You are on page 1of 55

Arkeolojik Kaz›lar

Bilimsel Çal›flma m›?


Toprak Hafriyat› m›?
Türk Arkeolojisi’ne
unutulmaz katkılar sağlayan,
bilimsel kimliğimi borçlu olduğum
Değerli Hocam, Halet Çambel’e...
TÜRK ARKEOLOJ‹S‹N‹N SORUNLARI VE
KORUMA POL‹T‹KALARI : 3

ARKEOLOJ‹K KAZILAR
B‹L‹MSEL ÇALIfiMA MI?
TOPRAK HAFR‹YATI MI?
MEHMET ÖZDO⁄AN

ARKEOLOJ‹ VE SANAT YAYINLARI


ARKEOLOJ‹ VE SANAT YAYINLARI

ARKEOLOJİK KAZILAR
BİLİMSEL ÇALIŞMA MI? TOPRAK HAFRİYATI MI?
Mehmet ÖZDOĞAN

Yayımlayan
Nezih BAŞGELEN

Yayına Hazırlayan: Nazmiye Özgür YILMAZ

Düzenleme: Serdar KIRAN

Kapak Resmi: Mezraa-Teleilat kazıları, Birecik-Şanlıurfa


(Hava fotoğrafı: Nezih Başgelen, 2000)

Bask›: Net Kırtasiye Tan. ve Matbaa San. Tic. Ltd. Şti.


Taksim Cad. Yoğurtçufaik Sok. No: 3 Beyoğlu-İstanbul
Tel.: (0212) 249 40 60

ISBN: 978-605-396-144-4

© 2011 Arkeoloji ve Sanat Yay›nlar›


Her türlü yayın hakkı saklıdır / All rights reserved.
Yayınevinin ve yazarın yazılı izni olmaksızın elektronik mekanik,
fotokopi ve benzeri araçlarla ya da diğer kaydedici cihazlarla
kopyalanamaz, aktarılamaz ve çoğaltılamaz.

Kitabevi/Satış Mağazası:
arkeo pera www.arkeopera.com

Yeniçarşı Cad. 16/A, Galatasaray, İstanbul


Tel.: 0 212 249 92 26 Fax: 0 212 245 68 77
www.arkeolojisanat.com / info@arkeolojisanat.com
TÜRK‹YE CUMHUR‹YET‹’N‹N DÜfiÜNSEL
TEMELLER‹N‹N OLUfiUM SÜREC‹NDE
ARKEOLOJ‹N‹N YER‹*

GİRİŞ
Türkiye Cumhuriyeti’nin, kuruluş yıllarından itibaren arke-
oloji çalışmalarına özel bir önem verdiği, bu alanın kurum-
sallaşması kadar nitelikli uzman yetiştirilmesi için de büyük
bir çaba içine girdiği, Mustafa Kemal Atatürk’ün bu alana
özel bir ilgi duyduğu bilinmektedir. Arkeolojik çalışmalara
gösterilen bu ilgi, bazı araştırmacılar tarafından Atatürk’ün,
ve bu bağlamda Türkiye Cumhuriyeti’nin, “milliyetçi” yakla-
şımının bir yansıması olarak görülerek eleştirilmiştir. Diğer
bazı araştırmacılar ise, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş dö-
neminde gerçekleştirilen arkeolojik çalışmaları, Atatürk’ün
kişisel ilgisi olarak ele alarak, arkeolojinin çağdaş bir toplum
yaratmadaki yerini göz ardı etmişlerdir. Bu yazıda konu fark-
lı bir bakış açısı ile ele alınacak, arkeolojinin bilimsel temele
dayalı, sorgulayarak düşünebilen çağdaş bir toplum yaratma-
daki yeri ve genç Türkiye Cumhuriyeti’nin bu özlemi gerçek-
leştirme kararlılığı içindeki çabaları üzerinde durulacaktır.
Çağdaş bir toplum yaratma yolunda genç Türkiye Cumhuri-
yeti’nin gerçekleştirdiği devrimler sıralanırken, bunların te-
melinde “düşünce devrimi”nin yattığı çoğu kez göz ardı edil-
mektedir; oysaki diğer bilim dalları gibi arkeoloji de, Türkiye
Cumhuriyeti’nin çağdaşlaşma savaşının bir parçası olmuştur.
La Turquie Kemaliste Dergisi, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuru-
luş döneminin sonlarında, devrimlerin olgunlaşmaya başla-
ması ile birlikte yayımlanmaya başlar; dolayısı ile çağdaşla-
* La Turquie Kemaliste Dergisi’nin 75. yılında basılması öngörülen bir ki-
tap için, arkeolojinin Türkiye Cumhuriyeti’nin oluşumundaki yeri ve der-
ginin sürece katkısını irdeleyen, ancak basılamamış olan yazı. La Turqu-
ie Kemaliste Dergisi ile ilgili kapsamlı değerlendirme için bkz. Başgelen
ve Akçura 1998.

113
şan bir ülkenin yansımasıdır. Dergi özenli ve güzel baskısıy-
la ilk bakışta yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin Batılı yüzünü
yansıtmak ve Batı dünyasına tanıtmak amacıyla çıkarılmış
propaganda amaçlı bir dergi görünümündedir. Ancak dergi
için seçilen yazılar ve bunların sunuluş şekli tarafsız bir göz-
le ele alındığında, derginin propaganda amaçlı olmaktan çok
düşünsel bir tartışma ortamı yaratmayı hedeflediği anlaşılır.
Dergi, Atatürk’ün yeni devletin olmazsa olmazları olarak gör-
düğü alanları ön plana çıkararak, bu konularda nelerin nasıl
başarıldığını, hangi aşamalara gelindiğini ortaya koymakta
ve belirli bir ideolojiyi yansıtmakla birlikte dürüst ve açık
yaklaşımıyla tarafsız bir açılım da sağlamaktadır (Başgelen-
Akçura 1998). Derginin bu yaklaşımını bize en açık şekilde
yansıtan alanlardan biri de arkeolojidir. 49 sayı çıkan dergi-
de arkeolojiyle ilgili 21 adet makaleye yer verilmiştir. Bu ya-
zılar ülkenin tarihi güzelliklerini yansıtan turistik gösterim-
den çok, kültür tarihiyle ilgili ortaya çıkan yeni bilgileri “bel-
gesel” üslubu ile tanıtmaktadır. Bu yayınlar bilgi – belge de-
ğeriyle, Atatürk döneminde yapılmış olan ve bilim tarihi açı-
sından büyük önem taşıyan birçok araştırma için bugün bile
kullanılan en iyi kaynak durumundadır. Aşağıda ayrıntılı
olarak ele alacağımız gibi, geçmiş ve geçmişin somut kanıt-
larını ortaya çıkaran arkeoloji, Erken Cumhuriyet Dönemi’nin
öncelikli alanlarındandır (Özdoğan 1999, 2007b). Erken Cum-
huriyet Dönemi’nde geçmişe verilen bu önem, bugün birçok-
ları tarafından bağnaz bir milliyetçiliğin yansıması olarak
görülmektedir. Ancak tarafsız bir gözle bakıldığında, geçmi-
şe somut veriler ve zaman ölçeği kullanarak bakan arkeoloji-
nin özümsenmesinin, çağdaş bir düşünce sistemine sahip ol-
manın gereği olarak görüldüğü anlaşılır. Bunun yanı sıra bu
yaklaşımın, iki dünya savaşı arasında bu alanda Batı ülkele-
rinde sürdürülmekte olan uygulamaların bir yansıması oldu-
ğu da açıktır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş aşamasında
Atatürk’ün düşünce sisteminin temelinin “çağdaşlaşma” ol-
duğu ve bunun ancak düşünce yapısının ve bakış açısının

114
ulus ölçeğinde değiştirilmesiyle sağlanabileceği, bunun için
de çağdaşlaşmayı yönlendirecek kurumların hızla oluşturul-
maya çalışıldığı açık bir gerçektir. Bu nedenle La Turquie Ke-
maliste Dergisi’nin çıkışından 70 yıl kadar sonra, arkeolojinin
dergideki yansımalarıyla ilgili doğru bir değerlendirme yapa-
bilmek için, arkeolojinin çağdaş düşünce sistemi içindeki ye-
ri ve bunun tarihsel süreç içindeki değişimini öncelikli olarak
ele almak gerekir.

ÇAĞDAŞ DÜŞÜNCENİN OLUŞUMUNDA ARKEOLOJİNİN YERİ


Günümüzde Türk arkeolojisinin bilim dünyasında saygın bir
yere sahip olduğundan kimsenin kuşkusu yoktur; ancak eri-
şilen bu üst düzeyi yalnızca ülkemizin kültürel zenginliğiyle
açıklamak büyük bir yanılgıdır. Tarihten gelen kültürel biri-
kimi Türkiye kadar zengin olan birçok ülkenin arkeoloji ala-
nında bir varlık gösteremediğini, bunları değerlendirecek bi-
lim insanları ve kurumları ortaya çıkaramadığını unutmamak
gerekir. Bu bağlamda örneğin Irak, İran, Suriye, Hindistan gi-
bi, önemli ve zengin bir kültürel mirasa sahip olan ülkelerde
arkeoloji büyük ölçüde Batılı araştırmacılar tarafından sürdü-
rülmektedir; her ne kadar söz konusu ülkeler kendi bilim in-
sanlarını ve kurumlarını geliştirmek için yakın dönemde çe-
şitli girişimler yapmışlarsa da, bunların istenen sonucu verdi-
ğini söylemek çok güçtür. Bu bağlamda Türkiye, Batılı ülke-
ler dışında arkeoloji alanında dünyada söz sahibi olabilmiş,
oluşturduğu kurumları ve bilim insanlarıyla saygın bir yer
edinebilmiş ender ülkelerden biridir. Bu nedenle ülkemizde
arkeolojinin bilim alanı olarak gelişimini, zengin bir kültürel
mirasa sahip olmasının sonucu olarak değil, farklı bir bakış
açısıyla değerlendirmenin gerekli olduğu kanısındayız. Bura-
da sorulması gerekli olan soru, Türkiye’nin arkeoloji alanın-
da neden diğer birçok ülkeden daha iyi bir konuma yüksel-
miş olduğu ve bunu aynı kültürel zenginliğe sahip diğer ül-
kelerin neden gerçekleştirememiş olduğudur. Bu soruyu doğ-

115
ru bir şekilde yanıtlayabilmek için, her şeyden önce arkeolo-
jinin ne olduğunu doğru olarak tanımlamak gerekir. Genel
olarak baktığımızda arkeoloji, uygarlığın gelişim sürecini so-
mut verilerle inceleyen bir bilim dalıdır. Bu bağlamda top-
lumda yerleşmiş olan yanlış bir kanı arkeolojinin, insanların
geçmişi merak etmelerinden dolayı ortaya çıktığı şeklindedir.
Bu bir ölçüde doğrudur; her toplum her zaman kendi geçmi-
şini merak etmiş ve buna ilgi duymuştur. Ancak geleneksel
yaklaşım, geçmişin somut kanıtlarla değil, söylencelere, efsa-
nelere dayanılarak açıklanması olmuştur. Geleneksel toplum-
lar geçmişe her şeyden önce kendi kökenleri bağlamında ilgi
duymuşlardır; ancak kabullenilen köken, kanıtlanamayacak,
toplum hafızasında yer edinemeyecek kadar eskileri anlatan
söylencelere dayanır. Buna inanılır ve bu inancın somut ka-
nıtlarla desteklenmesine gerek duyulmaz. Bu “inanılan geç-
miş”tir ve sorgulanmaz. Geleneksel toplumlar geçmişe yal-
nızca kendi geçmişleri bağlamında ilgi duyduklarından baş-
kalarının geçmişi bu düşünce sistemi içinde yer almaz (Díaz-
Andreu 2002; Lowenthal 1985; Özdoğan 2008a; Yoffee ve
Sherratt 1993).
Batı düşünce sisteminin geçmişe bakış açısı ise geleneksel ba-
kış açısına göre iki farklı açılımı içerir (Özdoğan 2007a). Bun-
lardan biri somut verilerle kanıtlanan bir geçmiş anlatımı, di-
ğeri ise geçmişin küresel boyutta ele alınmasıdır. Batı’da bu
bakış açısının temellerinin Rönesans ile birlikte atıldığını ve
bu dönemde “sorgulanan, kanıtlanması gerekli olan geçmiş”
gibi farklı bir yaklaşımın oluşmaya başladığını görmekteyiz
(Trigger 1989). Daha 13. yüzyılda, Ortaçağ kilisesinin getirdi-
ği baskıcı düzenden önce farklı gelişkin bir kültürün, Helenis-
tik-Roma uygarlığının var olup olmadığı tartışmaları ve bu-
nu kanıtlayacak somut verileri bulmak için araştırmalar baş-
lamıştır. Bu süreç belki de uygarlık tarihinde ilk kez sorgula-
nan ve somut verilerle kanıtlanan yeni bir geçmiş anlayışının
ilk örneklerini ortaya çıkarmıştır. Bunun hemen ardından Av-

116
rupa’da Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu’nun dağılma sü-
reciyle birlikte belli bir dil ve kültüre bağlı devletler kurulur-
ken, “ulus” kavramı da oluşturulmaya başlanmıştır. Bu yeni
ulusların, geçmişte de var olduğunun kanıtlanması, ulus bi-
linci yaratmanın vazgeçilmez bir aracı durumuna gelmiş ve
dolayısıyla tarihsel süreç içinde ulusu kanıtlayacak somut ve-
rilerin bulunmasına çalışılmıştır (Atkinson vd. 1996; Jones
2002; Kane 2003). Bu süreç yalnızca Batılı ülkelerde değil,
Doğu Asya’da da, örneğin Çin’in kimlik oluşumunda da iz-
lenmiştir; o bölgelerde Çin’in kimlik arayışı her zaman Gü-
neydoğu Asya ve Japonya kimliğiyle karmaşık ve çelişkili bir
süreci yansıtmıştır (Ikawa-Smith 1999). Tüm bu çabalar gü-
nümüze kadar iz bırakan iki önemli açılımı beraberinde ge-
tirmiştir. Bunların biri arkeolojinin ulus bilinci oluşturma sü-
recinin vazgeçilmez bir aracı haline gelmesi, diğeri ise geçmi-
şin günümüz politik sorunlarına çözüm aramada kullanılma-
sı ya da başka bir deyişle “geçmişin politize edilmesi”dir (Öz-
doğan 2005, 2006a).
Rönesans’tan Aydınlanma Çağı’na geçen süreç içinde geçmiş
kavramı, giderek somut kanıtlara dayalı sorgulanan yeni bir
biçim kazanmaya başlamıştır. Ancak bu süreç içinde farklı
sorgulamalarla geçmişe bakılmasının sonucunda, birbirinden
farklı “arkeoloji alanları” ortaya çıkmıştır. Bunların bir kısmı
yukarıda değindiğimiz gibi köklerinin geçmişteki görkemli
kültürlerden geldiğini kanıtlama çabası içindeki “klasik arke-
oloji”, bir kısmı Avrupa’daki yeni ulus devletlerin tarihsel sü-
reç içindeki varlığını ortaya koymaya çalışan “Avrupa arke-
olojisi”, bir kısmı da Tevrat ve İncil gibi dini kitaplarda anla-
tılanların somut izlerini bulma şeklinde gelişen “Tevrat arke-
olojisi” (Biblical archaeology) ya da “Yakındoğu arkeoloji-
si”dir. Her üç alan da, farklı yöntemlerle, farklı amaçlar için
geçmişe bakmış, ancak temelde zaman ölçeği olan ve somut
kanıtlarla ortaya konan bir geçmiş tablosu ortaya çıkmış ve
bu geçmiş, Batı düşünce sisteminin temel taşlarından biri ol-

117
muştur (Özdoğan 2008a). Bu yaklaşım kuşkusuz o yıllarda
yalnızca arkeolojiye, kültür tarihine yönelik bir çaba değildir;
başta jeoloji, botani, zooloji gibi günümüzde doğa bilimleri
olarak tanımladığımız alanlar da geçmişi sorgulamaya başla-
mıştır. Bu alanlar da, arkeolojide olduğu gibi geçmişi somut
verilere, zaman ölçeğine bağlamış ve ilgiyi küresel boyuta ta-
şımışlardır. O tarihlere kadar düşünce sisteminde çok sığ olan
geçmiş giderek derinleşmiş, uzun bir zaman dilimine yayıl-
mış, geçmişin günümüzden farklı olduğu görülmüş ve geçmi-
şi oluşturan birimler belirli bir sistematik içinde tanımlanma-
ya başlamıştır. Bu doğa bilimleri için de, arkeoloji için de ge-
çerlidir.
Endüstri Devrimi ile birlikte giderek artan hammadde gerek-
sinimini karşılayabilmek için, özellikle yer bilimleri hızlı bir
gelişim sürecine girmiş ve bunu gerçekleştirirken ister iste-
mez dünyanın oluşumunu, geleneksel bakış açısından farklı
bir biçimde incelemeye başlamıştır. Bu bağlamda yer bilimle-
rinde de arkeolojide olduğu gibi, inanca dayalı ve yaratılan
bir dünyanın yerini, zaman içinde oluşan farklı bir dünya al-
maya başlamış ve bunu kanıtlayan çok sayıda somut veri o
yıllarda ortaya çıkmıştır. Aynı durum bitki ve hayvan toplu-
luklarını ele alan alanlar için de söz konusudur. Geleneksel
yaklaşım her türlü canlının en mükemmel şekilde yaratıldığı
ve yaratıldıktan sonra değişmediği esasına dayanır; Aydın-
lanma Çağı’nda ortaya çıkan veri ve değerlendirmeler, bütün
canlıların ilkelden günümüzdeki şekline doğru evrimleşerek
değiştiğini fosillerle ortaya koymuştur. Bu bağlamda dünya-
yı geçmişiyle birlikte ele alan arkeoloji, yer bilimleri, zooloji
ve botani gibi tüm alanlar ortak bir paydada birleşmişlerdir;
bu payda, durağan geçmiş yerine sürekli değişen, yenilenen,
evrimleşen bir geçmiş anlayışıdır, ki bu da günümüzde “ev-
rim” kavramıyla olarak simgeleşmiş ve aynı zamanda çağdaş
düşünce sisteminin temelini oluşturmuştur. Bu süreç içinde
yalnızca inanılan geçmişin yerini kanıtlanabilen farklı bir

