zan da Sümeniyye diye adlandırmıştır.211 Bağdâdî ise rin doğuşuna imkân sağlamıştır. Bu gün Budizmin
Budistler için, Sümeniyye ismini kullanılır, ancak tena- hâkim olduğu memleketlerdeki Budist okulları iti-
süh inançlarından dolayı onları Ashabu’t-Tenâsuh’un kat, ruh ve an’ane itibariyle kısaca din anlayışlarıyla
bir fırkası olduğunu belirtir.212 Mâturîdî, Kitâbü’t-Tev- birbirine benzemediği görülmektedir. Bu okulların
hîd’de Budizm’i Sümeniyye başlığı altında ele almış yegâne ortak özelliği ise Buda’yı kendi ruhanî lider-
ve âlemin ezeli/kadîm olduğunu ileri sürdüklerine ve leri kabul etmeleridir.218 Kaynaklarda Budizmin bu
tanrı fikrine yer vermediklerine dikkat çekerek on- tarihsel gelişim ve dönüşüm tarihi genel olarak “İlk
ları bu inançları nedeniyle eleştiriye tabi tutmuştur.213 Budizm Dönemi: M.Ö. VI- M.Ö. III.”, “Hinayana
Budizmin, İslam kaynaklarında genel olarak eski Hin- Budizmi Dönemi: M.Ö. III- M.S. I”, “Mahayana Bu-
distan ve Çin’deki doğu halklarının kadim putperest dizmi Dönemi: M.S. I-XXI” olmak üzere üç ana dev-
dinlerinden biri olarak tasvir edilir.214 Mâturîdî ise bu reye ayrılarak incelenmiştir.
dinin mensuplarını nesnelerin özelliklerini savunan 2.3. a. İlk Budizm Dönemi (M.Ö. VI- M.Ö. III.)
ve buradan hareketle âlemin kendilerine herhangi bir Bu dönem, Buda’nın aydınlanmaya kavuşmasından
güç ve kudret bulunmayan ancak ezeli olan nesne- Maurya Kralı Aşokanın M.Ö. III. asırda Budizm’i
lerin birleşmesi ile meydana geldiği inancını benim- krallığın resmî dini olarak kabul etmesine kadar ge-
seyenler şeklinde bahseder.215 çen üç asırlık dönemi ihtiva eder.219 Buda’nın ölümün-
Budist öğreti günümüzde, ilk aslından uzaklaşarak den sonra öğretisi, Magadha ve Kosala krallıkları’nın
bundan çok daha fazla bir şeyi ifade etmektedir. Özel- hakim olduğu dönemde müntesipleri tarafından sür-
likle Buda’nın ölümünden sonra zaman geçtikçe yer dürülmüştür. Ancak bu dönnemde Budist öğreti dış

654
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

etkilere kapalı, saf bir Hint dini olarak kalmıştır.220 bireysel uygulamasına aşırı vurgu yapıldığı bir dö-
Dolayısıyla Budadan sonra onun kurduğu şekilde, nem olarak dikkat çeker.227
onun maksadına en uygun bir halde olan Pali şeri- M.Ö. III. yüzyılda Hindistan imparatoru olan Aşoka,
ati bu dönemde oluşturulmuş ve yine bu dönemde Budizm tarihi açısından kesin bir dönem noktasıdır.228
Pali şeriatine bağlı ilk mezhepler ortaya çımıştır.221 Çünkü Kuzey Hindistan’da küçük bir hareket olarak
İlk Budacı dinsel konsil Rajagrha/Rajgir’de (M.Ö. başlayan Budizm, asıl gelişme çağını onun krallığı dö-
483) Budist öğretilerini tespit edebilmek amacıyla neminde (M.Ö. 270-236) yaşamıştır. Zira Aşoka, Bu-
toplanmıştır. Burada Buda’nın sözlerinin derlen- dizmi ve misyonerlerini desteklemiştir. Onun verdiği
mesi ve kurallara dökülmesi kararı alınmıştır.222 Bu bu destek, Budizm’in, o dönemin en büyük dini ol-
konsil oldukça önemlidir. Çünkü Tripitaka ya da masına ve başta bütün Hindistan olmak üzere Sey-
Pali Canon’un yazılarının üçte ikisi bu toplantıda lan, Gandhara, Türkistan, Tibet, Suriye, Mısır, Türkis-
tespit edilmiştir. Bunların isimleri Sutta Pitika (Bu- tan, Kuzey Afrika, Orta ve Doğu Asya, Çin, Japonya,
danın söylevleri) ve Vinaya Pitika (Manastır disip- Kore’ye kadar uzanan geniş bir coğrafyada yayılma-
lini)’dır. Bu metinler Budist kutsal metinlerinin te- sında önemli rol oynamıştır.229
melini teşkil etmiştir.223 Kral Aşoka Budist öğretileri başkalarına tanıtmak
İkinci konsil ise Vaişali kentinde (M.Ö 383) toplan- için komşu ülkelere misyonerler göndermiştir. Böylece
mıştır.224Ancak bu konsil de yeterli etkinlik göste- güçlü bir imparatorun himayesi altına giren Buddist-
rememiştir. Bu kuruldan hemen sonra Budacılıkta ler, diğer din ve mezheplere göre bir devlet dini avantajı
daha sonraki yüzyıllarda filiz vererek olan ayrılık to- sağlayarak dinlerinin propagandasını sadece Hindis-
tan’da değil güneyde Malezya, Seylan ve Endonezya’ya
humları atılmıştır. Bu ilk büyük bölünmede Budist
kadar kuzeyde de Tibet ve Nepal’i aşarak Çin’e kadar
cemaat, Mahâsanghikalar (yenilikçiler) ve Sthavira-
yaymaya çalışmışlardır. Orta Asya’da faaliyet merkezi
lar’ın (Muhafazakârlar) olmak üzere iki gruba ayrıl-
olarak Herat ile Merv şehirlerini tercih etmişler, bura-
mıştır. Mahâsanghikalar Buddholojinin (Budist fel-
lardan da özellikle Helen etkisindeki Tirmiz, Belh ve
sefesinin) oluşmasında büyük rol oynamışlardır. Bu
Amuderya bölgesinde hızla yayılmışlardır.230
grup Budizmin ünlü Mahayana mezhebinin oluşma-
sına temel teşkil etmiştir. İkinci grup olan Sthavira- 2.3. c. Mahayana Budizmi Dönemi (M.S. I- XXI)
lar’ın ise gelenekçiydi, ilerki dönemlerde ortaya çıkacak Bu dönem, Kral Aşoka’dan Kuşhan Kralı Kanişka’ya
olan Himanaya mezhebi tarafından temsil edilmiştir. kadarki dönemde ve sonrasında yerel kültürlerle et-
Budizmin ilk itizalî (bidatçıları) hareketi olarak bili- kileşim sonrasında gelişen ve Mahâsanghika mezhe-
nen Mahâsanghikalar Hindistan’da Budizm silinin- binin görüşlerinin bir devamı niteliğinde olan Ma-
ceye kadar varlıklarını sürdürmüştür. Bu süre içinde hayana mezhebini içerir.231 Kral Aşoka’dan sonra,
pek çok yeni öğreti ve değişik görüşle Budizme yeni Maurya Krallığı Sunga Hanedanlığının (M.Ö. 185)
bir soluk getirmişlerdir. Seçkin ama tutucu ermişle- eline geçince, Budizm için bir bakıma diaspora dö-
nemi başlamıştır. Anlaşıldığına göre Sunag dönemi
rin değil halkın yanında yer aldıkları, geniş kitlelere
Maurya krallarının Budizmi kayıran tutumuna bir
açıldıkları için yeni düşünceler, halka daha yakın, sı-
tepki olarak gelişmiştir.232 Çünkü katı bir Brahman
cak ve kolay gelen öğretiler, inançlar hep bu yoldan
olan Kral Sunga, ülkesindeki bütün stupaların (sü-
Budizme geçmiştir.225 Bunlar Buda’nın şahsiyetini ar-
tünların) yıkılmasını, vihaların hindu mabetlerine
zın fevkindeki bir âlemde farz etmişler, onun asli do-
dönüştürülmesini ve buralarda yaşayan Budist ke-
ğasına dair anlayışları değiştirmişler ve onu bir nevi
şişlerin öldürülmesini emretmiştir. Bunun üzerine
dini inanç objesi haline dönüştürmüşlerdir.226 Bunun
Budistler Keşmir ve Afganistan gibi Sunga krallı-
neticesinde Buda tapınılacak, insanüstü, yüce bir var-
ğına uzak bölgelere sığınmak mecburiyetinde kal-
lığa, bir tür tanrı inancına dönüşmüştür
mışlardır.233
2.3. b. Hinayana Budizmi Dönemi (M.Ö. III- M.S. I) Budistlerin sığınak gördükleri bu bölgelerde Yüeçi-
Hind Kralı Aşoka dönemini içine alan bu evre, Bu- ler/Kuşanlar tarafından M.S. I. yüzyılda Kuşan Kral-
dizm’in sapık bir Hindu mezhebi görünümünden kur- lığı kurulmuştur. Devletin kurucusu Kujula Kadp-
tulup ayrı bir din konumuna ulaştığı ve yine Aşoka hises başta olmak üzere kuşan Krallarının hemen
zamanında belirlenen ahlaki ilkelere ve bunlaraın hemen hepsi Budizm’i kabul ederek bu inanca sahip

655
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

çıkmışlardır.234 Bu sayede devlet dini olma statüsüne bu mezheplerden özellikle Hinayana ve Mahayana
erişmiş olan Budizm tüm Orta Asya’ya yayılma im- ekolü daha çok yayılmış ve etkili olmuştur.
kânı elde etmiştir. Özellikle Budacılığın ikinci büyük Hinayanacılar, tabiat olarak muhafazakâr olan eski
koruyucusu kabul edilen Kral Kanişka döneminde gerçek Budizm’in takipçileri olmuşlardır. Hinayana
(M.S. 78-103) Bududizm altın dönemini yaşamış ve Tanrı’nın varlıgını inkâr eden bir mezhep olduğu
İç Asya’nın tamamına yayılmasını da bu dönemde
için ateisttir. Tanrı’nın bağışına bağlı olmayan bi-
göstermiştir.235 Zira Kral Kanişka, krallığının sınır-
lincin durması demek olan Nirvana’ya ulaşmak is-
ları olan Kuzey Hindistan, Pakistan, Doğu Afganis-
ter. Karma yasasını ve yeniden doğuş teorisini ka-
tan, Özbekistan ve Tacikistan’da Budizm’i yaymak
bul eder. Mensupları saf Budizm’e yani Buda’nın asıl
için birçok keşiş tapınağı yaptırmıştır.236
telkinlerine kendilerinin muhatap olduklarını iddia
Yine Kanişka döneminde Budist tarihi açısından ederek Mahayana koluna bağlı olanları sapkınlıkla
önemli bir diğer gelişme, halka dönük bir Tanrıcı- suçlarlar. Çok kompleks bir dünya görüşü oluşturan
lık akımının ortaya çıkmasıdır. Budizmin (özellikle Mahayana ise köklü şekilde ahlak, doktrin, manas-
Mahayana kolu) yayılma gösterdiği bölgelerde tanrı tır hayatı ve Buda anlayışı konusunda Hinayana’dan
inancına sahip olan Hıristiyanlık, Zerdüştîlik, Ma- ayrılır.245 Bu grubun mensupları toplumu bir bütün
niheizm gibi dinlerle tanışması ve onlardan etkilen- halinde ele alarak herkesin kurtuluşa ermesini amaç
mesi neticesinde Budist doktrininde tarihsel Buda edinmişlerdir. Budizm’in bu kolu başka din ve dokt-
Gotama, Hıristiyanlıktaki İsa gibi, Brahmanlardaki rinlerden yararlanmakta sakınca görmemiştir. Bu ne-
Krişna ve Rama gibi insan biçiminde dünyaya gel- denle Budizm’e birçok yenilik ilave etmiştir. Yapılan
miş bir tanrı olarak bir tapınma kültüne dönüştü-
ilk yenilik ise Tarihsel Buda’nın ontolojisine yönelik
rülmüştür.237
olmuştur. Bu bağlamda Mahayana mensupları, Bu-
Kuşanlar devri (M.S. I-III. asır) Budizm’in Orta As- da’yı ölümünden sonra tanrı katına yükseltmişler ve
ya’da yayılmasında çok önemli bir merhale teşkil et- kendisinden kalan kalıntılara da kutsal bir eşya gibi
tiği görülmektedir. Nitekim kaynaklarda Budizm’in tapmışlardır. Buda’yı kutsamak için de büyük yapı-
Mahayana mezhebine ait olmak üzere Kanişka ta- lar inşa etmişlerdir. Başlangıçta tanrısız, tapınaksız
rafından Semerkand, Merv, Belh ve Buhârâ’da238 bir öğretiyi yüzyıllar sonra çok tanrılı, dev tapınaklı,
“Nev Bahar” (Sanskritçe Nova Vihara) adıyla Bu- törenli, dualı bir din haline getirmişlerdir.246
dist manastırları kurulduğu belirtilir.239 Bu mabet-
Mahayana’nın özünü teist ve politeist din düşüncesi
ler ve misyonerler, bir taraftan Budizm’in Asya’nın
oluşturmaktadır. Bu ekolün mensupları Tanrı, ruh ve
iç kısımlarına taşırken, diğer taraftan da Hint felsefe
ve kültürünün bu topraklarda çok geniş bir şekilde insan kaderi hakkında pozitif fikirler vermektedir.247
yayılma ve tutulmasına yardım etmiştir.240 Özellikle Budizm’de muşahhas Allah inancı olmamakla bera-
III. asırda Budizm Buhârâ’da altın çağını yaşamıştı. ber Mahayana koluna göre Buda’nın ilk bedeni olan
Yine bu bölgede Mahayana mezhebi için büyük bir Dharma bedeni (Dharna-kâya) ezelî ve bir tek olan
mabed inşa edilmiştir.241 Nitekim Nerşâhî, Buhârâ’nın Tanrı telakkisine benzemektedir.248
Buda heykeli endüstrisinin merkezi haline geldiğini, Budizm’in İç-Asya’da yayılışının en kudretli devresi
“Mah” adındaki Buhârâ hükümdarı tarafından Bu- asıl vatanı olan Hindistan’da durumunun kötüleş-
dist heykellerinin alım ve satımının daha rahat ve ko- tiği zamana rastlar. Şöyle ki Kuşanlar Krallığı M.S.
laylıkla yapılabilmesi için “Mah-ı Rûz Çarşısı” kurul- III. yüzyılda Sasanîlerin saldırıları ile zayıflamış ve
duğunu belirtir.242 Ak Hunlar’ın (Eftalitler) hakimiyeti altına girmişti.
Kaynaklarda verilen bilgilere göre Buda’nın ölümün- Bu olumsuz gelişme neticesinde devlet desteğini kay-
den sonra Budizm’in üç ana mezhebe ayrılmıştır. beden Budizm Hindistan’da Brahmanisler karşı-
Bunlar, Hinayana (Küçük Gemi), Mahayana (Büyük sında önemini yitirmiş, azınlık durumuna düşmüler
Gemi) ve Mantrayâna (Elmas Gemi)’dır.243 Söz ko- ve hatta çeşitli baskılara mazruz kalmışlardır.249 Bu
nusu bu üç ana mezhep, felsefi sistemleri, manastır durum karşısınd Budistler kendilerine daha güvenli
hayatındaki hususiyetleri, şeriatleri, birbirinden ayrı bir bölge gördükleri Khotan (Uygur) ülkesine yönel-
olan kitapları, ayin ve ibadetleriyle birbirinden çok mişler ve kuzeyde İpek yolu denilen Afganistan, Mâ-
farklı ve hatta birbirine çok zıd şekilleri arz etmişler- verâünnehir, Kaşgar güzergâhını izleyerek Orta Asya,
dir.244 Mâturîdî döneminde ise Orta Asya bölgesinde Doğu Türkistan ve Uzak Doğu’ya yerleşmişlerdir.250

656
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Zamanla Budizm’in kalesi haline gelen Khotan ülkesi, kalmıştır.260 Özellikle Sasânîler’in desteklediği Zer-
bu kovalanan din için yalnız bir sığınak olmakla kal- düştîliğin şiddetli mukavemetine uğramış ve bu din
mamış, onu bol bol beslemiş, geliştirmiş ve daha geniş karşısında düşüşe geçmiştir. Nitekim daha önce Bu-
yerlere, İç-Asya’ya, hatta ondan da öteye, Uzak-Do- dist mabedi olarak kullanılan Mâhn-ı Rûz çarşısı
ğu’ya, Çin’e kadar yayılabilmesi için lazım olan her daha sonra Zerdüştîler tarafından ateşgede haline
şeyi vermiştir.251 Hatta bir rivayete göre Khotan ülkesi, getirilmiştir.261
yüz farklı manastıra ve sayıları da 5.000’i bulan Bu- Bütün bunlar, Budizm’in yavaş yavaş özellikle Buhârâ’da
dist keşişlere başarıyla ev sahipliği yapmıştır.252 Neti- gerilemesine sebep olmuşsa da Sâmâniler devletinin
cede Hindistan’dan kaçan bu keşişler kendilerine böy- çıkış yeri olan Belh ve Semerkand’da etkisi devam
lesi güvenli bir yere kavuşmayı fırsat bilmişler, bunu etmiştir. Nitekim kaynaklarda Mâverâünnehir aha-
değerlendirerek bilhassa İç Asya’daki önemli kent- lisinin Budist olduğu kaydedilmektedir.262 Ayrıca İs-
lerden olan Batı Türkistan, Hotan, Yarkent, Kaşgar lamî fetih hareketlerinin başladığı sıralarda (Kuteybe
ve Kuça’da Budizmi hızla yaymaya başlamışlardır.253 b. Müslim döneminde) Semerkand’a birçok Buda hey-
Budizm’in Doğu Türkistan’a (Khotan ülkesine) iki yol- kelinin bulunduğu ve fetihten sonra bunların imha
dan geldiği anlaşılmaktadır. Bu yollardan biri, Bakt- edildiği, Tirmiz’de ise 12 Budist mabedinin ve 1.000
riyan ve Pamir üzerinden, kuzey ve güney ipek yol- kadar da Budist rahibinin bulunduğu kaydedilmek-
larının batıdaki kavşak noktası Kâşgar’a varmakta, tedir. Belh ve çevresinde Budist Viharalarının pek
buradan kervanlarla vaha şehirlerine ulaşmakta; çok olması da Budistliğin etkisini göstermektedir.263
öteki, Keşmir ve Kara-kurum üzerinden Hotan ve VIII. yüzyılda Budizm, asıl altın çağını Uygurlar dö-
Yarkend’e kavuşmaktadır.254 Türkler’in yaşadığı yer- neminde yaşamıştır. Bu nedenle Uygurlar Budizm
lere bu iki yoldan nüfuz eden Budizm, daha çok Yar- tarihi bakımından oldukça önemlidir. Her ne kadar
kent ve Khotan’da Mahâyâna mektebi ile kaçgar ile VIII. yüzyılda, Bogu Kağan (Mo-gu) Çin’den gelen
Kuça bölgesinde ise Hinâyâna mektebi ile yayılmış- Maniheist rahiplerle temasa geçip bu dini benimse-
tır. Fakat Mahayana mektebi diğerine göre daha çok yerek resmi din haline getirmiş olsa da Uygurlar IX.
etkili olmuştur.255 yüzyıldan sonra Budizm’i kabul etmişlerdir. Gök-
Budizm’in, VI. yüzyılda büyük bir devlet kuran Gök- türkler döneminde sadece hükümdar ve yönetici çev-
türkler arasında da yayılmaya başladığı bilinmekte- relerde yayılma gösteren Budizm, artık bu dönemde
dir.256 Bilhassa Çinli Budist rahiplerin Doğu ve Batı halkın arasında da iyice tutunmaya başarabilmiştir.264
Göktürk sahaları içine nüfuz ederek hükümdarlar Orta Asya’da Türklerin arasında Budizm’in daha
ve yönetici sınıf nezdinde bu dini yaymaya çalışmış- çok Mahayana mezhebi yayılmıştır. Ancak VII. yüz-
lar, Buhârâ ve Belh şehirlerini de kendilerine merkez yıldan itibaren eski parlaklığını kaybetmeye başla-
seçmişlerdir.257 Kaynakların verdiği bilgilere göre Bu- mış ve Orta Asya’da Türklerin arasında, X. yüzyıl-
dizm’in Göktürk Devleti’ne ilk kez Toba Han döne- dan itibaren İslamiyet’in hızla yayılması karşısında
minde (572-581) bir Çinli Budist’in teşviki sonucu silinme yolunu tutmuştur. XI. yüzyılın birinci yarı-
girdiği anlaşılmaktadır.258 sında Orta Asya, Horasan, Afganistan’da bütün iz-
Göktürk Kağanı To-Po Han (M.S. 572-581) Budizm’i leri silinmiştir.265
kabul etmiş, bu dinin Türkler arasında da yayılma- Brahma dini İslam devrinde kendini koruyabildiği
sına neden olmuştur. Ancak Budizm’in yayılışı daha halde Budizm’in, kısa sürede son bulma sebepleri
çok hükümdar ve çevresinde etkili olmuş, halk ara- arasında Budist mabetlerinde putların çok olması
sında pek etkili olamamıştır. Bunun yanında bu dö- dolayısıyla bu dine Müslümanların, özellikle put-
nemlerde (VII. asrın başlarında) Budizm Buhârâ ve perestliğe dayalı bir din gözüyle bakmaları sayılabi-
çevresinde güç kaybetmeye başlamıştır. Çünü söz ko- lir. Nitekim Vâsıl b. Atâ ve Mâturîdî gibi İlk kelam-
nusu bölgelerde ticaretin Hintliler’in elinden İranlı- cıların yanı sıra Kuteybe b. Müslim gibi müslüman
lara geçmesiyle ve Sasânî imparatorluğunun da etki- yöneticiler fetihleri boyunca karşılaştıkları Budist-
siyle Budizm’in yerini önemli ölçüde devlet dini olan lere karşı ciddi mücadeleler vermişlerdir. Onlar Bu-
Mecûsîlik almıştır.259 dizm’i, mabedlerinde birçok put bulundurmaları
Orta Asya’da yayılmaya çalışan Budizm, buralarda sebebiyle putperestliğe dayalı bir din olarak kabul
Hıristiyanlık, Maniheizm ve Zerdüştîlik gibi çeşitli etmişler, Budistleri de Kur’an’da Peygamberin Mek-
dinlerle tanışmış ve bunların rekabeti ile karşı karşıya keli düşmanlarının bir ilişki kurdukları putperestler/

657
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

müşrikler gibi algılamışlar, mücadelelerini bu çerçe- olduğuna karar verilmiş, diğer bir ifadeyle İsa’nın
vede gerçekleştirmişlerdir.266 ulûhiyetine vurgu yapılarak, Arius’un fikirleri (Ari-
Günümüzde ise, Budizm artık Hint Yarımadası veya usçuluk) tekrar reddedilmiştir.273
Doğu Asya’ya özgü değil, dünyanın hemen her ye- Arius’tan sonra, Hıristiyanlar arasında Teslis’ten kay-
rinde taraftarı bulunan evrensel bir dindir. Budizm’in naklanan kayda değer en önemli kristoloik bölünme-
yerel kültürlere uyumda gösterdiği başarı, onun ya- lerden biri de Miladî V. yüzyılda afaroz edilen Nes-
yılmasını kolaylaştıran önemeli bir faktör olmakla torius’un (ö. 451), İsa’nın insan-Allah değil, Allah
birlikte, aynı zamanda onun kendi içinde çok farklı taşıyıcısı olduğu görüşünü ileri sürmesinden sonra
dini düşünce ve uygulamaları barındırması ve ilk ortaya çıkan Nestûrîlik hareketidir.
formundan oldukça uzaklaşmasına neden olmuştur. Nestûrîlik, İsa’da ilâhî ve insanî olmak üzere iki ayrı
Hıristiyanlık şahsiyetin yan yana, birbirine karışmaksızın varlığını
Mâverâünnehir bölgesinde çeşitli zamanlarda yayılma sürdürdüğü görüşüne dayalı Diyofizit akideyi savunan
gösteren dinî gruplardan biri de Hıristiyanlar olmuş- İstanbul Patriği Nestorius taraftarlarının oluşturduğu
tur. Ancak bölgede Hıristiyanlık daha çok Doğu ki- kristolojik cereyanlardan biri olarak tanımlanır. An-
lisesi mensupları tarafından temsil edilmiştir.267 Bu takya İlahiyat Okulu’nun teolojik görüşlerinden kay-
çerçevede Ortodoksluk (Bizans kilisesi) birinci sı- naklan Nesturî hareketi, teslisin ikinci uknumuna
rada yer almış, daha özelde ise Nastûrîlik mezhebi bağlı bir hareket olarak görülür.274
ön plana çıkmıştır.268 Bu bakımdan Hıristiyanlığın Antakya İlahiyat Okulu, özellikle İsa’nın, insan ta-
tamamını ele almaktan ziyade genelde Doğu Hıris- biati üzerinde durmuş, onun şahsiyeti ile kelimenin
tiyanlığını özelde ise Nastûrîliği ve yayılışını ele al- ayrılığını ispata çalışmış ve bundan dolayı insan-Al-
mamız daha uygun düşmektedir. lah inancına doğru yönelmiştir. İskenderiyye Okulu
Hıristiyan dünyası için bütün IV. yüzyıl, Oğul ile Ba- ise, iki tabiatın ayrılığını inkâra giderek İsa’nın şah-
ba’nın aynı cevherden olup olmaması meselesi ile il- siyetindeki birlik üzerinde durmuş, onun şahsında
gili mücadelelerle doludur.269 Nitekim Protestanlığın bedenleşmiş bir Allah’tan bahsederek, İsa’nın ulûhi-
ortaya çıkışına kadar olan tarihi süreç içinde Hıristi- yeti üzerinde ısrar etmiştir. Neticede bu iki düşünce
yanlar arasında meydana gelen bölünme sebeplerine akımından şarkın Monofizit ve Diyofizit/Nestûrî
bakıldığında dikkat çeken en önemli husus “teslis” Hıristiyanlar olmak üzere iki büyük itizâlî hareketi
özellikle de teslisin ikinci uknumu olan İsa ile ilgili- doğmuştur.275
dir. Örneğin Ariyusçuların, Nestûrîlerin ve Monofi- Nestûrîliğin kurucusu Nestorius, sadece İsa’da iki ru-
zitlerin ortaya çıkmasına, teslis inancının oluşum sü- hanî varlık gizlendiğini yaymakla kalmamış, kendi
recinde meydana gelen tartışmalar neden olmuştur.270 akidesine göre onda tanrılık ve insanlık diye iki şah-
M.S. 381 yılında icra edilen İstanbul Konsilinde Hı- siyet aramıştı. Nestorius, Mesih’te iki doğanın, yani
ristiyanlığın en önemli iman esası haline gelen “teslis” tanrısal ve beşerî unsurların var olduğunu, Mer-
inancına ilişkin en önemli itirazlar IV. yüzyılda Arius yem’in ise, saf bir insan doğurduğunu savunmuştu.276
tarafından yapılmıştır. Arius, “Bab/Tanrı”nın sonsuz Ona göre bir yanda günahsız, mükemmel ve bede-
ve doğrulmamış olduğunu oysa “Oğul”un (İsa’nın), nen Meryem’in oğlu olan İsa, öte yanda aynı bede-
“Baba” tarafından yaratıldığını, dolayısıyla ikisinin nin içindeki Tanrı’nın kutsal kelâmı ya da logos bu-
aynı cevhere sahip olmadığını ileri sürmüştü. O, bu lunuyordu. İşte bu çerçevede İsa’nın kaynaşık değil
görüşüyle dolaylı olarak İsa’nın tanrı olduğu inancını fakat iki doğası olduğu yolundaki tez onun sayesinde
reddetmişti. Bunun üzerine, İskenderiye Patriği, Ari- oluşturulmuştu.277
us’u afaroz etmiştir.271 Nestorius’a göre; İsa, Allah değil, insan olarak doğ-
Arius, afaroz edilmesine rağmen, İmparatorluk içinde muş ve bedenine Logos’un (Kelamı) girmesi ile Tanrı
problem olmaya devam etmiş, bunun üzerine İmpa- olmuştur. Diğer bir ifadeyle İsa, içinde Tanrı’nın ke-
rator Konstantin, Hıristiyanlar arasındaki görüş ayrı- limesinin bulunduğu bir insandan başka bir şey de-
lıklarını gidermek amacıyla 325’te İznik’te bir konsil ğildi. İsa, insan-Allah değil, sadece Allah taşıyıcısıy-
toplamıştır.272 Hıristiyanlık tarihinde ilk Genel Kon- dı.278Böylece İsa, Nestorius’a göre, biri beşerî, biri ilahî
sil olarak kabul edilen bu konsilde büyük tartışmalar olmak üzere iki ayrı uknumdan teşekkül ediyordu.
olmuş ve sonunda, Oğul’un, Baba ile aynı cevherde Bu durum ise, İsa’nın ulûhiyetine halel getirmiyordu.

658
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Çünkü İsa, ona göre, beşerî tabiatıyla tam insan, ilahî iki önemli siması vardı: İskenderiyeli Cyrille, İstan-
tabiatiyle de ilahdı. İsa’nın beşerî şahsı Meryem’den bul manastır reisi Eutyches.286 Bu öğreti, İsa’da tek bir
doğmuştu, ilahî şahsı ise Tanrı’nın ebedî kelamını şahıs var olduğunu, ancak bu şahsın doğasının be-
oluşturuyordu. Bu durumda Meryem, Nestorius’a şeri değil, sadece tanrısal olduğunu ileri sürüyordu.
göre, İsa’nın Ulûhiyet tabiatının annesi değil, insani- Diğer bir ifadeyle İsa’da insanî tabiatın, ilahî tabiatın
yetinin annesiydi.279 Nestorius, bu yüzden Hz. Mer- içinde kaybolduğunu; böylece, İsa’da yalnız bir ilahî
yem’e Thetokos (Tanrı Anası) denilemeyeceğini, ona tabiatın mevcut olduğunu savunuyordu.287 Bu düşün-
sadece Christotokos (İsa’nın Anası) denilebileceğini ceye, İsanbul patriği ve Papa I. Leon karşı çıkmış ve
öne sürmüştü.280 tartışmalar tekrar alevlenmişti. Buda toplumda hu-
Onun bu görüşleri geniş yankı uyandırmış, tartışma zursuzluğa neden olmuştu.
ve ayrılıklara sebep olmuştu. Bunu engellemek için Bizans İmparatorluğunda inanç farklılıklanndan do-
Papa Celestine önderliğinde hem Roma hem de İs- layı ortaya çıkan bu tartışmalardan rahatsız olan İm-
kenderiye’de 430 yılında sinodlar toplanmıştı. Bu- parator Marcian, bu farklılıkları gidermek amacıyla,
rada Nestorius’un sapkınlığına karar verilmiş ve 451 yılında Kadıköy’de bir Konsil toplamıştı.288 Hı-
Nestorius görevden uzaklaştırılarak onun yerine İs- ristiyanlarca IV. genel konsil olarak kabul edilen bu
tanbul (Bizans) piskoposu olarak Maximian adında konsilde, Monofizit doktrin reddedilerek Tanrının
biri atanmıştı.281 ebedi mesajının vücud aldığı İsanın gerçek insanlığı
Nestorius, Papa’nın afarozundan ve kendi görevin- hakkındaki İznik ve Efes konsilleri öğretisi yeniden
den atılmasından sonrada fikirlerini yaymaya devam onaylanmıştı.289 Ayrıca İsa’nın tam teşekkül etmiş, bir-
etmiş, birçok taraftar toplamayı başarmıştı. Bundan birinden ayrılmaz ancak birbirine de karıştırılamaz
kısa bir zaman sonra Nestorius’un başlattığı bu iti- iki tabitı olduğu ve bu tabiatların karışma ve bölün-
zale son vermek ve Hıristiyan birliğini tekrar koru- mesinin söz konusu olamayacağı, her birinin kendi
mak amacıyla İskenderiyye ve Roma piskoposları- özel varlığını karuduğu kabul edilmişti.290
nın önderliğinde “III. Genel Konsil” olarak kabul Kadıköy Konsilinden sonra Hıristiyan dünyasında bö-
edilen Efes konsili İmparator II. Theodosius zama- lünmeler ve karşıklıklar daha da arttı. Nitekim Kon-
nında miladî 431’de toplanmıştı.282 Efes konsilinde, silde alınan kararlarının, siyasî otoritenin desteği alı-
325 İznik Konsili kararlarına uymayan Nestorius’un narak zorla kabul ettirilmeye çalışılması İskenderiye,
bu fikirleri, İsa’nın tanrılığını gölgeleyebilecek görüş- Antakya ve Kudüs’te karışıklıkların ortaya çıkmasına
ler olarak değerlendirilmiş,283 Nestorius ve taraftar- neden oldu.291 Neticede Roma ve İstanbul Kiliseleri
ları afaroz edilerek, “Katolik Kredosu” yani evrensel Kadıköy Konsilinin öğretisini abul ederken, aynı öğ-
Hıristiyan Kredosu kabul edilmiştir. Bu Kredo’nun reti hem Mısır Kilisesi (Kıptî Kilisesi) hem de Suriye
ilkelerine göre, “İsa’da iki tabiat birleşmiş, insaniyet Kilisesi (Batı Süryânîleri/Ya’kûbî Kilisesi) tarafından
ve ulûhiyet bir tek uknum omuştur. Bakire Meryem, reddedildi. O tarihten itibaren Diyofizit (iki tabiatçı)
bir insan annesi değil; ilahî uknumun annesi olarak, Roma ve Bizans (İstanbul) Kilisesi ile Monofizit (tek
Allah annesidir (Theotoos).284 tabiatçı) Mısır ve Suriye Kilisesileri arasındaki bir-
Aforoz edilen Nestorius, 431’de önce Antakya’da bir lik son bulmuş ve ayrılış süreci fiilen başlamıştır.292
manastıra, sonra da Mısır’a sürülmüştür. Fikirleri- Önce Roma ve Bizans kiliseleri olarak ayrılmış olan
nin Efes konsilinde mahkûm edilmesine ve Akde- Hıristiyan birliği, Roma ve Bizans hâkimiyeti altında
niz ülkelerinde uğradığı zulümlere rağmen davasın- Diyofizitler (Melkitler) ve daha çok Doğuda yayılmış
dan vazgeçmeyen Nestorius, Sasânîlere sığınmış ve olan Monofizitler (Kıptî, Nastûrî ve Ya’kûbî) olarak
misyonerlik çalışmalarını burada devam ettirerek yö- iki ana gruba ayrılmıştır.293
nünü Doğu’ya yöneltmiştir.285 Görüldüğü gibi bu konsiller, siyasal ve dinî birliği
Nestorius’un ölümüyle Teslis’den kaynaklanan tartış- sağlamak bir tarafa, ayrılıkların belirginleşmesine
malar ve itizaller bitmemişti. Özellikle Efes konsilin- ve bir dizi bağımsız kilise yapılanmasının ortaya çık-
den sonra Nestûrîliğe karşı başgösteren reaksiyon ne- masına zemin hazırlamıştır.294 Bu kesin ayrılmadan
ticesinde doğan; fakat tamamıyla zıt bir istikamette sonra Roma İmparatorluğu, Efes konsilinde sapkın
inkişaf eden yeni bir cereyan ortaya çıkmıştı. Bu ce- mezhep olarak kabul edilen Nastûrilere karşı şiddet
reyan, İsa’da iki tabiat yerine monophisite (monofi- uygulayarak onları yok etmeye kalkışınca, Nestûrî-
zit-tek doğacı) bir karakter görüyordu. Bu hareketin ler, İmparatorluğun elinin ulaşamadığı, kontrol ve

659
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

takibattan uzak olan yerlere özellikle, Sasânîlerin ege- Kereitler, Kumanlar ve Uygurlar’ın arasına da nüfuz
menliği altındaki topraklara yani Nusaybin, Güney etmeyi başarmışlardır.304
İran ve Irak’a yönelmişlerdir.295 Bu bölgelere yerleş- Nestûrîliğin Orta Aya Türk bölgelerindeki bu yayılma
meleri, kendilerini Bizans-Ortodoks saldırılarından başarısı, Sasânî devletinin yıkılarak, VIII. Yüzyılda
kurtardı. İran’ın özellikle doğu sınırları, Nastûrîle- Asya’da İslamiyet’in siyasî hâkimiyetinin yerleştiği
rin önüne Hıristiyanlığı yaymak için yeni ve büyük zamanda olmuştur.305 Çünkü İran’da ve buralarda
ufuklar açıyordu. Çünkü söz konusu bölgeler; Ara- bulunan Nestûrîler, kısmen İslâmiyet’e yakın inanç-
bistan, Orta Asya, Hindistan ve Çin’den gelen tica- ları sebebiyle müslümanlar tarafından müsamaha ile
ret kervanlarının doğal buluşma yeriydi.296 Bunu fır- karşılanmışlardır. İşte bu müsamaha ortamı saye-
sat bilen Nestûrî misyonerleri dinlerinin yayılması sinde İslâm ordularının buralara gelmesinden sonra
için tüccar olarak Buhârâ ve çevresinde etkin faali- da Nestûrîler faaliyetlerine devam edebilmiştir.306
yetlerde bulunmuştur.297
Özellikle bu dönemde Nestûrîliğin Türklerin ara-
Öte taraftan Bizans’a karşı mücadele eden Sasanî hü- sında yayılmasında Katolikos denilen ruhanî lideri
kümdarları da kendi topraklarına sığınan Nestûrî- Yimotheos/Timotheus (780-823) çok fazla çaba gös-
ler’e destek olmuşlardır.298 Bu sayede İran’da devlet termiştir. Hatta 781 yılında Timotheus, Abbâsi Ha-
desteği gören Nestûrîlik kısa zamanda İran’ın resmi lifeliğinden Müslümanlığın egemenlik alanındaki
dini haline gelecek kadar gelişme göstermiş, misyo- bütün Hıristiyan cemaati üzerinde bir çeşit patrik-
nerleri sayesinde Acem toprağına tutunması üzerin- lik yetkisi alıp, Türkler’in hakim olduğu topraklarda
den bir iki yüzyıl geçmeden İç-Asya’ya doğru yavaş misyonerlik faaliyetlerine girişmiştir.307 Halifelikten
yavaş yayılmaya başlamıştır.299 müsamaha gören Hıristiyanlar bunu iyi değerlendir-
Nestûrîliğin İç-Asya’ya doğru ilk önemli adımı V. yüz- miş 795 yılında daha da doğuya yönelerek, Kaşgar,
yılın sonuna rastlar ki Merv ve Herat piskoposluk- Horen, Yarkent ve Tibet’te birer piskoposluk kurmayı
ları o zaman kurulmuştur.300 Bu güney kıyılarından başarmışlardır. M.S. 1000’in ikinci yarısında söz ko-
Mâverâünnehir’e ancak VII. yüzyılın ilk yarısında nusu bölgelerde yaşamlarını devam ettirmişlerdir.308
geçebilmiştir. Nitekim Samanoğulları döneminde Mâturîdî’nin yaşamış olduğu devirde ise, Sir-Derya
Harizm’de Hıristiyanların mevcutiyeti bilinmekte- nehrinin güneyinde Nestûrî Hıristiyan cemaatleri
dir. Ancak söz konusu bölgede asıl yoğun faaliyetler vardı. Buhârâ, Semerkand ve Merv dolaylarında da
ve başarılar Nestûrî Hıristiyanlarına ait olmuştur.301 Nestûrî cemaatleri bulunmaktaydı.309 Kaynaklarda İs-
Nestûrîliğin Orta Asya’ya girişi büyük oranda tica- lam’ın yükselmeye başladığı bu dönemde söz konusu
ret yollarıyla olmuştur. Ön Asya’dan başlayarak, Mâ- bölgelerde yirmiyi aşkın Nestûrî piskoposluk bölge-
verâünnehir’in Baykent, Buhârâ ve Semerkand gibi sinin varlığından bahsedilmektedir.310 Ayrıca ünlü
belli başlı büyük şehirlerinden geçen milletler arası araştırmacı Barthdold Semerkand’ın içinde halkın
ipek yolu, bir taraftan ekonomik gelişmeyi sağlar- tamamı Nastûrî olan Vazkerd köyünden bahseder ve
ken, diğer taaraftan birçok din ve kültürleri berabe- burada Nastûrîlerin kilise ve manastırlarının bulun-
rinde getirmiştir.302 İlk önce Ön Asya’ya yani Musul, duğunu dile getirir.311 Nastûrîler’in Semerkand’da ki-
Irak ve Fars’a yerleşen Nastûrîler daha da ileri gide- lise ve manastırlarının mevcut olması, hatta burada
rek İran, Horasan ve Mâverâünnehire kadar gelmiş- bir Nestûrî başpiskoposluğu da kurmayı başarmaları
lerdir. Mâturîdî’nin yaşadığı Sâmâniler döneminde nekar güçlü bir etkiye sahip olduğunu göstermekte-
Mâverâünnehir’e giren Nestûrîler, Zerdüştîlikle Bu- dir. Kaynaklarda Semerkand’a bağlı Şavzar’da, Şaş’a
dizm arasında yıllarca sürüp giden mücadelelerden bağlı Vinkerd köyünde ve Harizm’de kalabalık bir
de yararlanarak hızlı bir şekilde yayılmış ve kısa za- Nestûrî toplulularının yaşadıkları ifade edilmiştir.312
manda çevrede hakim bir din haline gelmiştir.303 Buhârâ ve çevresinde ise Hıristiyanlık Miladî III. ve
Semerkand’ı kendilerine en uygun bir merkez ola- IV. asırlardan itibaren görülmeye başlanmaktadır.
rak seçen Nastûrîler, buraya bir metropolit, Buhârâ Yörede önemli ölçüde başarı gösterdikleri bilinmek-
ve Taşkent’e de birer piskopos atamışlardır. Bundan tedir. Barthold ve Chavannes, Buhârâ ve çevresinde
sonra Aşağı Türkistan’ın Vinkard, Mirgi, Talas gibi yaşamış bulunan Hırsitiyanların Nestûrî olduğunu
küçük büyük birçok kasabada faaliyetlerini devam belirtmektedirler. Müslümanların Buhârâ’yı fethet-
ettiren Nestûrîler, kuzeydoğuya Baykal gölüne yö- tiklerinde kiliselere dokunmadığı, Nerşâhî’nin ver-
nelerek Karluklar, Kırgızlar, Naymanlar, Merkitler, diği bilgilerden anlaşılmaktadır. Ayrıca o, Buhârâ’nın

660
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Füttâk (Rendân) mahallesinde Kenîsâ-yı Tursîyân adlı belirtilmektedir.321 Bu da söz konusu bölgenin sa-
bir kilise ile Buhârâ’da önceleri bir Nestûrî kilisesi- dece Ârî dinler için değil, İslamiyet’ten önceki Hı-
nin bulunduğundan bahsetmiştir.313 ristiyan ve Yahudi dinleri için de bir uğrak yeri ha-
İslam’ın Buhârâ ve çevresine hakim oluşu, Hıristi- line geldiğini göstermektedir.322 Yahudilik özellikle
yanlara zarar vermemiştir. Hıristiyanlar hiçbir za- Mâverâünnehir’de Emevîler döneminde tüccarların,
man zorluklarla karşılaşmaksızın Hıristiyanlık dünya- daha sonraları ise misyonerlerin faaliyetleri ile yayıl-
sıyla ilişkilerini devame ettirip dinî müesseseleri için maya başlamıştır.323 Ancak diğer dinlerin aksine, hiç-
onlardan yardım almaya devam etmiştir.314 Kısaca bir zaman yayılmacı bir eğilim gösterememiştir. Ya-
Nastûrîler Orta Asya’da Abbâsi halifeliği ve Sâmâ- hudilik, İsrailoğullarının millî dini haline geldiği için
niler döneminde varlıklarını korumuşlardır. Ancak bu kavmin dışındaki milletler arasında pek fazla bir
Moğolların Orta ve Batı Asya’yı ele geçirmeleriyle ilgi ve rağbet görememiş ve diğer dinlere kıyasla belli
bu bölgelerdeki Nestûrî varlığı sona ermiştir. Gü- bir kavme has bir din olarak kalmıştır.
nümüzde, Iran ve Irak’ta Nestûrî bulunmaktadır.315 Yahudilik, Orta Asya’da özellikle İpek Yolu’nun etki-
Mâturîdî’nin eserlerinde Hıristiyanlara yapılan en siyle yayılma imkânı bulmuştur. Bu yolun hareketli
önemli tenkit teslis ve Hz. İsa’nın tabiatı meselesidir. ve yoğun ticarî faaliyetlere imkân vermesinden do-
Ayrıca o, Hz. Muhammed’in peygamberliği konu- layı Buhârâ, Semerkand, Tirmiz, Merv, Urgenç uzun
sunda da Hıristiyanların fikirlerine yer vermekte ve süre büyük ve müreffeh birer şehir haline gelmiş ve
bu görüşleri aklî ve naklî deliller kullanarak çürüt- bu özelliğini korumuştur. İpek Yolu’nun gelişmesinde
meye çalışmaktadır. ticaretteki çekicilikleriyle Radanitler adı verilen Ya-
hudi tüccarlar önemli rol oynamışlar ve bu yol bo-
Yahudilik yunca ticaret postaları kurmuşlardır. Müslümanların
Orta Asya’da yayılma gösteren dinlerinden bir diğeri bölgeyi ele geçirmesinden önce Orta Asya’da Baktri-
de Yahudilik olmuştur. Kaynaklarda bölgede Babil’e ya-Toharistan, Sogd, Margiana ve Horezm olmak üzere
sürülen sonra da Titus tarafından Kudüs’ün işgal edil- önemli Yahudi yerleşim birimleri ortaya çıkmıştır.324
mesiyle Asya’ya yayılan ve Sasânîler döneminde de Mâturîdî’nin yaşadığı IV./X. yüzyılda Hemedan, İs-
güçlerini hala koruyan Yahudi topluluğunun varlığın- fahan, Şiraz, Horasan, Rey ve Deylem gibi şehirlerde
dan söz edilmekte,316 kökenleri de Buhtunnasr döne- Yahudi cemaatinin bulunduğu, hatta İsfahan’ın ya-
mindeki sürgünlere dayandırılmaktadır.317 kınında ve Merv’in doğusunda olmak üzere Yahu-
Yahudilerin asıl vatanı olan Filistin toprakları, çe- diyye adını taşıyan iki şehrin varlığı zikredilmekte
şitli tarihlerde Mısırlılar, Asurlular, Babilliler, Roma- ve Mâturîdî’nin yaşadığı şehir olan Semerkand’da
lılar gibi kavimler tarafından işgale uğramış ve Ya- da Yahudi nüfusunun varlığından söz edilmekte-
hudi nüfusun büyük bir kısmı sürülmüş, esaret altına dir.325 Söz konusu dönemde özellikle Buhârâ, Semer-
alınmış ve göçe zorlanmıştı.318 Değişik zamanlarda kand, Taşkent, Kokand, Fergana ve Duşanbe’de yer-
gerçekleşen bu sürgünler sayesinde sadece Filistinde leşmişler ve yaşamlarını sürdürmüşlerdir.326 Zaman
değil hemen hemen bütün Ortadoğu’da temsil edil- zaman Orta Asya tarihine ve kültürüne renk kat-
miştir.319 Nitekim zamanla Mısır’da, Babil’de, Ana- mışlar ve uzun süre İslam’ın egemen olduğu bu coğ-
dolu’da, İran’da ve Orta Asya’da önemli Yahudi top- rafyada Müslümanlarla birlikte yaşama tecrübesinin
luluklarının varlığına rastlamaktayız. Tarihî süreç bir örneğini vermişlerdir.327 Ancak Hiduizm, Mani-
içerisinde geniş bir alana yayılmış olan Yahudi top- heizm, Budizm ve uzak doğu dinlerinin serpildiği
luluğu, bu özelliği nedeniyle araştırmacılar tarafın- sözkonusu bölgelerde Yahudiler hem sayıca az hem
dan; Kudüs Yahudileri, Babil Yahudileri gibi birta- de etkisiz kalmışlardır.328
kım isimlerle anılmışlardır. Yine aynı şekilde Orta Semerkand, Taşkent ve Buhârâ bölgelerine Yahudi-
Asya’da da yayıldıkları bölgelere göre Buhârâ Yahu- ler muhtemelen V. ve XIII. yüzyılda İran’dan gel-
dileri, Türkistan Yahudileri, Fars-Tacik Yahudileri, mişlerdir. İslam coğrafyacıları bölgede hatırı sayılır
Hocent, Hive, Taşkent, Semerkand Yahudileri gibi oranda Yahudi cemaatlerinin de yaşadığını kaydeder-
isimlerle de adlandırılmışlardır.320 ler.329 Kaynaklarda Semerkand ve Buhârâ’da yaşayan
Kaynaklarda M. V. ve VI. asırlarında Yahudiler’in bir Yahudiler hakkında yeterli bilgi olmamakla birlikte
kısmı Anadolu ve Kafkasya vasıtası ile Karadeniz’in Orta Asya’da Yahudilerinin ortaya çıkışına dair çe-
kuzeyine ve Orta Asya içerilerine kadar yayıldığı şitli görüşler ileri sürülmüştür.330 Nitekim günümüz

661
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Buhâra ve Semerkand Yahudi toplulukları, genelde ve Semerkand’takilere ek olarak Şehrisabz’da, Kette-


tarihlerini Asurlulara kadar götürür ve On kabileden kurgan’da, Karmana’da, Kokand’da, Fergana’da, Mar-
geldiklerini düşünürler. Bazı Yahudi araştırmacıları gilan’da da Yahudi mahallelerinin kurulmuş olduğu
İslam’dan önce Horasan ve Buhârâ’da İsrailoğulla- da gelen rivayetler arasındadır.339
rı’nın kayıp on kabilesinden olan bir grup Yahudi- Netice olarak Mâturîdî’nin yaşadığı dönemde söz ko-
ler’in bulunduğunu iddia etmektedirler. Muhteme- nusu bölgelerde çok fazla etkin durumda olmasalar
len bunların büyük bülümü Babil Yahudileri’nin, az da Yahudilerin varlığı bilinmektedir. Mâturîdî, eser-
bir kısmı da İran Yahudileri’nin torunlarıdır. Atala- lerinde Yahudiler üzerinde durmakta ve inançlarını
rının Merv yoluyla İran ve Hîve’den göç ettiğini be- çeşitli açılardan eleştirmektedir.
lirtmektedirler. M.S. I. yüzyıldan III. yüzyıla kadar
Felsefe Ekolleri
giden Merv’deki çömlek parçaları üzerinde İbranice
isimlerinin görünmesi de o zamanda İpek Yolu bo- Mâturîdî’nin gerek düşünce dünyasının gerekse fikri
yunca yaşayan Yahudilerin varlığını açıklar nitelik- mücadelesinin şekillenmesinin arka planında yer
tedir.331Bu görüşlerde ortak olan husus, onların ata- alan unsurların en önemlisi hiç şüphesiz hayatını
larının birçok nesil önce İran’dan bölgeye gelmiş geçirdiği Türk-İslâm kültür merkezi olan Mâverâü-
olmalarıdır. Dolayısıyla bölgedeki Yahudiler İran Ya- nenhir bölgesidir. İlmî ve felsefî tartışmaların çokça
hudilerinin bir kolu olarak sayılmış, Horasan bölgesi yaşandığı ve Hanefî-Mâturîdî anlayışının hakim ol-
de Yahudi tarihinde sürgünden sonra kaybolan 10 ka- duğu bu bölgede, en çok tartışılan konular Mu’tezilî
bilenin mesken tuttuğu yer olarak kabul edilmiştir. fikirler ile Arapça’ya tercüme edilen Yunan ve Hint
felsefesinin fikirleriydi.
Horasan bölgesi Müslümanların hâkimiyeti döne-
minde Yahudilerin en fazla yaşadıkları yer olarak İslamî fetihler sonucunda elde edilen bölgeler daha
karşımıza çıkar. Kaynaklarda özellikle Müslüman- önceleri Eski Yunan, Hint ve İran kültürlerine ev sa-
ların bölgeye geldiği VIII. yüzyılda Buhârâ’da Yahu- hipliği yapmış olan yerlerdi. Bu nedenle Müslüman-
diler’in bulunduğundan bahsedilmektedir. Yine Ti- lar ile buraların yerli halkları arasında bir etkileşimin
mur’un bölgeyi ele geçirdiği tarihlerde de Buhârâ ve olması kaçınılmazdı. Bu etkileşim, Emeviler devrin-
Semerkand’da yaşayan Yahudilerin varlığına atıfta den itibaren kendisini göstermeye başlamış, Abbasî-
bulunulmuştur.332 Nitekim kaynaklarda Horasan’da lerin ilk yüzyılı içinde doruk noktasına ulaşmıştı. Bu
XII. asırda vergi muhatabı 40 bin Yahudinin yaşadığı konudaki en büyük rolü ise yapılan tercümeler oyna-
bilgisine rastlamaktayız.333 Makdîsî de Horasan’da çok mıştı.340 Zira klasik Yunan ve Helenestik devir felse-
sayıda Yahudi’nin yaşadığını, Hıristiyanların sayısı- felerinden Arapçaya yapılan bu tercümeler sayesinde
nın ise az sayıda olduğunu söyler.334 felsefî fikirler İslam dünyasına girmiş ve bir İslam
felsefesinin oluşmasına büyük zemin hazırlamıştı.341
Semerkand’da ise R. Ovedya adlı cemaat başkanının
liderliğinde 50 bin Yahudi’nin yaşadığı rivayet edilir. Mâturîdî’nin yaşadığı Sâmâniler coğrafyasında fel-
Sonraki asırlarda Semerkand Yahudilerinin bir kısmı sefe ile ilgili ilk çalışmalar yapan Ebu Zeyd el-Belhî
Buhârâ’ya yerleşmiştir.335 Çoğunlukla Buhârâ ve Se- (ö. 934)’dir. Yine İslam dünyasının yetiştirdiği en bü-
merkand’da yaşayan Yahudiler daha sonraları Fer- yük filozoflardan İbn Fârâbî (ö. 950) ve İbn Sînâ (ö.
gana Vadisi’nin diğer şehirlerinde de görülmüştür. 1037) bu coğrafyada doğmuşlar, eğitim yıllarını da
Örneğin bugünkü Belh, Merv, Herat ve Nişabur şe- Türkistan, Buhârâ, Semerkand, Merv ve Belh gibi
hirlerinde Yahudilerin yaşadığı bilinmektedir. Hatta Sâmâni şehirlerinde geçirmişlerdir.342 Mâturîdî’nin
içinde oturan Yahudilerin çokluğu sebebiyle Belh şeh- yaşadığı bu coğrafyadan bu gibi ünlü filozofların ye-
rine bir ara “Yahudiyye” veya “Bâbu’l-Yahûd” denil- tişmesi o dönemde ve bölgede felsefe kültürünün çok
diği rivayet edilmiştir.336 Buna ilave olarak Buhtun- iyi düzeyde olduğunu göstermektedir. Ayrıca kay-
nasr tarafından Yahudileri yerleştirmek için kurulan naklarda M. VIII. yüzyıl ile IX. yüzyılı içine alan iki
Belh şehrinde İsrailoğulları peygamberinden Semi asırlık devre İslam felsefesinin doğuş devri, IX. yüz-
adlı bir peygamberin yaşadığı kabul edilmektedir. yıl ile XII. yüzyıl arası gelişme devri olarak adlandı-
Belh yakınlarında, Belh’in vilayeti Cüzcânân’a bağlı rılması343 da Mâturîdî’nin nasıl bir felsefî ortamda ye-
el-Yahudiye isimli bir mahallenin olduğu,337 Semer- tiştiğini daha anlamlı hale getirmektedir.
kand ve Belh’te Yahudiler tarafından ticaret koloni- Yunan felsefesini yapılan tercümeler sayesinde öğ-
lerinin oluşturulduğu bilinmektedir.338 Buhârâ, Belh renmiş olan İslam düşünürleri, eserlerinde felsefî

662
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

akımları genel olarak “Tabiîyyûn”, “Dehriyyûnr” ve ezeli olduğunu ileri sürmeleri de “dehriyye” ismiyle
“Sûfastâiyya” diye isimlendirmişlerdir.344 Söz konusu nitelendirilmelerinde etkili olmuştur. Bu anlamda
bu akımların inkârcı fikirleri karşısında kendi inanç Tabiatçılar, tabiatı tek gerçeklik, bilgi ve değer kay-
ve düşüncelerini sistemli bir şekilde savunmaya ve İs- nağı olarak kabul eden ve insan zihnini doğal kav-
lam dininin üstünlüğünü kanıtlamaya çalışmışlardır. ramlarla izah eden topluluğun genel adı olmaktadır.352
Mâturîdî’nin yaşadığı çağ ve bölgede var olan ya da Evrenin müdahale olmadan oluştuğuna ve ezeli ol-
etkisi devam eden felsefî akımları özellikle onun duğuna inanan maddeci düşünce ile evrenin Allah
kendi eseri olan Kitâbü’t-Tevhîd adlı eserinden tespit tarafından yaratıldığına inanan düşünce arasında
etmekteyiz. O, söz konusu eserinde ashâbü’t-tabai, tarih boyunca mücadele olmuş, özellikle İslam ke-
ashâbü’n-nücûm, ashâbü’l-heyûlâ, dehriyye, hukemâ lamının gelişmesiyle konuyla ilgili tartışmalar zir-
gibi felsefî gruplardan bahsetmiş ve onların çeşitli gö- veye ulaşmıştır. Çünkü Materyalistlerin Allah inan-
rüşlerini eleştirmiştir.345 Buna göre söz konusu akım- cını, insanların bir icadı olarak görmeleri, maddenin
ların M. VIII-X. yüzyılda İslam dünyasını ve özellikle ezeli olup yaratıcı vasfına sahip olduğunu ve tek fail
Mâturîdî’nin yaşadığı coğrafyada etkin faaliyet gös- olarak onu kabul etmeleri, maddeyi ezeli ve yaratıcı
termiş olabileceğini, onun bunlara bu kadar geniş yer olarak ilah yerine koymaları Müslümanlar tarafın-
vermesinden ve hatta bazılarına özel başlık ayırarak dan kabul edilemezdi.353 Zira bu inanç Allah’ın bir
reddiye yazmasından çıkartabiliriz. fail olarak inkârı anlamına gelmekteydi. Bu nedenle
kelamcılar tarafından tabiat kavramı reddedilmiş ve
Bu bölümde Mâturîdî’nin yaşadığı dönemindeki fel-
oluş-bozuluş sü­reci hem fiil hem hal anlamında Al-
sefî akımlar müstakil başlıklar altında ele alınarak kı-
lah’ın yaratmasına bağlanmıştır. Dolayısıyla Sünnî
saca tanıtılmaya çalışılacaktır.
kelâmda tabiat kavramına karşı takını­lan bu tavır,
Dehriyye (Dehriyyûn) tabiatı fail olarak ta­nımlayan anlayışlara karşı her
“Mutlak zaman” anlamına gelen dehr kelimesine nis- zaman tepkili olmuştur.354
beti sebebiyle bu isimle anılan ve İslâm dünyasında Kur’an-ı Kerim’de genel olarak iki farklı dehrî gru-
genel ola­rak ateist ve materyalist düşünce akım­larını bun varlığına işaret edilmektedir. Bunlardan birin-
temsil eden dehriyye, belirgin şah­siyetlerin oluştur- cisi Tanrı’yı kabul edip ahreti inkâr edenler,355 diğeri
duğu bir felsefî akımın yanısıra çeşitli felsefe akım- de hem Tanrı’yı hem de ahireti inkâr edenlerdir.356
larındaki inkârcı tezleri ifade etmek için de kullanı- Kelamcılar arasında ise dehrîlerin kimliği, görüşleri
lan ortak bir isme karşılık gelmektedir.346 Teolojik bir ve grupları hakkında farklı görüşler ileri sürülmüş-
terim olarak ise zaman (dehr) ve maddenin ezelî ve tür. Diğer taraftan kimlerin dehrî sayılabileceği ko-
ebedî olduğunu ileri sürerek, bir yaratıcının bulun- nusu ile ilgili verilen bilgiler de oldukça net değildir.
madığını savunan ve ahireti inkâr eden felsefi akımı Bu nedenle kaynaklarda dehrîlerle kimlerin kastedil­
ifade eder.347 İslam dünyasında “Dehriyyûn” diye bi- diği ya da kimlerin dehrî olduğu tam olarak açıklığa
linen bu akım, özellikle X. yüzyılda ön plana çıkmış kavuşturulamamıştır. Bununla birlikte dehriyyeden
ve Horasanlı İbn Râvendî, Taharistanlı Beşşar ve Sa- daha çok âlemin ezeli olduğunu iddia eden ve hem
lih İbn Abdü’l-Kudüs gibi düşünürler tarafından tem- Tanrı’yı hem de ahireti inkâr eden kimseler olarak
sil edilmiştir.348 Günümüzde ise dehriyye tabiri, genel da söz edilmektedir.357
olarak ateist ve materyalist düşünce akımlarını ifade Mâturîdî de Demokrit atomculuğu ile Aristo felse-
etmek için kullanılmaktadır.349 fesi gibi tabiatçı gruplar ile Müneccime ve Sümeniyye
Maddeci bir varlık anlayışına sahip olan bu akımın gibi fırkaların âlemin ezeli olduğunu ileri sürmeleri
temsilcileri, gerçekte var olanın yalnızca madde ol- ve yaratıcı bir Tanrı fikrini benimsememeleri açısın-
duğunu, ruhun ve tanrının var olmadığını, evrenin dan söz konusu bu grupların tamamını “dehriyye”
yaratılmamış olup, ezeli olduğunu iddia ederler. On- statüsü içinde değerlendirmiştir.358
lara göre, maddeden ayrı ve bağımsız bir ruh, evren- Mâturîdî, eserlerinde Dehrîlere geniş yer vermiş, on-
den ayrı, bilinçli ve irade sahibi bir yaratıcı yoktur.350 ları, temel madde (tînet) görüşünü savunup yaratıcıyı
Dehriyye, âlemin kıdemine olan inançlarından dolayı inkâr etmelerinden dolayı İslam dışı inkârcı ekoller
tabiatçı (Tabiîyyûn/ashâbü’t-tabâi) olarak da isimlen- kapsamında değerlendirmiştir.359 Kitâbü’t-Tevhîd’inde
dirilmiştir.351 Tabiatçılar evrenin oluşumunu dört asıl dehrîlere müstakil olarak on iki sayfalık bir yer ayır-
(ateş, su, toprak, hava)’a dayandırmaları ve bu asılların mış ve onların âlemin menşei ve ezeli olup olmadığı