118
geçmiş almakla kalmamış, bunun da ötesinde düşünce siste-
mine “zaman ölçeği” de katılmıştır. Geleneksel düşünce sis-
temlerinin tümünde, ister insan, ister dünyanın geçmişi söz
konusu olsun, “geçmiş” çok sığ bir süreçtir. Örneğin 19. yüz-
yılın başlarına kadar, dünyanın İsa’nın doğumundan 4004 yıl
önce yaratıldığı, Kilise’nin hemen hemen resmileşmiş bir gö-
rüşüydü.
Evrimleşen geçmiş kavramı ortaya çıkarken arkeoloji, doğa
bilim dallarından farklı olarak ister istemez politik bir araç
haline dönüşmüştür. Geleneksel bakış açısında ilgilenilen
geçmiş yalnızca kendi geçmişimizdir; arkeoloji ise, kendi geç-
mişimizle sınırlı bakış açısını küresel boyuta taşımıştır (Yof-
fee ve Sherratt 1993). Daha bilimin gelişmeye başladığı ilk
dönemlerde geçmiş dönemlere soru sorarak somut kanıtlar el-
de etmeye çalışılması ve zaman ölçeği oluşturulması, ister is-
temez sorunu dünya ölçeğine taşımıştır. Zamanın derinlikle-
rine inildikçe yanıt aranan sorunun kanıtları başka bölgelere,
başka kültürlere taşınmış, özellikle doğa bilimlerinde ancak
küresel bir bakış açısının süreci doğru yansıtabileceği ortaya
çıkmıştır. Batı, geçmişi bu şekilde sorgularken, dünyadaki di-
ğer ülkeler geleneksel bakış açılarını sürdürmüşlerdir. Bu ne-
denle Batılı araştırmacılar, ister uygarlık tarihçisi, ister yerbi-
limci, ister zoolog ya da botanikçi olsun, geçmişi öğrenmek
için kendi ülkelerinin sınırlarının dışındaki coğrafyalara git-
mişler, araştırma yapmışlar, veri toplamışlardır. Diğer ülkeler
Batılı araştırmacıların neden böyle bir çaba içinde olduğunu
yakın zamanlara kadar anlamamışlar, bazen bu araştırmacı-
ların yaptıklarına ilgisiz kalmışlar, bazen çabalarını küçümse-
mişler, bazen de kuşkuyla bakmışlardır. Bu durumun yol aç-
tığı bir sonuç, Batı’nın geçmişi dünya kültürü olarak bir bü-
tün halinde sahiplenmesi olmuştur. Batılı araştırmacıların bi-
limsel bir kaygıyla dünyaya açılmaları, Batılı devletlerin, em-
peryalizm olarak da bilinen siyasi ve ekonomik olarak dün-
yaya hakim oldukları, sömürgeler kurdukları bir sürece denk

119
düşmektedir. Bu sürecin farklı bir yansıması da, bilimsel ve
politik sahiplenmenin birbirine karışmasıdır. Bu nedenle bili-
min gelişmesini sağlayan ve Batı düşünce sisteminin temeli-
ni oluşturan çabaların, sömürgecilik güdüsüyle gelişen sahip-
lenme ile birbirine -bazen de bilinçli olarak- karıştırılması, bu
dönemin doğru olarak değerlendirilmesini engellemiştir.

ÇAĞDAŞ DÜŞÜNCENİN OSMANLI İMPARATORLUĞU’NA


YANSIMALARI
Osmanlı İmparatorluğu, geleneksel düzene göre kurulmuş ve
gelişmiş bir devlettir. Osmanlı İmparatorluğu’nun var olduğu
süreç içinde, Batılı ülkeler de dahil olmak üzere, dünyanın
hemen her yerinde aynı durum söz konusudur. Yukarıda kı-
saca değindiğimiz gibi Aydınlanma Çağı’ndan itibaren Avru-
pa’nın batı kesiminde farklı bir düşünce sistemi gelişmeye
başlamış, ilk zamanlar yalnızca belirli sayıdaki aydınlarla sı-
nırlı olarak gelişen bu düşünce sistemi, giderek Avrupa dev-
letlerinin farklılaşmasına ve geleneksel yapının dışında yeni
düşünce sistemine göre yapılanmasına yol açmıştır. Batı Av-
rupa’da bu süreç yaşanırken, Asya’nın, Afrika’nın, Ameri-
ka’nın belirli yerlerinde Osmanlı İmparatorluğu gibi, çeşitli
imparatorluklar, devletler, uygarlıklar gelişmiş ve belirli süre
için varlıklarını sürdürebilmişlerdir. Belki de Osmanlı İmpara-
torluğu’nu diğerlerinden ayıran önemli bir fark, Batı dünya-
sının sınırındaki konumudur. Görkemli geçmişinin anılarını
sürdürürken, 17. yüzyıldan itibaren savaşlarda sürekli olarak
Batı devletlerine yenilerek topraklarını kaybeden Osmanlı
İmparatorluğu’ndaki az sayıdaki aydının, 18. yüzyıldan itiba-
ren bu duruma yol açan nedenleri sorgulamaya başladığını
görmekteyiz. Batı ile olan ortak sınırın, Batılılarla yalnızca
sömürgeleşme süreci içinde karşılaşan diğer dünya devletle-
rine kıyasla, Osmanlılara önemli bir avantaj sağladığı kuşku-
suzdur. Bu yalnızca Osmanlı aydınlarının Batı’yı daha yakın-
dan izlemesini sağlamakla kalmamış, Batılı ülkelerin kendi

120
içindeki çekişmelerden kaçan grupların ve bu arada bazı Ba-
tılı aydınların Osmanlı İmparatorluğu’na gelmesini sağlamış-
tır. Bu bağlamda özellikle Avusturya İmparatorluğu’na baş-
kaldıran çok sayıda Macar bilim insanı, aydın ve teknisyenin,
Polonyalı aydın bir kitlenin Osmanlı İmparatorluğu’na sığı-
narak yeni düşünce ve teknolojileri getirmelerini ve gelenek-
sel kurumların Batılı kurumlara dönüşmesine yaptıkları kat-
kıyı göz ardı etmemek gerekir (Ortaylı 2000: 57; Üstel 2004).
Aynı şekilde Osmanlı İmparatorluğu’nda Hıristiyan cemaatler
içindeki aydın kesimin Batı’yı sürekli olarak izlediği, oldukça
eski tarihlerden itibaren Batı dünyasında gelişen kurumları
özümsedikleri de bir gerçektir. Bütün bunların Osmanlı İmpa-
ratorluğu’nda 19. yüzyılda daha belirgin bir hale gelecek
olan, Batılılaşma sürecinin tetikleyicileri olduğu bilinen bir
gerçektir (Berkes 1975).
Sorunu kültür tarihi, arkeoloji açısından ele aldığımızda, 19.
yüzyılın başlarına kadar Batılı arkeologların ilgi duyduğu
kültürlerin yayıldığı coğrafyanın hemen hemen tümünün Os-
manlı İmparatorluğu’nun sınırları içinde olması, Osmanlı İm-
paratorluğu’nun Batılı arkeolog ve araştırmacılarla dünyada-
ki diğer devletlerden daha önce tanışmasına yol açmıştır (Öz-
doğan 1998; Shaw 2004; Yerasimos 2005). 18. yüzyılda ve
hatta 19. yüzyılın başlarında Avrupa’da Roma’dan daha eski
uygarlıkların var olup olmadığı kuşkuyla karşılanmaktaydı.
Bu bağlamda bugün heyecanla izlediğimiz Mezopotamya,
Mısır ya da Helenistik Dönem’e ait görkemli kalıntıların yü-
zeyde herkesin görebileceği şekilde açık olarak bulunduğunu,
ancak bunların ne oralarda yaşayan topluluklar, ne o toprak-
lara sahip olan önceleri Bizans ardından Osmanlı yönetimi,
ne de ticari ya da haç amacıyla oralara gelen Batılıların ilgi-
sini çekmediğini vurgulamak gerekir. Söz konusu kalıntılar,
Batılılar için bile ancak düşünce sistemine geçmişin somut
kanıtlara dayanması anlayışının girmesinden sonra “ilginç”
hale gelmiştir (Aslan 1999; Schnapp 1993; Trigger 1989). Bu-

121
nun en çarpıcı örneklerinin arasında ilk kez Mezopotamya’da
Asur Dönemi kabartmalarını tanımlayan Layard’ın gerçekten
Mezopotamya’da eski tarihlere ait eserler bulunduğunu inan-
dırabilmek için, bunları kendi çabasıyla 1854 yılında İngilte-
re’ye aktarmış olması gelmektedir. 1800’lü yılların başlarında
Osmanlı İmparatorluğu’na gelen Batılılar, ister Mısır’da, ister
Ön Asya’da, ister Ege dünyasında olsun, görmüş oldukları
anıtlar ve bunların çevresinde yaptıkları kazılarla ortaya çı-
kan eserlerden yadsınmaz bir heyecan duymuşlardır. Batı’da
bu kültürlere olan ilgi, ancak bu eserlerin o ülkelere taşınma-
sından sonra başlamış ve bu da bugün arkeoloji olarak ta-
nımladığımız alanın Batı’da gelişmesini sağlamıştır (Finley
2000). O yıllarda tanımlanan en eski gelişkin uygarlıklar, Ege
çevresinde Helenistik kültür, Yakındoğu’da Mezopotamya uy-
garlıkları ile Nil Havzası’ndaki Eski Mısır kültürü olmuş, bu
nedenle Osmanlı İmparatorluğu, Batı’da bu kültürlerin varlı-
ğını somut verilerle kanıtlamaya çalışan ve giderek artan sa-
yıda araştırmacıların geldiği yer olmuştur. Daha önceleri bi-
linmeyen eski uygarlıkların, bunlara ait görkemli eserlerin
Batı’ya taşınması, uyandırdığı heyecanın yanı sıra, önemli
bazı diğer gelişmelere de yol açmıştır. Batı’da dünya devleti
olma iddiası taşıyan devletler, kendi toplumlarına bu bilinci
aktarma ve özümsetme amacıyla devlet müzeleri açmaya
başlamışlardır; bunların arasında özellikle İngiltere’de British
Museum, Fransa’da Louvre ve Berlin’de İmparatorluk Müzesi
sayılabilir. Söz konusu müzeler Batı’nın dünyayı ve dünya
kültürünü sahiplenmesinin vazgeçilmez bir göstergesi haline
gelmiştir. Bu dönemde yalnızca devletler değil çok sayıda ku-
rum ve kişi de benzer bir çabayla kendi müzelerini oluştur-
maya başlamıştır. Bu çabaların sürdüğü 19. yüzyılda dünya-
da hâlâ hiçbir devletin ne kendi topraklarındaki, ne de başka
yerlerdeki geçmişin somut kanıtı olan eserlere ilgi duymadı-
ğı göz ardı edilmemelidir; hatta çoğu kez Batılıların geçmişin
izlerini ortaya çıkarmak ve taşımak için harcadıkları emek,
Batılıların bir tuhaflığı olarak görülmüştür.

122
Osmanlı İmparatorluğu, yukarıda değindiklerimiz bağlamın-
da uzun bir süre, diğer devletlerden farklı bir davranış içine
girmemiştir; topraklarına gelen ilk Batılı araştırmacıları kıs-
men görmezlikten gelmiş, kısmen küçümsemiş, ancak bir za-
man sonra bunlardan kuşkulanmaya başlamıştır. Gene de bu
konuda dünyadaki diğer ülkelere göre bilinçli olarak davran-
maya başlayan ilk ülkelerden birinin Osmanlı İmparatorluğu
olduğunu söyleyebiliriz. Yukarıda kısaca değinildiği gibi Os-
manlı İmparatorluğu’ndaki aydınlar, Batı ülkelerindeki hızlı
değişim ve gelişime yol açan nedenleri anlamaya ve bunları
bir ölçüde, kendi ülkelerindeki geleneksel yapının değişime
karşı olan direncini zorlamayacak biçimde aktarmaya çalış-
mışlardır. Bu 19. yüzyılın ikinci çeyreğinden itibaren daha
hızlı bir süreç haline gelmiş, bugün Batılılaşma süreci olarak
tanımladığımız, imparatorluğun tüm kurumsal düzenini de
değişmeye zorlayan bir şekil almıştır. Arkeoloji de Osmanlı
İmparatorluğu’na Batılılaşma paketinin bir parçası olarak
gelmiştir (Aydın 2002; Özdoğan 2006a). O yıllarda Batı dün-
yasında Roma’nın öncülü olan Helenistik Kültür keşfedilmiş
ve bu özel döneme yönelik ilgi ve hayranlığın doruğa ulaştı-
ğı “Grecism” olarak da adlandırılan bir süreç yaşanmaktadır.
Batı, Avrupa kültürünün köklerini Helenistik kültüre daya-
mış, bunun getirdiği düşünce sistemi mimariden güzel sanat-
lara, edebiyattan politikaya kadar her alana yansımıştır. O
yıllarda Batı’ya ve özellikle Fransa’ya eğitim için giden Os-
manlı aydınları ister istemez bu eğilimin etkisinde kalmış,
Helenistik kültürü Batılılaşma paketinin olmazsa olmaz bir
öğesi olarak görmüşlerdir. Bu bağlamda 1867 yılında Fran-
sa’ya giden Sultan Abdülaziz’in Yunan-Roma eserlerinin ser-
gilendiği Abras Galerisi’ni gezdiği ve bu ziyaretten çok etki-
lendiği bilinmektedir (Shaw 2004: 102, res. 8). Başta Osman
Hamdi Bey olmak üzere (Eldem 2004, Başgelen 2010) arke-
oloji kavramını Osmanlı İmparatorluğu’na taşıyan öncüler
çabalarını Helenistik kültüre yoğunlaştırmış, Batılı bir devlet
olmanın vazgeçilmez bir parçası olarak görülen İmparatorluk

123
Müzesi bu nedenle, Helenistik Dönem’e ait bir mimari anla-
yışta kurgulanmıştır.
Arkeolojinin Osmanlı İmparatorluğu’na yansıma şekli gele-
neksel doku ile ulus kavramı arasındaki çelişkinin açık bir
göstergesidir. Bu bağlamda Osmanlı İmparatorluğu’nda halen
bir ulus kavramının var olmadığı açık bir gerçektir. Birbirin-
den farklı din, dil ve ırklardan oluşan imparatorluk, kısmen
bilinçli olarak, Batı dünyasında o yıllarda doruğa çıkan ulus
kavramını görmemeye çalışmış ve bunun sonucu olarak da
arkeoloji Osmanlı’da ulusal çizgide değil, yalnızca o yıllarda
Batı’da ilgi duyulan Helenistik-Roma, Ön Asya ve Mısır Kül-
türleri kapsamıyla sınırlı kalmıştır. Başka bir deyişle, Osman-
lı İmparatorluğu’nun kendi geçmişini yansıtan Ortaçağ kül-
türleri, örneğin Selçuklu, Beylikler, Erken Osmanlı Dönemi
eserleri arkeoloji kavramıyla değil, sanat tarihi ile bütünleş-
miş ve bu yaklaşım bir anlamda günümüze kadar süregelmiş-
tir. Örneğin birkaç yıl öncesine kadar hiçbir üniversitemizde
Osmanlı ya da Selçuklu arkeolojisine yönelik bir birim olma-
dığı gibi, son dönemde koruma yasalarında yapılan değişik-
lerle bu döneme ait kalıntıların birçoğu eski eser olarak değil,
etnoğrafik eser olarak tanımlanmıştır. Son yıllarda dünyanın
birçok yerinde Osmanlı Dönemi arkeolojisi ayrı bir alan ola-
rak gelişirken, ülkemizdeki bu eksikliğin en açık göstergele-
rinden biri, bu konuyu kapsayan yayınlarda Türkiye kaynak-
lı araştırmaların bulunmayışıdır (Baram ve Carroll 2004; Pe-
tersen 2005). Oysa gene yukarıda kısaca değinildiği gibi ar-
keolojinin yaygınlaşmasına yol açan nedenlerden biri, ulus
devlet oluşumunun vazgeçilmez bir parçası oluşudur (Banks
1996). Bu nedenle yakın çağlarda imparatorluklardan ayrılan
ve kendini ulus olarak tanımlayan her devlet, daha kuruldu-
ğu ilk yıllarda arkeolojiye yönelmiş ve kazılara başlamıştır.
Örneğin İspanya’dan ayrılan Venezuela, Guatemala ve Mek-
sika’da 1834 tarihinde (Mazariegos 1998), uluslarının kendi
topraklarındaki tarihsel varlığını kanıtlamak üzere kazılara

124
başlanmıştır. Bu durum Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılan
ülkeler için de geçerlidir. Örneğin Mora Yarımadası’nın Yuna-
nistan olarak ayrılmasından hemen bir yıl sonra ülkede arke-
olojik kazılar başlamış, Romanya da bağımsız bir devlet ola-
rak kurulduktan sonra 1839 yılında ilk arkeolojik kazılara
başlamıştır (Dergachev 1994). Osmanlı etnik adlama olarak
“Türk” sözcüğünü ilk olarak 1875 yılında gündeme getirmiş
(Berkes 1975: 64), ancak bu hiçbir şekilde arkeolojiye yansı-
mamıştır (Güvenç 1996).
Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarında İstanbul dışında,
Selanik, Kudüs, Sivas ve Konya’da müze kurmak için bazı gi-
rişimler olmuş, ancak bunlar sonuçlanmadan savaş çıkmıştır
(Shaw 2004). Aynı dönemde Osman Hamdi Bey ve kardeşi
Halil Edhem Bey dışında, Makridi Bey ve Macar kökenli Ab-
dullah Efendi gibi arkeolojik kazı yapan az sayıda uzman ye-
tişmiştir. Darülfünun’da eski kültürlere yönelik bir ders kısa
süre için okutulmaya başlanmışsa da, bu konuda bir eğitim
sağlandığını söylemek olanaksızdır. Başka bir deyişle cumhu-
riyet kurulduğunda dışarıda yetişmiş birkaç eleman dışında,
arkeolojinin altyapısı yalnızca müzelerde görevli olan memur
ve bekçi düzeyinde personelden ibaret olmuştur.