663
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

yönündeki iddialar çerçevesinde özellikle cisimlerin kelimesinden Arapçaya giren,365 İngilizcede “mat-
kadim olduğuna ve âlemin de hareket ve cevher pla- ter-material”, Fransızcada “matiere” ve Almanca’da
nında ezelî olduğuna yönelik inançlarını ön plana çı- “materie” kelimeleriyle karşılık bulan Heyûlâ, genel-
kararak ciddi eleştiriler getirmiştir.360 likle “bir şeyi meydana getiren öge” olarak tanımlan-
Mâturîdî, çoğu İslam âlimlerinden farklı olarak deh- mıştır.366 Felsefede, tabii cisimleri meydana getiren iki
rîleri, fikir benzerliğinden dolayı tabiatçılarla özdeş- ilkeden biri olup, “tamamen belirsiz, cisme arız olan
leştirmiştir. Ona göre her ikisi de dünyanın temel değişmeyi kabul edici kuvve halinde bir cevher” an-
maddesinin ezeli olduğu üzerinde ittifak etmişler, lamında kullanılmıştır.367 Heyûlânın felsefedeki bu
fakat oluşumun (varlığın) öncesizliği ve sonradan- anlamını Aristoteles’in terminolojisinde kazandığı
lığı hakkında fikir ayrılığına düşmüşlerdir.361 Bu ve terimleştiği ifade edilir. Hatta bu yüzden Aristo-
bağlamda Mâturîdî, tabiatçıların tabiat nesnelerinin culuğa hyleisme (özdekçilik) ve hylomorphizme (öz-
yapısal özellikleri ile fonksiyoner olduklarını kabul dekbiçimcilik) denmiştir.368 Heyûlâ terimi İslam li-
teratüründe ise Aristo felsefesi­nin İslâm dünyasına
etmediklerine, fakat tabiatları yerine göre bir araya
geçmesinden sonra kullanılmaya başlanmıştır.369
getiren yerine göre de dağıtan ezelî bir varlığın mev-
cudiyetini gerekli gördüklerine dikkat çekmiştir.362 Aristo’ya atfedilen felsefî anlamdaki heyûlâ düşün-
Yine Mâturîdî, Aristocu felsefeyi de dehriyye kapsa- cesi onun ünlü madde-suret anlayışına dayandırıl-
mında değrlendirmiştir. Nitekim o, dehriyyenin gö- maktadır.370 Aristo ve takipçileri heyûlâ ile suretin bir
rüşlerini eleştirmek için ayırdığı müstakil bölümde arada bulunma zorunluluğunu kabul etmemişler, bu
Aristo (Aristoteles)’nun cevher araz, madde suret, güç nedenle surete bürünmemiş ezelî cevheri Heyûlâ ola-
fiil, oluş ve yok oluş konularıyla ilgili görüşlerini nak- rak isimlendirmişlerdir. Maddenin de heyûlâ ve su-
letmiş ve bunları eleştiriye tabi tutmuştur. retten meydana geldiğini ve bunların kadîm olduk-
larını ileri sürmüşlerdir.371 Buna göre genel anlamda
Mâturîdî, Aristo taraftarlarının dışında Seneviyye,
felsefecilerin heyûlâyı, bütün varlıkların oluş sebebi
Zenâdıka ve Sümeniyye mensuplarını da aralarındaki
olan, oluş ve bozuluşa uğramayan, güç ve kuvve ha-
fikir benzerliğindn dolayı Dehriyye içinde ele alıp in-
linde bulunan, ilk ve ezeli madde olarak yorumladı-
celemiştir. Nitekim o, Sümeniyye’yi âlemin ezeli/ka-
kaları söylenebilir.372
dim olduğunu ileri sürmeleri ve Tanrı fikrine yer ver-
medikleri için dehriyye kapsamında değerlen­dirmiştir. Müslüman âlimler, eserlerinde felsefecilerin heyûlâ an-
Bu bağlamda o, Sümenîlerin nesnelerin özelliklerini layışları hakkında bilgi vermişler ve karşı çıkış nok-
savunduklarına ve âlemin kendilerine herhangi bir talarını belirtmişlerdir. İslam literatüründe Heyûlâya
güç ve kudret bulunmayan ancak ezeli olan nesnele- yönelik yapılan tanımlara bakıldığında Aristoteles’in
rin birleşmesi ile meydana geldiği (yani âlemin ezeli görüşleriyle paralellik arz etmektedir. Bu da İslam
olduğu) inancında olduklarına dikkat çekmiştir. Bura- âlimlerinin Aristo’nun etkisi altında kaldığını gös-
dan hareketle Mâturîdî, onların, nesneleri ezelde oluş- termektedir. Fakat âlimlerin hemen hemen hepsi
ması konusunda aynı görüşleri paylaştığından dolayı heyûlâ’nın yaratılmış olduğunu kabul etmeleri yö-
Dehriyyeden sayıldığını ifade etmiştir.363 nüyle Aristo’nun görüşünden ayrılmıştır.373 Bu bağ-
lamda İslam düşünce geleneğinde heyûlâ genel an-
Öte taraftan Mâturîdî, Seneviyye’nin âlemin ezeliliğini
lamda, belli bir formu olmayan, yalnızca güç olarak
savunduklarına da dikkat çekerek onları da dehriyye varolan, gerçek bir varlıktan yoksun olan töz, mekânda
statüsünde değerlendirilmiş, âlemin oluşumu konu- yer kaplayan, zamanla sınırlı ve yaratılmış bir varlık
sunda Seneviyye ile dehriyyenin fikir birliği içinde ol- olarak tanımlanmıştır.374
duğunu yani iki grubun da âlemin oluşumunu bir-
birine benzer şekilde izah ettiklerini ifade etmiştir. Kelam literatürüne heyûlâ, Mâturîdî’den itibaren son
Bu bilgilerden hareketle Mâturîdî’nin, Dehriyye’yi bir döneme kadar önemli kelâm kaynaklarında ayrıntılı
çerçeve kavram olarak kullandığını söyleyebiliriz.364 olarak ele alınmış, heyûlânın tanımı, türleri ve ten-
kidine dair açıklamalara yer verilmiş,375 bu görüşün
Ashabü’l-heyûlâ taraftarlarından da “Ashâbü’l-heyûlâ” olarak bahse-
Heyûlâ, Felsefe ve Kelam ilminde âlemin varoluşu, dilmiştir.376 Bu çerçevede heyûlâ ile ilgili felsefî görüş-
niteliği, ezelî olup olmadığı gibi hususlara ilişkin ya- leri birçok açıdan eleştiriye tabi tutan kelâm âlimleri,
pılan açıklamalarda sıklıkla kullanılan bir terim- filozofların aksine, heyulanın cevher ile arazlardan
dir. Yunanca “asıl ve madde” anlamına gelen “hyle” meydana geldiğini, yaratılmış olduğunu, cevher ile

664
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

arazların birbirinden ayrı bulunmadığını savun- tesbite çalışan kimse anlamında kullanılan “münec-
muşlar, cisimlerin de değişik cevherlerin sentezinden cim” kelimesinin çoğul manasını ifade eder.382
meydana geldiğini kabul etmişlerdir.377 Öte taraftan Gezegenleri ve yıldızları kendine konu edinen iki uğ-
heyûlâ’nın yaratılmış olduğunu ispatlamaya çalışarak raşı alanı vardır. Bunlar günümüzde “Astroloji (mü-
Allah’ın zâtı ve sıfatlarından başka ezelî hiçbir varlı- neccimlik)” ve “Asrtonomi (ilm-i nücûm)” olarak
ğın bulunmadığını gerekçesiyle bu te­oriye dayanan isimlendirilir. Astroloji, yıldızların dünya olayları üze-
bütün felsefî görüşleri red­detmişlerdir.378 rindeki etkisini belirlemeyi ve bu etkileri dikkate ala-
Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd’de heyûlâ taraftarlarını ara- rak geleceği önceden haber vermeyi amaçlayan keha-
larındaki müşterek noktalara dikkat çekerek Dehriyye net sanatına denir.383 Astronomi ise, gök cisimlerin
üst başlığı altında ele alıp incelemiştir.379 Bu bağlamda fiziksel ve kimyasal yapılarını inceleyen bir bilimdalı-
Aristo’nun cevher-araz, madde-suret, kuvve-fiil, oluş- dır. Astroloji, tarihsel olarak, dünyanın evrenin, çev-
yok oluş gibi konularla ilgili görüşlerini ayrıntılı ola- resinde gezegenlerin ve yıldızların döndüğü merkezi
rak nakletmiştir. Mâturîdî’nin bu şekilde konuyu olduğu ve göksel cisimlerin hareketlerinin dünyada
ele almasındaki amacı ise Aristo ve taraftarlarının olup bitenleri etkilediği inancının bir sonucu olarak
heyûlâya dair düşüncelerini reddetmeye çalışmasıdır. gelişmiştir.384 Yeni Platonculukla güçlenen gizlicilik
akımının ürünü olduğu ve bir bakıma astronomi bi-
Mâturîdî’ye göre Aristo ve taraftarları âleme ait temel
limine öncülük ettiği kabul edilir.385
maddeyi kadim kabul etmişler ve “heyûlâ” diye ad-
landırmışlardır. Bu görüş taraftarlarına göre âlemin Kelam düşüncesinde astroloji (müneccimlik) ile yıl-
ilk maddesi olan heyûlâ, ezelden beri uzunluğu, eni, dıza ve gezegenlere tapma inancı arasında sıkı bir
derinliği, ağırlığı, alanı, rengi, tadı, kokusu, yumu- bağ kurulmuştur. Bu çerçevede “müneccime” tabiri
şaklığı, sertliği, sıcaklığı, soğukluğu, rutubeti, hare- kelam literatüründe, âlemin gök cisimleri tarafın-
keti ve hareketsizliği olmayan enerji (kuvvet) sahibi dan yaratılıp yönetildiğine, onların tabi olduğu sis-
bir özelliğe sahiptir. Yine bunlara göre heyûlâ, irade temin incelenmesiyle geçmişe, hale ve geleceğe dair
ile değil yapısal özellikleri sebebiyle kuvvete dönüş- bilgi etmenin mümkün olacağına inanan topluluğu
türülmüş, arazlar ortaya çıkmış, bu merhalede de ifade etmek için kullanılmıştır.386
“cevher” diye isimlendirilmiştir. Buna göre heyûlâ, Müneccime’nin benimsemiş olduğu bu inancın kö-
tek bir cevher olup âlemin aslını oluşturmakta, ayrı- keni, Mısır ve Ortadoğu kaynaklı iptidaî dinlerin yanı
şık ve bitişik olma (oluş ve bozuluş) halleri ise sadece sıra Yunan kaynaklı felsefî ekollere kadar dayandırı-
arazlarda gerçekleşmektedir.380 lır. Nitekim insanlarla yıldızlar arasında bir ilişki bu-
Görüşlerini kısaca özetlemeye çalıştığı bu fikrin taraf- lunduğuna ve yıldızların insan kaderine egemen ol-
tarlarını (Aristo felsefesini) Mâturîdî, dehriyye kapsa- duğuna dair bu inancın Keldânîler (Harrâniler)’den
mında değerlendirmiştir. Onun burada gözettiği te- miras kaldığı bilinmektedir.387 Ayrıca Mezopotam-
mel husus, Allah’ın varlığını ka­bul veya inkâr etme ya’nın en önemli astronomi ve astroloji merkezlerin-
değil, heyûlânın ezelî­olduğu fikrinin iddia edilmesi- den biri olan Bâbil’in, özellikle Keldânîler ve Aha-
dir. Zira Mâturîdî’nin anlayışına göre dehrîler âlem- menîler döneminde büyücülüğün merkezi haline
deki cisimleri değil, âlemin temel maddesini ezelî geldiği de kaynaklarda zikredilir.388 Bununla birlikte
kabul etmektedirler. Bu anlamda Aristo ve taraftar- cahiliye Araplarında görülen yıldızlara ve gezegen-
larının heyûlâ hakkındaki görüşleri sebebiyle deh- lere tapma inancının da Sâbiîler ile Keldânîler’in bir
riyye ile fikir birliği içinde olduklarını açıkça ifade kalıntısı olduğu ileri sürülmektedir. Eski Mezopo-
eden Mâturîdî, onların heyûlâ’yı ezelî kabul ettik- tamya dininin önemli temsilcilerinden kabul edilen
lerine, âlemin oluşumuna esas teşkil eden temel ve Keldânîler’in yıldız ve gezegen kültüne dayalı bir pen-
asıl madde olarak gördüklerine dikkat çekmiştir.381 teon (tanrılar topluluğu)’a sahip oldukların tarihî bil-
gilerle sabittir. Fakat aynı durum Sâbiîler için geçerli
Ashabü’n-Nücûm (Müneccime) değildir. Zira bazı araştırmalara göre Sâbiîler’in gök
Mâturîdî’nin Dehriyye başlığı altında ele alıp görüşle- cisimlerine tapanlar olarak görülmesi, onların Kel-
rini naklettiği bir diğer felsefî grup da Müneccime’dir. dânîler ile karıştırılmasına dayalı yanlış bir değer-
Müneccime, ortaya çıkmak, belirmek, yıldız doğmak lendirmeden kaynaklanmaktadır.389 Bu bilgilere göre
gibi anlamlara gelen Arapça nücûm kökünden türemiş yıldıza ve gezegenlere tapma inancının Keldânîler’e
olup, yıldızların tabi olduğu seyir ve zaman birimlerini kadar uzandığını söyleyebiliriz. Bununla birlikte bu

665
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

inancın yalnızca onlara has olduğunu ve onlar saye- ve sonsuz olamayacağını, diğer taraftan cisimlerin
sinde diğer bölgelere yayıldığını söylemek mümkün de hadis olduğunu ispatlamaya çalışır.394
görünmemektedir. Zira yıldız ve gezegen tapıcılığına Sûfestâiyya
birçok din veya kültürde rastlanmaktadır. Daha çok
ilkel kabileler ile eski kavimler arasında yaygın olan Batı dillerinde “Sophistique”, “Sophistik”, “Sophistics”
bu inançta güneş, ay ve yıldız gibi cisimlerin kutsal- ve “Sofistica” şeklinde geçen ve Türkçeye “Bilgicilik”
laştırılıp göksel tanrılar olarak kabul edilmesi en be- olarak tercüme edilen Sûfestâiyya (sofizm) tabiri,395
lirgin hususlardır. Bu bilgilerden anlaşılıyor ki, gök- eskiden bir sanat ve beceriyi öğreten uzman, öğret-
sel cisimler etrafında şekillenen bu inancın kökeni men, sanatçı, zeki gibi anlamlara gelen Yunanca “so-
oldukça eskiye dayanmaktadır. fist” kelimesine mensubiyet ifade etmek için kullanı-
lırdı.396 Kelime daha sonraları anlam değişikliğine
Erken dönem İslam kaynaklarında “ashâbü’n-nücûm”,
uğrayarak özellikle Platon ve Aristoteles’ten sonra kü-
“ehl-i nücûm” şeklinde de geçen Müneccime’nin,390
çümsemek için muhakeme oyunları ile halkı altadan
genel anlamda âlemin yaratılışı, idare edilişi ile cisim-
ve bunu meslek ve sanat haline getirenlerin (sofist-
lerin yapısal özellikleri gibi konularda tabiatçı görüş-
lerin) faaliyetlerini ifade etmek için kullanılmıştır.397
leriyle ön plana çıkan bir inanç grubu olarak ele alın-
mıştır.391 Kelam düşüncesinde bu görüş taraftarlarına Şüpheciliğin başlangıcı olarak kabul edilen Sofistler,398
yönelik eleştiriler daha çok yıldızlara âlemi yaratma M.Ö. 450 yılllarında ortaya çıkan ve yüksek eğitim
ve yönetme şeklinde bir fonksiyon nisbet etmenin için duyulan belli bir talebi karşılayan yeni ve pro-
Allah’a şirk koşma anlamına geleceği düşüncesin- fesyönel bir eğitimciler sınıfının üyeleri olarak bilin-
den hareketle yöneltilmiştir.392 mektedir.399 Felsefe ve kelam literatüründe ise, eşya-
nın hakikatinin sabit olmadığı veya olsa bile insan
Mâturîdî, Dehriyyenin tabiatçı görüşlerini reddetmek
için açtığı özel bölümde Müneccime’nin tabiatın va- bilgisinin buna ulaşamayacağını iddia edenlere ve-
roluşu, işleyişi ve düzeni; cisim ve arazların niteliği rilen ismi ifade eder.400
ve yıldızların tabiatla olan bağı gibi konulardaki gö- Sufestâiyye genel olarak mutlak varlığın olmadığını,
rüşlerini nakletmiş ve çeşitli açılardan eleştirmiştir. her şeyin değiştiğini iddia ederler ve tabiat felsefesine
Mâturîdî’nin naklettiğine göre, Müneccime mensup- karşı çıkarlar.401 Bununla birlikte onlar duyuların ve
ları yıldızların ezelî olduğunu, tabiatla (evrenle) mü- aklın verdiği her iki türlü bilgiyi de inkâr etmişler ve
nasebet halinde olduklarını ve onu yönettiklerini ileri böylece hem duyuları hem de aklı yalnız bilgi kay-
sürmüşlerdir. Onların inanışlarına göre tabiatın dir- nağı kabul edenlere karşı çıkmışlardır. Zira onlara
lik ve düzeni yıldızlara; onun dengesizliği ise yıldız- göre algılar görelidir, bilgi ve doğruluk ise bireyin al-
lardan gelen olumsuz bir etkiye bağlıdır. Tabiat, yıl- gılarına değişecektir. Bu nedenle mutlak ve değişmez
dızların hareket konumlarına göre şekil almaktadır. bir doğruluktan bahsedilemez. Nitekim ilk ve en bü-
Yine bu görüş tarftarlarına göre yıldızlar arasındaki yük sofist olan Protagoras, bireyin her şeyin ölçüsü
uyumsuzluk âleme mutsuzluğu, uyum ise mutluluğu olduğunu ve şeylerin de tıpkı insana göründükleri
getirmektedir. Yıldızlar ezelden beri hareket halinde gibi olduğunu savunmuştur.402 Bu görüşe göre, her-
olup, her bir hareketten de ayrı bir sonuç oluşmak- kes için geçerli olan umumi bir bilginin varlığından
tadır. Bunların dışında Mâturîdî, Müneccime’nin ci- söz edilemez. Zira Protagoras’a göre, duyularla elde
simlerin kadim, arazların ise gayri olduğunu, hare- edilen bilgiler, izafidir, esas bilgi algı ve sanıdır; du-
ketlerin de araz olup sonsuza kadar oluşmaya devam yular, âlemi herkese bir başka çeşit gösterirler. Âlem,
ettiğini ileri sürdüklerini nakleder. Yine bu bağlamda şuanda bize duyuların tanıttığı nispette vardır. Bir
Mâturîdî, bu görüş taraftarlarının tabiatın bütün iş- şeyin doğru olması, şu anda bir kimseye doğru gibi
leyişini zorunlu olarak meydana geldiğini ve bunun görünmesi demektir.403
yıldızlarla feleklerin birleşip ayrılmasının etkisiyle İslam âlimleri, Sofistleri birinci dereceden Eflatun,
oluştuğunu iddia ettiklerini söyler.393 ikinci derecede ise Aristo’dan öğrenmişlerdir. Sofist-
Mâturîdî, Müneccime’nin bu görüşlerini naklettik- leri bu iki kaynaktan öğrenen müslümanlar, bunlara
ten sonra özellikle onların, hareketin sonsuz olduğu “Gerçekleri iptal edenler” adını takmışlar ve onları
ve cisimlerin de kadim olduğu yönündeki anlayışları bilgi karşısındaki yaklaşımlarına göre çeşitli kısımlara
üzerinde durur ve bu görüşlerini doğru bulmaz. Bu ayırararak değerlendirmişlerdir. Bu anlamda sofist-
çerçevede o, her hareketin bir başlangıcı olduğunu ler İslamî kaynaklarda; İndiyye/Agnotistler (herkesin

666
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

görüşü kendine göre doğrudur), İnâdiyye/Nihilistler özgürce yaşandığı bu bölge, İran, Bizans, Çin ve Hin-
(Eşyanın hakikatını tamamen inkâr edenler) ve Lâed- distan gibi bölgelerdeki çeşitli din mensuplarının, bas-
riye/şüpheciler (herşeyden şüphe edenler) olarak üç kılara maruz kaldıklarında, gelip yerleştikleri bir sı-
grupta ele alınmıştır.404 ğınak olmuştur. Bu nedenle Mâverâünnehir bölgesi
Mâturîdî, eserlerinde bilginin gerçekliğinden şüpheye tarih boyunca Budizm, Zerdüştîlik (Mecûsîlik), Hı-
düşen çeşitli mezhep veya kişilerden bahsederken ristiyanlık, Yahudilik, Sâbiîlik, Hinduizm ve Mani-
onların bazı görüşlerini “Sûfestâiyya” diye vasıflan- heizm, Deysâniyye ve Merkûniyye gibi Samî ve Arî
dırmış, fakat onların kimler olduğuna ve kaça ayrıl- dinler ile Dehriyye, Tabiatçılar, Sofistler ve Heyûla ta-
dığına temas etmemiş, eleştirilerini genel anlamda raftarları gibi felsefî akımlara beşiklik etmiştir. Ay-
yöneltmiştir. Mâturîdî’ye göre Sofastâiyye’nin fikir- rıca Mâverâünnehir bölgesi İslamî fırkaların ortaya
leri; kesin bilgi diye bir şeyin olmadığı, insanlar ara- çıkmasından sonra da Şia, Havâric, Mu’tezîle, Mürcie
sında bilgi diye bilinen şeyin sadece inançtan ibaret ve Kerrâmiyye gibi mezhepler için önemli bir mer-
olduğu, nesne ve olaylara ait algıların kişiden kişiye kez durumuna gelmiştir.
değişeceği, bu nedenle insanın her konuda kendi dü- Mâturîdî, böyle bir çevre içinde yetiştiği için, özel-
şünce ve inançlarına dayanması gerektiği, dolayısıyla
likle Arap, Yunan, Fars ve Hind kültürünü yakından
herkes için geçerli olan mutlak bir gerçeğin olamaya-
tanıma fırsatı bulmuş, bu fırsatı değerlendirerek dö-
cağı yönündedir. Buna göre anlaşılıyor ki Mâturîdî
nemindeki dinî ve felsefi akımları iyi tanımaya ça-
sofistlerin genelde bilgi konusuna dair iddialarını ele
lışmıştır. Bu gayretleri de onun kendi fikirlerini olgun-
almış ve bunların kritiğini yapmış, onların konuyla
laştırmasına ve sistematik hale getirmesine yardımcı
ilgili görüşlerini özellikle Muhammed b. Şebib’ten ik-
olmuştur. Mâturîdî’nin Kitâbü’t-Tevhîd ve Te’vilâtü’l-
tibaslar yaparak çürütmeye çalışmıştır.405
Kur’an adlı eserleri incelendiğinde ele aldığı çeşitli
Sonuç din, mezhep ve düşüncelerin o bölgede bulundukları
İslam düşüncesine fikrî ve itikadî anlamda önemli veya bölgeye etki ettikleri görülmektedir. Bu çerçe-
katkılarda bulunan Mâturîdî, dinî, felsefî ve siyasî vede Mâturîdî, eserlerinde Hariciyye, Şia, Mu’tezîle,
mezheplerin, bid’at içerikli görüş ve sapmaların or- Mürcie, Cebriyye, Cehmiyye, Müşebbihe ve Müces-
taya çıktığı ve İslam inancına zararlı ve yıkıcı düşün- sime, Kaderiyye, Ashâbü’l-hadis gibi İslamî mezhep-
celerin sokulmaya başlandığı bir dönemde ve tarihte lerden; Mecûsîlik, Manihezim, Deysâniyye, Merkû-
çeşitli din, inanç, kültür ve medeniyetlere ev sahipliği niyye gibi düalist gruplardan; Yahudi ve Hıristiyanlar
yapan Maveraünnehir bölgesinde yaşamıştır. ile Dehriyye, Sümeniyye, Sofistâiyye gibi İslam dışı
Bölge, tarihi Hint Baharat yolu ile İpek yolu gibi tica- dinî ve felsefî inanç gruplardan bahsetmiştir. Bu da
ret yollarının kesiştiği bir yer olması nedeniyle çeşitli söz konusu inanç gruplarının onun yaşadığı dönem
din, mezhep, fırka ve kültürlerinin kaynaştığı bir ko- ve bölgede var olduğunu ya da etkilerini tevam et-
numa sahiptir. Ayrıca düşünce ve inanç farklılığının tirdiklerini göstermektedir.

Dipnotlar
1 Günay, Ü., - Güngör, H., (2007), Başlangıçtan Günümüze Türklerin Dini Tarihi, İstanbul Rağbet Yayınları, s. 157.
2 Demirci, M., (2007), “Türk İslam Medeniyetinin İkinci Dalgası: Orta Asya’da Gelişen Bilim ve Düşüncenin Dinamikleri”,
Uluslararası Türk Dünyasının İslamiyete Katkıları Sempozyumu, Isparta, Kitapevi Yayınları, s. 80.
3 Günay, Ü., - Güngör, H., (2007), s. 157.
4 Barthold, W., (1990), Moğal İstilasına Kadar Türkistan, Ankara, TTK Basımevi, s. 195.
5 Ülken, H. Z., (2009), Türk Tefekkür Tarihi, İstanbul, YK Yayınları, s. 70; Barthold, W., (2004), Orta Asya Türk Tarihi Ders-
leri, Ankara, Çağlar Yayınları, s. 55-56.
6 Kitapçı, Z., (2004a), Orta Asya’da islamiyet ve Türkler, Konya, Yedi Kubbe Yayınları, s. 193.
7 İbn Nedîm, M. İ., (1971), el-Fihrist, Tahran, s. 400-403; Barthold, W., (2004), s. 55-56.
8 Demirci, M., (2007), s. 82.
9 Mağribî, A. A., (2004), “Kadim Doğu Düşüncesi İle İslam Düşüncesi Arasındaki İlişki Üzerine”, KADER, 2/2, s. 129.
10 Bk. Hakkı, İ. İ., (1981), Yeni İlm-i Kelam, Ankara, Umran Yayınları, s. 30.
11 Ebû Zehra, M., (ts.), Târîhu’l-Mezâhibi’l-İslâmiyye, Kahire, s. 29, 262; Emin, A., (1976), Fecrü’l-İslâm, Ankara, Kılıç Kita-
pevi, s. 363, 367.
12 Taşköprüzâde, A., (1985), Miftâhu’s-Sa’âde, Beyrut, II, s. 144, 148; Ebû Zehra, M., (ts.), s. 98.

667
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

13 Mustafizürrahmân, M., (1993), Te’vilât’a Önsöz: İmam Mâtürîdî’nin Te’vilât-ü Ehl-i Sünne’sine İngilizce Önsöz ve Türkçe
Tercümesi, Bağdad, s. 3; Dûrî, A. A., (1991), İlk Dönem İslam Tarihi, İstanbul, Endüsüs Yayınevi, s. 122 vd.
14 Taşköprüzâde, A., (1985), II, 133, 135; Zebidî, M. M., (2002), İthâfü’s-sâde, Beyrut, II, s. 5-6.
15 Kitapçı, Z., (2008), Fıkıh, Kelâm ve İslâm Felsefesinin Gelişmesinde Müslüman Türklerin Yeri, Konya, Yedi Kubbe Yayınları,
s. 197.
16 Makdisî, M. A. el-, (1906), Ahsenü’t-Tekâsîm Fî Ma’rifeti’l-Ekâlîm, Leiden-Brill, s. 323.)
17 Kaplan, Y., (2006), Horasan Mu‘Tezilesi ve Ebu’l-Kâsım el-Ka‘Bî’nin Hayatı, Basılmamış YL Tezi, İstanbul, MÜSBE, s. 45.
18 Kutlu, S., (2002), Türklerin İslamlaşma Sürecinde Mürcie ve Tesirleri, Ankara, TDV Yayınları, s. 157-158; Usta, A., (2007),
s. 454
19 En’am 6/57.
20 Mâide 5/44-45.
21 Eş’ârî, H., (2006), Makâlâtü’l- İslâmiyyîn ve İhtilafu’l-Musallîn, Beyrut, Daru Sadır, s. 59, 83; Nevbahtî, H., (2006), Fıra-
ku’ş-Şia, Beyrut, s. 43-44; Bağdadî, A., (2007), el-Fark beyne’l-fırak, Kahire, Mektebetü Dâri’t-Türâs, s. 81, 33; Şehristânî,
A., (ts.), el-Milel ve’n-Nihal, Beyrut, Dârü’l-Kütübi’l-ilmiyye, I, s. 106-107.
22 Kutlu, S., (2002), s. 159; Karadaş, C., (2006), “Semerkand Hanefî Kelâm Okulu Mâtürîdîlik”, Usûl İslâm Araştırmaları, 2/6,
s. 80.
23 Usta, A., (2007), s. 456. Günay, Ü.,Güngör, H., (2007), s. 277.
24 Mâtürîdî, Ebû Mansûr el, (2002), Kitâbü’t-Tevhîd Tercümesi, Ankara, İSAM Yayınları, s. 421-508; Mâtürîdî, (2004-2010),
Te’vîlâtü’l-Kur’an, Ed. Bekir Topaloğlu, İstanbul, IV, s. 3138, 203, 260; V, 44-45; X, 237, 276; XII, 238, 334; XIII, 15, 148,
268, 407.
25 Şehristânî, (ts.), I, s. 144-145.
26 Bk. Nevbahtî, (2006), s. 48 vd.; Eş’ârî, (2006), s. 19-50; Bağdadî, (2007), s. 41-50.
27 Günay, Ü.,-Güngör, H., (2007), s. 274, 290.
28 Kaplan, Y., (2006), s. 47; Usta, A., (2007), s. 152.
29 Lewis, B., (1964), “İsmâililer”, İA, V/2, s. 1121; Günay, Ü.,- Güngör, H., (2007), s. 290.
30 Karadaş, C., (2006), s. 78
31 Günay, Ü.,- Güngör, H., (2007), s. 290; Lewis, B., (1964), s. 1121.
32 Usta, A., (2007), s. 454.
33 Günay, Ü., Güngör, H., (2007), s. 290; Lewis, B., (1964), s. 1121; Usta, A., (2007), s. 152, 155.
34 Barthold, W., (1990), s. 262.
35 Günaltay, M. Ş., (2003), Türk İslam Tarihine Eleştirel Bir Yaklaşım, İstanbul, Akçağ Yayınları, s. 132; Sarıkaya, S., (2002),
“Türklerin İslamlaşma Sürecinde Mezheplerin ve Tarikatların Yeri”, TÜRKLER, Ankara, Yeni Türkiye Yayınları, V, s. 502.
36 Barthold, W., (1990), s. 262; M. Günaltay, M. Ş., (2003), 132; Usta, A., (2007), s. 454-455.
37 Mâtürîdî, (2002), s. 81-82, 120-122; Mâtürîdî, (2004-2010), I. s. 184-185; III, s. 47, 60; VII, s. 217, 392; X, s. 64, 73, 337;
XIII, s. 25, 149.
38 Nevbahtî, (2006), s. 100; Bağdâdî, (2007), s. 290; Şehristânî, A., (ts.), I, s. 202.
39 Fığlalı, E. R., (1998), Çağımızda İtikadi İslam Mezhepleri, İstanbul, Selçuk Yayınları, s. 131; Öz, M., (2012), İslam Mezhep-
ler Tarihi, İstanbul, Ensar Yayınları, s. 131, 133.
40 Mâtürîdî, (2004-2010), I, s. 372; IV, 69; V, s. 137, 163.
41 Mağribi, A. A., (2004), s. 141.
42 Bk. Koçoğlu, K., (2005), Mâtürîdî’nin Mu’tezîleye Bakışı, Basılmamış Doktora Tezi, Ankara, AÜSBE, s. 49 vd.
43 Eş’ârî, (2006), s. 12, 19,50.
44 Bağdadî, (2007), s. 31, 41.
45 Mâtürîdî, (2004-2010), III, s. 50, 294, 300; IV, s. 441; VII, s. 217; IX, 322, 287, 400; XIII, 25, 149, 291.
46 Bk. Koçoğlu, K., (2005), s. 42.
47 İlhan, A., (1992), “Bâtıniyye”, DİA, İstanbul, V, s. 190-191.
48 Gazzâlî, M., (2001), Fedâihu’l-Bâtıniyye, Beyrut, s. 21.
49 Karadaş, C. (2006), s. 79 ; İlhan, A., (1992), s. 193-194.
50 Mâtürîdî, (2002), s. 120-122; Mâtürîdî, (2004-2010), I, 185; VII, 392;IX, s. 262; X, s. 337, 369; XI, s. 307, 361; XII, s. 26, 97,
149, 170.
51 Emin, A., (1976), s. 409.
52 Uludağ, S., (1996), İslam’da İnanç Konuları ve İtikadi Mezhepler, İstanbul, Marifet Yayınları, s. 375.
53 Şehristânî, A., (ts.), I, 72, 73-80.
54 Mâtürîdî, (2002), s. 288-292, 408-409, 410-411, 500.
55 Şehristânî, A., (ts.), I, 73.
56 Eş’ârî, (2006), s . 86, 141; Nevbahtî, (2006), s. 33.

668
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

57 Bağdadî, (2007), s. 34, 209.


58 Emin, A., (1976), s. 410-411; Kutlu, S. (2012), “Mürcie Mezhebi: Doğuşu, Fikirleri, Edebiyatı ve İslâm Düşüncesine Kat-
kıları”, GÜÇİFD, Çorum, 1/1, s. 199.
59 Eş’ârî, (2006), s. 164; Bağdadî, (2007), s. 209-210; Şehristânî, A., (ts.), I, s. 73-74.
60 Emin, A., (1976), s. 410; Ebû Zehra, M., (ts.), s. 101-102.
61 Bk. Mâtürîdî, (2002), s. 85, 129, 131, 317; Mâtürîdî, (2004-2010), I, 63, 108; VII, 141; X, s. 80; XI, s. 388; XII, s. 362.
62 Bu konuda geniş bilgi için bk. Karadaş, C., (2013), Ana Hatalarıyla Kelam Tarihi, İstanbul, Ensar Neşriyat, s. 344-360.
63 Bk. Eş’ârî, (2006), s. 86-97; Bağdadî, (2007), s. 199-204; Şehristânî, A., (ts.), I, 137-143.
64 Kutlu, S., (2002), s. 266-267, 290.
65 Kutlu, S., (2002), s. 186, 261.
66 Nisâ 4/48.
67 Mâtürîdî, (2002), s. 497-500; Mâtürîdî, (2004-2010), I, s. 82; VI, s. 18; Krş. Kutlu, S., (2000), Türklerin İslamlaşma Süre-
cinde Mürcie ve Tesirleri, Ankara, s. 275; Karadaş, C., (2013), s. 367-376.
68 Karadaş, C., (2013), s. 99; Sarıkaya, S., (2002), s. 501.
69 Mâtürîdî, (2002), s. 492-494; Eş’ârî, (2006), s. 91; Bağdadî, (2007), s. 215; Şehristânî, A., (ts.), I, s. 99.
70 Bağdadî, (2007), s. 215; Şehristânî, A., (ts.), I, s. 99.
71 Sarıkaya, S. (2002), s. 501; Kutlu, S. (2012), s. 201.
72 Karadaş, C. (2007), “Kerrâmiye ve İtikâdı”, KADER, 5/2, s. 43.
73 Kutlu, S., (2002), s. 239-240; Usta, A., (2007), s. 454.
74 Karadaş, C. (2007), s. 45.
75 Mâtürîdî, (2002), s. 492-494; Mâtürîdî, (2004-2005), I, s. 35; III, s. 313.
76 Eş’ârî, (2006), s. 166 ; Bağdadî, (2007), s. 205, Şehristânî, A., (ts.), I, 75.
77 Kutlu, S., (2012), s. 200-201.
78 Çelebi, İ., (2012), ”İlk Kelam Tartışmaları ve İnanç Grupları”, Kelam El Kitabı, Ankara, Grafiker Yayınları, s. 57.
79 Bağdadî, (2007), s. 34, 205-207; Şehristânî, A., (ts.), I, s. 75; Kutlu, S., (2012), s. 200 vd.
80 Mâtürîdî, (2002), s. 336, 339, 351, 411-413; Mâtürîdî, (2004-2010), I, s. 49, 218.
81 Hodgson, M. G. S., (1993), İslam’ın Serüveni, İstanbul, I, s. 409; Emin, A. (1976), s. 414.
82 Watt, W. M., (1998), İslam Düşünsecinin Teşekkül Devri, İstanbul, Birleşik Yayınları, s. 270-271.
83 Bağdadî, (2007), s. 119 vd.; Şehristânî, A., (ts.), I, s. 38 vd.
84 Hayyât, M., (1993), Kitâbu’l-İntisâr, Beyrut, Mektebetü’d-Dari’l-Arabiyye, s. 126-127; Ebû Zehra, M., (ts.), 119.
85 Aydınlı, O., (2003), “Mezheplerin Oluşum Sürecinde Mevali’nin Rolü”, ÇİFD, Çorum, 2/1, s. 22.
86 Ebû Zehra, M., (ts.), s. 122-123, 133-134.
87 Kubat, M., (2005), “Meolojik Bağlamda Ehl-i Sünnet’in Mu’tezile Tanımlamaları”, EKEV, Ankara, 9/25, s. 28.
88 Karadaş, C., (2013), s. 88-89; Aydınlı, O., (2012), “Mu’tezîle”, İslam Mezhepleri Tarihi, Ankara, Grafiker Yayınları, s.135-
138.
89 Bk. Koçoğlu, K., (2005), Mâtürîdî’nin Mu’tezîleye Bakışı, Basılmamış Doktora Tezi, Ankara, AÜSBE; Polat, F. A., (2012),
“Te’vîlâtü Ehli’s-Sünne’de Mu’tezilî Söylemin Kritiği”, Büyük Türk Bilgini İmam Mâtürîdî ve Mâtürîdîlik- Milletlerarası
Tartışmalı İlmî Toplantısı Tebliğler Kitabı, İstanbul, İFAV Yayınları.
90 Şehristânî, (ts.), I, s. 38-39; Bağdadî, (2007), s. 119; Watt, M., (1998), s. 139.
91 Mâtürîdî, (2002), s. 401 vd.; Bağdadî, (2007), s. 119; Emin, A., (1976), s. 411.
92 Mâtürîdî, (2002), s. 401-413. Ayrıca bk. Mâtürîdî, (2004-2010), I, s. 82; II, s. 78; VII, s. 44; IX, s. 408.
93 Koçoğlu, K., (2005), s. 25, 60, 62, 68; Kutlu, S., (2002), s. 275.
94 Bağdadî, (2007), s. 225.
95 Hakkı, İ. İ., (1981), s. 87.
96 Uludağ, (1996, s. 378.
97 Hakkı, İ. İ., (1981), 87-88.
98 Uludağ, (1996), s. 380.
99 Abdülhamid, İ., (1994), İslam’da İtikâdî Mezhepler ve Akâid Esasları, trc. M. S. Yebrem, İstanbul, Marifet Yayınları, s. 222-
224; Neşşâr, A. S., (1999), İslam’da Felsefî Düşüncenin Doğuşu, İstanbul, İnsan Yayınları, II, s. 15-19.
100 Şehristânî, (ts.), I, s. 94.
101 Örnek ayetler için bk. Bakara 2/29; A’râf 7/54; Yûnus 10/3; Râd 13/2; Fussilet 41/11.
102 Şûrâ 42/11.
103 Bk. Mâtürîdî, (2002), s. 36-38;108-109; 129-130, 152; Mâtürîdî, (2004-2010), II, s. 316, 318; V, s. 166, 272, 383, 385; VI, s.
587; VII, s. 20; X, s. 164; XIII, s. 172.
104 Yurdagül, M., (1997), “Haşviyye”, DİA, İstanbul, TDV Yayınları, XVI, s. 426.
105 Abdülhamid, İ., (1994), s. 221-223.
106 Şâfî, H. M., (2009), Kelama Giriş, trc. S. Akkuş, Ankara, Değişim Yayınları, s. 82.
107 Kevseri, M. Z., (2001), “Mezheplerin Doğuşuna Bir Bakış”, SÜİFD, Konya, XII, s. 41.

669
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

108 Şâfî, H. M., (2009), Kelama Giriş, Ankara, Değişim Yayınları, s. 84; Neşşâr, A. S. En-, (1999), II, s. 14-15, 25-25.
109 Çelebi, İ., (2012), s. 59.
110 Mâtürîdî, (2002), s. 406, 497-498, 501, 508; Mâtürîdî, (2004-2010), V, s. 270; VIII, s. 351; XIII, s. 407.
111 Mustafizürrahman, M., 1993), s. 9; Koçoğlu, K., (2005), s. 59.
112 Şâfî, H. M., (2009), s. 88; Ebû Zehra, M., (ts.), s. 507.
113 Mâtürîdî, (2002), s. 47, 196-220; Makdîsî, M. T., (1919), el-Bed‘ ve’t-Târîh, Paris, IV, 24; İbn Nedîm, (1971), s. 383, 401-
402; Ebü’l-Muîn en-Nesefî, (2003), Tabsıratü’l-Edille, Ankara, DİB Yayınları, I, 132-144; Şehristânî, A., (ts.), el-Milel
ve’n-Nihal, Beyrut, Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye, II, s. 268 vd.
114 Mâtürîdî, (2002), s. 49, 196-214.
115 Araz, Ö. F., (2002), Zedüştîliğin Doktrinleri, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, MÜSBE, s. 7.
116 Mez, A., (2000), Onuncu Yüzyılda İslâm Medniyeti, İstanbul, İnsan Yayınları, s. 48.
117 Oymak, İ., (2002), “Türkistan’da Zerdüştlüğün Yayılması ve Etkileri”, TÜRKLER, III, s. 375.
118 İnostrantsev, K., (1950), “Eski Türklerin İnançları Hakkında Bir Kaç Söz”, BELLETEN, Ankara, TTK Yayınları, 53/14, s.
45, 46.
119 İnostrantsev, K., (1950), s. 375.
120 Bk. Hac 22/17.
121 Dantzig, G. J. A., (1999), Zerdüşt’ün İlahileri: Gathalar, İstanbul, Peri Yayınları, s. 6; Gnoli, G., (1987), “Zoroastrianism”,
The Encylopedia of Religion, New York, XV, s. 580.
122 Foltz, R. C., (2006), İpek Yolu Dinleri, İstanbul, Medrese Yayınları, s. 42; Oymak, İ., (2002), III, s. 375.
123 Taraporewala, J. I., (2009), Zedüşt Dini, İstanbul, Avesta Yayınları, s. 87-88; Ayata, E., (2003), Zerdüşt: Avesta Bölümleri,
İstanbul, Kora Yayınları, s. 18;
124 Aydın, F., (2007), Dinleri Tarihleriyle Okumak, İstanbul, Ensar Yayınları, s. 165.
125 Taraporewala, J. I., (2009), s. 198, 89
126 Araz, Ö. F., (2002), s. 37.
127 Taraporewala, J. I., (2009), s. 90-91.
128 Araz, Ö. F., (2002), 21.
129 Demir, H., (2008), Mit Akıl ve Kozmos, Çorum, s. 78.
130 Usta, A., (2007), s. 37.
131 Taraporewala, J. I., (2009), s. 97-99.
132 Günay, Ü, - Güngör, H., (2007), s. 181.
133 Barthold, W., (2008), İlk Müslüman Türkler, İstanbul, Örgün Yayınları, s. 102-103; Kitapçı, Z., (2004b), Türkler Nasıl
Müslüman Oldu, Konya, Yedi Kubbe Yayınları, s. 44, 110.
134 Golden, P. B., (2002), “Orta Asya’da İslamiyet’in İlk Dönemleri ve Karahanlılar”, Erken İç Asya Tarihi, İstanbul, İletişim
Yayınları, s. 461; Ocak, A. Y., (2005), Alevî ve Bektaşî İnançlarının İslâm Öncesi Temelleri, İstanbul, Enderun Kitabevi, s.
85.
135 Kurt, H., (1998), Orta Asya’nın İslamlaşma Süreci: Buhârâ Örneği, İstanbul, Fecr Yayınları, s. 222-223; 273.
136 Golden, P. B., (2002), s. 461; Oymak, İ., (2002), s. 382.
137 Kitapçı, Z., (2004b), s. 44, 110.
138 Kurt, H., (1998), s. 222-223.
139 Günay, Ü, - Güngör, H., (2007), s. 182.
140 Kurt, H., (1998), s.s. 222-223.
141 Nerşâhî, M. C., (1965), Târih-i Buhârâ, Mısır, s. 50; Golden, P. B., (2002), s. 461.
142 Günay, Ü, - Güngör, H., (2007), s. 182; s. 182.
143 Chokr, M., (2002), İslam’ın Hicrî İkinci Asrında Zındıklık ve Zındıklar, trc. Ayşe Meral), İstanbul, Anka Yayınları, s. 47;
Floramo, G., (2005), Gnostisizm Tarihi, İstanbul, Litera Yayınları, s. 299.
144 Floramo, G., (2005), s. 299-300.
145 Mâtürîdî, (2002), s. 212; Mes’ûdî, E. H., (1894), Kitâbu’t-Tenbîh ve’l-İşrâf, Beyrut, s. 127, 135; Bağdâdî, A., (2007), s. 359;
Şehristânî, A., (ts.), II, s. 279.
146 Mâtürîdî, (2002), s. 212.
147 Mes’ûdî, (1894), s. 127, 135.
148 Tümer, G., (1991), Bîrûnî’ye Göre Dinler ve İslam Dini, Ankara DİB Yayınları, s. 211-212.
149 İbn Nedîm, (1971), s. 402.
150 Şenay, B., (2003), İlk Râfizî Hıristiyan Kilisesi Markûnîlik, Bursa, Verka Yayınları, s. 83.
151 Floramo, G., (2005), s. 230; Chokr, M., (2002), s. 48.
152 İbn Nedîm, (1971), s. 402.
153 Işık, H., (2004), “İslam Bilginlerinin ‘Seneviyye’ Adı Altında Düalist Dinlere ve Mezheplere Yaklaşımları”, Dinî Araştırma-
lar, 6/18, 6/18, s. 171.
154 Floramo, G., (2005), s. 301.

670
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

155 Şenay, B., (2003), s. 42.


156 İbn Nedîm, (1971), s. 402; Öz, M., (1994), “Deysâniyye”, DİA, İstanbul, TDV Yayınları, IX, s. 270.
157 Rudolph, K., (2002), “Maniheizm”, GÜÇİFD, Çorum, I, s., 379.
158 Işık, H., (2004), 6/18, s. 168.
159 Rudolph, K., (2002), I, s. 379.
160 Emin, A., (1976), s. 209.
161 Chokr, M., (2002), s. 48, 84-85.
162 Mâtürîdî, (2002), s. 203; Neşşâr, A. S., (1999), I, s. 265.
163 Aydınlı, O., (2007), “Süryani Bilginlerin Çeviri Faaliyeti ve Mu’tezilî Düşünceye Etkisi”, HÜİFD, 6/11, s. 19-20.
164 Rudolph, K., (2002), I, s. 380.
165 Aydınlı, O., (2007), 6/11, s. 19-20.
166 İbn Nedîm, (1971), s. 402.
167 Chokr, M., (2002), s. 49.
168 Aydınlı, O., (2007), 6/11, s. 19-20.
169 Hayyât, (1993), s. 41.
170 Chokr, M., (2002), s. 82.
171 Taraporewala, J. I., (2009), s. 197-198; Foltz, R. C., (2006), s. 28.
172 Mâtürîdî, (2002), s. 196; İbn Nedîm, (1971), s. 391; Bağdâdî, A., (2007), s. 359; Ebü’l-Muîn en-Nesefî, (2003), I, s. 132.
173 Pavry, J.D.C., (1937), “Manichaeism: A Rival of Zoroastrianism and Christianity”, The Journal of Religion, 17/2, s. 161.
174 İbn Nedîm, (1971), s. 391; Şehristânî, (ts:), II, s. 268.
175 Tekin, Ş., (1988), “Mani Dininin Uygurlar Tarafından Devlet Dini Olarak Kabulü”, TDAY Belleten, Ankara, TDK Yayın-
ları, s. 2.
176 Mâtürîdî, (2002), s.196; İbn Nedîm, (1971), s. 391; Bağdâdî, A., (2007), s. s. 282; Ebü’l-Muîn en-Nesefî, (2003), I, s. 132;
Şehristânî, (ts.), I, s. 244.
177 Rudolph, K., (2002), I, s. 381; Emin, A., (1976), s. 173.
178 İbn Nedîm, (1971), s. 401-402.
179 Taraporewala, J. I., (2009), s. 202.
180 İbn Nedîm, (1971), s. 400-401; Turan, O., (2006), Türk Cihân Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi, İstanbul, Ötüken Yayınları, s.
84
181 Oymak, İ., (2002), III, s. 69.; Ülken, H. Z., (2009), s. 74.
182 Rudolph, K., (2002), I, s. 383.
183 Barthold, W., (1963), İslam Medeniyeti Tarihi, Ankara, TTK Basımevi, s. 88.
184 Turan, O., (2006), s. 29; Barthold, W., (2004), s. 51.
185 İbn Nedîm, (1971), s. 401. Golden, P. B., (2002), s. 462.
186 Turan, O., (2006), s. 84.
187 İbn Nedîm, (1971), s. 401.
188 Günay, Ü., - Güngör, H., (2007), s. 195.
189 Güngör, H., (1988), “Manihezim”, EÜİFD, Erciyes, V, s. 153.
190 Rudolph, K., (2002), I, s. 383.
191 Kesler, F., (1988), “Sâbiîlik ve Sâbiîler”, Diyanet Aylık Dergisi, Ankara, 24/2, s. 61.
192 Bk. Bakara 2/62; Maide 5/69; Hac 22/17.
193 Ayrıntılı bilgi için bk. Cerrahoğlu, İ, (1962), “Kur’an-ı Kerim ve Sabiîler”, AÜİFD, Ankara, X, s. 103-117.
194 Kuzgun, Ş., (1985), Hz. İbrahim ve Haniflik, Ankara, Seda Yayınevi, s. 101; Kesler, F., (1988), s. 62.
195 Kumeyr, Y., (1992), İslam Felsefesinin Kaynakları, İstanbul, Dergah Yayınları, s. 30; Gündüz, Ş., (1998a), Mitoloji ile İnanç
Arasında, Samsun, Etüt Yayınları, s. 131-132.
196 Neşşâr, A. S., (1999), I, s. 291-292; Cerrahoğlu, İ., (1962), X, s. 108-109.
197 Kumeyr, Y., (1992), s. 30.
198 Floramo,G., (2005), s. 43.
199 Cerrahoğlu, İ., (1962), X, s. 108-109.
200 Kesler, F., (1988), s. 59.
201 Neşşâr, A. S., (1999), I, s. 291-292.
202 Kumeyr, Y., (1992), s. 30.
203 Mâtürîdî, (2004-2010), I, s. 147-148.
204 Mâtürîdî, (2002), s. 212.
205 Conze, E., (2005), Kısa Budizm’in Tarihi, İstanbul, Yol Yayınları, s. 3.
206 Foltz, R.C., (2006), s. 58.

671
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

207 Smıth, J.D, (2006), Budizm, İstanbul, Sınır Ötesi Yayınları, s. 25.
208 Mâtürîdî, (2002), s. 191, 192, 194; Makdîsî, (1919), IV, s. 9; İbn Nedîm, (1971), s. 408, 411; Ebü’l-Muîn en-Nesefî, (2003),
I, s. 23, 25.
209 Waardenburg, J., (2006), Müslümanların Diğer Dinlere Bakışları, İstanbul, Ensar Neşriyat, s. 95-96.
210 Makdîsî, (1919), IV, s. 9.
211 Tümer, G., (1991), s. 185; Güç, A. (2010), “Sümeniyye”, DİA, İstanbul, DİB Yayınları, XXXVIII, s. 132.
212 Bağdâdî, A., (2007), s. 275.
213 Mâtürîdî, (2002), s. 191.
214 Waardenburg, J., (2006), s. 95-96.
215 Mâtürîdî, (2002), s. 191-192.
216 Bk. Ruben, W., (1995), Eski Metinler Göre Budizm, İstanbul, Okyanus Yayıncılık, s. 149; Varenne, J., (2000), “Budizm”, Din
Fenomeni, Konya, Din Bilimleri Yayınları, s. 341-342.
217 Conze, E., (2005), s. 38.
218 Yitik, A. İ., (2005), Hint Dinleri, İzmir, İlahiyat Vakfı Yayınları, s. 45.
219 Yitik, A. İ., (2005), s. 47.
220 Conze, E., (2005), s. 55.
221 bk. Çelebi, A. H., (2003), Pali Metinlerine Gotama Buddha, Ankara, Hece Yayınları, s. 70-82.
222 Smıth, J.D., (2006), s. 72.
223 Yitik, A. İ., (2005), s. 48.
224 Varenne, J., (2000), s. 355.
225 Conze, E., (2005),, s. 41-42; Smıth, J.D., (2006), s. 72
226 Smıth, J.D., (2006), s. 151; Çelebi, A. H., (2003), s. 73
227 Yitik, Hint Dinleri, s. 47, 50.
228 Conze, E., (2005), s. 15.
229 Kaya, K., (2000), Buddhistlerin Kutsal Kitapları, Ankara, İmge Yayınları, s. 29.
230 Çelebi, A. H., (2003), 65; Demirci, M., (2007), s. 81.
231 Conze, E., (2005), s. 15.
232 Güngören, İ., (2000), s. 191.
233 Yitik, A. İ., (2005), s. 51.
234 Smıth, J.D., (2006), s. 210.
235 Ligeti, L., (1970), Bilinmeyen İç Asya, İstanbul, MEB Yayınları, II, s. 69; Güngören, İ., (2000), s. 192.
236 Smıth, J.D., (2006), s. 211.
237 Varenne, J., (2000), s. 341-342; Ruben, W., (1995), s. 149.
238 Nerşâhî, (1965), s. 38-39; İbn Havkal, M. (1992), Sûretü’l-Arz, Beyrut, s. 492.
239 Günay, Ü.,-Güngör, H., (2007), s. 159; Kutlu, S., (2002), s. 156.
240 Kitapçı, Z., (2004b), s. 47-48, 164.
241 Kurt, H., (1998), s. 219.
242 Nerşâhî, (1965), s. 38.
243 Kaya, K., (2000), s. 29.
244 Çelebi, A. H., (2003), s. 69.
245 Mohapatra,A. R., (2003), “Budizm”, SÜİFD, XVI, s. 175-176
246 Ruben, W., (1995), s. 149.
247 Ruben, W., (1995), s. 147; Mohapatra, A. R., (2003), XVI, s. 176.
248 Çelebi, A. H., (2003), s. 59.
249 Çelebi, A. H., (2003), s. 67.
250 Conze, E., (2005), s. 85, 88, 91.
251 Ligeti, L., (1970), II, s. 64.
252 Ligeti, L., (1970), II, s. 69-70.
253 Conze, E., (2005), s. 88.
254 Tekin, Ş., (1976), “Giriş”, Uygurca Metinler 11: Maytrısimit, Ankara, s. 20-21..
255 Ligeti, L., (1970), II, s. 70.
256 Ocak, A. Y., 2005), s. 81.
257 Ligeti, L., (1970), I, s. 93-94; Turan, O., (2006), s. 83.
258 Pamir, A., (2003), “Türkler’in Geleneksel Dini Şamanizm’in Orta Asya Eski Türk Kamu Hukuku’na Etkisi”, AÜHFD,
Ankara 52/4, s. 159.
259 Günay, Ü., Güngör, H., (2007), s. 166; Kurt, H., (1998), s. 221.
260 Conze, E., (2005), s. 90.
261 Foltz, R.C., (2006), s. 82; Nerşâhî, (1965), s. 38.

672
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

262 İbn Nedîm, ((1971), s. 408; İbn Havkal, (1992), s. 492.


263 Kitapçı, Z., (2004b), s. 49-50; Barthold, W., (2004), s. 55-56.
264 Conze, E., (2005), s. 119-120; Ocak, A. Y., (2005), s. 78, 81.
265 Günay, Ü.,-Güngör, H., (2007), s. 160-162; Barthold, W., (2004), s. 55-56.
266 Mâtürîdî, (2002), s. 191. Chokr, M., (2002), s. 160; Neşşâr, A.S., (1999), I, 300-301.
267 Golden, P. B. (2002), s. 462.
268 Emin, A., (1976), s. 202-203; Hitti, P. K., (1995), I, s. 545-546. Mez, A., (2000), s. 49.
269 Aydın, M., (1998), Müslümanların Hıristiyanlara Karşı Yazdığı Reddiyeler ve Tartışma Konuları, Ankara, TDV Yayınları,
s. 100-101.
270 Eroğlu, A. H., (2000), “Hıristiyanların Bölünme Sürecine Genel Bir Bakış”, AÜİFD, Ankara, XLI, s. 317.
271 Rubenstein, R. E., (2004), İsa Nasıl Tanrı Oldu, İstanbul, Gelnek Yayınları, s. 83, 87.
272 Michel, T., (1992), Hristiyan Tanrı Bilimine Giriş, İstanbul, Ohan Basımevi, s. 99-100. Rubenstein, R. E., (2004), s. 75.
273 Rubenstein, R. E., (2004), s. 85; Aydın, M., (1998), s. 120-121.
274 Aydın, M., (1998), s. 102-103.
275 Aydın, M., (2005), Hıristiyan Kaynaklarına Göre Hıristiyanlık, Ankara, TDV Yayınları, s. 56.
276 Demirci, M., (200), s. 82.
277 Atiya, A. S., (2005), Doğu Hıristiyanlığı Tarihi,, İstanbul, Doz Yayınları, s. 277; Michel, T., (1992), s. 100.
278 Challaye, F., (1963), Dinler Tarihi, trc. Semih Tiryakioğlu, İstanbul, Varlık Yayınlan, s. 206.
279 Michel, T., (1992), s. 100.
280 Challaye, F., (1963), s. 206; Gündüz, Ş., (2006), Hıristiyanlık, İstanbul, İSAM Yayınları, s. 107; Aydın, M., (1998), s. 103.
281 Atiya, A. S., (2005), s. 277-278.
282 Aydın, M., (1991), Hıristiyan Genel Konsilleri ve İkinci Vatikan Konsili, Konya, Selçuk Üniversitesi Basımevi, s. 17-18;
Eroğlu, A. H., (2000), s. 313.
283 Challaye, F., (1963), s. 206.
284 Michel, T., (1992), s.100-101.
285 Roux, J. P., (2007), Türklerin Tarihi: Pasifikten Akdenize 2000 Yıl, trc. A. Kazancıgil ve dğr., İstanbul, Kabalcı Yayınları, s.
178.
286 Clement, O., (2000), “Ortodoks Mezhebi”, Din Fenomeni, Konya, Din Bilimleri Yayınları, s. 203; Gündüz, Ş., (2006), s.
107.
287 Michel, T., (1992), s. 101.
288 Osırogorsky, G., (1991), Bizans Devleti Tarihi, trc. F. Işıltan, Ankara, s. 55.
289 Michel, T., (1992), s. 101.
290 Clement, O., (2000), s. 203.
291 Osırogorsky, G., (1991), s. 55.
292 Osırogorsky, G., (1991), s. 55.
293 Öztürk, L., (2005), “İslamiyet’in Yayıldığı Coğrafyada Yaşayan Hıristiyanlar”, Süryâniler ve Süryânilik, haz. Ahmet Taşğın
ve dğr., Ankara, Rient Yayınları, s. 25..
294 Gündüz, Ş., (2006), s. 109.
295 Barthold, W., (1963), s. 11.
296 Atiya, A. S., (2005), s. 266, 284.
297 Golden, P.B., (2002), s. 462.
298 Ocak, A.Y., (2005), s. 98.
299 Taraporewala, Zedüşt Dini, s. 91.
300 Foltz, R.C., (2006), s. 95.
301 Ligeti, L., (1970), II, s. 150-151; Günay, Ü., Güngör, H., (2007), s. 198-199.
302 Günay, Ü., Güngör, H., (2007), s. 199.
303 Kutlu, S., ((2002), s. 157.
304 Atiya, A. S., (2005), s. 287; Kitapçı, Z., (2004b), s. 57-58.
305 Günay, Ü., Güngör, H., (2007), s. 198-199.
306 Hitti, P.K., (1995), I, s. I, 543.
307 Golden, P.B., (2002), s. 463.
308 Roux, J.P., (2005), Orta Asya: Tarih ve Uygarlık, İstanbul, Kabalcı Yayınevi, s. 216.
309 Günay, Ü., Güngör, H., (2007), s. 298.
310 Atiya, A. S., (2005), s. 83, 293-294.
311 Bardhold, W., (2008), s. 424.
312 Roux, J.P., (2005), s. 216; Günay, Ü., Güngör, H., (2007), s. 200; Usta, A., (2007), s. 458-459.
313 Nerşâhî, (1965), s. 80.
314 Hitti, P.K., (1995), I, s. 545; Mez, A., (2000), s. 49.