CUMHURİYETİN OLUŞUM SÜRECİ İÇİNDE ARKEOLOJİNİN


YERİ
Arkeolojinin Ulus Devlet Bilincinin Oluflumundaki Yeri
Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkıntıları üzerinde kurulan Tür-
kiye Cumhuriyeti, her şeyden önce o dönemde oluşan her ye-
ni devlet gibi ulus devlet modelini esas almıştır. O yıllarda
kurulmakta olan devletin oturacağı kimlikle ilgili birbiriyle
çelişen farklı görüşler vardı. Bunların biri ve 1. Dünya Sava-
şı içinde yaşanan deneyim nedeniyle ilk reddedileni, dini ön
plana çıkaran yapılanmaydı. İkincisi birçok aydın tarafından
en gerçekçi ve doğru çözüm olarak önerilen, “Pan-Türkist”

125
olarak adlandırılan ve Asya’daki Türkçe konuşan uluslarla
bütünleşmeyi öngören çözümdü. Üçüncü ve gerçekleştirilme-
si daha zor olarak görülen ise Anadolu ile özdeşleşmiş bir
Türk kimliği idi (Esin 1999). Esasen üçüncü seçenek İttihat ve
Terakki tarafından, 1. Balkan Savaşı’ndaki yenilgiden sonra
kısmen tanımlanmış, altlığı hazırlanmış, ancak 1. Dünya Sa-
vaşı yenilgisi bu seçeneğin gerçekçi olmadığı düşüncesini
yaygınlaştırmıştı. Atatürk, büyük bir öngörüyle bu seçenekte
kararlılığını sürdürmüş ve uygulamaya geçirmiştir. Yeni dev-
letin ideolojisi oluşturulurken çözülmesi gereken sorunların
başında, bir yanda Türk kimliği ile yeni bir ulusu oluşturmak,
öte yanda da bu kimliği Anadolu ile bütünleştirmek gelmiş-
tir (Özdoğan 1998, 2004a). Batılı tarihçi ve politikacıların et-
kisiyle Türk sözü o yıllarda Anadolu’ya ait olmayan, As-
ya’dan Anadolu’ya gelerek zorla toprakları ele geçiren bir ka-
vim olarak algılanmaktaydı. Oysa Atatürk tarih boyunca he-
men hemen her milletin yer değiştirdiğini ve belli bir coğraf-
yaya gelip yerleştikten sonra orayla bütünleştiğini, dolayısıy-
la bunu yalnızca Türklere özgü bir hareket olarak görmenin
tarihin gerçekleriyle bağdaşmayan yanlı bir söylem olduğun-
dan yola çıkarak, Anadolu’yu anavatan olarak tanımlamıştır.
Daha açık bir anlatımla Türkiye Cumhuriyeti’nin temelini
oluşturan Türk ulusu ırk, dil ya da din kökenli olarak değil,
toprağa bağlı olarak oluşan bir ulus tanımını içermekteydi.
Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin Trakya’da ve Anado-
lu’da kapladığı alan devletin ideolojisiyle bütünleşmiştir. Her
şeyden önce bu yaklaşım geçmişe ırk, din, dil ya da kültür
bağlamında seçici olmadan bakan, o toprakların tüm biriki-
mini benimseyen farklı bir ideolojiyi ortaya çıkarmıştır (Ay-
dın 2002: 416 vd.). Daha önce de belirttiğimiz gibi, çok eski
tarihlerde arkeolojiye başlamış az sayıdaki ülke dışında, yeni
kurulan ülkelerin tümü ulusal kimliklerini arkeolojinin veri-
lerine dayanarak kanıtlamaya çalışmışlardır. Dolayısıyla ku-
rulmuş olan ulus devletlerin tümünün geçmişe bakış açıların-
da dil, ırk ya da din bağlamında bir seçicilik vardır; devletle-

126
rini kurdukları topraklarının geçmişine “biz” ve “diğerleri”
olarak bakmışlardır (Banks 1996; Díaz-Andreu 2002; Finley
2000; Jones 2002; Kane 2003; Trigger 1995). Örneğin Yuna-
nistan, değil Osmanlı Dönemi kültür varlıklarına, Ege’de
Akalardan önce yaşamış olan Miken, Minos gibi uygarlıklara
bile gereğince ilgi göstermemiş, tarihöncesi dönemleri ise he-
men hemen tümüyle göz ardı etmiştir (Hamilakis 2003; Mo-
uliou 1996). Arkeolojik araştırmaların çok yoğun olduğu İs-
rail’de bile, daha bundan on yıl öncesine kadar İbrani kültü-
rüne ait olmayan arkeolojik kalıntılar farklı olarak değerlen-
dirilmiştir; örneğin İbrani kültürünü araştırmak için yapılan
başvurular çok sıkı bir şekilde denetlenmiş, o kültüre ait eser-
lerin yurtdışına çıkması engellenmiş, buna karşılık tarihönce-
si de dahil olmak üzere diğer dönemlerle ilgili her isteyene
çalışma izni verilmiş ve buluntuların yurtdışına çıkmasına
karşı çıkılmamıştır. Geçmişe karşı bu seçici yaklaşımlar yakın
zamanlara kadar hemen hemen her ülkede “biz” ve “diğerle-
ri”, bazen de “barbar” ve “uygar” toplumlar olarak farklı bo-
yutlarda izlenebilir (Wailes ve Zoll 1995); hatta Batılı ülkeler-
de de bir bilinçaltı güdüsüyle Hint-Avrupa kökenli kültürler
diğerlerinden çok daha fazla önemsenmiş ve ön plana çıka-
rılmıştır (Shnirelman 1996).
Batı’nın arkeolojiye bakış açısındaki “seçicilik”e (Aydın 2002)
karşın Atatürk’ün geliştirdiği ve “Anatolizm” olarak adlandı-
rabileceğimiz yaklaşım, geçmişe bakışta, arkeoloji alanında
hiçbir seçiciliği içermeyen belki de ilk örnektir (Özdoğan
2004a). Geçmişe bakışta seçicilik taşımayan bu yaklaşım, an-
cak günümüzde yaygınlaşmaya başlamıştır; nitekim artık son
yıllarda Yunanistan ve Bulgaristan’da bile Osmanlı arkeoloji-
si bir alan olarak kabullenilmiş, İsrail bütün dönemleri sahip-
lenir hale gelmiştir. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti, bugün
geçmişe çağdaş bakış açısı olarak kabul edilen, geçmişe seçi-
ci olarak değil bütüncül olarak bakan anlayışı ilk uygulayan
ülke olduğunun bilincine varmalı ve bununla övünmelidir.

127
Burada ilginç olan nokta, Türkiye Cumhuriyeti’nin arkeolojik
araştırma izinlerini verirken seçicilik yapmakla suçlanmış ol-
masıdır. Birçok yayında Türkiye Cumhuriyeti’nin Yunan, Ro-
ma ve Bizans Dönemi’ne yönelik çalışmaları engellediği,
Türk-İslam Dönemi’ni öne çıkardığı şeklinde bir eleştiri yay-
gın olarak görülmektedir. Bu tümüyle kendimizi anlamakta
çektiğimiz zorluğun acınacak bir yansımasıdır. Türkiye Cum-
huriyeti’nin uzun süren savaşlardan sonra kurulduğu ilk yıl-
lardan günümüze kadar vermiş olduğu kazı izinlerine, para-
sal destek sağladığı arkeolojik araştırmalara bakıldığı zaman,
her zaman en yoğun olarak çalışılan dönemin Yunan, Roma
ve bunun ardından Bizans Dönemi olduğu, buna karşılık
uzun yıllar hemen hemen hiçbir bilimsel çalışmanın yapılma-
dığı dönemin ise Türk-İslam Dönemi olduğu görülecektir. Ni-
tekim üniversitelerimizdeki arkeoloji programları da bu duru-
mu açık olarak yansıtmaktadır; hemen hemen her üniversite-
de esas olan arkeoloji dalının Yunan, Roma Dönemlerini kap-
sayan klasik arkeoloji olması, Hitit ve Mezopotamya uygar-
lıklarını ele alan kürsülerin bir elin parmaklarını geçmediği,
tarihöncesi arkeolojinin yalnızca iki üniversitede olduğu, Sel-
çuk-Osmanlı Dönemleri arkeolojisinin ise hiçbir üniversite-
mizde yer almadığı açık bir gerçektir. Diğer ulus devletler gi-
bi Türkiye Cumhuriyeti de kurulduğu yıldan itibaren ve hat-
ta kuruluş sürecinde bile arkeolojiyi ön plana çıkarmış, ancak
diğer devletlerden farklı olarak her döneme ait eski eserlerin
korunmasına da önem vermiştir.
Türkiye Cumhuriyeti, yüzyılı aşkın bir süre boyunca devam
eden savaşlardan yenik çıkmış, ezilmiş, yorgun bir imparator-
luğun harabelerinin üzerinde kurulmuştur. İmparatorluğun
en değer verdiği, kendini özdeşleştirdiği Balkanlar’ı kaybet-
menin getirdiği eziklik derecesine varan burukluk, toplumun
her kesimine ister istemez yansımıştır. Her ne kadar Çanakka-
le ve Kurtuluş Savaşı bu burukluğu kısmen gidermişse de,
oluşturulmakta olan yeni ulusun özgüvenini kazanması, ge-

128
leceğe boynu bükük olmadan bakmasını sağlamak oldukça
güç bir eylemdir. Atatürk bunu ister istemez görkemli bir geç-
mişin sahibi bir ulus olarak tanımlamak durumundaydı. Bu
esasen bir başka imparatorluktan ayrılan, yeni kurulan her
ulus devletin karşılaştığı bir sorundu. Türkiye Cumhuriyeti
bağlamında burada karşılaşılan temel güçlük, Orta Asya içle-
rine dayanan etnik bir geçmişle, Anadolu toprağına bağlı
ulus devlet yaratma arasındaki çelişkinin çözülmesidir. Bu so-
run, daha sonra Atatürk’ün “Türk Tarih Tezi” olarak tanımla-
nan, kısmen arka planda Orta Asya kökenini kullandığı, an-
cak esas olarak Anadolu’nun en eski uygarlıkları ile Türk
kimliğini bağdaşlaştırdığı söylemle çözülmüştür. Bu bağlam-
da Türk Tarih Tezi ilk olan Afet İnan tarafından 1930 yılında
Türk Ocakları Kurultayı’nda tanımlanmış (Aydın 1996; Esin
1999: 282) ve Türk Tarih Tetkik Heyeti tarafından Türk Tari-
hinin Anahatları kitabı olarak yeniden düzenlenerek okullar-
da eğitim programına alınmıştır (İğdemir 1973). O yıllarda
dilleri henüz okunamadığı ya da tam olarak çözülemediği için
belirli bir etnik grupla bağdaştırılmamış olan Hitit ve Sümer
uygarlıklarının Türk sözcüğü ile bütünleştirilmesi, yeni ulus
devletin kökenini bulunduğu bölgenin uzak geçmişine bağla-
mıştır (Aydın 1996, 2002: 405, 2003). Böylece Anadolu’da
kurulan yeni devletin bu bölgedeki görkemli uygarlıkların
mirasçısı olarak tanımlanması da sağlanmıştır. Aynı şekilde,
dünyadaki birçok uygarlığın Orta Asya’daki Türkçe konuşan
toplulukların değişen çevre koşullarıyla dünyaya yayılmasıy-
la geliştiğini ileri süren anlatım, Batı karşısında ezilmiş bir
toplumun kimlik kazanmasını ve özgüvenini sağlamıştır.
Bugün doğru olmadığını bildiğimiz bu senaryo çok ağır bir
şekilde eleştirilmektedir (Şimşek 2002: 144-166); kanımızca
bu tarihsel süreci bilmemekten kaynaklanan bir haksızlıktır.
O yılların dünyasına ve özellikle Batı’ya baktığımız zaman
hemen hemen her ulusun kendisine benzer bir geçmiş oluş-
turduğunu, kendi geçmişini dünyadaki bütün uygarlıklarla

129
özdeşleştirdiğini görmekteyiz. 20. yüzyılın ilk yarısı, 2. Dün-
ya Savaşı’ndan önceki dönem, Batı dünyasında farklı dogma-
ların oluştuğu, özellikle uygarlığın gelişim sürecinde tek doğ-
rulu neden sonuç ilişkilerinin kabullenildiği bir çağdır. Bura-
da en abartılı örnek Kossinna’nın uygarlığı ancak üstün bir
ırkın geliştirebileceği savı olmuştur (Jones 2002); Hint-Avru-
pa kökenli topluluklar ve bunların arasında Germen soyunun
üstün biyolojik özelliklere sahip olduğu ve dünyadaki bütün
uygarlıkların bu kökene bağlı olduğu söylemi, 2. Dünya Sa-
vaşı öncesinde Almanya’nın resmi ideolojisi haline gelmekle
kalmamış, Atatürk’ün Türk Tarih Tezi için yaptığı haritanın
çok daha abartılı çeşitlemeleri yayımlanmış ve bunun sonu
da milyonlarca insanın öldüğü 2. Dünya Savaşı olmuştur.
Macarlar kendi soyları için benzer haritalar yapmışlar, Ro-
menler Trakların dünyanın en eski uygarlığı olduğunu ve
hatta Kolomb öncesi dönemde okyanusu geçerek Amerika
uygarlıklarını bile Trakların oluşturduğunu ileri sürmüştür.
Benzer bir yaklaşım içine girmeyen hiçbir ulusun olmadığı-
nın kanımızca en iyi göstergesi Kafkasya’daki Abhazların Mı-
sır ve Mezopotamya uygarlıkları dahil bilinen bütün uygar-
lıkların kökeninin kendilerine ait olduğunu gösteren haritalar
oluşturmuş olmasıdır (Büyüka 1985). Bu nedenle Atatürk’ün
Türk Tarih Tezi ile birlikte geliştirmiş olduğu senaryo, o yıl-
larda dünyanın her yerinde yaygın olan yaklaşımın belki de
en zararsız ve başka coğrafyalara değil, kendi toprağına bağ-
lı olarak gelişmeye çalışan bir devlet oluşturmanın yolu ola-
rak görülmelidir. Bu çabanın ne kadar benimsendiği, o yıllar-
da alınan Sargon, Akurgal, Sümer, Eti gibi özel ad ve soyad-
ları, Etiler, Akatlar, Sümer gibi semt adları ya da Etibank, Sü-
merbank gibi resmi kurum adlarından izlenebilir.
Atatürk’ün son yıllarında üzerinde önemle durduğu konula-
rın arasında “Hatay sorunu” gelmektedir. Atatürk Hatay’ın
Türkiye’nin ayrılmaz bir parçası olduğu konusuna büyük bir
önem vermiştir. O yıllarda Hatay’da, gerek Fransa’ya bağlı

130
kaldığı süre içinde, gerek bağımsız bir devlet olduğu dönem-
de, çok sayıda arkeolojik kazı yapılmıştır. Bunların başında L.
Wolley ile R. J. Braidwood’un çalışmaları gelmektedir. Hatay
konusu, belki de Türkiye Cumhuriyeti’nin arkeoloji bilimini
bölgenin Türk kimliğini kanıtlamak amacıyla politik olarak
kullandığı tek örnektir. Bu sırada yapılan yayınlar arasında
“Antakya-İskenderun Etrafındaki Türk Davasının Tarihî Esas-
ları” gibi yayınlar bulunmaktadır (Ardıç 1937).