673
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

315 Atiya, A. S., (2005), s. 289.


316 Roux, J.P., (2005), s. 213.
317 Arslantaş, N., (2009), İslam Dünyasında İktisadi ve İlmi Hayatta Yahudiler, İstanbul, MÜİFAV Yayınları, s. 51.
318 Arık, D., (2006), “Buhârâ Yahudileri Üzerine Bir İnceleme”, OAKA, 1/2, s. 93.
319 Emin, A., (1976), s. 55; Karadaş, C., (2006), 2/4, s. 70.
320 Arık, D., (2006), 1/2, s. 92-93.
321 Ülken, H.Z., (2009), s. 76.
322 Barthold, W., (1963), s. 11; Kitapçı, Z., (2004b), s. 57.
323 Kutlu, S., (2002), s. 157.
324 Arık, D., (2006), 1/2, s. 93.
325 Makdîsî, (1919), s. 388, 400.
326 Roux, j.p., (2007), s. 179.
327 Arık, D., (2006), 1/2, s. 92.
328 Lewis, l., (1996), İslam Dünyasında Yahudiler, İstanbul, İmge Kitabevi, s. 8; Hitti, P.K., (1995), I, s. 547.
329 Arslantaş, N., (2009), s. 51.
330 Arık, D., (2006), 1/2, s. 94.
331 Foltz, R.C., (2006), s. 47, 49.
332 Arık, D., (2006), 1/2, s. 94.
333 Arslantaş, N., (2009), s. 54.
334 Makdîsî, (1919), s. 323, 388, 400.
335 Arslantaş, N., (2009), s. 55.
336 Kutluay, K., (2004), İslam ve Yahudi Mezhepleri, İstanbul, Anka Yayınları, s. 250.
337 Arslantaş, N., (2009), s. 55.
338 Günay, Ü, - Güngör, H., (2007), s. 298.
339 Arık, D., (2006),1/2, s. 94-95.
340 Usta, A., (2007), s. 601.
341 Bayraktar, M., (2009), İslam Felsefesine Giriş, Ankara, TDV Yayınları, s. 75.
342 Mustafizürrahmân, m., (1993), s. 9; Usta, A., (2007), s. 602-604.
343 Bayraktar, M., (2009), s. 76, 89.
344 Neşşâr, A.S., (1999), I, s., 151.
345 Mâtürîdî, (2002), s. 178, 181, 188, 192-193.
346 Altındaş, H., (1994), “Dehriyye”, DİA, İstanbul, TDV Yayınları, IX, s. 109.
347 İbn Manzûr, M., (1708), Lisânü’l-Arab, Kahire, s. 1439; Cürcânî, S. Ş., (1985), Kitâbu’l-Ta’rîfât, Beyrut, s.111.
348 Hançelioğlu, O., (1976), Felsefe Ansiklopedisi, İstanbul, Remzi Kitapevi, s. 284.
349 Macit, N., (1992), Kur’an ve Hadislere Göre Şirk ve Müşrik Toplum, Konya, Damla Matbaacılık, s. 45.
350 Cevizci, A., (1997), Felsefe Sözlüğü, Ankara, Ekin Yayınları, s. 171.
351 Mâtürîdî, (2002), s. 178.
352 Bayraktar, M., (2009), s. 149.
353 Macit, N., (1992), s. 50-51.
354 Altındaş, H. (1994), IX, s., 107.
355 Mü’minûn 23/82-85.
356 Ra’d 13/5. Diğer ayetler için bkz. Yûnus 10/15; Ra’d 13/5; İsrâ 17/49; Furkân 25/11; Sâffât 37/15-17; Şûrâ 42/18.
357 Bk. Bağdâdî, A., (2007), s. 312, 330-331, 357; Şehristani, A., (ts.), II, s. 287 vd.
358 Mâtürîdî, (2002), s. 191-192.
359 Mâtürîdî, (2002), s. 85-86, 110, 143, 147, 150-151, 178.
360 Bu eleştirileri bk. Mâtürîdî, (2002), s. 110, 150-153, 178-190; Mâtürîdî, (2004-2010), Te’vîlât, IV, 94; V, 46-47; VIII, 36; X,
28, 79.
361 Mâtürîdî, (2002), s. 178.
362 Mâtürîdî, (2002), s. 151.
363 Mâtürîdî, (2002), s. 191-192.
364 Mâtürîdî, (2002), s. 85-86, 152.
365 Cürcânî, S.Ş., (1985), s. 279.
366 Hançelioğlu, O., (1976), V, s. 51.
367 Topaloğlu, B., Çelebi, İ., (2010), Kelam Terimleri Sözlüğü, İstanbul, TDV Yayınları, s. 125.
368 Hançelioğlu, O., (1976), II, s. 346.
369 Karadeniz, O., (1998), “Heyûlâ”, DİA, İstanbul, Yayınları, XVII, s. 294.
370 Hançelioğlu, O., (1976), I, s. 95-96; Cevizci, A., (1998), İlk Çağ Felsefe Tarihi, Bursa, Asa Yayınları, s. 116-129; Bolay, S. H.,
(1997), Felsefî Doktrinler ve Terimler Sözlüğü, Ankara, Akçağ Yayınları, s. 287-294, 361.

674
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

371 Topaloğlu, B., Çelebi, İ., (2010), s. 125.


372 Geniş bilgi için bk. Kumeyr, Y., (1992), s. 97-98; Cevizci, A., (1997), s. 346; Bolay, S. H., (1997), s. 277-278.
373 Bolay, S. H., (1997), s. 281.
374 Cevizci, A., (1997), s. 446.
375 Yavuz, Y. Ş., (1998), “Heyûlâ”, DİA, İstanbul, TDV Yayınları, XVII, s. 296.
376 Mâtürîdî, (2002), s. 86; Eş’ârî, M., (2006), s. 191; Bağdâdî, A., (2007), s. 217, 335; Ebü’l-Muîn Nesefî, (2003), I, s. 81, 90.
377 Topaloğlu, B., Çelebi, İ., (2010), s. 125.
378 Yavuz, Y. Ş., (1998), XVII, s. 296.
379 Mâtürîdî, (2002), s. 85-86, 110.
380 Mâtürîdî, (2002), s. 185.
381 Mâtürîdî, (2002), s. 43, 85-86, 185-190.
382 Topaloğlu, B., Çelebi, İ., (2010), s. 235.
383 Cevizci, A., (1997), s. 66.
384 Cevizci, A., (1997), s. 66.
385 Hançelioğlu, O., (1976), I, 105.
386 Topaloğlu, B., Çelebi, İ., (2010), s. 235.
387 Hançelioğlu, O., (1976), I, 105.
388 Sinanoğlu, M., (2006), “Müneccime”, DİA, İstanbul, TDV Yayınları, XXXII, s. 6.
389 Gündüz, Ş., (1998b), Din ve İnanç Sözlüğü, Konya, Vadi Yayınları, s. 30.
390 Bk. Mâtürîdî, (2004-2010), s. V, s. 119; VIII, s. 238.
391 Sinanoğlu, M., (2006), XXXII, s. 7
392 Topaloğlu, B., Çelebi, İ., (2010), s. 235-236.
393 Mâtürîdî, (2002), s. 181.
394 Mâtürîdî, (2002), s. 181-184, 188. Ayrıca bk. Mâtürîdî, (2004-2010), V, s. 119; VIII, s. 238.
395 Hançelioğlu, O., (1976), I, 168.
396 Topaloğlu, B., Çelebi, İ., (2010), s. 283.
397 Gökberk, M., (1996), Felsefe Tarihi, İstanbul, Remzi Kitapevi, s. 42.
398 Bolay, S. H., (1997), s. 420.
399 Cevizci, A., (1998), s. 54.
400 Bk. Mâtürîdî, (2002), s. 192 vd.
401 Bolay, S. H., (1997), s. 421.
402 Cevizci, A., (1998), s. 620.
403 Bolay, S. H., (1997), s. 421.
404 Neşşâr, A. S. (1999), I, s. 214-215.
405 Bu eleştiriler için bk. Mâtürîdî, (2002), s. 192-196.

Kaynakça
Abdülhamid, İrfan, (1994), İslam’da İtikâdî Mezhepler ve Akâid Esasları, trc. M. S. Yebrem, İstanbul, Marifet.
Altındaş, Hayrani, (1994) “Dehriyye”, DİA, İstanbul, IX, ss. 107-109.
Araz, Ömer Faruk, (2002), Zedüştîliğin Doktrinleri, İstanbul, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, MÜSBE.
Arık, Durmuş, (2006), “Buhârâ Yahudileri Üzerine Bir İnceleme”, Orta Asya ve Kafkasya Araştırmaları, 1/2, ss. 92-109.
Arslantaş, Nuh, (2009), İslam Dünyasında İktisadi ve İlmi Hayatta Yahudiler, İstanbul, MÜİFAV Yayınları.
Atiya, Aziz S., (2005), Doğu Hıristiyanlığı Tarihi, Trc. Nureddin Hiçyılmaz, İstanbul, Doz Yayınları.
Ayata, Eshat, (2003), Zerdüşt: Avesta Bölümleri, İstanbul, Kora Yayınları.
Aydın, Fuat, (2007), Dinleri Tarihleriyle Okumak, İstanbul, Ensar Yayınları.
Aydın, Mehmet, (1991), Hıristiyan Genel Konsilleri ve İkinci Vatikan Konsili, Konya, Selçuk Üniv. Basımevi.
--------------------, (1998), Müslümanların Hıristiyanlara Karşı Yazdığı Reddiyeler, Ankara, TDV Yayınları.
--------------------, (2005), Hıristiyan Kaynaklarına Göre Hıristiyanlık, Ankara, TDV Yayınları.
Aydınlı, Osman, (2003), “Mezheplerin Oluşum Sürecinde Mevali’nin Rolü”, ÇİFD, Çorum, 2/1, ss. 1-26.
------------, (2007), “Süryani Bilginlerin Çeviri Faaliyeti ve Mu’tezilî Düşünceye Etkisi”, HÜİFD, 6/11, ss. 7-33.
------------, (2012), “Mu’tezîle”, İslam Mezhepleri Tarihi, Ed. H.Onat, Ankara, Grafiker Yayınları, ss. 127-154.
Bağdâdî, Abdülkâhir el-, (2007), el-Fark beyne’l-fırak, Nşr. M. M. Abdülhamid, Kahire, Mektebetü Dâri’t-Türâs.
Barthold, Wilhelm, (1990), Moğal İstilasına Kadar Türkistan, Haz. H. D. Yıldız, Ankara, TTK Basımevi.
----------------, (2004), Orta Asya Türk Tarihi Dersleri, Haz. Hüseyin Dağ, Ankara, Çağlar Yayınları.
----------------, (2008), İlk Müslüman Türkler, Trc. M. A. Yalman ve dğr., İstanbul, Örgün Yayınları.
----------------, (1963), İslâm Medeniyeti Tarihi, Trc. M. Fuad Köprülü, Ankara, TTK Basımevi.

675
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Bayraktar, Mehmet, (2007), Bir Hıristiyan Dogması Teslis, Ankara, Ankara Okulu Yayınları.
--------------, (2009), İslam Felsefesine Giriş, Ankara, TDV Yayınları.
Bolay, Süleyman Hayri, (1997), Felsefî Doktrinler ve Terimler Sözlüğü, Ankara, Akçağ Yayınları.
Cerrahoğlu, İsmail, (1962), “Kur’an-ı Kerim ve Sabiîler”, AÜİFD, Ankara, X, ss. 103-117.
Cevizci, Ahmed, (1998), İlk Çağ Felsefe Tarihi, Bursa, Asa Yayınları.
---------, (1997), Felsefe Sözlüğü, Ankara, Ekin Yayınları.
Challaye, Felicien, (1963), Dinler Tarihi, trc. Semih Tiryakioğlu, İstanbul, Varlık Yayınları.
Chokr, Melhem, (2002), İslam’ın Hicrî İkinci Asrında Zındıklık ve Zındıklar, trc. A. Meral, İstanbul, Ankara Yayınları.
Clement, Oliver, (2000), “Ortodoks Mezhebi”, Din Fenomeni, Haz. M. Aydın, Konya, Din Bilimleri Yayınları
Conze, Edward, (2005), Kısa Budizm’in Tarihi, trc. Ömer Cemal Güngören, İstanbul, Yol Yayınları.
Cürcânî, Seyyid Şerif, (1985), Kitâbu’l-Ta’rîfât, Beyrut.
Çelebi, Asaf Hâlet., (2003), Pali Metinlerine Gotama Buddha, Ankara, Hece Yayınları.
Çelebi, İ., (2012), ”İlk Kelam Tartışmaları ve İnanç Grupları”, Kelam El Kitabı, Ed. Ş. A. Düzgün, Ankara,
Grafiker Yayınları, ss. 49-62.
Dantzig, G.J. A. Van, (1999), Zerdüşt’ün İlahileri: Gathalar, trc. Nergiza Torî, İstanbul, Peri Yayınları.
Demir, Hilmi, (2008), Mit Akıl ve Kozmos, Çorum.
Demirci, Mustafa, (2007), “Türk İslâm Medeniyetinin İkinci Dalgası: Orta Asya’da Gelişen Bilim ve Düşüncenin Dinamikleri”,
Uluslararası Türk Dünyasının İslâmiyet’e Katkıları Sempozyumu, Ed. İ. Hakkı Göksoy, Isparta, SDÜİF Kitapevi Yayınları,
ss. 77-84.
Ebû Zehra, Muhammed, (ts.), Târîhu’l-Mezâhibi’l-İslâmiyye, Kahire.
Ebü’l-Muîn en- Nesefî, (2003), Tabsıratü’l-Edille, nşr. H. Atay-Ş. A. Düzgün, Ankara, DİB Yayınları.
Emin, Ahmed, (1976), Fecrü’l-İslâm, Trc. Ahmed Serdaroğlu, Ankara, Kılıç Kitapevi.
Eroğlu, Ahmet Hikmet, (2000), “Hıristiyanların Bölünme Sürecine Genel Bir Bakış”, AÜİFD, XLI, ss. 309-325.
Eş’ârî, Ebû Musa el, (2006), Makâlâtü’l- İslâmiyyîn ve İhtilafu’l-Musallîn, thk. N. Cerrah, Beyrut, Daru Sadır.
Fığlalı, Ethem Ruhi, (1998), Çağımızda İtikadi İslam Mezhepleri, İstanbul, Selçuk Yayınları.
Floramo, Giovanni, (2005), Gnostisizm Tarihi, trc. Selma Aygül Baş-Bilal Baş, İstanbul, Litera Yayıncılık.
Foltz, Rıchard C., (2006), İpek Yolu Dinleri, Trc. Aydın Aslan, İstanbul, Medrese Yayınları.
Gazzâlî, Ebû Hâmid Muhammed bin Muhammed, (2001), Fedâihu’l-Bâtıniyye, nşr. M. Ali el-Kutb, Beyrut.
Gnoli, G., (1987), “Zoroastrianism”, The Encylopedia of Religion, ed. Mircea Eliade, XV, New York.
Golden, Peter B., (2002 ), “Orta Asya’da İslâmiyet’in İlk Dönemleri ve Karahanlılar”, Erken İç Asya Tarihi, Der. Denis Sinor, Trc.
Halil Berktay, İstanbul, İletişim Yayınları.
Gökberk, Macid, (1996), Felsefe Tarihi, İstanbul, Remzi Kitapevi.
Güç, Ahmet, (2010), “Sümeniyye”, DİA, İstanbul, DİB Yayınları, XXXVIII, ss.132-133.
Günaltay, M. Şemseddin, (2003), Türk İslam Tarihine Eleştirel Bir Yaklaşım, İstanbul, Akçağ Yayınları.
Günay, Ünver-Güngör, Harun, (2007), Başlangıçtan Günümüze Türklerin Dini Tarihi, İstanbul, Rağbet Yayınları.
Gündüz, Şinasi, (1998a), Mitoloji ile İnanç Arasında, Samsun, Etüt Yayınları.
----------, (1998b), Din ve İnanç Sözlüğü, Konya, Vadi Yayınları.
----------, (2006), Hıristiyanlık, İstanbul, İSAM Yayınları.
Güngör, Harun, (1988), “Maniheizm”, EÜİFD, Erciyes, V, ss. 145-166.
Güngören, İlhan, (2000), Buda ve Öğretisi, Yol Yayınları, İstanbul.
Hakkı, İzmirli İsmail,, (1981), Yeni İlm-i Kelam, Ankara, Umran Yayınları.
Hançelioğlu, Orhan, (1976), Felsefe Ansiklopedisi, İstanbul, Remzi Kitapevi.
Hayyât, Ebu’l-Hüseyin el-., (1993), Kitâbu’l-İntisâr, nşr. H.S. Neyberg, Beyrut, Mektebetü’d-Dari’l-Arabiyye.
Hitti, Philip K., (1995), Siyâsî ve Kültürel İslâm Tarihi, Trc. Salih Tuğ, İstanbul, MÜİFAV Yayınları.
Hodgson, Marshall G.S., (1993), İslam’ın Serüveni, trc. Senai Demirci, İstanbul, İz Yayıncılık.
Işık, Hidayet, (2004), “İslam Bilginlerinin ‘Seneviyye’ Adı Altında Düalist Dinlere ve Mezheplere Yaklaşımları”, Dinî Araştır-
malar, 6/18, ss. 149-172.
İbn Havkal, Ebu’l-Kasım Muhammed, (1992), Sûretü’l-Arz, Beyrut.
İbn Manzûr, Muhammed b., (1706), Lisânü’l-Arab, nşr. Abddullah Ali el-Kebîr ve dğr., Kahire.
İbn Nedîm, Muhammed b. İshak, (1971), el-Fihrist, Nşr. Rıza Teceddüd, Tahran.
İlhan, Avni, (1992), “Bâtıniyye”, DİA, İstanbul, TDV Yayınları, V, s. 190-194.
İnostrantsev, K., (1950), “Eski Türklerin İnançları Hakkında Bir Kaç Söz”, trc. Abdülkadir İnan, BELLETEN,
Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 53/14, ss. 45-47.
Kaplan, Yusuf, (2006), Horasan Mu‘Tezilesi ve Ebu’l-Kâsım el-Ka‘Bî’nin Hayatı, Basılmamış YL Tezi, İstanbul, MÜSBE.
Karadaş, Cağfer, (2006), “Semerkand Hanefî Kelâm Okulu Mâturîdîlik”, Usûl, 2/6, ss. 57-100.
----------, (2007), Kerramiye ve İtikadı”, KADER, 5/2, ss. 41-62.
----------, (2013), Ana Hatalarıyla Kelam Tarihi, İstanbul, Ensar Neşriyat.
Karadeniz, Osman, (1998), “Heyûlâ”, DİA, İstanbul, XVII, ss. 294-295.

676
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Kaya, Korhan, (2000), Buddhistlerin Kutsal Kitapları, Ankara, İmge Yayınları.


Kesler, Fatih, (1988), “Sâbiîlik ve Sâbiîler”, Diyanet Aylık Dergisi, Ankara, 24/2, ss.18.
Kevseri, M. Zahid, (2001), “Mezheplerin Doğuşuna Bir Bakış”, trc. S. Bahçıvan, SÜİFD, Konya, XII, ss. 33-48.
Kitapçı, Zekeriyya, (2004a), Orta Asya’da İslamiyet ve Türkler, Konya, Yedi Kubbe Yayınları.
------------, (2008), Fıkıh, Kelâm ve İslâm Felsefesinin Gelişmesinde Müslüman Türklerin Yeri, Konya, Yedi Kubbe Yayınları.
-----------, (2004b), Türkler Nasıl Müslüman Oldu, Konya, Yedi Kubbe Yayınları.
Koçoğlu, Kıyasettin, (2005), Mâturîdî’nin Mu’tezîleye Bakışı, Basılmamış Doktora Tezi, Ankara, AÜSBE.
Kubat, Mehmet, (2005), “Meolojik Bağlamda Ehl-i Sünnet’in Mu’tezile Tanımlamaları”, EKEV, Ankara, 9/25, ss. 25-52.
Kumeyr, Y., (1992), İslâm Felsefesinin Kaynakları, Ter. Fahrettin Olguner, İstanbul, Dergah Yayınları.
Kurt, Hasan, (1998), Orta Asya’nın İslâmlaşma Süreci: Buhârâ Örneği, Ankara, FecrYayınları.
Kutlu, Sönmez, (2002), Türklerin İslâmlaşma Sürecinde Mürcie ve Tesirleri, Ankara, TDV Yayınları.
------------------, (2012), “Mürcie Mezhebi: Doğuşu, Fikirleri, Edebiyatı ve İslâm Düşüncesine Katkıları”, Çorum, GÜÇİFD,
1/1, ss. 168-210.
Kutluay, Yaşar, (2004), İslam ve Yahudi Mezhepleri, İstanbul, Anka Yayınları.
Kuzgun, Şaban (1985), Hz. İbrahim ve Haniflik, Ankara, Seda Yayınevi.
Lewis, Bernard, (1996), İslam Dünyasında Yahudiler, trc. B. Sina Şener, İstanbul, İmge Kitabevi.
------------------, (1964), “İsmâililer”, İA, İstanbul, MEB Basımevi, 5/2, ss. 1120-1124.
Ligeti, L., (1970), Bilinmeyen İç Asya, Trc. Sadreddin Karatay, İstanbul, MEB Yayınları.
Macit, Nadim, ( 1992), Kur’an ve Hadislere Göre Şirk ve Müşrik Toplum, Konya, Damla Matbaacılık.
Mağribî, Ali Abdulfettah el-, (2004), “Kadim Doğu Düşüncesi İle İslam Düşüncesi Arasındaki İlişki Üzerine”, trc. İ. Aslan,
KADER, 2/2, ss.125-154.
Makdisî, Muhammed b. Ahmed el-, (1906), Ahsenü’t-Tekâsîm Fî Ma’rifeti’l-Ekâlîm, nşr. M. J. De Goeje, Leiden-Brill.
Makdîsî, Mutahhar b. Tâhir el-, (1919), el-Bed‘ ve’t-Târîh, nşr. Clement Huart, Paris.
Mâturîdî, Ebû Mansûr el-, (2002), Kitâbü’t-Tevhîd Tercümesi, Trc. Bekir Topaloğlu, Ankara, İSAM Yayınları.
-----------, (2004-2010), Te’vîlâtü’l-Kur’an, Ed. Bekir Topaloğlu, İstanbul.
Mes’ûdî, Ebu’l-Hasan Ali b. El-Hüseyn el-, (1894), Kitâbu’t-Tenbîh ve’l-İşrâf, nşr. M. J. De Goeje, Beyrut.
Mez, Adam, (2000), Onuncu Yüzyılda İslâm Medniyeti, trc. Salih Şanban, İstanbul, İnsan Yayınları.
Michel, Thomas, (1992), Hristiyan Tanrı Bilimine Giriş, İstanbul, Ohan Basımevi.
Mohapatra, A. Ranjan, (2003), “Budizm”, trc. Hidayet Işık, SÜİFD, Sakarya, XVI, ss. 169-181.
Mustafizürrahmân, Muhammed, (1993), Te’vilât’a Önsöz: İmâm Mâturîdî’nin Te’vilâtü Ehl-i’s-Sünne’sine
İngilizce Önsöz ve Türkçe Tercümesi, Bağdad.
Nerşâhî, Ebû Bekr Muhammed b. Cafer en-, (1965), Târih-i Buhârâ, nşr, Abdülmecid Bedevî, Mısır.
Neşşâr, Ali Sami en-, (1999), İslâm’da Felsefî Düşüncenin Doğuşu, Trc. Osman Tunç, İstanbul, İnsan Yayınları.
Nevbahtî, Hüseyin b. Musa en-, (2006), Fıraku’ş-Şia, Beyrut.
Ocak, Ahmet Yaşar, (2005), Alevî ve Bektaşî İnançlarının İslâm Öncesi Temelleri, İstanbul, Enderun Kitabevi.
Osırogorsky, Georg, (1991), Bizans Devleti Tarihi, trc. Fikret Işıltan, Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınevi.
Oymak, İskender, (2002), “Türkistan’da Zerdüştlüğün Yayılması ve Etkileri”, TÜRKLER, Ed.: H. Celal Güzel ve Dğr., Ankara,
Yeni Türkiye Yayınları, III, ss. 375-384.
Öz, Mustafa, (1994), “Deysâniyye”, DİA, İstanbul, IX, ss. 270-272.
Öztürk, Levent, (2005), “İslamiyet’in Yayıldığı Coğrafyada Yaşayan Hıristiyanlar”, Süryâniler ve Süryânilik, Haz. A. Taşğın ve
dğr., Ankara, Rient Yayınları.
Pamir, Aybars, (2003), “Türkler’in Geleneksel Dini Şamanizm’in Orta Asya Eski Türk Kamu Hukuku’na Etkisi”, AÜHFD,
Ankara, 52/4, s. 15-185.
Pavry, Jal Dastur C., (1937), “Manichaeism: A Rival of Zoroastrianism and Christianity”, The Journal of Religion, 17/2, ss.
161-169.
Polat, F. A., (2012), “Te’vîlâtü Ehli’s-Sünne’de Mu’tezilî Söylemin Kritiği”, Büyük Türk Bilgini İmâm Mâturîdî ve Mâturîdîlik-
Milletlerarası Tartışmalı İlmî Toplantısı Tebliğler Kitabı, İstanbul, İFAV Yayınları.
Roux, Jean Poul, (2007), Türklerin Tarihi, trc. A. Kazancıgil, İstanbul, Kabalcı Yayınları.
Ruben, Walter, (1995), Eski Metinler Göre Budizm, trc. Lütfü Bozkurt, İstanbul, Okyanus Yayıncılık.
Rubenstein, Richard E., (2004), İsa Nasıl Tanrı Oldu, trc. Cem Demirkan, İstanbul, Gelenek Yayınları.
Rudolph, Kurt, (2002), “Maniheizm”, GÜÇİFD, Trc. Mustafa Bıyık, Çorum, I, ss. 378-393.
Sarıkaya, Saffet, (2002), “Türklerin İslamlaşma Sürecinde Mezheplerin ve Tarikatların Yeri”, TÜRKLER, V, ss. 498-508.
Sinanoğlu, Mustafa, (2006), “Müneccime”, DİA, İstanbul, XXXII, ss. 6-7.
Smıth, Jo Durden, (2006), Budizm: Gizli Öğretisi, trc. Tolga Bakanay, İstanbul, Sınır Ötesi Yayınları.
Şehristânî, Muhammed b. Abdülkerim eş-, (ts.), el-Milel ve’n-Nihal, nşr. M. Fehmi Muhammed, Beyrut.
Şâfî, Hasan Mahmud eş-, (2009), Kelama Giriş, trc. Süleyman Akkuş, Ankara, Değişim Yayınları.
Şenay, Bülent, (2003), İlk Râfizî Hıristiyan Kilisesi Markûnîlik, Bursa, Verka Yayınları.
Taraporewala, Irach J. I., (2009), Zedüşt Dini,Trc. Nice Damar, İstanbul, Avesta Yayınları.

677
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Taşköprüzâde Ahmed Efendi., (1985), Miftâhu’s-Sa’âde, Beyrut.


Tekin, Şinasi, (1976), “Giriş”, Uygurca Metinler 11: Maytrısimit, Ankara, Ankara Üniversitesi Yayınları.
-------, (1988), “Mani Dininin Uygurlar Tarafından Devlet Dini Olarak Kabulü”, Belleten, Ankara, TDK Yayınları, II, ss. 1-11.
Topaloğlu, Bekir-İlyas, Çelebi, (2010), Kelâm Terimler Sözlüğü, İstanbul, İSAM Yayınları.
Turan, Osman, (2006), Türk Cihân Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi, İstanbul, Ötüken Yayınları.
Tümer, Günay, (1991), Bîrûnî’ye Göre Dinler ve İslam Dini, Ankara, DİB Yayınları.
Uludağ, Süleyman, (1996), İslam’da İnanç Konuları ve İtikadi Mezhepler, İstanbul, Marifet Yayınları.
Usta, Aydın, (2007), Türklerin İslâmlaşma Serüveni: Samaniler Devleti, İstanbul, Yeditepe Yayınları.
Ülken, Hilmi Ziya, (2009), Türk Tefekkür Tarihi, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları.
Varenne, Jean, (2000), “Budizm”, Din Fenomeni, Haz. Mehmet Aydın, Konya, Din Bilimleri Yayınları.
Waardenburg, J., (2006), Müslümanların Diğer Dinlere Bakışları, trc. F. Aydın, İstanbul, Ensar Neşriyat.
Watt, Montgomery, (1998), İslâm Düşüncesinin Teşekkül Devri, trc. E. R. Fığlalı, İstanbul, Birleşik Yayıncılık.
Yavuz, Yusuf Şevki, (1998), “Heyûlâ”, DİA, İstanbul, TDV Yayınları, XVII, ss. 294-296.
Yitik, A. İhsan, (2005), Hint Dinleri, İzmir, İzmir İlahiyat Vakfı Yayınlar.
Yurdagül, Metin, (1997), “Haşviyye”, DİA, İstanbul, TDV Yayınları, XVI, ss. 426-427.
Zebidî, Muhammed Murtazâ ez-, (2002), İthâfü’s-sâde, Beyrut.
Zehrâ, Muhammed Ebû, (1996), Mezhepler Tarihi, trc. Sıbğatullah Kaya, İstanbul, Şura Yaynları.

678
UlUslararası İmâm mâtUrîdî sempozyUmU

IX. oturum
Oturum Başkanı: Prof. Dr. Şükrü ÖZEN

MÂTURÎDÎ’NİN TÜRK TOPLUMU ve KÜLTÜRÜ ÜZERİNDEKİ TESİRLERİ

Prof. Dr. Talip ÖZDEŞ


Cumhuriyet Ü. İlahiyat Fakültesi / Sivas
MÂTURÎDÎ’NİN YORUMLARINDA İNSAN OLGUSUNA YAKLAŞIMI

Doç. Dr. Fatih M. ŞEKER


İstanbul Medeniyet Ü. İlahiyat Fakültesi / İstanbul
BİR SELEF VE HALEF OLARAK MÂTURÎDÎ ile GAZZÂLÎ

Danyar ŞALKAROV
el-Farâbî Kazak Millî Üniversitesi Şarkiyat Fakültesi Doktora Öğrencisi / Kazakistan
MÂTURÎDÎ TEOLOJİ ve ANA KAYNAKLARI

Erol CİHANGİR
“Turan” Dergisi Genel Yayın Yönetmeni / İstanbul
BOZKIR/GÖÇEBE TOPLUMUNUN YENİDEN İNŞASINDA MÂTURÎDÎ’NİN ROLÜ

Askar AKİMKHANOV
Nur-Mübarek Mısır İslam Medeniyeti Ü. / Kazakistan
İMÂM EBU MANSUR EL-MÂTURÎDÎ VE İLMİ ŞAHSİYETİ
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Prof. Dr. Talip ÖZDEŞ


1954 Sivas/Türkiye doğumlu Prof. Dr. Talip ÖZDEŞ, ilk, orta ve lise eğiti-
mini Sivas’ta tamamladıktan sonra üniversite eğitimine Ankara Üniversi-
tesi İlahiyat Fakültesi’nde devam etti. Bir müddet Diyanet İşleri Başkan-
lığına bağlı olarak cami imam-hatipliği görevini yaptı. 1978 yılında A.Ü.
İlahiyat Fakültesi’nden mezun olduktan sonra Milli Eğitim Bakanlığına
bağlı okullarda meslek dersleri ve Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi öğ-
retmeni olarak görev yaptı. Arapça İhtisasını Suudi Arabistan’daki Um-
mu’l-Kura Üniversitesine yaptı. Dönüşte öğretmenlik görevine devam
ederken ayrıca Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde Tefsir
bilim dalında mastır ve doktora yaptı. 1994’te Cumhuriyet Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi’nde akademik hayatına başladı. 1998 yılında Yrd. Do-
çentliğe, 2000 yılında Doçentliğe, 2006 yılında Profesörlüğe atandı. Üni-
versitedeki çalışmalarının yanında yaklaşık son dört yıldan beri de Stra-
tejik Düşünce Enstitüsü’ndeki çalışmalara katılmakta olup kendi alanı
ile ilgili bilimsel ve akademik katkılar yapmaktadır. Adı geçen enstitünün
dergisinde ve web sitesinde birçok makaleleri yayınlanmıştır. Halen aynı
fakültede Temel İslam Bilimleri Bölüm Başkanı olarak görevine devam
eden Prof. Dr. Talip ÖZDEŞ, evli ve iki çocuk babası olup, çok iyi derecede
Arapça ve İngilizce bilmektedir. Ulusal ve uluslar arası düzeyde tebliğ ve
makaleleri vardır. Maturidi’nin Tefsir Anlayışı, Kur’an ve Cinsiyet Ay-
rımcılığı, Kur’an ve Nesh Problemi, İslam’ın Evrenselliği isimli kitapları
yayınlanmış eserlerindendir.Ayrıca hakemli ve hakemsiz dergilerde yayın-
lanmış çok sayıda makalesinin yanında sempozyum tebliğleri mevcuttur.

Mâturîdî’nin Yorumlarında
İnsan Olgusuna Yaklaşımı
Kur’an tefsirinde akıl-vahiy-olgu bütünlüğünden ha-
reketle itidal ve denge üzerine kurulu; inanç hürri-
yetini öne çıkaran, fanatizmi olumsuzlayan, tefek-
kürü, istidlal ve ictihadı teşvik eden bir din/İslam
anlayışının sembol ismi olarak Mâturîdî İslam dün-
yası için çok şey ifade ediyor. Mâturîdî, İslam dininin
asli kaynağı olarak Kur’an’ı bütünlük içerisinde mer-
keze alan, akıl ve nakli anlamlı bir şekilde uzlaştıran
yönteminden hareketle ayetlere getirdiği açıklama ve
yorumlarında Kur’an’ın statik ve donuk bir mesaj ol-
madığını; aksine dinamik, zaman içinde ve zamanla
beraber akan, insanlığın problemlerine çözüm geti-
ren ilâhî bir mesaj olduğunu göstermeye çalışmıştır.
Onun Kur’an’ın ana konularından biri olarak insan
olgusuna yaklaşımı da vahyi merkeze alan, vahiy-a-
kıl ve olgular arasındaki dinamik ilişki ve dengeyi,
ilahi hükümlerin zemininde yatan hikmetleri nazar-ı
dikkate alan bütüncül yaklaşımından kopuk değil-
dir. Bir müfessir olarak onun Kur’an ayetlerine ve ol-
gulara yaklaşım ve yorumlarında izlediği bu metot,

681
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

gerek çağındaki gerek sonraki dönemlerde ortaya çı- bir müşrikin Beyt’i haccetmemesi için ilan yaptığına
kan tefsirlere kıyasen orijinallik arz etmekte olup gü- dair haberi7 delil getirmektedir. Yine aynı konu ile il-
nümüze de ışık tutacak mahiyettedir. gili olarak Hz. Peygamber’in “Bu yıldan sonra müşrik-
İnsanın Aslen Temiz Olması ler bir daha Mescid-i Haram’a yaklaşmasınlar, ancak
erkek veya kadın köle bu yasaktan istisna edilmiştir”
Mâturîdî, Te’vilatu’l-Kur’an adlı tefsirinde insanın ya-
(haberin diğer bir varyantında “ancak zimmet ehlin-
ratılışı ve fıtratı ile ilgili Kur’an ayetlerini yorumlar-
den herhangi bir kişi bu yasaktan istisna edilmiştir.”)
ken, onun fizyolojik yapısını oluşturan cevherin te-
şeklinde gelen sözünü8 delil getirerek, erkek ve kadın
mizliğine, Allah’ın ruh üfürmesiyle hayat verip akıl,
kölelerin, zimmîlerin bu yasağın dışında tutulduğunu,
irade ve bilgi potansiyeli ile imtihan için yarattığı nefs
onların hizmet gayesi ile Mescid-i Haram’a girebile-
sahibi insanın efdaliyetine (üstünlüğüne) dikkat çek-
ceklerini ifade etmektedir. Mâturîdî, meselenin in-
mektedir. Hicr suresi ve diğer surelerde geçmekte olan
sanî ve sosyal boyutuna da değinerek insanların hac
insanın topraktan1, çamurdan2, kuru çamurdan bi-
gayesi dışında Mescid’e ve Mekke’ye yaklaşmaktan
çimlendirilmiş balçıktan,3 yapışkan bir çamurdan4,
men edilmeleri halinde, İslâm’ı duyamayacaklarını,
çamurun özünden5 yaratıldığına işaret eden ayetlerin
hakkı işitemeyeceklerini vurgular. Yukardaki hadis-
tefsirinde, insanın atasının kendisinden yaratıldığı,
lerin, Ebû Hanife’nin “Şayet inkârcı kimse iman et-
farklı görünüm, hal ve özelliklerine atıfta bulunulan
mek için Allah’ın kelâmını duymak ister ve bundan
bu toprağın cinsinin iyi ve temiz olduğunu, bütün fay-
dalı şeyleri ihtiva eden, yarayışlı şeylerin yapılmasına men edilirse durum ne olur?” şeklinde gelen sözle-
müsait bir toprak olduğunu; habis toprağın faydalı ve rini teyit ettiğini belirterek onun bu konudaki görü-
yararlı şeylerin yapılmasına müsait olmadığını ifade şüne katılır. Mâturîdî, ilgili ayeti yorumlarken ne-
etmiştir.6 Fıtrat üzerine yaratılan insanın aslının te- cesliğin (pisliğin) müşriklerin hallerinde (zâtlarında)
miz (pak) olduğunu iddia eden Mâturîdî’nin, müş- olmayıp yaptıkları amellerde olduğunu da vurgula-
riklerin neces (pis) olduklarını ifade ederek onların maktadır. Yorumun devamında antlaşmalara sadık
bir daha Mescid-i Haram’a yaklaşmalarını nehyeden kalan müşriklerin durumları da dile getirilerek, veri-
“Ey iman edenler! Şüphesiz müşrikler neces (pislik) dir- len ültimatomun onları kapsamadığı ifade edilmek-
ler. Onlar bu yıldan sonra Mescid-i Haram’a yaklaş- tedir. Ona göre Yasaklanan şey, Allah’tan başka şey-
masınlar. Eğer fakirlikten korkarsanız, inşallah Allah lere (putlara) ibadet gayesi ile ve edepsiz bir şekilde
lütfundan sizi zengin kılacaktır. Şüphesiz Allah, her hac yapmaktır. Çünkü bu durum o beldenin kutsi-
şeyi bilendir, hükmünde hikmet sahibi olandır” mea- yetine uygun düşmemektedir.9
lindeki Tevbe suresinin 28. ayetine getirdiği yorum Konu ile ilgili olarak Taberî’nin tefsirinde, müşriklerin
şayanı dikkattir: neces olmaları ve Mescid-i Haram’a yaklaşmamaları
Mâturîdî burada, âyetin siyak ve sibakından hare- ile ilgili rivayetlerin dışında rasyonel bir değerlendir-
ketle, şayet girilmesi yasak olan yer zahirî anlamda meye rastlanamamıştır.10 İbni Kesîr’in konuya yakla-
Mescid-i Haram’ın kendisi olsaydı, o zaman âyetin şımı da Taberî’ninki gibi rivayet ağırlıklıdır.11Ancak
devamında, Müslümanların fakirlikten korkmala- İbn Kesir, müşriklerin dinen neces olduklarını ifade
rının zikredilmesinin hiçbir anlamı olamayacağını, ettikten sonra, cumhurun bu pisliğin müşriklerin
çünkü bu durumun, müşriklerin Mekke’ye gelerek bedenlerinde ve zatlarında olmadığını, bunun için
ticaret yapmalarını engelleyecek bir durum olmadı- Allah’ın Ehl-i Kitabın yemeklerini müminlere helal
ğını ifade eder. Ayette müşriklerin Mescid’e girmele- kıldığını, ancak zahirilerin bu necesliği müşriklerin
rinin men edilmesinden kastedilen mananın, onların zat ve bedenlerinde telakki ettiklerini belirtir.12 Kur-
bir daha hac etme gayesi ile Harem bölgesine girme- tubî ise alimlerin, müşriklerin neces olup mescitlere
meleri olduğunu, yoksa Mescid-i Haram’ın kendisine ve Mescid-i Haram’a girip giremeyecekleri hakkında
girmemek olmadığını ifade etmektedir. Mâturîdî’ye görüş ayrılıklarına düştüklerini belirttikten sonra on-
göre ilgili ayette Mescid-i Harâm’a hac ibadetinden ların görüşlerine işaret etmektedir. Kurtubi’nin getir-
kinâye olarak atıfta bulunulmuştur. Mâturîdî, bu gö- diği haberler, neceslik konusunu cünüplükle ilişkilen-
rüşünü teyit için Hz. Ali’nin Hz. Peygamber tarafın- dirmektedir.13 Fahrettin Razi’nin ilgili ayete getirdiği
dan hac mevsiminde Mekke’ye gönderildiği ve orada tevilinde ayetin lafzını esas alarak neceslik durumunu
müşriklerin bir daha Kâbe’yi çıplak olarak edepsiz bir müşriklerin zat ve bedenleriyle ilişkilendirmesi dü-
şekilde tavaf etmemeleri ve o yıldan sonra bir daha şündürücüdür.14

682
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Cinsiyet Olgusuna Yaklaşımı Havva’nın Âdem’in kaburga kemiğinden yaratılmış


Mâturîdî’nin insan tasavvuru, cinsiyet farklılığını öne olduğunu ifade etmiş, bu yaratılma anında Âdem’in
çıkarmayan, erkeği ve kadını ile insan cinsini bütün- bir elem duymadığını, eğer duymuş olsaydı, erkeğin
lük içerisinde mütalaa eden, Kur’an lafzının siyakı ve hanımına atıfet göstermeyeceğini ifade etmiştir. Daha
anlatımı içerisinde iki cins arasındaki dengeyi esas sonra da “Şayet kadın beyine karşı sevgisinde sada-
alan bir tasavvurdur. İnsanın yaratılışı ile ilgili ayet- katli olsaydı, (önce) Havva sadık olurdu” gibi bir ifa-
lerin yorumlarında İsrailiyata başvurmaması, Havva dede bulunmuştur. Havva’nın Âdem’in kaburga ke-
ve kadınlar hakkında hiçbir menfi ve değersizleştir- miğinden yaratılmış olmasından hareketle kadınların
meye yönelik ifade kullanmamış olması dikkate şa- ´avcâ (eğri büğrü, doğru olmayan bir hilkat üzerinde)
yandır.15 Mâturîdî, insanların tek bir nefisten (nefs-i olduklarını ifade etmiş, delil olarak da kadınların
vahide’den) yaratılmış olduklarına işaret eden Nisa eğe kemiğinden yaratılmış olmalarından dolayı hiç-
suresinin birinci ayetine getirdiği yorumunda, insa- bir şekilde istikamet bulamayacaklarını ifade eden
nın aslen topraktan, daha sonra da nutfeden yaratıl- bir rivayete yer vermiştir. Kurtubî, yasak ağaca yak-
mış olmakla beraber ayette geçen “nefs-i vahide” ile laşma konusunda İblis’in Havva’yı iğvâ ettiği, onun
insanların yaratılışlarının ataları Adem’e izafe edil- da Âdem’i kandırdığı konusuna da yer vererek bu-
diğini ifade etmiş, ancak o nefisten eşinin nasıl yara- nun, kadınlardan erkeklere gelen ilk fitne olduğu be-
tıldığına dair bir açıklama getirmemiştir.16 Araf su- lirtmiş ve bu konuda kaynağına işaret edilmeyen bir
resinin 189. ayetine getirdiği yorumunda daha önce rivayete de yer vermiştir. Kaburga kemiğinden yara-
Nisa suresinde zikredilen tek nefisten yaratılan eşin tılmayla ilgili rivayetler mecaz olarak değil de biyo-
Havva olduğunu ifade etmekle beraber bu yaratılı- lojik bir gerçek olarak anlaşılıp oradan hareketle in-
şın tafsilatına hiç girmemiştir. Mâturîdî’nin, Hucurat sanlara rol biçilmiştir.
suresinin 13. ayetiyle bütünlük kurarak Araf suresi- Mâturîdî’nin, Allah’ın insanlardan bir kısmını diğeri
nin 189. ayetine getirdiği yorum oldukça orijinaldir: üzerine tafdil etmesiyle erkeklerin kadınlar üzerine
Mâturîdî ayete getirdiği yorumunda, hiçbir beşerin kavvam olduğunu beyan eden Nisa suresinin 34. Aye-
diğer bir beşer üzerine hilkat (cinsiyet faktörü dahil) tine getirdiği yorum da döneminin şartlarına göre ol-
ve nesep yönünden üstün olamayacağını, hepsinin tek dukça orijinaldir. Mâturîdî, erkeklerin kadınlar üzerine
bir nefisten yaratılmış olmalarından dolayı birbirle- tafdil kılınıp kavvam olmaları konusunu açıklarken,
rinin erkek ve kız kardeşleri olduklarını, üstünlüğün cinsiyet faktörünü merkeze almamış, o dönemdeki
ancak kesbedilen (kazanılan) amellerle, övgüye layık erkek ve kadınların konumunu ve buna bağlı olarak
bir ahlakla ve insanın seçtiği güzelliklerle olabilece- hayat şartları içerisinde yüklenilen sorumlulukları
ğini vurgulamıştır.17 değerlendirme konusu yapmıştır. Ona göre erkekle-
Mâturîdî, Havva’nın Adem’in kaburga kemiğinden rin kadınlar üzerinde kavvam olmalarının nedeni,
yaratıldığına dair Eski Ahit kaynaklı rivayetlere yer ailenin iş ve idaresini üzerlerinde taşımalarından,
vermemiş, onlarla ilgili bir değerlendirme yapma- sosyal ve ticari yönlerden hayat içerisinde etkin rol
mıştır. Söz konusu İsrailiyat haberlerinde Adem’e eş almalarından, ailenin ekonomik yükünü üzerlerinde
olarak yaratılan ve Havva adı verilen kadının İblis’e taşıyarak eşlerinin geçimlerini sağlamaktan sorumlu
olan yakınlığı, İblis’in aldatmasıyla eşini ayartıp ona olmalarından dolayıdır.19 Bakara suresinde geçmekte
günah işlettiği anlatılmaktadır. Taberi (ö. 310/922) ve olan müdayene ayetinde20 belli bir vakte kadar tayin
Kurtubi (ö. 671/1273) gibi Mâturîdî’nin çağında veya edilen (vadeli) borçlanmanın yazılmasında önce er-
sonraki dönemlerde yaşayan müfessirlerin bu haber- keklerden iki şahit getirilmesinin istenmesini, borç
lere itibar ettiklerini görmekteyiz.18 Bu tefsirlerde il- ödenmediği takdirde kadınların mahkeme kapıla-
gili âyetler etrafında gelişen açıklama ve yorumları rına getirilerek örselenmemeleri, setredilmesi gere-
dikkatle incelediğimizde, özellikle gelenekçiliğin, ken örtülerinin açılıp avretlerinin sergilenmemesi
kıssacılığın, rivayetçiliğin, lafızcı ve parçacı yaklaşı- amacına matuf olduğunu ifade eder. İki erkek şahit
mın yorumda etkin olduğunu, kutsal kitap ve mito- bulunmadığı takdirde bir erkek ve iki kadın şahit is-
loji kaynaklı açıklama ve yorumlara itibar edildiğini tenmesine getirdiği yorumunda ise, bunun sebebinin
gözlemleyebiliriz. kadınların daha çok unutma ve gaflet üzerine olup
Örneğin Kurtubî “El-Câmi li Ahkâmi’l-Kur’ân” aklen nakıs olmalarından (erkeklerin iş, idare ve tica-
adlı eserinde Nisa suresinin 1. âyetini tefsir ederken, ret konusunda sahip oldukları olgunluk ve tecrübeye

683
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

sahip olmamalarından) dolayı birisi unuttuğunda olduğunu, ayrıca kadının dininin, aklının ve kuvve-
diğer kadının ona hatırlatması amacına matuf oldu- tinin eksik olduğunu söylemektedir. İbn Kesîr’in (ö.
ğunu ifade eder.21 774/1372) Bakara Suresi 228. âyette geçmekte olan “...
Mâturîdî’ye göre kadınlar hadler (hudûd) konusu Ancak erkekler için kadınlar üzerinde bir derece var-
hariç mali olsun veya olmasın bütün konularda şa- dır.” ifadesine getirdiği açıklamalar, onun cinsiyet ko-
hitlik yapabilirler. Hadler konusunda şahitlik yapa- nusuna bakışını ortaya koymaktadır. İbn Kesîr’e göre
mamaları, yukarıda zikredilen sebeplerin yanında, erkekler, kadınlardan fazilet, yaratılış, ahlâk, mertebe,
had konusunda şahitlik yapma işinin mahiyet olarak malî harcama, maslahatları yerine getirme yönleriyle
üzerinde hiçbir şüphe kabul etmeyecek derecede ağır üstün olup bu durum ahirette de erkeklerin fazilet
bir iş olması, şahitliğin yerine getirilmesi konusunda yönünden üstün kılınmalarını ifade etmektedir.27
engelleme ve caydırmaların olabileceğinden dolayı- Zemahşerî ve Fahreddin Râzî gibi akla önem veren
dır.22Şahitlik konusundaki İfade ve yorumlarından, müfessirler tarafından bile birçoğu kültüre, âdetlere
Mâturîdî’nin kadınların fıtri ve sosyal konumlarını, ve sosyal şartlara göre şekillenen durum ve farklılıkla-
hayat tecrübelerini ayetin anlaşılmasında itibara al- rın farklı cinsler arasında mutlak bir üstünlük olarak
dığını anlamaktayız. Mâturîdî, Babalarının miras sunulması, daha önceki açıklama ve yorumların sor-
bıraktığı maldan erkek çocuğa kız çocuğuna verilen gulanmaksızın tekrar edilmesi, geleneksel yorumun
hissenin iki misli verilmesini hükmeden ayetin23 tef- sosyal ve ilmî zihniyeti oluşturmada ne kadar güçlü
sirinde hükmün hikmetine dair bir açıklama ve yo- bir etkiye sahip olduğunu gösterir. Zemahşerî’ye göre
rum getirmemiş olsa bile,24bu konuyu da erkeklerin de erkekler akıl, azmetme, kuvvet, okuma yazma, at
kadınlar üzerine kavvam olduğuna işaret eden Nisa binme, ok atma yönleriyle kadınlara üstün olduk-
suresinin 34. ayeti bağlamında değerlendiriyor oldu- ları gibi, peygamberler ve âlimler de erkeklerdendir.
ğunu düşünebiliriz. Yine devlet reisliği, cami imamlığı, cihad, ezan, hutbe,
itikâf, teşrik tekbirleri, hadler ve kısasta şahitlik, mi-
Mâturîdî’nin kendi döneminde ve sonrasında telif
rasta fazla pay ve mirasın asabeye göre belirlenmesi,
edilen birçok tefsirlerde erkeklerin kadınlar üzerinde
nikah ve boşanmada inisiyatif ve velilik, çok kadınla
kavvam olmaları konusunun ataerkil zihniyet zemi-
evlilik, çocukların neseplerinin babalarına ait olması
ninde yorumlanmaya çalışıldığını görmekteyiz. Ta-
gibi durumlar hep erkekler içindir. Ve sonra erkek-
berî de ilgili âyeti tefsir ederken, erkeklerin, kadınları
lerin sakalları ve sarıkları da vardır (!)28 Fahreddin
terbiye etme ve onlara sahip çıkma konusunda ehil
Râzî,29 Kâdî Beydavî,30 Ebu’s-Suûd ve İsmail Hakkı
olduklarını; ayrıca mallarından harcamaları, kadın-
Bursevî de benzer yorumu getiriyorlar.31Bütün bu
ların mehirlerini vermeleri ve zorluk anlarında on-
müfessirlerin açıklamalarında, konu etrafında o dö-
ları koruyup gözetmelerinden dolayı Allah’ın erkek-
neme kadar adım adım gelişen geleneksel açıklama
leri kadınlar üzerine kavvâm (üstün) kıldığını ifade
ve yorumların daha çok devreye girdiğini ve dinin
etmektedir.25 Kurtubî cihada katılma, hakimler ve
aslî yorumu haline geldiğini anlıyoruz.
emirler olma durumunu tamamen erkeklere indirge-
yerek, kadınların bu tip rollerden nasiplerinin olma- İnsanı Fıtraten Üstün Kılan İki Faktör: Akıl ve Bilgi
dığını ifade etmiştir. O, erkeklerin kadınlar üzerine Allah’ın yarattığı insana ruhundan üfürmesini de,32
üstün kılınma sebebini, erkeklerin akıl, tedbir ve fi- mahiyetini bilemeyeceğimiz şekilde Allah’ın insanda
zikî güç yönünden kadınlardan üstün olmaları, onları kendi ruhundan (bir şey) inşa etmesi olarak açıkla-
terbiye edip geçimlerini sağlamaları, onları evlerinde yan Mâturîdî,33 “Sen artık yüzünü Allah’ın insanları
tutarak dışarı çıkmalarına engel olmaları ile açıkla- üzerine yarattığı Hanif dinine, Allah’ın fıtratına doğ-
maktadır. Ancak Kurtubî, Mâlikî mezhebine uygun rult…”34 mealindeki ayette geçen “fıtratullah” ifade-
olarak, erkek kadının nafakasını teminde acze düş- sine getirdiği açıklamada, annesinden doğan küçük
tüğünde artık onun eşi üzerine kavvâm olamayaca- çocuğa gerekli gıdayı alması için annesinin memesini
ğını ve kadının onu boşama hakkının olduğunu ifade emmesinin fıtri olarak öğretilmiş olması gibi, yine
etmiştir.26 Ahkâmu’l-Kur’ân adlı fıkhî tefsirinde Ebû dağlara Allah’ı tesbih etmeleriyle ilgili marifetin yük-
Bekr İbnu’l-Arabî (ö. 543/1075) âyete getirdiği açık- lenmiş olması gibi, insanın fıtri olarak marifetullahla;
lamalarında Âdem (erkek)’in asıl, kadının onun par- yani, Allah’ın birliği ve yegane Rab olması hakkında
çası (fer´î) olduğunu, kadın erkeğin eğe kemiğinden fıtri bir bilgiyle dünyaya gelmekte olduğunu, insan
yaratılmış olduğu için, eğri olmanın kadınlığın vasfı fıtratının Allah’ın birliğine ve rububiyetine şahitlik

684
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

ve delalet etmeye doğal bir temayül içerisinde oldu- geleneksel anlayış, yerini din insan içindir mantı-
ğunu ifade etmiştir.35 “Her doğan fıtrat üzerine do- ğına terk etmektedir.
ğar….” hadisini de bu bağlamda açıklayan Mâturîdî, Ancak her kes aklını doğru kullanma başarısını gös-
fıtrat ve akıl arasında doğrudan ilişki kurarak insan- teremeyebilir. Nefsin arzu ve istekleri, insanların kişi-
lar akıllarıyla baş başa bırakıldıklarında, akıllarıyla sel özellikleri aklın kullanımını etkiler, farklı sonuçla-
kendi aralarına (nefsi zaaflar, şehvet ve ihtiraslar gibi) rın ortaya çıkmasına neden olur.39 Mâturîdî, insanın
herhangi bir engel girmediğinde, insanın hilkatinin inanç ve duygu dünyasını ifade eden kalb kavramı ile
(fıtratının) Allah’ın birliğine ve rububiyetine yol gös- akıl arasında bir ilişki kurmaktadır. Yani onun ifade-
terip şahitlik edecek, imtihanı yüklenebilecek bir po- sinde kalb, imanın nuru ile düşünen, ihtiraslardan ve
tansiyelle dünyaya geldiğine dikkat çekmektedir.36 kötü düşüncelerden temizlenmiş (sahih) akıldan ki-
Allah’ın, akıl verip yeryüzünde halife kıldığı insanın naye olarak kullanılmaktadır.40 Mâturîdî’ye göre, ak-
atasına (Adem’e) isimleri öğretmesi, meleklerin bile lın doğru kullanılıp insanın hidayete ulaştırabilmesi
eşyanın aslıyla ilgili her hayrın ve fayda veren şeyin için, onun ihtiras ve arzuların etkisine açık, yanlış
tabi olduğu insanın atasına öğretilen bu bilgiyi iktibas istikametlere götürülmeye müsait, sıradan ve basit
etmede aciz kalmaları, insanı meleklerin dahi secde bir akıl olmaktan kurtarılıp “kalp” haline getiril-
mesi gerekir. Kalp, bir bakıma bütün duyu verilerini
etmek durumunda kaldıkları kendisine ikram edilen
temyiz eden bir güçtür. Kalp aynı zamanda insanın
üstün bir konuma yerleştirmiştir. Adem’e isimlerin
gaybi konuları da kavrayıp onlara nüfuz edebilme-
öğretilmesi, onun akıl ve bilgi sahibi kılındığına de-
sini sağlayan melekedir. Kalpte bulunan takva, iyilik
lalet eder. Meleklerin Allah’ın emriyle Adem’e yap-
vb. nitelikler, insanın diğer organlarına da yansır; in-
tıkları secde, bizatihi ibadet olan secde değildir. Her
san kalbine göre düşünür, görür, duyar ve konuşur.41
secde, mutlak anlamda ibadet anlamına gelmek du-
rumunda değildir. Çünkü İslam’a göre ibadet ancak Mâturîdî’ye göre insanları tevhid’e götüren yol tefek-
Allah’a yapılır. Beşerin atası Adem’e yapılan secde kürden geçer. İnsan akli melekesi ile tefekkür eder.
ona ibadet anlamına gelmeyip onun akıl ve bilgi sa- Duyu organları ile elde edilen bilgiler (tefekkür ol-
hibi bir varlık olarak yaratılması bağlamında ona se- maksızın) yaratılışın hikmetlerini kavramaya yeterli
lam ve saygı ifade eden, secde edilenin büyüklüğüne olmadığı gibi, tecrübe alanını aşan birtakım gaybî ko-
nuları da idrak etmeye yeterli değildir. Eşyanın haki-
teveccüh ifade eden bir fiildir. Nitekim Yakup (a.s.)
katini, varoluşun gayesini, gaybî meseleleri, Allah’ın
ve çocuklarının Yusuf’a yaptıkları secde de bu bağ-
koyduğu hükümlerin sebep ve hikmetlerini idrak et-
lamdadır. Aslında Adem’e yapılan secde, müminle-
mek, iyi ile kötüyü birbirinden ayırmak Allah’ın hü-
rin Kabe’ye teveccüh ve hürmet için yaptıkları secde-
küm ve yönlendirmelerinin altlarında yatan sebep ve
nin gerçekte o beytin Rabbi’ne yapılan secde olması
hikmetleri anlayıp kavramanın yolu nazar’dan; yani
gibi, Allah’ın yarattığı şeyin büyüklük ve muhteşem-
istidlal ve içtihat olarak isimlendirilen akli faaliyetten
liği karşısında gerçekte Allah’a yapılan secdedir.37
geçer. Aklî faaliyet, vahyin ve duyuların verdiği bil-
Allah aklı insanlara bir delil olarak vermiştir. Ak- gilerden hareketle Allah’ın varlık ve birliğinin, isim
lın varlığı. Allah’ın varlığının ve hak dinin gerekli- ve sıfatlarının, ahiretin idrak edilerek tahkîkî imana
ğinin fıtri delilidir. İnsan, bizatihi kendi nefsinde ve ulaşılması için gerekli olduğu kadar, yine Allah’ın
dışında Allah’ın birliğinin ve rububiyetinin delilleri koyduğu hükümlerin arkasında yatan illet ve hik-
olarak yaratılan şeyleri aklıyla kavrayabilir. İyi ve kö- metlerin idrak edilmesi ve nasslardan yeni hükümler
tünün, güzel ve çirkinin kavranılıp birbirinden ayırt çıkarılması (ictihad) için de zarurî görülmektedir.42
edilebilmesinin; yine tevhit dininin üzerine dayan- Akıl, bilgiye ulaşmada çok değerli olmasına rağmen
dığı nakli delillerin kavranmasının yolu da akıldan gücü mutlak ve sınırsız değildir. Çünkü akıl ilk etapta
ve peygamberlerin Allah’tan getirdikleri ilahi mesaj- duyu organlarının vereceği bilgilere muhtaçtır. Ay-
lardan geçer.38Bunun içindir ki insan için akıl, din rıca ihtiraslar, kötü duygular, şehvetler gibi tefek-
konusunda sorumlu olmanın kaynağını ve şartını kürü sınırlayan şeyler, insanların duyu organlarını
oluşturur. Mâturîdî’de akıl ve din arasında kurulan ve akıllarını sağlıklı kullanmalarına engel olur.43Yani
bu yakın ilişki, din karşısında insanı nesne olmak- insanın nefsi yönü, zaaf ve ihtirasları onun aklı, yo-
tan çıkarıp özne konumuna getiren bir yaklaşım- rum ve eylemleri üzerinde etkin olur. Bunun için-
dır. Yani insan din içindir mantığı üzerine oturan dir ki Mâturîdî, liderlerin ve mezhep imamlarının