Atatürk’ün Arkeolojiye Olan Kiflisel ‹lgisi


Yukarıda değinildiği gibi Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu
ile birlikte genel olarak kültür varlıkları ve bu bağlamda ar-
keoloji önemle ele alınan konuların arasında olmuştur. Ancak
bunun yalnızca diğer devletlerde olduğu gibi ulus bilinci
oluşturmakla bağlantılı bir uygulama olduğunu söylemek
doğru olmayacaktır. Bu bağlamda Atatürk’ün arkeolojiye, es-
ki eserlere karşı kişisel tutkusunun, ideolojik yaklaşım kadar
etkili olduğu giderek daha iyi anlaşılmaktadır. Atatürk’ün
Kurtuluş Savaşı sırasında savaş koşullarında eski eserlerin
tahribattan ve yağmadan korunması için genelge çıkarıldığı
bilinmektedir. Başkentin Ankara’ya taşınması kararıyla bir-
likte, kentin hızlı bir yapılaşma sürecine gireceği öngörüsüy-
le, daha 1924 yılında, o yıllarda Türkiye Cumhuriyeti’nde ka-
zı yapmasını bilen tek insan olan İstanbul Müzesi’nden Mak-
ridi Bey Ankara’ya çağrılarak, yeni kent alanı içinde kalan
Frig tümülüslerinin kazılması sağlanmıştır (Başgelen 2001b).
Daha da ilginç olanı, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan
1940 yılına kadar Ankara’da çok sayıda kurtarma kazısının
yapılmış olmasıdır. Örneğin 1920 ve 1926 yıllarında Ankara
İstasyon tümülüslerinde, 1925 yılında Ankara Demirliköp-
rü’de, 1933 yılında Etimesgut Höyüğü, Ankara Kalesi ve İs-
met Paşa Mahallesi’nde, 1938 yılında Tayyare Meydanı’nda
ve 1940 yılında Orman Çiftliği’nde kurtarma kazıları yapıl-
mıştır (Morçöl 2007: 461).

131
Cumhuriyetin ilk döneminde, kurtarma kazılarının yanı sıra
yapılmış olan çok sayıda bilimsel araştırma ve kazı da vardır;
bunların hemen hemen tümünün Atatürk’ün kişisel isteği ve
yönlendirmesiyle yapıldığı da bilinen bir gerçektir. Bu bağ-
lamda ilk dönem kazıları arasında 1930 yılında Gavurkale
kazısı (Başgelen 2007), 1932 yılında Hasankeyf yüzey araştır-
ması, 1933 yılında Ahlatlıbel ve Karalar kazıları, 1934 yılın-
da Göllüdağ, Büyük Güllücek ve Pazarlı kazıları, 1937 yılın-
da Çankırıkapı, Etiyokuşu, İzmir Namazgah ve İstanbul Sa-
rayburnu kazıları sayılabilir (Başgelen 1998). Atatürk’ün yur-
tiçi gezilerinin hemen hemen tümünde müze, ören ve kazı
yerlerini gezdiği de bilinmektedir; 1931 yılında Bursa, İzmir,
Adana ve Konya Müzelerini gezmiş, Konya’da harap durum-
daki başta Karatay Medresesi, Alaaddin Camii, Sahipata Kül-
liyesi, Sırçalı Mescit ve İnce Minare olmak üzere, Selçuk ya-
pılarını gezerek onarımlarını başlattırmıştır (Başgelen 1998).
1923 yılında Ankara’daki müzenin geliştirilerek yeniden ya-
pılandırılması isteği gene Atatürk’ten gelmiş ve Atatürk’ün
emri üzerine bu konuda çalışacak “Heyet-i İmliye” kurulmuş-
tur. Bu heyet aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğu’ndan ka-
lan Asar-ı Atika Nizamnamesi’ni de gözden geçirmekle gö-
revlendirilmiştir (Yıldızturan 2007: 311-312). Ankara’nın ar-
keoloji bilimine evrensel bir uğraşı olarak bakışının en iyi
göstergelerinden biri Bergama Müzesi’nin kuruluş sürecinde
görülür; Alman arkeologların yürüttüğü Bergama kazılarını
1933 yılında gezen o zamanın Genelkurmay Başkanı Fevzi
Çakmak, Bergama’da Almanların yaptığı kazılarda çıkan
eserlerin ve yapıların fotoğraflarını Atatürk’e göstermiş ve
Atatürk, Bergama Müzesi’nin Alman ekibinin hazırladığı
planlara göre yapılması için devletin her türlü katkıyı sağla-
ması emrini vermiştir. Bunun üzerine dönemin İzmir Valisi
Kazım Dirik, Alman mimar H. Hanson’un çizdiği müze planı-
nı inceleyerek onayladıktan sonra inşaat alanının düzenlen-
mesi ve müze temellerinin kazılmasında askeri birliklerin
yardımcı olmasını sağlamış, aynı zamanda Ankara, müze ça-

132
lışmalarına parasal katkıda da bulunmuştur (Radt 1986: 398).
1934 yılında Atatürk Bergama’yı ve müze inşaatını gezerek
denetlemiş, Kazım Dirik’in yönlendirmesiyle gittiği Asklepi-
on’a büyük bir ilgi duymuş ve buranın onarılarak halka açıl-
masını istemiştir.
Yaşamı boyunca Atatürk’ün arkeolojiye olan özel ilgisinin
çok farklı ve renkli örneklerini görmek mümkündür; çok sev-
diği Yalova’da termal tesislerini kurmadan önce, buradaki
Roma yapılarının kazılmasını sağlamış, o yıllara kadar he-
men hemen hiç araştırılmamış Trakya Bölgesi’nde kapsamlı
bir çalışma yapmak üzere 1936'da Arif Müfid Mansel’i görev-
lendirmiştir (Başgelen 2006b: 169 ve Başgelen 2009). Ata-
türk’ün sürmekte olan arkeolojik kazıları sık sık ziyaret edişi,
kazıları sürdüren Türk ve yabancı bilim insanlarıyla dostluk
düzeyinde yakın ilişki kurarak görüşmesi kadar, bu konuda
çıkan yayınları getirterek incelemiş olduğu da bilinmektedir.
Bu nedenle Türkiye Cumhuriyeti’nin oluşumunda ve ideoloji-
sinin belirlenmesinde arkeolojiye bir araç olarak yer verilir-
ken, bunun diğer ülkelerden farklı olarak, cumhuriyetin ku-
rucusunun kişisel ilgisinden kaynaklanan bilgi ve bilinçle
yönlendirilmiş olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

CUMHURİYETİN İLK DÖNEMİNDE KÜLTÜREL MİRAS


Bu dönemde yapılan çalışmaları değerlendirirken, o dönem-
deki “kültürel miras” kavramının günümüzden çok farklı bir
içerik ve tanıma sahip olduğu göz ardı edilmemelidir. Günü-
müzde geçmişe ait, görsel çekiciliği olsun ya da olması her
türlü izi, kültür varlığı olarak kabul etmekteyiz; ancak o yıl-
larda tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de kültür varlığı
tanımı yalnızca sanat ya da mimarlık tarihi açısından önem
taşıyan, seçkin, görselliği olan anıt yapıları içermekteydi. Os-
manlı İmparatorluğu süresince hemen hemen hiçbir bakım
görmeden harabeye dönüşmüş, çoğu kez ek yapılarla gece-

133
kondulaşmış ya da taşları alınarak tahrip edilmiş Selçuklu,
Beylikler ve Erken Osmanlı yapılarının korunması, onarımı ve
bunların anıt-müze olarak topluma kazandırılması için
önemli bir çaba harcanmıştır. Gene bu dönemde Türkiye
Cumhuriyeti’nin parasal açıdan ve daha da önemlisi yetişmiş
uzman bakımından yetersizlikler içinde olduğu da göz ardı
edilmemelidir. O yıllardaki uzman eksikliği karşısında bu ya-
pıların onarımı ancak Anadolu’da halen varlığını sürdüren
taş ustaları sayesinde gerçekleştirilebilmiştir. Konuya başka
bir açıdan baktığımızda, cumhuriyetin ilk dönemlerindeki
onarımların, günümüzde yetişmiş uzmanların sayısal çoklu-
ğuna karşın, çok daha başarılı olduğunu rahatlıkla söyleyebi-
liriz. Bu süreç içinde yalnızca Ankara’da değil, Anadolu’nun
çeşitli yerlerinde ve özellikle Selçuklu’nun başkenti olan
Konya’daki birçok yapı onarılmıştır.
Bu dönemde her ne kadar kültürel mirasın korunmasına yö-
nelik önemli birçok girişim başlatılmışsa da, yine dönemin
bir yaklaşımı olarak geleneksel yerleşim birimlerini çağdaş
anlayışa uygun kentlere dönüştürme kaygısıyla kültürel mi-
rasın korunması çelişkisine değinmek gerekir. Anadolu’nun
geleneksel yerleşme dokusunu çağın gereklerine uygun ken-
te dönüştürmek Türkiye Cumhuriyeti’nin ama amaçlarından
biri olduğu için, kentin gelişmesini sınırlandırdığı düşünülen
surlar ve bazı tarihi yapılar tam olarak belgelenemeden orta-
dan kaldırılmış bu nedenle de tarihi doku ve bazı kentlerin
tarihsel kimliği zarar görmüştür. Bu konuda en çarpıcı örnek
herhalde Konya surlarıdır. Bu bir anlamda o yıllarda yalnız-
ca Türkiye’nin değil, tüm dünyanın üzerinde fazla düşünme-
diği, geçmişin korunması ile çağdaş yaşamın gereklerine gö-
re düzenlemenin henüz karşıtlık olarak bile görülmediği bir
dönemdir. Bu karşıtlığın bilinçli hale gelişi 1950’li yıllarda
ortaya çıkmaya başlamış ve çağdaşlaşmada çözüm geçmişin
yok edilmesinde aranmıştır. Yakın zamanlara kadar yönetim
erkine sahip olanların ısrarla vurguladığı bu karşıtlık, toplu-

134
ma da bilinçli olarak yansıtılarak benimsetilmiş, dünyada
akılcı bir planlamanın, bu sorunu geçmişi yok etmek bir ya-
na, geçmişin çağdaş yaşamı zenginleştiren öğe olarak koru-
nabileceği düşüncesiyle geliştirdiği çözüm, ülkemize bir türlü
kazandırılamamıştır.
Erken Cumhuriyet Dönemi’nin önemli girişimlerinden biri,
ülkedeki kültür varlıklarının envanterinin çıkarılmaya başla-
ması olmuştur. Bu konuda yetişmiş uzmanın olmaması, ko-
nunun sağlıklı bir şekilde ele alınmasını engellemiş, çalışma-
lar daha çok iyi niyete dayalı bir şekilde oldukça sistemsiz
olarak yürütülmüştür. Bu konuda çok sayıda genelge hazır-
lanmış, illerdeki yöneticilerden köy öğretmenlerine kadar
devletin tüm teşkilatı seferber edilmiştir. Bu çabanın sonun-
da sistemsiz de olsa, oldukça önemli verilerin toplanması
sağlanmış ve daha da ilginç olanı toplanan veriler yalnızca
anıt yapılar ve büyük ören yerleriyle sınırlı tutulmamış, çağ-
daş düşünce sistemimize yeni yeni girmeye başlayan halk
kültürü ve somut olmayan kültürel değerleri de içine alan ol-
dukça önemli bir derleme yapılabilmiştir. O yıllarda ülkemiz-
de arkeoloji alanında yetişmiş uzman sayısı yok denecek ka-
dar azdır. Uzman açığının ancak yurtdışında eğitimle gideri-
lebileceği görülmüş, diğer alanlarda olduğu gibi, devletin kı-
sıtlı olanakları sonuna kadar zorlanarak, yurtdışına öğrenci
gönderilmiş, aynı zamanda Türkiye’de çalışan yabancı uz-
manlardan da yararlanılmıştır. Ancak bu konunun sistemli
bir hale gelişi, aşağıda değineceğimiz gibi, üniversite reformu
ile sağlanabilmiştir.

ERKEN CUMHURİYET DÖNEMİ’NDE BİLİME BAKIŞ:


EVRENSELLİK VE PAYLAŞIM
Türkiye Cumhuriyeti, Batılı ülkelerle savaştığı, çok acılı dö-
nemlerin yaşandığı bir sürecin sonunda kurulmuştur. Cum-
huriyetin kuruluş sürecinde stratejik önemi ve ekonomik de-

135
ğeri olan her konuya ulusal kaygıyla sahip çıkılmış, Osmanlı
İmparatorluğu’nun elden çıkardığı ya da yabancılara kurdur-
duğu tüm işletmeler ulusallaştırılmış ve bu konuda hiçbir
ödün verilmemiştir. Buna karşın cumhuriyetin kuruluş yılla-
rından itibaren bilim, ulusal olarak değil evrensel olarak ele
alınmıştır. Kurtuluş Savaşı sırasında karşı karşıya gelinen Ba-
tılı ülkelerin bilim insanları ve bilimsel kurumları ile sıcak bir
ilişki kurulmuş, daha cumhuriyetin kurulduğu günden itiba-
ren Türkiye Cumhuriyeti toprakları yabancı bilim insanlarına
açılmış ve bu ülkelere eğitim için öğrenciler gönderilmiştir.
Örneğin Lozan Antlaşması’nın imzalanmasından bir ay son-
ra, cumhuriyetin resmen ilanından hemen önce Fransız M.
Laumonier ve M. Béquignon’a İzmir Teos’ta kazı izni verilmiş
ve 1923 yılı Eylül ayında kazı çalışmalarına başlanmıştır
(Ogan 1938b: 289). Cumhuriyetin kuruluşundan hemen son-
ra ise, cumhuriyet arşivinde bulunan yazışma ve belgelerde
de görüleceği gibi, 1925 yılında Avusturyalı J. Keil’in Kory-
kos kazısına, Alman M. Schede ve W. Dörpfeld’in Beşiktepe
ve Didyma kazılarına ve Çek F. Hrozny’nin Kültepe kazısına,
1926 yılında Efes’te Avusturyalı Prof. J. Keil’in kazısına, 1927
yılında Alman Arkeoloji Enstitüsü’nden Prof. Wiegand’ın
Bergama kazısına ve İngilizlerin İstanbul Hipodrom kazısına
izin verilmiştir (Arık 1950; Ogan 1938a, 1938b). Bu süreç
içinde Batılı misyonerler tarafından Türkiye Cumhuriyeti’nin
Bizans kültürüne yönelik araştırmalardan rahatsızlık duyaca-
ğı öngörülmüştü. Bu bağlamda İtalyan büyükelçisi, bazı İtal-
yan araştırmacıların özlediği gibi bir Bizans araştırma merke-
zinin kurulmasının Türkiye’de tepki yaratabileceği öngörü-
süyle, örneğin Fransızların İslam mimarisi üzerine uzman
olan Albert Gabriel’i 1924 yılında Türkiye’ye göndererek
Fransa’nın Bizans kimliğinden çok Türk - İslam Dönemi’ne
ilgi duyduğu vurgusunu öne çıkardığını, dolayısıyla İtal-
ya’nın da başta aynı yolu izlemesi gerektiğini belirten bir ra-
poru vardır (Elliot 2004: 283-284). Oysaki o yıllarda Alman-
ya’nın Bizans Araştırmaları Enstitüsü’nün Ankara tarafından

136
içtenlikle kabul görmüş olması (Elliot 2004: 285), Theodor
Wiegand’ın 1927 yılında İstanbul Hipodromu’nun yakınında
Bizans Dönemi kazısı yapmaya başladığı ve 1931’den itiba-
ren Amerikalıların Bizans Enstitüsü’nün Ayasofya’da mozaik
ve fresklerin temizliğini yaptığı bilinmektedir.
1929 yılında Almanya’ya İstanbul’da bir arkeoloji enstitüsü
kurma izni verilmiş ve enstitünün başına 1924 yılından bu
yana Türkiye’de çalışmakta olan M. Schede getirilmiştir; dö-
nemin en ünlü arkeologlarından biri olan Schede’ye arkeolo-
jik kazıların yanı sıra Türkiye’nin çeşitli yerlerinde araştırma
gezisi yapma izni de verilmiş ve böylelikle özellikle Orta
Anadolu’nun kültür tarihiyle ilgili ilk verilerin ortaya çıkma-
sı sağlanmıştır. Atatürk’ün Schede’yle yakın bir ilişki içinde
olduğu ve Ankara Hükümeti’nin kazı yapacağı yerlerin seçi-
minde Schede’nin görüşlerinden yararlandığı ve bu bağlam-
da Alaca Höyük’ün kazı yeri olarak seçilmesinde de Sche-
de’nin etkili olduğu bilinmektedir. Schede, 1929 yılından iti-
baren İstanbul’un çeşitli yerlerinde, örneğin Hipodrom, Va-
lens Su Kemeri, Ayasofya ön avlusu, Odalar Camii, Kilise Ca-
mii, Euphemia Kilisesi, İstanbul surlarının çeşitli yerleri gibi,
kazı ve araştırmalar yapmış, 1930 yılında da İznik kazılarına
başlamıştır. Bu bağlamda önemli bir gelişme, Schede’nin
1931 yılında K. Bittel’i Türkiye’ye getirerek Boğazköy kazıla-
rının başkanlığını almasını sağlamış olmasıdır. Kurt Bittel,
Boğazköy kazılarının yanı sıra Schede ile birlikte Anadolu
gezilerine başlamış, 1936 yılında Babaköy, 1937 yılında da
Eskişehir Demircihöyük kazılarını gerçekleştirmiştir. İlk dö-
nemlerde yabancı bilim insanlarına yaptırılan önemli çalış-
maların arasında 1926 yılında Almanların Ankara Augustus
Tapınağı kazısı ile aynı yıl Çavdarhisar-Aizanoi kazısı ve
1932 yılında Alman-İsveç ortak çalışması olan Larissa kazı-
ları, 1931 yılından itibaren Ankara Roma Hamamlarında
Türk-Alman ortak kazıları yer almaktadır. 1932 yılında Ame-
rikalılara, Carl Blegen’e Troya kazı izni verilmiş olması, Ana-