685
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

mutlaklaştırılmasına ve böylece dinde körü körüne matuf olarak Allah’ın birliğine ve uluhiyetine dela-
taklitçiliğe düşülmesine karşı olmuştur.44Onun Te’vi- let edecek şekilde ahsen-i takvim üzere yaratılmış ol-
lat’ın baş kısmında tefsirle te’vili birbirinden ayırma- masına rağmen, insanın esfele safiline yuvarlanması
sının, tefsiri sahabeye tahsis ederken tevili fukahaya kendi ihtiyarının ve eylemlerinin sonucu olarak ger-
nispet etmesinin, tefsirde Allah’ın şahitliğini şart ko- çekleşmektedir.50
şarken, tevilde bu şartı aramamasının, tevilin kesin Kader meselesinde, Allah’la insanı karşı karşıya ge-
olmayıp değişik yönlere müteveccih olduğunu ifade tirmeme, O’nun gücüne halel getirmeme endişesin-
etmesinin45temelinde de insanla, kendi ifade ettiği den hareketle Allah’ın mutlak iradesi yanında bir
gibi beşerle ilgili bu algı yatmaktadır. de insana irade verme konusunda çekimser kalan
Allah’a, Resulü’ne ve ulu’l-emre itaatin emredildiği Eş´ariliğe rağmen Mâturîdî, insana kendi sorumlu-
Nisa suresinin 59. ayetine getirdiği açıklamalarında, luğunun bilincine varmasını ilham eden hürriyetçi
Allah’a ve Resulü’ne yapılan itaatle ulu’l-emre ya- yorumu seçmiştir. O, her şeyi irade edip yaratanın
pılması gereken itaatin aynı kategoride olmadığına Allah olduğunu, O’nun her şeyi bildiğini ikrar et-
dikkat çeker. Çünkü birincisi dini anlamda ibadet miş; ancak insanın iyi ve kötü arasında tercih yapa-
etmeyle ilgili iken, ikincisi dini makamda olmayıp bileceğini, aksi takdirde insanın yaptıklarından do-
emirlik makamındadır ve ibadet maksadına yönelik layı sorumlu tutulup yargılanmasının mantığının
değildir. Çünkü ibadet ancak Allah’a yapılır.46Üm- olamayacağını savunmuştur.51 Mâturîdî’ye göre in-
metin ümeraya yapacağı itaatin de adalet temeli üze- san fiillleri, tercih etme ve yapmayı isteme bakımın-
rine olması gerektiğine, masiyette itaatin olmayaca- dan insana ait olup, o fiillerin insanın isteği doğrul-
ğına işaret etmiştir.47İlgili ayete göre müminler bir şey tusunda yaratılması ise Allah’a aittir. Bir kimse iman
hakkında kendi aralarında ihtilafa düşüp çekiştikle- etmeyi istediğinde, Allah lütuf, kerem ve rahmeti ile
rinde ihtilaf konusu olan problemin ulu’l-emre değil, o kimsenin kalbini süsleyerek ona imanı sevdirir.52
sadece Allah’a ve Resulü’ne götürülmesinin istenme- Yani insan kesb insana nispet edilirken yaratma Al-
sinden hareketle, Şia’nın ulu’l-emri masum imamlar lah’a nispet edilmektedir.
olarak yorumlayıp onları mutlak konuma oturtan
Mâturîdî, İmanın aslının dille ikrar değil kalple tas-
imamet nazariyesine karşı çıkmıştır.48 Melik duru-
dik olduğunu, bu tasdikin hiçbir zorlama olmaksızın
munda olanların zulüm ve fesada gitmeleri halinde,
marifete ve derunî düşünceye dayalı bilinçli bir ter-
onların adalete ve doğruya irşad edilmeleri özellikle
cih olması gerektiğini ifade etmiştir.53Tahkîkî imanı
ilim adamlarının üzerine düşen bir sorumluluktur.49
bu şekilde anlayan Mâturîdî, hidâyet ve dalâlet ko-
İnsan İradesi, İmanı ve Hürriyeti nusunda hidâyetin Allah’tan olduğunu, ancak iradeli
Mâturîdî, insanın ahsen-i takvim üzerine yaratıl- tercihin insana ait olduğunu özellikle vurgulamıştır.
mış olmasının vecihlerine dair getirdiği açıklama- İnsan, kendi hür iradesi ile inkârı seçtiği anda Allah
sında ahsen-i takvimi, insanın heyet ve ruhi kabili- onu doğruya iletmez. Bu şekilde hidâyete gelmeyen
yetler yönünden Allah’ın vahdaniyet ve ulûhiyetine kişiyi Peygamber de doğru yola iletemez. Mâturîdî,
delalet eden en metin ve en muhkem suretle yaratıl- insan davranışlarının oluşumunda psikolojik sâik-
mış olmasıyla açıklar. Öyle ki Allah insanı temyiz lere de dikkat çekmiş, onları insan hürriyetinin delil-
ve marifet ehli olarak yaratmış olup, yaratılan diğer leri olarak kullanmıştır. Mâturîdî’ye göre İnsanların
varlıklarda olmadığı halde sevap kazanmaya ve bü- hidâyete ulaşamamalarının asıl nedeni, kibir, inat-
yük kerametlere (iyiliklere) ulaşmaya vesile olacak laşma, şehvetlerinin ve ihtiraslarının peşinde koşma
birçok hayır ve taatlar insanlardan çıkar. İnsanlar gibi nedenlerin yanında, tefekkür ve teemmülü; yani
kendi seçim ve tercihlerine dayalı olarak sahip olduk- top yekûn varlığın anlamı ve gayesi, yaratılışın hik-
ları imanla, yaptıkları salih ameller ve hayırlı işlerle metleri üzerine derûnî düşünceyi terk etmeleridir.
cennetle mükafatlandırılmayı hak ettikleri gibi, in- Mâturîdî, Allah’ın inkâr edenlerin kalplerini ve ku-
sanın esfele safilîn derecesine inerek cehenneme aday laklarını mühürleyip gözlerini perdelemesinin, ki-
olması da kendi iradi seçimi ve tercihi ile şirk ve in- şinin bizzat kendi iradesi ile inkâr yolunu seçmesi,
karı seçerek kötü ameller ortaya koymasının sonucu- şehvetlerine teslim olması, inat ve kibrinin etkisiyle
dur. Yani Hanif dinine teveccüh etme, Allah’ın vah- kafasında oluşturduğu birtakım şeylere körü körüne
daniyeti ve rububiyetini idrak etme yönündeki fıtri bağlanarak kendisini hidâyete kapatması olduğunu
potansiyeli ile yeryüzünde imtihan edilme amacına ifade etmiştir.54Mâturîdî’ye göre hidayet Allah’tan

686
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

olmakla beraber kul, kendi iradesiyle hidayet bulur sistematiğinin dışına çıkmaktadır. Mâturîdî bu ayet-
veya bulmaz. İnsan inkarı veya imanı seçebilir. İn- lerin tefsirinde, bir taraftan müşrikler hakkındaki
san küfrü seçtiği anda Allah ona hidayet etmez. Bu hükmü zulüm ve düşmanlığın elemine edilmesiyle
anlamda hidayete gelmeyen kişiyi, Peygamber de hi- ilişkilendirirken, diğer taraftan fitne kavramına şirk
dayete erdiremez. Allah her şeyin yaratıcısıdır. Do- anlamı vererek, fitnenin de katilden daha şiddetli ol-
layısı ile Allah hidayet etmeden kul ihtida edemez. duğunu belirterek görünüşte akla güzel görünmese
Ancak bu, Allah’ın onun inkarını onaylamasından bile müşriklerin Müslüman olmadıkları takdirde öl-
dolayı değil, her şeyin yaratıcısı olmasından dolayı- dürüleceklerini ifade etmektedir.59
dır. Yani bu durumda kulun Allah’ın hidayet etmesi Sonuç olarak Mâturîdî’nin Kur’an’ın/dinin doğru an-
ile ihtida etmesi, kevnî bir oluşuma, vakıanın kendi- laşılması amacına matuf olarak tefsirde vahiy mer-
sine işarettir. Yani Allah kevnî olarak insanlarda hi- kezli bir yaklaşımla insanın fıtrat olarak temizliğine
dayeti yaratır. Allah bir inkarcının küfrü seçeceğini işaret edip, ırk, etnik ve cinsiyet ayrımcılığı yapma-
ezelî bilgisiyle bildiğinden dolayı onu sapıtmayı di- dan insan cinsini bir bütün olarak değerlendirmesi,
ler ve onda inkâr fiilini yaratır. Yine bir mü’minin de onun aklına ve irade gücüne vurgu yapması, dinin
iman ve hidayeti seçeceğini bildiğinden dolayı onun kabulünde insanın bireyselliğini, irade ve inanç hür-
ihtida etmesini dileyerek onda hidayeti yaratır. Za- riyetini öne çıkarması, tefsir-tevil ayrımı ile vahyin
lim bir kavme (topluluğa) de zulmü seçtiklerinde hi- insan tarafından yorumlanmasına kapı açıp istidlal
dayet etmez.55 ve ictihadı teşvik etmesi insana verdiği değeri göste-
İmanın aslının insanın kendi tercih ve yönelimi ile rir. Yani onun insan tasavvuru, akıl ve irade sahibi
kalbi tasdik noktasına ulaşması olduğunu ifade ede- bir varlık olarak insanı Yaratan’ın çizdiği çerçevenin,
rek tahkiki imanın gerçekleşmesinde aklın önemine işaret ettiği fıtri özelliklerin insicamlı birliği ve bü-
işaret edip marifeti, tefekkür ve istidlali teşvik eden tünlüğü içerisinde şekillenmektedir. İnsanın inanç,
Mâturîdî’nin dinde zorlama olmadığına dair Bakara fikir ve yorum hürriyetine değer veren, şirke ve gü-
suresinin 256. ayetine yaklaşımı, din konusunda in- nahlara bulaşmadığında insan tabiatının asli temiz-
san hürriyetini esas alan sistematiğine uygun gözük- liğine vurgu yapan Mâturîdî, her ne şekilde olursa ol-
mektedir.56 Ancak şu var ki, Müşriklerin görüldükleri sun insanın mutlaklaştırılıp tabulaştırılmasına, akıl
yerde öldürülmelerini isteyen,57 onlarla fitne kalkın- ve iradeyi devre dışı bırakan kör taklitçiliğe ve taas-
caya ve din Allah’ın oluncaya kadar savaşmayı em- suba karşı çıkmış; vahyi olanla olmayanın, mutlak
reden58 ayetlere getirdiği yorumlarında kısmen kendi olanla izafi olanın arasını ayırmıştır.

Dipnotlar
1 Hacc, 22/5
2 En’am, 6/2
3 Hicr, 15/26
4 Sâffât, 37/11
5 Muminûn, 23/12
6 bk. Ebû Mansûr Muhammed el-Mâturîdî, Tevilatu Ehli’s-Sünne, tah. Fatıma Yusuf el-Haymi, Müessesetu’r-Risale Na-
şirûn, I. Baskı, Beyrut 2004, I-V, c. III, s. 47
7 Buhârî, Sahih, es-Salât, 10, et-Tefsîr, 2, 3, el-Hacc, 67; Ebû Dâvud, Sünen, el-Menâsik, 66; Tirmizî, Sünen, el-Hacc, 44,
et-Tefsîr, 9/6,7; en-Nesâî, Sünen, el-Menâsik, 161.
8 Bu söz, Taberî’de ilgili ayetin tefsiri hakkında Câbir b. Abdullah’a ve Katâde’ye nisbet edilmektedir (bk. Taberî Ebû Câfer
Muhammed b. Cerîr, Câmiu’l-Beyân an Te’vîli Âyi’l-Kur’ân, I-XII, Beyrut 1992, C. VI, s. 348).
9 bkz. bk. Mâturîdî, Tevilatu Ehli’s-Sünne, tah. Fatıma Yusuf el-Haymi, C. II, s. 396-397
10 Taberî, Ebû Câfer Muhammed b. Cerîr, a.g.e, C. VI, s. 345-346.
11 İmâduddîn Ebû’l-Fidâ İsmail ibn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, Beyrut 1994, C. II, s. 429
12 http://www.altafsir.com/ Tafasir.asp?t MadhNo=1&tTafsirNo= 7&tSoraNo=9&tAyah No=28&tDisplay= yes&Page=1&-
Size =1&LanguageId=1
13 http://www.altafsir.com/ Tafasir.asp?t MadhNo=1&tTafsirNo= 7&tSoraNo=9&tAyah No=28&tDisplay= yes&Page=1&-
Size =1&LanguageId=1
14 http://www.altafsir.com/ Tafasir.asp?t MadhNo=1&tTafsirNo= 7&tSoraNo=9&tAyah No=28&tDisplay= yes&Page=1&-
Size =1&LanguageId=1
15 Bk. Mâturîdî, Tevilatu Ehli’s-Sünne, tah. Fatıma Yusuf el-Haymi, C. I, s. 31-45; Mâturîdî, Tevilatu’l-Kur’an, tah. Ahmet
Vanlıoğlu-Bekir Topaloğlu, Mizan Yayınları, I-VIII, İstanbul 2006, C. VI, s. 136-139
16 Bk. Mâturîdî, Tevilatu Ehli’s-Sünne, tah. Fatıma Yusuf el-Haymi, C. I, s. 351

687
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

17 Bk. Mâturîdî, Tevilatu Ehli’s-Sünne, tah. Fatıma Yusuf el-Haymi, C. II, s. 318
18 http://www.altafsir.com/ Tafasir.asp?tMadhNo =1&tTafsirNo=1&tSoraNo=2& tAyahNo=36&t Display=yes& Page=1&
Size=1&LanguageId =1;http://www.altafsir.com/ Tafasir.asp?tMadh No=1&tTafsirNo=5& tSoraNo=2&tAyah No=36&t
Display=yes &User Profile=0& LanguageId=1
19 Bk. Mâturîdî, Tevilatu Ehli’s-Sünne, tah. Fatıma Yusuf el-Haymi, C. I, s. 413
20 Bakara, 2/282
ّ ‫ب أَ ْن َي ْك ُت َب َك َما َع َّل َم ُه‬ ِ ْ ِ ِ ْ ‫ين َآمنُو ْا ِإ َذا َت َد َاي ُنتم ب َِد ْينٍ ِإ َلى أَ َج ٍل ُّم َس ًّمى َف‬ ِ
ُ‫الل‬ ٌ ‫ب بِا ْل َع ْدل َوالَ َيأ َب َكات‬ ٌ ‫وه َو ْل َي ْك ُتب َّب ْي َن ُك ْم َكات‬ُ ‫اك ُت ُب‬ َ ‫َيا أَ ُّي َها ا َّلذ‬
ِ
‫يع أَن يُم َّل‬ ِ َ ِ ِ ِ
َ ً ‫ان ا َّلذي َع َليه ا ْل َح ُّق سف‬ ِ ِ ِ ِ ِ
ُ ‫يها أ ْو َضعي ًفا أ ْو الَ َي ْس َتط‬ َ ْ َ ‫الل َر َّب ُه َوالَ َي ْب َخ ْس م ْن ُه َش ْي ًئا َفإن َك‬ َ ّ ‫َف ْل َي ْك ُت ْب َو ْل ُي ْمل ِل ا َّلذي َع َل ْيه ا ْل َح ُّق َو ْل َي َّت ِق‬
‫الش َه َداء أَن َت ِض َّل‬ ‫ن‬ ِ
‫م‬
ُّ َ َ ْ َ ْ َ َّ ‫ن‬ ‫و‬ ‫ض‬ ‫ر‬ ‫ت‬ ‫ن‬ ‫م‬ ِ
‫م‬ ِ
‫ان‬ ‫ت‬َ ‫أ‬‫ر‬ ‫ام‬ ‫و‬ ‫ل‬ ‫ج‬ ‫ر‬ ‫ف‬ ‫ن‬ ‫ي‬‫ل‬ ‫ج‬ ‫ر‬ ‫ا‬
َ َ ْ َ ٌ ُ َ َ ِ ْ َ ُ َ َ ُ َ ْ َّ َ ْ ُ َ ّ‫ن‬ ‫و‬ ‫ك‬ ‫ي‬ ‫م‬ ‫ل‬ ‫ِن‬ ‫إ‬ ‫ف‬ ‫م‬ ‫ك‬ ِ
‫ال‬ ‫ِج‬ ‫ر‬ ‫من‬ ‫ن‬
ِ ْ ‫يد‬
‫ي‬ َ ِ‫ُه َو َف ْل ُي ْم ِل ْل َو ِل ُّي ُه بِا ْل َع ْد ِل َو ْاس َت ْشهِ ُدو ْا َشه‬
ِ‫الل‬
ّ ‫ند‬ ِ ِ ِ ِ
ُ ‫ِيرا ِإ َلى أَ َجله َذل ُك ْم أَ ْق َس‬ ِ
‫الش َه َداء ِإ َذا َما ُد ُعو ْا َوالَ َت ْسأَ ُم ْو ْا أَن َت ْك ُتب ْو ُه َصغيرا أَو كب‬ ُّ ‫اه َما األ ُْخ َرى َوالَ َي ْأ َب‬ ِ
َ ‫طع‬ ً َ ً ُ ُ ‫اه َما َف ُت َذ ّك َر إ ِْح َد‬
ُ ‫ْإ ْح َد‬
‫ال‬ ‫و‬ ‫م‬ ‫ت‬ ‫ع‬ ‫اي‬ ‫ب‬ ‫ت‬ ‫ا‬‫ذ‬‫إ‬ِ ‫ا‬‫و‬‫د‬ ِ‫ه‬ ‫ش‬ َ ‫أ‬ ‫و‬ ‫ا‬ ‫وه‬ ‫ب‬ ‫ت‬ ‫ك‬ ‫ت‬ ‫ال‬ َ ‫أ‬ ‫اح‬ ‫ن‬ ‫ج‬ ‫م‬ ‫ك‬ ‫ي‬ ‫ل‬ ‫ع‬ ‫س‬ ‫ي‬ ‫ل‬ ‫ف‬ ‫م‬ ‫ك‬ ‫ن‬ ‫ي‬‫ب‬ ‫ا‬ ‫ه‬ ‫ن‬‫و‬‫ير‬ ‫د‬ِ ‫ت‬ ‫ة‬‫ر‬ ِ
‫اض‬ ‫ح‬ ‫ة‬‫ار‬ ‫ج‬ ِ
‫ت‬ ‫ون‬ ‫ك‬ ‫ت‬ ‫ن‬ َ ‫أ‬ ‫ال‬‫إ‬ِ ‫ا‬‫و‬ ‫اب‬ ‫ت‬‫ر‬ ‫ت‬ ‫ال‬َ ‫أ‬ ‫ى‬ ‫ن‬ َ ِ
َ ْ َ َ َ َّ ‫وم‬
‫د‬ ‫أ‬‫و‬ ‫ة‬ ‫اد‬ ‫ه‬ ‫لش‬ ِ
‫ل‬ َ
َ َ ْ ُ ْ َ َ َ َ ْ ْ ُ ْ َ َ ُ ُ ْ َ َّ ٌ َ ُ ْ ُ ْ َ َ َ ْ َ َ ْ ُ َ ْ َ َ َ ُ ُ ً َ َ ً َ َ َ ُ َ َّ ْ ُ َ ْ َ َّ ُ ‫َوأ ْق‬
ِ
.‫ِك ّ ِل َشيء َعليم‬ ٍ ُ ‫اللُ ب‬ ّ ‫اللُ َو‬ ِ
ّ ‫الل َويُ َع ّل ُم ُك ُم‬ ِ
ٌ ْ َ ّ ‫ِك ْم َو َّات ُقو ْا‬ُ ‫وق ب‬ ٌ ‫يد َوإِن َت ْف َع ُلو ْا َفإ َِّن ُه ُف ُس‬ ٌ ِ‫ب َوالَ َشه‬ ٌ ‫يُ َض َّآر َكات‬
21 Bk. Mâturîdî, Tevilatu Ehli’s-Sünne, tah. Fatıma Yusuf el-Haymi, C. I, s. 236.
22 Bk. Mâturîdî, Tevilatu Ehli’s-Sünne, tah. Fatıma Yusuf el-Haymi, C. I, s. 235-236
23 Nisa, 4/11
24 Bk. Mâturîdî, Tevilatu Ehli’s-Sünne, tah. Fatıma Yusuf el-Haymi, C. I. s. 363-364
25 Taberî, a.g.e., C. V, s. 57.
26 Bk. Kurtubî, a.g.e., C. V, ss. 168-169.
27 Bk. İbn. Kesîr, İmâduddîn Ebu’l-Fidâ İsmail, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, I-IV, Beyrut 1994, C. I, s. 336.
28 Zemahşerî, Ebu’l-Kâsım Cârullah Mahmûd b. Ömer, el-Keşşâf ¢an Hakâiki’t-Tenzîl ve Uyûni’l-Ekâvîl fî Vucûhi’t-Te’vîl,
I-IV, Dâru’l-Fikr, ty., C. I, ss. 523-524.
29 Fahreddîn Râzî, Fahreddîn b. ¢Allâme Ziyâuddîn Ömer, Mefâtîhu’l-Gayb, I-XVI, Beyrut 1990, C. V, ss. 71-72.
30 Kâdî el-Beydavî, Nâsıruddîn Ebî Saîd Abdullah b. Ömer, Envâru’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Te’vîl, I-II, İstanbul ty., C. I, s. 213.
31 bkz. Ebu’s-Suûd, İrşâdu’l-Akli’s-Selîm ilâ Mezâya’l-Kitâbi’l-Kerîm,I-V, Dâru’l-Fikr, ty., C. I, s. 517; İsmail Hakkı Bursevî,
Ruhu’l-Beyân, I-II, Kahire 1255 H., C. I, s. 437.
32 Hicr, 15/29; Tahrim, 66/12; Enbiya, 21/91
33 bk. Mâturîdî, Tevilatu Ehli’s-Sünne, tah. Fatıma Yusuf el-Haymi, C. III, s. 48, 345
34 Rum, 30/30
35 bk. Mâturîdî, Tevilatu Ehli’s-Sünne, tah. Fatıma Yusuf el-Haymi, C. IV, s. 47
36 bk. Mâturîdî, Tevilatu Ehli’s-Sünne, tah. Fatıma Yusuf el-Haymi, C. IV, s. 47
37 Bk. Mâturîdî, Te’vilat, tah. Fatıma Yusuf el-Haymi, C. I, s. 33-34
38 bk. Mâturîdî, Tevilatu Ehli’s-Sünne, tah. Fatıma Yusuf el-Haymi, C. V. s. 474-475
39 Bk. Hanifi Özcan, Mâturîdî’de Dini Çoğulculuk, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul 1995, s. 79-81
40 Mâturîdî, Te’vilâtu’l-Kur’ân, Hacı Selimağa 40,, v. 105 b, 126 b, 444 a, 448 a.
41 Bk. Hanifi Özcan, a.g.e., s. 82-84.
42 Bk. Ebû Mansûr Muhammed el-Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd (nşr. Fethullah Huleyf), İstanbul 1979, s. 9-11; Ebû Mansûr
Muhammed el-Mâturîdî, Te’vilât, v. 73 a-73 b, 218 a, 266 a, 393 b-394 b, 83 b, 111 b, 140 b, 268 b.
43 Mâturîdî, Te’vilât, v. 74 a, 126 b, 538 a.
44 Mâturîdî, Te’vilât, v. 740 b.
45 bk. Mâturîdî, Tevilatu Ehli’s-Sünne, tah. Fatıma Yusuf el-Haymi, C. I, s. 1.
46 bk. Mâturîdî, Tevilatu Ehli’s-Sünne, tah. Fatıma Yusuf el-Haymi, C. I, s. 441-442.
47 bk. Mâturîdî, Tevilatu Ehli’s-Sünne, tah. Fatıma Yusuf el-Haymi, C. I, s. 442.
48 Bk. Mâturîdî, Tevilatu Ehli’s-Sünne, tah. Fatıma Yusuf el-Haymi, C. I, s. 442-443; Sönmez Kutlu, Çağdaş İslami Akımlar ve
Sorunları, Fecr Yayınları, Ankara 2008, s. 198
49 Bk. Mâturîdî, Tevilatu Ehli’s-Sünne, tah. Fatıma Yusuf el-Haymi, C. III, s. 615
50 Bk. Mâturîdî, Tevilatu Ehli’s-Sünne, tah. Fatıma Yusuf el-Haymi, C. V, s. 486-487
51 Bk. Mâturîdî, Te’vilât, v. 4 b, 26 a, 27 a, 45 a, 66 a, 85 a, 126 b, 221 a, 250 a, 397 a, 440 a, 440 b; Ayrıca bu konuda geniş
değerlendirme için bk. M. Saim Yeprem, İrâde Hürriyeti ve Mâturîdî, İstanbul 1984, 311-324; Ramazan Altıntaş, “İlm-i
Kelam Açısından İlerlemeye Farklı Bir Bakış”, Türkiye Günlüğü, Sayı: 35, Ankara, Temmuz-Ağustos 1995, 113-114.
52 Geniş bilgi için bk. Mâturîdî, Kitabu’t-Tevhid, çev. Bekir Topaloğlu, İsam Yayınları, Ankara 2002, s. 501-505; Ahmet Ak,
Büyük Türk Alimi Mâturîdî ve Mâturîdîlik, İstanbul 2008, s. 68-69
53 Bk. Mâturîdî, Te’vilât, v. 25 a, 80 a, 87 b, 105 b, 106 b, 109 a, 64 a, 204 a, 210 a, 227 b, 272 a, 370 a; ayrıca bk. Kemal Işık,
Mâturîdî’nin Kelam Sisteminde İman Allah ve Peygamberlik Anlayışı, Ankara 1980, 41-65.
54 Mâturîdî, Te’vilât, v. 4 b, 26 a, 27 a, 45 a, 66 a, 85, a, 126 b, 221 a, 250 a, 397 a, 409 a, 722 a, 784 a.
55 Bk. Mâturîdî, Te’vilât, v. 4 a - 4 b, 45 a, 64 b, 66 a, 85 a, 212 a, 784 b; Mâturîdî’nin, “insan iradesi, Allah’ın takdiri ve kazası”
konusundaki görüşlerinin geniş bir değerlendirilmesi için bk. Yeprem, a.g.e., 275-324.
56 Bk. Mâturîdî, Tevilatu Ehli’s-Sünne, tah. Fatıma Yusuf el-Haymi, C. I, s.215-216.
57 Bakara, 2/190-192; Tevbe, 9/5.
58 Bakara, 2/193.
59 Bk. Mâturîdî, Tevilatu Ehli’s-Sünne, tah. Fatıma Yusuf el-Haymi, C. I, s. 142-144; C. II, s. 381-383

688
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Doç. Dr. Fatih M. ŞEKER


Yörük bir ailenin çocuğu olarak 1975 yılında Mersin-Erdemli’de doğdu.
Eğitim hayatını Konya, Bursa ve İstanbul’da sürdürdü. 1999’da Uludağ
Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’nden mezun oldu. 2003 yılında Marmara
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde yüksek lisansını ve 2008’de de
doktorasını tamamladı. 1999-2011 tarihleri arasında Fâtih’te öğretmenlik
yaptı. Askerlik vazifesini Bitlis’te jandarma-sıhhiye er olarak îfâ etti (2009).
Hâlen İstanbul Medeniyet Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Felsefe Bö-
lümü, Türk Felsefesi Tarihi kürsüsünde doçent olarak görev yapmaktadır.

Bir Selef ve Halef Olarak


Mâturîdî İle Gazzâlî
Giriş
Türklerin İslâm tasavvuru teşekkül ettiği devirden baş-
layarak Hanefî-Mâturîdî çizgide kendini bulur. İtikadî
çerçevede Türk dünya görüşünü toplayan Mâturîdî,
entelektüel geleneğimizin filizlendiği zamandan gü-
nümüze devamlı olarak inanç dünyamızın pusulası
olur. İslâmlaşma sürecinde yerli taraflarını Müslü-
manlıkta eriten Mâturîdî, fikrî yapısını Türkistan
coğrafyası içinde inşâ etmekle kalmaz; Müslüman-
laşma merhalesinde bir taraftan millî hüviyetlerini
İslâm’a gömen diğer taraftan da mensûbu oldukları
dine millî bir mâhiyet veren Türklerin beyne’l-milel’i
olabilecek bir aşamaya da ulaşır. Mâturîdî’yle halef-
lerinin fikriyâtını karşılaştırdığımızda onun vücûd
verdiği düşünce sisteminin devamlı olarak yenilen-
diği görülür; zira tarihî tecrübede özgünlük geçmişin
bir parçası olmakla kayıtlıdır. Her şey geleneğe ba-
karak kemâle erer. Bir düşünür, seleflerine benzediği
ölçüde kıymet kazanır. Onların gözünde eski olan
sahîh, yeni olan bid’attir. Bu bakımdan Kitâbu’t-Tevhîd

689
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

müellifine kadîm zamanlarda verilen yerle modern- kendisine şükredilip hamdedilmesi mânâsız hâle ge-
leşme döneminde biçilen rol birbirinden farklı olsa lir; zira o bu durumda, sadece kendisi için zorunlu
da ölçü Mâturîdî’nin kendisiyle onu Türk tarih tec- olanı yapmış olur. Borcu olanın borcunu ödemesi-
rübesine mâl eden mütefekkirlerdir. Yapılacak her nin hiçbir övgüyü gerektirmeyeceği izahtan vares-
tespit ve teşhiste durulacak zemin ve bakılacak çer- tedir. O hâlde kabul etmek gerekir ki Allah’ın fiilleri
çeve; entelektüel geleneğimizin klasik zamanlarıdır. kendisindendir ve kendisinedir.5
O hâlde onun tarihî tecrübedeki şahsiyetine ve fik- Türkistan-Horasan Hattında Felsefe Yapmanın
riyatına doğru dönmeden aktüel cephesine eğilme- İmkân ve Sınırları
nin bir kıymeti harbiyesi yoktur.
Felsefî Mirasla Hesaplaşma
Karşılaştırmalı bir okuma Mâturîdî’nin İbn Sînâ ile
Mâturîdî Mâverâünnehir/Türkistan’da felsefe yapma-
Gazzâlî’nin selefi olarak görülebileceğini gösterir. Bir
nın imkân ve sınırlarını gösterir. Bu vadide o, bir Sel-
başka ifadeyle Gazzâlî, İbn Sînâ’nın halefi; Mâturîdî de
çuklu mütefekkiri olan ve Türklerin istikamet verdiği
bu iki mütefekkirin selefidir. Gazzâlî nasıl İbn Sînâ’yı siyasî yapı içinde İslâm fikriyatının nasıl hazmedilebi-
tahkim ve tenkit eden bir vasfa sahipse İbn Sînâ da leceğinin müşahhas örneklerini veren Gazzâlî’nin se-
kelâmî damarı itibariyle Mâturîdî’yi hem tenkit hem lefi olarak görülebilecek vasıflar taşır. Tehâfütü’l-Felâ-
de takviye eder. İbn Teymiyye ile İbn Rüşd’ün ısrarla sife müellifi kendisine kadar gelen mirası yeni baştan
İbn Sînâ’da kelâmî bir damarın mevcudiyetine dik- aktüel kıldığına ve bu miras içinde başat yeri Hora-
kat çekmesi tesadüf değildir. Aristo ve takipçilerine san-Mâverâünnehir hattında vücûd bulan birikim
yönelttiği tenkidlerde görüleceği üzere felsefenin se- oluşturduğuna göre o her şeyden evvel bu güzergâ-
bep olduğu problemleri dolayısıyla çözmeye çalıştığı hın bir neticesi ve aynasıdır. Onun fikrî oluşumunu
hususları bir imkân olarak gören Mâturîdî, kendi- sağlayan kaynaklardan biri de Mâturîdî’dir; zira fel-
sine kadar gelen birikimi toplayarak mensûbu olduğu sefî mirasla kapışarak durdukları yeri tahkim ve tak-
dünya görüşünün lehine harekete geçirir. İbn Sînâ da viye eden her iki mütefekkirin de filozoflar karşısında
Mâturîdî’nin açtığı vadiyi, kendi sistemini bulma yo- ulaşmak istediği netice aynıdır. Onlar tefekkür etme
lunda bir aşama olarak görür. Mâturîdî’yle İbn Sînâ tarzlarıyla dünya görüşü noktasında birbirlerini ten-
aynı iklimin çocuğu olduğuna göre birincisi ikinci- kid ve tahkim ederek filozoflara karşı ortak bir tavır
sine giden yolda bir merhaledir. Her iki mütefekki- alırlar. Aynı gelenek içinde faaliyetlerini sürdürürler.
rin de düşünce sistemelerinde örfî delilleri harekete Bütün o ayrılık ve gayrılık gibi değerlendirilen taraf-
geçirmesi, tesadüf değildir. Mesela Kitâbü’t-Tevhîd larına rağmen esasta ve derinlerde birleşerek, fikir-
müellifi, Allah’a şey denilebileceğini ispatlarken örfü lerini müşahhas ifadelerle dile getirirler. Hakikati en
aklî delillerden biri olarak görür. Buna göre şeyiyyet çıplak şekliyle resmetmekten kaçınmazlar. Birincisi-
boşluğu ve yokluğu nefyederken, O’nun zatının var- nin Mu‘tezile’yi ikincisinin de filozofları İslâm dai-
lığını ve tazimini ifade eder.1 Cumhûrun benimse- resinin dışına itmesi bu noktayla irtibatlıdır. Mâturî-
diği şeylerin çoğunun gerçek olduğunu vurgulayan dî’nin Mu‘tezile üzerinden Gazzâlî’nin de İbn Sînâ
eş-Şifâ yazarının tavrı da aynı vadidedir; zira halkı üzerinden Aristo’ya kadar gitmesi onların düşünce
buna illetlerini bilmeyerek filozoflara benzeyen kim- yapısında filozofların hesabı görülecek kişiler oldu-
seler sevk eder.2 Selefle halef arasında benzerliğin gö- ğunu gösterir. Bu zâviyeden bakıldığında her iki mü-
rüldüğü hususlardan biri de şudur: Mu‘tezile’nin ak- tefekkirin de çözümü tefekkürün geldiği aşamadan
sine Mâturîdî için Allah’a bilfiil yarattığından başkası geçerek aradıkları, düşünceyi sırf spekülasyondan
imkânsız değildir. Şayet imkânsız olursa bu durumda ibaret olarak görmedikleri müşahede edilir.
Tanrı bilfiil yarattıklarıyla fayda sağlayan bir varlık Felsefî mirasla yüzleşmekten çekinmeyen Gazzâlî, İbn
durumuna düşer. Hâliyle övgü ile senâya layık ola- Sînâ’yı temsil gücü yüksek bir isim olarak gündemine
bilmek için onlara muhtaç hâle gelir.3 Bu doğrultuda alır. Mâturîdî ise Kâbî’yi Mu‘tezile’nin yeryüzündeki
İbn Sînâ da Mâturîdî’ye paralel bir duruş sergiler: imamı/imâmu ehli’l-arz olarak görür. Hâliyle onu ta-
Râzî’nin İbn Sînâ’ya referansla aktardığına göre bu nımayı Mu‘tezile’yi tanımakla özdeşleştirir.6 Mâturî-
âlem için aslah olan şey bu âlemde meydana gelmek dî’nin düşünce yapısının başlangıç noktası Mu‘tezi-
zorunda değildir.4 Tanrı salah ve aslah olana riâyet le’nin reddi üzerine kuruluyken bu durum Gazzâlî’de
etmek zorunlu değildir; zira iyi ve en iyi olana riâyet Mu‘tezile’nin yerini alan filozofların reddine dönüşür.
etmek O’nun için zorunlu olsaydı, bu fiilinden dolayı Mâturîdî’nin muhatap aldığı zeminde Mu‘tezile’nin

690
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

fonksiyonu ile Gazzâlî’nin muhatap aldığı çerçevede eden kimsenin elinde nazardan başka delil yoktur. Bu
İslâm filozoflarının fonksiyonu aynıdır. Diğer bir da nazarın lüzumuna bir delildir. Hâliyle onu reddet-
ifadeyle Mu‘tezile ile İslâm filozoflarının faaliyetleri menin yolunun gene kendisi olduğu kendiliğinden
işlevsel olarak birbirlerine tekabül eder. Vaziyet bu ortaya çıkar.7 Kelâmcıların felsefeyle irtibatını en iyi
olmasına rağmen Gazzâlî Mu‘tezile’yi tekfir etmez, izah eden bu cümle, bir tarafıyla Aristotales’in “fel-
Mu‘tezile’yi âlemin ezelî olduğuna inanan dehrîlerle sefeyi reddetsek de felsefe yaparız, hatta kabulde inat
aynîleştiren Mâturîdî ise onları zındıklara nispet eder. etsek de felsefe yaparız” sözüyle aynı çerçeve içine alı-
Hâlbuki âlemin ezelîliği açısından bakıldığında as- nabilecek bir mâhiyet ve keyfiyete sahiptir; zira akla
lında Gazzâlî’nin Mu‘tezile’yi tekfir etmesinin sistemin istinad etmeden akla muhalefet edilemez; zira akla
zaruri bir neticesi olduğu ortaya çıkar. Fakat burada çıkışta durulan yeri meşrûiyet zeminine oturtacak
strateji sistemi önceler. Felsefe ile Mu‘tezile etrafında olan şey yine akıl olacağı için bu mekanizmada aklı
kendisini gösteren strateji ve metodları gözden geçi- inkâr esasen aklı tasdiktir. Bununla beraber ne akla
rildiğinde Mâturîdî bu hesaplaşmada teşekkül dev- karşı çıkan ne de boyun eğen Mâturîdî’nin esas re-
rini Gazzâlî de kemâl dönemini temsil eder. Her ne ferans noktasını oluşturan husus şurada düğümle-
kadar düşüncelerini sistematize ederken reddetmek nir: İlâhî mesajın rehberliği olmadan aklın her şeyi
maksadıyla Aristotales’e kadar dayansa da Mâturîdî tek başına idrak ve ihata etmesi mümkün değildir;
kelâmla felsefe arasında aşılmaz bir engel mevcuttur. zira hüsn ve kubh akıl tarafından küllî olarak bili-
Bu engel Gazzâlî’de ortadan kalkar. Selefin kelâmî nir, cüz’î olarak bilinmez. O hâlde Allah aslah olanı
bir gözle değerlendirmeye açtığı felsefî meseleler, yaratmak zorundadır diyerek Tanrı’yı mecburiyet al-
halefin şahsında yeni baştan aktüel hâle gelir. Kelâ- tında bırakan Mu‘tezile’nin aksine Peygamber gön-
mın çizdiği sınırda felsefeyi bir imkânlar manzumesi dermek hem Allah’ın bir lütuf ve ihsânı hem de aklî
hâline getirir. Aristocu varlık ve dünya görüşünden bir zarurettir.8 Mâturîdî’nin tavrını aktüel hâle geti-
tecrit ederek mantığı silah hâline getiren halef, sele- ren Gazzâlî’ye göre de şeriatın doğruluğu akılla bili-
fin aksine âdetâ felsefî sistemin içinde kalarak filo- nir.9 O hâlde aklî deliller kesinlikle yalanlanmama-
zoflara karşı çıkar. Rakibi kendi sistemi içinde kar- lıdır. Akıl yalanlandığı takdirde, dinin doğruluğunu
şılar. Ulaştığı neticelerde Mâturîdî’yle aynı safta yer ispat etme gibi bahislerde de aklı tekzib etmek gibi
tutsa da neticelere ulaşırken kullandığı argümanlar gariplikler ortaya çıkar.10 Bununla beraber akıl oto-
kelâmdan çok felsefîdir. Tabiatıyla bu onun kelâmcı nom bir tabiata sahip değildir; hâliyle kelâm ilminin
olduğunu ortadan kaldırmaz. Sudûr anlayışında çok yörüngesini belirlemede tek başına yeterli değildir.
iyi görüleceği üzere İbn Sînâ ne derecede Aristo’dan O hâlde şeriat ile aklı telif etmek gerekir.11 Her nok-
bir kopuşu temsil ederse etsin, sistemin tabiatı gereği tada din ile aklın telif edilebileceğine kani olmamak
bazı yerlerde zaruri olarak Aristocu bir güzergâha gi- gerekir diyen Gazzâlî, Kant’ta olduğu gibi yalnızca
riyorsa Gazzâlî de İbn Sînâ’dan mutlak bir kopuşu akılla bir teoloji kurmanın imkânsız olduğunu an-
temsil etmenin yanında İbn Sînâ’ya dönüşler yapar. lar. Akıl gidebildiği yere kadar gider fakat çok uzağa
Bu durum söz konusu mütefekkirlerin mirasının de- gidemez.12 Fârâbî’nin kelâmcılara dair gündeme ge-
vamlı olarak yenilenen bir karaktere sahip olduğunu tirme ihtiyacı hissettiği husus biraz da budur. Buna
göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Bu bakım- göre kelâm ilmi her şeyden evvel insan aklının sınır-
dan onların tenkidleri bir tarafıyla doğrudan yaşa- larına dikkat çeker, kaynağı vahiy olan bazı hususları
dıklarının bir semeresidir. Felsefeden devşirdiklerini aklın idrak edip kuşatamayacağını vurgular. Aklın
filozoflara çevrilen bir silah hâline getiren bu müte- âciz olduğu hususlarda başvurulacak kaynak vahiydir.
fekkirler, düşünceye pratik bir fonksiyon yüklerler. Aksi takdirde Peygamberliğe ihtiyaç kalmaz. Fârâbî
burada kelâmcıların vahiy adına akıl, düşünce, fikir
Akılla bir Teoloji Kurmanın İmkân ve Sınırları ve nazarı mahkûm ettiklerini ihsas etse de13 Gazzâlî,
Meseleleri ele alırken hâdisenin ne olduğunu göster- Mâturîdî’yle onun muâsırı olan Fârâbî’nin kelâm et-
mek için evvela ne olmadığını gösteren Mâturîdî ile rafında kelâmcılar adına kaleme aldığı hususları yeni
Gazzâlî arasındaki irtibatı müşahhas hâle getiren ya- baştan aktüel kılarak felsefecileri hesaba çeker. Akıl
hut da her iki mütefekkirin de aynı zihniyet havza- herhangi bir şeyin bilgisini hem cüz’î hem de küllî
sına mensubiyetini billurlaştıran hususların başında olarak bilen şeriatın aksine sadece küllî olarak bilir,
akıl-nakil ilişkisi konusunda sergiledikleri tavırlar ge- şeriatın ayrıntısını bilemez. En çetrefil meseleleri so-
lir. Kitâbu’t-Tevhîd müellifi için akıl yürütmeyi inkâr mutlaştıran Gazzâlî’ye göre âkıl ancak şeriatla hidayete

691
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

erebilir, şeriat da ancak akıl ile açıklık kazanır. Şeriat nefs; benzerlikleri ve muvazeneleri ile nefsi yaratanı
binasının temeli akıldır. Akıl göze, şeriat ışığa ben- bilmeye yükselmenin basamağı olur.21 Kâinattaki her
zer, birisi olmadan diğeri olmaz. Şeriat harici bakım- şeyin Allah’ı tesbih ettiğini dolasıyla da O’nun var-
dan akıldır; akıl da dâhili bakımdan bir şeriattır. Bu lığına işaret ettiğini söyleyen Gazzâlî, bu şahitliğe
ikisi birbirine destek vermenin ötesinde birdirler.14 lisân-ı hâl derken kelâmcılar ise bunu delîlin medlû-
Kelâm Metafiziğini İnşâ Ediş Tarzları lune delâlet etmesi olarak ifade ederler.22 İki âlem ara-
sında bir münâsebet ve bir ittisal olmasaydı, birinden
Mâturîdî ile Gazzâlî arasındaki irtibat, İlâhî âlemle
diğerine yükselme düşünülemeyeceği için İlâhî rah-
beşerî âlem arasında gidip gelen ve kelâm metafizi-
met, şehâdet âlemini melekût âlemi dengesine koyar.
ğini bu eksen üzerine kuran tavırlarda da çok be-
Bu âlemde olan her şey, o âlemden bir örnektir. Bâ-
lirgindir. Mâturîdî’ye göre Kur’ân-ı Kerîm duyulur
zen bir tek şey, melekût âleminden birçok şeyin ör-
âlem vasıtasıyla duyulmayanı idrak ve ihata etmeyi,
neği olabildiği gibi, bazen de şehadet âleminden bir-
tefekkür ve tedebbürü emreder.15 Duyulur âlemde
çok şey melekût âleminden yalnız bir şeyin misali
vuku bulan her türlü oluşum, onun varlığını ihdâs
olabilir. Bir şeyin misal olabilmesi için aslına biraz
eden sebeplerden sonra gerçekleşir.16 Allah’ın zâtını
olsun benzemesi veya uygun olması icap eder.23 Gaz-
ve rubûbiyyetini tanıtmak ancak sıfatlarını tanıt-
zâlî tam bu noktada misl ve misâl kelimelerine baş-
makla mümkündür; zira gâibi bilmek yalnızca du-
vurur. Mâturîdî’nin tenzîh ve teşbîh kavramları etra-
yulur âlemin delâletiyle imkân dâhiline girer.17 Al-
fında yaptığını misl ve misâl kelimelerini fonksiyonel
lah’ın kelâm, ilim ve fiille vasfedilip methedilmesi,
kılarak yapar. Buna göre Allah hakkında misâl caiz-
O’nun bunların zıttı olan ayıplardan münezzeh ol-
dir, fakat misil batıldır. Çünkü misal, bir şeyi açıkla-
ması manasına gelir.18 Mâturîdî bu noktada problem
yan, izah eden söz, mânâ veya hâlden bir şeydir. Misl
oluşturabilecek unsurları da tenzih ve teşbîh kavram-
ise, bir şeyin diğer bir şeye her bakımdan benzemesi-
larına başvurarak aşmaya çalışır. Zarûrî olarak tevhîd
dir. Diğer bir ifadeyle misl bir şeyin diğer bir şeye bü-
kavramının başlangıcı teşbîh, nihâyeti ise tevhîddir;
tün sıfatlarında eşit olması demektir. Hâlbuki misâ-
zirâ idrak ve ihata edilenler yoluyla akıllar, kendile-
lin, bütün sıfat ve hâllerde eşitliğe ihtiyacı yoktur. Bir
rini aşıp kuşatmakta âciz kaldıkları hususlarda an-
şeyin bir başkası ile bazı hâl ve sıfatlar bakımından
cak istidlâlde bulunabilmektedirler. Âhiretteki mü-
eşit ve benzer olması demektir. Allah’ın hiçbir misli
kafaat ve azap, onlara tekabül edebilecek nitelikteki
yoktur. Fakat Allah hakkında akla uygun münase-
dünya lezzetleri ve eziyetleriyle anlaşılabilir. Bu va-
betler kurarak birçok misaller söylenir. İnsan da bu
dide ona delâlet etmek için âlim, kadir gibi ifadeler
misaller sayesinde Allah’ı tanır.24 İşte bu çerçevede
kullanılır. Böyle yapılmadığı takdirde Allah sıfatlar-
Gazzâlî de marifet-i nefs merdivenlerinden marifet-i
dan arındırılır (tatil), yaratıklarda bulunan manalar
Hakk’a yükselir; zira Hakk’ın zâtının celâlini ve sı-
O’na izafe edildiğinde ise benzetme (teşbîh) söz ko-
fatının kemâlini görünür kılan eserler marifet-i ne-
nusu olur. İspat sırasında teşbîhin nefyini gerçekleş-
fiste mevcuttur. Nefsini bilen rabbini bilir, onun sı-
tirmek için Allah bilicidir ama diğer bilenler gibi değil
tarzındaki ifadeler vazgeçilmez hâle gelir.19 fatlarını ve fiillerini kavrar.25 İnsanın kendisi Hakkı
göreceği bir aynadır. Bu noktada avam kendi zâtın-
İnsan kendisinde olmayanları kendisinde olanlara dan Allah’ın zâtını, kendi sıfatlarından Allah’ın sı-
benzeterek bilebilir diyen Gazzâlî de son noktada Al- fatlarını, kendi bedeni ve azaları olan şahsî memle-
lah’ın kemal ve hakikatini kendinden başka kimse- ketindeki tasarrufundan Allah’ın bütün âlemdeki
nin bilemeyeceğini vurgular,20 her kim kendini bilirse tasarrufunu bilir.26
Rabbini bilir sözüne intikal ederek, meseleyi yerli ye-
rine oturtur. Buna göre eşyâ uygun misaller ile bili- Âlemin Ezelîliği Meselesi Etrafında
nir. İnsanın kendi âlemi olan bedeni üzerindeki ta- Kitâbu’t-Tevhîd’le Tehâfütü’l-Felâsife
sarrufları, Allah’ın âlemdeki tasarrufuna benzer. Bu Mâturîdî’nin âlemin kıdemi üzerinden Mu‘tezile’yle
gibi benzerlikler olmasa, insan kendini bilmekten Al- yaptığı tartışma Gazzâlî’nin filozoflarla yapacağı tar-
lah’ı bilmeye yükselemez. Allah insanı büyük âlemin tışmanın ilk aşamasıdır. O âlemin ezelî oluşunu redde-
muhtasar bir nüshası yapmasa ve onu sanki kendi âle- den fikirlerinde çok iyi görüleceği üzere muâsırı filo-
minde tasarruf eden bir rab kılmasa, insan hiç şüphe- zoflarıyla hesaplaşırken Gazzâlî’yle özdeşleştirilen bir
siz âlemi, tasarrufu, rububiyeti, aklı, kudreti, ilmi ve tavrı ondan çok evvel harekete geçirir. Kelâmî pers-
diğer İlâhî sıfatları bilmez. Bütün bunlardan dolayı pektifle filozofları hesaba çeken cephelerini dikkate

692
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

aldığımızda Tehâfüt’le Kitâbu’t-Tevhîd birbirini ta- rütbesine indirildiği meydandadır. Çünkü Allah sa-
mamlayan metinlerdir. Mâturîdî devrin filozofla- dece zâtını idrak ederken bu akıl hem zâtını hem de
rına tekabül eden Mu‘tezile’yle hesaplaşırken gün- başka şeyi bilmektedir. Hem başkasını hem de zâtını
deme getirilen fikirlerin arka planına iner, bu vadide idrak eden kimsenin derecesinin bu konumda olma-
Aristo’ya kadar gider, sudûra dair gündeme getirdiği yandan daha yüksek olacağı izahtan varestedir. Filo-
tenkidlerle Gazzâlî’yi müjdeler. Aristo’ya göre âleme zofların burada Allah’ı ta’zîmde ifrata giden bu gö-
ait temel madde kadîm olup heyula olarak isimlen- rüşleri, onları ta’zîmden anlaşılan her şeyi iptal etme
dirilir, kuvvete sahiptir ve ezelden beri bu nitelikleri noktasına getirir, Tanrı’yı da âlemde olup bitenlerden
taşır. Heyula irade ile değil yapısal özellikleri sebe- haberi olmayan bir ölü durumuna düşürmelerine se-
biyle kuvvete dönüştürülür, arazlar ortaya çıkar, bu bep olur ancak O’nun ölüden tek farkı, kendi varlığı-
aşamada cevher diye isimlendirilir. O tek bir cevher nın şuurunda olmasıdır.29
olup âlemin aslını oluşturur. Mâturîdî’ye göre Allah’ı Âlemin ezelî olduğunu savunmakla İslâmî yaratma
tanımamaktan kaynaklanan hayalle avunan bu tip anlayışını telif etmenin mümkün olmadığını gös-
filozoflar, O’nu nitelemeleri gereken şeylerle heyu- termeye çalışan Mâturîdî, Aristocu heyula kavra-
layı nitelerler. Tefekkür istikametlerini alt üst eder- mının üzerinde örtüyü kaldırdıktan sonra tabiatıyla
ler, zâtı itibariyle arazlara mahal teşkil etmekten ve bu düşüncenin izdüşümü olarak gördüğü zümreler
cevher statüsünde bulunmaktan münezzeh olan var- üzerine eğilir. Bunların başında Mu‘tezile gelir; zira
lığı cevher konumuna getirirler, sonra ondan bir cev- onlar âlemin kendisiyle varlık kazandığını iddia eder-
her/birinci akıl, ardından da birden fazla cevherler/ ler.30 O âlemin ezelî olduğu görüşünü reddederken
ikinci akıl türetirler, sonra da bu varlık başlangıç hâ- evvela her zaman olduğu gibi rakibin delillerini ve
linden hiçbir eser kalmayacak bir konuma gelir. Tabi- delillerini savunuş tarzını aktarır. Buna göre duyu-
atın yönetiminin kendisine bağlı bulunduğu kadîm lur âlem, kendisinin bir benzeri olan duyular ötesi
ve hadis varlıklar nâmına ortada sadece cevherler ve âleme delâlet eder; zira o kendisinin ötesinde buluna-
arazlar kalır, bu niteliği taşımayan varlık ise silinip nın aslını oluşturur, feri asla muhalefet etmez. Gâibi
gider. Bu anlayış âlemin aslının fânî olduğu netice- bilmenin yolu duyulur âlemdir. Bir şeyin mukaye-
sine sebep olur.27 Bu son ifadeleriyle İslâm felsefesinin sesi onun naziriyle mümkündür. Âlemin kıdemini/
mühim bir cephesiyle epistemolojik çerçevede sudûr ezelî olduğunu savunanlar görüşlerini bu delile da-
metafiziği üzerine kurulduğunu fark etmiş görünen yanarak ispat ederler; zira duyulur âlem kendi mis-
Mâturîdî’ye göre Aristo kendisini hâkîm olarak isim- line delâlet eder, duyular ötesi âlem de aynı şekilde
lendirse de temelden mahrum olan bu görüşleriyle fi- ona benzer. Diğer bri ifadeyle duyulur âlem her va-
lozof vasfını hak eden biri değildir.28 kitte misli olan bir önceki âleme işaret eder. Bu çer-
Muhataplarının hesabını kestirmeden görmek için çevede bütün âlemlerin ezelî olduğu hakikati yatar.
Aristo felsefesinin âdetâ fezlekesi olan heyula kav- Mâturîdî’nin bu yaklaşıma cevabı şudur: Ezelde ka-
ramına kadar inen Mâturîdî’nin Allah’a atfetmeleri dîm ve kıdem varken ezelî olduğu ileri sürülen âlem
gereken şeyleri heyulaya atfeden Aristocu zihniyeti yoktur. Bu sebeple kadîmi âleme fer’ yapmak man-
tenkid edişini hatırlatan bir tenkid de Gazzâlî’de kar- tığın gerekli kıldığı bir şey değildir, aksine duyulur
şımıza çıkar. Tehâfüt müellifi, İslâm filozoflarının Al- âlemin oluşabilmesi için gâib esastır. Akıl açısından
lah’ın fonksiyonlarını akıllar silsilesine devrettiklerini başkasına bağlı olarak varlık kazanan herkes duyulur
vurgular. İlk İlke’den bir akıl sudûr eder, o kendin- âlemde onun cevherinin hâricinde kalır. Her türlü fiil
den sudûr eden bu aklı bilmez. Bu durumda onun ve söz, sayesinde varlık kazandıkları kişilerden nasıl
ma’lûlu bir akıldır ve o akıldan bir başka akıl, fele- başka ise bunların cevheri ve sıfatı da fâillerinin sta-
ğin nefsi ve maddesi taşıp çıkar. Bu akıl hem zâtını, tüsüyle aynı değildir. Âlem kadîm varlık sayesinde
hem ma’lûlu olan üç şeyi hem de kendi illetini ve il- vücût bulduğuna göre onun da kadîm varlıkla aynı
kesini akleder. Bu vaziyette ma’lûl, illetten daha şe- statüye sahip olması mümkün değildir.31 Hâliyle âle-
refli demektir. Diğer bir ifadeyle ilk illetten sadece min kendi konumunda bulunmayan bir varlık saye-
bir şey taşarken, bu akıldan ise üç şey taşar. İlk ilke sinde yaratılmış olduğu ortadadır.32 Âlemin ezelî ol-
yalnızca zâtını akletmekte, bu akıl hem zâtını hem duğunu savunanlara göre âlemdeki her şey diğer bir
İlk İlke’nin zâtını, hem de sebeplilerin zâtını aklet- şeyden meydana gelmekte, herhangi bir hâricî mü-
miş olmaktadır. Allah’ın burada varlıkların en hakiri essir görünmemektedir. Duyulur âlem duyular ötesi

693
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

âlemin delili olduğuna göre gâib âlemde de aynı siste- sonra tenkitlerine başlar. İslâm felsefecileri hâdis ola-
min hâkim olması gerekir.33 Mâturîdî’ye göre âlemin nın kadîm olandan sudûr etmesinin ezelî varlıkta de-
kıdemini savunanların görüşlerinin tamamı, akılda ğişmeyi gerektireceğini iddia etseler de böyle bir şeyi
vehmedilemeyen ve nefiste canlandırılamayan şey- farz etmek imkânsızdır.41 Onların zihinleri en çok ka-
leri reddetme noktasında toplanır; zira âlem böyle rıştıracak mâhiyetteki delilleri budur.42 Hâliyle Al-
bulunmuş ve böyle telakki edilmiştir. Onlar aksinin lah’ın âleme zaman bakımından değil zât bakımın-
olabileceğine ihtimal vermezler. Maddî olan bir şey dan önceliğini kasteden filozoflara43 iştirak etmek
nefiste canlandırılamadığı zaman onu reddetmek ta- mümkün değildir; zira bu durum zaman itibariyle,
bidir. Fakat burada söz konusu olan kâinatın yaratı- birlikte mevcudiyetleri mümkün iken tabiatı gereği
cısıdır, o maddî olmadığına göre onun reddi müm- birin ikiden önce gelmesi gibi, sebebin sebepliden
kün değildir. Diğer taraftan görme ve işitme nefiste önce gelmesine benzer. Hâlbuki bunlar zaman bakı-
canlandırılamadığı hâlde onları inkâr etmek müm- mından denktir, bir kısmı illet bir kısmı da ma’lûldür.
kün değildir.34 Âlemin ezelî olduğunu savunanlara O halde Allah’ın âlemden önce gelmesi noktasında
göre bir şeyin diğer bir şeyden oluşması, onda giz- bu delil olarak görülemez.44 Şayet bununla Allah’ın
lenmiş bir vaziyette olup zamanı geldiğinde meydana âleme ve zamana önceliğinin zât bakımından değil
çıkmasından başka bir manaya gelmez. Bu yani bü- sadece zaman bakımından olduğu kastediliyorsa, bu
tünüyle insanın, verebileceği meyvelerle beraber bü- durumda âlem ve zamanın varlığından önce âlemin
tünüyle ağacın söz konusu asılda bulunması muhal- olmadığı bir zaman mevcut demektir, zira yokluk var-
dir.35 Mâturîdî’nin gözünde âlemin gelişmeye ve yok lıktan önce gelmiş, Allah âlemden, başlangıcı bulu-
oluşa müsait oluşu, aynı vaziyetteki her nesnede zıt- nup sonu olmayan uzun bir süre önce bulunmuş de-
ların bir arada toplanmasına uygun olması yaratıl- mektir. Bu zamandan önce sonsuz bir zamanın var
mışlığının delilidir. Aynı şekilde âlemin dayandığı olduğu anlamına gelir ki bu bir çelişkidir dolayısıyla
prensiplerden habersiz oluşu ve bozulan taraflarını zamanın hâdis olduğunu söylemek mümkün değil-
onarmaktan âciz oluşu mevcudiyetinin kendisine dir.45 Filozoflar her ne kadar âlemin Allah’ın fiili ve
dayanmadığını gösterir.36 Tabiatta hâkim olan zaru- eseri olduğunu savunsalar da kendi sistemleri açısın-
ret ve ihtiyaçlar tabiatın Tanrı’nın hususiyetlerini ta- dan bakıldığında onların fâil, fiil ve fâille fiil arasın-
şımadığını gösterir.37 Görüleceği üzere Mâturîdî bir daki müşterek münasebet itibariyle âlemin Allah’ın
filozofla kelâmcı arasındaki farkın ne olup ne olma- eseri olmadığını savundukları görülür. Meseleye fâil
yönünden bakıldığında filozofların Allah’ı irade sa-
dığını, âlemin ezelîliği meselesi üzerinden müşahhas
hibi olarak görmedikleri ortadadır. Bu cephesiyle âlem
hâle getirmekte böylece kelâmın hareket noktasıyla
O’ndan sudûr eden zorunlu bir şey olarak ortaya çı-
filozofların hareket noktasının ne derecede farklı ol-
kar. Fiil açısından bakıldığında da âlem kadîmdir,
duğunu ortaya koymaktadır.
fiil hâdistir. Mesele fâille fiil arasındaki irtibat açı-
Bu noktada Gazzâlî de Mâturîdî’nin endişeleri zemi- sından ele alındığında ise onlar nezdinde Allah her
ninde hareket eder. Aristo etrafında vücûd bulan bi- yönü itibariyle birdir, haliyle O’ndan her bakımdan
rikimin İslâm’a aykırı oluşunun en ehemmiyetli gös- ancak bir olan sudûr eder. Hâlbuki âlem çeşitli un-
tergesi âlemin kıdemini savunmasıdır. Hâdis olanın, surlardan oluşmuşken nasıl olur da O’ndan sadece bir
bir vâsıta olmaksızın kesinlikle kadîm olandan sudûr sudûr edebilir?46 Gazzâli bu istikamette hâdiseyi bi-
etmesinin düşünülemeyeceği kanaatinde olan38 filo- raz daha genişleterek irdelemeye devam eder. Birin-
zoflar, âlemin ezelî olduğunu savunur. Onlara göre cisi, fâil irade ederek, ihtiyarını kullanarak ve irade
âlem, sebeplinin sebeple, nûrun güneşle beraber ol- ettiği şeyi bilerek fiilin kendisinden sudûr ettiği var-
ması gibi Allah’ın eseri ve O’nun eş zamanlısı olarak lık olduğu halde filozoflara göre âlemin Allah’la olan
var olur. Tanrı’nın âleme kıdemi, illetin malûle olan münasebeti illetin ma’lûl ile olan ilişkisi gibi zaruri-
önceliği gibidir. Bu da zaman bakımından değil, zât yatı luzumlu kılan bir münasebettir. Bu sanki gölge-
ve mertebe bakımından bir önceliktir.39 Filozoflar için nin şahıstan, nûrun güneşten ayrılmaması gibi olup,
âlem ma’lûl, illeti ise hem ezelî hem de ebedîdir. Ha- âlemin Allah’tan ayrılması tasavvur edilemez. Hâl-
liyle ma’lûl illetle birlikte bulunur. İllet değişmedikçe buki bu lambanın aydınlığı, şahsın gölgeyi meydana
ma’lûl değişmez. Onlar hudûsun imkânsızlığını bu- getirdiğini söylemek nevinden, benzeyenle benzetilen
nun üzerine bina ederler.40 Gazzâlî, İbn Sînâ’ya dö- arasında tek bir nitelikteki ortaklığın vaki olması gibi,
nerek felâsifenin görüşlerini bu şekilde tasvir ettikten fiilî olarak hiçbir karşılığı olmayan bir şeydir. Burada

694
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

gözden kaçırılmaması gereken şey, fâile mahzâ se- Sânî’ye yüklenecek fonksiyon da kendiliğinden orta-
bep olması bakımından değil, hususi manada illet dan kalkar. Mâturîdî bu nokta tenkitlerini istihzayla
olması bakımından, yani kendisinden fiilin irade süsler. Kendilerini kelâm ilminin süvarileri zanneden
ve ihtiyarla ortaya çıkmasından dolayı fâil denilir.47 Mu‘tezilîler, İslâm âlimleri içinde bu ilme sadece ken-
Hakiki fiil iradeli olandır. Herhangi bir kimse ateşe dilerinin vakıf olduğunu sanırlar. Hâlbuki onlar kelâm
atılsa ve yanarak ölse ateşe değil de o kişiye katil de- mütehassısı olmak bir tarafa sıradan kelâm münte-
nilir. Fâil iradesiyle kendisinden fiil sudûr edendir. siplerinin ünvanını taşımakta bile zorluk çekerler.50
Filozofların perspektifinde ise Allah âlemi yaratma Benzer istihzalar filozoflara karşı Gazzâlî’de kendi-
hususunda irade ve seçme gücüne sahip olmayarak sini gösterir. Fârâbî ile İbn Sînâ’nın şahıslarında ezelî
sadece mecazi olarak sânî‘ ve fâil olmaktadır. Onlar âlem tasav­vurunu sert bir şekilde eleştiren Gazzâlî,
fiilin hakiki manasını reddedip sadece lafzını söyle- kadîm varlıkların sayısını çoğalttıkları gerekçesiyle
mekle yetinmektedir. tenkidlerini tekfîre kadar vardırır ve şöyle der: Ha-
Gazzâlî âlem kadîm, fiil hâdistir meselesi üzerinden kikatte sudûr nazariyesi karanlık üstüne karanlıktır.
tenkidlerini sıralamayı sürdürür. Fiil ihdâs etmek- Şayet insan bunu rüyasında gördüğünü tahkiye etse
ten/sonradan yaratmaktan ibarettir. Filozoflara göre mizacının bozulduğuna hükmedilir.51
âlem kadîmdir, hâdis değildir. Fiilin manası yarat- Tevvellüd Teorisi Ekseninde Selefle Halefin Tavrı
mak sûretiyle bir şeyin yokluktan varlığa çıkarılma- Tevellüd teorisi etrafındaki tavırlarında da Mâturîdî
sıdır. Kadîm olan hakkında ise böyle bir şey düşünü- ile Gazzâlî’nin zihniyet olarak birbirlerini çağrıştırdığı
lemez; zira mevcut olanın icadı mümkün değildir. O görülür. Kitâbu’-t-Tevhîd bu noktada el-İktisad fi’l-İ-
halde fiilin şartı onun sonradan olmasıdır. Filozof- tikad’ın habercisidir. Mâturîdî bu istikamette Mu‘te-
lara göre ise âlem kadîm olduğundan bu durumda zile’yi zındıklara ve dehrîlere nispet eder; zira onlar
nasıl Allah’ın fiili olabilir.48 Âlemin Allah’ın fiili ol- tevellüd teorisiyle Allah’ın tasarrufunu ortadan kal-
masının imkânsızlığı etrafındaki üçüncü konu da dırmaktadırlar. Zındıkların ve Mecûsîlerin anlayışına
fâil ile fiil arasında ortak bir şartın olması ile irti- göre de tabiat iki Tanrı’nın eseridir ve bunlardan biri
batlıdır; zira filozoflar Bir’den ancak bir çıkar derler. diğerinin fiiline etki etmez. Mu‘tezile’ye göre Allah’ın
İlk prensip (İlk mebde) her yönüyle bir olduğuna ve kulun fiillerinde herhangi bir kudreti ve tesiri olma-
âlem de çeşitli unsurlardan oluştuğuna göre onların dığı gibi kulun da Allah’a ait olana yönelik bir kudret
prensipleri gereği âlemin Allah’ın fiili olması tasav- ve etkisi yoktur. Âlemin yönetimi bu iki esas üzerine
vur edilemez. Filozoflara göre Allah’tan sudûr eden kurulur. İşte Mu‘tezile tam bu noktada zındıklara ben-
âlemdeki çokluk aracılar vasıtasıyla meydana gelir. zer, hatta zındıklardan daha çirkindir; zira Mu‘tezile
Varlıkların her biri üstündekine göre ma’lûl, altında- İlâhî kudretin müstakil ve bağımsız oluşunu ortadan
kine göre illettir. Her bir varlık yukarıya doğru illeti kaldırır. Bu güzergâhta Mu‘tezile daha da ileri gider,
olmayan bir illette nihayet bulduğu gibi ma’lûlu ol- gücü yerinde olan kulun kudretinin mertebe bakımın-
mayan bir ma’lûle dayanıncaya kadar da devam edip dan İlâhî kudretin üstünde olduğunu söyler.52 İlâhî
gider. Hâlbuki vaziyet böyle değildir. Çünkü cisim, fiilin manası icat etmek ve yokluktan varlık alanına
madde ve sûretten oluşan bir terkiptir. Bunlardan bi- çıkarmaktan ibarettir. Mu‘tezile bunu kula ait fiilin
rinin varlığı ötekinden kaynaklanmayıp, aksine ikisi- manası olarak telakki eder; kula kesb kudreti izafe et-
nin bir arada mevcut olması bir başka sebepten ileri tiği hâlde Allah’a nispet etmez. Bu sûretle kul kud-
gelir.49Dinde Allah’la insan arasındaki ilişkiler do- ret açısından daha önemli bir konuma gelir; çünkü
laylı değil doğrudandır. Aracı varlıklara verilen fonk- onun kudreti Allah’ınkine nispetle daha zengin bir
siyon, Tanrı’nın fâil-i muhtar olma hüviyetini orta- alana yönelmekte, Allah’ın kudreti ise iki alternatif-
dan kaldırmakta, böylece Allah dilediği şekilde değil ten sadece birini, yani hayrı gerçekleştirebilmektedir.
de bir sebebe bağlı kalarak yaratan bir varlık duru- 53
Görüleceği üzere Mâturîdî burada Gazzâlî’nin filo-
muna düşmekte, fâil-i muhtar olması gerekirken fâil zofları tekfir eden tavrının habercisidir.
neden olmaktadır. el-İktisad fi’l-İtikad’da çok iyi görüleceği üzere Gaz-
Netice olarak Mâturîdî ile Gazzâlî’nin görüşü şudur ki zâlî’nin tevellüdden anladığı şey şudur: Yüzüğün ha-
kâinâtın ezelî olduğunu kabul ettiğimiz takdirde onun reketi elin hareketinin zatında gizli değildir. Hareke-
Tanrı’ya muhtaç olmadığını ilan etmiş oluruz. Âle- tin elin hareketi ile meydana gelmesi müşahede edilen
min vücûd bulmasına bir nokta tayini yapılamıyorsa bir durumken onun elin hareketinden kaynaklanması

695
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

ise müşahade edilen bir durum değildir. Bu bakım- İslâm’dan Evvelki Devirle Yüzleşmede Mâturîdî
dan Gazzâlî Tehâfüt’te çok iyi görüleceği üzere var- ile Gazzâlî
lıkta müşahede edilen sebeplerle sebepliler arasın- Mâturîdî Mâverâünnehir’de Gazzâlî’den bir iki asır
daki münasebeti, onları birbirine bağlayan zorunlu evvel İslâm’dan evvelki mirasın kalıntıları ile he-
bir ilişki saymaz.54 Sebebiyeti âdet kavramı etrafında saplaşır, muhasımları alt etmenin retorik kalıbı ola-
toplayan Gazzâlî’ye göre sebepliliği savunmak Allah’ın rak Mecûsî ifadesini tercih eder.62 İslâm öncesi devri
iradesini sınırlar, bu da mucizenin inkârını berabe- temsil eden Mecûsîliği yeniden üretecek bir karak-
rinde getirir. Sebeple sebepli arasında var olduğuna tere sahip olarak gördüğü Mu‘tezile’yi de bu zemin
inanılan ilişki zorunlu ve değişmez olmayıp Allah’ın ve çerçeveye yerleştirerek tenkid eder.63 Selçuklu as-
ezelî takdiri gereği bunların birbiri ardından yaratıl- rında Mâturîdî’nin fonksiyonunu yüklenen Gazzâlî
masından kaynaklanır.55 O her şeyin Allah’ın kud- de Bâtınîleri Mecûsîlerin evladları olarak görür; Fe-
reti dâhilinde olduğunu ortaya koymak için böyle bir dâih’le et-Tıbru’l-Mesbûk’ta İslâm dışı İranî mirasa sed
yola girer. Böylece Gazzâlî sebepliliği inkâr ederken çeker; zira Müslümanların devletlerini yıktığı Kisrâ-
filozofların sebepsiz bir varlık olarak sadece Tanrı’yı ların, Dihkânların ve Mecûsîlerin evladları, devletle-
görmelerini ve O’nun dışındaki her şeyin bir sebebe rini tekrar canlandırma niyetinden vazgeçmiş değil-
bağlı olduğu kaydını reddeder, bu zemin ve çerçevede dir.64 Böylece Mâturîdî’nin Türkistan coğrafyasında
sebep ya da tevellüd terimlerini sadece mecâzî ma- hayat verdiği usûlü Horasan’da yeni baştan aktüel
nada kullanır. Geleneksel Eş‘arî vesilecilikle felasife- kılar. Aynı yaklaşım “din kisvesi altında Zerdüşt di-
nin fâil nedenlik teorisi arasında orta bir yol gelişti- ninin inançlarını taşıyorsun”65 diyerek geldiği hat-
ren, İbn Sînâ’nın savunduğunun aksine Gazzâlî’ye tın İslâm’dan evvelki yapısıyla hesaplaşan Selçuklu
göre “neden ve eser arasında genel olarak kabul edi- mütefekkiri Mevlânâ’da da görülebilir. Müslüman-
len ilişki zorunlu değildir”.56 Böylece o “bir sebep ve laşma asırlarında İslâm’ın ve Sünnî çerçevenin dı-
onun sonucu arasındaki bağın varlığını inkâr etme- şındaki hemen her zümre Mecûsîliğe ircâ edilirken,
mekte daha ziyade bu bağın zorunlu niteliğini inkâr Selçuklu asırlarında da bu anlayış bir taraftan aynı
etmektedir”.57 İbn Sînâ’nın zorunluluğu esas alan şekilde devam ederken diğer taraftan yelpaze biraz
ontolojisine karşı çıkarak filozofların tabiî illiyeti- daha genişletilir. Hristiyan, Mecûsî, Râfızî, Hâricî ve
nin yerine İlâhî illiyeti koyan bu tavrın İktisad’da Karmatî kelimeleri aynı işleve sahip olarak görülür66
nübüvvet hâdisesini mucizeler üzerinden temellen- ve nihayet bütün bu akımların hepsi Nizâmü’l-mülk
dirmedeki fonksiyonelliği her türlü tartışmanın öte- ve Gazzâlî’de görüleceği üzere Bâtınî kelimesi etra-
sindedir. Mucizeler vasıtasıyla nübüvveti ispat eden fında toplanır. Müslümanlık her iki coğrafyada ve za-
bu yaklaşım Mâturîdî’de de karşımıza çıkar: Allah’ı man diliminde de Sünnîlikle özdeşleştirilir.67
inkâr edenlerle önce bu mesele tartışılır, nübüvvetin Türk Realitesine Dikkat Çeken Cepheleriyle
varlığı ancak O’nun varlığını benimsedikten sonra ge- Mâturîdî İle Gazzâlî
lir. Bununla beraber mucizelerle hem ulûhiyet hem de
Fikrî yapımızın geride bıraktığı aşamayı Mâturîdî,
nübüvvetin ispatı imkân dâhilindedir; zira peygam-
geldiği aşamayı da devrin İslâm tasavvurunun bü-
berler onların kudretinin sınırlarının ne olduğunu bi-
tün hususiyetlerini şahsında toplayan Gazzâlî tem-
len bir toplulukta yaşarlar. Akılları hayrette bırakan
sil eder. Düşünce bir kişinin değil bütün bir mede-
mucizeler ortaya çıkınca insanlara inanmak düşer.58
niyetin olduğuna göre her iki ismin de Türk-İslâm
Gazzâlî’göre kesb bir cebr olduğu kadar bir ihtiyar- düşüncesine şahsiyet vermede birbirlerini tamam-
dır; zira insan ihtiyar sahibi olduğu gibi cebrin de ma- ladıkları müşahede edilir. Kurucu düşünürler kadar
hallidir, yani kesb hâdisesinde cebir insana dışarıdan onları aktüel kılarak bir ileri aşamaya götürenler de
bir şeyden değil insanın kendisinin içinden gelir.59 Bu o derecede önemlidir. İlmî hayat selef halef ilişkisi
aslında Mâturîdî’yle onun haleflerinde de karşımıza içinde cereyan eder. Nitekim hem Mâturîdî hem de
çıkan bir yaklaşımdır.60 Buna göre ehemmiyetli olan Gazzâlî imâmet ve hilâfet etrafında gündeme getir-
insanın fiillerinde kendini özgür hissedip hissetme- dikleri hususlarla meseleyi fiili güce ircâ eden dola-
mesidir. Nitekim kader meselesinin rûhuna kadar da- yısıyla da Türk realitesini dikkate ve ciddiye alan bir
labilen bir görüş ve usûlü hayata geçiren Kemâl Pa- perspektifi harekete geçirirler. Onların imâmet ve
şa-zâde de “kulun ihtiyârının menşei, kalpte ortaya hilâfet meselesi etrafında gündeme getirdikleri hu-
çıkan bir dâiyedir” diyerek61 aynı gerçeği ifade eder. suslar, Türk realitesinin geleceğini daha baştan haber

696
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

vermesi bakımından dikkat çekicidir. Mâturîdî hilâ- realitelerine uygun olarak bir zâhid olarak nitelenir,
fet konusunda Türkistan bölgesine mahsûs husûsiyet- şahsiyeti menkıbelerle örülerek bir evliyâ çehresine
ler taşıyan değerlendirmeler yapar. Her devirde bir- büründürülür. Ebu’l-Muîn en-Nesefî, Mâturîdî’yi de-
liği temin ederek nizâm ve intizâmı sağlayacak güç vir kaynaklarına paralel şekilde kerametlerine vurgu
ve kudret merkezini, dayanılacak asabiyeyi öne çıka- yaparak takdim eder; bölgenin başka fikirlere ancak
rır.68 Aynı yaklaşımın Sadru’ş-Şerîa’dan geçerek Cev- kendi tecrübesi nispetinde açılacağını gözden kaçır-
det Paşa’da da yankılandığını biliyoruz.69 Bir başka maz. Bu bakımdan devrin sûfîlerinin itikâdî zemine
ifadeyle Cevdet Paşa, hem öncüsü konumunda olan Mâturîdî düşünce yapısını yerleştirmeleri tesadüf de-
Mâturîdî, İbn Haldûn ve Sadru’ş-Şerîa’ya tercüman ğildir.76 Vahiyle kayıtlı bir rasyonelliğin peşinde olan
olur, hem de bir taraftan onların açtığı yolu Osman- Mâturîdî’nin sûfîlerin keşf anlayışına karşı keskin
lıların şahsında müşahhaslaştırır. Gazzâlî de Fars kö- bir duruş sergilemesi, İslâmlaşma sürecinde Türkis-
kenli bir müderris ve mutasavvıf olmasına rağmen, tan havzasına hâkim olan mistik karakterli yapının
Mâturîdî’nin imâmete geçecek kişide güç ve kudret itikâdî çerçevede sebep olacağı tehlikeleri engelleme
aramasına paralel olarak,70 asrının güç ve kudret kay- amacına matuf bir denge arayışıdır. İslâm öncesi dö-
nağı olarak gördüğü Selçuklu Devleti’ni Müslümanlı- nemden başlanarak bölgede yayılma imkânı bulan
ğın hâmîsi ilan eder ve hilâfeti muhafaza edecek va- dinler, gnostik tabiatlıdır. Onlar her şeye İlâhî bir mâ-
sıflarla cihâda hayat verecek potansiyelin Türklerde hiyet verilen eski dünyanın mistik zemininde hare-
mevcut olduğuna inanır.71 Bu zâviyeden bakıldığı tak- ket ederek bölgenin istikametini tanzim ederler. Bu
dirde Mâturîdî mi Gazzâlî mi? sorusunu sormanın bir nedenle o hem İslâm’dan evvelki devre karşı müca-
manası yoktur. Hâliyle modern dönemde Gazzâlî’ye dele verir hem de Mu’tezile ekolüyle hesaplaşır. Akla
karşı sergilenen sansür, Mâturîdîlikte kendini bulan dayanmadan akla karşı çıkılamayacağını gözden ka-
bir fikir sisteminin inkârına tekabül eder. çırmaz;77 rakibi kendi sahasında karşılamaya azami
derecede hassasiyet gösterir. Mu’tezile karşısında inşâ
Türk entelektüel geleneği yeri geldiğinde şartlara ve ettiği rasyonel duruşu, Türkistan coğrafyasının mis-
imkânlara göre çehre değiştirmekten geri durmaz. tik ikliminde sergiler. Bu noktada mistisizmi ne bü-
Bu nedenle Selçuklu’nun beyne’l-milel’i olan ve şah- tünüyle reddeder ne de ona teslim olur. İntikal aşa-
siyeti ile ırsiyetini Selçuklu’ya gömen Gazzâlî öne çı- masında bölge her zaman için geride bırakılan devre
kar, Mâturîdî ise gerilerde değilse de derinlerde durur. dönüş potansiyeli taşıyabileceği için teyakkuza geçer.
Nitekim Belh’li sıkı bir Hanefî olan72 ve Ebû Hanîfe’yi Mâturîdî’nin eserlerinde tasavvufî unsurlar, sanki
Kur’ân’ın sırlarıyla kendinden geçen bir velî olarak bölgede İslâm’a rasyonel ve realist bir zemin teşkil
takdim eden73 Mevlânâ, Mâturîdî’yi sûfî bir çehreye etmek için yavaş yavaş geri çekilir. Bu nedenlerle, o
büründürür, onu vahdet-i vücûd düşüncesine hasret devirdeki mistisizme Mâturîdî’den gelmek gerek-
duyan bir mutasavvıf olarak gündeme getirir.74 Gö- tiği gibi, Mâturîdî’ye de aynı devirdeki mistisizm-
rüleceği üzere Türkistan coğrafyasında akranları ve den gitmek gerekir.78 Nitekim kendisi Kitâbu’t-tev-
halefleri tarafından sûfî bir portreye büründürülen hîd’de79 bir taraftan panteistvari bir mâhiyete sahip
Mâturîdî, Mevlânâ’nın şahsında çok iyi görüleceği olan İslâm öncesi inanç ve pratiklere80 cevap vermek
üzere Anadolu ikliminde de bu özelliğini muhafaza üzere Tanrı’nın tenzihi boyutunu öne çıkarır. Diğer
etmeye devam eder. Hanefîliğe meftûn olan Selçuklu taraftan her şeye İlâhî bir mahiyet veren insanların
asırlarında Mevlânâ’nın Mâturîdî’den bahsetmesi İslâm’ı kendi tecrübelerine ve idrak seviyelerine uy-
onun Selçuklu gündemine en üst seviyeden girdiğini gun olarak benimseleri için teşbîhî boyuttan vazgeç-
gösterir. Fakat döneme hâkim olan Gazzâlî’dir. Bu- mez. Buna göre akıllar, kendilerini aşıp ihâta etmekte
nun nedenleri bellidir. Geçiş devrinde vücûd bulan âciz kaldıkları hususlarda ancak istidlâlde buluna-
İslâm tasavvuru şifâhî ve bir tarafıyla da kitâbî çer- bildikleri için zarûrî olarak tevhîd kavramının baş-
çevede tamamen mistik bir istikamet ve muhtevâya langıcı teşbîh, nihâyeti ise tevhîddir. Bu med cezirli
sahip olduğu için Müslümanlaşma sürecinde tasav- tavrın bir başka örneği de şudur: Dünyayı hor-hakir
vuftan bahsetmek esasında doğrudan İslâm’dan bah- gören tavra karşı çıkan81 Mâturîdî, şefâatin hayatını
setmekle eşdeğerdir. Keşfin temin ettiği bilginin objek- idrak ettiği devre hâkim olan mistik anlayışa uygun
tif geçerliliğini sorgulayarak yaşadığı devre kafa tutar bir açıklamasını yapar. Buna göre cezâ ya da nefreti
gibi görünen75 Mâturîdî, bölgenin İslâm tasavvurunu gerekli kılan bir fiil işleyen kimse, Allah’ın kendile-
yansıtabilecek nitelikteki klasiklerde Mâverâünnehir rinden râzı olduğu sâlih kullar vasıtasıyla affedilir.82

697
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Mücerret bir Müslüman gibi düşünen ve yaşayan yer alırlar. Selçuklu İslâm tasavvuru bunlar üzerin-
Mâturîdî ile kıyaslandığında düşüncelerini daha en den ayrı ayrı ancak son noktada birbirini bütün-
baştan devrin aradığı mütefekkir sıfatıyla tasavvufa leyen perspektiflere açılır. Horasan havzasında Şa-
paralel olarak inşâ eden Gazzâlî muhayyeleye hitap fiîliği ve Eş’arîliği gözden kaçırmayan bir siyasetin
etmesini de bilir. Osmanlıların ifadesiyle “cümle ilim- takipçisi olur. Aynı manzara Osmanlı asırlarında da
lerün eyüsi ilm-i tasavvuftur” hükmünü veren83 Gaz- hükmünü yürütür. Genel vasıflarıyla geçmişin bir
zâlî, İbn Teymiyye’nin ifadesiyle filozof mutasavvıf- devamı olan fakat hususi çizgileriyle oradan ayrılan
ların şeyhidir. Felsefeyi rûhu tatmin etmede yetersiz Osmanlı kelâmı, nassları Hanefî-Mâturîdî ve Eş‘arî
bulan ve sûfî tecrübeyi peygamberlik tecrübesinin bir perspektife dayalı olarak yorumlayan itikâdî bir
bir alt merhalesi olarak gören Gazzâlî, kelami ve fel- zeminde harekete geçer. Osmanlı düşünce dünyasına
sefi birikimi sayesinde tasavvufun bir üst aşamasına kelâmî çerçevede istikâmet veren düşünürler, Ha-
yükselir; Selçuklu İslâm tasavvuruna vahdet-i vü- nefî-Mâturîdî bir çizgiye mensup olmalarına rağmen
cûdun kapılarını açar, vahdet-i vücûd vadisinde İb- özellikle Gazzâlî-Râzî etrafında eser veren, fikir imâl
nü’l-Arabî’yi müjdeler. Mişkât’ta bu durum çok ba- eden kelâmcılardan da müstağnî kalmazlar. Buradaki
rizdir: Gerçek mevcûd Allah’tır. Mecaz çukurundan münasebetler karşılıklıdır: Teftâzânî örneğinde çok
hakikatin ilk basamağına yükselen ârifler varlıkta Al- iyi görüleceği üzere Şâfî-Eş‘arî hatta hayatlarını idrâk
lah’tan başka bir şey olmadığını görürler.84 Allahu ek- edenler,87 Hanefî-Mâturîdî yapıdaki eserlere şerh ve
ber sözünü O’nu başkasından büyük olma anlamında hâşiye yazma, hatta zaman zaman onların görüşle-
açıklamak doğru değildir. Çünkü Allah’tan başka rini benimseme ihtiyacı hissederken; Hanefî-Mâturîdî
varlık yoktur ki ondan büyük olsun.85 Osmanlılara müellifler de Eş‘arî yapının felsefî boyutunu dikkate
göre vahdet-i vücûd dairesindeki sözleri tevîl edip alarak hareket etme lüzûmu duyarlar. Osmanlı şâ-
şeriata uygun hâle getiren mütefekkir klasik dönem rihlerinden Mevlânâ Şemseddîn Ahmed b. Mûsâ/
Türk düşüncesinin Hazret-i Peygamber’den sonra en Hayâlî hem hocası Molla Hızır Beg’in Mâturîdî gele-
büyük pâyeyi verdiği Gazzâlî’dir. Bu manzarayı ta- neği aktüelleştiren Nazmu’l-Akâid isimli eserini şerh
mamlayan bir başka husus da şudur: Gazzâlî siyasî eder hem de Hanefî bir metin üzerinden Eş‘arî zihni-
iradenin doğrudan himâyesine mazhar olur, devamlı yeti hâkim kılmaya çalışan Şerh-i Akâid’e hâşiye ya-
olarak aktüelliğini muhafaza edecek bir hat oluştu- zar.88 Eş‘arîliği rasyonalize etme noktasındaki gayret-
rur. Nizâmü’l-mülk’ün Hanefîlik-Şafiilik sarkacında leri malûm olan Hanefî-Nakşî Cürcânî’nin medrese
denge arayan tavrı, en mükemmel ifadesini, Hanefî- zihniyetine yön vermesi bir başka müşahhas örnek-
liği resmen benimseyen bir devlette resmî ulemâ pâ- tir.89 Bütün bu mütefekkirlerin şahsında âdetâ Eş‘arî
yesi alan Gazzâlî’de bulur.86 ve Mâturîdî gelenek birbiri içinde eriyerek, yekdiğe-
rini tamamlar. Her iki zümre birbirinin uzviyetinde
Sonuç
âdetâ gizli ve ikinci bir nabız gibi vurur. Muhamme-
Türk entelektüel geleneği devamlı olarak idrak ve diyye müellifi Yazıcı-zâde, İslâm’ın şartları etrafında
ihata edilen zaman ve zemini taşıyabilecek kudrette döndüğü zaman Hanefî-Mâturîdî yapıyı aktüelleştirir.
mütefekkirler meydana çıkarır. Günün hâdisesi olan Nazarî meselelere intikal ettiğinde İbnü’l-Arabî gü-
her düşünür, fikrî hayatı yaşadığı zamana göre yeni- zergâhından hareket eder. Türk tasavvuf düşüncesi-
ler, Sünnî dünya görüşünün standartlarını tahkim ve nin ahlâkî neticelerine intikal ettiğinde ise Gazzâlî’yi
takviye eder. Bu zâviyeden bakıldığında Gazzâlî’nin takip eder. Mensûbu olduğu Hanefî mezhebini mez-
öne çıkması Mâturîdî’nin geriye itilmesi manasına heplerin en şereflisi olarak gördüğünü özellikle be-
gelmez. Aksine selef-halef ilişkisi içinde bu mücade- lirten90 Taşköprî-zâde, Hanefî-Mâturîdî bir zeminde
leyi sürdürme gayreti olarak görülebilir. Söz konusu Eş‘arî güzergâha doğru girer. Meâlim’de her ne ka-
vaziyet Selçuklu’da böyle olduğu gibi Osmanlı’da da dar Fahreddîn-i Râzî, Teftâzânî ve Îcî üzerinden ge-
böyledir. Bir başka ifadeyle Osmanlı Türklerinin İs- len Eş‘arî ekol istikâmetinde hareket eder gibi görünse
lâm tasavvuru da Selçuklu Türklerinde olduğu gibi de dikkatli bir tahlil, müellifin bu hat etrafında or-
Hanefîliğin çizdiği çerçeve üzerine kuruludur. Her taya çıkan verileri bir taraftan benimsediğini bir ta-
şey oradan başlayarak genişler. Bir tarafta Hanefî raftan tenkide tabi tuttuğunu gösterir. O esas olarak
olan Selçuklu hükümdarları ve Mevlânâ gibi müte- Îcî, Cürcânî ve Teftâzânî üzerinden Meâlim’i inşâ
fekkirler; diğer tarafta Şafiîliğe nispet edilen Gazzâlî, eder. Bu üç isim Eş‘arî olduğuna göre güzergâh bel-
Nizâmü’l-mülk, Kuşeyrî ve Cüveynî gibi düşünürler lidir. Fakat gözden kaçırılmaması gereken bir başka

698
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

gerçek de şudur: İtikâden Eş‘arî olan Cürcânî amelde Klasik dönemdeki manzara budur. Modernleşme
Hanefî,91 meşreben de Nakşî’dir. Teftâzânî’nin Şerh-i döneminde ise Mâturîdî’nin şahsî ve fikrî portresi
Akâid’de şerhe esas aldığı metnin müellifi Ömer Ne- dînî sahada savunulan düşüncelere paralel bir se-
sefî, Mâturîdî olduğu gibi Taşköprî-zâde’nin kendisi yir alır. Mâturîdî üzerinden târihî tecrübenin güne
de Hanefî ve Nakşî’dir. Bu zeminden hareket edildi- cevap vermediği düşünülen tarafları tasfiye edilir.
ğinde Taşköprî-zâde’nin Eş‘arîlikle Hanefî-Mâturîdî Mâturîdî hayatını idrak ettiği devirde İslâm öncesi
çizgiyi telif eden ve yalnızca belirli bir güzergâhta seyr inançları temizlerken, modern dönemde onun va-
eden akışa mağlup olmayan bir telif tarzı olduğu söy- sıtasıyla Türk-İslâm tasavvurunun karakterini ta-
lenebilir. Bu bakımdan Taşköprî-zâde Meâlim’de Ehl-i yin eden unsurlar tasfiye edilir. Modernleşme döne-
Sünnet’i ne Eş‘arîliğe ne de Mâturîdîliğe ircâ eder.92 O minde Mâturîdî’yi aktüel hâle getirmeye çalışanlar
iman93 ve teklifi mâlâ yutak94 gibi hususlarda Mâturîdî tarihî tecrübeyi ciddiye ve dikkate almayan bir pers-
bir perspektifi esas alırken kesble ilgili görüşlerinin pektifi harekete geçirir, onun fikirlerini asırlara mâl
bir kısmında95 ve diğer bazı hususlarda da Eş‘arîle- eden geleneği inkâr eder, böylece fikirlerini ispat eder-
rin bakış açısı ile aynîleşir, kendisini bağladığı fikir ken sık sık tarihî birikime sığınan Mâturîdî’nin tavrı
silsilesini sonuna kadar götürür. el-Meâlim müellifi ortadan kaldırılır. Kitâbu’t-Tevhîd müellifi mensûbu
nübüvvetin terkini kabîh gören Mâturîdîleri, nübü- olunan dünya görüşü zaviyesinden ele alınır, devrin
vveti Allah’a vâcib kılan Mu‘tezile ile zorunlu kılan ihtiyaç duyduğu hususlara cevap veren bir karakter
filozofların yanına yerleştirir.96 Böylece Eş‘arî görüş sergiler. Selefî bir damarı harekete geçirmekten baş-
zâviyesini daha geniş ufukları kavrayabilecek şekilde layarak liberalizmle laikliğe zemin teşkil edecek bir
genişletir ve Hanefî-Mâturîdî geleneğe geri döner. Sel- noktada onun fikrî yapısı türlü türlü tecellîlerle karşı
çuklu’da olduğu gibi Osmanlı’da da Ehl-i Sünnet’i karşıya gelir. Bu bakımdan modern Türk düşüncesi,
Hanefî-Mâturîdî gelenekle Şâfî-Eş‘arî gelenek çerçe- Mâturîdî etrafında yaptığı değerlendirmelerle Cev-
veler. Bir başka ifadeyle itikâdi çerçevede Sünnîlik det Paşa’nın bıraktığı yerdedir.
genel itibariyle Mâturîdîlik ve Eş‘arîlik şeklinde çift
cepheli bir manzaraya sahiptir,97 bununla beraber za- Cevdet Paşa’yı Türk entelektüel geleneğinin mezar taşı
man zaman hususî bir mâhiyet kazanarak Ebû Hânîfe olarak görürsek klasik yaklaşım biçimi modernleşme
mezhebi olarak görülen Mâturîdîlikle aynîleştirilir.98 devrinde de hükmünü yürütür. Paşa’nın şahsında çok
Dört mezhep içinde en gerçek ve hakîkate en uygun iyi görüleceği üzere klasik dönemde olduğu gibi mo-
mezhep olarak görülen99 Hanefîlikten ayrılmanın dernleşme devrinde de Müslümanlık, Türklerin İs-
bir bedeli olduğu sürekli gündemde tutulur. Hâliyle lâmlaştığı asırlardan beri yürürlükte olan Hanefî ve
Mâturîdî’den de vazgeçilmez.100 Bu manzara öteden Mâturîdî mezhebi ekseninde döner. En büyük mü-
beri hükmünü yürütür. Mâverâünnehir’in İslâmlaş- verrihimiz olarak selâmlanan Cevdet Paşa Vehhâbî-
tığı süreçte Ebû Hanîfe’nin görüşleri, Mâturîdî tara- lerle hesaplaşarak Mâturîdî’yi öne çıkarırken Seyyid
fından yeniden aktüel hale getirilerek sistematik bir Beg, Vehhâbî-meşreb bir İslâm yorumuna sığına-
temele oturtulur, Hanefîlik bölgede Mâturîdîler ara- rak Mâturîdî’yi gündeme getirir. Mâturîdî’ye dönen
cılığıyla kökleşir. Tarihî tecrübede aktüelliğini hiçbir Seyyid Bey İbn Teymiyye’ye de döner, Vehhâbîlerle
zaman yitirmeyen Hanefî-Mâturîdî tâbiri101 tam ola- Mâturîdîleri birbirlerinin yanı başına yerleştirerek
rak bu gerçeği ifade eder. Bu zâviyeden bakıldığında savunur. Vehhabiliğin Mâturîdîlik ve Eş’arîlik gibi
Türklerin İslâmlaşması Hanefîleşme yahut Mâturî- Sünnîliği temsil ettiğini vurgulayan106Yusuf Ziya
dîleşme dolayısıyla da Sünnîleşme şeklinde cereyan Yörükan Alevîliğin hemen yanı başına yerleştirdiği
eder. Osmanlı asırlarında da Mâturîdî önceki zaman- Mâturîdîliğin Türk muakelesinden süzüldüğünü vur-
lara uygun olarak Ebû Hanîfe ile irtibatı üzerinden gular. Batı’dan başlayarak Mu’tezile’nin ve filozofla-
ele alınır. Hanefîlik içinde hususi yer, Mâturîdî’ye ve- rın rasyonalist geleneğinden İmâm Gazzâlî, Mâturîdî
rilir.102 Hayâlî doğrudan Mâturîdî ifadesini kullanır, ve özellikle de İbn Teymiyye’ye uzanan bir yelpazede
Hâdimî Hanefî-Mâturîdî terkibini tercih eder.103 Mıs- fikir imâl eden Muhammed Abduh da hem modern
rî-i Niyazî’ye benzer şekilde Şeyhülislâm Kemâl Pa- selefîlikte Mâturîdî’nin oturduğu yere tercüman olur,
şa-zâde de Müslümanlığı Hanefî-Mâturîdî gelenekle hem de söz konusu tavrı bizzat kendi düşünce çizgi-
özdeşleştirir.104 Böylece Türk-İslâm tasavvurunun te- sinde ortaya koyar. Muhammed Abduh’un düşünce
şekkül ettiği devirden başlayarak Hanefî-Mâturîdî yapısında Mâturîdî’ye ait düşünceler Mu’tezile ve
çizgide kendisini bulduğu bir kez daha tesciller.105 İbn Sînâ ile yoğrularak başka bir kültür havzasının

699
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

malı haline gelir, şartlara paralel olarak vurgular da Türklerin İslâm tasavvurunun kitabî cephesini inşâ
değişir. Abduh bir taraftan Türkler’in İslâm dünya- edenlerden biri olan İmâm Mâturîdî’yi selef ulemâsı
sına istikamet verir bir merhaleye intikal ettikten arasında zikretmek suretiyle, onu dönülmesi gereken
sonra İslâm’ın rûhuna nüfûz edemedikleri için, ak- bir ufuk olarak kabul eder. Nitekim Mustafa Sabri’ye
lın serbest bir şekilde kullanılmasına engel olduk- göre Muhammed Abduh’un tavrı Mâturîdî mezhe-
larını ve böylece de taklidin yaygınlaşmasına sebep bine hamledilemez.108Modern dönem İslâm düşün-
olduklarını söyler.107 Diğer taraftan da İslâm’ın ras- cesinde Mâturîdî’ye dönüşle Mutezile’ye dönüş ara-
yonel bir yorumunu yapmak için İslâm’ı tam olarak sında mâhiyet farkı yoktur. Her iki ekole de aynı vazife
idrâk etme yeteneğinden mahrûm olarak gördüğü yüklenir. Bunlar fonksiyonel olarak aynîleştirilir.109

Dipnotlar
1 Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, nşr. B. Topaloğlu-M. Aruçî, Ankara 2003, s. 66-67.
2 İbn Sînâ, eş-Şifâ: el-İlâhiyyât, nşr. İ Madkour, thk. Georges C.Anawati- Saîd Zâyed, [y.y., t.y.], s. 439.
3 Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 156.
4 Fahreddîn-i Râzî, Şerhü’l-İşârât, Kâhire 1325, s. 106.
5 İbn Sînâ, er-Risâletü’l-Arşiyye, thk. İbrâhim Hilâl, Kâhire 1980, s. 23.
6 Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 78.
7 a. g. e., s. 17.
8 a. g. e., s. 272-285; a. mlf., Te’vilâtü’l-Kur’ân, Hacı Selim Ağa Ktp. No: 40, vr. 24b, 36a, 888b, 327b, 410a; Yavuz Sultan
Selim’in Şah İsmail’e gönderdiği mektupta da Allah her ne kadar yapmak zorunda değilse de hikmete uygun olanı yapan
ve hükmü sonsuz olandır. bkz. Fatih M. Şeker, Osmanlı İslâm Tasavvuru, İstanbul Dergâh Yayınları 2013, s. 267.
9 Gazzâlî, Kânûnü’t-Te’vîl, Kâhire 1359/1940, s. 9.
10 a. g. e., s. 10-11.
11 a. mlf., el-İktisâd fi’l-İ‘tikâd, nşr. İ. A. Çubukçu- H. Atay, Ankara 1962, s. 2.
12 M. Said Şeyh “Gazzâlî”, çev. heyet, İslâm Düşüncesi Tarihi içinde, İstanbul 1990, s. 207.
13 Fârâbî, İhsa’ul Ulûm, nşr. Osman Emin, Mısır 1931, s. 72-75.
14 Gazzâlî, Meâricü’l-Kuds fî Medârici Ma‘rifeti’n-Nefs, Beyrut 1988, s. 73-74.
15 Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 16.
16 a. g. e., s. 31.
17 a. g. e., s. 45.
18 a. g. e., s. 85.
19 a. g. e., s. 67-68.
20 Gazzâlî, Kitâb-ı Kimyâ-yı Saâdet, Tahran 1352, s. 54; Kimyâ-yı Saâdet, trc. A. Faruk Meyan, İstanbul 1974, s. 54.
21 a. mlf., Kitâbu’l-Madnûni’s-Sağîr (el-Madnûn bih alâ Ehlih), Mısır 1891, s. 9-10.
22 a. g. e., s. 19.
23 a. mlf., Mişkatü’l-Envâr ve Mısfatü’l-Esrâr, thk. A. İ. Seyrevan, Beyrut 1986, s. 153.
24 a.mlf., Kitâbu’l-Madnûn bih alâ Gayri Ehlih (el-Madnûnü’l-Kebîr), s. 5-6.
25 a.mlf., Meâricü’l-Kuds fî Medârici Ma‘rifeti’n-Nefs, s. 32.
26 a.mlf., Kitâb-ı Kimyâ-yı Saâdet, s. 41; Kimyâ-yı Saâdet, s. 43.
27 Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 224-225.
28 a.g.e., s. 226.
29 Gazzâlî, Tehâfütü’l-Felâsife, thk. Süleyman Dünya, Kahire [t.y.], s. 134.
30 Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 32.
31 a.g.e., s. 47-48.
32 a.g. e., s. 49.
33 a.g.e., s.51.
34 a.g.e., s.52-53.
35 a.g.e., s.53.
36 a.g.e., s.50.
37 a.g.e., s.50.
38 Gazzâlî, Tehâfütü’l-Felâsife, s.75.
39 a.g.e., s.74.
40 a.g.e., s.110.
41 a.g.e., s.77.
42 a.g.e., s.78-79.
43 a.g.e., s.96.

700
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

44 a.g.e., s.96.
45 a.g.e., s.97.
46 a.g.e., s.120.
47 a.g.e., s.121.
48 a.g.e., s.123-124.
49 a.g.e., s.129-130.
50 Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s.376.
51 Gazzâlî, Tehâfütü’l-Felâsife, s.132.
52 Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 142-143.
53 a.g.e., s. 374.
54 Gazzâlî, Tehâfütü’l-Felâsife, s. 222.
55 a.g.e., s. 225.
56 Frank Griffel, Gazzâlî’nin Felsefî Kelâmı, çev. M.F.Kılıç-İ.H.Üçer, İstanbul 2012, s. 243, 292-294.
57 a. mlf., “el-Gazâlî’nin, İbn Sînâ’nın Nedensellik Hakkındaki Görüslerini Benimsemesi ve İslam’da Bilimin Gelişimi”, çev.
F. Terkan, Uluslararası İbn Sînâ Sempozyumu Bildiriler (22-24 Mayıs 2008 İstanbul), Mart 2009, II, 120-126.
58 Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 271.
59 Aristo’ya göre de zorunlulukla yapılan bir fiil, eğer zorunluluk dışarıdan bir şeyden değil de insanın kendi içinden gelmiş-
se ihtiyarî olarak vasıflanabilir. Wolfson, Kelâm Felsefeleri: Müslüman-Hristiyan-Yahudi Kelâmı, çev. K. Turhan, İstanbul
2001, s. 564.
60 Türk-İslâm tasavvurunun teşekkül ettiği devrin dünya görüşünü Mâtürîdî ile beraber sistematize eden mütefekkirlerden
biri olan Ebû Seleme’ye göre kulun özgür olduğu bizzât kulun kendisi tarafından idrâk edilebilecek bir yöne sahiptir. Her
akıl sahibi, kendiliğinden, hür irâdeye sahip bir fâil olduğunu, mecbûr olmadığını, zorlama altında bulunmadığını bilir.
Ebû Seleme Muhammed b. Muhammed es-Semerkandî, Cümelü Usûli’d-Dîn, Ebû Seleme es-Semerkandi ve Akaid Risâlesi
içinde, haz. A. S. Kılavuz, İstanbul 1989, s. 59-60.
61 Kemâl Paşa-zâde, “Fi’l-Cebr ve’l-Kader”, Resâil-i İbn Kemâl I içinde, nâşiri: Ahmed Cevdet, Dârü’l-Hilâfeti’l-Aliyye 1316,
s. 179.
62 Mâtürîdî yaşadığı devirde mahkûm etmek istediği Mu‘tezîlî zümreleri Mecûsîlîğe yani İslâm’dan evvelki devre ircâ ederek
yahut da o zeminden kalkarak mahkûm ederken modern araştırmacılar İslâm’dan evvelki devri vahdaniyetçi bir karak-
tere sahip olarak görürler. Kaşgarlı Mahmud’un paganist hükmünü vermekte bir beis görmediği dönemi tek tanrıcı hâle
getirirler.
63 Osmanlı mütefekkirleri de Mâtürîdî gelenek istikâmetinde hareket ederek Mu‘tezile’yi de fiili yaratmada insanı Allah’a or-
tak kılması nedeniyle, hayır ve şer şeklinde iki İlâhın varlığına kail olan Mecûsîlerle özdeşleştirir. Taşköprî-zâde, el-Meâ-
lim fî İlmi’l-Kelâm, Beyazıt Kütüphanesi, Veliyüddin Efendi, nr. 2149, vr. 111a; Kemâl Paşa-zâde, “Fi’l-Cebr ve’l-Kader”, s.
183; Terceme-i Mukaddime-i İbn Haldûn, trc. Cevdet Paşa, İstanbul 1277, s. 75, 68.
64 Gazzâlî, Fedâihu’l-Bâtıniyye, thk. Abdurrahman Bedevi, Kâhire 1964, s. 34.
65 Hz. Mevlânâ’nın Rubâileri, haz. Ş. Can, Konya 2005, II, 175.
66 Nizâmü’l-Mülk, Siyerü’l-Mülûk, Tahran 1372, s. 215.
67 Bu konuda daha etraflı bilgi ve değerlendirme için Selçuklu Türklerinin İslâm Tasavvuru başlıklı etüdümüze bakılabilir.
68 Ebu’l-Muîn en-Nesefî, Tabsıratü’l-Edille, thk. H. Atay, Ankara 2004, II, 436-441, 449, 460, 480, 484; Ebû’l-Yüsr el-Pezdevî,
Usûlü’d-Dîn, nşr. H. P. Linss, Kahire 1963, s. 187.
69 Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ, Dersaâdet 1331, I, 413.
70 Ebu’l-Muîn en-Nesefî, Tabsırâtü’l-Edille, I, 437-441.
71 Gazzâlî’nin görmezden gelinen bu cephesini ifşâ eden ifadeler için bkz. Fedâihu’l-Bâtıniyye, s. 182-183.
72 Ahmed Eflâkî, Menâkıbü’l-Ârifîn, yay. T. Yazıcı, Ankara TTK, I, 1976I, 150, 559; Âriflerin Menkıbeleri, çev. T. Yazıcı,
İstanbul 1995, I, 327; II, 132.
73 Menâkıbü’l-Ârifîn, I, 410; Âriflerin Menkıbeleri, I, 630-631.
74 Menâkıbü’l-Ârifîn, I, 398; Âriflerin Menkıbeleri, I, 617.
75 Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 6,11, 234-235; Ebu’l-Muîn en-Nesefî, Tabsıratü’l-Edille, I, 24, 34-35; Pezdevî, Usûlü’d-Dîn, s. 8.
76 Kelâbâzî, Taarruf, haz. S. Uludağ, İstanbul 1992, s. 61-125.
77 Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 17.
78 bkz. Fatih M. Şeker, İslâmlaşma Sürecinde Türklerin İslâm Tasavvuru, Ankara Türkiye Diyanet Vakfı 2010, s. 364.
79 Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 67.
80 Kaşgarlı Mahmûd, Divânü Lugâti’t-Türk, nşr. Kilisli Muallim Rifat Bilge, Darü’l-Hilâfeti’l- Aliyye, 1333-1335, III, 279;
Fatih M. Şeker, Türk Düşünce Tarihi Açısından Kutadgu Bilig, İstanbul Dergâh Yayınları 2011, s. 149-150.
81 el-Keşşî, Ahmed b. Mûsâ, Mecmû’u’l-Havâdis ve’n-Nevâzil, Süleymaniye, Yeni Cami, No: 547, vr. 308a, 314b..
82 Mâtürîdî, Te’vilât, vr. 468 b; a. mlf., Kitâbü’t-Tevhîd, s. 587-590.
83 Fatih M. Şeker, Osmanlı İslâm Tasavvuru, s. 38.
84 Gazzâlî, Mişkatü’l-Envâr ve Mısfatü’l-Esrâr, s. 137.

701
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

85 a.g.e., s.138; Osmanlılar Kemâl Paşa-zâde başta olmak üzere İsmail Gelenbevî, Ferit Kam ve Mustafa Sabri Efendi vah-
det-i vücûd düşüncesini Gazzâlî’nin bu sözüyle başlatırlar.
86 Geniş bilgi için bkz. Fatih M. Şeker, Selçuklu Türklerinin İslâm Tasavvuru, İstanbul Dergâh Yayınları 2011, s. 525-528.
87 Ömer Nasuhi Bilmen’e göre Teftâzânî Hanefî’dir. bkz. Hukuk-i İslâmiyye ve Istilâhât-ı Fıkhiyye Kamusu, İstanbul 1967, I,
448.
88 Taşköprî-zâde, eş-Şakâiku’n-Nu‘mâniyye fî Ulemâi’d-Devleti’l-Osmaniyye, thk. A. S. Furat, İstanbul 1405/1985, s. 141.
89 Cürcânî, Şerhu’l-Mevâkıf, Kâhire 1325, I, 15.
90 Taşköprî-zâde Ahmed Efendi, Mevzûâtü’l-Ulûm, çev. Kemâleddin Mehmed Efendi, Dersaâdet 1313, I, 643, 649; Kâtip
Çelebi, Keşfü’z-Zunûn, Dersaâdet 1310, II, 202.
91 Taşköprî-zâde, Mevzûâtü’l-Ulûm, I, 236.
92 Ayrıca bkz.: Kestellî, Hâşiyetü’l-Kestellî alâ Şerhi’l-Akâid, İstanbul 1308, s. 17.
93 Taşköprî-zâde, Mevzûâtü’l-Ulûm, I, 602; a. mlf., el-Meâlim, vr. 134a, 139a.
94 a.g.e, vr.112b.
95 a.g.e, vr.108b- 111a.
96 a.g e., vr.116b.
97 Teftâzânî, Şerhu’l-Mekâsıd, Beyrut 1998, V, 231-232; Hayâlî, Hâşiye alâ Şerhi’l-Akâidi’n-Nesefî, İstanbul 1279, s.8; Bursevî,
Şerhu’l-Muhammediyye: Ferahu’r-Rûh, İstanbul 1257, II, 138, 394; Kâdı-zâde Ahmed b. Muhammed Emîn, Şerh-i Birgivî
li-Kâdı-zâde: Cevhere-i Behiyye-i Ahmediyye fî Şerhi’l-Vasiyyeti’l-Muhammediyye, İstanbul 1290, s.123; Kadı-zâde Ahmed
b. Muhammed Emîn, Ferâidü’l-Fevâid fî Beyâni’l-Akâid, s.10; Hâdimî, Berîkatü Mahmûdiyye fî Şerhi Tarîkati Muham-
mediyye ve Şeriati Nebeviyye fi Sîreti Ahmediyye, İstanbul 1318, I, 103, 125; Niyazî-i Mısrî Hazretlerinin Sual ve Cevaba
Dair Risâlesi, İstanbul 1289, s.4; Mütercim Âsım Efendi, Merahu’l-Meâlî fî Şerhi’l-Emâlî, İstanbul 1304, s.15; Gelenbevî,
Hâşiye li-İsmail el-Gelenbevî ale’l-Celâl mine’l-Akâid: Hâşiye alâ Şerhi’l-Celâl, İstanbul 1307, s.26; Cevdet Paşa, Terceme-i
Mukaddime-i İbn Haldûn, s.69-70.
98 Hayâlî, Hâşiye alâ Şerhi’l-Akâid, s.76-77; Niyazî-i Mısrî Hazretlerinin Sual ve Cevaba Dair Risâlesi, s.4; Şerh-i Birgivî li-Kâ-
di-zâde, s.27-28; Hâdimî, Berîkatü Mahmûdiyye fî Şerhi Tarîkati Muhammediyye, I, 12; Akkirmânî, Risâle-i Akâid li-Ak-
kirmânî, İstanbul [ty.], s.115, 123-124; Gelenbevî, Hâşiye alâ Şerhi’l-Celâl, Dersaâdet 1326, I, 248; Dâvûd b. Muhammed
el-Karsî el-Hanefî, Şerhu’l-Kasîdeti’n-Nûniyye, İstanbul 1318, s.55-58; Cevdet Paşa, Terceme-i Mukaddime-i İbn Haldûn,
s.69-70; a. mlf., Kısas-ı Enbiyâ, II, 498; İlm-i Kelâmdan Akâid-i Adudiyye Şerhi Celâl Tercümesi, trc. Serbest-zâde Ahmed
Hamdi, Trabzon 1311, s.33, 35-36; Sırrı, Şerh-i Akâid Tercemesi (Mukaddime), Rusçuk 1292, s.50.
99 Taşköprî-zâde Ahmed Efendi, Mevzûâtü’l-Ulûm, I, 643, 649; Kâtip Çelebi, Keşfü’z-Zunûn, II, 202.
100 Geleneğe göre Mâtürîdî tefsirinin (Te’vîlâtü Ehli’s-Sünne) muâdili yoktur. Katib Çelebi, Keşfü’z-Zunûn, I, 243.
101 Bu zemin ve çerçeveye yerleştirilebilecek değerlendirmeler için bkz. Ebu’l-Yüsr el-Pezdevî, Usûlü’d-Dîn, s.70; Beyâzî,
İşârâtü’l-Merâm min İbârâti’l-İmâm, nşr. Yûsuf Abdürrezzâk, Kâhire 1369/1949, s.56; İbn Teymiyye, Mecmûu Fetâva:
Kitâbü’l-İman, Riyad 1991, VII, 510; Manastırlı İsmail Hakkı, Mevahibü’r-Rahmân fi Menâkıbi Ebî Hanîfe en-Nu’mân:
Mevâhibü’r-Rahmân fî Menâkıbi’n-Nu’mân, Dersaâdet 1310, s.14; Hacı Reşid Paşa, Hazreti İmam A’zam’ın Siyasî Tercü-
me-i Hâli, İstanbul 1328, s.3.
102 Kemâl Paşa-zâde, Risâletü’l-İhtilaf Beyne’l-Eşâira ve’l-Mâturîdiyye, Sunnitishce Theologie in Osmanischer Zeit, thk. E. B.,
Würzburg 2008, s.20; Kestellî, Hâşiyetü’l-Kestellî alâ Şerhi’l-Akâid, s. 17; Mütercim Âsım Efendi, Merahu’l-Meâlî fî Şer-
hi’l-Emâlî, s. 15; Serbest-zâde’nin şahsî görüşü de bu yöndedir. İlm-i Kelâmdan Akâid-i Adudiyye Şerhi Celâl Tercümesi,
s.33.
103 Hâdimî, Berîkatü Mahmûdiyye fî Şerhi Tarîkati Muhammediyye, I, 12.
104 Kemâl Paşa-zâde, “Fi’l-Cebr ve’l-Kader”, s.179.
105 Mâtürîdî’nin Osmanlı’daki yeriyle alakalı olarak Osmanlı İslâm Tasavvuru başlıklı etüdümüze bakılabilir.
106 Yusuf Ziya Yörükan, “İslâm Akâid Sisteminde Gelişmeler ve İmam-ı Azam Ebu Hanife”, İlahiyat Fakültesi Dergisi, yıl:
1952, sayı: IV, s.87.
107 Abduh, el-İslâm ve’n-Nasrâniyye, Mısır 1327, s.134.
108 Mustafa Sabri, Mevkıfü’l-Beşer Tahte Sultâni’l-Kader, Kâhire 1352, s. 41, krş. s.164.
109 Modern Türk düşüncesinde Mâtürîdî’ye verilen rolle alakalı olarak bkz. Fatih M. Şeker, “Türk Müslümanlığı Fikriyâtı ve
Mâtürîdî Algısının Dönüşümü”, Türk Dînî Düşüncesinin Teşekkül Devri içinde, İstanbul Dergâh Yayınları 2013, s.181-225.

Kaynakça
Abduh, Muhammed, el-İslâm ve’n-Nasrâniyye, Mısır 1327.
Ahmed Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri, çev. Tahsin Yazıcı, İstanbul 1995.
_____, Menâkıbü’l-Ârifîn, yay. T. Yazıcı, Ankara TTK1976.
Akkirmânî, Risâle-i Akâid li-Akkirmânî, İstanbul [ty.].
Beyâzî, İşârâtü’l-Merâm min İbârâti’l-İmâm, nşr. Yûsuf Abdürrezzâk, Kâhire 1369/1949.
Bilmen, Ömer Nasuhi, Hukuk-i İslâmiyye ve Istilâhât-ı Fıkhiyye Kamusu, İstanbul 1967, I, 448.

702
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Bursevî, Şerhu’l-Muhammediyye: Ferahu’r-Rûh, İstanbul 1257.


Cevdet Paşa, Terceme-i Mukaddime-i İbn Haldûn, İstanbul 1277.
_____, Kısas-ı Enbiyâ, Dersaâdet 1331.
_____, Mâlûmât-ı Nâfi’a, İstanbul ts..
Cürcânî, Seyyîd Şerîf, Şerhu’l-Mevâkıf, Kâhire 1325.
Dâvûd b. Muhammed el-Karsî el-Hanefî, Şerhu’l-Kasîdeti’n-Nûniyye, İstanbul 1318.
Ebû Seleme Muhammed b. Muhammed es-Semerkandî, Cümelü Usûli’d-Dîn, Ebû Seleme es-Semerkandi ve Akaid Risâlesi
içinde, haz. A. S. Kılavuz, İstanbul 1989.
Ebû’l-Yüsr el-Pezdevî, Usûlü’d-Dîn, nşr. H. P. Linss, Kahire 1963.
Ebu’l-Muîn en-Nesefî, Tabsıratü’l-Edille, thk. H. Atay, Ankara 2004.
el-Keşşî, Ahmed b. Mûsâ, Mecmû’u’l-Havâdis ve’n-Nevâzil, Süleymaniye, Yeni Cami, No: 547.
Fahreddîn-i Râzî, Şerhü’l-İşârât, Kâhire 1325.
Fârâbî, İhsa’ul Ulûm, nşr. Osman Emin, Mısır 1931.
Gazzâlî, Tehâfütü’l-Felâsife, thk. Süleyman Dünya, Kahire [t.y.].
_____, el-İktisâd fi’l-İ‘tikâd, nşr. İ. A. Çubukçu- H. Atay, Ankara 1962.
_____, Mişkatü’l-Envâr ve Mısfatü’l-Esrâr, thk. A. İ. Seyrevan, Beyrut 1986.
_____, Meâricü’l-Kuds fî Medârici Ma‘rifeti’n-Nefs, Beyrut 1988.
_____, Fedâihu’l-Bâtıniyye, thk. Abdurrahman Bedevi, Kâhire 1964.
_____, Kitâbu’l-Madnûn bih alâ Gayri Ehlih (el-Madnûnü’l-Kebîr), Mısır 1891.
_____, Kitâbu’l-Madnûni’s-Sağîr (el-Madnûn bih alâ Ehlih), Mısır 1891.
_____, Kânûnü’t-Te’vîl, Kâhire 1359/1940.
_____, Kimyâ-yı Saâdet, trc. A. Faruk Meyan, İstanbul 1974.
_____, Kitâb-ı Kimyâ-yı Saâdet, Tahran 1352.
Gelenbevî, Hâşiye li-İsmail el-Gelenbevî ale’l-Celâl mine’l-Akâid: Hâşiye alâ Şerhi’l-Celâl, İstanbul 1307.
Griffel, Frank, “el-Gazâlî’nin, İbn Sînâ’nın Nedensellik Hakkındaki Görüslerini Benimsemesi ve İslâm’da Bilimin Gelişimi”,
çev. F. Terkan, Uluslararası İbn Sînâ Sempozyumu Bildiriler (22-24 Mayıs 2008 İstanbul), Mart 2009.
_____, Gazzâlî’nin Felsefî Kelâmı, çev. M. F. Kılıç-İ. H. Üçer, İstanbul 2012.
Hacı Reşid Paşa, Hazreti İmam A’zam’ın Siyasî Tercüme-i Hâli, İstanbul 1328.
Hâdimî, Berîkatü Mahmûdiyye fî Şerhi Tarîkati Muhammediyye ve Şeriati Nebeviyye fi Sîreti Ahmediyye, İstanbul 1318.
Hayâlî, Hâşiye alâ Şerhi’l-Akâidi’n-Nesefî, İstanbul 1279.
İbn Sînâ, er-Risâletü’l-Arşiyye, thk. İbrâhim Hilâl, Kâhire 1980.
_____, eş-Şifâ: el-İlâhiyyât, nşr. İ Madkour, thk. Georges C.Anawati- Saîd Zâyed, [y.y., t.y.].
İbn Teymiyye, Mecmûu Fetâva: Kitâbü’l-İman, Riyad 1991.
Kâdı-zâde Ahmed b. Muhammed Emîn, Şerh-i Birgivî li-Kâdı-zâde: Cevhere-i Behiyye-i Ahmediyye fî Şerhi’l-Vasiyyeti’l-Mu-
hammediyye, İstanbul 1290.
Kaşgarlı Mahmûd, Divânü Lugâti’t-Türk, nşr. Kilisli Muallim Rifat Bilge, Darü’l-Hilâfeti’l- Aliyye, 1333-1335.
Kâtip Çelebi, Keşfü’z-Zunûn, Dersaâdet 1310.
Kelâbâzî, Taarruf, haz. S. Uludağ, İstanbul 1992.
Kemâl Paşa-zâde, Hâşiye ‘alâ Tehâfüt al-Falâsifa (Tehâfüt Hâşiyesi), çev. A. Arslan, Ankara 1987.
_____, “Fi’l-Cebr ve’l-Kader”, Resâil-i İbn Kemâl I içinde, nâşiri: Ahmed Cevdet, Dârü’l-Hilâfeti’l-Aliyye 1316.
_____, Risâletü’l-İhtilaf Beyne’l-Eşâira ve’l-Mâturîdiyye, Sunnitishce Theologie in Osmanischer Zeit, thk. E. B., Würzburg 2008.
Kestellî, Hâşiyetü’l-Kestellî alâ Şerhi’l-Akâid, İstanbul 1308.
M. Said Şeyh “Gazzâlî”, çev. heyet, İslâm Düşüncesi Tarihi içinde, İstanbul 1990.
Manastırlı İsmail Hakkı, Mevahibü’r-Rahmân fi Menâkıbi Ebî Hanîfe en-Nu’mân: Mevâhibü’r-Rahmân fî Menâkıbi’n-Nu’mân,
Dersaâdet 1310.
Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, nşr. B. Topaloğlu-M. Aruçî, Ankara 2003
_____, Te’vilâtü’l-Kur’ân, Hacı Selim Ağa Ktp. No: 40.
Mevlânâ, Hz. Mevlânâ’nın Rubâileri, haz. Ş. Can, Konya 2005.
Mustafa Sabri, Mevkıfü’l-Beşer Tahte Sultâni’l-Kader, Kâhire 1352.
Mütercim Âsım Efendi, Merahu’l-Meâlî fî Şerhi’l-Emâlî, İstanbul 1304.
Niyazî-i Mısrî, Niyazî-i Mısrî Hazretlerinin Sual ve Cevaba Dair Risâlesi, İstanbul 1289.
Nizâmü’l-Mülk, Siyerü’l-Mülûk, Tahran 1372.
Serbest-zâde Ahmed Hamdi, İlm-i Kelâmdan Akâid-i Adudiyye Şerhi Celâl Tercümesi, trc. Serbest-zâde Ahmed Hamdi, Trab-
zon 1311.
Sırrı, Şerh-i Akâid Tercemesi (Mukaddime), Rusçuk 1292.
Şeker, Fatih M., İslâmlaşma Sürecinde Türklerin İslâm Tasavvuru, Ankara Türkiye Diyanet Vakfı 2010.
_____, Selçuklu Türklerinin İslâm Tasavvuru, İstanbul Dergâh Yayınları 2011.
_____, Osmanlı İslâm Tasavvuru, İstanbul Dergâh Yayınları 2013.