137
dolu arkeolojisine çok farklı bir soluk getirmiştir. Daha önce-
leri Yunanistan’da yaptığı çalışmalarla ün yapmış olan Ble-
gen, arkeolojide en yeni yöntemleri kullanması ve geleneksel
uygulamalardan farklılaşan bakış açısıyla tanınan bir bilim
insanıdır. Nitekim Blegen’in 2. Dünya Savaşı’na kadar süren
Troya kazıları Ankara tarafından da bir okul olarak görülmüş
ve Ankara’nın arkeoloji alanındaki en seçkin isimlerinin eki-
be katılması sağlanmıştır.
Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin belirli Batılı ülkelerin körükle-
diği etnik ve dini sorunlar nedeni ile Doğu ve Güneydoğu
Anadolu’ya yabancıların girişi konusunda çok hassas dav-
randığı bilinmektedir; bu çekincelere karşın Türkiye Cumhu-
riyeti’nin en gerilimli yıllarda bile güvendiği bilim insanları-
na bu hassas bölgeleri çalışma alanı olarak açmış olması, ka-
nımızca Erken Cumhuriyet Dönemi’nde bilime verilen önemi
göstermesi açısından ısrarla vurgulanması gerekli olan bir
konudur. Gelen yabancı arkeologlar arasında H. von der Os-
ten, Atatürk’le bir süre için kurduğu yakın ilişki bağlamında
öne çıkan önemli ve en renkli isimlerin başında gelir. Anado-
lu kronolojisinin temel direği olan Alişar kazılarının yanı sı-
ra, von der Osten ekibine Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da
kapsamlı bir araştırma gezisi yapma izni verilmiş ve bu eki-
bin gerçekleştirdiği çalışma Ankara tarafından takdirle karşı-
lanmıştır. Nitekim bu çalışma Anadolu arkeolojisinin anlaşıl-
ması açısından çok büyük bir öneme sahiptir (Henning ve
von der Osten 1929). O yıllara kadar daha çok söylenceler ya
da bazı gezginlerin tanımsız notlarıyla az çok bilinen bölge-
ler, örneğin Yukarı Fırat Malatya Havzası’nın kültür tarihine
kazanımı bu çalışmalarla gerçekleşebilmiştir. von der Os-
ten’in Malatya bölgesinde yaptığı değerlendirmenin hemen
ardından, 1932 yılında Fransız arkeolog L. Delaporte ve aynı
yerde daha sonra C. Schaeffer’in çalışmaya devam etmesiyle,
Doğu Anadolu ilk kez arkeolojik kazılara sahne olmuştur. Do-
ğu Anadolu’daki çalışmalar, 1937 yılında E. B. Reilly’nin Van

138
Tilkitepe, 1938 yılında K. Lake’nin Van Kalecik ve Van Kale
kazılarıyla devam etmiştir.
2. Dünya Savaşı öncesinde Anadolu’nun çeşitli yerlerinde
Batılı arkeologların yaptığı kazı ve araştırmalar kuşkusuz bu-
rada saydıklarımızla sınırlı değildir. Küçük çaplı çalışmaların
yanı sıra, J. Garstang’ın 1937 yılında Mersin-Yumuktepe,
1935 yılında W. Lamb’ın Kusura, 1934 yılında H. Goldman’ın
Tarsus Gözlükule kazıları gibi araştırmalar, Anadolu kronolo-
jisinin oturmasını sağlamış ve günümüze kadar gelen siste-
min esaslarını oluşturmuştur. Gene aynı süreç içinde çok sa-
yıda yabancı bilim insanına Türk müzelerinin depolarında
çalışma olanağı sağlanmış ve özellikle İstanbul Arkeoloji Mü-
zeleri depolarında yapılan çalışmalar, müze yayınları olarak
bilim dünyasına kazandırmıştır.
Atatürk döneminde, bilim dünyasına açık bir tutum sergiler-
ken, ulusal çıkarlar ve devletin onuru her zaman ön planda
tutulmuştur. Bu bağlamda yukarıda değindiğimiz gibi, daha
cumhuriyetin ilanından hemen önce 1923 Ağustos ayında
Fransızlara Teos’ta kazı izni veren Ankara, Amerikalılara Sar-
des ve Aphrodisias kazı izinlerini vermek için, Yunan işgali
sırasında Sardes’de sürdürülen kazıda ortaya çıkan ve Yunan
ordusu geri çekilirken Türkiye sınırı dışına çıkarılmış olan
eserlerin geri getirilmesi koşulunu getirmiştir. Böylece eserle-
rin geri gelmesi sağlanmış, daha sonra bunların küçük bir bö-
lümü Ankara’nın bir lütfu olarak Amerika’ya armağan olarak
verilmiştir (Ogan 1938a: 248). Benzer biçimde, işgal yılları sı-
rasında Çanakkale’deki Fransız Komutanlığı’nda subay ola-
rak bulunan ve esasen bir arkeolog olan R. Demangel’in Pro-
tesilas (Karaağaç Tepe) kazısı buluntularının ve bu bölgeden
toplanarak Semadirek Adası’na götürülen eserlerin geri geti-
rilmesi, barış anlaşmasının koşulları arasına konularak eser-
lerin İstanbul’a iadesi sağlanmıştır (İstanbul Arkeoloji Müze-
leri Arşivi; Shaw 2004: 301-302). Devletin duruşunu sergile-
yen ilginç bir örnek de, 1924–1930 yılları arasında arkeolo-

139
jik kazı izni bakımından İtalya ile olan ilişkilerde görülür; bi-
lindiği gibi İtalya, Kurtuluş Savaşı sırasında Ankara Hüküme-
ti’ni desteklemiş ve dağlık bölgelerdeki çete kuvvetlerine yap-
tığı yardımın kamuflajı olarak Antalya’da bir arkeoloji proje-
si sürdürmüştür. Ancak savaşın sonunda Antalya’daki İtalyan
Konsolosluğu’nun toplamış olduğu arkeolojik eserleri elinde
tutması nedeniyle, o yıllarda en yakın müttefik olarak görül-
mesine karşın Ankara tarafından kazı izni verilmemiştir (El-
liot 2004); bunun bir sonucu olarak İtalyanlar ilk kazı iznini
ancak 1930 yılında alabilmişlerdir.
Burada yaptığımız kısa özetten de görüleceği gibi, Türkiye
Cumhuriyeti daha kuruluş aşamasında, bilimin evrensel bir
uğraşı olduğunu görmüş, stratejik ve ekonomik önemi olan
her konuda titizlikle ulusalcı bir çizgi geliştirirken, bilimi
dünyayla paylaşmıştır. Kanımızca bu, Türkiye Cumhuriye-
ti’nin kuruluş felsefesinin göz ardı edilmemesi gerekli olan en
önemli kazanımlarından biridir. Atatürk arkeolojiyi bir bilim
alanı olarak görmüş ve diğer bilimlerde olduğu gibi bunun da
ancak uluslararası bir çabayla yapılabileceğini, daha doğrusu
yapılmasının gerekli olduğunu ortaya koymuştur. Ne yazık ki
günümüzde stratejik ve ekonomik değeri olan her şey ulusla-
rarası paylaşıma açılırken, başta arkeoloji olmak üzere bilim-
de milliyetçi, tekelci ve dünyaya kapanma özlemi taşıyan bir
çizgi yaratılmaya çalışılmaktadır; daha da üzücü olan bu
yaklaşımın genç kuşaklara ulusal çıkarları koruma adı altın-
da sunulmasıdır. Oysaki Türkiye Cumhuriyeti kuruluş aşama-
sında, özgüveni olan bir devletin saygın duruşu ile bilimden
korkmamış, yerli ya da yabancı ayırımı gözetmeden bilim in-
sanlarına kucak açmış, buna karşılık devletin çıkarlarını stra-
tejik, politik ve ekonomik alanlarda titizlikle korumuştur.
Devletin o yıllarda bilim insanlarına verdiği değerin en an-
lamlı göstergelerinden biri, Malatya-Arslantepe’de kazı yap-
mak için başvuran L. Delaporte’un izin yazısında “..Arslante-
pe’de hafriyat yaparak Anadolu tarihini aydınlatacak eserler

140
bulan Delaporte’nin 1.9.1933 tarihinden itibaren hafriyata
devam etmesi..” ibaresinin vurgulanmış olmasıdır (Başbakan-
lık Cumhuriyet Arşivi 24.9.1933 tarihli ve 30.18.1.2/39.66.10
no’lu belge). Bir başka çarpıcı örnek de Alişar kazı ekibine
müzelik eser niteliğinde olmayan parçalardan bazılarının,
“Yozgat’ın Alişar köyündeki kazılarda çıkan çanak çömlek kı-
rıklarından bir kısmının Chicago Üniversitesi’ne hediye ola-
rak verilmesi ile bazı eşyaların incelenip geri verilmek üzere
Chicago’ya gönderilmesi” kararnamesi ile verilmiş olmasıdır
(Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi, 4.11.1931 tarihli ve
30.18.1.2/24.73.11 no’lu belge).

KURUMSALLAŞMA, MÜZELER VE TÜRK TARİH KURUMU


Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 10. yılından sonra, he-
men hemen her alanda kurumsallaşma gereği duyulmuştur. O
yıllara kadar sürdürülen çalışmalar, belirli konulara gönül
vermiş ya da o konularda görevlendirilmiş kişilerin, çok da
organize olmayan iyi niyetli çabalarıyla sürdürülmekteydi.
Atatürk’ün tarih ve arkeolojiye verdiği önemin en iyi göster-
gelerinden biri herhalde Türk Tarih Kurumu’dur. Tarih ve ar-
keoloji ile ilgili alanlarda bağımsız bilimsel kuruluşların olu-
şum süreci, 1930 yılında Atatürk’ün koruyuculuğunda Meh-
met Tevfik Bıyıkoğlu, Yusuf Akçura, Afet İnan’ın da araların-
da bulunduğu 16 üyeyle Türk Ocağı’nın içinde Türk Tarihi
Tetkik Heyeti’nin kuruluşuyla başlar (İğdemir 1973).
Türk Ocakları’nın 1931 yılında kapanmasıyla aynı yıl Türk
Tarihi Tetkik Cemiyeti kurulur ve ertesi yıl 1. Türk Tarih
Kongresi ulusal düzeyde gerçekleşir. Türk Tarihi Tetkik Cemi-
yeti, 1935 yılında bilimsel araştırma kurumu olma iddiasıyla
Türk Tarih Kurumu’na dönüştürülmüştür. Burada önemli olan
Türk Tarih Kurumu için tanımlanan görevde, o yıllarda bir-
çok ulus devlette olduğu gibi yalnızca kendi ulusunun tarihi
ve geçmişi değil, tüm dünya tarihinin etnik, din ve dil ayrı-

141
mı yapılmaksızın kapsam içine alınmış olmasıdır. Kanımızca
bunun en açık göstergesi, büyük yankı yapan Türk Tarih Ku-
rumu Kongrelerinde sunulan bildirilerin açılımı ve Türk Tarih
Kurumu yayınları arasında yer alan kitapların listesidir. Ayrı
bir seri olarak oluşturulan ve 40 cilt olarak düşünülen dünya
tarihi serisi içinde ilk olarak “İnsanlığın Kaynakları ve İlk
Medeniyetler” kitabı basılmış, bunu Orta Asya, Çin, Roma,
Bizans, Amerika gibi hemen hemen her coğrafyaya ait yayın-
lar izlemiştir.
Türk Tarih Kurumu hemen hemen Batılı bilim kurumlarıyla
benzer bir kurguya göre yapılandırılmıştır; kurumun sıradan-
laşmasını önleyip seçkin bilim insanlarının bir araya getiril-
mesi için üye sayısı belirli bir sayıyla sınırlandırılmıştır. Ku-
ruluş döneminde Türk Tarih Kurumu’na üye olmak önemli bir
ayrıcalık olarak görülürken, bu daha sonraları kurumun et-
kinliğini zedeleyen bir niteliğe dönüşmüştür. Türk Tarih Ku-
rumu, araştırmaları destekleme ve organize etmenin yanı sı-
ra, Türkiye’de ve özellikle Ankara’da önemli bir eksiklik ola-
rak araştırmacıların önünde duran kitaplık sorununu da çöz-
meyi hedeflemiştir (İnan 1952).
Cumhuriyetin ilk yıllarında arkeoloji ile ilgili yayınların bu-
lunabileceği tek kitaplık İstanbul Arkeoloji Müzeleri idi. Bu
bağlamda Türk Tarih Kurumu bütçesinin önemli bir kısmını
tarih ve arkeoloji alanında Ankara’da zengin bir kitaplık
oluşturmaya ayırmış ve yakın zamanlara kadar araştırmacı-
ların vazgeçemeyeceği bir ortamı sağlamıştır. Her ne kadar
toplumun gözünde Türk Tarih Kurumu genel olarak yalnızca
“Türk Tarih Tezi” ile özdeşleştirilmiş ise de, daha kurulduğu
yıldan itibaren Türkler tarafından yapılan her döneme ait ar-
keolojik kazıları organize etmeye ve bunların sayısını artır-
maya özel bir çaba göstermiştir.
O yıllarda Türk Tarih Kurumu adına yapılan Alaca Höyük gi-
bi arkeolojik kazı çalışmalarından elde edilen sonuçlar, ku-

142
rum tarafından Batı ülkelerindeki yayınları aratmayacak ni-
telik ve kapsamda basılmış, kurumun süreli yayını olan Bel-
leten Dergisi’nin her türlü arkeolojik araştırmaya yer verme-
ye özen göstermesiyle Türkçe arkeolojide bir bilim dili duru-
muna gelebilmiştir. Kuşkusuz temeli olmadan bir bilim dili-
nin yaratılması ve bunun kabul görmesini sağlamak oldukça
sancılı ve zor bir süreçtir. Nitekim kurumun ilk yayınlarında
Batı dillerindeki terimler, adlamalar bazen olduğu gibi, bazen
deforme edilerek aktarılmış, ancak giderek o yıllarda Türk-
çe’nin her alanda gelişmesine yönelik çabaların da etkisiyle
günümüzde arkeoloji, Türkçe terim sıkıntısı çekmeyen bir bi-
lim dalı durumuna gelmiştir. Yalnızca bu bile, o yıllarda bili-
me, arkeolojiye yönelen birçok ülkenin başaramadığı ve hat-
ta başarmak için girişimde bile bulunmadığı önemli bir kaza-
nımdır. Eğer bugün Türk arkeologları olarak arkeolojide
Türkçe düşünerek yazabiliyorsak, bunu cumhuriyetin ilk dö-
nemlerindeki uzak görüşlü uzmanlara ve Türk Tarih Kuru-
mu’na borçluyuz.
İlk dönem Türk kazıları içinde ileriki arkeolog kuşağının ye-
tişmesine katkıda bulunan, dolayısıyla eğitici bir nitelik ka-
zanmış olan çalışma Alaca Höyük kazılarıdır. Remzi Oğuz
Arık, Mahmut Akok ve Hamit Zübeyr Koşay gibi 1950’li yıl-
ların Türk arkeolojisine damgasını vuracak adların yetiştiği
okul Alaca Höyük kazıları olmuştur. Kazının tüm süreci bo-
yunca kazıyı yöneten ve sürdüren Türk arkeologları, hiçbir
komplekse kapılmadan, aynı bölgedeki Amerikalıların Alişar
ve Almanların Boğazköy kazılarıyla yakın bir ilişki içinde
girmişler ve deneyimlerini artırarak Alaca Höyük’te dönemin
en ileri tekniğiyle belgelemelerde bulunmuşlardır. H. Z. Ko-
şay’ın, o yılların en ileri tekniklerinin uygulandığı kazı ola-
rak bilinen C. Blegen’in Troya kazılarına katılmış olması ve J.
W. Sperling ile birlikte Kumtepe’deki kazıyı yürütmesi, yeni
yöntemlere açılmak konusunda ne kadar istekli olduğunun
açık bir göstergesidir (Koşay ve Sperling 1936).