703
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

_____, Türk Düşünce Tarihi Açısından Kutadgu Bilig, İstanbul Dergâh Yayınları 2011.
_____, “Türk Müslümanlığı Fikriyâtı ve Mâturîdî Algısının Dönüşümü”, Türk Dînî Düşüncesinin Teşekkül Devri içinde, İstan-
bul Dergâh Yayınları 2013.
Taşköprî-zâde Ahmed Efendi, Mevzûâtü’l-Ulûm, çev. Kemâleddin Mehmed Efendi, Dersaâdet 1313.
_____, el-Meâlim fî İlmi’l-Kelâm, Beyazıt Kütüphanesi, Veliyüddin Efendi, nr. 2149.
_____, eş-Şakâiku’n-Nu‘mâniyye fî Ulemâi’d-Devleti’l-Osmaniyye, thk. A. S. Furat, İstanbul 1405/1985.
Teftâzânî, Şerhu’l-Mekâsıd, Beyrut 1998.
Wolfson, H. Austryn, Kelâm Felsefeleri: Müslüman-Hristiyan-Yahudi Kelâmı, çev. K. Turhan, İstanbul 2001.
Yörükan, Yusuf Ziya, “İslâm Akâid Sisteminde Gelişmeler ve İmam-ı Azam Ebu Hanife”, İlahiyat Fakültesi Dergisi, yıl: 1952,
sayı: IV.

704
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Danyar ŞALKAROV
Farâbî Kazak Millî Üniversitesi Şarkiyat Fakültesi doktora öğrencisi olan
Danyar Şalkarov Mâturîdî Teolojisi ve Ana Kaynakları isimli tebliğiyle
sempozyuma katılmıştır.

Mâturîdî Teolojisi ve
Ana Kaynakları
Matürid aslında Özbekistan’ın sınırları içerisinde
bulunan Semerkand şehrinin yanındaki bir köy adı-
dır. Vasiliy Vladimiroviç Bartold 1920 yılında çık-
tığı Semerkand bölgesi seyahati hatıratlarında Ma-
türid köyünün Semerkand şehrinin kuzeybatısında
bulunduğunu dile getirmiştir. Mâturîdî’nin hayatı
hakkında bilgi veren kaynaklar çok azdır. Yaklaşık
olarak Abbasi yönetiminin zayıfladığı bir dönemde
yaşadığı bilinmektedir. O dönemde Maveraünnehir
bölgesinde bilim ve edebiyat, fen ilimleri Samani-
ler’in yönetimi altında olmuştur.
Ebu Mansur el-Mâturîdî’nin (944 y.) hangi millet-
ten olduğu konusunda da kesin bir bilgi yoktur. Ebu
Nasr al-Yadi ve Kadı Muhammed ibn Aslam al-Azdi
onun sahebeler soyundan olabileceğini öne sürmele-
rine rağmen, bazı âlimler onun yazı üslubuna baka-
rak zor bir dil kullandığını ve bunun da Arap asıllı
birisine ait olmadığını ileri sürmüşlerdir. Eserlerin-
deki ifadelerin Türkçe cümle yapısına uygun biçimde

705
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

oluşu, eser sahibinin Türkçe konuşan ve yazan Türk nitelenmesi Mutezile ekolüne bağlıdır» demiştir. Sad
asıllı bir âlime ait olduğunu kanıtlamaktadır. Yani ad-din et-Taftazani’ye göre: Horasan, Irak, Şam ve
çalışmasına bakarak ve Arap dilinin gramerini kul- diger bölgelerdeki «Ehl-i Sünnet» cemaatı Eş’âriyye
lanış biçiminden, yazarın Türk asıllı olduğunu an- ekolünden etkilenmişse, Mâturîdiyye ekolü Hane-
lamak mümkündür. [4, 52]. fiyye mezhebinden etkilenmiştir. [3, 38].
Ebu el-Muin en-Nesefî ile İbn Fazlullah el-Ömeri Ebu Mansur el-Mâturîdî’nin üstatları Ebu Nesr el-İ-
el-Mâturîdî’nin el-Eşariden çok kısa süre sonra vefat yadi, Ebu Bekr Ahmed el-Cüzcani, Muhammed ibn
ettigini ileri sürmüşlerdir. Ebu Mansur el-Mâturîdî Mukatil ar-Razi idi. Bunların ustadı ise iki imamın
Cakerdize mahallesindeki bilginlerin gömüldükleri öğrencisi Ebu Süleyman ibn Hasan el-Cuzcâni ol-
mezarlığa defnedilmiştir. Onun arkadaşı ve öğren- muştur. Ebu Suleyman iki imam diye tanınmış
cisi el-Hakim es-Semerkandi mezar başındaki taşa İmam Azam Ebu Hanifenin öğrencileri İmam Ebu
şöyle yazdırmıştır: «Bu mekân bütün hayatını ilim Yusuf ile İmam Muhammed olmuştur. Ebu Man-
yoluna sarf eden ve din ilimlerinin dünyaya yay- sur el-Mâturîdî üstadları İmam Azam Ebu Hanife-
gınlaşmasına sebep olan âlimin mezarıdır». 1920 den ulaşmış olan «El-Fıkh’ul Ekber», «El’i Vasiyye»,
yılında V.V. Bartold Semerkand şehrine geldiginde «El-Fikh’al Ebsat», «El-Alim ve Al-Mutaallim» adlı
Çakerdeza mezarlığında Ebu Mansur el-Mâturî- eserleri okuyup, İslam toplumuna onları şerh eden
dî’nin kabrini gördüğünü söylemiştir. Fakat bu me- kitapları yazdı. Bununla beraber el-Mâturîdî el-Ha-
zar Sovyet döneminde bir evin avlusuna çevrilmiş- kim as-Semerkandi, Ebu Hasan er-Rustuğfani, Ebu
tir. Ebu Mansur el-Mâturîdî’nin hayatı hakkındaki Leys el-Buhari, Ebu Muhammed Ebdulkerim ibn Ha-
en eski bilgilere Ebu el-Muin en-Nesefî’nin eserle- san el-Bezdevi gibi öğrencilerini çok iyi yetiştirerek
rinde rastlanır. Ve Fehreddin ar-Razi ile el-Kurtubi İslam toplumuna kazandıran alimdir. Bazı kaynak-
tefsirlerinden de el-Mâturîdî’nin dini görüşlerini lar Ebu Mansur el-Mâturîdî’nin türk soyundan ol-
öğrenmek mümkündür. El-Kurtubi el-Mâturîdî’ye duğunu göstermesine rağmen, bazı kaynaklar Me-
«Şeyhülislâm» demiştir. [1, 63]. dine şehrindeki Ebu Eyyüb el-Ensari ile de ilişki-
O asırlarda Nizamiyye medreselerinde Eş’ariyye ke- lendirmektedirler. [2, 29].
lamı okutulmuş ve İslam dünyasında yaygınlaşmaya Ebu Mansur el-Mâturîdî kelâm ilmiyle uğraşan
başlamıştır. Mâturîdîlik kelamı ise sadece Mavera- alimdir ve sunni ekolünün lider imamlarından bi-
ünnehir bölgesinde okutulmuştur. Ebu Mansur el- ridir. Maveraünnehr bölgesindeki Semerkand şehri-
Mâturîdî kelam, tefsir, fıkıh, mezhepler tarihi ala- nin yanındaki Matürid köyünde hicri III asırda (870
nında eserler yazmıştır. Mutezile, Kerramiye, Ra- miladi yılında)dünyaya gelmiştir. Bu asır Mutezile
fıziyye fırkalarıyla mücadele etmiştir. Ebu Mansur ekolunün gelişip, fıkıh ve hadis ilimlerine yeni fikir-
el-Mâturîdî’yi «Şeyh, imam, şeyhülislam, imam ul- lerin geldiği bir zamandır. Ebu Mansur el-Mâturî-
huda, reis ül-meşaih Semerkand, imam ul-Müte- dî’nin Nasr ibn Yahya el-Belhi’den hanefiyye, fı-
kellimin, imam ehli sünnet» diye nitelendirmiştir. kıh ve kelam dersleri aldığı bilinmektedir. Malum
Ebul-Muin en-Nesefî ise Ebu Mansur el-Mâturîdî’yi olduğu üzere Maveraünnehr bölgesi fıkıh ve Usû-
«Din ile felsefedeki önder, din ilmini ihya eden, di- lü’d-Dîn (kelam) sahasındaki birçok tartışmaların
nin hakikatından bahseden ve onları anlatan âlim» merkezi idi. Bu fıkhî tartışmalar genellikle Hanefi
demiştir. Ebu Mansur el-Mâturîdî Maveraünnehr ve Şafii mezheplerinin arasında gerçekleşiyordu.
ve digeri bölgelerdeki Türk asıllı halkların hanefi- Ebu Mansur el-Mâturîdî devri, teolojinin mantıkî,
lik esaslarını benimsemelerine büyük katkıda bu- aklî ve fikrî tartışmalarının yaşandığı bir zaman-
lunmuştur. Hatta ez-Zehebi ile es-Suyuti onun Türk dır. Alimin kelam ilmiyle ilgili kendi görüşleri olsa
asıllı olduğundan bahsetmişlerdir. da zaman zaman Eşariyye ekolünün fikirleri ile de
Ebu Mansur el-Mâturîdî’nin Kitabu’t-Tevhid’inden ittifaka gelmiştir. [6, 78].
sonra İslam dünyasındaki Mâturîdiyye ekolünün Mâturîdiyye mezhebinin ana kaynağı olarak bilinen
ikinci esas eserlerinden biri, Ebu’l-Muin en-Ne- İmam Azam Ebu Hanife’nin (767 s.) de kelam ilmi
sefî’nin yazdıgı Tebsiratü’l-Edilla’dır. İbn Fazlul- ile meşgul olduğu ve bazı meseleleri çözüme kavuş-
lah el-Ömerî ise «Mâturîdiyye ekolünün bu şekilde turmak için rivayetlere göre Basra şehrine 22 defa

706
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

sefere çıktığı söylenir. Aslında Mâturîdiyye ekolü- Osmanlı devletinin sınırları içerisindeki bölgelerin
nün oluşmasında çok etkili olan ve onun temelini çoğunluğu fıkıh ilminde hanefiyye, akide sisteminde
atan İslam dünyasının meşhur alimi İmam Azam ise Mâturîdiyye mezhebini benimsemişlerdir. Ebu
Ebu Hanife olmuştur. Onun El-Fikh el-Ekbar, El- Mansur el-Mâturîdî İmam’ı Azam Ebu Hanife’nin
Fikh el-Ebsat adlı eserleri mevcuttur. Bu eserlerinde tuttuğu yolu ihya etmeye çalışmıştır. Türkistan böl-
iman hakikatleri, Allahü teâlânı şeriat yoluyla mı, gesinde yaygın olan Maturîdiyye mezhebi, Kur’an-ı
yoksa akıl yoluyla mı tanıyıp bilmek gerekir, insa- Kerim ile sünnete en yakın, sahabeler ve tabiinlerin
nın fiili hareketleri, kaza ve kader meseleleri işlen- benimsedikleri İslam anlayışıyla aynı olan yolu takip
miştir. Irak fakih âlimlerinin üstadı İmam’ı Azam eden ekoldür. Mâturîdiyye mezhebi günümüzde de
Ebu Hanifeden geldiği rivayet edilen bu görüşleri Orta Asya bölgesinde yaygın olan, toplumun manevi
Ebu Mansur el-Mâturîdî eserlerindeki görüşlerle sorunlarına çözümler getirebilen, genel olarak ke-
karşılaştırdığımızda eserlerin araştırma usûlleri ile lam üsluplarını içeren, müslüman kavim için temel
üsluplarının aynı olduğunu görebilmekteyiz. Bu mezheplerden biri olduğu açıktır. Tarihte Mâturî-
yüzden Maveraünnehr bölgesinin âlimleri İmam diyye mezhebinin âlimleri ile asırlar içinde kaleme
Azam Ebu Hanifenin fıkıh ve akide meseleleriyle alınmış eserleri, kemiyyet ve keyfiyyet bakımından
ilgili esaslı fikirlerini kabul ederek desteklemişler- toplumu etkileyen bir ekolü oluşturmuş oldukları bi-
dir. Maveraünnehr bölgesindeki âlimleri bu görüş- linmektedir. Bu sahada Ebu Mansur el-Mâturîdînin
leri desteklemenin yanı sıra, bu görüşlere mantıkî, “Kitab et-Tevhid” eserinin de unutmamamız gere-
aklî ve naklî şerhler yazmışlardır. Ebu Mansur el- kir. Ebu Mansur el-Mâturîdî, İslam teolojisinin te-
Mâturîdî İmam Azam Ebu Hanifenin eserlerinin melini kuran ve geliştiren imamlardan biridir. Se-
aslını hocaları Ebu Nasr ibn Yahya el-Belhi ile Ebu merkand şehrinde yaşamış ve eserlerini de burada
Suleyman Hasan el-Cüzcani’lerden almıştır. Ebu Su- kaleme almıştır. O, dini görüşleriyle toplum üzerinde
leyman Hasan el-Cüzcani ise Muhammed ibn Ha- etkili olmuştur. Onun ilmî görüşleri, Orta Asya ve
san eş-Şeybani’nin tesiri altında olmuştur. Mavera- Arap bölgelerine, Hindistan ile Osmanlı devletine
ünnehr bölgesi fesat ve karışıklıktan uzak bir bölge yayılmıştır. Mâturîdiyye kelam ekolü, halen de İs-
olmuştur. Çünkü buradaki cemaat Peygamber sün- lam dininin Sunnî akımındaki iki esas ekolden biri
netini yerine getirebilen, hadisleri nesillere aktarıla- olmayı sürdürmektedir. Günümüzdeki İslamiyeti
bilen bir bölgede yaşıyorlardı. Ve bu bölgede İmam araştıran bilim adamlarının önemli amaçlarından
el-Hüda lakabı ile tanılan Ebu Mansur el-Mâturîdî biri de teoloji ilminin tarihindeki Ebu Mansur el-
dünyaya gelmiştir. O, Maveraünnehr bölgesinde pey- Mâturîdî ve eserlerini topluma anlatmak ve tanıştır-
gamber sünnetini yerine getirme ve geliştirme sa- maktır. İmkanların kısıtlılığı ve araştırmacılar için
hasında içtihad etmiştir. Ebu Mansur el-Mâturîdî doğurduğu bazı zorluklar sebebiyle Mâturîdî teo-
eserlerinde hem şeriat kanunlarıyla yaşayan kavmi loji bu güne kadar yeterince araştırılmamıştır. Fa-
hem de aklı ön planda tutan fırkaları rasyonel de- kat ХХ asrın 70-yıllarından başlayarak alimler bu
lilleri ile tatmin edebilmiştir. alanda büyük araştırmalara başlamışlardır. 1997
Eserlerinde Ebu Mansur el-Mâturîdî akide hakkın- yılında Semerkand âliminin alman dilinde yayın-
daki fikirlerini, İmam’ı Azam Ebu Hanife risalele- lanan eserleri rus diline tercüme edilöeye başlandı.
rinden faydalanarak, şeriat esaslarından haber ve- Genel olarak Maveraünnehr bölgesi islamî ilimle-
rerek, şüpheye yol vermeyecek şekilde açıklamıştır. rin geliştiği merkez olmuştur. Maveraünnehr böl-
Allahü tealâ’nın genel olarak insanlara verdiği en gesinde yetişen hadis derleyicisi İmam’ı el-Buhari,
büyük nimeti İslam dini ve kaideleridir. İslam ilim- felsefe ve tıp ilimlerinin uzmanı Ebu Ali İbn’i Sina,
lerinin hükümlerini içeren, en değerli malumatlar el-Farâbî, el-Buruni, riyazetçi el-Horezmi, astroloji
veren akide veya kelam ilmi diye tanılan bu ilmi is- âlimi Uluğbek gibi âlimlerin sayısı pek çoktur. Ta-
lam dünyasının Ehl’i-Sünnet cemaatı, Mâturîdiyye, savvuf akımındaki Necm ed-din Kubra, Ahmed Ye-
selefiyye, eşariyye gibi akımlar manevi hayatlarının sevi, Beha ed-din Nakşbendiler gibi âlimleri islam
en mühim meselesi olarak saymışlardır. Bunların toplumuna hizmet etmişlerdir. Bunların içinde Ebu
içindeki Mâturîdiyye mezhebi ise Orta Asya’da ge- Mansur el-Mâturîdî’nin eserleri ile hizmetleri islam
niş bir biçimde yayılan ve gelişen bir eköldür. [5, 82]. toplumunda büyük etki bırakmıştır.

707
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Ulrih Rudolfın “ал-Матуриди и суннитская Selçuklu devletinin tesiri büyük olmuştur. Selçuk-
теология в Самарканде” adlı çalışması, şu sıralar lulardan sonra bu mezhebi benimseyen Eyyûbîler
Orta Asya toplumunun nazarındadır. Bu eserin ya- (1169 s.) ve Memlükler (1252s.) olmuştur. Memlük-
yınlanmasına sebep olanve gayret eden önemli va- ler devrinden başlayarak sünnî akımlarının için-
kıflardan biri Orta Asya’daki Fridrih Ebert vakfı- deki önemli ekollere serbestlik ve eşitlik hakkı ta-
dır. Ebu Mansur el-Mâturîdî eserlerini Türk devlet- nınmıştır. Önceleri bu ekoller dört hukuk mezhebi
lerinde islam ilminin önemli kaynağı olarak tanıt- olarak ortaya çıktılar. Daha sonra Süriye (Şam) ta-
mak ve onun kültürel mirasını topluma kazandır- rafında bütün sünnî ekolleri içinden kelam ilmini
mak lazımdır. Orta Asya medeniyeti eski medeni- esas alan El-Eşariyye ve El-Mâturîdiyye diye iki
yetlerden biridir. Onun içinde Maveraünnehr bölge- temel ekole ayrılmıştır. Bu ekol çalışmaları, ХIV
sindeki Semerkand şehri, islam dini açısından kut- asırda ortaya çıkmaya başlamıştır. Ebu Hasan el-E-
sal bir mekan olarak sayılmıştır. Ebu Mansur el- şari (935s.) “el-Makalat el-İslamiyin” eserinde Se-
Mâturîdî işte orada Mâturîdiyye mezhebinin esa- merkand şehrinden çıkan teolog bir alimin oldu-
sını kurmuştur. “İnsan, fiillerinde seçme hürriye- ğunu anlatmıştır. Bundan sonra yayınlanan Abd
tine sahiptir” diyen Ebu Mansur el-Mâturîdî, «Ehl’i
el-Kahir el-Bağdadi (1037s.), eş-Şehristani (1153s.),
Sünnet» cemaatının gelişmesine büyük tesir etmiş-
Tac ed-din es-Subki (1370s.), İbn Hazm (1406 s.),
tir. Sovyet hükümeti yıkıldıktan sonra Orta Asya’da
hatta İbn Haldun (1406 s.) kendisinin “el-Mukad-
Türk devletlerinin demokratik yönde gelişmesine de
dime” adlı eserinde Semerkandlı Ebu Mansur Mu-
Mâturîdiyye mezhebinin tesirli olmuştur. Fredrih
hammed ibn Muhammed el-Mâturîdî (944 s.) ismi
Ebert vakfı 1993 yılında Kazakistan’da, 1994-1997
geçmektedir. Kelam alimlerinden Ebu Mansur Mu-
yıllarında ise Kırgızistan ile Özbekistan’da vakfın
hammed ibn Muhammed el-Mâturîdî (944 s.) Х-ХI
bölge temsilcileri hizmetlerine başlamışlardır. Bu
projenin koordinasyon bürosu 1996 yılından başla- asırlarda Orta Asya bölgesinde kelam geleneği ile
yarak Almatı’da hizmetlerini sürdürmektedir. Ebu metodlarını miras bırakmıştır. Bu geleneğin teme-
Mansur Muhammed ibn Muhammed el-Mâturîdî, lini Ebu Mansur el-Mâturîdî atmışsa, Ebu el-Yusr
islam teologu ve dini liderdir. Onun islam teolojisi el-Bezdevi (1100 s.) ve onun öğrencisi Ebu el-Müin
hakkındaki eserleri ile iman sistemi alanındaki hiz- en-Nesefî (1114 s.) gibi din âlimleri de bu yolda ça-
meti büyüktür. Ebu Mansur el-Mâturîdî’nin teolo- lışmalarını sürdürmüşlerdir. [1, 46].
jik fikirleri ile sistemini ortaya koymak için, değerli Adı geçen alimler, Ebu Mansur el-Mâturîdî’yi sünni
alimlerin iman hakkındaki eserleri ile karşılaştır- tarikatının Maveraünnehr bölgesindeki vekili olarak
malı şekilde araştırmalar yapılmalı ve Mâturîdiyye görmemişlerdir. Onlar Ebu Mansur el-Mâturîdî’yi
ilminin esaslarını göz önüne serilmelidir. kendi meslektaşları ve teoloji ilminin büyük düşü-
Klasik devirlerde kelam ilmiyle el-Cübbai (915 s.), el- nürü ve açıklayıcısı olarak görmüşlerdir. Mesela,
Kabi(931 s.), Ebu Haşim (933 s.), Ebu Hasan el-Eşari Ebu el-Yusr el-Bezdevi (1100 s.) bu ekolü Mâturî-
(935 s.)gibi alimler uğraşmışlardır. Bu devirlerden dî’ye değil, “Eshab Ebu Hanife” ekolü olarak gör-
sonra ikinci dönemin dini lideri olarak Ebu Man- müştür. El-Mâturîdî’yi de İmam Azam Ebu Hani-
sur Muhammed ibn Muhammed el-Mâturîdî (944 fe’den sonraki büyük imam diye nitelendirmiştir.
s.) sayılmıştır. Onun eserleri bu güne kadar ayrıntılı Çünkü teoloji esasları ilk olarak İmam Azam Ebu
olarak araştırılmamıştır. Avrupa’da onun hakkında Hanife’nin (767 s.) eserlerinde yer almıştır. Ebu el-
“The Obscurity of al-Mâturîdî”, “The Problem of al- Müin en-Nesefî (1114 s.) eserlerinde teoloji ilmi Ebu
Mâturîdî” gibi makaleler kaleme alınmıştır. [5, 77]. el-Yusr el-Bezdevinin (1100 s.) eserleriyla kıyasla daha
Orta asırda yaşayan islam âlimi Ebu Mansur Mu- açık ve sistemli şekilde idi. Ebu el-Müin en-Nesefî-
hammed ibn Muhammed el-Mâturîdî (944 s.) ha- nin asıl gayesi Orta Asya bölgesinde bu geleneğin
yatı, Irak, Mısr, Arap yarımadasında değil, Orta silsile şeklinde gelişen ve yayılan ekol olduğunu an-
Asyadaki Semerkand şehrinde geçtigi bellidir. Ali- latmaktı. Günümüzde Horasan ve Maveraünnehr
min eserleri önceleri sadece Maveraünnehr bölge- bölgelerindeki iman sahipleri, mütezile ekolün de-
sinde bilinmiştir. İslam aleminde bu mezhebin ku- ğil, İmam Azam Ebu Hanife görüşleriyle prensip-
zey-doğudan merkeze doğru yayılmasına ХI asırdaki lerini benimsemişlerdir. [7, 53].

708
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Sonuçta, Orta Asya bölgesinde Ebu Mansur Muham- Bu günlerde Mâturîdiyye mezhebinin Türkiye, Pa-
med ibn Muhammed el-Mâturîdî’den önce İmam kistan, Hindistan ve Orta Asya’daki Türk devlet-
Azam Ebu Hanife’nin kelam ilmi ve prensipleri top- lerine dağıldıgını görebiliyoruz. Orta Asya toplu-
lum tarafından benimsenmiş durumdadır. Orta As- mundaki dini vaziyetleri düzenlemek ve sistemleş-
ya’daki islam alimleri, İmam Azam Ebu Hanife’nin tirmek için Mâturîdiyye mezhebinin aklî metod-
teoloji ilmini kabul edip, Ebu Mansur el-Mâturîdî’yi ları kullanılabilir.
onun tesiri altında kalan alim olarak görmektedirler.

Kaynakça:
1. Tebsıre el-Edille. Ebu el-Müin en-Nesefî, Ankara, 2003.
2. Ebu Mensur el-Meturidi. «Kitab et-Tevhid». İstambul,1979.
3. Абу Муъин ан-Насафий илмий мероси ва мотуридийа тағлимоти. Сайидмухтор Оқилов. Тошкент 2008 . 181c.
4. У. Рудольф. Ал-Матуриди и сунитская теология в Самарканде. Перевод с немецкого языка. Алматы: Фонд «ХХІ
век», 1999. 286 c.
5. Özervarlı M.S. “Mâturîdî kelam ekolü ve başlıca temsilcileri. /Usküdar. Istanbul: 2000.
6. Mâturîdiyye Akaidı. «Nureddın es-Sabuni prof. Dr. Bekır Topaloğlu». Ankara 2005.
7. Mezhepler tarihi. Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra. Istanbul 1999s. -446 s.

709
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Danyar ŞALKAROV
Farâbî Kazak Millî Üniversitesi Şarkiyat Fakültesi doktora öğrencisi olan
Danyar Şalkarov Mâturîdî Teolojisi ve Ana Kaynakları isimli tebliğiyle
sempozyuma katılmıştır.

Mâturîdî Teolojisi ve
Ana Kaynakları
Матурид аймағы қазіргі Өзбекстан Республика-
сындағы Самарқанд қаласына жақын маңдағы
елді мекен. 1920 жылы В.В. Бартольд Самарқан-
дқа сапар шеккенде Матурид ауылы Самарқанд
қаласының солтүстік батысында екенін атап өтеді.
Оның өмірі туралы аз мәлімет болғандықтан ша-
мамен Аббаситтер салтанаты әлсіреп, өз билігі-
нен айырыла бастаған кезеңде өмір сүреді. Ол
кезеңде Мәуреннахр аймағында ғылым мен әде-
биетті Саманиттер (844-999ж.ж.) билігі басқарып
тұрған болатын.
Кейбір деректерде Абу Мансур ал-Матуриди (944ж.)
ұлтының кім екені мәселесінде Абу Наср ал-Йади
мен Қады Мухаммед ибн Аслам ал-Азди оның
шежіресін сахабаларға дейін жеткізсе де, кейбір
ғалымдар оның еңбегіндегі жазу стилі мен әдісі
тілдік күрделілікті көрсете отырып, бұл еңбектің
араб ұлтты автордың жазбағанын анықтайды. Бір
жағынан оның еңбегіндегі сөйлемдердегі сөздердің
қолданысы түркі тілдес автордың жазғандығын

711
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

көрсетеді. Яғни, еңбектің араб тілі граммати- дейді. Сад ад-дин ат-Тафтазани пікірі бойынша:
касындағы күрделілікке қарағанда, оның түркі «Хорасан, Ирак, Шам (Сирия) және тағы басқа
екенін байқауға болады [4, 52-бет]. мемлекеттерде Ахл ас-Сунна жамағаты ашғарийа
Абу ал-Муъин ан-Насафи мен Ибн Фазлуллаһ бағытында болса, матуридийа бағыты Мәурен-
ал-Умари ал-Матуридидің ал-Ашғариден (944ж.) аз нахр тарапында дамыды. Ашғарийа бағытына
уақыттан кейін дүниеден өткені туралы дәлелдер шафиғийа мен маликийа мазхаптары сүйенсе,
келтіреді. Ал-Матуриди Самарқанттың Чакардиза матуридийа бағыты ханафийа мазхабы арасында
мазарлығында жерленді. Оның досы әрі шәкірті жайылған еді [3, 38-бет].
ал-Хаким ас-Самарқанди мазар басындағы та- Абу Мансур ал-Матуриди ұстаздары Абу Наср
сқа былай деп жаздырды: «Бұл жер бүкіл өмірін ал-Йади, Абу Бакр Ахмед ал-Джузджани, Мухам-
білімге арнаған, өмірін дін ілімдерінің әлемге мед ибн Муқатил ар-Рази болды. Ал бұлардың ұс-
жайылуына себепші болған ғұламаның мазары». тазы екі имамның шәкірті Абу Сулейман ибн Ха-
Сондай-ақ 1920 жылы В.В.Бартольд Самарқандқа сан ал-Джузджани еді. Абу Сулейман ибн Хасан
келгенде Чакардиза мазарлығында ал-Матуриди- ал-Джузджани екі имам деп аталатын имам Ағзам
дің мазарын көргенін айтады. Бірақ та бұл мазар Абу Ханифаның шәкірттері имам Абу Юсуф пен
Кеңес өкіметі кезінде бір үйдің ауласына беріледі. Имам Мухаммед болатын. Абу Мансур ал-Мату-
Ал-Матуриди өмірі туралы ең көне мәлімет Абу риди ұстаздарынан Имам Ағзам Абу Ханифадан
Муъин ан-Насафи еңбектерінде кездеседі. Со- келген «ал-Фиқх ал-Акбар», «ал-Уасийа», «ал-
нымен қатар Фахр ад-дин ар-Рази мен ал-Құр- Фиқх ал-Абсат», «ал-Алим уа ал-Мутаъаллим»
туби тәпсірлерінде ал-Матуридидің көзқараста- атты еңбектерді оқып, ислам қоғамына түсіндір-
рына тоқталып өтеді. Ал-Құртуби ал-Матуридиді мелі кітаптарды жазып отырды. Сондай-ақ ал-Ма-
«аш-Шайх ал-ислам» деп атайды. [1, 63-бет]. туриди имам атына сай ал-Хаким ас-Самарқанди
Сол ғасырда Низамийа медреселерінде ашғарийа (951ж.), Абу ал-Хасан ар-Рустуғфани (956ж.), Абу
идеялары оқытылып, имам әлемінде осы бағыт Лайс ал-Бухари, Абу Мухаммед Абду ал-Карим
басым бола бастады. Ал матуридийа теологи- ибн Хасан ал-Паздауи (999ж.) сияқты шәкірт-
ялық ілімі болса, тек ислам әлемінен ұзақтағы терін мықты ғалым етіп баулиды. Бұл имамдар
Мәуреннахр аймағында дами бастады. Ал-Ма- Мәуреннахр аймағында матуридийа мазхабының
туриди калам, тәпсір, фықых және мазхаптар кеңейіп дамуы мен гүлденуіне ат салысты. Абу
тарихы аясында қайрат етіп, мұғтазила, карра- Мансур ал-Матуридидің тегін түркі десе де, тағы
мийа, рафидиттер топтарына қарсы пікірлер ай- бір мәлімет бойынша оның тегін Мадина қала-
тып отырды. Соңғы кезеңдерде ал-Матуридиді сынан шыққан Абу Айюб ал-Ансариге байланы-
«шайх, имам, шайх ал-Ислам, Имам ал-худа, стырады [2, 29-бет].
Раис ал-машаих Самарқанд, имам ал-мутакал- Абу Мансур ал-Матуриди теологиялық ілімдерден
лим, Имам ахл ас-сунна»-деп атады. Абу ал- сусындаған ғұлама, суннизмнің кемеңгер имамда-
Муъин ан-Насафи болса, Абу Мансур ал-Мату- рының бірі Мәуреннахр аймағындағы Самарқанд
ридиді «дін мен философиядағы көшбасшы, дінді қаласының маңындағы Матурид елді мекенінде
қайта жаңғыртушы, діннің ақиқатының мәнін милади жыл санау бойынша 870, хиджра жыл
іздеуші және оларды түсіндіруші нағыз ғұлама санауы бойынша ІІІ ғасырда дүниеге келді. Бұл
ал-Матуриди»-дейді. Ал-Матуриди Мәуреннахр ғасыр мұғтазила бағыты өркендеп фықых және
мен басқа да аймақтардың түркілерінің ханафийа хадис ғылымдарына жаңа идеялар мен пікірлер
бағытын қабылдауында үлкен үлес қосты. Тіпті алып келген дәуір еді. Абу Мансур ал-Матуриди
аз-Захабий мен ас-Суютий оның ұлтының түркі Насыр Ибн Яхъя ал-Балхиден ханафийа фықых
екенін айтады. ілімі мен калам ілімдерін үйренгені негізгі дерек-
Ал-Матуридидің «Китаб ат-таухид» еңбегінен терде жазылады. Мәуреннахр аймағы барлығы-
кейінгі ислам әлеміндегі матуридийа бағытының мызға белгілі болғандай фықых пен усул ад-Дин
екінші бір негізгі еңбегі ан-Насафидің жазған Таб- (калам) ілімі аясында көптеген пікірталастардың
сира ал-Адилла еңбегі еді. Ибн Фазлуллаһ ал-Ума- ордасы еді. Бұл фықыхи теориялар пікірталасы
рий болса «матуридийа бағытының мұндай атпен ханафийа мен шафиғийа мазхабының арасында
аталуы мұғтазила тобымен тікелей байланысты» болып жататын.

712
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Абу Мансур ал-Матуридидің дәуірі теологияның алды. Абу Мансур ал-Матуриди ақида (сенім) мәсе-
логикалық, ақыл-ой тартысуы шарықтау шегіне лелерінде жазған тезистерін Имам Ағзам Абу Ха-
жеткен кезең болатын. Ғұламаның калам ілімінде нифа рисалаларынан пайдаланып, шариғат док-
өзінің жеке теориялық идеялары болғанымен де, тринасын түзеп, күмәнға жол бермейтін бағалы
ашғарийа мектептерінің идеяларымен кейде пікір- еңбектер жазды. Жалпы Аллаһ тағаланың адамзат
лері ымыраласатын уақыттары болды [6, 78-бет]. баласына сый етіп берген негізгі бай нығметінің
Матуридийа бағытының қайнар көзі болып та- бірі ол ислам дінінің заңдылықтары. Ислам ілім-
былатын Имам Ағзам Абу Ханифаның (767ж.) да дерінің үкімдерін қамтыған ең құнды мәлімет бе-
кейде калам ілімі жөнінде біраз мәселелерді шешу руші ақида немесе калам ілімі деп аталатын бұл
үшін кейбір риуаяттарға сәйкес Басраға, осы ілім ілімді ислам әлемінің Ахл ас-Сунна жамағаты,
үшін жиырма екі рет сапар шеккені айтылады. Біз матуридийа, салафийа, ашғарийа секілді бағыт-
матуридийа бағытына тоқталмастан бұрын оның тары өздерінің рухани өмірінде ең өзекті мәселеге
негізін қалауға себепкер болған ислам әлемінің айналдырды. Осы бағыттардың ішінде Орта Ази-
атақты ғұламасы Имам Ағзам Абу Ханифаның яда ең кең тамыр жайып, қалыптасып дамыған
жазған еңбектеріне тоқталып өтейік. Олар: матуридийа бағыты болып табылады [5, 82-бет].
1) ал-Фықых ал-Акбар. Осман империясының құрамына кірген ай-
мақтардың басым бөлігі фықых (шариғат заңы)
2) ал-Фықых ал -Абсат.
ілімінде ханафийа, ақида(сенім) жүйесінде Абу
Бұл еңбектерде қысқаша айтсақ иманның ақиқаты, Мансур ал-Матуриди сынды имамның мазхабын
Аллаһ тағаланы білу ақылмен бе? Жоқ, әлде ша- ұстанған. Имам Ағзам Абу Ханифаның қалыпта-
риғатпен бе? Адамның іс-әрекеті, қаза және тағдыр стырған негізгі діни әдіс- дәстүрін жандандыру
мәселелері қозғалады. Ирак фықыхшыларының Абу Мансур ал-Матуриди тарапынан қалыпта-
ұстазы Имам Ағзам Абу Ханифадан келген бұл сқан Түркістан аймағында кеңінен таралған бұл
көзқарастар Абу Мансур ал-Матуридидің еңбек- мазхап қасиетті құран мен сүннетке ең жақын,
терімен салыстырғанда ол екеуінің зерттеу әдісі оған қоса сахабалар мен табиъиндердің (сахаба-
мен еңбектерді жазу стильдері бір аяда екенін лардан кейін өмір сүрген топ) дінді ұстанған әді-
көруге болады. Сондықтан Мәуреннахр аймағы- стеріне сай келетіндігін тарих дәлелдей түседі.
ның ғұламалары Имам Ағзам Абу Ханифаның Матуридийа теологиялық ілімі қазіргі таңда да
фықых және ақида мәселесіндегі көзқарастарын өте өміршең, қоғам мәселелеріне толығымен жа-
көптеп қолданған. Мәуреннахр аймағының ғұла- уап бере алатын, жалпы калам ілімі әдістерімен
малары осы көзқарастарды қолдаумен қатар оны жабдықталған, мұсылман қауымы үшін негізгі
логикалық тұрғыда ақыли және нақыли түсін- бағыт екені көзге түседі. Тарихта матуридийа те-
дірмелер жазып отырды. Абу Мансур ал-Мату- ологиялық ілімнің ұландары мен ғасырлар бойы
риди Имам Ағзам Абу Ханифа еңбектерінің не- жазылып келе жатқан еңбектері сапа мен сан
гізін ұстазы Абу Наср ибн Йахья ал-Балхи мен жағынан да қоғам үшін өте әсерлі екені анық.
Абу Сулейман Хасан ал-Джузджаниден жет- Бұл салада Абу Мансур ал-Матуриди ғұламаның
кенін айтады. Ал ал-Джузджани болса, ұстазы «Китаб ат-Таухид»-атты еңбегін естен шығарма-
Мухаммед ибн Хасан аш-Шайбаниден әсерлен- уымыз жөн. Абу Мансур ал-Матуриди ислам те-
ген. Мәуреннахр аймағы бидғат пен бүліктерден ологиясының негізін қалаушылардың бірі болған.
ұзақ өлке еді. Өйткені бұл жерде пайғамбар сүн- Өмірі мен еңбегі Самарқанд қаласында қалыпта-
неті орындалып, хадистер нәсілден нәсілге жет- сып, оның діни көзқарастары қоғамда кең орын
кізіліп, қаймағы бұзылмаған аймақ болатын. Осы алды. Оның ілімі Орта Азия мен Араб елдерінде,
аймақта Имам ал-Худа лақабымен белгілі болған Үндістан мен аты әйгілі Осман империясында
Абу Мансур ал-Матуриди дүниеге келді. Ол сүн- кеңінен таралған. Қазіргі уақытқа дейінгі мату-
нет мәселелерін ашықтау мен оны жемісті дамы- ридийа теологиялық мектебі ислам дінінің сун-
туда ерен еңбек етті. низм бағытындағы негізгі екі мектептің бірі бо-
Абу Мансур ал-Матуриди өзінің жазған еңбегінде лып, өз өміршеңдігін жоймай келеді. Сондай-ақ
һәм шариғат қауымын, һәм да ақыл-ойға сүйенген қазіргі исламтанудың негізгі міндетінің бірі те-
топты да рационалды дәлелдермен қанағаттандыра ология тарихында ғұламаның зерттеу істері мен

713
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

еңбектерін қоғамға таныстыру болып табылады. бюросы 1996 жылдан бері Алматы қаласында жұ-
Матуридийа теологиялық ілімі осы кезеңге дейін мыс істеп келеді.
толығымен зерттелмеді. Өйткені оның еңбектері Абу Мансур Мухаммед ибн Мухаммед ал-Мату-
көптеген зерттеушілер үшін күрделі, әрі зертте- риди ислам теологы, мутакаллим ғұламалары-
уге де мүмкіндіктер аз болды. Қазіргі таңда бұл ның көшбасшысы. Оның ислам теологиясы са-
жағдай өзгеріп, ХХ ғасырдың 70-жылдарынан рынында еткен еңбегі мен ислам сенім жүйесінде
бастап ғұламалардың негізгі зерттеу объектісіне жетекші орын алатыны анық. Оның теологиялық
айналды. 1997 жылы неміс тілінде жарық көрген пікірлері мен жүйесін зерттеу үшін, басқа ғұла-
Самарқанд теологының еңбектері орыс тіліне ау- малардың сенімдік жүйесімен салыстырып, ма-
дарыла бастады. Жалпы Мәуреннахр аймағы ис- туридийа ілімінің ерекшеліктерін ескергеніміз
лам ілімі дамуының негізгі ошағы мен өзегі болып жөн. Калам ілімінің классикалық кезеңінде өмір
келген. Осы ортадан шыққан ғұламалар саны өте сүрген ғұламалар ал-Джуббаъи (915ж.), Абу Ха-
көп. Олар хадистерді жинақтаушы Имам ал-Бу- шим (933ж.), ал-Кағби (931ж.) және Абу Хасан ал-
хари, философ, медицина ілімінің майталманы Ашғари (935ж.) болды. Осы кезеңнен кейінгі сун-
Абу Али Ибн Сина және ал-Фараби, оқымысты низм калам ілімінің жүз жылға созылған екінші
энциклопедист ал-Бируни, математик ал-Хорезми, кезеңінің негізін құрушысы Абу Мансур Мухам-
астроном Ұлықбек т.б. мед ибн Мухаммед ал-Матуриди (944ж.) болып
саналады. Бірақ та, оның еңбектері қазіргі күнге
Сонымен қатар сопылық ағымдағы теологтар Нажм
дейін толығымен зерттелмей келеді.
ад-Дин Кубра, Ахмед Яссауи, Бахау ад-Дин Нак-
шбандилер (Бұқарадан) еді. Осы ғұламалар қата- Бұл жайлы көптеген шет ел әдебиеттерінде де
рында өте зейінді философ, теолог Абу Мансур мақалалар кездестіруге болады. Оның Еуропа-
лық мәдениеттегі мақалалар атауымен өзектілік-
ал-Матуриди (944ж.) еңбектері мен өзінің қоғамға
терін «The Obscurity of al-Mâturîdî» немесе «The
еткен қызметтерін ислам әлемінің ұрпақтары
Problem of al-Mâturîdî» бейнесінде кездестіруге
ұмытпағаны жөн. Орта Азиядағы ең бірінші және
болады [5, 77-бет].
атақты «ал-Матуриди и суннизмская теология в
Самарканде» - атты еңбегі қазіргі қоғамның да Орта ғасыр теологының бізді таң қалдыратын
өзекті еңбегіне айналып отыр. Бұл еңбектің жа- құбылыс оның өмірі ислам өркениетінің ордасы
рыққа шығуына себепші болған Орта Азиядағы болған Ирак, Мысыр, Араб жазирасында емес,
Фридрих Эберт атындағы қордың ыждыхаттығын Орта Азияның Самарқанд қаласында өткендігі
айтып кетуіміз керек. Абу Мансур ал-Матуриди- мәлім. Ғұламаның еңбектері алғашқы кезеңде ұзақ
уақыт тек қана Мәуреннахр аймағында ғана та-
дің еңбектерін тәуелсіз мемлекеттер достастығы
ралды. Бұл бағыттың ислам әлемінде Шығыс-Сол-
елдерінде ислам ілімінің негізі ретінде, оның мә-
түстіктен орталыққа кеңейіп таралуына ХІ-ғасы-
дени ескерткіштерін қоғамға паш ету ләзім. Орта
рдағы Селжұқтар салтанатының септігі тиді. Осы
Азия мәдениеті мен өркениеті көне мәдениет негізі
жолды ұстанған яғни, мирасқорлары Айюбиттер
болып табылады. Соның ішінде Мәуреннахр ай-
(1169ж.) мен Мамлүктер (1252ж.) болды. Мамлүк-
мағының Самарқанд қаласы ислам діні үшін қа-
тер кезеңінен бастап суннизм ағымының ішіндегі
сиетті бір мекен болып табылады. Сол жерде Абу негізгі мектептерге теңдік пен тәуелсіздік берілді.
Мансур ал-Матуриди дүниеге келіп матуридийа Алғашында бұл мектептер төрт құқықтық мек-
теологиялық мектебінің негізін қалады. «Адам- тептер болып қалыптасты. Бұдан кейін Сирия
ның таңдау еркі бар» - деген Абу Мансур ал-Ма- (Шам) тарапында бүкіл суннизм мектептерінің
туриди Кеңес үкіметі ыдыраған соң Орта Азия арасында калам ілімінде ал-Ашғари және ал-Ма-
мемлекеттерінің демократиялық бағытта күн ке- туриди ілімі деп екіге бөлінген бағыт туды. Ереси-
шуіне де осы матуридийа теологиялық ілімінің де ографиялық әдебиеттерде төмендегідей мәлімет-
ететін әсері мол болды. Осыған орай 1993 жылы тер келтіріледі. «Бұл еңбектер ХІV ғ.ғ.-да пайда
Фридрих Эберт атындағы қор Қазақстанда, ал бола бастады». Сонымен қатар Абу ал-Хасан ал-
1994 жыл мен 1997 жыл аралығында қордың ай- Ашғари (935ж.) өзінің «ал-Мақалат ал-Исламийин»
мақтық өкілі Қырғызстан мен Өзбекстан да жұ- - атты еңбегінде Самарқандтан шыққан теолог ту-
мыс істей бастады. Жоспардың координациялық ралы жазады. Бұл еңбектерден кешірек жарыққа

714
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

шыққан Абд ал-Каһир ал-Бағдади (1037ж.), Ибн ілім үздіксіз ұрпақтан ұрпаққа толық жеткізіл-
Хазым (1406ж.), аш-Шахристани (1153ж.), тіпті гені туралы мәлімет беру болатын. Мәуреннахр
Ибн Халдун (1406ж.) өзінің «ал-Муқаддима»-атты мен Хорасан аймақтарында барлық зиялы қа-
еңбегінде Самарқандтық Абу Мансур Мухаммед уым үшін мұғтазила бағыты емес, Абу Ханифа
ибн Мухаммед ал-Матуриди (944ж.) есімін атап ілімінің принциптері (усул) және фуруғтары-
өтеді. Алғашқы теолог Абу Мансур ал-Матуриди ның(бұтақ) қалыптасқаны ерекшеліктерін бай-
жайлы мәліметтер өзінің ілімін қалыптастырған қауға болады [7, 53-бет].
Мәуреннахр аймағында пайда болды. Қорытындылай келгенде Орта Азия ислам мек-
Хиджра жыл санауы бойынша V ғасырда ал ми- тептерінде Абу Мансур ал-Матуридиден бұрын
лади жыл санауы бойынша ХІ ғасырда теоло- Имам Ағзам Абу Ханифа теологиялық ілімін үлгі
гия төңірегінде арнайы өзіндік дәстүр қалыпта- тұтады. Көптеген Орта Азия ғұламалары оны
сты. Бұл дәстүрдің негізін қалаушы Абу Мансур үлгі тұтып, нәтижеде Абу Мансур ал-Матури-
ал-Матуриди еді. Ары қарай жандандырған Абу диді оның ізбасары ретінде қарастырады. Оның
ал-Йусра ал-Паздауи (1100ж.), ал оның ізбасары ішінде Тадж ад-дин ас-Субки (1370ж.) матуридийа
Абу ал-Муъин ан-Насафи (1114ж.) осы теология бағытын зерттей түскен. Қазіргі таңда матуридийа
ілімі аясында тұшымды тұжырымдарды білдір- мазхабы Түркия, Пакистан, Үндістан және Орта
ген [1, 46-бет]. Азия мемлекеттерінде кең тараған. Сонымен қа-
тар отанымыздың да негізгі ислам дінінің ұста-
Бұл ғұламалардың қайсысы болса да Абу Мансур нымы болып табылады. Елімізде діни жағдайды
ал-Матуридиді суннизм теологиясының Мәурен- реттеу процесіндегі матуридийа ұстанымының
нахр аймағындағы негізгі өкілі деп пікір білдір- атақаратын қызметі мол. Тарихы тереңде жатқан
мейді. Олар керісінше Абу Мансур ал-Матури- бұл матуридийа бағытының отанымыз үшін өте
диді өздерінің әріптесі және теологиялық ілімнің қажетті дүние екенін ұмытпағанымыз жөн.
ойшылы және түсіндірушісі деп таниды. Мәсе-
Резюме
ленки, ал-Паздауидің ұстанымы бойынша бұл
бағыт матуридийа бағыты емес, «Асхаб Абу В статье рассматриваются источник матуридизма
Ханифа» - деп атайды. Өйткені бұл теологи- и труд Имам Аъзама Абу Ханифы в Средней Азии.
ялық ілім негіздері Абу Мансур ал-Матуриди- А также их вклад в развитие теология суннизма
ден бұрын өмір сүрген Имам Ағзам Абу Ханифа исламского мира в IХ-XII веках.
(767ж.) еңбегінде де көрініс табады. Ал Абу ал- This article considers source of Mâturîdîzm and
Муъин ан-Насафи (1114ж.) еңбектерінде теология transactions of Imam Azam Abu Hanyfa in the Central
ілімі ал-Паздауиден қарағанда айқынырақ және Asia. Their contribution in development of theology
жүйеленген қалыпта еді. ан-Насафидің мақсаты Sunnizm in Islamic world in Х-XIV centuries also
Иранның шығыс-солтүстігінде осы теологиялық subjected to consideration.

Пайдаланылған әдебиеттер тізімі:


1. Табсира ал-Адилла. Абу Муъин ан-Насафи, Анкара, 2003.
2. Абу Мансур ал-Матуриди. «Китаб ат-Таухид». Ыстамбұл 1979.
3. Абу Муъин ан-Насафий илмий мероси ва мотуридийа тағлимоти. Сайидмухтор Оқилов. Тошкент 2008 . 181 б.
4. У. Рудольф. Ал-Матуриди и сунитская теология в Самарканде. Перевод с немеского языка. Алматы: Фонд «ХХІ
век», 1999. 286 б.
5. Özervarlı M.S. “Mâturîdî kelam ekolü ve başlıca temsilcileri. /Usküdar. Istanbul: 2000. 1-10 b.
6. Mâturîdiyye Akaidı. «Nureddın es-Sabuni prof. Dr. Bekır Topoloğlu». Ankara 2005.
7. Mezhepler tarihi. Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra. Istanbul 1999s. -446 s.

715
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Erol CİHANGİR
1958’de Mihalıççık’ta doğdu. İlk ve ortaokulu Mihalıççık’ta, liseyi Ada-
na’da (Borsa Lisesi) okudu. İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk
Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun olduktan sonra aynı üniversitenin
Siyasal Bilgiler Fakültesi, Siyaset Bilimi bölümünde “Sultan Galiyev ve
Sömürgeler Enternasyonali” teziyle yüksek lisans yaptı. 1991-92 yılında
Kazan (Tataristan) Pedagoji Enstitüsünde Türk Dili ve Edebiyatı hoca-
lığı yaptı. Kazan Devlet Üniversitesi, ULB (Université Libre de Bruxel-
les) Belçika ve INALCO (Uluslararası Milli Doğu Dilleri ve Medeniyet-
leri Enstitüsü) Fransa’da doktoraya devam etti.
Uzmanlık alanı olarak jeopolitik çalışan Erol Cihangir, halen Doğu Kütüp-
hanesi Yayınlarıyla, Turan dergisinin editörlüğü ve Turan Kültür Eğitim
Vakfı Genel Sekreterliği yanında, halen İstanbul Üniversitesinde Edebi-
yat Fakültesi, Coğrafya bölümünde coğrafya eğitimine devam etmektedir.