143
‹kinci Türk Tarih Kurumu Kongresi ve Dolmabahçe Sergisi
Türk Tarih Kurumu’nun gerçekleştirdiği en önemli başarılar-
dan biri kuşkusuz, Dolmabahçe Sarayı’nda 1937’de düzenle-
nen 2. Türk Tarih Kurumu Kongresi’dir. Bu kongre, uluslara-
rası düzeyde katılım sağlanan ilk Türk Tarih Kurumu Kong-
resi’dir. Kongre Türkiye’nin saygınlığını simgeleyecek şekilde
uluslararası büyük bir etkinliğe dönüşmüş, bilim dünyasında
büyük bir heyecan yaratmış, 2. Dünya Savaşı öncesinin ger-
gin ortamına karşın 16 Avrupa ülkesi ve Amerika’dan 38 bi-
lim insanı kongreye bildiriyle katılmıştır. Gelen katılımcıları-
nın arasında, G. Childe, F. Hanjar, G. Oacopi, O. Menghin, S.
Marinatos, M. T. Arne gibi o dönemin en ünlü arkeologları-
nın yer alması, Türkiye’de seçkin bir uluslararası toplantı dü-
zenlenmiş olmasının en önemli göstergesidir. Kongreye 100
kadar bilim insanı gerek dinleyici olarak, gerekse bildiriyle
katılmış, düzenlenen 11 toplantı bilim dünyasında büyük
yankı yapan bir foruma dönüşmüştür. Ancak bu kongrenin
belki de en çarpıcı yanı Dolmabahçe Sarayı’nda düzenlenmiş
olan arkeoloji sergisidir. Çok kapsamlı olarak hazırlanmış
olan bu sergide, Anadolu’da o yıllara kadar ortaya çıkmış
tüm kültürler zengin örnekleri ve kapsamlı açıklamalarıyla
yer almış, daha da önemlisi Yunanistan, Bulgaristan, Sırbis-
tan, Çin gibi birçok ülkeden arkeolojik buluntular da getiril-
miş ve Türk halkı ilk kez dünya uygarlıklarını karşılaştırmalı
olarak görme olanağını bulmuştur. Atatürk büyük bir ileri
görüşle kongre hazırlıkları sırasında Hava Kuvvetlerinden ül-
ke genelindeki belli başlı ören yerlerinin ve antik kentlerin
hava fotoğraflarının çekilmesi istemiş, bu direktifi doğrultu-
sunda çekilen resimler daha sonra albüm haline getirilmiş-
tir (Başgelen 2003:638)
Dolmabahçe Sergisi, yalnızca Türkiye’de ilk defa düzenlenen
uluslararası boyuttaki bir tarih kongresinin yan etkinliği ola-
rak görülemeyecek kadar büyük bir öneme sahiptir; bir yan-
da Türkiye’nin arkeolojik ve kültürel miras zenginliği vurgu-

144
lanırken, Türk Tarih Tezi ve onunla aynı ağırlıkta o yıllarda
küresel boyutta uygarlığın gelişiminde en önemli olarak gö-
rülen kültürler fotoğraf, maket ya da orjinal buluntularla ser-
gide yer almış ve bunların yanı sıra Atatürk devrimleri ve
genç Türkiye Cumhuriyeti’nin başarı öyküsü de kuvvetli bir
şekilde vurgulanmıştır. Bu kurgu, sergiyi oluşturan birim baş-
lıklarıyla da açık olarak okunmaktadır:
Seksiyon A: İnsan evrimi, Paleolitik ve Neolitik Çağlar; Adı-
yaman, Gavurkale, Orta Asya ve Doğu Avrupa buluntuları.
Seksiyon B: Kalkolitik Çağ (4. ve 3. bin); Türkiye’den Alişar,
Kumtepe, Troya, Alaca Höyük, Pazarlı, Irak’tan Tell Halaf, Sa-
marra, Obeid, Jemded Nasr, İran’dan Susa, Orta Asya’dan
Anau buluntuları. (O yıllarda Anadolu’da 3. binyıl - İlk Tunç
Çağı, henüz tam olarak tanımlanmış durumda değildi. Her ne
kadar Troya çalışmaları bu dönemi yansıtmakta ise de, özel-
likle Orta Anadolu’da tunçtan yapılma buluntular yok dene-
cek kadar azdı; sürmekte olan Alişar ve Alaca Höyük gibi ka-
zılarda çok basit bakır aletlerin görülmüş olması, Anadolu’da
Mezopotamya gibi görkemli bir maden çağı yaşanmadığı gi-
bi bir görüşü ön plana çıkarmıştı (Sherratt 1983, 1984). O yıl-
larda Macaristan’a eğitim için yollanmış olan bilim insanla-
rının da etkisiyle Tunç Çağı yerine, bakır buluntuların yaygın
olduğu Macar Ovası Tiszapolgar kültürleri için geliştirilen
“Bakır Çağı” adlaması Anadolu’ya da aktarılmış ve uzun bir
süre Anadolu Kalkolitik ve İlk Tunç Çağı kültürleri bu neden-
le Bakır Çağı olarak tanımlanmıştı.)
Seksiyon C: 2. bin Anadolu kültürleri; Kültepe, Hitit,
Boğazköy.
Seksiyon D: 2. binde çevre kültürler; Girit’ten Knossos,
Miken, Babil.
Seksiyon E: İlk ve Orta Demir Çağı; Yeni Babil, Geç Hitit
Krallıkları, Hatay.
Seksiyon F: Klasik Çağ; Yunan, Etrüsk ve Orta Asya

145
Seksiyon G: Demir Çağı’nda Orta Asya ve Stepler’de Türkler;
Hun, Göktürk, İskit.
Seksiyon H: Uygur ve Orta Asya kültürleri.
Seksiyon I: Hindistan, Mısır, Orta Asya ve İran’da Türkler.
Seksiyon J: XV-XVI ve XVII. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu.
Seksiyon K: Osmanlı İmparatorluğu çöküş dönemi (XVII-
XIX. yüzyıllar arası)
Seksiyon L: Minyatür ve Kaligrafi
Seksiyon M: İstanbul Arkeoloji Müzeleri çalışmaları
Arkeolojiyle ilgili bu bölümlemelerin yanı sıra Atatürk dev-
rimleri ve bunun yansımalarının da sergide geniş bir biçimde
yer alması, Türkiye Cumhuriyeti’nin çağdaşlaşma sürecinde
elde ettiği kazanımları tanıtmaya verdiği önemi de göster-
mektedir. Bu boyut ve bu bakış açısıyla bir serginin bir daha
gerçekleştirilememiş olması unutulmamalıdır; daha sonraki
yıllarda düzenlenen sergiler, yalnızca Türkiye odaklı olmuş,
arkeoloji kongreleri de hemen hemen konusu Türkiye ya da
yakın çevresi olan bilim insanlarının katılımıyla gerçekleşti-
rilmiş, bu da kültür tarihine bakışımızın küresellikten yerele
inmesine yol açmıştır.

E¤itim ve Uzman Yetifltirilmesi


Daha önce birçok kez değinildiği gibi Türkiye Cumhuriye-
ti’nin, Osmanlı İmparatorluğu’ndan devraldığı uzmanların
sayısı yok denecek kadar azdır. En saygın yetişmiş uzman
olarak İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nde Halil Edhem Bey ve
Theodor Makridi Bey gibi sayılı birkaç isim bulunmaktadır.
Eğitim sisteminin içinde de arkeoloji ya da kültürel mirasla
ilgili alanlar hemen hemen yoktur. Bilim insanı kadar, teknik
eleman ve uzman açığının da kapatılması için 1924 yılından
itibaren, diğer alanlarda olduğu gibi, başta Fransa, Almanya
ve Macaristan olmak üzere çeşitli ülkelere öğrenciler gönde-

146
rilmiştir. Bunun yanı sıra Türkiye’de çalışan yabancı uzman-
ların ülkedeki bilimsel gelişmeye katkı sağlayacağı öngörü-
süyle, herhangi bir kaygı taşımadan, birikimlerinden yararla-
nılmıştır. Burada yaşanan süreçte devletin yönlendirmesi ile
üç alanda çalışmalar yürütülmüştür. Bunlar toplumun bilinç-
lendirilmesi, bilgilendirilmesi ve katılımının sağlanması, bi-
limsel verilerin korunması, arşivlenmesi ve sergilenmesi ile
bilim insanlarının yetiştirilmesidir.

Toplumun Bilinçlendirilmesi,
Bilgilendirilmesi ve Kat›l›m›n›n Sa¤lanmas›
Erken Cumhuriyet Dönemi’nin en önemli uğraşılarından biri,
o yıllara kadar yalnızca belirli bir aydın kesimin uğraşısı ola-
rak görülen “kültür”ün toplumun her kesimine yayılması ça-
bası olmuştur. Bu amaçla Anadolu’daki tüm il, ilçe ve hatta
köylere kadar inen bir örgütlenme modeli denenmiş ve kıs-
men uygulanmıştır. Bu modellerin tümü, yalnızca halka bilgi
aktarmayı değil, toplumun buna etkin katılımını da öngör-
müştür. İlk başlarda Türk Ocakları (Üstel 2004), 1931 yılında
Türk Ocakları’nın kapanmasından sonra Halk Evleri ve bir
anlamda Cumhuriyet Halk Partisi’nin teşkilatı bu işi üstlen-
mişlerdir. Bu dönemde Halk Evleri bünyesinde bazen köy dü-
zeyine kadar müzelerin kurulduğu, etnoğrafya ve arkeoloji ile
ilgili yakın çevredeki kültür varlıklarının tanımı, envanteri-
nin çıkarılması, toplanması, korunması için çalışmaların ya-
pıldığı bilinmektedir (Toksoy 2007). Halk Evleri kapsamında,
toplumu bilgilendirecek el kitapları hazırlanmış, o bölgelerde
çalışmakta olan uzman ve bilim insanlarının konferanslar
vermesi ve bildirilerini yayımlamaları sağlanmıştır.

Müzeler
Osmanlı İmparatorluğu sona erdiğinde Türkiye’de kuruluşu-
nu tamamlamış müzeler yalnızca İstanbul’daydı; Ankara Hü-
kümeti, daha cumhuriyet ilan edilmeden önce bile müzelerin,

147
toplumun kültürü benimsemesinde önemli bir araç olduğu
öngörüsüyle çalışmalar yapmıştır. Nitekim Sakarya Savaşı
süreci içinde 1921 yılında Ankara’da bir müze kurulması ka-
rarı alınması ve 1922 yılında Antalya Müzesi’nin kuruluşu
bunun en açık göstergelerindendir.
Bunları 1923 yılında Sivas, 1924 yılında Adana, Bergama ve
Topkapı, 1925 yılında İzmir, Edirne, Ankara Etnoğrafya, 1926
yılında Tokat, Konya, Amasya Müzeleri izlemiştir. Daha son-
raki yıllarda da hemen her yıl yeni müzeler oluşturularak Os-
manlı İmparatorluğu döneminde yalnızca büyük kentlere öz-
gü olarak görülen müze kavramının Türkiye’nin her yerine
yayılması sağlanmıştır. 9 Mayıs 1920’de Kurtuluş Savaşı sü-
recinde müzeler ve eski eserlerden sorumlu olarak Asar-ı Ati-
ka Müdürlüğü, Maarif Vekaleti’nin içinde bir birim olarak ku-
rulmuş, 5 Kasım 1922’de arkeolojik ve etnoğrafik eserlerin
toplanması, envanterlenmesi ve yeni müzelerin kurulması
için genelge çıkarılmış, 14 Ağustos 1923 tarihli hükümet
programında da müzelere geniş bir yer ayrılmıştır.
Müze kurulması kadar önemli olan, müzelerin yalnızca bir
eski eser sergileme yeri olarak görülmeyip, bilimsel çalışma
yapmaya da özendirilmiş olmalarıdır. Bu nedenle cumhuriye-
tin kuruluş yılları boyunca müzeler, gerek tanıtıma yönelik,
gerek bilimsel açıdan çok sayıda yayın yapmışlar, müzelerini
ve bölgelerini tanıtan el kitapları ve kataloglar hazırlamışlar-
dır. Bunların arasında günümüzde bile halen kullanılmakta
olan İstanbul Arkeoloji Müzeleri yayınlarının (Naab ve Unger
1934; Unger 1925, 1933) yanı sıra, diğer müzelerin de yayın
yaptıkları bilinmektedir (Aziz 1927; Aziz Bey 1927). Bu bağ-
lamda İstanbul Arkeoloji Müzeleri yayınları yayın dizisi, ya-
bancıların da makalelerini kullanmak istedikleri önemli bir
seri haline gelmiştir.

148
Bilim ‹nsan› Yetifltirilmesi ve
Bilim Kurumlar›n›n Gelifltirilmesi
Bu bağlamda yurtdışına çeşitli uzmanlık alanlarında öğrenci
yollanması, yeni kurulan üniversitelerde bölümlerin açılması
ve yurtdışından bilim insanı getirilmesi olarak üç farklı et-
kinlik görülür. Yurtdışına eğitime yollananların arasında Ha-
let Çambel, Ekrem Akurgal, Sedat Alp, Afif Erzen, Rüstem
Duyuran gibi Türk arkeolojisinin önde gelen adları sayılabi-
lir (Başgelen 2009b). O yıllarda Türkiye her türlü bilim insa-
nına gerek duymaktaydı; beklenti yeni oluşturulan kurumlar-
da alt uzmanlık dallarına inmeden kültür tarihine genel yak-
laşacak uzmanların yetiştirilmesi olduğu halde, Atatürk’ün
kişisel yönlendirmesiyle yurtdışındaki öğrencilerin genelin
dışında belirli konularda uzmanlaşması istenmiş ve bu çok sı-
kı bir şekilde izlenmiştir. Örneğin Sedat Alp, Eskiçağ tarihi ve
arkeoloji konusu yerine Hititoloji okumak istediğini öğrenci
müfettişine söylediğinde bu istek hemen Atatürk’e bildirilmiş
ve Atatürk bu isteği çok yerinde bularak Sedat Alp’in Hitito-
loji’ye yönelmesi sağlanmıştır (Dündar ve Sevinç 2004: 38-
39). Bu sayede yeni kurulan Dil, Tarih ve Coğrafya Fakülte-
si’nde, gelişmiş ülkelerde bile çok ender bulunan Sümeroloji
gibi kürsüler açılmış, 1936 yılında da Latince ve Grekçe’yi
kapsayan Klasik Filoloji Bölümü kurulmuştur. 2. Dünya Sa-
vaşı öncesi Almanya’daki Nazi rejiminin bilim insanları üze-
rinde kurmuş olduğu baskı ve bunun başta Yahudi kökenli
bilim insanları olmak üzere Almanya’nın akademik ortamın-
da getirdiği korkuyu Türkiye Cumhuriyeti bir fırsata çevirmiş,
devletin karşı karşıya bulunduğu parasal güçlüklere karşın
hemen her alanda yeni kurulan üniversitelere gelmeyi kabul
eden bilim insanlarına sağlanabilecek en iyi ortamı hazırla-
mıştır. O sayede Bossert, Lansberger, Güterbock, Bosch gibi
kültürel miras alanında önde gelen isimler üniversitelere ka-
zandırılmış ve hemen hemen hiçbir geleneği, altlığı olmadan
kurulan Ankara Üniversitesi çok kısa bir süre içinde saygın
bir bilim kurumuna dönüşebilmiştir.

149
TÜRK ARKEOLOJİSİ VE LA TURQUIE KEMALISTE DERGİSİ
La Turquie Kemaliste Dergisi’nin, çağdaşlaşma sürecinde Tür-
kiye Cumhuriyeti’nin kazanımlarını dış dünyaya yansıtmak
amacıyla yayımlanan bir dergi olduğu kuşkusuzdur; dergi
endüstrileşmeden kentsel gelişime, eğitimden sanata kadar
her alanda Türkiye Cumhuriyeti’nin çağdaş yüzünü yansıtan
konulara, o dönemin basım teknolojisini en iyi biçimde kul-
lanarak bol görsel malzemeyle yer vermiştir. Her ne kadar ilk
bakışta derginin, Türkiye Cumhuriyeti’nin propogandası
amacıyla hazırlandığı düşünülebilirse de, gerek konuların ele
alınış şekli, gerek seçimi, derginin yaklaşımının siyasi olmak-
tan öte ülkenin tanıtımı, beğendirilmesi ve Kemalizm ideolo-
jisi ile birlikte değişen yüzünü aktarmak olduğu açık olarak
görülecektir. 1934 yılından 1948 yılına kadar 49 sayısı çıkan
süreli yayında yazarlara bakıldığında da görülebileceği gibi,
Türkler kadar yabancılara da yer verilmiş ve böylelikle dergi-
nin uluslararası bir kimlik kazanması sağlanmıştır (Başgelen-
Akçura 1998).
La Turquie Kemaliste Dergisi, bu kapsamda bir dergiden bek-
lenmeyecek kadar arkeolojiye geniş bir ayırmıştır; bu bağ-
lamda La Turquie Kemaliste Dergisi’nin yaklaşımı, Türkiye
Cumhuriyeti’nin oluşum felsefesi içinde arkeolojinin yeri ile
ilgili olarak buraya kadar yazdıklarımızla tam olarak örtüş-
mektedir. Dergide kentsel mimari, sivil mimari ve etnoğrafya
gibi kültürel mirasın farklı öğelerinin yanı sıra arkeolojiyle il-
gili 21 yazı yer almıştır:
1- Die Turkei Ein Neues Reiseziel Des Europäers / Prof. Dr.
(Helmuth Theodor) Bossert (Ağustos 1934, 2. sayı, sayfa 16).
2- La Turquie Nouvelle et les Fouilles Archéologiques / Remzi
Oğuz (Ağustos 1934, 2. sayı, sayfa 21).
3- Der Alisar Hüyük / Dr. Hans Henning von der Osten
(Aralık 1934, 4. sayı, sayfa 4).
4- Le Rang et l’Importance de nos Musées des Antiquités Par-

150
mi les Musées Européens / Halil Edhem (Şubat 1935, 5. sayı,
sayfa 2).
5- Werke Hethitischer Kunst von Bogazköy / Kurt Bittel (Şu-
bat 1935, 5. sayı, sayfa 15).
6- Visite au Musée Greco-Romain d’Istanbul / Devambez
(Ağustos 1936, 14. sayı, sayfa 2).
7- Alacahöyük / Dr. Hâmit Zübeyr Koşay (Ekim 1936, 15. sa-
yı, sayfa 2).
8- Le Musée des Arts Turcs et Musulmans / İMZASIZ (Ekim
1936, 15. sayı, sayfa 9).
9- Le Palais de Topkapi / Aziz Ogan (Şubat 1937, 17. sayı,
sayfa 2).
10- Le deuzeième Congrès D’Histoire Turque / Prof. Muzaffer
Göker (Aralık 1937, 21-22. sayı, II. Türk Tarih Kongresi için
hazırlanmış olan özel sayı, sayfa 1).
11- L’Activité Archéologique de la Société d’Histoire Turque /
Prof. Afet (İnan), (Aralık 1937, 21-22. sayı, II. Türk Tarih
Kongresi için hazırlanmış olan özel sayı, sayfa 6).
12- L’Exposition d’Histoire / İhsan Sungu (Aralık 1937, 21-
22. sayı, II. Türk Tarih Kongresi için hazırlanmış olan özel sa-
yı, sayfa 13).
13- L’Effort Matériel et Intellectuel de la Turquie / Eugene
Pittard (Aralık 1937, 21-22. sayı, II. Türk Tarih Kongresi için
hazırlanmış olan özel sayı, sayfa 21).
14- Les Sondages de Pazarli / Dr. Hâmit Zübeyr Koşay . Le
Fouilles de 1936-37 en Thrace / Dr. Arif Müfid Mansel (Ara-
lık 1937, 21-22. sayı, II. Türk Tarih Kongresi için hazırlanmış
olan özel sayı, sayfa 36).
15- Les Résultats des Fouilles Faites a Ankara par la Société
d’Histoire Turque / Remzi Oğuz Arık (Aralık 1937, 21-22. sa-
yı, II. Türk Tarih Kongresi için hazırlanmış olan özel sayı,
sayfa 47).

151
16- The Strata of Civilizations in Ankara / Dr. Hamit Koşay
(Haziran 1939, 31. sayı, sayfa 13).
17- Results of the Excavations Alacahöyük / Hamit Zübeyr
Koşay (Ağustos 1939-Aralık 1940, sayı 32-40, sayfa 20).
18- Rapport de la Civilisation Turque, Ancienne, avec les Ci-
vilisations de l’Asie Mineure / H. Z. Koşay (Ekim 1941, 45. sa-
yı, sayfa 3).
19- Le Fer chez les Hittites / H. Z. Koşay (Aralık 1941, 46. sa-
yı, sayfa 10).
20- La Sculpture chez les Anciens Turcs / H. Namık Orkun
(1943, 47. sayı, sayfa 7).
21- Les Fouilles d’Atmeydanı [1941 kazıları] / Dr. A. M.
Schneider (Aralık 1947, 48. sayı, sayfa 12).
Derginin 2. sayısında yer alan Remzi Oğuz’un yazısının (2
no’lu yazı) adı, gerek derginin, gerek arkeolojinin Türkiye
Cumhuriyeti için ne anlama geldiğini açık olarak yansıtmak-
tadır; yazının başlığının bilinçli olarak, beklendiği gibi Tür-
kiye’de yeni arkeolojik kazılar olarak değil, “Yeni Türkiye ve
Arkeolojik Kazılar” olarak seçilmiş olması, kanımızca çok an-
lamlıdır. Eugene Pittard’ın II. Türk Tarih Kongresi dolayısıyla
yazmış olduğu yazıda (13 no’lu yazı) da aynı yansımayı gör-
mekteyiz. Pittard yazısının başlığında kültür tarihi ile Türki-
ye Cumhuriyeti’nin aydın kimliğini vurgulayan “et Intellectu-
el de la Turquie” sözcüklerini kuşkusuz bilinçli olarak seçmiş-
tir. II. Türk Tarih Kurumu Kongresi için derginin özel bir sa-
yı çıkarmış olması, konuya verilen önemi çok açık bir şekil-
de yansıtmaktadır. Bu özel sayıda Muzaffer Göker’in giriş ya-
zısı (10 no’lu yazı), kongrenin felsefesini, çapını ve bugünün
koşullarında bile hayranlık duyacağımız düzenini yansıtmak-
tadır. Bunu izleyen Afet İnan’ın yazısı (11 no’lu yazı), o yıl-
larda henüz emekleme döneminde olan Türk Tarih Kuru-
mu’nun kısa süre içinde başarmış olduğu işleri ve gerçekleş-
tirdiği arkeolojik kazıları tanıtan ve halen belge niteliğini ko-

152
ruyan bir yazıdır. Yazıyla birlikte Türkiye’de Türk Tarih Ku-
rumu’nun gerçekleştirdiği çalışmaların dağılımını veren hari-
ta da kurumun eriştiği dinamizmi yansıtmaktadır. Dolmabah-
çe Sergisi’ni bol görsel malzemeyle tanıtan 21.-22. özel sayı-
sının dışında dergide yer alan diğer tüm yazılar, yapılmakta
olan kazılarda ortaya çıkan buluntuları ve önemli bilimsel
sonuçları tanıtma amacıyla hazırlanmıştır. Her ne kadar bu-
rada yer alan konular, başta Türk Tarih Kurumu Kongresi,
Belleten ve diğer bilimsel dergi ve kitaplarda yayımlanmışsa
da, La Turquie Kemaliste Dergisi’ne seçkin buluntuların, nite-
likli resimlerle verilmiş olması, dergiyi bilim dünyasında ara-
nır bir hale getirmiştir. Örneğin Pazarlı (14 no’lu yazı) kazı-
sıyla ortaya çıkan Frig Dönemi duvar kaplama levhaları ile
tarihöncesi çanak çömleğinin bir kısmı daha sonra hiç ya-
yımlanmamış olan en iyi resimleri burada yer almıştır. Alaca
Höyük (17 no’lu yazı), Alişar (3 no’lu yazı), İstanbul At Mey-
danı (21 no’lu yazı) kazı ya da buluntularının, yine daha son-
ra hiç yayımlanmamış olan bir kısmının en iyi resimleri La
Turquie Kemaliste Dergisi’nde yayımlanmış olanlardır. Aynı
şekilde Arif Müfid Mansel’in (13 no’lu yazı) Trakya çalışma-
ları sırasında Alpullu Tümülüsü’nün altında bulmuş olduğu
ve halen İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nde yer alan Orta Kalko-
litik Çağ’a ait buluntuların ilk tanıtımı La Turquie Kemaliste
Dergisi’ndeki Dolmabahçe Sergisi fotoğraflarıdır (21-22. sayı-
da sayfa 37-38 ve 60). Dolayısıyla dergi arkeoloji dünyası
için başvurulması gerekli bir kaynak olma özelliğini halen
korumaktadır.

SONUÇ
Türkiye dünya kültür mirasının önemli bir kısmına sahip ol-
makla övünen bir ülkedir. Geçmişin mirası olarak bize kadar
kalan kültür varlıkları maalesef günümüzde daha çok turiz-
min bir öğesi olarak görülmekte, devletin arkeolojiye bakış
açısı kültür varlıklarının turizm açısından sağlayacağı potan-

153
siyelle ölçülmektedir (Özdoğan 2008b). Buna karşılık kültür
varlıklarının bulundukları ülkenin düşünsel zenginliğine ya-
pacağı katkı giderek arka plana atılmış, dolayısıyla toplumu-
muzla arkeolojik kalıntılar arasındaki ilişki, bunların “yaban-
cılara pazarlanacak bir mal” olması düzeyine indirilmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesi içinde kültürel mi-
rasın yabancılardan önce kendi toplumumuza benimsetilerek
kazandırılması bir ilke olarak görülmüştür. Bu yaklaşım top-
lumun her kesimine düşünsel bir zenginlik kazandırılması
esasına dayanır; bu yolla durağan, yaratılan bir geçmişin ye-
rine, sürekli değişen, evrim geçiren ve zaman derinliği olan
bir geçmiş kavramının kazandırılması, dolayısıyla düşünsel
bir zenginliğin topluma verilmesi amaçlanmaktadır. Geçmi-
şin kanıtları olan arkeolojik varlıklar, ancak onlarla birlikte
yaşayanlar tarafından benimsendikten, onlarla özdeşleştikten
sonra, yabancılar için anlamlı bir çekim odağı haline gelebi-
lir (Özdoğan 2007b). Bu bağlamda La Turquie Kemaliste Der-
gisi’nin 1930-1940’lı yılların sancılı ortamında bu görevi ba-
şarıyla üstlenmiş bir yayın organı olduğunu rahatlıkla söyle-
yebiliriz. Bunun ötesinde esas üzücü olan, son yıllarda Türki-
ye arkeolojisinde devrim niteliğinde meydana gelen gelişme-
ler ve tüm uygarlık tarihini yeniden düşünmemize neden ola-
cak kadar ilginç sonuçlar ortaya çıkmasına karşın, bunların
kendi toplumumuza kazandırılmasına yönelik kurumsal ça-
banın olmayışı ve hâlâ ülkemizin arkeolojik zenginliğini gör-
sel çekiciliği olan çok sınırlı bulgularla tanıtmaya, “pazarla-
ma”ya yönelmemizdir.

154
‹LG‹L‹ KAYNAKÇA

Akman, M. (2010) “Lalapaşa Dolmeni Kazı ve Restorasyon Çalışma-


ları”, TÜBA-KED 8: 167-174.
Akok, M. (1960) “Augusto Şehir Harabeleri”, Türk Tarih Kurumu
Kongresi V: 173-182.
Alexandri, A. (2002) “Names and Emblems: Greek Archaeology, Re-
gional Identities and National Narratives of the Turn of the 20 th
Century”, Antiquity 76/291: 191-199.
Anonim (1966) Doomed by the Dam. A Survey of the Monuments
Threatened by the Creation of the Keban Dam Flood Area. Orta
Doğu Teknik Üniversitesi, Ankara.
Anonim (1977) Güneydoğu Anadolu Projesi Urfa Tüneli ve Sulama-
sı. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı - Devlet Su İşleri Genel
Müdürlüğü, Ankara.
Anonim (1996) Türkiye’deki Barajlar ve Hidroelektrik Santrallar.
Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü, Ankara.
Anonim (2000) “Türkiye’de Projesi Hazırlanmış ve Hazırlanmakta
Olan Barajlar”, Zeugma Yalnız Değil, Türkiye’de Barajlar ve Kül-
türel Miras: 181-184. Tarih Vakfı, İstanbul.
Ardıç, N. (1937) Antakya-İskenderun Etrafındaki Türk Davasının
Tarihî Esasları. Tecelli Basımevi, İstanbul.
Arel, A. (1991) “Devlet Kültürel Mal Varlığının Mutemetidir, Pazar-
layıcısı Değil!”, Arkeoloji ve Sanat 52/53: 4-6.
Arık, R. O. (1950) Les fouilles archéologiques en Turquie. Milli Egi-
tim Basım Evi, Ankara.
Arık, R. O. (1953) Türk Müzeciliğine Bir Bakış. Milli Eğitim Basıme-
vi, İstanbul.
Arnold, B. (1996) “The Past as Propaganda: Totalitarian Archaeo-
logy in Nazi Germany”, R. Preucel ve I. Hodder (yay.) Contempo-
rary Archaeology in Theory: 549-569. Blackwell Publishers, Ox-
ford.
Aslan, R. (1999) “Anadolu’nun Arkeolojik Macerası”, Atlas 81: 88-
110.
Atkinson, J. A., I. Banks ve J. O’Sullivan (yay.) (1996) Nationalism
and Archaeology. Cruithne Press, Glasgow.
Aydın, S. (1996) “Türk Tarih Tezi ve Halkevleri”, Kebikeç 3: 107-130.

227
Aydın, S. (2002) “Batılılaşma Karşısında Arkeoloji ve Klasik Çağ
Araştırmaları”, Modernleşme ve Batıcılık: 403-427. İletişim Ya-
yınları, İstanbul.
Aydın, S. (2003) “30’ların Tezlerine Geri Dönüş: Anadolu’da “proto-
Türkler”in Yeniden Keşfi”, Toplum ve Bilim 96: 8-34.
Aziz, A. (1927) Ayasuluk=Ephez Rehberi. İzmir Müzesi Yayınları, İz-
mir.
Aziz Bey (1927) Guide du Musée de Smyrne. İzmir Müzesi Yayınla-
rı, İzmir.
Banks, I. (1996) “Archaeology, Nationalism and Ethnicty”, J. A. At-
kinson, I. Banks ve J. O’Sullivan (yay.) Nationalism and Archaeo-
logy (Scottish Archaeological Forum): 1-11. Cruithne Press, Glas-
gow.
Baram, U. ve L. Carroll (yay.) (2004) Osmanlı Arkeolojisi. Kitap Ya-
yınevi, İstanbul.
Başgelen, N. (1998) “Atatürk ile Eski Eserler, Arkeoloji, Kazılar ve
Müzeler”, Arkeoloji ve Sanat 87: 2-5.
Başgelen, N. (2000) “Barajlar ve Geçmişimizin Geleceği”, Arkeoloji
ve Sanat 98: 2-5.
Başgelen, N. (2001a) Türkiye’de Barajlar ve Göl Alanlarındaki Kül-
türel ve Doğal Miras. Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul.
Başgelen, N. (2001b) “Cumhuriyetin İlk Arkeolojik Kazısı Ankara
Tümülüsleri”, Arkeoloji ve Sanat 100: 34-44.
Başgelen, N. (2003) “Tepecik-Keban Hava Fotoğrafları İzinde Karga-
mış ve Birecik Baraj Alanlarıyla Çevresinde Havadan Belgeleme
Çalışmalarından Görüntüler”, M. Özdoğan, H. Hauptmann ve N.
Başgelen (yay.) Köyden Kente Yakındoğu’da İlk Yerleşmeler -
From Village to Cities Early Villages in the Near East: 637-656.
Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul.
Başgelen, N. (yay.) (2006a) Toprağın Altındaki Geçmiş ‘Arkeoloji’:
Sorunlar, Öneriler, Kazılar. Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul.
Başgelen, N. (2006b) “Arif Müfid Mansel’s Excavations in Turkish
Thrace (1936-1939) at the 70th year from their beginning”, H. Ça-
lıkuşu (yay.) Yıldız Dağları ve Yakın Çevresi Tarih Araştırmaları:
161-186. Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul.
Başgelen, N. (2007) (Gavurkale) Anadolu Gezi Notları. Arkeoloji ve
Sanat Yayınları, İstanbul.