Bozkır/Göçebe Toplumunun
Yeniden İnşasında
Mâturîdî’nin Rolü
Tarihi oluşumun diyalektik olarak, sürekli bir oluş ve
bozuluş halinde cereyan ettiğine dair “Tarihi yasa”
ile, bu safhanın en belirgin unsurlarından biri olan
göçebe kavimlerle, coğrafya ve iklim İbni Haldun’un
bedaret-hadaret postulatlarından birini teşkil ettiği
malûmdur. Burada bize ayrılan süre içinde bozkır
coğrafyasında İslâm dinini kabûl etmekle, yeni bir
kültür dairesine giren atlı/göçebe/çoban toplumla-
rın, coğrafya ve iklim ölçeğinde yeniden örgütlenme-
sinde, İmâm Mâturîdî ’nin rolüne değineceğiz. Zira,
Haldun’un özellikle üzerinde durduğu toplumsal ya-
pının şekillenmesinde toplumun işgal ettiği coğrafî
mekân, tarihin gidişatında belirleyici olmakla; toplum
ve insanın düşünme, inanma, örgütlenme ve davra-
nış biçimini de belirlemektedir. Nitekim, coğrafya-
nın biçimlendirdiği “medeniyetler arası farklılıklar”,
toplum içinde soyutlama mekanizmasının karşılığı
müşahhas hayat şartları olup; mekanı, iklimi ve buna
bağlı pratik faaliyetler, toplumsal soyutlamaların ze-
minini oluşturur. Sözün gelişi, kuzey toplumlarında

717
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

kar, buz, soğuk ve karanlık, batı toplumlarında de- sonraları İslâm da eklenecektir. Bu anlamda bozkır/
niz, sis ve uğultulu ormanlar, doğu toplumlarında çöl, çoban kavimlerini toptan bir genellemeyle, ilkel, vah-
güneş ve sıcak kültürel altyapıyı oluştururken, Asya şiler saymak mümkün değildir.1 Din’in aynı zamanda
bozkırlarında bu rolü bozkırın göçebe/çoban dünya- medeniyet kurucu vasfı, bozkır hayatının kendine has
sının sınırsız ufukları, yüce dağları, gökteki yıldız- eşyayı kavrayışı, dünyayı ve evreni anlamlandırması
lar, kuru sıcak ve ayaz (soğuk) üstlenir ki, bu duru- aynı zamanda bir değerler sistemini de oluşturmuş-
mun edebiyattan, estetiğe, hayat tarzından, davranış tur. Nitekim, bidayetinde göçebe/çoban hayatının
biçimlerine kadar yansıdığı bilinen şeylerdir. basit ve yalın gözlemlerine dayalı tabiat ve iklim de-
Mevzuya bu açıdan bakıldığında, İmâm Mâturîdî ile, ğişimlerine dair gözlemler, zaman içinde son derece
onun fikirlerinin neşvü nema bulduğu coğrafî ve kli- ileri seviyeye ulaşan astronomiye dayalı zaman bilgisi,
matik kuşak, büyük Avrasya anakarasının Orta Asya metal işlemeciliği, ciddi bir edebi ve felsefi dilin baş-
plakası üzerinde güneyinde Gobi ve Taklamakan çöl- langıcı sayılabilecek yazılı metinler (Göktürk, Uygur
leriyle, Tanrı dağları, kuzeyde tundra ikliminin ha- metinleri), sevk ve idare kabiliyetleriyle siyâsî ilişkiler
kim olduğu kutup-altı Sibirya, doğuda Pasifik okya- dili geliştirmeleri bunlardan bazılarıdır.
nusu, batıda İran platosuyla eklemlenmiş Kızılkum Hemen her toplum gibi bozkırın çoban/göçebe top-
çölüyle çevrili Turan ovası adını verdiğimiz bölge, lumu da içinde yaşadığı tabiatta, coğrafya ve iklime
tebliğimize başlık olan bozkır mekanını teşkil eder. bağlı olarak bir takım sosyal ve beşeri okumalar yapıp,
Litosferik ve klimatik açıdan kendine özgü bir yapıya ölçüler edinip, varlığını ayakta tutacak sosyal, psiko-
sahip olduğu kadar, diğer coğrafî kuşaklar arasında lojik ve inanç hassasiyetleri geliştirmiştir.2 Bu hassasi-
oldukça farklılık arzeden bu bölge, soğuk ve yağışlı yetler arasında sosyal ve psikolojik unsurlar, hayatın
kışları, kuru ve sıcak yazlarıyla kontinental bir boz- kendine dair kurallar, devlet kurma, büyük orduları
kır iklim bölgesidir. Bölgenin tarıma, yani bir an- çobanlıktan gelme bir içgüdüyle sevk ve idare etme,
lamda daimi iskâna elverişli yerleri, büyük nehir- sosyal hayatta bağımsız ve sınıfsız bir toplum teşek-
lerin mevzi bölgelerine münhasır olmakla, meskun külü, inanç bağlamında kendine özgü hemen her
yerleri Fergana ovasıyla, Doğu Türkistan’da Turfan şeyden münezzeh tek bir yaratıcıya (Tengri) inanma
havzasıyla sınırlıdır. Dolayısıyla bu coğrafyada sadece biçiminde tezahür ettiğini görürüz. Bu toplumların
göçebe veya yarı göçebe çobanlık, belirleyici hayat (göçebe/çoban) zaman zaman düalist bir evren algı-
tarzı olarak, toplumsal örgütlenme de bu göçebe ka- sıyla, diaktonik tanrı anlayışın adayalı Budizm, Ma-
rakter üzerine kuruludur. Dahası, böylesi bir coğrafî nihizm, Mecusilik ve benzeri dinlere intisap ediş-
mekânda tabiatın dayattığı şartlar, iktisatdan, siyâsete, leri-başlangıçtaki vahdet anlayışına aykırı olmakla
dost-düşman algısından, ahlâk ve evren tasavvuruna beraber-toplumsal bir irade ile olmayıp, Tanrının
kadar geniş ve derin bir inanç ve itikat modeli ortaya kendisine kut verdiği hakanın iradesiyle, şekli bir din
koyar. Bugün doğuda Altaylardan, merkezi Asya’ya, değiştirmenin ötesine geçmediğidir.3 Burada bozkır
oradan Hindistan’a, batıda İran, Anadolu ve orta Av- toplumu için aslolan “Töre”dir (elbette günümüzde
rupa, hâtta Finlandiya’ya kadar uzanan büyük Asya kullanılan anlamıyla değil). Töre, bozkırın göçebe
anakara kütlesi anahatlarıyla ortak kültürel payda- kavimlerin birlikçi inanç ve hikmet algılarına, bin-
ları paylaşan “bozkır/çoban medeniyet ve kültür” lerce yıl devam eden büyük geleneğe ad olan “Tan-
dairesini oluşturur. Ancak, böylesi bir çetin coğraf- rının yaratılmışlar için koyduğu düzen” olup, İslâ-
yada mukim kavimlerin kapalı devre bir hayat sür- mın kabûlünden sonra bile varlığını muhafaza eden
dükleri iddia edilemez. Zira bir yandan Doğu ile Batı “kanun-ı kadim” adıyla devam etmektedir.4Dolayı-
arasındaki siyâsî ve ticarî münasebetler sebebiyle, bir sıyle, bozkırın göçebe toplumunda töre’nin merke-
yandan atlı/göçebe çobanlık sebebiyle sürekli hareket zinde bulunan “Kök Tengri”, bilinir bilinmez boyut-
halinde olan bu kavimler, bir şekilde bölgenin kül- larıyla, bütün varlık âleminin sembolü konumunda
tür taşıyıcıları olarak mekanı âdeta beşerileştirirler. olup, varlık âlemi bütün unsurlarıyla İlâhi (Tanrısal)
Burada özellikle İpek ve Baharat Yolu üzerindeki ti- gerçekten bir cüz taşır.5
carî kervanlarla, bunları takiben gelen doğulu Budist, Büyük bozkırın göçebe/çoban toplulukları içinde ta-
Mani, Zerdüşt ve Hristiyan misyoner/rahiplerle, yer- rihi ve sosyal icra gücüyle temayüz ederek ön plana çı-
leşik hayatın hüküm sürdüğü yerlerde fikri anlamda kan göçebe Türk topluluklarının, hızla yayılmaya baş-
yeni inanç mahvelleri oluşturuyorlardı ki, buna daha layan İslâma geçişleri, bu anlamda sentetik değişimi,

718
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

töreden tevhide geçişin ifadesi olarak görmek gere- de rastlayacağımız üzre insanlığın tarihî macerası ifa-
kir. Bu durum bilindiği gibi İslâmı felsefi ve itikadi desini, Habil’le, Kabil arasında, yani çobanlıkla-çift-
olarak İmâm Mâturîdî ’de (ö. 944), hukukî olarak da çilik, bir başka ifadeyle göçebe ile yerleşik arasındaki
hocası saydığı İmam-ı Azam Ebu Hanife tarafından çatışma ile başlar. Hatırlanacağı üzere kıssada geçen
taçlandırılacaktır . Nitekim tarihî perspektiften ba- vak’ada Tanrıya sunulacak kurban konusunda ço-
kıldığında, Mâturîdî anlayışı âdeta “Töre”yi yeniden banlık yapan Habil, kurban olarak hayvanlarının
güncelliyerek, “Töre”nin devlet felsefesi, örgütlenme en besilisini seçerken, tarımla (rençber) uğraşan Ka-
yeteneği ve geleneği de İslâmî hikmetin evrensel öl- bil kurban olarak hayvanın en zayıf, en bakımsızını
çüye çıkmasını sağlamıştır.6 seçer. Pek tabii Habil’in kurbanlığı, Tanrı nezdinde
Töre’nin zihni haritasındaki bozkır algısının teme- kabûl edilirken, Kabil’inki reddedilir. Burada mesle-
lini tam da bu çetin coğrafya ve hayat şartlarına uy- ğin gereği olarak anlaşılacağı gibi, çoban hayatında
gun “zihni denge” oluşturur. Daha sonraları İslâmın sürüyü idare edecek veya ondan rant elde edebile-
cek çok fazla kimseye ihtiyaç duyulmazken, renç-
va’zedip, Mâturîdî ’nin sistemleştirdiği akaidde hak,
berlikte (tarım), yâni yerleşik hayatta işin tabiatı ge-
hukuk, adalet, merhamet, iyilik, vahdaniyet gibi kav-
reği her zaman birden fazla çalışacak insana ihtiyaç
ramlar, âdeta bu “zihni denge”nin açılımı gibidir. Ya-
vardır. Dolayısıyle, çoban hayatının serazad, başına
şanılan mekândan, insanî münasebetlere, çöllerde ot-
buyruk, hür hayatına karşılık, tarım hayatının her za-
latılan sürülerden, avlanan yabani hayvanlara, gökteki
man için bağlayıcı ve daha fazla insanla ilişki kurma
yıldızlardan, akarsuya kadar varoluş hakkı, aşırılık-
ihtiyacı vardır. Bu haliyle tarımcı, yerleşik insan; mal
lardan kaçınma, denge anlayış ve algısında ifadesini
sahibi-amele arasındaki ilişki, zamanla kiralama ya-
bulur. Ne bir fazla, ne bir eksik; her şeyi olması ge-
hut alınıp satılabilen köle-mülkdar ilişkisine döne-
reken yerde ve olduğu gibi kabûl etme, bozkır top-
rek, ilkel de olsa ilk sınıflı toplum yapısının sosyal ve
lum tasavvurunda evreni ve yaratanı şeksiz şüphesiz
siyâsî zeminini hazırlayacaktır. Yerleşik, tarım tabanlı
kabûl etme ile ilgilidir. Hâtta, masallardan hatırla-
bu toplumsal yapının eşyayı, tabiatı, varlığı idrak bi-
nacağı üzre, masal kahramanı istediğine kavuşabil-
çimi, inanç boyutunda tabii olarak, maddede (put)
mesi için pek çok maceralardan sonra Kaf dağının
somutlaşırken, diğer yanda çoban hayatının büsbü-
başında birer kazığa bağlanmış atın önündeki eti,
tün başına buyruk hali-o da tabiatı gereği-gece gök-
ite, itin önündeki otu da atın önüne koymasıyla ger-
teki yıldızlar, sabah güneş, günboyu sürülerini otlat-
çekleşecek olan “denge/adalet”, bunun bilinçaltında
tığı nehirler, yüce dağlar, yıldırımlar, fırtınalar, ulu
hakkın teslim edilmesinin sembolik tezahürü ola-
ağaçlar onun tahayyül sınırlarını zorlayarak, inanç
rak karşımıza çıkar.
motiflerini çok daha farklı ve insan hafsalasının üs-
Burada hiç şüphesiz eski Türk toplumunun tek tanrı tünde farklı ve olağanüstü yaratıcı bir güç sembo-
inancından, bu inancı meydana getiren mitlerin, ri- lünde arayacaktır. Bir yanda coğrafyanın çıplak, ya-
tüellerin veya inanma biçimlerinin, İslâma geçişte lın ve sert karakteri, diğer yanda tabiatın sürülerine
nasıl ve ne şekilde dönüşüp, özümsendiği ayrı bir sunduğu imkânlar, onun iç dünyasında putlaşacak bir
konu olmakla burada bahsetmeyeceğiz. Zira, bu ko- maddi bir nesneye değil, hemen her şeye muktedir,
nuda yapılan veya yapılmakta olan bir takım çalış- soyut bir “ruh” (Tengri) inancının teşekkülüne yol
malar elan mevcuttur. Ancak, burada sözkonusu olan açacaktır. Hatırlayacak olursak, bozkır kültürünün
iklim ve coğrafyanın kaçınılmaz olarak şekillendir- yadigarı olarak hâlâ Anadolu köylerinde bazı ağaç-
diği sosyo-ekonomik yapının zihni haritasının na- lara, akar suya, yanan ocağa, dağlara atfedilen kut-
sıl oluştuğu sorusuna cevap bulmaya çalışacağız. Bu siyetin sosyal kökeni hiç şüphesiz bu kadim göçebe/
sorunun izahı, kanaatimizce hemen her toplumda çoban hayatının hatıralarının izlerini taşır. Dahası,
olduğu gibi, bozkır göçebe kavimlerinde bir inanç dağın, nehirin, ağacın, ateşin “ruhu” olarak tesmiye
sistemi olan İslâmın nasıl algılandığı ve bu algıyla edilen bu anlayış, daha da derin bir kavrayışla, Batılı
nasıl bir denge, nizam, inanç sistemi kurduğuyla il- oryantalistlerin iddialarının tam aksine sözkonusu
gilidir. İki temel olgu bu hususta anahtar hükmün- eşya ve nesnenin kutsanması değil, o nesnede tecelli
dedir. Bunlardan biri, balâda kısaca temas ettiğimiz, eden hakimi (yaratıcı kudret, ruh) kabul ediş, boyun
sınıfsız bir sosyal yapı, ikincisi ise göçebeliğe dayalı, eğiş ve hürmeti ifade eder. Yani, Mecusiler’de olduğu
çoban (hayvancılık) ekonomisidir. Çağdaş sosyal ve gibi, ateşin gücü karşısında “ateş”e, Hindular’da ol-
ekonomi tasniflerinde olduğu gibi, dinler tarihinde duğu gibi sığırın, (tarım ve beslenmeyle ilgili) gücü

719
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

karşısında” ineğ”e, yahut Şintolarda olduğu gibi gü- Burada, modern jeopolitiğin “medeniyet kurucu ve
neşin gücü karşısında, “güneş”in kutsanıp, ilâhlaştı- taşıyıcısı” olarak görülen “deniz eşkiyaları” ile “kara
rılması, putlaştırılması sözkonusu değildir. eşkiyaları”9 olarak adlandırılan “göçebeler” arasın-
Göçebe/ çoban hayatı, bütün çelişkilerine rağmen daki ortak yönler bir yana bırakılırsa (yıkıcılık, ta-
periyodik olarak kendi içinde taşıdığı nizam ve inti- lan, katliam, v.b.)10 aralarındaki en bariz fark, deniz
eşkiyaları hiçbir nizam, intizam, kural, kanun, hak,
zamla topyekun bir “denge”yi barındırır. Denge, âdil
hukuk sınır tanımazken, göçebe fatihlerin -bütün yı-
olmayı, âdil olmak, güçlü, irade sahibi ve sevk kabi-
kıcılıklarına rağmen- yasacı, kuralcı ve kamucu ol-
liyetini gerektirir. Tam da burada yine hatırlanacağı
malarıdır. Zira, gerçekte olduğu gibi, bozkır göçebe
gibi toplumlara yol gösterici vasıflarıyla peygamber-
dünyasının evreni kavrayışından, mevsimlerin de-
lerin çoğunun çoban olmaları tesadüf olmasa gerek-
ğişmesine, toplumsal örgütlenmeden, iktisadî ilişki-
tir diye düşünüyoruz. Zira, sürüleri zaptu rapt altında
lere kadar her şey, kendi içinde son derece tutarlı bir
tutmak, onları kurttan kuştan korumak, karınlarını
bütünlük, belli yasalar çerçevesinde ve hiyerarşik bir
doyurmak tabii olarak irade sahibi bir liderliği, yani
düzen içinde cereyan eder.
çobanlığı gerektirir. Akıldan, fikirden ve lisandan
mahrum bir sürüyü idare etmek, onların konuşma- Henüz tarihin neresinden itibaren başladığı gibi, mes-
yan dillerini anlamak,7 açlıklarını yahut karşı karşıya ken olma vaktini de bilemediğimiz Asya bozkırları-
bulundukları -ama bilmedikleri- tehlikeleri bilmek, nın göçebe/Turanî toplulukları, büyük fizikî jeolojik
görmek, hissetmek demektir. Muhtemelen, İncil’de kıvrılma ve kırılmalarla şekillenen coğrafî mekanda,
sık sık İsa peygamberle, kendine inananlar arasın- çevrelerinde yerleşik ama hasım bir dünyanın orta-
daki münasebette, çoban-sürü metaforuna atıfta bu- sında varlıklarını -yukarıda ana hatlarıyla değindi-
ğimiz hassalar doğrultusunda- zaman zaman inkı-
lunulması, Arap yarımadasının bedevi, deve çoban
razlara uğramalarına rağmen, M.S. 5. ve 7. yy’larda
hayatıyla ilgilidir.
varlıklarını merkezi Asya’nın sosyal ve siyâsî alanında
Tabiatla içiçe, yalın çoban hayatı yine Haldun’un be- hissettirmeye başlarlar. Bozkırın bu göçebe mekanı
lirttiği gibi, basit, kaba lâkin tıpkı tabiattaki varlıklar aynı zamanda, ticarî ve teknik yönden oldukça ileri
gibi dosdoğru, atak, hilesiz, riyasız, efendi olmadığı seviyede olan Tibetliler, Sasaniler, özellikle ezeli düş-
gibi, köle de olmayan, mücadeleci, sözünün eri, mert manları olan Çinlilerin işgal edilecek ve hakimiyet
bir insan tipilojisi olarak ortaya çıkarır ki, medeniyet kurma sahası olduğu kadar, aynı zamanda koloni-
kuruculuğundan, medeniyet yıkıcılığına kadar ikili zasyon peşinde olan çeşitli din ve inançlara mensup
rolü yine bu göçebe/çoban toplumu üstlenir. Tarihte, yabancı misyoner rahiplerin de faaliyet ve ilgi odağı
hemen hemen neredeyse emsaline çok nadir rastla- halindedir. Hiç kuşkusuz bu tür faaliyetler ister iş-
nan bu medeniyet kurucu çoban/göçebe toplumu, gal, ister ticarî, isterse misyoner olsun, karşılıklı bu
çağdaş tarihçilerin tesbitiyle, Asya bozkırlarının atlı mücadaleler bozkırın atlı/göçebe çobanlarını kül-
göçebeleri denen Turaniler içindeki Türk topluluk- türel ve iktisaden olduğu kadar, sosyal ve kültürel
ları özel bir önem arzeder.8 Kurucu göçebe olarak yönden kurumsallaşmaya itmesi tabii bir durum-
tanımlanan bozkır göçebelerinin medeniyet kurma dur. Nitekim, coğrafyanın ve göçebe hayat tarzının
kabiliyetlerindeki entelektüel zemini (İslâm öncesi) kendilerine kazandırdığı yönetme ve manevra kabi-
“Töre” oluşturuyordu. Töre esaslı, bu fikrî zeminde; liyeti, bozkırın göçebe kavimlerini kısa sürede kara
dünyasının tartışmasız hem fatihleri, hem de kuru-
- İtaat ve sadakat,
cuları yapmaya itecektir.
- Denge’den hareketle, adalet,
Başlangıçta, mevcudiyetini muhafaza etmeye yöne-
- Kimsenin kölesi olmamakla, kimseyi köle yapmamak,
lik bu örgütlenme güdüsü, zamanla soyut kavram-
- Çobanlıktan mülhem olmak üzere, olağanüstü bir
larla zenginleşerek, doğudan-batıya, güneyden-ku-
manevra ve liderlik kabiliyetine sahip olma, zeye bir dünya hakimiyetine dönüşecek ve gücünü
- Tabiatla olan beraberlikten hareketle, kanaat sa- Gök Tengri’den aldığı inancıyla “Kün tuğ bolgıl, kök
hibi olma ve her şeyin yaratıcısı olan “bir”e inanma, kurıkan” yâni, “güneşi tuğ, gökyüzünü çadır” olarak
- Göçebe hayatından mülhem, kültür ve medeniyet gören bir “Turan Barış” doktrinine doğru evrilecektir
taşıyıcısı olma. (fetihten, medeniyet kuruculuğa evrilme).

720
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

İçlerinde çeşitli dinlerin, kavimlerin, dillerin bulun- inanç ve din adamlarının etkisine açık bir bölge ol-
duğu çok renkli bozkırın atlı göçebe fatihleri, artık duğu gibi, Buhara, Semerkant, Taşkent ve Soğdiyan
müdafadan çıkıp, hükmetme moduna geçtikleri dö- havalisi bu dinlerin yayıldığı inanç coğrafyası haline
nemde yeni fetihler, ticarî ve insanî münasebetler, ka- gelmişti. Meselâ, 7. yy’da Sasani tesiriyle Mavera’ün
vimlerin birbirini iteleme, geri çekilme, erime ve yeni nehir havalisinde hâkim olan Budizmin yerini Zer-
inanç retoriğiyle, tabiatın diyalektik yasası, onları ta- düştlüğün aldığını, 11. yy’da Buhara’da Mecusi ra-
rihi yeni oluşlara doğru sürükleyecektir. hiplerin törenler icra ettikleri ve ateş tapınaklarından
İşte bu aşamada Ortadoğu (Arap yarımadası)’da, yeni bahsedilir ki, bu tapınaklardan Buhara’nın Mah-ı ruz
bir medeniyetin habercisi olacak olan İslâmın doğu- çarşısında bulunan bir ateş tapınağının Kuteybe bin
şuna şahit oluyoruz. Başlangıçta, Mezopotamya ve çev- Müslim tarafından Cuma camiine çevrildiği, özel-
resine yönelik Arap akınlarının zamanla İran plato- likle Zerdüştlüğün Türk boylarının yaşadıkları böl-
sunu aşıp, Turan bozkırlarına sarkmasıyla, bozkırın gelerde oldukça etkili inanç oduğu tarihi kayıtlar ara-
göçebeleri ilk defa geleneksel hasımlarından (Çinliler) sında yer almaktadır.12
farklı başka bir düşman güçle karşı karşıya gelirler. İmâm Mâturîdî’nin, bir yanda İslâmın merkezinde
7. yy’dan itibaren başlayan bu karşılaşmalar, zaman ortaya çıkan fikrî tartışma ve çatışmalar, bir yanda
zaman çetin çatışmalara yol açsa da, nihayetinde 10. İslâmı yeni kabûl etmiş bozkırın çoban göçebelerine
yy’ın ilk çeyreğinde Karahanlılar (Abdülkerim Sa- yeni dini anlatmak, bir yandan da içinde yaşadığı çok
tuk Buğra Han/924) ve Volga Bulgarlarının İslâmı dinli ve kültürlü kavimler arasında gnostik akımlara
resmen kabûl etmeleriyle yeni bir safhaya girecektir. karşı durmak zorunda olduğu siyâsî, dinî ve sosyal
Diğer tarafta, İslâmın doğuş yeri olan Arap yarımada- ve kültürel bir coğrafyada yaşıyordu.
sında efendi-köle, çoban-tacir, göçebe-yerleşik gibi ev-
Mâturîdî’nin hitabettiği çevre ve yaşadığı sosyo-kültü-
vel ahir varolan düalist, sınıflı sosyal ve iktisadi yapı,
rel muhit, onu Bağdat çevresinden ayırdığı gibi, yeni
neredeyse peygamberin (Hz. Muhammed) vefatının
bir dini kabûl etmiş ve daha uzun süre devam edecek
ardısıra başlayan “iktidar” problemi, kısa süre sonra
İslâmlaşma safhasında tevhid inancı ve akaid husu-
siyâsî mücadeleye dönüştüğünde, iktidara meşruiyet
sunda ikna edici, açık ve tabii şartların şekillendir-
kazandıracak entelektüel bir zemin arayışına yönelt-
diği insana (bozkır/çoban/göçebe) uygun bir dil ge-
miştir. “İktidar/ın” probleminin insanlık tarihinin bi-
liştirip, kullanmasını gerektiriyordu. Hiç kuşkusuz
dayetinde “tabii hukuk”la, daha sonraları “din” ile
Mâturîdî temel çıkış noktasını Kur’an’dan alıyordu,
olan ezeli ihtilâfında, hemen hemen her zaman ma-
ancak onun hitabettiği saha göz önüne alındığında,
şeri vicdan karşısında “gasıp” konumunda olan ikti-
dar/güç, toplumsal barışın tesisi adına kendine meş- içinden çıktığı bozkırın çoban göçebelerin “bilgeli-
ruiyet sağlamada yine de din ve hukuku bir meşruiyet ği”ni, tevhid ruhuyla bir ideale doğru yönlendirirken,
sağlamada daima bir tasdik makamı, bir müracat ka- bölgede hâkim olan gnostiklere karşı hiç tereddütsüz
pısı olarak görecektir. Peygamberin (Hz. Muhammed) Aristo mantığını kullanarak, düalist evren ve yaratıcı
reisliği sonrası ortaya çıkan kelamî (teolojik) tartış- Tanrı anlayışlarını geçersiz hale getiriyor, keza İslâm
malar bir yana bırakılırsa, özellikle fıkhi (hukukî) toplumunun terakki ve tekamül fikrine engel teşkil
tartışmaların önemli yanının iktidar meselesinin (re- eden “Eşari” anlayışına karşı da mücadele ediyordu.
is-i cumhur) meşruiyeti teşkil eder.11 Bu tartışmalar Mâturîdî’nin üç noktada teksif ettiği bu meseleler
daha sonraları bilindiği gibi kimi siyâsî, kimi de iti- içinde ele aldığı her bir kavram ve olgunun bu açı-
kadî mezheplerin ortaya çıkmasına sebep olacaktır. dan başlı başına birer tez konusu olduğu malûmdur.
Bir yandan hukuk, bir yandan ilâhiyat tartışmaları Ancak şu kadarını belirtmek gerekir ki, Mâturîdî’nin
devam ederken, diğer yandan İslâm fetihçilerinin Sa- etkisinin bozkırın Turanî göçebeler arasından baş-
sani coğrafyasına yaptıkları tazyikle yerlerini terk et- layıp, doğu ve güney-doğu istikametine Hindistan
mek zorunda kalan Zerdüşt rahipleriyle, gnostikler ve Hint alt kıtasından Malezya ve Endonezya adala-
merkezi Asya bozkırlarını çoktan mesken tutmuş du- rına, kuzeyde Ural dağlarından, batıda merkezi As-
rumdaydılar. Konumuzun öznesi olan İmâm Mâturî- ya’dan Anadolu ve Balkanlara kadar uzanan büyük
dî’nin yaşadığı Mavera’ün nehir bölgesi Budist, Zer- Avrasya anakarasında İslâmın şekillenmesi ve al-
düşt, Mani, Deysani, Markiyan, Hristiyan ve Musevi gılanmasında bir inanç coğrafî kuşak oluşturduğu

721
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

dikkâte alındığında, onun önemini ortaya koymaya âdeta modern zamanların laik devlet yapısının er-
yeterli olsa gerek. ken dönem siyâset biliminin de öncülerinden olur.17
İmâm Mâturîdî’nin bu yolda en önemli çabası, belki Mâturîdî ’nin bu devlet, iktidar ve siyâset tahlilinde,
de bu çabayı aşan Kur’an-ı Kerim’i, günümüzde “se- içinde doğup, büyüdüğü göçebe/bozkır coğrafya ve
mantik metod” denen dil felsefesi yönüyle tefsir ede- ikliminin belirlediği sınıfsız toplum yapısıyla, erken
rek, asıl manâyı ortaya çıkarmaya yönelik çabasıdır. dönem göçebe devlet yapısının tesiri olsa gerektir.
Konu hakkındaki uzmanların da bilecekleri gibi bu Bir bozkır/göçebe toplumu olarak Türklerin İslâma
metod, oldukça müşkül, fevkalâde bir tefekkür, dil geçişleri, bir medeniyet devrimi niteliğinde oluşu, bu
(lisan) ve çağının ilimlerine vakıf olmayı gerektiren değişimin anlamlandırılıp, tanımlanması ve kavran-
felsefî bir metod olup, akılcılığa dayanır. Mâturîdî’nin ması tabii olarak kendine mahsus bir kavram/lar dün-
akılcılığı, nas’a duyguların yanında, göçebe toplumun yasıyla, bir algı gerektiriyordu. İmâm Mâturîdî, ge-
bilgeliğine, aklı da ekler.13 Bunun için, İslâma davette liştirdiği bir retorik sayesinde İslâm toplumu içinde
bürhan (delil), cedel (münazara) ve hitabet kavramla- devrimci bir yol açmıştır. Bu yol, yeni bir inanç sis-
rını kullanarak, insanın farklı tabiatını dikkate alan temiyle donatılmış, hedef ve ideal içeren, göçebe top-
Mâturîdî, bu hususta İbn-i Rüşd’ün akla dayalı dine lumu “an”dan çıkarıp, geleceğin tarih nosyon ve mis-
davetle ilgili aynı Kur’an ayetine (Nahl suresi, 16. ve yonu içine sokan, sorumluluğu bölgesel, mahalli ve
25. ayetler) Rüşd’den takriben iki asır önce atıfta bu- kabilevî olmaktan çıkarıp, kıtalar arası, kabileler üstü
lunması da oldukça dikkât çekicidir.14 bir boyuta taşıyarak, ifadesini “Türk cihan Hakimi-
yeti” şiarında bulan, modern zamanların tabiriyle
Yeni bir dine giren ve yeni bir kültür iklimiyle kar-
“Turanın teolojik jeopolitiği”dir.
şılaşan Turanî göçebeler için yeni dinle (İslâm) bir-
likte, Mâturîdî’nin bu dine ilişkin geliştirmiş olduğu Geçmişten günümüze Doğu-Batı ilişkilerilerinde cari
retorik, tabii olarak bozkır toplumunu klâsik çoban/ olan bozkırın atlı göçebeleri için artık dünya denen
göçebe hayatından kopararak, kendi kendine de ya- yer, kendisinden çok uzaklar değil, yekpare bir me-
bancılaştırmakla (Medeniyet aynı zamanda, asıl kök- kandandır. Ve bu mekanda ebedi dengenin kurul-
lerden koparıcı ve uzaklaştırıcı yanıyla yabancılaştı- ması, adaletin tesisi, hak ve hukukun tahakkukunun
rıcıdır) birlikte, diğer yandan temel felsefi ve soyut mesuliyeti bu göçebe Turanilere aittir.
kavramları göçebe dünyasının hafızasına yerleştire- Coğrafyaya olan hakimiyet, mekan ve iklime olan
rek, bir nevi bozkır toplumunu başka bir rönesans uyum, olağanüstü sevk ve manevra kabiliyeti, sınıf-
çağına hazırlıyordu. Bu kavramlar, bozkır toplumu- sız toplum yapısı, hikmetin akılla techizi, kamucu
nun yabancısı olduğu kelamî düşüncenin kavramsal- paylaşım, yöneticiye karşı itaat, tevhide olan sada-
laştırılması, delil ve ispata dayalı dini düşünce, ras- kat, eşya ve evreni kavramada bilgelik, Mâturîdî’nin
yonel teoloji, felsefe, tarih, mantık ve içtimaî hayata Kur’an yorumuyla yeni bir medeniyetin ibda yolunu
dair konuları kapsıyordu. Ancak o zaman olduğu açar. Bu medeniyet, Doğu menşeli olmakla birlikte,
gibi, günümüzde de hâlâ din-devlet ve toplum iliş- Batıyı da ihata eden, ama her ikisinin de dışında
kilerinde Mâturîdî’nin getirmiş olduğu bakış tarzı- kendine özgü, emsalsiz üçüncü bir medeniyet olan
nın, modern siyaset ilmi tarafından da güncelliğini Türk-İslâm medeniyetidir.
korumuş olmasıdır. Mâturîdî’nin, din-devlet ve top- Sonuç olarak, Mâturîdî’nin Mâturîdî yaptığı kadar,
lum ilişkisinde, dini ve bir iktidar biçimi olarak dev- göçebe dünyasını kıtalararası medeniyet kurucu bo-
leti birbirinden ayırt ederek, dinin gönüllülük esasına, yuta taşıyan gücün arkaplanını oluşturan Asya coğ-
devletin de cebir esasına dayandığına vurgu yaparak, rafyası ve göçebe/çoban hayatının eşyayı ve evreni
bağlayıcı olmayan tarihi şartlara atıfta bulunur.15 Keza algılaması, bu coğrafyanın bölgeler ötesiyle eklem-
aynı şekilde , din-siyaset ve imamet konusunda, di- lenmesi ve hükümranlık inşasında Mâturîdî ve kendi
nin kendine mahsus siyâsî bir kültür yaratma çabası adıyla ebedileşecek olan “Mâturîdî okulu” önemli bir
olmamasına rağmen, devlet yöneticileriyle, dini yet- role sahiptir. Çeşitli sebeplerle “Eşari” anlayışıyla in-
kiyi kullanan nebiler arasındaki ayrıma dikkât çeke- kıraza uğrayan bu medeniyetin yeniden ihyasında,
rek, devlet başkanı (reisi cumhur) seçiminin kolektif Mâturîdî anlayışının yeniden güncellenerek, insan
bir sorumluluk ve yönetici kimliğe sahip olunması ve toplum hayatında makes bulacak çalışmaların
gerekirken, nübüvvet için böyle bir gereklilik olma- yapılması temennisiyle hepinize teşekkür eder, say-
yıp, Allah tarafından verildiğini16 belirten Mâturîdî, gılarımı sunarım.

722
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Dipnotlar
1 Dünya tarihini lineer ilerlemeci bir tarih anlayışıyla sınıflandırma modeli, Batının modernist, sınıf esasına dayalı antro-
pologlarının işi olarak, yakın zamanlara aittir.
2 Sait Başer, Türk İnanma ve Anlama Modeline Dair, s, 22, İstanbul, 2011
3 Nitekim buna benzer bir durum, önce Çarlık döneminde gönüllü veya gönülsüz hristiyanlaştırılan, Sovyet döneminde
ise dinsizleştirilmeye çalışılan Sibirya bölgesinde yaşayan Altay kavimlerinin 1990’larda Sovyetlerin dağılma aşamasında
“atalar dinimiz” dedikleri, eski “Gök Tanrı” inancına yeniden dönmeye başladıkları tarafımızdan ve konuyla ilgili çalış-
malar yapan pek çok kimse tarafından malûm olan bir gerçektir.
4 Günümüzde Anadolu’da genellikle okuma yazması olmayan insanlar arasında artık nadir de olsa kullanılan bu kavramın
hangi anlamda kullanıldığı sorulduğunda, kullanan kişi beklenilen cevabın (bu cevabın normalde Kur’an olması gerekir)
aksine-herhangi bir dine veya kutsal kitaba atıfta bulunmaksızın; “dünyanın yaratıldığı zaman” cevabını verir.
5 Sait Başer, a.g.e., s, 33, 39
6 A.g.y., a.g.e., s, 57, 101
7 Yine çoban hayatıyla ilgili olarak Anadolu çobanları arasında, meselâ, sürüdeki bir keçinin veya atın davranışlarına ya-
bancı birinin “bu hayvan neden böyle davranıyor” biçimindeki sorusuna karşılık, çobanların; “siz onun dilinden anla-
mazsınız” olacaktır. Gerçekte, yabancı olan birine garip gelen bir hayvanın davranışı, çoban için anlaşılması gereken
ve sürüyle, çoban arasında adı konmamış bir anlaşma dilinin kurulmuş olduğunu gösterir ki, bu durum aynı zamanda
gökyüzündeki muhtemel değişmeleriyle, yeryüzündeki tabiat şartları için de geçerlidir.
8 Burada İbni Haldun başta olmak üzere çağdaş tarihçiler “göçebeleri” genel bir tanımlamayla “kurucu göçebe” olarak
tanımlamaktadırlar. Ancak, her göçebenin kurucu olmadığı veya olamadığı dikkâte alındığında, bunun fatihler ve kuru-
cular olarak iki kısma ayrılması gerektiği kanaatindeyiz. Bunun için medeniyet kuran göçebeliğe “kurucu göçebe”, diğer-
lerine “fetihçi göçebelik” olarak ayrılması gerekir. Zira, bir medeniyet inşa etmek başka bir şey, sadece yabancı topraklar
fethetmek başka bir şeydir. “Kurucu göçebe” tanımı çağdaş göçebe tarihçilerinden Anatoly M. Khazanov’a aittir. Bknz.,
Nomads and the Outsid World, Wisconsin, 1994
9 Tanım, ünlü Alman hukukçu ve jeopolitikçisi Carl Schmitte’e ait olup, daha teferrutlı malumat için Bknz.: Roma Katolik-
liği ve Politik Form, Kara ve Deniz, İstanbul, 2009
10 Bizim yukarıda bahsini etmiş olduğumuz “kurucu göçebe” ile “fütuhatçı göçebe” arasındaki ayrım yapılması hususunda-
ki itirazımız tam da buradan kaynaklanmaktadır. Zira, her göçebe fütuhatçı olabilir ama, her fütuhatçı göçebe, medeniyet
kurucu olamazlar.
11 İslâm toplumlarında din-devlet ve iktidar ilişkileri, bidayetinden beri en çok tartışılan konuları biri olmuş, hâlâ da devam
etmektedir. Bu tartışmaların ilki İmam Maturudi tarafından izah edilmiş, daha sonraki yüzyıllarda İbni Haldun tarafın-
dan sitematik olarak tahlil edilmiştir. Haldun, özellikle göçebe toplumların tarihteki rollerine vurgu yaparken, reislik ve
reisi cumhurluğu birbirinden ayırır. Peygamberin (Hz. Muhammed), peygamberlik dışında reisliğinin insanî kabiliyeti
sayesinde içinde yaşadığı toplumun bir nevi sözcüsü olmak dışında herhangi bir otorite/güce sahip olmadığını, iktidar
ve gücü temsil eden reis-i cumhurun ise, Peygamberin vefatından sonra ardılları tarafından tesis edildiğini ve her iki
olgunun (reislik ve reis-i cumhur) dünyevî ve devlet olgusuyla ilgili olduğunu belirtir. Bknz., İbni Haldun, Mukaddime,
C.2.)
12 Mâturîdî’nin Düşünce Dünyası, Hilmi Demir,”İmâm Mâturîdî’nin Gnostik Akımlarla Mücadelesi”, s, 426-427, Ankara,
2011.
13 Sait Başer, a.g.e., s, 133, 183
14 Mâturîdî’nin Düşünce Dünyası, İbrahim Çapak, Harun Kuşlu, “Mâturîdî ve Mantık Literatürü”, s, 198-199), Ankara, 2011
15 Mâturîdî’nin Düşünce Dünyası, Şaban Ali Düzgün, “Mâturîdî’nin Din, Siyaset Kültürü ve Yönetim Erki”, Mâturîdî, burada
Ğaşiye suresinde; “Ey Muhammed, sen adece hatırlat. Zira, sen sadece hatırlatıcısın. İnsanlara zor kullanıcı değilsin” 22.
ayetine atfen, devletin düzenlediği alanlarda yaratılan zorunluluğun aksine, dinin teklif ettiği alanlarda kişinin tercihi
dikkâte alınmaktadır. s, 352-53, Ankara, 2011
16 Mâturîdî’nin Düşünce Dünyası, Şaban Ali Düzgün, a.g.m., s, 354-55, Ankara, 2011
17 İlginçtir ki, tarih ve siyaset felsefesinin öncüsü sayılan İbni Haldun’da din-devlet ve siyâset ilişkisinde hemen hemen aynı
tahlili yapar. Ancak, Mâturîdî, 10.yy’da Asya coğrafyasında Mavera’ün nehir’de yaşarken, İbni Haldun ondan takriben üç
asır sonra Endülüs’te yaşayacaktır.

723
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Askar AKİMKHANOV

Имам Әбу Мансур


Әл­матуриди:
Ғылымдағы Орны
Имам Әбу Мансур әл­Матуриди сунниттік Ислам
теологиясының негізін қалаған біртуар ғұламалар-
дың бірі һәм бірегейі. «Кәләм» ілімінің көшбасшы-
сына айналған имам Матуриди сунниттік Ислам
теологиясын ғылыми, әдістемелік тұрғыдан негіз-
деп, дінді оның негізімен үйлеспейтін жат сенім-
дер мен жаңсақ тұжырымдардан тазарту жолында
ерен еңбек еткен біртуар ғұлама. Осы тұрғыдан
алғанда, ол мұсылмандардың сенімі мен сана­
сезіміне едәуір ықпал екен Исламнан тыс діни­
пәлсапалық ағымдар мен Исламның өз ішіндегі
бірқатар дәстүрлі сунниттік бағытқа қайшы діни­
саяси ағымдарға қарсы тұрды. Осылайша, ол Құран
мен сүннетке негізделген сүнниттік сенімнің кір-
шіксіз таза күйінде сақталып, келешек ұрпаққа же-
туіне елеулі үлес қосып, «пайғамбар мирасқоры»
деген асқақ атқа лайық болған жаңашыл ғұлама-
лар арасынан ойып тұрып орын алды.
Әбу Мансур әл­Матуриди Ислами ой­сана та-
рихында пайда болған сан алуан діни түсініктер

725
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

арасынан «рационалистік діни түсінікті» әрі соған себепті, ол негізінен туған ауылына телініп, Ма-
негізделген «рай әдісін»қолдайтын аса көрнекті туриди деген атпен танымал болған. Сондай-ақ ол
де, жаңашыл ғалымдардың бірі болды. Әсілі, туған ауылы Самарқан шаһарына қарасты шағын
діни рационализмге негізделген «рай әдісінің» елді-мекен болғандықтан әс-Самарқанди деп те
негізін қалаған Әбу Ханифа болса да, оны эпи- аталған. Ғалымдар имам Матуридиді ізет тұтып,
стемологиялық, теологиялық және пәлсапалық оны басқа да көптеген лақап аттармен атаған. Атап
тұрғыдан негіздеп, жүйеге салған имам Мату- айтсақ олар – «Имамул-Һуда» (тура жол имамы),
риди еді. Ол өзінің «нақыл» мен «ақылға» негіз- «Имамул-Мутәкәллимин» (кәләм ілімі ғалымда-
делген ілімі арқылы өз дәуірінде пайда болған рының имамы), «Мусаххиху ақайдил-мусли-
көптеген діни мәселелердің шешімін таба білді. мин» (мұсылмандардың сенімін дұрыстаушы),
Ол саналы ғұмырында ағартушылықпен қа- «Рейису әһлис-суннә» (күллі сунниттердің бас-
тар, Құран тәпсірінде «Китәбу тәуиләт», кәләм шысы), «Рейису мәшәйхис-Самрқанд» (Самарқан
ілімінде «Китәбут­таухид» сынды әр қайсысы өз ғұламаларының басшысы), «Аләмул-һудә» (тура
саласында өзіндік жаңашылдығымен ерекшелен- жолдың байрақдары), «Зәһид, шейх/шейхуль-и-
ген соны еңбектер жазып, қалдырды. Нәтижеде, мам» (тақуа, ғұлама/ ғұлама имам) және т.б. Міне,
оның ілімі негізінде өз атымен аталатын өзіндік имам Матуридиге берілген осынау құрметті
ғылыми­әдістемесі бар сунниттік сенім мектебі қа- лақаптарға қарап, оның орта ғасырлық «Мауа-
лыптасты. Бұл мектеп «ханафи­матуриди» деген раннахр» ханафи ғұламалары, әсіресе, «жузжа-
атпен әу баста Мауараннахр1 және Хорасаннан2 ния»4 мектебінің өкілдері арасында аса беделді
бастау алып, кейін Орта Азияның өзге аймақта- де, құрметті ғалым болғанын көреміз. Дегенмен,
рына, Ресей, Кавказ, Шығыс Түркістан, Түркия, ол көбіне-көп «Әбу Мансур әл-Матуриди» және
Үдістан, Пәкістан, Малазия, Индонезия және өзге «Әбу Мансур әл-Матуриди әс-Самарқанди» де-
де мұсылман елдеріне дейін кеңінен тарап, бү- ген атпен танымал болған.
гінгі таңда әлем мұсылмандарының тең жары- Өмірбаяны, ата тегі және ұрпақтары
мынан астамын қамтитын үлкен мектепке ай-
Имам Матуриди Мәуараннахр аймағының орта-
налды. Дегенмен, өткен заманда кейбірі белгілі,
лығы болған, бүгінгі Өзбекстан республикасын-
енді бірі белгісіз себептермен имам Матуридидің
дағы Самарқан шаһарының солтүстік-батысында
өзі де, ілімі де имам Әшғари, имам Тахауи, имам
орналасқан Матурид (немесе Матурит) шағын
Ғазали және Ибн Тәймия сынды ғалымдармен са-
елді мекенінде дүниеге келген. Ғұламалар ара-
лыстырғанда лайықты деңгейде зерттелмегенін
сында қанша беделді болғанымен дереккөздерде
көреміз�. Міне, сондықтан да, бүгінгі таңда Мату-
туған жылы жайлы нақты мәлімет жоқтың қасы.
риди ілімін жан­жақты зерттеп­зерделеу күллі мұ-
Кейбір тарихшылар имам Матуридидің ұстаз-
сылман үмбеті, соның ішінде, діни дүниетанымы
дары Мұхаммед ибн Муқатил әр-Рази (248/862)
мен ұстанымы о бастан «ханафи­матуридилік» ілім
мен Нусайыр ибн Яхя әл-Бәлхидің (268/881) дү-
негізінде қалыптасқан Қазақ елі үшін кезек күт- ниден озған жылдарына қарап, оның шамамен
тірмейтін маңызды мәселе. Әсілі, бұл еліміздің хижри үшінші ғасырдың бірінші жартысында,
болашағына балта шабатын сан түрлі келімсек нақтырақ айтқанда, отызыншы жылдары яғни,
діни ағымдарға төтеп беру әрі халқымыздың ру- 230-240/844-854 жылдар аралығында дүниеге
хани иммунитетін күшейтудің бірден бір жолы келгенін болжайды�.
десек артық айтқан болмаймыз.
Қайтыс болған жылына келсек, Әбу Муғин
Аты-жөні және ныспысы ән-Нәсәфидің айтуынша имам Матуриди 324/935
Имам Матуридидің толық аты-жөні Әбу Мансур жылы дүниеден озған Әбу әл-Хасан әл-Әшғари-
Мұхаммед ибн Мұхаммед ибн Махмуд әл-Мату- дан бірер жылдан кейін дүние салған5, алайда, ол
риди әс-Самарқанди. Матуридидің азан шақырып нақты мерзімін көрсетпеген. Ал өзге ғалымдар-
қойған аты − Мұхаммед, лақап аты − Әбу Ман- дың көпшілігі оның 333/944 жылы, Самарқанда
сур�. Бұл лақап ат оған дін жолында сіңірген ерен дүниеден озғанын бір ауыздан мақұлдайды6. Ен-
еңбегі үшін берілген деген пікір бар3. Ислам мә- деше, имам Матуридидің шамамен 230-240/844-
дениетінде әдетте беделді ғұламалар көбіне-көп 854 жылдар аралығында дүниеге келіп, 333/944
туған жері немесе шыққан руымен аталады. Сол жылы дүние салғанына қарап, оның жүз жылға

726
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

жуық өмір сүргенін айтуға болады7. Сондай-ақ имам Матуридиді жан-жақты зерттеген өзге ға-
оның Самарқан қаласының Чакардизе зиратына лымдар бұл пікірмен келіспейді. Солардың бірі
қойылғаны белгілі8. Ахмет Актың айтуынша, имам Матуридидің өз
Имам Матуриди өзінің саналы ғұмырын ғылымға еңбектері мен өзге де көне дереккөздерде оның
арнаған, көптеген еңбектер жазып, талай шәкірт араб нәсілінен екенін растайтын бірде-бір нақты
тәрбиелеген біртуар ғұлама еді. Соның айғағы мәлімет кездеспейді. Егер ол, аталмыш ғалымдар
ретінде, ұзақ жылдар бойы Самарқан қаласының айтқандай әйгілі сахаба Әбу Әюуб әл-Ансаридің
жоғарғы соты болған Хаким әс-Самарқанди имам нәсілінен болғанда, көне дереккөздерде оның ата-
Матуридидің мазар тасына: «Бұл бар ғұмырын тегі міндетті түрде аталмыш сахабаға дейін тіз-
ғылымға арнаған, бар күш­қуатын ілімнің кеңінен бектеліп, көрсетілер еді. Өйткені, арабтардың
жайылуы үшін жұмсаған, дін жолында жазған атам заманнан шежіреге ерекше мән беретіндігі
еңбектері мадақталған, өнегелі өмірінің жемісін белгілі. Алайда, дереккөздерде оның әкесі мен
жиған тұлғаның қабірі», – деп жаздырған. атасынан өзге ата-бабалары мүлде аталмаған.11
Сондықтан да, аталмыш дәйектер көпшілік ға-
Имам Матуридидің шыққан тегіне келсек, бір лымдардың пікірінше Матуридидің ата-тегінің
таңғаларлығы, ол өз заманының ғұламалары ара- араб екеніне нақты дәлел бола алмайды. Сондай-ақ
сында аса беделді ғалым болғанына қарамастан имам Матуриди парсы тектес болуы мүмкін де-
көне дереккөздерде оның әкесі мен атасынан өзге гендердің де пікірі көпшілік зерттеушілер тара-
ата-бабалары аталып, көрсетілмеген. Алайда, әс- пынан қолдау таппаған.12Матуридидің ата-тегі
Сәмғани, әз-Зәбиди және әл-Баядый сынды ға- араб немесе парсы деген болжамды теріске шыға-
лымдар өз еңбектерінде оның арғы атасы сахаба ратын ғалымдар оның әсіресе, «Китабут-таухид»
болған деген пікірді алға тартып, оған «әл-Ансари» атты араб тілінде жазылған еңбегінің тілінің ауыр
деген де лақап ат берген. Нақтырақ айтқанда, олар болуын, ондағы базбір сөйлемдердің құрылысы
оның атақты мәдиналық сахаба Әбу Әюуб Ха- көбіне-көп түркі тілдерінің сөйлем құрылысына
лид ибн Зәйд әл-Ансаридің ұрпағы екенін айтқан. ұқсайтынын, ол өсіп-өнген аймақты мекендеген
Бұл пікірді «Тәуиләту әһли сүннәні» зерттеп, жа- елдердің басым көпшілігінің түркілер болғанын,
рыққа шығарған Мәжди Бәсәллум да қолдайды9. әрі оның жолын ұстаған ғалымдардың дені түркі
Аталмыш ғалымдардың бұл мәселеде сүйенетін тектес екенін алға тартып, оның түркі жұртының
дәйегі – имам Матуридидің «Китабу әт-Таухид» өкілі екенін айтқан.
атты еңбегінің қолжазба нұсқасының бір бетінде
оның арғы атасы әйгілі сахаба Әбу Әюуб Халид Дереккөздерде имам Матуридидің ата-тегі сынды
ибн Зәйд әл-Ансари екенін білдіретін жазудың ұрапқтары жайлы да мәлімет өте аз кездеседі. Ға-
болуы. Алайда, бұл жазуды кімнің жазғаны әлі лымдардың айтуынша, одан еркек кіндік ұрпақ
күнге дейін беймәлім. Оның үстіне, әз-Зәбидидің қалмаған. Ал оған берілген «Әбу Мансур» (Ман-
өзі де «әл-Ансари» деген лақап аттың имам Мату- сурдың әкесі) деген лақап ат, сол кездегі әдет бой-
ридиге «суниттік сенімнің Исламдағы өзге сенім- ынша еркек кіндік бала сүймеген кісіге Мансур
дерден үстем түсуіне сеп болғаны үшін» берілген атты ұлы болсын деген игі тілекпен берілсе ке-
болуы мүмкін деген де пікір білдірген. Аталмыш рек. Өйткені, дереккөздерде оның ұрпағы ретінде
ғалымдардың бұл мәселеде сүйенетін тағы бір дәй- жоғарыда аталған жиен немерелері Шейх қади
егі – Матуридидің қызынан тараған жиен неме- имам Хасан әл-Матуриди (қ.ж. 450/1058) мен Қади
ресі Шейх қадый имам Хасан әл-Матуриди (қ.ж. Әбу әл-Хасан Али ибн Хасан әл-Матуриди (қ.ж.
450/1058) мен жиен шөбересі Қади Әбу әл-Хасан 511/1117) ғана көрсетілген13.
Али ибн Хасан әл-Матуридидің (қ.ж. 511/1117) Тарихи дереккөздерде имам Матуридидің өмірба-
Әбу Әйюуб әл-Ансаридің тікелей ұрпағы болып яны жайлы да мәлімет өте аз кездеседі. Ол жайлы
келетіндігі. Осыған байланысты, олар көне салт өте қысқа мәлімет берген базбір еңбектерді бы-
бойынша текті арабтардың өз араларында ғана лай қойғанда, атақты ғалымдардың өмірлік жо-
қыз алысып, қыз беріскендігін айтып, имам Ма- лын баяндайтын «әт­Тәфсир уәл­Муфәссирун»
туриди де осы дәстүрді сақтай отырып, қызын өзі және «Табақат әл­Муфәссирин» сынды бірқатар қо-
сияқты әйгілі сахабадан тараған текті елге ұзатқан мақты да, маңызды еңбектерде ол жайлы мәлімет
болуы мүмкін деген пікір білдірген10. Дегенмен, жоқтың қасы. Мысалға айтсақ, оның тұлға ретінде

727
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

қалыптасуы, көзінің тірісінде өз қоғамында қан- имам Әшғари әлдеқайда танымал тұлға болып,
шалықты беделді болғандығы, ресми орындарда ғылыми көзқарастары мен пікірлері, әсіресе, «мә-
қызмет атқарып, атқармағандығы жайлы мәлімет лики» және «шафиғи» мазхабын ұстанатын Ислам
жоқ десек те болады. Сол себепті, ол жайлы жа- әлеміне кең тараған. Тарихи дереккөздерде имам
зылған деректер оның еңбектері, ұстаздары мен Әшғари және «әшғарилік» сенім мектебі жайлы
шәкірттері және оған қатысты айтылған мақтау мәлімет өте көп. Ғалымдардың пікірінше жағдай-
сөздерден ары аспаған. Зерттеуші ғалымдар имам дың бұлай болуында имам Матуридидің сол кездегі
Матуридидің өмірлік жолы мен ғылымдағы ор- Ислам халифатының орталығы болған Бағдаттан
нын негізінен, оның өз еңбектеріндегі ғылыми шалғай жерде ғұмыр кешкендігі, рухани ұстазы
тұжырымдары мен көз­қарастарына ұстаздары Әбу Ханифаның көлеңкесінде қалғандығы, араб
мен шәкірттеріне, ол жайлы пікір білдірген кей- болмағандығы, ғылыми көзқарастары мен әдісінің
бір ғалымдардың сөздеріне, ол жайлы айтылған косервативтік ұстанымдағы хадисшілер мен фиқһ
аллегориялық әңгімелерге және өмір сүрген за- ғалымдарына қарағанда муғтазилиттерге жақын
маны мен қоғамына қарап анықтауға тырысқан. болуы, билік басындағылардан іргесін аулақ са-
Имам Матуридидің өмірбаяны және ғылыми ең- луы, сол кездегі биліктің көбіне-көп «әшғари»
бектері жайлы ең алғаш қалам тартқан ғалымдар мектебінің ғалымдарын жақтауы, тіпті, сол дәуір-
Әбу әл-Юуср әл-Паздауи (421/1027-493/1099) мен дегі кейбір ханафи ғалымдарының Әбу Ханифа-
Әбу Муғин ән-Нәсәфи (508/1115ж) болды. ән-Нәсәфи ның беделін көлегейлеуі мүмкін деген қауіппен
өзінің «Табситартул­әдиллә фи усулиддин» атты Матуридиді қабылдағысы келмей «әшғарилік»
еңбегінде Самарқан ғылыми мектебінің қалып- мектепке балама ретінде «матуридиліктен» гөрі
тасу тарихын жазып, онда имам Матуриди жайлы «ханафилікті» алға тартқандығы сынды бірқатар
да біраз деректер келтірген. Расында бұл еңбек факторлар маңызды рөл ойнаған. Бұған қоса, имам
«матуриди» ақидасының «Китабут-таухидтан» Әшғаридің ғылыми көзқарастары мен әдісін бас-
кейінгі маңызды қайнар көзі болып табылады. шылыққа алып, «әшғарилік» мектептің жүйесін
Әбу әл-Юуср әл-Паздауи да (421/1027-493/1099) одан ары дамытып, күшейте түскен әл-Бақилләни,
өзінің «Усулуд­дин» атты еңбегінде имам Мату- әл-Жуәйни, әл-Ғазали, әр-Рази сынды атақты ға-
риди жайлы жазды. Алайда, ол оның өмірбая- лымдардың «әшғарилік» ілімді жаю үшін аянбай
нынан гөрі ғылымдағы орны мен жетістіктеріне еңбек етуі, ал Матуридидің жолын қуған ғалымдар
көбірек тоқталған. Аталмыш екі ғалымнан кейін арасында мұншалықты беделді ғалымдардың
Матуриди жайлы қалам тартқан басқа ғалымдар болмауы,сондай-ақ орта ғасырда «әшғарилік»
да болды. Атап айтсақ олар: Ибн Әбу әл-Уәфә (қ. ілімнің «Низамия» медреселерінде оқытылып,
ж.775/1373), Ибн Кұтлубұға (қ.ж.879/1474), Камалпа- халық арасында кеңінен насихатталуы арқылы
шазаде (қ.ж.940/1533), Ташкөпрузаде (қ.ж.968/1560), «шафиғи» және «мәлики» мазхабын ұстанатын
Хажы Халифа (қ.ж.1067/1657), Камалуд-Дин әл-Ба- елдерге жайылуы, ал «матуридиліктің» тек ха-
ядый (қ.ж.1078/1687), әс-Саид әл-Муртада әз-Зә- нафилер арасында ғана оқытылғандығы Мату-
биди (қ.ж.1205/1791) және Мухаммед Абдул-Хай ридидің Әшғариге қарағанда аз танымал болған-
әл-Ләкнәуи (қ.ж.1304/1886). Дегенмен, аталмыш дығының басты себептері саналады.
ғалымдар келтірген деректерінде негізінен Әбу
«Мауараннахр» сунниттік теология мектебінің
Муғин ән-Нәсәфидің «Табситартул­әдиллә» атты
көшбасшысы Әбу Мансур әл-Матуридидің біре-
еңбегіне сүйенген.14
гей ғалым болып қалыптасуына Әбу Ханифа-
Матуридидің ғылымдағы орны ның ғылыми мұрасының ықпалы зор болған.
Исламдағы екі үлкен сунниттік теология мек- Әбу Ханифаның ғылыми көзқарастары мен әдісі
тебінің негізін қалаған қос ғалымның бірі Әбу «Мауараннахр» аймағына оның ілімін жаю мақ-
Мансур әл­Матуриди болса, ендібірі Әбу әл­Хасан сатында келген шәкірттері арқылы жеткен. Сон-
әл­Әшғари. Аталмыш екі ғалымның атымен ата- дай-ақ оның шәкірттері арасында «Мауараннахр»
латын «матуридилік» және «әшғарилік» сенім аймағымен іргелес «Хорасан» және «Түркістан»
мектебі XI ғасырдан бастап сунниттік теологи- жерінен шыққандар да бар-тын. Міне, солардың
яның көшбасшысына айналды15. Дегенмен, ис- ерен еңбегінің арқасында аталмыш аймаққа Әбу
лам тарихында имам Матуридиге қарағанда Ханифаның «ақида» және «фиқһ» іліміне қатысты

728
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

ғылыми тұжырымдарына негізделген «ханафи» сол кезеңде Нишабур, Рей және Бәлх шаһарлары-
мазхабы кеңінен тарады. Осылайша, Әбу Хани- ның Самарқандағы ғылыми ортаға едәуір ықпалы
фаның ғылыми мұрасы үрпақтан ұрпаққа беріліп, болғанын һәм Матуридидің кейбір ұстаздарының
имам Матуридиге де жетті. аталмыш шаһарлардан шыққанын ескерсек, Ма-
а. Білім жолы және ұстаздары туриди ол жерлерге барған болуы да мүмкін.19И-
мам Матуридидің еңбектері мұқият зерттелгенде,
Дереккөздерде имам Матуридидің ғылымдағы
оның өз ұстаздары мен олардың еңбектерінен
жолы жайлы мәлімет онша көп болмаса да, бізге
алған біліммен шектелмей, өз заманындағы өзге
жеткен кейбір деректерге қарағанда оның өте ын-
діндер, түрлі философиялық және діни ағымдар
талы да, қабілетті шәкірт болғанын және үлкен
мен мазхабтар өкілдерінің еңбектерін де оқып,
ғалымдардан тәлім алғанын көреміз. Ол негізгі
олардың ғылыми әдістеріне қанық болғандығы
тәлімін Самарқандағы «Даруль-Жузжания»16деп
анық байқалады. Атап айтсақ, оның көне Грек
аталатын ханафилерге тиесілі білім ордасында
философиясын, соның ішінде, Аристотельдің ең-
алған.17
бектерін оқып, ғылыми әдістерін толық меңгер-
Матуриди ханафи мазхабының төртінші, тіпті, гендігі жазған еңбектерінің жүйесі мен әдісінен
үшінші буын ғалымдарының санатына жатады. анық байқалады.
Ол Әбу Ханифаның ізбасары Мухаммед әш-Шәй-
Матуриди ғылыми еңбектерін Самарқанда жазған
банидің өзінен тәлім алған Әбу Сүлеймен әл-Жуз-
деседі ғалымдар. Сонымен қатар, ол Бағдат, Басра,
жанидің шәкірттері Әбу Бәкір Ахмед ибн Исхақ
Куфа, Шам, Хорасан және Бұхара сынды саяси
әл-Жузжани, Нұсайыр ибн Яхя әл-Бәлхи және Ни-
һәм мәдени маңызы зор орталықтардағы ғылыми
шабурдың жоғарғы соты Әбу Бәкір Мұхаммед ибн
көзқарастар мен ұстанымдарды жіті қадағалап, он-
Ахмед ибн Рәжа әл-Жузжани сынды ғұламалар-
дағы ғылыми жаңалықтардан, ғалымдар мен түрлі
дан тәлім алса да, негізгі тәлімін шамамен жиы-
діни топтар арасындағы пікірталастардан хабар-
рма жасында ұстаздары Әбу Бәкір Ахмед әл-Жуз-
дар болып отырған. Мұны оның «Китабут-тау-
жани мен сол кездегі «Дәруль-жузжания» ғылым
хид» әрі «Тәуиләту әһли-суннә» атты еңбегінде
ордасының басшысы Әбу Насыр әл-Иядыйдің ал-
«қадария», «муржия», «жәбрия», «харижия» және
дында тәмамдаған. Кейіннен ол ұстазы Әбу На-
«батыния» сынды түрлі діни ағымдарға тиесілі
сыр әл-Иядыйдің орнын басып, «Даруль-Жузжа-
ақида, кәләм мәселелеріне қатысты түрлі пікірлер
нияға» басшылық етті. Әбу Муғин ән­Нәсәфидің
мен ұстанымдарды сынға алуынан анық көруге
еңбегінде былай делінген: Шейх Әбу Насыр әл-И-
болады. Сондай-ақ имам Матуриди өз дәуірінде
ядый шәкірті Әбу Мансур әл­Матуриди келмей-
Ислам әлеміне саяси әрі мәдени ықпалы зор болған
інше дәрісін бастамайтын болған. Сондай­ақ оны
«мұғтазилә» және «шиіттік» мазхабтарды ұста-
көргенінде тамсанып: «Раббың қалағанын жара-
натын ғалымдармен ғылыми негізде пікірталасқа
тады және таңдайды», ‒ деп айтады екен. Сонымен
түсіп, олардың көптеген ұстанымдарын «нақыл»
қатар, аталмыш еңбекте Матуриди жайлы өз за-
мандастары мен кейінгі буын ғалымдардың да та- һәм «ақыл» тұрғысынан сынға алып, теріске
лай мақтау айтқанын тілге тиек ете келе былай шығарған. Кейін ол сол жемісті пікірталастары-
делінген: «Матуриди елге дінді дұрыс түсінудің ның нәтижесінде жазған ақида және кәләм іліміне
жолын көрсеткен алдыңғы қатарлы имамдардың қатысты еңбектері арқылы ғылыми ортада таны-
бірі һәм бірегейі. Ол Құран тәпсірінде діндегі та- мал болып, «Мәуараннахр» аймағының ғалымда-
лас тудырған қиын мәселелердің түйінін шешіп, рының көшбасшысына айналған.
дінді түрлі аңыз-әпсаналардан тазартқан әрі дін- ә. Шәкірттері
дегі халал, харам сынды көптеген шариғи үкім- Дереккөздерде имам Матуридидің ұстаздары
дерді анықтап көрсеткен».18 сынды шәкірттері жайлы да мәлімет аз кезде-
Дереккөздерде Матуридидің білім алу мақса- седі. Оның бізге мәлім шәкірттері мыналар: Әбу
тында Самарқаннан өзге жерлерге барып-бар- әл-Қасым Исхақ ибн Мұхаммед ибн Исмаил ибн
мағандығы, тіпті, қажылық парызын өтеп-өте- Ибраһим ибн Зәйд әл-Қадый әл-Хаким әс-Са-
мегендігі, сондай-ақ ғалым ретінде ресми әрі марқанди (340/951), Әбу әл-Хасан Али ибн Саид
лауазымды орындарда қызмет атқарып-атқар- әр-Рустуғфәни (345/956), Әбу Ахмед ибн Әбу Наср
мағандығы жайлы мәлімет кездеспейді.Дегенмен, Ахмед ибн Аббас әл-Иядый және Әбу Мүхаммед