228
Başgelen, N. (2009) Arif Müfid Mansel’in Trakya’daki Tümülüs Ka-
zıları. Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul.
Başgelen, N. (2009b) “Atatürk Döneminde Yurtdışına Gönderilen
Öğrenciler ve Arkeoloji, Eskiçağ Tarihi, Sanat Tarihi Alanında İlk
Yetişenler”, H. Kocabaş ve Z. Arıkan (yay.) Mustafa Necati ve
Cumhuriyet Eğitim Devrimi: 380-397. Yeni Kuşak Köy Enstitüleri
Derneği Yayınları, İzmir.
Başgelen, N. (2010) Ölümünün 100. Yıldönümünde Osman Hamdi
Bey: Yaptığı Kazılar, Bulduğu Eserler. Arkeoloji ve Sanat Yayın-
ları, İstanbul.
Başgelen, N. ve G. Akçura (yay.) (1998) La Turquie Kemaliste. Ata-
türk Döneminde Yeni Türkiye Yeni İnsan. Ray Sigorta, İstanbul.
Berkes, N. (1975) Türk Düşüncesinde Batı Sorunu. Bilgi Yayınevi,
İstanbul.
Biehl, P. F., A. Gramsch ve A. Marciniak (2002) “Archaeologies of
Europe: Histories and Identities. An Introduction”, P. F. Biehl, A.
Gramsch ve A. Marciniak (yay.) Archäologien Europas, Geschich-
te, Methoden und Theorien: 25-31. Waxmann Münster, New York.
Bounni, A. (1979) “Campaign and Exhibition from the Euphrates in
Syria”, D. Freedman (yay.) Archaeological Reports from the Tab-
qa Dam Project-Euphrates Valley, Syria: 1-7. American Schools
of Oriental Research, Cambridge.
Büyüka, B. Ö. (1985) Kafkas Kaynaklarına Göre İlk Yaratılışlar, İlk
İnsanlık, Kafkas Gerçekleri. Yarış Matbaası, İstanbul.
Çambel, H. (1993) “Das Freilichtmuseum von Karatepe-Aslantaş”,
Istanbuler Mitteilungen 43: 495-509.
Çambel, H. (der.) (2006) Karatepe Fıkraları. Arkeoloji ve Sanat Ya-
yınları, İstanbul.
Çambel, H. ve A. Özyar (2003) Karatepe-Aslantaş Azatiwataya Die
Bildwerke. Philipp von Zabern, Mainz.
Dergachev, V. (1994) “The Archaeology of the Republic of Molda-
via. A Historical Retrospect”, Thraco Dacia XV: 7-18.
Díaz-Andreu, M. (2002) “Archaeological Practice and the Nation-
state”, Antiquity 76/294: 1140-1142.
Dündar, C. ve F. Sevinç (2004) İlk Türk Hititoloğunun Yaşam Öykü-
sü: Sedat Alp. Türkiye Bilimler Akademisi, Ankara.
Eldem, E. (2004) “An Ottoman Archaeologist Caught Between Two

229
Worlds: Osman Hamdi Bey (1842-1910)”, D. Shankland (yay.)
Archaeology, Antropology and Heritage in the Balkans and Ana-
tolia: The Life and Times of F. W. Hasluck, 1878-1920: 121-149.
Isis Press, İstanbul.
Elliot, M. (2004) “European Archaeological and Historical Institutes
in Turkey: An Italian Ambassador’s View in 1925”, D. Shankland
(yay.) Archaeology, Antropology and Heritage in the Balkans and
Anatolia: The Life and Times of F. W. Hasluck, 1878-1920: 281-
293. Isis Press, İstanbul.
Esin, U. (1993) “19. Yüzyıl Sonlarında Heinrich Schliemann’ın Tro-
ya Kazıları ve Osmanlılar’la İlişkileri”, Z. Rona (yay.) Osman
Hamdi Bey ve Dönemi: 179-191. Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstan-
bul.
Esin, U. (1999) “Türkiye Cumhuriyeti’nin 75. Yılında Atatürk Dü-
şüncesinde Ulusal Kimliğin Oluşturulma Sürecinde Arkeoloji’nin
Yeri: Dünü, Bugünü”, Türkiye Cumhuriyeti’nin 75. Yılında Bilim
“Bilanço 1923-1998” Ulusal Toplantısı (I. Kitap): 277-288. Tür-
kiye Bilimler Akademisi, Ankara.
Finley, M. I. (2000) The use and Abuse of History. Pimlico, Guild-
ford.
Fotiadis, M. (2006) “Factual Claims in Late Nineteenth Century Eu-
ropean Prehistory and the Descent of a Modern Discipline’s Ide-
ology”, Journal of Social Archaeology 6/1: 5-27.
Gill, D. (2004) “The British School at Athens and Archaeological Re-
search in the Late Ottoman Empire”, D. Shankland (yay.) Archa-
eology, Antropology and Heritage in the Balkans and Anatolia:
The Life and Times of F. W. Hasluck, 1878-1920: 223-255. Isis
Press, İstanbul.
Güvenç, B. (1996) Türk Kimliği. Remzi Kitabevi, İstanbul.
Hamilakis, Y. (2003) “Lives in Ruins: Antiquities and National Ima-
gination in Modern Greece”, S. Kane (yay.) The Politics of Archa-
eology and Identity in a Global Context: 51-78. Archaeological
Institute of America, Boston.
Henning, H. ve H. von der Osten (1929) “Explorations in Hittite Asia
Minor”, Oriental Institute Publications V/85: 130-157.
Herzfeld, M. (2002) “Towards an Ethnographic Phenomenology of
the Greek Spirit”, J. Revel ve G. Levi (yay.) Political Uses of the
Past. The Recent Mediterranean Experience: 13-26. Frank Cass &
Co. Ltd., London.

230
Ikawa-Smith, F. (1999) “Construction of National Identity and Ori-
gins in East Asia: a Comparative Perspective”, Antiquity 73/281:
626-629.
İğdemir, U. (1973) Cumhuriyet’in 50. Yılında Türk Tarih Kurumu.
Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara.
İnan, A. (1952) “Türk Tarih Kurumu’nun 1943’den 1948’e Kadar Ar-
keoloji Çalışmaları Türkiye Tarihine Neler Kazandırmıştır?”, Türk
Tarih Kurumu Kongresi IV: 18-37.
Janik, L. ve H. Zawadzka (1996) “One Europe-One Past?”, S. Jones
vd. (yay.) Cultural Identity and Archaeology: 116-124. Routledge,
London.
Jones, S. (2002) The Archaeology of Ethnicity. Constructing Identi-
ties in the Past and Present. Routledge, London.
Kane, S. (yay.) (2003) The Politics of Archaeology and Identity in a
Global Context. Archaeological Institute of America, Boston.
Kılıç Hristidis, Ş. (2010) Hayatım Mücadeleyle Geçti: Kemal Kurdaş
Kitabı. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul.
Kohl, P. (1993) “Nationalism, Politics, and the Practice of Archaeo-
logy in Soviet Transcaucasia”, Journal of European Archaeology
1.2: 181-189.
Kohl, P. ve C. Fawcett (yay.) (1995) Nationalism, Politics, and the
Practice of Archaeology. Cambridge University Press, Cambridge.
Koşay, H. Z. ve J. W. Sperling (1936) “Troad”da Dört Yerleşme Yeri.
Devlet Basımevi, İstanbul.
Küçük, İ. (2010) Halet Abla Destanı. Arkeoloji ve Sanat Yayınları,
İstanbul.
Lowenthal, D. (1985) The Past is a Foreign Country. Cambridge Uni-
versity Press, Cambridge.
Mazariegos, O. C. (1998) “Archaeology and Nationalism in Guate-
mala at the Time of Independence”, Antiquity 72/276: 376-386.
McManamon, F. P. ve F. Wendorf (2000) “‘Dam Good Archeology’-
We’re Glad It Got Done! The Historical Importance of Reservoir
Archeology”, Cultural Resource Management 23/1: 41-47.
Morçöl, Ç. (2007) “Cumhuriyetin İlk Otuz Yılında, Arşiv Belgelerin-
de, Ankara’da Yapılan Arkeolojik Kazı Çalışmaları”, Anadolu Me-
deniyetleri Müzesi 2006 Yıllığı: 459-498.

231
Mouliou, M. (1996) “Ancient Greece, Its Classical Heritage and the
Modern Greeks: Aspects of Nationalism in Museum Exhibitions”,
J. A. Atkinson, I. Banks ve J. O’Sullivan (yay.) Nationalism and
Archaeology (Scottish Archaeological Forum): 174-199. Cruithne
Press, Glasgow.
Naab, J. P. ve E. Unger (1934) Pir Hüseyin’de Naram-Sin Stelinin
Keşfi (Die Entdeckung der Stele des Naram-Sin in Pir Hüseyin).
İstanbul Asarıatika Müzeleri Neşriyatı, İstanbul.
Ogan, A. (1938a) “Âsariatika Nizamnamesi ve 1984’den İtibaren
Resmi Ruhsat ile Yapılan Hafriyat 4”, Yeni Türk 6/67: 241-252.
Ogan, A. (1938b) “Âsariatika Nizamnamesi ve 1984’den İtibaren
Resmi Ruhsat ile Yapılan Hafriyat 5”, Yeni Türk 6/68: 289-294.
Ortaylı, İ. (2000) Tanzimat Devrinde Osmanlı Mahalli İdareleri
(1840-1880). Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara.
Özdoğan, M. (1977) Aşağı Fırat Havzası 1977 Yüzey Araştırmala-
rı. ODTÜ Aşağı Fırat Projesi Yayınları Seri 1-No 2, İstanbul.
Özdoğan,M. (1991) “Arkeoloji Nedir? Ne Değildir? Ne Olmamalıdır”,
Arkeoloji ve Sanat 52/53: 20-25.
Özdoğan, M. (1998) “Ideology and Archaeology in Turkey”, L. Mes-
kell (yay.) Archaeology Under Fire. Nationalism, Politics and He-
ritage in the Eastern Mediterranean and Middle East: 111-123.
Routledge, London.
Özdoğan, M. (1999) “Türkiye Cumhuriyeti ve Arkeoloji: Siyasi Yön-
lendirmeler, Çelişkiler ve Gelişim Süreci”, Z. Rona (yay.) Bilanço
1923-1998. Türkiye Cumhuriyeti’nin 75. Yılına Toplu Bakış I:
193-204. Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul.
Özdoğan, M. (2000a) “Türkiye’de Baraj Projeleri ve Tarihsel Yerleş-
me Alanları”, Zeugma Yalnız Değil, Türkiye’de Barajlar ve Kültü-
rel Miras: 86-97. Tarih Vakfı, İstanbul.
Özdoğan, M. (2000b) “Türkiye’de Yok Olan Kültürler ve Baraj Göl-
leri: Sorunlar ve Öneriler”, GAP Bölgesinde Kültür Varlıklarının
Korunması, Yaşatılması ve Tanıtılması Sempozyumu: 71-84. GAP
Bölge Kalkınma İdaresi Başkanlığı, GAP Yayınları Kültür Dizisi
no.3, Ankara.
Özdoğan, M. (2001) Türk Arkeolojisinin Sorunları ve Koruma
Politikaları. Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul.
Özdoğan, M. (2002) “Yeni Binyıl, Küreselleşen Dünya ve Türkiye’de
Arkeolojinin Geleceği”, Toplumsal Tarih 108: 2-3.

232
Özdoğan, M. (2003) “Türkiye’de Arkeoloji”, A. Aliev (yay.) Bilim
Konuşmaları: 169-197. TÜBİTAK Yayınları, Bilgi Dizisi, Ankara.
Özdoğan, M. (2004a) “Heritage and Nationalism in the Balkans and
Anatolia or Changing Patterns, What has Happened Since Has-
luck?”, D. Shankland (yay.) Archaeology, Anthropology and
Heritage in the Balkans and Anatolia: 389-405. Isis Press, İstanbul.
Özdoğan, M. (2004b) “Avrupa’nın Sınırları”, ATLAS (Arkeoloji
Politikaları dergi içi eki) 141: 1-11.
Özdoğan, M. (2005) “Günümüz Sorunlarına Geçmişte Çözüm
Aramak. Politik Bir Araç Olarak Arkeoloji”, ARREDAMENTO
Mimarlık Aralık 2005: 87-91.
Özdoğan, M. (2006a) Arkeolojinin Politikası ve Politik Bir Araç
Olarak Arkeoloji. Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul.
Özdoğan, M. (2006b) “Keban Projesi ve Türkiye’de Kurtarma
Kazıları”, V. Tolun ve T. Takaoğlu (yay.) Sevim Buluç Anı Kitabı:
13-19. Çanakkale 18 Mart Üniversitesi, Çanakkale.
Özdoğan, M. (2006c) “Hypothetical Approaches and Realities:
Research Strategies in Defining Space and Context”, D. Papacons-
tantintinou (yay.) Deconstructing Context: 159-175. Oxbow
Books, Oxford.
Özdoğan, M. (2007a) “Amidst Mesopotamia-Centric and Euro-Cent-
ric Approaches: The Changing Role of the Anatolian Peninsula
Between the East and the West”, Anatolian Studies 57: 17-24.
Özdoğan, M. (2007b) “Çağdaş Düşünme Aracı Olarak Arkeoloji”, M.
Alparslan vd. (yay.) Belkıs Dinçol ve Ali Dinçol’a Armağan VITA:
Festschrift in Honor of Belkıs Dinçol and Ali Dinçol: 569-575.
Ege Yayınları, İstanbul.
Özdoğan, M. (2008a) Batı Düşünce Sistemi İçinde Arkeolojinin Yeri
ve 21. Yüzyılda Yeni Arayışlar. Türkiye Bilimler Akademisi
Akademi Forumu 53, İstanbul.
Özdoğan, M. (2008b) “Arkeoloji ve Devlet İlişkilerinde Yeni Arayış-
lar. Devletin Sorumluluk ve Yükümlülüklerinin Yeniden Tanım-
lanması”, Z. Çulha (yay.) Arkeoloji Mercek Altında: 153-170.
Rezan Has Müzesi Konferansları II, İstanbul.
Palumbo, G. (1993) “Conference on Cultural Resource Management
in Jordan”, Journal of Field Archaeology 20/4: 499-500.
Parpola, S. (2000) “The Mesopotamian Soul of Western Culture”,
Bulletin Canadian Society for Mesopotamian Studies 35: 29-34.

233
Petersen, A. (2005) “What is ‘Islamic’ archaeology?”, Antiquity
79/303 (Special Section on Islamic Archaeology): 100-145.
Radt, W. (1986) “Bergama Müzesinin Yapılışı, Atatürk Devrinde
Türk Alman İşbirliğine Bir Örnek”, Türk Tarih Kurumu Kongresi
IX/1: 397-404.
Renfrew, C. (1996) “Prehistory and the Identity of Europe”, S. Jones,
P. Graves Brown ve C. Gamble (yay.) Cultural Identity and Arc-
haeology: 125-137. Routledge, London.
Renfrew, C. ve J. Sabloff (1987) The Birth of Prehistoric Chronology.
Dating methods and dating systems in nineteenth-century Scan-
dinavian archaeology. Cambridge University Press, Cambridge.
Ryan, W. ve W. Pitman (1998) Noah’s flood. The new scientific dis-
coveries about the event that changed history. Simon and Schus-
ter, London.
Schnapp, A. (1993) The Discovery of the Past. The Origins of Arc-
haeology. British Museum Press, Spain.
Shaw, M. K. (2004) Osmanlı Müzeciliği. Müzeler, Arkeoloji ve
Tarihin Görselleştirilmesi. İletişim Yayınları, İstanbul.
Sherratt, A. (1983) “The Development of Neolithic and Copper Age
Settlement in the Great Hungarian Plain (Part I: The Regional Set-
ting)”, Oxford Journal of Archaeology 1/3: 287-316.
Sherratt, A. (1984) “The Development of Neolithic and Copper Age
Settlement in the Great Hungarian Plain (Part II: Site Survey and
Settlement Dynamics)”, Oxford Journal of Archaeology 2/1: 13-41.
Shnirelman, V. (1996) Who Gets the Past ? Competition for Ances-
tors Among Non-Russian Intellectuals in Russia. Woodrow Wil-
son Center Press, Washington.
Stoop, P. vd. (1967) Doomed by the Dam. Türk Tarih Kurumu
Basımevi, Ankara.
Şimşek, S. (2002) Bir İdeolojik Seferberlik Deneyimi Halkevleri
1932-1951. Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, İstanbul.
Toksoy, N. (2007) Halkevleri, Bir Kültürel Kalkınma Modeli Olarak.
Orion, Ankara.
Trigger, B. (1989) A History of Archaeological Thought. Cambridge
University Press, Cambridge.
Trigger, B. G. (1995) “Romanticism, Nationalism, and Archaeology”,
P. Kohl ve C. Fawcett (yay.) Nationalism, Politics, and the Prac-

234
tice of Archaeology: 263-279. Cambridge University Press, Camb-
ridge.
Türkmenoğlu, A. (2008) Çukurova Kadirli Dağkolu Türkmen Ağzı
Sözlüğü. Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul.
Unger, E. (1925) Die Reliefs Tiglatpilesers III. aus Arslan Tasch. İs-
tanbul Asarıatika Müzeleri, İstanbul.
Unger, E. (1933) Tiglatpileser III-ün Oğlu Asur Kıralı Sargon II (Sar-
gon II. von Assyrien der Sohn Tiglatpilesers III). İstanbul
Asarıatika Müzeleri Neşriyatı, İstanbul.
Üstel, F. (2004) İmparatorluktan Ulus-Devlete Türk Milliyetçiliği:
Türk Ocakları (1912-1931). İletişim Yayınları, İstanbul.
Üyepazarcı, E. (yay.) (1999) 1873 Yılında Türkiye’de Halk Giysileri.
Elbise-i Osmaniyye. Sabancı Üniversitesi, İstanbul.
Wailes, B. ve A. L. Zoll (1995) “Civilization, Barbarism, and Nati-
onalism in European Archaeology”, P. Kohl ve C. Fawcett (yay.)
Nationalism, Politics, and the Practice of Archaeology: 21-38.
Cambridge University Press, Cambridge.
Whallon, R. ve S. Kantman (1968) “Keban Barajı Su Birikim Alanı
Yüzey Araştırması”, 1968 Yaz Çalışmaları: 1-12. ODTÜ Keban
Projesi Yayınları Seri 1-No 1, Ankara.
Visy, Z. (2000) “The Role and Significance of Archaeology in the In-
tegrated Europe of th 21st century”, Challenges for European Arc-
haeology 2000: 27-31.
Yardımcı, N. (2004) Harran Ovası Yüzey Araştırması, II Cilt. İstan-
bul.
Yanko Hombach, V. vd. (yay.) (2007) The Black Sea Flood Question:
Changes in Coastline, Climate and Human Settlement. Springer,
Dordrecht.
Yerasimos, S. (2005) “Tanzimattan Günümüze Türkiye’de Kültürel
Mirası Koruma Söylemi”, İstanbul Dergisi 54: 42-55.
Yıldızturan, M. (2007) “Atatürk ve Müze”, Anadolu Medeniyetleri
Müzesi 2006 Yıllığı: 309-324.
Yoffee, N. ve A. Sherratt (1993) Archaeological Theory: who sets the
agenda?. New Directions in Archaeology, Cambridge.

235

You might also like