729
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Абдулкәрим ибн Муса ибн Иса әл-Фақиһ әл-Пәздәуи болып табылады. Аталмыш еңбектің жалғыз түп
(390/1000). Аталмыш шәкірттерінің арасынан тек нұсқасы АҚШ-тағы Кембридж университетінің
Әбу әл-Қасым әс-Самарқандидің «Китәбу сәуәд кітапханасында сақтаулы. Тіркелген нөмірі: 3651.
әл-ағзам» атты және ақида мәселесінде жазған Бұл еңбекке Фетхуллаһ Хулейф ең алғаш болып,
тағы бір еңбегі жарық көрген. Сондай-ақ имам Ма- қомақты кіріспе жазып, 1970 жылы Бейрут қа-
туридидің көзін көріп, алдында тәлім алмаса да, ласында аталмыш түп нұсқа негізінде жарыққа
оның еңбектерін оқып, өзін ұстаз тұтқан кейінгі шығарды. Кейін, еңбек 1979 жылы Ыстамбұлда,
буын ғалымдар да, матуридилік ілімнің қалып- 1982 жылы қайтадан Бейрутта және Алексан-
тасуына, дамуы мен кеңінен тарауына алғашқы дрияда «офсет» форматында басылып, жарыққа
шәкірттеріндей елеулі үлес қосқан. Атап айтсақ шықты. Содан кейін 2003 жылы Анкарада Бе-
олар: Әбу Муғин ән-Нәсәфи, Әбу Хафс Омар ән- кир Топалоғлы және Мұхаммед Аружи еңбекке
Нәсәфи, Әбу әл-Баракат ән-Нәсәфи, Әбу Исхақ алғы сөз жазып, қолжазба нұсқасы мен алғашқы
әс-Саффар әл-Бухари, Убәйдуллаһ әл-Бухари, басылымдарға сүйене отырып, қайта өңдеп, ба-
Әбу әл-Юуср әл-Пәздәуи, Нуриддин әс-Сабуни, сып шығарды. Сондай­ақ еңбекті Бекир Топалоғлы
Оши және Қазақ даласынан шыққан Хусамуд- түрік тіліне аударып, «Китабут­таухид тәржі-
дин әс-Сығнақи, Итқани, Кәрдәри сынды атақты масы» деген атпен 2002 жылы Анкарада қайта
ғұламалар. жарыкқа шығарды.
б. Еңбектері 2.«Тәуиләтуль-Құран», «Тәуиләту әһли суннә»
Имам Матуриди «кәләм», «мазхабтар тарихы», және «Тәуиләтуль-Матуридия» деген атаулар-
«тәпсір», «қырағат ілімі», «фиқһ» және «фиқһ мен танымал болған бұл еңбектің негізгі атауы
методологиясы» салалары бойынша бірқатар еле- – «Китәбу тәуиләт». Құранның толық әрі жүйелі
улі еңбектер жазып қалдырған. Дереккөздерде түрде жазылған тәпсірі болумен қатар, «кәләм»,
анық Матуридиге телінетін он төрт бірдей еңбек «фиқһ» және «усулул фиқһ» ілімдеріне қаты-
жайлы айтылады. Одан басқа оның қаламынан сты маңызды мәліметтерді, қағидаларды және
туып-тумағаны күмәнді тағы сегіз шақты еңбек ғылыми тұжырымдарды да қамтыған соны ең-
бар. Өкінішке орай, оның еңбектерінің дені ша- бек. Сондай-ақ аталмыш еңбекте Исламдағы түрлі
пқыншылық, көшіп-қону, табиғи апаттар және мазхабтарға, Исламнан тыс діни һәм пәлсапа-
басқа да себептердің салдарынан бүгінгі күнге лық ағымдарға және өзге діндерге тән сенімдер
дейін жетпеген. Оның жоғалып кеткен еңбек- мен ұстанымдар жан-жақты талқыланып, сынға
теріне негізінен «мұғтазилә», «харижия», «рафи- алынған. Осы тұрғыдан алғанда еңбек түрлі
зия» және «шиіттік карматилер» сынды діни-фи- діни­философиялық ағымдардың сенімі мен ұста-
лософиялық және діни-саяси ағымдарға тән түрлі нымдары жайлы мәлімет беретін маңызды қайнар
сенім, ұстаным және ғылыми-философиялық көздердің бірі саналады. Негізінен ғалымдар бұл
тұжырымдарды сынға алып, терістеу мақсатында еңбек имам Матуридидің шәкірттеріне оқытқан
жазған, сондай-ақ «фиқһ» және «фиқһ методоло- дәрістерінен жазылып алынған деседі. Бүгінгі таңда
гиясы» саласы бойынша жазған туындылары жа- бұл еңбектің кітапханаларда сақтаулы қырыққа
тады. Ал бізге жеткен еңбектеріне келсек, олар – жуық қолжазба нұсқасы бар. Аталмыш қолжазба-
бір ғана қолжазба нұсқасы бар «Китабут-таухид» лардың отыз бірі Түркияда, алтауы өзге мұсыл-
және қырық шақты қолжазба нұсқасы бар «Тәуи- ман елдерінде және қалған үшеуі басқа елдер-
ләтуль-Құран» атты екі еңбегі ғана20. Дегенмен, дегі кітапханаларда сақтаулы. Бүгінгі таңға дейін
аталмыш екі еңбек оның ең негізгі әрі тың туын- «Тәуиләтуль-Құран» төңірегніде Ибраһим және
дылары болып табылады. Сеийд Ауадейн (1971 ж Кайр), М. Мустафиззур-
1.«Китабут-таухид» атты еңбегі оның кәләм іліміне рахман (1983 Бағдат), Фатима Юусуф әл-Хиеми,
қатысты пікірлерінің жиынтығы болғандықтан Мәжди Бәсәллум және Бекир Топалоғлы сынды
«матуриди» сенім мектебінің негізгі кітабы са- ғалымдар тарапынан бірқатар елеулі зерттеулер
налады. Сондай-ақ бұл еңбек «мұғтазиләдан» жасалып, алды бес, арты он-он жеті томнан тұра-
бастап, түрлі діни­философиялық және діни­саяси тын қомақты зерттеулер мен көптеген ғылыми
мазхабтар мен ағымдардың ұстанымы жайлы мақалалар жазылды. «Китәбу тәуиләт»–Құран
мәлімет беретін ең көне қайнар көздердің бірі тәпсірі тарихында өзіне дейінгі тәпсірлерден

730
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

өзіндік әдістемесімен ерекшеленетін соны еңбек. ілім арасында ғылыми синтез жасау арқылы екі
Одан бұрын жазылған тәпсірлер негізінен клас- ілімді үйлестіруге тырысқаны белгілі. Алайда, ол
сикалық стильде яғни, «нақыл» (Құран аяттары, көбіне­көп Матуридидің әшғарилерге жақын көзқа-
хадис және сахабалардың тәпсірі) негізінде жа- растарын әшғарилерге теліп, ал мұғтазилиттерге
зылды. Құран ілімінде тәпсірдің бұл түрі «риу- жақын көзқарастарын мұғтазилиттердің пікіріне
аят» тәпсірі деп аталады. Ал «Тәуилатта» Құранды жатқызып, матуридилік ілімнің жайылуына кері
тәпсірлеуде «нақылмен» қатар «ақылға», яғни, әсерін тигізді. Мысырдағы мың жылдық тарихы
логикалық сараптау әрі талдау әдісіне де ерекше бар әйгілі әл-Азхар университетінде біраз уақыт-
мән берілді. Сондай­ақ еңбекте Құран аяттарына тан бері «әшғарилік» ақидамен қатар, «матуриди»
семантикалық, әлеуметтік және тарихи оқиғалар мектебіне тиесілі Нәсәфи ақидасы да оқытылып
тұрғысынан да талдау жасалып, ойға және жүй- келеді. Яғни, араб әлемі матуридилік іліммен не-
елілікке де ерекше мән берілген. Құран ілімінде гізінен Нәсәфи ақидасы арқылы танысқан десек
тәпсірдің бұл түрі «дираят» тәпсірі деп аталады. болады. Сондай-ақ бүгінгі таңда «сәләфи» яғни,
Міне, сол себепті, ғалымдар бұл еңбектегі Құран өздерін алғашқы буын мұсылмандардың ізбасар-
аяттарын тәпсірлеудегі тың әдіске қарап, оны ең лары деп білетін консервативтік ұстанымдағы
алғашқы «дираят» тәпсірі деп қабылдаған. Ға- базбір дәстүршіл22 араб ғалымдарының «мату-
лымдардың айтуынша «Китәбу­таухид» негізінен ридилік» ілімді жалаң рационализмге балап, бір-
сол кездегі зиялы қауым өкілдеріне арналып жа- жақты сынға алу арқылы теріске шығаратын бір-
зылған қазіргі тілмен айтқанда, ғылыми-акаде- шама еңбектер мен докторлық диссертациялар
миялық деңгейдегі сүбелі еңбек болса, «Китәбу жазғандары да бар. Атап айтсақ олар: «Матури-
тәуиләт» жалпыға арналған елеулі еңбек болып дилердің сәләфи ақидасына қастығы; Матуриди-
табылады. Мұны аталмыш қос еңбектің тілінен,
лердің Аллаһтың көркем есімдері мен сипаттарына
ғылыми стилі мен әдісінен анық байқауға болады.
қатысты ұстанымы» атты магистрлік диссерта-
г. Матуриди және матуридилік ілімнің зерт- ция жазған әш-Шәмс әс-Сәләфи әл-Афғани, кейін
телу деңгейі оның бұл диссертациясы кітап болып жарыққа
Матуриди және матуридилік ілімнің заманымы- шықты; «Әшғарилікпен сұхбат, одан кейін Кул-
здағы зерттелу деңгейіне келсек, бұл салада көбі- ләбияның өгей қызы Матуридилер келеді» атты
не-көп шет елдік ғалымдардың үлкенді-кішілі ең- кітап жазған Мұхаммед ибн Абдуррахман әл-
бектеріне куә боламыз. Негізінен, бүгінгі таңда Хумәйус; сондай-ақ «Матуридилік: зерттеу және
Матуриди және матуридилік ілімді зерттеп жүр- бағалау» атты еңбектің авторы Ахмад ибн Ауа-
ген ғалымдардың дені түрік, араб және батыстық дилләһ ибн Дәхил әл-Ләһиби әл-Харби. Дегенмен,
шығыстанушы ғалымдар. бүгінгі таңда, араб ғалымдарының арасында да
Ибн Кемал Паша (қ.ж. 1534) және Аққирмани имам Матуридидің еңбектері мен көзқарастарына,
(1174/1760ж) сынды түрік ғалымдары Матуриди жалпы «матуридилік» ілімге қызығушылық та-
іліміне сонау Осман империясының тұсында нытып жатқандар да баршылық. Әсіресе, Құран
ерекше ден қойып, зерттей бастаған көрінеді. Олар- тәпсірі «Тәуиләтуль-Құранға» қызығушылық та-
дың сондағы басты мақсаты сунниттік сенімдегі нытып, оны жан-жақты зерттеп, бірнеше том түсін-
түрік жұртын шиіттік экспансиядан қорғау болған дірме жазған Мәжди Бәсәллум, Фатима әл-Хиеми
деседі ғалымдар.21Ал кейінгі буын матуридита- сынды ғалымдарды ерекше атап өтуге болады.
нушы түрік ғалымдары Матуридиді тұран елі, Батыстық шығыстанушы, тарихшы ғалымдардан
түркі жұртынан шыққан біртуар ғұлама ретінде да «матуридилік» ілімді, әсіресе, тарихи, библи-
алға тартып, оның өмірлік жолы мен ілімін жан­ ографиялық және теологиялық тұрғыдан зертте-
жақты зерттеп, күллі әлемге паш етуге тырысуда. гендер бар. Атап айтсақ олар: Уильрих Рудольф,
Карл Броклман, У. Бартольд, Уилферд Моделунг,
Араб ғалымдарына келсек, Матуриди ілімі араб
әлемінде «әшғарилік» ілім және имам Тахауи Фуад Сезгин және т.б. ғалымдар.
ақидасы деңгейінде кеңінен танылмаған. Мұның Бүгінгі таңда елімізде ұзақ жылдар бой жүргізіл-
басты себептері жоғарыда айтылды. Дегенмен, ген дінсіздендіру және ұлтсыздандыру саясаты-
ертеректе Нәсәфи ақидасына түсіндірме жазған ның салдарынан зерттеліп, жазылуын былай қой-
Тафтазанидің «әшғарилік» ілім мен «матуридилік» ғанда, тіпті, ауызға да алынбай ұмыт бола бастаған

731
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

рухани мұрамызбен қайта қауышып жатқан жай- Дербісәлі және филология ғылымдарының док-
ымыз бар. Әсіресе, Қазақ елі өз алдына ел болып, торы, профессор Шәмшадин Керім қазақ дала-
еңсе көтергелі ұстанып келе жатқан сунниттік сынан шыққан «ханафи-матуриди» мектебінің
бағыттағы «ханафи» мазхабы мен «матуридилік» маңдайалды өкілдері Сығнақи, Кәрдәри, Итқани
сенім мектебінің тарихы мен ілімін жан-жақты сынды ғұламалар мен олардың тарих қойнауында
зерттеп, зерделейтін күн туды. Әсілі, халқымы- қалып қойған қолжазба күйіндегі құнды еңбек-
здың басынан қаншама аумалы-төкпелі кезең- терін іздеп, тауып, оларды жан­жақты зерттеуде.
дер өтсе дағы, ғасырлар бойы елдігінен айнымай Жас ғалымдар арасынан «Матуриди ақидасын-
осы күнге дейін аман-есен жеткендігінің бірден дағы пайғамбарларға иман мәселесі» тақыры-
бір кепілі осынау рухани ілім еді. Олай болса, бында докторлық диссертация қорғаған теоло-
бұлыңғыр тартып, ұмыт бола бастаған осынау гия ғылымдарының докторы Қалмахан Ержан
рухани мұрамызды қайта жаңғыртып, халқы- да осы жолда еңбек етуде.
мыздың санасын ояту бүгінгі күндегі кезек күт- Сонымен қатар, Ел басымыз Нұрсұлтан Әбішұлы-
тірмейтін басты мәселелердің бірі. Осы жолда ның қамқорлығымен ашылған еліміздегі жоғары
ғылыми-академиялық деңгейде елеулі еңбек етіп діни білім беретін Нұр­Мүбарак Египет ислам мә-
жатқан отандық ғалымдарымыз да бар. Атап ай- дениеті университетінің бакалавр, магистратура
тсақ, тарих ғылымдарының докторы, профес- және докторантура білім беру жүйесі бойынша
сор Әшірбек Муминов ортағасырлық Самарқан оқып жатқан болашақ дінтанушылар мен исламта-
ғылыми мектебінің қыр-сырын ашу мақсатында нушылар «ханафи-матуриди» мектебі негізінде
көне қолжазбалар негізінде ғылыми мақалалар тәлім алуда және аталмыш мектеп бойынша уни-
мен еңбектер жазып, ғылыми-академиялық дең- верситет қабырғасында жыл сайын әр түрлі тақы-
гейде зерттеулер жүргізуде. Сондай-ақ, филоло- рыпта ғылыми мақалалар жазылып, дипломдық
гия ғылымдарының докторы, профессор Әбсаттар жұмыстар мен диссертациялар қорғалуда.

Dipnotlar
1 «Діни рационализм» – танымның қайнар көзі уахи мен ақыл деп санайтын діни бағыт. Бұл бағыт өкілдері Ислам
тарихында «әһлу рай» деп аталған. «Рай әдісі» – Құран және сүннетті негізге ала отырып, ақылға жүгіну арқылы
аталмыш екі қайнар көзден «қияс» жолымен үкім шығару әдісі. Бұл әдісті фиқһ ілімімен айналысқан сахабалар,
табиғиндер және таби-табиғиндер де қолданған.
2 Эпистемология – (грек. epistemologia). Танымның мәні мен оның ақиқаттығының өлшемін зерттейтін филосо-
фия бөлімі.
3 Мәуараннаһр – (арабша ‫«رهنلا ءارو ام‬өзеннің арғы жағы» деген мағынаны білдіреді). Амудария мен Сырдария
өзендері арасындағы көбіне түркі тілдес елдер мекен еткен ортағасырлық аймақ атауы. Бұл тарихи аймақ бүгінгі
Өзбекстан, Қарақалпақстанның бір бөлігін, Тәжікстан, Қырғызстанның оңтүстігін, Қызылқұм шөлі мен қазіргі
Қазақстанның бір бөлігін қамтыған. Жер көлемі шамамен 660.000 km2 құраған.
4 «Хорасан» – (парсы тілінде ‫« ناسارخ‬күншығыс елі» деген мағынаны білдіреді). Мауараннах аймағының оңтүсті-
гінде орналасқан Қізіргі Иранның шығыс бөлігін, сондай-ақ Ауғаныстан, Тәжікстан, Өзбекстан және Түркімен-
станның біраз бөлігін қамтыған ортағасырлық тарихи аймақ атауы. Кейбір тарихи дереккөздерде «Мауаран-
нахр», «Хорасан» және «Хорезм» аймақтары бірге «Ұлы Хорасан» деп те аталады.
5 Сөнмез Кутлу, «Матуриди ве Матуридилік», Анкара 2012 ж., 15 б.
6 Арабтарда құрмет тұтқан кісіні жалғыз немесе тұңғыш баласының атымен яғни, пәленшенің әкесі, түгеншенің
анасы деп атайтын әдет бар. Кейіннен бұл әдет ислам дінін қабылдаған өзге халықтарға да сіңген. Дегенмен, бұл
лақап ат Матуридидің «Мансур» атты ұлы болғанын білдірсе де, дереккөздерде одан еркек кіндік тұяқ қалғаны
жайлы бірде-бір мәлімет кездеспейді. Сондай-ақ Матуридидің өзі де Құран тәпсірінде лақап аттардың мән-мағы-
насына тоқталғанда «Әбу Мансур» деген лақап ат әдетте ұл сүймеген кісіге «Мансур» атты ұлы болсын деген игі
тілекпен қойылатындығын айтқан.
7 Юусуф Зия Юөрукан, «Акайд системинде гелишмелер имам Ағзам Әбу Ханифа ве имам Әбу Мансур әл-Мату-
риди», Ыстамбул 2006 ж., 170 б.
8 Мауараннахрдағы ханафилік бағыттағы ең беделді екі ғылыми мектептің бірі. Аталмыш мектептің өкілдері иман
мен амалды бір-бірінен бөліп қарастырған және діни мәтіндерді тәуил жасауға болады деген пікірді ұстанған.
Ал Иядыйя мектебінің өкілдеріне келсек, олар жузжаниялықтар сияқты иман мен амалдың екі бөлек екенін
қабылдағанымен діни мәтіндерді тәуил жасау дұрыс емес деген пікірді ұстанған.

732
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

9 Имам Матуридидің өмірбаянымен танысу үшін мына еңбектерге қараңыз: Ахмет Ак, «Бүйүк түрк алими Мату-
риди ве Матуридилик», Ыстамбул 2008, 33,34,35 бб. Мәжди Бәсәллум, «тахқиқ Тәуиләт әһлус-суннә», Бәйрут,
Даруль-кутуб әл-ильмия, 2005, I,71-75 бб.
10 Әбу Муғин ән-Нәсәфи, «Табсыйратуль әдиллә», Шам 1992, I/360 б.
11 Сезгин Фуад, «Тәрихут-труас әл-араби», ауд. Махмуд Мәһми Хижази, Рияд 1982-1988, IV/40-42; ән-Нәсәфи,
«Табсыйра», I/360 б.
12 Шүкрү Өзен, «Әбу Мансур әл-Матуридинин фыкыһ усулүнү иениден иншасы», 8 б.
13 Шүкрү Өзен, 146-151 б.
14 ән-Нәсәфи, «Табсыйра», I/358 б.
15 Мәжди Бәсәллум, «тахқиқ Тәуиләт әһлус-суннә», I, 73 б.
16 Мәжди Бәсәллум, «тахқиқ Тәуиләт әһлус-суннә», I, 73, 74 бб.
17 Ахмет Ак, «Бүйүк түрк алими Матуриди ве Матуридилик», 35 б. Сондайақ Ахмет Актың пікірінше Әбу Муғин
ән­Нәсәфи Самарқаннан шыққан суниттік бағыттағы теолог ғалымдар жайлы мәлімет бергенінде, Қадый Әбу
Аблуллаһ Мухаммед ибн Әсләм әл-Әзди мен Әбу Наср әл-Иядыйдің ата-тегін сахабаларға дейін тізбектеп, ата-
са, имам Матуридидің әкесі мен атасын ғана атап көрсеткен. Имам Матуридиді ерекше ізет тұтқан ән-Нәсәфи
егер оның арғы атасының атақты сахаба екенін білгенінде, оны міндетті түрде атап өтер еді. Шүкрү Өзен, «Әбу
Мансур әл-Матуридинин фыкыһ усулүнү иениден иншасы», 12 б. де қараңыз.
18 М. Саид Языжыоғлу, «Матуриди Келам еколунүн ики бүюүк симасы: Әбу Мансур әл-Матуриди ве Әбу Муийн
ән-Нәсәфи», AÜIFD, 1985, C.XXVII, 281-298 бб.
19 Ахмет Ак, «Матуриди ве Матуридилик», 36-37 бб.
20 Ульрих Рудольф, «Аль­Матуриди и суннитская теология в Самарканде», Алматы: Фонд «XXI век» 1999 ж. 95 б.
21 Али Караташ, «Матуридинин Тәуиләтуль-Куранында Кураны Куранла тефсир», 13-14 66.
22 Ахмет Ак, «Матуриди ве Матуридилик», 7 б.

Пайдаланылған әдебиеттер тізімі


1. Матуриди, «Китәбут-таухид», Анкара 2005 ж.
2. Мәжди Бәсәллум, «Тахқиқ Тәуиләт әһлус-суннә», Бейрут 2005 ж.
3. Ахмет Ак, «Бүйүк түрк алими Матуриди ве Матуридилик», Ыстамбұл 2008 ж.
4. Әбу-Муғин ән-Нәсәфи, «Табсиратуль әдиллә фи усулиддин», Шам 1992 ж.
5. Сөнмез Кутлу, «Имам Матуриди ве Матуридилік», Анкара 2012 ж.
6. Юусуф Зия Юөрукан, «Акайд системинде гелишмелер имам Ағзам Әбу Ханифа ве имам Әбу Мансур әл-Мату-
риди», Ыстамбұл 2006 ж.
7. Сезгин Фуад, «Тәрихут-труас әл-араби», ауд. Махмуд Мәһми Хижази, Рияд 1982-1988 жж.
8. Шүкрү Өзен, «Әбу Мансур әл-Матуридинин фыкыһ усулүнүн иениден иншасы», ISAM кітапханасы кітап №
95434 Ыстамбұл 2001 ж.
9. Шүкрү Өзен, «Матуридие мезхебинин куружусу муфессир ве факих», DIA., XXVIIII Анкара 2003 ж.
10. Ульрих Рудольф, «Аль­Матуриди и суннитская теология в Самарканде», Алматы: Фонд «XXI век» 1999 ж.
11. Тауфиқ Ибраһим, «Религиозная философия Ислама калам», Қазан 2013 ж.
12. М. Сайым Иепрем, «Ираде хурриети ве имам Матуриди», Ыстамбұл 1984 ж.
13. Али Караташ, «Матуридинин Тәуиләтуль-Куранында Кураны Куранла тефсир», докторлық диссертация, Анкара
2010 ж.

733
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Askar AKİMKHANOV
Nur-Mübarek Mısır İslam Medeniyeti Üniversitesi’nden sempozyuma ka-
tılan Askar Akimkhanov, İmâm Ebu Mansur el-Mâturîdî ve İlmî Kişiliği
isimli tebliğiyle katılmıştır.

İmâm Ebu Mansur el-


Mâturîdî ve İlmî Kişiliği
Türkiye Türkçesine Çeviren
Yrd. Doç. Dr. Rysbek ALİMOV
İmâm Ebu Mansur el-Mâturîdî Sünnî İslam teojo-
lisinin temelini oluşturan önemli ve eşsiz alimler-
den biridir. Kelam ilminin önderine dönüşen İmâm
Mâturîdî Sünnî İslam teolojisinin ilmî, metodolo-
jik açıdan temelini atmakla birlikte (İslam) dinini
onun esaslarıyla uyuşmayan yabancı inanç ve yanlış
formülasyonlardan temizleme yolunda istisnaî çaba
harcamış eşsiz bir alimdir. Bu açıdan ele alındığında
kendisi İslam inancıyla şuuruna büyük etki etmiştir.
İslam dışı dinî–felsefî akımlarla İslam’ın kendi içeri-
sindeki gelenekçi Sünnî temayyüllere karşı gelen bir
takım dinî-siyasî akımlara karşı durmuştur. Böy-
lece, İmâm Mâturîdî Kuran ile sünnet temelli Sünnî
inancının temiz halinde korunmasına ve bu şekilde
gelecek nesillere ulaşmasına ciddî katkılar sağlamış
ve “Peygamber mirasçısı” şeklinde yüce bir lakaba
nail olmuş ve yenilikçi ülema arasında layık olduğu
yeri edinmiştir.
Ebu Mansur el-Mâturîdî İslam düşünce tarihinde
meydana gelen çeşitli dinî görüşler arasında “rasyonel

735
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

dinî görüşü” ve onun temelinde oluşturulan “niyet doğduğu köy Semerkand şehrine bağlı küçük bir yer-
yöntemi”ni destekleyen önde gelen yenicilalimlerden leşim birimi olduğu için ayrıca es-Semerkandî adını
biri olmuştur. Aslında, dinî rasyonalizme dayalı “ni- da almıştır. Alimler İmâm Mâturîdî’ye izzet göstermiş
yet yöntemi”nin temelini oluşturan her ne kadar Ebu ve onu çok sayıda diğer lakapla da anmıştır. Bunlar:
Hanife idiyse de, onu epistomolojik, teolojik ve felsefî İmamü’l-Huda “Doğru yol imamı”, İmamü’l-Mütekel-
açıdan tesis eden ve sistemleştiren İmâm Mâturîdî limin “Kelam ilmi alimlerinin imamı”, Musahhihua
idi. O kendisinin “nakil” ve “akl”ı temel alan ilimi İmâm kaidü’l-Müslimin “Müslümanların kaidelerinin
aracılığıyla kendi döneminde meydana gelen çok müsahhihi”, Reyisu İmâm ehli’s-sunna “Ehl-i Sünnet
sayıda dinî meseleleri çözüme kavuşturabilmiştir. reisi”, Reisumeşayhi’s-Semerkand “Semerkand İmâm
Sınırlı hayatı boyunca eğitim yanı sıra Kuran tef- uleması reisi”, Alemü’l-Huda “Doğru yol bayraktarı”,
siri konusunda “Kitâbu’t-te’vilât”, kelam konusunda zahid, şeyh, şeyhü’l-imam vs. İşte, İmâm Mâturîdîye
“Kitâbü’t-tevhîd” gibi her biri kendi alanında yeni- verilen bu saygın lakaplara bakarak, onun Ortaçağ
ciliğiyle öne çıkan eserler yazmıştır. Sonuçta, onun Maveraünnehr Hanefî uleması, özellikle Cüzcanî
ilmi temelinde onun ismiyle anılan ve kendi ilmî ekolün mensupları arasında büyük itibar sahibi de-
metodolojisi olan Sünnî bir inanç ekolü oluşmuştur. ğerli alim olduğunu görebiliriz. Buna rağmen, kendisi
Bu ekol “Hanefî-Mâturîdî” adıyla evvela Maveraün- daha çok Ebu Mansur el-Mâturîdî veya Ebu Mansur
nehr ve Horasan’dan başlayıp Orta Asya’nın diğer el-Mâturîdî es-Semerkandî adıyla bilinir.
bölgeleriyle birlikte Rusya, Kafkasya, Doğu Türkis- Hayatı, Kökeni ve Evlatları
tan, Türkiye, Hindistan, Pakistan, Malezya, Endo-
İmâm Mâturîdî Maveraünnehr’in merkezi, bugünkü
nezya ve diğer Müslüman diyarlarına kadar geniş bir
Özbekistan Cumhuriyeti’ne bağlı Semerkand şehri-
şekilde yayılmış ve günümüzde dünya Müslümanla-
nin batısında bulunan Maturid (veya Maturit) kö-
rının hemen hemen yarısını kapsayacak şekilde bü-
yünde doğmuştur. Zamanının alimleri arasında bü-
yük bir ekole dönüşmüştür.
yük otorite sahibi olmasına rağmen, doğum tarihiyle
Bununla birlikte, geçmişte bir kısmı belli, diğer bir ilgili kesin bilgiye sahip değiliz. Bazı tarihçiler İmâm
kısmı da belirsiz olan nedenlerden dolayı İmâm Mâturî- Mâturîdî’nin üstadları Muhammed ibn-i Mukatil er-
dî’nin hem kendisi, hem ilmi imam Eş‘arî, İmâm Ta- Razi (öl. 248/862) ve Nusayr ibn-i Yahya el-Belhî’nin
havî, İmâm Gazalî ve İbn-i Teymiye gibi alimlerle mu- (öl. 268/881) ölüm tarihlerine göre, onun takriben
kayese edildiğinde hak ettiği ölçüde araştırılmadığı H. III. yüzyılın ilk yarısında, daha net bir ifadeyle
ortaya çıkmaktadır. İşte, bu yüzden de, günümüzde H. 230-240/844-854 yılları arasında doğmuş olabi-
Mâturîdî ilminin çeşitli yönlerden incelenmesi bütün leceğini tahmin etmektedirler.
Müslüman ümmeti, onun içerisinde dinî görüşü ve
Ölüm tarihiyle ilgili olarak ise, Ebu Mu’in en-Nesefî’nin
mevzii yönüyle en başından beri “Hanefî-Mâturîdî”
belirttiğine göre İmâm Mâturîdî H. 324/935’te vefat
ilmi temelinde oluşan Kazak milleti için de mühim
eden Ebu el-Hasan el-Eşarî’den birkaç sene sonra öl-
olduğu kadar elzem bir meseledir. Aslında, bu görev
müştür. Araştırmacıların büyük bir kısmı onun H.
devletimizin geleceğini tehdit eden türlü türlü ithal 333/944’te Semerkand’da vefat ettiği konusunda hem-
dinî akımlara karşı koymak ve milletimizin ruhanî fikirdir. Eğer durum böyleyse, İmâm Mâturîdî yak-
bağışıklığını sağlamlaştırmanın yegane yoludur der- laşık 230-240/ 844-854 tarihleri arasında doğmuş ve
sek fazla şey söylemiş olmayız. 333/944 tarihinde de vefat etmiş anlamına gelmekte-
Kimliği ve Nisbesi dir ki bu da onun yaklaşık 100 sene yaşadığına işaret
İmâm Mâturîdî’nin tam adı Ebu Mansur Muham- eder. Bununla birlikte, onun Semerkand’da Çakardize
med ibn-i Muhammed ibn-i Mahmud el-Mâturîdî mezarlığında defnedildiği de malumdur.
es-Semerkandî şeklindedir. Mâturîdî’nin kulağına İmâm Mâturîdî sayılı hayatı boyunca ilimle uğraşmış,
ezan okunarak verilen ismi Muhammed’dir, lakabı ise pek çok eser yazmış, çok sayıda talebe yetiştirmiş eş-
Ebu Mansur’dur. Bu lakabın ona din yolunda verdiği siz alim idi. Bunun bir kanıtı olarak, uzun yıllar bo-
değerli emeğine karşılık verildiği rivayet edilir. İslam yunca Semerkand şehrinin kadısı vazifesini yürüten
medeniyetinde adet olduğu üzere alimlerin çoğu doğ- Hakim es-Semerkandî İmâm Mâturîdî’nin mezar ki-
duğu yere veya mensup olduğu kabileye göre nisbeyle tabesine “Bu (merhum) hayatının tamamını ilme ba-
anılırlar. Bu sebepten dolayı, Ebu Mansur da doğ- ğışlamış ve bütün gücünü ilmin genişçe yayılması için
duğu yere göre Mâturîdî nisbesiyle anılmıştır. Onun harcamıştır. Bu mezar din yolunda yazdığı eserlerle

736
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

övgüler alan, örnek hayatının meyvesini derleyen bir dair görüşler araştırmacıların büyük bir kısmı tara-
şahsiyete aittir” diye kayıt bıraktırmıştır. fından destek bulamamıştır. Mâturîdî’nin Arap veya
İmâm Mâturîdî’nin kökenine gelince, büyüklüğüne Fars kökenli olduğunu reddeden araştırmacılar onun
rağmen, tarihî belgelerde onun babası ve dedesi dı- özellikle Kitabü’t-tevhid adlı Arapça yazılmış eseri-
şındaki atalarının isimleri kayıtlı değildir. Buna rağ- nin dilinin ağır olduğu ve eserdeki bazı cümlelerinin
men, es-Semanî, ez-Zebidî ve el-Bayadî gibi alimler yapısının büyük ölçüde Türkçenin cümle yapısına
kendi eserlerinde onun atalarının sahabe olduğuna benzediği ve alimin büyüdüğü coğrafyada meskun
dair bilgiler öne sürerek, kendisine ayrıca el-Ensarî ahalinin ağırlıklı olarak Türkler olduğu ve onun yo-
lunu takip edenlerin büyük bir kısmının Türk ol-
diye bir lakap da vermişlerdir. Daha açık söylemek
duğu gerçeğinden hareketle, onun Türk soylu oldu-
gerekirse, mezkur alimler onun meşhur Medineli sa-
ğunu ileri sürerler.
habe Ebu Eyyüb Halid ibn Zeydü’l-Ensarî’nin torun-
larından olduğunu belirtmişlerdir. Bu görüşü Tevilatü Tarihî kaynaklarda İmâm Mâturîdî’nin ataları gibi,
ehli Sunna’yı inceleyip yayımlayan Mecdi Besellum onun evlatları hakkında bilgiler de çok azdır. Araştır-
da desteklemektedir. Mezkur alimlerin bu konuda macıların dediğine göre, onun oğlu olmamıştır. Ona
dayandığı bilgi İmâm Mâturîdî’nin Kitabu’t-Tevhid verilmiş olan Ebu Mansur (Mansur’un babası) lakabı
adlı eserinin elyazma nühasının bir sahifesinde onun ise, o zamanlar gelenek olduğu üzere oğlu olmamış
ilk atasının ünlü sahabe Ebu Eyyüp Halid ibn Zeyd birine Mansur isimli oğlu olsun dileğiyle verilmiş ol-
el-Ensarî olduğunu gösteren bir kayıttır. Ancak, bu malıdır. Bununla birlikte belgelerde ondan türeyenler
kaydın kime ait olduğu bilinmemektedir. Üstelik olarak yukarıda da zikrettiğimiz torunları Şeyh Kadı
ez-Zebidî’nin kendisi de el-Ensarî lakabının İmâm İmâm Hasan el-Mâturîdî (öl. 450/1058) ve Kadı Ebu
Mâturîdî’ye “Sünnî inancın İslam’daki diğer ekoller- el-Hasan Ali ibn el-Mâturîdî’nin (öl. 511/1117)isim-
den daha üstün gelmesine sebep olduğu için” takılmış leri geçmektedir.
olduğunu da bildirmektedir. Sözü edilen alimlerin bu Tarihî kaynaklarda İmâm Mâturîdî’nin hayatıyla il-
konudaki diğer bir dayanağı da Mâturîdî’nin kızın- gili bilgiler de çok sınırlıdır. Onun hakkında çok kısa
dan olan torunu Şeyh Kadı İmâm Hasan el-Mâturîdî bilgiler içeren bazı eserleri bir kenara koyarsak, büyük
(öl. 450/1058) ile torununun oğlu Kadı Ebu el-Hasan alimlerin hayatı hakkında malumat içeren et-Tefsir
Ali ibn-i Hasan el-Mâturîdî’nin (öl. 511/1117) doğru- ve’l-Mufessirun ve Tabakatü’l-Mufessirun gibi hem
dan Ebu Eyyüp el-Ensarî’nin soyundan geldiği bil- hacimli, hem değerli eserlerde ondan hiç bahsedilmez.
gisidir. Bununla ilgili olarak, araştırmacılar soylu Kaynaklarda onun kişiliğinin gelişimi, hayattayken
Arapların kendi aralarında kız alıp verdiği eski bir sahip olduğu otorite, yaptığı resmî görevler hakkında
geleneğin var olduğuna işaret ederek, İmâm Mâturî- bilgi yok denecek kadar azdır. Bu yüzden, onun hak-
dî’nin de büyük ihtimalle bu geleneğe sadık kaldığını kında bilgi içeren kaynaklarda onun hocaları ve ta-
ve kızını kendisi gibi meşhur sahabe soyundan gelen lebeleri ve onlara ilişkin övgü sözleri dışında pek bir
soylu biriyle evlendirmiş olabileceğini düşünmektedir- şey yoktur. Araştırmacılar İmâm Mâturîdî’nin hayatı
ler. Ancak araştırmacıların bir kısmı bu görüşü des- ve bilimdeki yeri hakkında esasında onun eserlerin-
teklememektedir. Bunlardan biri olan Ahmet Ak’ın deki görüşlerinden, ulaştığı sonuçlardan, hoca ve ta-
dediğine göre, hem kendi eserlerinde, hem de diğer lebelerinden, onun hakkında bilgi içeren bazı alimle-
tarihî kaynaklarda İmâm Mâturîdî’nin Arap kökenli rin sözlerinden, onun hakkında söylenen bazı istiareli
olduğunu kanıtlayacak bir bilgi mevcut değildir. Eğer hikayelerden ve dönemi ve onun zamanındaki top-
kendisi, mezkur alimlerin de ifade ettiği gibi, sahabe lumdan hareketle bir şeyler söyleyebilmektedirler.
Ebu Eyyüp el-Ensarî soyundan geliyor olsaydı, şece- İmâm Mâturîdî’nin hayatı ve eserleri hakkında ilk yazı
relerde onun soyu zorunlu olarak muhakkak mez- kaleme alan alimler Ebu el-Yusr el-Pazdavî (421/1027-
kur sahabeye kadar zikredilirdi, zira Arapların şe- 493/1099) ve Ebu Mu’in en-Nesefî (öl. 508/1115) ol-
cere geleneği kuvvetlidir. Yukarıda da belirttiğimiz muşlardır. En-Nesefî yazdığı “Tabsitartu’l-Edilleli Usu-
gibi, tarihî kaynaklarda İmâm Mâturîdî’nin babası ve lu’d-din” adlı eserinde Semerkande kölünün ortaya
dedesi dışındaki atalarının isimleri zikredilmez. Bu çıkışını kaleme alır ve İmâm Mâturîdî hakkında biraz
yüzden yukarıda söylenenler, Mâturîdî’nin kökeni- bilgi verir. Doğrusu, bu eser Mâturîdîlik akidesinin
nin Arap olduğunu kesin olarak kanıtlamaz. Bununla Kitabu’t-tevhid’den sonra gelen önemli başvuru kay-
birlikte İmâm Mâturîdî’nin Fars kökenli olduğuna nağı durumundadır. Ebu el-Yusr el-Pazdavî de kaleme

737
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

aldığı Usulü’d-din adlı eserinde İmâm Mâturîdî hak- kıyasla daha fazla yaygınlaşmasını sağlayan diğer et-
kında bilgi vermektedir. Ancak alim çalışmasında kenlerden birkaçıdır.
İmâm Mâturîdî’nin hayatından ziyade ilmî mevki ve Maveraünnehr Sünnî teoloji ekolünün önderi Ebu
başarıları üzerinde durmuştur. Mezkur iki alimden Mansur el-Mâturîdî’nin eşsiz bir alim olarak yetiş-
sonra Mâturîdî hakkında bilgi veren başka alimler mesinde Ebu Hanife’nin ilmî mirasının rolü büyük-
de olmuştur. Bunlar: İbn-i Ebu el-Vefa (öl. 775/1373), tür. Ebu Hanife’nin ilmî görüşleri ve metodolojisi-
İbn-i Kutlu Buga (öl. 879/1474), Kemalpaşazade (öl. Maveraünnehr bölgesinde onun talebeleri sayesinde
940/1533), Taşköprüzade (öl. 968/1560), Hacı Halife yayılmıştır. Bununla birlikte onun talebeleri arasında
(öl. 879/1657), Kemaleddin el-Bayadî (öl. 1078/1687), Maveraünnehr’e komşu Horasan ve Türkistan kö-
es-Said el-Murtaza ez-Zebidi (öl. 1205/1791) ve Mu- kenli olanlar da vardı. İşte onların büyük emekleri
hammed Abdü’l-Hay el-Leknevî (öl. 1304/1886). Ancak sayesinde mezkur bölgede Ebu Hanife’nin akide ve
bu yazarların Mâturîdî hakkında bilgilerin tamamı fıkıh ilmine ilişkin görüşlerine dayalı Hanefî mez-
Tabsitartü’l-Edille’den iktibas edilmiştir. hebi yaygın hale gelmiştir. Böylece, Ebu Hanife’nin
Mâturîdî’nin Sahip Olduğu İlmî Mevki ilmî mirası nesilden nesile aktarılarak İmâm Mâturî-
dî’ye kadar ulaştı.
İslamiyet’te iki büyük Sünnî teoloji ekolünün temelini
atan iki alimden biri Ebu Mansur el-Mâturîdî ise, di- İmâm Mâturîdî’nin ilmî yolu ve hocaları
ğeri de Ebu Hasan el-Eş‘arî’dir. Bu iki alimin ismiyle Tarihî kaynaklarda İmâm Mâturîdî’nin ilmî yolu
anılan iki ekol XI. yüzyıldan itibaren Sünnî teoloji- hakkında bilgi fazla olmasa da, bize kadar ulaşmış
sinde liderliğe ulaşmıştır. Bununla birlikte, İslam ta- olan belgelere baktığımızda, onun hem hevesli, hem
rihinde İmâm Mâturîdî’ye kıyasla imam Eş‘arî çok de kabiliyetli talebe olduğu, hem de büyük alimler-
daha bilinen bir isimdir. Üstelik ilmî görüşü ve dü- den ders aldığına şahit oluruz. Alim temel eğitimini
şünceleri, özellikle, Malikî ve Şafiî mezhebi mensubu Semerkand’daki Darü’l-Cüzcaniye” diye bilinen Ha-
Müslümanlar arasında çok yaygındır. Tarihî kaynak- nefîlere ait ilim yuvasında tamamlamıştır.
lar da İmâm Eş‘arî ve Eş‘arîlik ekolü hakkında çok Mâturîdî Hanefî mezhebinin dördüncü, hatta üçüncü
fazla malumat içerir. Araştırmacıların görüşüne göre, nesil alimlerinden biridir. Kendisi Ebu Hanife’nin halefi
durumun böyle olmasına İmâm Mâturîdî’nin o za- Muhammed eş-Şeybanî’nin kendisinden talim almış-
manki İslam halifeliğinin merkezi olan Bağdat’tan tır. El-Mâturîdî ayrıca Ebu Süleyman el-Cüzcanî’nin
uzak bir coğrafyada yaşamış, ruhanî üstadı Ebu Ha- talebeleri Ebu Bekr Ahmed ibn-i İshak el-Cüzcanî,
nife’nin gölgesinde kalmış olması yanısıra köken iti- Nusayr ibn-i Yahya el-Belhî ve Nişapur kadısı Ebu
bariyle Arap olmayışı, ilmî görüşleriyle metodolo- Bekr Muhammed ibn-i Ahmed ibn-i Reca el-Cüz-
jisinin muhafazakar hadisçilerle fakihlerden ziyade canî gibi ailmlerden de ders almışsa da esas eğiti-
mu‘tazilitlere daha yakın oluşu, iktidara karşı mesa- mini yaklaşık yirmili yaşlarında hocaları Ebu Bekir
feli duruşu, o zamanki iktidarların daha çok Eş‘arî Ahmed el-Cüzcanî ve o zamanki Darü’l-Cüzcaniye
alimlerini desteklemesi gibi etkenler sebep vermiştir. medresesinin yöneticisi Ebu Nasr el-İyadî’den ta-
Üstelik, o zamanki Hanefî alimlerinin Eş‘arîliğin al- mamlamıştır. Daha sonraları hocası Ebu Nasr el-İ-
ternatifi olarak Mâturîdîlik yerine, gölgeleyebileceği yadî’nin yerine geçmiş ve Darü’l-Cüzcaniye’de yöne-
endişesiyle Hanefîliğe meyil etmiş olması da söz ko- ticilik yapmıştır. Ebu Mu’in en-Nesefî eserinde şöyle
nusudur. Buna ilaveten, İmâm Eş‘arî’nin ilmî görüş- der: “Şeyh Ebu Nasr el-İyadî talebesi Ebu Mansur el-
leri ile metodolojisini benimsemiş, onun sistemini Mâturîdî gelmeden derslerine başlamaz idi. Onu gör-
daha da geliştiren ve geniş kitlelere yayan el-Bakillanî, düğünde ise hayranlıkla “Rabbim istediğini yaratır
el-Cüveynî, el-Gazalî, er-Razî gibi meşhur alimler de ve seçer” derdi.” Bununla birlikte, sözü edilen eserde
Eş‘arîliğin gelişmesinde fevkalade rol oynamışlardır. Mâturîdî hakkında çağdaşları ve sonraki nesle men-
Oysa Mâturîdî’nin yolunu takip eden alimler arasında sup ailmler de güzel sözler sarfetmişlerdir: “Mâturîdî
bu denli saygınlığa sahip alimler azdı. Eş‘arîlik Or- millete dini doğru anlamanın yolunu gösteren önde
taçağlarda “Nizamiye” medreselerinde okutulmuş, gelen imamlardan biriydi. O Kuran tefsirinde din-
halk arasında da sürekli telkin edilmiş ve özellikle deki tartışmalı zor meseleleri çözüme kavuşturur,
Şafiî ve Malikî mezhepleri arasında yayılmış olması, İslam dinini çeşitli rivayet ve söylentilerden temizle-
buna karşın Mâturîdîliğin yalnızca Hanefîler ara- miş, ayrıca helal haram konuları dahil çok sayıda şe-
sında okutulmuş ve yayılmış olması ilkinin diğerine riî hükümleri açıklığa kavuşturmuştur.”

738
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Kaynaklarda Mâturîdî’nin eğitim amacıyla Semerkand Ahmed ibn-i Ebu Nasr Ahmed ibn-i Abbas el-İyadî
dışında çıkıp çıkmadığı, hac vazifesini yerine getirip ce Ebu Muhammed Abdü’l-Kerim ibn-i Musa ibn-i
getirmediği, alim olarak resmi makam ve mevkilere İsa el-Fakih el-Pazdavî (öl. 390/1000). Mezkur talebe-
sahip olup olmadığı hakkında herhangi bir bilgeye ler arasında yalnızca Ebu’l-Kasım es-Semerkandî’nin
rastlanmaz. Buna rağmen, o zaman Nişapur, Rey ve Kitabu Sevedü’l-A‘zam adlı eseriyle akide meselelerini
Belh şehirlerinin Semerkand’ın ilmî merkezlerine konu eden ismi meçhul başka bir eseri yayımlanmış-
önemli etkileri olduğunu, ayrıca Mâturîdî’nin ho- tır. Bununla birlikte İmâm Mâturîdî’den doğrudan
calarını bazılarının bu şehirlerden geldiğini dikkate talim almamış olmasına rağmen, onun eserleri aracı-
alırsak, alimin söz konusu bölgeleri ziyaret ettiği pek lığıyla kendisine üstad olarak bakan çok sayıda alim
muhtemeldir. İmâm Mâturîdî’nin eserleri titiz bir şe- de vardır ki onlar da Mâturîdîlik ilminin gelişmesine
kilde ele alındığında onun yalnızca kendi hocaların- ve yayılmasına en az alimin ilk talebeleri kadar büyük
dan aldığı eğitimle sınırlı kalmadığını, diğer dinler, emek vermişlerdir. Bunlar: Ebu Mu’in en-Nesefî, Ebu
çeşitli felsefî ve dinî akımlar hakkında, ayrıca diğer Hafs Ömer en-Nesefî, Ebu’l-Bereketü’n-Nesefî, Ebu
mezhep temsilcilerini okuduğunu, onların ilmî me- İshak es-Saffar el-Buharî, Ubeydullah el-Buharî, Ebu
tolodojisini öğrendiğini görürüz. el-Yusr el-Pazdavî, Nureddin es-Sabunî, Oşîvve Ka-
zak topraklarında doğmuş olan Hüsameddin es-Sıġ-
Mâturîdî’nin tarihî Yunan felsefesi, özellikle de Aris-
nakî, İtkanî ve Kerderî vd.
to’nun eserlerini okuduğu, onun ilmî metodolojisini
benimsediği yazdığı eserlerin içeriğinden açıkça his- Eserleri
sedilmektedir. İmâm Mâturîdî kendinden sonra kelam, mezhep-
Araştırmacılar Mâturîdî’nin eserlerini Semerkand’da ler tarihi, tefsir, kıraat ilmi, fıkıh ve fıkıh metodolo-
yazdığını söylerler. Bununla birlikte, kendisi Bağdat, jisi konularında birçok önemli eser bırakmıştır. Ta-
Basra, Kufa, Şam, Horasan ve Buhara gibi siyasî ve rihî kaynakardaMâturîdî’ye isnat edilen toplam on
medenî rolü büyük merkezlerin ilmî görüşleri ve yak- dört eserden söz edilir. Onların dışında onun kale-
laşımını titiz bir şekilde takip ederek, oralardaki ilmî mine ait olup olmadığı kesinlik kazanmamış daha
yenilikler, alimlerle çeşitli dinî gruplar arasında tartış- sekiz eser vardır. Ne yazık ki, onun eserlerinin bü-
malar hakkında haberdar oluyordu. Bunlar onun Ki- yük bir kısmı istila, taşınma, tabii afetler vd. sebepler
tabü’t-tevhid ve Tevilâtü ehli sunna” adlı eserlerinde yüzünden günümüze ulaşamamıştır. Onun kaybol-
akide, kelam meseleri konusunda Kaderiye, Mur- muş eserleri esasında Mu’tazile, Hariciye, Rafiziye ve
Şii Karmatîler gibi dinî-felsefî ve dinî-siyasî akımları
ciye, Cebriye, Hariciye ve Batıniye gibi çeşitli akım-
sahip olduğu düşünce ve tutumları sebebiyle eleşti-
ların görüş ve tutumlarına ilişkin yaptığı eleştiriler-
ren eserleriyle fıkıh ve fıkıh metodolojisiyle ilgili ka-
den açıkça takip edilebilir.
leme almış çalışmalarıdır.
Bununla birlikte İmâm Mâturîdî kendi döneminde
Bize ulaşmış eserlerine değinmek gerekirse, bun-
İslam aleminde siyasî ve toplumsal etkisi büyük olan
lar tek nüsha halindeki Kitabü’t-Tevhid ve yaklaşık
Mu‘tazile ve Şii mezheplerine mensup alimlerle ilmî
kırk nühsası olan Tevilâtü’l-Kuran adlı diğer bir ça-
konularda münakaşaya girişmiş ve onların pek çok
lışmasıdır. Bununla birlikte aslında bu iki eser onun
görüşünü naklî ve aklî bakış açısından eleştirmiş ve
en önemli ve en orijinal yapıtlarıdır.
yanlış olduğunu ifade etmiştir. İşte bu tür verimli tar-
tışmalar sayesinde yazmış olduğu akide ve kelam il- 1. Kitabü’t-Tevhid onun kelam ilmine ilişkin görüşle-
mine ilişkin eserleri aracılığıyla ilim merkezlerinde rinin bir araya getirildiği eser olduğu için Mâturîdî-
ünlenmiş ve Maveraünnehr bölgesi alimlerinin ön- lik ekolünün ana kitabı kabul edilir. Bununla birlikte
deri haline gelmiştir. aynı eser Mu’tazilelikten itibaren çeşitli dinî-felsefî
ve dinî-siyasî mezhepler ve akımların tutum ve yak-
Talebeleri laşımları hakkında bilgi veren en eski birincil kay-
Tarihî kaynaklarda İmâm Mâturîdînin hocaları gibi nak durumundadır. Söz konusu eserin tek nüshası
talebeleri hakkında da bilgi sınırlıdır. Bize malum Cambridge Üniversitesi kütüphanesinde 3651 de-
olan talebeleri ise şunlardır: Ebu’l-Kasım İshak ibn-i mirbaş numarasıyla muhafaza edilmektedir. Eser
Muhammed ibn-i İsmail ibn-i İbrahim ibn-i Zey- Fethullah Huleyf tarafından hacimli bir tanıtmayla
dü’l-Kadı el-Hakim es-Semerkandî (öl. 340/951), Ebu 1970’te Beyrut’ta yayımlanmıştır. Eserin offser baskısı
el-Hasan Ali ibn-i Said er-Rustufanî (öl. 345/956), Ebu ayrıca 1979’da İstanbul’da, ardından 1982’de tekrar

739
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

Beyrut ve İskenderiye’de yayımlanmıştır. Eserin ori- bir eserdi. Eserde kullanılan dil ve üslup söylenen-
jinal nüshası 2003’te Ankara’da bu kez Bekir Topa- leri açıkça desteklemektedir.
loğlu ve Muhammed Aruci tarafından düzeltmelerle Mâturîdî ve Mâturîdîlik Araştırmaları
birlikte basılmıştır. Bekir Topaloğlu kitabı aryıca Ki-
Mâturîdî ve Mâturîdîliğin günümüzde daha çok ya-
tabü’t-Tevhid tercümesi başlığıyla 2002’de Ankara’da
bancı araştırmacılar tarafından ele alındığı görülür.
Türkçeye çevirerek yayınlamıştır.
Esasında, bunların büyük bir kısmı Türkiyeli, Batılı
2. Tevilâtü’l-Kuran. Tevilâtü’l ehli sunna ve Te- ve Arap ülkelerindendir.
vilâtü’l-Mâturîdîye olarak da bilinen bu eserin ori-
İbn Kemal Paşa (öl. 1534) ve Akkirmanî (öl. 1174/1760)
jinal ismi Kitabutevilât’tır. Kuran’ın bütün bir tefsiri
gibi Türk alimleri Osmanlı devleti döneminde Mâturî-
olan bu eser ayrıca kelam, fıkıh, ve usulü’l-fıkh ilim-
dîlik üzerinde ciddî çalışmalara başlayan ilk araştır-
lerine ilişkin önemli malumatları, kaildeleri ve ilmî
macılardır. Araştırmacılara göre onların Mâturîdîlik
hükümleri de içeren benzersiz bir çalışmadır. Bununla
üzerine eğilmesindeki esas amaç Sünnî inançlı Türk
birlikte söz konusu eserde İslam’ın türlü mezhepleri, yurdunu Şiî istilasından korumaktı. Son zamanlar-
İslamdışı dinî ve felsefî akımlarla başka dinlere ait daki Türk araştırmacılar Mâturîdî’yi Türk dünyasın-
inanç ve tutumlar çeşitli yönlerden değerlendirilmiş dan çıkmış eşsiz alim olarak tanıtmakta ve onun ha-
ve eleştirilmiştir. Bu açıdan ele alındığında eser geç- yatı ve ilmî mirası çeşitli yönlerden inceleyip, ününü
mişin farklı dinî-felsefî akımlarda görülen inanışlar, bütün dünyaya yaymaya gayret etmektedirler.
adetler ve tutumlar hakkında geniş bilgi veren önemli
Arap araştırmacılarına değinirsek, Mâturîdî ve ilmi
bir kaynak niteliğindedir. Esasında araştırmacılar bu
Arap dünyasında Eş‘arîlik ve İmâm Tahavî akidesi ka-
eserin İmâm Mâturîdî’nin talebelerine okuduğu ders-
dar tanınmış değildir. Bunun başlıca sebeplerine yu-
lerin kaydı olduğu görüşündedir. Yukarıda da belirt-
karıda değinmiştik. Bununla birlikte geçmişte Nesefî
tiğimiz gibi, eserin günümüzde kırktan fazla nüshası
akidesine şerh yazan Taftazanî’nin Eş‘arîlik ve Mâturî-
mevcuttur. Bunlardan otuz biri Türkiye’de, altısı di-
dîlik arasında sentez yaparak bu iki ekolü birleştirmeye
ğer İslam ülkelerinde, geriye kalan üçü ise farklı ülke
çabaladığı da malumdur. Ancak kendisi büyük ölçüde
kütüphanelerindedir. Bugüne kadar eser üzerinde İb-
Mâturîdî’nin Eş‘arîliğe yakın görüşlerini Eş‘arîlere,
rahim ve Seyid Avadeyn (Kahire, 1971), M. Mustafiz-
Mu‘tezilîlere yakın görüşlerine de sonunculara mal
zurrahman (Bağdat, 1983), Fatima Yusuf el-Hiyemi,
ederek, Mâturîdîliğin yayılmasına olumsuz etki etmiş-
Mecdi Besellum ve Bekir Topaloğlu gibi araştırma-
tir. Mısır’daki bin yıllık geçmişe sahip meşhur el-Ez-
cılar tarafından değerlendirilmiş ve beş ila on yedi her Üniversitesi’nde son zamanlarda Eş‘arîlik akidesi
cilt arasında değişen ciltten oluşan makaleler top- yanı sıra Mâturîdî ekolüne mensup Nesefî akidesi de
lamı yayımlanmıştır. Kitabutevilât Kuran tefsiri ta- okutulmaya başlanmıştır. Diğer bir deyişle Arap dün-
rihinde kendine kadarki tefsirlerden kullandığı me- yası Mâturîdîlikle esasında Nesefî akidesi aracılığıyla
tolojisi yönüyle ayrılan yeni bir eserdir. Ondan önceki haberdar dersek yanlış söylemiş olmayız. Bununla bir-
tefsirler genellikle klasik yöntemle, yani nakil (Kuran likte, günümüzde Selefî, diğer bir deyişler ilk Müslü-
ayetleri, hadis ve sahabe tefsirleri) temelliydiler. Ku- manların takipçileri olarak bilinen muhafazakar tu-
ran tefsirinin bu türü bazen de rivayet tefsiri olarak tumlu bazı gelenekçi Arap alimlerinin de Mâturîdîliği
da bilinir. Oysa el-Mâturîdî’nin eserinde ise nakil’le yalnızca rasyonelciliğe bağlı olmakla suçlayıp, eleşti-
birlikte akıl; diğer bir deyişle mantıkî değerlendirme ren birkaç ilmî eserle birlikte doktora tezleri hazırla-
ve tahlil yöntemine de önem verilmiştir. Bununla bir- dıkları da bilinmektedir. Bunlar: “Mâturîdîlerin Se-
likte Kuran ayetleri semantikalık, toplumsal ve tarihî lefî akidesine düşmanlığı; Mâturîdîlerin Allah’ın güzel
olay ve olgular açısından da tahlil edilmiş, düşünce ve isimleri ve sıfatlarıyla ilgili tutumları” başlıklı yüksek
tutarlılık ön planda tutulmuştur. Kuran ilminde tef- lisans tezi hazırlayan eş-Şems es-Selefî el-Afganî daha
sirlerin bu türüne dirayet tefsiri de denir. İşte, alim- sonra bu çalışmasını kitaplaştırmıştır. Zikredebilece-
ler bu eserleri Kuran ayetlerinin tefsirinde kullanılan ğimiz diğer çalışmalar: Muhammed ibn-i Abdurrah-
yönteme bakarak, onu ilk dirayet tefsiri olarak ka- man el-Humeyus ve onun “Eş‘arîlik konulu sohbet”
bul etmişlerdir. Araştırmacıların dediğine göre, Ki- ve “Kullebiye’nin üvey kızı Mâturîdîler” adlı kitapları,
tabu Tevhid esasında dönemin aydınları için, diğer Ahmed ibn-i Avadillah ibn-i Dehil el-Lehibî el-Harbî
bir deyişle ilmî-akademik düzeyde yazılmıştır, hal- ve onun “Mâturîdîlik. Araştırma ve Değerlendirme”
buki Kitabu Tevilât toplumun tamamına adanmış adlı eseri. Bununla birlikte İmâm Mâturîdî ve onun

740
Uluslararası İmâm Mâturîdî Sempozyumu

eserlerindeki görüşleriyle ilgilenen Arap araştırmacı- yolda ilmî-akademik düzeyde önemli çabalar sar-
ları da günümüzde az değildir. Bunlar arasında özel- fetmekte olan araştırmacılarımız da yok değildir.
likle Mâturîdî’nin Tevilâtü’l-Kuran’ını birkaç cilt ha- İsim vermek gerekirse, bunlardan Prof. Dr. Aşir-
linde inceleyip yayımlayan Mecdi Besellum ve Fatima bek Muminov Ortaçağ Semerkand’ın ilmî mekte-
el-Hiyemî gibileri anmak yerinde olacaktır. Batılı şar- binin geçmişini araştırmak adına tarihî el yazma-
kiyatçılar Mâturîdîliği daha çok tarihî, bilbiyografik lara dayanarak yeni çalışmalar hazırlamaktadır.
ve teolojik perspektiften ele alırlar. Bunlar: Ulrich Ru- Onunla birlikte isimler anmaya değer diğer araş-
dolf, Karl Brockelmann, W. Barthold, W. Modelung, tırmacılar arasında Prof. Dr. A. Derbisali ve Prof.
Fuad Sezgin vd. Dr. Ş. Kerim zikredilebilir. Bu araştırmacılar Ha-
Günümüzde Kazakistan’da uzun zamandır yürü- nefî-Mâturîdî ekolünün önde gelen temsilcileri
tülen dinsizleştirme ve milletsizleştirme siyasetinin Sıġnakî, Kerderî, İtkanî gibi alimlerin bıraktığı el
ardından kendi ruhanî mirasımıza geri dönme ça- yazmaları üzerinde çalışmaktadırlar. Genç araş-
lışmaları hız kazanmış durumdadır. Özellikle, Ha- tırmacılar arasında “Mâturîdî akidesine göre pey-
nefî mezhebi ve Mâturîdî akidesinden olan Kazak gamberlere iman meselesi” konulu doktora tezini
halkı için bu iki alanı araştırmak için iyi bir şans savunmuş olan Dr. K. Ercan anılabilir.
doğdu. Aslında halkımız geçmişten günümüze bü- Bununla birlikte devlet başkanımız N. Nazarbayev’in
yük acılar yaşayp, zor zamanlar geçirmiş olmasına desteğiyle açılan Nur-Mubarek Mısır İslam Medeni-
rağmen hala ayakta olmasının yegane sebebi bu ru- yeti Üniversitesi’ndeki ilahiyatçılar Hanefî-Mâturîdî
hanî ilim idi. Bu yüzden ruhanî mirasımızı tekrar ekolü temelinde eğitim görmekte ve bu doğrultuda
canlandırıp, milletimizin dünya bakışını geliştir- yüksek lisan ve doktora tezleri hazırlayp, çeşitli ilmî
mek günümüzün aktüel meselelerinden biridir. Bu çalışmalara imza atmaktadırlar.

Kaynakça
1. Mâturîdî, Kitabü’t-Tevhid, Ankara, 2005.
2. MecdiBesellüm, Tahkik Teviletehli’s-sunna, Beyrut, 2005.
3. Ahmet Ak, Büyük Türk alimiMâturîdî ve Mâturîdîlik, İstanbul, 2008.
4. Ebu Mugin en-Nesefî, Tabsiratu’l-edillediusuli’d-din, Şam, 1992
5. Sönmez Kutlu, İmâm Mâturîdî ve Mâturîdîlik, Ankara, 2012.
6. Yusuf Ziya Yörükan, Akaid sisteminde gelişmeler imam-ı Azam Ebu Hanife ve imam Ebu Mansur el-Mâturîdî, İstanbul,
2006.
7. Sezgin Fuad, Tarihü’t-truas el-arabî, çev. MahmudMehmiHicazî, Riyad, 1982-1988.
8. Şükrü Özen, Ebu Mansur el-Mâturîdînin fıkıh usulünün yeniden inşaası”, ISAM kütüphanesi, kitap No: 95434, İstanbul,
2001.
9. Şükrü Özen, Mâturîdîye mezhebinin kurucusu müfessir ve fakih, DIA, XXVIII, Ankara, 2003.
10. UlrichRudolf, Al-Mâturîdî i sunnitskayateologiya v Samarkande, Almatı: Fond XXI vek, 1999.
11. Tevfik İbrahim, Religioznayafilosofiyaİslama –Kalam, Kazan, 2013.
12. M. Sayım Yeprem, İrade hürriyeti ve İmâm Mâturîdî, İstanbul, 1984.
13. Ali Karataş, MâturîdîinTeviletü’l-Kuran’ında Kuran’ı Kuran’la tefsir, (Yayımlanmamış) doktora tezi, Ankara, 2010.

741

You might also like